Ali Osman Koçkuzu
Dergah Yayınları
HADİS İLİMLERİNDE BAZI KLASİK VE YENİ MESELELER
I. Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şerif
2. Sünnetin Kur'an'a Karşı Görevleri
3. Sadece Kur'an'la Yetinme Meselesi
3. Hadis Diye Uydurulan Haberler
4. Öğretim Ve Öğrenim Edepleri
5. Hadiste Metin Ve Senet Tenkidi
7. Rivayet Ve Dirayet Bilgileri
12. Galatu'l-Muhaddisîn Bilgisi
2. Hadislerin Çeşitli Yönlerden Bölünmesi Ve Sebepleri
4. Günümüz Ve Gelecek İçin Hadis Tahammül Yolları
b) el-Kırâatu aîe'ş-şeyh (el-Arz)
b) Senetlerin Atılması Ve İhtisar
10. Yazı Kaideleri Ve Düzeltme Yollan
1. Arap Dil Ve Edebiyatının Hadisle İlgisi
2. Hadislere Ve Muhtevalarına İtimat
4. Hadise Dost Olmayan Fikirler Ve Guruplar
d) Hadisle Amelin Güçlüğü İddiaları
8. Hadislerin Dinimizdeki Yeri
GECEN ONDÖRT YÜZYILDA HADİS İLİMLERİ
I. Hadislerin Doğuşu Ve Şifahî Nakli
a) Sahabede hadis öğrenimi ve öğretimi
3. Seyahatler (er-Rihle fî talebi'1-ilm)
II. HADİSLERİN YAZILIŞI: TAKYİDÜ’L-İLM
3. Yazıya Verilen İzin Ve Yazılı İlk Malzeme
4. Yazıyı Kullananlar Ve Karşı Çıkanlar
III. HADİSLERİN TOPLANMASI (CEM'İ) VE TEDVİNİ
3. Hadislerin Devlet Eliyle Tedvini
5. Tedvin Devrinde Hadis Öğrenimi
6. Tedvin Devrinde Uydurmacılığın Durumu
IV. KİTAPLARIN TASNİFİ ÇAĞLARI
1. İlk Tasnif Çalışmaları Ve İlk Musannifler
2. Tasnifte Uygulanan Metodlar
3. Başlıca Türler (Çeşitli Usûllerle Yazılmış Fu-Rû'
Kitapları)
J) Muayyen Sayıda Derlenen Kitapl
1. Üçüncü Asırda Hadis Öğrenimi
3. Sekiz Büyük Hadisçi Ve Eserleri
a) İmam Mâlik b. Enes, el-Muvatta
b) İmam Ahmed b. Muhammed b. Hanbeî, el-Müsned
f) Tirmizî, Câmiu's-Sahih (Veya Sadece Es-Sünen)
g) Nesâî, El-Muctebâ
(Veya Sadece Süneni Suğrâ)
4. Dârul-Hadisler Ve Hizmetleri
VI. DURAKLAMA VE GERİLEME DEVRELERİNDE HADİS ÇALIŞMALARI
a) İlme, İlim Müesseselerine Îslâmın Emrettiği Düşünce Tarzına Sırt Dönüş
b) Hadis Ve Sünnet İle Onlara Bağlı İlim Dallarının Devreden
Çıkarılışı
c) Şahsî Hatalar, Gerçek İle Sahtenin Karışması, İlme
Siyasetin Dahli
3. Duraklama Ve Gerileme Çağlarının Yetiştirdiği Bazı Muhaddisler
VII. GÜNÜMÜZ DÜNYASINDA HADİS VE İLİMLERİ
2. Tarihte Ve
Günümüzde İslâm Ülkelerinde
Hadis
b) Orta Şark, Mısır Ve Hicaz'da Hadis
1. Hadis Meseleleri: İlim Ve Amel
1. Hadis Mütehassısının Alması Gereken Formasyon Ve Yapması Gerekli Ön
Hazırlıklar .
e) İlmî Usullere Uygun Neşredilmiş Eser
2. Diğer İslâmî
İlimler Mensuplarının Hadis
Formasyonları
a) Diyanet Hizmetlerinde Hadis Bilgisi
h) Din Eğitimcisinin Hadis Formasyonu
3. Öğrencilikteki Hazırlıklar Ve Tutturulması Gerekli
Seviye
a) Şahıslar (Rical, Biyografi) Bilgisi
b) Kitabiyat (Telif Edilmiş Eserler, Literatür,
Bibliyografya) Bilgisi
d) İlim Dalının Kendi Konulan, Meseleleri
4. Müslüman Halkımızın Hadisten Bilmesi Gerekenler
1. Yanlış Anlayışlar, Farklı Uygulamalar, Değişik Değerlendirme
Ve Yorumlar
2. Modern İmkânlardan Faydalanma
V. KISA HADİS İLİMLERİ BİBLİYOGRAFYASI
1. Mecmualar, Hadis Furûu Kitapları
2. Furû Kitaplarına Ait Şerhler
3. Rical (Cerh Ta'dil) Kitapları.
5. Mevzuata Ait Eserler (Hadis Adı Altında Uydurulmuş
Yalanları Konu Alan Eserler)
6. Usûl Konularıyla İlgili Eserler
7. Karma Eserler, Diğer Neşriyat
Yüce Rabbimize hamdeder, O'mm en son elçisine salât ve selâm eylerim.
Müslümanlığın iki kutsal bilgi kaynağından biri olan hadislerin ve daha şümullü deyimiyle sünnetin, asırlar boyunca muhtelif milletlere mensup ilim adamlarınca işlendiği, Türk bilginlerinin de kendilerine düşen vazifeyi yaptıkları bir gerçektir. Hadisler ve sünnetin, müslümanlarm günlük hayatları başta olmak üzere, her şeyleriyle yakından alâkalı olması, bu çalışmalarda itici bir görev yüklenmiştir. Sahabe Peygamberimizin uygulamasını gören bahtiyar nesildir. Daha sonrakiler, bu eksikliklerini ilmî çalışmalarla giderme zorundadırlar.
Diyebiliriz ki, hadis ilimlerine sarîedilen mesai, tslâm kültür ve medeniyet tarihinin en büyük ve en yaygın yönünü teşkil etmektedir. Hadisler ve sünnet, dün olduğu gibi, bugün ve yarın da en büyük alâka konusu, ilim sahası olmaya devam edecektir. Çünkü, ilim adamı olsun veya olmasın; hatta başka din mensubu olsun, kişinin hadislerle ve onun sahibi olan Peygamberimizle olan yakın alâkası azalmayacak, gündengüne artacaktır. Mazi ve haldeki durum bizi böyle hükmetmeğe zorlamaktadır. Ne var ki, her devirde çalışmaların ve teliflerin belirli hedefleri olmuştur. Meselelere yöneltilen bakış açıları değ since, ba-zan aynı ilim dalında ve hatta aynı meselede, değişik türde eserlerin çıkması kişileri şaşırtmamış; bu ilmin bir gereği, tekâmülün bir tecellisi sayılmıştır.
Hadis ilimleri hakkında genel bilgi verecek ve değişik seviyedeki aziz okuyucularına hitap edecek bir eser, sayfa tahdidi de söz konusu olunca, ister istemez kısa ve öz olarak kaleme alınacaktır. Elinizdeki kitap, böylesine çok amaçlı bir düşünce ile yazılmıştır.
Hadis ilimleri ve hadis tarihi'nde, dinimizi ve onun kültürel ve manevî değerlerini yeni öğrenmeğe başlayacaklar için başlangıç bilgileri sunulurken; lisans düzeyinde ilahiyat tahsili yapan gençlere de rehberlik hedefimiz olmuştur. Nihayet bu çalışma, İslâm ilimlerini ve özellikle hadisi ihtisas dalı olarak seçenlerin kıymetli tenkitlerine arz olunmaktadır. Kitabımız, her üç zümrenin ilgisini çekerse; hem hizmetini yapmış, hem de müteakip baskılara hak kazanmış olacak; yazarı da kendisini bahtiyar hissedecek ve sevinecektir.
Eser, giriş bilgilerini takiben üç bölümden oluşmaktadır. İlk bölümde, hadis bilgi dallarıyla; bazı klasik ve günlük hadis meseleleri işlenmeğe çalışılmaktadır. İkinci bölüm, hadisin öndört asırlık hayat hikâyesinin kısaca bir özetidir. Üçüncü bölüm hasbıhal telakki olunabilecek tekliflere ayrılmış bulunmaktadır. Bu kısım tamamen deneme olarak görülebilir.
Ayırabildiğiniz zamanın darlığı, bazı bölümlerin daha güçlü yazılmasını ve dipnotların tanziminde raslanacak teknik hataların azaltılmasını teinin edememistir. Bu yüzden ilgililerin müsamahasına sığınmaktayız.
İlk defa eser neşretme sorumluluğu ve zevkini tadarken; bu kitabımın manevî ecrini, ister sağ olsun, ister öteki âleme; ilâhi rahmet ülkesine göç etmiş olsun bütün hocalarıma arzederim. Kendilerinden Allah razı olsun. Yüce kişilik ve ruhlarına, arz ve ithaf ettiğim bu çalışmamın, kendim için de vesile-i mağfiret olmasını niyazla sözlerime son veririm.
Meram - KONYA 5. Ekim. 1982 Dr. Ali Osman KOÇKUZU
Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi[1]
Her ilim dalında ıstılah olarak kullanılan, terim-leşmiş kelimeler vardır. O kelimelerin tümü, âdeta o ilmin özel dilini meydana getirir[2] Kitabımızda çok sık geçeceği için burada birkaç kelimenin, hadis ilminde aldığı mânalara temas etmeyi uygun görmekteyiz. [3]
1. Hadis: Arap dilinde bu kelime; «yeni şey, sonradan olan, bir şeyin baş tarafı, haber ve söz» gibi mânalara gelmektedir. Sonradan, Peygamberimize ait söz, fiil, tasvip-takrir ve sıfatlara isim ve ıstılah olmuştur. Hadis denilince bilhassa Türkçede Peygamberimizin sözleri anlaşılmaktadır. [4]
Bir müslüman, hayatı boyunca bu kelimeyi sık sık duyacağı için onunla bu yazıları okumadan önce de ünsiyeti olacaktır. Bu kadarlık bir tanıtma onun için yeterlidir. Kelimeyi, özellikle hadis mütehassıslarım ilgilendiren incelikleri ile tanıtmamıza burada gerek yoktur.
Hadisin «haber ve haber vermek» şeklindeki anlamları bu noktada bizi ilgilendirmektedir. Bazı bilginlere göre hadis; «Peygamberimize ait söz, iş ve tasviplerin kendisi değil, yazı ile tesbit edilen ve bizlere nakledilen şekilleridir.» Bu tarifler ve diğer benzerleri arasında sadece sözde farklılıklar vardır. Bilginlerce, terimlerin muhteva ve kullanışları ile ilg.li münakaşa faydasız görülmüş, diğer yandan hadisin ifade ettiği mâna için; haber ve eser kelimeleri de kullanılmıştır.
Hadis1 deyimi ile ince bir terbiye, Kur'ân'a yönelmiş bir saygı da sergilenmektedir. Kadîm Kelâm diye adlandırılan ve ebedî söz olan Allah kelâmı yanında, Peygamberimizin sözleri bu vasıftan mahrum telakki olunmuş ve selef, hadis ismini uygun görmüştür. Bazı hadislerde belirtildiğine göre[5] Peygamberimiz hadis kelimesini bizim kullandığımız mânada bizzat kullanmıştır. [6]
2. Sünnet: Hadis ilimlerinde geçen bir başka terim, diğer bir anahtar kelime -Sünnet'tir. Bu kelime ile daha geniş bir mâna; bir tatbikat ve dinî yaşayış tarzı kastedilmektedir. Batılı araştırıcılarca farklı mânalara alman ve tarih içinde mâna değiştirdiği kabul edilen kelime ile: «Hadislerde ifadesini bulan Muhammedi yol» anlatılmış olmaktadır. Kelime sözlükte-, yol, hal, tavır, sîret, kanun, ecdadın ananesi, misâl olan ve başkalarınca tak-bedilen yol...» gibi değişik mânalara gelmektedir.[7] Kelime Kur'an-ı Kerim'de ve hadislerde geçmektedir. [8]
Fıkıh Usûlü ilmi ile uğraşan mütehassıs bilginler, sünnet deyimini daha da farklı mânalarda ele almaktadırlar. [9]
Bu ıstılahlar, kendisinden söz edeceğimiz ilim veya daha doğru deyişle ilimler topluluğunun adı da olmaktadır. İlerde tafsilâtlı olarak vereceğimiz gibi, Hadis ve sünnet ilmi denilince ilk merhalede; «Kur'an'a bağlı bir takım ilimlerle işbirliği ederek, dinimizin bilgi kaynağını ve tarihî temelini oluşturan ilim şubesini veya ilim dallarını» anlayacağız.
Müslümanlıkta mevcut her ilâhî kanun, anane, tatbikat, emir ve yasak bu iki kaynağa dayanır. Yüksek ilmî seviyeli din bilginlerinin fikrî ittifakları; sahabeden itibaren İslâm ilim adamlarının görüş birlikleri; fakihlerin kıyas, ictihad ve diğer hukuk nazariyatına ait ilmî faaliyetleri, neticede bu iki kaynağı temel alır. Bu noktayı şöyle ifade etmek de mümkündür ve daha doğrudur: «Yukarıda saydığımız çalışmalar ve talî derecedeki diğer dinî bilgi kaynakları, Kur'an'a ve sünnete dayandığı müddetçe değer taşır». Fıkıh usûlünde de ifade olunduğu gibi, serî deliller (el-edille-tu'ş-şer'iyye) diye adlandırılan ve sayıları bir düzineye yaklaşan diğer teknik yollar, bu iki vahiy kaynağına dayandığı müddetçe doğru ve geçerlidir. Kelimelerin çoğulu ehâdis ve sünen'dir.[10]
3. Muhaddls (hadisçi): Az sonra «Hadisçiierin unvanları» başlığı altında tekrar edeceğimiz bu iki kelimeyi önce birer ıstılah olarak açıklamak gerekir. Birinci kelime ile kastettiğimiz mâna, ikinci kelimede Türk dili ile ifadesini bulmaktadır. Muhaddis sözüyle mutlak olarak hadisçi'yi kastederiz. Muhaddisler deyimi, bir gurup kelâmcıya ve usûl bilginine de ikinci derecede isim olmaktadır. Hadisçi hadis âlimi mânasına anlaşılmalıdır. Hadis ile uğraşanlara ayrıca: «Hadî-sî, ahbâri, ehl-i hadis, ehl-i eser...» gibi adlar da verilmiştir. [11]
4. İlk bilgiler: Bu başlık altında işleyeceğimiz konuların, birinci bölümde yer almaları da düşünülebilirdi. Fakat, ilmin kendi konularına ve meselelerine dalmadan önce, hazırlık bilgileri olarak kabul edebileceğimiz, çoğu deneme mahiyetinde olan bilgileri vermeyi uygun gördük.
a) İlmin adi: Hadis ilmi, Hadis ilimleri: Bir ilmin sınırlarını ve mâhiyetini yapılan tariflerle öğreniriz. Tarifler verilirken çoğu kez farklı ifadeler kullanılır. Bunun sebebi, tarifi yapanların meseleyi ayrı ayrı yönlerden ele almaları, başka hedeflere yönelmeleridir. Aslında herkes yaptığı tarifle aynı şeyi anlatmak ister, tanıtmak ister. Peygamberimizin söz, iş ve takrirleri, tarih içinde üç ayrı isme müsemnıa olmuştur. Sahabeden itibaren bir gurup onu sadece ilim diye adlandırır. [12]Yine eski çağlarda bir kısım âlimler ona Hadis ilimleri adını verirler. İlk hadis usûlü yazarlarından Hâkim Neysabûrî'nin eserinin adı Ma'rifetu ulû-mi'l-hadls'tir. Buradaki Ulûmi'l-hadis terkibini hadis ilimleri şekline aktarmak mümkündür. Demek ki hadis ilmi değil ilimleri söz konusudur. [13] Aynı ismin îbn Salâh Şehrizûrî tarafından da benimsendğini görmekteyiz.[14] Şunu demek istiyoruz; hicrî üçüncü asrın başlanndanberi böyle bir adlandırma mevcuttur. Daha sonra bu bilgi dalma sadece Hadis ilmi deyimi uygun görülmüş, fakat son zamanlarda yine ilk zamanların isimlendirmesi revaç bulmuştur. [15]
Bahse konu üç isimden hangisini verirsek verelim, yaklaşık otuz kadar ilim dalının bir çatı altında toplandığı hadis ilmi ile karşıkarşıya bulunduğumuz u nu tulm am alıdır.
İlk hadis usûlü kitaplarında okuyucuya, hadiste çeşitli disiplinlerin (küçük ilim dallarının) varlığı fikrini veren iki tabir daha dikkati çeker. Bu müellifler hadis meselelerini incelerken bablarm başına Ma'rifet ve İlim tabirlerini koymaktadırlar. Konular, muhtevaları itibanyla müstakil bir ilim dalı olacak derecede yüklü olmasalar bile bu isimler yine de verilmektedir. Nitekim «ma'rifetu's-sahih» (sahih hadisler bilgisi), «ma'rifetu'l-mursel» (Mürsel hadisler bilgisi),. «ma'ri-fetu'I-ihve ve'1-ahavât» (birbiriyle kardeş râviler bilgisi)... gibi, nisbeten az mesele ve izahı içinde barındıran konular hakkında ilim-ma'rifet tabiri kullanıldığı gibi, başlıbaşına müstakil bir disiplin sayılabilecek; hatta ilim sayılabilecek; «ilmu'1-cerh ve't-ta'dü» (cerh ve ta'dil bilgisi), «Umu ricali' 1-hadls» (hadis râvileri bilgisi), «ilmu'n-nâsih ve'1-mensûh» (hadiste nesih bilgisi), «ilmu garibi11-hâdis» (hadiste güç anlaşılan kelimeler bilgisi) ve benzerleri için de aynı adlar verilmiştir.
Son yarım asrı aşkın zaman içinde yazılan sünnet ile ilgili eserlerde ise, bu ayırım bazan yapılmakta, küçük konular bilgi dalı olarak verilmemekte, onların dışında kalan, geniş meseleleri ihtiva edenlere iLm deyimi kullanılmaktadır.
Şurası muhakkaktır ki, hadisin pek çok meselesi vardır. Bunlar, asırların verdiği tecrübe ile hadis ilimleri gurubu olarak bir araya getirilmişlerdir. Aslında bu guruba giren bilgi dalları, küçük de olsalar, başlı-başma problemleri ve kendilerine has metodları olan, müstakil okutulması ve incelenmesi gereken; tarihçeye, şahıslara, bibliyografyaya sahip ilim şubeleridir.
b) İlmin tarifi: Eski hadis usûlü kitapları hadis ilimlerinin tarifi ile meşgul olmazlar. Onlar senetli bilgilerle doğrudan konuya girerler. Daha sonraki eserler ile had.s hakkında umumi bilgi veren kitaplar bazan tarif yaparlar. Bu tariflerden çıkan net'ce şudur: Hadis ilimleri ile, Peygamberimizin söz, iş ve halleri ile takrirleri bilinir. Bu ilimlerde bazı esaslar, kanunlar tesbit olunmuştur. Bu prensipler sayesinde, bize kadar ulaşan asr-ı saadete ait her türlü menkûlât (yazılı, sözlü ve uygulamalı bilgiler), onları nakleden şahısların vasıfları bilinir. Bu kanunlarla biz yalanla doğruyu ayırır; «Peygamber Efendimize iftira» dan korunmuş oluruz. Arapça yapılan iki tarif şöyledir: «İlmün; yu'-rafu bihi akvâlu'n-Nebiy sallallâhü aleyhi ve sellera ve ef âlüh ve ahvâlüh» (Peygamber aleyhisselâmm; söz, iş ve her türlü hali, kendisi ve prensipleri sayesinde bilinen ilim dalı), «İlmim bi kavânîn; yu'rafu bihâ ahvâ-lü's-sened ve'I-metn» (kendileri sayesinde sened ve metnin tanındığı kanunları bilme; kanunlar bilimi. [16]Hadis ilmi «Hadis rivayet bilgisi» ve «Hadis dirayet bilgisi» olarak iki ana kola ayrılır. Her kol kendine yardımcı şubeler barındırır. Rivayet ile meşgul olan bölümünde; hadislerin nesilden nesile, ferdlerden ferd-lere nakli, bu nakli gerçekleştiren çeşitli yollar, metin ve senedlerdeki lafızların doğru olarak zabtı, isimlerin okunuş şekillerinin tesbiti... gibi hususlar üzerinde durulur; metnin problemlerine, râvilerin çeşitli meselelerine burada derinliğine dalınmaz. [17] Dirayet şubesinde ise; genişliğine ve derinliğine bir araştırma, iyi bir ayırım - seçim, tenkit ve işin künhüne vâkıf olma gayreti vardır. Bu köklü çalışmalar sayesinde senet ve metnin sıhhat ve zaafı tesbit edilir, metnin ilim ölçülerine uygun tam bir şekilde anlaşılması gerçekleşmiş olur.
Dirayet ve rivayet zamanla o kadar titizlikle birbirinden ayrı görülmüş ki, bazı âlimlerin dirayette üstad, rivayette ise bu mertebenin altında oldukları kabul edilmiştir. Muhaddis olmayan fakihler bunlara örnek gösterilir. Bir kısım âlimler de, hem dirayet ve hem de rivayette ehliyet ibraz etmiş; onlar hem güçlü bir muhaddis, hem de güçlü bir fakih olmuştur. îmam Mâlik ve Muhammed b. İdris Şafiî'yi bu guruba dahil edenlere raslamaktayız. Üçüncü bir zümre daha vardır ki, onlarda rivayet kuvvetli, dirayet ise o derecede değildir.[18]
Hadis dirayet bilgisine, hadis usûlü, mustalahü'l-hadis adları da verilmektedir. [19]Genel tarih'e ait ilmî araştırmalar, metod yönünden İslâm dünyasında bu ilim dalından faydalanmıştır. İlimde tenkid zihniyeti ve buna bağlı ölçüler, asırlar öncesinden itibaren bu ilimle tesbit edilmiştir. Şöyle bir özet yapılabilir. Sözünü ettiğimiz ve konularıyla, tarihini incelemeğe koyulduğumuz ilme, tarihte çeşitli adlar konulmuş, muhtelif tarifler yapılmıştır. Türkçede daha çok «hadis ilmi» veya sadece «hadis» yaygındır. Bununla adı geçen ilim dalı kastolunmuştur. Bu isimlerde ilim kelimesi tekil de olsa, pek çok küçük ilim dalından kurulan bir ilimler topluluğu'nun kastedildiği açıktır. Hadis ilimleri deyimi ise, ilk çağların isimlendirme tekniğine ve gerçeğe daha uyan bir adlandırmadır. Türk-çemizde hadis ilmi kadar ahenkli bir deyiş olmasa bile artık alışılmıştır. Bu itibarla okuyucu, hadis ilmi veya hadis ilimleri terkiplerinden birini seçeceği gibi birlikte de zaman zaman kullanabilecektir.
c) Hadis'in konusu: Hadis ilimlerinde mevzu kısaca Hz. Peygamberdir denilebilir. Bu söz doğru fakat açıklanmağa muhtaçtır. Hiç değilse Hz. Peygamber'in hangi yönüyle bu ilmin uğraştığına işaret etmek gerekir. Çünkü diğer bazı İslâmî ilimler daha vardır ki, onlar da netice itibarıyla Hz. Peygamber'! konu olarak ele alırlar, şu var ki Peygambere yöneliş biçimleri ve açıları değişiktir.
Hadis, «İslâmm temellerinden biri olması yönünden, Efendimizin; sözüyle, iş ve davranışlarıyla, huzurunda yapılıp tasvip ettikleri ve belirli şartlan ha'z olan takrirleri ile uğraşır». Hadisin konusu bunlardır. Bazı ilim adamları meseleyi teknik ıstılahlarla ele alıp, «hadisin konusu râvi ile mervîdir» demişlerdir. Bu cümlede geçen râvi; hadisi duyan, yahut da onun rivayet edilmesini meslek edinen kişi veya kişilerdir. Mervî ise, naklolunan hadisin kendisidir. Meseleyi teferruatlı olarak ele alırsak, gurup içinde yer alan her ilim dalının ayrı ayrı konusunu açıklamamız gerekir ki bu, bölümü uzatır. Meselâ: Hadis illetleri bilg.si için, başta verdiğimiz konu tahdidi tamamen geçersiz olur. Çünkü, bu ilim kendi bünyesi içinde, hadislerdeki az kullanılan, anlaşılması güç kelimelerle uğraşır, âdeta hadisin dilini teşkil eden lügatları meydana getirir.[20] Böylece her ilim dalının özel bir uğraş sahası, bir de bütün içinde müşterek konusu vardır. Netice yine baştaki kısa ifadeye; metin ile senede ve onlarla meşguliyete gelip dayanır.
d) Gaye: Hadisin hedefi: Hadis ilminde gözetilen amaç, tesbit edilen tek hedef «sahih ile sahih olmayanı; Peygamberimizin sözüyle ona yapılan yakıştırmaları ayırmaktır». Daha güzel bir deyişle, doğru olan nakli bulup onu, en doğru biçimde uygulamaya hazır hale getirmektir.
Hadise bağlı bütün ilimler müştereken bu gayeye hizmet ederler. Yani nakledilen söz Peygambere veya izafe edilen sahabi veya tabiiye ait midir, değil midir? Ait olduğu tesbit edilmiş ise; mânası, gereği, amelde düstur olma gücü... gibi meseleleri sırayla aranır, din olarak benimsenir ona uyulur. Müslüman olabilmenin gereği budur. Eğer söz Peygamberimizin veya izafe edilen zatın değilse, mümin o söze yalan olarak bakar ve hiç olmazsa «Peygamberimizin ağzıyla, onun söylemediği bir sözü ona isnad etme cinayetinden sakınmış olur».
Hadisle meşguliyetten asıl gaye, iki cihan saadetidir demek de mümkündür. Çünkü ilk asır âlimleri hadisi din olarak tanımlamışlar, ona din gözüyle bakıp, bu inançla sarılmışlardır. İslâmı din olarak kabul eden herkes, bilhassa ilimle meşgul olan zümre, dinimizi ve Peygamberimizden gelen hadisleri kimlerden aldığımızı araştırmakla vazifelidir. Hz. Peygamber'e yakın nesiller buna böyle inanmış, böyle bilmiş ve öylece tatbikatta bulunmuşlardır. Şu söz onların çoğundan nakledilmektedir: «İnne hazel-hadise dînun; fenzurû ammen te'huzûneh» (Şüphesiz bu hadisler dindir, din, öyleyse onu kimlerden alıp naklettiğinize iyi bakın, araştırın) [21]
Hadis âlimlerinden Ebu Yahya Zekeriyya Nevevf-nin belirttiğine göre hadis ilminin gayesini şöyle özetlemek mümkündür:
1. Hadis metnindeki mânaları ciddi şekilde araştırıp tahlil etmek,
2. Hadislerdeki gizli hastalıkları ve illetleri tanımağa gayret etmek,
3. îsnâd bilgisinin gerektirdiği tenkik çalışmasını gerçekleştirmek. Ona göre hedef sadece hadis dinlemek ve okutmak îsemâ' ve ismâ') değildir. Maksat tah-kika önem vermektir.
Nevevi'nin «tahkik» dediği ameliyeyi de şöylece maddelendirmek mümkündür:
1. Metin ve senedlerdeki kapalı kısımları incelemek ve hadislerle devamlı olarak meşguliyeti sürdürmek,
2. Ehliyetli hadisçilerin kitaplarını okumak, ilmî çalışmalar yapmak,
3. Hadis bilenlerle sık sık ilmî görüşmelerde bulunmak. Zaman zaman onlardan dinlerken not almak. Her sınıftan ilim erbabından, sıkılmadan ve kibre düşmeden istifade etmek. Nevevî'nin ifadesine göre; «Hadiste ehliyet sahibi bir kişiyle bir saatlik bir çalışma, günlerce tek başına yapılan mütalaa ve ezber faaliyeti-. ne denktir».
4. İnsafı, orta yolu elden bırakmamak,
5. Tedrici bir şekilde ilmini artırarak, hadiste kendisine müracaat edilen bir kişi olma yolunu tutmak.
e) İlmin özellikleri ve şumûlü: Meşgul olunan ilim dalının özelliklerini, hudut ve şümulünü tanımak da bir bakıma ilgiliyi muhtemel hatalardan korur. Fert, faaliyet sahasını bilip, meşgul olduğu ilmin hususiyetlerini tanırsa, diğer ilimlerle olan münasebet ve alışverişlerini daha tesirli şekilde yürütür.
«Özellikler» sözüyle ilmin hususiyetlerini kastediyoruz. Bilindiği gibi hadis bir İslâmî îlim'dir. Matematik, pozitif ve beşerî fikrî ilimlerden farklıdır. İslâmî ilimler içinde, yüksek ilimler (Ulûm-i âliye) gurubuna dahildir. Aslî ilimdir. Diğerlerinden çıkmamıştır, kendisi temeldir. Nitekim hadis ilimlerine ait öyle bilgi dalları vardır ki, onların bir benzeri veya yakını, İslâm öncesi devre kültür tarihinde yoktur. «İsnâd bilgisi» bu nevi ilimlere örnek gösterilmektedir. Hadis ilmi kendisine has metodlara, meselelere, tarihçeye, şahıs ve literatüre sahiptir.
Denilebilir ki, hadis olmasaydı veya büinmeseydi bir ölçüde İslâmiyet ve müesseseleri, İslâm öncesi Arap dünyası; ferdi, ailesi, cemiyeti tanınmazdı. Eski Arap şiiri ve nesri, o çağların topyekûn edebî mahsûlleri, imam Ömer'in deyişi ile Kur'an'm tanınmasını sağlayan büyük edebî divan hep hadise bağlı ilimler aracılığı ile öğrenildi. İslâmın müslüman topluma verdiği şahsiyet, çizdiği karakter, her noktada hadis ve ona bağlı ilimlerden kaynaklanır. Onun şıımûl sahasına girer. Bütün İslâmî ilimler, menşe itibarıyla hadise dayanır; onun üzerine kurulur. İslâm tedkiklerinde hadis ilk hareket noktası olursa, zaman bereketli, tetkik geçerli, sonuç isabetli olur. Hadis en sona bırakılırsa veya ne bulunmuşsa o kullanılırsa, çok kere sondan başa dönülür, zaman ölür, hata ihtimalleri artar. Yalan, hayal, mübalağa, göz boyama, gerçek dışı haber hep hadis ilminin hudutları ve şümulü dışında kalmağa mahkûm şeylerdir.
Hadisle meşguliyet ondört asırdır kudsi telakki olunmuş, dünyevî maksatlara âlet edilmesi kötü görülmüş karşılığı daha çok öteki âlemde görülen bir ilim olarak tanıtılmıştır. Nitekim İbn Salâh: «Ve hüve min ulûmi'l-âhirah lâ min ulûmi'd-dünyâ» (o bir gurup âhi-ret ilminden birisidir, yoksa dünya ilimlerinden değildir) şeklinde tavsif yapmıştır. Kasdı, «icraatı dünyaya tesirli olmayan, âhiret ilmidir demek değildir. Ibn Salâh, «hadisle uğraşanın mükâfat yerinin burası olmadığına» işaret etmek istemiştir.
Son paragrafı Hatîb Bağdâdı'nin, hadisin sınırlarını çizen mahiyetini tanıtan sözlerine ayıralım: «Hadiste Peygamberlerin hayat kıssaları vardır. Zâhidlerin ve Allah'ın veli kullarının haberleri ordadır. Şöhretli hatiplerin vaazları, fakihlerin sözleri, Arap ve Acem Meliklerinin siyretleri hep ordadır. Geçmiş milletlerin hayat hikâyelerini orada bulursunuz. Peygamber aley-hisselâmm gazalarının, seriyyelerinin; askeri harekâtının tümünü orda bulursunuz. Verdiği hükümler ordadır. Tebliğ ettiği ahkâm ordadır; hutbeleri, konuşmaları vaaz ve nasihatleri hep ordadır. Mucizeleri, nübüvvetine işaret eden her türlü hali, ordadır. Hanımlarının miktarı, çocukları, damatları... hülasa bilcümle ashabı hep ordadır: Onların fezâilini, kıymetli hayat kıssalarını, ibret alınacak yüce hallerini, menkıbelerini, hayat müddetlerini ve neseblerini hep orda bulursun. Kur'an-ı Azim'in tefsir ordadır. Kur'an'm getirdiği büyük haberler, zikr vesaire hep ordadır. Kendilerinden gelen; sahabe tarafından naklolunan bütün dini bilgiler; tefsir ve ahkâma ait görüşler hep ordadır.[22]
5. Metod ve ilimlerle münâsebet: Bir gayeye erişebilmek için tutulan yol, yapılan çalışma üslûbu, usûl ve tarz diyebileceğimiz her şey, batı dillerinde metod
olarak isimlendirilmiştir. Metod ve ona bağlı meseleler, son yüzyılda hayli geliştirilmiş, hatta bunların tamamı başlı başına bir disiplin olarak sûri mantığın yerini almağa koyulmuştur. Metodu, bilhassa ilimlerde tatbik edilen usûlü şöyle tarif edenlere Taslamaktayız: «Metod (methode) demek, herhangi bir ilmin iştigal mevzuu olan maddelerden, çıkarılması istenilen neticeleri ve bilgileri mevzu etmenin vâsıtaları ve yolları».[23] Belirtildiğine göre; «Metodlar ilimlerin inkişafına muvazi olarak inkişaf ederler. Saha genişledikçe de yeni ilim sahaları açar. [24]
Maddi ilimlerin, fizik ve matematiğin nasıl kendilerine has çalışma ve araştırma metodları varsa, dini ilimlerin ve bu meyanda hadis bilgilerinin de araştırmacıyı bağlayan, onu hatadan koruyan özel usûlleri ve araştırma tekniği vardır. Kaynağı çok kere ilâhî olan ve madde âleminin tahditlerine bağlı kalmayan bu ilimlerde, metodlar da şüphesiz çok değişiktir ve çeşitlidir.
Matematik ilimlerde, pozitif ve isbatı mümkün ilimlerde, hatta psikoloji ve sosyolojide deney (tecrübe) iyi sonuç veren bir metottur. Bu yol, aklî ve fikrî ilimlerde yerini çoğu kez analiz ve senteze yani tahlile ve terkibe bırakır.
Hadis ilimlerinin nazarî yönleri yanında, tatbikî (pratik) tarafları da bulunmaktadır. Bu yüzden yerine göre tarihî araştırma, analiz ve sentez buralarda da uygulanır. Akim, kronolojik usûllerin, hatta bizzat deneyin yine bu ilimlerde geçerliliği sözkonusu edilebilir. Konuyu kapalılıktan kurtarmak için, hadiste uygulanan veya uygulanabilecek olan bazı usûl ve metodları kısa notlar halinde tesbite çalışalım.
a). İsnâd sistemi: Hadislerin baş tarafında, râvile-rin isimlerinden kurulmuş bir zincirin varlığını görmekteyiz. Bu zincire sened adı verilir. Peygamberimize yakın devrelerde, sözü kitaba geçiren ilk râvi ile Allah'ın elçisi arasında üç - beş kişi bulunurken asırlar sonrası bu zincir uzar gider. Bugün için en az otuz -kırk kişilik bir isnâd zinciri teşekkül etmiş durumdadır. İşte bu sened zinciri, hadisin kontrolü için bir garanti belgesidir. Orada yer alan ve haberi birbirine belli usûllerle nakleden şahısların kişilikleri bugün bile kontrol edilebilir. Sözlerin (hadislerin) söyleyen zâta (kailine) kadar ulaştırılması tekniğine isnad usûlü adı verilmektedir. Salahiyetli âlimlerce belirtildiğine göre, dünya üzerinde dinî anane ve bilgilerini böylesi sağlam bir yolla nakleden ikinci bir din mensubu kitle daha yoktur. İsnâdda tarihî araştırma vardır. Ferdle-rih tek tek tahlilleri mevcuttur. Çeşitli nazarî ve amelî meseleleri, kaide ve kanunları olan isnadın, ilerde yer yer önemi belirtilecek ve bazı bölümlerinin zikri geçecektir.
b) Kronolojik tesbit tahlil ve terkib: Tarih ilminde nasıl «zaman-mekân-vak'a ilişkisi» aranıyorsa, hadiste de aynı şeyler aranır. Haberin doğruluğunun tesbitin-de bu ilişkilerin müsbet katkıları olur. Bu yüzden, hadisin bazı şubelerinin tarih ile metod birliğine sahip olduğu savunulur. İslâm dünyasında tarihçiler, bilhassa
hadisin nazarî kaidelerinden geniş şekilde faydalanmışlardır. Çağdaş araştırıcılar bu gerçeğe dikkatleri çekerler [25]Özellikle nesih konusunda, kronolojik tesbit pek büyük hizmetler görür. Tahlil ve terkib bu yerlerde mühim roller oynar. [26]
Şurası bir gerçektir: İlk hadisçilerin teknik imkân ve vasıtaları bugünkülerden farklı idi. Onların en yenilmez mazhariyetleri asr-ı saadete yakınlıkları iken, günümüz araştırıcısının lehine pek çok imkânlar mevcuttur. Ne var ki o, saadet asrından çok uzaktadır. A-ranın açılmasına rağmen bugünün âlimi çok daha iyi netice veren metodlarm yardımıyle çalışma mecburiyetindedir. Sorumluluğu daha fazladır. Dün, sıhhat tesbit edilemeyen bir hadisle amel eden âlimin sorumluluğu, en geniş imkânların sahibi olan bugünkule-rinkinden kat kat azdır.
Nazarî ve akli ilimlerde metod olarak neler kullanılırsa, hadiste onlarda kullanılmalıdır. Selefimiz, hadise düşman elinin ve yalanın karıştığı devrede iki mühim silaha sarılmıştır: «Hadislerin seneler yardımıyle hesaba çekilmesi», «tarihi ve kronolojiyi iyi kullanma». Sonradan biz bunları terkettik.
c) Gözlem, deney ve diğer yollar: Sened ve metin şeklinde bölünebüen bir hadisin, her iki unsurunda doğruyu bulabilmek için tarihte çeşitli yollar denenmiş, günümüzde ve gelecekte de bu yollar artarak denenecektir. Hadisin meselelerinin, ferdlerinin ve vak'alarmm tahlilinde, deney ve tecrübeden de faydalaml-mıştır diyebiliriz. Şurasını belirtelim ki bu deney, fizik ve kimya deneyi değildir. Meselâ; râvilere ait akli melekelerin, zaptetme ve ezberleme kudretlerinin, hafıza bozukluklarının; yanılma, vehim, yalan gibi hallerin ortaya çıkarılmasında elbette deneyin rolü olacaktır. Onların hayat seyrinin kontrolü elbette deneylerle mümkündür. Râvinin yalancılığı, takible gözlemle sabit olur. Birkaç kez aynı şeyin peşinde durup kontrol eden ferd rahatça ortaya bir iddia atabilecektir. Deneysiz kontrolsüz ve gözlemsiz yapılan tenkidler iftiradan öteye geçemeyeceği için, âlimler, bilgi ve kesin belgesiz konuşmamışlardır. Hadisleri nakleden şahısların emin kimseler olup olmadığı, dini hayatlarmdaki durumları; fısk ve inançsızlık halleri ile, bozuk fikirlerin kurbanı oluşları, veya tam bir müslüman oluşları yine aynı yollarla ortaya çıkarılmıştır ve dünya durdukça çıkarılmağa devam edecektir.
d) İlimlerle ilişkileri: Bilgiler de insanlar gibi sosyal yönleri olan varlıklardır. Onar da yalnız başına yaşama imkânından mahrumdurlar, diğer bilgi ve disiplinlerle birlikte bulunurlar; onlardan alış - verişleri, karşılıklı yardımlaşmaları olur. İlimlerin canlılıklarını koruyabilmeleri, bir bakıma bu karşılıklı münasebetlere bağlıdır. Başlangıçta bütün îslâmî ilimlerin anası durumunda olan hadisin durumu daha da farklılık ar-zeder. Felsefe, nasıl ahlâkın, psikolojinin, mantığın, sosyolojinin, metodlar bilgisinin, teolojinin, metafiziğin ve estetiğin... kaynağı ise, hadis de tüm îslâmî bilgilerin menşeidir. Zamanla hadisten ayrılarak istiklâl kazanan ilimler, bugün bile ona muhtaçlıklarını sürdürmektedirler.
Hadisin münasebette bulunduğu ilimler arasında ilk akla gelenler, Kur'an-ı Kerim'e bağlı iiim şubeleridir. Gerek hadis ve gerekse tefsir ve fıkıh usûllerinde; «Kur'an hadis münasebetleri», «kitap ve sünnet ilişkileri» işlenir. Her iki kaynak arasında müşterek konular olduğu gibi, tek tek ve karşılıklı irtibatlar da vardır. Kur'ân'sız bir hadis ilmi düşünülemeyeceği gibi, hadisin ve hadise bağlı bilgilerin yardımına muhtaç olmayan bir tefsir, bir Ulûmu'l-Kur'an gurubu da tasavvur olunamaz.
Hadis ilimleri, Arap dili ve bu dilin mahsulleri ile de yakından ilgilidir. Karşılıklı alış - verişleri vardır. Arap dilinin İslâm öncesi ve sonrası her safhasında ortaya koyduğu ürünler hadisçinin yardımcı araştırma malzemeleridir. Bir dilci, bir edebiyatçı hadis için ne kadar mühim şahsiyetler ise; zikrettiğimiz bu ilimler için hadis ve hadisçi de aynı ölçüde mühimdir. Hadisteki kelimelerin ve dil bütünlüğünün, lengüistik ve semantik tahlilleri; irablan, edebi yapıları ve toplayıcı bir ifade ile «Peygamberimizin edebi şahsiyeti», değişik hacimde ilim dallarının doğmasını mümkün kılmıştır.
Arap dili bir bakıma Kur'an'm ve hadisin müşfik kanatları altında varlığını ve saffetini korumuş, canlı kalabilmiştir. Edebiyatçının tarihçi ile birlikte, hadisten aldığı tesirle isnâd kullandığı çağlar mevcuttur.. Dilde hadisle ihticac (delil getirme) yine devam etmektedir.
Hadisle fıkhın alâkası ise başlı başına meseleleri olan bir konudur. Hadis İslâm fıkhının en sağlam mesnedidir. Hadisi iyi bilen bir fakih, hüküm istinbâtım
en iyi yapan kişi olarak değerlendirilmiştir.[27] Kısaca temas etmeğe çalıştığımız bu konuda, teferruata dalındığı takdirde, hadisin eski ve yeni pek çok ilimle, teknik ve sanatla ilgisi görülür.[28]
6. Unvanlar, sıfatlar: Hadisçilerin unvanları ve sıfatlan denilince karşımıza birkaç mesele çıkmaktadır. Eski ve yeni eserlerde bunlardan bazıları üzerinde durulur, diğerlerine pek yer verilmez. Bu birkaç mesele şunlardır: Hadisçileri tanıtan özel isimler ve sıfatlar, kademeîenmiş resmî unvanlar, dost veya düşman muhatapların taktıkları isimler ve sıfatlar, nihayet kendilerinin kendilerinden söz açmışken kullandıkları vasıflar. [29] Şüphesiz bunlardan bir kısmı mübağalı övgü ifade ettiği gibi, diğerleri de düşmanlık işaretleri taşır.
Pek çok âlimin hadisteki seviyelerine de delâlet eden, yukarıdakilerden farklı birkaç ismi açıklamamız gerekmektedir.
a) Müsnid: Hadisle ilk meşguliyet zamanlarında kişi bu ismi alır. Haberleri ve hadisleri senedi ile rivayet etme durumunda olan bu ilim mensubu, bazan hadise derin vukuf sahibi de olmayabümektedir.
b) Muhaddis: Türkçede hadisçi veya hadis bilgini dediğimiz kişidir. Bu zatta, hadisin nazari ve ameli yönü hayli gelişmiş olup kendisi rical ve illet bilgi lerine de vâkıf bulunmaktadır. Muhaddis olmak için, çok sayıda hadis ezberlemeğe; çok kitap metni dinlemeğe ihtiyaç olduğunu belirtenler de vardır.[30]Bu ölçüler göre, bugün dünya üzerinde neredeyse muhaddis bulmak mümkün değildir. Ezber şart koşulmadığı takdirde, literatürü, ricali ve illeti tanıyan bir kaç isimden bahsedilebilir. Kelime bazan bu kadar ilmî gücü olmayanlar için de kullanılmaktadır.
c) Hafız: Bu mertebedeki hadisçi, ricali, tarîkleri tabaka tabaka pek azı hâriç bilir. Derecesi ilk iki hadisçiden çok üstün olan hafız için öyle şartlar ileri sürülür ki, bazı âlimlere göre böyle bir kişi bulunamaz. Ama kelime, daha aşağı mertebedeki hadisçiler için de kullanılmıştır. Meselâ Suyûtî için Hafız tabiri kullanılmaktadır. Kaldı ki, ileri sürülen şartların çoğu onda mevcut değildir. Daha başka misâlleri, Zehe-bj'nin Tezkiretu'l-huffâz'mdan bulmak mümkündür. Bu mübalağalı adlandırmalardan memnun olmayan hadisçilerin bulunduğunu, Hatîb'in elimizde bulunmayan bir eserinden, bir diğer eser yardımıyla öğrenmekteyiz. [31]
Bunlar dışında Hâkim, İmâm, Hadiste müminlerin emiri gibi unvanlara da Taslamaktayız. Kesin sınırları belirtilmediği için, herkes uygun gördüğü zata bu
isimleri izafe etmektedir.
Hatîb Bağdadi Şerefu ashâbi'l-hadls adlı kitabında hadisçiler için kullanılmış bazı sıfatlara temas eder. Onlar zaman zaman bu sıfatları kendilerine uygun görmüşlerdir. Bunlardan bir kaçı şunlardır: «Hak yanlısı kişiler. Bid'atı yıkanlar. Şeriatın direkleri. Allanın kendilerine güvenilir kulları. Resûl-i Ekrem ile İslâm ümmeti arasında vâsıta şahsiyet. Dini koruyan; delil ve hüccetleri en kuvvetli olan bilginler. İlim hazineleri. Nur yüzlü insanlar. Hakka omuz verenler. Allah elçisinin vasiyetine nail olan halifeleri. Garip kişiler. Peygamberimizden sonra sünneti dirilten ve onu halka öğretenler. Aşırılıkla, yalanla, bâtılla, cehaletle, kaba-Lkla savaşan, dini bütün kişiler. Allah'ın elçisi ile irtibatlı ve ona en yakın olanlar.»
Hadisçiler kendilerini böyle tanıtadursun, onlara muhalif zümreler de boş durmamış, ehl-i hadise isimler yakıştırmıştır. Bu zümrelere göre hadisçiler, teşbih akidesine inanan, Allah'ın cisim olduğunu kabullenen, haşiv yanlısı kişilerdir. Dalâlet fırkalarında görülen inançlar onlarda da vardır. Bağnaz, nakle çok değer veren, aklı bir ölçü ve temyiz vasıtası saymayan kişiler muhaliflerinin iddiasına göre - hep hadisçilerdir. Onlar düşünce düşmanlarıdır. Statik bir kafa yapısına sahiptirler.
Günümüzde bile bu nevi tavsifleri, tanıdığımız kişiler hakkında, muhalifleri ağzından işittiğimiz olmuştur. Fakat, her iki tarafı da tanıyan insaf ehli kişiler, karşılıklı adlandırmaların çoğunun geçersiz olduğunu, hasmına iftira olduğunu takdir eder. Çoğu kez hasedin verdiği şuursuzlukla yapılan bu suçlamalar elbette sona ermeyecektir. Fakat şurası muhakkaktır: Hadisin ve hadis ilimlerinin ne olduğu, Peygamberimizin dinimiz-deki otoritesinin sınırı bilindikçe, şahıslar ve fikirler matematik gerçekler gibi, sağlam ölçülere vuruldukça suçlamalar azalacak, âlimler daha da insaflı dostlara kavuş acaklar dır.[32]
Hadislerin İlâhî vahy ile olan ilgisi, çok eski tarihlerde araştırılan bir konu olmuştur. Allah'ın elçiliği görevini yürüten ve onun kontrolü altında vazife yapan, aynı zamanda Kur'an-ı Kerim kendisine inen bir zatın, günlük konuşma ve davranışlarında ilâhî talimat ile olan ilişkisi acaba niçin merak konusu ve araştırma mevzuu olmuştur? Zannımızca mesele «Hadisin dinimizdeki gücü ve Peygamberimizin tslâm dinindeki yeri ve mevkii» ile ilgilidir. Sahabe, Peygamberimizin verdiği emirlere gerektiğinde; «Ey Allah'ın elçisi, bu ilâhî bir emir inidir? Yoksa kendi fikriniz midir?» şeklinde sorular sorarak ilgilerini belirtirler, eğer kendi tercihleri ve fikirleri ise mukabil görüşlerini arz ederlerdi. Hatta sahabenin fikirlerinin beğenilip tatbik edildiği vak'alar da olmuştur. Demek ki, hadislerin, sünnetin ilahî menşe'li olup olmadığı bir başka mânada da olsa o zamanda konuşulmuştur.
Mikdâm b. Ma'dikerb'ten gelen bir hadisten şunu öğrenmekteyiz: «Peygamberimize Kur'an'la birlikte bir misli daha verilmiştir». Mekhûl'dan gelen bir diğer haberde ise «iki mislinin verildiği hususu zikredilmektedir. Buradaki misli sözüyle «Kur'an'ın vasıflanm taşıyan bîr benzeri» anlaşılmaktadır. Hassan b. Atiyye'den gelen bir diğer habere göre Cibril (a.s.); «Kur'an âyetlerini getirdiği gibi sünnetleri de Peygamberimize (s.a.) getirirdi».
Hadis usûlü kanunları açısından münakaşa kabul edebilecek durumdaki bu hadisler ve diğer bazı işaretler, âlimlerce; «sünnetin ve hadislerin de vahiy eseri olduğu» fikrini savunma sebebi sayılmıştır. Bu kanaatta-ki âlimlerden bazıları: «Allah'tan gelişleri ve uymağa mecbur oluşumuz bakımlarından» Kur'an ile hadisleri ikiz görmektedirler.[33] Necin süresindeki âyet [34] ise en güçlü delillerini teşkil etmektedir.
Hadisleri vahiy mahsulü gören fikir kendi başına kalmamış, ona tam zıt bir fikir doğmuş; «Hadislerin sadece beşerî unsurlara sahip Peygamberimizin sözleri olduğu» savunulmuş, ayrıca Kur'an'm eşsizliği, i'câzı, ibadette okunuşu gibi özellikleri de, savunmalarda lehte delil olarak verilmiştir.
Bu noktada bir hususu açıklamak gerekir; hadisleri vahy ile ilgili gören hiç bir âlim, onların ibadetlerde okunacağım, tâhir olmayan kişilerce temas edilemeyeceğini, aynen Kur'an gibi olduklarını iddia edip, neticede onları da «Mstlüv vahiy» sınıf ve derecesinde görmemiştir. [35]Peygamberimizin bir beşer olarak söylediği sözlerin, Kur'an ile aynı kaynaktan çıktığını savunan birinci gurup âlimler, hadislerde ilâhî nûr şemme-leri sezerler. Ama onlara göre yine Kur'an Kur'an'dır. İkinci fikri savunup, «hadislerde ilâhi vasıf yoktur» diyenlerin de, «hadisler alelade insan sözüdür» gibi, bir garip iddiaları bulunmamaktadır. Onların hadis-lerdeki kudsîliği ihlâl eden bir tavırları da mevcut değildir. Kanaatımızca sadece Kur'an'daki temel vasıfların hadiste olmadığı; aralarında ayırım yapılması gerektiği, Peygamberimizin beşeri hissesinin unutulmaması icabettiği vurgulanmaktadır.
Burada îmam Şafiî'nin konuya ışık tutan bir fikri zikre değer. Bu büyük nıuhaddis-fakih; «Peygamberimizin verdiği her hüküm Kur'an'dan anladıklarıdır»
buyurmaktadır. Nitekim İbn Mesud (r.a.) da: «Size bir hadis rivayet ettiğimizde, Allah'ın kitabından onu tasdik eden bir âyet getiririz» demiştir.[36] Demek ki söz iş ve tasviplerinde devamlı olarak vahyin kontrolü altındaki Hz. Peygamber, o kadar Kur'an ahkâmı ile yüklü ve içli dışlı ki, her çeşit meseleye çözümü o gözle bulmakta, o düşünce tarzı ile problemleri halletmektedir. Kur'anî hükümler halindeki bu sözler, elbette beşer sözü olarak da Kur'an'm izlerini ve kokusunu taşıyacaktır. [37]
Kudsî hadisleri hatırlayarak meseleyi biraz daha berrakl aştıralım. Hadisçilerin belirttiklerine göre; vahy-i metlüvv olan Kur'an'm, Peygamber sözü olan hadis arasında bir başka mertebe daha vardır. Kudsî, Rabbani, ilâhî hadis diye adlandırılan ve Allah'tan mâna olarak gelen bu talimata, Muhammedi - beşeri kisve giydirilmiş lafız haline getirilerek, Allah'ın elçisinin ağızlarından sudur etmiştir. Bunlar Kur'an değildir. Fakat nebevî hadislerden de biraz farklıdırlar. Onun için, farklı ifadelerle anlatılmış ve değişik muamele görmüştür. Sayıları üçyüz kadarı bulan bu haberlerde vahyin hissesi ve nuru daha çoktur. [38] Bir sûfî, âyet, kudsî hadis ve lıebevî hadislerin farklı parıltıda nûr taşıdığı tezini savunmuştur. Bunun kendince bir izahını yapan zâta göre bu üç söz, üç ayrı güçte parıltı veren ışık kaynaklarıdır. Ve çıktıkları yer ise tektir.[39]
Hadisin vahy ile ilgisi konusunda, bu iki tezin ortasını ele alan mutedil görüş, çoğunluğun fikri olarak görülmektedir.
Pratikte bu münakaşaların hizmet göreceğini sanmıyoruz. Biliyoruz ki, metlüvv vahiy olan Kur'an-ı Kerim, Hz. Peygamber (s.a.) in sağlığında ayrılmış, ezberlenmiş ve metin olarak tam bir şekilde muhafaza edilmiştir. Geri kalan talimatın ilâhî vasfı bizce, Resûl-i Ekrem'in zatının Rabbanîliği ve ilâhî vahye mazhar oluşunu tasdik ile hallolmaktadır. Müslüman zaten Allah'la olan irtibatına peşin gönül bağlamış bir kişidir. Allah ile elçisi arasındaki irtibat ise, bizce sadece inanılması gereken bir husustur.[40]
Hadisin Kur'an'a yönelmiş olan hizmetleri anılırken âlimler onun teşri' ve itikatta, müslümanm dinî hayatında ve dine kaynaklık edişinde taşıdığı değere; insanları uymağa çağıran yaptırım gücüne bakarlar. Hadisin ve Peygamberimizin dinimizdeki değeri ve gücü zaman zaman açıklanacaktır. Burada sadece hadisin Kur'an'a yönelik hizmetlerine yer vereceğiz.
Sünnet, Kur'an-ı Kerim'in bir insan şeklinde tecelli ve tecessümünden başka bir şey değildir. Kur'an hakikati, Peygamber (s.a.)'de örneklenmiştir. Yani insan fiil ve davranışları şekline bürünüp, Peygamberimizin yüksek varlığında İslâm toplumuna temessül ettirilen şey aslında Kur'an'dır. Resûl-i Ekrem, sözleri yanında uygulamaları ile de Kur'an'ı tebliğ ve beyan etmiş olmaktadır. Kur'an onun davranışları ile şekillenmiş, güç anlaşılan bölümleri onun tefsiri ile açıklanmıştır. Misâllendirilmesi gereken kısımlar da Peygam-berimizce misâllendirilmiştir. Böylece Allah'ın istediği kulluk b:çinü ortaya çıkmıştır. Peygamberimizin sağ-hklarmda durum bu idi. Sahabeden itibaren ilim sahipleri, hadisin bu görevlerini isimlendirdiler. Bu durumda sünnet ve hadis:
a) Kur'an'm mücmel âyetlerini tefsir ediyor, kapalı yerlerini tafsil ediyor,
b) Genel hükümleri tahsis ediyor,
c) Mutlak ifadeleri sınırlandırıp kayıt altma alıyor,
d) Kur'an'a asla aykırı hüküm ve beyanda bulunmuyor,
e) Onun temas etmediği yeni konularda hükümler getiriyor ve böylece hizmetini yapmış oluyor.
Bilindiği gibi. Peygamberimize mecazî mânada da olsa sâri1 denilmekte, Allah'ın gösterdiği istikametten çıkmamak kaydıyla müstakil hüküm sahibi olduğu tasdik olunmaktadır. Bu itibarla, pek çok meselede hadisin çözüm getirdiğine şahit olmaktayız. Bu onun Kur'-an'dan ayrı ahkâm getirdiği mânasına elbette alınmamalıdır.
Bu bahis işlenirken kesinlikle şu noktalardan kaçınmak gerekmektedir:
a) Peygamberimizi güçsüz bir tebliğci olarak görüp, dinimizdeki otoritesini sınırlı saymak; hatta ba-zan, bir cami görevlisine tanıdığımız dinî otoriteyi O'ndan esirgemek, Kur'an'ı üstün göstereceğiz zannıyla yanlış yollara sapmak,
b) Kur'an'ı ve hadisleri karşılıklı kuvvet denemesine tâbi tutmak,
c) Bu iki kudsi kaynağı, yerine göre karşılıklı muarız ve yerine göre kademeli salahiyet sahibi görmek, bu onun altında, o onun üstünde gibi sıralamak.
Yukarıda saydığımız noktalarda yapılan yanlışlar, bazı bilginlerin «sünneti üstün gösterir beyanları» nın yanlış anlaşılmasına bile vesile olmuştur. «Sünnetin Kitab'a olan ihtiyacı, Kur'an'm sünnete olan ihtiyacından daha azdır» sözü, bu yönden yanlış anlaşılmış, bu bir nevi cür'et olarak bile tavsif edilmiştir. Bu sözün sahibi Kur'an'la hadisi elbette güç yarışması içine koyan bir kişi değildir. Onun kastı şudur: Kur'an ana esasları verdiği için özdür, kısadır. Sünnet tafsilât verir, elbette onun hizmeti daha da çok olmak durumundadır.
Kısaca özetlersek şunları söyleyebiliriz: «Kur'an bir iskelet yapı verir. Yerine göre et, kemik, kas, sinir vb. hep hadisten teşekkül eder. Tenasüp hadisin görevleri arasındadır. Bu mütenasip bünye Peygamber (s.a.) de tecelli etmiş; bir din olarak, bir kültür ve medeniyet biçimi olarak Müslümanlık Kur'an ile Hadisin birbirini tamamlayan, birbirini güzelleştiren, açıklayan yanlarıyla ortaya çıkabilmiştir. Sünnet Kur'an'ı anlatır. Kur'an, yirmiüç yıllık mesâinin; genel anlamdaki sünnetin; Peygamber uygulamasının, Allah tarafın-
dan sınırlan çizilip ayrıca gönderilen bir parçasıdır.
Aslında sünnet tümüyle Kitab'a râcidir. O da aynı şeyleri söylemiştir. Şâtıbî şöyle konuşmaktadır: «Kur'an'ın emrine göre, müslüman Peygamberin hükmüne ve emrine uyacaktır. Bu, sünnetin Kur'an'a rü-cûu ve ona tâbi olması demektir. Kur'aıı mücmeldir, özdür, kısadır. Sünnet ise onu açıklamakla görevlidir. Onu beyan vazifesi hadislere aittir. Dolayısıyla Kur'an ve hadis aynı kapıya çıkar. Kur'an-ı Kerim belirli değer ölçüleri ve prensipler ortaya koyar. Çoğu hukukî olan bu ölçüleri sünnet aşamaz, tecavüz edemez. Dolayısıyla sünnet Kitab'a râcidir. Kur'an'm ortaya koyduğu iki doğrudan birini tercih, Peygamberimizin teşrii gücüne terkedilmiştir. Demek ki kitap ve sünnet aynı şeyi söylemektedir».[41]
Kur'an ile hadisin münasebetleri işlenirken verilen bilgiler kişide bir soru doğurabilir: «Mademki ikisi aynı şeye hizmet etmektedir, acaba Kur'an ile yetinilemez mi?». İslâmm başlangıç yıllarında düşünülmeyen bu mesele zaman zaman çok eski tarihlerdenberi ortaya atılmaktadır. Günümüzde bile bu mevcuttur.» Hadis diye ortaya atılan yalanlarla, bozuk fırka mensuplarının, politik hiziplerin «bunda mühim rolü ve menfaati olmuştur. Onların entrikaları bazan, iyi insanları da safça bu düşünceye itebilmiştir.» Madem ki hadisler sağlam değil, Kur'an sağlam; öyle ise onunla yetinelim» fikri görünüşte çok masum gibidir.
Bu bozuk iddiaya göre, Kur'an-ı Kerim insanlığın din ve dünyası için yeterli prensipleri getirmiştir.-Doğruluğu şüpheli bir takım hadislere ve haberlere bağlanmanın gereği yoktur. Hadisleri yürürlükten kaldıran bu görüşün biraz daha mutedil ve dolaylı hizmet edeni daha vardır. O ise: «Hadisleri Kur'an'a arzeder; uyarsa alır, uymazsa reddeder». Onun metodu da budur. Hatta bu iddia sahipleri arz hadisi adıyla anılan ve bu formülü veren bir hadis de nakletmektedirler.[42]
Hadisçiler başta olmak üzere İslâm âlimleri bu görüşleri ve bunları hadis şeklinde destekleyen bazı uydurmaları araştırmış ve kötü niyet sahiplerinin niyetini ortaya koymuştur. Onların belirttiklerine göre bu fikirler hep Râfizîlerin, Zındıkların uydurdukları yalanlardır. Doğru olan husus şudur; Hadisler ile Kur'an birbirini tamamlayan, birbirini açıklayan dinimizin iki ana kaynağıdır. Her ikisi de aynı esasları getirir. Birbirini tamamlar. İkisi de emreder ve yasaklar. İkisi de birbirine muhtaçtır. Sağlamlığı, Peygambere ait olduğu, yani sıhhati tesbit edilen bir habere uymamak İnsinin müslümanlığım menfi yönden etkiler. Bunun altında; Peygambere uymamak yatar. Sıhhatin tesbit edilememesi, konunun farklı anlaşılması ancak meşru mazeret olabilir. Hadis ve sünnetsiz Kur'an düşünüle-mediği gibi, sünnet ve hadisler de Kur'an'sız tasavvur olunamaz.[43]
Kur'an ve hadis bu denli bütünlük arzederken, onları meselâ nesih meselesi gibi konularda kuvvet yarışma sokmak tehlikelidir. Ayrı ayn iki hizmet görürlerken onlardan birini tercihe kalkışmak ise yanlıştır. Nasslarm dış görünüş bakımından birbirine mü-teârız görünmesi, çelişki tasavvur olunması, bazı bilginleri bu yola sevketmiştir. Meselâ sahih ve fakat haber-i vahid durumunda olan bir hadis, bir hüküm koymuş olsa; o konuda Peygambere ait bir yetki bu görevi yapsa, biz de bir âyeti kendi anlayışımıza göre ona muarız görsek; «Biri âyettir, birisi ise âhâdm haberidir» diyemeyiz. Sıhhati sabit ise o hadisin koyduğu hüküm Peygamber hükmüdür ve Allah admadır.» Hadis, âyete karşı gelmeğe dayanamaz» dediğimiz anda ortaya bir takım «güç yarışmaları ve nasslarm kategorisi» çıkar ki; bu, Peygamber aleyhi s selâmın icraatına ters düşer. Hele hele Kur'an'da bulamadığımız pek çok meselede bu formül işletilirse, artık Hz. Peygamber'in teşri' salahiyetiyle koyduğu ahkâma inanmak istemeyenler ortaya çıkar. İşin tuhafı bu kişiler, Peygambere (s. a.) tanımadıkları salahiyeti kendilerine ve nevalarına tanırlar.
Kur'an bizi Peygambere uymağa çağırır.[44] Her meselede «ille de Kur'an âyeti isterim» diye tutturmak ilmîlik değil, dinî bilimlerden behre sahibi olmamanın remzidir. Bu, insanı hadisleri hafife almağa; Peygamberi tanımamağa götürür. Kaynakları farklı da olsa hadisle âyet aynı yaptırım gücüne sahiptir. Hadisteki handikap, geliş yollarının çok zor tesbit edilmesi, sıhhatinin garanti altına alınmaması, muhalifin «bence bu hadis sahih değildir» şeklindeki taarruzzunun, sahte bir bahane olabilmesidir. Arzettiğimiz bu hususların münakaşası her zaman mümkündür. Pek çoğu, makul gibi görünse de, sağlam temelleri olmayan farazi ve nazarî münakaşalar olmağa veya öyle kalmağa mahkumdur.[45]
Kısa da olsa her iki kaynağın üslûb ve dil özelliklerine temasta fayda mülâhaza etmekteyiz. Aslında mesele dil ve edebiyatla, hatta edebî zevkle ilgisi çok olan bir konudur. Üslûblarm karşılaştırılması, Kur'an'ı da Peygamberimizin eseri olarak görme gafletinde bulunanlar için bir çıkış ve sapıklıktan bir kurtuluş yoludur. Çünkü ilim isbat etmiştir ki aynı şahsm iki ayrı üslûb tutturması muhaldir. Bunu Özel olarak yapmağa çalışsa bile, kendisinin farkedemeyeceği noktalarda eksikler bırakacak, asıl üslûbu mütehassıslar tarafından tanınacaktır. Bu mesele bir bakıma kişilerin el yazılarındaki üslûb tekniğine; kaligrafideki eşsizliğine benzemektedir.
Kur'an'm üslûbuna tam vukuf için, onun indiği
devrin dil mahsûllerini, Kur'an âyetine secde edecek kadar ondaki edebî ulvîîiğe âşık Arabın ruh haletini tanımak gerekir. Kur'an'm üslûbunda tafsilâttan ziyade ihtisar ve öz olarak beyan hâkimdir. Kelimeler ağza takılmaz. Akıcıdır. Hadislerde bu ilâhî talâkat ve selâset yoktur. Onda Arapların günlük konuşmalarında izledikleri üslûb hâkimdir. Meselelerde detayına inme mevcuttur. Hatta karşılıklı konuşma şeklini bile aldığı görülür. Bu yüzden hadisin diline, «konuşulan ve herkesin alıştığı dil» adı da verilmektedir.
Uzmanların belirttiklerine göre, Kur'an'la bir kanun kitabını veya bir ahlâk ve meviza kitabını karşı-laştırsak, konular aynı olsa büyük farklılıklar görürüz. Aynı mukayeseyi, tarih kitaplarıyla, aynı kıssaları işleyen Kur'an arasında icra etsek netice yine aynı olurdu.
Hadisin üslûbu taklid edilebildiği halde Kur'an'm-ki yapılamamıştır. Üslûb farkı lafızlarda olduğu gibi mânalarda da belirir. Kısaca denilebilir ki, gerek hadisin ve gerekse âyetlerin kendilerine has tabiatları ve yapıları vardır. Hadislerde Peygamberimizin yüksek aklının tesiri görülürken, âyetlerde bir yeniden yapma; ibda' ve ibtikâr sözkonusu olmaktadır. Kur'an insanların aklına hitap eder, zevkine yönelir; onları güzele ve doğruya çağırır.[46]
Hadis ilmini tarif ederken kısa da olsa hadis ilimleri deyimine temas etmiştik. Bu bölümde, sözkonusu ilim dallarından bazılarını tanımağa çalışacağız. Önce ilim dalı sözüyle kastettiğimiz mânayı belirtelim. Bütün usûl yazarları ve hadis ile ilgili genel kültür veren eserlerin müellifleri, bu ilme ait ilk bilgileri verirken, hadise bağlı bazı küçük ilimlerden de söz ederler. Hatta bir kısmı bunların müstakil ilimler olduğunu bile ifade ederler. «Nâs'h-Mensûh bilgisi, İlletler bilgisi, Cerh-Ta'dil bilgisi, Rical bilgisi...» gibi geniş muhtevalı ilimlere bu hakkı tanıyanlar olduğu gibi, «Hadislerin i'râbı bilgisi, Galatü'l-muhaddisin ilmi, İsim ve künye benzerlikleri ilmi» gibi nisbeten az messleli ve dar konulu olanlara da ilim adını verenler mevcuttur.
Hicretin ilk asırlarına ait usûl kitaplarında «nevma'rifet» gibi adlar verilen bu bilgi dallarını, ilim şubesi olarak görmek en doğru yol olarak kabul edilmektedir. Çünkü en küçüğünün bile, orta büyüklükte b.r kitap olacak hacimde meseleleri vardır .[47]
Felsefeden ayrılan ve ihtiyaçlarını tamamlayan ilim dallarına rahatlıkla istiklâl tanınmış kendilerine ilim sözcüğü kullanılmıştır. Henüz müstakilleşemeyen lere de «disiplin» adı verilmektedir. Bu tür ilimcikler, kendi metodlarına kavuşamamış, fakat ilim olma yolunda ilerlemeye devamlı bilgi dallarıdır. Sözünü ettiğimiz ilim dallarında da durum aynıdır.[48]
Hadis ilimleri gurubunda onbeş kadar ilim dalı vardır ki, kendi özel kanunları, metodları, literatürleri, tarihçe ve problemleri vardır. Ömürler tüketebilecek hacimde müstakil ihtisas sahası olmuşlardır. Şöyle söyleyelim: Uzun yıllar İslâmi İlimler ve genel hadis okuyan bir kişi, ihtisas dalı olarak bunlardan birini seçse, otuz-kırk yıl kadar da özellikle bu ilim dallarından seçtiği biriyle uğraşsa, kendisi gibi daha nice âlimlere yetecek, onların da ömürlerini kaplayacak yepyeni meselelerin varlığını hayretle görür.
Ayrıca elliyi aşkın küçük bilgi dalı daha vardır. Bunların da özel ilim şubeleri olduğu belirtilmesine rağmen, genel hadis bilgileri içinde kendilerine ve konularına kısaca temas edilerek meselelerin tafsilâtı o sahadaki kitaplara terkedilmektedir. Bir örnek verelim: Hadis râvilerinin çeşitli problemleriyle uğraşan bir düzine ilme, topluca Rical ilmi adını veriyoruz. Bilgi dalını tanıtıyor, kısaca kesiyoruz. Doğrusu mesele burada bitmemektedir. Bu gurubun içinden seçeceğimiz en küçük bir tanesinin hacmini anlamağa çalışalım; râvilerdeki isim benzerliklerim konu alan Mtiteşâ-bih bilgisi, yazılış ve okunuşları aynı fakat ayrı şahıslara delâlet eden, râvi adı baba adı vesaireyi işleyen Müttefik - Müfterik bilgisi, hat yönünden aynı, okunuş ve söylenişleri ayrı isimler bilgisi Mü'telif ve muhtelif. Bu üç ilim, veya bölerek söyleyelim beş ilim, bazan tek ad altında, hatta adlandırmadan da işlenebilmek-tedir. Genel bilgiler verilirken bunlara yarım sayfayla temas edilir, birkaç örnek verilir, iş yeterli görülür. Halbuki bu tür isimlerin toplandığı, meselenin kaidelere bağlandığı hallerde, ortaya hacimli, belki ciltlerle biyografik kitaplar çıkacak, isim benzerlikleri lügatleri tanzim edilecektir.
Cerh-Ta'dil'i ele alalım. Kısaca nazarî bölümde meselelerine temasla iş bitmemekte, onlarca ciltlik biyografik sözlükler devreye girmektedir. Bu binlerce kişinin hadisi ilgilendiren meseleleri, detaylı incelenince, bugün için adını işitmediğimiz irili ufaklı pek çok ilim dalı ortaya çıkacak, gelecekte Hadis bilgileri gurubu
yeni yeni üyeler kazanabilecektir. Sırf yukarıdaki müteşâbihe ait üç-beş yüz isim belirince, ortaya kendiliğinden bir ilim doğmaktadır. Elbette bu ilmin metodu, uğraşanları ve literatürü belirecek, problemleri çoğalacaktır.
Günümüz, matbaanın ve baskı sanatının en üst düzeye eriştiği bir gündür. Yazma eserler hayata veda edeli yüzlerce yıl olmuştur. Harekeli harf ve kolaylıklar keşfedilmiştir. Buna rağmen ilmi eserlerde Ali Kuşçu (Ali Kavşecî), Kutluboğa (Kutalboğa), İbn Uleyy (İbn Aliyy) yazılmakta, elde bir ölçü kitap bulunmamaktadır. Öğrenciliğinde isimlerin müşkilini çözen Hind baskısı böyle küçük bir eseri gören kişi, yıllarca bulunduğu vilayette o kitabın hasretini çekmektedir. Baskı işleri mükemmel yaygm Türkiye ve ilim yolcusunun çektiği kitap hasreti.. Arzettiğimiz gibi bu gün bile, özel isimlerin coğrafî isimlerin doğru okunabilmesi adeta bir ihtisas konusu olmuştur. Mesele böyle olunca, farzedelim bir genç araştırıcı müdellis râvi-îer için bir biyografi lügati yapmış ve bunun için yıllar harcamış, yadırganmamalıdır.
Hadis ilimleri başlığında yirmiye yakın ilmi görüşeceğiz. Kısaca meselelerine, tarihçe ve hacmine temas edeceğiz. Kitabın sonuna konulacak bir listede de o bilim dalma ait eserleri toplu olarak vereceğiz. Böyle yaptığımız için, eski tertipteki bilgiler bazan yer değiştirecek, usûl meselesi olarak değil de, o ilimde bir mesele olarak temasla yetinilecektir. Bunun dışında bir yol tutulması, arzettiğimiz ilim dalları için müstakil eserlerin telifini gerekli kılacaktır.[49]
Hz. Peygamber (s.a.) den gelen hadislerin veya o devrin bize intikal eden tüm merviyyâtmm doğruluk garantisi, yahut kontrol malzemesi olan râviler zinciri yani sened, bunların sevk sistemi olan isnâd orijinal bir usûl olarak kabul edilmiş, bu ümmete has sayılmış [50]çeşitli meseleleri inceleme konusu yapılmıştır. Senetteki şahısların râvi olmaları yönünden değerlendirilmeleri hadis bünyesinde hadis ricali ve rical tenkidi gibi iki ana ilmin ve onlara bağlı ilimlerin doğmasına yol açmıştır. Cerh - Ta'dil ilmi, hem nazarî kaideleri ve hem de şahısların biyografilerini tesbiti zaruri kılmıştır. İşte hadis ricali bilgisi bu ilimlerden birini teşkil etmektedir. Aşağıda görüleceği gibi, Hadis ricali ilmi de kollara ayrılmaktadır. Biz sadece onların bir listesini verebileceğiz.
Erkek ve kadın farkı gözetmeden, hadisi nakledenlerin, râvi olmaları yönünden hayat hikâyelerinin ve kişiliklerinin lüzumlu yönlerini, belirli ölçülerle veren bu ilim dalı, genel tarih ilminin bir parçası olarak da mütalaa edilebilmektedir. Biyoğrafya tesbitine hadisin ilim olarak tesiri kabul olunmaktadır. [51]Bu fikrin ranmda, yani rical bilgisini genel tarihin bir sonucu görme eğiliminin yanında, onu tamamen hadisçilere has orijinal bir mesai olarak gören fikir, ekseriyetin fikridir. Bu farklı değerlendirmelerde, râvilerin biyografilerini veren kitaplara tarih adının verilişi mühim rol oynamaktadır.[52] Rical ilminin konusu şahısların tanınması olunca, ilmin muhtelif şubeleri, görülecek işi paylaşmış ve ortaya branşlar çokluğu çıkmıştır. Rical ilminin hizmetini paylaşan ilim dalları şunlardır:
a) Doğum ve vefat tarihleri bilgisi,
b) Lakap, nesep, künye, isim tesbit eden bilgi dalı,
c) Râvi ve muhaddislerin doğup büyüdükleri yerler, ilim için seyahat yaptıkları (r.hlet için çıktıkları) ülkeler bilgisi,
ç) Talebelerini ve hocalarını sözkonusu eden bilgi dalı,
d) Hadis râvilerini belirli yollarla cerh ve ta'dil eden; haklarında müsbet veya menfi görüş beyan ederek, kabul veya redlerine sebeb olan ilim dalı,
e) Benzer ve ayrı isimleri konu edinen ilim,
f) Sağlam ve zayıf râvileri tanıtan ilim dallan, müdellisleri ve diğer sahtelikleri işleyen; şahısların kardekslerini tutan bilgi dalı,
g) Sahabe, tâbiûn ve etbâ' bilgileri,
h) Yaşça büyük olanların küçüklerden, küçük olanların büyüklerden; babaların oğullardan, oğulla-rm da babalardan yaptıkları rivayetleri konu alan ilimler.
İlmin değeri bir bakıma gördüğü hizmet demektir. Hadislerin doğruluklarının tesbitinde, kişiliklerin ölçüye vurulması büyük bir değer taşır.[53] Peygamberimizden itibaren hiç olmazsa büyük hadis koleksiyonlarının tasnifi zamanına kadar geçen devredeki şifahi rivayeti yerine getiren zatları, bu ilimler yardımıyla tanımaktayız. Vakıa şudur: Rical bilgisi hadis râvileri-nin tanıtımını yapacak, kendilerine inandığımız bu râ-viler de bize hadisi tanıtacaktır. Önce şahsın kontrolü, sonrada onun getirdiği haberin tasdiki. [54] Aşağıda arzettiğim mealde de görüleceği gibi, müslümanlar, haber getiren kişinin tahkiki konusunda uyarılmış, onu araştırma ile emrolunmuşlardır. Hadisler de netice itibariyla birer haberdir. Onu getirenlerin kimler olduğunu aramaksa, işitenlere düşen bir görevdir. Durum böyle olunca; râvinin ismi, memleketi, yaşı, çevresi, şeyhleri, gezdiği memleketler, dine bağlılık durumu, hafızası, haberindeki kronolojik tesbitler... Hep araştırılacaktır. Bütün bunlar, sözkonusu edilen ilm sayesinde mümkün olmaktadır.
İlim dalının çok erken tarihlerden itibaren başladığını kaydedebiliriz. İlk meşgul olan zatın Buharı olduğunu söyleyen Subhi Salih, aynı satırların devamında İbn Sa'dın daha önceki asırlara atıflar yaptığını, o çağların, rical bilginlerinin adlarını verdiğini zikreder.[55] Şiânın pek çok konuda olduğu,gibi burada da önceliğin kendilerine ait olduğu iddialarına temas edelim. [56]
Rical bilgisinin hizmetlerinden bir kaçma temasta fayda vardır. Arzettiklerimiz dışında bu ilim, ayrıca, Peygamberimizin (s.a.) sözleriyle, sahabe ve tâbiûn sözlerinin ayırımında, kusurlu bazı hadislerin tesbitin-de, cerh ve ta'dilin icrasında mühim görevler yapar. Çeşitli hafıza bozuklukları, tarih ve kronoloji ile tesbit edilebilecek durumlar açısından rical bilgisinin değerini tanıtma gayesiyle birkaç söz eklemek gerekmektedir. Râvilerin bir kısmında ömürlerinin sonuna doğru veya hayatlarının belirli bir bölümünde bir takım rahatsızlıklar, zihnî yorgunluklar ve ihtilât adı verilen haller görülür. Bu kabil râvilerden alman hadisler için çok dikkatli davranılmış, onların rahatsızlık zamanları tesbit edilmiş, sadece sağlıklı bulundukları devrelere ait nakilleri makbul sayılmıştır. Bütün bu tesbitler rical ilmi sayesinde yapılmıştır. îhtilâta uğrayanların hastalık zamanları, hadis aldıkları ve verdikleri şahıslar hep bu râviler tarihi ilmi sayesinde açıklığa kavuşturulmuştur. İhtiyaçlar zamanla bu ilim dalını geliştirmiş o da, hadislerin nesih, tercih, takviye ve benzeri durumlarında mühim görevler yapmıştır.
Hadis ricali bilgisini başka tarzda bölümlere ayıran ve tasnif edenler de olmuştur. Bu taksimlerden birisi, telif edilen eserleri nazar-ı itibara alarak bölünmeyi yapar. Bu takdirde ortaya şu manzara çıkmaktadır:
a) Sika (mutemet) ve zayıf râvileri karma olarak (asnif eden kitaplar,
b) Sadece sağlam râvilere ayrılan koleksiyonlar ve biyografi lugatları,
c) Tedlis dediğimiz kusur ile tanınan râvilerin toplandığı eserler,
ç) Belirli bir hadis kitabında (mecmua, koleksiyon) geçen hadislerin râvilerine tahsis edilen özel eserler. Bu taksimlerde, sahabe ve sonraki nesillerin biyografyasmı yazan kitaplara temas edilmemiştir.
Dr. Zübeyr Sıddikî'nin taksimi daha da ihatalıdır.[57] Bu zata göre rical ilmi ve kitapları şöyle sıralandırılın alıdır:
a) Kronolojik eserler,
b) Biyografi (tercemei hal) kitapları,
c) Cerh ve ta'dil ile uğraşan eserler.
Aynı zatın bir diğer taksimi ise şöyledir:
a) Umumi eserler,
b) Hususi biyografi kitapları (bunlar da kendi arasında üç kısma ayrılmaktadır: Sahabe biyografilerini ihtiva edenler, muayyen bir bölgede yaşayan veya oraya seyahat eden râvilerin biyografilerini ihtiva edenler, çeşitli hukuk mekteplerine ait râvilerin biyografilerini ihtiva edenler.
Bu ilim dalının meşhur simaları- arasında; Buharî, Halife b. Hayyât, Ibn Sa'd, Yakub b. Süfyân, Ebu Bekr b. Hayseme, Ebu Mansûr Barudi, Süleyman b. Ahmed Taberânî, İbn Abdulberr, Ebu Abdullah Zehebî, îzzüd-din Îbnu'1-Esir, İbn Hacer, Suyûti gibi zatları saymak mümkündür.[58]
Hadis ilimleri gurubuna bağlı her ilim dalıma müşterek gayesi, Hz, Peygamber'e ait olan sözlerle, ona izafe edilen yalanlan ayırdetmek, aynı konuda sahabe ve onlardan sonraki nesillere ait olan haberlerle, onlara ait olmamasına rağmen kendilerine izafe olunanları ayırd etmektir. Bunu belirli usûllerle yine belirli ilim dalları gerçekleştirir. Hadis usûlünün ince süzgeçlerinden geçen her haber, artık tehlikeyi atlatmış sayılamamaktadır. Burada mütehassıs olan, sezgiye mâlik muhaddislerce gerçekleştirilen bir imtihan, bir ayıklama daha geçirmesi gerekmektedir. Hadis illetleri bilgisi dediğimiz ilim dalı işte bu son kontrolü yapar.
İllet kelimesi, hadislerde çok zor teşhis edilen, hemencecik görülemeyen gizli kusurlar için bir ıstılah ve bir terim olmuştur. «Her türlü noksan ve ayıptan kurtulmuş tertemiz görünümlü bir hadisin, hakikatte sıhhatini bozabilecek gizli bir Ta'n ve Kadh sebebi varsa işte bu illettir.» Görünüşte hadiste hiçbir kusur yoktur. Böyle olan hadislere muallel veya malûl hadis adı verilmektedir. Bunlar artık sakin veya zayıf diye adlandırılan hadislerin birer nev'i olmaktadırlar.
Neysâbûrî'nin de dediği gibi bu bilgi dah; «Sahih, sakîm, cerh ve ta'dil bilgileri dışında, başlı basma bir ilimdir» [59]Abdurrahman b. Mehdi; «Bende olmayan yirmi hadisi yazmadansa, bir hadisin illetini öğrenmem bana daha makbul görünmektedir» [60] şeklinde, ilmin yüceliğine işaret etmiştir. Bu ilme yetecek gücün kişide teşekkülü, ince bir sezginin husulü «Allah vergisi» olarak adlandırılmaktadır. Hadisin illetlerini bilen mütehassıslar sarraflara benzetilirler. Onlar nasıl altın gümüş ve benzeri değerli madenlerle, kıymetli taşları çoğu kere uzmanlıkları ve sezişleri ile bilirlerse; basiretli bir muhaddis de, hadiste aynı hizmeti görmektedir. Hadisin illeti hakkında, uzman bir şahsın verdiği hüküm, benzeri âlimlerle yapılacak bir karşılaştırma, habersiz gerçekleştirilen bir kontrol ile bilinir. Bunun örnekleri usûl kitaplarında anlatılır.[61] İllet denilen gizli kusurlar, bazan sağlam bir râvinin rivayetinde bile bulunmakta, onlar dahi bu gizli duruma muttali olamamaktadırlar. Neysâbûrî bu mühim iş için; hıfz, ma'rifet, fehm olmak üzere üç tane güçlü sıfatı şart koşmaktadır. Şüphesiz bunların bir kısmı, uzun yılların geniş tecrübesi ile sağlanabilir.
İlletlerin ortaya çıkarılmasında, adı geçen üstün vasıflar yanında büyük bir ehliyet ve hadisin bütün tarîklerini bilip araştırma mecburiyeti de gerekmektedir. İbnu'l-Medinî bunu şart koşar. Tarîklerin bilinmemesi halinde, illetlerin teşhis 've tesbiti mümkün olamamaktadır. İlletlerden bazıları sınırlandırılıp kaideler haline getirilmiştir [62]Tümünü tesbit ise şüphesiz mümkün değildir. Çünkü çoğu kez illet, ilk defa ve sadece o hadiste görülebilmektedir.
Belirli bir sahabinin şahsından rivayet edilen hadis, bir belde halkının yanlış rivayet etmesi yüzünden bir başka sahablden rivayet olunmakta, bu durum çok gizli bir illet konusu olabilmektedir. Çok defa senette olan illet, metin de de olabilmekte, bazan da iki yönlü olmaktadır.
Bir İlham ve bir hak vergisi olarak da adlandınlan bu ilim dalında çok fazla mütehassıs yetişmediği söylenirse de, aksi de savunulur. Nitekim, ilel bilgi dalının zorluğu sebebiyle telifin az olduğu görüşüne karşı merhum Muhammed Tayyib Okiç şunları söylemektedir: «Halbuki bu branşın ağırlığını itiraf etmekle beraber ben, bu sahadaki te'lifatm azlığına asla kani değilim. Zira meşhur hadisçilerden birçoklarının bu mevzuda değerleri eserleri vardır» [63]
Meşhur illet bilginleri arasında: Ali b. Medinî, Abdurrahman b. Mehdi, Ahmed b. Muhammed b. Hanbel, Muhammed b. İsmail Buhârî, Yakub b. Ebu Şeybe, Ebu Zür'a Râzî, Müslim b. Haccac Kuşeyrî, İbn Ebu Hatim, Ebu İsa Muhammed Tirmizî, Ebu İshak Neysâbûrî, Ebû Bekr Ahmed Hallal, Dârakutni, Ebu'l-Ferec İbnu'l-Cevzî, Esram Ebu Bekr, İbn Hacer... gibi değerli zatlara raslamaktayız.[64]
Hadis adı altında uydurularak piyasaya sürülen ve Peygamberimize ait gibi gösterilen bir takım haberlerin varlığı, hemen hemen çıkış tarihlerinden beri bilinmektedir. Hatta bunlardan bazıları, sahih hadislerden çok âlimler ve halk arasına yayılmış durumdadır. Hadis diye uydurulan bu sözlerin çıkış zamanı ile, İslâm ümmeti içindeki dinî ve siyasî ihtilafların zuhurları paralellik arzeder. Çıkış merkezi de bellidir.[65] Sahabenin Peygamberimizin ağzından yalan uydurup onu yaydığına dair usûl kitaplarının bazıları tarafından zikredilen, fakat tevsiki yapılamayan bir dünürlük vak'ası dışında [66]hiç bir olay zikredilmemektedir.- Sahabenin dürüstlüğü ve sünnete sarılışları, ondan ayrılma korkuları ilim dünyasınca örneklerinin bolluğu ile bilinen bir husustur.
Çeşitli sebep ve âmillerle ortaya çıkan ve yayılan bu uydurmalara karşı ilmî ve idarî savaş çok erken tarihlerde başlamış ve amansız olmuştur. Din demek olan hadis ve sünneti müdafaa uğrunda her türlü gayreti sarfeden ilim adamları, Peygamberimizin (s.a.) daha sağlıklarında herkesin üzerine dikkatlerini çekmiş olduğu Kizb ale'r-Resûl (Peygambere yalan isnadı) günahına karşı hayli tedbirli olan sahabeden aldıkları ruhu devam ettirmişler [67]hadis diye uydurulan sözleri tanımayı bir bilgi dalı olarak tesis etmiş ve bu sahada kıymetli mütehassıslarla, değerli eserlerin meydana çıkmasına vesile olmuşlardır.
Pek çok muhaddis bu nevi uydurmaları hadis bölümleri arasına almamaktadır. Ne var ki, İbn Salâh gibi bir kaç zat bu yoldan ayrılmış, onları «zayıfların en kötüsü ve zararlısı» (şerru'l-ehâdisi'd-daîfe) deyimi ile taksimin içine sokmuşlardır. Bunun savunulması gayet güçtür.[68]
Bu tür haberlerin okutulması iyi görülmemiştir. Ancak ilim adamı bunların zararını ümmete tanıtıp, onları koruma gibi bir niyetle bu işe yönelmiş ise o zaman tebcil edilmiştir. [69]
Çeşitli meseleleri bulunan el-Mevdûat (mevzu -uydurma hadis) bilgisi üzerine muhtelif çalışmalar yapılmış; bazı eserler yalancıları tesbit ederken diğer bir kısmı da bu sözleri değişik teknikte toplamış, bir başka gurup ise mevzuatı tanıtıcı usûl ve kaidelere eserlerim tahsis etmişlerdir. [70]
İlk asırlarda uydurmalara karşı savaşan bilginlerin eserleri, ortaya koydukları kaideler telif edilememiş, kitap şeklini alamamışsa da, sonrakilere çığır açmış ve onlara kaynaklık yapmışlardır. Bu âlimler arasında, sahabe ve tâbiûn âlimleri dışında kalan; İbn Hibban Bustî, İbn Adiyy, Yahya b. Sa'îd, Abdurrah-man b. Mehdi, Yahya b. Me'în, Ahmed b. Muhammed b. Hanbel, Buharı, Nesâî gibi zatlara Taslamaktayız.
Özellikle mevzuatı toplayan eser sahipleri arasında, Muhammed b. Tâhir Makdisî, Abdurrahman b. Cevzî, Ömer b. Bedr Mevsılî, Muhammed b. Hasen Sa-ganî, İbn Teymiyye Harrânî, Suyûti, İbn 'Arrâk Kinâ-nî, Ali Kâri zikre değer.[71]
Edebü't-tâîib ve'ş-şeyh, Edebu'1-imlâ ve'l'istimlâ, Âdâbu'l-kırâe ve's-simâ', Edebuserdi'l-hadis... gibi daha pek çok isimle de anılan bu dal, «öğrenim ve öğretim teknikleri ile uyulması gerekli terbiyevî kaideler» üzerinde durmaktadır. Eskilerin edeb diye adlandırdıkları edeb ölçüsü ve bir nevi yaptırım gücü içinde gördükleri çoğu pedegojik olan bu kaidelerin, bugün için de orjinalitesini koruduğu, geçerli olduğu görülür. Meseleyi iki yönlü görmek gerekmektedir: Teknik edepler, mânevi edepler.
«Hadislerin kitaptan veya ezber nakli, unutulan bir hadisi rivayet yolları, hafız olmayan a'mâmn ve ümmî kişinin rivayetleri, başkasına ait olan bir nüshadan hadis rivayeti, ezberlenen ve yazılan hadisler arasındaki uyuşmazlığın çözümü, mâna ve lafız olarak hadis rivayeti; şartlan, kısaltarak hadis nakli, ha-
dislerin bölümlere ayrılarak veya iktibaslar yapılarak verilmesi, hadis rivayetinde mâruz kalman yanılmalar ve yapılan yanlışlıklar, onların düzeltilme yolları, sened ve metnin önde veya sonda zikredilmesi...» gibi bir çok teknik mesele, hadis rivayetinde teknik edepler içinde mütalaa edilebilir. Mânevi olan edepler de iki yolla açıklanabilir:
a) Tâlib'e yani öğrenciye ait uyulması gerekli edepler,
b) Şeyh'e yani hocaya ait olan, öğretim sırasında tatbiki gereken edepler.
Birinci maddedeki edeplerin başında «niyet dürüstlüğü» gelmektedir.[72] Bu durum hoca için de geçerlidir. Dünyevî gayelerden sıyrılmış bir hadis öğrenimi isteği çok değerli sayılmakta, ısrarla tavsiye edilmektedir. Büyük hadisçilerden Süfyan Sevri; «Allah'ın hoşnutluğu için hadis tahsilinden daha faziletli bir amel bilmiyorum», demiş diğer bir âlim de; «salihler anıldığında rahmet yağar» ölçüsünü hatırlatarak ve «Resûl-i Ekrem'in sal.hlerin başı» olduğunu kabul ederek bu rahmetten faydalanmak için hadis yazıp okuduğunu ifade etmiştir. [73]
İslâm ahlâkı ve imanı ile süslü şahsiyetini, güzel amellerle geliştirdikten sonra; anlayış [74]hafıza keskinliği, çalışma azmi dileme ve Allah'tan başarılı bir tahsil niyazında bulunma da ikinci edep sayılmıştır. Derslere başlarken Allah'a hamd, zikir ve dua, Peygamberimize (s.a.) salât ve selâm, Kur'an tilâveti hep edep olarak zikredilmiştir.
Biraz da teknik bir mesele olan «talibin yaşı» konusu üzerinde farklı görüşler serdedilmişse de, «anlayış ve zabtedebilme» bu iş için ölçü alınmıştır. Hadis öğrencisi Önce kendi yurdunda öğrenime başlamalı, sonra çevreye taşmalıdır. Belirtilen en mühim hususlardan bir de öğrendiği ile amel etme zorunluluğu olmuştur.
Normal bir öğrenci gibi ele alınarak hadis talibine; tekrar, müzâkere, karşılaştırma, tashih vb. hususlarda yapılan tavsiyeler de edepler arasındadır. Bu edeplerin en mühimlerinden birisi de; okuyacağı ilim dallarında takip edeceği sıra ve her bilgi dalından, öğrenmesi ve okuması gereken eserlerin listesi olmaktadır, îbn Salâh eserinde böyle bir liste vermekte; Buharı ile Müslim'in Sahihlerine, tarih-cerh ve ta'dil bilgilerine, esma kitaplarına öncelik tanımaktadır. [75] Hadis hocasında bulunması uygun görülen pek çok yüksek vasıf, öğrenci için de -zikredilmektedir. Âlim, ahlâklı, iyi niyet sahibi, her yönden akıllı [76] bir şeyh, talebe için en müh:m tahsil unsurudur. Hadis tedrisinde sınır olarak hocaya, aklî melekelerin elverdiği zamana kadar kaydı konmuştur. Hadis okutan âlimin, Kur'an'ı ezber etmiş olması şart koşulmuş, bazı bilginler, hafız olmadan kendilerine hadis okutulmadığını nakletmişlerdir.
Hadisçilerde iyi bir silsile-i merâtip (ilmî hiyerarşi) mevcuttur. En ehil olan zatın ders okutması uygun görülmekte, bu hususa riâyet üzerinde titizlikle durulmaktadır. İlimde ehliyetlinin otoritesine boyun eğme zedelendiği takdirde, haddini bilememe hastalığı da eklenince çeşitli üzücü haller zuhur edebilmektedir. Ama hadisçilerde bu husus önceden engellenebil nıiştir.
Hadisçinin imlâ meclisi kurması da bir teknik edep sayılmış, yazı şartlarının gereği, bir kitabın nüshalarının çoğaltılması çok kere bu yolla olmuştur: Hem ders okunmuş ve hem de yüzlerce tashihli nüsha meydana getirilmiştir. Söz konusu imlâ sistemi ayrı bir öğrenim tarzı olarak gelişmiş, belirli zamanlara kadar bu iş sürmüştür. Derslerden önce Kur'an-ı Kerim tilâveti, derslere temiz bir kıyafetle gelme, güzel kokular sürünme, sesi nakleden kişilere (müstemlîle-re) görev verme, kâğıt hokka ve benzeri yazı malzemesini edebe uygun tarzda taşıma ve hazırlama... hep edepler arasında zikredilmiş hususlardır. [77]
Matbaanın bulunmadığı yazma eserler çağma ait bazı teknik edepler, Rânıehurmuziden itibaren usûl kitaplarında zaman zaman verilmiş, böylece bir sistem oluşturulmuştur. el-Muhaddisu'1-fâsıl'da; «Tasnifle bablara bölme, noktalama ve yazı işaretleri kullanma, kenarlara dipnotlar ve haşiyeler çıkma, kağıdın yanlış olan yerini kazıma, darbetme, hadisler arasına daire, çiçek ve benzeri ayırıcı işaret koyma, imlâ usûlleri, mebcidlerde imlâ meclisleri kurma vb.» edepler anlatılmaktadır.[78]
Abdülkerim b. Muhammed Sem'ânî adlı bilginin Edebu'1-imlâ ve'I-istîmlâ adlı kitabı bu konuda en değerli kitap olarak gösterilmektedir. [79]Katîb Bağdâ-dî'nin henüz yazma olarak kalmakta devam, eden el-Cami'li ahlâki'r-râvî ve âdâbi's-sâmi' adlı eserinin de bu konuda pek çok kıymetli bilgiler taşıdığı zannedilmektedir. [80]
Tarihte mühim görevler yapan teknik ve manevî edepler bilgisi'nin günümüz ve geleceğin şartlan ve öğrenim yuvaları açısından geliştirilmesi, eski değer ölçülerinin bugünün ilim yuvalarına intibak ettirilmesi; güzelliklerin devamı ve yeni sağlam ve güzel esasların ilâvesi, günümüzün ve geleceğin bilginine ait mühim görevler olmaktadır. [81]
Bu ilmi, râvinin tenkidi; «cerh ve ta'dil» adı altında vermek klasik isimlendirmeye daha uygun düşerdi. Biz hadis içindeki, muhteva tenkidini (iç tenkid) de nazar-ı itibara alarak bu şümullü başlığı verdik. Rical bilgisinde arzettiğimiz gibi, her ne kadar cerh ve ta'dil kişilerin biyografilerini de konu olarak almış olsa da, onun nazarî ve teknik bölümleri vardır. Tenkid kaideleri ve prensipleri mevcuttur. Bu nokta gözden uzak tutulmadığı için müellifler; ya tek başına bu kaideleri kaleme almış, biyografileri başkalarına bırakmış veya eserinin ilk ciltlerini bu teorik meselelere ayırmıştır.
Râvilerin cerh ve ta'dili (haklarında râvi olarak değerlendirme yapılıp müsbet veya menfi görüşler belirtilmesi) külfetsiz mânada da olsa sahabe gününde mevcuttu. İbn Abbas, Ubâde b. Sâmit, Enes b. Mâlik bu konuda örnek isimler olmuştur. îmam Ali b. Ebu Tâlib râvilere yemin teklif ederken, îmam Ömer b. Hattâb da, İmam Osman (r.a.) da devirlerinde herkesin aklına geleni rivayet etmemesi için tedbirler almışlardır.
Nakd-i ricalde hedef, «hafız ve mütehassıs olan bir hadis bilgininin, çeşitli kusurları yüzünden bir hadis râvisini reddetmesi, rivayetini kabul etmemesi; veya aynı râviyi, hadise ve rivayete elverişli bir şahsiyete sahip olduğu için rivayette kabul etmesi meselesi»
olmaktadır. Bunlar kısa kısa lafızlarla belirtilir. Bir iki kusur, râvinin reddini mümkün kılınca, diğer ayıplan ve kusurları sayılıp dökülmez.
Cerh ve ta'dil veya bir başka deyişle hadislerin tenkidi, ricalinin eleştirilmesi dinimize ve ahlâkımıza ters düşen bir faaliyet değil, aksine; «Islâmın ve sünnetin korunmasına yönelmiş kudsî bir emek» olmaktadır. Hadis nakledici şahısların' doğru ve emin insanlar olup olmadıkları meslek ve meşrepleri, memleket ve çevreleri ile yaptıkları ilmî faaliyetler, üstâd-ları ve talebeleleri... ancak bu nevi tenkidler sayesinde bilinmektedir. Bu tenkidlerle doğru ve dürüstlüğü bilinen kişinin verdiği haber inandırıcı olma yolunda merhale katetmiş olmaktadır.
Durum böyle olmasına rağmen, çok erken devir-lerdenberi, yapılan bu tenkid faaliyetinin şer'î geçerliliği ve hükmü üzerinde durulmuş, bazan saf ilim adamları bazan da tenkitten hoşlanmayanlar, bunun meşru olmadığını iddia etmişlerdir. Büyük islâm bilginleri cerh ve ta'dilden maksadın ne olduğunu açıklamış, gereken yerlerde kişiler hakkında konuşmanın doğruluğunu, dine uygunluğunu savunmuşlardır. Bu yerleri şöylece sayabiliriz: «Kötülüğü önleme, birisinden şikâyette bulunma ve tazallüm, fetva talep ederken kişilerle ilgili konuşmak, müminlere kötüyü ve kötülüğü tanıtma, bid'at ve fısk enlinin durumunun -zararlarım önlemek için - açıklanması, ferdlerin beden ve kıyafetlerinden yararlanılarak tarif edilmeleri»[82] Ehil olan bilginler, belirli ölçüler içinde, kişiyi hadis râvisi olarak ele alıp, dini hayatına ve hafıza durumuna ait kusurlarını veya meziyetlerini ararlar ve bunu dini .koruma namına neşrederler. Bu sayede sahtekâr ile dürüst ferd; sika ile, zayıf; müdellis ile yalancı vs. belli olur.
Hal böyle olmasına rağmen, râvilerin cerh ve ta'-dil işinin dinen çok sorumluluk gerektirdiği ve zor bir iş olduğu da meydandadır. Bu görev, mesuliyet duygusu ile beraber, uygulayıcılarda bazı vasıf ve hasletleri gerekli kılmaktadır. Yanlış bir adım atıldığı takdirde, doğru ve emin bir şahsı fena tanıtmak mukadder olacağı gibi, aksi de vârid olacaktır.
Tenkitçinin (cârin veya muaddil olan zatın) her şeyden önce; dindar, ilim sahibi, uyanık, anlayışlı, nefsine hâkim, tesir altında kalmayan bir kıymet olması şarttır. Bütün bu yüksek vasıfları yanında câ-rih ve muaddil, tenkid ettiği şahıslan yakından tanıyacak; onlann rivayet ettiklerini, tarîklerini, memleketlerini, ahlâk, dikkat ve zihnî yapılannı, diğer lüzumlu yönlerden durumlannı bilecek güçte olacaktır. Bu yüzden cerh-ta'dilde kronoloji ve tarih mühim unsurdur. Bunlar yalancılara karşı en tesirli silahtır.
Kısaca tanıtmağa çalıştığımız bu kıymetli bilginler, bazan beklenenden daha fazlasını vermiş, bazan da yumuşak davranmış veya öyle tanınmışlardır. Bu yüzden tenkidçileri üç gurupta toplayanlar olmuştur:
a) Ta'dil işleminde; râvl hakkında müsbet görüş belirtmede şiddetli davrananlar: Bu zümre, tenkidleri-r.in amansızlığı sebebiyle bazan ifrat derecede hassas davranmış, küçük hatalanndan dolayı râviyi cerhet-miş, sikalıktan düşürmüştür. Hadisçilerin belirttikle-
rine göre, «bu gurubun iyidir dediği râvüerin haberleri tereddütsüz kabul edilmeli», zayıf veya muteber değil dedikleri hakkında, başka tenkidçilerin görüşü alınmalıdır. Olabilir ki içlerinde iyi ve sağlam râviler vardır. Süfyan Sevrî, Yahya b. Sa'id Kattan, Ebu Hatim ve oğlu İbn Ebu Hatim bu guruba mensup âlimlerden sayılmışladır.
b) Cerh işleminde, yani menfi kanaat beyanında mülayim davrananlar: Bu bilginler müsamahakâr ve hoşgörülü tanınırlar. Başkalarının mecruh saydıkları, kabul etmedikleri râvileri onlar kabul ederler, ta'dil ederler. Durumları bilinmeyen mechûlü'1-hâl olanlar hakkında bile onlar olumlu düşünürler, onları sağlam râvi sayarlar. Tirmizî, Taberânî Tahâvi, İbn Hazm... bu bölümdeki tenkidçilerdendirler.
c) Mutediller: Orta yolu tutan bilginler: Bu münekkitlerde aşırılık olmadığı gibi, aksine iyiden iyiye araştırma ve normal tenkit etme vasıfları mevcuttur. Cerh ve ta'dili ellerinden geldiği ölçüde itidalli yapan bu guruba; Ahmed b. Muhammed b. Hanbel, Dârakut-nî, İbn Adiyy örnek verilmektedir.[83]
Râvilerde kusur teşkil edon haller, onların dindarlıkları, hafıza ve akıl durumları ile ilgili hallerdir. Beş kusur râviyi. adâet vasfından yoksun bırakır. Yani bu beş kusur olan kişi, dinî sağlamlık açısından kusurlu görülür, böyle bir kişinin rivayetine sağlam nazarıyla bakılmaz. Diğer beş kusur daha vardır ki onların râvi-de bulunuşu, şahsın zapt meleke ve vasfını zedelemektedir.[84]
Hâvinin yalancılığı, onun adaletini (dindarlığım) gideren en büyük kusurdur. Yalancı olan râviyi ten-kidçi; kezâb, vaddâV deccâl gibi, kısa ve menfilik belirten kelimelerle tanıtır. Artık şahsın diğer halleri uzun uzun sözkonusu edilmez. Yalancılar sonra tövbe de etseler, durumları bir kere şüphe doğurduğu için, rivayetleri ilelebed kabul edilmez. Günlük hayatta yalancı iken tevbe eden kişinin, hadis rivayetinde yalanı olmamışsa bazı âlimler onun hadisini kabul eder. Büyük muhaddis Ahmed b. Muhammed b. Hanbel; «Tev-besi Allah ile kendi arasında bir şeyd!r. Fakat hadisi ebediyyen alınmaz» demiştir. [85] Râvinin yalancılıkla töhmetti olması yukardakinden daha hafif bir kusurdur. Ama o da, râviyi tenkide sebeb olur. Burada hadis dışı yalanı belirlenen kişinin durumu da sözkonusu olmaktadır. Bu zatın hadisleri de metruk ve mat-rûh sayılır. Râvinin tanınmayan bir kişi elması (yani mechüllüğü) da bir kusurdur.
