A
Âbâ Ve Ebnâ
Âdâb
Âdâbu Tâlibi'l-Hadî
Âdâbu'l-Muhaddis
Âdâbu'ş-Şeyh
Âdâbu't-Tâlib
Âdıd
Âdil
Âfet
Âfetuhû Fulân
Âfetuhû Keza
Âhâd
Âhır
Âkil
Âlî
Âlî Hadis
Âlî İbdâl
Âlî İsnad
Asar
Abâdile
Adalet
Adâletu'r-Râvî
Adâletu's-Sahâbe
A'delu'n-Nâs
A'demu's-Sıhha
Ademu's-Subût
Adl
Adlu’r-Rivâye
Adlun
Adlun Dâbitun
Adlun Hâfizun
Adûl
Ahâdîs
Ahâdîsu'l-Ahkâm
Ahbâr
Ahbârî
Ahberanâ
Ahberanâ Fî Kitâbihî
Ahberanâ Fulân Bi-Kırâ'atî Aleyhi
Ahberanâ Fulan Bi-Teblîği Fulân
Ahberanâ Fulân Bi'l-Kırâ'ati
Aleyhi
Ahberanâ Fulan Fîmâ Kuri'e Aleyhi
Ahberanâ Fulan Kırâ'aten Aleyhi
Ahberanâ Fulân Kırâ'aten
Aleyhi Ve Ene Esme'u
Ahberanâ İcâzeten
Ahberanâ Kitâbeten
Ahberanâ Münâveleten
Ahberanâ Muşâfeheten
Ahberanâ Racul
Ahberanî
Ahberanî Fulân Kitâbeten
Ahberanî Fulân Mukâtebeten
Ahberanî Racul
Ahberanî's-Sıka
Ahfaz
Ahkâm
Ahkâm Hadîsleri
Ahrece Anhu
Ahrece Lehû
Ahrecehû
Ahruf
Ahsenu Şey'in Fi'l-Bâb
Ahvâlu'r-Ruvât
Ahz
Ahz Ve Tahammül
Ağrabe Bihî Fulân
Akâ'id
Akıl
Akrân
Akva'l-Esânîd
Akvâl
Alâ Yedey Adlin
Alâmâtu’l-Vaz
Alâmetu'd-Darb
Ale'l-Ahruf
Ale'l-Ebvâb
Ale’l-Etraf
Ale'l-Ma'nâ Rivayet
Ale'l-Mesânîd
Ale'r-Ricâl
An
An'ane
An'ane Munkatı’a
An'ane Mursele
Ani's-Sîka
Arz
Arz Ale'ş-Şeyh
Arz-ı Kırâ'at
Arzı Münâvele
Arz-ı Semâ
Arzu'l-Munâvele
Ashâb
Ashâb-ı Ahruf
Ashâb-ı Kiram
Ashâb-ı Resûlillâh
Ashâb-ı Suffe
Ashâb-ı Sünen
Ashâbu'l-Aşerât
Ashâbu'l-Bıd'a
Ashâbu'l-Elf
Ashâbu'l-Elfeyn
Ashâbu'l-Hadîs
Ashâbu'l-Kutub
Ashâbu'l-Mi’e
Ashâbu'l-Mı'eteyn
Ashâbu'l-Mi'în
Ashâbu'l-Ulûf
Ashâbu's-Suffe
Ashabu's-Sunen
Ashâbu's-Suneni'l-Erba'a
Asl
Asleyn
Aslu's-Sened
El-Aşera
Aşera -yi Mübeşşere
Aşere-i Mübeşşere Ashabı
Atfe
Atıf Tedlisi
Atraf
Avâlî
Azbat
Azbatu'n-Nâs
Azîz
Aziz-i Meşhur
A
Âbâ Ve Ebnâ:
Âba, baba manasına gelen eb kelimesinin; ebnâ ise oğul demek olan İbn'in
çoğuludur. Beraberce “babalar ve oğullar” anlamını veren bu iki kelime, baba ile
evlat arasında rivayeti ifade eden bir tabir oluşturur.
Baba ile evlat arasında hadis rivayeti, babaların oğullarından ve oğulların
babalarından rivayeti olarak iki şekilde görülür. Babaların oğullarından
rivayetine şu hadis misal verilebilir:
“Allah her ikisinden de razı olsun, Abbas b. Abdilmuttalib'in, oğlu el Fadl'dan
rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.s) Müzdelife'de (akşam ve yatsı olmak
üzere) iki vakit namazını cem etti.” 1
Babanın oğuldan rivayeti isnadda an İbnihî lafzıyla ifade edilir. Oğulların
babalarından rivayetleri ise iki kısımdır. Birincisi, oğulun babasından
rivayetidir. Böyle rivayetler isnadda an ebîhi lafzıyla gösterilir. Şu hadis de
oğulun babasından rivayetinin pek çok misalinden biridir.
“... Ali b. Ebi Tâlib, Yüce Allah'ın el-Hannân ve el-Mennân isimlerinden
sorulduğu zaman şöyle dedi: “el-Hannân, kendisinden yüz çevireni bile
reddetmeyen; el-Mennân ise istemeden verendir.” 2Aynı zamanda müselsel hadise de
güzel bir örnek teşkil eden bu hadisin isnadında dokuz oğul vardır. Her biri
babasından işiterek rivayette bulunmuştur. İsnadın başındaki ilk baba olan
Ukeyne b. Abdillah et-Teymi, hadisi Ali b. Ebî Tâlib'den işitmiştir.
Oğulların babalarından rivayetlerinin ikinci kısmına gelince bu, oğulun babası
vasıtasıyla ceddinden, yani dedesinden rivayetidir. Bu şekilde rivayet edilen
hadislerin isnadlarında şu eda sığasına rastlanır: an ebîhi, an ceddihî. Ancak,
işaret etmek gerekir ki böyle bir siga ile nakledilen hadislerde bir müşkülle
karşılaşmak ihtimali vardır. Bu müşkül, ceddin yani dedenin kim olduğunun
belirlenmesidir; çünkü oğul, isnadında kullandığı an ceddihî lafzıyla kendi
ceddini, yani babasının babası olan dedesini kasdetmiş olabileceği gibi,
babasının ceddi olan büyük dedesini de kasdetmiş olabilir. Misal vermek
gerekirse, şu örnek üzerinde durulabilir. Tanınmış sahâbîlerden Abdullah b. Amr
İbni'l -As'ın, es-Sahîfetu's-Sâdıka adını verdiği hadis sahifesi, torunları
tarafından Amr b. Şu'ayb, an ebîhi, an ceddihî isnadıyla rivayet edilmiştir.
Oğul olarak Amr'ın künyesi, Amr b. Şu'ayb b. Muhammed b. Abdillah b. Amr
İbni'l-As'dır. İsnaddaki an ebîhi lafzı Amr'ın bu sahifedeki hadisleri babası
Şu'ayb'dan rivayet ettiğine açıkça delalet eder. Oysa an ceddihî lafzı
dedesinden rivayete delalet etmez; zira bu lafızla kasdedilen, Amr'ın dedesi
Muhammed olabileceği gibi Şu'ayb'ın dedesi, sahâbî Abdullah b. Amr da olabilir.
Muhammed olduğu takdirde isnad mürseldir; zira Muhammed sahâbî değildir.
Abdullah olduğu takdirde ise munkatı'dır. Çünkü Şu'ayb, dedesi Abdullah b. Amr'a
yetişmemiştir. 3Buradan anlaşılmaktadır ki, an ebîhi, an ceddini isnadiyle
rivayet edilen hadislerde an ceddihî lafziyle kimin kasdedildiğini kestirmek,
dolayısıyla hadisin muttasıl mı, munkatı' mı olduğunu anlamak bazen müşkülat arz
etmektedir.
Beşinci hicrî asrın büyük muhaddislerinden el-Hatîbu'l-Bağdadînin babaların
oğullarından rivayetlerine dair Rivâyetu’l-Âbâ ani'1-Ebnâ isimli bir kitabı
vardır. Oğulların babalarından rivayetleri konusunda ise Ubeydullah b. Sa'îd
es-Siczî'nin Rivâyetu'1-Ebnâ an Abâ'ihim isimli eserini kaydetmek yerinde olur.
4
Âdâb:
Sözlükte edebin çoğuludur. Terim olarak edeb, umumiyetle terbiye manasına
kullanılır. İnsanı kötülükten alıkoyan, nefsini İslah ederek güzel huylar
kazanmasına sebep olan büyük iyiliklere, ahlâkî meziyetlere ve hasletlere âdâb
denilmiştir.
Hadis ilminde âdâb, cami veya musannef denilen ve belli konulardaki hadisleri
ihtiva eden hadis kitaplarındaki ana konulardan biridir. Âdâb konusuna yeme,
içme, konuşma, uyuma gibi günlük hayatın çeşitli safhalarında yapılan işlerde
uyulması gereken ahlâkî kaidelere ait hadisler girer. Sahîh-i Buhâri de bu
bahis, Kitâbu'1-Edeb başlığı altında yer alır. Müslim'de ise aynı bölümün
başlığı, Kitâbu'1-Birr ve's-Sıle ve'l-Âdâbdır.
Âdâb konusundaki hadisler bazen Buhârî'nin el-Edebu'l-Mufred'i gibi ayrı bir
kitapta toplanır.
Âdâbu Tâlibi'l-Hadîs:
Bk. Âdâbu't-Tâlib.
Âdâbu'l-Muhaddis:
“Muhaddisin âdabı” anlamını veren bir tabir olup Hz. Peygamber (s.a.s)'in
hadislerini, bunların sahih olarak rivayetini ve sahih olmayanlardan ayırd
edilmesini konu olarak alan hadis ilmiyle meşgul olan muhaddislerin riayet
etmeleri öngörülen esaslara denir. Hadis Usûlü kaynaklarında aynı başlık altında
yer alan söz konusu esasların en önemlileri şunlardır:
a) Hadis rivayet edecek veya hadis ilimlerinden birini öğrenmede görev alacak
muhaddis, önce iyi niyetli ve ihlaslı olmalıdır. Kalbini dünya gailelerinden
temizlemeli; mevki, şan ve şeref dertlerinden uzak kalmalıdır.
b) Tahdise, yani hadis rivayetine olgunluk yaşı denebilecek bir yaşa gelmeden
başlamamalı; ihtiyarlamaya başladığında ise rivayeti bırakmalıdır.
Muhaddisin kendisine müracaat edenlere hadis rivayet etmeye başlama zamanı
konusunda ayrı görüşler vardır. Sözgelişi, er-Râmehurmuzî'ye göre, rivayetin
lâyıkıyla edâ edilebileceği yaş haddi, olgunluk ve bedenî güçlerin kemâle erdiği
yaş olan ellidir. Bununla birlikte muhaddisin kırk yaşından sonra tahdise
başlaması da yadırganamaz; zira bu yaş da olgunluk yaşıdır. Öyle olduğu için Hz.
Peygamber, kırk yaşında peygamber olmuştur. 5
Kadi İyad, er-Ramehurmuzî'nin bu görüşüne itiraz ederek, selef ve daha sonraki
nesillerden pek çok muhaddisin henüz olgunluk yaşı sayılabilecek bir yaşa
gelmeden sayısız hadis rivayet ederek öldüklerine işaret eder. Ömer b.
Abdilaziz'in kırkına varmadan, Sa'id b. Cubeyr ile İbrahim en-Nehai'nin ellisine
ermeden öldüklerini de misal gösterir, daha sonra ise İmam Mâlik'in bir rivayete
göre yirmi, bir diğerine göre onyedi yaşlarında iken hadis meclisleri akdetmeye
başladığını, Rebî-'atur-Rey, İbn Şihâb ez-Zuhrî, İbn Hurmuz, Muhammed İbnu'l
Munkedir ve diğer bazı şeyhleri henüz hayattalarken hadis taliplerinin kapısına
yığıldıklarını; İmam Şafii'den genç yaşlarında ilim alındığını sözlerine ekler.
6
İbnu's-Salâh'a göre tahdise başlama vakti konusunda er-Râmehurumuzî'nin
zikrettiği yaş sınırına diyecek yoktur. Kadı İyad'ın zikrettiği, henüz olgunluk
yaşı denebilecek bir yaşa gelmeden taliplerine hadis rivayet edenler ise bu işi
hadis ilminde genç yaşta parladıkları, yüksek mevkiler elde ettikleri için
yapmışlardır. Açıkça veya hal karinesiyle kendilerinden hadis rivayet etmeleri
istenmiş, onlar da kabul etmişlerdir. O halde uygun olan, bir muhaddisin hangi
yaşta olursa olsun, ihtiyaç halinde hadislerini rivayet ederek neşretmesidir. 7
Muhaddisin hadis rivayetini bırakması gereken yaş haddi konusunda da alimler
arasında birlik yoktur. Rivayete başlama vakti için yaş haddi öngören
er-Râmehurmuzî, talebelerine hadis rivayet etmeyi bırakma vakti için de yaş
sınırı çizer. Ona göre muhaddis seksen yaşına gelince rivayeti bırakmalıdır;
çünkü bu yaş, ihtiyarlığın son haddidir. O yaştan sonra artık teşbih, zikir,
Kur'ân okumakla meşgul olmak daha doğru olur. Ancak muhaddis, bu yaşa geldiği
halde aklı başında, görüşü kuvvetli, rivayet ettiği hadisleri iyi bilen, onları
layıkıyla edâ edebilen, üzerlerine titreyen ve sırf Allah rızası için hasbi
olarak rivayette bulunan birisi ise, böylesine hayır dilemekten başka yapacak
şey yoktur. 8
er-Râmehurmuzînin, muhaddisin rivayeti bırakması için çizdiği yaş sının da
isabetli bulunmamıştır. Gerçekten vücutça zayıf düşmenin ya da akli melekelerin
sağlam olup olmamasının kesin bir yaş sınırı çizilemez. Bu yaştan önce ihtilata
maruz kalan muhaddisler olduğu gibi, daha yaşlı oldukları halde aklî melekeleri
tam olarak rivayete devam edenler de olmuştur. Sahabeden Enes b. Malik, Sehl b.
Sa'd, Abdullah b. Ebi'1-Evfâ, daha sonraki tabakalardan İmam Mâlik, el-Leys b.
Sa'd, Sufyan b. Uyeyne, Ali İbnu'1-Ca'd gibi muhaddisler seksen yaşını
geçtikleri halde rivayeti bırakmamışlardır. Hatta el-Hasen İbnu'l-Arefe,
Ebu'l-Kasım el-Beğavî, Ebu İshak el-Huceymî, Kâdî Ebu't-Tayyibi't-Taberi gibi
yüz yaşından sonra bile rivayet faaliyetini başarıyla yürütenler olmuştur. Şu
hale göre rivayetin bırakılacağı yaş haddinin tayini isabetli görülemez. Bu
konuda sahih kabul edilen görüş şudur: Bir muhaddis, ihtiyarlık veya hastalıkla
gelen ihtilat ya da bunaklık yahut sonradan görme duygusunu yitirmek sonucu
rivayet ettiği hadisleri birbirine karıştırmaktan korktuğu; lafızlarını
değiştirmekten endişe duyduğu zaman rivayeti bırakmalıdır. Nitekim Abdurrezzak,
Sa'id b. Ebî Arûbe ve daha pek çok sika muhaddisin başına bu hal gelmiştir.
c) Muhaddis, Hadis ilminde kendisinden üstün, dolayısıyla rivayete daha layık
başka bir muhaddisin yanında rivayeti bırakmalıdır. Bazı hadis alimleri, bir
muhaddisin yaş yahut hadis ilmindeki yeri itibariyle rivayete kendisinden daha
layık bir diğer muhaddisin memleketinde hadis rivayet etmesini mekruh görerek
aynı konuya dahil etmişlerdir. Rivayete göre İbrahim en-Neha'i ile eş-Şa'bî aynı
hadis meclisinde bir araya geldiklerinde İbrahim susar; rivayette bulunmazmış.
Meşhur cerh ve ta'dil âlimi Yahya b. Ma'în ise bir muhaddisin kendisinden daha
liyakatli birinin bulunduğu yerde hadis rivayet etmesini ahmaklıkla
nitelemiştir. 9
Bununla birlikte es-Suyûtî, Hz. Peygamber'in sağlığında fetva veren sahabilerin
bulunuşunu delil getirerek rivayete daha layık bir muhaddisin olduğu yerde hadis
rivayet etmenin hiç de mekruh sayılamayacağını söylemiştir. 10
d) Bir muhaddisten, aynı yerde bulunan başka bir muhaddisin hadisi olarak
bilinen veya kendi isnadından daha âlî bir isnada sahip, yahutta herhangi bir
cihetten kendisine tercih edilmesi gereken başka bir muhaddisin hadisini rivayet
etmesi istenirse, öbür muhaddise haber vermesi gerekir.
e) Muhaddis iyi niyetli olarak görmediği kimselere de rivayetten kaçınmamalıdır.
Bilinmez, iyi niyetli görünmeyen biri, ilerde ihlaslı bir muhaddis olabilir.
f) Muhaddis, ecrini Allah'tan umarak bildiği hadislerin neşrine gayret etmeli;
rivayetten kaçınmamalıdır. Bir hadiscinin herhangi bir art niyetle bildiği
hadisleri rivayet etmekten kaçınması caiz görülmemiştir. Aksine bildiği
hadislerin yayılmasına çalışması hadis aliminin olgunluğuna delil sayılmıştır.
