Hadisleri Tespitte Yöntem Sorunu
Yavuz Ünal
ETÜT YAYINLARI
HADİSLERİ TESPİTTE YÖNTEM SORUNU
HADİS UYDURMACILIĞININ BAŞLANGICI VE UYDURMA RİVAYETLERİ TESPİTTE DİKKATE
A) Hadis Uydurmacılığının Başlangıcı
B) Uydurma Rivayetleri Tespitte Dikkate Alman Kriterler
A) Sened Açısından Vaz’ Alametleri:
B) Metin Açısından Vaz Alametleri:
İSLAM DÜŞÜNCESİNDE AKIL VE AKLÎLİK
A) Aklın Lügat Ve Istılah Manaları
E) İslam Tarihinde Akılcılığın Doğuşu
F) İslam Bilginlerinin Akıl Tanımları
G) Akıl Tanımlarında Yer Alan Unsurlar
I) Bugün Akla Yüklenen Anlamlar
RİVAYETLERİN KAYNAĞI VE MAHİYETİ
A) Hz. Peygamber Dönemi Arap Toplumunun İdari, Ekonomik ve Sosyo-Kültürel
Yapısı
b) Coğrafi Konum Ve Ekonomik Hayat
B) Hz. Peygamber’in Temel Nitelikleri ve Görevi
C) Hz. Peygamberin Bilgi Kaynakları
D) Hz. Peygamberin İsmeti Ve Rivayetlerle İlişkisi
b) İsmetin Rivayetlerle İlişkisi
RİVAYETLERİN HZ. PEYGAMBER’E AİDİYETİNİ TESPİT VE DEĞERLENDİRMEDE AKLIN
ROLÜ
A) Akla Aykırılığın Vaz Alameti Olarak Kullanılıp Kullanılmadığı
B) Haberlerin Reddinde Kullanılan Akıl
a) Geçmişte Yapılan Akıl Tanımlarına Göre Aklilik İlkesinin Tatbiki
2a) Zorunlu Bilgiye Aykırı Olduğu İçin Reddedilen Haberler
2b) Genel Kabullere Aykırılık Nedeniyle Reddedilen Haberler
b) Günümüzdeki Akıl Anlayışlarına Göre Aklîlik İlkesinin Kullanılması
1) Kendisi Bağımsız Olan Ve Mutlak-Doğru Sonuçlara Götüren Akıl:
2- Belli Bir Kültüre Nispet Edilen Akıl
3- Hiçbir Şekilde Bağımsız Olmayan Akıl Anlayışı
D) Hadis Araştırmasında Dikkate Alınabilecek Aklîlik İlkeleri Ve Örnek
Uygulama
1963 yılında Ordu/Fatsa’da dünyaya geldi, ilk ve ortaokulu
Ilıca’da; liseyi ise Fatsa İmam-Hatip Lisesi’nde okudu. 1983 yılında O.M.Ü.
İlahiyat Fakültesi’ne girdi ve aynı Fakülteyi 1988 yılında bitirdi. İlahiyat
Fakültesinden mezun olduktan sonra Mardin İmam-Hatip Lisesi’nde Meslek
Dersleri Öğretmeni olarak göreve başladı ve 2 yıl kadar bu görevi sürdürdü.
1990 yılında O.M.Ü. İlahiyat Fakültesi’ne Hadis Araştırma Görevlisi olarak
atanan yazar 1993 yılında “Cumhuriyet Türkiye’si Hadis Çalışmaları (1920-1992)”
adlı teziyle Masterını tamamladı. Doktora programını 1997’de “Rivayetlerin Hz.
Peygamber’e Aidiyetini Tespit ve Değerlendirmede Akim Rolü” adlı teziyle
tamamlayan yazar, halen aynı Fakültede Yrd. Doç. Dr., olarak görevini
sürdürmektedir.
Çalışmalarından
bazıları: “Dinlerde Yükseliş Motifleri” (Ş, Gündüz ve E. Sarıkçıoğlu ile
birlikte Vadi Yay., Ankara, 1996), “Hadis Verilerine Göre Mut ‘a Nikahı”
(O.M.Ü.t.F.D.; sy.7; Samsun, 1993), “Cumhuriyet Türkiye’si Hadis Çalışmaları
Üzerine “ (İslami Araştırmalar (Hadis-Sünnet Özel Sayısı) Ankara, 1997.
Cumhuriyet Türkiye’si Hadis Çalışmaları (1920-1997) .(Etüt Yay., Samsun 1997).
Peygamber’in (a.s.)
söz, fiil ve takrirlerinden oluşan Sünnet,
İslam tarihi boyunca. Allah Resulünün getirdiği mesajı anlaşılır
kılmanın yanında, insanlara yükümlülüklerini de bildiren temel kaynaklardan
biri olarak kabul edilmiştir. Ne var ki Sünnetin ümmet üzerinde sağlamış
olduğu bu otoriteyi kendi çıkarları için kullanmak isteyen muhtelif gruplar,
uydurdukları bir takım söz ve belgeleri, başlarına birer sened ekleyerek Hz.
Peygambere isnad etmeye çalışmışlardır.
Hz. Peygamber’e (a.s.)
isnad edilen bu uydurmaların içerisinde ilk bakışta ayrıştırılabilecek
rivayetler olduğu gibi, ince tetkik ve araştırmalarla bile zor tespit
edilebilecek olanlar da vardır. İşte bu nedenle, haberlerin sahihi ile sakîmini
birbirinden ayrıştırma faaliyeti, aradan asırlar geçmiş hatta söz konusu olan
rivayetler belli hüküm ve kurallara delil teşkil etmiş olmasına rağmen, hala
devam etmektedir.
İnsanlara
yükümlülüklerini bildiren, dolayısıyla sahih olanla uydurma olanların
birbirinden ayrıştırılması hayati bir önem arz eden hadislerin sıhhatini
tespitte kullanılan ilkelerin, tarihi süreç içersindeki kültürel ve siyasi
gelişmelere paralel olarak ortaya çıktığı bilinen bir gerçektir. Mesela ‘isnad
sorma’ geleneği bu şekilde başlamış ve sistemin vazgeçilmez bir unsuru haline
gelmiştir. Söz konusu olan bu sistem içerisinde ‘akla uygunluk’ kriterine de
yer verilmiştir. Ancak Batı dünyasında, 16. yüzyılda başlayıp 19. yüzyılda
zirveye ulaşmış olan ‘akılcılık’ akımı, ekonomik açıdan geri kalmış, kültürel
olarak da pasifleşmiş olan İslam dünyasını etkisi altına almış; böylece akıl,
haberlerin tespit ve değerlendirilmesinde, hatta bütün değerlerin tespitinde
önemli bir mihenk taşı olarak görülmeye başlanılmıştır.
Böylece hadis
tarihinde kullanılan ve sistemin bütünlüğü içerisinde kendine has bir yeri
olan “akla aykırılık vaz’ (uydurma) alametidir” ilkesi, akla duyulan aşırı
güven nedeniyle ön plana çıkarılmış ve dinin temelini oluşturan hadislerin Hz.
Peygamber’e aidiyetinin tespitinde önemli ölçüde kullanılmaya başlanmıştır.
Ancak aklın, işleyiş tarzının bir gereği olarak, sonuca giderken kullandığı öncüller,
temel ilkelerinin çok sınırlı olması nedeniyle, hakim kültürlerden çıkarılmıştır.
Dolayısıyla hakim anlayışa, hayat tarzına, hatta kişisel düşünce ve
değerlendirmelere aykırı düşen haberler, ‘akla aykırılık’ gibi meşru bir zemine
oturtularak reddedilme yoluna gidilmiştir.
Akla aykırılık ilkesinin
anlaşılması ve yerli yerince kullanılabilmesi ve böylece değerleri belirlemede
keyfîliğin engellenebilmesi, akim geçmişte nasıl kullanıldığını ve bugün hangi
alanlarda, nasıl ve ne kadar kullanılabileceğini belirlemeye bağlı
gözükmektedir. Bu amaçla yaptığımız, “Rivayetlerin Hz. Peygamber’e Aidiyetini
Tespit ve Değerlendirmesinde Aklın Rolü” adlı çalışmamızda biz, Giriş’te
uydurma haberlerin ortaya çıkışı ve onları tespitte kullanılan kriterleri;
Birinci Bölüm’de akıl ve aklîlik; İkinci Bölüm’de rivayetlerin kaynağı, mahiyeti;
Üçüncü Bölüm’de ise ilk iki bölümde ortaya çıkan sonuçlara bağlı olarak
rivayetlerin tespit ve değerlendirmesinde aklın rolünü ele almaya çalıştık.
Bir araştırmacı için
hata yapma ihtimalinin her zaman söz konusu olduğu bilinci ile yapılan
tenkitleri, yolumuzu aydınlatan kandiller olarak değerlendirip dikkate
alacağımızı beyan ederek, araştırmam esnasında hiçbir yardımını esirgemeyen ve
yapıcı tenkitleriyle yol gösteren hocam Prof. Dr. Sadık Cihan beye, çalışmamı
büyük bir fedakarlık göstererek okuyup değerlendiren değerli dostlarıma
teşekkür ediyorum.
Kendisine risalet görevi verilen Hz. Muhammed (a.s.),
risalet yani elçilik görevinin gereği olarak Allah tarafından insanlara gönderilen
şeyleri tebliğ[1] ve tebyin[2]
etmekle görevlendirilmiştir. Aynı zamanda O, insanlara “en güzel örnek” olarak
sunulmuş[3] ve
inananlardan ona tabî olup, itaat etmeleri
[4]
istenmiştir. Hatta O’na itaat Allah’a itaatla özdeşleştirilmiş[5] ve hükmüne uyup-uymama noktasında herhangi
bir mümine tercih hakkı da tanınmamıştır.[6]
Bu nedenle Hz.
Peygamber’e itaat ve ittibayı imanlarının bir gereği olarak gören ashabı,
gerek hayatında, gerekse vefatından sonra O’na
en güzel bir şekilde tabî olmaya çalışmışlardır. Bunun doğal sonucu olarak da
O’nun mesajım koruma ve sonraki nesillere aktarma konusunda büyük bir titizlik
göstermişlerdir. Zira Hz. Peygamber’den aktarılan bu bilgiler, kendisine
itaatin zorunlu kılınması ve üsve-ı hasene tayin edilmesi nedeniyle ümmetin
üzerinde özel bir yaptırım gücüne sahiptir.
Müslümanların
problemlerini vahyin ışığı altında çözen Hz. Peygamber’in sağlığında, onları
tefrikaya düşürecek herhangi bir hâdise zuhur etmemesine karşın,[7]
vefatından sonra, kendisinin nereye defnedileceği[8] ve
imamın kimlerden olacağı[9] gibi
bazı konularda ihtilaflar çıkmış; ancak bunlar siyasi bir kargaşaya neden
olmadan ashab tarafından halledilmiştir.
Hz. Peygamber’in
ahirete irtihalinden sonra İslam dünyası bir yandan fetihlerle büyümesini
sürdürürken, bir yandan da iç karışıklıklarla karşı karşıya kaldı. Önce bazı
kabileler, İslâm’ın temel esaslarından biri olan zekatı vermemek için direndi.[10]
Ardından Hz. Ömer, Hz. Osman şehit edildi ve Şam valisi olan Muaviye kabul
etmediği için, Hz. Ali tartışmalı bir şekilde hilafet makamına geçti. Böylece
Müslümanların arasına tefrika girdi.[11] İşte
bu siyasi olaylar zamanla dinî bir hüviyet kazanmış; hatta müslümanların grup
ve mezheplere ayrılmalarına sebep olmuştur.[12]
Hz. Ali’nin hilafete
geçmesiyle, Şam valisi olan Hz. Muaviye, Hz. Osman’ın katillerinin bulunup
cezalandırılması için harekete geçti ve merkezî idareye itaati reddetti. Neticede
Hz. Ali ile Muaviye arasında gerçekleşen Sıffın harbiyle, Hz. Ali’nin ashabı
Hariciler ve Şia olmak üzere ikiye ayrıldı.[13]
Sahabe asrının sonlarına doğru Mürcie ve Kaderiye; tabiîn asrının sonlarına
doğru da Cehmiyye ve Müşebbihe gibi kelâmî mezhepler ortaya çıktı ve doğal
olarak bu süreç içerisinde oluşan mezhepler arasında siyasi mücadeleler de
başladı. İşte bu siyasi ihtilaflar Hadis uydurmacılığının en önemli
sebeplerinden birini oluşturdu.[14]
Bu olaylar sonrasında
siyasi bir grup olarak ortaya çıkan Şia, Hz. Ali’nin hakkı olduğunu iddia
ettiği hilafete Hz. Ebu Bekir’in getirilmesiyle kaybedilen liderliğin, asıl
sahibine teslim edilmesi için siyasi ve kültürel mücadeleye başladı. Bunların
yanında aslen müslüman olmadıkları halde müslüman gibi görünen zındık ve
münafıklar da faaliyetlerini artırdı. Bu gelişmelerin muhatabı olan insanlar
politize olmuş; dolayısıyla tevhid, ibadet, ahlak ve zühd gibi esaslar geri
plana itilmişti. Bu şartlarda yaşayan insanlar için tevhid, ibadet, ahlak ve
zühd ilkelerini öncelikli kılmak amacıyla mücadele eden tarafsızlar da dikkat
çekmektedir.
Böylece İslam
dünyasında bir yandan siyasi kamplaşma başlarken; öte yandan fırkalar kendi
iddialarının doğru ve kendilerinin de hidayette olan grup olduğunu ispatlamanın
gayretine düştüler. Bu amaçla her fırka, düşüncelerini Kur’an ve Sünnet’e teyit
ettirmeye uğraştı. Fikirlerini doğrudan destekleyen ayet ya da hadis
bulamadıklarında ise nasları te’vile, ya da iddialarını destekleyen söz ve
belgeleri Hz. Peygamber’e isnad etmeye çalıştılar.[15] Zira
ümmet üzerinde yaptırım gücü olmasına rağmen sünnet, henüz cem edilmemiş, hatta
tam olarak kayda da geçirilmemişti.[16]
Onları bilen ashabın savaş, ticaret veya eğitim amacıyla merkezden ayrılması
da işlerini kolaylaştırdı.[17] Bu
konuda İbn Lehîa’nın (ö.174/790), bidatından dönen bir bidatçıya atfen
naklettiği şu haber oldukça dikkat
çekicidir:
“Bu hadisleri kimden
aldığınıza bakınız. Çünkü biz bir görüşü benimsersek onu hadis yapardık” Aynı
haberin bir başka varyantında: “Bu hadisler dindir. Dininizi kimden aldığınıza
bakınız. Zira biz bir işi istediğimizde onu hadise çevirirdik”[18]
Böylece tarih
sahnesine çıkmış olan gruplardan, Hz. Ali’nin hilafette hak sahibi olduğunu
iddia eden Şia, iddiasını temellendirmek için, düzdüğü söz ve belgeleri Hz.
Peygamberi isnad etme geleneğini başlattı.[19]
Onlar, Hz. Ali’nin fazileti ve Hz. Muaviye’nin kötülenmesiyle ilgili hadisler
uydurdular.[20] Aynı yöntemi kullanmada
Hz. Ebu Bekir’i; Hz. Ömer’i, Hz. Osman’ı ve Hz. Muaviye’yi savunan rakipleri
gecikmeyip onların faziletleriyle ilgili hadisler uydurdular.[21] Bu
gelişme sahabelere yönelik kampanyalara dönüştüğünde, bütün sahabelerin veya
bir kısmının faziletiyle ilgili hadisler uyduruldu.[22] Öte
yandan siyasi savaşlar ve hemen onları izleyen kelâmî ve dogmatik tartışmalar özellikle
istikbalde olacak olaylardan haber veren hadislerin (hadîsü’l-fiten) ortaya
çıkmasına neden oldu.[23]
İkinci asrın
başlarında Abbasiler adına girişilen davetten sonra hadis uydurma yarışma yeni
bir grup daha katıldı. Bunlar da, diğerleri gibi, kuracakları devletin Hz.
Peygamber’in tebşirine mazhar olduğunu
beyan
etmek için hadis uydurmaya yeltendiler.[24]
Bunlara, kelâmî ve fıkhî mezhep taraftarlarının yanında[25] insanları İslam’a sevk etmeyi amaçlayan saf
tasavvuf erbabını ve idarecilerden menfaat koparmaya çalışan kesimi[26] de
ilave etmek gerekmektedir. Zira bunlar, uydurdukları hadislerle ümmetin kültür
havzasını bozma noktasında zındıklardan daha zararlı olmuşlardır.[27]
Bunların yanında milletlerin, kentlerin,[28]
yiyeceklerin, günlerin ve gecelerin,[29]
muayyen zamanlarda yapılan ibadetlerin fazileti,[30]
Resulullah’ı rüyasında, ya da cennetteki kendi yerini görmek veya Kur’an ezberlemek
gibi belli amaçlarla;
[31]
veyahut da yedirmek, yolda kalmışa kılavuzluk etmek gibi islâmî açıdan övülen
ahlakî hareketleri teşvik etmek[32] gibi
oldukça geniş bir yelpazede hadis uydurulduğu görülmektedir.
Şiilerle muhalifleri
arasındaki mücadele nedeniyle bu uydurma faaliyeti, Emevi ve Abbasiler
döneminde de devam etmiş;[33]
hatta politik bir zorunluluk haline gelmiştir.[34] Bu
gelişmelerin neticesinde 2. ve 3. hicri asırlarda uydurma hadislerin sayısı varabileceği
en yüksek seviyeye ulaşmıştır.[35]
İslam dünyasında fitne
çıktıktan soma, henüz tedvin ve tasnifi yapılmadığı için suistimale açık olan
Hz. Peygamber’in sünnetini, hem korumak, hem de sonraki nesillere sağlıklı bir
şekilde aktarılmasını
sağlamak
amacıyla, bir önlem olarak, isnad sorulmaya başlandı.[36] Zira
bu, Abdullah İbn Mubarek’in (ö.181/797) de belirttiği gibi dileyenin dilediğini
söylemesine;[37] dolayısıyla dinden
olmayanın dine sokulmasına engel olacaktı.[38]
Böylece hadis metniyle birlikte, metnin kimlerden alındığını ortaya koyan
senedinin de aktarılma geleneği başlatılmış oldu.
Sened ve metinden oluşan Hadisin tenkidinde, doğal olarak her iki unsurun
da dikkate alınması gerekiyordu. Bu amaçla hem senedin, hem de metnin
sıhhatinin tespitinde yardımcı olacak ilkeler belirlendi. Buna göre haberi
nakleden bütün ravilerin tek tek sika olmasının yanında, senedin muttasıl;
haberin de şaz ve illetten âri olması gerekmekteydi.[39] Bu noktada hadisin sened
kısmı, metnin sıhhati için önemli bir teminat olarak görülmüş; ancak isnadın
şahinliği bağlı bulundukları hadis metinlerinin fiilen sıhhatinin delili
sayılmamıştır.[40] Zira haber, bazen şaz veya muallel
olabilmektedir.[41] Bu nedenle metnin
tenkidinde kullanılacak kriterler de geliştirilmiş ve bunlara sahih hadis
tanımlanırken dikkat çekilmiştir. Bu şartlardan bir veya bir kaçını kaybeden
hadis ise sahih kabul edilmemiştir.
Hadisin sıhhat
derecesini tespit için belirlenen bu kriterlerin yanında, onun uydurma
olduğunu ortaya koyabilecek ilkeler de, sened ve metin birlikte dikkate
alınarak belirlenmiş ve haberler öncelikle bu ilkelerle değerlendirilmiştir.
Bunlar
a) Senet
açısından;
b) Metin
açısından olmak üzere iki farklı grupta değerlendirilebilir:
1- Ravinin İtirafı: Hadisi uyduran kişinin, uydurduğunu
itiraf etmesidir. Ancak haberi uydurduğunu itiraf eden kişinin itirafı, bu
itirafında da yalan söylemesi muhtemel olduğu için, ihtiyatla karşılanmıştır.
Buna örnek olarak Meysere b. Abdirabbih’in Kur’an’ın faziletiyle ilgili haberleri
uydurduğunu itiraf etmesi
[43]
verilebilir. Zira ona, rivayet ettiği hadisleri nereden aldığı sorulunca cevap
verememiş ve insanları Kur’an’a yöneltmek için kendisinin uydurduğunu beyan
etmiştir.[44]
2- Haberin uydurulduğu konusunda itiraf makamına
geçebilecek bir karinenin bulunması. Mesela ravinin görüşmediği veya gitmediği
bir beldedeki şeyhten işitmiş gibi rivayette bulunması. Me’ınun b. Ahmet
el-Herevî, Hişam b. Ammâr’dan (ö.245/859) hadis aldığını iddia ettiği zaman İbn
Hibban (ö.354/965) ona ne zaman Şam’a gittiğini sormuş; Memun’un 250 senesinde
gittiğini söylemesi üzerine, “Sen hadis aldığım söylediğin zaman Hişam ölmüştü”
diyerek onu terslemiştir.[45]
3- Yalancılıkla maruf olan bir ravinin, sika hiçbir
ravinin nakletmediği bir haberle teferrüd etmesi.
4- Haberlerin ravinin özel hali ya da mezhebi ile
doğrudan ilişkisinin bulunması: Buna örnek olarak şu haberi zikredebiliriz. Sa’d
b. Tarîf in oğlu okuldan
ağlayarak gelir. O, oğluna neden ağladığını sorup da çocuktan hocanın dövdüğünü
öğrendiği zaman, ‘onları bugün rezil edeceğim’ deyip; İkrime, İbn Abbas’tan
şeklinde bir senetle şu haberi uydurur: “Çocuklarınızın öğretmenleri sizin
şerlilerinizdir...”[46]
1-
Haberin Kur’an-ı Kerim’e aykırı olması: Bir peygamber
olarak Kur’an’ı insanlara tebliğ ve tebyin etmek; kul olarak da ona uymak
zorunda olan Hz. Peygamber’in, aralarındaki tearuz giderilemeyecek şekilde Kur’an’a
aykırı beyanatta bulunması düşünülemediği için bu şekildeki haberlerin uydurma
olduğuna hükmedilmiştir.[47]
Mesela “Ashabıma sövmek bağışlanmayacak bir günahtır”[48] rivayeti
Nisa suresi 5/48. ayetine muhalif görülmüştür. Zira söz konusu olan ayette
Allah‘ın, kendisine şirk koşulmanın dışında, dilediği günahı bağışlayacağı
belirtilir. Veled-i zinanın cennete giremeyeceğini belirten haber[49] de
hiçbir kimsenin bir başkasının günahından sorumlu tutulamayacağım belirten
ayetlere[50] aykırı bulunduğu için
reddedilmiştir.
2- Haberin sarih sünnete aykırı olması: Haber, sahih
hadislerle açıkça çelişirse onun uydurma kabul edilerek reddedileceği konusunda
herhangi bir şüphe yoktur. Mesela isimleri Ahmet veya Muhammet olan kimselerin
cehenneme girmeyeceğini belirten haberler, isimler ve lakaplarla ateşten
korunulamayacağını, zira ateşten kurtuluşun iman ve salih amellerle olacağını
belirten[51] hadislere aykırı bulunarak reddedilmiştir.
Yine “Kim bir kadını güzelliği ve malı için nikahlarsa Allah
ona kadının malını ve güzelliğini haram
kılar”
[52]
rivayeti “Kadın üç şey için nikahlanır, malı, soyu, güzelliği ve dindarlığı.
Sen dindar olanı seç ki elin bereketlensin”[53]
rivayetine aykırı görülerek reddedilmiştir.
3- Rivayetin icmaya aykırı olması: Hz. Ali’nin
velayetinden veya hilafetinden bahseden hadisler, bu konuda Hz. Peygamber’den
sahih herhangi bir şey gelmediği noktasındaki icmaya aykırı bulunarak reddedilmiştir.[54]
4-
Haberin doğru kabul edilen tarihi malumata ve olaylara
aykırı olması: Tarihen sabit olan olaylarla ilgili haberler, tarihi gerçeklere
aykırı olduğunda bu onların uydurulduğunun bir delili olarak görülmüştür.
Mesela Hayber ehlinden cizyenin kaldırıldığını belirten rivayet bu gerekçe ile
reddedilmiştir.[55]
5- Haberde kullanılan ifadelerinin bozuk olması: Hz.
Peygamber’in cevâmiu’l-kelim olmasından hareketle hadislerdeki ifade
bozukluklarını vaz’ alameti olarak saymışlarsa da,[56]mana
ile hadis rivayetine cevaz verildiğini düşündüğümüzde bu ilkenin çok fazla uygulanabilir
olduğunu söylemek güç gözükmektedir.[57]
6- Başkaları tarafından da nakledilmesini gerektirecek
birçok neden olmasına rağmen önemli bir olayın ya da sözün yalnız bir kişi
tarafından nakledilmesi: Mesela, Hz. Ali için ikindiden sonra güneşin geri
getirildiğini belirten rivayet bu nedenle reddedilmiştir. Zira Güneşin
battıktan sonra tekrar geri gelmesi, herkes tarafından görülebilecek son derece
büyük bir olay olmasına rağmen onu bir kişi rivayet etmiştir.[58]
7- Haberin küçük bir şey karşılığında büyük bir va’d
veya basit bir şey karşılığında şiddetli tehdit ve ölçüsüzlükler içermesi;
Mesela: “Kim ‘la ilahe illallah’ derse Allah bir kuş yaratır ki onun yetmişbin
lisanı, her lisanın yetmişbin dili vardır. Bunlar onun için istiğfar ederler”
haberi ölçüsüzlükler nedeniyle reddedilmiştir.[59] Yine
“Kim mescitte dünya kelamı konuşursa Allah onun amelini kırk yıl boşa çıkarır”[60]
rivayeti de bu gerekçeyle reddedilmiştir.
8-
Hadisin, anlam itibariyle çirkinlikler içermesi:
Mesela “Dört şey vardır ki dört şeye doymaz: yer yağmura, dişi erkeğe, göz
bakmaya ve kulak habere”[61]
rivayetinde olduğu gibi.
9- Rivayetin his ve müşahade tarafından yalanlanması: “İnsanların
en yalancıları boyacılardır” haberi, onlardan kat kat daha fazla yalancı
olanların varlığı belirtilerek, his ve müşahedeye aykırı bulunduğu için
reddedilmiştir.[62]
10- Rivayetin, mutaassıp olan ravinin mezhebine uygun
düşmesi; “Kim rukuda elini kaldırırsa onun namazı olmaz”[63] veya
“Bir kimse Ali b. Ebi Talib ‘e buğz besleyerek ölürse o Yahudi ve Hristiyan
olarak ölür”[64] rivayetleri bu gerekçe
ile reddedilmiştir. Yine “Ali’nin beşerin hayırlısı olduğunu söylemekten kim
kaçınırsa kafir olur” rivayeti de bu gerekçe ile reddedilmiştir. Nitekim İbn
Arrak, bu rivayeti uydurmakla suçlanan Muhammed b. Kesir el-Kufi’nin bir şiî
olduğunu beyan etmektedir.[65]
Gerek sened ve gerekse
metin tenkidi için belirlenen bu ilkeler doğrultusunda Hz. Peygamber’e ait
olmayan uydurma haberler tespit edilmeye çalışılmış; dolayısıyla O’na isnad
edilen hadislerin de sıhhat dereceleri belirlenerek sahih, hasen veya zayıf
kategorilerinden birine
konulmuştur.
Ancak söz konusu ilkelerin, her musannif tarafından sencdle metne birlikte ve
aynı titizlikle uygulandığı; dolayısıyla benzer sonuçlara ulaşıldığı
söylenememektedir. Meselâ “Allah’ın ilk yarattığı şey akıldır; Allah-u Teala
ona, “önünü dön”, dedi. O döndü. “Arkanı dön” dedi. O döndü. Sonra da şöyle
söyledi: ‘İzzet ve celalime andolsun ki, bana senden daha sevimli gelen bir şey
yaratmadım; seninle alır, seninle veririm. Seninle sevap verir,- seninle
cezalandırırım.[66] rivayetinin ittifakla
uydurma olduğu beyan edilirken,[67]
Suyûtî, Zerkeşî ve İbn Teymiyye’nin onu inkar noktasmda ileri gittiklerini
belirtir. Abdullah İbn Ahmed de “ceyyidü’l-isnâd bir mürsel” olduğunu beyan
ederek Zevâidü’l-Müsned adlı eserine almıştır. Aynı rivayet Taberânî’nin Mu’cemü’l-Evsat’ında
da görülmektedir.[68] Bu
ve benzeri haberler hakkındaki değerlendirmelerin farklı olması, genellikle
müelliflerin yöntemlerinden kaynaklanmaktadır.
Hadislerin Hz.
Peygamber’e aidiyetini tespit edebilmek amacıyla farklı müellifler tarafından,
ağırlık noktaları değişik yerlerde bulunan yöntemlerin uygulandığı
görülmektedir. Bunun neticesi olarak, da bazı hadisler, takip edilen bir
yönteme göre sahih kabul edilirken, bir başka yöntemle değerlendirildiğinde
zayıf hatta uydurma olarak nitelendirilebilmektedir.[69] Söz
konusu olan bu yöntemleri Ahmed Naim şu şekilde özetlemektedir:[70]
a) Senedin esas alınması: Senedin sağlam olması, yani
ricalinin mevsuk, isnadının da muttasıl olması durumunda, aralarındaki ihtilaf
giderilemeyecek şekilde başka sahih bir hadise muhalif bile olsa. hadis sahih
kabul edilir ve senedi tercih edilene “esah” denilir. Bu eğilime göre senedin
sıhhati metnin sıhhatinin garantisi olarak kabul edilmektedir.[71]
b) Metnin esas
alınması: Senedi çok fazla dikkate almaksızın, mezhep ve düşünceye uygunluğuna
göre hadisin kabul edilmesidir. Mutezile ve Mütekelliminin çoğu, kendi
mezheplerine muvafık olmayan hadisleri, senetleri bütün illetlerden salim olsa
bile, akla aykırıdır diye kabul etmemişler; mezheplerine uygun gelen zayıf
hadisleri ise kabul etmeyi âdet edinmişlerdir.
c) Mutedil davranmak: Hadisin kabulünde sadece senede
veya metne bağlı kalmayıp, her iki yönden de şâri’in amacını araştırmayı
hedefleyen yöntemdir. Bunda ön şart yoktur. İsnad ve metin hakkıyla tetkik
edilir ve bu araştırmanın sonucu esas alınır. Dolayısıyla söz konusu olan
metin, araştırmacının ‘reyine aykırı’olduğunda, onun ravilerine hata ve noksanlık
atfedilmediği gibi, onlar masum da kabul edilmezler.
Yukarıdaki açıklamayı
yapan Ahmed Naim, ümmetin önde gelen alimlerinin öteden beri üçüncü yolu takip
ettiklerini belirtmektedir.[72]
Ancak Leone Ceatani[73] ve Alfred Guillaume
[74] gibi
şarkiyatçılar ile Ahmed Emin[75] ve Zakir Kadiri Ugan[76] gibi
nıüslüman bazı müellifler, cerh ve tadil için ilkeler ortaya koyan ulemanın
metin tenkidinden ziyade isnad tenkidine önem verdiklerini; hatta “hadisi
muhtevasıyla yargılamayı asla düşünmediklerini” ileri sürmektedirler.[77]
Mesela Ahmed Emin, tecrübi
müşahedelerin ve zamanın sahih olmadığını ortaya koyduğu haberleri, Buhari’nin
sahih kabul edip eserine almasının nedeninin bu olduğunu beyan etmektedir.[78]
Daha önce
belirttiğimiz üzere ilke olarak bir haberin sahih, hasen veya zayıf
kategorilerinden birinde yer alabilmesi için öncelikle vaz alameti olarak
telakki edilen Kur’an’a, mütevatir sünnete ve akla aykırı olmaması
gerekmektedir.[79] Örneğin İbnü’l-Cevzi (ö.597/1200),
“Allah atı yarattı, onu koşturdu; at terledi ve o terden de kendi nefsini yarattı”
rivayetini, ma’dûm olan halikın kendi nefsini yaratamayacağı gerekçesiyle akla
aykırı yani muhal görür, hatta onun bir müslüman tarafından uydurulamayacağını
belirterek ravilerini değerlendirmeye ihtiyaç bile duymadan reddeder.[80]
Yukarıda vermiş
olduğumuz tarzda aklen imkansız olan haberler, başka herhangi bir tahlile
ihtiyaç duyulmaksızm reddedilmiş, dolayısıyla hadis tasnifinde onlara hiçbir
yer verilmemiştir. Ancak bugün akıl ve mantığın kabul etmediği gerekçesiyle
reddedilen hadislerin hemen hepsinin, sahih, hasen veya zayıf kategorilerinden
birinde yer aldığı görülmektedir. Diğer bir ifadeyle bugün akıl dışı/akla
aykırı görülen bu haberler daha önce tahlile tâbi tutulmuş, ancak akla aykırı
bulunmadıkları için reddedilmemişlerdir. Meselâ Ebu Zerri’l-Gifari’den Buharî’nin
nakletmiş olduğu şu hadis bunlardan birisidir: Nebi kendisine:
“Ey Ebu Zer, Güneş nereye gider bilir misin?” diye sordu. Ben
“Allah ve Resulü daha
iyi bilir” dedim. Resulullah:
“Güneş gider, ta arşın altındaki karargahında secde
eder ve maşrıktan doğmak üzere izin ister ve ona izin verilir. Bununla beraber
o, Ademoğlunun günahkarları üzerine doğmayı hoş karşılamaz ve secde etmeye
yaklaşır. Fakat secdesi kabul olunmaz. Matlaına gitmeye izin ister, izin de
verilmez. Ve ona:
“Artık nereden geldinse oraya dön” denilir. O da
battığı taraftan doğar.” buyurdu.[81]
Görüldüğü gibi bugün
akla aykırı olarak nitelenen bu rivayetin, daha önceki değerlendirmelerde akıl
dışı olarak nitelenmediği, dolayısıyla kitaplara girdiği anlaşılmaktadır.
Bu durumda haberin
uydurma olduğunu ortaya koyan “akla aykırılık” ilkesinin ele alınması ve hem
geçmişteki uygulamasının, hem de bugünkü değerlendirmelerin irdelenmesi
gerekmektedir. Zira rivayetlerin bugün akla aykırılıkla tenkit edilmesi, ya
söz konusu olan ilkenin geçmişte teorik olarak kabul edilmesine rağmen pratikte
uygulanmadığını; ya da müellifler tarafından akim farklı konumlarda ele
alınması nedeniyle aynı hadis hakkında değişik sonuçlara ulaşıldığını düşündürmektedir.
İlke olarak akla aykırılık konusunda, Ahmed Naim’in de belirttiği gibi,[82]
bugün bile ciddi bir ihtilaf vardır.
Bir taraftan bizzat aklın
tanımı, istinbat edebileceği şeyler ve en önemlisi verdiği hükümlerdeki
görecelik/izafilik, bir taraftan da test edilen malzemenin yapısı ve ona
yüklenen anlamın tarihselliği veya evrenselliği bugün için önemli bir problem
oluşturmaktadır. Dolayısıyla rivayetlerin Hz. Peygamber (a.s.)’e aidiyetini
tespit edebilmek için öncelikle onların anlaşılması gerekmektedir. Anlama ise
söz konusu olan olguya önceden yüklenen anlamı bulup ortaya çıkarmakla mümkündür.[83]
Bu nedenle yaşadığımız
asrın da önemli problemlerinden birisi olan akla uygunluk veya akla aykırılık yargısının
hadislere atfedilebilmesi; diğer bir ifadeyle akim bu noktada mihenk taşı
olarak kullanılabilmesi için, öncelikle akıldan ne anlaşıldığının ortaya
konulması ve söz konusu malzemenin yapısı ve oluştuğu dönemde yüklendiği anlam
dikkate alınarak sonuca gidilmesi gerekmektedir. Zira, Ahmet İnam’ın
da belirttiği gibi[84] her ussallık araştırması, yöntemini,
araştırdığı metnin yapısını göz önüne alarak belirlemek zorundadır. Bu nedenle
biz öncelikle akıl anlayışlarını, sonra da rivayetlerin mahiyetlerini ele alarak,
onların Hz. Peygamber’e aidiyetini tespitte aklın oynayabileceği rol üzerinde
durmak istiyoruz.
Akıl ve aklîlik
kavramları, istisnasız herkes tarafından kabul edilmesine rağmen, üzerinde en
çok anlaşmazlık ve tartışma bulunan kavramlar arasındadır. Zira her kültürün,
her düşünce veya mezhebin, hatta fertlerin bir akıl dolayısıyla aklîlik anlayışları
vardır. Takdir edileceği gibi hadislerin Hz. Peygambere aidiyetini tespit ve
değerlendirmede aklın rolünü belirlemeye çalıştığımız böyle bir araştırmada,
her düşünce ve kültürün kendine ait tanımlarını veya tartışmaları, felsefî
boyutlarıyla birlikte yansıtmak mümkün değildir. Ancak, söz konusu ilkenin ne
kadar ve nasıl uygulandığını tespit edebilmek için, öncelikle sahih hadislerin
uydurmalardan ayrıştınldığı dönemlerde kabul edilen akıl anlayışının ortaya
konulması gerekmektedir. Bu nedenle biz, aklın lügat ve ıstılah manalarını,
günlük hayattaki kullanımlarını, Kur’an ve Sünnet perspektifinde nasıl ele
alındığını inceleyerek kabul edilen aklın ne olduğunu; dolayısıyla aklîlik
ilkesinin nasıl uygulandığını belirlemeye çalışacağız.
Lügatte fiil olarak, “anlamak,
idrak etmek, baliğ olmak, engellemek ve
bağlamak”[85] gibi
anlamlara gelen ‘a-k-l’ fiilinin mastarı olan ‘akıl’ kelimesi, cehaletin ve
ahmaklığın zıddı (ilim)[86]
sığınak; diyet, kalp, bir çeşit kumaş, tarak, bağ,
[87]
iyiliği kötülükten ayırma kabiliyeti, idrak merkezi ve hafıza anlamlarında
kullanılmaktadır.[88]
Farklı bilim dallarını da dikkate alarak akıl kelimesinin kullanıldığı anlamlan
Hüseyin Kâzım Kadri şu şekilde özetlemektedir: “Hayvanın ayağına vurulan bağ,
köstek; maddeden mücerret cevher; anlama ve bilme melekesi, zekâ, an, us, hûş;
nefsi natıka, ruh, kuvve-i müdrike; rey, fikir; fikirden fikre intikal
suretiyle olan tarzı istidlal; tasavvurât ve kazayâtı tertip; mebâdi ve
tasavvurât vasıtasıyla malumatı tanzim eden meleke.”[89]
Görüldüğü üzere akıl
kelimesi lügatte birbirlerinden oldukça farklı anlamlarda kullanılmıştır.
Nitekim Şemseddin Sâmî, günlük hayattaki kullanımlarını dikkate alarak şu
şekilde bir tasnife tabi tutmaktadır:[90]
a) Düşünme ve anlama hassası; Bu kişiden kişiye
değişkenlik gösterir. ‘Bu çocuk çok akıllıdır” örneğinde olduğu gibi.
b)Anlama, idrak ve zeka: ‘Onun böyle şeylere aklı ermez’
örneğinde olduğu gibi.
c) Mülahaza ve
fikir: ‘Bunu akledemedim’ örneğinde olduğu gibi.
d) Hafıza: ‘O olay hala aklımdadır’ örneğinde olduğu
gibi.
c) Rey ve tedbir: ‘Bana bir akıl ver’, Bu aklı sana kim
öğretti’ örneklerinde olduğu gibi.
Mil kelimesi ıstılahta
ise, sahibini uygun olmayan davranışlardan alıkoyan ilim,
[91]
güzeli çirkinlik, kemal-noksan veya iki şeyin hayırlısını ya da şerlisini
bilme veya güzelle çirkin arasında kendisiyle ayırım yapılan kuvvet; nazari
veya zaruri ilimleri idrak eden bir nur,[92] ya
da eşyanın hakikati kendisiyle anlaşılan veya gaibatı (müşahade edilemeyeni)
vasıtalarla, mahsusatı (duyumlanabilir olanı) ise müşahede ile idrak eden
mücerret bir cevher,[93] gibi
anlamlarda kullanılmaktadır. Bunların yanında Hüseyin Kâzım Kadri’nin verdiği
şu bilgi, aklı tanımlamanın yanında görev alanını da belirtmektedir.
“Akıl caiz ve mümkün
olan şeylerin esbabı cevazını ve müstehil ve mümteni bulunan şeylerin esbabı
istihalesini bilmektir ki bu sayede hakayıkı umurda ve tedbiri mesâlilıte
nazarı dakik ve fikri selim hâsıl olur.”[94]
Görüldüğü gibi, gerek
lügatte, gerekse ıstılahta, biri temyiz edici alet, diğeri de ilim olmak üzere,
akıl kavramının iki farklı boyutuna dikkat çekilmektedir. Nitekim Rağib
el-İsbehânî (ö.518/1124) de, kavramın, hem ilmi kabule hazır kuvvet, hem de bu
kuvvetle elde edilen bilgi için kullanıldığını belirtmektedir.[95] Daha
sonra ele alacağımız aklın tanım ve taksimatında da bu hususun dikkat çekici
bir şekilde işlendiği görülecektir.
Kur’an-ı Kerim’de akıl
kelimesinin isim olarak kullanılmamasına rağmen “akletmek, düşünmek, idrak
etmek, öğüt almak, ibret almak ...” manaları ifade etmek üzere “a-k-1” fiili
değişik sıygalarda[96] ya
da aynı anlamda “f-k-r” fiili kullanılmıştır.[97]
Ancak bazen akim yerine lübb:
[98] hıcr[99] mıha”[100]
hılm,[101] ve fuad[102]
gibi müteradifleri isim olarak kullanılmış; onlarla da yaygın anlamıyla akıl
kastedilmiş, hatta anlam olarak akla. yeni boyutlar kazandırılmıştır.[103]
Ayet ve hadislerde,
doğurduğu sonuçlarına dikkat çekilmekle birlikte akıl tanımlanmadığı için
onunla neyin kastedildiğini ve ona yüklenen anlam vet görevin neler olduğunu,
yine ayet ve hadislerdeki kullanımlardan çıkarmak gerekmektedir. Bu nedenle
biz İslam düşünürlerini de etkilemiş olması nedeniyle, önce Kur’an’daki, sonra
da hadisteki kullanımları inceleyeceğiz.
Kur’an-ı Kerim’de “akletme”
fiilinin geçtiği ayetlerin bir kısmında genel olarak insanlara hitap edilmekte;
Allah’ın yarattıklarına ve Kur’an’a dikkat çekilerek insanlar öğüt almaya
çağrılmaktadır. Mesela:
“Arzda birbirine komşu
kıtalar, üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır; bunların
hepsi bir su ile sulanır ama ürünlerinde bunları birbirinden üstün yapıyoruz.
Şüphesiz bunda aklını kullanan bir kavim için ayetler vardır.”[104]
Bu ve yukarıda atıfta
bulunduğumuz aklın müteradiflerinin kullanıldığı benzer ayetlerde görüldüğü
gibi,[105] insanların dikkatleri
tabiata, kendi nefislerine ve tarihe çekilerek uyarılmış ve onlar Allah’a imana
dolayısıyla O’nun Resulü’ne tabî olmaya davet edilmişlerdir. Kur’an’da sayıları
hayli kabarık olan bu ayetlerin ilk hedefi, yaratıcının ululuğu, olağanüstü
gücü, geniş kapsamlı ilmi. evreni tümüyle egemenliği altında tutuşu ve bir
düzen içersinde yürütmesine dikkat çekerek insanları uyarmak, Allah’tan
korkmaya, hiçbir ortak koşmaksızın ona kulluk yapmaya, kısacası doğru inanç
edinmeye sevk etmektir.[106] Sonra
da bu çağrıya uymayanlar “akıllarını kullanmayanlar, akletmeyenler”[107] olarak
vasıflandırılmıştır. Bu noktada insanı diğer canlılardan ayıran yetisine yani
aklına dikkat çekilmekte ve hadiselerden gereken dersi almayanlar ise
akıllarını kullanmamakla suçlanmaktadır. Yani olup bitenleri gören, yaşayan,
bilen insan ancak akletmezse bunları yaratan ve yöneten Allah’a teslim olmaz.
Aklın gerçekleştirdiği
bu eylem, kalpte tamamlanan bir ilişkilendirme. zapt ve hıfz işidir.[108] Bu
noktada akletmenin, olup bitenlerden hareketle kendisini ve çevresindekileri
bir yaratanın olduğunu ortaya koyabilecek bir eylem olarak görüldüğü[109]
anlaşılmaktadır. Ancak onun doğru sonuçlara ulaşması, tabiata bakışın yanlış
modellerden, kendisinin de nefsin etkilerinden kurtulması durumunda mümkündür.
Bu anlamda mutlak otonom/özerk akıldan çok görece bağımsız (izafî) akıldan söz
edilebilir.[110] Zira tarih, çevre ve
toplumdan gelen izlenimler ve bilgiler aklı yönlendirmektedir. Onun sağlıklı
düşünebilmesi için, söz konusu olan bu izlenim ve bilgilerden kurtarılması
gerekmektedir.[111]
Bunun başarılma oranı ise, doğal olarak kişiden kişiye değişkenlik
gösterecektir. Öte yandan İslam’da
istişareye verilen önem de, en iyi ve en doğruya ulaşmada fertlerin, akıllı
olmalarına rağmen, birbirlerinden farklı olduğunu göstermektedir.
İman etmeyen
müşrikleri akletmemekle ayıplayan Kur’an, bu tavrım, akıl ve hislerini
kullanmayanlardan ‘‘insaniyet” vasfını düşürüp, onları hayvanlara benzeterek[112]
sürdürmektedir. Zira Kur’an’a göre insanla hayvanın arasındaki temel ayırımı
sağlayan nitelik akıldır. Bu durumda kişi aklını veya onun vasıtaları olan
hislerini kullanmadığında akletmeyen ya da idrak etmeyen hayvanlarla aynı
seviyeye düşer.[113]
Zira onlar aklın zıddı olarak kabul edilen[114] hevalarına
tabi olmuşlardır.
Kur’an, his ve
akıllarını kullanmayanlar için hayvanlaşma benzetmesinin yanında, onları
ölülere de benzetmektedir.[115]
Bununla birlikte onu aklını kullanıp istenilen sonuca ulaşmadığı için cehennem
azabıyla da tehdit etmektedir.[116]
Kur’an-ı Kerim’de
inanmayanlar genellikle akletmemekle suçlanıyorsa da bu ayetler, onların
akıllarının olmadığına delalet etmemekte; aksine Kur” an, onların akıllarının
olduğunu, ancak onu doğru bir şekilde kullanmadıklarını vurgulamaktadır.[117]
Burada Kur’an’ın realiteyi dile getirmekten ziyade, sürekli seviyelerini
düşürdüğü için. aşağılayarak onları uyarmayı hedeflediğini düşünebiliriz.
Ancak Kur’an-ı Ke-rim’i’n bu kullanımı, doğal olarak müslüman düşünürlere de
yansımıştır. Mesela Alkame, İbn Mesud’un kendilerini, kafir olan bir insanı
akıllı olarak nitelendirmekten nehyettiğini belirtir.[118]
Uydurma olduğu belirtilen bir habere göre de Resulullah (a.s.), hıristiyan olan
bir kişinin akıllı olarak nitelendirilmesini istememiş ve şöyle buyurmuştur: “Bırak! akıllı Allah’a itaat edendir.”[119]
Rağib el-İsbehânî de aklın meyvelerinden en hayırlısının, Allah’ı bilme, ona
güzelce itaat ve masiyyetten el çekme olduğunu beyan ederek[120] bu
kullanıma dikkat çekmiştir.
Hadislerde akıl
kelimesi, “akıl (insanın kendisiyle değer kazandığı şey)”[121] ve “diyet”[122]
anlamlarında isim olarak kullanıldığı gibi, “akletnıek, idrak etmek, anlamak”
manalarına fiil olarak da kullanılmıştır.[123] Kur’an’da
yer, gök, deve, çeşitli meyvalar vb. gibi Allah’ın yarattığı şeylere dikkat
çekilerek insanın düşünmesi istenmiş; aynı şeyler hadislerde de vurgulanmış
ancak o, Allah’ın zatı gibi konularda değil de, Allah’ın yarattığı varlıklar
üzerinde düşünmeye çağırılmıştır. Zira akılların onun zatını kavrayamayacağı
düşünülmektedir. Bu husustaki vurguları açısından Kur’an ile hadisteki
kullanım arasında bir fark dikkat çekmemektedir.
İnsanın yükümlü
kılınmasına neden olan ve gerek Kur’an ve gerekse hadislerde ısrarla,
kullanılması istenmesine rağmen, mııhaddisierle aklı ön plana çıkaranlar. Allah
Resulü’nden gelen akılla ilgili hadislerin sıhhati konusunda ihtilafa
düşmüşlerdir. Alimlerin bir kısmı bu konuda sahih hiçbir hadisin olmadığını,
dolayısıyla hepsinin uydurma olduğunu söylerken;[124]diğerleri,
haberlerin bir kısmının
isnadları
zayıf bile olsa, ayetlerin ruhuyla özde uyum içersinde olduğunu, zira bu
hadislerin çağırdığı aklın Yunan aklına benzeyen mücerret akıl olmadığını;
hatta onun Allah’ı tanıma ve O’na itaat etmede kullanılması istenilen islamî
akıl olduğunu beyan ederek kabul etmişler;[125] bu
konuda da bir çok hadisin varid olduğunu ileri sürmüşlerdir.[126]
Akılla ilgili
haberlere karşı bu şekilde tavır alışların temelinde, akıl konusunda aşırı
gitmiş olan Mutezile ile, nasslara yapışarak bu taşkınlığın karşısında duran
Ehl-i Hadis’in arasındaki fikir çatışması yatmaktadır.[127]
Zira Mutezile mezhebine mensup olanlar Me’mun (ö.218/833) döneminde tercüme
edilen kitaplara sarılıp, görüşlerini destekleyen aklî metotları alarak,
bunları münazaralarda kullanmışlardır.[128]
Cerh ve tadil, özel olarak da fıkhu’l-hadisle uğraşan alimler, müslümanların,
salt akim arkasına düşmelerinden korktukları için bu tür hadislere karşı hassas
davranmışlardır.[129]
Nitekim bu hadisleri reddetmenin, mutezilenin akim hükümranlığı konusunda
aşırılığa kaçması nedeniyle bir tepki olarak ortaya çıktığı belirtilmiştir.[130]
Mutezile mezhebine
mensup olanların çoğu, akla özel bir değer verip eşyayı idrak ve işleri
ayrıştırmada sırf onun kudretine güvenerek, kabul ettiğini kabul, reddettiğini
de reddetme noktasında ifrata düşerek, aklın yanılmaz olduğunu ileri sürdüler.
Bazı hadislerin ve eserlerin reddinde -hükümlerine ve anlayışlarına aykırı
olduğunda- akla dayandılar. Bu şüphesiz onlar adına bir aşırılıktı.[131] Bu
düşüncelerinden dolayı Mutezileye karşı çıkanlar da, onların yücelttiği aklın
fazileti konusundaki haberleri reddetme konusunda, aşırılığa kaçtılar,[132]
yani onları tümden reddettiler. Buna rağmen İslam’da aklın kötülenmesi söz konusu
olmamış, aksine o, dünya ve ahiret mutluluğunu elde etme aracı olarak
görülmüştür.[133]
Hz. Peygamber’den akıl
konusunda aktarılan hadislerin içerisinde, tıpkı diğer konularda olduğu gibi,
hem sahih hem de uydurma haberlerin bulunması gayet doğaldır. Çünkü bu
hadisler de aynı tarihî süreçten geçmişler; hatta farklı mezheplerin düşünce
sistemlerinde anahtar terim olarak görüldüğü için ona özel bir önem ve yer
verilmiştir.
Mutezilenin akılcı
eğilimine bir tepki olarak, onların temel dayanakları olan akıl konusunda,
bazı alimler hiçbir sahih haberin olmadığım söylerken, bazıları da,
haberlerden bir kısmının sahih olduğunu beyan etmektedir.[134] Bu
durumda, her ne kadar hüküm çoğunluğa göre verilse bile, akıl konusundaki
hadislerin bir kısmı sahihse “Bu konuda hiçbir sahih hadis yoktur” yargısı
geçerliliğini kaybetmektedir.[135]
Öte yandan bu
hadisler, şayet Hz. Peygambere ait olmasa da sahabe veya tabiûn; daha genel
bir ifade ile ilk müslüman nesilden gelmiştir.[136]
Dolayısıyla onların Hz. Peygamber’c aidiyeti kabul edilmese bile, ilk dönemin
kültür ve kabulünü yansıttığı inkar edilemez. Bu nedenle uydurma bile olsa
konuyla ilgili rivayetleri bir bütün olarak elc almak sureliyle, ilk dönemde
kabul edilen akim keyfiyyetini tespit etmeye çalışacağız.
Hz. Peygambere (a.s.)
atfedilen rivayetlerin bir kısmında akim, yaratılmış, müstakil ve öncelikli
bir varlığının olduğu, bir kısmında ise insan
tarafından kazanılan bir yetenek olarak vurgulandığı görülmektedir. Bunların
yanı sıra onun insandan insana değişkenliği de vurgulanmış; ancak bu
değişkenlik insanların kesbi yani kazanmasından değil de yaratılışta Allah
tarafından yapılan dağıtımdan kaynaklandığı belirtilmiştir. Böyle bir
çalışmada konuyla ilgili bütün rivayetleri ortaya koymak mümkün olmadığı için
biz, ilgili rivayetleri kendi içerisinde gruplandırmak suretiyle örnek
zikretmekle yetineceğiz. Rivayetlere göre akıl:
a) İlk yaratılan şeydir’:
“Allah’ın ilk
yarattığı şey akıldır; Allah-u Teala ona, ‘önünü dön’, dedi. O döndü. ‘Arkanı
dön’ dedi. O döndü. Sonra da şöyle söyledi: ‘İzzet ve celalime andolsun ki,
bana senden daha sevimli gelen bir şey yaratmadım; seninle alır, seninle
veririm. Seninle sevap verir, seninle cezalandırırım.’[137]
“Cebrail Adem’e geldi
ve
“Ben sana üç şey
getirdim, birini seç” dedi. Adem:
“Onlar nedir? Ya
Cibril” dedi. Cibril:
“Akıl, haya ve din”
dedi. Adem de aklı seçti...”[138]
. Bu rivayetlerde
akıl, ilk yaratılan veya yaratılışta önceliği olan: hatta insandan bağımsız bir
varlık olarak kabul edilmektedir. Bu haberler müslüman düşünürler üzerinde
etkisini göstermiştir. Nitekim Muhammed Takiyyü’l-Müderrisî, yaygın olan
görüşün ‘aklın yaratılış ve dirilişteki bağımsızlığı’ olduğunu beyan
etmektedir.[139]
b) Akıl insan tarafından kazanılmıştır:
“Kişi kendisini
hidayete götürecek, çirkinliklerden sakındıracak bir akıldan daha güzel bir şey
kazanmamıştır.”[140]
Kazanılan bu akıl
doğal olarak, kişiden kişiye, hatta kişinin erkek ve kadın olmasına bağlı
olarak da değişen ve gelişen bir şeydir.[141]
Hatta kişilere ecirlerinin akıllarına göre verileceğini[142]
kabul de bunu göstermektedir. Öte yandan aklın işle ortaya çıkacağını,[143]
hatta insanların akıllarının zamanlarına göre olduğunu belirten görüşler de
vardır.[144]
c) Aklın kişiden kişiye değişiklik arzeden cüzleri
vardır:
Bu konuda, kazanılıp
geliştirilmesine bağlı olarak kişiden kişiye değişkenliği noktasında ikinci
grup olarak verdiğimiz haberlerle aynı gözükse bile, Allah tarafından
verilmesiyle ondan ayrılan farklı bir değerlendirme daha dikkat çekmektedir.
Nitekim Meleklerle Allah-u Teala arasında şöyle bir konuşma hadis olarak
aktarılmaktadır:
“Melekler:
“Ya Rab Arştan daha
büyük bir şey yarattın mı?” Allah;
“Evet, aklı yarattım” buyurdu.
Melekler:
“Ya Rab o ne kadardır?”
Allah:
“Kumların sayısını
bilir misiniz?” Melekler:
“Hayır, Ya Rab!”
Allah:
“İşte aklı da
bilemezsiniz. Ben aklı kum sayıları gibi sınıflara ayırdım. İnsanların
kimisine bir tane, kimisine de Allah’ın dilediği kadar verilmiştir” buyurdu.”[145]
Buna göre akıl
parçalardan mürekkep olan bir bütündür. İnsanların farklılıkları da sahip
oldukları parça sayısına bağlıdır.
Bu rivayetlerde
belirtilen unsurları özetlediğimizde, temelde iki farklı yaklaşım ortaya çıkmaktadır:
i) Akıl
müstakil bir varlıktır,
ii) Müstakil
bir varlığı olmayan akıl, kişilere bağlı olarak değişkenlik arz etmektedir.
Ancak bu değişkenlik ya kişinin çabasından ya da yaratılıştan
kaynaklanmaktadır.
Bu farklılığı ortaya
koyan rivayetler dikkate alındığında, ya onların uydurma oldukları için
çeliştiklerini ya da farklı rivayetlerde, akim farklı yönlerine dikkat
çekildiği için çelişki olmadığı sonucu çıkarılabilir. Akılla ilgili
rivayetlerde bol miktarda uydurma olduğu için birinci görüş uzak bir ihtimal
olarak görülmemekle birlikte, günlük hayatta da değişik şekillerde kullanılan
aklın farklı özelliklerinin dikkate alındığı da düşünülebilir.
Kur’an-ı Kerim’de de
akim, birbirleriyle çelişik gibi gözüken farklı şekillerde kullanıldığını beyan
eden Rağıb el-İsfehânî de, Kur’an’da akılla ilgili olan ayetleri, aklın garizi
(doğuştan) ve müktesep (kazanılmış) oluşuna göre tasnif etmiş ve aklı olmadığı
için insandan teklifin kaldırıldığı her yerde birincisine; Allah’ın
akılsızlıkla kafirleri yerdiği yerlerde ise ikincisine işaret etmiştir.[146] Söz
konusu olan hadislerlerde de bu şekilde bir tasnif yapılabileceği için, akim
farklı yönlerine temas eden haberler arasında, esas itibariyle, telifi mümkün
olmayan bir tenakuzun olduğu söylenemez. Aklın sonraki dönemlerde yapılan
tasniflerinde de bu ayırımın etken olduğu anlaşılmaktadır.