Bu sebebler yanında, râvinin az rivayet eden bir kişi olarak tanınması, başka bir isimle yâd edilmesi de şüphe uyandıran hususlar olmaktadır. Meçhullük derecesine göre hadisleri değerlendirmeye tâbi tutulan bu zatm, lehinde hükmeden âlimler hemen hemen yok gibidir. Râvide fısk ve bid'atm bulunuşu da bir nevi tenkid vesilesi olmaktadır. Burada sözü edilen, ameldeki fisk'tır. İtikattaki fısk ise küfür yani dinden ayrılma sayılmıştır. Bazı ilim adamları bid'atçı (din tamamlandıktan sonra onda olmayan birşeyi ihdas eden: Allah ve elçisinin buyurmadığmi dine sokan) nm ve bozuk inanç ve politik fırka mensubunun, dâî yani propagandist olmasını; fikrinin militanlığını yapmasını şart koşmaktadırlar. Pasif olan; bid'at ve hevâ ehlinin durumu, daha ehven görülmektedir.
Hâvilerin zabt sıfatlarına dokunan ve onların metruk sayılmalarına sebeb olan haller de beş tanedir. Çokça yanılma, gaflette devamlılık, rivayet esnasında ders dışı hallerle çok alâkadar olma râvinin dikkatsizliğini ortaya koymaktadır. Dikkatsiz kişinin, bir şâhid ciddiyeti içinde hadis nakletmesi mümkün değildir. Râvi çok hata yapmağa başladığı zaman, kendîsine yöneltilen telkinlere de kulak asar. Ona ait olmayan haberler kendisininmiş gibi gösterilerek, rivayet izni alınır. O bunu tefrik edemez; «bunlar benim değil, ben sizi okutmadım» diyemez. Bunun örnekleri görülmüştür. Bir diğer kusur ise sağlam ve sika râvı-Iere muhalif rivayette bulunma'dır. Bu durumlar kişinin hadisini münker, muztarip, musahhaf, muharref kılmaktadır. Bunların hepsi de zayıf hadis türleridir.
Nihayet vehim ve hafıza bozukluğu da aynı seriden kusurlardır. Vehim, râviyi çeşitli karışıklıklara sürükler. Aslında birbirine çok benzeyen bu kusurların, yekdiğerinden ayrı olan farkları, nüansları vardır. Bir takım kusurlar daha vardır ki onlar, bu on madde içinde mütalaa edilebilmektedir.
Müslümanlıkta çok mesuliyetli bir iş olan cerh-
la'diî, ihmale gelmeyen bir konudur. Cerhte sebeb mutlaka söylenmelidir. [86]Râvinin rivayetini bozacak bazı haller yoksa; hadis ilmi açısından kusur teşkil etmeyen sıfatları varsa, şahsî dargınlıklar, siyasî hizipleşmeler sözkonusu ise, taassup mevcut ise, hakkaniyetten ayrı düşünme durumu varsa, âlim insaflı olmalı, karşıdaki temiz kişiyi cerh etmemelidir.
İslâm âlimleri, bir hadisin Peygamberimiz (s.a.) e ait olduğu sabit olunca, muhtevasının akla ve diğer verilere (mutalara) göre tenkidini ikinci planda mütalaa etmişlerdir. Bu demek değildir ki, akla ve İslama muhalif sözlere, Peygambere isnâd edildikleri halde gerekli tepki gösterilmemiş ve onlar ayıklanmamış. Aksine öyle örneklere raslıyoruz ki, İslâm bilginleri, güzel ve sağlam bir sened taşımasına rağmen, hadisi sırf muhteva açısından değerlendirmiş, iç tenkidle onu saf dışı bırakmıştır. Batılı araştırıcıların fikri olarak bizde de zaman zaman ortaya atılan bir husus vardır. Ona göre; «hadislerde dış tenkid yani sened tenkidi yapılmış ve fakat muhteva tenkidi; iç tenkid yapılmamıştır». Bu görüş yanlıştır. Aslında, nübüvvetine inanılan bir kişinin getirdiklerinde, muhteva tenkidi inanca bir açıdan ters gelen bir ameliyedir. Söz gelişi, Hz. Musa'nın veya Hz. İsa'nın getirdiği dinde, İslâm hadisine yöneltilen bu iç tenkid yapılmış mıdır? Böyle bir ihtiyaç mevcut mudur? Bir Yahudi ve bir Hristiyan bilgin; dindar bir bilgin böyle bir şeye lüzum görür mü? Akıl ve isbatı kabil ilimler sabit ölçü ve değerler midir? Onların asırlar boyu gelişme içinde oldukları; dün ak dediklerine bugün kara dedikleri vâki değilraidir? Kendisini bunlara arzeden din ye hadis, onların yapacağı zikzaklara göre tavır değiştirmeyecek midir? Daha yüzlerce haklı soru... Bu görüş batılı bazı müsteşriki erce de bazan benimsenmemekte, mukabil fikirler sarf edilmektedir.[87]
Kaldı ki bu tenkid fazlasıyla eski çağlardanberi yapılmaktadır. Bir kere hadisçi temelde nakledilen rivayetin, bir Peygamber sözü olup olmadığının araştı-ncısıdır. İslâmm mevcut talimatı karşısında, Peygambere aklen isnadı güçlük arzeden bir haberin; dine aykırı olan bir haberin, önce muhteva 3'önünden onun dikkatini çekeceği tabiidir. Hadis diye uydurulmuş sözlerin toplandığı eserlere bakıldığı takdirde, sırf muhtevasının gülünçlüğü, akıldışılığı yüzünden tenkide uğrayan yüzlerce hadise raslanacaktır.
Zayıf hadislerin içinde öyle türler vardır ki, onların münker olarak adlandırılmasında iç tenkidin rolü büyük olmuştur. Hatîb Bağdâdî'nin açtığı bir bâb başlığı, kâfi delil sayılabilir: «Bâb: Vücûbi iîrâhi'l-munker ve'1-müstel mi-ne'1-hadis» (Aklın kabul etmediği ve münker sayılan hadislerin atılması, kabul edilmemesinin gerekliliği babı). [88]
Tarihte yüzlerce münekkit yetişmiş, eserler yazmışlardır. Bunlar içinde eserlerini ilgili bölüme bırakarak bir kaçmı analım: Şa'bi, İbn Şîrîn, Sa'îd b. Mu-seyyeb, Ma'mer b. Râşid, Hişâm Destevâi, Evza'î, Süf-yan Sevrî, Hammâd b. Seleme, Ebu Davud Tayâlisî, Abdürrezzak b. Hemmâm, Ahmed b. Muhammed b.
Hanbel, İshak b. Râhûye, Buharı, Ebu Hatim, Ebu Zür'a, Bakiy b. Mahled, Taberâni.[89]
Hadis tarihi veya Tarîhu funüni'l-hadis[90] hadis ilimlerinin ondört asırlık hayat hikâyesini anlatacaktır. Her ilmin meseleleri, kitabiyâtı, şahısları ya-runda bir de tarihi vardır. Bu, genel mânada yazıla-bildiği gibi, bir bölgeye mahsus, o ilim dalı için de yazılabilmektedir. Meselâ «Endülüs hadis tarihi» dersek, İspanya müslümanlarmm, o beldede veya hicret ettikleri yerlerde hadisle olan meşguliyetlerini bir plan dahilinde verme ve bu yolda yazılan eser anlaşılacaktır. «Hind Ülkesinde hadis, dediğimiz zaman da, yarımada müslümanlarmın tarihleri içinde, bu ilim dallan ile olan ilgileri, ona olan katkıları anlatılacaktır.
Edebiyat tarihi, sanat tarihi, Felsefe tarihi, iktisat tarihi, Dinler tarihi... Tefsir, Fıkıh tarihleri nasıl, o ilimlerin meselelerinden ayrı olarak hayat hikâyelerini konu edinirse hadiste de durum aynı olmaktadır. Burada yine de konulardan ve şahıslardan tamamen sıyrılmak mümkün olamamaktadır.
Hadis tarihini daha farklı değerlendirenler' de olmuştur. Bir ilim adamımız onu şöyle tanımlamaktadır: «Hadis tarihi, İslâmı dünyada temsil eden en büyük insanı bütünüyle anlama hizmetindeki bir ilmin tarihidir. Onüç asırdır hakkında eser yazılmakta olan böyle bir şahsın davasını, fikirlerini, yaptıklarını tes-bit ve tahlil edebilmek, getirdiği dini kavramak bakımından temel şart hüviyetindedir. Bu şartı yerine getirme yolunda girişilmiş gayretlerin arzettiği tarihî manzara bu dersin ana mevzuunu teşkil edecektir» [91]
İlk üç asırlık telifatı daha çok nazar-1 itibara ala-lak bir Hadis tarihi neşreden Dr. Koçyiğit, Hûli ve hadis meselelerinin tarihi devirler içinde incelemeğe çalışan Ebu Zehv, Hadis tarihinin tarifini vermemektedirler [92]Dr. Hatiboğlu'na ait olan yukarıdaki tarifi, meseleyi «hadisin tabii teşekkülü» içinde mütalaa etmektedir. Hadis tarihi olarak alışılandan farklı bir yapıya sahiptir. Biz Hadis tarihi olarak; «Bir ilimler gurubunun, değişik coğrafyalardaki hayatım, şahıslar ve eserler yardımıyla araştırma, ilmin yükseliş, duraklama ve gerileme çağlarına temas etme» şeklinde daha basit anlamda da tarif edebiliriz . [93] Bu tarih değişik coğrafyaları kapsamaktadır. Bu ilim dalı, kısmen rical bilgisinin içinde kendi özel yerini bulmuşsada, çoğu kez bilgiler çeşitli yerlere serpiştirilmiş durumda bulunmaktadır. Ülkemizde İsmail Hakki îzmirli'nin, teksir makinesiyle basılan bir eseri dışında Hadis tarihi Dr. Koçyiğit'e kadar ele alınmamış, veya eser halinde neşri yapılmamıştır. Yukarıda sözünü ettiğimiz yazarlar, Arapça olarak kaleme aldıkları eserlerinde, meseleye tarihi çerçevede bakmışlar, ama hadis tarihi yazma yolunu tutmamışlar dır.[94]
Hadis ilmi tarif edilip, mahiyeti anlatılırken, onu rivayet ve dirayet diye ikiye bölmek âdet olmuştur. Âlimler bazan bu iki kelimeyi eş manalı olarak da kullanmakta, birine verilen tarifi diğeri için de yapmaktadırlar. Bu durumda bir kısım âlimin dirayet diye adlandırdığına diğerleri rivayet demiş olmaktadır[95]Bizce bunun uygulamaya yansıyan bir zararı da yoktur. Aslında böyle bir taksimin amelî faydası da mevcut değildir. Çünkü, her iki hizmeti yapan birer tane ilim değil, aksine ilimler sözkonusudur. Yine de biz bu eski yaygın tarifleri verelim:
Hadis rivayet bilgisi denilince; Peygamberimizin (s.a.) söz, iş ve takrirlerinin zabtı, yazımı ve nesiller boyu nakli görevini yapan bilgi dalı anlaşılmaktadır. Drâyette iş, biraz daha nazari olmakta; rivayetin hakikati, şartları, çeşitleri ve hükümleri ile bütün teorik meseleleri burada sözkonusu edilmektedir. Bu şekilde yaygın olan bir taksimi meselâ Suyûti farklı anlamakta, dirayete ait olması gereken hususları rivayetin meselesi olarak görebilmektedir. [96]Gerek Suyûtî'nin veya gerekse bir başkasının tanımından anladığımız şudur: Mesele aslında iç içedir. Meselâ bir hadis naklinde, onun şu yönü rivayet, şu yönü dirayet ilimleri ile gerçekleşti; rivayet eden işin dirayet yönüne, diğeri de berikine karışmadı diyemeyiz. Çünkü öyle hizmetler vardır ki, buralarda rivayet ve dirayet ilimleri üstüste gelmekte, birlikte görev yapmakta iki ilmin de payı müşterek olmaktadır. Yani ne hadisi nakleden farazi olarak kabul edildiği gibi şuursuzca nakletmekte, ne de işin dirayeti ile uğraşan nakil ve rivayet kaidelerini bir tarafa itip, işin sırf teknik yönüyle uğraşmaktadır. Çünkü bir nakilde; sözün ve hadisin özünü kavramadan, meselelerini bilmeden yapılan bir nakilde bile mutlaka nazari kanunlara uyulur. Yazım ve nakil işini yapan bu işi gözü kapalı gerçekleştirmez.
Dirayete hadis usûlü bilgisi adı da verilir. Hatta İimu mustalahi'l-hadis de denilir. Fakat söylemeye ihtiyaç yoktur ki usûl, bir gurup ilmin müşterek adıdır. Keza rivayet ve furû' ilmi de, bir düzineyi aşkın ilmin ortak adıdır. Ve bu ilimler çok eski tarihlerdenberi müstakilleşmiş, ilim halini almış, özel kanunlara ve metoda sahip olmuştur. Dolayısıyla rivayet ve dirayeti birer ilimden ibaret görmek doğru olmamaktadır
Dirayet ilmini usûl bilgileri olarak ele aldığımız takdirde; orijinal eser veren, derlemelerin sahibi olan ve daha sonraki devrelerde eser yazan müell flere atıf yapmamız gerekecektir. Rivayet bilgilerindeki yazar-iarı zikretmemiz ise mümkün değildir. Çünkü bunların sayıları çoktur ve ayrıca bibliyografyada eserlerinden söz ed-lecektir. Usûlcülerin, şöhreti en yaygın 1 olanları şu âlimlerdir: Râmehurmuzi, Hâkim Neysâbû-rî, Hatib Bağdadî, İbn Salâh Şehrizûrî, Nevevi, Kadı Iyaz Yahsubî, Meyânci, İbn Hacer Askalâni, Suyûtî, Irâkî Zeynüddin.[97]
Nâsih ve mansûh hadisler ilmi, «Hadiste nesih»
gibi adlarla da anılır. Meseleleri ve hacmi büyük olan bir ilim dalıdır.
Dinî emirlerden biri diğerini yürürlükten kaldırmış ise, o yerde nesih denilen hâdise meydana gelmiş demektir. Nesih teknik terim olarak daha farklı şekilde tanımlanır.[98] Dinler arasında, Kur'an-ı Kerim âyetleri arasında da meydana gelebilen nesih, özellikle hadiste sözkonusu olduğu zaman iki mesele daha çok belirmektedir:
a) Nesihle ilgili nazari ve teknik meseleler,
b) Nesihte görev alan; nâsih, mensûh veya şâhid olan hadisler.
Peygamberimizin sağlığında, üzerlerinde nesih cereyan eden buyruklar ve nâsih - mensûh emirler kendilerinden veya çevrelerinden öğrenilirdi. Onun vefatından sonraki çağların ilim adamları, neshi ancak hadislerle ve hadis tarih yardımıyla bilebilecektir. Bu husus nazar-ı itibara alınınca, neshi bilme ve tesbit etme yollarının değeri; geçmiş çağlar, günümüz ve gelecek için daha da ehemmiyet arzedecektir. Biz nesih durumunu, ilk önce aralarında zıtlık olduğunu zannettiğimiz hadislerde sezeriz. Böyle hadislerin belirli çözüm yolları vardır. Nesihle alâkası olduğu için müstakil bir ilim dalı olarak işlemediğimiz Muhtelifu'I-ha-dis, telfiku'l-ehâdis, tearuzu'1-ahbâr gibi isimlerle de anılan bir ilim dalında çözüm bulan bu nevi hadislerde yerine göre cem, yerine göre tercih ve takviye, yerine göre durup araştırmayı derinleştirme söz konusudur.[99]
Bir nesih vak'ası şu dört yolla bilinir:
a) Peygamberimiz (s.a.)'in açık beyanlarıyla. Meselâ, kabir ziyareti konusundaki bir nesih olayı buna örnek olarak verilir. Ziyareti yasaklayan ve müsaade eden ifadeler çoğu kez aynı hadiste bulunmaktadır.
b) Sahabenin verdiği bilgilerle veya yaptıkları şahitlikle. Ateşte pişen yiyecekler yenildiğinde önceleri abdest alınırken, Peygamberimiz sonradan bunu kaldırmışlardır. Sahabe bu konuda en son uygulama şöyleydi (ahiru'l-emrayn kane keza) şeklinde şehadet-te bulunmuş ve son uygulamayı vermişlerdir. Biraz ihtilaflı da olsa, bu yol da iyi bir tesbit yolu olmaktadır. [100]
c) Tarihî sıralama ve kronolojik tesbit yoluyla,
d) Daha sonraki çağlar bilginlerinin, neshin varlığı konusundaki görüşlerinin bir meselede birleşmesiyle; icmâ'la. Burada şunu anlamam alıyız: «Âlimler birleşip bir konuda nesh yapmışlardır.» Böyle bir mâna ortada yoktur. îlim adamları, gelen haberlerin çokluğu neticesi bir meselede nesih varlığı konusunda ittifak etmişse bu bir değer taşımaktadır. Bunun aksi ise değerli değildir. Tek tek şahıslar, bir meselede «bizce burada nesih vardır» demişse bu bir kıymet ifade etmemektedir. Fakat bu yapılmış ve değer verilerek uygulamaya bile konu olmuştur[101]
Nâsih Mensûh yazarlarının başında Muhammed b. îdris Şafii ve Ebu Bekr Esram gelmektedir. Bunlar dışında şu zatların adlarını sayabiliriz: Ahmed b. Muhammed b. Hanbel, Ebu Davud Sicistâni, Ca'd Ebu Bekr Muhammed b. Osman Şeybânî, Ahmed b. İshak Enbârî, Kasım b. İşba' Kurtubî, İbnu'l-Cevzî, Nehhâs, Hâzimî, İbn Şahin vd[102]
Hadiste mâna kadar lafız da mühimdir. Hadis lafızlarının teşkil ettiği lügat kitapları, âdeta Peygamberimizin kullandığı kelimelerin luğatı olmaktadır. Her ne kadar, nakledenlerin sözleri ve ifadeleri de karışsa yine bunların toplamına hadisin dili diyebiliriz. Tunus'un veya Karacaoğlan'm dili nasıl onların kullandığı kelimeler kamusunu teşkil ediyorsa; oradan o zatların şahsiyeti, üslûblan, inançları vs. aranabili-yorsa, Ğarîbu'l-hadis de böyle bir araştırmanın en geniş zemini olmaktadır. Kullandığı kelimelerden Allah elçisine gidiş, Onu oradan tanıma eskidenberi tutulan bir yoldur. Aşağıda bu ilmin dar mânadaki tariflerini ayrıca vereceğiz. Fakat mesele aslında budur. Biz bu ilimde hadisin dili ile karşı karşıyayız.
Garip kelimeler ilk bakışta-, «Çok kullanılmadıkları için tanınmayan, dilde kendileriyle zor ünsiyet kurulabilen kelimeler» gibi anlaşılırsa da, bunlar için ilim adamlarının iki nevi tarifleri olmuştur:
a) Garip kelimeler, uzun düşünme, fikrî araştırma ve zihnî çalışma sonunda mânaları anlaşılabilecek vasıftaki kelimelerdir.
b) Bu kelimeler, Arap dilini konuşan topluluklar arasında, çok az kullanılmaları dolayısıyla gayr-i me'-nûs (insana yatkın gelmeyen, yadırganan) kelimelerdir. Bunlar ilk bakışta belki anlaşılmazlar. Bazı kabile ve toplumların bilmesine rağmen diğerleri onları bilmeyebilir.
Garibu'l-hadis bilgisi, Kur'an'daki Garîbu'I-Kur'an ilmine benzer. Bazan yazarlar her iki konu için müşterek eserler yazmışken, çoğu kez Kur'an için ayrı, hadis için ayrı «garib kelimeler luğatı» hazırlanmıştır. Hadise ait olanlar âyetlere ait olanlardan çok hacimli ve çok sayıdadır.[103]
Dillerdeki kelimeler canlı varlıklardır. Onlar da doğar, yaşar büyür, gelişir; yeni mânalar alır, veya mevcutları kaybeder[104] ve sonunda ölürler. Bu ilim dalı kelimeleri ölmeden önce; tanınmalarının azaldığı bir dönemde yakalayıp, eserlerde mânaları ile tesbit etmiş, onların geçirdikleri anlam hayatlarını ve mâna farklılıklarını bir noktada yazıya almıştır. Bu durum Kuran ve hadis ilimleri açısından daha da ehemmiyet arz etmektedir. Kuran ve hadisin ilk defa vücud sahasına çıktıkları devredeki dilleri ve kelimelerin o günlerdeki mânaları çok ehemmiyetlidir. Yani o zamanda inen veya vârid olan bir nassı, bugünün dili ve kelimeleri ile anlamak, insanı ilmî hatalara ve yanlış hükme sürükler. Bir nevi semantik konusu olan bu durum; «Allah ve Resulünün sözlerindeki mâna ve mefhumları bize anlatır». Asırlar sonra veya asırlar boyunca kelimenin alacağı mâna veya mânalar, şüphesiz şâriin kastı hilâfına anlayışların ortaya çıkmasına müncer olur.
Meşhur Garibu'l-hadis yazarları arasında şu zatları görmekteyiz: Ebu Ubeyd Ma'mer b. Müsennâ Teymî, Nadr b. Şümeyl, Muhammed b. Müstenir, Ebu Amr Şeybânî, Ebu Ubeyd Kasım b. Sellâm, îbn Kutey-be, Ebu İshak İbrahim Harbi, Cârullah Zemahşehrî, Ibnu'1-Esîr vd.[105]
Bu ilim, Peygamberimizin (s.a.), ne sebeble, hangi vak'a üzerine ve niçin bir hadis söylediğini (konuştuğunu) araştırır. Esbâbu vürûdi'l-hadis veya esbâbu'I
-hadis adlarıyla anılır. Bu ilim dalında pek fazla eser yazılmamıştır. Bunun sebebi, bütün hadislere ait tarihî bilginin, vürûd sebep ve zamanını belirten haberlerin azlığı veya günümüze kadar gelebilme imkânının bulunmayışıdır. Yapılacak yeni ve köklü araştırmalar, dağınık malzeme içinden bulunacak parçalar belki de daha iyi neticeler verebilecektir.
Hadislerin çok az bir kısmının vürûd sebebleri (Peygamberimizin ağızlarından çıkışına tekaddüm eden zamana ait tesbitler) bizlere kadar gelmiş bulunmaktadır. .Bazılarının sebebleri de yoktur. Bu iki şık yanında, kısmen sebebi belirtilen hadisler de mevcuttur[106]Bazan da bir hadisin, tarîklerinden birinin sebeb-i vürûdu belirtilmiş ve fakat diğerlerinde o bilgiler tesbit olunamamıştır. Vürûd sebepleri ilmi'-nin, Kur'an-ı Kerim'deki Nüzul sebepleri bilgisi'ne benzer tarafları bulunmaktadır.
Ebu Hafs Ukberi'nin bu konuda bir kitabı vardır. Yine Ebu Hâmid b. Kûtâh Cübârî'nin de bir eserini bilmekteyiz. Bize bu iki eserin adını veren Süyûtî, kendi telifinden söz etmemektedir. Bağdadlı İsmail Paşa'nm verdiği bilgiye göre, Seyyid İbrahim b. Mu-hammed b. Hamza Dimeşkî Hanefî'nin de Esbâbu'l-hadis isimli bir eseri mevcuttur Hacı Halife'-nin verdiği bilgiye göre, Süyûtî'nin de Esbâbu'l-hadis adlı bir eseri vardır Celâluddin Süyûtî'nin Ted-rlbu'r-râvi adlı kitabını yazdıktan sonra bu eserini kaleme aldığını düşünürsek mesele kendiliğinden hal olmuş sayılır. Bu konuda bilinen tek basılmış eser, el-Beyan ve't-ta'rlf tir.
Vürûd sebepleri bilgisinde, Peygamberimizden nakledilen hadisin; mübarek ağızlarından çıkış zama-m ve sebebi belirtilirken, hadisin özellikle fıkhı yönüne yardımlar yapılmış olmaktadır. Bu bilgiler, hadisteki pek çok kapalı noktanın anahtarı mesabesindedir. Zikredilen vak'a bir nevi; siyak, sibak ve yardımcı karine mânalarına gelmektedir, söz hangi makamda ve ne mânada söylennıişse bu ilimdeki zikredilenler yardımıyla anlaşılır ve yanlışlıklar da önlenir.[107]
İ'rab Arap diline mahsus bir gramer terimidir.
trabla kelimenin cümle içindeki fonksiyonunu, dolayısıyla cümlenin anlamını tanımış oluruz. Bir cümle üzerinde tesb:t edilecek i'rab farklılıkları, cümlenin Öğelerini farklı tanımağa ve bu sebeble de farklı anlamlara yol açar. Ağızdan ağıza yapılan nakillerde, kelimeler seslendirileceği; sonlarındaki harekeler belireceği için i'rab meselesi hallolmuş olmaktadır. Şifahî nakildeki bu sağlamlık, hadisin kitaptan alınmasında aynı derecede olmamaktadır. Kelime ve cümle farklı i'rablar kabul edecek durumda ise, âlim onların değerlendirilmesini ona göre yapacaktır. İşte, kitap üzerindeki hadislerin, harekesiz metinlerinin i'rabı, cümlelerin tahlili, sırf lisan açısından ele alınmış ise sözü-rtü ettiğimiz ilim daimin konusu olmuştur. Hadislerin edebî yönleri, onlardaki sanatların araştırılması başka ilimlerin işidir.
Kur'ân-ı Kerim erken devreden itibaren ezber edilmiş, yazdırılmış ve şifahî nakil yoluyla da nesillere aktarılmıştır. Bu şifahi aktarma (teknik deyimi ile fem-i muhsinden alış) hadislerde zamanla terkedilmiş, bu da zaruri olarak i'rab ilmini doğurmuştur. Bir nevi «dilbilgisi tahlili» diyebileceğimiz bu çalışmalar, metnin anlaşılmasında büyük işler görür. Söz sahibinin nerede vurgu yaptığı, hangi kelime üzerinde basa basa durduğu, kastının ne olduğu, niçin şu edatı kullandığı, neden cümleyi şöyle tertip ettiği... hep ahkâm tesbitinde vazife görmektedir.
Bu ilim sayesinde, yabancıların veya Arap dilini iyi bilmeyen Arapların yaptıkları dil hataları da anlaşılmaktadır. Peygamberimizin çağı» Arap dilinin en
duru ve kusursuz olarak kullanıldığı çağdır. Şehir hayatına henüz karışmamış bu çevrenin insanları her ne kadar gramer biliniyorlarsa da, dili doğru olarak kullanıyor, nahv hatası yapmıyordu. Fesahat ve belagat sahibi bu insanlardan sonra hadislerde yapılan hatalar tashih ve izah edilmiştir. Bir lisancı ve bir fakih olan Muhibbud-din Ebu'1-Baka Ukberî, İ'râbu'I-hadisin -Nebevi adlı bir eser yazarak konuya genişlik kazandırmıştı.[108]
Merhum Muhanımed Tayyib Okiç, hadisçilerin yaptıkları yanlışlıkları sözkonusu eden bir ilim dalından da söz eder. Biz, meselesi pek çok bazı ilim dallarını vermediğimiz hâlde, buna sırf başka kaynakların işaret etmemesi yüzünden yer ayırmış bulunmaktayız. Gerek Kâtip Çelebi ve gerekse merhum Muhanımed Tayyib Okiç, Hamd b. Muhammed Hattâbi'nin yazdığı eserden söz ederler. Kitabın tam adı Islâhü ğalati'l-muhaddisîn olup, başka tanıtıcı bilgi verilmemektedi. [109] Kitap Kahire'de 1936 senesinde neşre-rilmiş bulunmaktadır. [110] Kitap görülmediği için, ilmin ve eserin muhtevası üzerinde başka bilgiler vermek mümkün olmamaktadır.[111]
Peygamberimizin şahsiyeti, ruhanî yönden olduğu kadar cismani yönden de müslümanlann dikkatini çeken bir konu olmuştur. Şemail bilgisi diye adlandırılan bir disiplin, Fahr-i Kâinatın: «Beden yapısını, fizik bünyesini inceler; şahsiyetini konu alır; günlük yaşayışından alışkanlıklarına kadar her yönleriyle meşgul olur». Bunları bize nakleden rivayetlerin kritiği ile de ayrıca meşgul olur. Bazı âlimler, daha farklı anlamdaki bir ilim daimi; Siyer bilgisini de Şemail ile beraber mütalaa etmişlerse de, şemail ayrı bir yapıya ve konuya sahiptir.
Dilleri Arapça olsun veya olmasın bütün İslâm milletlerinin edebî mahsulleri arasında, gerek manzum ve gerekse nesir halinde yazılmış bu tür kitaplara bol miktarda raslanmaktadır. Şemail bilgisi, Hilye-i Fahr-i Âlem, veya sadece Hilye adlarıyla anılan bu eserler dışında, isrâ-mi'râc, mevlid, mucizeler gibi konular içinde de Peygamberimizin şahsiyetinin işlenmesine çalışılmıştır.
Tirmizî, Ebu Bekr Beyhakî, Kadı Iyâz Yahsubî ve Ebu'ş-Şeyh Isfehânî şemail yazarlarından sadece bir kaçıdır[112]
Terkib, «hadisin künhüne vâkıf olma ilmi» şeklinde terceme edilebilirse de kastedilen mânayı tam ifade etmez. Hadisten hüküm istinbâtı tekniği veya hadislerin, dolayısıyla sünnetin uygulamada ortaya çıkardığı esaslar ve temel kaideler, hadisin fertte ve cemiyette yaşanması hep bu ilmin konusunu teşkil etmektedir.
Bu ilim dalı geniş dinî düşünce gerektirir. Heri görüşlülük ve hakbînlik ister. Bu ilimde münakaşa edilen konular; geniş Kur'an ve hadis kültürü, fıkhî yeterlilik ve hazırlık yardımıyla çözüme kavuşur.
«Hadisle amel, Hz. Peygamber'den (s.a.) gelen bilgi ve uygulamayı her müsîümamn tatbik zorunluluğu, hadisin yaptırım gücü, iftâ için gerekli fıkh-ı hadis nosyonu, hadisle ameli engelleyen davranışlar, sadece teberrük niyetiyle hadis okuma; uygulamada hadise hükümranlık tanımama, mevcut fıkıh mezheplerimizin görüşleri doğrultusunda sahih sünneti zorlama; hadisi müesses haldeki fıkha uydurma keyfiyeti, hadise gereken teşrî'i ve dinî otoriteyi vermeyip onu kısıtlamanın kötülüğü, Hz. Peygamber'in sözü ve uygulaması sabit iken, fertlerin fikir ve tatbikatlarına uymanın mahzuru, Selefte hadise bağlılık, sahih hadis varken onun hilâfına amel, hadisin zahiri yönünün uygulamadaki ağırlığı, nasslarm tearuzunda çözüm arama usûlleri, nesih ve problemleri, furû meselelerinde sahabe ve tâbiûn niçin farklı görüşlere sahiptiler?, fakihlerin ve mezhep imamlarının ihtilâf sebeb-leri, hadis ve rey taraftarlarının farklı yönleri, fıkıh ve hadis açısından İslâmm ilk müntesipleri hangi yolda idiler? Hakkı delillerle öğrenme ve savunmanın lüzumu, bu yolun Kur'an yolu oluşu, müctehid imamlara
uyma zorunluluğu...» gibi konular, bu ilim dalında sözkonusu edilen, kişiyi bu ilimde araştırmaya hazırlayan meselelerdir.[113]
Fıkhı iyi bildiği halde, hadisi bilemeyen ilim adamları nasıl varsa, hadis ilimlerim iyi bildiği halde fikhu'l-hadis'te üstad olmayan kişiler de pek çoktur. İlk çağlardan itibaren bir ihtisaslaşma ve faaliyet sahalarının tahdidi sözkonusu idi. Bunu tabiî görmek gerekmektedir. Bu branşlardan birinde ilerleyen bir zatı, fıkhu'l-hadis bilmiyor diye ayıplamak, veya hafife almak doğru olmasa gerektir. Bu ilmi bilen tabir caizse, işin beyni, faaliyet merkezi ve müdiri mesabesindedir. Diğer pek çok dal buna hizmet etmektedir.
Meseleyi daha da uzatmamak için ilim dalları bölümünü burada kesmek gerekmektedir. Diğer bahislerde, konular işlenirken, ilim dalı olarak ele almadığımız pek çok hususu ayrıca görüp tanıma imkânına kavuşacağız. Hadis ilimlerinin topyekün hedeflerini bir kere daha tekrarlayalım: «Islâmı din olarak seçen, Peygamberimizi (s.a.) elçi tanıyan, fert, aile ve toplum hayatının her safhasında onun getirdiği talimatı uygulamaya koymak, hayatın akışını sünnet mecrasında rahatlatıp, huzura iletmek. [114]
Bu bölümde, orjinal eser sayılan usûl kitaplarından üç, derleme eserlerden bir, günümüzde neşredilenlerden iki eser olmak üzere toplam altı parça usûl kitabının fihristini kısaltarak nakledecek ve böylece eski usûl konularının toplu olarak bir gözden geçirilivermesini sağlayacağız. Bir bakıma bu bölüm; klasik usûl konularına kısa bir temas sağlayacak, böylece (hadise bağlı ilim dalları), (öğrenim ve öğretim) kısımlarıyla birlikte, eserimizin eski usûl bilgilerini nakleden kısmı'm teşkil edecektir.
Muhtelif ilimlerde klasik tabiri farklı mânalara gelmektedir. Biz bu deyimle; usûl bilgilerinde çığır açan öncü eserlerin işlediği konuları kastettik. Burada göreceğimiz bir kaç konu, bilgi dallarında da verilebilirdi. Baskı imkânları elverseydi, kitabın sayfalarından büyük listeler tanzim ederek, pek çok usûl kitabındaki meselelerin bir dökümünü yapmak; asırlar boyunca geçirdiği farklılaşmayı görmek mümkün olabilirdi. Buradaki bir kaç sayfa buna yakın bir hizmet görürse görev yapılmış demektir.[115]
Hadis ilimleri eski çağlarda okutulurken, usûl konuları olarak acaba nelere yer verilir ve işlenirdi? Bu sorunun cevaplandırılması için, hiç olmazsa üç ayrı tarihî devreye alt usûl kitaplarının fihristlerini vermeyi uygun gördük. Bu listeler bize, hadis usûlü konularının, bin seneyi aşkın zaman içindeki aldığı şekli gösterecek ve günümüzdeki eklenen konularla mukayese yapma imkânını doğuracaktır. Ramehurmuzi, Neysâbûrî ve Hatîb Bağdâdî'nin kitaplarını ele alacağız. Teferruatlı f Jırist yerine kısaltma yolunu tutacağız. Orta asırlara ait müellif İbn Salâh olacaktır. Son zaman müellifleri ise, merhum hocam Muhammed Tayyib Okiç ile Subhi Salih'tir. Aslında meseleyi sade-p ce bu eserlere inhisar ettirmek de gerekmez. Okuyucu, değişik asırlara ait olmak kaydıyla, bulduğu her usûl kitabının muhtevasını gözden geçirip diğerleri ile mukayese etmelidir. Böyle bir karşılaştırma faydalı olmaktadır.
a) Ebu Muhammed Hasen b. Abdurrahman b. Hallâd Râmehurmuzî, el-Muhaddisu'I-fâsıl beyne'r-râvî ve'1-vâ'î (Beyrut, 1391 - 1971, Dr. Muhammed Ac-câc Hatib neşri). Eserin ihtiva ettiği konular şunlardır: «Mukaddime, Peygamberimizin (s.a.) sünnetini nakledenin fazileti babı. Peygamberimizin sünnetini öğrenmeğe gayret eden, onu seven ve o tarzda yaşamaya çalışanın fazileti babı. Hadis öğreniminde niyet, öğrencinin vasıfları ve hadis öğrenimine başlayacağı yaş, öğrenciye ait vasıflar ve edepler. Hadis öğreniminde âli ve nazil isnada atıflar. Çeşitli ülkelere ziya-ı etler yaparak hadis öğrenmeğe çalışanlar. Belirli bir ülkedeki bir zatı görmek ve hadis almak için yapılan seyahatler. Hadisi dinleyerek elde eden ve rihletle âlî isnadı lüzumlu görmeyenler. Rivayet ile dirayet ilimlerini kendilerinde cemeden ilim sahipleri. Babalarıyla değil de, dedelerinin şöhretiyle tanınan râviler ile bu durumda olan sahabiler. Dedesinin künyesiyle tanınanlar. Annelerine nisbet edilerek tanınan râviler. Kendi isimleriyle değil de başka bir lakap, sıfat veya diğer bir husus ile tanınanlar. Sahabeden bu durumdaki zatlar. Babalarıyla tanınanlar, sahabeden veya onlardan hadis alanlardan isimleri bir olanlar. Çağdaş olanlar, çağları ve künyeleri birbirini tutan râviler (çeşitli künyelerden gurup halinde örnekler). Tek isimli olup isimleri müşkilât arzedenler. Sade,ce hadis-çilerin bilebildiği dirayet ve rivayet ilişkileri. Sadece hadisçilerîn çözebildiği bazı müşkil terceme-i haller. Muhaddisin tarifi ve çağı. Soru sorma meselesi. Kitabet ve yazmayı uygun görmeyenler; yazıp, yazdığını ezber edip sonra onu yok edenler. Önce ezber edip sonra yazan ve bu işlemleri uygun görmeyenler. Kendilerinden hadis alınması uygun olanlar. Hadisi din olarak tanıtan ve onu kimlerden alacağımıza işaret edenler. Aksi kanaatta olanlar. Kıraat, icazet ve mü-nâvele, kitap vasiyyeti, şehadetle kitap verenler (takriben yirmi iki adet). Edâ şekilleri. Tahdis ve ihbar, lamı ve düzeltilmesi. Lâfız ve mâna meseleleri. Takdim - tehir, muaraza, müzakere. Çok rivayeti uygunsuz gören bilginler. Nezdindeki en güzel hadisi rivayet etmeyip saklayanlar. Ehil olmayanlara hadis öğretimi
meselesi. Hadis öğreniminde yarışma. Çeşitli hazırlıklarla hadis rivayet edenler. Hadis tedrisinden sonra yapılan işlemler. Sağıra hadis duyurma (okutma) işi. Bazı teknik konular; imlâ, istimlâ, mescitlerde hadis öğretimi, hadis serdi, intihâb, telkin, kitaplardan yapılan nakiller, hafızadan nakiller, kazıma ve kağıt üzerine icra edilen bazı düzeltme işlemleri, haşiyelere tahriç, noktalama, harekelendirme, tasnifte bablara ayırma. Çeşitli bölgelerdeki eser sahibi fakihleri.[116]
b) Ebu Abdullah Muhammed b. Abdullah Hafız Neysâfoûrî, Kitâbu ma'rifeti ulûmi'l-hadis (Beyrut, ts. Dr. Seyyid Muazzam Hüseyin neşri). Müellifimizin vefat tarihi 405/1014 civarındadır. Eser kök ve temel eserler arasında sayılır. Râmehurmuzî ile arasında az bir zaman olmasına rağmen konular arasında farklar mevcuttur. Tertip ayrıdır. Her ikisinde de bilgiler senetlerle verilmektedir. Eser 52 bölümdür. Her bölüme «nev'» adı verilmiştir. Şu konular işlenin
«Eserin hutbe bölümü. Âlî ve nazil isnadın tanımı. Muhaddislerin doğru sözlülüğü, Müsnedler ve mevkuf rivayetler. Senedsiz rivayetler. Sahabe ve dereceleri, îhticâc meselesi ve muhtelefun fih olan mürseller. Munkatı' hadis, müselsel isnadlar, muan'an hadisleri tanıma, mu'dal rivayetler. Hadislere sıkıştırılmış sa-haabe sözleri: müdrecler. Tabiîler ve etbâ;. Ma'rifetu'l-ekâbir. Sahabe çocukları. Cerh ve ta'dil. Sahih ve sakim. Fikhu'l-hadis. Hadiste nâsih-mensûh. Metinlerdeki garip kelimeler. Meşhur hadis, garip ve ferd hadisler. Tedlis meselesi, hadislerde illet, şâz rivayetler, birbirleriyle muâraza halinde görülen sünnetler ve mezhep imamlarının onlardan biriyle ihticâcı. Hiç bir yönden birbirleriyle çelişkili olmayan haberler. Tek bir râvinin, fıkhı ziyâdelik ihtiva eden rivayeti. Hadisçile-rn itikadı mezhepleri. Hadis müzakeresi ve temyiz. Metinlerdeki tashifleri tanıma, muhaddislerin senet-lerdeki yaptıkları tasnifler. Sahabe, -tâbiûn ve etbâ'-dan kız ve erkek kardeşler, tek râvili sahabe, tabiî ve etbâ. Sahabe, tâbiûn ve etbâ'dan hadis râvilerinin kabileleri. Sahabe ve diğerlerinden çıkan râvilerin nesepleri. Muhaddislerin adları. Sahabe, tâbiûn ve etbâa ait künyelerin bilinmesi. Hadis râvilerinin memleketleri ve şehirleri. Sahabe, tâbiûn ve etbâ' arasındaki hadis râvilerinden mevâli ve mevâli çocuğu olanlar. Muhaddislerin yaşadıkları müddetler Cömürleri), la-kabları, aynı yaşta olanların rivayetleri. İsim, künye ve lakap benzerliğine sahip râviler. Peygamberimizin (s.a.) megâzî, seriyye, mektup ve gönderdiği heyetleri, tâbiûn ve etbâ'dan meşhur sika imamlar. Hadisçi-lerin açtıkları bâb başlıkları. Sakıt olmadıkları halde hadisleriyle ihtieâc olunmayan bazı râviler. Arz, sima', kitabet ve meseleleri. Rivayet esnasında her türlü durumun açıklanması.[117]
c) Ebu Bekr Ahmed b. Ali Sabit Hatîb Bağdadî, Kitabu'l-kifâye fi ilmi'r-rivâye (1357, Haydarabat -Dekken, Dâiratu'l-Mâarifi'l-Osmanî neşri). Hatib'in usûle ayırdığı iki kitabından birisi budur. [118] Klfâye odlı bu eserin başka baskıları da vardır. Müellif 463/ 1071 tarihinde vefat etmiştir. Kitabın bu neşri 441 sayfadır. Eserin ihtiva ettiği konular şöyledir.
«Kitap ve sünnetin hüküm olarak müsâvüiği; sünnetin kitabı tahsis, tefsir ve beyanı. Haberler ve bölümleri. Haber-i vahidin kat'iyyet ifade ettiğini zannedenlerin reddi. Kabule şayan muttasıl haber. Had's-çiîerin haberler hakkında kullandıkları bazı tâbirler. Kısaca cerh ve ta'dil meseleleri. Hadisi ile ihticâc edilebilecek kişilerin vasıfları. Haber-i vâhidler ilim ifade eder diyenlerin görüş ve şüphelerini iptal. Haber-i vâ-hid ile amelin sahih olduğuna ve vücûbuna delâlet eden bazı hususlar. Hadisler, ancak sika olanlardan kabul edilebilir. Sağlam olmayan kişilerden hadis rivayeti. Çeşitli durumları araştırmak için, sorunun ve araştırma (eşeleme ve bahs) nın lüzumu. Tezkiye yapan kişinin, bildiklerini söylemesinin gerekliliği. Allah ve Resulünün sahabeyi ta'dili. Sahabi olabilmenin vasıf ve şartları, bilinme yolları. Sahabeden sonraki devreye ait hadis kabul şartları. Küçük çocukların simâı meselesi. Hadis okurken aynı zamanda yazanların hadis dinlemelerinin hükmü. Semâ' ile ilgili bazı teferruat. Zimmî ve müşrikin hadis rivayeti. Adalet ve adalete ait hükümler. Muhaddis ve şahit. Cerh ve ta'dile ait bazı müteferrik meseleler. Peygamberimizden gelen kebâir ile ilgili bazı haberler. Adaleti gideren bazı haller üzerine müteferrik meseleler. Kizb, bid'at ve hevâ ile ilgili meseleler. Bid'at ve hevâ ehlinden hadis rivayeti. Ahkâm hadisleri ile fezâil hadislerinde farklı davranış tarzları. İhtilât ve meseleleri. Şâzz.ve mün-ker hadis râvilerinin durumları. Galat ve gafletle ilgili çeşitli meseleler ve hükümler. Telkin ve tesâhül meseleleri. Ücretle hadis okutma ve hükmü. Madrabazların ve hilekârlarm rivayetleri. Hadis edâ şartları ve hükümleri. Lafız ve mâna olarak hadis rivayeti. İbdâl, lakdim - tehir, hazlf ve ziyâde. Metinlerin takti'i, icazet, irsal, çeşitli isnâdları kullanma, idrâc... ve meseleleri. Hata ve tashifler, nüshalar üzerindeki oynamalar. Tahammül yolları ve müteferrik meseleler. Tedlis ve hükümleri. İsim, nesep, künye bilgileri, isnâd çeşitleri, münker olan hadislerin atılmasının gerekliliği, kabul ve reddedilen haber-i vâhidler, naslarm tearuzu ve tercih kaideleri.[119]
d) Ebu Amr Osman b. Abdurrahman (İbn Salâh) Şehrizûrî, Ulûmu'1-hadis (Halep, 1386 - 1GS6, Muham-med Nemenkâni neşri; hazırlayan Dr. Nureddin İtr). Müellifin vefat tarihi, 643/1245 dir. Eser, kendilerinden öncekilerin ilmini sonraki nesillere aktaran en sağlam köprü olarak tanınır.[120] Konulardan bazıları şöyledir:
«Sahih - hasen - zayıf hadisler ve onlarla ilgili tüm meseleler. Müsned, muttasıl, merfu', mevkuf, maktu', mürsel, munkatı', mu'dall hadisler ve çeşitli meseleleri. Bunların her biri birer nevi' olarak zikredilmektedir. Buraya kadar onbir nevi geçer. Tedlis meseleleri, şâz, münker hadisler ve problemleri. İ'tibâr, mütâbe-ât, şevâhit. Ziyâdâtü's-sikât ve hükmü. Ferd hadisler, muallel muztarip - müdrec hadisler. Mevzuat ve meseleleri.
Maklûb hadis. Rivayeti kabul ve reddedilenler. Hadislerin tahammül yolları; kitabet ve meseleleri, hadisin rivayet ve edâ şartları. Muhaddise ait edepler. Talibe ait edepler. Âlî ve nazil isnâd. Meşhur hadisler. Garip ve aziz hadisler. Garibu'l-hadis bilgisi, müselsel hadis. Hadiste nesih. Tashif ve ilgili konular. Muhteli-fu'1-hadis. Mürseller. Sahabe, Tabiî, ekâbir - esâgir meseleleri. İhve, ahavât, müdebbec, âba ani'1-ebnâ, isim, künye, lakab bilgileri ve meseleleri. Rical ile ilgili meseleler. Disiplinler. Memleketler. İhtilât ve zihnî bozukluklar... vd.» [121]
e) Muhammed Tayylb Okiç, Bazı hadis meseleleri üzerinde tedkikler, (Ankara, 1959, A.Ü.Î. Fakültesi neşri) . Yirmi beş yılı aşkın bir müddet, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nds, Erzurum Atatürk Üniversitesi İslâmî Bilimler Fakültesi'nde ve Konya Yüksek Jslâm Enstitüsü'nde [122]ders kitabı olarak okutulan eserde şu konular vardır:
«Sünnet ve hadis, hadisin ehemmiyeti. Sahabiler; hadis rivayetinde değerleri, el-Müksirûn, bilgin sahabiler, Abâdile, şâir sahabiler, vefat yerleri, yerleştikleri ülkeler, tabakaları, en son vefat edenler, ehl-i Bedr, aşere-i mübeşşere, sahabllerin ömür müddetleri. îlk nüfus sayımı. Sahabilerin faziletlerine dair eserler. Peygamberimizin (s.a.) ailesi ve akrabaları. Muhacirler ve ensâr. Müellefe-i kulüb. Münafıklar. Sahabe hal tercemelerine ait eserler. Tâblûn, el-Etbâ', Hadislerin yazılması ve cem'i. Kütübi sitte yazarlar. Şiilerin hadise dair eserleri. Cerh ve ta'dil. Hadislerin çeşitli şekillerde bölümlere ayrılışı ve onların açıklanması. Hadis diye uydurulan sözler. Meşhur hadis uydurucusu yalancılar. Mevzuat kitapları. Tercih ve takviye. Muhtelif u'1-hadis. Kudsi hadisler. Hadislerde nesih mesele-, si. Hadiste dualar. Tahammül yolları. Dâru'l-hadisler.
Râvi ve hadisçi kadınlar. Diplomatik vesikalar. Meşhur hadis mecmuaları, hadiste kullanılan kısaltmalar».
f) Subhi Salih, Ulûmu'l-hadis ve mustalahuh
(Beyrut - Dâru'1-İlm, 1384 - 1965; Trc. Dr. M. Yaşar Kandemir, Hadis İlimleri ve hadis ıstılahları, Ankara, 1973, İkinci baskı). «Hadisin tarifi ve diğer bazı tâbirlerin açıklanması. Hadisin tedvini meseleleri ve tarihçesi. Hadis tahsili için yapılan seyahatler. Dâru'l-hadisler ve muhaddislerin lakapları. Tahammülü' 1-hadis ve yolları. Hadis ilimlerinin bölümleri. Hadiste rivayet ve dirayet meselesi. Rivâyetu'1-hadis kitapları ve dereceleri. Rivayetin şartları ve muhaddislerin ölçüleri. Hadisin kısımları. Mevzu haberler ve uyduruluş sebepleri. Senet ve metin bakımından hadis. Hadisin hukuk, dil ve edebiyattaki yeri. Râvüerin tabakaları. Bazı sahabilerin terceme-i halleri. Etba'dan bazılarının, bazı tabiî büyüklerinin terceme-i halleri...».
Görüleceği gibi, günümüze yakın zamana ait olan son iki eserde, hadis usûlünün eski konuları yanında bazı yeni meseleler de işlenmektedir. Bu eserlerde terceme-i hallere ve şahıs tanıtımına da yer verilmiştir. Özellikle kitabiyat üzerinde duranlar da mevcuttur. Kısaca fihristlerini verdiğimiz bu eserden bazı neticeler çıkarılabilir.
İlk eserlerde özellikle rivayet ve dirayetin ana konuları senetlerle verilir. Okuyucu sayfalarca aynı sözü değişik yollardan, değişik senedlerle okur. Açıklama ve meselenin izahına raslamaz. Özellikle Râme-
hurmuzide hadisin teknik meseleleri daha da ağırlık kazanır. Hadisin fıkıhta ve ictihâdi konularda kullanılması, bu ilk eserlerde pek raslanmayan konulardır. Buradan, bu meselelerin daha sonraki asırların malı olduğu neticesine varamayız. Çünkü, sonradan usûl-i fıkıh ve usûl-i hadis ilimlerinde rasladığımız bu konuları, Muhammed b. Idris Şafii, asırlarca önce er-Risâle adlı eserinde en mütekâmil şekliyle kaleme almıştır. Oradan anlıyoruz ki, meselenin Şafii'nin gününde bile en az yüz senelik bir işlenme çağı vardır.
Hatîb Bağdadi ile îbn Salâh'ta artık meselelere daha çok açıklama getirilmiş ve daha yeni konular eklenmiştir Bu iki eserde de senedle bilgi nakli yolu henüz terk edilmemiştir.
Üç ayrı asra ait verdiğimiz bu örneklerden çıkabilecek sonucu maddeler halinde yazmayı uygun görmekteyiz:
a) Hadis yazımı ve rivayeti ile ilgili, bugün için tarih olmuş bütün teknik meseleleri ilk eserlerde bulacağız. Onların koyduğu ve uyguladığı usûllere göre eldeki yazmaları değerlendireceğiz. Bu açıdan Râme-hurmuzî büyük bir değer taşır.
b) Senedlerle verilen bilgiler içinde geniş izahlar bulmak mümkün değildir. Senedlerini attığımız takdirde, belki bir iki formalık bilgi ile karşılaşacağımız bu eserlerin en mühim tarafı «usûl bilgilerini bile bir hadis nakli titizliği ve sorumluluğu içinde vermiş olmalarıdır. Sonradan, hadislerde bile terkedilen sened kullanımı, bizi bu noktada titizliğe ve ilk çağların sorumluluğuna davet etmektedir.
c) İlk çağların bilginlerinde, hadis ve fıkıh ayırımı yapılmadan kullanılan usûl bilgileri, bilhassa Ha-
tîb'ten itibaren, geniş izahlı bir şekilde usûl kitaplarına girmiştir. Günümüz ve geleceğin bilgini; aynı meselelerin, fıkıh ve hadis usûllerinde uğradığı farklılaşmaya, bünye değişikliğine, geniş çalışmalarla işaret etmek durumundadır. Bu çalışmalar bize, hadis ve fıkıh ayırımı yapmadan; Şâfiîye kadar ve onda olduğu gibi, «ictihad ve ilmî araştırma kıstasları» olarak değerlendirme kapısını açacaktır.
ç) İhtiyaç zuhur ettikçe ve ilimler tekâmül ettikçe, yeni bahislerin usûl kitaplarına girmesi normaldir. Bunların eskilerde bulunmaması onlar için bir noksanlık teşkil etmediği gibi, meselelerin «ilklerde olmadığı gerekçesiyle» reddini de gerekli kılmaz.
d) Ayırım yapmadan bütün usûl kitapları, birbirini tamamlayan ve bir bütünü teşkil eden parçalardır. Herbirinde, diğerinde olmayan güzellikler mevcuttur. Bu güzelliklerin topluca düşünülmesi bize, hadis usûlü bilgilerinin sınırlarını tanıma fırsatı verecektir.
e) Usûl kitaplarında temas edilen konuların bütün problemleri orada halledilmiş değildir. Meselâ bir Cerh - Ta'dil konusunu ele alalım. Usûl-i hadis kitaplarında bazan muhtasar, bazan biraz daha'açıklamalı olarak bu bilgi dalına temas vardır. Bunlar en fazla on sayfalık bilgilerdir. Çoğu kez bir iki sayfa ile yetinme durumu da mevcuttur. Mesele bununla asla bitmemek-tedir. Çünkü cerh ve ta'dilin sırf teorik bahisleri en az bir cilt tutmaktadır.[123]
Usûl kitaplarında hadislerin muhtelif itibarlarla bölümlere ayrıldığım; taksimlere tâbi tutulduğunu görürüz. Bu bilgilerin verildiği yerlerde, her türün tarifi, münakaşaları, uygulamadaki değer hükmü birlikte zikredilir. Ne var ki bu yerlerde taksim sebepleri üzerinde durulmaz. Pratikteki faydasına işaret edilmez.
Belirtmeliyiz ki bu taksimler oldukça izafidir, itibaridir; bilginin tutumuna göre farklılık arzedebilir. [124]Her ilim adamının bölme işinde bazı tasarruflarına raslarız. İlk yüzyıllar hadiselerinin taksimleri, hadislerin sağlamlıkları ve zayıflıkları bakımından yapılmıştır. Buna «hadislerin sıhhat açısından taksimi» adı verilebilir. Bölümlere ayırma sadece sağlamlık yönüne inhisar edip kalmamış, bunun dışında hadisler; senedîerindeki kesiklik veya tamlık, şöhret ve râvi sayısı, kaynakları, şeklî bazı özellikleri... bakımlarından da bölümlere ayrılmıştır. [125]
Hadisin, ilk ictihad hareketlerinden Cfikhî mezheplerin kuruluşu zamanlarından) itibaren bu tür bölümlere ayrıldığını bilmekteyiz. Gerek Ebu Hanife ye gerekse ondan önceki devrelerin fakihlerinde; «Âhâd haberlerinin fıkıh açısından değeri, mürsellerle amel meselesi, zayıf hadisle dinde amelin hükmü» gibi konularda tartışmaların geçtiği ilgili ilim dallarında genişçe işlenmektedir. Münker ve mürsel hadisler haklımda Şafiî'nin kanaatleri meşhurdur.
İlk zamanlarda sahih ve sakim hadisler karışık durumda iken, hatta bir bakıma sahabe ve tâbiûna ait tatbikat ile fetvalar da aynı mecmualarda yer alırken bilahare «sadece sahihlere tahsis edilen eserler» telifine gayret edilmiş ve bunda başarı kazanılmış, sahih sakimden; zayıf sağlamdan ayrılınca iş daha da kolaylaşmıştır. Burada fakihler, hadisçilerin kıymetli yardımlarını görmüş olmaktadırlar.
Fıkıh usûlcülerinin zihnini meşgul eden taksim şekli mütevatir ve âhâd şeklindeki taksimdi.[126] Onlar bu taksim ile, akâid ve ahkâm konularında, bir bakıma da fıkıh meselelerinde kullanacakları hadisleri tasnif etmiş olmaktaydılar. Ne var ki iyi niyetli bu taksim, onlardan çok ehl-i bid'at kelâmcıları ile sünnete muhalif bâtıl fırka mensuplarının işine yaramıştır. [127]
Hadis uydurma hareketinin yaptığı tahribat neticesi, uydurma (mevzu) haberlerin sağlamlardan ayrılması, bu bahsettiğimiz bölme işlemlerinden ayrı bir ayıklama işi olarak cereyan etmiş, yalanlar ayrı mecmualarda toplanmıştır.
Netice olarak şunu söyleyebiliriz: Hadislerin hangi itibarla olursa olsun yapılan taksimlerinde başlıca sebeb; onu kullanacak kişilerin, malzemelerini kolayca tanıması, değerlerini; güç ve kuvvetlerini bilmesi, neyin nerede iş göreceğini tesbit etmesi» gibi fikirler olmuştur. Yoksa hadislerin taksiminde başka düşünceler mevcut değildir.
Hadislerin taksimi metin bakımından olduğu kadar senedler yönünden de geçerli olmaktadır. Sıhhat açısından taksim önceleri ikili idi: Sahih ve sakim. Be-Jırli bir tarihten itibaren [128]zayıfların içinde, kendi-sini zedelemeyen küçük kusurları olduğu halde he-mence zayıf telakki olunan ve sahihe daha yakın olan iümre hasen hadisler adı altında ayrı bir bölüm teşkil etti ve taksim üçlü hale geldi: Sahih hadisler, hasen hadisler, zayıf hadislar.
Yerinde de belirteceğimiz gibi, ilklerin zayıflar hakkındaki tazı rnüsbet konuşmalarını bu hasenler olarak anlamak zorundayız. [129]
Bir hadisin sahih olabilmesi için bazı şartları taşıması gerekmektedir. Bu şartlar beş tanedir. Kısaca bu şartları şöyle sıralamak mümkündür.
a) Hadisin senedinde kopukluk bulunmayacak. Yani atlanan veya kasıtlı olarak zikredilmeyen râvi-ler olmayacak. Tam senedli bir hadise müsned ve muttasıl adı verilmektedir.
b) Muttasıl senedle gelen hadis, dini bütün (adaletli) râviler tarafından yine kendileri gibi olanlara nakledilecek ve bu silsile değişmeyecek.
c) Râvilerin zinciri, zabtına güvenilir khrseler-den meydana gelecek. Hafıza bozukluğu, aklî noksanlık, vehim vb. zihni ve aklî kusurlar bulunmayacak.
d) Hadisde illet adı verilen kusur olmayacak. Hadis, dıştan bakınca güçlü bir görünüm arzettiği halde içten hastalıklı olmayacak.
e) Hadis şâz olmayacak. Başka sağlam râvilerin rivâyetierine ters düşmeyecek [130]Bu şartları [131] taşıyan hadise sahih lizâtlh adı verilmektedir. Bunun karşılığında sahih ligayrih diye adlandırılan ve haeen'e yakın olan bir bölüm daha vardır. Bu nevi hadisler, dış destekler yardımıyla sıhhat kazanmakta; çeşitli tarîkler ve farklı rivayetler ona yardımcı olmaktadır.
Bazı âlimler sahih hadisi mütevatir ve âhâd şeklinde bölümlere ayırmaktadır. Aslında deyimler sahih dışındaki türler için de geçerlidir. Bu bir başka taksim yönünde geçerli olan ıstılahtır. Onların belirttiklerine göre mütevatir hadis, usûl kanunlarının geçerli olmadığı güçlü bir hadistir. Sünnetin büyük bir kısmını meydana getiren âhâdın haberleri ise, kendi arasında bölümlere ayrılır.[132]
Usûl kitaplarında sahih hadisler konusu işlenirken bazı meselelere temas edilir. Bunların başında, «sahihin, işiten kimsede bilgi ve kafi kanaat hâsıl edip etmemesi» gelir. îlim adamlarının ittifakla belirttiklerine göre, bu tür sahih bir hadis işitende bilgi ve kat'î kanaat meydana getirir ve kişinin, hadisin gereği ile amel etmesini zorunlu kılar. İsterse bu tür bir sahih, mütevatir değil âhâdın haberi şeklinde olsun. Kaldı ki haber-i vâhidlerin de bilgi ifade ettiklerini sayunanlar mevcuttur. Burada mühim olan, bilgi ifadesi değil sahih haberin amelde esas olması'dır. [133]
Sahih hadisleri ilk toplayan İmam Mâlik'tir denil-mişse de, imam zayıf haberin bazı türlerini de eserine almış bulunmaktadır. Büyük kitlenin inancına göre elde muhtasar, müsned ve kullanışlı bir eser olmak üzere sahihleri ilk toplayan ve sahih dışında eserine hadis almayan kişi Muhammed b. İsmail Buharî'dir,
«Sahihler sadece onun kitabında vardır, başka yerde yoktur» gibi bir yanlış mâna anlaşılmaması için hemen belirtelim: Buhari'nin eserine aldığı hadislerin sayısı 8.000 civarındadır. Halbuki sahih hadislerin sayısı bu rakamın üstündedir. İmam Buharî'nin el-Câ-mi'u's-sahih adlı bu kısa eseri, daha sonraki asırlarda, &ünni zümrelerde Allah'ın kitabı Kur'anı Kerim'den sonra en doğru kitap (esahhul-kütüb ba'del-Kur'an) olarak adlandırılmıştır.
Sahih hadisler kendi aralarında kademelendirilir-ler. Bu kademelendirme ekseriyetin fikridir. Sahih hadisler bu derecelendirmede şöyle sıralanırlar:
a) Ma'ttefeka aleyhi' 1-Buharî ve Müslim: Buharı ve Müslim'in, şahinliğinden dolayı eserlerine aldıkları hadisler. Bunların sayısı 2.000'i aşkındır.[134]
b) Ma'nferade bihl'l-Buharî: Sadece Buharî'nin eserinde bulunan hadisler.
c) Ma'nferade bihi Müslim: Sahih görüldüğü ve istenilen şartları taşıdığı için sadece Müslim'in eserine alınan, Buharî'de bulunmayan hadisler.
d) Mâ'alâ şartayhimâ: Buharı ile Müslim'in beğenebilecekleri vasıfta olan, fakat eserlerini kabartmamak için dışarıda bıraktıkları hadisler.
e) Mâ'alâ şartı'1-Buhari: Sadece Buhari'nin şartlarına uygun olduğu halde, eserine giremeyen, fakat başka hadisçilerin eserlerinde bulunan hadisler.
f) Mâ alâ şartı Müslim: Sadece Müslim b. Haccac-Kuşeyri'nin ileri sürdüğü şartlara uygun olan, eserine giremeyen hadisler.
g) Sahih inde Gayrihimâ: Diğer hadisçilerin sahih kabul ettikleri hadisler [135]
Burada bir meseleye açıklık getirelim: «Buharî'ye, Müslim'e veya bir başka imama göre sahih sayılan» deyimi ile ne kastedilmektedir? Şu veya bu âlime göre hadisin değeri değişebilir mi? Şurası muhakkaktır ki, madde cinsinden olmayan, ölçü tartı, metre ve benzeri değerlerle tesbiti mümkün olmayan mefhumlarda, bir takım izafîlik ve nisbîlik normal karşılanmalıdır. Sözgelişi bir duvar herkese göre 12 metre otuz santimdir. Bu değişmez. Fakat «bir râvinin dindarlığı, hafıza 'gücü, ilmî durumu vb. haller» biraz farklı değerlendirilebilir. Yalnız bunda da bir sınır vardır: Herkesin ahlâksız ve deli saydığına, birisi çıkar farklı değer biçerse, onun hükmü üzerinde dikkatle durmak gerekmektedir: Bu hüküm, ya kimsenin bilmediği bazı gerçekleri dile getirir, veya safsatadan ibaret kalır.
Hadislerin sıhhatlerinin tesbitinde de bir nisbîlik ve bir izafîlik sözkonusudur. Çok titiz davranan bir âlime göre zayıf olan bir haber, bir diğer zata göre hasen ve hatta sahih sayılabilmektedir. Iraklılalara göre sahih olan bir haber, Haremeyn âlimleri nezdin-de zayıf, hatta asılsız sayılabilmektedir. Nitekim bir bilgin; «Iraklılardan bin haber duymuşsanız, 999 unu reddedin, birini de şüpheyle ve ihtiyatla karşılayın» demekten kendini alamamıştır. Değerlendirmelerde siyasî bölünmelerin de dahli vardır. Çünkü insanı bu tür konuşturan siyasî hasımlaşma olabilir. Bölgeler dışında şahıslar da aynı durumdadır. Falan hadisçiye göre sahih olan hadis, bir başkasına göre sahih olmamaktadır. Şahısların kullandıkları ölçülerin farklılığı vamnda, başka âmillerin de tesiri mevcuttur.
Fıkıh kitaplarında; bu hadis bize göre sahih değildir, zayıftır. Bu hadis bize göre mütevâtir ve meşhur değildir haber-i vâhiddlr» gibi mazeretlerin ileri sürüldüğü bol miktarda görülür. İşte bunun sebebi adı gecen nisbîlik ve izafiliktir.[136]
Yukarıda sahih hadisi tanımlarken saydığımız bütün şartlar, hasen hadis için de geçerlidir. Onların sahihten farkı, sadece râvisinin zabtının, sahih hadis râvisinin zabtından daha aşağı olmasıdır. Tarif şöyle olabilir: Sazlıktan ve illetli olmaktan kurtulmuş, fakat zabtı pek mükemmel olmayan, adli sağlam râviler tarafından muttasıl senedlerle rivayet edilen hadisler. Bu hadisler de iki türlüdür: Lizâtihi hasen ve ligayrihi hasen.
Hasen hadis sözkonusu olunca, büyük muhaddis İmam Muhammed b. İsa Tirmizi akla gelir. Bilindiğine göre ilk defa hasen hadis tarifini ortaya atan bu zattır. Gerçi daha önceleri de zayıf ikiye ayrılmaktaydı: Kendisiyle amel edilebilecek derecede za'fı az olan hadis, terkedilmesi gerekli olan zayıf hadis. Yâni vâhî diye anılan hadis [137]
Bilindiği gibi Tirmizî kitabında hadisleri verdikten sonra onlar ve onlarla amel konusunda bir kaç cümle ekler. Sahih ve hasen deyimleri yanında; ha-sen - sahih, hasen - sahih - garib... gibi anlaşılması güç müşterek lafızlar da kullanır [138]
Kütüb-i sitte diye adlandırılan ve Sünnîlerce muteber sayılan mecmualar içinde, Tirmizî'nin kitabı dı-şında hasen hadis ihtiva eden kitap yoktur şeklinde bir ölçü de yanlıştır. Bazı âlimlerin daha farklı değerlendirmeleri de vardır. Onlara göre hasen, zayıfın değil, sahihin içinden çıkmıştır, dolayısıyla o başlı başına bir tür olmayıp, sahihin bir çeşididir. îlk âlimler onu sahihle birlikte mütalaa etmiş ve öylece değerlen-. dirmişlerdir. Zehebî ve İbn Kesir bu kanaattadır. Kütüb-i sitte içinde, özellikle İbn Mace Süneni'nde zayıf haberlere işaret edilir. Ayrıca Subhi Salih; «Ahmed b. Hanbel'in Müsnedi bir tarafa, Sahîh-i Buharî'de bile hasenin bulunuşunu garip görmüyorum» demektedir. Bununla şahısların otoritesi dışında bile, her zaman hadislerin sıhhatlerinin münakaşa edilebileceği hususuna işaret etmek istemektedir.[139]
Bağavi adlı bilgin, Mesâbihu's-sünne adlı eserinde geçmekte olan hadisler için, sıhâh ve hisân deyimlerini kullanır. Onun verdiği hasen hadislerin tenkidi yapılmış, ölçüsü beğenilmemiştir. [140]Sahih ve hasen hadisler içinde; ceyyid, kavi, sabit, mahfuz, sâlih, müs-tahsen gibi değişik türler mevcuttur.
Hadisçiler sahih ve hasen ölçülerini kullanırken bazan; metin ve senedi ayrı mütalaa ederler. Senedi sahih olan her hadisin metni, sahih olmayabilir. [141]
Bu tür hadisleri tanıtmadan önce, çok defa karşı-laşılabilen bir yanlış anlayışa temasta fayda görmekteyiz. Bazı kişiler zayıf hadis denilince aslı olmayan, Peygamberin ağzından uydurulan yalan haber anlamaktadır. Uydurma haber dediğimiz el-Hadisu'1-mev-dû' zayıfla hiç alâkası; hatta hadisle hiç alâkası olmayan bir yalandır. Bir iftiradır. Zayıf hadis, sened ve metindeki bir arızadan dolayı; geliş tarzı veya sübûtu bizce sağlam kabul edilemeyen bir hadistir. Aslında belki de Allah'ın elçisi bu sözü söylemiştir. Mevcut kâ'delere göre, yalandan, daha doğrusu Peygamberimize iftiradan sakınmak için hadisçiler onu ihtiyatla karşılamış ve sadece o rivayet yolunu zayıf görmüştür. Aynı hadisin, başka tarîklerle gelmiş sahih cinsleri bulunduğu için, çoğu kez, Peygamberimizden gelmiş olan o konudaki bilgiden de mahrum kalmamaktayız. Zayıfı kısaca şöyle tanımlayabiliriz: Sahih ve hasen hadisin şartlarını taşımayan; şâz, muallel, munkati olabilen; râvisinin adalet ve zabtı kusurlu olan had'.sler.
Zayıfın türleri için, bazan mevcut olmayan ihtimaller de düşünülerek 381 sayısı verilmişse de, temelde bu sayı kırk türü geçmemektedir. Zayıflar içinde en çok münâkaşa doğuran, mürsel hadislerdir. Bu hadisin senedinden sahabi düşmüştür. Daha doğru bir ifade ile, tabiî Peygamberimizden kendi duymuşcasma bir itimatla hadis rivayet etmiştir. Daha sonraki çağlarda bu tür hadisler şüphe konusu olmuştur. Bazı istisnalar dışında çoğunluk mürsel haberi dinde hüccet tanımamıştır. Sahabenin diğer bir sahabiden duyduğu ve fakat onun adını vermeden naklettiği sahabe mürseli için aleyhte konuşma olmamıştır. Çok şiddetli mürsel muhalif; olan Şafiî bile, bazı kişilerin mürselini kabulde beis görmemektedir [142]Mürsel haberler konusu müstakil kitapların yazılmasına da vesile olmuştur [143]Senette düşen şahıs iki tane ise veya düşmemişte müphem kalmışsa hadis Munkatı' olmuş demektir. Bu eksiklik bazan iki kişi de olabilmektedir. Bazı bilginlere göre senetteki eksilen şahısların adedi daha çok ise hadis Mu'dal'dır ve mu'dall hadis münkatı'dan, o da mürselden daha değersizdir. [144]
Tedlis, hadiste başvurulan bir nevi hile olmaktadır. Bu işi yapan bazan özellikle isnatta bu işi yapar. Görüşmediği bir kişiden görüşmüş gibi hadis nakledebilir. Ondan bizzat işittiğini vehmettirecek ifadeler kullanır. Tedlisin en çirkin nev'i budur. Bazı bilginler tedlis yalanın kardeşidir derken, İmam Şafiî, bir kere olsun tedlis yaptığını bildiği kişilerin hadislerini almamıştır. Yaygın kanaate göre tedlisli bir senette, semâa delâlet eden lafızların sahiplerine ait rivayetler kabul edilmektedir. Bu râviler bazan, durumlarını gizleme ihtiyacını duydukları şeyhlerini, tanınan ismi dışında isimlerle veya taşımadığı sıfatlarla zikrederler. Bunları kendi öz. adları ile ansa, haberi tenkide uğrayacaktır. Buna suyûh tedlisi adı verilir. Ebu'l-Kasım Ezdî, Ubeydullah Fâsî, Ubeydullah b. Osman Sayrafî... aynı şahsın çeşitli adlandırılışına bir örnektir. Üçü de Hatîb
Bağdâdi'nin bir tek hocasının müşterek ismidir [145]Hadislerde illet gizli bir kusurdur. Onun bulunuşu da hadisimizi Mu'allel kılar. Bu da zayıfın bir türü olmaktadır[146] Şazz ve Münker hadislerde ise, sika râvilerin rivayetlerine muhalefet mevcuttur. Şazza mahsus bir diğer Özellik, hadisin tanınmamış olması, yani İnfiradıdır.
Zayıf hadisler konusu istenildiği kadar uzatılsın neticede şunları bilmek durumundayız: Zayıfta hastalığın ana kaynağı beş tanedir. Yüzlerce türü bulunduğu ifade olunan bu nevi hadislerdeki za'fı şu beş yola irca mümkündür:
a) Senetteki kopukluk, râvi düşmesi veya râvi gizlenmesi ile ilgili hastalıklar ve onların meydana getirdiği zayıf hadis türleri.
b) Râvisinde adalet yönünden kusurlar bulunan hadisler. Yahut; kusurların, kişinin dini hayatı ile ilgili olanları (adi vasfını giderenler).
c) Râvideki zabt kusurları. Bu yolla zayıf olan haberler.
d) Sazlık açısından teşekkül eden kusurlar ve sazlık dolayısıyla zayıflar.
e) İllet ve meselelerinin ortaya çıkardığı tâli derecedeki hastalıklar ve onlardan meydana gelen zayıflar. Bu beş hastalık, kollara ayrılmakta, sayılar da tabiî olarak çoğalmaktadır.
Zayıf, hasen ve sahih arasında müştereken kullanılan hadis ıstılahları da vardır.[147] Bunlar çok kere hadisin geliş yolu ve şeklî meseleleri ile ilgilidir. Genişçe onlardan bahis yerine, zayıfla amelin dinimiz-deki değerlendirilişi konusunu vermeyi uygun görmüş bulunmaktayız.[148]
Hadislerin çeşitli yönlerden taksimi bahismevzuu olunca, tatbikattaki faydası nazar-ı itibara alınarak «Zayıf hadisin dinimizdeki değeri ve yeri» üzerinde durmamız normaldir. Böylece din âlimlerinin; hadisçi ve fakihlerin yaptıkları bu taksimlerde varmak istedikleri hedef, ümmete yaptıkları uyarı vazifesi daha da iyi anlaşılacaktır.
Hadisçiler, aslı olmayan bir haberin, Peygamberimize (a.s.) isnadını büyük bir suç sayar, ondan kaçınma gereğini söylerler. Burada mühim olan, demediğini Peygamberimizin ağzından söylemek ve söyletmek cürmüdür. Uydurmacılığın, zayıf hadisle uzak ve yakından ilgisi yoktur. Fakat, tahsil yapmış kimseler bile, Zayıf ile Mevzu haberi bazan karıştırır; daha doğrusu zayıf sözü bu kimselerin zihninde asılsız gibi bir mâna uyandırır. Önce bu izi silmek gerekir. İlk âlimlerin deyimi ile sakîm hadiste bir asıl ve bir temel vardır. Yalnız teknik bazı bulgu ve bilgiler, şüpheyi çekmiş, din sözkonusu olduğu içinde bilgin, araştırmayı lüzumlu görmüş, hadisin geliş yolu veya kendisindeki zayıflığı arayıp bulmuş, dikkatleri o noktaya çekmeyi lüzumlu görmüştür. Hadise verilen zayıf sıfatı bu mânayı taşır. Yoksa bazılarının zannettiği gibi; sözün muhtevası manasızdır, zayıftır denilmemek-tedir[149]
Muhaddisler zayıflığın tesbitinde bir şahit ve bir emanetçi titizliği ile meseleye bakarlar. O konudaki bütün haberlere şâmil olacak ifadelerden kaçınırlar ve bu haber, bu senedle zayıftır; şu şu durumlar söz-kcnusudur derler. Böylece aynı konunun, başka sahih hadislerde de bulunabileceğine işaret ederler veya hiç olmazsa bu imkâna yer ayırırlar. Hatta onlar daha da ileri giderek:
a) Sened ve metni birlikte zayıf olan hadisler,
b) Sadece muayyen bir senedi ve tarîki zayıf olan hadisler,
c) Sadece metni zayıf olan hadisler şeklinde, üçlü bölmelere bile kalkışırlar. Acaba, çeşitli ilmî usûllerle zayıflığı belirtilen haberler bir kenara atılır, onlardan ve onların taşıdığı bilgilerden mahrum mu kalırız? İlim adamları zayıfla ameli nasıl karşılar?
Dinî nakillerde en küçük bilgiyi atmamak; bir kuyumcu titizliği içinde altın parçalarından da değerli olan bu kültür unsurlarını değerlendirmek, ilim adamlarının başlıca prensiplerindendir. Kayıp vermeden, kültür malzemesini; dinî bilgi unsurlarını aynen yeni nesillere aktarma ilkesi, bazan onların ayırım gözetmeden sağlam ve çürük bütün rivayetleri birlikte eserlerine almalarına sebeb olmuş, bu yüzden meselâ İbn Cerir Taberî gibi nakli bilgiler âlimleri ve müfes-sirler tenkid bile edilmişlerdir. Bu yüzden, bilhassa dine ve ahkâma ait noktalarda, bir tarîk zayıftır diye bir kültür ve din bilgisi kaybı olmamaktadır. Genel mânada, şifahî devreden yazıya geçerken kültür kaybı olduğu fikri de duyulmamıştı. [150]Hatta zayıfla ameli kabul etmeyen çağdaş âlimlerden Dr. Subhi Salih; gerek şer'î ahkâm ve gerekse fezâil babında elimizde, başkasına lüzum kalmayacak kadar çok, sahih ve hasen hadis vardır...» şeklinde bu noktaya temas etmektedir. [151]
Âlimlerin zayıfla amel konusu ile ilgili diğer görüşlerini vermeden önce, zayıf hadis tarifinde farklı anlayışların olup olmadığı, sınırının ne oîduğu hususlarım halletmemiz gerekir. Münakaşalarda çok kere ıstılah farklılıkları rol oynar. Belirli bir ölçü üzerinde konuşulmadan herkes kendi tarifinin peşinden gider ve netice alınmaz. Zayıf hadis. teriminde de ayrı ayrı Ölçüler ele alınırsa, her ilim adamı ayrı meseleyi kasteder; herbiri tuttuğu yönden ayrı ayrı haklı olabilir. Burada böyle bir hal sözkonusudur. Hadis tarihinin başlangıç yıllarında imamların zayıfla kastettikleri mâna ile, sonrakilerin kastettikleri farklıdır. Hiç değilse şümulleri farklı olmaktadır. İlk âlimler sıhhat açısından hadisi sahih ve zayıf (veya sakim) diye ikiye bölerlerdi. Zayıfın içinde; az zayıf, orta derecede zayıf ve çok zayıf; amel edilemeyecek derecede zayıf vardı.
Sonraki çağlarda bu ikili taksimin ortasına üçüncü bir tür daha eklendi: Bu Hasen hadistir. Bunlar acaba sahihlerden mi alındı, zayıflardan mı? îki ayrı fikri de savunanlar vardır. Biz diyelim ki ikisinden de alındı. Demek oluyor ki hasen hadisler en azından yarısı itibarıyla eskilerin zayıf dedikleri, bazan kötüle-dikleri; bazan dindeki gücü üzerinde pek müsbet ko-: nuşmadıkları hadistir. Bunların za'fı az imiş, giderilebilmiştir de diyebiliriz. îlk âlimler, zayıfı kullandıklarını söyler ve onu dinde esas alırlarsa, bilelim ki bunların çoğu, sonrakilerin hasen dedikleridir. Sonra gelen bilginler; ister zayıftan isterse sahihten alınarak orta sınıf olarak teşekkül ettirilmiş olsun, hasenle amelin aleyhinde bulunmamışlardır, onu kötüleme-mişlerdir.
Zayıf hadislerin tatbikata intikalleri ve amelde bir kaynak olmaları konusunda üç görüş mevcuttur:
a) Zayıf hadisler mutlak olarak kullanılamaz, onlar dinde kaynak değildir görüşü. Bu guruptaki âlimler, amelleri ahkâm ve fezâil şeklinde ayırmaz. Hepsini bir değerlendirir. Belirtildiğine göre, Yahya b. Ma'-
ln, Ebû Bekr b. Arabi, İbn Hazm gibi bazı bilginler bu kanaattadırlar. Bunların inancına göre, Buharı ve Müslim gibi iki büyük hadis âlimi de aynı fikirdedir. Bu yüzden zayıf hadisleri eserlerine almamışlardır. (Ekseriyetin fikrine göre, imanım sahihleri eserine alış sebebi, elde muhtasar ve kolay kullanılabilen bir kitabın bulunması için hocalarından birinin isteğidir).
b) Zayıf hadisler mutlak olarak dinde kullanılır. Onlarla amel edilir fikri. Büyük muhaddislerden Ebu Davud Sicistâni ile Ahmed b. Muhammed b. Hanbel'in görüşü budur. Onlar zayıf hadisi, kişilerin şahsî re'y-lerinden daha iyi sayarlar.
c) Zayıf hadisler bazı şartlarla fezâil denilen amel türlerinde kullanılabilir. Cemâluddin Kâsimî'nin belirttiğine göre bu mutedil görüş, imamlarca itimada şâyân görülen fikir olmuştur [152]Sözkonusu şartlar şunlardır:
a) Rivayet edilen hadis pek fazla zayıf olmayacak (ölçü nedir belli değil).
b) Kur'an-ı Kerim'le ve sahih sünnetle sabit bir temele ve bir asl'a dayanacak.
c) Kendisinden daha kavi bir delile muhalif olmayacak. İbn Hacer Askalânî, bu şartlara bir dördüncüsünü eklemekte ve şöyle konuşmaktadır: «Amel eden kişi bunun böyle olduğuna kesin inanmayacak» [153]
Burada zikri geçen fezâil sözüyle kastedilen şudur: Şer'î ahkâm ve inanç meselelerine ait olmayan, helal ve haram konularına girmeyen, daha ziyâde ter-ğib ve terhible ilgili olan, sevab-ikâb, mânevi dereceler ve mükâfatlar, rekâik ile ilgili konular .[154]
Zayıfla amelin hükmünde, ferdlerin fiilleri ve davranışlarıyla ilgili olarak ortaya fezâil ve ahkâm şeklinde ikili bir taksimin çıkması, bazı bilginlerden naklolunan bir söze dayanmaktadır. Ahmed b. Muhammed b. Hanbel, Abdurrahman b. Mehdi ve. Abdullah b. Mübarek'ten nakledilen söz şudur: «Helal ve haram mevzuunda bir şey rivayet ettiğimizde pek sıkı, fezâil ve bsnzeri mevzularda bir şey rivayet ettiğimizde ise müsamahakâr davranırdık». Bu sözleri şöyle nakledenler de vardır: «İbn Mehdi dedi ki: Hz. Peygamber aleyhis selâm'dan; ahkâm, helal ve harama dair rivayette bulunurken isnadları ciddi inceler, ricali tenkid ederdik. Ama, sevab - ikâb, fezâil konularında hem isnatta sü-hûlet gösterir, hem de ricalde müsamahakâr davranırdık. Ahmed b. Muhammed b. Hanbel dedi ki: Rekâik hadislerinde [155]müsamaha olabilir. Ta ki, hüküm ihtiva eden bir konu gelene kadar...» [156]
Dr. Subhi Salih bu sözlerin yanlış anlaşıldığını savunur. Cbizce yanlış anlamadan ziyade ıstılahta farklılık sözkonusudur.) Onun belirttiğine göre; bu imamların zayıf dedikleri hadisler, daha sonrakilerin hasen saydıkları hadislerdir.» Pek sıkı davranmazdık sözü ile de dünün ve bugünün insanının anladığı mâna anlaşılmaz. Helal ve haramda, en yüksek vasıflı sahihleri kullanırken, fezâilde bu sahihlerle birlikte bunlar, kadar güçlü olmayan hasenleri de kullandığımız olurdu denmek istenmiştir» der. Asında, Ahmed b. Muhammed b. Hanbel'in gösterdiği müsamaha ve yumuşaklık, asırlar sonrasının güçlü tenkidçilerinin, tsnkid-lerinden daha da güçlüdür. Müsamaha sözünü, onların sıkı sıkıya incelemeleri ile birlikte mütalaa etmek gerekir.
Zayıf hadisleri güçlü ifadelerle rivayetten sakınmak gerekir. Onun zayıflığı ve hastalığı belirtilmelidir. Şurası muhakkak ki, hadislerin za'f ve güçlerinin her asırda ve her bilgince araştırılması farzdır. Bu sayede ilimde yükseklik kaydedilir ve «takvim yapraklarının arkasında yazılanlarla hutbe ve va'z yapma seviyesi» iflâs eder[157]
Za'f ve sıhhatin tesbitinde klasik yollar, metinde ve senette görülen durumlar yetmeyebilir. Hz. Peygamber'in kişiliğinin iyi tanınması, tarihî ihtilâfların, siyasî bölünmelerin ilme yaptığı zulümlerin ve daha pek çok şeyin bilinmesi gerekmektedir. Ortada bir tek İslâm türü, bir tek .Allah Taâlâ, bir tek Peygamber vardır. Şahıslara göre değişen hadisler; yine onlara göre değişen Allah'ın gönderdiği ahkâm, ferdlere göre değişen Peygamber sözleri mevcut değildir. Ehliyetli muhaddis sıhhatin tesbitinde büyük bir kaynak olsa gerektir. [158]
Hadislerin alınması, nakil ve rivayeti diğer bir deyişle öğretim ve öğrenimi sözkonusü olunca, eski usûl kitaplarımızda Tahammülülm adlı bir bölümün yer aldığını görmekteyiz. Bu başlık ile, bilhassa hadislerin şifahî devredeki öğrenim ve öğretim usûlleri olan yollar incelenmektedir. Biz, meseleyi biraz daha geniş çerçeveli tutarak bütün devirlerde hadis öğrenim ve öğretimini incelemeye çalıştık. Yan meseleleri de bunların içinde mütalaa ettik. Böylece tahammül teknikleri yanısıra; ilim için yapılan seyahatler, hadis öğrenim yerleri vb. konular da girmiş oldu.
Şurasının unutulmaması gerekir: Eski çağlarda hadisin öğrenim usûlleri olduğu gibi, günümüz için de bazı usûller tesbit etmek veya teklif etmek mümkün olabilecektir, ayrıca günümüz ile ilk hicri asırlar arasında kalan devrelerin de kendilerine göre hadis öğrenim ve öğretim teknikleri ve bunlara bağlı problemleri olmuştur. Bunlar yanında hadisçilerin, imlâ teknikleri, hadis rivayetinde asgarî ve a'zâmî yaş sınırları gibi bazı meseleler de bu başlık altına alınmıştır. Yine aynı başlık altına, rivayetleri kabul olanlar ve olmayanlar, rivayette şartlar... gibi çeşitli konuları da almak mümkündür.[159]
Burada hadis almaya başlamanın ve bitirmenin sınırları yani talip ile şeyhin başlangıç ve bitir^ş yaşları sözkonusu olmaktadır. Öğrenci kaç yaşından itibaren hadis öğrenmeli, kaç yaşma gelince bu işi ter-ketmelidir? Keza şeyh olan öğretici; kaç yaşında bu işe başlamalı ve ne zaman terketnıelidir?
Hadisçilerin verdikleri bilgilere göre her iki durumda çeşitli fakirlerin ileri sürüldüğüne şahit oluyoruz. Bazıları öğrencide Temyiz çağı'nı esas alırken, diğerleri işi Bülûğ'a kadar götürmektedirler. Okutan için de, yirmi - otuz yaşlan başlangıç alınırken, seksen yaş bitiş çağı olarak uygun görülmüştür. Ayrıca her ikisinde de şuuru yerinde olma, temyiz, zihin sağlamlığı esas olarak eklenmektedir.
Bazı hadis âlimlerinin hatıralarından öğreniyoruz ki, hadis okumak için gittikleri hocalar kendilerine, önce Kur'an-ı Kerlm'i ezberlemeyi şart koşmuşlardır. Bu durumda, hafız olarak hadis öğrenimine başlamak da bir.ölçü olmaktadır. Fakat, ilmin kudsiyetini kesti renıeyecek yaşta küçük olan çocuklarla, zihnî bozukluklar yüzünden düşülecek tuhaf durumlarda, nakil ve rivayeti kesmek uygun görülmüş, ilmin vekârma yaraşan durum olarak tavsif edilmiştir.[160]
Hadis öğrenim ve öğretimi ile meşgul olacak kişilerde bir takım üstün vasıfların, ilim talebine yaraşır hallerin bulunması zaruri görülmekle beraber bu vasıflar ilgili bahiste de görüldüğü gibi akıl ve zabt sıfatlan altında toplanmış; talebe ve hocanın, aklı başında ve dinî hayatı normal birer ferd olmaları istenmiştir. Normal durum bu olmakla beraber, haberleri duyan kişilerin aynı vasıfları taşıyan insanlar olması her vakit mümkün olamamıştır. Bazan, arzettiğimiz vasıflan taşımayan birisinde, hadisçinin alması gereken bilgiler bulunabilmektedir. Âlimler bu noktada, o k:şinin, kendisinden bir şeyler katmasından korktuk-lan için, «rivayetleri makbul olmayanlar» ölçüsünü getirmişlerdir. Akıl bozuklukları yanında, dinî emirlere riâyet ve dinî eminlikleri açısından sağlam olmayan kiş ier rivayette husn-i kabul görmeyen kişiler olmuştur. [161]
Lahin ve diğer teknik hatalarda akıl oksanlıklarının, unutmanın, gafletin bütün teferruatlı durumları ayrı ayrı ele alınır. Siyasi ve itikadı fırka mensuplarının durumları daha da dikkat çekici bulunmaktadır. Bir siyasî veya itikadı hizbin mensubu ve propa-gandisti; kendi zehirlerini hadis adı ve mânevi gücü altında etrafa yayar korkusuyla, rivayette reddedilen zümrenin başında sayılmıştır. Bunun dışındakilerde ise, ciddi bir araştırma tavsiye edilmektedir. Çünkü insanlar, birbirlerini sevmedikleri zaman bazan iftira ile lekeleyebilmektedirler. Böyle iftiraya uğrayan, temiz müslüman bir râvinin hadisinin kaybolmasına ilim adamları rıza göstermemiş; fırka ve hizip mensuplarının bile, mutedil olanlarının rivayetleri kabul edilmiştir. Hadisçinin korktuğu hususlardan biri de, «bid'at ehlinin durumu» dur. Burada da sünneti, ona • tam zıt olan bir fikrin, bir teşekkülün kurbanı etmeme titizliği görülmektedir.[162]
er-Rihle fî talebi'I-ilm, gündengüne genişleyen müslüman ülkeler coğrafyasına yayılan haberlerin ilim adına toplanması, karşılaştırılması, daha yakın sened zincirinden hadis alma, duyulmamış konuların ehlinden dinlenmesi gibi sebeblerle yapılan ilim yolculuklarıdır. İşin takdire şayan yönü, yirminci asır ilim adamının, hayatı boyunca gerçekleştiremediği bir takım yolculukların, o günün imkânsızlıkları ve ağır şartları altında gerçekleştirilmiş olmasıdır. Bu seyahatleri kitaplardan bir okuyup geçmek, bir de seyahatin neye mal olacağını düşünüp ölçerek takdir etmek vardır.[163]
İlim yolculukları hem senedlerin kısalmasına (uluvv-i isnâdî, hem de pek çok yönden ilmî kontrol ve fikir tevhidine yol açmış, tatbikat beraberliği sağlanmış ve bilginin doğruluğuna güven artmıştır. Diğer ilim dallarında bu tür, kudsi telakki olunan bir seyahat şekline ve ilim taleb usûlüne raslamamaktayız.
Yazıya bağlı olmayan tahammül yolları, sahabe günündeki hadis alış verişinin büyük bir kısmını kaplamıştır. İlk hadis yazımı hareketlerinde gördüğümüz birkaç örnek bu kaideyi değiştirmez. Sahabe gününde; arz, kıraat, icazet, münâvele, kitabet, vicâde gibi isimlerle anılan ve sonraki devirlerin hadis alma ve verme şekilleri olan yolları kullanan olmamıştır. O günde iyi bir hıfz, zaman zaman sorarak kontrol etmek ve müzakere mevcuttu. Herkes öğrendiğini başkasına naklettiği gibi, duymadığını da bir başkasından öğrenmekteydi.
Tâbiûn gününde artık yazı iyice belirgin hale gelmiştir. Bir başka konuda göreceğimiz gibi, hadisin yazımı işi de öyle kolay ulaşılan bir merhale olmamıştır. Belirli bir sebebe mebni, hadislerinin yazılmasını yasaklayan Peygamberimiz (s.a.) den, müsade sâdır olduktan sonra yazım işini gerçekleştirenler olmuştur [164]Buna rağmen, hadisi «hıfz yoluyla alma» yi üstün bir yol telakki eden ilim adamlarının, hadis yazımı konusundaki menfi görüşleri yine de yer yer devam etmiştir.
Yazının yayılması ve tasniflerin çoğalması sonunda; şifahi naklin ve hatta sened kullanımının azaldığı devrelerde artık seyahatlerin, şifahî hadis alım yollarının arkası kesilmiştir. Çok yakın zamanlara kadar devam eden icazet usûlleri bile artık, eski tesir ve yaygınlığını kaybetmiştir diyebiliriz.
Hadisin klasik eserlerde zikredilen ve sayıları cnu aşkın öğrenim usûlünü ve onlara bağlı meseleleri kısaca görmekte fayda vardır. Bu konuya geçmeden önce günümüz ve gelecek için bazı görüşleri ve teklifleri görelim:[165]
îslâmî ilimlerde ve özellikle hadis tahsilinde, hocadan ve mütehassıstan öğrenim, zaruri olan bir usûldür. Yani bir kişi kendi emeği ile lisan öğrenerek, mevcut eserleri okuyarak da dinî bilgiler elde edebilir. Fakat onun ham ve eksik yönleri kaldığı gibi, izâlesi çok zor olan bir gayr-ı tabiiliği de vardır. Bunu okulda okuma ile, dışarıdan hazırlanıp mektep bitirmeye benzetebiliriz. Sıralarda oturmanın öğrenciye vereceği bir takım hasletler, yılların sunacağı bir takım güzel vasıflar bulunmaktadır. Bunlar maalesef kendi kendine teşekkül etmeyen güzelliklerdir [166]Bu bakımdan, öğrenci ve öğreticinin karşılıklı hadis öğrenme tekniği devam ettirilmeli; arz ve kıraatin eski gücü yine korunmalıdır. İcazet ve benzeri belgeler formalite olarak kalsa bile, onlara ilgi gösterilmeli, riâyet olunmalıdır. Kısaca; eskiden kullanılan klasik teknikler, faydalı görüldüğü takdirde, eski ile irtibatı kesmemek ve yararlanmak için de olsa terk edilmemelidir. Burada en zor mesele, halen eski tarzlarda hadis okumuş kişilerle temas kurup onları kendimize inandırmak itimadlarım kazanmak, kendilerindeki sened zincirleriyle irtibatlanabümektedir. Bu zannedildiği kadar kolay bir yol olmamaktadır. [167]
Bugün yazmalarla temas artık yaygınlığını kaybetmiş, mesele sadece mütehassıslara terkedilmiş haldedir. Şifahî rivayete verdiğimiz değer gibi, aynen eski nüshalara da değer atfetmemiz; daha doğru bir deyişle, onların, değerini takdir etmemiz gerekir. Bazı ilim mensuplarının haklı olarak ileri sürdükleri gibi; önce îslâmm çeşitli ilimlerdeki literatürünü sahih ve ilmî yollarla ortaya koymak [168]ilk görev olmalıdır. Mütehassıs bir hocadan okumak ne kadar gerekli bir iş ise, sağlam bir nüshadan tenkid usûllerine uyularak hazırlanan bir metinden okumak da o derecede lüzumludur. Bu durum, geçmiş asırlarda, bizzat müelliflerin kendilerinden kitapları okunduğu zamanlarda ve dar muhitlerde daha kolay temin edilen bir husustu. O zamanda bile, müellifin çevresi dışında, «mukabele ve tashih görmüş nüsha» aranır olmuştur. Bu durum, bugün daha çok geçerlidir. Demek ki. her şeyden önce sağlam bir nüsha meydana koyma ve ondan okuma, hâla terkedilemeyen tek yoldur.
Bugünün insanı, pek çok hadis kitabını, veya hadise bağlı ilim dallarındaki eserleri yazan ile aramızda bir ilmî bağ (meselâ bir icazet) kurmadan okuma durumundadır. Kendilerinden tahdis ve rivayet geleneğe bağlı değildir. Ancak eserinin okunan bölümünü, bir başka yerde anlatabilmekteyiz. Eskiden bu müsaade ile olurdu, kişi o âlimden alacağı icazetle bu görevi yerine getirirdi. Bu durumda çözülmesi gereken problem şu olmaktadır: Eski tahammül yollarıyla alınmamış bir hadisi, veya kitaptaki bir bölümü, o ifadelerle ve edâ sigalarıyla anlatmak; tahdis ve rivayet mümkün müdür? Eserini okuduğumuz, iyice anladığımız bir hadisçinin kitabının mükemmel bir metin halinde tenkidli neşrini yapsak, talebemize okutsak, daha sonra eski tarzda bir lisans ve bir icazet talebeye verebilir miyiz?
Öyle zannediyoruz ki, dünya üzerinde bugün bazı hadis musannefatının icazetlerini taşıyan ilim adamları varsa da, bunlar eserlerin çokluğu yanında nâdir, dolayısıyla âdeta yok denecek durumdadır. Hükümsüz kalmaktadırlar. Yine öyle zannediyoruz ki, mütehassıs Mütehassıs bir hocadan okumak ne-kadar gerekli bir
bir kişi, böyle bir icazeti verip, kendisinden sonraki asırlar için bir irtibat noktası ve bir kaynak olabilmelidir.
Bugünün insanı, on asır öncesinin insanından daha çabuk vasıtalara ve daha iyi imkânlara sahiptir. Fakat ilim alış-verişinde bu iş umulduğu kadar kolay ve çabuk olmamaktadır. Söylediklerimizin çoğu, tabiî ki kendi memleketimiz şartları için geçerlidir. Yurt içinde ve dışında, hadisle uğraşan kişilerle irtibat kurmak, kitap mübadelesi, fikir alış-verişi yapmak, görüşüp konuşmak, kongre ve seminerler aktetmek, zannedildiği kadar kolay olamamaktadır. Bu itibarla, kıt imkânlarla bile olsa mektuplaşmalar, fikir teatileri, küçük sayıda bile olsa bir araya gelip konuşmalar ve alman kararlar bir değer taşımalıdır. Nazarî olarak bütün dünya hadisçilerinin bir mesele üzerinde konuşmak üzere toplanmaları aklen mümkün görülebilir. Tatbikat zorluklarını düşünerek, yazışmaların, fikir beyanlarının bir nevi icazet, bir nevi kitabet ve münâ-vele ve hatta vicâdet telakki olunmaları düşünülebilir. Zannedersem her asır için ana mesele şudur: Ehliyetli insan tesbiti. Ehil kişiye hadislerini veya kitabını oku^ ma ve okutma salahiyetinin verilmesi. Hadisin ilmî yollarla doğru olarak yayılması için önleyici tedbirler almak. Vebâlli bir iş olan hadis naklinde hataları önlemek. Tahakkuku istenen nokta bu olunca, bugünün ve nisbeten geleceğin şartları içinde, arzettiğimiz bu hususları gerçekleştirmeğe yardım edecek tekniklerin bulunması yadırganmamalı, bu buluşlar ve çabalar, eskinin yeni ölçülerle sağlam bir devamı sayılmalıdır.
Tahammülü'1-ilm konusunda günümüz ve gelecek
için düşünülebilecek yollardan birini de kütüphanelerin tesisinde görmekteyiz. Kütüphane deyimi ile şunları kastetmekteyiz:
a) Oldukça küçük: yerleşme merkezlerimize yayılabilecek çoklukta, ihtiyaca belirli ölçüde cevap verecek hadis eserlerini taşıyan,
b) Dünyada mevcut nâdir (ünik) nüshaların filim veya kopyelerini bulunduran,
c) Belirli merkezlerde elektronik imkânlarla teçhiz edilen,
d) Mübadele ve emanet kitap verme gücü bulunan müesseseler.
Hadis öğrenim ve öğretimi, veya eski deyimi ile tahammülü'1-ilm meselesi içinde günümüz ile ilgili konuda bu kadarı yeterli görüyor, klasik tahammül yollarını anlatmağa geçiyoruz:[169]
Hadisin almış yollan içinde, usûl kitaplarının en çok temas ettiği sekiz tanesini, bazı meselelerine de kısaca temas ederek bu bölümde açıklayacağız. Râme-hunnuzî; sonrakiler gibi bu sekiz yolu, izahlarla özel bablar açarak vermez. Sadece bir kaçma senetli bilgilerle kısa temaslarda bulunur. Ebu Muhammed'in verdiği ilk başlık: Bâb: Fi'1-kırâati ale'l-muhaddis'tir. On sayfalık bu bölümde, kendisi rıza göstermese bile ha-disçilerin ve bazı fakihlerin bu konudaki müsbet ka-naatlarım nakleder [170]Râmehurmuzî'nin temas ettiği ikinci komi: el-tcâze ve'1-Münâveledir. Bu kısımda kendisi, naklettiği bilgilerden sonra eserinde bazı açıklamalar da yapar [171]Daha sonra el-Vasiyyetü bi'l-kütüb ve İsmâü'l-esamm başlıklarına yer verir. [172]Kısmen vicâde konularına da temas eden müellif, diğerlerinden farklı olarak yukarıda arzettiğimiz «sağıra hadis duyurma» (okutma) konusunu da işler.
Orjinal usûl kitaplarından el-Kifâye'de Hatib ve Ma'rifetu ulûmi'l-hadis'te Neysâbûrî ve Mukaddime'-de İbn Salâh, tahammül yollarını daha çok açıklamalı olarak verirler. En geniş olanı, Hatib'in el-Kifâye'si-dir. Bu girişi, ilk eserlerin tutumunu tanıtmak için yapmış bulunmaktayız. Aslında bunlar tâ Şâfii'denbe-ri bilinen ve işlenen konulardır. [173]
Simâu lafzi'ş-şeyh, el-Kırâa ale'-Şeyh, el'İcâze, el -Münâvele, el-Mükâtebe, İ'lâmu'ş-şeyh, el'Vasiyye, el Vicâde... kısımlarına ayrılan klasik hadis öğrenim ve öğretim yollarını kısaca görmeğe devam edelim:[174]
Hocanın talebeye bizzat okutması ve yazdırması yolu. Bu usûlü tatbik eden hoca, hadislerini ya ezber anlatır, veya elindeki asıl adı verilen özel nüshasından istifade ederek okutur. Bu tarz hadis verebilecek ilim adamında aranılacak vasıfların ve şartların başında, dindarlık ve hafıza gücü gelmektedir. Üstadın diğer hususiyetlerini, muhaddisin edepleri arasında görmek mümkündür. İlim diye de adlandırılan hadis'-in; şahsiyeti tanınan, dindarlığı ve hafıza kuvveti bilinen, mutemet kişilerden alınması âdettir. Çünkü ha^ dişler kişinin dinini teşkil etmektedir.