Bu görüşte olanlar, Hz. Peygamber'in hadislerin yayılması konusunda
söylediklerine dayanırlar.
g) Muhaddis, hadis meclisine gelirken mümkünse boy abdesti, değilse normal
abdest almalı, güzel kokular sürünmelidir. Meclisteki yerine vakar ve ciddiyetle
oturmalıdır. Talebelerinden biri hadisten başka bir şeyle meşgul olur veya
yüksek sesle konuşursa uyarmalı, gerekirse meclisinden çıkarmalıdır. Rivayete
göre İmam Mâlik böyle yapar; meclisinde densizlik eden olursa “Cenâb-ı Hak
(meâlen) “Ey iman edenler! Sesinizi Allah Resulü'nün sesi üzerine yükseltmeyin”
buyuruyor.11 Hz. Peygamber'in hadisleri okunurken sesini yükseltmek, onun sesini
bastırmak gibidir” dermiş.
h) Muhaddis, hadis meclisine gelenlerin hepsini kabul etmeli, birini diğerinden
ayırmamalıdır.
i) Hadis meclisini Kur'ân-ı Kerim okumakla başlatmalı, tahdîs sonunda okunacak
Kur'ân-ı Kerim, hamd, Hz. Peygambere salât ve selâm, duruma göre yapacağı dua
ile bitirmelidir, el-Hâkimu'n-Nisâbûrî'nin Ebu Sa'idi'l-Hudri'den rivayet
ettiğine göre sahâbîler bir araya gelip aralarında hadîs müzakere ettikten sonra
Kur'ân-ı Kerim'den bir sure okuyup dağılırlardı. 12
k) Muhaddis, rivayet ettiği hadisleri acele ve anlaşılmayacak şekilde
serdetmemelidir. Hadislerin yanlış imla edilmesi veya hatalı olarak
ezberlenmesinin önüne geçilebilmesi bakımından bu hususa riayet edilmesi
gerektiğinde hadis alimlerinin görüş birliği vardır. Bu konuda Hz. A'işe'nin bir
hadisi delil getirilir. Bu hadiste Hz. Peygamber (s.a.s)'in konuşurken
sözlerinin sayılabileceği, açık ve anlaşılır bir şekilde konuştuğu
belirtilmiştir.
1) Hz. Peygamber'in ismi geçtiği yerde tasliyede bulunmalı, sahâbî isminden
sonra tardiye söylemelidir.
m) Muhaddislerin hadis imlâ meclisleri akdetmeleri müstahab sayılır. Ayrıca
hadis meclisinde talebenin kalabalık olması halinde şeyhin okuduğu veya
kendisine okunan hadisleri tekrar ederek uzaktakilere duyuran müstemlî denilen
birinin görevlendirilmesi de muhaddisler arasında adet olmuştur.
Âdâbu'ş-Şeyh:
Şeyh denilen ve kendisine müracaat edenlere hadis rivayet eden muhaddisin
bilhassa hadis rivayetinde uyacağı kaideler manasınadır. Genel anlamda şeyh
muhaddis olduğundan hadis rivayetindeki adabı muhaddisin adabı dahilindedir. 13
Âdâbu't-Tâlib:
Hadis Usûlü kaynaklarında âdâbu tâlibi'l-hadîs şeklinde de geçer. Her ikisinin
manası aynıdır ve hadis talebine yeni başlayan talebenin taşıması gereken
hasletlerle hadis rivayetinde dikkat etmesi gereken hususlara denir.
Kendisine müracaat eden talebelerine hadis rivayet eden muhaddisin adabı gibi,
hadis meclisine yeni devam ederek hadis işitmeye başlayan talibin de riayet
etmesi gerekli görülen birtakım adabı vardır. Rivayet disiplininin gereği olan
adabın en önemli noktalan şunlardır:
a) Hadis talibinin niyeti halisane olmalı; hadisi sırf Allah rızasını gözeterek
Resulünün hadislerini öğrenmek, sonra da başkalarına öğretmek gayesiyle taleb
etmelidir. Hadis vasıtasıyla herhangi bir dünya menfaati elde etmeyi
düşünmemelidir. Bu konuda Hz. Peygamber (s.a.s)'den şöyle bir hadis rivayet
edilmiştir:
“Allah rızası umulan ilimlerden birini öğrenen, onu sırf dünyalık elde etmek
için öğrenirse Kıyamet günü Cennet kokusu duyamaz.”14 Aynı konuda Hammâd b.
Seleme “Allah rızasını kazanmaktan başka bir maksatla hadis öğrenmeye kalkan
aldanır” demiştir. Süfyanu's-Servî de şunları söylemiştir: “Allah rızasını
umanlar için hadis talebinden daha üstün amel bilmiyorum.”
b) Hadîs talibi güzel ahlaklı olmalıdır. Ebu Âsim en-Nebil, bu konuda “Hadîs
talep eden kimse din işlerinin en yücesinin peşinde demektir. Bunun için de halk
arasında ahlakıyla seçilmelidir” demiştir.15
c) Hadis tahammülü için elinden gelen gayreti göstermeli, bu uğurda karşılaştığı
güçlüklere ve imkânsızlıklara göğüs germelidir. Bu konuda da Hz. Peygamber
(s.a.s), “Sana gerçekten fayda sağlayacak şeyler üzerinde ısrarla dur. Allah'tan
yardım dile. Sakın acze düşme” buyurmuştur.16
Yahya b. Ebî Kesîr de şöyle demiştir:
“Vücud rahatıyla ilim elde edilemez.” İmam Şafiî ise “Bu ilmi kendini alim
görerek yeterli saymakla arayanlar başarılı olamazlar. Buna karşılık kendisini
yetersiz görenler, geçim sıkıntısı çekerek ve ilme hizmet ederek elde etmek
isteyenler bu ilimde başarılı olurlar” demiştir.
ç) Hadîs talebine kendi ülkesinin isnad, ilim, şöhret, dinî inanç itibariyle en
değerli şeyhlerinden başlamalı, önce onların teferrüd ettikleri hadisleri
rivayet etmelidir. Onların âlî hadislerini ve diğer rivayetlerini işittikten
sonradır ki, hadis talebi için başka ülkelere gitmelidir. Bütün meşhur
muhaddislerin takip ettikleri yol budur.
d) Hadis tahammülünde işin kolayına kaçmamalı, rivayet şartlarına riayet
etmelidir.
e) İşittiği hadislerle amel etmeyi prensip haline getirmelidir. Bu husus,
öğrenilen hadisin zekâtı sayılmıştır. Ayrıca hadis ezberlemede en kolay ve
sağlam bir yöntem kabul edilmiştir. Vekî, “Bir hadisi hıfz etmek istersen onunla
amel et” demiştir. 17
Bilinen bir gerçektir ki uygulama en iyi öğrenim şeklidir. Görerek veya nazarî
olarak öğrenilen şeylere nisbetle tatbik edilerek öğrenilen şeylerin
unutulmadığı da ayrı bir gerçektir. Bu itibarla hadislerin öğrenilmesi için
tatbik edilmesinin, hadis talibinin âdabından oluşu bir yana pratik hayatta da
önemli faydalar sağlayacağına şüphe yoktur.
f) Tâlib şeyhine ve kısa bir süre de olsa kendisinden hadis rivayet ettiği
muhaddise saygılı olmalıdır. Ayrıca şeyhine güven duymalıdır. Güzel ahlakın iyi
bir görüntüsü olan hocaya saygı, aslında ilme saygıdır. Bütün ilimlerde ilmi
öğretene gösterilecek saygının ilimden tam manasıyla istifadeye yol açacağı
söylenmiştir.
g) Yaşlılık, utanmak veya gurur yüzünden kendisinden daha küçüklerden ilim
almaktan çekinmemelidir. Vekî' bir muhaddisin kendisinden büyüklerden, kendi
akranlarından ve kendisinden küçüklerden hadis almadıkça mükemmel bir muhaddis
olamayacağını söylemiştir. Buhari de gerek yaşça, gerekse hadis ilmindeki yeri
itibariyle kendisinden küçüklerden de rivayet etmeyen muhaddisin ilimle ilerleme
kaydedemeyeceği görüşündedir, ayrıca Mücahid “Utanan da kibirlenen de ilim
öğrenemez” demiştir.18 Hz. Ömer ise “yüzü yumuşak olanın ilmi çok olur” diyerek
soru sormaktan kaçınmamayı öğütlemiştir. Hz. A'işe de ilim yolunda utanılın
amasını, edebi dahilinde her şeyin sorulabileceğini, Hz. Peygamber'e kadınların
özel halleriyle ilgili bazı sorulan çekinmeden soran Ensâr kadınlarını överken
söylediği şu sözleriyle belirtmiştir: “Ensâr kadınları ne mübarek kadınlarmış.
Hayaları dinlerini öğrenmelerine engel olmadı!”19
h) Hadis talibi işittiği hadislerin zayıf olup olmadığını, her birinin manasını,
irabını, ricalinin, müşkil taraflarını ve garib lafızlarının anlamını iyice
öğrenmelidir.
i) Meşhur hadis kitaplarının rivayetini tamamlamalıdır. el-Kutubu's-Sitte, Sahih
İbn Huzeyme, Sahih İbn Hibbân, Dârimi'nin Süneni, el-Beyhaki’nin
es-Sunenu'l-Kubrâsı Ahmed b. Hanbel'in Musnedi, el-Muvatta’, ahkam hadislerine
ayrılmış İbn Cureyc, İbn Ebî Arûbe, Sa'îd b. Mansûr, Abdurrezzâk, İbn Ebî
Şeybe'nin Musannefleri, hadis talebesinin rivayet etmesi istenen kitaplar olarak
gösterilir ve bu eserleri rivayet etmeyenin muhaddis sayılamayacağı söylenir.
Hadis talebesi bundan sonra İlel, Tarih, Cerh ve Ta'dil, Garîbu'l-Hadîs
konularındaki belli başlı eserleri öğrenmelidir.
k) Rivayet ettiği hadisleri devamlı bir şekilde müzakere etmelidir.
1) Tahsilini tamamladıktan sonra ehil ise rivayetle ve tasnifle meşgul
olmalıdır.
Tasniften maksat, hadislerin rivayetine, neşrine, iyice anlaşılmasına yarayacak
kalıcı eserler vermektir.
m) Hadis talibi, zamanı geldiğinde kitap tasnif etmeye başlarsa kitabını aceleye
getirmemeli, kontrol etmeden neşretmemelidir. Bilmediği hadis ilimlerinde kalem
oynatmaktan çekinmelidir. Yazdığı kitabında açık ifadeler, hadisciler arasında
bilinen terim ve tabirler kullanmaya özen göstermelidir. Bunların dışında
tabirler kullanması doğru bulunmamıştır. 20
Âdıd:
Sözlükte ısırmak, ısırarak koparmak manasına gelen adda kök fiilinin ism-i
failidir. Aynı fiil mecaz olarak takviye etmek, desteklemek, sımsıkı sarılmak
manalarına da kullanılır. Nitekim İmam Şafiî'nin mürsel hadisle ancak bir mürsel
veya başka tarîkdan müsned yahut da sahâbî sözü gibi bir rivayetle desteklenmesi
halinde amel edilebileceği görüşü ile bu konudaki tartışmalarda desteklemek,
kuvvetlendirmek manasına kullanıldığı dikkati çeker.21
Hadis ilminde âdıd, hasen li-gayrihî bahsinde geçer. Yerinde görüleceği gibi
irsal, tedlîs veya cehalet, yahutta isnadında mestur bir ravi bulunması yüzünden
zayıf duruma düşen bir hadis, güvenilir bir ravinin rivayetiyle desteklenirse
zayıflıktan kurtulur ve hasen derecesine yükselir. Bu duruma göre âdıd, zayıf
hadisi destekleyen, ona kuvvet kazandırarak zayıflıktan kurtarıp hasen
derecesine yükselten güvenilir ravinin aynı manaya gelen hadisidir.
Âdil:
Bk.Adl.
Âfet:
Sözlükte sakınılacak şey, belâ ve felâket anlamına gelen bir isimdir. Hadis
ilminde, hadisin zayıf veya mevzu addedilmesine neden olan sebebe denir. Söz
gelimi, bir mevzu hadis hakkında mevzu olduğu söylendikten sonra âfetuhû fulân
denilmişse bu ifade o hadisin o kimse tarafından uydurulduğunu veya mevzu
sayılmasına sebebin o kimse olduğu belirtilmiş olur. Aynı şekilde bir zayıf
hadis hakkında âfetuhû keza denilmişse zayıf sayılmasına sebep teşkil eden illet
gibi bir hale işaret edilmiştir.
Âfetuhû Fulân:
Bk. Âfet.
Âfetuhû Keza:
Bk. Âfet.
Âhâd:
Bir, bir tek manalarına gelen ehad ya da vahidin çoğuludur. Umumiyetle mütevâtir
derecesine yükselemeyen haberlere denir. Buna göre, bir nesilde bir tek ravi
tarafından rivayet edilen habere haber-i vâhid adı verilir. Birkaç nesilde birer
ravi tarafından rivayet edilmiş olan haberlere ise haber-i âhâd veya kısaca âhâd
denilmiştir.
İmam Şafii, âhade haber-i hâssa demiş ve onu Hz. Peygamber (s.a.s)e kadar tek
ravinin tek raviden rivayet ettiği haber olarak tarif etmiştir.22 Daha sonraki
devirlerde ise âhâd tabiri daha ziyâde, sayılan her tabakada mütevâtir haberin
şartı olan kalabalık sayısına ulaşmamış raviler tarafından rivayet edilen
haberler için kullanılan bir terim halini almıştır. Buna göre âhad, yalnız bir
ravinin bir başka raviden rivayet ettiği haberler hakkında değil, iki ravinin
iki raviden, üç kişinin, hatta sayıları üçün üstündeki ravilerin üç veya daha
fazla sayıdaki ravilerden rivayet ettikleri haberler hakkında da kullanılmıştır.
Şu Şartla ki, üç sayısının üzerindeki ravilerin her tabakada mütevâtirin şartı
olan kalabalıktan daha az olmaması gerekir. Bazı tabakalarda az olmasa bile,
diğer bazı tabakalarda mütevâtirin şartı olan kalabalık sayısına erişmemiş
olması dolayisiyle haber yine âhad sayılır. Nitekim bazı hadis usulü
kaynaklarında haberler, ravilerinin sayısına göre önce iki kısma ayrılmıştır.
Birinci kısmına mütevâtir, ötekine ise âhad denilmiştir. Âhad haberler daha
sonra garîb, azîz ve meşhur olmak üzere üç kısımda mütalaa edilmiştir. Bunlardan
garib, bir kişinin, azîz, en çok iki; meşhur ise üç ve üçün üstünde fakat
mütevâtirin şartı olan kalabalığın altındaki sayıdaki ravilerin rivayet
ettikleri haberlere denilmiştir.23
İbn Haceri'l-Askalânî âhadi, bir ravinin tek basma rivayet ettiği ve mütevâtirin
şartlarını taşımayan haberler olarak tarif etmiş; makbul ve merdûd olarak iki
kısma ayırmıştır. Bunlardan makbul âhad, amel edilebilecek ölçüde olanlardır.
Merdud âhad ise mat'ûn veya adaleti tesbit edilememiş ravinin tek başına rivayet
ettiği haberdir.
Âhad haber, rivayet tariklan mütevâtir derecesinde olmamak şartıyla çoğalırsa
meşhur olur. Bu takdirde âhad, meşhur olanlar ve olmayanlar olmak üzere iki
kısma ayrılır. Meşhur âhad, isnadı isler bir, ister birden fazla olsun, dillerde
dolaşan haberlerdir. Yukarıda özlü bir şekilde bahis konusu edilen azîz ve garîb
haberler meşhur olmayan âhad grubuna girerler.
İslam alimlerinin çoğuna göre âhad haberler zaruri ilim değil, zannî ilim ifade
ederler. Hanefîler, Şafii'ler, mâlikîlerin bir kısmı bu görüştedirler. Ahmed b.
Hanbel, İmam Mâlik ve muhaddislerin büyük çoğunluğu, âhad haberlerin zarurî ilim
ifade edebilmesi için sıhhatinin sabit olması şartını ileri sürmüşlerdir.
Hâriciler ve Mutezileye göre ise âhad, ister sıhhati sabit olsun, ister olmasın,
zarurî ilim ifade etmez.
Âhad haberlerin zaruri ifade edip etmemesi ihtilafına bağlı olarak bu çeşit
haberlerin dinî konularda delil olması, bir başka deyişle âhad haberlerle amel
edilip edilmeyeceği konusunda da görüş ayrılığı vardır. İslâm alimlerinin
çoğunluğuna göre her çeşit âhad haberle amel edilebilir. İmam Şafii, âhadın
hüccet olduğu görüşünde olanlardandır. Ancak ona göre mütevâtır olmayan
haberlerin dinî konularda hüccet olabilmesi için bazı şartları gereklidir. Bu
şartlar ravi ile ilgilidir. Belli başlıları şunlardır: Ravinin dinî meselelerde
güvenilir olması; doğru sözlü olarak tanınması; rivayet ettiği hadisleri iyi
bilmesi; lafız yönünden manasını değiştirecek hususları bilmesi; işittiği
şekilde rivayet etmesi; ezberinden rivayet ediyorsa haberi tam olarak ezberlemiş
olması; yazılı olarak rivayet ediyorsa kitabını yanında bulundurması; tedlis
yapanlardan olmaması. Bunların yanı sıra amel edilecek âhadin isnadının munkatı'
olmaması da şarttır. Özetle tekrarlayacak olursak İslâm alimleri çoğunlukla,
ravileri adalet sahibi, isnadında inkıta' olmayan âhad haberle amel
edilebileceği görüşündedirler. Bununla birlikte ahadle amel edilebileceği
görüşünde olanlar ayrıca onların dinde hüccet sayılan haberlerin taşıdıkları
özellikleri taşımalarını; bir de konu veya delâlet itibariyle itikadı meşelerle
ilgili olmamalarını şart koşmuşlardır.
Bir kısım Zahiri alimleri. Kaderiye mensupları. Râfizîler ve Ehl-i Sünnet
kelâmcılarından bazılarına göre âhad haberler dinî meselelerde hüccet olamazlar.
