Ali Osman Koçkuzu

Dergah Yayınları

 

HADİS TARİHİ. 5

ÖNSÖZ.. 5

TERİMLER VE ÖNBİLGİLER.. 5

BÎRÎNCİ BÖLÜM... 11

HADİS İLİMLERİNDE BAZI KLASİK VE YENİ MESELELER.. 11

I. Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şerif. 11

1. Hadis'in vahy ile ilgisi 11

2. Sünnetin Kur'an'a Karşı Görevleri 12

3. Sadece Kur'an'la Yetinme Meselesi 13

4. Kur'an Ve Sünnet Yarışı 14

5. Kur'an Ve Hadiste Uslûb. 14

II. Hadis İlimleri 15

1. Hadis Ricali Bilgisi 15

2. Hadiste İlletler Bilgisi 17

3. Hadis Diye Uydurulan Haberler 18

4. Öğretim Ve Öğrenim Edepleri 18

5. Hadiste Metin Ve Senet Tenkidi 20

6. Hadis Tarihi İlmi 22

7. Rivayet Ve Dirayet Bilgileri 23

8. Nesih Bilgisi 23

9. Garip Kelimeler Bilgisi 24

10. Vürûd Sebepleri Bilgisi 24

11. Hadislerin İ'rabı Bilgisi 25

12. Galatu'l-Muhaddisîn Bilgisi 25

13. Şemail İlmi 26

14. Fıkhu'l-Hadis Bilgisi 26

III. Klasik Usûl Konuları 26

1. Kitaplardan Fihristler 27

2. Hadislerin Çeşitli Yönlerden Bölünmesi Ve Sebepleri 29

a) Sahihler Ve Meseleleri' 30

b) Hasen Hadisler 32

c) Zayıf Hadisler 32

d) Zayıf Hadisle Amel 33

IV. ÖĞRETİM VE ÖĞRENİM... 35

1. Rivayette Yaş Meselesi 35

2. Rivayeti Reddedilenler 35

3. Seyahatler Ve Faydaları 36

4. Günümüz Ve Gelecek İçin Hadis   Tahammül Yolları 36

5. Klasik Tahammül Yolları 37

a) Sema Veya Sima. 38

b) el-Kırâatu aîe'ş-şeyh (el-Arz) 38

c) İcazet 38

d) el-Munâvele. 39

d) Î'îâmuş-Şeyh. 39

g) Vasiyyet 39

h) el-Vİcâde. 40

6. İsnâd Ve Nazarî Meseleleri 40

a) İlk Zamanlarda İsnâd. 41

b) Senetlerin Atılması Ve İhtisar 41

c) Senetle İlgili Vazifeler 42

7. Âlî Ve Nazil İsnad Türleri 42

8. Lafız Ve Mâna Rivayeti 43

9. İ'tibar Müessesesi 44

10. Yazı Kaideleri Ve Düzeltme Yollan. 44

V, YENî MESELELER.. 46

1. Arap Dil Ve Edebiyatının Hadisle İlgisi 46

2. Hadislere Ve Muhtevalarına İtimat 47

3. Hadisler Ve Modern Hayat 48

4. Hadise Dost Olmayan Fikirler Ve Guruplar 49

a) Hadise Muhalif Guruplar 50

b) Şia Ve Hadisler 51

c) Siyaset Ve Tslâmî İlimler 52

d) Hadisle Amelin Güçlüğü İddiaları 53

e) İlme Karşı İlgisizlik. 53

5. Şarkiyatçılar Ve Hadis. 54

6. Şarkiyatçıların Tesirleri 55

7. Garbiyatçılık Teklifi 56

8. Hadislerin Dinimizdeki Yeri 57

İKİNCİ BÖLÜM... 58

GECEN ONDÖRT YÜZYILDA HADİS İLİMLERİ. 58

I. Hadislerin Doğuşu Ve Şifahî Nakli 58

1. Hadisin Doğuş Günleri 59

2. Sahabe Ve Hadis. 60

a) Sahabede hadis öğrenimi ve öğretimi 60

b) Sahabe Ve Usûl Bilgileri 61

3. Seyahatler (er-Rihle fî talebi'1-ilm) 62

II. HADİSLERİN YAZILIŞI: TAKYİDÜ’L-İLM... 63

1. Arapîarda Yazı 63

2. Hadisler Ve Yazı 63

3. Yazıya Verilen İzin Ve Yazılı İlk Malzeme. 64

4. Yazıyı Kullananlar Ve Karşı Çıkanlar 65

III. HADİSLERİN TOPLANMASI (CEM'İ) VE TEDVİNİ. 67

1. Tedvin: Tarifi Ve Mâhiyeti 67

2. Şahsî Teşebbüsler 68

3. Hadislerin Devlet Eliyle Tedvini 68

4. Yanlış Değerlendirmeler 69

5. Tedvin Devrinde Hadis Öğrenimi 70

6. Tedvin Devrinde Uydurmacılığın Durumu. 71

IV. KİTAPLARIN TASNİFİ ÇAĞLARI. 72

1. İlk Tasnif Çalışmaları Ve İlk Musannifler 73

2. Tasnifte Uygulanan Metodlar 75

3. Başlıca Türler (Çeşitli Usûllerle Yazılmış Fu-Rû' Kitapları) 76

a) Sahifeler 76

b) Cüzler 76

c) Camiler 76

d) Musannefler 76

e) Müsnedler 77

f) Mucemîer 77

g) Sürtenler 77

h) Müstedrekler 77

i) Müstahraçler 78

J) Muayyen Sayıda Derlenen Kitapl 78

V. TASNİFTE ALTIN ÇAĞ.. 78

1. Üçüncü Asırda Hadis Öğrenimi 79

2. Şöhretli İlim Merkezleri 80

3. Sekiz Büyük Hadisçi Ve Eserleri 82

a) İmam Mâlik b. Enes, el-Muvatta. 82

b) İmam Ahmed b. Muhammed b. Hanbeî, el-Müsned. 83

c) Buharı, el-Câmiu s-sahih. 84

d) Müslim, el-Camius-sahih. 84

e) Ebu Davud, es-Sünen. 84

f) Tirmizî, Câmiu's-Sahih (Veya Sadece Es-Sünen) 85

g) Nesâî, El-Muctebâ   (Veya   Sadece   Süneni Suğrâ) 85

h) İbn Mâce, es-Sünen. 86

4. Dârul-Hadisler Ve Hizmetleri 86

VI. DURAKLAMA VE GERİLEME DEVRELERİNDE HADİS ÇALIŞMALARI. 87

1. Dördüncü Asır Ve Sonrası 87

2. Gerileme Ve Sebepleri 90

a) İlme, İlim Müesseselerine Îslâmın   Emrettiği Düşünce Tarzına Sırt Dönüş. 90

b) Hadis Ve Sünnet İle Onlara Bağlı İlim Dallarının Devreden Çıkarılışı 91

c) Şahsî Hatalar, Gerçek İle Sahtenin Karışması, İlme Siyasetin Dahli 91

d) Kolaya Talip Olmak. 92

3. Duraklama Ve Gerileme Çağlarının   Yetiştirdiği Bazı Muhaddisler 93

VII. GÜNÜMÜZ DÜNYASINDA HADİS VE İLİMLERİ. 94

1. Îlimde Uyanış. 94

2. Tarihte Ve   Günümüzde İslâm   Ülkelerinde Hadis. 94

a) Hind Ülkesi Ve Hadis. 94

b) Orta Şark, Mısır Ve Hicaz'da Hadis. 95

c) Türkiye Ve Hadisle İlgisi 95

I. UMUMİ DEĞERLENDİRME.. 97

1. Hadis Meseleleri: İlim Ve Amel 98

a) Eski Halin Devamı Dileği 98

b) Yeni Düşünce Tarzı 100

1. Hadis Mütehassısının Alması   Gereken Formasyon Ve Yapması Gerekli Ön Hazırlıklar . 100

a) Niyyet Dürüstlüğü. 101

b) Kur'an'ı Bilmek. 101

c) Arap Dili Ve Edebiyatı 101

d) Bazı İslâmı Ana İlimler 102

e) İlmî Usullere Uygun Neşredilmiş Eser 103

f) Tam Teşekküllü Kütüphane. 103

2. Diğer İslâmî   İlimler Mensuplarının   Hadis Formasyonları 104

a) Diyanet Hizmetlerinde Hadis Bilgisi 104

h) Din Eğitimcisinin Hadis Formasyonu. 104

3. Öğrencilikteki Hazırlıklar Ve Tutturulması Gerekli Seviye. 105

a) Şahıslar (Rical, Biyografi) Bilgisi 105

b) Kitabiyat (Telif Edilmiş Eserler, Literatür, Bibliyografya) Bilgisi 106

c) İlmin Tarihi 106

d) İlim Dalının Kendi Konulan, Meseleleri 106

4. Müslüman Halkımızın Hadisten Bilmesi Gerekenler 107

III. HADİS İLE AMEL.. 107

1. Yanlış Anlayışlar, Farklı Uygulamalar, Değişik Değerlendirme Ve Yorumlar 108

2. Fıkhî Mezhebimiz Ve Sünnet 109

3. Sünnet Ve Taklit 110

IV. KADROLAR VE GÖREVLER.. 111

1. Hadisi Nasıl Öğretelim?. 111

2. Modern İmkânlardan Faydalanma. 112

3. Kadrolar Ve Görevleri 112

a) Pratik Hizmet Kadroları 113

b) İhtisas Kadroları 113

c) Öğretici Kadrolar 113

4. Bazı Çalışma Konulan. 113

V. KISA HADİS İLİMLERİ BİBLİYOGRAFYASI. 115

1. Mecmualar, Hadis Furûu Kitapları 116

2. Furû Kitaplarına Ait Şerhler 118

3. Rical (Cerh Ta'dil) Kitapları. 118

4. Hadis İlim Dallan. 119

5. Mevzuata Ait Eserler (Hadis Adı Altında Uydurulmuş Yalanları Konu Alan Eserler) 120

6. Usûl Konularıyla İlgili Eserler 121

7. Karma Eserler, Diğer Neşriyat 121


HADİS TARİHİ

 

ÖNSÖZ

 

Yüce Rabbimize hamdeder, O'mm en son elçisine salât ve selâm eylerim.

Müslümanlığın iki kutsal bilgi kaynağından biri olan hadislerin ve daha şümullü deyimiyle sünnetin, asırlar boyunca muhtelif milletlere mensup ilim adam­larınca işlendiği, Türk bilginlerinin de kendilerine dü­şen vazifeyi yaptıkları bir gerçektir. Hadisler ve sün­netin, müslümanlarm günlük hayatları başta olmak üzere, her şeyleriyle yakından alâkalı olması, bu ça­lışmalarda itici bir görev yüklenmiştir. Sahabe Pey­gamberimizin uygulamasını gören bahtiyar nesildir. Daha sonrakiler, bu eksikliklerini ilmî çalışmalarla giderme zorundadırlar.

Diyebiliriz ki, hadis ilimlerine sarîedilen mesai, tslâm kültür ve medeniyet tarihinin en büyük ve en yaygın yönünü teşkil etmektedir. Hadisler ve sünnet, dün olduğu gibi, bugün ve yarın da en büyük alâka konusu, ilim sahası olmaya devam edecektir. Çünkü, ilim adamı olsun veya olmasın; hatta başka din men­subu olsun, kişinin hadislerle ve onun sahibi olan Peygamberimizle olan yakın alâkası azalmayacak, gündengüne artacaktır. Mazi ve haldeki    durum bizi böyle hükmetmeğe zorlamaktadır. Ne var ki, her de­virde çalışmaların ve teliflerin belirli hedefleri olmuş­tur. Meselelere yöneltilen bakış açıları değ since, ba-zan aynı ilim dalında ve hatta aynı meselede, değişik türde eserlerin çıkması kişileri şaşırtmamış; bu ilmin bir gereği, tekâmülün bir tecellisi sayılmıştır.

Hadis ilimleri hakkında genel bilgi verecek ve de­ğişik seviyedeki aziz okuyucularına hitap edecek bir eser, sayfa tahdidi de söz konusu olunca, ister istemez kısa ve öz olarak kaleme alınacaktır. Elinizdeki kitap, böylesine çok amaçlı bir düşünce ile yazılmıştır.

Hadis ilimleri ve hadis tarihi'nde, dinimizi ve onun kültürel ve manevî değerlerini yeni öğrenmeğe başla­yacaklar için başlangıç bilgileri sunulurken; lisans dü­zeyinde ilahiyat tahsili yapan gençlere de rehberlik hedefimiz olmuştur. Nihayet bu çalışma, İslâm ilimle­rini ve özellikle hadisi ihtisas dalı olarak seçenlerin kıymetli tenkitlerine arz olunmaktadır. Kitabımız, her üç zümrenin ilgisini çekerse; hem hizmetini yapmış, hem de müteakip baskılara hak kazanmış olacak; ya­zarı da kendisini bahtiyar hissedecek ve sevinecektir.

Eser, giriş bilgilerini takiben üç bölümden oluş­maktadır. İlk bölümde, hadis bilgi dallarıyla; bazı kla­sik ve günlük hadis meseleleri işlenmeğe çalışılmakta­dır. İkinci bölüm, hadisin öndört asırlık hayat hikâye­sinin kısaca bir özetidir. Üçüncü bölüm hasbıhal te­lakki olunabilecek tekliflere ayrılmış bulunmaktadır. Bu kısım tamamen deneme olarak görülebilir.

Ayırabildiğiniz zamanın darlığı, bazı bölümlerin daha güçlü yazılmasını ve dipnotların tanziminde raslanacak teknik hataların azaltılmasını teinin edememistir. Bu yüzden ilgililerin müsamahasına sığınmak­tayız.

İlk defa eser neşretme sorumluluğu ve zevkini ta­darken; bu kitabımın manevî ecrini, ister sağ olsun, is­ter öteki âleme; ilâhi rahmet ülkesine göç etmiş olsun bütün hocalarıma arzederim. Kendilerinden Allah ra­zı olsun. Yüce kişilik ve ruhlarına, arz ve ithaf ettiğim bu çalışmamın, kendim için de vesile-i mağfiret olma­sını niyazla sözlerime son veririm.

Meram - KONYA   5. Ekim.  1982 Dr.   Ali   Osman KOÇKUZU

Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi[1]

 

TERİMLER VE ÖNBİLGİLER

 

Her ilim dalında ıstılah olarak kullanılan, terim-leşmiş kelimeler vardır. O kelimelerin tümü, âdeta o ilmin özel dilini meydana getirir[2] Kitabımızda çok sık geçeceği için burada birkaç kelimenin, hadis il­minde aldığı mânalara temas etmeyi uygun görmek­teyiz.  [3]

 

1. Hadis: Arap dilinde bu kelime; «yeni şey, sonra­dan olan, bir şeyin baş tarafı, haber ve söz» gibi mâ­nalara gelmektedir. Sonradan, Peygamberimize ait söz, fiil, tasvip-takrir ve sıfatlara isim ve ıstılah ol­muştur. Hadis denilince bilhassa Türkçede Peygambe­rimizin sözleri anlaşılmaktadır. [4]

Bir müslüman, hayatı boyunca bu kelimeyi sık sık duyacağı için onunla bu yazıları okumadan önce de ünsiyeti olacaktır. Bu kadarlık bir tanıtma onun için yeterlidir. Kelimeyi, özellikle hadis mütehassısla­rım ilgilendiren incelikleri ile tanıtmamıza burada ge­rek yoktur.

Hadisin «haber ve haber vermek» şeklindeki an­lamları bu noktada bizi ilgilendirmektedir. Bazı bilgin­lere göre hadis; «Peygamberimize ait söz, iş ve tasvip­lerin kendisi değil, yazı ile tesbit edilen ve bizlere nak­ledilen şekilleridir.» Bu tarifler ve diğer benzerleri ara­sında sadece sözde farklılıklar vardır. Bilginlerce, te­rimlerin muhteva ve kullanışları ile ilg.li münakaşa faydasız görülmüş, diğer yandan hadisin ifade ettiği mâna için; haber ve eser kelimeleri de kullanılmıştır.

Hadis1 deyimi ile ince bir terbiye, Kur'ân'a yönel­miş bir saygı da sergilenmektedir. Kadîm Kelâm diye adlandırılan ve ebedî söz olan Allah kelâmı yanında, Peygamberimizin sözleri bu vasıftan mahrum telakki olunmuş ve selef, hadis ismini uygun görmüştür. Ba­zı hadislerde belirtildiğine göre[5] Peygamberimiz ha­dis kelimesini bizim kullandığımız mânada bizzat kul­lanmıştır. [6]

 

2. Sünnet: Hadis ilimlerinde geçen bir başka terim, diğer bir anahtar kelime -Sünnet'tir. Bu kelime ile da­ha geniş bir mâna; bir tatbikat ve dinî yaşayış tarzı kastedilmektedir. Batılı araştırıcılarca farklı mânala­ra alman ve tarih içinde mâna değiştirdiği kabul edi­len kelime ile: «Hadislerde ifadesini bulan Muhamme­di yol» anlatılmış olmaktadır. Kelime sözlükte-, yol, hal, tavır, sîret, kanun, ecdadın ananesi, misâl olan ve baş­kalarınca tak-bedilen yol...» gibi değişik mânalara gelmektedir.[7] Kelime Kur'an-ı Kerim'de ve hadis­lerde geçmektedir. [8]

Fıkıh Usûlü ilmi ile uğraşan mütehassıs bilginler, sünnet deyimini daha da farklı mânalarda ele almak­tadırlar. [9]

Bu ıstılahlar, kendisinden söz edeceğimiz ilim ve­ya daha doğru deyişle ilimler topluluğunun adı da ol­maktadır. İlerde tafsilâtlı olarak vereceğimiz gibi, Ha­dis ve sünnet ilmi denilince ilk merhalede; «Kur'an'a bağlı bir takım ilimlerle işbirliği ederek, dinimizin bil­gi kaynağını ve tarihî temelini oluşturan ilim şubesi­ni veya ilim dallarını» anlayacağız.

Müslümanlıkta mevcut   her ilâhî kanun,   anane, tatbikat, emir ve yasak bu iki kaynağa dayanır. Yük­sek ilmî seviyeli din bilginlerinin fikrî ittifakları; saha­beden itibaren İslâm ilim adamlarının görüş birlikle­ri; fakihlerin kıyas, ictihad ve diğer hukuk nazariyatı­na ait ilmî faaliyetleri, neticede bu iki kaynağı temel alır. Bu noktayı şöyle ifade etmek de mümkündür ve daha doğrudur: «Yukarıda saydığımız çalışmalar ve talî derecedeki diğer dinî bilgi kaynakları, Kur'an'a ve sünnete dayandığı müddetçe değer taşır». Fıkıh usûlünde de ifade olunduğu gibi, serî deliller (el-edille-tu'ş-şer'iyye) diye adlandırılan ve sayıları bir düzineye yaklaşan diğer teknik yollar, bu iki vahiy kaynağına dayandığı müddetçe doğru ve geçerlidir. Kelimelerin çoğulu ehâdis ve sünen'dir.[10]

 

3. Muhaddls (hadisçi): Az sonra «Hadisçiierin un­vanları» başlığı altında tekrar edeceğimiz bu iki ke­limeyi önce birer ıstılah olarak açıklamak gerekir. Bi­rinci kelime ile kastettiğimiz mâna, ikinci kelimede Türk dili ile ifadesini bulmaktadır. Muhaddis sözüyle mutlak olarak hadisçi'yi kastederiz. Muhaddisler deyi­mi, bir gurup kelâmcıya ve usûl bilginine de ikinci derecede isim olmaktadır. Hadisçi hadis âlimi mânası­na anlaşılmalıdır. Hadis ile uğraşanlara ayrıca: «Hadî-sî, ahbâri, ehl-i hadis, ehl-i eser...» gibi adlar da veril­miştir. [11]

 

4. İlk bilgiler: Bu başlık altında işleyeceğimiz ko­nuların, birinci bölümde yer almaları da düşünülebi­lirdi. Fakat, ilmin kendi konularına ve meselelerine dalmadan önce, hazırlık bilgileri olarak kabul edebi­leceğimiz, çoğu deneme mahiyetinde olan bilgileri ver­meyi uygun gördük.

a) İlmin adi: Hadis ilmi, Hadis ilimleri: Bir ilmin sınırlarını ve mâhiyetini yapılan tariflerle öğreniriz. Tarifler verilirken çoğu kez farklı ifadeler kullanılır. Bunun sebebi, tarifi yapanların meseleyi ayrı ayrı yönlerden ele almaları, başka hedeflere yönelmeleri­dir. Aslında herkes yaptığı tarifle aynı şeyi anlatmak ister, tanıtmak ister. Peygamberimizin söz, iş ve takrir­leri, tarih içinde üç ayrı isme müsemnıa olmuştur. Sa­habeden itibaren bir gurup onu sadece ilim diye adlan­dırır. [12]Yine eski çağlarda bir kısım âlimler ona Ha­dis ilimleri adını verirler. İlk hadis usûlü yazarların­dan Hâkim Neysabûrî'nin eserinin adı Ma'rifetu ulû-mi'l-hadls'tir. Buradaki Ulûmi'l-hadis terkibini hadis ilimleri şekline aktarmak mümkündür. Demek ki ha­dis ilmi değil ilimleri söz konusudur. [13] Aynı ismin îbn Salâh Şehrizûrî tarafından da benimsendğini görmekteyiz.[14] Şunu demek istiyoruz; hicrî üçüncü as­rın başlanndanberi böyle bir adlandırma mevcuttur. Daha sonra bu bilgi dalma sadece Hadis ilmi deyimi uygun görülmüş, fakat son zamanlarda yine ilk za­manların isimlendirmesi revaç bulmuştur. [15]

Bahse konu üç isimden hangisini verirsek verelim, yaklaşık otuz kadar ilim dalının bir çatı altında top­landığı hadis ilmi ile karşıkarşıya bulunduğumuz u nu tulm am alıdır.

İlk hadis usûlü kitaplarında okuyucuya, hadiste çeşitli disiplinlerin (küçük ilim dallarının) varlığı fik­rini veren iki tabir daha dikkati çeker. Bu müellifler hadis meselelerini incelerken bablarm başına Ma'rifet ve İlim tabirlerini koymaktadırlar. Konular, muhteva­ları itibanyla müstakil bir ilim dalı olacak derecede yüklü olmasalar bile bu isimler yine de verilmektedir. Nitekim «ma'rifetu's-sahih» (sahih hadisler bilgisi), «ma'rifetu'l-mursel» (Mürsel hadisler bilgisi),. «ma'ri-fetu'I-ihve ve'1-ahavât» (birbiriyle kardeş râviler bilgi­si)... gibi, nisbeten az mesele ve izahı içinde barındı­ran konular hakkında ilim-ma'rifet tabiri kullanıldığı gibi, başlıbaşına müstakil bir disiplin sayılabilecek; hatta ilim sayılabilecek; «ilmu'1-cerh ve't-ta'dü»   (cerh ve ta'dil bilgisi), «Umu ricali' 1-hadls» (hadis râvileri bilgisi), «ilmu'n-nâsih ve'1-mensûh» (hadiste nesih bil­gisi), «ilmu garibi11-hâdis» (hadiste güç anlaşılan ke­limeler bilgisi) ve benzerleri için de aynı adlar veril­miştir.

Son yarım asrı aşkın zaman içinde yazılan sünnet ile ilgili eserlerde ise, bu ayırım bazan yapılmakta, küçük konular bilgi dalı olarak verilmemekte, onların dışında kalan, geniş meseleleri ihtiva edenlere iLm de­yimi kullanılmaktadır.

Şurası muhakkaktır ki, hadisin pek çok meselesi vardır. Bunlar, asırların verdiği tecrübe ile hadis ilim­leri gurubu olarak bir araya getirilmişlerdir. Aslında bu guruba giren bilgi dalları, küçük de olsalar, başlı-başma problemleri ve kendilerine has metodları olan, müstakil okutulması ve incelenmesi gereken; tarihçe­ye, şahıslara, bibliyografyaya sahip ilim şubeleridir.

b) İlmin tarifi: Eski hadis usûlü kitapları hadis ilimlerinin tarifi ile meşgul olmazlar. Onlar senetli bil­gilerle doğrudan konuya girerler. Daha sonraki eser­ler ile had.s hakkında umumi bilgi veren kitaplar ba­zan tarif yaparlar. Bu tariflerden çıkan net'ce şudur: Hadis ilimleri ile, Peygamberimizin söz, iş ve halleri ile takrirleri bilinir. Bu ilimlerde bazı esaslar, kanunlar tesbit olunmuştur. Bu prensipler sayesinde, bize kadar ulaşan asr-ı saadete ait her türlü menkûlât (yazılı, söz­lü ve uygulamalı bilgiler), onları nakleden şahısların vasıfları bilinir. Bu kanunlarla biz yalanla doğruyu ayırır; «Peygamber Efendimize iftira» dan korunmuş oluruz. Arapça yapılan iki tarif şöyledir: «İlmün; yu'-rafu bihi akvâlu'n-Nebiy sallallâhü aleyhi ve sellera ve ef âlüh ve ahvâlüh» (Peygamber aleyhisselâmm; söz, iş ve her türlü hali, kendisi ve prensipleri sayesinde bili­nen ilim dalı), «İlmim bi kavânîn; yu'rafu bihâ ahvâ-lü's-sened ve'I-metn» (kendileri   sayesinde   sened ve metnin tanındığı kanunları bilme; kanunlar bilimi. [16]Hadis ilmi «Hadis rivayet bilgisi» ve «Hadis   dira­yet bilgisi» olarak iki ana kola ayrılır. Her kol kendine yardımcı şubeler barındırır. Rivayet ile meşgul olan bölümünde; hadislerin nesilden nesile, ferdlerden ferd-lere nakli, bu nakli gerçekleştiren çeşitli yollar, metin ve senedlerdeki lafızların doğru olarak zabtı, isimlerin okunuş şekillerinin    tesbiti... gibi hususlar   üzerinde durulur; metnin problemlerine, râvilerin çeşitli mese­lelerine burada derinliğine dalınmaz. [17] Dirayet şu­besinde ise; genişliğine ve derinliğine bir   araştırma, iyi bir ayırım - seçim, tenkit ve işin künhüne vâkıf ol­ma gayreti vardır. Bu köklü çalışmalar sayesinde se­net ve metnin sıhhat ve zaafı tesbit edilir, metnin ilim ölçülerine uygun tam bir şekilde anlaşılması   gerçek­leşmiş olur.

Dirayet ve rivayet zamanla o kadar titizlikle bir­birinden ayrı görülmüş ki, bazı âlimlerin dirayette üstad, rivayette ise bu mertebenin altında oldukları ka­bul edilmiştir. Muhaddis olmayan fakihler bunlara ör­nek gösterilir. Bir kısım âlimler de, hem dirayet ve hem de rivayette ehliyet ibraz etmiş; onlar hem güçlü bir muhaddis, hem de güçlü bir fakih olmuştur. îmam Mâlik ve Muhammed b. İdris Şafiî'yi bu guruba dahil edenlere raslamaktayız. Üçüncü bir zümre daha var­dır ki, onlarda rivayet kuvvetli, dirayet ise o derecede değildir.[18]

Hadis dirayet bilgisine, hadis usûlü, mustalahü'l-hadis adları da verilmektedir. [19]Genel tarih'e ait il­mî araştırmalar, metod yönünden İslâm dünyasında bu ilim dalından faydalanmıştır. İlimde tenkid zihni­yeti ve buna bağlı ölçüler, asırlar öncesinden itibaren bu ilimle tesbit edilmiştir. Şöyle bir özet yapılabilir. Sözünü ettiğimiz ve konularıyla, tarihini incelemeğe koyulduğumuz ilme, tarihte çeşitli adlar konulmuş, muhtelif tarifler yapılmıştır. Türkçede daha çok «ha­dis ilmi» veya sadece «hadis» yaygındır. Bununla adı geçen ilim dalı kastolunmuştur. Bu isimlerde ilim ke­limesi tekil de olsa, pek çok küçük ilim dalından ku­rulan bir ilimler topluluğu'nun kastedildiği açıktır. Hadis ilimleri deyimi ise, ilk çağların isimlendirme tek­niğine ve gerçeğe daha uyan bir adlandırmadır. Türk-çemizde hadis ilmi kadar ahenkli bir deyiş olmasa bile artık alışılmıştır. Bu itibarla okuyucu, hadis ilmi veya hadis ilimleri terkiplerinden birini seçeceği gibi birlik­te de zaman zaman kullanabilecektir.

c) Hadis'in konusu: Hadis ilimlerinde mevzu kısa­ca Hz. Peygamberdir denilebilir. Bu söz doğru fakat açıklanmağa muhtaçtır. Hiç değilse Hz. Peygamber'in hangi yönüyle bu ilmin uğraştığına işaret etmek ge­rekir. Çünkü diğer bazı İslâmî ilimler daha vardır ki, onlar da netice itibarıyla Hz. Peygamber'! konu olarak ele alırlar, şu var ki Peygambere yöneliş biçimleri ve açıları değişiktir.

Hadis, «İslâmm temellerinden biri olması   yönün­den, Efendimizin; sözüyle, iş ve davranışlarıyla,    hu­zurunda yapılıp tasvip ettikleri ve belirli şartlan ha'z olan takrirleri ile uğraşır». Hadisin konusu   bunlardır. Bazı ilim adamları   meseleyi   teknik ıstılahlarla    ele alıp, «hadisin konusu   râvi ile mervîdir»   demişlerdir. Bu cümlede geçen râvi; hadisi duyan,   yahut da onun rivayet edilmesini meslek edinen kişi veya   kişilerdir. Mervî ise, naklolunan hadisin kendisidir. Meseleyi te­ferruatlı olarak ele alırsak, gurup içinde yer alan her ilim dalının ayrı ayrı konusunu açıklamamız   gerekir ki bu, bölümü uzatır. Meselâ: Hadis illetleri bilg.si için, başta verdiğimiz konu tahdidi tamamen geçersiz olur. Çünkü, bu ilim kendi bünyesi içinde,   hadislerdeki az kullanılan, anlaşılması güç kelimelerle uğraşır, âdeta hadisin dilini teşkil    eden   lügatları   meydana   geti­rir.[20] Böylece her ilim dalının özel bir uğraş saha­sı, bir de bütün içinde müşterek konusu vardır. Netice yine baştaki kısa ifadeye; metin ile senede ve onlarla meşguliyete gelip dayanır.

d) Gaye: Hadisin hedefi: Hadis ilminde gözetilen amaç, tesbit edilen tek hedef «sahih ile sahih olmaya­nı; Peygamberimizin sözüyle ona yapılan yakıştırma­ları ayırmaktır». Daha güzel bir deyişle, doğru olan nakli bulup onu, en doğru biçimde uygulamaya hazır hale getirmektir.

Hadise bağlı bütün ilimler müştereken bu gayeye hizmet ederler. Yani nakledilen söz Peygambere veya izafe edilen sahabi veya tabiiye ait midir, değil midir? Ait olduğu tesbit edilmiş ise; mânası, gereği, amelde düstur olma gücü... gibi meseleleri sırayla aranır, din olarak benimsenir ona uyulur. Müslüman olabilmenin gereği budur. Eğer söz Peygamberimizin veya izafe edilen zatın değilse, mümin o söze yalan olarak bakar ve hiç olmazsa «Peygamberimizin ağzıyla, onun söyle­mediği bir sözü ona isnad etme cinayetinden sakınmış olur».

Hadisle meşguliyetten asıl gaye, iki cihan saadeti­dir demek de mümkündür. Çünkü ilk asır âlimleri ha­disi din olarak tanımlamışlar, ona din gözüyle bakıp, bu inançla sarılmışlardır. İslâmı din olarak kabul eden herkes, bilhassa ilimle meşgul olan zümre, dinimizi ve Peygamberimizden gelen hadisleri kimlerden aldığımı­zı araştırmakla vazifelidir. Hz. Peygamber'e yakın ne­siller buna böyle inanmış, böyle bilmiş ve öylece tatbi­katta bulunmuşlardır. Şu söz onların çoğundan nakle­dilmektedir: «İnne hazel-hadise dînun; fenzurû am­men te'huzûneh» (Şüphesiz bu hadisler dindir, din, öy­leyse onu kimlerden alıp naklettiğinize iyi bakın, araş­tırın) [21]

Hadis âlimlerinden Ebu Yahya Zekeriyya Nevevf-nin belirttiğine göre hadis ilminin gayesini şöyle özet­lemek mümkündür:

1. Hadis metnindeki mânaları ciddi şekilde araştı­rıp tahlil etmek,

2. Hadislerdeki gizli hastalıkları ve   illetleri tanı­mağa gayret etmek,

3. îsnâd bilgisinin gerektirdiği tenkik   çalışmasını gerçekleştirmek. Ona göre hedef sadece   hadis dinle­mek ve okutmak îsemâ' ve ismâ') değildir. Maksat tah-kika önem vermektir.

Nevevi'nin «tahkik» dediği ameliyeyi    de şöylece maddelendirmek mümkündür:

1. Metin ve senedlerdeki kapalı   kısımları incele­mek ve hadislerle devamlı olarak meşguliyeti sürdür­mek,

2. Ehliyetli hadisçilerin kitaplarını   okumak, ilmî çalışmalar yapmak,

3. Hadis bilenlerle sık sık ilmî   görüşmelerde bu­lunmak. Zaman zaman onlardan dinlerken not almak. Her sınıftan ilim erbabından, sıkılmadan ve kibre düş­meden istifade etmek. Nevevî'nin ifadesine göre; «Ha­diste ehliyet sahibi bir kişiyle bir saatlik bir çalışma, günlerce tek başına yapılan mütalaa ve ezber faaliyeti-. ne denktir».

4. İnsafı, orta yolu elden bırakmamak,

5. Tedrici bir şekilde ilmini artırarak, hadiste ken­disine müracaat edilen bir kişi olma yolunu tutmak.

e) İlmin özellikleri ve şumûlü: Meşgul olunan ilim dalının özelliklerini, hudut ve şümulünü tanımak da bir bakıma ilgiliyi muhtemel hatalardan korur. Fert, faaliyet sahasını bilip, meşgul olduğu ilmin hususiyet­lerini tanırsa, diğer ilimlerle olan münasebet ve alış­verişlerini daha tesirli şekilde yürütür.

«Özellikler» sözüyle ilmin hususiyetlerini kastedi­yoruz. Bilindiği gibi hadis bir İslâmî îlim'dir. Matema­tik, pozitif ve beşerî  fikrî ilimlerden farklıdır. İslâmî ilimler içinde, yüksek ilimler (Ulûm-i âliye) gurubuna dahildir. Aslî ilimdir. Diğerlerinden çıkmamıştır, ken­disi temeldir. Nitekim hadis ilimlerine ait öyle bilgi dalları vardır ki, onların bir benzeri veya yakını, İslâm öncesi devre kültür tarihinde yoktur. «İsnâd bilgisi» bu nevi ilimlere örnek gösterilmektedir. Hadis ilmi kendi­sine has metodlara, meselelere, tarihçeye, şahıs ve lite­ratüre sahiptir.

Denilebilir ki, hadis olmasaydı veya büinmeseydi bir ölçüde İslâmiyet ve müesseseleri, İslâm öncesi Arap dünyası; ferdi, ailesi, cemiyeti tanınmazdı. Eski Arap şiiri ve nesri, o çağların topyekûn edebî mahsûl­leri, imam Ömer'in deyişi ile Kur'an'm tanınmasını sağlayan büyük edebî divan hep hadise bağlı ilimler aracılığı ile öğrenildi. İslâmın müslüman topluma ver­diği şahsiyet, çizdiği karakter, her noktada hadis ve ona bağlı ilimlerden kaynaklanır. Onun şıımûl sahası­na girer. Bütün İslâmî ilimler, menşe itibarıyla hadise dayanır; onun üzerine kurulur. İslâm tedkiklerinde ha­dis ilk hareket noktası olursa, zaman bereketli, tetkik geçerli, sonuç isabetli olur. Hadis en sona bırakılırsa veya ne bulunmuşsa o kullanılırsa, çok kere sondan başa dönülür, zaman ölür, hata ihtimalleri artar. Ya­lan, hayal, mübalağa, göz boyama, gerçek dışı haber hep hadis ilminin hudutları ve şümulü dışında kalma­ğa mahkûm şeylerdir.

Hadisle meşguliyet ondört asırdır kudsi telakki olunmuş, dünyevî maksatlara âlet edilmesi kötü görülmüş karşılığı daha çok öteki âlemde görülen bir ilim olarak tanıtılmıştır. Nitekim İbn Salâh: «Ve hüve min ulûmi'l-âhirah lâ min ulûmi'd-dünyâ» (o bir gurup âhi-ret ilminden birisidir, yoksa dünya ilimlerinden değil­dir) şeklinde tavsif yapmıştır. Kasdı, «icraatı dünyaya tesirli olmayan, âhiret ilmidir demek değildir. Ibn Sa­lâh, «hadisle uğraşanın mükâfat yerinin burası olma­dığına» işaret etmek istemiştir.

Son paragrafı Hatîb Bağdâdı'nin, hadisin sınırla­rını çizen mahiyetini tanıtan sözlerine ayıralım: «Ha­diste Peygamberlerin hayat kıssaları vardır. Zâhidlerin ve Allah'ın veli kullarının haberleri ordadır. Şöhretli hatiplerin vaazları, fakihlerin sözleri, Arap ve Acem Meliklerinin siyretleri hep ordadır. Geçmiş milletlerin hayat hikâyelerini orada bulursunuz. Peygamber aley-hisselâmm gazalarının, seriyyelerinin; askeri harekâtı­nın tümünü orda bulursunuz. Verdiği hükümler orda­dır. Tebliğ ettiği ahkâm ordadır; hutbeleri, konuşmala­rı vaaz ve nasihatleri hep ordadır. Mucizeleri, nübüv­vetine işaret eden her türlü hali, ordadır. Hanımları­nın miktarı, çocukları, damatları... hülasa bilcümle as­habı hep ordadır: Onların fezâilini, kıymetli hayat kıs­salarını, ibret alınacak yüce hallerini, menkıbelerini, hayat müddetlerini ve neseblerini hep orda bulursun. Kur'an-ı Azim'in tefsir ordadır. Kur'an'm getirdiği bü­yük haberler, zikr vesaire hep ordadır. Kendilerinden gelen; sahabe tarafından naklolunan bütün dini bilgi­ler; tefsir ve ahkâma ait görüşler hep ordadır.[22]

 

5. Metod ve ilimlerle münâsebet: Bir gayeye erişe­bilmek için tutulan yol, yapılan çalışma   üslûbu, usûl ve tarz diyebileceğimiz her  şey, batı dillerinde  metod

olarak isimlendirilmiştir. Metod ve ona bağlı mesele­ler, son yüzyılda hayli geliştirilmiş, hatta bunların ta­mamı başlı başına bir disiplin olarak sûri mantığın ye­rini almağa koyulmuştur. Metodu, bilhassa ilimlerde tatbik edilen usûlü şöyle tarif edenlere Taslamaktayız: «Metod (methode) demek, herhangi bir ilmin iştigal mevzuu olan maddelerden, çıkarılması istenilen netice­leri ve bilgileri mevzu etmenin vâsıtaları ve yolla­rı».[23] Belirtildiğine göre; «Metodlar ilimlerin inkişa­fına muvazi olarak inkişaf ederler. Saha genişledikçe de yeni ilim sahaları açar. [24]

Maddi ilimlerin, fizik ve matematiğin nasıl kendi­lerine has çalışma ve araştırma metodları varsa, dini ilimlerin ve bu meyanda hadis bilgilerinin de araştır­macıyı bağlayan, onu hatadan koruyan özel usûlleri ve araştırma tekniği vardır. Kaynağı çok kere ilâhî olan ve madde âleminin tahditlerine bağlı kalmayan bu ilimlerde, metodlar da şüphesiz çok değişiktir ve çeşit­lidir.

Matematik ilimlerde, pozitif ve isbatı mümkün ilimlerde, hatta psikoloji ve sosyolojide deney (tecrü­be) iyi sonuç veren bir metottur. Bu yol, aklî ve fikrî ilimlerde yerini çoğu kez analiz ve senteze yani tahlile ve terkibe bırakır.

Hadis ilimlerinin nazarî yönleri yanında, tatbikî (pratik) tarafları da bulunmaktadır. Bu yüzden yerine göre tarihî araştırma,   analiz ve sentez   buralarda da uygulanır. Akim, kronolojik usûllerin, hatta bizzat de­neyin yine bu ilimlerde geçerliliği sözkonusu edilebilir. Konuyu kapalılıktan kurtarmak için, hadiste uygula­nan veya uygulanabilecek olan bazı usûl ve metodları kısa notlar halinde tesbite çalışalım.

a). İsnâd sistemi: Hadislerin baş tarafında, râvile-rin isimlerinden kurulmuş bir zincirin varlığını gör­mekteyiz. Bu zincire sened adı verilir. Peygamberimize yakın devrelerde, sözü kitaba geçiren ilk râvi ile Al­lah'ın elçisi arasında üç - beş kişi bulunurken asırlar sonrası bu zincir uzar gider. Bugün için en az otuz -kırk kişilik bir isnâd zinciri teşekkül etmiş durumda­dır. İşte bu sened zinciri, hadisin kontrolü için bir ga­ranti belgesidir. Orada yer alan ve haberi birbirine belli usûllerle nakleden şahısların kişilikleri bugün bi­le kontrol edilebilir. Sözlerin (hadislerin) söyleyen zâ­ta (kailine) kadar ulaştırılması tekniğine isnad usûlü adı verilmektedir. Salahiyetli âlimlerce belirtildiğine göre, dünya üzerinde dinî anane ve bilgilerini böylesi sağlam bir yolla nakleden ikinci bir din mensubu kitle daha yoktur. İsnâdda tarihî araştırma vardır. Ferdle-rih tek tek tahlilleri mevcuttur. Çeşitli nazarî ve amelî meseleleri, kaide ve kanunları olan isnadın, ilerde yer yer önemi belirtilecek ve bazı bölümlerinin zikri geçe­cektir.

b) Kronolojik tesbit tahlil ve terkib: Tarih ilminde nasıl «zaman-mekân-vak'a ilişkisi» aranıyorsa, hadiste de aynı şeyler aranır. Haberin doğruluğunun tesbitin-de bu ilişkilerin müsbet katkıları olur. Bu yüzden, ha­disin bazı şubelerinin tarih ile metod birliğine sahip ol­duğu savunulur. İslâm dünyasında tarihçiler, bilhassa

hadisin nazarî kaidelerinden geniş şekilde faydalan­mışlardır. Çağdaş araştırıcılar bu gerçeğe dikkatleri çekerler [25]Özellikle nesih konusunda, kronolojik tesbit pek büyük hizmetler görür. Tahlil ve terkib bu yerlerde mühim roller oynar. [26]

Şurası bir gerçektir: İlk hadisçilerin teknik imkân ve vasıtaları bugünkülerden farklı idi. Onların en ye­nilmez mazhariyetleri asr-ı saadete yakınlıkları iken, günümüz araştırıcısının lehine pek çok imkânlar mev­cuttur. Ne var ki o, saadet asrından çok uzaktadır. A-ranın açılmasına rağmen bugünün âlimi çok daha iyi netice veren metodlarm yardımıyle çalışma mecburi­yetindedir. Sorumluluğu daha fazladır. Dün, sıhhat tesbit edilemeyen bir hadisle amel eden âlimin sorum­luluğu, en geniş imkânların sahibi olan bugünkule-rinkinden kat kat azdır.

Nazarî ve akli ilimlerde metod olarak neler kulla­nılırsa, hadiste onlarda kullanılmalıdır. Selefimiz, ha­dise düşman elinin ve yalanın karıştığı devrede iki mühim silaha sarılmıştır: «Hadislerin seneler yardı­mıyle hesaba çekilmesi», «tarihi ve kronolojiyi iyi kul­lanma». Sonradan biz bunları terkettik.

c) Gözlem, deney ve diğer yollar: Sened ve metin şeklinde bölünebüen bir hadisin, her iki unsurunda doğruyu bulabilmek için tarihte çeşitli yollar denen­miş, günümüzde ve gelecekte de bu yollar artarak de­nenecektir. Hadisin meselelerinin, ferdlerinin ve vak'alarmm tahlilinde, deney ve tecrübeden de faydalaml-mıştır diyebiliriz. Şurasını belirtelim ki bu deney, fizik ve kimya deneyi değildir. Meselâ; râvilere ait akli me­lekelerin, zaptetme ve ezberleme kudretlerinin, hafıza bozukluklarının; yanılma, vehim, yalan gibi hallerin ortaya çıkarılmasında elbette deneyin rolü olacaktır. Onların hayat seyrinin kontrolü elbette deneylerle mümkündür. Râvinin yalancılığı, takible gözlemle sa­bit olur. Birkaç kez aynı şeyin peşinde durup kontrol eden ferd rahatça ortaya bir iddia atabilecektir. Deney­siz kontrolsüz ve gözlemsiz yapılan tenkidler iftiradan öteye geçemeyeceği için, âlimler, bilgi ve kesin belge­siz konuşmamışlardır. Hadisleri nakleden şahısların emin kimseler olup olmadığı, dini hayatlarmdaki du­rumları; fısk ve inançsızlık halleri ile, bozuk fikirlerin kurbanı oluşları, veya tam bir müslüman oluşları yine aynı yollarla ortaya çıkarılmıştır ve dünya durdukça çıkarılmağa devam edecektir.

d) İlimlerle ilişkileri: Bilgiler de insanlar gibi sos­yal yönleri olan varlıklardır. Onar da yalnız başına ya­şama imkânından mahrumdurlar, diğer bilgi ve disip­linlerle birlikte bulunurlar; onlardan alış - verişleri, karşılıklı yardımlaşmaları olur. İlimlerin canlılıklarını koruyabilmeleri, bir bakıma bu karşılıklı münasebet­lere bağlıdır. Başlangıçta bütün îslâmî ilimlerin anası durumunda olan hadisin durumu daha da farklılık ar-zeder. Felsefe, nasıl ahlâkın, psikolojinin, mantığın, sosyolojinin, metodlar bilgisinin, teolojinin, metafiziğin ve estetiğin... kaynağı ise, hadis de tüm îslâmî bilgile­rin menşeidir. Zamanla hadisten ayrılarak istiklâl ka­zanan ilimler, bugün bile ona muhtaçlıklarını sürdür­mektedirler.

Hadisin münasebette bulunduğu ilimler arasında ilk akla gelenler, Kur'an-ı Kerim'e bağlı iiim şubeleri­dir. Gerek hadis ve gerekse tefsir ve fıkıh usûllerinde; «Kur'an hadis münasebetleri», «kitap ve sünnet ilişki­leri» işlenir. Her iki kaynak arasında müşterek konu­lar olduğu gibi, tek tek ve karşılıklı irtibatlar da var­dır. Kur'ân'sız bir hadis ilmi düşünülemeyeceği gibi, hadisin ve hadise bağlı bilgilerin yardımına muhtaç olmayan bir tefsir, bir Ulûmu'l-Kur'an gurubu da ta­savvur olunamaz.

Hadis ilimleri, Arap dili ve bu dilin mahsulleri ile de yakından ilgilidir. Karşılıklı alış - verişleri vardır. Arap dilinin İslâm öncesi ve sonrası her safhasında or­taya koyduğu ürünler hadisçinin yardımcı araştırma malzemeleridir. Bir dilci, bir edebiyatçı hadis için ne kadar mühim şahsiyetler ise; zikrettiğimiz bu ilimler için hadis ve hadisçi de aynı ölçüde mühimdir. Hadis­teki kelimelerin ve dil bütünlüğünün, lengüistik ve se­mantik tahlilleri; irablan, edebi yapıları ve toplayıcı bir ifade ile «Peygamberimizin edebi şahsiyeti», deği­şik hacimde ilim dallarının doğmasını mümkün kıl­mıştır.

Arap dili bir bakıma Kur'an'm ve hadisin müşfik kanatları altında varlığını ve saffetini korumuş, canlı kalabilmiştir. Edebiyatçının tarihçi ile birlikte, hadis­ten aldığı tesirle isnâd kullandığı çağlar mevcuttur.. Dilde hadisle ihticac (delil getirme) yine devam et­mektedir.

Hadisle fıkhın alâkası ise başlı başına meseleleri olan bir konudur. Hadis İslâm fıkhının en sağlam mes­nedidir. Hadisi iyi bilen bir fakih, hüküm   istinbâtım

en iyi yapan kişi olarak değerlendirilmiştir.[27] Kısa­ca temas etmeğe çalıştığımız bu konuda, teferruata dalındığı takdirde, hadisin eski ve yeni pek çok ilimle, teknik ve sanatla ilgisi görülür.[28]

 

6. Unvanlar, sıfatlar: Hadisçilerin unvanları ve sıfatlan denilince karşımıza birkaç mesele çıkmakta­dır. Eski ve yeni eserlerde bunlardan bazıları üzerin­de durulur, diğerlerine pek yer verilmez. Bu birkaç mesele şunlardır: Hadisçileri tanıtan özel isimler ve sıfatlar, kademeîenmiş resmî unvanlar, dost veya düş­man muhatapların taktıkları isimler ve sıfatlar, niha­yet kendilerinin kendilerinden söz açmışken kullan­dıkları vasıflar. [29] Şüphesiz bunlardan bir kısmı mübağalı övgü ifade ettiği gibi, diğerleri de düşman­lık işaretleri taşır.

Pek çok âlimin hadisteki seviyelerine de delâlet eden, yukarıdakilerden farklı birkaç ismi açıklama­mız gerekmektedir.

a) Müsnid: Hadisle ilk meşguliyet   zamanlarında kişi bu ismi alır. Haberleri ve hadisleri senedi ile ri­vayet etme durumunda olan bu ilim mensubu, bazan hadise derin vukuf sahibi de olmayabümektedir.

b) Muhaddis: Türkçede hadisçi veya hadis bilgi­ni dediğimiz kişidir. Bu zatta, hadisin nazari ve ame­li yönü hayli gelişmiş olup kendisi rical ve illet bilgi lerine de vâkıf bulunmaktadır. Muhaddis olmak için, çok sayıda hadis ezberlemeğe; çok kitap metni dinle­meğe ihtiyaç olduğunu belirtenler de vardır.[30]Bu ölçüler göre, bugün dünya üzerinde neredeyse mu­haddis bulmak mümkün değildir. Ezber şart koşulmadığı takdirde, literatürü, ricali ve illeti tanıyan bir kaç isimden bahsedilebilir. Kelime bazan bu kadar ilmî gücü olmayanlar için de kullanılmaktadır.

c) Hafız: Bu mertebedeki hadisçi, ricali, tarîkleri tabaka tabaka pek azı hâriç bilir. Derecesi ilk iki hadisçiden çok üstün olan hafız için öyle şartlar ileri sürülür ki, bazı âlimlere göre böyle bir kişi buluna­maz. Ama kelime, daha aşağı mertebedeki hadisçiler için de kullanılmıştır. Meselâ Suyûtî için Hafız tabiri kullanılmaktadır. Kaldı ki, ileri sürülen şartların ço­ğu onda mevcut değildir. Daha başka misâlleri, Zehe-bj'nin Tezkiretu'l-huffâz'mdan bulmak mümkündür. Bu mübalağalı adlandırmalardan memnun olmayan hadisçilerin bulunduğunu, Hatîb'in elimizde bulunma­yan bir eserinden, bir diğer eser yardımıyla öğren­mekteyiz. [31]

Bunlar dışında Hâkim, İmâm, Hadiste müminlerin emiri gibi unvanlara da Taslamaktayız. Kesin sınırla­rı belirtilmediği için, herkes uygun   gördüğü zata bu

isimleri izafe etmektedir.

Hatîb Bağdadi Şerefu ashâbi'l-hadls adlı kitabın­da hadisçiler için kullanılmış bazı sıfatlara temas eder. Onlar zaman zaman bu sıfatları kendile­rine uygun görmüşlerdir. Bunlardan bir kaçı şunlardır: «Hak yanlısı kişiler. Bid'atı yıkanlar. Şeriatın direkleri. Allanın kendilerine güvenilir kulları. Resûl-i Ekrem ile İslâm ümmeti arasında vâsıta şahsiyet. Dini koruyan; delil ve hüccetleri en kuvvetli olan bilginler. İlim hazi­neleri. Nur yüzlü insanlar. Hakka omuz verenler. Allah elçisinin vasiyetine nail olan halifeleri. Garip kişiler. Peygamberimizden sonra sünneti dirilten ve onu halka öğretenler. Aşırılıkla, yalanla, bâtılla, cehaletle, kaba-Lkla savaşan, dini bütün kişiler. Allah'ın elçisi ile irti­batlı ve ona en yakın olanlar.»

Hadisçiler kendilerini böyle tanıtadursun, onlara muhalif zümreler de boş durmamış, ehl-i hadise isimler yakıştırmıştır. Bu zümrelere göre hadisçiler, teşbih aki­desine inanan, Allah'ın cisim olduğunu kabullenen, haşiv yanlısı kişilerdir.   Dalâlet fırkalarında   görülen inançlar onlarda da vardır. Bağnaz, nakle çok değer veren, aklı bir ölçü ve temyiz vasıtası saymayan kişiler  muhaliflerinin iddiasına göre - hep hadisçilerdir. Onlar düşünce düşmanlarıdır. Statik bir kafa yapısı­na sahiptirler.

Günümüzde bile bu nevi tavsifleri, tanıdığımız ki­şiler hakkında, muhalifleri ağzından işittiğimiz olmuş­tur. Fakat, her iki tarafı da tanıyan insaf ehli kişiler, karşılıklı adlandırmaların çoğunun geçersiz olduğunu, hasmına iftira olduğunu takdir eder. Çoğu kez hasedin verdiği şuursuzlukla yapılan bu suçlamalar elbette so­na ermeyecektir. Fakat şurası muhakkaktır: Hadisin ve hadis ilimlerinin ne olduğu, Peygamberimizin dinimiz-deki otoritesinin sınırı bilindikçe, şahıslar ve fikirler matematik gerçekler gibi, sağlam ölçülere vuruldukça suçlamalar azalacak, âlimler daha da insaflı dostlara kavuş acaklar dır.[32]

 

BÎRÎNCİ BÖLÜM

 

HADİS İLİMLERİNDE BAZI KLASİK VE YENİ MESELELER

 

I. Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şerif

 

1. Hadis'in vahy ile ilgisi

 

Hadislerin İlâhî vahy ile olan ilgisi, çok eski tarih­lerde araştırılan bir konu olmuştur. Allah'ın elçiliği görevini yürüten ve onun kontrolü altında vazife ya­pan, aynı zamanda Kur'an-ı Kerim kendisine inen bir zatın, günlük konuşma ve davranışlarında ilâhî tali­mat ile olan ilişkisi acaba niçin merak konusu ve araş­tırma mevzuu olmuştur? Zannımızca mesele «Hadisin dinimizdeki gücü ve Peygamberimizin tslâm dinindeki yeri ve mevkii» ile ilgilidir. Sahabe, Peygamberimizin verdiği emirlere gerektiğinde; «Ey Allah'ın elçisi, bu ilâhî bir emir inidir? Yoksa kendi fikriniz midir?» şeklinde sorular sorarak ilgilerini belirtirler, eğer ken­di tercihleri ve fikirleri ise mukabil görüşlerini arz ederlerdi. Hatta sahabenin fikirlerinin beğenilip tatbik edildiği vak'alar da olmuştur. Demek ki, hadislerin, sünnetin ilahî menşe'li olup olmadığı bir başka mâna­da da olsa o zamanda konuşulmuştur.

Mikdâm b. Ma'dikerb'ten gelen bir hadisten şunu öğrenmekteyiz: «Peygamberimize Kur'an'la birlikte bir misli daha verilmiştir». Mekhûl'dan gelen bir diğer haberde ise «iki mislinin verildiği hususu zikredil­mektedir. Buradaki misli sözüyle «Kur'an'ın vasıflanm taşıyan bîr benzeri» anlaşılmaktadır. Hassan b. Atiyye'den gelen bir diğer habere göre Cibril (a.s.); «Kur'an âyetlerini getirdiği gibi sünnetleri de Pey­gamberimize  (s.a.)  getirirdi».

Hadis usûlü kanunları açısından münakaşa kabul edebilecek durumdaki bu hadisler ve diğer bazı işaret­ler, âlimlerce; «sünnetin ve hadislerin de vahiy eseri ol­duğu» fikrini savunma sebebi sayılmıştır. Bu kanaatta-ki âlimlerden bazıları: «Allah'tan gelişleri ve uymağa mecbur oluşumuz bakımlarından» Kur'an ile hadisleri ikiz görmektedirler.[33] Necin süresindeki âyet [34]  ise en güçlü delillerini teşkil etmektedir.

Hadisleri vahiy mahsulü gören fikir kendi başına kalmamış, ona tam zıt bir fikir doğmuş; «Hadislerin sa­dece beşerî unsurlara sahip Peygamberimizin sözleri olduğu» savunulmuş, ayrıca Kur'an'm eşsizliği, i'câzı, ibadette okunuşu gibi özellikleri de, savunmalarda leh­te delil olarak verilmiştir.

Bu noktada bir hususu açıklamak gerekir; hadisle­ri vahy ile ilgili gören hiç bir âlim, onların ibadetlerde okunacağım, tâhir olmayan kişilerce temas edilemeye­ceğini, aynen Kur'an gibi olduklarını iddia edip, netice­de onları da «Mstlüv vahiy» sınıf ve derecesinde gör­memiştir. [35]Peygamberimizin bir beşer olarak söyle­diği sözlerin, Kur'an ile aynı kaynaktan çıktığını savu­nan birinci gurup âlimler, hadislerde ilâhî nûr şemme-leri sezerler. Ama onlara göre yine Kur'an Kur'an'dır. İkinci fikri savunup, «hadislerde ilâhi vasıf yoktur» diyenlerin de, «hadisler alelade insan sözüdür» gibi, bir garip iddiaları bulunmamaktadır. Onların hadis-lerdeki kudsîliği ihlâl eden bir tavırları da mevcut de­ğildir. Kanaatımızca sadece Kur'an'daki temel vasıfla­rın hadiste olmadığı; aralarında ayırım yapılması ge­rektiği, Peygamberimizin beşeri hissesinin unutulma­ması icabettiği vurgulanmaktadır.

Burada îmam Şafiî'nin konuya ışık tutan bir fikri zikre değer. Bu büyük nıuhaddis-fakih; «Peygamberi­mizin verdiği   her hüküm Kur'an'dan   anladıklarıdır»

buyurmaktadır. Nitekim İbn Mesud (r.a.) da: «Size bir hadis rivayet ettiğimizde, Allah'ın kitabından onu tas­dik eden bir âyet getiririz» demiştir.[36] Demek ki söz iş ve tasviplerinde devamlı olarak vahyin kontrolü al­tındaki Hz. Peygamber, o kadar Kur'an ahkâmı ile yüklü ve içli dışlı ki, her çeşit meseleye çözümü o göz­le bulmakta, o düşünce tarzı ile problemleri halletmek­tedir. Kur'anî hükümler halindeki bu sözler, elbette be­şer sözü olarak da Kur'an'm izlerini ve kokusunu taşı­yacaktır. [37]

Kudsî hadisleri hatırlayarak meseleyi biraz daha berrakl aştıralım. Hadisçilerin belirttiklerine göre; vahy-i metlüvv olan Kur'an'm, Peygamber sözü olan hadis arasında bir başka mertebe daha vardır. Kudsî, Rabbani, ilâhî hadis diye adlandırılan ve Allah'tan mâ­na olarak gelen bu talimata, Muhammedi - beşeri kis­ve giydirilmiş lafız haline getirilerek, Allah'ın elçisinin ağızlarından sudur etmiştir. Bunlar Kur'an değildir. Fakat nebevî hadislerden de biraz farklıdırlar. Onun için, farklı ifadelerle anlatılmış ve değişik muamele görmüştür. Sayıları üçyüz kadarı bulan bu haberlerde vahyin hissesi ve nuru daha çoktur. [38] Bir sûfî, âyet, kudsî hadis ve lıebevî hadislerin farklı parıltıda nûr ta­şıdığı tezini savunmuştur. Bunun kendince bir izahını yapan zâta göre bu üç söz, üç ayrı güçte parıltı veren ışık kaynaklarıdır. Ve çıktıkları yer ise tektir.[39]

Hadisin vahy ile ilgisi konusunda, bu iki tezin or­tasını ele alan mutedil görüş, çoğunluğun fikri olarak görülmektedir.

Pratikte bu münakaşaların hizmet göreceğini san­mıyoruz. Biliyoruz ki, metlüvv vahiy olan Kur'an-ı Ke­rim, Hz. Peygamber (s.a.) in sağlığında ayrılmış, ezber­lenmiş ve metin olarak tam bir şekilde muhafaza edil­miştir. Geri kalan talimatın ilâhî vasfı bizce, Resûl-i Ekrem'in zatının Rabbanîliği ve ilâhî vahye mazhar oluşunu tasdik ile hallolmaktadır. Müslüman zaten Al­lah'la olan irtibatına peşin gönül bağlamış bir kişidir. Allah ile elçisi arasındaki irtibat ise, bizce sadece ina­nılması gereken bir husustur.[40]

 

2. Sünnetin Kur'an'a Karşı Görevleri

 

Hadisin Kur'an'a yönelmiş olan hizmetleri anılır­ken âlimler onun teşri' ve itikatta, müslümanm dinî hayatında ve dine kaynaklık edişinde taşıdığı değere; insanları uymağa çağıran yaptırım gücüne bakarlar. Hadisin ve Peygamberimizin dinimizdeki değeri ve gü­cü zaman zaman açıklanacaktır. Burada sadece hadisin Kur'an'a yönelik hizmetlerine yer vereceğiz.

Sünnet, Kur'an-ı Kerim'in bir insan şeklinde tecel­li ve tecessümünden başka bir şey değildir. Kur'an hakikati, Peygamber (s.a.)'de örneklenmiştir. Yani in­san fiil ve davranışları şekline bürünüp, Peygamberi­mizin yüksek varlığında İslâm toplumuna temessül et­tirilen şey aslında Kur'an'dır. Resûl-i Ekrem, sözleri yanında uygulamaları ile de Kur'an'ı tebliğ ve beyan etmiş olmaktadır. Kur'an onun davranışları ile şekil­lenmiş, güç anlaşılan bölümleri onun tefsiri ile açıklan­mıştır. Misâllendirilmesi gereken kısımlar da Peygam-berimizce misâllendirilmiştir. Böylece Allah'ın istediği kulluk b:çinü ortaya çıkmıştır. Peygamberimizin sağ-hklarmda durum bu idi. Sahabeden itibaren ilim sa­hipleri, hadisin bu görevlerini isimlendirdiler. Bu du­rumda sünnet ve hadis:

a) Kur'an'm mücmel âyetlerini tefsir ediyor, ka­palı yerlerini tafsil ediyor,

b) Genel hükümleri tahsis ediyor,

c) Mutlak ifadeleri sınırlandırıp kayıt   altma alı­yor,

d) Kur'an'a asla aykırı hüküm ve beyanda bulun­muyor,

e) Onun temas etmediği yeni konularda hükümler getiriyor ve böylece hizmetini yapmış oluyor.

Bilindiği gibi. Peygamberimize mecazî mânada da olsa sâri1 denilmekte, Allah'ın gösterdiği istikametten çıkmamak kaydıyla müstakil hüküm sahibi olduğu tas­dik olunmaktadır. Bu itibarla, pek çok meselede hadi­sin çözüm getirdiğine şahit olmaktayız. Bu onun Kur'-an'dan ayrı ahkâm getirdiği mânasına elbette alınma­malıdır.

Bu bahis işlenirken kesinlikle şu noktalardan ka­çınmak gerekmektedir:

a) Peygamberimizi güçsüz bir tebliğci   olarak gö­rüp, dinimizdeki otoritesini sınırlı   saymak; hatta ba-zan, bir cami görevlisine tanıdığımız dinî otoriteyi O'ndan esirgemek, Kur'an'ı üstün göstereceğiz zannıyla yanlış yollara sapmak,

b) Kur'an'ı ve hadisleri karşılıklı kuvvet deneme­sine tâbi tutmak,

c) Bu iki kudsi   kaynağı,   yerine göre   karşılıklı muarız ve yerine göre kademeli salahiyet   sahibi gör­mek, bu onun altında, o onun üstünde gibi sıralamak.

Yukarıda saydığımız noktalarda yapılan yanlışlar, bazı bilginlerin «sünneti üstün gösterir beyanları» nın yanlış anlaşılmasına bile vesile olmuştur. «Sünnetin Kitab'a olan ihtiyacı, Kur'an'm sünnete olan ihtiya­cından daha azdır» sözü, bu yönden yanlış anlaşılmış, bu bir nevi cür'et olarak bile tavsif edilmiştir. Bu sö­zün sahibi Kur'an'la hadisi elbette güç yarışması içine koyan bir kişi değildir. Onun kastı şudur: Kur'an ana esasları verdiği için özdür, kısadır. Sünnet tafsilât ve­rir, elbette onun hizmeti daha da çok olmak durumun­dadır.

Kısaca özetlersek şunları söyleyebiliriz: «Kur'an bir iskelet yapı verir. Yerine göre et, kemik, kas, sinir vb. hep hadisten teşekkül eder. Tenasüp hadisin görev­leri arasındadır. Bu mütenasip bünye Peygamber (s.a.) de tecelli etmiş; bir din olarak, bir kültür ve medeniyet biçimi olarak Müslümanlık Kur'an ile Hadisin birbi­rini tamamlayan, birbirini güzelleştiren, açıklayan yanlarıyla ortaya çıkabilmiştir. Sünnet Kur'an'ı anla­tır. Kur'an, yirmiüç yıllık mesâinin; genel anlamdaki sünnetin; Peygamber   uygulamasının, Allah   tarafın-

dan sınırlan çizilip ayrıca gönderilen bir parçasıdır.

Aslında sünnet tümüyle Kitab'a râcidir. O da ay­nı şeyleri söylemiştir. Şâtıbî şöyle konuşmaktadır: «Kur'an'ın emrine göre, müslüman Peygamberin hük­müne ve emrine uyacaktır. Bu, sünnetin Kur'an'a rü-cûu ve ona tâbi olması demektir. Kur'aıı mücmeldir, özdür, kısadır. Sünnet ise onu açıklamakla görevlidir. Onu beyan vazifesi hadislere aittir. Dolayısıyla Kur'an ve hadis aynı kapıya çıkar. Kur'an-ı Kerim belirli de­ğer ölçüleri ve prensipler ortaya koyar. Çoğu hukukî olan bu ölçüleri sünnet aşamaz, tecavüz edemez. Do­layısıyla sünnet Kitab'a râcidir. Kur'an'm ortaya koy­duğu iki doğrudan birini tercih, Peygamberimizin teş­rii gücüne terkedilmiştir. Demek ki kitap ve sünnet ay­nı şeyi söylemektedir».[41]

 

3. Sadece Kur'an'la Yetinme Meselesi

 

Kur'an ile hadisin münasebetleri işlenirken verilen bilgiler kişide bir soru doğurabilir: «Mademki ikisi ay­nı şeye hizmet etmektedir, acaba Kur'an ile yetinilemez mi?». İslâmm başlangıç yıllarında düşünülmeyen bu mesele zaman zaman çok eski tarihlerdenberi ortaya atılmaktadır. Günümüzde bile bu mevcuttur.» Hadis diye ortaya atılan yalanlarla, bozuk fırka men­suplarının, politik hiziplerin «bunda mühim rolü ve menfaati olmuştur. Onların entrikaları bazan, iyi in­sanları da safça bu düşünceye itebilmiştir.» Madem ki hadisler sağlam değil, Kur'an sağlam; öyle ise onunla yetinelim» fikri görünüşte çok masum gibidir.

Bu bozuk iddiaya göre, Kur'an-ı Kerim insanlığın din ve dünyası için yeterli prensipleri getirmiştir.-Doğ­ruluğu şüpheli bir takım hadislere ve haberlere bağ­lanmanın gereği yoktur. Hadisleri yürürlükten kaldı­ran bu görüşün biraz daha mutedil ve dolaylı hizmet edeni daha vardır. O ise: «Hadisleri Kur'an'a arzeder; uyarsa alır, uymazsa reddeder». Onun metodu da bu­dur. Hatta bu iddia sahipleri arz hadisi adıyla anılan ve bu formülü veren bir hadis de nakletmektedirler.[42]

Hadisçiler başta olmak üzere İslâm âlimleri bu gö­rüşleri ve bunları hadis şeklinde destekleyen bazı uy­durmaları araştırmış ve kötü niyet sahiplerinin niyeti­ni ortaya koymuştur. Onların belirttiklerine göre bu fikirler hep Râfizîlerin, Zındıkların uydurdukları ya­lanlardır. Doğru olan husus şudur; Hadisler ile Kur'an birbirini tamamlayan, birbirini açıklayan dinimizin iki ana kaynağıdır. Her ikisi de aynı esasları getirir. Birbirini tamamlar. İkisi de emreder ve yasaklar. İkisi de birbirine muhtaçtır. Sağlamlığı, Peygambere ait ol­duğu, yani sıhhati tesbit edilen bir habere uymamak İnsinin müslümanlığım menfi yönden etkiler. Bunun altında; Peygambere uymamak yatar. Sıhhatin tesbit edilememesi, konunun farklı anlaşılması ancak meşru mazeret olabilir. Hadis ve sünnetsiz Kur'an düşünüle-mediği gibi, sünnet ve hadisler de Kur'an'sız tasavvur olunamaz.[43]

 

4. Kur'an Ve Sünnet Yarışı

 

Kur'an ve hadis bu denli bütünlük arzederken, onları meselâ nesih meselesi gibi konularda kuv­vet yarışma sokmak tehlikelidir. Ayrı ayn iki hizmet görürlerken onlardan birini tercihe kalkışmak ise yanlıştır. Nasslarm dış görünüş bakımından birbirine mü-teârız görünmesi, çelişki tasavvur olunması, bazı bil­ginleri bu yola sevketmiştir. Meselâ sahih ve fakat haber-i vahid durumunda olan bir hadis, bir hüküm koy­muş olsa; o konuda Peygambere ait bir yetki bu görevi yapsa, biz de bir âyeti kendi anlayışımıza göre ona muarız görsek; «Biri âyettir, birisi ise âhâdm haberi­dir» diyemeyiz. Sıhhati sabit ise o hadisin koyduğu hü­küm Peygamber hükmüdür ve Allah admadır.» Hadis, âyete karşı gelmeğe dayanamaz» dediğimiz anda orta­ya bir takım «güç yarışmaları ve nasslarm kategorisi» çıkar ki; bu, Peygamber aleyhi s selâmın icraatına ters düşer. Hele hele Kur'an'da bulamadığımız pek çok me­selede bu formül işletilirse, artık Hz. Peygamber'in teş­ri' salahiyetiyle koyduğu ahkâma inanmak istemeyen­ler ortaya çıkar. İşin tuhafı bu kişiler, Peygambere (s. a.) tanımadıkları salahiyeti kendilerine ve nevalarına tanırlar.

Kur'an bizi Peygambere uymağa çağırır.[44] Her meselede «ille de Kur'an âyeti isterim» diye tutturmak ilmîlik değil, dinî bilimlerden behre sahibi olmamanın remzidir. Bu, insanı hadisleri hafife almağa; Peygam­beri tanımamağa götürür. Kaynakları farklı da olsa hadisle âyet aynı yaptırım gücüne sahiptir. Hadisteki handikap, geliş yollarının çok zor tesbit edilmesi, sıh­hatinin garanti altına alınmaması, muhalifin «bence bu hadis sahih değildir» şeklindeki taarruzzunun, sah­te bir bahane olabilmesidir. Arzettiğimiz bu hususların münakaşası her zaman mümkündür. Pek çoğu, makul gibi görünse de, sağlam temelleri olmayan farazi ve nazarî münakaşalar olmağa veya öyle kalmağa mah­kumdur.[45]

 

5. Kur'an Ve Hadiste Uslûb

 

Kısa da olsa her iki kaynağın üslûb ve dil özellik­lerine temasta fayda mülâhaza etmekteyiz. Aslında mesele dil ve edebiyatla, hatta edebî zevkle ilgisi çok olan bir konudur. Üslûblarm karşılaştırılması, Kur'an'ı da Peygamberimizin eseri olarak görme gafletinde bu­lunanlar için bir çıkış ve sapıklıktan bir kurtuluş yo­ludur. Çünkü ilim isbat etmiştir ki aynı şahsm iki ay­rı üslûb tutturması muhaldir. Bunu Özel olarak yap­mağa çalışsa bile, kendisinin farkedemeyeceği nokta­larda eksikler bırakacak, asıl üslûbu mütehassıslar ta­rafından tanınacaktır. Bu mesele bir bakıma kişilerin el yazılarındaki üslûb tekniğine; kaligrafideki eşsizli­ğine benzemektedir.

Kur'an'm üslûbuna tam   vukuf için, onun   indiği

devrin dil mahsûllerini, Kur'an âyetine secde edecek kadar ondaki edebî ulvîîiğe âşık Arabın ruh haletini tanımak gerekir. Kur'an'm üslûbunda tafsilâttan ziya­de ihtisar ve öz olarak beyan hâkimdir. Kelimeler ağza takılmaz. Akıcıdır. Hadislerde bu ilâhî talâkat ve selâset yoktur. Onda Arapların günlük konuşmalarında iz­ledikleri üslûb hâkimdir. Meselelerde detayına inme mevcuttur. Hatta karşılıklı konuşma şeklini bile aldığı görülür. Bu yüzden hadisin diline, «konuşulan ve her­kesin alıştığı dil» adı da verilmektedir.

Uzmanların belirttiklerine göre, Kur'an'la bir ka­nun kitabını veya bir ahlâk ve meviza kitabını karşı-laştırsak, konular aynı olsa büyük farklılıklar görürüz. Aynı mukayeseyi, tarih kitaplarıyla, aynı kıssaları işle­yen Kur'an arasında icra etsek netice yine aynı olur­du.

Hadisin üslûbu taklid edilebildiği halde Kur'an'm-ki yapılamamıştır. Üslûb farkı lafızlarda olduğu gibi mânalarda da belirir. Kısaca denilebilir ki, gerek ha­disin ve gerekse âyetlerin kendilerine has tabiatları ve yapıları vardır. Hadislerde Peygamberimizin yüksek aklının tesiri görülürken, âyetlerde bir yeniden yap­ma; ibda' ve ibtikâr sözkonusu olmaktadır. Kur'an in­sanların aklına hitap eder, zevkine yönelir; onları gü­zele ve doğruya çağırır.[46]

Hadis ilmini tarif ederken kısa da olsa hadis ilim­leri deyimine temas etmiştik. Bu bölümde, sözkonusu ilim dallarından bazılarını tanımağa çalışacağız. Önce ilim dalı sözüyle kastettiğimiz mânayı belirtelim. Bü­tün usûl yazarları ve hadis ile ilgili genel kültür veren eserlerin müellifleri, bu ilme ait ilk bilgileri verirken, hadise bağlı bazı küçük ilimlerden de söz ederler. Hat­ta bir kısmı bunların müstakil ilimler olduğunu bile ifade ederler. «Nâs'h-Mensûh bilgisi, İlletler bilgisi, Cerh-Ta'dil bilgisi, Rical bilgisi...» gibi geniş muhteva­lı ilimlere bu hakkı tanıyanlar olduğu gibi, «Hadisle­rin i'râbı bilgisi, Galatü'l-muhaddisin ilmi, İsim ve kün­ye benzerlikleri ilmi» gibi nisbeten az messleli ve dar konulu olanlara da ilim adını verenler mevcuttur.

Hicretin ilk asırlarına ait usûl kitaplarında «nevma'rifet» gibi adlar verilen bu bilgi dallarını, ilim şu­besi olarak görmek en doğru yol olarak kabul edil­mektedir. Çünkü en küçüğünün bile, orta büyüklükte b.r kitap olacak hacimde meseleleri vardır .[47]

Felsefeden ayrılan ve ihtiyaçlarını tamamlayan ilim dallarına rahatlıkla istiklâl tanınmış kendilerine ilim sözcüğü kullanılmıştır. Henüz müstakilleşemeyen lere de «disiplin» adı verilmektedir. Bu tür ilimcikler, kendi metodlarına kavuşamamış, fakat ilim olma yo­lunda ilerlemeye devamlı bilgi dallarıdır. Sözünü etti­ğimiz ilim dallarında da durum aynıdır.[48]

 

II. Hadis İlimleri

 

Hadis ilimleri gurubunda onbeş kadar ilim dalı vardır ki, kendi özel kanunları, metodları, literatürleri, tarihçe ve problemleri vardır. Ömürler tüketebilecek hacimde müstakil ihtisas sahası olmuşlardır. Şöyle söyleyelim: Uzun yıllar İslâmi İlimler ve genel hadis okuyan bir kişi, ihtisas dalı olarak bunlardan birini seçse, otuz-kırk yıl kadar da özellikle bu ilim dalların­dan seçtiği biriyle uğraşsa, kendisi gibi daha nice âlim­lere yetecek, onların da ömürlerini kaplayacak yepyeni meselelerin varlığını hayretle görür.

Ayrıca elliyi aşkın küçük bilgi dalı daha vardır. Bunların da özel ilim şubeleri olduğu belirtilmesine rağmen, genel hadis bilgileri içinde kendilerine ve ko­nularına kısaca temas edilerek meselelerin tafsilâtı o sahadaki kitaplara terkedilmektedir. Bir örnek vere­lim: Hadis râvilerinin çeşitli problemleriyle uğraşan bir düzine ilme, topluca Rical ilmi adını veriyoruz. Bil­gi dalını tanıtıyor, kısaca kesiyoruz. Doğrusu mesele burada bitmemektedir. Bu gurubun içinden seçeceği­miz en küçük bir tanesinin hacmini anlamağa çalışa­lım; râvilerdeki isim benzerliklerim konu alan Mtiteşâ-bih bilgisi, yazılış ve okunuşları aynı fakat ayrı şahıs­lara delâlet eden, râvi adı baba adı vesaireyi işleyen Müttefik - Müfterik bilgisi, hat yönünden aynı, okunuş ve söylenişleri ayrı isimler bilgisi Mü'telif ve muhtelif. Bu üç ilim, veya bölerek söyleyelim beş ilim, bazan tek ad altında, hatta adlandırmadan da işlenebilmek-tedir. Genel bilgiler verilirken bunlara yarım sayfayla temas edilir, birkaç örnek verilir, iş yeterli görülür. Halbuki bu tür isimlerin toplandığı, meselenin kaidele­re bağlandığı hallerde, ortaya hacimli, belki ciltlerle biyografik kitaplar çıkacak, isim benzerlikleri lügat­leri tanzim edilecektir.

Cerh-Ta'dil'i ele alalım. Kısaca nazarî bölümde me­selelerine temasla iş bitmemekte, onlarca ciltlik biyog­rafik sözlükler devreye girmektedir. Bu binlerce kişi­nin hadisi ilgilendiren meseleleri, detaylı incelenince, bugün için adını işitmediğimiz irili ufaklı pek çok ilim dalı ortaya çıkacak, gelecekte Hadis   bilgileri gurubu

yeni yeni üyeler kazanabilecektir. Sırf yukarıdaki müteşâbihe ait üç-beş yüz isim belirince, ortaya ken­diliğinden bir ilim doğmaktadır. Elbette bu ilmin me­todu, uğraşanları ve literatürü belirecek, problemleri çoğalacaktır.

Günümüz, matbaanın ve baskı sanatının en üst düzeye eriştiği bir gündür. Yazma eserler hayata ve­da edeli yüzlerce yıl olmuştur. Harekeli harf ve kolay­lıklar keşfedilmiştir. Buna rağmen ilmi eserlerde Ali Kuşçu (Ali Kavşecî), Kutluboğa (Kutalboğa), İbn Uleyy (İbn Aliyy) yazılmakta, elde bir ölçü kitap bu­lunmamaktadır. Öğrenciliğinde isimlerin müşkilini çö­zen Hind baskısı böyle küçük bir eseri gören kişi, yıl­larca bulunduğu vilayette o kitabın hasretini çekmek­tedir. Baskı işleri mükemmel yaygm Türkiye ve ilim yolcusunun çektiği kitap hasreti.. Arzettiğimiz gibi bu gün bile, özel isimlerin coğrafî isimlerin doğru okuna­bilmesi adeta bir ihtisas konusu olmuştur. Mesele böy­le olunca, farzedelim bir genç araştırıcı müdellis râvi-îer için bir biyografi lügati yapmış ve bunun için yıllar harcamış, yadırganmamalıdır.

Hadis ilimleri başlığında yirmiye yakın ilmi görü­şeceğiz. Kısaca meselelerine, tarihçe ve hacmine temas edeceğiz. Kitabın sonuna konulacak bir listede de o bi­lim dalma ait eserleri toplu olarak vereceğiz. Böyle yaptığımız için, eski tertipteki bilgiler bazan yer değiş­tirecek, usûl meselesi olarak değil de, o ilimde bir me­sele olarak temasla yetinilecektir. Bunun dışında bir yol tutulması, arzettiğimiz ilim dalları için müstakil eserlerin telifini gerekli kılacaktır.[49]

 

1. Hadis Ricali Bilgisi

 

Hz. Peygamber (s.a.) den gelen hadislerin veya o devrin bize intikal eden tüm merviyyâtmm doğruluk garantisi, yahut kontrol malzemesi olan râviler zinciri yani sened, bunların sevk sistemi olan isnâd orijinal bir usûl olarak kabul edilmiş, bu ümmete has sayıl­mış [50]çeşitli meseleleri inceleme konusu yapılmış­tır. Senetteki şahısların râvi olmaları yönünden değer­lendirilmeleri hadis bünyesinde hadis ricali ve rical tenkidi gibi iki ana ilmin ve onlara bağlı ilimlerin doğ­masına yol açmıştır. Cerh - Ta'dil ilmi, hem nazarî kai­deleri ve hem de şahısların biyografilerini tesbiti zaru­ri kılmıştır. İşte hadis ricali bilgisi bu ilimlerden birini teşkil etmektedir. Aşağıda görüleceği gibi, Hadis ricali ilmi de kollara ayrılmaktadır. Biz sadece onların bir listesini verebileceğiz.

Erkek ve kadın farkı gözetmeden, hadisi nakleden­lerin, râvi olmaları yönünden hayat hikâyelerinin ve kişiliklerinin lüzumlu yönlerini, belirli ölçülerle veren bu ilim dalı, genel tarih ilminin bir parçası olarak da mütalaa edilebilmektedir. Biyoğrafya tesbitine hadisin ilim olarak tesiri kabul olunmaktadır. [51]Bu fikrin ranmda, yani rical bilgisini genel tarihin bir sonucu görme eğiliminin yanında, onu tamamen hadisçilere has orijinal bir mesai   olarak gören fikir,   ekseriyetin fikridir. Bu farklı değerlendirmelerde, râvilerin biyog­rafilerini veren kitaplara tarih adının verilişi mühim rol oynamaktadır.[52] Rical ilminin konusu şahısla­rın tanınması olunca, ilmin muhtelif şubeleri, görüle­cek işi paylaşmış ve ortaya branşlar çokluğu çıkmış­tır. Rical ilminin hizmetini paylaşan ilim dalları şun­lardır:

a) Doğum ve vefat tarihleri bilgisi,

b) Lakap, nesep, künye, isim tesbit eden bilgi dalı,

c) Râvi ve muhaddislerin doğup  büyüdükleri yer­ler, ilim için seyahat yaptıkları (r.hlet için çıktıkları) ülkeler bilgisi,

ç) Talebelerini ve hocalarını sözkonusu eden bilgi dalı,

d) Hadis râvilerini belirli yollarla   cerh ve ta'dil eden; haklarında müsbet veya menfi görüş beyan ede­rek, kabul veya redlerine sebeb olan ilim dalı,

e) Benzer ve ayrı isimleri konu edinen ilim,

f) Sağlam ve zayıf   râvileri tanıtan ilim   dallan, müdellisleri ve diğer   sahtelikleri işleyen;    şahısların kardekslerini tutan bilgi dalı,

g) Sahabe, tâbiûn ve etbâ' bilgileri,

h) Yaşça büyük olanların küçüklerden, küçük olanların büyüklerden; babaların oğullardan, oğulla-rm da babalardan yaptıkları rivayetleri konu alan ilimler.

İlmin değeri bir bakıma gördüğü hizmet demektir. Hadislerin doğruluklarının tesbitinde, kişiliklerin ölçüye vurulması büyük bir değer taşır.[53] Peygamberi­mizden itibaren hiç olmazsa büyük hadis koleksiyon­larının tasnifi zamanına kadar geçen devredeki şifahi rivayeti yerine getiren zatları, bu ilimler yardımıyla tanımaktayız. Vakıa şudur: Rical bilgisi hadis râvileri-nin tanıtımını yapacak, kendilerine inandığımız bu râ-viler de bize hadisi tanıtacaktır. Önce şahsın kontrolü, sonrada onun getirdiği haberin tasdiki. [54]  Aşağıda arzettiğim mealde de görüleceği gibi, müslümanlar, haber getiren kişinin tahkiki konusunda uyarılmış, onu araştırma ile emrolunmuşlardır. Hadisler de neti­ce itibariyla birer haberdir. Onu getirenlerin kimler olduğunu aramaksa, işitenlere düşen bir görevdir. Du­rum böyle olunca; râvinin ismi, memleketi, yaşı, çev­resi, şeyhleri, gezdiği memleketler, dine bağlılık duru­mu, hafızası, haberindeki kronolojik tesbitler... Hep araştırılacaktır. Bütün bunlar, sözkonusu edilen ilm sayesinde mümkün olmaktadır.

İlim dalının çok erken tarihlerden itibaren başla­dığını kaydedebiliriz. İlk meşgul olan zatın Buharı ol­duğunu söyleyen Subhi Salih, aynı satırların deva­mında İbn Sa'dın daha önceki asırlara atıflar yaptığı­nı, o çağların, rical bilginlerinin adlarını verdiğini zikreder.[55] Şiânın pek çok konuda olduğu,gibi burada da önceliğin kendilerine ait olduğu iddialarına temas edelim. [56]

Rical bilgisinin hizmetlerinden bir kaçma temasta fayda vardır. Arzettiklerimiz dışında bu ilim, ayrıca, Peygamberimizin (s.a.) sözleriyle, sahabe ve tâbiûn sözlerinin ayırımında, kusurlu bazı hadislerin tesbitin-de, cerh ve ta'dilin icrasında mühim görevler yapar. Çeşitli hafıza bozuklukları, tarih ve kronoloji ile tesbit edilebilecek durumlar açısından rical bilgisinin değeri­ni tanıtma gayesiyle birkaç söz eklemek gerekmekte­dir. Râvilerin bir kısmında ömürlerinin sonuna doğru veya hayatlarının belirli bir bölümünde bir takım ra­hatsızlıklar, zihnî yorgunluklar ve ihtilât adı verilen haller görülür. Bu kabil râvilerden alman hadisler için çok dikkatli davranılmış, onların rahatsızlık zamanları tesbit edilmiş, sadece sağlıklı bulundukları   devrelere ait nakilleri makbul sayılmıştır. Bütün bu tesbitler ri­cal ilmi sayesinde yapılmıştır. îhtilâta uğrayanların hastalık zamanları, hadis aldıkları ve verdikleri şahıs­lar hep bu râviler tarihi ilmi sayesinde açıklığa kavuş­turulmuştur. İhtiyaçlar zamanla bu ilim dalını geliştir­miş o da, hadislerin nesih, tercih, takviye ve benzeri durumlarında mühim görevler yapmıştır.

Hadis ricali bilgisini başka tarzda bölümlere ayı­ran ve tasnif edenler de olmuştur. Bu taksimlerden bi­risi, telif edilen eserleri nazar-ı itibara alarak bölün­meyi yapar. Bu takdirde ortaya şu manzara çıkmakta­dır:

a) Sika (mutemet) ve zayıf râvileri karma olarak (asnif eden kitaplar,

b) Sadece sağlam   râvilere ayrılan   koleksiyonlar ve biyografi lugatları,

c) Tedlis dediğimiz    kusur ile tanınan    râvilerin toplandığı eserler,

ç) Belirli bir hadis kitabında (mecmua, koleksi­yon) geçen hadislerin râvilerine tahsis edilen özel eserler. Bu taksimlerde, sahabe ve sonraki nesillerin biyografyasmı yazan kitaplara temas edilmemiştir.

Dr. Zübeyr Sıddikî'nin taksimi daha da ihatalı­dır.[57] Bu zata göre rical ilmi ve kitapları şöyle sıra­landırılın alıdır:

a) Kronolojik eserler,

b) Biyografi (tercemei hal) kitapları,

c) Cerh ve ta'dil ile uğraşan eserler.

Aynı zatın bir diğer taksimi ise şöyledir:

a) Umumi eserler,

b) Hususi biyografi   kitapları  (bunlar da   kendi arasında üç kısma ayrılmaktadır: Sahabe biyografileri­ni ihtiva edenler, muayyen bir bölgede yaşayan veya oraya seyahat   eden   râvilerin   biyografilerini   ihtiva edenler, çeşitli hukuk mekteplerine ait râvilerin biyog­rafilerini ihtiva edenler.

Bu ilim dalının meşhur simaları- arasında; Buharî, Halife b. Hayyât, Ibn Sa'd, Yakub b. Süfyân, Ebu Bekr b. Hayseme, Ebu Mansûr Barudi, Süleyman b. Ahmed Taberânî, İbn Abdulberr, Ebu Abdullah Zehebî, îzzüd-din Îbnu'1-Esir, İbn Hacer, Suyûti gibi zatları saymak mümkündür.[58]

 

2. Hadiste İlletler Bilgisi

 

Hadis ilimleri gurubuna bağlı her ilim dalıma müşterek gayesi, Hz, Peygamber'e ait olan söz­lerle, ona izafe edilen yalanlan ayırdetmek, aynı konu­da sahabe ve onlardan sonraki nesillere ait olan haber­lerle, onlara ait olmamasına rağmen kendilerine izafe olunanları ayırd etmektir. Bunu belirli usûllerle yine belirli ilim dalları gerçekleştirir. Hadis usûlünün ince süzgeçlerinden geçen her haber, artık   tehlikeyi atlatmış sayılamamaktadır. Burada mütehassıs olan, sezgi­ye mâlik muhaddislerce gerçekleştirilen bir imtihan, bir ayıklama daha geçirmesi gerekmektedir. Hadis il­letleri bilgisi dediğimiz ilim dalı işte bu son kontrolü yapar.

İllet kelimesi, hadislerde çok zor teşhis edilen, he­mencecik görülemeyen gizli kusurlar için bir ıstılah ve bir terim olmuştur. «Her türlü noksan ve ayıptan kur­tulmuş tertemiz görünümlü bir hadisin, hakikatte sıh­hatini bozabilecek gizli bir Ta'n ve Kadh sebebi varsa işte bu illettir.» Görünüşte hadiste hiçbir kusur yok­tur. Böyle olan hadislere muallel veya malûl hadis adı verilmektedir. Bunlar artık sakin veya zayıf diye ad­landırılan hadislerin birer nev'i olmaktadırlar.

Neysâbûrî'nin de dediği gibi bu bilgi dah; «Sahih, sakîm, cerh ve ta'dil bilgileri dışında, başlı basma bir ilimdir» [59]Abdurrahman b. Mehdi; «Bende olma­yan yirmi hadisi yazmadansa, bir hadisin illetini öğ­renmem bana daha makbul görünmektedir» [60] şek­linde, ilmin yüceliğine işaret etmiştir. Bu ilme yetecek gücün kişide teşekkülü, ince bir sezginin husulü «Al­lah vergisi» olarak adlandırılmaktadır. Hadisin illet­lerini bilen mütehassıslar sarraflara benzetilirler. On­lar nasıl altın gümüş ve benzeri değerli madenlerle, kıymetli taşları çoğu kere uzmanlıkları ve sezişleri ile bilirlerse; basiretli bir muhaddis de, hadiste aynı hiz­meti görmektedir. Hadisin illeti hakkında, uzman bir şahsın verdiği hüküm, benzeri âlimlerle yapılacak bir karşılaştırma, habersiz gerçekleştirilen bir kontrol ile bilinir. Bunun örnekleri usûl kitaplarında anlatı­lır.[61] İllet denilen gizli kusurlar, bazan sağlam bir râvinin rivayetinde bile bulunmakta, onlar dahi bu gizli duruma muttali olamamaktadırlar. Neysâbûrî bu mühim iş için; hıfz, ma'rifet, fehm olmak üzere üç tane güçlü sıfatı şart koşmaktadır. Şüphesiz bunların bir kısmı, uzun yılların geniş tecrübesi ile sağlanabi­lir.

İlletlerin ortaya çıkarılmasında, adı geçen üstün vasıflar yanında büyük bir ehliyet ve hadisin bütün tarîklerini bilip araştırma mecburiyeti de gerekmekte­dir. İbnu'l-Medinî bunu şart koşar. Tarîklerin bilinme­mesi halinde, illetlerin teşhis 've tesbiti mümkün ola­mamaktadır. İlletlerden bazıları sınırlandırılıp kaide­ler haline getirilmiştir [62]Tümünü tesbit ise şüphe­siz mümkün değildir. Çünkü çoğu kez illet, ilk defa ve sadece o hadiste görülebilmektedir.

Belirli bir sahabinin şahsından rivayet edilen ha­dis, bir belde halkının yanlış rivayet etmesi yüzünden bir başka sahablden rivayet olunmakta, bu durum çok gizli bir illet konusu olabilmektedir. Çok defa se­nette olan illet, metin de de olabilmekte, bazan da iki yönlü olmaktadır.

Bir İlham ve bir hak vergisi olarak da adlandınlan bu ilim dalında çok fazla mütehassıs yetişmediği söylenirse de, aksi de savunulur. Nitekim, ilel bilgi dalının zorluğu sebebiyle telifin az olduğu görüşüne karşı merhum Muhammed Tayyib Okiç şunları söyle­mektedir: «Halbuki bu branşın ağırlığını itiraf etmek­le beraber ben, bu sahadaki te'lifatm azlığına asla kani değilim. Zira meşhur hadisçilerden birçoklarının bu mevzuda değerleri eserleri vardır» [63]

Meşhur illet bilginleri arasında: Ali b. Medinî, Abdurrahman b. Mehdi, Ahmed b. Muhammed b. Hanbel, Muhammed b. İsmail Buhârî, Yakub b. Ebu Şeybe, Ebu Zür'a Râzî, Müslim b. Haccac Kuşeyrî, İbn Ebu Hatim, Ebu İsa Muhammed Tirmizî, Ebu İshak Neysâbûrî, Ebû Bekr Ahmed Hallal, Dârakutni, Ebu'l-Ferec İbnu'l-Cevzî, Esram Ebu Bekr, İbn Hacer... gibi değerli zatlara raslamaktayız.[64]

 

3. Hadis Diye Uydurulan Haberler

 

Hadis adı altında uydurularak piyasaya sürülen ve Peygamberimize ait gibi gösterilen bir takım ha­berlerin varlığı, hemen hemen çıkış tarihlerinden be­ri bilinmektedir. Hatta bunlardan bazıları, sahih ha­dislerden çok âlimler ve halk arasına yayılmış durum­dadır. Hadis diye uydurulan bu sözlerin çıkış zamanı ile, İslâm ümmeti içindeki dinî ve siyasî ihtilafların zuhurları paralellik arzeder. Çıkış merkezi de bellidir.[65] Sahabenin Peygamberimizin ağzından yalan uydurup onu yaydığına dair usûl kitaplarının bazıları tarafından zikredilen, fakat tevsiki yapılamayan bir dünürlük vak'ası dışında [66]hiç bir olay zikredilme­mektedir.- Sahabenin dürüstlüğü ve sünnete sarılışla­rı, ondan ayrılma korkuları ilim dünyasınca örnekle­rinin bolluğu ile bilinen bir husustur.

Çeşitli sebep ve âmillerle ortaya çıkan ve yayılan bu uydurmalara karşı ilmî ve idarî savaş çok erken tarihlerde başlamış ve amansız olmuştur. Din demek olan hadis ve sünneti müdafaa uğrunda her türlü gayreti sarfeden ilim adamları, Peygamberimizin (s.a.) daha sağlıklarında herkesin üzerine dikkatleri­ni çekmiş olduğu Kizb ale'r-Resûl (Peygambere yalan isnadı) günahına karşı hayli tedbirli olan sahabeden aldıkları ruhu devam ettirmişler [67]hadis diye uy­durulan sözleri tanımayı bir bilgi dalı olarak tesis et­miş ve bu sahada kıymetli mütehassıslarla, değerli eserlerin meydana çıkmasına vesile olmuşlardır.

Pek çok muhaddis bu nevi uydurmaları hadis bö­lümleri arasına almamaktadır. Ne var ki, İbn Salâh gibi bir kaç zat bu yoldan ayrılmış, onları «zayıfların en kötüsü ve zararlısı» (şerru'l-ehâdisi'd-daîfe) deyi­mi ile taksimin içine sokmuşlardır. Bunun    savunulması gayet güçtür.[68]

Bu tür haberlerin okutulması iyi görülmemiştir. Ancak ilim adamı bunların zararını ümmete tanıtıp, onları koruma gibi bir niyetle bu işe yönelmiş ise o zaman tebcil edilmiştir. [69]

Çeşitli meseleleri bulunan el-Mevdûat (mevzu -uydurma hadis) bilgisi üzerine muhtelif çalışmalar yapılmış; bazı eserler yalancıları tesbit ederken diğer bir kısmı da bu sözleri değişik teknikte toplamış, bir başka gurup ise mevzuatı tanıtıcı usûl ve kaidelere eserlerim tahsis etmişlerdir. [70]

İlk asırlarda uydurmalara karşı savaşan bilginle­rin eserleri, ortaya koydukları kaideler telif edilememiş, kitap şeklini alamamışsa da, sonrakilere çığır aç­mış ve onlara kaynaklık yapmışlardır. Bu âlimler ara­sında, sahabe ve tâbiûn âlimleri dışında kalan; İbn Hibban Bustî, İbn Adiyy, Yahya b. Sa'îd, Abdurrah-man b. Mehdi, Yahya b. Me'în, Ahmed b. Muhammed b. Hanbel, Buharı, Nesâî gibi zatlara Taslamaktayız.

Özellikle mevzuatı toplayan eser sahipleri arasın­da, Muhammed b. Tâhir Makdisî, Abdurrahman b. Cevzî, Ömer b. Bedr Mevsılî, Muhammed b. Hasen Sa-ganî, İbn Teymiyye Harrânî, Suyûti, İbn 'Arrâk Kinâ-nî, Ali Kâri zikre değer.[71]

 

4. Öğretim Ve Öğrenim Edepleri

 

Edebü't-tâîib ve'ş-şeyh, Edebu'1-imlâ ve'l'istimlâ, Âdâbu'l-kırâe ve's-simâ', Edebuserdi'l-hadis... gibi daha pek çok isimle de anılan bu dal, «öğrenim ve öğ­retim teknikleri ile uyulması gerekli terbiyevî kaide­ler» üzerinde durmaktadır. Eskilerin edeb diye adlan­dırdıkları edeb ölçüsü ve bir nevi yaptırım gücü için­de gördükleri çoğu pedegojik olan bu kaidelerin, bu­gün için de orjinalitesini koruduğu, geçerli olduğu gö­rülür. Meseleyi iki yönlü görmek gerekmektedir: Tek­nik edepler, mânevi edepler.

«Hadislerin kitaptan veya ezber nakli, unutulan bir hadisi rivayet yolları, hafız olmayan a'mâmn ve ümmî kişinin rivayetleri, başkasına ait olan bir nüs­hadan hadis rivayeti, ezberlenen ve yazılan hadisler arasındaki uyuşmazlığın çözümü, mâna ve lafız ola­rak hadis rivayeti; şartlan, kısaltarak hadis nakli, ha-

dislerin bölümlere ayrılarak veya iktibaslar yapılarak verilmesi, hadis rivayetinde mâruz kalman yanılma­lar ve yapılan yanlışlıklar, onların düzeltilme yolları, sened ve metnin önde veya sonda zikredilmesi...» gibi bir çok teknik mesele, hadis rivayetinde teknik edep­ler içinde mütalaa edilebilir. Mânevi olan edepler de iki yolla açıklanabilir:

a) Tâlib'e yani öğrenciye ait uyulması gerekli edepler,

b) Şeyh'e yani hocaya ait olan, öğretim sırasında tatbiki gereken edepler.

Birinci maddedeki edeplerin başında «niyet dü­rüstlüğü» gelmektedir.[72] Bu durum hoca için de geçerlidir. Dünyevî gayelerden sıyrılmış bir hadis öğ­renimi isteği çok değerli sayılmakta, ısrarla tavsiye edilmektedir. Büyük hadisçilerden Süfyan Sevri; «Al­lah'ın hoşnutluğu için hadis tahsilinden daha faziletli bir amel bilmiyorum», demiş diğer bir âlim de; «salihler anıldığında rahmet yağar» ölçüsünü hatırlatarak ve «Resûl-i Ekrem'in sal.hlerin başı» olduğunu kabul ederek bu rahmetten faydalanmak için hadis yazıp okuduğunu ifade etmiştir. [73]

İslâm ahlâkı ve imanı ile süslü   şahsiyetini, güzel amellerle geliştirdikten sonra; anlayış [74]hafıza keskinliği, çalışma azmi dileme ve Allah'tan başarılı bir tahsil niyazında bulunma da ikinci edep sayılmış­tır. Derslere başlarken Allah'a hamd, zikir ve dua, Peygamberimize (s.a.) salât ve selâm, Kur'an tilâveti hep edep olarak zikredilmiştir.

Biraz da teknik bir mesele olan «talibin yaşı» ko­nusu üzerinde farklı görüşler serdedilmişse de, «anla­yış ve zabtedebilme» bu iş için ölçü alınmıştır. Hadis öğrencisi Önce kendi yurdunda öğrenime başlamalı, sonra çevreye taşmalıdır. Belirtilen en mühim husus­lardan bir de öğrendiği ile amel etme zorunluluğu ol­muştur.

Normal bir öğrenci gibi ele alınarak hadis talibi­ne; tekrar, müzâkere, karşılaştırma, tashih vb. husus­larda yapılan tavsiyeler de edepler arasındadır. Bu edeplerin en mühimlerinden birisi de; okuyacağı ilim dallarında takip edeceği sıra ve her bilgi dalından, öğ­renmesi ve okuması gereken eserlerin listesi olmak­tadır, îbn Salâh eserinde böyle bir liste vermekte; Bu­harı ile Müslim'in Sahihlerine, tarih-cerh ve ta'dil bilgilerine, esma kitaplarına öncelik tanımakta­dır. [75] Hadis hocasında bulunması uygun görülen pek çok yüksek vasıf, öğrenci için de -zikredilmekte­dir. Âlim, ahlâklı, iyi   niyet sahibi, her   yönden akıllı [76] bir şeyh, talebe için en müh:m tahsil unsuru­dur. Hadis tedrisinde sınır olarak hocaya, aklî mele­kelerin elverdiği zamana kadar kaydı konmuştur. Ha­dis okutan âlimin, Kur'an'ı ezber etmiş olması şart koşulmuş, bazı bilginler, hafız olmadan kendilerine hadis okutulmadığını nakletmişlerdir.

Hadisçilerde iyi bir silsile-i merâtip (ilmî hiyerar­şi) mevcuttur. En ehil olan zatın ders okutması uygun görülmekte, bu hususa riâyet üzerinde titizlikle du­rulmaktadır. İlimde ehliyetlinin otoritesine boyun eğ­me zedelendiği takdirde, haddini bilememe hastalığı da eklenince çeşitli üzücü haller zuhur edebilmekte­dir. Ama hadisçilerde bu husus önceden engellenebil nıiştir.

Hadisçinin imlâ meclisi kurması da bir teknik edep sayılmış, yazı şartlarının gereği, bir kitabın nüs­halarının çoğaltılması çok kere bu yolla olmuştur: Hem ders okunmuş ve hem de yüzlerce tashihli nüsha meydana getirilmiştir. Söz konusu imlâ sistemi ayrı bir öğrenim tarzı olarak gelişmiş, belirli zamanlara kadar bu iş sürmüştür. Derslerden önce Kur'an-ı Ke­rim tilâveti, derslere temiz bir kıyafetle gelme, güzel kokular sürünme, sesi nakleden kişilere (müstemlîle-re) görev verme, kâğıt hokka ve benzeri yazı malze­mesini edebe uygun tarzda taşıma ve hazırlama... hep edepler arasında zikredilmiş hususlardır. [77]

Matbaanın bulunmadığı yazma eserler çağma ait bazı teknik edepler, Rânıehurmuziden itibaren usûl kitaplarında zaman zaman verilmiş, böylece bir sis­tem oluşturulmuştur. el-Muhaddisu'1-fâsıl'da; «Tasnif­le bablara bölme, noktalama ve yazı işaretleri kullan­ma, kenarlara dipnotlar ve haşiyeler çıkma, kağıdın yanlış olan yerini kazıma, darbetme, hadisler arasına daire, çiçek ve benzeri ayırıcı işaret koyma, imlâ usûl­leri, mebcidlerde imlâ meclisleri kurma vb.» edepler anlatılmaktadır.[78]

Abdülkerim b. Muhammed Sem'ânî adlı bilginin Edebu'1-imlâ ve'I-istîmlâ adlı kitabı bu konuda en de­ğerli kitap olarak gösterilmektedir. [79]Katîb Bağdâ-dî'nin henüz yazma olarak kalmakta devam, eden el-Cami'li ahlâki'r-râvî ve âdâbi's-sâmi' adlı eserinin de bu konuda pek çok kıymetli bilgiler taşıdığı zannedil­mektedir. [80]

Tarihte mühim görevler yapan teknik ve manevî edepler bilgisi'nin günümüz ve geleceğin şartlan ve öğrenim yuvaları açısından geliştirilmesi, eski değer ölçülerinin bugünün ilim yuvalarına intibak ettiril­mesi; güzelliklerin   devamı ve yeni sağlam   ve güzel esasların ilâvesi,   günümüzün ve geleceğin   bilginine ait mühim görevler olmaktadır.  [81]

 

5. Hadiste Metin Ve Senet Tenkidi

 

Bu ilmi, râvinin tenkidi; «cerh ve ta'dil» adı altın­da vermek klasik isimlendirmeye daha uygun düşer­di. Biz hadis içindeki, muhteva tenkidini (iç tenkid) de nazar-ı itibara alarak bu şümullü başlığı verdik. Rical bilgisinde arzettiğimiz gibi, her ne kadar cerh ve ta'dil kişilerin biyografilerini de konu olarak almış olsa da, onun nazarî ve teknik bölümleri vardır. Ten­kid kaideleri ve prensipleri mevcuttur. Bu nokta göz­den uzak tutulmadığı için müellifler; ya tek başına bu kaideleri kaleme almış, biyografileri başkalarına bı­rakmış veya eserinin ilk ciltlerini bu teorik meselelere ayırmıştır.

Râvilerin cerh ve ta'dili (haklarında râvi olarak değerlendirme yapılıp müsbet veya menfi görüşler belirtilmesi) külfetsiz mânada da olsa sahabe günün­de mevcuttu. İbn Abbas, Ubâde b. Sâmit, Enes b. Mâ­lik bu konuda örnek isimler olmuştur. îmam Ali b. Ebu Tâlib râvilere yemin teklif ederken, îmam Ömer b. Hattâb da, İmam Osman (r.a.) da devirlerinde her­kesin aklına geleni rivayet etmemesi için tedbirler al­mışlardır.

Nakd-i ricalde hedef, «hafız ve mütehassıs olan bir hadis bilgininin, çeşitli kusurları yüzünden bir ha­dis râvisini reddetmesi, rivayetini kabul etmemesi; ve­ya aynı râviyi, hadise ve rivayete elverişli bir şahsiye­te sahip olduğu için rivayette kabul etmesi meselesi»

olmaktadır. Bunlar kısa kısa lafızlarla belirtilir. Bir iki kusur, râvinin reddini mümkün kılınca, diğer ayıp­lan ve kusurları sayılıp dökülmez.

Cerh ve ta'dil veya bir başka deyişle hadislerin tenkidi, ricalinin eleştirilmesi dinimize ve ahlâkımı­za ters düşen bir faaliyet değil, aksine; «Islâmın ve sünnetin korunmasına yönelmiş kudsî bir emek» ol­maktadır. Hadis nakledici şahısların' doğru ve emin insanlar olup olmadıkları meslek ve meşrepleri, mem­leket ve çevreleri ile yaptıkları ilmî faaliyetler, üstâd-ları ve talebeleleri... ancak bu nevi tenkidler sayesin­de bilinmektedir. Bu tenkidlerle doğru ve dürüstlüğü bilinen kişinin verdiği haber inandırıcı olma yolunda merhale katetmiş olmaktadır.