Anlatmağa çalıştığımız bu yolla hadis alan kişi, bu hadisleri başkasına naklederken şu lafızları (edâ sigalarmı) kullanır: «Haddesenâ, haddeseni, ahbara-nâ, ahbaranî, enbe'enâ enbeenî, semi'tu, kale lenâ fu-lân». Başka bir deyişle bu lafızlarla gelmiş hadisleri görürsek, o kişilerin bizzat hocalarından dinleyerek bu hadisleri aldıklarına hükmetmemiz gerekmektedir. [175]
Bu usûlde öğrenci Ctâlip) aktif durumdadır. Kendisi hafızadan veya bir metinden, şeyhinin hadislerini ona okur, onun tasvibini alır. Şeyh okunanları dinler, gerekli yerlerde müdahalede bulunur, tashihler yapar. Bu bir nevi ilim arzı olmaktadır. Evvelki usûlde olduğu gibi, şeyh yine hafızasından veya elindeki muteber metninden (asıl) okunanları takibeder. Bu tür bir ilim meclisi, birkaç kişiden ibaret değildir. Okuyan kişi; «bu hadisi falanca şeyhe okudum: kara'tu alâ fu-lân» cümlesiyle başkalarına bu hadisleri verme hakkına sahiptir. Dersi dinleyenler de; «falanca şeyhin huzurunda bu hadisler ona okundu, biz de dinledik: kurie alâ fulân ve nahnu nesmeu» cümleleri ile başkalarına
rivayete izin almış ve hadisleri vermiş olurlar.
Bu usûl üzerinde menfi görüş sahibi yok denecek kadar azdır. İhtilâf; birinci yolla bunun arasındaki üstünlük yarışında olmuştur. Yaygın kanaate göre; el-Kırâatü ve's-si-mâ'u sevâun: kıraat ile sima' aynı şeydir hükmü doğrudur. Bu usûl, Peygamberimize (s.a.) çölden gelip, karşılıklı konuşarak din bilgileri alan sahabi Dımânı b. Sa'lebe'nin bilgi alış tarzına dayandırılmaktadır. [176]
Bu yol, özellikle hadiste ve genel mânada bütün îslâmî ilimlerde kullanılan lisans usûlüdür. Hadisi alan, ilim tahsil eden kişinin bilgi sahibi ve ehil olduğunu, şahıs olarak da doğru ve mutemetliğini ifade eder. Veren ve alan yönünden icazet büyük sorumluluk gerektirmektedir. Bu usûl kalbi ilimlerde, tasavvuf ve tarikat yolu diye de adlandırılan konularda; İslâm zühd ve takva hayatında mürebbi olan (irşada salahiyetli şeyh ve mürşid) kişilerde de yazılı olarak ilk çağlardanberi verilmesi ve tatbiki titizlikle gözetilen bir yol olmuştur. Saydığımız bütün sahalarda böyle yazılı bir lisansa sahip olmayanın yaptığı irşâd, terbiye, hadis ve İslâmi ilimler nakli muteber sayılmamaktadır.
Ignats Goldziher'in de ifade ettiği gibi, bu usûl îs-lâm ümmetine has bir yoldur .[177]
Bu metoda, ilk iki usûle yetişmek mümkün olmadığı zamanda baş vurulur. Derece itibarıyla elbette onlardan gendir. İcazetin yaklaşık on türü mevcuttur. Bunları; icazeti verilen malzeme ve icazet verilen şahsa göre değişmektedir. îcâzet verilen kişi belirli olduğu gibi, belirsiz; hatta bazan ma'dûm (henüz ortada bulunmayan) bir kişi de olabilir. îcâzeti verilen kitap veya merviyyât da muayyen ve gayr-i muayyen kısımlarına ayrılabilir. Bu durumda başlıca şu icazet türleri ile karşı karşıyayız demektir.
a) Belirli bir hocanın, belirli talebeye, belirli malzemeyi rivayete izin vermesi, veya istinsaha müsâade etmesi: Burada izin veren hocaya teknik tâbir olarak Mucîz adı verilir. Talebe ise, Mustecîz veya el-Mucâzü leh olmaktadır. Rivayetine veya istinsahına izin verilen malzeme (yani kitap veya hadisin adı ise) el-Mucâzü bih'tir.
icazet yolu, hadisçilerin ekseriyeti tarafından makbul sayılmakla birlikte, bazılarının itirazlarından da kurtulamamıştır. Bunun sebebi; icazetin, ilim talebi için yapılan yolculuklara, yani hoca ile bizzat görüşmeye engel teşkil etmesidir. İcazette kolaylık vardır. Diğerleri, masraf meşakkat ve yorgunluk istemektedir. Zahirîler icazeti kabul etmemektedirler.[178] Burada görüşmeden yapılan icazetler hakkında verilen hükümler ile bizatihi görüşmeyi ve birlikte yazılı icazeti ayırmak gerekmektedir. Yaygın görüş, icazetin giyâben verileni ile ilgili bulunmaktadır. Ama bir de; bizzat görüşülerek, okutularak ve senelerce birlikte olarak verilen icazet türleri vardır ki, burada arz ve simâ'da müştereken icazete güç katmaktadır. Hadisçi-lerden bazılarınca aleyhte bulunulan icazet türü, bu olmasa gerektir.
b) Muayyen bir şahsın, yine muayyen bir şahsa, muayyen olmayan malzemeyi rivayete izin vermesi. Bu yoldaki rivayet genişliği, şeyhin ileride elde edeceği veya kaleme alacağı kitap ve hadisleri de içine almaktadır. Bu icazet türü diğerinden çok itirazlara yol açmıştır.
c) el-İcâzetü'1-âmme: Hadisçinin bütün müslü-manlara, bundan istifade edebilecek herkese, lâilâhe illallah diyenlere gibi genel ve ihâtalî mânalar ifade eden müsade cümleleri ile icazet verme işlemi. İbn Salâh bunu reddederken, Hatib ve bazı hadisçiler tecviz ederler. Mutlak olan bu icazeti âmme yanında, mu-kayyed ve sınırlı olanları da mevcuttur. [179]Bugün Rusya hudutları içinde kalan pek çok İslâm ülkesindeki ulema, geçen asırda kıt imkânlarla neşrettikleri eserlerinin kapaklarında böyle bir icazet türüne yer vermiş ve istifadenin genelleşmesi ve ilim silsilesinin devam etmesine yardım etmişlerdir.
d) Muayyen bir şahsın, muayyen bir talebeye veya şahsa, meçhul bir malzemenin icazetle rivayetine müsade etmesi veya muayyen bir şahsın muayyen malzemeyi meçhul bir şahsın rivayetine izin vermesi. Bu iki nevi'de birer yön, birer unsur meçhuldür. Birincide malzeme, ikincide ise rivayetine izin verilen şahıs. Bunlar ayrı ayrı birer icazet çeşidi olarak da düşünülmüştür. Aynı madde altında zikredenlere de ras-1 anmaktadır.eî Henüz ortada olmayan bir şahsa, ma'dûm'a, icazet verilmesi. İleride doğacak veya çalışıp hadis öğrenecek kişilere... gibi, henüz ortada olmayana böyle bir imkân hazırlamak, ekseriyet tarafından meşru gö-rülmemişse de, Hatîb, Ebu Ya'lâ ve benzeri ilim mensupları tarafından bu yol da makbul sayılmıştır. Yine de bu icazet türü sağlam telakki olunmamak tadır.
f) Şeyhin, henüz elde etmediği hadisler için, peşinen rivayete izin vermesi: icâzetü mâ'lem yeteham-melhü'ş-şeyh. Suyûti'nin belirttiğine göre; «Benim naklettiğim hadislerin, sence de sahih telakki olanlarını rivayete izin verdim» gibi, zimmet ve sorumluluğu karşıdakine de yükleyen ve böylece kontrolü garanti altına alman bir tâbir ile, âlimin bu tür bir icazet vermesi geçerli sayılmıştır.
Bunlar dışında daha pek çok, fakat mühim olmayan icazet türleri mevcuttur. İhtilâf konusu oldukları için burada zikretmemekteyiz.[180] Yazılarak verilen icazetlerin belirli formülleri vardır. Bunlar, kısa - uzun - mensur - manzum olabilmektedirler. [181]
Munâvele'de kitap ve benzeri malzemenin, rivayete izin verilen kişilere bizzat verilmesi sözkonusu olabilmektedir. Münâvele, kelime olarak «elden ele veriş»! ifade eder. Münâvele; icazetli ve icâzetsiz olabildiği için, bu tahammül usûlünde münâvele - icazet iş[182]
«Bunlar benim işittiğim hadislerdir. Benim mes-muâtımdır» tarzında, öğrencisine bilgi verme durumu sözkonusu olduğu hallerde; bu konuşmanın, dolaylı olarak karşıdakine rivayete izin verme anlamına geldiği kabul edilmiş, bu yol bir nevi tahammül yolu sayılmıştır. Görüleceği gibi bu cümlelerde rivayete açıkça izin yoktur. Fakat bu bile yeterli görülmüştür. Hatta bazı bilginler; «bunlar benim mesmuâtımdır, sakin bunları rivayet etme; sana izin vermiyorum» demiş olsa bile, bunları rivayet serbesttir demişler,'bu menfi cümleleri de izin yerine kabul etmişlerdir. Burada şeyhin ilmin gizlenmesi mânasına gelen davranışına itibar edilmemektedir. Hadis usûl kanunlarına uygun, senedi muntazam Ve diğer şartları tam ise rivayet makbul sayılmaktadır. [183]
Bu söz insana çok kere ölümü hatırlatır. Burada da, ölüm veya bedenen ayrılık; seyahat ve benzeri yer
değiştirmelerden önce, şeyhin kitabını, notlarını, hadis yazılı malzemesini vasiyet ederek belirli kişilere bırakması sözkonusudur. Bu, vasiyetle bırakılan hadisler veya kitaplar rivayet edilebilir mi, edilemez mi?., Mu-hammed b. Şîrîn ve Ebu Kılâbe gibi hadis âlimleri, vasiyet hareketini bir nevi izin sayarak onları rivayete müsade ederler. Fakat ekseriyet, vasiyet yolunu kabul etmemektedir. [184]
Vicâde bulmak demektir. Bir talibin, şeyhe ait kitap ve benzeri malzemeyi, şeyhin artık yaşamadığı bir dönemde elde etmesi mânasına gelmektedir. Bu, ilim adamlarının asırlar boyu karşılaştıkları yol olmaktadır. Hadisi bulana Vâcid adı verilir. «Falancanın kendi el yazısı ile hadislerini veya kitabını buldum, babamın el yazısı ile yazılmış olarak buldum, dedemin el yazısı ile yazılmış olarak buldum...» gibi sözlerle malzemeler; menşe'leri belirtilerek rivayet edıleb lir. Meselâ Ahmed b. Muhammed b. Hanbel'in Müsned'inde, oğlu Ahmed tarikiyle ve vicâde yoluyla gelen pek çok hadislerin bulunduğu bilinmektedir. Bu nevi hadislerin şevkinde şu sözler kullanılmaktadır: «Babamın kitabında kendi el yazısı ile şunu buldum; lalan bana tahdis etti ki...» îmam Müslim eserinde bu tür üç tane hadis nakleder. Bu kabil hadislerin rivayetinin geçerliliğine karşı yapılan itirazlara verilen cevapla, aynı hadislerin mevsuk olarak da rivayetleri bulunduğundan, vicâdenin zararsız olduğuna işaret edilmektedir. Bazı âlimler vicâdeyi bir rivayet değil bir hikâye yolu olarak kabul eder, ve öylece değerlendirirler.
Bu yolun aleyhinde konuşanlar eksik değldir. A-sırlar boyu, diğer yolların azalması ve bazan imkânsızlaşması neticesinde âlimler bu yola yönelmeğe mecbur kalmışlardır. Bu zaruret, İbn Salâh ve benzeri hadlsçileri bu işi caiz görmeğe mecbur bırakmıştır. Bugün biz, elimizdeki nüshalarım karşılaştırıp iyi bir metin elde etmek kaydıyla, her âlimin eserine vicâde
ile sahip olma durumundayız. Sağlam bir metin tes-biti büyük ve ehliyetli çalışmalar ister. Bugün, sağlam olmayan metinler üzerinden, vicâde de nazar-ı itibara alınmadan; mânevi bir bağ kurulmadan, akla gelen eserden bilgi alınma yolu devam etmektedir.
Günümüzde kesiksiz devam eden çok nâdir icazet yolları kalmıştır. Onlar vasıtasıyla, bizzat hocalarını görerek; sema' ve arz yoluyla hadis alma artık el vermemektedir. Bu mümkün olsa bile binlerce, onbinler-ce eserden ancak bir kaçı için bulunabilecek bir imkân demektir. Bize bu sekiz yolu anlatan Muhammed Tayyib Okiç konuyu şöyle bağlamaktadır: «Görülüyor ki bu metodlardan sema', arz ve icâze yoluyla gelen hadislerle amel etmek (isnadın korekt olması) şartıyla vaciptir. İ'lâm ve vasiyyet yoluyla gelen hadisler için ihtilâf varsa da, en müsbet kanaata göre, bunlar da aynı kaideye tâbidir. En çok ihtilâfa yol açan metod, biraz önce izah olunduğu veçhile el-Vicâde'dir.[185]
İlimler bölümünde, sensdden ve senede bağlı bazı isnâd meselelerinden, ayrıca bir metod olarak da is-naddan bir nebze bahsettik. Aslında bunlar isnad sistemi için yeterli değildir. Müstakil olarak ele alınmağa değer görülebilecek bir konu olarak, burada isnadın tüm meselelerini vermek de mümkün olmayacaktır.
Klasik usûl kitaplarımız, isnâd diye adlandırdığımız bu; rivayetin nazari meselelerine çok erken tarihlerden itibaren temas etmişlerdir. Batıda ve bizde yeni sayılabilecek eserlerde bu konular müstakil olarak ele alınmaktadır.[186]İsnadın tarihçesi, türleri, nazarî meseleleri, müsteşriklerin meseleye bakışı, hadis değerlendirmelerinde senedin durumu gibi pek çok konu, adı geçen eserlerde hep bu başlıklarla verilmiştir.
Istılah olarak isnâd; haberi kailine kadar belirli metodla ulaştırmak diye tanımlanır. Hadislerin baş tarafında yer alan senedde, şahıs isimlerinin peşpeşe dizildiklerini görürüz. Meselâ bir sened zinciri şöyledir; Ravh b. Abdülmümin Hüzeli-Yezid b. Zürey'- Sa-id b. Ebu Arûbe - Katâde - Enes b. Mâlik. [187] Yine beş kişilik bir sened zinciri olarak şu misali görebiliriz: Muhammed b. Yahya b. Abdülaziz Yeşkuri - Şâ-zân Abdülaziz b. Osman - Şu'be b. Haccâc - Hişâm b. Zeyd - Enes b. Mâlik . [188]
Sözün sahibine kadar ulaştırılmasında hizmeti geçen râvilerin adlarının belirli edâ lafız ve sigalarıy-la zikredilmesi; yani isnad, diğer milletlere ve dinlere nasip olmamış, İslâm ümmetine has özelliklerden biri olarak tanınır. Büyük hadisçilerin dediği gibi îsnâd dindendir. İsnâd sistemi ve metodu olmasaydı, din konusunda herkes dilediğini dilediği şekilde naklederdi.[189]
İsnâd, İslâmm zuhurunda temelleri atılan bir harekettir. Sahabedeki araştırma ruh ve zihniyeti, tâbi-ûn ve etbâ'da, bu konuda sistemli faaliyetlerin yapılmasına; bu işi iyi bilen fertlerin yetişmesine sebep olmuştur. İsnâd yolunun, tâblûn-ve etbâ' devri ile daha sonraki devrelerdeki ısrarla tatbiki, Resûl-i Ekrem'in (s.a.) sağlığında kendisine ihtiyaç duyulmayan bir haldi. Sözün veya sözlerin sahipleri ortada idiler. Buna rağmen sahabenin, işitmedikleri Peygamber sözleri konusunda ihtiyat, tesebbüt ve tahkiki, titiz davranışı, bugün bile örnekleriyle -bildiğimiz bir husustur. [190] İlk önce hadiste tecelli eden isnâd, bilahare bazı diğer ilimlere, hatta şiire ve tarihe kadar yayılmıştır.
İsnâd meselesi garplıların dikkatini daha doğrusu tamamı çekmiş ve bazan hadise olan düşmanlıklarını, isnada yüklenmek suretiyle izhar etmişlerdir. Bu meseleyi bazı eserlerden etraflıca okumak mümkündür. [191]
Hadislerin doğru olup olmadıklarının kontrolüne yardımcılık görevi yapan sened zinciri, günümüzden geriye doğru bakınca; Peygamberimize (s.a.) yaklaştıkça kısalmakta, daha açık bir tabirle, şahıslar azalmaktadır. Meselâ; sahabeden Ebu Hureyre (Abdur-rahman b. Sahr) yi ele alalım. Peygamberimizin hadişlerini nakleden bu zatın, Efendimiz ile arasında çok kez başka bir sahabi bulunmamaktadır. Kendisinden hadis alan râvileri, yani bu senede bağlı bir zinciri takibedelim: Hemmâm b. Münebbih'te durum farklıdır. Arada zaman fasılası vardır, araya bir de şahıs girmiştir: Ebu Hureyre. Bu durumda kısa da olsa bir sened teşekkül etmiş sayılır. Bir başka şahıs daha ekleyelim: Abdürrezzak. Şimdi senetteki şahısların sayısı daha da artmıştır.[192]
Bir başka misâl daha ele alarak asırları biraz daha uzatalım: Enes b. Mâlik. Enes'ten (r.a.) hadisi duyan şahıs, ondan bir vasıta ile hadisi alma durumunda iken, Enes'te vasıta yoktur. Hişâm b. Zeyd, Enes'ten hadis almış olsun ve bu hadisi Şu'be b. Haccâc'a versin. Peygamberimize kadar uzayan zincirde şahıs adedi üç olmuştur. Şu'be'nin Osman b. Cebele'ye, onun da Şâzân Abdülaziz b. Osman'a hadis verdiğini kabul edelim: Seneddeki şahısların sayısı beşe çıkmış, zaman da hayli uzamış; şahısların 'kontrolü meselesi ise, daha da ihtiyaç duyulan bir konu olmuştur. Bir şahıs daha ekleyelim: Muhammed b. Yahya b. Abdülaziz Yeşküri. Sened, altı şahısla Peygamberimize varmaktadır. Ve aradaki açıklık daha da artmıştır. [193] Bu misâlleri uzatırsak görürüz ki; meselâ Muhammed b. İsmail Buharî zamanında şahısların adedi 5-10 kişiye ulaşacaktır. Bugün, bir öğrenci bir şeyhten icazet almış olsa, mutlaka Resûlüllah (s.a.) ile aralarındaki râvi zinciri en az otuz-kırk kişiye varacaktır.
Bu örnekleri şunu anlatmak için verdik; Her yeni şahısla vuku bulan bu uzayıp kısalma, hadisle meşgul olanların sened ile ilgili çalışmalarını artırıp eksiltecektir. Yani, asr-ı saadetteki sened çalışmaları ve rical bilgileri ile meşguliyet, elbette ki daha sonraki asırlar kadar yüklü değildir.
Hadislerin şifahî nakilden yazılı nakle geçişi, se-nedlerin belirli bir yerde donup kalmasını temin etmiştir. Bugün biz Buharî'den bir hadis almış olsak, İmam ile aramızdaki râvilerin isimlerini bilmemek durumu ile karşı karşıyayız. Aslında rivayet zinciri durmayıp çalışmıştır. Kitaptan değ'l de bir üstattan, Buharî'nin eserini okuyalım: Bu zat kendi semâ' senedine göre bize icazet versin, o zaman Buharî ile aramızdaki zinciri derhal görürüz ve yazıya geçişten sonra, şifahî olarak eklenen zincirin mütebaki kısmını anlarız. Bu usûlde bir okuma, artık nâdirleşmiş bulunmaktadır. Okumada ve hadis almada aslolan şüphesiz budur. Aynı anane, kıraat ilmlerinde henüz yaşamaktadır ve sened zincirlerinin uzunluğu oralarda müşâhade edilebilir.
İsnâd, gününde gereken ilgiyi ve itibarı -görmüştür. Ona bağlı ilim dalları teşekkül etmiştir. Acaba bugün için durum nasıldır?. Bugünün ve yarının hadisle meşgul olması gereken sorumluları, yine aynı işle uğraşacak mıdır, senet eski itibarını yitirmiş midir? Bu sorulara cevap aramak için, senedle meşguliyetin kısa tarihim görmek faydalı olacaktır.[194]
Hadis âlimlerinin beyan ettiklerine göre, îslâm toplumunda zuhur eden fitne C dahili kargaşa) ile birlikte, sened-tarih-kronoloji gibi unsurlar; yani sözlerin zaman, mekân ve şahıslar vasıtasıyla tescil ve kontrolü işi başlamış veya hızlanmıştır.
İlk hicri asrın yarısı veya son çeyreği hariç tutulursa, asr-ı saadeti takibeden bu yakın devrede, râvi takibi hemen hemen yoktur. Sahabedeki ihtiyat ve tenkitleri burada tekrar hatırlayalım. Bu devreyi takibeden yıllarda ve uzun bir müddet; «Bu hadisler dindir, din. Onu kimlerden alıyorsanız bakın, araştırın,» düsturu tabiûn ve etbâm hareket noktası olmuştur.
Zamanla gelişen çalışmalar, hadislerin senedle alınıp verilişi yanında, senetteki fertlerin araştırılmasını da gerekli kıldığından; cerh - ta'dil, hadis ricali bilgisi ve bağlı disiplinleri doğmuş, gelişmiş ve meseleleri sistemleşmiştir. Bu zaman zarfında sened, talip ve şeyhe; okuyucu ve okutucu kimseye yük ve süs olarak görülmemiştir.
Asr-ı saadettenberi, hadisteki bu sened kritiği yanında muhteva tenkidi denilen iç tenkid de yapılıyordu. Yani, manasız bir sözün hadis olarak kabulü diye bir hal mevcut değildi. Bu noktada muhaddisler, hadisin Peygamberimize (s.a.) ait olduğunu tesbite daha çok önem veriyorlardı.[195]
Bu güzel -ananeler zamanla kaybedilmiş, daha doğrusu takibedenler azalmış, bir zaman gelmiş bu araştırmalar, sonuç alındı zannıyla terkedilmiş veya gayet az bir zümrenin takibettiği yol olmuş, hatta se-nedlerde hazif yoluna bile gidlmiştir. Bugün öyle hadis kitapları görürüz ki, buralarda sadece sahabinin Cveya, hadis mürsel ise tabiînin) adlarından başka isim mevcut değildir.
Bu durum, mektep kitabı hüviyetini taşıyan ve medreselerde el kitabı olarak tedris edilen eserlerde daha çok görülmektedir. Durum böyle olunca tabiî olarak; cerh-ta'dil, hadis ricali ve bunlara bağlı bilgilere muttali olan mütehassıslar, illet bilgilerini bilen âlimler de yetişmez olmuştur. Senedlerin vazifelerini bitirmiş birer hatıra olarak görülmesi, yanlışlığı açık bir değerlendirmedir. Yine ifade edelim ki, koca İslâm dünyasında gösterilebilecek birkaç kişi;" senedi gerektiği tarzda değerlendirip, rivayette kullanmakta olan birkaç âlim, bu kaideyi hiç bir zaman çürütecek güçte değildir. Bundan yıllarca önce, Ezher gibi tarihi ve^ şöhreti olan bir müessesede bile senedlerin okutulup okutulmaması münakaşası yapılmıştır.[196]
Bugünün İslâm toplumlarında, hadis tedrisi yapılırken sened, ilk asırlardaki canlılıkta okutulmamak-tadır. Zaten, bunca fetretten sonra bunu beklemek de abestir. Fakat şunu belirtelim ki, hadislerde senetlerin atılmaması gerektiği noktasında yeni . bir uyanış da vardır. Yani bugünün bir takım ilim müntesipleri, ha-dislerdeki. senetlerin yine eski ananeye bağlı olarak araştırılmasına taraftardır. Bu müsbet heves yanında, esefle kaydedelim ki; hemen hemen, hadis ricali ve cerh ta'dil konularıyla, uğraşan, illetlere vâkıf olan âlimler nâdirdir. Dünya üzerinde gösterilecek bir kaç kişi, bu tesbitleri yalanlamaz. Bunun yanında; ehil bir ağızdan hadis okuma, semâ1 ve arz yoluyla hadis alma, yılların tecrübesi kendisinde biriken bir âlimden tef eyyüz, imkânları da hayli azalmıştır. Bu yollar tıkandığı gibi diğer bazı hadis dışı İslâmî ilimlerde se-nedleri fantazi olarak gören ve öyle kabul eden bir zihniyet de geliştirilmiştir.
Durumu ana hatlarıyla ortaya koyduktan sonra, çareleri ve vazifelerimizi tesbit edip meseleyi kapatalım. Bu gün iki şeye şiddetle muhtacız:
a) Tarih içinde tekevvün eden, İslâm kültür hazinelerinin ehliyetli ellerde tenkidli baskılarını yapmak,
b) Hadis ilimlerini kendisine ihtisas konusu olarak seçen; sünnet üzerinde çalışma azminde olan, oldukça kalabalık bir kadronun teşkili için yollar aramak ve ona tevessül etmek. Bu iki noktayı gerçekleştirirken, konumuz olan senedle meşguliyet de elbette
nasibini alacak ve çok kısa sürede şu noktalarda fikir birliği ve müşterek hareket arzusu gerçekleşecektir:
a) Hadislerdeki senedler ve senedlerin tenkidi meselesi, tarihî rolünü tamamlamamıştır. Henüz senedin daha çok vazifesi vardır. Bu çalışmalar her zaman için lüzumludur.
b) Dün olduğu gibi bugün de hadislerin sıhhatlerinin tesbitinde, en büyük âmil râviler ve senedler olacaktır.
c) Sened süs değildir. Dinimizin temellerini kontrol aracıdır. Ehil kişilerin yetiştirilmesi ve ilk asırlardaki canlılıkla meselenin üzerine gidilmesi şarttır.
d) Günümüzde ve gelecekte, dinimizin ikinci kaynağı olan sünnete yönelecek saldırılar, senedler-deki şahısları hedef alacak, bunun müdafası ise aynı usûlde mümkün olacaktır.[197]
İsnadın değerini ve İslâm ilimlerindeki yerini bir nebze gördükten sonra, isnada bağlı bir meseleye; âlî ve nazil isnada ait bazı bilgiler vermek faydalı olacaktır. İsnadın en sağlamı (esahhu'l-esânîd) konusu, çeşitli fikirlerin ileri sürüldüğü bir konu olduğu için ve pratikte pek az faydası olacağı için ona teması uygun görmedik.
Âlî isnad deyimi ile şu mana kastedilmektedir: Manen veya maddeten haberin kaynağına olan yakınlık. Uzak bile olsa, haberlerin en sağlam olan yerlerden alınması ve bunun özel olarak araştırılması.» Âlî isnâd talep etmek bir nevi tahkik, doğru olana kavuşma isteği ve arzusudur. Bunun çeşitli yolları mevcuttur. İçlerinde en meşhur birkaç tanesini şöyle sıralamak âdet olmuştur: Hadisi, onu en mükemmel bilen bir ilim adamından almak, haberin kaynağına en yakın olan ve en mükemmel biçimde duyup anlayabilen kişilere baş vurmak, mümkün ise bizzat haberin kaynağına inip meseleyi kendisinden sormak. Bu yollar güçlü ve âlî bir isnâd için geçerli olan yollardan bir kaçıdır.
Bu konuyu işlerken ilim adamları, Peygamberimize s.a. Hicaz çöl köylerinden (bâdiyeden) gelen ve bizzat kendileriyle belki de nazik olmayan bir üslûp içinde konuşmaktan çekinmeyen sahabilerin muhaverelerini örnek verirler. Yine bu bilginler, sened zincirindeki şahısların az olmasına rağmen, bazı sebeblerle âlî olamayan isnadlara da örnekler verirler. Buradan anlıyoruz ki, şahıs azlığı her zaman âlî isnâd vermemektedir [198]Fakat şu bir gerçektir: Şartlar uygun olduğu takdirde, senetlerdeki şahısların azlığı, isnâdnı âlî olmasını doğuran sebeblerden biridir.
İşini sağlama bağlama arzusu, kişileri bazan bilip duydukları haberleri daha yakından-, daha ehliyetli ağızlardan; teknik deyimi ile daha âli isnadlardan alma durumuna teşvik etmiş, onları ilim talebi için seyahatlere yöneltmiştir. Tahkik arzusu, ilimde doğruya yaklaşma gibi rivayetleri almada da en doğruyu, en az şahısla; en az kayıpla tesbit isteğinden kaynaklanın aktadır.
Aslında bizler, günlük hayatımızda aynı yolu takip ederiz. Bir tacir, imkân bulursa malı ilk elden almak ister, bu onun, doğrudan kaynağı, yani hadisteki âlî isnadı araması demektir. Mal iki-üç el değiştirince nasıl fiat artarsa, haberlerin naklinde de, yanılmalar; eksilme ve fazlalanmalar ihtimal de olsa söz konusu olabilir.
Elde asıl kaynak varken, nasıl referanslarda ve dipnotlarda, ikinci ve üçüncü el makbul görülmezse, hadiste de âlî isnâd değerlerine daima tercih edilir. Âlî ve nazil bilgisinin daha pek çok yan meseleleri vardır. Fakat bu kadar temas yeterlidir.[199]
Peygamberimizden gelen haberlerin lafız veya mâna olarak rivayeti onlarla amel meselesinde, bazan tesirli olmuşsa da genellikle, Peygamberimizin (s.a.) kasdımn anlatılması yeterli görülmüştür. Bilindiği gibi, hadisler için «yüzbinler» rakam olarak verilir. Aslında bu yüzbinlerle ifade olunan rakam, tekrarları; bazan bir haberin birkaç yüz yerde ve kaynakta ayrı ayrı yazım ve tesbitini gerektirir. «Bir insan yirmi beş yıla yakın bir zaman içinde bu kadar konuşamaz» gibi.bir ölçüyü, zaman zaman itiraz sadedinde duyarız. Peygamberimize isnâd olunan ve sayılan yüzbinlere ulaşan rivayetler, 8-10 binlik rakama indirilebilir. Bunlar da konu başlığı olarak birkaç bin meseleden ibaret kalır.
Birkaç bin meseleye temas eden; Peygamber, sa-habî ve tabiî sözleri, daha sonraki nesillere acaba onların kullandıkları lafızlarla mı nakledilmiştir, yoksa, mâna aynı kalmak üzere, nakledenlerin kendi sözleri de orada mevcut mudur?. Lafız ve mâna rivayeti konusunda, çözümü gereken problem bu olmuştur. Soruyu şöylece de scrabiliriz; Bazan sayfalar dolusuuzayabilen, bazan çok kısa olan bu hadisleri akılda tutmada, her hafıza belirli bir sadâkat gösterip vazife yapabilir mi?
İnsan hafızasının gücü, günümüz ilimleri için artık meçhul değildir. Bir hafıza - hasta olmamak kaydıyla - gerekli ilgiyi duymak şartıyla; aynen, duyduğu bir haberi ve bir bilgiyi nakledebilir. Cemiyetlerde herkesin hafızası aynı güçte değildir. Bunun yanında uzun konuşmalarda aynı hassasiyetin korunabileceğini de zannetmiyoruz.
Yine ilim bakımından kabul edilen bir diğer husus mevcuttur: Bazı vak'alarda ferdler umulmadık bir güçle ve bir alâka ile, kısa zamanda, büyük bir söz topluluğunu ezber yapabilir. Az da raslansa, bazı insanların hafızaları, yıllar boyu belleğindekini bozmadan saklayabilir. Bütün bunları şunun için belirtmekteyiz: Çok temiz hafızalar, şehrin ve medeniyetin dağdağasına bulaşmamış zihinler, hele bir de din ve iman sözkonusu olmuş ise, kendilerine bağlandıkları
kişilerin sözlerini candan bir ilgi ile dinleyebilirler,
benimseyebilirler. Nitekim sahabe; hafızaları, lisan selikaları temiz olan o cevval insanlar; Peygamberimizin kendilerine hayat veren beyanlarını aşırı bir ilgi ile dinliyor ve kısa sözlerini aynen, uzunlarını da mâna olarak kendilerine malediyorlardı; Uzun söz topluluklarında, mânayı bozmadan bazı tasarruflarla nakil işi sonraları da caiz görülen bir husus olmuştur. Sahabenin söz belleme ve nakletme durumunun böyle olduğunu, hadislerdeki ifade ve lafız -farklarından anlamaktayız. Peygamberimizin (s.a.J bir meseleyi değişik ifadelerle anlattığı ve açıkladığı da oluyordu. Fakat, rivayet farklarını bununla izah yeterli değildir; şüphesiz râvinin, sözler üzerinde tesirleri vardır.
İlim adamları, rivayette tutulacak yol konusunda farklı kanaatlere sahiptir. Haberlerin duyulan kelimelerle veya, mânayı bozmayan değişik ifadelerle nakledüebilmesi konusundaki değişik görüşlerini şöylece toparlamak mümkündür:
a) Kelime değiştirmek, cümlelerin parçalarını öne ve sona almak; mânayı bozmadan takdim ve tehir yapmak, eksik ve fazla nakletmek anlamlarına. gelebilecek şahsi tasarrufta bulunmayı caiz görmeyen görüş.
b) Bu yasaklan sadece Peygamberimizin sözlerine uygulayıp, sahabe ve tâbiûn sözlerine uygulamayan; o sözlerin naklinde bu işlemlere müsade eden fikir.
c) Birinci bölümde saydığımız bütün işlemleri (kelime değiştirme, takdim tehir vs.) mâna bozulmama şartıyla caiz gören görüş .[200]
Sahabeden Abdullah b. Ömer ve Ebu Ümâmâ gibi zatlar, duyulan sözlerle nakli gerekli görüyorlardı. Çünkü bir hadiste, Peygamberimizin sözlerini nakleden öğülürken; «işittiği şekilde nakleden* Ckemâ se-mia) kaydı mevcuttur. [201] Bunun aksini savunan sahabiler de, lafızları aynen korumanın zorluğunu ve mesuliyeti! bir iş olduğunu belirterek ondan çekiniyordu. Meselâ kaynakların belirttiğine göre Zeyd b. Erkam böyle bir zât idi.
Birinci guruba mensup râviler, doğrusunu bilseler bile yapılan yanlış nakildeki lahinleri ve tash fleri düzeltmez; aynen yanlış olarak nakleder, bu nakil isterse fasih dile uygun düşmesin bunu yaparlardı. Çünkü onlara göre «aynen nakil bir emâneti aynen muhafaza» demekti.
İkinci gurup âlimler arasında Mâlik b. Enes misâl olarak zikredilmekte ve onun bir soruya verdiği cevap, bu fikrine kaynak gösterilmektedir. Belirtildiğine göre İmam Mâlik Eşheb'.n bir sorusuna şu cevabı vermiştir: «Bu tür tasarrufları Hz. Peygamber'in sözlerinde uygun görmem. Fakat başkalarına ait sözlerde yapmada bir beis yoktur. Yalnız mâna, her iki ifadede de aynı kalmalıdır. «Diğer taraftan İbn Sirin'in şu sözlerine muttali olmaktayız: «On kişiden hadis dinledim, hadis aldım. Her biri mâna aynı kalmak üzere değişik lafızlar kullanıyorlardı. [202]Mücâhid; «Hadiste eksik rivayet et, fakat ilâve yapma» demektedir. Mesnetsiz fazlalığa müsade etmeyen bu âlim, yanlış ve fakat fazla nakil yerine eksik ve fakat doğru nakli yeğ tutmaktadır.
Şu nokta ortaya çıkmaktadır: Herkesin endişesi Peygamberimizin ağzından, ona demediğini isnâd etmemek. Kaçınılan nokta da budur. Yoksa, ekseriyet; insan için lüzumlu kolaylığa ve hafızanın gerektirdiği tasarrufa zaten müsade etmiştir. [203]
Hadisler birbirlerini destekleyip güçlendirebilir. Yalnız kalmış bir hadisin, yalnızlığını bazı usûl çalışmalarıyla, giderip, hadisi güçlü kılmak ve dolayısıyla kendisiyle amelde işbirliği yapmak mümkündür. Bunun için hadislerin kaynaklarının araştırılması ve bir nesep zinciri ve nesep şeceresi bütünlüğünde, onu duyan ve nakleden silsileyi takip zaruridir. Benzerleri veya başka nakledenleri olmayan hadislere, az tanındıkları için ferd ve ğarib hadisler adı verilir. Bu isimlere, şüyu ve râvi sayısı bakımından yapılmış bölümlemelerde raslarız. Sened zincirinin herhangi bir noktasında râvi tek kalmış olabilmektedir. Bu durumda râvi teferrüd etmiştir. Ferdin de kendine göre kısımları vardır.
îşte böyle ferd bir hadisin, daha güçlenmesini sağlamak gayesiyle yukarıdaki nesiller içindeki arka,-daşları aranır. Rivayet zincirinin bir yukarı halkasm-daki akranlar ve ders arkadaşları, ortak râviler bulunmağa çalışılır. Buna sebr adı verilmektedir. Başka tarîklerin; dal budak salan yelpazedeki diğer unsurların bulunması, şematik olarak tesbiti işi hayli kolaylaştırır. Bu arama tarama işine i'tlbâr ve başka adlar da verilir. Gaye, bir nesilde ferd kalan bu haberin; yaygın olduğu devrelerini bulup o devreler yardımıyla eski gücüne ıttıla peyda etmek. Hadis musannefatı içine serpiştirilmiş durumdaki diğer rivayetlerin a-ranması, fihrist ve indekslerin olmadığı çağlar için hayli güç ve' maharet isteyen bir hizmet olmaktadır. Bulunan hadisler; mütâbi' ve şâhld adlarıyla anılırlar. Artık hadisi güçlendiren tarîkler var demektir. Tefer-rüdün çşşitli sebebleri vardır. Bazan istek dışı olarak bir haber, çok yaygın bir haber, belirli bir çağda şöhretini kaybeder, sonradan gün yüzüne çıkabilir.
Bir şema yapıldığı takdirde görüleceği gibi râviler, her çağda tabaka tabaka bulunurlar, Bir muhad-disten bir hadisin 15 kişi tarafından dinlendiğini düşünelim. Bu ismin altına onbeş tane ayrı yol açmak gerekecektir. Onun- da her birinin beşer râvisi olsa, ikinci nesilde şecere daha da salkım saçak bir durum arzeder. Bu yetmişbeş kişinin naklettiği hadis aşağıdaki çağlarda, teferrüde mâruz kalsa; önce o çağlarda, daha sonra da, yetmiş beş ve onbeş kişilik nesillerde ve tabakalarda aranacaktır. Bunu biz araştırma sonunda bulabiliriz. Hadisin önce yetmişbeşlik, sonra da onbeşlik bir mütâbi' ve şâhidler silsilesine sahip- olduğu; ancak yılların arasından, birikimi kaldırmak suretiyle bakılınca görülür. Araştırma yapılmazsa hadis yine ferd ve garip olarak kalmağa devam eder.
Bütün bu zahmetlere hadisin amel haline ifrağı; tatbikat haline konulması, pratiğe dökülmesi 'için baş vururuz. Ferd olarak kaldığı takdirde, bir kültür ve din meselesi kaybı sözkonusu olmadansa, büyük araştırmalarla meselenin aslına nüfuz etmeyi âlimler daha doğru bir yol olarak görmüşlerdir.
İ'tibar, mütâbeât ve şevâhid konusunun, meselelerine dalmak istemiyoruz. Şurasını . belirtelim: Aslı olmayan bir haberin, bir çağda garip kalması, sonraki araştırmalarla yukarı nesillerde şâhidler bulunması; çok şöhretli olduğu yılların tesbiti, yalan haberi güçlü kılmamaktadır. Bilginlerin verdikleri örnekler, doğrular ve iftira olmayan hadisler için geçerlidir.[204]
İslâm ülkelerinde, matbaanın icadına kadar, ve hatta ondan biraz sonraki devrelerde yazmalar (mah-tûtât), ilim nakil araçları idi. Bugün kullandığımız kağıttan çok daha güzel ve ömürlü kağıtlara, çok daha güzel mürekkeplerle yazılmış bu malzeme, binlerce yıldanberi kütüphanelerimizde ilim adamlarının hizmetini görmektedir.
İşte bu devrede yazılan malzemenin bir kısmı da hadislerdir. Genel kaide halini almış bazı noktalama ve hat usûlleri, daha sonradan tekâmül etmiş ve bugünkü şeklini almıştır. Her asırda ve her coğrafyada, bu işaretlerin farklı kullanımı olmuştur. Bugün, Kur1-an-ı Kerim ve benzeri harekeli yazılan metinlerdeki noktalama ve işaretleme, en mütekâmil şekline ulaşmıştır. Bu tekâmülün seyrini, hicretin muhtelif asırlarında ve değişik İslâm coğrafyasında yazılmış eserlerde takibetmek mümkündür. Oralarda göreceğimiz, bugün için bir mâna veremediğimiz işaretler acaba neler ifade ederler?
İlk usûl yazarlarından Râmehurmuzî, kitabının son bahislerinde bazı yazı kaidelerinden bahseder. Ondan sonra gelen usûlcülerde bu pek yoktur. İmlâ ve istimlâ kitapları bu hükmün dışında yer almaktadır.
Râmehurmuzî'nin ilk konusu, «el-kavl fî takvi-mi'l-lahn ve ıslâhi'1-hata» dır. Burada; yazıda yapılabilecek hat yanlışlıklarının düzeltilerek hataların tashihi üzerinde durmaktadır. Öğrendiğimize göre Şa'bi isimli hadisçi ve Evza'ı adlı mezhep imamı; hadislerde yapılan hat yanlışlarının tashihini mahzursuz görmektedirler. Bu yanlış dil yanlışı da, hüküm yanlışı-da olsa aynıdır. Hanımâd'm, «Benim kitabımda Kata-de'den yaptığım rivayetlerde yanlışım varsa düzeltiniz; çünkü Katâde, hadiste lahn yapmazdı» sözü bu bilgiler arasında nakledilmektedir. Yazı hatalarında hakk (kazıma) sözü geçmektedir. Bunlar harf ve kelimelerde olduğu gibi i'rabta da olmaktadır. Merfu bir kelimenin mansup, mansubun ise mecrur yapıldığı bir durumun tashihine ve başkalarına ait örnekler vardır.[205]
Ramehurmüzî, hadiste ve yazıda yapılan düzeltmelerin aleyhinde bulunanların sözlerine itimad gerekmediğini de savunur. [206]
Hakk (kazıma) dışında; yalamak, ıslak bir bezle metni silmek ve yazıyı yıkamak [207]hep düzeltme yollandır. Fakat bunlar içinde en güzel karşılanan; yanlışın altta görülmesini sağlayacak tarzda onu bırakıp, üzerine ince bir iptal çizgisi çekmektir. Böyle metinleri biz gördüğümüzde hattat tam olarak üstünü çizmemiş zannma kapılırız. Halbuki burada itimadı temin için; okuyucunun alttaki yazıyı okumasına izin verilmiştir. Çünkü, bunun yerine yapılacak olan; kazıntı, silinti ve yalama, bazı durumlarda itimatsızlığı ve töhmeti celbedecektir. Nitekim yazmaların ilk sayfaları, asırlar boyunca göz nuru dökülen bütün yazıların; sahteliği örtmek için yapılmış silinti ve ka-zmtılanyla doludur. Onların altına nüfuz mümkün olsa acaba bize neler açıklayacaklardır kimbilir?
Ebu Hafs Ömer Meyâncî Iahnin tashih usûllerini anlatırken; «sayfa kenarına çıkmadan, düzeltme yapıldığına dair işaretler koyma işlemlerinden» söz eder.[208] Onun belirttiğine göre düzeltmelerde en güzel yol; düzeltmenin yapıldığını belirten bir açıklama cümlesiyle kenara çıkılarak yapılan tashihtir. Söz-konusu çizgi çekme işlemine de, darb adı verilmektedir.
Hadisler, aynı bâb altında bazan bir veya birden çok senetle verilme durumunda kalınmıştır. Müslim b. Haccac Kuşeyri'de bu çok görülür. Bu durumda bilginler, senedleri ayrı olan müşterek metni vermeden önce, her senedin bitiminde bir hâ harfi koymayı tercih ederler. Bununla tahvil mânası kastedilir ve yeni bir senedin sevkedileceği anlatılmış olur. Bir takım bilginler, okuma esnasında bu harfin sessiz geçileceği, diğerleri ise sadece «hâ» denileceği görüşündedirler.
Yazıyla ilgili bir başka işaret, hadislerin bitiminde konulması âdet olan bir işarettir. Nasıl Kur'an âyetlerinin bitiminde; gül, çiçek veya bir dâire yapılır. Aynen onun gibi bir işaret burada da sözkonusudur. Bunun içi bazan boş bazan dolu olur. Bazı yazarlar da hadis bitiminde yatay bir çizgi kullanır. Küçük dairelerin içi boş bırakılması durumunda, nüshalar asil-larıyla karşılaştırıldıkça, daire içine çizgiler ve işaretler konur,, sayfa kenarlarına da mukabele ve tashih kayıtları düşülür.
Râmehurmuzî'nin belirttiğine göre, hadiste bir kelime yanlış yazıldığı vakit onun hakkedilmesi veya darbedümesi; bıçak veya benzeri bir âletle kazınması, üzerine bir ibtal çizgisinin çekilmesi [209]töhmeti gerektiren hususlardır. Yapılacak iş; alttaki bozuk yazı okunacak tarzda kelimenin üstüne ince ve temiz bir çizgi çekmekten ibarettir. [210]
Haşiye veya hamiş çıkmak, satır içinde haşiyeye işaret eden bir çizgi kullanmak da bir tashih türüdür. Bu durumda, hattatların tırnak dedikleri [211]işaretin biraz daha uzuncası, eğri tarafı haşiyedeki yanlışı ve düzeltmeyi gösterecek tarzda çekilir. Bilhassa kelime atlandığında bu usûle baş vurulur. Okuyucu belirli bir yerde böyle bir işaret görünce, yukarıdan çekilen böyle bir çizgi kendisini haşiyeye bakmağa zorlar. Orada doğru ve tam olan yazılmıştır. Böyle durumlarda bir «sah» kelimesi eklemek de âdettir. [212]
el-Muhaddisu'I-fâ-sil müellifi, mükerrer yazılan harf ve kelimeler konusuna da temas eder. Bu nevi bir yanlışın düzeltilmesinde iki yol vardır: Bir görüşe göre mükerrer yazılan kelimenin ikincisi silinmeli veya iptal edilmelidir. Çünkü birinci kelime doğru, ikincisi ise yanlıştır. İkinci görüşe göre, ilk kelimenin silinmesi veya iptali daha uygundur.[213]
Hareke ve noktalama; en-Naktu ve'ş-şekl, ilk çağ-lardanberi bilinen ve uygulanan bir husustur. Hatta, Dr. Muhammed Hamidullah'm belirttiğine göre, Yemen ve Güney Arabistan kazılarından elde edilen malzemede, iptidaî mânada raks, nakt ve şekl mevcuttur[214] Ebu Muhammed'in belirttiğine göre bu işlem; bilhassa anlaşılmasında ve okunmasında; müş-kilât çekilen isimlerin harekelenmesi için hizmet görür. Bu konuda; «anlaşılması müşkil- kelimeler ve isimler harekelenir» inemâ yüşekkelü mâ yüşkel kaidesi konulmuştur. Makul olan da budur.
Yazı kaidelerinin en güzel sergisi yazmalarda görülür. Böyle bir «eserler topluluğu» üzerinde yapılacak çalışmada tashih; kayıtları, noktalama ve harekeleme, tahvil işaretleri, yazıyı bozmadan yapılan iptal çizgileri, tırnak ucuna benzer, yukarıdan çevrilmiş yarım daireler, kenarlardaki mukabele kayıtları, ba-zan günlük okunan ders miktarları, eserin baş veya son tarafındaki semâ' kayıtları, el değ'ştirmelerde yazılan temellük kayıtları ve özel mühürler; bir hazine değerindeki bu malzeme rahatça amelî olarak görülür.
Romen rakamlarıyla diğerlerinden ayırdığımız bu dört bölüm, usûl kitaplarımızın temas ettikleri pek çok konuyu kısa da olsa sunma gayesiyle kaleme alınmıştır. Burada zikredilmesi ve incelenmesi gereken pek çok usûl konusu daha mevcuttur. Ne var ki, hacmi belirli olan ve daha çok lise üstü bir tahsil seviyesinde olup, İslâmî ilimlerle ihtisas ölçüsünde teması olmayan okuyucu çoğunluğuna hitap edecek böyle bir çalışmada onların ele alınmaması normal karşılanabilir.
Yine bir takım konular daha mevcuttur ki bunlar, kısmen tarihçe bölümünde yer almış bulunmaktadır.
Buradan itibaren, daha çok son asırlarda, veya günümüzde yazılan genel hadis kültürü kitapları ile, bazı usûl kitaplarında yer alan konuları göreceğiz. Bu konulan biz, «Yeni meseleler» başlığı altında toplamış bulunmaktayız. Arap dilinin hadisle olan ilişkileri, hadislerin muhteva ve getirdikleri ahkâma itimat günlük çağdaş (modern) hayatın hadisler karşısındaki durumu; hadislerin çağımızda tatbik edilip edilemeyecekleri gibi konular bu bölümün ana bahisleridir.
Bilindiği gibi, hadis ve sünnet; sadece dost çevre ve fikirlerle karşılaşmamış, tarih boyunca kendisine dost olmayan, veya düşman olan fikir, gurup ve tatbikata da hedef ve muhatap olmuştur. Hadise dost olmayan fikirler başlığı ile bu guruplara bir nebze temas ettik. Günlük hayatımızda bilhassa son yolların aktüel konusu olan bu nokta üzerinde daha da durmak gerekmektedir.
Oryantalistler diye de adlandırılan ve yüzlerce yıl öncesinden itibaren, İslâm ilim ve kurumlarını inceleyen insanların hadisle olan ilgilerine az da olsa değindik. Bu çalışmalar karşısında almamız gereken tavıra işaret ettik. Hadisin ve Peygamberimizin dini-mizdeki değeri ve yeri beşinci bahsin son konusu olmaktadır.[215]
«Yeni meseleler» başlığı altında inceleyeceğimiz konuların içinde başka ilim dallarında, asırlar önce münakaşa edildiğine şahit olduğumuz bazılarını bulmak mümkündür. Fakat bir kısmı daha vardır ki onlar, son yüzyılın meselesidir. Evvelce defalarca tekrarladığım gibi, her çağın, hadis ilimlerine armağanı olan konular hiç eksilmeyecektir. îlerde küçük bir bahis olarak ilginizi çekeceğimiz «modern elektronik cihazlar ve onlardan îslâmî araştırmalarda yararlanma» konusu işte böyle bir konudur. Bunları çoğaltmak mümkündür.
Bütün bu yeniliklerin, bir müddet için hadis bünyesine girmesi; zamanla çıkması, veya ilgi çekerek orada tutunması mukadderdir. İlim adamlarına düşen, mensup oldukları bilgi dalının diriliğini devam ettirecek; ona güç katacak yeni metodlar ve bilgi imkânlarını araştırmaktır. Bu itibarla, beşinci bölümdeki bazı bahislere böyle «emanet» nazarı ile de bakabiliriz. Mütehassıs kişilerin yol gösterici irşadları, ilimde daima yanlışlıkların ve hataların düzeltilmesini; ilmin ikmâlini, faydalanmanın yaygınlaştırılmasını doğuracaktır.[216]
Çağdaş hadis yazarlarından Lübnan Üniversitesi Öğretim üyesi Dr. Subhi Salih, açtığı iki ayrı bölümde; «Hadisin edebiyat ilimlerine tesiri» ile «Dil ve gramerde hadisle ihticâc» konusunu işler. Edebi ilimlerin hadisin gölgesinde doğuşu, hadisin dübilgisine tesiri, şiirde isnâd kullanımı, edebi bilgilere hadisin tesiri gibi yan başlıklara ayrılan ilk konu, daha ziyade dil ve edebiyat ilgililerinin alâkadar olacakları konulardır. Biz «hadisle istişhâd ve hadisle dilde ihticâc» konusunu, hadisin lafzi değeri açısından mühim gördüğümüz için, kısa bir bölüm halinde burada sözkonusu etmeyi arzuladık.[217]
İslâmm iki ana kaynağı; Kur'an-ı Kerim ile hadisler, Arapçanın kelime yapısına, cümle yapısına, gramerine ve edebi sanatlarına tesir etmiş; yüzyıllar boyunca dilin yozlaşmasını önlemiş, zenginleşmesini sağlamıştır. Bu husus üzerinde dil bilginlerinin görüş birlikleri mevcuttur. Kur'an ve hadisin Arap dil ve gramerinde ölçü, şâhid ve delil olabilmesi konusunda, hadisin aleyhine bazı görüş ayrılıkları vardır. Bir takım ilim adamları ve dilciler, Arap dil ve dübilgisinde hadisleri şâhid göstermenin doğruluğunu savunurken, diğerleri aksi görüşü belirtmişlerdir. Burada ihtilâfa sebep olan nokta iki tanedir:
a) Hadislerin lafız olarak nakli yanında, mâna olarak nakli de olmuştur. Kısa sözlü hadisler dışında, mâna nakli daha çoktur. Bu durumda, hadislerin lafızları Peygamberimize ait olmayacağı için; «lafız ve söyleyiş biçimi olarak, kalıp halinde onun dilde nahiv ve sarf örneği ve şahidi olarak gösterilmesi», yanlışlıklara sebebiyet verecektir. Çünkü, sözün lafız olarak Peygamberimize ait olmaması sözkonusu olabilecektir.
Bilindiği gibi, hadislerin Arap olmayanlar tarafından nakli de vâriddir. Bu durumda, adı geçen ırkların Arapçaları, dil gibi hassas bir konada delil sayılmamıştır. Burada geçen; ihticâc, istişhâd, delil, şâ-hid kelime ve deyimleri, belirli bir. yerde, adı geçen hadisin yol gösterici güçlü bir örnek ve delil olarak kullanılması demektir. Meselâ dilci; bu böyle söylenebilir; çünkü dilde seçkin yeri olan, fasih ve beliğ insan Hz. Peygamber, böyle söylemiştir demişse, o noktada hadisle istişhâd etmiş olmaktadır.
b) İkinci mahzur ise şudur: Dil çalışmalarında üstün mevkileri olan bazı Mısırlı bilginlerin, hadisleri delil ve şâhid olarak kullanmayışları. Görüldüğü gibi bu mazeret ilmî olmaktan uzaktır. Çünkü bunun aksi; «Mısırlılar kullanmıştır, öyleyse hadisle ihticâc doğrudur» şeklinde bir düşünce tarzını gerektirir ki, ilimde böyle bir ölçü yoktur. Yani «Mısırlı böyle yaptı öyleyse doğrudur» diye bir mantık sistemi yoktur.
Hadisleri dilde örnek ve hüccet olarak kullananların da varlığından söz etmeliyiz. Dr. Mustafa Ah-
med Zerkâ meseleyi tafsilâta tâbi tutarak güzel bir icmal verir; onun belirttiğine göre, altı çeşit hadis vardır ki, onlar dilde örnek olarak kullanılmış ve ilim adamlarınca bu uygulama benimsenmiştir. Bu altı çeşit hadis şunlardır:
a) Edebiyat ve dil bilginlerince, Peygamberimizin Arap dilindeki üstün mevkiini göstermek üzere ileri sürülen cevâmiu'l-kelim diye adlandırılan; «hamiye 1-vatîs, mâte hatfe enfih, ez-zulmü zulumâtün yevme'l-kıyâmeh, inne mine'l-beyâni le-sihran...» gibi güçlü sözleri.
b) İbâdetlerde okunmasını emrettikleri ve lafız olarak müteakip nesillere değiştirilmeden nakledilen dua ölçüsündeki hadis-i şerifleri.
c) Peygamberimizin, özellikle her kabilenin konuştuğu lehçeler ile vukubulmuş konuşma örnekleri. Arap yarımadasının belirli mıntıkalarından gelenlerin ağız ve şivesine riâyet ederek yaptıkları konuşmalarda geçen sözleri.
d) Ayrı ayrı bölgelerden derlenen, ayrı tariklerden ve sened zincirlerinden değişik zamanlarda nakledilen, fakat lafızları birbirine uyan hadisler.
e) Irk bakımından saf Arap olan ve dil yönü güçlü muhaddisler tarafından toplanan mecmualardaki ifadeler. Bu gurup âlimler arasında; Mâlik b. Enes, Abdülmelik b. Cüreyc ve İmam Şafiî'nin isimleri geçmektedir.
f) îbn Şîrîn, Kasım b. Muhammed, Raca b. Hay-ve, Ali b. Medîni... gibi, teknik yönden, «mâna olarak hadis nakline müsade etmeyen âlimlerin topladıkları bilinen hadisler».
Diğer taraftan gramer yönünden, Hz. Ali'nin gûnüne kadar vardırılan çalışmalarda söz dizimi ve ifade farklılıkları bakımından hadisler birer kalıp olarak ele alınmış, bazan o kalıplara göre dil kanunları türetilmiş ve hadis müsbet görev yapmıştır. Konuyu Subhi Salih'ten birkaç nakille bitirelim:
«Muhaddislerin, senedleri rivayet ederken gösterdikleri fevkalâde dikkatin yanında, metinleri rivayet ederken gözönünde bulundurdukları bu ölçüler bize kesin surette göstermektedir ki, mütekaddim lugatçı-lardan ve nahivcilerden hadisle ihticâcı menedenler, hadis merviyyâtının, halis Arap olan yüce Peygamberin sözleri olduğu hususunda insana itimat telkin etmediğini söylemekle pek büyük bir hata işlemişlerdir. Hadisle ihticâca mâni olanlar, ihticâca cevaz verenler gibi, şunu iyice anlamış oldular ki, nahivcilerin ve lugatçılann ihticâc ettiği bütün Arap kelâmında, hadis rivayetinde gösterilen zabt, dikkat ve araştırmanın asgarisi dahi mevcut değildir.[218]
«Kuvvetle tahmin ediyorum ki Sa'îd Efğânî'nin dediği gibi mütekaddim âlimlerden hadisi şâhid olarak kullanmayanlar, hadis âlimlerinin gerek rivayet ve gerekse dirayet bakımından verdikleri meyvenin halk arasında revaç bulduğu zamanda gelselerdi, Kur'an-ı Kerim'den sonra elbette yalnız hadisle ihticâc ederlerdi. Hadis ilminin hassas ölçülerine vurulduğu zaman, haklarında birçok şüphelerin uyanacağı şiirlere ve haberlere hiç iltifat, etmezlerdi. [219]
Hadislere bir takım düşman ellerin karıştığı tari-hen sabit bir husustur. Bu durum, birçok karışıklıkların doğmasına sebeb olmuştur. En-büyük zarar da hadislere itimat meselesi'n de ortaya çıkmıştır. Hadislerin islâm âlimlerinin çoğunluğunda uyandırdığı inandırıcı vasıf, bazılarında teşekkül etmemiş; hadise şu veya bu sebeble itiraz'eden zümreler doğmuştur. Dış görünüş bakımından, ileri sürülen sebeblerin masum olanları yanında; asıl yüzünü gizleyen ve peşin olarak hadisi mahkum edenleri de mevcuttur.
Topyekün hadislere itimat konusunda üç görüşün varlığından söz edilmektedir:
a) Hadisleri, sahih veya zayıf şeklinde bir bölmeye tâbi tutmadan toptan hepsini inkâr yolu. Bu durumda, iddia sah.plerine göre İslâm dininin tek kaynağı Kur'an-ı Kerim olmaktadır.
b) Kur'an'daki hükümlerin tatbiki için, sünnetin ve hadislerin mutlak lüzumlu nesneler olduğunu na-zar-ı itibara alarak, bütün rivayet edilen hadislere inanmak ve onları; sahih veya zayıf olsunlar şartsız kabul etmek yolu.
c) Nakledilen hadisleri, ilmin gerektirdiği metod ve ölçüler yardımıyla güzelce eleyip; sahihleri kabul eden ve diğerlerini reddeden görüş.
Birinci yol, sahih ve sabit olan bir takım dini hükümlerin kaybına yol açacağı için kabul edilmesi
mümkün olmayan bir yoldur [220]İkinci yol da, dinimizde olmayan bir takım yalanlarını, mukaddes dinimiz içine sokulmasını doğuracaktır. Netice itibarıyla birincinin taşıdığı, meşru olmayan durumlar burada da sözkonusu olmaktadır. Ortada tek yol kalmaktadır ve ümmetin çoğunluğu da o yolda ilerlemektedirler: Kur'an-ı Kerim'in ve ilmin rehberliğinde, ha-d.slerin ilmî usûllerle araştırılması, sahih olanlarla amel edilmesi yolu.
Arzettiğİmiz problem, tarihteki olayların ilmî yollarla tahliline benzer. Olaylar: mutlak kabul, mutlak red yerine, tarih ilminin metodları çerçevesinde araştırmalarla ispat cihetine gidilir. Mutlak red, olmuş bir olayın inkârı demektir ki ilim dışı bir davranıştır. Olay olmuştur, siz inkâr ile meşgulsünüz. Mutlak kabul de aynı hatadır. Ortada mevcut olmayana, varlık elbisesi giydirme sözkonusudur. Tek yol; ilmin izini sürerek, gerçeği takibe gayret etmek Tarihte de malzeme asılsız şeylerle; efsane ve menkabe ile karışabilir. Onda da yalan ve iftira vardır. İhmal dersek, ha-disteklnden kat kat fazladır. Hadisler din olarak bilindiği için, tarihten ve özellikle diğer ilim malzemesinden daha çok itina ile korunmuşlardır.
Hadise itimat kokusunda, ilmin yolu, şahısların nazlı hatırlan için; kişilik ve güzel huylan için terk edilmemektedir. Mâlik b. Enes'in; «Biz, kıyamette şefaatlerini ümld ettiğimiz bir takım iyi insanların rivâyetlerini, gerektiğinde reddederiz» sözü, arz ettiğimiz noktada adetâ kanunlaşmış bir ölçüdür.[221]
İslâm dininin, Hicaz'dan dışarıya çıktığı günden-berl yeni hayat sistemleri ile karşılaştığı bilinen bir gerçektir. Peygamberimizin günlerini izleyen devrelerde, her çağ yeni meseleler getirmiş; Peygamber sözlerinin o çağların problemlerine deva olup olmayacağı geniş çapta araştırılmıştır. Günümüz insanlığı, özellikle İslâm toplumları, çağdaş (modem) hayatın, İslama ters gelen güçlü unsurlarıyla karşıkarsiyadır, îc-lâm âl .mi bugün, kendi dindaşları içinde; İslâm toplumu olup olmadıklarım tartışanlarla, başka din mensuplarının, kendilerini müslüman gören nazarları arasında sıkışıp kalmaktadır: «Dışarının bizleri müslüman ülke olarak görme» tespitleri va «bünyenin kendisini küfre nisbeti»?!
Değişen bir dünyada; dünya insanlığı ile artan yakın temaslar, iktisadî ve kültürel değişiklikler, yeni ideolojilerin ve inanç biçimlerinin hortlaması veya doğması ve daha akla gelmed k pek çok sebeb, bizi tekrar sünnet kaynağına dönüp, modern dertlere ve problemlere; hem de dünyanın problemlerine çare arama gibi mukaddes ve sorumluluk dolu bir çileli çalışma içine itmektedir.
Müslümanlık, yaşadığımız vilayetteki uygulamadan ibaret değildir. Türkiye'nin dört bucağındaki ananevi 'müslümanlık da, Resûl-i Ekrem'in tebliğ ettiği islâmm tek tecellisi değildir. Bütün dünyadaki uygulama, sünnetin fertlere ve coğrafyalara dağılan farklı tecellisi, bütünü teşkil eden unsurlardır. Herkes kendi şartına göre dinimizin ilkelerini yaşayacağına göre, acaba sünnet günümüz ve gelecek için de hayat düsturu olmaya devam edecek midir? Engel olarak görülen unsurlar müslümanlan hiç bir zaman korkutmamaktadır. Harran ovasında veya Antalya-da hayatını sürdüren, sürüsünün ardında çadırını da nakleden müminlerin, müslüman olma şansları, Ankara - İstanbul - İzmir gibi dağdağalı illerimizdeki hayat şartları içinde azalmakta mıdır? Batı Avrupa'da çalışan bir müslüman işçi; Türk, Faslı. Yugoslavyalı, Cezayirli,., dinini tatbikte daha fazla güçlükle mi karşılaşmaktadır? Oralarda hüküm süren çağdaş hayat karşısında sünnetin sunduğu reçete iflâs mı etmiştir?
Şu birkaç soru bize, sadece günümüz dünyası insanının, problemli olduğu, tarihtekilerin âsûde yaşadıkları hissini vermemelidir. Bu farklar ve zorluklar, geçmiş asırlar için daha da zorluklar arzeder. Sözünü edeceğim bir seyahatnamede, iki, yılı aşkın bir müddet içinde, bir hac yolculuğu gerçekleştiren; zulmün ve zorlukların en üst seviyedeki örneklerim bizzat yaşayan- bir İspanyol müslümanı, bizden çok fazla çileli bir hayatın içinde dinini tatbik imkanları aramıştır.[222]
İnanç ve amelde mühim yeri olan ilkeler dışında, İslâm cemiyetlerindeki küçük farklar, sünnetle çatışma olarak takdim edilmelidir. Çağdaş hayatı yaşayan, semavî din mensupları için (Musevilik ve İsevîlik için), dinimizin haram kıldığı her şey aslında haramdır. İnançla ilgili en sağlam değerler, bütün dinlerde, peygamberlerce müştereken tebliğ edilmiştir. Her üç dinin, çağdaş hayatı değiştiren günahkârları aslında bu işi müşterek yaparak dinlerine karşı gelmekte ve dinleri ile çatışır gibi görünen b.ir hayat biçiminin doğmasına sebep olmaktadırlar. Söz gelişi, bu toplumlar için faizi ele alalım. «Çağdaş hayat faiz üzerine kurulu, sünnet başka bir hayat tarzı istemek^ te». Aslında bu doğru değildir. Çünkü, çağdaş hayat içinde bütün sistemlerin birlikte öngördükleri, «laik bir ekonominin sıhhatli bir toplumunda faiz yüzdesi % sıfır olmaktadır.» Marazı hal olarak yaşanan durum, ekonominin gereği değil, sapıklığın; iktisadi sapıklığın gereğidir. Faiz yüzdesi sıfır olan bir toplumda, sünnetin bu açıdan çatışacağı hiç bir mesele yoktur. Zina, kumar, içki (ve yan ürünlerini) ele alalım. Orada da, hiç bir sağlık kaidesi, hiçbir modern polis sistemi, hiçbir devlet yapısı; mevcut mevzuatı ile bunları savunmaz. Sünnet de bunların toplumdan kalkmasının savaşını verir. Giyim kuşam ve hareket tarzı da aynıdır. Bugün, en modern bir lokantada, en lüks şartlar altında; hatta bir diplomasi protckolunda, pek âlâ temiz giyimli, örtünmüş bir müslüman hanimi; îs-lâmm kendisine verdiği zerâfet ve iffet ölçüleri içinde; Allah ve Resulünün rızâlarım kazanacak örnek bir biçimde yemek yiyebilir. Herkes ondaki hanımlığı gıpta
ile seyreder, o müslüman hanım karşısında kendisinin küçüldüğünü hisseder. Bir müslüman, arzettiği-miz şartlar içinde, hiçbir dinî ilkeyi zedelemeden, bir hasta ziyareti ve hastahane hizmeti gerçekleştirebilir. Müslüman fert ve m'lletlerin, dünya üzerinde din ve milliyetlerini sergileyecekleri en güzel yerler; diplomasi, beynenmilel ilim toplantıları, çeşitli millet ferdlerinin müştereken çalıştıkları :'ş yerleridir. Buralarda; dinimizin ve tarihimizin emrettiği biçimde yetişmiş, vas:fh insanımızın üzerinde görülen sünnetin karakteristik çizgileri, onun meslekinde en üstün; hatta dünya çapında en üstün insan olmasından, başka bir görev yapmaz. Çünkü bu insan meslekinin en üstün insanıdır. En sağlam değerlere göre görev yapar. İnsanlığın hayrına, ondan daha iyi çalışan bulunamaz. Ondaki vasıflar başkalarında dalma alt seviyede kalır. Çünkü kendisi bu yarışta en önde olmakla vazifelidir. Ona bu vasıfları, İslama tam bağlılık, sorumluluk, geniş bir sünnet ve İslâm kültürü gibi güzel ölçüler ve gayretler vermektedir.[223]
Her ilmin tarihi içinde, şu veya bu zamanda baş-gcsterlp gelişen, bilâhare çözüme kavuşan veya çözülmeden kalabilen, diğer nesillerin himmetini bekleyen meseleleri vardır. Hadis ilimlerinde de bu tür problemler bulunmaktadır. Hiç değilse bazı hususları problem olarak görebilmek ve öylece değerlendirmek mümkündür. Burada «İhtilaflar ve görüş ayrılıkları» deyimleriyle şunu kastetmekteyiz:
a) Hadislerin dinimizdeki değeri ve tesiri konusunda beliren görüşler ve köklü kanaat farkları. Mezhep ve fırkaların hadislere ve onların dinimizdeki itikadî ve teşri'î gücüne bakış açıları,
b) Hadislerin fıkıh ilmine intikalinde beliren yorum ve uygulama farkları,
c) Hadisçilerin kendi içlerindeki, nisbeten teferruata ve tekniğe ait, diğerlerine kıyasla daha hafif olan görüş farkları.
Bu üç madde ile, bir bakıma ihtilafların bir tasnifi de yapılmış olmaktadır. Hadisteki en köklü ihtilâf; «Muhaddislerle daha çok bid'at fırkaları mensupları arasındaki ayrılıklardır. Bu ayrılık, dinde hadisi kaynak olarak kabul edip etmeme; hadisi kullanıp kullanmama meselesidir. Buradaki yanılmalar artık bütün îslâmî sistemde kendisini göstermektedir.
Şu noktayı belirtmek durumundayız. İhtilâfların bir kısmı haklı olarak «hadisin doğruluğunu yani sıhhatini tesbit edememe» den ve hata yapma korkusundan kaynaklanmaktadır. Bu nevi bir «farklı görüş», bir noktada mazur görülür, izâleye çalışılır. Asıl silinemeyen ihtilâf; dinde nakli - yani vahyi- değil de sırf aklı ve hevâyı esas alan fikrin, hadislere toptan inanmamayı hedef tutan, fakat ustalıkla asıl maksadını gizleyen ihtilâfıdır. Böyle bir görüş' farkı, dolaylı da olsa hadise inanmamak; onu dinde söz sahibi saymamak demektir.[224]
İkinci türdeki ihtilâflar, daha çok fıkıh mezheplerinin müntesipleri olan âlimler arasında, kısmen de itikad mezhepleri ile fırkaların inanç ve fıkıh konularındaki farklı fikirlerinde görülmektedir. Fıkhı ihtilâflarda ve itikad konularında «haber-i vâhldlerin değeri» meselesi, münakaşaların en yoğun noktasını teşkil eder. Buradan, hadisin sıhhatinin teshitine dayanan ihtilâflara geçilir. Sonra da; ibadet, muamele, hadd ve ceza tesblti gibi konularda hadislerin delil olma güçleri üzerinde farklı fikirler; sonra da bu fikirlere bağlı uygulamalar ortaya çıkar. Şurasını belirtelim: Fakihlerin, bazı bozuk fırka mensupları gibi, hadislerin dinimizde kaynak olması yönünde, peşin ve menfi bir kanaatleri yoktur. Bu husus, bizzat mezhep imamlarının kendi sözleriyle sabittir [225]Onları ta-kibeden nesillerde de durum, hadis lehine olmak kaydıyla aynıdır.
Dört fıkıh mezhebi imamı ile, diğer müctehidler, problemlerin çözümünde; hükümlerin tesbitinde, Kur' an-ı Kerim'den sonra Peygamberimizin hadislerini temel almaktadırlar. [226] Hemen hepsi; Peygamberimizin sözleri ve fiilleri sabit olmuş ise, bizim mezhebimiz odur, mânasına gelen sözler söylemişlerdir. Durum böyle olunca, aynı meseledeki iki ayrı tatbikatı veya daha fazla uygulamayı, hadisleri red anlamına anlamamalıyız. Bu noktada başka sebepler de sözko-nusudur. Bu sebeplerin başında, hadislerin sıhhatlerinin tesbitindeki görüş farklılıkları gelmektedir. îkin-ci ve mühim bir sebep ise; hadisin, o fakihin eline geçip geçmemesi, sözkonusu konuda bir hadise muttali olup olmamadır. Hadise erişemeyen fakih; bu meselede özürlüdür, suçlanamaz. Ondan sonra gelen ve hadisi bulan kişinin, mezheplerindeki bu hükmü, yeniden hadise göre gözden geçirmesi, artık ilk imamın sorumluluğunda olmayan bir husustur.
Arzettiğimiz üçüncü tür ihtilâf, hadisçilerin kendi anlayış ve çalışma - değerlendirmeleri ile ilgili meslek içi, ihtilâflardır. Meselâ; bir cerhin tesbitinde tefsirin ve açıklamanın şart olup olmaması, söz geli-mi bir lahnin düzeltilmesinde muhtelif yolların tutulması, hadisçilerin kendi iç meseleleridir ve diğerleri kadar din çapında önemli değildir. Bu gibi durumlarda, farklı uygulamalar olabilmektedir. Teknik deyimle bunlar ihtilâftır, fakat hilaf değildir.[227]
Aklımıza şöyle bir soru gelebilir: Geçmiş yüzyıllarda vukubulan bu ihtilâf ve hilafların bugün ve gelecek ile ilgisi nedir? Onlardan söz etmek, kaybolmuş fikirleri ve sapıklıkları tekrar uyandırmak olmaz mı? Soru görünüşte çok makuldür ve yerindedir. Fakat bizim derdlerimize çare aramamızı engelleyen bir sorudur.
Şurasını itirafa mecburuz; hadislerin sözkonusu olacağı her müslüman toplumda, insanın ve özellikle muhaddisin dün karşılaştığı problem, bugün de yarın da karşımıza çıkacaktır. Son on yılda gördük ki; eski çağlarda kaldığını zannettiğimiz bir takım Şiî ve Haricî (anarşist) kökenli îslâmî kılıklı fikir ve doktrinler birdenbire ve yepyeni metodlarla ülkenin temiz havasına güçlü bir biçimde üfürülüvermiştir. Bu üfürüğün devlet farkında olmayabilir. Ama İslâm âlimlerinin farkında olmaması veya aynı havaya kendilerini kaptırmaları; ortaya atılıp tahlili gereken bir konudur. Görüyoruz ki en eski problem, dumanı tüter vaziyette ilim sofralarında; hatta uygulamada arz-ı endam ediverin ektedir.
Dün hurma dölleyen, tozlaştıran bir gurup saha-biye Peygamberimizin söylediği mübarek sözler, onunla hiç ilgisi olmayan inançların sahiplerinin ağzında; Peygamber dünya işlerini bilmezdi şeklinde bir sakız halini alı vermektedir. Bütün bunlar geçmişte değil günümüz İslâm toplumlarında olmaktadır. Demek ki, dünyada eskiyen mesele ve inanç yoktur. Bunlarla savaşacak ilim askeri; eskinin ve yeninin problemlerini ve ilmî harp tekniklerini bilme durumundadır.
Hadisçilerin iç ihtilâfları, özellikle onlar arasında yazım tekniği ve rivayet usûlleri ile ilgili olanlar, şartların değişmesi ile daha da azalmış durumdadır. Yazmaların bulunmadığı günümüz araştırmalarında, tahkikli metin neşri, pek çok noktada farklı kanaatleri giderecektir. Rivayet usûlleri, râvilerin hayatlarının tesbiti bugün daha pratik ve toplu usûllerle yapılabilecektir.
Hangi türden olursa olsun, bu ihtilâfların sürüp gitmemesi için; önce tek tek tesbitleri gerekir. Daha scnra, ilk çağların araştırma titizliğine dönme zorunluluğu vardır. Modern vasıtaları, ilk çağların titizliği ve sorumluluk anlayışı ile birleştirmek en çıkar yoldur.
İlk maddede özetlediğ'miz hadisin dinimizdeki yeri ve değeri mevzuu, müesses fıkh ile hadis arasında .—varsa eğer çatışmaların sünnet lehine izâlesi, İslâm ümmeti için yapılabilecek en kudsî çalışma konusunu teşkil eder. Evvelkiler (selef), bu hizmetlerden sadece memnun kalacaklardır.[228]
Sahabe gününde, halifelerden bazılarının, sünneti toplama müracaatlarına verdikleri menfi cevap ve takındıkları durum hadise muhalefet değildir. «Sünnetle, meşgul olurken müslümanlar Kur'an'ı unutur» tarzındaki değerlendirmeleri, veya «Kur'an'da bulduğumuzla amel ederiz» tarzındaki cevapları da sünnete aykırı bir hareket sayılmamalıdır. Çünkü, bu davranışları ve sözleri iptal edecek güçte, aynı halifelerin .sünneti yücelten uygulamaları, sünneti korumağa yönelmiş davranışları mevcuttur.
Hilafet seçimlerini müteakip meydana gelen siyasî bölünmeler, Şiâda ve Haricîlerde görülen haller de sünnete doğrudan muhalefet olarak değerlendirilemez. Çünkü doğrudan doğruya, açık olarak hiç bir ferd ve zümre; Hz. Peygamberimizin Cs.aJ sözlerini ve uygulamasını kabul etmiyoruz» dememektedir.
Akla aşırı hükümranlık hakkı tanıyan Mutezile mezhebi mensupları bile, Allah elçisinin sözlerini doğrudan hedef seçmemiş; «râvilerin kişiliğine, hadislerin geliş tarzına, ve teknik diğer bazı konulara itiraz etmiştir». Bu adamlar, kendi fikirlerini yıkan hadisleri; ya asılsızlıkla suçlamış, ya da te'vil etmişlerdir.
Durum arzettiğimiz tarzda olmakla beraber, bir bakıma Şia ve Haricîler ile Ehl-i itizâl başta olmak üzere, pek çok bid'atçı kelâm fırka ve mezhebi, hadisin ve hadisçilerin aleyhinde bulunmaktan kendini alamamıştır [229]
Düşmanlığın sadece hadisler üzerinde toplanmasında, Kur'an'm sağlamlığı, ona itirazın imkânsızlığı ve faydasızlığı büyük rol oynamıştır. Peygambere muhalefetin, îslâmdan çıkmak demek olduğunu bilen bu kişiler, dolaylı yollarla sünneti ve hadisleri tedavülden kaldırma; onlarla uğraşan hadisçüeri de düşman ilân etme yolunu tutmuşlardır. İçlerinden Şia, Hz. Muhamed'den ayrı bir Ali taraftarlığının geçerli olmayacağını kestirmiş olacak ki, en aşın uçları dışında, Peygamberimizin nübüvvetini tasdik etmiş, hadislerini de kendilerine has yollarla ve kendi sened zincirleri içinde kabul etmişlerdir.
Fıkıh mezheplerindeki durumu daha önce anlatmıştık. Tasavvuf ve zühd (ahlâk) kitaplarında da, doğrudan hadise muhalefet mevcut değildir. Bunlardan hadise gelen zarar şöyle özetlenebilir:'
a) Müesses fıkhı ön plana alarak, hadisleri yürürlükten kaldırmağa varabilecek davranışların bulunması,
b) Züht, takva, rekâik, ahlâk ve fezâil konularında, aslı olmayan haberler üzerine meselelerin bina edilmesi; pek çok yalanın, hadis kudsiyetine büründü-rülerek, adı geçen mahallerde, araştırma yapmadan kullanılması,
c) Sahih hadislerin, bir takım Hurûfi, Bâtınî ıstılahlarda ifadesini bulan tefsir ve te'villers tâbi tutulması. Bu üç çeşit zarar diğerlerinden az olmamıştır. Üstelik, müslüman, bu zümrelere sevgi ile bağlanır, fakat yukarıda" saydıklarımızın zararını peşinen bilebilir. Bu durumda ikincilerin zararına karşı, kitle daima gafil ve savunmasız kalmaktadır.
Günümüzün tahsilli İslâm - sever müslümamnda beliren bir tuhaf hastalıktan bahsetmemiz gerekmektedir: İhtisası ve ilmi olmadığı halde, Kur'an-ı Kerim dışında kaynak tanımamak ve sünneti, kaynak vasfında mütalaa etmemek; bu uğurda yazıp - çizmek, neşretmek; kendine göre güzel gördüğü bazı prensipleri, aslını araştırmadan hadis gibi kullanmak; Peygamberimizin yaptırım gücünden ve mânevi otoritesinden bu yolla yararlanmak, hadisleştirdiği sözleri hayat düsturu yapmak.
Halbuki, çağın aydın insanı iyi bilir ki; eleştronik konular, atom f-ziği, modern matematik, iktisat, işletme, politika ve diğer teknik ve ilmi konular, nasıl nâzik konuiarsa, ihtisası olmayanlara söz hakkı oralarda yoksa, din bilgileri de en az onlar kadar; ciddiyet, ihtisas, yeterLlik, insaf isteyen konulardır. Birinci bö-lümdekilerin ciddiyetine inanan bir mühendis, bir teknik eleman; bakarsınız bazan ikincisinde h'ç behresi olmadığı halde, sırf karşıdaki efendi dinleyicilerinin temizliğinden faydalanarak konuşur, f.kir beyan eder; hatta ihtisas erbabını bile tenkidden çekinmez.
Resûl-i Ekrem'in söz ve fiil dağarcığının bir ölçüsü ve bir smırı vardır. «Havz-ı kebir p-Sİik tutmaz» misâli, her önüne gelen kendi fikrini oraya atamaz. Bir takım metalleri ve değersiz malzemeyi, altın suyuna batırır gibi, Muhammedi dağarcığa ne kadar bâtıl söz varsa batırıp çıkarsak; yaptığımız bu zararlı iş bizim mahcubiyetimiz ile neticelenecek, Allah tc.c), elçisinin söz ve sünnetini koruyacaktır.
Tarih boyunca hadislerin ve dolayısıyla sünnetin akıllı ve akılsız düşmanları olmuştur. Bunlar içinde,
aklını başına devşirip, ümmete belâ olmaktan zamanla geri duranlar da vardır.[230]
Ravâfız ve Gulât diye adlandırılan ve İslama aykırı inanç ve uygulamaları bulunduğu için de sapık sayılan bölümleri hâriç tutulursa, İmâraiyye, İsnâ aşeriyye ve Ca'feriyye adlarıyla da anılan Şianın, hadisleri dinde kaynak sayan bölümü, Ehl-i sünnetten farklı inançlara ve ayrı hadis kitaplarına sahiptirler. Bu bakımdan Şia ve hadis konusu; özel, geniş çalışmalar gerektiren bir konudur.
Ehl-i sünnet ile Şia arasında hadis konusunda beliren ilk farklı kanaat, «Ehl-i sünnetin sahabeden gelen hadislere ve içtihada bağlanmalarına karşılık, İmâmiyyenin, Ehl-i beyt imamlarından gelen hadislere bağlanmalarıdır. Şianın fikrine göre bu; İslâmm esas rüknünü, tevhidi bozmaz ve sarsmaz. [231]
Kaynak bakımından olan bu ayrılık, sahabenin udûl tanınması konusunda daha berrak hale gelir. Ca'ferîlerin kanaatma göre, sahabenin hepsi udûl olamaz.[232] Çünkü emirin imametine karşı çıkanlar; ondan önce o makama oturanlar ve ona karşı harbe-denler vardır. Udûl olanlar; imamlar, Ehl-i beyt ve bazı fakir sahabilerdir. Onlardan sonrakilerin hepsi müstakil olarak tenkide tâbidir. Bu hür tenkid, sadece karşı tarafa yöneLktir ve bilhassa rical bilgisinin, Şiaya göre erken tarihte doğmasına ve gelişmesine sebeb olmuştur. [233]
Şiamn inancına göre, âyetlerde bulunmayan hükümler, masuma dayanan hadisle aydınlanır, bu yüzden de İmâmiyyede hadis, Hz. Emirulmümininden itibaren yasağa rağmen yazılmıştır. [234] Ayrıca onların, sahabe ve Özellikle Ebu Hureyre hakkında kötü düşünceleri ve sözleri mevcuttur. [235]
İkinci fark hadisin râvilerinde görülür. Ehl-i sünnet, Şiadan, diğer kişilerden istediği şartlar muvacehesinde had:s alır ve kullanır. Onlar, sadece İmamı olanın hadisini kabul ve tatbik ederler. [236]Şiî bir eserde sık sık adlarına raslanan râviler belirli isimlerdir. Çoğu kez bu zatlara raslanır: Hasen, Huseyn, İbn Abbâs, Ali b. Ebu Tâlib, Ebu Cafer b. Bâbûye, Musa b. Ca'fer, Muhammed Bakır, Ali b. Musa, Süleyman b. Halld, Fudayl, Süleyman b. Derestsveyh, İshak b. Ammâr v.b. Eser olarak da şu adlara çokça rasla-rız: Mevâlidu's-sâdıkîn, Emâli'ş-Şeyh Ebu Ca'fer, Tıb-bu'1-eimme, Men lâ yahduruîm'l-fakih, Kitâbu'l-hisâl, Tehzîbu'l-ahkâm... Rasgele karıştırılacak üç beş sayfa, bize bu isimleri ve râvileri vermekte, Sünnî isim vermemektedir. Ehl-i sünnette bu inhisar mevcut değildir. Doğru olmak kaydıyla, Sünnî-Şîi hsr hadis kitabı ilimde birdir. [237]
Şîanın hadisle ilgili esas fikirler'ni öğrenmek için şu iki kaynak esere müracaat faydalıdır. Bunlardan ikincisinin, ilmî değeri münakaşa edilebilirse de bugün için kaynak olma durumu mevcuttur:
a) Ebu Ca'fer Muhammed. Ali b. Bâbûye Kum-mi, (Şeyh Sadûk): Risâletu i'tikâdati'l-İmâmiyye (Ankara, 1978).
b) Âyetullah Humeynî: İslâm fıkhında devlet (İstanbul, 1979).
İmâmlyyenin ana kaynakları olan ve kütüb-i er-baa denilen dört hadis kitabı, müellifleri ve hadis miktarları ise şöyledir:
a) Ebu Ca'fer Muhammed b. Yakub Kuleyni: el-Kâfî fî usûlfd-din. Eser usûl ve furû kısımlarına ayrılır. Mevzulara göre bablara bölünmüştür. Belirtildiğine göre yirmi yılda tamamlanmıştır. İçinde senedli; 16.199 hadis vardır. Müellifin vefat tarihi; 329/941 yılıdır.
b) Ebu Ca'fer Muhammed b. Ali Kummî: Men lâ yahduruhu'l-fakih (veya Mâ lâ yahduruhu'1-fakih). Rey'de 381/991 tarihinde vefat eden müellif, bu eserine 9.044 hadis almıştır.
c) Ebu Ca'fer Muhammed b. Hasen-, Tehzîbu'1-ah-kâm, 460/1067 vefat tarihli müellif Tehzib'e; 393 bâb açmış, 13.059 hadis almıştır.
d) Aynı müellif, el-Istabsâr. Eser 920 babtır. içinde 5.551 hadis bulunmaktadır. Bu dört eser dışında, îmâmiyyenin en mühim kaynağı Nehcü'l-belâğa'dır.
Yazarı Şerif Radî olan kitap 400/1009 tarihinde tamamlanmıştır.[238]
İlmin siyasetle siyâsetin da ilimle menfi mânada temasları olmuştur. Belirli bir ilim dalma ayrıcalık tanımadan diyebiliriz ki bu durum, İslâmî ilimler için de geçerlidir. Temas sözü ile; ilmin politikaya karıştırılmasını, polit-kamn zebûnu olmasını kastetmekteyiz. Bu meselenin önce, ilim adamı açısından ele alınması gerekmektedir. İlmini siyâsetin emrine veren; siyaset yanında ilmin kudsiyetini haleldar edenler olmuştur. Şahsiyetli ilmi ve ilim adamını tenzih ederek diyebiliriz ki; «İlmin, kendi yüksek ve kutsal değer ölçülerini bir kenara iterek, politikanın emrine girmesi; her iki taraf için de kötü olmaktadır. Neticede yine fertler ve toplumlar zarar görecektir. Rahatça savunulabilecek bu tesbitler, İslâm ilimleri ve ilim sahipleri için de düşünülür.
Politikanın ilimle menfi mânadaki imtizacının doğuracağı zararlardan bazıları şunlardır:
a) Ehliyeti ayaklar altına alıp, cehli (bilgisizliği ve kabalığı) baştacı yapmak: İlim ile sakat politika işbirliği yapınca ehil kişiler, belirli politikaya; kendisim idare edemediği halde, kitleleri idareye kalkışan şahsiyetsiz politikaya zebûn olursa, ehil kişi bir kenara itilir, hatta teknik konularda biîe, ehliyetsiz kişinin hükümranlığı görülür. Bundan kurtuluş olamaz». İlim kendisini sakat politikaya âlet etmez; olsa olsa, sakat ilim veya ilim kisvesindeki cehil âlet olabilir denilirse bu söz doğrudur. Yalnız ilmin de, kendisini frenleyemeyip, âlet olduğu vâriddir.
b) Taraftarlık doğurmak: Arzettiğimiz bu durum, bir nevi teşeyyü' (herhangi bir fikirde aşın taraftarlık) doğurur. Artık ferdler, ayakları altına döşenen rayda yürür, serbest hareket imkânları ortadan kalkar. O gurubun fikri, «baştan ne üfürülürse o istika-mette yayılır.» Ülkenin her yerinde aynı ölçüler savunulur. Her konudaki görüş, bslli ölçüler içinde teşekkül eder: Fertler ve fikirler bir tünel içine girmiş durumdadır. Düşünme melekesi insanlardan peşinen alınmış olduğu için; sabit bir görüş tavsiye ve hatta emredildiği için, ortalıkta sadece inanmadan itaat ve taassupla bağlanma görülür.
c) Bölünmeler meydana gelir: İlim sahipleri kendi aralarında, müslüman toplum da kendi içinde guruplara ayrılır. Zamanla bölüm ve hiziplerde soğukluk daha da artar. Fertlerin oturup bir meseleyi konuşmaları, kendi ölçüleri içinde tartışmaları mümkün olmaz. Görüşme meydana gelse bile, kişilsr arasında bilgi uçurumları meydana getirilir; gurubun temsilcisi olarak bazan bir câhil, âlimler topluluğunun içine; sırf onları istiskal için yollanabilir.
d) İlimler donmuş bir yapıya terkedilir: Cemiyette bilhassa İslâmi ilimlerde, belirttiğimiz kötü durumlar meydana gelince, artık her şey dar bir çerçeve içine sokulur; ilmin lüzumsuzluğuna insanlar inandırı-
lır, dine hizmet adı altında bütün hevesler, kinler, nefsanî arzular gizlenir.
Bütün bunların, tarihin belirli döneminde; hatta günümüz İslâm coğrafyasında bol miktarda örnekleri vardır. Doğru olan; «ilmin hükümranlığı, idarenin bile ilme râm olması» keyfiyetidir. İlimler, hür ve kendi ölçüleri içinde şahsiyetli kaldıkları takdirde, insanlığın yararına hizmetler görmüştür.[239]
Daha çok fıkhu'l-hadisin bir meselesi olan bu başlık, çek ince bir mânada da olsa, hadise dost olmayan bir fikrin mahsulü olmaktadır. Bu itibarla kısa bir temas faydalı olacaktır.» Hadisle amel'in güçlüğü düşüncesi yeni çıkmış bir problem değildir. Bununla neyin kastedildiğinin açıklanması gerekir. Çünkü pek çok ilim dışı polemik bu noktadan çıkmaktadır. Hadisle amelin güçlüğünü belirtenler genellikle şunu demek istemektedirler: «İlk müetehid imamlardan sonra gelen ve onların yolunu tutmak mecburiyetinde olan kişiler, hadislere değil; onlara dayanan fıkhî hükümlere uymalıdırlar. Hadisten doğrudan doğruya hüküm çıkarmamalıdırlar. Çünkü bu zor bir konudur. Hadisin uhdesinden gelmek herkesin kârı değildir». Aynı zatlar, bizim inancımıza göre, fakih ve müetehidin, hadisle irtibatını da kesmek istememektedirler. Zaten böyle bir teklif ilimle bağdaşmamaktadır.
Diğer taraftan, ortaya atılıp, «ilimle ilgisi olmayan sade vatandaş, duyduğu hadisi tatbik etsin» diyen bir kimse de olmamıştır. Böyle bir kimse, tarihin hiç bir devrinde yoktur. Böyle insanlar olmadığı için, birinci zümrenin, bu tip insanlara karşı başlıktaki sözü söylediğini de s avun amam aktayız. Öyleyse, hadisle amelin güçlüğü şeklindeki beyanları-,' yanlış anlamaları önlemek, iyi niyetlerle uyarmak gayesiyle söylenmiş sözler olarak anlamak mecburiyetindeyiz. Aksini savunmak mümkün değildir. Kaldı ki, bu tür söz-.leri söyleyenler; «hadislerin fıkhın emrine girmesi» gibi bir hedefleri de mevcut değildir..
Yalnız ortada bir diğar gerçek daha mevcuttur: Hadisi savunan, Kur'an'dan sonra had'sîerin kaynak olarak kullanılmasını isteyen kişiler, çoğunlukla «hadisin işi zordur, önüne gelen her duyduğu hadisten ahkâm çıkaramaz...» yollu itirazlara uğrar. Aslında bu sözleri söyleyen, hasmım ortada olmayan bir suçla suçlamaktadır. Problemin doğuş yeri burasıdır. Meseleyi şöyle anlamak mecburiyetindeyiz: Kişi eh'l bir bilgin ise, Kitap ve sünneti, ictihad usûllerini biliyorsa; zaten ona, «sünnete yanaşma» demek hakkımız yoktur. Sade vatandaş, dini bilgileri ehl'ııden öğrenecek, onların verdiği istikamette gidecektir.' Hadisten istifade' edemeyecek durumda olan kişinin, ondan ahkâm istinbâtma kalkışması, İslâmî ilimleri bilenlerden çok günümüzde, ona sempati besleyenler arasında çıkmaktadır. Kaldı ki onlara; «hadisten ahkâm çıkarmak güçtür, ihtisas ister» demenin faydası da yoktur. Çünkü bu zat daha da ileri giderek kendisini; sadece Kur'an'dan kendi metodunca ahkâm çıkarmağa hazırlamıştır.
Ehl-i sünnette bu derece sıkı olan hadisle amel meselesi, Şiada ve tasavvuf ehlinde daha müsamahalıdır. Şii ilim adamları, hadis usûlü kanunlarına dahi tâbi tutmadan kendi kaynaklarından gelen bir haberi, görüşlerine uyduğu takdirde, fazla ilmî ehliyet aramadan; veya «dar ilmî kapasiteyi ictihad mertebesine yükselterek» kullanmakta, fütursuzca amele ve tatbikata dönüştürmektedir [240]Tasavvuf ehlinin durumu da buna yakındır. Onlardaki hadis bilgisi kendilerini, müesses bir fıkıh ekolünden farklı düşüncelere, hatta tatbikata bile sevketmektedir. Bunun örnekleri pek çoktur.
Fıkhın, altın çağlarını yaşadığı devrelerde bile, kimse müslümanlarm hadisle irtibatını kesmemiştir ve kesmemelidir. Hadislerin yerine fıkhın ikâmesi; hadislerin fiilen tatbikattan kaldırılmasını doğurur.
Bu konularda tafsilâtlı düşünmek sn çıkar yoldur. Yapılacak işlerin başında ahkâm hadislerinin tanınması gelmektedir. Bunlar elbette, hadisçi yönü çok güçlü olması gereken fakihin, ilim adamının malzemesidir. Sade müslüman, ister Arapça bilsin isterse tercemeden okusun bu tür hadislerden, kendisine yarayışlı malzeme elde edemeyen kişidir. Fakat onun da, sünneti devamlı okumakla elde edeceği bir kıvam; ahlâkî, amelî, itikadı bir yapı şüphesiz mevcuttur. En koyu fıkıh taraftarları bile, ülkemizde; hadisin ana kaynaklarını, rahatça dilimize çevirmekte ileri sürdükleri mahzura rağmen, sade vatandaşın tedkik ve uygulamasına sunmaktadırlar. Çok zararlı bir iş olsaydı, her halde bunlar yapılmazdı. Demek ki, sünnetle, müslümanın teması zarar doğurmayacaktır. İhtisasa taalluk eden bölümleri için ihtisas sahipleri onları uyaracak, veya onların amel edecekleri tarzda meseleyi yazacaklardır.
Şurası muhakkaktır, herkesin dileği; günlük hayatında hadisle sık temas kurmak ve Peygamberimiz (s.a.) in yaşadığı İslâmı öğrenmek isteğidir.[241]
İlmin ve ilim faaliyetlerinin gelişmesi, devamlılığı ve canlı kalması biraz da ona karşı gösterilecek müsbet ilgiye bağlıdır. Hadis çalışmalarına yönelen menfi fikir ve davranışların içinde genel ilgisizlik te vardır. İlgi sözü çok geniş mânalarda alınabilir. Devletin İslâmî ilimler mensuplarının, diğer münevver zümrenin ilgisi, hep beklediğimiz şeylerdir. Bunlarda görülecek ilgi azlığı, zamanla giderilebilir. Asıl tehlikeli olan ilgisizlik; büyük kitleyi teşkil eden müslü-man halk toplumlarının ilgisizliği olmaktadır. Bu topr lumlar, belki ilm'n çeşitli dallarındaki meselelere ilgi duymayabilirler. Bunu tabiî karşılarız. Fakat din olarak benimsedikleri bir meselede, tamamen lakayd kalmaları; iyiyi kötüden tefrik için bir teşebbüs göstermemeleri, din adına söylenen her şeye itibar etmeleri, iyiye yorumlanacak bir durum değildir. Çünkü aynı halk, «hayatın çeşitli meselelerine ait konularda,
bazan okumuş ihtisas sahibine müşavirlik edecek canlılık ve akıl emaresi göstermektedir.». Kendisinin kabiliyetleri normaldir. İş din meselesine intikal edince, bu durum doğmaktadır.
Din, birkaç kişinin inanıp, üç-beş insanın ihtisas yapacağı bir konu değil, arzettiğlm'iz kitlenin tümünü ilgilendiren bir konudur. Peygamberimizin sözleri gibi; müslüman oluşu ile doğrudan doğruya ilgili bir konuda, insanımızın ilgisini beklemek hakkımızdır.
Çocukluğunda veya tahsilinin belli bir safhasında, Peygamberimiz Cs.a.) m buyruklarıyla en çok ilgi kuran müslüman,- günlük hayatının akışı içinde o-nunla yetinmekte, daha ötesini aramamaktadır. Dindar olduğunu kabul ettiğimiz illerdeki müslüman halka yapılan anketler, onların hadis ve Peygamberimiz konusunda hiç te bilgi sahipleri olmadıklarını göstermiştir.
Son yüzyılın yarısında İslâm toplumlarında görülen uyanışın, sünnet yönüne de kayması, en halisane dileğimiz olmalıdır. Müslümanlar camilerinde, ilim alış - verişine mecburdurlar. Hadis, tefsir, fıkıh gibi ilimlerin okutulduğu cami toplantılarına yirmi otuz kişi devam ederken; bilgisizlik üzerine kurulan, politika ve nefsanî fikirlerle beslenen, vaaz ve irşâd adlı toplantılara binlerce kişi iştirak etmekte; kendini bilen müminler ise bundan hicap duymaktadırlar.
Biliyoruz ki ilmin tahsil edilmesi kadar, derinliğine ve genişliğine halka yayılması da güçlük arzeder. Müslüman zümrenin hedefi, az sayıda mütehassıs yetiştirmek yerine, bütün halka yaygın; belli derinlik ve genişlikte sünnet ve hadis bilgisi alma; İslâm eğitimi
yapma olmalıdır. Çünkü din, bütün insanlık için gelmiştir. Bilgisi belki az olan, fakat tümünde seviyeli bir kıvam beliren toplum, üç-beş kişiye hasredilen ihtisastan daha hayırlı ve faydalıdır.[242]
Şark ilimleri ihtisası veya yaygın adı ile müsteş-riklik, dünyada ve yurdumuzda, oryantalizm adıyla da anılmaktadır, Müslüman olmayan, genel bir adlandırma ile Batılı dediğimiz insanlar ve onların devletleri, yüzyıllarca önce zengin müslüman topraklarına göz diktikleri günlerdenberi; askerî, sömürgeci, misyonerlik ve ilmî araştırmalar gibi maksatlarla, veya asıl maksatlarını gizleyerek sırf ilim adına, müslü-manlığı ve İslâm ülkelerini tanımağa koyulmuşlardır. Biz burada, müsteşrikliğin sebebleri ve tarihçesi hakkında araştırma yapmadan ziyâde, onların hadisle olan ilgilerine küçük bir atıfta bulunacağız.
Batılılar, böyle bir çalışmaya ihtiyaç duydukları andan itibaren; Şark dillerini ve ilimlerini iyi bilen elemanlar yetiştirecek müesseseler açtılar[243]Ve oralarda yerine göre müslümanları istihdam ettiler. Kendileri çeşitli müslüman isimleri altında, bazan da asıl hüviyetler iyi e; Arap, Türk ve Fars ülkelerine uzun yıllar süren tedkik ve öğrenim gezilerine çıktılar. Müslüman yurtlarında öğretim kurumları kurdular, cemiyetler teşkil edip, ilmî neşriyatta bulundular, kongreler topladılar.
Metodla ve sabırla çalışan bu insanlar, İslâm ülkelerinde küstürülen, itilip kakılan değerlerden istifade ettiler; onların yanma sokularak ilimlerine vâris oldular. Söğüp hakaret ettilerse de gitmediler. Bu hizmetler için, hem devletleri ve hem de kendi dinlerine ait vakıflar bol miktarda paralar verdiler. Personel olarak çoğalırken, diğer taraftan, gelecek oryantalistler için malzeme eserlerin, ana kaynakların, el kitaplarının, metodik eserlerin neşrine hız verdiler. Ansiklopediler, fihristler, indeksler neşrettiler. Hollanda'da-ki Leiden vilayetiyle, Batı Almanya'daki bazı şehirler, âdeta onların ilim merkezleri haline geldi. Hind ülkesinden geniş çapta yararlandılar. Bunların sonunda bati;
a) Şark ilimlerini işleyen mütehassıslar gurubuna sahip oldu. Bir anane geliştirdi. Pek çok İslâmi ilim dalında, dünya üzerinde hatta müslümanlar arasında ilmî üstünlük sağladı.
b) îslâm ilâhiyatçıları arasına belirli nisbette ikiliğin girmesine vesile oldu. Çünkü, onların çalışma
metodlarım, tefekkür tarzlarını, araştırma ölçülerini benimseyenler ve reddedenler ayırımı meydana geldi. Guruplar, yekdiğerini ağır şekilde ithama giriştiler.
c) Yüksek vasıflı ve imkânlı müesseselerin kurulması ile birlikte dünya üzerinde bir şöhret gerçekleştirildi. Müslümanlara, İslâm dinini Avrupa'da, Amerika'da öğretmek durumu hâsıl oldu. Doktora çalışmaları için, İslâm ülkelerinden öğrenciler, adı geçen diyarlara gitmeğe başladılar.
d) Şark ülkelerinden parayla alınarak, müstem-lekeleştirdiklerinden götürülerek veya çeşitli yollarla çalınarak kütüphanelerine ve müzelerine en kıymetli varlıklarımız gitmiş oldu. Bugün, sanki o ülkelerin insanları yazmışcasma. Berlin'de, Britiche Museum'da, Bibliotheque National'de, Leiden'de ve Eskoriyaî'de İslâm kitaplarına ait nüshalardan söz edilir oldu. Başta da söylediğimiz gibi bu konu ayrı bir konudur. Bizi ilgilendiren yönüne gelelim.
Kendi dinleri olan Yahudilik ve Hristiyanlığın, bugünkü haldeki köksüzlüğü karşısında, acınacak dinî hayatlarına bakmadan, en acımasız metodlarla İs-lâmı ve kurumlarıyla ilimlerini kritik eden bu âlimler içinde, ilim adına tarafsız olanlar da vardır. Fakat çoğunluğun; saptırıcı, garazkâr ve ilmî namustan yoksun olduğu, kendi kendileri ve hatta onların tekniği ile çalışan insaflı araştırıcılar tarafından tesbit olunmaktadır.
Hadis ilimlerinde, Macar Musevî müsteşrik Ignats Goldziher'in yeri, uzun müddet birinci sırada kalmış; diğerleri onun açtığı çığırı izlemişlerdir. Ondan önce de hadis araştırmaları vardır. Yalnız bu zatın iki ciltlik eserinin bir bölümü, kılavuz kitap olarak değerlendirilmiş, hadis araştırmalarına çoğu kez oradan başlanmıştır.