Kur’an ve sünnette
akıl, farklı boyutlarda ele alınmış olmakla birlikte, Mutezilenin iddia ettiği
gibi, Hakikatin Bilgisini tek başına kavrayıp keşfedebileceğine dair ciddi bir
işaretin olmadığı,[147]
aksine teslimiyete götüren bir araç olarak kabul edildiği anlaşılmaktadır. Bu
noktada Ali Bulaç’ın İslam ile Aydınlanma arasındaki temel farkı oluşturduğunu
söylediği “Kendi adına ve kendi basma var olan ve kurallarım evrensel gerçeklikler
düzeyinde bize yansıtan otonom bir akıldan bahsedilebilir mi?”[148]
sorusuna cevap bulmak gerekmektedir. Zira insanı seküler bir tabana oturtan
Aydınlanma, aklı ile ürettiği bilginin evrensel ve hakikatin tek ölçüsü
olduğunu ileri sürmektedir. Aksinin kabulü ise aklın bilgi kaynağı olarak
yetersizliğini ortaya
koyup, akıl üstü bir nağıkayn yani vahyin müdahalesini haklı kılacaktır.[149]
Oysaki gerek Rasyonalizm, gerekse Aydınlanma aklın üstündeki her prensibi ve değeri
reddedip, bilimsel bilginin ötesinde mümkün bilginin olamayacağını
belirtmektedir.[150]
Yukarıda işaret etmiş
olduğumuz ayetlerde akim bir fonksiyonu olarak kullanılan akletme ile insan
olma arasında bir ilişki kurulduğu anlaşılmaktadır. Bu durumda eylem olarak akletmenin
keyfiyetinin ortaya konulması gerekmektedir. Asrımızın meşhur müfessirlerinden
Hamdi Yazır akletmeyi şu şekilde açıklamaktadır:
“Neden ile sonuç, eser
ile müessir arasındaki alakayı; yani illiyet kanununu ve ona bağlı olan
şeyleri idrak ederek eserden müessire veya müessirden esere ya da müessirin iki
eserinin birinden diğerine geçmektir. Mantık denilen bu geçiş sayesinde
hissedilen bir eserden, hissedilemeyen müessiri; yalı ut mahsus olan bir
eserden, ilgili olduğu diğer bir eser, mesela görünmeyen bir annın
vızıltısından henüz hissedilemeyen bal ve onun yeri keşf ve idrak olunur. İşte
böyle hisssedilenden hissedilemeyene intikale vesile olan veya hissedilemeyen
bir manayı keşfeden idrak aletine akıl, eyleme de akletmek denilir.”[151]
Yazır’ın bu tanımlamasını
daha açık bir şekilde Creighton’da bulmaktayız:
“Akletmek bilinen
gerçek veya ilkelerden hareketle, başka bir gerçeğe ulaştığımız zihni bir
süreçtir. Bu geçişin temelleri genellikle elimizdeki bilgide bulunur, Bu durumda
akletmenin ayırdedici vasfı arabuluculuk olarak ortaya çıkar. Biz düşündüğümüzde/usa
vurduğumuzda, bazı şeylerin, diğerleri doğru olduğu için doğru olduğu sonucunu
çıkarırız.”[152]
Bu durumda ne akletmek bir boşlukta gerçekleşir, ne de akıl, gizemli
bir şekilde gerçekleri ortaya koyan zihnin özel ve ayırdedici bir fonksiyonudur.
O materyalini tamamen tecrübeden alır, onu birleştirir, yeniden düzenler ve
sistematize eder.[153]
İnsana da bu akletme gücü verildiği için sorumlu tutulmuştur. Kur’an’a göre
akleden insan inanır ve gereği gibi amel eder. Çünkü Kur’an nezdinde aklın bu
iki hareketi gerçekleştirmesi gerekmektedir.[154]
Zira Kur’an’a göre akletme, niyet ve eyleme yönelik sonuç alıcı zihinsel bir
faaliyettir. Amacı ise ibret almak, olup bitenlerin arkasındaki sebepleri
görmek, dolayısıyla Yaratana teslim olmaktır.[155]
Öte yandan Kur’an’daki
tefekkür, tedebbür ve akletmeye çağrıda kullanılan unsurlar, derin düşünmeye ve
ince araştırmaya muhtaç olmayan sade ve açık şeylerdir. Bunların bir kısmı
hissi bedihiyyattır ki insan sanattan sanatkara ulaşır; diğerleri ise toplumsal
ahlakî bedihiyattır. İnsan, bunlar sayesinde Allah’ın emir ve yasaklarından
onun faydalı veya zararlı olduğu sonucunu çıkarır. Zira Allah insanı yeryüzünde
kendi halifesi yaparken ona vazifesini yerine getirebilecek imkanla birlikte,
sorumluluğu taşıyabilecek yetenek de vermiştir. Yani ona sebepleri araştıran,
her şeyde Allah’ın varlığının ve birliğinin işaretini gören bir akıl
bahşetmiş, onu kullanmayanları da kınamıştır.
İslam tarihinde ortaya
çıkan akılcı hareketleri iki grupta ele almak mümkündür. Bunlardan birincisi
akıl ve bilimin, gerçeğe ulaşmada, iyiyi kötüden ayrıştırmada yeterli ve
güvenilir bir yol olduğunu; insanların da akıllı olmaları nedeniyle bilgiye
ulaşmada eşit olduklarını; nebilerin haber- diye getirdiği kutsal metinlerin
icaza sahip olmadığı gibi,
akla
aykırı ve çelişkili[156]
olduklarını beyan eden Berâhime veya onun düşüncesini savunanlardır. Diğeri ise
hakikatlerin akılla bilinebileceğini söylemekle birlikte nübüvvetin mümkün
olduğunu beyan eden i’tizâlî hareket, yani muteziledir.
Akla aykırı bulduğu
için bizzat nübüvveti inkar eden[157]
Berâhime ya da Ebu Bekir er-Râzî ve İbnü’r-Ravendi gibi münferid ilhad hareketlerini[158] bir
kenara bırakırsak, İslam tarihinde dini meselelerde, mezhep olarak aklî uğraş
verenlerin ilki, Vasıl b. Ata (ö.131/748) ve Amr b. Ubeyd’le (ö. 144/761)
başlayan i’tizâlî harekettir.[159]
İslâmi rasyonalize
faaliyeti olarak değerlendirilebilecek bu hareket, başta Hıristiyanlık, daha
sonra da antik Yunan düşüncesi olmak üzere yabancı düşünce sistemleriyle karşı
karşıya gelindiğinde, İslam’ı, akli platformda savunmak için bir tepki olarak
doğmuştur.[160] İlk merhalesi
mutezileyle başlayan akılcılık, felsefi hareketin başlamasıyla çok daha
sistemli bir hal aldı ve kalıcı bir miras bıraktı.[161]
Emeviler döneminin sonlarına doğru Kelâm ilmi, yerleşik kadim inançlar,
Mutezile ve dış etkiler karşısında İslam inancını akıl temelinde savunmak
amacıyla ortaya çıktı.[162]
Böylece İslamın 2. yüzyılı teolojik rasyonalizmin doğuşuna şahit oldu.[163]
îslamı, aklî
platformda savunmak için ortaya çıkan Mutezile, akılcılığını dini hükmün
keşfinde akılla naklin eşit düzeyde olduğunu iddia edecek kadar ileri götürdü.
Hatta onu dinî bir delil olarak Allah’ın
kelamıyla
aynı düzeyde hatta nakilden üstün tuttular.[164]
Zira onlara göre akıl, işlerini düzenlemesi ve faaliyetlerini yönetmesi için
Allah’ın insan nezdindeki vekilidir.[165] Bu
nedenle, aklın terk edilerek, naklin birinci derecede bilgi kaynağı olmasını
reddettiler. Meselâ husun-kubuh meselesinde herhangi bir nassa ihtiyaç
duymayıp[166] bunları ayrıştırmayı aklın
asli görevi olarak gördüler. Nass ve me’suratın herhangi bir müdahalesini
kabul etmedikleri için de onların akla arz olunacağını söylediler.[167]
Dolayısıyla delilleri sayarken Akılla başlayarak Kitap, Sünnet ve İcma şeklinde
sıralamışlardır.[168]
Öte yandan Mutezile,
Allah’ın her şeyden münezzeh olduğu fikrini korumak endişesiyle, Kur’an ve
Hadiste teşbih ihtiva eden bütün sözleri akılcı bir ruhla te’vil etmiş,
dolayısıyla sıfatları inkar etmiştir.[169]
Zira onlara göre Allah’ın bilgisi sırf akılla elde edilebilir.[170]
Böylece onlar aklı, inanç konularında tek otorite konumuna geçirdiler.[171]
Mutezilenin önemli
ölçüde kullandığı, akılla nasları te’vil konusunda insanlar ifrat ve tefrite düştüler.
Öyle ki tevili kabul edenler, münker ve nekirin suallerinin, cennet ve
cehennemliklerin ahiretteki konuşmalarının “kâl” (söz) diliyle değil “hal”
diliyle olacağına hükmettiler.[172]
Buna karşılık te’vili reddetme konusunda ifrata düşülürken,[173]
bazı mutasavvıflar da aklı ve akli ilimleri kötülediler.[174]
Böylece Kelam, naslar
etrafında cedelî akıl, felsefe salt akıl, fıkıh usûlü de pratik akıl şeklinde
tezahür ederken, tasavvuf aklı eleştiren ve sınırlamaya çalışan bir hareket
olarak gelişti.[175]
Onları böyle davranmaya, akıl ve aklî ilimleri, insanların birbirlerini
suçlamak için kullanmaya kalkmaları ve akıl ile makul kavramlarım mücadele ve
münazara ortamına sokmaları sevk etmiştir.[176]
Akla önem vermekle ün
kazanan Mutezile, düşüncelerini insanlara kabul ettirebilmek için halifelerin
sultalarını kullandılar.[177]
Zira onlara göre akıl ve muhakemeyle varılan her sonuç mutlak olarak doğrudur;[178]
dolayısıyla evrenseldir.[179] Bu
akıl yürütmenin doğal bir sonucu olarak da akıl ile nakil çatıştığında akim
hükmünü tercih ettiler.
Ancak Selef çizgisinde
bulunan hadis bilginleri, bu düşünceye karşı önemli eleştiriler yönelttiler.[180]
Onları, Kur’an ve Sünneti akli bir takım formüllerle savunurken, tahrif etmekle
suçladılar.[181] Bu tepkiler çeşitli
şekillerde kendisini gösterdi. Mesela Muhasibi (ö.243/857) onların akli
mücadelelerinde taşkınlık gördüğü ve aklı Kur’an’a hakim kılmaları,
dolayısıyla nassa üstün tutmaları nedeniyle, Fehmu’l-Kuran adlı
eserini bir reddiye olarak yazdı.[182]
Zira Mutezilenin akılcılığı karşısında yer alan Sünnî kelam geleneği, nasları
açıklamada akla önemli bir rol yüklemekle birlikte, temel hareket noktası
olarak nassı belirleyici ilke kabul ediyordu. Çünkü akıl, davranış tarzımızı ve
inancımızı belirleme konusunda yeterli bir kaynak değildir; dolayısıyla akıl
veya aklî tahliller de iman ve dini inançlar alanında geçerli olamaz.[183]
Bununla birlikte akıl, insanı belli bir seviyeye kadar getirebilir. Daha sonra
insanın iyiliği adına bir otoriteye teslim olma yükümlülüğü başlamaktadır.[184]
Mutezilenin bu akılcı
çıkışı, hareket olarak baltalanmış olsa bile, sonraki gelişmeler esnasında
sahip çıkılan bir miras bırakmıştır. Akıl ile nassın çatışması durumunda aklın
alınıp naklin te’vil edilmesi ilkesi bunun en açık örneklerindendir. Mutezileye
reddiye olarak bir eser kaleme alan Muhasibi bile ondan bazı şeyleri
değiştirmekle birlikte, almıştır. Meselâ mutezilenin kabul ettiği aklın
istiklaliyeti ve bilgide önceliğine karşın, o aklı bilgi kaynağı olarak kabul
eder; ancak Kur’an’ın yaptığı gibi, onun imanla ilişkilendirilmesinin
gerektiğini vurgular.[185] Öte
yandan Mutezilenin aklı bu derece yükseltmesi kıyas ve re’yi bertaraf etmeye
çalışan Zahiriye mezhebinin mutaassıp fikirlerinin ve sırf ilhama dayanarak
bazı sapıklıklar doğuran Kerramiye fırkasının fikirlerinin yayılmasını da bir
dereceye kadar önlemiştir.[186]
Hadisçilerle
Kelamcılar arasında ortaya çıkan bu fikri çatışma, VII/XIII ve V11I/XIV.
yüzyıllarda İbn Teymiye ve ekolüyle birlikte zirveye ulaşmıştır.[187]
Böylece Mutezile gibi yer yer teoloji örtüsüne bürünmüş politik bir eğilimin
akla yaptığı aşırı vurgu ile Meşşailerin[188]
aklı epistemolojik kavramsallaştırmada anahtar bir terim durumuna yükseltmeleri
karşısında selefi bakış açısı, nassa öncelik ve belirleyicilik vermekle
entelektüel hayatta özel bir tavır alışın gelişmesine de katkıda bulunmuştur.[189]
Kelamcıların hemen
hepsi, aklın vazgeçilmesi imkansız bir epistemolojik fonksiyonunun bulunduğunu
kabul etmekle beraber, onun bütün ve olayların bilgisini elde etmedeki gücü
konusunda farklı görüşler ortaya atmışlardır. Nakli ihmal etmemekle birlikte
aklı mutlak bilgi kaynağı olarak görenler olduğu gibi; aklı, nakli anlamada bir
araç, naklin hizmetinde bir idrak vasıtası olarak benimseyenler de olmuştur.[190]
Ancak dinde teklif için şart görülen aklın[191]
insanların davranış tarzını belirlemede yeterli bir kaynak olup olmadığı
konusu, doğru ve bağımsız akılla her şeyi bilebileceğimizi beyan eden
akılcılarla, bu tür bilgi için uygun bir kaynak olarak yalnız vahyi kabul eden
ehl-i sünnet arasında temel çatışma noktasını oluşturmaktadır.[192]
Kelamda uzun süre tartışılan husun-kubuh meselesini buna örnek olarak zikretmek
mümkündür.
Nascılarla akılcılar veya Ehl-i Sünnet ile Mutezile
arasında çıkan bu fikri çatışma islam düşüncesini etkilemiş, hatta toplumda
çeşitli eğilimlerin belirginleşmesine neden olmuştur. Bu farklı yaklaşımları
Gazzâlî beş grupta ele almaktadır:[193]
a) Yalnızca aklı geçerli ölçü olarak alanlar;
b) Yalnızca nakli ölçü alanlar;
c) Aklı temel alıp nakli ona uyduranlar;
d) Nakli esas alıp aklı ona uyduranlar;
e) Hem nakli hem de aklı esas alanlar.
Akılla nakil
arasındaki ilişkiyi farklı biçimlerde oluşturan bu eğilimler, genellikle akılla
vahiy arasındaki ilişkiyi belirlerken üç yoldan birini takip etmişlerdir:
i) Aklın vahiyle ilgili meselelerde hiçbir yeri yoktur.
ii) Akıl, Resul ve tebliğinin kabulü için makul deliller
üretir ve neticede vahyolunan hakikatlerin daha köklü bir şekilde anlaşılması
ve savunulması için araçlar sunar;
iii) Bizatihi akıl, vahye ihtiyaç duymayacak derecede
kuvvetlidir. Vahyin öğrettiği şeys akıl tarafından bilindiği için insan aklı,
ne vahye ne de Resule muhtaçtır.
Bu yollardan birincisi
Ahmed İbn Hanbel (ö.241./855) ve takipçileri tarafından temsil edilen
nakilcilerle özdeşleştirilmiştir. İkincisi çoğunlukla Mutezile hareketiyle
özdeşleşmiş olsa da metodoloji açısından Ehl-i Sünnetin önde gelen iki ekolü
Eşarilik ve Maturidilik tarafından da paylaşılmıştır. Üçüncüsünü ise Cehm İbn
Safvan (ö. 128/745) seçmiştir.[194]
İslam bilginlerinin
akılla ilgili değerlendirme ve tanımlarının ne zaman başladığım tam olarak
ortaya koymak mümkün gözükmemektedir. Ancak “Zanda isabet etmek ve olmuş
vasıtasıyla olacağı bilmek tarzındaki Amr İbnü’1-As’a (ö.43/663) atfedilen bir
akıl tarifine ya da Hz. Ali ve Muaviye’ye atfedilen akıl taksimatına[195]
bakarak daha ashab devrinde bu konuda fikir beyan edilmeye başlandığını
söylemek mümkündür. Ancak aklın tarifi ve konumu çerçevesindeki tartışmaların,
esas itibariyle Mutezile kelamcılarının ortaya çıkmasından sonra başladığı
anlaşılmaktadır.[196]
Zira İslam tarihinde “akılcılık” olarak
isimlendirilebilecek olan mutezile hareketinin başlamasından sonra ulema
akıl-nakil ilişkisi konusundaki görüşlerini, dolayısıyla akıl tanımlarını
ortaya koymak zorunda kalmışlardır. Ancak soyut ve birden çok anlama sahip
olması nedeniyle “efradını cami, ağyarını mani” bir tanımı yapılamayan akıl
konusunda insanlar ihtilafa düşmüşler; hatla bunu “kalp ve azalardaki etkisiyle
bilinebilen bir garizadır”[197]
veya “akıl işle ortaya çıkar”[198]
şeklinde sıfatlarıyla tavsif etmeye çalışmışlardır. İşte bu ihtilafı vurgulayan
Ferid Vecdi, yapılan tanımları dört grupta ele almıştır:[199]
1) Latif bir cevher,
2) Gerçek anlamda eşyayı idrak eden şey.
3) İlim.
4) Zorunlu ilim.
Her ne kadar Ferid Vecdi gibi bilginler yapılan akıl
tanımlarım dört grupta ele alsalar da, onları, gariza ya da temyiz aleti ve
ilim ya da zorunlu ilim olmak üzere iki ana başlık altında toplamak mümkün gözükmektedir.
Zira Ferid Vecdi tarafından birinci ve ikinci sırada zikredilen latif bir
cevher ve eşyayı idrak edici bir şey olması iki farklı niteliktir. Bir
nesnenin birden çok niteliğe sahip olması da doğaldır. Üçüncü ve dördüncü
sırada zikredilen ilim ve zorunlu ilim ayırımı ise, kategorik bir ayırım
olmayıp, umum husus ayırımıdır. Bu nedenle yapılan akıl tanımlarını
gariza/temyiz aleti ve ilim/zorunlu ilim olmak üzere iki grupta ele almak
mümkün gözükmektedir. Böyle bir tasnif, hem tarihteki ayırıma, hem de
mezheplerin genel görüşleriyle uyum içindedir. Çünkü bu tasnifte birinci sırada
yer alan temyiz aleti veya gariza oluşu, Ehl-i Sünnet, ilim/zorunlu ilim oluşu
da Mutezile ve bazı Eşariler tarafından benimsenmiştir. İnsanların bu farklı
anlayışları doğal olarak lügat kitaplarına da yansımış ve kavramın karşısına
bu farklı anlamlar bir araya getirilerek yazılmıştır.[200]
Bilindiği gibi akıl,
insanların, diğer canlılardan ayrılmasını sağlayan doğuştan sahip olduğu bir
haslettir. İnsanlar yaratılışlanndaki bu yeti ile nazari ilimleri öğrenmeye
istidat kazanırlar.[201]
İnsanın zarar veren şeylerden kaçınıp, fayda veren şeyleri yapması onun aklının
varlığına delalet eder, yani onun garizası vardır.[202]
Çocukta kuvve halinde mevcut olan bu kudret, o buluğa erdiğinde, kişiden
kişiye değişken olmakla birlikte, gelişimini tamamlar, böylece insan onunla
istidlali bilgiye ulaşabilir.[203]
İnsan kategorisi içinde yer alan tüm akıllı fertler bu garizaya sahip olma
açısından birbirlerinden herhangi bir farklılık arz etmezler.[204] Bu
noktayı ön plana çıkaran tanımlardan bazılarını zikredelim:
“Akıl, gaib olan
şeyleri vasıtalarla, mahsûsât/duyumlanabilir olanları ise müşahade ile idrak
eden latif bir cevherdir.”[205]
“Akıl, insanın
kendisiyle sözü anlayabildiği bir garizadır.”[206]
“Akıl sebepleri görmek
ve sonuçları çıkarmak aletidir. Akıl gözlerin görmediğini gören bir basirettir.
Akıl geçmişi hale taşıyan, olanlardan olacaklara dair dersler çıkaran, onları
muhafaza eden ve kendisinde toplayıp değerlendiren bir hafızadır.”[207]
“Akıl, nazarî ilimlere
veya nazarî ilimlerin dayanağı olan öncüllere kendisiyle ulaşılan bir
sıfattır.”[208]
Temyiz aleti veya
kuvveti olarak kabul edilen aklın bulunduğu yer de, doğal olarak tanımlarla
birlikte verilir. Mesela Hamdı Yazır onu, “madeni kalp ve ruhta, şuası beyinde
bulunan manevi bir ışıktır ki insan bununla duyumlanamayan şeyleri idrak eder”[209]
şeklinde tanımlar. Ebu’l-Ferec İbnü’l-Cevzi de, şu tanımı yapar:
“Akıl garizadır. Çünkü
o kalbe atılmıştır. Eşyayı idrak için kullanılır ve mümkün olanların imkanını,
muhal olanların imkansızlığını bildirir ve işlerin neticesine ışık tutar. Bu
nur artar ve eksilir.”[210]
Aklın doğuştan gelen
bir temyiz aleti olduğunu kabul eden düşünürler, gözde görme, dilde tatma
kuvvetinin bulunması gibi, aklı, bütün akıllılarda var olan bir yetenek[211]
olarak kabul etmekle birlikte, onun kişiden kişiye değişkenliğini de kabul
ederler. Mesela Haris el-Muhasibi’ye akıldan sorulduğunda: ‘O doğuştan olan bir
nurdur, tecrübeyle artar, ilim ve hilm ile güçlenir’ şeklinde cevap vermiştir.[212]
Aklın doğuştan olduğu
fikrine karşılık, onun çalışmakla elde edilip pratikle geliştirilebileceğini
ileri sürenler[213] bu
noktada çok farklı bir şey getirmemişlerdir. Zira onun kişiden kişiye
değişkenliği, kişinin tecrübesi, gelişme süreci veya vasıtalarla izah
edilmektedir. Aklı tanımlayan islam bilginlerinin önemli bir kısmının bu
görüşte olduğu görülmektedir.[214]
Akılla ilgili olarak
yapılan tanımların bir kısmı da onu ilimle özdeşleştirmiştir. Zira bu
tanımlarda açıkça aklın, ilim[215] ya
da cehlin zıddı”[216]
olduğu belirtilmektedir. Bu noktada bütün ilimler akıldır gibi bir genellemenin,
yanlış olacağı anlaşılmaktadır. Çünkü aklı ilim olarak nitelendirenler, onu
bütün ilimlere teşmil etmeyip sadece zaruri ilimler olduğunu
belirtmektedirler.[217]
Zorunlu ilim ise, ferdin kurtulamadığı. ayrılamadığı müteallakı konusunda
şüpheye düşmediği, daha önemlisi kendisinden şüphe etmediği şeydir.[218]
Bunlar da zorunlu olanın zorunluluğu, muhal olanın imkansızlığı ve mümkün
olanın imkanıyla ilgili bilgilerdir.[219]
Bunu bilgi düzeyinden daha ileri götürmek suretiyle “gereğiyle amel etmektir”
şeklinde tanımlayanlar da vardır.[220]
Tanımlardan bir kaç
örnek verecek olursak şunları zikredebiliriz:
“Akıl, belli
ilimlerden ibarettir ki, onlar mükellefte hasıl olduğunda o, nazar, akıl
yürütme ve mükellef tutulduğu şeyi yapar.”[221]
“Akıl, ilimdir veya
güzellik-çirkinlik ve olgunluk-noksanlık açısından eşyanın sıfatı hakkında
bilgidir; ya da iki hayrın en hayırlısım veya iki şerrin en şerlisini
bilmektir...”[222]
Akıl, ilim olarak kabul edilince doğal olarak da akıllı,
belli ilimleri bilen ve yolunu diğerlerinden ayıran kimse diye
tanımlanmaktadır.[223]
Aklı bilgi veya
zorunlu bilgi olarak kabul edenler genellikle Mutezile ve Eşarilerdir.[224]
Ancak akıl olarak kabul edilen zorunlu ilimlerin sanıldığı kadar çok
olmadığını belirten Eşari, bu ilimlerin insanda hasıl olmasını, dolayısıyla
kişinin baliğ olmasını, fili gören kişinin, onun iğne deliğinden geçmesinin
imkansız olduğu sonucunu çıkarmasıyla anlatır.[225]
Akıl, ilmin özel bir
bölümü olarak tanımlandığında, hangi ilimlerin akıl olduğu sorusu akla
gelmektedir. Akılla ilim arasındaki bu ilişkiyi Rağib el-İsfehânî (ö.502/1108)
şu şekilde açıklar: Akılla ilim üç noktada kıyas edilebilir:
a) İlim
olmayan akıl ki o garizi akıldır,
b) Akıl
olmayan ilim ki bu da iki mefule müteaddi olan ilimdir,
c) İlim olan akıl veya akıl olan ilim. Bu müstefâd olan
akıldır.[226]
İstisnalar bulunmakla
birlikte genel olarak Mutezile ve Eşarilcre göre akıl ilimdir. Bu durumda
akıllı da, özel ilimleri bilen ve yolunu diğerlerinden ayıran kimsedir.[227]
İnsanlardan tecrübeli
olanların akıllı olarak nitelendikleri görülmektedir.[228]
Burada insanoğlunun hayat birikimi anlamına gelen akıl ile tecrübenin
kastedildiği anlaşılmaktadır.
Âdet veya çoğunluk
nezdinde genel kabul gören ortak görüş de akıl olarak isimlendirilmiştir.[229]
Tanımlar
özetlendiğinde bunlardan birincisinde aklın, insanın ayırıcı vasfı,
ikincisinde ise zorunlu ilim olarak kabul edildiği söylenebilir. Ancak bu
tanımları, aklın gerçekte temyiz aleti veya o garizanın adı olup, bunun zarurî
ilimler için kullanılmasının neticesi itibariyle olduğunu söylemek suretiyle,[230]
telif mümkün gözükmektedir. Bunların dışında âdet, kişisel tecrübe ve genel
kabul gören ortak görüş için de akıl ifadesinin kullanıldığını düşündüğümüzde,
kavram üzerinde yine de bir anlaşmazlığın olduğunu söyleyebiliriz.
Bu ihtilaflara dikkat
çeken Gazzâlî. tanım yapanların bir çoğunun bu ismin değişik manalara
kullanılan mutlak bir isim olduğunu unuttuklarını, dolayısıyla ihtilafa
düştüklerini ileri sürer ve “ayn” kelimesinin bir çok manaya kullanıldığı gibi
“akıl’ın da dört manaya kullanıldığını ve bu gibi müşterek manalarda
kullanılan kelimelerin bütün manasını bir araya toplayan bir tanımının
yapılmasının gerekmediğini vurgular.[231]
Gazzâlî, yapılan akıl tanımlarını, kişilerin sahip olmalarını dikkate alarak,
şu şekilde özetlemektedir:
1- İnsanların diğer canlılardan ayrılmasını sağlayan
haslete akıl denir ki, insanlar yaratılışlarındaki bu akıl ile nazari ilimleri
öğrenmeye istidat kazanırlar, birçok gizli hüner ve sanatları elde ederler.
2- Mümeyyiz bir çocuğun, caiz olan şeyleri mümkün, muhal
olanları imkansız kabul etmesi; ikinin birden çok olduğunu, bir adamın bir anda
iki farklı yerde bulunamayacağını bilmesi gibi zaruri ilimlerdir. Bazı
kelamcıların aklı, “mümkün olanların imkanını, mümkün olmayanların
imkansızlığını anlamak gibi zaruri ilimlerdir” diye tarif etmelerindeki
gayeleri de budur.
3- Tecrübelerden elde edilen ilim akıldır. Tecrübeli
insana akıllı, tecrübesiz olana da cahil denilir. Bu da akıl adı verilen
ilimlerin başka bir çeşididir ki, buna tecrübe denir.
4- O garizanın, bütün işlerin neticesini anlayıp akıbeti
tehlikeli geçici lezzetlere davet eden şehvetini yenecek bir dereceye
yükselmesidir. Bu kuvvet kimde bulunursa o akıllı sıfatını alır.
Aklın bu dört
manasından birincisi asıl ve köktür. İkincisi onun en yakın bir dalıdır.
Üçüncüsü, birinci ve ikinci manaların dallarıdır. Aklın meyvesi demek olan
dördüncüsü, akıldan beklenen neticedir. Bunlardan birinci ve ikincisi tabiî,
üçüncü ve dördüncüsü ise kesbîdir.[232]
Aklın dört kısmından
ikincisi olan zaruri ilimlerden başka diğer üç kısmında insanlar arasında
ayrılık vardır. İkinci manadaki akıl, mümkün olanların imkanı, mümteni
olanların da imkansızlığına dair olan zaruri ilimlere delalet eder. İki
adedinin birden çok olduğunu, bir cismin bir anda iki yerde bulunamayacağını,
bir şeyin hem hadis hem de kadîm olamayacağını bilen akıl sahibi kati olarak
aklın anlayacağı diğer şeyleri de bilir. Bunda akıllı insanlar arasında fark
yoktur, ancak diğer üç kısımda önemli farklılıklar vardır. Dördüncü kısım olan
şehvetlere galebe çalmaktaki akl-ı müstefadda ise insanların, hatta bir insanın
her halinin aynı olmadığı meydandadır. Üçüncü kısım olan tecrübeye gelince,
buradaki farklılığı kimse inkar edemez. Bunlar tesadüf ve sürati intikalle
ayrılırlar. Bunun sebebi yaratılıştaki farklılık ya da tecrübe azlığıdır. Asıl
olan birinci kısım yani yaratılıştaki akla gelince bundaki farklılığı inkar
mümkün değildir. Bu akıl kırkma varıncaya kadar durmadan artar ve olgunlaşır.
Yaratılışta farklılık olmadığını iddia edenlerin akıllarından şüphe edilir.
Zira yaratılıştaki akıl birbirinden farklı olduğu için insanlar ahmak, zeki ve
kâmil olarak ayrılmaktadır.[233]
İnsanların akıl
açısından farklılığını Gazzâlî, şu örnekle anlatmaya çalışır: “İnsanlar kendi
kendine anlayabilmek, talim ve terbiye ile öğrenmek, talim ve terbiye de
kendisine fayda vermemek bakımından yeryüzü gibidir. Bir kısım toprak
kendiliğinden suyu çıkarır ve akıtır; bir kısmı kazmakla çıkarır; diğer bir
kısmı da ne kadar kazarsan kaz su
çıkarmaz,
kuru topraktır. Bu toprağın cevherindeki farklılıktandır. İnsandaki farklılık
ise akıllarındadır.”[234]
İslam felsefecilerine
göre akıl, nazarî ve amelî olmak üzere ikiye ayrılır. Nazari akıl cevherleri
ya da külli mahiyetleri kavrayan güçtür. A-meli akıl ise nefsin bilinen bir
amaç için seçtiği şeyleri istek gücüyle harekete geçirme kaabiliyetidir.[235]
Ancak İslam tarihinin hemen hemen ilk döneminden itibaren akim, felsefecilerin
bu ayırımından ziyade, garizi/matbu’/mevhub ve mükteseb/ meksûb/mesmu’ şeklînde
ikiye ayrılarak ele alındığını görmekteyiz.[236]
Her İnsanda doğuştan
var olan ve insanın diğer varlıklardan ayrılmasını sağlayan asıl akıldır. İnsan
bu akıl sayesinde, diğer canlılardan ayrılır. sorumluluk yüklenerek emir ve
yasaklara muhatap olur. Bu akıl, artmaz ve eksilmez.[237] Bu
akıl, aynı zamanda deney ve düşünme yoluyla elde edilen bilgilerin de esasını
teşkil eder.
Garîzî aklın
kullanılmasıyla elde edilen akıldır/ilimdir. Kullanıldığında artar, ihmal
edildiğinde ise eksilir.[238]
Sezgi, deney, düşünme ve öğrenim yoluyla oluşan bu tür akla mesmu’, müstefâd
ve tccrübî akıl adı da verilir.[239] Bu
bazen kişinin ihtiyarı olmaksızın gerçekleşir, kişi onun nereden ve nasıl
olduğunu bilmez. Bazen de kişinin özel gayretiyle gerçekleşir.[240] Bu
garizi akim meyvası ve neticesidir. Marifette nihayet,
fikirde isabet bununla tamamlanır. Bunun
belirli bir hududu yoktur. Çünkü o kullanıldıkça gelişir.[241]
Onun gelişmesinde zeka yanında sezgi, deney ve öğrenim büyük rol oynadığı için
bu nevi aklın verdiği hükümler farklıdır. İnsanlar arasındaki farklılıklar da
çoğunlukla bu noktada toplanır.[242]
Kişi açısından garizi akıl, cesed açısından göz, müstefâd
da nur/ışık mesabesindedir. Bedenin gözü olmadığında kör olması gibi, nefsin de
garîzî aklı olmadığında kördür. Işık olmadığında gözün görmemesi gibi,
müstefâd olmadığında da akıl işlemez.[243]
Rağib el-İsbehanî’nin bu benzetmesi, akletme eyleminin gerçekleşmesi için bir
takım öncüllerin olması gerektiğini düşündüğümüzde oldukça yerinde
görülmektedir.
Araştırma konumuz
açısından aklın geçmişteki tanımları kadar, günümüzdeki tanımlan da önem arz
etmektedir. Bu nedenle biz, akim tanımı., konumu ve bilgi edinmedeki yeri
konusunu, felsefî tartışmalara girmeksizin, ele almaya çalışacağız. Ancak bugün
akıl kavramının İslam dünyasmda kullanıldığı anlamları tespit edebilmek için
öncellikle Batı dünyasındaki kullanımlarını görmek gerekmektedir. Zira Seyyid Hüseyin
Nasr’ın da belirttiği gibi, Batı’da moda olmuş ideolojileri, “islamî”
nitelemesiyle uyarlama noktasında, İslam dünyasında yaygın olan bir eğilimin
olduğu görülmektedir.[244] Öte
yandan Batı’nın gücünü doğuran aklın, İslam’ı da kurtaracak sihirli bir güç
olarak görülmesi söz konusudur.
Yunan felsefesinde ‘kanun’,
‘nizam’, ontolojik ve epistemolojîk olarak ‘tedbir kuvveti’ anlamındaki logos
veya nous kavramıyla ele
alman
akıl,[245] 16. yüzyıldan başlayarak
Avrupa’da bu anlamından koparılıp hesap ve öl- çülebilirlikle
özdeşleştirilmeye başlandı.[246] 17.
yüzyıldan itibaren de bu yeni anlamıyla Avrupa zihniyetinin hakim söylemi
haline geldi.[247] Ancak Kant’ın “Critique
of Püre Reason” adlı eserini yazmasından sonra, felsefecilerden pek azı
fiziksel gerçeklerin çözümüne muktedir olan aklın, aynı zamanda hayatın tüm
sırlarım ortaya çıkarabileceği fikrini savundu.[248]
Zira 18. yüzyılın sonuna kadar akıl, tecrübeden tamamen ayrı, mutlak doğruya
götüren bir organ veya bir meleke olarak kabul edilirken Kant, tecrübeden
soyutlayarak akıldan bilgi çıkmasının imkansızlığını ortaya koydu.[249]
Dolayısıyla o, bilginin ve yöntemin tenkidinden ziyade bilgiyi ortaya çıkaran
melekeyi yani aklı tenkite yöneldi.[250]
Öte yandan akıl diye
kabul edilen şeylerin farkına varana kadar bilimin tabiatının değişkenliği
sayesinde 20. yüzyılda aklın prestijinde önemli bir sarsılma meydana gelmiştir.[251]
Zira bu asra kadar mantık alanını tahakküm altına almış olan kıyasla ilgili
mantık ilkeleri aşılmaya başlanmıştır.[252]
Öyle ki bugün kimi bilim adamları, aklın kategorilerinin mutlak olmaktan uzak,
bir çeşit gelişmiş efsane olduğunu dahi söyleyebilmektedir. Bu efsanede yer
alan kelime ve kavramlar da ancak bizim sayemizde anlam sahibi ve içinde
bulunduğumuz çerçevede doğru olabilirler. Ancak bu doğruluk, kalıcı ve ebedi
değildir. Örneğin öklit geometrisi kendi içinde doğrudur ve bir binanın
inşasına uygulanabilir. Ancak bilim öklit geometrisinin temelini teşkil eden
düz çizginin mevcut olmadığını söylemektedir.[253] Bu
nedenle modern bilim adamı, bilim yoluyla herhangi bir mutlakın bilgisine
ulaşabilme ümidini tümden yitirmiştir. Onun şimdi aradığı şey ilgilendiği
alanın fenomenlerini izah eden en elverişli açıklamadır.[254]
Zira saf bilimden uzaklaşıldıkca, saf mantığın ilkelerinin uygulanma imkanı
azalmıştır. Ancak matematik ya da fizikî bilimlerin “kategorik uslamlama”ya güvenme
şansı bulunmaktadır.[255]
İşte bu nedenle rasyonalizmin, “eğer bir kavram mantıksal olarak bilinen bir
takım doğrulardan çıkıyorsa o da doğrudur” varsayımı hatalı bulunmuştur. Bu
zorunlu mantık zincirini test eden bilim, son derece mantıksal görünen pek çok
sonucun tamamen yanlış olduğunu tespit etmiştir. Bunun en güzel örneği 1887
yılında yapılan Michelson-Morley deneyidir. Bu deney sonunda, ışık hızının,
onun çıkış noktasındaki nisbi hızı dikkate alınmaksızın daima aynı kaldığı
varsayımının mantıksal bir “imkansızlık’“ olduğu görülmüştür.[256] Bu
noktada bilimin mutlaklığına olan inancın sarsılması, yirminci yüzyıl
biliminde kabul edilen zaman, mekan, büyüklük, güç ve hareketin hatta evrendeki
her şeyin izafîliği ile olmuştur.[257]
“Aklın, kendine mecbur
kılacak düzeyde bağımsız kanunlara sahip olduğu düşüncesi” batılı aydınlanmacı
flozofların bir yanılgısı olarak kabul edilmektedir.[258]
Zira aydınlanmanın neredeyse ilah konumuna çıkardığı bu aklın, o kadar da
aydınlık kaynağı olmadığı ortaya çıkmıştır.[259]
Dolayısıyla bu kabulün ortaya çıktığı 19. yüzyıldan itibaren akıl, prestijini
yitirmeye ve kendisine farklı değerler atfedilmeye başlanmıştır.
Bugün aklın, evrensel
olan ve kendi başına mutlak doğruya ulaştıran bir bilgi kaynağı olarak
kabulünden, kişilerin veya kültürlerin diledikleri şekilde kullanabilecekleri
ve istedikleri sonucu alabilecekleri bir vasıta olarak kabulüne varıncaya
kadar, oldukça farklı değerlendirmelerin yapıldığını görmekteyiz.[260] Bu
kadar geniş bir bağlamda kullanılan bir kavrama ilişkin, herkesin kabul ettiği
bir tanım bulmak da oldukça güç gözükmektedir. İşte bu nedenle aklın, akıl
yürütme ya da ilkelerden mantıksal tümdengelim yapma faaliyetine işaret eden
katı kullanımdan, kavramları formüle etme ve mantıksal ilişkiler kurma yönündeki
kavrama gücüne atıfta bulunmaya kadar çok geniş bir bağlamda kullanıldığını
belirten Bulaç, aklı şöyle tanımlar:
“İnsanın düşünme,
bilme, davranışlarını belirleme, denetleme ve yargılaması ya da iyiyi kötüden,
doğruyu yanlıştan, hakkı batıldan ayırmasryla ilgili kabiliyeti veya dirayetine
topluca akıl denir.”[261]
Bu noktada birbirinden
ciddi bir şekilde ayrılan iki farklı bakış açısı dikkati çekmektedir. Bunlardan
biri akim, hem bilinenden bilinmeyeni çıkaran, hem de hiçbir şeye dayanmadan
ilim yapan yeti olarak kabul edilmesidir.[262] O
işlerin kendisiyle değerlendirildiği mizan ve mikyastır. Bu nedenle her şeyin
değiştiği kainatta, onun verdiği hüküm bakı kalır.[263]
Aklı tek ve yanılmaz
bir otorite olarak gören bu anlayış, onu evrensel ve bütün önyargılardan,
eğilimlerden, gelenekten, kültürden bağımsız hareket eden bir unsur olarak
kabul eder. Zira doğru bilgiye ulaşabilmek için tarihsel olmayan a priori[264]
ilkeler gerekmekte ki, bunlar kişiden kişiye yahut zamana ve mekana göre
değişmeyen ilkeler olmalıdır.[265]
Çünkü aklî faaliyet ilkelerden ve kurallardan doğmaktadır.[266]
Diğer bir ifadeyle düşünmek ve akıl yürütmek için zihnin, açık-seçik olarak
algıladığı bazı temel ilkelere dayanması ve bu ilkeleri doğru bir biçimde
uygulaması gerekmektedir. Bu bakımdan aklın, doğru düşünmesinde temel alman
ilkeler, akıl yürütmenin de temelini oluşturan esasların, ya da kalıpların,
yani kategorilerin varlığını gerekli kılar.[267] Bu
görüşe göre akıl, evrensel ilkelerle kendi başına işleyen, tecrübe ve
kültürden bağımsız olan ve mutlak doğru sonuçlara ulaşan bir yetidir.
Bu görüşün karşısında
dilediğimiz şekilde kullanabileceğimiz ve kendisiyle istediğimiz sonuca
ulaşabileceğimiz, düşünme melekesi olarak kabul edilen bir akıl anlayışı
vardır.[268] Öyle ki o, kendi künhüne
erebilnıek için bile, kendi dışındaki bir kaynağa yani vahye muhtaçtır.[269]
Nitekim değişik inançları, yaşam biçimlerini akıl dışılıkla suçlamak akıl
adına yapılmaktadır. Oysaki her kültür, ne denli ilkel sayılırsa sayılsın,
kendi varlığı için sorunlarını çözmeye çalışmaktadır. Bu ise en geniş anlamıyla
her kültürün kendi akıl ve bilim bileşeni olduğunu göstermektedir.[270]
Ancak zaman ve mekanın sınırlarını aşabilecek bir rasyonellik söz konusu
değildir.[271]
Bu iki karşıt görüşün
ortasında yer alan görece bağımsız bir akıldan söz etmek mümkün gözükmektedir.
Buna göre aklın, etkileyici unsurlardan soyutlanması imkansızdır. Başka bir
ifade ile akıl, diğer hisler gibi, inançtan ve dış etkenlerden
etkilenmektedir.[272]
Zira o hafızalardaki imajları düzenleyip kıyaslayarak sonuca gitmektedir.[273] Bu
durumda akim, eylem için kullandığı ilkelerin mutlaklığından bahsedilemez.
Belli ilkelerle işleyen aklın, esas aldığı ilkelerin izafiliği kabul edilince,
ulaştığı sonucun izafiliği de zorunlu olarak kabul edilecektir.
Bu noktada bütün
insanlığın üzerinde ittifak ettiği ilkelerin olup olmadığı sorunu tartışmaya
konu olmaktadır. Genel anlamda, akim temel ilkeleri olarak kabul edilen
özdeşlik, çelişmezlik ve üçüncü halin imkansızlığı üzerinde ittifak olduğu
ileri sürülse bile, John Locke gibi düşünürler, üzerinde bütün insanlığın
ittifak ettiği herhangi bir ilkenin bulunmadığını belirtmektedir.[274]
Ancak bütün insanlığın üzerinde ittifak ettiği hiçbir ilkenin bulunmadığını
söylemek zor olsa bile, bunların sayısının çok fazla olmadığı açıktır.
Külli ve tek olan
garîzî aklın ötesinde bütün kültürlere nispet e-dilen ve
meşhûrât/düşünce/zihniyet anlamında kullanılan bir akıl kabul edildiğinde, onun
ilke ve kurallarının da doğal olarak o kültür tarafından belirlendiğini
kabullenmek durumunda kalmaktayız. Zira insan zihninin mutlak terimlerle
düşünmesi imkansızdır.[275] Bu
anlamda akıl, herhangi bir kültürle sınırlandırılama[276]
Dolayısıyla yalın olarak akıldan bahsedildiğinde onu, söz konusu asır ve
medeniyetteki konumuna bakarak anlamak gerekmektedir. Diğer bir ifadeyle o,
tarihin belli bir dönemindeki makbul ve yerleşik kaidelerin bütünüdür. Ona bu
süre içersinde mutlak bir kıymet verilir.[277]
Değerler mutlak
olmadığı gibi,[278]
değerlerin izafiyeti de yönlendiricidir.[279]
Hatta bu izafîliğe insanın sevgi ve nefret gibi ruh hallerini de karmak
gerekmektedir. Zira sevgi ve nefret, aşırılığa kaçtığında
dengeyi bozar; aklı fesada uğratır ve
batılı hak suretinde tasvir eder.[280] Her
insanda bulunmasıyla evrensel olan garizi akim yanında izafi olan mükteseb
aklın/ilmin bulunduğunu söylemek mümkündür. Ancak ikincisinin mutlaklılığı ve
yeterliliği genel olarak kabul edilmediği için onunla vahiy arasında bir denge
kurulmaya çalışılmıştır.[281]
Zira her ikisi de (biri batm, diğeri de zahir olmak üzere) Allah’ın mahrukatına
gönderdiği elçidir. Bunlardan biriyle yetinmek mümkün değildir. Batın olan
akıl, zahir olan elçinin davasında doğru olduğunu ispat eder. Akıl komutandır,
din ise yönlendiricidir. Akıl olmasaydı din olmazdı. Din olmasaydı akıl da
sapıtırdı.[282] Daha veciz bir şekilde
anlatmak için Rağib el-İsbehânî, Kitab’ı ele, aklı da teraziye benzetmektedir
ki, tartı için ikisi de zorunludur.[283]
Kelamcılarm dillerinde
dolaşan ve “bu aklın gereğidir” veya “bunu akıl nefyeder”, “akıl kabul eder”
veya “akıl kabul etmez” derken esas aldıkları meşhurat da buna tekabül
etmektedir. Zira onlar herkesin veya genelin kabul ettiği ortak görüşü akıl;
fazileti, serden sakınma veya hayra götürecek şeyleri istinbat noktasında
isabetli görüşe sahip olanı da akıllı olarak nitelemektedirler.[284] Bu
durumda akıl, hakikati ortaya çıkarmak için toplumsal sınırları bir biçimde
aşabilecek bir yetenek olarak anlaşılmaz.[285]
Aklı, mükevvin (etken)
ve mükevven (edilgen) olarak ayıran Lalende, birincisiyle fikrin araştırma ve
tatbik esnasındaki zihni faaliyeti, anlamları ve ilkeleri koyan şeyi kasteder.
Diğer bir ifadeyle o kendisiyle her insanın eşyalar arasındaki ilişkiyi
idrakten külli ve zaruri ilkeleri çıkarabileceği melekedir ve bu bütün insanlarda
eşittir. İkincisine gelince o, akıl yürütmelerimizde kendisine dayandığımız
ilke ve kaidelerin bütünüdür. O birliğe doğru yol alsa bile, asırdan aşıra
değiştiği gibi kişiden kişiye
göre de değişir.[286]
Lalende’nin akl-ı mükevvin ve akl-ı mükevven ayırımını verdikten sonra, akl-i
arabî kavramını kullanan Câbirî, onunla neyi kastettiğini şöyle açıklar: “Akl-ı
arabî mükevven yani Arap kültürünün müntesiplerine sunduğu kaide ve kurallar
bütünüdür. Akl-ı mükevvine gelince o inşam hayvandan ayıran özelliktir. Bu
durumda insanın nerede ve hangi asırda bulunursa bulunsun, diğer insanlarla
mükevvin akılda müşterek iken. akl-ı mükevvende aynı cemaata mensup kişiyle
bile ayrılır.”[287]
Aklın ulaştığı
sonuçlardaki mutlaklığı kabul etmeyen bilim adamlarına göre bizim ani “ilhamlarımız”
bile önceden oluşmuş şartlanmaya bağlıdır.[288]
Hatta kişinin bir şeyleri anlayabilmesi için önceki tecrübelerinden edindiği ön
kabul ve yargılara ihtiyacı vardır. Kişi bu tecrübeleriyle anlama işine
girişebilir. Bizde bulunan ön yargılarımızın kaynağı ise gelenektir.[289]
Belki de bu şartlanmanın sonucu olan bakış açılarındaki farklılıklar şaşırtıcı
boyutlara varabilmektedir. Örneğin bugün çoğumuz nezaketin evrensel bir değer
olduğunu düşünmekteyiz. Oysa bazı ilkel topluluklar, nezaketi korkaklığın bir
İşareti olarak görmüşlerdir. Hırsızlığın bir erdem olduğuna inananlar olduğu
gibi, yalan söyleyernemeyi küçümseyenler de mevcuttur.
İslam bilginlerinin,
ilim, zaruri ilim, temyiz aleti ve yeti gibi kelamı tartışmalarında esas
aldıkları akıl tanımlarını bir tarafa bırakırsak, akıl konusunda bugün iki
farklı yaklaşımın olduğu dikkat çekmektedir. Bunlardan birisi kelimenin asli
anlamı olan “düşünme melekesi” olmasıdır. Öteki ise belli bir millete, belli
bir kültür çevresine veya belli bir devreye nispet edilen ve mecazi olarak akıl
diye isimlendirilen düşünce, kabul ve zihniyettir. Dolayısıyla düşünce ve
kültür birikimi olarak kullanıldığında os gelişir, değişir, artar ve eksilir.
Bu noktada hangi aşama ve asırdaki akıldan/fikirden bahsedildiğinin ortaya
konulması gerekmektedir.[290]
Nitekim “islami akıl” deyimini kullanan M. Arkoun da, bununla sırf müslümanlara
has olan bir akıldan bahsetmediğini, farkın “islami” nitelemesinde yattığını
belirtmektedir.[291] Bu
düşünceye katılan Mehmet Aydın, İslam düşünce tarihi söz konusu olduğunda bir
tek islami akıldan bahs edilemeyeceğini, aksine önemli ortak özellikleri
bulunan islamî akıllardan bahsetmenin daha doğru olacağını belirtmektedir.[292]
Bunun örneklerini Rağib el-îsbehânî,[293]
Cabirî ve Mean Ziyade[294]
gibi düşünürlerde açıkça görmekteyiz. Bu yaklaşım, daha önce gördüğümüz,
kelamcılarm akla uygundur derken esas aldıkları meşhuratla büyük oranda
benzerlik göstermektedir.
Düşünme melekesi
anlamında kullanıldığında ise o, bütün, akıllı insanlarda birdir. Ancak
milletler veya fertler bu aklı veya düşünme melekesini geliştirme noktasında
farklılıklar arz etmektedir.[295]
Bu durumda doğuştan
olan garizi akim aksine, ilkelerini belli bir kültür, inanç ve tecrübeden
çıkaran mükevven. müstefâd veya mükteseb akıl söz konusu olduğunda, kültürlere,
kişilere, zamana ve şartlara bağlı olarak onun değişkenliğini kabul etmek
kaçınılmaz gözükmektedir. İslamî akıl, Arap aklı..., gibi kullanımlar da bunu
ortaya koymaktadır.
Akıl yürütmek için
zihin, doğruluğunda şüphe etmediği bir takım temel ilkelere ihtiyaç
duymaktadır. Söz konusu olan bu ilkelerin esas alınmasıyla yapılan akıl
yürütmelerde ortaya çıkan hükümler ya da hüküm açısından akla nispet
edilebilecek olan yargılar vacip/zorunlu, caiz/mümkün ve muhal/mümteni/imkansız
olmak üzere üçe aynlmaktadır.[296]
a) Zorunlu/Vacip:
Zorunlu, aklen yokluğu düşünülemeyen veya zatından ayrılması kabul edilemeyen
şeydir. Dört sayısının çift olması gibi! Akıl dört sayısının çift olmadığını
düşünemez. Mahluk için bir halikın bulunması da aklî bir zorunluluktur.
b) İmkansız/Muhal/M’ümteni:
İmkansız, aklen varlığı düşünülemeyen şeydir. Birin üç sayısının yarısı
olması, ya da parçanın bütünden büyük olması gibi! Onu üç kısımda ele almak
mümkündür:
i)
Hakikatlerin değişmesi: Kadim, olan bir varlığın muhdes olması gibi.
ii)
Hakikatlerin çelişmesi: Bir şeyin aynı anda hem ölü hem de diri olması gibi.
iii) Hasrın
imkansızlığı: Cismin, hareket ve sükunun yanında başka bir halinin bulunması
gibi.
c) Mümkün:
Mümkün, aklen hem varlığı, hem de yokluğu imkan dahilinde olan şeydir. Diğer
bir ifadeyle ne varlığı, ne de yokluğu zatının muktezası olmayan; zatına
nispetle varlığı da yokluğu da müsavi olandır. Bir cismin bazen hareketli bazen
de sakin olması gibi.
Söz konusu olan bu
aklî hükümler, H. Kazım Kadri’nin vermiş olduğu, “Akıl, caiz ve mümkün olan
şeylerin esbabı cevazım, müstakil ve mümteni olan şeylerin esbabı istihalesini
bilmektir...” şeklindeki tanımda da açıkça görülmektedir.[297]
Buna göre, temel ilkelerden hareketle zorunlu ve imkansız sonuçlarına ulaşan
akıl, vacip ve muhalin dışında, yani “mümkün” olan alanda, sonuca gidebilmek
için yeni deliller aramak zorundadır. Zira bu noktada her iki ihtimal de
bulunmaktadır. Dolayısıyla, tecrübelerimizin erişebildiği alanlarla ilgili
olasılık ifade eden yargıların kabul edilmesi için iki temel unsur ortaya çıkmaktadır:
i) Olasılık ifade eden yargının bizim daha önce edinmiş
olduğumuz bilgi, gözlem ve tecrübemizle uygunluk içinde olması.
ii) Böyle bir yargının doğruluğuna dair diğer insanların şahadetinin
mevcut olması.
Söz gelimi biz, buz
üzerinde yürüyen birini görmüşsek, buzun üzerinde yürünebileceğini biliyoruz
demektir. Daha sonra biri bize, bir kış günü soğuktan donmuş suyun üzerinde
yürüyen birini gördüğünü söylerse, biz bu olasılığı, daha önce edindiğimiz
bilgiye uygun olduğu için kabul ederiz. Fakat aynı şey sıcak iklimlerde yaşayan
ve buz üzerinde yürüyen birini hiç görmeyen bir insana söylendiğinde, buradaki
olasılık tamamen başka birinin şahadetine dayanacaktır. Bizim kendi bilgi, gözlem
ve tecrübelerimize uygun olan olasılık, kesinliğe, sadece başkalarının
şahadetine dayanan olasılıktan daha yakındır. Başkalarının şehadetine dayanan
olasılıkların kesinliğe olan yakınlıkları da şehadette bulunan kişilerin
sayısı, kendi içlerindeki bütünlükleri, hafızalarının sağlamlığı, aksi
şahadetlerin olup olmaması açısından farklı derecelerdedir.[298]
Her iki ihtimalin de
söz konusu olabileceği bir de tecrübe ötesi alan vardır. Bu alanla ilgili,
örneğin ruh, melek, şeytan vb. gibi maddi olmayan varlıkların yapısı ve
faaliyetleri hakkında, duyu organlarının bize herhangi bir duyum sağlaması
mümkün değildir.[299]
Çünkü onlar beşerin idrak alanının dışındadır. Bu noktada akıl, kantitatif
mahiyetli olmayan değerler ve bilgi türlerini sınayıp doğrulama hususunda, geçersizliğini
benimsemeli, kendi açısından mümkün olmayan bir şeyin ancak tasdike konu
olacağını makul saymalıdır.[300]
Makul, akılla idrak
olunan, mantığa uygun olan, ya da akim kabul ettiği şeydir. “Kül, cüzden daha
büyüktür.”, “Bu eşya için bu fiyat makuldür” ve “Suyun aşağıdan yukarıya doğru
akması gayrı makuldür”
Örneklerinde olduğu
gibi,[301]
Makul olanı tespit
açısından ele alındığında aklın, sıradan akıl ilmi akıl, fenni akıl ve felsefi
akıl gibi farklı sınıflara ayrılması[302]
mümkün olmakla birlikte, akıl kavramının, eşyanın olumsuz (imkansız) ve olumlu
(zorunlu) yönlerini temyiz etme, hatta söz ve fiilde ölçüye karşılık olarak
kullanıldığını görmekteyiz.[303] Bu
durum yalnız tecrübe dünyasına hasredilmediği için de, bir şeyin makul olması
için onun müşahhas olması gerekmemektedir. Zira makuliyet müşahhas mevcudata
hasredilmemiştir.[304]
Bir şeyin makul olması
için gerçek şart, düzenin içersinde olma imkanıdır. Bu düzenin dışında
kaldığında gayrı makul olur. Burada makuliyet var olma imkanına benzemektedir.
Buna göre makul, mümkün olan; gayrı makul ise imkansız olandır.[305]
Belli bir olgu veya dönem esas alındığında, bir şeyin makul oluşunun tespiti
iki açıdan mümkündür: ,
1) Delalet veya zaruretle sübutu bilinir.
2) Sübutunun takdiri uygundur.[306]
Hz. Peygamber’in
hamama girdiğini belirten hadisler, onun yaşadığı dönemde ve yaşadığı
coğrafyada hamamın olmaması nedeniyle uydurma kabul edilmektedir.[307]
Ancak hamamdan bahseden hadisleri, makul olup olmama, diğer bir ifade ile olma
imkanı açısından ele aldığımızda, Hz. Peygamber, hamam kültürünün bulunduğu
Şam yöresinde yaşamıyordu. Dolayısıyla ne delalet, ne de zaruretle onun bu
bilgiye sahip olduğunu iddia edemeyiz. Ancak Şam’a gidip gelenlerin anlatması,
ya da kendisinin çeşitli zamanlarda yapmış olduğu seyahatlerinde onu görmesi veya
hakkında bilgi sahibi olması hiç de imkan haricinde
değildir. Öyleyse bu husustaki haberleri,
her ne kadar Hz. Peygamber’in hamam olgusundan haberdar olmasının delalet veya
zaruretle sabit olmasa da, takdiri imkan dahilinde olduğu için akla aykırılıkla
reddedememekteyiz. Bu durumda haberlerin güvenilirliğini tespit edebilmek için
başka kriterlerin uygulanması bir zorunluluk olmaktadır.
Aslında makullük, genel normlara dayalı olarak yeni bir
takım ahlakî ve insanî düzenlemeleri yapmak ve korumak için kişinin yapıştığı
ve sayesinde gerçeği kavrayabildiği beşerî bir tutumdur.[308]
Herkes tarafından kabul edilen genel ilkeler yerine, makul oluşu günlük hayata,
yaşayan toplum ve kültürlere taşıdığımızda, bir toplumun veya bir kültürün
rasyonellik anlayışı, her şeyden önce yeni düşünce ve bilgilerle kendisini
sürekli olarak inşa edebilen bir yapıya ve anlam sistemine bağlı olarak
değişiklik arz ettiğini görmekteyiz.[309]
Diğer bir ifade ile bilgi seviyesi ve görgüsü, yani kültürlerdeki değişkenliğe
bağlı olarak rasyonellik anlayışı da değişmektedir. Bu durumda bir tecrübe ve
zihin hali olarak ele alınabilecek olan rasyonelliğin, üç ana dayanağından
bahsetmek mümkündür.[310]
a) Mantıksal
Düzen: Mantıksal düzenin biri metodolojik, öteki ontolojik olmak üzere iki
yanı vardır. Bunlardan ilki düşünce objelerinin mantıksal bir sıra düzenine
konulması; ikincisi ise bu düzenin bir fiksiyon veya psikolojik bir alışkanlığı
değil bir ontolojiyi, bir gerçekliği dile getirdiğini hatırlatır.
b) Tecrübi Dayanak: Doğruluğuna inanılan bir hükmün veya tutumun, olup bitenler
tarafından “yanlışlanmaması” zaruretiyle ilgilidir. Bir insanın bir anda iki
farklı yerde bulunması nasıl mantık düzenine ters düşerse, bazı ilaçların bazı
hastalıkların geçmesine sebep olduğunu inkar etmek de empirik düzenle
bağdaşmaz. Her iki halde de irrasyonellik vardır.
c) Hikmet
Düzeni: Söz konusu olan herhangi bir
olgunun, yapılmasını gerektirecek neden, ya da yönlendirici etmenlerin
bulunmasıdır.