Durum böyle olmasına rağmen, çok erken devir-lerdenberi, yapılan bu tenkid faaliyetinin şer'î geçerli­liği ve hükmü üzerinde durulmuş, bazan saf ilim adamları bazan da tenkitten hoşlanmayanlar, bunun meşru olmadığını iddia etmişlerdir. Büyük islâm bil­ginleri cerh ve ta'dilden maksadın ne olduğunu açık­lamış, gereken yerlerde kişiler hakkında konuşmanın doğruluğunu, dine uygunluğunu savunmuşlardır. Bu yerleri şöylece sayabiliriz: «Kötülüğü önleme, birisin­den şikâyette bulunma ve tazallüm, fetva talep eder­ken kişilerle ilgili konuşmak, müminlere kötüyü ve kötülüğü tanıtma, bid'at ve fısk enlinin durumunun -zararlarım önlemek için - açıklanması, ferdlerin beden ve kıyafetlerinden yararlanılarak tarif edilmeleri»[82] Ehil olan bilginler, belirli ölçüler   içinde, kişiyi hadis râvisi olarak ele alıp, dini hayatına ve hafıza durumuna ait kusurlarını veya meziyetlerini ararlar ve bunu dini .koruma namına neşrederler. Bu sayede sahtekâr ile dürüst ferd; sika ile, zayıf; müdellis ile yalancı vs. belli olur.

Hal böyle olmasına rağmen, râvilerin cerh ve ta'-dil işinin dinen çok sorumluluk gerektirdiği ve zor bir iş olduğu da meydandadır. Bu görev, mesuliyet duy­gusu ile beraber, uygulayıcılarda bazı vasıf ve haslet­leri gerekli kılmaktadır. Yanlış bir adım atıldığı tak­dirde, doğru ve emin bir şahsı fena tanıtmak mukad­der olacağı gibi, aksi de vârid olacaktır.

Tenkitçinin (cârin veya muaddil olan zatın) her şeyden önce; dindar, ilim sahibi, uyanık, anlayışlı, nefsine hâkim, tesir altında kalmayan bir kıymet ol­ması şarttır. Bütün bu yüksek vasıfları yanında câ-rih ve muaddil, tenkid ettiği şahıslan yakından tanı­yacak; onlann rivayet ettiklerini, tarîklerini, memle­ketlerini, ahlâk, dikkat ve zihnî yapılannı, diğer lü­zumlu yönlerden durumlannı bilecek güçte olacaktır. Bu yüzden cerh-ta'dilde kronoloji ve tarih mühim un­surdur. Bunlar yalancılara karşı en tesirli silahtır.

Kısaca tanıtmağa çalıştığımız bu kıymetli bilgin­ler, bazan beklenenden daha fazlasını vermiş, bazan da yumuşak davranmış veya öyle tanınmışlardır. Bu yüzden tenkidçileri üç gurupta toplayanlar olmuştur:

a) Ta'dil işleminde; râvl hakkında müsbet görüş belirtmede şiddetli davrananlar: Bu zümre, tenkidleri-r.in amansızlığı sebebiyle bazan ifrat derecede hassas davranmış, küçük hatalanndan dolayı râviyi cerhet-miş, sikalıktan düşürmüştür. Hadisçilerin   belirttikle-

rine göre, «bu gurubun iyidir dediği râvüerin haber­leri tereddütsüz kabul edilmeli», zayıf veya muteber değil dedikleri hakkında, başka tenkidçilerin görüşü alınmalıdır. Olabilir ki içlerinde iyi ve sağlam râviler vardır. Süfyan Sevrî, Yahya b. Sa'id Kattan, Ebu Ha­tim ve oğlu İbn Ebu Hatim bu guruba mensup âlim­lerden sayılmışladır.

b) Cerh işleminde, yani menfi kanaat   beyanında mülayim davrananlar: Bu bilginler müsamahakâr   ve hoşgörülü tanınırlar. Başkalarının mecruh saydıkları, kabul etmedikleri râvileri onlar kabul   ederler, ta'dil ederler. Durumları bilinmeyen mechûlü'1-hâl    olanlar hakkında bile onlar olumlu düşünürler, onları sağlam râvi sayarlar. Tirmizî, Taberânî Tahâvi,   İbn Hazm... bu bölümdeki tenkidçilerdendirler.

c) Mutediller: Orta yolu tutan bilginler: Bu mü­nekkitlerde aşırılık olmadığı gibi, aksine   iyiden iyiye araştırma ve normal tenkit etme vasıfları   mevcuttur. Cerh ve ta'dili ellerinden geldiği ölçüde itidalli yapan bu guruba; Ahmed b. Muhammed b. Hanbel, Dârakut-nî, İbn Adiyy örnek verilmektedir.[83]

Râvilerde kusur teşkil edon haller, onların dindar­lıkları, hafıza ve akıl durumları ile ilgili hallerdir. Beş kusur râviyi. adâet vasfından yoksun bırakır. Yani bu beş kusur olan kişi, dinî sağlamlık açısından kusurlu görülür, böyle bir kişinin rivayetine sağlam nazarıyla bakılmaz. Diğer beş kusur daha vardır ki onların râvi-de bulunuşu,   şahsın zapt   meleke ve vasfını   zedelemektedir.[84]

Hâvinin yalancılığı, onun adaletini (dindarlığım) gideren en büyük kusurdur. Yalancı olan râviyi ten-kidçi; kezâb, vaddâV deccâl gibi, kısa ve menfilik be­lirten kelimelerle tanıtır. Artık şahsın diğer halleri uzun uzun sözkonusu edilmez. Yalancılar sonra tövbe de etseler, durumları bir kere şüphe doğurduğu için, rivayetleri ilelebed kabul edilmez. Günlük hayatta ya­lancı iken tevbe eden kişinin, hadis rivayetinde yalanı olmamışsa bazı âlimler onun hadisini kabul eder. Bü­yük muhaddis Ahmed b. Muhammed b. Hanbel; «Tev-besi Allah ile kendi arasında bir şeyd!r. Fakat hadisi ebediyyen alınmaz» demiştir. [85] Râvinin yalancılık­la töhmetti olması yukardakinden daha hafif bir ku­surdur. Ama o da, râviyi tenkide sebeb olur. Burada hadis dışı yalanı belirlenen kişinin durumu da sözko­nusu olmaktadır. Bu zatın hadisleri de metruk ve mat-rûh sayılır. Râvinin tanınmayan bir kişi elması (yani mechüllüğü) da bir kusurdur.

Bu sebebler yanında, râvinin az rivayet eden bir kişi olarak tanınması, başka bir isimle yâd edilmesi de şüphe uyandıran hususlar olmaktadır. Meçhullük de­recesine göre hadisleri değerlendirmeye tâbi tutulan bu zatm, lehinde hükmeden âlimler hemen hemen yok gibidir. Râvide fısk ve bid'atm bulunuşu da bir nevi tenkid vesilesi olmaktadır. Burada sözü edilen, amel­deki fisk'tır. İtikattaki fısk ise küfür yani dinden ay­rılma sayılmıştır. Bazı ilim adamları bid'atçı (din ta­mamlandıktan sonra onda olmayan birşeyi ihdas eden: Allah ve elçisinin buyurmadığmi dine sokan) nm ve bozuk inanç ve politik fırka mensubunun, dâî yani propagandist olmasını; fikrinin militanlığını yap­masını şart koşmaktadırlar. Pasif olan; bid'at ve hevâ ehlinin durumu, daha ehven görülmektedir.

Hâvilerin zabt sıfatlarına dokunan ve onların metruk sayılmalarına sebeb olan haller de beş tane­dir. Çokça yanılma, gaflette devamlılık, rivayet esna­sında ders dışı hallerle çok alâkadar olma râvinin dik­katsizliğini ortaya koymaktadır. Dikkatsiz kişinin, bir şâhid ciddiyeti içinde hadis nakletmesi mümkün değil­dir. Râvi çok hata yapmağa başladığı zaman, kendîsine yöneltilen telkinlere de kulak asar. Ona ait olma­yan haberler kendisininmiş gibi gösterilerek, rivayet izni alınır. O bunu tefrik edemez; «bunlar benim de­ğil, ben sizi okutmadım» diyemez. Bunun örnekleri görülmüştür. Bir diğer kusur ise sağlam ve sika râvı-Iere muhalif rivayette bulunma'dır. Bu durumlar kişi­nin hadisini münker, muztarip, musahhaf, muharref kılmaktadır. Bunların hepsi de zayıf hadis türleridir.

Nihayet vehim ve hafıza bozukluğu da aynı seri­den kusurlardır. Vehim, râviyi çeşitli karışıklıklara sürükler. Aslında birbirine çok benzeyen bu kusurla­rın, yekdiğerinden ayrı olan farkları, nüansları var­dır. Bir takım kusurlar daha vardır ki onlar, bu on madde içinde mütalaa edilebilmektedir.

Müslümanlıkta çok mesuliyetli bir iş   olan cerh-

la'diî, ihmale gelmeyen bir konudur. Cerhte sebeb mutlaka söylenmelidir. [86]Râvinin rivayetini boza­cak bazı haller yoksa; hadis ilmi açısından kusur teş­kil etmeyen sıfatları varsa, şahsî dargınlıklar, siyasî hizipleşmeler sözkonusu ise, taassup mevcut ise, hak­kaniyetten ayrı düşünme durumu varsa, âlim insaflı olmalı, karşıdaki temiz kişiyi cerh etmemelidir.

İslâm âlimleri, bir hadisin Peygamberimiz (s.a.) e ait olduğu sabit olunca, muhtevasının akla ve diğer verilere (mutalara) göre tenkidini ikinci planda mü­talaa etmişlerdir. Bu demek değildir ki, akla ve İsla­ma muhalif sözlere, Peygambere isnâd edildikleri hal­de gerekli tepki gösterilmemiş ve onlar ayıklanmamış. Aksine öyle örneklere raslıyoruz ki, İslâm bilginleri, güzel ve sağlam bir sened taşımasına rağmen, hadisi sırf muhteva açısından değerlendirmiş, iç tenkidle onu saf dışı bırakmıştır. Batılı araştırıcıların fikri olarak bizde de zaman zaman ortaya atılan bir husus vardır. Ona göre; «hadislerde dış tenkid yani sened tenkidi yapılmış ve fakat muhteva tenkidi; iç tenkid yapılma­mıştır». Bu görüş yanlıştır. Aslında, nübüvvetine ina­nılan bir kişinin getirdiklerinde, muhteva tenkidi inanca bir açıdan ters gelen bir ameliyedir. Söz gelişi, Hz. Musa'nın veya Hz. İsa'nın getirdiği dinde, İslâm hadisine yöneltilen bu iç tenkid yapılmış mıdır? Böyle bir ihtiyaç mevcut mudur? Bir Yahudi ve bir Hristiyan bilgin; dindar bir bilgin böyle bir şeye lüzum görür mü? Akıl ve isbatı kabil ilimler sabit ölçü ve değerler midir? Onların asırlar boyu gelişme içinde oldukları; dün ak dediklerine bugün   kara dedikleri vâki   değilraidir? Kendisini bunlara arzeden din ye hadis, onla­rın yapacağı zikzaklara göre tavır değiştirmeyecek midir? Daha yüzlerce haklı soru... Bu görüş batılı ba­zı müsteşriki erce de bazan benimsenmemekte, muka­bil fikirler sarf edilmektedir.[87]

Kaldı ki bu tenkid fazlasıyla eski çağlardanberi yapılmaktadır. Bir kere hadisçi temelde nakledilen ri­vayetin, bir Peygamber sözü olup olmadığının araştı-ncısıdır. İslâmm mevcut talimatı karşısında, Peygam­bere aklen isnadı güçlük arzeden bir haberin; dine ay­kırı olan bir haberin, önce muhteva 3'önünden onun dikkatini çekeceği tabiidir. Hadis diye uydurulmuş sözlerin toplandığı eserlere bakıldığı takdirde, sırf muhtevasının gülünçlüğü, akıldışılığı yüzünden tenki­de uğrayan yüzlerce hadise raslanacaktır.

Zayıf hadislerin içinde öyle türler vardır ki, onla­rın münker olarak adlandırılmasında iç tenkidin rolü büyük olmuştur. Hatîb Bağdâdî'nin açtığı bir bâb baş­lığı, kâfi delil sayılabilir: «Bâb: Vücûbi iîrâhi'l-munker ve'1-müstel mi-ne'1-hadis» (Aklın kabul etmediği ve münker sayılan hadislerin atılması, kabul edilmeme­sinin gerekliliği babı). [88]

Tarihte yüzlerce münekkit yetişmiş, eserler yaz­mışlardır. Bunlar içinde eserlerini ilgili bölüme bıra­karak bir kaçmı analım: Şa'bi, İbn Şîrîn, Sa'îd b. Mu-seyyeb, Ma'mer b. Râşid, Hişâm Destevâi, Evza'î, Süf-yan Sevrî, Hammâd b. Seleme, Ebu Davud Tayâlisî, Abdürrezzak b.   Hemmâm, Ahmed b.   Muhammed b.

Hanbel, İshak b. Râhûye,    Buharı, Ebu Hatim,    Ebu Zür'a, Bakiy b. Mahled, Taberâni.[89]

 

6. Hadis Tarihi İlmi

 

Hadis tarihi veya Tarîhu funüni'l-hadis[90] ha­dis ilimlerinin ondört asırlık hayat hikâyesini anlata­caktır. Her ilmin meseleleri, kitabiyâtı, şahısları ya-runda bir de tarihi vardır. Bu, genel mânada yazıla-bildiği gibi, bir bölgeye mahsus, o ilim dalı için de ya­zılabilmektedir. Meselâ «Endülüs hadis tarihi» dersek, İspanya müslümanlarmm, o beldede veya hicret ettik­leri yerlerde hadisle olan meşguliyetlerini bir plan da­hilinde verme ve bu yolda yazılan eser anlaşılacaktır. «Hind Ülkesinde hadis, dediğimiz zaman da, yarım­ada müslümanlarmın tarihleri içinde, bu ilim dallan ile olan ilgileri, ona olan katkıları anlatılacaktır.

Edebiyat tarihi, sanat tarihi, Felsefe tarihi, ikti­sat tarihi, Dinler tarihi... Tefsir, Fıkıh tarihleri nasıl, o ilimlerin meselelerinden ayrı olarak hayat hikâyele­rini konu edinirse hadiste de durum aynı olmaktadır. Burada yine de konulardan ve şahıslardan tamamen sıyrılmak mümkün olamamaktadır.

Hadis tarihini daha farklı değerlendirenler' de ol­muştur. Bir ilim adamımız onu şöyle tanımlamakta­dır: «Hadis tarihi, İslâmı dünyada temsil eden en büyük insanı bütünüyle anlama hizmetindeki bir ilmin tarihidir. Onüç asırdır hakkında eser yazılmakta olan böyle bir şahsın davasını, fikirlerini, yaptıklarını tes-bit ve tahlil edebilmek, getirdiği dini kavramak bakı­mından temel şart hüviyetindedir. Bu şartı yerine ge­tirme yolunda girişilmiş gayretlerin arzettiği tarihî manzara bu dersin ana mevzuunu teşkil edecektir» [91]

İlk üç asırlık telifatı daha çok nazar-1 itibara ala-lak bir Hadis tarihi neşreden Dr. Koçyiğit, Hûli ve ha­dis meselelerinin tarihi devirler içinde incelemeğe ça­lışan Ebu Zehv, Hadis tarihinin tarifini vermemekte­dirler [92]Dr. Hatiboğlu'na ait olan yukarıdaki tarifi, meseleyi «hadisin tabii teşekkülü» içinde mütalaa et­mektedir. Hadis tarihi olarak alışılandan farklı bir ya­pıya sahiptir. Biz Hadis tarihi olarak; «Bir ilimler gu­rubunun, değişik coğrafyalardaki hayatım, şahıslar ve eserler yardımıyla araştırma, ilmin yükseliş, durak­lama ve gerileme çağlarına temas etme» şeklinde da­ha basit anlamda da tarif edebiliriz . [93] Bu tarih değişik coğrafyaları kapsamaktadır. Bu ilim dalı, kısmen rical bilgisinin içinde kendi özel yerini bulmuşsada, çoğu kez bilgiler çeşitli yerlere serpiştirilmiş durumda bulunmaktadır. Ülkemizde İsmail Hakki îzmirli'nin, teksir makinesiyle basılan bir eseri dışında Hadis tari­hi Dr. Koçyiğit'e kadar ele alınmamış, veya eser halin­de neşri yapılmamıştır. Yukarıda sözünü ettiğimiz ya­zarlar, Arapça olarak kaleme aldıkları eserlerinde, meseleye tarihi çerçevede bakmışlar, ama hadis tari­hi yazma yolunu tutmamışlar dır.[94]

 

7. Rivayet Ve Dirayet Bilgileri

 

Hadis ilmi tarif edilip, mahiyeti anlatılırken, onu rivayet ve dirayet diye ikiye bölmek âdet olmuştur. Âlimler bazan bu iki   kelimeyi eş manalı   olarak da kullanmakta, birine verilen tarifi diğeri için de yap­maktadırlar. Bu durumda bir kısım âlimin dirayet di­ye adlandırdığına diğerleri rivayet demiş olmaktadır[95]Bizce bunun uygulamaya yansıyan bir zararı da yoktur. Aslında böyle bir taksimin amelî faydası da mevcut değildir. Çünkü, her iki hizmeti yapan birer tane ilim değil, aksine ilimler sözkonusudur. Yine de biz bu eski yaygın tarifleri verelim:

Hadis rivayet bilgisi denilince; Peygamberimizin (s.a.) söz, iş ve takrirlerinin zabtı, yazımı ve nesiller boyu nakli görevini yapan bilgi dalı anlaşılmaktadır. Drâyette iş, biraz daha nazari olmakta; rivayetin ha­kikati, şartları, çeşitleri ve hükümleri ile bütün teorik meseleleri burada sözkonusu edilmektedir. Bu şekilde yaygın olan bir taksimi meselâ Suyûti farklı anlamak­ta, dirayete ait olması gereken hususları rivayetin me­selesi olarak görebilmektedir. [96]Gerek Suyûtî'nin veya gerekse bir başkasının tanımından anladığımız şudur: Mesele aslında iç içedir. Meselâ bir hadis nak­linde, onun şu yönü rivayet, şu yönü dirayet ilimleri ile gerçekleşti; rivayet eden işin dirayet yönüne, diğe­ri de berikine karışmadı diyemeyiz. Çünkü öyle hiz­metler vardır ki, buralarda rivayet ve dirayet ilimleri üstüste gelmekte, birlikte görev yapmakta iki ilmin de payı müşterek olmaktadır. Yani ne hadisi    nakleden farazi olarak kabul edildiği gibi şuursuzca nakletmek­te, ne de işin dirayeti ile uğraşan nakil ve rivayet kai­delerini bir tarafa itip, işin sırf teknik yönüyle uğraş­maktadır. Çünkü bir nakilde; sözün ve hadisin özünü kavramadan, meselelerini bilmeden yapılan bir na­kilde bile mutlaka nazari kanunlara uyulur. Yazım ve nakil işini yapan bu işi gözü kapalı gerçekleştirmez.

Dirayete hadis usûlü bilgisi adı da verilir. Hatta İimu mustalahi'l-hadis de denilir. Fakat söylemeye ih­tiyaç yoktur ki usûl, bir gurup ilmin müşterek adıdır. Keza rivayet ve furû' ilmi de, bir düzineyi aşkın ilmin ortak adıdır. Ve bu ilimler çok eski tarihlerdenberi müstakilleşmiş, ilim halini almış, özel kanunlara ve metoda sahip olmuştur. Dolayısıyla rivayet ve diraye­ti birer ilimden ibaret görmek doğru olmamaktadır

Dirayet ilmini usûl bilgileri olarak ele aldığımız takdirde; orijinal eser veren, derlemelerin sahibi olan ve daha sonraki devrelerde eser yazan müell flere atıf yapmamız gerekecektir. Rivayet bilgilerindeki yazar-iarı zikretmemiz ise mümkün değildir. Çünkü bunla­rın sayıları çoktur ve ayrıca bibliyografyada eserlerin­den söz ed-lecektir. Usûlcülerin, şöhreti en yaygın 1 olanları şu âlimlerdir: Râmehurmuzi, Hâkim Neysâbû-rî, Hatib Bağdadî, İbn Salâh Şehrizûrî, Nevevi, Kadı Iyaz Yahsubî, Meyânci, İbn Hacer Askalâni, Suyûtî, Irâkî Zeynüddin.[97]

 

8. Nesih Bilgisi

 

Nâsih ve mansûh   hadisler   ilmi, «Hadiste nesih»

gibi adlarla da anılır. Meseleleri ve hacmi büyük olan bir ilim dalıdır.

Dinî emirlerden biri diğerini yürürlükten kaldır­mış ise, o yerde nesih denilen hâdise meydana gelmiş demektir. Nesih teknik terim olarak daha farklı şekil­de tanımlanır.[98] Dinler arasında, Kur'an-ı Kerim âyetleri arasında da meydana gelebilen nesih, özellik­le hadiste sözkonusu olduğu zaman iki mesele daha çok belirmektedir:

a) Nesihle ilgili nazari ve teknik meseleler,

b) Nesihte görev alan; nâsih, mensûh veya şâhid olan hadisler.

Peygamberimizin sağlığında, üzerlerinde nesih ce­reyan eden buyruklar ve nâsih - mensûh emirler ken­dilerinden veya çevrelerinden öğrenilirdi. Onun vefa­tından sonraki çağların ilim adamları, neshi ancak ha­dislerle ve hadis tarih yardımıyla bilebilecektir. Bu husus nazar-ı itibara alınınca, neshi bilme ve tesbit et­me yollarının değeri; geçmiş çağlar, günümüz ve gele­cek için daha da ehemmiyet arzedecektir. Biz nesih durumunu, ilk önce aralarında zıtlık olduğunu zan­nettiğimiz hadislerde sezeriz. Böyle hadislerin belirli çözüm yolları vardır. Nesihle alâkası olduğu için müstakil bir ilim dalı olarak işlemediğimiz Muhtelifu'I-ha-dis, telfiku'l-ehâdis, tearuzu'1-ahbâr gibi isimlerle de anılan bir ilim dalında çözüm bulan bu nevi hadisler­de yerine göre cem, yerine göre tercih ve takviye, ye­rine göre durup araştırmayı derinleştirme söz konu­sudur.[99]

Bir nesih vak'ası şu dört yolla bilinir:

a) Peygamberimiz (s.a.)'in açık beyanlarıyla. Me­selâ, kabir ziyareti konusundaki bir nesih olayı buna örnek olarak verilir. Ziyareti   yasaklayan ve müsaade eden ifadeler çoğu kez aynı hadiste bulunmaktadır.

b) Sahabenin  verdiği bilgilerle veya   yaptıkları şahitlikle. Ateşte pişen yiyecekler yenildiğinde öncele­ri abdest alınırken, Peygamberimiz   sonradan   bunu kaldırmışlardır. Sahabe bu konuda en son uygulama şöyleydi (ahiru'l-emrayn kane keza) şeklinde şehadet-te bulunmuş ve son uygulamayı vermişlerdir.    Biraz ihtilaflı da olsa, bu yol da iyi bir tesbit yolu olmakta­dır. [100]

c) Tarihî sıralama ve kronolojik tesbit yoluyla,

d) Daha sonraki çağlar bilginlerinin, neshin var­lığı konusundaki görüşlerinin bir meselede   birleşme­siyle; icmâ'la. Burada şunu anlamam alıyız:    «Âlimler birleşip bir konuda nesh yapmışlardır.» Böyle bir mâna ortada yoktur. îlim adamları, gelen haberlerin çok­luğu neticesi bir meselede nesih varlığı konusunda it­tifak etmişse bu bir değer taşımaktadır. Bunun aksi ise değerli değildir. Tek tek şahıslar, bir meselede «bizce burada nesih vardır» demişse bu bir kıymet ifa­de etmemektedir. Fakat bu yapılmış ve değer verile­rek uygulamaya bile konu olmuştur[101]

Nâsih Mensûh yazarlarının başında Muhammed b. îdris Şafii ve Ebu Bekr Esram gelmektedir. Bunlar dışında şu zatların adlarını sayabiliriz: Ahmed b. Mu­hammed b. Hanbel, Ebu Davud Sicistâni, Ca'd Ebu Bekr Muhammed b. Osman Şeybânî, Ahmed b. İshak Enbârî, Kasım b. İşba' Kurtubî, İbnu'l-Cevzî, Nehhâs, Hâzimî, İbn Şahin vd[102]

 

9. Garip Kelimeler Bilgisi

 

Hadiste mâna kadar lafız da mühimdir. Hadis la­fızlarının teşkil ettiği lügat kitapları, âdeta Peygamberimizin kullandığı kelimelerin luğatı olmaktadır. Her ne kadar, nakledenlerin sözleri ve ifadeleri de ka­rışsa yine bunların toplamına hadisin dili diyebiliriz. Tunus'un veya Karacaoğlan'm dili nasıl onların kul­landığı kelimeler kamusunu teşkil ediyorsa; oradan o zatların şahsiyeti, üslûblan, inançları vs. aranabili-yorsa, Ğarîbu'l-hadis de böyle bir araştırmanın en ge­niş zemini olmaktadır. Kullandığı kelimelerden Allah elçisine gidiş, Onu oradan tanıma eskidenberi tutulan bir yoldur. Aşağıda bu ilmin dar mânadaki tariflerini ayrıca vereceğiz. Fakat mesele aslında budur. Biz bu ilimde hadisin dili ile karşı karşıyayız.

Garip kelimeler ilk bakışta-, «Çok kullanılmadıkla­rı için tanınmayan, dilde kendileriyle zor ünsiyet ku­rulabilen kelimeler» gibi anlaşılırsa da, bunlar için ilim adamlarının iki nevi tarifleri olmuştur:

a) Garip kelimeler, uzun düşünme, fikrî araştır­ma ve zihnî çalışma sonunda mânaları anlaşılabilecek vasıftaki kelimelerdir.

b) Bu kelimeler, Arap dilini konuşan topluluklar arasında, çok az kullanılmaları dolayısıyla gayr-i me'-nûs (insana yatkın gelmeyen, yadırganan) kelimeler­dir. Bunlar ilk bakışta belki anlaşılmazlar. Bazı kabi­le ve toplumların bilmesine rağmen diğerleri onları bilmeyebilir.

Garibu'l-hadis bilgisi, Kur'an'daki Garîbu'I-Kur'an ilmine benzer. Bazan yazarlar her iki konu için müş­terek eserler yazmışken, çoğu kez Kur'an için ayrı, hadis için ayrı «garib kelimeler luğatı» hazırlanmış­tır. Hadise ait olanlar âyetlere ait   olanlardan çok hacimli ve çok sayıdadır.[103]

Dillerdeki kelimeler canlı varlıklardır. Onlar da doğar, yaşar büyür, gelişir; yeni mânalar alır, veya mevcutları kaybeder[104] ve sonunda ölürler. Bu ilim dalı kelimeleri ölmeden önce; tanınmalarının azaldığı bir dönemde yakalayıp, eserlerde mânaları ile tesbit etmiş, onların geçirdikleri anlam hayatlarını ve mâna farklılıklarını bir noktada yazıya almıştır. Bu durum Kuran ve hadis ilimleri açısından daha da ehemmiyet arz etmektedir. Kuran ve hadisin ilk defa vücud saha­sına çıktıkları devredeki dilleri ve kelimelerin o gün­lerdeki mânaları çok ehemmiyetlidir. Yani o zamanda inen veya vârid olan bir nassı, bugünün dili ve keli­meleri ile anlamak, insanı ilmî hatalara ve yanlış hük­me sürükler. Bir nevi semantik konusu olan bu du­rum; «Allah ve Resulünün sözlerindeki mâna ve mef­humları bize anlatır». Asırlar sonra veya asırlar bo­yunca kelimenin alacağı mâna veya mânalar, şüphe­siz şâriin kastı hilâfına anlayışların ortaya çıkmasına müncer olur.

Meşhur Garibu'l-hadis yazarları arasında şu zat­ları görmekteyiz: Ebu Ubeyd Ma'mer b. Müsennâ Teymî, Nadr b. Şümeyl, Muhammed b. Müstenir, Ebu Amr Şeybânî, Ebu Ubeyd Kasım b. Sellâm, îbn Kutey-be, Ebu İshak İbrahim Harbi, Cârullah Zemahşehrî, Ibnu'1-Esîr vd.[105]

 

10. Vürûd Sebepleri Bilgisi

 

Bu ilim, Peygamberimizin (s.a.), ne sebeble, han­gi vak'a üzerine ve niçin bir hadis söylediğini (konuş­tuğunu) araştırır. Esbâbu vürûdi'l-hadis veya esbâbu'I

-hadis adlarıyla anılır. Bu ilim dalında pek fazla eser yazılmamıştır. Bunun sebebi, bütün hadislere ait tari­hî bilginin, vürûd sebep ve zamanını belirten haberle­rin azlığı veya günümüze kadar gelebilme imkânının bulunmayışıdır. Yapılacak yeni ve köklü araştırma­lar, dağınık malzeme içinden bulunacak parçalar bel­ki de daha iyi neticeler verebilecektir.

Hadislerin çok az bir kısmının vürûd sebebleri (Peygamberimizin ağızlarından çıkışına tekaddüm eden zamana ait tesbitler) bizlere kadar gelmiş bu­lunmaktadır. .Bazılarının sebebleri de yoktur. Bu iki şık yanında, kısmen sebebi belirtilen hadisler de mev­cuttur[106]Bazan da bir hadisin, tarîklerinden bi­rinin sebeb-i vürûdu belirtilmiş ve fakat diğerlerinde o bilgiler tesbit olunamamıştır. Vürûd sebepleri ilmi'-nin, Kur'an-ı Kerim'deki Nüzul sebepleri bilgisi'ne benzer tarafları bulunmaktadır.

Ebu Hafs Ukberi'nin bu konuda bir kitabı vardır. Yine Ebu Hâmid b. Kûtâh Cübârî'nin de bir eserini bilmekteyiz. Bize bu iki eserin adını veren Süyûtî, kendi telifinden söz etmemektedir. Bağdadlı İsmail Paşa'nm verdiği bilgiye göre, Seyyid İbrahim b. Mu-hammed b. Hamza Dimeşkî Hanefî'nin de Esbâbu'l-hadis isimli bir eseri mevcuttur Hacı Halife'-nin verdiği bilgiye göre, Süyûtî'nin de Esbâbu'l-hadis adlı bir eseri vardır Celâluddin Süyûtî'nin Ted-rlbu'r-râvi adlı kitabını yazdıktan sonra bu eserini ka­leme aldığını düşünürsek mesele kendiliğinden hal olmuş sayılır. Bu konuda bilinen tek basılmış eser, el-Beyan ve't-ta'rlf tir.

Vürûd sebepleri bilgisinde, Peygamberimizden nakledilen hadisin; mübarek ağızlarından çıkış zama-m ve sebebi belirtilirken, hadisin özellikle fıkhı yönü­ne yardımlar yapılmış olmaktadır. Bu bilgiler, hadis­teki pek çok kapalı noktanın anahtarı mesabesindedir. Zikredilen vak'a bir nevi; siyak, sibak ve yardımcı ka­rine mânalarına gelmektedir, söz hangi makamda ve ne mânada söylennıişse bu ilimdeki zikredilenler yar­dımıyla anlaşılır ve yanlışlıklar da önlenir.[107]

 

11. Hadislerin İ'rabı Bilgisi

 

İ'rab Arap diline mahsus    bir gramer   terimidir.

trabla kelimenin cümle içindeki fonksiyonunu, dola­yısıyla cümlenin anlamını tanımış oluruz. Bir cümle üzerinde tesb:t edilecek i'rab farklılıkları, cümlenin Öğelerini farklı tanımağa ve bu sebeble de farklı an­lamlara yol açar. Ağızdan ağıza yapılan nakillerde, kelimeler seslendirileceği; sonlarındaki harekeler beli­receği için i'rab meselesi hallolmuş olmaktadır. Şifahî nakildeki bu sağlamlık, hadisin kitaptan alınmasında aynı derecede olmamaktadır. Kelime ve cümle farklı i'rablar kabul edecek durumda ise, âlim onların de­ğerlendirilmesini ona göre yapacaktır. İşte, kitap üze­rindeki hadislerin, harekesiz metinlerinin i'rabı, cüm­lelerin tahlili, sırf lisan açısından ele alınmış ise sözü-rtü ettiğimiz ilim daimin konusu olmuştur. Hadislerin edebî yönleri, onlardaki sanatların araştırılması başka ilimlerin işidir.

Kur'ân-ı Kerim erken devreden itibaren ezber edilmiş, yazdırılmış ve şifahî nakil yoluyla da nesillere aktarılmıştır. Bu şifahi aktarma (teknik deyimi ile fem-i muhsinden alış) hadislerde zamanla terkedilmiş, bu da zaruri olarak i'rab ilmini doğurmuştur. Bir ne­vi «dilbilgisi tahlili» diyebileceğimiz bu çalışmalar, metnin anlaşılmasında büyük işler görür. Söz sahibi­nin nerede vurgu yaptığı, hangi kelime üzerinde basa basa durduğu, kastının ne olduğu, niçin şu edatı kul­landığı, neden cümleyi şöyle tertip ettiği... hep ahkâm tesbitinde vazife görmektedir.

Bu ilim sayesinde, yabancıların veya Arap dilini iyi bilmeyen Arapların yaptıkları dil hataları da anla­şılmaktadır. Peygamberimizin çağı»    Arap dilinin en

duru ve kusursuz olarak kullanıldığı çağdır. Şehir ha­yatına henüz karışmamış bu çevrenin insanları her ne kadar gramer biliniyorlarsa da, dili doğru olarak kul­lanıyor, nahv hatası yapmıyordu. Fesahat ve belagat sahibi bu insanlardan sonra hadislerde yapılan hata­lar tashih ve izah edilmiştir. Bir lisancı ve bir fakih olan Muhibbud-din Ebu'1-Baka Ukberî, İ'râbu'I-hadisin -Nebevi adlı bir eser yazarak konuya genişlik kazan­dırmıştı.[108]

 

12. Galatu'l-Muhaddisîn Bilgisi

 

Merhum Muhanımed Tayyib Okiç, hadisçilerin yaptıkları yanlışlıkları sözkonusu eden bir ilim dalın­dan da söz eder. Biz, meselesi pek çok bazı ilim dalla­rını vermediğimiz hâlde, buna sırf başka kaynakların işaret etmemesi yüzünden yer ayırmış bulunmakta­yız. Gerek Kâtip Çelebi ve gerekse merhum Muhanı­med Tayyib Okiç, Hamd b. Muhammed Hattâbi'nin yazdığı eserden söz ederler. Kitabın tam adı Islâhü ğalati'l-muhaddisîn olup, başka tanıtıcı bilgi verilme­mektedi. [109] Kitap Kahire'de 1936 senesinde neşre-rilmiş bulunmaktadır. [110] Kitap görülmediği için, il­min ve eserin muhtevası üzerinde başka bilgiler ver­mek mümkün olmamaktadır.[111]

 

13. Şemail İlmi

 

Peygamberimizin şahsiyeti, ruhanî yönden oldu­ğu kadar cismani yönden de müslümanlann dikkatini çeken bir konu olmuştur. Şemail bilgisi diye adlandı­rılan bir disiplin, Fahr-i Kâinatın: «Beden yapısını, fi­zik bünyesini inceler; şahsiyetini konu alır; günlük ya­şayışından alışkanlıklarına kadar her yönleriyle meş­gul olur». Bunları bize nakleden rivayetlerin kritiği ile de ayrıca meşgul olur. Bazı âlimler, daha farklı an­lamdaki bir ilim daimi; Siyer bilgisini de Şemail ile beraber mütalaa etmişlerse de, şemail ayrı bir yapıya ve konuya sahiptir.

Dilleri Arapça olsun veya olmasın bütün İslâm milletlerinin edebî mahsulleri arasında, gerek man­zum ve gerekse nesir halinde yazılmış bu tür kitapla­ra bol miktarda raslanmaktadır. Şemail bilgisi, Hilye-i Fahr-i Âlem, veya sadece Hilye adlarıyla anılan bu eserler dışında, isrâ-mi'râc, mevlid, mucizeler gibi ko­nular içinde de Peygamberimizin şahsiyetinin işlen­mesine çalışılmıştır.

Tirmizî, Ebu Bekr Beyhakî, Kadı Iyâz Yahsubî ve Ebu'ş-Şeyh Isfehânî şemail yazarlarından sadece bir kaçıdır[112]

 

14. Fıkhu'l-Hadis Bilgisi

 

Terkib, «hadisin künhüne vâkıf olma ilmi» şeklinde terceme edilebilirse de kastedilen mânayı tam ifa­de etmez. Hadisten hüküm istinbâtı tekniği veya ha­dislerin, dolayısıyla sünnetin uygulamada ortaya çı­kardığı esaslar ve temel kaideler, hadisin fertte ve ce­miyette yaşanması hep bu ilmin konusunu teşkil et­mektedir.

Bu ilim dalı geniş dinî düşünce gerektirir. Heri görüşlülük ve hakbînlik ister. Bu ilimde münakaşa edilen konular; geniş Kur'an ve hadis kültürü, fıkhî yeterlilik ve hazırlık yardımıyla çözüme kavuşur.

«Hadisle amel, Hz. Peygamber'den (s.a.) gelen bilgi ve uygulamayı her müsîümamn tatbik zorunlu­luğu, hadisin yaptırım gücü, iftâ için gerekli fıkh-ı ha­dis nosyonu, hadisle ameli engelleyen davranışlar, sa­dece teberrük niyetiyle hadis okuma; uygulamada ha­dise hükümranlık tanımama, mevcut fıkıh mezheple­rimizin görüşleri doğrultusunda sahih sünneti zorla­ma; hadisi müesses haldeki fıkha uydurma keyfiyeti, hadise gereken teşrî'i ve dinî otoriteyi vermeyip onu kısıtlamanın kötülüğü, Hz. Peygamber'in sözü ve uy­gulaması sabit iken, fertlerin fikir ve tatbikatlarına uymanın mahzuru, Selefte hadise bağlılık, sahih hadis varken onun hilâfına amel, hadisin zahiri yönünün uygulamadaki ağırlığı, nasslarm tearuzunda çözüm arama usûlleri, nesih ve problemleri, furû meselele­rinde sahabe ve tâbiûn niçin farklı görüşlere sahipti­ler?, fakihlerin ve mezhep imamlarının ihtilâf sebeb-leri, hadis ve rey taraftarlarının farklı yönleri, fıkıh ve hadis açısından İslâmm ilk müntesipleri hangi yolda idiler? Hakkı delillerle öğrenme ve savunmanın lüzu­mu, bu yolun Kur'an yolu oluşu, müctehid imamlara

uyma zorunluluğu...» gibi konular, bu ilim dalında sözkonusu edilen, kişiyi bu ilimde araştırmaya hazır­layan meselelerdir.[113]

Fıkhı iyi bildiği halde, hadisi bilemeyen ilim adamları nasıl varsa, hadis ilimlerim iyi bildiği halde fikhu'l-hadis'te üstad olmayan kişiler de pek çoktur. İlk çağlardan itibaren bir ihtisaslaşma ve faaliyet sa­halarının tahdidi sözkonusu idi. Bunu tabiî görmek gerekmektedir. Bu branşlardan birinde ilerleyen bir zatı, fıkhu'l-hadis bilmiyor diye ayıplamak, veya ha­fife almak doğru olmasa gerektir. Bu ilmi bilen tabir caizse, işin beyni, faaliyet merkezi ve müdiri mesabe­sindedir. Diğer pek çok dal buna hizmet etmektedir.

Meseleyi daha da uzatmamak için ilim dalları bö­lümünü burada kesmek gerekmektedir. Diğer bahis­lerde, konular işlenirken, ilim dalı olarak ele almadı­ğımız pek çok hususu ayrıca görüp tanıma imkânına kavuşacağız. Hadis ilimlerinin topyekün hedeflerini bir kere daha tekrarlayalım: «Islâmı din olarak seçen, Peygamberimizi (s.a.) elçi tanıyan, fert, aile ve top­lum hayatının her safhasında onun getirdiği talimatı uygulamaya koymak, hayatın akışını sünnet mecra­sında rahatlatıp, huzura iletmek. [114]

 

III. Klasik Usûl Konuları

 

Bu bölümde, orjinal eser sayılan usûl kitapların­dan üç, derleme eserlerden bir, günümüzde neşredi­lenlerden iki eser olmak üzere toplam altı parça usûl kitabının fihristini kısaltarak nakledecek ve böy­lece eski usûl konularının toplu olarak bir gözden geçirilivermesini sağlayacağız. Bir bakıma bu bölüm; klasik usûl konularına kısa bir temas sağlayacak, böy­lece (hadise bağlı ilim dalları), (öğrenim ve öğretim) kısımlarıyla birlikte, eserimizin eski usûl bilgilerini nakleden kısmı'm teşkil edecektir.

Muhtelif ilimlerde klasik tabiri farklı mânalara gelmektedir. Biz bu deyimle; usûl bilgilerinde çığır açan öncü eserlerin işlediği konuları kastettik. Bura­da göreceğimiz bir kaç konu, bilgi dallarında da veri­lebilirdi. Baskı imkânları elverseydi, kitabın sayfala­rından büyük listeler tanzim ederek, pek çok usûl ki­tabındaki meselelerin bir dökümünü yapmak; asırlar boyunca geçirdiği farklılaşmayı görmek mümkün ola­bilirdi. Buradaki bir kaç sayfa buna yakın bir hizmet görürse görev yapılmış demektir.[115]

 

1. Kitaplardan Fihristler

 

Hadis ilimleri eski çağlarda okutulurken, usûl ko­nuları olarak acaba nelere yer verilir ve işlenirdi? Bu sorunun cevaplandırılması için, hiç olmazsa üç ayrı tarihî devreye alt usûl kitaplarının fihristlerini ver­meyi uygun gördük. Bu listeler bize, hadis usûlü ko­nularının, bin seneyi aşkın zaman içindeki aldığı şek­li gösterecek ve günümüzdeki eklenen konularla mu­kayese yapma imkânını doğuracaktır. Ramehurmuzi, Neysâbûrî ve Hatîb Bağdâdî'nin kitaplarını ele alaca­ğız. Teferruatlı f Jırist yerine kısaltma yolunu tutaca­ğız. Orta asırlara ait müellif İbn Salâh olacaktır. Son zaman müellifleri ise, merhum hocam Muhammed Tayyib Okiç ile Subhi Salih'tir. Aslında meseleyi sade-p ce bu eserlere inhisar ettirmek de gerekmez. Okuyu­cu, değişik asırlara ait olmak kaydıyla, bulduğu her usûl kitabının muhtevasını gözden geçirip diğerleri ile mukayese etmelidir. Böyle bir karşılaştırma faydalı olmaktadır.

a) Ebu Muhammed Hasen b. Abdurrahman b. Hallâd Râmehurmuzî, el-Muhaddisu'I-fâsıl beyne'r-râvî ve'1-vâ'î (Beyrut, 1391 - 1971, Dr. Muhammed Ac-câc Hatib neşri). Eserin ihtiva ettiği konular şunlar­dır: «Mukaddime, Peygamberimizin (s.a.) sünnetini nakledenin fazileti babı. Peygamberimizin sünnetini öğrenmeğe gayret eden, onu seven ve o tarzda yaşa­maya çalışanın fazileti babı. Hadis öğreniminde niyet, öğrencinin vasıfları ve hadis öğrenimine başlayacağı yaş, öğrenciye ait vasıflar ve edepler. Hadis   öğreniminde âli ve nazil isnada atıflar. Çeşitli ülkelere ziya-ı etler yaparak hadis öğrenmeğe çalışanlar. Belirli bir ülkedeki bir zatı görmek ve hadis almak için yapılan seyahatler. Hadisi dinleyerek elde eden ve rihletle âlî isnadı lüzumlu görmeyenler. Rivayet ile dirayet ilim­lerini kendilerinde cemeden ilim sahipleri. Babalarıy­la değil de, dedelerinin şöhretiyle tanınan râviler ile bu durumda olan sahabiler. Dedesinin künyesiyle ta­nınanlar. Annelerine nisbet edilerek tanınan râviler. Kendi isimleriyle değil de başka bir lakap, sıfat veya diğer bir husus ile tanınanlar. Sahabeden bu durum­daki zatlar. Babalarıyla tanınanlar, sahabeden veya onlardan hadis alanlardan isimleri bir olanlar. Çağdaş olanlar, çağları ve künyeleri birbirini tutan râviler (çeşitli künyelerden gurup halinde örnekler). Tek isimli olup isimleri müşkilât arzedenler. Sade,ce hadis-çilerin bilebildiği dirayet ve rivayet ilişkileri. Sadece hadisçilerîn çözebildiği bazı müşkil terceme-i haller. Muhaddisin tarifi ve çağı. Soru sorma meselesi. Kita­bet ve yazmayı uygun görmeyenler; yazıp, yazdığını ezber edip sonra onu yok edenler. Önce ezber edip sonra yazan ve bu işlemleri uygun görmeyenler. Ken­dilerinden hadis alınması uygun olanlar. Hadisi din olarak tanıtan ve onu kimlerden alacağımıza işaret edenler. Aksi kanaatta olanlar. Kıraat, icazet ve mü-nâvele, kitap vasiyyeti, şehadetle kitap verenler (tak­riben yirmi iki adet). Edâ şekilleri. Tahdis ve ihbar, lamı ve düzeltilmesi. Lâfız ve mâna meseleleri. Tak­dim - tehir, muaraza, müzakere. Çok rivayeti uygun­suz gören bilginler. Nezdindeki en güzel hadisi rivayet etmeyip saklayanlar. Ehil olmayanlara hadis öğretimi

meselesi. Hadis öğreniminde yarışma. Çeşitli hazırlık­larla hadis rivayet edenler. Hadis tedrisinden sonra yapılan işlemler. Sağıra hadis duyurma (okutma) işi. Bazı teknik konular; imlâ, istimlâ, mescitlerde hadis öğretimi, hadis serdi, intihâb, telkin, kitaplardan ya­pılan nakiller, hafızadan nakiller, kazıma ve kağıt üzerine icra edilen bazı düzeltme işlemleri, haşiyelere tahriç, noktalama, harekelendirme, tasnifte bablara ayırma. Çeşitli bölgelerdeki eser sahibi fakihleri.[116]

b) Ebu Abdullah Muhammed b. Abdullah Hafız Neysâfoûrî, Kitâbu ma'rifeti ulûmi'l-hadis (Beyrut, ts. Dr. Seyyid Muazzam Hüseyin neşri). Müellifimizin ve­fat tarihi 405/1014 civarındadır. Eser kök ve temel eserler arasında sayılır. Râmehurmuzî ile arasında az bir zaman olmasına rağmen konular arasında farklar mevcuttur. Tertip ayrıdır. Her ikisinde de bilgiler se­netlerle verilmektedir. Eser 52 bölümdür. Her bölüme «nev'» adı verilmiştir. Şu konular işlenin

«Eserin hutbe bölümü. Âlî ve nazil isnadın tanımı. Muhaddislerin doğru sözlülüğü, Müsnedler ve mevkuf rivayetler. Senedsiz rivayetler. Sahabe ve dereceleri, îhticâc meselesi ve muhtelefun fih olan mürseller. Munkatı' hadis, müselsel isnadlar, muan'an hadisleri tanıma, mu'dal rivayetler. Hadislere sıkıştırılmış sa-haabe sözleri: müdrecler. Tabiîler ve etbâ;. Ma'rifetu'l-ekâbir. Sahabe çocukları. Cerh ve ta'dil. Sahih ve sa­kim. Fikhu'l-hadis. Hadiste nâsih-mensûh. Metinlerde­ki garip kelimeler. Meşhur hadis, garip ve ferd hadis­ler. Tedlis meselesi, hadislerde illet, şâz rivayetler, bir­birleriyle muâraza halinde görülen sünnetler ve mez­hep imamlarının onlardan biriyle ihticâcı. Hiç bir yön­den birbirleriyle çelişkili olmayan haberler. Tek bir râvinin, fıkhı ziyâdelik ihtiva eden rivayeti. Hadisçile-rn itikadı mezhepleri. Hadis müzakeresi ve temyiz. Metinlerdeki tashifleri tanıma, muhaddislerin senet-lerdeki yaptıkları tasnifler. Sahabe, -tâbiûn ve etbâ'-dan kız ve erkek kardeşler, tek râvili sahabe, tabiî ve etbâ. Sahabe, tâbiûn ve etbâ'dan hadis râvilerinin ka­bileleri. Sahabe ve diğerlerinden çıkan râvilerin ne­sepleri. Muhaddislerin adları. Sahabe, tâbiûn ve etbâa ait künyelerin bilinmesi. Hadis râvilerinin memleket­leri ve şehirleri. Sahabe, tâbiûn ve etbâ' arasındaki hadis râvilerinden mevâli ve mevâli çocuğu olanlar. Muhaddislerin yaşadıkları müddetler Cömürleri), la-kabları, aynı yaşta olanların rivayetleri. İsim, künye ve lakap benzerliğine sahip râviler. Peygamberimizin (s.a.) megâzî, seriyye, mektup ve gönderdiği heyetle­ri, tâbiûn ve etbâ'dan meşhur sika imamlar. Hadisçi-lerin açtıkları bâb başlıkları. Sakıt olmadıkları halde hadisleriyle ihtieâc olunmayan bazı râviler. Arz, si­ma', kitabet ve meseleleri. Rivayet esnasında her türlü durumun açıklanması.[117]

c) Ebu Bekr Ahmed b. Ali Sabit Hatîb Bağdadî, Kitabu'l-kifâye fi ilmi'r-rivâye (1357, Haydarabat -Dekken, Dâiratu'l-Mâarifi'l-Osmanî neşri). Hatib'in usûle ayırdığı iki kitabından birisi budur. [118] Klfâye odlı bu eserin başka baskıları da vardır. Müellif 463/ 1071 tarihinde vefat etmiştir. Kitabın bu neşri 441 say­fadır. Eserin ihtiva ettiği konular şöyledir.

«Kitap ve sünnetin hüküm olarak müsâvüiği; sün­netin kitabı tahsis, tefsir ve beyanı. Haberler ve bö­lümleri. Haber-i vahidin kat'iyyet ifade ettiğini zanne­denlerin reddi. Kabule şayan muttasıl haber. Had's-çiîerin haberler hakkında kullandıkları bazı tâbirler. Kısaca cerh ve ta'dil meseleleri. Hadisi ile ihticâc edi­lebilecek kişilerin vasıfları. Haber-i vâhidler ilim ifade eder diyenlerin görüş ve şüphelerini iptal. Haber-i vâ-hid ile amelin sahih olduğuna ve vücûbuna delâlet eden bazı hususlar. Hadisler, ancak sika olanlardan kabul edilebilir. Sağlam olmayan kişilerden hadis ri­vayeti. Çeşitli durumları araştırmak için, sorunun ve araştırma (eşeleme ve bahs) nın lüzumu. Tezkiye ya­pan kişinin, bildiklerini söylemesinin gerekliliği. Allah ve Resulünün sahabeyi ta'dili. Sahabi olabilmenin va­sıf ve şartları, bilinme yolları. Sahabeden sonraki devreye ait hadis kabul şartları. Küçük çocukların simâı meselesi. Hadis okurken aynı zamanda yazanların ha­dis dinlemelerinin hükmü. Semâ' ile ilgili bazı teferru­at. Zimmî ve müşrikin hadis rivayeti. Adalet ve adale­te ait hükümler. Muhaddis ve şahit. Cerh ve ta'dile ait bazı müteferrik meseleler. Peygamberimizden ge­len kebâir ile ilgili bazı haberler. Adaleti gideren ba­zı haller üzerine müteferrik meseleler. Kizb, bid'at ve hevâ ile ilgili meseleler. Bid'at ve hevâ ehlinden hadis rivayeti. Ahkâm hadisleri ile fezâil hadislerinde farklı davranış tarzları. İhtilât ve meseleleri. Şâzz.ve mün-ker hadis râvilerinin durumları. Galat ve gafletle ilgili çeşitli meseleler ve hükümler. Telkin ve tesâhül mese­leleri. Ücretle hadis okutma ve hükmü. Madrabazların ve hilekârlarm rivayetleri. Hadis edâ şartları ve hü­kümleri. Lafız ve mâna olarak hadis rivayeti. İbdâl, lakdim - tehir, hazlf ve ziyâde. Metinlerin takti'i, ica­zet, irsal, çeşitli isnâdları kullanma, idrâc... ve mesele­leri. Hata ve tashifler, nüshalar üzerindeki oynamalar. Tahammül yolları ve müteferrik meseleler. Tedlis ve hükümleri. İsim, nesep, künye bilgileri, isnâd çeşitleri, münker olan hadislerin atılmasının gerekliliği, kabul ve reddedilen haber-i vâhidler, naslarm tearuzu ve tercih kaideleri.[119]

d) Ebu Amr Osman b. Abdurrahman (İbn Salâh) Şehrizûrî, Ulûmu'1-hadis (Halep, 1386 - 1GS6, Muham-med Nemenkâni neşri; hazırlayan Dr. Nureddin İtr). Müellifin vefat tarihi, 643/1245 dir. Eser, kendilerin­den öncekilerin ilmini sonraki nesillere aktaran en sağlam köprü olarak tanınır.[120] Konulardan bazıla­rı şöyledir:

«Sahih - hasen - zayıf hadisler ve onlarla ilgili tüm meseleler. Müsned, muttasıl, merfu', mevkuf, maktu', mürsel, munkatı', mu'dall hadisler ve çeşitli meselele­ri. Bunların her biri birer nevi' olarak zikredilmekte­dir. Buraya kadar onbir nevi geçer. Tedlis meseleleri, şâz, münker hadisler ve problemleri. İ'tibâr, mütâbe-ât, şevâhit. Ziyâdâtü's-sikât ve hükmü. Ferd hadisler, muallel muztarip - müdrec hadisler. Mevzuat ve mese­leleri.

Maklûb hadis. Rivayeti kabul ve reddedilenler. Hadislerin tahammül yolları; kitabet ve meseleleri, ha­disin rivayet ve edâ şartları. Muhaddise ait edepler. Talibe ait edepler. Âlî ve nazil isnâd. Meşhur hadisler. Garip ve aziz hadisler. Garibu'l-hadis bilgisi, müselsel hadis. Hadiste nesih. Tashif ve ilgili konular. Muhteli-fu'1-hadis. Mürseller. Sahabe, Tabiî, ekâbir - esâgir meseleleri. İhve, ahavât, müdebbec, âba ani'1-ebnâ, isim, künye, lakab bilgileri ve meseleleri. Rical ile il­gili meseleler. Disiplinler. Memleketler. İhtilât ve zihnî bozukluklar... vd.» [121]

e) Muhammed Tayylb Okiç, Bazı hadis meseleleri üzerinde tedkikler, (Ankara, 1959, A.Ü.Î. Fakültesi neş­ri) . Yirmi beş yılı aşkın bir müddet, Ankara Üniversi­tesi İlahiyat Fakültesi'nds, Erzurum Atatürk Üniversi­tesi İslâmî Bilimler Fakültesi'nde ve Konya Yüksek Jslâm Enstitüsü'nde [122]ders kitabı olarak okutulan eserde şu konular vardır:

«Sünnet ve hadis, hadisin ehemmiyeti. Sahabiler; hadis rivayetinde değerleri, el-Müksirûn, bilgin saha­biler, Abâdile, şâir sahabiler, vefat yerleri, yerleştikle­ri ülkeler, tabakaları, en son vefat edenler, ehl-i Bedr, aşere-i mübeşşere, sahabllerin ömür müddetleri. îlk nüfus sayımı. Sahabilerin faziletlerine dair eserler. Peygamberimizin (s.a.) ailesi ve akrabaları. Muhacir­ler ve ensâr. Müellefe-i kulüb. Münafıklar. Sahabe hal tercemelerine ait eserler. Tâblûn, el-Etbâ', Hadislerin yazılması ve cem'i. Kütübi sitte yazarlar. Şiilerin ha­dise dair eserleri. Cerh ve ta'dil. Hadislerin çeşitli şe­killerde bölümlere ayrılışı ve onların açıklanması. Ha­dis diye uydurulan sözler. Meşhur hadis uydurucusu yalancılar. Mevzuat kitapları. Tercih ve takviye. Muh­telif u'1-hadis. Kudsi hadisler. Hadislerde nesih mesele-, si. Hadiste dualar. Tahammül yolları. Dâru'l-hadisler.

Râvi ve hadisçi kadınlar. Diplomatik vesikalar. Meş­hur hadis mecmuaları, hadiste kullanılan kısaltma­lar».

f)  Subhi    Salih,    Ulûmu'l-hadis ve    mustalahuh

(Beyrut - Dâru'1-İlm, 1384 - 1965; Trc. Dr. M. Yaşar Kandemir, Hadis İlimleri ve hadis ıstılahları, Ankara, 1973, İkinci baskı). «Hadisin tarifi ve diğer bazı tâbir­lerin açıklanması. Hadisin tedvini meseleleri ve tarih­çesi. Hadis tahsili için yapılan seyahatler. Dâru'l-ha­disler ve muhaddislerin lakapları. Tahammülü' 1-hadis ve yolları. Hadis ilimlerinin bölümleri. Hadiste rivayet ve dirayet meselesi. Rivâyetu'1-hadis kitapları ve dere­celeri. Rivayetin şartları ve muhaddislerin ölçüleri. Hadisin kısımları. Mevzu haberler ve uyduruluş se­bepleri. Senet ve metin bakımından hadis. Hadisin hu­kuk, dil ve edebiyattaki yeri. Râvüerin tabakaları. Ba­zı sahabilerin terceme-i halleri. Etba'dan bazılarının, bazı tabiî büyüklerinin terceme-i halleri...».

Görüleceği gibi, günümüze yakın zamana ait olan son iki eserde, hadis usûlünün eski konuları yanında bazı yeni meseleler de işlenmektedir. Bu eserlerde ter­ceme-i hallere ve şahıs tanıtımına da yer verilmiştir. Özellikle kitabiyat üzerinde duranlar da mevcuttur. Kısaca fihristlerini verdiğimiz bu eserden bazı netice­ler çıkarılabilir.

İlk eserlerde özellikle rivayet ve dirayetin ana ko­nuları senetlerle verilir. Okuyucu sayfalarca aynı sö­zü değişik yollardan, değişik senedlerle okur. Açıkla­ma ve meselenin izahına   raslamaz. Özellikle   Râme-

hurmuzide hadisin teknik meseleleri daha da ağırlık kazanır. Hadisin fıkıhta ve ictihâdi konularda kulla­nılması, bu ilk eserlerde pek raslanmayan konular­dır. Buradan, bu meselelerin daha sonraki asırların malı olduğu neticesine varamayız. Çünkü, sonradan usûl-i fıkıh ve usûl-i hadis ilimlerinde rasladığımız bu konuları, Muhammed b. Idris Şafii, asırlarca önce er-Risâle adlı eserinde en mütekâmil şekliyle kaleme almıştır. Oradan anlıyoruz ki, meselenin Şafii'nin gü­nünde bile en az yüz senelik bir işlenme çağı vardır.

Hatîb Bağdadi ile îbn Salâh'ta artık meselelere daha çok açıklama getirilmiş ve daha yeni konular ek­lenmiştir Bu iki eserde de senedle bilgi nakli yolu he­nüz terk edilmemiştir.

Üç ayrı asra ait verdiğimiz bu örneklerden çıka­bilecek sonucu maddeler halinde yazmayı uygun gör­mekteyiz:

a) Hadis yazımı ve rivayeti ile ilgili,   bugün için tarih olmuş bütün teknik meseleleri ilk eserlerde bu­lacağız. Onların koyduğu ve uyguladığı usûllere   göre eldeki yazmaları değerlendireceğiz. Bu açıdan   Râme-hurmuzî büyük bir değer taşır.

b) Senedlerle verilen bilgiler içinde geniş izahlar bulmak mümkün değildir. Senedlerini   attığımız tak­dirde, belki bir iki formalık bilgi ile   karşılaşacağımız bu eserlerin en mühim tarafı «usûl bilgilerini bile bir hadis nakli titizliği ve sorumluluğu içinde   vermiş ol­malarıdır. Sonradan, hadislerde bile terkedilen sened kullanımı, bizi bu noktada titizliğe ve ilk çağların so­rumluluğuna davet etmektedir.

c) İlk çağların bilginlerinde, hadis ve fıkıh ayırı­mı yapılmadan kullanılan usûl bilgileri, bilhassa Ha-

tîb'ten itibaren, geniş izahlı bir şekilde usûl kitapları­na girmiştir. Günümüz ve geleceğin bilgini; aynı me­selelerin, fıkıh ve hadis usûllerinde uğradığı farklılaş­maya, bünye değişikliğine, geniş çalışmalarla işaret etmek durumundadır. Bu çalışmalar bize, hadis ve fı­kıh ayırımı yapmadan; Şâfiîye kadar ve onda olduğu gibi, «ictihad ve ilmî araştırma kıstasları» olarak de­ğerlendirme kapısını açacaktır.

ç) İhtiyaç zuhur ettikçe ve ilimler tekâmül ettik­çe, yeni bahislerin usûl kitaplarına girmesi normaldir. Bunların eskilerde bulunmaması onlar için bir nok­sanlık teşkil etmediği gibi, meselelerin «ilklerde olma­dığı gerekçesiyle» reddini de gerekli kılmaz.

d) Ayırım yapmadan bütün usûl kitapları, birbi­rini tamamlayan ve bir bütünü teşkil eden parçalar­dır. Herbirinde, diğerinde olmayan    güzellikler mev­cuttur. Bu güzelliklerin topluca düşünülmesi bize, ha­dis usûlü bilgilerinin sınırlarını tanıma   fırsatı vere­cektir.

e) Usûl kitaplarında temas edilen konuların bütün problemleri orada halledilmiş değildir. Meselâ bir Cerh - Ta'dil konusunu ele alalım. Usûl-i hadis kitaplarında bazan muhtasar, bazan biraz daha'açıklamalı   olarak bu bilgi dalına temas vardır. Bunlar en fazla on say­falık bilgilerdir. Çoğu kez bir iki sayfa ile yetinme du­rumu da mevcuttur. Mesele bununla asla bitmemek-tedir. Çünkü cerh ve ta'dilin sırf teorik bahisleri en az bir cilt tutmaktadır.[123]

 

2. Hadislerin Çeşitli Yönlerden Bölünmesi Ve Sebepleri

 

Usûl kitaplarında hadislerin muhtelif itibarlarla bölümlere ayrıldığım; taksimlere tâbi tutulduğunu gö­rürüz. Bu bilgilerin verildiği yerlerde, her türün ta­rifi, münakaşaları, uygulamadaki değer hükmü bir­likte zikredilir. Ne var ki bu yerlerde taksim sebeple­ri üzerinde durulmaz. Pratikteki faydasına işaret edil­mez.

Belirtmeliyiz ki bu taksimler oldukça izafidir, iti­baridir; bilginin tutumuna göre farklılık arzedebilir. [124]Her ilim adamının bölme işinde bazı tasarruf­larına raslarız. İlk yüzyıllar hadiselerinin taksimleri, hadislerin sağlamlıkları ve zayıflıkları bakımından ya­pılmıştır. Buna «hadislerin sıhhat açısından taksimi» adı verilebilir. Bölümlere ayırma sadece sağlamlık yö­nüne inhisar edip kalmamış, bunun dışında hadisler; senedîerindeki kesiklik veya tamlık, şöhret ve râvi sa­yısı, kaynakları, şeklî bazı özellikleri... bakımlarından da bölümlere ayrılmıştır. [125]

Hadisin, ilk ictihad hareketlerinden Cfikhî mez­heplerin kuruluşu zamanlarından) itibaren bu tür bö­lümlere ayrıldığını bilmekteyiz. Gerek Ebu Hanife ye gerekse ondan önceki devrelerin fakihlerinde; «Âhâd haberlerinin fıkıh açısından değeri, mürsellerle amel meselesi, zayıf hadisle dinde amelin hükmü»   gibi konularda tartışmaların geçtiği ilgili ilim dallarında ge­nişçe işlenmektedir. Münker ve mürsel hadisler hak­lımda Şafiî'nin kanaatleri meşhurdur.

İlk zamanlarda sahih ve sakim hadisler karışık durumda iken, hatta bir bakıma sahabe ve tâbiûna ait tatbikat ile fetvalar da aynı mecmualarda yer alırken bilahare «sadece sahihlere tahsis edilen eserler» teli­fine gayret edilmiş ve bunda başarı kazanılmış, sahih sakimden; zayıf sağlamdan ayrılınca iş daha da kolay­laşmıştır. Burada fakihler, hadisçilerin kıymetli yar­dımlarını görmüş olmaktadırlar.

Fıkıh usûlcülerinin zihnini meşgul eden taksim şekli mütevatir ve âhâd şeklindeki taksimdi.[126] On­lar bu taksim ile, akâid ve ahkâm konularında, bir ba­kıma da fıkıh meselelerinde kullanacakları hadisleri tasnif etmiş olmaktaydılar. Ne var ki iyi niyetli bu taksim, onlardan çok ehl-i bid'at kelâmcıları ile sünne­te muhalif bâtıl fırka mensuplarının işine yaramıştır. [127]

Hadis uydurma hareketinin yaptığı tahribat neti­cesi, uydurma (mevzu) haberlerin sağlamlardan ay­rılması, bu bahsettiğimiz bölme işlemlerinden ayrı bir ayıklama işi olarak cereyan etmiş, yalanlar ayrı mec­mualarda toplanmıştır.

Netice olarak şunu söyleyebiliriz: Hadislerin han­gi itibarla olursa olsun yapılan taksimlerinde başlıca sebeb; onu kullanacak kişilerin, malzemelerini kolay­ca tanıması, değerlerini; güç ve kuvvetlerini bilmesi, neyin nerede iş göreceğini tesbit etmesi» gibi fikirler olmuştur. Yoksa hadislerin taksiminde başka düşün­celer mevcut değildir.

Hadislerin taksimi metin bakımından olduğu ka­dar senedler yönünden de geçerli olmaktadır. Sıhhat açısından taksim önceleri ikili idi: Sahih ve sakim. Be-Jırli bir tarihten itibaren [128]zayıfların içinde, kendi-sini zedelemeyen küçük kusurları olduğu halde he-mence zayıf telakki olunan ve sahihe daha yakın olan iümre hasen hadisler adı altında ayrı bir bölüm teşkil etti ve taksim üçlü hale geldi: Sahih hadisler, hasen hadisler, zayıf hadislar.

Yerinde de belirteceğimiz gibi, ilklerin zayıflar hakkındaki tazı rnüsbet konuşmalarını bu hasenler olarak anlamak zorundayız. [129]

 

a) Sahihler Ve Meseleleri'

 

Bir hadisin sahih olabilmesi için bazı şartları taşı­ması gerekmektedir. Bu şartlar beş tanedir. Kısaca bu şartları şöyle sıralamak mümkündür.

a) Hadisin senedinde kopukluk bulunmayacak. Yani atlanan veya kasıtlı olarak zikredilmeyen râvi-ler olmayacak. Tam senedli bir hadise müsned ve mut­tasıl adı verilmektedir.

b) Muttasıl senedle gelen hadis, dini bütün (ada­letli)   râviler tarafından yine kendileri gibi olanlara nakledilecek ve bu silsile değişmeyecek.

c) Râvilerin zinciri,    zabtına güvenilir   khrseler-den meydana gelecek. Hafıza bozukluğu, aklî noksan­lık, vehim vb. zihni ve aklî kusurlar bulunmayacak.

d) Hadisde illet adı verilen kusur olmayacak. Ha­dis, dıştan bakınca güçlü bir görünüm arzettiği halde içten hastalıklı olmayacak.

e) Hadis şâz olmayacak. Başka sağlam   râvilerin rivâyetierine ters düşmeyecek  [130]Bu    şartları [131] taşıyan hadise sahih lizâtlh adı verilmektedir.   Bunun karşılığında sahih ligayrih   diye adlandırılan   ve haeen'e yakın olan bir bölüm daha vardır. Bu nevi ha­disler, dış destekler yardımıyla sıhhat kazanmakta; çe­şitli tarîkler ve farklı rivayetler ona yardımcı olmak­tadır.

Bazı âlimler sahih hadisi mütevatir ve âhâd şek­linde bölümlere ayırmaktadır. Aslında deyimler sahih dışındaki türler için de geçerlidir. Bu bir başka taksim yönünde geçerli olan ıstılahtır. Onların belirttiklerine göre mütevatir hadis, usûl kanunlarının ge­çerli olmadığı güçlü bir hadistir. Sünnetin büyük bir kısmını meydana getiren âhâdın haberleri ise, kendi arasında bölümlere ayrılır.[132]

Usûl kitaplarında sahih hadisler konusu işlenir­ken bazı meselelere temas edilir. Bunların başında, «sahihin, işiten kimsede bilgi ve kafi kanaat hâsıl edip etmemesi» gelir. îlim adamlarının ittifakla belirt­tiklerine göre, bu tür sahih bir hadis işitende bilgi ve kat'î kanaat meydana getirir ve kişinin, hadisin gere­ği ile amel etmesini zorunlu kılar. İsterse bu tür bir sahih, mütevatir değil âhâdın haberi şeklinde olsun. Kaldı ki haber-i vâhidlerin de bilgi ifade ettiklerini sayunanlar mevcuttur. Burada mühim olan, bilgi ifadesi değil sahih haberin amelde esas olması'dır. [133]

Sahih hadisleri ilk toplayan İmam Mâlik'tir denil-mişse de, imam zayıf haberin bazı türlerini de eserine almış bulunmaktadır. Büyük kitlenin inancına göre elde muhtasar, müsned ve kullanışlı bir eser olmak üzere sahihleri ilk toplayan ve sahih dışında eserine hadis almayan kişi Muhammed b. İsmail Buharî'dir,

«Sahihler sadece onun kitabında vardır, başka yerde yoktur» gibi bir yanlış mâna anlaşılmaması için he­men belirtelim: Buhari'nin eserine aldığı hadislerin sayısı 8.000 civarındadır. Halbuki sahih hadislerin sa­yısı bu rakamın üstündedir. İmam Buharî'nin el-Câ-mi'u's-sahih adlı bu kısa eseri, daha sonraki asırlarda, &ünni zümrelerde Allah'ın kitabı Kur'anı Kerim'den sonra en doğru kitap (esahhul-kütüb ba'del-Kur'an) olarak adlandırılmıştır.

Sahih hadisler kendi aralarında kademelendirilir-ler. Bu kademelendirme ekseriyetin fikridir. Sahih ha­disler bu derecelendirmede şöyle sıralanırlar:

a) Ma'ttefeka aleyhi' 1-Buharî ve Müslim: Buharı ve Müslim'in, şahinliğinden dolayı eserlerine aldıkları hadisler. Bunların sayısı 2.000'i aşkındır.[134]

b) Ma'nferade   bihl'l-Buharî:   Sadece   Buharî'nin eserinde bulunan hadisler.

c) Ma'nferade bihi Müslim: Sahih   görüldüğü ve istenilen şartları taşıdığı için sadece Müslim'in eseri­ne alınan, Buharî'de bulunmayan hadisler.

d) Mâ'alâ şartayhimâ: Buharı ile Müslim'in beğe­nebilecekleri vasıfta olan, fakat eserlerini   kabartma­mak için dışarıda bıraktıkları hadisler.

e) Mâ'alâ şartı'1-Buhari: Sadece Buhari'nin şartla­rına uygun olduğu halde,    eserine giremeyen,   fakat başka hadisçilerin eserlerinde bulunan hadisler.

f) Mâ alâ şartı Müslim: Sadece Müslim  b. Haccac-Kuşeyri'nin ileri sürdüğü şartlara uygun olan, eserine giremeyen hadisler.

g) Sahih inde Gayrihimâ: Diğer hadisçilerin sa­hih kabul ettikleri hadisler [135]

Burada bir meseleye açıklık getirelim: «Buharî'ye, Müslim'e veya bir başka imama göre sahih sayılan» deyimi ile ne kastedilmektedir? Şu veya bu âlime gö­re hadisin değeri değişebilir mi? Şurası muhakkaktır ki, madde cinsinden olmayan, ölçü tartı, metre ve ben­zeri değerlerle tesbiti mümkün olmayan mefhumlar­da, bir takım izafîlik ve nisbîlik normal karşılanmalı­dır. Sözgelişi bir duvar herkese göre 12 metre otuz santimdir. Bu değişmez. Fakat «bir râvinin dindarlığı, hafıza 'gücü, ilmî durumu vb. haller» biraz farklı de­ğerlendirilebilir. Yalnız bunda da bir sınır vardır: Her­kesin ahlâksız ve deli saydığına, birisi çıkar farklı de­ğer biçerse, onun hükmü üzerinde dikkatle durmak gerekmektedir: Bu hüküm, ya kimsenin bilmediği ba­zı gerçekleri dile getirir, veya safsatadan ibaret kalır.

Hadislerin sıhhatlerinin tesbitinde de bir nisbîlik ve bir izafîlik sözkonusudur. Çok titiz davranan bir âlime göre zayıf olan bir haber, bir diğer zata göre hasen ve hatta sahih sayılabilmektedir. Iraklılalara göre sahih olan bir haber, Haremeyn âlimleri nezdin-de zayıf, hatta asılsız sayılabilmektedir. Nitekim bir bilgin; «Iraklılardan bin haber duymuşsanız, 999 unu reddedin, birini de şüpheyle ve ihtiyatla karşılayın» demekten kendini alamamıştır. Değerlendirmelerde si­yasî bölünmelerin de dahli vardır. Çünkü insanı bu tür konuşturan siyasî hasımlaşma olabilir. Bölgeler dışında şahıslar da aynı durumdadır. Falan   hadisçiye göre sahih olan hadis, bir başkasına göre sahih olma­maktadır. Şahısların kullandıkları ölçülerin farklılığı vamnda, başka âmillerin de tesiri mevcuttur.

Fıkıh kitaplarında; bu hadis bize göre sahih değil­dir, zayıftır. Bu hadis bize göre mütevâtir ve meşhur değildir haber-i vâhiddlr» gibi mazeretlerin ileri sürül­düğü bol miktarda görülür. İşte bunun sebebi adı ge­cen nisbîlik ve izafiliktir.[136]

 

b) Hasen Hadisler

 

Yukarıda sahih hadisi tanımlarken saydığımız bütün şartlar, hasen hadis için de geçerlidir. Onların sahihten farkı, sadece râvisinin zabtının,   sahih hadis râvisinin zabtından daha aşağı olmasıdır. Tarif şöyle olabilir: Sazlıktan ve illetli olmaktan kurtulmuş, fa­kat zabtı pek mükemmel olmayan, adli sağlam râviler tarafından muttasıl senedlerle rivayet edilen hadisler. Bu hadisler de iki türlüdür: Lizâtihi hasen ve ligayrihi hasen.

Hasen hadis sözkonusu olunca, büyük muhaddis İmam Muhammed b. İsa Tirmizi akla gelir. Bilindiğine göre ilk defa hasen hadis tarifini ortaya atan bu zat­tır. Gerçi daha önceleri de zayıf ikiye ayrılmaktaydı: Kendisiyle amel edilebilecek derecede za'fı az olan ha­dis, terkedilmesi gerekli olan zayıf hadis. Yâni vâhî diye anılan hadis [137]

Bilindiği gibi Tirmizî kitabında hadisleri verdik­ten sonra onlar ve onlarla amel konusunda bir kaç cümle ekler. Sahih ve hasen deyimleri yanında; ha-sen - sahih, hasen - sahih - garib... gibi anlaşılması güç müşterek lafızlar da kullanır [138]

Kütüb-i sitte diye adlandırılan ve Sünnîlerce mu­teber sayılan mecmualar içinde, Tirmizî'nin kitabı dı-şında hasen hadis ihtiva eden kitap yoktur şeklinde bir ölçü de yanlıştır. Bazı âlimlerin daha farklı değer­lendirmeleri de vardır. Onlara göre hasen, zayıfın de­ğil, sahihin içinden çıkmıştır, dolayısıyla o başlı başı­na bir tür olmayıp, sahihin bir çeşididir. îlk âlimler onu sahihle birlikte mütalaa etmiş ve öylece değerlen-. dirmişlerdir. Zehebî ve İbn Kesir bu kanaattadır. Kütüb-i sitte içinde, özellikle İbn Mace Süneni'nde zayıf haberlere işaret edilir. Ayrıca Subhi Salih; «Ahmed b. Hanbel'in Müsnedi bir tarafa, Sahîh-i Buharî'de bile hasenin bulunuşunu garip görmüyorum» demektedir. Bununla şahısların otoritesi dışında bile, her zaman hadislerin sıhhatlerinin münakaşa edilebileceği husu­suna işaret etmek istemektedir.[139]

Bağavi adlı bilgin, Mesâbihu's-sünne adlı eserinde geçmekte olan hadisler için, sıhâh ve hisân deyimleri­ni kullanır. Onun verdiği hasen hadislerin tenkidi ya­pılmış, ölçüsü beğenilmemiştir. [140]Sahih ve hasen hadisler içinde; ceyyid, kavi, sabit, mahfuz, sâlih, müs-tahsen gibi değişik türler mevcuttur.

Hadisçiler sahih ve hasen ölçülerini kullanırken bazan; metin ve senedi ayrı mütalaa ederler. Senedi sahih olan her hadisin metni, sahih olmayabilir. [141]

 

c) Zayıf Hadisler

 

Bu tür hadisleri tanıtmadan önce, çok defa karşı-laşılabilen bir yanlış anlayışa temasta fayda görmek­teyiz. Bazı kişiler zayıf hadis denilince aslı olmayan, Peygamberin ağzından uydurulan yalan haber anla­maktadır. Uydurma haber dediğimiz el-Hadisu'1-mev-dû' zayıfla hiç alâkası; hatta hadisle hiç alâkası olma­yan bir yalandır. Bir iftiradır. Zayıf hadis, sened ve metindeki bir arızadan dolayı; geliş tarzı veya sübûtu bizce sağlam kabul edilemeyen bir hadistir. Aslında belki de Allah'ın elçisi bu sözü söylemiştir. Mevcut kâ'delere göre, yalandan, daha doğrusu Peygamberi­mize iftiradan sakınmak için hadisçiler onu ihtiyatla karşılamış ve sadece o rivayet yolunu zayıf görmüş­tür. Aynı hadisin, başka tarîklerle gelmiş sahih cins­leri bulunduğu için, çoğu kez, Peygamberimizden gel­miş olan o konudaki bilgiden de mahrum kalmamak­tayız. Zayıfı kısaca şöyle tanımlayabiliriz: Sahih ve hasen hadisin şartlarını taşımayan; şâz, muallel, munkati olabilen; râvisinin adalet ve zabtı kusurlu olan had'.sler.

Zayıfın türleri için, bazan mevcut olmayan ihti­maller de düşünülerek 381 sayısı verilmişse de, temel­de bu sayı kırk türü geçmemektedir. Zayıflar içinde en çok münâkaşa doğuran, mürsel hadislerdir. Bu hadisin senedinden sahabi düşmüştür. Daha doğru bir ifade ile, tabiî Peygamberimizden kendi duymuşcasma bir itimatla hadis rivayet etmiştir. Daha sonraki çağlarda bu tür hadisler şüphe konusu olmuştur. Bazı istisnalar dışında çoğunluk mürsel haberi dinde hüccet tanıma­mıştır. Sahabenin diğer bir sahabiden duyduğu ve fa­kat onun adını vermeden naklettiği    sahabe mürseli için aleyhte konuşma olmamıştır. Çok şiddetli mürsel muhalif; olan Şafiî bile, bazı kişilerin mürselini kabul­de beis görmemektedir [142]Mürsel haberler konusu müstakil kitapların yazılmasına da vesile olmuştur [143]Senette düşen şahıs iki tane ise veya düşme­mişte müphem kalmışsa hadis Munkatı' olmuş demek­tir. Bu eksiklik bazan iki kişi de olabilmektedir. Bazı bilginlere göre senetteki eksilen şahısların adedi daha çok ise hadis Mu'dal'dır ve mu'dall hadis münkatı'dan, o da mürselden daha değersizdir. [144]

Tedlis, hadiste başvurulan bir nevi hile olmakta­dır. Bu işi yapan bazan özellikle isnatta bu işi yapar. Görüşmediği bir kişiden görüşmüş gibi hadis naklede­bilir. Ondan bizzat işittiğini vehmettirecek ifadeler kullanır. Tedlisin en çirkin nev'i budur. Bazı bilginler tedlis yalanın kardeşidir derken, İmam Şafiî, bir kere olsun tedlis yaptığını bildiği kişilerin hadislerini alma­mıştır. Yaygın kanaate göre tedlisli bir senette, semâa delâlet eden lafızların sahiplerine ait rivayetler kabul edilmektedir. Bu râviler bazan, durumlarını gizleme ihtiyacını duydukları şeyhlerini, tanınan ismi dışında isimlerle veya taşımadığı sıfatlarla zikrederler. Bunla­rı kendi öz. adları ile ansa, haberi tenkide uğrayacak­tır. Buna suyûh tedlisi adı verilir. Ebu'l-Kasım Ezdî, Ubeydullah Fâsî, Ubeydullah b. Osman Sayrafî... aynı şahsın çeşitli adlandırılışına bir örnektir. Üçü de Hatîb

Bağdâdi'nin bir tek hocasının müşterek ismidir [145]Hadislerde illet gizli bir kusurdur. Onun bulunuşu da hadisimizi Mu'allel kılar. Bu da zayıfın bir türü ol­maktadır[146] Şazz ve Münker hadislerde ise, sika râvilerin rivayetlerine muhalefet mevcuttur. Şazza mahsus bir diğer Özellik, hadisin tanınmamış olması, yani İnfiradıdır.

Zayıf hadisler konusu istenildiği kadar uzatılsın neticede şunları bilmek durumundayız: Zayıfta hasta­lığın ana kaynağı beş tanedir. Yüzlerce türü bulundu­ğu ifade olunan bu nevi hadislerdeki za'fı şu beş yola irca mümkündür:

a)  Senetteki kopukluk,    râvi düşmesi    veya râvi gizlenmesi ile ilgili hastalıklar ve onların    meydana getirdiği zayıf hadis türleri.

b) Râvisinde adalet yönünden kusurlar   bulunan hadisler. Yahut; kusurların, kişinin dini hayatı ile il­gili olanları (adi vasfını giderenler).

c) Râvideki zabt kusurları. Bu yolla zayıf olan ha­berler.

d) Sazlık açısından teşekkül eden kusurlar ve sazlık dolayısıyla zayıflar.

e) İllet ve meselelerinin ortaya çıkardığı tâli de­recedeki hastalıklar ve onlardan meydana gelen zayıflar. Bu beş hastalık, kollara ayrılmakta, sayılar da ta­biî olarak çoğalmaktadır.

Zayıf, hasen ve sahih arasında müştereken kulla­nılan hadis ıstılahları da vardır.[147] Bunlar çok ke­re hadisin geliş yolu ve şeklî meseleleri ile ilgilidir. Genişçe onlardan bahis yerine, zayıfla amelin dinimiz-deki değerlendirilişi konusunu vermeyi uygun gör­müş bulunmaktayız.[148]

 

d) Zayıf Hadisle Amel

 

Hadislerin çeşitli yönlerden taksimi bahismevzuu olunca, tatbikattaki faydası nazar-ı itibara alınarak «Zayıf hadisin dinimizdeki değeri ve yeri» üzerinde durmamız normaldir. Böylece din âlimlerinin; hadisçi ve fakihlerin yaptıkları bu taksimlerde varmak iste­dikleri hedef, ümmete yaptıkları uyarı vazifesi daha da iyi anlaşılacaktır.

Hadisçiler, aslı olmayan bir haberin, Peygamberi­mize (a.s.) isnadını büyük bir suç sayar, ondan kaçın­ma gereğini söylerler. Burada mühim olan, demediği­ni Peygamberimizin ağzından söylemek ve söyletmek cürmüdür. Uydurmacılığın, zayıf hadisle uzak ve ya­kından ilgisi yoktur. Fakat, tahsil yapmış kimseler bi­le, Zayıf ile Mevzu haberi bazan karıştırır; daha doğ­rusu zayıf sözü bu kimselerin zihninde asılsız gibi bir mâna uyandırır. Önce bu izi silmek gerekir. İlk âlimlerin deyimi ile sakîm hadiste bir asıl ve bir temel vardır. Yalnız teknik bazı bulgu ve bilgiler, şüpheyi çekmiş, din sözkonusu olduğu içinde bilgin, araştır­mayı lüzumlu görmüş, hadisin geliş yolu veya kendi­sindeki zayıflığı arayıp bulmuş, dikkatleri o noktaya çekmeyi lüzumlu görmüştür. Hadise verilen zayıf sı­fatı bu mânayı taşır. Yoksa bazılarının zannettiği gi­bi; sözün muhtevası manasızdır, zayıftır denilmemek-tedir[149]

Muhaddisler zayıflığın tesbitinde bir şahit ve bir emanetçi titizliği ile meseleye bakarlar. O konudaki bütün haberlere şâmil olacak ifadelerden kaçınırlar ve bu haber, bu senedle zayıftır; şu şu durumlar söz-kcnusudur derler. Böylece aynı konunun, başka sahih hadislerde de bulunabileceğine işaret ederler veya hiç olmazsa bu imkâna yer ayırırlar. Hatta onlar daha da ileri giderek:

a) Sened ve metni birlikte zayıf olan hadisler,

b) Sadece muayyen bir senedi ve tarîki zayıf olan hadisler,

c) Sadece metni zayıf olan hadisler şeklinde, üçlü bölmelere bile kalkışırlar. Acaba, çeşitli ilmî usûllerle zayıflığı belirtilen haberler bir kenara atılır, onlardan ve onların taşıdığı bilgilerden mahrum mu kalırız? İlim adamları zayıfla ameli nasıl karşılar?

Dinî nakillerde en küçük bilgiyi atmamak; bir ku­yumcu titizliği içinde altın parçalarından da değerli olan bu kültür unsurlarını değerlendirmek, ilim adam­larının başlıca prensiplerindendir. Kayıp vermeden, kültür malzemesini; dinî bilgi unsurlarını aynen yeni nesillere aktarma ilkesi, bazan onların ayırım gözet­meden sağlam ve çürük bütün rivayetleri birlikte eserlerine almalarına sebeb olmuş, bu yüzden meselâ İbn Cerir Taberî gibi nakli bilgiler âlimleri ve müfes-sirler tenkid bile edilmişlerdir. Bu yüzden, bilhassa di­ne ve ahkâma ait noktalarda, bir tarîk zayıftır diye bir kültür ve din bilgisi kaybı olmamaktadır. Genel mânada, şifahî devreden yazıya geçerken kültür kay­bı olduğu fikri de duyulmamıştı. [150]Hatta zayıfla ameli kabul etmeyen çağdaş âlimlerden Dr. Subhi Sa­lih; gerek şer'î ahkâm ve gerekse fezâil babında elimizde, başkasına lüzum kalmayacak kadar çok, sa­hih ve hasen hadis vardır...» şeklinde bu noktaya te­mas etmektedir. [151]

Âlimlerin zayıfla amel konusu ile ilgili diğer gö­rüşlerini vermeden önce, zayıf hadis tarifinde farklı anlayışların olup olmadığı, sınırının ne oîduğu husus­larım halletmemiz gerekir. Münakaşalarda çok kere ıstılah farklılıkları rol oynar. Belirli bir ölçü üzerinde konuşulmadan herkes kendi tarifinin peşinden   gider ve netice alınmaz. Zayıf hadis. teriminde de ayrı ayrı Ölçüler ele alınırsa, her ilim adamı ayrı meseleyi kas­teder; herbiri tuttuğu yönden ayrı ayrı haklı olabilir. Burada böyle bir hal sözkonusudur. Hadis tarihinin başlangıç yıllarında imamların zayıfla kastettikleri mâna ile, sonrakilerin kastettikleri farklıdır. Hiç değil­se şümulleri farklı olmaktadır. İlk âlimler sıhhat açı­sından hadisi sahih ve zayıf (veya sakim) diye ikiye bölerlerdi. Zayıfın içinde; az zayıf, orta derecede zayıf ve çok zayıf; amel edilemeyecek derecede zayıf vardı.

Sonraki çağlarda bu ikili taksimin ortasına üçün­cü bir tür daha eklendi: Bu Hasen hadistir. Bunlar acaba sahihlerden mi alındı, zayıflardan mı? îki ayrı fikri de savunanlar vardır. Biz diyelim ki ikisinden de alındı. Demek oluyor ki hasen hadisler en azından ya­rısı itibarıyla eskilerin zayıf dedikleri, bazan kötüle-dikleri; bazan dindeki gücü üzerinde pek müsbet ko-: nuşmadıkları hadistir. Bunların za'fı az imiş, giderile­bilmiştir de diyebiliriz. îlk âlimler, zayıfı kullandıkla­rını söyler ve onu dinde esas alırlarsa, bilelim ki bun­ların çoğu, sonrakilerin hasen dedikleridir. Sonra ge­len bilginler; ister zayıftan isterse sahihten alınarak orta sınıf olarak teşekkül ettirilmiş olsun, hasenle amelin aleyhinde bulunmamışlardır, onu kötüleme-mişlerdir.

Zayıf hadislerin tatbikata intikalleri ve amelde bir kaynak olmaları konusunda üç görüş mevcuttur:

a) Zayıf hadisler mutlak olarak kullanılamaz, on­lar dinde kaynak değildir görüşü. Bu guruptaki âlim­ler, amelleri ahkâm ve fezâil şeklinde ayırmaz. Hepsi­ni bir değerlendirir. Belirtildiğine göre, Yahya b. Ma'-

ln, Ebû Bekr b. Arabi, İbn Hazm gibi bazı bilginler bu kanaattadırlar. Bunların inancına göre, Buharı ve Müslim gibi iki büyük hadis âlimi de aynı fikirdedir. Bu yüzden zayıf hadisleri eserlerine almamışlardır. (Ekseriyetin fikrine göre, imanım sahihleri eserine alış sebebi, elde muhtasar ve kolay kullanılabilen bir kita­bın bulunması için hocalarından birinin isteğidir).

b) Zayıf hadisler mutlak olarak dinde kullanılır. Onlarla amel edilir fikri. Büyük muhaddislerden   Ebu Davud Sicistâni ile Ahmed b. Muhammed b. Hanbel'in görüşü budur. Onlar zayıf hadisi, kişilerin şahsî re'y-lerinden daha iyi sayarlar.

c) Zayıf hadisler bazı şartlarla fezâil denilen amel türlerinde kullanılabilir.   Cemâluddin Kâsimî'nin   be­lirttiğine göre bu mutedil görüş, imamlarca   itimada şâyân görülen fikir olmuştur [152]Sözkonusu şart­lar şunlardır:

a) Rivayet edilen hadis pek fazla zayıf olmayacak (ölçü nedir belli değil).

b) Kur'an-ı Kerim'le ve sahih sünnetle   sabit bir temele ve bir asl'a dayanacak.

c) Kendisinden daha kavi bir delile muhalif olma­yacak. İbn Hacer Askalânî, bu şartlara bir dördüncü­sünü eklemekte ve şöyle konuşmaktadır: «Amel   eden kişi bunun böyle olduğuna kesin inanmayacak»  [153]

Burada zikri   geçen fezâil sözüyle   kastedilen şu­dur: Şer'î ahkâm ve inanç meselelerine   ait olmayan, helal ve haram konularına girmeyen, daha ziyâde ter-ğib ve terhible ilgili olan, sevab-ikâb, mânevi dereceler ve mükâfatlar, rekâik ile ilgili konular .[154]

Zayıfla amelin hükmünde, ferdlerin fiilleri ve dav­ranışlarıyla ilgili olarak ortaya fezâil ve ahkâm şek­linde ikili bir taksimin çıkması, bazı bilginlerden nakl­olunan bir söze dayanmaktadır. Ahmed b. Muhammed b. Hanbel, Abdurrahman b. Mehdi ve. Abdullah b. Mü­barek'ten nakledilen söz şudur: «Helal ve haram mev­zuunda bir şey rivayet ettiğimizde pek sıkı, fezâil ve bsnzeri mevzularda bir şey rivayet ettiğimizde ise mü­samahakâr davranırdık». Bu sözleri şöyle nakledenler de vardır: «İbn Mehdi dedi ki: Hz. Peygamber aleyhis selâm'dan; ahkâm, helal ve harama dair rivayette bu­lunurken isnadları ciddi inceler, ricali tenkid ederdik. Ama, sevab - ikâb, fezâil konularında hem isnatta sü-hûlet gösterir, hem de ricalde müsamahakâr davranır­dık. Ahmed b. Muhammed b. Hanbel dedi ki: Rekâik hadislerinde [155]müsamaha olabilir. Ta ki, hüküm ihtiva eden bir konu gelene kadar...» [156]

Dr. Subhi Salih bu sözlerin yanlış anlaşıldığını sa­vunur. Cbizce yanlış anlamadan ziyade ıstılahta fark­lılık sözkonusudur.) Onun belirttiğine göre; bu imam­ların zayıf dedikleri hadisler, daha sonrakilerin hasen saydıkları hadislerdir.» Pek sıkı davranmazdık sözü ile de dünün ve bugünün insanının anladığı mâna an­laşılmaz. Helal ve haramda, en yüksek vasıflı sahihle­ri kullanırken, fezâilde bu sahihlerle birlikte bunlar, kadar güçlü olmayan hasenleri de kullandığımız olur­du denmek istenmiştir» der. Asında, Ahmed b. Mu­hammed b. Hanbel'in gösterdiği müsamaha ve yumu­şaklık, asırlar sonrasının güçlü tenkidçilerinin, tsnkid-lerinden daha da güçlüdür. Müsamaha sözünü, onla­rın sıkı sıkıya incelemeleri ile birlikte mütalaa etmek gerekir.

Zayıf hadisleri güçlü ifadelerle rivayetten sakın­mak gerekir. Onun zayıflığı ve hastalığı belirtilmeli­dir. Şurası muhakkak ki, hadislerin za'f ve güçlerinin her asırda ve her bilgince araştırılması farzdır. Bu sa­yede ilimde yükseklik kaydedilir ve «takvim yaprak­larının arkasında yazılanlarla hutbe ve va'z yapma seviyesi» iflâs eder[157]

Za'f ve sıhhatin tesbitinde klasik yollar, metinde ve senette görülen durumlar yetmeyebilir. Hz. Peygamber'in kişiliğinin iyi tanınması, tarihî ihtilâfların, siyasî bölünmelerin ilme yaptığı zulümlerin ve daha pek çok şeyin bilinmesi gerekmektedir. Ortada bir tek İslâm türü, bir tek .Allah Taâlâ, bir tek Peygamber vardır. Şahıslara göre değişen hadisler; yine onlara göre değişen Allah'ın gönderdiği ahkâm, ferdlere göre değişen Peygamber sözleri mevcut değildir. Ehliyetli muhaddis sıhhatin tesbitinde büyük bir kaynak olsa gerektir. [158]

 

IV. ÖĞRETİM VE ÖĞRENİM

 

Hadislerin alınması, nakil ve rivayeti diğer bir de­yişle öğretim ve öğrenimi sözkonusü olunca, eski usûl kitaplarımızda Tahammülülm adlı bir bölümün yer aldığını görmekteyiz. Bu başlık ile, bilhassa hadislerin şifahî devredeki öğrenim ve öğretim usûlleri olan yol­lar incelenmektedir. Biz, meseleyi biraz daha geniş çerçeveli tutarak bütün devirlerde hadis öğrenim ve öğretimini incelemeye çalıştık. Yan meseleleri de bun­ların içinde mütalaa ettik. Böylece tahammül teknik­leri yanısıra; ilim için yapılan seyahatler, hadis öğre­nim yerleri vb. konular da girmiş oldu.

Şurasının unutulmaması gerekir: Eski çağlarda hadisin öğrenim usûlleri olduğu gibi, günümüz için de bazı usûller tesbit etmek veya teklif etmek mümkün olabilecektir, ayrıca günümüz ile ilk hicri asırlar ara­sında kalan devrelerin de kendilerine göre hadis öğre­nim ve öğretim teknikleri ve bunlara bağlı problemle­ri olmuştur. Bunlar yanında hadisçilerin, imlâ teknik­leri, hadis rivayetinde asgarî ve a'zâmî yaş sınırları gibi bazı meseleler de bu başlık altına alınmıştır. Yine aynı başlık altına, rivayetleri kabul   olanlar ve olmayanlar, rivayette şartlar... gibi çeşitli konuları da al­mak mümkündür.[159]

 

1. Rivayette Yaş Meselesi

 

Burada hadis almaya başlamanın ve bitirmenin sınırları yani talip ile şeyhin başlangıç ve bitir^ş yaş­ları sözkonusu olmaktadır. Öğrenci kaç yaşından iti­baren hadis öğrenmeli, kaç yaşma gelince bu işi ter-ketmelidir? Keza şeyh olan öğretici; kaç yaşında bu işe başlamalı ve ne zaman terketnıelidir?

Hadisçilerin verdikleri bilgilere göre her iki du­rumda çeşitli fakirlerin ileri sürüldüğüne şahit oluyo­ruz. Bazıları öğrencide Temyiz çağı'nı esas alırken, di­ğerleri işi Bülûğ'a kadar götürmektedirler. Okutan için de, yirmi - otuz yaşlan başlangıç alınırken, sek­sen yaş bitiş çağı olarak uygun görülmüştür. Ayrıca her ikisinde de şuuru yerinde olma, temyiz, zihin sağ­lamlığı esas olarak eklenmektedir.

Bazı hadis âlimlerinin hatıralarından öğreniyoruz ki, hadis okumak için gittikleri hocalar kendilerine, önce Kur'an-ı Kerlm'i ezberlemeyi şart koşmuşlardır. Bu durumda, hafız olarak hadis öğrenimine başlamak da bir.ölçü olmaktadır. Fakat, ilmin kudsiyetini kesti renıeyecek yaşta küçük olan çocuklarla, zihnî bozuk­luklar yüzünden düşülecek tuhaf durumlarda, nakil ve rivayeti kesmek uygun görülmüş, ilmin vekârma ya­raşan durum olarak tavsif edilmiştir.[160]

 

2. Rivayeti Reddedilenler

 

Hadis öğrenim ve öğretimi ile meşgul olacak kişi­lerde bir takım üstün vasıfların, ilim talebine yaraşır hallerin bulunması zaruri görülmekle beraber bu va­sıflar ilgili bahiste de görüldüğü gibi akıl ve zabt sıfatlan altında toplanmış; talebe ve hocanın, aklı ba­şında ve dinî hayatı normal birer ferd olmaları isten­miştir. Normal durum bu olmakla beraber, haberleri duyan kişilerin aynı vasıfları taşıyan insanlar olması her vakit mümkün olamamıştır. Bazan, arzettiğimiz vasıflan taşımayan birisinde, hadisçinin alması gere­ken bilgiler bulunabilmektedir. Âlimler bu noktada, o k:şinin, kendisinden bir şeyler katmasından korktuk-lan için, «rivayetleri makbul olmayanlar» ölçüsünü getirmişlerdir. Akıl bozuklukları yanında, dinî emir­lere riâyet ve dinî eminlikleri açısından sağlam olma­yan kiş ier rivayette husn-i kabul görmeyen kişiler ol­muştur. [161]

Lahin ve diğer teknik hatalarda akıl oksanlıklarının, unutmanın, gafletin bütün teferruatlı durum­ları ayrı ayrı ele alınır. Siyasi ve itikadı fırka mensup­larının durumları daha da dikkat çekici bulunmakta­dır. Bir siyasî veya itikadı hizbin mensubu ve propa-gandisti; kendi zehirlerini hadis adı ve mânevi gücü altında etrafa yayar korkusuyla, rivayette reddedilen zümrenin başında sayılmıştır. Bunun dışındakilerde ise, ciddi bir araştırma tavsiye edilmektedir. Çünkü insanlar, birbirlerini sevmedikleri zaman bazan iftira ile lekeleyebilmektedirler. Böyle iftiraya uğrayan, te­miz müslüman bir râvinin hadisinin kaybolmasına ilim adamları rıza göstermemiş; fırka ve hizip men­suplarının bile, mutedil olanlarının rivayetleri kabul edilmiştir. Hadisçinin korktuğu hususlardan biri de, «bid'at ehlinin durumu» dur. Burada da sünneti, ona • tam zıt olan bir fikrin, bir teşekkülün kurbanı etme­me titizliği görülmektedir.[162]

 

3. Seyahatler Ve Faydaları

 

er-Rihle fî talebi'I-ilm, gündengüne genişleyen müslüman ülkeler coğrafyasına yayılan haberlerin ilim adına toplanması, karşılaştırılması, daha yakın sened zincirinden hadis alma, duyulmamış konuların ehlinden dinlenmesi gibi sebeblerle yapılan ilim yol­culuklarıdır. İşin takdire şayan yönü, yirminci asır ilim adamının, hayatı boyunca gerçekleştiremediği bir takım yolculukların, o günün imkânsızlıkları ve ağır şartları altında gerçekleştirilmiş olmasıdır. Bu seya­hatleri kitaplardan bir okuyup geçmek, bir de seya­hatin neye mal olacağını düşünüp ölçerek takdir et­mek vardır.[163]

İlim yolculukları hem senedlerin kısalmasına (uluvv-i isnâdî, hem de pek çok yönden ilmî kontrol ve fikir tevhidine yol açmış, tatbikat beraberliği sağ­lanmış ve bilginin doğruluğuna güven artmıştır. Diğer ilim dallarında bu tür, kudsi telakki olunan bir seya­hat şekline ve ilim taleb usûlüne raslamamaktayız.

Yazıya bağlı olmayan tahammül yolları, sahabe günündeki hadis alış  verişinin büyük bir kısmını kaplamıştır. İlk hadis yazımı hareketlerinde gördüğü­müz birkaç örnek bu kaideyi değiştirmez. Sahabe gü­nünde; arz, kıraat, icazet, münâvele, kitabet, vicâde gibi isimlerle anılan ve sonraki devirlerin hadis alma ve verme şekilleri olan yolları kullanan olmamıştır. O günde iyi bir hıfz, zaman zaman sorarak kontrol et­mek ve müzakere mevcuttu. Herkes öğrendiğini baş­kasına naklettiği gibi, duymadığını da bir başkasın­dan öğrenmekteydi.

Tâbiûn gününde artık yazı iyice belirgin hale gel­miştir. Bir başka konuda göreceğimiz gibi, hadisin ya­zımı işi de öyle kolay ulaşılan bir merhale olmamıştır. Belirli bir sebebe mebni, hadislerinin yazılmasını ya­saklayan Peygamberimiz (s.a.) den, müsade sâdır ol­duktan sonra    yazım işini   gerçekleştirenler   olmuştur [164]Buna rağmen, hadisi «hıfz yoluyla alma» yi üstün bir yol telakki eden ilim adamlarının, hadis ya­zımı konusundaki menfi görüşleri yine de yer yer de­vam etmiştir.

Yazının yayılması ve tasniflerin çoğalması sonun­da; şifahi naklin ve hatta sened kullanımının azaldığı devrelerde artık seyahatlerin, şifahî hadis alım yolla­rının arkası kesilmiştir. Çok yakın zamanlara kadar devam eden icazet usûlleri bile artık, eski tesir ve yay­gınlığını kaybetmiştir diyebiliriz.

Hadisin klasik eserlerde zikredilen ve sayıları cnu aşkın öğrenim usûlünü ve onlara bağlı meselele­ri kısaca görmekte fayda vardır. Bu konuya geçmeden önce günümüz ve gelecek için bazı görüşleri ve teklif­leri görelim:[165]

 

4. Günümüz Ve Gelecek İçin Hadis   Tahammül Yolları

 

îslâmî ilimlerde ve özellikle hadis tahsilinde, ho­cadan ve mütehassıstan öğrenim, zaruri olan bir usûl­dür. Yani bir kişi kendi emeği ile lisan öğrenerek, mevcut eserleri okuyarak da dinî bilgiler elde edebilir. Fakat onun ham ve eksik yönleri kaldığı gibi, izâlesi çok zor olan bir gayr-ı tabiiliği de vardır. Bunu okul­da okuma ile, dışarıdan hazırlanıp mektep bitirmeye benzetebiliriz. Sıralarda oturmanın öğrenciye verece­ği bir takım hasletler, yılların sunacağı bir takım güzel vasıflar bulunmaktadır. Bunlar maalesef kendi kendine teşekkül etmeyen güzelliklerdir [166]Bu ba­kımdan, öğrenci ve öğreticinin karşılıklı hadis öğren­me tekniği devam ettirilmeli; arz ve kıraatin eski gü­cü yine korunmalıdır. İcazet ve benzeri belgeler for­malite olarak kalsa bile, onlara ilgi gösterilmeli, riâyet olunmalıdır. Kısaca; eskiden kullanılan klasik teknik­ler, faydalı görüldüğü takdirde, eski ile irtibatı kesme­mek ve yararlanmak için de olsa terk edilmemelidir. Burada en zor mesele, halen eski tarzlarda hadis oku­muş kişilerle temas kurup onları kendimize inandır­mak itimadlarım kazanmak, kendilerindeki sened zin­cirleriyle irtibatlanabümektedir. Bu zannedildiği ka­dar kolay bir yol olmamaktadır. [167]

Bugün yazmalarla temas artık yaygınlığını kay­betmiş, mesele sadece mütehassıslara terkedilmiş hal­dedir. Şifahî rivayete verdiğimiz değer gibi, aynen es­ki nüshalara da değer atfetmemiz; daha doğru bir de­yişle, onların, değerini takdir etmemiz gerekir. Bazı ilim mensuplarının haklı olarak ileri sürdükleri gibi; önce îslâmm çeşitli ilimlerdeki literatürünü sahih ve ilmî yollarla ortaya koymak [168]ilk görev olmalıdır. Mütehassıs bir hocadan okumak ne kadar gerekli bir iş ise, sağlam bir nüshadan tenkid usûllerine uyula­rak hazırlanan bir metinden okumak da o derecede lüzumludur. Bu durum, geçmiş asırlarda, bizzat müel­liflerin kendilerinden kitapları okunduğu zamanlarda ve dar muhitlerde daha kolay temin edilen bir husus­tu. O zamanda bile, müellifin çevresi dışında, «muka­bele ve tashih görmüş nüsha» aranır olmuştur. Bu du­rum, bugün daha çok geçerlidir. Demek ki. her şeyden önce sağlam bir nüsha meydana koyma ve ondan oku­ma, hâla terkedilemeyen tek yoldur.

Bugünün insanı, pek çok hadis kitabını, veya ha­dise bağlı ilim dallarındaki eserleri yazan ile aramız­da bir ilmî bağ (meselâ bir icazet) kurmadan okuma durumundadır. Kendilerinden tahdis ve rivayet gele­neğe bağlı değildir. Ancak eserinin okunan bölümünü, bir başka yerde anlatabilmekteyiz. Eskiden bu müsaa­de ile olurdu, kişi o âlimden alacağı icazetle bu görevi yerine getirirdi. Bu durumda çözülmesi gereken prob­lem şu olmaktadır: Eski tahammül yollarıyla alınma­mış bir hadisi, veya kitaptaki bir bölümü, o ifadelerle ve edâ sigalarıyla anlatmak; tahdis ve rivayet müm­kün müdür? Eserini okuduğumuz, iyice anladığımız bir hadisçinin kitabının mükemmel bir metin halinde tenkidli neşrini yapsak, talebemize okutsak, daha son­ra eski tarzda bir lisans ve bir icazet talebeye verebi­lir miyiz?

Öyle zannediyoruz ki, dünya üzerinde bugün bazı hadis musannefatının icazetlerini taşıyan ilim adam­ları varsa da, bunlar eserlerin çokluğu yanında nâdir, dolayısıyla âdeta yok denecek durumdadır. Hükümsüz kalmaktadırlar. Yine öyle zannediyoruz ki, mütehassıs Mütehassıs bir hocadan okumak ne-kadar gerekli bir

bir kişi, böyle bir icazeti verip, kendisinden sonraki asırlar için bir irtibat noktası ve bir kaynak olabilme­lidir.

Bugünün insanı, on asır öncesinin insanından da­ha çabuk vasıtalara ve daha iyi imkânlara sahiptir. Fakat ilim alış-verişinde bu iş umulduğu kadar kolay ve çabuk olmamaktadır. Söylediklerimizin çoğu, tabiî ki kendi memleketimiz şartları için geçerlidir. Yurt içinde ve dışında, hadisle uğraşan kişilerle irtibat kur­mak, kitap mübadelesi, fikir alış-verişi yapmak, görü­şüp konuşmak, kongre ve seminerler aktetmek, zan­nedildiği kadar kolay olamamaktadır. Bu itibarla, kıt imkânlarla bile olsa mektuplaşmalar, fikir teatileri, küçük sayıda bile olsa bir araya gelip konuşmalar ve alman kararlar bir değer taşımalıdır. Nazarî olarak bütün dünya hadisçilerinin bir mesele üzerinde konuş­mak üzere toplanmaları aklen mümkün görülebilir. Tatbikat zorluklarını düşünerek, yazışmaların, fikir beyanlarının bir nevi icazet, bir nevi kitabet ve münâ-vele ve hatta vicâdet telakki olunmaları düşünülebilir. Zannedersem her asır için ana mesele şudur: Ehliyetli insan tesbiti. Ehil kişiye hadislerini veya kitabını oku^ ma ve okutma salahiyetinin verilmesi. Hadisin ilmî yollarla doğru olarak yayılması için önleyici tedbirler almak. Vebâlli bir iş olan hadis naklinde hataları önle­mek. Tahakkuku istenen nokta bu olunca, bugünün ve nisbeten geleceğin şartları içinde, arzettiğimiz bu hususları gerçekleştirmeğe yardım edecek tekniklerin bulunması yadırganmamalı, bu buluşlar ve çabalar, eskinin yeni ölçülerle sağlam bir devamı sayılmalıdır.