Oldukça insaflılarından biri, meselenin temeline. ışık tutan bir ölçü getirir ve derki: «Isîâmiyetin fezâi-li, garplı âlimlerin dîn-i Muhammediyye ne kadar müsait olursa olsun, vâsıl oldukları neticelere istinad ile yazılamaz. Çünkü; o istintâcât hem sena için elzem olan dindârâne gayretten bittabi mahrumdur; hem de ekser-i ahvâlde, her hakiki müslümanm kabul edemeyeceği telakkilerden türemiştir... evvelce Muir ve Sprenger, daha sonra Goldziher, Nöldeke, Caetani gibi müsteşrikler, İslâm âlimlerinin tedkik suretlerine esasen muhalif olan bir intikad tarzı takip etmekle beraber.[244]
İslâm ansiklopedisi'nin ilgili maddeleri dışında, ülkemizde neşredilen iki eser, diğerlerinden daha faz-, la batının hadis araştırmaları hakkında bizi aydınlatır, Bunlar, rahmetli hocam Prof. Muhammed Tayyib Okiç ile, Dr. Zübeyr Siddîkî'nin eserleridir [245]Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi dergisinde ise, neşredilen konu ile ilgili makaleler bulunmaktadır [246]Batılıların, hadis araştırmasında dayandıkları noktaların başında, Goldziher'e ait şu fikir gelinektedir: Hadis edebiyatının, İslâm Peygamberinin esas fikir ve ideallerini temsil etmediği ve fakat daha sonraki devirde bulunan kimselerin fikirlerini aksettirdiği». Neticede şöyle bir mantikî silsile yürütülmektedir: «Binaenaleyh hadisler, Peygamber tarafından vaz' edilen fikirler için kaynak vazifesi göremez. Ancak ondan sonraki İslâm kültürünün muhtelif cephelerinin, yabancı gayr-i İslâmî - tesirler altındaki tarihi için mühim bir haber kaynağı vazifesini görür» [247]Açıkça görülen husus şudur: Bu zatlar, İsiâmdan önceki devrede gelen Yahudiliğin, diğer iki dinin kaynağı olduğu fikrini işlemektedirler. Her üç dinde müşterek ilâhî unsurların bulunduğunu, üçünün de belirli tarihlerde hükümran olduğunu kabul yerine, Hristi-yanlığı ve İslâmlığı, Yahudilikten sapan iki ayrı mezhep veya bozulmuş din gösterme arzusu, onların ilmin kudsî ölçülerini garazları için bir tarafa atmağa sevketmiştir.
Uzun yıllar, Tevcihû'n-nazar ilâ usûli'1-eser gibi büyük bir eserin yazarı olan Tâhir Cezâirî'den ders okumuş olan bu müsteşrik, meselelerin pekala aslını bilmekte, fakat, çeşitli âmiller onu ilmin temiz yolundan saptırmaktadır. Dr. Muhammed Hamidullah'ca neşredilen, Hemmâm b. Münebbih Sayfası, onun fikrini geniş çapta çürütmüş, hadisin tarihini ikinci asırdan, Resûlüllah gününe geri çekmiştir. [248]
Dr. Siddîkî, yedi madde halinde, batı hadis araştırıcılarının tespitlerini, hedeflerini verir tenkidini yapar[249]Yukarıda arzettiğimiz dışında, bu ilim adamlarının iddiaları arasında en mühimleri şunlardır:
a) Hadis uydurmalarında ashabın ve tâbiûnun dahli vardır,
b) Peygamberimizin yaşadığı zamanın uzaklığından faydalanarak, itikadı ve amelî mezheplerin imamları, kendi fikir ve inançlarını destekleme gayretiyle hadis uydurmuşlardır,
c) İslâm münekkitleriyle garplı tenkitçilerin nok-ta-i nazarları ayrı ayrıdır,
d) Altı sahih hadis kitabına itimat yoktur. [250]
İslâm tedkiklerine müslüman ülkelerden daha önce ve daha yoğun şekilde başlayan oryantalistlerin müslüman dünyası ve ilim adamlarıyla yakın temasları olmuştur. Belirli aralıklarla icra edilen kongrelerde onlarla teşrik-i mesâileri vardır. Bir kısım îslâriı ülkelerinde; uzman, misafir profesör ve araştırmacı olarak gelmiş, veya Helmut Ritter gibi ömrünün büyükçe bir kısmını İslâm ülkelerinde geçirmiş olanları mevcuttur. Müslüman ülke ilim adamlarının bazıları da, onların memleketlerinde okumuş, doktora yapmış, misafir hoca olarak bulunmuş, tedkik gezilerine çıkmış veya oralara yerleşmiştir. Dolayısıyla karşılıklı temas ve tesir çok yönlü olmuştur.
İslâm ülkelerinde, üniversite mensubu olmayan İslâm bilginlerinin, şarkiyatçılarla ilgisi pek olmamıştır. Marak edenler de, kendi lisanlarına nakledilen eserlerden onları tanımışlardır [251]Üniversite mensupları içinde, İslâm ilimlerini bilmeyenlerimizin, batılı îslâmolcglara hayranlıkları daha da farklı olmaktadır. İslânıı onların daha iyi araştırdığı zannı vardır. İslâmî ilimler mensubu araştırmacılarımız da oryantalistleri üç gözle mütalâa etmektedirler:
a) Onları ve araştırmalarını tamamen reddeden görüş,
b) Aşın bir takdirle onları ve araştırmalarıyla, eserlerini tenkidsiz benimseyen fikir ve kanaat,
c) İtidalle hareket edip; haklılığı vg haksızlığı tesbit eden görüş. Elbette bu sonuncuların fikirleri ve tuttukları yol, en salim yol olmaktadır.
Durum böyle olunca, Batılıların tesirlerini de iki yönden mütalaa etmek gerekmektedir:
a) Müsbet tesirler: Hadisçiler özellikle, batılıların neşrettikleri bazı eserleri kullanırken onların hakkını teslim ederler [252]Müsbet tesir en çok metod yönünden olmuştur. Bu bizi, eskiye ve temelimize dönmeğe zorlamıştır. Batılılar, ilk İslâm bilginlerinin çalışma üslûblannı iyice tesbit etmiş ve onu modernize ederek; yeni bir yol ve yeni bir kritik ve araştırma metodu gibi şarka takdim etmişlerdir. Halbuki, batıyı da hayran bırakan ve peşinden sürükleyen müslü-man ilâhiyatçıları sayıları az da olsa bilirler ki, günümüzde uygulanan bu metodlar, îslâmm öz malıdır; geçmiş çağlarda kullanılan, bu sonradan terketti-ğimiz yollar ve usûllerdir.
Batının tesirlerinden biri de ihtisaslaşmada kendini gösterir. Bir diğer müsbet tesir; çok çalışmanın lüzumuna inanma ve uygulama isteğidir. Metod yönünden arzettiğimiz tesirin tenkide uğrayan yanları olmuş, birbirini; «müsteşrikvarî İslâm tedkiki yapmakla suçlayan» âlimlerimize de raslanmıştır.
b) Menfi tesirler: Bilhassa dinimizi bilmeyen en-tellektüel zümremiz; yani meslekleri açısından batıyı iyi bildiği halde, İslâm araştırmaları açısından ülkemizi ve batıyı iyi bilemeyen münevverimizde, batılıların yanlışları sürdürülmüş, İslâm bilginleri haksız yere tenkit edilmeğe devam olunmuştur.
Tesirlerden bir diğeri şudur: İslâm ilimleri için gerekli dil ve benzeri temel malzemeye sahip olmadan İslâm tedkikine girişenler olmuştur. Bildikleri batı dili, kendilerini bu yola sürükleyen pek çok kişi bulunmaktadır. Halbuki, aracı olarak kullandıkları dinin ve dilin mensubu; bizim Arapça ve Farsça; bu ülkelerde ise Türkçe bilmeyen münevverimizle dedesi arasına girmekte, bizimki de onlar aracılığıyla ilim yapmaktadır. İki misâlle kastımızı anlatmağa çalışalım: Söz gelişi, eski harflerle yazılmış Türkçe metinleri okuyamayan bir üniversiteli hukukçu, Cevdet Paşayı incelemek için; yeni yazı ile yazılmış metinlerin yeterli olmadığı yerlerde, bizzat Cevdet Paşa ile teması gerektiğinden mecbur kalacak, batıda Cevdet Paşa üzerinde çalışmış bir kişinin eserlerini araya sokacak, dedesi ile torunu arasına bir Fransız girecek. Veya, Köprülüzâde M. Fuad Bey'in, eserlerinin orijinallerini veya onun kütüphanesinde fişlerini inceleyecek Üniversiteli torunları, Amerika'dan gelip Köprülü üzerinde doktora yapan bir yabancının tercümanlığına sığınacak. Bildiği batı dili yardımıyla, batılı matematikçi ve astronomları öğrenen bir çocuğumuz, Fa-tin Hoca ve Salih Zeki'nin matematik ve astronomi kitaplarını, yine kendi yaşında Türkçe - eski Türkçe bilen bir Fransız yardımıyla öğrenecektir. Bunlar, hayal olarak yakıştırılmış şeyler değildir. Arşivlerimizde, kendi çocuklarımızdan çok yabancıların çalıştığı ise bir gerçektir, fikrimizin müsbet delilidir.[253]
Oryantalizm, yani şark ilimleri ve medeniyetleriyle meşgul olma meselesi, batının XIII. asırdan itibaren başlattığı, üçyüz senedenberi de, en yoğun çalışmalarla yeniden ele aldığı geniş bir konudur. Ken-,di bünyesi içinde hayli karmaşıktır. Oryantalizm içinde İslâm ilimleri büyük bir branş teşkil eder. Gerek İslâmî ilimler ve gerekse Türkoloji yönlerinden batı, uzun müddettenberi Türkiye ile yakından ilgilidir. Bir önceki bahiste arzettiğimiz gibi, oryantalizmin, İslâm ve milletleri açısından faydalı ve zararlı yönleri vardır. Konumuz, Şarkiyatçılığın tartışması değildir. Bizi burada ilgilendiren, yeni bir teklif: Anti oryantalizm; garbiyatçılık veya kısaca batı dinleri tetkiki; kültürü ve müesseseleri ile özel mânada uğraşma meselesidir.
Türk üniversitelerinde, batının müesseseleri ve ilimleri aynı ölçülerle ve aynı seviyede okutulur. Onların ilimlerini ve kurumlarını tanıyan elemanlar çoktur. Fakat, gerek Yahudilik ve gerekse Hristiyan-lığı araştıran; batıya yönelmiş, onların dilleriyle eser-. ler veren âlimler azdır. Halbuki biz, İslâm ilimleri sahasında batının büyük bir ilmî baskısı ve ilim dışı davranışlarıyla karşıkarşıyayız. Ve yüzlerce yıldır, İslâm âlimleri, sadece müdafaa durumunu tercih etmişlerdir. Bunda Islâmın, «diğer dinlere çamur atmayı önleyen inanç sisteminin büyük payı vardır». Fakat, kötülüğe kötülükle karşılık verilmese bile, kendi-nıizi müdafa ve karşı tarafın durumuna işaret için, bütün İslâm ülkelerine düşen görevler mevcuttur. Devlet meselesi olarak işe sarılmak gerekir. Karşı taraf dinlerini bilen, hücumları ilimle göğûsleyen, mukabil çalışmalarla onları eriten kadrolar tesis etmek, geciktirilmemesi gereken bir husustur. Eski Yunanca-yi, îbrancayi [254]Âramcayı ve Latin dillerini bilen ve özellikle bu iki dini araştırmaya hayatını veren ilim adamları yetiştirmek ve büyük bir kadro tesis etmek, gerekir.
Batı üniversitelerinde ilahiyat konularında doktora yapan arkadaşlarımızın, sıkça belirttikleri bir husus vardır: Batı ilim adamları, Türklerin veya diğer müslüman ülke çocuklarının, batı müessese ve dinleri üzerinde doktora yapmalarına müsade etmemektedirler. Onları kendi millî ve dinî konularıyla meşgul edip, doktora çalışmalarını İslânıî sahalarda yaptırmaktadırlar. Bir nevi nefis savunması olarak durumu normal karşılamak gerekir.
Kendi bünyemizde yüzlerce; batıyı tanıyan, özellikle batı ilahiyatı, kilisesi, misyoner teşkilâtı ve din hayatını tanıyan, yüksek vasıflı eserler veren ilim adamları yetiştirirsek, onların ortaya koyacakları çalışmaya her halde batı bigâne kalmayacak; şark ve İslâm millet ve dinlerine yönelen iftira ve saldırıları azalacak ve hatta önü alınacaktır. Çünkü onlarda, artık kendilerine yönelen tespitlere cevap hazırlamakla ve savunma yapmakla mesailerini böleceklerdir [255]
Buraya kadar zaten hadislerin yerini ve değerini anlatmağa çalışırken, ayrıca bir başlık açmamız; meselenin kısa bir icmalini vermek, evvelce zikredilmeyen birkaç noktaya dikkat çekmek gayesine yöneliktir.
Peygamberimizin fiilleri ve tasvipleri, O'nun dinî tatbikatı yani sünneti demektir. Sünnetin ve Peygamberimizin sözlerinin ifadesi demek olan hadisin değeri sözkonusu olurken, Peygamberimizin sadece fiil ve sözlerinin değeri değil, onun dinimizdeki yeri ve hükmü de sözkonusu olur.
Kur'an-ı Kerim, Peygamberimiz (s.a.) hakkında, onun taşıdığı sıfatlara da yer vererek tanımlar yapar ve dindeki gücünü belirtir. îslâmm tebliğcisi, Kur'an'ı beyan eden zât; muallim, âhir zaman nebisi, aynı zamanda sâridir [256]O'nun hüküm koyması Allah-tan ayrı istikamette olamaz. Çünkü, kendileri vahyin devamlı kontrolü altındadırlar; yanılmaları Allah tarafından düzeltilir. [257]
Vahyin kontrolünde olan Peygamberimize itaat, Allah'a itaatin aynı, isyan da Allah'a ve O'nun hükmüne isyan demektir. [258] Peygamberimiz bir konuda karar verdikten sonra, artık müslüman erkek ve İcadına, başka bir tercih hakkı ve muhayyerlik de tanınmamıştır.[259]
Peygamberimizin beyanlarından da öğrendiğimize göre, hadisler ve geniş manasıyla sünnet; bütün müslüman fertlerin uymaları gereken düsturlar topluluğu olmaktadır. Dindeki yeri böylesine güçlü olan hadise, şu veya bu sebeple ters gibi gelen uygulamalar görüyorsak, bunların mutlaka ilmî bir açıklaması vardır. Aksi halde; bile bile, dinimizde hiç bir kimse, Peygamberin ameli dışında bir amel biçimi ortaya koyamaz.
Sünnetin yaptırıcı, yol gösterici; hayat tarzı belirleyici gücü sayesinde, Muhammed ümmetinde çağlar ve coğrafyalar değişse bile değişmeyen müşterek karakterler meydana gelmiş, sünnet islâm toplumlarına kendi boyasını vurmuş; hatta müslümanlara komşu olan veya onlarla asırlarboyu beraberce yaşayan gayr-i müslim unsurlar, ayrı karakter çizgisinden tesirler almışlardı. [260] Ekseriyetin bu sağlam fikirleri yanında, tarih boyunca sünnetin; hüküm ihtiva eden ve etmeyen; hidâyet sünneti ve zevâid sünneti olan; peygamberlikten sayılan ve sayılamayan tarzında bölünmelerinin, tehlikeli sonuçlar doğuracağı gözden ırak tutulmamalıdır. Aynı taksimleri belki büyük bilginlerin eserlerinde de görmek mümkündür. Fakat Şurası unutulmamalıdır: Peygamber buyruklarının hüküm ihtiva eden ve etmeyen kısımlarını Mm ayıracaktır. Fezâille ilgili zannettiğimiz bir meselenin; doğrudan bir inanç meselesi olmayacağını kim iddia edebilecektir? Peygamberliği tebliğ cümlesinden olan veya şahsî içtihatları sayılan hususlarda kıstas ne olacaktır? Bütün bu noktalar; izafî ve sübjektif değerlendirmeleri doğuracak, bundan da sünnet ve özellikle Peygamberlik müessesesi zarar görecektir.[261] Hadisin meseleleri yanında, ondört asra yaklaşan bir tarihi ve hayat hikâyesi de vardır. Bu hayat hikâyesi; coğrafya, zaman, şahıs, eser ve hâdiseler bütünü içinde verildiği takdirde bir tabiîlik arzeder. Evvelce bir nebze bahsettiğimiz gibi; biz ülkemiz araştırıcılarından, her İslâm coğrafyasına ait sünnetin ve hadis ilimlerinin tarihini araştırmalarını bekleriz. Söz gelişi, Anadolu İslâmlığının, inanç ve kültür tarihi yazılırken, onun ilim tarihi içinde hadis ve ilimleri tarihi de yer alacaktır. Anadolu'ya gelen göçmen kavimlerin ilmi ve inanç yapılarının tesbiti işinde, hadisle ilgili çalışmalar büyük yer işgal etmelidir. Bugün, Konya'da mevcut bir İnce Minare Dâru'1-Ha-disi'nin ilim tarihini bilememekteyiz. Halbuki bunların bu teferruatta araştırılması gerekmektedir. Tarihî yapısına uygun maddî bünyesi restore edilen eserin; bin yıl önceki tarzda hadis öğrenimini aksettiren şartlarda velev haftada bir gün - görev yapması, Türk kültür ve iman hayatı için kazanç değil; görevdir, vazifedir. Bir Malatya, bir Tokat bir Niksar, bir İznik... küçük de olsalar, tek tek hadis araştırmaları yönünden göznuru dökülmesi gereken yerlerdir. Türkiye dışına çıkınca; Suriye ve Irak'taki hadis merkezleri, özellikle Mısır, Kuzey Afrika, Hind ülkesi ve eski İran'ın durumu aynı himmetleri beklemektedir. Sırf İspanya'da hadis tarihi, bölgeleri ile tedkiki, kimbilir kaç ömrü içine alacak genişliğe sahiptir.[262]
Kitabımızın ikinci kısmı, hadisin ve hadis ilimlerinin, doğuşundan günümüze kadar olan macerasını, ana hatlar halinde, çabucak gözden geçirmemizi sağlayacaktır. Aslında birinci bölümde de, yer yer hadis vakıasının tarihle olan teması, mecburi olarak zikredilmiştir. Fakat bu kısımda; özellikle muhtelif zaman dilimlerine ayırarak, veya belirli vak'alan başlangıç alarak, tarih şeridini gözden geçirme durumunda olacağız.
Tarih, geçmişin belgelere dayanılarak bilinen kısmı olmaktadır. Bu, bir bakıma insanlık hayatının zaman içindeki akımına verilen addır. Tarihin ilim olarak kendine has özel dalları ve metodlarınm olacağı ise gayet tabiidir. İlk zamanların tarihi artık yeni me-todlarla; iktisat ve sosyal yapılar da işe karışarak, tef-sirci bir metodla incelenmekte; neden ve nasıl sorularına doyurucu cevaplar aranmaktadır [263]
Tarih usûlcüsü ve tarih âlimi Zeki Velidi Toğan'a göre; «Tarih, içtimaî bünyenin azası olmak itibarıyla insanlığın fiil ve fikirlerinin inkişâfını takibeden bilgidir... Fiil ve fikir mahsûlü vak'aîarı inceler... kendisiyle meşgul olan zevatın temayüllerine pek fazla nıarûz kalır». [264]Yine bu rahmetli bilginin belirttiğine göre biz; «Hâdiselerin seyrinden, hatta madde ve eşyanın mazi ve halinden bahseden her yazı ve her hikâyeyi tarih...» sayar, «... tabiî hadiselerin tarihini, bir ilmin, mevâddan meselâ altının, demirin ipek kumaşın... buğdayın, tütünün, tarihini bahismevzuu edebiliyoruz. [265]
îslâmi ilimlerle doğrudan ilgisi bulunmayan bir ansiklopedide, Hadis tarihi şöyle tanıtılır.- «Hadis tarihi ise, hadislerin ortaya çıkış zamanlarım, hangi olaylar yüzünden söylendiklerini, kimler tarafından ve nasıl, ne yolla nakledildiklerini araştırır... Her hadis gerçek bir olay yüzünden söylendiği için; hadisin anlamıyla olay arasındaki bağlantıyı gözönünde tutmak, hadisi olayla açıklamak gerekir. [266]
Hadis ve tarih, birbiriyle alâkalı iki ilim dalı olmakla birlikte, biz özellikle hadisin tarihini kısaca vermeye çalışacağımız bu sayfalarda bir ilim dalı olarak onun geçmişini tanıtmağa gayret edeceğiz. Hadis tarihine verilen yukardaki mânalardan, «vürûd se-bebleri» başlığı ile ilk bölümde temas ettiğimiz noktayla hiç meşgul olamayacağız.
Islama yakın çağların ilim adamlarının takibet-tikleri tenkid usulleriyle meseleleri didik didik ederek, hadisin ondört asırlık macerasını bölüm bölüm yazmak; hadisi de çok iyi bilen tarihçinin veya, tarihi de çok iyi bilen hadisçinin gelecekteki büyük ve hacimli işi olmalıdır. O zaman: «... orta çağlarda İslâm âleminde tarihe istihfafla bakıldı...» Câhil cemiyetlerde tarih hiçtir. Bu yüzdendir ki, bizim eski din ulemasının çok geri kalanları, tarihi hiçe saymışlardır. On-, larca tarih bir ilim değildir. Ve bu sebeble tarih medreselere girmemiştir», şeklinde sürüp giden tesbitle-rin, gerçeğe uygunluk [267]derecesi ile, tâbiûndan itibaren hadiste tarihe verilen gerçek değer; modern tarih araştırmalarına hadisin ve hadis kritik tekniğinin katkıları, tarihin hadisten öğrendikleri, İbn Haldun'dan itibaren başlatılan tarih felsefeciliğmin çok eski çağlar hadisçilerinin emeklerinin mahsûlü oluşu, «... esasen tarih müstakil bir ilim haline gelmeden evvel, onun yerini hadis işgal etmekte idi[268]gerçeği tamamen tebellür eder, hak sahipleri hakkını alır, yerine oturmayan tenkidler de askıda kalır.
Hadisin veya Hûlî'nin deyimi ile [269] «sünnetin tarihi», aslında en güzel biçimde; kendi oluşumundaki tabiî bünye içinde incelenebilir. Vak'anm oluş anındaki saffetine inilince, veya üzerine biriken tarihi te-ressübâtı yığılış zamanına ve tarzına göre ayıklayınca doğru bir yol tutmuş olacağız. Fakat bu ikinci bölüm meseleyi bu denli bir yapı ve hassasiyetle ele alamayacaktır. Dr. Mehnıed S. Hatiboğlu'nun dediği gibi hadisin 14 asırlık macerası; «... İslâmı dünyada temsil eden en büyük insanı, bütünüyle anlama hizmetindeki bir ilmin tarihi. Ondört asırdır hakkında eser yazüinakta olan böyle bir şahsın davasını, fikirlerini, yaptıklarını tesbit ve tahlil edebilmek, getirdiği dini kavramak bakımından temel şart hüviyetindedir. Bu şartı yerine getirme yolunda girişilmiş gayretlerin arzetti-ği manzara, bu dersin ana mevzuunu teşkil edecektir» [270]Buradan anladığımız kadarıyla; ilimlere bölmeden, sınırlar getirmeden, usûl ve tekniğe boğmadan islâm ve Peygamber vakıasının okutuluşu; bu vakıanın nakli konusunda ondört asırdır sürdürülen müsbet ve menfi gayretler hadisin veya sünnetin tarihini meydana getirmektedir. Biz böylesine güçlü, bir çok ilim şubesinin müşterek hizmetini görme durumunda değiliz.
Hadislerin doğuşu ve şifahî nakli, hadis yazım işi, takyîdü'1-ilm, hadislerin cemedilmesi veya tedvini, tasnif dönemi, tasnif çeşitleri, belli başlı eserler, tasnifte altm çağ adı verilen kütüb-i sitte çağı, duraklama yüzyılları, gerileme devri, günümüzde hadisin durumu, başlıkları altında verilecek bilgiler, tarih şeridinin durak yerlerini ve bazı aşina yüzlerle, eserleri tanıma gayreti kitabımızın ikinci kısmını meydana getirecektir.[271]
Daha sonraki devrelerde, tasnif çağlarında geniş bir literatüre yayılacak olan hadisin kaynağı, Hicaz ve Peygamberimiz ts.a.) ile çevresidir. Doğuş çağı diyebilec eğimiz Peygamberimizin sağlığmdaki yıllar,
daha sonraki araştırmalarda zaman zaman, çözüm noktası olarak görev yapar. «Hadislerin ilk defa yazı ile tesbiti, tesbit edilen malzemenin toplanması veya kendine has. tabiri ile tedvini ve nihayet muayyen bablar halinde tasnifi, mevzû-i bahs hadis mecmualarının teşekkülüne kadar geçen tekâmül safhalarını ifade eder» [272]
Bu devreyi daha farklı bölenler de vardır. Fakat çoğunlukta görülen sıralama: «Doğuş» veya «Peygamberimiz gününde hadis» (sahabe gününde hadis), şifahî nakil; yazımın yasak edilmesi, müsade, ilk yazılı malzeme, toplama ve tedvin faaliyetleri, kitaplaştırma işleri, resmi hizmetler, tasnifte ileri adımların atılması ve gerileme çağları... biçimindeki sıralamadır. Bunları tarih ve zaman belirterek verenler olduğu gibi, vak'a olarak tarih vermeden nakledenler de bulunmaktadır.
Kesif çalışmalar şeklinde görülen bölüm ilk iki-yüz yılı aşkın zamandır. Üçle başlayan hicrî tarihlerde artık hizmetler daha da tekâmül etmiş durumdadır. Beş, altı ve yedinci asırlar, ilk çağların meyvelerinin bol miktarda derildiği yerinde sayma zamanları olmaktadır. Sekizinci asırdan itibaren gerileme baş gösterir, ne var ki, gerek bu asırlarda ve gerekse on iki, on üçüncü asırlarda parlayıp sönen bazı şahsiyetler, yine müslümanlara ilim hayatında önderlik eder. Günümüze yakın olan çağ; on üç ve ondördüncü asır ile, yeni başladığımız asır inşâallah uyanına, silkinme ve eski doruğa yol alma çağlan olacaktır.
Hadisin modern anlamdaki «beklenen tarihi» yazılırken, ilim adamlarını meşgul edecek konuların başında coğrafî mekânların doğru olarak tesbiti gelecektir. Hadis tarihçisi, çok iyi tanzim edilmiş bir takım atlaslar ile çalışma durumundadır. Eöyle bir atlas, küçük bir yerleşim merkezi de olsa, eski devirdeki adıyla, birçok ilim adamının nisbetinin yapıldığı mahalleri göstermelidir. Böyle atlasların tanzimi; tıpkı İslâm kurumları ve medeniyeti tarihçileri kadar, hadis tarihçisini de ilgilendirmektedir.
Her hâdisenin başlangıcım, kendi şartlan içinde bilmek bizler için ne kadar dikkat çekici ise; merak mevzuu bir konu ise, asırlar sonrasının kesif perdeleri arasından o başlangıca ait malzeme ve görüntüler bulmak da, o başlangıcı sıhhatle tesbit de o derece zordur. Diyebiliriz ki; İslâmm ilk yıllan içinde hadisi aramak, hadisler içinde İslâmm ilk yıllarını aramak gibi içice bir durumu çözmeğe girişmek gibidir.
Hadisler bize, Peygamberimizin ilk nebîlik yıllarından tutunuz, vefatına kadar geçen zaman içinden pek çok hâtırayı saklar. Bu hâtıralardan, Efendimizin davranışları ile birlikte sözleri, tasvip ve takrirleri de bir kenara ayrılabilir. Hadis ilimlerinin konusu, bilindiği gibi belirli bir açıdan Peygamberimiz (s.a.) dır. Onun ağzından çıkan her şey ilk günlerden itibaren emir telakki olunmuş, muhafazaya çalışılmış, hatta bilmeyen ve görmeyenlere bunlar aktarılmıştır.
Peygamberimize yönelik bu ilginin küçük bir örneğini, çevresine tesirli olmuş; sayılıp sevilen bir mü-rebbinin bir edep öğreticisinin; bir İslâm bilgininin yakınlarında takibetmek ve meseleyi az da olsa kıyaslamak mümkündür.[273]
Bi'setin ilk günlerinden itibaren, vahy-i metlüvv dediğimiz Kur'an-ı Kerim'i teşkil eden ilâhî talimler, ağzından çıkar çıkmaz, yine Efendimizin emriyle vahiy kâtipleri tarafından yazılmış, ibadetlerde okutturulmuş, ezberlenmesi teşvik edilmiş; böylece ilâhi garanti yanında, beşerî çabalarla da Kur'an korunmuştur [274]Geriye kalan tebliğler, evvelkilerin vasıflarını taşımasa bile, müslümanîar için yine de çok kudsi nesnelerdi. İnsan olarak söylediği bu sözler, Peygamberimizin aldığı diğer vahiylerle ilgili görülmüş, «sadece doğrunun çıktığı» ağızlarından [275]çıkan, benliklerinden sâdır olanların da nakli; başkalarına duyurulması, yine O'nun emirleri altında yer yer gerçekleşmiştir.
Bu konu, pek erken devirlerdenberi ümmetin dikkatini çektiği, bir iman ve amel meselesi telakki olunduğu için, hadis ilimlerinin ilk temel taşları bunlar ve bu gayretler olmuştur diyebiliriz.[276]
Dikkatimizi şu noktaya çekmek istiyoruz: Bu devrede İslâm dininin ilk ve son kaynağı;, getirdiği âyetler ve mübarek ağızlarından çıkan emirleriyle Hz. Peygamber olmaktadır. Sahabe bunu böylece kabul etmekteydi.
Aşağıda bir nebze temas edeceğimiz , gibi, Peygamberimizin tebliğ dairesi genişledikçe bu «tabi'î cereyan eden sünnet ve hadis öğretimi ve öğrenimi» de yayılmıştır. Geniş çevreler; öğretici ve öğrenici elemanlar kazanmıştır. Düşünelim: Bir kabileye, bir köye yani cemaat içine giden muallim, ilkin Kur'an ile birlikte Efendimizden duyduklarını ve gördüklerini nakletmekteydi. Bu öğrenim ve öğretim, nakil ve tebliğ işi, sâde idi ve tekellüften uzaktı.[277]
Hadisin doğuş vak'asım zikrederken sahabesiz bir Peygamber (s.a.) düşünmek nasıl mümkün görülmezse, sahabe günündeki hadis çalışmalarını verirken de, Peygambersiz bir sahabi düşünmek mümkün değildir. Yazarları; Peygamber gününde hadis, sahabe gününde hadis olmak üzere ikili bir bölmeye götüren sebep zannımızca şudur: Peygamberimizin günü sahabenin de günüdür. Ama unutmayalım ki, sahabenin Peygambersiz üç çeyrek asırlık bir hayatı da söz-konusudur. Peygamberimizin sahabeden ayrı geçen İslâmi bir devresi sözkonusu değildir. Nübüvvetin ilk günlerinde bile iki-üç kişi de olsa sahabi vardır. Mesele içice bir durum arzetm ektedir.
Sahabe, hadis nakli ve öğreniminde ilk halkayı teşkil eder. Büyük bir değerleri vardır. Bu değeri biz burada sırf hadis öğrenim ve öğretimi noktasından ele almaktayız.
Usûl iktaplarında sahabe ve tâbiûn-etbâ' bilgileri müstakil konular olarak işlenir. İlim dallarını uzatmamak için biz, rlcâl bilgisi içinde, konuyla ilgili birkaç noktaya. işarette bulunduk. Sahabede hadis öğrenim ve öğretimi konusuna hazırlık olmak üzere sahabeyle ilgili bazı noktaları görmekte yine de fayda vardır.
«Küllü müslimin, raâ Resûlallah (s.a.) fehüve mi-ne's-sahâbe» ölçüsü, sahabe tanımında en kısa yolu gösterir.» Peygamberimiz (s.a.)'i gören her müslüman sahabeye dahil bulunmaktadır. Bu kişinin, müslüman olarak vefat etmesi de şarttır. Sahabinîn; kadın, çocuk, kör olması neticeyi değiştirmez. İmam Buharı sahatfiyi şöyle tarif etmektedir: «Müslümanlardan Hz. Peygamberle birlikte kalan, O'na dost olan, O'nunla sohbet şerefine erişen veya O'nu bizzat gören müslüman O'nun ashabmdandır» [278]Usûl-i fıkıh bilginleri, hadis rivayet işini de sahabilikte şart koşmaktadırlar.
Şia hariç müslümanlar, sahabenin, dahilî kargasaya karışanlar da dahil, hepsinin udûl (dini bütün kimseler) olduğunda ittifak halindedir. Bu husus, Kur'an âyetlerinden ve Efendimizin sözlerinden istin-bât edilen bir husustur. İçlerinde; Ebu Hureyre, Sa'd, Câbir, Enes, Âişe, İbn Abbâs, îbn Ömer gibileri çok hadis rivayeti ile tanınırlar. Az hadis rivayet edenlerin de kendilerine göre ileri sürdükleri inandırıcı sebepleri vardır. Sahabenin fazilet derecelerine göre sıralanmaları, ilk müslümanlar, ömürleri, sayıları, vefat yerleri, en son vefat edenler gibi pek çok konu vardır ki bunlar, ilgili ilim dalında ve ona tahsis edilen eserlerde yer almaktadır.
Sahabe başlıca; «Mühâcırûn ve Ensâr» kısımlarına ayrılırlar. İslâmı kabul etmediği devrede Peygamberle birlikte yaşayan kimse, sonradan müslüman olsa tabii adıyla anılan diğer nesle ait bir fert olarak telakki olunmaktadır.
Sahabe, gerek haremeyn (Mekke ve Medine) ve gerekse, Yemen, Mısır, Kuzey Afrika, Küfe, Şam, Irak, Horasan, Doğu Türk illeri ve hatta Hindistan'a kadar uzanan bölgede, ilim meclislerinin «merkez şahsiyeti, tohum ferdi» olmuşlardır, Sahabe ile ilgili meseleler bunlardan ibaret değildir.[279]
Sahabe hadis öğrenimini, hem Peygamberimizle ve hem de kendi çağdaşlarıyla sürdürmüştür. Yani, bir sahabi için hadisle ilgili olarak iki ana kaynak vardır; Peygamberimiz veya bir diğer sahabi arkadaşı veya arkadaşlar topluluğu. Sahabenin öğretimde talebesi de; ya bir sahabi, ya bir tabii, veya bunların olmadığı bir mahalde nazarî olarak da düşünsek bir tabiî tâbiî'dir.
Peygamber Efendimiz, kendi sünnetlerinin öğrenimi yanında sahabeyi genel mânada ilme de teşvik ederdi. Sahabenin Peygamberimizden bilgi alışında; soru ve cevap tarzında konuşmaların, gelen hey'etle-rin, şahsî müracaatların, tebliğ mektuplarının, hutbe ve konuşmaların, kadm ve erkeklere yaptığı nasihat ve vaazların, yardım toplama anında söyledikleri sözlerin, validelerimizden alman bilgilerin, genel anlamda her türlü Peygamber meclisinin rolü büyüktür [280]Peygamberimizin gününde «örgün eğitim» dediğimiz, teşkilâtlı ve müesseseli öğretim ve eğitim yoktu demek hayli güçtür. Bazı yazarlar; Peygamberimizin belirli bir öğretim ve eğitim merkezi ve yeri yoktu derken, daha sonraki çağların tekâmül etmiş ilim yuvalarına benzer yerleri kastettikleri muhakkaktır. Ama unutmamak gerekir ki, o mânada olmasa bile Mescid-i Nebi ile Medine şehri içindeki diğer mescitler, Suffe adıyla anılan özel mahal, bazı müsait ve geniş evler, örgün hadis öğretim ve eğitimi için ayrılan yerlerdi. Buralarda, hadisler yanında özellikle Kur'an okutulmakta ve Kur'an ahkâmı tanıtılmaktaydı. Merkezdeki bu teşkilâtın küçük benzerleri civar kabilelerde de mevcuttur.
Sahabe kendi aralarında Peygamberimiz (s.a.) m hadislerini, bilhassa onun âhirete irtihalinden sonra, daha da artan "bir şevkle; müzâkereye, okuma ve okutmağa, araştırmağa koyuldu. Fakat bu çalışmalar gözü kapalı değil; bir metöd ve disiplin içinde cereyan etmekteydi. Bilhassa devletin korktuğu husus, Herkesin Peygamber ağzından yalan yanlış bir şeyler nakletmesi idi [281]Durumun böyle ciddî tutulduğuna bizi inandıran güçlü deliller mevcuttur. Eski ve yeni bir çok müellifin temas ettiği gibi; sahabe hadis alıp - verirken; Tenkit, ihtiyat, tesebbüt ve ciddi araştırma yolunu tutmaktaydı. [282]
Sahabeyi bu konuda diri tutan en güçlü bir diğer müeyyide; Peygamberimizin fiillerine olan i'tisâmlari; sımsıkı yapışmaları idi. Sünnete karşı, hırs denilebilecek büyük bir şevk ve aşkla sarılma; uygulama, nazarî bilgileri Peygamberimizin öğrettiği biçimde amel haline getirme hevesi, Peygamber (s.a.) e yalan isnadından azami ölçüde sakınma, onları dürüst ilmî faaliyetlere, teşebbüs ve ihtiyata sevketmişti. Bu titizliklere başka mânaları uygun görenler; bu sebeble az hadis rivayetini bazı râvilere inanmamayı savunanlar olmuşsa da, onların fikirleri kabul yüzü görmemiştir. Aksine sahabedeki bu titizlik; dinimizin ve kültürümüzün korunması, olduğu gibi gelecek nesillere nakli, yalandan kaçınma, Peygamberinin talimatını olduğu gibi aktarma olarak da anlaşılmıştır.
Sonradan müstakil kitapların yazılmasına bile sebeb olan [283]bir «istidrâk müessesesi», daha sahabe gününde mevcuttu. Hz. Âişe'nin, bir takım yanlış hadis anlayış ve nakillerim düzelttiği, daha o devrede: «bunun doğrusu şöyledir...» dediği bilinmektedir.
Sahabenin etrafa taşması ile birlikte, Haremeyn'deki ilmî faaliyetler de taşraya yayılmış ve yeni islâm diyarlarında ilim merkezleri kurulmuş, bunlar ilerde daha güçlü ilmî faaliyetlerin çekirdeğini ve merkezini oluşturmuştur. [284]
Sahabe günündeki ilmî faaliyetlerin ana hatlarını böylece belirttikten sonra şöyle düşünmekte yarar vardır: Hadisin doğuş yılları, ilimlerinin de doğuş yıllarıdır. O yıllara ait meçhul veya araştırmaya konu olması gereken hususlar ilimleri için de geçerlidir. Bulunacak her belge, hadisin doğuşunu ve sahabe gününü biraz daha aydınlatacak; Peygamberimizin öğretim ve eğitim üslûbunu daha yakından tanımış olacağız. İslâm kültür ve imanının temellerinin atılıp, binasının yükseltildiği bu devrede;
a) Hadisin doğuş kalıbını ve renklerini,
b) Hadis ilimlerinin tekevvünü ve onların öğretim eğitimini,
c) Teorik ve teknik metod bilgi temellerinin atılışını birlikte görmeliyiz. Âdeta üç ayrı renk taşıyan üçlü klişe, bir araya gelince muazzam bir birlik ve tamlık teşekkül etmekte ve ortaya çıkan üç ayrı varlık müşterek tabloyu oluşturmaktadır.Bu itibarla, hadis usûlü bilgilerinin bugünlerdeki durumuna deneme olarak da olsa bakmalıyız[285]
Sahabe gününde, kitaplı - hocalı modern anlamdaki öğrenim ve eğitimin temelleri atılmıştı. Gerek ferdî ve gerekse guruplar halindeki öğrenim ve eğitim faaliyetlerinde, usûl bilgilerine temel teşkil eden unsurlar bulunmaktaydı. Sahabede titizlik; rivayetin menşeini araştırma, sözün kailini belirleme çalışmaları vardı. Onlar herşeyden önce bizzat en yetkili ağızdan, Peygambere yalan isnadının kötülüğünü dinlemişlerdi [286]Böylece, bu harama karşı uyarılmış olan sahabe gününde, yalan hadis uydurma faaliyeti başlama imkânı bulamamıştır. Bir nebevi hadis ileride meydana gelebilecek pek çok kötülüğün daha önceden haberini vermiş, İslâm toplumlarının uyanık bulunması istenmiştir. Usûl kanunlarının çoğunu bu hadis içinde gizlenmiş bulabiliriz. Yalanın meydana çıkabileceğini bilen Hz. Peygamber, bu uyarısıyla, kendi sözlerinin, ümmetinden kıyamete kadar gelecek olan nesillere, doğru intikâli için ne .gerekirse onun yapılmasına işaret buyurmuştur.
«Bu sözleri işitenler, işitmeyenlere bildirsinler,» «şahit olan ğâip olana tebliğ etsin» sözleri de böyle temel kanunlardır. Ve doğrudan doğruya usûl ilimlerini ilgilendirir. İleride bu düsturlar; hadis rivayeti ve isnâd adıyla anılacak ilimlerin doğmasına vesile olmuştur. Demek ki; Peygamber efendimiz Cs.a.) gününde; hem hadisler şerefsâdır olmuş, hem de onları koruyacak beşerî usûl kanunlarının temelleri atılmıştır. Bu ilimler, bilâhare aynı doğrultuda, aynı hedefin işgali için gelişmiş ve büyümüşlerdir.
Dahilde zuhur eden fitneler, sahabeyi hadis konusunda daha da ihtiyatlı olmağa; diğer bir deyişle yeni usûl kaideleri bulmağa sevketmiştir. Hadis naklinde sahabenin üzerinde durduğu bir diğer husus; duyduğu gibi nakil keyfiyetiydi. Onlar çoğu zaman; üâve veya noksanlaştırma korkusuyla, yanlış naklederiz korkusuyla az hadis rivayetini, veya hiç nakil yapmamağı tercih etmekteydiler. Gerek râşid halifeler ve gerek sahabiler ağzından; «Seni yalanla itham etmek istemiyorum. Fakat; herkesin Allah Elçisi'nin ağzından, aklına gelen her şeyi nakletmesini istemem..
Bizler yaşlandık. Hz. Resûl'den rivayet ise mühim bir iştir..., falancaya gidiniz, o bizden daha iyi bilmektedir bu meseleyi» gibi pek çok kıymetli sözlerin çıktığını kaynaklardan öğrenmekteyiz. Bunların ve benzerlerinin bir tek hedefi mevcuttu: Peygamber (s.a.) adına, onun ağzından yalan uydurmamak, yalanın yayılmasına âlet olmamak.
Sahabenin kendilerine ilim verdikleri nesiller, (Tâbiûn ve etbâ') çağları, artık hadis yazım, toplama ve tedvin faaliyetlerinin arttığı, hatta tasnife bile başlandığı devirlerdir. Bu itibarla ayrıca «tâbiûn devrinde hadis» başlığı altında, tarihçeyi uzatma faydalı olmayacaktır.[287]
Hadislerin şifahî devresiyle, yazıya geçiş arasmdaki dönemlerden bahsedilirken, genellikle-, ilim için; hadis öğrenimi için yapılan yolculuklara da atıflar yapılır. Bu mesele, hadisin toplanması ile ilgili olarak mütalaa edilir. Ne var ki, hadisin cem'i ve yazı ile kayd altına alınmasından sonra da seyahatler devam etmiştir. Bu itibarla, yazarlar kısa bir bölüm olarak er-Rihle fi talebi'l-ümden bahsederler, onun îslâm ilimlerine ve hükümlerine sağladığı faydayı dile getirirler.
er-Rihle fî talebi'1-ilm» veya «er-Rihle fî talebi'l -hadis» diye anılan bu seyahatlerde genellikle, duyulmuş hadisler için âlî isnâd temini veya, hiç duyulmamış bir hadisi en sağlam kaynaktan alma hedefi gözetilirdi. Bu, bazan az miktarda hadis için de gerçekleştirilen bir çalışma ve çekilen bir külfet olmuştur. Bu bakımdan, o günün şartlarında, büyük bir coğrafyayı gezen insanlar, takdire şayan görülmüştür. Bugünün şartlarında özellikle Türkiye'deki bir ilim adamı için gerçekleştirilmesi mümkün olmayan bu seyahatleri gerekli görmeyen; başka metod-larla isteği hâsıl olunca seyahati lüzumsuz sayanlar da bulunmaktadır.
Elimizdeki en eski usûl kitabının yazarı Ebu Muhammed Hasan b. Abdurrahman, Ramshurmuzî el-Muhaddisu'l-fâsü'da rihlet konusunu işler. Âlî ve nazil isnâd meselesinin ardından, buna teması da manidardır. Yazarımız: «er-Râhilûn enezine ceme'û be'y-ne'1-aktâr» (muhtelif ülkelere seyahati gerçekleştiren rihlet sahipleri) başlığı altında, ilim seyyahlarını önce beş tabakaya ayırır, sonra da onlara zeyl olarak beş ayrı başlık daha açar. Birinci tabakada; Abdullah
b. Mübarek, Zeyd b. Habbâb, Ebu Davud Tayâlisi'nin isimleri bulunmaktadır. Gezdikleri coğrafya ise; Yemen, Irak, Mısır, Cezire, Şam, Horasan, Rey, gibi geniş bir toprak parçasıdır. İkinci tabakadaki isimlerden bazıları şunlardır: Esed b. Musa, Muallâ b. Man-sûr, Âdem b. Ebu îyâs, Yahya b. Hassan. Beşinci tabakada adları geçen bilginlerden bazıları ise şu zatlardır: Musa b. Harun, Hüseyin b. İshak, Abdan, Ha-sen b. Süfyân, Ebu Abdurrahman Nesâî, Zekeriyya b. Yahya Sâci. vb. İlk tabakada adı geçen Zeyd (veya bazı nüshalara göre Yezid) isimli bilgin, H. 203 vefat tarihli olarak tanıtılmaktadır. Hadisi sima' yoluyla aldığı takdirde, rihlete lüzum görmeyenler için Rame-hurmuzî; «men la yerâ'r-rihlete ve't-teâliye fi'1-isnâd izâ hasele lehü'l-hadisü mesmûan» başlıklı bir bölüm ayırmaktadır. Onun ifadesine göre, bu tür bir hadis elde ediş yolu bulunduktan sonra, âlî isnâd için zahmet çekmeğe değmemektedir.[288]
Bu yolculukların ne gibi faydalar doğurduğunu maddeler halinde görelim:
a) Hadis toplama işlemine faydalı hizmetler icra etti.
b) Bazı; unutulmağa mahkûm, yayılma imkânı bulamayan teferrüd etmiş rivayetleri gün yüzüne çıkardı,
c) İslâm ülkeleri arasındaki ilmî bağı güçlendirdiği gibi, ilim adamlarının birbirleriyle tanışma ve fikir alışverişinde bulunmalarım da sağladı.
d) Hadis metinlerinin, tevhidi; ahkâmda görülen farklı uygulamaların, doğruda birleşmesi bu sayede meydana geldi. Âlî isnâd dediğimiz tür elde edildi ve ona bağlı olarak isnâd zincirlerindeki gereksiz uzama kontrol altına alındı.
e) Teşri' ve itikat meselelerinde, ümmet fertleri ve bilginleri arasında bir vahdetin meydana gelmesine yardımcı oldu.
f) İçlerinde ticaret ve ün için seyahat yaptıkları belirtilenler de olmasına rağmen; «Rahhâl, Rahhâle, Cevval, Cevvale, Seyyah» gibi adlarla tanınan bu muhterem kişilerin, ihlaslı gezileri, bizim bugün için çek muhtaç olduğumuz fakat imkânsızlıklar yüzünden gerçekleştiremediğimiz ilmî kongre ve görüşmelerin orijinal temelini atmıştır.[289]
Kayd altına almak; kaçma ihtimali olan bir şeyi bağlamak demektir. Demir ve benzeri malzemeye-, bukağı, zincir vb. bağlara kayd ismi verilir. îlmin yazı ile tesbiti de bir nevi kayd altına alma ve onu, ayak veya il bileğinden sağlamca bağlama demektir. Yazıya geçmeyen ilmin bir gün kaybolacağı kanaati, ilim dünyasında ve insanlar arasında yaygındır. «İlmi; hadisleri yazıyla bağlayınız» (kayyidü'1-ilme bi'1-kitâb) ölçüsü, çok erken devirlerde kendisini hissettiren bir ihtiyaç olmuştur. Bu ölçüye göre, kağıda geçmeyen ilim zayi olmağa mahkûmdur. Bunun tek istisnası-, hafızasına aşırı derecede güven duyan âlimlerin; «ilim, insan kalbinde saklanan ve göğsünde hıfzolan-dır, yoksa satırlara emânet edilen değ'l», yollu sözleri olmuştur. Muhakkak olan şudur ki; her iki yolun da yeri, zamanı ve mecburi uyulması ve tutulması gereken zorunlu halleri vardır. Ve her ikisi de kutsaldır.
Hadisin yazıya nakli, takyîdü'1-ilm, meselesi hem tarihi bir devir ve hem de nazarî ve pratik kanunları elan münakaşalı bir konudur. Bugün ve gelecek için pratik bir yaran olmasa da, geçmişte, ilk yazı ile tes-
bit yapanlar, bunun başlangıç günleri, çeşitli İslâm ülkelerinde takyidü'l-hadise hizmeti geçenler... gibi daha pek çok konu dikkati, çekmiş, Hatîb Bağdadî aynı isimle bir eser kaleme almış, bir başka ilâhiyatçı ise, hadis tarihinin bu bölümünü, bir doktora hacmi içinde incelemiştir.[290] Takyide, el-kitâbe adı da verilmektedir. Kitâbetu'1-ilm veya kitâbetü'l-hadis deyimleri ile de, bir tahammül usûlü de kastedilmesi-ne rağmen (el-kitâbet kastedildiği belirtilmektedir.[291]
Resmî toplama veya ferdî hadis biriktirme hareketleri ile de ilgili sayılan ve bazı ahvalde müşterek adlandırılan takyidin, müsteşriklerin iddiaları hilafına, Hz. Peygamber gününe kadar varan bir tarihi mevcuttur. Hadislerin yazıya geçirilişi incelenirken, konuya giriş olarak çok kere, Araplarda yazı meselesi ele alınmaktadır.[292]
Gerek Belâzürî gibi tarihçiler ve gerekse, îbn Nedim gibi ilk bibliyografik kitapların yazarları, İslâm öncesi devrede Arap diyarında yazının, yayılmamış bir sanat olduğunda ittifak halindedirler [293]Yazıyı ilk getirenin kimliği, Mekke'de yazı bilenlerin sayıları, Medine'ye yazının nakli vb. konulardaki farklı fikirleri burada nakletmenin, bizimle ilgili bir yönü bulunmamaktadır. Bilinmesi gerekli olan husus şudur: O günde azda olsa yazı bilinmektedir. Dinî metinlerin yazımında, yazıdan ilk istifade meselesi Kur'an-ı Ke-rim'in vahiy kâtiplerince yazılmasında kendisini göstermiştir. Malzeme kıt denilecek kadar azdır ve iptidaîdir. Buna mukabil, özellikle devlete ait yazışmalarda kağıt ve benzeri eşyanın bulunabildiği de bir gerçektir. Mekke'dekilerin ve özellikle, kadınlardan bazılarının yazı bildiğine dair belgelere sahip bulunmaktayız. İslâmm Medine'ye gelmesi hâdisesinde, gerek Evs ve gerekse Hazreçten hayli yazı bilen elemanla karşılaşılmıştır. Onlar içinde özellikle İbranî yazısına vâkıf olanların varlığından bile söz edilmektedir.[294]
Hadis ve yazı konusu münakaşaların çokluğu ile tanınan bir bahistir. Daha çok hafızanın geçerli olduğu bu dönemde yine de bazı yazı izleri sözkonusu olmaktadır. Nitekim eldeki hadis mecmualarında Peygamberimiz gününde hadislerin, az da olsa yazıldığını belirleyen haberler yanında, bir müddet için de olsa, hadis yazma yasağının mevcudiyetinden söz eden haberler de bulunmaktadır. Görünüşte birbiriyle mü-tenakız gibi olan bu haberler, batılı bazı yazarları, «hadis daha sonraki çağlarda yazıldı», şeklinde özetleyebileceğimiz düşüncelere şevketti.
Mesele bununla da kalmamaktadır. Altıncı hicri asra kadar, azalarak devam eden «hadis kitabetinin lehinde ve aleyhindeki görüşler», hadis ve yazı konusunun unsurlarım teşkil etmektedir. Pek çok ilmî meselede olduğu gibi, uzlaşmaz görünen bu fikir ayrılıklarında, her iki tarafın da ayrı konular üzerinde durduğunu iddia etmek;. ayrı kanaatlerde müşterek noktalarının bulunduğunu savunmak pekala mümkündür,
Kur'an-ı Kerim'deki borçlanmaları hükme bağlayan âyet ve miras-vasiyyet konularını belirleyen ahkâm; Peygamberimizin, sahabenin yazı kullanmasını gerektiren emirlerine sebeb olmuştur. Duyduklarını belleyemediğini kendilerine arzedenlere yazıdan faydalanmalarını öğütleyen Peygamberimiz (s.a.), dinledikleri özel sözlerinin, kendisine yazılıp verilmesini isteyen sahabinin isteğinin. yapılmasına emir buyurmuş, ama gördüğü lüzum üzerine, hadislerinin yazıl-mamasmı da istemiştir.[295]
Hz. Peygamberin (s'.a.), kendisinden, sözlerim yazma müsadesi isteyenlere ilkin izin vermediğini görüyoruz. Bu konuda, zamanımıza kadar gelen haberlerden bir tanesi, Ebu Sa'îd Hudrî'ye varan bir hadistir. İfade olunduğuna göre Peygamberimiz şöyle buyurmuşlardır: «Benden bir şey yazmayınız. Kim benden Kur'an dışında bir şey yazdıysa onu imha etsin.
Benden söz rivayet etmenizde bir mahzur yoktur. Bana kasten yalan isnad edip ağzımdan söz uyduran, Cehennemdeki yerine hazırlansın. [296]Bu hadisin farklı rivayetleri vardır. Bu değişik ifadeli habsrlerin bütününden çıkan ortak netice şudur: Efendimiz, sözlerinin yazılmasını uygun bulmamışlardır. Yazı malzemesinin ve bilenlerin kıtlığı yanında, zamanın vahiy zamanı olması ve dolayısıyla hadislerin ur'an'la karışma korkusu, bu yasağa sebeb olarak ileri sürülür. Başka sebebler de sözkonusu edilmektedir. [297] Bu iki sebebin de tesirli olmayacağı ileri sürülebilir. Çünkü, yazılı metinlerin çok kere Efendimizin yanında olan Kur'an'la karışma tehlikesi pek mevcut değildi. Kaldı ki, ilâhî ve Nebevi beyanlar arasındaki farkı, sahabe bilemezse, daha sonraki asırların insanının bilmesi hiç de mümkün değildir. Sahabenin çok düzgün dil ve edebiyat selikası ve tanıyıcı, zevk ve melekesi mevcuttu. Vahyi kesinlikle kendi sözünden ayıran, bunun için bir seri tedbir alan, âyetlerin yerlerini kesinlikle gösteren Efendimizdi. Yazı malzemesi ve yazıyı tanıyan fertlerin azlığı da hadis yazımının yasaklanmasında menfi rol oynamaz. Çünkü, hadis yazımı için izin isteyenler, ferdi bir istekte bulunmaktaydılar, resmî, kollektif bir çalışma da istememekteydiler.
Hatîb Bağdadî'den nakledilen bir mahzur, daha da tesirli gibi görünmektedir: «Mekke, ve Medine sa-habilerinin dışında, civara taşma halinde, halis Arap olmayan; Peygamberi tanımadığı için, onun söyleye-bilecekleriyle Allah'ın ahkâmını ve âyetlerini tefrik edemeyen, özür sahibi sayılabilecek kişilerin eline yazılacak hadis malzemesinin geçmesi». Bu durumda, gerçekten hadisleri âyet sayma ihtimalinde olan insanlar arasında, yazılı malzeme karışıklık çıkarabilirdi. Bunlara iştirak etmekle birlikte, gönlümüz bir başka sebebe daha da yatmaktadır-, «Hz. Resulün (s. a.) eşsiz tevazuu: Kendisini devamlı olarak kul ve be-şsr olarak tanıtan kişiliği. Saf tevhide münafi, övgülerden kaçman şahsiyeti. Allah'ın kelâmı yanında Muhammedi kelâmı şerik görmeyi arzulamayan olgunluğu". Bu husus onun açısından ne kadar' doğru ise, bizim açımızdan da o derece mahruml.uk arzeder. Keski yazılı malzeme, Kur'an titizliği içinde kaydedilip aktarılsaydi. Demek ki, geleceğin "insanını bir takım çileli hizmetler beklemekteydi; hazıra konmak hadisler için mukadder değildi.
Hadisin asr-ı saadette, ferdî teşsbbüslerle yazıldığının, belgelerine, ilk yazılı malzeme arasında raslamaktayız.[298]
Hadis yazımına konulan yasağın kaldırılışı, genel emir tarzında; «Hadis yazımını yasaklamıştım, artık yazabilirsiniz» şeklinde olmamıştır. Yine şahsi müracaatlara verilen müsbet veya ruhsat verici cevaplar-
dan bu netice çıkarılmaktadır. Veya hiç değilse şunu söylemek mümkündür: Resûl-i Ekrem, daha sonraki zamanlarda, yasak üzerinde gösterdiği titizliği biraz daha azaltmıştır.
Sahabeden; Abdullah b. Amr, Câbir b. Abdullah, Ebu Hureyre, Ali b. Ebu Tâlib, Semüre b. Cündeb, Enes b. Mâlik v.b. birçok değerli ilim mensubunun, kendileri veya yardımcıları kanalıyla, hadis yazdıkları; yazılı malzemeyi daha sonraki nesillere aktardıkları rahatça savunulabilecek bir gerçektir. Bunlar içinde, «Hemmâm b. Münebbih Sahifesi» adı altında, Dr. Muhammed Hamidullah tarafından neşredilen bir küçük risale, hadis yazımının Allah'ın Elçisi'nin gününe kadar uzandığım belgeleyen bir malzemei olarak, yakın zamanlara kadar batıda ortaya atılan' fikirlerin ilmî değerini düşürmüş ve, hadis tarihinin o safhasını güçlü bir tarzda aydınlatmıştır.[299]
Peygamberimizden günümüze intikal eden ve aynı zamanda hadiste ilk yazılı vesikaları teşkil eden1 bir hayli malzemeye işaret etmeden önce, batıyı v& onların hadis hakkındaki fikirlerini de tanıyan çağdaşı birkaç araştırıcı İslâm bilgininin eserlerinden, hadis' yazımı ve ilk malzemelerin miktarı ve tarihi hakkın-? da fikirler nakletmeyi uygun bulmaktayız.
İslâm adıyla Türkçeye çevrilen bir eserin sahibi elan Hindli Dr. Fazlurrahman, hadis ve had:s ilimlerinin teşekkülü, doğuşu ve gelişmesi hakkında kitabında; alışılmış olanın dışında; hadisi ve ilimlerinin müdafasını daha farklı bir biçimde yapan; yerine göre kendimizi tenkid edebilen, bir bölüm kaleme almış ve orada, hadis yazımı için bir tarih de vermiştir. Fazlurrahman'in ifadesi aynen şudur: «... Bu tarih aynı zamanda tedricen hadisin resmen yazılı bir disiplin olarak ortaya çıktığı tarihtir... hadislerin yazılı hale getirilmesi olayının hiç değilse takriben 60-80/680 -700 yıllarından itibaren mevcut olduğu hususunda kuvvetli, doğrudan doğruya ve dolaylı deliller bulunmaktadır.[300]
Sahabenin naklettiği sahifelerin, ana hadis kitaplarında olan kısımlarını bir tarafa bırakarak, sadece Hemmâm Sahifesini ele alsak, Ebu Hureyre'nin 58/677 vefat tarihini de birlikte düşünsek ve hiç olmazsa on yıldan beri, sahifenin yazılı bulunup okutulduğunu varsaysak, bu tarih 45-50/665-670 dolaylarına inecektir. Fazlurrahman'm bu tesbiti, batıdaki «hadis yazımını ikinci yüzyılda başlatan fikri çürütmektedir» .
Dr. Fuat Sezgin konuyla ilgili olarak şunları söyler: «Bu meseleyi-kitabmm bir babında ele alan Ra-mehurmuzî (Öl. 360-971) nin te'vili bir tarafa bırakılırsa - ciddi bir tenkide tâbi tutup aşağı yukarı halleden ilk kimse, Hatîb Bağdadî (Öl. 463-1071) olmuştur. O, mezkûr meselenin halline tahsis ettiği Takyîdu'l-ilm adındaki eserinde, birbirine mütenâkız malzemeyi sistemli bir şekilde toplamış, leh ve aleyhteki haberleri âdeta kronolojik bir tasnife tabi tutarak hadislerin yazı ile tesbiti lehindeki tabiî tekâmülün seyrini muvaffakiyetli b'r şekilde çizebilmiştir» [301]Aynı yazar, Sprenger ile Goldziher'in bu konudaki çalışmalarına da temas eder ve Goldziher'in yaptığı çalışma için; «... İslâmî kaynakların nokta-i nazarını göz önüne almadan. [302] deyimini kullanır. Bu b:r ten-kid sayılmasa bile, hadisçilerin fikri lehine bir tesbittir.
Dr. Zübeyr Sıddîkî, geniş îslâm ülkelerine yayılmış elan hadisin ilk etabta iki vasıtayla korunduğuna dikkatini çeker. Bunlar;
a) Kısmen bizzat Hz. Muhammed (s.a.) tarafından yazdırılmış hükümler, mektuplar ve ashabının bir çoğuna atfedilen safrifeler şeklinde yazıyla,
b) Kısmen de onunla beraber bulunup söz ve fiillerini dikkatle gözetmiş bulunanların haîizalsrıyla. [303]
Bizim muttali olabildiklerimiz içinde, bu devre ait güzel bir icmal Dr. Hamidullah tarafından yapılmıştır. Elde mevcut en eski hadis eseri olan Hemmâm b. Münebbih Sahifesi'nin, Berlin ve Zâhirlyye nüshalarına dayanarak yaptığı tenkidli neşrine yazılan 138 pa-ragraflık kıymetli araştırma okunmağa, defalarca tedkike değer. Geniş açıklamaları okumasını okuyucumuzdan isteyerek, Hazreti Peygamber'in hayatında resmen yazılan hadislerin bir kaçma temas edip bu bölümü sona erdirelim:
a) Anayasa metni: Müslümanların Medine'ye hicretini müteakip kaleme alman, çevre halkının âdeta idarî statüsünü belirleyen bu metin muhtelif vesilelerle neşredilmiştir.[304]
b) Nüfus sayımı: Medineye hicreti müteakip, yaptırılan bir çalışmada «İslâmı kabul eden ve keli-me-i tevhidi ikrar ve tasdik edenlerin» isimleri yazdı-rılmıştı. 1500 kadar erkek ve kadını tesblt eden bu çalışma ve metnin, 1. hicret yılında (M. 622) vuku bulduğu tahmin edilmektedir.
c) İmtiyaznâmeler: Bazı bölgelerin, arazi ve idaresi ile ilgili olarak, bölge halkına veya bazı şahıslara tanınan ayrıcalıkları tesbit eden yazılı metinler. Bunlar içinde, Surâka b. Mâlik'e Fezâra ve Gatafan kabilelerine, Devmetü'l-Cendel reisi Ukeydir adlı zata, diğerlerine verilenleri meşhurdur.
d) Dine davet mektupları: Hz. Peygamber; Bizans imparatoruna, Mısırlı Mukavkıs'a, Habeş Necâşi'ye. diğer bazı hükümdarlara mektuplar göndermiştir, ilk yazılı malzemelerden sayılan bu hadislerin bugün bile elde olanları vardır.
e) Yahudi toplumu ile yapılan muhabere: Özellikle Zeyd b. Sabit adlı sahabinin, bu konuda yetiştirildiği ve birçok yazışmayı gerçekleştirdiği bilinmektedir. Aynı zat, onlardan gelen yazıları, Peygamberimize okuma görevini de yüklenmişti.
f) İdarecilere talimatlar, vergi tarife ve hükümleri: İdari ve malî konulardaki bir çok malzeme, bugün diplomatik vesikalarla birlikte muhafaza edil-mekte; arazi mahsûllerinden alınacak vergi miktarları ile bazı malî konulan belirleyen yazılar yine onlar arasında bulunmaktadır.
g) Kur'an-ı Kerim tercümesi: Bu tam bir terceme değildir. Selmân Fârisî ile bazı İranlılara, muhtemelen Fatiha sûresinin mealini tanıtan bir yazıdır. Meseleye Şemsüleimme Serahsî temas etmektedir.
h) Sahabilerin yazdıkları küçük broşürler veya sahifeler.[305]
Bu meselenin, Peygamberimizin sağlığmdaki yasak ve müsade ile ilgisi vardır. Yani, mesele bir bakıma o tarihlere kadar dayanır. Bizim burada sözkonu-su edeceğimiz vak'a, daha farklı bir hâdisedir.
Asr-ı saadetteki «yasak ve yazma» konusunun lehinde ve aleyhinde bulunan; veya yasak ile müsade yönlerinden birini benimseyerek ona göre tavır alan sahabileri takibeden nesilden başlayarak, bir müddet yazma ve yazmama meselesi, fiilen ve nazarî münakaşa olarak devam etmiştir. Yani, eski ananeyi savunan, hıfz ve itkanla, hadisleri ezber nakli esas alan zümre ile; yazıyı ilmin naklinde bir vasıta olarak kullanmak isteyen zümre bu meseleyi sürdürmüştür. Benim zannıma göre, her iki tarafın da, fikirlerini destekleyen güzel ve inandırıcı delilleri vardır. Şöyle düşünelim: Bu gün, yüzlerce yıldır matbaanın bulunmasına rağmen, hafızayı savunan ve haklı olarak savunan bulunabilir, delilleri ilmîdir, ikna gücü vardır; ileri sürdüğü şartlar inandırıcıdır ve görüş normal karşılanabilir. Aynı zatlar; eski kağıt, eski mürekkep ve eski hatla, eserlerin yazılmasını; hiç olmazsa üç -beş müellif el yazısı nüshanın tesbitini ve kütüphanelere zimmetlenmesini savunabilir. Bizce bu fikirlerin hepsi —matbaaya rağmen geçerlidir. Çünkü, savunulan fikre göre, yapılacak bir kağıt ve mürekkep, müellifin eserinin bin yıl saklanmasını sağlayacaktır. Elde örnekleri mevcuttur. Fakat, matbaa ile ve günün kağıtlarına basılan kitapların iki yüz yıl sonra ne şekil alacakları ise henüz meçhul bulunmaktadır. Hatta, ikiyüz yıla varmayan, bazı eserlerin, kül gibi dağıldığı, mürekkeplerinin solduğu da görünen vak'a-lardandır. Bu durumda, biz eski kağıdı ve eski hattı savunanı, ilim adına tasdik ederiz. Fikri de fantazi olarak kabul edilmez.
Ezber ve yazı; hafıza ve kayd konuları da aynıdır. «Bu konu altıncı asra kadar devam etmiştir», diyen Dr. M. Fuat Sezgin, meseleyi bir fantazi olarak kabul etmektedir. Müellifin sözleri şöyledir: «Hadislerin yazılması karşısındaki zayıf mukavemet, âdeta fantezist bir mahiyette ta altıncı asra kadar zaman zaman görüldü. Bu görüşün mensupları, kitabetin bekasının karşısına hafızanın parlak misâllerini vererek çıkıyorlar, bazan bu misâllerini birçok beyitlerle ifade ediyorlardı.[306]
Aslında, yazının lehinde olanların güçlü delilleri ve vakıaya uygun misâlleri karşı tarafın kabul etmeyeceği deliller değildi: Hakikaten yazıda zaruret vardı, kaçınılmaz bir gereklilik mevcuttu. Ama beride, güzel bir inançla hafızayı savunan ve o yolun da kapanmamasını isteyenler bulunabiliyordu. Keşke o yol da devam etseydi. Kur'an ezberine gösterilen ilginin biç olmazsa küçük bir örneği, bu hafıza meraklılarının hâtırasına hürmeten devam ettirilseydi. O zaman, küçük birkaç hadisi ezber işini, büyük bir külfet sayan, îslâmî ilim öğrenici ve öğreticileri daha az bahaneler bulabilirlerdi.
İhtiyaçlar, kendi malzemesini kendileri getirir: Hafıza ise hafıza, yası ise yazı diyerek, meseleyi bize ilk yazan müellifi takibedelini: Râmehurmuzî, eserinde (s. 363-378) «Bâbü'l-kitâb» başlığı ile yazı konusunu verir. Sahabeden itibaren, daha sonraki asırlara kadar meseleyi inceleyerek, şahıslar ve sözlerinden örnekler aktarır. Ebu Şâh'a verilen hadisi, Abdullah b. Amr'e verilen müsadeyi zikreden Râmehurmuzî, ayrıca şu sahabilerden de, yazıya verilen müsade lehinde haberler nakleder. Bu zatlar: Amr b. Şu'ayb, Abdullah b. Amr, Enes b. Mâlik, Râfi' b. Hadic, vb. dir.
Katâde'ye şöyle bir soru yöneltilmiş; «Senden dinlediğimizi yazabilirmiyiz?». O zat da bu soruya; «Latif ve habir olan Allah yazdıktan sonra senin yazmana ne mani olabilir?» cevabını vermiştir. Katâde, Kur'an-ı Kerim'in Tâhâ süresindeki elli ikinci âyete işaret etmektedir: «Onun ilmi, Rabbimin yanında yazılıdır. Rabbim ne unutur, ne de sapıtır». Böylece yazı ile tesbit, Rabbani bir fiil ve âdet olmaktadır, uyulması gerekir. Bu bölümde yazının lehinde örneklere ve sözlere raslamr.
Yazarımız «Men kâne lâ yerâ en yektüb» başlığı ile de; yazıya taraftar olmayan kişileri ve onlarla ilgili haberleri nakleder. Ebu Sa'îd Hudrî'den gelen bir hadiste, Peygamberimiz yazıya izin vermemektedir. Muhtemelen bu hadis, ilk yasak devresini anlatan bir haberdir. Şa'bi'nin; «beyaz sayfaya siyah yazı yazmadım» dediği de nakledilen bölümde, İbn Avn gibi zatların, yazıya olan muhalefetleri dile getirilir. Bu kısımdan sonra daha dikkat çekici bir başlık vardır: «Önce yazan, sonra da yazdığı malzemeyi ezber edip, yazılı metni yok edenler» (s. 382-384).
Öğrendiğimize göre Muhammed b. Sirîn, hadisleri yazmada bir beis görmemekte, ezber ettikten sonra da yazılı metni yoketm ekte dir. Yine Âsim b. Damre adlı bilgin; hadisleri dinler, yazar; ezberledikten sonra da yazıları kesermiş. Hişâm, Halid Hazza', Ham-mâd b. Seleme hep aynı usûle başvuranlar olarak tanıtılmaktadır.
Râmehurmuzî, yazı konusunda son olarak şu babı açmaktadır: «Önce ezberleyen, sonra da hafızasm-dakini yazıya dökenler ile bunu iyi görmeyenler», (s. 384-402). Dikkat edilirse mesele daha da teferruatlı hale gelmekte, ortaya;
a) Yazı ile hadis tesbitini hoş karşılamayanlar,
b) Yazı ile hadis tesbitini tatbik edenler,
O Önce yazan, bilahare yazılı metni ezber eden, sonra da metni yok edenler,
d) İlkin hadisleri hafızasına alan, sonra oradan yazıya döken ve bilahare bu yazılı metne ihtiyacı kalmayınca onu yok edenler olmak üzere dörtlü bir tak-
sim çıkmaktadır. Bunlara eklenecek bir başka zümre ise şu işi yapanlardır: Ezberledikleri hadisleri, okudukları yerde değil de evlerine gelip yazıya döken râ-viler.
Yazının savunulması elbette kolaydır ve delillerin en bol olduğu fikir budur. Müellifimiz Ebu Muhammed, yazının lehinde konuşur, fakat ezberin ve hafızanın da aleyhinde bulunmaktan kaçınır. Onun belirttiğine göre hadis ancak yazı ile zabtedilir. Ama bu işe yazı da yetmez. Mukabele, müdârese, teahhüd, tehaffuz, müzâkere, soru-cevap, araştırma, nakledilen malzemeyi ciddi anlama (tefakkuh) gibi diğer yan unsurlar da şarttır.
İlim adamlarını yazının aleyhinde bulunmağa sevkeden âmilleri şöyle sıralamak mümkündür:
a) Hadis tesbiti işini yazının üzerine atarak, hafızayı ve ferdî çalışmaları geriletme korkusu, gayretlerin azalacağı endişesi,
b) Peygamberimize yakın bir zamanda, temiz hafızaların devrinde bulunma,
c) Hadis senedlerinin kısa ve ezbere elverişli halde bulunması,
d) Gerekli titizliğin terkedileceği ve yazıya aşırı itimat edileceği için yanılmaların artacağı korkusu,
e) Yazıya yapılacak müdahalelerden haberdar olamama endişesi. (Bu mânada, hafıza sıhhatli olduğu takdirde daha emin olmaktadır).
Diyebiliriz ki konu,
yeni tedkiklere ve uygulamalara açıktır. Ve her iki yol, hatta her beş yol
denenmelidir. Tarihî güzelliği ve kıymeti olanların, zaman zaman tekrarı
kültürümüz için bir kazançtır.[307]
Hadislerin cem'i genellikle Emevî Devleti'nin resmî faaliyetlerinden söz edilmesini gerekli kılar. Bu devrede, sahabenin etrafa yayılması, fetihlerin vukuu ile paralellik arzeder. O günkü coğrafyanın yayılış şeklini hatıra getirmek için, Emevîlerdeki idarî taksimatı gözönüne almak uygun olacaktır. Tarihçilerin belirttiklerine göre, o günkü coğrafya yaklaşık olarak şu ülkeleri kapsamaktadır:
a) Suriye ve Filistin,
b) Irak da dahil Küfe,
c) İran, Sicistan Horasan, Bahreyn, Uman ve muhtemelen Necid ile Yemâme'yi de içine alan Basra,
d) Ermenistan,
e) Hicaz,
f) Kirman ve Hindistan'ın hudut bölgeleri,
g) Mısır,
h) İfrikiyye diye anılan Kuzey Afrika,
i) Yemen ve bütün Güney Arabistan.[308]
Bu devre ait ilmi faaliyetlerden söz ederken, bu geniş coğrafyanın, meseledeki rolü unutulmamalıdır.
Etrafa vukubulan taşma ile birlikte, devrin fikir ve ilim hayatında büyük gelişmeler meydana gelmiştir. Dil açısından, ilk çağ müslümanlarının, temiz seli- . kalan bozulmağa yüz tutunca, Kur'an'm fasih Arapçası ile avamî Arapça meselesi ortalarda görülmeğe başladı. Bu durum, Hicretin 70. nci yıllarından itibaren (M. 689), dil çalışmalarının artırıldığını bize haber veren ilk belirtidir.
İslâmî ilimlerde, özellikle hadiste görülen gelişmeler; gerek usûl ve gerekse furû üzerindeki fıkha ve hadise ait çalışmalar bu devrede daha canlı bir hal aldı. İlk defa «bu devirde ortaya çıkan islâm tarihçiliği, hadis kitapları şeklinde başlamıştı. Bu duruma göre tarih, müslümanlar tarafından işlenen ilk ilim dallarından biri olmaktadır»[309]
Tâbiûnun orta yasalarıyla, ihtiyarlarını içine alan bu devre, az da olsa sahabeye raslanan bir zaman dilimini de kapsamaktadır. Diğer din mensuplarıyla ilk karşılaşmalar, onların kültürü ile ilk temas ve ilk alış - verişler, yavaş yavaş kendini göstermeğe başlayacak olan bu devrenin, dikkat çekici bir kültür faaliyet biçimi ve sahası mevcuttur.
Biz, kısmen, hadis eğitim ve öğretim faaliyetleri içinde genel öğretime de atıflar yapsak da, devrin en geniş anlamdaki kültür karakterine, eğitim ve öğretim vasfına temas durumunda değiliz. Şunu söyleyebiliriz:
Hadisin cem'i veya toplanması, aynı zamanda hadis ilimlerine ait malzemenin de toplanması anlamına alınabilir. Bunlar içiçedir. Aynı şeyi tedvin için de düşünmek mecburiyetindeyiz: Hadislerin tedvini mi, yoksa hadis ilimlerinin tedvini mi? Elbette bunlar, görünüşte ayrı şeyler gibi olsa da; birbiriyle içice, ayrılması güç bir bütünlük arzeden mefhumlardır. Bu yüzden kimi yazarlar, «hadis ilimlerinin rivayet ve dirayet olarak tedvini», «hadisin tedvini», gibi bir ayırım da yapmaktadırlar. Biz böyle bir ayırım yapmamaktayız.
Hadislerin yazıya geçişi sırasında, kısmen toplama faaliyetlerinin de meydana gelebileceği tabiîdir. Şunu demek gerekmektedir: Yazıya geçiriliş ve toplama nasıl birlikte olabilmişse, tedvin ile toplama hareketleri de bir biri içine girebilmektedir. Nitekim, aynı hal, tedvin ve kitaplaştırma (bablara ayırma ve tasnif) meselesi için de sözkonusu olmaktadır. Bu yüzden; tedvini tasnif gibi gören, tasnifi tedvinden ayrı mütalaa eden, aynı işlemler yüzünden yanılan. ilim adamlarına raslanmaktadır.[310]
Arap dilinde tedvin, şu anlamlara gelmektedir: «Tefil vezninde, defterleri bir araya biriktirmek: yu-kâlü: devvene'd-dîvân; izâ cemaahü» [311]Aslında kelimenin, sonradan Arapçalaşmış bir kelime olduğu fikri de yaygındır. Türetüdiği ana kelime divândır. Yani o kelimeden mastar yapılmıştır. İdarî bir hizmet için tutulan defterlere verilen bu ad sonradan daha farklı anlamlar kazanmıştır.
Kelimenin lugattaki arzettiği mânadan hareket edersek; küçük küçük sayfalar, varak parçaları ve fiş halindeki malzemede yazılı olan hadislerin, defterler haline ifrağı sözkonusu olmaktadır. Yani yazılı bir malzeme, bir araya toplanacaktır. Cem' işi, biraz sistemli yapılınca bir divanlaşma ve bir tertip dahilinde bir araya getirme söz konusu olmaktadır.
Hadis ıstılahı olarak terkip şöyle tanıtılmaktadır: «Tedvinu'l-hadis: lugatta, cemetmek, toplamak, bir araya getirmek mânasına gelen tedvin, hadis ıstılahında, sahabi olsun tabiî olsun, muhtelif kimseler tarafından rivayet edilen hadisleri yazarak bir kitapta toplamaktan ibarettir». [312]Yazarımız bu tarifi verdikten sonra, takribi başlangıç olarak, birinci asrın ikinci yarısını gösterir. Bu durumda; 50-100/670-718 yılları, yaklaşık olarak tedvinin başlangıç yılları olmaktadır. Bu tarih daha da ileriye kadar sürecek ve tedvin işi epey zaman alacaktır.
Tedvin hareketi, büyük tesiri olan bir faaliyet ve hadisler için bir dönüm noktasıdır. Bu durumu bilen Ibn Salâh; «Beyhakî der ki: Büyük imamların eserlerinde tedvin ve tasnif edilmemiş bir hadis ortaya atılırsa o kabul edilemez, [313]şeklinde konuşmaktadır. [314]
Günlük hayatımızda, tesbitini ve yazımını aklımıza getirmeden sürdürdüğümüz bir çalışma ve ibadet tarzımız vardır. Bunu biz gelecek nesiller için, yazıp bir tarafa koymayı zihnimizden hiç geçirmeyiz. Söz gelişi; «falan tarihte, falanca şehrin halkı, mescitte şu tarzda ibadet ederlerdi. Nişan, düğün, nikâh merasimleri şöyleydi. Pazarda alış-veriş tarzları şuydu, inançları böyleydi... vb.» gibi hiçbir tesbiti gerekli görmeyiz. Ama yine bizler, geçmiş asırlar üzerinde ilmî çalışmalar yaparken, bu türlü bilgi kırıntılarını, olmadık yerlerden aramağa, onları büyük bir kıymet olarak değerlendirmeye çalışırız.
Hadisin tedvin ve toplanmasında, şahsî teşebbüslerin tam olarak bilinememesi, iz bırakılmadan cereyan eden bu hayatın tabii seyrine bağlanabilir. İnsan bir vak'a görür, ilgi duymaz, geçer gider. Ama sonradan o vak'a bir şahitlik konusu olarak karşısına çıkarsa; «ne bilebilirdim sonradan benimle ilgili olacağını, keşke bilseydim iyice bakardım ve dinlerdim» tarzında hayıflanır. Hadisin, sonradan didik didik her yeriyle ilgilenileceği bilinemezdi. Daha güzel bir ifade ile, o günün âlimleri; meseleyi bir amel haline dönüştürme olarak görüyor, «kim acaba ilk toplama faaliyetine girişti?», «kim acaba kimden sonra bu işi yaptı», gibi sorularla tâli derecede ilgileniyordu. Şunu demek istiyorum: Bugün bize meselenin kilit noktası olarak gelen bir husus, dünün ve daha öncenin ilim adamı için, hiç te ilgi çekici olmayabilir.
Buna rağmen mesele pek te karanlık bir durum
arzetmem ektedir. Hadisin tatbikata yönelen kısmı, yani onun din olarak tanınması, selefte bizlerle kıyas kabul etmez derecede sistemliydi, ilmiydi ve üstündü. Aşağıda arzedeceğimiz resmî teşebbüsler dışında, ilim çevrelerinin kendi özel teşebbüsleri mevcut bulunmaktadır. Bu tür; hadisleri yazan, defterler tanzim eden, onu okuyan ve okutan bir ilim muhiti bulunma saydı, devlet resmen kime yazıp ellerindeki malzemeyi isteyecekti? Bu noktadan hareket ederek diyebiliriz ki, devletin resmî teşebbüsü kadar, âlimlerin şahsî hizmetleri de, tedvin ve toplama işinin iki kıymetli yönünü meydana getirmektedir.
Tasnif devrinde adları daha geniş listeler halinde gelecek olan âlimlerden, ilk tedvin faaliyeti yürüten bazı kişilerin isimleri bilinmektedir. Rabî' b. Sabîh ve Sa'îd b. Arûbe bunlardan iki tanesidir. Sa'îd 156/772 senesinde vefat etmiştir. Rabi'in âhirete göçüş yılı ise, 160/776 senesidir. Kaynakların verdiği bu isimlerin, bunlardan ibaret olmadığını bilmekteyiz.
Hadisi bablar halinde ilk tedvin edenler içinde şu isimlere raslamaktayız: Abdülmelik b. Abdulaziz b. Cüreyc, Mâlik b. Enes, Muhammed b. îshak, Hammâd b. Seleme, Süfyan Sevri. Daha da uzayabilen bu listenin, kaynak olarak ilk defa Rânıehurmuzî tarafında tanzim edildiğini bilmekteyiz. Fakat aynı liste tasnif adıyla ilerde anlatacağımız bir işlemin ortaya koyduğu ilk yazarları da ifade etmektedir. Aslında birkaç kere de tekrarladığımız gibi, tedvin ile tasnifin çağ olarak, kesin bir sınırını tespit, hayli güç bulunmaktadır. Bu yüzden listelerin tedahül ettiği görülmektedir.
Tedvin işinde, ilk şahsî faaliyet sahibi olarak Zührî gösterilmektedir. Emevî hilâfetinin Ömer b. Abdulaziz gününe raslayan devresi, şahsî tedvin hareketlerinin, resmi faaliyetler haline dönüştüğü çağ olarak ele alınır. Diğer bir kaç isim daha vardır ki, onların da ellerinde tedvinde kullanılacak malzeme mevcuttu. Bu zatların başında Hişâm b. Hassan, Alâ h. Abdurrah-nıan, İmam Mâlik b. Enes gelmektedir. [315]
Devlet, şahsi teşebbüsler halinde değişik ellerde birikmiş malzemeyi, vazifelendirdiği kişiler vasıtasıyla bir araya topladı. Resmî emirde de belirtildiği gibi, buna sebeb olarak; «âlimlerin vefatıyla ilmin yok olması ihtimali» gösterilmiştir. Bu hareket, hadislerin artık iptidaî mânada da olsa bir kitaplaşması ve bir araya toplanması demekti. Bunu, tasnif safhası takib-etmiştir.
Emevi halifesi Abdulaziz oğlu Ömer'in, başlattığı resmî faaliyet, çevredeki pek çok ilim adamını harekete geçirmiş, hadis ve sünnete, hatta sahabe söz ve tatbikatına ait malzeme bir araya getirilmeğe başlanmıştır. Kaynaklar İbn Şihab Zührî adlı bir hadisçinin diğerlerinden daha yüklü olan faaliyetlerine ayrıca temas eder. Ebu Bekr b. Amr b. Hazm adı da, tedvinin resmî yönünde geçen üç isimden birisidir
Tedvin faaliyetinde, dikkati çeken bir başka rivayet şudur: «Halife, hâkimiyeti altındaki yerlere gönderilip dolaştırılması için hadisleri kitaplar şeklinde toplamaları maksadıyla... Sa'd b. İbrahim ile Şihâb Zührî'den de talebte bulunduğu söylenir. Ayrıca hâkimiyetinin muhtelif kısımlarında yaşayan muhad-dislere ne kadar mevcutsa o kadar hadisleri kitap halinde toplamaları için bir ta'mim yazmıştır.[316] Burada dikkati çeken nokta; devletin resmî bir hadis kitabı tesbiti arzusu ile, elde mevcut bütün malzemenin bir araya toplatılması isteğidir. Bu ileride, Mâlik b. Enes'in el-Muvatta adlı eseri için de teklif edilecek, devletin resmî isteği imam tarafından, ilmî faaliyetlere set çekmemesi için» kabul edilmeyecektir.
Resmî tedvin faaliyetinin çağını tesbit noktasında adı geçen üç kişinin vefat tarihleri bize ipucu verebilir. Halife Ömer b. Abdulaziz, 101/719 yılında vefat etmiştir. Kendisinin, başlattığı bu güzel işin sonucunu almadan öldüğü yazılmaktadır. Medine âmili olan Ebu Bekr b. Muhammed b. Amr b. Hazm'in vefat yılı 120/737 tarihine raslar. İbn Şihâb'm vefat tarihi ise 124/741 dlr. Değişik metinler içinde, şu nakledeceğimiz metin resmî emrin sözlerini teşkil eder: «Hz. Pey-gamber'in hadislerini, sünnetlerini, Amra bt. Abdur-rahman'm rivayet ettiği hadisleri araştır yaz; zira ben, ilmin kaybolmasından ve ulemanın ölüp gitmesinden korkuyorum. [317]
Zühri'nin, tedvin faaliyetindeki yerini belirten bir paragrafı zikretmeden geçemedik: «Salih b. Keysân anlatır: Ben ve Zühri, talebü'l-hadis için bir araya geldik ve süneni yazalım dedik. Hz. Peygamber'den gelenleri yazdık. Sonra Zührî, sahabeden gelenleri de yazalım; onlar da sünnettendir, dedi. Ben; değildir, dedim. O, yazdı, ben yazmadım. O, muvaffak oldu ben kaybettim. Ma'mer b. Râşid bu konuyla ilgili olarak şöyle der: Biz Zühri'den pek çok hadis öğrendiğimizi zannederdik. Fakat, halife Velid b. Yezid öldürülüp de hazinelerinden, Mervan ailesi için Zührîden yazılan ilmin kitaplar halinde hayvan sırtında taşındığını görünce, ondan öğrendiklerimizin ne kadar az olduğunu anladık.[318]
Emevî Devleti'nin, bilginleri seferber ederek gerçekleştirdiği, resmî tedvin faaliyetiyle ilgili, kaynakların verdikleri bilgiler özet olarak bunlardan ibarettir. Burada aynı mesele üzerinde raslanan farklı izahlara veya yanlış anlamalara temasda fayda vardır. Çünkü bunların; meselenin kendi girift tabiatından neş'et etmiş şeyler olması kabul edilseydi, yanılmalara temasta fayda görülmezdi. Bazı âlimler vardır ki, kasıtlı olarak, tedvin meselesinde yanlışlıklar meydana getirip, bir takım hedefleri işgal niyetiyle bu işe girişmişlerdir. Onların kısa bir açıklaması için bir bölüm açma zarureti hâsıl olmuştur. [319]
Bu başlığı «müsteşriklerin tedvin ile ilgili fikirleri» şeklinde açmak da mümkündür. Meseleye geçmeden önce Dr. Subhi Salih'ten bir cümle alalım: «Adma hadis tedvini veya hadis tedvin gayreti denen şeyi ilk defa duymak için, Halife Ömer b. Abdulaziz devrine bakmak zorunda değiliz. Hadis tedvininin pek erken asırda başladığım söylemek için, Goîdziher ve Spren-ger gibi müsteşriklere uyarak, içinde yaşadığımız asra bakmamız da icâb etmez; zira kitaplarımız, haberlerimiz ve tarihi vesikalarımız, hadislerin bu iki müsteşrikin dediği'gibi ikinci hicret asrının başında değil, daha Hz. Peygamber zamanında yazıya geçtiğini, şüpheye yer bırakmayacak şekilde göstermektedir. [320]Bu ifadelerden anlaşılıyor ki, müsteşriklerin tedvini ve tarihini farklı göstererek veya tasnif ile onu karıştırarak erişmeyi umdukları başka bir istekleri vardır. Bu isteği şu şekilde ifade edenler olmuştur.
a) Hicretin ikinci asrında müslümanlarm yazıya güvenmeleri sebebiyle, sünnetin artık ezberlenerek kalplerde muhafaza edildiği hususundaki itimadı sarsmak,
b) Hadis tedvin edenlerin, sadece kendi hevâ ve heveslerine uyan, fikir ve dünya görüşlerini ifade eden hadisleri topladıklarını söyleyerek, bütün sünneti onların düzüp koşması olarak göstermek. [321]
c) İslâmî kaynaklar tarafından gösterilen ilk tedvin çağını takriben bir asır kadar geç başlatmak... Üçüncü asra kadar zamanı indirmek. [322]
Müsteşrikleri iyi tanıyan, zaman zaman üstünlüklerini ve metodlarmı beğenip, yerine göre tenkidini yapan Dr. Fuat Sezgin, Goldziher'in tedvin ile ilgili fikirlerini şu sözlerle tavsif etmektedir:
«... Hadislerin tedvin devrini değiştirmek veya bir asır kadar tehir etmek için takibettiği yol oldukça çetrefüdir ve tezatları bizzat kitabında mevcuttur. Nedense bir defa tasavvur etmiş olduğu neticeye varmak için bazı garip izahları vardır...». Yazarr Macar müsteşrikin tedvin ile tasnifi karıştırdığını; halbuki bunlardan birinin hadise, diğerlerinin hadis kitaplarına ait olduğunu belirtir ve şöyle devam eder: «Nasılsa Goîdziher bu farka dikkat etmemiş, yani tedvin ile tasnif devrini birbirinden ayırmamış ve dolayısıyla îs-lâmî kaynakların bu ikisi için farklı olarak gösterdiği tarih arasında bir tezadın mevcut olduğunu farzetmiş ve kaynakları zayıf addederek bu neticeye ulaşmıştır. O bu sözleriyle de İslâmi kaynaklarda ilk musannef eserler için zikredilen tarihi bile bir hayli önce olması lazım gelen tedvin için caiz görmeyerek, nedense aynı şey olarak farzettiği tedvin ve tasnifin mebdeini bir asır kadar bu tarafa almak istiyor. Onun, bu tedvin ve tasnifin mebdei için, îslâmi kaynakların zikretmiş olduğu iki ayrı devri birbirine karıştırmış olduğu ifadesinden vâzıhan anlaşılıyor.[323]
Müsteşriklerin iyi niyetli yanılmaları zamanla kendi meslektaşları veya müsîüman bilginler tarafından düzeltilmektedir. Üzücü olan yön; ilmî vakıaları saptırmak için çetrefil yollar icadı ve oralarda dolanmayı ilmî göstermedir. Kesin olarak belirlenen şu hakikatler, günbegün artan belgelerle daha. da güçlü savunulabilecektir:
â) Hadis yazımı hareketinin Peygamber (s.a.) gününe kadar uzanan bir geçmişi vardır. Bu husus eldeki tarihî belgelerle sabittir,
b) Hadis üzerine kurulmuş ilim dallarında ve ha-
dişlerin tedvininde, zannedildiği gibi çok muahhar zamanlar değil, birinci asrın ikinci yarısı geçerli tarihtir,
c) Tedvin ve tasnif, tıpkı takyid ve cem' gibi ayrı mefhumlardır ve ayrı zamanlarda başlamış ve gelişmiş ilmî gayretlerdir,
d) Tedvin hareketinin sun'î olarak bir iki asır geriye veya ileriye alınması, İslâm kültür tarihindeki gerçekleri değiştiremez,
e) Başka din mensubu, başka kültürlerin insanı olan, araştırıcılar ve İslâmiyatçılar; kendi din ve kültürlerini üstün gösterme gayretiyle, ilmi gerçekleri balçıkla sıvamamalıdırlar. Çünkü en iyi tabirle yaptıkları iş; «önceden düşünülmüş bir noktaya vâsıl olmak için çetrefil izahlar yapma» olarak tavsif edilmektedir. Aslında bu hatayı, bir müslüman ilim adamı yapmış olsaydı, ona hasım olanların ifadeleri daha alaycı olacaktı. [324]
Bu bölümün başında,
Emevî. çağının, ilim ve fikir hareketleri yönünden durumuna ait birkaç cümle
ile temas
ettik ve ülkenin eriştiği coğrafî genişliği belirledik. Bu devrede ve tasnife komşu olan çağlarda;
a) İlim olarak hadis ve sünnet bilgileri ile,
b) Amel ve tatbikat olarak hadis ve sünnet bilgileri üzerinde durmamız; hadis öğrenim ve öğretiminin eriştiği boyutları tanımamız, usûl bilgilerinde erişilen noktaya temas etmemiz, devrin kültürel faaliyetlerini tanıma açısından da faydamıza olacaktır. Bu
devre, ülkenin siyasî ve inanç açısından hizipleşmelerin en çok arttığı; «gurupların sistemli bir iman kurumu haline geldiği» bir devirdir. Hadis uydurma hareketi de artık gelişmiş, tahribatını sürdürmeğe devam etmiştir. Hâricilik, Şiîlik ve Mürcülik, fikir ve inanç hareketi olma yanında, hadiste muhtelif görüşlerin sahibi olarak da ortaya çıkma durumunda idi. Lisan çalışmaları yanında; Kur'an tefsiri, hadiâ ve fıkıh ilimlerinde de hayli mesafeler alınmıştı. Tarihçiler, o devrin fikir ve dinî ilimler hayatım tasvir ederken; Hasen Basrî'ye, İbn Şihâb Zührî'ye temas ettikten başka, Küfe ve Basra üzerinde dururlar. Bu devirde, 150 kadar sahâbiden hadis dinlediği belirtilen Âmir b. Şe-râhil Şa'bî (Öl. 110/728) ye ayrı bir yer verirler.[325]
Tedvin hareketini görürken, unutmamamız gereken bir husus vardır: Peygamberimizin, (tabiî olarak Uygulandığı ve unutulmaz görülerek yazılmadığı için) anane halinde kalan sünnetinin durumu. Bugünün Medine hayatında bile izleri bulunabilen bu sünnetlerin, tedvin devrinde ayakta durduğu, uygulandığı, fakat yazıya alınmadığı rahatça söylenebilir. İnsanların tabiî görüp, yazıya ihtiyaç duymadıkları bu an'anevî sünnet (görenek halindeki Medine müslümanlığı), bu çağda da takibedilmiştir. Bunun içinde, hadis öğrenim ve öğretimi ile diğer ilmi faaliyetler de vardır. Onla-'rin izini bulmak bugün mümkün değildir.
Tâbiûnda hadis öğrenimi ananesi, sahabeden alınan prensiplerin üzerine kurulmuş, merkez ittihaz olunan sahabinin şahsında anane devam ettirilmiştir. Mescitlerde ders okuma yine de devam etmektedir.
Hatta, devlet yetkililerinin çocukları bile bu çağda bir müddet hadis öğrenimine gönderilmektedirler. Kitap, yavaş yavaş eğitim ve öğretimde yerini almaktadır. Kürrâse, defter, varak, imlâ, hadis meclisi, müzâkere, istimlâ ve müstemlî gibi, öğrenim ve öğretimde kullanılan kelimeler çokça duyulmaktadır. Geniş bir mescitte; ayrı ayrı köşelerde, farklı ilimler okutulmaktadır. Değişik mezhepler arasında, hadisin değeri ile ilgili münakaşalar başlamıştır, hadis uydurma hareketine mukabil çalışmalar ve devlet eliyle, yalanın ve yalancının takibi sözkonusudur.
Tedvin hareketini takibeden günlerde, Hadis usûlünün durumu da dikkat çekicidir. Bu çağlarda devamlı olarak problemleri artan islâm toplumlarının, hukukî-dinî-îslâmî çıkmazlarına çare arayan fakihler muhaddisler mevcuttu. Kur'an'm ve sünnetin anlaşılması, pratik hayata uygulanması, Peygamberimizden devralman tatbikî İslâm, onların faaliyetleri ve araştırmalarıyla yolunu bulup gelişiyordu. İşte bu devrede «fıkıh ve hadis usûlleri karması» diyebileceğimiz bir ictihad tekniği ve metodolojisi, daha da sis-temleşiyor ve güçleniyordu.
O devre ait ilmî seviyeyi - eseri bugün elimizde bulunduğu için bu açıdan - Şafii'den takip edebilmekteyiz. Şafiî'nin er-Risâle adlı eserinin fihristini görmek bize, ilk bir buçuk asırlık ilmî seviyeyi ve hamuleyi tanıtmış olacaktır.
Şâfü eserinde şu konulara yer vermektedir: «Beyan ve çeşitleri, hâss ve ânım, zahir ve hâss; siyakı, mânasını açıklayan nasslar. Sünnetin tahsis ettikleri. Peygambere ittibam farzlığı. Allah ve Elçisi'ne uymanın farzlıği; tek tek ikisine de itaatin farzlığı. Resule ittiba'la ilgili âyetler. Nâsihve mensûh meselesi, neshe delâlet eden âyetler ve hadisler, sünnet ve icmâm delâlet ettiği nesih olayları. Nass olarak Allah'ın indirdiği ferâiz, Resûl-i Ekrem'in ilave olarak getirdiği sünnet. Sünnetin tahsis ettiği farzlar. Hadiste illetler meselesi. Hadislerdeki mâna farkları. Allah ve Resulünün yasak kılış tarzları. İlim meselesi; haber-i vâ-hidlerin durumları, haber-i vâhidlerin delil oluşu, icmâ ve kıyas, ictihad, istihsân, ihtilâf ve meseleleri[326]
İlk fıkıh usûlü kitabı olarak tanıtılan bu eserin, tafsilatlı olmayan bu fihristi incelendiğinde, hadisin pek çok meselesinin orada sözkonusu yapıldığı görülmektedir. Şafiî'nin diğer iki kitabında; (el-Ümm ile İh-tilâfu'I-hadis'inde) de zaman zaman usûle teallük eden cümlelere raslamak mümkündür. Bu fihrist bize, fukahanm hadisten istifadesi ve hadis kritiği konusunda, izahına çalıştığımız çağların âlimleri olarak ne derece ileri oldukları hakkında bilgi vermektedir. Bu devrede yetişen âlimlerden, hadis - fıkıh vb. ilimlerde nasıl komple hareketler sâdır olduğu, kendilerinin meseleleri ilimlere bölmeden, bir ictihad bütünlüğü içinde çözdükleri itirafı gereken bir üstünlüktür. İmam Şafiî'nin fakihliği yanında, o derecede de hadis âlimi olduğu muhakkaktır. Fakih olan bir zatın eserinde, bu derecede hadis usûlü konuları bulununca; kimbilir bizzat hadis usûlü yazarlarında durum ne idi? Ne yazık ki, şimdilik elde bulunan en eski usûl kitabı, 360/970 vefat tarihli bir bilgine aittir.
O çağlara ait, daha eski tarihli usûl ve furû kitaplarının, yazmalar halinde bir köşeye sıkışmış halden kurtarılarak ilim âlemine erişmesi dileğiyle, bu asırda daha da artan bir bahtsızlıktan, hadis adı altında uydurulup, müslümanlara arzedilen yalan haberlerden kısaca söz edelim: [327]
Pek çok yazar, hadislerin, yazılışı cem'i ve özellikle tedvinini söz konusu ederken, hadis uydurma faaliyetlerine ve karşı çalışmalara da yer verir.
Hadis uydurma hareketinin sahabe ile hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. İlim adamları, bu talihsiz hareketin başlangıcını; tâbiûn devri olarak gösterirler. Tâ-biûnun da, yaşlı olanlarının gününde, gençlerinkinden daha az uydurma gayretleri mevcuttu. «Sığâru't-tâbi-în» dediğimiz zümre bu belâya duçar olan zatlardır.
Hareketin, 40/660 günlerinden itibaren hızlanarak başladığı ileri sürülür. Bilindiği gibi bu tarih, devletin içinde hilâfet meselelerinin kızıştığı, hatta dahilî bir harp havasına dönüştüğü günlerdir. îç ihtilâflar, zaten her türlü hizipleşmenin de kaynağı ve tarih başlangıcı olmuştur.[328]
Klasik eserlerimizde; itikadı fırka taraftarlığı, siyasî bölünmeler, milliyyet ve ırk gayretleri, maddî sebepler, devlete yaranma arzusu gibi pek çok sebeb, hadis uydurma hareketini doğuran âmiller olarak gösterilir. Fakat en büyük âmilin; Hz. Peygamber'in manevî otoritesinden faydalanmak olduğu unutulmamalıdır. Burada birkaç söz söylemek fazla görülmemelidir. Hz. Peygamber (s.a.)'m dinimizdeki kudsî yeri ve müslümanlar üzerindeki manevî ve yaptırıcı gücü, müthiş bir değer ifade etmekteydi. Özellikle sahabenin hayatta olduğu bir devrede; Peygamberin manevî, fikri desteğim alan kimsenin karşısına çıkmak, onunla cedelleşmek hayli müşküdi. Cemel ve Sıffîn'de meydana gelen kanlı olaylar sırasında, sahabenin arasında meydana gelen konuşmalar, hadis ve tarih kitaplarında nakledilir. Bunların tahlili bize şu neticeyi verir: Herkes yaptığı işin Allah ve elçisinin hoşnut olacağı iş olduğunu iddia etmekte. Peygamberin . kendilerinden taraf bulunduğunu savunmaktadır. Sa'dî'nin dediği gibi: «Nuh gibi bir gemicinin riyaset ettiği gemi hiç batarını, Muhammed gibi bir önderin çektiği kafile hiç sapıtır mı?». İşte herkes bu otoriteden faydalanma arzusurîdadır. Muhammedi desteği ararken, sahabeden sonraki çağların, sahabenin terbiyesini alamamış insanları, dış tesirlerle de işbirliği yapıp; kargaşayı artırmış ve bu işte, Peygambere de iftira ederek hadis basma ve yayma yolunu tutmuştur.
el-Mevdûat bilgisinde bazı meselelerine temas ettiğimiz bu hareketin, kendi gelişimi içinde meselelerini verecek değiliz. Bizi burada, tarihin aynı günlerini incelerken temasa sevkeden âmil, diğer yazarlarımızın tuttukları yola bağlanmak olmuştur.
Âmillerin en güçlülerinden biri de Kur'an-ı Ke-rim'in mevcut sağlamlığıdır. İslâm kalesine . girmek için gördükleri iki kapıdan birinin çok muhkem olduğunu yoklayarak bilen bu zâlimler, Kur'an-ı Kerim'in mevcut sağlamlığı karşısında, hadis uydurma yolunu seçerek; sünnetin sahtesini imâl edip, sünnet kapısından müslümanlarm kalbine girmeğe ve Peygamber desteğine kavuşmağa çalıştılar.
Çeşitli menfaat gurupları duydukları ihtiyaçla bu yolu asırlarboyu zorladılar şimdi ve gelecekte de, zorluyorlar ve zorlayacaklardır.» «İhtiyaç» sözüyle şunu kastetmekteyiz: İnsanlara söz tutturabilmek, istenilen yöne onları eğebilmek için, onların sevdikleri, büyük bildikleri, hükmüne ve sözüne râm oldukları bir gücün, bir otoritenin söz ve şahsiyetini ortaya koyma âdeti. Bu, iyi netice veren.bir yoldur. Bu noktadan hareket ederek ve yukarıda ârzettiklerimizi de tekrarlayarak düşünelim; Bir görüş, bir mezhep ve siyasi bir kanaat, eğer Peygamberimizin tasvibini almışsa, onun sözlerine dayanıyorsa; artık o, «siyasî bölünme» falan değil, «hizipleşme» değil düpedüz İslâm olarak tanıtılır. Diğerleri, hasım görüşler, hiziptir, siyasî bölünmedir, bu ise sırf İslâmdır, başkası değil. Böyle bîr gurubun karşısına dikilmek, Peygamberimize isyan demektir. Bu anlayış adı geçen karşı çıkan fikri ve doktrini çürütmeye yeter. Bu tesiri" bilen düşman, bu güçlü vasıtayı yüzyıllardır keşfederek çalıştırmıştır.