Tabiattaki her şeyin
görece ussallığı olduğu için mantıksal düzen ve tecrübe olarak algılandığında,
rasyonelliği inkar mümkün değildir.[311]Bu
durumda rasyonelliğin bir kültür tecrübesi olduğunu söylemek yanlış
olmayacaktır. Zira bir insanın kendi toplumunda ve çevresinde şer olarak
gördüğü şeyi, bir başka insan, başka bir toplum ve çevrede hayır olarak
görebilmektedir. Zaman, mekan, çevre ve kültür faktörlerine bağlı olan bu
değişkenlik nedeniyle, Araplar tarafından kız çocuklarının diri diri toprağa
gömülmesi yadırganmam aktaydı. Zira onlar kendi sosyo ekonomik şartları ve
maslahatları icabı, akıl yürütmelerinin neticesinde doğru kabul ettikleri için
bu uygulamayı yapmaktaydılar. Tıpkı bugün bazı çevrelerin sosyo-ekonomik şart
ve maslahatları mazeret göstererek kürtajı makul görmeleri gibi.
Eskimoların aynı sebep
ve mantıkla yaşlanan anne-babalarını iglo dışına atıp onları beyaz ayılara yem
yapmaları ya da Kızılderililerin ebeveynlerini kendi elleriyle öldürmeleri akıl
dışı olarak ilan edilemez. Çünkü onlar da kendi topluluklarının menfaati ve
dinamizmi için doğrusunu yapıyorlardı.[312]
Diğer bir ifadeyle yaptıkları şey, kendilerine göre aklî idi. Bu durumda huşun
ve kubuh açısından işin değerini ve hakikatini belirlemede akıllanıl değişik
olduğu anlaşılmaktadır.[313] İnsan
akıllı olması nedeniyle eşyanın imkansız ve zorunlu olanları arasını temyiz
etme kabiliyetine sahiptir. ‘İnsan akıllıdır’ dendiğinde, faaliyet, gidişat,
vakar ve heybet açısından belli bir sınıf kastedilir. İşte bu noktada akıl,
söz ve fiilde kişisel ölçüye tekabül etmektedir.[314] Bu
noktada Rağib el-İsbehânî’nin bahsettiği akıl ayırımı yerinde görülmektedir.
Ona göre akıl, biri evrensel, yani arızî hiç bir şeye atfedilmeksizin kabul
edilen akıl, diğeri de insanlardan her birine nispet edilen ve ‘‘falancanın
aklı” denilen akıl olmak üzere ikiye ayrılır.[315]
Bu durumda bir şeyin
akliliğinden/us s allığından bahsederken, ne zaman, neye dayanarak, hangi açıdan, nasıl ussal/aklî
olduğunun ya da olmadığının ortaya konulması gerekmektedir. Öte yandan ussallık
ölçütü, nasıl, hangi amaçla oluşturuluyor? Bu ölçütle, bu ölçüte dayanan
kavramlar arasında nasıl bir bağ kuruluyor?[316]
Akliliğin araştırılmasında objektif olabilmek için bu soruların da dikkate
alınması gerekmektedir. Zira her varlığın görece ussallığı vardır. Örneğin
deniz suyu balıklar için içilebilir ve hayat kaynağıdır. İnsan için ise
içilemez ve yok edicidir. Bu durumda deniz suyunun balıklar için görece
ussallığı vardır. İnsan için ise yoktur. Görece ussallık, farklılıkların,
değişmelerin ve zıtlıkların ussallığıdır.[317]
İşte bu nedenle, Ahmet İnam’ın da belirttiği gibi, aklîliği mutlak olarak
zikretmek yerine. “x, y alanında z ölçütüne göre w açısından ussaldır”[318]
şeklinde formüle etmek daha uygun gözükmektedir. Ussallık araştırmasının
Herakleitos’ta bir uygulamasını yapmaya çalışan İnam, “X, ussaldır” sözündeki “ussaldır”
kelimesi yerine “ölçüye uygundur”, “logosu vardır” ve “bir ilkeye dayanır”
gibi ifadelerin konulabileceğini belirtmektedir,
[319]
Netice itibariyle
tanımlarını dikkate aldığımızda aklîlik araştırmasında kullanılan akim, temyiz
aleti olması oldukça uzak bir İhtimaldir. Tıpkı terazinin tartılana aykırı
olamayacağı gibi, temyiz aleti de ayrıştırılmak veya idrak edilmek istenen
bilgiye aykırı olamaz. Böyle bir durumda ancak alan farkı veya güç yetmezliği
söz konusu olabilir ki bu da akla aykırılığı değil, aklın sınırlılığını
tartışmaya açar. Akim sınırını aşan şeyler konusunda da akla aykırılık söz
konusu edilemez.
Akıl kavramıyla
kastedilen şeyin zaruri ilimler ve bunlar aracılığıyla tespit edilen aklın
ilkeleri olması ihtimal dahilindedir. Ancak kişi, zaman ve mekan faktörüne
bağlı olarak değişiklik arz etmeyen ve aklî hükümlerden vacip ve muhal
sonuçlarına götürdüğü kabul edilen bu ilkelerin, sayıca çok fazla olmadıkları
bilinmektedir.
Âdet, genel kabul veya
meşhurat karşılığı olarak kullanılan akim, aklîlik araştırmasında önemli bir
role sahip olduğu anlaşılmaktadır. Zira söz konusu olan kavram, halk arasında
kullanıldığında her şeyden önce
akılla elde edilen ilim, tecrübe veya meşhur olan kastedilmektedir. Nitekim
kelamcılar da genel veya çoğunluk nezdindeki ortak görüşü akıl olarak
isimlendirmişlerdir.
Sonuç olarak, her
insanda doğuştan var olan ve insanın diğer varlıklardan ayrılmasını sağlayan
yetisi anlamma gelen garizi aklı bir kenara bırakırsak, tarih boyu mutlak bir
akim olmadığını[320] ve
her toplumun kendi ahlak anlayışını oluşturması gibi, akıl anlayışlarını da
inşa ettiğini[321] dikkate almak zorunda
olduğumuz anlaşılmaktadır.
Bu durumda bizim
rasyonellik anlayışımız yalnızca toplumsal uygulamalarımızda köklenmiş olarak
görülebilmektedir.[322]
Uygulamalarımızı yönlendiren bu örtük kurallar da, neyi akla uygun, neyi akla
aykırı olarak gördüğümüzü belirlemektedir.[323]
Araştırma konumuz açısından birinci bölümde
ele aldığımız Akıl ve Aklîlik anlayışları kadar, rivayetlerin kaynağı ve mahiyeti
de önem arz etmektedir. Zira problem, söz konusu olan bu rivayetlerin Hz.
Peygambere aidiyetini tespit etmektir. Bu noktada aklın hüküm verebilmesi için,
zorunlu görülen öncülleri çıkarabilmek; dolayısıyla Hz. Peygamber açısından
mümkün olanla imkansız olanın, en azından ilke olarak ortaya konulması
gerekmektedir. Mümkün olanla imkansız olanın tespiti ise, fizikî çevre ve
kültürel çerçevenin yanında, bir beşer olarak Peygamberin fıtri yapısı ve bir
rasül olarak da görev ve yetkisinin ortaya konulmasıyla mümkündür. Bu nedenle
biz rivayetlerin kaynağı olan Hz. Peygamber’i, temel özelliklerinin yanında,
görev ve yetkisiyle birlikte ele alarak, onun ismeti ile rivayetlerin mahiyeti
arasındaki ilişkiyi araştıracağız. Ancak bundan önce her insan gibi yaşadığı
kültürden etkilenmesi kaçınılmaz olan Hz. Peygamberin doğup büyüdüğü toplumun
idari, ekonomik ve sosyo-kültürel yapısını ana hatlarıyla incelemek istiyoruz.
a) İdari Yapı
Arap tarihinin en önemli
özelliği, aynı kavim içinde ve aynı bölgede farklı hayat düzeyi ve anlayışına sahip iki farklı
kesimin yan yana yaşamasıdır. Bunlar, çöl göçebeleri ve vaha sakinleridir.
İşte bu nokta Arap tarihinin dinamiklerini anlamanın bir anahtarıdır.[324] Hem
coğrafî hem de kültürel olarak ortaya çıkan bu bölünmüşlük idarî yapıda daha
dağınık bir hal arz etmektedir. Nitekim Hz. Peygamber’in dünyaya geldiği Mekke
ve civarında kabileler halinde yaşayan Araplarm her bir kabilesi ayrı bir
cemaat hüviyeti taşıyordu.[325]
Kabile, fertleri tek bir asıldan gelen yani kan ve asabiyetle birbirlerine
bağlanan bir birliktir. Kabileye sığman köleler ve zayıf insanlar da aralarında
kan bağı olmamasına rağmen o kabileden addedilirdi.[326]
Hz. Peygamber’in (a.s.)
doğduğu coğrafyayı Ceziretü’1-Arab olarak ele alırsak bu takdirde toplumu
oluşturan bedevilerle nazarîleri birbirinden ayırmak daha yerinde olabilir.
Zira bedevinin nezdindeki siyasi düşünceyle nazarînin nezdindeki siyasi düşünce
birbirlerinden farklıdır. İşte bu nedenle bedeviler, bağımsız, küçük birlikler
halinde yaşamaya özen gösterirken, hazarîler siyasi bir nizamı bulunan
krallıklar kurmuşlardır.[327]
Ancak Mekke ve civarı esas alındığında, kabilelerin üzerinde müstakil bir
devletten bahsetmek mümkün değildir.
Bağımsız olarak
yaşayan bu kabilelerin her biri reis olarak kabul edilen şeyhler tarafından
idare edilmekteydi. Genellikle kabile büyüklerinin yaşça en büyük, malca en
zengin, nüfuz bakımından en etkili ve şahsına hürmet hissi uyandırmakta en
başarılı olanı başkan seçilir[328] ve
ona reis, şeyh, emir ve seyyid lakapları verilirdi.[329]
Reis seçiminde ihtilaf çıktığında ise kahinlere başvurulur, bir önceki reisin
vasiyeti de dikkate
alınırdı.[330]
Genellikle babadan
oğula geçen bu mevkiin, tecrübe üe yeniden kazanılması lazımdır. Umumi
müzakerelerde her ne kadar herkesten ziyade onlar dinlenirse de, vazifelerinin
büyüklüğüne karşın özel bir hakları yoktur. Zira herkes, onların harpte
hayatlarım, barışta da servetlerini ortaya atmalarını beklemektedir.[331]
Bugünkü anlamda devlet
hizmeti beklenmeyen[332]
kabile başkanının harpte orduya komutanlık etmek, diğer kabilelerle görüşmeler
yapmak, tartışmaları karara bağlamak ve ihtilafları çözmek, güçsüzlere yardım
etmek ve kabilenin birliğini sağlamak gibi bir takım görevleri vardır.[333]
Kabile başkanının, kabilenin bütün fertleri üzerinde itaat hakkı olmasına
rağmen, onları itaate zorlayacağı bir gücü söz konusu değildi. Bir bedevi,
başkanın aldığı herhangi bir karara karşı çıkabilir; ancak bu durumda kabileyi
terk etmesi ve onunla bütün ilişkilerini kesmesi gerekirdi.[334]
Barış zamanında bağımsız olarak yaşayan Araplar savaşta bir emirin komutası
altında toplanırlar;[335]
bunun seçimi de kura ile yapılırdı.[336]
Bugünkü anlamda
hükümeti, adliye teşkilatı, emniyet teşkilatı ve düzenli bir ordusu olmayan
Mekke site devletinin tek hükümet teşkilatı Mele yani Senato idi. Bunun yanında
her kabilenin, önde gelenlerinden oluşan kabile meclisleri de vardı. Çeşitli
oymakların başlan ve ileri gelenlerinden oluşan bu Mele veya Meclisti’ş-Şuyuh,[337]
Daru’n-Nedve’de toplanıp, savaş ilanı, barışı onaylama ve kabileyi ilgilendiren
diğer meseleleri görüşür ve çoğunluğa göre karar alırdı.[338]
Genel olarak şehir devletinin meşveret merkezi olan Daru’n-Nedve’de alınan
kararlar da, Nadi adı verilen mahallerde uygulanırdı.[339]
Zira toplumdan dışlama, yapılan işlemi kanunsuz sayma ve himayeye alma gibi
hukukî uygulamaların burada yapılması son derece önemliydi. Söz konusu olan bu
meclise Kur’an’da da atıfta bulunulmuştur.[340]
Bu şehir devletinin
yaptırım gücüne sahip organizeli teşkilatları olmadığı için[341]
gerek amme hukukuna, gerekse hususi hukuka taalluk eden müeyyideleri yazılı bir
vasıfta olmayıp tamamen örf ve adetler şeklindeydi.[342] Bu
hukukta yaptırım gücüne sahip cezai müeyyideler olmamasına rağmen taraflar,
karara uymak zorundaydılar. Burada etken olan örfî hukuktur,[343]
Zira bir bedevinin düşüncesini yönlendiren yüksek şeref duygusu, onun umumi
ahlakının esasıdır. Bu hukuk, Taif, Mekke ve Medine’de, diğer bir ifade ile
bütün Hicaz şehirlerinde câri idi.[344]
Arabistan’ın beşerî
tarihinde etken olan coğrafî belirleyiciler arasında en tartışmasız olanı ve
Yarımadayı dış kesimdeki, özellikle güney batıdaki yağış alan bölge ile orta
yahut iç kesimdeki kurak bölge olarak ikiye bölen temel faktör sudur. Bu yüzden
yarımada, sınırları içinde yan yana iki aşırılığı ihtiva eden keskin
zıtlıkların ülkesidir. Şöyle ki toprak ve iklimle taltif edilmiş verimli ve
bereketli güney ve tüm dünyadaki büyük çöller içinde en genişine sahip olan
kuzey doğu. Aynı
yarımadanın
sınırları içinde bu iki aşırılığın bir arada bulunması, her iki bölgedeki
beşeri intibak, tavır alıştaki vasıf ve karakteristik özelliklerin açık seçik
bir şekilde tefrik ve tasvirini mümkün kılmaktadır.[345]
Ekonomik açıdan
bakıldığında Arap yerleşim merkezleri refahlarını Batı Arabistan ile
Mezopotamya ticaret yolları üzerinde birer durak olmalarına borçludur.[346]Nitekim
Mekke, arazisi susuz dolayısıyla ekinsiz bir sahra[347]
olduğu için halkı, çevre yerleşim merkezlerinde yaşayan insanların aksine
ticaretle ilgilenip bu alanda, “her Arap tacirdir” dedirtecek kadar üstünlük
kazandılar.[348] Mekke’nin gerek dini,
gerekse coğrafi konumu da ticarî açıdan gelişmesine yardımcı olan unsurlardandı.
Zira Mekke bir taraftan kutsal Kabe’yi içinde bulundurmakta, dolayısıyla hac
için oraya gelen insanlar saldırılardan emin oldukları haram aylarda bölgede
kurulan Ukaz, Mecenne ve Zü’l-Mecaz panayırlarına katılmaktaydılar.[349]
Bunların dışında Arabistan etrafında, Filistin ve Güney Irak’ta her yıl belli
zamanlarda kurulan panayırlar, kuzeyde sene başında başlar, bunu takip eden
aylarda doğuya, soma güneye, senenin sonuna doğru ise batıya geçerdi.[350] Öte
yandan Şam ile Hint denizini birleştiren iki büyük ticaret yolu da bu bölgeden
geçmekteydi. Bunlardan biri Fars körfezini takip edip, Hadramut’tan Bahreyn’e,
oradan da Sûr’a giden kuzey yoludur, öteki ise yine Hadramut’tan başlayıp, Kızıldeniz’den
Necd sahrasına geçer ki, Mekke bu ticaret yolunun takriben ortalarında
bulunmaktadır.[351]
İşte bu coğrafî konumun sağladığı avantajı kullanan Mekkeliler, kara yoluyla
olduğu kadar deniz yoluyla da ticaret kervanları çıkarmışlardır.[352]
Böylece Arap yarımadası gemi grupları gibi deve kervanlarının uğradığı geniş
bir denize benzedi.[353]
Mekke’de Kabe’nin
hizmetlerini yürütüp, onu düşmanların saldırılarından muhafaza ettiği için
Kureyş kabilesi, Araplar arasında haklı bir üne kavuştu. Böylece diğer
kabileler tarafından üstünlüğü kabul edilen Kureyş, ticarete büyük önem verip,
kış aylarında Yemen’e, yaz aylarında da Şam’a olmak üzere yılda iki kervan
çıkardılar.[354] Kervanları,
saldırılardan emin olarak, her yöne korkusuzca gidip geldi. Bu kafileler,
önceden Sebe kervanlarının yaptığı gibi, yarımadayı enine boyuna katettüer.
Gazze, Beytü’l-Makdis ve Dımeşk’a gittiler. Kızıldeniz’i geçerek Habeşistan’a
ulaştılar. Kara yoluyla olduğu gibi deniz yoluyla da ticaret kervanları çıkaran
Mekkeliler, böylelikle Yemen, Şam ve diğer bölgeler arası ticareti; özellikle
de ticaret mallarının şevkini tekellerine aldılar.[355]
Ancak bu ticari çevrelerde süregelen bir İktidar mücadelesi vardı ki, bu
Mekkelilerin kervanlarının uğradığı Arap kabileleri ve mallarını pazarlarına
götürdükleri büyük güçler ile ilişki halinde olan politik kümeleşmeleri
doğurdu.[356]
Genel olarak Arap
Yarımadasında servetin kaynağını ziraat, sanat, madenler ve ticaret
oluşturmaktaydı.[357]
Bunların yanında, avcılık[358] ve
küçükbaş hayvanlarla deve besleyerek geçimlerini temin etmekteydiler. Zira
bölgede büyük bir yeri kaplayan çölün seyrek nebatları, ancak küçük baş
hayvanlarla develerin beslenmesine imkan tanımaktaydı.[359] Bu
nedenle çoğu göçebe hayatı yaşayan Araplar, yağmur mevsimini gözetler; çoluk
çocuklarıyla otlak aramaya çıkarlardı.[360]
Kureyş kabilesi içinde
tüccar-kervancı bir aileye mensup olan Hz. Peygamber de, böylece gerek Arap
yarımadası içinde, gerekse dışında birçok bölgeyi ziyaret etme şansına sahip
olmuştur.[361] Ancak Hz. Peygamberin
seyahatlerini sırf ticari amaçla izah da mümkün gözükmemektedir. Nitekim Onun
İslam öncesi seyahatlerini özel bir çalışma konusu yapan Hamidullah,
çocukluğundaki seyahatler, Medine, Taif, Suriye, Yemen, Doğu Arabistan ve
Habeşistan seyahatleri olarak ayrı ayrı ele almıştır.[362]
Hicaz bölgesinde yaşayan Araplar, hürler, esirler veya
köleler ve mevâlî olmak üzere üç sınıftan teşekkül etmekteydi. Bunlardan
hürler, aile veya kabileler halinde yaşarlar ve toplumun en itibarlı
kişileridir. Kahinler, şairler ve savaşlarda yararlılık gösterenler de onlarla aynı
statüye tabidirler. Esirler, ya harp sonunda elde edilen veya pazarlarda alınıp
satılan, hibe veya hediye edilen köle ve cariyelerdir. Mevâlî ise,
hürriyetlerine kavuşmuş köle ve cariyelerle başka milletlere mensup olanlardır.
Bunlar köle ve cariyelere göre daha iyi bir konumdadırlar; en azından onlar
gibi alınıp satılmazlar.[363] Bu
şekilde sosyal sınıflara bölünmüş olan Arap toplumunu ayakta tutan en kuvvetli
rabıta soy bağıdır.[364]
Ticaretle
meşguliyetleri nedeniyle Araplar, Suriye, Habeşistan,
Mısır ve diğer ülkelere sık sık gidip
gelmişler; oralarda gittikleri milletlerin tüccarlarından başka Hintli, Çinli
ve diğer milletlerden olan tüccarlarla da karşılaşmışlardır.[365]
Dolayısıyla bu seyahatleri onlaras Rum ve Farslar gibi eski medeniyet sahibi
toplulukların siyasi, içtimaî ve kültürel durumlarını öğrenmelerine imkan
sağlamıştır.[366] Böylece onlar, işitip
öğrendikleri şeyleri kendi kültürlerine aktardılar. Nitekim birçok Farsça,
Rumca, Mısırca ve Habeşçe sözler bu yolla Arap diline sokulup dilin kuralları
uygulanarak onun bir parçası haline getirilmiştir.[367]
Öte yandan dinî
merasimlerin icra edildiği sırada, yalnız malların değil fikir mahsullerinin de
mübadele edildiği panayırlar ve pazarlar kurulurdu. Arapların dini ve kültürel
hayatlarındaki birçok figürün bu etkileşim sonucunda yaygınlaşmış olması
mümkündür.[368] Araplar umumi bir dünya
görüşünü, müşterek ahlak ve mükellefiyetler yükleyen şeref mefhumlarını ve
bunların şiirlerde umumi bir dille ifadesini bu panayırlara borçludurlar.[369]
Çevreyle ilişkileri
açısından bu kadar geniş bir yelpazeye sahip olan Araplarda, okuma yazma pek
yaygın olmadığı halde onlar, nazım, nesir, belagat,
Bu şartlar altında
yaşayan Arapların kültür kaynağını, doğal olarak, şiir, ensab, emsal, eyyamu’l-arab
(harp ve diğer önemli olaylar), kendi adet ve ananeleri, Hımyer ve Yemen
halkının menkıbeleri, Hicaz ve Yemen bölgelerinde yerleşik Yahudilere ait olan
haberler, nihayet Suriye ve Irak’taki Hıristiyan kiliselerinin yaydığı
Hıristiyanlığa ait malumatlar teşkil etmekteydi[372]
Ancak bu dönemde Araplar, İlmü’l-Envâ (yıldızlara bakarak tahminde bulunma)
İlmü’1-Eser (iz sürme) ve İlmü’l-Ensâb (soy-sop bilimi) konularında özel
maharetler kesbetmişlerdir.[373]
Adını “mukaddes ibadet
mahalli” anlamına gelen Seba dilindeki Makuraba’dan aldığı belirtilen Mekke,
Hz. Peygamber’in doğumundan çok önce dini bir merkez hüviyetini kazanmıştır.[374]
Zira ticari veya dini amaçlı seyahatler sayesinde Araplar, komşu milletlerle iç
içe bir hayat yaşamışlar; bunun neticesi olarak da kültürel açıdan olduğu kadar
dini açıdan da karşılıklı bir etkileşim söz konusu olmuştur.[375]
Gerek ticari, gerekse komşuluk ilişkileri nedeniyle İran’ın ateşperestliğinden,
Irak’ın yıldıza tapıcılığmdan, Filistin ve Suriye’nin putperestliğinden etkilendiler.
Öyle ki, Beyt-i Mukaddes’in içini-dışını tasvir edilmiş veya yontulmuş
putlarla doldurdular. Evlerinde edindikleri özel putları, sefere çıkarken ve
dönüşte meshetmeyi âdet edindiler.[376]
Kısacası cahiliyye
döneminde Arapların dinî hayatı oldukça dağınık bir mahiyet arz etmekteydi.
Onların arasında Yahudilik, Hiristiyanlık, Zerdüştliik ve yaygın olarak
putperestlik mevcuttu. Bunların yanında muvahhid olanlar, halikı ve âlemin
hadis olduğunu kabul edenler veya halikın varlığını kabul edip peygamberleri ve
ba’sı kabul etmeyenler;[377]
hatta Meleklerin Allah’ın kızları olduğuna inanan ve kendilerini, tıpkı
putlarda olduğu gibi, Allah’a yaklaştırması için meleklere tapanlar da vardı.[378] Bu
nedenle Abdulfettah Ali, çok değişik dinî inanışları bünyesinde barındıran Arap
yarımadasını, bir ma’raz, yani değişik dinlerin sergi yeri olarak
nitelendirmektedir.[379]
Bu kültür çevresinde
doğup yetişen Hz. Peygamber, insanların arasında dilden dile dolaşarak
yaygınlık kazanmış kültürel bilgileri gerek seyahatleri, gerekse kişisel ilişkileri
sebebiyle öğrenme imkanına sahip olmuştur.[380]
Nitekim Hamidullah, naul (navlon), dîmâs (sıcak hamam), sûr (ziyafet), kâh kâh
(taklidi bir kelimedir) ve sena sena (güzel güzel) kelimelerinin yabancı
uyruklu olmalarına rağmen, Hz. Peygamberin bu kelimeleri bilmesini ve
kullanmasını bu seyahatlerine bağlamaktadır.[381]
Allahu Teala çeşitli
zamanlarda insanlara, kulluklarını hatırlatmak, onları şirkten arındırmak ve
büyük günün azabından korkutmak üzere kendi içlerinden, yani kendileri gibi
beşer olan bazılarına vahiy göndermiştir. Hz. Peygamber’i dikkate aldığımızda
onun bu özelliği bir ayeti kerimede şu şekilde vurgulanmıştır.
“O’dur ki ümmiler içinde, kendilerinden olan ve onlara
Allah’ın ayetlerini okuyan, onları yücelten, onlara kitap ve hikmeti öğreten
elçi gönderdi. Oysa onlar, önceden sapıklık içinde idiler.”[382]
Ayeti kerimede
elçinin, gönderilenlerin hemcinsleri olduğu vurgulanmaktadır ki bu Allah’ın
sünnetidir. Diğer bir ifadeyle yeryüzünde yaşayan insanlara gönderilen elçi,
biyolojik olarak diğerlerinden farksızdır. Ancak Hz. Peygamberin bu yönü,
kendi dönemindeki müşrikler tarafından anlaşılamadığı için, onu yadırgamışlar
ve itirazlarını dile getirmişlerdir:
“Kavminden kendilerine dünya hayatından bol nimet
verdiğimiz halde, inkar eden ve âhiret hayatına kavuşmayı yalanlayan eşraf
takımı dedi ki: ‘Bu da sizin gibi bir insandan başka bir şey değil. Sizin yediğinizden yiyor,
içtiğinizden içiyor.”[383]
Hz. Peygamberin sîretini bir bütün olarak ele aldığımızda
bir beşere ait olan nitelikleri onda da görmekteyiz. Mesela O da, diğer insanlar
gibi üşümüş, terlemiş, acıkmış, susamış, öfkelenmiş, üzülmüş, zayıflamış ve
yaşlanmış; attan düşmüş, savaşta yaralanmış, kendisine zehir içirilmiş hatta
büyü yapılmıştır. Hastalandığında tedavi olmuş, kan aldırmış, sonra da ömrünü
tamamlayıp ahirete göçmüştür.[384]
Beşer olma noktasında diğer hemcinsleriyle aynı olan Hz. Muhammed. seçilmiş ve
kendisine peygamberlik görevi verilmiş, dolayısıyla kendisine vahyolunmuştur. Böylece
onun biri biyolojik yapısı itibariyle beşeriyet; diğeri de göreviyle ilişkili
olarak elçilik olmak üzere iki farklı yönü ortaya çıkmıştır. Hz. Peygamber’den
aktarılan rivayetlerin ona ait olup olmadığını araştırırken bu özelliklerinin
mutlaka dikkate alınması gerekmektedir. Bu nedenle biz önce Beşerî yönünü, daha
sonra da Resul oluşunu ele alıp, her iki noktada da ön plana çıkan temel
özelliklerine dikkat çekeceğiz:
Gerek Kur’an’da
gerekse Hadislerde beşer olduğu vurgulanan Hz. Peygamber’e ait olan bir takım
vasıflar ön plana çıkarılmış, bununla birlikte hemcinsleriyle aralarındaki fark
da vurgulanmıştır. Bunları şu şekilde
özetlemek mümkündür;
1) Biyolojik
olarak diğer insanlardan farksızdır. Ancak kendisine vahyolunmaktadır. Bu durum
ayet-i kerimede açıkça vurgulanmıştır:
“De ki ‘Ben de sizin gibi bir insanım, ancak
ilahınızın tek bir ilah olduğu bana vahyolunuyor. Kim Rabbine kavuşmayı arzu
ediyorsa iyi iş yapsın ve Rabbine (yaptığı) ibadete hiç kimseyi ortak etmesin”[385]
Hz. Peygamber’in aynı özelliği,
Peygamberlerden olağanüstü şeyler isteyenlerin talepleri geri çevrilirken de
belirtilmiştir.[386] Öte
yandan Hz. Peygamber hadislerinde de kendisinin bir beşer olduğunu dolayısıyla
insanlara has olan niteliklerin kendisinde de bulunduğunu belirtmektedir:
“Ben bir kulum; kulun yediği gibi yerim ve içerim.”[387]
“Ben ancak sizin gibi bir beşerim. Sizin hatırlamanız
gibi hatırlarım, sizin unutmanız gibi unuturum.”[388] Rivayete göre adamın biri titreyerek Hz. Peygamber’e
gelip o-nunla konuşunca, onu rahatlatmak için Hz. Peygamber:
“Sakin ol. Ben kral değilim. Ben kurumuş et yiyen bir
kadının oğluyum.” buyurmuştur.[389]
Hz, Peygamber,
kullandığı ‘kurumuş et yiyen bir kadının oğluyum’ ifadesiyle, kendisinin hayat
tarzı açısından, toplumun diğer fertlerinden farklı olmadığını vurgulamıştır.
Fizikî yapı itibariyle diğerlerinden farklı olmayan Hz. Peygamber, biyolojik
ihtiyaçları açısından da farklı değildir; hatta beşer için bir eksiklik olarak
görülen unutma noktasında da diğer insanlarla aynı olduğu belirtilmektedir.
Nitekim bu konudaki haberler bir bütün-olarak ele alındığında da O’nun unuttuğunu
ya da hatırladığını gösteren pek çok olay görülmektedir. Mesela namaz kılarken
unutması bunlardan birisidir:
“Resulullah namaz
kıldı, eksik mi yaptı, yoksa fazla mı hatırlamıyorum. Selam verdiğinde ona:
“Ya Resulallah!
Namazda bir şey mi oldu,” denildi. O ne olduğunu sorunca, Onlar:
“Sen şöyle şöyle
kıldın” dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber ayağını büktü, kıbleye döndü, iki
secde yaptı ve selam verdi. Sonra yüzünü bize döndürdü ve şöyle dedi:
“Şayet namazda bir şey olsa ben bunu size haber
veririm. Ben de sizin gibi bir beşerim; sizin unuttuğunuz gibi unuturum. Unuttuğumda
bana hatırlatın.. ”[390]
Bir başka örnek ise
Ebu Hureyre tarafından nakledilmiştir:
“Namaz için kamet
getirildi. İnsanlar saf oldular, Hz. Peygamber çıkıp yerini aldığında
gusletmediğini hatırladı. İnsanlara “‘yerinizde
kaim” dedi. Sonra evine döndü. Bizim yanımıza geldiğinde başından su
damlıyordu. Biz safta beklerken o gusletmişti.”[391]
Bu rivayetlerden
birincisine göre Hz. Peygamber, kıldığı namazın rekat sayısını, ikinciye göre
ise gusletmeyi unutmuştur.
Beşer olan Hz.
Peygamber, diğer insanlar gibi memnun kalarak veya kızarak[392]
tepkisini ortaya koymaktadır. Örnek olarak Hz. Aişe tarafından nakledilen şu
haberi zikredebiliriz:
‘Resulullah’ın
huzuruna iki kişi geldi ve kendisiyle bir şey konuştular. Ben konuşulanı
bilmiyorum. Onlar Resulullah’ı öfkelendirdiler de Resulullah onlara lanet etti
ve ağır söz söyledi. Onlar dışan çıkınca ben:
“Ya Resulallah! Senden
bir hayra nail olan umduğuna kavuşmuş, kurtulmuştur. Bunlar senden bir hayra
nail olamadılar,” dedim. Resulullah:
“Ben neler söyledim,” dedi. Ben:
-’Sen onlara lanet
ettin ve ağır söz söyledin,” dedim. Bunun üzerine Resulullah şöyle buyurdu;
“Sen benim Rabbımla ne üzerine anlaştığımı bilmez
inisin? Ben,
“Ya Allah! ben bir beşerim. Müslümanlardan herhangi
bir kişiye layık olmadığı bir sözle hitap eder, lanet
eylersem, o
hitabımı o mümin için günahtan temizlik ve bir ecir kıl,’ dedim,”[393]
Hz. Peygamber’in
davalılar arasında hüküm verirken de kendisinin beşer oluşunu ön plana
çıkardığını görmekteyiz. Zira insanın yapısı itibariyle güzel konuşmalardan ve
düzgün ifadelerden etkilenmesi kaçınılmazdır. Bu nedenle işittiği şeye göre
hüküm verdiğini belirttikten sonra, haksız yere kime bir şey verirse verdiğinin
cehennemden bir parça olduğunu beyan etmiş ve kişiyi alıp almamakta serbest
bırakmıştır.[394]
2) Kendisine peygamberlik verileceğini bilmeyen, hatta
kendisine bu görev verilmeden önce kitap nedir, iman nedir bilmeyen ümmî bir
beşerdir:
“Sen kitabın sana indirileceğini ümit eder değildin,..”[395]
“İşte sana da böyle emrimizden bir ruh (kalplere can
veren bir Kitap) vahyettik. Sen Kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz
onu (vahyettiğimiz o Kitab’ı), bir nur yaptık. Kullarımızdan dilediğimizi
onunla hidayete iletiyoruz. Ve şüphesiz ki sen doğru yola götürüyorsun.”[396]
3) O da diğer insanlar gibi kendisine vahyolunana tabi
olmakla yükümlü kılınmıştır. Öyle ki vahyedileıılerin aksine hareket ederse O’nun
da ameli boşa gidecektir.
‘‘De ki ‘Ben size, Allah’ın hazineleri yanımdadır
demiyorum; gaybı da bilmem, size ben meleğim de demiyorum. Ben sadece bana
vahyolunana uyuyorum.’ De ki ‘körle gören bir olur mu? Düşünmüyor musunuz?”[397]
“Kur’an’ı (sana indiren ve onu okumayı) sana farz
kılan (Allah), elbette seni dönülecek yere döndürecektir...”[398]
“Andolsun sana da senden öncekilere de şu vahyolundu: “Yemin
ederim ki eğer şirk koşarsan bütün amellerin boşa gider ve hüsrana uğrayanlardan olursun. Hayır,
onun için yalnız Allah’a kulluk et ve şükredenlerden ol.”[399]
4) Hata işleme melekesi elinden alınmamış olmakla
birlikte, vahyin kontrolü altında tutulduğu için, özellikle göreviyle ilişkisi
bulunan alanlarda yaptığı hata düzeltilmiştir. Yani o hatanın ümmete mal olması
söz konusu değildir. Mesela Allah’ın kendisine helal kıldığını, eşini memnun
etmek için kendisine haram kılmaya kalkmış, ancak uyarılmıştır:
“Ey Peygamber, sana Allah’ın helal kıldığını
zevcelerinin hoşnutluğunu aramak için neden haram edersin?”[400]
Bu amaçla Kur’an’ı
taradığımızda Hz. Peygamber’in (a.s.). Bedir gazvesinde esir alması, Tebük
gazvesinde de savaşa katılmak istemeyenlere izin vermesi nedeniyle uyarıya
maruz kaldığını görmekteyiz:
“Hiçbir peygamber için, harp sahasında düşmanı iyice
ezinceye kadar esirler almak layık değildir. Siz dünya malını istiyorsunuz.
Allah ise ahireti kazanmanızı murad ediyor.”[401]
“Allah seni affetsin. Doğru söyleyen sence belli
oluncaya ve yalancıları bilinceye kadar beklemeden onlara niçin izin verdin?”[402]
Kendisine
vahyolıınmasıyla diğerlerinden ayrılan Hz. Peygamber, Allah’ın elçisi olması
hasebiyle ona bazı görev ve yetkiler verilmiştir. Bunları şöylece özetlemek
mümkündür:
1- Hz.
Peygamber Allah’ın kendisine vahyettiklerini insanlara tebliğ etmekle
görevlendirilmiştir.
“Ey Resul, sana Rabbindcn her indirileni tebliğ et.
Etmezsen Allah’ın verdiği elçilik görevini yerine getirmemiş olursun...”[403]
Hz. Peygamberin
ifadeleriyle yaptığı şeyin Rabbinin risaletini tebliğ etmek olduğu da
açıklanmıştır.
“De ki: ‘Ey kavmim, bende bir sapıklık yok. Ben
alemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim. Size Rabbimin gönderdiği
gerçekleri duyuruyorum, size öğüt veriyorum ...”[404]
2- Hz. Peygambere tebliğ ettiği şeyi tebyîn etme görev
ve yetkisi verilmiştir. Diğer insanların şart ve imkanlarında yaşayan Hz. Muhammed’e, gerek
söz ve davranışlarıyla, gerekse müşahade ettiği olaylar karşısındaki
tavırlarıyla insanlara indirileni açıklama yetki ve görevi verilmiştir.
“...Ey Resulüm, kendilerine indirileni insanlara
açıklayışın diye sana da Zikri indirdik...”[405]
“Biz sana Kitabı indirdik ki. hakkında ayrılığa
düştükleri şeyi onlara açıklayasın ve inanan bir kavim için (o Kitap) yol
gösterici ve rahmet olsun.”[406]
3- Peygamber olması nedeniyle kendisine verilen tebliğ
ve tebyin görevini ifa esnasında kullanabileceği bir takım yetkiler tanınmış;
ümmetinin de kendisine tabi olması ve itaat etmesi istenmiştir.[407]
Bunun doğal bir sonucu olarak da günlük hayatla ilgili işleri organize eden bir
lider ve dinî açıdan pis şeyleri haram, temiz şeyleri de helal kılan bir
peygamber ortaya çıkmıştır. Bu dimim, Ehl-i Kitab’ın eserlerinde Hz. Peygamber’e
ilişkin nitelikler zikredilirken şöyle dile getirilmiştir.
“Onlar ki yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı
buldukları o Elçiye, o ümmi Peygambere uyarlar. O (Peygamber) ki, iyiliği
emreder, kötülükten men eder; onlara güzel şeyleri helal, çirkin şeyleri haram
kılar, üzerlerin deki ağırlıkları, sırtlarındaki zincirleri kaldırıp atar. Ona
inanan, destekleyerek Ona saygı gösteren, yardım eden ve Onunla beraber
indirilen nura uyanlar, işte felaha erenler onlardır.”[408]
Aynı husus
müslümanlara cihat konusunda hedef gösterilirken de
vurgulanmıştır:
“Kendilerine Kitap
verilenlerden Allah’a ve ahiret gününe İnanmayan, Allah’ın ve Elçisinin haranı
kıldığını haranı saymayan ve gerçek dini din edinmeyen kimselerle, küçül(üp boyun
eğ)erek elleriyle cizye verecekleri zamana kadar savaşın.”[409]
Peygamberin, bir beşer
olduğu, iradesini kullandığı; hatta kendi görüşüyle bir işe karar verdiğinde
sahabenin onunla fikir teatisinde bulunduğu da bilinen bir vakıadır. Zira “... iş hususunda onlara danış...”[410]
emrinin birinci derecede muhatabı o idi. Nitekim Uhud gazvesinde müslümanlarla
istişarede bulunmuş ve çoğunluğun görüşüne uyarak şehir dışında savaşmayı
kabul etmiştir. Oysaki kendisi şehirde kalarak savunma savaşı yapmak
istiyordu. Bedire katılmayan gençler ise
şehir
dışına çıkarak düşmanla savaşmayı arzu ediyorlardı.[411]
Bedir gazvesinde de Hz. Peygamber önce karargahını ilk kuyunun basma kurmuştu;
ancak Hubab b. Münzir Resulullah’a gelerek oraya kendi görüşüyle mi, yoksa
vahiyle mi konduğunu sordu. Resulullah’ın kendi görüşü olduğunu bildirmesi
üzerine Hubab, düşüncesini açıklamış, Allah Resulü de uygun görerek onun işaret
ettiği son kuyunun başını karargah olarak seçmiştir.[412]
Elçilikle
görevlendirilen Hz. Muhammed’in ve uygulamalarının sağlıklı bir şekilde
değerlendirilebilmesi için, onun temel nitelikleri ve görevinin yanında,
kendisinin turum ve davranışlarını yönlendiren bilgi kaynaklarının ayrıntılı
bir şekilde ele alınması gerekmektedir. Zira bilginin kaynağı ile değeri ve
doğruluğu arasında doğru orantı mevcuttur. Bu nedenle biz onun bilgi
kaynaklarını, ayet ve hadislere dayanarak tespit etmeye çalışacağız.
Hz. Peygamber’den aktarılan bilgilerin gerek bağlayıcılık
ve doğruluk açısından değerlendirilmesi, gerekse Hz. Peygamber için “mümkün”
olanın kavranabilmesi, öncelikle onun bilgi kaynaklarının bilinmesine bağlıdır.
Aksi takdirde ya onun bilgi kaynaklan diğer insanlarınki ile aynı kabul
edilerek, özellikle gaybî konularda, diğer insanlar için bilinmesi mümkün
olmayanın onun için de mümkün olmadığı sonucuna ulaşılacaktır. Bunun doğal
sonucu olarak da birçok rivayetin Hz. Peygamber’e aidiyeti reddedilecektir. Ya
da onun bilgisinin tek kaynağı olarak vahiy kabul edildiği içins değişen veya
aksi ortaya çıkan herhangi bir haberin ona aidiyeti reddedilme yoluna
gidilecektir. Böyle bir yanlışa düşmemek için biz, rivayetlerden hareketle O’nun
bilgi kaynaklarını ve bu kaynakların etken olduğu alanı tespit etmeye çalışacağız.
Bilgi, lügatte farklı anlamlarda kullanılan bir kavramdır. Bunları şu şekilde özetlememiz mümkündür:
a) Okuma, araştırma, gözİem ve
deney sonucunda edinilen, ya da öğrenilenlerin
tümüdür,
b) Düşünme, yargılama, akıl yürütme gibi işlemler
sonucunda elde edilen düşünsel üründür,
c) Belirli bir alanda öğrenilmiş olanların tümüdür,
d) Bir şey
ya da kimse hakkında yapılan açıklamadır.[413]
İslam alimleri tarafından bilginin farklı tarifleri
yapılmıştır. Her ne kadar bu tanımlarla belli bir gruba veya mezhebe cevap
vermeyi amaçlamış olsalar bile, geçerliliğini kabul ettikleri bilgiyi
tanımladıkları için önemlidir. Biz öncelikle onların bilgi tanımlarından
örnekler zikredip, daha sonra Hz. Peygamber’in bilgi kaynaklarını tespit etmeye
çalışacağız.
İlimle ilgili tanımlan
sıfat; inanç ve kavrama işlemi gibi farklı gruplarda toplamak mümkündür. Ancak
biz, konuyu dağıtmamak için böyle
bir ayırıma gitmeyeceğiz. İlim:
“Zıddına ihtimal verilmeyecek
şekilde manaları birbirinden ayırdetme sıfatıdır, ki onunla muttasıf olan
kişiye, bilinmesi imkan dahilinde olan şeyler anlaşılır ve kavranılır hale
gelir.”[414]
“Bilgi, nefsin
üzerinde sükun bulması ve karar vermesiyle bîr şeye olduğu gibi itikat etmektir.”[415]
Her ne kadar bilginler
tarafından farklı şekillerde tanımlansa bile, genel olarak; insanda hasıl
olması veya elde edilmesi bakımından ilim, zaruri ve istidlali[416]
olmak üzere ikiye ayrılmakla birlikte Allah’ın ilmi de dikkate alındığında
zorunlu ve kazanılmış olmayan mutlak bilgiyi de eklemek suretiyle bu bölümleme
üçe çıkarılabilmekledir.[417]
Fazla düşünmeden,
delile başvurmadan kendiliğinden ve kaçınılmaz bir şekilde (zorunlu olarak)
meydana gelen bilgidir. Bu da farklı kategorilerde ele alınmaktadır:
a) Bedihiyyat:
Aklın kendisine yönelrnesiyle hemen meydana gelen, ilk nazarda hemen hasıl
olan bilgidir. “Bir, ikinin yarısıdır”; “kül, cüzden büyüktür” örneklerinde
olduğu gibi.
b) Fıtriyyat: Aklın çok basit bir kıyas
ile vardığı hükümdür. Mesela “dört sayısı çifttir” örneğinde olduğu gibi. Dört
ve çift mefhumlarına sahip olan akıl, hemen bir hükme varabilir.
c) Müşahedeler:
Dış veya iç duyularla elde edilen bilgilerdir. Ateşin yakıcılığının tecrübe
edilmesi, açlık ve susuzluk hissi buna örnektir.
d) Tecrübeler:
Dış duyular vasıtasıyla yapılan mükerrer duyumların doğurduğu bilgidir. “Sert
bir cisimle vurmak acı vericidir” örneğinde
olduğu gibi.
e) Mütevatirat:
Sayısız insandan defalarca işittiğimiz haberler bu cümledendir. Mesela bir
kişinin görmediği bir şehrin varlığını kabul etmesi, buna bir örnektir,
f) Hadsler:
Mukaddimelerden neticelere süratle intikal veya mukaddimelerle neticelerin
aynı anda zihne gelişi demektir. “Bulutun çıkması yağmurun yağacağını
gösterir.” örneğinde olduğu gibi.
Lügatte bakmak ve
görmek manalarına geldiği gibi, araştinna ve mukayese sonunda düşünmek
manasına da kullanılan nazar, ıstılahta bilinmeyeni elde etmek için
bilinenleri münasip bir şekilde işlemek demektir. Buna kesbi ilimde denir.[418]
Biz, Hz. Peygamberin
bilgi kaynaklarının neler olduğunu tespit etmeyi amaçladığımız için, bu
tanımları vermekle birlikte onları tartışmak istemiyoruz.
Bilgi problemi
açısından bakıldığında Kur’an’da belirtilen bilgi kaynaklarının vahiy başta
olmak üzere duyular, akıl veyahut kalbi sezgi ve haberler olduğu
görülmektedir. Bunlardan vahy. Allah’ın peygamberlerine bildirdiği kesin bilgi
kaynağıdır. Duyular, insana ‘dışarıdan izlenimler, algılar temin eder; akıl
var olandan hareketle olmayan hakkında bilgi üretir; haberler ise başkasına ait
dolaylı bilgi veya şifaî olarak ya da kitapla aktarılan bilgilerdir;[419]
Allah tarafından elçilikle görevlendirilmiş olan Hz. Peygamber’in de bu
kaynaklan kullandığında hiç şüphe yoktur. Ancak biz, rivayetlerden hareketle
onun kullandığı bilgi kaynaklarını belirlemeye çalışacağız. Hz. Peygamber’in
bilgi kaynakları:
Vahiy, lügatte,
gizlice bildirmek, yazmak, göndermek, mektup, ilham, emir, ima, işaret,
aralıklarla seslenmek,, başkalarının duymayacağı şekilde seslenmek, fısıldamak
manalarına gelirken[420]
ıstılahta ise Allah’ın insanlar arasından seçtiği kimselere, hidayet, talimat
ve ilim açısından ulaştırmak istediği şeyleri insanlar arasında mutad olmayan
gizli bir yolla bildirmesidir.[421]
Bir takım bilgi ve
talimatları insanlara ulaştırması için seçilen peygamberlerin, doğal olarak
birinci derecede bilgi kaynağını vahiy oluşturmaktadır. Nitekim farklı ayet-i
kerimelerde bu hususun açıkça vurgulandığını görmekteyiz:
“Muhakkak biz sana, Nuh’a ve ondan sonra gelen bütün
peygamberlere vahyettiğimiz gibi vahyetik.”[422]
“Biz senden önce de kendilerine vahyettiğimiz
erkeklerden başkasını elçi göndermedik... Sana da zikri indirdik.’[423]
Görüldüğü üzere ayet-i
kerimelerde, diğer peygamberlere olduğu gibi, Hz. Peygamber’e de
vahycdildiğinden bahsedilmektedir. Ancak peygamberler
için bilgi kaynağı olan vahyin, peygamberleri bilgilendirdiği alan, sırf
risalet görevi ile kayıtlı mıdır? Bu soruya cevap verebilmek için öncelikle
ayetlere bakmak gerekmektedir:
“...Allah sana kitabı ve hikmeti indirdi ve bilmediğin
şeyleri öğretti.”[424]
“Namazları ve özellikle de orta namazım koruyun,
gönülden bağlılık ve saygı ile Allah’ın huzuruna durun. Eğer (bir tehlikeden)
korkarsanız, yaya yahut binitli olarak kılın; güvene kavuştuğunuz zaman ise
bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği şekilde Allah’ı anın.”[425]
“Sana ilim geldikten sonra onların heveslerine
uyarsan, O zaman zalimlerden olursun.”[426]
Görüldüğü gibi bu ayetlerde, indirilen Kitap ve Hikmet’in
yanında, Hz. Peygambere bilmediği şeylerin de öğretildiğinden bahsedilmektedir.
Bu noktada öğretilen şeylerin Kur’an olduğunu düşünmek suretiyle vahiyle
gelenin sadece Kur’an olduğu sonucuna ulaşılabilir mi? Bu soruyu
cevaplayabilmek için, öncelikle peygamberler açısından, kendilerine verilen
kitap dışında vahyin mümkün olup olmadığının, daha sonra da özel olarak Hz.
Peygamber için bunun ele alınması gerekmektedir.
Kur’an-ı Kerim’e
baktığımızda “Hz. Davud’a zırh yapma
sanatının”,[427]
“Hz. Süleyman’a kuş dilinin,”[428] “Hz. Nuh’a gemi
yapma sanatının öğretildiğini”[429] görmekteyiz. Söz
konusu olan bu hususlar kendilerine verilen kitabın dışmda olduğu gibi,
risalet göreviyle de doğrudan ilişkili değildir.
Diğer peygamberler
için mümkün olan bir hususun doğal olarak Peygamberimiz açısından da mümkün
olduğunu söyleyebiliriz. Ancak biz,
ayet ve hadislerden örneklerle Kur’an dışı vahyin hem imkanını hem de alanını
belirlemeye çalışacağız.
Yukarıda zikretmiş
olduğumuz ayeti kerimelerde görüldüğü üzere Resul’e kitap ve hikmetin
verildiğinden ve bilmediği şeylerin öğretildiğinden bahsedilmektedir.[430] Hz.
Peygamber’e Kur’an dışında vahiy gelip gelmediğini ortaya koyacak ve kendisine
öğretilen şeylere örnek olabilecek bazı ayet ve hadisleri zikrederek konuyu
işlemeye çalışacağız:
i) Namazın Kılınışı
“Namazları ve orta namazım koruyun, gönülden bağlılık
ve saygı ile Allah’ın huzuruna durun. Eğer (bir tehlikeden) korkarsanız, yaya
yahut binmiş olarak kılın; güvene kavuştuğunuz zaman ise bilemediğiniz şeyleri
size öğrettiği şekilde Allah’ı anın”.[431]
Ayet-i kerimede, tehlike geçtikten soma, kendisinin
öğrettiği şekilde namazın normal olarak kılınması emredilmektedir. Buradaki “size
öğrettiği şekilde” ifadesi dikkat çekicidir. Oysaki namazın keyfiyeti Kur’an’da
ortaya konulmamıştır. O halde Hz. Peygamber bunu nereden öğrenmiştir? Ona kim
öğretmiştir? Bu gibi hususlar içtihat konusu olamayacağına göre, onun, Yüce
Allah’tan Kur’an’ın dışında da bir takım ilave bilgiler almış olması
gerekmektedir. Nitekim Cebrail’in, Hz. Peygamber’e gelip beş vakit namazı her
şeyiyle bizzat tatbiki olarak öğrettiği rivayetlerde mevcuttur.
“Cibril indi ve bana imam oldu, ben de onunla beraber
namaz kıldım, sonra onunla namaz kıldım, sonra onunla namaz kıldım, sonra
onunla namaz kıldım, sonra onunla namaz kıldım.” Resulullah bunu söylerken birer birer beş vakit
namazı sayıyordu.[432]
Müslim’in bir başka
rivayetinde ise ‘bununla emrolundun/emrolundum’
ilavesi yer almaktadır.[433]
Bunlardan birincisi (emrolundun) esas alınırsa, söz Cebrail’e ait olmaktadır,
yani Cebrail namazın kılınışım gösterdikten sonra “İşte bununla emrolundun” demektedir.
İkincisi “emrolundum” siygası kabul edilecek olursa; namazın nasıl
kılınacağını ümmetine gösteren Hz. Peygamber, “işte bununla emrolundum” demektedir. Bu durumda Cebrail namazın
keyfiyetini öğretmiş ve netice olarak farz kılınan namazın, gösterdiği namaz
olduğunu beyan etmiştir.[434] Hz.
Peygamber de aynı şekilde bunu ashabına öğretmiş ve: “Beni namaz kılarken gördüğünüz gibi kılınız”[435]
buyurmuştur.
ii) Hz. Peygamber’le
Eşi Arasındaki Bir Sırrın İfşa Edilmesi
Tahrim suresi 3.
ayetinde Hz. Peygamber’le eşi arasındaki bir sırrın, eşi tarafından ifşa
edildiğinin kendisine bildirildiği; O da bunlardan bir kısmını söylediğinde
eşinin şaşkınlığı şöyle anlatılmaktadır:
“Peygamber eşlerinden birine gizli bir söz (bal şerbeti içmeyeceğini) söylemişti. Fakat eşi o sözü başkasına haber verdi. Allah da onun bu davranışını peygamberine açıklayınca, Peygamber, hanımına bu söylediklerinin bir kısmını bildirmiş, bir kısmından da vazgeçmişti. Peygamber bunu haber verince eşi:
‘Bunu sana kim söyledi?’ dedi. O da
‘Her şeyi bilen ve
haber alan Allah bana söyledi’ dedi.”
Kur’an’ın hiçbir
yerinde Hz, Peygamber’e bildirilen bu sırrı görmediğimize göre, onun Kur’an’da
olmayan bir vahiyle bildirilmiş olduğu sonucunu çıkarabiliriz.
iii)
Hz. Peygamber’in İlk Kıblesi
Bakara Suresi 144.
ayetinde açıkça Hz. Peygamber’den ve beraberindeki müminlerden yüzünü mescid-i
harama çevirmesi istenmiş, yani onlara kıble olarak Mescid-i Haram tayin
edilmiştir.[436] Ancak bu ayetle
belirlenen kıble, nihai olmakla birlikte ilk uygulama veya emir
değildir. Zira ayette belirtilen Hz.
Peygamber’in yüzünü semaya doğru çevirip durmasının nedeni istediği kıbleye
Rabbinin kendisini çevirmesini talep etmesidir. Nitekim bir başka ayette Hz.
Peygamberin arzu ettiği bir yönün yani Kabe’nin kıble olarak tayin edildiği
belirtilmekte, hatta buna gerekçe olarak da “Peygamber’e
uyanları, ökçesi üzerinde geriye döneceklerden ayırdetmek”[437]
gösterilmektedir.
Nihai kıbleyi
belirleyen ayetlerin Medine’de indiği bilinmektedir. Oysaki namaz risaletin
Mekke döneminde farz kılınmış; dolayısıyla namazın şartlarından biri olan kıble
de belirlenmiştir. Ancak ayetlerde o döneme ait, ne bir emir, ne de o dönemdeki
uygulamaya bir işaret bulabilmekteyiz. Acaba Hz. Peygamber (a.s.) ve
Müslümanlar Mekke’de kıble olarak nereyi benimsemişlerdi? İçinde yaşadıkları
toplumun kutsal saydığı ve bazı ibadetlerinde yöneldikleri, Hz. İbrahim ve
İsmail (a.s.)’ın de kıblesi olan Kabe’ye mi, yoksa Medine döneminde yöneldikleri
Beyt-i Makdis’e mi dönmüşlerdi? Hz. Peygamber, Mekke döneminde Kabe’ye
yöneldiyse, hangi amaçla ve ne zaman Beyt-i Makdis’e yöneldi? Buraya yönelişi
kendi istek ve içtihadıyla mı, yoksa ilahi bir emirle mi olmuştu?
Kur’an-ı Kerim’de
cevabını bulamadığımız bu sorulan, tarihi bir vesika olan rivayetlerin ışığı
altında cevaplandırmaya çalışacağız. Bu konuda İbn Cüreyc ve İbn Abbas’tan
farklı rivayetlerin geldiğini görmekteyiz:
İbn Cüreyc’ten
naklolunmuştur:
“Resulullah önce Kabe’ye
doğru namaz kıldı. Sonra Beyt-i Makdis’e çevrildi. O zaman Hz. Peygamber Mekke’de
idi. Böylece üç yıl namaz kıldı, sonra hicret etti. Medine’ye geldikten sonra
16 ay oraya doğru namaz kıldı. Sonra da Allah onu Kabe’ye çevirdi.”[438]
İbn Abbas’tan
naklolunmuştur:
“Resulullah Medine’ye
hicret ettiğinde, ora halkının çoğu Beyt-i Makdis’e yönelen Yahudilerdi. Allah
da Peygamberine oraya yönelmesini emretti. Hz. Peygamber oraya 17 ay yöneldi;
oysaki Allah Resulü kıblenin
Kabe olmasını arzu ediyordu. Çünkü Yahudiler
“Muhammed bize
muhalefet ediyor ama kıblemize uyuyor” diyorlardı. Bunun üzerine ayet indi.”[439]
İbn Abbas’tan rivayet
olunmuştur:
“Resulullah Mekke’de
iken Beyt-i Makdis’e doğru namaz kılıyordu. Kabe de aralarında bulunuyordu.
Medine’ye hicret ettiğinde ise 16 ay böylece namaz kıldı, sonra Kabe’ye
çevrildi.”[440]
İbn Abbas, Mekke’de
iken her iki kıbleyi birleştirdiğini; ancak Medine’ye geldiğinde, coğrafî
olarak buna imkan olmadığı için Beyt-i Makdis’e doğru namaz kılmakla
emrolunduğunu anlatır.[441]
Bu rivayetleri dikkate
aldığımızda Beyt-i Makdis’in kıble olarak kabul edildiği yerin Mekke mi, yoksa
Medine mi olduğu konusunda bir ittifak sağlanmasa bile, Hz. Peyganıber’in oraya
yönelmesinin, kendisine gelen bir emirle olduğu anlaşılmaktadır. Zira Kudüs’e
yöneliş Yahudilerin kalbini ısındırmak gibi bir amaçla Hz. Peygamber’in kendi
seçimi olsaydı, onlarda bir hayır olmadığını gördüğünde, arzu ettiği kıbleye ‘gözünü
semaya dikip beklemeksizin’ dönerdi. Oraya yönelmesini isteyen bir emri Kur’an’da
bulamadığımıza göre, Hz. Peygamber’in ilk kıblesinin tespitinin, Kur’an’da
olmayan bir vahiyle olduğunu söyleyebiliriz.
Kur’an dışı vahyin
farklı alanlarda bilgi kaynağı olarak kullanıldığını gösteren örnekleri
artırmak mümkün olmakla birlikte, fazla uzatmamak için bir iki örnek daha
zikrederek konuyu kapatmak istiyoruz.
Resulullah’ın mevlası
Sevban’dan nakledilen rivayete göre Yahudi alimlerinden biri, Hz. Peygamber’e
gelip, peygamber olanlardan başka kimsenin bilemeyeceği bir takım sorular
sormak istediğini belirtince Hz. Peygamber:
“Söylediğim sana fayda verir mi?”, dedi. O da:
“kulaklarımla duyarım”
dedi ve çocuğun oluşumundan sordu. Bunun üzerine Hz. Peygamber:
“Erkeğin suyu beyazdır, kadınınki ise sarı. Bu ikisi birleştikleri zaman, erkeğin
menisi kadınınkine galip gelirse Allah’ın izniyle erkek çocuk dünyaya getirirler.
Kadının menisi erkeğinkine galip gelirse kız çocuğu meydana getirirler” buyurdu. Bunun üzerine yahudi:
“Yemin ederim ki sen
doğru söyledin, ve yine yemin ederim ki sen bir peygambersin” dedi ve ayrılıp
gitti. Daha sonra Hz. Peygamber (a.s.) şu açıklamayı yaptı:
“Hakikaten bu adam bana soracağını sordu. Ama ben onun
sorduklarından bir şey bilmiyordum. Onları Allah bana bildirdi.”[442]
Rivayetten
anlaşıldığına göre sorunun yöneltildiği alanda Hz. Peygamber’in bir bilgisi
yoktu; ancak soruya muhatap olunca kendisine bu bilgi vahyedildi.