Tahammülü'1-ilm konusunda günümüz ve gelecek

için düşünülebilecek yollardan birini de kütüphanele­rin tesisinde görmekteyiz. Kütüphane deyimi ile şun­ları kastetmekteyiz:

a) Oldukça küçük: yerleşme merkezlerimize yayı­labilecek çoklukta, ihtiyaca belirli ölçüde cevap vere­cek hadis eserlerini taşıyan,

b) Dünyada mevcut nâdir (ünik) nüshaların filim veya kopyelerini bulunduran,

c) Belirli merkezlerde elektronik   imkânlarla teç­hiz edilen,

d) Mübadele ve emanet kitap verme   gücü bulu­nan müesseseler.

Hadis öğrenim ve öğretimi, veya eski deyimi ile tahammülü'1-ilm meselesi içinde günümüz ile ilgili ko­nuda bu kadarı yeterli görüyor, klasik tahammül yol­larını anlatmağa geçiyoruz:[169]

 

5. Klasik Tahammül Yolları

 

Hadisin almış yollan içinde, usûl kitaplarının en çok temas ettiği sekiz tanesini, bazı meselelerine de kı­saca temas ederek bu bölümde açıklayacağız. Râme-hunnuzî; sonrakiler gibi bu sekiz yolu, izahlarla özel bablar açarak vermez. Sadece bir kaçma senetli bilgi­lerle kısa temaslarda bulunur. Ebu Muhammed'in ver­diği ilk başlık: Bâb: Fi'1-kırâati ale'l-muhaddis'tir. On sayfalık bu bölümde, kendisi rıza göstermese bile ha-disçilerin ve bazı fakihlerin bu konudaki müsbet ka-naatlarım nakleder [170]Râmehurmuzî'nin temas ettiği ikinci komi: el-tcâze ve'1-Münâveledir. Bu kısımda kendisi, naklettiği bilgilerden sonra eserinde bazı açık­lamalar da yapar [171]Daha sonra el-Vasiyyetü bi'l-kütüb ve İsmâü'l-esamm başlıklarına yer verir. [172]Kısmen vicâde konularına da temas eden müellif, di­ğerlerinden farklı olarak yukarıda arzettiğimiz «sağıra hadis duyurma» (okutma) konusunu da işler.

Orjinal usûl kitaplarından el-Kifâye'de Hatib ve Ma'rifetu ulûmi'l-hadis'te Neysâbûrî ve Mukaddime'-de İbn Salâh, tahammül yollarını daha çok açıklama­lı olarak verirler. En geniş olanı, Hatib'in el-Kifâye'si-dir. Bu girişi, ilk eserlerin tutumunu tanıtmak için yapmış bulunmaktayız. Aslında bunlar tâ Şâfii'denbe-ri bilinen ve işlenen konulardır. [173]

Simâu lafzi'ş-şeyh, el-Kırâa ale'-Şeyh, el'İcâze, el -Münâvele, el-Mükâtebe, İ'lâmu'ş-şeyh, el'Vasiyye, el Vicâde... kısımlarına ayrılan klasik hadis öğrenim ve öğretim yollarını kısaca görmeğe devam edelim:[174]

 

a) Sema Veya Sima

 

Hocanın talebeye bizzat okutması ve yazdırması yolu. Bu usûlü tatbik eden hoca, hadislerini ya ezber anlatır, veya elindeki asıl adı verilen özel nüshasın­dan istifade ederek okutur. Bu tarz hadis   verebilecek ilim adamında aranılacak vasıfların ve şartların ba­şında, dindarlık ve hafıza gücü gelmektedir. Üstadın diğer hususiyetlerini, muhaddisin edepleri arasında görmek mümkündür. İlim diye de adlandırılan hadis'-in; şahsiyeti tanınan, dindarlığı ve hafıza kuvveti bili­nen, mutemet kişilerden alınması âdettir. Çünkü ha^ dişler kişinin dinini teşkil etmektedir.

Anlatmağa çalıştığımız bu yolla hadis alan kişi, bu hadisleri başkasına naklederken şu lafızları (edâ sigalarmı) kullanır: «Haddesenâ, haddeseni, ahbara-nâ, ahbaranî, enbe'enâ enbeenî, semi'tu, kale lenâ fu-lân». Başka bir deyişle bu lafızlarla gelmiş hadisleri görürsek, o kişilerin bizzat hocalarından dinleyerek bu hadisleri aldıklarına hükmetmemiz gerekmektedir. [175]

 

b) el-Kırâatu aîe'ş-şeyh (el-Arz)

 

Bu usûlde öğrenci Ctâlip) aktif durumdadır. Ken­disi hafızadan veya bir metinden, şeyhinin hadisleri­ni ona okur, onun tasvibini alır. Şeyh okunanları din­ler, gerekli yerlerde müdahalede bulunur, tashihler yapar. Bu bir nevi ilim arzı olmaktadır. Evvelki usûlde olduğu gibi, şeyh yine hafızasından veya elindeki mu­teber metninden (asıl) okunanları takibeder. Bu tür bir ilim meclisi, birkaç kişiden ibaret değildir. Okuyan kişi; «bu hadisi falanca şeyhe okudum: kara'tu alâ fu-lân» cümlesiyle başkalarına bu hadisleri verme hakkı­na sahiptir. Dersi dinleyenler de; «falanca şeyhin hu­zurunda bu hadisler ona okundu, biz de dinledik: kurie alâ fulân ve nahnu nesmeu» cümleleri ile başkalarına

rivayete izin almış ve hadisleri vermiş olurlar.

Bu usûl üzerinde menfi görüş sahibi yok denecek kadar azdır. İhtilâf; birinci yolla bunun arasındaki üs­tünlük yarışında olmuştur. Yaygın kanaate göre; el-Kırâatü ve's-si-mâ'u sevâun: kıraat ile sima' aynı şey­dir hükmü doğrudur. Bu usûl, Peygamberimize (s.a.) çölden gelip, karşılıklı konuşarak din bilgileri alan sahabi Dımânı b. Sa'lebe'nin bilgi alış tarzına dayan­dırılmaktadır. [176]

 

c) İcazet

 

Bu yol, özellikle hadiste ve genel mânada bütün îslâmî ilimlerde kullanılan lisans usûlüdür. Hadisi alan, ilim tahsil eden kişinin bilgi sahibi ve ehil oldu­ğunu, şahıs olarak da doğru ve mutemetliğini ifade eder. Veren ve alan yönünden icazet büyük sorumlu­luk gerektirmektedir. Bu usûl kalbi ilimlerde, tasavvuf ve tarikat yolu diye de adlandırılan konularda; İslâm zühd ve takva hayatında mürebbi olan (irşada sala­hiyetli şeyh ve mürşid) kişilerde de yazılı olarak ilk çağlardanberi verilmesi ve tatbiki titizlikle gözetilen bir yol olmuştur. Saydığımız bütün sahalarda böyle yazılı bir lisansa sahip olmayanın yaptığı irşâd, terbi­ye, hadis ve İslâmi ilimler nakli muteber sayılmamak­tadır.

Ignats Goldziher'in de ifade ettiği gibi, bu usûl îs-lâm ümmetine has bir yoldur .[177]

Bu metoda, ilk iki usûle yetişmek mümkün olma­dığı zamanda baş vurulur. Derece itibarıyla elbette onlardan gendir. İcazetin yaklaşık on türü mevcuttur. Bunları; icazeti verilen malzeme ve icazet verilen şah­sa göre değişmektedir. îcâzet verilen kişi belirli olduğu gibi, belirsiz; hatta bazan ma'dûm (henüz ortada bu­lunmayan) bir kişi de olabilir. îcâzeti verilen kitap ve­ya merviyyât da muayyen ve gayr-i muayyen kısım­larına ayrılabilir. Bu durumda başlıca şu icazet türleri ile karşı karşıyayız demektir.

a) Belirli bir hocanın, belirli talebeye, belirli mal­zemeyi rivayete izin vermesi, veya istinsaha müsâade etmesi: Burada izin veren hocaya teknik tâbir olarak Mucîz adı verilir. Talebe ise, Mustecîz veya el-Mucâzü leh olmaktadır. Rivayetine veya istinsahına izin veri­len malzeme (yani kitap veya hadisin adı ise) el-Mu­câzü bih'tir.

icazet yolu, hadisçilerin ekseriyeti tarafından makbul sayılmakla birlikte, bazılarının itirazlarından da kurtulamamıştır. Bunun sebebi; icazetin, ilim tale­bi için yapılan yolculuklara, yani hoca ile bizzat gö­rüşmeye engel teşkil etmesidir. İcazette kolaylık var­dır. Diğerleri, masraf meşakkat ve yorgunluk istemek­tedir. Zahirîler icazeti kabul etmemektedirler.[178] Burada görüşmeden yapılan icazetler hakkında verilen hükümler ile bizatihi görüşmeyi ve birlikte yazılı ica­zeti ayırmak gerekmektedir. Yaygın görüş, icazetin giyâben verileni ile ilgili bulunmaktadır. Ama bir de; bizzat görüşülerek, okutularak ve senelerce birlikte olarak verilen icazet türleri vardır ki, burada arz ve simâ'da müştereken icazete güç katmaktadır. Hadisçi-lerden bazılarınca aleyhte bulunulan icazet türü, bu olmasa gerektir.

b) Muayyen bir şahsın, yine muayyen bir   şahsa, muayyen olmayan malzemeyi rivayete izin   vermesi. Bu yoldaki rivayet genişliği, şeyhin ileride elde edece­ği veya kaleme alacağı kitap ve hadisleri de   içine al­maktadır. Bu icazet türü diğerinden çok itirazlara yol açmıştır.

c) el-İcâzetü'1-âmme:    Hadisçinin   bütün   müslü-manlara, bundan istifade edebilecek herkese, lâilâhe illallah diyenlere gibi genel ve ihâtalî mânalar ifade eden müsade cümleleri ile icazet verme işlemi. İbn Sa­lâh bunu reddederken, Hatib ve bazı   hadisçiler tec­viz ederler. Mutlak olan bu icazeti âmme yanında, mu-kayyed ve sınırlı olanları da mevcuttur.  [179]Bugün Rusya hudutları içinde kalan pek çok İslâm ülkesinde­ki ulema, geçen asırda   kıt imkânlarla   neşrettikleri eserlerinin kapaklarında böyle bir icazet türüne yer vermiş ve istifadenin genelleşmesi ve ilim silsilesinin devam etmesine yardım etmişlerdir.

d) Muayyen bir şahsın, muayyen bir talebeye ve­ya şahsa, meçhul bir malzemenin icazetle rivayetine müsade etmesi veya   muayyen bir şahsın   muayyen malzemeyi meçhul bir şahsın rivayetine izin vermesi. Bu iki nevi'de birer yön, birer unsur meçhuldür. Birin­cide malzeme, ikincide ise rivayetine izin verilen şa­hıs. Bunlar ayrı ayrı birer icazet çeşidi olarak da dü­şünülmüştür. Aynı madde altında zikredenlere de ras-1 anmaktadır.eî Henüz ortada olmayan bir şahsa, ma'dûm'a, icazet verilmesi. İleride doğacak veya çalışıp hadis öğ­renecek kişilere... gibi, henüz ortada olmayana böyle bir imkân hazırlamak, ekseriyet tarafından meşru gö-rülmemişse de, Hatîb, Ebu Ya'lâ ve benzeri ilim men­supları tarafından bu yol da makbul sayılmıştır. Yine de bu icazet türü sağlam telakki olunmamak tadır.

f) Şeyhin, henüz elde etmediği hadisler için, peşi­nen rivayete izin vermesi: icâzetü mâ'lem yeteham-melhü'ş-şeyh. Suyûti'nin belirttiğine göre;  «Benim naklettiğim hadislerin, sence de sahih telakki olanla­rını rivayete izin verdim» gibi, zimmet ve sorumlulu­ğu karşıdakine de yükleyen ve böylece kontrolü garan­ti altına alman bir tâbir ile, âlimin bu tür bir icazet vermesi geçerli sayılmıştır.

Bunlar dışında daha pek çok, fakat mühim olma­yan icazet türleri mevcuttur. İhtilâf konusu oldukları için burada zikretmemekteyiz.[180] Yazılarak verilen icazetlerin belirli formülleri vardır. Bunlar, kısa - uzun - mensur - manzum olabilmektedirler. [181]

 

d) el-Munâvele

 

Munâvele'de kitap ve benzeri malzemenin, rivaye­te izin verilen kişilere bizzat verilmesi sözkonusu ola­bilmektedir. Münâvele, kelime olarak «elden ele ve­riş»! ifade eder. Münâvele; icazetli ve icâzetsiz olabil­diği için, bu tahammül usûlünde münâvele - icazet iş[182]

 

d) Î'îâmuş-Şeyh

 

«Bunlar benim işittiğim hadislerdir. Benim mes-muâtımdır» tarzında, öğrencisine bilgi verme durumu sözkonusu olduğu hallerde; bu konuşmanın, dolaylı olarak karşıdakine rivayete izin verme anlamına gel­diği kabul edilmiş, bu yol bir nevi tahammül yolu sa­yılmıştır. Görüleceği gibi bu cümlelerde rivayete açık­ça izin yoktur. Fakat bu bile yeterli görülmüştür. Hat­ta bazı bilginler; «bunlar benim mesmuâtımdır, sakin bunları rivayet etme; sana izin vermiyorum» demiş ol­sa bile, bunları rivayet serbesttir demişler,'bu menfi cümleleri de izin yerine kabul etmişlerdir. Burada şey­hin ilmin gizlenmesi mânasına gelen davranışına iti­bar edilmemektedir. Hadis usûl kanunlarına uygun, senedi muntazam Ve diğer şartları tam ise rivayet makbul sayılmaktadır. [183]

 

g) Vasiyyet

 

Bu söz insana çok kere ölümü hatırlatır.   Burada da, ölüm veya bedenen ayrılık; seyahat ve benzeri yer

değiştirmelerden önce, şeyhin kitabını, notlarını, hadis yazılı malzemesini vasiyet ederek belirli kişilere bırak­ması sözkonusudur. Bu, vasiyetle bırakılan hadisler veya kitaplar rivayet edilebilir mi, edilemez mi?., Mu-hammed b. Şîrîn ve Ebu Kılâbe gibi hadis âlimleri, va­siyet hareketini bir nevi izin sayarak onları rivayete müsade ederler. Fakat ekseriyet, vasiyet yolunu kabul etmemektedir. [184]

 

h) el-Vİcâde

 

Vicâde bulmak demektir. Bir talibin, şeyhe ait ki­tap ve benzeri malzemeyi, şeyhin artık yaşamadığı bir dönemde elde etmesi mânasına gelmektedir. Bu, ilim adamlarının asırlar boyu karşılaştıkları yol olmakta­dır. Hadisi bulana Vâcid adı verilir. «Falancanın kendi el yazısı ile hadislerini veya kitabını buldum, baba­mın el yazısı ile yazılmış olarak buldum, dedemin el yazısı ile yazılmış olarak buldum...» gibi sözlerle mal­zemeler; menşe'leri belirtilerek rivayet edıleb lir. Me­selâ Ahmed b. Muhammed b. Hanbel'in Müsned'inde, oğlu Ahmed tarikiyle ve vicâde yoluyla gelen pek çok hadislerin bulunduğu bilinmektedir. Bu nevi hadisle­rin şevkinde şu sözler kullanılmaktadır: «Babamın ki­tabında kendi el yazısı ile şunu buldum; lalan bana tahdis etti ki...» îmam Müslim eserinde bu tür üç ta­ne hadis nakleder. Bu kabil hadislerin rivayetinin ge­çerliliğine karşı yapılan itirazlara verilen cevapla, ay­nı hadislerin mevsuk olarak da rivayetleri bulundu­ğundan, vicâdenin zararsız olduğuna işaret edilmek­tedir. Bazı âlimler vicâdeyi bir rivayet değil bir hikâ­ye yolu olarak kabul eder, ve öylece değerlendirirler.

Bu yolun aleyhinde konuşanlar eksik değldir. A-sırlar boyu, diğer yolların azalması ve bazan imkân­sızlaşması neticesinde âlimler bu yola yönelmeğe mecbur kalmışlardır. Bu zaruret, İbn Salâh ve benzeri hadlsçileri bu işi caiz görmeğe mecbur bırakmıştır. Bugün biz, elimizdeki nüshalarım karşılaştırıp iyi bir metin elde etmek kaydıyla, her âlimin eserine vicâde

ile sahip olma durumundayız. Sağlam bir metin tes-biti büyük ve ehliyetli çalışmalar ister. Bugün, sağlam olmayan metinler üzerinden, vicâde de nazar-ı itibara alınmadan; mânevi bir bağ kurulmadan, akla gelen eserden bilgi alınma yolu devam etmektedir.

Günümüzde kesiksiz devam eden çok nâdir icazet yolları kalmıştır. Onlar vasıtasıyla, bizzat hocalarını görerek; sema' ve arz yoluyla hadis alma artık el ver­memektedir. Bu mümkün olsa bile binlerce, onbinler-ce eserden ancak bir kaçı için bulunabilecek bir im­kân demektir. Bize bu sekiz yolu anlatan Muhammed Tayyib Okiç konuyu şöyle bağlamaktadır: «Görülüyor ki bu metodlardan sema', arz ve icâze yoluyla gelen hadislerle amel etmek (isnadın korekt olması) şartıyla vaciptir. İ'lâm ve vasiyyet yoluyla gelen hadisler için ihtilâf varsa da, en müsbet kanaata göre, bunlar da ay­nı kaideye tâbidir. En çok ihtilâfa yol açan metod, biraz önce izah olunduğu veçhile el-Vicâde'dir.[185]

 

6. İsnâd Ve Nazarî Meseleleri

 

İlimler bölümünde, sensdden ve senede bağlı bazı isnâd meselelerinden, ayrıca bir metod olarak da is-naddan bir nebze bahsettik. Aslında bunlar isnad sis­temi için yeterli değildir. Müstakil olarak ele alınma­ğa değer görülebilecek bir konu olarak, burada isna­dın tüm meselelerini vermek de mümkün olmayacak­tır.

Klasik usûl kitaplarımız, isnâd diye adlandırdığı­mız bu; rivayetin nazari meselelerine çok erken tarih­lerden itibaren temas etmişlerdir. Batıda ve bizde ye­ni sayılabilecek eserlerde bu konular müstakil olarak ele alınmaktadır.[186]İsnadın tarihçesi, türleri, na­zarî meseleleri, müsteşriklerin meseleye bakışı, hadis değerlendirmelerinde senedin durumu gibi pek çok konu, adı geçen eserlerde hep bu başlıklarla verilmiş­tir.

Istılah olarak isnâd; haberi kailine kadar belir­li metodla ulaştırmak diye tanımlanır. Hadislerin baş tarafında yer alan senedde, şahıs isimlerinin peşpeşe dizildiklerini görürüz. Meselâ bir sened zinciri şöyle­dir; Ravh b. Abdülmümin Hüzeli-Yezid b. Zürey'- Sa-id b. Ebu Arûbe - Katâde - Enes b. Mâlik. [187] Yine beş kişilik bir sened zinciri olarak şu misali görebili­riz: Muhammed b. Yahya b. Abdülaziz Yeşkuri - Şâ-zân Abdülaziz b. Osman - Şu'be b. Haccâc - Hişâm b. Zeyd - Enes b. Mâlik . [188]

Sözün sahibine kadar ulaştırılmasında hizmeti geçen râvilerin adlarının belirli edâ lafız ve sigalarıy-la zikredilmesi; yani isnad, diğer milletlere ve dinlere nasip olmamış, İslâm ümmetine has özelliklerden biri olarak tanınır. Büyük hadisçilerin dediği gibi îsnâd dindendir. İsnâd sistemi ve metodu olmasaydı, din ko­nusunda herkes dilediğini dilediği şekilde    naklederdi.[189]

İsnâd, İslâmm zuhurunda temelleri atılan bir ha­rekettir. Sahabedeki araştırma ruh ve zihniyeti, tâbi-ûn ve etbâ'da, bu konuda sistemli faaliyetlerin yapıl­masına; bu işi iyi bilen fertlerin yetişmesine sebep ol­muştur. İsnâd yolunun, tâblûn-ve etbâ' devri ile daha sonraki devrelerdeki ısrarla tatbiki, Resûl-i Ekrem'in (s.a.) sağlığında kendisine ihtiyaç duyulmayan bir haldi. Sözün veya sözlerin sahipleri ortada idiler. Bu­na rağmen sahabenin, işitmedikleri Peygamber sözle­ri konusunda ihtiyat, tesebbüt ve tahkiki, titiz davra­nışı, bugün bile örnekleriyle -bildiğimiz bir husus­tur. [190] İlk önce hadiste tecelli eden isnâd, bilahare bazı diğer ilimlere, hatta şiire ve tarihe kadar yayıl­mıştır.

İsnâd meselesi garplıların dikkatini daha doğru­su tamamı çekmiş ve bazan hadise olan düşmanlıkla­rını, isnada yüklenmek suretiyle izhar etmişlerdir. Bu meseleyi bazı eserlerden etraflıca okumak mümkün­dür. [191]

Hadislerin doğru olup olmadıklarının kontrolüne yardımcılık görevi yapan sened zinciri, günümüzden geriye doğru bakınca; Peygamberimize (s.a.) yaklaş­tıkça kısalmakta, daha açık bir tabirle, şahıslar azal­maktadır. Meselâ; sahabeden Ebu Hureyre (Abdur-rahman b. Sahr) yi ele alalım.   Peygamberimizin hadişlerini nakleden bu zatın, Efendimiz ile arasında çok kez başka bir sahabi bulunmamaktadır. Kendisin­den hadis alan râvileri, yani bu senede bağlı bir zin­ciri takibedelim: Hemmâm b. Münebbih'te durum farklıdır. Arada zaman fasılası vardır, araya bir de şahıs girmiştir: Ebu Hureyre. Bu durumda kısa da ol­sa bir sened teşekkül etmiş sayılır. Bir başka şahıs daha ekleyelim: Abdürrezzak. Şimdi senetteki şahısla­rın sayısı daha da artmıştır.[192]

Bir başka misâl daha ele alarak asırları biraz da­ha uzatalım: Enes b. Mâlik. Enes'ten (r.a.) hadisi du­yan şahıs, ondan bir vasıta ile hadisi alma durumun­da iken, Enes'te vasıta yoktur. Hişâm b. Zeyd, Enes'­ten hadis almış olsun ve bu hadisi Şu'be b. Haccâc'a versin. Peygamberimize kadar uzayan zincirde şahıs adedi üç olmuştur. Şu'be'nin Osman b. Cebele'ye, onun da Şâzân Abdülaziz b. Osman'a hadis verdiğini kabul edelim: Seneddeki şahısların sayısı beşe çıkmış, zaman da hayli uzamış; şahısların 'kontrolü meselesi ise, daha da ihtiyaç duyulan bir konu olmuştur. Bir şahıs daha ekleyelim: Muhammed b. Yahya b. Abdül­aziz Yeşküri. Sened, altı şahısla Peygamberimize var­maktadır. Ve aradaki açıklık daha da artmıştır. [193] Bu misâlleri uzatırsak görürüz ki; meselâ Muhammed b. İsmail Buharî zamanında şahısların adedi 5-10 kişi­ye ulaşacaktır. Bugün, bir öğrenci bir şeyhten icazet almış olsa, mutlaka Resûlüllah  (s.a.)  ile aralarındaki râvi zinciri en az otuz-kırk kişiye varacaktır.

Bu örnekleri şunu anlatmak için verdik; Her yeni şahısla vuku bulan bu uzayıp kısalma, hadisle meşgul olanların sened ile ilgili çalışmalarını artırıp eksilte­cektir. Yani, asr-ı saadetteki sened çalışmaları ve ri­cal bilgileri ile meşguliyet, elbette ki daha sonraki asırlar kadar yüklü değildir.

Hadislerin şifahî nakilden yazılı nakle geçişi, se-nedlerin belirli bir yerde donup kalmasını temin et­miştir. Bugün biz Buharî'den bir hadis    almış olsak, İmam ile aramızdaki râvilerin isimlerini    bilmemek durumu ile karşı   karşıyayız. Aslında   rivayet zinciri durmayıp çalışmıştır. Kitaptan değ'l de   bir üstattan, Buharî'nin eserini okuyalım: Bu zat kendi semâ' sene­dine göre bize icazet versin, o zaman Buharî ile ara­mızdaki zinciri derhal    görürüz ve yazıya    geçişten sonra, şifahî olarak eklenen zincirin mütebaki kısmı­nı anlarız. Bu usûlde bir okuma, artık nâdirleşmiş bu­lunmaktadır. Okumada ve hadis almada   aslolan şüp­hesiz budur. Aynı anane, kıraat ilmlerinde henüz ya­şamaktadır ve sened zincirlerinin uzunluğu   oralarda müşâhade edilebilir.

İsnâd, gününde gereken ilgiyi ve itibarı -görmüş­tür. Ona bağlı ilim dalları teşekkül etmiştir. Acaba bugün için durum nasıldır?. Bugünün ve yarının ha­disle meşgul olması gereken sorumluları, yine aynı işle uğraşacak mıdır, senet eski itibarını yitirmiş mi­dir? Bu sorulara cevap aramak için, senedle meşguli­yetin kısa tarihim görmek faydalı olacaktır.[194]

 

a) İlk Zamanlarda İsnâd

 

Hadis âlimlerinin beyan ettiklerine göre, îslâm toplumunda zuhur eden fitne C dahili kargaşa) ile bir­likte, sened-tarih-kronoloji gibi unsurlar; yani sözle­rin zaman, mekân ve şahıslar vasıtasıyla tescil ve kontrolü işi başlamış veya hızlanmıştır.

İlk hicri asrın yarısı veya son çeyreği hariç tutu­lursa, asr-ı saadeti takibeden bu yakın devrede, râvi takibi hemen hemen yoktur. Sahabedeki ihtiyat ve tenkitleri burada tekrar hatırlayalım. Bu devreyi ta­kibeden yıllarda ve uzun bir müddet; «Bu hadisler dindir, din. Onu kimlerden alıyorsanız bakın, araştı­rın,» düsturu tabiûn ve etbâm hareket noktası olmuş­tur.

Zamanla gelişen çalışmalar, hadislerin senedle alınıp verilişi yanında, senetteki fertlerin araştırılma­sını da gerekli kıldığından; cerh - ta'dil, hadis ricali bilgisi ve bağlı disiplinleri doğmuş, gelişmiş ve mese­leleri sistemleşmiştir. Bu zaman zarfında sened, talip ve şeyhe; okuyucu ve okutucu kimseye yük ve süs olarak görülmemiştir.

Asr-ı saadettenberi, hadisteki bu sened kritiği ya­nında muhteva tenkidi denilen iç tenkid de yapılıyor­du. Yani, manasız bir sözün hadis olarak kabulü diye bir hal mevcut değildi. Bu noktada muhaddisler, hadi­sin Peygamberimize (s.a.) ait olduğunu tesbite daha çok önem veriyorlardı.[195]

 

b) Senetlerin Atılması Ve İhtisar

 

Bu güzel -ananeler zamanla kaybedilmiş, daha doğrusu takibedenler azalmış, bir zaman gelmiş bu araştırmalar, sonuç alındı zannıyla terkedilmiş veya gayet az bir zümrenin takibettiği yol olmuş, hatta se-nedlerde hazif yoluna bile gidlmiştir. Bugün öyle ha­dis kitapları görürüz ki, buralarda sadece sahabinin Cveya, hadis mürsel ise tabiînin) adlarından başka isim mevcut değildir.

Bu durum, mektep kitabı hüviyetini taşıyan ve medreselerde el kitabı olarak tedris edilen eserlerde daha çok görülmektedir. Durum böyle olunca tabiî olarak; cerh-ta'dil, hadis ricali ve bunlara bağlı bilgi­lere muttali olan mütehassıslar, illet bilgilerini bilen âlimler de yetişmez olmuştur. Senedlerin vazifelerini bitirmiş birer hatıra olarak görülmesi, yanlışlığı açık bir değerlendirmedir. Yine ifade edelim ki, koca İslâm dünyasında gösterilebilecek birkaç kişi;" senedi gerek­tiği tarzda değerlendirip, rivayette kullanmakta olan birkaç âlim, bu kaideyi hiç bir zaman çürütecek güçte değildir. Bundan yıllarca önce, Ezher gibi tarihi ve^ şöhreti olan bir müessesede bile senedlerin okutulup okutulmaması münakaşası yapılmıştır.[196]

 

c) Senetle İlgili Vazifeler

 

Bugünün İslâm toplumlarında, hadis tedrisi yapı­lırken sened, ilk asırlardaki canlılıkta okutulmamak-tadır. Zaten, bunca fetretten sonra bunu beklemek de abestir. Fakat şunu belirtelim ki, hadislerde senetlerin atılmaması gerektiği noktasında yeni . bir uyanış da vardır. Yani bugünün bir takım ilim müntesipleri, ha-dislerdeki. senetlerin yine eski ananeye bağlı olarak araştırılmasına taraftardır. Bu müsbet heves yanın­da, esefle kaydedelim ki; hemen hemen, hadis ricali ve cerh ta'dil konularıyla, uğraşan, illetlere vâkıf olan âlimler nâdirdir. Dünya üzerinde gösterilecek bir kaç kişi, bu tesbitleri yalanlamaz. Bunun yanında; ehil bir ağızdan hadis okuma, semâ1 ve arz yoluyla hadis alma, yılların tecrübesi kendisinde biriken bir âlim­den tef eyyüz, imkânları da hayli azalmıştır. Bu yollar tıkandığı gibi diğer bazı hadis dışı İslâmî ilimlerde se-nedleri fantazi olarak gören ve öyle kabul eden bir zihniyet de geliştirilmiştir.

Durumu ana hatlarıyla ortaya koyduktan sonra, çareleri ve vazifelerimizi tesbit edip meseleyi kapata­lım. Bu gün iki şeye şiddetle muhtacız:

a) Tarih içinde tekevvün eden, İslâm kültür hazi­nelerinin ehliyetli ellerde tenkidli baskılarını yapmak,

b) Hadis ilimlerini kendisine ihtisas   konusu ola­rak seçen; sünnet üzerinde çalışma azminde olan, ol­dukça kalabalık bir kadronun teşkili için   yollar ara­mak ve ona tevessül etmek. Bu iki noktayı gerçekleş­tirirken, konumuz olan senedle meşguliyet de elbette

nasibini alacak ve çok kısa sürede şu noktalarda fikir birliği ve müşterek hareket arzusu    gerçekleşecektir:

a) Hadislerdeki senedler    ve senedlerin    tenkidi meselesi, tarihî rolünü tamamlamamıştır.    Henüz se­nedin daha çok vazifesi vardır. Bu çalışmalar her za­man için lüzumludur.

b) Dün olduğu gibi bugün de hadislerin sıhhatle­rinin tesbitinde, en büyük âmil râviler    ve senedler olacaktır.

c) Sened süs değildir. Dinimizin temellerini kont­rol aracıdır. Ehil kişilerin yetiştirilmesi ve ilk asırlar­daki canlılıkla meselenin üzerine gidilmesi şarttır.

d) Günümüzde   ve    gelecekte,    dinimizin   ikinci kaynağı olan sünnete yönelecek saldırılar,    senedler-deki şahısları hedef alacak, bunun müdafası ise aynı usûlde mümkün olacaktır.[197]

 

7. Âlî Ve Nazil İsnad Türleri

 

İsnadın değerini ve İslâm ilimlerindeki yerini bir nebze gördükten sonra, isnada bağlı bir meseleye; âlî ve nazil isnada ait bazı bilgiler vermek faydalı ola­caktır. İsnadın en sağlamı (esahhu'l-esânîd) konusu, çeşitli fikirlerin ileri sürüldüğü bir konu olduğu için ve pratikte pek az faydası olacağı için ona teması uy­gun görmedik.

Âlî isnad deyimi ile şu mana kastedilmektedir: Manen veya maddeten haberin kaynağına olan ya­kınlık. Uzak bile olsa, haberlerin en sağlam olan yer­lerden alınması ve bunun özel olarak araştırılması.» Âlî isnâd talep etmek bir nevi tahkik, doğru olana kavuşma isteği ve arzusudur. Bunun çeşitli yolları mevcuttur. İçlerinde en meşhur birkaç tanesini şöyle sıralamak âdet olmuştur: Hadisi, onu en mükemmel bilen bir ilim adamından almak, haberin kaynağına en yakın olan ve en mükemmel biçimde duyup anla­yabilen kişilere baş vurmak, mümkün ise bizzat habe­rin kaynağına inip meseleyi kendisinden sormak. Bu yollar güçlü ve âlî bir isnâd için geçerli olan yollardan bir kaçıdır.

Bu konuyu işlerken ilim adamları, Peygamberi­mize s.a. Hicaz çöl köylerinden (bâdiyeden) gelen ve bizzat kendileriyle belki de nazik olmayan bir üslûp içinde konuşmaktan çekinmeyen sahabilerin muhaverelerini örnek verirler. Yine bu bilginler, se­ned zincirindeki şahısların az olmasına rağmen, bazı sebeblerle âlî olamayan isnadlara da örnekler verir­ler. Buradan anlıyoruz ki, şahıs azlığı her zaman âlî isnâd vermemektedir [198]Fakat şu bir gerçektir: Şartlar uygun olduğu takdirde, senetlerdeki şahısla­rın azlığı, isnâdnı âlî olmasını doğuran sebeblerden biridir.

İşini sağlama bağlama arzusu, kişileri bazan bi­lip duydukları haberleri daha yakından-, daha ehliyet­li ağızlardan; teknik deyimi ile daha âli isnadlardan alma durumuna teşvik etmiş, onları ilim   talebi için seyahatlere yöneltmiştir. Tahkik arzusu, ilimde doğ­ruya yaklaşma gibi rivayetleri almada da en doğru­yu, en az şahısla; en az kayıpla tesbit isteğinden kay­naklanın aktadır.

Aslında bizler, günlük hayatımızda aynı yolu ta­kip ederiz. Bir tacir, imkân bulursa malı ilk elden al­mak ister, bu onun, doğrudan kaynağı, yani hadisteki âlî isnadı araması demektir. Mal iki-üç el değiştirince nasıl fiat artarsa, haberlerin naklinde de, yanılmalar; eksilme ve fazlalanmalar ihtimal de olsa söz konusu olabilir.

Elde asıl kaynak varken, nasıl referanslarda ve dipnotlarda, ikinci ve üçüncü el makbul görülmezse, hadiste de âlî isnâd değerlerine daima tercih edilir. Âlî ve nazil bilgisinin daha pek çok yan meseleleri vardır. Fakat bu kadar temas yeterlidir.[199]

 

8. Lafız Ve Mâna Rivayeti

 

Peygamberimizden gelen haberlerin lafız veya mâna olarak rivayeti onlarla amel meselesinde, bazan tesirli olmuşsa da genellikle, Peygamberimizin (s.a.) kasdımn anlatılması yeterli görülmüştür. Bilindiği gi­bi, hadisler için «yüzbinler» rakam olarak verilir. As­lında bu yüzbinlerle ifade olunan rakam, tekrarları; bazan bir haberin birkaç yüz yerde ve kaynakta ayrı ayrı yazım ve tesbitini gerektirir. «Bir insan yirmi beş yıla yakın bir zaman içinde bu kadar konuşamaz» gibi.bir ölçüyü, zaman zaman itiraz sadedinde duyarız. Peygamberimize isnâd olunan ve sayılan   yüzbinlere ulaşan   rivayetler, 8-10 binlik   rakama   indirilebilir. Bunlar da konu başlığı olarak birkaç   bin mesele­den ibaret kalır.

Birkaç bin meseleye temas eden; Peygamber, sa-habî ve tabiî sözleri, daha sonraki nesillere acaba on­ların kullandıkları lafızlarla mı nakledilmiştir, yok­sa, mâna aynı kalmak üzere, nakledenlerin kendi söz­leri de orada mevcut mudur?. Lafız ve mâna rivayeti konusunda, çözümü gereken problem bu olmuştur. Soruyu şöylece de scrabiliriz; Bazan sayfalar dolusuuzayabilen, bazan çok kısa olan bu hadisleri akılda tutmada, her hafıza belirli bir sadâkat gösterip vazife yapabilir mi?

İnsan hafızasının gücü, günümüz ilimleri için ar­tık meçhul değildir. Bir hafıza - hasta olmamak kay­dıyla - gerekli ilgiyi duymak şartıyla; aynen, duydu­ğu bir haberi ve bir bilgiyi nakledebilir. Cemiyetlerde herkesin hafızası aynı güçte değildir. Bunun yanında uzun konuşmalarda aynı hassasiyetin korunabileceği­ni de zannetmiyoruz.

Yine ilim bakımından kabul edilen bir diğer hu­sus mevcuttur: Bazı vak'alarda ferdler umulmadık bir güçle ve bir alâka ile, kısa zamanda, büyük bir söz topluluğunu ezber yapabilir. Az da raslansa, bazı insanların hafızaları, yıllar boyu belleğindekini boz­madan saklayabilir. Bütün bunları şunun için belirt­mekteyiz: Çok temiz hafızalar, şehrin ve medeniyetin dağdağasına bulaşmamış zihinler, hele bir de din ve iman sözkonusu olmuş ise, kendilerine   bağlandıkları

kişilerin sözlerini   candan bir ilgi ile   dinleyebilirler,

benimseyebilirler. Nitekim sahabe; hafızaları, lisan selikaları temiz olan o cevval insanlar; Peygamberi­mizin kendilerine hayat veren beyanlarını aşırı bir ilgi ile dinliyor ve kısa sözlerini aynen, uzunlarını da mâna olarak kendilerine malediyorlardı; Uzun söz topluluklarında, mânayı bozmadan bazı tasarruflarla nakil işi sonraları da caiz görülen bir husus olmuştur. Sahabenin söz belleme ve nakletme durumunun böy­le olduğunu, hadislerdeki ifade ve lafız -farklarından anlamaktayız. Peygamberimizin (s.a.J bir meseleyi de­ğişik ifadelerle anlattığı ve açıkladığı da oluyordu. Fakat, rivayet farklarını bununla izah yeterli değil­dir; şüphesiz râvinin, sözler üzerinde tesirleri vardır.

İlim adamları, rivayette tutulacak yol konusunda farklı kanaatlere sahiptir. Haberlerin duyulan keli­melerle veya, mânayı bozmayan değişik ifadelerle nakledüebilmesi konusundaki değişik görüşlerini şöy­lece toparlamak mümkündür:

a) Kelime değiştirmek, cümlelerin   parçalarını öne ve sona almak; mânayı bozmadan   takdim ve te­hir yapmak, eksik ve fazla nakletmek    anlamlarına. gelebilecek şahsi tasarrufta bulunmayı caiz görmeyen görüş.

b) Bu yasaklan sadece Peygamberimizin sözleri­ne uygulayıp, sahabe ve tâbiûn sözlerine   uygulama­yan; o sözlerin naklinde bu   işlemlere müsade eden fikir.

c) Birinci bölümde    saydığımız bütün    işlemleri (kelime değiştirme, takdim tehir vs.) mâna bozulmama şartıyla caiz gören görüş .[200]

Sahabeden Abdullah b. Ömer ve Ebu Ümâmâ gi­bi zatlar, duyulan sözlerle nakli gerekli görüyorlardı. Çünkü bir hadiste, Peygamberimizin sözlerini nakle­den öğülürken; «işittiği şekilde nakleden* Ckemâ se-mia) kaydı mevcuttur. [201] Bunun aksini savunan sahabiler de, lafızları aynen korumanın zorluğunu ve mesuliyeti! bir iş olduğunu belirterek ondan çekini­yordu. Meselâ kaynakların belirttiğine göre Zeyd b. Erkam böyle bir zât idi.

Birinci guruba mensup râviler, doğrusunu bilse­ler bile yapılan yanlış nakildeki lahinleri ve tash fleri düzeltmez; aynen yanlış olarak nakleder, bu nakil is­terse fasih dile uygun düşmesin bunu yaparlardı. Çünkü onlara göre «aynen nakil bir emâneti aynen muhafaza» demekti.

İkinci gurup âlimler arasında Mâlik b. Enes misâl olarak zikredilmekte ve onun bir soruya verdiği ce­vap, bu fikrine kaynak gösterilmektedir. Belirtildiğine göre İmam Mâlik Eşheb'.n bir sorusuna şu cevabı ver­miştir: «Bu tür tasarrufları Hz. Peygamber'in sözlerin­de uygun görmem. Fakat başkalarına ait sözlerde yapmada bir beis yoktur. Yalnız mâna, her iki ifade­de de aynı kalmalıdır. «Diğer taraftan İbn Sirin'in şu sözlerine muttali olmaktayız: «On kişiden hadis dinle­dim, hadis aldım. Her biri mâna aynı kalmak üzere değişik lafızlar kullanıyorlardı. [202]Mücâhid; «Ha­diste eksik rivayet et, fakat ilâve yapma» demektedir. Mesnetsiz fazlalığa müsade etmeyen bu âlim, yanlış ve fakat fazla nakil yerine eksik ve fakat doğru nakli yeğ tutmaktadır.

Şu nokta ortaya çıkmaktadır: Herkesin endişesi Peygamberimizin ağzından, ona demediğini isnâd et­memek. Kaçınılan nokta da budur. Yoksa, ekseriyet; insan için lüzumlu kolaylığa ve hafızanın gerektirdi­ği tasarrufa zaten müsade etmiştir. [203]

 

9. İ'tibar Müessesesi

 

Hadisler birbirlerini destekleyip güçlendirebilir. Yalnız kalmış bir hadisin, yalnızlığını bazı usûl çalış­malarıyla, giderip, hadisi güçlü kılmak ve dolayısıyla kendisiyle amelde işbirliği yapmak mümkündür. Bu­nun için hadislerin kaynaklarının araştırılması ve bir nesep zinciri ve nesep şeceresi bütünlüğünde, onu du­yan ve nakleden silsileyi takip zaruridir. Benzerleri veya başka nakledenleri olmayan hadislere, az tanın­dıkları için ferd ve ğarib hadisler adı verilir. Bu isim­lere, şüyu ve râvi sayısı bakımından yapılmış bölümlemelerde raslarız. Sened zincirinin herhangi bir nok­tasında râvi tek kalmış olabilmektedir. Bu durumda râvi teferrüd etmiştir. Ferdin de kendine göre kısımla­rı vardır.

îşte böyle ferd bir hadisin, daha güçlenmesini sağlamak gayesiyle yukarıdaki nesiller içindeki arka,-daşları aranır. Rivayet zincirinin bir yukarı halkasm-daki akranlar ve ders arkadaşları, ortak râviler bu­lunmağa çalışılır. Buna sebr adı verilmektedir. Başka tarîklerin; dal budak salan yelpazedeki diğer unsurla­rın bulunması, şematik olarak tesbiti işi hayli kolay­laştırır. Bu arama tarama işine i'tlbâr ve başka adlar da verilir. Gaye, bir nesilde ferd kalan bu haberin; yaygın olduğu devrelerini bulup o devreler yardımıy­la eski gücüne ıttıla peyda etmek. Hadis musannefatı içine serpiştirilmiş durumdaki diğer rivayetlerin a-ranması, fihrist ve indekslerin olmadığı çağlar için hayli güç ve' maharet isteyen bir hizmet olmaktadır. Bulunan hadisler; mütâbi' ve şâhld adlarıyla anılırlar. Artık hadisi güçlendiren tarîkler var demektir. Tefer-rüdün çşşitli sebebleri vardır. Bazan istek dışı olarak bir haber, çok yaygın bir haber, belirli bir çağda şöh­retini kaybeder, sonradan gün yüzüne çıkabilir.

Bir şema yapıldığı takdirde görüleceği gibi râvi­ler, her çağda tabaka tabaka bulunurlar, Bir muhad-disten bir hadisin 15 kişi tarafından dinlendiğini dü­şünelim. Bu ismin altına onbeş tane ayrı yol açmak gerekecektir. Onun- da her birinin beşer râvisi olsa, ikinci nesilde şecere daha da salkım saçak bir du­rum arzeder. Bu yetmişbeş kişinin naklettiği hadis aşağıdaki çağlarda,    teferrüde mâruz    kalsa; önce o çağlarda, daha sonra da, yetmiş beş ve onbeş kişilik nesillerde ve tabakalarda aranacaktır. Bunu biz araş­tırma sonunda bulabiliriz. Hadisin önce yetmişbeşlik, sonra da onbeşlik bir mütâbi' ve şâhidler silsilesine sahip- olduğu; ancak yılların arasından, birikimi kal­dırmak suretiyle bakılınca görülür. Araştırma yapıl­mazsa hadis yine ferd ve garip olarak kalmağa de­vam eder.

Bütün bu zahmetlere hadisin amel haline ifrağı; tatbikat haline konulması, pratiğe dökülmesi 'için baş vururuz. Ferd olarak kaldığı takdirde, bir kültür ve din meselesi kaybı sözkonusu olmadansa, büyük araş­tırmalarla meselenin aslına nüfuz etmeyi âlimler da­ha doğru bir yol olarak görmüşlerdir.

İ'tibar, mütâbeât ve şevâhid konusunun, mesele­lerine dalmak istemiyoruz. Şurasını . belirtelim: Aslı olmayan bir haberin, bir çağda garip kalması, sonra­ki araştırmalarla yukarı nesillerde şâhidler bulunma­sı; çok şöhretli olduğu yılların tesbiti, yalan haberi güçlü kılmamaktadır. Bilginlerin verdikleri örnekler, doğrular ve iftira olmayan hadisler için geçerlidir.[204]

 

10. Yazı Kaideleri Ve Düzeltme Yollan

 

İslâm ülkelerinde, matbaanın icadına kadar, ve hatta ondan biraz sonraki devrelerde yazmalar (mah-tûtât), ilim nakil   araçları idi. Bugün   kullandığımız kağıttan çok daha güzel ve ömürlü kağıtlara, çok da­ha güzel mürekkeplerle yazılmış bu malzeme, binler­ce yıldanberi kütüphanelerimizde ilim adamlarının hizmetini görmektedir.

İşte bu devrede yazılan malzemenin bir kısmı da hadislerdir. Genel kaide halini almış bazı noktalama ve hat usûlleri, daha sonradan tekâmül etmiş ve bu­günkü şeklini almıştır. Her asırda ve her coğrafyada, bu işaretlerin farklı kullanımı olmuştur. Bugün, Kur1-an-ı Kerim ve benzeri harekeli yazılan metinlerdeki noktalama ve işaretleme, en mütekâmil şekline ulaş­mıştır. Bu tekâmülün seyrini, hicretin muhtelif asırla­rında ve değişik İslâm coğrafyasında yazılmış eserler­de takibetmek mümkündür. Oralarda göreceğimiz, bugün için bir mâna veremediğimiz işaretler acaba neler ifade ederler?

İlk usûl yazarlarından Râmehurmuzî, kitabının son bahislerinde bazı yazı kaidelerinden bahseder. Ondan sonra gelen usûlcülerde bu pek yoktur. İmlâ ve istimlâ kitapları bu hükmün dışında yer almakta­dır.

Râmehurmuzî'nin ilk konusu, «el-kavl fî takvi-mi'l-lahn ve ıslâhi'1-hata» dır. Burada; yazıda yapıla­bilecek hat yanlışlıklarının düzeltilerek hataların tas­hihi üzerinde durmaktadır. Öğrendiğimize göre Şa'bi isimli hadisçi ve Evza'ı adlı mezhep imamı; hadislerde yapılan hat yanlışlarının tashihini mahzursuz gör­mektedirler. Bu yanlış dil yanlışı da, hüküm yanlışı-da olsa aynıdır. Hanımâd'm, «Benim kitabımda Kata-de'den yaptığım rivayetlerde yanlışım varsa düzelti­niz; çünkü Katâde, hadiste lahn yapmazdı»    sözü bu bilgiler arasında nakledilmektedir. Yazı hatalarında hakk (kazıma) sözü geçmektedir. Bunlar harf ve keli­melerde olduğu gibi i'rabta da olmaktadır. Merfu bir kelimenin mansup, mansubun ise mecrur yapıldığı bir durumun tashihine ve başkalarına ait örnekler vardır.[205]

Ramehurmüzî, hadiste ve yazıda yapılan düzelt­melerin aleyhinde bulunanların sözlerine itimad ge­rekmediğini de savunur. [206]

Hakk (kazıma) dışında; yalamak, ıslak bir bezle metni silmek ve yazıyı yıkamak [207]hep düzeltme yollandır. Fakat bunlar içinde en güzel karşılanan; yanlışın altta görülmesini sağlayacak tarzda onu bı­rakıp, üzerine ince bir iptal çizgisi çekmektir. Böyle metinleri biz gördüğümüzde hattat tam olarak üstü­nü çizmemiş zannma kapılırız. Halbuki burada itima­dı temin için; okuyucunun alttaki yazıyı okumasına izin verilmiştir. Çünkü, bunun yerine yapılacak olan; kazıntı, silinti ve yalama, bazı durumlarda itimatsızlı­ğı ve töhmeti celbedecektir. Nitekim yazmaların ilk sayfaları, asırlar boyunca göz nuru dökülen bütün yazıların; sahteliği örtmek için yapılmış silinti ve ka-zmtılanyla doludur. Onların altına nüfuz mümkün ol­sa acaba bize neler açıklayacaklardır kimbilir?

Ebu Hafs Ömer Meyâncî Iahnin tashih usûllerini anlatırken; «sayfa kenarına çıkmadan, düzeltme ya­pıldığına dair işaretler koyma işlemlerinden» söz eder.[208] Onun belirttiğine göre düzeltmelerde en güzel yol; düzeltmenin yapıldığını belirten bir açıkla­ma cümlesiyle kenara çıkılarak yapılan tashihtir. Söz-konusu çizgi çekme işlemine de, darb adı verilmekte­dir.

Hadisler, aynı bâb altında bazan bir veya birden çok senetle verilme durumunda kalınmıştır. Müslim b. Haccac Kuşeyri'de bu çok görülür. Bu durumda bil­ginler, senedleri ayrı olan müşterek metni vermeden önce, her senedin bitiminde bir hâ harfi koymayı ter­cih ederler. Bununla tahvil mânası kastedilir ve yeni bir senedin sevkedileceği anlatılmış olur. Bir takım bilginler, okuma esnasında bu harfin sessiz geçilece­ği, diğerleri ise sadece «hâ» denileceği görüşündedir­ler.

Yazıyla ilgili bir başka işaret, hadislerin bitimin­de konulması âdet olan bir işarettir. Nasıl Kur'an âyetlerinin bitiminde; gül, çiçek veya bir dâire yapılır. Aynen onun gibi bir işaret burada da sözkonusudur. Bunun içi bazan boş bazan dolu olur. Bazı yazarlar da hadis bitiminde yatay bir çizgi kullanır. Küçük dai­relerin içi boş bırakılması durumunda, nüshalar asil-larıyla karşılaştırıldıkça, daire içine çizgiler ve işaret­ler konur,, sayfa kenarlarına da mukabele ve tashih kayıtları düşülür.

Râmehurmuzî'nin   belirttiğine   göre, hadiste   bir kelime yanlış yazıldığı vakit onun hakkedilmesi veya darbedümesi; bıçak veya benzeri bir âletle kazınması, üzerine bir ibtal çizgisinin çekilmesi [209]töhmeti gerektiren hususlardır. Yapılacak iş; alttaki bozuk yazı okunacak tarzda kelimenin üstüne ince ve temiz bir çizgi çekmekten ibarettir. [210]

Haşiye veya hamiş çıkmak, satır içinde haşiyeye işaret eden bir çizgi kullanmak da bir tashih türüdür. Bu durumda, hattatların tırnak dedikleri [211]işare­tin biraz daha uzuncası, eğri tarafı haşiyedeki yan­lışı ve düzeltmeyi gösterecek tarzda çekilir. Bilhassa kelime atlandığında bu usûle baş vurulur. Okuyucu belirli bir yerde böyle bir işaret görünce, yukarıdan çekilen böyle bir çizgi kendisini haşiyeye bakmağa zorlar. Orada doğru ve tam olan yazılmıştır. Böyle du­rumlarda bir «sah» kelimesi eklemek de âdettir. [212]

el-Muhaddisu'I-fâ-sil müellifi, mükerrer yazılan harf ve kelimeler konusuna da temas eder. Bu nevi bir yanlışın düzeltilmesinde iki yol vardır: Bir görüşe göre mükerrer yazılan kelimenin ikincisi silinmeli ve­ya iptal edilmelidir. Çünkü birinci kelime doğru, ikincisi ise yanlıştır. İkinci görüşe göre, ilk kelimenin silinmesi veya iptali daha uygundur.[213]

Hareke ve noktalama; en-Naktu ve'ş-şekl, ilk çağ-lardanberi bilinen ve uygulanan bir husustur. Hatta, Dr. Muhammed Hamidullah'm belirttiğine göre, Ye­men ve Güney Arabistan kazılarından elde edilen malzemede, iptidaî mânada raks, nakt ve şekl mev­cuttur[214] Ebu Muhammed'in belirttiğine göre bu işlem; bilhassa anlaşılmasında ve okunmasında; müş-kilât çekilen isimlerin harekelenmesi için hizmet gö­rür. Bu konuda; «anlaşılması müşkil- kelimeler ve isimler harekelenir» inemâ yüşekkelü mâ yüşkel kai­desi konulmuştur. Makul olan da budur.

Yazı kaidelerinin en güzel sergisi yazmalarda gö­rülür. Böyle bir «eserler topluluğu» üzerinde yapıla­cak çalışmada tashih; kayıtları, noktalama ve hareke­leme, tahvil işaretleri, yazıyı bozmadan yapılan iptal çizgileri, tırnak ucuna benzer, yukarıdan çevrilmiş yarım daireler, kenarlardaki mukabele kayıtları, ba-zan günlük okunan ders miktarları, eserin baş veya son tarafındaki semâ' kayıtları, el değ'ştirmelerde ya­zılan temellük kayıtları ve özel mühürler; bir hazine değerindeki bu malzeme rahatça amelî olarak görü­lür.

Romen   rakamlarıyla   diğerlerinden   ayırdığımız bu dört bölüm, usûl kitaplarımızın temas ettikleri pek çok konuyu kısa da olsa sunma gayesiyle kaleme alın­mıştır. Burada zikredilmesi ve incelenmesi gereken pek çok usûl konusu daha mevcuttur. Ne var ki, hac­mi belirli olan ve daha çok lise üstü bir tahsil seviye­sinde olup, İslâmî ilimlerle ihtisas ölçüsünde teması olmayan okuyucu çoğunluğuna hitap edecek böyle bir çalışmada onların ele alınmaması normal karşıla­nabilir.

Yine bir takım konular daha mevcuttur ki bun­lar, kısmen tarihçe bölümünde yer almış bulunmak­tadır.

Buradan itibaren, daha çok son asırlarda, veya günümüzde yazılan genel hadis kültürü kitapları ile, bazı usûl kitaplarında yer alan konuları göreceğiz. Bu konulan biz, «Yeni meseleler» başlığı altında top­lamış bulunmaktayız. Arap dilinin hadisle olan ilişki­leri, hadislerin muhteva ve getirdikleri ahkâma itimat günlük çağdaş (modern) hayatın hadisler karşısında­ki durumu; hadislerin çağımızda tatbik edilip edile­meyecekleri gibi konular bu bölümün ana bahisleri­dir.

Bilindiği gibi, hadis ve sünnet; sadece dost çevre ve fikirlerle karşılaşmamış, tarih boyunca kendisine dost olmayan, veya düşman olan fikir, gurup ve tatbi­kata da hedef ve muhatap olmuştur. Hadise dost ol­mayan fikirler başlığı ile bu guruplara bir nebze te­mas ettik. Günlük hayatımızda bilhassa son yolların aktüel konusu olan bu nokta üzerinde daha da dur­mak gerekmektedir.

Oryantalistler diye de adlandırılan ve    yüzlerce yıl öncesinden itibaren, İslâm ilim ve kurumlarını in­celeyen insanların hadisle olan ilgilerine az da olsa değindik. Bu çalışmalar karşısında almamız gereken tavıra işaret ettik. Hadisin ve Peygamberimizin dini-mizdeki değeri ve yeri beşinci bahsin son konusu ol­maktadır.[215]

 

V, YENî MESELELER

 

«Yeni meseleler» başlığı altında inceleyeceğimiz konuların içinde başka ilim dallarında, asırlar önce münakaşa edildiğine şahit olduğumuz bazılarını bul­mak mümkündür. Fakat bir kısmı daha vardır ki on­lar, son yüzyılın meselesidir. Evvelce defalarca tek­rarladığım gibi, her çağın, hadis ilimlerine armağanı olan konular hiç eksilmeyecektir. îlerde küçük bir ba­his olarak ilginizi çekeceğimiz «modern elektronik ci­hazlar ve onlardan îslâmî araştırmalarda yararlan­ma» konusu işte böyle bir konudur. Bunları çoğalt­mak mümkündür.

Bütün bu yeniliklerin, bir müddet için hadis bün­yesine girmesi; zamanla çıkması, veya ilgi çekerek orada tutunması mukadderdir. İlim adamlarına dü­şen, mensup oldukları bilgi dalının diriliğini devam ettirecek; ona güç katacak yeni metodlar ve bilgi im­kânlarını araştırmaktır. Bu itibarla, beşinci bölümde­ki bazı bahislere böyle «emanet» nazarı ile de bakabi­liriz. Mütehassıs kişilerin yol gösterici irşadları, ilim­de daima yanlışlıkların ve hataların düzeltilmesini; ilmin ikmâlini, faydalanmanın yaygınlaştırılmasını do­ğuracaktır.[216]

 

1. Arap Dil Ve Edebiyatının Hadisle İlgisi

 

Çağdaş hadis yazarlarından Lübnan Üniversitesi Öğretim üyesi Dr. Subhi Salih, açtığı iki ayrı bölüm­de; «Hadisin edebiyat ilimlerine tesiri» ile «Dil ve gra­merde hadisle ihticâc» konusunu işler. Edebi ilimlerin hadisin gölgesinde doğuşu, hadisin dübilgisine tesiri, şiirde isnâd kullanımı, edebi bilgilere hadisin tesiri gibi yan başlıklara ayrılan ilk konu, daha ziyade dil ve edebiyat ilgililerinin alâkadar olacakları konular­dır. Biz «hadisle istişhâd ve hadisle dilde ihticâc» ko­nusunu, hadisin lafzi değeri açısından mühim gördü­ğümüz için, kısa bir bölüm halinde burada sözkonusu etmeyi arzuladık.[217]

İslâmm iki ana kaynağı; Kur'an-ı Kerim ile ha­disler, Arapçanın kelime yapısına, cümle yapısına, gramerine ve edebi sanatlarına tesir etmiş; yüzyıllar boyunca dilin yozlaşmasını önlemiş, zenginleşmesini sağlamıştır. Bu husus üzerinde dil bilginlerinin görüş birlikleri mevcuttur. Kur'an ve hadisin Arap dil ve gramerinde ölçü, şâhid ve delil olabilmesi konusunda, hadisin aleyhine bazı görüş ayrılıkları vardır. Bir ta­kım ilim adamları ve dilciler, Arap dil ve dübilgisinde hadisleri şâhid göstermenin    doğruluğunu    savunurken, diğerleri aksi görüşü belirtmişlerdir. Burada ihti­lâfa sebep olan nokta iki tanedir:

a) Hadislerin lafız olarak nakli    yanında, mâna olarak nakli de olmuştur. Kısa sözlü hadisler   dışında, mâna nakli daha çoktur. Bu durumda,   hadislerin la­fızları Peygamberimize ait olmayacağı için;  «lafız ve söyleyiş biçimi olarak, kalıp halinde onun dilde nahiv ve sarf örneği ve şahidi olarak   gösterilmesi», yanlış­lıklara sebebiyet verecektir. Çünkü, sözün lafız olarak Peygamberimize ait olmaması sözkonusu   olabilecek­tir.

Bilindiği gibi, hadislerin Arap olmayanlar tara­fından nakli de vâriddir. Bu durumda, adı geçen ırk­ların Arapçaları, dil gibi hassas bir konada delil sa­yılmamıştır. Burada geçen; ihticâc, istişhâd, delil, şâ-hid kelime ve deyimleri, belirli bir. yerde, adı geçen hadisin yol gösterici güçlü bir örnek ve delil olarak kullanılması demektir. Meselâ dilci; bu böyle söylene­bilir; çünkü dilde seçkin yeri olan, fasih ve beliğ insan Hz. Peygamber, böyle söylemiştir demişse, o noktada hadisle istişhâd etmiş olmaktadır.

b) İkinci mahzur ise şudur:  Dil    çalışmalarında üstün mevkileri olan bazı Mısırlı bilginlerin, hadisle­ri delil ve şâhid olarak kullanmayışları. Görüldüğü gi­bi bu mazeret ilmî olmaktan uzaktır.    Çünkü bunun aksi; «Mısırlılar kullanmıştır, öyleyse   hadisle ihticâc doğrudur» şeklinde bir düşünce tarzını   gerektirir ki, ilimde böyle bir ölçü yoktur. Yani «Mısırlı böyle yaptı öyleyse doğrudur» diye bir mantık sistemi yoktur.

Hadisleri dilde örnek ve hüccet olarak kullanan­ların da varlığından söz etmeliyiz. Dr.    Mustafa Ah-

med Zerkâ meseleyi tafsilâta tâbi tutarak güzel bir icmal verir; onun belirttiğine göre, altı çeşit hadis vardır ki, onlar dilde örnek olarak kullanılmış ve ilim adamlarınca bu uygulama benimsenmiştir. Bu altı çeşit hadis şunlardır:

a) Edebiyat ve dil bilginlerince,    Peygamberimi­zin Arap dilindeki üstün mevkiini    göstermek üzere ileri sürülen cevâmiu'l-kelim diye    adlandırılan; «ha­miye 1-vatîs, mâte hatfe    enfih, ez-zulmü   zulumâtün yevme'l-kıyâmeh, inne mine'l-beyâni le-sihran...» gibi güçlü sözleri.

b) İbâdetlerde okunmasını    emrettikleri ve lafız olarak müteakip nesillere değiştirilmeden   nakledilen dua ölçüsündeki hadis-i şerifleri.

c) Peygamberimizin, özellikle her    kabilenin ko­nuştuğu lehçeler ile vukubulmuş konuşma   örnekleri. Arap yarımadasının belirli mıntıkalarından    gelenle­rin ağız ve şivesine riâyet ederek yaptıkları konuşma­larda geçen sözleri.

d) Ayrı ayrı   bölgelerden derlenen,   ayrı tarikler­den ve sened zincirlerinden değişik zamanlarda nak­ledilen, fakat lafızları birbirine uyan hadisler.

e) Irk bakımından saf Arap olan ve dil yönü güç­lü muhaddisler tarafından toplanan    mecmualardaki ifadeler. Bu gurup âlimler arasında;    Mâlik b. Enes, Abdülmelik b. Cüreyc ve İmam Şafiî'nin isimleri geç­mektedir.

f) îbn Şîrîn, Kasım b. Muhammed, Raca b. Hay-ve, Ali b. Medîni... gibi, teknik yönden, «mâna olarak hadis nakline müsade etmeyen âlimlerin   topladıkları bilinen hadisler».

Diğer taraftan gramer yönünden, Hz. Ali'nin gûnüne kadar vardırılan çalışmalarda söz dizimi ve ifa­de farklılıkları bakımından hadisler birer kalıp ola­rak ele alınmış, bazan o kalıplara göre dil kanunları türetilmiş ve hadis müsbet görev yapmıştır. Konuyu Subhi Salih'ten birkaç nakille bitirelim:

«Muhaddislerin, senedleri rivayet ederken göster­dikleri fevkalâde dikkatin yanında, metinleri rivayet ederken gözönünde bulundurdukları bu ölçüler bize kesin surette göstermektedir ki, mütekaddim lugatçı-lardan ve nahivcilerden hadisle ihticâcı menedenler, hadis merviyyâtının, halis Arap olan yüce Peygambe­rin sözleri olduğu hususunda insana itimat telkin et­mediğini söylemekle pek büyük bir hata işlemişlerdir. Hadisle ihticâca mâni olanlar, ihticâca cevaz veren­ler gibi, şunu iyice anlamış oldular ki, nahivcilerin ve lugatçılann ihticâc ettiği bütün Arap kelâmında, ha­dis rivayetinde gösterilen zabt, dikkat ve araştırma­nın asgarisi dahi mevcut değildir.[218]

«Kuvvetle tahmin ediyorum ki Sa'îd Efğânî'nin dediği gibi mütekaddim âlimlerden hadisi şâhid ola­rak kullanmayanlar, hadis âlimlerinin gerek rivayet ve gerekse dirayet bakımından verdikleri meyvenin halk arasında revaç bulduğu zamanda gelselerdi, Kur'an-ı Kerim'den sonra elbette yalnız hadisle ihti­câc ederlerdi. Hadis ilminin hassas ölçülerine vurul­duğu zaman, haklarında birçok şüphelerin uyanacağı şiirlere ve haberlere hiç iltifat, etmezlerdi. [219]

 

2. Hadislere Ve Muhtevalarına İtimat

 

Hadislere bir takım düşman ellerin karıştığı tari-hen sabit bir husustur. Bu durum, birçok karışıklık­ların doğmasına sebeb olmuştur. En-büyük zarar da hadislere itimat meselesi'n de ortaya çıkmıştır. Hadis­lerin islâm âlimlerinin çoğunluğunda uyandırdığı inandırıcı vasıf, bazılarında teşekkül etmemiş; hadise şu veya bu sebeble itiraz'eden zümreler doğmuştur. Dış görünüş bakımından, ileri sürülen sebeblerin ma­sum olanları yanında; asıl yüzünü gizleyen ve peşin olarak hadisi mahkum edenleri de mevcuttur.

Topyekün hadislere itimat konusunda üç görüşün varlığından söz edilmektedir:

a) Hadisleri, sahih veya zayıf şeklinde    bir böl­meye tâbi tutmadan toptan hepsini inkâr yolu. Bu du­rumda, iddia sah.plerine göre İslâm dininin tek kay­nağı Kur'an-ı Kerim olmaktadır.

b) Kur'an'daki hükümlerin tatbiki için, sünnetin ve hadislerin mutlak lüzumlu nesneler olduğunu na-zar-ı itibara alarak,    bütün rivayet edilen    hadislere inanmak ve onları; sahih veya zayıf   olsunlar şartsız kabul etmek yolu.

c) Nakledilen hadisleri, ilmin gerektirdiği metod ve ölçüler yardımıyla güzelce eleyip;   sahihleri kabul eden ve diğerlerini reddeden görüş.

Birinci yol, sahih ve sabit olan bir takım dini hü­kümlerin kaybına   yol açacağı    için kabul   edilmesi

mümkün olmayan bir yoldur [220]İkinci yol da, di­nimizde olmayan bir takım yalanlarını, mukaddes di­nimiz içine sokulmasını doğuracaktır. Netice itibarıy­la birincinin taşıdığı, meşru olmayan durumlar bura­da da sözkonusu olmaktadır. Ortada tek yol kalmak­tadır ve ümmetin çoğunluğu da o yolda ilerlemekte­dirler: Kur'an-ı Kerim'in ve ilmin rehberliğinde, ha-d.slerin ilmî usûllerle araştırılması, sahih olanlarla amel edilmesi yolu.

Arzettiğİmiz problem, tarihteki olayların ilmî yol­larla tahliline benzer. Olaylar: mutlak kabul, mutlak red yerine, tarih ilminin metodları çerçevesinde araş­tırmalarla ispat cihetine gidilir. Mutlak red, olmuş bir olayın inkârı demektir ki ilim dışı bir davranıştır. Olay olmuştur, siz inkâr ile meşgulsünüz. Mutlak ka­bul de aynı hatadır. Ortada mevcut olmayana, varlık elbisesi giydirme sözkonusudur. Tek yol; ilmin izini sürerek, gerçeği takibe gayret etmek Tarihte de mal­zeme asılsız şeylerle; efsane ve menkabe ile karışabi­lir. Onda da yalan ve iftira vardır. İhmal dersek, ha-disteklnden kat kat fazladır. Hadisler din olarak bilin­diği için, tarihten ve özellikle diğer ilim malzemesin­den daha çok itina ile korunmuşlardır.

Hadise itimat kokusunda, ilmin yolu, şahısların nazlı hatırlan için; kişilik ve güzel huylan için terk edilmemektedir. Mâlik b. Enes'in; «Biz, kıyamette şe­faatlerini ümld ettiğimiz bir takım iyi insanların rivâyetlerini, gerektiğinde reddederiz» sözü, arz ettiğimiz noktada adetâ kanunlaşmış bir ölçüdür.[221]

 

3. Hadisler Ve Modern Hayat

 

İslâm dininin, Hicaz'dan dışarıya çıktığı günden-berl yeni hayat sistemleri ile karşılaştığı bilinen bir gerçektir. Peygamberimizin günlerini izleyen devre­lerde, her çağ yeni meseleler getirmiş; Peygamber sözlerinin o çağların problemlerine deva olup olma­yacağı geniş çapta araştırılmıştır. Günümüz insanlığı, özellikle İslâm toplumları, çağdaş (modem) hayatın, İslama ters gelen güçlü unsurlarıyla karşıkarsiyadır, îc-lâm âl .mi bugün, kendi dindaşları içinde; İslâm top­lumu olup olmadıklarım tartışanlarla, başka din men­suplarının, kendilerini müslüman gören nazarları arasında sıkışıp kalmaktadır: «Dışarının bizleri müs­lüman ülke olarak görme» tespitleri va «bünyenin kendisini küfre nisbeti»?!

Değişen bir dünyada; dünya insanlığı ile artan yakın temaslar, iktisadî ve kültürel değişiklikler, yeni ideolojilerin ve inanç biçimlerinin hortlaması veya doğması ve daha akla gelmed k pek çok sebeb, bizi tekrar sünnet kaynağına dönüp, modern dertlere ve problemlere; hem de dünyanın problemlerine çare arama gibi mukaddes ve sorumluluk dolu bir çileli çalışma içine itmektedir.

Müslümanlık, yaşadığımız vilayetteki uygulama­dan ibaret    değildir.    Türkiye'nin dört    bucağındaki ananevi 'müslümanlık da, Resûl-i Ekrem'in tebliğ etti­ği islâmm tek tecellisi değildir. Bütün dünyadaki uy­gulama, sünnetin fertlere ve coğrafyalara dağılan farklı tecellisi, bütünü teşkil eden unsurlardır. Her­kes kendi şartına göre dinimizin ilkelerini yaşayacağı­na göre, acaba sünnet günümüz ve gelecek için de hayat düsturu olmaya devam edecek midir? Engel ola­rak görülen unsurlar müslümanlan hiç bir zaman korkutmamaktadır. Harran ovasında veya Antalya-da hayatını sürdüren, sürüsünün ardında çadırını da nakleden müminlerin, müslüman olma şansları, An­kara - İstanbul - İzmir gibi dağdağalı illerimizdeki hayat şartları içinde azalmakta mıdır? Batı Avrupa'­da çalışan bir müslüman işçi; Türk, Faslı. Yugoslav­yalı, Cezayirli,., dinini tatbikte daha fazla güçlükle mi karşılaşmaktadır? Oralarda hüküm süren çağdaş hayat karşısında sünnetin sunduğu reçete iflâs mı et­miştir?

Şu birkaç soru bize, sadece günümüz dünyası in­sanının, problemli olduğu, tarihtekilerin âsûde yaşa­dıkları hissini vermemelidir. Bu farklar ve zorluklar, geçmiş asırlar için daha da zorluklar arzeder. Sözünü edeceğim bir seyahatnamede, iki, yılı aşkın bir müd­det içinde, bir hac yolculuğu gerçekleştiren; zulmün ve zorlukların en üst seviyedeki örneklerim bizzat ya­şayan- bir İspanyol müslümanı, bizden çok fazla çileli bir hayatın içinde dinini tatbik imkanları aramıştır.[222]

İnanç ve amelde mühim yeri olan ilkeler dışında, İslâm cemiyetlerindeki küçük farklar, sünnetle çatış­ma olarak takdim edilmelidir. Çağdaş hayatı yaşa­yan, semavî din mensupları için (Musevilik ve İsevî­lik için), dinimizin haram kıldığı her şey aslında ha­ramdır. İnançla ilgili en sağlam değerler, bütün din­lerde, peygamberlerce müştereken tebliğ edilmiştir. Her üç dinin, çağdaş hayatı değiştiren günahkârları aslında bu işi müşterek yaparak dinlerine karşı gel­mekte ve dinleri ile çatışır gibi görünen b.ir hayat bi­çiminin doğmasına sebep olmaktadırlar. Söz gelişi, bu toplumlar için faizi ele alalım. «Çağdaş hayat faiz üzerine kurulu, sünnet başka bir hayat tarzı istemek^ te». Aslında bu doğru değildir. Çünkü, çağdaş hayat içinde bütün sistemlerin birlikte öngördükleri, «laik bir ekonominin sıhhatli bir toplumunda faiz yüzdesi % sıfır olmaktadır.» Marazı hal olarak yaşanan du­rum, ekonominin gereği değil, sapıklığın; iktisadi sa­pıklığın gereğidir. Faiz yüzdesi sıfır olan bir toplum­da, sünnetin bu açıdan çatışacağı hiç bir mesele yok­tur. Zina, kumar, içki (ve yan ürünlerini) ele alalım. Orada da, hiç bir sağlık kaidesi, hiçbir modern polis sistemi, hiçbir devlet yapısı; mevcut mevzuatı ile bun­ları savunmaz. Sünnet de bunların toplumdan kalk­masının savaşını verir. Giyim kuşam ve hareket tarzı da aynıdır. Bugün, en modern bir lokantada, en lüks şartlar altında; hatta bir diplomasi protckolunda, pek âlâ temiz giyimli, örtünmüş bir müslüman hanimi; îs-lâmm kendisine verdiği zerâfet ve iffet ölçüleri içinde; Allah ve Resulünün rızâlarım kazanacak örnek bir bi­çimde yemek yiyebilir. Herkes ondaki hanımlığı gıpta

ile seyreder, o müslüman hanım karşısında kendisi­nin küçüldüğünü hisseder. Bir müslüman, arzettiği-miz şartlar içinde, hiçbir dinî ilkeyi zedelemeden, bir hasta ziyareti ve hastahane hizmeti gerçekleştirebilir. Müslüman fert ve m'lletlerin, dünya üzerinde din ve milliyetlerini sergileyecekleri en güzel yerler; dip­lomasi, beynenmilel ilim toplantıları, çeşitli millet ferdlerinin müştereken çalıştıkları :'ş yerleridir. Bura­larda; dinimizin ve tarihimizin emrettiği biçimde ye­tişmiş, vas:fh insanımızın üzerinde görülen sünnetin karakteristik çizgileri, onun meslekinde en üstün; hat­ta dünya çapında en üstün insan olmasından, başka bir görev yapmaz. Çünkü bu insan meslekinin en üs­tün insanıdır. En sağlam değerlere göre görev yapar. İnsanlığın hayrına, ondan daha iyi çalışan buluna­maz. Ondaki vasıflar başkalarında dalma alt seviyede kalır. Çünkü kendisi bu yarışta en önde olmakla vazi­felidir. Ona bu vasıfları, İslama tam bağlılık, sorum­luluk, geniş bir sünnet ve İslâm kültürü gibi güzel ölçüler ve gayretler vermektedir.[223]

 

4. Hadise Dost Olmayan Fikirler Ve Guruplar

 

Her ilmin tarihi içinde, şu veya bu zamanda baş-gcsterlp gelişen, bilâhare çözüme kavuşan veya çözül­meden kalabilen, diğer nesillerin himmetini   bekleyen meseleleri vardır. Hadis ilimlerinde de bu tür prob­lemler bulunmaktadır. Hiç değilse bazı hususları problem olarak görebilmek ve öylece değerlendirmek mümkündür. Burada «İhtilaflar ve görüş ayrılıkları» deyimleriyle şunu kastetmekteyiz:

a) Hadislerin dinimizdeki değeri ve    tesiri konu­sunda beliren görüşler ve köklü kanaat farkları. Mez­hep ve fırkaların hadislere ve onların dinimizdeki itikadî ve teşri'î gücüne bakış açıları,

b) Hadislerin fıkıh ilmine intikalinde beliren yo­rum ve uygulama farkları,

c) Hadisçilerin kendi içlerindeki, nisbeten  tefer­ruata ve tekniğe ait, diğerlerine kıyasla    daha hafif olan görüş farkları.

Bu üç madde ile, bir bakıma ihtilafların bir tasni­fi de yapılmış olmaktadır. Hadisteki en köklü ihtilâf; «Muhaddislerle daha çok bid'at fırkaları mensupları arasındaki ayrılıklardır. Bu ayrılık, dinde hadisi kay­nak olarak kabul edip etmeme; hadisi kullanıp kul­lanmama meselesidir. Buradaki yanılmalar artık bü­tün îslâmî sistemde kendisini göstermektedir.

Şu noktayı belirtmek durumundayız. İhtilâfların bir kısmı haklı olarak «hadisin doğruluğunu yani sıh­hatini tesbit edememe» den ve hata yapma korkusun­dan kaynaklanmaktadır. Bu nevi bir «farklı görüş», bir noktada mazur görülür, izâleye çalışılır. Asıl sili­nemeyen ihtilâf; dinde nakli - yani vahyi- değil de sırf aklı ve hevâyı esas alan fikrin, hadislere toptan inanmamayı hedef tutan, fakat ustalıkla asıl maksa­dını gizleyen ihtilâfıdır. Böyle bir görüş' farkı, dolay­lı da olsa   hadise inanmamak;   onu dinde söz   sahibi saymamak demektir.[224]

İkinci türdeki ihtilâflar, daha çok fıkıh mezheple­rinin müntesipleri olan âlimler arasında, kısmen de itikad mezhepleri ile fırkaların inanç ve fıkıh konula­rındaki farklı fikirlerinde görülmektedir. Fıkhı ihtilâf­larda ve itikad konularında «haber-i vâhldlerin değe­ri» meselesi, münakaşaların en yoğun noktasını teş­kil eder. Buradan, hadisin sıhhatinin teshitine daya­nan ihtilâflara geçilir. Sonra da; ibadet, muamele, hadd ve ceza tesblti gibi konularda hadislerin delil ol­ma güçleri üzerinde farklı fikirler; sonra da bu fikir­lere bağlı uygulamalar ortaya çıkar. Şurasını belirte­lim: Fakihlerin, bazı bozuk fırka mensupları gibi, ha­dislerin dinimizde kaynak olması yönünde, peşin ve menfi bir kanaatleri yoktur. Bu husus, bizzat mezhep imamlarının kendi sözleriyle sabittir [225]Onları ta-kibeden nesillerde de durum, hadis lehine olmak kay­dıyla aynıdır.

Dört fıkıh mezhebi imamı ile, diğer müctehidler, problemlerin çözümünde; hükümlerin tesbitinde, Kur' an-ı Kerim'den sonra Peygamberimizin hadislerini te­mel almaktadırlar. [226] Hemen hepsi;    Peygamberimizin sözleri ve fiilleri sabit olmuş ise, bizim mezhebi­miz odur, mânasına gelen sözler söylemişlerdir. Du­rum böyle olunca, aynı meseledeki iki ayrı tatbikatı veya daha fazla uygulamayı, hadisleri red anlamına anlamamalıyız. Bu noktada başka sebepler de sözko-nusudur. Bu sebeplerin başında, hadislerin sıhhatleri­nin tesbitindeki görüş farklılıkları gelmektedir. îkin-ci ve mühim bir sebep ise; hadisin, o fakihin eline ge­çip geçmemesi, sözkonusu konuda bir hadise muttali olup olmamadır. Hadise erişemeyen fakih; bu mesele­de özürlüdür, suçlanamaz. Ondan sonra gelen ve ha­disi bulan kişinin, mezheplerindeki bu hükmü, yeni­den hadise göre gözden geçirmesi, artık ilk imamın sorumluluğunda olmayan bir husustur.

Arzettiğimiz üçüncü tür ihtilâf, hadisçilerin ken­di anlayış ve çalışma - değerlendirmeleri ile ilgili meslek içi, ihtilâflardır. Meselâ; bir cerhin tesbitinde tefsirin ve açıklamanın şart olup olmaması, söz geli-mi bir lahnin düzeltilmesinde muhtelif yolların tutul­ması, hadisçilerin kendi iç meseleleridir ve diğerleri kadar din çapında önemli değildir. Bu gibi durumlar­da, farklı uygulamalar olabilmektedir. Teknik deyim­le bunlar ihtilâftır, fakat hilaf değildir.[227]

Aklımıza şöyle bir soru gelebilir: Geçmiş yüzyıl­larda vukubulan bu ihtilâf ve hilafların bugün ve ge­lecek ile ilgisi nedir? Onlardan söz etmek, kaybolmuş fikirleri ve sapıklıkları tekrar uyandırmak olmaz mı? Soru görünüşte çok makuldür ve yerindedir. Fakat bizim derdlerimize çare aramamızı engelleyen bir so­rudur.

Şurasını itirafa mecburuz; hadislerin sözkonusu olacağı her müslüman toplumda, insanın ve özellikle muhaddisin dün karşılaştığı problem, bugün de yarın da karşımıza çıkacaktır. Son on yılda gördük ki; eski çağlarda kaldığını zannettiğimiz bir takım Şiî ve Ha­ricî (anarşist) kökenli îslâmî kılıklı fikir ve doktrinler birdenbire ve yepyeni metodlarla ülkenin temiz hava­sına güçlü bir biçimde üfürülüvermiştir. Bu üfürüğün devlet farkında olmayabilir. Ama İslâm âlimlerinin farkında olmaması veya aynı havaya kendilerini kap­tırmaları; ortaya atılıp tahlili gereken bir konudur. Görüyoruz ki en eski problem, dumanı tüter vaziyet­te ilim sofralarında; hatta uygulamada arz-ı endam ediverin ektedir.

Dün hurma dölleyen, tozlaştıran bir gurup saha-biye Peygamberimizin söylediği mübarek sözler, onunla hiç ilgisi olmayan inançların sahiplerinin ağ­zında; Peygamber dünya işlerini bilmezdi şeklinde bir sakız halini alı vermektedir. Bütün bunlar geçmişte değil günümüz İslâm toplumlarında    olmaktadır. Demek ki, dünyada eskiyen mesele ve inanç yoktur. Bunlarla savaşacak ilim askeri; eskinin ve yeninin problemlerini ve ilmî harp tekniklerini bilme duru­mundadır.

Hadisçilerin iç ihtilâfları, özellikle onlar arasında yazım tekniği ve rivayet usûlleri ile ilgili olanlar, şartların değişmesi ile daha da azalmış durumdadır. Yazmaların bulunmadığı günümüz araştırmalarında, tahkikli metin neşri, pek çok noktada farklı kanaatle­ri giderecektir. Rivayet usûlleri, râvilerin hayatları­nın tesbiti bugün daha pratik ve toplu usûllerle yapı­labilecektir.

Hangi türden olursa olsun, bu ihtilâfların sürüp gitmemesi için; önce tek tek tesbitleri gerekir. Daha scnra, ilk çağların araştırma titizliğine dönme zorun­luluğu vardır. Modern vasıtaları, ilk çağların titizliği ve sorumluluk anlayışı ile birleştirmek en çıkar yol­dur.

İlk maddede özetlediğ'miz hadisin dinimizdeki ye­ri ve değeri mevzuu, müesses fıkh ile hadis arasında .—varsa eğer çatışmaların sünnet lehine izâlesi, İs­lâm ümmeti için yapılabilecek en kudsî çalışma konu­sunu teşkil eder. Evvelkiler (selef), bu hizmetlerden sadece memnun kalacaklardır.[228]

 

a) Hadise Muhalif Guruplar

 

Sahabe gününde, halifelerden bazılarının, sünne­ti toplama müracaatlarına verdikleri menfi cevap ve takındıkları durum hadise muhalefet değildir. «Sün­netle, meşgul olurken müslümanlar Kur'an'ı unutur» tarzındaki değerlendirmeleri, veya «Kur'an'da bulduğumuzla amel ederiz» tarzındaki cevapları da sünne­te aykırı bir hareket sayılmamalıdır. Çünkü, bu dav­ranışları ve sözleri iptal edecek güçte, aynı halifelerin .sünneti yücelten uygulamaları, sünneti korumağa yö­nelmiş davranışları mevcuttur.

Hilafet seçimlerini müteakip meydana gelen siya­sî bölünmeler, Şiâda ve Haricîlerde görülen haller de sünnete doğrudan muhalefet olarak değerlendirile­mez. Çünkü doğrudan doğruya, açık olarak hiç bir ferd ve zümre; Hz. Peygamberimizin Cs.aJ sözlerini ve uygulamasını kabul etmiyoruz» dememektedir.

Akla aşırı hükümranlık hakkı tanıyan Mutezile mezhebi mensupları bile, Allah elçisinin sözlerini doğrudan hedef seçmemiş; «râvilerin kişiliğine, hadis­lerin geliş tarzına, ve teknik diğer bazı konulara iti­raz etmiştir». Bu adamlar, kendi fikirlerini yıkan ha­disleri; ya asılsızlıkla suçlamış, ya da te'vil etmişler­dir.

Durum arzettiğimiz tarzda olmakla beraber, bir bakıma Şia ve Haricîler ile Ehl-i itizâl başta olmak üzere, pek çok bid'atçı kelâm fırka ve mezhebi, hadi­sin ve hadisçilerin aleyhinde bulunmaktan kendini alamamıştır [229]

Düşmanlığın sadece hadisler üzerinde toplanma­sında, Kur'an'm sağlamlığı, ona itirazın imkânsızlığı ve faydasızlığı büyük rol oynamıştır. Peygambere muhalefetin, îslâmdan çıkmak demek olduğunu bilen bu kişiler, dolaylı yollarla sünneti ve hadisleri teda­vülden kaldırma; onlarla uğraşan hadisçüeri de düş­man ilân etme yolunu tutmuşlardır. İçlerinden Şia, Hz. Muhamed'den ayrı bir Ali taraftarlığının geçerli olmayacağını kestirmiş olacak ki, en aşın uçları dı­şında, Peygamberimizin nübüvvetini tasdik etmiş, ha­dislerini de kendilerine has yollarla ve kendi sened zincirleri içinde kabul etmişlerdir.

Fıkıh mezheplerindeki durumu daha önce anlat­mıştık. Tasavvuf ve zühd (ahlâk) kitaplarında da, doğrudan hadise muhalefet mevcut değildir. Bunlar­dan hadise gelen zarar şöyle özetlenebilir:'

a) Müesses fıkhı ön plana alarak,    hadisleri yü­rürlükten kaldırmağa varabilecek    davranışların bu­lunması,

b) Züht, takva, rekâik, ahlâk ve fezâil konuların­da, aslı olmayan   haberler üzerine    meselelerin bina edilmesi; pek çok yalanın, hadis kudsiyetine büründü-rülerek, adı geçen mahallerde, araştırma    yapmadan kullanılması,

c) Sahih hadislerin, bir takım Hurûfi, Bâtınî ıstı­lahlarda ifadesini bulan tefsir ve te'villers tâbi tutul­ması. Bu üç çeşit zarar diğerlerinden   az olmamıştır. Üstelik, müslüman, bu zümrelere sevgi    ile bağlanır, fakat yukarıda" saydıklarımızın zararını peşinen bile­bilir. Bu durumda ikincilerin zararına karşı, kitle dai­ma gafil ve savunmasız kalmaktadır.

Günümüzün tahsilli İslâm - sever müslümamnda beliren bir tuhaf hastalıktan bahsetmemiz gerekmek­tedir: İhtisası ve ilmi olmadığı halde, Kur'an-ı Kerim dışında kaynak tanımamak ve sünneti, kaynak vas­fında mütalaa etmemek; bu uğurda yazıp - çizmek, neşretmek; kendine göre güzel gördüğü bazı prensip­leri, aslını araştırmadan hadis gibi kullanmak; Pey­gamberimizin yaptırım gücünden ve mânevi otorite­sinden bu yolla yararlanmak, hadisleştirdiği sözleri hayat düsturu yapmak.

Halbuki, çağın aydın insanı iyi bilir ki; eleştronik konular, atom f-ziği, modern matematik, iktisat, işlet­me, politika ve diğer teknik ve ilmi konular, nasıl nâ­zik konuiarsa, ihtisası olmayanlara söz hakkı oralar­da yoksa, din bilgileri de en az onlar kadar; ciddiyet, ihtisas, yeterLlik, insaf isteyen konulardır. Birinci bö-lümdekilerin ciddiyetine inanan bir mühendis, bir teknik eleman; bakarsınız bazan ikincisinde h'ç beh­resi olmadığı halde, sırf karşıdaki efendi dinleyicileri­nin temizliğinden faydalanarak konuşur, f.kir beyan eder; hatta ihtisas erbabını bile tenkidden çekinmez.

Resûl-i Ekrem'in söz ve fiil dağarcığının bir ölçü­sü ve bir smırı vardır. «Havz-ı kebir p-Sİik tutmaz» misâli, her önüne gelen kendi fikrini oraya atamaz. Bir takım metalleri ve değersiz malzemeyi, altın suyu­na batırır gibi, Muhammedi dağarcığa ne kadar bâtıl söz varsa batırıp çıkarsak; yaptığımız bu zararlı iş bi­zim mahcubiyetimiz ile neticelenecek, Allah tc.c), el­çisinin söz ve sünnetini koruyacaktır.

Tarih boyunca hadislerin ve dolayısıyla sünnetin akıllı ve akılsız düşmanları olmuştur.   Bunlar içinde,

aklını başına devşirip, ümmete belâ olmaktan zaman­la geri duranlar da vardır.[230]

 

b) Şia Ve Hadisler

 

Ravâfız ve Gulât diye adlandırılan ve İslama ay­kırı inanç ve uygulamaları bulunduğu için de sapık sayılan bölümleri hâriç tutulursa, İmâraiyye, İsnâ aşeriyye ve Ca'feriyye adlarıyla da anılan Şianın, ha­disleri dinde kaynak sayan bölümü, Ehl-i sünnetten farklı inançlara ve ayrı hadis kitaplarına sahiptirler. Bu bakımdan Şia ve hadis konusu; özel, geniş çalış­malar gerektiren bir konudur.

Ehl-i sünnet ile Şia arasında hadis konusunda be­liren ilk farklı kanaat, «Ehl-i sünnetin sahabeden ge­len hadislere ve içtihada bağlanmalarına karşılık, İmâmiyyenin, Ehl-i beyt imamlarından gelen hadisle­re bağlanmalarıdır. Şianın fikrine göre bu; İslâmm esas rüknünü, tevhidi bozmaz ve sarsmaz. [231]

Kaynak bakımından olan bu ayrılık, sahabenin udûl tanınması konusunda daha berrak hale gelir. Ca'ferîlerin kanaatma göre, sahabenin hepsi udûl ola­maz.[232] Çünkü emirin imametine karşı çıkanlar; ondan önce o makama oturanlar ve ona karşı harbe-denler vardır. Udûl olanlar; imamlar, Ehl-i beyt ve bazı fakir sahabilerdir. Onlardan sonrakilerin hepsi müstakil olarak tenkide tâbidir. Bu hür tenkid, sade­ce karşı tarafa yöneLktir ve bilhassa rical bilgisinin, Şiaya göre erken tarihte doğmasına ve gelişmesine sebeb olmuştur. [233]

Şiamn inancına göre, âyetlerde bulunmayan hü­kümler, masuma dayanan hadisle aydınlanır, bu yüz­den de İmâmiyyede hadis, Hz. Emirulmümininden iti­baren yasağa rağmen yazılmıştır. [234] Ayrıca onla­rın, sahabe ve Özellikle Ebu Hureyre hakkında kötü düşünceleri ve sözleri mevcuttur. [235]

İkinci fark hadisin râvilerinde görülür. Ehl-i sün­net, Şiadan, diğer kişilerden istediği şartlar muvace­hesinde had:s alır ve kullanır. Onlar, sadece İmamı olanın hadisini kabul ve tatbik ederler. [236]Şiî bir eserde sık sık adlarına raslanan râviler belirli isim­lerdir. Çoğu kez bu zatlara raslanır: Hasen, Huseyn, İbn Abbâs, Ali b. Ebu Tâlib, Ebu Cafer b. Bâbûye, Musa b. Ca'fer, Muhammed Bakır, Ali b. Musa, Süley­man b. Halld, Fudayl, Süleyman b. Derestsveyh, İshak b. Ammâr v.b. Eser olarak da şu adlara çokça rasla-rız: Mevâlidu's-sâdıkîn, Emâli'ş-Şeyh Ebu Ca'fer, Tıb-bu'1-eimme, Men lâ yahduruîm'l-fakih, Kitâbu'l-hisâl, Tehzîbu'l-ahkâm... Rasgele karıştırılacak üç beş say­fa, bize bu isimleri ve râvileri vermekte, Sünnî isim vermemektedir. Ehl-i sünnette bu inhisar mevcut de­ğildir. Doğru olmak kaydıyla, Sünnî-Şîi hsr hadis ki­tabı ilimde birdir. [237]

Şîanın hadisle ilgili esas fikirler'ni öğrenmek için şu iki kaynak esere müracaat faydalıdır. Bunlardan ikincisinin, ilmî değeri münakaşa edilebilirse de bu­gün için kaynak olma durumu mevcuttur:

a) Ebu Ca'fer Muhammed. Ali b. Bâbûye  Kum-mi, (Şeyh Sadûk): Risâletu i'tikâdati'l-İmâmiyye (An­kara, 1978).

b)  Âyetullah Humeynî: İslâm fıkhında devlet (İs­tanbul, 1979).

İmâmlyyenin ana kaynakları olan ve kütüb-i er-baa denilen dört hadis kitabı, müellifleri ve hadis miktarları ise şöyledir:

a) Ebu Ca'fer Muhammed b. Yakub Kuleyni: el-Kâfî fî usûlfd-din. Eser usûl ve furû kısımlarına ayrı­lır. Mevzulara göre bablara bölünmüştür. Belirtildiği­ne göre yirmi   yılda tamamlanmıştır.   İçinde senedli; 16.199 hadis vardır. Müellifin vefat tarihi; 329/941 yı­lıdır.

b) Ebu Ca'fer Muhammed b. Ali Kummî: Men lâ yahduruhu'l-fakih   (veya Mâ lâ    yahduruhu'1-fakih). Rey'de 381/991 tarihinde vefat eden müellif, bu eseri­ne 9.044 hadis almıştır.

c) Ebu Ca'fer Muhammed b. Hasen-, Tehzîbu'1-ah-kâm, 460/1067 vefat tarihli müellif Tehzib'e;   393 bâb açmış, 13.059 hadis almıştır.

d) Aynı müellif, el-Istabsâr. Eser 920 babtır. için­de 5.551 hadis bulunmaktadır. Bu dört   eser dışında, îmâmiyyenin   en mühim kaynağı   Nehcü'l-belâğa'dır.

Yazarı Şerif Radî    olan kitap 400/1009   tarihinde ta­mamlanmıştır.[238]

 

c) Siyaset Ve Tslâmî İlimler

 

İlmin siyasetle siyâsetin da ilimle menfi mânada temasları olmuştur. Belirli bir ilim dalma ayrıcalık tanımadan diyebiliriz ki bu durum, İslâmî ilimler için de geçerlidir. Temas sözü ile; ilmin politikaya karıştı­rılmasını, polit-kamn zebûnu olmasını kastetmekte­yiz. Bu meselenin önce, ilim adamı açısından ele alın­ması gerekmektedir. İlmini siyâsetin emrine veren; si­yaset yanında ilmin kudsiyetini haleldar edenler ol­muştur. Şahsiyetli ilmi ve ilim adamını tenzih ederek diyebiliriz ki; «İlmin, kendi yüksek ve kutsal değer öl­çülerini bir kenara iterek, politikanın emrine girme­si; her iki taraf için de kötü olmaktadır. Neticede yine fertler ve toplumlar zarar görecektir. Rahatça savu­nulabilecek bu tesbitler, İslâm ilimleri ve ilim sahip­leri için de düşünülür.

Politikanın ilimle menfi mânadaki imtizacının do­ğuracağı zararlardan bazıları şunlardır:

a) Ehliyeti ayaklar altına alıp, cehli (bilgisizliği ve kabalığı) baştacı yapmak: İlim ile sakat politika iş­birliği yapınca ehil kişiler, belirli politikaya; kendisim idare edemediği halde, kitleleri idareye kalkışan şah­siyetsiz politikaya zebûn olursa, ehil kişi    bir kenara itilir, hatta teknik konularda biîe, ehliyetsiz kişinin hükümranlığı görülür. Bundan kurtuluş olamaz». İlim kendisini sakat politikaya âlet etmez; olsa olsa, sakat ilim veya ilim kisvesindeki cehil âlet olabilir de­nilirse bu söz doğrudur. Yalnız ilmin de, kendisini frenleyemeyip, âlet olduğu vâriddir.

b) Taraftarlık doğurmak: Arzettiğimiz bu durum, bir nevi teşeyyü' (herhangi bir fikirde aşın taraftar­lık) doğurur. Artık ferdler, ayakları altına döşenen rayda yürür, serbest hareket imkânları ortadan kal­kar. O gurubun fikri, «baştan ne üfürülürse o istika-mette yayılır.» Ülkenin her yerinde aynı ölçüler savu­nulur. Her konudaki görüş, bslli ölçüler içinde teşek­kül eder: Fertler ve fikirler bir tünel içine girmiş du­rumdadır. Düşünme melekesi insanlardan peşinen alınmış olduğu için; sabit bir görüş tavsiye ve hatta emredildiği için, ortalıkta sadece inanmadan itaat ve taassupla bağlanma görülür.

c) Bölünmeler meydana gelir: İlim sahipleri ken­di aralarında, müslüman toplum da kendi   içinde gu­ruplara ayrılır. Zamanla bölüm ve hiziplerde soğuk­luk daha da artar. Fertlerin oturup bir   meseleyi ko­nuşmaları, kendi ölçüleri içinde tartışmaları mümkün olmaz. Görüşme meydana gelse bile, kişilsr   arasında bilgi uçurumları meydana getirilir; gurubun temsilci­si olarak bazan bir câhil, âlimler topluluğunun içine; sırf onları istiskal için yollanabilir.

d) İlimler donmuş bir yapıya terkedilir: Cemiyet­te bilhassa İslâmi ilimlerde, belirttiğimiz kötü durum­lar meydana gelince, artık her şey dar bir çerçeve içi­ne sokulur; ilmin lüzumsuzluğuna insanlar   inandırı-

lır, dine hizmet adı   altında bütün   hevesler, kinler, nefsanî arzular gizlenir.

Bütün bunların, tarihin belirli döneminde; hatta günümüz İslâm coğrafyasında bol miktarda örnekleri vardır. Doğru olan; «ilmin hükümranlığı, idarenin bi­le ilme râm olması» keyfiyetidir. İlimler, hür ve ken­di ölçüleri içinde şahsiyetli kaldıkları takdirde, insan­lığın yararına hizmetler görmüştür.[239]

 

d) Hadisle Amelin Güçlüğü İddiaları

 

Daha çok fıkhu'l-hadisin bir meselesi olan bu baş­lık, çek ince bir mânada da olsa, hadise dost olmayan bir fikrin mahsulü olmaktadır. Bu itibarla kısa bir te­mas faydalı olacaktır.» Hadisle amel'in güçlüğü dü­şüncesi yeni çıkmış bir problem değildir. Bununla ne­yin kastedildiğinin açıklanması gerekir. Çünkü pek çok ilim dışı polemik bu noktadan çıkmaktadır. Ha­disle amelin güçlüğünü belirtenler genellikle şunu de­mek istemektedirler: «İlk müetehid imamlardan sonra gelen ve onların yolunu tutmak mecburiyetinde olan kişiler, hadislere değil; onlara dayanan fıkhî hüküm­lere uymalıdırlar. Hadisten doğrudan doğruya hüküm çıkarmamalıdırlar. Çünkü bu zor bir konudur. Hadi­sin uhdesinden gelmek herkesin kârı değildir». Aynı zatlar, bizim inancımıza göre, fakih ve müetehidin, hadisle irtibatını da kesmek istememektedirler. Zaten böyle bir teklif ilimle bağdaşmamaktadır.

Diğer taraftan, ortaya atılıp, «ilimle ilgisi olma­yan sade vatandaş, duyduğu hadisi tatbik   etsin» diyen bir kimse de olmamıştır. Böyle bir kimse, tarihin hiç bir devrinde yoktur. Böyle insanlar olmadığı için, birinci zümrenin, bu tip insanlara karşı başlıktaki sö­zü söylediğini de s avun amam aktayız. Öyleyse, hadis­le amelin güçlüğü şeklindeki beyanları-,' yanlış anla­maları önlemek, iyi niyetlerle uyarmak gayesiyle söy­lenmiş sözler olarak anlamak mecburiyetindeyiz. Ak­sini savunmak mümkün değildir. Kaldı ki, bu tür söz-.leri söyleyenler; «hadislerin fıkhın emrine girmesi» gibi bir hedefleri de mevcut değildir..

Yalnız ortada bir diğar gerçek daha mevcuttur: Hadisi savunan, Kur'an'dan sonra had'sîerin kaynak olarak kullanılmasını isteyen kişiler, çoğunlukla «ha­disin işi zordur, önüne gelen her duyduğu hadisten ahkâm çıkaramaz...» yollu itirazlara uğrar. Aslında bu sözleri söyleyen, hasmım ortada olmayan bir suçla suçlamaktadır. Problemin doğuş yeri burasıdır. Mese­leyi şöyle anlamak mecburiyetindeyiz: Kişi eh'l bir bilgin ise, Kitap ve sünneti, ictihad usûllerini biliyor­sa; zaten ona, «sünnete yanaşma» demek hakkımız yoktur. Sade vatandaş, dini bilgileri ehl'ııden öğrene­cek, onların verdiği istikamette gidecektir.' Hadisten istifade' edemeyecek durumda olan kişinin, ondan ah­kâm istinbâtma kalkışması, İslâmî ilimleri bilenler­den çok günümüzde, ona sempati besleyenler arasın­da çıkmaktadır. Kaldı ki onlara; «hadisten ahkâm çı­karmak güçtür, ihtisas ister» demenin faydası da yok­tur. Çünkü bu zat daha da ileri giderek kendisini; sa­dece Kur'an'dan kendi metodunca ahkâm çıkarmağa hazırlamıştır.

Ehl-i sünnette bu   derece sıkı olan   hadisle amel meselesi, Şiada ve tasavvuf ehlinde daha müsamaha­lıdır. Şii ilim adamları, hadis usûlü kanunlarına dahi tâbi tutmadan kendi kaynaklarından gelen bir habe­ri, görüşlerine uyduğu takdirde, fazla ilmî ehliyet ara­madan; veya «dar ilmî kapasiteyi ictihad mertebesine yükselterek» kullanmakta, fütursuzca amele ve tatbi­kata dönüştürmektedir [240]Tasavvuf ehlinin duru­mu da buna yakındır. Onlardaki hadis bilgisi kendi­lerini, müesses bir fıkıh ekolünden farklı düşüncelere, hatta tatbikata bile sevketmektedir. Bunun örnekleri pek çoktur.

Fıkhın, altın çağlarını yaşadığı devrelerde bile, kimse müslümanlarm hadisle irtibatını kesmemiştir ve kesmemelidir. Hadislerin yerine fıkhın ikâmesi; hadislerin fiilen tatbikattan kaldırılmasını doğurur.

Bu konularda tafsilâtlı düşünmek sn çıkar yol­dur. Yapılacak işlerin başında ahkâm hadislerinin ta­nınması gelmektedir. Bunlar elbette, hadisçi yönü çok güçlü olması gereken fakihin, ilim adamının malze­mesidir. Sade müslüman, ister Arapça bilsin isterse tercemeden okusun bu tür hadislerden, kendisine ya­rayışlı malzeme elde edemeyen kişidir. Fakat onun da, sünneti devamlı okumakla elde edeceği bir kıvam; ahlâkî, amelî, itikadı bir yapı şüphesiz mevcuttur. En koyu fıkıh taraftarları bile, ülkemizde; hadisin ana kaynaklarını, rahatça dilimize çevirmekte ileri sürdükleri mahzura rağmen, sade vatandaşın tedkik ve uygulamasına sunmaktadırlar. Çok zararlı bir iş ol­saydı, her halde bunlar yapılmazdı. Demek ki, sün­netle, müslümanın teması zarar doğurmayacaktır. İh­tisasa taalluk eden bölümleri için ihtisas sahipleri on­ları uyaracak, veya onların amel edecekleri tarzda meseleyi yazacaklardır.

Şurası muhakkaktır, herkesin dileği; günlük ha­yatında hadisle sık temas kurmak ve Peygamberimiz (s.a.) in yaşadığı İslâmı öğrenmek isteğidir.[241]

 

e) İlme Karşı İlgisizlik

 

İlmin ve ilim faaliyetlerinin gelişmesi, devamlılı­ğı ve canlı kalması biraz   da ona karşı   gösterilecek müsbet ilgiye bağlıdır. Hadis çalışmalarına  yönelen menfi fikir ve davranışların içinde genel ilgisizlik te vardır. İlgi sözü çok geniş mânalarda alınabilir. Dev­letin İslâmî ilimler mensuplarının,  diğer münevver zümrenin ilgisi, hep beklediğimiz şeylerdir. Bunlarda görülecek ilgi azlığı, zamanla giderilebilir. Asıl tehli­keli olan ilgisizlik; büyük kitleyi teşkil eden müslü-man halk toplumlarının ilgisizliği olmaktadır. Bu topr lumlar, belki ilm'n çeşitli dallarındaki meselelere il­gi duymayabilirler. Bunu tabiî karşılarız. Fakat din olarak benimsedikleri bir meselede, tamamen lakayd kalmaları; iyiyi kötüden tefrik için bir teşebbüs gös­termemeleri, din adına söylenen her şeye itibar etme­leri, iyiye yorumlanacak bir durum    değildir. Çünkü aynı halk, «hayatın çeşitli meselelerine ait konularda,

bazan okumuş ihtisas sahibine müşavirlik edecek canlılık ve akıl emaresi göstermektedir.». Kendisinin kabiliyetleri normaldir. İş din meselesine intikal edin­ce, bu durum doğmaktadır.

Din, birkaç kişinin inanıp, üç-beş insanın ihtisas yapacağı bir konu değil, arzettiğlm'iz kitlenin tümünü ilgilendiren bir konudur. Peygamberimizin sözleri gi­bi; müslüman oluşu ile doğrudan doğruya ilgili bir konuda, insanımızın ilgisini beklemek hakkımızdır.

Çocukluğunda veya tahsilinin belli bir safhasın­da, Peygamberimiz Cs.a.) m buyruklarıyla en çok ilgi kuran müslüman,- günlük hayatının akışı içinde o-nunla yetinmekte, daha ötesini aramamaktadır. Dindar olduğunu kabul ettiğimiz illerdeki müslüman halka yapılan anketler, onların hadis ve Peygamberimiz ko­nusunda hiç te bilgi sahipleri olmadıklarını göster­miştir.

Son yüzyılın yarısında İslâm toplumlarında gö­rülen uyanışın, sünnet yönüne de kayması, en halisa­ne dileğimiz olmalıdır. Müslümanlar camilerinde, ilim alış - verişine mecburdurlar. Hadis, tefsir, fıkıh gibi ilimlerin okutulduğu cami toplantılarına yirmi otuz kişi devam ederken; bilgisizlik üzerine kurulan, poli­tika ve nefsanî fikirlerle beslenen, vaaz ve irşâd adlı toplantılara binlerce kişi iştirak etmekte; kendini bi­len müminler ise bundan hicap duymaktadırlar.

Biliyoruz ki ilmin tahsil edilmesi kadar, derinliği­ne ve genişliğine halka yayılması da güçlük arzeder. Müslüman zümrenin hedefi, az sayıda mütehassıs ye­tiştirmek yerine, bütün halka yaygın; belli derinlik ve genişlikte sünnet ve hadis bilgisi alma; İslâm eğitimi

yapma olmalıdır. Çünkü din, bütün insanlık için gel­miştir. Bilgisi belki az olan, fakat tümünde seviyeli bir kıvam beliren toplum, üç-beş kişiye hasredilen ih­tisastan daha hayırlı ve faydalıdır.[242]

 

5. Şarkiyatçılar Ve Hadis

 

Şark ilimleri ihtisası veya yaygın adı ile müsteş-riklik, dünyada ve yurdumuzda, oryantalizm adıyla da anılmaktadır, Müslüman olmayan, genel bir ad­landırma ile Batılı dediğimiz insanlar ve onların dev­letleri, yüzyıllarca önce zengin müslüman toprakları­na göz diktikleri günlerdenberi; askerî, sömürgeci, misyonerlik ve ilmî araştırmalar gibi maksatlarla, ve­ya asıl maksatlarını gizleyerek sırf ilim adına, müslü-manlığı ve İslâm ülkelerini tanımağa koyulmuşlardır. Biz burada, müsteşrikliğin sebebleri ve tarihçesi hak­kında araştırma yapmadan ziyâde, onların hadisle olan ilgilerine küçük bir atıfta bulunacağız.