Bu hareket, hadis basıp, imâl edip yayma ve meyvesini toplama faaliyeti, bereket karşılıksız kalmadı. İşin ciddiyetini ve tahrip gücünü bilen hadis âlimleri ve yerine göre devletler, önleyici karşı faaliyetlerde bulundular. Yalancıları, yaydıkları yalanları ve çalışma metodlarım, zararlarıyla birlikte ümmete açıkladılar. Bu mesele üzerine eserler yazdılar.[329]
Daha çok eski filozofların sözlerinden, îsrâiliyât denilen eski din kalıntılarından, felsefî vecizelerden, güzel bazı ata sözlerinden, garip hikâye ve mesellerden, kendi inanç ve doktrinlerini belirten sloganlardan kaynak olarak istifade edilen bu yalanlar; çok kere uyduranların kendi itiraflarıyla da belirlenmektedir. Bunun dışında; haber ve hadis olarak tanıtılan sözün, lafız ve mânasmdaki bozukluk, elde mevcut sahih hadis kitaplarında bulunmaması, sadece rivayet edenin görmüş olması gibi bir tuhaflık, Kur'an'a ve sahih sünnete aykırılık ve taşıdığı mânadaki gülünçlük, yalancının yakasını ele veren alâmetler olarak bilinmektedir.
Bu hareket, Kur'an'm anlattığı İslâm hilâfına insanları çekmeğe çalıştığı için zararlı olmuştur. Müslümanlar arasındaki en küçük görüş ayrılığına tolerans göstermeyip, tefrikanın çıkmasına, ayrılığın büyümesine sebeb olmuştur. İslâmı ve onun dünya görüşünü yanlış tanıtmıştır. En tehlikelisi de, müslüman, zâhid ve mürebbi insanlar pozunda; vaiz, mürşit kılığında cemiyete girdiği için, müslümanlar onları sadece severek ve savunmasız, haklarında şüphesiz ve hazırlıksız kalmışlardır.
Hadis uydurma hareketinin sonu alınmış değildir. Hiçbir zaman da alınması mümkün görülmemektedir. Çünkü, her nesil İslâmı yeniden öğrenme durumundadır. Aksaklıklar neticesi, din yönünden cehalet baş göstermişse, işte orada hadis uydurma hareketi, îslâmı ve müesseselerini yanlış tanıtma faaliyeti, sağlam değerleri, tuhaf şekillerde te'vil ederek, ilmi ikinci plâna atma cürmü işlenmektedir. Nesiller İslâm bilgileri ve uygulamaları açısından güçlü olmak durumundadırlar. . Nesiller arasına fetret girmemelidir. Cehaletin bulunduğu yerde, bugün de yarın da; câhil din önderleri türeyecek, müslümanları saptıracak, kendilerinden öncekileri, din gayretleri az olan kişiler olarak suçlayacaklardır. Üstelik bu zümrelerde; kabalık, kan dö-kücülük, zorbalık gibi âdi huylar, îslâmî hasletler olarak görülüp, şerirlerin sırtları sıvazlanacaktır. Tarihin ve ilmin hükmü ve kanunu budur, bu olmuştur. Bizlere düşen; bizden öncekiler nasıl kendi devirlerinin gerektirdiği tarzda meseleler üzerinde çalışarak bu işin zararını önlemeğe gayret ettilerse, aynı hassasiyet ve duyarlılıkla, elimizdeki geniş imkânları kullanarak meseleye eğilmektir. İlmin; faydalı ve ihJâsa dayanan ilmin hükümranlığım kurmak, cehli, barbarlığı ve İslâm adına sergilenebilecek, Peygamberin talimatına uymayan her şeyi, ilmin hakemliğine tevdi etmektir.
Bir diğer nokta şudur: Dinî-ilmî sohbetlerde veya ferdî ilmî beyanlarda bazan; hadislere yabancı unsurların karıştığı; meselâ eski semavî din kitaplarının, kadim filozof sözlerinin, uzak şark dinleri olan Zer-düştlüğün vb. nin, hadislere girdiği, eski Hind dinlerine ait bazı bilgilerin, Türk - Fars muhaddisler yoluyla hadis kitaplarına sokulduğu tezi savunulur. Bu türlü görüşler de, demin zararlarından söz ettiklerimizden başka bir gurubun ağzından çıkar. Onların hedefi ise; «Kur'an'la yetinmeyi savunmak, hadisleri sadece Kur'an'm gölgesi altında kullanmak, hatta gerekirse onlara değer vermemek» şeklinde ifade olu-
nabilir. Bu fikirleri, yazanlar da vardır. Bir kısım âlimler de iyi niyetle, bu tür ihtimaller üzerine dikkatleri çekerler. Çoğu kez bu üçüncü iyi niyetli çalışma sahipleri suçlanırlar. Onların, dikkat çekici ve İs-lâmın yararına olan çalışmaları; yalancılarla ve Kur'-an bize yeter diyenlerle eş tutulur, hattâ onlardan da kötü telakki olunur. Bir diğer gurup onların faaliyetlerini yadırgar.
İnsafla düşünmek gerekir; ilmî usûllerle ve ehil ellerce yapılan çalışmalarla, adı geçen durumların tesbiti dinimize hiçbir zarar vermez. Aksine bu çalışmalar her zaman yapılmalıdır. Sünnetin arı ve terte-.miz pınarı, her neslin ilmî himâyesi altında tertemiz korunmalıdır. Yeter ki yapılan çalışmalar doğru ve ilmî olsun. Şahıslar ehliyetli ve ihlaslı olsun. Şurasını rahatlıkla ve haklı olarak ifade edebiliriz- îslâmm; bazı kişilere gösterip, diğerlerinden gizlediği; veya ilmin girmesine mâni olduğu, âlimin araştırmasını yasakladığı gizli köşe ve bucağı; saklı bir bölmesi ve salonu yoktur. Dinimiz, ehliyetle gerçekleştirilen ilmî faaliyetten asla korkmaz. Gerekli şartları ve kıvamı bulmuş ilim adamlarının yaptığı çalışmalardan müslü-manlar ve İslâm kültürü istifade eder. İs] âmin aleyhine de oîsa hatalar belirlenir. Böyle bir hata, zahirde belki aleyhedir ama, aslında bizim faydamızadır. İlimle ilgisi olmayan kişilerin; îslâmm koruyucu ve kollayıcı hamileri olarak kendilerini vazifelendirenierin, bu meselelerde fikir beyanları; müslümanlarm zihinlerini bozması, onları bilmed.kleri konularda hakemliğe çağırması ise, ayrı bir konudur, bir talihsizliktir. Sebebleri ve yoğunluk kazandığı zamanlar uzun uzun düşünülmeğe değer. [330]
Hadislerin (ilmin) bablara ayrılması ve tasnifi işini açıklamaya geçmeden, bablara ayırma ve tasnif ile kastedilenin neler olduğunu görmemiz gerekir. «Bâb» kelimesi, genellikle kapı anlamına gelir. Bir nevi med-hal ve giriş mânası da ifade eden kelime, «vesile-i vusul olacak nesnede isti'mâl olunur» [331]cümlesiyle de açıklanmıştır. Bu durumda bâb, bizi bir yere ulaştıran şey demektir. Firuzâbâdî b;r tür kullanıştan söz eder: «Bu ilim bizi şu ilme ulaştıran bir vasıtadır». Aynı kökten tefcvîb tbablara ayırma) ile şu mâna kastolun-maktadır: Herhangi bir bilgiler gurubunu, bir araya-getirme, cinsleri müşterek olanları bâb adı altında toplama.
Tebvib, tasnifte ilk basamak olmaktadır. Tedvin işi biten bilgiler ve hadisler, artık, konularının ayrı ayrı yazıldığı eserlere inkilâb edecektir. Böylece de tasnif dediğimiz işlem gerçekleşmiş olacaktır.
Arap dilinde tasnif, «bir nesneyi, ba'zı ba'zmdan temeyyüz (temyiz kastetmiş olabilir) diyerek, sınıf sınıf kılmak manasınadır... Tasnif-i kitâb bundan meV huzdur [332]cümleleriyle tanıtılmıştır. Istılah olara aynı kelime için şunlar yazılmaktadır: «... ıstılahta hadisleri konularına göre ayırıp aynı konudakileri bir bâb içinde toplamak demektir».[333]
Tasnif kelimesini hadise izafe edenlerin yanında, çoğunluk kütüp kelimesine izafe edilmesini daha uygun görerek «tedvinu'l-hadis ve tasnîfu'l-kütüp» deyimlerini tercih etmişlerdir. [334]
Tasnifin sebebleri, gayeleri ve hareket noktalan vardır. Bir kere, ilmî çalışmaların artışı, devletin yardımı; hadislerin oldukça toplu hale gelmesini sağlamış, yazıya yönelen muhalefetin nisbeten tesirini azaltmış ve kitap başlangıcı sayılacak; defter ve cüzlerin tedavülü, yerini tabii olarak kitaba bırakmıştır. Kitabın yazımı, daha mükemmellerinin yazımı; bir iman hizmeti olma yanında, ilmî araştırmaların getirdiği ihtiyaçların karşılanması olarak da görülmelidir.
Hadislerden, fıkıhta, akâid meselelerinde ve tev-hid ilminde faydalanma için, onların bablara ayrılması; hatta hadislerin değerlendirmeye tâbi tutulmaları gerekliydi ve bu hizmetler yerine getirilmeğe başlandı. Eablara ayrılma yanında, hangi hadisler kimler yoluyla gelmiş sorusuna cevap ihtiyacını gideren; ale'r -rical dediğimiz metodla, râvlleri sıralayarak hadislerini toplama hizmeti de başarıyla yürütülmüştür. [335]
Hadis kitaplarının tasnifi faaliyetleri, Emevîlerin son yıllarıyla Abbasîlerin ilk zamanlarına raslar. Daha doğrusu, tasnif faaliyetini gerçekleştirenlerin, vefat tarihleri değişik olmalarına rağmen bize bu çağlan verir. Bu devre, çalkantıların en bol olduğu, aynı zamanda; ilim, fikir ve sanat faaliyetlerinin de arttığı bir dönem olmaktadır.
Kaynaklarımız, genellikle Râmehurmuzî'nin ilk defa neşrettiği bir musannifler listesini verirler. Onların belirttiğine göre ilk tasnif faaliyeti, belirli bir merkezden çok değişik yerlerde gerçekleştirilmiştir. Bu musannifler şu âlimlerdir:
a) Rabî' b. Sabîh (Subeyh okuyan da vardır), Basra, Öl. 160/776,
b) Halid b. Cümeyi CAbd), 153/770; Ma'mer b. Râ-şid, Yemen, Öl. 153/770,
c) Sa'îd b. Arûbe, Basra, öl. 156/772,
d) İbn Cüreyc, Mekke, Öl. 150/767,
e) Hammâd b. Seleme, Basra, Öl. 167/783,
f) Süfyan Sevrî, Küfe, Öl. 161/777,
g) Süfyan b.
Uyeyne, Mekke, Öl. 198/813,
h) Velid b. Müslim, Şam, Öl. 194/809,
i) Cerir b.
Abdülhamid, Rey, Öl. 182/798,
k) Abdullah b. Mübarek Merv ve Horasan, Öl. 181/797,
1) Hüşeym b. Buşeyr, Vâsıt, Öl. 188/803 veya, 193/ 808,
m) İbn Ebû Zaide, Küfe, Öl. 193/808, n) Abdürrezzâk, Yemen, Öl. 211/826, c) İbn Fudayl, Küfe, Öl. 196/811,
musannefatının mebdei ve Ma'mer b. Râşid'in Câ-mi'i,» Türkiyat mecmuası (cilt, XII, 1955), s. 117 -118.
p) Vekî b.
Cerrah, Küfe, Öl. 197/812,
r) Ebu Kurre
Musa b. Târik, Yemen, Öl. 203/818,
s) Ebu Ubeyd Kasım b. Sellâm, Öl. 235/849. Râmehurmuzî ve ona dayanarak diğer kaynaklar, daha pek çok musannif adından söz ederler. Elbette listenin kabarması gerekmektedir. Yalnız, tarih uzadıkça listeyi artık bibliyografik eserlerden veya terceme-i hâl kitaplarından bulmamız gereken müellifler teşkil etmektedir [336]
Kadı Ebu Muhammed Râmehurmuzî, Ali b. Medi-nî'den naklettiği bir özet bilgide, tasnif hareketinin neticede aşağıda sayacağımız altı bilgine varıp dayandığını anlatmaktadır. Çoğu ilk tedvin ve tasnif çalışmalarını yapmış oîan bu bilginler şu zatlardır:
a) Medine'de İbn Şihab Zührî, Ebu Bskr Muhammed b. Müslim, Öl. 124/741,
b) Mekke'de, Anır . Dinar, Ebu Muhammed, ÖL 126/743,
c) Basra'da Ebu'l-Hattab Katade b. Diâme Sedûsi, Öl. 117/735. ile; Ebu, Nasr Yahya b. Ebu Küseyr, Öl. 132/749,
d) Kûfe'de Amr b. Abdullah Sebi'î, Öl. 127/744 ile Süleyman b. Mihran A'meş, Öl. 148/765.
Dört ayrı bölgede toplanan bu altı büyük ilim adamı, tarih boyunca genişleyen ve uzayan musannifler salkımının anadallarım meydana getirmektedir. [337]
Bazı hadis tarihçileri, hicrî ikinci asırda yazılmış olan kitapları; diğer bir dey.'mle ilk, tasnif edilen eserleri beş grupta toplamaktadır;
a) Siyer ve meğâzî kitapları: Yazarları içinde en şöhretli olanlar; Urve b. Zübeyr, Şa'bî, İbn Şihâb Züh-ri, Musa b. Ukbe, İbn Ishak, Ma'mer b. Râşid, Abdül-melik b. Muhanımed, Mu'tenıir b. Süleyman, Yahya b. Sa'îd, Velid b. Müslim vb. bilginlerdir.
b) Sün-sn kitapları: Fıkıh bablarma göre tasnif edilen bu eserlerin müellifleri içinde şu isimler verilmektedir: Mekhûl, İbn Cüreyc, Sa'îd b Ebu Arûbe, îbn Ebu Zi'b, îbrah'.m b. Tahmân, Hammâd b. Seleme, Abdullah b. Mübarek, İbn Ebu Zaide Muhammed b. Fudayl vd.
c) Câmi'ler: Çok değişik konularda hadisleri barındıran ve tarifleriyle içlerinde en meşhurlarına ileride değineceğimiz bu tür eserlerin yazarları arasında şöhretli birkaç isim verecek olursak şu zatları zikretmemiz gerekecektir; Ma'mer b. Râşid Ezdî, Süfyan Ssvrî, Rebî' b. Habib, Abdullah b. Vehb, Süfyan b. Uyeyne.
d) Musannefler.- Fıkıh kitaplarındaki sıralamaya esas olan bir diziş biçiminde hadisleri «ale'l-ebvâb» (konulara göre) toplayan bu eserlerin şöhretli müellifleri içinde, şu âlimlere raslamaktayız: Hammâd b. Seleme, Vekî' b. Cerrah.
e) Belirli bir konuya tahsis olunan eserler. Şöhretli yazarlarından bir kaçı: Süfyan Sevrî, Zaide b. Kudâme, Hüşeym b. Beşir, İsmail b. Uleyye, îshak b. Yusuf Ezrak, Muhammed b. Fudayl Dabbî, Mâlik b. Enes.[338]
Hadislerin tasnifinde kullanılan değişik metodla- .. ra ve bu metodlarla yazılmış furû kitaplarının özelliklerini anlatmağa geçmeden önce, hadis kitaplarının tasnifi devrini aydınlatan bazı bilgiler nakletmeyi uygun buluyoruz. Bu bilgilerin bir kısmı eski hadis yazarlarına, diğer bir bölümü de günümüz araştırıcılarına aittir. Bu bilgiler bize, tasnifin başlangıç yıllarına ait çalışmalar ile, ilk eserler içinde, günümüze kadar gelen bir kaomm hadis ilimleri ve tarihi açısından değerini anlatacaktır.
«Ebu Tâlib Mekkî de hadislerin tasnif devrini mevzu-i bahsederken şöyle söylemektedir: Bu musan-tıef kitaplar 120 veya 130 senelerinden sonra ortaya çıkmıştır. İslâmda ilk musannef eserlerin. İbn Cüreyc'-in hadislere dair kitabı ve Mekke'de tefsire dair meydana getirilmiş bazı kitapların olduğu söyleniyor. Sonra Yemen'de Ma'mer b. Râşid gerek gelişigüzel bir şekilde ve gerekse muayyen bablar halinde bulunan süneni topladı. Mâlik b. Enes Muvatta'ı Medine'de, İbn Uyeyne Kitâbu'I-Câmi'i, Kur'an ve hadise ait bir çok dağınık malzemeyi topladı. Süfyan Sevrî de Musannef ini bu devirde meydana getirdi.[339]
«İlk hadis musannifleri arasında ismi geçen Ma'mer b. Râşid'in el-Câmi'i, zamanımıza intikal etmiş olan hadis musannef atının en eskisi olup, devrinin hadis tasnifi ameliyesi hakkında vazıh bir fikir verebilecek mahiyettedir. Ma'mer'in eserini, kendisinden sonra meydana getirilmiş olup zamanımıza intikal eden musannefatla mukayese ederek, bablar halinde tasnif ameliyesinin takip ettiği tekâmülü tesbit etmek kabildir. Yine Ma'mer'in eseri, H. III. asnn el-Kütübü's -sitte namıyla anılan meşhur hadis kitaplarının, gerek .malzemelerini teminde ve gerekse bablari tayinde Goldziher'in kanaati hilâfına olarak kendilerinden önceki mesâinin bir nevi hulasası mahiyetini ar-zettiğini göstermesi bakımından hususi bir ehemmiyet taşımaktadır.[340]
Geniş bir biçimde, gerek «hadis musannefatmm mebdei ve Ma'mer b. Râşid'in Câmi'i» adlı makalesinde ve gerekse Buharfnin kaynaklan hakkında araştırmalar adlı kitabında, tasnifin bu devresini vukufla işleyen Dr. Fuat Sezgin; bu ilk asrın mesâisini icmal eden bir yazıyı İbn Hacer'den nakletmektedir.
«Peygamber sünnet ve hadisi sahabe ve tabiînin ilk tabakası devrinde, cami adı verilen kitaplarda, iki sebepten dolayı toplanıp tasnif edilmemişti. Evvela, onlar; işin başlangıcında hadisleri Kur'an'la karıştırırlar diye yazmaktan nehyolunmuşlardı. Saniyen, hafızaları çok genişti ve zihinleri müsaitti. Çoğu yazı yazmasını bilmiyorlardı. Tabiîn devrinin sonlarına doğru hadis ve sünnetin tedvini, haberlerin bâblara göre tevzii işi başladı. Artık muhtelif ülkelere hadis erbabı yayılmış, havariç, revâfız ve kaderi reddedenler ortaya çıkmıştı. Hadisleri ilk toplayıp tasnif edenler arasında ar-Rabi b. Şubayh (Öl. 160) ve Sa'id b. Abı Arûba (Öl. 156) zikredilebilir. Her babı birbirinden ayrı olarak tasnif ediyorlardı. Nihayet üçüncü tabakaya mensup olanlar ahkâmı tasnif ettiler. İmâm Mâlik, ehl-i Hicaz'ın şayan-ı itimat hadislerini toplamayı gaye edinerek ashabın sözlerini, tabiinin fetvasıyla mezcede-rek, Muvatta'ını tasnif etti. Abû Muhammed Abdal-malik b. Abdalaziz b. Curayc, (Öl. 150) Mekke'de, Abû Amr Abdurrahman b. Anır al-Awza'i (Öl. 161) Kûfe'-de, Hammad b. Salama (Öl. 168) Basra'da nrusannaf kitaplar meydana getirdiler, sonra bunları yeni faaliyette bulunan diğerleri takip etti. Nihayet üçüncü asnn eşiğinde bazı muhaddisler, hassaten Peygamberin hadislerini diğerlerinden ayırmak işine teşebbüs ettiler. Ubeydallâh b. Musa'1-Absi (Öl. 213) Kûfe'de, ve ayrıca Musaddad b. Musarhad al-Basri (Öl. 228), Asad b.^Mûsa-1-Umavi (Öl. 212), Mısır'da mukim Nu'aym b. Hammad .al-Huzâ'i (Öl. 228) birer musned meydana getirdiler. Bunun üzerine, hemen hemen bütün muhaddisler hadislerini musnedlere göre tasnif ettiler. Meselâ Ahmad b. Hanbal (Öl. 241), İshaq b. Rahûya (Öl. 238), Usman b. Abi Şayba (Öl. 2391 ve diğer bir çokları böyle yaptılar. Bir kısmı, meselâ Abû Bakr b. Abi Şayba (Öl. 235) nin yaptığı gibi aldıkları musnad hadisleri, aynı zamanda kendi aralarında bâblara ayırıyorlardı. Buharı bu musannafatı görüp rivayetlerini aldıktan ve onlarla iyiden iyiye haşru neşr olduktan sonra, onları tasnif ederken, sahih gibi görünen bir çok zayıf malzemeyi de muhtevi bulunduğunu müşahede edip ancak şüpheden âzâde olan hadisleri bir araya getirmek arzusunu duydu. Hadiste ve fıkıhta «Amir al-mu'minin» diye tanınan üstadı îshaq b. Râ-hûya de onun bu azmini kuvvetlendirdi. Zira bize... (sahih senetlerle) rivayet edildiğine göre Buhâri: îs-haç b. Râhûya'nin nezdinde bulunurken, bir defasında bizlere: Peygamber'in sahih sünnetini ihtiva eden muhtasar bir kitap meydana getirseniz, şeklinde bir
arzu izhar etmişti. Bu temenni zihnimde yer etti ve al-Câmi as-sahîh'i telife başladım.[341]
Tasnif hareketinin bu dönemine ait vak'alan böylece özetledikten sonra, geniş bir listesini kitabın sonunda vereceğimiz eserlerden, ikinci asra isabet eden bir kaçının adım görmekte fayda vardır. Hûlî, «ikinci hicrî asırda te'lif edilen en meşhur eserler» başlığı altında şu âlimlerin eserlerini vermektedir.-
a) İmam Mâlik b. Enes Medenî, el-Muvatta (Öl. 179/795),
b) Şu'be b. Haccâc, el-Musannef adlı kitabı (Öl. 160/776),
c) Leys b. Sa'd, el-Musannef adlı eseri, (Öl. 17.5/ 791),
d) Süfyan b. Uyeyne, el-Musannef CÖ1. 198/813),
e) Abdürrezzâk b. Hemmâm San'ânî, el-Câmf (Öl. 211/826) [342]
Gerek ikinci asırda ve gerekse daha sonraki çağlarda tasnif edilen eserlerin, görülen ihtiyaç üzerine değişik tarzlarda kaleme alındığını bilmekteyiz. îlk eserler genellikle, sahabe sözlerini ve daha sonraki devrelere ait bilginlerin sözlerini de ihtiva etmekteydi. Bunlar aynı zamanda sahih ve sakîm, her- türlü eseri, haberi ve hadisi içlerinde barındıran kitaplardı. Bunlara biz karma te'lif adını verebiliriz.
Bazan da ilim adamları tek konulu eserler telif ettiler. Bunları el-Müfred adlarıyla adlandırdılar. Meselâ, Buharî'nin özellikle «ahlâk konularını içine alan» el-Edebü'1-müfred adlı müstakil bir eseri vardır.[343]
Bu tür tasniflerin daha başka örnekleri de bulunabilmektedir. Bizim burada kendilerinden söz edeceğimiz kitaplar, furû kitaplarıdır. Başlıca tasnif yollarını şöyle özetlememiz mümkündür:
a) Konulara göre taksim ederek eser te'lifi. Buna ale'l-ebvâb tasnif adı da verilmektedir. Bu konular ilerde daha da gelişmiş ve furû-i fıkıh kitaplarının da tertibini oluşturmuştur. Veya bu tertib ilk fıkıh kitaplarından alınmıştır. Bu tür eserler; el-Musannef, el-Câmf, es-Sünen gibi adlarla da anılmaktadır.
b) Şahıslara göre tasnif yolu: Bu usûle ale'r-ricâl tasnif yolu da denilmektedir.
Bu tür tasniflerde şahıslar ya alfabetik olarak sıraya konur veya nesepleri kabileleri, İslâmdaki üstünlükleri vb. gibi yönlerden dizilirler. Daha sonra o râviden. gelen hadisler karma olarak verilir. Müsned adı verilen veya Mu'cem diye tanınan bu eserler, kullanışları- zor kitaplardır. İhtiva ettikleri hadisler sıhhat bakımından bölümlere ayrılmadığı gibi, konular açısından da tasnif edilmiş değildir. Bu tür eserler içinde; Tabaranî'nin Mu'cem'leri ile, Ahmed b. Hanbel ve Tayalisî'nin Müsnsd'leri büyük şöhret yapmıştır. Aynı eserler günümüz araştırıcıları tarafından yapılacak indekslerle ve konulara göre düzenlemelerle daha da kullanışlı hale geleceklerdir.
c) Emir, nehiy, tarihî haberler, helal - haram ve Peygamberimizin fiillerini beş başlık altında toplayan, daha sonra da her başlığı daha küçük bâblara ayıran eserler.
d) Hadisleri ilk harflerine göre alfabetik sıralayan kitaplar. Bu tür eserlerden faydalanmak için okuyucu, hadisin ilk kelimesini bilmek zorundadır. Suyutf-nin el-Câmiu's-sağîr adlı eseri böyle tertip edilmiştir.
e) Hadisin baştan bir bölümünü verip daha sonra onunla ilgili senetleri zikreden, tarikleri sıralayan kitaplar. Bunlara etraf kitapları adı verilmektedir. Ahmed b. Sabit Irakî şöhretli beş hadis kitabını bu tür tasnife tâbi tutmuştur.
f) Her hadisin değerini usûl kaidelerine göre belirleyen, ihtilafları anlatan muallel kitaplar.
g) Belirli konudaki hadislerin özellikle tariklerini toplayan turuk kitapları.[344]
Hadis kitaplarının tasnifinde çeşitli yollar tutulmuş olduğunu kısaca anlattıktan sonra, sıra bu me-todlarla hazırlanmış hadis kolleksiyonlarmm veya hadis furûu kitaplarının, sayıları ona yaklaşan nevilerini görmeye gelmiştir.
Hadis furûu kitapları tasnif maksatlarına, ihtiva ettikleri hadislerin türlerine ve diğer bazı değişik itibarlara göre de bölümlere ayrılırlar. Başlıca çeşitleri şunlardır: [345]
Arapça yazmalarda bir iki varaklık hacmi olan eserlere bu isim verilir. İsmin sahabe gününe uzanan bir tarihçesi vardır. Bugün İslâmî eserleri toplayan kütüphanelerde hadis cüzlerine ve sahifelerine rastlanmaktadır.
Sahifeîer içinde, Hemmam b. Münebbih'in Ebu Hureyre'den aldığı, 138 ahlâki hadisi günümüze kadar getiren bir tanesi, Dr. Muhammed Hamidullah tarafından, neşredilmiştir. Abdullah b. Amr, Câbir b. Abdullah, Ali b. Ebu Tâlib, Semura b. Cündeb, Abdullah b. Ömer, Enes b. Mâlik hep sahifeleri olan şöhretli sahabilerdir. Bu küçük kitapçıklar adı geçen sahabilerin vârislerinde dolaşmış, tasnif devrinde büyük hadis mecmualarının içinde yerlerini almışlardır.[346]
Belirli bir zattan gelen hadislerin, yaklaşık on va-raklık veya daha fazla hacimde bir kitapçık şeklinde toplanmasından meydana gelen broşüre cüz adı verilir. Kelime, el-eczâ veya el-eczâü'1-hadiysiyye tarzında cemi olarak da kullanılır. Bu cüzler, bir tek konulu da olabilmektedir. «Gece namazı hakkındaki hadisler, günlük ibadetlere tahsis edilen cüzler» hep bu neviden çalışmalardır. Cüzlerin özelliği, sahifelerden daha kalın olmasıdır. Cüz yerine sahife, sahife yerine de cüz dendiği olmuştur. Bu bakımdan, ikisini ele müşterek tarif edenler vardır. Bunlar, daha çok üçüncü asra te-kaddüm eden devrede ve çok sayıda telif edilmiş olup, günümüze kadar yaşamış olanlarına da kütüphanelerde raslanmaktadır. Bazı cüz sahipleri şu bilginlerdir: Ebu Âsim Nebil Şeybânî, Muhammed b. Abdullah b. Müsennâ, Ebu Müshir Gassâni, Ebu Ali Hasen b. Are-fe, Ahmed b. Furât, Muhammed b. Yahya, İbn Ebu Hayseme, Ali b. Abdülaziz vd.[347]
Zübeyr Sıddîkî bunları, risaleler ve kitaplar adıyla anar. Bu tür kitapların özelikleri şudur: «îman, fikıh ve hukuk meseleleri, zühd - takva ve rekâik konulan, muaşeret kaideleri, Kur'an-ı Kerim âyetlerinin tefsiri, dünyanın başlangıcıyla ilgili maîumat, eski peygamberler ve ümmetlerinin hayat hikâyeleri, gelecekte meydana gelecek karışıklıklar, menkabeler diye adlandırabileceğimiz sekiz ana konuyu ve onlara ait hadisleri bünyelerinde barındıran eserler». Bunlar, nıusannef ve sünenlere de benzerler. Cami' ismi, İsla-mî literatürde, bir ihtisas konusuna ait her türlü teknik bilgiyi toplayan ana eserlere, açılan bir babta, ana fikir ve hareket noktası olan konuya da- verilen isim olmaktadır. Bir nevi müşterek değerler cami olmaktadır.
Câmi'ler, sözünü ettiğimiz sekiz konudaki hadisleri, tâli derecede kitaplara ve onları da bablara bölerek ayrıca tertip ederler. Meselâ, Muhammed b. İsmail Buharî'nin el-Câmlinde bed'ul-vahy, iman, ilim diye başlayan ve tevhid kitabı ile biten 96 küçük kitabçığı vardır. Aynı eser, üçbini mütecaviz baba bölünmüştür. Tirmizî'nin ve Müslim b. Haccâc'm da birer câmi'i bulunmaktadır.
Cami' türü, ikinci asırda görülmeğe başlanır. İlk Cami musannifi sayılan Ma'mer b. Râşld (Öl. 153/770) m kıymetli eseri, günümüze kadar korunabilmiştir.[348]
Bazan câmi'lere de musannef adı verilir. Konulara göre tertip edilmiş bir eser türüdür. İmam Mâlik'in eseri olan el-Muvatta' bir musanneftir. Fakat, diğer musanneflerden onu ayrı gösteren özellikleri vardır.
Kitabın ağır basan fıkhi izahlar bölümü, birçok bilgine, «el-Muvatta' fıkıh kitabıdır» dedirtmiş tir.
Hadisin tasnif olayını anlatırken, ilk tasnifi gerçekleştiren bilginlerle, el-Musannef adı verilen birçok kitaba temas etmiştik. Süfyan b. Uyeyne'nin Câmi'i, Süfyan Sevrî'nin Musannef i, bu tür eserlere misâl olarak zikredilir. Fakat bunlar içinde, günümüze kadar gelen ve neşredilen hacimli bir eser, Abdürrezzak b. Hemmâm adlı âlimin yazdığı kitaptır. Eserin temiz bir baskısı yapılmıştır. Ebu Bekr b. Ebu Şeybe'nin ve Bakiy b. Mahled'in musannefleri de mühim ilk devir eserlerinden sayılmaktadır.[349]
Müsned deyimi bir hadis çeşidini belirttiği gibi, bir nevi hadis kitabını da bize tanıtır, Müsned tipi eserler, «şahıslara göre tanzim edilen» kitaplardır. Bunlarda, konu tertibi olmadığı gibi, sahih - zayıf ayırımı da yoktur. Râviler alfabe sırasıyla veya ilgili bölümde belirttiğimiz türde sıralanır, onlardan menkûl hadisler de isimlerinin altına dercedüir. Kullanışı hayli zor olan bu tip kitaplar içinde; Ebu Davud Tayâ-lisi Öl. 204/819) nin, Ahmed b. Muhammed b. Hanbel (Öl. 233/847) nin, Abdullah b. Muhammed b. Şeybe (Öl. 235/849) nin, Osman b. Ebu Şeybe (Öl. 237/851) nin ve Ebu Hayseme (Öl. 234/844) ile diğer bazı bilginlerin Müsnedleri daha çok tanınmıştır. Ahmed b. Muhammed b. Hanbel'in eserinde 35 bine yakın hadis vardır. Kelime el-Mesânîd şeklinde cemilenir. Yukarıda adını zikrettiğimiz ünlü hadisçi, Bakiy b. Mahled'in (Öl. 296/908) de ünlü bir müsnedi bulunmaktadır.
Bu tür kitapları, ortaya çıkış itibarıyla ilk hadis kitapları olarak kabul eden bilginler de mevcuttur [350]Yalnız şurası unutulmamalıdır, bu ilk müsnedler daha sonraları büyük tekâmül geçirmiş ve güzelleşmiştir.[351]
Kelime el-Me'âcim olarak çoğul yapılır. Bunlar da müsnedler gibi, şahıslar esas alınarak tertip edilir. Tertipte, râv.nin veya yazarın şeyhlerinin veya, râvi-lerin şehir ve kabilelerinin bir arada telif edildiği görülür. Bazan başka ölçüler de sıralamada esas alınabilmektedir. Tabsrânî adlı muhaddisin; küçük, orta ve büyük olmak üzere üç tane Mu'cemi vardır. Aynı kelime, f-hrist ve indekslere de ad olmaktadır. Mu'ce-mu's-sahabe bir nevi hadis kitabı değil, biyografik eser türüdür. Müellifin, kendi hocaları için tertip ettiği eserine de Mu'cemu'ş-şüyûh adı verilir. Orada artık kendi hocaları ve onlardan aldığı hadisler yer almaktadır. [352]
Sünen, sünnet kelimesinin çoğuludur. Daha çok fiili haber veren hadisler için kullanılan kelime, bir hadis kitabı türüne de ayrıca ad olmuştur. Sünen deyimi ile; cânıi', musannef gibi kitaplar da kastedilir. Onlardan farklı olan yönleri, ahkâm ve fıkıh konularına bu eserlerde daha çok ağırlık verilmiş olmasında kendisini gösterir. Özellikle bu eserler; hukuk, ceza, şahsa ait haller, devletler hukuku vb. gibi konularda kaynak olarak kullanılır. el-Kütübü's-sitte diye adlandırılan, sünnîlere ait altı sahih hadis mecmuasının, son dört eseri bu isimle de anılır. Onlara; Ttrmizî'nin süneni, Ebu Davud'un süneni, İbn Mâce Kazvînî'nin süneni Nesâî'nin süneni de demek mümkündür.
Bir sünen kitabında, umumiyetle şu isimleri taşıyan bölümler bulnur: K. et-tahâre, K. es-salât, K. ez-zekât, K. el-hacc, K. es-savm... nikâh, talâk, cihâd, va-siyyet, ferâiz, harâc, cenâiz, yemin ve nezir, büyü',, ak-diye, eşribe, afime, tıbb, libâs, fiten, melâhim, hudûd, diyât, sünne, edeb.[353]
Kelime istidrâk kökünden türemiştir. İstidrâk; Ardından yetinmek, tamamlamak, bir şey yardımıyla bir şeyi anlamak, doğruyu bulup hatadan vazgeçmek, kaybolan nesnenin yerine bir diğerini koymak gibi anlamlara gelmektedir. [354]Bizi burada ilgilendiren yön; bir şeyin devamını yapmak,1 ona zeyl eklemek, te-timme meydana getirmektir.
Müstedreklerde, evvelce yazılmış belirli bir eser alınır; hadisleri cemeden müellifin şartları ve telifte gözettiği yol incelenir. Aynı şartları taşıdığı halde, sırf eserinin uzamaması için dercetmediği hadisler; ilk esere giremeyen haberler bu yeni kitaplarda toplanır. Âdeta; ilk eserin, üslûbu, metodu ve- telifte gözettiği prensipler, ikinci eserde devam eder. Buhari ve Müslim'in, el-Câmi' adlı eserlerine, Hâkim Neysâbûrî adlı hadisçi böyle bir Müstedrek yazmıştır. Fakat müellif, eserine aldığı bazı hadislerden dolayı tenkide uğramış; ilk müelliflerin yolundan ve şartlarından ayrılmakla suçlanmıştır. Bu yüzden: «el-Hâkim'in Müsted-rek'inin zararı, sahih olmayan bir hadisi sahih gibi göstermesidir; zira bazı hadisleri, Buharı ile Müslim'in, şartlarına uygun olarak tahriç etmeğe çalışmış, bununla bsrabsr istidrâklerinin çoğu tsnkid mevzuu olmuştur» [355]denilmiştir. [356]
Bir müellif, önceden yazılmış bir hadis kitabını ahr, oradaki hadisleri, kitabın müellifinin senedleri dışında kendine gelen yollarla ve senedlerle rivayet ederse (diğer bir deyişle, hadisi ayrı senedlerle daha güçlenmiş olarak, ayrı tariklerle rivayet ederse), müs-tahraç meydana getirmiş olmaktadır. Kendisi, yukarıda bir şeyhte, kitabın müellifinin yolu ile birleşecektir.
Müstahraçlere misâl olarak; Ebu Bekr İsmaili'nin, Buharı üzerine; Ebu Avâne'nin Müslim üzerine, Ebu Ali Tûsfnin, Ebu Davud'un Sünen'i üzerine yaptığı müstahraçler zikredilebilir [357]Adı geçen ikinci eserlerde; birinci eserlerde geçen hadislere, yeni isnadlar bulunmuş olmaktadır. [358]
Hadis furû kitaplarından bir kısmı da, belirli sayılarda hadisleri bünyelerinde toplama yolunu tutarak hazırlanmışlardır. Bu tür eserler, tek konulu olabildiği gibi, çeşitli konuları da ihtiva edebilir. İçinde taşıdığı sayı itibarıyla; yedi, on, yirmibir, yirmidört, yirmialtı, yirmisekiz, yirmidokuz, otuz, otuzbeş, otuz-altı, kırk, elli, ellibeş, yetmiş, yetmişüç, seksen, yüz, yüzonsekiz, dörtyüz, bin, binbir, binikiyüz hadislik mecmuaların varlığı haber verilmektedir. [359]
Özel alâka çeken bazı konularda vârid olmuş, belirli sayıda hadisleri toplama ananesi eskidir. İmam Ali'ye varan bir isnadla Hz. Peygamber (s.a.) in; «sünnetinden kırk hadis belleyen kişi için verdiği müjde» kırk hadîs kitaplarının yazımında âmil olmuştur. Ne-vevfnin topladığı kırk iki hadislik bir mecmua büyük rağbete mazhar olmuş ve üzerine şerhler kaleme alınmıştır. Türk, Arap ve Fars edebiyatlarında kıymetli eserlerin meydana gelmesine sebeb olan İpu çalışmalar hakkında en geniş araştırmayı, Prof. Dr. Karahan yapmıştır.[360]
Hadis kitaplarının özellikle furû bölümlerini bu tür eserler oluşturmaktadır. Bunlar orjinal kitaplardır. Kök ve temel eser sayılırlar. Beşinci hicrî asırdan itibaren, derleme eserler devri dediğimiz çağlarda meydana getirilen başka pek çok eser türü daha mevcuttur. Onlar da netice itibarıyla bunlara benzemekte, veya az farklı durumlar sergilemektedir. Buralarda sadece hadisler ve onlarla ilgili (bazı eserlerde) küçük açıklama ve değerlendirmeler bulunur.
Usûl bilgileri, diğer hadis ilim dallan, rical, açıklama ve şerh için ayrı hadis kitaplarına, hadise yardımcı olan eserlere bakmak gereklidir. Hadis lügatlerinin ise, ayrı literatürü vardır.
Hicrî üçüncü asra tekaddüm eden, bazı coğrafyalarda üçüncü asra kadar uzanan, tasnif faaliyetlerine kısaca temas etmiş bulunmaktayız. Aslında, gerçek bir araştırma; belli bir coğrafyayı ve belli yılları içine alan dar sahalı, derin araştırmalar olacaktır. Geleceğin İslâm bilimleri mütehassısı elemanlar, Endülüs'ten, Uzak Türk yurtlarına; Kırım'dan Yemen'e kadar uzayıp genişleyen bir coğrafyanın, belirli merkezlerini ele alarak, en ilmî tarzda, musannefatı tek tek gün yüzüne çıkarmakla görevlidirler. Bu sayede iki hizmet görülmüş olacaktır:
a) Bu güne kadar, genel hatlarıyla anlatılan, detayına inilmeyen konular hakkında derin ve köklü araştırmalar yaparak, hadis literatürünün ve biyoğ-rafyasmm elemanlarını sıhhatli biçimde tesbit etmek, b) Hadis bünyesinde gerçekleştirilecek bu çalışmalar, diğer îslâmî ilim dallarında gerçekleşt'rilecek aynı cins gayretlerle bütünleşerek; İslâm ilimleri alanında ortaya konan mesai tamamen tanınmış olacak ve eserlerin tam bir listesi elde edilecek [361]
Üçüncü hicret asrına genellikle bu isim ver'lmektedir. el-Kütübü's-sitte adlı, çok itibar gören altı mecmuanın tedvin devri olması hasebiyle «kütub-i sitte çağı» olarak da adlandırılan bu devre, H. 201 - 301 yıllarını kapsamaktadır. Biraz daha ileri sarktığı olabilir. Bu devrin, altın çağ diye tavsifinin, sebebleri vardır. İki yüz senelik ilmî gelişmeler, en yüksek seviyesini bu günlerde bulmuş, nisbeten istikrarlı bir idari ve siyasi devre meydana gelmiştir.
Hadisin gelişmesinde, kelâm ve felsefî ilimler başta olmak üzere, pek çok ilim dalının, Abbasîler devrinde aldığı seviye büyük rol oynamıştır. Avrupa'nın en batı noktasında, İspanya'da İslâmm alemdarhğım yapan insanların, üçüncü hicrî asır ve sonrasında hadis ilimlerine büyük katkıları olmuş; İspanya âdeta hadiste müstakil bir ekol kurup İslâm- diyarlarına eleman ve eser ihraç etmiştir.
Bu bölümde, genel olarak üçüncü asır ve sonrasında hadisin durumunu, öğrenim ve öğretim biçimini incelemeğe, kısa da olsa bilgiler sunmağa gayret edeceğiz. Bu devre kadar, İslâm coğrafyasında teşekkül eden ilim merkezlerine de seri bir bakış yaptıktan sonra, sekiz hadis mecmuasının yazarları hakkında vereceğimiz kısa bilgilerle, diğer bölümlere geçeceğiz.[362]
133-236/753-850 yılları, îsîâm dışı ilimlerde tercüme devri olarak kabul edilmektedir. Bunu müteakip adı geçen ilim dallarında telif eserler başlamıştır. Dikkat edeceğimiz nokta şudur: Müslümanlar, bu ilimlerle çoğu kez bu tarihlerde ilk defa karşılaşmış, kısa dönemde, kendilerini meselenin içine telif sahibi olarak sokmuşlardır. Bu yılları takibeden devrelerde müslümanlar; hukuk, tıp, ilahiyat ve diğer ilimlerde, kendilerine has orjinal düşünce ve araştırma tarzları tutturmuşlar, mahsûllerini Sicilya yoluyla Avrupa'ya yollamışlardır.[363]
Ahmed b. Hanbel gbi bir hadisçinin büyük çilelere maruz kaldığı bu dönemlerde felsefe ve Mu'tezile kelâmının, hadise ve muhaddislere cephe alan faaliyetlerinin; güçlü bir, hadis öğretim ve telif faaliyetinde, müsbet tesirleri de olmuştur. Hadisçinin devamlı uyanık bulunmasında, adı geçen k'şilerin ve diğer dalâlet fırkalarının büyük rollerini inkâr etmemek gerekir.
İlmin yayılmasında büyük emekleri olan; «kütüphane, kitap, kağıt ve yazı malzemesi» üçlüsünün, bu devrede oldukça iyi imkânlara sahip olduğunu bilmekteyiz.
Dr. Koçyiğit, kütüb-i sitte devrinde; tasnife hız veren âmiller olarak, kelâm ilminin doğuşunu, hadisçüe-rin muanzlannca çeşitli yönlerden itham edilmelerini, Kur'an'm mahlûk olduğu inancı ile mihnet olayının devletten yardım görmesini zikreder.[364]
Hadislerin tenkid usûlleri ve rical bilgisine ait telifler, üçüncü asırda daha ileri merhalelere ulaşmış, özellikle «keîâmcılarm itirazlarını konu a.lan eserler» telifi gibi yeni bir branş da bu devrede teşekkül etmiştir. Fıkıh mezheplerinin imamlarının halefleri; onlara en yakın olan nesil, hadisin en geniş şekliyle karşılaşmış, onlar da mezheplerinin kullandığı hadislere yer veren eserlerin telifine koyulmuşlardır.
Üçüncü asır, geniş çapta sahabi sözlerinin, Peygamberimizin sözlerinden ayrıldığı ve müstakil eserlerin neşredildiği çağ olarak tanınmaktadır. Hadislerin müteaddit tarîklerinin araştırılması, râvilerin kritiği bu devreye raslar.
İlk iki asırda, İslâm kültür malzemesinin tamamını yeni nesillere aktarma gayretiyle, hadis kitaplarına süzgeçten geçirmeden alman hadisler; çeşitli itibarlarla artık bu günlerde taksime tâbi tutulur: sahih ve sakîm bugünde ayrılır.
Abbasîler devrinde eğitim hareketlerini incelerken tarihçi, «Yüksek seviyede tahsil veren bütün müesseselerde hadis ilmi ders programının esasını teşkil etmekte ve hafızanın yeri özel bir biçimde belirtilmiş bulunmaktadır» demektedir. [365] Aynı âlimin verdiği bilgilere göre herhangi bir ziyaretçi, bir şehre uğradığında, doğruca hadis öğretiminin yapıldığı ulu cami'-ye giderdi[366] Abbasilerde sanayi'den bahseden Philip K. Hitti, o devrin yazılı malzemesi arasında, bizi ilgilendiren bir tanesine de temas etmektedir. O şunlar söyler: «Bize kadar ulaşan kağıt üzerine yazılmış en eski Arapça el yazması eser, Ebu Ubeyd Kasım b. Sellâm (Öl. 837/223) tarafından telif edilen Garibu' hadis adlı eserdir. Ki bunun tarihi, Zülka'de 252/Kasım! 13, Aralık 12 886 dır. Ve bugün Leiden Üniversitesi Kütüphanesi'nde muhafaza olunmaktadır.[367]
Bize üçüncü hicrî asırdaki kelâm hareketlerini de içine alan çalışmalar hakkında bir genel değerlendirme yapan Dr. Koçyiğit sözlerini şu şekilde sona erdirmekte ve asrın karakteristik vasfını çizmektedir:
«Her ne kadar hiç bir hadis toplayıcısı, kitabında bütün sahih hadisleri toplamayı gaye edinmemiş ise de, hiç olmazsa topladığı hadisler araşma mevzu olanlarını karıştırmamaya" gayret sarf ettiği için, vücûda gelen kitaplara güven içinde müracaat etmek imkânı hasıl olmuştur. Bu bakımdan hicretin üçüncü asrı, sahih hadis kitaplarının vücûd bulduğu, müteakip asırlara bu konuda artık yapılması gerekli fazlaca bir işin bırakılmadığı bir devir olarak görülür. [368] Hadis hâfızı büyük imamların çoğunluğu bu asırda yaşamış; .hadislerin isnadlanna, isnadlarm illetlerine, ricalin cerh ve ta'dil yönünden mertebelerine vâkıf meşhur üstadlar, yine bu asırda yetişmiş ve sahih hadis mecmuaları bu asırda onların eliyle vücûd bulmuştur. Bu asrı takib eden devrelerde her ne kadar bazı müstakil hadis eserlerinin telif edildiği görülürse de, asıl. telif faaliyeti, üçüncü asırda ortaya çıkmış olan eserlerdeki hadislerin bir kitap içinde cem'ine, yahrıt isnadları-nm hazfedilmek suretiyle ihtisarına, yahut da müs-tedrek veya müstahraçlerinin yapılmasına hasredilmiştir. Keza müteakip asırlarda telif edilen rical tarihi ile ilgili eserlerin bilgi yönünden kaynağı, üçüncü asır müellifleri olduğu gibi, ricalin cerh ve ta'dili hakkında ileri sürülen görüşlerin asıl sahipleri de, yine bu asır imamlarıdır. îşte üçüncü asrın hadis ilmi yönünden bu üstün özellikleri dolayısıyladır ki onu «altın çağı» olarak vasıflandırmayı uygun gördük.[369]
Tarihi çağlara göre eserini tasnif edip, her devirde meydana gelen ve hadisin nazarî konularını ilgilendiren meselelere tarih bütünlüğü içinde yer ayıran Muhanımed Muhammed Ebu Zehv adlı Mısırlı bilgin de, üçüncü asır için ayırdığı geniş bir bölümde (s. 316-418) şu konulara temas etmektedir.
a) Kelâmcıîarla hadisçilerin münakaşaları ve onun hadise tesiri,
b) Kur'an'm mahlûk olduğu fikrinin ulemaya zorla tasdik ettirilmesi ve neticeleri,
c) Üçüncü asırda hadisçilerin ve kelâmcılarm çalışma ve tefekkür metodları,
d) Bazı zayıf hadisçi ve hikayecilerin zararları,
e) Hadis uydurma hareketinin durumu, sebepleri ve meşhur yalancılar,
f) Kıssacılık ve hadise kötü tesiri, bazı terceme-i haller,
g) Bu çağdaki tasnif faaliyetleri ve metodlan,
h) Kütüb-i sitte, yazarları, metodlan ve eserlerinin özellikleri.
i) Diğer bazı müellifler ve eserleri. Başka müellifler de yaklaşık olarak üçüncü asrın hadis çalışmalarını bu çerçeve içinde vermektedirler. Biz burada, hikâyecilik kıssacılık, vaaz ve nasihat maskesi altında, bozuk fikirlerin nakli keyfiyetini; bir hadis vaz'i meselesi telakki ettiğimiz ve mevzuatı da bir önceki bahiste gördüğümüz için temas etmedik.
Kur'an'm mahlûk olduğu fikrinin, bir mihnet ve bir belâ olarak özellikle hadisçilere yöneltilmesi; devletin bu işte yanlış hareketi, hadisçilerin aleyhine değil lehine durumlar ortaya koymuştur. Çünkü bu sayede; kelâmcılar kaybetmiş, hadisçiler her yönden kazanmışlardır. Hadisçüer, selefin temiz akidesinin koruyuculuğunu yapmış, Ehl-i bid'at kelârm ise vazifeleri inançları korumak olmasına rağmen kendi hizmetlerinin tersini yapmışlardır. Bu hareket, râvilerin tanınmasına; cerh ve ta'dil hareketinin güçlü kanunlar koymasına sebeb olmuştur. îşin kötüsü, yalan uydurma faaliyeti bu yüzden artmış, Ehl-i hevâ denilen zümre, hadisçileri kötü tanıtma propagandalarını artırmıştır.[370]
Bahsi kapamadan önce şunları ilâve edelim: İlk iki yüzyılın güçlü mirası, yazılı ve şifahî yadigârlar geniş bir coğrafyayı kaplayan ilmî faaliyetlere sebeb olmuş, burada saymakla başa çıkamayacağımız ilim dallarında muazzam telifler meydana getirilmiştir. Meselenin telif yönü; hadise ilmî mânadaki ilgi böyle iken, acaba hadisin amelî hayattaki tecellisi, fertte, ailede ve toplumda, idarede ve tebeada tesir nasıldı?. Hadiste aslolan «bilginin amel haline dönüştürülmesi» olduğuna göre, ilgimizi veya araştırıcının ilgisini önce bu nokta çekmelidir. Şunu demek istiyoruz: Asya, Avrupa ve Afrika'ya kol atmış olan İslâm, bu geniş coğrafyada ferdî tatbikata mı mahkûm idi, yoksa kitleler sünnet ile canlanmış mıydı? Bazı güzel işaretlere sahip olmamıza rağmen, sahabedeki canlılık aynen korunmuştur diyememekteyiz.[371]
Üçüncü hicrî asırda, şahıs olarak şu isimlere ras-lamaktayız: İbnu'l-Cerrah, Süfyan Sevrî. Hammâd b. Seleme, İbn Uyeyne, Abdürrezzak b. Hemmâm, Ebu Bekr Abdullah b. Ebu Şeybe,, Sa'îd b. Man sûr Belhî, Ali b. Medinî, Yahya b. Ma'în Ebu Zür'a Râzî, Ebu Hatim Râzî, Muhammed b. Cerir Taberl îbn Huzey-me, Muhammed b. Sa'd Kâtibu'l-Vâkıdî, îshâk b. Râ-huye, Ahmed b. Muhammed b. Hanbel, İmam Buharı, Müslim b. Haccac Kuşeyrî, Nesaî, Ebu Davud Sicistânî, Tirmizî, İbn Mâce, İbn Kuteybe Dineveri, vd.[372]
Sahabe günündenberi, Medine ve Mekke'den yapılan göçler neticesi, değişik coğrafyalara dağılma ve yerleşmelerin olduğunu belirtmiştik, Bu yerleşme merkezlerinde sahabe, geleceğin ilim yuvalarını kurdu, içlerinde özellikle ilmî sahada güçlü olanlar, artık Hz. Resulden öğrendiklerini bu yerlerde yaymağa başladılar, er-Rihle konusunda bir parça temas ettiğimiz bu ilim merkezlerinin, biraz daha tafsilâtlı görülmesini uygun bulduğumuz için bu başlıkta, on'a yakın ilim yurdundan söz edeceğiz. İşin dikkati çeken yönü şudur: Gelecek yüzyıllarda, adı geçen merkezlere yenileri eklendi, fakat pek azı eski değerini yitirdi. Bu ilim merkezleri -veya başka yazarların deyimi ile; sünnetin coğrafî merkezleri şu memleketlerden meydana gelmektedir:
a) Medine-i Münevvere. Medine eskiden Yesrib diye anılırken, artık «Hicret yurdu» diye anılmağa veya «Peygamberin şehri» diye tanınmağa başladı. İslâm yurtları içinde, en çok sahabi barındıran yer burasıdır. Medine, İslâm teşri', hukuk ve idare hareketlerinin de merkezliğini yapmış, şehir halkının tatbikatı -bazı mezheplerde dinî bir kaynak olarak tanınmıştır. «Amelü ehli'l-Medine» hukukta büyük bir değer taşır.
Sahabenin özellikle muhacirlerin çekirdeğini teşkil eden, büyük sahabiler; Ebû Bekr, Ömer, Osman ve Ali'ler, gerek duymadıkça etrafa hicret etmemiş, Medine'nin ilim hayatına yol gösterici kesirleri olmuştur. Bunların yetiştirdiği ilim adamları arasında, el-Fuka-lıaü's-Seb'a adıyla tanınan: Sa'îd b. Müseyyeb, Kasım b. Muhammed, Urve b. Zübeyr, Hârice b. Zeyd, Ubey-dullah b. Utbe, Ebu Bekr b. Abdurrahman, Süleyman b. Yesârdan ibaret yetkili ilim adamları meşhurdur. Diğer yüzyıllara İslâm ilimlerinin naklinde onların büyük hizmetleri olmuştur.
b) Mekke-i Mükerreme. Mekke, vahyin ilk merkezidir. Peygamberimizin ve ashabının, düşman eliyle ayrılmak mecburiyetinde kalışından sonra bile, özledikleri bir vatan parçası olmuştur. Mekke'de müslü-man olarak kalan, fetihten sonra ayrılmayıp orada dinini yaşayan ve yayan kişiler mevcuttur. Peygamberimizin, her bakımdan Mekke ile olan irtibatı devam etmiştir. İbn Mes'ûd, Übeyy b, Ka'b, Muâz b. Cebel, Salim Mevlâ Ebu Huzeyfe gibi şöhretli Kur'an okuyucuları orada yetişmişlerdir. Muâz (r.a.) in, özellikle devlet adamlığı vasfı, geniş hukuk tecrübesi, ona Peygamberimizin teveccühünü temin etmiştir.
Mekke'de kalan sahabiler; Mücâhid b. Cübeyr, Atâ b. Ebu Rebâh, Tavus b. Keysân, İbn Abbâs'm azatlığı İkrime gibi değerli ilim adamları yetiştirmişlerdir. Tâbiûn ve etbâ devirlerinde de tesiri ve ilmi revnakı süren Haremeyn, daha, sonraki asırlarda, ilmî açıdan durgun bir hüviyete bürünmüştür. Günümüzde bile, diğer İslâm ülkeleri yanında, ilmî faaliyetler ve matbuat açısından aynı sükûnet devam etmektedir. Bu iki şehir, daha çok İslâmî menâsikin, özellikle haccin ifâsı görevini yapan, müslümanlara yine merkezliklerini sürdürmektedir.
c) Küfe: Bugün için yeri küçük bir yerleşim merkeziyle temsil edilen bu eski devlet merkezi, özellikle îmanı Ali'nin yaşadığı bir yer olmuştur. Belirtildiğine göre Kûfe'ye; üçyüz kadar Bey'at-i rıdvanda bulunan, yetmiş kadar da Bedr-i gören sahabi gelmiş ve yerleşmiştir. Ali b. Ebu Tâlib, Sa'd b. Ebu Vakkâs, Sa'id b. Zeyd, Abdullah b. Mes'ûd bunlar arasındadır.
Hz. Ali ve İbn Mes'ûd'un, Küfe ilim ve fıkıh ekolünün tesisinde büyük emekleri geçmiştir. Hanefîlerin İmamı, Ebu Hanife Nu'man b. Sabit Kûfî'nin ilim nesebi, bu şehre ve özellikle bu iki sahabiye dayanmaktadır. Küfe Re'y ehlinin de merkezliğini yapmış, maalesef, hadis uydurma hareketinde de gayretli olmuştur. Abdullah b. Mes'ûd'un ilim halkasından altmışın üstünde, ders verecek yapıda âlimin yetiştiği haber verilmektedir. İleride büyük hizmetler görmüş olan; Rebî b. Huseym, Kümeyi b. Y.ezid Nehaî, Âmir b. Şerâ-hil, Sa'id b. Cübeyr, İbrahim Neha'î, Ebu İshak Sü-bey'î, Abdülmelik b. Ümeyr gibi değerler, Kûfe'nin verdiği meyvelerdir.
d) Basra. Basra, Enes b. Mâlik'in gelip ilim yaydığı bir yerdir. Kûfe'ye nisbetle daha az bir şöhreti olmuştur. Ebû Musa'l-Eş'arî ile Abdullah b. Abbâs'ın da bu şehirde idari görevleri geçmiştir. En şöhretli ilim adamları arasında şu isimlere Taslayabiliriz: Ha-sen Basrî, Muhammed b. Şîrîn, Eyyub Sahtiyanı, Behz b. Hakîm Kuşeyri, Yunus b. Ubeyd, Halid b. M.hrân Hazza', Abdullah b. Avn, Âsim b. Süleyman Ahvel, Katâde b. Di'âme, Hişânı b. Hassan, vb. Küfe ile Bas-
ra'nın, ilim merkezliği ileride aynı bölgede şöhret yapacak olan Bağdat'a intikal edecektir. Bunların üçü de Irak diye anılan toprak parçasının vilâyetleri olmaktadır.
e) Şam. Dimeşk, Dlmeşku'ş-Şam gibi adlarla da anılır. Suriye'yi temsil eden en büyük ilim merkezidir. Hadiste, özellikle hicretin bütün asırlarında Şam'ın canlı bir yapısı vardır. Uyanış hareketlerinin ilk mü-beşşirlerlnden Şam'da yetişen bilginlere raslamakta-yız. Onbinlere varan miktarda sahabinin bu şehirde yerleştiği sözleri edilmektedir. Yezid b. Ebu Süfyan'm isteği üzerine bölgeye şu bilginler yollanmıştır: Muâz b. Cebel, Ubâde b. Sâmit, Ebu'd-Derdâ; bunlar Şam denilen arazinin değişik bölgelerine oturmuşlardır.
Emevîler çağında Şam'ın büyük bir ilmî görüntüsü ve değerler birikimi vardır. Burada sahabeden ilim tahsil eden şu zatlara raslamaktayız: Salim b. Abdullah Muharibi, Ebu îdrls Havlânî, Ebu Süleyman Dârâ-nî, Umeyr b. Hâni', Abdurrahman b. Amr Evzai, Mek-hûl, Raca b. Hayve, Abdurrahman b. Yezid b. Câbir vb.
f) Mısır. Kuzey Afrika'yı Hicaz'a bağlayan yollardan birinin üzerinde olması dolayısıyla Mısır Cve Fus-tât), Şam gibi uzun ömürlü bir ilmî merkez olma yapısına sahiptir. Hicaz ilminin Endülüs'e ve oradaki seçkin âlimlerin ve eserlerin de bütün İs]âm ülkelerine yayılmasında köprü vazifesi gören birkaç İslâm coğrafyasından biri olarak Mısır, özellikle Amr b. Âs (r.a.) m idaresinde kalan bir şeh'r olmuştur. Zübeyr b. Avvâm, Ubade b. Sâmit gibi sahabiler de orada bulunmuşlardır.
Mısır'da yetişen birkaç bilginin isimleri şöyledir: Yezid b. Ebu Hablb, Ömer b. Haris, Hayyır b. Nuaym Hadramî, Abdullah b. Süleyman Tavil, Abdurrahman b. Şüreyh Gâfikî, Hayve b. Şüreyh Tüceybî, Leys b. Sa'd, Abdullah b. Lehi'a ve diğerleri
g) Mağrlb ve Endelüs. Kuzey Afrika.; Libya, Fas, Tunus, Cezayir gibi bugün çeşitli bakımlardan birbirine küskün ve irtibatsız ülkeler olmadan önce, Mağ-rib adı altında özellikle ilmî açıdan tarih boyunca bir bütünlük arzetmekteydi. Bugün bile İmam Mâlik'in kıymetli- gayretlerinin meyvelerini görebileceğimiz bu İslâm diyarlarında, eskiye nisbetle parlak olmasa da özellikle Fas ve Tunus'da ilmin yine kıymetli müesseseleri vardır. Fas, eski Endülüs müslümanlığmm
modern araştırmalar yoluyla tanınmasına yine de aracılık etmektedir. Bölgede, İspanyolca bilen ilim adamlarına da raslamak mümkündür. Sahabeden Me-s'ûd b. Esved, Misver b. Mahrame, Mikdât b. Esved, Bilâl b. Haris, Cebele b. Amr gibi bilgin ve fakih kişiler buralara muhaceret etmiş ve orada; Raim b. Âmir,
Ma'bed, Abdurrahman b. Esved, Âsim b. Ömer, Ab-dülmelik b. Mervân, Abdurrahman b. Zeyd gibi âlimler yetiştirmişlerdir.
Endülüs'ün sekiz yüzyıl müddetle yetiştirdiği ha-disçileri saymakla başa çıkmak mümkün değildir. Elimize alacağımız bir terceme-i hâl kitabında, tesbit edeceğimiz on hadisçiden en az dördü; İşbiliye, Gar-nata, Kurtuba, Belensiye, Mürs;ye -ve benzeri ülkelere nisbet edilen Endülüslüler olacaktır. «Endülüs'te hadis», bizim bilemediğimiz kişiler tarafından üzerinde çalışılmış bir konu ise, yine çalışılmalı, çahşılma-
mışsa özellikle ele alınmalıdır.
h) Yemen. Güney Arabistan'ın bu en aşağı noktası da, hadis açısından tarihî görevler yapmış bir ilim merkezidir. Yemen'in, Hz. Muâz ile yakınlığı vardır. Hemmâm b. Münebbih, Vehb b. Münebbih, Tavus ve oğlu, Ma'mer b. Râşid, Abdürrezzak b. Hemmâm ve yetiştirdikleri, bu diyarın en müh'm bilginleridir. Abdürrezzak b. Hemmâm'm eseri, kıymetli bir baskı ile, yine Afrika'nın en güney noktasında yaşayan insanların; ilimseverlerin malî gayretleri neticesi bastırılmıştır. Tarihimiz açısından ciğerpâreleyen hâtıralar sahibi olduğumuz bu yurda ve oranın ilim hayatına oîan hizmetlerimiz, küffâr ile tarih boyunca birlik olup bizi hançerleyenlerin ibret nazarlarını çekmesini niyaz eyleriz.
i) Horasan. Büreyde b. Husayb, Ebu Berze Esle-mî, Hakem b. Amr Gifârî, Abdullah b. Hâzim Eşlemi, Kuşem b. Abbâs ve diğerleri, Horasan ve civarının fethinde ilk görevi alan sahabi erleridir. Horasan erleri ananesi içinde, ilmin ve İslâmm bendeliğini yapan insanların yurtları olan; Buhara, Semerkand, Hoten, Taşkend, Tirmiz, Nesâ, Faryâb, Nişabur, Merv ve benzeri ülkeler; tarihin en eski ilim yurdlarımız, bugün ise ancak kabirlerini ayakta bulabileceğimi bahtsız insanların diyarıdır.
el-Kütübü's-sitte adı altında İslâm ülkelerinde şöhret sahibi olan kıymetli eserlerin telifini yapan insanların^ yetiştikleri bu topraklar, tarih boyunca, özellikle Hind ülkesine İslâmm ve ilimlerini!) gitmesinde aracı olmuş bir coğrafyadır. Buharî, Semerkandî, Tlr-mizî, vb. nisbetlerin çokluğu, birer hâtıra olmadan önçeki asırlarda, ilmin buralarda çok hareketli devreler geçirdiğini bize haber vermektedir.
Daha sonraki asırlarda parlayan il:m merkezleri pek çoktur. Burada, sadece hadisin ne kadar yaygın bir ülkeler topluluğunda hükümran olduğuna bir misâl teşkil etmesi için Jpirkaç diyarı zikrettik.
Dördüncü asra zamanın gelip dayandığı çağda, İslâm ülkelerinde ilimler ve eserler en üst düzeydedir. Ve bu zirvedeki duruş iddia edebiliriz ki birkaç asır devam etmiştir. Biz buna yerinde sayma ve duraklama yerine, zirvede bir müddet tutunma dersek daha isabetli bir hüküm vermiş oluruz. Kütüb-i sitteyi ve müelliflerini kısaca görürken, onlardan önce yaşamış olan iki kıymetli hadisçimize de yer vereceğiz. Aslında, eserin hacmi müsait olsaydı, sahabe ve tâbiûdan terceme-i haller vermek de uygun bir hareket olurdu.[373]
Kendilerinden söz edeceğimiz sekiz büyük hadis-çinin seçiminde herhangi bir usûl gözetmiş değiliz. Altı büyük hadis kitabının yazarım tanıtırken, onlardan önceki bir devrede yaşamış ve çok tutunmuş iki müellifi; mezhep imamı olan iki büyük muhaddis ve faki-hi listeye eklemiş bulunmaktayız. Aslında, el-Kütü-bü's-sitte (altı sahih hadis kitabı) deyimini farklı anlayanlar da mevcuttur. Onlar, Nesâi ile İbn Mâce'nin eserlerini altı kitap içinden ayırır, yerine İmam Mâlikin el-Muvatta' adlı eseriyle Ahmed b. Muhammed b. Hanbel'in el-Müsned'ini koyarlar. Diğer yönden, Şah Veliyyullah ve oğlu Abdülaziz Dehlevî gibi hadisçiler,
îmam Mâlik'in eserini, Sahihayn (Buharî ve Müslim'in Cami' adlı kitapları) la birlikte en üst tabakadaki hadis kitapları olarak verirler.[374]
Dört büyük fıkıh mezhebinin kurucularından biri olan İmam Mâlik b. Enes b. Ebu Âmir b. Amr Esbahî 93/711 tarihinde Medine'de doğmuştur. Uzun boylu ve dolgunca vücûdlu idi. Gür ve iri bıyıklan vardı. Uzun bir hayat sürmelerine rağmen, saçlarının ağarmadığı, hakkında verilen şemail bilgileri içinde geçmektedir. Çok güzel ve temiz giyinen Mâlik b. Enes, aynı zamanda temiz bir ahlâkın da sahibi idi. Başlangıçta fakir olmaları dolayısıyla, ilim tahsili için hayli sıkıntılara katlandığı zikredilmektedir. Mükemmel bir hafızaya mâliktiler. Pek değerli ilim adamlarıyla görüşen ve onların bilgilerini sonraki nesillere aktaran bu büyük zatın, kendisi talebelerine değil, öğrencileri çok kez ona hadis okurlar; o da gerekli düzeltmeleri yapardı. İmam, 179/795 yılında bu dünyadan ayrılmıştır.
Eseri olan el-Muvatta', iki orta cilt tutarında bir hacme sahiptir. Eserinde, Peygamberimizin hadisleri dışında; sahabe ve tâbiûna ait bilgilere ve kendi şahsî fıkhî görüşlerine de geniş yer verir. O eserinde yaşadığı günlerde Medine'de mevcut ameli duruma temas eder. Bu yüzden Goldziher gibi bazı batılı araştırıcılar, «eseri bir fıkıh mecellesi» olarak değerlendirmişlerdir.[375] Muvatta'da ahkâm hadisleri daha fazladır. Devlet, eserin resmî yolla yayılmasını istediği halde imam engel olmuştur.
el-Muvatta; «bir çok bilginin güzel görüp tasdik ettiği eser anlamına gelmektedir» Kitabın pek çok râvlsi mevcuttur. Abdülaziz Dehlevî onaltı nüshasına dair bilgi vermektedir. Bu nüshalardan bazıları şunlardır:
a) Yahya b. Yahya Leysî nüshası. Bu zat imamın en büyük talebesidir.
b) Şutun diye anılan Ziyâd b. Abdurrahman tarafından naklolunan nüsha.
c) Abdullah b. Vehb nüshası.
d) Abdullah b. Mesleme Ka'nebî (Öl. 221/835) nüshası.
e) Abdürrahraan b. Kasım b. Hâlid (Öl. 191/806) nüshası.
f) Ebu Yahya Ma'n b. îsâ (Öl. 198/814) nüshası.
g) Ebu Muhammed Abdullah b. Yusuf Tunisî (Öl. 218/835) nüshası.
h) Ebu Zekeriyya Yahya b. Bükeyr (Öl. 231/848) nüshası,
i) Ebu Osman Sa'îd b. Ufeyr Mısrî nüshası (Bu zat İmam Mâlik'in talebesidir).
j) Ebu Mus'ab Züherî nüshası.
k) Muhammed b. Mübarek Sûrî'nin rivayet ettiği nüsha.
1) Süleyman b. Bürd rivayeti olan nüsha.
m) Ebu'l-Kasım Abdurrahman b. Abdullah Gâfikî (Öl. 381/991) nüshası,
n) Yahya b. Yahya Temimi nüshası
o) Ebu Huzâfe Sehmî nüshası veya Süveyd b. Sa'îd nüshası.
p) Muhammed b. Hasen Şeybânî nüshası.[376]
Muvatta' bugün için matbu olarak ellerde mevcuttur. Şerhi olan Tenvîrul-havalik ile basılan dışında, en mükemmel neşir Muhammed Fuad Abdülbaki baskısıdır. el-Mu'cemu'1-Mufehres adlı fihrist [377]eserin bu baskısına ait; kitâb ve hadis numarasına atıfta bulunur. Muvatta' üzerine pek çok çalışmalar yapılmıştır [378]
Ahmed b. Muhammed b. Hanbel Morvezî Şeybânî, 164/780 senesinde Bağdat'da dünyaya geldi. İlk öğretim ve eğitimini orada yaptı. Onbeş yaşma geldiğinde, İbrahim b. Uleyye'den hadis Öğrenimine başladı. Basra, Küfe, Yemen, Hicaz ve benzeri bazı ilim muhitlerine ilim için seferleri olmuştur. Fıkıhta iyiden iyiye yetiştiği bir sırada takriben 195/810 senelerinde Bağdat'a döndü.
Kur'an'm mahlûk olduğu konusunda ortaya atılan fitne hareketinde, büyük çapta işkence gördü ve Ehl-i sünnetin akidesini savundu. Mütevekkil zamanında (234/848), nisbeten sükûnet bulan hayatı, öğrenim ve eğitim faaliyetleri arasında devam ederken, 241/855 yılında vefat etti. Örnek bir ahlâkın sahibi olan bu aziz İmam, maddî zenginliklere önem vermeden yaşadı. Batılı yazarlar bile onun şahsiyetini yüce görürler.[379]
el-Müsned adlı eseri Imam'm şaheseridir. Kitap üçüncü hicrî asrın en değerli mahsûllerinden sayılır. Eser, onsekiz müsnedden teşekkül eder. Bunları şöyle sıralamak uygun olur:
«Aşere-i mübeşşere ve onlarla beraber olanların .müsnedi; Hz. Peygamberin (s.a.) Ehl-i beytine has olan Müsned; İbn Mes'ûd'un müsnedi; Abdullah b. Ömer'e ait müsned; Abdullah b. Amr b. Âs'a ait olan müsned; Ebu Ramse müsnedi; Hz. Abbas ve oğullarının müsnedleri; Abdullah b. Abbas'm müsnedi; Ebu Hüreyre müsnedi; Resûl-i Ekrem'in hizmetkârı Enes b. Mâlik'e ait müsned; Ebu Sa'îd Hudrî müsnedi, Mekke-liiere ait müsned, Medinelllere ait müsned, Kûfelilere ait müsned, Basrahlara ait müsned, Şamlılara ait müsned, Ensara ait müsned, Hz. Aişe ve Peygamberimizin diğer hanımlarına ait müsnedler. Eserin tamamı küçük küçük 172 cüzden ibarettir[380]
Müsned'de otuzbeşbin'i aşkın hadis vardır. Bunların içinde beşbin kadarı oğlu Abdullah tarafından esere eklenmiştir. Müsned'i alfabetik sıraya koyanlar olduğu gibi, kullanışı kolay olsun diye, konulara göre tekrar yeniden tanzim edenlere de raslanmıştır. [381]
Dr. Zübeyr Sıddikî, geniş bir tahlilini verdiği Müsned için, son sözler olarak şunları söyler: «Bu müsned, sadece İslâm kelâmı ve Arap dilciliği için büyük bir malzeme madeni olarak hizmet etmedi, bilakis müellifinin muttaki şahsiyeti dolayısıyla kendi etrafına bir mukaddeslik halkası topladı. Bu şu vak'a ile tezahür etmiştir: Onikinci asırda sofu hadisçilerden bir topluluk, onu Medine'de Hz. Peygamber'in kabri önünde 56 celsede sonuna kadar okudu. Böyle olmakla beraber, öyle anlaşılıyor ki hacminin büyük olması ve hicri üçüncü ve dördüncü asırlarda hadis edebiyatında daha iyi planlı ve kullanışlı eserlerin telif edilmesi dolayısıyla Ahmed'in Müsned'i gittikçe rağbetini kaybetti ve nüshaları hicrî dördüncü aşırın ortasına kadar erken bir devirde son derece nâdir oldu.»
Günümüzde Müsned nüshaları yazma olarak da bol miktarda bulunmakta, taşbasması bir baskısı da kütüphanelerde yer almaktadır. Müsned üzerinde bir çok çalışmaların yapılmasına en büyük sebeb, fıkıh mezheplerimizden birinin, Hanbelüiğin, hâlâ en büyük kaynağı olmasıdır.[382]
Kütüb-i sittenin en büyük eserinin yazarı olan müellif Ebu Abdullah Muhammed b. ismail 194/810 senesinde Buhara'da dünyaya geldi. Yemân Cu'fi'ye nisbetle Cu'fî diye de tanınmıştır. Pederleri küçük yaşta vefat ettiği için, validesinin terbiyesinde büyü- -dü. Buhara'da ilk tahsilini yapan İmam, daha sonra hadisle özel olarak ilgilendi ve seyahatlere çıktı. Hac için validesi ve biraderiyle Mekke'ye gittiğini bilmekteyiz. Bu arada, Basra'da ve Hicaz'da az sayılmayacak kadar ikâmet etti. 250/864 senesinde Nişâbur'da görünen müellif, burada bir müddet öğretim ve eğitimle meşgul oldu. Bir takım gammazlıklar neticesinde, huzursuz olduğu şehri terketti ve aynı sene Semerkand yakınındaki Hartenk'de vefat etti, (256/870).
Buharî'nin, çok ciddi bir tahsili ve şahsî kabiliyetleri mevcuttu. Kendisi ve çalışmaları, hadis ilimleri tarihinde bir dönüm noktası ve bir ekol'dür. Hocalarından ve arkadaşlarından zaman zaman duyduğu bir dilek üzerine, «sadece sahihleri toplayan; kısa ve kullanışlı bir eser» kaleme alması yirmi yıla yakın bir zaman sürmüştür. Menâkıp olarak, imamın hadis yazışında, çok müttakîce davranışlar anlatılır. Bağdat'ta kendisine, oranın meşhur hadisçüeri tarafından tanzim edilen imtihanı başarıyla vermiş; metin ve sened-leri, tarîk ve vecihleri karıştırılan yüz kadar hadisin, gerekli tanzimini kısa zamanda gerçekleştirmişti, Fi-rebrî ve Yûnlnî nüshaları en şöhretli rivayetleri olan el-Câmi' üzerinde, yüzlerce yıldanberi kıymetli çalışmalar yapılmış ve eser; «Kur'ân'dan sonra en sahih kitap sayılmıştır.[383]
Kütüb-i sltteden ikinci eser Ebu'l-Hüseyn. Müslim b. Haccâc Kuşeyrî'nin bu kitabıdır. Buharî'nin eseriyle birlikte bu kitaba, es-sahihayn (sahih hadisleri toplayan iki ana eser) adı verilir. İmam Müslim b. Haccâc 202/817 yılında dünyaya geldi. Arap dili ve edebiyatı yanında, ilk dini bilgileri aldı ve kendisini hadis araştırmalarına verdi. İran, Irak, Suriye, Mısır gibi ilim merkezlerini dolaştığı sırada; İbn Râhûye, Ahmed b. Muhammed b. Hanbel, Abdullah b. Mesleme ve Har-mele b. Yahya gibi bilginlerden hadis ve İslâmî ilimler tahsil etti. Vefat tarihleri 261/874 senesine tesadüf etmektedir.
Müslim'in eserini, devrin bilginlerinden Reyli Ebu Zür'a'ya sunduğu ve onun tenkit ettiği hadisleri çıkardığı belirtilir. Hacim itibarıyla kitabı Buharî'nin eseri kadardır. Fakat tertibi ondan üstündür.
Bu iki eserden hangisinin esahh (daha doğru ve sıhhatli) olduğu noktasında, pratikte pek faydası olmayan bir münakaşa sürdürülür. Bazı bölgelerin ha-disçileri Müslim'i tutarken diğerleri, Buhari'nin eserini üstün görürler. Fakat orta görüş şu olsa gerektir: Sıhhat bakımından Buhari'nin eseri, tertip ve bablara ayırım bakımından da Müslinı'inki üstündür. Müslim' in kitabı da, uzun müddet İslâm ülkelerinde, hadis öğrenim ve öğretiminde baş sırayı almış ve eser üzerinde çalışmalar yoğunlaştırılmıştır.[384]
Müellif muhaddis Ebu Davud Süleyman b. Eş'as Sicistanî, topladığı beşyüzbin hadis içinden 4.800 kadarım kitabına dercetnıiştir. Eserinin tam bir kritiğinin yapılmadığını kendisi de itiraf etmiştir. Kitabında daha çok hukuk ve ahkâma ait hadisler vardır. Dört veya büyük iki cilt halinde basılan kitabın en meşhur üç nüshası bulunmaktadır: İbn Dâsse, İbn Arabî ve Lu'luî nüshaları. Bu nüshalar, tam manasıyla ilmî olmamakla beraber birkaç kere basılmıştır. Delili, Luck-now ve Haydarabat baskılan dışında, Arap ülkelerinde, normal harflerle ve numaralı olan baskılarına da Taşlanmaktadır.
202/817 yılında doğan müellif, 275/889 yılında Hakkın rahmetine kavuşmuştur. Ebu Davud; Ahmed b. Muhammed b. Hanbel'in, Ka'nebî'nin, Ebu'l-Velid Tayalisî'nin öğrencisidir. Az önce adı geçen râvileri olan üç bilgin dışında, oğlu Ebu Bekr'i de hadiste yetiştirmiş, sayılı bilginler arasına sokmağa muvaffak olmuştur. İmamın; Mısır, Hicaz, Şam, İran, Horasan, Cezire gibi pek çok İslâm ülkesine ilmî seyahatleri olmuştur. Abdülaziz Dehlevî şunları söylemektedir: «Sü-nen'i bitirince Ahmed b. Muhammed b. Hanbel'e götürdü. Ona arzetti. İmam, baktı; pek beğendi.[385]
Sıddîkî, Sünen'le ilgili olarak şunları yazar, «İslâm ibadet ve hukukunun temeli vazifesini görebilecek bütün hukukî hadisleri, o hadis değer ve mevsûkiyet-leri üzerine açıklamaları ihtiva eden bir eser olarak Ebu Davud'un Sünen'i umumen en mühim sünen eser olarak kabul edilmişti. Hattâbî; Ebu Davud'un Kitâ-bü's-sünen'i mükemmel bir kitaptır. İlahiyat hakkında henüz onun gibi hiçbir kitap yazılmadı, der. Ebu Davud, kendisinden evvel ve kendisinden sonra hiçbir kimsenin derlemediği hadisleri bu kitabında topladı. Bu sebepten o, farklı mezheplere sâlik olmalarına rağmen Mezopotamya, Mısır, Mağrip ve dünyanın başka birçok kısımlarındaki çeşitli mezhep âlimleri tarafından standart bir hadis eseri olarak kabul edilmiştir. [386]
«Altı, sahih hadis toplayan» eserlerden birisinin sahibi olan müellif Ebu İsa Muhammed b. İsâ b. Sevre b. Musa b. Dahhâk Tirmizî'nin doğum yeri ve tarihi üzerinde farklı bilgiler verilmektedir. Dr. Zübeyr Sıd-dikî onun 206/821 senesinde Mekke'de doğduğunu belirtirken [387]Dr. Koçyiğit; 209 senesinde Tirmiz'de doğduğuna işaret eder [388]Dr. Nurettin İtr ise, Tir-mizî'ye ve eserme ayırdığı kitabında; onun görür veya a'mâ olarak doğup doğmadığını araştırdığı halde, doğum yerine temas etmez. [389]
Küçük yaşında aldığı iptidaî bilgilerden sonra, hemen hadis öğrenimine başladı. İmam Muhammed b. İsmail Buhari'nin öğrencilerindendir. Hocaları arasında, Kuteybe b. Saîd, îshak b. Musa, Muhammed b. Gaylân, Sa'id b. Abdurrahman, Muhammed b. Beşşâr, Ali b. Hucr, Ahmed b. Meni', Muhammed b. Müsennâ, Süfyân b. Veki' en meşhurlarıdır.
Tirmizî'nin eseri, cami' türünde bir kitap olduğu için el-Câmm's-sahih adıyla da anılırsa da, ona daha çok, Sünen- Tirmizî denilmektedir. Eser fıkıh konularına göre sıralanmıştır. Hasen hadisin tanınmasında Tirmizî ve kitabı bir ölçü ve kaynak olmaktadır. Diğer imamlardan farklı olarak Tirmizî, bahse konu hadis hakkında bir değerlendirme yapar, bazan da kendi devri veya ona yakın zamanlardaki uygulamalara tel-amel) işaret eder. Tirmiz kelimesi üç hareke ile de okunmaktadır. İmamımız 279/892 yılında Tirmiz'de öteki âleme göçmüştür.
Sünen birkaç kere Mısır'da ve Hindistan'da basılmış, üzerine şerhler yapılmış ve onlar da tabedilmiş-tir. Değişik fıkhı mezheplere menstıp âlimler, mezhep farkı gözetmeden onun eserinden faydalanmaktadırlar. Abdülaziz Dehlevî, eserinin özelliklerini şöyle sıralar: «Tertibi çok güzeldir ve eserde tekrar yoktur. Fakihleriıı mezhep ve kanaatlerini fırsat buldukça beyan eder. Onların konu ile ilgili istidlal yollarını belirtir. Hadislerin cinsini ve özellikle varsa illetini açıklar. Hadis râviîerinin künye ve lakablarmı verir. Ricale ait kıymetli açıklamalarda bulunur.», «Allah'ın rahmeti üzerine olsun, Tirmizî şöyle demiştir: Ben bu Câmi-i Kebir'i yazıp bitirince, onu ilkin Hicaz âlimlerine gösterdim. Hepsi de beğendiler. Daha sonra eseri alıp Irak âlimlerine götürdüm. Onlar da ağız birliğiyle eseri öğdüler. Nihayet Horasan diyarı âlimleriT ne takdim ettim. Onlar da memnun oldular, bilâhare eseri ilim âlemine sundum. Bu eser kimin evinde bulunursa, orada konuşan bir Peygamber vardır» [390]
Büyük hadisçi Ebu Abdurrahman Ahmed b. Şu'-ayb Nesâi (Nesei veya Nesâvî), 214/829 yılında doğmuştur. Nesâ Horasan'a bağlı bir yerleşme merkezidir. İlk tahsilinden sonra hadis öğrenimi yapan imam; Horasan, Irak, Cezire, Şam, Mısır ve benzeri İslâm ülkelerini dolaşmış, muhtelif şeyhlerden hadis almıştır. İlk seyahati, Belh'e, Kutaybe b. Sa'îd Bağlânî'ye olmuştur. Kuteybe'nin yanında iki yıl kadar hadis okudu. Fıkıh açısından İmam Şafiî'nin taraftarı olduğu söylenmektedir. Devamlı oruç tutan, âbid bir kimseydi.:
Hz. Ali'nin menâkıbmı kaleme almıştı. Dimeşk'te, camide halka okutmak istedi. Halkın avam takımı kendisini, Şii zannederek camiin içinde dövdüler. Rivayete göre-, isteği üzerine götürüldüğü Mekke'de veya yaralı vaziyette götürülüşü esnasında yolda ilâhi rahmete kavuştu. Sene 303/915 idi. Siyasi düşüncelerin mescide giriş belâsı böylece bir âlimin hayatının sonu olmuştur.[391]
Şöhreti diğer imamlara göre pek fazla yayılmamış olan Nesâî, çağında en üstün hadisçilerden birisi olarak tanınmaktadır. Eserinde bazı zayıf hadislerin bulunduğunu kendisinin de itiraf ettiği belirtilmektedir. Bazı bilginlerin belirttiğine göre,' râvi tenkidi konusunda hayli şiddet taraftarı olarak tanınan müellifin, rivayet ettiği hadislerin benzerlerini der velev sadece başlık olarak olsun, aynı baba derceden bir kişi olarak tanınmaktadır. İmamın hadis aldığı kimseler arasında; îshak b. Râhûye, İshak b. Hablb, Ebu Davud, gibi. kimseler vardır.
«en-Nesâî es-Sünenü'1-kübrâ'yı tasnif ettiği zaman bazı prensler ona bu kitapta buluna.n bütün hadislerin sahih olup olmadığını sormuşlar, o da bazı hadislerin ma'lûl olduğunu, bu sebeble hepsinin sahih sayılamayacağını söylemiştir. Kendisinden zayıf hadislerin ayıklanması istenince, bu kitabı ihtisar etmiş ve el-Müctebâ adıyla tanınan ikinci süneni meydana getirmiştir. İşte, diğerlerine nisbetîe daha küçük hacimde olan bu muhtasar, hadisçiler arasında sıhhati ile şöhret kazanmış, aynı zamanda, Kütüb-i sitte içinde Sahîhayn'dan sonraki mertebeyi almıştır. Bu bakımdan, bir hadisin en-Nesâî tarafından rivayet edildiği söylendiği zaman, bu hadisin el-Mücteba'da yer aldığı anlaşılır.[392]
Ebu Abdullah Muhammed b. Yezid b. Abdullah b. Mâce Kazvinî 219/834 yılında dünyaya gelmiştir. Hadis yazmak ve öğrenimini yapmak için; Rey. Basra, Küfe, Bağdat, Şam, Mısır ve Hicaz'a seyahatleri olmuştur. Ebu Bekr b. Ebu Şeybe, Leys b. Sa'd, İbrahim b. Mün-zir, Abdullah b. Muâviye, Hişâm b. Ammâr hocalarından sadece bir kaçıdır. îbn Mâce'nin hadis râvisi ve muhaddls olarak sika ve mutemet bir kişi olduğunda ittifak vardır.
Durum böyle olmasına rağmen, eserindeki bazı zayıf rivayetler yüzünden uzun müddet, kitabı kü-tüb-i sitte dışında mülâhaza edilmiştir. Şimdi bile, onun eserini altı kitap arasına almayanlar vardır. Kitabın güzel bir neşrini yapan Muhammed Fuad Ab-dülbaki, hadislerin za'fma ve sıhhatine de işaret etmiştir. Eser İslâm fıkhı için kaynak kitaplardandır, el-Muvatta'ı, onun yerine kütüb-i sitte içinde görenlerin fikirlerini evvelce söylemiş bulunmaktayız. Sünen 32 kitap ve 1500 kadar bâb'a ayrılmıştır. Dört bin civarında hadis ihtiva etmektedir [393]
İbn Mâce Sünen'i hakkındaki tenkidler bundan ibaret kalmamaktadır. Dr. Zübeyr Sıddikî'nin yaptığı bazı nakillerden, uydurma hadislerin de az miktarda da olsa bulunabileceği iddiasını öğrenmiş oluyoruz. Sıddîkî der ki: «Yalnız kitap salahiyetli zevat tarafından uydurma oldukları beyan edilen birçok hadisleri içine alır. Delhili şeyhAbdülhakk, İbn Mâce'-nin ait bulunduğu Kazvin şehri hakkındaki hadislerin uydurma olduğunu söylemektedir. İbnu'l-Cevzî, mevzuat hakkındaki eserinde fertlerin, kabilelerin ve şehirlerin fezâilinden bahseden bütün hadislerin uydurma olduğunu açıkladı.- Ve bu nevi hadislerin bir çoğu ibn Mâce'nin Sünen'inde bulunmaktadır. [394]Şurası muhakkak ki, geçmiş asırlardaki değerlendirmelerin ağızdan nakli yerine, Muhammed Fuad'm yaptığından daha üstün bir çalışma, mesele hakkındaki tereddütleri yenmeğe yeterlidir.[395]
Dr. Subhi Salih'in; «talebu'l-hadis için yapılan seyahatleri tavsatan yeni bir vakıa» [396]olarak tanıttığı Dâru'l-Hadisler, altıncı asrın en mühim öğretim, ve eğitim hizmetlerinden biri sayılmaktadır.
Müslümanlıkta öğretim ve eğitim faaliyetlerinin başlangıcı, Peygamberimizin (s.a.î yaşadığı günlere kadar varır. Özel öğretim ve eğitim kurumları olan medreselerin açılmasından önceki devrede, örgün halde olsun veya olmasın, her türlü öğretim ve eğitim faaliyeti; ilk okuma mekteplerinde, evlerde, dinî bilgilerin verildiği okulcuklarda, kitapçı dükkanlarında, edebiyat meclislerinde, yolda belde ve özellikle mes-cidlerde gerçekleştirilmekteydi.[397]
Yer darlığı başta olmak üzere çeşitli sebeblerle, eğitim ve öğretimin camiden özel kurumlara nakledilmesi, camiye nisbetle daha ferah ve genişçe bir durum meydana getirmiştir. Çünkü, camilerde, tedrisât zamanı az da olsa yine ibadet yapanlar bulunmaktaydı. Ayrıca, camiin kudsî havası, öğrenciye istediği serbestliği vermiyordu.
İslâmm ilk yıllarında pek çok; dinî, ilmî ve sosyal hizmetin ifâ yeri olarak tanınan ve öylene ' kullanılan mescitlerde, hadisler ve hadis ilimleri de okutulmaktaydı, Bu çalışmaların başlangıcı da, yine ulu Peygamberimizin (s.a.) günlerine varmaktadır. Bir çok haber bize; mescitteki ders halkasından söz etmektedir. Hatta orada konuşulanlar hakkında ayrıntılı bilgiler veren hadisler bile mevcuttur. Allah'ın Elçisi (s.a.), kadın - erkek, kendisine inanan her müminden; onlara rahmet ve ışık kaynağı olacak, yol gösterici bilgileri - esirgememekteydi.
Medreselerin öğretim ve eğitime açılması çok eski devrelere raslar. Hadisin mescitlerde okutulduğu' zamanlardan sonra, yeni açılan bu ilim yuvalarında fyani medreselerde) geniş çapta müfredata hadis derslerinin girdiğini, bu durumun her ülkede günümüze kadar devam ettiğini bilmekteyiz. Yani nerede okul varsa, nerede dini bilgiler okutuluyorsa orada hadis ilimleri mutlaka okutulmuştur.
Bizim, burada kendisinden söz etmek istediğimiz kurumlar; sadece hadis ilimlerinin öğretildiği özel müesseselerdir. Bilindiği gibi Dâru'l-Kur'an, Dâru'1-Huf-faz gibi adlarla anılan ve Kur'an ilmlerinin öğretimine tahsis edilen müesseseler, tıpkı Dâru'l-Hadis dediğimiz kurumlar gibi erken çağlarda kurulmuş ve hizmetler görmüştür. Dâru'l-Hadisler bir nevi öğretim ve araştırma enstitüleridir. Orada derslerin çoğunluğunu hadis ve ona bağlı yan bilgi dalları teşkil etmektedir.
Altıncı yüzyılda Dimeşk'ta, Nuruddin Ebu Sa'îd, Zengî (Öl. 569/1173) nin emriyle ilk Dârü'l-Hadis kurulmuştur. Meşhur bilgin İbn Asâkir'i orada hocalık, yapmış olarak tanımaktayız. Kahire'de 622/1225 tarihinde de, el-Kâmiliyye adlı bir Dârü'l-Hadis inşa olunmuştur. Bundan dört yıl sonra yine Dimeşk'ta Eşrefiy-ye Dârü'l-Hadisi'ne raslamaktayız. Burada İbn Salâh ile Nevevî hocalık yapmışlardır.[398]
Türkçe ve Arapçada, hatta Fars dilinde, ansiklopediler hariç tutulursa, Dâru'l-Hadisler hakkında en mükemmel araştırma, merhum hocamız Prof. Mu-hammed Tayyib Okiç tarafından gerçekleştirilmiştir. Geniş bibliyografya ile bezenen araştırma, Balkanlar, Orta Şark, Uzak doğu ve Kuzey Afrika'yı da içine alan geniş bir alanı taramaktadır.[399]
Dâru'l-Hadisler bize sadece bulundukları yerin hadis öğrenimi hakkında bilgi vermekle kalmayıp; hadis bilgilerinin tarihi, bibliyografyası, şahısların tanıtımı ve kronoloji bakımlarından da büyük klavuzluk yapan müesseselerdir. Üzerlerinde yapılacak çalışmalar, onların mimarî yapıları yanında; tarihin her devrindeki ilmî sicillerini tanıtacak, fakat bunun malzemesi, çok dağınık kaynaklardan derlenebüecektir.
Halen İslâm ülkelerinde ve özellikle Türkiye'de, yapıları dimdik ayakta duran Dâru'l-Hadisler mevcuttur. Bunlar, turistlerin ziyareti dışında asıl hizmet maksatlarına uygun olarak kullanılabilir; asrmm özellikleri bozulmadan korunabilirler.
Konya'nın Dâru'l-Hadis açısından zenginliği yanında, özellikle Selçuklu dönemi bakımından geniş bir hadis okutma faaliyetinin merkezi olduğu hakkında, belgelere sahibiz. Bugün belki, İnce Minare veya Ka-ratay'da okutulan eserlerin listelerine sahip değiliz. Ama, Selçuklu Konya'sının vakıf kütüphanelerinde; Îbnu'l-Cevzî'nin, kütüb-i sitte yazarlarının, İmam Mâ-lik'in, Bağavî'nin, Îbnu'1-Esir Cezerî'nin kitaplarına raslamaktayız. Bu eserler bize; Malatya, Tokat, Kafkas ülkeleri, İran'ın çeşitli şehirlerinden geldiklerine dair bilgiler veren kayıtlar taşımaktadır. Buralardan anladığımıza göre; Selçuklu devri Konya ve Anadolu-sunda, hadis öğreniminin büyük bir gelişmişliği mevcuttur. Bu gelişmede sûfî hadisçilerin büyük hizmetlerinin geçtiğini zannetmekteyiz. O tarihlerde Konya ve civarında mevcut birkaç siyasi ve fikri cereyan; geniş çapta hadisle de meşgul olmuş; ondan kendisine destek aramış, istimdat etmiştir.
Batılı müsteşriklerden Kremer ve I. Goldziher, Dâ-rü'1-Hadislerin çok kısa ömürlü olduğunu ortaya atmış, fakat merhum Okiç, Goldziher'in ülkesinde yani Macaristan'da; Yunanistan'da, Bulgaristan'da, Yugoslavya'da, özellikle Saraybosna'da; Makedonya, Hırvatistan, Sırbistan, Hersek ve benzeri Balkan ülkelerinde, hatta Musevi müsteşrikin yaşadığı günlerde mevcut olan meselâ Gazi Hüsrev Beğ Külliyesi gibi müesseselere işarette bulunmuştur.[400]
Dârü'l-Hadislerin, geniş şöhretine uygun araştırmalarla, tarihlerinin yazılması, özellikle Türkiye'de mevcut olanların sanat eseri olan yapıları, göz nuru olan şaheser - mimarîleri korunmak kaydıyla, hadis araştırma merkezleri olacak biç'mde tefriş edilip yeniden ilmî faaliyete tahsis edilmeleri, kadirşinas bir kültür hizmeti olacaktır.[401]
Dördüncü asır ve sonrası, İslâm ülkelerinde siyasî ve sosyal bir takım değişmelerin meydana geldiği çağdır. Orta şark başta olmak üzere, İslâm coğrafyasında beyliklerin arttığı; daha doğru bir ifade ile, bütünlüğün sarsılıp, bölünmelerin başladığı devirler görülmektedir. Yine bu çağlarda, Sünni İslâmlık yanında, yapı bakımından şiî karakter taşıyan devletlerin, ilim bölgelerinde uzun yüzyıllar hükümran olduğu bir gerçektir. 490/1096 yılı Beytü'l-Makdis'e yapılan saldırı ile tanınır. Bu tarihten 25 sene önce, artık Anadolu'da Türk varlığının görülmediği bölge kalmamıştır. Miladî 1071 senesi, ünlü hadisçi Hatîb Bağdâdî'nin de vefat yılıdır.[402]
Altıncı hicrî asır, hadiste duraklama devrinin; bir diğer deyişle zirvede yaşama çağlarının adıdır. Bu çağda, Moğol istilası hareketi İslâm diyarlarının üzerinden geçmiştir. Diğer bir bahtsız hareket beşinci asırda, Anadolu insanının üzerine akınlarını yoğunlaştırmış; Haçlı zulmü yüzyıllar boyu sürmek üzere bu yollarda başlatılmıştır. İspanya ve Kuzey Afrika'nın durumu da pek iç açıcı değildir. Selçukluların tarih sahnesinde silinmesini müteakip Osmanlı Devleti, Batı Asya'nın en güçlü İslâm devleti olarak görülmüş, al-tıyüz yıllık bir siyasî birlik tesis edilirken, göz yaşlarıyla İspanya küfre terkedilmiştir. Kısaca, temas ettiğimiz bu siyasî durum, acaba had's öğretim ve eğitimine tesir icra etmiş midir? Siyasî ve sosyal hareketlerin; harp, huzursuzluk ve benzeri durumların, ilim ve sanata menfi yönden tesir etmediğini söylemek hayli cesaret isteyen bir iştir.
Duraklama ve gerileme deyimlerini kullanmaya insanın dili varmayacak çoklukta eser ve hadisçi sayısı ile karşıkarşıyayız. Fakat, adı geçen hâdiseler olmasaydı, şüphesiz ilmî hayat daha da gelişmiş bir manzara arzedecekti. [403]
Daha önce hadis tarihine dair yazdığı bir eserinde, çağları bölüş biçiminden söz ettiğimiz Ebu Zehv, «altıncı devir» olarak adlandırdığı «duraklama veya zirvede bir müddet eğleşme çağlarını», 300-656/912 -1258 tarihleri arasında gösterir. Ona göre yedinci devir, 656/1258 tarihinden günümüze kadar olan zamandır. İleride gerileme sebeblerini anlatırken de belirteceğimiz gibi, duraklama ve gerileme deyimlerinin, izafî olarak isnadı bile ilim mensuplarına ağır gelmektedir. Ama şu da bir gerçektir ki, eski çalışmalar ve or-jinal mesailer bu devrelerde durgunlaşmıştır. Şimdi
burada insanın aklına bir soru gelebilir; Doğuş, gelişme, zirve, zirvede yerleşme yıllarının, duraklama ve gerileme ile ikmâli, ilmin ömrü için normal değil midir, acaba bu ilmin kendi bünyesinden neş'et etmi-yormu?. Sorulan çeşitli şekillerde cevaplamak mümkündür. Bizi şaşırtan nokta şu olmaktadır: Duraklama ve gerileme çağlarında bile, pek çok ilim adamı ve eser ortada görülmektedir. Bu devirlerin, daha da iyi değerlendirilebileceğini söyleyerek bahsi kapatmak mümkündür.
Telifin altın çağında, «her iş bitti, evvelkiler sonrakilere iş bırakmadı» tarzında bir telakkinin, gelen nesiller tarafından benimsendiğini kabule mecburuz. Bu zihniyet bugün bile mevcuttur. Halbuki yine A-rapların bir atasözüne göre; «ilk gelenler tarafından sonrakilere pek çok hizmet bırakılmıştır; onların gerçekleştirilmesi lazımdır.»
Orjinal eserlerin tesiri uzun müddet İslâm diyarlarında sürerken, bir taraftan da, onlar üzerine eğilip yeni çalışmalar gerçekleştirildi. Söz gelişi, kitaplar zamanla uzun bulunmağa; kullanışı zor görülmeğe başlandı. Hatta bir kaçının bir arada mütâlâasına ihtiyaç duyuldu. Böylece ortaya sahîhaynı birleştirme (el-Cem'u beyne's-Sahîhayn) yolu açıldı. Bu türden bir çok telif yapıldı.[404] Onu, kütüb-i sitteyi bir araya toplama işi takibetti ve belli başlı büyük bilginler, el-Cem'u beyne'1-kütübi's-sitte, tertipli eserler neşrettiler. [405] Üçüncü bir çalışma stili olarak, değişik hadis kitaplarındaki hadisleri bir araya toplama yolu tutuldü. Bunları ahkâm ve mevâiza dair hadisleri toplama faaliyeti takibetti. Son olarak, dördüncü asır ve devamındaki ilmî hadis faaliyetleri içinde, etraf kitaplarının yazımını örnek verebiliriz.
Furû ve usûl kitaplarının asılları temel olarak kalmak şartıyla; aynı eserler üzerinde sürdürülen çalışmalardan bir tanesi de kısaltma ve ihtisar çalışmalarıdır. İlk budama hareketi senetlerde cereyan etti. Önce usûl kitaplarında, sonra da furû kitaplarında se-ned, «uzun ve kullanılmasına gerek olmayan malzeme» olarak görüldü. Hadiste sened atılınca; tarih, edebiyat, şiir ve siyrette kendiliğinden kayboldu.
Bu işte iki sebep bulunabilmektedir: Pratik çalışma için, kısaltma ve senedleri görevlerini yapmış malzemeler olarak tanıma. Bugün için bu telakkileri gayet normal bulabiliriz. Çünkü, hadis ilimleri seviye olarak o asırlara nisbetle çok düşmüş, kişilerde himmet azalmıştır. Bugün bize, Ramehurmuzîden istifade, meselâ Tedrlb'ten istifadeden çok zor; gelecektir. Çünkü, biz senedli malzeme içinden bilgi toplama ananesini, ilim tahsili devremizde devamlı olarak kullanmış değiliz. Ama o çağların insanları için durum hiç de böyle değildi. Onlar, senedli bilgilerin içinde yuğrul-muşlardı. Onların tahmin edemedikleri şey şu oldu: Kendilerini takibeden çağların insanları, hemen hemen usûlü de kullanmaz oldular.
Metin kitaplarındaki durum da bir bakıma bunu andırmaktadır. İlk asırlarda, çok yüksek bilgi seviyesi ve temyiz gücü olan âlimler veya öğrenciler; daha sonraki asırlarda ana metinleri açıklamalar (şerh ve haşiyeler) yardımıyla anlar oldular. Bu, bilmecburiye
derleme, şerh, ihtisar diyebileceğimiz çalışmaları gündeme getirdi.