Bu rivayetlere göre
Hz. Peygamber’in bilgisinin kaynağını vahiy oluşturmaktadır. Özellikle gaybi
konularda vahiy tek kaynaktır.[443]
Zira gözlem ve deney yardımıyla duyulur alem hakkında sınırlı bilgi üreten akim,
gayb alemiyle ilgili konularda eksik ve hatalı hükümler vereceği şüphesizdir.[444]
Örneklerden Hz. Peygamber’in hayatın farklı alanlarında
vahiyle bilgilendirildiği anlaşılmaktadır. Zira namazın kılmışı, görevine
ilişkin bir örnek teşkil ederken, yahudinin sorduğu soruya cevap verdikten
sonraki açıklaması, ya da Hubab b. Münzir’in Bedir’de ordunun konuçİandırılması
hakkında vahiy olup olmadığını sorması, söz konusu alanın, Hz. Peygamber’in
görev alanıyla sınırlı olmadığını, en azından ashabın bu noktadaki beklentilerini
ortaya koymaktadır. Ancak risalet görevini îfâ noktasında vahyin özel bir anlam
ve yerinin olduğu şüphesizdir.
Akıl kavramını,
birinci bölümde ele aldığımız için burada tekrar zikretmemekle birlikte, Hz.
Peygamber tarafından onun nasıl kullanıldığını tespit etmeye çalışacağız.
Varlığı akılla anlam
kazanan bir insanın, günlük hayatında yapması veya yapmaması gereken hususları
tespit ederken aklını kullanması kaçınılmazdır. Hz. Peygamber de, gerek
elçilik görevini yaparken, gerekse günlük hayatını sürdürürken üpkı diğer
insanlar gibi gaib olan şeyleri vasıtalarla, mahsûsât/duyumlanabilir olanları
ise müşahede ile idrak etmekte[445] bir
vasıta olarak aklını kullanmıştır. Mesela adadığı orucu tutamadan vefat eden
annesinin yerine oruç tutup tutamayacağını soran bir kadına
“Annenin bir borcu olsa onu öder miydin?” diye sormuş, onun
“Evet” demesi üzerine
de
“O halde onun yerine oruç tut”[446] buyurmuştur.
Hz. Peygamber,
müslümanların arasında çıkan anlaşmazlıkları çözümleyen bir hakim olarak görev
yaptığı Medine toplumunda, davaları, davalıların iddia ve savunmasını
dinleyerek karara bağlama yoluna gitmiş ve yaptığının bir akıl yürütme olduğunu
belirtip, kişiyi nihai olarak vicdanıyla baş başa bırakmıştır. Rivayet
olunduğuna göre Hz. Peygamberin ifadesi şöyledir:
“Davalarınızda bana başvuruyorsunuz, benim de beşer olduğumu unutmayın.
Olur ki bazılarınız davasını delillerle daha kuvvetli ispat edebilir. Şayet
onun lehine hüküm verip de mümin kardeşini haksızlığa uğratırsam sakın onu
almasın. Çünkü ben ona ateşten bir parça vermişimdir.”[447]
Konuya ışık
tutabilecek başka bir örnek daha verelim:
“Hz. Peygamber Medine’ye
geldiğinde ziraatçilerin erkek hurma dallarını dişilerinin üzerine asarak
tozlaştırma yaptıklarını görmüş ve ne yaptıklarını sormuştu. Onlar:
“Öteden beri biz bunu
yapıyorduk.” dediler. O:
“Umarım siz bunu yapmasanız daha iyi olur.”
dedi. Bunun üzerine onlar da tozlaştırmayı terk
ettiler. Bu yüzden hurmalar olgunlaşmadan döküldü. Onlar durumu Hz. Peygamber’e
bildirdiler, O da şöyle buyurdu:
“Ben ancak bir beşerim, size dininize ait bir şey
emredersem onu uygulayın, kendi görüşümden bir şey söylersem bilin ki ben de
bir beşerim. Siz dünya işinizi daha iyi bilirsiniz.”[448]
Aynı olaym anlatıldığı bir başka rivayette ise Allah Resulü yaptığı işin bir akıl yürütme olduğunu açıkça belirtmiştir. Rivayete göre O:
“..Bu bir tahmindir.
Eğer faydalı ise yapın. Ben de sizin gibi bir insanım. Tahmininde insan hata
da, isabet de edebilir.”[449]
buyurmuştur.
Aklı, bilgiye ya da
sonuca ulaşmada bir vasıta olarak kullanan Hz. Peygamber, başkalarının akıl
yürütmelerini de dikkate almıştır. Mesela Selman-ı Fârisî’nin hendek kazma
fikrini, Hubab b. Munzir’in Bedir savaşında, ordunun su kuyularının başında
konuçlandırılması konusundaki akıl yürütmesini[450] kabul
etmiş ve uygulamaya koymuştur.[451]
Netice itibariyle olgu
ve olayları değerlendirmede Hz. Peygamber, tıpkı diğer insanlar tarafından
yapıldığı gibi. mevcut birikimini kullanarak akıl yürütmelerde bulunmuş; diğer
bir ifade ile bilgiye ulaşmada aklım bir kaynak olarak kullanmıştır.
İnsan, ancak duyumla
algıladığı, acı ve tat gibi nefsin yaratılışında bulduğu nesneyi veyahut
varlığı, birliği, çokluğu tasarlama gibi akim açık seçik gördüğü, ya da aklın
veya kuruntunun meydana getirdiği nesneleri tasarlayabilir. Bunların dışında
kalanları şüphesiz kavrayamaz. İşte bu noktada, insan için haberler önem
kazanmakta ve bilgi kaynağı olarak kullanılmaya başlanmaktadır. Vahyi de bir
tür haber olarak değerlendirmek mümkün olmakla birlikte, biri beşerî
tecrübenin sonucu, diğeri ise evrensel gerçeklikler olması nedeniyle, bilgiye
kaynaklık etmeleri noktasında ikisini birbirinden ayırmak durumundayız. Zaten
bilgi kaynakları arasında sayılan haberdm de, diğer insanların bilgi ve
tecrübesini aktaran bilgiler kastedilmektedir.
Rivayetlerden
anladığımız kadarıyla, diğer insanlar için kaçınılmaz olan haberlerin bilgi
kaynağı olarak kullanılması, Hz. Peygamber için de geçerlidir. Diğer bir ifade
ile Hz. Peygamber de haberleri, bilgilenme yolu olarak kullanmıştır. Ancak söz
konusu olan bu bilgileri değerlendirmeye tabi tutup, bazısını alırken, bazısını
da reddettiğinde herhangi bir şüphe yoktur.[452] Ebu
Musa el-Eş’ari’den nakledilen şu rivayeti bir örnek olarak zikredebiliriz:
“Resulullah beni Yemen’e
gönderirken Ona:
“Ya Resulallah! Orada
birçok içecek var, hangisini içeyim, hangisini içmeyeyim” diye sordum.
Resulullah: “Nedir onlar?” dedi. Ben
de
“Bit ve mızr” dedim.
Resulullah:
“Nedir onlar?”
deyince,
“Bit baldan yapılır,
mızr da mısırdan yapılan bir nevi meşrubattır.” dedim. Bunun üzerine
Resulullah:
“Sarhoş eden içkiyi içme, çünkü sarhoş eden her şey haramdır.”
buyurdu.[453]
Bu rivayete göre Hz.
Peygamber içkinin niteliği hakkında bilgi almış ve İslam’ın genel prensipleri
altında onu değerlendirerek sarhoş eden hiçbir içkinin içilmemesi gerektiğini
beyan etmiştir.
Hz. Peygamber Ebyad b.
Hemmal’a Yemen taraflarında bulunan Me’rib tuzlasını ikta olarak (kesime)
vermiş, Akra b. Habis et-Temımi
(yahut Abbas b. Mirdas es-Salemi) Hz.
Peygamber’e gelerek o yerin cahiliyye devrinde kimseye ait olmadığını ve her
uğrayanın oradan istediği kadar tuz alıp gittiğini; bunun aynen su gibi muamele
gördüğünü ve dolayısıyla Ebyad’a verilmemesini istemişti. Bunun üzerine Hz.
Peygamber adı geçen sahabiye yaptığı iktadan vazgeçmiştir.[454]
Bir başka örnek: Hz.
Peygamber zekat develeri içinde bir deve görünce kızdı ve
“Bu ne dedi?”
(O memur), da
“Ya Resulallah! Onu
iki deve yerine aldım.” deyince Hz. Peygamber sustu.[455]
Hz. Peygamber emzikli kadınlarla cinsel ilişkiyi yasaklamak
istemiş, ancak Fars ve Rumların bunu yaptığını ve bunun da çocuğa zarar
vermediğini öğrenince bundan vazgeçmiştir.[456]
Yukarıda zikretmiş
olduğumuz rivayetlerden de anlaşıldığı üzere hüküm, verilen ya da edinilen
bilgiye göre konulmuştur. Bu da açıkça Hz. Peygamber tarafından haberlerin, bir
bilgi kaynağı olarak kullanıldığını göstermektedir.
Kur’an’ın bilgi
kaynağı olarak kabul ettiği duyular, genellikle kelamcılar tarafından da bilgi
kaynakları arasında sayılmış,[457]
hatta Maturidî, dış dünyayı ve onun özelliklerini bilmesi için insana verilmiş
olan duyuların bilgi elde etme yollarının en yükseği olduğunu belirtmiştir.[458]
Öyle ki bilgi kaynakları arasında sayılan akıl/istidlal ve haber konusunda
bazı itirazlar görülürken,[459]
duyuların bilgi kaynağı olarak kabul edilmesine itiraz edilmemiş; hatta
duyuları tek bilgi kaynağı olarak kabul edenler de olmuştur. Mesela Sümeniyye,
havassı hamsenin (beş
duyu)
dışında hiç bir şeyle bilgi elde edilemeyeceği görüşündedir.[460]
Bilgi kaynağı olan
duyuların, sayısını yediye çıkaranlar[461]
olsa dahi, genellikle onlar beş olarak kabul edilirler. Bunlar, işitme, görme,
koklama, tatma ve dokunmadır.[462]
Herkesin benimsediği
bu kaynaklar, Hz. Peygamber tarafından da; bilgi kaynağı olarak kullanılmıştır.
Buna örnek olarak Ebu Bekir İbn Ebu Musa’nın babasından naklettiği şu haberi
zikredebiliriz:
“Resulullah oruç
tutuyordu, ona kabakta yaptığım bir içkiyi sunmak için oruç tutmadığı bir günü
kolladım. Oruç tutmadığı bir günde yaptığım meşrubatı ona götürünce:
“Yaklaştır bakayım” buyurdu. Yanına yaklaştırdım, iyice keskinleştiğini görünce:
“Bunu bahçeye dök. Çünkü bu Allah’a ve ahiret gününe
inanmayanların içkisidir.” dedi.[463]
13 yıl Mekke’de
elçilik görevini yerine getirmeye çalışan Hz. Peygamber, Medine’ye hicret
edince orada bir site devleti kurup başına geçmiş ve toplumun komutam, hakimi,
doktoru vs. görevlerini de üstlenmiştir. Bu görevlerini yaparken Hz.
Peygamberin, vahyi, aklım, hislerini, geçmiş kültür birikimini ve çevresindeki
insanların tecrübelerini aktaran haberleri bilgi kaynağı olarak kullandığı
anlaşılmaktadır.
Ancak Kur’an’da bilgi
felsefesi kurmak gibi bir amaç güdülmemiş, aksine insanların dikkatlerini
çekip, düşündürmek suretiyle Allah’a yöneltmek hedeflenmiş; dolayısıyla bilgi
kaynakları sayılmamıştır. Bu nedenle sadece Kur’an’da belirtilen kaynakların
geçerli olduğu gibi bir iddia ileri sürülemeyeceği gibi, Hz. Peygamber’in bilgi
kaynaklarının sadece bunlar olduğu da söylenemez.
Özetlediğimizde Hz.
Peygamber’in bilgi kaynakları esas itibariyle Allah’tan aldığı vahiy, akıl,
haber ve duyular olarak sıralanmaktadır. Ondan bize intikal eden bilgiler ise
vahiy ve beşerî tecrübesinin bir birikimi olan bilgiler olarak ikiye
ayrılmaktadır. Bunlardan ikincisi:
1) Beş duyu organıyla elde ettiği bilgiler;
2) Başkalarının tecrübelerinden kazandığı bilgiler;
3) Kendi akli muhakemesi ile ulaştığı bilgiler;
4) Kur’an-ı Kerim’i anlamak ve ondan istinbat ve
istidlal etmekle ulaştığı bilgiler, şeklinde alt başlıklarla gösterilebilir.[464]
Bilginin kaynağı ile
gerçekliği ve evrenselliği arasında doğrudan bir ilişkinin olduğunu dikkate
aldığımızda Hz. Peygamber’in vahiy kaynaklı olan bilgisinin yanhşlanması veya
aksinin ortaya çıkması söz konusu değildir. Ancak beşerî tecrübesi veya görev
alanı dışındaki istidlalleri ve diğer bilgi kaynaklarından elde etmiş olduğu
bilgiler için evrensel anlamda gerçeklik yerine, öncelikle kendi şart ve
mekanında doğruluk aranmalıdır. Bu durumda rivayetlerin, kaynakları da dikkate
alınarak değerlendirildiği takdirde, gerek onların Hz. Peygamber’e aidiyetini
tespit, gerekse bağlayıcılık açısından daha sağlıklı sonuçlara ulaşılabilir.
Ancak bu noktada Peygamberlerin ismet sıfatı ile kendilerinden aktarılan
rivayetlerin ilişkisinin ele alınması gerekmektedir.
‘A-s-m’ fiilinin
mastarı olan ismet, lügatte men etmek, korumak, tutmak, bir şeye yapışmak,
sığınmak, dayanmak, güvenmek; bilek, bilezik, gerdanlık, ip, bağ, nikah akdi,
iffet, namus ve dokunulacak şey anlamlarına gelmektedir.[465]
Kur’an-ı Kerim’de “a-s-m”
fiili korumak,[466] “i’tesame”
tutunmak,[467] “iste’same” imtina etmek
ve çekinmek[468] anlamlarında kullanılmıştır.
Hadis-i şeriflerde de asama fiilinin mastarı olan ismet, aynı anlamlarda
kullanılmış ve ismetin bulunduğu kimsenin yani ma’sumun
Allah’ın koruduğu kimse[469]
olduğu vurgulanmıştır. Kavukci’nin (ö.1305/1887), sûfıyyeye ait olduğunu
belirttiği uydurma bir haberde de, güç yetirememenin ismetten olduğu
belirtilmiştir.[470]
Ayet ve hadislerdeki
bu kullanım doğal olarak ıstılahı anlamdaki ismet tanımlarına da yansımıştır.
Bu nedenle ismet, Şiilerin dışında, bütün ümmet tarafından peygamberlerin,
Allah tarafından günah işlemekten, isyana düşmekten, yasak ve haramları
irtikap etmekten korunması[471]
şeklinde anlaşılmıştır.
Peygamberlerin ismet
sıfatı, genel olarak her mezhep tarafından kabul edilmiştir. Ancak ismetin
tanımı, mahiyeti yani neleri içerdiği ve peygamberlerde başlangıç tarihi, hatta
ismetin delili
[472] söz
konusu olunca; bu ittifakın bozulduğunu görüyoruz. Öte yandan elimizde bulunan
örnekler de onun mutlak olarak ifade edilmesine müsaade etmemektedir.[473] Kur’an’da
da bazı peygamberler hakkında “isyan etti
ve haddi aştı”[474]
gibi ifadeler kullanılmakta, bizzat Resuhıllah’a “zenb/günah” isnad edilmekte
[475] ve
bazı konularda uyarıldığı bilinmektedir. Hz. Peygamber de dualarında geçmiş
günahlarından bağışlanma niyaz etmektedir.[476] Biz
araştırma konumuzla ilişkisi oranında konuyu
ele almayı amaçlamaktayız. Bu nedenle konuyu uzatmamak için naslardan hareket
ederek sonuca gitmek yerine, tartışmalardan hareketle ittifak edilen hususları
tespit etmeye, bunun yanında da bulabildiğimiz kadar, görüşleri te’yid veya
tekzip eden haberleri de zikretmeye çalışacağız.
Konuyla ilgili tartışmalara baktığımızda ismet sıfatının
gereği olarak Hz. Peygamber’in, insanlardan; cin ve şeytandan; unutma, yanılma
ve günahlardan korunduğu kabul edilmektedir.
1) İnsanlardan
Korunma
Allah’u Teala peygamberini insanlardan koruyacağını beyan
etmekte[477] ve rivayetlerde de Hz.
Peygamberin, kendi dışında bir güç tarafından korunduğu belirtilmektedir.[478]
Nitekim tehlikelere karşı insanlar tarafından korunan Hz. Peygamber, “Allah
seni insanlardan koruyacaktır”[479]
ayeti indiğinde, başını pencereden dışarı çıkararak “Ey insanlar! Dağılın, Allah beni koruyacaktır” buyurmuştur.[480] Kendisine
itaat zorunlu kılınan ve insanlar için de güzel bir örnek olarak sunulan[481] Hz.
Peygamber, şüphesiz inanç ve ahlak açısından sürekli kontrol altında
tutulmuştur. Ancak tehlikelere karşı korunacağı konusunda, kendisine özel bir
güvence verilmiş ve bu teminat yerine de getirilmiştir.[482]
2) Cin ve Şeytandan Korunma
Hz. Peygamber, Allah’ın
kendisini şeytanların helak etmesinden, tasallutundan ve vesvese vermesinden koruduğunu
söylemiştir.[483] Öte
yandan her insanın biri hayrı emreden ve ona teşvik eden, diğeri de şerri
emreden ve ona teşvik eden iki refiki vardır.[484]
Hz. Peygamber, kendi cirminin müslüman olduğunu beyan etmiştir.[485]
Dolayısıyla ona şerri emretmemektedir. Hz. Peygamber’in cin ve şeytandan
korunacağı konusunda icma olduğu da belirtilmektedir.[486]
Aslında İslam inancında koruyucu bir güç her zaman kabul edilir ve O’nun
koruması beklenir;[487]
hatta bu nedenle dualar yapılır. Mesela “Kim Kehf suresinin başından 10 ayet
ezberlerse deccaldan korunur”[488]
buyurulmuştur. Burada zikredilen korunacak kişi mutlaktır. Yani onun
peygamberlik gibi özel bir konumunun olması da gerekmemektedir.
3) Unutma
Ulema arasında unutma,
kendilerine has olan ibadet vb. gibi konularda peygamberler açısından caiz ve
mümkün olduğu kabul edilmektedir.[489]
Nitekim tebliğe ait söz ve fiilleri açıkladıktan sonra nadir de olsa yanılmışlardır.[490]
Örnek olarak şu haberleri zikredebiliriz:
i- Abdullah İbn Ömer’den nakledilmiştir:
“Resulullah bir gün
yamlarak iki rekatta selam verdi. Kendisine Zülyedeyn denilen birisi:
“Ya Resulallah! Namaz
kısaltıldı mı yoksa unuttun mu?” dedi. Hz. Peygamber de:
“Ne kısaltıldı ne de unuttum” dedi. Bunun üzerine Zülyedeyn:
“İki rekat kıldın”
dedi. Hz. Peygamber
“Zulyedeyn’in dediği gibi mi?” diye sordu. Ashab, evet deyince Hz. Peygamber iki
rekat kıldı, sehiv için iki secde yapıp selam verdi.”[491]
ii- Hz. Aişe’den nakledildiğine göre:
Hz. Peygamber bir
“Allah ona rahmet etsin bana falan ve falan surelerden
unutmuş olduğum şu ve şu ayeti hatırlattı” buyurmuştur.[492]
iii-
Ebu Hureyre’den nakledildiğine göre, Resulullah kadir
gecesinin uykusunda kendisine gösterildiğini ancak sonra bunu unuttuğunu
söylemiştir.[493]
Resulullah’ın
tebliğiyle ilişkisi olmayan sözleri unutabileceği genel kabul görmüştür.
Rivayetlerde de bu durum açıkça görülmektedir. Ancak onun unutması veya
kendisine unutturulmağı, sünnet koymak veya insanların karşılaşacakları benzeri
durumlarda onlara yol göstermek gibi belli bir amaca matuf olabileceğini
belirterek, Hz. Peygamber’den bu noktada gelen haberleri tebyinle
ilişkilendirenler de görülmektedir.[494]
4) Günahlardan
Masumiyet
Hz. Peygamberin kendi
dışındaki bir güç tarafından günahlardan korunduğunu belirten bir rivayete
rastlayamadık. Aksine ona zenb/günah[495]
isnat edildiğini; onun da günahlarından istiğfar ettiğini görmekteyiz. Mesela
Hz. Fatıma’dan gelen bir rivayete göre Hz. Peygamber, mescide girdiğinde:
“Rabbim günahlarımı bağışla ve rahmet kapılarını benim
için aç”; çıktığında da
“Rabbim günahlarımı bağışla ve bana lütuf kapılarını aç.” derdi.[496] Öte
yandan onun, kendisiyle korunacağı bir rahmeti Allah-u Teala’dan niyaz ettiği
görülmektedir.[497]
Ancak Hz. Peygamber’in bu şekilde davranması, onun örnek olmasının yanında “şükreden
bir kul olma” arzusundan kaynaklandığı anlaşılmaktadır.
İsmet, Allah’ın
peygamberleri, önce onlara tahsis ettiği saf cevherlerle, en üstün cismi ve
nefsi varlığa sahip kılmakla, ayaklarını taatte sabit tutmakla, neticede de
onlara sükûnet indirmekle, kalplerini kötü temayüllerden muhafaza etmekle ve
tevfıkıyla korumasıdır,[498]
şeklinde tanımlanmaktadır.
Şiilerin dışında,
İslam alimlerin hemen hepsi, ismetin, bu anlamda, sırf peygamberlere mahsus
bir sıfat olduğunu kabul etmelerine rağmen ismetin mahiyeti konusunda bir
birlik sağlayamamışlardır. Onlar ismetin nasıl bir sıfat olduğunu açıklarken,
yani hakikat ve mahiyetinde, ihtilaf etmişler, hatta onu, günahtan masumiyet ve
hatadan masuniyet şeklinde ikiye ayıranlar da olmuştur.[499] Öte
yandan günah İşlemelerinin nasıl engellendiği konusunda da ihtilaf edilmiştir.[500]
Kimi İslâm alimlerine göre günah işleme yetileri ellerinden alınmamıştır. Ancak
onlar gerek sözlerinde gerekse fiillerinde kendilerini lekeleyecek ve
değerlerini düşürecek hatalardan korunmuşlardır. Bilinçsiz olarak kendilerinden
bir hata vuku bulacak olsa, Allah onları uyarır ve kınar.[501]
Zira ismet, yapma gücü olmakla birlikte
masiyyetten kaçınma meleke-sidir.[502]
Kimilerine göre İse peygamberlerin günah işleyememeleri, yani bu yetilerinin
ortadan kaldırılmasıdır.[503] Bu
ya nefsin veya bedenin günah işlemeyi engelleyen bir melekeyle tahsıslenmesi ya
da peygamberlerin itaatte övgü, masiyette ise yerme olduğunu kesin olarak
bilmeleri, dolayısıyla kendilerini korumaları şeklinde olur.[504] Bu
noktada farklı görüşlere sahip olmaları nedeniyle mezheplerin görüşlerine müracat
edeceğiz.
Maturidîlere göre
ismet, Allah’ın peygamberlerine tahsis ettiği bir lutfudur ki ondan sonra
peygamber artık, irade ve ihtiyarı baki kalmakla birlikte, devamlı taat işler
ve günahlardan uzak durur.[505]
Onlara göre ismet külfeti kaldırmaz, yani peygamberin günahtan korunmuş olması,
onu taate zorlamadığı gibi, günah işlemekten de aciz bırakmaz.[506]
Eğer kast ve iradesi olmaksızın kendisinde bir hata vuku bulacak olsa Cenab-ı
Hak onu uyarır ve kınar.[507]
Eşarilere göre, Allah’ın
peygamberlere itaat gücü verip masiyet gücü vermemesidir. Diğer bir ifadeyle
bir şahsın nefsinde veya bedeninde bulunan bir özellik sebebiyle ondan günah
çıkmasının imkansız olmasıdır.[508]
Böylece peygamberler günahlardan korunmuş olurlar.[509]
Ancak bu görüş akli ve nakli delillerle tenkit edilmiştir.[510]
Şiaya göre: gücü
yettiği halde hiçbir masiyet işletmeyen akıl kuvvetidir.[511]Onlara
göre kişinin iman derecesi “yakin ve şuhud” seviyesine ulaşırsa kişinin günah
işleme ihtimali sıfıra düşer. Yani günahtan ismet kamil imandan doğan güçlü bir
takvadır. İnşam günahtan masumiyete ulaştırmak için zorlayıcı bir dış gücün
onu günahtan vazgeçirmesi söz konusu değildir.
Hatadan masumiyet ise,
peygamberlerin özel bir his vasıtasıyla olaylarla karşılaştığında ve olayı tam
olarak kavradığında, olayla ilgili
zihinsel
bir şekillendirme olmadığından hata yapma ihtimali sıfırdır.[512]
Buna göre insanın masumiyeti ve masuniyeti için zorlayıcı bir dış gücün, onu
günahtan vazgeçirmesi söz konusu değildir. Zira kudreti olmadığı için günah
işlememesi onun için bir olgunluk sayılmayacaktır.[513]
Mutezileye göre ismet,
Allah’ın masuma bir lutfudur ki bu lütuf sayesinde O, günahlardan
uzaklaştırılmış olur.[514]
Zira onlar Allah’ın küfre düşen veya büyük günah işleyen bir nebi
göndermeyeceği konusunda icma sağlamışlardır. Ancak bu nebinin küçük günah
işleyebileceğini beyan etmişlerdir.[515]
Bunların dışında
ismeti, sahibini masiyet ve hatadan bir başka tabirle dalaletten men eden bir
ilim türü olarak tanımlayanlar[516] olduğu
gibi, Allah’ın seçimine ehliyetli kılan ahlak, düşünce, akıl ve iman olgunluğu
ve kişinin kendini Allah’a adaması gibi özellikleri sayesinde ulaştığı nitelik[517]
şeklinde anlayanlar da olmuştur.
İslam mezhepleri ismeti
farklı şekillerde tanımlamış olsalar bile, büyük bir çoğunluğun, ismeti
günahlardan uzak durmak şeklinde algıladıkları görülmektedir.[518]
Ancak bazı alimler, ismeti tebliğ konusunda hatadan uzak olmak şeklinde kabul
edip; günah işleme konusunda peygamberlerin masum olmadıklarını beyan etmişlerdir.
Buna göre onlar, peygamberlik davasında ve Allah’tan insanlara tebliğ ettikleri
şeylerde kasten yalan söylemekten masumdur;[519]
bunun dışında ise masum değildir.[520]
Günah İşleme konusunda peygamberlerin masum olmadığını beyan eden İbn Teymiyye,
onların günahta ısrar etmeme konusunda
masum
olduklarını belirterek[521] bir
ayırım yapmaktadır.
Peygamberlerin,
peygamberlik davalarında ve Allah’tan insanlara tebliğ ettikleri şeylerde
kasten yalan söylemekten, çirkin davranışlardan ve helak edici büyük
günahlardan masum olduklarında bütün İslâm alimleri ittifak etmişlerdir.[522]
Ancak dini açıdan küçük günah sayılan hususlarda ne lehte ne de aleyhte bir
delil olmadığı için, kimi alimler onu caiz görmüş:[523]
ancak bunun gerçekleşmediğini beyan etmişlerdir.[524]
Zira Peygamberler, mucizelerin medlulüne ters düşecek şeylerden, aklen, masum
olması gerekir. Mucizenin medlulü ise tebliğ ettikleri şeylerde onların
doğruluğudur.[525] Kimi alimler ise
günahlar arasında herhangi bir ayırım yapmaksızm büyük küçük hiçbir günahın
peygamberler için caiz olmadığını söylemişlerdir. Örneğin İbn Hazm’a göre
peygamberler büyük ve küçük günahlardan masumdurlar.[526]
Şehristânî de bu noktada İbn Hazm ile aynı görüşü paylaşmaktadır.[527]
Ancak bu, kasıt olmaksızın, onlardan yanlışın sadır olmasını engellemez. Fakat
onlar yanlış üzerinde kalmazlar.[528]
İsmetin mahiyeti
konusunda ihtilaf edildiği gibi ona delalet eden delilde de ihtilaf edilmiştir.
Mutezile ve Eşariler onun delilinin şeriat ve akıl olduğunu söylerken; Hanefî
ve Safî alimlerinden bir kısmı ise onun sem’i olduğunu söylemişlerdir. Bu
konuda îsbehânî’nin hadis olarak zikrettiği şu haber dikkat çekicidir “Bizden günah işlemeyen veya ona yeltenmeyen hiçbir nebi yoktur.”[529]
İsmetin mahiyetinin
tartışıldığı gibi, peygamberde ne zaman başladığı; diğer bir ifadeyle
nübüvvetten önce de peygamberlerin masum olup olmadığı tartışma konusudur. Şia
ve Mutezile peygamberlerin bi’setten önce de masum olduklarını kabul ederken;[530]
bazı kelamcılar, peygamberlerin nübüvvetten önce büyük ve küçük günahlardan
korunmadıklarını beyan etmektedirler.[531]
Çoğunluğun görüşü de bu yöndedir.[532] Bu
noktada peygamberlerin tevhit ve iman konularında gerek peygamberlikten önce,
gerekse peygamberlikten sonra korunduğunu[533]belirterek
tahsise gitme eğiliminin varlığı da dikkat çekmektedir. Resulullah’ın
peygamberliğinden önceki döneme ait olan haber ve eserler de onların bu
görüşünü desteklemektedir.[534]
Zira bir peygamberin nübüvvetinden önce Allah’a şirk koşup, putlara tapması,
kendisine nübüvvet geldiğinde insanları tevhide çağırırken kınanmasına yol açabilirdi.
Kavminden birisi kalkar:
“Önceden sen de
bizimle beraber bu putlara taparken, şimdi bunları kötüleyip terk etmene sebep
nedir? Sen bir dinde karar kılmadın.” derdi. Peygamberin bu şekilde kınandığını
gösteren sahih bir haber yoktur. Eğer böyle bir şey olmuş olsaydı naklolunur,
yani müşrikler bunu söylemekten geri durmazlardı.[535]
Nitekim Hz. Peygamber de kendisinin puta tapmadığını açıkça beyan etmiştir.[536]
Bununla ilgili şöyle bir olay anlatılır: “Senede bir kaç kez Kureyşliler buvane
isimli putun etrafında toplanır, kurban keser, sabahtan akşama kadar bayram
yaparlardı. Ebu Talib yeğeniyle oraya gitmeye hazırlandı. Hz. Muhammed ise
gitmek istemedi. Ebu Talib kızdı ve elinden tutarak onu da götürdü. Bundan
sonrasını Hz. Peygamber şöyle anlatmaktadır:
“Ben puta yaklaşınca uzun boylu, beyaz elbiseli biri
bana göründü,
‘sakın puta yaklaşma’ diye beni tembihledi. Ben de
yaklaşmadım.”[537] Bi’setinden önce şirk ve putperestlikten beri olan
Peygamberlerin, günahlardan masum oluşu ise, Ehl-i Sünnete göre, vahiyden
sonradır.[538] Bu konudaki görüşler özetlendiğinde
şu sonuçlar ortaya çıkmaktadır:[539]
i) Peygamberler doğumlarından itibaren masumdurlar. Bu
Rafizanın görüşüdür.
ii)
Peygamberler buluğ çağından itibaren masumdurlar. Ancak onlar için nübüvvetten
önce küfür ve günah işlemek caiz değildir. Mutezilenin çoğunluğunun görüşü
budur.
iii) Peygamberler nübüvvetlerinden sonra masumdurlar. Ehli
Sünnetin görüşü budur.
Netice olarak
peygamberlerin peygamberlik görevlerini gizlemekten, yani ilahi mesajı tebliğde
fazlalık, noksanlık ve hata yapmaktan masum olduklarında ittifak sağlanmıştır.[540]
Nitekim Hz. Aişe, bu konudaki itimadını şu şekilde dile getirmektedir:
“Kim Muhammed Allah’ın
indirdiğinden bazı şeyleri gizledi derse şüphesiz yalan söylemiştir.”[541]
Bir başka rivayete
göre “gizleseydi Ahzap suresi 37. ayetini gizlerdi” demiştir.[542]
Bu konuda Hz.
Peygamberin de: “Allah’ın size emretmiş
olduğu her şeyi eksiksiz olarak size emrettim; Allah’ın yasaklamış olduğu
şeyleri de eksiksiz olarak size yasak ettim”[543] buyurduğu
bildirilmektedir.
Şeriattaki içtihadında
hatadan beri olan[544] Hz.
Peygamber, insan olmak bakımından, hakkında vahiy inmeyen sanat, ziraat,
matematik gibi dünya ile ilgili bazı işlerde, bilgisinin olmaması ya da olanın
aksine bir inanç beslemesi ismetine ayları düşmez.[545] Bu
konulardaki bilgisizlikleri nedeniyle onlar kınanmazlar. Zira onların
görevleri ahiret haberleri, şeriat işleri ve kanunlarıyla ilgilidir. Şöyle veya
böyle yapılacağı konusunda dinin belirleyici bir hükmünün bulunmadığı dünya
işleri ise bundan farklıdır.[546]
Ancak bu durum, onların dünya işlerinde tamamen bilgisiz oldukları anlamına
gelmediği gibi göreviyle direk bir ilişkisi bulunmasa da dünya işlerinde de
onlar vahyin kontrolünden çok uzak değillerdir. Hz. Peygamber’i kınayan ayetlerin
hatalı kararın uygulamasından sonra nazil olması da bunu desteklemektedir.[547] Öte
yandan fıkıhçıların ve kelamcıların çoğu Peygamberlerin sehven şer’i hükümlere
aykırı davranışlarda bulunmasının caiz olduğu görüşündedirler. Zira Resuller
fiillerinde masumiyet sıfatına haiz değillerdir. Ancak Allah’tan vahiy
kanalıyla aldıklarını duyurma ve tebliğ etme hususunda masum oluşları katidir.[548]
Peygamberimizin namazda yanıldığım belirten rivayetler onları desteklemektedir.
Böylece bu alimler peygamberlerin sözleriyle bu şekildeki davranışlarım
birbirinden ayırmışlardır. Onlara göre davranışlardaki yanılgı peygamberin
itham edilmesini de gerektirmez. Öte yandan peygamberin uygulamada yanılması ya
da yanıltılması görevi gereği de olabilir.[549]
Hz. Peygamberin içtihadında
hata yapmasını[550] imkan dahilinde görenler onun hata üzerinde
bırakılmayacağını ileri sürerler. Onun kınanan içtihatları, ismet sıfatına
aykırı düşecek bir günah da değildir.[551]
Peygamberler için
hata, unutma ve yanılmanın caiz olduğunu düşünen Ehl-i Sünnet alimlerinin
hiçbirisi onların nehyedilen bir şeyi kasten işlemelerini caiz görmez. Onlar
dini hükümleri tebliğin dışında peygamberlerin unutma ve hata etmelerini caiz
görürler ki buna da zelle ismi verilmektedir.[552]
Bu durumda
peygamberlerin ismetini, görevlerini esas alarak değerlendirmek yerinde
olacaktır. Bunları:
1) Tebliğe aykırı düşen;
2) Tebliğle ilişkisi olmayan şeyler şeklinde ikiye
ayırmamız mümkündür.
1- Tebliğe aykırı düşen şeyler
Peygamberler risaleti gizlemek,
davalarında yalancılık, kendisine indirilen herhangi bir şeyde bilgisizlik,
şüphe, tebliği eksik yapmak, şeytanın melek suretinde kendilerine görünmesi,
risaletin başlangıcında veya daha sonra onları karıştırması, vesvese vermek
suretiyle zihinlerine musallat olması, Allah’tan verdiği haber konusunda kasten
yalan söylemesi gibi tebliğe aykırı düşen şeylerde masum olduklarında icma vardır.[553]
Ancak hata, unutma ve yanılma şeklinde olan fiillere gelince, bu noktada
ihtilaf edilmiş ve onlar üç farklı düzeyde ele alınmıştır:[554]
i- Dini konularda olmakla birlikte insanların tabi
olmaları için yapmadığı; diğer bir ifade ile bir beşer olarak kendisine has
olan fiillerinde, diğer insanlar gibi hata yapmaları caizdir. Bu ulemanın
genelinin görüşüdür.
ii- Ümmeti eğitmeyi amaçladığı, tebliğle ilişkili
fiillerinde ilk defa açıklamasında veya tatbikatında hatadan ve galattan
masumdur.
iii- Ümmeti eğitmeyi amaçlamadığı ve önceden defalarca
yaptığı işlerde hata ve yanılma caizdir.[555]
2- Tebliğle
ilişkisi olmayan hususlar
Tebliğle ilişkisi
olmayan şeylerde, ulemanın çoğunluğuna göre peygamberin hata yapması ve
yanılması caizdir.[556]
Öte yandan dini tebliğ
noktasında, Hz. Peygamberden sadır olan şeyler, zaman, mekan ve şartlarla
ilişkisi olsa bile, evrensel bilgilerdir. Bunun dışında kalan tecrübi bilgiler
için ise, tarihsellikleri nedeniyle, bunu söylemek mümkün gözükmemektedir. Bu
ayırım bizzat Hz. Peygamber tarafından da yapılmış ve O şöyle buyurmuştur:
“Ben bir beşerim. Allah’tan size tahdis ettiğim şey
haktır. Kendi yanımdan söylediğim şeye gelince, ben bir beşerim, hata da ederim
isabet de.”[557]
“Ben bir beşerim. Size dininizden bir şey emredersem
onu alın; kendi reyimden bir şey emredersem ben bir beşerim.”[558]
“Ben bir beşerim; zan isabet de eder hata da. Benim ‘Allah
buyurdu’ dediğim şeye gelince ben hiçbir zaman Allah adına yalan söylemem.”[559]
Hurma aşılama
konusunda görüşünü bildiren Hz. Peygambere başarısız sonuç bildirildiğinde de
aynı ayırımı yaparak bütün hadisleri itham altında bırakacak belirsizliği
ortadan kaldırmıştır. Hz. Peygamber şöyle buyurur:
“Ben ancak sizin gibi bir insanım. Size dininizle
ilgili bir şey emrettiğimde ona sarılın, kendi görüşümden bir şey söylersem
(bilin ki) ben de sizin gibi bir insanım.”[560]
Görüldüğü gibi dinî
olanla tecrübî olanı birbirinden ayıran Hz. Peygamber, bağlayıcılık açısından
olduğu gibi gerçeklik açısından da bunların aynı olmadığını, yani göreviyle
ilişkili olanın hak/gerçek bilgiler olduğunu; diğerlerinin ise iki ihtimali de
taşıdığım belirtmektedir. Onun eğitim süzgecinden geçen ashabı da bu ayırımı
yaptığı için zaman zaman, Hz. Peygamberin sözlerinin kaynağının vahiy olup
olmadığını sormak suretiyle, kendi görüşlerini beyan etmişlerdir. Mesela Bedir’de
ordusunu konuçlandıran Hz. Peygambere Hubab b. Munzir, oraya vahiyle mi
konduğunu sormuş; Hz. Peygamberin vahiy olmadığını bildirmesi üzerine kendi
görüşünü söylemiş ve bu görüş Hz. Peygamber tarafından uygulamaya konulmuştur.[561]
Resulün kınanan
içtihatları ismet sıfatına aykırı düşecek bir günah değildir. Zira bu
içtihatlar, kendisine vahyin gelmediği alandadır. Bu noktada os beşeri
tabiatından ayrılması imkansız olduğu için yanlış ya da doğru yapabilir.[562]
Ancak Hz. Peygamber’e büyük oranda kaynaklık etmiş olan vahyin, sadece dinî
hususlarda geldiğini söylemek mümkün değildir. Diğer bir ifadeyle Hz.
Peygamberin tecrübi alandaki görüşlerinin kaynağının da vahiy olması
muhtemeldir. Örnek olarak tıp konusundaki tartışmalara baktığımızda alimlerden
bazılarının onu, vahiyle hiçbir ilişkisi bulunmayan bir gelenek olarak
değerlendirdiklerini,[563]
bazılarının ise tamamen vahyin mahsulü olarak kabul ettiklerini[564]
görmekteyiz. Rivayetler her iki görüşü de desteklemektedir. Bu problemi gören Kamil
Miras, rivayetleri dikkate alarak, tıbbi bilgilerin bir kısmının vahiyle
bilindiğini,[565] bir kısmının ise Arap
geleneğinden alındığım söylemiştir.[566]
Dolayısıyla onların da doğru bilgiler olması ihtimal dahilindedir. Bu nedenle
onların öncelikli olarak tetkik edilmesi gerekir. Bu araştırmanın neticesinde
ortaya çıkan sonuca göre de o bilgi ya alınır, ya da belli bir dönemin kültürü
olarak kabul edilir. Ancak buradan bilimsel verilerle doğrul anamayan ya da
aksi ortaya çıkan bilgilerin Hz. Peygambere atfedilen uydurmalar olduğu
sonucuna gidilemeyeceği gibi, ondan gelen her şeyin bilimsel yöntemlerle
doğrulanması gerektiği de iddia edilemez. Diğer bir ifade ile sıhhati tespit
edilen rivayetlerin Hz. Peygambere aidiyeti kesinleşmiş olur. Ancak bilginin
geçerliliği/evrenselliği ise farklıdır. Zaten peygamberin ismetiyle tecrübi
bilginin gerçekliği arasında doğrudan bir ilişkinin olmadığı anlaşılmaktadır.
Diğer bir ifadeyle müspet ilim veya sosyal bilimler alanındaki hükümler,
peygamberin herhangi bir insan olarak söylediği veya geçerliliği zaman ve mekan
ile sınırlı olan ifadelerdir.
Peygamberlerin
ismetinin alanını özetleyecek olursak:
Peygamberler, küfre
düşme, Yüce Allah’ı bilmeme, Allah’ın risaletini saklama, tebliğ ettiği
konularda yalan söyleme, tebliğ ve dini hükümleri açıklama konusunda ittifakla
masum kabul edilmiştir.[567] O
söz ve eylem olarak Kur’an’a aykırı hareket etmekten de uzaktır.
Ümmetin kendisine tabi
olması için yapmadığı, tamamen kendine mahsus ibadet ve zikirlerinde yanılması
veya hata etmesi ulemanın çoğunluğuna göre caizdir. Nitekim tebliğ niteliği
taşımayan ibadetlerinde zaman zaman yanıldığı da bildirilmektedir.
Dinle ilişkisi
olmayan, dünyaya ait tecrübî konularda, peygamberlerin hata etmesi caizdir.
Çünkü bunlarda peygamberlerin mertebesini düşürecek bir durum yoktur. Bunlar
alışılmış günlük işlerdir. Tecrübesi daha çok olan, yani onlarla çok fazla
meşgul olan daha çok bilgi sahibi olur.
Rivayet kelimesi, söz,
fiil ve takrir cinsinden Hz. Peygambere atfedilen her şeyi kapsasa da, gerek
vasıtalı, gerekse vasıtasız bir şekilde Hz. Peygambere vahyedilen Kur’an, nazil
olduktan sonra yazılması ve mütevatir olarak nakledilmesi nedeniyle ayrı olarak
ele alınmaktadır. Zira tevatür, ilm-i yakın yani kesinlik ifade etmekte;
dolayısıyla mütevatir olarak aktarılan haberin kaynağına aidiyeti kesinlik
arzetmektedir.
Hz. Peygamber’den
nakledilen haberlerin içinde de söz konusu
olan
özelliklerden ikisini birlikte, ya da onlardan birini taşıyanlar vardır. Yani
hadislerin bir kısmının kaynağı vahiy olduğu gibi; bir kısmı da tevatüren
nakledilmişlerdir. Bu nedenle Hz. Peygamber’e atfedilen haberler, ulema
tarafından tasnife tabi tutulduğunda vahy-i metlüv ve vahy-i gayr-i metlüv,
veya zahir vahiy ve batın vahiy şeklinde bir ayırıma gidilmiştir. Burada
vahy-i metlüv veya zahir vahiyle Kur’an; vahy-i gayr-i metlüv ve batın vahiy
ile de sünnet kastedilmiştir. Hatta Kur’an ve Hadis, Allah tarafından
gönderilmiş birer vahiy olmak bakımından aynı görülmüştür.[568]
Sünnetin vahiy olup
olmadığı alimler arasında tartışılan konulardan biridir. Bir kısmı, Necm 2-5.
ayetleri ve onun “...Yemin ederim ki
bumdan haktan başkası çıkmaz”[569] ve “Bana Kur’an ve onunla beraber bir misli
verildi”[570] vb. sözlerini dikkate
alarak sünnetin tamamen vahiy olduğunu ileri sürerken, bir kısmı da hem kaynağı
hem de bağlayıcılığı açısından haberleri tasnife tabi tutmuşlardır. Zira beşer
olan Hz. Peygamberin davranışlarının bir kısmının vahye dayanmadığını ifade
eden kendi sözleri ve buna delalet eden rivayetler vardır. Öte yandan Hz.
Peygamber’in huzurunda salıabenin reylerini açıklaması da bunu teyid
etmektedir. Örneğin Hz. Peygamber, Mekke için “Oranın otu koparıhnaz, ağacı
kesilmez” buyurunca Abbas,
“Ey Allah’ın Resulü!
Izhir bu hükmün dışında kalsın. Çünkü o evlerimizin çatısını örmede işimize
yarıyor, deyince Hz. Peygamber,
“İzhir hariç olsun” dedi.[571]
Bu gibi rivayetler
hadislerin içinde bir ayırımın yapılmasını gerektirmektedir. Zira rivayetlerin
bir kısmının, Hz. Peygamberin beşeri tabiatından kaynaklandığı yahut rey ve
içtihadına dayandığı anlaşılmaktadır ki, bunlar bağlayıcılık açısından
farklılık arzetmektedir.[572]
Aslında bu ayırım daha
Hz. Peygamber hayattayken, Onun terbiyesi altında yetişmiş olan ashabı
tarafından yapılmıştır. Onlar Hz. Peygamber’den gelen bir kararın vahiy
kaynaklı olup-olmadığmı belirlediklerinde kendilerince uygun tavrı
sergilemişler; ayınım yapamadıklarında ise bizzat Resulullah’a vahiy olup
olmadığını, ya da emredip emretmediğini sorup ona göre hareket etmişlerdir.[573]
Örneğin Hz. Peygamber Gatafan kabilesmin şerrinden emin olabilmek için Medine’nin
hurmalarının 1/3’ünü verip anlaşma yapmak istemişti. Sahabe bunun vahiy olup
olmadığını sorup, rey olduğunu öğrenince, cahiliyede bir şey vermedikleri
insanlara İslam’la şereflendikten sonra hiçbir şey vermeyeceklerini belirterek
karşı çıkmışlardır.[574]
Yine köle olan kocasına dönmesi için Berîre’ye aracılık yapmak isteyen Hz.
Peygamber’e Berîre’nin verdiği cevap bu konuda güzel bir örnek teşkil
etmektedir.
Resulullah,
“Ey Berîre! Allah’tan
kork (Muğays’a dön), o senin kocan ve çocuğunun babasıdır” deyince Berîre:
“Ya Resulullah! Bunu bana emir olarak mı söylüyorsun” dedi. Resullah,
“Hayır, emir değil,
şefaat ediyorum” dedi...”[575]
Bundan sonra Hz.
Peygamber Berire’yi muhayyer bıraktı; o da kocasına dönmedi. Ancak onun bu tavrı
ne Hz. Peygamber ne de müslümanlar tarafından kınandı.
Kaynağı açısından
farklılık arz eden rivayetler, bağlayıcılık açısından olduğu gibi gerçeklik
açısından da farklı olabilirler. Hz. Peygamber, kendisinin Allah’a yalan isnat
etmeyeceğini,[576] ancak kendi yanından bir
şey söylediğinde kendisinin de insan olduğunu, hatta bu nedenle muaheze
edilmemesi gerektiğini[577]
belirtmesi bunu ortaya koymaktadır.
İşte bu nedenle Hz.
Peygamber’e atfedilen rivayetleri bağlayıcılık açısından değerlendiren müellifler, onları farklı
kategorilerde ele almışlardır. Mesela Şah Veliyyullah ed-Dıhlevi (ö.1176/1762)
onları:
a) Risaleti
tebliğ kabilinden olan rivayetler;
b) Risaletle
ilişkisi bulunmayan, yani O’nun beşerî yönünden kaynaklanan veya âdete ve
tecrübeye dayanan hususlarla ilgili rivayetler şeklinde ikiye ayırır;
a) Risaleti
Tebliğ Kabilinden Olan Rivayetler
1) Ahiret hayatı ve nıelekût âlemine ilişkin rivayetler.
2) İbadetlerle ilgili hükümler ve onları belirleyici
rivayetler.
3) İhtiyaçların giderilmesine yönelik olan rivayetler.
4) Hz. Peygamberin herhangi bir şekilde kayıtlamaksızın
mutlak olarak zikrettiği hikmet ve maslahatlarla ilgili sünnet.
5) Üstün ameller ve menkıbelerle ilgili hadisler.
Bunların bir kısmının kaynağı vahiy, bir kısmının da içtihattır.
Ancak Hz. Peygamberin hata üzerinde kalmaktan masum olması nedeniyle onun
içtihadı da vahiy mesabesinde kabul edilmektedir.
b) Risaletin
Tebliğiyle İlişkisi Olmayan Hususlar
ed-Dıhlevî bu kısma
giren sünnetler hakkında Hz. Peygamber’in:
“Ben de bir insanım. Size dininizden bir şey
emrettiğim zaman onu alın. Size kendi görüşümden bir şey emrettiğim zaman ben
de nihayet bir insanım”[578] buyurduğunu açıklar ve onları şu şekilde
sınıflandırır:
1) Tıbla ilgili hadisler
2) Beşerî tecrübeye dayanan hadisler.
3) Hz. Peygamber’in ibadet kastı olmaksızın âdet olarak
ve tesadüfen yaptığı şeyler.
4) Hz. Peygamberin folklor kabilinden olan şeyleri
kavmiyle birlikte konuşması.
5) Ümmetin tamamını ilgilendirmeyen; ancak o günün
şartlarına göre bir maslahata taalluk eden haberler.
6) Hususi ikaz ve hükümler.[579]
Karafî, Şah
Veliyyullah’ın birinci kısımda verdiği rivayetleri bağlayıcılık açısından ele
alır ve Tebliğ, Fetva (Risalet), Kaza (Hakimlik) ve İmamet (Devlet Başkanlığı)
şeklinde ayırır.[580]
Bunlardan tebliğle ilişkili olan rivayetlerin evrensel hükümler içerdiğini
söylerken, kaza ve imamet konusunda, hakimin veya devlet başkanının iznini şart
koşar.[581]
Söz konusu olan bu
tasnifi dokuza hatta on üçe çıkaranlar da olmakla birlikte,[582] Hz.
Peygamber’in fiilleri genel olarak üç grupta toplanmıştır:[583]
a)
Şeriatı açıklamak için yaptığı fiiller
Hz. Peygamberden,
kendisine indirilen Kur’an’ı insanlara tebliğ ve tebyin etmesi istenmiştir. Bu
görevini yerine getirmek amacıyla:
i) Hz. Peygamber kendisine mücmel olarak indirilen
hükümleri açıklamıştır. Örneğin vakit, rekat ve erkanı belirtilmeksizin farz
kılman namazı,[584]
uygulama ve sözleriyle en ince ayrıntısına varıncaya kadar beyan etmiş ve “Beni namaz kılarken gördüğünüz gibi siz de
namaz kılın”[585]
buyurmuştur.
ii) Hz. Peygamber Kur’an’da amm olarak ortaya konulan hükümleri
tahsislemiştir. Mesela Nisa suresi 11. ayetine göre her evlat varis, her
ebeveyn de muris olur. Ancak Hz. Peygamber, “Biz
peygamberler topluluğuna
varis
olunmaz; bizim bıraktığımız sadakadır”[586] sözüyle baba
olan peygamberleri, “Katil varis olamaz”[587]
sözüyle de katilleri bu genel hükümden istisna etmiştir.
Yine Nisa suresi 29.
ayetindeki
“Ey inananlar! Mallarınızı aranızda batıl yollarla
yemeyin, ancak karşılıklı rızanızla yaptığınız alışveriş hariç...”,
ifadesinden meşru olan her malın karşılıklı rızaya
dayanan alış-verişle helal olduğu anlaşılmaktadır. Ancak Hz. Peygamber ürünün
olgunlaşmadan[588] veya alıcı tarafından
teslim alınmadan satılmasını yasaklamıştır.[589]
Burada söz konusu olan genel hükmün tahsislendiği görülmektedir.
iii) Hz. Peygamber Şariin mutlak olarak ortaya koyduğu
kavram ve hükümleri tahsislemiştir. Mesela Maide suresi 38. ayetine göre hırsızlık
suçunun cezası olarak, hırsızın elinin kesilmesi gerekmektedir. Ancak “el” kelimesi
avuçtan dirseğe kadar olan kısım için kullanılabilen mutlak bir kelimedir. Öte
yandan ayette çalman mala ait olarak da hiçbir nitelik zikredilmemiş;
dolayısıyla mutlak olarak bırakılmıştır. İşte bu noktada mübeyyin olan Hz.
Peygamber, elden kastedilenin “bilek” olduğunu ve sirkat cezasının
uygulanabilmesi için çalman malın cinsini, miktarını ve benzeri durumları
açıklayarak ayetteki kapalılığı kaldırmıştır.[590]
Bir başka örnek olarak
Bakara suresi 187. ayetinde belirtilen orucun başlama saati ile ilgili
ifadeleri zikredebiliriz. Ayetteki “...Sizce
beyaz ip siyah ipten ayrılıncaya kadar, yiyip için, sonra da ta
iv) Hz. Peygamber, Kur’anda hükmü bulunmayan bazı
konularda da hüküm koymuştur. Örneğin nikah konusunu ele aldığımızda, kadının
hala ve teyzesinin üzerine nikahlanmasının[592] ve
babaların karşılıklı olarak mihir vermeksizin kızlarını değişmesi anlamına
gelen şiğar nikahının[593] ve
geçici nikah anlamına gelen muta nikahının[594] Hz.
Peygamber tarafından yasaklandığını görmekteyiz.
b) Sadece
kendisine mahsus fiiller
Hz. Peygamber, kendisi
yapmasına rağmen başkalarından yapmalarını istemediği, hatta istekli olanlara
bile izin vermediği fiillerdir. Bu konuya misal olarak Hz. Peygamber’in
“Ama sen yapıyorsun?”
dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber:
“Ben sizin gibi değilim, ben yedirilir ve içirilirim” buyurdu.[596]
c) Beşeri fıtratı gereği veya o devirde
Arabistan’da cari olan âdetlere göre yapmış olduğu iş ve hareketler Mekke’de
doğan ve oradaki yerleşik kültürün içersinde yaşayan Hz.Muhammed, diğer
insanlarla birçok şeyi paylaşmış; fıtrî olarak bazı şeyleri sevmiş, bazı
şeylerden de hoşlanmamıştır. Mesela Zeyd b. Sabit Hz. Peygamber’in bu yönüne
dikkat çekerek, kendisinden hadis rivayet etmesini isteyen bir gruba surdan
söyler:
“Ben Resulullah’ın
komşusu idim. Ona vahiy geldiğinde bana
haber
gönderir, ben de onun için yazardım. Biz dünyadan bahsettiğimizde o da bizimle
beraber konuşurdu. Ahiretten bahsettiğimizde o da bahsederdi; yemekten
bahsedersek o da söz ederdi. Bütün bunları ben size nasıl anlatayım,”[597]
Bu durum aslında her
insan için geçerlidir. Nitekim O, keler konusunda bunu açıkça beyan etmiştir:
“Keleri ne yerim ne de yasaklarım.”[598]
Hz. Peygamber’e
atfedilen rivayetleri, aklın idrak alanını dikkate aldığımızda da akıl ve duyu
organlarıyla elde edilebilecek tecrübi bilgiler ve akılla elde edilemeyecek
yani vehbi bilgiler olarak ikiye ayrılabiliriz.
Netice itibari ile Hz.
Peygamber’e atfedilen rivayetlerin bir kısmı onun göreviyle ilişkili tebliği
veya tebyini iken, bir kısmı da toplumdaki konumu veya asli niteliği olan
beşeriyeti gereği söylediği sözler, yaptığı davranışlar olduğu anlaşılmaktadır.
Bunlardan birincisinde ittifakla masum, diğer bir ifadeyle yanılmaz kabul
edilen Hz. Peygamber, ikincisinde farklı bir statüde değerlendirilmektedir.
Çok yönlü bir insan
olan Hz. Peygambere atfedilen rivayetlerin içinde tebliğe ilişkin dolayısıyla
bağlayıcı emir ve nasihatler olabileceği gibi dönemin kültürünü yansıtan ve
zamanın değişmesiyle değişime uğrayan, yani ümmet açısından bağlayıcı olmayan
bilgiler de olabilir. Bu nedenle Hz. Peygamber’e atfedilen her şeyin bilimsel
verilerle doğrulanması, aksi takdirde onun uydurma sayılacağı şeklinde bir
genelleme yanlış olacaktır. Zira toplumda farklı görevler icra eden Hz. Peygamber,
kendisine iletilen problemlere gücü ve imkanı dahilinde çözümler getirmiştir.
Örneğin hastalanan müslümamn derdine çare bulmaya çalışmıştır. Bunu yaparken
de, vahiy gelmemişse, doğal olarak dönemin tedavi yöntemini ve ilaçlarım
kullanmıştır. Dolayısıyla bugün tıbbın bunları aşmış olması, yani o tedavinin
eksik veya yanlış görülmesi onun Hz. Peygambere ait olmadığını ortaya
koymamaktadır.
Bu durumda Hz.
Peygamber’in “ismet” sıfatından hareketle, aralannda herhangi bir ayırım
yapılmaksızın, rivayetlerin ona aidiyeti ile gerçekliği hatta evrenselliği
arasında doğru bir orantı kurmak mümkün gözükmemektedir. Zira Hz. Peygamberin
kendisi, belli bir dönemde, belli bir kültür ve coğrafyada yaşamış tarihsel bir
şahsiyettir. Görevi ve bilgi kaynağının zorunlu bir neticesi olarak kendisinden
aktarılan bilgilerin önemli bir kısmı, zaman ve mekan kaydı bulunmaksızın
insanlığı hidayete, saadete ve cennete götürecek evrensel bilgiler, gerçekler
ve talimatlar ise de, bir kısmı tarihseldir. Bu durumda Hz. Peygamber’e atfedilen
bütün rivayetlerin gerçeklik, bağlayıcılık ve evrensellik açısından aynı
olmadığım söyleyebiliriz. Nitekim bu ayırım Hz. Peygamber tarafından da
yapılmıştır:
Bu durumda hadislerin
bir kısmı aklın idrak alanının dışmda kalacaktır ki, bu tür konularda akılla
bir sonuca gitmeye çalışmak imkan dahilinde değildir. Bir kısmı da bütün
alternatiflerde akla aykırılığı söz konusu olmayacak şekildedir. Hz. Peygamber’in
hayat tarzına ve ibadet esaslarına dair olan hadisler böyledir. İbadetin şöyle
veya böyle olmasında, Resululah’ın şöyle veya böyle davranmasında akıl ile
çatışacak bir husus yoktur. Zaten insan aklı ibadetin şeklini tespit edemez. Bu
gibi konularda haberin doğruluğu akılla çelişmesi ile değil, kendi içindeki
tutarlılığı ve haberi nakledenlerin dürüstlüğünü tespit yoluyla tayin
edilebilir.”[599]
Çünkü akılların verebileceği hükümler vacip, mümteni ve caiz olmak üzere üç
kısma ayrılmaktadır. Akıl vacip ile mümteni hakkında kolayca hüküm verebilirse
de caiz hakkında ne müspet, ne de menfi bir hüküm veremez; sadece onun mümkün
olduğunu beyan eder. İşte bu noktada Kur’an’a arz, Sünnetin sünnetle
değerlendirilmesi vb. harici unsurlara ihtiyaç hasıl olmaktadır.