Batılılar, böyle bir çalışmaya ihtiyaç duydukları andan itibaren; Şark dillerini ve ilimlerini iyi bilen elemanlar yetiştirecek müesseseler açtılar[243]Ve oralarda yerine göre müslümanları istihdam ettiler. Kendileri çeşitli müslüman isimleri altında, bazan da asıl hüviyetler iyi e; Arap, Türk ve Fars ülkelerine uzun yıllar süren tedkik ve öğrenim gezilerine çıktı­lar. Müslüman yurtlarında öğretim kurumları kurdu­lar, cemiyetler teşkil edip, ilmî neşriyatta bulundular, kongreler topladılar.

Metodla ve sabırla çalışan bu insanlar, İslâm ül­kelerinde küstürülen, itilip kakılan değerlerden istifa­de ettiler; onların yanma sokularak ilimlerine vâris oldular. Söğüp hakaret ettilerse de gitmediler. Bu hiz­metler için, hem devletleri ve hem de kendi dinlerine ait vakıflar bol miktarda paralar verdiler. Personel olarak çoğalırken, diğer taraftan, gelecek oryantalist­ler için malzeme eserlerin, ana kaynakların, el kitap­larının, metodik eserlerin neşrine hız verdiler. Ansik­lopediler, fihristler, indeksler neşrettiler. Hollanda'da-ki Leiden vilayetiyle, Batı Almanya'daki bazı şehirler, âdeta onların ilim merkezleri haline geldi. Hind ülke­sinden geniş çapta yararlandılar. Bunların sonunda bati;

a) Şark ilimlerini işleyen mütehassıslar gurubu­na sahip oldu. Bir anane geliştirdi. Pek çok İslâmi ilim dalında, dünya üzerinde hatta müslümanlar ara­sında ilmî üstünlük sağladı.

b) îslâm ilâhiyatçıları arasına belirli nisbette iki­liğin girmesine vesile    oldu. Çünkü, onların   çalışma

metodlarım, tefekkür tarzlarını, araştırma ölçülerini benimseyenler ve reddedenler ayırımı meydana geldi. Guruplar, yekdiğerini ağır şekilde ithama giriştiler.

c) Yüksek vasıflı ve imkânlı müesseselerin ku­rulması ile birlikte dünya üzerinde bir şöhret gerçek­leştirildi.    Müslümanlara,    İslâm dinini Avrupa'da, Amerika'da öğretmek durumu hâsıl oldu. Doktora ça­lışmaları için, İslâm ülkelerinden   öğrenciler, adı ge­çen diyarlara gitmeğe başladılar.

d) Şark ülkelerinden parayla alınarak,   müstem-lekeleştirdiklerinden götürülerek veya çeşitli yollarla çalınarak kütüphanelerine ve müzelerine en kıymetli varlıklarımız gitmiş oldu. Bugün, sanki o ülkelerin in­sanları yazmışcasma. Berlin'de, Britiche   Museum'da, Bibliotheque    National'de, Leiden'de ve    Eskoriyaî'de İslâm kitaplarına ait nüshalardan söz edilir oldu. Baş­ta da söylediğimiz gibi bu konu ayrı bir konudur. Bizi ilgilendiren yönüne gelelim.

Kendi dinleri olan Yahudilik ve Hristiyanlığın, bugünkü haldeki köksüzlüğü karşısında, acınacak di­nî hayatlarına bakmadan, en acımasız metodlarla İs-lâmı ve kurumlarıyla ilimlerini kritik eden bu âlim­ler içinde, ilim adına tarafsız olanlar da vardır. Fakat çoğunluğun; saptırıcı, garazkâr ve ilmî namustan yoksun olduğu, kendi kendileri ve hatta onların tek­niği ile çalışan insaflı araştırıcılar tarafından tesbit olunmaktadır.

Hadis ilimlerinde, Macar Musevî müsteşrik Ignats Goldziher'in yeri, uzun müddet birinci sırada kalmış; diğerleri onun açtığı çığırı izlemişlerdir. Ondan önce de hadis araştırmaları vardır. Yalnız bu zatın iki ciltlik eserinin bir bölümü, kılavuz kitap olarak değerlen­dirilmiş, hadis araştırmalarına çoğu kez oradan baş­lanmıştır.

Oldukça insaflılarından biri, meselenin temeline. ışık tutan bir ölçü getirir ve derki: «Isîâmiyetin fezâi-li, garplı âlimlerin dîn-i Muhammediyye ne kadar müsait olursa olsun, vâsıl oldukları neticelere istinad ile yazılamaz. Çünkü; o istintâcât hem sena için elzem olan dindârâne gayretten bittabi mahrumdur; hem de ekser-i ahvâlde, her hakiki müslümanm kabul ede­meyeceği telakkilerden türemiştir... evvelce Muir ve Sprenger, daha sonra Goldziher, Nöldeke, Caetani gi­bi müsteşrikler, İslâm âlimlerinin tedkik suretlerine esasen muhalif olan bir intikad tarzı takip etmekle beraber.[244]

İslâm ansiklopedisi'nin ilgili maddeleri dışında, ülkemizde neşredilen iki eser, diğerlerinden daha faz-, la batının hadis araştırmaları hakkında bizi aydınla­tır, Bunlar, rahmetli hocam Prof. Muhammed Tayyib Okiç ile, Dr. Zübeyr Siddîkî'nin eserleridir [245]An­kara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi dergisinde ise, neşredilen konu ile ilgili makaleler bulunmakta­dır [246]Batılıların, hadis araştırmasında dayandık­ları noktaların başında, Goldziher'e ait şu    fikir gelinektedir: Hadis edebiyatının, İslâm Peygamberinin esas fikir ve ideallerini temsil etmediği ve fakat daha sonraki devirde bulunan kimselerin fikirlerini akset­tirdiği». Neticede şöyle bir mantikî silsile yürütülmek­tedir: «Binaenaleyh hadisler, Peygamber tarafından vaz' edilen fikirler için kaynak vazifesi göremez. An­cak ondan sonraki İslâm kültürünün muhtelif cephe­lerinin, yabancı gayr-i İslâmî - tesirler altındaki tarihi için mühim bir haber kaynağı vazifesini görür» [247]Açıkça görülen husus şudur: Bu zatlar, İsiâmdan ön­ceki devrede gelen Yahudiliğin, diğer iki dinin kayna­ğı olduğu fikrini işlemektedirler. Her üç dinde müşte­rek ilâhî unsurların bulunduğunu, üçünün de belirli tarihlerde hükümran olduğunu kabul yerine, Hristi-yanlığı ve İslâmlığı, Yahudilikten sapan iki ayrı mez­hep veya bozulmuş din gösterme arzusu, onların il­min kudsî ölçülerini garazları için bir tarafa atmağa sevketmiştir.

Uzun yıllar, Tevcihû'n-nazar ilâ usûli'1-eser gibi büyük bir eserin yazarı olan Tâhir Cezâirî'den ders okumuş olan bu müsteşrik, meselelerin pekala aslını bilmekte, fakat, çeşitli âmiller onu ilmin temiz yolun­dan saptırmaktadır. Dr. Muhammed Hamidullah'ca neşredilen, Hemmâm b. Münebbih Sayfası, onun fik­rini geniş çapta çürütmüş, hadisin tarihini ikinci asır­dan, Resûlüllah gününe geri çekmiştir. [248]

Dr. Siddîkî, yedi madde halinde, batı hadis araştı­rıcılarının tespitlerini, hedeflerini verir tenkidini yapar[249]Yukarıda arzettiğimiz dışında, bu ilim adamlarının iddiaları arasında en mühimleri şunlar­dır:

a) Hadis   uydurmalarında ashabın ve    tâbiûnun dahli vardır,

b) Peygamberimizin yaşadığı zamanın uzaklığın­dan faydalanarak, itikadı ve amelî mezheplerin imam­ları, kendi fikir ve inançlarını destekleme   gayretiyle hadis uydurmuşlardır,

c) İslâm münekkitleriyle garplı tenkitçilerin nok-ta-i nazarları ayrı ayrıdır,

d) Altı sahih hadis kitabına itimat yoktur. [250]

 

6. Şarkiyatçıların Tesirleri

 

İslâm tedkiklerine müslüman ülkelerden daha önce ve daha yoğun şekilde başlayan oryantalistlerin müslüman dünyası ve ilim adamlarıyla yakın temas­ları olmuştur. Belirli aralıklarla icra edilen kongre­lerde onlarla teşrik-i mesâileri vardır. Bir kısım îslâriı ülkelerinde; uzman, misafir profesör ve araştırmacı olarak gelmiş, veya Helmut Ritter gibi ömrünün bü­yükçe bir kısmını İslâm ülkelerinde geçirmiş olanları mevcuttur. Müslüman ülke ilim adamlarının bazıları da, onların memleketlerinde okumuş, doktora yapmış, misafir hoca olarak bulunmuş, tedkik gezilerine çık­mış veya oralara yerleşmiştir. Dolayısıyla karşılıklı temas ve tesir çok yönlü olmuştur.

İslâm ülkelerinde, üniversite mensubu olmayan İslâm bilginlerinin, şarkiyatçılarla ilgisi pek olmamış­tır. Marak edenler de, kendi lisanlarına nakledilen eserlerden onları tanımışlardır [251]Üniversite men­supları içinde, İslâm ilimlerini bilmeyenlerimizin, ba­tılı îslâmolcglara hayranlıkları daha da farklı olmak­tadır. İslânıı onların daha iyi araştırdığı zannı vardır. İslâmî ilimler mensubu araştırmacılarımız da oryan­talistleri üç gözle mütalâa etmektedirler:

a) Onları ve araştırmalarını tamamen   reddeden görüş,

b) Aşın bir   takdirle onları ve    araştırmalarıyla, eserlerini tenkidsiz benimseyen fikir ve kanaat,

c) İtidalle hareket    edip; haklılığı vg    haksızlığı tesbit eden görüş. Elbette bu sonuncuların fikirleri ve tuttukları yol, en salim yol olmaktadır.

Durum böyle olunca, Batılıların   tesirlerini de iki yönden mütalaa etmek gerekmektedir:

a) Müsbet tesirler: Hadisçiler özellikle, batılıların neşrettikleri bazı eserleri kullanırken onların hakkını teslim ederler [252]Müsbet tesir en çok    metod yö­nünden olmuştur. Bu bizi, eskiye ve temelimize dön­meğe zorlamıştır. Batılılar, ilk İslâm bilginlerinin ça­lışma üslûblannı iyice tesbit etmiş ve onu modernize ederek; yeni bir yol ve yeni bir kritik ve    araştırma metodu gibi şarka takdim etmişlerdir. Halbuki, batıyı da hayran bırakan ve peşinden sürükleyen    müslü-man ilâhiyatçıları  sayıları az da olsa bilirler ki, günümüzde uygulanan bu metodlar, îslâmm öz malı­dır; geçmiş çağlarda kullanılan, bu sonradan terketti-ğimiz yollar ve usûllerdir.

Batının tesirlerinden biri de ihtisaslaşmada ken­dini gösterir. Bir diğer müsbet tesir; çok çalışmanın lüzumuna inanma ve uygulama isteğidir. Metod yö­nünden arzettiğimiz tesirin tenkide uğrayan yanları olmuş, birbirini; «müsteşrikvarî İslâm tedkiki yap­makla suçlayan» âlimlerimize de raslanmıştır.

b) Menfi tesirler: Bilhassa dinimizi bilmeyen en-tellektüel zümremiz; yani meslekleri açısından   batıyı iyi bildiği halde, İslâm araştırmaları açısından ülke­mizi ve batıyı iyi bilemeyen münevverimizde, batılı­ların yanlışları sürdürülmüş, İslâm    bilginleri haksız yere tenkit edilmeğe devam olunmuştur.

Tesirlerden bir diğeri şudur: İslâm ilimleri için gerekli dil ve benzeri temel malzemeye    sahip olmadan İslâm tedkikine girişenler olmuştur. Bildikleri batı dili, kendilerini bu yola sürükleyen pek çok kişi bulunmaktadır. Halbuki, aracı olarak kullandıkları dinin ve dilin mensubu; bizim Arapça ve Farsça; bu ülkelerde ise Türkçe bilmeyen münevverimizle dedesi arasına girmekte, bizimki de onlar aracılığıyla ilim yapmaktadır. İki misâlle kastımızı anlatmağa çalışa­lım: Söz gelişi, eski harflerle yazılmış Türkçe metinle­ri okuyamayan bir üniversiteli hukukçu, Cevdet Paşa­yı incelemek için; yeni yazı ile yazılmış metinlerin ye­terli olmadığı yerlerde, bizzat Cevdet Paşa ile teması gerektiğinden mecbur kalacak, batıda Cevdet Paşa üzerinde çalışmış bir kişinin eserlerini araya soka­cak, dedesi ile torunu arasına bir Fransız girecek. Ve­ya, Köprülüzâde M. Fuad Bey'in, eserlerinin orijinalle­rini veya onun kütüphanesinde fişlerini inceleyecek Üniversiteli torunları, Amerika'dan gelip Köprülü üzerinde doktora yapan bir yabancının tercümanlığı­na sığınacak. Bildiği batı dili yardımıyla, batılı mate­matikçi ve astronomları öğrenen bir çocuğumuz, Fa-tin Hoca ve Salih Zeki'nin matematik ve astronomi ki­taplarını, yine kendi yaşında Türkçe - eski Türkçe bi­len bir Fransız yardımıyla öğrenecektir. Bunlar, ha­yal olarak yakıştırılmış şeyler değildir. Arşivlerimiz­de, kendi çocuklarımızdan çok yabancıların çalıştığı ise bir gerçektir, fikrimizin müsbet delilidir.[253]

 

7. Garbiyatçılık Teklifi

 

Oryantalizm, yani şark ilimleri ve medeniyetleriyle meşgul olma meselesi, batının XIII. asırdan iti­baren başlattığı, üçyüz senedenberi de, en yoğun ça­lışmalarla yeniden ele aldığı geniş bir konudur. Ken-,di bünyesi içinde hayli karmaşıktır. Oryantalizm için­de İslâm ilimleri büyük bir branş teşkil eder. Gerek İslâmî ilimler ve gerekse Türkoloji yönlerinden batı, uzun müddettenberi Türkiye ile yakından ilgilidir. Bir önceki bahiste arzettiğimiz gibi, oryantalizmin, İs­lâm ve milletleri açısından faydalı ve zararlı yönleri vardır. Konumuz, Şarkiyatçılığın tartışması değildir. Bizi burada ilgilendiren, yeni bir teklif: Anti oryanta­lizm; garbiyatçılık veya kısaca batı dinleri tetkiki; kültürü ve müesseseleri ile özel mânada uğraşma me­selesidir.

Türk üniversitelerinde, batının müesseseleri ve ilimleri aynı ölçülerle ve aynı seviyede okutulur. On­ların ilimlerini ve kurumlarını tanıyan elemanlar çoktur. Fakat, gerek Yahudilik ve gerekse Hristiyan-lığı araştıran; batıya yönelmiş, onların dilleriyle eser-. ler veren âlimler azdır. Halbuki biz, İslâm ilimleri sa­hasında batının büyük bir ilmî baskısı ve ilim dışı davranışlarıyla karşıkarşıyayız. Ve yüzlerce yıldır, İslâm âlimleri, sadece müdafaa durumunu tercih et­mişlerdir. Bunda Islâmın, «diğer dinlere çamur atma­yı önleyen inanç sisteminin büyük payı vardır». Fa­kat, kötülüğe kötülükle karşılık verilmese bile, kendi-nıizi müdafa ve karşı tarafın durumuna işaret için, bütün İslâm ülkelerine düşen görevler mevcuttur. Devlet meselesi olarak işe sarılmak gerekir. Karşı ta­raf dinlerini bilen, hücumları ilimle göğûsleyen, mu­kabil çalışmalarla onları eriten kadrolar tesis etmek, geciktirilmemesi gereken bir husustur. Eski Yunanca-yi, îbrancayi [254]Âramcayı ve Latin dillerini bilen ve özellikle bu iki dini araştırmaya hayatını veren ilim adamları yetiştirmek ve büyük bir kadro tesis et­mek, gerekir.

Batı üniversitelerinde ilahiyat konularında dokto­ra yapan arkadaşlarımızın, sıkça belirttikleri bir hu­sus vardır: Batı ilim adamları, Türklerin veya diğer müslüman ülke çocuklarının, batı müessese ve dinleri üzerinde doktora yapmalarına müsade etmemektedir­ler. Onları kendi millî ve dinî konularıyla meşgul edip, doktora çalışmalarını İslânıî sahalarda yaptır­maktadırlar. Bir nevi nefis savunması olarak duru­mu normal karşılamak gerekir.

Kendi bünyemizde yüzlerce; batıyı tanıyan, özel­likle batı ilahiyatı, kilisesi, misyoner teşkilâtı ve din hayatını tanıyan, yüksek vasıflı eserler veren ilim adamları yetiştirirsek, onların ortaya koyacakları ça­lışmaya her halde batı bigâne kalmayacak; şark ve İslâm millet ve dinlerine yönelen iftira ve saldırıları azalacak ve hatta önü alınacaktır. Çünkü onlarda, ar­tık kendilerine yönelen tespitlere cevap hazırlamakla ve savunma yapmakla mesailerini böleceklerdir [255]

 

8. Hadislerin Dinimizdeki Yeri

 

Buraya kadar zaten hadislerin yerini ve değerini anlatmağa çalışırken, ayrıca bir başlık açmamız; me­selenin kısa bir icmalini vermek, evvelce zikredilme­yen birkaç noktaya dikkat çekmek gayesine yönelik­tir.

Peygamberimizin fiilleri ve tasvipleri, O'nun dinî tatbikatı yani sünneti demektir. Sünnetin ve Peygam­berimizin sözlerinin ifadesi demek olan hadisin değe­ri sözkonusu olurken, Peygamberimizin sadece fiil ve sözlerinin değeri değil, onun dinimizdeki yeri ve hük­mü de sözkonusu olur.

Kur'an-ı Kerim, Peygamberimiz (s.a.) hakkında, onun taşıdığı sıfatlara da yer vererek tanımlar yapar ve dindeki gücünü belirtir. îslâmm tebliğcisi, Kur'an'ı beyan eden zât; muallim, âhir zaman nebisi, aynı za­manda sâridir [256]O'nun hüküm koyması Allah-tan ayrı istikamette olamaz. Çünkü, kendileri vah­yin devamlı kontrolü altındadırlar; yanılmaları Allah tarafından düzeltilir. [257]

Vahyin kontrolünde olan Peygamberimize itaat, Allah'a itaatin aynı, isyan da Allah'a ve O'nun hük­müne isyan demektir. [258] Peygamberimiz bir konuda karar verdikten sonra, artık müslüman erkek ve İcadına, başka bir tercih hakkı ve muhayyerlik de ta­nınmamıştır.[259]

Peygamberimizin beyanlarından da öğrendiğimi­ze göre, hadisler ve geniş manasıyla sünnet; bütün müslüman fertlerin uymaları gereken düsturlar top­luluğu olmaktadır. Dindeki yeri böylesine güçlü olan hadise, şu veya bu sebeple ters gibi gelen uygulama­lar görüyorsak, bunların mutlaka ilmî bir açıklaması vardır. Aksi halde; bile bile, dinimizde hiç bir kimse, Peygamberin ameli dışında bir amel biçimi ortaya ko­yamaz.

Sünnetin yaptırıcı, yol gösterici; hayat tarzı belir­leyici gücü sayesinde, Muhammed ümmetinde çağlar ve coğrafyalar değişse bile değişmeyen müşterek ka­rakterler meydana gelmiş, sünnet islâm toplumlarına kendi boyasını vurmuş; hatta müslümanlara komşu olan veya onlarla asırlarboyu beraberce yaşayan gayr-i müslim unsurlar, ayrı karakter çizgisinden te­sirler almışlardı. [260] Ekseriyetin bu sağlam fikirleri yanında, tarih bo­yunca sünnetin; hüküm ihtiva eden ve etmeyen; hidâ­yet sünneti ve zevâid sünneti olan; peygamberlikten sayılan ve sayılamayan tarzında bölünmelerinin, teh­likeli sonuçlar doğuracağı gözden ırak tutulmamalı­dır. Aynı taksimleri belki büyük bilginlerin eserlerin­de de görmek mümkündür. Fakat Şurası unutulma­malıdır: Peygamber buyruklarının hüküm ihtiva eden ve etmeyen kısımlarını Mm ayıracaktır. Fezâille ilgili zannettiğimiz bir meselenin; doğrudan bir inanç me­selesi olmayacağını kim iddia edebilecektir? Peygam­berliği tebliğ cümlesinden olan veya şahsî içtihatları sayılan hususlarda kıstas ne olacaktır? Bütün bu nok­talar; izafî ve sübjektif değerlendirmeleri doğuracak, bundan da sünnet ve özellikle Peygamberlik müesse­sesi zarar görecektir.[261] Hadisin meseleleri yanında, ondört asra yaklaşan bir tarihi ve hayat hikâyesi de vardır. Bu hayat hikâ­yesi; coğrafya, zaman, şahıs, eser ve hâdiseler bütünü içinde verildiği takdirde bir tabiîlik arzeder. Evvelce bir nebze bahsettiğimiz gibi; biz ülkemiz araştırıcılarından, her İslâm coğrafyasına ait sünne­tin ve hadis ilimlerinin tarihini araştırmalarını bekle­riz. Söz gelişi, Anadolu İslâmlığının, inanç ve kültür tarihi yazılırken, onun ilim tarihi içinde hadis ve ilimleri tarihi de yer alacaktır. Anadolu'ya gelen göç­men kavimlerin ilmi ve inanç yapılarının tesbiti işin­de, hadisle ilgili çalışmalar büyük yer işgal etmelidir. Bugün, Konya'da mevcut bir İnce Minare Dâru'1-Ha-disi'nin ilim tarihini bilememekteyiz. Halbuki bunla­rın bu teferruatta araştırılması gerekmektedir. Tarihî yapısına uygun maddî bünyesi restore edilen eserin; bin yıl önceki tarzda hadis öğrenimini aksettiren şart­larda  velev haftada bir   gün - görev yapması,   Türk kültür ve iman hayatı için kazanç değil; görevdir, va­zifedir. Bir Malatya, bir Tokat bir Niksar, bir İznik... kü­çük de olsalar, tek tek hadis araştırmaları yönünden göznuru dökülmesi gereken yerlerdir. Türkiye dışına çıkınca; Suriye ve Irak'taki hadis merkezleri, özellik­le Mısır, Kuzey Afrika, Hind ülkesi ve eski İran'ın du­rumu aynı himmetleri beklemektedir. Sırf İspanya'da hadis tarihi, bölgeleri ile tedkiki, kimbilir kaç ömrü içine alacak genişliğe sahiptir.[262]

 

İKİNCİ BÖLÜM

 

GECEN ONDÖRT YÜZYILDA HADİS İLİMLERİ

 

I. Hadislerin Doğuşu Ve Şifahî Nakli

 

Kitabımızın ikinci kısmı, hadisin ve hadis ilimleri­nin, doğuşundan günümüze kadar olan macerasını, ana hatlar halinde, çabucak gözden geçirmemizi sağ­layacaktır. Aslında birinci bölümde de, yer yer hadis vakıasının tarihle olan teması, mecburi olarak zikre­dilmiştir. Fakat bu kısımda; özellikle muhtelif zaman dilimlerine ayırarak, veya belirli vak'alan başlangıç alarak, tarih şeridini gözden geçirme durumunda ola­cağız.

Tarih, geçmişin belgelere dayanılarak bilinen kıs­mı olmaktadır. Bu, bir bakıma insanlık hayatının za­man içindeki akımına verilen addır. Tarihin ilim ola­rak kendine has özel dalları ve metodlarınm olacağı ise gayet tabiidir. İlk zamanların tarihi artık yeni me-todlarla; iktisat ve sosyal yapılar da işe karışarak, tef-sirci bir metodla incelenmekte; neden ve nasıl sorula­rına doyurucu cevaplar aranmaktadır [263]

Tarih usûlcüsü ve tarih âlimi Zeki Velidi Toğan'a göre; «Tarih, içtimaî bünyenin azası olmak itibarıyla insanlığın fiil ve fikirlerinin inkişâfını takibeden bilgidir... Fiil ve fikir mahsûlü vak'aîarı inceler... ken­disiyle meşgul olan zevatın temayüllerine pek fazla nıarûz kalır». [264]Yine bu rahmetli bilginin belirttiği­ne göre biz; «Hâdiselerin seyrinden, hatta madde ve eşyanın mazi ve halinden bahseden her yazı ve her hikâyeyi tarih...» sayar, «... tabiî hadiselerin tarihini, bir ilmin, mevâddan meselâ altının, demirin ipek ku­maşın... buğdayın, tütünün, tarihini bahismevzuu edebiliyoruz. [265]

îslâmi ilimlerle doğrudan ilgisi bulunmayan bir ansiklopedide, Hadis tarihi şöyle tanıtılır.- «Hadis tari­hi ise, hadislerin ortaya çıkış zamanlarım, hangi olay­lar yüzünden söylendiklerini, kimler tarafından ve nasıl, ne yolla nakledildiklerini araştırır... Her hadis gerçek bir olay yüzünden söylendiği için; hadisin an­lamıyla olay arasındaki bağlantıyı gözönünde tut­mak, hadisi olayla açıklamak gerekir. [266]

Hadis ve tarih, birbiriyle alâkalı iki ilim dalı ol­makla birlikte, biz özellikle hadisin tarihini kısaca vermeye çalışacağımız bu sayfalarda bir ilim dalı ola­rak onun geçmişini tanıtmağa gayret edeceğiz. Hadis tarihine verilen yukardaki mânalardan, «vürûd se-bebleri» başlığı ile ilk bölümde temas ettiğimiz nok­tayla hiç meşgul olamayacağız.

Islama yakın çağların ilim adamlarının takibet-tikleri tenkid usulleriyle meseleleri didik  didik ede­rek, hadisin ondört asırlık macerasını bölüm bölüm yazmak; hadisi de çok iyi bilen tarihçinin veya, tarihi de çok iyi bilen hadisçinin gelecekteki büyük ve ha­cimli işi olmalıdır. O zaman: «... orta çağlarda İslâm âleminde tarihe istihfafla bakıldı...» Câhil cemiyetler­de tarih hiçtir. Bu yüzdendir ki, bizim eski din ulema­sının çok geri kalanları, tarihi hiçe saymışlardır. On-, larca tarih bir ilim değildir. Ve bu sebeble tarih med­reselere girmemiştir», şeklinde sürüp giden tesbitle-rin, gerçeğe uygunluk [267]derecesi ile, tâbiûndan iti­baren hadiste tarihe verilen gerçek değer; modern ta­rih araştırmalarına hadisin ve hadis kritik tekniğinin katkıları, tarihin hadisten öğrendikleri, İbn Haldun'­dan itibaren başlatılan tarih felsefeciliğmin çok eski çağlar hadisçilerinin emeklerinin mahsûlü oluşu, «... esasen tarih müstakil bir ilim haline gelmeden evvel, onun yerini hadis işgal etmekte idi[268]gerçeği ta­mamen tebellür eder, hak sahipleri hakkını alır, yeri­ne oturmayan tenkidler de askıda kalır.

Hadisin veya Hûlî'nin deyimi ile [269] «sünnetin ta­rihi», aslında en güzel biçimde; kendi oluşumundaki tabiî bünye içinde incelenebilir. Vak'anm oluş anın­daki saffetine inilince, veya üzerine biriken tarihi te-ressübâtı yığılış zamanına ve tarzına göre ayıklayınca doğru bir yol tutmuş olacağız. Fakat bu ikinci bölüm meseleyi bu denli bir yapı ve hassasiyetle ele alama­yacaktır. Dr. Mehnıed S. Hatiboğlu'nun dediği gibi hadisin 14 asırlık macerası; «... İslâmı dünyada temsil eden en büyük insanı, bütünüyle anlama hizmetinde­ki bir ilmin tarihi. Ondört asırdır hakkında eser yazüinakta olan böyle bir şahsın davasını, fikirlerini, yap­tıklarını tesbit ve tahlil edebilmek, getirdiği dini kav­ramak bakımından temel şart hüviyetindedir. Bu şartı yerine getirme yolunda girişilmiş gayretlerin arzetti-ği manzara, bu dersin ana mevzuunu teşkil edecek­tir» [270]Buradan anladığımız kadarıyla; ilimlere böl­meden, sınırlar getirmeden, usûl ve tekniğe boğma­dan islâm ve Peygamber vakıasının okutuluşu; bu va­kıanın nakli konusunda ondört asırdır sürdürülen müsbet ve menfi gayretler hadisin veya sünnetin ta­rihini meydana getirmektedir. Biz böylesine güçlü, bir çok ilim şubesinin müşterek hizmetini görme duru­munda değiliz.

Hadislerin doğuşu ve şifahî nakli, hadis yazım işi, takyîdü'1-ilm, hadislerin cemedilmesi veya tedvini, tasnif dönemi, tasnif çeşitleri, belli başlı eserler, tas­nifte altm çağ adı verilen kütüb-i sitte çağı, durakla­ma yüzyılları, gerileme devri, günümüzde hadisin du­rumu, başlıkları altında verilecek bilgiler, tarih şeri­dinin durak yerlerini ve bazı aşina yüzlerle, eserleri tanıma gayreti kitabımızın ikinci kısmını meydana getirecektir.[271]

 

1. Hadisin Doğuş Günleri

 

Daha sonraki devrelerde, tasnif çağlarında geniş bir literatüre yayılacak olan hadisin kaynağı, Hicaz ve Peygamberimiz ts.a.) ile çevresidir. Doğuş çağı diyebilec eğimiz   Peygamberimizin   sağlığmdaki   yıllar,

daha sonraki araştırmalarda zaman zaman, çözüm noktası olarak görev yapar. «Hadislerin ilk defa yazı ile tesbiti, tesbit edilen malzemenin toplanması veya kendine has. tabiri ile tedvini ve nihayet muayyen bablar halinde tasnifi, mevzû-i bahs hadis mecmuala­rının teşekkülüne kadar geçen tekâmül safhalarını ifade eder» [272]

Bu devreyi daha farklı bölenler de vardır. Fakat çoğunlukta görülen sıralama: «Doğuş» veya «Peygam­berimiz gününde hadis» (sahabe gününde hadis), şi­fahî nakil; yazımın yasak edilmesi, müsade, ilk yazılı malzeme, toplama ve tedvin faaliyetleri, kitaplaştır­ma işleri, resmi hizmetler, tasnifte ileri adımların atılması ve gerileme çağları... biçimindeki sıralama­dır. Bunları tarih ve zaman belirterek verenler oldu­ğu gibi, vak'a olarak tarih vermeden nakledenler de bulunmaktadır.

Kesif çalışmalar şeklinde görülen bölüm ilk iki-yüz yılı aşkın zamandır. Üçle başlayan hicrî tarihler­de artık hizmetler daha da tekâmül etmiş durumda­dır. Beş, altı ve yedinci asırlar, ilk çağların meyveleri­nin bol miktarda derildiği yerinde sayma zamanları olmaktadır. Sekizinci asırdan itibaren gerileme baş gösterir, ne var ki, gerek bu asırlarda ve gerekse on iki, on üçüncü asırlarda parlayıp sönen bazı şahsiyet­ler, yine müslümanlara ilim hayatında önderlik eder. Günümüze yakın olan çağ; on üç ve ondördüncü asır ile, yeni başladığımız asır inşâallah uyanına, silkinme ve eski doruğa yol alma çağlan olacaktır.

Hadisin modern anlamdaki «beklenen tarihi» ya­zılırken, ilim adamlarını meşgul edecek konuların ba­şında coğrafî mekânların doğru olarak tesbiti gele­cektir. Hadis tarihçisi, çok iyi tanzim edilmiş bir ta­kım atlaslar ile çalışma durumundadır. Eöyle bir at­las, küçük bir yerleşim merkezi de olsa, eski devirde­ki adıyla, birçok ilim adamının nisbetinin yapıldığı mahalleri göstermelidir. Böyle atlasların tanzimi; tıp­kı İslâm kurumları ve medeniyeti tarihçileri kadar, hadis tarihçisini de ilgilendirmektedir.

Her hâdisenin başlangıcım, kendi şartlan içinde bilmek bizler için ne kadar dikkat çekici ise; merak mevzuu bir konu ise, asırlar sonrasının kesif perdeleri arasından o başlangıca ait malzeme ve görüntüler bulmak da, o başlangıcı sıhhatle tesbit de o derece zordur. Diyebiliriz ki; İslâmm ilk yıllan içinde hadisi aramak, hadisler içinde İslâmm ilk yıllarını aramak gibi içice bir durumu çözmeğe girişmek gibidir.

Hadisler bize, Peygamberimizin ilk nebîlik yılla­rından tutunuz, vefatına kadar geçen zaman içinden pek çok hâtırayı saklar. Bu hâtıralardan, Efendimizin davranışları ile birlikte sözleri, tasvip ve takrirleri de bir kenara ayrılabilir. Hadis ilimlerinin konusu, bilin­diği gibi belirli bir açıdan Peygamberimiz (s.a.) dır. Onun ağzından çıkan her şey ilk günlerden itibaren emir telakki olunmuş, muhafazaya çalışılmış, hatta bilmeyen ve görmeyenlere bunlar aktarılmıştır.

Peygamberimize yönelik bu ilginin küçük bir ör­neğini, çevresine tesirli olmuş; sayılıp sevilen bir mü-rebbinin bir edep   öğreticisinin; bir İslâm bilgininin yakınlarında takibetmek ve meseleyi az da olsa kıyaslamak mümkündür.[273]

Bi'setin ilk günlerinden itibaren, vahy-i metlüvv dediğimiz Kur'an-ı Kerim'i teşkil eden ilâhî talimler, ağzından çıkar çıkmaz, yine Efendimizin emriyle va­hiy kâtipleri tarafından yazılmış, ibadetlerde okuttu­rulmuş, ezberlenmesi teşvik edilmiş; böylece ilâhi ga­ranti yanında, beşerî çabalarla da Kur'an korunmuş­tur [274]Geriye kalan tebliğler, evvelkilerin vasıfları­nı taşımasa bile, müslümanîar için yine de çok kudsi nesnelerdi. İnsan olarak söylediği bu sözler, Peygam­berimizin aldığı diğer vahiylerle ilgili görülmüş, «sa­dece doğrunun çıktığı» ağızlarından [275]çıkan, ben­liklerinden sâdır olanların da nakli; başkalarına du­yurulması, yine O'nun emirleri altında yer yer ger­çekleşmiştir.

Bu konu, pek erken devirlerdenberi ümmetin dik­katini çektiği, bir iman ve amel meselesi telakki olun­duğu için, hadis ilimlerinin ilk temel taşları bunlar ve bu gayretler olmuştur diyebiliriz.[276]

Dikkatimizi şu noktaya çekmek istiyoruz: Bu dev­rede İslâm dininin ilk ve son kaynağı;, getirdiği âyet­ler ve mübarek ağızlarından çıkan emirleriyle Hz. Peygamber olmaktadır. Sahabe bunu böylece kabul etmekteydi.

Aşağıda bir nebze temas edeceğimiz , gibi, Pey­gamberimizin tebliğ dairesi genişledikçe bu «tabi'î ce­reyan eden sünnet ve hadis öğretimi ve öğrenimi» de yayılmıştır. Geniş çevreler; öğretici ve öğrenici ele­manlar kazanmıştır. Düşünelim: Bir kabileye, bir kö­ye yani cemaat içine giden muallim, ilkin Kur'an ile birlikte Efendimizden duyduklarını ve gördüklerini nakletmekteydi. Bu öğrenim ve öğretim, nakil ve teb­liğ işi, sâde idi ve tekellüften uzaktı.[277]

 

2. Sahabe Ve Hadis

 

Hadisin doğuş vak'asım zikrederken sahabesiz bir Peygamber (s.a.) düşünmek nasıl mümkün görül­mezse, sahabe günündeki hadis çalışmalarını verirken de, Peygambersiz bir sahabi düşünmek mümkün de­ğildir. Yazarları; Peygamber gününde hadis, sahabe gününde hadis olmak üzere ikili bir bölmeye götüren sebep zannımızca şudur: Peygamberimizin günü sahabenin de günüdür. Ama unutmayalım ki, sahabe­nin Peygambersiz üç çeyrek asırlık bir hayatı da söz-konusudur. Peygamberimizin sahabeden ayrı geçen İslâmi bir devresi sözkonusu değildir. Nübüvvetin ilk günlerinde bile iki-üç kişi de olsa sahabi vardır. Mese­le içice bir durum arzetm ektedir.

Sahabe, hadis nakli ve öğreniminde ilk halkayı teşkil eder. Büyük bir değerleri vardır. Bu değeri biz burada sırf hadis öğrenim ve öğretimi noktasından ele almaktayız.

Usûl iktaplarında sahabe ve tâbiûn-etbâ' bilgileri müstakil konular olarak işlenir. İlim dallarını uzat­mamak için biz, rlcâl bilgisi içinde, konuyla ilgili bir­kaç noktaya. işarette bulunduk. Sahabede hadis öğre­nim ve öğretimi konusuna hazırlık olmak üzere saha­beyle ilgili bazı noktaları görmekte yine de fayda var­dır.

«Küllü müslimin, raâ Resûlallah (s.a.) fehüve mi-ne's-sahâbe» ölçüsü, sahabe tanımında en kısa yolu gösterir.» Peygamberimiz (s.a.)'i gören her müslüman sahabeye dahil bulunmaktadır. Bu kişinin, müslüman olarak vefat etmesi de şarttır. Sahabinîn; kadın, çocuk, kör olması neticeyi değiştirmez. İmam Buharı sahatfiyi şöyle tarif etmektedir: «Müslümanlardan Hz. Peygam­berle birlikte kalan, O'na dost olan, O'nunla sohbet şerefine erişen veya O'nu bizzat gören müslüman O'nun ashabmdandır» [278]Usûl-i fıkıh bilginleri, ha­dis rivayet işini de sahabilikte şart koşmaktadırlar.

Şia hariç müslümanlar, sahabenin, dahilî kargasaya karışanlar da dahil, hepsinin udûl (dini bütün kimseler) olduğunda ittifak halindedir. Bu husus, Kur'an âyetlerinden ve Efendimizin sözlerinden istin-bât edilen bir husustur. İçlerinde; Ebu Hureyre, Sa'd, Câbir, Enes, Âişe, İbn Abbâs, îbn Ömer gibileri çok hadis rivayeti ile tanınırlar. Az hadis rivayet edenle­rin de kendilerine göre ileri sürdükleri inandırıcı se­bepleri vardır. Sahabenin fazilet derecelerine göre sı­ralanmaları, ilk müslümanlar, ömürleri, sayıları, vefat yerleri, en son vefat edenler gibi pek çok konu vardır ki bunlar, ilgili ilim dalında ve ona tahsis edilen eser­lerde yer almaktadır.

Sahabe başlıca; «Mühâcırûn ve Ensâr» kısımları­na ayrılırlar. İslâmı kabul etmediği devrede Peygam­berle birlikte yaşayan kimse, sonradan müslüman ol­sa tabii adıyla anılan diğer nesle ait bir fert olarak telakki olunmaktadır.

Sahabe, gerek haremeyn (Mekke ve Medine) ve gerekse, Yemen, Mısır, Kuzey Afrika, Küfe, Şam, Irak, Horasan, Doğu Türk illeri ve hatta Hindistan'a kadar uzanan bölgede, ilim meclislerinin «merkez şahsiyeti, tohum ferdi» olmuşlardır, Sahabe ile ilgili meseleler bunlardan ibaret değildir.[279]

 

a) Sahabede hadis öğrenimi ve öğretimi

 

Sahabe hadis   öğrenimini, hem   Peygamberimizle ve hem de kendi çağdaşlarıyla sürdürmüştür. Yani, bir sahabi için hadisle ilgili olarak iki ana kaynak vardır; Peygamberimiz veya bir diğer sahabi arkadaşı veya arkadaşlar topluluğu. Sahabenin öğretimde tale­besi de; ya bir sahabi, ya bir tabii, veya bunların ol­madığı bir mahalde nazarî olarak da düşünsek bir tabiî tâbiî'dir.

Peygamber Efendimiz, kendi sünnetlerinin öğre­nimi yanında sahabeyi genel mânada ilme de teşvik ederdi. Sahabenin Peygamberimizden bilgi alışında; soru ve cevap tarzında konuşmaların, gelen hey'etle-rin, şahsî müracaatların, tebliğ mektuplarının, hutbe ve konuşmaların, kadm ve erkeklere yaptığı nasihat ve vaazların, yardım toplama anında söyledikleri söz­lerin, validelerimizden alman bilgilerin, genel anlam­da her türlü Peygamber meclisinin rolü büyüktür [280]Peygamberimizin gününde «örgün eğitim» dedi­ğimiz, teşkilâtlı ve müesseseli öğretim ve eğitim yoktu demek hayli güçtür. Bazı yazarlar; Peygamberimizin belirli bir öğretim ve eğitim merkezi ve yeri yoktu derken, daha sonraki çağların tekâmül etmiş ilim yu­valarına benzer yerleri kastettikleri muhakkaktır. Ama unutmamak gerekir ki, o mânada olmasa bile Mescid-i Nebi ile Medine şehri içindeki diğer mescit­ler, Suffe adıyla anılan özel mahal, bazı müsait ve ge­niş evler, örgün hadis öğretim ve eğitimi için ayrılan yerlerdi. Buralarda, hadisler yanında özellikle Kur'an okutulmakta ve Kur'an ahkâmı tanıtılmaktaydı. Mer­kezdeki bu teşkilâtın küçük benzerleri civar kabile­lerde de mevcuttur.

Sahabe kendi aralarında Peygamberimiz (s.a.) m hadislerini, bilhassa onun âhirete irtihalinden sonra, daha da artan "bir şevkle; müzâkereye, okuma ve okutmağa, araştırmağa koyuldu. Fakat bu çalışmalar gözü kapalı değil; bir metöd ve disiplin içinde cereyan etmekteydi. Bilhassa devletin korktuğu husus, Herke­sin Peygamber ağzından yalan yanlış bir şeyler nak­letmesi idi [281]Durumun böyle ciddî tutulduğuna bi­zi inandıran güçlü deliller mevcuttur. Eski ve yeni bir çok müellifin temas ettiği gibi; sahabe hadis alıp - ve­rirken; Tenkit, ihtiyat, tesebbüt ve ciddi araştırma yolunu tutmaktaydı. [282]

Sahabeyi bu konuda diri tutan en güçlü bir diğer müeyyide; Peygamberimizin fiillerine olan i'tisâmlari; sımsıkı yapışmaları idi. Sünnete karşı, hırs denilebile­cek büyük bir şevk ve aşkla sarılma; uygulama, naza­rî bilgileri Peygamberimizin öğrettiği biçimde amel haline getirme hevesi, Peygamber (s.a.) e yalan isna­dından azami ölçüde sakınma, onları dürüst ilmî faaliyetlere, teşebbüs ve ihtiyata sevketmişti. Bu titizlik­lere başka mânaları uygun görenler; bu sebeble az hadis rivayetini bazı râvilere inanmamayı savunanlar olmuşsa da, onların fikirleri kabul yüzü görmemiştir. Aksine sahabedeki bu titizlik; dinimizin ve kültürü­müzün korunması, olduğu gibi gelecek nesillere nak­li, yalandan kaçınma, Peygamberinin talimatını oldu­ğu gibi aktarma olarak da anlaşılmıştır.

Sonradan müstakil kitapların yazılmasına bile sebeb olan [283]bir «istidrâk müessesesi», daha sahabe gününde mevcuttu. Hz. Âişe'nin, bir takım yanlış ha­dis anlayış ve nakillerim düzelttiği, daha o devrede: «bunun doğrusu şöyledir...» dediği bilinmektedir.

Sahabenin etrafa taşması ile birlikte, Haremeyn'­deki ilmî faaliyetler de taşraya yayılmış ve yeni islâm diyarlarında ilim merkezleri kurulmuş, bunlar ilerde daha güçlü ilmî faaliyetlerin çekirdeğini ve merkezini oluşturmuştur. [284]

Sahabe günündeki ilmî faaliyetlerin ana hatlarını böylece belirttikten sonra şöyle düşünmekte yarar vardır: Hadisin doğuş yılları, ilimlerinin de doğuş yıl­larıdır. O yıllara ait meçhul veya araştırmaya konu olması gereken hususlar ilimleri için de geçerlidir. Bu­lunacak her belge, hadisin doğuşunu ve sahabe günü­nü biraz daha aydınlatacak; Peygamberimizin öğre­tim ve eğitim üslûbunu daha yakından tanımış olacağız. İslâm kültür ve imanının temellerinin atılıp, bi­nasının yükseltildiği bu devrede;

a) Hadisin doğuş kalıbını ve renklerini,

b) Hadis ilimlerinin tekevvünü ve onların    öğre­tim  eğitimini,

c) Teorik ve teknik metod bilgi temellerinin atılı­şını birlikte görmeliyiz. Âdeta üç ayrı renk    taşıyan üçlü klişe, bir araya gelince muazzam bir    birlik ve tamlık teşekkül etmekte ve ortaya çıkan üç ayrı var­lık müşterek tabloyu    oluşturmaktadır.Bu itibarla, hadis usûlü bilgilerinin bugünlerdeki durumuna de­neme olarak da olsa bakmalıyız[285]

 

b) Sahabe Ve Usûl Bilgileri

 

Sahabe gününde, kitaplı - hocalı modern anlam­daki öğrenim ve eğitimin temelleri atılmıştı. Gerek ferdî ve gerekse guruplar halindeki öğrenim ve eği­tim faaliyetlerinde, usûl bilgilerine temel teşkil eden unsurlar bulunmaktaydı. Sahabede titizlik; rivayetin menşeini araştırma, sözün kailini belirleme çalışma­ları vardı. Onlar herşeyden önce bizzat en yetkili ağız­dan, Peygambere yalan isnadının kötülüğünü dinle­mişlerdi [286]Böylece,    bu harama karşı   uyarılmış olan sahabe gününde, yalan hadis uydurma faaliyeti başlama imkânı bulamamıştır. Bir nebevi hadis ileri­de meydana gelebilecek pek çok kötülüğün daha ön­ceden haberini vermiş, İslâm toplumlarının uyanık bulunması istenmiştir. Usûl kanunlarının çoğunu bu hadis içinde gizlenmiş bulabiliriz. Yalanın meydana çıkabileceğini bilen Hz. Peygamber, bu uyarısıyla, kendi sözlerinin, ümmetinden kıyamete kadar gelecek olan nesillere, doğru intikâli için ne .gerekirse onun yapılmasına işaret buyurmuştur.

«Bu sözleri işitenler, işitmeyenlere bildirsinler,» «şahit olan ğâip olana tebliğ etsin» sözleri de böyle te­mel kanunlardır. Ve doğrudan doğruya usûl ilimleri­ni ilgilendirir. İleride bu düsturlar; hadis rivayeti ve isnâd adıyla anılacak ilimlerin doğmasına vesile ol­muştur. Demek ki; Peygamber efendimiz Cs.a.) gü­nünde; hem hadisler şerefsâdır olmuş, hem de onları koruyacak beşerî usûl kanunlarının temelleri atılmış­tır. Bu ilimler, bilâhare aynı doğrultuda, aynı hedefin işgali için gelişmiş ve büyümüşlerdir.

Dahilde zuhur eden fitneler, sahabeyi hadis konu­sunda daha da ihtiyatlı olmağa; diğer bir deyişle yeni usûl kaideleri bulmağa sevketmiştir. Hadis naklinde sahabenin üzerinde durduğu bir diğer husus; duydu­ğu gibi nakil keyfiyetiydi. Onlar çoğu zaman; üâve veya noksanlaştırma korkusuyla, yanlış naklederiz korkusuyla az hadis rivayetini, veya hiç nakil yap­mamağı tercih etmekteydiler. Gerek râşid halifeler ve gerek sahabiler ağzından; «Seni yalanla itham et­mek istemiyorum. Fakat; herkesin Allah Elçisi'nin ağ­zından, aklına gelen her şeyi nakletmesini   istemem..

Bizler yaşlandık. Hz. Resûl'den rivayet ise mühim bir iştir..., falancaya gidiniz, o bizden daha iyi bilmekte­dir bu meseleyi» gibi pek çok kıymetli sözlerin çıktı­ğını kaynaklardan öğrenmekteyiz. Bunların ve ben­zerlerinin bir tek hedefi mevcuttu: Peygamber (s.a.) adına, onun ağzından yalan uydurmamak, yalanın yayılmasına âlet olmamak.

Sahabenin kendilerine ilim verdikleri nesiller, (Tâbiûn ve etbâ') çağları, artık hadis yazım, toplama ve tedvin faaliyetlerinin arttığı, hatta tasnife bile baş­landığı devirlerdir. Bu itibarla ayrıca «tâbiûn devrin­de hadis» başlığı altında, tarihçeyi uzatma faydalı ol­mayacaktır.[287]

 

3. Seyahatler (er-Rihle fî talebi'1-ilm)

 

Hadislerin şifahî devresiyle, yazıya geçiş arasmdaki dönemlerden bahsedilirken, genellikle-, ilim için; hadis öğrenimi için yapılan yolculuklara da atıflar yapılır. Bu mesele, hadisin toplanması ile ilgili olarak mütalaa edilir. Ne var ki, hadisin cem'i ve yazı ile kayd altına alınmasından sonra da seyahatler devam etmiştir. Bu itibarla, yazarlar kısa bir bölüm olarak er-Rihle fi talebi'l-ümden bahsederler, onun îslâm ilimlerine ve hükümlerine sağladığı faydayı dile geti­rirler.

er-Rihle fî talebi'1-ilm» veya «er-Rihle fî talebi'l -hadis» diye anılan bu seyahatlerde genellikle, duyul­muş hadisler için âlî isnâd temini veya, hiç duyulma­mış bir hadisi en sağlam kaynaktan alma hedefi gö­zetilirdi. Bu, bazan az miktarda hadis için de ger­çekleştirilen bir çalışma ve çekilen bir külfet olmuş­tur. Bu bakımdan, o günün şartlarında, büyük bir coğrafyayı gezen insanlar, takdire şayan görülmüş­tür. Bugünün şartlarında özellikle Türkiye'deki bir ilim adamı için gerçekleştirilmesi mümkün olma­yan bu seyahatleri gerekli görmeyen; başka metod-larla isteği hâsıl olunca seyahati lüzumsuz sayanlar da bulunmaktadır.

Elimizdeki en eski usûl kitabının yazarı Ebu Mu­hammed Hasan b. Abdurrahman, Ramshurmuzî el-Muhaddisu'l-fâsü'da rihlet konusunu işler. Âlî ve na­zil isnâd meselesinin ardından, buna teması da mani­dardır. Yazarımız: «er-Râhilûn enezine ceme'û be'y-ne'1-aktâr» (muhtelif ülkelere seyahati gerçekleştiren rihlet sahipleri) başlığı altında, ilim seyyahlarını ön­ce beş tabakaya ayırır, sonra da onlara zeyl olarak beş ayrı başlık daha açar. Birinci tabakada; Abdullah

b. Mübarek, Zeyd b. Habbâb, Ebu Davud Tayâlisi'nin isimleri bulunmaktadır. Gezdikleri coğrafya ise; Ye­men, Irak, Mısır, Cezire, Şam, Horasan, Rey, gibi ge­niş bir toprak parçasıdır. İkinci tabakadaki isimler­den bazıları şunlardır: Esed b. Musa, Muallâ b. Man-sûr, Âdem b. Ebu îyâs, Yahya b. Hassan. Beşinci ta­bakada adları geçen bilginlerden bazıları ise şu zat­lardır: Musa b. Harun, Hüseyin b. İshak, Abdan, Ha-sen b. Süfyân, Ebu Abdurrahman Nesâî, Zekeriyya b. Yahya Sâci. vb. İlk tabakada adı geçen Zeyd (veya bazı nüshalara göre Yezid) isimli bilgin, H. 203 vefat tarihli olarak tanıtılmaktadır. Hadisi sima' yoluyla aldığı takdirde, rihlete lüzum görmeyenler için Rame-hurmuzî; «men la yerâ'r-rihlete ve't-teâliye fi'1-isnâd izâ hasele lehü'l-hadisü mesmûan» başlıklı bir bölüm ayırmaktadır. Onun ifadesine göre, bu tür bir hadis elde ediş yolu bulunduktan sonra, âlî isnâd için zah­met çekmeğe değmemektedir.[288]

Bu yolculukların ne gibi faydalar    doğurduğunu maddeler halinde görelim:

a)  Hadis toplama işlemine faydalı hizmetler icra etti.

b)  Bazı; unutulmağa   mahkûm, yayılma   imkânı bulamayan teferrüd etmiş rivayetleri gün yüzüne çı­kardı,

c) İslâm ülkeleri arasındaki ilmî bağı güçlendir­diği gibi, ilim adamlarının birbirleriyle tanışma ve fi­kir alışverişinde bulunmalarım da sağladı.

d) Hadis metinlerinin, tevhidi; ahkâmda görülen farklı uygulamaların, doğruda birleşmesi bu sayede meydana geldi. Âlî isnâd dediğimiz tür elde edildi ve ona bağlı olarak isnâd zincirlerindeki gereksiz uzama kontrol altına alındı.

e) Teşri' ve itikat meselelerinde, ümmet   fertleri ve bilginleri arasında bir vahdetin meydana gelmesi­ne yardımcı oldu.

f) İçlerinde ticaret ve ün için seyahat   yaptıkları belirtilenler de olmasına   rağmen; «Rahhâl,   Rahhâle, Cevval, Cevvale, Seyyah» gibi adlarla tanınan bu muhterem kişilerin, ihlaslı gezileri, bizim bugün için çek muhtaç olduğumuz fakat imkânsızlıklar yü­zünden gerçekleştiremediğimiz ilmî kongre ve gö­rüşmelerin orijinal temelini atmıştır.[289]

 

II. HADİSLERİN YAZILIŞI: TAKYİDÜ’L-İLM

 

Kayd altına almak; kaçma ihtimali olan bir şeyi bağlamak demektir. Demir ve benzeri malzemeye-, bu­kağı, zincir vb. bağlara kayd ismi verilir.   îlmin yazı ile tesbiti de bir nevi kayd altına alma ve   onu, ayak veya il bileğinden sağlamca bağlama demektir. Yazı­ya geçmeyen ilmin bir gün kaybolacağı kanaati, ilim dünyasında ve insanlar arasında yaygındır. «İlmi; ha­disleri yazıyla bağlayınız»   (kayyidü'1-ilme   bi'1-kitâb) ölçüsü, çok erken devirlerde kendisini   hissettiren bir ihtiyaç olmuştur. Bu ölçüye   göre, kağıda   geçmeyen ilim zayi olmağa mahkûmdur. Bunun tek    istisnası-, hafızasına aşırı    derecede güven    duyan    âlimlerin; «ilim, insan kalbinde saklanan ve göğsünde hıfzolan-dır, yoksa satırlara emânet edilen değ'l», yollu sözleri olmuştur. Muhakkak olan şudur ki; her iki yolun da yeri, zamanı ve mecburi uyulması ve tutulması gere­ken zorunlu halleri vardır. Ve her ikisi de kutsaldır.

Hadisin yazıya nakli, takyîdü'1-ilm, meselesi hem tarihi bir devir ve hem de nazarî ve pratik kanunları elan münakaşalı bir konudur. Bugün ve gelecek için pratik bir yaran olmasa da, geçmişte, ilk yazı ile tes-

bit yapanlar, bunun başlangıç günleri, çeşitli İslâm ülkelerinde takyidü'l-hadise hizmeti geçenler... gibi daha pek çok konu dikkati, çekmiş, Hatîb Bağdadî aynı isimle bir eser kaleme almış, bir başka ilâhiyatçı ise, hadis tarihinin bu bölümünü, bir doktora hacmi içinde incelemiştir.[290] Takyide, el-kitâbe adı da ve­rilmektedir. Kitâbetu'1-ilm veya kitâbetü'l-hadis de­yimleri ile de, bir tahammül usûlü de kastedilmesi-ne rağmen (el-kitâbet kastedildiği belirtilmektedir.[291]

Resmî toplama veya ferdî hadis biriktirme hare­ketleri ile de ilgili sayılan ve bazı ahvalde müşterek adlandırılan takyidin, müsteşriklerin iddiaları hilafı­na, Hz. Peygamber gününe kadar varan bir tarihi mevcuttur. Hadislerin yazıya geçirilişi incelenirken, konuya giriş olarak çok kere, Araplarda yazı mesele­si ele alınmaktadır.[292]

 

1. Arapîarda Yazı

 

Gerek Belâzürî gibi tarihçiler ve gerekse, îbn Ne­dim gibi ilk bibliyografik kitapların yazarları, İslâm öncesi devrede Arap diyarında yazının, yayılmamış bir sanat olduğunda ittifak halindedirler [293]Yazıyı ilk getirenin kimliği, Mekke'de yazı bilenlerin sayıla­rı, Medine'ye yazının nakli vb. konulardaki farklı fi­kirleri burada nakletmenin, bizimle ilgili bir yönü bu­lunmamaktadır. Bilinmesi gerekli olan husus şudur: O günde azda olsa yazı bilinmektedir. Dinî metinlerin yazımında, yazıdan ilk istifade meselesi Kur'an-ı Ke-rim'in vahiy kâtiplerince yazılmasında kendisini gös­termiştir. Malzeme kıt denilecek kadar azdır ve ipti­daîdir. Buna mukabil, özellikle devlete ait yazışmalar­da kağıt ve benzeri eşyanın bulunabildiği de bir ger­çektir. Mekke'dekilerin ve özellikle, kadınlardan bazı­larının yazı bildiğine dair belgelere sahip bulunmak­tayız. İslâmm Medine'ye gelmesi hâdisesinde, gerek Evs ve gerekse Hazreçten hayli yazı bilen elemanla karşılaşılmıştır. Onlar içinde özellikle İbranî yazısına vâkıf olanların varlığından bile söz edilmektedir.[294]

 

2. Hadisler Ve Yazı

 

Hadis ve yazı konusu münakaşaların çokluğu ile tanınan bir bahistir. Daha çok hafızanın geçerli oldu­ğu bu dönemde yine de bazı yazı izleri sözkonusu ol­maktadır. Nitekim eldeki hadis mecmualarında Pey­gamberimiz gününde hadislerin, az da olsa yazıldığı­nı belirleyen haberler yanında, bir müddet için de ol­sa, hadis yazma yasağının mevcudiyetinden söz eden haberler de bulunmaktadır. Görünüşte birbiriyle mü-tenakız gibi olan bu   haberler, batılı bazı   yazarları, «hadis daha sonraki çağlarda yazıldı», şeklinde özet­leyebileceğimiz düşüncelere şevketti.

Mesele bununla da kalmamaktadır. Altıncı hicri asra kadar, azalarak devam eden «hadis kitabetinin lehinde ve aleyhindeki görüşler», hadis ve yazı konu­sunun unsurlarım teşkil etmektedir. Pek çok ilmî me­selede olduğu gibi, uzlaşmaz görünen bu fikir ayrılık­larında, her iki tarafın da ayrı konular üzerinde dur­duğunu iddia etmek;. ayrı kanaatlerde müşterek nok­talarının bulunduğunu savunmak pekala mümkün­dür,

Kur'an-ı Kerim'deki borçlanmaları hükme bağla­yan âyet ve miras-vasiyyet konularını belirleyen ah­kâm; Peygamberimizin, sahabenin yazı kullanmasını gerektiren emirlerine sebeb olmuştur. Duyduklarını belleyemediğini kendilerine arzedenlere yazıdan fay­dalanmalarını öğütleyen Peygamberimiz (s.a.), dinle­dikleri özel sözlerinin, kendisine yazılıp verilmesini isteyen sahabinin isteğinin. yapılmasına emir buyur­muş, ama gördüğü lüzum üzerine, hadislerinin yazıl-mamasmı da istemiştir.[295]

Hz. Peygamberin (s'.a.), kendisinden, sözlerim yazma müsadesi isteyenlere ilkin izin vermediğini gö­rüyoruz. Bu konuda, zamanımıza kadar gelen haber­lerden bir tanesi, Ebu Sa'îd Hudrî'ye varan bir hadis­tir. İfade olunduğuna göre Peygamberimiz şöyle bu­yurmuşlardır: «Benden bir şey yazmayınız. Kim ben­den Kur'an dışında bir şey yazdıysa onu   imha etsin.

Benden söz rivayet etmenizde bir mahzur yoktur. Ba­na kasten yalan isnad edip ağzımdan söz uyduran, Cehennemdeki yerine hazırlansın. [296]Bu hadisin farklı rivayetleri vardır. Bu değişik ifadeli habsrlerin bütününden çıkan ortak netice şudur: Efendimiz, söz­lerinin yazılmasını uygun bulmamışlardır. Yazı malzemesinin ve bilenlerin kıtlığı yanında, zamanın vahiy zamanı olması ve dolayısıyla hadislerin ur'an'la ka­rışma korkusu, bu yasağa sebeb olarak ileri sürülür. Başka sebebler de sözkonusu edilmektedir. [297] Bu iki sebebin de tesirli olmayacağı ileri sürülebilir. Çünkü, yazılı metinlerin çok kere Efendimizin yanında olan Kur'an'la karışma tehlikesi pek mevcut değildi. Kaldı ki, ilâhî ve Nebevi beyanlar arasındaki farkı, sahabe bilemezse, daha sonraki asırların insanının bilmesi hiç de mümkün değildir. Sahabenin çok düz­gün dil ve edebiyat selikası ve tanıyıcı, zevk ve mele­kesi mevcuttu. Vahyi kesinlikle kendi sözünden ayı­ran, bunun için bir seri tedbir alan, âyetlerin yerleri­ni kesinlikle gösteren Efendimizdi. Yazı malzemesi ve yazıyı tanıyan fertlerin azlığı da hadis yazımının ya­saklanmasında menfi rol oynamaz. Çünkü, hadis ya­zımı için izin isteyenler, ferdi bir istekte bulunmak­taydılar, resmî, kollektif bir çalışma da istememek­teydiler.

Hatîb Bağdadî'den nakledilen bir mahzur, daha da tesirli gibi görünmektedir: «Mekke, ve Medine sa-habilerinin dışında, civara taşma halinde, halis Arap olmayan; Peygamberi tanımadığı için, onun söyleye-bilecekleriyle Allah'ın ahkâmını ve âyetlerini tefrik edemeyen, özür sahibi sayılabilecek kişilerin eline yazılacak hadis malzemesinin geçmesi». Bu durumda, gerçekten hadisleri âyet sayma ihtimalinde olan in­sanlar arasında, yazılı malzeme karışıklık çıkarabi­lirdi. Bunlara iştirak etmekle birlikte, gönlümüz bir başka sebebe daha da yatmaktadır-, «Hz. Resulün (s. a.) eşsiz tevazuu: Kendisini devamlı olarak kul ve be-şsr olarak tanıtan kişiliği. Saf tevhide münafi, övgü­lerden kaçman şahsiyeti. Allah'ın kelâmı yanında Muhammedi kelâmı şerik görmeyi arzulamayan ol­gunluğu". Bu husus onun açısından ne kadar' doğru ise, bizim açımızdan da o derece mahruml.uk arzeder. Keski yazılı malzeme, Kur'an titizliği içinde kaydedi­lip aktarılsaydi. Demek ki, geleceğin "insanını bir ta­kım çileli hizmetler beklemekteydi; hazıra konmak hadisler için mukadder değildi.

Hadisin asr-ı saadette, ferdî teşsbbüslerle yazıl­dığının, belgelerine, ilk yazılı malzeme arasında raslamaktayız.[298]

 

3. Yazıya Verilen İzin Ve Yazılı İlk Malzeme

 

Hadis yazımına konulan yasağın kaldırılışı, genel emir tarzında; «Hadis yazımını yasaklamıştım, artık yazabilirsiniz» şeklinde olmamıştır. Yine şahsi müra­caatlara verilen müsbet veya ruhsat verici   cevaplar-

dan bu netice çıkarılmaktadır. Veya hiç değilse şunu söylemek mümkündür: Resûl-i Ekrem, daha sonraki zamanlarda, yasak üzerinde gösterdiği titizliği biraz daha azaltmıştır.

Sahabeden; Abdullah b. Amr, Câbir b. Abdullah, Ebu Hureyre, Ali b. Ebu Tâlib, Semüre b. Cündeb, Enes b. Mâlik v.b. birçok değerli ilim mensubunun, kendileri veya yardımcıları kanalıyla, hadis yazdık­ları; yazılı malzemeyi daha sonraki nesillere aktar­dıkları rahatça savunulabilecek bir gerçektir. Bunlar içinde, «Hemmâm b. Münebbih Sahifesi» adı altında, Dr. Muhammed Hamidullah tarafından neşredilen bir küçük risale, hadis yazımının Allah'ın Elçisi'nin gününe kadar uzandığım belgeleyen bir malzemei olarak, yakın zamanlara kadar batıda ortaya atılan' fikirlerin ilmî değerini düşürmüş ve, hadis tarihinin o safhasını güçlü bir tarzda aydınlatmıştır.[299]

Peygamberimizden günümüze intikal eden ve ay­nı zamanda hadiste ilk yazılı vesikaları teşkil eden1 bir hayli malzemeye işaret etmeden önce, batıyı v& onların hadis hakkındaki fikirlerini de tanıyan çağdaşı birkaç araştırıcı İslâm bilgininin eserlerinden, hadis' yazımı ve ilk malzemelerin miktarı ve tarihi hakkın-? da fikirler nakletmeyi uygun bulmaktayız.

İslâm adıyla Türkçeye çevrilen bir eserin sahibi elan Hindli Dr. Fazlurrahman, hadis ve had:s ilimle­rinin teşekkülü, doğuşu ve gelişmesi hakkında kita­bında; alışılmış olanın dışında; hadisi ve ilimlerinin müdafasını daha farklı bir biçimde yapan; yerine göre kendimizi tenkid edebilen, bir bölüm kaleme almış ve orada, hadis yazımı için bir tarih de vermiştir. Fazlurrahman'in ifadesi aynen şudur: «... Bu tarih aynı zamanda tedricen hadisin resmen yazılı bir di­siplin olarak ortaya çıktığı tarihtir... hadislerin yazılı hale getirilmesi olayının hiç değilse takriben 60-80/680 -700 yıllarından itibaren mevcut olduğu hususunda kuvvetli, doğrudan doğruya ve dolaylı deliller bulun­maktadır.[300]

Sahabenin naklettiği sahifelerin, ana hadis ki­taplarında olan kısımlarını bir tarafa bırakarak, sa­dece Hemmâm Sahifesini ele alsak, Ebu Hureyre'nin 58/677 vefat tarihini de birlikte düşünsek ve hiç ol­mazsa on yıldan beri, sahifenin yazılı bulunup oku­tulduğunu varsaysak, bu tarih 45-50/665-670 dolayla­rına inecektir. Fazlurrahman'm bu tesbiti, batıdaki «hadis yazımını ikinci yüzyılda başlatan fikri çürüt­mektedir» .

Dr. Fuat Sezgin konuyla ilgili olarak şunları söy­ler: «Bu meseleyi-kitabmm bir babında ele alan Ra-mehurmuzî (Öl. 360-971) nin te'vili bir tarafa bırakı­lırsa - ciddi bir tenkide tâbi tutup aşağı yukarı halle­den ilk kimse, Hatîb Bağdadî (Öl. 463-1071) olmuştur. O, mezkûr meselenin halline tahsis ettiği Takyîdu'l-ilm adındaki eserinde, birbirine mütenâkız malzeme­yi sistemli bir şekilde toplamış, leh ve   aleyhteki haberleri âdeta kronolojik bir tasnife tabi tutarak ha­dislerin yazı ile tesbiti lehindeki tabiî tekâmülün sey­rini muvaffakiyetli b'r şekilde çizebilmiştir» [301]Ay­nı yazar, Sprenger ile Goldziher'in bu konudaki çalış­malarına da temas eder ve Goldziher'in yaptığı çalış­ma için; «... İslâmî kaynakların nokta-i nazarını göz önüne almadan. [302] deyimini kullanır. Bu b:r ten-kid sayılmasa bile, hadisçilerin fikri lehine bir tesbittir.

Dr. Zübeyr Sıddîkî, geniş îslâm ülkelerine yayıl­mış elan hadisin ilk etabta iki vasıtayla korunduğuna dikkatini çeker. Bunlar;

a) Kısmen bizzat Hz. Muhammed (s.a.)    tarafın­dan yazdırılmış hükümler, mektuplar ve    ashabının bir çoğuna atfedilen safrifeler şeklinde yazıyla,

b) Kısmen de onunla beraber bulunup söz ve fiil­lerini dikkatle gözetmiş    bulunanların haîizalsrıyla. [303]

Bizim muttali olabildiklerimiz içinde, bu devre ait güzel bir icmal Dr. Hamidullah tarafından yapılmış­tır. Elde mevcut en eski hadis eseri olan Hemmâm b. Münebbih Sahifesi'nin, Berlin ve Zâhirlyye nüshaları­na dayanarak yaptığı tenkidli neşrine yazılan 138 pa-ragraflık kıymetli araştırma okunmağa, defalarca tedkike değer. Geniş açıklamaları okumasını okuyu­cumuzdan isteyerek, Hazreti Peygamber'in hayatında resmen yazılan hadislerin bir kaçma temas edip bu bölümü sona erdirelim:

a) Anayasa  metni:    Müslümanların    Medine'ye hicretini müteakip kaleme alman, çevre halkının âde­ta idarî statüsünü belirleyen bu metin muhtelif vesi­lelerle neşredilmiştir.[304]

b) Nüfus sayımı:    Medineye    hicreti    müteakip, yaptırılan bir çalışmada «İslâmı kabul eden ve keli-me-i tevhidi ikrar ve tasdik edenlerin» isimleri yazdı-rılmıştı. 1500 kadar erkek ve kadını tesblt eden bu ça­lışma ve metnin, 1. hicret yılında (M. 622) vuku bul­duğu tahmin edilmektedir.

c) İmtiyaznâmeler: Bazı bölgelerin, arazi ve ida­resi ile ilgili olarak, bölge halkına veya bazı şahıslara tanınan ayrıcalıkları tesbit eden yazılı metinler. Bun­lar içinde, Surâka b. Mâlik'e Fezâra ve Gatafan kabi­lelerine, Devmetü'l-Cendel reisi Ukeydir adlı zata, di­ğerlerine verilenleri meşhurdur.

d) Dine davet mektupları: Hz. Peygamber; Bizans imparatoruna, Mısırlı Mukavkıs'a, Habeş    Necâşi'ye. diğer bazı hükümdarlara mektuplar göndermiştir, ilk yazılı malzemelerden  sayılan bu hadislerin    bugün bile elde olanları vardır.

e) Yahudi toplumu ile yapılan muhabere:    Özel­likle Zeyd b. Sabit adlı sahabinin, bu konuda yetiştirildiği ve birçok yazışmayı gerçekleştirdiği bilin­mektedir. Aynı zat, onlardan gelen yazıları, Peygam­berimize  okuma görevini de yüklenmişti.

f)  İdarecilere talimatlar, vergi tarife  ve hüküm­leri: İdari ve malî konulardaki bir çok   malzeme, bugün diplomatik vesikalarla birlikte muhafaza edil-mekte; arazi mahsûllerinden alınacak vergi miktar­ları ile bazı malî konulan belirleyen yazılar yine on­lar arasında bulunmaktadır.

g) Kur'an-ı Kerim tercümesi: Bu tam bir terceme değildir. Selmân Fârisî ile bazı İranlılara, muhteme­len Fatiha sûresinin mealini tanıtan bir yazıdır. Me­seleye Şemsüleimme Serahsî temas etmektedir.

h) Sahabilerin yazdıkları küçük broşürler veya sahifeler.[305]

 

4. Yazıyı Kullananlar Ve Karşı Çıkanlar

 

Bu meselenin, Peygamberimizin sağlığmdaki ya­sak ve müsade ile ilgisi vardır. Yani, mesele bir bakı­ma o tarihlere kadar dayanır. Bizim burada sözkonu-su edeceğimiz vak'a, daha farklı bir hâdisedir.

Asr-ı saadetteki «yasak ve yazma» konusunun le­hinde ve aleyhinde bulunan; veya yasak ile müsade yönlerinden birini benimseyerek ona göre tavır alan sahabileri takibeden nesilden başlayarak, bir müd­det yazma ve yazmama meselesi, fiilen ve nazarî mü­nakaşa olarak devam etmiştir. Yani, eski ananeyi sa­vunan, hıfz ve itkanla, hadisleri ezber nakli esas alan zümre ile; yazıyı ilmin naklinde bir vasıta olarak kullanmak isteyen zümre bu meseleyi sürdürmüştür. Benim zannıma göre, her iki tarafın da, fikirlerini destekleyen güzel ve inandırıcı delilleri vardır. Şöyle düşünelim: Bu gün, yüzlerce yıldır matbaanın bulunmasına rağmen, hafızayı savunan ve haklı olarak sa­vunan bulunabilir, delilleri ilmîdir, ikna gücü vardır; ileri sürdüğü şartlar inandırıcıdır ve görüş normal karşılanabilir. Aynı zatlar; eski kağıt, eski mürekkep ve eski hatla, eserlerin yazılmasını; hiç olmazsa üç -beş müellif el yazısı nüshanın tesbitini ve kütüphane­lere zimmetlenmesini savunabilir. Bizce bu fikirlerin hepsi —matbaaya rağmen geçerlidir. Çünkü, savu­nulan fikre göre, yapılacak bir kağıt ve mürekkep, müellifin eserinin bin yıl saklanmasını sağlayacaktır. Elde örnekleri mevcuttur. Fakat, matbaa ile ve günün kağıtlarına basılan kitapların iki yüz yıl sonra ne şe­kil alacakları ise henüz meçhul bulunmaktadır. Hat­ta, ikiyüz yıla varmayan, bazı eserlerin, kül gibi da­ğıldığı, mürekkeplerinin solduğu da görünen vak'a-lardandır. Bu durumda, biz eski kağıdı ve eski hattı savunanı, ilim adına tasdik ederiz. Fikri de fantazi olarak kabul edilmez.

Ezber ve yazı; hafıza ve kayd konuları da aynı­dır. «Bu konu altıncı asra kadar devam etmiştir», di­yen Dr. M. Fuat Sezgin, meseleyi bir fantazi olarak kabul etmektedir. Müellifin sözleri şöyledir: «Hadisle­rin yazılması karşısındaki zayıf mukavemet, âdeta fantezist bir mahiyette ta altıncı asra kadar zaman zaman görüldü. Bu görüşün mensupları, kitabetin be­kasının karşısına hafızanın parlak misâllerini vererek çıkıyorlar, bazan bu misâllerini birçok beyitlerle ifa­de ediyorlardı.[306]

Aslında, yazının lehinde olanların güçlü delille­ri ve vakıaya uygun misâlleri karşı tarafın kabul etmeyeceği deliller değildi: Hakikaten yazıda zaruret vardı, kaçınılmaz bir gereklilik mevcuttu. Ama beri­de, güzel bir inançla hafızayı savunan ve o yolun da kapanmamasını isteyenler bulunabiliyordu. Keşke o yol da devam etseydi. Kur'an ezberine gösterilen ilgi­nin biç olmazsa küçük bir örneği, bu hafıza meraklı­larının hâtırasına hürmeten devam ettirilseydi. O za­man, küçük birkaç hadisi ezber işini, büyük bir kül­fet sayan, îslâmî ilim öğrenici ve öğreticileri daha az bahaneler bulabilirlerdi.

İhtiyaçlar, kendi malzemesini kendileri getirir: Hafıza ise hafıza, yası ise yazı diyerek, meseleyi bize ilk yazan müellifi takibedelini: Râmehurmuzî, eserin­de (s. 363-378) «Bâbü'l-kitâb» başlığı ile yazı konusu­nu verir. Sahabeden itibaren, daha sonraki asırlara kadar meseleyi inceleyerek, şahıslar ve sözlerinden örnekler aktarır. Ebu Şâh'a verilen hadisi, Abdullah b. Amr'e verilen müsadeyi zikreden Râmehurmuzî, ayrıca şu sahabilerden de, yazıya verilen müsade le­hinde haberler nakleder. Bu zatlar: Amr b. Şu'ayb, Abdullah b. Amr, Enes b. Mâlik, Râfi' b. Hadic, vb. dir.

Katâde'ye şöyle bir soru yöneltilmiş; «Senden dinlediğimizi yazabilirmiyiz?». O zat da bu soruya; «Latif ve habir olan Allah yazdıktan sonra senin yaz­mana ne mani olabilir?» cevabını vermiştir. Katâde, Kur'an-ı Kerim'in Tâhâ süresindeki elli ikinci âyete işaret etmektedir: «Onun ilmi, Rabbimin yanında ya­zılıdır. Rabbim ne unutur, ne de sapıtır». Böylece ya­zı ile tesbit, Rabbani bir fiil ve âdet olmaktadır, uyul­ması gerekir. Bu bölümde yazının lehinde    örneklere ve sözlere raslamr.

Yazarımız «Men kâne lâ yerâ en yektüb» başlığı ile de; yazıya taraftar olmayan kişileri ve onlarla il­gili haberleri nakleder. Ebu Sa'îd Hudrî'den gelen bir hadiste, Peygamberimiz yazıya izin vermemektedir. Muhtemelen bu hadis, ilk yasak devresini anlatan bir haberdir. Şa'bi'nin; «beyaz sayfaya siyah yazı yazmadım» dediği de nakledilen bölümde, İbn Avn gibi zatların, yazıya olan muhalefetleri dile getirilir. Bu kısımdan sonra daha dikkat çekici bir başlık var­dır: «Önce yazan, sonra da yazdığı malzemeyi ezber edip, yazılı metni yok edenler» (s. 382-384).

Öğrendiğimize göre Muhammed b. Sirîn, hadisle­ri yazmada bir beis görmemekte, ezber ettikten sonra da yazılı metni yoketm ekte dir. Yine Âsim b. Damre adlı bilgin; hadisleri dinler, yazar; ezberledikten son­ra da yazıları kesermiş. Hişâm, Halid Hazza', Ham-mâd b. Seleme hep aynı usûle başvuranlar olarak ta­nıtılmaktadır.

Râmehurmuzî, yazı konusunda son olarak şu ba­bı açmaktadır: «Önce ezberleyen, sonra da hafızasm-dakini yazıya dökenler ile bunu iyi görmeyenler», (s. 384-402). Dikkat edilirse mesele daha da teferruatlı hale gelmekte, ortaya;

a) Yazı ile hadis tesbitini hoş karşılamayanlar,

b) Yazı ile hadis tesbitini tatbik edenler,

O Önce yazan, bilahare yazılı metni ezber eden, sonra da metni yok edenler,

d) İlkin hadisleri hafızasına alan, sonra oradan yazıya döken ve bilahare bu yazılı metne ihtiyacı kal­mayınca onu yok edenler olmak üzere dörtlü bir tak-

sim çıkmaktadır. Bunlara eklenecek bir başka zümre ise şu işi yapanlardır: Ezberledikleri hadisleri, oku­dukları yerde değil de evlerine gelip yazıya döken râ-viler.

Yazının savunulması elbette kolaydır ve delille­rin en bol olduğu fikir budur. Müellifimiz Ebu Muhammed, yazının lehinde konuşur, fakat ezberin ve hafızanın da aleyhinde bulunmaktan kaçınır. Onun belirttiğine göre hadis ancak yazı ile zabtedilir. Ama bu işe yazı da yetmez. Mukabele, müdârese, teahhüd, tehaffuz, müzâkere, soru-cevap, araştırma, nakledi­len malzemeyi ciddi anlama (tefakkuh) gibi diğer yan unsurlar da şarttır.

İlim adamlarını yazının aleyhinde bulunmağa sevkeden âmilleri şöyle sıralamak mümkündür:

a) Hadis tesbiti işini yazının üzerine atarak, ha­fızayı ve ferdî çalışmaları geriletme korkusu, gayret­lerin azalacağı endişesi,

b) Peygamberimize   yakın   bir zamanda,  temiz hafızaların devrinde bulunma,

c) Hadis  senedlerinin    kısa ve ezbere elverişli halde bulunması,

d) Gerekli titizliğin terkedileceği ve yazıya aşırı itimat edileceği için yanılmaların artacağı korkusu,

e) Yazıya yapılacak    müdahalelerden    haberdar olamama endişesi. (Bu mânada, hafıza sıhhatli olduğu takdirde daha emin olmaktadır).

Diyebiliriz ki konu, yeni tedkiklere ve uygulama­lara açıktır. Ve her iki yol, hatta her beş yol denenme­lidir. Tarihî güzelliği ve kıymeti olanların, zaman za­man tekrarı kültürümüz için bir kazançtır.[307]

 

III. HADİSLERİN TOPLANMASI (CEM'İ) VE TEDVİNİ

 

Hadislerin cem'i genellikle Emevî Devleti'nin res­mî faaliyetlerinden söz edilmesini gerekli kılar. Bu devrede, sahabenin etrafa yayılması, fetihlerin vukuu ile paralellik arzeder. O günkü coğrafyanın yayılış şeklini hatıra getirmek için, Emevîlerdeki idarî taksi­matı gözönüne almak uygun olacaktır. Tarihçilerin belirttiklerine göre, o günkü coğrafya yaklaşık ola­rak şu ülkeleri kapsamaktadır:

a) Suriye ve Filistin,

b) Irak da dahil Küfe,

c) İran, Sicistan   Horasan, Bahreyn,    Uman ve muhtemelen Necid ile Yemâme'yi de içine alan Basra,

d) Ermenistan,

e) Hicaz,

f) Kirman ve Hindistan'ın hudut bölgeleri,

g) Mısır,

h) İfrikiyye diye anılan Kuzey Afrika,

i) Yemen ve bütün Güney Arabistan.[308]

Bu devre ait ilmi faaliyetlerden söz   ederken, bu geniş coğrafyanın, meseledeki rolü unutulmamalıdır.

Etrafa vukubulan taşma ile birlikte, devrin fikir ve ilim hayatında büyük gelişmeler meydana gelmiş­tir. Dil açısından, ilk çağ müslümanlarının, temiz seli- . kalan bozulmağa yüz tutunca, Kur'an'm fasih Arapçası ile avamî Arapça meselesi ortalarda görülmeğe başladı. Bu durum, Hicretin 70. nci yıllarından itibaren (M. 689), dil çalışmalarının artırıldığını bize haber ve­ren ilk belirtidir.

İslâmî ilimlerde, özellikle hadiste görülen geliş­meler; gerek usûl ve gerekse furû üzerindeki fıkha ve hadise ait çalışmalar bu devrede daha canlı bir hal aldı. İlk defa «bu devirde ortaya çıkan islâm tarihçili­ği, hadis kitapları şeklinde başlamıştı. Bu duruma gö­re tarih, müslümanlar tarafından işlenen ilk ilim dal­larından biri olmaktadır»[309]

Tâbiûnun orta yasalarıyla, ihtiyarlarını içine alan bu devre, az da olsa sahabeye raslanan bir zaman di­limini de kapsamaktadır. Diğer din mensuplarıyla ilk karşılaşmalar, onların kültürü ile ilk temas ve ilk alış - verişler, yavaş yavaş kendini göstermeğe başlayacak olan bu devrenin, dikkat çekici bir kültür faaliyet biçi­mi ve sahası mevcuttur.

Biz, kısmen, hadis eğitim ve öğretim faaliyetleri içinde genel öğretime de atıflar yapsak da, devrin en geniş anlamdaki kültür karakterine, eğitim ve öğretim vasfına temas durumunda değiliz. Şunu söyleyebiliriz:

Hadisin cem'i veya toplanması, aynı zamanda hadis ilimlerine ait malzemenin de toplanması anlamına alınabilir. Bunlar içiçedir. Aynı şeyi tedvin için de dü­şünmek mecburiyetindeyiz: Hadislerin tedvini mi, yoksa hadis ilimlerinin tedvini mi? Elbette bunlar, gö­rünüşte ayrı şeyler gibi olsa da; birbiriyle içice, ayrıl­ması güç bir bütünlük arzeden mefhumlardır. Bu yüzden kimi yazarlar, «hadis ilimlerinin rivayet ve di­rayet olarak tedvini», «hadisin tedvini», gibi bir ayı­rım da yapmaktadırlar. Biz böyle bir ayırım yapma­maktayız.

Hadislerin yazıya geçişi sırasında, kısmen topla­ma faaliyetlerinin de meydana gelebileceği tabiîdir. Şunu demek gerekmektedir: Yazıya geçiriliş ve topla­ma nasıl birlikte olabilmişse, tedvin ile toplama hare­ketleri de bir biri içine girebilmektedir. Nitekim, aynı hal, tedvin ve kitaplaştırma (bablara ayırma ve tas­nif) meselesi için de sözkonusu olmaktadır. Bu yüz­den; tedvini tasnif gibi gören, tasnifi tedvinden ayrı mütalaa eden, aynı işlemler yüzünden yanılan. ilim adamlarına raslanmaktadır.[310]

 

1. Tedvin: Tarifi Ve Mâhiyeti

 

Arap dilinde tedvin, şu anlamlara gelmektedir: «Tefil vezninde, defterleri bir araya biriktirmek: yu-kâlü: devvene'd-dîvân; izâ cemaahü» [311]Aslında ke­limenin,  sonradan Arapçalaşmış bir kelime olduğu fikri de yaygındır. Türetüdiği ana kelime divândır. Yani o kelimeden mastar yapılmıştır. İdarî bir hizmet için tutulan defterlere verilen bu ad sonradan daha farklı anlamlar kazanmıştır.

Kelimenin lugattaki arzettiği mânadan hareket edersek; küçük küçük sayfalar, varak parçaları ve fiş halindeki malzemede yazılı olan hadislerin, defterler haline ifrağı sözkonusu olmaktadır. Yani yazılı bir malzeme, bir araya toplanacaktır. Cem' işi, biraz sis­temli yapılınca bir divanlaşma ve bir tertip dahilinde bir araya getirme söz konusu olmaktadır.

Hadis ıstılahı olarak terkip şöyle tanıtılmaktadır: «Tedvinu'l-hadis: lugatta, cemetmek, toplamak, bir araya getirmek mânasına gelen tedvin, hadis ıstıla­hında, sahabi olsun tabiî olsun, muhtelif kimseler ta­rafından rivayet edilen hadisleri yazarak bir kitapta toplamaktan ibarettir». [312]Yazarımız bu tarifi ver­dikten sonra, takribi başlangıç olarak, birinci asrın ikinci yarısını gösterir. Bu durumda; 50-100/670-718 yılları, yaklaşık olarak tedvinin başlangıç yılları ol­maktadır. Bu tarih daha da ileriye kadar sürecek ve tedvin işi epey zaman alacaktır.

Tedvin hareketi, büyük tesiri olan bir faaliyet ve hadisler için bir dönüm noktasıdır. Bu durumu bilen Ibn Salâh; «Beyhakî der ki: Büyük imamların eserle­rinde tedvin ve tasnif edilmemiş bir hadis ortaya atı­lırsa o kabul edilemez, [313]şeklinde konuşmaktadır. [314]

 

2. Şahsî Teşebbüsler

 

Günlük hayatımızda, tesbitini ve yazımını aklı­mıza getirmeden sürdürdüğümüz bir çalışma ve iba­det tarzımız vardır. Bunu biz gelecek nesiller için, ya­zıp bir tarafa koymayı zihnimizden hiç geçirmeyiz. Söz gelişi; «falan tarihte, falanca şehrin halkı, mescit­te şu tarzda ibadet ederlerdi. Nişan, düğün, nikâh me­rasimleri şöyleydi. Pazarda alış-veriş tarzları şuydu, inançları böyleydi... vb.» gibi hiçbir tesbiti gerekli görmeyiz. Ama yine bizler, geçmiş asırlar üzerinde ilmî çalışmalar yaparken, bu türlü bilgi kırıntılarını, olmadık yerlerden aramağa, onları büyük bir kıymet olarak değerlendirmeye çalışırız.

Hadisin tedvin ve toplanmasında, şahsî teşebbüs­lerin tam olarak bilinememesi, iz bırakılmadan cere­yan eden bu hayatın tabii seyrine bağlanabilir. İnsan bir vak'a görür, ilgi duymaz, geçer gider. Ama sonra­dan o vak'a bir şahitlik konusu olarak karşısına çıkar­sa; «ne bilebilirdim sonradan benimle ilgili olacağını, keşke bilseydim iyice bakardım ve dinlerdim» tarzın­da hayıflanır. Hadisin, sonradan didik didik her ye­riyle ilgilenileceği bilinemezdi. Daha güzel bir ifade ile, o günün âlimleri; meseleyi bir amel haline dönüş­türme olarak görüyor, «kim acaba ilk toplama faali­yetine girişti?», «kim acaba kimden sonra bu işi yap­tı», gibi sorularla tâli derecede ilgileniyordu. Şunu de­mek istiyorum: Bugün bize meselenin kilit noktası olarak gelen bir husus, dünün ve daha öncenin ilim adamı için, hiç te ilgi çekici olmayabilir.

Buna rağmen mesele pek te karanlık bir durum

arzetmem ektedir. Hadisin tatbikata yönelen kısmı, yani onun din olarak tanınması, selefte bizlerle kıyas kabul etmez derecede sistemliydi, ilmiydi ve üstündü. Aşağıda arzedeceğimiz resmî teşebbüsler dışında, ilim çevrelerinin kendi özel teşebbüsleri mevcut bulun­maktadır. Bu tür; hadisleri yazan, defterler tanzim eden, onu okuyan ve okutan bir ilim muhiti bulunma saydı, devlet resmen kime yazıp ellerindeki malzeme­yi isteyecekti? Bu noktadan hareket ederek diyebiliriz ki, devletin resmî teşebbüsü kadar, âlimlerin şahsî hizmetleri de, tedvin ve toplama işinin iki kıymetli yönünü meydana getirmektedir.

Tasnif devrinde adları daha geniş listeler halinde gelecek olan âlimlerden, ilk tedvin faaliyeti yürüten bazı kişilerin isimleri bilinmektedir. Rabî' b. Sabîh ve Sa'îd b. Arûbe bunlardan iki tanesidir. Sa'îd 156/772 senesinde vefat etmiştir. Rabi'in âhirete göçüş yılı ise, 160/776 senesidir. Kaynakların verdiği bu isimlerin, bunlardan ibaret olmadığını bilmekteyiz.

Hadisi bablar halinde ilk tedvin edenler içinde şu isimlere raslamaktayız: Abdülmelik b. Abdulaziz b. Cüreyc, Mâlik b. Enes, Muhammed b. îshak, Hammâd b. Seleme, Süfyan Sevri. Daha da uzayabilen bu liste­nin, kaynak olarak ilk defa Rânıehurmuzî tarafında tanzim edildiğini bilmekteyiz. Fakat aynı liste tasnif adıyla ilerde anlatacağımız bir işlemin ortaya koydu­ğu ilk yazarları da ifade etmektedir. Aslında birkaç kere de tekrarladığımız gibi, tedvin ile tasnifin çağ olarak, kesin bir sınırını tespit, hayli güç bulunmak­tadır. Bu yüzden listelerin tedahül ettiği görülmekte­dir.

Tedvin işinde, ilk şahsî faaliyet sahibi olarak Zührî gösterilmektedir. Emevî hilâfetinin Ömer b. Abdula­ziz gününe raslayan devresi, şahsî tedvin hareketleri­nin, resmi faaliyetler haline dönüştüğü çağ olarak ele alınır. Diğer bir kaç isim daha vardır ki, onların da ellerinde tedvinde kullanılacak malzeme mevcuttu. Bu zatların başında Hişâm b. Hassan, Alâ h. Abdurrah-nıan, İmam Mâlik b. Enes gelmektedir. [315]

 

3. Hadislerin Devlet Eliyle Tedvini

 

Devlet, şahsi teşebbüsler halinde değişik ellerde birikmiş malzemeyi, vazifelendirdiği kişiler vasıtasıy­la bir araya topladı. Resmî emirde de belirtildiği gibi, buna sebeb olarak; «âlimlerin vefatıyla ilmin yok ol­ması ihtimali» gösterilmiştir. Bu hareket, hadislerin artık iptidaî mânada da olsa bir kitaplaşması ve bir araya toplanması demekti. Bunu, tasnif safhası takib-etmiştir.

Emevi halifesi Abdulaziz oğlu Ömer'in, başlattığı resmî faaliyet, çevredeki pek çok ilim adamını hareke­te geçirmiş, hadis ve sünnete, hatta sahabe söz ve tatbikatına ait malzeme bir araya getirilmeğe başlan­mıştır. Kaynaklar İbn Şihab Zührî adlı bir hadisçinin diğerlerinden daha yüklü olan faaliyetlerine ayrıca temas eder. Ebu Bekr b. Amr b. Hazm adı da, tedvinin resmî yönünde geçen üç isimden birisidir

Tedvin faaliyetinde, dikkati çeken bir başka riva­yet şudur: «Halife, hâkimiyeti altındaki yerlere gön­derilip dolaştırılması için hadisleri kitaplar şeklinde toplamaları maksadıyla... Sa'd b. İbrahim ile Şihâb Zührî'den de talebte bulunduğu söylenir. Ayrıca hâkimiyetinin muhtelif kısımlarında yaşayan muhad-dislere ne kadar mevcutsa o kadar hadisleri kitap ha­linde toplamaları için bir ta'mim yazmıştır.[316] Bu­rada dikkati çeken nokta; devletin resmî bir hadis ki­tabı tesbiti arzusu ile, elde mevcut bütün malzemenin bir araya toplatılması isteğidir. Bu ileride, Mâlik b. Enes'in el-Muvatta adlı eseri için de teklif edilecek, devletin resmî isteği imam tarafından, ilmî faaliyetle­re set çekmemesi için» kabul edilmeyecektir.

Resmî tedvin faaliyetinin çağını tesbit noktasında adı geçen üç kişinin vefat tarihleri bize ipucu verebi­lir. Halife Ömer b. Abdulaziz, 101/719 yılında vefat et­miştir. Kendisinin, başlattığı bu güzel işin sonucunu almadan öldüğü yazılmaktadır. Medine âmili olan Ebu Bekr b. Muhammed b. Amr b. Hazm'in vefat yılı 120/737 tarihine raslar. İbn Şihâb'm vefat tarihi ise 124/741 dlr. Değişik metinler içinde, şu nakledeceği­miz metin resmî emrin sözlerini teşkil eder: «Hz. Pey-gamber'in hadislerini, sünnetlerini, Amra bt. Abdur-rahman'm rivayet ettiği hadisleri araştır yaz; zira ben, ilmin kaybolmasından ve ulemanın ölüp gitme­sinden korkuyorum. [317]

Zühri'nin, tedvin faaliyetindeki yerini belirten bir paragrafı zikretmeden geçemedik: «Salih b. Keysân anlatır: Ben ve Zühri, talebü'l-hadis için bir araya gel­dik ve süneni yazalım dedik. Hz. Peygamber'den ge­lenleri yazdık. Sonra Zührî, sahabeden gelenleri de yazalım; onlar da sünnettendir, dedi. Ben;    değildir, dedim. O, yazdı, ben yazmadım. O, muvaffak oldu ben kaybettim. Ma'mer b. Râşid bu konuyla ilgili olarak şöyle der: Biz Zühri'den pek çok hadis öğrendiğimizi zannederdik. Fakat, halife Velid b. Yezid öldürülüp de hazinelerinden, Mervan ailesi için Zührîden yazılan ilmin kitaplar halinde hayvan sırtında taşındığını gö­rünce, ondan öğrendiklerimizin ne kadar az olduğu­nu anladık.[318]

Emevî Devleti'nin, bilginleri seferber ederek ger­çekleştirdiği, resmî tedvin faaliyetiyle ilgili, kaynak­ların verdikleri bilgiler özet olarak bunlardan ibaret­tir. Burada aynı mesele üzerinde raslanan farklı izah­lara veya yanlış anlamalara temasda fayda vardır. Çünkü bunların; meselenin kendi girift tabiatından neş'et etmiş şeyler olması kabul edilseydi, yanılmala­ra temasta fayda görülmezdi. Bazı âlimler vardır ki, kasıtlı olarak, tedvin meselesinde yanlışlıklar meyda­na getirip, bir takım hedefleri işgal niyetiyle bu işe girişmişlerdir. Onların kısa bir açıklaması için bir bö­lüm açma zarureti hâsıl olmuştur. [319]

 

4. Yanlış Değerlendirmeler

 

Bu başlığı «müsteşriklerin tedvin ile ilgili fikirle­ri» şeklinde açmak da mümkündür. Meseleye geçme­den önce Dr. Subhi Salih'ten bir cümle alalım: «Adma hadis tedvini veya hadis tedvin gayreti denen şeyi ilk defa duymak için, Halife Ömer b. Abdulaziz devrine bakmak zorunda değiliz. Hadis tedvininin pek   erken asırda başladığım söylemek için, Goîdziher ve Spren-ger gibi müsteşriklere uyarak, içinde yaşadığımız as­ra bakmamız da icâb etmez; zira kitaplarımız, haber­lerimiz ve tarihi vesikalarımız, hadislerin bu iki müs­teşrikin dediği'gibi ikinci hicret asrının başında değil, daha Hz. Peygamber zamanında yazıya geçtiğini, şüp­heye yer bırakmayacak şekilde göstermektedir. [320]Bu ifadelerden anlaşılıyor ki, müsteşriklerin ted­vini ve tarihini farklı göstererek veya tasnif ile onu karıştırarak erişmeyi umdukları başka bir istekleri vardır. Bu isteği şu şekilde ifade edenler olmuştur.

a) Hicretin ikinci asrında müslümanlarm   yazıya güvenmeleri sebebiyle,    sünnetin artık    ezberlenerek kalplerde muhafaza    edildiği    hususundaki    itimadı sarsmak,

b) Hadis tedvin edenlerin, sadece kendi hevâ ve heveslerine   uyan, fikir   ve dünya   görüşlerini   ifade eden hadisleri topladıklarını söyleyerek, bütün sünne­ti onların düzüp koşması olarak göstermek. [321]

c) İslâmî kaynaklar tarafından gösterilen ilk ted­vin çağını takriben   bir asır   kadar geç   başlatmak... Üçüncü asra kadar zamanı indirmek. [322]

Müsteşrikleri iyi tanıyan, zaman zaman üstünlük­lerini ve metodlarmı beğenip, yerine göre tenkidini yapan Dr. Fuat Sezgin, Goldziher'in tedvin ile ilgili fikirlerini şu sözlerle tavsif etmektedir:

«... Hadislerin tedvin devrini değiştirmek veya bir asır kadar tehir etmek için takibettiği yol oldukça çetrefüdir ve tezatları bizzat kitabında mevcuttur. Ne­dense bir defa tasavvur etmiş olduğu neticeye varmak için bazı garip izahları vardır...». Yazarr Macar müs­teşrikin tedvin ile tasnifi karıştırdığını; halbuki bun­lardan birinin hadise, diğerlerinin hadis kitaplarına ait olduğunu belirtir ve şöyle devam eder: «Nasılsa Goîdziher bu farka dikkat etmemiş, yani tedvin ile tasnif devrini birbirinden ayırmamış ve dolayısıyla îs-lâmî kaynakların bu ikisi için farklı olarak gösterdiği tarih arasında bir tezadın mevcut olduğunu farzetmiş ve kaynakları zayıf addederek bu neticeye ulaşmıştır. O bu sözleriyle de İslâmi kaynaklarda ilk musannef eserler için zikredilen tarihi bile bir hayli önce olması lazım gelen tedvin için caiz görmeyerek, nedense ay­nı şey olarak farzettiği tedvin ve tasnifin mebdeini bir asır kadar bu tarafa almak istiyor. Onun, bu ted­vin ve tasnifin mebdei için, îslâmi kaynakların zikret­miş olduğu iki ayrı devri birbirine karıştırmış olduğu ifadesinden vâzıhan anlaşılıyor.[323]

Müsteşriklerin iyi niyetli yanılmaları zamanla kendi meslektaşları veya müsîüman bilginler tarafın­dan düzeltilmektedir. Üzücü olan yön; ilmî vakıaları saptırmak için çetrefil yollar icadı ve oralarda dolan­mayı ilmî göstermedir. Kesin olarak belirlenen şu ha­kikatler, günbegün artan belgelerle daha. da güçlü sa­vunulabilecektir:

â) Hadis yazımı hareketinin Peygamber (s.a.) gü­nüne kadar uzanan bir geçmişi vardır. Bu husus elde­ki tarihî belgelerle sabittir,

b) Hadis üzerine kurulmuş ilim dallarında ve ha-

dişlerin tedvininde, zannedildiği gibi çok muahhar za­manlar değil, birinci asrın ikinci yarısı geçerli tarih­tir,

c) Tedvin ve tasnif, tıpkı takyid ve cem' gibi ayrı mefhumlardır ve ayrı zamanlarda başlamış   ve geliş­miş ilmî gayretlerdir,

d) Tedvin hareketinin sun'î olarak bir iki asır ge­riye veya ileriye alınması,    İslâm kültür   tarihindeki gerçekleri değiştiremez,

e) Başka din mensubu, başka kültürlerin   insanı olan, araştırıcılar ve İslâmiyatçılar; kendi din ve kül­türlerini üstün gösterme    gayretiyle, ilmi    gerçekleri balçıkla sıvamamalıdırlar. Çünkü en    iyi tabirle yap­tıkları iş; «önceden düşünülmüş bir noktaya   vâsıl ol­mak için çetrefil izahlar yapma»    olarak tavsif   edil­mektedir. Aslında bu hatayı, bir müslüman ilim ada­mı yapmış olsaydı, ona hasım olanların ifadeleri daha alaycı olacaktı. [324]

 

5. Tedvin Devrinde Hadis Öğrenimi

 

Bu bölümün başında, Emevî. çağının, ilim ve fikir hareketleri yönünden durumuna ait birkaç cümle ile temas

ettik ve ülkenin eriştiği coğrafî genişliği belir­ledik. Bu devrede ve tasnife komşu olan çağlarda;

a) İlim olarak hadis ve sünnet bilgileri ile,

b) Amel ve tatbikat olarak hadis ve sünnet bilgi­leri üzerinde durmamız; hadis öğrenim ve    öğretimi­nin eriştiği boyutları tanımamız, usûl bilgilerinde eri­şilen noktaya temas etmemiz, devrin kültürel faaliyet­lerini tanıma açısından   da faydamıza   olacaktır. Bu

devre, ülkenin siyasî ve inanç açısından hizipleşmele­rin en çok arttığı; «gurupların sistemli bir iman kuru­mu haline geldiği» bir devirdir. Hadis uydurma hare­keti de artık gelişmiş, tahribatını sürdürmeğe devam etmiştir. Hâricilik, Şiîlik ve Mürcülik, fikir ve inanç hareketi olma yanında, hadiste muhtelif görüşlerin sahibi olarak da ortaya çıkma durumunda idi. Lisan çalışmaları yanında; Kur'an tefsiri, hadiâ ve fıkıh ilimlerinde de hayli mesafeler alınmıştı. Tarihçiler, o devrin fikir ve dinî ilimler hayatım tasvir ederken; Hasen Basrî'ye, İbn Şihâb Zührî'ye temas ettikten baş­ka, Küfe ve Basra üzerinde dururlar. Bu devirde, 150 kadar sahâbiden hadis dinlediği belirtilen Âmir b. Şe-râhil Şa'bî (Öl. 110/728) ye ayrı bir yer verirler.[325]

Tedvin hareketini görürken, unutmamamız gere­ken bir husus vardır: Peygamberimizin, (tabiî olarak Uygulandığı ve unutulmaz görülerek yazılmadığı için) anane halinde kalan sünnetinin durumu. Bugünün Medine hayatında bile izleri bulunabilen bu sünnetle­rin, tedvin devrinde ayakta durduğu, uygulandığı, fa­kat yazıya alınmadığı rahatça söylenebilir. İnsanların tabiî görüp, yazıya ihtiyaç duymadıkları bu an'anevî sünnet (görenek halindeki Medine müslümanlığı), bu çağda da takibedilmiştir. Bunun içinde, hadis öğrenim ve öğretimi ile diğer ilmi faaliyetler de vardır. Onla-'rin izini bulmak bugün mümkün değildir.

Tâbiûnda hadis öğrenimi ananesi, sahabeden alı­nan prensiplerin üzerine kurulmuş, merkez ittihaz olunan sahabinin şahsında anane devam ettirilmiştir. Mescitlerde ders okuma   yine de devam   etmektedir.

Hatta, devlet yetkililerinin çocukları bile bu çağda bir müddet hadis öğrenimine gönderilmektedirler. Kitap, yavaş yavaş eğitim ve öğretimde yerini almaktadır. Kürrâse, defter, varak, imlâ, hadis meclisi, müzâkere, istimlâ ve müstemlî gibi, öğrenim ve öğretimde kulla­nılan kelimeler çokça duyulmaktadır. Geniş bir mes­citte; ayrı ayrı köşelerde, farklı ilimler okutulmakta­dır. Değişik mezhepler arasında, hadisin değeri ile il­gili münakaşalar başlamıştır, hadis uydurma hareke­tine mukabil çalışmalar ve devlet eliyle, yalanın ve yalancının takibi sözkonusudur.

Tedvin hareketini takibeden günlerde, Hadis usû­lünün durumu da dikkat çekicidir. Bu çağlarda de­vamlı olarak problemleri artan islâm toplumlarının, hukukî-dinî-îslâmî çıkmazlarına çare arayan fakihler muhaddisler mevcuttu. Kur'an'm ve sünnetin anla­şılması, pratik hayata uygulanması, Peygamberimiz­den devralman tatbikî İslâm, onların faaliyetleri ve araştırmalarıyla yolunu bulup gelişiyordu. İşte bu devrede «fıkıh ve hadis usûlleri karması» diyebilece­ğimiz bir ictihad tekniği ve metodolojisi, daha da sis-temleşiyor ve güçleniyordu.

O devre ait ilmî seviyeyi - eseri bugün elimizde bulunduğu için bu açıdan - Şafii'den takip edebilmek­teyiz. Şafiî'nin er-Risâle adlı eserinin fihristini görmek bize, ilk bir buçuk asırlık ilmî seviyeyi ve hamuleyi tanıtmış olacaktır.

Şâfü eserinde şu konulara yer vermektedir: «Be­yan ve çeşitleri, hâss ve ânım, zahir ve hâss; siyakı, mânasını açıklayan nasslar. Sünnetin tahsis ettikleri. Peygambere ittibam farzlığı. Allah ve Elçisi'ne uymanın farzlıği; tek tek ikisine de itaatin farzlığı. Resule ittiba'la ilgili âyetler. Nâsihve mensûh meselesi, nes­he delâlet eden âyetler ve hadisler, sünnet ve icmâm delâlet ettiği nesih olayları. Nass olarak Allah'ın in­dirdiği ferâiz, Resûl-i Ekrem'in ilave olarak getirdiği sünnet. Sünnetin tahsis ettiği farzlar. Hadiste illetler meselesi. Hadislerdeki mâna farkları. Allah ve Resu­lünün yasak kılış tarzları. İlim meselesi; haber-i vâ-hidlerin durumları, haber-i vâhidlerin delil oluşu, icmâ ve kıyas, ictihad,   istihsân, ihtilâf ve   meseleleri[326]

İlk fıkıh usûlü kitabı olarak tanıtılan bu eserin, tafsilatlı olmayan bu fihristi incelendiğinde, hadisin pek çok meselesinin orada sözkonusu yapıldığı görül­mektedir. Şafiî'nin diğer iki kitabında; (el-Ümm ile İh-tilâfu'I-hadis'inde) de zaman zaman usûle teallük eden cümlelere raslamak mümkündür. Bu fihrist bi­ze, fukahanm hadisten istifadesi ve hadis kritiği ko­nusunda, izahına çalıştığımız çağların âlimleri olarak ne derece ileri oldukları hakkında bilgi vermektedir. Bu devrede yetişen âlimlerden, hadis - fıkıh vb. ilim­lerde nasıl komple hareketler sâdır olduğu, kendileri­nin meseleleri ilimlere bölmeden, bir ictihad bütünlü­ğü içinde çözdükleri itirafı gereken bir üstünlüktür. İmam Şafiî'nin fakihliği yanında, o derecede de hadis âlimi olduğu muhakkaktır. Fakih olan bir zatın ese­rinde, bu derecede hadis usûlü konuları bulununca; kimbilir bizzat hadis usûlü yazarlarında durum ne idi? Ne yazık ki, şimdilik elde bulunan en eski usûl kitabı, 360/970 vefat tarihli bir bilgine aittir.

O çağlara ait, daha eski tarihli usûl ve furû kitap­larının, yazmalar halinde bir köşeye sıkışmış halden kurtarılarak ilim âlemine erişmesi dileğiyle, bu asırda daha da artan bir bahtsızlıktan, hadis adı altında uy­durulup, müslümanlara arzedilen yalan haberlerden kısaca söz edelim: [327]

 

6. Tedvin Devrinde Uydurmacılığın Durumu

 

Pek çok yazar, hadislerin, yazılışı cem'i ve özel­likle tedvinini söz konusu ederken, hadis uydurma faaliyetlerine ve karşı çalışmalara da yer verir.

Hadis uydurma hareketinin sahabe ile hiçbir ilgi­si bulunmamaktadır. İlim adamları, bu talihsiz hare­ketin başlangıcını; tâbiûn devri olarak gösterirler. Tâ-biûnun da, yaşlı olanlarının gününde, gençlerinkinden daha az uydurma gayretleri mevcuttu. «Sığâru't-tâbi-în» dediğimiz zümre bu belâya duçar olan zatlardır.