Aynı görüşte olan Mutezile, âhad haberlerin her çeşidinin hüccet olamayacağını
ileri sürer. Mu'tezile, ahad haberlerin her çeşidiyle amel edilemeyeceğini ileri
sürerken, “Bilmediğin şeyin peşine düşme”24; “Zan, gerçekten hiçbir şey ifade
etmez” 25mealindeki ayetlere dayanmıştır. Ayrıca onlara göre kimi sahâbîler tek
kişinin haberini kabul etmemişler, teyidi için şahit istemişlerdir.
Âhır:
Bk. Aslu's-Sened.
Âkil:
“Aklı başında” karşılığı ism-i faildir. Rivayetlerinin kabul edilebilmesi için
ravide bulunması gerekli şartlardan aklî melekelerinin noksansız olmasını ifade
eden bir tabirdir.
Âlî:
Kelime olarak yüksek olan nesneye denir. Şerif kelimesiyle eş manalı olarak
mevki, şöhret, şan ve şeref sahibi kimse manasına da kullanılır.
Hadis ıstılahı olarak alî, isnadın ravi sayısının azlığından ibaret bir
özelliğini ifade eder. Buna göre âlî isnad, herhangi bir hadisin ravisi ile
kaynağı olan Hz. Peygamber (s.a.s) veya o hadisi rivayet etmiş bulunan meşhur
hadis imamlarından birisi arasında en az sayıda ravinin bulunduğu, veyahut da
tanınmış hadis kitaplarından birinin musannıfına arada en az ravi ile
ulaşılabilen isnaddır. Bir diğer ifadeyle, herhangi bir ravi ile Hz. Peygamber
veya meşhur bir hadis alimi arasındaki rivayet zincirini teşkil eden ravi
sayısının en az olduğu, yahutta muhaddisler arasında meşhur olmuş bir hadis
kitabının rivayetinde ravi ile o kitabın musannifi arasındaki ravi adedinin en
az seviyede olduğu isnad, âlî isnaddır. Buna göre isnadın âlî oluşunun esasını,
ravi ile Hz. Peygamber veya hadis alimi arasındaki yakınlık teşkil eder. Bu
yakınlığa uluvv adı verilir. Buradan da anlaşılacağı gibi âlı isnad, aynı
zamanda uluvv özelliği taşıyan isnaddır.
İmam Mâlik'in en âlî isnadı sunâ'îdir ki kendisi ile Hz. Peygamber arasında bir
tabiî, bir de sahâbi olmak üzere iki ravi vardır. Buharînin en âlî isnadı ise
sulâsîdir, yani onunla Hz. Peygamber arasında tâbi'ut-tâbi'î, tâbi'î ve sahâbî
olmak üzere üç ravi vardır.
Âlî terimi, daha çok isnad için kullanılmakla birlikte, tarifindeki özelliğe
sahip isnadla rivayet edilen hadisler için de kullanılmıştır. Buna göre âlî
hadis, kısaca âlî isnadla rivayet edilen hadise denir. Bu manada çoğulu avâlî
gelir. Bununla beraber bu terim esas itibariyle isnada ait bir özelliği ifade
ettiğinden daha çok isnad için kullanılmıştır.
Hadis alimleri âli isnada büyük önem vermişlerdir. Kimi muhaddislere göre
isnadda uluvv aramak sünnettir. Kimi muhaddisler ise isnadın dinden olduğu
görüşünü âlî isnadın dinden olduğu şeklinde kabul etmişlerdir. Böylelerinin
sayısı hayli fazladır. 26
Buna karşılık âlî isnadın pek de lüzumlu olmadığı görüşünde olanlar da vardır ve
sayıları hiç de az değildir, er-Râmehurmuzî, konuyla ilgili olarak, bazı son
devir Fıkıh âlimlerinin sırf âlî isnad peşinde diyar diyar gezenler hakkında
şunları söylediklerini kaydeder:
“... Talebi (her müslümana) vacip olan ilmi, esaslı bir faydası olmayan haberler
elde etmek uğruna diyar diyar gezip dolaşmak haline getirdiler. Geceleri
uykusuz, gündüzleri (aç ve) susuz kaldılar. Bindikleri hayvanları yordular.
Yurtlarından ayrı düştüler. Geride bıraktıklarının haklarını ziyan ettiler. Ana
babalarına asi oldular. Onlara karşı üzerlerine düşen vazife ve hakları yerine
getirmemekle günaha girmede pek acele ettiler. Aile içinde çoluk çocuklarıyla
diledikleri gibi yaşamanın zevkinden kendilerini mahrum bıraktılar. Böylece
dünya zevklerinden ayrı kaldılar. Bunun sonucu olarak, ahirette ikabı
celbettiler.”27
Âlî Hadis:
Bk. Âlî.
Âlî İbdâl:
Uluvv vasfına sahip ibdâle denir.
İbdâl başlığı altında görülebileceği gibi, bir ravi, el-Kutubu's-Sitte'nin
birinde veya bir başka hadis kitabında bulunan bir hadisi, o kitabın tarîkından
değil de başka tarîktan musannifin şeyhinde musannıfla buluşmak üzere onun
isnadında olduğundan daha az a raviden oluşan bir isnatla rivayet buna muvafakat
adı verilir. Şayet bu muvafakat, aynı şekilde az sayıda raviden oluşan bir
isnadla kitap sahibinin şeyhinin şeyhinde meydana gelirse buna ibdâl veya bedel
denir.
İbdâle, uluvv-u nisbî'nin kısımlarından biri olduğu ve uluvv vasfı taşıdığı için
âlî ibdâl da denilmiştir.28
Âlî İsnad:
Bk. Âlî.
Asar:
Bk. Eser.
Abâdile:
“Abdullahlar” manasına gelen bu deyim, fıkıh ilmine hakkıyla vakıf Abdullah
isminde dört sahabiyi ifade eder. Abdullah isimli yüzlerce sahabî arasında ayrı
yerleri olan bu dört Abdullah adlı sahabî, Abdullah b. Abbâs, Abdullah b. Ömer,
Abdullah İbnu'z-Zubeyr ve Abdullah b. Amr İbni'l-Âs'dir. Abdullah b. Mes'ud,
abâdileden değildir.29
Abdullah isimli 220 sahâbî içinde, anılanlardan başka Abâdile denilen kimse
yoktur. Herhangi bir fıkıh meselesinde bu dört Abdullah'ın görüşleri birleşirse
kavlu abâdile adını alır.
Adalet:
Sözlükte doğrultmak, aynı seviyeye getirmek, insaflı ve dürüst hareket etmek,
hakkı gözetip yerine getirmek, doğru hüküm vermek gibi geniş ve şümullü manalara
gelir. Hadis usulü ilminde, hadisleri nakleden ravilerin rivayetlerinin kabul
edilebilmesi için taşımaları şart olan özelliklerden biri ve en önemlisidir.
Adâletu'r-Râvi şeklinde de kullanılır. İster kısaca adalet denilsin, isterse
adâletu'r-râvî, rivayet ettikleri hadislerin makbul sayılabilmesi için ravide
aranan şartların başında gelir.
İslâm alimlerinin bir kısmına göre adalet, genel manada, insanı kebâ'ir denilen
büyük günahları işlemekten, bir demet bakla çalmak gibi önemsenmeyen küçük
günahlarda ısrar etmekten alıkoyan bir melekedir. Bazılarına göre de, insana
şahitliğinin ve rivayetinin kabul edilmesini gerektirecek şekilde ta'at ve
mürüvvetin hakim olmasıdır; zira işlerinde daha çok ta'at ve mürüvvet
görülenlerin şahitliği de rivayeti de makbuldür. İşlerinde ta'atsizlik ve günah
işlemek daha çok görülenin ise ne şahitliği kabul edilir, ne de rivayeti.30
el-Hatîbu'1-Bağdâdî'nin naklettiğine göre şahit ve ravide aranan adalet, kişinin
dininde istikameti, mezhebinde selameti, adaleti iptal ettiğinde ittifak edilen
fısk ile fısk yerine geçen kalp ve organların men edilmiş işlerden uzak
durmalarını gerektiren adalettir. Buna göre adalet, Allah'ın emirlerine uymak
adaleti yok eden men edilmiş işlerden kaçınmaktan ibarettir. Bununla birlikte
bilinen bir gerçektir ki, mükellef insanlar çeşitli günahlardan, emrolundukları
şeylerin bir kısmını terk etmekten kurtulamazlar. Öyle olunca da üzerlerine
düşen her şeyi Allah için yapıp çıkamazlar. Bu, oldukça zordur. Buna göre adalet
sahibi insan, üzerine farz olan vazifelerini yerine getiren, emrolunduğu şeylere
sımsıkı sanları, men edilenlerden kaçınan, kendisini adeletten düşürecek
kötülüklerden uzak kalan, davranışlarında hak ve vacip olanı araştıran, nihayet
dinine ve mürüvvetine ters- düşen sözlerden dilini korumakla tanınan kimsedir.
Böyle birinin adaletli olabilmesi için işleyenlere fâsık denmesine yol açan
büyük günahlardan sakınması yetmez. Bunun yanında büyük günah olduğu şüpheli
olan, hatta bir buğday tanesi kadar bile olsa yanlış tartmak, değersiz de olsa
bir şey çalmak büyük günah olmayan bir şeyle müslümanları kandırmak gibi küçük
günah olduğu söylenebilecek hususlardan da kaçınması gerekir. 31
Gazali'ye göre rivayet ve şehadette adalet, kişinin dinî gidişatının (siretinin)
doğruluğundan ibarettir. Bu, kısaca ruh metanetine racidir ve ruhun, bütünüyle
takva ve mürüvvete ayrılmaz bir şekilde bağlanmasını sağlar. Sonunda böyle bir
insanın doğruluğu hakkında nefislerde güven duygusu uyanır. Böyle olduğu içindir
ki, yalan söylemesine mani olacak şekilde Allah'tan korkmayanın sözüne
güvenilmez. Şu da var ki, bir kimsenin adaletli olabilmesi için sadece
günahlardan kaçınması şart değildir. Böyle birinin büyük günahlardan sakınması
yetmez. Bir soğan tanesi çalmak veya bir buğday tanesi kadar bile olsa, kasıtlı
olarak noksan tartmak gibi kısaca dünya menfaati için yalan söyleyecek kadar din
duygusunun gevşekliğine delalet eden küçük günahlardan uzak durması gerekir.
Bunda görüş birliği vardır. Kaldı ki, yolda bir şeyler yemek, sokaklarda su
dökmek, rezillerle sohbet etmek ve ağır şakalar yapmak gibi mürüvveti zedeleyen
azı mubah işlerden kaçınmak da adaletin şartıdır.32 Görüldüğü gibi İslâm
alimlerinin anlayışına göre bir kimsenin adaleti, onun dininde dürüst olmasıyla,
önemsiz bile olsa adaleti yok eden hallerden, özellikle büyük veya küçük, bütün
günahlardan kaçınmasıyla gerçekleşir. Adil veya adi denilen ve adalet sahibi
olduğuna hükmedilen kişi ise Allah'ın kendisine farz kıldığı vazifeleri eksiksiz
yerine getiren, emrolunduklanna sıkı sıkıya bağlı, günahlardan ve kötülüklerden
uzak kalan, kendisini adaletten düşüren her türlü günahtan sakınan, iş ve
davranışlarında üzerine düşeni araştıran ve yerine getiren, nihayet mürüvvetini
yok eden kötü sözlerden ve yakışıksız hareketlerden uzak duran kimsedir.
Bir haberin doğru oluşu, önce onu nakledenin doğruluğuna bağlıdır. Hadislerin
sıhhati ise öncelikle ravilerinin adalet sahibi olmalarıyla mümkündür, Ravilerin
adaleti, onların gerek dinî hayatlarının, gerekse dünya işlerindeki tutumlarının
inceden inceye takip edilip araştırılmasıyla bilinir. Böyle bir araştırma
sonunda ravinin adalet vasfına sahip olup olmadığına dair galip zandan ibaret
bir bilgi hasıl olur. 33
İmam Şafiî, Ahmed b. Hanbel ve öteki bazı İslâm alimlerinin büyük çoğunluğu
adaleti bilinmeyen ravilerin rivayetlerinin makbul sayılamayacağı
görüşündedirler, İmam-ı A'zam Ebu Hanîfe ve ona tabi olanlar ise rivayetin
kabulü konusunda ravisinin İslâm oluşunun açığa çıkmasını yeterli görmüşlerdir.
Bunlara göre kişinin adaleti, İslâm olduğunun bilinmesi ile görünür bir fısktan
uzak olmasından ibarettir. Bu görüşü savunanların delili, bir Arab’ın Hz.
Peygamber (s.a.s)'in huzurunda Ramazan ayının girdiğine dair şahitlik edişi
hakkındaki hadistir. İbn Abbas'dan rivayet edildiğine göre çölden gelen bir
Arap, Ramazan hilalini gördüğünü söylemiştir. Hz. Peygamber ona
“Allah'tan başka hak ilah olmadığına şehadet eder misin?” sorusunu sormuştur.
Adam:
“Evet, ederim” cevabını verince
“Muhammed'in O'nun Resulü olduğuna şahitlik eder misin?” diye sormuş,
“Evet” cevabını alınca orada bulunan Bilal'e,
“Halka duyur Bilal, yarın oruca başlasınlar” emrini vermiştir.”34 Kişinin
adaletinin gerçekleşmesi için müslüman olduğunu açıklaması ile açık bir fısk
halinin görülmemesini yeterli görenler bu hadisi şöyle yorumlamışlardır: “Hz.
Peygamber (s.a.s) çölden gelen Arab’ın haberini, müslümanlığını söylemesi
üzerine kabul etmiştir. Bu ise doğrudan doğruya onun adaletli olduğuna
hükmetmesinden ibarettir. Bu görüşte olanlar ayrıca sahabilerin, kadınların,
kölelerin, küçük yaşta hadis öğrenip erginlik çağma erdikten sonra rivayet
edenlerin haberleriyle amel ettiklerini, bunda da sadece islâmiyet'in açığa
çıkarılmasına dayandıklarını delil olarak almışlardır.
Bu delillere itiraz eden el-Hatîbu'l-Bağdâdî şunları söylemiştir: “Ramazan
hilâlini gördüğünü söyleyen kişinin çölden gelen bir Arap oluşu adaletine mani
teşkil etmez. Aynı şekilde Hz. Peygamber (s.a.s)'in onun adaletine vakıf
olmasına yahut halkın bu Arab’ın halini Allah Resulüne arz etmiş olmalarına,
yahut da bu adamın söylediklerinin tasdik edilmesine dair o anda belki de bir
vahiy gelmiş olmasına da mani değildir. Kısacası Hz. Peygamber (s.a.s) 'in o
Arab’ın haberini sadece müslümanlığını açıklamasıyla yetinerek kabul ettiğini
bilmiyoruz. Sahabilerin kadınların, kölelerin, küçük yaşta hadis öğrenip
erginlik çağına girdikten sonra rivayet edenlerin haberleriyle amel ettiklerine
gelince bu, sahih değildir. Ayrıca biliyoruz ki sahabe, bir kimsenin haberini
ancak onun halini araştırdıktan ve güvenilir olduğuna, hal ve gidişatının
doğruluğuna kesin kanaat getirdikten sonra kabul etmişlerdir.” 35
“Bir hadis ravisinde adaletin sabit olması için bazı delillere ihtiyaç vardır.
Bu deliller, ya iki âlimin o ravinin adaleti hakkında şehadette bulunmasıdır ki,
sonradan bu şehadet hadisciler arasında şayi olur; ya da ravinini adaleti,
hadişciler ve sair ilim ehli arasında hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak surette
şöhret kazanır. Mesela, Mâlik b. Enes. Sufyan es-Sevri, Sufyân b. Uyeyne,
el-Evzâ'î, eş-Şafiî, Ahmed b. Hanbel ve öteki bazı alimler adaletlerine şahitlik
edecek herhangi bir mu'addile muhtaç değillerdir. Aynı şekilde muhaddislerden
el-Leys b. Sa'd, Şu'be İbnu'l-Haccâc, Abdullah İbnul-Mubârek, Vekf
İbnu'l-Cerrah, Yahya b. Ma'în, Ali İbnu'l-Medînî gibileri, ilim ehli arasında
adaletleriyle şöhret kazanmış kimseler olup hiç kimse, bunları adalet yönünden
incelemeye tabi tutmaz. Meselâ, Ahmed b. Hanbel'e İshak b. Râhûye hakkında soru
sorulduğu zaman “İshak gibisi sorulur mu?” demiş; Ebu Ubeyd'i soranlara da Yahya
b. Ma'în, “Benim gibisine Ebu Ubeyd sorulur mu? Ebu Ubeyd'e başkaları sorulur,
cevabını vermiştir.”36
Hadis ravilerinin adaleti, diğer mühim bir şart olan zabtla birlikte hem
güvenilir olmalarının hem de rivayet ettikleri hadislerin sıhhatinin adeta
göstergesidir.
Adâletu'r-Râvî:
Bk. Adalet.