Akıl konusunu ele aldığımız Birinci Bölümde
akla ilişkin, temyiz aleti, ilim/zarûrî ilim. tecrübe ve meşhurât şeklinde
özetleyebileceğimiz birbirlerinden oldukça farklı tanımların yapıldığını görmüştük.
Söz konusu olan bu tanımlarla kastedilenlerin hepsini, birbirlerinden farklı
şeyler olmasına rağmen, tek bir kavrama irca etmek suretiyle, o kavramı
Hadislerin Hz. Peygambere aidiyetini tespitte temel ilke olarak kullanmak;
sonuçta da çıkan hükümlerin hepsini aynı değerde kabul etmek mümkün müdür?
Hz. Peygamber’e nispet
edilen rivayetleri, mahiyet açısından dikkate aldığımızda akılla idraki mümkün
olan ve bilgi kaynaklarının acziyeti nedeniyle akılla idrak edilemeyenler
şeklinde ikiye ayrıldığını görmekteyiz.
Öte yandan Hz.
Peygamber (a.s.).’in kullanmış olduğu dilin yani Arapça’nın yapısını da dikkate
almak gerekmektedir. Bilindiği gibi Arapça, sözün hakiki anlamının dışında
kullanılması olarak açıklanan mecazi kullanımları bol olan bir dildir. Dilin bu
özelliğini göz ardı ettiğimizde birçok rivayet vukuu mümkün olmayan bir hal
alacaktır. Mesela İbn Ömer’den gelen bir rivayete göre Hz. Peygamber (a.s.)
şöyle buyurmuştur:
“Cennet ehli cennete, Cehennem ehli de Cehenneme
girdikleri zaman ölüm getirilip Cennetle Cehennem arasına konulur ve boğazlanır. Sonra da bir münadi ‘Ey
Cennet ehli ölüm artık yok; Ey Cehennem ehli ölüm artık yok’ diye nida eder.
Bunun üzerine cennet ehlinin sevincine sevinç katılır. Cehennem ehlinin de
kederleri artar.”[600]
Aynı konuyla alakalı
olan Ebu Said’in rivayetinde ise ölümün alaca bir koç suretinde getirilip
boğazlanacağı belirtilmektedir.[601] Bu
ve benzeri rivayetleri zahiri manasına hamlederek kabul etmek mümkün
görülmediği için, bir sözü lügattaki hakikat manasına hamletmenin mümkün
olmadığı yerlerde teviller ortaya çıkmaktadır. İşte bu nedenle söz konusu olan
ifadenin bir mecaz olabileceğini de dikkate almak gerekmektedir.
Söz konusu olan bu
rivayetlerden akılla idrak edilenler, tecrübi alanla ilgili haberlerdir. Bu
noktada Hz. Peygamber’in tecrübî dünya ile ilgili söz ve uygulamalarında müspet
bilimin verileri ile mutabakat ön şart olarak zikredilememektedir. Zira müspet
bilim, gelişmesinin doğal bir sonucu olarak, dün doğru kabul ettiğini bugün
yanlış olarak niteleyeb ilmekte; ya da dün mümkün görmediği herhangi bir olguyu
bugün kabul edebilmektedir. Hz. Peygamber’in bu alandaki sözleri de, kendi
tahmin ve içtihadının yanında kavminin kültürünü de yansıtmaktadır. Öyleyse bu
malzemenin Hz. Peygamberce ait olup olmadığını tespitte akla aykırılık temel
bir ilke olarak kullanılabilir mi?
Biz bu sorulara cevap
bulabilmek amacıyla, öncelikle “Akla aykırılık vaz alametidir’“ ilkesinin
usulcüler arasındaki geçerliliğini ve nasıl anlaşılıp uygulandığını; sonra da
akla aykırılıkla tenkit edilen haberlerden hareketle, kabul edilen aklı ve
onunla elde edilen hükmün değerini incelemeye çalışacağız. Son olarak da bugün
için ilkenin geçerliliğini tartışacağız.
Bir haberin Hz.
Peygamber’e ait olabilmesi için onun, akla. akl-ı selime veya salim akla
aykırı olmaması gerektiği, genel olarak usulcüler tarafından kabul edilmiş bir ilkedir.[602]
Mesela Hatib el-Bağdâdî “Aklın gereklerine muhalif olması bir haberin batıl
olduğunu ortaya koyar. Çünkü şeriat aklın tecviz ettiği alanda varit olmuştur.
Dolayısıyla akla aykırı olan şeyleri kabul etmez”[603]
demekte ve haber-i vahidin kabulü için de aklın hükümlerine aykırı olmamayı ön
şart olarak zikretmektedir.[604]
Ahmed Naim de
zarurat-ı akliye, zaruratı hissiyye ve müşahedeyle aksi malum olan haberin
batıl olacağında şüphe olmadığını; zira Muhammed’in (a.s.) şeriatının akılların
cevaz vermeyeceği şeyleri getirmediğini belirtmek suretiyle Hatib el-Bağdâdî’ye
katılmaktadır.[605]
İbn Salah, lafzın ve
mananın bozukluğunu dikkate almaktadır.[606]
Mananın bozukluğu ise küçük bir şey karşılığında büyük tehdit, basit bir şey
karşılığında da büyük vaadlerde bulumnak gibi ölçüsüzlükler olarak
açıklanmaktadır.[607]
Nitekim İbn Fûrek de onu, metnin sıhhatinin garantisi olan unsurlardan biri
olarak görür.[608]
İbnü’l-Cevzi, akılla
çelişmeyi ve usûle aykırı olmayı;[609]
Suyûtî de, te’vil kabul etmeyecek tarzda akla aykırılığı vaz alameti olarak
telakki etmekledir.[610]
Irakî ise. kavramdaki bu kapalılığı biraz daha açarak,, rivayetlerin, zıtlarm
bir araya gelmesi, yaratıcının inkarı ve kıdemü’l-ecsam gibi, herhangi bir
şekilde tevil kabul etmeyecek tarzda, sarih akla aykırı olmasının vaz alameti olduğunu beyan
etmiştir.[611]
Sıddiki’ye gelince o,
hadislerin, aklın ve fıtratın kanunlarına ve herkes tarafından kabul edilen
tecrübe verilerine aykırı olmaması gerektiğini söyleyerek[612]
genel kabul gören tecrübeyi de ilkenin kapsamı içine almıştır.
Hadisin sahih olup
olmadığına çoğu zaman haber verenin durumunun delalet ettiğini belirten İmam
Şafii ise, bir kısım hadislerin uydurma olduğunun, vukuu mümkün olmayan
(muhal) veya doğruluğuna dair güçlü deliller bulunan bir olguya muhalif
olmasıyla bilinebileceğini belirterek,[613]
ilkenin uygulama alanının darlığına dikkat çekmiştir.
İlkenin, uygulandığı
alan konusunda Şafii ve Iraki’nin beyanı dışında çok fazla bir açıklama
bulunmamakla birlikte, hadisçiler arasında genel kabul gördüğü anlaşılmaktadır.
Bu noktada akıl anlayışlarının ve buna bağlı olarak da onun gücü, sınırı ve
oluşum şeklinin insanlar arasında farklı algılanması nedeniyle, anlayışları
tespit edebilmek için öncelikle ilkenin nasıl uygulandığının ortaya konulması
gerekmektedir. Bu amaçla biz, akla aykırılıkla tenkit edilen haberleri esas
alarak, rivayetlerin ona aidiyetinin tespit ve değerlendirilmesinde,
kastedilen aklı ve onun hükmünün bağlayıcılık değerini tespit etmeye
çalışacağız. Usul olarak ise tanımlarda belirtilen akıl çeşitlerini tek tek ele
almak suretiyle, kullanılan aklı ve onun hadis açısından kullanılma
imkanlarını değerlendirerek konuyu işleyeceğiz.
Yapılan akıl
tanımlarım dikkate aldığımızda, fıtrî akıl, ilim, temyiz aleti, idrak vasıtası,
tecrübî akıl, işlerin sonucunu kestiren güçlü basiret (gariza) ve usluluk
şeklinde sayıyı artırmak[614]
mümkün olmakla birlikte biz, tanımları verirken yaptığımız gibi, onları dört
grup halinde ele alarak usulcüler arasında genel kabul gören akla aykırılık
ilkesinin geçmışte işletilme şeklinin, bugün için ise kullanma imkanının
üzerinde duracağız:
İnsanların, diğer
canlılardan ayrılmasını sağlayan, doğuştan sahip oldukları bu haslet ile
onlar, ilim elde edebilirler; zarar verenle yarar sağlayanı bununla
ayrıştırırlar. Yaptıkları bu temyiz işlemi de onların akıllı olduğunu ortaya
koyar. Ancak tartı işlemini yapan terazinin, tartılan cisme aykırılığından söz
edilemediği gibi, rivayetlerin de bu anlamdaki akla aykırılığından söz edilememektedir.
Akla aykırılıkla tenkit edilen haberlerin içersinde bu gerekçe ile reddedilen
herhangi bir habere rastlanmaması da bizim bu tespitimizi desteklemektir.
Daha önce zikretmiş
olduğumuz tanımlarda aklın ilim ya da zarurî ilim olarak nitelendiğini
görmüştük. Hatırlanacağı üzere zorunlu ilim, ferdin istek ve iradesinin dışında
oluşan ve doğruluğu konusunda herhangi bir şüphe bulunmayan bilgi şeklinde
anlaşılmaktadır. Akıllı olan herkesin sahip olma açısından eşit olduğu bu
bilgi, çelişmezlik, üçüncü halin imkansızlığı vb. aklın temel ilkeleri gibi algılanmaktadır.
Irakı’nin söz konusu olan İlkeyi açıklarken yapmış olduğu izah da bunu teyit
etmektedir. Zira o. bir haberin, zıtların bir araya gelmesi, yaratıcının
inkarı ve kıdemü’l-ecsam gibi, herhangi bir şekilde tevil kabul etmeyecek
tar/da sarih akla aykırı olmasının vaz alameti olduğunu beyan etmiştir.[615]
Akıllı olmasının
zorunlu bir sonucu olarak, herhangi bir akıllı için düşünülemeyen bir söz veya
davranışın Hz. Peygamber”e atfedilmesi imkansızdır. Örneklere baktığımızda, bu
anlamdaki akla aykırılığın, vaz alameti ve hüküm açısından da hemen herkes
tarafından “muhal” olarak değerlendirildiğini; dolayısıyla bu haberlerin sahih
kaynaklara alınmadığını gömlekteyiz İmam Şafii’nin benzeri olması mümkün
olmayan bir kısım hadisler derken bu noktaya işaret ettiği anlaşılmaktadır.
Ancak akli hükümlerden olan muhal her zaman zorunlu bilgiye aykırılık nedeniyle
verilen bir hüküm değildir. Akıllı olan insan kesbî olan bir takım bilgileri
kullanmak suretiyle de bu sonuca ulaşabilir; hatta ulaştığı sonuç, zorunlu bilgi
olarak da nitelenebilir. Nitekim el-Eşari, fili gören insanın, onun iğne
deliğinden geçmesinin imkansız olduğu sonucunu çıkaracağını, yani kendisinde
zorunlu bilgi oluşacağını beyan etmektedir.[616]
Tecrübe ile oluşan bu bilgiler, sonraki nesillere mütevatirat olarak
aktarılmaktadır.
Bu dununda muhali,
zati itibariyle imkansız; zatı itibariyle mümkün olmakla birlikte, başka
nedenlerden dolayı imkansız olmak üzere ikiye
ayırmak yerinde olacaktır.
Bunlardan birincisi
hiçbir şekilde değişiklik arz etmezken, ikincisi şartlara bağlı olarak
değişkenlik gösterecektir. Diğer bir ifade ile birincisi, zorunlu bilginin
gerektirdiği aklî bir sonuç iken; ikincisi, yine akıl olarak nitelenen bilginin
ulaştırdığı bir sonuçtur.
Akla aykırılık
gerekçesiyle tenkit edilen haberleri dikkate aldığımızda, verdiği haber, zatı
itibariyle muhal olan rivayetin, hemen her müellif tarafından reddedildiğini,
ancak aslen mümkün olmakla birlikte, başka gerekçeler nedeniyle akla
aykırılıkla tenkit edilenlerin, bazı muhaddisler tarafından reddedilirken,
bazılarının ise, tevil etmek suretiyle, kabul edip eserlerine aldıklarını
görmekteyiz. Şüphesiz bu müellifleri, bilgi, beceri, düşünme tarzı ve
kullandıkları yöntem farklı sonuçlara götürmüştür.[617]
Söz konusu olan
haberlerden ittifakla reddedilmiş olmaları nedeniyle birinci grupta yer
alanları, ya sadece mevzuat kitaplarında, ya da mevzu olduğunu belirtmek
suretiyle örnek olarak kullanan diğer eserlerde bulabilmekteyiz. Örnek olarak
şu rivayetleri zikredebiliriz;
“Nuh’un gemisi Kabeyi
tavaf etti ve makamı İbrahim’in arkasında iki rekat namaz kıldı.”[618]
“Allah’ın bir horozu
vardır ki, onun boynu arşın altında ayakları ise sınırdadır.”[619]
Tevili mümkün olmadığı
için hemen herkes tarafından reddedilen bu haberlerin yanında, tevil edilebilir
nitelikte oldukları için bütün kaynaklarda bulunabilen rivayetler de vardır.
Örnek olarak Kur’an’ın deri bir kaba konulup ateşe atılsa yanmayacağını
belirten şu rivayeti verebiliriz:
“Kur’an hayvan
derisine sarılıp ateşe atılsa yanmaz”[620]
Herkes tarafından denenebilecek
ve kağıdına bağlı olmakla birlikte, aynı sonuca ulaşılabilecek tecrübî bir
konuda gelen böyle bir rivayetin, tecrübenin yalanladığı bir haber olarak
tenkit edildiğini belirten İbn Kuteybe (ö.276/899), çeşitli açılardan onu
tevil etmeye çalışmaktadır. Bunlardan birinde el-Asmâî’nin (öl.213/828)
görüşüne dayanarak, “Allah Müslümanlardan kime Kur ‘an ‘ı öğretir ve onu ezberletirse,
günahlardan dolayı içine atılsa bile, Kıyamet günü ateş onu yakmaz” demekte;
bir diğerinde ise şöyle yorum yapmaktadır:
“Kur’an’ın ateşe
atıldığında yanmaması Hz. Peygamber’in devrinde idi. Bu onun peygamberliğine
alamet ve Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğuna, onun katından indiğine bir delil
idi. Allah bu durumu, müşriklerin Kur’an’a hakaret ettiği bir dönemde böyle
bir mucize ile açıklamıştır. Hz. Peygamber’den sonra ise bu mucize ortadan
kalkmıştır.”[621]
Görüldüğü gibi, Dârimî (ö.255/869) ve İbn Hanbel (ö.241/855)
tarafından kabul edilen bir rivayet, akla (tecrübeye) aykırılıkla tenkit
edilmiş, ancak İbn Kuteybe tarafından, bir takım tevillerle haberin vakıaya
muhalif olmadığı ispat edilmeye çalışılmıştır.
Bu durumda haberin
reddini gerektiren unsurlar, zorunlu bilgi ve genel kabuller olarak ikiye ayrılabilir:
i) “... Allah atı yarattı, onu koşturdu; at terledi ve o
terden de kendini yarattı.”[622]
Haberi nakleden
Muhammed b. Şüca, hadis imamları tarafından bu hadisi uydurmakla suçlanmış;
hatta onun “teşbih” konusunda haber uyduran bir mutaassıp olduğu belirtilmiştir.[623] Söz
konusu olan rivayetin, bir müslüman tarafından uydurulamayacağını belirten İbnü’l-Cevzî,
onu, “Halikın, kendi nefsini yaratamayacağı” gerekçesiyle muhal görüp
reddetmiştir.[624]
ii- “Ay, Hz. Peygamber’in cebinden girdi ve yeninden
çıktı”[625]
Bu haberde belirtilen
Ayın Hz. Peygamber’in cebinden girip yeninden çıkma imkanı düşünüldüğünde,
Eşari’nin (ö.324/935) fil örneğinde olduğu gibi, zorunlu olarak bunun aklen
mümkün olmadığı sonucuna ulaşılmaktadır.
iii- “Rabbimi izarlı olarak kırmızı bir devenin üzerinde
gördüm; o şöyle diyordu:
“Zalimler hariç
bağışladım, affettim...”[626]
Bu hadisin mevzuattan
olduğunu belirten İbnü’l-Cevzi, muhal olduğu için senedine bakılmayacağını,
zira böyle bir haberi sika olan raviler rivayet etseler bile reddolunacağım beyan
etmektedir. Çünkü Resul, Allah’tan kendisi için muhal olanı hikaye etmekten
münezzehtir.[627]
Allah’u Teala’ran
izarlı bir şekilde devenin üzerinde görülmesi mümkün görülmediği için
reddedilmektedir. Ancak böyle bir tecelli rüyada olursa, bunda bir beis, en
azından imkansız görülmemektedir. Nitekim Ahmed İbn Hanbel’in ve Darimf nin
rivayet ettiği şu haber bunu
ortaya koymaktadır.
Abdurrahman İbn Âiş
rivayet etmektedir:
Resülullah bir gün
sabaha karşı gözlerinin içi gülerek onların yanına gelmişti. Biz
“Ya Resülullah! Seni
neşeli görüyoruz” dedik. O:
“Beni hiçbir şey
engelleyemez, Rabbim güzel bir surette bana geldi ve Ya Muhammed!” dedi. Ben
“Buyur, ey Rabbim”
dedim. O:
“Mele-i Ala neyi
tartışır bilir misin?” dedi. Ben:
“Bilmem ey Rabbim”
dedim. (Bunu iki veya üç kez söyledi). Ellerini omuzlarımın arasına koydu.
Onların soğukluğunu göğüslerimde hissettim. Öyle ki semavatta ve arzda olanlar
bana tecelli etti. Sonra
“Böylece biz, kesin iman edenlerden olması için
İbrahim’e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk”
[628]ayetini
okudu. Daha sonra
“Ey Muhammed! Mele-i
Âla neyi tartışıyor” dedi. Ben
“kefaret konusunu
tartışıyorlar” dedim.”[629]
Dünya gözüyle bir
insanın Rabbini görmesi imkansız kabul edilmesi nedeniyle önceki rivayet
reddedilirken, kişinin rüyasında Rabbini görmesi mümkün görüldüğü, en azından
imkansız görülmediği için bu rivayet reddedilmemiştir. Nitekim rüyada bir
insanın Rabbini görmesini mümkün kabul eden İbn Şirin, “Kim rüyasında Rabbini
görürse cennete girer” yorumunu yapmaktadır.[630]
iv- Ebu Said’den nakledildiğine göre Meryem, Hz. İsa’yı
eğitmesi için öğretmenine verdiğinde öğretmen ona “bism” yaz dedi. İsa, ona
“bism nedir?” dedi. O,
bilmediğini söyleyince İsa,
“‘ba’ bahâullah, ‘sin’
senâullah, ‘mim’ mülküllah...”, diyerek uzun bir açıklama yaptı.”[631]
İbnü’l-Cevzi bu
rivayeti muhal olan mevzuattan kabul ederek reddetmektedir.[632]
v- Cabir ibn Abdullah ve İbn Abbas’tan nakledildiğine
göre “İzâ câe nasrullah ...” suresi
geldiğinde, Hz. Peygamber Cebrail’e:
‘Ey Cebrail! Nefsim yok oldu’ dedi. Cebrail:
‘Ahiret senin için
dünyadan daha hayırlıdır; Rabbin sana verecek sen de razı olacaksın’ dedi.
Bunun üzerine Hz. Peygamber Bilal’e insanları namaza çağırmasını emretti. Muhacir
ve Ensar mescide toplandı. Hz. Peygamber de onlara namaz kıldırdı, sonra
hutbeye çıktı...”[633]
İbnü’l-Cevzî söz
konusu olan bu hutbede Hz. Peygamber’in yaptığı konuşmayı muhal bularak
reddetmiştir. Zira o rivayete göre, Hz. Ali:
“Öldüğünde seni kim
yıkasın? Ne ile kefenleyelim? Namazını kim kıldırsın? Kabre kim koysun?” diye
sormuş; Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur:
“Beni sen yıka, İbn Abbas sana su döksün; üçüncünüz
Cebrail’dir. Yıkadığınızda yeni üç elbise ile kefenleyiniz. Cebrail kokuyu
cennetten getirir. Beni şerire koyduğunuzda mescide bırakın ve dışarı çıkın. Çünkü
benim üzerime ilk namaz kılan arşın üstünde Rab’dır, sonra Cebrail, sonra
Mikail ve İsrafil, sonra da grup grup melekler...”[634]
Örnek olarak zikretmiş
olduğumuz bu haberlerde belirtilen hususlar, bizde oluşan zorunlu bilgilere
aykırı olduğu için aklen imkansız bulunmuş ve reddedilmiştir.
Mütevatir haberlerin
zorunlu bilgi hasıl edeceği genel olarak kabul edilirken, mütevatir tanımının
dışmda kalan, diğer bir ifade ile ahad olan haberler için bu söz konusu
değildir. Ancak tek başına, bilgi kaynağı olamayan, dolayısıyla amel
edilmesini zorunlu kılacak bir bilgi ortaya koyamayan bu tarz haberler,
özellikle ittifak ettikleri noktalarda, çoğu zaman genel kabulleri
oluşturmaktadır. Bunlar da, her ne kadar zorunlu bilgi olarak kabul edilmese
bile, haberlerin değerlendirilmesinde bir kriter olarak dikkate alınmışlardır.
Buna örnek olarak şu rivayetleri zikredebiliriz:
Enes İbn Malik’ten
naklolunmuştur:
Hz. Aişe ile ilişkiden
sonra gusletmek üzere kalkan Hz. Peygamber’e Cebrail gelerek şöyle demiştir:
“Gusletme, teyemmüm
yap ve namazını kıl, O caizdir.”[635]
Kendisine vahyedilene
uyma noktasında herhangi bir ayrıcalığı olmayan Hz. Peygamber (a.s.) için böyle
bir şeyin söz konusu olması mümkün değildir.
Hızır ve hayatını
anlatan rivayetler
Hadislerde Hızır’dan
bahsedilmektedir. Örnek olarak şu rivayeti zikredebiliriz:
“Hızır yeryüzünde, İlyas
ise denizdedir. Onlar her
Hızır’ın hayatta
olduğunu belirten bu rivayetin yanında onun Hz. Peygamber’in meclisine
katıldığını beyan edenler de vardır. Rivayete göre Hz. Peygamber mescitte iken
dışarıdan bir ses işitmiş; ashab ne olduğuna bakmak için gittiklerinde onun
Hızır olduğunu görmüşlerdir.”[637]
Hızır’ın halen yaşadığını
kabul etmeyen İbn Kayyim el-Cevziyye’ye(ö. 751/1350) göre Hızır ve hayatını
anlatan rivayetlerin reddedilmesindeki gerekçelerden biri de makul olmamasıdır.
O, görüşünü Kur’an, Sünnet, İcma ve makul (akıl) olmak üzere dört delille
teyit etmektedir. Kur’an, sünnet ve icma ile ilgili delilleri, konuyu dağıtmamak
için burada vermeyeceğiz. Makulata gelince İbn Kayyim el-Cevziyye bunların 10
tane olduğunu ileri sürer:[638]
i- Hızır’ın sağ olduğunu kabul edenler, onun Adem’in
sulbünden gelme evladı olduğunu söyler ki bu iki açıdan bozuk bir görüştür.
O takdirde Hızır,
6.000 yaşındadır. Böyle bir ömür insan için söz konusu olamaz.
Eğer Adem’in sulbünden
gelme evladı veya torunu olan dördüncü insan ve Zülkarneyn’in veziri olsaydı,
onların vücut yapıları bizimki gibi değil, aksine boyu ve eni çok fazla olurdu.
Zira Ebu Hureyre’den nakledildiğine göre Allah Adem’i 60 zira boyunda
yaratmıştı. Ondan sonra insanlar fiziksel olarak küçülerek gelmişlerdir. Hızır’ı
gördüğünü söyleyenlerin hiçbirisi onu bu irilikte ve insanların en yaşlısı olarak
görmemiştir.
ii- İkinci madde kitapta zikredilmemiş.
iii- Hızır, Nuh’tan önce var ise Nuh ile gemiye binmesi
gerekirdi. Böyle bir şeyi nakleden kimse yoktur.
iv- Alimler ittifak etmişlerdir ki Nuh gemiden indiğinde
beraberindekiler ölmüş, sonra nesilleri ölmüş. Sadece Nuh’un nesli kalmıştır
ki bunun delili Saffat suresi 37/77. ayetinde belirtilen “Onun soyunu ise baki kılmıştık” ifadesidir.
v- Bu doğru olsaydı, yani insanoğlundan birisi doğduğu
andan itibaren kıyamete kadar yaşamış, doğumu da Nuh’dan Önce olsaydı, bu büyük
bir ayet ve garip bir şey olurdu. Onun haberi de Kur’an’da birçok yerde
zikredilirdi. Zira Allah 950 sene yaşatmış olduğu Nuh’u, bir ayet kılarak
zikretmiştir. Öyleyse kıyamete kadar yaşattığı birini nasıl zikretmez?
vi- Hızır’ın hayatta olduğunu söyleyen, bilgisizce Allah
adına söz söylemektedirler. Bu ise haramdır.
vii- Hızır’ın sağ olduğunu savunanların tek tutanakları
anlatılan hikayelerde adamın
biri Hızır’ı gördüğünü söyler. Allah için ne şaşılacak bir iş, Hızır’ın belli
bir alameti var da gören onu tanıyor mu?
viii- Hızır,
Allah’ın kelimi Musa’dan ayrıldı da cumaya, cemaate ve ilim meclislerine
katılmayan, İslam’dan çıkmış bu cahillerle mi beraber oldu? Onların her biri:
“Hızır dedi”, “Hızır
geldi” veya “Hızır bana tavsiye etti” demektedir. Hayret! O Musa’yı terk etti
de; abdest almasını, namaz kılmasını bilmeyen bu cahillerle mi beraber oldu?
ix- Bu ümmet “Ben Hızırım” diyen bir kimse hakkında, onun “Ben
Allah Resulünü şöyle şöyle söylerken işittim” dediği farz edildiğinde, sözüne
iltifat edilmeyeceği ve dinde de hüccet olarak kullanılmayacağı konusunda
ittifak etmiştir. Böyle bir durumda onun Resule gelmediği veya ona biat
etmediği söylenecek; ya da o cahil Hz. Peygamber’in ona gönderilmediğini
söyleyecektir ki, bunda küfür vardır.
x- Hızır sağ olsaydı, kafirlere karşı cihadı, Allah
yolunda at koşturması ve ordu safında bir saat yer alması, cumayı kılması,
cemaate gelmesi ve ilim öğrenmesi kendisi için vahşi hayvanlar arasından ıssız
yerlerde ve tenha çöllerde dolaşmasından daha hayırlı olurdu. Böyle yapması ise
ayıplanmasına ve ta’n edilmesine sebep olmaz mı?
Görüldüğü gibi İbn
Kayyim el-Cevziyye, gerek naslardan çıkardığı hükümleri, gerekse insanlar
tarafından tecrübe ile sabit olan yargıları öncül olarak kullanmış ve söz
konusu olan rivayetleri, “makule muhalif bularak reddetmiştir. Dikkat edilirse
İbn Kayyim el-Cevziyye’nin öncülleri içinde doğrudan veya dolaylı olarak
naslardan çıkarılan bilgilerin bulunduğu görülecektir. İbn Kayyim el-Cevziyye’nin
makul olarak isimlendirdiği bu hususları maruf yani bilinen/kabul edilen
olarak tanımlamak, uygulamaya açıklık getirmesi açısından önemlidir. Zira
makul, kavranılan şey olarak beyan edilmektedir.[639]
“Güneş ve ay kıyamet gününde getirilirler
Sanki onlar birbirine sarılmış iki öküzdür; sonra cehenneme atılırlar.”[640]
İbn Kuteybe akla
aykırılıkla tenkit edildiğini belirttiği bu haberi
şu şekilde savunmaktadır:
“Güneş ve ay ateşe
sokulduklarında kendilerine azap edilmiş olmaz. Dolayısıyla eleştirilirken ‘bu
ikisinin günahı ne” denilemez. Bilakis ateşten yaratıldıkları gibi ateşe
döndürülmüşlerdir. Ateşten olan bir şey, tekrar ateşe döndürüldüğünde ona azap
olunduğu söylenemez. Bu, “...yakıtı insanlar
ve taşlar olan ateşten sakının.”
[641]ayeti
hakkında taşların günahı ne demeye benzemektedir.”[642]
Îbnü’l-Cevzi ise, akla
aykırılıkla eleştirilen bu haberi, aklen imkansız bulmamış olacak ki, kendi
yöntemi açısmdan ikinci aşama sayılabilecek, ravilerini değerlendirmeye geçmiş
ve isnadında meçhul ve zayıf bir grup insanın bulunduğunu belirterek “bu
haberin uydurma olduğunda şüphe yoktur” demiş; daha sonra da ravilerini
değerlendirmiştir.[643]
Oysaki, muhal olanın, sika ravilerden gelse bile reddolunacağmı belirten Îbnü’l-Cevzi,
konuyla ilgili olarak şu açıklamayı yapmaktadır:
“Sika bir topluluk
birleşip devenin iğne deliğinden girdiğini haber verseler, onların sika
olmaları bir şey ifade etmez. Çünkü onlar “muhal” olandan haber vermektedirler.
Sen makule muhalif ve usûle aykırı bir hadis gördüğünde onun uydurma olduğunu
bil.”[644]
Netice itibariyle
zaruri ilme aykırılık nedeniyle tenkit edilen haberlerin, akla aykırı
oldukları gerekçesi ile imkansız görülerek reddedildikleri anlaşılmaktadır.
Bir şeyi yaparak,
yaşayarak kazanılan bilgilerin tümü olarak tanımlanan tecrübe[645]
karşılığında, daha önce de gördüğümüz gibi, akıl kullanılmıştır. Sonradan
kazanılan bu tecrübenin/aklın en önemli özelliği zaman, mekan ve şartlara bağlı
olarak gelişmesi ve değişmesidir. Bir insan olarak, yaşadığı toplumda devlet
başkanlığından hekimliğe kadar birçok
görevi üstlenen Hz. Peygamber’in (a.s.) gerek fert olarak kendisinin, gerekse
toplumunun edindiği bir takım tecrübeleri dile getirmesi; ya da bunların ashabı
tarafından ifade edilerek sonraki nesillere aktarılması gayet doğaldır. Ancak
bunlar aşılmaya mahkum olan olgulardır. Tarihi süreç içinde ortaya çıkan tecrübedeki
farklılıklar, Hz. Peygamber’e atfedilen rivayetlerin yalanlanmasını gerektirir
mi? Bu soruya cevap verebilmek için öncelikle tecrübenin temel niteliklerinin
ve bunun karşısında Hz. Peygamber’in (a.s.) konumunun belirlenmesi gerekmektedir.
İnsanlığın yaşadığı
hayatın kültürel bir birikimi olan tecrübe, hiç değişmeyen zorunlu bilgi hasıl
edebileceği gibi, şartlara bağlı olarak değişkenlik gösteren verileri de ifade
edebilir.
Akla/tecrübeye
aykırılıkla tenkit edilen hadislere baktığımızda tecrübeye aykırılıkla tenkit
edilen, diğer bir ifade ile Hz. Peygamber’in söylemesi mümkün görülmeyen
haberlerin varlığını görmekteyiz. Örneklendirecek olursak:
i- “Akikten yüzük edinin çünkü o fakirliği önler”[646]
Bu rivayet, ‘nice
yüzük edinen fakirler vardır ki onları, edindikleri yüzük zengin kılmamış;
nice zenginler vardır ki, onları da fakirlikten yüzük korumamıştır’ şeklinde
aktarılan bir tecrübe zikredilerek tekzip edilmiştir.[647]
ii- “İsmim içinde bulunan bir eve fakirlik girmez”[648]
Bu rivayet de kişinin
adı ile fakirliğinin bir ilişkisi bulunmadığı gerekçesiyle reddedilirken, ismi
Ahmed ve Muhammed olanların cehenneme girmeyeceğini belirten haberde ‘ateşten
kurtuluşun isim ve lakapla olmayıp, iman ve salih amel ile’ olduğu belirtilerek
kabul edilmemiştir.[649]
iii- “Kişi hadis tahdis ederken aksırırsa bu, o haberin
doğruluğuna delalet eder”[650]
İbnü’l-Cevzî, ‘her ne
kadar bazı insanlar onun senedini sahih kabul etseler de his onun uydurma
olduğuna delalet etmektedir. Zira biz nice aksıranlar görüyoruz ki işi yalandır.
Şayet Hz. Peygamber’den bir hadis rivayet ederken yüz bin kişi aksırsa bununla
haberin sıhhatine hükmolunmaz.’ diyerek bu rivayeti reddetmiştir.[651]
iv- “İnsanların en yalancıları kuyumcular ve boyacılardır”[652]
Hissin bu haberi
reddettiğini belirten İbnü’l-Cevzî, bunların dışındaki insanların kat kat daha
fazla yalancı olduklarını beyan etmektedir.[653]
v- “...Patlıcan her derde devadır ve onda hastalık da
yoktur.”[654]
İbnü’l-Cevzî, ‘îabiblerin
en mahiri olan Yuhannas bu sözü söylemiş olsaydı, insanlar onunla alay
ederlerdi, o bir çok hastalığın sadece şiddetini artırır’ diyerek[655] bu
haberi, Ahmed b. Muhammed b. Harb’ın uydurduğunu beyan etmiştir.[656]
Tecrübeye aykırılık
konusunda, kabul edilen ismet anlayışına bağlı olarak, farklı tavırlar
sergilenmektedir. Hz. Peygamber’den sadır olan hiçbir şeyin aksi mümkün
olmadığını iddia ederek, bilimsel gerçeklere aykırılığı vaz alameti olarak
telakki etmek bunlardan birisidir.[657] Bu
noktada Ali Şeriati’nin şu değerlendirmesi oldukça dikkat çekicidir:
“Bir hadis senet ve
metin olarak sağlam ise ilmî açıdan sağlam
“Bir hadis senet ve
metin olarak sağlam ise ilmî açıdan sağlam sayıldığı için haktır. Bu noktada
gerçeklikle hakikat eşanlam kazanır. Peygamber’e intisabı tarihi bir hakikat
olan her hadis aynı zamanda ilmî bir hakikattir de. Bu konu araştırmacı için
araştırma kıstasları ve belgelerin sağlamlığını belirleme olarak
nitelendirilebilir. Nitekim kan grubu çocuğun babaya intisabını doğrulayan,
araştırma ve incelemede kıstas sayılan bir faktördür. Kan grubunun uyumu,
intisap için yeterli değildir, fakat gerekli delil sayılır. Eğer farklılık
olursa çocuğun gayrı meşruluğu kesinleşir.”[658]
Ancak söz konusu
ilkenin, ilmin verisi olup da asla değişmeyecek hiçbir bilgi ve yasanın
olmadığını düşündüğümüzde, bu anlamda geçmişte kullanılmış olsa bile, bugün
için işletilebileceğini söylemek oldukça zor gözükmektedir. Zira hadis
kaynaklarında, belli bir dönemin kültürel birikimini aktaran, dolayısıyla kendi
dönem ve şartlarında doğru olan haberler bulunmaktadır. Örnek olarak kişisel
tecrübe eksikliğini ve kendi dönemindeki genel kabulü gösteren şu rivayetleri
zikredebiliriz:
“Resulullah’a bir
katır hediye edilmişti, ona bindi. Hz. Ali de
“Eğer atla katırı
(eşeği) çiftleştirseydik bu katır gibi bir hayvanımız olurdu” dedi. Bunun
üzerine Resulullah
“Bu işi bilmeyenler yapar” buyurdu.”[659]
Hz, Peygamber katıra
sahip olabilmek için Hz. Ali tarafından yapılan öneriyi ‘bunu bilmeyenler yapar’ gerekçesiyle reddetmektedir. Oysaki soyu
kesik olan katırın tek üreme yolu atla eşeğin çiftleşmesi olarak görülmektedir.[660]
Ebu Musa’dan
nakledildiğine göre:
“Hz. Peygamber, “ümmetimin sonu ta’n ve taunladır”
buyurunca, kendisine:
“Ta’nı biliyoruz ama
tâûn nedir? diye sorulur. Bunu üzerine O da,
“Cinden olan düşmanlarınızın dürtmesidir.” dedi.[661]
Görüldüğü gibi Hz.
Peygamber bazı hastalıklara cinlerin sebep olduğunu bildirmiştir. Tıp
tarihçileri de vaktiyle bazı hastalıklara cin ve şeytanların sebep olduğuna
inanıldığını belirtmektedir.[662]
Bugün ise böyle bir düşünceye yer verilmemekte; hatta Hz. Peygamberin cinle
mikropları kastettiği beyan edilmektedir.
Bir başka örnek olarak
da Güneşin yeryüzündekileri yakmama nedenini belirten rivayeti zikredebiliriz.
Ona göre Hz. Peygamber:
“Güneşe her gün kar
atan dokuz melek tayin edildi. Böyle olmasaydı, Güneş her şeyi yakardı.”[663]
Bu rivayetin uydurma
olduğunda şüphesinin bulunmadığını belirten Elbânî, astronominin ortaya
koyduğu bilgilere ters düşmesi bu düşüncesini te’yid ettiğini belirtmektedir.
Zira Güneşin yeryüzünde bulunan şeyleri yakmama nedeni, ikisinin arasında 150
milyon km olarak takdir edilen büyük mesafedir.[664]
Tecrübeye aykırı
olduğu gerekçesi ile reddedilen veya hakkında şüphe ortaya çıkan haberlerin
sayısını artırmak mümkündür. Ancak tecrübenin değişkenliğini ve rivayetlerin
özelliklerini dikkate aldığımızda, zarurî ilimlerdeki kadar güvenli bir
şekilde haberlerin sahih ve uydurmasını ayrıştırmada onun kullanılamadığım
görmekteyiz.
Farâbî’nin
belirttiğine göre meşhurat, “akla uygundur, akla aykırıdır, akıl kabul eder, ya
da etmez” derken kelamcıların kullandıkları temel ilkelerdir. Akıl da doğal
olarak bu ilkelerden hareket ederek, yani onları öncüller olarak kullanarak
sonuca gitmektedir. Akli hükümlerden muhal olarak kabul edilen, zorunlu ilme
aykırılığın dışında, makul olmamakla eleştirilen haberlerin hemen hepsinde
genel kabul gören meşhuratın ilke olarak kullanıldığını görmekteyiz.
Örneklendirmek gerekirse:
i- Ebu Zerri’l-Gifari’den nakledilen bir rivayete göre
Güneşin battığı sırada Nebi kendisine:
“Ey Ebu Zer, Güneş
nereye gider bilir misin?” diye sordu. Ben
‘Allah ve Resulü daha
iyi bilir’ dedim. Resulullah:
“Güneş gider; ta arşın
altındaki karargahında secde eder ve maşrıktan doğmak üzere izin ister ve ona
izin verilir. Bununla beraber o, Ademoğlunun günahkarları üzerine doğmayı hoş
karşılamaz ve secde etmeye yaklaşır. Fakat secdesi kabul olunmaz. Matlaına
gitmeye izin ister, izin de verilmez. Ve ona:
‘Artık nereden
geldinse oraya dön’ denilir. O da battığı taraftan doğar.[665]
Hadisin muhtevasında
güneşin dünyaya göre döndüğü anlamına gelen bir teşbih vardır ki bu belli bir
döneme kadar kabul edilen bir görüştür.[666]
Oysaki bugün ilim bunun aksini ispatlamıştır.[667] Bu
durumda bugün için meşhurat sayılabilecek dünyanın güneş etrafında döndüğü
tezi, haberin uydurma olduğunu ortaya koyar mı? Resulullah’ın bilgi kaynaklarım
işlerken gördüğümüz üzere tecrübeyi bir bilgi kaynağı olarak kullanan Hz.
Peygamber’in bu genel yargıyı kullanmış olması mümkün değil midir?
ii- Uc b. Unuk rivayeti:
Uc, Adem’in evinde
doğan ve Musa’nın zamanına kadar yaşamış olan bir adamdır.[668]
Rivayete göre:
“Onun uzunluğu 3333
ziradır. Nuh onu boğulmakla korkuttuğu zaman Nuh’a ‘Beni bu çanağına mı
bindireceksin?’ dedi. Nuh tufanı onun topuğuna bile ulaşamadı. Uc denize girdi.
Deniz onun ancak göbeğine ulaştı. O denizin içinden balığı aldı ve onu güneşte
kızarttı. O Musa’nın büyüklüğünde bir kayayı kaldırdı ve onu askerlere atmak istedi. Ancak Allah
onu gerdanlık yapıp Uc’un boynuna geçirmiştir.”[669]
Bu rivayeti zikreden
İbn Kayyim şu değerlendirmeyi yapmaktadır:
“Gök ile yer
arasındaki uzaklık 500 senelik yoldur. Güneş de dördüncü semada ise bizimle
onun arasında bu kadar büyük mesafe varken bu dev nasıl olur da balığı bizzat
güneşin kendisinde kızartabilir?”[670]
iii- Hz.
Musa (a.s.)’ın Mısır’dan giderken Yusuf (a.s.)’ın kabrini götürdüğünü beyan
eden rivayeti bir başka örnek olarak zikredebiliriz. Zira bu rivayetin sahih
olmadığını akim ortaya koyduğu belirtilmektedir.
“Musa (a.s.)
iv- “Yeryüzü
bir kayanın, kaya bir öküzün boynuzu üzerindedir. Öküz boynuzunu hareket
ettirdiğinde yeryüzü sallanır. İşte o zelzeledir.”[672]
Dümeynî, bu haberi
zikrettikten sonra, kocaman yeryüzünün bir öküzün boynuzuna konulmasının aklen
imkansız olduğunu söyler ve arzı taşıyan bu öküzün ne kadar büyük olduğunu
sorar.[673]
v- “Kaf
dağı, yeşil zeberceddendir. O, duvarın bahçeyi çevirmesi gibi dünyayı
kuşatmıştır. Sema kanatlarını onun üzerine koymuştur. İşte mavi oluşu
bundandır.”[674]
Görüldüğü gibi genel
kabul gören unsurlar ilke olarak doğru kabul edildiği için haberlerin
ayrıştırılmasında kendilerine başvurulmuştur. Ancak tıpkı tecrübede olduğu
gibi, meşhuratta da değişkenlik söz konusudur. Bu değişkenliği dikkate
almaksızın onun temel ilke olarak kullanılması her zaman doğru sonuçlar
vermeyecektir. Bu mahiyetteki haberlerin doğruluğu ile Hz. Peygamber’e
aidiyeti arasında doğrudan bir ilişki kurulduğu takdirde, değişen her bilgi
kuramına göre haberleri yeniden değerlendirmek, ya da haberlerin belirttiği
yönde bilgi kuramları geliştirmek gerekecektir.
Aklı, zarurî ilimler,
akla aykırılığı da muhal olarak ele aldığımızda hadislerin ayrıştırılmasında
onun Ön şart olarak uygulandığını görmekteyiz. Nitekim İbnü’l-Cevzî’nin “muhal
olanı sika raviler dahi nakletse bir şey ifade etmez” sözü de bunu ortaya
koymaktadır. Ancak insanların “muhaldir” diyemedikleri noktalarda, aklî
gerekçeler bulma imkanı olmasına rağmen, bunlar yeter neden olarak görülmemiş,
senetteki raviler ele alınarak, onların dunımlarına göre hüküm verilmiştir.
Biz, sarı ve kırmızı gülün faziletiyle ilgili uydurma haberler hakkında İbnü’l-Cevzî’nin
değerlendirmesini[675] buna
örnek olarak zikretmek istiyoruz.
Bu konuda Hz. Ali,
Enes, Câbir ve Hz. Aişe’den rivayetler yapılmıştır.
Hz. Ali’den gelen
rivayete göre, Hz. Peygamber Miraç için semaya götürüldüğü
“Kim kokumu duymak isterse gülü koklasın” buyurmuştur.
Bu konuda Enes İbn
Malik’ten iki farklı rivayet gelmiş; bunların birinde gül sadece “kırmızı” ile
kayıtlanmış; diğerinde ise kırmızı gülün Miraç gecesinde Cebrail’in, sarı
gülün ise Burak’ın terinden olduğu beyan edilmiştir.
Câbİr’den gelen
rivayette sema ve miraçtan söz edilmemekle birlikte, Hz. Ali’nin rivayetiyle
uyum içersindedir. Hz. Aişe’nin rivayeti ise Câbir’in rivayetiyle aynıdır.
Bu rivayetleri veren
İbnü’l-Cevzî, Ali’nin hadisinin ehl-i beyt hakkında uydurulduğunu söyler ve
Muhammed b. Sadaka. İbrahim b.Musa ve Muhammed b. Temîm’in bilinmediklerini;
Adevî’nin ise hadis uydurmakla müttehem olduğunu beyan eder. Enes’ten gelen iki
rivayetten birincisinde meçhul insanlar vardır. İkincisinde ise Makdîsî’nin
müttehem olduğunu belirtir. Aişe’nin hadisi de aynı şekildedir. Hişam ondan
hiçbir zaman nakilde bulunmamıştır.
İbnü’l-Cevzî, Hz.
Peygamber’den veya onun miracından önce gülün olup olmadığı konusunda kesin bir
bilgiye sahip olmadığı için olsa gerek, ravilerinden hareketle haberi reddetme
yoluna gitmiştir. Zira Hz. Peygamber’den önce gülün olmaması, ya da olması
imkan açısından aynı ihtimalleri taşımaktadır.
Görüldüğü gibi, kendi
başına, yeterli ve evrensel hükümler ortaya koyan bir bilgi kaynağı olarak
değerlendirilmeyen akıl, rivayetlerin ayrıştırılmasmda iki farklı konumda ele
alınmıştır. Bunlardan biri, zaman, mekan ve çevre farkı gözetilmeksizin herkes
tarafından kabul edilen temel ilkelerdir ki, bu ilkeler doğrultusunda haberin vukuunun
imkansız olduğu ortaya çıkarsa, başka herhangi bir delile ihtiyaç duyulmaksızm
o. “akla aykırı olduğu” gerekçesiyle reddedilmiş; bilgi, görgü, kültür, zaman
ve mekana bağlı olarak ortaya çıkan ilkeler söz konusu olduğunda ise kabul
edilen öncüller zikredilmiş ve ona göre değerlendirilerek sonuca gidilmiştir.
Böyle bir haberin doğru olmadığına karar verildiği takdirde o haber mecazî
olarak akla nispet edilerek reddedilmiştir. Zira gerçekte onun reddini sağlayan
ilke,- ya Kur’an ve Sünnetten çıkarılan, ya da insanların nezdinde genel kabul
gören bilgilerdir.
Daha önce, kabul
edilen akıl anlayışlarının üç farklı grup içersinde mütalaa edilebileceğini
görmüştük. Bunları:
Batı’da 19. yüzyılda
Kant’ın, bizzat akla yönelik eleştirilerinden sonra, bu anlamdaki akılcılık
anlayışları önemli ölçüde nüfuz kaybetti.[676]
Öyle ki bunun sonucunda evrensel olarak kabul edilen akim temel ilkeleri
bile tartışmaya açıldı.
Aklın, bir takım
öncüllerle sonuca gidebilen bir yeti olarak kabul edildiğini düşündüğümüzde,
bilinmezlik gizeminden kaynaklanan gücü nedeniyle herkes tarafından kullanılan
bu anlamdaki akim, rivayetlerin değerlendirilmesinde her zaman pek sağlıklı
sonuçlar doğurmayacağı anlaşılmaktadır. Zira öncülsüz işlemesi mümkün olmayan
aklın, mutlak bağımsızlığından söz edilememekte; dolayısıyla kişi bu noktada,
akıl adına kendi zihniyetini veya hakim kültürü kullanmaktadır. Zihniyetler ise
çeşitli mensubiyet gruplarıyla ilgili değerler dizisinden oluşmaktadır. Burada
kültürden kaynaklanan tutumlar, idealler ve alışkanlıklar bilinçsizce yaşanır.
Öte yandan geniş kültürel gurubumuzun değerleri (İslam Medeniyeti gibi), kendi
ulusal kültür gurubumuzun değerleri (Türk Kültürü gibi) ve içinde yaşadığımız
daha dar gurupların değerleri (ailemiz ve meslekî gurubumuz gibi) de zihniyetin
oluşmasında önemli faktörlerdendir.[677]
Bütün bu değişkenliklerine rağmen onu mutlak bilgi kaynağı olarak değerlendirmek
ve bunu kriter olarak kullanarak hadisler hakkında karar vermek pek yerinde
olmayacaktır.
Her kültürün kendi
zihniyetini oluşturan temel dinamikleri mevcuttur. İşte belli bir kültür için
herhangi bir şeyin doğruluğu veya yanlışlığı bu temel ilkeler vasıtasıyla
tespit edilebilir.
Hadis açısından
meseleyi ele aldığımızda Kur’an ve sıhhati tespit edilen Sünnetle oluşan îslamî
Akıl, şüphesiz durumu belli olmayan rivayetlerin, en azından kabul edilenlere aykırı
ölüp olmadığını ayrıştırma noktasında gözardı edilmemesi gereken bir kriter
oluşturacaktır.
Aslında adına akla
aykırılık denilmese bile geçmişte rekâketü’l-elfâz (çirkinlik) ve ölçüsüzlük
vb. adlarla bu ilke işletilmiştir. Ancak böyle bir anlayışı öncekinden farklı
kılan taraf, mutlak bağımsızlık iddiası yerine, belli bir kültürle kayıtlı,
diğer bir ifade ile görece bağımsız/İzafî bir akıl olmasıdır.
Allah’ın kendisiyle
kullarına lütufta bulunduğu akıl nimetini, hiçe saymak, hafife almak anlamına
gelen böyle bir anlayışa göre, hiçbir şeyde olmadığı gibi, hadisler açısından
da onun bir gücü ve becerisi olmayacaktır.
Âkli değerlendirmeyi
yapan insanın biyo-psiko-sosyal bir varlık olduğunu düşündüğümüzde, Ali
Şeriati’nin de belirttiği gibi,[678]
herhangi bir meselenin akli tahlili ve mantıki değerlendirmesinde, metot ve
kriter yoksa, araştırmacının şahsi heves, eğilim, önyargı ve özel beğenisi etken
olacaktır. Hatta bir haberin doğruluk değeri de, içeriğine ve metnin, İslam’ın
gerçek ruhuyla uyuşması şartına bağlandığında, sahih olup olmadığı kararı bile
belli bir şahsın zihninin subjektif-rasyonel değerlendirme sürecine terk
edilmiş demektir.[679]
Zira akıl, kendisiyle gariza kastedilmiyorsa, diğer hisler gibi, inanç ve öteki
belirleyici unsurların etkisi altında kalacaktır.[680]
Hatta bir haberin gerçek İslam’la mutabık olup olmama konusunda Resulün
mantalitesinin verdiği yargının ötesinde bir karar mercii kalmadığı zaman,
kişisel takdir, diğer bütün unsurların üzerinde hakem konumuna oturtulmuş
olur. Söz, sonuçta gelip herkes katıldığı şeyi kabul edecek, hoşuna gitmeyen
şeyi de reddedecek demeye varmaktadır.[681]
Nitekim, Kırbaşoğlu’nun
da belirttiği gibi,[682]
hadislere karşı olumsuz tavır takınanların geçmişte olduğu gibi günümüzde de,
rasyonalist eğilime sahip oldukları ve itirazların genelde bu akılcı
zihniyetten kaynaklandığı görülmektedir. Bu tavır, İslam dünyasında geçmiş
alimlerin kabul ettikleri bir takım hadislerin tekrar gözden geçirilmesi ve
hadislerin yeniden tasfiyeye tabi tutulması yönünde giderek artan bir eğilimin
doğmasına yol açmıştır.[683]
Bu eğilimin
gelişmesinde farklı etmenlerin rol oynadığı anlaşılmaktadır. İşte bunlardan
birisi, geçmişte bu anlamda bir değerlendirmenin yapılmamış olduğunu; ya da
yanlış değerlendirmelerin yapıldığını kabul gelmektedir. Mesela İbn Haldun, bu
konudaki endişesini şöyle dile getirmektedir:
“Tarihçiler,
nıüfessirler ve muhaddisler, bazı olay ve hikayelerde zayıf-sahih ayırımı
yapmaksızın sırf nakle güvendikleri, kurallara vurmadıkları, benzerleriyle
mukayese etmedikleri, hikmet ölçüsünü ve evrenin gerçeklerini dikkate
almadıkları ve akıl süzgecinden geçirmedikleri için hatalara düşmüşlerdir.”[684]
Aslında İbn Haldun’un
dile getirdiği bu endişe, başka insanlar tarafından da telâffuz edilmektedir.
Buna göre, geçmişte senedi tenkit edilen hadislerin, kabul edilebilmesi için
akıl ve dirayet yoluyla sabit olduğunun ortaya konulması gerekmektedir.[685]
Öte yandan çağa
uymadığı gerekçesiyle reforme edilmesi düşünülen dinin, en ufak ayrıntıları
bile hadisle desteklendiği için, hadis literatürünü tenkide tabi tutmaksızın,
çağa uydurulması mümkün görülmemektedir.[686] Az
ya da çok bütün modernistler tarafından hissedilen bu durum karşısında, gerçek
olandan uydurmaları, sırf tarihi olandan evrensel olanı ayrıştırmak için, gücü
herkes tarafından kabul edilen akla başvurmak en uygun yol olarak kabul
edilmektedir.
Bu durumda herkes
tarafından farklı değerlendirilip, kişisel amacı doğrultusunda kullanılabilecek
olan aklîlik ilkelerinin, sözünü etmiş olduğumuz sübjektif değerlendirmelerin
meşrulaştırılmasını engelleyebilmek için, açık ve net bir şekilde belirlenmesi
gerekmektedir.
Hz. Peygamber’e
atfedilen hadislerin sıhhatini tespit amacıyla yapılacak böyle bir araştırmada
kullanılabilecek ilkeleri belirlerken, öncelikle akıldan beklenen şeyin netleştirilmesi; sonra da söz
konusu olan malzemenin yapısına ilişkin temel özelliklerin tespit edilmesi
gerekmektedir.
Bir takım öncüllerle
işleyebilmesine rağmen, kendisine mecbur kılacak düzeyde bağımsız kanunlara
sahip olmayan aklın, yapabileceği şeyler şu şekilde sıralanmaktadır:[687]
a) Tecrid ve Tasnif;
b)
Açıklama;
c) Düzenleme.
Bu hareket alanı
içinde etkin olan akim uygulanacağı rivayetlerin temel özelliklerini, hem
rivayetlerin kaynağı olan Hz. Peygamber’in temel niteliklerini hem de metnin
yapısını dikkate alarak belirlemeye çalışacağız. Hz. Peygamber’in görevi ile
ilişkili olan alanlarla ilgili olarak:
1- Allahu Teala tarafından insanlara dinlerini tebliğ ve
tebyin etmek, onlara temiz şeyleri helal, pis şeyleri de haram kılmak ve
önlerinde tabî olabilecekleri, yaşayan bir örnek olmak üzere gönderilmiş bir
elçi olan Hz. Peygamber, vahiyle bilgilendirilmekteydi. Söz konusu olan bu
vahyin, sadece Kur’an’la sınırlı olmadığını; yani Kur’an dışında Hz. Peygamber’den
bize intikal eden malzemenin içinde de, sıradan bir beşerin, bilgi
kaynaklarıyla ulaşması mümkün olmayan bilgilerin, bulunduğunu görmüştük. Öte
yandan tıpkı huzurunda yapılan herhangi bir iş veya söylenen bir söz, onun
onaymı aldığında ya da en azından tekzibiyle karşılaşmadığında sünnet kabul
edilmesi gibi, vahyin kontrolü altında bulunan Hz. Peygamber’in, görevi
dahilinde bulunan hadisleri de vahiy gibi telakki edilebilir. Ancak bu noktada
haberlerin Hz. Peygamber’in risalet görevinin kapsamı içinde olması, yani
teşrii bir değere haiz olması gerekmektedir. Bu gibi haberlerde, doğal olarak,
tecrübenin doğrulaması veya yanlışlaması söz konusu olmayacaktır. Onlar,
insanları Allah’a ve Resulüne inanmaya çağırırken tecrübî dünyadan, müspet
bilimin alanına ilişkin bazı örnek ve bilgileri kullanmış olsalar bile,
inananların görev ve yükümlülüklerini bildiren evrensel gerçekliklerdir. Bu
durumda inanan insan, haberdeki hükmü ya da örnekliği dikkate alarak hayatını
ona göre düzenlemek zorundadır.
2- Hz. Muhammed’in, gerek peygamberliğini ortaya koymak
amaçıyla, gerekse darda kaldığında Allah’ın bir lütfü olarak kendisine bir
takım mucizeler verilmiştir. Olağanüstü bir durumu beyan eden bu mucizeler de,
hadisler vasıtasıyla bize intikal etmiştir.
3- Allah’ın kendisini koruyacağını belirttiği Hz.
Peygamber, en dar anlamda kendisine vahyedileni tebliğ ve tebyin noktasında
masum/yamîmaz kabul edilmektedir. Beşer
olarak Hz. Peygamber’in sözlerinde yanılması ve yanlış yapması mümkün olmakla
birlikte, yanıldığında vahiyle düzeltileceğim kabul, ondan bu bağlamda bize
intikal eden haberlerin mutlak doğruluğunu gerektirmektedir. Ancak Hz. Peygamber’in
hatadan uzak oluşundan veya hatasının vahiy tarafından düzeltileceği görüşünden
hareketle, elimizdeki bütün hadislerin kesinlik ifade ettiğini, yani yalan
olmaktan uzak olduğunu iddia etmek kabul edilebilir bir yaklaşım değildir.[688]
Hz. Peygamber’in
risalet görevi ile ilişkili olan bu alanlarda akıl, haberin doğruluk değerinden
ziyade, Hz. Peygamber tarafından söylenilip söylenümediği üzerinde duracaktır.
Zira bu noktada haberin akılla çelişmesi söz konusu olmadığı gibi, akim da
hükmü belirlemede bir rolü olmayacaktır.
4- Mekke’de doğan Hz. Muhammed, beşer olması itibariyle,
o bölgedeki diğer insanların yaşadığı hayatı yaşamıştır. Onlardan bazı
noktalarda ayrılsa bile, insanlar için etkileyici ve belirleyici olan unsurlar,
özellikle beşeri tecrübenin geçerli olduğu alanlarda ve vahyin uygulanmasında,
Hz. Peygamber için de geçerli olmuştur. Özellikle tıp, ziraat ve askeri
teşkilatlanma vb. tecrübî alanlarda bunun örnekleri açıkça görülmektedir. Oysa
ki, tecrübenin tekamülü, dolayısıyla değişkenliği herkes tarafından kabul
edilen bir olgudur.
Yaşadığı toplumda,
lider olması hasebiyle birçok görevi üstlenen Hz. Peygamber, gerek kendi
tecrübesini, gerekse kabilesinin hatta diğer milletlerin tecrübesini zaman
zaman kullandığı bilinmektedir. Bu uygulamalar da bize hadis olarak
nakledilmiştir. Bu durumda hadislerde, zaman içersinde terk edilen uygulamalar,
ya da o günün şartlan ve imkanlarına göre doğru kabul edilip de daha sonra
yanlışlığı ortaya çıkan görüşler bulunabilir. Zira muhaddislere göre hadis, gerek
peygamberliğinden önce, gerekse sonra Hz. Peygamber’den bize nakledilen söz
fiil ve takrirlerdir.[689]
Görüldüğü gibi, bu tanımda teşrii değere haiz olma veya olmama gibi herhangi
bir ayrıma gidilmemektedir. Dolayısıyla bağlayıcılık açısından aynı kabul edilmeyen
bu haberlerin, Hz. Peygamber’e aidiyeti ile evrenselliği arasında da doğrudan
bir ilişkinin kurulmaması gerekmektedir. Bunu örneklendirmek gerekirse şu
rivayeti ve hakkındaki değerlendirmeleri zikredebiliriz:
“...Mantar menn’dendir.