Hareketin, 40/660 günlerinden itibaren hızlanarak başladığı ileri sürülür. Bilindiği gibi bu tarih, devletin içinde hilâfet meselelerinin kızıştığı, hatta dahilî bir harp havasına dönüştüğü günlerdir. îç ihtilâflar, za­ten her türlü hizipleşmenin de kaynağı ve tarih baş­langıcı olmuştur.[328]

Klasik eserlerimizde; itikadı fırka taraftarlığı, si­yasî bölünmeler, milliyyet ve ırk gayretleri, maddî se­bepler, devlete yaranma   arzusu gibi pek   çok sebeb, hadis uydurma hareketini doğuran âmiller olarak gös­terilir. Fakat en büyük âmilin; Hz. Peygamber'in ma­nevî otoritesinden faydalanmak olduğu unutulmama­lıdır. Burada birkaç söz söylemek fazla görülmemeli­dir. Hz. Peygamber (s.a.)'m dinimizdeki kudsî yeri ve müslümanlar üzerindeki manevî ve yaptırıcı gücü, müthiş bir değer ifade etmekteydi. Özellikle sahabenin hayatta olduğu bir devrede; Peygamberin manevî, fik­ri desteğim alan kimsenin karşısına çıkmak, onunla cedelleşmek hayli müşküdi. Cemel ve Sıffîn'de meyda­na gelen kanlı olaylar sırasında, sahabenin arasında meydana gelen konuşmalar, hadis ve tarih kitapla­rında nakledilir. Bunların tahlili bize şu neticeyi ve­rir: Herkes yaptığı işin Allah ve elçisinin hoşnut olaca­ğı iş olduğunu iddia etmekte. Peygamberin . kendile­rinden taraf bulunduğunu savunmaktadır. Sa'dî'nin dediği gibi: «Nuh gibi bir gemicinin riyaset ettiği gemi hiç batarını, Muhammed gibi bir önderin çektiği kafi­le hiç sapıtır mı?». İşte herkes bu otoriteden faydalan­ma arzusurîdadır. Muhammedi desteği ararken, saha­beden sonraki çağların, sahabenin terbiyesini alama­mış insanları, dış tesirlerle de işbirliği yapıp; kargaşa­yı artırmış ve bu işte, Peygambere de iftira ederek hadis basma ve yayma yolunu tutmuştur.

el-Mevdûat bilgisinde bazı meselelerine temas et­tiğimiz bu hareketin, kendi gelişimi içinde meseleleri­ni verecek değiliz. Bizi burada, tarihin aynı günlerini incelerken temasa sevkeden âmil, diğer yazarlarımızın tuttukları yola bağlanmak olmuştur.

Âmillerin en güçlülerinden biri de Kur'an-ı Ke-rim'in mevcut sağlamlığıdır.   İslâm kalesine . girmek için gördükleri iki kapıdan birinin çok muhkem oldu­ğunu yoklayarak bilen bu zâlimler, Kur'an-ı Kerim'in mevcut sağlamlığı karşısında, hadis uydurma yolunu seçerek; sünnetin sahtesini imâl edip, sünnet kapısın­dan müslümanlarm kalbine girmeğe ve Peygamber desteğine kavuşmağa çalıştılar.

Çeşitli menfaat gurupları duydukları ihtiyaçla bu yolu asırlarboyu zorladılar şimdi ve gelecekte de, zor­luyorlar ve zorlayacaklardır.» «İhtiyaç» sözüyle şunu kastetmekteyiz: İnsanlara söz tutturabilmek, istenilen yöne onları eğebilmek için, onların sevdikleri, büyük bildikleri, hükmüne ve sözüne râm oldukları bir gü­cün, bir otoritenin söz ve şahsiyetini ortaya koyma âdeti. Bu, iyi netice veren.bir yoldur. Bu noktadan ha­reket ederek ve yukarıda ârzettiklerimizi de tekrarla­yarak düşünelim; Bir görüş, bir mezhep ve siyasi bir kanaat, eğer Peygamberimizin tasvibini almışsa, onun sözlerine dayanıyorsa; artık o, «siyasî bölünme» falan değil, «hizipleşme» değil düpedüz İslâm olarak tanıtılır. Diğerleri, hasım görüşler, hiziptir, siyasî bö­lünmedir, bu ise sırf İslâmdır, başkası değil. Böyle bîr gurubun karşısına dikilmek, Peygamberimize isyan demektir. Bu anlayış adı geçen karşı çıkan fikri ve doktrini çürütmeye yeter. Bu tesiri" bilen düşman, bu güçlü vasıtayı yüzyıllardır keşfederek çalıştırmıştır.

Bu hareket, hadis basıp, imâl edip yayma ve mey­vesini toplama faaliyeti, bereket karşılıksız kalmadı. İşin ciddiyetini ve tahrip gücünü bilen hadis âlimleri ve yerine göre devletler, önleyici karşı faaliyetlerde bulundular. Yalancıları, yaydıkları yalanları ve çalış­ma metodlarım, zararlarıyla birlikte ümmete açıkladılar. Bu mesele üzerine eserler yazdılar.[329]

Daha çok eski filozofların sözlerinden, îsrâiliyât denilen eski din kalıntılarından, felsefî vecizelerden, güzel bazı ata sözlerinden, garip hikâye ve meseller­den, kendi inanç ve doktrinlerini belirten sloganlardan kaynak olarak istifade edilen bu yalanlar; çok kere uyduranların kendi itiraflarıyla da belirlenmektedir. Bunun dışında; haber ve hadis olarak tanıtılan sözün, lafız ve mânasmdaki bozukluk, elde mevcut sahih ha­dis kitaplarında bulunmaması, sadece rivayet edenin görmüş olması gibi bir tuhaflık, Kur'an'a ve sahih sünnete aykırılık ve taşıdığı mânadaki gülünçlük, ya­lancının yakasını ele veren alâmetler olarak bilinmek­tedir.

Bu hareket, Kur'an'm anlattığı İslâm hilâfına in­sanları çekmeğe çalıştığı için zararlı olmuştur. Müslü­manlar arasındaki en küçük görüş ayrılığına tolerans göstermeyip, tefrikanın çıkmasına, ayrılığın büyüme­sine sebeb olmuştur. İslâmı ve onun dünya görüşünü yanlış tanıtmıştır. En tehlikelisi de, müslüman, zâhid ve mürebbi insanlar pozunda; vaiz, mürşit kılığında cemiyete girdiği için, müslümanlar onları sadece se­verek ve savunmasız, haklarında şüphesiz ve hazır­lıksız kalmışlardır.

Hadis uydurma hareketinin sonu alınmış değildir. Hiçbir zaman da alınması mümkün görülmemektedir. Çünkü, her nesil İslâmı yeniden öğrenme durumunda­dır. Aksaklıklar neticesi, din yönünden cehalet baş göstermişse, işte orada hadis uydurma hareketi, îslâmı ve müesseselerini yanlış tanıtma faaliyeti, sağlam değerleri, tuhaf şekillerde te'vil ederek, ilmi ikinci plâna at­ma cürmü işlenmektedir. Nesiller İslâm bilgileri ve uygulamaları açısından güçlü olmak durumundadır­lar. . Nesiller arasına fetret girmemelidir. Cehaletin bu­lunduğu yerde, bugün de yarın da; câhil din önderleri türeyecek, müslümanları saptıracak, kendilerinden öncekileri, din gayretleri az olan kişiler olarak suçla­yacaklardır. Üstelik bu zümrelerde; kabalık, kan dö-kücülük, zorbalık gibi âdi huylar, îslâmî hasletler ola­rak görülüp, şerirlerin sırtları sıvazlanacaktır. Tarihin ve ilmin hükmü ve kanunu budur, bu olmuştur. Bizle­re düşen; bizden öncekiler nasıl kendi devirlerinin ge­rektirdiği tarzda meseleler üzerinde çalışarak bu işin zararını önlemeğe gayret ettilerse, aynı hassasiyet ve duyarlılıkla, elimizdeki geniş imkânları kullanarak meseleye eğilmektir. İlmin; faydalı ve ihJâsa dayanan ilmin hükümranlığım kurmak, cehli, barbarlığı ve İs­lâm adına sergilenebilecek, Peygamberin talimatına uymayan her şeyi, ilmin hakemliğine tevdi etmektir.

Bir diğer nokta şudur: Dinî-ilmî sohbetlerde veya ferdî ilmî beyanlarda bazan; hadislere yabancı unsur­ların karıştığı; meselâ eski semavî din kitaplarının, kadim filozof sözlerinin, uzak şark dinleri olan Zer-düştlüğün vb. nin, hadislere girdiği, eski Hind dinle­rine ait bazı bilgilerin, Türk - Fars muhaddisler yo­luyla hadis kitaplarına sokulduğu tezi savunulur. Bu türlü görüşler de, demin zararlarından söz ettikleri­mizden başka bir gurubun ağzından çıkar. Onların hedefi ise; «Kur'an'la yetinmeyi savunmak, hadisleri sadece Kur'an'm gölgesi altında kullanmak, hatta ge­rekirse  onlara değer vermemek»  şeklinde ifade olu-

nabilir. Bu fikirleri, yazanlar da vardır. Bir kısım âlimler de iyi niyetle, bu tür ihtimaller üzerine dik­katleri çekerler. Çoğu kez bu üçüncü iyi niyetli çalış­ma sahipleri suçlanırlar. Onların, dikkat çekici ve İs-lâmın yararına olan çalışmaları; yalancılarla ve Kur'-an bize yeter diyenlerle eş tutulur, hattâ onlardan da kötü telakki olunur. Bir diğer gurup onların faaliyet­lerini yadırgar.

İnsafla düşünmek gerekir; ilmî usûllerle ve ehil ellerce yapılan çalışmalarla, adı geçen durumların tesbiti dinimize hiçbir zarar vermez. Aksine bu çalış­malar her zaman yapılmalıdır. Sünnetin arı ve terte-.miz pınarı, her neslin ilmî himâyesi altında tertemiz korunmalıdır. Yeter ki yapılan çalışmalar doğru ve il­mî olsun. Şahıslar ehliyetli ve ihlaslı olsun. Şurasını rahatlıkla ve haklı olarak ifade edebiliriz- îslâmm; ba­zı kişilere gösterip, diğerlerinden gizlediği; veya ilmin girmesine mâni olduğu, âlimin araştırmasını yasakla­dığı gizli köşe ve bucağı; saklı bir bölmesi ve salonu yoktur. Dinimiz, ehliyetle gerçekleştirilen ilmî faali­yetten asla korkmaz. Gerekli şartları ve kıvamı bul­muş ilim adamlarının yaptığı çalışmalardan müslü-manlar ve İslâm kültürü istifade eder. İs] âmin aleyhi­ne de oîsa hatalar belirlenir. Böyle bir hata, zahirde belki aleyhedir ama, aslında bizim faydamızadır. İlim­le ilgisi olmayan kişilerin; îslâmm koruyucu ve kolla­yıcı hamileri olarak kendilerini vazifelendirenierin, bu meselelerde fikir beyanları; müslümanlarm zihin­lerini bozması, onları bilmed.kleri konularda hakemli­ğe çağırması ise, ayrı bir konudur, bir talihsizliktir. Sebebleri ve yoğunluk kazandığı zamanlar uzun uzun düşünülmeğe değer. [330]

 

IV. KİTAPLARIN TASNİFİ ÇAĞLARI

 

Hadislerin (ilmin) bablara ayrılması ve tasnifi işi­ni açıklamaya geçmeden, bablara ayırma ve tasnif ile kastedilenin neler olduğunu görmemiz gerekir. «Bâb» kelimesi, genellikle kapı anlamına gelir. Bir nevi med-hal ve giriş mânası da ifade eden kelime, «vesile-i vu­sul olacak nesnede isti'mâl olunur» [331]cümlesiyle de açıklanmıştır. Bu durumda bâb, bizi bir yere ulaştıran şey demektir. Firuzâbâdî b;r tür kullanıştan söz eder: «Bu ilim bizi şu ilme ulaştıran bir vasıtadır». Aynı kökten tefcvîb tbablara ayırma) ile şu mâna kastolun-maktadır: Herhangi bir bilgiler gurubunu, bir araya-getirme, cinsleri müşterek olanları bâb adı altında toplama.

Tebvib, tasnifte ilk basamak olmaktadır. Tedvin işi biten bilgiler ve hadisler, artık, konularının ayrı ayrı yazıldığı eserlere inkilâb edecektir. Böylece de tasnif dediğimiz işlem gerçekleşmiş olacaktır.

Arap dilinde tasnif, «bir nesneyi, ba'zı ba'zmdan temeyyüz (temyiz kastetmiş olabilir) diyerek, sınıf sı­nıf kılmak manasınadır... Tasnif-i kitâb bundan meV huzdur [332]cümleleriyle tanıtılmıştır. Istılah    olara aynı kelime için şunlar yazılmaktadır: «... ıstılahta ha­disleri konularına göre ayırıp aynı konudakileri bir bâb içinde toplamak demektir».[333]

Tasnif kelimesini hadise izafe edenlerin yanında, çoğunluk kütüp kelimesine izafe edilmesini daha uy­gun görerek «tedvinu'l-hadis ve tasnîfu'l-kütüp» de­yimlerini tercih etmişlerdir. [334]

Tasnifin sebebleri, gayeleri ve hareket noktalan vardır. Bir kere, ilmî çalışmaların artışı, devletin yar­dımı; hadislerin oldukça toplu hale gelmesini sağla­mış, yazıya yönelen muhalefetin nisbeten tesirini azaltmış ve kitap başlangıcı sayılacak; defter ve cüz­lerin tedavülü, yerini tabii olarak kitaba bırakmıştır. Kitabın yazımı, daha mükemmellerinin yazımı; bir iman hizmeti olma yanında, ilmî araştırmaların getir­diği ihtiyaçların karşılanması olarak da görülmelidir.

Hadislerden, fıkıhta, akâid meselelerinde ve tev-hid ilminde faydalanma için, onların bablara ayrılma­sı; hatta hadislerin değerlendirmeye tâbi tutulmaları gerekliydi ve bu hizmetler yerine getirilmeğe başlan­dı. Eablara ayrılma yanında, hangi hadisler kimler yoluyla gelmiş sorusuna cevap ihtiyacını gideren; ale'r -rical dediğimiz metodla, râvlleri sıralayarak hadisle­rini toplama hizmeti de başarıyla yürütülmüştür. [335]

 

1. İlk Tasnif Çalışmaları Ve İlk Musannifler

 

Hadis kitaplarının tasnifi faaliyetleri, Emevîlerin son yıllarıyla Abbasîlerin ilk zamanlarına raslar. Daha doğrusu, tasnif faaliyetini gerçekleştirenlerin, ve­fat tarihleri değişik olmalarına rağmen bize bu çağlan verir. Bu devre, çalkantıların en bol olduğu, aynı zamanda; ilim, fikir ve sanat faaliyetlerinin de arttığı bir dönem olmaktadır.

Kaynaklarımız, genellikle Râmehurmuzî'nin ilk defa neşrettiği bir musannifler listesini verirler. On­ların belirttiğine göre ilk tasnif faaliyeti, belirli bir merkezden çok değişik yerlerde gerçekleştirilmiştir. Bu musannifler şu âlimlerdir:

a) Rabî' b. Sabîh    (Subeyh okuyan da    vardır), Basra, Öl. 160/776,

b) Halid b. Cümeyi CAbd), 153/770; Ma'mer b. Râ-şid, Yemen, Öl. 153/770,

c) Sa'îd b. Arûbe, Basra, öl. 156/772,

d) İbn Cüreyc, Mekke, Öl. 150/767,

e) Hammâd b. Seleme, Basra, Öl. 167/783,

f) Süfyan Sevrî, Küfe, Öl. 161/777,

g) Süfyan b. Uyeyne, Mekke, Öl. 198/813,

h) Velid b. Müslim, Şam, Öl. 194/809,

i) Cerir b. Abdülhamid, Rey, Öl. 182/798,

k) Abdullah b.   Mübarek Merv ve   Horasan, Öl. 181/797,

1) Hüşeym b. Buşeyr, Vâsıt, Öl. 188/803 veya, 193/ 808,

m) İbn Ebû Zaide, Küfe, Öl. 193/808, n) Abdürrezzâk, Yemen, Öl. 211/826, c)  İbn Fudayl, Küfe, Öl. 196/811,

musannefatının mebdei ve Ma'mer b. Râşid'in Câ-mi'i,» Türkiyat mecmuası (cilt, XII, 1955), s. 117 -118.

p) Vekî b. Cerrah, Küfe, Öl. 197/812,

r) Ebu Kurre Musa b. Târik, Yemen, Öl. 203/818,

s) Ebu Ubeyd Kasım b. Sellâm, Öl. 235/849. Râmehurmuzî ve ona dayanarak diğer    kaynak­lar, daha pek çok musannif adından söz ederler. El­bette listenin kabarması gerekmektedir. Yalnız, tarih uzadıkça listeyi artık   bibliyografik   eserlerden   veya terceme-i hâl kitaplarından bulmamız   gereken müel­lifler teşkil etmektedir [336]

Kadı Ebu Muhammed Râmehurmuzî, Ali b. Medi-nî'den naklettiği bir özet bilgide, tasnif hareketinin neticede aşağıda sayacağımız altı bilgine varıp dayan­dığını anlatmaktadır. Çoğu ilk tedvin ve tasnif çalış­malarını yapmış oîan bu bilginler şu zatlardır:

a) Medine'de İbn Şihab Zührî, Ebu Bskr Muham­med b. Müslim, Öl. 124/741,

b) Mekke'de, Anır . Dinar, Ebu Muhammed, ÖL 126/743,

c) Basra'da Ebu'l-Hattab Katade b. Diâme Sedûsi, Öl. 117/735. ile; Ebu, Nasr Yahya b. Ebu Küseyr, Öl. 132/749,

d) Kûfe'de Amr b. Abdullah Sebi'î, Öl. 127/744 ile Süleyman b. Mihran A'meş, Öl. 148/765.

Dört ayrı bölgede toplanan bu altı büyük ilim ada­mı, tarih boyunca genişleyen ve uzayan musannifler salkımının anadallarım meydana getirmektedir. [337]

Bazı hadis tarihçileri, hicrî ikinci asırda yazılmış olan kitapları; diğer bir dey.'mle ilk, tasnif edilen eser­leri beş grupta toplamaktadır;

a) Siyer ve meğâzî kitapları: Yazarları içinde en şöhretli olanlar; Urve b. Zübeyr, Şa'bî, İbn Şihâb Züh-ri, Musa b. Ukbe, İbn Ishak, Ma'mer b. Râşid, Abdül-melik b. Muhanımed, Mu'tenıir b. Süleyman, Yahya b. Sa'îd, Velid b. Müslim vb. bilginlerdir.

b) Sün-sn kitapları: Fıkıh bablarma    göre tasnif edilen bu eserlerin müellifleri içinde şu isimler veril­mektedir: Mekhûl, İbn   Cüreyc, Sa'îd b  Ebu   Arûbe, îbn Ebu Zi'b, îbrah'.m b. Tahmân, Hammâd b. Seleme, Abdullah b. Mübarek, İbn Ebu Zaide    Muhammed b. Fudayl vd.

c) Câmi'ler: Çok değişik konularda hadisleri ba­rındıran ve tarifleriyle içlerinde en meşhurlarına ileri­de değineceğimiz bu tür eserlerin yazarları   arasında şöhretli birkaç isim verecek olursak şu zatları zikret­memiz   gerekecektir;   Ma'mer b. Râşid Ezdî,    Süfyan Ssvrî, Rebî' b. Habib, Abdullah b. Vehb,    Süfyan b. Uyeyne.

d) Musannefler.- Fıkıh kitaplarındaki sıralamaya esas olan bir diziş biçiminde hadisleri  «ale'l-ebvâb» (konulara göre)  toplayan bu eserlerin şöhretli müel­lifleri içinde, şu âlimlere raslamaktayız:   Hammâd b. Seleme, Vekî' b. Cerrah.

e)  Belirli bir konuya tahsis olunan eserler.    Şöh­retli yazarlarından bir   kaçı: Süfyan Sevrî,    Zaide b. Kudâme, Hüşeym b. Beşir, İsmail b. Uleyye, îshak b. Yusuf Ezrak, Muhammed b. Fudayl Dabbî,   Mâlik b. Enes.[338]

Hadislerin tasnifinde kullanılan değişik metodla- .. ra ve bu metodlarla yazılmış furû kitaplarının özellik­lerini anlatmağa geçmeden önce, hadis kitaplarının tasnifi devrini aydınlatan bazı bilgiler nakletmeyi uy­gun buluyoruz. Bu bilgilerin bir kısmı eski hadis ya­zarlarına, diğer bir bölümü de günümüz araştırıcıları­na aittir. Bu bilgiler bize, tasnifin başlangıç yıllarına ait çalışmalar ile, ilk eserler içinde, günümüze kadar gelen bir kaomm hadis ilimleri ve tarihi açısından de­ğerini anlatacaktır.

«Ebu Tâlib Mekkî de hadislerin tasnif devrini mevzu-i bahsederken şöyle söylemektedir: Bu musan-tıef kitaplar 120 veya 130 senelerinden sonra ortaya çıkmıştır. İslâmda ilk musannef eserlerin. İbn Cüreyc'-in hadislere dair kitabı ve Mekke'de tefsire dair mey­dana getirilmiş bazı kitapların olduğu söyleniyor. Sonra Yemen'de Ma'mer b. Râşid gerek gelişigüzel bir şekilde ve gerekse muayyen bablar halinde bulunan süneni topladı. Mâlik b. Enes Muvatta'ı Medine'de, İbn Uyeyne Kitâbu'I-Câmi'i, Kur'an ve hadise ait bir çok dağınık malzemeyi topladı. Süfyan Sevrî de Musan­nef ini bu devirde meydana getirdi.[339]

«İlk hadis musannifleri arasında ismi geçen Ma'­mer b. Râşid'in el-Câmi'i, zamanımıza intikal etmiş olan hadis musannef atının en eskisi olup, devrinin ha­dis tasnifi ameliyesi hakkında vazıh bir fikir verebi­lecek mahiyettedir. Ma'mer'in eserini, kendisinden sonra meydana getirilmiş olup zamanımıza intikal eden musannefatla mukayese ederek, bablar halinde tasnif ameliyesinin takip ettiği tekâmülü tesbit etmek kabildir. Yine Ma'mer'in eseri, H. III. asnn el-Kütübü's -sitte namıyla anılan meşhur hadis kitaplarının, gerek .malzemelerini teminde ve gerekse bablari tayinde Goldziher'in kanaati hilâfına olarak kendilerin­den önceki mesâinin bir nevi hulasası mahiyetini ar-zettiğini göstermesi bakımından hususi bir ehemmi­yet taşımaktadır.[340]

Geniş bir biçimde, gerek «hadis musannefatmm mebdei ve Ma'mer b. Râşid'in Câmi'i» adlı makalesin­de ve gerekse Buharfnin kaynaklan hakkında araştır­malar adlı kitabında, tasnifin bu devresini vukufla iş­leyen Dr. Fuat Sezgin; bu ilk asrın mesâisini icmal eden bir yazıyı İbn Hacer'den nakletmektedir.

«Peygamber sünnet ve hadisi sahabe ve tabiînin ilk tabakası devrinde, cami adı verilen kitaplarda, iki sebepten dolayı toplanıp tasnif edilmemişti. Evvela, onlar; işin başlangıcında hadisleri Kur'an'la karıştırır­lar diye yazmaktan nehyolunmuşlardı. Saniyen, hafı­zaları çok genişti ve zihinleri müsaitti. Çoğu yazı yaz­masını bilmiyorlardı. Tabiîn devrinin sonlarına doğru hadis ve sünnetin tedvini, haberlerin bâblara göre tev­zii işi başladı. Artık muhtelif ülkelere hadis erbabı ya­yılmış, havariç, revâfız ve kaderi reddedenler ortaya çıkmıştı. Hadisleri ilk toplayıp tasnif edenler arasında ar-Rabi b. Şubayh (Öl. 160) ve Sa'id b. Abı Arûba (Öl. 156) zikredilebilir. Her babı birbirinden ayrı ola­rak tasnif ediyorlardı. Nihayet üçüncü tabakaya men­sup olanlar ahkâmı tasnif ettiler. İmâm Mâlik, ehl-i Hicaz'ın şayan-ı itimat hadislerini toplamayı gaye edinerek ashabın sözlerini, tabiinin fetvasıyla mezcede-rek, Muvatta'ını tasnif etti. Abû Muhammed Abdal-malik b. Abdalaziz b. Curayc, (Öl. 150) Mekke'de, Abû Amr Abdurrahman b. Anır al-Awza'i (Öl. 161) Kûfe'-de, Hammad b. Salama (Öl. 168) Basra'da nrusannaf kitaplar meydana getirdiler, sonra bunları yeni faali­yette bulunan diğerleri takip etti. Nihayet üçüncü as­nn eşiğinde bazı muhaddisler, hassaten Peygamberin hadislerini diğerlerinden ayırmak işine teşebbüs etti­ler. Ubeydallâh b. Musa'1-Absi (Öl. 213) Kûfe'de, ve ayrıca Musaddad b. Musarhad al-Basri (Öl. 228), Asad b.^Mûsa-1-Umavi (Öl. 212), Mısır'da mukim Nu'aym b. Hammad .al-Huzâ'i (Öl. 228) birer musned meydana getirdiler. Bunun üzerine, hemen hemen bütün mu­haddisler hadislerini musnedlere göre tasnif ettiler. Meselâ Ahmad b. Hanbal (Öl. 241), İshaq b. Rahûya (Öl. 238), Usman b. Abi Şayba (Öl. 2391 ve diğer bir çokları böyle yaptılar. Bir kısmı, meselâ Abû Bakr b. Abi Şayba (Öl. 235) nin yaptığı gibi aldıkları musnad hadisleri, aynı zamanda kendi aralarında bâblara ayı­rıyorlardı. Buharı bu musannafatı görüp rivayetlerini aldıktan ve onlarla iyiden iyiye haşru neşr olduktan sonra, onları tasnif ederken, sahih gibi görünen bir çok zayıf malzemeyi de muhtevi bulunduğunu müşa­hede edip ancak şüpheden âzâde olan hadisleri bir araya getirmek arzusunu duydu. Hadiste ve fıkıhta «Amir al-mu'minin» diye tanınan üstadı îshaq b. Râ-hûya de onun bu azmini kuvvetlendirdi. Zira bize... (sahih senetlerle) rivayet edildiğine göre Buhâri: îs-haç b. Râhûya'nin nezdinde bulunurken, bir defasın­da bizlere: Peygamber'in sahih sünnetini ihtiva eden muhtasar bir kitap meydana getirseniz,   şeklinde bir

arzu izhar etmişti. Bu temenni zihnimde yer etti ve al-Câmi as-sahîh'i telife başladım.[341]

Tasnif hareketinin bu dönemine ait vak'alan böy­lece özetledikten sonra, geniş bir listesini kitabın so­nunda vereceğimiz eserlerden, ikinci asra isabet eden bir kaçının adım görmekte fayda vardır. Hûlî, «ikin­ci hicrî asırda te'lif edilen en meşhur eserler» başlığı altında şu âlimlerin eserlerini vermektedir.-

a) İmam Mâlik b. Enes Medenî, el-Muvatta    (Öl. 179/795),

b) Şu'be b. Haccâc, el-Musannef adlı kitabı    (Öl. 160/776),

c) Leys b. Sa'd, el-Musannef adlı eseri,    (Öl. 17.5/ 791),

d) Süfyan b. Uyeyne, el-Musannef   CÖ1. 198/813),

e) Abdürrezzâk   b. Hemmâm   San'ânî,   el-Câmf (Öl. 211/826) [342]

 

2. Tasnifte Uygulanan Metodlar

 

Gerek ikinci asırda ve gerekse daha sonraki çağ­larda tasnif edilen eserlerin, görülen ihtiyaç üzerine değişik tarzlarda kaleme alındığını bilmekteyiz. îlk eserler genellikle, sahabe sözlerini ve daha sonraki devrelere ait bilginlerin sözlerini de ihtiva etmekteydi. Bunlar aynı zamanda sahih ve sakîm, her- türlü eseri, haberi ve hadisi içlerinde barındıran kitaplardı. Bun­lara biz karma te'lif adını verebiliriz.

Bazan da ilim adamları tek konulu eserler telif ettiler. Bunları el-Müfred adlarıyla adlandırdılar. Mese­lâ, Buharî'nin özellikle «ahlâk konularını içine alan» el-Edebü'1-müfred adlı müstakil bir eseri vardır.[343]

Bu tür tasniflerin daha başka örnekleri de bulu­nabilmektedir. Bizim burada kendilerinden söz edece­ğimiz kitaplar, furû kitaplarıdır. Başlıca tasnif yolla­rını şöyle özetlememiz mümkündür:

a) Konulara göre taksim ederek eser  te'lifi. Buna ale'l-ebvâb tasnif adı da   verilmektedir. Bu   konular ilerde daha da gelişmiş ve furû-i fıkıh kitaplarının da tertibini oluşturmuştur. Veya bu tertib ilk fıkıh kitap­larından alınmıştır. Bu tür    eserler; el-Musannef, el-Câmf, es-Sünen gibi adlarla da anılmaktadır.

b) Şahıslara göre tasnif yolu: Bu usûle ale'r-ricâl tasnif yolu da denilmektedir.

Bu tür tasniflerde şahıslar ya alfabetik olarak sı­raya konur veya nesepleri kabileleri, İslâmdaki üs­tünlükleri vb. gibi yönlerden dizilirler. Daha sonra o râviden. gelen hadisler karma olarak verilir. Müsned adı verilen veya Mu'cem diye tanınan bu eserler, kul­lanışları- zor kitaplardır. İhtiva ettikleri hadisler sıh­hat bakımından bölümlere ayrılmadığı gibi, konular açısından da tasnif edilmiş değildir. Bu tür eserler içinde; Tabaranî'nin Mu'cem'leri ile, Ahmed b. Hanbel ve Tayalisî'nin Müsnsd'leri büyük şöhret yapmıştır. Aynı eserler günümüz araştırıcıları tarafından yapıla­cak indekslerle ve konulara göre düzenlemelerle daha da kullanışlı hale geleceklerdir.

c) Emir, nehiy, tarihî haberler, helal - haram ve Peygamberimizin fiillerini beş başlık altında toplayan, daha sonra da her başlığı daha küçük bâblara ayıran eserler.

d) Hadisleri ilk harflerine göre alfabetik sıralayan kitaplar. Bu tür eserlerden faydalanmak için okuyu­cu, hadisin ilk kelimesini bilmek zorundadır. Suyutf-nin el-Câmiu's-sağîr adlı eseri böyle tertip edilmiştir.

e) Hadisin baştan bir bölümünü verip daha sonra onunla ilgili senetleri zikreden, tarikleri sıralayan   ki­taplar. Bunlara etraf kitapları adı verilmektedir.   Ahmed b. Sabit Irakî şöhretli beş hadis kitabını bu tür tasnife tâbi tutmuştur.

f) Her hadisin değerini usûl kaidelerine göre be­lirleyen, ihtilafları anlatan muallel kitaplar.

g) Belirli konudaki hadislerin özellikle tariklerini toplayan turuk kitapları.[344]

 

3. Başlıca Türler (Çeşitli Usûllerle Yazılmış Fu-Rû' Kitapları)

 

Hadis kitaplarının tasnifinde çeşitli yollar tutul­muş olduğunu kısaca anlattıktan sonra, sıra bu me-todlarla hazırlanmış hadis kolleksiyonlarmm veya ha­dis furûu kitaplarının, sayıları ona yaklaşan nevileri­ni görmeye gelmiştir.

Hadis furûu kitapları tasnif maksatlarına, ihtiva ettikleri hadislerin türlerine ve diğer bazı değişik iti­barlara göre de bölümlere ayrılırlar. Başlıca çeşitleri şunlardır: [345]

 

a) Sahifeler

 

Arapça yazmalarda bir iki varaklık hacmi olan eserlere bu isim verilir. İsmin sahabe gününe uzanan bir tarihçesi vardır. Bugün İslâmî eserleri toplayan kütüphanelerde hadis cüzlerine ve sahifelerine rast­lanmaktadır.

Sahifeîer içinde, Hemmam b. Münebbih'in Ebu Hureyre'den aldığı, 138 ahlâki hadisi günümüze kadar getiren bir tanesi, Dr. Muhammed Hamidullah tara­fından, neşredilmiştir. Abdullah b. Amr, Câbir b. Abdullah, Ali b. Ebu Tâlib, Semura b. Cündeb, Abdullah b. Ömer, Enes b. Mâlik hep sahifeleri olan şöhretli sahabilerdir. Bu kü­çük kitapçıklar adı geçen sahabilerin vârislerinde do­laşmış, tasnif devrinde büyük hadis mecmualarının içinde yerlerini almışlardır.[346]

 

b) Cüzler

 

Belirli bir zattan gelen hadislerin, yaklaşık on va-raklık veya daha fazla hacimde bir kitapçık şeklinde toplanmasından meydana gelen broşüre cüz adı veri­lir. Kelime, el-eczâ veya el-eczâü'1-hadiysiyye tarzında cemi olarak da kullanılır. Bu cüzler, bir tek konulu da olabilmektedir.    «Gece   namazı hakkındaki   hadisler, günlük ibadetlere tahsis edilen cüzler» hep bu neviden çalışmalardır. Cüzlerin özelliği, sahifelerden daha ka­lın olmasıdır. Cüz yerine sahife, sahife   yerine de cüz dendiği olmuştur. Bu bakımdan, ikisini ele   müşterek tarif edenler vardır. Bunlar, daha çok üçüncü asra te-kaddüm eden devrede ve çok sayıda telif edilmiş olup, günümüze kadar yaşamış olanlarına da kütüphaneler­de raslanmaktadır. Bazı cüz sahipleri şu bilginlerdir: Ebu Âsim Nebil Şeybânî,   Muhammed b. Abdullah b. Müsennâ, Ebu Müshir Gassâni, Ebu Ali Hasen b. Are-fe, Ahmed b. Furât, Muhammed b. Yahya,   İbn Ebu Hayseme, Ali b. Abdülaziz vd.[347]

 

c) Camiler

 

Zübeyr Sıddîkî bunları, risaleler ve kitaplar adıy­la anar. Bu tür kitapların özelikleri şudur: «îman, fikıh ve hukuk meseleleri, zühd - takva ve rekâik konu­lan, muaşeret kaideleri, Kur'an-ı Kerim âyetlerinin tefsiri, dünyanın başlangıcıyla ilgili maîumat, eski peygamberler ve ümmetlerinin hayat hikâyeleri, gele­cekte meydana gelecek karışıklıklar, menkabeler diye adlandırabileceğimiz sekiz ana konuyu ve onlara ait hadisleri bünyelerinde barındıran eserler». Bunlar, nıusannef ve sünenlere de benzerler. Cami' ismi, İsla-mî literatürde, bir ihtisas konusuna ait her türlü tek­nik bilgiyi toplayan ana eserlere, açılan bir babta, ana fikir ve hareket noktası olan konuya da- verilen isim olmaktadır. Bir nevi müşterek değerler cami olmakta­dır.

Câmi'ler, sözünü ettiğimiz sekiz konudaki hadisle­ri, tâli derecede kitaplara ve onları da bablara bölerek ayrıca tertip ederler. Meselâ, Muhammed b. İsmail Buharî'nin el-Câmlinde bed'ul-vahy, iman, ilim diye başlayan ve tevhid kitabı ile biten 96 küçük kitabçığı vardır. Aynı eser, üçbini mütecaviz baba bölünmüş­tür. Tirmizî'nin ve Müslim b. Haccâc'm da birer câmi'i bulunmaktadır.

Cami' türü, ikinci asırda görülmeğe başlanır. İlk Cami musannifi sayılan Ma'mer b. Râşld (Öl. 153/770) m kıymetli eseri, günümüze kadar korunabilmiştir.[348]

 

d) Musannefler

 

Bazan câmi'lere de musannef adı verilir. Konulara göre tertip edilmiş bir eser türüdür. İmam Mâlik'in eseri olan el-Muvatta' bir musanneftir. Fakat, diğer musanneflerden onu ayrı gösteren özellikleri   vardır.

Kitabın ağır basan fıkhi izahlar bölümü, birçok bilgi­ne, «el-Muvatta' fıkıh kitabıdır» dedirtmiş tir.

Hadisin tasnif olayını anlatırken, ilk tasnifi ger­çekleştiren bilginlerle, el-Musannef adı verilen birçok kitaba temas etmiştik. Süfyan b. Uyeyne'nin Câmi'i, Süfyan Sevrî'nin Musannef i, bu tür eserlere misâl olarak zikredilir. Fakat bunlar içinde, günümüze ka­dar gelen ve neşredilen hacimli bir eser, Abdürrezzak b. Hemmâm adlı âlimin yazdığı kitaptır. Eserin temiz bir baskısı yapılmıştır. Ebu Bekr b. Ebu Şeybe'nin ve Bakiy b. Mahled'in musannefleri de mühim ilk devir eserlerinden sayılmaktadır.[349]

 

e) Müsnedler

 

Müsned deyimi bir hadis çeşidini belirttiği gibi, bir nevi hadis kitabını da bize tanıtır, Müsned tipi eserler, «şahıslara göre tanzim edilen» kitaplardır. Bunlarda, konu tertibi olmadığı gibi, sahih - zayıf ayı­rımı da yoktur. Râviler alfabe sırasıyla veya ilgili bö­lümde belirttiğimiz türde sıralanır, onlardan menkûl hadisler de isimlerinin altına dercedüir. Kullanışı hayli zor olan bu tip kitaplar içinde; Ebu Davud Tayâ-lisi Öl. 204/819) nin, Ahmed b. Muhammed b. Hanbel (Öl. 233/847) nin, Abdullah b. Muhammed b. Şeybe (Öl. 235/849) nin, Osman b. Ebu Şeybe (Öl. 237/851) nin ve Ebu Hayseme (Öl. 234/844) ile diğer bazı bil­ginlerin Müsnedleri daha çok tanınmıştır. Ahmed b. Muhammed b. Hanbel'in eserinde 35 bine yakın hadis vardır. Kelime el-Mesânîd şeklinde cemilenir. Yukarıda adını zikrettiğimiz ünlü hadisçi, Bakiy b. Mahled'in (Öl. 296/908) de ünlü bir müsnedi bulunmaktadır.

Bu tür kitapları, ortaya çıkış itibarıyla ilk hadis kitapları olarak kabul eden bilginler de mevcuttur [350]Yalnız şurası unutulmamalıdır, bu ilk müsned­ler daha sonraları büyük tekâmül geçirmiş ve güzel­leşmiştir.[351]

 

f) Mucemîer

 

Kelime el-Me'âcim olarak çoğul yapılır. Bunlar da müsnedler gibi, şahıslar esas alınarak tertip edilir. Tertipte, râv.nin veya yazarın şeyhlerinin veya, râvi-lerin şehir ve kabilelerinin bir arada telif edildiği gö­rülür. Bazan başka ölçüler de sıralamada esas alına­bilmektedir. Tabsrânî adlı muhaddisin; küçük, orta ve büyük olmak üzere üç tane Mu'cemi vardır. Aynı ke­lime, f-hrist ve indekslere de ad olmaktadır. Mu'ce-mu's-sahabe bir nevi hadis kitabı değil, biyografik eser türüdür. Müellifin, kendi hocaları için tertip ettiği ese­rine de Mu'cemu'ş-şüyûh adı verilir. Orada artık ken­di hocaları ve onlardan aldığı hadisler yer almakta­dır. [352]

 

g) Sürtenler

 

Sünen, sünnet kelimesinin çoğuludur.    Daha çok fiili haber veren hadisler için kullanılan   kelime, bir hadis kitabı türüne de ayrıca ad olmuştur. Sünen de­yimi ile; cânıi', musannef gibi kitaplar da kastedilir. Onlardan farklı olan yönleri, ahkâm ve fıkıh konula­rına bu eserlerde daha çok ağırlık verilmiş olmasında kendisini gösterir. Özellikle bu eserler; hukuk, ceza, şahsa ait haller, devletler hukuku vb. gibi konularda kaynak olarak kullanılır. el-Kütübü's-sitte diye adlan­dırılan, sünnîlere ait altı sahih hadis mecmuasının, son dört eseri bu isimle de anılır. Onlara; Ttrmizî'nin sü­neni, Ebu Davud'un süneni, İbn Mâce Kazvînî'nin sü­neni Nesâî'nin süneni de demek mümkündür.

Bir sünen kitabında, umumiyetle şu isimleri taşı­yan bölümler bulnur: K. et-tahâre, K. es-salât, K. ez-zekât, K. el-hacc, K. es-savm... nikâh, talâk, cihâd, va-siyyet, ferâiz, harâc, cenâiz, yemin ve nezir, büyü',, ak-diye, eşribe, afime, tıbb, libâs, fiten, melâhim, hudûd, diyât, sünne, edeb.[353]

 

h) Müstedrekler

 

Kelime istidrâk kökünden türemiştir. İstidrâk; Ar­dından yetinmek, tamamlamak, bir şey yardımıyla bir şeyi anlamak, doğruyu bulup hatadan vazgeçmek, kaybolan nesnenin yerine bir diğerini koymak gibi anlamlara gelmektedir. [354]Bizi burada ilgilendiren yön; bir şeyin devamını yapmak,1 ona zeyl eklemek, te-timme meydana getirmektir.

Müstedreklerde, evvelce yazılmış belirli   bir eser alınır; hadisleri cemeden müellifin şartları ve telifte gözettiği yol incelenir. Aynı şartları taşıdığı halde, sırf eserinin uzamaması için dercetmediği hadisler; ilk esere giremeyen haberler bu yeni kitaplarda toplanır. Âdeta; ilk eserin, üslûbu, metodu ve- telifte gözettiği prensipler, ikinci eserde devam eder. Buhari ve Müs­lim'in, el-Câmi' adlı eserlerine, Hâkim Neysâbûrî adlı hadisçi böyle bir Müstedrek yazmıştır. Fakat müellif, eserine aldığı bazı hadislerden dolayı tenkide uğra­mış; ilk müelliflerin yolundan ve şartlarından ayrıl­makla suçlanmıştır. Bu yüzden: «el-Hâkim'in Müsted-rek'inin zararı, sahih olmayan bir hadisi sahih gibi göstermesidir; zira bazı hadisleri, Buharı ile Müslim'in, şartlarına uygun olarak tahriç etmeğe çalışmış, bu­nunla bsrabsr istidrâklerinin çoğu tsnkid mevzuu ol­muştur»  [355]denilmiştir. [356]

 

i) Müstahraçler

 

Bir müellif, önceden yazılmış bir hadis kitabını ahr, oradaki hadisleri, kitabın müellifinin senedleri dışında kendine gelen yollarla ve senedlerle rivayet ederse (diğer bir deyişle, hadisi ayrı senedlerle daha güçlenmiş olarak, ayrı tariklerle rivayet ederse), müs-tahraç meydana getirmiş olmaktadır. Kendisi, yukarı­da bir şeyhte, kitabın müellifinin yolu ile birleşecek­tir.

Müstahraçlere misâl olarak; Ebu Bekr İsmaili'nin, Buharı üzerine; Ebu Avâne'nin Müslim üzerine, Ebu Ali Tûsfnin, Ebu Davud'un Sünen'i üzerine yaptığı müstahraçler zikredilebilir [357]Adı geçen ikinci eser­lerde; birinci eserlerde geçen hadislere, yeni isnadlar bulunmuş olmaktadır. [358]

 

J) Muayyen Sayıda Derlenen Kitapl

 

Hadis furû kitaplarından bir kısmı da, belirli sa­yılarda hadisleri bünyelerinde toplama yolunu tuta­rak hazırlanmışlardır. Bu tür eserler, tek konulu ola­bildiği gibi, çeşitli konuları da ihtiva edebilir. İçinde taşıdığı sayı itibarıyla; yedi, on, yirmibir, yirmidört, yirmialtı, yirmisekiz, yirmidokuz, otuz, otuzbeş, otuz-altı, kırk, elli, ellibeş, yetmiş, yetmişüç, seksen, yüz, yüzonsekiz, dörtyüz, bin, binbir, binikiyüz hadislik mecmuaların varlığı haber verilmektedir. [359]

Özel alâka çeken bazı konularda vârid olmuş, be­lirli sayıda hadisleri toplama ananesi eskidir. İmam Ali'ye varan bir isnadla Hz. Peygamber (s.a.) in; «sün­netinden kırk hadis belleyen kişi için verdiği müjde» kırk hadîs kitaplarının yazımında âmil olmuştur. Ne-vevfnin topladığı kırk iki hadislik bir mecmua büyük rağbete mazhar olmuş ve üzerine şerhler kaleme alınmıştır. Türk, Arap ve Fars edebiyatlarında kıymetli eserlerin meydana gelmesine sebeb olan İpu çalışmalar hakkında en geniş araştırmayı, Prof. Dr. Karahan yap­mıştır.[360]

Hadis kitaplarının özellikle furû bölümlerini bu tür eserler oluşturmaktadır. Bunlar orjinal kitaplar­dır. Kök ve temel eser sayılırlar. Beşinci hicrî asırdan itibaren, derleme eserler devri dediğimiz çağlarda meydana getirilen başka pek çok eser türü daha mev­cuttur. Onlar da netice itibarıyla bunlara benzemekte, veya az farklı durumlar sergilemektedir. Buralarda sadece hadisler ve onlarla ilgili (bazı eserlerde) küçük açıklama ve değerlendirmeler bulunur.

Usûl bilgileri, diğer hadis ilim dallan, rical, açık­lama ve şerh için ayrı hadis kitaplarına, hadise yar­dımcı olan eserlere bakmak gereklidir. Hadis lügatle­rinin ise, ayrı literatürü vardır.

Hicrî üçüncü asra tekaddüm eden, bazı coğrafya­larda üçüncü asra kadar uzanan, tasnif faaliyetlerine kısaca temas etmiş bulunmaktayız. Aslında, gerçek bir araştırma; belli bir coğrafyayı ve belli yılları içine alan dar sahalı, derin araştırmalar olacaktır. Gelece­ğin İslâm bilimleri mütehassısı elemanlar, Endülüs'­ten, Uzak Türk yurtlarına; Kırım'dan Yemen'e kadar uzayıp genişleyen bir coğrafyanın, belirli merkezleri­ni ele alarak, en ilmî tarzda, musannefatı tek tek gün yüzüne çıkarmakla görevlidirler. Bu sayede iki hizmet görülmüş olacaktır:

a) Bu güne kadar, genel hatlarıyla anlatılan, de­tayına inilmeyen konular hakkında derin ve köklü araştırmalar yaparak, hadis literatürünün ve biyoğ-rafyasmm elemanlarını sıhhatli biçimde tesbit etmek, b) Hadis bünyesinde gerçekleştirilecek bu çalış­malar, diğer îslâmî ilim dallarında gerçekleşt'rilecek aynı cins gayretlerle bütünleşerek; İslâm ilimleri ala­nında ortaya konan mesai tamamen tanınmış olacak ve eserlerin tam bir listesi elde edilecek [361]

 

V. TASNİFTE ALTIN ÇAĞ

 

Üçüncü hicret asrına genellikle bu isim ver'lmektedir. el-Kütübü's-sitte adlı, çok itibar gören altı mec­muanın tedvin devri olması hasebiyle «kütub-i sitte çağı» olarak da adlandırılan bu devre, H. 201 - 301 yıl­larını kapsamaktadır. Biraz daha ileri sarktığı olabi­lir. Bu devrin, altın çağ diye tavsifinin, sebebleri var­dır. İki yüz senelik ilmî gelişmeler, en yüksek seviye­sini bu günlerde bulmuş, nisbeten istikrarlı bir idari ve siyasi devre meydana gelmiştir.

Hadisin gelişmesinde, kelâm ve felsefî ilimler baş­ta olmak üzere, pek çok ilim dalının, Abbasîler dev­rinde aldığı seviye büyük rol oynamıştır. Avrupa'nın en batı noktasında, İspanya'da İslâmm alemdarhğım yapan insanların, üçüncü hicrî asır ve sonrasında ha­dis ilimlerine büyük katkıları olmuş; İspanya âdeta hadiste müstakil bir ekol kurup İslâm- diyarlarına ele­man ve eser ihraç etmiştir.

Bu bölümde, genel olarak üçüncü asır ve sonra­sında hadisin durumunu, öğrenim ve öğretim biçimi­ni incelemeğe, kısa da olsa bilgiler sunmağa gayret edeceğiz. Bu devre kadar, İslâm coğrafyasında teşek­kül eden ilim merkezlerine de seri bir bakış yaptıktan sonra, sekiz hadis mecmuasının yazarları hakkında vereceğimiz kısa bilgilerle, diğer bölümlere geçeceğiz.[362]

 

1. Üçüncü Asırda Hadis Öğrenimi

 

133-236/753-850 yılları, îsîâm dışı ilimlerde tercü­me devri olarak kabul edilmektedir. Bunu müteakip adı geçen ilim dallarında telif eserler başlamıştır. Dik­kat edeceğimiz nokta şudur: Müslümanlar, bu ilimler­le çoğu kez bu tarihlerde ilk defa karşılaşmış, kısa dönemde, kendilerini meselenin içine telif sahibi ola­rak sokmuşlardır. Bu yılları takibeden devrelerde müslümanlar; hukuk, tıp, ilahiyat ve diğer ilimlerde, kendilerine has orjinal düşünce ve araştırma tarzları tutturmuşlar, mahsûllerini Sicilya yoluyla Avrupa'ya yollamışlardır.[363]

Ahmed b. Hanbel gbi bir hadisçinin büyük çilele­re maruz kaldığı bu dönemlerde felsefe ve Mu'tezile kelâmının, hadise ve muhaddislere cephe alan faali­yetlerinin; güçlü bir, hadis öğretim ve telif faaliyetin­de, müsbet tesirleri de olmuştur. Hadisçinin devamlı uyanık bulunmasında, adı geçen k'şilerin ve diğer da­lâlet fırkalarının büyük rollerini inkâr etmemek gere­kir.

İlmin yayılmasında büyük emekleri olan; «kütüp­hane, kitap, kağıt ve yazı malzemesi» üçlüsünün, bu devrede oldukça iyi imkânlara sahip olduğunu bil­mekteyiz.

Dr. Koçyiğit, kütüb-i sitte devrinde; tasnife hız ve­ren âmiller olarak, kelâm ilminin doğuşunu, hadisçüe-rin muanzlannca çeşitli yönlerden itham edilmelerini, Kur'an'm mahlûk olduğu inancı ile mihnet olayının devletten yardım görmesini zikreder.[364]

Hadislerin tenkid usûlleri ve rical bilgisine ait te­lifler, üçüncü asırda daha ileri merhalelere ulaşmış, özellikle «keîâmcılarm itirazlarını konu a.lan eserler» telifi gibi yeni bir branş da bu devrede teşekkül etmiş­tir. Fıkıh mezheplerinin imamlarının halefleri; onlara en yakın olan nesil, hadisin en geniş şekliyle karşılaş­mış, onlar da mezheplerinin kullandığı hadislere yer veren eserlerin telifine koyulmuşlardır.

Üçüncü asır, geniş çapta sahabi sözlerinin, Pey­gamberimizin sözlerinden ayrıldığı ve müstakil eser­lerin neşredildiği çağ olarak tanınmaktadır. Hadisle­rin müteaddit tarîklerinin araştırılması, râvilerin kri­tiği bu devreye raslar.

İlk iki asırda, İslâm kültür malzemesinin tamamı­nı yeni nesillere aktarma gayretiyle, hadis kitaplarına süzgeçten geçirmeden alman hadisler; çeşitli itibarlar­la artık bu günlerde taksime tâbi tutulur: sahih ve sa­kîm bugünde ayrılır.

Abbasîler devrinde eğitim hareketlerini inceler­ken tarihçi, «Yüksek seviyede tahsil veren bütün mü­esseselerde hadis ilmi ders programının esasını teşkil etmekte ve hafızanın yeri özel bir biçimde belirtilmiş bulunmaktadır» demektedir. [365] Aynı âlimin verdiği bilgilere göre herhangi bir ziyaretçi, bir şehre uğradı­ğında, doğruca hadis öğretiminin yapıldığı ulu cami'-ye giderdi[366] Abbasilerde sanayi'den bahseden Phi­lip K. Hitti, o devrin yazılı malzemesi    arasında, bizi ilgilendiren bir tanesine de temas etmektedir. O şunlar söyler: «Bize kadar ulaşan kağıt üzerine yazılmış en eski Arapça el yazması eser, Ebu Ubeyd Kasım b. Sellâm (Öl. 837/223) tarafından telif edilen Garibu' hadis adlı eserdir. Ki bunun tarihi, Zülka'de 252/Kasım! 13, Aralık 12 886 dır. Ve bugün Leiden Üniversitesi Kütüphanesi'nde muhafaza olunmaktadır.[367]

Bize üçüncü hicrî asırdaki kelâm hareketlerini de içine alan çalışmalar hakkında bir genel değerlendir­me yapan Dr. Koçyiğit sözlerini şu şekilde sona erdir­mekte ve asrın karakteristik vasfını çizmektedir:

«Her ne kadar hiç bir hadis toplayıcısı, kitabında bütün sahih hadisleri toplamayı gaye edinmemiş ise de, hiç olmazsa topladığı hadisler araşma mevzu olan­larını karıştırmamaya" gayret sarf ettiği için, vücûda gelen kitaplara güven içinde müracaat etmek imkânı hasıl olmuştur. Bu bakımdan hicretin üçüncü asrı, sa­hih hadis kitaplarının vücûd bulduğu, müteakip asır­lara bu konuda artık yapılması gerekli fazlaca bir işin bırakılmadığı bir devir olarak görülür. [368] Hadis hâfızı büyük imamların çoğunluğu bu asırda yaşamış; .hadislerin isnadlanna, isnadlarm illetlerine, ricalin cerh ve ta'dil yönünden mertebelerine vâkıf meşhur üstadlar, yine bu asırda yetişmiş ve sahih hadis mec­muaları bu asırda onların eliyle vücûd bulmuştur. Bu asrı takib eden devrelerde her ne kadar bazı müstakil hadis eserlerinin telif edildiği görülürse de, asıl. telif faaliyeti, üçüncü asırda ortaya çıkmış olan eserlerde­ki hadislerin bir kitap içinde cem'ine, yahrıt isnadları-nm hazfedilmek suretiyle ihtisarına, yahut da müs-tedrek veya müstahraçlerinin yapılmasına hasredil­miştir. Keza müteakip asırlarda telif edilen rical tari­hi ile ilgili eserlerin bilgi yönünden kaynağı, üçüncü asır müellifleri olduğu gibi, ricalin cerh ve ta'dili hak­kında ileri sürülen görüşlerin asıl sahipleri de, yine bu asır imamlarıdır. îşte üçüncü asrın hadis ilmi yönün­den bu üstün özellikleri dolayısıyladır ki onu «altın çağı» olarak vasıflandırmayı uygun gördük.[369]

Tarihi çağlara göre eserini tasnif edip, her devir­de meydana gelen ve hadisin nazarî konularını ilgi­lendiren meselelere tarih bütünlüğü içinde yer ayıran Muhanımed Muhammed Ebu Zehv adlı Mısırlı bilgin de, üçüncü asır için ayırdığı geniş bir bölümde (s. 316-418) şu konulara temas etmektedir.

a) Kelâmcıîarla    hadisçilerin    münakaşaları    ve onun hadise tesiri,

b) Kur'an'm   mahlûk   olduğu   fikrinin   ulemaya zorla tasdik ettirilmesi ve neticeleri,

c) Üçüncü asırda hadisçilerin ve kelâmcılarm ça­lışma ve tefekkür metodları,

d) Bazı zayıf hadisçi ve hikayecilerin zararları,

e) Hadis uydurma hareketinin durumu, sebepleri ve meşhur yalancılar,

f) Kıssacılık ve hadise kötü tesiri, bazı terceme-i haller,

g) Bu çağdaki tasnif faaliyetleri ve metodlan,

h) Kütüb-i sitte, yazarları, metodlan ve eserleri­nin özellikleri.

i) Diğer bazı müellifler ve eserleri. Başka müellifler de yaklaşık olarak üçüncü asrın hadis çalışmalarını bu çerçeve içinde vermektedirler. Biz burada, hikâyecilik kıssacılık, vaaz ve nasihat maskesi altında, bozuk fikirlerin nakli keyfiyetini; bir hadis vaz'i meselesi telakki ettiğimiz ve mevzuatı da bir önceki bahiste gördüğümüz için temas etmedik.

Kur'an'm mahlûk olduğu fikrinin, bir   mihnet ve bir belâ olarak özellikle hadisçilere yöneltilmesi; dev­letin bu işte yanlış hareketi, hadisçilerin aleyhine de­ğil lehine durumlar ortaya koymuştur. Çünkü bu sa­yede; kelâmcılar kaybetmiş, hadisçiler her yönden ka­zanmışlardır. Hadisçüer, selefin temiz akidesinin   ko­ruyuculuğunu yapmış, Ehl-i bid'at kelârm ise vazife­leri inançları korumak olmasına rağmen kendi hiz­metlerinin tersini yapmışlardır. Bu hareket, râvilerin tanınmasına; cerh ve ta'dil hareketinin güçlü kanun­lar koymasına sebeb olmuştur. îşin kötüsü, yalan uy­durma faaliyeti bu yüzden artmış, Ehl-i hevâ denilen zümre, hadisçileri kötü tanıtma propagandalarını ar­tırmıştır.[370]

Bahsi kapamadan önce şunları ilâve edelim: İlk iki yüzyılın güçlü mirası, yazılı ve şifahî yadigârlar geniş bir coğrafyayı kaplayan ilmî faaliyetlere sebeb olmuş, burada saymakla başa çıkamayacağımız ilim dallarında muazzam telifler meydana getirilmiştir. Meselenin telif yönü; hadise ilmî mânadaki ilgi böyle iken, acaba hadisin amelî hayattaki tecellisi, fertte, ailede ve toplumda, idarede ve tebeada tesir nasıldı?. Hadiste aslolan «bilginin amel haline dönüştürülmesi» olduğuna göre, ilgimizi veya araştırıcının ilgisini ön­ce bu nokta çekmelidir. Şunu demek istiyoruz: Asya, Avrupa ve Afrika'ya kol atmış olan İslâm, bu geniş coğrafyada ferdî tatbikata mı mahkûm idi, yoksa kit­leler sünnet ile canlanmış mıydı? Bazı güzel işaretlere sahip olmamıza rağmen, sahabedeki canlılık aynen korunmuştur diyememekteyiz.[371]

Üçüncü hicrî asırda, şahıs olarak şu isimlere ras-lamaktayız: İbnu'l-Cerrah, Süfyan Sevrî. Hammâd b. Seleme, İbn Uyeyne, Abdürrezzak b. Hemmâm, Ebu Bekr Abdullah b. Ebu Şeybe,, Sa'îd b. Man sûr Belhî, Ali b. Medinî, Yahya b. Ma'în Ebu Zür'a Râzî, Ebu Hatim Râzî, Muhammed b. Cerir Taberl îbn Huzey-me, Muhammed b. Sa'd Kâtibu'l-Vâkıdî, îshâk b. Râ-huye, Ahmed b. Muhammed b. Hanbel, İmam Buharı, Müslim b. Haccac Kuşeyrî, Nesaî, Ebu Davud Sicistânî, Tirmizî, İbn Mâce, İbn Kuteybe Dineveri, vd.[372]

 

2. Şöhretli İlim Merkezleri

 

Sahabe günündenberi, Medine ve Mekke'den ya­pılan göçler neticesi, değişik coğrafyalara dağılma ve yerleşmelerin olduğunu belirtmiştik, Bu yerleşme merkezlerinde sahabe, geleceğin ilim yuvalarını kur­du, içlerinde özellikle ilmî sahada güçlü olanlar, artık Hz. Resulden öğrendiklerini bu yerlerde yaymağa başladılar, er-Rihle konusunda bir parça temas ettiği­miz bu ilim merkezlerinin, biraz daha tafsilâtlı görül­mesini uygun bulduğumuz için bu başlıkta, on'a yakın ilim yurdundan söz edeceğiz. İşin dikkati çeken yönü şudur: Gelecek yüzyıllarda, adı geçen merkezlere ye­nileri eklendi, fakat pek azı eski değerini yitirdi. Bu ilim merkezleri -veya başka yazarların deyimi ile; sünnetin coğrafî merkezleri şu memleketlerden meydana gelmektedir:

a) Medine-i Münevvere. Medine eskiden Yesrib diye anılırken, artık «Hicret yurdu» diye anılmağa ve­ya «Peygamberin şehri» diye tanınmağa başladı. İslâm yurtları içinde, en çok sahabi barındıran yer burası­dır. Medine, İslâm teşri', hukuk ve idare hareketlerinin de merkezliğini yapmış, şehir halkının tatbikatı -bazı mezheplerde dinî bir kaynak olarak tanınmıştır. «Amelü ehli'l-Medine» hukukta büyük bir değer taşır.

Sahabenin özellikle muhacirlerin çekirdeğini teşkil eden, büyük sahabiler; Ebû Bekr, Ömer, Osman ve Ali'ler, gerek duymadıkça etrafa hicret etmemiş, Me­dine'nin ilim hayatına yol gösterici kesirleri olmuştur. Bunların yetiştirdiği ilim adamları arasında, el-Fuka-lıaü's-Seb'a adıyla tanınan: Sa'îd b. Müseyyeb, Kasım b. Muhammed, Urve b. Zübeyr, Hârice b. Zeyd, Ubey-dullah b. Utbe, Ebu Bekr b. Abdurrahman, Süleyman b. Yesârdan ibaret yetkili ilim adamları meşhurdur. Diğer yüzyıllara İslâm ilimlerinin naklinde onların büyük hizmetleri olmuştur.

b) Mekke-i Mükerreme. Mekke, vahyin ilk mer­kezidir. Peygamberimizin ve ashabının, düşman eliyle ayrılmak mecburiyetinde kalışından sonra bile, özle­dikleri bir vatan parçası olmuştur. Mekke'de müslü-man olarak kalan, fetihten sonra ayrılmayıp orada di­nini yaşayan ve yayan kişiler mevcuttur. Peygamberi­mizin, her bakımdan Mekke ile olan irtibatı devam et­miştir. İbn Mes'ûd, Übeyy b, Ka'b, Muâz b. Cebel, Sa­lim Mevlâ Ebu Huzeyfe gibi şöhretli Kur'an okuyucu­ları orada yetişmişlerdir. Muâz (r.a.) in, özellikle dev­let adamlığı vasfı, geniş hukuk tecrübesi, ona Peygam­berimizin teveccühünü temin etmiştir.

Mekke'de kalan sahabiler; Mücâhid b. Cübeyr, Atâ b. Ebu Rebâh, Tavus b. Keysân, İbn Abbâs'm azat­lığı İkrime gibi değerli ilim adamları yetiştirmişlerdir. Tâbiûn ve etbâ devirlerinde de tesiri ve ilmi revnakı süren Haremeyn, daha, sonraki asırlarda, ilmî açıdan durgun bir hüviyete bürünmüştür. Günümüzde bile, diğer İslâm ülkeleri yanında, ilmî faaliyetler ve mat­buat açısından aynı sükûnet devam etmektedir. Bu iki şehir, daha çok İslâmî menâsikin, özellikle haccin ifâsı görevini yapan,    müslümanlara yine   merkezliklerini sürdürmektedir.

c) Küfe: Bugün için yeri küçük bir yerleşim mer­keziyle temsil edilen bu eski devlet merkezi, özellikle îmanı Ali'nin yaşadığı bir yer olmuştur. Belirtildiğine göre Kûfe'ye; üçyüz kadar Bey'at-i rıdvanda bulunan, yetmiş kadar da Bedr-i gören sahabi gelmiş ve yerleş­miştir. Ali b. Ebu Tâlib, Sa'd b. Ebu Vakkâs, Sa'id b. Zeyd, Abdullah b. Mes'ûd bunlar arasındadır.

Hz. Ali ve İbn Mes'ûd'un, Küfe ilim ve fıkıh eko­lünün tesisinde büyük emekleri geçmiştir. Hanefîlerin İmamı, Ebu Hanife Nu'man b. Sabit Kûfî'nin ilim ne­sebi, bu şehre ve özellikle bu iki sahabiye dayanmak­tadır. Küfe Re'y ehlinin de merkezliğini yapmış, maa­lesef, hadis uydurma hareketinde de gayretli olmuş­tur. Abdullah b. Mes'ûd'un ilim halkasından altmışın üstünde, ders verecek yapıda âlimin yetiştiği haber verilmektedir. İleride büyük hizmetler görmüş olan; Rebî b. Huseym, Kümeyi b. Y.ezid Nehaî, Âmir b. Şerâ-hil, Sa'id b. Cübeyr, İbrahim Neha'î, Ebu İshak Sü-bey'î, Abdülmelik b. Ümeyr gibi değerler, Kûfe'nin verdiği meyvelerdir.

d) Basra. Basra, Enes b. Mâlik'in gelip ilim yay­dığı bir yerdir. Kûfe'ye nisbetle daha az bir şöhreti olmuştur. Ebû Musa'l-Eş'arî ile Abdullah b. Abbâs'ın da bu şehirde idari görevleri geçmiştir. En şöhretli ilim adamları arasında şu isimlere Taslayabiliriz: Ha-sen Basrî, Muhammed b. Şîrîn, Eyyub Sahtiyanı, Behz b. Hakîm Kuşeyri, Yunus b. Ubeyd, Halid b. M.hrân Hazza', Abdullah b. Avn, Âsim b. Süleyman Ahvel, Katâde b. Di'âme, Hişânı b. Hassan, vb. Küfe ile Bas-

ra'nın, ilim merkezliği ileride aynı bölgede şöhret ya­pacak olan Bağdat'a intikal edecektir. Bunların üçü de Irak diye anılan toprak parçasının vilâyetleri olmak­tadır.

e) Şam. Dimeşk, Dlmeşku'ş-Şam gibi   adlarla da anılır. Suriye'yi temsil eden en büyük ilim merkezidir. Hadiste, özellikle   hicretin   bütün asırlarında   Şam'ın canlı bir yapısı vardır. Uyanış hareketlerinin ilk mü-beşşirlerlnden Şam'da yetişen bilginlere   raslamakta-yız. Onbinlere varan miktarda sahabinin bu   şehirde yerleştiği sözleri edilmektedir. Yezid b. Ebu Süfyan'm isteği üzerine bölgeye şu bilginler yollanmıştır: Muâz b. Cebel, Ubâde b. Sâmit, Ebu'd-Derdâ;    bunlar Şam denilen arazinin değişik bölgelerine oturmuşlardır.

Emevîler çağında Şam'ın büyük bir ilmî görüntü­sü ve değerler birikimi vardır. Burada sahabeden ilim tahsil eden şu zatlara raslamaktayız: Salim b. Abdul­lah Muharibi, Ebu îdrls Havlânî, Ebu Süleyman Dârâ-nî, Umeyr b. Hâni', Abdurrahman b. Amr Evzai, Mek-hûl, Raca b. Hayve, Abdurrahman b. Yezid b. Câbir vb.

f) Mısır. Kuzey Afrika'yı Hicaz'a bağlayan yollar­dan birinin üzerinde olması dolayısıyla Mısır Cve Fus-tât), Şam gibi uzun ömürlü bir ilmî merkez olma ya­pısına sahiptir. Hicaz   ilminin Endülüs'e ve    oradaki seçkin âlimlerin ve eserlerin de bütün İs]âm ülkeleri­ne yayılmasında köprü   vazifesi gören birkaç   İslâm coğrafyasından biri olarak Mısır, özellikle Amr b. Âs (r.a.)  m idaresinde kalan bir şeh'r olmuştur. Zübeyr b. Avvâm, Ubade b. Sâmit gibi sahabiler de orada bu­lunmuşlardır.

Mısır'da yetişen birkaç bilginin isimleri şöyledir: Yezid b. Ebu Hablb, Ömer b. Haris, Hayyır b. Nuaym Hadramî, Abdullah b. Süleyman Tavil, Abdurrahman b. Şüreyh Gâfikî, Hayve b. Şüreyh Tüceybî, Leys b. Sa'd, Abdullah b. Lehi'a ve diğerleri

g) Mağrlb ve Endelüs. Kuzey Afrika.; Libya, Fas, Tunus, Cezayir gibi bugün çeşitli bakımlardan birbi­rine küskün ve irtibatsız ülkeler olmadan önce, Mağ-rib adı altında özellikle ilmî açıdan tarih boyunca bir bütünlük arzetmekteydi. Bugün bile İmam Mâlik'in kıymetli- gayretlerinin meyvelerini görebileceğimiz bu İslâm diyarlarında, eskiye nisbetle parlak olmasa da özellikle Fas ve Tunus'da ilmin yine kıymetli mü­esseseleri vardır. Fas, eski Endülüs   müslümanlığmm

modern araştırmalar yoluyla tanınmasına yine de aracılık etmektedir. Bölgede, İspanyolca bilen ilim  adamlarına da raslamak mümkündür. Sahabeden Me-s'ûd b. Esved, Misver b. Mahrame, Mikdât b. Esved, Bilâl b. Haris, Cebele b. Amr gibi bilgin ve fakih kişi­ler buralara muhaceret etmiş ve orada; Raim b. Âmir,

Ma'bed, Abdurrahman b. Esved, Âsim b. Ömer, Ab-dülmelik b. Mervân, Abdurrahman b. Zeyd gibi âlim­ler yetiştirmişlerdir.

Endülüs'ün sekiz yüzyıl müddetle yetiştirdiği ha-disçileri saymakla başa çıkmak mümkün değildir. Eli­mize alacağımız bir terceme-i hâl kitabında, tesbit edeceğimiz on hadisçiden en az dördü; İşbiliye, Gar-nata, Kurtuba, Belensiye, Mürs;ye -ve benzeri ülkele­re nisbet edilen Endülüslüler olacaktır. «Endülüs'te hadis», bizim bilemediğimiz kişiler tarafından üzerin­de çalışılmış bir konu ise, yine çalışılmalı,   çahşılma-

mışsa özellikle ele alınmalıdır.

h) Yemen. Güney Arabistan'ın bu en aşağı nok­tası da, hadis açısından tarihî görevler yapmış bir ilim merkezidir. Yemen'in, Hz. Muâz ile yakınlığı vardır. Hemmâm b. Münebbih, Vehb b. Münebbih, Tavus ve oğlu, Ma'mer b. Râşid, Abdürrezzak b. Hemmâm ve yetiştirdikleri, bu diyarın en müh'm bilginleridir. Ab­dürrezzak b. Hemmâm'm eseri, kıymetli bir baskı ile, yine Afrika'nın en güney noktasında yaşayan insanla­rın; ilimseverlerin malî gayretleri neticesi bastırılmış­tır. Tarihimiz açısından ciğerpâreleyen hâtıralar sahi­bi olduğumuz bu yurda ve oranın ilim hayatına oîan hizmetlerimiz, küffâr ile tarih boyunca birlik olup bi­zi hançerleyenlerin ibret nazarlarını çekmesini niyaz eyleriz.

i) Horasan. Büreyde b. Husayb, Ebu Berze Esle-mî, Hakem b. Amr Gifârî, Abdullah b. Hâzim Eşlemi, Kuşem b. Abbâs ve diğerleri, Horasan ve civarının fethinde ilk görevi alan sahabi erleridir. Horasan erle­ri ananesi içinde, ilmin ve İslâmm bendeliğini yapan insanların yurtları olan; Buhara, Semerkand, Hoten, Taşkend, Tirmiz, Nesâ, Faryâb, Nişabur, Merv ve ben­zeri ülkeler; tarihin en eski ilim yurdlarımız, bugün ise ancak kabirlerini ayakta bulabileceğimi bahtsız in­sanların diyarıdır.

el-Kütübü's-sitte adı altında İslâm ülkelerinde şöhret sahibi olan kıymetli eserlerin telifini yapan in­sanların^ yetiştikleri bu topraklar, tarih boyunca, özel­likle Hind ülkesine İslâmm ve ilimlerini!) gitmesinde aracı olmuş bir coğrafyadır. Buharî, Semerkandî, Tlr-mizî, vb. nisbetlerin çokluğu, birer hâtıra olmadan önçeki asırlarda, ilmin buralarda çok hareketli devreler geçirdiğini bize haber vermektedir.

Daha sonraki asırlarda parlayan il:m merkezleri pek çoktur. Burada, sadece hadisin ne kadar yaygın bir ülkeler topluluğunda hükümran olduğuna bir mi­sâl teşkil etmesi için Jpirkaç diyarı zikrettik.

Dördüncü asra zamanın gelip dayandığı çağda, İs­lâm ülkelerinde ilimler ve eserler en üst düzeydedir. Ve bu zirvedeki duruş iddia edebiliriz ki birkaç asır devam etmiştir. Biz buna yerinde sayma ve du­raklama yerine, zirvede bir müddet tutunma dersek daha isabetli bir hüküm vermiş oluruz. Kütüb-i sitteyi ve müelliflerini kısaca görürken, onlardan önce yaşa­mış olan iki kıymetli hadisçimize de yer vereceğiz. As­lında, eserin hacmi müsait olsaydı, sahabe ve tâbiûdan terceme-i haller vermek de uygun bir hareket olurdu.[373]

 

3. Sekiz Büyük Hadisçi Ve Eserleri

 

Kendilerinden söz edeceğimiz sekiz büyük hadis-çinin seçiminde herhangi bir usûl gözetmiş değiliz. Al­tı büyük hadis kitabının yazarım tanıtırken, onlardan önceki bir devrede yaşamış ve çok tutunmuş iki müel­lifi; mezhep imamı olan iki büyük muhaddis ve faki-hi listeye eklemiş bulunmaktayız. Aslında, el-Kütü-bü's-sitte (altı sahih hadis kitabı) deyimini farklı an­layanlar da mevcuttur. Onlar, Nesâi ile İbn Mâce'nin eserlerini altı kitap içinden ayırır, yerine İmam Mâlik­in el-Muvatta' adlı eseriyle Ahmed b. Muhammed b. Hanbel'in el-Müsned'ini koyarlar. Diğer yönden, Şah Veliyyullah ve oğlu Abdülaziz Dehlevî gibi hadisçiler,

îmam Mâlik'in eserini, Sahihayn (Buharî ve Müslim'­in Cami' adlı kitapları) la birlikte en üst tabakadaki hadis kitapları olarak verirler.[374]

 

a) İmam Mâlik b. Enes, el-Muvatta

 

Dört büyük fıkıh mezhebinin kurucularından biri olan İmam Mâlik b. Enes b. Ebu Âmir b. Amr Esbahî 93/711 tarihinde Medine'de doğmuştur. Uzun boylu ve dolgunca vücûdlu idi. Gür ve iri bıyıklan vardı. Uzun bir hayat sürmelerine rağmen, saçlarının ağarmadığı, hakkında verilen şemail bilgileri içinde geçmektedir. Çok güzel ve temiz giyinen Mâlik b. Enes, aynı zaman­da temiz bir ahlâkın da sahibi idi. Başlangıçta fakir olmaları dolayısıyla, ilim tahsili için hayli sıkıntılara katlandığı zikredilmektedir. Mükemmel bir hafızaya mâliktiler. Pek değerli ilim adamlarıyla görüşen ve onların bilgilerini sonraki nesillere aktaran bu büyük zatın, kendisi talebelerine değil, öğrencileri çok kez ona hadis okurlar; o da gerekli düzeltmeleri yapardı. İmam, 179/795 yılında bu dünyadan ayrılmıştır.

Eseri olan el-Muvatta', iki orta cilt tutarında bir hacme sahiptir. Eserinde, Peygamberimizin hadisleri dışında; sahabe ve tâbiûna ait bilgilere ve kendi şahsî fıkhî görüşlerine de geniş yer verir. O eserinde yaşa­dığı günlerde Medine'de mevcut ameli duruma temas eder. Bu yüzden Goldziher gibi bazı batılı araştırıcı­lar, «eseri bir fıkıh mecellesi» olarak değerlendirmiş­lerdir.[375] Muvatta'da ahkâm hadisleri daha fazladır. Devlet, eserin resmî yolla yayılmasını istediği halde imam engel olmuştur.

el-Muvatta; «bir çok bilginin güzel görüp tasdik ettiği eser anlamına gelmektedir» Kitabın pek çok râvlsi mevcuttur. Abdülaziz    Dehlevî onaltı    nüshasına dair bilgi vermektedir. Bu nüshalardan bazıları şun­lardır:

a) Yahya b. Yahya Leysî nüshası. Bu zat imamın en büyük talebesidir.

b) Şutun diye anılan Ziyâd b. Abdurrahman tara­fından naklolunan nüsha.

c) Abdullah b. Vehb nüshası.

d) Abdullah b.   Mesleme   Ka'nebî    (Öl. 221/835) nüshası.

e) Abdürrahraan b. Kasım b. Hâlid  (Öl. 191/806) nüshası.

f) Ebu Yahya Ma'n b. îsâ (Öl. 198/814) nüshası.

g) Ebu Muhammed Abdullah b. Yusuf Tunisî (Öl. 218/835)  nüshası.

h) Ebu Zekeriyya Yahya b. Bükeyr (Öl. 231/848) nüshası,

i) Ebu Osman Sa'îd b. Ufeyr Mısrî nüshası (Bu zat İmam Mâlik'in talebesidir).

j) Ebu Mus'ab Züherî nüshası.

k) Muhammed b. Mübarek Sûrî'nin rivayet ettiği nüsha.

1) Süleyman b. Bürd rivayeti olan nüsha.

m) Ebu'l-Kasım Abdurrahman b. Abdullah Gâfikî (Öl. 381/991)   nüshası,

n) Yahya b. Yahya Temimi nüshası

o) Ebu Huzâfe Sehmî nüshası veya Süveyd b. Sa'­îd nüshası.

p) Muhammed b. Hasen Şeybânî nüshası.[376]

Muvatta' bugün için matbu olarak ellerde mev­cuttur. Şerhi olan Tenvîrul-havalik ile basılan dışın­da, en mükemmel neşir Muhammed Fuad Abdülbaki baskısıdır. el-Mu'cemu'1-Mufehres adlı fihrist [377]ese­rin bu baskısına ait; kitâb ve hadis numarasına atıfta bulunur. Muvatta' üzerine pek çok çalışmalar yapıl­mıştır [378]

 

b) İmam Ahmed b. Muhammed b. Hanbeî, el-Müsned

 

Ahmed b. Muhammed b. Hanbel Morvezî Şeybânî, 164/780 senesinde Bağdat'da dünyaya geldi. İlk öğretim ve eğitimini orada yaptı. Onbeş yaşma geldiğinde, İb­rahim b. Uleyye'den hadis Öğrenimine başladı. Basra, Küfe, Yemen, Hicaz ve benzeri bazı ilim muhitlerine ilim için seferleri olmuştur. Fıkıhta iyiden iyiye yetiş­tiği bir sırada takriben 195/810 senelerinde Bağdat'a döndü.

Kur'an'm mahlûk olduğu konusunda ortaya atı­lan fitne hareketinde, büyük çapta işkence gördü ve Ehl-i sünnetin akidesini savundu. Mütevekkil zama­nında (234/848), nisbeten sükûnet bulan hayatı, öğre­nim ve eğitim faaliyetleri arasında devam ederken, 241/855 yılında vefat etti. Örnek bir ahlâkın sahibi olan bu aziz İmam, maddî zenginliklere önem verme­den yaşadı. Batılı yazarlar bile onun şahsiyetini yüce görürler.[379]

el-Müsned adlı eseri Imam'm şaheseridir. Kitap üçüncü hicrî asrın en değerli mahsûllerinden sayılır. Eser, onsekiz müsnedden teşekkül eder. Bunları şöyle sıralamak uygun olur:

«Aşere-i mübeşşere ve onlarla beraber olanların .müsnedi; Hz. Peygamberin (s.a.) Ehl-i beytine has olan Müsned; İbn Mes'ûd'un müsnedi; Abdullah b. Ömer'e ait müsned; Abdullah b. Amr b. Âs'a ait olan müsned; Ebu Ramse müsnedi; Hz. Abbas ve oğulları­nın müsnedleri; Abdullah b. Abbas'm müsnedi; Ebu Hüreyre müsnedi; Resûl-i Ekrem'in hizmetkârı Enes b. Mâlik'e ait müsned; Ebu Sa'îd Hudrî müsnedi, Mekke-liiere ait müsned, Medinelllere ait müsned, Kûfelilere ait müsned, Basrahlara ait müsned, Şamlılara ait müsned, Ensara ait müsned, Hz. Aişe ve Peygamberi­mizin diğer hanımlarına ait müsnedler. Eserin tama­mı küçük küçük 172 cüzden ibarettir[380]

Müsned'de otuzbeşbin'i aşkın hadis vardır. Bunla­rın içinde beşbin kadarı oğlu Abdullah tarafından ese­re eklenmiştir. Müsned'i alfabetik sıraya koyanlar ol­duğu gibi, kullanışı kolay olsun diye, konulara göre tekrar yeniden tanzim edenlere de raslanmıştır. [381]

Dr. Zübeyr Sıddikî, geniş bir tahlilini verdiği Müs­ned için, son sözler olarak şunları söyler: «Bu müsned, sadece İslâm kelâmı ve Arap dilciliği için büyük bir malzeme madeni olarak hizmet etmedi, bilakis müelli­finin muttaki şahsiyeti dolayısıyla kendi etrafına bir mukaddeslik halkası topladı. Bu şu vak'a ile tezahür etmiştir: Onikinci asırda sofu hadisçilerden bir toplu­luk, onu Medine'de Hz. Peygamber'in kabri önünde 56 celsede sonuna kadar okudu. Böyle olmakla beraber, öyle anlaşılıyor ki hacminin büyük olması ve hicri üçüncü ve dördüncü asırlarda hadis edebiyatında da­ha iyi planlı ve kullanışlı eserlerin telif edilmesi dola­yısıyla Ahmed'in Müsned'i gittikçe rağbetini kaybetti ve nüshaları hicrî dördüncü aşırın ortasına kadar er­ken bir devirde son derece nâdir oldu.»

Günümüzde Müsned nüshaları yazma olarak da bol miktarda bulunmakta, taşbasması bir baskısı da kütüphanelerde yer almaktadır. Müsned üzerinde bir çok çalışmaların yapılmasına en büyük sebeb, fıkıh mezheplerimizden birinin, Hanbelüiğin, hâlâ en büyük kaynağı olmasıdır.[382]

 

c) Buharı, el-Câmiu s-sahih

 

Kütüb-i sittenin en büyük eserinin yazarı olan müellif Ebu Abdullah Muhammed b. ismail 194/810 senesinde Buhara'da dünyaya geldi. Yemân Cu'fi'ye nisbetle Cu'fî diye de tanınmıştır. Pederleri küçük yaşta vefat ettiği için, validesinin terbiyesinde büyü- -dü. Buhara'da ilk tahsilini yapan İmam, daha sonra hadisle özel olarak ilgilendi ve seyahatlere çıktı. Hac için validesi ve biraderiyle Mekke'ye gittiğini bilmek­teyiz. Bu arada, Basra'da ve Hicaz'da az sayılmayacak kadar ikâmet etti. 250/864 senesinde Nişâbur'da görü­nen müellif, burada bir müddet öğretim ve eğitimle meşgul oldu. Bir takım gammazlıklar neticesinde, hu­zursuz olduğu şehri terketti ve aynı sene Semerkand yakınındaki Hartenk'de vefat etti, (256/870).

Buharî'nin, çok ciddi bir tahsili ve şahsî kabiliyet­leri mevcuttu. Kendisi ve çalışmaları, hadis ilimleri tarihinde bir dönüm noktası ve bir ekol'dür. Hocala­rından ve arkadaşlarından zaman zaman duyduğu bir dilek üzerine, «sadece sahihleri toplayan; kısa ve kul­lanışlı bir eser» kaleme alması yirmi yıla yakın bir zaman sürmüştür. Menâkıp olarak, imamın hadis ya­zışında, çok müttakîce davranışlar anlatılır. Bağdat'ta kendisine, oranın meşhur hadisçüeri   tarafından tanzim edilen imtihanı başarıyla vermiş; metin ve sened-leri, tarîk ve vecihleri karıştırılan yüz kadar hadisin, gerekli tanzimini kısa zamanda gerçekleştirmişti, Fi-rebrî ve Yûnlnî nüshaları en şöhretli rivayetleri olan el-Câmi' üzerinde, yüzlerce yıldanberi kıymetli çalış­malar yapılmış ve eser; «Kur'ân'dan sonra en sahih ki­tap sayılmıştır.[383]

 

d) Müslim, el-Camius-sahih

 

Kütüb-i sltteden ikinci eser Ebu'l-Hüseyn. Müslim b. Haccâc Kuşeyrî'nin bu kitabıdır. Buharî'nin eseriyle birlikte bu kitaba, es-sahihayn (sahih hadisleri topla­yan iki ana eser) adı verilir. İmam Müslim b. Haccâc 202/817 yılında dünyaya geldi. Arap dili ve edebiyatı yanında, ilk dini bilgileri aldı ve kendisini hadis araş­tırmalarına verdi. İran, Irak, Suriye, Mısır gibi ilim merkezlerini dolaştığı sırada; İbn Râhûye, Ahmed b. Muhammed b. Hanbel, Abdullah b. Mesleme ve Har-mele b. Yahya gibi bilginlerden hadis ve İslâmî ilimler tahsil etti. Vefat tarihleri 261/874 senesine tesadüf et­mektedir.

Müslim'in eserini, devrin bilginlerinden Reyli Ebu Zür'a'ya sunduğu ve onun tenkit ettiği hadisleri çıkar­dığı belirtilir. Hacim itibarıyla kitabı Buharî'nin eseri kadardır. Fakat tertibi ondan üstündür.

Bu iki eserden hangisinin esahh (daha   doğru ve sıhhatli) olduğu noktasında, pratikte pek faydası ol­mayan bir münakaşa sürdürülür. Bazı bölgelerin ha-disçileri Müslim'i tutarken diğerleri, Buhari'nin eseri­ni üstün görürler. Fakat orta görüş şu olsa gerektir: Sıhhat bakımından Buhari'nin eseri, tertip ve bablara ayırım bakımından da Müslinı'inki üstündür. Müslim' in kitabı da, uzun müddet İslâm ülkelerinde, hadis öğ­renim ve öğretiminde baş sırayı almış ve eser üzerin­de çalışmalar yoğunlaştırılmıştır.[384]

 

e) Ebu Davud, es-Sünen

 

Müellif muhaddis Ebu Davud Süleyman b. Eş'as Sicistanî, topladığı beşyüzbin hadis içinden 4.800 ka­darım kitabına dercetnıiştir. Eserinin tam bir kritiği­nin yapılmadığını kendisi de itiraf etmiştir. Kitabında daha çok hukuk ve ahkâma ait hadisler vardır. Dört veya büyük iki cilt halinde basılan kitabın en meşhur üç nüshası bulunmaktadır: İbn Dâsse, İbn Arabî ve Lu'luî nüshaları. Bu nüshalar, tam manasıyla ilmî ol­mamakla beraber birkaç kere basılmıştır. Delili, Luck-now ve Haydarabat baskılan dışında, Arap ülkelerin­de, normal harflerle ve numaralı olan baskılarına da Taşlanmaktadır.

202/817 yılında doğan müellif, 275/889 yılında Hakkın rahmetine kavuşmuştur. Ebu Davud; Ahmed b. Muhammed b. Hanbel'in, Ka'nebî'nin, Ebu'l-Velid Tayalisî'nin öğrencisidir. Az önce adı geçen   râvileri olan üç bilgin dışında, oğlu Ebu Bekr'i de hadiste ye­tiştirmiş, sayılı bilginler arasına sokmağa muvaffak olmuştur. İmamın; Mısır, Hicaz, Şam, İran, Horasan, Cezire gibi pek çok İslâm ülkesine ilmî seyahatleri ol­muştur. Abdülaziz Dehlevî şunları söylemektedir: «Sü-nen'i bitirince Ahmed b. Muhammed b. Hanbel'e gö­türdü. Ona arzetti. İmam, baktı; pek beğendi.[385]

Sıddîkî, Sünen'le ilgili olarak şunları yazar, «İs­lâm ibadet ve hukukunun temeli vazifesini görebilecek bütün hukukî hadisleri, o hadis değer ve mevsûkiyet-leri üzerine açıklamaları ihtiva eden bir eser olarak Ebu Davud'un Sünen'i umumen en mühim sünen eser olarak kabul edilmişti. Hattâbî; Ebu Davud'un Kitâ-bü's-sünen'i mükemmel bir kitaptır. İlahiyat hakkın­da henüz onun gibi hiçbir kitap yazılmadı, der. Ebu Davud, kendisinden evvel ve kendisinden sonra hiçbir kimsenin derlemediği hadisleri bu kitabında topladı. Bu sebepten o, farklı mezheplere sâlik olmalarına rağ­men Mezopotamya, Mısır, Mağrip ve dünyanın başka birçok kısımlarındaki çeşitli mezhep âlimleri tarafın­dan standart bir hadis eseri olarak kabul edilmiştir. [386]

 

f) Tirmizî, Câmiu's-Sahih (Veya Sadece Es-Sü­nen)

 

«Altı, sahih hadis   toplayan» eserlerden   birisinin sahibi olan müellif Ebu İsa Muhammed b. İsâ b. Sevre b. Musa b. Dahhâk Tirmizî'nin doğum yeri ve tarihi üzerinde farklı bilgiler verilmektedir. Dr. Zübeyr Sıd-dikî onun 206/821 senesinde Mekke'de doğduğunu be­lirtirken [387]Dr. Koçyiğit; 209 senesinde Tirmiz'de doğduğuna işaret eder [388]Dr. Nurettin İtr ise, Tir-mizî'ye ve eserme ayırdığı kitabında; onun görür veya a'mâ olarak doğup doğmadığını araştırdığı halde, do­ğum yerine temas etmez. [389]

Küçük yaşında aldığı iptidaî bilgilerden sonra, he­men hadis öğrenimine başladı. İmam Muhammed b. İsmail Buhari'nin öğrencilerindendir. Hocaları arasın­da, Kuteybe b. Saîd, îshak b. Musa, Muhammed b. Gaylân, Sa'id b. Abdurrahman, Muhammed b. Beşşâr, Ali b. Hucr, Ahmed b. Meni', Muhammed b. Müsennâ, Süfyân b. Veki' en meşhurlarıdır.

Tirmizî'nin eseri, cami' türünde bir kitap olduğu için el-Câmm's-sahih adıyla da anılırsa da, ona daha çok, Sünen- Tirmizî denilmektedir. Eser fıkıh konula­rına göre sıralanmıştır. Hasen hadisin tanınmasında Tirmizî ve kitabı bir ölçü ve kaynak olmaktadır. Diğer imamlardan farklı olarak Tirmizî, bahse konu hadis hakkında bir değerlendirme yapar, bazan da kendi devri veya ona yakın zamanlardaki uygulamalara tel-amel) işaret eder. Tirmiz kelimesi üç hareke ile de okunmaktadır. İmamımız 279/892 yılında Tirmiz'de öteki âleme göçmüştür.

Sünen birkaç kere Mısır'da ve Hindistan'da basılmış, üzerine şerhler yapılmış ve onlar da tabedilmiş-tir. Değişik fıkhı mezheplere menstıp âlimler, mezhep farkı gözetmeden onun eserinden faydalanmaktadır­lar. Abdülaziz Dehlevî, eserinin özelliklerini şöyle sı­ralar: «Tertibi çok güzeldir ve eserde tekrar yoktur. Fakihleriıı mezhep ve kanaatlerini fırsat buldukça be­yan eder. Onların konu ile ilgili istidlal yollarını belir­tir. Hadislerin cinsini ve özellikle varsa illetini açıklar. Hadis râviîerinin künye ve lakablarmı verir. Ricale ait kıymetli açıklamalarda bulunur.», «Allah'ın rahmeti üzerine olsun, Tirmizî şöyle demiştir: Ben bu Câmi-i Kebir'i yazıp bitirince, onu ilkin Hicaz âlimle­rine gösterdim. Hepsi de beğendiler. Daha sonra eseri alıp Irak âlimlerine götürdüm. Onlar da ağız birli­ğiyle eseri öğdüler. Nihayet Horasan diyarı âlimleriT ne takdim ettim. Onlar da memnun oldular, bilâhare eseri ilim âlemine sundum. Bu eser kimin evinde bulu­nursa, orada konuşan bir Peygamber vardır» [390]

 

g) Nesâî, El-Muctebâ   (Veya   Sadece   Süneni Suğrâ)

 

Büyük hadisçi Ebu Abdurrahman Ahmed b. Şu'-ayb Nesâi (Nesei veya Nesâvî), 214/829 yılında doğ­muştur. Nesâ Horasan'a bağlı bir yerleşme merkezi­dir. İlk tahsilinden sonra hadis öğrenimi yapan imam; Horasan, Irak, Cezire, Şam, Mısır ve benzeri İslâm ül­kelerini dolaşmış, muhtelif şeyhlerden hadis almıştır. İlk seyahati, Belh'e, Kutaybe b. Sa'îd   Bağlânî'ye olmuştur. Kuteybe'nin yanında iki yıl kadar hadis oku­du. Fıkıh açısından İmam Şafiî'nin taraftarı olduğu söylenmektedir. Devamlı oruç tutan, âbid bir kimsey­di.:

Hz. Ali'nin menâkıbmı kaleme almıştı. Dimeşk'te, camide halka okutmak istedi. Halkın avam takımı kendisini, Şii zannederek camiin içinde dövdüler. Ri­vayete göre-, isteği üzerine götürüldüğü Mekke'de ve­ya yaralı vaziyette götürülüşü esnasında yolda ilâhi rahmete kavuştu. Sene 303/915 idi. Siyasi düşüncele­rin mescide giriş belâsı böylece bir âlimin hayatının sonu olmuştur.[391]

Şöhreti diğer imamlara göre pek fazla yayılmamış olan Nesâî, çağında en üstün hadisçilerden birisi ola­rak tanınmaktadır. Eserinde bazı zayıf hadislerin bu­lunduğunu kendisinin de itiraf ettiği belirtilmektedir. Bazı bilginlerin belirttiğine göre,' râvi tenkidi konu­sunda hayli şiddet taraftarı olarak tanınan müellifin, rivayet ettiği hadislerin benzerlerini der velev sadece başlık olarak olsun, aynı baba derceden bir kişi olarak tanınmaktadır. İmamın hadis aldığı kimseler arasın­da; îshak b. Râhûye, İshak b. Hablb, Ebu Davud, gibi.  kimseler vardır.

«en-Nesâî es-Sünenü'1-kübrâ'yı tasnif ettiği za­man bazı prensler ona bu kitapta buluna.n bütün ha­dislerin sahih olup olmadığını sormuşlar, o da bazı ha­dislerin ma'lûl olduğunu, bu sebeble hepsinin sahih sayılamayacağını söylemiştir. Kendisinden zayıf ha­dislerin ayıklanması istenince, bu kitabı ihtisar etmiş ve el-Müctebâ adıyla tanınan ikinci süneni meydana getirmiştir. İşte, diğerlerine nisbetîe daha küçük ha­cimde olan bu muhtasar, hadisçiler arasında sıhhati ile şöhret kazanmış, aynı zamanda, Kütüb-i sitte içinde Sahîhayn'dan sonraki mertebeyi almıştır. Bu bakım­dan, bir hadisin en-Nesâî tarafından rivayet edildiği söylendiği zaman, bu hadisin el-Mücteba'da yer aldı­ğı anlaşılır.[392]

 

h) İbn Mâce, es-Sünen

 

Ebu Abdullah Muhammed b. Yezid b. Abdullah b. Mâce Kazvinî 219/834 yılında dünyaya gelmiştir. Hadis yazmak ve öğrenimini yapmak için; Rey. Basra, Küfe, Bağdat, Şam, Mısır ve Hicaz'a seyahatleri olmuştur. Ebu Bekr b. Ebu Şeybe, Leys b. Sa'd, İbrahim b. Mün-zir, Abdullah b. Muâviye, Hişâm b. Ammâr hocaların­dan sadece bir kaçıdır. îbn Mâce'nin hadis râvisi ve muhaddls olarak sika ve mutemet bir kişi olduğunda ittifak vardır.

Durum böyle olmasına rağmen, eserindeki bazı zayıf rivayetler yüzünden uzun müddet, kitabı kü-tüb-i sitte dışında mülâhaza edilmiştir. Şimdi bile, onun eserini altı kitap arasına almayanlar vardır. Ki­tabın güzel bir neşrini yapan Muhammed Fuad Ab-dülbaki, hadislerin za'fma ve sıhhatine de işaret et­miştir. Eser İslâm fıkhı için kaynak kitaplardandır, el-Muvatta'ı, onun yerine kütüb-i sitte içinde görenlerin fikirlerini evvelce söylemiş bulunmaktayız. Sünen   32 kitap ve 1500 kadar bâb'a ayrılmıştır. Dört bin civa­rında hadis ihtiva etmektedir [393]

İbn Mâce Sünen'i hakkındaki tenkidler bundan ibaret kalmamaktadır. Dr. Zübeyr Sıddikî'nin yaptığı bazı nakillerden, uydurma hadislerin de az miktar­da da olsa bulunabileceği iddiasını öğrenmiş oluyo­ruz. Sıddîkî der ki: «Yalnız kitap salahiyetli zevat ta­rafından uydurma oldukları beyan edilen birçok ha­disleri içine alır. Delhili şeyhAbdülhakk, İbn Mâce'-nin ait bulunduğu Kazvin şehri hakkındaki hadislerin uydurma olduğunu söylemektedir. İbnu'l-Cevzî, mev­zuat hakkındaki eserinde fertlerin, kabilelerin ve şe­hirlerin fezâilinden bahseden bütün hadislerin uydur­ma olduğunu açıkladı.- Ve bu nevi hadislerin bir çoğu ibn Mâce'nin Sünen'inde bulunmaktadır. [394]Şura­sı muhakkak ki, geçmiş asırlardaki değerlendirmelerin ağızdan nakli yerine, Muhammed Fuad'm yaptığından daha üstün bir çalışma, mesele hakkındaki tereddütle­ri yenmeğe yeterlidir.[395]

 

4. Dârul-Hadisler Ve Hizmetleri

 

Dr. Subhi Salih'in; «talebu'l-hadis için yapılan se­yahatleri tavsatan yeni bir vakıa» [396]olarak tanıttı­ğı Dâru'l-Hadisler, altıncı asrın en mühim öğretim, ve eğitim hizmetlerinden biri sayılmaktadır.

Müslümanlıkta öğretim ve eğitim faaliyetlerinin başlangıcı, Peygamberimizin (s.a.î yaşadığı günlere kadar varır. Özel öğretim ve eğitim kurumları olan medreselerin açılmasından önceki devrede, örgün hal­de olsun veya olmasın, her türlü öğretim ve eğitim faaliyeti; ilk okuma mekteplerinde, evlerde, dinî bilgi­lerin verildiği okulcuklarda, kitapçı dükkanlarında, edebiyat meclislerinde, yolda belde ve özellikle mes-cidlerde gerçekleştirilmekteydi.[397]

Yer darlığı başta olmak üzere çeşitli sebeblerle, eğitim ve öğretimin camiden özel kurumlara nakledil­mesi, camiye nisbetle daha ferah ve genişçe bir durum meydana getirmiştir. Çünkü, camilerde, tedrisât za­manı az da olsa yine ibadet yapanlar bulunmaktaydı. Ayrıca, camiin kudsî havası, öğrenciye istediği ser­bestliği vermiyordu.

İslâmm ilk yıllarında pek çok; dinî, ilmî ve sosyal hizmetin ifâ yeri olarak tanınan ve öylene ' kullanılan mescitlerde, hadisler ve hadis ilimleri de okutulmak­taydı, Bu çalışmaların başlangıcı da, yine ulu Peygam­berimizin (s.a.) günlerine varmaktadır. Bir çok haber bize; mescitteki ders halkasından söz etmektedir. Hat­ta orada konuşulanlar hakkında ayrıntılı bilgiler ve­ren hadisler bile mevcuttur. Allah'ın Elçisi (s.a.), ka­dın - erkek, kendisine inanan her müminden; onlara rahmet ve ışık kaynağı olacak, yol gösterici bilgileri - esirgememekteydi.

Medreselerin öğretim ve eğitime açılması çok eski devrelere raslar. Hadisin mescitlerde   okutulduğu' zamanlardan sonra, yeni açılan bu ilim yuvalarında fyani medreselerde) geniş çapta müfredata hadis ders­lerinin girdiğini, bu durumun her ülkede günümüze kadar devam ettiğini bilmekteyiz. Yani nerede okul varsa, nerede dini bilgiler okutuluyorsa orada hadis ilimleri mutlaka okutulmuştur.

Bizim, burada kendisinden söz etmek istediğimiz kurumlar; sadece hadis ilimlerinin öğretildiği özel mü­esseselerdir. Bilindiği gibi Dâru'l-Kur'an, Dâru'1-Huf-faz gibi adlarla anılan ve Kur'an ilmlerinin öğretimi­ne tahsis edilen müesseseler, tıpkı Dâru'l-Hadis dedi­ğimiz kurumlar gibi erken çağlarda kurulmuş ve hiz­metler görmüştür. Dâru'l-Hadisler bir nevi öğretim ve araştırma enstitüleridir. Orada derslerin çoğunluğunu hadis ve ona bağlı yan bilgi dalları teşkil etmektedir.

Altıncı yüzyılda Dimeşk'ta, Nuruddin Ebu Sa'îd, Zengî (Öl. 569/1173) nin emriyle ilk Dârü'l-Hadis ku­rulmuştur. Meşhur bilgin İbn Asâkir'i orada hocalık, yapmış olarak tanımaktayız. Kahire'de 622/1225 tari­hinde de, el-Kâmiliyye adlı bir Dârü'l-Hadis inşa olun­muştur. Bundan dört yıl sonra yine Dimeşk'ta Eşrefiy-ye Dârü'l-Hadisi'ne raslamaktayız. Burada İbn Salâh ile Nevevî hocalık yapmışlardır.[398]

Türkçe ve Arapçada, hatta Fars dilinde, ansiklo­pediler hariç tutulursa, Dâru'l-Hadisler hakkında en mükemmel araştırma, merhum hocamız Prof. Mu-hammed Tayyib Okiç tarafından gerçekleştirilmiştir. Geniş bibliyografya ile bezenen araştırma, Balkanlar, Orta Şark, Uzak doğu ve Kuzey Afrika'yı da içine alan geniş bir alanı taramaktadır.[399]

Dâru'l-Hadisler bize sadece bulundukları yerin hadis öğrenimi hakkında bilgi vermekle kalmayıp; ha­dis bilgilerinin tarihi, bibliyografyası, şahısların tanı­tımı ve kronoloji bakımlarından da büyük klavuzluk yapan müesseselerdir. Üzerlerinde yapılacak çalışma­lar, onların mimarî yapıları yanında; tarihin her dev­rindeki ilmî sicillerini tanıtacak, fakat bunun malze­mesi, çok dağınık kaynaklardan derlenebüecektir.

Halen İslâm ülkelerinde ve özellikle Türkiye'de, yapıları dimdik ayakta duran Dâru'l-Hadisler mevcut­tur. Bunlar, turistlerin ziyareti dışında asıl hizmet maksatlarına uygun olarak kullanılabilir; asrmm özellikleri bozulmadan korunabilirler.

Konya'nın Dâru'l-Hadis açısından zenginliği ya­nında, özellikle Selçuklu dönemi bakımından geniş bir hadis okutma faaliyetinin merkezi olduğu hakkında, belgelere sahibiz. Bugün belki, İnce Minare veya Ka-ratay'da okutulan eserlerin listelerine sahip değiliz. Ama, Selçuklu Konya'sının vakıf kütüphanelerinde; Îbnu'l-Cevzî'nin, kütüb-i sitte yazarlarının, İmam Mâ-lik'in, Bağavî'nin, Îbnu'1-Esir Cezerî'nin kitaplarına raslamaktayız. Bu eserler bize; Malatya, Tokat, Kaf­kas ülkeleri, İran'ın çeşitli şehirlerinden geldiklerine dair bilgiler veren kayıtlar taşımaktadır. Buralardan anladığımıza göre; Selçuklu devri Konya ve Anadolu-sunda, hadis öğreniminin büyük bir gelişmişliği mev­cuttur. Bu gelişmede sûfî hadisçilerin büyük hizmetle­rinin geçtiğini zannetmekteyiz. O tarihlerde Konya ve civarında mevcut birkaç siyasi ve fikri cereyan; geniş çapta hadisle de meşgul olmuş; ondan kendisine des­tek aramış, istimdat etmiştir.

Batılı müsteşriklerden Kremer ve I. Goldziher, Dâ-rü'1-Hadislerin çok kısa ömürlü olduğunu ortaya at­mış, fakat merhum Okiç, Goldziher'in ülkesinde yani Macaristan'da; Yunanistan'da, Bulgaristan'da, Yugos­lavya'da, özellikle Saraybosna'da; Makedonya, Hırva­tistan, Sırbistan, Hersek ve benzeri Balkan ülkelerin­de, hatta Musevi müsteşrikin yaşadığı günlerde mev­cut olan meselâ Gazi Hüsrev Beğ Külliyesi gibi mües­seselere işarette bulunmuştur.[400]

Dârü'l-Hadislerin, geniş şöhretine uygun araştır­malarla, tarihlerinin yazılması, özellikle Türkiye'de mevcut olanların sanat eseri olan yapıları, göz nuru olan şaheser - mimarîleri korunmak kaydıyla, hadis araştırma merkezleri olacak biç'mde tefriş edilip ye­niden ilmî faaliyete tahsis edilmeleri, kadirşinas bir kültür hizmeti olacaktır.[401]

 

VI. DURAKLAMA VE GERİLEME DEVRELERİNDE HADİS ÇALIŞMALARI

 

Dördüncü asır ve sonrası, İslâm ülkelerinde siyasî ve sosyal bir takım değişmelerin meydana geldiği çağ­dır. Orta şark başta olmak üzere, İslâm coğrafyasında beyliklerin arttığı; daha doğru bir ifade ile, bütünlü­ğün sarsılıp, bölünmelerin başladığı devirler görül­mektedir. Yine bu çağlarda, Sünni İslâmlık yanında, yapı bakımından şiî karakter taşıyan devletlerin, ilim bölgelerinde uzun yüzyıllar hükümran olduğu bir ger­çektir. 490/1096 yılı Beytü'l-Makdis'e yapılan saldırı ile tanınır. Bu tarihten 25 sene önce, artık Anadolu'da Türk varlığının görülmediği bölge kalmamıştır. Miladî 1071 senesi, ünlü hadisçi Hatîb Bağdâdî'nin de vefat yılıdır.[402]

Altıncı hicrî asır, hadiste duraklama devrinin; bir diğer deyişle zirvede yaşama çağlarının adıdır. Bu çağda, Moğol istilası hareketi İslâm diyarlarının üze­rinden geçmiştir. Diğer bir bahtsız hareket beşinci asırda, Anadolu insanının üzerine akınlarını yoğun­laştırmış; Haçlı zulmü yüzyıllar boyu sürmek üzere bu yollarda başlatılmıştır. İspanya ve Kuzey Afrika'nın durumu da pek iç açıcı değildir. Selçukluların tarih sahnesinde silinmesini müteakip Osmanlı Devleti, Ba­tı Asya'nın en güçlü İslâm devleti olarak görülmüş, al-tıyüz yıllık bir siyasî birlik tesis edilirken, göz yaşla­rıyla İspanya küfre terkedilmiştir. Kısaca, temas ettiği­miz bu siyasî durum, acaba had's öğretim ve eğitimi­ne tesir icra etmiş midir? Siyasî ve sosyal hareketle­rin; harp, huzursuzluk ve benzeri durumların, ilim ve sanata menfi yönden tesir etmediğini söylemek hayli cesaret isteyen bir iştir.

Duraklama ve gerileme deyimlerini kullanmaya insanın dili varmayacak çoklukta eser ve hadisçi sayı­sı ile karşıkarşıyayız. Fakat, adı geçen hâdiseler olma­saydı, şüphesiz ilmî hayat daha da gelişmiş bir manza­ra arzedecekti. [403]

 

1. Dördüncü Asır Ve Sonrası

 

Daha önce hadis tarihine dair yazdığı bir eserin­de, çağları bölüş biçiminden söz ettiğimiz Ebu Zehv, «altıncı devir» olarak adlandırdığı «duraklama veya zirvede bir müddet eğleşme çağlarını», 300-656/912 -1258 tarihleri arasında gösterir. Ona göre yedinci de­vir, 656/1258 tarihinden günümüze kadar olan zaman­dır. İleride gerileme sebeblerini anlatırken de belirte­ceğimiz gibi, duraklama ve gerileme deyimlerinin, iza­fî olarak isnadı bile ilim mensuplarına ağır gelmekte­dir. Ama şu da bir gerçektir ki, eski çalışmalar ve or-jinal mesailer bu   devrelerde durgunlaşmıştır.   Şimdi

burada insanın aklına bir soru gelebilir; Doğuş, geliş­me, zirve, zirvede yerleşme yıllarının, duraklama ve gerileme ile ikmâli, ilmin ömrü için normal değil midir, acaba bu ilmin kendi bünyesinden neş'et etmi-yormu?. Sorulan çeşitli şekillerde cevaplamak müm­kündür. Bizi şaşırtan nokta şu olmaktadır: Duraklama ve gerileme çağlarında bile, pek çok ilim adamı ve eser ortada görülmektedir. Bu devirlerin, daha da iyi değerlendirilebileceğini söyleyerek bahsi kapatmak mümkündür.