Adâletu's-Sahâbe:
Hz. Peygamber (s.a.s)'le Mü’min olarak görüşme şerefine nail olan, ebedî hayata
Mü’min olarak göçen kimselerin gerek hadîs rivayetinde, gerekse öteki hususlarda
tam manasıyla adaletli ve güvenilir kimseler olmaları demektir. İslâm Tarihinde
önemli bir konudur. Ehl-i Sünnet alimlerine göre, Hz. Peygamber'in ölümünden
kısa bir süre sonra çıkan olaylara karışmış olsun veya olmasın, sahabîlerin
hepsi adaletlidir. Sahabilerin adalet sahibi olduklarına Kur'ân-ı Kerim ve
hadislerde hayli deliller vardır. En önemli bir kaçı şunlardır:
a) Ayetinde 37 bulunan “vasatan” kelimesi “adûlen” yani adaletli manasınadır. Bu
duruma göre bu ayetin manası “sizi böylece en adaletli ümmet kıldık” demektir.
b) Ayetinin 38muhatabı, bu ayet indiği sıralarda Hz. Peygamberin çevresinde
bulunan sahabîlerdir. Dikkat edilirse “insanlar için çıkarılmış en hayırlı
ümmet” olarak övülmüşlerdir. Aynı ayette sahabîlerin iyiliği emrettiklerine,
kötülükten men ettiklerine ve Allah'a iman ettiklerine işaret edilmiştir. Böyle
üstün vasıflara sahip olmakla nitelenen insanların adaletli olduklarına şüphe
yoktur. Kaldı ki, Enfal: 8/64; Tevbe: 9/100; Fetih: 48/18 ve 29 ayetleri, Haşr:
59/8 ayeti de sahabîlerin faziletlerine delâlet etmektedir.
Hz. Peygamber (s.a.s) bir hadislerinde
“İnsanların en hayırlısı benim asrımda yaşayan insanlardır. Sonra, onları takip
edenler gelir. Sonra da onlardan sonrakiler...” buyurarak39 sahabîlerin hayırlı
insanlar olduklarına işaret etmiştir.
Sahabenin adaletine aklî deliller de getirilir. Bir defa bu nesil, Hz.
Peygamber'in sohbetinde bulunmak, onun terbiyesi altında yetişmek gibi sair
müslümanların erişemeyecekleri ulvî bir şerefe kavuşmuşlardır. Bunun yanı sıra
İslâmiyet ve Hz. Peygamber uğruna insan gücünün gösterebileceği fedakârlığı en
üst seviyede göstermişlerdir. Hepsi de iman sahibi, Hz. Peygamber'i seven,
yoluna hiçbir fedakarlıktan kaçınmayan, gerektiğinde canlarını feda etmekte
tereddüt göstermemiş kimselerdir. Dinleri uğruna mallarından, mülklerinden,
işlerinden güçlerinden, yurtlarından ayrılmaktan; gerektiği zaman en yakın
akrabalarına bile karşı koymaktan çekinmemişlerdir. Bunca fedakârlık ancak
onların imanlarının ve Hz. Peygamber'e bağlılıklarının, bir de ihlas ve
samimiyetlerinin açık belgesini teşkil eder. Çoğunun olağanüstü fedakârlığı
ancak imanı ile açıklanabilir. Bir kısmı insanlık gereği bazı hatalar
yapmışlarsa da affedildikleri bir gerçektir. İçlerinde daha sağ iken bir
Mü’minin alabileceği en güzel müjde ile Cennet'le müjdelenenler olmuştur.
Hz. Peygamber'in ebedî hayata göç etmesinden sonra sahabe arasında çıkan bazı
anlaşmazlıklar hiçbir şekilde mevki, şan-şeref, dünya menfaati gibi sebeplere
bağlanamaz; zira onlar, eğer bunları isteselerdi, dinleri uğruna bunca sıkıntıya
göğüs germelerine lüzum kalmadan kolayca elde edebilirlerdi. Kaldı ki, uğruna
ölümü bile göze aldıkları Peygamberleri, kendisine vadedilen dünya menfaatlerine
bir an bile olsun kulak asmamıştı. O böyle yapınca ona gönülden bağlı
sahabîlerin de yapması tabiî idi. Dahası bir kısım sahabîler, fetihler sonucu
İslâm ülkesine katılan yerlere gitmişler; orada itibarın her türlüsünü
görmüşlerdi. Bu durumda Hz. Peygamber'i görmüş olma, onunla bir arada bulunma,
sözlerini duyma şerefini her şeyin üstünde tutmuşlar; başka bir şeye ihtiyaç
hissetmemişlerdi.
Bu ve öteki naklî ve aklî deliller göz önünde tutan Ehli Sünnet âlimleri
sahabenin tümünün adaletli olduklarına hükmederek onları cerh dışında tutarak
adaletlerini araştırma yönüne gitmemişlerdir. İmâmu'l-Haremeyn el-Cuveyni'ye
göre sahabenin adalet yönünden araştırmaya tabi tutulmayışının sebebi, onların
İslâm şeriatının ilk hamilleri oluşlarıdır. Eğer onlar Hz. peygamber'den görüp
işittiklerini, öğrendiklerini rivayet etmeselerdi İslâm Dinî o devre mahsus bir
din olarak kalır; sonraki devirlere intikal etmezdi.
Bununla birlikte bazı İslâm âlimleri sahabîlerin mutlak olarak adaletli olup
olmadıklarının araştırılması gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Bir kısım alimler
ise sahabenin adaletinin araştırılmasının fitneden sonra gerekli hale geldiği
görüşündedirler. Mu'tezile'ye göre Hz. Ali ile savaşanlar hariç bütün sahabe
adaletlidir. Mu'tezile'nin bu görüşünü pek çok İslâm âlimi doğru bulmamıştır.
el-Mâzirî ise sahabenin adaletli oldukları hükmüne bütün Hz. Peygamber'i
görenlerin, yahut ziyaretine gelenlerin, yahut da bir maksatla onunla bir an
için bir araya gelip sonra ayrılanların dahil edilemeyeceği, bu hükmün sadece
devamlı bir arada bulunan, ona destek olup yardımına koşanlar için geçerli
olacağı görüşündedir. Ne var ki, el-Alâ'i bu görüşü garip bulur. Ona göre bu
görüş kabul edildiği takdirde Vâ'il b. Hucr, Mâlik b. Huveyris, Osman b.
Ebî'l-As gibi Hz. Peygamberle sohbetiyle ve ondan hadis rivayet etmekle tanınmış
ancak huzuruna gelip görüştüğü halde yanında çok az kalıp geri gitmiş; ondan
yalnızca tek bir hadis rivayet etmiş, bir de Hz. Peygamber'in yanında ne kadar
kaldığı bilinmeyen çeşitli Arap kabilelerinden yüzlerce sahabînin adalet
hükmünden hariç kalması gerekir. O halde sahabenin adaleti konusundaki doğru
hüküm cumhurun açıkladığı umumi adalet hükmüdür. Geçerli olan da budur. 40
Öte yandan başta Şi'a ve Râfiziler olmak üzere kimi mezhep mensupları ile
onların tesirinde kalanlar sahabîlerin adil olmadıklarını ileri sürmüşlerdir.
Ancak bu iddia indî bir görüş olmaktan öte gitmemiştir. Şu da var ki. bu
görüşün, müslümanların büyük çoğunluğunun sahabîlerin adaletli oldukları görüşü
karşısında ilmî, aklî ve mantıkî bir tarafı da yoktur.
A'delu'n-Nâs:
Bk. Evsaku'n nas.
A'demu's-Sıhha:
Hadîsin sahih olmaması anlamına gelen bir deyimdir. Bir hadisin gerekli sıhhat
şartlarını taşımaması sebebiyle hakkında sahih hükmü verilemediğini ifade eder.
Şu var ki muhaddisler, bu tabiri kullanmakla hadisin mutlaka zayıf olduğunu
ifade etmiş olmazlar. Hakkında bu tabir kullanılan hadis, sadece hakkında sahih
hükmü verilemeyendir. Tabiatiyle böyle bir hadis zayıf olabileceği gibi, hasen
de olabilir.
Ademu's-Subût:
Bir hadisin sahih olmadığını ifade etmek üzere kullanılan bu deyim, sabit
olmamak manasınadır. Daha çok adem'us-sihha ile aynı manada kullanılmıştır.
Adl:
Sözlükte “Adele” kök fiilinin masdarıdır. Adalet kelimesiyle eş manalıdır ve
adalet, adaletli, adil ve mutedil karşılığı olarak çok yönlü manalara gelir.
Yerine göre sıfat olarak da kullanılır. O takdirde adaletli anlamını verir.
Hadis Usulü ilminde adi, adaletine hükmedilmiş ravinin bu vasfını belirten bir
tabir olarak geçer ve Hz. Peygamber (s.a.s) den hadis rivayet eden bir ravinin
rivayetinin kabul edilmesini gerekli kılan ehliyeti ifade eder. Ravi hakkında
adlun denilmişse bu onun rivayetleri makbul bir kimse olduğunu gösterir.
Adlu’r-Rivâye:
Hadis rivayeti veya rivayetin kabul edilebilir olması için aranan adalet
demektir. Böyle bir adalet, tabiatiyle ravide olacağından Adlu'r-Rivâye, bir
anlamda ravinin adaleti olmaktadır.
Adlun:
Bk. Adl.
Adlun Dâbitun:
Adaletli ve zabtı tam manasına ta'dilin ikinci, bazı cerh ve ta'dil alimlerine
göre üçüncü mertebesine delalet eden lafızlardandır. Bunun gibi iki ta'dil lafzı
bir araya getirilerek kullanıldığında te'kid ifade eder. Bu itibarla hakkında
adlun dâbitun denilmiş olan ravi, bunlardan yalnız birisiyle ta'dil edilen
raviden daha üst mertebede ta'dil edilmiş demektir.
Adlun Hâfizun:
Adaletli ve hıfzı tam manasına gelen bu tabir de ta'dilin ikinci- bazı cerh ve
ta'dil alimlerine göre üçüncü- mertebesinde kullanılan ta'dil lafızlarındandır.
Bu gibi iki ta'dil lafzı bir arada kullanılırsa te'kid ifade eder. Bunun için
hakkında adlun hâfizun denilerek adaletli olduğuna hükmedilmiş olan ravi, yalnız
birisiyle adaletine hükmedilen raviden daha üst mertebede demektir.
Adûl:
“Adale” kök fiilinden mübalağa ile ism-i fail olan adûl lafzı adaletli anlamına
gelir ve adalet vasfını hakkıyla haiz olan raviler hakkında kullanılır bir
tabirdir.
Ahâdîs:
Bk. Hadîs.
Ahâdîsu'l-Ahkâm:
Bk. Ahkâm Hadisleri.
Ahbâr:
Bk. Haber.
Ahbârî:
Habere mensup, haberci manasında daha çok kıssa, tarih, hikâye ve benzeri
konularda haber nakledenlere denir. Muhaddisler, Hz. Peygamber (s.a.s)'le ilgili
haberler naklettiklerinden genel anlamda ahbârî sayılmışlardır.
Ahberanâ:
Sözlükte “bize haber verdi” demektir. Hadîs rivayet metotlarından birisiyle
alınan hadislerin başkalarına rivayeti sırasında isnatta kullanılan eda
lafızlarından biridir. Ravinin hadîsi hangi rivayet metoduyla aldığını
göstermekte ve onu şeyhine nisbet etmekte kullanılır. Ahberanâ lafzı daha çok,
hadis rivayet metotlarının en sağlamı olan ve şeyh ile talibin bir araya
gelmesiyle rivayeti ifade eden semâ' yoluyla rivayette kullanılan üçüncü
afızdır. Nitekim el-Hatîbu'l-Bağdâdî, tekil zamiriyle ahberanî lafzını semâ'a
delâlet eden lafızların üçüncüsırasında vermiştir.41 Buhârinin, şeyhi
el-Humeydî'den naklettiği bir habere bakılırsa Sufyân b. Uyeyne'ye göre
ahberanâ, haddesenâ, enbe'enâ ve semi'tu tabirleri birdir ve semâ'a delalet eden
lafızlardandır.42 Yine el-Hatîbu'.-Bağdâdî'ye göre ravi, şeyhten işitmek
suretiyle aldığı hadislerin rivayetinde semi'tu, haddesenâ, ahberanâ ve enbe'enâ
tabirlerinden birini kullanmakta serbesttir. Kadı İyad ise semâ' yoluyla
rivayeti imlâ ve tahdîs olarak ayırdıktan sonra şeyhin ezberinden veya yazılı
kitabından yapılabileceğini kaydederek bu yolla hadis rivayet edenlerin
haddesenâ, ahberanâ, enbe'enâ, semi'tu fulânen yekûlu, kale lenâ fulânun, zekera
lenâ fulânun lafızlarının herhangi birini kullanmasının caiz olduğunu söyler. 43
Bu misaller ahberanâ tabirinin genelde semâ'a delalet eden eda lafızları
arasında kullanıldığını gösterecek niteliktedir. Bununla birlikte aynı tabir,
zamanla semâ' yoluyla hadis rivayetinde kullanılmakla kalmamış, diğer hadis
rivayet metotlarının hemen hepsiyle rivayette de kullanılan bir eda lafzı haline
gelmiştir. Nitekim İbnu's-Salâh'a göre ahberanâ, önceleri şeyhten işitilen
hadislerin rivayetinde yaygın olarak kullanıldığı halde sonraları kıra'at veya
arz denilen metotla rivayet edilen hadislere tahsis edilmiştir.44
Abdullah İbnu'l-Mübarek, Yahya b. Yahya et-Temîmi, Ahmed b. Hanbel, Nese'î ve
diğer bazı âlimler, ahberanâ tabirinin mutlak olarak arz metoduyla hadis
rivayetine bağlanmasını caiz görmemişlerdir. Buna karşılık Hicaz ve Küfe
âlimlerinin büyük çoğunluğu, söz gelişi ez-Zuhrî, Mâlik, Sufyân b. Uyeyne, Yahya
b. Sa'id el-Kattân, Buhârî gibi hadis âlimleri bunu caiz görürler. İmam Şâfı'î
de ahberanâ lafzının sadece arz metoduyla hadis rivayetine ait bir tabir kabul
edilmesini caiz görenlerdendir. Buradan anlaşılmaktadır ki, hadis ıstılahlarının
oluşmaya, muhaddisler ve raviler arasında hadis rivayetiyle ilgili çeşitli
tabirler kullanılmaya başladığı sıralarda ahberanâ tabiri, önce semâ' denilen
rivayet şeklinde diğer bazı lafızlarla birlikte kullanılmış, ancak daha
sonraları aynı tabir şeyhe arz veya kıraati ifade eden bir tabir haline
gelmiştir. Şu da var ki ahberanâ lafzı, haddesenâ ile aynı manada olarak hadisi
şeyhden doğrudan doğruya vasıtasız olarak rivayette de kullanılmış, bu iki tabir
arasında fark görülmemiştir. Mağrib alimleri de ikisi arasında fark
gözetmemişlerdir. Ancak ahberanî tabirinin arz yoluyla rivayete tahsisi yaygın
hale geldikten sonra muhaddisler tarafından bu iki tabir arasında fark
gözetilmeye başlanmıştır. İmam Evzâ'î, İbn Cureyc, İmam Şâfi'î, Müslim, Abdullah
b. Vehbi'l-Misrî, Nese’î gibi âlim muhaddisler de iki tabirin ayrı mütalaa
edilmesine taraftardırlar. Bunun içindir ki ahberanâ lafzı, haddesenâ gibi
özellikle Şeyhten semâ'ı değil, şeyhin huzurunda okumayı da ifade etmeye
başladığında artık aralarında umum-husus ilgisi hasıl olmuş ve her hadis
rivayeti için ahberanâ ise de her haber nakletmeye tahdis denilememeye
başlanmıştır. Bundan dolayı Ahmed b. Salih, “ahberanâ ile enbee'nâ, haddesenâ
nın altındadır” demiştir. 45
Bazı hadisciler ahberanâ ve benzeri tabirlerin icazet ve münâvele yoluyla alınan
hadislerin rivayetinde de kullanılmasını caiz görmüşlerdir. Bazıları ise bu
tabirle birlikte hadisi tahammül yolunu belirtecek bir lafzın zikredilmesini
uygun bulmuşlardır. Mâlik b. Enes, İbn Cureyc, Ahmed b. Hanbel ve diğer bazı
hadisciler, ahberanâ ve benzeri eda lafızlarının icazet ve münâvelede
kullanılmasını hoş karşılamamışlardır. Meselâ Mâlik b. Enes, “Bu senin
el-Muvatta adlı kitabın. Onu yazdım ve karşılaştırdım. Bunun rivayeti için bana
icazet ver. Yalnız rivayet ederken ahberanâ Mâlik mi diyeyim; yoksa haddesenâ
Mâlik mi?” diyen bir şahsa “Hangisini istersen onu söyle” cevabını vermiştir.
Ahmed b. Hanbel ise, Şu'ayb'ın hadislerini, bir kısmını ona okuyarak, bir
kısmını ondan dinleyerek, bir kısmını da icazet ve münâvele ile alan el-Hakem b.
Nâfi'e, hepsini değil, bir kısmını icazet ve münâvele ile aldığı için, “Bütün bu
hadislerin rivayetinde ahberanâ de” demiştir. Bu haberler icazet ve münâvele
yolu ile alınan hadislerin de ahberanâ ve benzeri tabirler kullanılarak rivayet
edildiğini göstermektedir. Bununla beraber İbnu's-Salâh ve ona tâbi olanlar, bu
çeşit rivayetlerde tahammül yolunun açıklanmasını daha doğru bulmuşlar ve
hadiscilerin ekseriyetle bu görüş üzerinde birleştiklerini ifade etmişlerdir. Bu
açıklama işi de ravinin meselâ ahberanâ icâzeten veya haddesenâ munâveleten gibi
ibareler kullanmasıyla olur.
Ahberanâ lafzının mukâtebe yolu ile alınan hadislerin rivayetinde kullanılması
ise bazı alimlere göre caiz olmakla beraber, bazı hadisciler bunu doğru
bulmamışlardır. 46
Ahberanâ Fî Kitâbihî:
“Bize falanca kitabında rivayet etti” manasına eda sîgalarındandır. Daha çok son
devirlerde yaşamış hadisciler tarafından şeyhin asıl nüshasından rivayetini
belirtmek üzere kullanılmıştır.
Ahberanâ Fulân Bi-Kırâ'atî Aleyhi:
Bk. Ahberanâ fulân kırâ'aten aleyhi.