Şüphesiz olan nokta şudur. Üçüncü asırdaki dinamizmin ve ibda1 gücünün devam edebilmesi için; aynı asırları doğuran şartların; yaygın ve derin hadis öğrenim ve öğretiminin devam etmesi gerekmekteydi. Yaygınlık, derinlik; aşk ve ilgi azalmca, artık başka ilimler ve hatta cehalet moda olunca, elbette durum değişecektir. Topyekûn diyebileceğimiz bir anlamda bu durum, hadis ilimlerinin basma gelmemiştir. Harp, fitne ve benzeri kötülüklerin hüküm ferma olduğu günlerde bile, kendi ölçüsünde hadisin hizmeti yürümüştür.
Gerileme devirlerinin çalışmalarını da şu başlıklar altında toplamak mümkündür;
a) Zevâid kitapları yazmak suretiyle hadise ilgi duymak,
b) Büyük cami' türleri meydana getirerek; bütün hadisleri toplama gayreti içine girmek veya sünnetin tamamını topladığını zannetmek, .
c) Özellikle ahkâm hadislerini toplayan kitaplara ağırlık vermek,
d) Tahriç çalışmaları yapmak. Söz gelişi evvelce tertip edilmiş bir hadis kitabı, bir tefsir veya fıkıh kitabının, hadislerinin kritiğini üslenen eserler yazmak,
e) Halk dilinde şöhret bulan, sahih ve asılsız haberleri toplayan; aktüel konulardaki hadislere yer veren eserler yazmak,
f) Etraf kitaplarına devam etmek.[406]
Burada bir başka meseleye değinmekte; insan tabiatının tuhaf bir özelliğine dikkat çekmekte fayda görmekteyiz. Fertler genellikle içinde bulundukları durumu ve çağı beğenmez. Hayatımızda bizzat hepimiz bunun örneklerini görürüz. Fakat aynı insanlar, yaşlılık çağlarında; evvelce beğenmedikleri günleri bir asr-ı saadet temizliği içinde anlatırlar. Evvelce rıza gösterilmeyen, kötülenen zaman daha kötüsünü gördüğü için belki de insan için hasretle yâdedilen günlerdir. İyi vakitlerdir. Bu tıpkı, baba ve annelerin çocuklarını kötüleyip; torunlarını gördükten sonra onlara babalarını melek şeklinde tanıtan tesbitlerine benzer. Aslında iki durumda da mübalağa olabilmektedir. Aşağıda birkaç bilginden İçendi devirlerine ait tesbitler ve şikâyetler okuyacağız. Bu büyük hadisçi-ler; kendilerinden sonra gelen daha fena şartlan görmedikleri için; tesbitlerini kendi çağlarının ölçüleri içinde kabul etmek durumundayız. Çünkü ölçüler izafîleşecektir. Söz gelişi birisi; hadis âlimlerinin azlığından şikâyet etmişse; bununla her şehirde dört, beşyüz hadisçi gibi az saydığı bir rakamı ifâde etmek istemişse, biz bunu kendi devremiz için anlam amaliyiz. Çünkü bizim ölçülerimize göre bir vilâyette hadisten az çok anlayan üç-beş kişi büyük bir rakamdır. Diğer tes-bitleri de böyle değerlendirmek durumundayız. Birkaç hadisçinin tesbitlerini görelim.
a) Râmehurmuzî (Öl. 360/970), el-Muhaddisul-fâsü. Müellif kitabının mukaddimesinde, hadisi ve ha-disçileri zemmeden kişilerden bahseder. Onların isimlerini vermez fakat, inançlarına temas eder. Buradan anlıyoruz ki, muhitinde bozuk kelâm ekollerinin veya
siyasî bölünmelerin hadise kötü mânada tesiri vardır. Bir bakıma, eser hemen hemen onlar için yazılmıştır. Müellif uzun bir yazıyla hadisin ve hadisçinin müda-fasım yapar. Ehil olmayan hadisçilerden bu kabil kişilerin, başlarına adam toplayıp meclisler akdinden söz eden yazar, iyi bir hadisçinin takibetmesi gereken yolu çizer. (el-Muhadisu'1-fâsıl, s. 159-162)
b) Neysâbûrî Hâkim (Öl. 405/1034), Ma'rifetu ulûmi'l-hadis. Yazar muhaddis, daha besmele ve ham-di bitirir bitirmez: «Zamanımızda bid'atlarm arttığını ve halkın dinin temel kaynaklarına dair bilgisinin azaldığını görünce» diye söze başlar ve çağındaki ilmî ihmaller ile gafletten söz eder, kitabını telife kendisini sürükleyen âmilleri sayar. Dikkat edersek müellifin bida'atlerin çoğalıp, halkın dinin temel kaynaklarına dair bilgilerinin azaldığı şeklinde tanıttığı devir, bizim asırlar sonrası genel değerlendirme içinde altın çağ olarak gördümüz devredir. Şimdi Neysâbûrî'nin bid'at dediğiyle, bizimki; bid'at çoğaldı tesbiti ile bizdeki anlayış farklıdır.
Aynı muhaddis eserinin 15. sayfasında; ...günümüzde muhaddisin okutacağı öğrencinin (yani tâli-bu'1-hadisin) muhtaç olduğu nesnelerden söz ederken; inanç, hevaya tâbi olmayan bir şahsiyet, bidatten kaçınma... gibi bir seri güzel vasıf ister.
c) İbn Abdulberr Nemerî (Öl. 463/.1071), Câmiu beyâni'1-ilm. İbn Abdulberr, devrini anlatırken özellikle iki tip ilim adamından şikâyette bulunmaktadır: Bilgisizce hadis toplayan; hadisin gerektirdiği ilmî araştırmayı terkeden ve bu tip adamdan daha câhil saydığı ikinci örnek; sünneti ve Kur'an'ı bırakıp; helal
ve haramı öğrenmeyi terkedip, tedvin edilmiş re'y ve istihsânla vakit geçiren kişi. îspanyalı olan bu mu-haddis, gününün şartlarına göre, hadisçinin alması gereken yapıya temas eder (II, 207). Bir ara şöyle bir hitapta bulunur: «Allah sana rahmetini ihsan etsin. Bizim şu ülkemizde ve şu çağımızda ilim talebi denen nesne; mensupları evvelkilerin yolunu terkettiği ve kendi imamlarının tanımadığı yollara düştükleri için, bid'atlara bürünmüş ve cehle duçar olmuştur. Kendilerinden önceki âlimlerin tuttukları yollardan ayrı yollar ve bid'atler icâd ettikleri için; bu durum onların bilgisizliklerinin göz önüne çıkmasına ve derecelerinin eskilerden aşağıya düşmesine sebeb olmuştur.»
Bu iki taifenin zararını güzel misâllerle açıklayan bilgin, bize Mağribin durumunu da anlatmaktadır. «Eskiden iki veya daha fazla âlim, doğrunun belirmesi için münazara ederlerdi. Ta ki doğru bulunsun ve oraya doğru topluca gidilsin. Mesele ortaya konur, tekniği ve illeti belirlenir; örnekleri anlatılır ve problem çözülürdü. Ama şimdi bizde ve bizim yolumuzu tutan Mağrip'te durum hiç de böyle değildir. Birisinin rivayetine itiraz, sanki kitaba ve sabit sünnete itiraz gibi sayılmakta; bir birine zıt rivayetleri ortaya atmak caiz görülmektedir.» (II, 210, 211 vd.)
d) Hatib Bağdadî (Öl. 463/1071) el-Kifâye. Hatib de devrindeki bazı ehliyetsiz kişilerden şikâyet eder. Gününde, evvelkilerin yolunu terkeden; reddi gerekenle kabulü gereken hadisi temyiz edemeyen kişilerden söz eder. «Hadisin sadece adıyla yetiniyorlar» dediği bu zümrenin vasıflarını sayar. Lüzumsuz seyahatlerle harcanan emeklere acır. Tanımadıkları kişilerden rivayette bulunanları zemmeder, (s. 3-5). Bundan sonra, diğer bir zümreden söz eden Hatib, «ve emme'l-muhakkîkûn» diyerek söze girer ve hadisin gerçek ehlini tanıtır. Râmehurmuzî'den paragraf paragraf nakillerde bulunur, (s. 5,6). Hatib'm temas ettiği ve yerdiği konulardan biri de: «hadisi bilmeyen-fa-kihle, fıkhı bilmeyen hâdisçi konusu» dur. Yazar eserinin bir yerinde gününü biraz mübalağalı ve ümitsiz bir şekilde şöyle anlatır: «... zamammızda hadis taliplerinin çoğunluğu; meşhur haber dururken, nerede tanınmamış şey varsa onu alır; ma'rûf varken mün-kere koşar; zayıf ve mecruh râvilerin hatalı ve unutkanlık dolu rivayetlerinin peşini izler; sanki sahih hadis kendisinden kaçılacak bir hadis türüdür. Bütün bunlar bilgisizlikten ileri gelen hatalardır. Râvüer tanınmıyor, gerekli bilgiler bilinmiyor. Halbuki selefteki durum böyle değildi» (s. 141).
e) İtan Salah Şehrizûrî (Öl. 643/1245), Ma'rifetu ulûmi'l-hadis. Uzun süre Dârü'l-hadislerde ders kitabı olarak okutulan eserinde, bu zat da şikâyetlerle mukaddimeyi sürdürür. 23. nevide; rivayeti kabul ve red-dolunanlardan söz ederken bir yer gelir, «... bu asırlarda halk, saydığımız bu şartların cümlesine uymaktan yüz çevirmiş durumdadır...» (s. 108) der ve üzüntüsünü belirtir. Ondan sonra da olması gerekenlere işaret eder.
Biz yine baştaki sözümüzü tekrarlayarak bu misâlleri çoğaltmayı bırakalım: Bu âlimlerin sözkonusu ettikleri devreler, kendi asırları ve kendi ölçülerine göre olan kötü durumlardır. Bu durumlar bugün için, «erişilmesi çok güç ilmi bir mertebe» nin şikâyetleri ve örnekleridir. «Günümüz bu durumdan çok iyi» diyerek hamdedecek bir durumda değiliz. [407]
İslâm toplumlarındaki medenî gerileme ile ilmî gerilemenin tarihleri farklı olarak tesbit edilebilir.
İdarî, siyasî ve iktisadî gerilemelerle ilmî ve kültürel gerilemeler birbiriyle irtibat!andırılır veya ayrı olarak değerlendirilebilir. Bunlar ayrı çalışmalar isteyen mevzular olup bizim buradaki işimiz değildir. Acaba İslâm toplumlarında ilmî hayat; hadise bağlı disiplinlerdeki eski canlılık niçin durdu? Bu sorunun cevabı, bir suçlu veya suçlular ortaya çıkaracaksa, şunu peşinen söyleyelim: Suç gariptir, ona sahiplenen olmaz. Niyetimiz suçlu tespiti olmayınca, bazı noktalara temas edebiliriz.
Fertler ve hele öteki âleme gidenler için hüsn-i zannımız, hayır duamız tamdır. Söyleyeceklerimiz edep dışı telakki olunmaman. Bizden sonrakiler de bizi, ehliyetle, istedikleri ölçüde tenkide tâbi tutmalı, gidecekleri yolu tespit etmelidirler. Bazan; yürüyen, koşan ve iş yapandan çok, onları seyreden, işlerini gözetleyen kişi hataları rahatlıkla görebilir. Fiillerin değerlendirilmesini sıhhatle yapabilir. Sebepler konusunda çeşitli fikirlerin ileri sürüldüğü görülmüştür. Selçuklunun Anadolu'ya inişinden Tutun da, tasavvufun; aklı geri plana itmenin, ilmî gerilemede âmil olduğunu iddia eden yerli ve yabancı ilim adamları bulu nagelmlştir.[408]
Gerileme devri tabiri yerine başka bir ifade de kullanmak uygun ve mümkün görülebilir. İslâmi ilimlerden hangisini ele alırsak alalım, sözkonusu ilim dalı için; Doğuş gelişme en parlak devrini altın çağını yaşama duraklama ve gerileme sözkonusu olacaktır. Bu devreleri sırasıyla geçen ilimler için, günümüze ya-. km son elli yıllık dönem «yeniden uyanış ve ilk zamanlardaki canlılığa dönüş» yılları sayılabilmektedir. İlahiyat Fakültesi hadis Profesörü Dr. Talat Koçyiğit, Hadis tarihi adlı eserinde, ilk üç asırlık devreyi incelerken zamanı şöyle böler: Birinci hicri asır, Hz. Peygamber ve ashabının devrindeki hadis durumu; ikinci asır, hadis ilimlerinin teşekkülü ve bunu hazırlayan âmiller devri; üçüncü asır, tasnifin altın çağı; yani küLüb-i sitte devri (a.g. eser, Ankara,. 1977). Eser diğer devirleri de ele alsaydı şüphesiz, duraklama ve gerilemeden söz edilecekti. Bir başka kitapta bu taksim biraz daha farklı olarak yapılmıştır; ondört asırlık devre yedi kısma bölünmektedir. Birinci devre: Peygamberimizin zamanı; ikinci devre, Râşid halifeler devri; üçüncü devre, halifelerin zamanının sonundan birinci asrın nihayetine kadar olan zaman. Dördüncü devre.-, ikinci hicrî asırdaki hadis çalışmaları. Bu dönemde tedvin hareketi ile hadis uydurma meselelerine temas vardır. Beşinci devre, hicrî üçüncü asır. Müellif, hicrî üçüncü asırda mühim bir vak'a olarak kelâma - hadisci münakaşalarını görür. Altıncı devre, h.'300 - 656 yılları arasındaki 356 yıllık dönem. h. 656 tarihli, et-Terğîb ve't-terhîb adlı eserin sahibi Hafız Münzirî'nin vefat yılıdır. Bu devrede münferid hadis faaliyetleri ile tek - tük derleme eserler görülmektedir. Yazar h. 656 dan zamanımıza kadar olan devreye son devir olarak bakmaktadır. 1958/1378 tarihli eserin son yedlyüz yılı aşkm zamanlık devreye, taksime tâbi tutmadan bakışı, bölümü gerektiren durumların bulunm ayışmdandır. Bu iki misâlden şu netice çıkmaktadır: Hadisin ilk üç asrı, bazı bölümlere ayrılarak incelense bile ondan sonraki devrenin tek başlıkla verilmesi zararlı değildir. Hadis ilimleri için de; doğuş - gelişme, altın çağını yaşama, gerileme ve uyanış devirleri tarzındaki bir taksim geçerlidi.[409]
İslâmî ilimlerde ve özellikle hadiste bu yediyüz yıla yakın zamanı kapsayan devrenin, ilk çağlardaki kadar canlı görülmeyişi yadırganmamalıdır. Bu taksimi yapan, ve bu karara varan kişiler, bugünkü mevcut malzeme ile bu duruma kani olmaktadırlar. Gönül ister ki yeni yazmalar bulunsun, yeni yeni şahıslar ortaya çıksın, hadis ve İslâmî ilimler tarihini yeni baştan tasnifi gerektiren; ortadaki mevcut görüşleri değersiz hâle getiren gelişmeler olsun. Bunu biraz imkânsız görüyoruz. Biz diyoruz ki böyle şahıslar, devirler ve eserler olsaydı, mutlaka civarındakiler ondan tesir alır, eserlerine nakiller yapar, bu ilmî gelişmeler yok olup gitmezdi. Yediyüz senelik dönemin oldukça hareketsiz veya münferit pırıltılar şeklinde geçtiğine dair bir görüşü nakletmeyi faydalı bulmaktayız. Büyük muhaddis Hafız Zehebî (Öl. 748/1348) yedinci asrm başındaki hadis durumunu şöyle anlatır: «Günümüzde hadisle ve ona bağlı bilgilerle uğraşanlar pek azalmıştır. Hicrî yedinci asrın başında (müellif galiba sekizinci asrm başım kastediyor) dünyanın doğu ve batısında durum bundan ibarettir. Şarkta ve şarka yakın bölgelerde bu kapı kapanmış, hadisle ilgili konuşma ve hitap sona ermiştir. Batı ve Endülüs yarımadasında kalanlar içinde ise dirayeti bir tarafa bırakın, rivayetle uğraşanlar bile nadirdir. [410]Bu tesbit pek yabana atılacak bir belge değildir, ve demek ki durumdan onlar da haberdardır.
Bu ara cümlesinden sonra konumuza devam edebiliriz; pek çok eserde tafsilâtını okuduğumuz duraklama ve gerileme âmillerini tekrar burada zikretmeden biz de mühim gördüğümüz birkaç noktayı nakletmeyi faydalı bulmaktayız. [411]
İlimlerin zirveye ulaştıkları altın çağları, insanların gaflete düşmelerinin başlangıcı da olabilmektedir. Bu zann ve kanaat, çalışmayı durdurduğu gibi, İslâ-mın emrettiği, selefin mükemmel mânada tatbik için gayret istediği, murakabe ve tenkid zihniyetini; İslâm-ca düşünmeyi, doğruyu arama çabalarını da zedelemektedir. İşler bitince insanoğlu tabiî olarak uyuyacak, yatacak veya dinlenmeye -koyulacaktır. Bu devir maalesef hadiste; hadisin ilim ve amel hayatında da çok uzun sürmüştür. İlk bereketli çalışmaların ürünü olan ana eserlerin telifinden sonra; hem telif hayatında, hem de sünnetin yaşanmasında duraklama ve gerileme olmuştur. [412] Bu devirlerde ferdi dirilmeler parlamalar, ikazlar ve güzel eserler görülürse de bunlar tesirsiz kalmakta, hatta yadırganmaktadır. Çünkü, yazar ile yaşadığı çevrenin düşünce ve İslâm hayatı arasında uçurum vardır; yazar ilk asırların ruh haleti içinde olmasına mukabil, çevre bir başka anane ve düşünce üslubu içinde bulunmaktadır. Herkes böyle bir vasat içinde yüzyıllar boyu kalınca ortaya «yeni bir îslâmî düşünce ve yaşayış üslûbu» çıkmakta, o pekişmekte, az önce kendisinden bahsettiğimiz nâdir bulunan dehâ, islâm dışı telakki olunmaktadır. Bu hali mazur görmek gerekir. Çünkü o günde ilim, başlangıç devirleri ile irtibatını kesmiş, ilk üç asrın tefekkür uslûb ve ölçüleri bir kenara bırakılmış, unutulmuştur. [413]
Bir noktayı tekrar hatırlayalım: İlk üç asırda hadis, ilimdi ve ameldi; İslâm adına herşeydi. Bu bereketli ve feyizli devreden sonra, ikisi birden belirli bir vasat içinde kayboldu. Sünnete i'tisâm (sımsıkı yapışma) hem ilmen, hem de fiilen zedelendi. Başka ilimlerin (özellikle fıkh ve teferruatının) hadisin hizmetini göreceği zannıyla hadis fiilen devreden çıkarıldı. Sadece vaaz ve nasihata münhasır kılındı.
İslâmî ilimlerin hepsi biz müslümanlarm, hatta insanlığın malıdır. Bizim ve insanlığın hidayeti için gelmiştir. Bu itibarla, meseleye bakarken bir ilmin savunulması ve diğerinin kötülenmesi sözkonusu olmamaktadır. İslâmî ilim talipleri, ilk yıllarda şöyle bir şiir öğrenirler: «... Fıkıh falancanın ektiği bir ekindir. Falan kişi hasadını yaptı, falanca onu öğüttü, falan iman hamurunu yoğurdu, falanca ekmek yapıp pişirdi, insanlar da onu yemektedirler...» Bu şiir Hanefiler için kendi açımızdan meseleye bir bakışı ifade eder. Pek tabii ki daha binlerce; ekinci, hasatçı, hamurkâr ve fırıncı sözkonusudur. Biz şu noktaya temas edeceğiz; meseleye böyle bakılınca başka kimselere artık iş kalmıyordu. İnsanların sonu gelmediğine göre; aynı tarlaya, aynı tarzda ekmek, hasad etmek... gerekiyordu. Yeni ziraatçılara, değirmencilere ve fırıncılara iş vardı. Topluluk her gün yeni meselelerle geliştiğine göre, bütün bu işlerin görülebilmesi için de Allah'ın elçisi ve O'nun sözleri yani sünneti vakıasının; işlerinin, takrirlerinin her an tesbiti, yeniden kontrolü, bize bunu sağlayan ilimlerle devamlı temas gerekiyordu. Hadisin devreden çıkarılıp, fıkhın mebde' ittihazı ileride çıkmaz sokakların doğmasına müncer oldu. Halbuki fıkhın bizzat kendi canlılığı, kitap ve sünnet ile sağlanacaktı. Fıkıh Allah'ın kelâmı ve Resûlü'nün sünneti ile diri kalabilecekti. İslâm ilim ve amel dinamizmi bu sayede gerçekleşecekti. îslâmm herşeyi yenileyen, onu hayata kavuşturan karakteri, yenileyici vasfı burada tecelli edecekti. Bu bir rahmetti ve kıyamete kadar devamlıydı. [414]
Aşağıdaki söyleyeceklerimizi, her zümre karşısındakine yamayabilir. Kendisini doğru, ötekini eğri telakki edebilir. Fakat Allah'ın Elçisi bizim için imtisal numunesi, onun getirdiği ölçüler gerçek değer hüküm-
leri olunca, haklının kendi kendini tanıması halinde Allah'a, şükredip başını eğmesi, haksızın da istiğfar için yine Hakk'a yönelmesi umulur. Bu ölçü, yaşayanlar için olduğu kadar Hakk'a yürüyenler için de geçerlidir.
Her ilmin ricali, o ilmin yükselişinde ve gerileyi-şinde mühim tesir icra eder. Bu durum, kitaplar için de sözkonusudur. Yani bir mânada; âlim ve kitap, ilmin acı ve tatlı günlerini hazırlar.
Bir ilim dalının hayatına bazan başka ilimler, başka faaliyetler, şartlar ve eserler, şahıslar ve hâdiseler de tesir edebilir. Bu tesir hem müsbet, hem "de menfi olabilmektedir.
Bu başlık altında biz, hüsn-i niyetle şahıs ve müessese belirtmeksizin, hadisin altın çağlarmdaki imrenilecek hayatından uzak kalmasında rol alan; ehliyetsiz ilim mensubu, ehliyetsiz eser ve devlet idaresiyle yani siyaset ile bulaşan şu veya bu ilim dalındaki te-l."f hayatından söz edeceğiz. Bazı ilim müntesiplerinden ve bazı kitaplardan şekvacı olacağız. Bu şekvamız Allah'adır; ilgililer dinleyip hep birlikte ibret almalıyız, baştaki ölçüye uygun, hareket içine girmeliyiz. Vebalden hiç olmazsa biz yaşayanlar ve gelecek olanlar kurtulmaya gayret etmeliyiz.
Şunu peşinen söyleyelim: Kendisinden söz ettiğimiz nesne, İslâm ilimler tarihinde bir olaydır. Defalarca da tekerrür etmiş bugün de tekrarlanmaktadır. Aşağıda arzedeceğimiz gibi; Eh:i olmayan kimse - ilmi olmayan; islâma uymayan bir hayata sahip olan kimseler kitaplar ve yazılar, ümmete yol göstermekte politik bölünmeler, sapıklıklar ve dalâletler, düşünce
müsveddeleri, îslâmî araştırmalarda metod ve hareket noktası olmaktadır.
Hadis ilim tarihinin kronolojik şeridi verilirken, elbette şahıslar eserler ve belli fikir grupları ile irtibatları da verilmelidir. Maalesef bizim için bu eserde hedef bu değildir. Her ilim için ehliyetli ve ciddi ilim adamı yanında halkın hakemliği ile âlim tanınmış kişiler de söz konusudur. Bu ayırım yazılı malzeme için de geçerlidir. İlmi değeri olmadığı halde asırlar boyu İslâm topluluklarının ilmî ve dinî hayatlarında iz bırakan, yön veren kitaplar olduğu gibi, "ciddi bir emek mahsulü olan nice eserlerin çok dar bir çevreye sıkışıp kaldıkları da bir gerçektir. Belki bazı eserler yazarlarından sonra hiç okunamamıştır. Her nesil kendi ilmî faaliyetlerini sürdürürken, bu nevi unutulmuş işaret taşlarını bulmak ve belki de asırlardır gidilen, yanlış yolu, daha da uzağa gitmeden değiştirmek durumundadır.
İlimlerin hayatına siyasi düşüncelerin ve hatta fiil (eylem) lerin tesir edebildiği de bir gerçektir. Siyasetin dinî ilimlere sıçraması ve kötü tesirler icra etmesinde, ilmin kudsiyet ve namusunu kestiremeyen ilim adamının veya ilim adamı görüntüsü veren kişilerin kapılık yaptıkları, âlet vazifesi gördükleri tarihî bir gerçektir.
Bu noktayı biraz daha açalım: Müslüman toplumlar, yaşadıkları tarih ve toprakta gerçek ilim adamıyla karşılaştığı gibi, onun taklidi, hatta şarlatan benzeri ile de karşılaşabilmektedir. İkinci gurup, çok girgiç-tir, müteşebbistir, sıkılmaz; halka daha da yakın olur; birincilerin asalet ve sessizliğinden faydalanarak onları kenara iter; bu işi kolayca başaramazsa çeşitli yollara başvurarak birincileri lekeleyip, îslâm toplumunda tesirsiz hale getirir. Gerekirse kötülerle işbirliğine bile başvurur. Böylece İslâm ümmeti sahteliğin zebunu olur. Aradan bir iki nesil geçince, işin aslını bilenler tükendiği için, sahtekârın hüviyeti ancak uzman kişilerce tanınır; kuşaklar yine onu büyük bilir. Aslında her fertte Allah korkusu, ilim namusu ve sorumluluğu olacak ve ehil kişilere bağlanılıp onların ardı-sıra gidilecektir.
Bu durum kitaplar için de sözkonusudur demiştik. Nice yol gösterici eser, burada zikrini faydasız gördüğümüz sebeplerden dolayı unutulmuş, unutturulmuş, yerlerini başkaları almıştır. Ondört asrın muhasebesi sözkonusu olunca bazı ölçüleri gözönüne almak gerekiyor. Dünya hayatımızın aslını yaşıyoruz, bu bir prova değildir. Bizler bu âleme tekrar gelmeyeceğiz. Ömrümüzü bereketli geçirmek, bazı hatalara düşmemek, zaman kaybını önlemek durumundayız. Bu itibarla İslâm ilim tarihi ve faaliyeti adına bir kaç.hususa iyice eğilmeliyiz: İslâmî neşriyat, para ve kazanç mevzuu olmaktan kurtarılmalı, israf önlenmelidir, İhtilafların kökeninde bazan bu nokta yatabiimektedir. İslâm ki-tâbiyyatmm (her türlü yazılı eserin), ilmi neşirlerini yapacak kadroyu yetiştirmeli, faydasız eser yazıp basma enflasyonunu önlemeliyiz. İslâmî ilimlerde, yurdumuz insanının da söz sahipliğini; eserlerle, ilmi faaliyetlerle ispata çalışmalı, İlmin modasının geçmediğini onsuz hiç bir şeyin olamayacağını hatırlamalıyız.
Sözlerimizi birkaç cümle ile toplayalım: İlimde duraklama âmillerini sayarken şahıs ve eser olarak bazı unsurları gözönüne aldık. îyi ile kötünün ayrılmaması
neticesi ilmin ve toplumun alacağı yaralara temas ettik. Kötü bir çığır, ister bir kişi tarafından onun sağlığından açılsın, isterse vefatından sonra bazı eserleri vasıtasıyla açılsın topluma zararlı olmaktadır. Bu durumun aksi, yani müsbet yönü düşünüldüğü zaman meselenin ehemmiyeti daha da iyi anlaşılacaktır. îyi bir eserin, müsbet bir faaliyetin ve şahsın açtığı çığır ne kadar değerlidir? Aynı kişilerin duraksayan ilmî hayatta yeniden hareket, hız ve canlılık kazandırmaları ne kadar feyizli ve müsbet bir iştir?
İlmin siyasete kurban olarak takdimi, günlük siyasete bulaştırılması; idarelerin, ilmi sultaları altında alması, îslâmm ilk çağlarıiidanberi görülen bir talihsizliktir. Devletin ilim adamına zor kullandığını, işkence ile fikrini kabule zorladığını, bu nevi faaliyetlerin müslümanlarm İslâmî yaşayışlarına yansıdığını; tarihin çeşitli devirlerinde meydana gelen, tasvirimize uygun hâdiseleri düşünerek, günümüz Türkiye'sinde birkaç cümle ile temas edelim: Bugün Türkiye'de resmî ve özel olmak üzere ik türlü İslâmî ilimle meşguliyet ve İslâmî ilim müessesesi vardır. Üniversite, yüksek ve orta dereceli okullar ve kursları ile, gayri, resmi öğrenim ve gazete sütunlarıyla mecmualarda kendisini sergileyen çalışmalar. Birincilerin sessiz çalışmaları yanında, ikincilerin zaman zaman siyaset ile de bulanan faaliyetleri toplum ile daha fazla temas kurabilmektedir. İkinciler, halkın isteğine ve düşünce üslûbuna uygun fedakârlık yapabilmektedir. Bu çalışmalar bazan siyaset temel olarak alındığı için bölünmelere sebep olmakta, ortaya sayısız çözüm tipi çıkmaktadır. İşin en tuhaf yanı, ilmin ölçüleri şahıs ve hiziplere göre değişebilmektedir. Bu beladan kurtulmanın tek yolu: Selefteki ölçüleri tekrar geçerli kılmak, ilmi faaliyetlere: ehliyete, islâm insaf ve imanına bağlanmaktır. [415]
Maddî konularda insanoğlu acelecidir, çabucak
netice almak ister. Fakat herşeyin tâyin edilmiş bir müddeti vardır. Günümüz ilim hayatı, îslâmî mânada yüzyıllar boyu süren bir uykunun mahmurluğunu üzerinden atmanın ve istenen ölçülere uygun çalışmanın henüz başlangıcındadır. Bu noktada, Türkiye ile ilgili olanı bilmemiz gerekmektedir. Plansız, programsız, kadrosuz ilmî kalkınma; hele hadis ilimlerinde güçlenme beklenemez. Kanaatımızca, yüksek dinî mekteplerimiz rehberliği altında ilmî ve amelî mânada bütünleşmeğe, irtibatlı faaliyete ihtiyacımız vardır. Müslümanlar, başları daralmca maddî mevzularda bu bütünleşmeyi gerçekleştirebilmektedirler. Aynı işbirliği dinî-ilmî konularda da gösterilmelidir.
Tarihin eski devirlerinden beri, orjinal eser ve faaliyet yerine, günübirlik işler ve çalışmalar tercihimiz olmuş, bu da ilim hayatında canlılığı, az önceki âmillerin de yardımıyla yoketmiştir. Yediyüz senedenberi kitle halinde bazı tedbirler alınsa, gereken gayret gösterilip, çalışmalar yapılsaydı, bizim nesillerimiz, o çalışmaların meyvesini devşirirdi. Bugün biz gereken gayreti gösterip; yüzlerce sene sonra geleceklerin dinî-ilmî ferahlıklarını, doğruyu bulmalarını temin etmeli, onların iyi bir îslâmi hayat sürmelerine yardımcı olmalıyız. Gerilememizin, yerinde saymamızın tafsiline girişecek, neticelerini burada sayacak değiliz. Tarih olarak, hangi devreyi, hangi coğrafyayı ele alırsak alalım, İslâm ülkelerinin siyasi istiklâllerini, ilmî mânada uyanmalar, tefekkürde canlanmalar izlemiştir. Son elli yıl için aynı şeyi, her İslâmî ilim dalı ve hadis -için söylemek mümkündür.
Hadisteki hareket bugün için birkaç yönlü görülmektedir. İlmî gelişmeler, telif ve tercemeler yanında, müslümanlarda Peygamberin yaşayışını öğrenip, onu taklid ederek islâmı yaşamak gayreti görülmektedir. Bu görüntünün sakat tarafları, çeşitli mânaları, niyet bozuklukları olabilir. Bunları düşünmüyor ve duruma müsbet bir gelişme olarak bakıyoruz. Hadisle ilgili öğrenim - öğretim.faaliyetleri çoğalma durumundadır. Kâfi olmasa bile, memleketimiz ilim ve öğrenim hayatında «hadis öğrenim:» diyebileceğimiz bir nesne mevcuttur. Türkiye'deki bu durumu biraz ileride kısaca yazacağız.
Şurasını itiraf edelim: Geçmişin, asırların gerisinde tenkidi kolaydır. Asıl mühim olan nokta bugünü iyi değerlendirip iyi geçirmektir. Eğer biz, tesbit edilen hataları tekrarlamadan gelecek nesillere mirasımızı bırakabüirsek bu bizim için en büyük bahtiyarlıktır. Yok, eğer tenkid ettiklerimiz kadar da olmazsak durumumuz daha da fena olacak, uyku hali devam edip gidecektir. Bunları biliyoruz. Bu mânada geçen hayat bizim için bir ibret vesilesi, salih selefimizin hayatı bizim için bir uyarıcı durumundadır. İkaz görevi yapmaktadır. Bize düşen uyanabümektir. [416]
Yaklaşık on asırlık bir devrede ve çok geniş bir coğrafyada yetişen, en meşhurlarının sayıları yüzleri bulan, bir muhaddisler listesinin verilmesi, fazla uzamış olan tarihçe kısmını daha da uzatacaktır. Ebu Abdullah Şemsüddin Muhammed Zehebî, Tezkire tu' 1-huf-fâz adlı eserinde (zeylindekileri hariç tutarsak), dört yüz kişiden fazla büyük nıuhaddis adı vermektedir. Bunlardan ilki; Ebu Avâne'dir. Kendisi, onbirinci tabaka ricâlindendir. Vefat tarihi ise; 316/928 yılma ras-lamaktadır. Son şahıs, Cemaluddin Mizzi'dir. Mizzî'-nin vefat tarihi ise; 742/1341 tarihine raslamaktadır. Milâdın 1341 yılından 1982 yılma kadar yedi yüz yıla yakın bir zaman geçmiştir. Bu devrede, daha az nıu-haddis yetiştiğini kabul de etsek, yine birkaç yüz kişilik ek liste ile karşılaşmamız mukadderdir CZehebî, Tezkiretü'l-huffâz, III, 779; IV, 1500).
Daha kısa olması bakımından, Abdülaziz Dehlevî'-nin; eser ve yazar tanıtan Büstânü'I-muhaddisîn adlı kitabında geçen bazı hadisçileri, asırlarına göre sıralayarak, bir fikir vermesi için burada nakli uygun görmüş bulunmaktayız.
a) Dördüncü hicrî asır (300/399 - 912/1008). Ne-sâî, İbnu'l-Cârûd, Ebu Ya'lâ Mevsılî, Ahmed b. Mer-van Dineverî, îbn Huzeyme, Ebu 'Avâne, Hakîm Tir-mizî, Îbnu'l-Münzir, Tahâvî, Mehâmilî, Ebu Amr b. Semmâk, îbn Kani', îbn Hibbân, Ebu Bekr Şafiî, Tabe-rânî, Ebu Bekr Acürri, îbn Nüceyd, Ebu Bekr Ahmed
İsmailî, Eb'ul-Kasım Gâfikî, Ebu'l-Hasen Bezzâr, Dâra-kutnî Ali b. Ömer, Ebu Süleyman Hattâbî ve diğerleri.
b) Beşinci asır (400-499/1009-1105). Muhammed b. Ahmed b. Cümey', Muhammed b. Ahmed Hâkim, E-bu'1-Kasım Temmâm Râzî, Ebu Nu'aym îsfehânî; Ha-sen b. Muhammed b. Hallâl, İsmail b. Abdurrahman Sâbûnî, Muhammed b. Selâme Kudâî, Ebu Bekr Bey-hakî, İbn Abdulberr Nemerî, Hatib Bağdadî, Abdülke-rim b. Hevâzm Kuşeyrî, Ebu Abdullah Humeydî.
c) Altıncı asır (500 - 599/1106 - 1202). Şîrûye b. Şehrdâr Deylemi, Hüseyin b. Mes'ûd Bağavî, Kadı Ebu Bekr b. Arabi, Kadı İyâz b. Muşa Yahsubî, Ebu Musa Medînî.
d) Yedinci asır (600-699/1203-12993. Ahmed b. Ez-her Bağdadî Tüceybî, İbnu'1-Esir, İbn Halfûn, İbnu'l-Enmâtî, Zıya Makdisî, İbnu'l-Kattân, Abdülmumin Dimyatı, İbn Ebu Hamze, Ümmü'1-Hayâ Zehre b. Muhammed, Berzâlî, İbn Salâh, Abdülazim Münzirî, Yü-nînî, İbn Seyyidi'n-Ebu Şâme, İbnu's-Sâbûnî, Nevevî, îs'irdî Takiyyuddin Ebu'l-Kâsım.
e) Sekizinci asır (700-799/1300-1396). İbn Dakîkil-İyd, İbnu'1-İmâm Askalânî, Muhammed b. Yusuf Kir-mânî, Bedrüddin Zerkeşî, İbnu'z-Zübeyr, İbn Teymiyye Harrânî, Mizzî ve diğerleri: Safiyyüddin Mahmûd, Şe-refüddin Ahmed Ezârî, Alemüddin Muhammed b. Yusuf, Şemsüddin Ba'lebekkî.
f) Dokuzuncu asır (800-899/1397-1493). Abdurrahman b. Huseyn Irâkî, Ebu Abdullah Demâsinî, Şemsüddin Birmâvî, Ebu'1-Hayr b. Cezerî, İbn Hacer Askalânî, Zerrûk Fâsî vd.
g) Onuncu asır (900-999/1494-1590). Celâluddin
Suyûtî, Şemsüddin Kastalânî, Ebu Mansur Abdulhâlik b. Zahir Şehhâmi, Hasen b. Abdullah Bezzârî.
Üçyüz senelik devrede; Hind ülkesi başta olmak üzere; Şam, Yemen, Mısır ve Hicaz gibi îslâm ülkelerinde; eserlerini gördüğümüz, selefte isimleri geçen pekçoklan kadar ilmî hamulesi olan isimJerin burada yâdına lüzum görmüyoruz. Hele yakın devrede yaşamış veya yaşamakta olan muhaddislerin zikri, münakaşa kapısını açmak olacaktır). [417]
Hadisin ve ilimlerinin, gayr-i müslim dünyada ve ilim âleminde uyandırdığı ilgiye de çalışmalara daha önce temas ettik. Bu bölümde özellikle İslâm dünyasına kısaca göz atarak, hadisle ilgili çalışmalara yer vereceğiz. Bilindiği gibi, Rusya ve Çin'de, topraklarını kaybederek esaret hayatı yaşayan yüzelli milyon kadar müslüman dışında, bütün İslâm-yurdlari; idari bakımdan istiklâllerine kavuşmuş durumdadırlar. Geçen asrın ikinci yarısında durum hiç te böyle değildi. O zaman; ülkesi, bayrağı ve istiklâli olan toprak parçası parmakla sayılacak kadar azdı.
Aynı İslâm ülkeleri, bir kaçı müstesna tutulursa; maddî yönden bugün en zengin ülkeler olarak bilinmektedir. Hâl-i hazırdaki servetleri yanında, mevcut potansiyelleri bakımından da bu ülkeler, geleceğin en zengin yurtlarını teşkil etmektedirler. Ne var ki, maddî zenginliği güçlü olan ülkelerde, İslâmî ilimlere uğraşma bu zenginliğe paralel gitmemekte; maddî yönden güçsüz, fakat İslâmî araştırmalardaki ananelerini yitirmemiş olan ülkelerin desteği devamlı olarak istenmektedir. Hadise bağlı bilgilerin öğrenim ve eğitimi lehindeki ıslahat ve uyanış hareketlerinin tarihi, birkaç fakir İslâm ülkesinde, iki yüz yıl öncesine kadar varmaktadır. [418]
İsîâmî ilimlerde, asr-ı saadete yakın çağların ölçülerine dönme hareketi ilk önce uzakdoğuda; Hind diyarında görüldü. Biraz sonra özellikle badis açısından inceleyeceğimiz bu ülke dışında-, Mısır, Kuzey Afrika, Suriye gibi ülkelerde de uyanış onları takibetti. Türkiye'de, yaygın olmamakla beraber hadisle ilgili uyanış oldukça eski tarihlere varmaktadır. Fakat diğer ülkelerdeki hareketler daha öncedir. Aslında bir Suriye ve bir Mısır, tarih itibarıyla bizden farklı düşünülmemelidir. Bu bakımdan söylersek; Hind müslü-manlarmı takiben Osmanlı Ülkesi'nin her yöresinde, medreseler ve programlarındaki ıslahat, özellikle hadis için de görülüyordu.
Uyanış hareketi, öğretim yanında kitap ve matbû-ât açısından da olmuştur. Eski dönemlerle kıyas kabul etmeyen bir çokluk ve keyfiyet, bugün için iyiden iyiye sözkonusudur. Dinî tahsil müesseseleri için yazılan ders kitapları yanında, hadisle uğraşan diğer ferd-lerin ve halkın istifadesine çeşitli eserler sunulmaktadır. Bu neşriyat içinde hadise bağlı olanlar pek çoktur.[419] Dârü'l-Hadisler tekrar ilim hayatına avdet etmemişse bile, dini mekteplerde, kısa hadis kitaplan yerine, kütüb-i sitte'nin okutulup ezber ettirildiği İslâm ülkeleri mevcuttur. Neşriyat, satışj az olan, ihtisas kitapları seviyesinde de devam etmektedir. Büyük bir malî güç gerektiren bu iş, maalesef; maddî varlığı, güçlü olmayan Hindistan gibi, İslâmın ikinci din sayıldığı bir ülke tarafından gerçekleştirilmektedir.
Bu kadar yaygın neşriyat içinde, üzülerek belirtelim ki; istenmeyen durumlar da olmaktadır. Eski metinlerin, daha ilmî usûllerle ve tenkidli basımları yapılması gerekirken; kolay tercih edilerek, eski nüshalar neşredilmekte, bu işler için büyük malî varlıklar eritilmektedir, Ehliyetin, neşriyat sahasında hükümran olduğunu iddia etmek hayli güçtür.
Günümüz İslâm dünyasında hadisin ilmî ve amelî durumunu, teklifler ve tesbitler kısmına bırakarak; tarihte ve günümüzde birkaç İslâm coğrafyasını ela alip hadisle ilgili çalışmalarına göz atmak istemekteyiz. Bu sayede, durum hakkında kısa bilgimiz olacak, böylece tarihî bütünlük de temin edilerek tarihçe kısmı sona erecektir. [420]
Mısırlı bir müellif: «... Kuzey Afrika ülkelerini hariç tutarsak, tarih boyunca hadisle ve ilimleriyle en çok meşgul olan iki ülke görürüz der. [421]Onun belirttiğine göre bu iki ülke; Hind ülkesi ile Mısır'dır.
Kendisinden söz ettiğimiz Ebu Zehv, dana sonra; «Hadis ilimlerinde Mısır çağı, Hind asırları, Hicaz devirleri» olmak üzere üçlü bir taksime girişir. Sonuncusu, bazı eserlerin neşrine yardımdan öteye geçmeyen bu hizmet devirleri hakkında farklı görüşler ileri sürülebilir. Fakat herkesin ittifakla haber verdiği Hind müs-lümanlarınm sünnete ve hadise hizmetleri konusunda birkaç söz söylemek gereklidir. [422]
Hindistan deyimi ile siyasî haritada; Hindistan, Pakistan, Keşmir, Bengladeş, Bihâr vs. şeklinde bölünen yarımadanın tümünü kastetmekteyiz. Eski ve köklü bir İslâmî ilim ananesine mâlik olan Hind müslü-manları, bu eski ananelerini, yeni hamlelerle modern yapıya kavuşturmuş ve hizmetin sürekliliğini temin etmişlerdir. Müslümanlar arasında, Arap dili başta olmak üzere, mahallî diller yanında pek çok yabancı dilin konuşulduğu ülkede, îslâmî ilimler sahasında, diğer İslâm diyarlarından geri kalınmadığı çabucak görülür. Orta çağlardanberi devam eden klasik yapıdaki eğitim ve öğretime, dünya çapındaki müceddid hamlelerin sahibi olan evlatları tarafından müdahaleler olmuş, üfürülen yeni nefha, bazı bölgelerde iyi maya tutmuş, bu vesile ile İslâm kültürüne ve îslâm ilimlerine müsbet katkılarda bulunulmuştur. Hayda-rabad'm müstesna yerini hadisle meşgul olan herkes yakından bilmektedir.
Reşid Rızâ; «Hind müslümanlarmın hadisle meşguliyetleri olmasaydı, asrımızda şarkta hadis bilgilen yok olurdu» demektedir [423]Aslında bu söz, doğu İslâm ülkeleri için olduğu kadar; Mısır, Hicaz, Türkiye ve Kuzey Afrika İslâm ülkeleri için de geçerlidir.
Yakın tarihe kadar; «çeşitli aklî ilimler, felsefe ve çok az miktarda Hanefî fıkhının okutulduğu Hindistan'da, şimdilerde görülen hadis lehine uyanış; müceddid ve Rabbani bilginler ve onların, sonradan âdeta ekolleşen takipçileri tarafından başlatılmış ve sürdürülmüştür. Bu uyanış, 1054/1G44 vefat tarihli Ab-dülhakk b. Yusuf isimli alime izafe edilmektedir. Bu zat, tam bir muhaddls olmamakla beraber, ilk çığır açan, hadis bilgilerini fetret devrelerinden sonra ilk yayan zattır. Oğlu Nurulhakk da aynı hizmeti devam ettirenlerdendir. Fakat asıl büyük pay sahibi, tesirli âlım Şah Veliyyullah Dihlevî olmuştur. Bu büyük bilgin, vefatına kadar, (1076/1665), Hind ülkesinde; «büyük bir muhaddis, tebliğci ve ıslahatçı» olarak tanınmış, vazife yapmıştır. Kendi yolunu takibedenler; oğlu Şah Abdülaziz, Şâh Abdülkâdir, Şâh Refiuddin, Mu-hammed Muin gibi âlimlerdir. Aralarında en tesirli olan zat Şâh Abdülaziz Muhaddis Dihle.vfdir. [424]
Sünnetin neşri, hadisle ilgili kitapların basım işi bugün de Hind diyarında devletin yardımıyla yürütülmektedir. Haydarabad bölgesi, yetiştirdiği nâdir simalarla ve arasını kesmediği ilmî faaliyet ve kitap neşri ile haklı bir şöhret yapmıştır.[425]
Geniş bir tedkikte, bu ülkelerin tek tek ele alınması gerekmektedir. Mısır'da, Şam ve Halep'te, son yarım yüz yıl içinde, hadisle ilgili faaliyetler lehinde bir uyanma görülür. Bu uyanış tamamen neşriyat sahasına hastır, hadis öğrenim ve öğretiminde bir can-blık mevcut değildir. Hicaz'da, az önce sözünü ettiğimiz Hindli ilim adamları tarafından yürütülen ve üniversite seviyesinde olmayan hadis çalışmaları mevcuttur. Haremeyn'de, basit manada da olsa hadisi okutanlar onlardır. Hicaz, dinî kitaplarını dışarıda bastırmakta ve ilim adamını ise; Mısır, Suriye, Pakistan, Tunus ve Türkiye'den ithal etmektedir. Yeni açılan bir iki üniversitesi, daha ziyade ideolojik bir İslâmi eğitim ve öğretimle meşguldür. Öğrencileri ise; çok mükemmel burslarla cezbedilen yabancılardır. Yerli halkın, maddî zenginliği, çocuklarının daha çok modern ve teknik bilimlere sapmasını sağlamıştır.
Şam'da son yetmiş sene içinde hadisle ilgili neşriyat arasında; Cemaluddin Kâsımî, Abdülfettâh Ebû Gudde, Nâsıruddin Elbânî, Muhammed 'Accâa Hatib gibi ilim adamlarının kitaplarına raslanmaktadır. Bir tek ilahiyat fakülteleri mevcuttur. Onun dışında, hadis tedris eden kurs,çapında öğretim müesseseleri dır. Irak ve Bağdat'ın da farklı bir durumu mevcut değildir. Bir İslâm araştırmaları enstitüsü ve bir tek ilahiyat fakültesi vardır. Vakıf idaresi vasıtasıyla neşredilmiş bazı hadis kitaplarına raslanmaktadır. Subhi Samerrâî, Abdülkerim Zeydan, Muhsin Abdülhamid, İrfan Abdülhamid gibi isimlerin, diğer ilim dallarındaki eserlerine mukabil hadisle ilgili neşriyatı bilinmemektedir.
Lübnan ve Suriye'den; Dr. Subhi Salih ile Dr. Nu-reddin İtr'in, diğer İslâmî ilimler yanında özel olarak hadisle ilgileri mevcuttur. Daha bilmediğimiz bir takım âlimlerin bulunması da tabiîdir. [426]
Anadolu İslâmlığının ve tefekkür hayatının tarihi yazılırken, İslâmî ilimlere ve özellikle sünnet bilimlerine yer ayırılması gerekli olan Türkiye'nin, dışarıdan çok ileri bir seviyede teslim aldığı hadis çalışmalarına, kendi emeğini de kattığı inkâr edilemez. Anadolu-nun İslâmlaşması hareketinde, bir müddet; beraberlerinde getirilen Arapça ve Farsça dini eserler hizmel ifâ ederken, belirli bir yüzyıldan itibaren Anadolu'da yazılan kitaplar da devreye girmiştir. Bunlar içinde, Türkçe dışında yakın zamanlara kadar, hatta şimdi bile başka dilde; özellikle Arapça ve Farsça olanları da eksik değildir.
Her îslâm ülkesinde olduğu gibi, ilim adamlarıyla halkın sünnet ve hadise olan iltifatı farklı olmaktadır. Bu durum öğrenim eğitim açısından olduğu kadar,
amelî yönden de aynıdır. Önce Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine, daha sonra da günümüze bakmak uygun olacaktır:
1. Selçuklu ve Osmanlı dönemleri. Daha önceler pek çok bölgesi müslümanlarm vatanı olan Türkiye, 1071 (H. 463) yılında Alpaslan'ın müslüman ordusu vasıtasıyla iyiden vatan toprağı ile birleşmiştir. Bu devrede, dışarıda hadis ve ilimleri altın çağım yaşamaktadır. Ve yüz seneyi aşkın bir süredir gelişmiş ha-ciis ilimleri, İslâm diyarlarında ümmete hizmet vermektedir. Fetih ordularıyla beraber gelen âlimlerin beraberlerinde getirdikleri - az sayıda da olsa kitap bugün dahi görülebilmektedir. Kütüphaneleri dolduran diğer büyük kitaplar gurubu, burada yazılmış yüzyıllar boyu burada meydana getirilmiştir.
Selçuklu dünyasının geniş bir coğrafyası mevcuttur. Kirman, Suriye, Atabek, Irak Selçuklularının topraklarında üçyüze yakın muhaddis yetişmiştir. Bunların herbiri eseri olan; büyük isimlerdir. Tokat, Niksar, Malatya gibi ilim merkezlerinin erken devirlerdenberi hadisle uğraşan insanlar yetiştirdiği; Sivas, Erzurum ve Konya'nın Selçuklu ilim hayatında büyük rol sahibi şehirler olduğu malumdur.
Gerek 638/1240 tarihinde vefat eden ve uzun müddet Konya'da, Anadolu'nun diğer şehirlerinde hadisle meşgul olan İspanyalı âlim, Muhyiddin İbnu'l-Arabî ve gerekse onun yolunun sâliklerinden Sadruddin Ko-nevî diye bilinen Muhammed b. İshak (Öl. 673/1274) hadisin neşrinde büyük çığır açmışlardır. Muhy.iddin Îbnu'l-Arabî'nin ve Sadruddin Konevî'nin bugün eld8 mevcut olan kütüphanelerinin sakladığı kitaplardan;
devirlerinin en üst seviyede hadis ilimlerini takip ettikleri neticesini rahatlıkla çıkarabiliriz. O günün medreselerinde kuvvetli bir ihtimalle Osmanlılardan daha üst düzeyde hadis okutulmaktaydı.
Dârü'l-Hadis ananesi, Selçuklu ülkesinde büyük hizmetler görmüştür. Eldeki bazı yazmalar bize; ilim merkezleri, okunan eserler, okunan miktarlar, tutulan notlar hakkında kıymetli bilgiler vermektedir.
Birkaç kitabın sırtındaki sema' kaydının tedkikin-den şu isimlerin; muhaddis veya Öğrenci olan şahısların tesbiti mümkün olmaktadır: Nureddin Muhammed' b. Ebu Bekr, Sâyinüddin b. Musa, Takiyyüddin Ah-med, Radıyyüddin Yusuf, Şemsüddin Muhammed. b; Ömer, Necmeddin Yakub, Yusuf Karaağacı, Şerefüd-din İshak b. Ali Konevî, Evhadüddin Kirmânî, Kutbüd-din Ebherî.
Profesör Î.H. Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti'nin ilmiye teşkilâtı (Ankara, 1965) adlı eserinde, o devirlerin hadisle iştigal durumuna da temas eder. Düzenli bir sıralama olmamakla beraber aşağıya, alacağımız bazı notlar bize Osmanlı medrese teşkilâtında hadi? öğrenimi hakkında bilgiler verebilir-
«... Tetimme ve Darü'l-Hadis Medreseleri...» (s. 2)
«... II. Murad zamanında (841/1437.1 de başlanarak bazı arızalar sebebiyle 851 senesinde tamamlanan üç şerefeli cami yanındaki medrese ile Dârü'l-Hadls, o tarihte Osmanlı memleketlerindeki medreselerin üstünde yer aldı ve tedris tahsisatı itibarıyla Bursa'da-ki Sultan Medresesi ikinci dereceye indi...» Cs. 3).
«... Kırklı ve hariç ellili medreseleri... bu medreselerde müderris derse başlamadan evvel hadisten Me-
sâbîh ve Meşânk, veyahut Buharı ve Müslim'deki herhangi bir hadisi okuyup izahtan sonra dersini takrir ederdi...» (s. 19).
Yazar medreselerde okutulan kitapları sayarken; «... usûl-i hadis ve hadis, en meşhuru Îbnu'1-Esir (606> 1209), İbn Mübarek (181-797) ve ibn Hacer Askalânf-nin (852/1448) Nuhbetu'I-fiker isimli eserleri ve şerhleri...» (s. 23) demektedir. Uzunçarşılı bu nakiller dışında; s. 28, 30, 38 de de talî derecede ve hadisle ilgili bilgiler verir (s. 29, 30, 38). Medrese adı ve seviyesi belirtmeden; Buharı sahihi ile Kadı İyâzm Şifâ adlı eserinin okutulduğunu söyler (s. 40).[427]
Bu tesbitlerden ve d:ğef belgelerden anlıyoruz ki, Osmanlı ülkesinde orjinal denecek ölçüde ilmî hadis eserlerinin neşri, yaygın bir hadis eğitim ve öğretimi, halka kadar uzanan bir bilgi verişi, Selçuklular devri kadar olmamıştır.
2. İçinde yaşadığımız dönem. Günümüz hakkında birkaç söz söylemek gerekirse; müesseseler, neşriyat ve eğitim irşad olmak üzere meseleyi dört yönden ele alabiliriz. İrşad sözüyle Diyanet İşleri Başkan-lığı'nm, yurdun en ücra köşelerine kadar varan cami içi ve cami dışı eğitim ve öğretim imkânını kastetmekteyiz. Neşriyat sözüyle resmi ve özel kitap üretimini, öğretim ve eğitim ile de Millî Eğitim Bakanlığının vö Üniversite muhitinin faaliyetlerini söz konusu etmek istiyoruz:
a) Müesseseli öğretim. Öğretim ve öğrenimle ilgili mevzuatın himayesi altında Türkiye'de sekiz İlahiyat Fakültesinde; usûl ve metin olarak hadis ve ilimleri okutulmaktadır. Eski metinlerin yanında hazırlanan ders notları da hizmet görmektedir. Hadisle ilgili olarak fakültelerden bir kısmının devamlı ilmî neşriyatı mevcuttur[428]
Üç, dört ve beşinci senelerde, iki - beş saat arasında (haftada) hadis dersi görülürken, öğrencilerin özel çalışmalarla bu miktarı artırmaları da mümkündür Orta öğretimde, lise seviyesinde öğretim yapan İmam - Hatip Liseleri'nde de hadis, ders olarak okutulur. Altı ve yedinci sınıflarda, üç saat veya daha fazla hadis mevcuttur. Gerek yüksek öğretimde, gerekse orta öğretimde bir miktar hadis ezber edilmektedir. Son îs-iâmî İlimler Kongreleri göstermiştir ki, yüksek öğretim kurumlarında on kadar ilim dalında otuzar kişilik bir akademik kariyere mensup zümre bulunmaktadır. Bu sayı kadar da Diyanet camiasında, ilimle uğraşan kişilerin mevcut olduğuna inanmak gerekmektedir.
b) Neşriyat. Hadis kitapları da dahil, pek çok eser yurt dışından ithal yoluyla gelmekte olan Türkiye'de, devletin yapacağı küçük bir organize ile, dışarı ilmi neşriyat ihracı ve bu yolla hem memleketi tanıtmak; hem döviz kaybını önlemek ve hem de döviz kazanmak mümkündür. Keşfu'z-zunûn gibi, bazı devlet baskışı kitaplar, yurt dışından aşırı talep göstermesine rağmen, her nedense baskıları yenilenmem ekte; devletin, meselenin üzerine gerektiği şekilde eğilmez görünümü devam etmektedir. Türkiye'de dinî yayınlar; özel kuruluşlar, Diyanet İşleri Başkanlığı, Üniversitedeki ilgili fakülteler marifetiyle yapılır. Mevzuatın gerekleri olarak; Üniversite ve Diyanet İşleri Başkanlığının kitapları, halka pek az intikal eder. Halk daha çok, ehliyeti münakaşa götüren neşriyatla veya onları okuyanların telkinleriyle başbaşadır. Piyasada kontrol yoktur. İlmîliği her zaman münakaşa edilebilecek, zararı - faydası sözkonusu olabilecek eserler, ehil ellerce hazırlanan ciddi neşriyattan çok rağbettedir. Hadisle ilgili neşriyat özellikle son yirmi yılda artmış; hemen bütün ana kaynaklar Türk diline aktarılmıştır.
Neşriyatta; ciddi hazırlık, kontrol, neşri gerekme^ yen kitaplara kağıt harcamamak ve ticaretten çok hizmet ölçüleri gelirse, ülke ve ülke insanı kazançlı çıkacaktır.
c) Diyanet hizmetleri. Hadis ve sünnetin yayılmasında, kendilerinden ciddi ve yaygın hizmet beklenecek, sayısı çok fazla, müslümanlarla doğrudan teması olan kesim Diyanet câmiasıdır. İyi yetiştirüd-ği takdirde; en küçük köye kadar hadisin tanıtılması ve tatbikata dönüştürülmesinde kıymetli hizmetler görebilecek tek zümre bu kişilerdir. Diyanetin Kur'an Kursla-rı'nda hadis oku tutmamaktadır. Camilerde namaz sonrası Riyâzu's-sâlihîn okuma işlemi bazı imamlarca devam ettirilen bir çalışmadır. Diyanet'in hadisle ilgili güzel neşriyatı olmuştur. Hizmet içi yüksek ihtisas kurslarında Ebu Davud Sünen'i okutulmaktadır.
Ana hatlar halinde gördüğümüz; hadislerin doğusu ve ş'fahî nakli, yazılışı, cem ve tedvini, tasnif çağları, duraklama ve gerileme yılları olarak böldüğümüz tarihçe burada son bulmaktadır. Her seferinde söylediğimiz gibi hadis tarihi; ileride ehli tarafından ülke, ülke çağ çağ ele alınması gereken karmaşık bir konudur. [429]
Hadis ve hadise bağlı ilim dalları hakkında umumî başlangıç bilgileri verecek şekilde planlanan çalışmamızm üçüncü ve son bölümüne gelmiş bulunmaktayız. Naşirlerin isteğine göre üçüncü bölüm: «bir takım tespitleri ve teklifleri» ihtiva edeceV.ti. Buraya kadar yazdıklarımızı okuma lutfunda bulunan değerli okuyucu bilmektedir ki, hadisin bazı konularıyla, kısa tarihçesi evvelce geçmiştir. Önce birkaç noktaya temasta fayda mülâhaza-etmekteyiz.
a) Üçüncü bölümde yer alacak bilgiler «bir tür nefis muhasebesi; kendi kendini tenkid ve doğruyu arama havası taşıyacaktır». Bu itibarla, dinî bilgilerin yabancısı olan; derinliğine değil de sathi şekilde malumat sahibi bulunan değerli kişilere hitap etmemektedir. Onlar bu bahisleri okuyabilirler; fakat, meseleyi kavramadan, başkalarına nakil veya başkalarıyla bu bahislerin münakaşası kendileri için fayda temin etmeyecektir. Onlar, burada anlamadıkları konularla karşılaşmışlarsa, bilgi de yeterli gelmemişse; ehliyetli bir âlimin yardımını istemelidirler.
b) Yine bu bahisler, özellikle din dışı yüksek tahsil yapmış; meselâ teknik ilimler okumuş, dine ilgi duymuş; cesaretle ihtisası olmayan din bilgilerinde de konuşan, yazan ve çizen kimselere de hitap etmemektedir. Onlar burada yazılı olanları şüphesiz okurlar; fakat din ilimleri mütehassısı olmadıkları için, taraf olarak münakaşaya iştirak edemezler. Ehliyet sahibi araştırıcının; kıymetli çalışmaları ve bunlara bakış açısı bizim başımız üstündedir.
c) Tespitler ve teklifler bölümündeki denemeler; hadisle ihtisas derecesinde uğraşan bizim hocalarımız, meslek arkadaşlarımız ve ilahiyat tahsili içinde bulunan öğrenci kardeşlerimiz için kaleme alınmıştır. Onların her yönden ilmî ve ruhî irşada ehliyetli olanları, bize yazarak; yazdıklarımızı hasbihal telakki ederek; yanlışlarımızı düzeltecek, doğrularımızı tasdik edecek, bizi güçlendirecek, farkına varıp idrâk edemediğimiz hatalarımıza temas edecek; ölçüsüz dileklerimizi sınırlandırıp sağlam ölçüye kavuşturacak ve 'güzel bir tespitler ve teklifler çalışmasının meydana gelmesine yardımcı olacaklardır.
Bütün ilimlerde olduğu gibi hadiste de, ehliyetli kişilerin irşâdlarma muhatap olmak, onların fikirlerini ve düşüncelerini almak; yıllarca kendi başına okutup okumaktan çok daha feyizli ve bereketli neticeler vermektedir. Büyüğün tashihi ve yol göstermesi, ilimde eksik olmaması gereken bir klavuzluktur. Konunun yabancısı olanların, herhangi bir sebeple açacakları münakaşa kapısını, şimdiden kapatmak için bu birkaç hususu yazmış bulunuyoruz.
Tespitler denilince aklımıza şunlar gelmektedir: Ortada kendisinden söz edilen bir «ilimler gurubu»
bulunmaktadır. Bu ilimlerin; bir mânisi, bir de hali vardır. Geleceği, yani istikbali bizim için meçhul bulunmaktadır. Ondört asırlık devrede; çok kıymetli mesailer sarfedilmiş, nurlu bir yol açılmış, ilim adamları ve İslâm toplumları hata ve sevaplarıyla o yoldan geçmişlerdir. Yanılmalar olmuş, doğruya devam edilmiş; hülasa değişik coğrafyalarda uzun bir hayat yaşanmış.
Bugün yine, tarihin bazı bahtsız devirlerinde olduğu gibi birkaç guruba ayrılmış, birbirinden kopmuş, farklı fikirlere bölünmüşüz. Hadis açısından, özellikle Şia ve Ehl-i" sünnetin farklı değerleri kullandığı; uygulamalarının çok farklı olduğunu görmekte ve bilmekteyiz. Bu farkların en aza indirilmesi, parçalanan unsurların bütünleştirilmesi, İslâm ilimlerinin ve müslümanlarm en kudsi hedefleri olmalıdır. Hedef bir bakıma her tarafta birdir; «Peygamber (s.a.) in sünnetinin doğru olarak tesbiti ve onun getirdiği müslümanlığın; ahlâkî ve iman değerlerinin; ferdin davranışlarının tümünü kaplayan uygulama hayatının tatbikata konulması; dinimizin doğru olarak anlaşılıp, öylece öğretilmesi ve yaşanması». Durum bu kadar açık olmasına rağmen, şâirin dediği hâl de ortadadır: «Cümlenin maksûdu bir amma rivayet muhtelif...
İşte bu muhtelif rivayetlerin asgariye indirilmesinde de ölçü ilimdir. İlmin hükümranlığım örten her çalışma, zarar olmaktadır.
Teklifler olarak, ortada mevcut manzaraya bakıp birkaç nokta üzerinde fikir teksifi uygun olacaktır. Bunlardan birisi insan unsurudur. Dinî ilimleri ve özellikle hadisi mükemmel öğrenecek kadro gerekmektedir. Ayrıca bütün müslüman toplumlara ulaşacak «yaygın ve belli ölçüde derin» bilgi veren kadrolar gereklidir. İkinci mühim mesele; ondört asırlık mirasın eksiksiz tespiti olarak göze çarpmaktadır. Sünneti bize nakleden ne gibi bir malzeme devraldık; değerleri nedir?. Nihayet üçüncü mühim nokta: Geçmişteki güzellikler ve hatalar nelerdir, ilerisi için -geriye bakarak- nelerle mükellef bulunmaktayız?
Üçüncü, bölümde, önce bazı meseleler ile, geleceğe .dönük birkaç fikri nakledip, hadisi öğretecek olan unsura; insan unsuruna yer vereceğiz. Müslümanların ve özellikle hadis âliminin alması gereken kıvamdan söz açacağız. Daha sonra fikhu'l-hadis bünyesinde cereyan eden bazı araştırmalar ışığında, hadisle amel ve sünnetin tatbiki meselelerimize geçeceğiz. Son olarak; manevî mirasımızın tesbiti; görevlerimizin tesbiti konumuz olacaktır. Kadro teşkili ve çalışma konularına ait birkaç teklifi, bibliyografya listesi taki-bedecektir.[430]
Hadis ve sünnet, Peygamberimizden İslâm adma intikal eden her şey olduğunu bilmekteyiz. İlk asırlarda, ilim denilince hadis anlaşıldığı gibi, sünnet denilince de, bilgiyle birlikte amel haline getirme ve uygulama anlaşılmaktaydı. Bunu gerçekleştirmeyen ilim, buna hizmet etmeyen çalışma gayr-i nâfj yani faydasız telakki olunmaktaydı. Hatta ilk Müslümanlardan itibaren; faydasız ilimden Allah'a sığınmak bir ölçü ve bir ilkeydi.
Peygamberimize uymak; O'nun gibi müslüman olmağa çalışmak her müslüman için mümkün olmayan bir husustur. Burada Peygamber ölçüsünde müslüman olmak mânası anlaşılmamalıdır. Vahyin desteğinde yaşayan, beşerî vasıfları dışında üstün bir kişiliği bulunan, en son' peygamberin İslâmlığının taklidi sözü ile; «onun öğrettiklerine uygun olan ve ferdin kendi vüsati çerçevesinde yaşanan» müslümanlığı kastettiğimiz açıktır. Genel mânada insanlık ve özel anlamda müslüman toplumlar, sünnetin geniş yardımını görmüşler; hayatlarını onun gölgesinde sürdürmüşlerdir. Canlı kalabilmek; kültür, medeniyet ve insanlık alanlarında varlığımızı sürdürmek, onun getirdiklerini iyi bilmekle ve yaşamakla mümkün olacaktır.
Geçen bahislerde bir nebze günümüz müslüman dünyasının hadis ve sünnetle ilgili; ilim ve amel açısından genel yapısına temas ettik. Toplumlardaki İslâmî uygulamadan uzaklaşmalar; cehaletin, özellikle dinî eğitim ve öğretimin eksikliğinin eseridir. Topye-kün İslâm dünyası dinî kültürden halk seviyesinde yoksun bırakıldı diyemeyiz. Fakat, devam edenlerin vasıfsız oluşu, asrın getird.klerinin tahripkâr gücü, bazı ülkelerde din öğretiminin uzun müddet askıya alınması, bugünleri doğurdu.
Bugün için iki problemimiz vardır; a) İlim; b) Öğretim eğitim ve uygulama. Bunların değerlendirilmesinde farklı görüşler mevcuttur. Daha doğrusu: problem olarak bunlara çözüm sunan sistemli araştırmalar ferdî kalmaktadır. Günümüz sanayi dünyasının içinde; müslüman olarak kalmak, İslâmm faziletini yaşamak, ahlâkını sürdürmek, İslâm araştırıcı ve terbiyecisinin kafa ve gönül yoracağı meselelerdir. Günün problemi budur. İnançtan tutalım, a,hlâka kadar her meselede; orta çağın getirdiği bir takım münakaşaların tekrarı ve onlara çözüm bulma yerine; çağın bahtsız veya bazılarına göre çok talihli nesillerine yol gösterme; Muhammedi tebliği tanıtma, bizim ve insanlığın problemidir. İnançsız zümreye el uzatılırken; inanmış zümre içine sokulan eski hârici ve Şiî fikirlerin üzerindeki sahte Ehl-i sünnet ve Ehl-i hakli perdelerini de sıyırıp, ateşperest emperyalizmi ve onun Allahsızlıkla işbirliği halindeki uygulamalarını da görmemiz gerekmektedir. Aynı şekilde mutlak küfra karşı; Müslünıanın ehli kitapla olan işbirliğinin dinî açıdan sınır ve sorumluluklarının tespiti de bize düşmektedir.» Bugünkü Hristiyan ve Yahudiler kâfirdir, Kur's,n'm Ehl-i kitap dedikleri başkaydı... «deyip işin içinden sıyrılmak» bize sorumluluk üzerine sorumluluk yükleyen bir davranış olacaktır.
Çok büyük bir programın; bir sorumluluklar silsilesinin, küçük bir bölümüne, hadisle ilgili bazı noktalarına dair birkaç hususu arzetmemiz faydalı olur sanırız.
Hadisle amel ve İslâmî tatbikatın hadise dayandırılıp, ilk nesillerin (erişilmesi imkânsız seviyedeki insanların) tatbikatına ulaşma konusunda, Türkiye ve diğer İslâm ülkeleri için başlıca iki düşünce mevcut bulunmaktadır denebilir:[431]
Eski halin devamından kastımız, özellikle hatalı hareketlerin devamı, yanlış bir yol tutulmuşsa, meselenin çözümü için çaba sarf etmeyip olduğu gibi devamı isteme anlammadır. İyi işlerin devamı zaten iyidir, gereklidir. Halen, müslümanlarda özellikle ilim sahiplerinde sünnetle amel konusunda yeni ve sarih bir tatbikat görülmediği için, tatbikat eskiden nasılsa onun devamı üzeredir diyebiliriz. Burada, İslâmî bilgilerle hiç meşguliyeti olmayan tabakayı kastetme-inekteyiz. .
Sünnetin yeniden öğrenilmesi ve uygulanması meseleleri için neler yapılması gerektiği konuşulduğu zaman, titizlikle bir şeyler yapılmasını isteyenler «herkes önüne gelen hadisten hüküm çıkarsın ve onu uy-gulasm; onunla amel etsin» dememektedir. Durum bu kadar açık olmasına rağmen, karşı itirazlar hep bu şekilde yapılmaktadır.
Şurasını rahatlıkla savunabiliriz: Sünnetin amelde hükümranlığını isteyen hiç bir ilim adamı, «herhangi bir vatandaşın, okuduğu Türkçe bir tercemeden öğreneceği hadisten, kendisine amel prensipleri çıkarsın ve onları uygulasm» dememektedir. Böyle bir suçlama hem gülünç olmakta ve hem de hasmın çaresizliğini sergilemektedir. Böyle bir istek ilim adamından nasıl gelebilir ki? Hiç bir bilgi sahibi olmayan, hadisten nasıl ahkâm istinbât edebilir ki? Kaldı ki, binlerce hadisi Türkçe kitaplardan kendi kendine okuyan, sâde bir müslümanın, hayatının her noktasına dair
okuduğu hadis meallerinden bazı çözümler bulduğu, hadislerin kendisine kazandırdığı bilgi ve misâllerle; «ben bu konuda şunu görmüştüm, böyle tatbik etsem doğru mu?» diyerek ilgili ilim adamına danıştığı, on--dan müsbet ve öğücü cevaplar aldığı da bir gerçektir. Onbinlerce hadis tercemesi ile, sâde- vatandaşın arasına girecek bir engel ve ikaz sadece kapaklara yazılan «Aman bunlardan hüküm çıkarmaya kalkmayın; çünkü nâs'hi var, mensuhu var... tarzındaki küçük bir cümleden ibarettir. Meselede iki çıkmaz mevcuttur: Hadisler vatandaşa sunulmakta, tehlikeli olduğu yazılmakta; uygulamada ise vatandaş İslâmî bir terbiye içinde onlardan istifade etmekte. Fayda ile şayet varsa zarar içice. Girift ahkâm ve hukuk konulan dışında; nesih ve benzeri vak'alara uğrayanları dışında, özellikle ahlâk konularında, hadis okumanın ferde verdiği bir terbiye ve Hz. Resûl'e yaklaşma da söz-konusudur. Meselâ, hadislerle okuduğu yasakla «çarşıya gelmekte olan ve elinde deri taşıyan bir vatandaşı yolda karşılamanın; köylünün malını yolda karşılayıp almanın yasak olduğunu hadiste okuyup ondan kaçman kişi aynı meseleyi fıkha danışınca rahatlıkla yapmaktadır.[432]
Halkın dinî hayatı, ona dinî tebliği yapacak ilim adamına bir nisbet dahilinde bağlı olduğuna göre, biz İslâmi ilimlerle uğraşanların durumunu konuşma mevkiindeyiz. Bu zümre, müslüman toplumlarda hadis ve sünnetle en fazla temasa geçmesi gereken bölümdür. Hadisin İslâm toplumunun hayatına karışması konusunda, eskiden faydalanarak, onu mükemmelleştirip ortaya koyduğu bir fikri yoktur. Büyük kitleyi Kastettiğimizi, münferit istisnaların ve müsbet gelişmelerin kaidemizi bozmadığını ifade edelim. Kanaati-mızca ilim sahiplerini korkutan; çalışmayı ve çok çaşmayı gerektiren bir çığırın açılması, dört fıkıh mez-hebimizdeki tatbikatla şu veya bu ölçüde çatışarak bir kargaşa halinin zuhuru olsa gerektir. Çünkü, sıhhati ve sağlamlığı, mütehassıs âlimlerce tesbit edilen sahih hadis ve sünnetle amel; kişinin müslü-manlığmm gereği [433] ve şartı,olup; bu amel mecburiyetinin önüne, nesih ve tahsis gibi bazı usûl problemlerinin engel olarak konulması, meselenin çözümünde kâfi bir tutum değildir. «Meseleye yanaşmayalım» demek, «öylece eskisi gibi kalsın» demektir. Az önce de temas ettiğimiz gibi, böyle hadislerin; mütehassısların çalışmaları sonu müslümanlara sunulması gereken hadislerin miktarı, iki elin parmaklarını geçmemektedir. Bu tür çalışmaları yapanlar olmuşsa da, münferit kalmışlar; «çalışmaları fitne çıkarır korkusuyla ilgisizlikle; okunmamakla cezalandırılmıştı. [434]
Diğer taraftan, hadislerin ve sünnetin îslâm toplumlarında amel halinde tecellisini isteyen fert için, i başka engeller de mevcuttur. Bu engeller, yıllardır üzerlerine varılmayan meselelerin eski tarzdaki devamını daha da ömürlü kılmaktadır. Bu engellerden birisi, hüsn-i niyyet sahibi, çalışkan âlimin, tekliflerinden ve çözüm yolu gösterişinden dolayı mezhepsizlik ve selef düşmanlığı ile damgalanmasıdır. Hadisle amel edilmesini isteyen ferdin; mezhepsizlik ile suçlanması, kelimenin Türkiye'deki manasıyla değil de, belirli bir fıkhı mezhep yerine sünnete ittiba' mânasına belki tabiî karşılanabilir. Ama sünnet ve nakil taraftarının; müctehitlikle, re'y taraftarı ve selef düşmanı olmakla damgalanması biraz garip olmaktadır. Mezhepsizlik tavsifi olduğu gibi kalmamakta; bir basamak sayılarak, ikinci ve daha coşkunca söylenen bir tavsif arkadan gelmektedir: Dinsizlik ve reformatörlük.
Temiz nâsiyelere ve onların iffet ve namuslarına kadar uzanan bu tür damgaların, tamamen siyâsî mülahazalarla yapıldığı ortadadır. Kendi sevdikleri kimselerin, «din adına şeriat koyar gibi, ilim dışı hükümler verişine» aldırmayan insanlar, başkalarında gördükleri doğrulara bu tür saldırınca, ister istemez insana dua etmek düşmektedir.»
Durum ne olursa olsun; ilim adamı küsmemelidir, çalışmalıdır. Bu tür haller cemiyet hayatında arızidir; hasede, hisse ve fevri davranışa dayanır. Onlar da sabrın ve İhlasın karşısında erir gider. Küskünlük ve yılma meseleye çözüm getirmez. İslâm toplumuna şifâ getirmez. İşimiz bellidir: «Allah Elçisi'nin Cs.a.) yolunun, müminin hayatında tecellisi». Buna hangi sağlam yolla gidilecekse o yol tutulmalıdır.
Hz. Peygamber (s.a.) in hayatının her safhası, bir zim İslâmî yaşayışımız için imtisal nümunesidir [435]Biz öylece yaşamağa çalışmakla mükellefiz. Diyebili1 riz ki, İslâm düşünce ve amel hayatı, Resûl-i Kibriyâ-mn sahih hayat hikâyesine; siyretine, siyret tefekkürünün ve rivayet sisteminin verdiği verilere (mutalara) dayandığı nisbette İslâmîdir. Buradan şu neticeye varabiliriz: Her müslümanın üzerine, Kur'an'm içindekileri tanımak, gereği ile amel etmek nasıl farzsa, sahih sünnetin getirdiklerine râm olup, onun gösterdiği caddeden ilerlemek, başka tarîklere sapmamak, çıkmaz yollara girmemek nasıl farzsa, Nebiyyi Ekrem'in (s.a.) sahih hayat hikâyesini sağlam yollarla tesbit eden eserlerle meşgul olmak da öylece farzdır.
Eskiden Allah Elçisi'nin hayatı, arzettiğimiz ölçü^ lere uygun tedris ve telakki olunurdu. Başlangıçta orada, hayalin ve efsanenin rolü mevcut değildi. Herkes, fikrini akâid ve ruhanî hayatını, muamelesini, bu siyret içinden alıyor; menkabelere, uydurmalara değer vermiyordu. Ne zaman bu ölçüleri kaybettik, o zaman Allah'ın Elçisi'ni farklı tanıdık ve başkalarının da farklı tanımasına vesile olduk. Biz Peygamberimizi beşer üstü görüp öylece tavsife kalkışınca, ister istemez yolumuzda aksaklıklar belirdi. Halbuki Peygamberimizin Cs.a.), bizzat kendileri sağlıklarında Allah'-yn kulu ve elçisi olarak tanınmasını, Meryem oğlu İsa Ca.s.) gibi öğülmemesini istemişlerdir[436]
İslâm ilim âleminde, taraftarları az da olsa, ikinci bir görüş daha mevcuttur. Bu fikrin sahiplerine göre, sünnet ve hadisin, İslâm toplumlarında hayatın her safhasında müessir ve hükümran olması için, gerekli çalışmaların yapılması ve devamlılığının sağlanması zaruridir. Bu çalışmalar için bir durum tesbiti, ilmî kadrolar teşkili ve planlı bir faaliyet gerekmektedir.
Tesbit edilecek durum bize, sünnetin hududunu ve kaynaklarını vermelidir. Bunun yanında, ilmî ölçülerle tahdidi gereken bir diğer durum; bugünkü İslâm dünyasındaki fert ve toplum üzerinde, halen görülen ' hadisin ve sünnetin tesir derecesinin ne olduğu ve ilim adamlarıyla müslüman halktaki bilgi ve uygulama nisbetidir. Eldeki mevcut olanların bilinmesi, tamamlanması gerekli olan eksiklerimizin tesbitinde bize yardımcı olacaktır. İlmî kadroyu teşkil edecek fertlerin-İslâm dinine tam bağlılığı, hasbî çalışması (Allah rızâsından başka bir hedef gözetmemesi) ve tarafsızlığı esas olmalıdır.
Hadisler ve sünnetle ilgisi tesbit edilen İslâm toplumundaki, devletten fertlere, fertlerin de kendi aralarında; bilgili olandan olmayana kadar her kademede çeşitli görevlerin yerine getirilmesi gerekmektedir.
Devletlere düşen en büyük vazife laik de olsa idarelerini yüklendiği tebeanm imanına saygılı olmak, doğru ve ilmî tarzda dinî eğitim ve öğretim için gayret sarfetmektir. Halbuki birçok İslâm ülkesinde görülen tatbikat-maalesef- aksi istikamette olmaktadır.
Müslümanların, dinlerini eksik ve yanlış anladıklarını zaman zaman vurgulayan devlet, diğer taraftan, İslâm dininin ilmî ölçüler içinde öğretilmesine taraftar olan ehliyetli kişilerden çok eğriyi yayanlara kulak vermektedir. Tarihin pek çok devrinde durum böyle olmuştur. Otuz sene önce, din bilginimizin iki-üç fakülte bitirmesini isteyen siyaset adamı, gün gelmiş; karşısında sağlam ve bilgili kimseler yerine, tahsilsiz fakat idareye elverişli din yetkilisi aramıştır.
İlim sahipleri işe önce hadisten başlamalı ve îslâ-mı sünnet içinde öğrenme alışkanlığı yeniden kazaml-malıdır.
İlmî hadis neşriyatı ve bunu yapacak, ona muhatap olacak bir nesil, bir kadro gerekmektedir. Bu kadro; birkaç çeşit hizmeti yürütecek; ayrı şartlarda yetişmiş bol miktarda elemandır. Müslüman halkımız; dinine, ilmine ve ittikâsma (takvasına) güvendiği bu geniş kadronun gösterdiği istikamette müslümanlıkla ilgilenmek mecburiyetindedir. Başka türlü sünnete dayalı bir ilmî kalkınma yolu olmadığı gibi, bunlar yapılmadığı takdirde; problemlerimizi çözecek, toplum olarak biz madde-mâna dengesi içinde kalkındıracak bir çare. de -bizim bildiğimize göre- yoktur:
Ancak arzettiğimiz yollarla, dinî hayat; ekmek gibi, su gibi, barınak gibi, yakacak ve diğer ihtiyaçlar gibi bir «hayatî ihtiyaç» olabilir.
Arzına çalıştığımız bu iki fikir yanında, daha güzel düşünce tarzları belirlemek de şüphesiz mümkündür. Mesele; iyi niyetle düşünmeğe gelip çatmaktadır; Bu da geniş çapta insan unsuru ile mümkündür. No kadar iyi düşünceler ortaya konulursa konulsun, onların peşinden gidecek; onları hareket ve eyleme dönüştürecek insan unsuru; ya en güzel prensipleri rezil edecek, işe yaramaz kılacaktır veya bu prensiplerin eksik ve yetersiz olanlarını da düzelten, iyi insan unsuru rol alacaktır. İkinci durum îstenen ve iştiyak duyulan husustur.
Bu bölümü takibeden kısımda hadisemin alması gerekli olan yapıya ve kıvama temas edilecektir. Buradaki istenen hususlar; erişilmesi çok zor olan; yaygın tabiri ile ideal "olan istekler değildir. Bunların, şu veya bu coğrafyada-, belirli ölçüde gerçekleştirilmiş nesneler olduğu unutulmamalıdır.[437]
Biz, özellikle hadisle uğraşana hadis mütehassısı derken; ilk üç hicri asırda emsalleri bol miktarda görülen, sonraki asırlarda sayıları daha azalan, orjinal ve temel eserler veren, hadisin büyük imamlarını kas-detmiyoruz. Zaten çizmeğe çalışacağımız program. böyle bir mütehassısın yetiştirilmesine yönelmiş değildir.
Hadisçinin yapması gerekli çalışmaları anlatırken, onun için lüzumlu vasatı temine yönelmiş bazı hazırlıkları da ayırmadan zikredeceğiz. Bütün bunlar tahakkuk ettiği zaman, ortaya bir şahıs çıkacaktır, işte o arzu ettiğimiz ilmi ve İslâmi çalışmaları yapabilmeye en istidatlı namzet olabilecektir. Birtakım eserlerde, hadisçilerin üstün vasıfları zikredilir.[438] İlk bakışta, hadisçilerin kendilerini övdükleri zannedilir. Halbuki durum böyle değildir. Bu nevi eserlerde zikredilen ve hadisçilerin özelliklerini anlatan bilgiler içinde; asırlar boyu ümmet fertlerinin hadisçüere bakış üslûbu, onlara karşı gösterilen hürmet ve toplum içerisinde hadisin ve muhaddisin rolü açıkça görülür. Hadisçinin Peygamberimiz tarafından öğülmüş oluşu, onların âdil kişiler oluşu, .doğrulukları, İslâmi tebliğdeki gayretleri, imanlarındaki salâbet, Peygamberimizi en iyi tanıyan kimseler oluşları, dinin koruyucuları onlar oluşu vb. bir takım özellikleri ve bu arada hadisçinin alması gerekli ruhî ve ilmî kıvamı anlamak için, bu nevi eserlerden, meselâ Hatîb'in Şerefu ashâ-bi'1-hadis'ine bakmak faydalıdır.[439]
Hadisçinin yapması gerekli ahlâki - ruhî hazırlıklar yanında, ilmî hazırlıklar da vardır. Bu iki hususun gerçekleşmesi de meseleyi haile kâfi değildir. Bir de kitap -imkân gibi maddî hazırlıklar mevcuttur. Bu üç maddeyi ayrı ayrı ele almayıp birlikte mütalaa edeceğiz. Şimdi hazırlıkların en mühimlerini görelim:[440]
İslâmda niyyetin değerini burada anlatacak değiliz. İbadetlerimizde ve davranışlarımızda niyyetin rolü büyüktür. Bizim mesuliyet sınırımızın tayininde niy-yetimizin rol oynadığı unutulmamalıdır. İşte, böylesine ehemmiyetli olan niyyet, burada da karşımıza çıkmaktadır. İlim talibine herkesin tavsiyesi; önce niyyet dürüstlüğü, islâmi maddî çıkarları için basamak yapmamak; dünyayı elde etmek için dini. satmamak şek-hnde olmaktadır. İslâmî ilimler mensubunun ayağının kaydığı noktaların başında, niyyetinin bozukluğu; îs-lâmî, maddeye basamak yapması gelmektedir. Halbuki İslâmî ilimler yoluyla madde temini ve yine de ih-las iddiası; İslama hizmet, sünnet-i seniyyeye uygun yaşama ve benzeri iddialara taban tabana zıttır. Öyleyse hadisçi de, gayret ve çalışmasının karşılığını Allah'tan istemelidir. Burada çeşitli mukabil görüş ve iddialar karşımıza çıkar. Bunların bir kısmına ilmi süsü de verilir. Fakat hepsi mesnetsizdir, çürüktür, savunulması mümkün olmayan nesnelerdir. Allah Elçisinin ve selefin hayatları ortadadır. Bize yakın zamanlarda yaşayıp da, çocuklarına mal değil borç bırakan büyüklerimiz de meydandadır. Sözün kısası, İslâmm madde mukabili istismarı ilimle bağdaşmaz. Diğer istismarlar da öyledir. Fakat burada onlara temas etmeyeceğiz. Madde, şöhret, riyaset iddiası vb. hastalıklardan temizlenmiş bir kalp ile sünneti öğrenme dileğimizi; başta kendimiz ve sonra, okuyan herkes için samimiyetle Allah'tan niyaz ederiz.[441]
Kur'an-ı Kerinı'i tanımak ve bilmek, şümullü ve geniş mânaları ihtiva edebilen bir tâbirdir. Kur'an-ı bilmek; eski devirlerde ve günümüzde farklı anlaşılmış bir mefhumdur. Biz, neyi kasdettiğimizi açıklamalıyız; Kur'an'm tanınması, onun indiği şartların, çevrenin bilinmesi; günümüze kadar Kur'an-ı Kerim'in tarihi hakkında bilgi sahibi olma; kıraatlere bir parça vukuf, kıraat ihtilâflarının ahkâma tesiri; Kur'an-ı
Kerim'i ezbere bilmek; diline ve ahkâmına vâkıf olmak; hadisle ilgisini gerektiği şekilde bilmek. Daha toplu bir ifade ile şöyle de denebilir: «Dinimizin kaynaklarından birisi olarak "Kur'an-ı Kerim'in muhtevasına, fonksiyonuna ve dinimizdeki yerine vukuf». Yoksa Kur'an-ı Kerim'i alelusul tanımak, onu tilâvet eylemek ihtiyaca kâfi gelmiyor. Bunlar da birer hizmettir; bugün, bu işleri yapacak kişilere; hele hele onu ezbere bilene muhtacız. Bizim burada kendisinden sö2 ettiğimiz Kur'an'ı tanıma, daha derinliğine bir bilgidir.
Kur'an-ı Kerim'in tilâveti bile, bizim cami hizmetleri ve ona bağlı bazı vazifelerimizde, halk nazarında tutunmamıza vesile teşkil edecektir. YıJlardır, öğrencilik sırasındaki cami hizmetlerinde halktan hüsn-i kabul görmemişsek, bu bizim Kur'an'ı okuyuşumuz ve vazifeye devamımız ile ilgili bir eksiğimizdir. Bu nokta üzerinde iyice düşünmek gerekmektedir. Bu azıcık bilgi bir tarafa, İslâmî ilimler mensubu bir kişinin hafız olmaması, hemen telâfisi gereken bir eksiğidir. Hele Kur'an-ı Kerim'i sathi tanıyan bir fıkıh bilgini, bir akâid ve kelâm hocası, bir tefsir öğretmeni, bir din bilgisi muallimi düşünülmemelidir.[442]
Bu şart, Arapça ana dili olan kimseler için de varittir. İslâmî ilimler mensubu olan kişi, Arapça kendi dili de olsa onu gerektiği şekilde geliştirmeli, Arapça ana dili olmayanlar da mükemmel tarzda onu öğrenmelidir. «Arapçanm bilinmesi» deyince biz, çeşitli ülkelerde, ondört asırdan beri yazılmış eserleri anlama melekesini kastediyoruz. Aslında bilmek; okumak, anlamak, konuşmak ve yazmakla gerçekleşecektir. Bunlardan konuşma ve yazmayı ikinci plânda görerek diyoruz ki; hadisle uğraşacak kişi, Arapçayı her devri ve her coğrafyayı kuşatacak bir ihata ile bilmelidir. Okuduğunu anlamayan; dilin özelliklerine, edebiyatına, edebî sanatlarına vâkıf olmayan kişi; okuduğu metinlerden, Allah Elçisi'nin söylemediği ve kasdetme-diği mânaları çıkaracaktır. Bu ise, Hz. Peygamber'e iftiradır. Din böyle anlaşılamaz. Vasat bir Arapça ile vo vasatın altındaki dil bilgileriyle, hadis sahasında hizmet olamayacağı gibi, diğer İslâmi ilimleri anlamak da mümkün değildir.
Yıllardır görülen eksikliklerimiz, tatbikattaki hatalarımız bizi Arapçamn öğrenüemeyeceği kanaatine sevketmemelidir. Ümidini kesen kişilerde; «Nasıl olsa Türk dilinde, bize yetecek kadar eser var; devamlı olarak da -hatta ana kaynakları bile- tercüme faaliyeti sürüyor, bu bizim işimizi görür; biz daha aktif işlere yönelelim...» düşüncesine saplanmamahdır. Böylesi ,bir ümit ve çalışma, bizim ifade ettiğimiz mânadaki ihtisas çalışmalarına hizmet etmez; aksine biz, devamlı olarak mütercimlerin -ister ehil olsun ister olmasın- insafına terkedilmiş oluruz. Bu da bizim asıl kaynak ile temasımızı zedeler.[443]
Hadisçinin, tecrübî ve aklî ilimler yanında, sosyal ve beşerî ilimleri de ihtiyacı nisbetinde bilmesi faydalıdır. Bugün moda olan bazı meselelerde, kendisini körlükten bu sayede kurtarır ve karşısındakine maalesef- bir derecede bu ilimlerden söz ettiği zaman tesirli olur. Bunlardan başka hadisçinin bizim âlet ilimleri dediğimiz bilgi dallarını da okuması gerektir. İslâmi ilimler arasında bilhassa; akâid, tefsir fıkıh, İslâm tarihi vb. ilimlere sıra gelince; bunlar üzerindeki vukufu daha fazla olmalıdır. Biz burada, hadisçinin; İslâm tarihi, tefsir, fıkıh ve akâid. bilgilerinde, hadisle kurması gereken irtibata bir nebze teması faydalı görmekteyiz:
a) Akâid ve kelâm. Hadisçilerin, saf İslâm akaidinin eksiksiz tesbiti konusundaki hizmetini inkâr mümkün değildir. Kelâmın teşekkülü, çeşitli tezahür şekilleri; Ehl-i sünnet ve Ehl-i hevânm birbirinden ayrılması, hadisçilerle kelâmcüar arasında pek çok müşterek mesele doğurdu. Evvelce de söylediğimiz gibi; hadisçilerle kelâmcılarm arasındaki mevcut soğukluk ve münakaşalar, büyük bir ciltlik çalışma konusu olmuştur. Hadisçi elbette ki saf İslâm akaidinin savunucusu ve onun delillerinin tesbit edicisidir. Hadis, İslâm akidesinin savunulmasını, günün icabına göre savunulmasını hiç bir zaman yadırgamamış tır. Onun reddettiği, «İslâm akaidinin savunulması bahanesiyle, inanç sistemimiz içine alman; vasıta olarak giren, sonradan âdeta asıl imiş, gaye imiş gibi yerleşen ve sünnet ile hiç bir ilgisi bulunmayan eski çağ Hint ve Yunan hurafeleri; mânâsız münakaşalardır». Hadisçinin karşısına aldığı, İslâm tevhit âlimi değil, kelâmcı Ehl-j bid'at ve delâlettir. Hadisçi bunları iyice bilmelidir.
Hadisçinin bugün için görevi, âmentü cümlesinde belirtilen inanç esaslarımıza hadislerden delil olabilecek haberleri tesbit etmek, onların sıhhatleri üzerinde bilgi vermek ve tevhide dair yapılacak çalışmalara yardımcı olmaktır. Bugün herhangi bir kelâm kitabı açarsak orada; iman esaslarımızın delillerle; kitap ve sünnetle açıklanması yerine çok defa daha başka bilgiler buluruz.[444]
b) Kur'an bilgileri ve tefsiri. Hadisçiye en yakın ilim şubelerinden birisi de «Ulûmu'l Kur'an» gurubuna dahil olan irili ufaklı bilgi dallarıdır. Bilind;ği gibi, tefsir de diğer bazı ilimler gibi, önce hadisin içinde doğmuş, bilâhare istiklâl kazanmıştır. Bu itibarla iki ilim dalının ve mensuplarının yekdiğerleriyle münasebetleri fazla olmalıdır. Tefsirin rivayet bölümü tamamen hadise ve onun yardımına, muhtaç bir ilim dalıdır. Diğer taraftan, az önce de belirttiğimiz gibi, tefsire gerektiği kadar vukufu olmayan bir hadis ilmi mensubu da düşünülemez. Kitap ile sünnet arasındaki pek çok meselede; hadisçi, tefsirdeki bilgilerini de kullanacaktır. Eğer bu bilgilerden habersiz olursa çalışmaları eksik kalacaktır.
İslâmî ilimlerde bir anane vardır; herkes, kitap ile sünnetin karşılıklı olarak birbirlerine muhtaç olduklarını bilirler. Bu demektif ki, Resûl-i Ekrem'in temsil ettiği müslümanlığm; yaşayışın ve kulluğun örneğini biz, ancak hadisi ve âyeti iyi anlarsak bulabileceğiz.
c) Fıkıh ve fıkha bağlı bilgi dallan. İslâm fıkhı, kitap ve sünnete bağlı olarak, müslümanlarm meselelerine çözüm getirirken, halkın daha fazla dikkatini çekmiş; daha doğru bir tâbirle halkında ve âliminde «kitap ve sünnetle meşguliyet»; yerini, çok kere fıkha bırakmıştır. Aslında bu böyle olmaması gerekirdi. Fıkıhla uğraşıldığı kadar, her devirde, kitap ve sünnetle de meşguliyet lazımdı. «Her şey fıkıhta birikti» kanaati müslümanlarm fıkha ihtimam göstermelerine sebep oldu ise de, bu çalışmaların hızı da belirli bir süre sonra kesildi. Çünkü, çalışmanın hızı ancak ilk imamların ölçüleri çizgisinde devam ettiği takdirde artacaktı. Sonraki gelenler, onlardaki canlılığı koruyamadılar. Biz günümüz için bir şeyler söyleyelim: «Hadisle uğraşan âlim aynı zamanda iyi bir fakih olmalıdır. Bunun için önce sünnetin iyi bilinmesi şarttır. Bu takdirde fakih - muhaddis ortaya çıkacaktır.; yani, fıkhı da iyi bilen, fakat mesleki hadisçilik olan kişi». îlk imamların özellikleri buradaydı. Böyle bir nesil yetişirse, ortada fakih -muhaddis sürtüşmesi kalmadığı gibi, fıkıh da ilk asırlardaki cevvalliğine kavuşur. Ümmet fertleri birbirini hataya nisbet etmez; kendi mezhebinin hak, diğerlerinin hata olduğunu savunmaz. Bugün biz fıkhı, hadise ve âyete dayalı olarak bilen ve takdim eden kişilere muhtacız.
d) İslâm tarihi. Hadisçinin en yakın arkadaşlarından biri de genel tarih ve özellikle asr-ı saadet tarihidir. Hadis - tarih yakınlıklarından, metot birliklerinden bahsetmeyeceğiz. Tarih, hadislerin yardımıyla müslümanlara; asr-ı saadetin sınırlarını çizer, o hayatı en sağlam biçimde ortaya seriverir. Adeta Fahr-i Kâinat, «yaşıyor gibi bize yakın» olur. Böyle bir vasatta islâmm öğrenilmesi ise, daha sağlam ve kolay hala gelir. İnanç, ibadet ve muamelelerimizin tarihçesi ve numuneleri ortaya çıkar, yanlışların sonu. alınır. Tarih hadisçinin silâhıdır.[445]
İslâmî ilimler mensupları, sık sık, ilmi usûlle neşredilmiş eserlere duyulan ihtiyaçtan, selefin eserlerinin ilmi usullerle neşri zaruretinden» söz ederler. Bir hadisçi bir yazıyı şu cümlelerle bitirir: «Kur'an ve sünnetin vermek istedikleri zihniyetin tam kavranabilmesi için ise, İslâm kitabiyyatımn ilmi neşirlerinin ta mamlanması şartı, ne yazık ki hâlâ ilk' ve en mühim merhaleyi teşkil etmektedir. Bu gayenin pek gecikmemesi niyazımızla sözümüzü bağlayalım». Kitabiyyat sözüyle İslâmî literatür; İslâmi tasnifler kastedilmektedir. Bu eksikliği birkaç yönden düşünmek veya bir kaç yönden bu eksiklikle karşılaşmak durumundayız. Bunlardan biri; yazmaların neşri, diğeri ise neşredilenlerin doğru olarak; müellifin yazdığı nüshaya en yakın veya onun aynı olarak neşri. Yazmaların neşrinin gecikmesinin doğuracağı eksiklik bir tarafa, matbu bir kitabın iki ayrı basımevindeki neşrini ele alıp .karşılaştırmak, bile ortaya hayret edilecek eksik ve fazlalıklar çıkarır. Bu iki baskının, eserin aslı ile olan farklarını da ayrıca buraçlan tahmin edebiliriz. Bu durumda, insanda matbu eserleri okurken bile, ihtiyatı elden bırakmamak fikri perçinlenir. Bunun önlenmesi yolu, ilmî esaslara uygun olarak kitapların neşridir. Böyle olmayan neşirler, belki naşire para getirir, fakat İslâm ilim hayatından da pek çok şey götürür.
İslâm kültürünün ölmez eserlerinin ilmî neşirlerinin yapılmasını oturduğumuz yerde beklemenin faydası yoktur. Bunun için organize çalışma gerek'r. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nin bu konuda yaptığı neşirler vardır. Bunun yanında memleketimizde pek çok fakültede edition eritique (tenkitli neşir) için yetiştirilebilecek istidatlar, hatta yetişkin kimseler mevcuttur. Merkezi bir haberleşme ile, birkaç yıl içinde oldukça kabarık bir liste meydana gelebilir. Kurulacak bir merkezin elemanları, önce bir liste meydana getirir; dünya İslâmlığının ihtiyacı olan eserleri tesbit eder, İslâm ülkelerindeki bu tür işleri yapanlarla temas kurar. Böylece aynı eser üzerinde başkalarının vakit harcaması da önlenir. Meydana gelen çalışmaların neşri içinde, devlet yardımı mümkün olmazsa müslümanlarm zengin olanlarının aklı bu konuda erdirilir; belki fuzuli masraflarını kısarak bu konuda kurulacak bir fona yardım etmek isteyenler çıkar. Bu teşebbüs; memleketimizdeki, seçimsiz, ehliyetsiz ve ihtiyaç olmayan tercüme ve baskı - yayın faaliyetlerini de kontrol altına alır veya onları yok eder. İslâm kütüphanesi teşekkül edince pek çok eksiğimiz böylecegiderilmiş olur; herkes inanarak okur, keşmekeş önlenir.[446]
Türkçede bir söz vardır; Kemâlat kem-âlât ile olmaz. Siz ne kadar iyi yetişmiş olursanız olunuz, eğer kullanacağınız malzemeniz eksikse veya hiç yoksa, yapacağınız hiç bir iş de yoktur. Çok güzel yetişmiş bir operatör tabip, hiç bir tıbbi cihazın bulunmadığı bir sağlık merkezinde nasıl eli kolu bağlı ise, çok iyi yetişmiş bir ilâhiyatçı ve bir İslâmiyatçı da, eğer kullanacağı malzemeden mahrum ise yapacağı hiç bir iş yoktur.
Durum Türkiye için de aynıdır. Biz bugün birkaç çeşit İslâmî eserler kütüphanesine muhtacız. Bunları şöyle özetlemek mümkündür:
a) İhtisas kütüphaneleri. Bu kütüphanelerden, belirli bir ölçü tesbit edilerek, hiç olmazsa bütün vilayet merkezlerimize kurulmalıdır. Veya ü-halk kitaplıkları bu yönden takviye edilmelidir. Vasat güçte bir İslâmî eser telifi, böyle bir kütüphanede çalışmakla mümkündür. Daha üstünleri için dünya ülkelerinden alış -veriş şarttır. Biz bunu söylemek durumunda değiliz. Bu olmazsa, en azından altı, yedi «Bölge îsîâmî eserler kitaplığı» kurulmalıdır.
b) Kaza ve kasaba kütüphaneleri. Lise seviyesinde öğretim yapan kurumlardaki öğrencilerin İslâmî ihtiyaçlarını karşılayacak bu kütüphane, halkımız ve Diyanet hizmetlisi olan zümre için de hizmet görecektir. Her kazada ve kasabada bulunması zaruridir. Kaza kütüphanelerinde ihtiyaçları karşılanmayan kişinin; biraz daha ciddi araştırma yapma istiyenin, ilk müracaat yeri il kütüphanesi veya «bölge kitaplığı» olacaktır. Herkesin İstanbul'a Ankara'ya, Erzurum'a gitmesi mümkün değildir.
Memleketimizin batısında, doğusunda öyle kaza ve kasabalarımız vardır ki, orada bir müftünün, bir vaizin, bir din bilgisi öğretmeninin, bir İmam - Hatip Lisesi hocasının, ihtiyacını giderecek kitapları yoktur. Kişinin kendisinin kitap sahibi olması meselesine de temas edelim. Öğrencilik harçlıklarıyla alınabilecek kitaplar sınırlıdır. Zaten öğrencilik devrinde, talebenin yolu doğrultulmamışsa, makul bir kitap alış - verişi de olamaz. Şöyle ki: Öğrencilik hayatında, umumiyetle geliri dar olan fert, artırabildiği birkaç kuruşu eğer günlük dergi ve mecmualara yatırma yolunu tutmuş-sa, onun kitaba para ayırması da mümkün değildir, buna ihtiyaç da zor duyulur. Ama, ilerideki vazife hayatında kendisine gerekli el kitaplarına parasını yatırırsa, o zaman küçük, bir kitap grubunun birikmesi mümkün olabilir. Bu yol tutulmalıdır. Vazife hayatına atılan şahıs, yanında gazete koleksiyonlarıyle vazife yerine gitmiş bile olsa, o yine orada kitap eksikliği duyacaktır. İlahiyat öğrencisi lügat, lisan kitabı, Kur'an-ı Kerim meali gibi elinde devamlı kullanacağı kitaplar yanında, öğrencilik devresinde, her ilimden en az birkaç eser olmağa çalışmalıdır.[447]
Cemiyetimizde, İslâmi ilimlerin çeşitli dallarında uğraşmakta olanlardan söz ettik. Bunların çeşitli yerlerde görevli olanları yanında, serbest çalışanları da mevcuttur. Bu kişilerin de, kendi branşları ve sahaları dışında, hadisle olan ilgilerinden söz etmek gerekir.