Telifin altın çağında, «her iş bitti, evvelkiler son­rakilere iş bırakmadı» tarzında bir telakkinin, gelen nesiller tarafından benimsendiğini kabule mecburuz. Bu zihniyet bugün bile mevcuttur. Halbuki yine A-rapların bir atasözüne göre; «ilk gelenler tarafından sonrakilere pek çok hizmet bırakılmıştır; onların ger­çekleştirilmesi lazımdır.»

Orjinal eserlerin tesiri uzun müddet İslâm diyar­larında sürerken, bir taraftan da, onlar üzerine eğilip yeni çalışmalar gerçekleştirildi. Söz gelişi, kitaplar za­manla uzun bulunmağa; kullanışı zor görülmeğe baş­landı. Hatta bir kaçının bir arada mütâlâasına ihtiyaç duyuldu. Böylece ortaya sahîhaynı birleştirme (el-Cem'u beyne's-Sahîhayn) yolu açıldı. Bu türden bir çok telif yapıldı.[404] Onu, kütüb-i sitteyi bir araya toplama işi takibetti ve belli başlı büyük bilginler, el-Cem'u beyne'1-kütübi's-sitte, tertipli eserler neşretti­ler. [405] Üçüncü bir çalışma stili olarak, değişik ha­dis kitaplarındaki hadisleri bir araya toplama yolu tutuldü. Bunları ahkâm ve mevâiza dair hadisleri topla­ma faaliyeti takibetti. Son olarak, dördüncü asır ve devamındaki ilmî hadis faaliyetleri içinde, etraf kitap­larının yazımını örnek verebiliriz.

Furû ve usûl kitaplarının asılları temel olarak kal­mak şartıyla; aynı eserler üzerinde sürdürülen çalış­malardan bir tanesi de kısaltma ve ihtisar çalışmala­rıdır. İlk budama hareketi senetlerde cereyan etti. Ön­ce usûl kitaplarında, sonra da furû kitaplarında se-ned, «uzun ve kullanılmasına gerek olmayan malze­me» olarak görüldü. Hadiste sened atılınca; tarih, ede­biyat, şiir ve siyrette kendiliğinden kayboldu.

Bu işte iki sebep bulunabilmektedir: Pratik çalış­ma için, kısaltma ve senedleri görevlerini yapmış mal­zemeler olarak tanıma. Bugün için bu telakkileri ga­yet normal bulabiliriz. Çünkü, hadis ilimleri seviye olarak o asırlara nisbetle çok düşmüş, kişilerde him­met azalmıştır. Bugün bize, Ramehurmuzîden istifade, meselâ Tedrlb'ten istifadeden çok zor; gelecektir. Çün­kü, biz senedli malzeme içinden bilgi toplama anane­sini, ilim tahsili devremizde devamlı olarak kullanmış değiliz. Ama o çağların insanları için durum hiç de böyle değildi. Onlar, senedli bilgilerin içinde yuğrul-muşlardı. Onların tahmin edemedikleri şey şu oldu: Kendilerini takibeden çağların insanları, hemen he­men usûlü de kullanmaz oldular.

Metin kitaplarındaki durum da bir bakıma bunu andırmaktadır. İlk asırlarda, çok yüksek bilgi seviye­si ve temyiz gücü olan âlimler veya öğrenciler; daha sonraki asırlarda ana metinleri açıklamalar (şerh ve haşiyeler) yardımıyla anlar oldular. Bu, bilmecburiye

derleme, şerh, ihtisar diyebileceğimiz çalışmaları gün­deme getirdi.

Şüphesiz olan nokta şudur. Üçüncü asırdaki dina­mizmin ve ibda1 gücünün devam edebilmesi için; aynı asırları doğuran şartların; yaygın ve derin hadis öğre­nim ve öğretiminin devam etmesi gerekmekteydi. Yaygınlık, derinlik; aşk ve ilgi azalmca, artık başka ilimler ve hatta cehalet moda olunca, elbette durum değişecektir. Topyekûn diyebileceğimiz bir anlamda bu durum, hadis ilimlerinin basma gelmemiştir. Harp, fitne ve benzeri kötülüklerin hüküm ferma olduğu günlerde bile, kendi ölçüsünde hadisin hizmeti yürü­müştür.

Gerileme devirlerinin çalışmalarını da şu başlık­lar altında toplamak mümkündür;

a) Zevâid kitapları yazmak suretiyle hadise ilgi duymak,

b) Büyük cami' türleri meydana getirerek; bütün hadisleri toplama gayreti içine girmek veya sünnetin tamamını topladığını zannetmek,   .

c) Özellikle ahkâm hadislerini toplayan kitaplara ağırlık vermek,

d) Tahriç çalışmaları yapmak. Söz gelişi   evvelce tertip edilmiş bir hadis kitabı, bir tefsir veya fıkıh ki­tabının, hadislerinin kritiğini üslenen eserler yazmak,

e) Halk dilinde şöhret bulan, sahih ve asılsız ha­berleri toplayan; aktüel konulardaki hadislere yer ve­ren eserler yazmak,

f) Etraf kitaplarına devam etmek.[406]

Burada bir başka meseleye değinmekte; insan ta­biatının tuhaf bir özelliğine dikkat çekmekte fayda görmekteyiz. Fertler genellikle içinde bulundukları durumu ve çağı beğenmez. Hayatımızda bizzat hepi­miz bunun örneklerini görürüz. Fakat aynı insanlar, yaşlılık çağlarında; evvelce beğenmedikleri günleri bir asr-ı saadet temizliği içinde anlatırlar. Evvelce rıza gösterilmeyen, kötülenen zaman daha kötüsünü gördüğü için belki de insan için hasretle yâdedilen günlerdir. İyi vakitlerdir. Bu tıpkı, baba ve annelerin çocuklarını kötüleyip; torunlarını gördükten sonra on­lara babalarını melek şeklinde tanıtan tesbitlerine benzer. Aslında iki durumda da mübalağa olabilmek­tedir. Aşağıda birkaç bilginden İçendi devirlerine ait tesbitler ve şikâyetler okuyacağız. Bu büyük hadisçi-ler; kendilerinden sonra gelen daha fena şartlan gör­medikleri için; tesbitlerini kendi çağlarının ölçüleri içinde kabul etmek durumundayız. Çünkü ölçüler izafîleşecektir. Söz gelişi birisi; hadis âlimlerinin azlığın­dan şikâyet etmişse; bununla her şehirde dört, beşyüz hadisçi gibi az saydığı bir rakamı ifâde etmek istemiş­se, biz bunu kendi devremiz için anlam amaliyiz. Çün­kü bizim ölçülerimize göre bir vilâyette hadisten az çok anlayan üç-beş kişi büyük bir rakamdır. Diğer tes-bitleri de böyle değerlendirmek durumundayız. Birkaç hadisçinin tesbitlerini görelim.

a) Râmehurmuzî (Öl. 360/970), el-Muhaddisul-fâsü. Müellif kitabının mukaddimesinde, hadisi ve ha-disçileri zemmeden kişilerden bahseder. Onların isim­lerini vermez fakat, inançlarına temas eder. Buradan anlıyoruz ki, muhitinde bozuk kelâm ekollerinin veya

siyasî bölünmelerin hadise kötü mânada tesiri vardır. Bir bakıma, eser hemen hemen onlar için yazılmıştır. Müellif uzun bir yazıyla hadisin ve hadisçinin müda-fasım yapar. Ehil olmayan hadisçilerden bu kabil ki­şilerin, başlarına adam toplayıp meclisler akdinden söz eden yazar, iyi bir hadisçinin takibetmesi gereken yolu çizer. (el-Muhadisu'1-fâsıl, s. 159-162)

b) Neysâbûrî Hâkim  (Öl. 405/1034),  Ma'rifetu ulûmi'l-hadis. Yazar muhaddis, daha besmele ve ham-di bitirir bitirmez: «Zamanımızda bid'atlarm   arttığını ve halkın dinin   temel   kaynaklarına dair   bilgisinin azaldığını görünce» diye söze başlar ve çağındaki ilmî ihmaller ile gafletten söz eder, kitabını telife kendisini sürükleyen âmilleri sayar.   Dikkat edersek   müellifin bida'atlerin çoğalıp, halkın dinin temel kaynaklarına dair bilgilerinin azaldığı şeklinde tanıttığı    devir, bi­zim asırlar sonrası genel değerlendirme    içinde altın çağ olarak gördümüz   devredir. Şimdi   Neysâbûrî'nin bid'at dediğiyle, bizimki; bid'at çoğaldı tesbiti ile biz­deki anlayış farklıdır.

Aynı muhaddis eserinin 15. sayfasında; ...günü­müzde muhaddisin okutacağı öğrencinin (yani tâli-bu'1-hadisin) muhtaç olduğu nesnelerden söz ederken; inanç, hevaya tâbi olmayan bir şahsiyet, bidatten ka­çınma... gibi bir seri güzel vasıf ister.

c) İbn Abdulberr Nemerî    (Öl. 463/.1071),   Câmiu beyâni'1-ilm. İbn Abdulberr, devrini anlatırken özellik­le iki tip ilim    adamından şikâyette   bulunmaktadır: Bilgisizce hadis toplayan;    hadisin   gerektirdiği   ilmî araştırmayı terkeden ve bu tip adamdan daha   câhil saydığı ikinci örnek; sünneti ve Kur'an'ı bırakıp; helal

ve haramı öğrenmeyi terkedip, tedvin edilmiş re'y ve istihsânla vakit geçiren kişi. îspanyalı olan bu mu-haddis, gününün şartlarına göre, hadisçinin alması gereken yapıya temas eder (II, 207). Bir ara şöyle bir hitapta bulunur: «Allah sana rahmetini ihsan etsin. Bizim şu ülkemizde ve şu çağımızda ilim talebi denen nesne; mensupları evvelkilerin yolunu terkettiği ve kendi imamlarının tanımadığı yollara düştükleri için, bid'atlara bürünmüş ve cehle duçar olmuştur. Kendi­lerinden önceki âlimlerin tuttukları yollardan ayrı yollar ve bid'atler icâd ettikleri için; bu durum onla­rın bilgisizliklerinin göz önüne çıkmasına ve derecele­rinin eskilerden aşağıya düşmesine sebeb olmuştur.»

Bu iki taifenin zararını güzel misâllerle açıkla­yan bilgin, bize Mağribin durumunu da anlatmakta­dır. «Eskiden iki veya daha fazla âlim, doğrunun be­lirmesi için münazara ederlerdi. Ta ki doğru bulun­sun ve oraya doğru topluca gidilsin. Mesele ortaya ko­nur, tekniği ve illeti belirlenir; örnekleri anlatılır ve problem çözülürdü. Ama şimdi bizde ve bizim yolu­muzu tutan Mağrip'te durum hiç de böyle değildir. Bi­risinin rivayetine itiraz, sanki kitaba ve sabit sünnete itiraz gibi sayılmakta; bir birine zıt rivayetleri ortaya atmak caiz görülmektedir.»  (II, 210, 211 vd.)

d) Hatib Bağdadî (Öl. 463/1071) el-Kifâye. Hatib de devrindeki bazı ehliyetsiz kişilerden şikâyet eder. Gününde, evvelkilerin yolunu terkeden; reddi gere­kenle kabulü gereken hadisi temyiz edemeyen kişiler­den söz eder. «Hadisin sadece adıyla yetiniyorlar» de­diği bu zümrenin vasıflarını sayar. Lüzumsuz seya­hatlerle harcanan emeklere acır. Tanımadıkları kişi­lerden rivayette bulunanları zemmeder,  (s. 3-5). Bundan sonra, diğer bir zümreden söz eden Hatib, «ve emme'l-muhakkîkûn» diyerek söze girer ve hadisin gerçek ehlini tanıtır. Râmehurmuzî'den paragraf pa­ragraf nakillerde bulunur, (s. 5,6). Hatib'm temas etti­ği ve yerdiği konulardan biri de: «hadisi bilmeyen-fa-kihle, fıkhı bilmeyen hâdisçi konusu» dur. Yazar ese­rinin bir yerinde gününü biraz mübalağalı ve ümit­siz bir şekilde şöyle anlatır: «... zamammızda hadis taliplerinin çoğunluğu; meşhur haber dururken, nere­de tanınmamış şey varsa onu alır; ma'rûf varken mün-kere koşar; zayıf ve mecruh râvilerin hatalı ve unut­kanlık dolu rivayetlerinin peşini izler; sanki sahih ha­dis kendisinden kaçılacak bir hadis türüdür. Bütün bunlar bilgisizlikten ileri gelen hatalardır. Râvüer ta­nınmıyor, gerekli bilgiler bilinmiyor. Halbuki selefte­ki durum böyle değildi»   (s. 141).

e) İtan Salah Şehrizûrî (Öl. 643/1245), Ma'rifetu ulûmi'l-hadis. Uzun süre Dârü'l-hadislerde ders kitabı olarak okutulan eserinde, bu zat da şikâyetlerle mu­kaddimeyi sürdürür. 23. nevide; rivayeti kabul ve red-dolunanlardan söz ederken bir yer gelir, «... bu asır­larda halk, saydığımız bu şartların cümlesine uymak­tan yüz çevirmiş durumdadır...» (s. 108) der ve üzün­tüsünü belirtir. Ondan sonra da olması gerekenlere işaret eder.

Biz yine baştaki sözümüzü tekrarlayarak bu mi­sâlleri çoğaltmayı bırakalım: Bu âlimlerin sözkonusu ettikleri devreler, kendi asırları ve kendi ölçülerine göre olan kötü durumlardır. Bu durumlar bugün için, «erişilmesi çok güç ilmi bir mertebe» nin şikâyetleri ve örnekleridir. «Günümüz bu durumdan çok iyi» diyerek hamdedecek bir durumda değiliz. [407]

 

2. Gerileme Ve Sebepleri

 

İslâm toplumlarındaki medenî    gerileme ile ilmî gerilemenin tarihleri farklı    olarak tesbit    edilebilir.

İdarî, siyasî ve iktisadî gerilemelerle ilmî ve kültürel gerilemeler birbiriyle irtibat!andırılır veya ayrı ola­rak değerlendirilebilir. Bunlar ayrı çalışmalar isteyen mevzular olup bizim buradaki işimiz değildir. Acaba İslâm toplumlarında ilmî hayat; hadise bağlı disiplin­lerdeki eski canlılık niçin durdu? Bu sorunun cevabı, bir suçlu veya suçlular ortaya çıkaracaksa, şunu pe­şinen söyleyelim: Suç gariptir, ona sahiplenen olmaz. Niyetimiz suçlu tespiti olmayınca, bazı noktalara te­mas edebiliriz.

Fertler ve hele öteki âleme gidenler için hüsn-i zannımız, hayır duamız tamdır. Söyleyeceklerimiz edep dışı telakki olunmaman. Bizden sonrakiler de bi­zi, ehliyetle, istedikleri ölçüde tenkide tâbi tutmalı, gi­decekleri yolu tespit etmelidirler. Bazan; yürüyen, ko­şan ve iş yapandan çok, onları seyreden, işlerini gö­zetleyen kişi hataları rahatlıkla görebilir. Fiillerin de­ğerlendirilmesini sıhhatle yapabilir. Sebepler konu­sunda çeşitli fikirlerin ileri sürüldüğü görülmüştür. Selçuklunun Anadolu'ya inişinden Tutun da, tasavvu­fun; aklı geri plana itmenin, ilmî gerilemede âmil oldu­ğunu iddia eden yerli ve yabancı ilim adamları bulu nagelmlştir.[408]

Gerileme devri tabiri   yerine başka bir   ifade de kullanmak uygun ve mümkün görülebilir. İslâmi ilim­lerden hangisini ele alırsak alalım, sözkonusu ilim dalı için; Doğuş gelişme en parlak devrini altın çağını yaşama duraklama ve gerileme sözkonusu olacaktır. Bu devreleri sırasıyla geçen ilimler için, günümüze ya-. km son elli yıllık dönem «yeniden uyanış ve ilk zaman­lardaki canlılığa dönüş» yılları sayılabilmektedir. İla­hiyat Fakültesi hadis Profesörü Dr. Talat Koçyiğit, Ha­dis tarihi adlı eserinde, ilk üç asırlık devreyi incelerken zamanı şöyle böler: Birinci hicri asır, Hz. Peygamber ve ashabının devrindeki hadis durumu; ikinci asır, hadis ilimlerinin teşekkülü ve bunu hazırlayan âmil­ler devri; üçüncü asır, tasnifin altın çağı; yani küLüb-i sitte devri (a.g. eser, Ankara,. 1977). Eser diğer devir­leri de ele alsaydı şüphesiz, duraklama ve gerilemeden söz edilecekti. Bir başka kitapta bu taksim biraz daha farklı olarak yapılmıştır; ondört asırlık devre yedi kıs­ma bölünmektedir. Birinci devre: Peygamberimizin za­manı; ikinci devre, Râşid halifeler devri; üçüncü devre, halifelerin zamanının sonundan birinci asrın nihaye­tine kadar olan zaman. Dördüncü devre.-, ikinci hicrî asırdaki hadis çalışmaları. Bu dönemde tedvin hare­keti ile hadis uydurma meselelerine temas vardır. Be­şinci devre, hicrî üçüncü asır. Müellif, hicrî üçüncü asırda mühim bir vak'a olarak kelâma - hadisci mü­nakaşalarını görür. Altıncı devre, h.'300 - 656 yılları arasındaki 356 yıllık dönem. h. 656 tarihli, et-Terğîb ve't-terhîb adlı eserin sahibi Hafız Münzirî'nin vefat yılıdır. Bu devrede münferid hadis faaliyetleri ile tek - tük derleme eserler görülmektedir. Yazar h. 656 dan zamanımıza kadar olan devreye son devir olarak bak­maktadır. 1958/1378 tarihli eserin son yedlyüz yılı aşkm zamanlık devreye, taksime tâbi tutmadan bakışı, bölümü gerektiren durumların bulunm ayışmdandır. Bu iki misâlden şu netice çıkmaktadır: Hadisin ilk üç asrı, bazı bölümlere ayrılarak incelense bile ondan sonraki devrenin tek başlıkla verilmesi zararlı değil­dir. Hadis ilimleri için de; doğuş - gelişme, altın çağını yaşama, gerileme ve uyanış devirleri tarzındaki bir taksim geçerlidi.[409]

İslâmî ilimlerde ve özellikle hadiste bu yediyüz yı­la yakın zamanı kapsayan devrenin, ilk çağlardaki ka­dar canlı görülmeyişi yadırganmamalıdır. Bu taksimi yapan, ve bu karara varan kişiler, bugünkü mevcut malzeme ile bu duruma kani olmaktadırlar. Gönül is­ter ki yeni yazmalar bulunsun, yeni yeni şahıslar or­taya çıksın, hadis ve İslâmî ilimler tarihini yeni baştan tasnifi gerektiren; ortadaki mevcut görüşleri değersiz hâle getiren gelişmeler olsun. Bunu biraz imkânsız gö­rüyoruz. Biz diyoruz ki böyle şahıslar, devirler ve eser­ler olsaydı, mutlaka civarındakiler ondan tesir alır, eserlerine nakiller yapar, bu ilmî gelişmeler yok olup gitmezdi. Yediyüz senelik dönemin oldukça hareketsiz veya münferit pırıltılar şeklinde geçtiğine dair bir gö­rüşü nakletmeyi faydalı bulmaktayız. Büyük muhaddis Hafız Zehebî (Öl. 748/1348) yedinci asrm başındaki hadis durumunu şöyle anlatır: «Günümüzde hadisle ve ona bağlı bilgilerle uğraşanlar pek azalmıştır. Hicrî yedinci asrın başında (müellif galiba sekizinci asrm başım kastediyor) dünyanın doğu ve batısında durum bundan ibarettir. Şarkta ve şarka yakın bölgelerde bu kapı kapanmış, hadisle ilgili konuşma   ve hitap sona ermiştir. Batı ve Endülüs yarımadasında kalanlar için­de ise dirayeti bir tarafa bırakın, rivayetle uğraşanlar bile nadirdir. [410]Bu tesbit pek yabana atılacak bir belge değildir, ve demek ki durumdan onlar da haber­dardır.

Bu ara cümlesinden sonra konumuza devam ede­biliriz; pek çok eserde tafsilâtını okuduğumuz durak­lama ve gerileme âmillerini tekrar burada zikretme­den biz de mühim gördüğümüz birkaç noktayı naklet­meyi faydalı bulmaktayız. [411]

 

a) İlme, İlim Müesseselerine Îslâmın   Emret­tiği Düşünce Tarzına Sırt Dönüş

 

İlimlerin zirveye ulaştıkları altın çağları, insanla­rın gaflete düşmelerinin başlangıcı da olabilmektedir. Bu zann ve kanaat, çalışmayı durdurduğu gibi, İslâ-mın emrettiği, selefin mükemmel mânada tatbik için gayret istediği, murakabe ve tenkid zihniyetini; İslâm-ca düşünmeyi, doğruyu arama çabalarını da zedele­mektedir. İşler bitince insanoğlu tabiî olarak uyuya­cak, yatacak veya dinlenmeye -koyulacaktır. Bu devir maalesef hadiste; hadisin ilim ve amel hayatında da çok uzun sürmüştür. İlk bereketli çalışmaların ürünü olan ana eserlerin telifinden sonra; hem telif hayatın­da, hem de sünnetin yaşanmasında duraklama ve ge­rileme olmuştur. [412] Bu devirlerde ferdi dirilmeler parlamalar, ikazlar ve güzel eserler görülürse de bun­lar tesirsiz kalmakta, hatta yadırganmaktadır. Çünkü, yazar ile yaşadığı çevrenin düşünce ve İslâm hayatı arasında uçurum vardır; yazar ilk asırların ruh hale­ti içinde olmasına mukabil, çevre bir başka anane ve düşünce üslubu içinde bulunmaktadır. Herkes böyle bir vasat içinde yüzyıllar boyu kalınca ortaya «yeni bir îslâmî düşünce ve yaşayış üslûbu» çıkmakta, o pekiş­mekte, az önce kendisinden bahsettiğimiz nâdir bulu­nan dehâ, islâm dışı telakki olunmaktadır. Bu hali mazur görmek gerekir. Çünkü o günde ilim, başlangıç devirleri ile irtibatını kesmiş, ilk üç asrın tefekkür uslûb ve ölçüleri bir kenara bırakılmış, unutulmuştur. [413]

 

b) Hadis Ve Sünnet İle Onlara Bağlı İlim Dal­larının Devreden Çıkarılışı

 

Bir noktayı tekrar hatırlayalım: İlk üç asırda ha­dis, ilimdi ve ameldi; İslâm adına herşeydi. Bu bereket­li ve feyizli devreden sonra, ikisi birden belirli bir va­sat içinde kayboldu. Sünnete i'tisâm (sımsıkı yapış­ma) hem ilmen, hem de fiilen zedelendi. Başka ilimle­rin (özellikle fıkh ve teferruatının) hadisin hizmetini göreceği zannıyla hadis fiilen devreden çıkarıldı. Sa­dece vaaz ve nasihata münhasır kılındı.

İslâmî ilimlerin hepsi biz müslümanlarm, hatta insanlığın malıdır. Bizim ve insanlığın hidayeti için gelmiştir. Bu itibarla, meseleye bakarken bir ilmin sa­vunulması ve diğerinin kötülenmesi sözkonusu olma­maktadır. İslâmî ilim talipleri, ilk yıllarda şöyle bir şiir öğrenirler: «... Fıkıh falancanın ektiği bir ekindir. Falan kişi hasadını yaptı, falanca onu öğüttü, falan iman hamurunu yoğurdu, falanca ekmek yapıp pişirdi, in­sanlar da onu yemektedirler...» Bu şiir Hanefiler için kendi açımızdan meseleye bir bakışı ifade eder. Pek tabii ki daha binlerce; ekinci, hasatçı, hamurkâr ve fı­rıncı sözkonusudur. Biz şu noktaya temas edeceğiz; meseleye böyle bakılınca başka kimselere artık iş kal­mıyordu. İnsanların sonu gelmediğine göre; aynı tar­laya, aynı tarzda ekmek, hasad etmek... gerekiyordu. Yeni ziraatçılara, değirmencilere ve fırıncılara iş var­dı. Topluluk her gün yeni meselelerle geliştiğine göre, bütün bu işlerin görülebilmesi için de Allah'ın elçisi ve O'nun sözleri yani sünneti vakıasının; işlerinin, takrir­lerinin her an tesbiti, yeniden kontrolü, bize bunu sağ­layan ilimlerle devamlı temas gerekiyordu. Hadisin devreden çıkarılıp, fıkhın mebde' ittihazı ileride çık­maz sokakların doğmasına müncer oldu. Halbuki fık­hın bizzat kendi canlılığı, kitap ve sünnet ile sağlana­caktı. Fıkıh Allah'ın kelâmı ve Resûlü'nün sünneti ile diri kalabilecekti. İslâm ilim ve amel dinamizmi bu sa­yede gerçekleşecekti. îslâmm herşeyi yenileyen, onu hayata kavuşturan karakteri, yenileyici vasfı burada tecelli edecekti. Bu bir rahmetti ve kıyamete kadar de­vamlıydı. [414]

 

c) Şahsî Hatalar, Gerçek İle Sahtenin Karışma­sı, İlme Siyasetin Dahli

 

Aşağıdaki söyleyeceklerimizi, her zümre karşısın­dakine yamayabilir. Kendisini doğru, ötekini eğri te­lakki edebilir. Fakat Allah'ın Elçisi bizim için imtisal numunesi, onun getirdiği ölçüler gerçek değer hüküm-

leri olunca, haklının kendi kendini tanıması halinde Allah'a, şükredip başını eğmesi, haksızın da istiğfar için yine Hakk'a yönelmesi umulur. Bu ölçü, yaşayan­lar için olduğu kadar Hakk'a yürüyenler için de geçer­lidir.

Her ilmin ricali, o ilmin yükselişinde ve gerileyi-şinde mühim tesir icra eder. Bu durum, kitaplar için de sözkonusudur. Yani bir mânada; âlim ve kitap, il­min acı ve tatlı günlerini hazırlar.

Bir ilim dalının hayatına bazan başka ilimler, başka faaliyetler, şartlar ve eserler, şahıslar ve hâdise­ler de tesir edebilir. Bu tesir hem müsbet, hem "de men­fi olabilmektedir.

Bu başlık altında biz, hüsn-i niyetle şahıs ve mü­essese belirtmeksizin, hadisin altın çağlarmdaki imre­nilecek hayatından uzak kalmasında rol alan; ehliyet­siz ilim mensubu, ehliyetsiz eser ve devlet idaresiyle yani siyaset ile bulaşan şu veya bu ilim dalındaki te-l."f hayatından söz edeceğiz. Bazı ilim müntesiplerinden ve bazı kitaplardan şekvacı olacağız. Bu şekvamız Al­lah'adır; ilgililer dinleyip hep birlikte ibret almalıyız, baştaki ölçüye uygun, hareket içine girmeliyiz. Vebal­den hiç olmazsa biz yaşayanlar ve gelecek olanlar kur­tulmaya gayret etmeliyiz.

Şunu peşinen söyleyelim: Kendisinden söz ettiği­miz nesne, İslâm ilimler tarihinde bir olaydır. Defalar­ca da tekerrür etmiş bugün de tekrarlanmaktadır. Aşağıda arzedeceğimiz gibi; Eh:i olmayan kimse - ilmi olmayan; islâma uymayan bir hayata sahip olan kim­seler kitaplar ve yazılar, ümmete yol göstermekte po­litik bölünmeler, sapıklıklar    ve dalâletler,    düşünce

müsveddeleri, îslâmî araştırmalarda metod ve hareket noktası olmaktadır.

Hadis ilim tarihinin kronolojik şeridi verilirken, elbette şahıslar eserler ve belli fikir grupları ile irti­batları da verilmelidir. Maalesef bizim için bu eserde hedef bu değildir. Her ilim için ehliyetli ve ciddi ilim adamı yanında halkın hakemliği ile âlim tanınmış ki­şiler de söz konusudur. Bu ayırım yazılı malzeme için de geçerlidir. İlmi değeri olmadığı halde asırlar boyu İslâm topluluklarının ilmî ve dinî hayatlarında iz bıra­kan, yön veren kitaplar olduğu gibi, "ciddi bir emek mahsulü olan nice eserlerin çok dar bir çevreye sıkı­şıp kaldıkları da bir gerçektir. Belki bazı eserler ya­zarlarından sonra hiç okunamamıştır. Her nesil kendi ilmî faaliyetlerini sürdürürken, bu nevi unutulmuş işaret taşlarını bulmak ve belki de asırlardır gidilen, yanlış yolu, daha da uzağa gitmeden değiştirmek du­rumundadır.

İlimlerin hayatına siyasi düşüncelerin ve hatta fiil (eylem) lerin tesir edebildiği de bir gerçektir. Siyasetin dinî ilimlere sıçraması ve kötü tesirler icra etmesinde, ilmin kudsiyet ve namusunu kestiremeyen ilim adamı­nın veya ilim adamı görüntüsü veren kişilerin kapılık yaptıkları, âlet vazifesi gördükleri tarihî bir gerçektir.

Bu noktayı biraz daha açalım: Müslüman toplum­lar, yaşadıkları tarih ve toprakta gerçek ilim adamıyla karşılaştığı gibi, onun taklidi, hatta şarlatan benzeri ile de karşılaşabilmektedir. İkinci gurup, çok girgiç-tir, müteşebbistir, sıkılmaz; halka daha da yakın olur; birincilerin asalet ve sessizliğinden faydalanarak on­ları kenara iter; bu işi kolayca başaramazsa çeşitli yollara başvurarak birincileri lekeleyip, îslâm toplumun­da tesirsiz hale getirir. Gerekirse kötülerle işbirliğine bile başvurur. Böylece İslâm ümmeti sahteliğin zebu­nu olur. Aradan bir iki nesil geçince, işin aslını bilen­ler tükendiği için, sahtekârın hüviyeti ancak uzman kişilerce tanınır; kuşaklar yine onu büyük bilir. As­lında her fertte Allah korkusu, ilim namusu ve sorum­luluğu olacak ve ehil kişilere bağlanılıp onların ardı-sıra gidilecektir.

Bu durum kitaplar için de sözkonusudur demiştik. Nice yol gösterici eser, burada zikrini faydasız gördü­ğümüz sebeplerden dolayı unutulmuş, unutturulmuş, yerlerini başkaları almıştır. Ondört asrın muhasebesi sözkonusu olunca bazı ölçüleri gözönüne almak gere­kiyor. Dünya hayatımızın aslını yaşıyoruz, bu bir pro­va değildir. Bizler bu âleme tekrar gelmeyeceğiz. Öm­rümüzü bereketli geçirmek, bazı hatalara düşmemek, zaman kaybını önlemek durumundayız. Bu itibarla İs­lâm ilim tarihi ve faaliyeti adına bir kaç.hususa iyice eğilmeliyiz: İslâmî neşriyat, para ve kazanç mevzuu ol­maktan kurtarılmalı, israf önlenmelidir, İhtilafların kökeninde bazan bu nokta yatabiimektedir. İslâm ki-tâbiyyatmm (her türlü yazılı eserin), ilmi neşirlerini yapacak kadroyu yetiştirmeli, faydasız eser yazıp bas­ma enflasyonunu önlemeliyiz. İslâmî ilimlerde, yurdu­muz insanının da söz sahipliğini; eserlerle, ilmi faali­yetlerle ispata çalışmalı, İlmin modasının geçmediğini onsuz hiç bir şeyin olamayacağını hatırlamalıyız.

Sözlerimizi birkaç cümle ile toplayalım: İlimde du­raklama âmillerini sayarken şahıs ve eser olarak bazı unsurları gözönüne aldık. îyi ile kötünün ayrılmaması

neticesi ilmin ve toplumun alacağı yaralara temas et­tik. Kötü bir çığır, ister bir kişi tarafından onun sağlı­ğından açılsın, isterse vefatından sonra bazı eserleri vasıtasıyla açılsın topluma zararlı olmaktadır. Bu du­rumun aksi, yani müsbet yönü düşünüldüğü zaman meselenin ehemmiyeti daha da iyi anlaşılacaktır. îyi bir eserin, müsbet bir faaliyetin ve şahsın açtığı çığır ne kadar değerlidir? Aynı kişilerin duraksayan ilmî hayatta yeniden hareket, hız ve canlılık kazandırma­ları ne kadar feyizli ve müsbet bir iştir?

İlmin siyasete kurban olarak takdimi, günlük si­yasete bulaştırılması; idarelerin, ilmi sultaları altında alması, îslâmm ilk çağlarıiidanberi görülen bir talih­sizliktir. Devletin ilim adamına zor kullandığını, işken­ce ile fikrini kabule zorladığını, bu nevi faaliyetlerin müslümanlarm İslâmî yaşayışlarına yansıdığını; tari­hin çeşitli devirlerinde meydana gelen, tasvirimize uy­gun hâdiseleri düşünerek, günümüz Türkiye'sinde bir­kaç cümle ile temas edelim: Bugün Türkiye'de resmî ve özel olmak üzere ik türlü İslâmî ilimle meşguliyet ve İslâmî ilim müessesesi vardır. Üniversite, yüksek ve orta dereceli okullar ve kursları ile, gayri, resmi öğre­nim ve gazete sütunlarıyla mecmualarda kendisini sergileyen çalışmalar. Birincilerin sessiz çalışmaları yanında, ikincilerin zaman zaman siyaset ile de bu­lanan faaliyetleri toplum ile daha fazla temas ku­rabilmektedir. İkinciler, halkın isteğine ve düşünce üs­lûbuna uygun fedakârlık yapabilmektedir. Bu çalışma­lar bazan siyaset temel olarak alındığı için bölün­melere sebep olmakta, ortaya sayısız çözüm tipi çık­maktadır. İşin en tuhaf yanı, ilmin ölçüleri şahıs ve hiziplere göre değişebilmektedir. Bu beladan kurtul­manın tek yolu: Selefteki ölçüleri tekrar geçerli kıl­mak, ilmi faaliyetlere: ehliyete, islâm insaf ve imanı­na bağlanmaktır. [415]

 

d) Kolaya Talip Olmak

 

Maddî konularda   insanoğlu   acelecidir,   çabucak

netice almak ister. Fakat herşeyin tâyin edilmiş bir müddeti vardır. Günümüz ilim hayatı, îslâmî mânada yüzyıllar boyu süren bir uykunun mahmurluğunu üzerinden atmanın ve istenen ölçülere uygun çalışma­nın henüz başlangıcındadır. Bu noktada, Türkiye ile il­gili olanı bilmemiz gerekmektedir. Plansız, program­sız, kadrosuz ilmî kalkınma; hele hadis ilimlerinde güçlenme beklenemez. Kanaatımızca, yüksek dinî mekteplerimiz rehberliği altında ilmî ve amelî mânada bütünleşmeğe, irtibatlı faaliyete ihtiyacımız vardır. Müslümanlar, başları daralmca maddî mevzularda bu bütünleşmeyi gerçekleştirebilmektedirler. Aynı işbirli­ği dinî-ilmî konularda da gösterilmelidir.  

Tarihin eski devirlerinden beri, orjinal eser ve faa­liyet yerine, günübirlik işler ve çalışmalar tercihimiz olmuş, bu da ilim hayatında canlılığı, az önceki âmille­rin de yardımıyla yoketmiştir. Yediyüz senedenberi kitle halinde bazı tedbirler alınsa, gereken gayret gös­terilip, çalışmalar yapılsaydı, bizim nesillerimiz, o ça­lışmaların meyvesini devşirirdi. Bugün biz gereken gayreti gösterip; yüzlerce sene sonra geleceklerin di­nî-ilmî ferahlıklarını, doğruyu bulmalarını   temin etmeli, onların iyi bir îslâmi hayat sürmelerine yardım­cı olmalıyız. Gerilememizin, yerinde saymamızın taf­siline girişecek, neticelerini burada sayacak değiliz. Tarih olarak, hangi devreyi, hangi coğrafyayı ele alır­sak alalım, İslâm ülkelerinin siyasi istiklâllerini, ilmî mânada uyanmalar, tefekkürde canlanmalar izlemiş­tir. Son elli yıl için aynı şeyi, her İslâmî ilim dalı ve ha­dis -için söylemek mümkündür.

Hadisteki hareket bugün için birkaç yönlü görül­mektedir. İlmî gelişmeler, telif ve tercemeler yanında, müslümanlarda Peygamberin yaşayışını öğrenip, onu taklid ederek islâmı yaşamak gayreti görülmektedir. Bu görüntünün sakat tarafları, çeşitli mânaları, niyet bozuklukları olabilir. Bunları düşünmüyor ve duru­ma müsbet bir gelişme olarak bakıyoruz. Hadisle ilgili öğrenim - öğretim.faaliyetleri çoğalma durumundadır. Kâfi olmasa bile, memleketimiz ilim ve öğrenim haya­tında «hadis öğrenim:» diyebileceğimiz bir nesne mev­cuttur. Türkiye'deki bu durumu biraz ileride kısaca yazacağız.

Şurasını itiraf edelim: Geçmişin, asırların geri­sinde tenkidi kolaydır. Asıl mühim olan nokta bugünü iyi değerlendirip iyi geçirmektir. Eğer biz, tesbit edi­len hataları tekrarlamadan gelecek nesillere mirasımı­zı bırakabüirsek bu bizim için en büyük bahtiyarlıktır. Yok, eğer tenkid ettiklerimiz kadar da olmazsak du­rumumuz daha da fena olacak, uyku hali devam edip gidecektir. Bunları biliyoruz. Bu mânada geçen hayat bizim için bir ibret vesilesi, salih selefimizin hayatı bi­zim için bir uyarıcı durumundadır. İkaz görevi yap­maktadır. Bize düşen uyanabümektir. [416]

 

3. Duraklama Ve Gerileme Çağlarının   Yetiştir­diği Bazı Muhaddisler

 

Yaklaşık on asırlık bir devrede ve çok geniş bir coğrafyada yetişen, en meşhurlarının sayıları yüzleri bulan, bir muhaddisler listesinin verilmesi, fazla uza­mış olan tarihçe kısmını daha da uzatacaktır. Ebu Ab­dullah Şemsüddin Muhammed Zehebî, Tezkire tu' 1-huf-fâz adlı eserinde (zeylindekileri hariç tutarsak), dört yüz kişiden fazla büyük nıuhaddis adı vermektedir. Bunlardan ilki; Ebu Avâne'dir. Kendisi, onbirinci ta­baka ricâlindendir. Vefat tarihi ise; 316/928 yılma ras-lamaktadır. Son şahıs, Cemaluddin Mizzi'dir. Mizzî'-nin vefat tarihi ise; 742/1341 tarihine raslamaktadır. Milâdın 1341 yılından 1982 yılma kadar yedi yüz yıla yakın bir zaman geçmiştir. Bu devrede, daha az nıu-haddis yetiştiğini kabul de etsek, yine birkaç yüz kişi­lik ek liste ile karşılaşmamız mukadderdir CZehebî, Tezkiretü'l-huffâz, III, 779; IV, 1500).

Daha kısa olması bakımından, Abdülaziz Dehlevî'-nin; eser ve yazar tanıtan Büstânü'I-muhaddisîn adlı kitabında geçen bazı hadisçileri, asırlarına göre sıra­layarak, bir fikir vermesi için burada nakli uygun gör­müş bulunmaktayız.

a) Dördüncü hicrî asır (300/399 - 912/1008). Ne-sâî, İbnu'l-Cârûd, Ebu Ya'lâ Mevsılî, Ahmed b. Mer-van Dineverî, îbn Huzeyme, Ebu 'Avâne, Hakîm Tir-mizî, Îbnu'l-Münzir, Tahâvî, Mehâmilî, Ebu Amr b. Semmâk, îbn Kani', îbn Hibbân, Ebu Bekr Şafiî, Tabe-rânî, Ebu Bekr Acürri, îbn Nüceyd, Ebu Bekr Ahmed

İsmailî, Eb'ul-Kasım Gâfikî, Ebu'l-Hasen Bezzâr, Dâra-kutnî Ali b. Ömer, Ebu Süleyman Hattâbî ve diğerleri.

b) Beşinci asır (400-499/1009-1105). Muhammed b. Ahmed b. Cümey', Muhammed b. Ahmed Hâkim, E-bu'1-Kasım Temmâm Râzî, Ebu Nu'aym îsfehânî; Ha-sen b. Muhammed b. Hallâl, İsmail b. Abdurrahman Sâbûnî, Muhammed b. Selâme Kudâî, Ebu Bekr Bey-hakî, İbn Abdulberr Nemerî, Hatib Bağdadî, Abdülke-rim b. Hevâzm Kuşeyrî, Ebu Abdullah Humeydî.

c) Altıncı asır  (500 - 599/1106 - 1202).    Şîrûye b. Şehrdâr Deylemi, Hüseyin b. Mes'ûd Bağavî, Kadı Ebu Bekr b. Arabi, Kadı İyâz b. Muşa Yahsubî, Ebu Musa Medînî.

d) Yedinci asır (600-699/1203-12993. Ahmed b. Ez-her Bağdadî Tüceybî, İbnu'1-Esir, İbn Halfûn,   İbnu'l-Enmâtî, Zıya   Makdisî,    İbnu'l-Kattân,    Abdülmumin Dimyatı, İbn Ebu Hamze, Ümmü'1-Hayâ Zehre b. Mu­hammed, Berzâlî, İbn Salâh, Abdülazim Münzirî, Yü-nînî, İbn Seyyidi'n-Ebu Şâme, İbnu's-Sâbûnî,   Nevevî, îs'irdî Takiyyuddin Ebu'l-Kâsım.

e) Sekizinci asır  (700-799/1300-1396). İbn Dakîkil-İyd, İbnu'1-İmâm Askalânî, Muhammed b. Yusuf Kir-mânî, Bedrüddin Zerkeşî, İbnu'z-Zübeyr, İbn Teymiyye Harrânî, Mizzî ve diğerleri: Safiyyüddin Mahmûd, Şe-refüddin Ahmed Ezârî, Alemüddin Muhammed b. Yu­suf, Şemsüddin Ba'lebekkî.

f) Dokuzuncu    asır    (800-899/1397-1493).    Abdur­rahman b.    Huseyn Irâkî,   Ebu Abdullah   Demâsinî, Şemsüddin Birmâvî, Ebu'1-Hayr b. Cezerî, İbn Hacer Askalânî, Zerrûk Fâsî vd.

g) Onuncu asır    (900-999/1494-1590).    Celâluddin

Suyûtî, Şemsüddin Kastalânî, Ebu Mansur Abdulhâlik b. Zahir Şehhâmi, Hasen b. Abdullah Bezzârî.

Üçyüz senelik devrede; Hind ülkesi başta olmak üzere; Şam, Yemen, Mısır ve Hicaz gibi îslâm ülkele­rinde; eserlerini gördüğümüz, selefte isimleri geçen pekçoklan kadar ilmî hamulesi olan isimJerin burada yâdına lüzum görmüyoruz. Hele yakın devrede yaşa­mış veya yaşamakta olan muhaddislerin zikri, müna­kaşa kapısını açmak olacaktır). [417]

 

VII. GÜNÜMÜZ DÜNYASINDA HADİS VE İLİMLERİ

 

Hadisin ve ilimlerinin, gayr-i müslim dünyada ve ilim âleminde uyandırdığı ilgiye de çalışmalara daha önce temas ettik. Bu bölümde özellikle İslâm dünyası­na kısaca göz atarak, hadisle ilgili çalışmalara yer ve­receğiz. Bilindiği gibi, Rusya ve Çin'de, topraklarını kaybederek esaret hayatı yaşayan yüzelli milyon ka­dar müslüman dışında, bütün İslâm-yurdlari; idari ba­kımdan istiklâllerine kavuşmuş durumdadırlar. Ge­çen asrın ikinci yarısında durum hiç te böyle değildi. O zaman; ülkesi, bayrağı ve istiklâli olan toprak par­çası parmakla sayılacak kadar azdı.

Aynı İslâm ülkeleri, bir kaçı müstesna tutulursa; maddî yönden bugün en zengin ülkeler olarak bilin­mektedir. Hâl-i hazırdaki servetleri yanında, mevcut potansiyelleri bakımından da bu ülkeler, geleceğin en zengin yurtlarını teşkil etmektedirler. Ne var ki, mad­dî zenginliği güçlü olan ülkelerde, İslâmî ilimlere uğ­raşma bu zenginliğe paralel gitmemekte; maddî yön­den güçsüz, fakat İslâmî araştırmalardaki ananeleri­ni yitirmemiş olan ülkelerin desteği devamlı olarak is­tenmektedir. Hadise bağlı bilgilerin öğrenim ve eği­timi lehindeki ıslahat ve uyanış hareketlerinin tarihi, birkaç fakir İslâm ülkesinde, iki yüz yıl öncesine ka­dar varmaktadır. [418]

 

1. Îlimde Uyanış

 

İsîâmî ilimlerde, asr-ı saadete yakın çağların öl­çülerine dönme hareketi ilk önce uzakdoğuda; Hind diyarında görüldü. Biraz sonra özellikle badis açısın­dan inceleyeceğimiz bu ülke dışında-, Mısır, Kuzey Af­rika, Suriye gibi ülkelerde de uyanış onları takibetti. Türkiye'de, yaygın olmamakla beraber hadisle ilgili uyanış oldukça eski tarihlere varmaktadır. Fakat diğer ülkelerdeki hareketler daha öncedir. Aslında bir Su­riye ve bir Mısır, tarih itibarıyla bizden farklı düşü­nülmemelidir. Bu bakımdan söylersek; Hind müslü-manlarmı takiben Osmanlı Ülkesi'nin her yöresinde, medreseler ve programlarındaki ıslahat, özellikle ha­dis için de görülüyordu.

Uyanış hareketi, öğretim yanında kitap ve matbû-ât açısından da olmuştur. Eski dönemlerle kıyas ka­bul etmeyen bir çokluk ve keyfiyet, bugün için iyiden iyiye sözkonusudur. Dinî tahsil müesseseleri için yazı­lan ders kitapları yanında, hadisle uğraşan diğer ferd-lerin ve halkın istifadesine çeşitli eserler sunulmakta­dır. Bu neşriyat içinde hadise bağlı olanlar pek çok­tur.[419] Dârü'l-Hadisler tekrar ilim hayatına avdet etmemişse bile, dini mekteplerde, kısa hadis kitaplan yerine, kütüb-i sitte'nin okutulup ezber ettirildiği İs­lâm ülkeleri mevcuttur. Neşriyat, satışj az olan, ihti­sas kitapları seviyesinde de devam etmektedir. Büyük bir malî güç gerektiren bu iş, maalesef; maddî varlığı, güçlü olmayan Hindistan gibi, İslâmın ikinci din sayıl­dığı bir ülke tarafından gerçekleştirilmektedir.

Bu kadar yaygın neşriyat içinde, üzülerek belirte­lim ki; istenmeyen durumlar da olmaktadır. Eski me­tinlerin, daha ilmî usûllerle ve tenkidli basımları ya­pılması gerekirken; kolay tercih edilerek, eski nüsha­lar neşredilmekte, bu işler için büyük malî varlıklar eritilmektedir, Ehliyetin, neşriyat sahasında hükümran olduğunu iddia etmek hayli güçtür.

Günümüz İslâm dünyasında hadisin ilmî ve ame­lî durumunu, teklifler ve tesbitler kısmına bırakarak; tarihte ve günümüzde birkaç İslâm coğrafyasını ela alip hadisle ilgili çalışmalarına göz atmak istemekte­yiz. Bu sayede, durum hakkında kısa bilgimiz olacak, böylece tarihî bütünlük de temin edilerek tarihçe kıs­mı sona erecektir. [420]

 

2. Tarihte Ve   Günümüzde İslâm   Ülkelerinde Hadis

 

Mısırlı bir müellif: «... Kuzey Afrika ülkelerini hariç tutarsak, tarih boyunca hadisle ve ilimleriyle en çok meşgul olan iki ülke görürüz der. [421]Onun belirttiğine göre bu iki ülke; Hind ülkesi ile Mısır'dır.

Kendisinden söz ettiğimiz Ebu Zehv, dana sonra; «Ha­dis ilimlerinde Mısır çağı, Hind asırları, Hicaz devirle­ri» olmak üzere üçlü bir taksime girişir. Sonuncusu, bazı eserlerin neşrine yardımdan öteye geçmeyen bu hizmet devirleri hakkında farklı görüşler ileri sürüle­bilir. Fakat herkesin ittifakla haber verdiği Hind müs-lümanlarınm sünnete ve hadise hizmetleri konusunda birkaç söz söylemek gereklidir. [422]

 

a) Hind Ülkesi Ve Hadis

 

Hindistan deyimi ile siyasî haritada; Hindistan, Pakistan, Keşmir, Bengladeş, Bihâr vs. şeklinde bölü­nen yarımadanın tümünü kastetmekteyiz. Eski ve kök­lü bir İslâmî ilim ananesine mâlik olan Hind müslü-manları, bu eski ananelerini, yeni hamlelerle modern yapıya kavuşturmuş ve hizmetin sürekliliğini temin etmişlerdir. Müslümanlar arasında, Arap dili başta olmak üzere, mahallî diller yanında pek çok yabancı dilin konuşulduğu ülkede, îslâmî ilimler sahasında, diğer İslâm diyarlarından geri kalınmadığı çabucak görülür. Orta çağlardanberi devam eden klasik yapı­daki eğitim ve öğretime, dünya çapındaki müceddid hamlelerin sahibi olan evlatları tarafından müdaha­leler olmuş, üfürülen yeni nefha, bazı bölgelerde iyi maya tutmuş, bu vesile ile İslâm kültürüne ve îslâm ilimlerine müsbet katkılarda bulunulmuştur. Hayda-rabad'm müstesna yerini hadisle meşgul olan herkes yakından bilmektedir.

Reşid Rızâ; «Hind müslümanlarmın hadisle meşguliyetleri olmasaydı, asrımızda şarkta hadis bilgilen yok olurdu» demektedir [423]Aslında bu söz, doğu İslâm ülkeleri için olduğu kadar; Mısır, Hicaz, Türkiye ve Kuzey Afrika İslâm ülkeleri için de geçerlidir.

Yakın tarihe kadar; «çeşitli aklî ilimler, felsefe ve çok az miktarda Hanefî fıkhının okutulduğu Hindis­tan'da, şimdilerde görülen hadis lehine uyanış; mü­ceddid ve Rabbani bilginler ve onların, sonradan âde­ta ekolleşen takipçileri tarafından başlatılmış ve sür­dürülmüştür. Bu uyanış, 1054/1G44 vefat tarihli Ab-dülhakk b. Yusuf isimli alime izafe edilmektedir. Bu zat, tam bir muhaddls olmamakla beraber, ilk çığır açan, hadis bilgilerini fetret devrelerinden sonra ilk yayan zattır. Oğlu Nurulhakk da aynı hizmeti devam ettirenlerdendir. Fakat asıl büyük pay sahibi, tesirli âlım Şah Veliyyullah Dihlevî olmuştur. Bu büyük bil­gin, vefatına kadar, (1076/1665), Hind ülkesinde; «bü­yük bir muhaddis, tebliğci ve ıslahatçı» olarak tanın­mış, vazife yapmıştır. Kendi yolunu takibedenler; oğlu Şah Abdülaziz, Şâh Abdülkâdir, Şâh Refiuddin, Mu-hammed Muin gibi âlimlerdir. Aralarında en tesirli olan zat Şâh Abdülaziz Muhaddis Dihle.vfdir. [424]

Sünnetin neşri, hadisle ilgili kitapların basım işi bugün de Hind diyarında devletin yardımıyla yürütül­mektedir. Haydarabad   bölgesi, yetiştirdiği    nâdir simalarla ve arasını kesmediği   ilmî faaliyet   ve kitap neşri ile haklı bir şöhret yapmıştır.[425]

 

b) Orta Şark, Mısır Ve Hicaz'da Hadis

 

Geniş bir tedkikte, bu ülkelerin tek tek ele alın­ması gerekmektedir. Mısır'da, Şam ve Halep'te, son yarım yüz yıl içinde, hadisle ilgili faaliyetler lehinde bir uyanma görülür. Bu uyanış tamamen neşriyat sa­hasına hastır, hadis öğrenim ve öğretiminde bir can-blık mevcut değildir. Hicaz'da, az önce sözünü ettiği­miz Hindli ilim adamları tarafından yürütülen ve üni­versite seviyesinde olmayan hadis çalışmaları mevcut­tur. Haremeyn'de, basit manada da olsa hadisi oku­tanlar onlardır. Hicaz, dinî kitaplarını dışarıda bastır­makta ve ilim adamını ise; Mısır, Suriye, Pakistan, Tunus ve Türkiye'den ithal etmektedir. Yeni açılan bir iki üniversitesi, daha ziyade ideolojik bir İslâmi eğitim ve öğretimle meşguldür. Öğrencileri ise; çok mükemmel burslarla cezbedilen yabancılardır. Yerli halkın, maddî zenginliği, çocuklarının daha çok mo­dern ve teknik bilimlere sapmasını sağlamıştır.

Şam'da son yetmiş sene içinde hadisle ilgili neşri­yat arasında; Cemaluddin Kâsımî, Abdülfettâh Ebû Gudde, Nâsıruddin Elbânî, Muhammed 'Accâa Hatib gibi ilim adamlarının kitaplarına raslanmaktadır. Bir tek ilahiyat fakülteleri mevcuttur. Onun   dışında, hadis tedris eden kurs,çapında öğretim müesseseleri dır. Irak ve Bağdat'ın da farklı bir durumu mevcut de­ğildir. Bir İslâm araştırmaları enstitüsü ve bir tek ila­hiyat fakültesi vardır. Vakıf idaresi vasıtasıyla neşre­dilmiş bazı hadis kitaplarına raslanmaktadır. Subhi Samerrâî, Abdülkerim Zeydan, Muhsin Abdülhamid, İrfan Abdülhamid gibi isimlerin, diğer ilim dalların­daki eserlerine mukabil hadisle ilgili neşriyatı bilin­memektedir.

Lübnan ve Suriye'den; Dr. Subhi Salih ile Dr. Nu-reddin İtr'in, diğer İslâmî ilimler yanında özel olarak hadisle ilgileri mevcuttur. Daha bilmediğimiz bir ta­kım âlimlerin bulunması da tabiîdir. [426]

 

c) Türkiye Ve Hadisle İlgisi

 

Anadolu İslâmlığının ve tefekkür hayatının tarihi yazılırken, İslâmî ilimlere ve özellikle sünnet bilimle­rine yer ayırılması gerekli olan Türkiye'nin, dışarıdan çok ileri bir seviyede teslim aldığı hadis çalışmaları­na, kendi emeğini de kattığı inkâr edilemez. Anadolu-nun İslâmlaşması hareketinde, bir müddet; beraberle­rinde getirilen Arapça ve Farsça dini eserler hizmel ifâ ederken, belirli bir yüzyıldan itibaren Anadolu'da yazılan kitaplar da devreye girmiştir. Bunlar içinde, Türkçe dışında yakın zamanlara kadar, hatta şimdi bile başka dilde; özellikle Arapça ve Farsça olanları da eksik değildir.

Her îslâm ülkesinde olduğu gibi, ilim adamlarıyla halkın sünnet ve hadise olan iltifatı farklı olmaktadır. Bu durum öğrenim eğitim   açısından olduğu   kadar,

amelî yönden de aynıdır. Önce Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine, daha sonra da günümüze bakmak uygun olacaktır:

1. Selçuklu ve Osmanlı dönemleri. Daha önceler pek çok bölgesi müslümanlarm vatanı olan Türkiye, 1071 (H. 463) yılında Alpaslan'ın müslüman ordusu vasıtasıyla iyiden vatan toprağı ile birleşmiştir. Bu devrede, dışarıda hadis ve ilimleri altın çağım yaşa­maktadır. Ve yüz seneyi aşkın bir süredir gelişmiş ha-ciis ilimleri, İslâm diyarlarında ümmete hizmet ver­mektedir. Fetih ordularıyla beraber gelen âlimlerin beraberlerinde getirdikleri - az sayıda da olsa kitap bugün dahi görülebilmektedir. Kütüphaneleri doldu­ran diğer büyük kitaplar gurubu, burada yazılmış yüzyıllar boyu burada meydana getirilmiştir.

Selçuklu dünyasının geniş bir coğrafyası mevcut­tur. Kirman, Suriye, Atabek, Irak Selçuklularının top­raklarında üçyüze yakın muhaddis yetişmiştir. Bunla­rın herbiri eseri olan; büyük isimlerdir. Tokat, Niksar, Malatya gibi ilim merkezlerinin erken devirlerdenberi hadisle uğraşan insanlar yetiştirdiği; Sivas, Erzurum ve Konya'nın Selçuklu ilim hayatında büyük rol sahi­bi şehirler olduğu malumdur.

Gerek 638/1240 tarihinde vefat eden ve uzun müd­det Konya'da, Anadolu'nun diğer şehirlerinde hadisle meşgul olan İspanyalı âlim, Muhyiddin İbnu'l-Arabî ve gerekse onun yolunun sâliklerinden Sadruddin Ko-nevî diye bilinen Muhammed b. İshak (Öl. 673/1274) hadisin neşrinde büyük çığır açmışlardır. Muhy.iddin Îbnu'l-Arabî'nin ve Sadruddin Konevî'nin bugün eld8 mevcut olan kütüphanelerinin sakladığı   kitaplardan;

devirlerinin en üst seviyede hadis ilimlerini takip et­tikleri neticesini rahatlıkla çıkarabiliriz. O günün medreselerinde kuvvetli bir ihtimalle Osmanlılar­dan daha üst düzeyde hadis okutulmaktaydı.

Dârü'l-Hadis ananesi, Selçuklu ülkesinde büyük hizmetler görmüştür. Eldeki bazı yazmalar bize; ilim merkezleri, okunan eserler, okunan miktarlar, tutulan notlar hakkında kıymetli bilgiler vermektedir.

Birkaç kitabın sırtındaki sema' kaydının tedkikin-den şu isimlerin; muhaddis veya Öğrenci olan şahısla­rın tesbiti mümkün olmaktadır: Nureddin Muhammed' b. Ebu Bekr, Sâyinüddin b. Musa, Takiyyüddin Ah-med, Radıyyüddin Yusuf, Şemsüddin Muhammed. b; Ömer, Necmeddin Yakub, Yusuf Karaağacı, Şerefüd-din İshak b. Ali Konevî, Evhadüddin Kirmânî, Kutbüd-din Ebherî.

Profesör Î.H. Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti'nin il­miye teşkilâtı (Ankara, 1965) adlı eserinde, o devirle­rin hadisle iştigal durumuna da temas eder. Düzenli bir sıralama olmamakla beraber aşağıya, alacağımız bazı notlar bize Osmanlı medrese teşkilâtında hadi? öğrenimi hakkında bilgiler verebilir-

«... Tetimme ve Darü'l-Hadis Medreseleri...» (s. 2)

«... II. Murad zamanında (841/1437.1 de başlana­rak bazı arızalar sebebiyle 851 senesinde tamamlanan üç şerefeli cami yanındaki medrese ile Dârü'l-Hadls, o tarihte Osmanlı memleketlerindeki medreselerin üs­tünde yer aldı ve tedris tahsisatı itibarıyla Bursa'da-ki Sultan Medresesi ikinci dereceye indi...»  Cs. 3).

«... Kırklı ve hariç ellili medreseleri... bu medre­selerde müderris derse başlamadan evvel hadisten Me-

sâbîh ve Meşânk, veyahut Buharı ve Müslim'deki her­hangi bir hadisi okuyup izahtan sonra dersini takrir ederdi...» (s. 19).

Yazar medreselerde okutulan kitapları sayarken; «... usûl-i hadis ve hadis, en meşhuru Îbnu'1-Esir (606> 1209), İbn Mübarek (181-797) ve ibn Hacer Askalânf-nin (852/1448) Nuhbetu'I-fiker isimli eserleri ve şerh­leri...» (s. 23) demektedir. Uzunçarşılı bu nakiller dı­şında; s. 28, 30, 38 de de talî derecede ve hadisle ilgili bilgiler verir (s. 29, 30, 38). Medrese adı ve seviyesi belirtmeden; Buharı sahihi ile Kadı İyâzm Şifâ adlı eserinin okutulduğunu söyler (s. 40).[427]

Bu tesbitlerden ve d:ğef belgelerden anlıyoruz ki, Osmanlı ülkesinde orjinal denecek ölçüde ilmî hadis eserlerinin neşri, yaygın bir hadis eğitim ve öğretimi, halka kadar uzanan bir bilgi verişi, Selçuklular devri kadar olmamıştır.

2. İçinde yaşadığımız dönem. Günümüz hakkın­da birkaç söz söylemek gerekirse; müesseseler, neşri­yat ve eğitim irşad olmak üzere meseleyi dört yön­den ele alabiliriz. İrşad sözüyle Diyanet İşleri Başkan-lığı'nm, yurdun en ücra köşelerine kadar varan cami içi ve cami dışı eğitim ve öğretim imkânını kastetmek­teyiz. Neşriyat sözüyle resmi ve özel kitap üretimini, öğretim ve eğitim ile de Millî Eğitim Bakanlığının vö Üniversite muhitinin faaliyetlerini söz konusu etmek istiyoruz:

a) Müesseseli öğretim. Öğretim ve öğrenimle ilgi­li mevzuatın himayesi altında Türkiye'de sekiz İlahi­yat Fakültesinde; usûl ve metin olarak hadis ve ilim­leri okutulmaktadır. Eski metinlerin yanında hazırla­nan ders notları da hizmet görmektedir. Hadisle ilgili olarak fakültelerden bir kısmının devamlı ilmî neşri­yatı mevcuttur[428]

Üç, dört ve beşinci senelerde, iki - beş saat arasın­da (haftada) hadis dersi görülürken, öğrencilerin özel çalışmalarla bu miktarı artırmaları da mümkündür Orta öğretimde, lise seviyesinde öğretim yapan İmam - Hatip Liseleri'nde de hadis, ders olarak okutulur. Altı ve yedinci sınıflarda, üç saat veya daha fazla ha­dis mevcuttur. Gerek yüksek öğretimde, gerekse orta öğretimde bir miktar hadis ezber edilmektedir. Son îs-iâmî İlimler Kongreleri göstermiştir ki, yüksek öğre­tim kurumlarında on kadar ilim dalında otuzar kişi­lik bir akademik kariyere mensup zümre bulunmak­tadır. Bu sayı kadar da Diyanet camiasında, ilimle uğ­raşan kişilerin mevcut olduğuna inanmak gerekmek­tedir.

b) Neşriyat. Hadis kitapları da dahil, pek çok eser yurt dışından ithal yoluyla gelmekte olan   Türkiye'de, devletin yapacağı küçük bir organize   ile, dışarı ilmi neşriyat ihracı ve bu yolla hem memleketi tanıtmak; hem döviz kaybını   önlemek ve hem de   döviz kazan­mak mümkündür. Keşfu'z-zunûn gibi, bazı devlet baskışı kitaplar, yurt dışından aşırı talep göstermesine rağmen, her nedense baskıları yenilenmem ekte; dev­letin, meselenin üzerine gerektiği şekilde eğilmez gö­rünümü devam etmektedir. Türkiye'de dinî yayınlar; özel kuruluşlar, Diyanet İşleri Başkanlığı, Üniversite­deki ilgili fakülteler marifetiyle yapılır. Mevzuatın ge­rekleri olarak; Üniversite ve Diyanet İşleri Başkanlığı­nın kitapları, halka pek az intikal eder. Halk daha çok, ehliyeti münakaşa götüren neşriyatla veya onları oku­yanların telkinleriyle başbaşadır. Piyasada kontrol yoktur. İlmîliği her zaman münakaşa edilebilecek, za­rarı - faydası sözkonusu olabilecek eserler, ehil ellerce hazırlanan ciddi neşriyattan çok rağbettedir. Hadisle ilgili neşriyat özellikle son yirmi yılda artmış; hemen bütün ana kaynaklar Türk diline aktarılmıştır.

Neşriyatta; ciddi hazırlık, kontrol, neşri gerekme^ yen kitaplara kağıt harcamamak ve ticaretten çok hiz­met ölçüleri gelirse, ülke ve ülke insanı kazançlı çıka­caktır.

c) Diyanet hizmetleri. Hadis ve sünnetin yayılma­sında, kendilerinden ciddi ve yaygın hizmet beklene­cek, sayısı çok fazla, müslümanlarla doğrudan teması olan kesim Diyanet câmiasıdır. İyi yetiştirüd-ği takdir­de; en küçük köye kadar hadisin tanıtılması ve tatbi­kata dönüştürülmesinde kıymetli hizmetler görebile­cek tek zümre bu kişilerdir. Diyanetin Kur'an Kursla-rı'nda hadis oku tutmamaktadır. Camilerde namaz son­rası Riyâzu's-sâlihîn okuma işlemi bazı imamlarca de­vam ettirilen bir çalışmadır. Diyanet'in hadisle ilgili güzel neşriyatı olmuştur. Hizmet içi yüksek ihtisas kurslarında Ebu Davud Sünen'i okutulmaktadır.

Ana hatlar halinde gördüğümüz; hadislerin doğu­su ve ş'fahî nakli, yazılışı, cem ve tedvini, tasnif çağ­ları, duraklama ve gerileme yılları olarak böldüğü­müz tarihçe burada son bulmaktadır. Her seferinde söylediğimiz gibi hadis tarihi; ileride ehli tarafından ülke, ülke çağ çağ ele alınması gereken karmaşık bir konudur. [429]

 

I. UMUMİ DEĞERLENDİRME

 

Hadis ve hadise bağlı ilim dalları hakkında umu­mî başlangıç bilgileri verecek şekilde planlanan çalışmamızm üçüncü ve son bölümüne gelmiş bulunmak­tayız. Naşirlerin isteğine göre üçüncü bölüm: «bir ta­kım tespitleri ve teklifleri» ihtiva edeceV.ti. Buraya ka­dar yazdıklarımızı okuma lutfunda bulunan değerli okuyucu bilmektedir ki, hadisin bazı konularıyla, kısa tarihçesi evvelce geçmiştir. Önce birkaç noktaya te­masta fayda mülâhaza-etmekteyiz.

a) Üçüncü bölümde yer alacak bilgiler    «bir tür nefis muhasebesi; kendi   kendini tenkid ve   doğruyu arama havası taşıyacaktır». Bu itibarla, dinî bilgilerin yabancısı olan; derinliğine değil de sathi şekilde malu­mat sahibi bulunan değerli kişilere hitap   etmemekte­dir. Onlar bu bahisleri okuyabilirler; fakat, meseleyi kavramadan, başkalarına nakil veya başkalarıyla bu bahislerin münakaşası kendileri için fayda   temin et­meyecektir. Onlar,    burada anlamadıkları   konularla karşılaşmışlarsa, bilgi de yeterli gelmemişse; ehliyetli bir âlimin yardımını istemelidirler.

b) Yine bu bahisler, özellikle din dışı yüksek tahsil yapmış; meselâ teknik ilimler okumuş, dine ilgi duymuş; cesaretle ihtisası olmayan din bilgilerinde de konuşan, yazan ve çizen kimselere de hitap etmemek­tedir. Onlar burada yazılı olanları şüphesiz okurlar; fakat din ilimleri mütehassısı olmadıkları için, taraf olarak münakaşaya iştirak edemezler. Ehliyet sahibi araştırıcının; kıymetli çalışmaları ve bunlara bakış açısı bizim başımız üstündedir.

c) Tespitler ve teklifler bölümündeki denemeler; hadisle ihtisas derecesinde uğraşan bizim hocalarımız, meslek arkadaşlarımız ve ilahiyat tahsili içinde bulu­nan öğrenci kardeşlerimiz için kaleme alınmıştır. On­ların her yönden ilmî ve ruhî irşada ehliyetli olanları, bize yazarak; yazdıklarımızı hasbihal telakki ederek; yanlışlarımızı düzeltecek, doğrularımızı tasdik edecek, bizi güçlendirecek, farkına varıp idrâk edemediğimiz hatalarımıza temas edecek; ölçüsüz dileklerimizi sınır­landırıp sağlam ölçüye kavuşturacak ve 'güzel bir tes­pitler ve teklifler çalışmasının meydana gelmesine yardımcı olacaklardır.

Bütün ilimlerde olduğu gibi hadiste de, ehliyetli kişilerin irşâdlarma muhatap olmak, onların fikirle­rini ve düşüncelerini almak; yıllarca kendi başına okutup okumaktan çok daha feyizli ve bereketli neti­celer vermektedir. Büyüğün tashihi ve yol göstermesi, ilimde eksik olmaması gereken bir klavuzluktur. Ko­nunun yabancısı olanların, herhangi bir sebeple aça­cakları münakaşa kapısını, şimdiden kapatmak için bu birkaç hususu yazmış bulunuyoruz.

Tespitler denilince aklımıza şunlar gelmektedir: Ortada kendisinden söz   edilen bir «ilimler   gurubu»

bulunmaktadır. Bu ilimlerin; bir mânisi, bir de hali vardır. Geleceği, yani istikbali bizim için meçhul bu­lunmaktadır. Ondört asırlık devrede; çok kıymetli me­sailer sarfedilmiş, nurlu bir yol açılmış, ilim adamları ve İslâm toplumları hata ve sevaplarıyla o yoldan geçmişlerdir. Yanılmalar olmuş, doğruya devam edil­miş; hülasa değişik coğrafyalarda uzun bir hayat ya­şanmış.

Bugün yine, tarihin bazı bahtsız devirlerinde ol­duğu gibi birkaç guruba ayrılmış, birbirinden kop­muş, farklı fikirlere bölünmüşüz. Hadis açısından, özellikle Şia ve Ehl-i" sünnetin farklı değerleri kullan­dığı; uygulamalarının çok farklı olduğunu görmekte ve bilmekteyiz. Bu farkların en aza indirilmesi, parça­lanan unsurların bütünleştirilmesi, İslâm ilimlerinin ve müslümanlarm en kudsi hedefleri olmalıdır. Hedef bir bakıma her tarafta birdir; «Peygamber (s.a.) in sünnetinin doğru olarak tesbiti ve onun getirdiği müslümanlığın; ahlâkî ve iman değerlerinin; ferdin davranışlarının tümünü kaplayan uygulama hayatı­nın tatbikata konulması; dinimizin doğru olarak an­laşılıp, öylece öğretilmesi ve yaşanması». Durum bu kadar açık olmasına rağmen, şâirin dediği hâl de or­tadadır: «Cümlenin maksûdu bir amma rivayet muh­telif...

İşte bu muhtelif rivayetlerin asgariye indirilme­sinde de ölçü ilimdir. İlmin hükümranlığım örten her çalışma, zarar olmaktadır.

Teklifler olarak, ortada mevcut manzaraya bakıp birkaç nokta üzerinde fikir teksifi uygun olacaktır. Bunlardan   birisi insan unsurudur.   Dinî   ilimleri ve özellikle hadisi mükemmel öğrenecek kadro gerek­mektedir. Ayrıca bütün müslüman toplumlara ulaşa­cak «yaygın ve belli ölçüde derin» bilgi veren kadro­lar gereklidir. İkinci mühim mesele; ondört asırlık mi­rasın eksiksiz tespiti olarak göze çarpmaktadır. Sün­neti bize nakleden ne gibi bir malzeme devraldık; de­ğerleri nedir?. Nihayet üçüncü mühim nokta: Geçmiş­teki güzellikler ve hatalar nelerdir, ilerisi için -geri­ye bakarak- nelerle mükellef bulunmaktayız?

Üçüncü, bölümde, önce bazı meseleler ile, gelece­ğe .dönük birkaç fikri nakledip, hadisi öğretecek olan unsura; insan unsuruna yer vereceğiz. Müslümanla­rın ve özellikle hadis âliminin alması gereken kıvam­dan söz açacağız. Daha sonra fikhu'l-hadis bünyesin­de cereyan eden bazı araştırmalar ışığında, hadisle amel ve sünnetin tatbiki meselelerimize geçeceğiz. Son olarak; manevî mirasımızın tesbiti; görevlerimizin tesbiti konumuz olacaktır. Kadro teşkili ve çalışma konularına ait birkaç teklifi, bibliyografya listesi taki-bedecektir.[430]

 

1. Hadis Meseleleri: İlim Ve Amel

 

Hadis ve sünnet, Peygamberimizden İslâm adma intikal eden her şey olduğunu bilmekteyiz. İlk asırlar­da, ilim denilince hadis anlaşıldığı gibi, sünnet deni­lince de, bilgiyle birlikte amel haline getirme ve uy­gulama anlaşılmaktaydı. Bunu gerçekleştirmeyen ilim, buna hizmet etmeyen çalışma gayr-i nâfj yani fayda­sız telakki olunmaktaydı. Hatta ilk   Müslümanlardan itibaren; faydasız ilimden Allah'a sığınmak bir ölçü ve bir ilkeydi.

Peygamberimize uymak; O'nun gibi müslüman olmağa çalışmak her müslüman için mümkün ol­mayan bir husustur. Burada Peygamber ölçüsünde müslüman olmak mânası anlaşılmamalıdır. Vahyin desteğinde yaşayan, beşerî vasıfları dışında üstün bir kişiliği bulunan, en son' peygamberin İslâmlığının tak­lidi sözü ile; «onun öğrettiklerine uygun olan ve ferdin kendi vüsati çerçevesinde yaşanan» müslümanlığı kastettiğimiz açıktır. Genel mânada insanlık ve özel anlamda müslüman toplumlar, sünnetin geniş yardı­mını görmüşler; hayatlarını onun gölgesinde sürdür­müşlerdir. Canlı kalabilmek; kültür, medeniyet ve in­sanlık alanlarında varlığımızı sürdürmek, onun getir­diklerini iyi bilmekle ve yaşamakla mümkün olacak­tır.

Geçen bahislerde bir nebze günümüz müslüman dünyasının hadis ve sünnetle ilgili; ilim ve amel açı­sından genel yapısına temas ettik. Toplumlardaki İslâmî uygulamadan uzaklaşmalar; cehaletin, özellikle dinî eğitim ve öğretimin eksikliğinin eseridir. Topye-kün İslâm dünyası dinî kültürden halk seviyesin­de yoksun bırakıldı diyemeyiz. Fakat, devam eden­lerin vasıfsız oluşu, asrın getird.klerinin tahripkâr gü­cü, bazı ülkelerde din öğretiminin uzun müddet askı­ya alınması, bugünleri doğurdu.

Bugün için iki problemimiz vardır; a) İlim; b) Öğ­retim eğitim ve uygulama. Bunların değerlendirilme­sinde farklı görüşler mevcuttur. Daha doğrusu:   problem olarak bunlara çözüm sunan sistemli araştırma­lar ferdî kalmaktadır. Günümüz sanayi dünyasının içinde; müslüman olarak kalmak, İslâmm faziletini yaşamak, ahlâkını sürdürmek, İslâm araştırıcı ve ter­biyecisinin kafa ve gönül yoracağı meselelerdir. Gü­nün problemi budur. İnançtan tutalım, a,hlâka kadar her meselede; orta çağın getirdiği bir takım münaka­şaların tekrarı ve onlara çözüm bulma yerine; çağın bahtsız veya bazılarına göre çok talihli nesillerine yol gösterme; Muhammedi tebliği tanıtma, bizim ve insanlığın problemidir. İnançsız zümreye el uzatılır­ken; inanmış zümre içine sokulan eski hârici ve Şiî fi­kirlerin üzerindeki sahte Ehl-i sünnet ve Ehl-i hakli perdelerini de sıyırıp, ateşperest emperyalizmi ve onun Allahsızlıkla işbirliği halindeki uygulamalarını da görmemiz gerekmektedir. Aynı şekilde mutlak küfra karşı; Müslünıanın ehli kitapla olan işbirliğinin dinî açıdan sınır ve sorumluluklarının tespiti de bize düş­mektedir.» Bugünkü Hristiyan ve Yahudiler kâfirdir, Kur's,n'm Ehl-i kitap dedikleri başkaydı... «deyip işin içinden sıyrılmak» bize sorumluluk üzerine sorumlu­luk yükleyen bir davranış olacaktır.

Çok büyük bir programın; bir sorumluluklar silsi­lesinin, küçük bir bölümüne, hadisle ilgili bazı nokta­larına dair birkaç hususu arzetmemiz faydalı olur sa­nırız.

Hadisle amel ve İslâmî tatbikatın hadise dayandı­rılıp, ilk nesillerin (erişilmesi imkânsız seviyedeki in­sanların) tatbikatına ulaşma konusunda, Türkiye ve diğer İslâm ülkeleri için başlıca iki düşünce mevcut bulunmaktadır denebilir:[431]

 

a) Eski Halin Devamı Dileği

 

Eski halin devamından kastımız, özellikle hatalı hareketlerin devamı, yanlış bir yol tutulmuşsa, mese­lenin çözümü için çaba sarf etmeyip olduğu gibi deva­mı isteme anlammadır. İyi işlerin devamı zaten iyidir, gereklidir. Halen, müslümanlarda özellikle ilim sahip­lerinde sünnetle amel konusunda yeni ve sarih bir tatbikat görülmediği için, tatbikat eskiden nasılsa onun devamı üzeredir diyebiliriz. Burada, İslâmî bil­gilerle hiç meşguliyeti olmayan tabakayı kastetme-inekteyiz.   .

Sünnetin yeniden öğrenilmesi ve uygulanması meseleleri için neler yapılması gerektiği konuşulduğu zaman, titizlikle bir şeyler yapılmasını isteyenler «her­kes önüne gelen hadisten hüküm çıkarsın ve onu uy-gulasm; onunla amel etsin» dememektedir. Durum bu kadar açık olmasına rağmen, karşı itirazlar hep bu şe­kilde yapılmaktadır.

Şurasını rahatlıkla savunabiliriz: Sünnetin amel­de hükümranlığını isteyen hiç bir ilim adamı, «her­hangi bir vatandaşın, okuduğu Türkçe bir tercemeden öğreneceği hadisten, kendisine amel prensipleri çıkar­sın ve onları uygulasm» dememektedir. Böyle bir suç­lama hem gülünç olmakta ve hem de hasmın çaresiz­liğini sergilemektedir. Böyle bir istek ilim adamından nasıl gelebilir ki? Hiç bir bilgi sahibi olmayan, hadis­ten nasıl ahkâm istinbât edebilir ki? Kaldı ki, binler­ce hadisi Türkçe kitaplardan kendi kendine okuyan, sâde bir müslümanın, hayatının her    noktasına dair

okuduğu hadis meallerinden bazı çözümler bulduğu, hadislerin kendisine kazandırdığı bilgi ve misâllerle; «ben bu konuda şunu görmüştüm, böyle tatbik etsem doğru mu?» diyerek ilgili ilim adamına danıştığı, on--dan müsbet ve öğücü cevaplar aldığı da bir gerçektir. Onbinlerce hadis tercemesi ile, sâde- vatandaşın arası­na girecek bir engel ve ikaz sadece kapaklara yazılan «Aman bunlardan hüküm çıkarmaya kalkmayın; çün­kü nâs'hi var, mensuhu var... tarzındaki küçük bir cümleden ibarettir. Meselede iki çıkmaz mevcuttur: Hadisler vatandaşa sunulmakta, tehlikeli olduğu yazıl­makta; uygulamada ise vatandaş İslâmî bir terbiye içinde onlardan istifade etmekte. Fayda ile şayet varsa zarar içice. Girift ahkâm ve hukuk konulan dışında; nesih ve benzeri vak'alara uğrayanları dışın­da, özellikle ahlâk konularında, hadis okumanın fer­de verdiği bir terbiye ve Hz. Resûl'e yaklaşma da söz-konusudur. Meselâ, hadislerle okuduğu yasakla «çar­şıya gelmekte olan ve elinde deri taşıyan bir vatanda­şı yolda karşılamanın; köylünün malını yolda karşıla­yıp almanın yasak olduğunu hadiste okuyup ondan kaçman kişi aynı meseleyi fıkha danışınca rahatlıkla yapmaktadır.[432]

Halkın dinî hayatı, ona dinî   tebliği yapacak   ilim adamına bir nisbet dahilinde bağlı olduğuna göre, biz İslâmi ilimlerle uğraşanların durumunu  konuşma mevkiindeyiz. Bu zümre, müslüman toplumlarda ha­dis ve sünnetle en fazla temasa geçmesi gereken bö­lümdür. Hadisin İslâm toplumunun hayatına karışma­sı konusunda, eskiden faydalanarak, onu mükemmelleştirip ortaya koyduğu bir fikri yoktur. Büyük kitleyi Kastettiğimizi, münferit istisnaların ve müsbet geliş­melerin kaidemizi bozmadığını ifade edelim. Kanaati-mızca ilim sahiplerini korkutan; çalışmayı ve çok çaşmayı gerektiren bir çığırın açılması, dört fıkıh mez-hebimizdeki tatbikatla  şu veya   bu ölçüde   çatışa­rak bir kargaşa halinin zuhuru olsa gerektir. Çün­kü, sıhhati ve sağlamlığı, mütehassıs âlimlerce tesbit edilen sahih hadis ve sünnetle   amel; kişinin   müslü-manlığmm gereği [433] ve şartı,olup; bu amel mecburi­yetinin önüne, nesih ve tahsis gibi bazı usûl problem­lerinin engel olarak konulması, meselenin çözümünde kâfi bir tutum değildir. «Meseleye yanaşmayalım» de­mek, «öylece eskisi gibi kalsın» demektir. Az önce de temas ettiğimiz gibi, böyle hadislerin; mütehassısların çalışmaları sonu müslümanlara sunulması gereken ha­dislerin miktarı, iki elin parmaklarını geçmemektedir. Bu tür çalışmaları yapanlar olmuşsa da, münferit kal­mışlar; «çalışmaları fitne çıkarır korkusuyla ilgisizlik­le; okunmamakla cezalandırılmıştı. [434]

Diğer taraftan, hadislerin ve sünnetin îslâm top­lumlarında amel halinde tecellisini isteyen fert için, i başka engeller de mevcuttur. Bu engeller, yıllardır üzerlerine varılmayan meselelerin eski tarzdaki deva­mını daha da ömürlü kılmaktadır. Bu engellerden bi­risi, hüsn-i niyyet sahibi, çalışkan âlimin, tekliflerin­den ve çözüm yolu gösterişinden dolayı mezhepsizlik ve selef düşmanlığı ile damgalanmasıdır. Hadisle amel edilmesini isteyen ferdin; mezhepsizlik ile suçlanması, kelimenin Türkiye'deki manasıyla değil de, belirli bir fıkhı mezhep yerine sünnete ittiba' mânasına belki ta­biî karşılanabilir. Ama sünnet ve nakil taraftarının; müctehitlikle, re'y taraftarı ve selef düşmanı olmakla damgalanması biraz garip olmaktadır. Mezhepsizlik tavsifi olduğu gibi kalmamakta; bir basamak sayıla­rak, ikinci ve daha coşkunca söylenen bir tavsif arka­dan gelmektedir: Dinsizlik ve reformatörlük.

Temiz nâsiyelere ve onların iffet ve namuslarına kadar uzanan bu tür damgaların, tamamen siyâsî mü­lahazalarla yapıldığı ortadadır. Kendi sevdikleri kim­selerin, «din adına şeriat koyar gibi, ilim dışı hüküm­ler verişine» aldırmayan insanlar, başkalarında gör­dükleri doğrulara bu tür saldırınca, ister istemez insa­na dua etmek düşmektedir.»

Durum ne olursa olsun; ilim adamı küsmemelidir, çalışmalıdır. Bu tür haller cemiyet hayatında arızidir; hasede, hisse ve fevri davranışa dayanır. Onlar da sabrın ve İhlasın karşısında erir gider. Küskünlük ve yılma meseleye çözüm getirmez. İslâm toplumuna şifâ getirmez. İşimiz bellidir: «Allah Elçisi'nin Cs.a.) yolu­nun, müminin hayatında tecellisi». Buna hangi sağlam yolla gidilecekse o yol tutulmalıdır.

Hz. Peygamber (s.a.) in hayatının her safhası, bir zim İslâmî yaşayışımız için imtisal nümunesidir [435]Biz öylece yaşamağa çalışmakla mükellefiz. Diyebili1 riz ki, İslâm düşünce ve amel hayatı, Resûl-i Kibriyâ-mn sahih hayat hikâyesine; siyretine, siyret tefekkü­rünün ve rivayet sisteminin verdiği verilere (mutala­ra) dayandığı nisbette İslâmîdir. Buradan şu neticeye varabiliriz: Her müslümanın üzerine, Kur'an'm içinde­kileri tanımak, gereği ile amel etmek nasıl farzsa, sa­hih sünnetin getirdiklerine râm olup, onun gösterdiği caddeden ilerlemek, başka tarîklere sapmamak, çık­maz yollara girmemek nasıl farzsa, Nebiyyi Ekrem'in (s.a.) sahih hayat hikâyesini sağlam yollarla tesbit eden eserlerle meşgul olmak da öylece farzdır.

Eskiden Allah Elçisi'nin hayatı, arzettiğimiz ölçü^ lere uygun tedris ve telakki olunurdu. Başlangıçta ora­da, hayalin ve efsanenin rolü mevcut değildi. Herkes, fikrini akâid ve ruhanî hayatını, muamelesini, bu siy­ret içinden alıyor; menkabelere, uydurmalara değer vermiyordu. Ne zaman bu ölçüleri kaybettik, o zaman Allah'ın Elçisi'ni farklı tanıdık ve başkalarının da farklı tanımasına vesile olduk. Biz Peygamberimizi beşer üstü görüp öylece tavsife kalkışınca, ister iste­mez yolumuzda aksaklıklar belirdi. Halbuki Peygam­berimizin  Cs.a.), bizzat kendileri sağlıklarında Allah'-yn kulu ve elçisi olarak tanınmasını, Meryem oğlu İsa Ca.s.) gibi öğülmemesini istemişlerdir[436]

 

b) Yeni Düşünce Tarzı

 

İslâm ilim âleminde, taraftarları az da olsa, ikinci bir görüş daha mevcuttur. Bu fikrin sahiplerine göre, sünnet ve hadisin, İslâm toplumlarında hayatın her safhasında müessir ve hükümran olması için, gerekli çalışmaların yapılması ve devamlılığının sağlanması zaruridir. Bu çalışmalar için bir durum tesbiti, ilmî kadrolar teşkili ve planlı bir faaliyet gerekmektedir.

Tesbit edilecek durum bize, sünnetin hududunu ve kaynaklarını vermelidir. Bunun yanında, ilmî ölçüler­le tahdidi gereken bir diğer durum; bugünkü İslâm dünyasındaki fert ve toplum üzerinde, halen görülen ' hadisin ve sünnetin tesir derecesinin ne olduğu ve ilim adamlarıyla müslüman halktaki bilgi ve uygulama nisbetidir. Eldeki mevcut olanların bilinmesi, tamam­lanması gerekli olan eksiklerimizin tesbitinde bize yar­dımcı olacaktır. İlmî kadroyu teşkil edecek fertlerin-İslâm dinine tam bağlılığı, hasbî çalışması (Allah rızâ­sından başka bir hedef gözetmemesi) ve tarafsızlığı esas olmalıdır.

Hadisler ve sünnetle ilgisi tesbit edilen İslâm top­lumundaki, devletten fertlere, fertlerin de kendi ara­larında; bilgili olandan olmayana kadar her kademede çeşitli görevlerin   yerine   getirilmesi    gerekmektedir.

Devletlere düşen en büyük vazife laik de olsa ida­relerini yüklendiği tebeanm imanına saygılı olmak, doğru ve ilmî tarzda dinî eğitim ve öğretim için gay­ret sarfetmektir. Halbuki birçok İslâm ülkesinde görü­len tatbikat-maalesef- aksi istikamette olmaktadır.

Müslümanların, dinlerini eksik ve yanlış anladık­larını zaman zaman vurgulayan devlet, diğer taraf­tan, İslâm dininin ilmî ölçüler içinde öğretilmesine ta­raftar olan ehliyetli kişilerden çok eğriyi yayanlara kulak vermektedir. Tarihin pek çok devrinde durum böyle olmuştur. Otuz sene önce, din bilginimizin iki-üç fakülte bitirmesini isteyen siyaset adamı, gün gelmiş; karşısında sağlam ve bilgili kimseler yerine, tahsilsiz fakat idareye elverişli din yetkilisi aramıştır.

İlim sahipleri işe önce hadisten başlamalı ve îslâ-mı sünnet içinde öğrenme alışkanlığı yeniden kazaml-malıdır.

İlmî hadis neşriyatı ve bunu yapacak, ona muha­tap olacak bir nesil, bir kadro gerekmektedir. Bu kad­ro; birkaç çeşit hizmeti yürütecek; ayrı şartlarda ye­tişmiş bol miktarda elemandır. Müslüman halkımız; dinine, ilmine ve ittikâsma (takvasına) güvendiği bu geniş kadronun gösterdiği istikamette müslümanlıkla ilgilenmek mecburiyetindedir. Başka türlü sünnete da­yalı bir ilmî kalkınma yolu olmadığı gibi, bunlar yapıl­madığı takdirde; problemlerimizi çözecek, toplum ola­rak biz madde-mâna dengesi içinde kalkındıracak bir çare. de -bizim bildiğimize göre- yoktur:

Ancak arzettiğimiz yollarla, dinî hayat; ekmek gi­bi, su gibi, barınak gibi, yakacak ve diğer ihtiyaçlar gibi bir «hayatî ihtiyaç» olabilir.

Arzına çalıştığımız bu iki fikir yanında, daha gü­zel düşünce tarzları belirlemek de şüphesiz mümkün­dür. Mesele; iyi niyetle düşünmeğe gelip çatmaktadır; Bu da geniş çapta insan unsuru ile mümkündür. No kadar iyi düşünceler ortaya konulursa konulsun, on­ların peşinden gidecek; onları hareket ve eyleme dö­nüştürecek insan unsuru; ya en güzel prensipleri rezil edecek, işe yaramaz kılacaktır veya bu prensiplerin eksik ve yetersiz olanlarını da düzelten, iyi insan un­suru rol alacaktır. İkinci durum îstenen ve iştiyak du­yulan husustur.

Bu bölümü takibeden kısımda hadisemin alması gerekli olan yapıya ve kıvama temas edilecektir. Bu­radaki istenen hususlar; erişilmesi çok zor olan; yay­gın tabiri ile ideal "olan istekler değildir. Bunların, şu veya bu coğrafyada-, belirli ölçüde gerçekleştirilmiş nesneler olduğu unutulmamalıdır.[437]

 

1. Hadis Mütehassısının Alması   Gereken For­masyon Ve Yapması Gerekli Ön Hazırlıklar .

 

Biz, özellikle hadisle uğraşana hadis mütehassısı derken; ilk üç hicri asırda emsalleri bol miktarda gö­rülen, sonraki asırlarda sayıları daha azalan, orjinal ve temel eserler veren, hadisin büyük imamlarını kas-detmiyoruz. Zaten çizmeğe çalışacağımız program. böyle bir mütehassısın yetiştirilmesine yönelmiş değil­dir.

Hadisçinin   yapması gerekli   çalışmaları   anlatır­ken, onun için lüzumlu vasatı temine   yönelmiş bazı hazırlıkları da ayırmadan zikredeceğiz. Bütün bunlar tahakkuk ettiği zaman, ortaya bir şahıs çıkacaktır, iş­te o arzu ettiğimiz ilmi ve İslâmi çalışmaları yapabil­meye en istidatlı namzet olabilecektir. Birtakım eser­lerde, hadisçilerin üstün vasıfları zikredilir.[438] İlk ba­kışta, hadisçilerin   kendilerini   övdükleri    zannedilir. Halbuki durum böyle değildir. Bu nevi eserlerde zik­redilen ve hadisçilerin   özelliklerini   anlatan   bilgiler içinde; asırlar boyu ümmet fertlerinin hadisçüere bakış üslûbu, onlara karşı gösterilen hürmet ve toplum içerisinde hadisin ve muhaddisin rolü açıkça görülür. Hadisçinin Peygamberimiz tarafından öğülmüş oluşu, onların âdil kişiler oluşu, .doğrulukları, İslâmi tebliğ­deki gayretleri, imanlarındaki salâbet, Peygamberimi­zi en iyi tanıyan kimseler oluşları, dinin koruyucuları onlar oluşu vb. bir takım özellikleri ve bu arada ha­disçinin alması gerekli ruhî ve ilmî kıvamı anlamak için, bu nevi eserlerden, meselâ Hatîb'in Şerefu ashâ-bi'1-hadis'ine bakmak faydalıdır.[439]

Hadisçinin yapması gerekli ahlâki - ruhî hazırlık­lar yanında, ilmî hazırlıklar da vardır. Bu iki husu­sun gerçekleşmesi de meseleyi haile kâfi değildir. Bir de kitap -imkân gibi maddî hazırlıklar mevcuttur. Bu üç maddeyi ayrı ayrı ele almayıp birlikte mütalaa edeceğiz. Şimdi hazırlıkların en mühimlerini görelim:[440]

 

a) Niyyet Dürüstlüğü

 

İslâmda niyyetin değerini burada anlatacak deği­liz. İbadetlerimizde ve davranışlarımızda niyyetin rolü büyüktür. Bizim mesuliyet sınırımızın tayininde niy-yetimizin rol oynadığı unutulmamalıdır. İşte, böylesi­ne ehemmiyetli olan niyyet, burada da karşımıza çık­maktadır. İlim talibine herkesin tavsiyesi; önce niyyet dürüstlüğü, islâmi maddî çıkarları için basamak yap­mamak; dünyayı elde etmek için dini. satmamak şek-hnde olmaktadır. İslâmî ilimler mensubunun ayağının kaydığı noktaların başında, niyyetinin bozukluğu; îs-lâmî, maddeye basamak yapması gelmektedir. Halbu­ki İslâmî ilimler yoluyla madde temini ve yine de ih-las iddiası; İslama hizmet, sünnet-i seniyyeye   uygun yaşama ve benzeri iddialara taban tabana zıttır. Öy­leyse hadisçi de, gayret ve çalışmasının karşılığını Al­lah'tan istemelidir. Burada çeşitli mukabil    görüş ve iddialar karşımıza çıkar. Bunların bir kısmına ilmi sü­sü de verilir. Fakat hepsi mesnetsizdir,   çürüktür, sa­vunulması mümkün olmayan nesnelerdir. Allah Elçisi­nin ve selefin hayatları ortadadır. Bize yakın zaman­larda yaşayıp da, çocuklarına mal değil borç bırakan büyüklerimiz de meydandadır. Sözün kısası,    İslâmm madde mukabili istismarı ilimle bağdaşmaz. Diğer is­tismarlar da öyledir. Fakat burada onlara temas et­meyeceğiz. Madde, şöhret, riyaset iddiası vb. hastalık­lardan temizlenmiş bir kalp ile sünneti öğrenme dile­ğimizi; başta kendimiz ve sonra, okuyan   herkes için samimiyetle Allah'tan niyaz ederiz.[441]

 

b) Kur'an'ı Bilmek

 

Kur'an-ı Kerinı'i tanımak ve bilmek, şümullü ve geniş mânaları ihtiva edebilen bir tâbirdir. Kur'an-ı bilmek; eski devirlerde ve günümüzde farklı anlaşıl­mış bir mefhumdur. Biz, neyi kasdettiğimizi açıklama­lıyız; Kur'an'm tanınması, onun indiği şartların, çev­renin bilinmesi; günümüze kadar Kur'an-ı Kerim'in tarihi hakkında bilgi sahibi olma; kıraatlere bir parça vukuf, kıraat ihtilâflarının ahkâma tesiri;     Kur'an-ı

Kerim'i ezbere bilmek; diline ve ahkâmına vâkıf ol­mak; hadisle ilgisini gerektiği şekilde bilmek. Daha toplu bir ifade ile şöyle de denebilir: «Dinimizin kay­naklarından birisi olarak "Kur'an-ı Kerim'in muhteva­sına, fonksiyonuna ve dinimizdeki yerine vukuf». Yok­sa Kur'an-ı Kerim'i alelusul tanımak, onu tilâvet ey­lemek ihtiyaca kâfi gelmiyor. Bunlar da birer hizmet­tir; bugün, bu işleri yapacak kişilere; hele hele onu ez­bere bilene muhtacız. Bizim burada kendisinden sö2 ettiğimiz Kur'an'ı tanıma, daha derinliğine bir bilgi­dir.

Kur'an-ı Kerim'in tilâveti bile, bizim cami hizmet­leri ve ona bağlı bazı vazifelerimizde, halk nazarında tutunmamıza vesile teşkil edecektir. YıJlardır, öğren­cilik sırasındaki cami hizmetlerinde halktan hüsn-i ka­bul görmemişsek, bu bizim Kur'an'ı okuyuşumuz ve vazifeye devamımız ile ilgili bir eksiğimizdir. Bu nok­ta üzerinde iyice düşünmek gerekmektedir. Bu azıcık bilgi bir tarafa, İslâmî ilimler mensubu bir kişinin ha­fız olmaması, hemen telâfisi gereken bir eksiğidir. He­le Kur'an-ı Kerim'i sathi tanıyan bir fıkıh bilgini, bir akâid ve kelâm hocası, bir tefsir öğretmeni, bir din bilgisi muallimi düşünülmemelidir.[442]

 

c) Arap Dili Ve Edebiyatı

 

Bu şart, Arapça ana dili olan kimseler için de va­rittir. İslâmî ilimler mensubu olan kişi, Arapça kendi dili de olsa onu gerektiği şekilde geliştirmeli, Arapça ana dili olmayanlar da mükemmel tarzda onu öğren­melidir. «Arapçanm bilinmesi» deyince biz, çeşitli ülkelerde, ondört asırdan beri yazılmış eserleri anlama melekesini kastediyoruz. Aslında bilmek; okumak, an­lamak, konuşmak ve yazmakla gerçekleşecektir. Bun­lardan konuşma ve yazmayı ikinci plânda görerek di­yoruz ki; hadisle uğraşacak kişi, Arapçayı her devri ve her coğrafyayı kuşatacak bir ihata ile bilmelidir. Okuduğunu anlamayan; dilin özelliklerine, edebiyatı­na, edebî sanatlarına vâkıf olmayan kişi; okuduğu metinlerden, Allah Elçisi'nin söylemediği ve kasdetme-diği mânaları çıkaracaktır. Bu ise, Hz. Peygamber'e if­tiradır. Din böyle anlaşılamaz. Vasat bir Arapça ile vo vasatın altındaki dil bilgileriyle, hadis sahasında hiz­met olamayacağı gibi, diğer İslâmi ilimleri anlamak da mümkün değildir.

Yıllardır görülen eksikliklerimiz, tatbikattaki ha­talarımız bizi Arapçamn öğrenüemeyeceği kanaatine sevketmemelidir. Ümidini kesen kişilerde; «Nasıl olsa Türk dilinde, bize yetecek kadar eser var; devamlı ola­rak da -hatta ana kaynakları bile- tercüme faaliye­ti sürüyor, bu bizim işimizi görür; biz daha aktif işlere yönelelim...» düşüncesine saplanmamahdır. Böylesi ,bir ümit ve çalışma, bizim ifade ettiğimiz mânadaki ihtisas çalışmalarına hizmet etmez; aksine biz, devam­lı olarak mütercimlerin -ister ehil olsun ister olma­sın- insafına terkedilmiş oluruz. Bu da bizim asıl kaynak ile temasımızı zedeler.[443]

 

d) Bazı İslâmı Ana İlimler

 

Hadisçinin, tecrübî ve aklî ilimler yanında, sosyal ve beşerî ilimleri de ihtiyacı nisbetinde bilmesi fayda­lıdır. Bugün moda olan bazı meselelerde, kendisini körlükten bu sayede kurtarır ve karşısındakine  maalesef- bir derecede bu ilimlerden söz ettiği za­man tesirli olur. Bunlardan başka hadisçinin bizim âlet ilimleri dediğimiz bilgi dallarını da okuması gerektir. İslâmi ilimler arasında bilhassa; akâid, tefsir fıkıh, İs­lâm tarihi vb. ilimlere sıra gelince; bunlar üzerindeki vukufu daha fazla olmalıdır. Biz burada, hadisçinin; İslâm tarihi, tefsir, fıkıh ve akâid. bilgilerinde, hadisle kurması gereken irtibata bir nebze teması faydalı gör­mekteyiz:

a) Akâid ve kelâm. Hadisçilerin, saf İslâm akai­dinin eksiksiz tesbiti konusundaki hizmetini inkâr mümkün değildir. Kelâmın teşekkülü, çeşitli tezahür şekilleri; Ehl-i sünnet ve Ehl-i hevânm birbirinden ay­rılması, hadisçilerle kelâmcüar arasında pek çok müş­terek mesele doğurdu. Evvelce de söylediğimiz gibi; hadisçilerle kelâmcılarm arasındaki mevcut soğukluk ve münakaşalar, büyük bir ciltlik çalışma konusu ol­muştur. Hadisçi elbette ki saf İslâm akaidinin savu­nucusu ve onun delillerinin tesbit edicisidir. Hadis, İs­lâm akidesinin savunulmasını, günün icabına göre sa­vunulmasını hiç bir zaman yadırgamamış tır. Onun reddettiği, «İslâm akaidinin savunulması bahanesiyle, inanç sistemimiz içine alman; vasıta olarak giren, son­radan âdeta asıl imiş, gaye imiş gibi yerleşen ve sün­net ile hiç bir ilgisi bulunmayan eski çağ Hint ve Yu­nan hurafeleri; mânâsız münakaşalardır». Hadisçinin karşısına aldığı, İslâm tevhit âlimi değil, kelâmcı Ehl-j bid'at ve delâlettir. Hadisçi   bunları iyice   bilmelidir.

Hadisçinin bugün için görevi, âmentü cümlesinde be­lirtilen inanç esaslarımıza hadislerden delil olabilecek haberleri tesbit etmek, onların sıhhatleri üzerinde bil­gi vermek ve tevhide dair yapılacak çalışmalara yar­dımcı olmaktır. Bugün herhangi bir kelâm kitabı açar­sak orada; iman esaslarımızın delillerle; kitap ve sün­netle açıklanması yerine çok defa daha başka bilgiler buluruz.[444]

b) Kur'an bilgileri ve tefsiri. Hadisçiye en yakın ilim şubelerinden birisi de «Ulûmu'l Kur'an» gurubu­na dahil olan irili ufaklı bilgi dallarıdır. Bilind;ği gibi, tefsir de diğer bazı ilimler gibi, önce   hadisin içinde doğmuş, bilâhare istiklâl kazanmıştır. Bu   itibarla iki ilim dalının ve mensuplarının yekdiğerleriyle münase­betleri fazla olmalıdır. Tefsirin rivayet bölümü tama­men hadise ve onun yardımına, muhtaç bir ilim dalı­dır. Diğer taraftan, az önce de belirttiğimiz gibi, tefsire gerektiği kadar vukufu olmayan bir hadis ilmi mensu­bu da düşünülemez. Kitap ile sünnet   arasındaki pek çok meselede; hadisçi, tefsirdeki bilgilerini de kullana­caktır. Eğer bu bilgilerden habersiz olursa çalışmaları eksik kalacaktır.

İslâmî ilimlerde bir anane vardır; herkes, kitap ile sünnetin karşılıklı olarak birbirlerine muhtaç oldukla­rını bilirler. Bu demektif ki, Resûl-i Ekrem'in temsil et­tiği müslümanlığm; yaşayışın ve kulluğun örneğini biz, ancak hadisi ve âyeti iyi anlarsak bulabileceğiz.

c) Fıkıh ve fıkha bağlı bilgi dallan. İslâm fıkhı, kitap ve sünnete bağlı olarak, müslümanlarm mesele­lerine çözüm getirirken, halkın daha fazla dikkatini çekmiş; daha doğru bir tâbirle halkında ve âliminde «kitap ve sünnetle meşguliyet»; yerini, çok kere fıkha bırakmıştır. Aslında bu böyle olmaması gerekirdi. Fı­kıhla uğraşıldığı kadar, her devirde, kitap ve sünnetle de meşguliyet lazımdı. «Her şey fıkıhta birikti» kanaa­ti müslümanlarm fıkha ihtimam göstermelerine sebep oldu ise de, bu çalışmaların hızı da belirli bir süre son­ra kesildi. Çünkü, çalışmanın hızı ancak ilk imamların ölçüleri çizgisinde devam ettiği takdirde artacaktı. Sonraki gelenler, onlardaki canlılığı koruyamadılar. Biz günümüz için bir şeyler söyleyelim: «Hadisle uğra­şan âlim aynı zamanda iyi bir fakih olmalıdır. Bunun için önce sünnetin iyi bilinmesi şarttır. Bu takdirde fa­kih - muhaddis ortaya çıkacaktır.; yani, fıkhı da iyi bi­len, fakat mesleki hadisçilik olan kişi». îlk imamların özellikleri buradaydı. Böyle bir nesil yetişirse, ortada fakih -muhaddis sürtüşmesi kalmadığı gibi, fıkıh da ilk asırlardaki cevvalliğine kavuşur. Ümmet fertleri birbirini hataya nisbet etmez; kendi mezhebinin hak, diğerlerinin hata olduğunu savunmaz. Bugün biz fık­hı, hadise ve âyete dayalı olarak bilen ve takdim eden kişilere muhtacız.

d) İslâm tarihi. Hadisçinin en yakın arkadaşla­rından biri de genel tarih ve özellikle asr-ı saadet tari­hidir. Hadis - tarih yakınlıklarından, metot birliklerin­den bahsetmeyeceğiz. Tarih, hadislerin yardımıyla müslümanlara; asr-ı saadetin sınırlarını çizer, o haya­tı en sağlam biçimde ortaya seriverir. Adeta Fahr-i Kâinat, «yaşıyor gibi bize yakın» olur. Böyle bir vasat­ta islâmm öğrenilmesi ise, daha sağlam ve kolay hala gelir. İnanç, ibadet ve muamelelerimizin tarihçesi ve numuneleri ortaya çıkar, yanlışların sonu. alınır. Tarih hadisçinin silâhıdır.[445]

 

e) İlmî Usullere Uygun Neşredilmiş Eser

 

İslâmî ilimler mensupları, sık sık, ilmi usûlle neş­redilmiş eserlere duyulan ihtiyaçtan, selefin eserleri­nin ilmi usullerle neşri zaruretinden» söz ederler. Bir hadisçi bir yazıyı şu cümlelerle bitirir: «Kur'an ve sün­netin vermek istedikleri zihniyetin tam kavranabil­mesi için ise, İslâm kitabiyyatımn ilmi neşirlerinin ta mamlanması şartı, ne yazık ki hâlâ ilk' ve en mühim merhaleyi teşkil etmektedir. Bu gayenin pek gecikme­mesi niyazımızla sözümüzü bağlayalım». Kitabiyyat sözüyle İslâmî literatür; İslâmi tasnifler kastedilmek­tedir. Bu eksikliği birkaç yönden düşünmek veya bir kaç yönden bu eksiklikle karşılaşmak durumundayız. Bunlardan biri; yazmaların neşri, diğeri ise neşredi­lenlerin doğru olarak; müellifin yazdığı nüshaya en yakın veya onun aynı olarak neşri. Yazmaların neşri­nin gecikmesinin doğuracağı eksiklik bir tarafa, matbu bir kitabın iki ayrı basımevindeki neşrini ele alıp .karşılaştırmak, bile ortaya hayret edilecek eksik ve fazlalıklar çıkarır. Bu iki baskının, eserin aslı ile olan farklarını da ayrıca buraçlan tahmin edebiliriz. Bu du­rumda, insanda matbu eserleri okurken bile, ihtiyatı elden bırakmamak fikri perçinlenir. Bunun önlenmesi yolu, ilmî esaslara uygun olarak kitapların neşridir. Böyle olmayan neşirler, belki naşire para getirir, fakat İslâm ilim hayatından da pek çok şey götürür.

İslâm kültürünün ölmez eserlerinin ilmî neşirleri­nin yapılmasını oturduğumuz yerde beklemenin fay­dası yoktur. Bunun için organize çalışma gerek'r. An­kara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nin bu konuda yaptığı neşirler vardır. Bunun yanında memleketimiz­de pek çok fakültede edition eritique (tenkitli neşir) için yetiştirilebilecek istidatlar, hatta yetişkin kimse­ler mevcuttur. Merkezi bir haberleşme ile, birkaç yıl içinde oldukça kabarık bir liste meydana gelebilir. Kurulacak bir merkezin elemanları, önce bir liste meydana getirir; dünya İslâmlığının ihtiyacı olan eser­leri tesbit eder, İslâm ülkelerindeki bu tür işleri yapan­larla temas kurar. Böylece aynı eser üzerinde başkala­rının vakit harcaması da önlenir. Meydana gelen ça­lışmaların neşri içinde, devlet yardımı mümkün olmaz­sa müslümanlarm zengin olanlarının aklı bu konuda erdirilir; belki fuzuli masraflarını kısarak bu konuda kurulacak bir fona yardım etmek isteyenler çıkar. Bu teşebbüs; memleketimizdeki, seçimsiz, ehliyetsiz ve ih­tiyaç olmayan tercüme ve baskı - yayın faaliyetlerini de kontrol altına alır veya onları yok eder. İslâm kü­tüphanesi teşekkül edince pek çok eksiğimiz böylecegiderilmiş olur; herkes inanarak okur, keşmekeş önle­nir.[446]

 

f) Tam Teşekküllü Kütüphane

 

Türkçede bir söz vardır; Kemâlat kem-âlât ile ol­maz. Siz ne kadar iyi yetişmiş olursanız olunuz, eğer kullanacağınız malzemeniz eksikse veya hiç yoksa, ya­pacağınız hiç bir iş de yoktur. Çok güzel yetişmiş bir operatör tabip, hiç bir tıbbi cihazın bulunmadığı bir sağlık merkezinde nasıl eli kolu bağlı ise, çok iyi yetiş­miş bir ilâhiyatçı ve bir İslâmiyatçı da, eğer kullana­cağı malzemeden mahrum ise yapacağı hiç bir iş yok­tur.