Suyu göze şifadır. Acve cennettendir. O da zehire karşı şifadır.”[690]
Teşrii bir değeri
olmayan bu haber, her şeyden önce Hz. Peygamber dönemindeki bir tedavi
yöntemini ortaya koymaktadır. Ancak, genel olarak tıp konusundaki hadislerde
olduğu gibi, uygulamanın kaynağının Arap toplumunun bu konudaki kültürel bir
birikimi mi, yoksa vahiy mi olduğu konusu açıklık kazanmamıştır. Söz konusu
olan bu haber Hz. Peygamber’e ait olduğu takdirde, bu tedavinin vahiyle
kendisine bildirilmiş olma ihtimali dikkate alınarak, öncelikli olarak,
doğrululuğu test edilir. Müspet bir sonuç alındığında, bu bilim dünyasına,
dolayısıyla insanlığa yapılan ilahi bir lütuf olarak görülür. Ancak menfi bir
sonuç alınırsa, bu noktada, ne Hz. Peygamber yalanlanmış olur, ne de bu durum
haberin uydurulduğunu ortaya koyar. Hadislere yöneltilen eleştirilerin önemli
bir kısmı bilimsel gerçekliklerle hatta genel kabullerle hadislerin her zaman
uyuşması beklentisinden kaynaklandığı görülmektedir. Örneğin mantar ve acve
hurması ile ilgili rivayeti ele alan Süleyman Ateş şu değerlendirmeyi
yapmaktadır:
“Bu hadisi rivayet
edenler, mantarın göz hastalığını iyi ettiğini acvenin panzehir olduğunu
denediler mi? Hayır, gerçi onlar Ebu Hureyre’nin bir denemesini
nakletmişlerdir: ‘Üç ya da beş, ya da yedi mantar aldım. Onları bir bardağa
sıktım. Gözleri anışa (zayıflayan ve sürekli yaşaran) cariyenin gözüne sürdüm,
iyi oldu.[691] Ama rivayet hükmün doğruluğunu
kanıtlamaya yetmez. Birçok deneme yapmak lazımdır ki, mantarın gerçekten ilaç
olup olmadığı anlaşılsın.”[692]
Özetlersek herhangi
bir haberin, diğer insanlar tarafından bilinememesi, olağanüstülükler içermesi
ve tecrübî dünyada bugün terk edilmiş veya aksinin kabul edilmiş olması,
haberin akla aykırılığını ortaya koymayacağı gibi, genel olarak uydurma
olduğunu da kanıtlamaz. Zira bunlar, yukarıda da görüldüğü gibi, tarihsel bir
varlık olan Hz. Peygamber’in, evrensel nitelikte olan görevi dışındaki
hadislerin doğasında vardır. Bu durumda yaşadığımız hayat ve şartlara göre
onları değerlendirmek yerine, kendi konjonktüründe anlamak ve yer aldığı
sistemin bütünü içersinde değerlendirerek, olma imkanını irdelemek
gerekmektedir. Zaten hadislerin gerçek anlamda uydurma ve sahihinin
ayrıştırılması amacıyla belirlenen ilkeler, onun imkan ve imkansızlığı üzerine
kurulmuştur.[693]
Öte yandan akim temel
ilkelerinin evrenselliğinin bile tartışıldığı günümüzde, tek basma mutlak
doğruya götüren evrensel bir akıldan söz etmek oldukça güç gözükmekle birlikte,
bunun yerine görece bağımsız bir akıl ve bu aklın ilkeleri ile ulaşılan
sonuçlardan bahsedilebilir. Diğer bir ifade ile naslarla eğitilen İslamî bir
akıldan, söz edilebilir. Nitekim Ebu Hasan Ali b. Urve el-Hanbelî, bu
niteliklere sahip olan bir aklın ancak sağlıklı sonuca gidebileceğini
belirtmiştir:
“Kalp (akıl), arınmış
temiz ve saf olduğunda, onun hakla batılı, doğruyla yanlışı, hidayetle
sapıklığı ayırma yeteneği olur. Özellikle nebevi nurdan bir nasibi olursa o,
işlerin boşunu, nesnelerin kirlisini ve yalanı açığa çıkarır. Resul adına
uydurulan söze sahih bir isnad veya sahih metne zayıf bir isnad konulmuş olsa
bile onu ayrıştırır ve sahihini uydurmasından temyiz eder.”[694]
Aynı durum, Bulkînî
(ö.805/1402) tarafından farklı bir açıdan ele alınmıştır:
“Bir kişi birisine
yıllarca hizmet etse, dolayısıyla sevdiğini ve sevmediğini bilse, bir başkası
onun bildiğinin aksini, yani sevdiği bir şeyi sevmediğini iddia etse. o sırf
duynıasıyla iddianın yalan olduğu
sonucuna
gider.”[695]
Akletmenin,
bilinenlerden hareketle sonuca gitme, ya da zihinde var olan imajların kompoze
edilmesi olduğunu düşündüğümüzde, mutlak bir akıl yerine mukayyed yani
kayıtlanmış (İslamî gibi) bir akıldan ve buna bağlı olarak kayıtlanmış bir
aklîlikten bahsetmek daha doğru olacaktır.
Aklîlik ilkesi açısından konuyu ele aldığımızda, bir şeyin
aklî sayılabilmesi İçin:
1) Haber, gerek zatı itibariyle, gerekse beşere nispetle
varlığı imkansız olan bir olguyu beyan etmemeli. Bu nokta, gerçek anlamda onun
akla aykırılığını, dolayısıyla Hz. Peygamberden sııdurunun imkansızlığını
ortaya koyacaktır. Bu noktada mucizeleri istisna etmek kaydıyla, bugün için
vukuu imkansız olanın, geçmişte de imkansız olduğuna hükmedilecektir.[696]
“Ben Allah’tanım, mü’minler
de bendendir.”[697]
“Rabbimi izarlı olarak
kırmızı bir devenin üzerinde gördüm; o şöyle diyordu: ‘Zalimler hariç
bağışladım, affettim...’’[698]
Bu rivayetlerden
birincisinde sudur nazariyesinden bir etkileşim, ikincisinde ise açık bir
tecsim görülmektedir ki bunların ikisi de muhaldir.
Herhangi bir hadiste,
böyle bir akıl dişiliğin bulunması onun reddi için yeter neden olarak
görülmüştür. Ancak bu ölçüyü kullanırken yukarıda da beyan etmiş olduğumuz
mucizelere dikkat etmek gerekmektedir. Zira mucizeler, beşere nispetle muhal
iken, Allah’ın kudreti açısından mümkün olan işlerdendir. Ancak Allah’ın,
elçisini teyit etmek a-macıyla gerçekleştirdiği mucizeyi, bir kişi rivayet
ettiğinde bu kabul edilmez. Çünkü mucizenin, Resulün nübüvvetine delil olması
için, büyük bir topluluğun huzurunda olması gerekmektedir. Çoğunluk tarafindan
müşahede edilen böylesi olağanüstü şeyler de, tek kişi tarafından nakledilmez;
aksine çoğunluk tarafından aktarılır, hatta zamanla efsaneleşir.
Hz. Peygamber’in başı
kucağında olması nedeniyle ikindi namazım geçiren Hz. Ali için güneşin geri
döndürüldüğünü belirten rivayet bu gerekçe ile reddedilmiştir. Rivayete göre:
“Hz. Peygamber’in
başı, kendisine vahiy geldiği bir esnada Hz. Ali’nin kucağında idi. Vahiy
kesildiğinde ona: “İkindiyi kıldın mı?”
diye sordu. Hz. Ali:
“Hayır”dedi. Bunun
üzerine Hz. Peygamber:
“Rabbim! Biliyorsun ki o senin ve Resulünün
taatındaydı, ona güneşi geri getir”
diye
dua etti. Güneş onun için geri getirildi. Ali namazını kıldı, sonra battı.”[699]
Bu hadisin mevzu
olduğu belirtilir ve hiç kimse için güneşin geri getirilmediği, sadece Yuşâ b
Nûn için hapsedildiği öne sürülür.[700]
2- Haberin kendisi, mucizeler dışında, aklen mümkün olan
bir hususla ilgili olmakla birlikte, söz konusu olan şeyi Hz. Peygamber’in de
yapma ya da söyleme imkanına sahip olması gerekmektedir.
Daha önce de
gördüğümüz gibi aklen mümkün olan haberin imkanı ya delalet ve zaruretle
bilinir; ya da takdiri uygun olur. Bunların ikisinin de mümkün olmadığı yerde
haberin olma imkanı ciddi bir şekilde tartışmaya açılır. Bu konuya örnek
olarak Hz. Peygamber’e atfedilen hamamla ilgili hadisleri ele almak istiyoruz:
a) Hz. Aişe’den nakledilmiştir:
“Hz. Peygamber
önceleri hamamlara girmekten nehyetmişti. Sonra erkeklerin izarlı olarak
girmesine izin verdi.”[701]
b) Hz. Aişe’den nakledilmiştir:
Şam ehlinden bir grup
kadın Hz. Aişe’nin yanına geldi. Aişe onlara nereli olduklarını sorduğunda onlar,
Şamlı olduklarını söylediler. Bunun üzerine Aişe,
“Belki de siz,
kadınları hamamlara giren şehirdensiniz!” dedi. Onlar:
“Evet” dediler. Bunun
üzerine Aişe, ben Allah Resulünü şöyle söylerken işittim demiş ve şu hadisi
aktarmıştır:
“Kendi evinden başka
bir yerde elbisesini çıkaran herhangi bir kadın, Allah’la arasındaki şeyi
parçalamıştır.”[702]
c) Abdullah İbn Amr Man nakledildiğine göre Hz.
Peygamber şöyle buyurmuştur:
“Sizler acem
topraklarını fethedecek ve oralarda hamam denilen evler bulacaksınız. Erkekler
izarsız oraya girmesin; kadınlarınızın da hasta veya nifaslı olmaları dışında
oraya girmelerini engelleyiniz.”[703]
d) Enes İbn Malik’ten
nakledilmiştir:
“Hamama girdiğimde
Resulullah’ı, üzerindeki izarıyla veznde otururken gördüm. Onunla konuşmak
istedim. Bunun üzerine o,
“Ey Enes! Hamama izarsız girmek yasaklanmıştır” dedi.[704]
e) Ümmü’d-Derda’dan naklolunmuştur:
Hamamdan çıkmıştım.
Resulullah’la karşılaştım. Bana
“Nereden Ey Ümmü’d-Derda” dedi. Ben
“Hamamdan” diye cevap
verdim. Bunun üzerine o:
“Nefsim kudret elinde olana andolsun ki, annelerinin
biri dışında elbisesini çıkaran her kadın, kendisi ile rahman arasındaki
örtüyü parçalamıştır.”[705]
f- Cabir îbn Abdullah’tan nakledildiğine göre o şöyle
demiştir:
“...Kim Allah’a ve Ahiret
gününe inanıyorsa hanımını hamama
sokmasın...”[706]
Görüldüğü gibi, bu
konudaki haberlerin içersinde Hz. Peygamber’in hamama girdiğim, ya da gireni
gördüğünü belirten haberlerin yanında, bilgisi dahilinde bulunan böyle bir
yapılanma hakkındaki hükmünü belirten, hatta onun genel sözlerinden sahabe
tarafından yapılan istidlallerle hamam hakkında bir yargıya varıldığını
gösteren. birbirinden oldukça farklı haberler bulunmaktadır.
İbnü’l-Cevzî, Enes İbn
Malik’ten nakledilen, Hz. Peygamber’in hamama girdiğini belirten rivayetin
senedinde meçhul insanların bulunduğunu zikreder ve Resulullah’ın hiçbir zaman
hamama girmediğini, hatta onların memleketlerinde hamamın bulunmadığını
belirterek reddetmektedir.[707]
İbnü’l-Cevzî’nin bu değerlendirmesini, Hz. Aişe’den nakledilen Şamlı kadınlarla
arasındaki konuşma da teyit etmektedir. Ümmü’d-DerdâMan nakledilen haberde ise
Resulullah’ın hamama girdiği belirtilmez ama hamam olgusunun varlığı
vurgulanmaktadır. Abdullah Ibn Amr ise istikbale matuf olarak Şam yöresinin
fethinden ve orada karşılaşılacak hamamlardan bahsetmektedir.
Bu rivayetleri imkan
açısından değerlendirdiğimizde, İbnü’l-Cevzî’nin belirttiği gibi Hz. Peygamber’in
yaşadığı coğrafyada hamam bulunmuyorsa onun hamama girme imkanı ve Enes b.
Maliksin de hamamda onu görerek ilgili hükmü ondan işitme ihtimali
olmayacaktır. Aynı şekilde Ümmü’d-Derdâ’nın belirttiği hamamdan sonra buluşma
da gerçekleşemeyecektir. Ancak Hz. Peygamber’in yaşadığı coğrafyadaki dinî
merasimler ve ticari ilişkiler nedeniyle gidip-gelenlerin sayesinde hamamdan
haberdar olması, hatta Şam’a yapmış olduğu seyahatlerinde hamama girmiş olma
ihtimali çok uzak değildir. İlke açısından ele aldığımızda, Hz. Peygamber’in
sözünü ettiğimiz nedenlerle, hamamdan haberdar olması, en azından bunun
takdirinin mümkün olduğu görülmektedir.
İşte bu imkanlar
nedeniyle, söz konusu olan haberleri akıl dışılıkla reddedememekteyiz. Bu
noktada İbn Kayyim el-Cevziyye’nin yaptığı gibi, Hz. Peygamber’in yaşadığı
toplum ve coğrafyada hamamın
bulunmadığı
öncülüne dayanarak, söz konusu olan alanda “hiçbir sahih hadis yoktur”[708]
gibi genel değerlendirmelerin yerinde olmadığı görülmektedir. Nitekim Zâdu’l-Meâd’ı
tahkik eden Ş. Arnavut ve A. Arnavut da müellifin bu noktada hata yaptığını
beyan ettikten sonra, hamamla ilgili hadisleri üç gruba ayırarak vermişlerdir.[709] Öte
yandan bilgi kaynaklarından biri vahiy olan Hz. Peygamber’in, görmediği bir
yapılanma hakkında ümmetini sakındırmak için hükümler koyması da mümkündür.
Oysaki burada hem görme hem de haber alma ihtimali birlikte bulunmaktadır.
Herhangi bir haberin,
aklî kabul edilebilmesi için mümkün olmasını, sadece tarihi veya biyolojik
imkan olarak görmemek gerekmektedir. Zira rivayetlerin kaynağı olan Hz.
Peygamber’in ahlaki yapısı ve konumu açısından da, haber olması mümkün olan bir
olguyu bildirmelidir. Mesela bir peygamberin söylemesi veya yapması mümkün
olmayan çirkinlik ve ölçüsüzlük içermemelidir. Çirkinliğe örnek olarak şu
haberi zikredebiliriz:
“Hz. Aişe’den
nakledildiğine göre kendisi, Hz. Peygamber’e:
“Fatıma’yı öptüğünde
sanki bal yalamak istercesine dilini onun ağzına soktuğunu görüyorum” dedim. O “Evet”dedi ve devam etti: “Cibrîli Emîn cennetten bir üzüm salkımı
getirdi, ben onu yedim ve Hatice ile cima ettim. Bundan Fatıma oldu. Bu nedenle
cennete iştiyak duyduğumda onu öperim.”[710]
Bu rivayeti nakleden
Îbnü’l-Cevzî, Hz. Peygamber’in kızı Fatıma’nın ağzına dilini sokarak onu
öpmesini, çirkinliği nedeniyle muhal bulmaktadır. Zira haberi aktaran Hz. Aişe
bunu, kendisiyle evlendikten sonra görmüştür. O zaman Hz, Fatıma 20 yaşlarındaydı.
Bu gibi şeyleri ise ancak koca yapar, baba için caiz olmaz, demektedir.[711] Hz.
Aişe’den nakledilen bu haberin dört farklı varyantı bulunmaktadır ki, bunların
ikisinde söz konusu yiyeceğin miraç gecesi getirildiği beyan edilmektedir.[712] Hz.
Hatice’nin vefatını dikkate aldığımızda, çirkinliğinin ötesinde olayın vuku
bulma ihtimali gözükmemekte, yani muhal olmaktadır. Zira Hz. Hatice miraçtan önce
vefat etmiştir.
Benzerlerine oranla
olması gerekenden çok fazla veya çok az bir mükafaat ya da cezanın takdir
edilmesi olarak nitelenebilecek ölçüsüzlüğe örnek olarak şu rivayeti
zikredebiliriz:
“Kim kuşluk namazını
şu kadar rekat kılarsa, Allah ona yetmiş nebi sevabı verir”[713]
3- Müşahhas mevcudatla ilgili ve aklen mümkün olan bir
haberin tutarlı ve mantıksal bir sıra düzenine sahip olması gerekmektedir. Buna
örnek olarak şu haberleri zikredebiliriz:
Ebu Hureyre’den
naklolunmuştur:
“Biz mescitte iken
Peygamber geldi ve
“yahudilerin üstüne yürüyün” dedi. Yürüdük, Midras’ın evine gelince Hz. Peygamber,
“İslam olun güvene eresiniz. Bilin ki, yeryüzü Allah’ın
ve Elçisinindir. Ben sizi bu topraklardan çıkaracağım. Dileyen taşınır malını
satabilir. Ama toprak Allah’a ve Elçisine aittir” dedi.[714]
Bu haberde anlatılan
Benû Nadir’in Hz. Peygamber tarafından Medine’den sürgün edilmesidir. Bilindiği
gibi olay hicretin dördüncü yılında vuku bulmuştur. Olayı nakleden Ebu Hureyre,
Hz. Peygamber’in talimatı üzerine bizzat savaşa katıldığını beyan etmektedir.
Ancak Ebu Hureyre Hayber’in fethinden sonra, yani hicretin yedinci yılında
Medine’ye gelerek müslüman olmuş bir sahabidir. Bu durumda henüz Medine’ye
gelmemiş, hatta müslüman bile olmamış bir insanın Medine’deki bir savaşa
katıldığım belirtmesi, olayda bulunması gereken mantıksal sıra düzeninin
olmadığım ortaya koymaktadır.[715]
Bu konuya örnek
olabilecek bir başka rivayet de Enes İbn Malik’ten nakledilmiştir. O, Hz.
Peygamber’in miraca götürüldüğü yer ve zamanı şu şekilde anlatmaktadır:
“Hz. Peygamber, bi’setten
önce mescitte uyurken üç kişi kendisine geldi ve onların ilkleri:
“Hangisi” diye sordu.
Ortancaları
“En hayırlıları” dedi.
Sonuncuları da:
“Onların hayırlılarını
alın” dedi...”[716]
Bu olayı anlatan Enes
İbn Malik, Hz. Peygamber Medine’ye geldiğinde annesi tarafından Resulullah’a
hibe edilen 10 yaşlarında genç bir sahabedir.[717]
Olayın vuku bulduğu yer ise hicretten önceki dönemde Mekke’dir. Yani Enes İbn
Malik’in orada bulunma imkanı yoktur. Buna rağmen, ashabın birbirlerinden
nakilleri, ya da Hz. Peygamber’den daha sonraki bir dönemde olayı dinlemiş olma
ihtimalleri dikkate alındığında, sözünü ettiğimiz bu unsurların hiç birisi
tenkit nedeni sayılamaz. Ancak rivayette miracın ne zaman olduğunu ortaya
koyan “vahyedilmeden önce” ifadesi, henüz peygamber olmayan, hatta bu konuda
bir beklentisi bile olmayan bir şahsın Rabbıyla buluşması, O’ndan bir takım
talimatlar alması ve ahiret alemine ilişkin bir takım tecrübeler yaşaması
düşünülemez.
İşte bu noktada haber,
olay ve olgular arasındaki mantıksal düzeni kaybettiği için tenkit edilebilir
bir hüviyet arz etmektedir. Nitekim söz konusu olan haberin ravilerinden biri
olan Şerik b. Abdullah’ın hataya düştüğü tespit edilmiş; dolayısıyla gerçek bir
olaydan bahsetmiş olmasına rağmen haber kabul edilmemiştir.[718]
Sonuç olarak hadisin
gerçek anlamda sahih veya uydurma olanını ayrıştırılması için konulan ilke onun
imkan ve imkansızlığı üzerine kurulmuş; akıl da bunu tespit eden bir vasıta
olarak görülmüştür. İşte bu noktada haber, aklen imkansız, ölçüsüz ve mantıksız
olduğunda, akla aykırı olarak nitelenmektedir. Aklen imkansızlık, herkes
tarafından kolaylıkla bilinebilen zorunlu bilgiye aykırılıkla; ölçüsüzlük ve
mantıksızlık ise bütün haberlerden çıkan genel ilkelerle tespit edilebilmektedir.
Bu tespiti gerçekleştiren ise temyiz aleti olan akıldır. Zaten aklın görevinin
de tasnif, açıklama ve düzenleme olduğu anlaşılmaktadır.
Burada akim kullandığı
öncüllerin ise, akleden kişiye bağlı olarak, belli bir kültüre ait ilkeler
olması dikkat çekicidir.
Dinin ikinci derecede
kaynağı olan hadislerin akla aykırı olması,
hemen hemen bütün usulcüler tarafından vaz alameti olarak
kabul edilmiş ve İslam Tarihinin her
döneminde uygulanabilir, dinamik bir
ilke olarak görülmüştür.
Akıl, hadisler
arasındaki tenakuzu gidermede ve onların tarihi gerçekliğini yani Hz. Peygamber’e
ait olup olmadığım araştırmada göz ardı edilmesi mümkün olmayan bir vasıtadır.
Ancak kavramın kapalılığı, birden çok anlam içermesi ve insanlar üzerinde
bilinmezliğinden kaynaklanan gizemli gücü nedeniyle, belli kişi, grup veya
mezhep tarafından zaman zaman uygun olmayan şekillerde kullanılmıştır. Daha
açık bir ifade ile söz konusu olan kesim, kendi zihniyeti ile çelişen haberleri
reddederken bu ilkeyi ön plana çıkarmıştır.
Öncelikle şunu
belirtmek gerekir ki, burada kullanılan akla aykırılık, gerçekte temyiz aletine
ya da doğuştan gelen bir yetiye aykırılık değildir. Zira bu yeti ancak bir
takım ilkelerden hareketle sonuca gidebilmektedir. İşte öncül olarak
kullanılan bu ilkelerin doğruluk ve güvenilirliği, beraberinde sonuca itimadı
getirecektir. Ancak aklın öncül olarak kullandığı ilkeleri düşündüğümüzde,
bunlar genel kabul gören aklın temel ilkelerinin yanında, belli kültürlerin
birikiminden de çıka-nlabilmektedir. İşte bu nedenle aklın öncül olarak
kullandığı ilkeleri, zaman ve mekanı aşan ilkeler ve kültürlere ait olan
ilkeler şeklinde ikiye ayırmak yerinde olacaktır.
Akla aykırılık
ilkesini, aklî hükümler açısından değerlendirdiğimizde, muhal yani olma imkanı
bulunmayan veya zorunlu olanın aksini iddia eden her haber akıl dışı olarak
görülmüş ve ravilerinin bile değerlendirilmesine ihtiyaç duyulmaksızın
reddedilmiştir. İşte bu nedenle muhal olan haberleri sadece mevzuat
kitaplarında bulabilmekteyiz. Ancak muhal hükmü, sadece akim temel ilkelerinden
ya da eşyanın doğasından çıkmamakta; aksine herhangi bir haber, kişi, kültür,
belli bir coğrafya vs. açısmdan da imkansız olarak görülebilmektedir. İşte bu
noktada biyo-psiko-sosyal bir varlık olan insanın kültürü, zihniyeti ve şartlan
ön plana çıkmaktadır. Zira bunlardan oluşan öncüller, akıl tarafından kullanılarak
sonuca gidilmektedir. Ancak aklın bir vasıta olarak kullanıldığı bu yerlerde,
her ne kadar sonuç ona atfedilse bile, verilen hüküm evrensel bir hüküm
değildir. Diğer bir İfade ile olgunun doğasından kaynaklanan bir imkansızlık
değil, kişisel ve yerel doğrulara aykırılığı veya benzerlerine nispetle bir
ölçüsüzlük bulunduğu için reddedilmekte, bu yargıya da bir akıl yürütme
sonucunda varıldığı için, sonuçta hüküm akla nispet edilmektedir. Mesela basit
bir şey karşılığında büyük mükâfat veya küçük bir suç karşısında büyük bir
ceza verilmesini öngören rivayetlerin reddedilmesi böyledir. Burada akıl,
mükâfat ve fiil arasındaki oranı, benzerleriyle kıyaslar ve neticeye gider.
Ancak bu sonuç, kullanılan diğer verilere değil, işlemi yapan akla izafe
edilmektedir. Bu görevini yerine getirirken akim, mutlak bağımsızlığından söz
etmek mümkün değildir. Aym olayı değişik kültürlerin farklı değerlendirme
nedeni de burada aranmalıdır. Zira sonucu belirleyen, esas alınan öncüller
olmaktadır. Bu noktada haberin sıhhatinden önce, öncüllerin güvenilirliğini
tartışmak yerinde olacaktır.
Tanımlardan çıkan akıl
anlayışlarını, hadislerin Hz. Peygamber’e aidiyetini tespitte kullanılabilme
açısından şu şekilde değerlendirebiliriz:
a) Temyiz aleti: Temyiz aleti olarak kabul edildiği takdirde aklın
hiçbir şekilde rivayetlere aykırı olması söz konusu edilemez,
b) Zaruri bilgi: Akıl, zarurî bilgi olarak kabul edildiği takdirde,
şayet çatışma söz konusuysa bu rivayetin uydurma olduğuna delalet eder. Zira bu
durumda ortaya çıkan aklî hüküm muhal olacaktır. Diğer bir ifade ile
rivayetler, akli hükümlerden muhal olan bir şeyi, ya da vacip/zorunlu olanın
aksini iddia etmesi durumunda, bu onun uydurma olduğunu ortaya koyacaktır. Zira insanların en
akıllısı olan Hz. Peygamberin bu şekildeki bir çelişkiye düşmesi imkansızdır.
c) Meşhurat: Genel kabul gören bilgiler, meşhurat olarak değerlendirilmektedir.
Bunların kaynağı vahiy olabileceği gibi beşerî tecrübe de olabilir. Bu
bilgilerden vahye dayanmayanların tabiatında, yavaş da olsa bir değişim vardır.
Orta çağdaki Dünyanın sabit, Güneşin ise hareket halinde kabul edilmesi buna
bir örnek olarak düşünülebir. Vahyin ulaştırdığı genel sonuçlar, hadislerin Hz.
Peygamber’e aidiyetini tespitte, aklın temel ilkeleri gibi kullanılabilir.
Ancak tabiatında değişkenlik olan meşhuratm kullanılması, kişiyi her zaman
doğru sonuçlara götürmeyecektir.
d) Tecrübe: Akılla, tecrübe kastedildiği takdirde, söz konusu olan
akla aykırılık ilkesinin uygulanması ortaya ciddi problemler çıkaracaktır.
Zira hem meşhurat hem de tecrübe, çağdan çağa, toplumdan topluma hatta fertten
ferde değişmektedir. Bunların belli dönemlerde genel kabul görmesi, kendilerine
aykırı düşenin, o şartlarda yanlışlığını ortaya koyabilir. Ancak belli
dönemlerde veya yerlerde, bugün doğru kabul edilmeyen olguların genel geçer
doğrular olarak kabul edildiği göz ardı edilmemelidir. Bu ise tecrübe ve
meşhuratın, söz konusu olayın belirtilen zaman, mekan ve şartlarda olup-olmadığını
tespit için zorunlu ilkeler olarak kullanılmasını gerektirir.
Bugünkü akıl
anlayışları açısından olaya baktığımızda, mutlak bağımsız bir akim veya hiçbir
gücü ve etkisi olmayan yani insanların diledikleri şekilde kullanabilecekleri
bir akim, hadislerin ayrıştırılmasında sağlıklı sonuçlar elde etmesi
beklenemez. Bunlardan birincisi yani mutlak bağımsız olan akıl, evrensel
ilkelere aykırı olması nedeniyle, muhali (imkansızı) tespit edebilir. Ancak
her iki anlayışa göre, değerlendirmeyi yapan kişinin zihniyet ve kültürünün
belirleyici olması kaçınılmazdır.
Belli bir kültürden
çıkan ilkeleri öncül olarak kullanan, diğer bir ifade ile görece bağımsız olan
akıl ise, en azından söz konusu kültür açısmdan mümkün olanla (aklî), imkansız
olanı (akla aykırı) birbirinden ayrıştırabilecektir.
Rivayetler muhteva
açısından ele alındığında onlardan bir kısmının tecrübî dünya ile alakalı;
önemli bir kısmının ise Hz. Peygamber’in (a.s.).
görev alanıyla ilişkili oldukları görülmektedir. Söz konusu olan bu malzemeden
Hz. Peygamberin ‘dünya işleri’ olarak nitelediği, tecrübi verilere dayanan
rivayetlerin, akıl diye isimlendirilen tecrübeye, zaman zaman ters düşmesi
mümkündür; hatta bu, tekamülün doğasında vardır. Bu noktada araştırmacının esas
aldığı meşhurat ve tecrübe olarak kabul edilen akla aykırılık, rivayetlerin
uydurma olduğunu ortaya koymaz. Ancak rivayet, kendi şart ve tarihi çerçevesi
içersinde de makul değilse bu, haberin uydurma olduğuna şahitlik edebilir.
Bu durumda akıl
kavramının, birden çok anlamda kullanılması, tarih boyu mutlak bir aklın
olmaması ve her toplumun kendi ahlak biçimini inşa ettiği gibi, akıl
anlayışlarını da inşa ettiğini dikkate alarak, hadislerin Hz. Peygamber’e
aidiyetini tespit ve değerlendirmede akla aykırılık ilkesinin işletilmesi
gerekmektedir.
Sonuç olarak aklen
muhal olan herhangi bir söz veya olgu, Hz. Peygamber’e isnad edildiği takdirde,
haberin akla aykırılıkla reddedilmesi kaçınılmazdır. Ancak kendi şart ve
ortamında vukuu imkansız olmayan hadiselerle ilgili rivayetleri, akla
aykırılıkla reddetmek, tevili mümkün olduğu sürece, genel kabul gören bir tutum
olmayacağı gibi, sağlıklı bir sonuca da iletmeyecektir. Bu durumda onları,
belli dönemlere ışık tutan tarihî vesikalar olarak değerlendirmek ve Hz.
Peygamber’in mesajını anlamada birer vasıta olarak kullanmak yerinde olacaktır.
1. Abdulfettah Ali Şehat, Dirâsât fi Tarihi’l-Arab ve Sadri’l-îsîam (el-Kısmu’l-Evvel),
Matbaat-ü Zehran, Kahire, 1972.
2. Abdulğâni Abdulhalık, Hücciyyetü’s-Sünne, el-Ma’hed el-Âlî li’1-Fikril-İslâmî,
Beyrut, 1986.
3. Abdulvehhab, Ebu Süleyman, “Devrü’l-Akl fi’l-Fıkhi’l-İslamî”, Mecelletü Külliyyeti’ş-Şeria
ve’d-Diraseti’İ-İslamî, sy.2; Mekke, 1977.
4. Abdurrahman Bedevi, Min Tarihi’l-İlhad fi’l-İslam, Beyrut, trs.
5. Abdurrahman Bedevi, “Akl” mad., Mevsûatü’l-Felsefe, el-Müessesetü’1-Arabiyye
li’d-Dirâsât ve’n-Neşr, Beyrut, 1984.
6. Abdurrezzak îbn Hemmâm es-Sariânî, el-Musannef, el-Mektebü’1-İslâmî, Beyrut, 1983, (I-XI).
7. Abdüssettar er-Râvî, el-Akl ve’l-Hürriyet, el-Müessesetü’1-Arabiyye,
Beyrut, 1980.
8. el-Abraşî, Mustafa Atiyye, Azametü’r-Rasâl, İsa el-Bâbî d-Halebî, Kahire, 1971.
9. Accac el-Hatib, Muhammed, Usulu’l-Hadîs, Daru’1-Fikr, Beyrut, 1989.
10. el-Aclûnî, İsmail b. Muhammed, Keşfü’l-Hafâ ve Muzîlü’l-İlbâs amma İştehere mine’l-Ehâdîs
ala Elsineti’n-Nâs, Müessesetü’r-Risale, Beyrut, 1985, (I-II).
11. Adams, Charles, “Bazı Çağdaş Müslümanların Nazarında Hadisin Otoritesi” İslami
Araştırmalar, c.7, sy.3-4, Ankara, 1994.
12. Ahmed Ayid
vd., el-Mu’cemü’l-Arabî el-Esâsî, Larouse, trs.
13. Ahmed Çelebi, Mevsuatü’t-Tarihi’l-îslami, Mektebetü’n-Nahza el-İslamiyye, 6.b.,
Kahire, 1974.
14. Ahmed Emin,
Fecru’l-İslâm, Dâru’l-Kütübi’l-Arabî, Beyrut, 1969.
15. Ahmed Naim.
Sahih-i Buharı Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi (Mukaddime), Diy.
İş. Baş. Yay., Ankara, 1982.
16. Akbulut, Ahmet, Nübüvvet Meselesi Üzerine, Birleşik, Ankara, 1992.
17. Ali Harb,
Nakdu’n-Nass, el-Merkezü’s-Sekafî el-Arabî, Beyrut, 1993.
18. Ali Sabunî,
Muhammed, Peygamberlik ve Peygamberler, Kültür Basın Yaym Birliği, İstanbul,
trs.
19. Aliyyü’1-Kârî, Ebul-Hasan Nureddin Ali b. Sultan el-Herevî, el-Masnu’fi
Ma’rifeti’l-Mevzû’ (el-Mevzûatü’ s-Suğrâ),
Mektebü’i-Matbaati’l-İslâmî, Haleb, 1969.
20. Aliyyü’1-Kârî, Şerhu’ş-Şifa, Dersaadet, İstanbul, 1309, (I-II),
21. AnaBritanica, İstanbul, 1986, (î-XXn).
22. Arkoun, Muhammed, Kur’an Okumaları, trc. Ahmet Zeki Ünal, İnsan
Yayınları; İstanbul, 1995.
23. Arslan, Abdullah, “Sekülerizm; Akleden Kalbin Parçalanışı”, Bilgi ve
Hikmet, İstanbul, sy.2,
Bahar, 1993.
24. Aruoba, Oruç, “Soruşturma: Çağımız ve Aklın Sınırları”, Varlık Dergisi, sy. 1056,
İstanbul, 1995.
25. el-Aşkar,
Muhammed Süleyman, Ef’âlü’r-Resul ve Delâletûhâ ale’l-Ahkâmi’ş-Şerıyye,
Müessesetü’r-Risale, Beyrut, 1991, (I-II).
26. Atay, Hüseyin, Kur’an’a Göre Araştırmalar V, Ankara, 1995.
27. Atay, Hüseyin, Kur’an’ı Anlaşılmasına Ait İlkeler”,
E.Ü.İ.F.D., sy.8, Kayseri, 1992.
28. Ateş, Ali Osman, “Günümüzde Hadislerin Değerlendirilmesinde Göz Önüne Alınması Gereken
Bazı Hususlar ve Hadisin Geleceği ile İlgili Bazı Düşünceler” Hadis’in
Dünü-Bugünü ve Geleceği Semp., Samsun, 1993.
29. Ateş, Ali Osman, İslam ‘a Göre Cahiliyye ve Ehl-i Kitab örf ve Adetleri, Beyan Yayınları,
İstanbul, 1996. 30. Ateş, Süleyman,
Gerçek Din Bu 2, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul, trs.
31. el-A’zâmî, Muhammed Mustafa, Menhecü’n-Nakd ınde’l-Muhaddisîn, Mektebetü’l-Kevser,
Riyad, 1982
32. Aydın, Mehmet, “Rasyonel Düşünce ve İslam Modernizmi”, 1. İslam Düşüncesi Semp.,
Beyan, İstanbul, 1995.
33. Aydın, Mehmet, “İslami Rasyonellik Üzerine Bazı Düşünceler”, Uluslararası İslam
Düşüncesi Konferansı 2, İstanbul, 1997.
34. el-Bağdadî, Abdulkerim b. Muhammed, Usâlü’d-Dîn, Matabaatu’d-Devle, İstanbul, 1928.
35. Bahçeci, Muhittin, Ayet ve Hadislerde Peygamberlik ve Peygamberler.
Türdav Basım Yayım Ltd. Şti., İstanbul, 1977.
36. el-Bakillânî, Ebu Bekir Muhammed b. et-Tayyib,
et-Temhîd fı’r-Red ale’l-Mülhideti’l-Muattıla,
Daru’l-Fikri’l-Arabî, Kahire, 1947.
37. Bayraktar, İbrahim, “Metin Tenkidi ve Müşkil Hadisler”, A.Ü.İ.F.D., sy.
12, Erzurum, 1996.
38. Bekaroğlu, Mehmet, “Bir Anahtar Kavram: Akıl”, 1. İslam Düşüncesi Semp.,
Beyan Yayınları, İstanbul, 1995.
39. Beşir, Asam Ahmed, Usûlü Menheci’n-Nakd inde Ehli’l-Hadîs, Beyrut, 1992.
40. el-Beyhakî, Ebu Bekir Ahmed b. Hüseyin, es-Sünenü’l-Kübra, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut, 1353
(I-X).
41. de Boer, T. D., İslam ‘da Felsefe Tarihi, trc. Yaşar Kutluay. Birlik Yayınları,
Ankara, 1960.
42. Brockelman, C, İslam Milletleri ve Medeniyetleri Tarihi, trc. Neş’et Çağatay, Örnek
Matbaası, Ankara, 1954.
43. Buhârî, Ebu Abdullah Muhammed b. İsmail, es-Sahih, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1992, (I-VIII).
44. Bulaç, Ali,
“Akıl”, Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale, İstanbul, 1990, (I-IV).
45. Bulaç, Ali,
“Tasarlanmış Fenomenler Dünyasında Akıl,
Nefis ve Kimlikler”, Bilgi ve Hikmet, sy. 4, Güz 1993.
46. Bulaç, Ali,
İslam Düşüncesinde Din-Felsefe/Akıl Vahiy İlişkisi, Beyan Yayınları,
İstanbul, 1994.
47. Bulut, Mehmet, Ehl-i Sünnet ve Şia’da İsmet İnancı, Risale, İstanbul, 1991.
48. Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, Milliyet, İstanbul, 1992-93, (I-XXIV).
49. el-Câbirî,
Muhammed Âbid, Bünyetil’l-Akli’l-Arabî, el-Merkezü’s-Sekâfî el-Arabî, Beyrut, 1991.
50. el-Câbirî,
Muhammed Âbid, Tekvînü’l-Akli’l-Arabî,
el-Merkezü’s-Sekâfî el-Arabî, Beyrut, 1991.
51. Ceatani, Leone, İslam Tarihi, trc. Hüseyin Câhid, Tanın Matbaası, İstanbul, 1924-1926,
(I-X).
52. el-Cevherî, Ebû Nasr İsmail b. Hammâd, es-Sıhâh fi’l-Luga ve’l-Ulûm, haz. Nedim
Maraşh-Usame Maraşk, Darul-Hazârati’l-Arabiyye, Beyrut, trs.,
(I-II).
53. Cihan, Sadık, Uydurma Hadislerin Doğuşu Siyasi ve Sosyo-Politik Olaylarla İlgisi, Samsun,
1996.
54. Corci Zeydan, İslam Medeniyeti Tarihi, trc. Zeki Megamiz, Üçdal Neşriyat, İstanbul,
1976.
55. Creighton, J. E,, “Reasonbıg”, The Encyclopedia Americana, 1957.
56. el-Cürcânî,
Ali b. Muhammed eş-Şetîf, Kitabu’t-Ta’rîfât, Beyrut, 1990.
57. el-Cüveynî,
Ebu’l-Meâlî Îmâmul-Harameyn, Kitabu’l-İrşâd ilâ Kavâtıi’l-Edille fi Usûlil-İ’tikâd, thk. Muhammed Yusuf Musa-Ali Abdül, Kahire,
1950.
58. Cûzû, Muhammed Ali, Mefhûmu’l-Akl ve’l-Kalb fı’l-Kur’an ve’s-Sünne, Dâru’l-İlm
li’l-Melâyîn, Beyrut, 1983.
59. Çağatay, Neşet, İslam Öncesi Arap Tarihi, Ank. On. İl. Fak. Yay., Ankara, 1982.
60. Çetin, İsmail, John Lock’te Tanrı Anlayışı, Vadi Yayınları, Ankara, 1995.
61. Çubukçu, İbrahim Agah, “Nakilcilik ve Akılcılık” Islami İlimler Fakültesi Dergisi, c.3, Ankara, 1977.
62. Çubukçu,
İbrahim Agah, “Mutezile ve Akıl’ıneselesi”, Ank.Ü.Î.F,D., sy. XII, Ankara,
1964.
63. Dağ, Mehmet, “Eş”ari’de Bilgi Problemi” İslam İlimleri Ens. Der., sy.IV, Ankara,
1980.
64. ed-Dârimî, Ebu Muhammed Abdullah Abdurrahman, es-Sunen, Çağrı Yayınları,
istanbul, 1992,(1-11)
65. Derviş, Muhammed b. Seyyid, Esne’l-Metâlib fi Muhtelifeti’1-Merâtib, Mısır,
1355.
66. ed-Dıhlevî, Şah Veliyyullah, Hüccetullâhi 1-Bâliğa, thk. Seyyid Sabık, Kahire,
trs.
67. ed-Dümeynî,
Misfir Azmullah, Mekâyîsu Nakdi Mütûni’s-Sunne, (Ofset Baskı),
Dersaadet, İstanbul, 1996. 68. Ebul-Bekâ, Eyyub b. Musa el-Kefevî, Külliyyâtu
Ebi’l-Bekâ, Matbaatu’l-Âmire,
İstanbul,
1287.
69. Ebu Zehra,
İslam Hukuk Metedolojisi, trc. Abdulkadir Şener, Ank. Ün. İl. Fak.Yay., Ankara,
1971.
70. Ebu Reyye, Muhammed, Edvâ ale’s-Sünneti’l-Muhammediyye, Dârul-Meârif, Kahire, 1980.
71. Ebu Zehv, Muhammed, el-Badîs ve’l-Muhaddisûn, Beyrut, 1984.
72. el-Elbânî, Muhammed Nasirüddin, Sisiletü Ehâdîsi’z-Zaîfa ve’l-Mevzua, Beyrut,
1985.
73. el-Ensârî, Abdulalî Muhammed b. Nizameddin, Fevâtihu’r-Rahamât (el-Gazzâlî, ‘el-Mustasfa min Usulu’d-Dîn’
Zeylinde) Bulak, 1322, (I-II).
74. Erdoğan, Mehmet, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, M.Ü.I.F. Vak. Yay., İstanbul,
1995.
75. el-Eşarî, Ebu’l-Hasen Ali b. İsmail, Makalatu’l-İslamiyyîn ve İhtilâfu’l-Musallîn,
Wiesbaden, 1980.
76. Farabi, Ebu Nasr Muhammed b. Muhammed, Risale fı’l-Akl, Beyrut, 1938. Fazlur Rahman, islam,
GreatBritain, 1966.
77. Farabi, Ebu Nasr Muhammed b. Muhammed, Islamic Methodology in History, İslamic Research Institute, Islamabad, 1964.
78. Farabi, Ebu Nasr Muhammed b. Muhammed, “Akl” mad., The Encyclopedia lramca, ed. Ehsan
Yarshater, London, 1987.
79. Ferid Vecdi, Muhammed, Dâiretü’l-Meârif el-Karn el-Işrîn, Beyrut, 1971,
(I-X).
80. el-Feyyûmî, Ahmed b. Muhammed b. Ali, Misbâhu’l-Munîr, Mektebetü Lübnan, Lübnan, 1987.
81. Finch, Henry Le Roy, “Reason” mad., The Ancylopedia of Religion, Macmillan
Publishing Company, New York, 1987, (I-XV1).
82. el-Fîrûzâbâdî, Mecdüddin Muhammed b. Yakub, el-Kamus el-Muhit, Beyrut, 1987.
83. Gadamer, Hans-Georg, The Pover of Reason, translated by Henry W.
Johnstone, Man and World, 3. 1, 1970.
84. el-Gazzâlî, Ebû Hamid Muhammed b. Muhammed, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, Dâru Nehri’n-Nîl, Mısır, trs.,
(I-V).
85. el-Gazzâlî, Ebû Hamid Muhammed b. Muhammed, “Kânânu’t-Te’vil”, Mecmûatü Resâili’1-Imâm el-Gazâlî,
Dâru’l-Kütübü’l-İlmiyye, Beyrut, 1988.
86. el-Gazzâlî, Ebû Hamid Muhammed b. Muhammed, Şerefü’l-Akl ve Mahiyyetühu, thk. Mustafa Abdulkaid
Atâ, Beyrut, 1986.
87. el-Gazzâlî, Ebû Hamid Muhammed b. Muhammed, “Hasan Hanefi’nin Tecdit Projesi”, İslamî
Araştırmalar, c.7, sy.2, Ankara,
1994.
88. Gölcük, Şerafettin, “Kelam ve Antropolojiye Göre Akıl ve İnsan”,
Uluslararası İslam Düşüncesi Konferansı 2, İstanbul. 1997.
89. Gölcük, Şerafettin-Toprak, Süleyman, Kelam, S.ÜlF.Yay., Konya, 1988. Guülaume, Alfred, The
Tradition of islam, New York, 1980.
90. Güler, İlhami, “Kutsallık ve Dinî Metinlerin Dogmalastırılması”, 1. Kur’an Semp., Bilgi Vakfı Yayınları,
Ankara, 1994.
91. Gümüşhanevî, Ahmed Ziyauddin, Ramuzu’l-Ehâdis, trc. Abdülaziz Bekkine, Neşr. Haz.
Lütfı Doğan-Cevat Akşit, Milsan Bas. San. A.Ş., 1982, (I-II).
92. Güzel, Murat, “Bir Tartışmanın Tartamadıkları”, Tezkire, sy.7/8, Ankara, 1994.
93. el-Hakim en-Neysâbûrî, Ebu Abdullah Muhammed b. Muhammed, el-Müstedrek ale’s-Sahîhayn,
Beyrut, trs., (I-IV).
94. el-Hakim et-Tirmizî, Kitâbu’l-Akl ve’l-Hevâ Risalesi, neşr. Ahmet Suphi
Fırat, Şarkiyat Mecmuası, İstanbul, 1964.
95. el-Halebî, Burhaneddin, Keşfü’l-Hasis ammen Rıtmiye bi Vadi ‘l-Hadîs,
Beyrut, 1987.
96. Halil b. Ahmed, Ebu Abdurrahman, Kitâbu’l-Ayn, tlık. Mehdi Mahzûmî-İbrahim es-Samirâî,
Beyrut, 1988, (I-VIII).
97. Hamidullah, Muhammed, “el-İlaf veya İslam’dan Önce Mekke’nin
İktisadi-Diplotnatik Münasebetleri”, trc. îsmail Cerrahoğlu, Ank. Ü.Î.F.D.,
c.9, Ankara, 1962.
98. Hamidullah, Muhammed, “Hz. Peygamber’in İslam öncesi Seyahatleri”, trc.
Abdullah. Aydınlı, A.Ü.İs.İl.
Fak. Der., sy. 4, Ankara, 1980.
99. Hamidullah, Muhammed, İslam Peygamberi, İrfan Yayınları, İstanbul, 1980,
(I-II).
100. Hamidullah, Muhammed, İslama Giriş, Nur Yayınları, Ankara, 1961.
101. Hançerlioğlu, Orhan, Felsefe Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1989.
102. el-Harpûtî, Abdullatif, Tenkîhu’l-Kelam, Dersaadet, İstanbul, 1330.
103. Hasan Hanefî, el-Akl ve’n-Nakl, Mevsûatü’l-Hazârati’l-îslâmî et-Arabî, Beyrut. 1986,
(I-II).
104. Hasan Hüseyn, Nakdu’l-Hadîs fi İlmi’r-Rivâye ve İlmi’d-Dirâye, Beyrut, 1985.
105. Hasan İbrahim, Hasan, Siyasî-Dinî-Kültürel-Sosyal İslam Tarihi, trc. Heyet,
Kayıhan Yayınları, İstanbul, 1985, (I-V).
106. el-Hatib el-Bağdâdî, el-Kifâye fî İlmi’r-Rivâye, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye,
Beyrut, 1988.
107. el-Hatib el-Bağdâdî, el-Fakih ve’l-Miiîefakkih, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye,
Beyrut, 1975.
108. el-Heysemî, Nureddin Ali b. Ebu Bekir, Mecmeu’z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevâid, Müessesem’1-Meârif,
Beyrut, 1986, (I-VIII).
109. el-Hindî, Muhammed Tahir b. Ali el-Fettenî, Tezkiretü’l-Mevzûâî, Dâru îhyâi’t-Turâs el-Arabî,
Beyrut, 1399.
110. Hitti, Philip K., Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi, trc. Salih Tuğ, İFAV, İstanbul, 1995, (I-II).
111. Hol, P.M.
vd., İslam Tarihi Kültür ve Medeniyeti, trc. Heyet, Hikmet Yayınları, İstanbul,
1988.
112. el-Iraki, Zeynuddin Abdurrahim b. Hüseyin, Elfıyetü’l-Hadls, Beyrut, 1992.
113. el-Iraki, Zeynuddin Abdurrahim b. Hüseyin, Fethu’l-Muğîs, Beynıt, 1992.
114. Itr, Nureddin, Menhecü’n-Nakd fî Ulûmi’l-Hadîs, Daru’1-Fikr, Suriye, 1988. İbn Arabi,
Fütuhatı Mekkiyye, trc. Nihat Keldik, Ankara, 1991.
115. İbn Arrak, Ebu’l-Hasan Ali b. Muhammed, Tenzihü’ş-Şeriati’l-Merfûa ani’l-Ahbâri’ş-Şenîaü’l-Mevzûa,
thk. Abdulvehhab Abdullatif-Abdullah Muhammed Sıddık, Beyrut, 1981, (I-II).
116. İbn Ebi’d-Dünya, Ebu Bekir, el-Akl ve Fazluhu, thk. Mecdî es-Seyyid
İbrahim, Mektebetü’l-Kur’ân, Kahire, trs.
117. İbn Ebi Hatim er-Râzî, Ebu Muhammed Abdurrahman, Kitabu’l-Cerh ve’t-Ta’dîl,
Dâru’l-Kütübi’l-Ilmiyye, Beyrut, 1952, (MX).
118. İbn Fâris, Ebu’l-Hüseyin Ahmed, Mücmelü’1-Luga, thk. Zübeyr Abdülmuhsin Sultan,
Beyrut, 1986, (I-IV)
119. İbn Fâris, Ebu’l-Hüseyin Ahmed, Mu’cemü Mekâyîsi’l-Luga, Dârul-Cîl, Beyrut, 1991,
(I-VI).
120. İbn Furek, Ebu Bekir, Müşkilü’l-Hadîs ve Beyânuh, thk. Musa Muhammed Ali,
Âlemül-Kütüb, Beyrut, 1985.
121. İbn Hacer,
Şihabuddin Ebu’I-Fazl Ahmed b. Ali
el-Kenânî el-Askatânî, Metâlibü’l-Aliye bi Zevâidi’l-Mesânidi’s-Semâniye.
thk. Habîbu’r-Rahmân el-A’zamî, Matbaatü’l-Asriyye, Kuveyt, 1983. (I-IV).
122. İbn Hacer,
Şihabuddin Ebu’I-Fazl Ahmed b. Ali el-Kenânî
el-Askatânî, Fethu’l-Bâri bi Şerhi Sahîhi’l-Buharî, Daru’l-Edyân li’t-Turâs,
Kahire,1986, (I-XIII)
123. İbn Hacer,
Şihabuddin Ebu’I-Fazl Ahmed b. Ali
el-Kenânî el-Askatânî, el-İsâbe fi Temyizi’s-Sahabe, Daru’l-Kütübil-İmiyye,
Beyrut, trs., (I-VIII).
124. İbn Haldun, Mukaddime, Darul-Kalem, Beyrut, 1983.
125. İbn Hanbel, Ahmed, Müsned, Çagrı Yayınları, İstanbul, 1992, (I-VI).
126. İbn Hibban, Ebu Hatim Muhammed el-Bustî, es-Sîretü’n-Nebeviyye, Beyrut, 1987.
127. İbn Hişam, Ebu Muhammed Cemaleddin Abdulmetik, es-Siretü’n-Nebeviyye, Dârul-ai, Beyrut, 1975,
(I-IV).
128. İbn İshak,
Ebu Abdullah Muhammed, Siretü İbn İshak, thk. Muhammed Hamidullah,
Hayra Hizmet VakfI, Konya, 1981.
129. İbn Kayyim el-Cevziyye, Zâdu’l-Meâd fî Hayri’l-İbâd, thk. Şuayb Arnavut-Abdulkadir
Arnavut, Müessesetü’r-Risale, Beyrut, 1987, (I-VI).
130. İbn Kayyim el-Cevziyye, el-Menâru’l-Münîffi’s-Sahîh ve’z-Zaîf, Kahire, trs.
131. İbn Kesir, İsmail b. Ömer, el-Bidâye ve’n-Nihâye, Beyrut, 1977.
132. İbn Kuteybe, Ebu Muhammed Abdullah b. Müslim
ed-Dineverî, Uyûnu’l-Ahbâr, Dâru’l-Kütübi’l-Mısrıyye,
Kahire, 1925-1930, (I-IV).
133. İbn Kuteybe, Ebu Muhammed Abdullah b. Müslim
ed-Dineverî, Te’vîlü Muhtelifi’l-Ehâdîs,
thk. Muhammed Muhyiddin el-Esfar, el-Kutübü’l-îslâmî, Katar, 1979.
134. İbn Mace, Muhammed b. Yezid el-Kazvînî, es-Sünen, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1992, (I-II).
135. İbn Manzur,
Cemaluddin Muhammed b. Mükerrem, Lisânu’l-Arab,
Daru’l-Meârif, Kahire, trs., (I-VI).
136. İbn Melek,
Şerhu’l-Menâr, Salah Bilici Kitabevi, İstanbul, 1965.
137. İbn Muhabber, Davud, “Kitabu’l-Akl”, (Metalibül-Aliye, c.3, ss.13-24),
Matbaatu’ 1-Asriyye, Kuveyt, 1983.
138. İbn Sa’d, Ebu Abdullah Muhammed, Tabakatu’l-Kübra, Dâru’s-Sadr, Beyrut, 1968, (I-VIII).
139. İbn Salah, Ebu Amr Osman b. Abdurrahman, Ulûmu’I-Hadis, thk. Nureddin Itr, Daru’1-Fikr
el-Muâsir, Beyrut, 1986.
140. İbn Teymiyye, Ahmed, Mecmuu Feteva, trt.: Abdurrahman b. Muhammed b. Kasım
el-Âsımî, Dâru Âlemi’1-Kütüb, Riyad, 3 991
141. İbn Teymiyye, Ahmed, Câmiu’r-Resâil, thk. Muhammed Reşad Salim, Matbaatu’1-Medenî,
Kahire, 1984, (I-II).
142. İbnü’l-Cevzî, Ebu’l-Ferec Abdurrahman b. Ali, Kitâbu’l-Mevzuât, thk. Abdurrahman Muhammed Osman,
Daru’1-Fikr, 1966 (I-III).
142. İbnü’l-Cevzî, Ebu’l-Ferec Abdurrahman b. Ali, Zenunil’l-Hevâ, Beyrut, 1987.
143. Îbnü’l-Esir, Mecdüddin el-Mavîılî, en-Nihâyefî Garîbi’l-Hadis, el-Mektebetü’l-İlmiyye,
Beyrut, trs., (I-V).
144. İnam, Ahmet, “Hoş Geldin Feyerabend! Hoş Geldin Akıl, Varlık Dergisi, sy.
1056, İstanbul, 1995
145. İnam, Ahmet, “Herakleitos Üzerine Bir Ussallık Araştırması”, Araştırma, Ankara,
1991.
146. İsmail Hakkı, Yeni İlmi Kelam, Ümran Yayınları, Ankara, 1981.
147. İzzet Derveze, Kur’an’a Göre Hz. Muhammed’in Hayatı,
trc. Mehmet Yolcu, Yöneliş Yayınları, İstanbul 1989, (I-III).
148. Kadri, Hüseyin Kâzım, Türk Lügati
(Türk Dillerinin İştikakı ve Edebî Lûgatları), Maarif Matbaası,
İstanbul, 1943, (I-IV).
149. el-Karafî,
Şihâbuddin Ebu’l-Abbas, el-Furuk, Âlemü’l-Kütüb, Beyrut, trs., (I-IV).
150. Karaman, Hayrettin, “Bağlayıcılık Bakımından Resulullah’ın Davranışları”,
Hz. Peygamber ve Aile Hayatı, İlmî Neşriyat, İstanbul, 1989.
151. Kasimî, Muhammed Cemaluddin, Kavâidü’t-Tahdis min Funûni Mustalahi’l-Hadis, thk.
Muhammed Behçet el-Baytar, Beyrut, 1987.
152. Kadı Abdulcebbar, İbn Ahmed, Şerhıı Usuli’l-Hamse, Kahire, 1988.
153. Kadı lyaz,
Kitâbu ‘ş-Şifa bi Hukuki’l-Mustafâ, Dersaadet, İstanbul, 1312.
154. Kandemir, M. Yaşar, Mevzu Hadisler (Menşei, Tanıma Yolları, Tenkidi),
Diy. İş. Baş. Yay., Ankara 1994.
155. Kapar, M. Ali, Hz. Muhammed’in Müşriklerle Münasebeti, İlim Yayınları, İstanbul,
1987.
156. Kavukcî, Ebu’l-Mehâsin Muhammed, el-Lu’lu’u’l-Marsûfî. mâ Kîle lâ Asla lehû ev
AsluhûMevzu’, Mısır, trs.
157. Kemalüddin Ebu Şerif, Kitâbu’l-Musâmere, Çağn Yayınları, İstanbul, 1979.
158. el-Keremî,
Hasan Said el-Hâdî ilâ Lugati’l-Arab, Beyrut, 1992, (I-IV).
159. Kılıç, Sadık, İslam’da Sembolik Dil, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995.
160. Kırbaşoğlu, Hayri, İslam Düşüncesinde Sünnet, Fecr Yayınları, Ankara, 1993.
161. Koçyiğit, Talat, “Mevzu Hadislerin Zuhuru”, Ank. Ü.İ.F.D., sy.15,
Ankara, 1967.
162. Koçyiğit, Talat, Hadis Tarihi, İlmi Yayınlar, Ankara, 1981.
163. Hadis Istılahları, Ank. Ün. İl. Fak. Yay., Ankara, 1985.
164. el-Kurtubî, Ebu Abdullah Muhammed b. Ahmed el-Ensârî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, Dâru’l-Kütübi’l-Ilmiyye,
Beyrut, 1988, (I-XX).
165. Kutluer, İlhan, Akıl ve İtikad, İz. Yayıncılık, İstanbul, 1996.
166. Kutup, Muhammed, Çağdaş Konumumuz, trc. Salih Uçan, Dünya Yayınları,
İstanbul, 1987.
167. Leamen, Oliver, Ortaçağ İslam Felsefesine Giriş, trc. Turan Koç, Rey Yayıncılık,
Kayseri, 1992.
168. Leknevî, Muhammed Abdulhay, el-Ecvibetü’l-Fâdıle
li’l-Esileti’l-Aşereti’l-Kâmile, 2.b., Beyrut, 1984.