Ahberanâ Fulan Bi-Teblîği Fulân:
Bk. Tebliğ.
Ahberanâ Fulân Bi'l-Kırâ'ati Aleyhi:
Bk. Ahberanâ fulân kırâ'aten aleyhi.
Ahberanâ Fulan Fîmâ Kuri'e Aleyhi:
Bk. Arz.
Ahberanâ Fulan Kırâ'aten Aleyhi:
“Bize falanca kimse kendisine okumak suretiyle haber verdi” manasına arz veya
kırâ'at ale'ş-şeyh denilen hadîs alma metoduyla rivayet edilen hadîslerin
başkalarına rivayeti sırasında isnadda kullanılan eda lafızlarındandır.
Yeri geldiğinde de görüleceği gibi arz veya kırâ'at ale'ş-şeyh denilen metotla
hadis rivayeti, ravinin elindeki hadisleri şeyhe ezberinden veya yazılı metinden
okuması, şeyhin dinlemesiyle olur. Ravinin, başkası tarafından şeyhe okunan
hadisleri dinlemesi de arz sayılır. Şeyh kendisine okunan hadisleri dinler.
Dinlemesi, ezberinden veya hadislerinin yazılı olduğu kitabından takip etmesi
demektir. Okunan hadislerde yanlışlık olursa düzeltir. Hadislerin böylece şeyhe
okunması işi bitince rivayet tamamlanmış olur. İşte ahberanâ fulânun kırâ'aten
aleyhi tabiri şeyhe okunarak, daha doğrusu onun tasvibine sunularak rivayet
edilen hadislerin başkalarına rivayet edilmesi anında şeyhin isnadında yer alan
lafızlardan biridir.
Hadisciler arasında arz veya kira'at denilen yolla rivayet edilen hadislerin
başkalarına rivayet edilişi sırasında kullanılan lafızlarda birlik yoktur.
Bazıları bu yolla rivayette semi'tu, haddesenâ ve ahberanâ lafızlarının
kullanılmasını caiz görürlerse de bazıları görmezler. Ahberanâ (veya haddesenâ)
fulânun kırâ'aten aleyhi tabirini arz usulüyle alınan hadislerin rivayetinde eda
lafzı olarak kullanmayı tercih edenler, bu tabirin şeyhin ravi tarafından okunan
hadisleri dinleyip tasvip ettiğini ve hadisin bu yolla alınmış olduğunu
belirttiğine kani olanlardır. Onlara göre diğer tabirler bu hususu ifade
etmezler. Söz gelimi semi'tu, hadisin şeyh tarafından okunup ravi tarafından
dinlenerek rivayet edildiğini gösterir. Oysa arz metoduyla rivayette durum tam
aksinedir ve hadis ravi tarafından okunup şeyh tarafından dinlenerek
alınmaktadır. Bu itibarla semâ' ile arz arasında fark vardır. Bu farkı belirtmek
isteyen hadisciler rivayetlerinde ahberanâ (veya haddesenâ) fulânun kırâ'aten
aleyhi eda lafzını kullanmışlardır.
Ahberanâ fulânun bi'1-kırâ'ati aleyhi veya ahberanâ fulânun bi-kırâatî aleyhi
lafızları da aynı yerde aynı manaya kullanılır. Ahberanâ yerine tekil zamiriyle
ahberanî denildiği de olur. Eğer ravi, hadisi başkası tarafından şeyhe okunurken
dinleyerek rivayet etmişse bu eda lafzına ve ene esme'u lafızlarını ekler.
Ahberanâ Fulân Kırâ'aten Aleyhi Ve Ene Esme'u:
Bk. Ahberanâ fulânun kırâ'aten aleyhi.
Ahberanâ İcâzeten:
“Bize icazet yoluyla rivayet etti” demektir. Bazı muhaddisler tarafından icazet
metoduyla alınmış hadislerin rivayetinde kullanılmış eda sîgalarındandır. 47
Ahberanâ Kitâbeten:
“Bize kitabet yoluyla rivayet etti” manasında eda lafızlarındandır. Kimi
muhaddislerce mukâtebe yoluyla alınmış hadisleri eda ederken kullanılmıştır.
Aynı sîga bazı müteahhir (son devir ) hadis âlimleri arasında yazılı icazetle
rivayet edilmiş bulunan hadisleri eda ederken kullanılmıştır.
Ahberanâ Münâveleten:
Bk. Nâvelenî.
Ahberanâ Muşâfeheten:
Bk. Şâfehenî.
Ahberanâ Racul:
Bk. Ahberani Racul.
Ahberanî:
Sözlükte “bana haber verdi” demektir. Daha çok arz veya kırâ'at ale'ş-şeyh
denilen rivayet metoduyla alınan hadislerin başkalarına rivayeti sırasında
isnadda kullanılan eda lafızlarındandır.
Ahberanâ eda lafzının açıklanması sırasında da söylendiği gibi, bu lafız
sonraları özellikle arz yoluyla alman hadislerin rivayetinde kullanılan bir eda
lafzı haline gelmiştir. Ahberanî lafzı da önceleri haddesenâ ile aynı manada ve
şeyhten arada vasıta olmaksızın semâ'ı belirtmek üzere kullanılmıştır. Hatta
semâ yoluyla alınan hadislerin rivayetinde bu lafzı kullanmayı adet haline
getirenler vardır. Bunların en meşhurları Abdullah İbnu'l-Mubârek, Huşeym b.
Beşîr, Ubeydullah b. Musa, Abdurrezzak, Yezid b. Harun, Amr b. Avn, Yahya b.
Yahya et-Temîmî ve Îshak b. Râhûyedir.48 Ancak daha sonraları ahberanâ gibi
ahberanî lafzı da aynı şekilde şeyhe okuyarak rivayet etme metoduyla hadis
almaya has bir lafız haline gelmiştir.
Ahberanâ ile ahberanî arasında küçük bir fark vardır. Bu fark ahberanâ lafzının
daha çok bir topluluk huzurunda şeyhe okunan hadislerini rivayetinde, ahberanî
ise ravinin yalnızca kendisinin şeyhe okuduğu hadislerin nakledilmesinde
kullanılmasından ileri gelmektedir.49 Nitekim Abdullah b. Vehb, “rivayetinde
haddesenâ dediğim hadisler başkalarıyla birlikte şeyhten işittiklerimdir.
Haddesenî diyerek rivayet ettiklerim şeyhten yalnız başına duyduklarımdır.
Ahberanâ dediklerim, şeyhe okunurken benim de hazır olduklarım, ahberanî
dediklerim ise şeyhe bizzat kendi okuduklarımdır” diyerek haddesenâ ile
haddesenî, ahberanâ ile ahberanî arasındaki bu küçük farka işaret etmiştir.50
el-Hâkimu'n-Nîsâbûrû de aynı konuda şunları söylemiştir: “Rivayette ihtiyar
ettiğim, şeyhlerimin ve zamanımın hadis imamlarından çoğuna katıldığım husus,
muhaddisten yanında kimse olmadan lafzan hadis alanın haddesenî fulân;
başkalarıyla birlikte yine lafzan rivayette bulunanın haddesenâ fulân; muhaddise
kendisi okuyan şahsın ahberanî fulân; muhaddise okunurken hazır bulunan kimsenin
ise ahberanâ fulân demesidir. 51
Demek oluyor ki ahberanî lafzı aynı manada kullanılan diğer lafızlardan,
bilhassa ahberanâdan farklı olarak ravinin şeyhe bizzat kendisinin okuduğu
hadislerin rivayetinde kullanılmıştır.
Ahberanî Fulân Kitâbeten:
Bk. Ahberanî fulân mukâtebeten.
Ahberanî Fulân Mukâtebeten:
“Fulan kimse bana yazışma yoluyla haber verdi” manasınadır. Rivayet
metotlarından mukâtebe (veya kitâbe) yoluyla alman hadislerin rivayetinde eda
lafzı olarak kullanılan bir tabirdir.
İlerde özel başlığı altında geniş çapta ele alınacağı gibi mukâtebe, şeyhin
kendi el yazısıyla yazılmış ve içinde rivayet hakkını elde ettiği hadislerin
bulunduğu bir kitap ya da yazılı metni birine göndermesi şeklinde gerçekleşir.
Şeyhin böylece yazarak yolladığı hadisleri, gönderdiği kimse rivayet etmiş olur.
Böyle bir ravi o yolla aldığı hadisleri başka bir raviye rivayet ederken
isnadında genellikle bu lafzı kullanır.
Mukâtebe yoluyla rivayette ahberanâ ve haddesenâ lafızlarının kullanılmasını
caiz görmeyenler onların yerine hadis alma şeklini de gösteren ahberanî fulânun
mukâtebeten gibi tabirlerin kullanılmasını zaruri görmüşlerdir. Bu tabirin
yerine aynı manada ahberanî fulânun kitâbeten veya ketebe ileyye fulânun eda
lafızları da kullanılmıştır.
Ahberanî Racul:
Ahberanâ raculun şeklinde çoğul zamiriyle de kullanılır. Sika bir ravinîn
kendisi gibi sika olan şeyhini isnadında ismiyle anmayarak ibhâm etmesinde
kullanılan eda lafızlarındandır. “Bana adamın biri söyledi” manasından da
anlaşılacağı gibi, isnadında böyle diyen ravi, şeyhini mübhem bırakmış demektir.
52
Ahberanî's-Sıka:
Bk. Haddesenî's-Sika.
Ahfaz:
Hıfzı daha üstün anlamına ism-i tafdildir. Tabir olarak, adalet sahibi iki
raviden birinin diğerinden hadis belleme ve ezberleme yönünden daha üstün
olduğunu ifade etmekte kullanılır.
Ahkâm:
Sözlükte “hükümler” manasına gelir. Hadis İlminde câmî ya da musannef denilen ve
belli konulardaki hadisleri ihtiva eden kitaplardaki ana konulardan birinin
adıdır, ahkâm konusuna dinî hükümleri ihtiva eden hadisler girer. Özellikle
ahkâm hadislerinden meydana gelen kitaplara sünen adı verilir. Sünen Ebî Dâvud
gibi.
Ahkâm Hadîsleri:
Ahkâm, “hükm”ün çoğuludur. Buna göre ahkâm hadisleri, şer'î hükümlerin kaynağını
oluşturan hadislere denir. Bir başka deyişle taharet (temizlik), ibâdet, tâ'at,
mu'âmelat, ceza hukuku ve benzeri konulardaki fıkhı hükümlerin çıkarıldığı
hadislerdir.
Ahkâm hadisleri, genelde câmî, musannef ve sünen türü kitaplarda belli
bölümlerde bulunur. Bununla birlikte özellikle ahkâm hadislerine ayrılmış
eserler de vardır. Önemli birkaçı şunlardır:
1. Şerhu Me'âni'1-Âsâr: Ebu Ca'fer Ahmed b. Muhammed et-Tahâvî,
2. Me'âlimu's-Sunen: Ebu Süleyman Hamd b. Muhammed el-Hattâbî. Sünen Ebi
Dâvud'dan seçme ahkâm hadislerine ve şerhlerine dairdir.
3. Umdetu'l-Ahkâm: Abdulğanî el- Makdisî,
4. el-Muntekâ min Ahâdisi'l-Ahkâm: Abdusselâm b. Abdillah b. Teymiye,
5. el-İlmâm fî Ahâdîsi'l-Ahkâm: Muhammed b. Ali, İbn Dakîki'1-İyd.
6. Bulûğu'l-Merâm min Edilleti'l-Ahkâm: Ahmed b. Ali, İbn Haceri'l-Askalânî.
Ahrece Anhu:
“(Hadisi) ondan rivayet etti” anlamına gelen bir deyim olup Hadis Edebiyatı
içinde bir musannifin şeyhlerinden birinin hadisi, ondan arada vasıta olmaksızın
alarak kendi kitabında nakletmesini ifade eder tabir olarak kullanılmıştır.
Ahrece Lehû:
“(Hadîsini) kitabına aldı” manasını veren bu tabir hadis kitaplarında bir
musannifin şeyhinin hadisini, ondan gelen senediyle rivayet ederek kitabına
almasını ifade eden deyim olarak kullanılmıştır.
Ahrecehû:
“Bu hadisi (falanca) rivayet etti” manasına gelir. Hadis kitaplarında bir hadis
metnini naklettikten sonra kullanılan tabirlerdendir. Tamamen ravâhu
karşılığıdır ve çeşitli hadis kitaplarından nakledilen hadislerin kaynağını
belirtmeye yarar. Söz gelimi değişik hadis kitaplarından derlediği hadislerden
meydana gelen bir kitapta bir hadisi verdikten sonra ahrecehû Müslim diyen
musannif, bu tabiriyle verdiği hadisin Müslim Sahihinde yer aldığını belirtmiş
olur.
Ahruf:
“Harf kelimesinin çoğuludur. Hadis kitaplarında hadis metnini oluşturan lafızlar
manasına kullanılmıştır. Söz gelimi bir hadis nakledildikten sonra ravâhu
fulânun bi-nâzihi'l-ahruf denilmişse bu, o hadisin o hadisci tarafından verilen
lafızlarla rivayet edilmiş olduğunu ifade eder.
Ahsenu Şey'in Fi'l-Bâb:
“konusunda en güzel hadis” manasını verir. Esahhu şey'in fi'l-Bâb gibi bir
hadisin herhangi bir konuda rivayet edilen hadisler içinde en iyi kabul edilen
olduğunu ifade eder. Şu da var ki, hakkında böyle denilmiş olan hadisin mutlaka
hasen olması şart değildir. Konusunda rivayet edilmiş olan hadisler içinde en
iyi görülmüş olan bu hadis, sahih veya hasen olabileceği gibi, zayıf da
olabilir.
Ahvâlu'r-Ruvât:
Bk. Hâlu'r-ruvât.
Ahz:
“Almak” manasına “ehaze” kök fiilinin masdarı olan ahz, Hadis İlminde genellikle
hadisi rivayet etmek manasına kullanılır. Ravinin hadisi şeyh denilen
muhaddisten rivayet metotlarından birisiyle almasını ifade eder.
Ahz Ve Tahammül:
Bk. Tahammulu'l-Hadîs.
Ağrabe Bihî Fulân:
“Falanca ravi bu hadisin rivayetinde tek kaldı” manasına gelen bir tabir olup
bir hadisin, ravisinin rivayette tek kalması yüzünden ferd veya ğarîb olduğunu
ifade eder. Aynı manada teferrede bihî fulânun an fulânin (falanca bu hadisi
falandan rivayette teferrüd etti) tabiri de kullanılır.
Akâ'id:
Sözlük bakımından akîde kelimesinin çoğulu olan akâ'id genelde inanç sistemi,
inanç esasları manasında kullanılan bir îslâmî terimdir.
Hadis ilminde akâ'id, cami' veya musannef denilen ve belli başlı konulardaki
hadisleri ihtiva eden hadis kitaplarındaki ana konulardan biri ve birincisidir.
Akâ'id konusu, îman ve iman esaslarıyla ilgili hadisleri ihtiva eder.
Akâ'id konusundaki hadisler bazen ayrı bir kitapta toplanır. İbn Huzeyine'nin
Kitâbu't-Tevhîdi el-Beyhakî'nin Kitâbu'l-Esmâ ve's-Sıfat'ı gibi. Bu bölümün adı
bazı hadis kitaplarında Tevhîd ve Sıfat başlığı altında görülür.
Akıl:
İnsanoğlunun sahip olduğu en kıymetli cevherin adıdır. Hadis İlminde akıl,
ravide aranan şartlardan biridir. Rivayetlerinin kabul edilebilmesi için akıl
yönünden tam oluşunu ifade eden terimdir.
Akrân:
Sözlük yönünden karinin çoğulu olup birbirine yakın kişiler demektir. Hadis
Usulü İlminde yaş veya hadis rivayetindeki kıdem itibariyle birbirine yakın olan
raviler için kullanılmıştır. Rivâyetu’l-Akrân veya Mudebbec bahisleriyle
ilgilidir.
Akva'l-Esânîd:
“İsnadların en kuvvetlisi” manasına gelen bu terim için bk. Esahhu'l-esanîd.
Akvâl:
“Kavi” kelimesinin çoğuludur. Terim olarak görüşler manasına kullanılmıştır.
Hadis Usulü eserlerinde bir konudaki değişik görüşleri ifade etmekte
kullanılmıştır.
Alâ Yedey Adlin:
Bazı cerh ve ta'dil alimlerince cerhte kullanılmış lafızlardandır. Cerhin üçüncü
mertebesinde yer alır. Hükmü o mertebedeki lafızların hükmüne tabidir.
Alâmâtu’l-Vaz:
Bk. vaz'.
Alâmetu'd-Darb:
“Darb işareti” gibi bir manaya alınabilecek terkiptir. Hadislerin yazılışı
sırasında yanlış yazılan kelime veya cümlelerin işaretlenerek düzeltilmesinden
ibaret darb işleminde ve düzeltilen kısmı göstermek üzere kullanılan değişik
işaretlere denir. En çok kullanılan darb alameti çizgidir. 53
Ale'l-Ahruf:
“Harflerine göre” demek olup hadis tasnif metotlarındandır. Bu metoda göre
yazılan kitaplarda hadisler, ilk kelimelerinin başındaki harflere göre
sıralanır. Es-Su'yutî'nin el-Câmi'u's-Sağîr isimli birkaç kelime veya cümleden
oluşan kısa hadislere ayrılmış eseri bu metotla yazılmış hadis kitaplarındandır.
Aliyyu'l-Kâri'nin el-Masnû' isimli mevzuat kitabı da aynı metotla tasnif
edilmiştir.
Hadisler alfabetik tertibe konulduğundan ale'l-ahruf metoduyla yazılmış eserler
nisbeten kullanışlıdırlar.