Hadisle meşgul olmadan, dinî ilimlerin öğrenilmesi mümkün değildir. Durum böyle olmakla beraber, hizmet esnasında, hadisle bu nevi kimselerin ne derece meşgul olmaları gerektiği de düşünülmelidir. Orta dereceli okullarda din ve ahlâk öğretim ve eğitimi yaptıran fertler ile, din hizmetlilerinin durumunu burada zikredeceğiz. Camide hizmet gören; müezzin - kayyim imam - hatip, vaiz, müftü ve yardımcıları hadisle ne derece meşgul olmalıdırlar, bugünkü tatbikat ne durumdadır?. Orta dereceli okullarda hizmet gören din bilgisi öğretmeninin, hadisle ilgileri fakülteden mezuniyetle kesilecek midir? Aslında bu soruların cevapları, onların verecekleri bilgilerle değer kazanabilir. Çünkü tatbikatı yapan ve neticeleri görenler onlardır. Tahsil devresi ile hizmet devresindeki durumun mukayesesi ve muhasebesi ancak onlar tarafından yapılabilir. Buna rağmen, isabetli olma şansı az da olsa, biz yine düşüncelerimizi ifadeyi doğru bulmaktayız.[448]
Din hizmetlileri, kitlenin İslâmî mânada eğitilmesinde büyük hizmet görevi ile yüklü olduğu için, onların «kültür ve şahsiyet beraberliği» içinde olmaları; aynı boya ile boyanmaları arzu edilir. Bunun aksi düşünülürse, aynı camide muhtelif zamanlarda vazife gören ayrı şahıslar ^ ayrı ayrı ölçülerden, ayrı ayrı nesnelerden bahsederler. Bu da öğretim - eğitim hizmetini aksatması bir tarafa, cemaat üzerinde menfi tesir icra eder. Bugün durum, bir bakıma böyledir. Bunun sebebi de kültür seviyelerinin farklılığı: hizmetin tek elden plânlı olarak yürütülmeyişi ve diğer bazı âmillerin tesiridir. Burada bir hâdiseyi nakletmeyi faydalı buluyoruz. Bundan takriben yirnıibeş sene kadar önce, bir ilimizde müftü olan zat, sayıları onu bulan vaizlerine; «Hangi kitaplardan vaaz ediyor, neler söylüyorsunuz? Aramızda bir fikir birliğine varmak için, herkes takibettiği eseri veya eserleri falanca gün beraberinde daireye getirsin, görüşelim konuşalım» der Belirtilen gün gelir. Vak'ayı nakleden zat; «Ben takib-ettiğim eseri koltuğumun altına koyup gittim, baktım ki kimse gelmemiş» diye hâdiseyi bitirir. İlgili mevzuat ve yönetmelikler, bugün için bu meseleyi güzelce tanzim etmesine rağmen, durum o zamankinden çok az farkedebilmiştir. Bu vak'a, derdi ve devasını birlikte takdim etmektedir; belirli bir şahsiyet ölçüsü, merkezi ve plânlı bir vazife ifası.[449]
Kendisinden söz ettiğimiz «kültür bütünlüğünün temininde» hadisin de payı olacaktır. Din hizmetlisinin, hadisi iyi bilmesi şarttır. Bu kıvamın temini, tahsil devresinden sonra da, «teşkilatlarca, fertlerin kontrolü ve bilgi yönünden ikmâli» ile gerçekleşebilir. Müftü hadis bilmiyorsa, dini mesele çözemez. Vaiz hadisle uğraşmıyorsa, halka aktüalite anlatır. Bu da vaaz ve irşat olmaz.
Din hizmetlisinin, altı sahih hadis kitabının hiç olmazsa ihtiva ettiği hadisleri, devamlı okuması; müzakere etmesi, müşterek çalışmalarla kendisini takviyesi gereklidir. Bir hatip; en az, hutbede naklettiği hadisin sıhhatini ve râvisini, kaynağını şuurla bilmeli, cemaatine bunu takdim etmelidir. Yoksa kitlelerin hadisle ilgisi başka türlü temin edilemez. Diyanet İşleri teşkilâtının; kurslarla, neşriyatla bu işi kovuşturması beklenir.[450]
Din bilgisi ve ahlâk
dersi öğretmeninin hadis bügisi sınırını tespite geçmeden önce, Diyanet
hizmetlisi ile orta dereceli okullardaki dindersi öğretmeni arasında kalan, az
önce de kendilerinden bahsolunan bir zümreyi daha hatırımıza getirelim; İmam -
Hatip lise-leri'ndeki meslek dersi öğretmenleri. Meslek dersleri sözüyle İslâm dinini
öğreten dersleri kastediyoruz. Bu dersler, adı geçen liselerde, bir üst
seviyedeki yüksek tahsil müessesesine, zemin teşkil edecek şekilde düşünülmelidir.
Yani, buradan mezun olan öğrenci, başka bir fakülte veya yüksek okula gitmez
de, «yüksek dini tahsil yapmak» isterse, bu takdirde önünde tek müessese
vardır; İlahiyat Fakülteleri
[451]İmam
- Hatip Lisesi mezunu iyi bir tahsil yaptığı takdirde, İlahiyat Fakültelerinde
göreceği dini derslerin başlangıç bilgilerini, hatta bazan iptidai bilgiden
biraz daha yükseğini buralarda öğrenir. Bugün, İmam - Hatip Liseleri'-nin
ikinci devrelerinde hadis dersi mevcuttur. Bu miktar, bundan yirmi sene
öncekinden de fazladır. Yüksek dinî tahsile devam eden kişi, buradan mezun
olacağı için; meslek dersleri okutacaksa, veya adı geçen fakültelere öğretim
üyesi olma hazırlığı içinde olacaksa, o takdirde kendisinin hadis formasyonu
biraz daha muhtevalı olmalıdır. Bu, ilerideki hizmetinin gereğidir. Biz burada
fakültelerdeki ders okutan ilim adamlarının hadis formasyonlarına teması
salahiyetimiz dışında görüyoruz.
Buraya kadar olan bilgilerden, az ileride göreceğimiz mesele hakkında umumi bir kanaat edinmek mümkün ise de, biz yine de «öğrencilik devresinde almamız gerekli hadis formasyonuna» (hazırlıklarımıza) teması faydalı bulmaktayız. Öğrencilik sözüyle, yüksek dinî tahsil müesseselerindeki öğrenciliği kastettiğimizi belirtelim.[452]
Öğrencilikteki seviye denilince, başlangıcı veya asgari ölçüsü belirlenebilen fakat, azami haddi çizile-meyen bir durum gözönüne gelmektedir. Öğrenci hadis - âyet arayarak; onların açıklamalarım okuyarak vaaz, hutbe örnek ders hazırlamışsa daha başarılı olmuştur.[453]
Her ilim dalında o ilimde şöhret yapmış, o ilmin bayrağını taşımış kişiler vardır. Hadiste bu durum biraz daha değişiktir. Şahıslar sözüyle biz, hadis ilimlerinde eser vermiş veya hadisle ömrünü geçirmiş fertler yanında, hadis râvilerlni de düşünmek durumundayız. Böylece; hadisleri rivayet eden ve hadis ilimlerinin alemdarı durumunda olan kişilerle ilgilenme meydana çıkmış olmaktadır.
Her iki mânayı da kapsayacak tarzda meseleye bakınca, hadisle ilgili şahısları tanıma vo öğrenmenin bir takım faydaları olduğunu kabule mecbur oluruz. Hadisi bilen kişinin, cerh ve ta'dili, dolayısıyla hadis
ricalini bilmesi gönlün arzu ettiği bir şeydir. Bu tahakkuk etmezse, hiç olmazsa râvilerden bazılarıyla, müelliflerden bir kısmını mutlaka tanımak gerekir. Şahısları tanımanın, özellikle hadis ilmindeki faydalarından bazılarını maddeler halinde özetleyelim:
a) Şahısları tanımakla, hadisin sağlamlığı ve çürüklüğü üzerinde fikir sahibi olabiliriz. Peygamberimizin ve onu takibeden nesillerin özelliklerini tanırız,
b) Hadisler arasındaki tercihlerde veya kronolojik tespitlerde, şahısların tanınmaları meselelere büyük ölçüde yardımcı olur.
c) İlimler bir bakıma şahıslarla kâimdir. Aklî, naklî, tabiî, matematik her bilgi dalında belirli kişilerin bilinmesi kaçınılmaz bir durumdur. Sözgelişi; hadisle uğraşan; dört halifeyi, Abdullah b. Mes'ûd'u, 'Abdullah b. Abbâs'ı, İbn Ömer'i, Ebu Hureyre'yi, Üm-mülmüminin Hz. Aişe'yi, Kütüb-i sitte sahiplerini İbn Şihâb'ı, İbn Salâh'ı, İbn Hacer'i, Şâh Veliyullah'ı tanımazsa eksik kalır.
d) Şahısları tanımanın; ahlâk - edep, ruhanî hayat yönlerinden de bize faydaları vardır-
e) Râviler tanınmazsa ihtilâtlar; bedenî, aklî arızalar; bunların doğurduğu hadisle ilgili meseleler bilinemez.
f) Bir noktada insanlar, sözlere değil onların sahiplerine itibar etmektedir. Kitaplardan ziyade müelliflerinin, hüküm vermede rolleri olmaktadır. Bu ba-krmdan da hadisçilerin tanınması zaruridir.
g) Şahıslar tanınınca onların faydalandıkları ilim vasatı, tesir ettikleri kişiler de bilinir. Böylece açılan çığırlar hakkında tam kanaat sahibi olabiliriz.
h) Şahıslar iyi tanınırsa; üslupları, kişilikleri, ilmi faaliyetleri bilinirse, onlara izafe edilen ve aslı olmayan eserler; kitaplarına sonradan yapılan ilâveler (medsûsât) ayıklanabilir.
Daha pek çok fayda varsa da bunları saymaktan sarfı nazar ederek diyoruz ki; Fakültelerimizde hadis okuyan kişi, en azından sahabenin, hadis nakli ve rivayetinde ileri gelenlerini ve onların özelliklerini, kü-tüb-i sitte sahipleri başta olmak üzere, büyük telif meydana getirmiş şahıslarla, çığır açmış kişileri; kendi milletimizden hadise hizmet edenleri ve günümüzde hadisle uğraşanları tanımalı, onlarla irtibat kurmalıdır. Âhirete gidenlerle irtibat, onların eserleri vasıtasıyla olabilmektedir.
Bunu temin edebilmek için, şahıslar hakkında, onların terceme-i halini anlatan eserlere müracaat edilmelidir. Bir öğrenci, onbeşgünde bir şahıs değiştirmek suretiyle, muhtelif kişilerin hayatı üzerinde eserler okusa; notlar alıp bunları terkip yapsa; hem büyük hadiscileri tanır, hem de elinde pek çok biyografi (terceme-i hal) birikmiş olur.
Bunlar, tatbik kabiliyeti olmayan teklifler değildir. Az da olsa, bu tür çalışmalar içinde olanların durumunu yıllardır görmekteyiz.[454]
Kitaplar, ilimle uğraşanların malzemeleridir. İlimler, tarihin akışı içinde kitaplar yardımıyla bize kadar
gelmiş; kitaplar vasıtasıyla temsil imkânını bulmuşlardır. Malzemesini tanımayan ilim sahibi, çalışmalarından semere alamaz. Bir önceki maddede, şahıslar ne kadar ehemmiyet arzetmişse, şahısların vefatlarından sonra yerlerini atan eserleri de o derece ehemmiyet kazanmıştır.
Bibliyografya malumatı veren eserlerde, hadisle ilgili musannefâtı, yer yer serpiştirilmiş olarak bulabilmekteyiz. Yalnız hadisin, diğer İslâmî ilimlere nis-betle daha şanslı bir durumu olmuş; zamanımıza yakın devrede yaşayan bir âlim, kısa da olsa (hadisle ilgili eserleri) bir araya toplayarak, tavsif etmiş, kitaplar ve müellifleri hakkında muhtasar bilgiler vermiştir.
Yüksek dinî tahsil yapan kişi, belirli ilim dallarında yine belirli eserleri tanırsa faydalı olur. Bu tanıma, «eserlerin, kullanılarak öğrenilmesi» şeklinde olursa daha külfetsiz ve daha hatırda kalıcı biçimde olmaktadır. Bu itibarla; kişinin, hadise bağlı küçük ilim dallarının her birinde telif edilmiş üç-beş eseri bilmesi faydalı olacaktır. Bunlardan, matbu olanların veya yazma olup da görülmesi mümkün olanların bizzat kullanılarak;, okunarak, görülerek öğrenilmesi en isabetli yoldur. Böyle bir çalışma yapan kişi, zamanla hafızasında az sayılmayacak bir kitap listesi biriktirir. Neyi nerede bulacağını bilir, hangi eserden neler alacağını tanır. Eğer, hizmet devresinde bu kitapları da el altında bulabilirse, o zaman evvelki mesaisinin bereketini ve faydasını görür. Yoksa hizmet dönemindö, her şeyi yeni duymağa başlar ve ihtiyaç görüldüğü için öğrenmeğe kalkarsa, hayli zaman kaybetmiş olur. Hadis için arzettiğimiz bu durum, diğer bütün ilimler için de geçerlidir. Aynı çalışma onlar için de yapılmalıdır [455]
Tarih sözü ile; ilmin yayıldığı zaman ve mekânı kastediyoruz. Meselâ, hadis bilgileri için, ondört asırlık bir devre ve İslâm ülkelerinin tümü veya mühim merkezleri; bu çizdiğimiz zaman ve mekân sınırlan içinde (hadisin hayat hilcâyesi). Kişi önündeki mukadder hayati; ilmî hayatı yaşarken, hem bulunduğu zamanla, hem de geçmiş ile irtibatlıdır. Bu. irtibattan tecerrüd etmiş bir ilim hayatı düşünülemez. Bu itibarla, hadisin tarihçesi bilinmelidir. Hadise merkezlik etmiş coğrafyalar tanınmalıdır. Hadis ilimleri yarışında önde giden, ümmete yol gösteren; sünnetin bayraktarlığını yapıp çilesini çeken zaman ve mekânların şerefli sakinleri, mutlaka tanınmalıdır. Hadis tarihi üzerine yapılmış çalışmalar çok azdır. Aksine malzeme oldukça boldur. Yapılan çalışmaların okunması, okunurken bazı küçük çalışmalar yapılması, mazi ile irtibatı kâfi derecede temin eder.
Hadis ilimlerinin geçirdiği safhaların takibi, ferdi mücerret durumda hadisle başbaşa bırakmaz. Aksine, adı geçen zamanların ve toplulukların her yönleriyle ilgilenmeğe davet eder. Topluluktan ayrılmış, belirli vakıalara sırtını dönmüş bir hadis tarihi araştırması kastetmemekteyiz. Bu bakımdan, kişinin diğer bazı bilgilerle de alış - verişte bulunması zarureti gözönü-ne alınmalıdır.[456]
Bu tabiri ilmin kendisi diye de alabilirdik. «Meseleler» sözüyle, ilmin asıl bünyesini kastetmekteyiz. Hei ilimde öğrenilmesi gereken hususların başında, o ilmin bünyesi demek olan konuları gelir. Hadisin sınırlarını bölümlerini baştanberi anlatmaktayız. İlâhiyal Fakültelerinde okuyan, hiç olmazsa Türk dilinde yazılan usûl ve furû kitaplarını, şerhli hadis tercemele-rini dört yıllık tahsil müddetinde okumalıdır. Bunların tamamının ihatası güçtür, yani Türkçede de neşriyat çoktur. Bu itibarla deriz ki; usûl bilgisi olarak, Ahmed Na'im Bey'in Tecrid mukaddimesini, Rahmetli M. Tay-yib Beyin; Bazı hadis meseleleri üzerinde tedkikler'i nı, Prof. Dr. Talat Koçyiğit'in Hadis Usûlü'nü, Dr. Sub-hi Salih'in Diyanet'çe bastırılan terceme eserini M. Yaşar Kandemir'in; Mevzu hadisler adlı kitabını, Koçyiğit'in Nuhbetü'l-fiksr tercemesini ve İmam - Hatip liseleri için yazılan Hayreddin Karaman'm Hadis Usûlü'nü okumalıdır. Metin tercemeleri ile şerhlerden de; Tecrid'in tamamını, Bekir Sadak'm Tâc tercemesini, Ahmed Davudoğlu'nun Selâmet Yolları adlı Bülûğu'l-merâm şerhi ile Müslim şerhi'ni, Mehmed Sofüoğlu'-nun Müslim tercemesi'ni, Ahlâkî hadisler adıyla Fikri
Yavuz tarafından terceme edilen Buharî'nin el-Ede-bul-müfred'ini, Tirmizi'nin Sünen'inin Türkçe'deki tercemesini, RiyâzıTs-sâlihin'i vb. bazı eserleri bir sıra dahilinde okumalıdır. Hiç yapamazsa bunlardan bir kaçını seçmelidir. Burada unuttuğumuz eserler bulunabilir. Biz muhtasar da olsa bir listeyi, çalışmamızın son bölümünde sunacağız. Bu dört ana branştaki çalışmaları, öğrenci karma olarak yapabileceği g,bi, ayrı ayrı zamanlara plânlamak suretiyle de gerçekleştirebilir. İstediğimiz husus, bunların birbirinden asgari derecede bir şeylerin okunmasıdır. Öğrenci, bu dallardan birini, ömür boyu meşgul olmak üzere kendisine branş olarak seçerse, bu daha iyi ve tavsiyeye şayan bir husustur.[457]
Bu sorunun sınırı olamaz. İşe asgarisinden başlamalıyız. Müslüman halkımız, önce; «hadisleri tanıması ve onları kendisine din edinmesi gerektiğini»; hadislerin bize Peygamberimizin yaşayışını sunduğunu bilsin. Bu noktada iyi inansın. Temin edilen bu seviyeyi küçük görmeyelim. İyice bu meseleye kalbini rapteden kişi mutlaka bir şeyler öğrenmek için çırpınacak-tır.
Ana hadis kitaplarının, Türkçedeki tercemelerinin halkımız tarafından okunması ve meşgale olarak seçilmesinin aleyhinde bulunanların haklı oldukları noktalar vardır. Yanılmaları doğuran durumlardan bahsedilirken nesih meselesi de sebep olarak ileri sürülür. Eğer mesele bundan ibaretse, bu nevi yerlerde, okuyucuya fıkıh mezheplerinin görüşleri arzedil'r. Okuyan da kendi imamının görüşüne uyar. Yok başka mahzurlar varsa, o takdirde halkın istifadesine bunların sunulması mahzurludur. Biz; «Bunları, Arapçayı bilmeyen ve din hizmetlisi,-öğretmen olan kişiler alsın. Bu kitaplar, onlara yazılmıştır. Halkımız bunları okumasın» diye üzerlerine bir yazı da eklendiğini görmüyoruz. Piyasada eserler, herkese satılıyor. Buradan şu çıkıyor. Eğer bu eserler, halkın da istifadesine arze dilmişse halk korkutulmam alıdır. Anlayamayacağı yerlerde açıklama yapılmalıdır. Açıklayacağız derken; ihtilafları sıralamanın da faydası yoktur. Müslü-mana, «amelinde esas olacak görüş» söylensin o kadar. Böyle açıklamalı eserler yerine, müslümanlara, çeşitli konulardaki Peygamberimizin sünnetinin takdimi daha yararlı olur. Çünkü, büyük eserlerde aynı konudaki mükerrer hadisler onu yanıltabilir. Biz, her konudaki en sağlam ve amelde esas olan haberi, müminin istifadesine sunarsak, o da bu ne^'i neşriyatı elinden düşürmezse sünnet ile irtibatı artar.
Piyasadaki, sahabe hayatına dair yazılan sağlam eserlerin bizi sevindirdiğini belirtelim. Bizler, halkımıza «sahabenin hayatını tanımaları için, onların hayat hikâyelerini çok okumalarını» tavsiye durumundayız. Sahabenin hayatını iyi bilen kitlelerin sünnet ile Ugisi daha fazla olmaktadır.
Bazı ana usûl bilgilerinin müslümanlara «kesin va kısa kaideler halinde verilmesi» de faydalıdır. Meselâ, mümin; hadisi kabulde titiz olunması gereğini bilmelidir. Bunu ona, Peygamber adına yalan söyleyenler ol-
muştur; Peygamber adına yalan söylemek dinimizda men edilmiştir, gibi bir kesin ifade ile belletmenin faydası vardır. Halkımız, «duyduğunu araştırma lüzumu» ııa inanmalıdır. Bu misâlleri çoğaltmak mümkündür. Eğer böyle techizatlanmış bir müslüman halk tasavvur edebiliyorsak; görürüz ki, böyle bir zümrenin, dinî bilgilerini artırmak için çırpınışı muhal değildir. Müslüman o takdirde basiretli olur; her okuduğuna, her dinlediğine inanmaz; kendisinde az-çok bir temyiz gü-cü vardır. Bu, kültürümüzün köklü olduğu devirlerde .mevcuttu.
Cemiyette, kötü olan durum şudur-. Eğer halk.dini bilgilerin belirli bir zümrenin öğrenmesi gereken işler olduğuna kani olursa, o takdirde kendisi; okumayı, öğrenmeyi, dinlemeyi bırakır. Görevi o zümreye terke-der. Kendisi dünyası ile meşgul olur. Bugünkü durum böyledir. Son birkaç yıl için mahzurlu bir durum daha ortaya çıktı. İslâmla ilgili olmayan birisi, eğer yola geldi, İslâmla ilgilenmeye başladı ise, kendisini bu gi-tiı ilmî konularda da. salahiyetli saydı. Bu durum, onlarda büyük bir cesaret meydana getirdi Halbuki hakikat ve İslâmî edep böyle değildir. Lttika üzere yaşamaya yeni başlayan, kendisini kötülükten çekip çeviren kişiye; yeni intisap ettiği bir zümre içinde, büyük bir İslâmî edeple eksiklerini gidermek düşer. İnsanları irşad, onun görevi değildir[458]
Hadisle amel; hadisin ve sünnetin müslümanlarca tatbikata konu olması; itikad, ibadet, muamele ve ahlâkta, İslâm Peygamberinden (s.a.) müslümanlara intikal eden emir ve yasaklara uyma durumu, genellikle fıkhu'I-hadis adlı ilim dalının konularını teşkil eder. Hadis ilimlerine ait kıymetli bir eserin sahibi o'an Sey-yid Muhammed Cemâluddİn Kasimî g bi bazı yazarlar; bu konuları temelde hadisin meseleleri olarak görüp, eserlerinin büyük bir bölümünü onlara ayırmışlardır. Nitekim Kasimî'nin kitabının üçte biri bu meselelere çözüm getiren, bölümdür.[459]
Hadislerin amele dönüştürülmesi işi tamamen «fa-kihin bileceği bir iştir» diyemeyiz. İlk yüzyılda, güçlü fakihler, aynı zamanda kuvvetli muhaddislik yanları olan bilginlerdi. Onların hadisi kullanış biçimleri zararsızdı. Çünkü kendileri, hadise karşı gereken titizliği gösterir ve onu; «en küçük kırıntısını dahi kaybetmeyen, bir altın işleyicisi titizliği ile, işler; amele dönüşmesi için gerekli çalışmaları yapardı.» Esefle kaydedelim ki, hadisten çeşitli ilimlerin ayrılmasından ra, hadisçi kadar sünnete kıymet biçen ve aynı hassas-lıkla onu kullanmayanlar da ortaya çıktı, bu asırlarbo-yu sürdü. Bugün ve gelecek için de durum aynıdır. Bu itibarla, bir fıkıh metodolojisi (usûlü) bilgininden çok, iyi yetişmiş bir hadisçi, en az kayıpla hadislerin amele ifrağı konusunu gerçekleştirebilir. Dolayısıyla, ha-dişçilerin; bu tür metodoloji konularına dalmaları; hadis kitaplarına bu gibi meseleleri almaları yadırganmamalıdır. Bu fikir kuvvetle savunulabilir; Çünkü, ilk asırların uygulamalarına uyan en ilmî yol, bu yoldur. Hadisçi fıkhın çilesini; cemiyetin ihtiyacını bilemez, o gerçeğe uymayan ütopik tasavvurlar peşindedir. İş cemiyetin şartlarına gelip çattığı zaman sünnetten mecburen taviz verilecektir... gibi sözler, bir noktada haklı ise de, bizim teklif ettiğimiz husus ile çatışmaz. Eğer. hadis yönü çok güçlü fakihîer yetiştirirsek, o takdirde mesele kendiliğinden çözülmüş olacaktır.
el-Amel bi'1-hadis; hadisle amel, el-Amel bi'l fıkh; fıkıhla amel gibi deyimler, hadis metodolojisi kitaplarına yeni girmiş terimler değildir. Bu terkiplerden ilki ila, «hadisin tatbikata konulması, onun uygulamaya geçirilmesi» kastedilmektedir. Veya, bazılarının dediği gibi «herhangi bir fıkhı mezhebin doğrultusunda olmaksızın, gerekli ehliyete sahip bir ilim adamının, veya bir müminin hadisle amel etmesi» murad olunmaktadır.
İkinci terkip ile de, «fakihlerin kitap ve sünnetten istihraç edip hazırladığı malzemeye bağlı olarak uygulama yapma; onların dediklerini yaşama kastedil mektedir». Dikkat edilirse görüleceği gibi, fıkıhla amel
meselesi de bir noktada hadisle amel demektir. Çünkü fakih, belirli bir miktar ve ölçüde de olsa sünnet ve hadis ile temastadır. Dolayısıyla onun verdiği hükümle amel, sünnetle amel gibidir. Yalnız bunun birinciden farkı şuradadır! Birinci kişi bazan, aynı mesele'do fakihin çalışmalarından habersiz olarak duyduğu sahih hadisle amel eder, ikinci ise çok kere amel ettiği meseledeki hadisin ne dediğini bilmez, fıkıh kitabında kendisine hazır hale getirilen ve tarif edilen şeyi ahi yaşar ve yapar.
Hâkim Ebu Abdullah Muhammed b. Abdullah Hafız Neysâbûrî, Ma'rifetu ulûmi'l-hadis adlı hadis nazariyatı kitabının iki yerinde, bizim söylediklerimiz dışında bir başka tabir kullanmaktadır. Bunlardan ilki Cs. 107): «et-Tedeyyün bi'1-hadis» (hadisi kendine din edinme), diğeri ise (s. 135) «ittüıâzü'l-hadis dinen» (hadisi din sayma ve din edinme), terkipleridir. Birincisi, tedlis konusu işlenirken, Süleyman Şâzekûnî'nin bir sözünde geçer. İfade şöyledir: «Men erâde't-tedey-yüne bi'1-hadis, felâ ye' hüz...». Burada şu anlatılmaktadır: «Hadisle amel etmek isteyen kişi, Katâde ilo A'meş'in; semi'nâhu dedikleri dışındaki rivayetleri almasınlar». Cümlede geçen et-Tedeyyün; din kökünden türemekte ve «amel, uygulama ve dinî tatbikat» gibi mânalara gelmektedir. Terimin, tâbiûn devrinde duyulan: «bu hadisler dindir, din... onu kimlerden alıyorsanız aman dikkatli davranın» şeklindeki uyarılarla da ilgisi vardır. Diğer cümle ise Süfyan Sevrî'nin-dir. Bu büyük imam, adı geçen sayfadaki bir cümlsinde; «öğrendiği hadisleri üç gurupta mütalaa ettiğini» anlatır. Belirttiklerine göre birinci gurubu; «kendisine din olarak seçip amelde esas kabul ettikleri hadisler» oluşturmaktadır.[460]
Hadisin amel haline dönüşmesi veya Peygamberi-mizin dediğiyle'müslümanm kendisini bağlı hissetmesi, fertlerde aynı neticeleri vermemiş; bazan farklı uygulamalar; teferruatta değişik anlamalar kasıtsız yanılmalar olabilmiştir. Peygamberimiz (s.a.) gününde bile, ashabın farklı uygulamaları olmuştur. Onla bu durumda birbirlerini ikaz etmişler; bilmeden sünnetten ayrılmamak için, gerekli uyarıları yapmışlardır. İhtilâfın sebebi şüphesiz bilgi farklılığına dayanmaktadır. Peygamberimizin sağ oluşu sebebiyle, çoğu kez sahabe, bizzat lıuzûr-i risâlete giderek farklı anlayış ve tatbikatlarını arzetmişler ve gerekli cevapları da almışlardır. Bu cevaplardan öğrendiğimize göre, bazan tarafların hepsi, bazan da bir kısmı'hakka isabet etmiş; ama hepsinin niyetleri ve davranışları güzel karşılanmıştır. Artık daha sonraki amelleri, Peygamberimizin irşadı yönünde olmuştur. Daha sonraki devreler içinde ihtilâf sebepleri sayılırken, en mühim nok^ ta olarak; Kur'an'daki bir âyetin anlaşılması ve tefsiri ile, bir hadisin sıhhati ve muhtevası üzerinde çıkan değişik değerlendirmeler gösterilmiştir.[461]
Bu farklı anlayışlar ve uygulamalar, ilimde belli şartlar altında tabiî karşılanmalıdır. Gerek hadisin fıkha intikali ve gerekse hadisle amele verilen değişik anlamlar, bazan lafız münakaşasından öteye geçmemekte, fakat görünüşte sanki büyük bir jhtiiâf sözko-nusu imiş gibi davranılmaktadır. Evvelce de belirttiğimiz gibi herkesin niyeti ve hedefi aynı olunca mesele-ehliyetle farklı anlayışların giderilmesi ve Peygamberin maksadına doğru yol alma şeklinde özetlenebilecek çalışmalar serisine ihtiyaç ortaya çıkmaktadır.
Kasımı eserinde çok değişik anlayışlardan ve bize bugün için garip gelecek telakkilerden söz eder. «Fıkıhla amel edilir, hadisle değil; sûfînin amelde belirli bir mezhebe bağlılığı sözkonusu olamaz; o, kendi içinde yetiştiği mezhebin en ihtiyatlı hükümlerini ve en azimetli taraflarını alır onunla amel eder» gibi değişik tarzdaki anlayışları cevapları ile nakleder. Yazar Cs. 284 - 290), Şâh VeliyyuHah'm bir taksimini verir, Bu taksimde Peygamberimizden (s.a.) bize gelen bilgiler iki guruba ayrılmaktadır: Vahye müstenit olup risâlet tebliği cümlesinden sayılan ve öteki âleme ait olan bilgilerle, risâlet tebliği ile ilgisi olmayan; ziraat, tıp, gibi beşerî tecrübeyi gerektiren bilgiler. En sağlam görüşe göre bütün bu bilgi türleri; ayırım yapıl-madan ümmetin uyması gereken hususlar olmaktadır.
Ümmetin tümü üzerine, hadislerin tümüne uymak farz olunca: hadisin ondört asırlık uygulama tarihinin tesbiti çok faydalı bir çalışma olacaktır. Burada hem aksaklıklar görülecek ve hem de zahirde de olsa hissedilen hadis ve fıkıh ayrılığı ortadan kalkacaktır.
Sünnet îslânı toplumlarının tümüne şümulü olan bir uygulama gücüne ve alanına sahiptir. Başka bir ferdin kendi re'y ve kanaati, sünnetin üstüne geçemez.[462]
İslâm hukuku üzerindeki araştırmalarıyla dünyaca ün yapmış olan Joseph Schacht gibi bazı müsteşriklerin; «Eski hukuk ekollerinin müesses hukuk nazariyatı ve uygulamaları, önce Iraklılar tarafından ortaya atılan, sonra da Suriyeliler tarafından benimsenen bir hareket ile karşılık görmüştür. Bu hareket sahipleri, müesses fıkha karşı Peygamberin sünneti deyimini ortaya atmışlar; önceleri kelâmı ve siyasî mânası olan kelime hukukî bir mahiyet kazanmış, fukahaya karşj bir reaksiyon geliştirilmiştir...» tarzında ifade ettikleri ayrıcalık ile bizim temas ettiğimiz nokta arasında hiç bir ilgi yoktur. Bizim inanışımıza göre, fukaha zaten sünneti tanıyan; hadisi uygulamaya koyan kişi olması gerekir. Eğer müesses fıkhı ortaya koyarlarken -onların zannettikleri gibi- sünnet unsuru nazar-ı itibara alınmamışsa zaten müesses fı&hın ve fıkhi ekollerin din açısından değeri olamaz. Her nasıl düşünülürse düşünülsün; konunun en derin biçimde ele alınarak tedkiki gerekmektedir. Böylece, hadisçiler hareketi diye adlandıralan bir kıyamın, müsteşriklerin belirttikleri geç tarihte başlamadığı; aksine, hadise bağlı İslâmlıktan farklı yorumlar getiren bir hareketler dizisi varsa şayet, onların daha sonraki tarihlerde ortaya çıktıkları belirtilmiş olacaktır. [463]
Sahabe ve tâbiünda, farklı anlama yanında ihti-yatkâr hareketin de olduğu bilinmektedir. Bu ihtiyat' lar, sahih hadisi arajna, olarak tek sebebe irca edilebilirse de, başka sebebler de kaydedilmektedir. Hadisin sıhhati tesebbüt ettikten sonra, ısrarla kendi fikrine veya bir başkasının fikrine bağlanma; yahut daha zayıf bir- hadise uyma onlarda görülmemektedir. Sahabe ve imamların ihtilâf sebebleri içinde, hadise muttali olamama ve sıhhatinden şüphelenme [464]bizi en çok ilgilendiren şeydir. Bu iki mahzur ortadan kaldırıldığı takdirde, hadise muhalefet sözkonusu edilmemelidir.
Gerekli ilimlerle mücehhez kişinin, sıhhati sabit olduktan sonra bir hadis karşısında hâlâ mütereddiî kalmasının başka sebebleri de mevcuttur. Bağlı olduğu (veya çocukluğundan beri uygulamaları içinde büyüdüğü) mezhebin aynı konuda tesbit ettiği hükme ve çözüme, sahih hadisin aykırı gelmesi ve bilemed-ği bir kusurun bulunabileceği ihtimâlinin kendince var sayılması, usûl-i fıkıhta sözkonusu olan; nesih ve benzeri hallerin o meselede bulunacağı ihtimali. Bunların bir kısmı araştırmalarla çözümlenecek şeylerdir. Fakat, başkalarının haksız yaygaralarından çekinmek her halde tedavisi en güç rahatsızlık ve ilim engeli olsa gerektir. Çünkü âlimin hayatı başta olmak üzere, her şeyinin hasımları karşısında tehlikeye atılması gereken bu durumda, doğruyu tesblt etse bile değine babayiğit bu belâyı göze alamayacaktır. Doğruyu söylediği için mescitte döğülen; şehit edilen hadisçilerin haberleri mevcuttur.[465]
Belirli bir fıkhı mezhebe bağlı olan âlimin (halktan bir kişinin değil), sahih hadis ile çatışma teşkil eden durumlarda; ilmin gösterdiği yolun neler olduğunu birkaç yerde zikretmiş bulunmaktayız. Ebu Ha-nife Nu'man b. Sabit Kûfî hazretleri başta olmak üzere bütün fıkıh mezhebi imamlarımız; sahih hadis sabit olduğu zaman, mezheplerinino olduğunu belirtmişlerdir.. Görülen zorluk, sıhhatin tesbitinde ve hadisin değerlendirilmesindedir.
Yurdumuzda, 1965 li yıllardan itibaren büyük çapta ilgi gören, ana hadis kitaplarının Türk diline tercenıesi çalışması bugün de devam etmektedir. Bildiğime göre, bu tür çalışmaların değerlendirilmesini ilk kez Muhammed Tayyib Okiç Bey (merhum) yapmıştır. Derslerinde; «... ana hadis kitaplarının terce-meleri mahzurludur. Çünkü, halk meselâ taharet konusunda elli tane hadis görecek; bunları birbiriyle çatışma halinde zannedecektir. Ana hadis kitapları yerine, tek konudaki eserler, şerhli olarak yazılmalı; halkın neler yapacağına da orada temas edilmeli; bir Buharı Câmiu's-sahih'inden çeşitli kitaplar çıkarılmalı, sadece mealle iktifa edilmemeli...» şeklinde özetleyebileceğimiz ikazlarda bulunan merhum, işin fıkıhla ^çatışacak yönüne de temas ederdi. Ama badis kitaplarının tercenıesi ayrıca münakaşa edilecek bir konu olmakla beraber, bizi burada ilgilendiren yönü dolayısıyla bu birkaç etimle zikredilmiştir. Bu tür eserleri okuyan binlerce müslüman buradaki anlatılanlarla, kendi yetiştiği fıkhı mezhebi arasındaki farkları naşı] tevhit edebilecektir. Bununla, tercemenin zararını ifade etmek istemiyoruz. Ama ortada bir vakıa da vardır. «Halk zaten okumamaktadır, onun için hiç endişelenmeyiniz» diyenlerin, fikirleri gönül ferahlatıcı ve ilmi olmaktan uzaktır. Kitapların sırtında; «halk burada okuduklarıyla amel etmesin; nasibini mensûhunu, mutlakını mukayyedini bilemez» tarzındaki ikazlai da yeterli olmamaktadır. Çünkü, meselâ hasta ziyareti ile ilgili hadisleri okuyan ve onu tatbik etmek iste* yen bir müslüman da böyle bir ikaza muhatap mıdır? Bilindiği gibi, dinî bilgileri olmayan halkın, uygula-. malarında tutacakları yol, kendisini eğiten ve fetva ile yol gösteren âlimlerin ilmî mevkilerine emanet ediliniştir. Belirli bir seviyeye kadar halkın sorumluluğu müftünündir, âlimindir.
Hadislerin tekrar tekrar sıhhatlerinin tesbit çalışmalarının yapılması; dinî meselelerin tekrar ele alınıp yeniden incelenmesi, hükümlerin yeni araştırılmalara tespiti, dinimize sadece güç katar. Mezhep sahibi imamların, sahabe ve tâbiûnun yolu budur.
Fıkhı tatbikat yanında hadis kitapları ve onların tercemeleri yine var olacak, okuyanlar -güçleri yettiği nisbette- onlardan yine faydalanacaklardır. Müsümanlar ve bütün insanlık, dünya durdukça; problemlerinin çözümüne Kur'an ve hadislerden yol ara acak; kendileri bizlerden binlerce yıl önce yaşamış olan âlimlerin fikirlerinden faydalanılacak eğer varsa farklı anlayışlar ve zühuller üzerinde ısrar edilmeyecektir. Hal böyle olunca Kur'an ve hadisler, iki le-miz kaynak olarak âlimlerin devamlı müracaat yeri ve irfan pınarı olarak, kalacak özellikle hadise bağh tslâmî uygulama diriliğini koruyacaktır.
Arzettiğimiz mesele üzerinde, nefs ve nevası yerine ilmini ve Allah'a karşı sorumluluğunu devreye soj kan pek çok âlim, böylesine kardeşlikte birleşmiş bii toplumda, çok huzurlu bir İslâmî hayat yaşanacağını belirtmektedirler. Böyle bir toplumda hatip, cuma hutbesini; kağıttan okuma yerine, bir hafta müddetle Kur'an'dan, hadisten ve ilim adamlarının çalışmalarından yararlanarak hazırlayacak, müslüman topluma faydalı olan şeyleri konuşacak, büyük ilim sahipleri yetiştirilecek, nıüslümanlara farz olan dinî bilgileri öğrenme ve eğitme işlemleri yürüyecek; her türlü ilim yuvasında; dinî, ahlâkî, insanî münasebetleri ve her çeşit bilimi okutanlar, Allah'tan ve ilimden.hicap duyarak; mesuliyet ve ilim namusunun verdiği güçle hadislerden faydalanacak, cehit sarfedecek; ictihad edecek; dinde eksik arayıp kendisini küçültmeyecek, aksine toplumunu ve insanları ve kendi dindaşlarının hadislerin berrak pınarından istifade etmelerini sağlayacaktır. Bugün ve dün, «hadisler uygulamadan kaldırıldı» gibi bir ye'se düşmeğe hakkımız olmadığı gibi, belirli bir tarihte ve coğrafyada islâm dışı uygulamalar görüldü diye ümitsizliğe kapılırsak üstelik sorumlu da oluruz[466]
Arap dilinde taklit; bir adamın boynuna kılâdo takmak manasınadır. Bir kişiye belirli bir görevi vermeğe de aynı kelime kullanılır [467]Aynı kelime terim olarak fıkıh ilminde şu anlamları taşır: «Delilsiz olarak bir sözü kabul etmek; sözü, şer'î delillerden birisi olmayan bir kimsenin sözüyle mezkûr delillerden birisine dayanmaksızın amel eylemek» [468]Fıkıh usûlünde ve teşri tarihinde büyük meselelerin ve münakaşaların kapısını açan bu uygulamanın; iyi ve kötü olanları vardır.
Peygamberimizin ve ashabının, Kur'an'm yolunu tutarak delil ve burhana dayalı konuşma ve hüküm verme; mesele çözme, yorum getirme metodunu uyguladıkları bilinen bir husustur. O devirlerde herkes yaptığı işin ve çalışmanın şuuruna ermiş bulunmaktadır. Gerek o devirlerde ve gerekse daha sonraki zamanlarda, Peygamberimize ve ilim. sahibi saha-bilere ittiba' ederken her fert, neye uyduğunu araştırır ve bilirdi. Körükörüne iz takibi yasaklanmıştı, bunun için de taklit mevcut değildi. Bizim burada üzerinde durmak istediğimiz, «körükörüne izlemek; şuursuzca izlemek» anlamındaki taklittir. Dinimiz, içtihadı öğerken, dinde ve dünya işlerinde taklidi kötülemiştir.[469]
Debbûsî'nin ve diğer bazı bilginlerin belirtiklerine göre, dördüncü hicrî asır artık ilimde bu güzel yolun yavaş yavaş terkedildiği yol olmuştur. İşin tuhai tarafı bu zaman birimi; hadis ilimlerinde tasnifin altın çağı denilen devredir. Hadislerin tam manasıyla toplanıp bir araya getirildiği zamandır. [470]
Fıkıh mezheplerinin sahipleri olan büyük mücte-hidlerin çağında, körükörüne uyma gibi bir tür fenalık mevcut değildi. Onların ilim meclisleri tamamen akademik- usûlde hür çalışmaların yapıldığı; vicdanî ve ilmî kanaatlerin serbestçe söylendiği zamanlardı. Yüzlerce meselede, öğrencilerinden farklı düşünen imamlar vardır. Öğrencileri de fikirlerini, onlardan aldığı cesaretle ve ilmî ölçüler içinde savunmuşlardır. Bu imamlar etraflarına; daima kör taklitten kaçınmayı, delile ve sahih sünnete yapışmayı, kendi tekniklerine vâkıf olmayanların, peşlerinden gelmemelerini öğütlemişlerdir. Hanefilerin usûlünü bilmeyen onların ardınca gidemeyecektir. İmam Mâlik'in tarzını bilmeyen Mâliki olamayacaktır. Ahmed b. Hanbel'in ilmi
Ayrıca kitabımızın «Hadisin tasnifi» böliftnü. çalışmalarım bilmeyen, Şafiî'nin ictihad tekniğinden bihaber olan kimse Hanbelî ve Şafiî olamayacaktır. Öyle zannediyoruz ki, ilk çağlardaki bürhân ve delile dayanan; ilmi esas alıp herkesi komple yetiştiren bu kıymetli prensipler terkedilmeseydi, İslâm toplumlarında sünnete ittiba' daha güzel biçimde görülecek, bölünmeler de önlenecekti.[471]
Hadisin, içinde bulunduğumuz devreye ve geleceğe ait öğrenim, öğretim, neşir ve yayma, tatbikata intikal ettirme... gibi meselelerdeki problemleri, geniş çalışma isteyen; ilim adamları arası işbirliğini gerektiren bir çalışmalar zinciri ile açıklığa kavuşacak bir konudur. Kısmen ilgili bölümlerde, bu problemlerin halli ile ilgili bilgiler sunulmuşsa da, yinede, tespitler ve teklifler bölümünde bunların tekrarında fayda mülahaza etmiş bulunmaktayız.
Problemin hallinde; devlete, ferde, aileye ve tüm müslüman toplumlara düşen görevler bulunduğu gibi, bu görevlerin, işbirliği içinde yapılması da zaruret olmaktadır. Yekdiğerinden habersiz ve kopuk yapılacak çalışmalar, istenilen faydayı temin etmekten uzaktır. Ayrıca, zamanın geçirilmemesi ve sadece Türkiye'deki müslüman toplumu ilgilendiren bir mesele olarak değil, tüm İslâm dünyasını, hatta bir ölçüde insanlığı gerektiren bir mesele olarak ele alınması gerekmektedir.
Vaktiyle yaptığımız küçük bir anket çalışması, ikiyüz ilim adamına hitap etmiş iken, sadece sekiz ta-
ne cevap alabilmişti. Çağdaş yazarlardan ancak bir kaç tanesi, hadisin günümüzdeki problemlerine çareler sunan teklifler getirmektedir.[472]
Bugünün dünyasında spor, ilimden çok kitleyi kendisine çekebilmektedir. Yüzbinlerce insanın, fizik .veya tıp tahsil ettiği bir stadyum düşünmek bile mümkün olamazken, yüzbin insanın, futbol öğrenimi yaptığı bir doksan dakika mevcuttur. Üstelik en çok rağbet gören bir iş durumundadır. Maddî ve sosyal ilimlerde de mevcut olan bu ilgi azlığı, din ilimlerinde da elbet görülecektir. Yüzbinlerce insanın Kur'an öğrenimi yaptığı bir açık hava dersanesi tasavvur dahi edilememektedir. Halbuki, din bilgileri, kişinin günlük hayatında en çok kullanacağı bilgiler olma durumunu yüzyıllar önce göstermiş fakat koruy amam ıştır. Binlerce kişilik, hadis yazan insanlar topluluğu, menkabe değil vakıa olarak tarihte anlatılmaktadır. Din insan için en hayatî unsurlardan biri olduğuna göre, ne ya-pıpta kitlelerin ilgisini bu öğrenim ve eğitime kaydırmak işinde başarı kazanmalıyız? Hadisler ve Peygamberimizin getirdiği tüm talimat bir azınlık için gelmiş olmadığına göre, müslüman zümrelerin yapmaları gereken ilmî faaliyetler veya onlara yardım çalışmaları sözkonusu olmaktadır.
Artık hadisler bugün, ağızlardan değil kitaplardan alınmaktadır. Evvelce, şahısların hadisteki kimliğini arama işi nisbeten kitapların kimliğini arayarak en iyi nüshayı elde etme işine dönüşmüştür. 643/1245 yılında vefat eden Şehrizorlu İbn Salah'm da dediği gibi; «Günümüzde ve asırlar öncesinde senetlerin ilmî bir kıymeti kalmamıştır. Çünkü, senetlerde kişiliği bilinmeyen kimselerin bulunması her zaman imkân dahiline girmiştir. Fakat mühim olan, rivayetin isbatm-dan ziyade, kendisinden hadis naklettiğimiz zatın şahsına bizi bağlayan, daha doğrusu kitabın ona ait olduğunu garantileyen ilmî silsile mühim olma durumuna gelmiştir». Artık şu noktaların tesbitine önem vermemiz gerekecektir:
a) Kendisinden hadis aldığımız eserin, müellife ait olup olmadığının tespiti,
b) Kitabın birkaç muteber nüshasının karşılaştırılarak; tahkikli ve tenkitli sağlam bir metninin elde edilmesi,
c) Müellifin hadislerde verdiği senetlerin, yanlışlık eseri bozulup bozulmadıği; sağlam veya çürük oluşu.
Hadisin yayılmasında neşriyat kadar tebliğ do mühimdir. Eserlerin hadis neşrindeki hizmeti kadar, hatta.bazan daha fazla, kişilerin hizmeti geçmektedir. Pek çok yeni tipte kitapların bol miktarda ve her
sınıf kültür alan kişilere hitap eder tarzda yazılması ve dağıtımı gerekmektedir. Burada âlim ile zengine büyük hizmet düşmektedir. Kitabın pahalı olduğu günümüz Türkiye'sinde bu husus biraz daha ehemmiyet kazanmaktadır.
Neşriyat içinde, hayatın çeşitli meselelerine çözüm getiren, fıkhı açıklamalı eserlerin neşri; Peygamberimizin yaydığı İslâmm tanınması açısından mühimdir Bunu hazırlayacak âlimlerde pek çok yetenek gerekli bulunmaktadır.[473]
Hadisi tanıtma ve sevdirme meselesi bir bakıma, Peygamber (s.a.) i tanıma, tanıtma ve sevdirme ve sevme meselesidir. Bunun için de selefin yolu takip edilmelidir. Selef, her hadis ve âyeti yeni iniyor gibi kabul ederek; onunla ilgili bilgi ve tatbikatı derhal öğrenme yolunu tutmaktaydı. Bizde Peygamberimizi ta-irnna az olunca, sünnete ilgimiz de azalmaktadır. Kendisiyle önce ruhanî yolla; inanarak ve ona tâbi olarak irtibat kuracağımız Hz. Resûl'e ait bilgi dağarcığımız gün geçtikçe artan bir hızla dolmalıdır. İyi. bir Kuran ve sünnet bilgisi ile; iyi bir siyret ve tarih bilgisi bizim İşimize çok yardımcı olacaktır. Burada bir tuhaf anlayışımıza temasta fayda vardır. Belirli yaşı geçtikten sonra bizler, ilimle olan irtibatımızı kesmekteyiz. Halbuki ilmin yaşı yoktur; halk olarak g'ençliğimizde oku-yamamış isek, yaşlılıkta ve o şartların imkânı nisbe-tinde bilgimizi artırmalıyız.
Bahsettiğimiz iş için fertler kadar, müşterek çalışan bir kadro de gereklidir. Fertlerin çalışması smırlıdır. Ayrıca işin para yönünü teinin edecek; gel-git işlerini yapacak, kitleye yön verecek pratik ve cerbezeli müslümanlara da ihtiyaç vardır. Bütün işler ilmî kadro ile bitmemektedir.
Sünnetin neşri işinde, kendi ülkesin? ilim ve tatbikat merkezi gören Hûlî, özet olarak şunları söyler: «... Meselâ Mısır gibi; tarihî bir ilim merkezi ve İslâm ülkelerinin ortasında bir yer seçilir, civarda sünneti neşredecek şubeler açılır. Bu derneklerde çalışacak insanların düstûru; «Allah'ın ipine toptan sımsıkı sarı-. İm, tefrikaya düşmeyin» olur. Bu teşekküller ihlâsla; ezim ve sabırla çalışır. Önce ilmi neşriyat üe işe başlanır. Daha sonra üyeler arasından, ilim ve ittikâ sahipleri irşat ve eğitim yolunu tutar; İslâm ülkelerine bu çalışmalar yayılır. Öğrenim ve eğitim sadece camilere mescitlere münhasır kalmaz. Cemiyet, öğretmen, vaiz, din görevlisi, müftü... gibi, halkla temasları fazla olan kişileri de yardımına çağırır, onlar vasıtasıyla da sünnetin yayım işine hız verir ve çalışmalar sürdürülür[474]Hûlî'nin tespitlerine: «bu dernekler, sir yaset ile, dini dünyaya vâsıta yapmakla,- tefrika çıkarmakla uğraşmaz...» kaydını eklemek de faydalı olacaktır.
1920 li yıllarda yazılan pek çok kitapta, günlerindeki hadis yayım ve öğretim çalışmalarını beğenmeyen yazarlar; Ezher gibi ilim merkezlerinde bile hadise gerekli ilginin duyulmadığından yakınmaktadırlar. Aynı yazarlar, Yemen ve Hindistan'daki çalışmaları ria öğmektedirler. [475]
Hadis yayım işinde, okulların ve din eğitimi veren kurumların hizmetlerini burada zikretmek gerekmemektedir. Çünkü adı geçen müesseselerin aslî hizmeti zaten budur. Hadislerin neşri konusunda daha değişik düşünceler de bulunabilecektir.[476]
Hadis öğrenim ve yayım faaliyetlerinde, klasik vasıtalar yanında, modern çağm saniyede binlerce insanın günler harcayarak yaptığı işleri, daha sıhhatli biçimde gerçekleştiren cihazlarından ve imkânlarından faydalanması da, ileri sürülen teklifler arasında bulunmaktadır. Kur'an âyetlerinin fişlenerek; her âyetle ilgili, yüzyıllarboyu yapılan tefsir çalışmalarını bir araya getirmeden tutunuz; hadislerin tümünü, bilgisayarlara aktarmaya kadar her türlü çalışma ilgili araştırıcıları beklemektedir.
Dünyada, matematik bilimler yanında, fikrî ilimlerde de bilgisayar ve kompütürlerin değerli ve erişilmesi güç hizmetleri başlamıştır. Sayıları onbinleri, milyonları bulan ünitelere ait klasik fihristler yerine, bilgisayarların hafızaları daha emin vasıtalar olarak takdim edilmektedir.
Bir İslâmi araştırma ve bir ilahiyat- konusu için gereksiz gibi gelecek bu imkânlardan faydalanma, gün gelecek zaruret halini alacaktır. Çünkü burada; hem zamandan ve hem de personelden tasarruf sözko nusudur. İnsan yapısı işlerdeki hata payı, burada daha az yüzdelere düşmektedir.
Kanaatımızca, hadis ve hadise bağlı ilim dallarında, mikrofilm, fotoğraf ve bilgisayar teknolojisinden şu noktalarda istifade kaçınılmaz gözükmektedir:
a) Eldeki eski yazma kaynakların modern bakımlarının yapılması; patolojik durumlardan onların korunması işlemleri.
b) Adı geçen eserlerin, dünyadaki diğer nüshalarını da elde, etmek kaydıyla mikrofilm arşivlerinin tutulması [477]Bu yazmalardan faydalanmada modern cihazların en üst düzeyde kullanılması.
c) Çağdaş imkânlarla kitap değişiminin kolaylaştırılması,
d) Mevcut hadislerin rical indekslerinin yapılması. Yüzbinlerce hadisle ve onbinlerce kişiyle ilgili bilginlerin, bilgi sayarlara ve onların hafızalarına nakli. Bu suretle kontrol mekanizmasının işler hale getirilmesi [478]
e) Kardeks, fiş ve benzeri ilim malzemelerinde; naylonlama ve asetat içinde muhafaza imkânlarının artırılması,
f) Aynı.hadisleri açıklama sadedinde söylenen sözlerin ve şerhlerin bir araya getirilmesi. Îndeksleı ve fihristler tanzimine devam edilmesi,
g) Hadis diye uydurulan yalanların aynı yollarla tespiti ve yalancıların fişlenmesi,
h) Hadis öğrenim ve eğitiminde, episkop, diya ve benzeri cihazlardan; görüp duyarak eğitimin gereği olarak faydalanma yollarının denenmesi.[479]
Tüm İslâm ülkeleri için olduğu kadar Türkiye için de geçerli bir kaide vardır; Devlet gerekli ilgiyi veya kontrolü yaptığı takdirde işler daha sürekli olmaktadır. Devletin yetişemediği yerde, halkın göreve talip olması gereklidir. Yılların tecrübesi, din öğrenim vo eğitiminde şunu göstermiştir: Halk kendi başına bırakıldığı takdirde, dini ilimlerde yanlışlara düşmekte ve bunun üzücü neticelerinden din sorumlu tutulmaktadır. Bu keşmekeş durum, çok kere iyi niyetli olmayan yetkililerce arzu da edilmektedir. Durum böyle olunca; hükümetler bugüne kadar yaptıkları gibi din eğitimini omuzdan aşırmamali; işin eksperi olanlar yerine, cehlin sırtını sıvazlamamalidir. Otuz yılı geçmesine rağmen, din eğitimi, bakanlık içinde bir ünite olarak kabul dahi edilmemekte; şahsiyet kazanması engellenmektedir. Halbuki, mütehassıs elemanlara devletin güvenmesi, tahsilsiz din eğitimcisinin gösterdiği yoldan gitmemesi gerekmektedir.
Hadis ilimleri dalında hizmet görecek kadroların lüzumunu herkes ifade etmektedir. Pratik hizmet görecek, malî yardım yapacak, ihtisas çalışmalarını sürdürecek, eğitim ve öğretimle meşgul olacak pek çok kişiye görevler düşmektedir.
Bu kadrolardan bir kaçml teklif olarak şöyle sıralamak mümkündür:[480]
Bu kadrolar devlet tarafından yetiştirilir. Genel îslâmi kültür alan insanlar arasından seçilen bu kişiler, özellikle pratik hizmetlerde istihdam edilirler. Vaaz ve irşad görevleri yapar; alışılmamış yeni yollar bularak halka hadisi ve sünneti tanıtmağa gayret eder. Bu kişiler, aynı zamanda pratik ve belirli bir derinlik ve genişliği olan din bilgilerini de halka öğretirler. Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesindeki hizmetler ifası şurasında, hadise dönük çalışmalar da yaptırılabilir. [481]
Yukarıdaki hizmet yerlerinde bir müddet çalışmış; yüksek seviyede din tahsili yapmış elemanlardan yetenekli bir gurubu özel olarak hadis ihtisası görecek tarzda öğrenime tâbi tutulur. Kendilerinin yeterli derecede lisan ve ihtisas kültürleri mevcuttur. Bu mütehassıslar, ülke içinde veya dışarıda; milletlerarası çalışmalarda ülkenin temsil görevini de yerine getirirler, îslânı ülkelerinde bulunan kendi ayarlamadaki zevatla birlikte; geniş ihtisas ve istişare kadrolan tesir etmeğo yararlar. Bunlar İslâm dünyasının en seçkin ilim adamları demektir. Özellikle güçlü hadisçi yanlan
vardır. Bu elemanlardan, az miktarda da olsa öğretim ve eğitimde faydalanmak mümkündür. Daha çok yapacakları neşriyat mühimdir. [482]
Bu kimseler -meselâ Türkiye'yi ele alırsak din tahsili veren liseler ile yüksek seviyedeki lisans ve lisans üstü eğitim kurumlarındaki elemanlardır. Bunlar hoca vasfını; öğretmen vasfım haiz kişilerdir. Bu zatlar, genel din kültürü yanında özellikle hadis alanında ayrıca eğitime tâbi tutularak öğretim ve eğitim hizmetlerinde istihdam edilirler.
Arzettiğimiz bu çalışmaların yapılması için Türkiye'de; alt yapı ve kurumlar bakımından büyük bir güç mevcuttur. Maddi yönden güçlü olan ülke çocuklarının ilahiyat tahsiline rağbetleri olmadığı sürece, iş bizlere düşmektedir. Evvelcede belirttiğimiz gibi, Türkiye dışarıya ilâhiyatçı' göndermek durumundadır.[483]
Çalışma konularının tespiti, mühim bir mesele olmaktadır. İlahiyat sahasında, günümüze kadar yapılan her seviyedeki çalışmanın dökümünü yapan eserlerin neşri henüz emekleme safhasındadır. Bu tür ça/ lişmalar ikmâl edilince; nelerin yapıldığı ve nelerin yapılması gerektiği ortaya çıkacaktır. Yüksek din öğretimi yapan kurumlarımızda, gerçekleştirilen; doktora, seminer ve benzeri çalışmaların da bir fihristi veya. indeksi mevcut değildir. Son zamanlarda yapılan birkaç küçük araştırma sınırlı hizmet vermektedir,
Türkiye'de otuz yılı aşkın zaman süresindenberi, îslâm ilimlerinin çeşitli dallarında çalışanlar, zaman. zaman inceleme ve çalışma için konu arama durumunda kalmışlardır. Bu ihtiyaç günümüzde daha da artmaktadır. Gayet tabiî olan bu durumun çözümünde aklımıza şu hususlar gelmektedir: îslâm ilimlerinin geçmişini bilen, meselelerine nüfusu olan ihtisas sahiplerinin, gelecek için yapılması gereken çalışmalara ait tespitler yapması. Bu konuların plan ve projelerini belirleyip; ihtiyaç gösterecekleri malzemeye, emeğe ve ihtisasa işaret etmesi. Çalışacak kişilerde bulunması gereken" ilmî yeteneklere, hazırlıklara değinmesi. Küçük de olsa, adı geçen çalışma türlerine ait model uy-gulama'lar gösterilmesi. Yeni konular bulunması ve faydalarının anlatılması.
Batıyı tanıyanlar, tüm meselelerin işlenmesi yüzünden konu sıkıntısı çekildiği ve bu yüzden çevreye taşılarak, başka milletlerin meselelerine eğilindiğini anlatırlar. Bizdeki, tüm işlerin bitmesinden doğan bir konu sıkıntısı çekme hali değildir. Bizde iş çokluğu vardır. Fakat işlerde sarahat olmadığı için; ehemm olan mühim olandan ayrılamamaktadır. Meselelerimizin çözümünde, ehliyet, taklitten sakınıp yaptığı işi bilerek ve en üstün seviyede yapmak, anlamadığı mevzulara dalıp kendisini ve çevresini şaşırtmamak; zaman ve mal israf etmemek, her nesle ait problemlerin varlığını kabul etmek, işbirliği içinde çalışmak, takibi gereken düsturlar olmalıdır.
Arzettiğimiz noktalardan hareket ederek, hadis araştırmalarıyla ilgili bazı konular tespitinde yarar
görmekteyiz. Önce şunu belirtelim: Vereceğimiz konular, teferruata ait, ehemmiyetsiz şeyler olarak gözükebilir, îyi bir ilmî çalışma olmak kaydıyla, mutlaka bu tür çalışmaların gerçekleştirilmesi bile büyük bir hizmettir. Ehemmiyetsiz gibi görünen birkaç örnekle düşündüklerimizi açıklayalım. Meselâ şöyle bir konu ele alınabilir «Hadis imlâ meclisleri acaba nasıl kurulurdu, binlere varan sayıdaki öğrencilere hadis nasıl imlâ ettirilirdi.» Bu konuyu tarihî malzeme içinden cevaplayan bilgilerin yardımıyla hazırlamak az zaman ve az emek almaz. Az ihtisas gerektirmez. Bu bizce büyük bir çalışmadır ve faydalıdır: Hadis ilimlerinin ve tarihinin bir yönüne ışık tutar. Bir öğretim üyesi, uygun bir arazî üzerinde, söz gelişi iki bin kişilik veya daha az bir hadis öğrencisi guruba, o günlerin şartlarını taşıyan malzeme yardımı yaparak, hadis imlâsına çalışsa; orada cereyan eden her şeyi tatbik etse; o günün şartlarında ve imkânlarında meseleleyi çözmeğe ve ona yaklaşmağa çalışsa, bu uygulama kendisine -her halde- salim düşünme ve doğruyu bulmada büyük yardım etmiş olacaktır. Böyle bir tatbikat sahibinin; «menâkıp» ile «vakıayı» bizden daha iyi ayıracağında şüphemiz olmamalıdır.
Bir başka örnekle meseleyi anlamağa çalışalım-Seçilecek bir pilot bölgede, en iyi elemanların da yardımıyla, müslüman bir zümre; «kendilerine öğretilen sünnetin yüzde kaçını ve nasıl uygulamaya ve pratiğa aktaracak; nerelerde kendi kendine te'villere saplanacak, nerede sebat edecek?» Böyle bir çalışmadan ilim adamı ne gibi sonuçlar çıkarıp ilim âlemine sunabilecek? Diğer yandan meselâ en mükemmel tarzda yetiş-
miş yeterli sayıdaki ilim adamının; Balkanlar, Orta doğu, İspanya gibi, tarihte müslümanlarla başka din mensuplarının birlikte yaşadıkları yörelerde; sünnetin köylü ve şehirli gayr-i müslimler üzerindeki tesirlerinin asırlar sonrası izlerini arasa, bu çalışma hiçte küçümsenecek bir araştırma değildir. Diğor taraftan, müslüman toplumların, günlük muameleleriyle ilgili problemlerde onların karşılaştıkları durumların hükmünü belirleyen; onlara çözüm sunan çalışmalar bunlardan da öncelik kazanma durumundadır. Bir misâl daha verelim:
Şark ilimleriyle ve özellikle İslâmiyatla uğraşan oryantalistler, bililtizam seçerek üzerlerinde dedikodu olan kişileri; söz gelişi bir Hallaç Mansûr'u, bir Ebu Mihnef'i ömür boyu incelemektedirler. Halbuki İslâm araştırmaları onların kendi meseleleri değildir. Acaba bizden bir ilim adamı, tarihi bir İslâm âlimini bir ömür boyu incelese; neticelerini ilim dünyasına sunsa çok mudur? Bu tür çalışmalar yadırganmamalı; öz ve koli çalışma telakki olunmalıdır.
Bu maruzattan sonra bahsimizi, özellikle hadis ilimlerini ilgilendiren bazı konulardaki çalışma tekliflerimize hasredeceğiz. Bu çalışmaların daha mükemmellerinin bulunacağı ümidiyle konularımızı şöyle sıralayabiliriz:
a) Hadis ilimlerinden her biri ele alınarak; mesele ve kitâbiyatı tesbit edilmeli, böylece ilim dalının sınırı çizilmelidir.
b) Tenkitli basım çalışmalarına hız verilmeli, bu işi yapacak tarzda hadisçi kendisini ikmâl etmelidir. Hadis literütüründeki her eserin ilmî neşri bizim için
zaruridir. Hadisle uğraşan her âlim, kendisini bir veya daha çok eser neşri yapacak tarzda teçhiz etmeli, telif ve terceme çalışmaları yanında buna da vakit ayırmalıdır.
c) Hadisle uğraşan kişilerin otobiyografileri yazılmalıdır. Bir şahısla bir ömür uğraşma prensibi bizde de çalıştırılmalıdır.
d) Hadis ricali dalındaki çalışmalar sistemli hak konulmalı; daha kullanışlı ve doyurucu eserlere doğru gidilmelidir.
e) Peygamber Efendimize izafe edilen her hadia fişlenmeli; ona ait kritik çalışmaları tekrar toplanıp gözden geçirilmeli; malzeme bir arada görülebilecek hale getirilmeli, gerekirse bir hadis için küçük bir esei meydana getirmekten kaçınmamalıdır.
f) Yalan haberler de aynı tarz çalışmalarla tesbil olunmalıdır.
g) Usûl meselelerimiz tek tek ele''alınmalı; konu ile ilgili bilgiler toplu hale getirilmeli, bazan bir mesele için müstakil bir kitap yazılmalıdır. Meselâ icazet ve meseleleri, talebu'1-ilm için yapılan seyahatler... birer örnek başlık olabilir.
h) Fakihlerin hadis kullanışı üzerinde müstakil çalışmalar yapılmalıdır. Serahsî'nin hadisi kullanış tarzı, İmam Mâlik'te hadis, Ebu Hanife'de hadis gibi çalışmalar yaygın haîe getirilmelidir. Bu tür çalışmalar, değişik fıkıh âlimindeki, hadise bakış açısı hakkında fikir vereceği gibi, bir takım yanlışlıkların da önüne geçmiş olacaktır.
i) Tasavvuf ve hadisle olan ilgisi. Sûfî muhaddis-ler ve takip ettikleri usûller.
j) Hadis şerhlerinin ilmî tenkitlerinin yapılması;
eserlerin gözden geçirilerek varsa hatalarına işaret edilmesi,^ daha güzel baskılarının yapılması; indeks vo fihristlerin tanzimi suretiyle kullanışlı hale getirilmesi.
k) Bütün furû-ı hadis kitaplarının ilmî neşirleri; hadislerinin,numaralanması, indekslerinin ve teferruatlı fihristlerinin 'yapılması,
1) Her mezhep imamının kullandığı hadislerin biT dökümünün yapılması.
m) Tahriç çalışmalarının başlatılması. Dinî konularda yazılan kitaplarda kullanılan hadis] erin değerini tespit eden bu tür çalışmalar, insanı çeşitli hatalardan koruyacaktır.
n) Daru'l-Hadislerin İslâm toplumlarına hizmetleriyle; her birinin tarihinin ve öğrenim hikâyesinin anlatılması; hizmet gören şahısların tanıtımı,
o) Değişik İslâm coğrafyalarının hadis tarihlerinin tespiti. Endülüs'te hadis, Şam ve yetiştirdiği mu-haddisler, Bağdat'ta dördüncü asırda çalışmaları... gi-" bi belirli bir zaman ve coğrafyayı kucaklayan çalışmaların yapılması.
p) Zühd erbabının hadisle ilgisi. İslâm tasavvufunun temelini teşkil eden haberlerin, hadis usûlü kanunlarına göre tenkidi.
r) Hadis biyoğrafyasmm tümünü kapsayan eserler.
s) Hadise dair yazılan makalelerin dökümünü yapan indeksler.
şî Hadisçifıkıhçı, hadisçi- keîâmcı, hadisçi -mutasavvıf... ihtilâfları ve tarafların özelliklerini tanıtan araştırmalar.
t) Batıda yapılan hadis çalışmalarının tümünü özetleyen eserlerin tanzimi.
Batıda yapılan hadisle ilgili çalışmalarda uğranılan hataların; güçlü ilmî çalışmalarla karşılanarak, bu tür eserlerin batı dillerinde neşri.
v) Günün gerektirdiği, evvelce örneği geçmemiş yeni çalışma türleri meydana getirerek hadise ve bağlı ilim dallarına her türlü hizmetin yapılması.[484]
Hadisin ve bağlı ilim dallarının bibliyografyası (kitabiyyât ve literatürü) için bugüne kadar yazılmış en güzel ve tek eser, Muhammed b. Ca'fer Kettânî (Öl. 1345/1929) nin, er-Risâletü'I-mustatrafe li beyânı meşhûri kütübi's-sünnetri-müşerrafe (Karaçi, 1379/ 1960) adlı küçük kitabıdır. Ne var ki eser, bir takım eksiklikleri de giderememiştir.
Bizim burada vereceğimiz liste, kısmen ilahiyat öğrencisinin, zaman zaman hocalarına sorduğu «hangi hadis kitaplarını alalım» sorusuna cevap verecek eserleri ihtiva eden, daha çok genel mânada hadislo ilgili bazı eserleri veren bir liste olacaktır. Aslında, bu bölümün biraz uzaması pahasına; eserler hakkında kısa bilgilerin verilmesi güzel olurdu. Fakat bu işi yapamamış bulunmaktayız.
Hadis ilimlerinin iki tür araştırma sahası bulunmaktadır. Bu iki sahadan birincisi, öndört yüzyıldan-beri biriken ve hadisle ilgili olan neşriyattır. İkinci saha ise, doğrudan hadisle ilgili olmayan yerlerdir. Hadisçi, yitirmiş olduğu bir değerli varlığı arar gibi; İslâmî ilimlerin her dalında, hatta dinî olmayan ilimlere ait eserlerde; tarihte, edebiyatta, şiirde, masal vo
hikâyede... hep hadise ait malzeme aramakla yükümlüdür. Cemiyetlerin, müstakbele intikal eden, bütün kültür varlıkları içinde, her sahanın adamı kendine ait faydalı malzeme bulabilir. Böyle bir araştırma, çok daha isabetli sonuçlar .verecektir. Çünkü burada mesele, hadisin kendi iç bünyesinden çok, dışındakilerin onu tanıyış tarzına da . bağlı kalacaktır Böylece biz daha objektif esaslara bağlanacak ve yabancı bilim dallarının da şâhitliklerlyle güçleneceğiz. Hadisçi kendisini üstün insan görürken, bir başkası onu «ümmeti birbirine düşüren fesatçı olarak damgalamaktadır». İşte bu iki tesbitten, tarih ve vakıa önünde gerçek olanı bulmak ilmin görevidir. İftira elbette kötüdür. Ama kendi kabımız içinde, sadece kendimizi tavsif ve tasviple tasdik edilmek de pek sağlam bir zemin meydana getirmemektedir.
Dışarıdaki kişi, hadisçiyi daha geniş perspektiv içinden görebilmektedir. Biz bazan, bir ağacın gövde-sindeki teferruat üzerine büyüteç tutup bakarken; ağacın gövdesinden, hatta ormanın tümünden haberdar olmayabiliriz. Fakat dıştaki kişi, bizi ve ilgilendiğimiz işi daha rahatlıkla ve daha doğru olarak görüp ölçebilir.
Yedi başlıkta vereceğimiz eserleri Kett.ânî 65 kadar başlıkla vermektedir.[485] Böyle teferruatlı bölümlere ayırmak, listeyi daha kullanışlı hale koyardı. Biz eserin bünyesini nazar-ı itibara alarak, hem eser adedini artırmadık, hem de başlıkları biribiri içine dere ettik. Hadisle ihtisas derecesinde uğraşan kişi, zaten böyle bir listeden müstağnidir. Genel kültür ve hadis öğrenimi yapan öğrenci için de bu ölçüdeki bir liste, hizmeti yeter derecede görür.
Kitapların tarihi sırada olmalarına bazan dikkat edemediğimiz de olmuştur. Aslında böyle bir listenin tanzimi, büyük emek ve araştırma istemekted r. Kitabın bünyesinde planlanmayan bu çalışmanın, dar bir zaman mahsulü oluşu, yazarın hatalarını bağışlama vesilesi olacaktır.[486]
Kapağını açıp hadis bulabileceğimiz, her türdeki eseri "bu başlık altına toplamış bulunmaktayız. Kettâ-nî'de bölüm daha farklıdır.[487]
Bölüm ayırımı yapmadan eserlere verdiğimiz numara bir bütünlük içinde sürecektir.
1. Müsnedü'1-İmâm eş-Şehid Zeyd, Nşr. Abdülaziz Bağdadî, Kahire, 1340/1920".
2. Câmiu mesânîdi'1-îmâm Ebi Hanîfe, Müeyyed Horzemî, Haydarabad, 1332.
3. Sahifetü Hemmâm b. Münebbih, Nşr. Muham-med Hamidullah, Dimeşk, 1953 (Eserin İngilizce vo Türkçe baskıları mevcuttur).
4. el-Muvatta', İmam Mâlik b. Enes Yahsubî, Tunus, 1280. Şeybânî rivayetini ele alan bu baskı dışında, kitabm başka baskıları da vardır. Eserin onu aşkın rivayeti ile ilgili olarak evvelce bilgi verilnrştir [488]Muhammed Fuat Abdülbaki neşri (Mısır, 1370) en güzel baskılarından biridir. Mu'cem, onun kitap adına ve hadis numarasına işaret eder,
5. Ehâdisu'l-Muvatta' ve ittifâku'r-ruvât an Mâlik... Ebu'l-Hasen Ali b. Ömer Dârakutnî, Nşr., Muhammed b. Hasen Kevserî, Kahire, 1946.
6. Kitâbü'z-zühd ve'r-rekâik, Abdullah b. Mübarek Hanzalî.
7. el-Câmi', Ma'mer b. Râşid, (Pek çok yazma nüshaları arasında, Ank. Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi Kit., İsmail Sâip Sencer Koleksiyonu, 2164).
8. el-Musannef, Ebu Süfyan Veki' b. Cerrah b. Müleyh, Rüvâsî.
9. el-Musannef, Ebu Bekr Abdullah b. Muhammed b. İbrahim, (pek çok yazması arasında, Köprülü Ktp, 438).
11. el-Musannef, Ebu Seleme Hammâd b. Seleme b. Dinar Rib'î.
12. el-Musannef, Abdürrezzak b. Hemmâm b. Nâfi. [489]
13. el-Müsned, Ahmed b. Hanbel, Nşr. Ahmed Muhammed Şâkir, cüz: 1-10, Kahire, 1949-1951.[490]
14. el-Müsned, Ebu Davud Tayâlisi.
15. el-Müsned, Haris b. Üsâme.
16. el-Müsned, Ebu Bekr Ahmed b. Amr b. Abdullah Bezzâr.
17. el-Müsned, Ebu Ya'lâ Ahmed b. Ali b. Müsen-nâ.
18. el-Müsnedü'1-Kebir, Ebu Bekr Ahmed b. İbrahim îsmailî.
19. es-Sünen, Ebu Osman Sa'îd b. Mansûr b. Şu'-be Mervezî.
20. es-Sünen, Ebu Bekr Ahmed b. Huseyn Beyha-kî.
21. es-Sünen, Ebu Muhammed Abdullah b. Ab-durrahman, Dimeşk, 1349.
22. es-Sünen, Dârakutnî, Dâru'l-Mehâsin mat., 1386.
23. es-Sah:h, Ebu Avâne Ya'kub b. İshak b. İbrahim. .
24. K. el-îlm, Züheyr b. Harb . [491]
25. el-Câmiu's-Sahih, Ebu Abdullah Muhammed b. İsmail, cüz: 1-9, Bulak, 1311 - 1313 [492]
26. el-Edebu'1-müfred, Muhammed b. İsmail Buha-rî, Nşr. Muhammed Muhyiddin Abdulhamid, Kahire, 1379. Eser Türkçeye çevrilmiştir
27. Şevâhidu't-tavdih ve't-tashih li müşkilâti'1-Câ miu's-sahih, Cemaluddin Muhammed b. Mâlik Tâî, Haydarabat, 1319.
28. el-Müstahrac ale's-Sahîhayn, Ebu Bekr Ah-med b. İbrahim İsmailî.
29. el-Câmiu's-sahih, Müslim b. Haccac Kuşeyrî, cüz: 1-8, İstanbul, 1329-1333.[493]
30. Meâlimu's-sünen, Ebu Süleyman Hattâbî, Kahire, 1368/1949.
31. Kitâbu'1-âsâr, Muhammed b. Hasen Şeybânî.
32. Müsned, Ebu Davud Tayâlisî, Haydarabat, 1321.
33. es-Sünen, Ebu Davud Süleyman b. Eş'as Sicis-tânî, Nşr. Muhammed Muhyiddin Abdulhamid, cüz: 1-2, Kahire, 1950. [494]
34. Risâletu Ebi Davud Sicistanî fi vasfı telifin li kitâb es-Sünen, Abdülaziz Hâşimî, Nşr., Muhammed Zâhid Kevserî, Kahire, 1369.
35. es-Sünen, Muhammed b. Yezid b. Mâce Kaz-vînî, cüz: 1-2, Kahire, 1313. Eser Muhammed Fuad Ab-dülbaki tarafından da neşredilmiştir,
36. es-Sünen Dârimî, Haydarabat, 1309. el-Mu'cej mü'1-müfehres'in atıf yaptığı dokuz kitaptan birisi budur.
40. es-Sünen, Ebu Muhammed Abdullah b. Ab-durrahman b. Behrâm Semerkandi.
41. el-Müctebâ (es-Sünen) bişerh Celâleddin Su-yûtî ve Hasiyeti's-S.ndî, en-Nesâî, cüz: 1-8, Kahire, 1348/1930.
42. Mevârid ez-zam'ân ilâ zevâidi îbn Hibbân, Nu-reddin Ali b. Ebu Bekr, Heysemî, Nşr. Abdürrezzâk Hamza, Kahire.
43. el-Müstedrek, Hâkim Neysâbûrî, güz: 1-4,'Haydarabat, 1334-1342/1915-1923.
44. İktizâü'1-İlm el-amel, Hatîb Bağdadî, Nşr. Muhammed Nâsırüddin Elbânî. Eserin başka, baskıları da yapılmıştır.
45. Küçük, orta ve büyük Mu'cemler, Ebu'l-Kasım Süleyman b. Ahmed Taberânî. Bu eserlerden basılı olanlar vardır.
46. Ma'rifetü's-sünen ve'1-âsâr, Ebu Bekr Ahmed b. Hüseyin Beyhakî. (yirmi numaradaki esere bakınız);
47. el-Müstahrac, Ebu Ahiried Muhammed b. Ebu Hâmid Gıtrîfî,
48. et-Tıbbu'n-Nebevî, İbn Kayyım Cevziyye, Nşr. Muhammed Râğıb Tabbâh, Halep, 1346/1927.[495]
49. Şerhu meâni'1-âsâr, Ebu Ca'fer Ahmed b. Muhammed b. Selâme Tahâvî. Bu eserin de bir kaç baskısı vardır.
50. Câmiu'l-ahkâm fi ma'riietil-halâl ve'1-harâm, Muhyiddin b. Arabî Endelûsî.
51. Mişkâtu'l,-mesâbîh, Tebrîzî, Nşr. Muhammed Nâsırüddin Elbânî, Dimeşk, 1380 - 1383/1961-1962.
52. Kitâbu'1-Vefâ bi ahvâli'l-Mustafa, İbn Cevzî, Kahire, 1386/1966.
53. Kitâbu'ş-şifâ, Kadı İyaz b. Musa Yahsubî. Eserin kitap ve cüz halinde çeşitli baskıları yapılmış, şer-hedilmiş ve Türkçeye çevrilmiştir.
54. Kitâbü'l-erbeîne'n-Neveviyye, Muhyiddin Ne-vevî. Yüzlerce kırk hadis kitabı içinde en meşhur bir eserdir. Üzerinde çalışmalar yapılmış ve dilimize çevrilmiştir [496]
55. Riyâzu's-sâlihin min kelâmı Seyyidi'l-mürselin, Muhyiddin Nevevî. Eserin muhtelif baskıları vardır, Türkçeye terceme edilmiştir . [497]
56. Kitâbu'l-ezkâr, Nevevî, Kahire, 1356. Kitap Türkçeye çevrilmiştir.
57. Mecmeu'z-zevâid ve menbeu'l-fevâid, Nureddin Heysemî, Kahire, 1353.
58. Meşâriku'l-envâr alâ sıhâhi'1-asâr, Ebu'1-Fadl îyâz b. Musa Yahsubî, cüz: 1-2, Fas, 1328-1329. Kitabın şerhleri ve baskıları vardır. [498]
59. Şerhu's-sünne, Ebu Muhammed Hüseyn b. Mes'ûd Bağavî.
60. el-Cevheru'n-nekiyy alâ Süneni' 1-Beyhaki, Ala-ettin Mardinî.
61. Nehcü'l-belâğa, Şerif Radî, Nşr. Ferruh Ömer,
Beyrut, 1372/1952. Şianın meşhur hadis kitaplarından biri olan bu eserin değişik baskıları vardır, En meşhur şerhi ise İbn Ebu'l-Hadid tarafından gerçekleştirilmiştir. Kitap Arap edebiyatı tahsilinde de kullanılmaktadır [499]
62. Mâ huve Nehcü'l-belâğa, Hibetüddin Şehristâ-nî, Sayda, 1352.
63. Cemu'l-Cevâmi'", Celaluddin Suyûtî,
64. el-Câmiu's-Sağir, Celaluddin Suyûtî. Alfabetik tanzim edilen bu eserin bir de büyük şerhi mevcuttur. İkisi birden basılmıştır.
65. Mikâtu'l-mefâtih şerhu Mişkâti'l-mesâbih, cüz: 1-5, Mulla Ali b. Sultan Kârî Hanefi, Mısır, 1309.
66. î'lâmü's-sünen an kütüb Seyyidi'l-mürselin, ibn Tulün, Dimeşk, 1348.
67. Sübülü's-selâm, Muhammed b. İsmail Emir San'ânî, Mısır, Bu kitabın muhtasarı ve Türk dilinde şerhli tercemesi mevcuttur. [500]
68. el-Vâbilu's-sayyib mine'l-kelimi't-tayyib, Şem-süddin Muhammed b. Ebu Bekr b. Kayyım Cevziyye, Kahire, 1376.
69. el-Fethu'1-kebir fi dammi'z-ziyâde üe'l-Câmn'a -sağir, Celaluddin Suyûti, Nşr., Yusuf Nebhânî, Mısır.
70. el-Mecâzâtu'n-Nebeviyye, Şerif Radî, Nşr. Mahmud Mustafa, Kahire, 1356/1937.
71. Akdiyetu Resûlillah, Abdullah Muhammed b. Ferac Kurtubî, Kahire, 1346.
72. el-Kenzü's-seinîn fi ehâdisi'n-Nebiyyi'1-Emin, Mısır, 1388.
73. Delilu'l-fâlihin, Muhammed b. Allan Sadîkî, Mısır, 1374, cüz: 1-4, elli beş numarada geçmiş olan ki' tabın şerhidir.
74.Kenzü'l-ümmâl, Muttekî Hindi, Haydarabat 1311. Büyük boy ve küçük harflerle numaralı yapılan bu basın dışında eser, küçük boyda da basılmıştir. Elde mevcut matbu eserler içinde en çok hadis toplayan bu kitabın altmış beş bine yakın haberi ihtiva ettiği bilinmektedir.
Başta da arzettiğimiz gibi, hadis mecmuaları bunlardan ibaret değildir. Gerek unutularak ve gerekse bililtizam, listeyi uzatmamak için pek çok kaynak eser buraya alınmamıştır.[501]
75. Tenviru'l-havâlik şerhu Muvatta' Mâlik, Celâ-luddin Suyûtî, cüz: 1-2, Kahire, ts.
76. Şerhu'l-Muvatta', Zürkâni, cüz: 1-4, Kahire, 1310. Muvatta'm başka şerhleri de vardır.[502]
7. Keşfu'l-muğatta... Ebu'1-Kasım Ali b. Hasen b Asâkir.
78.el-Müsned üzerine yapılan çalışmalar arasında zikri geçen Sââti de yarım kalmasına rağmen bir şerh sayılmalıdır.[503]
79. Umdetü'1-Kâri, fî şerhi sahihi'l-Buhârî, Sedrud-din Ebu Muhammed Mahmud b. Ahmed Aynî, cüz: 1-11, İstanbul, 1308/1309. Buharı Sahih'inin^bundan çok önceleri yazılmış şerhleri vardır. Türkiye'de ve özellikle Hanefî olan bilginler arasında tutulmuş olan bu eserin muhtelif baskıları vardır.
80. Şerhu'1-Buharî, Ebu Süleyman Hamed b. Muhammed Hattâbî.
81. Fethu'1-bârî bi şerhi Sahihi'l-Buhari, Şehabud-din Ahmed b. Muhammed b. Hacer Askalânî, süz: 1-13, Bulak, 1300 - 1301.
82. Ta'likâtü's-Suyûtî ale'l-Buharî, Ebu Bekr Sükuti.
83. îrşâdü's-sârî, îbi. Hacer Askalâni, cüz: 1-10, Kahire, 1307.
84. Şerhu'1-Buhari, Kirmanı, cüz: 1-25, Kahire, 1935/1945.
85. el-Mütevârî alâ teracimi'l-Buharî, Nureddin Ebu'l-Abbas İskenderî,
86. Şerhu'l-Câmii's-sahih li Müslim b. Haccac Ku-şeyrı, Muhyiddin Zekeriyya b. Yahya Nevevî, cüz: 1-10. Eserin başka baskıları da mevcut olup, Müslim üzerine yapılan en güzel şerhtir [504]
87.Avnu'l-ma'bûd, Azimâbâdî, cüz.- 1-14, Kahire. Eserin muhtelif baskıları mevcuttur. Bu baskıda, İbn Kayyim'e ait, kısmî bir şerh de yer almaktadır. Günümüzde Hirid ülkesinde neşredilmiş başka Ebu Davûd sünen'i ve şerhleri de vardır. Bezlü'l-mechûd bunlardan biridir.
88. Tuhfetu'l-Ahvezî, Tirmizî şerhi, Mubârekpûrî, Cüz: 1-10; Mısır, 1383-1387/1963-1967.
89. Neylü'l-evtâr, Muhammed Ali Şevkânî, cüz: 1-8, Kahire. Eserin başka baskılan da vardır. Şevkânî, Zeydî olmasına rağmen, hadiste sünnî malzeme kullanan değerli bir âlimdir.
90. Şerhu Süneni't-Tirmizî, İbn Arabî Mâliki, cüz: 1-13, Kahire, 1931-1934.
91. es-Sirâcu'1-münir bi~şerhi Camii's-sağir, cüz: 1-3, Mısır, 1312/1894) [505]
Bu bölümde, cerh-ta'dilin nazarî bilgilerine temas eden kitaplar da bulunabilecektir. Ayrıca; esma - ku-nâ - elkâp kitaplarıyla, sahabeyi tanıtan eserler, ensâb ve tabakât kitapları için de bir ayırım yapılamamıştır. Sika ve zayıf râviler, müdellisler, metrukler, ekâ-bir ve esâğir kitapları... gibi şahıslarla ilgilenen her tür esere «rical» başlığı ile vermek mecburiyetinde kaldık.
92. el-Esmâ ve'1-künâ, Ebu Bişr Muhammed b. Ahmed b. Hammâd, cüz: 1-2, büyük boy, Haydarabat.
93. et-Tabakâtu'1-kübrâ, İbn Sa'd; Eserin batıda ve İslâm dünyasında yapılmış birkaç değişik baskısı vardır.
94. Tecridu't-temhld limâ fi'1-Muvatta... Ebu Ömer Yusuf b. Abdulberr Nemerî, Kahire, 1350.
95. et-Tarihu'1-kebir, Muhammed b. İsmail Buharı, Haydarabat, cüz: 1-6, 1941/1945.
96. el-îrşâd fi ma'rifeti ricali'1-Büharî, Ebu Nasr Ahmed b. Muhammed Kelâbâzî, Topkapı sarayı, Üçüncü Ahmed, 2889.
97. Ricâlu's-Sahîhayn, Tahir b. Ali Makdisî Şeybâ-nî. Kelâbâzi ve İsfehânî'nin kitaplarını bir araya toplayan bir eserdir. Cüz: 1-2, Haydarabat, 1323.
98. et-Tarihu's-sağir, Buharı, Haydarabat, 1325.
99. er-Riyâzu'1-müstetâbe..., Yahya Amiri Yemeni, Haydarabat, 1303.
100. Şuhûhü'l-Buharî, Ebu'1-Fadl Hasen b. Muhammed Sagânî.
101. Kitâbu'1-Esmâ ve's-sıfât, Ebu Bekr Ahmed b. Hüseyin Beyhakî.
102. Kitâb ma'rifeti's-sahâbe, Ebu Nuaym Isfehânî Ahmed b. Abdullah.
103. el-İsâbe fi temyîzi's-sahâbe, Îbn Hacer, Kahire, 1323.
104. Metâliu'n-nücûm, Hersekli Mehmet Kâmil, CÜZ: 1-2, İst., 1307-1309.
105. Üsdu'1-gâbe, İbn Esir Cezeri, Kahire, 1280.
106. el-İstî'âb fi ma'rlfetil-ashâb, Yusuf b. Abdulberr Nemerî, Haydarabat, 1318-1319 [506]
107. Kîtâbu't-târih ve'1-mecrûhin, Ebu Hatim b. Hibbân, Ayasofya Kütüphanesi, nu: 496. Yzm.
108. Tertibu's-sikât, İbn Hibban Bustît Yzm., Mısır Dârü'l-kütüp, 37.
109. Mukaddimetü'1-cerh ve't-ta'dil, Abdurrahman b. Ebu Hatim Râzî, Haydarabat, 1952.
110. Kitâbü'1-Cerh ve't-ta'dil, îbn Ebu Hatim Râzî, cüz: 1-6, Haydarabat, 1952.
111. el-Müğnî fi tabakâti'l-muhaddisîn, Ebu Abdullah Muhammed b. Ahmed Zehebî, Süley. Küt., Fey-zullah Ef., 1528.
112. Mizânu'l-i'tidâl, Şemsuddin Zehebî, cüz: 1-4, Kahire.
113. Tehzibu'1-asâr, Ebu Ca'fer Muhammed b. Ce-rir b. Yezid Taberi.
114. el-Müştebih, Zehebî, Nşr. Becâvî, 1381/1962
115. Müştebihu'n-nisbe, Abdülganiy Esedî, Hindistan, 1326.
116. Kabûli'l-ahbâr ve ma'rlfetu'r-ricâl, Ebu'l- Kasım Abdullah b. Ahmed Belhi.
117. el-Kâmil fi ma'rifet zuafâi'l-muhaddisin ve ileli'1-ez-hadis, Ebu Abdullah b. Adiyy Cürcâni.
118. el-İkmâl fi ref i'1-irtiyâb, Ebu Nasr b. Mâkûlâ. Eser matbudur.
119. Risale fi'r-ruvâti's-sikât, Şemseddin Zehebî, Mısır, 1324.
120. Esmâu's-sahâbeti'r-Ruvât ve mâ li-küJli vâhid mine'1-aded, İbn Hazm Endelûsî, Yzm., Dârü'l-Kütübi'l
Mısnyye.
121. el-Esmâu'1-mübheme fi'1-enbâi'l-muhkeme, Hatîb Bağdadî.
122. Tezkiratü ricâli'l-aşere, Ebu'l-Mehâsin Muhammed b. Ali Hüseynî, Köprülü Kütüphanesi, 263 [507]
123. el-Fevâidu'1-müntehabeti'l-avâlî ani'ş-şüyûhi's -Sikât, Ebu'l-Hasen Ali b. Ömer Dârakutnî.
124. Kitâbu'1-künâ, Muhammed b. İsmail Buharî, Haydarabat, 1360/1941.
125. Nakdü'r-ricâl, Mustafa b. Hüseyin Tefrîşî, Tahran, 1319.
126. el-Ensâb, Sem'ânî, cüz: 1-6, Haydarabat, 1382-86/1962 - 66.
127. el-Mü'telif ve'1-muhtelif fi esrnâi nakaleti'l-hadis, Muhammed Abdülgani b. Sa'îd Esedî, Hindistan, 1326.
128. Tabakâtu'l-müdelKsîn, Şihabuddin Ebu'1-Fadl b. Hacer Askalânî, Mısır, 1322.
129. Tehzîbu'1-esmâ, Muhyiddin Neyevî, cüz: 1-4, Mısır, ts.
130. Lisânu'l-mizân, Şihabuddin Ebu'1-Fadl Ahmed b. Ali b. Hacer Askalânî, cüz: 1-6, Haydarabat, 1329 -1331.
131. Tehzibu't-tehzib, Şihabuddin Ahmed b. Ali b. Hacer, cüz: 1-12, Haydarabat, 1325/1327.
132. Tabakâtü'l-huffâz, Celaluddin Suyûtî, Gotha, 1833.
134. er-Raf, ve't-tekmil fi'1-cerh ve't-ta'dil, Abdul hayy Lükhnovî.
Bu eseri, Halepli hadis bilgini Abdülfettâh Ebu Gudde neşre hazırlamış ve Halep'te bastırmıştır. Kitap nazari cerh ve ta'dil meselelerini konu almaktadır.
135. Kâidetün fi'1-cerh ve't-ta'dil ve kâidetün li'l-müerrihin, Sübki, Beyrut, 1388.
136. Câmiu'r-ruvât, Muhammed b. Ali Erdebîlî, Tahran, 1334.
137. el-Muhtasar fi ilm-i ricâli'1-eser, Abdülvehhâb Abdüllatif, Kahire, 1381/1952.
138. Hadis ricali, Ali Özek, İstanbul.
139. Ebu Hureyre; Râviyetü'l-İslâm, Muhammed Acâc Hatib, Kahire.
140 Dıfa' an Ebi Hureyre, Abdülmün'im Salih Ali, Beyrut, 1393/1973.
141. Ebu Hureyre, Hüseyin Şerefüddin Âmilî, Sayda.[508]
Listemizin bu bölümünde, «Hadis ilimleri» başlığı altında, eserin baş tarafında tanıttığımız bazı bilgi dallarına alt te'lifleri zikredeceğiz .[509]
142. Kitâbu'1-ilel ve ma'rifeti'r-rical Ahmed b. Hanbel Nşr. Talat Koçyiğit, İsmail Cerrahoğlu, Ank, 1963. Eserin sadece yarısını ihtiva eden bu cildi ikinci cild takibedecektir.
143. İlelü'l-hadis, îbn Ebu Hatim Râzî, Kahire, 1343.
144. Şerhü ileli'1-Câmi', Ebu İsa Tirmizi'nin eserine ait bir çalışma, Zeynüddin Abdurrahman b. Receb Hanbelî, Yzm.
145. et-Tarih ve'1-ilel, Yahya b. Maîn, Zâhirlyye küt.
146. Kitâbü'1-üel, Ebu îsâ Tirmizî.
147. İhtilâfü'l-hadis, Muhammed b. îdris Şafiî, el-Ümm kenarında.
148. Nâsihü'l-hadis ve mensûhüh, Ebu Bekr Ahmed b. Muhammed b. Esrem, Eser yazma halindedir.
149. Nâsihü'l-hadis ve mensûhüh, Ebu Hafs Ömer b. Şahin.
150. el-İ'tibâr fi beyâni'n-nâsih ve'1-mensûh mine'l-ahbâr, Ebu Bekr Muhammed b. Musa Hâzimi Hemedâ-nî, Haydarabat-Şam. 1359 ve 1965.
151. en-Nâsih ve'1-mensûh ffl-hadis.. Ebu Ca'fer Nehhâs, Mısır, 1323.
152. A'lâmü'1-âlem ba'de rüsûhih bihakâik nâsihi'l hadis min mensûhih, Îbnü'l-Cevzi.
153. Ahbâru ehli'r-rüsûh fi'1-fikh ve't-tahdis bi
154. Te'vilü muhtelifi'1-hadis, İbn Kuteybe Dlneve-ri, Kahire, 1326.
155. Müşkilu's-Sahîhayn, Salahuddin Halil Alâî, Yzm.
156. Müşkilu'l-hadis ve beyânüh, Ebu Bekr Mu-hammed b. Hasen b. Fûrek, Haydarabat, 1362.
157. Müşkiîu'1-Asâr, Ebu Ca'fer Ahmed b. Mu-bammed Tahâvî, Haydarabat, 1333.
158. Garibü'l-Hadis, Ebu Ubeyd Kasım b. Sellâm Herevî, cüz: 1-4, Haydarabat.
159. el-Fâik fî ğaribi'l-hadis, Carüllah Z .mahşerî.
160. Meşâriku'l-envâr, Kadı Iyâz b. Musa Yahsubî, cüz: 1-2. Kahire.
161. en-Nihâye fi ğaribi'l-hadis, îbn Esir Cezerî, Cüz: 1-5.[510]
162. el-Beyan ve't-ta'rif fi esbâb-i vürûdi'l-hadisi'ş -şerif, İbrahim b. Kemaluddin b. Hamze, Kahire, 1329.
163. es-Seyrü'1-hasis fi tarihi tedvini'1-hadis, Haydarabat, 1358.
164. Miftâhü's-sünne ev târlhu funûni'1-hadis, Kahire.
Bu kitaplar dışında hadis ilimlerine dair yazılmış pek çok eser daha mevcuttur. Listemizin uzamaması
için onları buraya almamış bulunmaktayız[511]
166. Kitâbü'l-mevdûât, Ibn Cevzî, cüz: 1-3, Medine, 1386-88/1966-68.
167. el-Menâru'1-münif fi's-sahih ve'd-daif, îbn Kayyim Cevziyye, Beyrut, 1390.
168. Tenzihü'ş-şeriati'l-merfua. Ebu'l-Hasen Ali b. Muhammed cüz: 1-2, Mısır, ts.
169. el-Mekâsıdü'1-hasene, Şemsüddin Muhammed b. Abdurrahman Sehâvî, Nşr. Abdullah Muhammed, 1375/1956.
170. Tezkiretü'l-mevdûât, Muhammed b. Tâhir b. Ali, Kahire, 1343/1924.
171. el-Leâli'1-masnûa, Celaluddin Suyûtî, cüz; 1-2, Mısır, 1317.
172. el-Fevâid el-Mecmûa fi'1-ehâdis el-mevdûa, Muhammed b. Ali Şevkanî, Lahor, ts.
173. Tahziru'l-havâs min ekâzibi'l-kussâs, Celaluddin Suyûtî, Mısır, 1351.
174. el-Lü'lüü'1-mersû'... Ebu'İ-Mehâsin Kavukçu, Kahire.
175. el-Masnû' fi ma'rife ti'1-hadis i'l-mevdû\ Molla
Ali b. Sultan Kari Hanefî, Beyrut, 1389.
176. Temyizu'l-merfu ani'l-mevdû'. Aynı müellif. Yzm.
177. Kitâbu'l-mevdûati'l-kebir, Aynı yazar, İstanbul, 1289.
178. et-Tenbih ve'1-işrâf, Ebu'l-Mehâsin Ali b. Hüseyin Mes'ûdî, Kahire, 1357/1938.
179. Esnâ'l-metâlib fi ehâdisi muhtelifi 1-merâtip, Muhammed b. Derv.ş Hût Bsyrûtî, Kahire, 1346.
180. el-Keşfu'1-iIâhî an şedidi'z-Za'afi ve'1-mevdû' ve'1-vâhî, Muhammed b. Muhammed Senderûsî. Yzm.
181. Tahzîru'l-müslimîn mine'l-ehâdisi'l-mevdû'a, Abdullah Muhammed Beşir Zâfir, Mısır, 1321/1903.
182. Mevzu hadisler, menşei tanıma yollan, M. Yaşar Kandemir, Ankara, 1975.[512]
184. el-Muhaddisu'1-fâsıl... Ebu Muhammed Hasen b. Abdurrahman b. Hallad Râmehurmuzî, Nşr. Muhammed Acac Hatip, Beyrut, 1391/1971.
185. Ma'rifetu ulûmi'l-hadis, Hâk:m Neysâbûrî, Nşr. Seyyid Muazzam Hüseyin, Beyrut, ts.
186. Edebu'1-imlâ ve'1-istimlâ, Abdülkerim. b. Muhammed Sem'ânî, Nşr. Max Weisweiler, Leiden, E. J. Brill, 1952.
187. el-Hidâye ilâ ulûmi's-sünen, İbn Hibbân Ah-med.
188. Câmiu beyâni'1-ilm ve fadlih, Ebu Ömer Yusuf b. Abdulberr Nemerî, cüz: 1-2, Kahire, ts.
189. Takyîdu'1-üm, Hatib Bağdadî, Nşr. Yusuf Aşş,
Dimeşk, 1949, «înstitut Français De Damas» neşriyatından.
190. el-Kifâye fi ilmi'r-rivâye, Hatîb Bağdadi, Hay-darabat, 1352.
191. el-Câmi'li ahlâki'r-râvi, Hatîb Bağdadî, Tek nüsha Yzm. İskenderiye şehir kütüphanesi.
192. el-İcâbe li iyrâdi me'stedraketbü Aişe ale's-Sahâbe, Bedruddin Zerkeşî, Dimeşk, 1358/1939.
193. Ma'rifetu ulûmi'l-hadis (Mukaddime), İbn Salâh Şehrizârî, Halep, 1350. Eserin başka baskıları da vardır[513]
194. et-Takyid ve'1-izâh limâ utlika ve uğlika nıin Mukadimeti İbni's-salâh, Nşr. ve Şerh., Muhammed Râğıp Tabbah, Halep. 1350.
195. el'Bâisu'l-hasis, İbn Kesir, Mısır.
196. Hedyü's-sârî, Fethu'1-bârî mukaddimesi, İbn Hacer, Mısır.
197. el-îlmâ' ilâ ma'rifeti usûli'r-rivâye ve takyidi's -sima', Kadı îyâz b. Musa Yahsûbî, Mısır,
198. Elfiyetü's-Suyûtî fi mustalahi'l-hadis, Nşr. Muhammed Muhyiddin Abdülhamid - Ahmed Muhammed Şâkir, Kahire, 1353.
199. Şerhu'd-dîbâcil-müzehheb fi mustalahi'l-hadis, Molla Hanefî, Nşr. Ali Mahfuz, Kahire.
200. Tedribu'r-râvî, Celaluddin Suyûtî, Kahire, 1307.
201.Mâ lâ yeseu'l-muhaddise cehlüh, Ebu Hafs Ömer Meyâncî, Nşr. Subhî Samerrâî, Bağdat.
202. Kavâidu't-tahdis min funûni mustalahi'1-hadis, Cemaluddin Kasimî, Nşr. Muhammed Behçet Bî-târ, Dimeşk, 1352/1925.
203. Şerhu'l-elfiyye, Zeynüddin Abdurrahman Irâ-ki, cüz: 1-2, Fas, 1354.
204. Fethu'l-müğis bi-şerhi elfiyeti'l-hadis, Abdur-rahman Irâkî, Kahire, 1355/1937.
205. el-Menhelu'1-hadis fi ulûmi'î-hadis, cüz: 1-2, Kahire, 1366/1947.
206. el-Menhecu'1-hadis fi ulûmi'l-hadis, Muhammed, Muhammed Semâhî, Kahire, 1377/1958.
207. Tevcihu'n-nazar ilâ usûli'1-eser, Muhammed Tâhir Cezâyirî, Mısır, 1328/1910.
208. el-Medhal ile's-sünne ve ulûmihâ, Ma'rûf De-vâlibi, Dimeşk, 1375.
209. Nuhbetü'l-fiker, îbn Hacer Askalânî, Kahire, 1934[514]
Bu eserler yanında Türkçede neşredilmiş bazı usûl kitapları da mevcut bulunmaktadır. [515]
210. Tezkiretü'l-huffâz, Şemsuddin Ebu Abdullah Zehebî, cüz, 1-2, Haydarabât, 1333/1334 (Bu eserin bir de zeyli mevcuttur. Hepsi de Rical kitabıdır).
211.Câmiu'1-usûl fi ehâdîsi'r-Resûl, İbn Esir Ce-zerî, Mısır, 1368. (Türkiye kütüphanelerinde çok değerli yazmaları bulunan bu eser de bir furû-ı hadis kitabıdır) .
212. Hasâisu'l-Müsned, Ebu Musa Medinî, Nşr. Ah-med Muhammed Şâkir, Müsned mukaddimesi, 19-27 s.
213. Mesâilu'1-İmâm Ahmed, Ebu Davud Sicistâ-nî, Mısır, 1353.
214. Islâhü hatai'l-muhaddisîn, Ehu Süleyman Hamed b. Muhammed Hattâbî, Nşr. Bürhanuddin Muhammed, Kahire, 1355.
215. Tashifu'l-muhaddisîn, Ebu Ahmed Hasen b. Abdullah Askeri, Yzm.
216. Şerefu ashabi'l-hadis, Hatib Bağdadi, Nşr. Mehmed S. Hatiboğlu, Ankara, 1972.