169. Link, Henry C, Dine Dönüş, trc. Ö. Rıza Doğrul, Ahmet Halit Kitabevi, İstanbul,
1949.
170. Makbûlî, Hasan Muhammed el-Edhel, Musialahu’l-Hadis ve Ricâluh. Beyrut, 1990.
171. el-Maturidî, Ebu Mansur Muhammed b. Muhammed, Kiîabu’î-Tevhid,
thk. Fethullah Huleyf, el-Mektebetü’l-îslamî, İstanbul, 1979.
172. el-Maverdî,
Ebu’l-Hasan Ali b. Muhammed,
Edebü’d-Dünya ve’d-Dîn, thk. Mustafa
es-Sakâ, îsa el-bâbî el-Halebî, Kahire, 1973.
173. el-Maverdî,
Ebu’l-Hasan Ali b. Muhammed, A’lâmu’n-Nübüvve,
Bağdat, 1319.
174. Malik b. Enes, el-Muvatta, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1992, (I-II).
175. Makdisi, George, “Law and Orthodoxy in Classical İslam”, İslamic
Studies, sy.4,1993.
176. Mean Ziyade, “Hıvar Havle’l-Akl Ve’l-Akli’l-Müslim mea Mean Ziyade”, Mülakat:
Gıyaseddin Ali, Tevhid, Eylül, sy. 67, Iran, 1993.
177. Mes’udî, Ebu’l-Hasan Ali b. Hüseyin, Murucu’z-Zeheb ve Meâdinu’l-Cevher, thk. Muhammed
Muhyiddin Abdulhamid, Mısır, 1964-1965, (I-IV).
178. el-Mevsîlî,
Ebu Hafs Ömer b. Bedr,
el-Muğnî ani’l-Hıfz ve’lî-Kitâb, Mektebetü’s-Selefiyye, Kahire, 1342.
179. Mucchıelli, Alex; Zihniyetler, İletişim Yayınları, İstanbul, 1991.
180. Muhammed Ammara, “Kaziyyetü ‘l-Ehâdîsi’n-Neheviyye ve ‘l-Akli ‘l-Beşeri’ Mecelletü’l-Ezher,
c.54, sy.l, Kahire, 1980.
181. Muhammed Ammara, “el-Fıraku’l-İslâmî”, Mevsûatü’l-Hazârati’l-İslâmî
el-Arabî, Beyrut, 1986,
(I-III).
182. el-Muhâsibî, Haris îbn Esed, el-Akl Fehmü’l-Kur’ân, thk. Hüseyn el-Kuveytli, Daru’1-Fikr,
1982.
183. Mutahhari, Murtaza, Vahy ve Nübüvvet, Endişe Yayınları, Ankara, 1990.
184. el-Müneccid, Selahaddin, el-İslam ve’l-Akl, Daru’l-Kitabi’l-Cedîd, Beyrut,
1976.
185. Müslim, Ebul-Huseyn Îbnü’l-Haccâc el-Kuşeyrî, es-Sahih, thk. Muhammed Fuad Abdulbaki, Çağrı
Yayınları, İstanbul, 1992, (I-III).
186. el- Müncid fi’l-Luga ve’l-Ulum, Daru’l-Maşrık, Beyrut, 1986.
187. M. Şemseddin, “Gazali’nin Tevil Hakkında Basılmamış Bir Eseri (el-Kanun el-Külliyye
fi’t-Te’vîl)”, Darul-Funûn İlahiyat Fakültesi Mec, sy.16, İstanbul, 1930.
188. M. Şemseddin, “Kable’l-İslam Araplarda İçtimai Aile”, Daru’l-Funun İlahiyat
Fakültesi Mecmuası, yıl 1, sy.4, istanbul, 1926.
189. Nasr, Seyyed Hossein, “Revelatin, İntellecct and Reason in th Quran”,
International İslamic Conference, (February 1968), sy.l, İslamabad, 1970.
190. en-Nedvî, Ebu’l-Hasan Ali el-Hasenî, el-İmam Serhendî Hayâtıthu ve A’mâluhu, Kuveyt, 1983.
191. en-Nesâî, Ebu Abdurrahman Ahmed b. Şuayb, es-Sünen, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1992, (I-VIII).
192. en-Neşşâr; Ali Sâmî, Fıraku ve Tabakâti ‘l-Mutezile, Dâru’I-Matbûati’l-Câmiyye,
y.y., 1972.
193. Özen, Şükrü, İslam Hukuk Düşüncesinin Ahitleşme Süreci, Basılmamış Doktora Tezi, M.Ü.S.B.E.,
İstanbul, 1995.
194. Ömer Femıh, Târihu’ l-Fikri’l-Arabî, Dâru’1-İlm li’1-Melâyîn, Beyrut, 1983.
195. Öz, Mustafa, “Ahmed Han, Seyyid” mad., Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,
istanbul, 1989.
196. Paçacı, Mehmet, ‘Anlama (Fıkıh) Usulüne Dair”, İslâmî Araştırmalar, c.8, sy.2, Bahar,
1995.
197. Pessagno, J. Meriç, “Akıl ve Dini Tasdik” trc, Bülent Baloğlu-Adil
Çiftçi, D.E.Ü.İ.F.D., İzmir, 1994.
198. Pezdevî, Ebu’1-Yüsr Muhammed b. Muhammed, Usulu’d-Din, İsa el-Babi el-Halebi, Mısır, 1963.
199. Polat, Selahattin, “Hadiste Metin Tenkidi I”, E.Ü.Î.F.D., sy. VI,
Kayseri, 1989.
200. Polat, Selahattin, “Hadiste Metin Tenkidi III”, E.Ü.İ.F.D., sy.VIII,
Kayseri, 1990.
201. Poole, Poss, Ahlak ve Modernlik, trc. Mehmet Küçük, Ayrıntı, İstanbul, 1991.
202. Rağib el-İsbehânî, Ebu’l-Kâsım Hüseyin b. Muhammed, el-Müfredâtfi Garibi’l-Kur’an,
İstanbul, 1986.
203. Rağib el-İsbehânî, ez-Zerîa ilâ Mekârimi’ş-Şerîa, Kahire, 1973.
204. er-Ramehurmuzî, Hasan b. Abdurrahman, el-Mıthaddîs el-Fasıl beyne’r-Râvî ve’l-Vâî, (thk.
Muhammed Accac el-Hatib), Beyrut, 1971.
205. Randall, John - Herman, Jr. Jastus Buchler, Felsefeye Giriş, trc. Ahmet
Arslan, s.61
207. er-Râzî, Fahreddin, Mefâtîhu’l-Gayb, Mektebetü’1-îmân, Kahire, 1991,
(I-XVI).
208. er-Râzî, Fahreddin, İsmetü’l-Enbiya, Kahire, 1986.
209. Reşit Cemili, Tarîhu’l-Arab, Beyrut, 1972.
210. Rothacher, Erich, Tarihselcilik Sorunu, trc. Doğan Özlem, Ara
Yayınları, İstanbul, 1990.
211. es-Sabûnî, Nureddin, el-Bidâye fi Usûli’d-Din, Diy. îş. Baş. Yay., 3.b., Ankara, 1978.
212. Sakallı, Talat, Rüya ve Hadis Rivayeti, İsparta, 1994.
213. Sakallı, Talat, “Hüdâî Sünnet-Zevâid Sünnet Ayırımı”, Hadis’in Dünü-Bugünü ve
Geleceği Semp., Samsun, 1993.
214. Sakallı, Talat, “Halife Me’mun ve Hadisçilerle Olan Münasebeti”, E.Ü.Î.F.D., sy.6:
Kayseri, 1989.
215. es-Sanânî,
Muhammed b. İsmail, Sübülü’s-Selâm
Şerhu Bulûgi’l-Meram, Daru’l-Kütübi’l-Arabî, Beyrut, 1985. (I-IV).
216. es-Semâlûtî, M. Tevfik, Kur’an’a Göre İnsanın Psikolojik Yapısı, trc. İsmail
Durmuş-Habil Şentürk , Yeni Ümit Der., c.4, sy.29, İzmir, 1995.
217. es-Serahsî, Ebu Bekir Muhammed b. Ahmed, Usul-u Serahsî, Kahraman Yayınları, İstanbul, 1984,
(I-n).
218. es-Sıbâî, Mustafa, es-Sünne ve Mekânetühâ fi’t-Teşrîı’l-îslâmî,
el-Mektebetü’l-îslâmî, Beyrut, 1985.
219. Sıddıki, Mazharuddin, İslam Dünyasında Modernist Düşünce, trc. Murat
Fırat-Göksel Korkmaz, Dergah Yayınları, İstanbul, 1990.
220. Sofuoğlu, Cemal, “Hadisin Anlaşılmasındaki Bazı Güçlükler ve Bazı
Problemler” Uluslararası Birinci İslam Araştırmaları Semp., İzmir, 1985.
221. Sözer, Onay, “Soruşturma: Çağımız ve Aklın Sınırları”, Varlık Der., sy. 1056,
İstanbul, 1995.
222. es-Subkî, Tacuddin Ebu Nasr Abdulvehhâb İbn
Takiyyüddin, Tabakâtü’ş-Şâfıiyyeti’l’Kübrâ, Daru’l-Ma’rife,
Beyrut, trs., (I-V).
223. es-Suyûrî, Cemaleddin Mikdat b. Abdullah, İrşadu’t-Tâlibm ila Nehci’l-Müsterşidîn,
Matbaat-seyyidi’ş-Şüheda, Kum, 1405.
224. es-Suyûtî, Celaleddin Abdurrahman b. Ebu Bekir el-Leali’l-Masnûa fi’l-Ehâdîsi’1-Mevzûa, Darü’l-Ma’rife,
Beyrut, 1975, (I-II).
225. es-Suyûtî, Celaleddin Abdurrahman b. Ebu Bekir Câmiu’s-Sağîr, Daru’1-Fikr, Beyrut. 1981, (I-II).
226. es-Suyûtî, Celaleddin Abdurrahman b. Ebu Bekir Tedribü’r-Râvî fi Şerhi Takribi’n-Nevevî’. Daru’l-Kitâb
el-Arabî, Beyrut, 1985, (I-II).
227. eş-Şafii. Muhammed b. İdris, er-Risale, Dâru’t-Turâs, Kahire, 1989.
228. Şakir, Ahmed Muhammed. el-Bâisü’l-Hasîs Şerhu İhtisarı Ulûmi’l-Hadîs, Daru’1-Kütübü’l-İlmiyye,
Beyrut, 1951.
229. eş-Şarkâvî, Muhammed Abdulla, es-Sûfiyye ve’l-Akl, Dâru’1-Cîl, Beyrut, 1995.
230. eş-Şâtibî, Ebu İshak, el-Muvafakat fi Usûli’ş-Şerîa, Daru’l-Fikri’l-Arabî,
trs., (I-III),
231. eş-Şehristânî, Tacuddin Muhammed b. Abdülkerim b.
Ebu Bekir Ahmed, el-Milel ve’n-Nihal,
thk. Ahmed Fehmi Muhammed, Daru’s-Surûr, Beyrut, 1984, (I-III).
232. eş-Şehristânî, Tacuddin Muhammed b. Abdülkerim b.
Ebu Bekir Ahmed, Kitabu Nihayeti ‘l-İkdâm
fî llmi’l-Kelâm, thk. Alfred Guillaume, London.
1934.
233. Şemseddin Sami, Kamusİ Türkî, Dersaadet, İstanbul, 1317.
234. eş-Şevkânî, Muhammed b. Ali, el-Fevâidü’l-Mecmûa fî Ehâdîsi’l-Mevzâa, thk.
Abdurrahman b. Yahya, Kahire, 1960.
235. eş-Şevkânî, Muhammed b. Ali, İrşâdu’l-Fuhûl ilâ Tahkiki’l-Hak min İlmi’l-Usûl,
Daru’1-Fikr, Beyrut, trs.
236. Şevki Yavuz, Yusuf, “Akıl” mad., Türkiye Diyanet Vakfı İslam
Ansiklopedisi, İstanbul; 1989.
237. Şevki Dayf, el-Asru’l-Câhiliyye, Dâru’l-Meârif, 3.b., Mısır, 1976. Taftazani, S’adeddin
Mesud, Şerhu’l-Akaid, Dergah Yayınları, İstanbul, 1982.
238. et-Tahavî, Ebu Cafer, Müşkilü’l-Âsâr, Dâru’s-Sadr, Beyrut, 1333, (I-IV).
239. Tâhir b. Aşûr. İslâm Hukuk Felsefesi, trc. Vecdi Akyüz- Mehmet Erdoğan, İklim
Yayınları, İstanbul, 1988.
240. Tahirü’l-Mevlevi, Müslümanların Medeniyetlere Hizmetleri, sad. Abdullah
Sert, Bahar Yayınları, İstanbul, 3974.
241. Takiyyü’l-Müderrisî, Muhammed, el-Mantık el-îslâmî Usûlühü ve Menâhicühü,
Dâru’1-Cîl, Beyrut, 1977.
242. Taşköprüzâde, Mevzûâtu’l-Ulûm, trc. Kemaleddin Muhammed Efendi, Dersaadet, İstanbul,
1314, (I-II).
243. Tevfıc Îbrahim-Arthur Sagadeev, Classical İslamic Fhilosopy, trnslaed by Campbell
Creigton, Moscaw, 1990.
244. Tirmizî, Muhammed b. İsa, Es-Sünen, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1992, (I-V).
245. Topaloğlu, Bekir, Kelam İlmi, Damla Yayınları, istanbul, 1981.
246. Tuğ, Salih, İslam Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı, Ank. Ün. İl. Fak. Yay., Ankara,
1963.
247. Tuğlacı, Pars, Okyanus Ansiklopedik Türkçe Sözlük, Pars Yayınevi, istanbul, 1975,
(I-VI).
248. Ugan, Zâkir Kadiri, “Dinî ve Gayrı Dinî Rivayetler”, Daru’l-Funûn
İlahiyat Fakültesi Mecmuası, sy.4, İstanbul, 1926.
249. Uğur, Mücteba, H. Birinci Asırda İslam Toplumu, Çağrı Yayınları,
İstanbul, 1980.
250. Ulutan, Burhan, İslam Medeniyeti ve Akılcı Felsefe, ötüken Yayınevi. İstanbul. 1976.
251. Ulyan, Şevket, “el-Aklfi’l-İslam”, el-Mavrid, c.9, sy.4, Beyrut, 1981.
252. Umerî, Ekrem Ziya, Hadis Tarihi, trc. İsmail Kaya, Konya, 1990.
253. Ünal, Ali,
Soruşturma II (Kur’an ve Sünnet), Sor Yayıncılık, İstanbul, 1987.
254. Ünal, İsmail Hakkı, “Hadisleri Değerlendirmede Akıla Yaklaşım”, Hadis’in
Dünü-Bugünü ve Geleceği Semp., Samsun. 1993.
255. el-Vakidî, Muhammed b. Ömer, Kitabu ‘l-Meğazi, Âlemü’l-Kütüb, Beyrut. 1984,
(I-III).
256. Wahidur Rahman, Modernini Muslitn’s Approach to Badith: Aligarh School. Hamdard
Islamicus, vol. XVI, no. 4, Pakistan,
1993.
257. Walters, J. Donald, “Modern Düşüncenin Krizi”, trc. Şehabeddin Yalçın, İnsan
Yayınları, İstanbul, 1995.
258. Watt, Montgomary, Hz. Muhammed Mekke’de, trc. Rami Ayas-Azmi Yüksel,
Ank.Ün.İl.Fak.Yay., Ankara, 1980.
259. Yakûbî, Ahmed b. Ebu Yakub, Tarihu’l- Yakübî, Daru’s-Sadr, Beyrut, 1960, (I-II).
260. Yavuz, Hilmi, “Soruşturma: Çağımız ve Aklın Sınırları”, Varlık Dergisi, sy. 1056,
istanbul, 1995.
261.Yazır, Elmalı’lı M. Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Neşriyat, İstanbul, 1979,
d-IX).
262. Yıldırım, Suat, Kur’an-ı Kerim ve Kur’an İlimlerine Giriş, Ensar Neşriyat, İstanbul,
1983.
263. Yusuf Seferta, “Abduh ve Reşid Rıza’nın Yazılarında Peygamberlik Doktrini”, trc.
Mehmet Durmuş, İktibas, Nisan 1990.
264. ez-Zâvî, Tahir Ahmed, Tertibu Kamusi’l-Muhît ala Tarikatı Misbâhi’l-Münir,
İsa el-Bâbî el-Halebî, 2.b, 1973, (I-IV),
265. ez-Zâyid, Muhammed, “Akl” mad.. el-Mevsûatü’1-Felsefeti’l-Arabiyye,
Beyrut, 1986.
266. ez-Zebîdî, Ebu’1-Feyz Muhammed Murtaza Hüseynî, Tâcu’l-Arus, Daru’1-Fikr, Beyrut, trs., (I-X),
267. ez-Zebîdî, Zeynüddin Ahmed b. Ahmed, Sahih-i Buhâri Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Tercemesi,
trc. Kâmil Miras, Diy. İş. Baş.Yay., Ankara, 1981,
268. ez-Zehebî, Şemseddin Muhammed b. Ahmed b. Osman, Tarîhu’l-İslam ve Vefeyâtu ‘l-Meşâhir ve ‘l-A’lâm
(es-Siretü’n-Nebeviyye), Dâru’l-Kütübi’l-Arabiyye, 1989.
269. ez-Zerkânl Muhammed Abdulazim, Menûhilü’l-İrfân fi Ulûmı’l-Kur’an, İsa el-Bâbî
el-Halebî, Kahire, 1943, (III).
270. ez-Zerkeşî, Bedrüddin Ebu Abdullah Muhammed b.
Abdullah, et -Tezkire fi’l-Ehâdisi’l-Müştehire,
Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye. Beyrut, 1986.
271. Zeyne, Hüsni, el-Akl ınde’l-Mutezile, Dâru’l-Âfakı’l-Cedîde, Beyrut, 1978.
272. Zübeyr Sıddıkî, Hadis Edebiyatı Tarihi, trc. Yusuf Ziya Kavakçı, İrfan Yayınları,
İstanbul, 1966.
[1] Maide: 5/67.
[2] Nahl: 16/44, 64
[3] Ahzab: 33/21.
[4] Al-i İmran: 3/32; Nisa. 4/59; Maide. 5/92; Ahzab:
33/36; Mücadele: 58/13.
[5] Nisa: 4/70.
[6] Ahzab: 33/33.
[7] M. Yaşar Kandemir, Mevzâ Hadisler, Diy. İş. Baş. Yay.,
Ank. 1994, s.29.
[8] Muvatta, Cenaiz, 16/27 (c.l, s.231); Tirmizi, Cenaız,
8/33 (c.3, s.339); İbn Mace, Cenaiz, 6/65 (c.l, ss.520-521).
[9] İhtilaflar için bkz. Muhammed b. Abdülkerim b. Ebu
Bekir Ahmed eş-Şehristânî, el-Milel ve'n-Nihal, Daru's-Surûr, Beyrut, 1984,
c.l, ss.13-31.
[10] Muhammed Ebu Zehv, el-Hadis ve'l-Muhaddisun, Beyrut.,
1984, ss.63-64.
[11] ÖmerFerruh, Târihu'l-Fikri'l-Arabî, Dâru'1-Em
li'l-Melâyîn, Beyrut, 1983, s.206; Ebu Zehv, a.g.e., s.65; Ekrem Ziya Umerî,
Hadis Tarihi, trc. İsmail Kaya, Konya,
1990, s.48.
[12] Mustafa es-Sıbâî,
es-Sünne ve Mekânetühâ
fi't-Teşrtı'l-İslâmî, 4.b., el-Mektebetü'l-İslâmî, Beyrut, 1985, s.75.
[13] Ebu Zehv, a.g.e., ss.65; Umerî, ag.e., s.49.
[14] Misfir Azmullah ed-Dümeynî, Mekâyîsü Nakdi
Mütûni's-Sünne, (Ofset Baskı), Dersaadet, îst, 1996, s.30.
[15] Sıbâî, a.g.e., s.75; ed-Dümsynî, a.g.e., s.30.
[16] Umerî, a.g.e., s.49.
[17] Sıbâî, a.g.e.,
s.75; Talat Koçyiğit,
“Mevzu Hadislerin Zuhuru”, Ank.
Ü.I.F.D.,sy.l5,Ank., 1967, ss.62,68.
[18] Hatib el-Bağdâdî, el-Kifâye fi İlmi'r-Rivâye,
Daru'l-Kütübi'l-îlmiyye, Beyrut, 1988, s.123.
[19] Bkz. Talat Koçyiğit, Hadis Tarihi, İlmi Yay., Ank.,
1981, s.İ35; Kandemir, a.g.e., s.32-42; Sıbâî, a.g.e., s.75.
[20] Örnekler için bkz. Celaleddin Abdurrahman es-Suyûtî,
el-Leali'l-Masnûa fi'l-Ehâdîsi'l-MevdÛa, Daru'l- Ma'rife, Beyrut, 1975, el, s.323.
[21] Bkz. Ebu'l-Ferec Abdurrahman b. Ali İbnü'l-Cevzî,
Kitâbu'l-Mevzuât, thk. Abdurrahman Muhammed Osman, Daru'1-Fikr, 1983, c.l,
s.303-407; es-Suyûtî, el-Leaü'l-Masnâa, c.l, 286-388; Ebu'l-Hasan Ali b.
Muhammed İbn Arrak, Tenzihü'ş-Şeriatı 'l-Merfûa ani 'l-Ahbâri 'ş-Şenîati'l-Mevzûa, thk.
Abdulvehhab Abdullatif- Abdullah Muhammed Sıddık, Beyrut, 1981, c.l,
ss.341-407, 371; c.2, s.4; Koçyiğit, Hadis Tarihi, s.137; Kandemir, a.g.e.,
ss.36-37.
[22] Umerî, a.g.e., s.56. Örnek için bkz. es-Suyûtî,
el-Leali'l-Masnua, c.l, ss.412-441; İbnü'l-Cevzi, a.e., c.2, ss.7-40.
[23] Fazlur Rahman, İslamic Methodology in History,
İslamabad, 1984, ss.53-54.
[24] Bkz. Koçyiğit, Hadis Tarihi, ss.138-139.
[25] Örnekler için bkz. İbnü'l-Cevzi, Mevzuat, c.2,
ss.48-50.
[26] Zeynuddin Abdurrahim b. Hüseyin el-Irakî,
Elfiyetü'l-Hadis, Beyrut, 1992, s.123; Zübeyr Sıddıki, Hadis Edebiyatı Tarihi, trc. Y.
Ziya Kavakcı, İrfan Yay., ss.64-65; Burhaneddin Halebi, Keşfü'l-Hasis, Beyrut,
1987, ss.28-29.
[27] es-Suyûtî, Tedrîbtt'r-Râvî, c.l, s.281; Zübeyr
Sıddıkî, a.g.e., s.64.
[28] Bkz. İbnü'l-Cevzi, Mevzuat, , c.2, s.11-70.
[29] İbnü'l-Cevzi, a.e., c.l, ss.71-74.
[30] İbnü'l-Cevzi, a.e., c.2, ss.113-136; 197-208.
[31] İbnü'l-Cevzi, a.e., c.2, ss.136-141.
[32] İbnü'l-Cevzi, a.e., c.2, ss.172-178.
[33] Bkz. Kandemir, a.g.e., s.39.
[34] Alfred Guillaume, The Tradition of İslam, New York,
1980, s.79.
[35] Umerî, a.g.e., s.56.
[36] Müslim, Mukaddime, 7 (el, s.15); Ebu Abdullah el-Hasen
b. Abdurrahman b. Haîlâd er-Rameburmuzî, el-Muhaddis el-Fasü beyne'r-Râvî
ve'l-Vâi, Beyrut, 1971, s.209; İbn Ebi Hatim er-Razî, Kitâbü'l-Cerh
ve'l-Ta'dil, Beyrut, 1952, c.2s s.28; el-Bağdâdî, el-Kifaye, s.122.
[37] Müslim, Mukaddime, 5 (c.l, s.15); Muhammed Cemalüddin
el-Kasimî, Kavaidü'l-Tahdis min Funûni Mustalahi'l-Hadis, thk. Muhammed Behçet
el-Baytar, Beyrut, 1987, s.181.
[38] İsnadın
başlangıç tarihi için
bkz. Zübeyr Sıddıkî, a.g.e., ss. 123-125; Muhammed Abdulhay el-Leknevî,
eî-Ecvibetü'l-Fâdıle li'l-Esileti'l-Asreti'l-Kâmile, 2. b., Beyrut, 1984, ss.21-27.
[39] Bkz. İbn Salah, Ebu Amr Osman b. Abdurrahman, Ulumu'l-Hadis, thk. Nureddin Itr, Daru'1-Fikr
el-Muâsır, Beyrut, 1986, s.8.
[40] Muhammed Mustafa el-A'zâmî, Menhecü'n-Nakd
inde'l-Muhaddisîn, 2.b., Mektebetü'l-Kevser,
Riyad, 1982, s.83;
Zübeyr Sıddıkı, a.g.e.,
8.172; Selahattin Polat, “Hadiste Metin Tenkidi I”, E.Ü.İ.F.D. sy. VI,
Kayseri, 1989, s.124.
[41] Bkz. Ahmed Muhammed Şakir, el-Bâisü'l-Hasîs Şerhıı
İhtisâru ülümi'l-Hadîs, Daru'l-Kütübü'l-İlmiyye, Beyrut, 1951, s.43.
[42] Muhammed Accac Hatib, Usâlü'l-Hadîs, Daru'1-Fikr,
Beyrut, 1989, s.433.
[43] Şakir, a.g.e., s.81.
[44] Daha geniş bilgi için bkz. es-Suyûtî, Tedribü 'r-Râvî
fi Şerh-i Takribi 'n-Nevevî, Dâru'l-Kitâb el-Arabî, Beyrut, 1985, c.l, s.288;
Sadık Cihan, Uydurma Hadislerin Doğusu Siyasi ve Sosyo-Politik Olaylarla
İlgisi, Etüt Yay., Samsun, 1996, s.13.
[45] Şakir, a,g.e., s.81; Cihan, a.g.e., s.19.
[46] es-Suyuti Tedrib, el, s.277.
[47] Asam Ahmed el-Beşir, Usûlü Menheci'n-Nakd inde
Ehli'l-Hadîs, Beyrut, 1992, s.51; Sıbâî, a.g.e., ss.98-99; Accac Hatib, a.g.e.,
ss.434.
[48] İsmail b Muhammed el-Aclûnî, Keşfü 'l-Hafâ ve Müzîîü
'l-îlbâs amma îşîehere alâ Elsineti'n-Nâs, Müesseselü'r-Risale, Beyrut, 1986,
c.l, s.537, had. no:1445.
[49] el-Aclûnî, a.g.e., c.2; s.501, had. no:3114;
İbnü'l-Cevzî, Mevzuat, c.3, s.111; Kavukcî, a.g.e., s.216.
[50] Bkz. Enam. 6/164; Müddessir: 4/38; Necm: 53/38-39;
[51] Bkz. İbn Kayyım el-Cevziyye, el-Menâru'l-Muniffi's-Sahih
ve'z-Zaîf, Kahire, trs., s.57; Accac el-Hatib, es-Sunne Kable't-Tedvin, Kahire,
1963, s.245.
[52] el-Kavukcî, a.g.e., s.78.
[53] Buhari, Nikah, 67/15 (c.6, s. 123); Ebu Davud, Nikah,
12/2 (c.2, ss.539-540); ed-Dârimî, Nikah, 11/4 (c.2, s.456); İbn Hanbel,
Müsned, c.2, s.428.
[54] Bkz. İbn Kayyım el-Cevziyye, el-Menâru'l-Münîf, s.57.
[55] Bu konudaki haberin tenkidi için bkz. ibn Kayyım
el-Cevziyye; a.e., ss.102-105.
[56] Bkz. Şakir, a.g.e., s.82.
[57] Tartışmalar için bkz. Asam Ahmed a.£.e., s.97.
[58] İbn Kayyİm. el-Cevziyye, a.e., ss. 57-58.
[59] İbn Kayyim el-Cevziyye, el-Menâru'l-Munîf, ss. 50-51.
[60] Muhammed Ebu'l-Mehâsin el-Kavukcî,
Kitâbu'l-Lu'lu'ul-Marsâfî mâ. Kîle lâasla lehû ev Asluhî Mevzâ't Mısır, trs.,
s.78.
[61] İbn Kayyim. el-Cevziyye, a.e., ss.99-100.
[62] İbn Kayyim el-Cevziyye, a.e.,s.52.
[63] es-Suyûü, Tedrib, c.l, s.278; İbn Airak, a.g.e., c.2,
s.79.
[64] İbnü'l-Cevzi, Mevzuât, c.l, s.385.
[65] İbn Arrak, a.g.e., c.l, s.353.
[66] Ebu Bekir b. Ebi'd-Dünya, el-Akl ve Fazluhu
ve't-Yakîn, thk. Mecdî es-Seyyid İbrahim, Mektebetü'l-Kur'ân, Kahire, trs.,
s.31.
[67] el-Kavukcî, a.g.e., s.26.
[68] el-Kavukcî, a.,e., s.64.
[69] Ahmed Naim, Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih
Tercemesi ve Şerhi (Mukaddime), Diy. İş. Baş. Yay., Ank., 1982, c.l, ss.277.
[70] Ahmed Naim, a.e.,
c.l. ss.275-6.
[71] Ayrıca bkz. Muhammed Aramara,
“Kaziyyeta'l-Ehâdtsi'n-Nebeviyye ve'l-Akli'l-Beşer”, Mccelltta'l-Ezher, c.54,
sy. l, Kahire, 1981, s.124.
[72] Ahmed Naim, a.g.e., c.l, s.277.
[73] Hadis tenkidinin isnad tetkikinden ileriye geçmediğini
belirten Leone Ceatani, bunun gerekçesini şöyle açıklamaktadır: “Hadis
metinlerinin tenkid edilebileceğini kabul etmek iman ve akaid kapılarını
tahripkar akıl ve mantığa açık bırakmak olurdu.” Bkz. Leone Ceatani, İslam
Tarihi, trc. Hüseyin Câhid,Tanin Matbaası, İst., 1924-1926, ss.92-93.
[74] Guillaume, a.g.e., s.79.
[75] Ahmed Emin, Fecru 'l-îslâm, Dâru'î-Kütübi'l-Arabî,
Beyrut, 1969, s.217.
[76] Zâkir Kadiri Ugan, “Dinî ve Gayrı Dinî Rivayetler”,
Daru'l-Funûn İlahiyat Fak. Mec, sy.4, 1926, ss.96-98.
[77] Mazharuddin Silddıki, İslam Dünyasında Modernist
Düşünce, Trc, Murat Fırat-Göksel Korkmaz, Dergah Yay., İst, 1990, s.88; İbn
Haldun, Makaddime, Darul-Kalem, Beyrut, 1983, s.12; Süleyman Ateş, Gerçek Din
Bu 2, Yeni Ufuklar Neş., İst., s.96.
[78] Örnekleri için bkz. Ahmed Emin, a.g.e., s.218.
[79] Ahmed Naim, a.g.e., c.l, s.279.
[80] İbnü'l-Cevzi, Mevzuat, c.l, s.105.
[81] Buhari, Bedii'3-Halk, 59/4 (c.4, s.75); Tefsîru
Suret-i Yâsîn: 36/1 (c.6, s.30). Başka örnekler için bkz. Ateş, a.g.e., s.61;
Muhammed Ammara, a.g.m, s.122.
[82] Ahmed Naim, a.g.e., s.279.
[83] Erich Rothacher, Tarihselcilİk Sorunu, trc. Doğan
Özlem, Ara Yay., İst.; 1990, s.15.
[84] Ahmet İnam,
“Herakleitos Üzerine Bir Ussallık Araştırması “Araştırma, Ank., 1991,
s.1-17.
[85] Bkz. Tahir Ahnıed ez-Zâvî, Tertibu Kamasi'l-Muhîî, İsa
el-Bâbî el-Halebî, 2;b, 1973 “Akl” mad., c.3, s.277; el-Mu'cemu'l-Ambî
el-Esâsî, “Akl” mad., s. 855;
[86] Ebu Abdurrahman Halil b.Ahmed, Kitâbu'l-Ayn, thk. Mehdi
Mahzûmî-İbrahim es-Sâmirâî, Beyrut, 1988, c.l, ss.159; Ebu'l-Huseyn Ahmed b.
Faris, Mu'cemü Mekâyîsü'l-Lüga, Dâru'1-Cîl, Beyrut, 1991, c.4, s.69.
[87] Ebu'I-Hüseyin Ahmed b. Faris, Mücmelü'l-Luga, thk.
Zübeyr Abdülmuhsin Sultan, Beyrut, 1986, c.3, ss.616-17; Cemaluddin Muhammed b.
Mükerrem İbn Manzur, Lisânu'l-Arab, Daru'l-Meârif, Kahire, trs., c.4,
ss.3047-3050; 3 Ebû Nasr İsmail b.
Hammâd el-Cevherî, es-Sıhâh fi'l-Lugat ve'l-Ulûm, Daru'l-Hazârati'l-Arabiyye,
Beyrut, trs., c.2, ss.140*141.
[88] Şemseddin Sami, Kamusi Türkî, “Akl” mad., Dersaadet,
İst, 1317, s.943;Muhammed Ali Cûzû,
Mefhûmu'l-Akl ve'l-Kalb fi'l-Kur'an
ve's-Sünne,
Dâru'l-üm
li'1-Melâyîn, Beyrut, 1983, s.42.
[89] Hüseyin Kâzım Kadri,
Türk Lügati (Türk Dillerinin
İştikakı ve Edebî Lûgatları), “akl
11.mad., Maarif Matbaası, İst-, 1943, c.3, s.524.
[90] Şemseddin Sami, a.g.e.: s.943; Krş. Pars Tuğlacı,
Okyanus AnsiklopedikTürkçe Sözlük, Pars Yay., İst., 1975, c.l, ss.48-49..
[91] Ebu’l-Kâsım Hüseyin b. Muhammed Rağib el-İsfehânî,
ez-Zerta ilâ Mekâtimi'ş-Şerîa, Kahire, 1973, s.82; Ali b. Muhammed eş-Şerîf
el-Cürcâni, Kitâbu't-Ta'rîfât, Beyrut, 1990, s.157.
[92] Mecdüddin Muhammed b. Yakub el-Fîrûzâbâdî, el-Kcunus
el-Muhit, Beyrut, 1987, “akl” mad., s.1336; el-Cürcânî, a.g.e,, ss.157.
[93] el-Cürcânî, a.g.e.. ss.157-158.
[94] Kadri, a.g.e., c.3, s.524.
[95] Bkz. Rağib el-İsbehânî, el-Müfredat fi
Garibi'l-Kur'an, İst., 1986, s.511.
[96] Bkz. Bakara: 2/44- 73- 75- 242; Al-i İmran: 3/65-118;
En'am: 6/32-151; Hud: 11/51; Yusuf: 12/2, 109; Şuara: 26/28; Yasin. 36/62;
Hadid. 57/17.
[97] Bkz. Al-i Îmran: 3/191; Araf: 7/176; Yunus: 10/24;
Ra'd: 13/3; Nahl: 16/11-44, 69; Haşr: 59/21; Casiye: 45/13.
[98] Bkz. Bakara: 2/179, 197; Al-i İmran: 3/7-190; Maide:
5/100; Yûsuf: 12/111; İbrahim: 14/52; Sâd: 38/29; Zümer: 39/9-18; Mü'min:
40/54; Talâk: 65/10.
[99] Fecr: 89/5.
[100] Tâhâ: 20/54, 128.
[101] Tur: 52/32.
[102] Bkz. Hac: 22/46; İsra: 17/36; Necm:, 53/11; Furkan:
25/32; En'am: 6/113; İbrahim: 14/37; Kasas: 28/10; Hud: 11/120; Kaf: 50/37;
Şuara: 26/193-194.
[103] Aralarındaki faiklar için bkz. Cûzû, a.g.e., s.17;
el-Muhâsibî, a.g.e., s.130.
[104] Ra'd: 13/4.
[105] Ayrıca bkz. Nahl: 16/67-12; Ankebut: 29/35; Rum:
30/24-28; Haşr: 59/14.
[106] Muhammed Kutup, Çağdaş Konumumuz, trc. Salih Uçan,
Dünya Yay., İst.s 1987. s.166.
[107] Bkz. Bakara: 2/171; Yunus: 10/42.
[108] el-Câbirî, Bünyetü'l-Akli'l-Arabî, s.209.
[109] Mehmet Bekaroğlu, “'Bir Anahtar Kavram: Akıl”, 1.
İslam Düşüncesi Semp., Beyan Yay., İst, 1995, ss.166-167.
[110] Ali Bulaç, “Tasarlanmış Fenomenler Dünyasında Akıl,
Nefis ve Kimlikler”, Bilgi ve Hikmet, Güz 1993/4, s. 26.
[111] Hüseyin Atay, Kur'an 'a Göre Araştırmalar V, Ank, 1995. ss. 19-20.
[112] Bkz. Bakara: 2/171, Enfal: 8/22. Furkan: 25/44.
[113] Cûzû, a.g.e, s.80.
[114] el-Hakim et-Tirmizi, Kîtabu'l-Akl ve'1-Hevâ Risalesi,
Neşr. Ahmet Suphi Fırat, Şarkiyat Mec, sy. V, İstanbul, 1964, s.1.19
[115] Bkz. Rum: 30/52.
[116] Bkz. Yûnus: 10/100.
[117] Yunus: 10/42.
[118] Aliyyü'1-Kârî el-Herevî, el-Masnû' fî Ma'rifeti'l-Mevzû'
(ei-Mevzuâtü's-Suğrâ), Mektebü'l-Matbaati'l-İslâmî, Haleb, 1969, s.206.
[119] Aliyyü'1-Kârî, el-Masnâ', s.205.
[120] Rağib el-İsbehânî. ez-Zerîa, s.93.
[121] Müslim, İman, 1/132 (c.l, ss.86-87); Hudud, 29/23
(c.2, ss.1323); Ebu Davud, Hudud, 37/17 (c.4, s.559); İbn Mace, Tıp, 31/ 22
(c.2, s.l 153); 31/40 (c.2, s.l 168); Fiten, 36/10 (c.2, s. 1309); İbn Hanbel,
Müsned, c.5, s. 347.
[122] İbn Mace, Diyât, 21/13 (c.2, s.883); Tirmizı, Dıyât,
14/22 (c.4, s.31); Nesâî, Kasâme, 38-40 (c.8, ss.45-47); ed-Dârimî, Ferâiz,
21/35 (c.2, S.671); İbn Hanbel, Müsned,
c.2, s. 183; Abdurrezzak İbn
Hemnıâm es-San'ânî, el-Musannef 2.b.,
d-Mektebü'1-İslâmî, Beyrut, 1983, c. 10, ss.75-76.
[123] İbn Hanbel, Müsned, c.2, s.362; c.5, s.181.
[124] Bkz. İbnü'l-Cevzî, Mevzuat, c.l, s.177; Zemmu'l-Heva,
Beyrut, 1987, s.15; İbn Kayyım el-Cevziyye, el-Menâm'l-Münif, ss.66.67:
Muhammed b. Seyyid Derviş, Esne'l-Metâlib fî Muhtelif eti'l-Merâtib,
Mısır, 1355, s.276;
İbn Hacer el-Askalânî, Metâlibü'l-Aliye bi
Zevâidi'l-Mesânîdi's-Semâniye, c.3, s.23; Ebû Hafs Ömer b. Bcdr el-Mevsîlî
el-Hanefî, el-Mıığnî ani'l-Hıfz ve 7-Kitâb, Mektebetü’s-Selefiyye. s. 21;
Aliyyü'1-Kârî, el-Masnû' s.205.
[125] el-Muhâsibî, , a.g.e., ss.121. 124,125; Cûzû, a.g.e..
s.135.
[126] Bkz. Muhammed Abdullah eş-Şarkâvî, es-Sâfıyye
ve'l-Akl, Dâru'1-Cîl, Beyrut. 1995, ss.89-91.
[127] Cûzû, a.g.e., ss.135, 139; el-Muhâsibî, a.g.e., s.
124.
[128] Talat Sakallı, “Halife Me'mun ve Hadisçilerle Olan
Münasebeti''. E.Ü.I.F.D., sy.6, Kayseri. 1989, s.260.
[129] el-Muhâsibî, a.g.e.,
s.124.
[130] Selahaddin el-Müneccid, el-İslam ve'l-Akl, Darul-Kitabi'l-Cedîd, Beyrut. 1976, s.43.
[131] el-Müneccid. a.g.e., ss.43-44.
[132] el-Müneccid. a.e., s.43.
[133] Oliver Lcamen. Ortaçağ İslam Felsefesine Giriş, trc.
Turan Koç, Rey Yay., Kayseri, 1992, s. 177.
[134] Cûzû, a.g.e., s.139.
[135] el-Muhâsibî, a.g.e., s.124.
[136] el-Muhâsibî, a.e., s.125; Akılla ilgili hadislerin
geçtiği verler ve sıhhat durumları hakkında daha fazla bilgi için bkz. Cûzû.
a.g.e.. s.14i): Abmed İbn Teymiyye, Mecmuu Feteva, trt. Abdurrahman b. Muhammed
b. Kasım el-Âsımî, Dâru Âleıninl-Kûtüb, Riyad, 1991, c.18, ss.336-337. Ebû
ilamid Muhammed b. Muhammed el-Gazzâlî, İhyâu Ulûmi'd-Dîn, Dâru Nehri'n-Nîl.
Mısır, crs., c.l, ss.89, 94.
[137] İbn Ebi'd-Dünya, a.g.e., s.31. İbn Ebi-d-Dünya'nın
eserini tahkik eden Seyyid İbrahim, isnadının uydurma olduğunu beyan
etmektedir.
Bununla birlikle el-Gazzâlî İhya'da kullanmış; Irâkî de talikinde onun
senedinin zayıf olduğunu beyan etmiştir. Bkz. el-Gazzâlî, İhya, c.l, a.89.
Hadis hakkında daha fazla bilgi için bkz. İbn Teymiyye, Mecmuu Feteva, c.18,
ss.336-337; Muhammed Tahir b. Ali el-Hindî el'Feltenî, Tezkiretii'l-Mevzûât,
Dâru İhyâi't-Turâs el-Arabî; Beyrut, 1399, ss.28-30.
[138] İbn Ebi'd-Dünya, a.e., s.36-37; Ebu Muhammed Abdullah
b. Müslim İbn Kuteybe ed-Dineverî, Uyûnu'l-Ahbâr, Kahire, 1925, s.281.
[139] Bkz. Muhammed Takiyyü'l-Müdemsî, el-Mantık el-İdâmî
üsûlühû ve Menâhicühu, Daru'1-Cîl, Beyrut, 1977, s. 154. Aynca bkz. İbn Arabi,
Fütuhatı Mekkiyye, trc. Nihat Keklik, Ankara, 1991, s.408; Bulaç, Akıl, Nefs ve
Kimlikler, ss.26-27.
[140] Rağib el-lsbehânî, el-Müfredat, s.511.
[141] Bkz. İbn Hacer, Metalibu'l-Aliye, c.3, s.13; Buharı,
Hayz, 6/6 (c.l, s.78); Zekat, 24/44 (c.2, s.126); Müslim, İman, 1/132 (c.l,
ss.86-87); İbn Hanbel, Müsned, c.2, s.67.
[142] İbn Hacer, Metalibu'l-Aliye, c.3, s.11-12;
İbnü'l-Cevzi, Zemmü'l-Heva, 14; İbn Kuteybe, Uyânu'l-Ahbâr, c.l, s.279; İbn
Ebi'd-Dünya, a.g.e., s.28, 34.
[143] İbn Kuteybe, Uyûnu'l-Ahbâr, s.282.
[144] Bkz. İbn Kuteybe, Uyânu'l-Ahbâr, s.280.
[145] İbnMuhabber, Kitabu'l-Akl, (Metalibül-Aliye içinde,
c.3, ss.13-24) s.20; el-Gazâlî, İhya, c.l s.82; 94.
[146] Rağib el-îsbehânî, el-Müfredât, s.511; ez-Zerîa,
ss.74-75; el-Müneccid. a.g.e., s.19
[147] Ali Bulaç, İslam Düşüncesinde Din-Felsefe/Akıl-Vahiy
İlişkisi, Beyan Yay., İst, 1994,3.10
[148] Bulaç, “Akıl, Nefs ve Kimlikler”, s.26.
[149] Abdullah Arslan, “Sekülerizm; Akleden Kalbin
Parçalanışı”, Bilgi ve Hikmet, İst., Bahar 1993/2, s.9.
[150] Bekaroğlu, a.g.t.: s. 165.
[151] Elmalı'lı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, Eser
Neş., İst., 1979, el, ss .5 66-5 67.
[152] J. E. Creighton, “Reasoning”, The Encyclopedia
Americana, 1957, s.263.
[153] Bkz. Creighton, a.g,tn., s.263.
[154] el-Muhâsibî, a.g.e., s.120.
[155] Bekaroğlu, a.g.t.,s.169.
[156] Daha fazla bilgi için bkz, eş-Şehristânî, el-Milel
ve'n-Nİhal, c.2, s.250-251; İlhan Kutluer, Akıl ve İtikad, tz. Yay., İst, 1996:
s.81.
[157] eş-Şehristânî, a.e., c.2, s.250-251; Kutluer, a.g.e.,
s.83.
[158] Abdurrahman Bedevî, Min Tarihi'l-İlhad fi'l-İslam,
Beyrut, trs., ss.168-171.
[159] Haris İbn Esed el-Muhâsibî, el-Akl ve Fehmü'l-Kur'ân,
Daru'1-Fikr, 1982, s. 130; Burhan Ulutan, İslam Medeniyeti ve Akılcı Felsefe,
Ötüken Yay., İst., 1976, s.52.
[160] George Makdisi, “Law and Orîhodoxy in Classical
islam”, İslamic Studies, 1993, sy.4,s. 373.
[161] Fazlur Rahman, Mamx Great Britain, 1966, s.96.
[162] Ali Bulaç, Din-Felsefe, s.87
[163] Makdisi, a.g.m.,
s.374.
[164] Fazlur Rahman, islam, s.90.
[165] Muhammed Ammara, “el-Fıraku'l-İslâmî”,
Mevsûatü'l-Hazârati'l-İslânıî el-Arabî, Beyrut, 1986, c.2, s.624.
[166] eş-Şehristânî, el-Milel, c.l, s.45.
[167] Muhammed Ammara, a.m., c.2, ss. 626, 627.
[168] Bkz. Kadı Abdulcebbar b. Ahmed, Şerhu Usuli'l-Hamse,
Kahire, 1988, s.88;Ammara, a,m., c.2, s.625; Tevfic İbrahim-Arthur Sagadeev,
Classical
İslamic
Fhilosopy, translated by Campbell Creigton, Moscaw, 1990, s.40.
[169] Fazlur Rahman, islam, s. 89.
[170] Kadı Abdulcebbar,a.e., s.88.
[171] Bkz. Bulaç, Din-Felsefe, s. 92.
[172] M. Şemseddin, “Gazalinin Tevil Hakkında Basılmamış Bir
Eseri (el-Kanun
el-Külliyye
fı't-Te'vîl)” Daru'l-Funûn I. Fak. Mec, sy.16, İst, 1930, s.57.
[173] Bkz. M. Şemseddin, a.y. İbn Hanbel sadece üç hadiste
tevil yapılabileceğini söylemiştir, örnekler için bkz. a.y. öte yandan tevilin
bazen zorunluluk olduğu da ileri sürülmektedir. Örneğin Yasin: 36/82, Nahl:
16/40. ayetlerindeki “ol” emrini zahirine hamletmek aklen mümtenidir. Eğer
zahirine hamledilecek olursa “ol” emri bir şeyin vucut bulmasından evvel olduğu
takdirde maduma hitap olur ki, bu muhaldir. Vucut bulmasından sonra olursa,
tekvinden müstağni olan bir şeye tekvin taailuk etmiş olur ki bu da muhaldir.
Binaen aleyh bu ayette ve “Mescit sümükten derinin ateşten sakındığı gibi
sakınır” hadisinde mananın zahirine hamledilmemesi gerektiği konusunda akli
deliller vardır. M. Şemseddin, a.g.m., ss.54-55.
[174] el-Gazzâlî, İhya, c.l, s.82.
[175] Güler, Tecdid Projesi, s. 159.
[176] el-Gazzâlî, İhya, c,l, s.82; Şerefü'l-Akl
ve Mahiyyetühu, thk. Mustafa Abdulkaid Atâ, Beyrut, 1986, s.69.
[177] İ. Agah Çubukçu, “Nakilcilik ve Akılcılık” İsi. İl.
Fak. Der.,Ank., 1977,0.3, s.47.
[178] Ulutan, a.g.e.,
s.52.
[179] Leaman, a.g.e., s.193
[180] Bulaç, Din-Felsefe, s.87; Cûzû, a.g.e., 157
el-Muhâsibî, a.g.e., s.130, Fazlur Rahman, İslam, s.90.
[181] Fazlur Rahman, İslam, s.94.
[182] Cûzû, a.g.e., s.159.
[183] Ulutan, a.e., s.52.
[184] Leaman, a.g.e., s.194.
[185] Cûzû, a.g.e., s.159.
[186] Çubukçu, Mutezile ve Akıl Meselesi, s.59; Ali Sâmî
en-Neşşâr, Fıraku ve Tabakâti'l-Mutezite, Dâru'l-Matbûati'l-Câmiyye, y.y.,
1972, s.131.
[187] Fadur Rahman, İslam, s.94.
[188] İslam Felsefesinde Aristotelesci akım. Bkz. Orhan
Hançerlioğlu. Felsefe Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İst, 1989, s.255.
[189] Bulaç, Din-Felsefe, s.90.
[190] Şerafettin Gölcük, “Kelam ve Antropolojiye Göre Akıl
ve İnsan”, Uluslararası İslam Düşüncesi Konferansı 2, İstanbul, 1997; s. 131.
[191] Ebu İshak eş-Şâtibî, el-Muvafakatfi Usûli'ş-Şeria,
Daru'l-Fikri'l-Arabî, trs., c.3, s.131.
[192] Leaman, a.g.e., s.169.
[193] el-Gazzâlî,”Kânunu’t-Te’vil’’, Mecmuatü Resâiti'l-İmâm
el-Gazzâlî, Dârul-Kütübü'l-İlmiyye, Beyrut, 1988, ss. 124-126.
[194] Meriç Pessagno, “Akıl ve Dini Tasdik” trc, Bülent
Baloğlu-Adil Çiftçi, D.E.Ü.İ.F.D., izmir, 1994, ss.44M42; George Makdîsî,
a.g.tn., s.382.
[195] el-Müneccid, a.ğ.e.,
s.9.
[196] Yusuf Şevki Yavuz, “Ahi”, DİA., îst, 1989, c.l, s.249.
[197] Bkz. el-Muhâsibî, a.g.e., s.205.
[198] İbn Kuteybe, Uyunu'l-Ahbâr, c.l, s.282.
[199] Muhammed Ferid Vecdi, Dâiretü'l-Meârif el-Karn el-Işran,
Beyrut, 1971, c.6, ss.522-523.
[200] Bkz. Firûzâbâdî, a.g.e., s.1336.
[201] el-Gazzâlî, İhya, c.l, ss.79, 80.
[202] el-Muhâsibî, a.g.e., s.203; Ayrıca bkz. İbnül-Cevzi,
Zemmü'l-Heva; s.13; İbn Teymiyye, Mecmuu Feteva, c.9, s.287.
[203] Ebu'l-Hasen Ali b. İsmail el-Eş'arî,
Makalatu'l-lslamiyyîn ve Ihtilâfu'l-Musaüîn, Wies-baden, 1980, s.480; Hüsni
Zeyne, el-Akl ınde'l-Mu'îezile, Dâru'l-Âiakı'l-Cedîde, Beyrut, 1978, s.40.
İbnü'l-Cevzi, çocuğun 7 yaşında temyiz çağma, 14 yaşında buluğa, 21 yaşında da
biyolojik olarak gelişiminin son aşamasına geldiğini, ancak akli olarak
gelişiminin 28 yaşma kadar sürdüğünü belirtir. 28'den sonra ise tecrübe
artmaktadır. (İbnül-Cevzî, ZemmU'l-Heva, s.15.) Ferid Vecdi de akhn üç
aşamasının varlığını kabul eder ve hemen hemen aynı ayırımı yapar. Ancak aklın
kemal yaşı olarak 2Vİ esas alır. (Bkz. Ferid Vecdi, a.g.e., c.6, s.525.)
[204] el-Muhâ,sibî, a.g.e., ss.201-202; el-Maverdî,
Edebü'd-Dünya ve'd-Din, thk. Mustafa es-Sakâ, Kahire, 1973, s.20; Ferid Vecdi,
a.%.e., s.522.
[205] Muhammed Murtaza Hüseynî ez-Zebîdî, Tâcu'l-Arûs,
Daru'1-Fikr, Beyrut, trs., c.8, s.26; Sadettin Mesud Taftazani, Şerhu'l-Akaid,
Dergah Yay., İst, 1982, 2.b., s.10.
[206] Ahmed b.
Muhammed b. Ali el-Feyyûmî, Mİsbâhu'l-Munîr, Mektebetü Lübnan, Lübnan, 1987,
s.161.
[207] M. Tevfik es-Semâlûtî, Kur'an'a Göre insanın
Psikolojik Yapısı, trc. İsmail Durmuş-Habil Şentürk, Yeni Ümit Der., c.4, sy.29,
İzmir, 1995, s.44.
[208] Tacuddin Ebu Nasr Abdulvehhâb İbn Takiyyüddin
es-Subkî, Tabakâtü'ş-Şâfnyyeti'l-Kübrâ, Daru'l-Ma'rife, Beyrut, trs., s.42.
Ayinca bkz. İbrahim Agâh Çubukçu, “Mutezile ve Akıl Meselesi”, Ank.Ü.İ.F.D.,
sy. XII, Ank., 1964, s.58.
[209] Yazır, a.g.e., c.l, s.566. Ayrıca bkz. el-Müncid
fi'l-Luga ve'l-Ulûm, Dâru'I-Maşnk, Beyrut, 1986., “Akl” mad., s.520; Cûzû,
a.g.e., s. 29; Ebu Abdullah Muhammed b. Ahmed el-Ensârî el-Kurtubî, el-Câmi' ti
Ahkâmi'l-Kur'ân, Dâru'l-Kütübil-Ilmiyye, Beyrut, 1988, c.l, s.252; Taftazani,
a.g.e., s. 10; Ulyan, a.g.m, s.95; ez-Zebîdî, Tacu'l-Arus, c.8, s.26.
[210] İbnü'l-Cevzi, ZemmÜ'l-Heva, s.13.
[211] lbn Teymiyye, Mecmuu Feteva, c.9, s.287; el-Müneccid.
a.g.e., s.s.10-11.
[212] el-Muhâsibî, a.g.e., s.147; es-Subkî, a.g.e., c.2,
s.41.
[213] Henry C. Link, Dine Dönüş, trc. Ö. Rıza Doğrul, Ahmet
Halit Kil, İst.,
1949,
s.104.
[214] Bkz. Zeyne, a.g.e., s.201.
[215] el-Fîrûzâbâdî, a.g.e., s.1336; Muhammed Âbid
el-Câbirî, Bunyetu'l-Akli'l-Arabî, Beyrut, 1991, s.211; Ulyan, a.g.m., s.95.
[216] el-Kurtubî, a.g.e., c.l, s.251.
[217] ez-Zebîdî, Tacıt'l-Arûs, c.8, ss.25-26; Ferid Vecdi,
a.g.e., s.523;
[218] el-Câbirî, Bünyetu'l-Akl, s.215.
[219] Bkz. el-Kurtubî, a.g.e., c.l, s.252; el-Müneccid,
a.g.e., s.10.
[220] Bkz. İbn Teyraiyye, Mecmuu Feteva, c.9, s.287.
[221] Zeyne a.g.e., ss. 31-32.
[222] el-Fîrûzâbâdî, “akl” mad., a.g.e., s. s 1336.
[223] Zeyne, a.g.e., s.35., Ayrıca bkz. Ulyan, a.g.m, s.95.
[224] Mehmet Dağ, “Eşari'de Bilgi Problemi”, İsi. İl. Ens.
Der., IV, Ank., 1980, ss.106-107.
[225] el-Eşarı; a.g.e.,
ss.30-31.
[226] el-İsbehânî, ez-Zerîa, s.81.
[227] Zeyne, a.e., s.21; İbn Teymiyye, Mecmuu Feteva, c.9,
s.287.
[228] el-Gazzâlî, İhya, c.l, ss. 81-82; Şerefli 'l-Akl,
ss.66-68.
[229] Farabi, Risale fi'l-Akl, Beyrut, 1938, ss.7-8; Krş.
Abdulkerim eş-Şehristânî, Kitabu Nihayeti 'İkdâm fî İlmi-l Kelam, Landon, 1934,
s.374.
[230] el-Gazzâlî, İhya, c.l, s.80.
[231] el-Gazzâlî, a.e., c.l, s.79.
[232] el-Gazzâlî,1 İhya, c.l, s.79; ss.58-60; Krş. Ferid
Vecdi, a.g.e., c.6, ss.522-523; el-Maverdî, Edebil'd-Dünya ve'd-Dîn, ss.20-21;
Taşköprüzâde, Mevzûâtu'l-Ulûm, trc. Kemaleddin Muhammed Efendi, Dersaadet,
İst., 1314,” 8.271.
[233] el-Gazzâlî, İhya, c.l, ss.81-82; Şerefli 'l-Akl,
ss.66-68.
[234] el-Gazzâlî, İhya, el, s.82. Yavuz Ünal, Hadisleri
Tespitte Yöntem Sorunu, Etüt Yayınları, Samsun 1999:51-58.
[235] el-Cürcâni, a.g.e., ss.157-158. Krş. AnaBritanica,
“akl” mad., c.l, s.274.
[236] Bkz. el-Maverdî, Edebü'd-Dünya ve'd-Din, s.20; Ferid
Vecdi, a.g.e., c.6, s.522; Ulyan, a.g.m., s.95; Abdulvehhab Ebu Süleyman,
“Devru'l-Afd fi'l-Fıkhi'l-îslamf, Mecelletü Külliyyeti'ş-Şeria
ve'd-Dirasetü'l-İslamî, sy.2, s.155, Mekke, 1977; el-Müneccid, a.y.
[237] el-Maverdi, CLg.e., s.20; Ferid Vecdi, a.g.e., c.6,
s.522.
[238] Ferid Vecdi, a.g.e., s.523.
[239] Yazır; a.g.e., c.l, s.567
[240] Rağib el-İsbehânî, ez-Zerîa s.74.
[241] el-Maverdî, a,g.e., s.22.
[242] Şevki Yavuz, cug.m, el, ss.243-244.
[243] Rağib el-İsbehânî, ez-Zerîa, s.75;
Kşr. Abdu'l-Kâhir b. Muhammed
el-Bağdadî, Usulu'd-Dîn, ist, Matbaatü'd-Devle, 1928, s.10.
[244] Seyyed Hossein
Nasr, “Revelatin, întelîecct and Reason
in th Quran, International
Islainic Conference, (February 1968), sy.l, İslamabad, 1970, s.59.
[245] Muh'ammed ez-Zâyid, “Akl” mad.,
el-Mevsûatü'1-Felsefeti'l-Arabiyye, Beyrut, 1986, c.l, s.599-
[246] Özer, a.g.m., s.6.
[247] Hilmi Yavuz, “Soruşturma: Çağımız ve Aklın Sınırları”,
Varlık Der., sy.
1056,
İst, 1995, s.7.
[248] Sıddikî,a,g.e., s.50.
[249] Creighton, a.g.m., s.263.
[250] Ali Harb, Nakdu'n-Nass, el-Merkez es-Sekafî el-Arabî,
Beyrut, 1993, s.9.