Ale'l-Ebvâb:
“Bablarına göre” anlamını verir. Muhaddislerin hadis tasnifinde genellikle takip
ettikleri iki metottan birincisi ve en çok kullanılanıdır.
Bu mototla tasnifte hadisler, fıkıh konularına göre ayrılır ve aynı konudaki
hadisler kitâb başlığı altında ayrı bir bölüm halinde bir araya getirilir.
Böylece bir araya getirilen hadislerin her biri de bâb başlığıyla ayrı bir bölüm
halinde sıralanır. Sahih-i Buhârîde ilim konusundaki hadislerin Kitâbu'1-İlm ana
başlığı altında ve birer ikişer hadisten meydana gelen 53 babda toplanması
ale'l-ebvâb metoduyla tasnifin misalini oluşturur.
Kitâb başlığı altında birkaç ana konuda toplanan hadislerden meydana gelen
kitaplara cami veya musannef adı verilir. Kaydetmek gerekir ki, musannefler daha
çok ahkâm hadislerini ihtiva ederler.
Ale’l-Etraf:
Az kullanılmış olmakla birlikte muhaddislerin hadis tasnif metotlarındandır. Bu
metoda göre yapılan tasnifte hadislerin belli bir bölümü zikredilir. Zikredilen
bölüm, kalan kısma da delâlet eder. Ayrıca bu hadisin isnadları etraflı bir
şekilde veya kısmen ayrı bir bölümde toplanır. 54
Hadislerin belli bir bölümünü isnadlarıyla birlikte tasnif etmek usulüyle tertip
edilen hadis kitaplarına etraf kitapları denir. 55
Ale'l-Ma'nâ Rivayet:
Bk. Rivayet bi'1-Ma'nâ.
Ale'l-Mesânîd:
“Müsnedlere göre” anlamına gelen bir tabir olup muhaddislerin hadislerin
tasnifinde genellikle takip ettikleri iki metottan ikincisidir.
Bu metotla tasnifde hadisler, konularına bakılmaksızın rivayet eden sahabî
ismine göre tertip edilirler. 56Söz gelişi konuları ne olursa olsun, Hz. Ebu
Bekir'den rivayet edilen hadisler Ebu Bekr Müsnedi başlığı altında bir yerde;
Hz. Ömer'den rivayet edilenler Ömer Müsnedi başlığı altında bir başka yerde
toplanır. Böylece tasnif edilen hadis kitaplarına Müsned denir. Ahmed b.
Han-bel'in müsnedi bu konuda misaldir.
Ale'r-Ricâl:
“Ricaline göre” anlamına gelir. Hadis tasnif metotlarından biridir. Bu metotla
yazılan eserlerde hadisler, konularına bakılmaksızın rivayet edenin ismine göre
bir arada toplanır. Sahabî ismi esas olmak üzere düzenlenerek aynı sahabîden
rivayet edilen hadislerin bir arada verildiği hadis kitaplarına müsned adı
verilir, et-Taberânî'nin Mu'cemlerinden olduğu gibi. musannifin şeyhlerinin
isimlerine göre düzenlenen hadis kitapları ise mu'cem adiyle bilinir.
An:
..., den, dan manası veren harf-i çerdir. Hadis Usûlü İlminde eda sığaları
arasında söz konusu edilmiştir.
An lafzıyla hadis rivayet eden raviye mu'an'in; rivayet ettiği hadise ise
mu'an'an adı verilir.
Bu lafızla rivayet edilen hadis, lafız cezm sığası sayılmadığı, dolayısiyle ravi
ile Şeyhi arasında mülakata delalet etmediği için muttasıl addedilmez. Buna göre
Şeyhinden “an fulânin” diyerek rivayette bulunan ravi, gerçekte ondan hadis
işitmemiş biri olabilir. O yüzden isnadında intıka’ bulunmak ihtimali o duğu
gibi tedlis ihtimali de vardır. Öyle olunca hadisi munkati' veya mudelles
sayılmak ve zayıf grubuna girmek gerekir.
Şeyhinden “an” lafzıyla hadis rivayet eden ravinin isnadının muttasıl
sayılabilmesi için bazı şartlar ileri sürülmüştür. Bunlardan ilki adaletli
olmaktır. İkincisi rivayetinde tedlis yapmaması; üçüncüsü ise şeyhine mülâki
olduğunun bilinmesidir. Her üç şartın bulunması halinde rivayeti muttasıl
hükmündedir. Değilse munkati veya mürsel, yahut da mudelles çeşitlerinden birine
girer.57
An'ane:
“An'ane” rubâ'i mücerred fiilinin masdarıdır. Bir hadisi nakleden ravinin,
isnadında semâ, ihbar ve tahdise delalet eden haddesenâ, ahberanâ ve benzeri
lafızlar kullanmayıp sadece “an fulânin” diyerek hadis rivayet etmesine denir.
An'ane yoluyla rivayet edilen hadise ise mu'an'an adı verilir.
An'ane, ravi ile şeyhinin bir araya geldiğine kesinlikle delâlet etmez. Bu
itibarla “an fulânin” diyerek birinden hadis rivayet eden ravi, gerçekte o
hadisi ondan almadığı gibi onunla hiç görüşmemiş de olabilir. Buna göre ya
isnadı munkatı'dır; ya da tedlis yapıyordur. Bu yüzden an'ane ile rivayet daha
çok munkatı sayılmıştır. Bununla birlikte her an'ane yoluyla rivayet munkatı
değildir. Bazı şartların söz konusu olması halinde an'ane ile rivayet muttasıl
sayılır. Bu şartlar an maddesinde açıklanmıştır. Ayrıca mu'an'an maddesinde de
yer verilecektir.
An'ane Munkatı’a:
“An” ve “an'ane” bahislerinde söz konusu edildiği üzere, şeyhinden “an fulânin”
diyerek rivayette bulunan ravinin isnadı, bu lafız şeyhi ile mülakata delalet
etmediği için muttasıl sayılmaz. Böyle rivayette bulunan ravi, şayet tâbi'undan
sonraki tabakalardan birinden ise rivayetine, şeyhine mülâki olduğu kesinlik
kazanmadığı sürece anane munkatı'a adı verilir. Aynı şekilde rivayette bulunan
ravi tâbi'ûndan birisi ise rivayetine an'ane mursele denilmiştir.
An'ane Mursele:
Bk. An'ane Munkatı'a.
Ani's-Sîka:
“Sikadan rivayet edilmiştir” manasına gelir. Bazı büyük hadiscilerin,
kendilerine sahih olarak ulaşan hadisleri rivayet ederken şeyhlerinin ismini
söylemeyip ibhâm etmekte kullandıkları lafızlardandır. Meselâ, “İmam Mâlikten,
o, kendisine göre sika olan şeyhinden, Amr b. Şu'ayb’dan, babasından, dedesinden
rivayet edilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s) urban denilen (kaparo verilerek
yapılan) alışverişten men etti.” 58
Hadis ilminde yüksek derecelere ulaşmış bir muhaddisin adeti hep sika ravilerden
rivayet olduğundan ani's-sika diyerek şeyhini ibhâm etmesinde herhangi bir
mahzur olmadığım söyleyenler olmuştur. Ancak Hadis usulü kaidelerinin
yerleşmesinden sonra böyle lafızlarla şeyhin ismini mübhem bırakmak hoş
karşılanmamıştır.
Arz:
Sözlükte sunmak, ortaya koymak, bir nesneyi göstermek, arzetmek gibi değişik
manalara gelir. Terim olarak arz ale'ş-şeyh şeklinde de kullanılır ve hadis
rivayet metotlarından birine denir. Kısaca ravinin elinde bulunan hadisleri
şeyhe okumasından ibarettir. Uygulaması şöyledir: Adına tâlib de denilen ravi,
şeyhin rivayet hakkını elinde bulundurduğu hadisleri ezberinden veya çok kere
şeyhe ait olan kitaptan okur.
Şeyh, ya ezberinden ya da yazılı metninden kendisine okunan hadisleri dinler,
takip eder. Hata olursa düzeltir. Böylece uygulanan okuma işi tamamlanınca
okunan hadisler tâlib tarafından rivayet edilmiş olur.
Arz metoduyla rivayete bazı alimler kîrâ'at ale'-şeyh (şeyhe okuma) demişlerdir.
Aynı manada arz-ı kırâ'at, arz-ı semâ tabirleri de kullanılmıştır. Bununla
beraber İbn Haceri'l-Askalânî kıra'atle arz arasında umum-husus farkı olduğunu
ileri sürerek “arz kıra'atten daha özeldir. Kırâ'atsiz arz olamazsa da arz kasdı
olmaksızın da kıraat olabilir” demiştir.
Arz yoluyla hadis rivayetinde ister talib bizzat okumuş, ister hadis meclisinde
bir başkası okumuş da o dinlemiş; hadisler ister kitaptan isterse ezberden
okunmuş; şeyh ister o hadisleri ezberlemiş olsun, ister ezberden değil,
hadislerinin yazılı olduğu nüshasından kendisi veya o nüshayı elinde tutan diğer
bir sika kimse takip etsin, farketmez.
el-Irâki, arzın bir başka şeklini haber vererek “kimsenin elinde kitap
olmaksızın dinleyenlerden sika biri şeyhin asıl nüshasını ezbere bilir; şeyh de
okunanı gaflete düşmeden dinlerse kâfidir” der.59
Bütün bu durumlara göre arz yolu ile rivayette altı ihtimal söz konusudur:
1. Şeyh, okunan hadisleri ezbere bilir ve asıl olan nüshasını elinde bulundurur.
Bu şekilde rivayetin sahih olduğunda şüphe yoktur.
2. Şeyh, nüshasındaki hadisleri ezbere bilmekle beraber, nüshası sika ve
okuduğuna dikkat eden karî denilen bir okuyanın elinde bulunur. Böyle rivayetin
sahih olduğunda da şüphe yoktur. Hatta her iki zat dikkatli okuma konusunda
birbirlerine yardım ettiklerinden denilebilir ki bu şekil arz, bir öncekinden
daha sahihtir.
3. Şeyh, okunan hadisleri ezberine almamıştır. Ancak asıl nüshası kendi elinde
bulunur. Böyle arzın sahih olduğunda görüş ayrılığı söz konusu değildir.
4. Şeyh, okunan hadisleri ezberlememiştir. Asıl olan nüshası sika ve dikkatle
okuyan birinin elinde bulunur. Bu takdirde de rivayet sahihtir. Bu şekilde
rivayeti hoş görmeyen şiddet taraftan hadiscilerin itirazları ise geçerli
sayılmamıştır.
5. Şeyhin hıfzı yoktur. Hadisleri okuyan, şeyhin asıl nüshasından başka bir
nüshadan okur. Dinleyenler arasında bulunan dikkatli ve sika biri asıl nüshayı
elinde tutar. Böyle rivayetin sahih olup olmadığında ihtilaf vardır.
İmâmu'l-Haremeyn'e göre bu şekildeki bir arz sahih değildir. Ebu Bekr Bakıllânî
de böyle rivayetin sahih olduğunda tereddüt göstermiş ve daha çok sahih
olmadığına meyletmiştir. Buna karşılık kimi âlimler bu şekil arzı caiz
görmüşlerdir. Nitekim İbnu's-Salâh, böyle arzın muhtar olan sahih görüşe göre
caiz olduğunu söylemiştir. Aynı konuda el-Irâki, “bütün şeyhlerin yaptıkları bu
minval üzeredir”, es-Silefi ise “bütün alimlerimizi bunu kabulde ittifak halinde
bulduk” demişlerdir.
6. Şeyh hadislerim ezberlememiş olduğu gibi asıl nüshasını elinde bulunduran
kimse, ister okuyan kişi olsun; isterse dinleyenlerden biri olsun, sika değilse
böyle rivayet sahih sayılmaz. 60
Görülüyor ki arz yoluyla rivayet şeyh ile talibin çeşitli durumlanna göre daha
çok sahih olmakta, bazı hallerde ise olmamaktadır. Bununla birlikte bu yolla
hadis rivayetinin sağlam bir şekilde gerçekleşebilmesi için bazı durumların göz
önünde bulundurulması faydalı görülmüştür. Bu durumların belli başlılarını şöyle
sıralayabiliriz.
a) Şeyhe okuyan kimse, hadisleri şeyhin huzurunda okuduğu sırada şeyh dikkatle
dinlediği halde susar ve herhangi bir şekilde tasdik etmeyecek olursa bu şekilde
semâ caiz olduğu gibi rivayet de caiz olur; zira bu şekilde rivayette rivayet
esnasındaki durum şeyhin tasdikine karine sayılır. Bu konuda hadisciler,
fıkıhcılar ve kelâmcılar arasında görüş birliği vardır. Ancak bazı zahiri
âlimleri böyle durumlarda şeyhin herhangi bir şekilde okunan hadisleri tasdik
etmesinin şart olduğu görüşündedirler. Şafi'îlerden Ebu İshak eş-Şirâzî ile Ebu
Nasr İbni's-Sabbâğ ve Ebu'1-Feth Suleym er-Râzî de bu meselede zahiri alimlere
uymuşlardır. Hatta İbnu's-Sabbâğ. “Bu suretle hadis alan kimsenin işittiğiyle
amel etmesi caiz ise de haddesenî yahut ahberanî diyerek rivayet etmesi caiz
değildir. Olsa olsa kara'tu aleyh yahut kuri'e aleyhi ve huve yesme'u diyebilir”
der. 61İmam Gazâlî de sahih olan görüşün bu olduğunu söylemiştir.
b) Hadislerin şeyhe okunuşu sırasında gerek okunan hadisleri dikkatle dinlemesi
gereken şeyhin, gerekse dinleyenlerden birinin semâ halinde başka bir şeyle
meşgul olması, söz gelimi bir kilap kopya etmeleri halinde rivayetin sahih olup
olmadığı konusunda görüş ayrılığı vardır. Ebu İshak İsferâ'inî ile İbrahim b.
İshak el-Harbî, Ebu Ahmed b. Adi ve daha birçok hadis âliminin görüşüne göre
böyle bir rivayet sahih değildir. Buna karşılık Musa b. Harun el-Hammâl ve diğer
bazı muhaddisler sahih olduğu görüşündedirler. Nitekim Ebu Hatim er-Râzi'nin,
üstadı Arim'in huzurunda hadis okunması anında yazı ile meşgul olduğu, Abdullah
İbnu'l-Mubârek'in ise yanında hadis okunurken başka birşey yazdığı sabittir.
İbnu's-Salâh'a göre hadis okunurken bir kitap kopya etmekle meşgul olan kimsenin
meşgul olduğu şey okunan şeyleri anlayıp hıfztetmesine mani olacak gibiyse
rivayeti sahih değildir. Buna karşılık okunanları anlayıp hıfzetmesine engel
olacak kadar değilse rivayet sahihtir. İbnu's-Salâh buna dair ed-Dârekutnî'den
bir misal nakleder. Tanınmış muhaddisimiz gençliğinde İsma'il b. Saffâr'ın hadis
meclisinde bulunur. Bir gün İsmail, talebelerine hadis yazdırırken o yazmayı
bırakıp beraberinde getirdiği hadis cüzünü istinsah etmeye başlar. Orada hazır
olanlardan biri “Böyle istinsah ile meşgul olursan semain sahih olmaz” der.
ed-Darekutnî
“Benim kavrayışım seninkine benzemez” dedikten sonra
“Şeyhin şimdiye kadar kaç hadis yazdırdığını biliyormusun? diye sorar.
“Hayır” cevabını alınca da o ana kadar on sekiz hadisin imlâ edildiğini söyler.
Yazdırılan hadisleri sayarlar o kadar çıkar. Bir de “Birinci hadis falandan, o
da fülandan; ikincisi falancadan...” diyerek on sekiz hadisin senetlerini de
metinlerini de birer birer sonuna kadar okur. Hazır olanlar şaşırakalırlar. 62
Aynı konuda yine er-Dârekutnî'ye dair ilginç iki misali de es-Suyütî
nakletmiştir. Buna göre bir gün kendisine hadis okunurken namaza durur. Kıra'at
esnasında kari, bir hadisin isnadındaki Nuseyr b. Zu'lûk ismine rastlayınca
Nuseyri Beşîr okur. ed-Dârekutni yapılan yanlışı ihtar etmek üzere namazda
olduğu halde “subhânallâh” der. Okuyan hatasını anlayınca bu sefer Buşeyr okur.
Yine “subhânallâh” deyince Yesîr şeklinde okur. Bunun üzerine ed-Dârekutnî “nûn”
ve'1-kalemi...” ayetini okumaya başlar. Böylece yanlış okunan ilk harfin “nûn”
ismin de “Nuseyr” olduğunu ihtar etmiş olur.
Hamza b. Muhammad b. Tahir anlatmıştır: Bir kere ed-Dârekutnî'nin hadis
meclisinde bulundum. Hadisleri ona arzetmek için okuyan kimse okumakla meşgulken
o nafile namaza durdu. Okuma esnasında kari, bir hadisin isnadındaki Amr b.
Şu'ayb ismini Amr b. Sa'id diye okudu. ed-Dârekutnî, “subhânallâh” dedi;
okuyanın yanlışını ihtar etti. O ise yanlışını tekrarladı ve durdu. Bunun
üzerine ed-Dârekutnî, “Yâ Şu'aybu e salâtuke te’ınuruke...” ayetini okuyarak
hatayı düzeltti.” 63
Kıraat esnasında gerek şeyh, gerekse şeyhin hadislerini dinleyen kimse konuşur
veya okuyan acele eder yahut alçak sesle okur. yahutta okuyanla dinleyen
arasındaki mesafe fazla olur da dinleyen okunan hadisleri layıkıyla anlamayacak
olursa böyle durumlarda rivayetin sahih olup olmamasında az önceki açıklama
geçerlidir. Yani dinleyen okunan hadisleri anlayıp zabtedebilirse sahih olur.