217. Akidetü's-selef ve ashâbi'l-hadis, Ebu Osman İsmail Sâbûnî, Mısır, Mecmûatü'r-resâü arasında basılmış, 1343.
218. el-Ecvibetü'1-fâdıla... Muhammed Abdülhayy Lukhnowî, Nşr. Abdulfettâh Ebu Gudde, Halep, 1384/ 1964.
219. İ'râbu'l-hadisi'n-Nebevî, Ukberî, Pertev Paşa Küt, 56.
220. Tedvin-i hadis, Menâzır Ahsen Geylânî, Urdu dilinde, Karacı.
221. Hadis edebiyatında gelişim safhaları, Salih Tuğ (eser henüz çıkmamıştır. Bkz., Fhilip, K. Hitti, Siyasi ve kültürel îslâm tarihi, II, 602, dipnot).
222. Muhammedan Studien, II, Halle (Fr. Etudes. sur la taradition İslamique).
223. The Tradition of İslam, A. Guillaume, London, 1924.
224. İstanbuler handschriftenstudien zur Arabisc-hen traditionaliteratür İstanbul, 1937 [516]
225. es-Sünne ve mekânetüha... Mustafa Sibâi, Kahire, 1380/1961.
226. Hadisçilerle kelâmcılar arasındaki münâkaşalar, Talat Koçyiğit, Ankara, 1969.
227.Zübeyr Sıddîkî, Hadith literatüre its origin development, special features and criticism, Calcutta Üniversity, 196. (Trc. Yusuf Ziya Kavakçı, Hadis edebiyatı tarihi, İstanbul, 1966).
228. es-Sünne kable't-tedvin, Muhammed Acâc Hatîb, Mısır, 1383/1963.
229. el-Merhal fi usûli'l-hadis li Ebi Abdillah, Nşr. Muhammed Râğip Tabbâh, Halep.
230. Hicrî birinci asırda İslâm toplumu, Mücteba Uğur, İstanbul 1980 [517]
[1] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 5-7.
[2] Terimlerin sözkonusu edildiği ilim dalı olan
Tetmino-Zojİ'yi «teknik ıstılahlar, terimler bilgisi, mebhas-i ıstılâhât'»
şeklinde tanımlayanlar olmuştur. Terminolojinin daha farklı mânaları ve
kullanış yerleri de mevcuttur. îslâmî usûl bilgilerine bu ismi verenler de vardır.
[3] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 13.
[4] Bk. İbn Manzûr, Lisânu'l-Arab, Kahire Bulak neşri, II,
436; Cevheri, es-Sıhâh, 1, 278, Ahmed Abdülğafur Attâr neşri; Feyûmî,
el-Mısbâhu'l-munİT, Kahire Bulak neşri, 1316, I, 58 v.d. (Hadis deyimi sahabe,
tâbiûn ve etbâ'dan gelen söz, fiil ve haberler için de kullanılır. Çok defa
terim, bir sıfatla birlikte söylenince durum daha rahat anlaşılır: merfu'
hadis, maktu' hadis, mevkuf hadis gibi).
[5] Buharı, Rikâk, bab: 51. Aynı kelime sahabe sözlerinde
de geçer. Bk. Süyûtî, Tednbu'r-râvî, s. 205; Ce-mâluddin Kâsimî,
Kavâidu't-tahdis, s. 47. Aynı kelimenin Kur'ân'daki yerleri için Bk. En'âm 68;
Nisa, 140; A'râf, 185; Nâzi'ât, 15; Yûsuf, 6 v.d.
[6] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 13-14.
[7] Mısbâh, I,
133; Sıhâh, V, 2138; Bağdatlı
M. Fehmi, Tarih-i edebiyyât-ı
Arabiyye, İstanbul, 1917,
Câhi-liyye devri, 753.
[8] Enfâl, 38; Hıcr,
13; Kehf, 55; Zühruf, 35. Ayrıca
hadisler için Bk. Müslim, îlm, bâb.
15; Zekât, 69; Bu-harî, Cenâiz, 32; İ'tisâm,
15; Ahmet b. Hanbel, Müs-ned,
IV, 357, 359
v.d.
[9] Geniş bilgi için Bk. Serahsî, Usûl, I, 113;
Şâtıbî, el-Muvafakat, I, 4;
Ali Mahfuz, el-İbdâ' fî madârri'î-ibtidâ', s. 23.
[10] Diğer görüşler için Bk. M.T. Tancî,
«Hadîsu's-sefer», Da'vetu'I-Haki:
mecmuası, sayı. 4,
sene. 21, s:
37-38;
Mehmed S. Hatiboğlu,
«Peygamberimizin sünneti tabiri
hakkında», AÜİF Dergisi, XVIII, 81-84. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve
Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 15-16.
[11] Hadisçiler
kimlerdir? Sünnet âlimlerinin özellikleri
nelerdir? Hangi çağlarda ehl-i hadis ve ehl-i eser denilince ne
anlaşılırdı? Mâna değişmeleri
ve ıstılah farklılıkları olmuş
mudur? bütün bunların
kronolo jik bir değerlendirme ve
araştırma konusu olması, ilgi
çekmesi beklenen bir çalışma
olabilir. Daha fazla bilgi için Bk. Talat Koçyiğit, Hadis ıstı-lahlan, s.
262-264; 120-123; 399-403. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri
Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 16.
[12] İbn Abdi'1-Berr, Câmiu beyâni'l-ilm. I, 46, 52; Hatîb
Bağdadî, Şeref, s. 28-30; Ramehurmuzî, Mukaddime v.d.
[13] Hâkim
Neysâbûrî, Ma'rifetu ulûmi'l-hadis, Seyyid Muazzam Hüseyin neşri, Beyrut, ts.
[14] Yeni bir baskısı, Dr. Nurettin îtr neşri, Halep,
1386-1966. Bu eser Mukaddime adıyla da anılmaktadır.
[15] gara
Üniversitesinde görevli Dr.
Nurettin îtr; «Çeşitli
konulardaki müstakil te'Iifat sonradan
ilim olarak anıldı.
Ulûmu'l-hadis tabiri doğdu ve böylece çoğul kipiyle (sîgasiyla)
tekil kastedildi», demektedir.
Onun fikrine göre ulûmu'l-hadis terkibi,
(hadis ilmi) şeklinde
anlaşılmalıdır, tbn Salâh,
Ma'rifet, Mukaddime bölümü, s. 11.
[16] Çeşitli tarifler için ayrıca bk. Kâtip Çelebi, Keşfu'z-zunûn, II, 635-64;
Suhûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 4; Ahmet Naim, Tecrıd mukaddimesi, s. 5-8, 1957, ikinci baskı.
[17] Senet râviler zinciri, metin ise hadisin daha çok bilgi,
uygulama ve haber taşıyan gövde kısmıdır.
[18] Mustafa Ahmed
Zerkâ, Fi'l-Hadisi'n-Nebevî,
Dimeşk, 1375-1956, s. 35-38.
[19] M. Abdülaziz
Hûlî, Miftâhu's-sünne, Kahire,
s. 158 v.d.
[20] Kâtip Çelebi, Ke§f., II, s. 1203-1207;
Neysâbûrî, Ma'-rifet, s. 94,
112; İbn Salâh, Mukaddime, s. 245 v.d.
[21] Hatîb,
Şeref, ilgili bölümleri.
[22] Aynı eser, s. 8. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri
Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 17-26.
[23] Zekî Velidî
Togan, Tarihte usûl, İstanbul,
1950, s. 30-38.
[24] Aynı eser.
[25] Mustafa
Ahmet Zerkâ, Fi'l-hadisi'n-Nebevî, 36-38.
[26] Çok teferruatlı olarak hazırlanacak bir, İbâdet tarihi
kronolojisi din ve kültür hayatımızın büyük bir ih-t.îvâfMi-n karşılamış
olacaktır.
[27] Kadı Ebu Muhammed Hasen b. Hallâd
Râmehurmu-zî'nin deyişi ile; «birleştiklerinde İkisi de
mükem-melleşir, ayrıldıklarında ikisi
de eksilirler», el-Mu-haddisu'l-fâsil beyne'r-râvî
ve'l-vâ'î, s. 161.
[28] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 26-32.
[29] Meselâ
bk., el-Muhaddisu'l-fâsıl, s.
159-162; Hatîb, §eref, s. 7-12.
[30] Subhi Salih,
Ulûmu'l-hadis ve
mustalahuh, Beyrut,
1384-1965, 73-80 (Trc.
M. Yaşar Kandemir,
Hadis ilimleri ve hadis ıstılahları, Ankara, 1973, s. 58 v.d.).
[31] Subhi Salih, (Hadis ilimleri ve hadis ıstılahları), s.
62. Hadis tarihine ayırdığımız sayfalarda yeri
gelince belirteceğimiz
gibi, bu unvanlar
çağlara ve coğrafî bölgelere göre
değişebilmektedir. Çok ehliyetli
kişilere layık görülen bir
takım unvanların, daha aşağı mertebedekilere de
izafesi mümkün
olabilmektedir. Aşağıya
aldığımız satırlar bize
bu konuda bir
fikir verir inancındayım. Daha
sonraki asırlarda ilmde meydana gelen düğmeye temas eden bir
âlim diyor ki: Günümüzde en yüksek seviye olarak Mesabîh adlı esere bakarlar.
Ondan altta Meşâriku'l-envâr seviyesi yer alır. Mesâbih okuyan kendisini artık
mu-haddis sayar. Tabiî bu cehaletten ileri gelen bir haldir... İbn Esîr'in
Câmiu'l-usûl adlı eserini okuyup, İbıı Salâh mukaddimesini ezberleyene veya
Takrîb'i hıfzedene asrın Buharîsi, Hadisçilerin hadisçisi gözüyle bakılırdı...»
Keşju'z-zunûn, I, 640-1.
[32] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 3235.
[33] Konu ile ilgili -geniş bilgi ve bazı teferruat için
bk. Suphi Salih, Mebâhis fî ulûmi'l-Kur'an, Dimeşk, 1381 /1962, s. 24, 25, 113,
359 - 383; Aynı yazar, Ulûmu'l-hadis ve mustalahüh, s. 301 (trc, M. Yaşar
Kandemir, Hadis ilimleri ve hadis ıstılahları, Ankara, 1973, ikinci baskı, s.
260 vd.); Muhammed Tayyib Okiç, Bazı hadis meseleleri üzerinde tetkikler,
Ankara, 1959, s. 13; Mustafa Ahmet Zerkâ, Fİ'l-hadisi'n-Nebevî, Dimeşk,
1375/1959, s. 81, 84-94; Muhammed Abdülaziz Hûlî, Miftâhu's-sünne ev târih
funûni'l-hadis, Kahire, s. 6-12.
Özellikle hukuk açısından, Kitap - Sünnet ilişkileri için bk. Mustafa
Sibâ'î, es-Sünne ve mukânetühâ ji't-teşrii'l-İslâmî, Kahire, 1380/1961, s. 434
- 442; Osman Keskioğhı, Kur'an tarihi ve Kur'an hakkında ansiklopedik
bilgiler, İstanbul, 1953, s. 112 - 116; Abdülveh-hab Hallâf, îlmu usûli'l-jıkh,
s. 19-46 (trc, Hüseyin Atay, İslâm hukuk felsefesi, Ankara, 1973, s. 161-190);
aynı eser, s. 40-42 (trc, 184-186); Şafiî, ar-Risâle, İlgili bölümler; İbn
Abdu'1-berr Nemerî, Câmiu beyâ-ni'l-üm ve fadlih, Kahire, 1388-1968, II,
230-236.
[34] Âyet, 3-4; «Kendi hevâsından söylemez o. O, kendisine
ükâ edilegelen bir vahiyden başkası değildir.»
[35] Ayrıca Kur'an-ı Kerim, diğer semavî kitaplardan da
faziletli ve üstün sayılmış; buna bağlı olarak da kendilerine Kur'an inen
Müslümanlar, diğer ümmetlerden değerli kılınmışlardır. «Kur'an'm diğer sözlere
üstünlüğü» için bk., İsmail b. Kesir, Fezâilu'l-Kur'an (trc, Mehmet Sofuoğlu)
s. 98-100; Abdullah Aydemir, Hz. Peygamber ve sahabenin dilinden Kur'an-ı
Kerimin faziletleri, İzmir, 1981, s. 71-75.
[36] Şevkânî, Fethu'l-kadir, Kahire, 1349, IV, 333.
[37] Cemâluddin Kâsimî,
Kavâidü't-tahdis, s, 59.
[38] Kudsî, Rabbani ve İlâhî hadisler diye de anılan bu haberler için bk., Okiç, Bazı
hadis meseleleri üzerinde tetkikler, s. 13-16; Kâsimî, Kavâidu't-tahdis, s.
64-. 70.
[39] Kitabu'l-ibriz, ilgili bölüm.
[40] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 39-43.
[41] Ebu İshak gâtıbî, el-Muvafakât fi usüli'§-§eri'a,
Mısır, IV, 13-30; Hûlî, Mifîâhu's-sünne., 10-12. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis
İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 43-46.
[42] Haber ile ilgili olarak bk., îbn Abdulberr, Cami', IX,
191; Şevkânî, İrşâdu'l-fuhûl ilâ tahkîki'l-hakk min il~ mi'l-usûl, Kahire,
1337, I, 33; Keşju'l-hajâ, I, 86; el-Akîde ve'ş-şeri'a fi'l-İslâm (Goldziherden
tercüme), Mısır, 1378 - 1959, s. 55 vd.
[43] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 46-48.
[44] Meselâ, Âlu îmran, 32, 132; Nisa, 59; Mâide. 92;
Enfâl, 20, 46; Nûr, 54; 56; Muhammed, 33; Mücâdele, 13; Te-ğâbün, 12, 16.
[45] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 48-49.
[46] Daha geniş ve karşılaştırmalı bilgiler için bk.f
Zerkâ, Fi'l-hadisi'n-Nebevt, s. 84-94; Suphi Salih, Hadis ıstılahları, s.
273-288.
[47] Tercih ettiğimiz bu görüş, orjinal usûl kitabı yazarlarının da fikridir.
Usûl kitaplarında her
«nevi», başlı başma müstakil bir ilimdir. Hâkim Neysâburî bu konuda şunları
söylemektedir: «fe irme ma'rifete külli nev'in minhâ ilmun ale'I-infirâd» (s.
18). Zerkâ bu. ilim dalları için; «Hadis-i Nebevinin etrafında neş'et eden;
doğup gelişen ilimler» deyimini kullanmaktadır. Dilimize «hadis ilimleri;
hadis bilimleri» şeklinde çevirebileceğimiz bu disiplinler için, Zerkâ'nın bu
tssmiyesi de bir görüş birliği olmaktadır. Nurettin İtr ise görüşünü şöyle
belirtir: «Ulûmu'l-hadisin çeşitli konularındaki müstakil eser te'lifi,
yaygınlığını artırınca; parça parça haldeki ilim şubelerinin tümü için Hadis
ilimleri deyimi kullanılmağa başlandı. Daha sonra bu ilimler tek eser
büny&sine alındı. Kelimenin sîgası (kipi) çoğul da olsa, tekil manası
kastedildi». İbn Salâh, Ma'rİjetu ulûmi'l-hadis, Nurettin îtr neşri, mukaddime,
s. 11.
[48] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 49-50.
[49] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 51-54.
[50] Hatîb
Bağdadî, Şerefu ashâbi'l-hadis, s. 39-41;
M. Tayyib Okiç, Bazı hadis meseleleri üzerinde tetkikler, s. 8-12.
[51] Zeki Velîdî Togan, Tarihte Usûl, s. 61.
[52] el-Muhtasar fî ilmi ricâli'î-eser, s. 8-12.
[53] Râmehurmuzî'nin
belirttiğine göre bu
Özellik, küçük yaştanberi rical ile
haşir neşir olan
âlimde bulunan bir hususiyet olmaktadır. Yine onun açıklamasına göre,
böyle bir maharet, yaşlılıkta kazanılamamaktadır. el-Muhaddisu'l-fâsıl, s. 307,
prğ. 206.
[54] Hucurât, 6; «Ey
inananlar, size fâsık (yoldan çıkmış)
bir adam bir haber getirirse, onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeyerek bir
topluluğa karşı kötülük edersiniz de
sonra yaptığınıza pişman olursunuz.»
[55] Suphi Salih (trc.), Hadis ilimleri, s. 89.
[56] Merhum Abdülbaki Gölpınarlı bu meseleye şu sözleriyle temas etmektedir: «Rical
bilgisinde de şia öndedir...», «... sahabeyi toptan udûl saymayan Şiada, tenkit gelişmiş
bu yüzden, bir yandan hadis bilgisinin, bir yandan tarihin bir kolu
ve dayanağı olan Rical bilgisi'nin ilk çağlardan itibaren şiada ilerlemesini sağlamıştır. Emirülmüminin ve imamlar (a.m.)
onlara uyanlar, olayları taraf
gözetmeden eleştirmişler, olaylar ve
bu olaylara karışanlar, meydana getirenler hakkında çekinmeden hükümler
vermişlerdir. Zamanla Rical bilgisi tedvin edilmiş...». Tarih boyunca îs-lâm mezhepleri ve Şiîlik,
İstanbul, 1979, s. 631-636 vd. Münâkaşasına girmediğimiz bu fikirlerin tam aksi
bir görüş için bk. Türk dili ve
edebiyatı ansiklopedisi, «Hal
tercümesi» maddesi, IV, 34 (1981).
[57] Zübeyr Sıddîkî, Hadith literatüre., Calcutta
Üniversty, 1961 (trc. Yusuf Ziya Kavakçı, Hadis edebiyatı tarihi, İstanbul,
1966, s. 146-163).
[58] İsimleri çoğaltmak gerekmemektedir. Müellifleri ve
eserleri, kısa bibliyografyadan takip daha uygun olacaktır. Ayrıca şu
kitaplara da bakılabilir: Kâtip Çelebi, Keşf., I, 834-835; Kettânî,
er-Risâletu'l-mustatrafe, Karaçi, 1370-1960, s. 94, 96, 100, 101, 103, 105, 112,
114, 116 vd.; Hûlî, Miftâh, s. 145-154. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri
Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 55-60.
[59] Hakim Neysâbûrî, Ma'rijet, s. 112.
[60] Aynı yer.
[61] Ahmet Naim,
Tecrid-i sarih tercemesi, Mukaddime, s. 179. (Rey'de Ebu Zür'a Râziye
yapılan bir müracaat ve Muhammed b. Salih isimli bir zatın başından geçen
tecrübe ile ilgili olarak burada bilgi verilmektedir).
[62] Neysâbûrî, Ma'rifet, s. 113-119; Suyûtî, Tedrib,
s. 166; Ahmet Naim, Tecrid tercemesi, mukaddime, s. 184-189.
[63] Ahmet b. Muhammed b. Hanbel, Küâbu'l-ilel ve ma'-rtf
eti'r-rical, (nşr., T. Koçyiğit, î. Cerrahoğlu) Ankara, 1963, Önsöz, s. 4.
[64] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 60-63.
[65] îslâm coğrafyası içinde Irak'ın bu kötü harekette büyük emeği
vardır. Bu yüzden bölge; (hadis basılıp dağıtılan yer anlamında) Darphane adını almıştır,
el-Muhaddisu'l-fasıl, s. 204, dipnot 5.
[66] M. Yaşar Kandemir, Mevzu hadisler., Ankara, 1975, s.
24, dipnot. 7.
[67] Buharı, İlim. 38;
Cenâiz, 33; Enbiyâ, 50; Edep,
109;
Müslim, Züht, 72; İlim,
4; Tirmizî; Fiten, 70; İlim, 8, 13; Birinci sûrenin tefsiri, 1; Menâkıp, 19,
İbn Mâce, Mukaddime, 4; Dârimî, Mukaddime, 25, 46; Ahraed b. Hanbel, II, 47,
83, 123, 150, 159, 171, 202, 214, 410, 413, 469, 519; III, 13, 39, 44, 46, 56,
98, 113, 116, 166, 167, 176, 203, 209, 223, 278, 280, 303, 422; IV, 47, 100,
156, 201, 367; V, 245, 292, 412.
[68] İbn Salah, Mukaddime, s. 89.
[69] Yine de bu kabil
haberlerin okutulmasında
ihtiyat şarttır. Yüksek tahsilinin dördüncü yılında, vaktiyle örnek olarak okuduğu
uydurma haberleri, Öğrencilik günlerinde sahih niyetiyle dinleyen;
yıllar sonra öğretmen olupta,
sorumluluk üzerine terettüp edince; «vaktiyle bize sahih diye okuttukları
hadisleri bugün bir bir
mevzuat kitaplarında bulup
çıkarıyorum...-» diye Öğünen kimselere raslanmıştır. Aynı kişiler, vaktiyle
kendilerine «uydurma haberdir...-» diye örnekler okutanları, «yalanı sahih gibi okutmakla suçlamakta» bir
beis görmemişlerdir.
[70] M. Yaşar Kandemir, a.g.e., s. 138-168.
[71] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 63-66.
[72] Tafsilat ve
örnekler için bk.,
eî-Muhaddisu'l-jâsıl., s. 182-184;
«bâbunniyye fi evsâf
et-iâ'ip», 185-202; 45-79.
paragraflar;
«evsâfu't-tâlip ve âdâbüh»;
201-214 80-102. parafraflar.
[73] Benzerleri için bk., Hatip, §erefu ashâbi'l-hadis, s.
79
[74] Senedinde
Zührî'nin ve Abdürrezzak'ın geçtiği bir haberden öğrendiğimize göre
ibn Mes'ud şöyle demiştir: «Birisi diğerine
bir haber (hadis) iletir. O hadisi anlamağa aklı
müsait olmayan bu adama,
adı geçen söz bir fitne olur».
Demek ki, anlayışın mühim bir rolü mevcuttur.
[75] İbn Salâh, Mukaddime, s. 226-227.
[76] Diğer vasıflar ve şartlar için bk. el-Muhaddisu'l-fâsil,
s. 403-410; «el-KavIü fî men yüstehakku'l-alızü anhü».
[77] İbn Salâh, Ma'rijetu ulûmi'l-hadis- (veya diğer adıyla
Mukaddime), s. 213-231.
[78] Râmehurmuzî. el-Muhaddisu'l-fâsil, s. 601-611.
[79] Bu eser yazma olmaktan kurtarılmış, müsteşrikler tarafından
ilmî neşri yapılmıştır. Almanca adı şöyledir: Die methodik des
diktatkollegs-Adab cl-imla
va'l-is-timlâ, Hrsg. von M. Weisweiller, Leiden, 1952 de Goe-'
je-Stiftung, Nu. XIV.
[80] Neşredileceği,
yıllar öncesinden haber verilen bu kitabın bu güne kadar tenkitli baskısının yapıldığını duymamış bulunmaktayız. Tek
nüsha olduğu zannedilen bir yazması Mısır'da, İskenderiye şehir kitaplığında
bulunmaktadır.
[81] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 66-71.
[82] Abdülhayy
Lüknevî, er-Raf'u ve't-tekmil, s. 44-46 (Nşr. Abdülfettah Ebu
Gudde).
[83] Aynı eser, s. 181-187.
[84] el-Metâinül-aşere
adıyla anılan bu kusurlar ve ilgili meseleleri için bk. Babanzâde Ahmet Naim, Tecrid tercenıesi mukaddimesi, s. 282-338 (Eserin yeni harflerle olan ikinci baskısı,
Ankara, 1957).
[85] İbn Salâh, Mukaddime, yirmi üçüncü nevi; Nevevî, et-Takrib, yirmi üçüncü nevi.
[86] Abdülhayy Lüknevî, er-Rafu ve't-tekmil, s. 65-89 v.d.
[87] Konu ile ilgili
güzel bir araştırma için bk. Zübeyr Sıddîkî. (trc.)
Hadis tarihi, s. 164-175.
[88] Hatîb Bağdadî, el-Kijâye, s. 329-332.
[89] Bu ilim dalı ve te'lif edilen eserleri için bk.
Kettânî, er-Risâletü'l-mustat-rafe, s. 94, 96,
100, 103, 105, 106-121 vd. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve
Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 71-79.
[90] Hûlî, Miftâh adını verdiği eserinin bir diğer ismini «Târih funûni'l-hadis» koymuştur.
[91] Mehmet S. Haüboğlu, Hadis tarihi ders notları, Açıklama
bölümü.
[92] Muhammed Muhammed Ebu Zehv, el-Hadis ve'l-mu-haddisûn.
[93] Bu ilimde, hadisin doğuşundan başlayan tespitler, onu
günümüze kadar getirmektedir. Âlimler ondört asırlık zamanı çeşitli itibarlarla
bölmektedirler. Bunlar içinde en yaygın olan taksim: «Tedvin öncesi ve doğuş devri, hadisin toplanması, tedvin ve tasnif çağı, tasnifin altın
devri, duraklama ve gerileme
zamanları, günümüz» şeklindeki taksimdir. Böylece değişik coğrafyalar müştereken incelenmiş
olmaktadır.
[94] Yeri gelmişken şunu söylemeden geçemeyeceğiz: Her
seviyedeki okumuş kişiye hitap eden; hadis ilimlerinin ondört yüzyıllık hayat
hikâyesini konu alan; bu hayatı; eser, mesele ve kitap bütünlüğü içinde
işleyen, hadisin mesut ve çileli zamanlarına bölümler ayıran, usûl konularına
da bünyesinde yer veren; hadis ilimlerinin gelişmeler indeki tabiîliğe ve
tarihe uygun olarak onu okuyucuya sunan eserlere ihtiyacımız vardır. Hadisin
bir de bu bütünlük içinde yazılması gerekmektedir. Bir örnekle kastımız daha
iyi anlaşılacaktır. Bugün Türk dili ve edebiyatının her problemini konu alan
eserler vardır. Edebiyat sözlükleri, deyimler ve ıstılah lügatleri, her nevi
dil kamusları, şahıs biyografi kitapları, türlü sözlükler, edebi sanatları
açıklayan kitaplar... vs. Bütün bunların yanında, Türk edebiyatının binlerce
yıllık macerasını, edebiyat tari hi
bütünlüğü içerisinde; kısa edebiyat ve dil kaidelerine de yer vererek
inceleyen eserler de mevcuttur. Bu tür eserlerde; kitap, şahıs, mesele,
tarihçe, tenkit, tasvip ve takdir içiçedir. Hadis için bu nevi kitaplar da
yazılmalıdır. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah
Yayınları: 79-81.
[95] Kâtip Çelebi, Keşju'z-zunûn, I, 635-641.
[96] Celâluddin
Suyûtî, Tedribu'r-râvi fi şerhi
Takribi'n-Nevevî, Medine, 1379-1959, s. 4-6.
[97] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 81-83.
[98] îbn Hazm, el-îhkâm, II, 441; Sâh Veliyyullâh,
el-Fev-zü'l-kebİT, s. 21, 22; gâtibî, el-Muvâfakât, III; Mustafa Zeyd, en-Nesh
fi'l-Kur'ani'l-Kerim, s. 91-94; Hudarî, Usûl, s. 6, 8.
[99] Bilgi için bk. Te'vilu muhteliji'l-hadis, 1386-1966
(veya eserin Türkçe ve Fransızca tercümeleri), el-t'tibâr /i beyâni'n-nâsih
ve'l-mensûh mine'l-asâr, Haydara-bat, 1319, s. 1-28; Keşfu'z-zunûn, I, 33;
Kettânî, R. el-Mustatrafe, s. 129; M. Tayyib Okiç, Bazı hıdis meseleleri, s.
116-117; Talat Koçyiğit, Hadis ıstılahları, s. 268 -274.
[100] Hâzİmî, el-î'tibâr, s. 7.8.
[101] Oniki konuda hadiste neshin varlığı iddia
edildiği halde; ferdî değerlendirmelerle bu sayı ikiyüzü bulmaktadır. Şafiî,
îhtilâfu'l-hadis adlı eserinde
bunlardan yüz kadarına temas eder. Hâzimîde de, bir o kadar -
mükerrer de olsa -
konu mevcuttur. «Hadiste nâsih - mensûh
meselesi» isimli çalışmamızda bunla-, rı, üç kısım halinde iki yüze yakın
mesele olarak tespit etmiş bulunmaktayız.
[102] Eserler ve yazarlar için bk. Keşfu'z-zunnûn, II, 1920; Kettânî, 129, özellikle, 67. Dr. Ali
Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 84-86.
[103] Kuran
ilimlerine ait en ince teferruata
kadar bilgi ve eser adı veren İbn Nedim, hadis ilimlerinde genellikle
susar. Böyle olmasına rağmen, eserinin bir yerinde bir sayfaya yakın bu
ilimdeki ilk yazarları ve eserleri
sıralar. Bk. İbn Nedim,
el-Fihrist, Beyrut, ts.'s. 129-130.
[104] Hadislerde semantik çalışmalar, tıpkı Kıır'an'da olduğu
gibi zaruridir. Kur'an'da böyle bir çalışma için bk. Süleyman Ateş,
Kur'an'da Allah ve insan,
Ankara, 1975 (Dr. İzutsu
Toshİhiko'dan tercüme).
[105] Eserler için bk. Kâtip Çelebi, Keşfu'z-zunûn, II, 1203
Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 86-89.
[106] 64/a.) Suyûtî, Tedribu'r-râvî, s. 540'ta örnekler
vardır.
64/b.) Bağdatlı İsmail
Paşa, Keşfu'z-zunun zeyli
(îzâhu'lmeknûn.,) I, 68.
64/c.) Kâtip Çelebi,
Keşfu'z-zunûn, I, 75.
[107] Talat Kogyiğit, Hadis ıstılahları, s. 99, 100. Dr. Ali
Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 89-90.
[108] Geniş bilgi için bk.
Bazı hadis meseleleri üzerinde
tetkikler, s. 21. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah
Yayınları: 90-92.
[109] Aynı eser, s. 22.
[110] Aynı eser, s. 22
[111] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 92.
[112] Kâtip Çelebi, Keşf, II, 1059, 1060; Kettânî, R.
Mustat-rafe, 160-164; Şemâilu'r-resûl, (îbn Kesîr'in eserine yazılan mukaddime,
Mustafa Abdülvâhit) s.
elif-vâv. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah
Yayınları: 93.
[113] Cemâluddin
Kâsımî, Kavâidü't-tahdis, Fıkhu'l-hadis bölümü, s. 269-386,
[114] îlim dalı ve mensupları için bk., îbn Nedim, el-Fih-rist, 314-315 (Fukahâu
ashâbi'l-hadis); Neysâbûrî,
Ma'rifet, 63-85; Kavâid et-tahdis, 269-386; Keşfu'z-zu-nûn, II, 1288. Dr. Ali
Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 93-95.
[115] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 96.
[116] Görüldüğü gibi, konular tamamen denebilecek ölçüde
teknik bahislerdir. Bunlar kitapta senetlerle verilir. Kserde uzun izahlar
yoktur. Usû1-! fıkıh bünyesinde görülen bazı hadis meseleleri, bu kitapta yer
almamıştır. Hemen hemen hadis Öğrenimine ait sadece teknik bahisler burada yer
almaktadır. Hadisin fıkha mesnet oluşu, kitap ile sünnet arasındaki müşterek
konular bu eserde yoktur. Bundan sonraki iki kitapta durum daha değişiktir.
[117] Fihristin tetkikinden de anlaşılacağı gibi, bu eserde hadislerin nevileri ve kısımları
üzerinde durulmakta, ek olarak bazı
bilgi dallarına da kısaca temas edilmektedir.
Diğerinde olan bazı konular burada, bunda olanlar da diğerinde yoktur. Üçüncü
eserle birlikte bu üç kitap birbirini tamamlamaktadır.
[118] Diğeri
yani el-Câmi'li .ahlâki'r-râvi
ve adâbi's-sâmi' adlı olanı hakkında
baş tarafta bilgi verilmiştir..
[119] Esaslarına dokunmadan dörtte bire indirdiğimiz fihrist,
diğer iki eserden farklı konuları kapsamaktadır. Bu konular arasında; haber-i
vâhid meseleleri gibi, başka âlimler tarafından usûl-i fıkıh, meselesi olarak
kabul edilenleri de vardır. Bu zat, Râmehurmuzi'nin eserlerinden hayli istifade
etmiş, hatta bazan el-Mu-haddisu'l-fâsıl'dan paragrafları aynen eserine
almıştır.
[120] Kitap, Dârü'l-Hadisteki derslerinin bilâhare gözden
geçirilmesi sonrası meydana gelmiş; takrir ve notlarının hulasası olmuştur.
Bazılarına göre eserin redaksiyonu bile yapılamadan müellif vefat etmiştir.
[121] Suyûtî'nin eseri Tedribu'r-râvi, bu kitaptan yapılan bir muhtasarın
(et-Takrib adlı çalışmanın)
şerhidir. Sıra aynıdır. Fakat
açıklama boldur. Senetler
artık bulunmamaktadır.
[122] Şimdiki adlarıyla; Ankara Üniversitesi İlahiyat
fakül-. tesi, Erzurum Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi,
Konya Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi.
[123] Örnek olarak meselâ, İbn Ebu Hatim, el-Cerh
ve't-ta'dil adlı eserinin Takdime bölümü ve Abdülhayy Lukhnovi'nin er-Rafu
ve't-tekmil'
Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları:
97-107.
[124] Bk. Hâkim Neysâbûrî,
Ma'rijet, s, 92-96; İbn Salâh,
Mukaddime, s. 225-228.
[125] îbn Salâh, Mukaddime, s. 225-228.
[126] Aynı eser.
[127] İbn Kayyim Cevziyye,
es-Savâiku'l-mürsele., II, 406; Zühdi Cârullah, el-Mu'tezüe, s. 10; Hayyât, K. el-în-tisâr, s. 55; Bağdadî,
el-Fark beyne'l-fırak, s. 180; Se-rahsî, Usûl, I, 329, 330; İbn Hazm, el-İhkâm,
I, 133 vd.
[128] Muhanımed b. İsa Tirmizî başlangıç olarak gösterilmektedir.
[129] Suphi Salih, Hadis ilimleri, s. 177, Dr. Ali Osman
Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 108-110.
[130] Nevevî, Takrib, s. 4 (îbn Salâh, Ma'rifct, 10'dan
kısaltılarak).
[131] İbn Salâh, muteber kaynaklarda bulunmayan, büyük hadisçilerin sahih görmediği bir takım hadisleri, sırf isnadmdaki doğruluğa bakarak hemen sahih
saymanın zorluğundan bahseder.» Bu çağlarda, sırf senedine bakıp hadisi
sahih saymak mümkün değildir... geçerli yol,
hadisçilerin eserlerine
alıp, itimat ettikleri, yaygın şöhreti sebebiyle
tağyir ve tahriften korunan hadisleri sahih ve hasen saymaktır»
demektedir. Mukaddime, 12.
[132] Sahih ve meseleleri için ayrıca bk. Hatîb, el-Kifâye., s. 17-21; Nevevi,
Takrib, 4-6; Hâkim Neysâbûrî, Ma'-Tifet,. 59; îbn Salâh, Mukaddime, s.
10-25; İbn Kesir, el-Bâisu'l-hasıs, s.
6-17; Meyânci, Mâ lâ yeseü'l-mu-haddise cehlüh, s, 8-10; Nuhbetü'l-fiker (trc), s. 33-39.
[133] Bk. îbn Hazm,
îhkâm, I, 119; Serahsî, Usûl, I,
112; Nüzhetü'n-nazar, s. 39; Şevkânî, îr§âdü'l-juhûl, II, 48; İbn
Kudâme, Usûl, v. 59 b; Amidî, îhkâm,
II, 50, 51; İbn Teymiyye, Reful-melâm., 17,
18; İbn Kayyim Cevziyye, es-Savâik, II, 394 vd.
[134] Muhammed Fuat Abdülbaki, el-Lü'lüü ve'l-mercân
Jî-ma't-tefeka aleyhi'ş-Şeyhân, 1368 -
1949, Mısır, I-Ill.
[135] İbnu Salâh, Mukaddime, s. 10-25.
[136] Bu nisbî ve izafî durum, kendisini «en sağlam isnâd»
meselesinde de ortaya koyar. Her âlinr'n ayrı bir, «en sağlam isnâd zinciri»
telakkisi olabilmektedir. Hatîb'-in şöyle bir icmali mevcuttur: «Tarîkleri en
sahih olan hadisler, Mekke ve Medineliler tarafından rivayet edilenlerdir.
Zira onlarda tedlis, kizb ve hadis vaz'ı pek nadirdir. Yemenlilerin pek az
olmak1 a beraber ceyyit rivayetleri ve sahili tarîkleri vardır. Onların
kaynakları da yine Hicazlılardır. Basrahlar, çok hadis rivayet etmelerine
rağmen gayet açık ve başkalarında bulunmayan senetlerle rivayet edilen hadislere
sahiptirler. Kûfeliler de Basrahlar gibi çok hadis rivayet ederler; fakat
rivayetlerinde çok kusur bulunur. İlletten sâiinı olanları ise azdır,
gamlıların rivayet ettiği hadislerin çoğu mürseldir. Maktu'dur. Bunlardan
sika râviler tarafından muttasıl olarak rivayet edilenler iyidir. Fakat
bunların çoğu mevâlzle ilgilidir», Suphi Salih. 123 Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve
Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 110-115.
[137] Vahi; boş, mânâsız ve zayıf gibi anlama gelmektedir.
[138] Bu tür kullanışlar için bk. James Robson, Hasen hadislerin çeşitleri
(trc. Talat Koçyiğit, AÜİF
dergisi, 1963, XI, 109-118).
[139] Suphi Salih, Hadis ilimleri, s. 102 (İkinci baskı).
[140] Nevevî,
Takrib, s. 6, 7, Suphi
Salih, a.g.e., s. 128 (İkinci baskı, 133).
[141] Suphi Salih, a,g,e., s. 129 (İkinci baskı s. 134). Dr. Ali Osman Koçkuzu,
Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 115-117.
[142] Hüccet oluşu ihtilaflı olan mürseller, sahih sayılan
mürseller ve Hâkim'in fikri için bk. Ma'rifetu ulûmi'l-hadis, s. 25-28; Hatîb,
Kijâye, 211, 212, Çeşitli görüşleri veren güzel bir hulâsa; s. 384-414
(Hatîb'in kendi tercihi, s. 385); İbn Salâh, Mukaddime, s. 260-262; Gizli ve
açık mürsel deyimi kullandığı bir yer, s. 260-262; Suyûtî, Tedrib, 117-126.
Suyûtî konu ile ilgili olarak on iki
ayrı başlık açmaktadır.
[143] Mürsel ile
ilgili birkaç eser; İbn Ebû Hatim, K. el-Merâsil
(eser birkaç kez basılmıştır), Ebu Davud, K. el-Merâsil (eser
basılmıştır), Berdîcî, K. Beyâni'l-mürsel, Hatîb, et-Tajsü. Câmiu't-tahsil, s. 9.
[144] Suphi Salih, a.g.e., s. 136.
[145] Tedlisin pek çok türü daha vardır. Bazıları;
şaka için, imtihan için, bilmece olarak bu yollara baş vurmuşlardır.
Ciddi araştırıcılar, tedlisin hiç bir
türünü beğenmemektedirler.
[146] Hadiste illetler bilgisi'nin mahiyeti, ilgili
literatür ve bazı meselelerine, baş
tarafta .«ilimler bölümünde» temas
etmiş bulunuyoruz.
[147] Cemâluddin Kasimî, K. et-Tahdis, 123-127; Suphi Salih,
Ulûmu'l-hadis, s, 215-262 (trc, 181-224, ikinci baskı).
[148] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 117-121.
[149] «Hz. Peygamber'in sözü sakîm olamaz» şeklinde meramını
ifade eden bir itirazcıya, uzun uzun âlimlerin kastım anlattığımı unutamam.
Hadislerin geliş yoluna ve tamamen teknik değerlendirmeye ait olan bu ismi,
karşımdaki «Peygamberin sözlerinin zatına ve muhtevasına aiu kabul etmekteydi.
Yine de bulunduğu durumdan bir milim ayrılmadı ve görüşünü savundu. Kimbilir
belki de o manada da olsa hadise sakîm ve zayıf deyimlerini kullanmamak, başka
ifâdelerle kastımızı anlatmak uygun gelecektir.
[150] Zerkâ, Fi'l-hadisi'n-Nebevî, s. 20.
[151] Suphi
Salih, Hadis ilimleri, s.
169 (Arapça metin, 212).
[152] Usûl kitaplarından ayrı olarak bk. Nurettin îtr,
Tir-mizî, s. 255.
[153] Cemâluddin Kâsımî,
Kavâidu't-tahdis, s. 115, 116; Suphi Salih, a.g.e., X.
[154] Hadisçilerin çoğu, zayıfla amel edilmemesini isterken;
haramlığa ve kerahete ait konulan kastederler. Onlar, sahih hadis varken,
muhtemel bir habere dayanmayı hoş karşılamamaktadırlar. Amellerin bu tür
bölünmesini hoş görmeyen, hepsini ahkâm olarak değerlendiren bilginler de
vardır. Onların belirttiğine göre; dindeki meseleleri ayırıma tâbi tutarsak;
bizim ahkâm dediğimizi bir başkası fezâil olarak görecek ve dolayısıyla az
değer verebilecektir. Diğer taraftan, zayıf hakkında toptan bir değerlendirme
yapan bilginlerin; zayıfın çeşitleri sözkonusu edilince daha farklı
düşündükleri de olmaktadır. Bu takdirde, toptan menfi bir değerlendirme;
zayıfın bazı türlerinde müsbete dönüşebilmektedir. En isabetli yol, her hadisi
tek tek değerlendirip; özel durumlarına göre hüküm verme yolu olsa gerektir,
imam Müslim ve benzeri büyük hadisçilerin zayıfları yeren sözlerini böyle
adamak gerekmektedir. Yine onların fikrine göre; sahih bir benzeri olan zayıf
hadisle; daha sağlamı ortada dururken amel etmenin mânası yoktur.
[155] Yufka ve ince mânalarına gelen bir kökten türetilen bu
deyimle: «kalbi ameller, zühd, ittikâ,
zikir, ahlâk ve âdâb...» konuları kastedilmektedir. Sonradan tasavvuf adını alan harekete de bu
ismin verildiği olmuştur,
[156] Suphi Salih, Hadis ilimleri, s. 167 vd.
[157] Hûlî'nin belirttiğine göre hadislerde hasta ve sağlam
tespiti en son h. dördüncü asırda yapıldı. Miftâh, s. 109.
[158] îbn Salâh, Mukaddime, s. 13. Dr. Ali Osman Koçkuzu,
Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 121-128.
[159] îlk asırlarda ilim denilince akla hadis ve hadise bağlı
ilimler gelirdi. Bu mânada tahammülü'l-üm deyimi hadis öğretim ve öğrenim
yolları olmaktadır. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 129-130.
[160] Klasik tahammül yolları ile birlikte geniş bilgi için bk. Hâkim, Ma'rifet, 256-261; Hatip,
Kifâye, 257-349; îbn Salâh, Mukaddime,
114-185; Meyâncî, s. G.
7; Tedrib, s. 236-281; Okiç, Bazı hadis meseleleri, s. 79-99; Koçyiğit,
Usûl, s. 61-70. Dr. Ali Osman Koçkuzu,
Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 130-131.
[161] Ayrıca bk. Bâb mâ câe fi'l-ahz an ehli'1-bida' ve'l-ehvâ ve'1-ihticâc bi rivâyatihim, Kifâye, s. 120-125; Kerâhetü'r-rivâye an ehli'l-nücûn,
s. 156.
[162] Bk. Hatîb, Kijâye, ehlirl-ehvâi ve'1-bida'
ve'1-ihticâe bi rivâyâtihim, s. 120. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve
Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 131-132.
[163] îbn Abdulberr
Nemerî, Câmiu beyâni'l-ilm, I, 111-114.
[164] Hadis yazımının, yasaklanması, müsade verilmesi ile
ilk yazılı malzemeye ait bilgiler tarihçe bölümünde verilecektir.
[165] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 132-134.
[166] Lâ büdde Ii'l-iîm min muallim,» Şâtıbî, el-Muvâja-kat,
I, 91-99; îbn Abdulberr, a.g.e., I, 135-151.
[167] Bu gibi muhterem kişilerin, ilgili ilim dalında ehliyeti
bulunan müracaat sahiplerine bile güçlük çıkarttıkları; icazetleri
kendileriyle birlikte kabre götürecek şekilde davrandıkları - maalesef - görülmektedir.
[168] Mehmet S. Hatiboğlu, Hatîb ve Şerefu ashâbi'l-hadis,
Şeref mukaddimesi, s. 41.
[169] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 134-138.
[170] Sözü geçen eser, s. 420-430.
[171] Ek. 53., 539, 540,
541 numaralı paragraflar.
[172] Sözü geçen eser, s. 588, Ayrıca, 459-460. sayfalar.
[173] Bk.
eş-Sâfiî, Kahire, 1358-1940,
(Nşr. Ahmet Muhammet Şâkir),
s. 471, 472;
«1309-1312» numaralı
paragraflar.
[174] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 138-139.
[175] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 139-140.
[176] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 140-141.
[177] Etudes sur la tradition lslamique», p. 232 (Muham-medaniche
Studien, II,
118).
[178] İbn Hazm, îhkâm, II, 147.
[179] Muhammet Tayyib Okiç, Bazı hadis meseleleri, s. 83.
[180] Aynı eser, s. 84, 85.
[181] Örnekler için bk. Okiç, a.g.e., s. 85-89. Dr. Ali
Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 141-144.
[182] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 144-145.
[183] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 145.
[184] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 146.
[185] Okiç, Bazı hadis meseleleri., s. 93. Dr. Ali Osman
Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 147-148.
[186] Aynı eser, s. 8-12;
Sıddîkî, Hadis tarihi, s. 120-130.
[187] Fuat Sezgin, Buharî'nin kaynaklan, İstanbul, 1956, s.
286.
[188] Aynı eser, s. 277.
[189] Hatib
Bağdadî, Şerefu ashâbi'I-Hadis, s.
39-41.
[190] İhtiyat ve tesebbüt örnekleri için bk. Muhammet Ac-câc
Hatîb, es-Sünne kable't-tedvin, s.
92-124.
[191] Zübeyr Sıddîkî, Hadis tarihi, s. 120-130.
[192] Resûl-i Ekrem - Ebu Hureyre - Hemmâm - Abdürrezzak.
[193] Allah'ın elçisi -
Enes b. Mâlik - Hişâm b. Zeyd
-Şu:be b. Haccâc - Osman b. Cebele - Şâzân Abdülaziz b. Osman.
[194] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 148-152.
[195] Sened tenkidine verilen aşırı değer, İslâm ilimleriyle
uğraşan şarkiyatçıları bir noktada yanıltmıştır. On lar bu inceliği görmezlikten gelerek,
«Hadislerde iç tenkidin; muhteva tenkidinin yapılmadığına» kani olmuşlardır.
Yine kendi araştırmalarında tespit ettikleri pek çok husus vardır ki, kendi
görüşlerini geçersiz kılmaktadır. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve
Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 153.
[196] Muhammet Zâhid Kevserî, Makâlât, «el-Ezherde okutulacak derslerle ilgili teklifleri kapsayan makale».
Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 154.
[197] Böyle bir suçlama örneği için bk. Murtaza Askerî,
Abdullah b. Sebe', 1335, Necef (Trc, Abdülbâki Göl-pmarlı, Abdullah b. Saba
masalı bir yalancının düzmeleri, İstanbul,'1974, s. 40-65). Dr. Ali Osman
Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 155-156.
[198] Hâkim Neysâbûrî, Ma'rifetu ulûmi'l-hadis, s. 9-11.
[199] Fazla bilgi
için bk. İbn Salâh, Mukaddime,
Yirmi dokuzuncu nevi, s. 231 v.d. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve
Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 156-158.
[200] Ramehurmuzî,
el-Muhaddisu'l-fâsıl, 632. paragraf; Hatib, el-Kijaye,
170-192. Özellikle kısa bir cümle için bk. s. 170; îbn Kudâme
Makdisî Hanbelî, Usûl, v. 75.b,-77 a.
[201] Ebu Dâvud, İlim, 10; Tirmizî, İlim, 7; îbn Mâce, Mukaddime, 18;
Menâsik, 76; Dârimî, Mukaddime, 24; Ahmed b. Hanbel, I, 437; IV,
80, 82; V, 183.
[202] Abdürrezzâk, el-Musanne-f, XI, s. 451, 20. 977 numaralı
haber.
[203] Daha geniş bilgi
için bk Babanzâde Ahmet Naim,
Tecrid tercemesi mukaddimesi,
454-486; Talat Koç-yiğit, Usûl, s. 76-79.
Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları:
158-162.
[204] Bk. Suyûti, Teârib, s.
153-156; Bâbânzâde, a.g.e., s.
120-128. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah
Yayınları: 162-164.
[205] el-Mulıaddisu'l-fâsıl, s. 527.
[206] Aynı eser, s. 527
[207] Eski
kağıtların yüzü, belirli
malzeme ile terbiye edilmiş
olduğu için, ıslaktan' müteessir
olmamaktadır. O âdeta bir fayans
yüzü gibi kaygandır, yalamakla veya
silmekle yazının mürekkebi kağıt üzerinden
alınmış olmaktadır.
[208] Meyâncî,
Mâ lâ yeseul-muhaddise cehlüh,
Bâbü'l-lahn.
[209] Talat
Kocyiğit, Hadis ıstılahları, s.
125; zarb, aynı eser, s. 470.
[210] el-Muhaddisu'î-fâsıl, s. 606, paragraf. 883. Eseri neşre
hazırlayan zat bu bilgiyi, Hatîb'in
henüz yazma halinde bulunan
«el-Câmi'li ahîâki'r-râvî ve
âdabi's-sâmi'* adlı eserinden
yapmaktadır, v. 57 b-58 a.
[211] Mahmut Hamdi. Yazır, Eski yazılan okuma anahtarı,
[212] Örnekler
için bk., el-Muhaddisu'l-jâsil, s. 607,
bir numaralı dipnot.
[213] Aynı eser,,1 paragraf. 885.
[214] Muhammet Hamidulîah, İslâm müesseselerine giriş, İstanbul, 1981, s.
10-21; San'atü'l-Kitâbe
fi ahdi'r-resûl ve's-sahâbe, fikrun ve
fenn, 1964, III, 21-27.
[215] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 164-171.
[216] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 172-173.
[217] Geniş bilgi için bk. Suphi Salih, Ulûmu'l-Jıadis.,
315-333 (trc, 273-286); Mustafa Ahmet Zerkâ, Fi'l-hadi-si'n-Nebevî, s. 58-61.
[218] Suphi Salih, Ulûmu'l-hadis (trc), s. 286.
[219] Aynı eser, s. 287-288. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis
İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 173-176.
[220] Meselenin, daha geniş bir açıdan görülmesi için, evvelce
geçen «Kur'an'Ia yetinme» başlıklı konunun tekrar okunması gerektiğine işaret
etmeliyiz.
[221] Mustafa
Ahmet Zerkâ, Fi'l-Hadisi'n-Nebevî, s.
29-35. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah
Yayınları: 177-179.
[222] Bk. Rihlet îbn Cübeyr, Beyrut, 1384-1964. Seyahat
süresi; şevval H. 578/Muharrem ayı-Şubat 1182 Nisan 1185.
[223] Konuyu daha geniş ölçüde görmek için bk. «Modern
toplumların ihtiyaçları ve sünnet», Nesil dergisi, cilt 2, sayı. U, Ağustos,
1978.
Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları:
179-182.
[224] Herkes tarafından toptan reddedilen bir sünnet türü yoktur»,
Şafiî, er-Risâle, paragraf.
1306, 1307, 1312.
[225] Sünneti bilen ona muhalif olamaz». Şafiî, er-Risâle,
s. 539-541; 598,
599, 667. «Sünnete muhalif bir mahalde, alimler icmâ' yapamaz», a.g.e., s.
881, paragraf. 1307,
1312.
[226] Rasüle ittiba* farzdır», Şafiî, er-Risâle, s. 57, 58,
96-103, 129, 236-310, 318-320, 326, 448-465, 436-441,
483-485; Kadı Saymerî Hüseyin b. Ali (ÖL 436/1044) Ah bâr'u Ebi Banîfe ve
ashâbih, Beyrut, 1976, s. 10-13; Koçyiğit, Hadis, tarihi, «Hadislerin değeri
üzerinde münâkaşalar», s. 189-199.
[227] Mustafa Sibâ'î, es-Sünne ve mekânetühâ
/i't-teşrü'I-îslâmî, s. 364-418 (Goldziher'in fikirleri için) s. 364-378; âlimler
ve hadis diye uydurulan sözler, s. 378; Zührî ve yalan iddiaları, s. 385);
Muhammet Tayyib Okiç, Bazı hadis Meseleleri, 3,7,9,12,107,167-173; Koç yigit,
Kelamcılarla hadisçiler arasındaki münakaşalar, s. 112-262; Zübeyr Sıddîkî,
Hadis tarihi, 17-24, 32, 52-58, 77, 78, 118-130, 138-153, 154; Zerkâ,
Fi'l-hadis, 10-19.
[228] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 182-187.
[229] Bu düşmanlıkların en bagta gelen sebebi; «bozuk inanç
mensuplarının kanaatlarını, sünnetin temiz ışığı altında hadisçilerin iptal
etmesi» olmuştur. Bu yüzden hadisçiye saldırılmış; onlar cehaletle suçlanmış;
mahiyet ve hakikatini bilmediği ilimlerin, sadece taşıyıcıları olarak;
«Hanıeletü esfâr» hicvedil-mişlerdir. Hatta bazıları onlara, fırkalara verilen
adları bile takmıştır. el-Muhaddisu'l-fâsü, . s. 162 ve dipnotları.
[230] İslâm âlimlerine ve hadis bilginlerine düşen görev
şudur: son asırda ve son on yılda ortaya atılan; dini görünümlü veya din
boyasına boyanmış politik menşeli bâtıl fikirleri; temiz İslâm itikadı
karşısında çürütmek. Burada, modern kelâm bilgininin ve akâ'd âliminin görevi
diğerlerinden daha mühimdir. Ka-naatımızca bu vazife sünnetin ve is^âmm
hükümranlığı için yapılması gereken ilk ve en önamli görevdir. Bizce bu,
«isbât-t vacip» ten de öndedir. Çünkü, bu fikirlerin önü alınmazsa, dinsizliğin
giderilmesi pahasına. İslâm toplumlarının nice yetmigüç fırkaya bölünmesi
mukadderdir. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah
Yayınları: 187-191.
[231] Abdülbaki Göîpmarlı, Şiîlik, s. 573.
[232] Sahabi tanımına giren herkes için geçerli olan bu, «udûl oluş», Şianın dışında selef imamlarının tümü ile, sonrakilerin
(halefin) cumhurunun müşterek görüşüdür.
İbn Kudâme, Usûl, v. 71 a-b.
[233] Onlara göre her bilgiyi ilk vaz' edenler hep Şii'dir. Bizim, Ehl-i
sünnetten saydığımız bazı
hadisçileri de Şiî olarak tanımaktadırlar. Bk. Abdülbaki Gölpı-narlı,
a.g.e. s. 635.
[234] Aynı eser, s. 233.
[235] Muâviye (r.a.) yi ehl-i dalâl sayan, ve diğer bazı
sa-habileri de aynı safta gören bir ifade
İçin bk. Ebu Hanife Nu'man b. Muhammed b. Mansûr. b. Ahmet b. Hayyun
Temimi Mağribî, Deâimu'l-îslâm, Kahire, 1383-1963 (nşr: Ali Asğar Feyzi), I, 86-92. Ebu Hu-reyre'yi,
«sinek kanadı» kadar değerli görmeyen
bir görüş için bk. Muhammed Ebu Zehre, eş-Şâfi'î: Ha-yatühü ve asrüh ârâühü ve
fikhuh, s. 337. (Şiadan naklen).
[236] Son
zamanlarda Türkçeye nakledilen,
İran menşeli tüm eserlerde bu
durum rahatlıkla tespit edilebilir.
Geçmiş asırların, Şiî menşeli kitaplarında da
durum aynıdır. Şevkânî gibi pek nadir âlimler, Ehl-i sünnet malzemesi de
kullanabilmektedirler.
[237] Bk. Cemal
Sofuoğlu, «Şianın hadis anlayışı»,
Fikir ve sanatta Hareket, sayı. 24 (Eylül 1981). Gerek günümüzde ve
gerekse tarihte, şart1 arını taşıyan Şiî râvüerden ve bilginlerden
haberler alındığı, eserlerinden nakiller yapıldığı, örnekleri
en bol olan bir meseledir. Ehl-i sünnet âlimleri böyle bir
ayırım yapmaktan kendilerini alabilmişler; hatta, pek çok Şiî muhaddisi,
«özellikle inanç açısından tetkik ederek» râvilik vasfı hakkında yapılan
itirazları, «Şiîliğini zararsız görerek» reddetmişlerdir.
[238] Eseri tanıtan geniş bir araştırma için bk. Muhammet
Tayyib Okiç, Bazı hadis meseleleri üzerinde tetkikler, s. 168-173. Dr. Ali
Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 191-195.
[239] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 195-197.
[240] Bu yolla hazırlanan eserlerin pek çoğu dilimize
çe-virilmekte; eskiden mahkeme kararlarıyla toplattı-rılanları dahi, rahatça
tedavüle sokulmakta, dini ilimlerin okutulduğu fakülte ve yüksek okullarda;
sünnî kurumlarda rağbete mazhar olmaktadır.
[241] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 197-200.
[242] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 200-202.
[243] İspanya'nın Toledo (Tuleytila) bölgesinde XII. asırda
başlatılan terceme faaliyetini anlatan P.K. Hittî, «Dalnıatyall Herman adlı
ilim arkadaşı ile birlikte Ehester'lı Robert Kur'an-ı Kerim'in ilk Latince tercümesini
Cluny şehri manastırı başrahibi Peter Ve-nerable adına gerçekleştirmişlerdir.
Müslümanlar ve Yahudiler arasında faaliyet göstermek üzere Misyonerler
yetiştirmek maksadıyla kilise adamları teşki latı tarafından 1250 yılında,
Toledo'da Avrupa'nın ilk Doğu dilleri okulu kurulmuştur» demektedir. Siyâsî ve
kültürel İslâm tarihi (trc. Ş. Tuğ), III, 934. Aynı yazar 1276 yılında, ayrı
maksatlarla Miramar şehrinde, papaz talebeler için açılan bir kolejden de söz
eder. Viyana konsilinin bazı faaliyetlerini anla-. tır, a.g,e., IV, 1069.
[244] Laura Veccia Vaglieri, (trc.) îslâmhk, İstanbul, 1946,
s. 5 v.d.
[245] Muhammet Tayyib Okiç, Bazı hadis meseleleri üzerinde
tetkikler, Ankara, 1959 ve Zübeyr Sıddîkî, Ha-dith literatüre (trc. Y.Z.
Kavakçı, Hadis edebiyatı tarihi, İstanbul, 1966) adlı eserleri.
[246] AUİF yayınlan bibliyografyası, Ankara, 1978,
[247] Zübeyr Siddîkî, Hadis edebiyatı tarihi, s. 19.
[248] Bu fikirlerin çoğunun çürütülmesi, Hemmâm
Sahi-fesi'nin neşri ile mümkün oîmuştur. Eserin Türkçede üç ayrı baskısı
mevcuttur. Muhammed Hamidulla-hm, «sahi-fe» ye yazdığı mukaddime tekrar okunmalıdır.
[249] Zübeyr Siddîkî, a.g.e., s. 16-24, 53-58, 118-130, 138-144.
[250] es. Siinne kable't-tedvin, s. 365; Muhammed Hami-dullah, İslâmda devlet idaresi,
19; Nedvi, er-Risâle tu'l-Muhammediyye, s. 76;
Mevlâna Muhammet Ali, İslâm dini,
s. 104-111 (trc); Talat Koçyiğit,
Hadislerin toplanması ve yazı ile tespiti, önsöz; Sava Paşa, İslâm hukuku
nazariyatı hakkında bir etüd (trc. B. Arıkan), Ankara 1955, I,
15 v.d. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah
Yayınları: 202-207.
[251] Bu tercümeler, çoğu kez itimâda şayan olamamaktadır.
Mütercimler, gerektiği tarzda tercüme yaptıkları batı dilini bilememekte,
bilenler de adı geçen eserlerin yazıldığı ilim dalmm yabancısı olmaktadırlar;
böylece her iki durumda da onlara inanan okuyucu zarar görmektedir.
[252] Bunların .başında el-Mu'cemü'l-mufehres (Concor-dance
et indices de la tradition musulmane) I-VII adlı indeks gelmektedir.
[253] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 207-210.
[254] A.Ü. İlahiyat Fakültesi'nin vaktiyle başlattığı bir teşebbüs,
üç öğretim üyesinin gönderilmesini müteakip kesilmiştir.
[255] Bu konuyu,
Öğrencilerine her zaman vukufla
anlatan; yazıya aktarıp
aktarmadığını bilmediğim Prof.
Muhammet Tayyib Okiç'e burada fahnıet niyaz ederim Dr. Ali Osman Koçkuzu,
Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 210-212.
[256] Dârimî,
Sünen, Mukaddime, 39.
bâb; Mâide, 67; Cinn, 23; Âlu îmrân, 20; Ra'd, 40; Nuh,
35; Şûra, 48 v.d,
[257] Bu husus, Peygamberimizin vahye tâbi olduğunu belirten âyetlerden
anlaşılmaktadır. Meselâ; En'âm, 50,
56; A'râf, 203; Yûnus, 15.
[258] Nisa, 14; Ahzap, 36
[259] Ahzâp, 36.
[260] Muhammet Tayyib Okiç, Bazı hadis meseleleri üzerinde
tetkikler, s. 6.7.
[261] Cemâluddin Kâsimî, Kavadu't-tahâis, s. 26Ö-402.
[262] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 213-216.
[263] Meydan Larousse, XI, «Tarih» maddesi.
[264] Zeki Veliidî Togan, Tarihte usûl, s. 3,7,8.
[265] Aynı eser, s. 2.
[266] Meydan Larousse, V, 511.
[267] Zeki Velidî Togan, Tarihte usûl, s. 19, 31,-33.
[268] Muhammet Tayyib Okiç, Bazı hadis meseleleri s. 4.
[269] Muhammed Abdülaziz Hûiî, Mijtâh, s. 1.
[270] Mehmet S.
Hatiboğlu, Hadis tarihi notları,
Açıklama bölümü.
[271] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 219-222.
[272] M. Fuat Sezgin, Buharî'nin kaynaklan, İstanbul, 1956,
s. 4.
[273] Sahabenin,
Peygamberimizin talimatına
ve Özellikle mübarek şahsına
yönelmiş bu alâkası ile ilgili örnekler için bk. M. Accâc Hatip, es-Sünne
kable't-tedvin, s. 37-69, 80, 112. Ayrıca ilim çevreleri için bk. Aynı eser, s. 165-176 Peygamberimizin ilme teşvikleri ile ilgili olarak bk.
el-Muhaddisu'l-jâsıl, s. 163; Cemâlud-din Kasimî, Kavâidü't-tahdis, s. 43-60;
Mev'ânâ Şibli-Seyyid Süleyman Nedvi, Asr-ı saadet (trc. Ömer Rıza Doğrul), H,
811-835.
[274] Celâluddin Suyûti,
el-İtkân, I, 38
vd.; Suphi Salih, Mebâhis ji ulûmi'l-Kur'an, s. 17.
[275] Euhafî,
Kitâbü'1-İlm, bâb: kitâbetü 1-İlm; Heramâm Sahifesi (trc), s.
33
[276] Bu devrenin güzel bir tahlilini görmek için bk. Muhammet Hamidullah, Hemmâm
Sahifesi, mukaddime,
paragraf: 1-137; İbn
Abdulberr, Câvıiu beyâni'l-ilm, I, 8-52;
Talat Koçyiğit, Hadis tarihi, s.
9-98; Suphi . Salih, Ulûmu'l-hadis
(trc.)i s. 19-27..
[277] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 222-226.
[278] Buhârî, ei-Câmiu's-sahih, K. Fedâili's-sahâbe, V, 2.
[279] Sahabe, tâbiûir ve etbâ ile ilgili olarak bk.
Neysâbûrî, Ma'rifet, s. 152-196; Hatib, Kijâye, s. 415-424; İbn Salâh,
Mukaddime, 262-276 vd,
Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları:
226-228.
[280] Sibâ'î, es-Sünne ve mekânetühâ, 69-71; Ebu Zehv,
el-Hadis ve'l-muhaddisûn, s. 46-62; Muhammed Accâc, es-Sünne kable't-tedvin, s.
57-74; Talat Koçyiğit, Hadis tarihi, s. 15-26.
[281] Hatîb
Bağdadî; «Ömer (r.a.)'in hadis rivayetini ya-saklayışı ve sebebi» başlığı
ile açtığı bir babta, İmamın sadece; «Dinde ihtiyat ve müslümanlar için iyilik
dileme niyetiyle; duydukları
haberlerin mahiyetini
bilmeden, dıştan anladıkları şekliyle tatbike kalkışmalarını önlemek.» şeklinde ifade olunacak bir düşünceyle hareket
ettiğini anlatır. Bazı müjdeleri duyarak kulluğu terkedeceklerinden dolayı da
rivayetin yasaklandığım belirtir. Şereju ashâbi'l-hadis, s. 87-93.
[282] es-Sünne
kable't-tedvin, s. 112-124.
[283] el-îcâbe jimâ istedrekethii Âi$e ale's-sahâbe, Dimaşk,
1939.
[284] Muhammet Accâc Hatîb, es-Sünne kable't-tedvin, s. 75-176.
[285] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 228-232.
[286] Buharı, İlim, 38; Cenâiz, 33;> Enbiyâ, 50; Edep,
109; Müslim, Zühd, 72; Ebu Davud, İlim, 4; Tirmizî, Fiten, 70; İlim, 8, 13;
Tefsir, 1; Menâkıb 19; İbn Mâce Mukaddime, 4; Dârimî Mukaddime, 25, 46; Ahmed
b. Hanbel, II, 47, 83; III, 13, 39, 44, 46, 56, 98, 113...; IV, 47, 100, 156;
V, 245, 292, 412.
[287] Hadisin doğuş vak'asını görürken, bir nebze «sahabede
öğrenim-öğretim», «sahabe gününde usûî» gibi konulara temas ettik. Doğuş çağı,
yeni yeni araştırmalara daima açık bir konudur. Türk diline henüz aktarılmayan
İngiliz ve Urdu dillerindeki bazı araştırmalar (Menâzır Ahsen Giylânî ve
Mustafa A'zamî'nin kitapları), Arap ülkelerindeki bazı çalışmalar (Muhammed
Accâc Hatîb'in «Tedvin öncesi devrede sünnet» adlı eseri) ve nihayet
Türkiye'deki bazı çalışmalar (Talat Koçyiğit'in, Hadislerin yazılması ve
toplanmasını konu alan henüz basılmamış doktora çalışması ile Salih Tuğ'un bu
devreye ait baskı müjdesi verilen eseri) fikrimizi teyit etmektedir. Meselenin
daha geniş tetkikini isteyenler, o tür
eserlere başvurmalıdırlar. Dr.
Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 232-234.
[288] Râmehurmuzî,
el-Muhaddisu'l-fâsıl, 229-238
«120-138» paragraflar.
[289] Bk. Koçyiğit, Hadis tarihi, s. 97; Hadis usûlü,
s. 59; Suphi Salih, Hadis ilimleri, s.
39-52. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları:
234-237.
[290] Talat Koçyiğit,
Hadis ıstılahları,
«Kitabet» maddesi.
[291] Aynı eser.
[292] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 238-239.
[293] Suphi Salih, Hadis ilimleri, s. 10-19; Muhammed
Ha-midullah, San'atül-kitâbe, fikrun ve fenn, sâlis, 20-27, 1964; İslâm
müesseselerine giriş,
birinci ve ikinci dersler.
[294] Aym eserler; Mahmut Hamdi Yazır, Medeniyet âleminde yazı, I, 60-69,
Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları:
239-240.
[295] Ebu Davud, İlim, 3; Dârimî, Mukaddime, 43; Ahmed b.
Hanbel, II, 162; Müslim, Zühd, 72; Dârimî Mukaddime, 42; Ahmed b. Hanbel, III,
12, 42, 21, 39.
[296] Aynı eserler. Yalan rivayeti meneden diğer kaynaklar,
(Ayrıca-birinci bölümde geçen 29
numaralı dipnot a bakınız)
[297] Bu sebeplerin başında,
«Kur'an gibi bir kitap şeklinde
hadislerin kudsîleştirilmemesi»
isteği bulunmaktadır.
[298] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 240-243.
[299] Halen elde mevcut en eski hadis eseri Hemmâm b. Münebbih Sahifesi (trc), Ankara, 1967, s. 13-74.
[300] Hadislerin yazılı hale getirilmesi olayının hiç
değilse takriben 60-80/680-700 yıllarından itibaren mevcut olduğu hususunda
kuvvetli, doğrudan doğruya veya dolaylı deliller bulunmaktadır», Fazlurrahmân,
İslâm, s. 66.
[301] M. Fuat Sezgin, Buharî'nin kaynaklan., s. 4.
[302] Aynı eser.
[303] Zübeyr Sıddîkî,
Hadis edebiyatı tarihi, s. 30-31.
[304] Muhammet Hamidullah, îslâmm hukuk ilmine yardımları
(Makaleler külliyâtı), İstanbul, 1382-1962, s. 22-30; İslâm Peygamberi, I,
204-231.
[305] Muhammet Hamidullah,
Hemmâm Sahifesi mukaddimesi. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve
Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 243-248.
[306] Buhari'nin kaynakları, s. 8.
[307] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 248-252.
[308] Philip K. Hitti, Siyasî ve kültürel İslâm tarihi (trc. Salih Tuğ), II, 353.
[309] Adı gecen eser, II,
382-383.
[310] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 253-255.
[311] Fîruzâbâdî,
Kamus tercümesi, IV, 619.
[312] Talat Koçyiğit, Hadis ıstılahları, s. 436.
[313] Ibn Salâh, Ma'rifet
(mukaddime), s. 109.
[314] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 255-256.
[315] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 257-259.
[316] İbn Hacer,
Fethu'l-bâri, I, 174; Zübeyr
Siddîkî, Hadis edebiyatı tarihi,
s. 31
[317] Talat Koçyigit,
Hadis ısttlahlan, s. 433.
[318] Aynı eser, s. 439.
[319] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 259-261.
[320] Suphi Salih,
Hadis ilimleri, s. 26 (tik baskı).
[321] Aynı eser, s. 27
[322] M. Fuat Sezgin,
Buharî'nin kaynakları, s. 11-12.
[323] Aynı eser, s. 11-15.
[324] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 261-264.
[325] P.K. Hittî, Siyasî ve kültürel îslâm tarihi, II, 382.
[326] Muhammed b.
tdris Şafiî, er-Risâle, 1309,
1893 (n§r. Ahmed Muhammet
gâkir), s. 621.
[327] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 264-268.
[328] Mustafa Sibâ'î, es-Sünne ve mejcânetühâ 90; M. Yaşar
Kandemir, Mevzu hadisler; Menşei, tanıma -yollan, tenkidi, Ankara, 1975, s. 30.
[329] Aynı eser, s.
1-198.
[330] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 268-273.
[331] Fîruzâbâdî,
Kamus tercemesi, I, 143.
[332] Firuzâbâdi,
Kamus tercemesi, III,
648.
[333] Aynı eser, III,
648.
[334] M. Fuat Sezgin, Buharî'nin kaynaklan, s. 12;
«Hadis
[335] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 274-275.
[336] Râmehurmuzî, el-Muhaddisu'l-fâsıl, 611-614;
Muhammet Accâc Hatîb,
es-Sünne kable't-tedvin s. 357 363 v.d.
[337] Râmehurmuzî, a.g.e., s. 614-616.
[338] Talat Koçyiğit, Hadis
tarihi, s. 208-214.
[339] M. Fuat Sezgin, Buharî'nirı kaynaklan., s. 41-42.
[340] Aynı eser,
s. 41-42; «Hadis
musannefatınm mebdei», 120-121.
[341] M. Fuat Sezgin, Buharî'nin kaynakları, s. 45, 46.
[342] Hûlî, Mijtâh, s. 21. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis
İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 275-282.
[343] Eser Türk diline
çevrilmiştir.
[344] Hûlî, Miftûh, s. 21-23. Mustafa Ahmet Zerkâ da,
me-todları ve değişik tasnif yollarını şu bölümlere ayırır:
a) Hadisleri sırf
geleceğe aktarmak ve lafızlarını zaptedip, kendisiyle
hüküm istinbat etmek
için tedvin edenler.
Meselâ Ahmed b.
Hanbel bu gayeyle eser yazmıştır.
b) Konulara göre
eser yazanlar. Mâlik,
Buharî ve . Müslim
bu yolu tutmuşlardır.
c) Ahkâm meselelerine
dalmaksızin sırf; garip
kelimeler, dil çalışmaları vb. için
eser yazanlar. Meselâ Ebu
Ubeyd Kasım b.
Sellâm böyle bir
çalışmanın sahibidir.
d) Üçüncü tip çalışmaya,
ahkâm meselelerinin de
eklendiği çalışmalar. Ebu Süleyman Hamed
b. Mu-hammed Hattâbî'nin
eseri; Meâlimu's-sünen bu tipte
bir kitaptır.
e) Sırf garip kelimeler üzerine eser
yazanlar. Ebu Ubeyd Ahmed b.
Muhammed Herevî'nin çalışma tar zı ve ortaya koyduğu eser buna örnek
verilebilir.
f) Terğib
ve terhîb konularını
içeren hadisleri bir araya getiren tasnif tipi. Hafız Münzirî
ve benzerlerinin çalışmaları, misâl olabilir.
g) Sırf
ahkâm hadislerinin
toplandığı eserler, veya nesh
konusuna tahsis edilen
kitaplar...», Zerkâ, Fi'l-hadis'in-Nebevî, s.
50-54.
Dr. Ali Osman Koçkuzu,
Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 282-284.
[345] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 285.
[346] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 285-286.
[347] Talat Koçyiğİt, Hadis tarihi, s. 260, 261. Dr. Ali
Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 286.
[348] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 286-287.
[349] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 287-288.
[350] Talat
Koçyiğit, Hadis ıstılahları, s. 317.
[351] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 288-289.
[352] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 289.
[353] Aynı eser, s. 399. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis
İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 289-290.
[354] Firuzâbâdî, Kamus terçemesi, III, 1068.
[355] Tedribu'r-râvi,
s. 100; Suphi Salih, Hadîs ilimleri, s. 101.
[356] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 290-291.
[357] Aynı eser, s.
101, -102 v.d.
[358] Sıddîki,
Hadis edebiyatı tarihi,
s. 38. Şöhretli
bazı müstahrac sahipleri için
bk. Kâtip Çelebi,
Keş/, II, 1672, 1673;
Kettâni, er-Risâletü'l-mü$tatrafe, s.
24-29. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah
Yayınları: 291-292.
[359] Muhammet
Tayyib Okiç, Bazı
hadis meseleleri, s,
[360] Eser isin bk. Okiç, aynı eser, s. 160.
[361] Hadis furûu kitaplarının türleri ve tasnifte metodlar
işlenirken, bazan «hadis kitaplarının dereceleri» başlıklı bir mesele dile
getirilmektedir. Hadis kitaplarının dereceleri sözüyle - anladığımız kadarıyla
-,» eserlere itimat veya kitaplar arasındaki silsile-i me-râtip»
kastolunmaktadir.. Kitaplar elbette aynı sıhhatte hadisleri içermemektedir. Bu
itibarîa ilk defa, Hintli Şâh Veliyyullah Kitlevî, Huccetullahi'l-bâliğa da ve
oğlu Abdülaziz Dihîevî, Vcâle-i nâfi'a'da, kitapların değerleri üzerinde toplu
bilgi vermişlerdir. Daha sonraki yazarlar bu iki müellifin eserine dayanarak
meseleye çözüm getirirler. Her iki hadisçinin belirttiklerine göre, en üst
mertebedeki hadis kitapları: Muvatta' ile Sâhihayn ve en alt mertebedeki hadis
kitapları ise; mevâiz, mecâlis, âdâb, tasavvuf ve rekâik kitapları olmaktadır.
Sonuncu eserler, hadis için en son müracaat yapılacak eserler olarak tavsif
edilmektedir. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah
Yayınları: 292-294.
[362] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 295.
[363] P.K. Hittî, Siyasî ve kültürel îsîâm tarihi, II, 555.
[364] Talat Koçyiğit, Hadis tarihi, s. 218-229.
[365] K. Hitti, a.g.e., II, s. 633.
[366] Aynı eser, II., 634.
[367] Aynı eser, II, 533.
[368] Hocamızın,
«genel kanaati» naklettiğini, kendilerinin bu fikre katılmadıklarını
zannetmekteyiz. Çünkü böyle bir ölçünün hiçbir
devir için savunulması mümkün değildir. Müstakbel
meçhulümüz olduğu için; orada tehaddüs edecek meseleler ve o meselelerin
geliştireceği ilim ile âlimler de bizim için meçhul bulunmaktadır. Elli sene öncesinde,'
İslâm ülkelerinde, özellikle Türkiye'de,»
herşeyin bittiğini zannedenler» bulunabilirdi. Fakat, bugün Türkiye,
diğer İslâm ülkelerinin kendisinden
ilâhiyatçı ve din hizmetlisi beklediği bir İslâm ülkesi
durumundadır.
[369] Talat Koçyiğit, Hadis tarihi, s. 231.
[370] Muhammed Muhammed Ebu Zehv, el-Hadis ve'l-mu-haddisûn,
s. 331-332.
[371] Hadisin tatbikata dönüştürülmesi ve İslâm toplumlarının,
zaman zaman bu ölçüyü kaybedip, ilimde faydası olmayan işlerle uğraşması...»
gibi konularda az da olsa bilgi için bk., Cemâluddin Kâsımî, Kavâidu't-tahdis,
s. 271-402; Mes'ûd Nedvî, Târihu'd-da'veü'l-îslâmiyye fi'l-hind,
Dâru'l-Arabiyye, ts. s. 57, 235, 264 vd.
[372] Daha çok isim için bk., Talat Koçyiğit, Hadis tarihi s. 219-268. Dr. Ali Osman
Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 296-302.
[373] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 302-308.
[374] Şâh Veliyyullah Dihlevî, Huccetüllohi'l-Bâliğa, her
iki baskıda ilgili bölüm; Abdülaziz' Dihlevî, Ucâle-i Nâji'a adlı küçük usûl
kitabı (trc. Islâmın ük emri Oku mecmuası). Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis
İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 308-309.
[375] Zübeyr Sıddîkî, Hadis edebiyatı tarihi, s. 33.
[376] Abdülaziz
Dihlevî, Büstanü'l-muhaddisîn (Biyografik sözlük, trc, s. 10-30).
[377] Bu eser, batılı bilginlerce hazırlanmıştır. Dokuz
sünnî hadis kitabının indeksi mahiyetindedir. Kitap, Ahmed b. Hanbel'in Müsned
adlı eserinin, cilt ve sayfa numarasına; Muvatta'm ve Müslim el-Câmi'i'nin (M.F. Abdülbaki baskıları
olmak şartıyla) kitap adı ve
hadis numarasına; Buharı", Ebu Davud,
Tirmizî, Nesâî, îbn Mâce ve
Dârimî'nin ise; kitap adına ve bâb numarasına atıfta bulunur. Kitap 7 büyük
cilttir.
[378] Üzerinde yapılan
çalışmalar için bk. Kâtip Çelebi, Keşf, II. 1907-1909. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis
İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 309-311.
[379] Patton adlı müsteşrikin sözleri için bk. Sıddîkî,
Hadis edebiyatı tarihi, 84.
[380] Abdülaziz Dihlevî, Büstün, s. 34, 35.
[381] Mısırlı bir bilgin, eseri musannef tarzında yeniden tasnif etmiştir. Sa'âtînin bu
çalışmasının, vefatı sebebiyle arkası gelmemiştir.
[382] Ahmed b.
Hanbel ve eseri için bk.
Kitabü'l-üel ve ma'rij eti'r-rical mukaddimesi, s. 7-24. Dr. Ali Osman Koçkuzu,
Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 311-314.
[383] Eser üzerinde yapılan çalışmalar için bk. Kâtip Çelebi,
Keşj, I, 541-555; M. Fuat Sezgin GAS (Târihu't-türâsi'l-Arabî, I, 306-350).
Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları:
314-315.
[384] Eser üzerinde yapılan çalışmalar için bk. Kâtip Çelebi,
Keşf, I, 555-559; M. Fuat Sezgin, a.g.e., I, 353-370. Dr. Ali Osman Koçkuzu,
Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 315-316.
[385] Abdülaziz
Dihlevî, Büstün, s. 140.
[386] Zübeyr Sıddîkî, Hadis edebiyatı tarih, s. 103. Dr. Ali
Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 316-317.
[387] Aynı eser, s. 104
[388] Talat Koçyiğit, Hadis tarihi, s. 247.
[389] Nureddin İtr, el-İmam Tirmizî ve'l-muvâzene beyne
Câmüh ve beyne's-Sahîhayn, 1390-1970, s. 9-13.
[390] Abdülaziz Dihlevî, Büstân, 144. Dr. Ali Osman Koçkuzu,
Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 317-319.
[391] Aynı eser, s. 147.
[392] Talat Koçyiğit, Hadis tarihi, s. 245. Dr. Ali Osman
Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 319-321.
[393] Eser için bk. Kâtip Çelebi, Keş/, II, s. 10045;
Târihu't-türâs, I, 377-380.
[394] Zübeyr Sıddîkî, Hadis edebiyatı tarihi, s. 110.
[395] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 321-322.
[396] Suphi Salih, Hadis ilimleri, s. 58.
[397] M. Çelebi, Öğretim ve eğitim tarihi (trc. Ali Yardım)
s. 31-104.
[398] Muhammet
Tâyyib Okiç, Bazı hadis
meseleleri, s. 105.
[399] Aynı eser, «Dârü'l-Hadis müessesesi», s. 105-114.
[400] Aynı eser; «Saraybosnadaki Hüsrev Bey camii», AÜ.
İlahiyat Fakültesi dergisi, 1969.
[401] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 322-326.
[402] Hatîb Bağdadî, Şeref,
(nşr. M.S. Hatiboğlu, Ana çizgileriyle Hatibin seyahatleri, s. 19.).
[403] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 327-328.
[404] Ebu Zehv, el-Hadis ve'l-muhaddisûn, s. 430.
[405] Aynı eser, s. 430, 431.
[406] Her türün tarifi ve örnekleri için bk. Ebu Zehv,
<z,g. e., s. 444-453.
[407] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 328-335.
[408] Bk. Şemsettin Günaltay, «İslâm dünyasının inhitatı
sebebi Selçuklu istilâsı mıdır?, Belleten, II, 73-88 Aynı makale, özellikle s.
84.
[409] Ebu Zehv, a.g.e., s. 46-452.
[410] Cümle için bk. Tezkiretü'l-hutfâz, IV, 1485.
[411] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 336-339.
[412] Ebu'l-Hasen
Ali Hasenî Nedvî,
Ricâlü'l-jikr ve'd-da ve fi'l-îslâm
(trc. Sait Şimşek, İslâm düşünce hayatı, İstanbul, 1977) adlı eser okunmalıdır.
[413] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 339-340.
[414] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 340-341.
[415] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 341-346.
[416] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 346-347.
[417] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 347-350.
[418] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 351-.
[419] Bu faaliyetin bir değerlendirmesi için bk. Muhammet
Tayyib Okiç, Hadis edebiyatı tarihi (Yusuf Ziya Ka-vakçı) adlı esere yazılan
mukaddime, s, 3-6. Ayrıca son yıllarda Türk dilinde yapılan neşriyat için bk.
Ali Özek, Hadis ricali, Onuncu bölüm, s. 177-191; Mücteba Uğur, «Cumhuriyet
devri hadis neşriyatım, 50. yıl, AÜİF Yayınlan; 117, s. 345-366; Türk dili ve
edebiyatı ansiklopedisi, «Hadis» maddesi, IV, 9, 11, 12, İstanbul 1981.
[420] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 352-353.
[421] Ebu Zehv, el-Hadis ve'l-muhaddisûn, s. 438.
[422] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 353-354.
[423] M. Fuat Abdülbakî, Miftâh Künûzi's-sünne, mukaddime;
Ebu'l-Hasen Ali Nedvî, el-Müslimûn fi'l-Hind, s. 42.
[424] Azimâbâdî,
Avnü'l-ma'bûd, Mukaddime, s.
13-16; Mes'ûd Nedvi, Tarihu'd-da'veti'l-İslâmiyye fi'l-Hind, S. 97-176.
[425] T. W. Arnold-M. Mujeeb, «Hindistan», îslâm ansiklopedisi
(Türkçe neşri), V, Birinci kısım, s. 517-535; Muhammet Hamidullah, İslama
giriş, s. 270-272. Dr. Ali Osman
Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 354-356.
[426] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 356-357.
[427] Daha fazla bilgi için bk. a.g.e., s. 41, 42, 43, 44,
58, 60; Cahit Baltacı, XV-XVI. asırlarda Osmanlı medrese-leri, İstanbul, 1976,
s. 12, 20 vd.
[428] Bk. Ahmet Koca-Reşat Çelik-Latif Koksal, Ankara
üniversitesi İlahiyat Fakültesi yayınları bibliyografyası (1949-1975), Ankara, 1978.
[429] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 357-363.
[430] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 367-370.
[431] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 370-372.
[432] Telakki'1-büyû' adlı bu işlem için bk. Buharî, îcâre,
14; Müslim, Büyü', 11, 19; Nesâi, Büyü', 18; Ahmet b. Hanbel, I, 368; II, s.
42; Nevevî, Müslim şerhi, IV, 17, Muhammed b. Ali b. Muhammed Şövkânî,
Neylü'l-evtâr, V, 176-178. Aynı konuyla ilgili bir makale; «Sünnet ve bir
ticarî hatamız», Oku mecmuası, Kasım, 1971. '
[433] Muhammed Hamidullah, Le prophet de li İslâm, p. 9
(Trc. M. Sait Mutlu, İstanbul, 1385 - 1966. I, 13; Aynı eser, Trc; Salih Tuğ,
İstanbul, 1400 - 1980, I, 4.).
[434] Böylesi.bir misâl için bk. Nesil dergisi, yıl: 4,
sayı: 37-38, s. 71.
[435] Ahzâb, 21, «Andolsun sizin için, Allah'ı ve âhireti arzu
ederi ve Allah'ı çok anan kimseler için, Allah'ın Elçisi'nde (uyulacak) en
güzel bir örnek vardır» (savaşta sebat, güçlüklere dayanma, azim. ve irade, üstün
ahlak hep ondadır).
[436] Buharî, Enbiyâ, 4.8; Dârimî, Rikâk, 68; Ahmed b.
Han-bel, I, 23, 24, 48, 55, 60. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis
Tarihi, Dergah Yayınları: 373-378.
[437] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 378-380.
[438] Örnek olarak bk. el-Muhaddisu'l--fâsil, mukaddime
bölümü; Hatîb, Şere-ju ashâbi'l-hadis, s. 17, 19, 30, 34, 37, 42, 44, 45, 46,
49, 55, 56, 58; Kâsımî, Kavaidu't-tah-dis, s. 55, 60.
[439] Eser hakkında evvelce, bilgi verilmiş, bibliyografyada
da tanıtılmıştır.
[440] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 382-383.
[441] tbn Salâh, Mukaddime, s. 213, 221 vd. Dr. Ali Osman
Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 383-384.
[442] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 384-385.
[443] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 385-386.
[444] Halbuki akâid ve tevhitte asıl kaynak, kitap ve sünnetin
sarih nasları idi. Nazarî mânada kelâmcılar bu< nu kabul etmekte, amelî
olarak meseleyi ayrı nıütaa-laa etmektedirler. Hatta onlar, akâid konularında, haber-i
vâhid türünden hadisleri bile (yine nazarî olarak) alıp delil olarak
kullanmamakta; tatbikatta ise, zayıf hadisle dahi; kendi kelâmî telakkilerine
uygunsa «mütevâtir mertebesine yükselterek» ihticâc etmektedirler.
[445] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 386-390.
[446] İslâmî ilimleri okutan ve bu sahada neşriyatı olan pek
çok âlimin; özellikle Salahattiir Müneccit, Mehmet S Hatiboğlu ve Yusuf Ziya
Kavakçı'nm, bir çok kez bu meseleye temas ettikleri bilinmektedir. Dr. Ali
Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 390-392.
[447] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 392-394.
[448] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 394.
[449] Diyanet İşleri Başkanliğı'nm bu konularda çok yoğun
faaliyetlerinin bulunduğu haber verilmektedir. Aslında mesele, ilgililer
seviyesinde bir «kültür
benzerliği ve belirli ölçüleri kıstas olarak ısrarla kullanma» ile daha da
güzel çözüme kavuşacaktır. Bu noktada bir temennimizi arzetmeden geçemeyeceğiz:
Diyanet, İlahiyat Fakülteleri işbirliği; iyi niyetlerin, İhlasın küçük
meselelere ve şahsiyata kurban edilmeden devamlı olarak nesillere ve geleceğe
aktarılması gerekli bir konudur. Geçmiş zaman ve imkânların, yeniden heba
olmaması en büyük dileğimizdir.
[450] Bir yukarıdaki mesele burada da aynen beklenmektedir.
Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları:
395-396.
[451] YÖK Kanunu ile Türkiye'de, yüksek din tahsili İlahiyat
Fakültelerinde bütünleştirilmiştir.
[452] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 396-398.
[453] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 398.
[454] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 398-400.
[455] Sanata yeni verilen çocuk, nasıl üç - beş senede malzemesini
kullanarak öğrenirse, ilahiyat Öğrencisi de, malzemesi olan kitaplarını aynı
usulle, tabiî olarak, farkına dahi varmadan öylece öğrenmelidir. Dr. Ali Osman
Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 400-402.
[456] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 402-403.
[457] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 403-404.
[458] İslâmin, «ehil olana verdiği değer, emanetlerin ehline
tevdii prensibi ve benzeri ilkeleri», toplumda kargaşanın çıkmaması; işin
bilenlerce görülmesi... gibi pek çok faydanın teminine çalışan esaslardır.
Bunlar zedelenince; cemiyette ilme dayalı hiyerarşi bozulur. Dr. Ali Osman
Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 404-406.
[459] Fıkhu'I-hadis ilmini kısaca tanıtırken bu konulara temas
etmiş bulunmaktayız.
[460] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 407-410.
[461] Furû' meselelerinde,
sahabe ve tâbiûnun farklı fikirleri için bk. Kasımî, Kavâidü't-tahdis,
.323-330, 334.
[462] Kasımı, a.g.e., s. 273-281.
[463] Mehmet S. Hatiboğlu
(çev.): «Peygamberin sünneti tabiri hakkında», AÜİF dergisi,
yıl: 1970, cilt: XVIII, Ankara, 1972,
s. 81-84 adlı makaleye bakınız; Fazlur-Rahman, İslâm, 52-83, 89. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve
Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 410-412.
[464] İbn Teymiyye, Rafu'l-melâm, s. 11.
[465] Bk., Abdülaziz Dihlevî, Büstân, 147.
[466] HaneH âlimi olan Emced Zehâvî'nin «imam arkasında cemaatin
fatiha okuması» konusunda Şâfülerin görüşüne uyduğu, Abdülmecit Ünlükul isimli
bir Şafiî âliminin de, pek çok yerde, «Bu meselede Mezheb-i Â'za-mî haklıdır»
dediği bilinmektedir. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 413-417.
[467] Fîruzâbâdî, Kamus Tercemesi, I,
1266.
[468] Hayrettin Karaman, İslâm hukukunda içtihat, Ankara, 1975, s. 205.
[469] Taklidin, «meşru olan nevileri» ve «zaruri olan
haller» için bk. a.g.e. s. 205-230.
[470] Ebu-Talip Mekkî ve Şâh Veliyyullah'm bu konudaki . fikirleri için bk. Kasımı, Kavâidu't-tahdis, s. 344-340
[471] Kör taklide ve siyasete sebûn olan ilmin zararlarına
ait örnekler görmek için bk. Kavâidu't-tahdis, s. 346-355. Dr. Ali Osman
Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 417-419.
[472] Teklif edilen bu çarelerin çoğu devlet eliyle
yapılacak işleri ifade etmekte ve; «insan unsuru, neşriyat, Öğretim - eğitim»
gibi konulara ağırlık vermektedir. UerL de Hûlî ve Zerka'nm bazı fikirlerinde
de göreceğimiz gibi «ilim ve eğitim yolları olmadan sünnetin neşri mümkün
olamamaktadır. İlme dayanmayan «sünnete uygun yaşayış» iddiaları ile «kalbi
tasfiye yolları ve tasavvuf çalışmaları» da; ya boşa emek vermek veya sapıtmak
şeklinde netice vermektedir. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis
Tarihi, Dergah Yayınları: 420-421.
[473] Hûlî, Mijtâh, s. 166-188.
[474] Aynı eser, s. 168, 169.
[475] Aynı eser, s. 164-166.
[476] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 421-425.
[477] Uzak ülkelerde bulunan yazmaların taşınması, ancak
onların fotoğraf ve filimleri sayesinde mümkün olmaktadır. Ciltler dolusu
bilgi bazan beş santimetre küplük bir hacim halinde, çelik dolaplarda saklanmakta,
bakımı yapılmakta ve gerektiğinde âlimin istifadesine sunulmaktadır.
[478] Hadis konusunda bilgisayarlardan istifade etmek için
bazı çalışmalar halen yürütülmektedir. Bu çalışmaların tafsilatı için bk.
Abdullah Aydınlı, «Hadislerin bulunması ve tesbiti konusunda yapılan
çalışmalar», Fikir ve sanatta Hareket, sayı: 24, Eylül 1981,
[479] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 425-427.
[480] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 427-428.
[481] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 428.
[482] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 428-429.
[483] Dünya üzerinde mevcut müslüman devletlerin büyük bir
kısmı zengin ülkelerdir. Fakat bu milletler, kültül ve medeniyet alanında
«kendi yağlarıyla kavrulacak* durumda olmaktan çok uzaktırlar. Ayrıca
zenginliğin verdiği bir takım ruhî haletle, bu ülkelerin insanları, din
bilgileri tahsilini benimsememekte, hele öğretimi ile uğragmayı daha da aşağı
görmektedirler. Bu durum, bir Ölçüde - bazı çevreler için - Türkiye'de de
sözkonusudur. Durum, bu merkezde olunca, meselâ Suudi Arabistan ve Libya...
gibi, zengin devletler di şandan ilahiyatçı ithal etmektedir. Büyük paralarla
" transfer ettiği bu emanet kadrolarla, üniversiteler kurmakta; cazip
burslarla öğrenci toplam'akta, propaganda ile de kendilerini «ilim hâmisi»
göstermektedirler.
Millî Eğitim ve
Dışişleri Bakanlığı aracılığı ile Türkiye'den dört sene kadar önce, Suudi
Arabistan üçyü-zü aşkın ilim adamı ve ilâhiyatçı öğretim üyesi istemiştir.
Bugün, adı geçen dost ülkede, çeşitli fakültele-de görev yapan; Pakistanlı,
Mısırlı, Suriyeli, Iraklı bilginler yanında, Türk üniversitelerinin kıymetli
elemanları da bulunmaktadır.
Ekonomik açıdan
tutalım, «dost bir ülke İle kaynaşma ve bölgede işbirliği» ne varıncaya kadar,
çeşitli faydaları sıralanabilecek böylesine değerli bir «kültür ve eleman
alış-verişi» nin, Türkiye açısından yerine getirilmesi zaruret arzeder. Çünkü,
bugünkü haliyle olmasa bile, planlı bir çalışma sonunda Türkiye kısa bir
müddet içinde, dışarıya yüzlerce ilâhiyatçı ilim adamı ve teknik eleman
gönderecek alt yapının' tek sahibidir. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri
Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 429.
[484] Bir çok ilim adamı, bu tür konular yerine, «günlük
hayatta müslümanlann her zaman karşılaşıp; yanlışlıklar yaptıkları meselelere»
eğilmenin faydasına inanmaktadırlar. Onların ifadesine göre, «amelî bir değeri
olmayan bir konuyla uğraşma yerine», farzedelim, ticari hayatta; borçlanma ve
alacakta, çocuklar arasına nefret tohumları atan «mirasta çocuklardan birine
mal kaçırma» gibi konularda çalışmak; îslâmın özellikle hadisin, meseleye
getirdiği çözümleri bulmak ilim ve İslâmî yaşayış adına daha faydalıdır. Bir
başka örnek daha verelim; Orta Anadolu'da yaşayan bir müslüman köylü, «klasik
İslâm hukukunun ve dinimizin tavsiye ettiği, ziraat ortaklığının şeklini
bilmemektedir». Kendisine bu ortaklık türleri anlatılınca da; «piyasada
revaçta olan tam bunun aksidir, buna bir çare bulunuz, doğruyu müslüman halka
anlatınız» şeklinde cevaplar vermektedir. Bu tür cani] konuların, söz gelişi
«arsa alım _ satımı, bazı malların zekât durumu vb. konuların», hadisçilerin
himmetini bekleyen kapalı yönleri mevcuttur. Böylesi konularda yapılacak bir
hadisçi - fakih yardımlaşması, müslümanlann ticarî hayatlarını haramdan
koruyacak ve onların daha şevkle ticaret yapmalarını sağlayacaktır. Dr. Ali
Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 430-436.
[485] Farklı bazı başlıklar şöyledir: .«Sahihleri toplayan
eserler, tek konulu kitaplar, âdâb ve ahlâk kitapları, terğip ve terhip
kitapları-, tefsire dair hadis kitapları. Hadis cüzleri, hadisTerin tarîklerini
toplayan kitaplar, Ensâp kitapları. İhtilâfu'l-hadise dair eserler. Rivayet
edepleri ve kanunlarım belirleyen eserler... vd.
[486] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 437-439.
[487] Yukarıdakilerin bazıları bu tür eserlere örnek
olabilir. Diğer bazı bab başlıkları daha vardır ki, oralarda da «hadis furû
kitapları» tanıtılmaktadır. Meselâ; müsel-sel hadisleri toplayan kitaplar ve
mürsel kitapları Mu'cemler ve etraf kitapları. Zevâit kitapları. Ana eserleri
bir arada toplayan kitaplar. el-Fetâva'1-hadî-siyye kitapları, ve diğerleri.
[488] Eser üzerinde yapılan çalışmalar için bk. Kâtip Çelebi,
Keşf, II, 1907 - 1909.
[489] Abdürrezzak Ebu Bekr San'ânî, el-Musannef (cüz: I-XI), Birinci basım, Beyrut, 1970 -
1972 (Nşr: Habibur-rahman A'zamî).
[490] Bk. Kâtip Çelebi, Keşf, II, 1680; Kettânî,
er-Risâletü'l-mustatrafe, 52.
[491] Eserin tahkikli neşri müjdesi için bk. İsmail L. Çakan
Hadislerde görülen ihtilâflar ve çözüm yolları, İstanbul, 1982, s. 246.
[492] Eser hakkında bilgi için bk. Bu kitabın «sekiz büyük
hadisçi ve eserleri» bölümü.
[493] Aynı yer.
[494] Aynı yer.
[495] Bu tür eserler hakkında bilgi için bk. Muhammel Tayyib
Okiç, Bazı hadis meseleleri üzerinde tetkikler s. 156-159.
[496] Bk. Abdülkadir Karahan, İslâm - Türk edebiyatında kırk hadis; toplama,
tercüme ve şerhleri, . İstanbul, 1954; Aynı yazar, Fuat Köprülü armağanı, İstanbul 1953, s. 291-99.
[497] Hasan Hüsnü Erdem tarafından yapılan terceme, Diyanet
İşleri Başkanlığı tarafından
yayınlanmaktadır. Başka tercemeler de vardır.
[498] Kâtip Çelebi, Keşf, II, 1688-1690.
[499] Fazla bilgi için bk. Okiç, a.g.e., s. 168-173; Nehcü'l-. belâğa»,
[500] Türkçe tercemesi, Ahmet Davudoğlu, Selâmet yollan cüz:
I-IV.
[501] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 439-446.
[502] Bk. Abdülaziz Muhaddis
Dihlevî, Büstânü'l-muhaddi-sin, s. 1-33.
[503] Müellifin sağlığında neşredilen 18
cilde, daha sonra bir cilt
eklenebilmiştir.- Kitabın tamamlandığına
daiı malumat sahibi değiliz.
[504] Diğer şerhler için, Müslim'i tanıtan bölüme bakınız.
[505] Türkçede de bazı bilginler, hadis kitaplarına şerhleı
yapmışlardır. Bunlar arasında Tecrid-i sarih isimli Buharı muhtasarına yapılan
şerh, 12 cilt halinde, Diyanet İşleri Başkanlığı'nca birkaç defa basılmıştır
Ayrıca Müslim Câmi'ine, Ebu Davud Sünen'ine şerhleı yapılmış ve bazılarının
yazımı ve basımı, halen devam etmektedir. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis
İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 446-448.
[506] 103, 104, 105 numaralı kitaplarla birlikte bu dört
eser, sahabe bibliyografyasına ait kitaplardır. Bilgi için bk Okiç, Hadis ders
notları, Konya, 1968, s. 44-47.
[507] Bu eser, kütüb-i sitte dışında, Ebu Hanife, Şafiî, Ahmet
b. Hanbel gibi imamların Müsned'leri ile, îmam Mâlikin el-Muvatta'mm ricalini
kendisine konu edinir.
[508] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 448-452.
[509] Kettânî ilim dallarına ait şu başlıkları kullanır:
«Nâ-sih - Mensûh kitapları. Şemail kitapları. Müttefik, mü'telif, müteşâbih
kitapları. Esma, künâ ve elkâp kitapları.
Sahabe bilgisi kitapları. Rical
tarihi, ensâh ve tabakât kitapları. îlel
kitapları. Mevzuata dair eserler.. Garibu'l-hadis ve ihtilâfü'1-hadls
kitapları. Rivayet edepleri ve kanunları kitapları. Mustalahü'l-hadis
kitapları».mikdâri'l-mensûh mine'l-hadis,
Ebu'l-Ferec b. Ali b. Csvzî,
Mısır, 1323.
[510] Bu eser, bu yüzyılın başında Mısır'da güzel bir tarzda
basılmış, daha sonraki baskısı ise şu bilginlerce gerçekleştirilmiştir: Tâhir
Ahmet Zâvî, Mahmud Muham-med Tanâhî. Bu baskı beş cilt olarak Mısır'da, 1383
-1963 yılında yapılmıştır. Örneklerde, metin çözümüne pek çok yardımı dokunan
harekelemeler vardır.
[511] gemâil konusuna ait neşriyata bu konuda yapılan bii
çalışmaya atıf yaparak işaret etmiş olacağız; İbrahim Bayraktar, Hadis
edebiyatında şemail, Erzurum, 1981, basılmamış Yüksek îslâm Enstitüsü
(asistanlık müd-detince hazırlanan) öğretim üyeliği tezi. Dr. Ali Osman
Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları: 452-455.
[512] Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi,
Dergah Yayınları: 455-456.
[513] En son baskısı, Ulûmu'l-hadis li'hni's-Salah, (N§r.
Nu-ruddin İtr), Halep, 1386 - 1966.
[514] Nuhbe'yi,. yazarı başta olmak üzere pek çok âlim
şer-hetmiştir. Türkçeye de
birkaç tercemesi yapılmıştır. Gerek en son terceme ve şerhi
için, gerekse diğerleri için bk. Talat Koçyiğit, Hadis
ıstılahları hakkında
Nuhbetü'l-fiker şerhi, Ankara, 1971.
[515] Ahmet
Na'im, Tecrid tercemesi
mukaddimesi; Hayrettin Karaman,
Hadis usûlü. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah
Yayınları: 456-458.
[516] Batı dillerinde yapılan, hadisle ilgili neşriyat için
bk J.D. Pearson, İndek İslamicus, Cambridge,
England, 1958, s. 63-64; Ali Özek, Hadis ricali, s. 189-191,
[517] Hac ve kurban bayramına üç kala yazımını bitirdiğimiz çalışmamızı,
Rabbimize niyazla kapatıyoruz:
«... Rabbimiz, (bizi) bağışlamanı
dileriz. Dönüş (ümüz) sanadır... Rabbimiz unutur, ya da yanilırsak bizi sorumlu
tutma. Rabbimiz, bize bizden Öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme.
Rabbimiz, bize gücümüzün yetmediği şeyleri yükleme. Bizi affet, bizi bağışla,
bize acı. Sen bizim Mevlamız
(sahibimiz, efendimiz) sin.
Kâfirlere karşı bize yardım eyle»
(Bakara, 286). «Kudret ve şeref sahibi Rabbin, onların taktıkları sıfatlardan (münezzehtir) yücedir. Selâm gönderilen Peygamberlere. Hamd, âlemlerin
Rabbi olan Allah'a» (Sâffât, 180-182).
Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri Ve Hadis Tarihi, Dergah Yayınları:
458-460.