Durum Türkiye için de aynıdır. Biz bugün birkaç çeşit İslâmî eserler kütüphanesine muhtacız. Bunları şöyle özetlemek mümkündür:

a) İhtisas kütüphaneleri. Bu kütüphanelerden, be­lirli bir ölçü tesbit edilerek, hiç olmazsa bütün vilayet merkezlerimize kurulmalıdır. Veya ü-halk kitaplıkları bu yönden takviye edilmelidir. Vasat güçte bir İslâmî eser telifi, böyle bir kütüphanede çalışmakla müm­kündür. Daha üstünleri için dünya ülkelerinden alış -veriş şarttır. Biz bunu söylemek durumunda   değiliz. Bu olmazsa, en azından altı, yedi «Bölge îsîâmî eser­ler kitaplığı» kurulmalıdır.

b) Kaza ve kasaba kütüphaneleri. Lise seviyesin­de öğretim yapan kurumlardaki öğrencilerin İslâmî ihtiyaçlarını karşılayacak bu kütüphane, halkımız ve Diyanet hizmetlisi olan zümre için de hizmet görecek­tir. Her kazada ve kasabada bulunması zaruridir. Ka­za kütüphanelerinde ihtiyaçları karşılanmayan kişi­nin; biraz daha ciddi araştırma yapma istiyenin, ilk müracaat yeri il kütüphanesi veya «bölge kitaplığı» olacaktır. Herkesin İstanbul'a Ankara'ya, Erzurum'a gitmesi mümkün değildir.

Memleketimizin batısında, doğusunda öyle kaza ve kasabalarımız vardır ki, orada bir müftünün, bir vaizin, bir din bilgisi öğretmeninin, bir İmam - Hatip Lisesi hocasının, ihtiyacını giderecek kitapları yoktur. Kişinin kendisinin kitap sahibi olması meselesine de temas edelim. Öğrencilik harçlıklarıyla alınabilecek ki­taplar sınırlıdır. Zaten öğrencilik devrinde, talebenin yolu doğrultulmamışsa, makul bir kitap alış - verişi de olamaz. Şöyle ki: Öğrencilik hayatında, umumiyetle geliri dar olan fert, artırabildiği birkaç kuruşu eğer günlük dergi ve mecmualara yatırma yolunu tutmuş-sa, onun kitaba para ayırması da mümkün değildir, buna ihtiyaç da zor duyulur. Ama, ilerideki vazife ha­yatında kendisine gerekli el kitaplarına parasını yatı­rırsa, o zaman küçük, bir kitap grubunun birikmesi mümkün olabilir. Bu yol tutulmalıdır. Vazife hayatına atılan şahıs, yanında gazete koleksiyonlarıyle vazife yerine gitmiş bile olsa, o yine orada kitap eksikliği duyacaktır. İlahiyat öğrencisi lügat, lisan kitabı, Kur'an-ı Kerim meali gibi elinde devamlı kullanacağı kitaplar yanında, öğrencilik devresinde, her ilimden en az bir­kaç eser olmağa çalışmalıdır.[447]

 

2. Diğer İslâmî   İlimler Mensuplarının   Hadis Formasyonları

 

Cemiyetimizde, İslâmi ilimlerin çeşitli dallarında uğraşmakta olanlardan söz ettik. Bunların çeşitli yer­lerde görevli olanları yanında, serbest çalışanları da mevcuttur. Bu kişilerin de, kendi branşları ve sahala­rı dışında, hadisle olan ilgilerinden söz etmek gerekir.

Hadisle meşgul olmadan, dinî ilimlerin öğrenilme­si mümkün değildir. Durum böyle olmakla beraber, hizmet esnasında, hadisle bu nevi kimselerin ne dere­ce meşgul olmaları gerektiği de düşünülmelidir. Orta dereceli okullarda din ve ahlâk öğretim ve eğitimi yap­tıran fertler ile, din hizmetlilerinin durumunu burada zikredeceğiz. Camide hizmet gören; müezzin - kayyim imam - hatip, vaiz, müftü ve yardımcıları hadisle ne derece meşgul olmalıdırlar, bugünkü tatbikat ne du­rumdadır?. Orta dereceli okullarda hizmet gören din bilgisi öğretmeninin, hadisle ilgileri fakülteden mezu­niyetle kesilecek midir? Aslında bu soruların cevapla­rı, onların verecekleri bilgilerle değer kazanabilir. Çünkü tatbikatı yapan ve neticeleri görenler onlardır. Tahsil devresi ile hizmet devresindeki durumun mu­kayesesi ve muhasebesi ancak onlar tarafından yapı­labilir. Buna rağmen, isabetli olma şansı az da olsa, biz yine düşüncelerimizi ifadeyi doğru bulmaktayız.[448]

 

a) Diyanet Hizmetlerinde Hadis Bilgisi

 

Din hizmetlileri, kitlenin İslâmî mânada eğitilme­sinde büyük hizmet görevi ile yüklü olduğu için, onla­rın «kültür ve şahsiyet beraberliği» içinde olmaları; aynı boya ile boyanmaları arzu edilir. Bunun aksi dü­şünülürse, aynı camide muhtelif zamanlarda vazife gören ayrı şahıslar ^ ayrı ayrı ölçülerden, ayrı ayrı nes­nelerden bahsederler. Bu da öğretim - eğitim hizmeti­ni aksatması bir tarafa, cemaat üzerinde menfi tesir icra eder. Bugün durum, bir bakıma böyledir. Bunun sebebi de kültür seviyelerinin farklılığı: hizmetin tek elden plânlı olarak yürütülmeyişi ve diğer bazı âmille­rin tesiridir. Burada bir hâdiseyi nakletmeyi faydalı buluyoruz. Bundan takriben yirnıibeş sene kadar ön­ce, bir ilimizde müftü olan zat, sayıları onu bulan va­izlerine; «Hangi kitaplardan vaaz ediyor, neler söylü­yorsunuz? Aramızda bir fikir birliğine varmak için, herkes takibettiği eseri veya eserleri falanca gün be­raberinde daireye getirsin, görüşelim konuşalım» der Belirtilen gün gelir. Vak'ayı nakleden zat; «Ben takib-ettiğim eseri koltuğumun altına koyup gittim, baktım ki kimse gelmemiş» diye hâdiseyi bitirir. İlgili mevzu­at ve yönetmelikler, bugün için bu meseleyi güzelce tanzim etmesine rağmen, durum o zamankinden çok az farkedebilmiştir. Bu vak'a, derdi ve devasını birlik­te takdim etmektedir; belirli bir şahsiyet ölçüsü, mer­kezi ve plânlı bir vazife ifası.[449]

Kendisinden söz ettiğimiz «kültür bütünlüğünün temininde» hadisin de payı olacaktır. Din hizmetlisi­nin, hadisi iyi bilmesi şarttır. Bu kıvamın temini, tah­sil devresinden sonra da, «teşkilatlarca, fertlerin kont­rolü ve bilgi yönünden ikmâli» ile gerçekleşebilir. Müf­tü hadis bilmiyorsa, dini mesele çözemez. Vaiz hadis­le uğraşmıyorsa, halka aktüalite anlatır. Bu da vaaz ve irşat olmaz.

Din hizmetlisinin, altı sahih hadis kitabının hiç olmazsa ihtiva ettiği hadisleri, devamlı okuması; müzakere etmesi, müşterek çalışmalarla kendisini tak­viyesi gereklidir. Bir hatip; en az, hutbede naklettiği hadisin sıhhatini ve râvisini, kaynağını şuurla bilme­li, cemaatine bunu takdim etmelidir. Yoksa kitlelerin hadisle ilgisi başka türlü temin edilemez. Diyanet İşle­ri teşkilâtının; kurslarla, neşriyatla bu işi kovuştur­ması beklenir.[450]

 

h) Din Eğitimcisinin Hadis Formasyonu

 

Din bilgisi ve ahlâk dersi öğretmeninin hadis bügisi sınırını tespite geçmeden önce, Diyanet hizmetlisi ile orta dereceli okullardaki dindersi öğretmeni ara­sında kalan, az önce de kendilerinden bahsolunan bir zümreyi daha hatırımıza getirelim; İmam - Hatip lise-leri'ndeki meslek dersi öğretmenleri. Meslek dersleri sözüyle İslâm dinini öğreten dersleri kastediyoruz. Bu dersler, adı geçen liselerde, bir üst seviyedeki yüksek tahsil müessesesine, zemin teşkil edecek şekilde düşü­nülmelidir. Yani, buradan mezun olan öğrenci, başka bir fakülte veya yüksek okula gitmez de, «yüksek dini tahsil yapmak» isterse, bu takdirde önünde tek mües­sese vardır; İlahiyat Fakülteleri [451]İmam - Hatip Lisesi mezunu iyi bir tahsil yaptığı takdirde, İlahiyat Fakültelerinde göreceği dini derslerin başlangıç bilgi­lerini, hatta bazan iptidai bilgiden biraz daha yükse­ğini buralarda öğrenir. Bugün, İmam - Hatip Liseleri'-nin ikinci devrelerinde hadis dersi mevcuttur. Bu mik­tar, bundan yirmi sene öncekinden de fazladır. Yüksek dinî tahsile devam eden kişi, buradan mezun olacağı için; meslek dersleri okutacaksa, veya adı geçen fa­kültelere öğretim üyesi olma hazırlığı içinde olacak­sa, o takdirde kendisinin hadis formasyonu biraz daha muhtevalı olmalıdır. Bu, ilerideki hizmetinin gereği­dir. Biz burada fakültelerdeki ders okutan ilim adam­larının hadis formasyonlarına teması salahiyetimiz dı­şında görüyoruz.

Buraya kadar olan bilgilerden, az ileride göreceği­miz mesele hakkında umumi bir kanaat edinmek mümkün ise de, biz yine de «öğrencilik devresinde almamız gerekli hadis formasyonuna» (hazırlıklarımı­za) teması faydalı bulmaktayız. Öğrencilik sözüyle, yüksek dinî tahsil müesseselerindeki öğrenciliği kast­ettiğimizi belirtelim.[452]

 

3. Öğrencilikteki Hazırlıklar Ve Tutturulması Gerekli Seviye

 

Öğrencilikteki seviye denilince, başlangıcı veya asgari ölçüsü belirlenebilen fakat, azami haddi çizile-meyen bir durum gözönüne gelmektedir. Öğrenci ha­dis - âyet arayarak; onların açıklamalarım okuyarak vaaz, hutbe örnek ders hazırlamışsa daha başarılı ol­muştur.[453]

 

a) Şahıslar (Rical, Biyografi) Bilgisi

 

Her ilim dalında o ilimde şöhret yapmış, o ilmin bayrağını taşımış kişiler vardır. Hadiste bu durum bi­raz daha değişiktir. Şahıslar sözüyle biz, hadis ilimle­rinde eser vermiş veya hadisle ömrünü geçirmiş fert­ler yanında, hadis râvilerlni de düşünmek durumun­dayız. Böylece; hadisleri rivayet eden ve hadis ilimle­rinin alemdarı durumunda olan kişilerle ilgilenme meydana çıkmış olmaktadır.

Her iki mânayı da kapsayacak tarzda meseleye bakınca, hadisle ilgili şahısları tanıma vo öğrenmenin bir takım faydaları olduğunu kabule mecbur oluruz. Hadisi bilen kişinin, cerh ve ta'dili, dolayısıyla hadis

ricalini bilmesi gönlün arzu ettiği bir şeydir. Bu tahak­kuk etmezse, hiç olmazsa râvilerden bazılarıyla, müel­liflerden bir kısmını mutlaka tanımak gerekir. Şahıs­ları tanımanın, özellikle hadis ilmindeki faydaların­dan bazılarını maddeler halinde özetleyelim:

a) Şahısları tanımakla, hadisin sağlamlığı ve çü­rüklüğü üzerinde fikir sahibi olabiliriz.    Peygamberi­mizin ve onu takibeden nesillerin özelliklerini tanırız,

b) Hadisler arasındaki tercihlerde veya kronolo­jik tespitlerde, şahısların tanınmaları   meselelere bü­yük ölçüde yardımcı olur.

c) İlimler bir bakıma şahıslarla kâimdir. Aklî, naklî, tabiî, matematik her bilgi dalında belirli kişi­lerin bilinmesi  kaçınılmaz bir durumdur. Sözgelişi; hadisle uğraşan; dört halifeyi,   Abdullah b. Mes'ûd'u, 'Abdullah b. Abbâs'ı, İbn Ömer'i, Ebu Hureyre'yi, Üm-mülmüminin Hz. Aişe'yi, Kütüb-i sitte sahiplerini İbn Şihâb'ı, İbn Salâh'ı, İbn Hacer'i, Şâh Veliyullah'ı ta­nımazsa eksik kalır.

d) Şahısları tanımanın; ahlâk - edep, ruhanî ha­yat yönlerinden de bize faydaları vardır-

e) Râviler tanınmazsa ihtilâtlar; bedenî, aklî arı­zalar; bunların doğurduğu hadisle ilgili meseleler bi­linemez.

f) Bir noktada insanlar, sözlere değil onların sa­hiplerine itibar etmektedir. Kitaplardan ziyade müel­liflerinin, hüküm vermede rolleri olmaktadır. Bu ba-krmdan da hadisçilerin tanınması zaruridir.

g) Şahıslar tanınınca onların faydalandıkları ilim vasatı, tesir ettikleri kişiler de bilinir. Böylece açılan çığırlar hakkında tam kanaat sahibi olabiliriz.

h) Şahıslar iyi tanınırsa; üslupları, kişilikleri, ilmi faaliyetleri bilinirse, onlara izafe edilen ve aslı olma­yan eserler; kitaplarına sonradan yapılan ilâveler (medsûsât) ayıklanabilir.

Daha pek çok fayda varsa da bunları saymaktan sarfı nazar ederek diyoruz ki; Fakültelerimizde hadis okuyan kişi, en azından sahabenin, hadis nakli ve ri­vayetinde ileri gelenlerini ve onların özelliklerini, kü-tüb-i sitte sahipleri başta olmak üzere, büyük telif meydana getirmiş şahıslarla, çığır açmış kişileri; ken­di milletimizden hadise hizmet edenleri ve günümüz­de hadisle uğraşanları tanımalı, onlarla irtibat kur­malıdır. Âhirete gidenlerle irtibat, onların eserleri va­sıtasıyla olabilmektedir.

Bunu temin edebilmek için, şahıslar hakkında, onların terceme-i halini anlatan eserlere müracaat edilmelidir. Bir öğrenci, onbeşgünde bir şahıs değiştir­mek suretiyle, muhtelif kişilerin hayatı üzerinde eser­ler okusa; notlar alıp bunları terkip yapsa; hem bü­yük hadiscileri tanır, hem de elinde pek çok biyografi (terceme-i hal) birikmiş olur.

Bunlar, tatbik kabiliyeti olmayan teklifler değil­dir. Az da olsa, bu tür çalışmalar içinde olanların du­rumunu yıllardır görmekteyiz.[454]

 

b) Kitabiyat (Telif Edilmiş Eserler, Literatür, Bibliyografya) Bilgisi

 

Kitaplar, ilimle uğraşanların malzemeleridir. İlim­ler, tarihin akışı içinde kitaplar yardımıyla bize kadar

gelmiş; kitaplar vasıtasıyla temsil imkânını bulmuş­lardır. Malzemesini tanımayan ilim sahibi, çalışmala­rından semere alamaz. Bir önceki maddede, şahıslar ne kadar ehemmiyet arzetmişse, şahısların vefatların­dan sonra yerlerini atan eserleri de o derece ehemmi­yet kazanmıştır.

Bibliyografya malumatı veren eserlerde, hadisle ilgili musannefâtı, yer yer serpiştirilmiş olarak bula­bilmekteyiz. Yalnız hadisin, diğer İslâmî ilimlere nis-betle daha şanslı bir durumu olmuş; zamanımıza ya­kın devrede yaşayan bir âlim, kısa da olsa (hadisle il­gili eserleri) bir araya toplayarak, tavsif etmiş, kitap­lar ve müellifleri hakkında muhtasar bilgiler vermiş­tir.

Yüksek dinî tahsil yapan kişi, belirli ilim dalların­da yine belirli eserleri tanırsa faydalı olur. Bu tanıma, «eserlerin, kullanılarak öğrenilmesi» şeklinde olursa daha külfetsiz ve daha hatırda kalıcı biçimde olmak­tadır. Bu itibarla; kişinin, hadise bağlı küçük ilim dal­larının her birinde telif edilmiş üç-beş eseri bilmesi faydalı olacaktır. Bunlardan, matbu olanların veya yazma olup da görülmesi mümkün olanların bizzat kullanılarak;, okunarak, görülerek öğrenilmesi en isa­betli yoldur. Böyle bir çalışma yapan kişi, zamanla hafızasında az sayılmayacak bir kitap listesi biriktirir. Neyi nerede bulacağını bilir, hangi eserden neler ala­cağını tanır. Eğer, hizmet devresinde bu kitapları da el altında bulabilirse, o zaman evvelki mesaisinin be­reketini ve faydasını görür. Yoksa hizmet dönemindö, her şeyi yeni duymağa başlar ve ihtiyaç görüldüğü için öğrenmeğe kalkarsa, hayli zaman kaybetmiş olur. Hadis için arzettiğimiz bu durum, diğer bütün ilimler için de geçerlidir. Aynı çalışma onlar için de yapılmalıdır [455]

 

c) İlmin Tarihi

 

Tarih sözü ile; ilmin yayıldığı zaman ve mekânı kastediyoruz. Meselâ, hadis bilgileri için, ondört asır­lık bir devre ve İslâm ülkelerinin tümü veya mühim merkezleri; bu çizdiğimiz zaman ve mekân sınırlan içinde (hadisin hayat hilcâyesi). Kişi önündeki mukad­der hayati; ilmî hayatı yaşarken, hem bulunduğu za­manla, hem de geçmiş ile irtibatlıdır. Bu. irtibattan tecerrüd etmiş bir ilim hayatı düşünülemez. Bu itibar­la, hadisin tarihçesi bilinmelidir. Hadise merkezlik et­miş coğrafyalar tanınmalıdır. Hadis ilimleri yarışında önde giden, ümmete yol gösteren; sünnetin bayraktar­lığını yapıp çilesini çeken zaman ve mekânların şeref­li sakinleri, mutlaka tanınmalıdır. Hadis tarihi üzeri­ne yapılmış çalışmalar çok azdır. Aksine malzeme ol­dukça boldur. Yapılan çalışmaların okunması, okunur­ken bazı küçük çalışmalar yapılması, mazi ile irtibatı kâfi derecede temin eder.

Hadis ilimlerinin geçirdiği safhaların takibi, ferdi mücerret durumda hadisle başbaşa bırakmaz. Aksine, adı geçen zamanların ve toplulukların   her yönleriyle ilgilenmeğe davet eder. Topluluktan ayrılmış, belirli vakıalara sırtını dönmüş bir hadis tarihi araştırması kastetmemekteyiz. Bu bakımdan, kişinin diğer bazı bilgilerle de alış - verişte bulunması zarureti gözönü-ne alınmalıdır.[456]

 

d) İlim Dalının Kendi Konulan, Meseleleri

 

Bu tabiri ilmin kendisi diye de alabilirdik. «Mese­leler» sözüyle, ilmin asıl bünyesini kastetmekteyiz. Hei ilimde öğrenilmesi gereken hususların başında, o il­min bünyesi demek olan konuları gelir. Hadisin sınır­larını bölümlerini baştanberi anlatmaktayız. İlâhiyal Fakültelerinde okuyan, hiç olmazsa Türk dilinde ya­zılan usûl ve furû kitaplarını, şerhli hadis tercemele-rini dört yıllık tahsil müddetinde okumalıdır. Bunların tamamının ihatası güçtür, yani Türkçede de neşriyat çoktur. Bu itibarla deriz ki; usûl bilgisi olarak, Ahmed Na'im Bey'in Tecrid mukaddimesini, Rahmetli M. Tay-yib Beyin; Bazı hadis meseleleri üzerinde tedkikler'i nı, Prof. Dr. Talat Koçyiğit'in Hadis Usûlü'nü, Dr. Sub-hi Salih'in Diyanet'çe bastırılan terceme eserini M. Ya­şar Kandemir'in; Mevzu hadisler adlı kitabını, Koçyi­ğit'in Nuhbetü'l-fiksr tercemesini ve İmam - Hatip li­seleri için yazılan Hayreddin Karaman'm Hadis Usû­lü'nü okumalıdır. Metin tercemeleri ile şerhlerden de; Tecrid'in tamamını, Bekir Sadak'm Tâc tercemesini, Ahmed Davudoğlu'nun Selâmet Yolları adlı Bülûğu'l-merâm şerhi ile Müslim şerhi'ni, Mehmed Sofüoğlu'-nun Müslim tercemesi'ni, Ahlâkî hadisler adıyla Fikri

Yavuz tarafından terceme edilen Buharî'nin el-Ede-bul-müfred'ini, Tirmizi'nin Sünen'inin Türkçe'deki tercemesini, RiyâzıTs-sâlihin'i vb. bazı eserleri bir sıra dahilinde okumalıdır. Hiç yapamazsa bunlardan bir kaçını seçmelidir. Burada unuttuğumuz eserler bulu­nabilir. Biz muhtasar da olsa bir listeyi, çalışmamızın son bölümünde sunacağız. Bu dört ana branştaki çalışmaları, öğrenci karma olarak yapabileceği g,bi, ayrı ayrı zamanlara plânla­mak suretiyle de gerçekleştirebilir. İstediğimiz husus, bunların birbirinden asgari derecede bir şeylerin okunmasıdır. Öğrenci, bu dallardan birini, ömür boyu meşgul olmak üzere kendisine branş olarak seçerse, bu daha iyi ve tavsiyeye şayan bir husustur.[457]

 

4. Müslüman Halkımızın Hadisten Bilmesi Ge­rekenler

 

Bu sorunun sınırı olamaz. İşe asgarisinden başla­malıyız. Müslüman halkımız, önce; «hadisleri tanıma­sı ve onları kendisine din edinmesi gerektiğini»; ha­dislerin bize Peygamberimizin yaşayışını sunduğunu bilsin. Bu noktada iyi inansın. Temin edilen bu seviye­yi küçük görmeyelim. İyice bu meseleye kalbini rapte­den kişi mutlaka bir şeyler öğrenmek için çırpınacak-tır.

Ana hadis kitaplarının, Türkçedeki tercemelerinin halkımız tarafından okunması ve meşgale olarak se­çilmesinin aleyhinde bulunanların haklı oldukları nok­talar vardır. Yanılmaları doğuran   durumlardan bahsedilirken nesih meselesi de sebep olarak ileri sürülür. Eğer mesele bundan ibaretse, bu nevi yerlerde, okuyu­cuya fıkıh mezheplerinin görüşleri arzedil'r. Okuyan da kendi imamının görüşüne uyar. Yok başka mah­zurlar varsa, o takdirde halkın istifadesine bunların sunulması mahzurludur. Biz; «Bunları, Arapçayı bil­meyen ve din hizmetlisi,-öğretmen olan kişiler alsın. Bu kitaplar, onlara yazılmıştır. Halkımız bunları oku­masın» diye üzerlerine bir yazı da eklendiğini görmü­yoruz. Piyasada eserler, herkese satılıyor. Buradan şu çıkıyor. Eğer bu eserler, halkın da istifadesine arze dilmişse halk korkutulmam alıdır. Anlayamayacağı yerlerde açıklama yapılmalıdır. Açıklayacağız der­ken; ihtilafları sıralamanın da faydası yoktur. Müslü-mana, «amelinde esas olacak görüş» söylensin o ka­dar. Böyle açıklamalı eserler yerine, müslümanlara, çeşitli konulardaki Peygamberimizin sünnetinin tak­dimi daha yararlı olur. Çünkü, büyük eserlerde aynı konudaki mükerrer hadisler onu yanıltabilir. Biz, her konudaki en sağlam ve amelde esas olan haberi, mü­minin istifadesine sunarsak, o da bu ne^'i neşriyatı elinden düşürmezse sünnet ile irtibatı artar.

Piyasadaki, sahabe hayatına dair yazılan sağlam eserlerin bizi sevindirdiğini belirtelim. Bizler, halkı­mıza «sahabenin hayatını tanımaları için, onların ha­yat hikâyelerini çok okumalarını» tavsiye durumunda­yız. Sahabenin hayatını iyi bilen kitlelerin sünnet ile Ugisi daha fazla olmaktadır.

Bazı ana usûl bilgilerinin müslümanlara «kesin va kısa kaideler halinde verilmesi» de faydalıdır. Meselâ, mümin; hadisi kabulde titiz olunması gereğini bilmeli­dir. Bunu ona, Peygamber adına yalan söyleyenler ol-

muştur; Peygamber adına yalan söylemek dinimizda men edilmiştir, gibi bir kesin ifade ile belletmenin fay­dası vardır. Halkımız, «duyduğunu araştırma lüzumu» ııa inanmalıdır. Bu misâlleri çoğaltmak mümkündür. Eğer böyle techizatlanmış bir müslüman halk tasav­vur edebiliyorsak; görürüz ki, böyle bir zümrenin, dinî bilgilerini artırmak için çırpınışı muhal değildir. Müs­lüman o takdirde basiretli olur; her okuduğuna, her dinlediğine inanmaz; kendisinde az-çok bir temyiz gü-cü vardır. Bu, kültürümüzün köklü olduğu devirlerde .mevcuttu.

Cemiyette, kötü olan durum şudur-. Eğer halk.dini bilgilerin belirli bir zümrenin öğrenmesi gereken işler olduğuna kani olursa, o takdirde kendisi; okumayı, öğ­renmeyi, dinlemeyi bırakır. Görevi o zümreye terke-der. Kendisi dünyası ile meşgul olur. Bugünkü durum böyledir. Son birkaç yıl için mahzurlu bir durum da­ha ortaya çıktı. İslâmla ilgili olmayan birisi, eğer yola geldi, İslâmla ilgilenmeye başladı ise, kendisini bu gi-tiı ilmî konularda da. salahiyetli saydı. Bu durum, on­larda büyük bir cesaret meydana getirdi Halbuki ha­kikat ve İslâmî edep böyle değildir. Lttika üzere yaşa­maya yeni başlayan, kendisini kötülükten çekip çevi­ren kişiye; yeni intisap ettiği bir zümre içinde, büyük bir İslâmî edeple eksiklerini gidermek düşer. İnsanları irşad, onun görevi değildir[458]

 

III. HADİS İLE AMEL

 

Hadisle amel; hadisin ve sünnetin müslümanlarca tatbikata konu olması; itikad, ibadet, muamele ve ah­lâkta, İslâm Peygamberinden (s.a.) müslümanlara in­tikal eden emir ve yasaklara uyma durumu, genellikle fıkhu'I-hadis adlı ilim dalının konularını teşkil eder. Hadis ilimlerine ait kıymetli bir eserin sahibi o'an Sey-yid Muhammed Cemâluddİn Kasimî g bi bazı yazar­lar; bu konuları temelde hadisin meseleleri olarak gö­rüp, eserlerinin büyük bir bölümünü onlara ayırmış­lardır. Nitekim Kasimî'nin kitabının üçte biri bu mese­lelere çözüm getiren, bölümdür.[459]

Hadislerin amele dönüştürülmesi işi tamamen «fa-kihin bileceği bir iştir» diyemeyiz. İlk yüzyılda, güçlü fakihler, aynı zamanda kuvvetli muhaddislik yanları olan bilginlerdi. Onların hadisi kullanış biçimleri za­rarsızdı. Çünkü kendileri, hadise karşı gereken titizliği gösterir ve onu; «en küçük kırıntısını dahi kaybetme­yen, bir altın işleyicisi titizliği ile, işler; amele dönüş­mesi için gerekli çalışmaları yapardı.»    Esefle kaydedelim ki, hadisten çeşitli ilimlerin ayrılmasından ra, hadisçi kadar sünnete kıymet biçen ve aynı hassas-lıkla onu kullanmayanlar da ortaya çıktı, bu asırlarbo-yu sürdü. Bugün ve gelecek için de durum aynıdır. Bu itibarla, bir fıkıh metodolojisi (usûlü) bilgininden çok, iyi yetişmiş bir hadisçi, en az kayıpla hadislerin ame­le ifrağı konusunu gerçekleştirebilir. Dolayısıyla, ha-dişçilerin; bu tür metodoloji konularına dalmaları; ha­dis kitaplarına bu gibi meseleleri almaları yadırgan­mamalıdır. Bu fikir kuvvetle savunulabilir; Çünkü, ilk asırların uygulamalarına uyan en ilmî yol, bu yoldur. Hadisçi fıkhın çilesini; cemiyetin ihtiyacını bilemez, o gerçeğe uymayan ütopik tasavvurlar peşindedir. İş ce­miyetin şartlarına gelip çattığı zaman sünnetten mec­buren taviz verilecektir... gibi sözler, bir noktada hak­lı ise de, bizim teklif ettiğimiz husus ile çatışmaz. Eğer. hadis yönü çok güçlü fakihîer yetiştirirsek, o takdirde mesele kendiliğinden çözülmüş olacaktır.

el-Amel bi'1-hadis; hadisle amel, el-Amel bi'l fıkh; fıkıhla amel gibi deyimler, hadis metodolojisi kitapla­rına yeni girmiş terimler değildir. Bu terkiplerden ilki ila, «hadisin tatbikata konulması, onun uygulamaya geçirilmesi» kastedilmektedir. Veya, bazılarının dediği gibi «herhangi bir fıkhı mezhebin doğrultusunda olmaksızın, gerekli ehliyete sahip bir ilim adamının, ve­ya bir müminin hadisle amel etmesi» murad olun­maktadır.

İkinci terkip ile de, «fakihlerin kitap ve sünnetten istihraç edip hazırladığı malzemeye bağlı olarak uy­gulama yapma; onların dediklerini yaşama kastedil mektedir». Dikkat edilirse görüleceği gibi, fıkıhla amel

meselesi de bir noktada hadisle amel demektir. Çünkü fakih, belirli bir miktar ve ölçüde de olsa sünnet ve hadis ile temastadır. Dolayısıyla onun verdiği hüküm­le amel, sünnetle amel gibidir. Yalnız bunun birinci­den farkı şuradadır! Birinci kişi bazan, aynı mesele'do fakihin çalışmalarından habersiz olarak duyduğu sa­hih hadisle amel eder, ikinci ise çok kere amel ettiği meseledeki hadisin ne dediğini bilmez, fıkıh kitabında kendisine hazır hale getirilen ve tarif edilen şeyi ahi yaşar ve yapar.

Hâkim Ebu Abdullah Muhammed b. Abdullah Ha­fız Neysâbûrî, Ma'rifetu ulûmi'l-hadis adlı hadis naza­riyatı kitabının iki yerinde, bizim söylediklerimiz dı­şında bir başka tabir kullanmaktadır. Bunlardan ilki Cs. 107): «et-Tedeyyün bi'1-hadis» (hadisi kendine din edinme), diğeri ise (s. 135) «ittüıâzü'l-hadis dinen» (hadisi din sayma ve din edinme), terkipleridir. Birin­cisi, tedlis konusu işlenirken, Süleyman Şâzekûnî'nin bir sözünde geçer. İfade şöyledir: «Men erâde't-tedey-yüne bi'1-hadis, felâ ye' hüz...». Burada şu anlatılmak­tadır: «Hadisle amel etmek isteyen kişi, Katâde ilo A'meş'in; semi'nâhu dedikleri dışındaki rivayetleri al­masınlar». Cümlede geçen et-Tedeyyün; din kökünden türemekte ve «amel, uygulama ve dinî tatbikat» gibi mânalara gelmektedir. Terimin, tâbiûn devrinde du­yulan: «bu hadisler dindir, din... onu kimlerden alı­yorsanız aman dikkatli davranın» şeklindeki uyarılar­la da ilgisi vardır. Diğer cümle ise Süfyan Sevrî'nin-dir. Bu büyük imam, adı geçen sayfadaki bir cümlsinde; «öğrendiği hadisleri üç gurupta mütalaa ettiği­ni» anlatır. Belirttiklerine göre birinci gurubu; «kendisine din olarak seçip amelde esas kabul ettikleri ha­disler» oluşturmaktadır.[460]

 

1. Yanlış Anlayışlar, Farklı Uygulamalar, Deği­şik Değerlendirme Ve Yorumlar

 

Hadisin amel haline dönüşmesi veya Peygamberi-mizin dediğiyle'müslümanm kendisini bağlı hissetme­si, fertlerde aynı neticeleri vermemiş; bazan farklı uy­gulamalar; teferruatta değişik anlamalar kasıtsız yanılmalar olabilmiştir. Peygamberimiz (s.a.) günün­de bile, ashabın farklı uygulamaları olmuştur. Onla bu durumda birbirlerini ikaz etmişler; bilmeden sün­netten ayrılmamak için, gerekli uyarıları yapmışlar­dır. İhtilâfın sebebi şüphesiz bilgi farklılığına dayan­maktadır. Peygamberimizin sağ oluşu sebebiyle, çoğu kez sahabe, bizzat lıuzûr-i risâlete giderek farklı an­layış ve tatbikatlarını arzetmişler ve gerekli cevapları da almışlardır. Bu cevaplardan öğrendiğimize göre, bazan tarafların hepsi, bazan da bir kısmı'hakka isa­bet etmiş; ama hepsinin niyetleri ve davranışları güzel karşılanmıştır. Artık daha sonraki amelleri, Peygam­berimizin irşadı yönünde olmuştur. Daha sonraki dev­reler içinde ihtilâf sebepleri sayılırken, en mühim nok^ ta olarak; Kur'an'daki bir âyetin anlaşılması ve tefsi­ri ile, bir hadisin sıhhati ve muhtevası üzerinde çıkan değişik değerlendirmeler gösterilmiştir.[461]

Bu farklı anlayışlar ve uygulamalar, ilimde belli şartlar altında tabiî karşılanmalıdır. Gerek hadisin fık­ha intikali ve gerekse hadisle amele verilen değişik anlamlar, bazan lafız münakaşasından öteye geçme­mekte, fakat görünüşte sanki büyük bir jhtiiâf sözko-nusu imiş gibi davranılmaktadır. Evvelce de belirttiği­miz gibi herkesin niyeti ve hedefi aynı olunca mesele-ehliyetle farklı anlayışların giderilmesi ve Peygambe­rin maksadına doğru yol alma şeklinde özetlenebilecek çalışmalar serisine ihtiyaç ortaya çıkmaktadır.

Kasımı eserinde çok değişik anlayışlardan ve bize bugün için garip gelecek telakkilerden söz eder.  «Fı­kıhla amel edilir, hadisle değil; sûfînin amelde belirli bir mezhebe bağlılığı sözkonusu olamaz; o, kendi için­de yetiştiği mezhebin en ihtiyatlı hükümlerini ve en azimetli taraflarını alır onunla amel eder» gibi deği­şik tarzdaki anlayışları cevapları ile nakleder. Yazar Cs. 284 - 290), Şâh VeliyyuHah'm bir taksimini verir, Bu taksimde Peygamberimizden  (s.a.)  bize gelen bil­giler iki guruba ayrılmaktadır: Vahye   müstenit olup risâlet tebliği cümlesinden sayılan ve öteki   âleme ait olan bilgilerle, risâlet tebliği ile ilgisi olmayan; ziraat, tıp, gibi beşerî tecrübeyi gerektiren bilgiler. En sağ­lam görüşe göre bütün bu bilgi türleri; ayırım yapıl-madan ümmetin uyması gereken hususlar olmakta­dır.

Ümmetin tümü üzerine, hadislerin tümüne uymak farz olunca: hadisin ondört asırlık uygulama tarihinin tesbiti çok faydalı bir çalışma olacaktır. Burada hem aksaklıklar görülecek ve hem de zahirde de olsa his­sedilen   hadis ve fıkıh   ayrılığı ortadan   kalkacaktır.

Sünnet îslânı toplumlarının tümüne şümulü olan bir uygulama gücüne ve alanına sahiptir. Başka bir fer­din kendi re'y ve kanaati, sünnetin üstüne geçemez.[462]

İslâm hukuku üzerindeki araştırmalarıyla dünyaca ün yapmış olan Joseph Schacht gibi bazı müsteş­riklerin; «Eski hukuk ekollerinin müesses hukuk naza­riyatı ve uygulamaları, önce Iraklılar tarafından orta­ya atılan, sonra da Suriyeliler tarafından benimsenen bir hareket ile karşılık görmüştür. Bu hareket sahiple­ri, müesses fıkha karşı Peygamberin sünneti deyimini ortaya atmışlar; önceleri kelâmı ve siyasî mânası olan kelime hukukî bir mahiyet kazanmış, fukahaya karşj bir reaksiyon geliştirilmiştir...» tarzında ifade ettikle­ri ayrıcalık ile bizim temas ettiğimiz nokta arasında hiç bir ilgi yoktur. Bizim inanışımıza göre, fukaha za­ten sünneti tanıyan; hadisi uygulamaya koyan kişi ol­ması gerekir. Eğer müesses fıkhı ortaya koyarlarken -onların zannettikleri gibi- sünnet unsuru nazar-ı itibara alınmamışsa zaten müesses fı&hın ve fıkhi ekollerin din açısından değeri olamaz. Her nasıl düşü­nülürse düşünülsün; konunun en derin biçimde ele alı­narak tedkiki gerekmektedir. Böylece, hadisçiler hare­keti diye adlandıralan bir kıyamın, müsteşriklerin be­lirttikleri geç tarihte başlamadığı; aksine, hadise bağ­lı İslâmlıktan farklı yorumlar getiren bir hareketler dizisi varsa şayet, onların daha sonraki tarihlerde or­taya çıktıkları belirtilmiş olacaktır. [463]

 

2. Fıkhî Mezhebimiz Ve Sünnet

 

Sahabe ve tâbiünda, farklı anlama yanında ihti-yatkâr hareketin de olduğu bilinmektedir. Bu ihtiyat' lar, sahih hadisi arajna, olarak tek sebebe irca edile­bilirse de, başka sebebler de kaydedilmektedir. Hadi­sin sıhhati tesebbüt ettikten sonra, ısrarla kendi fikri­ne veya bir başkasının fikrine bağlanma; yahut daha zayıf bir- hadise uyma onlarda görülmemektedir. Saha­be ve imamların ihtilâf sebebleri içinde, hadise mutta­li olamama ve sıhhatinden şüphelenme [464]bizi en çok ilgilendiren şeydir. Bu iki mahzur ortadan kaldı­rıldığı takdirde, hadise muhalefet sözkonusu edilme­melidir.

Gerekli ilimlerle mücehhez kişinin, sıhhati sabit olduktan sonra bir hadis karşısında hâlâ mütereddiî kalmasının başka sebebleri de mevcuttur. Bağlı oldu­ğu (veya çocukluğundan beri uygulamaları içinde bü­yüdüğü) mezhebin aynı konuda tesbit ettiği hükme ve çözüme, sahih hadisin aykırı gelmesi ve bilemed-ği bir kusurun bulunabileceği ihtimâlinin kendince var sa­yılması, usûl-i fıkıhta sözkonusu olan; nesih ve benze­ri hallerin o meselede bulunacağı ihtimali. Bunların bir kısmı araştırmalarla çözümlenecek şeylerdir. Fa­kat, başkalarının haksız yaygaralarından çekinmek her halde tedavisi en güç rahatsızlık ve ilim engeli olsa gerektir. Çünkü âlimin hayatı başta olmak üzere, her şeyinin hasımları karşısında tehlikeye atılması ge­reken bu durumda, doğruyu tesblt etse bile değine ba­bayiğit bu belâyı göze alamayacaktır. Doğruyu söyle­diği için mescitte döğülen; şehit edilen hadisçilerin ha­berleri mevcuttur.[465]

Belirli bir fıkhı mezhebe bağlı olan âlimin (halk­tan bir kişinin değil), sahih hadis ile çatışma teşkil eden durumlarda; ilmin gösterdiği yolun neler oldu­ğunu birkaç yerde zikretmiş bulunmaktayız. Ebu Ha-nife Nu'man b. Sabit Kûfî hazretleri başta olmak üze­re bütün fıkıh mezhebi imamlarımız; sahih hadis sa­bit olduğu zaman, mezheplerinino olduğunu belirt­mişlerdir.. Görülen zorluk, sıhhatin tesbitinde ve hadi­sin değerlendirilmesindedir.

Yurdumuzda, 1965 li yıllardan itibaren büyük çapta ilgi gören, ana hadis kitaplarının Türk diline tercenıesi çalışması bugün de devam etmektedir. Bil­diğime göre, bu tür çalışmaların değerlendirilmesini ilk kez Muhammed Tayyib Okiç Bey (merhum) yap­mıştır. Derslerinde; «... ana hadis kitaplarının terce-meleri mahzurludur. Çünkü, halk meselâ taharet ko­nusunda elli tane hadis görecek; bunları birbiriyle ça­tışma halinde zannedecektir. Ana hadis kitapları ye­rine, tek konudaki eserler, şerhli olarak yazılmalı; hal­kın neler yapacağına da orada temas edilmeli; bir Bu­harı Câmiu's-sahih'inden çeşitli kitaplar çıkarılmalı, sadece mealle iktifa edilmemeli...»  şeklinde özetleyebileceğimiz ikazlarda bulunan merhum, işin fıkıhla ^çatışacak yönüne de temas ederdi. Ama badis kitapla­rının tercenıesi ayrıca münakaşa edilecek bir konu ol­makla beraber, bizi burada ilgilendiren yönü dolayı­sıyla bu birkaç etimle zikredilmiştir. Bu tür eserleri okuyan binlerce müslüman buradaki anlatılanlarla, kendi yetiştiği fıkhı mezhebi arasındaki farkları naşı] tevhit edebilecektir. Bununla, tercemenin zararını ifa­de etmek istemiyoruz. Ama ortada bir vakıa da var­dır. «Halk zaten okumamaktadır, onun için hiç endişe­lenmeyiniz» diyenlerin, fikirleri gönül ferahlatıcı ve il­mi olmaktan uzaktır. Kitapların sırtında; «halk bura­da okuduklarıyla amel etmesin; nasibini mensûhunu, mutlakını mukayyedini bilemez» tarzındaki ikazlai da yeterli olmamaktadır. Çünkü, meselâ hasta ziyare­ti ile ilgili hadisleri okuyan ve onu tatbik etmek iste* yen bir müslüman da böyle bir ikaza muhatap mıdır? Bilindiği gibi, dinî bilgileri olmayan halkın, uygula-. malarında tutacakları yol, kendisini eğiten ve fetva ile yol gösteren âlimlerin ilmî mevkilerine emanet ediliniştir. Belirli bir seviyeye kadar halkın sorumluluğu müftünündir, âlimindir.

Hadislerin tekrar tekrar sıhhatlerinin tesbit çalış­malarının yapılması; dinî meselelerin tekrar ele alınıp yeniden incelenmesi, hükümlerin yeni araştırılmalara tespiti, dinimize sadece güç katar. Mezhep sahibi imamların, sahabe ve tâbiûnun yolu budur.

Fıkhı tatbikat yanında hadis kitapları ve onların tercemeleri yine var olacak, okuyanlar -güçleri yet­tiği nisbette- onlardan yine faydalanacaklardır. Müsümanlar ve bütün insanlık, dünya durdukça; prob­lemlerinin çözümüne Kur'an ve hadislerden yol ara acak; kendileri bizlerden binlerce yıl önce yaşamış olan âlimlerin fikirlerinden faydalanılacak eğer var­sa farklı anlayışlar ve zühuller üzerinde ısrar edilme­yecektir. Hal böyle olunca Kur'an ve hadisler, iki le-miz kaynak olarak âlimlerin devamlı müracaat yeri ve irfan pınarı olarak, kalacak özellikle hadise bağh tslâmî uygulama diriliğini koruyacaktır.

Arzettiğimiz mesele üzerinde, nefs ve nevası yeri­ne ilmini ve Allah'a karşı sorumluluğunu devreye soj kan pek çok âlim, böylesine kardeşlikte birleşmiş bii toplumda, çok huzurlu bir İslâmî hayat yaşanacağını belirtmektedirler. Böyle bir toplumda hatip, cuma hutbesini; kağıttan okuma yerine, bir hafta müddet­le Kur'an'dan, hadisten ve ilim adamlarının çalışmala­rından yararlanarak hazırlayacak, müslüman toplu­ma faydalı olan şeyleri konuşacak, büyük ilim sahip­leri yetiştirilecek, nıüslümanlara farz olan dinî bilgile­ri öğrenme ve eğitme işlemleri yürüyecek; her türlü ilim yuvasında; dinî, ahlâkî, insanî münasebetleri ve her çeşit bilimi okutanlar, Allah'tan ve ilimden.hicap duyarak; mesuliyet ve ilim namusunun verdiği güçle hadislerden faydalanacak, cehit sarfedecek; ictihad edecek; dinde eksik arayıp kendisini küçültmeyecek, aksine toplumunu ve insanları ve kendi dindaşlarının hadislerin berrak pınarından istifade etmelerini sağ­layacaktır. Bugün ve dün, «hadisler uygulamadan kal­dırıldı» gibi bir ye'se düşmeğe hakkımız olmadığı gibi, belirli bir tarihte ve coğrafyada islâm dışı uygulamalar görüldü diye ümitsizliğe kapılırsak üstelik sorumlu da oluruz[466]

 

3. Sünnet Ve Taklit

 

Arap dilinde taklit; bir adamın boynuna kılâdo takmak manasınadır. Bir kişiye belirli bir görevi ver­meğe de aynı kelime kullanılır [467]Aynı kelime te­rim olarak fıkıh ilminde şu anlamları taşır: «Delilsiz olarak bir sözü kabul etmek; sözü, şer'î delillerden bi­risi olmayan bir kimsenin sözüyle mezkûr delillerden birisine dayanmaksızın amel eylemek» [468]Fıkıh usû­lünde ve teşri tarihinde büyük meselelerin ve müna­kaşaların kapısını açan bu uygulamanın; iyi ve kötü olanları vardır.

Peygamberimizin ve ashabının, Kur'an'm yolunu tutarak delil ve burhana dayalı konuşma ve hüküm verme; mesele çözme, yorum getirme metodunu uygu­ladıkları bilinen bir husustur. O devirlerde herkes yaptığı işin ve çalışmanın şuuruna ermiş bulunmak­tadır. Gerek o devirlerde ve gerekse daha sonraki za­manlarda, Peygamberimize ve ilim. sahibi saha-bilere ittiba' ederken her fert, neye uyduğunu araştırır ve bilirdi. Körükörüne iz takibi yasaklanmıştı, bunun için de taklit mevcut değildi. Bizim burada üze­rinde durmak istediğimiz, «körükörüne izlemek; şuur­suzca izlemek» anlamındaki taklittir. Dinimiz, içtihadı öğerken, dinde ve dünya işlerinde taklidi kötülemiştir.[469]

Debbûsî'nin ve diğer bazı bilginlerin belirtikleri­ne göre, dördüncü hicrî asır artık ilimde bu güzel yo­lun yavaş yavaş terkedildiği yol olmuştur. İşin tuhai tarafı bu zaman birimi; hadis ilimlerinde tasnifin al­tın çağı denilen devredir. Hadislerin tam manasıyla toplanıp bir araya getirildiği zamandır. [470]

Fıkıh mezheplerinin sahipleri olan büyük mücte-hidlerin çağında, körükörüne uyma gibi bir tür fena­lık mevcut değildi. Onların ilim meclisleri tamamen akademik- usûlde hür çalışmaların yapıldığı; vicdanî ve ilmî kanaatlerin serbestçe söylendiği zamanlardı. Yüzlerce meselede, öğrencilerinden farklı düşünen imamlar vardır. Öğrencileri de fikirlerini, onlardan aldığı cesaretle ve ilmî ölçüler içinde savunmuşlardır. Bu imamlar etraflarına; daima kör taklitten kaçınma­yı, delile ve sahih sünnete yapışmayı, kendi teknikle­rine vâkıf olmayanların, peşlerinden gelmemelerini öğütlemişlerdir. Hanefilerin usûlünü bilmeyen onların ardınca gidemeyecektir. İmam Mâlik'in tarzını bilme­yen Mâliki olamayacaktır. Ahmed b.    Hanbel'in ilmi

Ayrıca kitabımızın «Hadisin tasnifi» böliftnü. çalışmalarım bilmeyen, Şafiî'nin ictihad tekniğinden bihaber olan kimse Hanbelî ve Şafiî olamayacaktır. Öyle zannediyoruz ki, ilk çağlardaki bürhân ve delile dayanan; ilmi esas alıp herkesi komple yetiştiren bu kıymetli prensipler terkedilmeseydi, İslâm toplumla­rında sünnete ittiba' daha güzel biçimde görülecek, bölünmeler de önlenecekti.[471]

 

IV. KADROLAR VE GÖREVLER

 

Hadisin, içinde bulunduğumuz devreye ve gelece­ğe ait öğrenim, öğretim, neşir ve yayma, tatbikata in­tikal ettirme... gibi meselelerdeki problemleri, geniş çalışma isteyen; ilim adamları arası işbirliğini gerekti­ren bir çalışmalar zinciri ile açıklığa kavuşacak bir konudur. Kısmen ilgili bölümlerde, bu problemlerin halli ile ilgili bilgiler sunulmuşsa da, yinede, tespitler ve teklifler bölümünde bunların tekrarında fayda mü­lahaza etmiş bulunmaktayız.

Problemin hallinde; devlete, ferde, aileye ve tüm müslüman toplumlara düşen görevler bulunduğu gibi, bu görevlerin, işbirliği içinde yapılması da zaruret ol­maktadır. Yekdiğerinden habersiz ve kopuk yapılacak çalışmalar, istenilen faydayı temin etmekten uzaktır. Ayrıca, zamanın geçirilmemesi ve sadece Türkiye'de­ki müslüman toplumu ilgilendiren bir mesele olarak değil, tüm İslâm dünyasını, hatta bir ölçüde insanlığı gerektiren bir mesele olarak ele alınması gerekmekte­dir.

Vaktiyle yaptığımız küçük bir anket çalışması, ikiyüz ilim adamına hitap etmiş iken, sadece sekiz ta-

ne cevap alabilmişti. Çağdaş yazarlardan ancak bir kaç tanesi, hadisin günümüzdeki problemlerine çareler sunan teklifler getirmektedir.[472]

 

1. Hadisi Nasıl Öğretelim?

 

Bugünün dünyasında spor, ilimden çok kitleyi kendisine çekebilmektedir. Yüzbinlerce insanın, fizik .veya tıp tahsil ettiği bir stadyum düşünmek bile müm­kün olamazken, yüzbin insanın, futbol öğrenimi yap­tığı bir doksan dakika mevcuttur. Üstelik en çok rağ­bet gören bir iş durumundadır. Maddî ve sosyal ilim­lerde de mevcut olan bu ilgi azlığı, din ilimlerinde da elbet görülecektir. Yüzbinlerce insanın Kur'an öğreni­mi yaptığı bir açık hava dersanesi tasavvur dahi edi­lememektedir. Halbuki, din bilgileri, kişinin günlük hayatında en çok kullanacağı bilgiler olma durumunu yüzyıllar önce göstermiş fakat koruy amam ıştır. Bin­lerce kişilik, hadis yazan insanlar topluluğu, menkabe değil vakıa olarak tarihte anlatılmaktadır. Din insan için en hayatî unsurlardan biri olduğuna göre, ne ya-pıpta kitlelerin ilgisini bu öğrenim ve eğitime kaydırmak işinde başarı kazanmalıyız? Hadisler ve Peygam­berimizin getirdiği tüm talimat bir azınlık için gelmiş olmadığına göre, müslüman zümrelerin yapmaları ge­reken ilmî faaliyetler veya onlara yardım çalışmaları sözkonusu olmaktadır.

Artık hadisler bugün, ağızlardan değil kitaplar­dan alınmaktadır. Evvelce, şahısların hadisteki kimli­ğini arama işi nisbeten kitapların kimliğini arayarak en iyi nüshayı elde etme işine dönüşmüştür. 643/1245 yılında vefat eden Şehrizorlu İbn Salah'm da dediği gibi; «Günümüzde ve asırlar öncesinde senetlerin ilmî bir kıymeti kalmamıştır. Çünkü, senetlerde kişiliği bi­linmeyen kimselerin bulunması her zaman imkân da­hiline girmiştir. Fakat mühim olan, rivayetin isbatm-dan ziyade, kendisinden hadis naklettiğimiz zatın şah­sına bizi bağlayan, daha doğrusu kitabın ona ait ol­duğunu garantileyen ilmî silsile mühim olma durumu­na gelmiştir». Artık şu noktaların tesbitine önem ver­memiz gerekecektir:

a) Kendisinden hadis aldığımız eserin,    müellife ait olup olmadığının tespiti,

b) Kitabın birkaç muteber nüshasının karşılaştı­rılarak; tahkikli ve tenkitli sağlam bir metninin elde edilmesi,

c) Müellifin hadislerde verdiği senetlerin, yanlış­lık eseri bozulup bozulmadıği; sağlam veya çürük olu­şu.

Hadisin yayılmasında neşriyat kadar tebliğ do mühimdir. Eserlerin hadis neşrindeki hizmeti kadar, hatta.bazan daha fazla, kişilerin hizmeti geçmekte­dir. Pek çok yeni tipte kitapların bol miktarda ve her

sınıf kültür alan kişilere hitap eder tarzda yazılması ve dağıtımı gerekmektedir. Burada âlim ile zengine büyük hizmet düşmektedir. Kitabın pahalı olduğu gü­nümüz Türkiye'sinde bu husus biraz daha ehemmiyet kazanmaktadır.

Neşriyat içinde, hayatın çeşitli meselelerine çözüm getiren, fıkhı açıklamalı eserlerin neşri; Peygamberi­mizin yaydığı İslâmm tanınması açısından mühimdir Bunu hazırlayacak âlimlerde pek çok yetenek gerekli bulunmaktadır.[473]

Hadisi tanıtma ve sevdirme meselesi bir bakıma, Peygamber (s.a.) i tanıma, tanıtma ve sevdirme ve sevme meselesidir. Bunun için de selefin yolu takip edilmelidir. Selef, her hadis ve âyeti yeni iniyor gibi kabul ederek; onunla ilgili bilgi ve tatbikatı derhal öğ­renme yolunu tutmaktaydı. Bizde Peygamberimizi ta-irnna az olunca, sünnete ilgimiz de azalmaktadır. Ken­disiyle önce ruhanî yolla; inanarak ve ona tâbi olarak irtibat kuracağımız Hz. Resûl'e ait bilgi dağarcığımız gün geçtikçe artan bir hızla dolmalıdır. İyi. bir Kuran ve sünnet bilgisi ile; iyi bir siyret ve tarih bilgisi bizim İşimize çok yardımcı olacaktır. Burada bir tuhaf anla­yışımıza temasta fayda vardır. Belirli yaşı geçtikten sonra bizler, ilimle olan irtibatımızı kesmekteyiz. Hal­buki ilmin yaşı yoktur; halk olarak g'ençliğimizde oku-yamamış isek, yaşlılıkta ve o şartların imkânı nisbe-tinde bilgimizi artırmalıyız.

Bahsettiğimiz iş için fertler kadar, müşterek çalı­şan bir kadro de gereklidir. Fertlerin çalışması smırlıdır. Ayrıca işin para yönünü teinin edecek; gel-git iş­lerini yapacak, kitleye yön verecek pratik ve cerbezeli müslümanlara da ihtiyaç vardır. Bütün işler ilmî kad­ro ile bitmemektedir.

Sünnetin neşri işinde, kendi ülkesin? ilim ve tat­bikat merkezi gören Hûlî, özet olarak şunları söyler: «... Meselâ Mısır gibi; tarihî bir ilim merkezi ve İslâm ülkelerinin ortasında bir yer seçilir, civarda sünneti neşredecek şubeler açılır. Bu derneklerde çalışacak in­sanların düstûru; «Allah'ın ipine toptan sımsıkı sarı-. İm, tefrikaya düşmeyin»  olur. Bu teşekküller ihlâsla; ezim ve sabırla çalışır. Önce ilmi neşriyat üe işe başla­nır. Daha sonra üyeler arasından, ilim ve ittikâ sahip­leri irşat ve eğitim yolunu tutar; İslâm ülkelerine bu çalışmalar yayılır. Öğrenim ve eğitim sadece camile­re mescitlere münhasır kalmaz. Cemiyet,    öğretmen, vaiz, din görevlisi, müftü... gibi, halkla temasları faz­la olan kişileri de yardımına çağırır, onlar   vasıtasıyla da sünnetin yayım işine hız verir ve çalışmalar sürdü­rülür[474]Hûlî'nin tespitlerine: «bu dernekler, sir yaset ile, dini dünyaya vâsıta yapmakla,- tefrika çıkar­makla uğraşmaz...» kaydını eklemek de   faydalı ola­caktır.

1920 li yıllarda yazılan pek çok kitapta, günlerin­deki hadis yayım ve öğretim çalışmalarını beğenme­yen yazarlar; Ezher gibi ilim merkezlerinde bile hadi­se gerekli ilginin duyulmadığından yakınmaktadırlar. Aynı yazarlar, Yemen ve Hindistan'daki çalışmaları ria öğmektedirler. [475]

Hadis yayım işinde, okulların ve din eğitimi veren kurumların hizmetlerini burada zikretmek gerekme­mektedir. Çünkü adı geçen müesseselerin aslî hizmeti zaten budur. Hadislerin neşri konusunda daha değişik düşünceler de bulunabilecektir.[476]

 

2. Modern İmkânlardan Faydalanma

 

Hadis öğrenim ve yayım faaliyetlerinde, klasik va­sıtalar yanında, modern çağm saniyede binlerce insa­nın günler harcayarak yaptığı işleri, daha sıhhatli bi­çimde gerçekleştiren cihazlarından ve imkânlarından faydalanması da, ileri sürülen teklifler arasında bu­lunmaktadır. Kur'an âyetlerinin fişlenerek; her âyetle ilgili, yüzyıllarboyu yapılan tefsir çalışmalarını bir araya getirmeden tutunuz; hadislerin tümünü, bilgisa­yarlara aktarmaya kadar her türlü çalışma ilgili araş­tırıcıları beklemektedir.

Dünyada, matematik bilimler yanında, fikrî ilim­lerde de bilgisayar ve kompütürlerin değerli ve erişil­mesi güç hizmetleri başlamıştır. Sayıları onbinleri, milyonları bulan ünitelere ait klasik fihristler yerine, bilgisayarların hafızaları daha emin vasıtalar olarak takdim edilmektedir.

Bir İslâmi araştırma ve bir ilahiyat- konusu için gereksiz gibi gelecek bu imkânlardan faydalanma, gün gelecek zaruret halini alacaktır. Çünkü burada; hem zamandan ve hem de personelden tasarruf sözko nusudur. İnsan yapısı işlerdeki hata payı, burada daha az yüzdelere düşmektedir.

Kanaatımızca, hadis ve hadise bağlı ilim dallarında, mikrofilm, fotoğraf ve bilgisayar teknolojisinden şu noktalarda istifade kaçınılmaz gözükmektedir:

a) Eldeki eski yazma kaynakların modern bakım­larının yapılması; patolojik durumlardan   onların ko­runması işlemleri.

b) Adı geçen eserlerin, dünyadaki diğer nüshala­rını da elde, etmek kaydıyla mikrofilm arşivlerinin tu­tulması [477]Bu yazmalardan faydalanmada modern cihazların en üst düzeyde kullanılması.

c) Çağdaş imkânlarla kitap değişiminin kolaylaş­tırılması,

d) Mevcut hadislerin rical indekslerinin yapılma­sı. Yüzbinlerce hadisle ve onbinlerce kişiyle ilgili bilgi­nlerin, bilgi sayarlara ve onların hafızalarına nakli. Bu suretle kontrol mekanizmasının işler hale   getirilmesi [478]

e) Kardeks, fiş ve benzeri ilim    malzemelerinde; naylonlama ve asetat içinde muhafaza   imkânlarının artırılması,

f) Aynı.hadisleri  açıklama sadedinde    söylenen sözlerin ve şerhlerin bir araya getirilmesi.    Îndeksleı ve fihristler tanzimine devam edilmesi,

g) Hadis diye uydurulan yalanların aynı yollarla tespiti ve yalancıların fişlenmesi,

h) Hadis öğrenim ve eğitiminde, episkop, diya ve benzeri cihazlardan; görüp duyarak eğitimin gereği olarak faydalanma yollarının denenmesi.[479]

 

3. Kadrolar Ve Görevleri

 

Tüm İslâm ülkeleri için olduğu kadar Türkiye için de geçerli bir kaide vardır; Devlet gerekli ilgiyi veya kontrolü yaptığı takdirde işler daha sürekli olmakta­dır. Devletin yetişemediği yerde, halkın göreve talip olması gereklidir. Yılların tecrübesi, din öğrenim vo eğitiminde şunu göstermiştir: Halk kendi başına bıra­kıldığı takdirde, dini ilimlerde yanlışlara düşmekte ve bunun üzücü neticelerinden din sorumlu tutulmakta­dır. Bu keşmekeş durum, çok kere iyi niyetli olmayan yetkililerce arzu da edilmektedir. Durum böyle olunca; hükümetler bugüne kadar yaptıkları gibi din eğitimi­ni omuzdan aşırmamali; işin eksperi olanlar yerine, cehlin sırtını sıvazlamamalidir. Otuz yılı geçmesine rağmen, din eğitimi, bakanlık içinde bir ünite olarak kabul dahi edilmemekte; şahsiyet kazanması engellen­mektedir. Halbuki, mütehassıs elemanlara devletin gü­venmesi, tahsilsiz din eğitimcisinin gösterdiği yoldan gitmemesi gerekmektedir.

Hadis ilimleri dalında hizmet görecek kadroların lüzumunu herkes ifade etmektedir. Pratik hizmet gö­recek, malî yardım yapacak, ihtisas çalışmalarını sür­dürecek, eğitim ve öğretimle meşgul olacak pek çok kişiye görevler düşmektedir.

Bu kadrolardan bir kaçml teklif olarak  şöyle sıralamak mümkündür:[480]

 

a) Pratik Hizmet Kadroları

 

Bu kadrolar devlet tarafından yetiştirilir. Genel îslâmi kültür alan insanlar arasından seçilen bu kişi­ler, özellikle pratik hizmetlerde istihdam edilirler. Vaaz ve irşad görevleri yapar; alışılmamış yeni yollar bularak halka hadisi ve sünneti tanıtmağa gayret eder. Bu kişiler, aynı zamanda pratik ve belirli bir de­rinlik ve genişliği olan din bilgilerini de halka öğre­tirler. Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesindeki hizmet­ler ifası şurasında, hadise dönük çalışmalar da yaptırı­labilir. [481]

 

b) İhtisas Kadroları

 

Yukarıdaki hizmet yerlerinde bir müddet çalışmış; yüksek seviyede din tahsili yapmış elemanlardan ye­tenekli bir gurubu özel olarak hadis ihtisası görecek tarzda öğrenime tâbi tutulur. Kendilerinin yeterli de­recede lisan ve ihtisas kültürleri mevcuttur. Bu müte­hassıslar, ülke içinde veya dışarıda; milletlerarası ça­lışmalarda ülkenin temsil görevini de yerine getirirler, îslânı ülkelerinde bulunan kendi ayarlamadaki zevatla birlikte; geniş ihtisas ve istişare kadrolan tesir etmeğo yararlar. Bunlar İslâm dünyasının en seçkin ilim adamları demektir.    Özellikle güçlü hadisçi    yanlan

vardır. Bu elemanlardan, az miktarda da olsa öğretim ve eğitimde faydalanmak mümkündür. Daha çok ya­pacakları neşriyat mühimdir. [482]

 

c) Öğretici Kadrolar

 

Bu kimseler -meselâ Türkiye'yi ele alırsak din tahsili veren liseler ile yüksek seviyedeki lisans ve li­sans üstü eğitim kurumlarındaki elemanlardır. Bunlar hoca vasfını; öğretmen vasfım haiz kişilerdir. Bu zat­lar, genel din kültürü yanında özellikle hadis alanın­da ayrıca eğitime tâbi tutularak öğretim ve eğitim hizmetlerinde istihdam edilirler.

Arzettiğimiz bu çalışmaların yapılması için Tür­kiye'de; alt yapı ve kurumlar bakımından büyük bir güç mevcuttur. Maddi yönden güçlü olan ülke çocuk­larının ilahiyat tahsiline rağbetleri olmadığı sürece, iş bizlere düşmektedir. Evvelcede belirttiğimiz gibi, Tür­kiye dışarıya ilâhiyatçı' göndermek durumundadır.[483]

 

4. Bazı Çalışma Konulan

 

Çalışma konularının tespiti, mühim bir mesele ol­maktadır. İlahiyat sahasında, günümüze kadar yapı­lan her seviyedeki çalışmanın dökümünü yapan eser­lerin neşri henüz emekleme safhasındadır. Bu tür ça/ lişmalar ikmâl edilince; nelerin yapıldığı ve nelerin ya­pılması gerektiği ortaya çıkacaktır. Yüksek din öğre­timi yapan kurumlarımızda, gerçekleştirilen; doktora, seminer ve benzeri çalışmaların da bir fihristi veya. in­deksi mevcut değildir. Son zamanlarda yapılan birkaç küçük araştırma sınırlı hizmet vermektedir,

Türkiye'de otuz yılı aşkın zaman süresindenberi, îslâm ilimlerinin çeşitli dallarında çalışanlar, zaman. zaman inceleme ve çalışma için konu arama duru­munda kalmışlardır. Bu ihtiyaç günümüzde daha da artmaktadır. Gayet tabiî olan bu durumun çözümün­de aklımıza şu hususlar gelmektedir: îslâm ilimlerinin geçmişini bilen, meselelerine nüfusu olan ihtisas sa­hiplerinin, gelecek için yapılması gereken çalışmalara ait tespitler yapması. Bu konuların plan ve projelerini belirleyip; ihtiyaç gösterecekleri malzemeye, emeğe ve ihtisasa işaret etmesi. Çalışacak kişilerde bulunması gereken" ilmî yeteneklere, hazırlıklara değinmesi. Kü­çük de olsa, adı geçen çalışma türlerine ait model uy-gulama'lar gösterilmesi. Yeni konular bulunması ve faydalarının anlatılması.

Batıyı tanıyanlar, tüm meselelerin işlenmesi yü­zünden konu sıkıntısı çekildiği ve bu yüzden çevreye taşılarak, başka milletlerin meselelerine eğilindiğini anlatırlar. Bizdeki, tüm işlerin bitmesinden doğan bir konu sıkıntısı çekme hali değildir. Bizde iş çokluğu vardır. Fakat işlerde sarahat olmadığı için; ehemm olan mühim olandan ayrılamamaktadır. Meseleleri­mizin çözümünde, ehliyet, taklitten sakınıp yaptığı işi bilerek ve en üstün seviyede yapmak, anlamadığı mevzulara dalıp kendisini ve çevresini şaşırtmamak; zaman ve mal israf etmemek, her nesle ait problem­lerin varlığını kabul etmek, işbirliği içinde çalışmak, takibi gereken düsturlar olmalıdır.

Arzettiğimiz noktalardan hareket ederek, hadis araştırmalarıyla ilgili bazı konular    tespitinde yarar

görmekteyiz. Önce şunu belirtelim: Vereceğimiz konu­lar, teferruata ait, ehemmiyetsiz şeyler olarak gözüke­bilir, îyi bir ilmî çalışma olmak kaydıyla, mutlaka bu tür çalışmaların gerçekleştirilmesi bile büyük bir hizmettir. Ehemmiyetsiz gibi görünen birkaç örnekle düşündüklerimizi açıklayalım. Meselâ şöyle bir konu ele alınabilir «Hadis imlâ meclisleri acaba nasıl kuru­lurdu, binlere varan sayıdaki öğrencilere hadis nasıl imlâ ettirilirdi.» Bu konuyu tarihî malzeme içinden cevaplayan bilgilerin yardımıyla hazırlamak az za­man ve az emek almaz. Az ihtisas gerektirmez. Bu biz­ce büyük bir çalışmadır ve faydalıdır: Hadis ilimleri­nin ve tarihinin bir yönüne ışık tutar. Bir öğretim üye­si, uygun bir arazî üzerinde, söz gelişi iki bin kişilik veya daha az bir hadis öğrencisi guruba, o günlerin şartlarını taşıyan malzeme yardımı yaparak, hadis im­lâsına çalışsa; orada cereyan eden her şeyi tatbik etse; o günün şartlarında ve imkânlarında meseleleyi çöz­meğe ve ona yaklaşmağa çalışsa, bu uygulama kendi­sine -her halde- salim düşünme ve doğruyu bulma­da büyük yardım etmiş olacaktır. Böyle bir tatbikat sahibinin; «menâkıp» ile «vakıayı» bizden daha iyi ayı­racağında şüphemiz olmamalıdır.

Bir başka örnekle meseleyi anlamağa çalışalım-Seçilecek bir pilot bölgede, en iyi elemanların da yar­dımıyla, müslüman bir zümre; «kendilerine öğretilen sünnetin yüzde kaçını ve nasıl uygulamaya ve pratiğa aktaracak; nerelerde kendi kendine te'villere saplana­cak, nerede sebat edecek?» Böyle bir çalışmadan ilim adamı ne gibi sonuçlar çıkarıp ilim âlemine sunabile­cek? Diğer yandan meselâ en mükemmel tarzda yetiş-

miş yeterli sayıdaki ilim adamının; Balkanlar, Orta doğu, İspanya gibi, tarihte müslümanlarla başka din mensuplarının birlikte yaşadıkları yörelerde; sünnetin köylü ve şehirli gayr-i müslimler üzerindeki tesirleri­nin asırlar sonrası izlerini arasa, bu çalışma hiçte kü­çümsenecek bir araştırma değildir. Diğor taraftan, müslüman toplumların, günlük muameleleriyle ilgili problemlerde onların karşılaştıkları durumların hük­münü belirleyen; onlara çözüm sunan çalışmalar bun­lardan da öncelik kazanma durumundadır. Bir misâl daha verelim:

Şark ilimleriyle ve özellikle İslâmiyatla uğraşan oryantalistler, bililtizam seçerek üzerlerinde dedikodu olan kişileri; söz gelişi bir Hallaç Mansûr'u, bir Ebu Mihnef'i ömür boyu incelemektedirler. Halbuki İslâm araştırmaları onların kendi meseleleri değildir. Acaba bizden bir ilim adamı, tarihi bir İslâm âlimini bir ömür boyu incelese; neticelerini ilim dünyasına sunsa çok mudur? Bu tür çalışmalar yadırganmamalı; öz ve koli çalışma telakki olunmalıdır.

Bu maruzattan sonra bahsimizi, özellikle hadis ilimlerini ilgilendiren bazı konulardaki çalışma teklif­lerimize hasredeceğiz. Bu çalışmaların daha mükem­mellerinin bulunacağı ümidiyle konularımızı şöyle sı­ralayabiliriz:

a) Hadis ilimlerinden her biri ele alınarak; mese­le ve kitâbiyatı tesbit edilmeli, böylece ilim dalının sı­nırı çizilmelidir.

b) Tenkitli basım çalışmalarına hız verilmeli, bu işi yapacak tarzda hadisçi kendisini ikmâl   etmelidir. Hadis literütüründeki her eserin ilmî neşri bizim için

zaruridir. Hadisle uğraşan her âlim, kendisini bir ve­ya daha çok eser neşri yapacak tarzda teçhiz etmeli, telif ve terceme çalışmaları yanında buna da vakit ayırmalıdır.

c) Hadisle uğraşan kişilerin otobiyografileri yazıl­malıdır. Bir şahısla bir ömür uğraşma prensibi bizde de çalıştırılmalıdır.

d) Hadis ricali dalındaki çalışmalar sistemli hak konulmalı; daha kullanışlı ve doyurucu eserlere doğru gidilmelidir.

e) Peygamber Efendimize izafe edilen   her hadia fişlenmeli; ona ait kritik çalışmaları tekrar    toplanıp gözden geçirilmeli; malzeme bir arada   görülebilecek hale getirilmeli, gerekirse bir hadis için küçük bir esei meydana getirmekten kaçınmamalıdır.

f) Yalan haberler de aynı tarz çalışmalarla tesbil olunmalıdır.

g) Usûl meselelerimiz tek tek ele''alınmalı;   konu ile ilgili bilgiler toplu hale getirilmeli, bazan bir mese­le için müstakil bir kitap yazılmalıdır.   Meselâ icazet ve meseleleri, talebu'1-ilm için yapılan seyahatler... bi­rer örnek başlık olabilir.

h) Fakihlerin hadis kullanışı üzerinde müstakil çalışmalar yapılmalıdır. Serahsî'nin hadisi kullanış tarzı, İmam Mâlik'te hadis, Ebu Hanife'de hadis gibi çalışmalar yaygın haîe getirilmelidir. Bu tür çalışma­lar, değişik fıkıh âlimindeki, hadise bakış açısı hak­kında fikir vereceği gibi, bir takım yanlışlıkların da önüne geçmiş olacaktır.

i) Tasavvuf ve hadisle olan ilgisi. Sûfî muhaddis-ler ve takip ettikleri usûller.

j) Hadis şerhlerinin ilmî tenkitlerinin   yapılması;

eserlerin gözden geçirilerek varsa hatalarına işaret edilmesi,^ daha güzel baskılarının yapılması; indeks vo fihristlerin tanzimi suretiyle kullanışlı hale getirilme­si.

k) Bütün furû-ı hadis kitaplarının ilmî neşirleri; hadislerinin,numaralanması, indekslerinin ve teferru­atlı fihristlerinin 'yapılması,

1) Her mezhep imamının kullandığı hadislerin biT dökümünün yapılması.

m) Tahriç çalışmalarının başlatılması. Dinî konu­larda yazılan kitaplarda kullanılan hadis] erin değerini tespit eden bu tür çalışmalar, insanı çeşitli hatalardan koruyacaktır.    

n) Daru'l-Hadislerin İslâm toplumlarına hizmetle­riyle; her birinin tarihinin ve öğrenim hikâyesinin an­latılması; hizmet gören şahısların tanıtımı,

o) Değişik İslâm coğrafyalarının   hadis tarihleri­nin tespiti. Endülüs'te hadis, Şam ve yetiştirdiği mu-haddisler, Bağdat'ta dördüncü asırda çalışmaları... gi-" bi belirli bir zaman ve coğrafyayı   kucaklayan çalış­maların yapılması.

p) Zühd erbabının hadisle ilgisi. İslâm tasavvufu­nun temelini teşkil eden haberlerin, hadis usûlü ka­nunlarına göre tenkidi.

r) Hadis biyoğrafyasmm tümünü kapsayan eser­ler.

s) Hadise dair yazılan makalelerin dökümünü ya­pan indeksler.

şî Hadisçifıkıhçı, hadisçi- keîâmcı, hadisçi -mutasavvıf... ihtilâfları ve tarafların özelliklerini ta­nıtan araştırmalar.

t)  Batıda yapılan hadis    çalışmalarının   tümünü özetleyen eserlerin tanzimi.

Batıda yapılan hadisle ilgili çalışmalarda uğ­ranılan hataların; güçlü ilmî çalışmalarla karşılana­rak, bu tür eserlerin batı dillerinde neşri.

v) Günün gerektirdiği, evvelce örneği geçmemiş yeni çalışma türleri meydana getirerek hadise ve bağ­lı ilim dallarına her türlü hizmetin yapılması.[484]

 

V. KISA HADİS İLİMLERİ BİBLİYOGRAFYASI

 

Hadisin ve bağlı ilim dallarının bibliyografyası (kitabiyyât ve literatürü) için bugüne kadar yazılmış en güzel ve tek eser, Muhammed b. Ca'fer Kettânî (Öl. 1345/1929) nin, er-Risâletü'I-mustatrafe li beyânı meşhûri kütübi's-sünnetri-müşerrafe (Karaçi, 1379/ 1960) adlı küçük kitabıdır. Ne var ki eser, bir takım eksiklikleri de giderememiştir.

Bizim burada vereceğimiz liste, kısmen ilahiyat öğrencisinin, zaman zaman hocalarına sorduğu «han­gi hadis kitaplarını alalım» sorusuna cevap verecek eserleri ihtiva eden, daha çok genel mânada hadislo ilgili bazı eserleri veren bir liste olacaktır. Aslında, bu bölümün biraz uzaması pahasına; eserler hakkında kı­sa bilgilerin verilmesi güzel olurdu. Fakat bu işi yapa­mamış bulunmaktayız.

Hadis ilimlerinin iki tür araştırma sahası bulun­maktadır. Bu iki sahadan birincisi, öndört yüzyıldan-beri biriken ve hadisle ilgili olan neşriyattır. İkinci saha ise, doğrudan hadisle ilgili olmayan yerlerdir. Hadisçi, yitirmiş olduğu bir değerli varlığı arar gibi; İslâmî ilimlerin her dalında, hatta dinî olmayan ilim­lere ait eserlerde; tarihte, edebiyatta, şiirde, masal vo

hikâyede... hep hadise ait malzeme aramakla yüküm­lüdür. Cemiyetlerin, müstakbele intikal eden, bütün kültür varlıkları içinde, her sahanın adamı kendine ait faydalı malzeme bulabilir. Böyle bir araştırma, çok daha isabetli sonuçlar .verecektir. Çünkü burada me­sele, hadisin kendi iç bünyesinden çok, dışındakilerin onu tanıyış tarzına da . bağlı kalacaktır Böylece biz daha objektif esaslara bağlanacak ve yabancı bilim dallarının da şâhitliklerlyle güçleneceğiz. Hadisçi ken­disini üstün insan görürken, bir başkası onu «ümmeti birbirine düşüren fesatçı olarak damgalamaktadır». İş­te bu iki tesbitten, tarih ve vakıa önünde gerçek olanı bulmak ilmin görevidir. İftira elbette kötüdür. Ama kendi kabımız içinde, sadece kendimizi tavsif ve tas­viple tasdik edilmek de pek sağlam bir zemin meyda­na getirmemektedir.

Dışarıdaki kişi, hadisçiyi daha geniş perspektiv içinden görebilmektedir. Biz bazan, bir ağacın gövde-sindeki teferruat üzerine büyüteç tutup bakarken; ağacın gövdesinden, hatta ormanın tümünden haber­dar olmayabiliriz. Fakat dıştaki kişi, bizi ve ilgilendi­ğimiz işi daha rahatlıkla ve daha doğru olarak görüp ölçebilir.

Yedi başlıkta vereceğimiz eserleri Kett.ânî 65 ka­dar başlıkla vermektedir.[485] Böyle teferruatlı bölümlere ayırmak, listeyi daha kullanışlı hale koyardı. Biz eserin bünyesini nazar-ı itibara alarak, hem eser adedini artırmadık, hem de başlıkları biribiri içine dere ettik. Hadisle ihtisas derecesinde uğraşan kişi, zaten böyle bir listeden müstağnidir. Genel kültür ve hadis öğrenimi yapan öğrenci için de bu ölçüdeki bir liste, hizmeti yeter derecede görür.

Kitapların tarihi sırada olmalarına bazan dikkat edemediğimiz de olmuştur. Aslında böyle bir listenin tanzimi, büyük emek ve araştırma istemekted r. Kita­bın bünyesinde planlanmayan bu çalışmanın, dar bir zaman mahsulü oluşu, yazarın hatalarını bağışlama vesilesi olacaktır.[486]

 

1. Mecmualar, Hadis Furûu Kitapları

 

Kapağını açıp hadis bulabileceğimiz, her türdeki eseri "bu başlık altına toplamış bulunmaktayız. Kettâ-nî'de bölüm daha farklıdır.[487]

Bölüm ayırımı yapmadan eserlere verdiğimiz nu­mara bir bütünlük içinde sürecektir.

1. Müsnedü'1-İmâm eş-Şehid Zeyd, Nşr. Abdülaziz Bağdadî, Kahire, 1340/1920".

2. Câmiu mesânîdi'1-îmâm   Ebi Hanîfe,   Müeyyed Horzemî, Haydarabad, 1332.

3. Sahifetü Hemmâm b. Münebbih, Nşr.   Muham-med Hamidullah, Dimeşk,    1953  (Eserin İngilizce   vo Türkçe baskıları mevcuttur).

4. el-Muvatta', İmam Mâlik b. Enes Yahsubî, Tu­nus, 1280. Şeybânî rivayetini ele alan bu baskı dışın­da, kitabm başka baskıları da vardır. Eserin onu aşkın rivayeti ile ilgili olarak evvelce bilgi verilnrştir [488]Muhammed Fuat Abdülbaki neşri (Mısır, 1370) en gü­zel baskılarından biridir. Mu'cem, onun   kitap adına ve hadis numarasına işaret eder,

5. Ehâdisu'l-Muvatta' ve ittifâku'r-ruvât    an Mâ­lik... Ebu'l-Hasen   Ali b. Ömer Dârakutnî,   Nşr., Mu­hammed b. Hasen Kevserî, Kahire, 1946.

6. Kitâbü'z-zühd ve'r-rekâik, Abdullah b. Mübarek Hanzalî.

7. el-Câmi', Ma'mer b. Râşid, (Pek çok yazma nüs­haları arasında, Ank. Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi Kit., İsmail Sâip Sencer Koleksiyonu, 2164).

8. el-Musannef, Ebu Süfyan    Veki' b. Cerrah b. Müleyh, Rüvâsî.

9. el-Musannef, Ebu Bekr Abdullah b. Muhammed b. İbrahim, (pek çok yazması arasında,   Köprülü Ktp, 438).

11. el-Musannef, Ebu Seleme Hammâd b. Seleme b. Dinar Rib'î.

12. el-Musannef, Abdürrezzak b. Hemmâm b. Nâfi. [489]

13. el-Müsned, Ahmed b. Hanbel, Nşr. Ahmed Mu­hammed Şâkir, cüz: 1-10, Kahire, 1949-1951.[490]

14. el-Müsned, Ebu Davud Tayâlisi.

15. el-Müsned, Haris b. Üsâme.

16. el-Müsned, Ebu Bekr Ahmed b. Amr b. Abdul­lah Bezzâr.

17. el-Müsned, Ebu Ya'lâ Ahmed b. Ali b. Müsen-nâ.

18. el-Müsnedü'1-Kebir, Ebu Bekr Ahmed b. İbra­him îsmailî.

19. es-Sünen, Ebu Osman Sa'îd b. Mansûr b. Şu'-be Mervezî.

20. es-Sünen, Ebu Bekr Ahmed b. Huseyn Beyha-kî.

21. es-Sünen,   Ebu   Muhammed   Abdullah b. Ab-durrahman, Dimeşk, 1349.                                           

22. es-Sünen,    Dârakutnî,    Dâru'l-Mehâsin    mat., 1386.

23. es-Sah:h, Ebu Avâne Ya'kub b.   İshak b. İbra­him.   .

24. K. el-îlm, Züheyr b. Harb . [491]

25. el-Câmiu's-Sahih, Ebu Abdullah    Muhammed b. İsmail, cüz: 1-9, Bulak, 1311 - 1313 [492]

26. el-Edebu'1-müfred, Muhammed b. İsmail Buha-rî, Nşr. Muhammed Muhyiddin Abdulhamid,   Kahire, 1379. Eser Türkçeye çevrilmiştir

27. Şevâhidu't-tavdih   ve't-tashih li müşkilâti'1-Câ miu's-sahih, Cemaluddin    Muhammed b. Mâlik    Tâî, Haydarabat, 1319.

28. el-Müstahrac ale's-Sahîhayn,   Ebu   Bekr   Ah-med b. İbrahim İsmailî.

29. el-Câmiu's-sahih, Müslim b. Haccac    Kuşeyrî, cüz: 1-8, İstanbul, 1329-1333.[493]

30. Meâlimu's-sünen, Ebu Süleyman Hattâbî, Ka­hire, 1368/1949.

31. Kitâbu'1-âsâr, Muhammed b. Hasen Şeybânî.

32. Müsned, Ebu   Davud    Tayâlisî,    Haydarabat, 1321.

33. es-Sünen, Ebu Davud Süleyman b. Eş'as Sicis-tânî, Nşr. Muhammed Muhyiddin Abdulhamid, cüz: 1-2, Kahire, 1950. [494]

34. Risâletu Ebi Davud Sicistanî fi vasfı   telifin li kitâb es-Sünen, Abdülaziz Hâşimî, Nşr.,    Muhammed Zâhid Kevserî, Kahire, 1369.

35. es-Sünen, Muhammed b. Yezid b. Mâce   Kaz-vînî, cüz: 1-2, Kahire, 1313. Eser Muhammed Fuad Ab-dülbaki tarafından da neşredilmiştir,

36. es-Sünen Dârimî, Haydarabat,  1309. el-Mu'cej mü'1-müfehres'in atıf yaptığı dokuz kitaptan birisi bu­dur.

40. es-Sünen, Ebu Muhammed    Abdullah b. Ab-durrahman b. Behrâm Semerkandi.

41. el-Müctebâ  (es-Sünen) bişerh   Celâleddin Su-yûtî ve Hasiyeti's-S.ndî,    en-Nesâî, cüz: 1-8,    Kahire, 1348/1930.

42. Mevârid ez-zam'ân ilâ zevâidi îbn Hibbân, Nu-reddin Ali b. Ebu Bekr,   Heysemî, Nşr.   Abdürrezzâk Hamza, Kahire.

43. el-Müstedrek, Hâkim Neysâbûrî, güz: 1-4,'Hay­darabat, 1334-1342/1915-1923.

44. İktizâü'1-İlm el-amel, Hatîb Bağdadî, Nşr. Muhammed Nâsırüddin Elbânî. Eserin başka, baskıları da yapılmıştır.

45. Küçük, orta ve büyük Mu'cemler, Ebu'l-Kasım Süleyman b. Ahmed   Taberânî. Bu eserlerden   basılı olanlar vardır.

46. Ma'rifetü's-sünen ve'1-âsâr, Ebu Bekr   Ahmed b. Hüseyin Beyhakî.  (yirmi numaradaki    esere bakı­nız);

47. el-Müstahrac, Ebu Ahiried Muhammed b. Ebu Hâmid Gıtrîfî,   

48. et-Tıbbu'n-Nebevî, İbn Kayyım Cevziyye, Nşr. Muhammed Râğıb Tabbâh, Halep, 1346/1927.[495]

49. Şerhu meâni'1-âsâr, Ebu Ca'fer Ahmed b. Mu­hammed b. Selâme Tahâvî. Bu eserin de bir kaç baskı­sı vardır.

50. Câmiu'l-ahkâm fi ma'riietil-halâl   ve'1-harâm, Muhyiddin b. Arabî Endelûsî.

51. Mişkâtu'l,-mesâbîh, Tebrîzî, Nşr.     Muhammed Nâsırüddin Elbânî, Dimeşk, 1380 - 1383/1961-1962.

52. Kitâbu'1-Vefâ bi   ahvâli'l-Mustafa, İbn   Cevzî, Kahire, 1386/1966.

53. Kitâbu'ş-şifâ, Kadı İyaz b. Musa Yahsubî. Ese­rin kitap ve cüz halinde çeşitli baskıları yapılmış, şer-hedilmiş ve Türkçeye çevrilmiştir.

54. Kitâbü'l-erbeîne'n-Neveviyye, Muhyiddin    Ne-vevî. Yüzlerce kırk hadis kitabı içinde en meşhur bir eserdir. Üzerinde çalışmalar yapılmış ve dilimize çevrilmiştir [496]

55. Riyâzu's-sâlihin min kelâmı Seyyidi'l-mürselin, Muhyiddin Nevevî. Eserin   muhtelif baskıları   vardır, Türkçeye terceme edilmiştir . [497]

56. Kitâbu'l-ezkâr,    Nevevî,    Kahire, 1356.    Kitap Türkçeye çevrilmiştir.

57. Mecmeu'z-zevâid ve menbeu'l-fevâid, Nureddin Heysemî, Kahire, 1353.

58. Meşâriku'l-envâr alâ sıhâhi'1-asâr,    Ebu'1-Fadl îyâz b. Musa Yahsubî, cüz: 1-2, Fas, 1328-1329. Kitabın şerhleri ve baskıları vardır. [498]

59. Şerhu's-sünne,    Ebu   Muhammed    Hüseyn b. Mes'ûd Bağavî.

60. el-Cevheru'n-nekiyy alâ Süneni' 1-Beyhaki, Ala-ettin Mardinî.

61. Nehcü'l-belâğa, Şerif Radî, Nşr. Ferruh Ömer,

Beyrut, 1372/1952. Şianın meşhur hadis kitaplarından biri olan bu eserin değişik baskıları vardır, En meşhur şerhi ise İbn Ebu'l-Hadid tarafından gerçekleştiril­miştir. Kitap Arap edebiyatı tahsilinde de kullanıl­maktadır [499]

62. Mâ huve Nehcü'l-belâğa, Hibetüddin Şehristâ-nî, Sayda, 1352.

63. Cemu'l-Cevâmi'", Celaluddin Suyûtî,

64. el-Câmiu's-Sağir, Celaluddin Suyûtî. Alfabetik tanzim edilen bu eserin bir de büyük şerhi mevcuttur. İkisi birden basılmıştır.

65. Mikâtu'l-mefâtih şerhu Mişkâti'l-mesâbih, cüz: 1-5, Mulla Ali b. Sultan Kârî Hanefi, Mısır, 1309.

66. î'lâmü's-sünen an kütüb Seyyidi'l-mürselin, ibn Tulün, Dimeşk, 1348.

67. Sübülü's-selâm,    Muhammed b.   İsmail   Emir San'ânî, Mısır, Bu kitabın muhtasarı ve Türk   dilinde şerhli tercemesi mevcuttur. [500]

68. el-Vâbilu's-sayyib mine'l-kelimi't-tayyib,   Şem-süddin Muhammed b. Ebu Bekr b. Kayyım   Cevziyye, Kahire, 1376.

69. el-Fethu'1-kebir fi dammi'z-ziyâde üe'l-Câmn'a -sağir, Celaluddin Suyûti, Nşr., Yusuf Nebhânî, Mısır.

70. el-Mecâzâtu'n-Nebeviyye,    Şerif    Radî,    Nşr. Mahmud Mustafa, Kahire, 1356/1937.

71. Akdiyetu Resûlillah, Abdullah   Muhammed b. Ferac Kurtubî, Kahire, 1346.

72. el-Kenzü's-seinîn fi    ehâdisi'n-Nebiyyi'1-Emin, Mısır, 1388.

73.  Delilu'l-fâlihin,  Muhammed b. Allan    Sadîkî, Mısır, 1374, cüz: 1-4, elli beş numarada geçmiş olan ki' tabın şerhidir.

74.Kenzü'l-ümmâl, Muttekî Hindi, Haydarabat 1311. Büyük boy ve küçük harflerle numaralı yapılan bu basın dışında eser, küçük boyda da basılmıştir. El­de mevcut matbu eserler içinde en çok hadis toplayan bu kitabın altmış beş bine yakın haberi ihtiva ettiği bilinmektedir.

Başta da arzettiğimiz gibi, hadis mecmuaları bun­lardan ibaret değildir. Gerek unutularak ve gerekse bililtizam, listeyi uzatmamak için pek çok kaynak eser buraya alınmamıştır.[501]

 

2. Furû Kitaplarına Ait Şerhler

 

75. Tenviru'l-havâlik şerhu Muvatta' Mâlik, Celâ-luddin Suyûtî, cüz: 1-2, Kahire, ts.

76. Şerhu'l-Muvatta',    Zürkâni, cüz: 1-4,    Kahire, 1310. Muvatta'm başka şerhleri de vardır.[502]

7. Keşfu'l-muğatta... Ebu'1-Kasım Ali b. Hasen b Asâkir.

78.el-Müsned üzerine yapılan çalışmalar arasın­da zikri geçen Sââti de yarım kalmasına   rağmen bir şerh sayılmalıdır.[503]

79. Umdetü'1-Kâri, fî şerhi sahihi'l-Buhârî, Sedrud-din Ebu Muhammed Mahmud b. Ahmed Aynî, cüz: 1-11, İstanbul, 1308/1309. Buharı Sahih'inin^bundan çok önceleri yazılmış şerhleri vardır. Türkiye'de ve özellik­le Hanefî olan bilginler arasında tutulmuş olan bu ese­rin muhtelif baskıları vardır.

80. Şerhu'1-Buharî, Ebu Süleyman Hamed b. Mu­hammed Hattâbî.

81. Fethu'1-bârî bi şerhi Sahihi'l-Buhari, Şehabud-din Ahmed b. Muhammed b. Hacer Askalânî, süz: 1-13, Bulak, 1300 - 1301.

82. Ta'likâtü's-Suyûtî ale'l-Buharî,    Ebu Bekr Sü­kuti.

83. îrşâdü's-sârî, îbi.    Hacer Askalâni, cüz: 1-10, Kahire, 1307.

84. Şerhu'1-Buhari,    Kirmanı,    cüz: 1-25,  Kahire, 1935/1945.

85. el-Mütevârî   alâ   teracimi'l-Buharî,   Nureddin Ebu'l-Abbas İskenderî,

86. Şerhu'l-Câmii's-sahih li Müslim b. Haccac Ku-şeyrı, Muhyiddin Zekeriyya b. Yahya Nevevî, cüz: 1-10. Eserin başka baskıları da mevcut olup, Müslim üzeri­ne yapılan en güzel şerhtir [504]

87.Avnu'l-ma'bûd, Azimâbâdî, cüz.- 1-14, Kahire. Eserin muhtelif baskıları mevcuttur. Bu   baskıda, İbn Kayyim'e ait, kısmî bir şerh de yer almaktadır. Günümüzde Hirid ülkesinde neşredilmiş başka Ebu Davûd sünen'i ve şerhleri de vardır. Bezlü'l-mechûd bunlar­dan biridir.

88. Tuhfetu'l-Ahvezî, Tirmizî şerhi,   Mubârekpûrî, Cüz: 1-10; Mısır, 1383-1387/1963-1967.

89. Neylü'l-evtâr, Muhammed Ali Şevkânî, cüz: 1-8, Kahire. Eserin başka baskılan da vardır. Şevkânî, Zeydî olmasına rağmen, hadiste sünnî malzeme kulla­nan değerli bir âlimdir.

90. Şerhu Süneni't-Tirmizî, İbn Arabî Mâliki, cüz: 1-13, Kahire, 1931-1934.

91. es-Sirâcu'1-münir bi~şerhi    Camii's-sağir, cüz: 1-3, Mısır, 1312/1894) [505]

 

3. Rical (Cerh Ta'dil) Kitapları.

 

Bu bölümde, cerh-ta'dilin nazarî bilgilerine temas eden kitaplar da bulunabilecektir. Ayrıca; esma - ku-nâ - elkâp kitaplarıyla, sahabeyi tanıtan eserler, ensâb ve tabakât kitapları için de bir ayırım yapılamamış­tır. Sika ve zayıf râviler, müdellisler, metrukler, ekâ-bir ve esâğir kitapları... gibi şahıslarla ilgilenen her tür esere «rical» başlığı ile vermek mecburiyetinde kaldık.

92. el-Esmâ ve'1-künâ, Ebu Bişr Muhammed b. Ah­med b. Hammâd, cüz: 1-2, büyük boy, Haydarabat.

93. et-Tabakâtu'1-kübrâ, İbn Sa'd; Eserin batıda ve İslâm dünyasında yapılmış birkaç değişik baskısı var­dır.

94. Tecridu't-temhld    limâ    fi'1-Muvatta...      Ebu Ömer Yusuf b. Abdulberr Nemerî, Kahire, 1350.

95. et-Tarihu'1-kebir, Muhammed b. İsmail Buha­rı, Haydarabat, cüz: 1-6, 1941/1945.

96. el-îrşâd fi ma'rifeti   ricali'1-Büharî, Ebu   Nasr Ahmed b. Muhammed Kelâbâzî, Topkapı sarayı, Üçün­cü Ahmed, 2889.

97. Ricâlu's-Sahîhayn, Tahir b. Ali Makdisî Şeybâ-nî. Kelâbâzi ve İsfehânî'nin kitaplarını bir araya top­layan bir eserdir. Cüz: 1-2, Haydarabat, 1323.

98. et-Tarihu's-sağir, Buharı, Haydarabat, 1325.

99. er-Riyâzu'1-müstetâbe..., Yahya Amiri   Yeme­ni, Haydarabat, 1303.

100. Şuhûhü'l-Buharî,   Ebu'1-Fadl   Hasen b.   Mu­hammed Sagânî.

101. Kitâbu'1-Esmâ ve's-sıfât, Ebu Bekr Ahmed b. Hüseyin Beyhakî.

102. Kitâb ma'rifeti's-sahâbe, Ebu Nuaym Isfehânî Ahmed b. Abdullah.

103. el-İsâbe fi temyîzi's-sahâbe, Îbn Hacer, Kahi­re, 1323.

104. Metâliu'n-nücûm,   Hersekli   Mehmet   Kâmil, CÜZ: 1-2, İst., 1307-1309.

105. Üsdu'1-gâbe, İbn Esir Cezeri, Kahire, 1280.

106. el-İstî'âb fi ma'rlfetil-ashâb, Yusuf b. Abdulberr Nemerî, Haydarabat, 1318-1319 [506]

107. Kîtâbu't-târih   ve'1-mecrûhin,    Ebu Hatim b. Hibbân, Ayasofya Kütüphanesi, nu: 496. Yzm.

108. Tertibu's-sikât, İbn Hibban Bustît Yzm., Mısır Dârü'l-kütüp, 37.

109. Mukaddimetü'1-cerh ve't-ta'dil, Abdurrahman b. Ebu Hatim Râzî, Haydarabat, 1952.

110. Kitâbü'1-Cerh ve't-ta'dil, îbn Ebu Hatim Râzî, cüz: 1-6, Haydarabat, 1952.

111. el-Müğnî fi tabakâti'l-muhaddisîn,    Ebu Ab­dullah Muhammed b. Ahmed Zehebî, Süley. Küt., Fey-zullah Ef., 1528.

112. Mizânu'l-i'tidâl, Şemsuddin Zehebî,    cüz: 1-4, Kahire.

113. Tehzibu'1-asâr, Ebu Ca'fer Muhammed b. Ce-rir b. Yezid Taberi.

114. el-Müştebih, Zehebî, Nşr. Becâvî, 1381/1962

115. Müştebihu'n-nisbe, Abdülganiy Esedî, Hindis­tan, 1326.

116. Kabûli'l-ahbâr ve ma'rlfetu'r-ricâl, Ebu'l- Ka­sım Abdullah b. Ahmed Belhi.

117. el-Kâmil   fi ma'rifet   zuafâi'l-muhaddisin   ve ileli'1-ez-hadis, Ebu Abdullah b. Adiyy Cürcâni.

118. el-İkmâl fi ref i'1-irtiyâb, Ebu Nasr b. Mâkûlâ. Eser matbudur.

119. Risale   fi'r-ruvâti's-sikât, Şemseddin   Zehebî, Mısır, 1324.

120. Esmâu's-sahâbeti'r-Ruvât ve mâ li-küJli vâhid mine'1-aded, İbn Hazm Endelûsî, Yzm., Dârü'l-Kütübi'l

Mısnyye.

121. el-Esmâu'1-mübheme      fi'1-enbâi'l-muhkeme, Hatîb Bağdadî.

122. Tezkiratü ricâli'l-aşere,    Ebu'l-Mehâsin    Mu­hammed b. Ali Hüseynî, Köprülü    Kütüphanesi, 263 [507]

123. el-Fevâidu'1-müntehabeti'l-avâlî ani'ş-şüyûhi's -Sikât, Ebu'l-Hasen Ali b. Ömer Dârakutnî.

124. Kitâbu'1-künâ, Muhammed b. İsmail   Buharî, Haydarabat, 1360/1941.

125. Nakdü'r-ricâl,    Mustafa   b. Hüseyin   Tefrîşî, Tahran, 1319.

126. el-Ensâb, Sem'ânî, cüz: 1-6, Haydarabat, 1382-86/1962 - 66.

127. el-Mü'telif   ve'1-muhtelif fi esrnâi   nakaleti'l-hadis, Muhammed Abdülgani b. Sa'îd Esedî,   Hindis­tan, 1326.

128. Tabakâtu'l-müdelKsîn, Şihabuddin   Ebu'1-Fadl b. Hacer Askalânî, Mısır, 1322.

129. Tehzîbu'1-esmâ, Muhyiddin Neyevî,    cüz: 1-4, Mısır, ts.

130. Lisânu'l-mizân, Şihabuddin Ebu'1-Fadl Ahmed b. Ali b. Hacer Askalânî, cüz: 1-6, Haydarabat, 1329 -1331.

131. Tehzibu't-tehzib, Şihabuddin Ahmed b. Ali b. Hacer, cüz: 1-12, Haydarabat, 1325/1327.

132. Tabakâtü'l-huffâz, Celaluddin Suyûtî, Gotha, 1833.

134. er-Raf, ve't-tekmil fi'1-cerh ve't-ta'dil,   Abdul hayy Lükhnovî.

Bu eseri, Halepli hadis bilgini Abdülfettâh Ebu Gudde neşre hazırlamış ve Halep'te bastırmıştır. Ki­tap nazari cerh ve ta'dil meselelerini konu almaktadır.

135. Kâidetün fi'1-cerh ve't-ta'dil ve kâidetün   li'l-müerrihin, Sübki, Beyrut, 1388.

136. Câmiu'r-ruvât,   Muhammed   b. Ali   Erdebîlî, Tahran, 1334.

137. el-Muhtasar fi ilm-i ricâli'1-eser, Abdülvehhâb Abdüllatif, Kahire, 1381/1952.

138. Hadis ricali, Ali Özek, İstanbul.

139. Ebu Hureyre;   Râviyetü'l-İslâm,   Muhammed Acâc Hatib, Kahire.

140 Dıfa' an Ebi Hureyre, Abdülmün'im Salih Ali, Beyrut, 1393/1973.

141. Ebu Hureyre, Hüseyin Şerefüddin Âmilî, Sayda.[508]

 

4. Hadis İlim Dallan

 

Listemizin bu bölümünde, «Hadis ilimleri» başlığı altında, eserin baş tarafında tanıttığımız bazı bilgi dal­larına alt te'lifleri zikredeceğiz .[509]

142. Kitâbu'1-ilel    ve ma'rifeti'r-rical    Ahmed    b. Hanbel Nşr. Talat Koçyiğit, İsmail Cerrahoğlu,   Ank, 1963. Eserin sadece yarısını ihtiva eden bu cildi ikinci cild takibedecektir.

143. İlelü'l-hadis, îbn    Ebu Hatim Râzî,    Kahire, 1343.

144. Şerhü ileli'1-Câmi', Ebu İsa Tirmizi'nin eseri­ne ait bir çalışma, Zeynüddin Abdurrahman b. Receb Hanbelî, Yzm.

145. et-Tarih ve'1-ilel,   Yahya b. Maîn,   Zâhirlyye küt.

146. Kitâbü'1-üel, Ebu îsâ Tirmizî.

147. İhtilâfü'l-hadis, Muhammed b. îdris Şafiî, el-Ümm kenarında.

148. Nâsihü'l-hadis ve mensûhüh, Ebu Bekr Ahmed b. Muhammed b. Esrem, Eser yazma halindedir.

149. Nâsihü'l-hadis ve mensûhüh, Ebu Hafs Ömer b. Şahin.

150. el-İ'tibâr fi beyâni'n-nâsih ve'1-mensûh mine'l-ahbâr, Ebu Bekr Muhammed b. Musa Hâzimi Hemedâ-nî, Haydarabat-Şam. 1359 ve 1965.

151. en-Nâsih ve'1-mensûh   ffl-hadis.. Ebu    Ca'fer Nehhâs, Mısır, 1323.

152. A'lâmü'1-âlem ba'de rüsûhih bihakâik nâsihi'l hadis min mensûhih, Îbnü'l-Cevzi.

153. Ahbâru   ehli'r-rüsûh   fi'1-fikh   ve't-tahdis bi

154. Te'vilü muhtelifi'1-hadis, İbn Kuteybe Dlneve-ri, Kahire, 1326.

155. Müşkilu's-Sahîhayn,    Salahuddin   Halil Alâî, Yzm.

156. Müşkilu'l-hadis ve beyânüh, Ebu    Bekr Mu-hammed b. Hasen b. Fûrek, Haydarabat, 1362.

157. Müşkiîu'1-Asâr,    Ebu    Ca'fer Ahmed b. Mu-bammed Tahâvî, Haydarabat, 1333.

158. Garibü'l-Hadis, Ebu Ubeyd   Kasım b. Sellâm Herevî, cüz: 1-4, Haydarabat.

159. el-Fâik fî ğaribi'l-hadis, Carüllah Z .mahşerî.

160. Meşâriku'l-envâr, Kadı Iyâz b. Musa Yahsubî, cüz: 1-2. Kahire.

161. en-Nihâye fi ğaribi'l-hadis, îbn Esir    Cezerî, Cüz: 1-5.[510]

162. el-Beyan ve't-ta'rif fi esbâb-i vürûdi'l-hadisi'ş -şerif, İbrahim b. Kemaluddin b. Hamze, Kahire, 1329.

163. es-Seyrü'1-hasis fi tarihi tedvini'1-hadis,   Hay­darabat, 1358.

164. Miftâhü's-sünne ev târlhu funûni'1-hadis, Ka­hire.

Bu kitaplar dışında hadis ilimlerine dair   yazılmış pek çok eser daha mevcuttur. Listemizin   uzamaması

için onları buraya almamış bulunmaktayız[511]

 

5. Mevzuata Ait Eserler (Hadis Adı Altında Uy­durulmuş Yalanları Konu Alan Eserler)

 

166. Kitâbü'l-mevdûât, Ibn Cevzî, cüz: 1-3, Medine, 1386-88/1966-68.

167. el-Menâru'1-münif    fi's-sahih   ve'd-daif,    îbn Kayyim Cevziyye, Beyrut, 1390.

168. Tenzihü'ş-şeriati'l-merfua. Ebu'l-Hasen Ali   b. Muhammed cüz: 1-2, Mısır, ts.

169. el-Mekâsıdü'1-hasene,    Şemsüddin      Muham­med b. Abdurrahman Sehâvî, Nşr. Abdullah Muham­med, 1375/1956.

170. Tezkiretü'l-mevdûât, Muhammed b. Tâhir b. Ali, Kahire, 1343/1924.

171. el-Leâli'1-masnûa, Celaluddin Suyûtî, cüz; 1-2, Mısır, 1317.

172. el-Fevâid   el-Mecmûa   fi'1-ehâdis   el-mevdûa, Muhammed b. Ali Şevkanî, Lahor, ts.

173. Tahziru'l-havâs min ekâzibi'l-kussâs, Celalud­din Suyûtî, Mısır, 1351.

174. el-Lü'lüü'1-mersû'... Ebu'İ-Mehâsin   Kavukçu, Kahire.

175. el-Masnû' fi ma'rife ti'1-hadis i'l-mevdû\   Molla

Ali b. Sultan Kari Hanefî, Beyrut, 1389.

176. Temyizu'l-merfu   ani'l-mevdû'. Aynı   müellif. Yzm.

177. Kitâbu'l-mevdûati'l-kebir, Aynı yazar,   İstan­bul, 1289.

178. et-Tenbih ve'1-işrâf, Ebu'l-Mehâsin Ali b. Hü­seyin Mes'ûdî, Kahire, 1357/1938.

179. Esnâ'l-metâlib fi ehâdisi   muhtelifi 1-merâtip, Muhammed b. Derv.ş Hût Bsyrûtî, Kahire, 1346.

180. el-Keşfu'1-iIâhî an şedidi'z-Za'afi    ve'1-mevdû' ve'1-vâhî, Muhammed b. Muhammed Senderûsî. Yzm.

181. Tahzîru'l-müslimîn    mine'l-ehâdisi'l-mevdû'a, Abdullah Muhammed Beşir Zâfir, Mısır,  1321/1903.

182. Mevzu hadisler,    menşei tanıma    yollan, M. Yaşar Kandemir, Ankara, 1975.[512]

 

6. Usûl Konularıyla İlgili Eserler

 

184. el-Muhaddisu'1-fâsıl... Ebu Muhammed Hasen b. Abdurrahman b. Hallad   Râmehurmuzî,   Nşr. Mu­hammed Acac Hatip, Beyrut, 1391/1971.

185. Ma'rifetu   ulûmi'l-hadis,   Hâk:m   Neysâbûrî, Nşr. Seyyid Muazzam Hüseyin, Beyrut, ts.

186. Edebu'1-imlâ ve'1-istimlâ, Abdülkerim. b. Mu­hammed Sem'ânî, Nşr. Max Weisweiler, Leiden, E. J. Brill, 1952.

187. el-Hidâye ilâ ulûmi's-sünen, İbn Hibbân Ah-med.