Edemezse olmaz. Hadisin siyakından çıkarılabilecek bir iki kelime yanlışı önemli
değildir. Ancak bu takdirde okunan kitap veya cüzden işitilmemiş tek-tük
kelimelerin rivayetinin sahih olabilmesi için şeyhin dinleyene icazet vermesi
mustehab görülmüştür. 64
c) Hadîs âlimi ile talib arasında perde veya duvar gibi bir engel olduğu
takdirde hadisleri dinleyen, şeyhin sesini tanır, yahut şeyhi tanıyan sika bir
kimsenin haber vermesiyle konuşanın o olduğunu, yahut da şeyhin mecliste olup
okuyanı dinlediğini öğrenirse hadis alimlerinin tümüne göre rivayet sahihtir.
Ancak Şu'be “Dinleyenin şeyhi görmesi şarttır. Bir muhaddisin yüzünü görmedikçe
ondan rivayet etme; zira ne bilirsin, belki de şeyhin suretinde görünüp
ahberanâ, haddesenâ diyen şeytandır” demiştir. Şu'benin bu görüşü ifrattan çok
tefrittir. Nitekim Ahmed Naim Merhum da “yüzünü gördüğü muhaddisin şeytan
olmadığına nasıl güveneceğini sorarız” diyerek Şu'be'nin tefride kaçtığına
dikkat çekmiştir.
Hadis alimi ile onun okunan hadislerini dinleyen arasında perde olduğu takdirde
şeyhi sesinden tanıyorsa rivayetin sahih olduğu görüşünde olanlar İbn Ömer'in
bir hadisine dayanırlar. Bu hadise göre Hz. Peygamber İbn Umrai Mektûm ezan
okuyuncaya kadar imsakin geciktirilmesini emretmiştir. O ezan okurken herkes
evinde bulunuyor; onu görmüyordu. Demek oluyor ki sesin tanınması yeterli
görülmüştür. Aynı şekilde Mü’minlerin Annesi Hz. A'işe ve diğer peygamber
ailelerinin perde arkasından söylediği hadisler rivayet edilmiş, hepsinin
rivayeti sahih sayılmıştır.
d) Ravi şeyhten bir hadisi dinledikten sonra şeyh “bunu benden rivayet etme”
veya “bunu benden rivayet etmene iznim yoktur” diyerek rivayetten men edecek
olsa hiçbir hükmü olmaz. Özellikle şeyh, bazı kimselerin rivayetini kasdettiği
halde hadisleri okunurken kendisinden habersiz bazı kimseler de dinlemiş olsalar
durum aynıdır. Şeyh, “ben yalnız size ihbar ediyorum, falancaya etmiyorum”
demekle o falancanın rivayetinede mani olamaz. Bir hata veya şüpheden dolayı
şeyh rivayetten rücu etse, işitenlerin o hadisi rivayet etmeleri sahih olmaz.
Böyle bir hata veya şüphe yoksa şeyhin sözünün hükmü yoktur. 65
Arz metoduyla hadis rivayet eden hadiscilerin isnadlannda kullandıkları eda
sığalarının başlıcalan şunlardır:
Ahberanâ fulânun kırâ'aten aleyhi; hadisi, bizzat kendisi şeyhe okumak suretiyle
rivayet etmişse, kara'tu alâ fulân; başkası okumuş, kendisi dinlemişse kuri'e
aleyhi ve ene esme'u. Ahberanâ fulânun fînıâ kuri'e aleyhi eda sîgası da aynı
yerde kullanılır.
Semâ' yoluyla rivayette kullanılan semi'tu dışındaki lafızlar, kırâ'at tasrih
edilmek suretiyle arzda da kullanılabilirler:
Haddesenâ (enbe'enâ, nebbe'enâ) fulânun bi-kırâ'atî aleyh; haddesenâ (ahberanâ,
enbe'enâ, nebbe'enâ) fulânun kırâ'aten aleyhi ve ene esme'u; kale (zekera) lenâ
fulânun bi-kırâ'atî aleyh; Kale (zekera) lenâ fulânun kırâ'aten aleyhi ve ene
esme'u.,. gibi.
Buradan anlaşılmaktadır ki, arz yoluyla rivayette kullanılması caiz görülmeyen
lafız sadece semi'tudur. Kadı İyad, İmam Mâlik ile Sufyânu's-Sevri ve Sufyân b.
Uyeynenin semi'tu lafzının arzda da kullanılmasını caiz gördüklerini söyler.66
Sahih olan, caiz olmadığıdır.
Arz yoluyla alınan hadislerin kırâ'at lafzıyla kayıtlamadan semâda olduğu gibi
yalnızca ahberanâ, haddesenâ lafızlarıyla eda etmenin sahih olup olmadığı
konusunda hadisciler arasında görüş ayrılığı vardır. Abdullah İbnu'l-Mubârek,
Yahya b. Yahya et-Temimî, meşhur olan görüşlerine göre Ahmed b. Hanbel ve
Nese'î, bu iki eda lafzının kıraat lafzıyla kayıtlanmadan arz metoduyla
rivayette kullanılmasını caiz görmemişlerdir. Hatta Kâdî Ebubekr, sahih olan
görüşün bu olduğunu söylemiştir. el-Hatîbu'l-Bağdâdî, bunlara İbn Cureyc'i
kattıktan sonra “hadiscilerden çok kimsenin görüşü budur” demiştir. 67
Buna karşılık Hicaz ve Küfe alimlerinin çoğu, her iki lafzın birbiri yerine
kullanılmasını caiz görmüşlerdir. İbn Şihâb ez-Zuhri, Mâlik. Sufyân b. Uyeyne,
Yahya b. Sa'îd el-Kattân, Buhârî, Sufyân es-Sevri ile Ebu Hanîfe, Ebu Yusuf,
Muhammed İbnu'l-Hasen eş-Şeybânî, Yezîd b. Harun, Nadr b. Şumeyl, Ebu Âsim
en-Nebîl, Vehb b. Cerir, Sa'leb, et-Tahâvî, Ebu Nu'aym el-İsbehânî, diğer görüşe
göre Ahmed b. Hanbel bu görüşte olanların en meşhurlarıdır.
Öte yandan İmam Şâfi'î, Müslim, el-Evzâ'î ve İbn Vehb'in temsil ettikleri görüşe
göre, bu ki lafızdan yalnız ahberanâ arz yoluyla alınan hadislerin rivayetinde
kullanılır. Burada şuna işaret etmek gerekir. Ahberanâ maddesinde de söz konusu
edildiği gibi, bu lafız zamanla özellikle arz yoluyla rivayet edilen hadislerin
edası sırasında kullanılmıştır. Hatta el-Cevherî'nin açıkladığına göre ahberanâ
lafzı, hadisciler arasında “ben şeyhe okuyarak arzettim” manasına gelen adeta
bir alem olmuştur. 68
Bir üçüncü grup ise arz yoluyla hadis rivayetinde kırâ'at lafzını kullanmadan
ahberanâ demeyi caiz gördükleri halde haddesenâ demeyi görmemişlerdir. İmam
Şâfi'î ile taraftarları, Müslim; İbnu's-Salâh ve en-Nevevî'nin dediklerine
bakılırsa bütün ıraklı muhaddisler ve hadis alimlerinin çoğu bu görüştedirler.
Her ne hal ise hadisciler arasında sonradan şayi olan bu görüş olup bundan
maksatlarının haddesenâ deyince semâ, ahberanâ deyince arz olduğunu
belirtmektir.
Bu lafızlar artık terim olarak o kadar yaygınlaşmıştır ki lügat itibariyle
delâlet ettiği manalar arasında fark yoktur, diyerek aksine bir görüş ileri
sürmek bile fazladır. Ebu Bekri'l-Berkânî'nin şu hikâyesi her iki terimin ayrı
ayrı kullanılışının daha o zamandan beri ne kadar kökleşmiş olduğunu gösterir:
“Horasanın önde gelen hadis çilerin den Ebu Hatim Muhammed b. Ya'kub el-Herevî,
bir gün el-Berkanî'ye şöyle demiş: “Bazı şeyhlerimden, Ebu Abdillah Muhammed b.
Yusuf el-Firebri'den Sahîh-i Buhârîyi arz suretiyle rivayet ederek okudum. O
şeyhim her hadiste “haddesekumu'l-Firebrî” derdi. Kitabı bitirdikten sonra
öğrendim ki, o şeyh de Sahihi el-Fîrebri'den benim gibi arz yoluyla almış.
İtiraz ettim. Kitabı yeni baştan bana okuttu. Her hadisin başında
“ahberakumu'l-Firebrî” dedi.” 69
Semâ'dan sonra en sahih rivayet metodu olan arz yoluyla alınmış hadislerin
rivayet edilmesinin caiz olup olmadığı konusunda ciddi bir ihtilaf yoktur. Ancak
arzın semâ1 karşısındaki durumu hakkında üç görüş vardır. Bunlardan birincisi
semâ' ile arzın arasında herhangi bir fark bulunmadığını savunanların görüşüdür.
İkincisi arzı semâ'a, üçüncüsü ise semâ'ı arza tercih edenlerin görüşleridir.
Arz ile semâ' arasında hiçbir fark olmadığı ve arzın semâ'dan ibaret olduğu
görüşünde olanlar, Medine hadis ekolünden Abdurrahman İbnu'l-Hâris, İkrime, İbn
Şihab ez-Zuhrî, Rebî'atu'r-Rey, el-Alâ b. Adirrahmân, Yahya b. Sa'îd el-Ensârî,
Hişâm b. Urve, Muhammed b. Amr el-Leysî, Mâlik b. Enes; mekkelilerden Alkame b.
Kays en-Neha'î, Âmir b. Şurahîl eş-Şabi, el-Hasen b. Salih b. Hayy;
Basralılardan Katâde b. Di'âme, Ebu'l-Aliye Ziyâd b. Firûz, Kahmes, Sa'îd b. Ebî
Arûbe; Mısırlılardan Abdurrahman İbnu'l-Kasım, Eşheb b. Abdilazîz, Abdullah b.
Vehb. Abdullah İbni'l-Hakem gibi âlimlerdir. 70
Arz ile semâ’ arasında fark görmeyenler, bir hadise dayanırlar. Enes b. Mâlik
den rivayet edilen bu hadis şöyledir:
“... Hz. Peygamber'in ma'iyyetinde oturuyorduk. Derken devesine binmiş bir adam
geldi. Devesini mescid (avlusun)da ıhtırıp bağladı. Sonra oturan sahabilere
“Muhammed hanginiz?” diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.s) aralarında (yanma)
yaslanmış oturuyordu.
“İşte şu oturan beyaz adam” dedik. Adam Hz. Peygamber'e
“Abdulmuttalibin oğlu!” diye seslendi. Allah Resulü,
“Seni dinliyorum” diye cevap verdi. Adam,
“Sana bazı şeyler soracağım. Soracaklarım yüzünden sana sıkıntı verebilirim,
bana gücenme” deyince Allah Resulü:
“İstediğini sor” buyurdu. Bunun üzerine adam,
“Senin ve senden öncekilerin rabbi (olan Allah) aşkına söyle! Seni bütün
insanlara peygamber olarak Allah mı gönderdi?” diye sordu. Hz. Peygamber bu
soruya
“Allah adına evet!” cevabını verdi. Adam ikinci olarak,
“Allah aşkına söyle, sana bir gün ve gecede beş vakit namaz (kılmmasın)i Allah
mı emretti?” Allah Resulü bu soruya da
“Allah adına evet!” diye cevap verdi. Daha sonra adam,
“Allah aşkına söyle, senenin şu (ramazan) ayında oruç tutmanı sana Allah mı
emretti?” dedi. Hz. Peygamber, “Allah adına evet!” buyurdu. Bu sefer de
“Allah aşkına söyle, şu zekâtı zenginlerimizden alıp fakirlerimize dağıtmanı
sana Allah mı emretti?” sorusunu sordu. Hz. Peygamber bu soruya da
“Allah adına evet!” cevabını verdi. Bunun üzerine adam,
“Bütün getirdiklerine iman ettim. Ben geride bıraktıklarımın elçisiyim. Adım
Dimam b. Sa'lebedir” dedi.” 71
Buhârî ayrıca el-Hasen, Sufyânu's-Sevrî ve İmâm Mâlik'in kırâ'at ale'ş-şeyh yani
arzı caiz gördüklerini de kaydetmiştir. Bütün bunlar, arz metoduyla rivayetin
sahih olduğuna ve semâ' ile arasında önemli bir fark bulunmadığına delalet eden
açık deliller sayılmıştır. Diğer taraftan kimi sahabilerden rivayet edilen bazı
haberler de arz ile semâ' arasında fark olmadığı görüşünde olanlara açık birer
delil teşkil eder. Bu haberlerden birine göre Ali b. Ebî Talib'e alime bir şey
okumanın hükmü sorulduğunda o “âlime okumak ondan işitmek derecesindedir”
demiştir. Şu söz de ona nisbet edilmiştir: “Senin âlime okuman ile âlimin sana
okuması birdir.” 72
Arzı semâ'a tercih edenlerin başında İbn Cureyc, el-Leys b. Sa'd el-Kattân,
Yahya b. Abdillah b. Bukeyr, Hişâm b. Abdilmelik, Ebu Ubeyd el-Kasim b. Selâm,
Ebu Hatim er-Râzî, Muhammed b. İshak, İmam Mâlik, Sufyân es-Sevrî, Ebu Hanîfe,
Hişâm b. Urve, İbn Ebî Zi'b, Sa'îd b. Ebî Arûbe, el-Musennâ İbnu's-Sabbâh gibi
meşhur muhaddisler gelir. Bunlara göre talebenin âlime okuması, âlimin talebeye
okumasından hayırlıdır. 73
Arz metodunu semâ'a tercih edenler bazı sebepler göstermişlerdir. Abdurrahman b.
Mehdi, Mâlike okuyarak arzettiği hadislerin ondan dinlediklerinden daha sağlam
olduğunu söylemiştir. Ona göre bunun sebebi Mâlik'in bazan isnad söylemesi,
bazan da araya başka sözler kalmasıdır. Ebu'l-Velîd de hadisin şeyhe
arzedilirken daha dikkatli okunduğundan arzın daha sağlam olduğunu söylemiştir.
Musa b. Davud da şeyhe okuduğu zaman bütün dikkatini verebileceğini, oysa
kendisi rivayet ettiği zaman muhatabı olan talebeden gafil olabileceğini
belirtmiştir.
Arz yoluyla rivayeti, şeyhten dinlemekten ibaret semâ'a tercih edenler
tercihlerine sebep olarak bir de semâ' sırasında şeyhin hata yapması halinde
talibin bu hatayı düzeltme imkan ve fırsatının olmamasını göstermişlerdir.74
Halbuki hadis şeyhe okunduğu zaman talebe hata yapsa bile, bütün dikkatini
okunanı dinlemek için sarfeden şeyh tarafından düzeltilmesi çok daha kolay olur.
75Ne var ki semâ' yoluyla rivayette şeyhin hata yapması halinde talibin hiçbir
şekilde bu hatayı düzeltmek imkanı olmadığı itirazına karşı çıkılmış ve talibin
okuması halinde de Şeyhin hata yapabileceği ileri sürülmüştür. Bu itirazı ileri
sürenler, semâ'ı arza tercih edenlerdir. Genellikle “Meşrık ehli” denilen Irak
ekolü muhaddislerinden ibaret bu grup semâ'ın arzdan üstün olduğu
görüşündedirler. İbnu's-Salâh, en-Nevevî ve es-Suyütî sahih olanın bu görüş
olduğunu söylemişlerdir. İbn Haceri'l-Askalânî'ye göre ise şeyh ile talib aynı
ilmî seviyede olduklarında veya talibin daha bilgili olması halinde semâ' tercih
edilir; zira bu takdirde talib, işittiklerine daha fazla dikkat eder. Talibin
ilmi daha az olduğu takdirde ise şeyhe okuyup arzetmek daha münasip olur; çünkü
bu usul talibin zabtına daha fazla yardımcıdır. Bu nükteye binaendir ki, imlâ
halinde talibin şeyhin lafzını dinlemesi hadis rivayet usûllerinin en
yükseğidir, bu takdirde şeyh de talib de dikkatli olurlar. 76
Bununla birlikte arz iie semâ’ın birbirine tercihinde şeyhin ezberden okuması ve
imlâ gibi hususların da dikkate alındığı gözden kaçmamaktadır. Bu iki rivayet,
metodunun bir olduğu görüşünde olanlardan Ahmed b. Ali el-Bağdâdi, Şeyhin kendi
kitabından okuması halinde arz ile semâ' arasında fark olmadığını, fakat şeyhin
ezberinden okuması durumunda semâ’ın arzdan üstün olduğunu söylemiştir. 77
Bütün bunlardan şu sonuç çıkmaktadır: Hadiscilerin kimi semâ'ı arza, kimi de
arzı semâ'a tercih etmiştir. Kimisi de her ikisinde de görülen hadis rivayeti
açısından küçümsenemiyecek bazı aksayan yönleri göz önünde tutarak tesviye, yani
ikisini bir tutma yoluna gitmiştir. Semâ ile arz arasında fark görmeyenler
“gerek şeyhin, gerekse talibin hataya düşmesi bahis konusu olunca arz ile semâ
arasında hiçbir fark yoktur” demişlerdir. 78
Şurası muhakkaktır ki, üzerinde en çok tartışmanın yapıldığı hadis rivayet
metodu, arz metodu olmuştur. Onun uzun boylu münakaşalara konu olması bir bakıma
en çok uygulama alanı bulan rivayet usullerinden biri olmasından ileri geliyor
olmalıdır.
Arz Ale'ş-Şeyh:
Bkz. Arz.
Arz-ı Kırâ'at:
Bk. Arz.