[251] Henry Le Roy Finch, “Reason”, mad., The Ancylopedia
of Religion, Macmillan Publishing
Company, New York, 1987, s.224.
[252] Finch, a.g.m.,
s.223.
[253] J. Donald Walters, “Modern Düşüncenin Krizi”, trc.
Şehabeddin Yalçın, İnsan Yay.,131,1995,8.18.
[254] Walters, a.g.e., 8.71.
[255] Walters, a.e.,
s.73.
[256] Walters, a.e.,
s.68.
[257] Walters, a.e.,
s.54.
[258] Bulaç, “Ahi, Nefs ve Kimlikler”, s.25.
[259] İlhami Güler, “Hasan Hanefi'nin Tecdit Projesi”, İsi.
Arş., c.7; sy.2, Ank., 1994,s,168.
[260] Modern çağın akla yüklediği anlamlar ve onların
değerlendirmesi için bkz. Poss Poole, Ahlak ve Modernlik, trc. Mehmet Küçük,
Ayrıntı, İst., 1991, ss.45-46.
[261] Ali Bulaç, “Ahr, Sosyal Bilimler Ansiklopedisi,
Risale, İst., 1990, el, s.20.
[262] Hüseyin Atay, “Kur'an'in Anlaşılmasına Ait İlkeler”,
E.Ü.Î.F.D., sy.8, Kayseri, 1992, s.4.
[263] el-Müderrisi, a.g.e.: s.155.
[264] Gözlemden bağımsız bir tarzda kazanılmış genel
ilkelerin mutlak bilgisine, deneysel bilgiye karşıt olarak a priori (öncel)
bilgi denilmektedir. (John-Herman Randall, Jr. Jastus Buchler, Felsefeye Giriş,
trc, Ahmet Arslan, s.61.)
[265] Mehmet Paçacı, “Anlama (Fıkıh) Usulüne Dair”, İsi.
Araş., c.8, sy.2, Bahar, 1995, s.90.
[266] el-Câbirî, Tekvinu'l-Akl, s.16.
[267] Bulaç, a.g.m., c.l, s.21.
[268] Oruç Aruoba, “Soruşturma: Çağımız ve Aklın Sınırları”,
Varlık Der., sy. 1056, İst, 1995, s.8.
[269] Murat Güzel,
“Bir Tartışmanın
Tartamadıkları”, Tezkire, sy.7/8,
Ank.,
1994,
s. l85.
[270] Ahmet İnam, “Hoş Geldin Feyerabend! Hoş Geldin Akıl”,
Varlık Der., sy. 1056, İst, 1995, s.3.
[271] Roger Trigg, Akılcılık ve Bilim, trc. Kadir Yerci,
Sarmal Yay., İst., 1996,
s.69.
[272] Ebu'l-Hasan Ali el-Hasenî en-Nedvı, el-İmam Serhendî
Hayâtuhû ve
A'mâluhu,
Kuveyt, 1983, s.172.
[273] Fazlur Rahman, “Akl” mad., The Encyclopedia of Tranica, ed, Ehsan Yarshater, London,
1987, s.194.
[274] Bkz. İsmail Çetin, John Lock'te Tanrı Anlayışı, Vadi
Yay., Ank., 1995, s.37.
[275] Walters, a.g.e., s.51.
[276] el-Câbirî, Tekvinü'l-Akl, s.18.
[277] el-Câbirî, a.e., s.15,
[278] Walters, a.e,, s.116.
[279] Wakers, a.e., s.110.
[280] el-Muhasibî, a.g.e., s.233.
[281] Rağib el-îsbehânî, ez-Zerta, s.94.
[282] Rağib el-İsbehânî, a.e., s.99.
[283] Bkz. Rağib el-İsbehânî, o.e., s.83.
[284] Farabi, a.g.e., ss.4-8.
[285] Trigg, a.g.e., s.185.
[286] El- Cabiri, Tekvinü'l-Akl, s.15 ( A. Lalande, La
raison et les normes, pp. 16-17, 187,228'den naklen).
[287] el-Câbirî, a.e., , ss.15-16.
[288] Walters, a.g.e., s.19-20.
[289] Paçaci, a.g,m., s.89.
[290] Mean Ziyade, “Hıvar Havle'l-Akl Ve'l-Âkli'l-Müslim mea
Mean Ziyade”, mülakat: Gıyaseddin Ali, Tevhid,
Eylül, 1993, İran, sy. 67, ss.125.
[291] Bkz. Muhammed Arkoun, Kur'an Okumaları, trc. Ahmet
Zeki Ünal, İnsan Yay., İst., 1995, ss.325-325.
[292] Melımet s. Aydın, “İslami Rasyonellik Üzerine Bazı
Düşünceler”, İslam Düşüncesi Konferansı 2, İst., 1997, s. 113.
[293] Rağib el-İsbehânî, ez-Zefîa, s.74.
[294] Mean Ziyade, a.g.m. ss. 124-127.
[295] Mean Ziyade, a.m., s.127.
[296] Ebu'l-Meâlî İmâmu'l-Harameyn el-Cüveynî,
Kitabu'l-İrşad İlâ Kavâtü'l-Edille fi Usûli'l-Î'tikâd, thk. Muhammed Tusuf
Musa-Ali Abdül, Kahire, 1950, s.16; Ulyan, a.g.nt, s.97; Abdullatif el-Harpûtî,
Tenkîhu'l-Kelam, Dersaadet, İst., 1330, ss.32-34; Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi,
Damla Yay., İst., 1981 ss.67-69.
[297] Bkz. Kadri, a.g.e., c.3, s.524.
[298] Krş. Çetin, a.g.e.,
ss.78-79.
[299] Çetin, a.e., s.79.
[300] Sadık Kılıç, İslam'da Sembolik Dil, İnsan Yay., İst,
1995, s.107.
[301] Hasan Said el-Keremî, “Akl” mad., el-Hâdî ilâ
Lugati'l-Arab, Beyrut, 1992, c.3, s.248.
[302] ez-Zâyid, a.g.m,
s.597.
[303] Bkz. ez-Zayid, a.y,
[304] Zeyne, a.g.e, s. 48.
[305] Zeyne, a.e., s.47.
[306] Zcyne, a.y.
[307] Bkz. İbnü'l-Cevzî, Mevzuat, c.2, s.80-81; İbn Arrak,
a.g.e., p.2, s.67.
[308] Hans-Georg Gadamer,
The Power of Reason, translated by Henry W. Johnstone, Man and World, 3,
1, 1970, s.8.
[309] Mehmet Aydın, “Rasyonel Düşünce ve İslam Modernizmi”,
1. İslam Düşüncesi Semp., Beyan, ist, 1995, s.149.
[310] Aydm, a.g.t., ss. 148-149.
[311] Güler, “Hasan Hanefî'nin Tecdit Projesi”, s.169.
[312] Güzel, a,g.m., s.187.
[313] Cûzû, a.g.e., ss. 162-163.
[314] Zayid, a.g.m., s.597.
[315] İsbehânî, ez-Zeria, s.74.
[316] Bkz. İnam, Herakleitos Üzerine..., s.114.
[317] İnam; a.m., s. 122.
[318] İnam, a.m., s.114.
[319] İnam, a.m., s.122.
[320] İlhami Güler, “Kutsallık ve Dinî Metinlerin
Dogrnalaştırılması”, 1. Kur’an Semp., Bilgi Vakfı Yay., Ank., 1994, s.312;
Arkoun, a.g.e., s.328.
[321] Poole, a.g.e., s.213.
[322] Trigg, a.g.e., s.43.
[323] Trigg, a.e., s.42.
[324] P.M. Hol, K.S. Lampton, B. Levis, İslam Tarihi Kültür
ve Medeniyeti, trc. Heyet, Hikmet Yay., İst, 1988, c.l, s.34.
[325]Şevki Zayf, el-Asru'l-Cahiliyye, Daru'l-Meârif, Mısır,
1976, s.51; Hasan İbrahim Hasan, Siyasî-Dini-Kültürel-Sosyal İslam Tarihi,
trc. Heyet, Kayıhan Yay., İst., 1985,
c.l, s.17; Reşit Cemili, Tarîhu'l-Arab, Beyrut, 1972, s.48.
[326] Ahmed Çelebi, Mevsuatü't-Tarihi'l-İslamî,
Mektebetü'n-Nahza el-İslamiyye, Kahire, 1974, s.97.
[327] Ahmed Çelebi, a.g.e.,
s.96.
[328] Reşid Cemili, a.g.e,, s.50; Ahmed Çelebi, a.e., s.97.
[329] Reşid Cemili, a.e.,
s. 49.
[330] M. Şemseddin, “Kable'l-İslam Araplarda İçtimai Aile”,
Daru'l-Funun İlahiyat Fak. Mec, yıl I, sy.4, İst., 1926, s. 69.
[331] C. Brockelman, İslam Milletleri ve Medeniyetleri
Tarihi, trc. Neş'et Çağatay, Örnek Matbaası, Ank., 1954, s.4.
[332] Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, trc. Salih Tuğ.
İrfan Yay., İst., 1980, c.2, s.918.
[333] Reşit Cemili, a.e., s.50; Ahmed Çelebi, a.g.e., ss.,
97, 137; Hüseyn Hasan, Nakdü'l-Hadîs fî İlmi'r-Rivâye ve İlmi'd-Dirâye, Beyrut,
1985, s.53.
[334] Ahmed Çelebi, a.e., s.93.
[335] Montgomary Watt, Hz. Muhammed Mekke'de, trc. Rami
Ayaş-Azmi Yüksel, Ank. Ün. İ. Fak. Yay., Ank., 198, s. 17; Ayrıca bkz. Şevki
Zayf, a.g.e., s.51
[336] M. Şemseddin, Kable'l-İslam Araplarda İçtimai Aile,
s.69.
[337] Şevki Zayf, a.e., ss.51-52.
[338] Watt, a.e., s. 15; Reşid Gemili, a.g.e., s.50; Ahmed
Çelebi. a.e., s. 97.
[339] M. Ali Kapar, Hz. Muhammed'in Müşriklerle Münasebeti,
İlim Yay., İst.,
1987,
s.56.
[340] Bkz. Alak: 96/17-18.
[341] Brockelman, a.g.e., s.5.
[342] Salih Tuğ, İslam Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı, Ank.
Ün. İ.Fak. Yay., Ank., 1963, s.10; Ahmed Çelebi, a.g.e., s.97.
[343] Mücteba Uğur, H. Birinci Asırda İslam Toplumu, Çağrı
Yay., İst., 1980,
s.25.
[344] Brockelman, a.g.e., s.5. Yavuz Ünal , Hadisleri
Tespitte Yöntem Sorunu, Etüt Yayınları, Samsun 1999:77-80.
[345] Hol vd., a.g.e, el , s.20; Philip K. H. M, Siyasi ve
Kültürel İslam Tarihi, trc. Salih Tuğ, İFAV, ist, 1995, el, s.45.
[346] Hol vd., a.g.e., c.l, s.35; Hitti, a,g,e,, c.l, s.45.
[347] Bkz. İbrahim: 14/37.
[348] Hasan Hüseyin, cug.e., s.45-46; İzzet Derveze,
Kur'an'a Göre Hz. Muhammed'in Hayatı, trc. Mehmet Yolcu, Yöneliş Yay., İst,
1989, c.l, s.53; Hitti, a.e., c.l. s.45.
[349] Hasan İbrahim, a.g.e., c.l, s.84; Brockelman, a.g.e.,
s.9.
[350] Muharnmed Hamidullah, el-İlaf veya İslam'dan Önce
Mekke'nin İktisadi-Diplomatik Münasebetleri, trc. İsmail Cerrahoğlu, Ank.
Ü.İ.F.D., c.9, Ank.,
1962,
s. 132.
[351] Ahmed Emin, a.g.e,, s. 12; Şevki Zayf, a.g.e., s.49;
Ahmed Çelebi, a.g.e., ss.129-130.
[352] Muhammed Hamidullah, Hz. Peygamber'in İslam öncesi
Seyahatleri, trc. Abdullah Aydınlı, A.Ü.İs. İl. Fak. Der., sy. 4,. Ank., 1980,
s.328.
[353] Ahmed Çelebi, a.e., s.129.
[354] Kureyş: 106/1-2; Ayrıca bkz. Hasan Hüseyin,- a.g.e.,
ss.45-46; Hasan İbrahim, a.g.e., c.l, s. 84.
[355] Hasan İbrahim, a.e., c.l, ss.84-85; Watt, a.g.e.,
s.10.
[356] Watt, a.g.e., s.11.
[357] Bkz. Ahmed Çelebi, a.g.e., s.128; Hasan Hüseyin . a.g.e, s.48.
[358] Derveze, a.g.e., c.l, ss. 73-76.
[359] Brockelman, a.g.e., s.3.
[360] Hasan Hüseyin , a.e., ss.41-42.
[361] Hamidullah, “Hz. Peygamber'in İslam Öncesi
Seyahatleri”, ss. 327, 328; Ayrıca bkz. Şemseddin Muhammed b. Ahmed b. Osman
ez-Zehebî, Tarihu'Uİslam, (es-Sireîü'n-Nebi) Dâru'l-Kütübil-Arabİyye, 1989,
ss.55-61; Ebu Hatim Muhammed b. Hibban el-Bustî, es-Sîretü'n-Nebeviyye, Beyrut.
1987, ss.58-63.
[362] Bkz. Hamidullah, “Hz. Peygamber'in İslam Öncesi
Seyahatleri”, ss.329-338. Ayrıca bkz. Hamidullah, İslama Giriş, Nur Yay., Ank.,
1961, ss. 17-19; Ahmed Emin, a.g.e., s.15.
[363] Neşet Çağatay, İslam Öncesi Arap Tarihi, Ank. Ün. I.
Fak. Yay., Ank., 1982, ss.131-133.
[364] Uğur, a.g.e., s.7; M. Şemseddin, “Kable'l-İslam Araplarda
İçtimai Aile”, s.83.
[365] Hamidullah. “el-îlaf... “, s.220.
[366] Hasan İbrahim, a.g.e., c.l, s. 85.
[367] Ahmed Emin, a.g.e., ss. 15-16; Derveze, a.g.e., c.l,
s.248.
[368] Dinî ve kültürel etkileşim içinbkz. Brockelmann,
a.g.e., ss.8-11.
[369] Brockelmann, a.g.e., ss.9.
[370] Bu durumu Hz. Peygamber “Biz ümmi bir milletiz, yazı ve hesap bilmeyiz.” sözleriyle dile
getirmiştir. Buhari, Savm, 39/13, (c.2, s.230); Müslim, Siyam, 13/15 (c.l,
s.761); Ebu Davud, Savm, 14/4, (e.2, s.739); En-Nesâî, Siyam,. 22/17, (c.4,
s.139); İbn Hanbel, Müsned, c.2, s. 122.
[371] Hamidullah, İslam Peygamberi, c.l, ss. 27-28
[372] Corci Zeydan, İslam Medeniyeti Tarihi, trc. Zeki
Megamiz, Üçdal Neş.; tst.; 1976, c.l, s.24; Watt, a.g.e., s.34-35; Brockelman,
a.g.e., ss.8-11.
[373] Hasan İbrahim, a.g.e., c.l, ss.89-90.
[374] Hitti, a.g.e., c.l,s.l55.
[375] Bkz. Abdulfettah Ali Şehat, Dirasâî fi Tarihi'l-Arab
ve Saâril-îslam,
Matbaat-ü
Zehran, Kahire, 1972, s.193.
[376] Tahirü'l-Mevlevî, Müslümanların Medeniyetlere
Hizmetleri, sad. Abdullah Sert, Bahar Yay., İst., 1974, c.2, s.34; İsmail b.
Ömer İbn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye, Beyrut, 1977, c.l, cüz 2, ss.190-193.
[377] Ebu'l-Hasan Ali b. Hüseyin el-Mes'udî, Murucu'z-Zeheb ve Meâdinu'l-Cevher, thk.
Muhammed Muhyiddin Abdulhamid, Mısır, 1964, c.2, ss.126-127; Ahmed b. Ebu Yakub
Yakûbî, Tarihu'l-Yakubi, Dâru's-Sadr, Beyrut, 1960, c.l,s.254.
[378] el-Mes'udî, a.g.e., c, 2, ss.. 126-127. Daha geniş
bilgi için bkz. Ahmed Çelebi, a.g.e, ss.165-181.
[379] Bkz. Abdulfettah Ali, a.g.e., s. 194.
[380] Derveze, a.g.e, c.2, s. 42.
[381] Bkz. Hamidullah, “Hz. Peygamber'in İslam Öncesi
Seyahatleri”, ss.339-340.
[382] Cuma: 62/2. Ayrıca bkz. Al-i İmran: 3/164.
[383] Mü'minûn: 23/33; Şuara: 26/154.
[384] Daha fazla bilgi için bkz. Ebu'l-Hasan Nureddin Ali b.
Sultan Aliyyü'1-Kari, Şerhu 'ş-Şifa, Dersaadet, İst., 1309, c.2, ss.326-327.
[385] Kehf: 18/110; Fussilet: 41/6.
[386] Bkz. İsra: 17/90-94.
[387] Celaleddin Abdurrahman b. Ebu Bekir es-Suyûtî, Câmiu
's-Sağîr, Daru'l-Fikr, Beyrut, 1981, c.l, s.394, had. no. 2571. Ayrıca bkz. İbn
Mace, Etime; 29/29 (c.2, s.1100).
[388] Müslim, Mesacid, 5/93, (c.l, s.402); Nesâî, Sehv,
13/25-26 (c.3, ss.28-33); İbn Mace, Ücametü's-Salat, 5/129-130 (c.l, s.380);
es-Suyûtî, Câmiu 's-Sağîr, c.l, s.392, had. no. 2565.
[389] İbnMace, Et'ime, 29/30 (c.2, s.1101).
[390] Buharı, Salat, 8/31 (c.l, s.104-105); Nesâî, Sehv,
13/25 (c.3, ss.28-29); İbn Mace, İkâmetü's-Salat, 5/129-131 (c.l, s.382);
Ayrıca bkz. Muvatta, Salat, 3/58-59 (c.l, ss.93-94), 65; Buharı, Sehv, 22/1, 4
(c.2, ss. 65-66); Müslim, Mesacid.5/ 97 (c.l, s.403); İbu Mace,
İkameti’s-Salat, 5/134 (c.l, s.383).
[391] Buhari. Ezan, 10/24 (c.l, 8.157); Müslim, Mesacid, 5/157-159 (c.l. ss.422-423); Ebu
Davud, Taharet, 1/93 (c.l, ss. 160-161); Nesâî, İmame, 10/14 (c.l, ss.81-82);
24 (c.l, s.89); İbn Hanbel, Müsned, c.2. ss.237, 259.
[392] Müslim. Birr, 45/95 (3/2009-10); es-Suyûtî,
Câmiu's-Sağîr, c.l, s.393; had. no. 2569.
[393] Müslim. Bur, 45/88-91, (c.3, ss.2007-2008) 94 (c.3,
s.2009); İbn Hanbel, Müsned, c.3, s.33; es-Suyûtî, Câmiu's-Sağîr, c.l, s.393,
had..no. 2569;
[394] Buhari, Hıyel, 90/10 (c.8, s.62), Ahkam, 93/20 (c.8,
s.112), 29 (c.8, s. 116), 31 (c.8, s.117); Müslim, Akzıye, 30/4-5 (c.2,
ss.1337-1338); Fezail, 43/140 (C.2, s.1835); Ebu Davud, Akzıye, 14/7 (c.4,
ss.13-14), Tirmizı, Ahkam. 13/11 (c.3, s.624); Neşet, Âdâbul-Kuzât, 49/13 (c.8,
s.233), 33 (c.8, s.247); İbn Mace, Ahkam, 13/5 (c.2, s.777); es-Suyûtî,
Câmiu's-Sağîr, c.l, s.392, had. no. 2566.
[395] Kasas: 28/86.
[396] Şûra: 42/52.
[397] En'am: 6/50.
[398] Kasas: 28/85.
[399] Zümer: 39/64-65.
[400] Tahrim: 66/1.
[401] Enfal: 8/66. Diğer misaller için bkz. En'am: 6/52;
Abese: 80/1-4.
[402] Tevbe: 9/43.
[403] Maide: 5/67.
[404] Araf: 7/61-62.
[405] Nahl: 16/44.
[406] Nahl: 16/64.
[407] Nisa: 4/59; Tegâbün: 64/12; Şuara: 26/108.
[408] Araf: 7/157.
[409] Tevbe: 9/29.
[410] Ali İmran: 3/159.
[411] Ebu Abdullah Muhammet! İbn tshak, Siretii İbn İshak,
thk. Muhammet! Hamidullah, Hayra Hizmet Vakfı, Konya, 1981, s.303.
[412] Ebu
Abdullah Muhammed b.Muhammed
el-Hakim en-Neysâbûrî, el-Müstedrek
ale's-Sahîhayn, Beyrut, trs., c.4, s.427.
[413] Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, Milliyet,
İst., 1993, “Bilgi “ mad., c.4, ss.1637-1638.
[414] Taftazani, a.g.e., s. 6.
[415] Dağ, “Eşari'de Bilgi Problemi” s.101.
[416] Topaloğlu, a.g.e., s.70; İsmail Hakkı İzmirli, Yeni
İlmi Kelam, Ümran Yay., Ank., 1981, s.35.
[417] el-Bakilliânî, a.g.e., s.35; Pezdevî, a.g.e.. s.10
[418] Topaloğlu, a.g.e., ss.70-72.
[419] Krş. Talat Sakallı, Rüya ve Hadis Rivayeti, İsparta,
1994, ss.32-33.
[420] Şihabüddin Ebu'1-Fazl Ahmet! b. Ali İbn Hacer
el-Askalânî, Fethu'l-Bârî bi Şerhi Sahihi'l-Buharî, Daru'l-Beyân li't-Turâs,
Kahire, 1986, el. ss.14-15.
[421] Muhammed Abdulazim ez-Zerkânî, Menâhilü'l-îrfân fî
Ulûmi'l-Kur'an, İsâ el-Bâbî el-Halebî, trs., el, s.6Ş. Krş. Suat Yıldırım,
Kur'an-ı Kerim ve Kıtr'an ilimlerine Giriş,
Ensar Neş., İst., 1983, s.20.
[422] Nisa: 4/163.
[423] Nahl: 16/43-44.
[424] Nisa: 4/113.
[425] Bakara: 2/238-239.
[426] Bakara: 2/145.
[427] Enbiya: 21/80.
[428] Neml: 27/16.
[429] Hud: 11/37.
[430] Nisa: 4/113; Bakara: 2/238-239.
[431] Bakara: 2/238-39
[432] Buhari, Bedü'1-Halk, 59/6 (c.4, s.81); Müslim,
Mesacid, 5/166 (el, s.425).
[433] Müslim, Mesacid, 5/167 (c.l, s.425).
[434] İbn Hanbel, Müsned, c.l, s.333; c.3, s.30.
[435] Buhari, Ezan, 10/18 (c.l, s.155).
[436] Bakara: 2/144.
[437] Bakara: 2/143.
[438] İbn Hacer, Fethul-Barî, c.l, s.599.
[439] İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, el, s.599.
[440] Ebu Abdullah Muhammed İbn Sa'd, Tabakâtu'l-Kübra,
Daru's-Sadr, Beyrut, 1968, c.l.s.241.
[441] İbn Hacer, a g,e. l, s.599.
[442] Müslim, Hayz, 3/34 (c.l, s.252-253); Nureddin Ali b.
Ebu Bekir el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, Müessesetü'l-Meârif,
Beyrut, 1986, c.8, ss.244-245.
[443] Konuyla ilgili tartışma için bkz. Muhittin Bahçeci,
Ayet ve Hadislerde Peygamberlik ve Peygamberler, Türdav, İst., 1977, ss.89-93.
[444] Şevki Yavuz, a,g.m., s. 245.
[445] ez-Zebîdî, Tâcu'l-Arûs, c.8, s.26; Taftazani, a.g.c,
s.10.
[446] Müslim, Siyam, 13/156 (c.l, s.804).
[447] Buhari; Hıyel, 90/10 (c.8, s.62), Ahkam, 93/20 (c.8,
s.112), 29 (c.8, s.116), 31 (c.8, s.117); Müslim, Akzıye, 30/4-5 (e.2,
ss.1337-1338); Fezail, 43/140 (c.2, s.1835); Ebu Davud, Akzıye, 14/7 (c.4,
ss.13-14), Timizi, Ahkam, 13/11 (c.3, s.624);Nesâî, Adabul-Kuzât, 49/13 (c.8,
s.233), 33 (c.8, s.247);' İbn Mace, Ahkam, 13/5 (c.2, s.777); es-Suyûtî,
Câmiu's-Sağîr, c.l, s.392, had. no. 2566.
[448] Müslim, Fedail, 43/140 (c.2, ss.1337-1338); İbn
Hanbel, Müsned, c.l, ss.162-163; c.3, s.152, c.6. s.123.
[449] İbnMace; Ruhun, 16/15 (c.2, s.825); İbn Hanbel, c.l,
ss.162-163.
[450] Muhammed b. Ömer el-Vakidî, Kitâbu'l-Meğazi,
Alemü'l-Kütüb, Beyrut, 1984, c. 2, s. 643; İbn İshak, a.g.e., s.303; Ebu
Muhammed Cemaleddin Abdulmelik İbn Hişam, es-Siretu'n-Nebeviyye, Beyrut, 1975,
c.2, s.192.
[451] Daha geniş bilgi için bkz. İsmail Hakkı Ünal,
“Hadisleri Değerlendirmede
Akdcı
Yaklaşım”, Hadis'in Dünü-Bugünü ve Geleceği Semp., Samsun, 1993, ss.138-139.
[452] Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Ali Osman Ateş,
İslam'a Göre Cahiliyye ve Ehl-i Kitab Örf ve Âdetleri, Beyan Yay., İst., 1996.
[453] Nesâî, Eşribe, 51/24-25 (c.8; ss.299-301).
[454] İbn Mace, Ruhun, 16/17 (c.2, s.827).
[455] İbn Hanbel, Müsned, c.4, s.349.
[456] Müslim, Nikah,16/140-141 (c.2, ss l066-1067).
[457] Ebu Mansur Muhammed b. Muhammed el-Maturidî,
Kitabu't-Tevhid, thk. Fethullah Huleyf, el-Mektebetü'1-İslamî, İst., 1979, ss.
7-8; Ebu'1-Yüsr Muhammed b. Muhammed Pezdevî, Usulu'd-Din, İsa el-Babi
el-Halebi, Mısır, 1963., a.g.e., s. 9.
[458] Maturidi, a.g.e., s.9.
[459] Pezdevî, a.g.e., s. 8; el-Bağdâdî, a.g.e., ss. 11-12.
[460] el-Bağdâdî, a,e., s.10.
[461] el-Bağdâdî, a,y,
[462] el-Bağdadi, a.e,ss.9-10; Nureddin es-Sabûnî, a.g.e.,
s.7.
[463] Nesâî, Eşribe, 51/25 (c,8, ss.299-300).
[464] Atay, “Kur'an'ın Anlaşılmasına Ait ilkeler”, ss.26-27.
[465] İbn Manzur, a.g.e., c.4. s.2976; ez-Zebîdî,
Tacu'l-Arus, c.8, s.399; Rağib el-İsbehânî, el-Müfredaî, 336.
[466] Maide: 5/67; Araf: 33/67; Hud: 11/43.
[467] Nisa: 4/146-175; Al-i İmran: 3/101-103; Hac: 22/78.
[468] Yusuf: 12/32.
[469] Buhari, Ahkam, 93/42 (c.8 s.121), Kader, 82/8 (c.7
s.213-214); İbn Hanbel, Müsned, c.3, ss. 39, 88,
[470] Kavukcî, a.g.e., s.28,
[471] Cemaleddin Mikdat. b. Abdullah es-Suyûrî, Irşadu'i-Talibin ila Nehci'l-Müsterşidîn,
thk. Seyyİd Mehdi er-Racai, Matbaanı Seyyîdi'ş-Şüheda, Kum, 1405, s.301;
el-Cürcani, a.g.e., s.159; ez-Zebîdî, Tacu'l-Arus, c.8, s.399.; Şerafettin
Gölcük-Süleyman Toprak, Kelam, S.Ü.l.F.Yay., Konya, 3988, s.280; Mehmet Bulut,
Ehl-i Sünnet ve Şia'da İsmet İnancı, Risale, İst., 1991, s.25; Yazır, a.g.e.,
c.7, s.4917.
[472] Delil konusundaki tatışma için bkz. Abdulalî Muhammed
b. Nizameddin el-Ensârî, Fevâtihıı'r-Rahamût (el-Gazzâlî, 'el-Mustasfa min
Usûlü'd-Dîn' Zeylinde) Bulak, 1322, c.2, s.99.
[473] Bkz. Mehmet Erdoğan, Ahl-Vahiy Dengesi Açısından
Sünnet, M.Ü.l.F. Vak.Yay., İst, 1995, s.189; Muhammed Ali Sabunî, Peygamberlik
ve Peygamberler, Kültür Basın Yay. Birliği, İst., trs., s.68.
[474] Bkz, Tâhâ: 20/121;
[475] Bkz. Mü'min: 40/55; Muhammed: 47/19; Fetih: 48/2.
[476] İbnMace, Mesâcid, 4/13-(c.l, ss.253-254).
[477] Maide: 5/42, 67.
[478] Örnekler için
bkz. Ebul-Hasan Ali b. Muhammed el-Maverdî, A'lâmu'n-Nübüvve, Bağdat,
1319, ss.53-64; el-Heysemî, a.g.e., c.8, s.229-31; 298-299.
[479] Maide: 5/67
[480] Tirmizi, Tefsir 5/6 (c.5, s.252).
[481] Ahzab: 33/21.
[482] Mustafa Atiyye el-Abraşî, Azametti'r-Rasâl, İsa
el-Bâbî el-Halebî, Kahire, 1971, s. 142.
[483] el-Heysemî, a.g.e., c.8, s.225, 229; Ayrıca bkz. İbn
Hanbel, Müsned, c.l,
s-14;
[484] Bkz. Buhari, Ahkam, 93/42 (c.8, 5.121), Kader, 82/8
(c.7, ss.213-214); İbn
Hanbel,
Müsned, c.3, ss.39, 88.
[485] el-Heysemî, a.g.e., c.8, s.228; Aliyyü'1-Kârî,
Şerhu'ş-Şifa, c.2, ss.213-214. Ayrıca bkz. Buhari, Ahkam, 93/42 (c.8, s.121),
Kader, 82/8 (c.7, ss.213-214).
[486] Kadı Iyaz, Kitâbu'ş-Şifâ bi Hukuki'l-Mustafâ,
Dersaadet, İst., 1312, c.2, s.110.
[487] Bkz.Tirmizi, Sıfatu'l-Kıyame, 35/21 (c.4, s.635); İbn
Hanbel, Müsned, el, s.14.
[488] Müslim, Salatul-Müsafirin, 6/257 (el, 8.555)
[489] el-Bağdâdî, a.g.e.,s.l6B.
[490] Kadı Iyaz, Şifa, c.2, s.143.
[491] İbn Mace, İkametü's-salat, 5/134 (c.l, s.383).
[492] Buhari, Şehadat, 52/11 (c.3, s.152); Müslim, Salatu'l-Müsafırin,
6/224 (c.l, s.543).
[493] İbn Hanbel, Müsned, c.2, s.291.
[494] Kadı Iyaz, Şifa, c.2, ss.133, 144-145; İbnü'l-Esir,
en-Nihâye fî Garîbi'l-Hadis, c.2, s.410.
[495] Gafır: 40/55; Muhammed: 47/19; Feth: 48/2.
[496] İbnMace, Mesâcid, 4/13 (el, ss.253-254).
[497] Tirmizi, Daavat, 45/30 (c.5, ss.482-484).
[498] Rağib el-İsbehânî, Müfredat, s.337; ez-Zebidî,
Tacu'l-Arâs, c.8, s.399; Eyyüb b. Musa eî-Kefevî Ebu'1-Bekâ, Külliyâta
Ebi'l-Bekâ, Matbaai Amire, İst, 1287, s.470.
[499] Murtaza Mutahhari, Vahy ve Nübüvvet, Endişe Yay.,
Ank., 1990; ss.23.
[500] Muhammed Süleyman el-Aşkar, Efâlü'r-Rasul ve Delâletuhâ
ale'l-Ahkâmi 'ş-Şenyye, Müessesetü'r-Risale,
Beyrut, 1991, c.l, s.142.
[501] es-Sabûriî, a.g.e., s.53.
[502] el-Cürcânî, a.g.e., s.159.
[503] Kavukcî, a.g.e., s.28.
[504] Bkz. es-Suyûrî, a.g.e., s.3Ol.
[505] el-Cürcânî, a.g.e., s.159.
[506] es-Sabûnî, a.g.e., s.54.
[507] es-Sabûnî, a.ge, s.53.
[508] Muhammed b. Ali
b. Muhammed eş-Şevkânî, İrşâdu 'l-Fuhûl ilâ Tahkîki'l-Hakmın
İlmi'l-Usûl, Daru'1-Fikr, Beyrut, trs., s.34.
[509] el-Bağdâdî, Usuli'd-Din, s. 169.
[510] Bkz. Bulut, a.g.e., s.29.
[511] Bulut, a.e., s.30; Mutahhari, a.g.e., s.23.
[512] Mutahhari,a.g.e., ss.22-25.
[513] Mutahhari, a..e.,
s.24.
[514] Kadı Abdulcebbar, a.g.e, s. 780.
[515] el-Eşarî, Makâlât, s.226
[516] Ali Ünal, Soruşturma II (Kur 'an ve Sünnet), Sor Yay.,
İst, 1987, s.50.
[517] Derveze, a.g.e., c.2, s.98.
[518] el-Bağdâdî, a.g.e., s.168.
[519] el-Cüveynî, Kitabu'l-îrşad, s.356; Bulut, a.g.e.,
s.55.
[520] Abdussettar er-Râvî, el-Akl ve'l-Hürriyet,
el-Müessesetü'1-Arabiyye, Beyrut, 1980, s.329.
[521] İbn Teymiyye, c.l, s.269. Ayrıca bkz. Câmiu'r-Resâil,
thk. Muhammed Reşad Salim, Matbaatu'l-Medenî, Kahire, 1984, el-Aşkar, a.g.e.,
c.l, s.146; İbn Melek, Şerhu'l-Menâr, Salah Bilici Kit, İst., 1965, s.251.
[522] el-Cüveynî, Kitabu 'l-İrşad, s.356; Bulut, a.e., s.55.
[523] el-Cüveynî, a.g.e, el-Bağdâdî, a.e., s. 168;
Abdurrahman b. Ahmed el-îcî, el-Mevâkıf fî İlmi'l-Kelâm, Kahire, trs.,
ss.358-59.
[524] eş-Şevkânî, a.g.e. 34 Kadı Iyaz'a atfedilen bir görüşe
göre ise peygamberlerin küçük günah işlemeleri caiz olduğu gibi, bu
gerçekleşmiştir. Bkz. a.y.
[525] el-Cüveynî, a.e., s.356; eş-Şevkânî, a.e., s.34
[526] Ebu Bekir Muhammed b. Ahmed es-Serahsî, Usul-u
Serahsî, Kahraman Yay., İst, 1984, c.2 s.5; el-Aşkar, a.g.e, c.l, ss.144-146.
[527] eş-Şehristânî, Nihâyetü 'l-İkdâm, s.445
[528] es-Serahsî, a.e., c.2, s.5; el-Aşkar, a.e, c.l,
ss.144-146.
[529] Rağib ei-Isbehânî, ez-Zeria, s.77.
[530] el-Aşkar, a.e, el, s.144; Sabûnî, a.g.e, s.54; Kadı
Abdulcebbar, a.g.e. s. 873.
[531] el-Aşkar, a.e., c.l, s.144.
[532] Fahreddin er-Râzî, Îsmetü'l-Enbiya, Kahire, 1986,
s.40; Sabûnî, a.g.e, s.54.
[533] Kadı Iyaz, Şifa, c.2, 101, 140; Sabûnî, a.g.e., s.54.
[534] Bkz. el-Heysemî, a.g.e., c.8, s.228; Kadı Iyaz, Şifa,
c.2, s.101.
[535] Kadı Iyaz, a.e., c.2, s. 102; Ayrıca bkz. Bahçeci,
a.g.e,, ss.102-105.
[536] İbn Hanbel, Müsned, c.5, s.362.
[537] Bkz, Hamidullah, İslam Peygamberi, c.l, s.52.
[538] es-Sabûnî, a.g.e., s.54.
[539] Abdulgani Abdulhalık,
Hücciyyetü's-Sünne, el-Ma’hed el-Âlî li'1-Fikri'l-îslâmî, Beyrut, 1986,
s. 114.
[540] Abdulgani Abdulhalık, a.e., ss.279-280, 96; Derveze,
a.g.e., c.2, s.98.
[541] Buhari, Tevhid, 97/46 (c.8, s.210).
[542] Buhari, Tevhid, 97/22 (c.8, ss.175-176); Müslim, İman,
1/288 (c.l, s.160).
[543] Ebu BekirAhmed b. Hüseyin el-Beyhakî, es-Sünenü'l-Kübra, Dâru'l-Ma'rife, Beyrut,
1353, c. 7, s.76.
[544] Kadı Iyaz, Şifa, c.2, s.108.
[545] Aliyyü'l-Kari, Şerhu'ş-Şifa, c.2, ss.337-339; Yazır,
a.g.e., c.9, s.6357; Bahçeci, a,g.e., s.119.
[546] Abdulgani Abdulhalık, a.g.e.,s 96, Kadı Iyaz, Şifa,
c.2, ss.107, 142, 178; Yusuf Seferta, Ahduh ve Reşid Rıza'mn Yazılarında
Peygamberlik Doktrini, trc. Mehmet Durmuş, İktibas, Nisan 1990, s.13; Bulut,
a.g.e., s.107.
[547] Ahmet Akbulut, Nübüvvet Meselesi Üzerine, Birleşik,
Ank., 1992, s.73.
[548] Abdüssettar er-Râvî, a.g.e. f s.329; Muhâmmed Ebu
Reyye, Edvâ ale's-Sünneü'l-Muhammediyye, Dâru'l-Meârif, Kahire, 1980, s.15;
Ateş, Gerçek Din Bu 2, s.68.
[549] Muvatta, Sehv, 4/2 (c.l, s.100).
[550] Bu konudaki tartışma için bkz. Abdulganı Abdulhalık,
a.g.e., ss. 22-239. 120
[551] Derveze, a.g.e., c.2, s.98.
[552] el-Bağdâdî, a.g.e., 167; Pezdevi, a.g.e., s.240.
[553] AbduIgani Abdulhaîık, a.g.e., s.96; Bahçeci, a.g.e.,
s.117.
[554] Tartışma için bkz. Abdulgani Abdulhalık, a.e.,
ss.99-102.
[555] Abdulgani Abdulhalık, a.e., s.106.
[556] Abdulgani Abdulhalık, a.e., s.139.
[557] Kadı lyaz, Şifa, c.2, ss.178-179.
[558] Müslim, Fedâil, 43/140 (c.2, ss.1835-1836); es-Suyûtî,
Câmiu's-Sağîr, c.l, s.393, had. no. 2570.
[559] es-Suyutî, Câmiu's-Sağîr, c.l, s.393, had. no. 2571.
[560] Müslim, Fezâil, 43/140 (c.2, ss.1835-1836); es-Suyûtî,
Câmiu's-Sağîr, c.l, s.393, had. no:2570.
[561] el-Vakidî, a.g.e., c.2, s. 643; îhn İshak, a,g.e., s.
303.
[562] Derveze, a,g.e., c.2, s.98.
[563] İbn Haldun, a.g.e., ss. 493^94;
[564] İbni Kayyim el-Cevziyye, ZMu'l-Meâd, c.4, s.413-414.
[565] Buhari, Tıp, 76/4 (c.7, ss.12-13); Müslim, Selam, 39/
91 (c.2, ss. 1736-1737); İbn
Mace, Tıp, 31/20 (c.2, s.1151); Tirmizi, Tıp, 26/12 (c.4, ss.390-391); İbn Hanbel, Müsned, c.l,
s.354.
[566] Zeynüddin Ahmed b. Ahmed ez-Zebîdî, Sahih-i Buhârİ
Muhtasarı Tecrid-i
Sarih
Tercemesi, trc. Kâmil Miras, Diy. İş. Baş. Yay., Atık., 1981, c.12, s.74.
[567] Kemalüddin Ebu Şerif, Kitâbıt'l-Müsâmere, Çağrı Yay,,
İst, 1979, 3.196; el-Cüveyni, a.g.e., s.356; Gölcük, a.g.e., 281;
[568] Talat Koçyiğit, Hadis Istilahlan, Ank. Ün. İ. Fak.
Yay., Ank., 1985, ss.122-123; Ebu Zehv, a.g.e., ss.11-20; Accac Hatib, a.g.e.,
s.30.
[569] Ebu Davud, İlim, 24/3 (c.4, ss.60-61).
[570] Ebu Davud, Sürme, 39/5 (c.5, ss. 10-11).
[571] Müslim, Hac, 15/445 (c.2, ss.986-987).
[572] bkz. Talat Sakallı, Büdâî Sünnet-Zevâid Sünnet
Ayırımı, Hadis'in Dünü-Bugünü ve Geleceği Semp,, Samsun, 1993; s. 45; Hayrettin
Karaman, “Bağlayıcılık Bakımından Rasulullah'ın Davranışları,” Hz. Peygamber ve
Aile Hayatı, İlmî Neşriyat, İst., 1989, s. 129.
[573] Karaman, a.t ...s. 340.
[574] Aliyyül-Kari, Şerhu'ş-Şifa, c.2, s.340.
[575] Ebu Davud, Talak, 13/19 (c.2, 8.670).
[576] Ibn Hanbel, Müsned, c.l, s.163; es-Suyûtî,
Câmiu'sSağîr, c.l, s.393, h. no:257l.
[577] Müslim, Fezâil, 43/140 (c.2, ss.1835-1836); İbn
Hanbel, Müsned, c.l, s.162-163; es-Suyûtî, Câmiu'sSağîr, c.l, s.393, h.
no:2570.
[578] Müslim, Fedail, 43/140 (c.2, ss.1835-1836); İbn
Hanbel, Müsned, c.l, s.162-163; c.4, s.152;c.6, s.123.
[579] Şah Veliyyullah ed-Dıhlevî, Hticcetullâhi 'l-Bâliğa,
thk. Seyyid Sabık, Kahire, trs.,c.l, ss.271-272.
[580] Şihâbuddin Ebu'l-Abbas el-Karafî, el-Furâk,
Âlemü'l-Kütüb, Beyrut, trs., el, ss.205-206.
[581] el-Karafî, a.e., c.l, ss.205-206.
[582] Ayrıntılı bilgi için bkz. el-Aşkar, a.g.e.,
c.lss.213-372; Tâbir b. Âşûr, İslâm Hukuk Felsefesi, İMim Yay., İst., 1988,
ss.50-62; Talat Sakkalı, 'Sünnetin Bağlayıcılık Açısından Taksimi”,
S.D.Ü.Î.F.D., sy.2, sa.39-102; Karaman, “Rasulullah’ın Davranışları”,
ss.135-150.
[583] Ebu Zehra, İslam Hukuk Metedolojisi, trc. Abdulkadir
Şener, Ank: Ün. î. Fak. Yay., Ank, 1971, s.119.
[584] Hac: 22/78; Ankebut: 29/45; Müzzemmil: 73/20.
[585] Buhari, Edeb, 78/27 (c.7, s.77); Ezan, 10/18 (el,
s.155).
[586] Buhari, İtisam: 96/5 (c.8, s.146); Humus, 57/1 (c.4,
s.42); Müslim, Cihad, 32/51 (c.2, s.1379), 32/54 (c.2, S.1381); İbn Hanbel,
Müsned, c.l, s. 6.
[587] Tirmizi, Ferâiz, 27/17 (c.4, s.425); İbn Mace; Ferâız,
23/8 (c.2, s.913); ed-Dârimî, Ferâiz, 21/41 (c.2, s.675); İbn Hanbel, Müsned,
c.l, s.49.
[588] Buhari, Buyu, 34/85 (c.3, s.33); İbn Hanbel, Müsned.
c.3, s.395.
[589] Buhari, Buyu, 34/55 (c.3, s.23); İbn Hanbel, Müsned,
c.3, s.392.
[590] Muhammed b. ismail es-San'ânî, Sübülü's-Selâm Şerhu
Bulûği'l-Meram, Daru'l-Kütübi'l-Arabî,
Beyrut, 1985, c.4, ss.37-39; İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, cll,s. 99.
[591] Buhari, Tefsir, 2/28 (c.5, s.157); Müslim, Siyam,
13/33-35 (c.l, ss.766-767); el-Kurtubî, a.g.e., c.l, ss.213-214.
[592] Buhari, Nikah, 67/27 (c.6, 8.128).
[593] Buhari, Nikah, 67/28 (c.6, s. 128)
[594] Buhari, Nikah, 67/31 (c.6, s.129)
[595] İsra: 17/79; Müzzemmil: 74/20.
[596] Müslim; Siyam,
13/55-61 (c.l, ss.774-776); Buhari, î'tisam, 96/5
(c.8,s.144); İbn Hanbel, Müsned, c.3, s.30.
[597] ed-Dıhlevî, a.g.e., c.l, s.272.
[598] Müslim, Sayd, 34/40-44 (c.2, ss.1542-1544); Tirmizi,
Et'ime, 23/3 (c.4, ss.253-254).
[599] Selahattin Polat, “Metin Tenkidi III”, E.Ü.İ.F.D., sy. Vm, Kayseri, s.
[600] Buhari, Rikak, 81/51 (c.7, s.200).
[601] Buhari. Kitabu't-Tefsir ( Suret-ü Meryem) 19/1 (c.5.
s.236).
[602] Bkz. es-Suyûtî, Tedrib, c.l, s.233; Kasimi, a.g.e..
s.157; Hasan Muhammed el-Edhel Makbûlî, Mustalahu'l-Hadis ve Ricaluh, Beyrut,
1990, s. 182; Ahmed Naim, a.g,e.,
ss.278-279.
[603] Hatib el-Bağdâdî, el-Fakih ve'l-Miİtefakkih,
Daru'l-Kütübi'l-Ilmiyye, Beyrut, 1975,1/132.
[604] Hatib el-Bağdâdî, Kifaye. 432, 434.
[605] Ahmed Naim, a.g.e., s.278.
[606] İbn Salah, a,g.e.,s.219.
[607] Nureddin Itr, Menhecü'n-Nakdfi Ulûmi'l-Hadis,
Dâru'1-Fikr, Suriye, 1988, s.212
[608] Bkz. Ebu Bekir İbn Fûrek, Müşkilü'l-Hadîs ve Beyânuh,
thk. Musa Muhammed Ali, Alemül-Kütüb, Beyrut, 1985, s. 15.
[609] İbnü'l-Cevzî, Mevzuat, c.l, s.106.
[610] es-Suyûtî, Tedrib, c.l, s.233.
[611] Zeynuddin Abdurrahim b. Hüseyin el-Iraki,
Fethu'l-Muğis, Beyrut, 1992, s. 130
[612] Zübeyr Sıddıki, a.g.e., s.173.
[613] Muhammed b. İdris eş-Şafıi, er-Risale, Dârut-Turâs,
Kahire, 1989, s.399.
[614] Bkz. Şükrü Özen, İslam Hukuk Düşüncesinin Ahitleşme
Süreci, Basılmamış Doktora Tezi, M.Ü.S.B.E., İst, 1995. ss.39-45.
[615] el-Iraki, Fethu'l-Muğis, s.130
[616] el-Eş'arî, a.g.e.,
ss.30-31.
[617] ed-Dümeynî, a.g.e., s.236.
[618] es-Suyûtî, Tedrib, c.l, s.235; Şakir, a.g.e., s.83.
[619] İbn Kayyim el-Cevziyye, el-Menâru'l-Münîf, s.55;
İbnü'l-Cevzî, Mevzuat, c.3, s.6.
[620] ed-Dârimî, Fezâilü'l-Kur'an, 23/1 (c.2, s.707); İbn
Hanbel, Müsned, c.4, s. 155.
[621] Ebu Muhammed Abdullah b. Müslim b. Kuteybe, Te'vîlü
Muhtelifi'l-Ehâdîs, thk. Muhammed Muhyiddin el-Esfâr, el-Kütübü'l-îslâmî, Katar, 1979, ss.236-237.
[622] Bkz. İbnü'l-Cevzi, Mevzuat, el, s.105.
[623] İbnü'l-Cevzi, a.y.
[624] İbnü'l-Cevzi, a.e., c.l,s.lO6.
[625] Aliyyü'1-Kârî, el-Mevzuâtu's-Suğrâ, s.210.
[626] İbnü'l-Cevzi,a.e.,c.l,s.l25.
[627] İbnü'l-Cevzi, a.y.
[628] Enam: 6/75.
[629] Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c.4, s.66; c.l, s.368; c.5,
s.243, 378; Darimî, Rü'ya, 12 (c.2, s.449).
[630] Darimî, Rü'ya, 12 (c.2, s.449).
[631] İbnü'l-Cevzi, Mevzuat, c.l, s.204.
[632] İbnü'l-Cevzİ, a.y.
[633] İbnü'l-Cevzi, Mevzuat, el, s.300.
[634] İbnü'l-Cevzi, a.y. Aklen mümkün görülmediği için
reddedilen haberler için ayrıca bkz. İbnü'l-Cevzi, a.e., et, s.204; c.3,
ss.268, 376.
[635] Muhammed b. Ali eş-Şevkânî, el-Fevâİdil'l-Mecmâa fî.
Ehâdîsi'l-Mevzâa, thk. Abdurrahman b. Yahya, Kahire, 1960, s.9.
[636] Ahmed Ziyauddin Gümüşhanevî, Ramuzu'l-Ehâdis, trc.
Abdülaziz Bekkine, Neşr. Haz. Lütfı Doğan-Cevat Akşit, Milsan Bas. San. A.Ş.,
1982, el, S-97.3. Hızır ile ilgili hadisler için bkz. Şehabuddin Ebu'1-Fazl
Ahmed b. Ali el-Kenânî İbn Hacer el-Akalânî, el-İsabe fî Temyîzi's-Sahabe,
Daru'l-Kütübi'l-Imiyye, Beyrut, trs. c.2, ss.127-137; İbn Kayyim el-Cevzîyye,
el-Menâru'l-Münîf, s.67; Bedrüddin Ebu Abdullah Muhammed b. Abdullah
ez-Zerkeşî, et-Tezkire fi'l-Ehâdîsi'l-Müştehire, Dâru'l-Kütübi'l-Ilmiyye,
Beyrut, 1986, s.207.
[637] İbn Kayyim el-Cevziyye, el-Menâru'l-Münîf, s.67,
[638] İbn Kayyim el-Cevziyye, a.e., ss.69-73'ten özetle.
Ayrıca bkz. Derviş, a.g,e., ss.296-298.
[639] Bak. ibn Manzur, a.g.e., c. 4, s.3047.
[640] İbnü'l-Cevzi, Mevzuat, c.l, ss.139,140. Krş. İbn
Kuteybe, Te'vîlü Muhteli-fı'l-Ehâdis, ss.115-116.
[641] Bakara: 2/24.
[642] İbn Kuteybe, Te'vîlü Muhtelifi'l-Ehâdîs, ss.115-116
[643] İbnü'l-Cevzi, Mevzuat., el, s.140
[644] İbnü'l-Cevzi, a.e., el, s.106.
[645] Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, Milliyet,
İst., 1992, c.21, s. 11340
[646] Itr, a.g.e., s.314.
[647] Bkz. Itr, a.e.,
s.314.
[648] İbnü'l-Cevzî, Mevzuat, c.l, s.156.
[649] İbn Kayyim el-Cevziyye, el-Menâm'l-Mitnîf, ss.57, 61.
[650] İbn Kayyım el-Cevziyye, el-Menâru'l-Münîf, s.51
[651] İbn Kayyım el-Cevziyye, a.g.e. Ayrıca bkz. Itr,
a.g.e., s.315.
[652] İbn Kayyım el-Cevziyye, a.g.e., s.52; Kavukcî, a.g.e.,
s.22; İbn Mace, Ticaret,12/5, (c.2, s.728); İbn Hanbel, Müsned, c.2, ss.292,
324, 345.
[653] İbn Kayyım el-Cevziyye, a.e., ss.52-53.
[654] İbnü'l-Cevzî, Mevzuat, c.2, s.30î; İbn Kayyim
el-Cevziyye, a.e., s.51; el-Aclûnî,
a.g.e., el, ss.327-328, had. no: 874.
[655] İbn Kayyim el-Cevziyye, a.e., s.51.
[656] İbnü'l-Cevzî, a.e., c.2, s.301
[657] Bkz. İbrahim Bayraktar, “Metin Tenkidi ve Müşkil
Hadisler”, A.Ü.İ.F.D., sy. 12, s.204.
[658] Ali Şeriati, Hür Düşünce Mektebi, Birleşik Yay., Ant,
1989, ss.63-64.
[659] Nesâî, Hayl, 28/10 (c.6, s.224).
[660] Bkz. Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, c.13,
s.650.
[661] İbn Hanbel, Müsned, c.4, s.395.
[662] Değerlendirme için Ali Osman Ateş, “Günümüzde
Hadislerin Değerlendirilmesinde Göz önüne Alınması Gereken Bazı Hususlar ve
Hadisin Geleceği île İlgili Bazı Düşünceler” Hadis'in Dünü-Bugünü ve Geleceği
Sernp., Samsun, 1993, s.130.
[663] Muhammed Nasirüddin el-Elbânî, Sisiletü Ehâdîsi'z-Zaif
ve'l-Mevzâa, Beyrut, 1985, el, s.307.
[664] el-Elbânî, a.g.e., c.l, s.307. 152
[665] Buhari, Bedü'I-Halk, 59/4 (c.4, s.75). Daha geniş
bilgi için bkz. ez-Zebîdî, Tecrid-i Sarih, c.9, ss.13-14.
[666] Bkz. Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu'l-Gayb,
Mektebetül-îmân, Kahire, 1991, c.l, ss.492-493.
[667] Cemal Sofuoğlu, “Hadisin Anlaşılmasındaki Bazı
Güçlükler ve Bazı Problemler” Uluslararası Birinci İslam Araştırmaları Semp.,
İzmir, 1985, ss.l00-101.
[668] el-Fîrûzâbâdî, “âc” mad., s.256.
[669] İbn Kayyım el-Cevziyye, el-Menar el Munif, s.77.
[670] İbn Kayyim el-Cevziyye, a.e., ss.76-77; Derviş,
a.g.e., ss.290-291.
[671] Derviş, a.g.e.,s.29O.
[672] İbn Kayyim el-Cevziyye, a.e., s.78; cd-Dümeynî,
a.g.e., s.223.
[673] ed-Dümeynî, a.g.e., s.223.
[674] İbn Kayyim el-Cevziyye, a.e., s.78.
[675] Bkz. İbnü'l-Cevzi. Mevzuat, c.3, ss.61-63.
[676] Bkz. Creİgton, a.g.m., s.263;-Finch, a.g.m,, 223;
Walters, a.g.e., s.18.
[677] Alex Mucchıelli, Zihniyetler, İletişim Yay., ist.,
1991, ss.47, 52.
[678] Şeriatı, a.g.e., ss.64-65.
[679] Adams Charles, “Bazı Çağdaş Müslümanların Nazarında
Hadisin Otoritesi” İs. Araş., c.7, sy.3-4, Ank., 1994, s.301.
[680] en-Nedvî, a.g.e., ss.171-172.
[681] Charles, a.g.m., s.301.
[682] Hayri Kırbaşoğlu, islam Düşüncesinde Sünnet, Fecr
Yay., Ank., 1993, s.148.
[683] Sıddıkî, a.g.e., ss.91-92. 158
[684] İbn Haldun, a.g.e., ss.9-10, Ayrıca bkz. Ahmed Emin,
a.g.e., s.217.
[685] Mustafa Öz, “Ahmed Han, Seyyid” mad., DİA, c.2; s.74.
[686] Wahidur Rahman, Modemİst Muslim's Approach to Hadith:
Aligarh School, Hamdard Islamicus, vol. XVI, no. 4, Pakistan, 1993, s.19, 20.
[687] Abdurrahman Bedevî,
“AW” mad., Mevsûatü'l-Felsefe, el-Müessesetü'l-Arabiyye li'd-Dirâsât
ve'n-Neşr, Beyrut, 1984, s.73.
[688] Kırbaşoğlu, a.g.e., s.234.
[689] Accâc Hatib, Usûla't-Hadîs, s.19.
[690] Tirmizi, Tıb, 26/22 (c.4, s.401).
[691] Tirmizi, Tıb, 26/22, (c.4, s.401).
[692] Ateş, Gerçek Din Bu 2, s.98.
[693] Krş. Guillaume, a.g.e., s.80.
[694] Kasimî, a.g.e., s.172.
[695] Şakir, a.g.e., s.83.
[696] de Boer, T. D., İslam'da Felsefe Tarihi, trc. Yaşar
Kutluay, Birlik Yay., Ank., 1960, s. 144.
[697] el-Kavukcî, a.g.e., s.25.
[698] İbnü-l-Cevzi, Mevzuat, el, s.125.
[699] Aliyyü'1-Kârî, el-Mevzuât es-Suğra, s.214. Bu konudaki
tartışmalar için bkz. a.e. ss.214-216; Ebu Cafer et-Tahavî, Müşkilü'l-Asâr,
Dâru's-Sadr. Beyrut. 1333, c.2, sş. 8-12; Heysemî'nin naklettiği habere göre
Güneşin batması bir saat geciktirilmiştir. Bkz. Mecmeu'z-Zevâid, c.8,
ss.299-300.
[700] Aliyyü'1-Kârî, a.e., s.214.
[701] Ebu Davud, Hammam, 30/1 (c.4, s.300); Tirmizi, Edeb,
41/43 (c.5, s.113); İbnMace, Edeb, 33/38 (c.2, s. 1234).
[702] Ebu Davud, Hammam, 30/1 (c.4, s.301); Tirmizİ, Edeb,
41/43 (c.5, s.114); İbnMace, Edeb, 33/38 (c.2, s.1234).
[703] Ebu Davud, Hammam, 30/1 (c.4, s.302); Ibn Mace, Edeb, 33/38 (c.2, s.1233); el-Heysemî, a.g.e.,
el, 282.
[704] İbn Arrak, a.g.e., c.2, s.67.
[705] İbn Hanbel, Milsned, c.6, s.362.
[706] el-Heysemî, a.g.e., c.l, s.282.
[707] İbnü'l-Cevzî, Mevzuat, c.2, s.80-81; İbn Arrak,
a.g.e., c.2, s.67.
[708] İbn Kayyım el-Cevziyye, Zâdu'l-Meâdft Hayri'l-Ibâd,
Thk. Şuayb Arnavut-Abdulkadir Arnavut, Müessesetü'r-Risale, Beyrut, 1987, c.l,
S.175. Ayrıca bkz. el-Mevsîlî, a.g.e., s.29.
[709] İbn Kayyım el-Cevziyye, a.e., c.l, s.175 (2 nolu
dipnot).
[710] İbnü'l-Cevzî, Mevzuat, c.l, s.412.
[711] İbnü'l-Cevzî, a.y.
[712] İbnü'l-Cevzî, Mevzuat, c.l, ss. 412-414.
[713] Kavukcî, a.g.e., s.83.
[714] Buhari, Cizye, 58/6 (c.4, s.65)
[715] Bkz.Ateş, Gerçek Din Bu 2, s.61.
[716] Buharı, Menakıb, 61/24 (c.4, s. 168); Tevhid, 97/37
(c.8, s.202); Müslim, İman, 1/262(0.1,3.148)
[717] İbn Hacer, el-İsâbe, c.l, s.71.
[718] Değerlendirme için bkz. İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, c.13,
ss.487-496; İbn Kayyim el-Cevziyye, Zâdu'l-Meâd, c.3, .s.63 (n.18).