188. Câmiu beyâni'1-ilm ve fadlih, Ebu Ömer Yu­suf b. Abdulberr Nemerî, cüz: 1-2, Kahire, ts.

189. Takyîdu'1-üm, Hatib Bağdadî, Nşr. Yusuf Aşş,

Dimeşk, 1949,  «înstitut Français De Damas» neşriya­tından.

190. el-Kifâye fi ilmi'r-rivâye, Hatîb Bağdadi, Hay-darabat, 1352.

191. el-Câmi'li ahlâki'r-râvi, Hatîb    Bağdadî, Tek nüsha Yzm. İskenderiye şehir kütüphanesi.

192. el-İcâbe li iyrâdi   me'stedraketbü   Aişe ale's-Sahâbe, Bedruddin Zerkeşî, Dimeşk, 1358/1939.

193. Ma'rifetu   ulûmi'l-hadis    (Mukaddime),   İbn Salâh Şehrizârî, Halep, 1350. Eserin başka baskıları da vardır[513]

194. et-Takyid ve'1-izâh limâ utlika ve uğlika  nıin Mukadimeti İbni's-salâh,    Nşr. ve Şerh.,   Muhammed Râğıp Tabbah, Halep. 1350.

195. el'Bâisu'l-hasis, İbn Kesir, Mısır.

196. Hedyü's-sârî, Fethu'1-bârî mukaddimesi,    İbn Hacer, Mısır.

197. el-îlmâ' ilâ ma'rifeti usûli'r-rivâye ve takyidi's -sima', Kadı îyâz b. Musa Yahsûbî, Mısır,

198. Elfiyetü's-Suyûtî   fi    mustalahi'l-hadis,    Nşr. Muhammed Muhyiddin Abdülhamid - Ahmed Muham­med Şâkir, Kahire, 1353.

199. Şerhu'd-dîbâcil-müzehheb fi    mustalahi'l-ha­dis, Molla Hanefî, Nşr. Ali Mahfuz, Kahire.

200. Tedribu'r-râvî,    Celaluddin    Suyûtî,    Kahire, 1307.

201.Mâ lâ yeseu'l-muhaddise   cehlüh, Ebu   Hafs Ömer Meyâncî, Nşr. Subhî Samerrâî, Bağdat.

202. Kavâidu't-tahdis min funûni   mustalahi'1-hadis, Cemaluddin Kasimî, Nşr. Muhammed   Behçet Bî-târ, Dimeşk, 1352/1925.

203. Şerhu'l-elfiyye, Zeynüddin Abdurrahman Irâ-ki, cüz: 1-2, Fas, 1354.

204. Fethu'l-müğis bi-şerhi elfiyeti'l-hadis,   Abdur-rahman Irâkî, Kahire, 1355/1937.

205. el-Menhelu'1-hadis fi ulûmi'î-hadis,    cüz: 1-2, Kahire, 1366/1947.

206. el-Menhecu'1-hadis fi ulûmi'l-hadis,    Muham­med, Muhammed Semâhî, Kahire, 1377/1958.

207. Tevcihu'n-nazar ilâ usûli'1-eser,    Muhammed Tâhir Cezâyirî, Mısır, 1328/1910.

208. el-Medhal ile's-sünne ve ulûmihâ, Ma'rûf De-vâlibi, Dimeşk, 1375.

209. Nuhbetü'l-fiker, îbn Hacer Askalânî,   Kahire, 1934[514]

Bu eserler yanında Türkçede neşredilmiş bazı usûl kitapları da mevcut bulunmaktadır. [515]

 

7. Karma Eserler, Diğer Neşriyat

 

210. Tezkiretü'l-huffâz, Şemsuddin Ebu Abdullah Zehebî, cüz, 1-2, Haydarabât, 1333/1334 (Bu eserin bir de zeyli mevcuttur. Hepsi de Rical kitabıdır).

211.Câmiu'1-usûl fi ehâdîsi'r-Resûl, İbn Esir Ce-zerî, Mısır, 1368.    (Türkiye kütüphanelerinde   çok de­ğerli yazmaları bulunan bu eser de bir furû-ı hadis ki­tabıdır) .

212. Hasâisu'l-Müsned, Ebu Musa Medinî, Nşr. Ah-med Muhammed Şâkir, Müsned mukaddimesi, 19-27 s.

213. Mesâilu'1-İmâm Ahmed, Ebu Davud Sicistâ-nî, Mısır, 1353.

214. Islâhü    hatai'l-muhaddisîn,    Ehu    Süleyman Hamed b. Muhammed Hattâbî, Nşr. Bürhanuddin Mu­hammed, Kahire, 1355.

215. Tashifu'l-muhaddisîn, Ebu Ahmed   Hasen b. Abdullah Askeri, Yzm.

216. Şerefu   ashabi'l-hadis, Hatib   Bağdadi,   Nşr. Mehmed S. Hatiboğlu, Ankara, 1972.

217. Akidetü's-selef ve ashâbi'l-hadis, Ebu Osman İsmail Sâbûnî, Mısır, Mecmûatü'r-resâü arasında   ba­sılmış, 1343.

218. el-Ecvibetü'1-fâdıla... Muhammed   Abdülhayy Lukhnowî, Nşr. Abdulfettâh Ebu Gudde, Halep, 1384/ 1964.

219. İ'râbu'l-hadisi'n-Nebevî, Ukberî,    Pertev Paşa Küt, 56.

220. Tedvin-i hadis, Menâzır Ahsen Geylânî, Urdu dilinde, Karacı.

221. Hadis edebiyatında gelişim   safhaları,    Salih Tuğ (eser henüz çıkmamıştır. Bkz., Fhilip, K. Hitti, Si­yasi ve kültürel îslâm tarihi, II, 602, dipnot).

222. Muhammedan Studien, II, Halle (Fr.   Etudes. sur la taradition İslamique).

223. The Tradition of İslam, A. Guillaume, London, 1924.

224. İstanbuler handschriftenstudien zur Arabisc-hen traditionaliteratür İstanbul, 1937 [516]

225. es-Sünne ve   mekânetüha...   Mustafa   Sibâi, Kahire, 1380/1961.

226. Hadisçilerle kelâmcılar   arasındaki   münâka­şalar, Talat Koçyiğit, Ankara, 1969.

227.Zübeyr Sıddîkî, Hadith literatüre   its origin development, special features and criticism, Calcutta Üniversity, 196. (Trc. Yusuf Ziya Kavakçı, Hadis ede­biyatı tarihi, İstanbul, 1966).

228. es-Sünne   kable't-tedvin,   Muhammed   Acâc Hatîb, Mısır, 1383/1963.

229. el-Merhal fi usûli'l-hadis li Ebi Abdillah, Nşr. Muhammed Râğip Tabbâh, Halep.

230. Hicrî birinci asırda İslâm toplumu, Mücteba Uğur, İstanbul 1980 [517]

 



[1] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 5-7.

[2] Terimlerin sözkonusu edildiği ilim dalı olan Tetmino-Zojİ'yi «teknik ıstılahlar, terimler bilgisi, mebhas-i ıstılâhât'» şeklinde tanımlayanlar olmuştur. Termino­lojinin daha farklı mânaları ve kullanış yerleri de mevcuttur. îslâmî usûl bilgilerine bu ismi verenler de  vardır.

[3] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 13.

[4] Bk. İbn Manzûr, Lisânu'l-Arab, Kahire Bulak neşri, II, 436; Cevheri, es-Sıhâh, 1, 278, Ahmed Abdülğafur Attâr neşri; Feyûmî, el-Mısbâhu'l-munİT, Kahire Bu­lak neşri, 1316, I, 58 v.d. (Hadis deyimi sahabe, tâbiûn ve etbâ'dan gelen söz, fiil ve haberler için de kullanı­lır. Çok defa terim, bir sıfatla birlikte söylenince du­rum daha rahat anlaşılır: merfu' hadis, maktu' hadis, mevkuf hadis gibi).

[5] Buharı, Rikâk, bab: 51. Aynı kelime sahabe sözlerin­de de geçer. Bk. Süyûtî, Tednbu'r-râvî, s. 205; Ce-mâluddin Kâsimî, Kavâidu't-tahdis, s. 47. Aynı keli­menin Kur'ân'daki yerleri için Bk. En'âm 68; Nisa, 140; A'râf, 185; Nâzi'ât, 15; Yûsuf, 6 v.d.

[6] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 13-14.

[7] Mısbâh, I,  133;  Sıhâh, V, 2138;   Bağdatlı   M.   Fehmi, Tarih-i  edebiyyât-ı  Arabiyye,   İstanbul,   1917,   Câhi-liyye  devri,  753.

[8] Enfâl, 38; Hıcr,  13; Kehf, 55;  Zühruf, 35. Ayrıca ha­disler için Bk. Müslim, îlm, bâb.  15;  Zekât,  69; Bu-harî, Cenâiz,  32; İ'tisâm,  15; Ahmet b. Hanbel, Müs-ned,  IV,   357,   359  v.d.

[9] Geniş bilgi için Bk. Serahsî, Usûl, I,  113;  Şâtıbî,  el-Muvafakat, I, 4; Ali    Mahfuz,   el-İbdâ' fî madârri'î-ibtidâ', s. 23.

[10] Diğer görüşler için Bk.  M.T. Tancî,  «Hadîsu's-sefer», Da'vetu'I-Haki:   mecmuası,   sayı.   4,   sene.   21,   s:   37-38;

Mehmed S. Hatiboğlu,  «Peygamberimizin  sünneti ta­biri hakkında», AÜİF Dergisi, XVIII, 81-84. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 15-16.

[11] Hadisçiler  kimlerdir?   Sünnet    âlimlerinin    özellikleri  nelerdir? Hangi çağlarda ehl-i hadis ve ehl-i eser de­nilince  ne  anlaşılırdı?   Mâna   değişmeleri  ve   ıstılah farklılıkları  olmuş  mudur?   bütün  bunların  kronolo jik   bir   değerlendirme   ve   araştırma   konusu   olması, ilgi  çekmesi  beklenen bir  çalışma  olabilir. Daha fazla bilgi için Bk. Talat Koçyiğit,  Hadis ıstı-lahlan,  s.  262-264;   120-123;   399-403. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 16.

[12] İbn Abdi'1-Berr, Câmiu beyâni'l-ilm. I, 46, 52; Hatîb Bağdadî, Şeref, s. 28-30; Ramehurmuzî, Mukaddi­me v.d.

[13] Hâkim  Neysâbûrî,   Ma'rifetu   ulûmi'l-hadis,     Seyyid Muazzam Hüseyin neşri, Beyrut, ts.

[14] Yeni bir baskısı, Dr. Nurettin îtr neşri, Halep, 1386-1966. Bu eser Mukaddime adıyla da anılmaktadır.

[15] gara  Üniversitesinde  görevli   Dr.  Nurettin îtr;    «Çe­şitli konulardaki müstakil te'Iifat sonradan  ilim  ola­rak anıldı. Ulûmu'l-hadis tabiri doğdu ve böylece ço­ğul kipiyle   (sîgasiyla)   tekil kastedildi»,    demektedir. Onun fikrine göre ulûmu'l-hadis terkibi,  (hadis ilmi) şeklinde  anlaşılmalıdır,  tbn Salâh, Ma'rifet, Mukad­dime bölümü, s. 11.

[16] Çeşitli tarifler için ayrıca bk.  Kâtip Çelebi, Keşfu'z-zunûn, II, 635-64; Suhûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 4; Ahmet Naim, Tecrıd mukaddimesi, s. 5-8,  1957, ikinci baskı.

[17] Senet râviler zinciri, metin ise hadisin daha çok bil­gi, uygulama ve haber taşıyan gövde kısmıdır.

[18] Mustafa Ahmed  Zerkâ,  Fi'l-Hadisi'n-Nebevî, Dimeşk, 1375-1956, s. 35-38.

[19] M.  Abdülaziz Hûlî,     Miftâhu's-sünne,   Kahire,  s.  158 v.d.

[20] Kâtip Çelebi, Ke§f., II, s.  1203-1207;  Neysâbûrî, Ma'-rifet,   s. 94, 112; İbn Salâh, Mukaddime, s. 245 v.d.

[21] Hatîb,  Şeref,  ilgili bölümleri.

[22] Aynı eser, s. 8. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 17-26.

[23] Zekî Velidî   Togan,   Tarihte usûl,    İstanbul,   1950,  s. 30-38.

[24] Aynı eser.

[25] Mustafa   Ahmet   Zerkâ,   Fi'l-hadisi'n-Nebevî,   36-38.

[26] Çok teferruatlı olarak hazırlanacak bir, İbâdet tarihi kronolojisi din ve kültür hayatımızın büyük bir ih-t.îvâfMi-n   karşılamış   olacaktır.

[27] Kadı Ebu Muhammed Hasen b. Hallâd Râmehurmu-zî'nin  deyişi ile;     «birleştiklerinde  İkisi de   mükem-melleşir,   ayrıldıklarında  ikisi   de   eksilirler»,   el-Mu-haddisu'l-fâsil beyne'r-râvî ve'l-vâ'î, s. 161.

[28] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 26-32.

[29] Meselâ   bk.,    el-Muhaddisu'l-fâsıl,  s.   159-162;   Hatîb, §eref, s. 7-12.

[30] Subhi Salih,   Ulûmu'l-hadis ve   mustalahuh,    Beyrut, 1384-1965,   73-80     (Trc.  M.  Yaşar     Kandemir,  Hadis ilimleri ve hadis ıstılahları, Ankara, 1973, s. 58 v.d.).

[31] Subhi Salih, (Hadis ilimleri ve hadis ıstılahları), s. 62. Hadis  tarihine   ayırdığımız     sayfalarda   yeri   gelince belirteceğimiz   gibi,   bu   unvanlar   çağlara  ve   coğrafî bölgelere   göre   değişebilmektedir.  Çok  ehliyetli   kişi­lere  layık  görülen bir  takım unvanların,  daha  aşağı mertebedekilere   de   izafesi   mümkün   olabilmektedir. Aşağıya  aldığımız  satırlar  bize   bu  konuda  bir   fikir verir  inancındayım.     Daha  sonraki     asırlarda   ilmde meydana gelen düğmeye temas eden bir âlim diyor ki: Günümüzde en yüksek seviye olarak Mesabîh adlı esere bakarlar. Ondan altta Meşâriku'l-envâr se­viyesi yer alır. Mesâbih okuyan kendisini artık mu-haddis sayar. Tabiî bu cehaletten ileri gelen bir hal­dir... İbn Esîr'in Câmiu'l-usûl adlı eserini okuyup, İbıı Salâh mukaddimesini ezberleyene veya Takrîb'i hıfzedene asrın Buharîsi, Hadisçilerin hadisçisi gö­züyle  bakılırdı...»  Keşju'z-zunûn, I,  640-1.

[32] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 3235.

[33] Konu ile ilgili -geniş bilgi ve bazı teferruat için bk. Suphi Salih, Mebâhis fî ulûmi'l-Kur'an, Dimeşk, 1381 /1962, s. 24, 25, 113, 359 - 383; Aynı yazar, Ulûmu'l-hadis ve mustalahüh, s. 301 (trc, M. Yaşar Kandemir, Hadis ilimleri ve hadis ıstılahları, Ankara, 1973, ikin­ci baskı, s. 260 vd.); Muhammed Tayyib Okiç, Bazı hadis meseleleri üzerinde tetkikler, Ankara, 1959, s. 13; Mustafa Ahmet Zerkâ, Fİ'l-hadisi'n-Nebevî, Di­meşk, 1375/1959, s. 81, 84-94; Muhammed Abdülaziz Hûlî, Miftâhu's-sünne ev târih funûni'l-hadis, Kahire, s. 6-12.

Özellikle hukuk açısından, Kitap - Sünnet ilişkileri için bk. Mustafa Sibâ'î, es-Sünne ve mukânetühâ ji't-teşrii'l-İslâmî, Kahire, 1380/1961, s. 434 - 442; Osman Keskioğhı, Kur'an tarihi ve Kur'an hakkında ansiklo­pedik bilgiler, İstanbul, 1953, s. 112 - 116; Abdülveh-hab Hallâf, îlmu usûli'l-jıkh, s. 19-46 (trc, Hüseyin Atay, İslâm hukuk felsefesi, Ankara, 1973, s. 161-190); aynı eser, s. 40-42 (trc, 184-186); Şafiî, ar-Risâle, İl­gili bölümler; İbn Abdu'1-berr Nemerî, Câmiu beyâ-ni'l-üm ve fadlih, Kahire, 1388-1968, II, 230-236.

[34] Âyet, 3-4; «Kendi hevâsından söylemez o. O, kendisi­ne ükâ edilegelen bir vahiyden başkası değildir.»

[35] Ayrıca Kur'an-ı Kerim, diğer semavî kitaplardan da faziletli ve üstün sayılmış; buna bağlı olarak da ken­dilerine Kur'an inen Müslümanlar, diğer ümmetler­den değerli kılınmışlardır. «Kur'an'm diğer sözlere üstünlüğü» için bk., İsmail b. Kesir, Fezâilu'l-Kur'an (trc, Mehmet Sofuoğlu) s. 98-100; Abdullah Ayde­mir, Hz. Peygamber ve sahabenin dilinden Kur'an-ı Kerimin faziletleri, İzmir, 1981, s. 71-75.

[36] Şevkânî, Fethu'l-kadir, Kahire, 1349, IV, 333.

[37] Cemâluddin Kâsimî,  Kavâidü't-tahdis, s,  59.

[38] Kudsî, Rabbani ve İlâhî hadisler diye de    anılan bu haberler için bk., Okiç, Bazı hadis meseleleri üzerin­de tetkikler, s. 13-16; Kâsimî, Kavâidu't-tahdis, s. 64-.   70.

[39] Kitabu'l-ibriz, ilgili bölüm.

[40] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 39-43.

[41] Ebu İshak gâtıbî, el-Muvafakât fi usüli'§-§eri'a, Mısır, IV, 13-30; Hûlî, Mifîâhu's-sünne., 10-12. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 43-46.

[42] Haber ile ilgili olarak bk., îbn Abdulberr, Cami', IX, 191; Şevkânî, İrşâdu'l-fuhûl ilâ tahkîki'l-hakk min il~ mi'l-usûl, Kahire, 1337, I, 33; Keşju'l-hajâ, I, 86; el-Akîde ve'ş-şeri'a fi'l-İslâm (Goldziherden tercüme), Mısır, 1378 - 1959, s. 55 vd.

[43] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 46-48.

[44] Meselâ, Âlu îmran, 32, 132; Nisa, 59; Mâide. 92; Enfâl, 20, 46; Nûr, 54; 56; Muhammed, 33; Mücâdele, 13; Te-ğâbün, 12, 16.

[45] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 48-49.

[46] Daha geniş ve karşılaştırmalı bilgiler için bk.f Zerkâ, Fi'l-hadisi'n-Nebevt, s. 84-94; Suphi Salih, Hadis ıstı­lahları, s. 273-288.

[47] Tercih ettiğimiz bu görüş, orjinal usûl kitabı yazarla­rının  da fikridir.  Usûl  kitaplarında  her  «nevi», başlı başma müstakil bir ilimdir. Hâkim Neysâburî bu konuda şunları söylemektedir: «fe irme ma'rifete kül­li nev'in minhâ ilmun ale'I-infirâd» (s. 18). Zerkâ bu. ilim dalları için; «Hadis-i Nebevinin etrafında neş'et eden; doğup gelişen ilimler» deyimini kullanmakta­dır. Dilimize «hadis ilimleri; hadis bilimleri» şeklinde çevirebileceğimiz bu disiplinler için, Zerkâ'nın bu tssmiyesi de bir görüş birliği olmaktadır. Nurettin İtr ise görüşünü şöyle belirtir: «Ulûmu'l-hadisin çeşitli konularındaki müstakil eser te'lifi, yaygınlığını artı­rınca; parça parça haldeki ilim şubelerinin tümü için Hadis ilimleri deyimi kullanılmağa başlandı. Daha sonra bu ilimler tek eser büny&sine alındı. Kelimenin sîgası (kipi) çoğul da olsa, tekil manası kastedildi». İbn Salâh, Ma'rİjetu ulûmi'l-hadis, Nurettin îtr neşri, mukaddime, s. 11.

[48] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 49-50.

[49] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 51-54.

[50] Hatîb  Bağdadî,   Şerefu     ashâbi'l-hadis, s.   39-41;  M. Tayyib Okiç, Bazı hadis meseleleri üzerinde tetkikler, s. 8-12.                                                                  

[51] Zeki Velîdî Togan, Tarihte Usûl, s. 61.

[52] el-Muhtasar fî ilmi ricâli'î-eser, s. 8-12.

[53] Râmehurmuzî'nin  belirttiğine  göre  bu  Özellik,  küçük yaştanberi  rical ile  haşir  neşir  olan   âlimde bulunan bir hususiyet olmaktadır. Yine onun açıklamasına gö­re, böyle bir maharet, yaşlılıkta kazanılamamaktadır. el-Muhaddisu'l-fâsıl, s. 307, prğ. 206.

[54] Hucurât, 6;  «Ey inananlar, size fâsık  (yoldan çıkmış) bir adam bir haber getirirse, onun doğruluğunu araş­tırın. Yoksa bilmeyerek bir topluluğa    karşı kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.»

[55] Suphi Salih (trc.), Hadis ilimleri, s. 89.

[56] Merhum Abdülbaki Gölpınarlı bu meseleye şu  sözle­riyle temas etmektedir: «Rical bilgisinde de şia önde­dir...», «... sahabeyi toptan udûl saymayan Şiada, ten­kit  gelişmiş  bu yüzden,  bir yandan hadis  bilgisinin, bir yandan tarihin bir kolu ve  dayanağı     olan Rical bilgisi'nin ilk     çağlardan itibaren şiada     ilerlemesini sağlamıştır.  Emirülmüminin ve imamlar   (a.m.)   onla­ra uyanlar, olayları    taraf gözetmeden    eleştirmişler, olaylar ve bu olaylara karışanlar, meydana getirenler hakkında çekinmeden hükümler vermişlerdir. Zaman­la Rical bilgisi tedvin edilmiş...».    Tarih boyunca îs-lâm mezhepleri ve Şiîlik, İstanbul, 1979, s. 631-636 vd. Münâkaşasına girmediğimiz bu fikirlerin tam aksi bir görüş için bk. Türk    dili ve edebiyatı    ansiklopedisi, «Hal tercümesi» maddesi, IV, 34 (1981).

[57] Zübeyr Sıddîkî, Hadith literatüre., Calcutta Üniversty, 1961 (trc. Yusuf Ziya Kavakçı, Hadis edebiyatı tari­hi, İstanbul, 1966, s.  146-163).

[58] İsimleri çoğaltmak gerekmemektedir. Müellifleri ve eserleri, kısa bibliyografyadan takip daha uygun ola­caktır. Ayrıca şu kitaplara da bakılabilir: Kâtip Çele­bi, Keşf., I, 834-835; Kettânî, er-Risâletu'l-mustatrafe, Karaçi, 1370-1960, s. 94, 96, 100, 101, 103, 105, 112, 114, 116 vd.; Hûlî, Miftâh, s. 145-154. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 55-60.

[59] Hakim Neysâbûrî, Ma'rijet, s. 112.

[60] Aynı yer.

[61] Ahmet Naim,  Tecrid-i sarih  tercemesi,    Mukaddime, s. 179. (Rey'de Ebu Zür'a Râziye yapılan bir müracaat ve Muhammed b. Salih isimli bir zatın başından ge­çen tecrübe ile ilgili olarak burada bilgi verilmekte­dir).

[62] Neysâbûrî, Ma'rifet, s. 113-119; Suyûtî, Tedrib, s.  166; Ahmet    Naim, Tecrid tercemesi,    mukaddime, s. 184-189.

[63] Ahmet b. Muhammed b. Hanbel, Küâbu'l-ilel ve ma'-rtf eti'r-rical, (nşr., T. Koçyiğit, î. Cerrahoğlu) Anka­ra, 1963, Önsöz, s. 4.

[64] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 60-63.

[65] îslâm coğrafyası içinde Irak'ın bu kötü harekette bü­yük  emeği  vardır. Bu yüzden  bölge;     (hadis basılıp dağıtılan yer anlamında)  Darphane adını almıştır, el-Muhaddisu'l-fasıl, s. 204, dipnot 5.

[66] M. Yaşar Kandemir, Mevzu hadisler., Ankara, 1975, s. 24, dipnot. 7.

[67] Buharı, İlim. 38;    Cenâiz, 33; Enbiyâ, 50;    Edep, 109;

Müslim, Züht, 72; İlim, 4; Tirmizî; Fiten, 70; İlim, 8, 13; Birinci sûrenin tefsiri, 1; Menâkıp, 19, İbn Mâce, Mukaddime, 4; Dârimî, Mukaddime, 25, 46; Ahraed b. Hanbel, II, 47, 83, 123, 150, 159, 171, 202, 214, 410, 413, 469, 519; III, 13, 39, 44, 46, 56, 98, 113, 116, 166, 167, 176, 203, 209, 223, 278, 280, 303, 422; IV, 47, 100, 156, 201, 367; V, 245, 292, 412.

[68] İbn Salah, Mukaddime, s. 89.

[69] Yine de bu kabil    haberlerin okutulmasında    ihtiyat şarttır. Yüksek tahsilinin dördüncü yılında,    vaktiyle örnek olarak  okuduğu  uydurma  haberleri,  Öğrencilik günlerinde  sahih niyetiyle  dinleyen;  yıllar  sonra öğ­retmen  olupta,   sorumluluk  üzerine terettüp  edince; «vaktiyle bize sahih diye okuttukları hadisleri   bugün bir  bir  mevzuat  kitaplarında  bulup  çıkarıyorum...-» diye Öğünen kimselere raslanmıştır. Aynı kişiler, vak­tiyle kendilerine  «uydurma haberdir...-»  diye örnekler okutanları,   «yalanı sahih gibi okutmakla suçlamakta» bir beis görmemişlerdir.

[70] M. Yaşar Kandemir, a.g.e., s. 138-168.

[71] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 63-66.

[72] Tafsilat  ve örnekler için  bk., eî-Muhaddisu'l-jâsıl., s. 182-184;   «bâbunniyye  fi   evsâf  et-iâ'ip»,   185-202;  45-79.  paragraflar;   «evsâfu't-tâlip     ve  âdâbüh»;  201-214 80-102. parafraflar.

[73] Benzerleri için bk., Hatip, §erefu ashâbi'l-hadis, s. 79

[74] Senedinde  Zührî'nin     ve  Abdürrezzak'ın     geçtiği bir haberden öğrendiğimize göre ibn Mes'ud şöyle demiş­tir:  «Birisi diğerine bir haber  (hadis)  iletir. O hadisi anlamağa  aklı  müsait  olmayan bu  adama,  adı  geçen söz bir fitne olur». Demek ki, anlayışın mühim bir ro­lü mevcuttur.

[75] İbn Salâh, Mukaddime, s. 226-227.

[76] Diğer vasıflar ve şartlar için bk. el-Muhaddisu'l-fâsil, s. 403-410; «el-KavIü fî men yüstehakku'l-alızü anhü».

[77] İbn Salâh, Ma'rijetu ulûmi'l-hadis- (veya diğer adıyla Mukaddime),  s. 213-231.

[78] Râmehurmuzî. el-Muhaddisu'l-fâsil, s. 601-611.

[79] Bu eser yazma olmaktan kurtarılmış, müsteşrikler ta­rafından ilmî neşri yapılmıştır. Almanca adı şöyledir: Die methodik des diktatkollegs-Adab cl-imla    va'l-is-timlâ, Hrsg. von M. Weisweiller, Leiden, 1952 de Goe-' je-Stiftung,  Nu. XIV.

[80] Neşredileceği,  yıllar öncesinden haber verilen bu ki­tabın bu güne kadar    tenkitli baskısının    yapıldığını duymamış  bulunmaktayız.   Tek  nüsha  olduğu   zanne­dilen bir yazması  Mısır'da, İskenderiye şehir kitaplı­ğında bulunmaktadır.

[81] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 66-71.

[82] Abdülhayy    Lüknevî,    er-Raf'u    ve't-tekmil, s. 44-46 (Nşr. Abdülfettah Ebu Gudde).

[83] Aynı eser, s. 181-187.

[84] el-Metâinül-aşere  adıyla anılan bu kusurlar ve ilgili meseleleri için bk.    Babanzâde Ahmet    Naim, Tecrid tercenıesi mukaddimesi, s. 282-338  (Eserin yeni harf­lerle olan ikinci baskısı, Ankara, 1957).

[85] İbn  Salâh,  Mukaddime, yirmi üçüncü nevi;     Nevevî, et-Takrib, yirmi  üçüncü nevi.

[86] Abdülhayy Lüknevî, er-Rafu ve't-tekmil, s. 65-89 v.d.

[87] Konu ile ilgili  güzel bir  araştırma için bk.     Zübeyr Sıddîkî.  (trc.)  Hadis tarihi, s. 164-175.

[88] Hatîb Bağdadî, el-Kijâye, s. 329-332.

[89] Bu ilim dalı ve te'lif edilen eserleri için bk. Kettânî, er-Risâletü'l-mustat-rafe, s. 94, 96,  100, 103, 105, 106-121 vd. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 71-79.

[90] Hûlî, Miftâh adını verdiği    eserinin bir diğer    ismini «Târih funûni'l-hadis» koymuştur.

[91] Mehmet S. Haüboğlu, Hadis tarihi ders notları, Açık­lama bölümü.

[92] Muhammed Muhammed Ebu Zehv, el-Hadis ve'l-mu-haddisûn.

[93] Bu ilimde, hadisin doğuşundan başlayan tespitler, onu günümüze kadar getirmektedir. Âlimler ondört asırlık zamanı çeşitli itibarlarla bölmektedirler. Bunlar için­de en yaygın olan taksim:    «Tedvin öncesi    ve doğuş devri,  hadisin toplanması,  tedvin ve tasnif çağı, tas­nifin altın devri,  duraklama ve  gerileme     zamanları, günümüz» şeklindeki taksimdir. Böylece değişik    coğ­rafyalar müştereken incelenmiş olmaktadır.

[94] Yeri gelmişken şunu söylemeden geçemeyeceğiz: Her seviyedeki okumuş kişiye hitap eden; hadis ilimlerinin ondört yüzyıllık hayat hikâyesini konu alan; bu ha­yatı; eser, mesele ve kitap bütünlüğü içinde işleyen, hadisin mesut ve çileli zamanlarına bölümler ayıran, usûl konularına da bünyesinde yer veren; hadis ilim­lerinin gelişmeler indeki tabiîliğe ve tarihe uygun ola­rak onu okuyucuya sunan eserlere ihtiyacımız vardır. Hadisin bir de bu bütünlük içinde yazılması gerek­mektedir. Bir örnekle kastımız daha iyi anlaşılacak­tır. Bugün Türk dili ve edebiyatının her problemini konu alan eserler vardır. Edebiyat sözlükleri, deyim­ler ve ıstılah lügatleri, her nevi dil kamusları, şahıs biyografi kitapları, türlü sözlükler, edebi sanatları açıklayan kitaplar... vs. Bütün bunların yanında, Türk edebiyatının binlerce yıllık macerasını,  edebiyat tari hi bütünlüğü içerisinde; kısa edebiyat ve dil kaidele­rine de yer vererek inceleyen eserler de mevcuttur. Bu tür eserlerde; kitap, şahıs, mesele, tarihçe, tenkit, tasvip ve takdir içiçedir. Hadis için bu nevi kitaplar da yazılmalıdır. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 79-81.

[95] Kâtip Çelebi, Keşju'z-zunûn, I, 635-641.

[96] Celâluddin  Suyûtî,  Tedribu'r-râvi fi  şerhi  Takribi'n-Nevevî, Medine, 1379-1959, s. 4-6.

[97] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 81-83.

[98] îbn Hazm, el-îhkâm, II, 441; Sâh Veliyyullâh, el-Fev-zü'l-kebİT, s. 21, 22; gâtibî, el-Muvâfakât, III; Mustafa Zeyd, en-Nesh fi'l-Kur'ani'l-Kerim, s. 91-94; Hudarî, Usûl, s. 6, 8.

[99] Bilgi için bk. Te'vilu muhteliji'l-hadis, 1386-1966 (ve­ya eserin Türkçe ve Fransızca tercümeleri), el-t'tibâr /i beyâni'n-nâsih ve'l-mensûh mine'l-asâr, Haydara-bat, 1319, s. 1-28; Keşfu'z-zunûn, I, 33; Kettânî, R. el-Mustatrafe, s. 129; M. Tayyib Okiç, Bazı hıdis mesele­leri, s. 116-117; Talat Koçyiğit, Hadis ıstılahları, s. 268 -274.

[100] Hâzİmî, el-î'tibâr, s. 7.8.

[101] Oniki konuda hadiste     neshin varlığı  iddia     edildiği halde; ferdî değerlendirmelerle bu sayı    ikiyüzü bul­maktadır.  Şafiî,  îhtilâfu'l-hadis adlı eserinde  bunlar­dan yüz kadarına temas eder. Hâzimîde de, bir o ka­dar  -  mükerrer  de  olsa  - konu mevcuttur.   «Hadiste nâsih - mensûh meselesi» isimli çalışmamızda bunla-, rı, üç kısım halinde iki yüze yakın mesele olarak tes­pit etmiş bulunmaktayız.

[102] Eserler ve yazarlar için bk. Keşfu'z-zunnûn, II,  1920; Kettânî, 129, özellikle, 67. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 84-86.

[103] Kuran  ilimlerine ait en ince teferruata    kadar bilgi ve eser adı veren İbn Nedim, hadis ilimlerinde genel­likle susar. Böyle olmasına rağmen, eserinin bir yerin­de bir sayfaya yakın bu ilimdeki ilk yazarları ve eser­leri  sıralar.  Bk.  İbn Nedim,  el-Fihrist, Beyrut,  ts.'s. 129-130.

[104] Hadislerde semantik çalışmalar, tıpkı Kıır'an'da oldu­ğu gibi zaruridir. Kur'an'da böyle bir çalışma için bk. Süleyman  Ateş,  Kur'an'da Allah  ve  insan,     Ankara, 1975  (Dr. İzutsu Toshİhiko'dan tercüme).

[105] Eserler için bk. Kâtip Çelebi, Keşfu'z-zunûn, II, 1203 Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 86-89.

[106] 64/a.) Suyûtî, Tedribu'r-râvî, s. 540'ta örnekler vardır.

64/b.) Bağdatlı İsmail Paşa, Keşfu'z-zunun zeyli  (îzâhu'lmeknûn.,) I, 68.

64/c.) Kâtip Çelebi, Keşfu'z-zunûn, I, 75.

[107] Talat Kogyiğit, Hadis ıstılahları, s. 99, 100. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 89-90.

[108] Geniş bilgi için bk.    Bazı hadis meseleleri    üzerinde tetkikler, s. 21. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 90-92.

[109] Aynı eser, s. 22.

[110] Aynı eser, s. 22

[111] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 92.

[112] Kâtip Çelebi, Keşf, II, 1059, 1060; Kettânî, R. Mustat-rafe, 160-164; Şemâilu'r-resûl, (îbn Kesîr'in eserine yazılan mukaddime, Mustafa  Abdülvâhit)   s.  elif-vâv. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 93.

[113] Cemâluddin  Kâsımî,  Kavâidü't-tahdis,     Fıkhu'l-hadis bölümü, s. 269-386,

[114] îlim dalı ve mensupları için bk., îbn    Nedim, el-Fih-rist, 314-315     (Fukahâu    ashâbi'l-hadis);    Neysâbûrî, Ma'rifet, 63-85; Kavâid et-tahdis, 269-386; Keşfu'z-zu-nûn, II, 1288. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 93-95.

[115] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 96.

[116] Görüldüğü gibi, konular tamamen denebilecek ölçüde teknik bahislerdir. Bunlar kitapta senetlerle verilir. Kserde uzun izahlar yoktur. Usû1-! fıkıh bünyesinde görülen bazı hadis meseleleri, bu kitapta yer alma­mıştır. Hemen hemen hadis Öğrenimine ait sadece teknik bahisler burada yer almaktadır. Hadisin fıkha mesnet oluşu, kitap ile sünnet arasındaki müşterek konular bu eserde yoktur. Bundan sonraki iki kitapta durum daha değişiktir.

[117] Fihristin tetkikinden de anlaşılacağı gibi, bu     eserde hadislerin nevileri ve kısımları üzerinde  durulmakta, ek olarak bazı bilgi dallarına da kısaca    temas edil­mektedir. Diğerinde olan bazı konular burada, bunda olanlar da diğerinde yoktur. Üçüncü eserle birlikte bu üç kitap birbirini tamamlamaktadır.

[118] Diğeri  yani  el-Câmi'li .ahlâki'r-râvi ve    adâbi's-sâmi' adlı olanı hakkında baş tarafta bilgi verilmiştir..

[119] Esaslarına dokunmadan dörtte bire indirdiğimiz fih­rist, diğer iki eserden farklı konuları kapsamaktadır. Bu konular arasında; haber-i vâhid meseleleri gibi, başka âlimler tarafından usûl-i fıkıh, meselesi olarak kabul edilenleri de vardır. Bu zat, Râmehurmuzi'nin eserlerinden hayli istifade etmiş, hatta bazan el-Mu-haddisu'l-fâsıl'dan paragrafları aynen eserine almıştır.

[120] Kitap, Dârü'l-Hadisteki derslerinin bilâhare gözden geçirilmesi sonrası meydana gelmiş; takrir ve notları­nın hulasası olmuştur. Bazılarına göre eserin redaksi­yonu bile yapılamadan müellif vefat etmiştir.

[121] Suyûtî'nin eseri Tedribu'r-râvi, bu kitaptan     yapılan bir  muhtasarın   (et-Takrib   adlı  çalışmanın)   şerhidir. Sıra  aynıdır.  Fakat  açıklama boldur.     Senetler artık bulunmamaktadır.

[122] Şimdiki adlarıyla; Ankara Üniversitesi İlahiyat fakül-. tesi, Erzurum Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi,

Konya Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi.

[123] Örnek olarak meselâ, İbn Ebu Hatim, el-Cerh ve't-ta'dil adlı eserinin Takdime bölümü ve Abdülhayy Lukhnovi'nin er-Rafu ve't-tekmil'

Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 97-107.

[124] Bk. Hâkim Neysâbûrî,  Ma'rijet, s, 92-96; İbn    Salâh, Mukaddime, s. 225-228.

[125] îbn Salâh, Mukaddime, s. 225-228.

[126] Aynı eser.

[127] İbn  Kayyim  Cevziyye,  es-Savâiku'l-mürsele., II, 406; Zühdi Cârullah,  el-Mu'tezüe, s.  10; Hayyât, K. el-în-tisâr, s. 55; Bağdadî, el-Fark beyne'l-fırak, s. 180; Se-rahsî, Usûl, I, 329, 330; İbn Hazm, el-İhkâm, I, 133 vd.

[128] Muhanımed b. İsa Tirmizî başlangıç olarak    gösteril­mektedir.

[129] Suphi Salih, Hadis ilimleri, s. 177, Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 108-110.

[130] Nevevî, Takrib, s. 4 (îbn Salâh, Ma'rifct, 10'dan kısal­tılarak).

[131] İbn Salâh, muteber kaynaklarda bulunmayan,    büyük hadisçilerin  sahih görmediği  bir takım hadisleri,  sırf isnadmdaki doğruluğa bakarak hemen  sahih    sayma­nın zorluğundan bahseder.» Bu çağlarda, sırf senedine bakıp hadisi sahih saymak mümkün değildir... geçer­li yol,  hadisçilerin     eserlerine alıp,  itimat     ettikleri, yaygın şöhreti  sebebiyle  tağyir ve tahriften korunan hadisleri sahih ve hasen saymaktır» demektedir. Mu­kaddime, 12.

[132] Sahih ve meseleleri için ayrıca    bk. Hatîb, el-Kifâye., s. 17-21; Nevevi, Takrib, 4-6; Hâkim Neysâbûrî, Ma'-Tifet,. 59; îbn Salâh, Mukaddime, s. 10-25;    İbn Kesir, el-Bâisu'l-hasıs,  s.  6-17;  Meyânci,  Mâ lâ yeseü'l-mu-haddise cehlüh, s, 8-10; Nuhbetü'l-fiker    (trc), s. 33-39.

[133] Bk. îbn    Hazm, îhkâm, I, 119;    Serahsî,  Usûl, I,  112; Nüzhetü'n-nazar, s. 39; Şevkânî, îr§âdü'l-juhûl, II, 48; İbn Kudâme, Usûl, v. 59 b; Amidî, îhkâm,    II, 50, 51; İbn  Teymiyye,  Reful-melâm.,   17,   18;  İbn     Kayyim Cevziyye, es-Savâik, II, 394 vd.

[134] Muhammed Fuat Abdülbaki, el-Lü'lüü ve'l-mercân Jî-ma't-tefeka aleyhi'ş-Şeyhân, 1368  - 1949, Mısır, I-Ill.

[135] İbnu Salâh, Mukaddime, s. 10-25.

[136] Bu nisbî ve izafî durum, kendisini «en sağlam isnâd» meselesinde de ortaya koyar. Her âlinr'n ayrı bir, «en sağlam isnâd zinciri» telakkisi olabilmektedir. Hatîb'-in şöyle bir icmali mevcuttur: «Tarîkleri en sahih olan hadisler, Mekke ve Medineliler tarafından riva­yet edilenlerdir. Zira onlarda tedlis, kizb ve hadis vaz'ı pek nadirdir. Yemenlilerin pek az olmak1 a be­raber ceyyit rivayetleri ve sahili tarîkleri vardır. On­ların kaynakları da yine Hicazlılardır. Basrahlar, çok hadis rivayet etmelerine rağmen gayet açık ve başka­larında bulunmayan senetlerle rivayet edilen hadisle­re sahiptirler. Kûfeliler de Basrahlar gibi çok hadis rivayet ederler; fakat rivayetlerinde çok kusur bulu­nur. İlletten sâiinı olanları ise azdır, gamlıların riva­yet ettiği hadislerin çoğu mürseldir. Maktu'dur. Bun­lardan sika râviler tarafından muttasıl olarak rivayet edilenler iyidir. Fakat bunların çoğu mevâlzle ilgili­dir», Suphi Salih. 123 Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 110-115.

[137] Vahi; boş, mânâsız ve zayıf gibi anlama gelmektedir.

[138] Bu tür kullanışlar için bk. James Robson,   Hasen ha­dislerin  çeşitleri   (trc. Talat  Koçyiğit,  AÜİF     dergisi, 1963, XI, 109-118).

[139] Suphi Salih, Hadis ilimleri, s. 102  (İkinci baskı).

[140] Nevevî,     Takrib, s.  6,  7, Suphi     Salih,  a.g.e., s.   128 (İkinci baskı,  133).

[141] Suphi Salih, a,g,e., s. 129  (İkinci baskı s. 134). Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 115-117.

[142] Hüccet oluşu ihtilaflı olan mürseller, sahih sayılan mürseller ve Hâkim'in fikri için bk. Ma'rifetu ulûmi'l-hadis, s. 25-28; Hatîb, Kijâye, 211, 212, Çeşitli görüşle­ri veren güzel bir hulâsa; s. 384-414 (Hatîb'in kendi tercihi, s. 385); İbn Salâh, Mukaddime, s. 260-262; Gizli ve açık mürsel deyimi kullandığı bir yer, s. 260-262; Suyûtî, Tedrib, 117-126. Suyûtî konu ile ilgili olarak on iki  ayrı başlık açmaktadır.

[143] Mürsel  ile ilgili birkaç  eser;  İbn Ebû Hatim, K.  el-Merâsil  (eser birkaç kez basılmıştır), Ebu Davud, K. el-Merâsil   (eser     basılmıştır),     Berdîcî, K.  Beyâni'l-mürsel, Hatîb,  et-Tajsü. Câmiu't-tahsil, s. 9.

[144] Suphi Salih, a.g.e., s. 136.

[145] Tedlisin pek çok türü    daha vardır.    Bazıları;  şaka için, imtihan için, bilmece olarak bu yollara baş vur­muşlardır. Ciddi araştırıcılar, tedlisin hiç bir    türünü beğenmemektedirler.

[146] Hadiste illetler bilgisi'nin mahiyeti, ilgili literatür ve bazı  meselelerine, baş tarafta .«ilimler     bölümünde» temas etmiş bulunuyoruz.

[147] Cemâluddin Kasimî, K. et-Tahdis, 123-127; Suphi Sa­lih, Ulûmu'l-hadis, s, 215-262 (trc, 181-224, ikinci baskı).

[148] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 117-121.

[149] «Hz. Peygamber'in sözü sakîm olamaz» şeklinde me­ramını ifade eden bir itirazcıya, uzun uzun âlimlerin kastım anlattığımı unutamam. Hadislerin geliş yolu­na ve tamamen teknik değerlendirmeye ait olan bu ismi, karşımdaki «Peygamberin sözlerinin zatına ve muhtevasına aiu kabul etmekteydi. Yine de bulun­duğu durumdan bir milim ayrılmadı ve görüşünü savundu. Kimbilir belki de o manada da olsa hadise sakîm ve zayıf deyimlerini kullanmamak, başka ifâ­delerle kastımızı anlatmak uygun gelecektir.

[150] Zerkâ, Fi'l-hadisi'n-Nebevî, s. 20.

[151] Suphi  Salih,  Hadis ilimleri,  s.  169   (Arapça     metin, 212).

[152] Usûl kitaplarından ayrı olarak bk. Nurettin îtr, Tir-mizî, s. 255.

[153] Cemâluddin Kâsımî,    Kavâidu't-tahdis, s.  115,     116; Suphi Salih, a.g.e., X.

[154] Hadisçilerin çoğu, zayıfla amel edilmemesini ister­ken; haramlığa ve kerahete ait konulan kastederler. Onlar, sahih hadis varken, muhtemel bir habere da­yanmayı hoş karşılamamaktadırlar. Amellerin bu tür bölünmesini hoş görmeyen, hepsini ahkâm olarak de­ğerlendiren bilginler de vardır. Onların belirttiğine göre; dindeki meseleleri ayırıma tâbi tutarsak; bizim ahkâm dediğimizi bir başkası fezâil olarak görecek ve dolayısıyla az değer verebilecektir. Diğer taraftan, zayıf hakkında toptan bir değerlen­dirme yapan bilginlerin; zayıfın çeşitleri sözkonusu edilince daha farklı düşündükleri de olmaktadır. Bu takdirde, toptan menfi bir değerlendirme; zayıfın bazı türlerinde müsbete dönüşebilmektedir. En isa­betli yol, her hadisi tek tek değerlendirip; özel du­rumlarına göre hüküm verme yolu olsa gerektir, imam Müslim ve benzeri büyük hadisçilerin zayıfla­rı yeren sözlerini böyle adamak gerekmektedir. Yi­ne onların fikrine göre; sahih bir benzeri olan zayıf hadisle; daha sağlamı ortada dururken amel etme­nin mânası yoktur.

[155] Yufka ve ince mânalarına gelen bir kökten türetilen bu deyimle:  «kalbi ameller, zühd, ittikâ, zikir, ahlâk ve  âdâb...»  konuları kastedilmektedir.  Sonradan ta­savvuf adını alan harekete de bu ismin verildiği ol­muştur,

[156] Suphi Salih, Hadis ilimleri, s. 167 vd.

[157] Hûlî'nin belirttiğine göre hadislerde hasta ve sağlam tespiti en son h. dördüncü asırda yapıldı. Miftâh, s. 109.

[158] îbn Salâh, Mukaddime, s. 13. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 121-128.

[159] îlk asırlarda ilim denilince akla hadis ve hadise bağ­lı ilimler gelirdi. Bu mânada tahammülü'l-üm deyi­mi hadis öğretim ve öğrenim yolları olmaktadır. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 129-130.

[160] Klasik tahammül yolları ile birlikte geniş bilgi  için bk. Hâkim, Ma'rifet, 256-261; Hatip, Kifâye, 257-349; îbn   Salâh,   Mukaddime,   114-185; Meyâncî,   s.   G.   7; Tedrib, s. 236-281; Okiç, Bazı hadis meseleleri, s. 79-99; Koçyiğit, Usûl, s.  61-70. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 130-131.

[161] Ayrıca bk. Bâb mâ câe fi'l-ahz an    ehli'1-bida' ve'l-ehvâ ve'1-ihticâc bi    rivâyatihim, Kifâye, s.  120-125; Kerâhetü'r-rivâye an ehli'l-nücûn, s. 156.

[162] Bk. Hatîb, Kijâye, ehlirl-ehvâi ve'1-bida' ve'1-ihticâe bi rivâyâtihim, s. 120. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 131-132.

[163] îbn Abdulberr    Nemerî, Câmiu beyâni'l-ilm, I, 111-114.

[164] Hadis yazımının, yasaklanması, müsade verilmesi ile ilk yazılı malzemeye ait bilgiler tarihçe bölümünde verilecektir.

[165] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 132-134.

[166] Lâ büdde Ii'l-iîm min muallim,» Şâtıbî, el-Muvâja-kat, I, 91-99; îbn Abdulberr, a.g.e., I, 135-151.

[167] Bu gibi muhterem kişilerin, ilgili ilim dalında ehli­yeti bulunan müracaat    sahiplerine bile    güçlük çı­karttıkları; icazetleri kendileriyle birlikte kabre    gö­türecek  şekilde davrandıkları - maalesef -  görülmek­tedir.

[168] Mehmet S. Hatiboğlu, Hatîb ve Şerefu ashâbi'l-hadis, Şeref mukaddimesi, s. 41.                

[169] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 134-138.

[170] Sözü geçen eser, s. 420-430.

[171] Ek. 53., 539, 540,  541 numaralı paragraflar.

[172] Sözü geçen eser, s. 588, Ayrıca, 459-460. sayfalar.

[173] Bk.  eş-Sâfiî,  Kahire,   1358-1940,   (Nşr.     Ahmet Mu­hammet  Şâkir),   s.  471,   472;   «1309-1312»     numaralı paragraflar.

[174] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 138-139.

[175] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 139-140.

[176] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 140-141.

[177] Etudes sur la tradition lslamique», p. 232 (Muham-medaniche Studien, II, 118).

[178] İbn Hazm, îhkâm, II, 147.

[179] Muhammet Tayyib Okiç, Bazı hadis meseleleri, s. 83.

[180] Aynı eser, s. 84, 85.

[181] Örnekler için bk. Okiç, a.g.e., s. 85-89. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 141-144.

[182] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 144-145.

[183] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 145.

[184] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 146.

[185] Okiç, Bazı hadis meseleleri., s. 93. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 147-148.

[186] Aynı eser, s. 8-12;  Sıddîkî, Hadis tarihi, s. 120-130.

[187] Fuat Sezgin, Buharî'nin kaynaklan, İstanbul, 1956, s. 286.

[188] Aynı eser, s. 277.

[189] Hatib  Bağdadî,  Şerefu  ashâbi'I-Hadis,  s.  39-41.

[190] İhtiyat ve tesebbüt örnekleri için bk. Muhammet Ac-câc Hatîb,  es-Sünne   kable't-tedvin,  s.  92-124.

[191] Zübeyr Sıddîkî, Hadis tarihi, s. 120-130.   

[192] Resûl-i Ekrem - Ebu Hureyre - Hemmâm - Abdür­rezzak.

[193] Allah'ın elçisi -  Enes b.    Mâlik - Hişâm b. Zeyd -Şu:be b. Haccâc - Osman b. Cebele - Şâzân Abdüla­ziz b. Osman.

[194] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 148-152.

[195] Sened tenkidine verilen aşırı değer, İslâm ilimleriyle uğraşan şarkiyatçıları bir noktada yanıltmıştır.    On lar bu inceliği görmezlikten gelerek, «Hadislerde iç tenkidin; muhteva tenkidinin yapılmadığına» kani olmuşlardır. Yine kendi araştırmalarında tespit et­tikleri pek çok husus vardır ki, kendi görüşlerini ge­çersiz kılmaktadır. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 153.

[196] Muhammet Zâhid Kevserî, Makâlât, «el-Ezherde oku­tulacak  derslerle ilgili teklifleri kapsayan makale». Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 154.

[197] Böyle bir suçlama örneği için bk. Murtaza Askerî, Abdullah b. Sebe', 1335, Necef (Trc, Abdülbâki Göl-pmarlı, Abdullah b. Saba masalı bir yalancının düz­meleri, İstanbul,'1974, s. 40-65). Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 155-156.

[198] Hâkim Neysâbûrî, Ma'rifetu ulûmi'l-hadis, s. 9-11.

[199] Fazla bilgi    için bk. İbn    Salâh, Mukaddime, Yirmi dokuzuncu nevi, s. 231 v.d. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 156-158.

[200] Ramehurmuzî,     el-Muhaddisu'l-fâsıl,  632.     paragraf; Hatib,  el-Kijaye,  170-192.  Özellikle kısa     bir cümle için bk. s. 170; îbn Kudâme Makdisî    Hanbelî, Usûl, v. 75.b,-77 a.

[201] Ebu Dâvud, İlim, 10; Tirmizî, İlim, 7; îbn Mâce, Mu­kaddime,  18;  Menâsik,  76; Dârimî,    Mukaddime, 24; Ahmed b. Hanbel, I, 437; IV, 80, 82; V, 183.

[202] Abdürrezzâk, el-Musanne-f, XI, s. 451, 20. 977 numa­ralı haber.

[203] Daha geniş bilgi    için bk Babanzâde    Ahmet Naim, Tecrid  tercemesi  mukaddimesi,  454-486;   Talat  Koç-yiğit, Usûl, s. 76-79.

Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 158-162.

[204] Bk. Suyûti, Teârib, s.  153-156;    Bâbânzâde, a.g.e., s. 120-128. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 162-164.

[205] el-Mulıaddisu'l-fâsıl, s. 527.

[206] Aynı eser, s. 527

[207] Eski  kağıtların     yüzü,  belirli  malzeme ile     terbiye edilmiş olduğu için, ıslaktan' müteessir    olmamakta­dır.  O âdeta bir fayans yüzü gibi    kaygandır, yala­makla veya silmekle yazının mürekkebi    kağıt üze­rinden alınmış olmaktadır.

[208] Meyâncî,    lâ yeseul-muhaddise     cehlüh,  Bâbü'l-lahn.

[209] Talat  Kocyiğit,  Hadis ıstılahları,  s.   125;  zarb,     aynı eser, s. 470.

[210] el-Muhaddisu'î-fâsıl, s. 606, paragraf. 883. Eseri neş­re hazırlayan zat bu bilgiyi, Hatîb'in    henüz yazma halinde bulunan   «el-Câmi'li ahîâki'r-râvî  ve âdabi's-sâmi'*  adlı eserinden yapmaktadır, v. 57 b-58 a.

[211] Mahmut Hamdi. Yazır, Eski yazılan okuma anahtarı,

[212] Örnekler  için     bk.,   el-Muhaddisu'l-jâsil,  s. 607,  bir numaralı dipnot.

[213] Aynı eser,,1 paragraf. 885.

[214] Muhammet Hamidulîah, İslâm müesseselerine    giriş, İstanbul,  1981, s.   10-21;     San'atü'l-Kitâbe fi  ahdi'r-resûl ve's-sahâbe, fikrun ve fenn, 1964, III, 21-27.

[215] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 164-171.

[216] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 172-173.

[217] Geniş bilgi için bk. Suphi Salih, Ulûmu'l-Jıadis., 315-333 (trc, 273-286); Mustafa Ahmet Zerkâ, Fi'l-hadi-si'n-Nebevî, s. 58-61.

[218] Suphi Salih, Ulûmu'l-hadis  (trc), s. 286.

[219] Aynı eser, s. 287-288. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 173-176.

[220] Meselenin, daha geniş bir açıdan görülmesi için, ev­velce geçen «Kur'an'Ia yetinme» başlıklı konunun tekrar okunması gerektiğine işaret etmeliyiz.

[221] Mustafa  Ahmet  Zerkâ,     Fi'l-Hadisi'n-Nebevî,  s.  29-35. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 177-179.

[222] Bk. Rihlet îbn Cübeyr, Beyrut, 1384-1964. Seyahat süresi; şevval H. 578/Muharrem ayı-Şubat 1182 Ni­san 1185.

[223] Konuyu daha geniş ölçüde görmek için bk. «Modern toplumların ihtiyaçları ve sünnet», Nesil dergisi, cilt 2, sayı. U, Ağustos, 1978.

Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 179-182.

[224] Herkes tarafından toptan reddedilen bir sünnet tü­rü  yoktur»,     Şafiî,  er-Risâle,  paragraf.     1306,   1307, 1312.

[225] Sünneti bilen ona muhalif olamaz». Şafiî, er-Risâle, s.  539-541;  598,  599,  667.   «Sünnete muhalif bir  ma­halde, alimler icmâ' yapamaz», a.g.e., s. 881,    parag­raf.   1307,  1312.

[226] Rasüle ittiba* farzdır», Şafiî, er-Risâle, s. 57, 58, 96-103,   129,  236-310, 318-320, 326, 448-465, 436-441, 483-485; Kadı Saymerî Hüseyin b. Ali (ÖL 436/1044) Ah bâr'u Ebi Banîfe ve ashâbih, Beyrut, 1976, s. 10-13; Koçyiğit, Hadis, tarihi, «Hadislerin değeri üzerinde münâkaşalar», s. 189-199.

[227] Mustafa Sibâ'î, es-Sünne ve mekânetühâ /i't-teşrü'I-îslâmî, s. 364-418 (Goldziher'in fikirleri için) s. 364-378; âlimler ve hadis diye uydurulan sözler, s. 378; Zührî ve yalan iddiaları, s. 385); Muhammet Tayyib Okiç, Bazı hadis Meseleleri, 3,7,9,12,107,167-173; Koç yigit, Kelamcılarla hadisçiler arasındaki münakaşa­lar, s. 112-262; Zübeyr Sıddîkî, Hadis tarihi, 17-24, 32, 52-58, 77, 78, 118-130, 138-153, 154; Zerkâ, Fi'l-hadis, 10-19.

[228] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 182-187.

[229] Bu düşmanlıkların en bagta gelen sebebi; «bozuk inanç mensuplarının kanaatlarını, sünnetin temiz ışığı altında hadisçilerin iptal etmesi» olmuştur. Bu yüzden hadisçiye saldırılmış; onlar cehaletle suçlan­mış; mahiyet ve hakikatini bilmediği ilimlerin, sa­dece taşıyıcıları olarak; «Hanıeletü esfâr» hicvedil-mişlerdir. Hatta bazıları onlara, fırkalara verilen ad­ları bile takmıştır. el-Muhaddisu'l-fâsü, . s. 162 ve dipnotları.

[230] İslâm âlimlerine ve hadis bilginlerine düşen görev şudur: son asırda ve son on yılda ortaya atılan; dini görünümlü veya din boyasına boyanmış politik men­şeli bâtıl fikirleri; temiz İslâm itikadı karşısında çürütmek. Burada, modern kelâm bilgininin ve akâ'd âliminin görevi diğerlerinden daha mühimdir. Ka-naatımızca bu vazife sünnetin ve is^âmm hükümran­lığı için yapılması gereken ilk ve en önamli görev­dir. Bizce bu, «isbât-t vacip» ten de öndedir. Çünkü, bu fikirlerin önü alınmazsa, dinsizliğin giderilmesi pahasına. İslâm toplumlarının nice yetmigüç fırkaya bölünmesi mukadderdir. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 187-191.

[231] Abdülbaki Göîpmarlı, Şiîlik, s. 573.

[232] Sahabi tanımına giren herkes için geçerli     olan bu, «udûl oluş», Şianın dışında    selef imamlarının tümü ile, sonrakilerin (halefin)  cumhurunun müşterek gö­rüşüdür. İbn Kudâme, Usûl, v. 71 a-b.

[233] Onlara göre her bilgiyi ilk vaz' edenler    hep Şii'dir. Bizim,   Ehl-i  sünnetten   saydığımız  bazı     hadisçileri de Şiî olarak tanımaktadırlar. Bk. Abdülbaki Gölpı-narlı, a.g.e. s. 635.

[234] Aynı eser, s. 233.

[235] Muâviye (r.a.) yi ehl-i dalâl sayan, ve diğer bazı sa-habileri de aynı safta gören bir ifade    İçin bk. Ebu Hanife Nu'man b. Muhammed b. Mansûr. b. Ahmet b. Hayyun Temimi Mağribî, Deâimu'l-îslâm, Kahire, 1383-1963  (nşr: Ali Asğar Feyzi), I, 86-92. Ebu Hu-reyre'yi, «sinek kanadı»  kadar değerli görmeyen bir görüş için bk. Muhammed Ebu Zehre, eş-Şâfi'î: Ha-yatühü ve asrüh ârâühü ve fikhuh, s. 337. (Şiadan naklen).

[236] Son   zamanlarda   Türkçeye   nakledilen,   İran   menşeli tüm eserlerde bu durum rahatlıkla tespit    edilebilir. Geçmiş asırların, Şiî menşeli kitaplarında da    durum aynıdır. Şevkânî gibi pek nadir âlimler, Ehl-i sünnet malzemesi de kullanabilmektedirler.

[237] Bk.  Cemal Sofuoğlu,  «Şianın hadis     anlayışı»,  Fikir ve sanatta Hareket, sayı. 24 (Eylül 1981). Gerek gü­nümüzde ve gerekse    tarihte, şart1 arını    taşıyan Şiî râvüerden ve bilginlerden haberler    alındığı,  eserle­rinden nakiller yapıldığı, örnekleri en     bol olan bir meseledir.  Ehl-i sünnet    âlimleri böyle  bir     ayırım yapmaktan kendilerini alabilmişler; hatta, pek çok Şiî muhaddisi, «özellikle inanç açısından tetkik ede­rek» râvilik vasfı hakkında yapılan itirazları, «Şiîli­ğini zararsız görerek» reddetmişlerdir.

[238] Eseri tanıtan geniş bir araştırma için bk. Muhammet Tayyib Okiç, Bazı hadis meseleleri üzerinde tetkik­ler, s. 168-173. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 191-195.

[239] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 195-197.

[240] Bu yolla hazırlanan eserlerin pek çoğu dilimize çe-virilmekte; eskiden mahkeme kararlarıyla toplattı-rılanları dahi, rahatça tedavüle sokulmakta, dini ilimlerin okutulduğu fakülte ve yüksek okullarda; sünnî kurumlarda rağbete mazhar olmaktadır.

[241] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 197-200.

[242] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 200-202.

[243] İspanya'nın Toledo (Tuleytila) bölgesinde XII. asır­da başlatılan terceme faaliyetini anlatan P.K. Hittî, «Dalnıatyall Herman adlı ilim arkadaşı ile birlikte Ehester'lı Robert Kur'an-ı Kerim'in ilk Latince ter­cümesini Cluny şehri manastırı başrahibi Peter Ve-nerable adına gerçekleştirmişlerdir. Müslümanlar ve Yahudiler arasında faaliyet göstermek üzere Misyo­nerler yetiştirmek maksadıyla kilise adamları teşki latı tarafından 1250 yılında, Toledo'da Avrupa'nın ilk Doğu dilleri okulu kurulmuştur» demektedir. Si­yâsî ve kültürel İslâm tarihi (trc. Ş. Tuğ), III, 934. Aynı yazar 1276 yılında, ayrı maksatlarla Miramar şehrinde, papaz talebeler için açılan bir kolejden de söz eder. Viyana konsilinin bazı faaliyetlerini anla-.     tır, a.g,e., IV,  1069.

[244] Laura Veccia Vaglieri, (trc.) îslâmhk, İstanbul, 1946, s. 5 v.d.

[245] Muhammet Tayyib Okiç, Bazı hadis meseleleri üze­rinde tetkikler, Ankara, 1959 ve Zübeyr Sıddîkî, Ha-dith literatüre (trc. Y.Z. Kavakçı, Hadis edebiyatı tarihi, İstanbul, 1966)  adlı eserleri.

[246] AUİF yayınlan bibliyografyası, Ankara,  1978,

[247] Zübeyr Siddîkî, Hadis edebiyatı tarihi, s. 19.

[248] Bu fikirlerin çoğunun çürütülmesi, Hemmâm Sahi-fesi'nin neşri ile mümkün oîmuştur. Eserin Türkçede üç ayrı baskısı mevcuttur. Muhammed Hamidulla-hm, «sahi-fe» ye yazdığı mukaddime tekrar okunma­lıdır.

[249] Zübeyr Siddîkî, a.g.e., s. 16-24, 53-58,    118-130, 138-144.

[250] es. Siinne kable't-tedvin, s. 365; Muhammed    Hami-dullah, İslâmda devlet  idaresi,  19;  Nedvi,    er-Risâle tu'l-Muhammediyye,  s. 76;  Mevlâna  Muhammet Ali, İslâm dini, s. 104-111  (trc); Talat Koçyiğit, Hadisle­rin toplanması ve yazı ile tespiti, önsöz; Sava Paşa, İslâm hukuku nazariyatı  hakkında bir etüd  (trc. B. Arıkan), Ankara  1955, I,  15 v.d. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 202-207.

[251] Bu tercümeler, çoğu kez itimâda şayan olamamakta­dır. Mütercimler, gerektiği tarzda tercüme yaptıkları batı dilini bilememekte, bilenler de adı geçen eser­lerin yazıldığı ilim dalmm yabancısı olmaktadırlar; böylece her iki durumda da onlara inanan okuyucu zarar görmektedir.

[252] Bunların .başında el-Mu'cemü'l-mufehres (Concor-dance et indices de la tradition musulmane) I-VII adlı indeks gelmektedir.

[253] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 207-210.

[254] A.Ü. İlahiyat Fakültesi'nin vaktiyle başlattığı bir te­şebbüs, üç öğretim üyesinin gönderilmesini müteakip kesilmiştir.

[255] Bu konuyu,  Öğrencilerine her zaman    vukufla anla­tan;  yazıya aktarıp aktarmadığını    bilmediğim Prof. Muhammet Tayyib Okiç'e burada fahnıet niyaz ede­rim Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 210-212.

[256] Dârimî,   Sünen,  Mukaddime,     39.   bâb;     Mâide,   67; Cinn, 23; Âlu îmrân, 20; Ra'd, 40; Nuh, 35; Şûra, 48 v.d,

[257] Bu husus, Peygamberimizin    vahye tâbi    olduğunu belirten âyetlerden anlaşılmaktadır. Meselâ;    En'âm, 50, 56; A'râf, 203; Yûnus, 15.

[258] Nisa, 14; Ahzap, 36

[259] Ahzâp, 36.

[260] Muhammet Tayyib Okiç, Bazı hadis meseleleri üze­rinde tetkikler, s. 6.7.

[261] Cemâluddin Kâsimî, Kavadu't-tahâis, s. 26Ö-402.

[262] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 213-216.

[263] Meydan Larousse, XI, «Tarih» maddesi.

[264] Zeki Veliidî Togan, Tarihte usûl, s. 3,7,8.

[265] Aynı eser, s. 2.

[266] Meydan Larousse, V, 511.

[267] Zeki Velidî Togan, Tarihte usûl, s. 19, 31,-33.

[268] Muhammet Tayyib Okiç, Bazı hadis meseleleri s. 4.

[269] Muhammed Abdülaziz Hûiî, Mijtâh, s. 1.

[270] Mehmet  S. Hatiboğlu,  Hadis tarihi notları, Açıklama bölümü.

[271] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 219-222.

[272] M. Fuat Sezgin, Buharî'nin kaynaklan, İstanbul, 1956, s. 4.

[273] Sahabenin,   Peygamberimizin talimatına     ve  Özellikle mübarek şahsına yönelmiş bu alâkası ile ilgili örnek­ler için bk. M. Accâc Hatip, es-Sünne kable't-tedvin, s. 37-69, 80, 112. Ayrıca ilim çevreleri    için bk. Aynı eser, s. 165-176    Peygamberimizin ilme    teşvikleri ile ilgili olarak bk. el-Muhaddisu'l-jâsıl, s. 163; Cemâlud-din Kasimî, Kavâidü't-tahdis, s. 43-60; Mev'ânâ Şibli-Seyyid Süleyman Nedvi, Asr-ı saadet (trc. Ömer Rıza Doğrul), H, 811-835.

[274] Celâluddin Suyûti,  el-İtkân,  I,  38  vd.;     Suphi  Salih, Mebâhis ji ulûmi'l-Kur'an, s. 17.

[275] Euhafî,  Kitâbü'1-İlm,  bâb:   kitâbetü 1-İlm;     Heramâm Sahifesi   (trc), s.  33

[276] Bu devrenin güzel bir tahlilini görmek   için bk. Mu­hammet Hamidullah,  Hemmâm  Sahifesi,  mukaddime, paragraf:   1-137;   İbn   Abdulberr,   Câvıiu   beyâni'l-ilm, I,  8-52;  Talat Koçyiğit, Hadis tarihi, s.  9-98;     Suphi . Salih, Ulûmu'l-hadis (trc.)i s. 19-27..

[277] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 222-226.

[278] Buhârî, ei-Câmiu's-sahih, K.  Fedâili's-sahâbe, V,  2.

[279] Sahabe, tâbiûir ve etbâ ile ilgili olarak bk. Neysâbûrî, Ma'rifet, s. 152-196; Hatib, Kijâye, s. 415-424; İbn Sa­lâh, Mukaddime, 262-276 vd,

Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 226-228.

[280] Sibâ'î, es-Sünne ve mekânetühâ, 69-71; Ebu Zehv, el-Hadis ve'l-muhaddisûn, s. 46-62; Muhammed Accâc, es-Sünne kable't-tedvin, s. 57-74; Talat Koçyiğit, Ha­dis tarihi, s. 15-26.

[281] Hatîb  Bağdadî;   «Ömer   (r.a.)'in hadis    rivayetini ya-saklayışı ve sebebi» başlığı ile açtığı bir babta, İma­mın sadece; «Dinde ihtiyat ve müslümanlar için iyilik dileme   niyetiyle;   duydukları  haberlerin     mahiyetini bilmeden, dıştan anladıkları şekliyle tatbike     kalkış­malarını önlemek.»  şeklinde ifade     olunacak bir dü­şünceyle  hareket  ettiğini  anlatır.  Bazı müjdeleri  du­yarak kulluğu terkedeceklerinden dolayı da rivayetin yasaklandığım belirtir. Şereju ashâbi'l-hadis, s. 87-93.

[282] es-Sünne  kable't-tedvin, s.   112-124.

[283] el-îcâbe jimâ istedrekethii Âi$e ale's-sahâbe, Dimaşk, 1939.

[284] Muhammet Accâc Hatîb, es-Sünne    kable't-tedvin, s. 75-176.

[285] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 228-232.

[286] Buharı, İlim, 38; Cenâiz, 33;> Enbiyâ, 50; Edep, 109; Müslim, Zühd, 72; Ebu Davud, İlim, 4; Tirmizî, Fiten, 70; İlim, 8, 13; Tefsir, 1; Menâkıb 19; İbn Mâce Mu­kaddime, 4; Dârimî Mukaddime, 25, 46; Ahmed b. Hanbel, II, 47, 83; III, 13, 39, 44, 46, 56, 98, 113...; IV, 47, 100, 156; V, 245, 292, 412.

[287] Hadisin doğuş vak'asını görürken, bir nebze «sahabe­de öğrenim-öğretim», «sahabe gününde usûî» gibi ko­nulara temas ettik. Doğuş çağı, yeni yeni araştırmala­ra daima açık bir konudur. Türk diline henüz aktarıl­mayan İngiliz ve Urdu dillerindeki bazı araştırmalar (Menâzır Ahsen Giylânî ve Mustafa A'zamî'nin kitap­ları), Arap ülkelerindeki bazı çalışmalar (Muhammed Accâc Hatîb'in «Tedvin öncesi devrede sünnet» adlı eseri) ve nihayet Türkiye'deki bazı çalışmalar (Talat Koçyiğit'in, Hadislerin yazılması ve toplanmasını ko­nu alan henüz basılmamış doktora çalışması ile Salih Tuğ'un bu devreye ait baskı müjdesi verilen eseri) fikrimizi teyit etmektedir. Meselenin daha geniş tet­kikini  isteyenler, o  tür  eserlere  başvurmalıdırlar. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 232-234.

[288] Râmehurmuzî,  el-Muhaddisu'l-fâsıl, 229-238  «120-138» paragraflar.

[289] Bk. Koçyiğit, Hadis tarihi, s. 97; Hadis usûlü, s.    59; Suphi Salih, Hadis ilimleri, s. 39-52. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 234-237.

[290] Talat Koçyiğit,  Hadis ıstılahları,   «Kitabet»  maddesi.

[291] Aynı eser.

[292] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 238-239.

[293] Suphi Salih, Hadis ilimleri, s. 10-19; Muhammed Ha-midullah, San'atül-kitâbe, fikrun ve fenn, sâlis, 20-27, 1964;   İslâm     müesseselerine giriş,  birinci     ve  ikinci dersler.

[294] Aym eserler; Mahmut Hamdi    Yazır, Medeniyet âle­minde yazı, I, 60-69, Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 239-240.

[295] Ebu Davud, İlim, 3; Dârimî, Mukaddime, 43; Ahmed b. Hanbel, II, 162; Müslim, Zühd, 72; Dârimî Mukad­dime, 42; Ahmed b. Hanbel, III, 12, 42, 21, 39.

[296] Aynı eserler. Yalan rivayeti meneden diğer    kaynak­lar,  (Ayrıca-birinci bölümde geçen 29    numaralı dip­not a bakınız)

[297] Bu sebeplerin başında,  «Kur'an gibi bir kitap şeklin­de  hadislerin kudsîleştirilmemesi»   isteği     bulunmak­tadır.

[298] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 240-243.

[299] Halen elde mevcut en eski hadis    eseri Hemmâm b. Münebbih Sahifesi  (trc), Ankara, 1967, s. 13-74.

[300] Hadislerin yazılı hale getirilmesi olayının hiç değilse takriben 60-80/680-700 yıllarından itibaren mevcut olduğu hususunda kuvvetli, doğrudan doğruya veya dolaylı deliller bulunmaktadır», Fazlurrahmân, İslâm, s. 66.

[301] M. Fuat Sezgin, Buharî'nin kaynaklan., s. 4.

[302] Aynı eser.

[303] Zübeyr  Sıddîkî, Hadis  edebiyatı tarihi, s. 30-31.

[304] Muhammet Hamidullah, îslâmm hukuk ilmine yar­dımları (Makaleler külliyâtı), İstanbul, 1382-1962, s. 22-30; İslâm Peygamberi, I, 204-231.

[305] Muhammet Hamidullah,    Hemmâm Sahifesi mukad­dimesi. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 243-248.

[306] Buhari'nin kaynakları, s. 8.

[307] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 248-252.

[308] Philip K. Hitti, Siyasî ve kültürel İslâm tarihi    (trc. Salih Tuğ), II,  353.

[309] Adı  gecen  eser, II,  382-383.

[310] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 253-255.

[311] Fîruzâbâdî,  Kamus tercümesi,  IV,  619.

[312] Talat Koçyiğit, Hadis ıstılahları, s. 436.

[313] Ibn Salâh, Ma'rifet  (mukaddime), s. 109.

[314] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 255-256.

[315] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 257-259.

[316] İbn Hacer,  Fethu'l-bâri, I,   174;   Zübeyr  Siddîkî, Ha­dis  edebiyatı  tarihi,  s.  31

[317] Talat  Koçyigit, Hadis  ısttlahlan, s.  433.

[318] Aynı eser, s. 439.

[319] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 259-261.

[320] Suphi  Salih, Hadis ilimleri, s. 26   (tik baskı).

[321] Aynı eser, s. 27

[322] M.  Fuat Sezgin, Buharî'nin kaynakları, s.  11-12.

[323] Aynı eser, s. 11-15.

[324] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 261-264.

[325] P.K. Hittî, Siyasî ve kültürel îslâm tarihi, II, 382.

[326] Muhammed b.  tdris Şafiî,  er-Risâle,  1309,  1893   (n§r. Ahmed  Muhammet  gâkir),  s.   621.

[327] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 264-268.

[328] Mustafa Sibâ'î, es-Sünne ve mejcânetühâ 90; M. Ya­şar Kandemir, Mevzu hadisler; Menşei, tanıma -yollan, tenkidi, Ankara, 1975, s. 30.

[329] Aynı eser, s.  1-198.

[330] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 268-273.

[331] Fîruzâbâdî,  Kamus tercemesi, I,  143.

[332] Firuzâbâdi,  Kamus   tercemesi,   III,  648.

[333] Aynı  eser,  III,  648.

[334] M. Fuat Sezgin, Buharî'nin kaynaklan, s.  12;   «Hadis

[335] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 274-275.

[336] Râmehurmuzî, el-Muhaddisu'l-fâsıl,   611-614;      Mu­hammet  Accâc  Hatîb,  es-Sünne  kable't-tedvin s.  357 363 v.d.

[337] Râmehurmuzî, a.g.e., s. 614-616.

[338] Talat  Koçyiğit,   Hadis  tarihi,  s.  208-214.

[339] M. Fuat Sezgin, Buharî'nirı kaynaklan., s. 41-42.

[340] Aynı eser,  s.  41-42;   «Hadis  musannefatınm mebdei», 120-121.

[341] M. Fuat Sezgin, Buharî'nin kaynakları, s. 45, 46.

[342] Hûlî, Mijtâh, s. 21. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 275-282.

[343] Eser   Türk   diline   çevrilmiştir.

[344] Hûlî, Miftûh, s. 21-23. Mustafa Ahmet Zerkâ da, me-todları ve değişik tasnif yollarını şu bölümlere ayı­rır:

a) Hadisleri   sırf     geleceğe  aktarmak  ve     lafızlarını zaptedip,  kendisiyle  hüküm  istinbat  etmek  için  ted­vin  edenler.   Meselâ  Ahmed   b.  Hanbel     bu  gayeyle eser yazmıştır.

b) Konulara   göre  eser  yazanlar.  Mâlik,     Buharî  ve   . Müslim  bu yolu tutmuşlardır.

c) Ahkâm  meselelerine  dalmaksızin  sırf;   garip  keli­meler,  dil  çalışmaları vb.  için  eser  yazanlar.  Meselâ Ebu   Ubeyd  Kasım  b.  Sellâm  böyle     bir  çalışmanın sahibidir.

d) Üçüncü tip     çalışmaya,  ahkâm    meselelerinin de eklendiği   çalışmalar.   Ebu   Süleyman  Hamed   b.   Mu-hammed  Hattâbî'nin  eseri;  Meâlimu's-sünen bu tip­te bir kitaptır.

e) Sırf garip  kelimeler üzerine   eser     yazanlar.   Ebu Ubeyd Ahmed b. Muhammed Herevî'nin çalışma tar zı ve ortaya koyduğu eser buna örnek verilebilir.

f)   Terğib  ve  terhîb  konularını  içeren     hadisleri  bir araya getiren tasnif tipi. Hafız Münzirî ve benzerle­rinin çalışmaları, misâl olabilir.

g)   Sırf  ahkâm  hadislerinin toplandığı  eserler,     veya nesh  konusuna tahsis  edilen kitaplar...», Zerkâ, Fi'l-hadis'in-Nebevî, s.  50-54.

Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 282-284.

[345] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 285.

[346] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 285-286.

[347] Talat Koçyiğİt, Hadis tarihi, s. 260, 261. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 286.

[348] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 286-287.

[349] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 287-288.

[350] Talat  Koçyiğit,  Hadis  ıstılahları, s. 317.

[351] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 288-289.

[352] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 289.

[353] Aynı eser, s. 399. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 289-290.

[354] Firuzâbâdî, Kamus terçemesi, III,  1068.

[355] Tedribu'r-râvi,  s.  100;  Suphi Salih, Hadîs  ilimleri, s. 101.

[356] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 290-291.

[357] Aynı  eser,  s.   101, -102 v.d.

[358] Sıddîki,  Hadis  edebiyatı  tarihi,   s.  38.  Şöhretli     bazı müstahrac  sahipleri   için   bk.   Kâtip  Çelebi,  Keş/,  II, 1672,   1673;   Kettâni,     er-Risâletü'l-mü$tatrafe,   s.   24-29. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 291-292.

[359] Muhammet  Tayyib  Okiç,  Bazı  hadis     meseleleri,  s,

[360] Eser isin bk. Okiç, aynı eser, s. 160.

[361] Hadis furûu kitaplarının türleri ve tasnifte metodlar işlenirken, bazan «hadis kitaplarının dereceleri» baş­lıklı bir mesele dile getirilmektedir. Hadis kitapları­nın dereceleri sözüyle - anladığımız kadarıyla -,» eserlere itimat veya kitaplar arasındaki silsile-i me-râtip» kastolunmaktadir.. Kitaplar elbette aynı sıh­hatte hadisleri içermemektedir. Bu itibarîa ilk defa, Hintli Şâh Veliyyullah Kitlevî, Huccetullahi'l-bâliğa da ve oğlu Abdülaziz Dihîevî, Vcâle-i nâfi'a'da, ki­tapların değerleri üzerinde toplu bilgi vermişlerdir. Daha sonraki yazarlar bu iki müellifin eserine daya­narak meseleye çözüm getirirler. Her iki hadisçinin belirttiklerine göre, en üst mertebedeki hadis kitap­ları: Muvatta' ile Sâhihayn ve en alt mertebedeki ha­dis kitapları ise; mevâiz, mecâlis, âdâb, tasavvuf ve rekâik kitapları olmaktadır. Sonuncu eserler, hadis için en son müracaat yapılacak eserler olarak tavsif edilmektedir. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 292-294.

[362] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 295.

[363] P.K. Hittî, Siyasî ve kültürel îsîâm tarihi, II, 555.

[364] Talat Koçyiğit, Hadis tarihi, s. 218-229.

[365] K. Hitti, a.g.e., II, s. 633.

[366] Aynı eser, II., 634.

[367] Aynı eser, II, 533.

[368] Hocamızın,   «genel   kanaati»   naklettiğini,  kendilerinin bu fikre katılmadıklarını zannetmekteyiz. Çünkü böy­le bir ölçünün hiçbir  devir  için    savunulması müm­kün değildir. Müstakbel meçhulümüz olduğu için; ora­da tehaddüs edecek meseleler ve o meselelerin gelişti­receği  ilim ile  âlimler de bizim için    meçhul bulun­maktadır. Elli sene öncesinde,' İslâm ülkelerinde, özel­likle Türkiye'de,»  herşeyin bittiğini zannedenler» bu­lunabilirdi. Fakat, bugün Türkiye, diğer İslâm ülkele­rinin kendisinden  ilâhiyatçı ve  din  hizmetlisi bekle­diği bir İslâm ülkesi durumundadır.

[369] Talat Koçyiğit, Hadis tarihi, s. 231.

[370] Muhammed Muhammed Ebu Zehv, el-Hadis ve'l-mu-haddisûn, s. 331-332.

[371] Hadisin tatbikata dönüştürülmesi ve İslâm toplumla­rının, zaman zaman bu ölçüyü kaybedip, ilimde fay­dası olmayan işlerle uğraşması...» gibi konularda az da olsa bilgi için bk., Cemâluddin Kâsımî, Kavâidu't-tahdis, s. 271-402; Mes'ûd Nedvî, Târihu'd-da'veü'l-îslâmiyye fi'l-hind, Dâru'l-Arabiyye, ts. s. 57, 235, 264 vd.

[372] Daha çok isim için bk., Talat Koçyiğit,    Hadis tarihi s. 219-268. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 296-302.

[373] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 302-308.

[374] Şâh Veliyyullah Dihlevî, Huccetüllohi'l-Bâliğa, her iki baskıda ilgili bölüm; Abdülaziz' Dihlevî, Ucâle-i Nâji'a adlı küçük usûl kitabı (trc. Islâmın ük emri Oku mecmuası). Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 308-309.

[375] Zübeyr Sıddîkî, Hadis edebiyatı tarihi, s. 33.

[376] Abdülaziz   Dihlevî,   Büstanü'l-muhaddisîn   (Biyografik sözlük, trc, s. 10-30).

[377] Bu eser, batılı bilginlerce hazırlanmıştır. Dokuz sünnî hadis kitabının indeksi mahiyetindedir. Kitap, Ahmed b. Hanbel'in Müsned adlı eserinin, cilt ve sayfa numa­rasına; Muvatta'm ve Müslim el-Câmi'i'nin  (M.F. Ab­dülbaki  baskıları  olmak şartıyla)   kitap  adı  ve hadis numarasına;  Buharı",  Ebu Davud,  Tirmizî, Nesâî,  îbn Mâce ve Dârimî'nin ise; kitap adına ve bâb numara­sına atıfta bulunur. Kitap 7 büyük cilttir.

[378] Üzerinde yapılan  çalışmalar     için bk. Kâtip    Çelebi, Keşf, II.  1907-1909. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 309-311.

[379] Patton adlı müsteşrikin sözleri için bk. Sıddîkî, Hadis edebiyatı tarihi, 84.

[380] Abdülaziz Dihlevî, Büstün, s. 34, 35.

[381] Mısırlı bir bilgin, eseri    musannef tarzında    yeniden tasnif etmiştir. Sa'âtînin bu çalışmasının, vefatı sebe­biyle arkası gelmemiştir.

[382] Ahmed b.    Hanbel ve eseri    için bk. Kitabü'l-üel ve ma'rij eti'r-rical mukaddimesi, s. 7-24. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 311-314.

[383] Eser üzerinde yapılan çalışmalar için bk. Kâtip Çele­bi, Keşj, I, 541-555; M. Fuat Sezgin GAS (Târihu't-türâsi'l-Arabî, I, 306-350).

Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 314-315.

[384] Eser üzerinde yapılan çalışmalar için bk. Kâtip Çele­bi, Keşf, I, 555-559; M. Fuat Sezgin, a.g.e., I, 353-370. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 315-316.

[385] Abdülaziz  Dihlevî, Büstün, s.  140.

[386] Zübeyr Sıddîkî, Hadis edebiyatı tarih, s. 103. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 316-317.

[387] Aynı eser, s. 104

[388] Talat Koçyiğit, Hadis tarihi, s. 247.

[389] Nureddin İtr, el-İmam Tirmizî ve'l-muvâzene beyne Câmüh ve beyne's-Sahîhayn, 1390-1970, s. 9-13.

[390] Abdülaziz Dihlevî, Büstân, 144. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 317-319.

[391] Aynı eser, s. 147.

[392] Talat Koçyiğit, Hadis tarihi, s. 245. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 319-321.

[393] Eser için bk. Kâtip Çelebi, Keş/, II, s. 10045; Târihu't-türâs, I, 377-380.

[394] Zübeyr Sıddîkî, Hadis edebiyatı tarihi, s. 110.

[395] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 321-322.

[396] Suphi Salih, Hadis ilimleri, s. 58.

[397] M. Çelebi, Öğretim ve eğitim tarihi (trc. Ali Yardım) s. 31-104.

[398] Muhammet    Tâyyib Okiç, Bazı hadis    meseleleri, s. 105.

[399] Aynı eser, «Dârü'l-Hadis müessesesi», s. 105-114.

[400] Aynı eser; «Saraybosnadaki Hüsrev Bey camii», AÜ. İlahiyat Fakültesi dergisi, 1969.  

[401] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 322-326.

[402] Hatîb Bağdadî, Şeref,  (nşr. M.S. Hatiboğlu, Ana çiz­gileriyle Hatibin seyahatleri, s. 19.).

[403] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 327-328.

[404] Ebu Zehv, el-Hadis ve'l-muhaddisûn, s. 430.

[405] Aynı eser, s. 430, 431.

[406] Her türün tarifi ve örnekleri için bk. Ebu Zehv, <z,g. e., s. 444-453.

[407] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 328-335.

[408] Bk. Şemsettin Günaltay, «İslâm dünyasının inhitatı sebebi Selçuklu istilâsı mıdır?, Belleten, II, 73-88 Aynı makale, özellikle s. 84.

[409] Ebu Zehv, a.g.e., s. 46-452.

[410] Cümle için bk. Tezkiretü'l-hutfâz, IV,  1485.

[411] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 336-339.

[412] Ebu'l-Hasen  Ali  Hasenî Nedvî, Ricâlü'l-jikr  ve'd-da ve fi'l-îslâm (trc. Sait Şimşek, İslâm düşünce hayatı, İstanbul, 1977)  adlı eser okunmalıdır.

[413] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 339-340.

[414] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 340-341.

[415] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 341-346.

[416] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 346-347.

[417] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 347-350.

[418] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 351-.

[419] Bu faaliyetin bir değerlendirmesi için bk. Muhammet Tayyib Okiç, Hadis edebiyatı tarihi (Yusuf Ziya Ka-vakçı) adlı esere yazılan mukaddime, s, 3-6. Ayrıca son yıllarda Türk dilinde yapılan neşriyat için bk. Ali Özek, Hadis ricali, Onuncu bölüm, s. 177-191; Mücteba Uğur, «Cumhuriyet devri hadis neşriyatım, 50. yıl, AÜİF Yayınlan; 117, s. 345-366; Türk dili ve edebiyatı ansiklopedisi, «Hadis» maddesi, IV, 9, 11, 12, İstanbul 1981.

[420] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 352-353.

[421] Ebu Zehv, el-Hadis ve'l-muhaddisûn, s. 438.

[422] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 353-354.

[423] M. Fuat Abdülbakî, Miftâh Künûzi's-sünne, mukad­dime; Ebu'l-Hasen Ali Nedvî, el-Müslimûn fi'l-Hind, s. 42.

[424] Azimâbâdî,  Avnü'l-ma'bûd,     Mukaddime,  s.     13-16; Mes'ûd  Nedvi,  Tarihu'd-da'veti'l-İslâmiyye  fi'l-Hind, S. 97-176.

[425] T. W. Arnold-M. Mujeeb, «Hindistan», îslâm ansiklo­pedisi (Türkçe neşri), V, Birinci kısım, s. 517-535; Muhammet Hamidullah, İslama giriş, s. 270-272.  Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 354-356.

[426] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 356-357.

[427] Daha fazla bilgi için bk. a.g.e., s. 41, 42, 43, 44, 58, 60; Cahit Baltacı, XV-XVI. asırlarda Osmanlı medrese-leri, İstanbul, 1976, s. 12, 20 vd.

[428] Bk. Ahmet Koca-Reşat Çelik-Latif Koksal, Ankara üniversitesi İlahiyat Fakültesi yayınları bibliyog­rafyası  (1949-1975), Ankara, 1978.

[429] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 357-363.

[430] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 367-370.

[431] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 370-372.

[432] Telakki'1-büyû' adlı bu işlem için bk. Buharî, îcâre, 14; Müslim, Büyü', 11, 19; Nesâi, Büyü', 18; Ahmet b. Hanbel, I, 368; II, s. 42; Nevevî, Müslim şerhi, IV, 17, Muhammed b. Ali b. Muhammed Şövkânî, Neylü'l-evtâr, V, 176-178. Aynı konuyla ilgili bir makale; «Sünnet ve bir ticarî hatamız», Oku mecmuası, Ka­sım, 1971. '

[433] Muhammed Hamidullah, Le prophet de li İslâm, p. 9 (Trc. M. Sait Mutlu, İstanbul, 1385 - 1966. I, 13; Aynı eser, Trc; Salih Tuğ, İstanbul,  1400 - 1980, I, 4.).

[434] Böylesi.bir misâl için bk. Nesil dergisi, yıl: 4, sayı: 37-38, s. 71.

[435] Ahzâb, 21, «Andolsun sizin için, Allah'ı ve âhireti ar­zu ederi ve Allah'ı çok anan kimseler için, Allah'ın Elçisi'nde (uyulacak) en güzel bir örnek vardır» (sa­vaşta sebat, güçlüklere dayanma, azim. ve irade, üs­tün ahlak hep ondadır).

[436] Buharî, Enbiyâ, 4.8; Dârimî, Rikâk, 68; Ahmed b. Han-bel, I, 23, 24, 48, 55, 60. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 373-378.

[437] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 378-380.

[438] Örnek olarak bk. el-Muhaddisu'l--fâsil, mukaddime bölümü; Hatîb, Şere-ju ashâbi'l-hadis, s. 17, 19, 30, 34, 37, 42, 44, 45, 46, 49, 55, 56, 58; Kâsımî, Kavaidu't-tah-dis, s. 55, 60.

[439] Eser hakkında evvelce, bilgi verilmiş, bibliyografyada da tanıtılmıştır.

[440] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 382-383.

[441] tbn Salâh, Mukaddime, s. 213, 221 vd. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 383-384.

[442] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 384-385.

[443] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 385-386.

[444] Halbuki akâid ve tevhitte asıl kaynak, kitap ve sün­netin sarih nasları idi. Nazarî mânada kelâmcılar bu< nu kabul etmekte, amelî olarak meseleyi ayrı nıütaa-laa etmektedirler. Hatta onlar, akâid konularında, haber-i vâhid türünden hadisleri bile (yine nazarî olarak) alıp delil olarak kullanmamakta; tatbikatta ise, zayıf hadisle dahi; kendi kelâmî telakkilerine uy­gunsa «mütevâtir mertebesine yükselterek» ihticâc et­mektedirler.

[445] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 386-390.

[446] İslâmî ilimleri okutan ve bu sahada neşriyatı olan pek çok âlimin; özellikle Salahattiir Müneccit, Mehmet S Hatiboğlu ve Yusuf Ziya Kavakçı'nm, bir çok kez bu meseleye temas ettikleri bilinmektedir. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 390-392.

[447] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 392-394.

[448] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 394.

[449] Diyanet İşleri Başkanliğı'nm bu konularda çok yoğun faaliyetlerinin bulunduğu haber verilmektedir. Aslın­da mesele,  ilgililer  seviyesinde bir  «kültür benzerliği ve belirli ölçüleri kıstas olarak ısrarla kullanma» ile daha da güzel çözüme kavuşacaktır. Bu noktada bir temennimizi arzetmeden geçemeyeceğiz: Diyanet, İla­hiyat Fakülteleri işbirliği; iyi niyetlerin, İhlasın kü­çük meselelere ve şahsiyata kurban edilmeden de­vamlı olarak nesillere ve geleceğe aktarılması gerekli bir konudur. Geçmiş zaman ve imkânların, yeniden heba olmaması en büyük dileğimizdir.

[450] Bir yukarıdaki mesele burada da aynen beklenmek­tedir. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 395-396.

[451] YÖK Kanunu ile Türkiye'de, yüksek din tahsili İlahi­yat Fakültelerinde bütünleştirilmiştir.

[452] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 396-398.

[453] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 398.

[454] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 398-400.

[455] Sanata yeni verilen çocuk, nasıl üç - beş senede mal­zemesini kullanarak öğrenirse, ilahiyat Öğrencisi de, malzemesi olan kitaplarını aynı usulle, tabiî olarak, farkına dahi varmadan öylece öğrenmelidir. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 400-402.

[456] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 402-403.

[457] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 403-404.

[458] İslâmin, «ehil olana verdiği değer, emanetlerin ehline tevdii prensibi ve benzeri ilkeleri», toplumda karga­şanın çıkmaması; işin bilenlerce görülmesi... gibi pek çok faydanın teminine çalışan esaslardır. Bunlar zede­lenince; cemiyette ilme dayalı hiyerarşi bozulur. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 404-406.

[459] Fıkhu'I-hadis ilmini kısaca tanıtırken bu konulara te­mas etmiş bulunmaktayız.

[460] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 407-410.

[461] Furû' meselelerinde,  sahabe ve tâbiûnun farklı fikir­leri için bk. Kasımî, Kavâidü't-tahdis, .323-330, 334.

[462] Kasımı, a.g.e., s. 273-281.

[463] Mehmet S. Hatiboğlu    (çev.):  «Peygamberin    sünneti tabiri hakkında», AÜİF dergisi, yıl:   1970, cilt: XVIII, Ankara, 1972, s. 81-84 adlı makaleye bakınız; Fazlur-Rahman, İslâm, 52-83,  89. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 410-412.

[464] İbn Teymiyye, Rafu'l-melâm, s.  11.

[465] Bk., Abdülaziz Dihlevî, Büstân, 147.

[466] HaneH âlimi olan Emced Zehâvî'nin «imam arkasında cemaatin fatiha okuması»  konusunda Şâfülerin  görü­şüne uyduğu, Abdülmecit Ünlükul isimli bir Şafiî âli­minin de, pek çok yerde, «Bu meselede Mezheb-i Â'za-mî haklıdır» dediği bilinmektedir. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 413-417.

[467] Fîruzâbâdî, Kamus Tercemesi,  I,  1266.

[468] Hayrettin Karaman, İslâm  hukukunda içtihat, Anka­ra, 1975, s. 205.

[469] Taklidin, «meşru olan nevileri» ve «zaruri olan haller» için bk. a.g.e. s. 205-230.

[470] Ebu-Talip Mekkî ve Şâh Veliyyullah'm   bu konudaki .    fikirleri için bk.  Kasımı, Kavâidu't-tahdis, s.  344-340

[471] Kör taklide ve siyasete sebûn olan ilmin zararlarına ait örnekler görmek için bk. Kavâidu't-tahdis, s. 346-355. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 417-419.

[472] Teklif edilen bu çarelerin çoğu devlet eliyle yapılacak işleri ifade etmekte ve; «insan unsuru, neşriyat, Öğre­tim - eğitim» gibi konulara ağırlık vermektedir. UerL de Hûlî ve Zerka'nm bazı fikirlerinde de göreceğimiz gibi «ilim ve eğitim yolları olmadan sünnetin neşri mümkün olamamaktadır. İlme dayanmayan «sünnete uygun yaşayış» iddiaları ile «kalbi tasfiye yolları ve tasavvuf çalışmaları» da; ya boşa emek vermek veya sapıtmak şeklinde netice vermektedir. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 420-421.

[473] Hûlî, Mijtâh, s. 166-188.

[474] Aynı eser, s. 168, 169.

[475] Aynı eser, s. 164-166.

[476] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 421-425.

[477] Uzak ülkelerde bulunan yazmaların taşınması, ancak onların fotoğraf ve filimleri sayesinde mümkün ol­maktadır. Ciltler dolusu bilgi bazan beş santimetre küplük bir hacim halinde, çelik dolaplarda saklan­makta, bakımı yapılmakta ve gerektiğinde âlimin isti­fadesine sunulmaktadır.

[478] Hadis konusunda bilgisayarlardan istifade etmek için bazı çalışmalar halen yürütülmektedir. Bu çalışmala­rın tafsilatı için bk. Abdullah Aydınlı, «Hadislerin bu­lunması ve tesbiti konusunda yapılan çalışmalar», Fi­kir ve sanatta Hareket, sayı: 24, Eylül 1981,

[479] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 425-427.

[480] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 427-428.

[481] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 428.

[482] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 428-429.

[483] Dünya üzerinde mevcut müslüman devletlerin büyük bir kısmı zengin ülkelerdir. Fakat bu milletler, kültül ve medeniyet alanında «kendi yağlarıyla kavrulacak* durumda olmaktan çok uzaktırlar. Ayrıca zenginliğin verdiği bir takım ruhî haletle, bu ülkelerin insanları, din bilgileri tahsilini benimsememekte, hele öğretimi ile uğragmayı daha da aşağı görmektedirler. Bu du­rum, bir Ölçüde - bazı çevreler için - Türkiye'de de sözkonusudur. Durum, bu merkezde olunca, meselâ Suudi Arabistan ve Libya... gibi, zengin devletler di şandan ilahiyatçı ithal etmektedir. Büyük paralarla " transfer ettiği bu emanet kadrolarla, üniversiteler kurmakta; cazip burslarla öğrenci toplam'akta, propa­ganda ile de kendilerini «ilim hâmisi» göstermektedir­ler.

Millî Eğitim ve Dışişleri Bakanlığı aracılığı ile Tür­kiye'den dört sene kadar önce, Suudi Arabistan üçyü-zü aşkın ilim adamı ve ilâhiyatçı öğretim üyesi iste­miştir. Bugün, adı geçen dost ülkede, çeşitli fakültele-de görev yapan; Pakistanlı, Mısırlı, Suriyeli, Iraklı bilginler yanında, Türk üniversitelerinin kıymetli ele­manları da bulunmaktadır.

Ekonomik açıdan tutalım, «dost bir ülke İle kaynaşma ve bölgede işbirliği» ne varıncaya kadar, çeşitli fayda­ları sıralanabilecek böylesine değerli bir «kültür ve eleman alış-verişi» nin, Türkiye açısından yerine ge­tirilmesi zaruret arzeder. Çünkü, bugünkü haliyle ol­masa bile, planlı bir çalışma sonunda Türkiye kısa bir müddet içinde, dışarıya yüzlerce ilâhiyatçı ilim ada­mı ve teknik eleman gönderecek alt yapının' tek sahi­bidir. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 429.

[484] Bir çok ilim adamı, bu tür konular yerine, «günlük hayatta müslümanlann her zaman karşılaşıp; yanlış­lıklar yaptıkları meselelere» eğilmenin faydasına inan­maktadırlar. Onların ifadesine göre, «amelî bir değeri olmayan bir konuyla uğraşma yerine», farzedelim, ti­cari hayatta; borçlanma ve alacakta, çocuklar arası­na nefret tohumları atan «mirasta çocuklardan birine mal kaçırma» gibi konularda çalışmak; îslâmın özel­likle hadisin, meseleye getirdiği çözümleri bulmak ilim ve İslâmî yaşayış adına daha faydalıdır. Bir başka örnek daha verelim; Orta Anadolu'da yaşa­yan bir müslüman köylü, «klasik İslâm hukukunun ve dinimizin tavsiye ettiği, ziraat ortaklığının şeklini bilmemektedir». Kendisine bu ortaklık türleri anlatı­lınca da; «piyasada revaçta olan tam bunun aksidir, buna bir çare bulunuz, doğruyu müslüman halka an­latınız» şeklinde cevaplar vermektedir. Bu tür cani] konuların, söz gelişi «arsa alım _ satımı, bazı malların zekât durumu vb. konuların», hadisçilerin himmetini bekleyen kapalı yönleri mevcuttur. Böylesi konularda yapılacak bir hadisçi - fakih yardımlaşması, müslü­manlann ticarî hayatlarını haramdan koruyacak ve onların daha şevkle ticaret yapmalarını sağlayacaktır. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 430-436.

[485] Farklı bazı başlıklar şöyledir: .«Sahihleri toplayan eserler, tek konulu kitaplar, âdâb ve ahlâk kitapları, terğip ve terhip kitapları-, tefsire dair hadis kitapları. Hadis cüzleri, hadisTerin tarîklerini toplayan kitaplar, Ensâp kitapları. İhtilâfu'l-hadise dair eserler. Rivayet edepleri ve kanunlarım belirleyen eserler... vd.

[486] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 437-439.

[487] Yukarıdakilerin bazıları bu tür eserlere örnek olabilir. Diğer bazı bab başlıkları daha vardır ki, oralarda da «hadis furû kitapları» tanıtılmaktadır. Meselâ; müsel-sel hadisleri toplayan kitaplar ve mürsel kitapları Mu'cemler ve etraf kitapları. Zevâit kitapları. Ana eserleri bir arada toplayan kitaplar. el-Fetâva'1-hadî-siyye kitapları, ve diğerleri.

[488] Eser üzerinde yapılan çalışmalar için bk. Kâtip Çele­bi, Keşf, II, 1907 - 1909.

[489] Abdürrezzak Ebu Bekr San'ânî, el-Musannef  (cüz: I-XI), Birinci basım, Beyrut, 1970 - 1972 (Nşr: Habibur-rahman A'zamî).

[490] Bk. Kâtip Çelebi, Keşf, II, 1680; Kettânî, er-Risâletü'l-mustatrafe, 52.

[491] Eserin tahkikli neşri müjdesi için bk. İsmail L. Çakan Hadislerde görülen ihtilâflar ve çözüm yolları, İstan­bul, 1982, s. 246.

[492] Eser hakkında bilgi için bk. Bu kitabın «sekiz büyük hadisçi ve eserleri» bölümü.

[493] Aynı yer.

[494] Aynı yer.

[495] Bu tür eserler hakkında bilgi için bk. Muhammel Tayyib Okiç, Bazı hadis meseleleri üzerinde tetkikler s. 156-159.

[496] Bk. Abdülkadir Karahan, İslâm - Türk    edebiyatında kırk hadis; toplama, tercüme     ve  şerhleri, . İstanbul, 1954;  Aynı yazar, Fuat Köprülü armağanı,    İstanbul 1953, s. 291-99.

[497] Hasan Hüsnü Erdem tarafından yapılan terceme, Di­yanet İşleri Başkanlığı tarafından    yayınlanmaktadır. Başka tercemeler de vardır.

[498] Kâtip Çelebi, Keşf, II, 1688-1690.

[499] Fazla bilgi için bk. Okiç, a.g.e., s. 168-173;    Nehcü'l-. belâğa»,

[500] Türkçe tercemesi, Ahmet Davudoğlu, Selâmet yollan cüz: I-IV.

[501] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 439-446.

[502] Bk. Abdülaziz Muhaddis  Dihlevî, Büstânü'l-muhaddi-sin, s. 1-33.

[503] Müellifin sağlığında neşredilen  18  cilde,     daha sonra bir cilt eklenebilmiştir.- Kitabın tamamlandığına    daiı malumat sahibi değiliz.

[504] Diğer şerhler için, Müslim'i tanıtan bölüme bakınız.

[505] Türkçede de bazı bilginler, hadis kitaplarına şerhleı yapmışlardır. Bunlar arasında Tecrid-i sarih isimli Buharı muhtasarına yapılan şerh, 12 cilt halinde, Di­yanet İşleri Başkanlığı'nca birkaç defa basılmıştır Ayrıca Müslim Câmi'ine, Ebu Davud Sünen'ine şerhleı yapılmış ve bazılarının yazımı ve basımı, halen de­vam etmektedir. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 446-448.

[506] 103, 104, 105 numaralı kitaplarla birlikte bu dört eser, sahabe bibliyografyasına ait kitaplardır. Bilgi için bk Okiç, Hadis ders notları, Konya, 1968, s. 44-47.

[507] Bu eser, kütüb-i sitte dışında, Ebu Hanife, Şafiî, Ah­met b. Hanbel gibi imamların Müsned'leri ile, îmam Mâlikin el-Muvatta'mm ricalini kendisine konu edi­nir.

[508] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 448-452.

[509] Kettânî ilim dallarına ait şu başlıkları kullanır: «Nâ-sih - Mensûh kitapları. Şemail kitapları. Müttefik, mü'telif, müteşâbih kitapları. Esma, künâ ve elkâp kitapları.  Sahabe bilgisi  kitapları. Rical tarihi,  ensâh ve tabakât kitapları. îlel kitapları. Mevzuata dair eser­ler.. Garibu'l-hadis ve ihtilâfü'1-hadls kitapları. Riva­yet edepleri ve kanunları kitapları. Mustalahü'l-hadis kitapları».mikdâri'l-mensûh mine'l-hadis,   Ebu'l-Ferec   b. Ali b. Csvzî, Mısır, 1323.

[510] Bu eser, bu yüzyılın başında Mısır'da güzel bir tarzda basılmış, daha sonraki baskısı ise şu bilginlerce ger­çekleştirilmiştir: Tâhir Ahmet Zâvî, Mahmud Muham-med Tanâhî. Bu baskı beş cilt olarak Mısır'da, 1383 -1963 yılında yapılmıştır. Örneklerde, metin çözümüne pek çok yardımı dokunan harekelemeler vardır.

[511] gemâil konusuna ait neşriyata bu konuda yapılan bii çalışmaya atıf yaparak işaret etmiş olacağız; İbrahim Bayraktar, Hadis edebiyatında şemail, Erzurum, 1981, basılmamış Yüksek îslâm Enstitüsü (asistanlık müd-detince hazırlanan) öğretim üyeliği tezi. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 452-455.

[512] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 455-456.

[513] En son baskısı, Ulûmu'l-hadis li'hni's-Salah, (N§r. Nu-ruddin İtr), Halep, 1386 - 1966.

[514] Nuhbe'yi,. yazarı başta olmak üzere pek çok âlim şer-hetmiştir.   Türkçeye   de   birkaç  tercemesi  yapılmıştır. Gerek en son terceme ve şerhi için, gerekse diğerleri için bk. Talat Koçyiğit,    Hadis    ıstılahları    hakkında Nuhbetü'l-fiker şerhi, Ankara, 1971.

[515] Ahmet  Na'im,  Tecrid tercemesi mukaddimesi;     Hay­rettin Karaman, Hadis usûlü. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 456-458.

[516] Batı dillerinde yapılan, hadisle ilgili neşriyat için bk J.D. Pearson,  İndek İslamicus,  Cambridge,     England, 1958, s. 63-64; Ali Özek, Hadis ricali, s. 189-191,

[517] Hac ve kurban bayramına üç kala yazımını bitirdiği­miz  çalışmamızı,  Rabbimize  niyazla  kapatıyoruz:   «... Rabbimiz,  (bizi)   bağışlamanı  dileriz.    Dönüş   (ümüz) sanadır...  Rabbimiz unutur, ya da yanilırsak bizi so­rumlu tutma. Rabbimiz, bize bizden Öncekilere yükle­diğin gibi ağır yük yükleme. Rabbimiz, bize gücümü­zün yetmediği şeyleri yükleme. Bizi affet, bizi bağışla, bize acı. Sen bizim Mevlamız  (sahibimiz,    efendimiz) sin. Kâfirlere karşı bize yardım eyle»  (Bakara, 286). «Kudret ve şeref sahibi Rabbin, onların taktıkları sı­fatlardan  (münezzehtir)     yücedir. Selâm    gönderilen Peygamberlere. Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'a» (Sâffât,  180-182).

Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 458-460.