Arzı Münâvele:
Münâvele yoluyla arz manasına gelen bu tamlama hadis talibinin, herhangi bir
yerden elde ettiği şeyhine ait kitabın aslını veya fer'ini ona vermesi; şeyhin
bu nüshayı tetkik ettikten sonra kendisine geri vermesine denilir. Bu yolla
hadis rivayeti âlimlerce caiz görülmüştür. 79
Arz-ı Semâ:
Bkz. Arz.
Arzu'l-Munâvele:
Arz-ı Münâvele.
Ashâb:
Kelime olarak dördüncü babdan çekilen “sahibe” kök fiilinin ism-i faili olan
sahibin “cem'u'l-cemi”dir. Sahib, sahb, ashâb şeklinde gelir. Sahib, sohbet
eden, bir arada bulunan, dost, arkadaş demektir. Taraftar, bir görüşü
benimsemiş, birine tâbi olmuş kimse manasını da verir. Buna göre ashâb, dostlar,
arkadaşlar, taraftarlar demek olur.
Ashab kelimesi terim olarak ashâb-i bedr, ashâb-ı rey, ashâbu'r-resûl, ashâbu
Resûlillâh misallerinde görüldüğü gibi bütün islami ilimlerde kullanılır. Sahabe
eş manalısı olarak Hadîs İlminde daha çok geçer.
Sahabe başlığı altında da söz konusu edileceği gibi ashâb, Hz. Peygamber devrine
yetişmiş, onu müslüman olarak görmüş, onunla bir arada bulunmuş, yine müslüman
olarak ölmüş kimselere denir. Bu manada daha çok sahabe denilmekle birlikte
ashâbu'r-Resûl, ashabı Resûlillâh, ashabı kiram şekillerinde de kullanılmıştır.
Ashabın Hadis İlmindeki önemli yeri, Sünneti bizzat kaynağından öğrenmelerinden;
öğrendiklerini uygulamalarından; sonra da kendilerinden sonra gelen tâbi'îler
nesline aktarmalarından kaynaklanır. Allah Resulünün peygamberliğinin ilk
günlerinden ebedî hayata göç etmesine kadar geçen zaman içinde ashab, onunla sık
sık beraber olmuş, tebliğlerini, uygulamalarını, söz, fiil ve takrirlerini, dinî
ve ahlâkî açıklamalarını yakından takip ederek öğrenme imkanı bulmuşlardır.
Kısacası İslâm'ı ilk olarak uygulayıcısından öğrenmişlerdir. Kur'ân-ı Kerim'i
daha iyi anlamak, ibadetlerini düzgün bir şekilde yapabilmek, günlük işlerini de
o nisbette düzgün olarak yerine getirebilmek üzere birşeyler öğrenebilmek
maksadıyla imkân ölçüsünde ondan ayrılmamışlardır. Söz gelişi Ebu Hureyre, hadis
öğrenmeye oldukça düşkün bir sahabîdir. Onun Hz. Peygamber'e sorduğu “Kıyamet
günü şefaatin en çok kime ulaşacak” sorusuna verilen cevapta ashabın ilme
düşkünlüğüne de yer verilmiştir: “Hadis öğrenmek için sende gördüğüm hırsa göre
bu hadisi bana senden önce kimsenin sormayacağını biliyordum, ya Ebâ Hureyre.
Kıyamet günü insanlar içinde şefaatime en çok mazhar olacaklar, halisane bir
şekilde içinden gelerek “lâ ilahe illallah” diyenlerdir. 80
Bunun yanısıra ashab, Hz. Peygamberle beraber bulunmadıkları zaman inen Kur'ân
ayetlerini, Hz. Peygamber'in sözlerini ve cereyan eden olayları takip ederek
onunla beraber olanlardan öğrenmişlerdir. Bu konuda Hz. Ömer'in komşusuyla
anlaşarak sıra ile Medine'ye indikleri meşhurdur. Kendisinden dinleyelim: “Ben
ve Ensârdan bir komşum, Medine dışında Beni Umeyye yurdunda otururduk. Hz.
Peygamber'in yanına (Medine'ye) sıra ile giderdik. Bir gün o giderdi; bir gün
ben. O gittiği günün haberini getirirdi, ben gittiğim günün…”81 Bu nöbetleşmenin
yeni inen Kur'ân ayetlerini takip etmek kadar Hz. Peygamber'in sözlerini, kısaca
hadisleri öğrenmek üzere uygulandığında şüphe yoktur.
Hz. Peygamberle birlikte olduklarında ondan görüp işittiklerini, beraber
olmadıkları zaman da onunla birlikte olanlardan görüp duyduklarını öğrenen
ashab, öğrendiklerini daha sonra büyük bir şevk, heyecan ve gayretle tâbi'îlere
nakletmişlerdir. Ebu Zerri'l-Gıfârî'nin ensesini göstererek söylediği şu sözler,
ashabın Allah Resulünden öğrendiklerini başkalarına öğretme konusunda ne kadar
azimli olduklarını gösterir: “Beni öldürmek için kılıcı şuraya dayasanız, ben de
siz işinizi bitirinceye kadar Hz. Peygamberden duymuş olduğum bir sözü size
ulaştırmaya vakit bulacağımı bilsem, o sözü size mutlaka yetiştirirdim.” 82
Bu azimle Hz. Peygamber'den öğrendiklerini kendilerinden sonra gelen nesle
aktaran ashâb, hadîs rivayet zincirinin ilk halkasını teşkil etmiştir. Bu
bakımdan Hadis İlminde büyük önemi haizdir.
Ashab, umumiyetle İslâmiyet'in zuhur ettiği Mekke'de Hz. Peygamber'e iman edip
onunla birlikte Medine'ye hicret eden muhacirlerle, kendilerine kucak açan ve
her türlü yardımı esirgemeyen Ensâr’dan, bir de civar kabilelerden müslüman olup
Medine'ye gelenlerden meydana gelir. Hadis alimlerine göre İslâmiyetteki
kıdemlerine göre oniki tabakaya ayrılmışlardır. 83
Ashâb-ı Ahruf:
Ashâb, sahib kelimesinin; ahruf ise lafız manasına “harfin çoğulu olduğuna göre
ashâb-ı ahruf, hadis rivayetinde şeyhin lafızlarına harfiyyen riayet ederek
işittiği gibi nakledenlere denilmiştir.
Ashâb-ı Kiram:
Bk. Ashâb.
Ashâb-ı Kutub:
Bk. Sâhibu'l-Kitâb.
Ashâb-ı Resûlillâh:
Bk. Ashâb.
Ashâb-ı Suffe:
“Suffeliler” manasına gelen bir tamlama olup Medine'de Mescidu'n-Nebî (Peygamber
Mescidi) bitişiğinde bulunan ve adına Suffe denilen üstü kapalı, gölgelik yerde
kalıp vakitlerini daha çok ibadet, Kur'ân öğrenimi ve hadis müzakeresiyle
geçiren bir kısım sahabîlere denir.
Bir diğer tabirle Ehl-i Suffe de denilen Ashab-i Suffe, bilhassa kimsesiz
muhacirlerle civardan gelen ve Medine'de yanına inecek kimsesi olmayan fakir
müslümanlardan oluşur. Sayıları hakkındaki rivayetler değişiktir. Ebu
Hu-reyre'nin bir rivayetinde ashabı suffeden yetmiş kişiye mülaki olduğu
kaydedilir.84 Bu rivayete istinaden olsa gerek, Suffe'de kalan fakir ve kimsesiz
müslümanların yetmiş kişi oldukları söylenmiştir. Bununla beraber ashab-ı
suffenin sayısını 400'e kadar çıkaranlar vardır. Haliyle içlerinden evlenmek,
ölüm ve sair sebeplerle ayrılan olunca yerine yenileri gelerek sayıları devamlı
şekilde değişmiştir.
Ashâb-ı suffenin günlük meşguliyetini daha çok Kur'ân-ı Kerim öğrenmek, hadis
müzekere etmek, seriyye birlikleriyle sefere çıkıp cihada katılmak teşkil
etmiştir, sayılan çok olmamakla birlikte suculuk, hurmalık suvarmak, odun
toplamak gibi işlerde çalışarak günlük nafakasını çıkaranlar da olmuştur. Bir
kısmı da Hz. Peygamber'in va'z ve nasihatlarmi dinleyip hıfzederek diğer
sahabîlere rivayetle meşgul olmuşlardır. Sahabe içinde en çok hadis rivayet eden
Ebu Hureyre bunlardandır.
Son derece basit şartlarda ve yoksulluk içinde yaşayan Ashabı Suffe karınlarını
çok kere Hz. Peygamber (s.a.v)'in sofrasında, kimi zaman da Medine'li
müslümanların yanlarında doyurmuşlardır, sadaka olarak getirilen malların
dağıtımında Allah Resulü ilk önce Ashab-i Suffeyi gözetmiştir.
Buhâri Sarihi Aynî'nin kaynak göstermeden naklettiğine göre Ashab-ı Suffeye
Ashâb-ı Saffe denilmiştir. Onlara böyle isim verilişinin sebebi, bu kimsesiz ve
barınacak yerleri olmayan sahabilerin Mescidin kapısında saflar halinde
durmalarıdır. 85Bununla birlikte Ehlu's-Suffe tabiriyle birlikte ilk tabir daha
çok meşhur olmuştur.
Ashâb-ı Sünen:
Bk. Sünen.
Ashâbu'l-Aşerât:
Bk.Ashâbu'l-mi'e.
Ashâbu'l-Bıd'a:
Bk. Ehlu'l-bid'a.
Ashâbu'l-Elf:
“Bin hadis sahipleri” manasına gelen bir tabirdir. Rivayet ettiği hadislerin
sayısı binden fazla olan sahâbîler için kullanılır.
Baki b. Mahled ile ona tâbi olan İbn Hazm'in ayrı bir metotla yaptıkları
sınıflandırmaya göre ashâb'ul-elf, rivayet sayısı binle iki bin rivayet
ettikleri hadislerin arasında olanlardır. Bu gruba giren sahabîler, Abdullah b.
Abbâs (1660 hadis); Câbir b. Abdillah (1540 hadis); Ebu Sa'idil-Hudrî (1170
hadis) dir.86
Ashâbu'l-Elfeyn:
“İki bin hadis sahipleri” anlamına gelen bir tabir olup rivayet ettiği
hadislerin sayısı ikibini aşan sahabiler için kullanılır.
Bakî b. Mahled ile İbn Hazm'in yaptıkları sınıflandırmaya göre ashâbu'l-elfeyen
kendisinden iki binin üzerinde hadis rivayet edilmiş olan sahabilerdir. Bu gruba
girenler, Abdullah b. Ömer (2630 hadis); Enes b. Mâlik (2286 hadis); Mü’minlerin
Annesi Hz. A'işe (2210 hadis) den ibarettir. 87
Ashâbu'l-Hadîs:
Aynı manada Ehlu'l-Hadîs ve Ehlu'1-Eser tabirleri de kullanılır. Her ikisi de
“hadîs ehli, hadisciler” manasına gelir. Kendisini Hadis İlmine adamış
âlimlerle, hadis rivayetiyle meşgul olan ravilere denir.
Hz. Peygamber'in sözlerinden, davranış ve hareketlerinden, takrir denilen ve
huzurunda yahut gıyabında başkaları tarafından yapılan işleri kabul etmesinden
ibaret Sünnet, ibadet, mu'amelat, helal-haram, ahlâk ve öteki dinî yve ictima'î
konularda Kur'ân-ı Kerim'den sonra gelen kaynaktır. Sünnet, Kur'ân’ın mücmel
hükümlerini tafsil eder; onları açıklar ve uygulama şekillerini gösterir. Bunun
yanisıra Kur'ân'da olmayan hükümler koyar.
Sünnetin İslâm Dini'ndeki böylesine önemli yeri müslümanları Hz. Peygamber'in
vefat edişinin ardından sünneti aksettiren hadisleri toplamaya sevketmiştir.
Bilhassa fetihlerin genişlemesi sonucu çeşitli dil, din, ırk ve kültürden hayli
insanın İslâm idaresine girmesiyle ve birtakım siyasî, ictima'î, kültürel ve
öteki bazı sebeplerle müslümanlar arasında anlaşmazlıklar başgösterince hadisin
önemi bir kat daha artmıştır. Çok geçmeden yüzlerce, binlerce müslüman hadis
rivayetiyle meşgul olmuştur. Aralarında rivayet ilminin inceliklerini bilen
alimler yetişmiştir. Hadis ilimleri ve rivayetiyle meşgul olan bu alimlere
ashâbu'l-hadis adı verilmiştir.
Birinci hicri asrın sonlarına doğru tâbi'îlerden de hadisleri, rivayet
yollarını, rivayetler arasındaki farkları iyi bilen âlimler çıkmıştır. Bunların
büyük çoğunluğu herhangi bir dinî meselede Kur'ân-ı Kerim veya hadise dayanmadan
hüküm vermeyi hoş karşılamamışlardır. Hal böyle olunca sünneti aksettiren
hadîsleri toplamak üzere yoğun bir faaliyet başlamıştır. Hz. Peygamber'den
rivayette bulunan sahabîlerin bulundukları şehirlere akın edilmiş; herhangi bir
yerde hadis rivayetiyle ün salmış âlim varsa yanma kadar gidilmiştir. Bu uğurda
uzun, yorucu ve çetin yolculuklar yapılmıştır. Ashab-ı hadisten yüzlercesinin
görev aldığı ve bu çalışma sonucu toplanan hadisler yazılı metinlere ve
kitaplara geçirilmiştir. Böylesine yoğun faaliyet içinde toplanan, bir yanda
ezberlenmek, öte yandan yazılı metinlere geçirilmek suretiyle tesbit ve muhafaza
altına alınan hadislerin tasnifi, herbirinin ravilerini, rivayet yollarının,
sıhhat derecelerinin tesbit edilmesi ancak hadis alimlerinin yılmak bilmeyen
gayretleriyle mümkün olmuştur. Zamanla çoğalan ve sayıları yüzbinlere varan
rivayetler arasından gerçekten Hz. Peygambere ait olanların, zayıflarından hatta
uydurmalarından ayırdedilebilmesi yine ashab-ı hadisin gayretleri ve tesbit
ettikleri kaide ve metotların sonucudur.
Hz. Peygamber'in vefatından kısa bir süre sonra müslümanlar arasında ayrılık
meydana gelmesiyle oluşan siyasî ve itikadı fırkaların herbiri kendi görüşlerini
yayabilmek ve taraftar toplamak gayreti içinde hadisleri istedikleri doğrultuda
yorumladıkları gibi görüşlerine uygun hadisler uydurmaktan da geri
kalmamışlardır. Ashab-ı hadisin yoğun mesailerinin önemli bir sonucu da burada
görülmüştür. Onlar Hz. Peygamber'e ait sahih hadisleri rivayet etmekle bozguncu
fikirlerin yayılmasına az da olsa mani olmuşlardır. Böylece bir yandan
islâmiyet'in özünü aksettiren sahih hadisleri toplumun istifadesine sunarken
diğer taraftan sahtelerini tesbit etmek suretiyle İslâm'ın asıl şeklinin
korunmasında büyük rol oynamışlardır.
Fıkıh ilminin ikinci kaynağı Sünnet; dolayısıyle hadislerdir. Fıkıh alimlerinin
gerek Fıkıh usûlü kaidelerinin tesbitinde gerekse fıkıh meselelerinin çözüme
bağlanmasında delil olarak kullandıkları hadisler, ellerine ancak ashab-ı
hadisin gayretleriyle ulaşmıştır. Kısacası hadisciler bir bakıma havarilerin Hz.
İsa'nın tebliğ ve talimatlarını yaymak konusunda yaptıkları vazifeyi Hz.
Peygamber ve İslâm Dini için yapmışlardır. Yüklenmiş oldukları vazifenin önemi
onlara toplum içinde haklı bir şöhret kazandırmış ve hadis alimleri her yerde
büyük itibar görmüşlerdir.
Bununla birlikte bilhassa kelâmcılar hadiscilere şiddetle hücum ederek onları
yalan ve çelişkili rivayetler nakletmekle, dolayısıyle de ihtilafların ve
fırkaların doğmasına, müslümanların birbirlerine düşman kesilip birbirlerini
küfürde itham etmeye kadar ileri gitmelerine sebep olmakla suçlamışlardır.
Onların doğrusunu eğrisinden ayırdetmeden bütün rivayet ettikleri hadisleri
nakletmeleri sebebiyle her fırka kendi görüşüne hizmet edecek hadis
bulabilmiştir. Hicaz ve Iraklı fakihlerin fıkhın pek çok bölümünde ihtilafa
düşmeleri bu yüzdendir. Teşbih hadisleriyle allah'a iftira etmişler;
naklettikleri akıl dışı rivayetlerle İslâm'a hücum ve onunla alay edilmesine
sebebiyet vermiş; ihtida edeceklere engel olmuşlar; tereddüt geçirenlerin daha
da şüphelere dalmasına yol açmışlardır. Bu (hadisciler) rivayet ettikleri şeyi
pek az bilen ondan pek az nasiplenen kimselerdir. İlim ve hadisin dış yüzüyle
yetinirler. Kendilerine “rivayet usulünü biliyor” denmesini kafi görmüşler
“yazdığını biliyor, bildiğiyle amel ediyor” denmesine kulak asmamışlardır. 88
Kelamcılarm bu tenkit ve ithamlarına hak vermek mümkün değildir. Gerçi ashab-ı
hadis, her işittiklerini rivayet etmişlerdir. Hatta onların bu durumları
“onların meseli, sırtında kitaplar taşıyan merkebin durumu gibidir” anlamına
gelen ayetle 89anlatılmak istenerek hakaret konusu bile yapılmıştır. Ancak
unutulmamalıdır ki her meslekten olduğu gibi hadisciler arasından da gerekli
bazı özellikleri taşımayanlar veya yetenek itibariyle zayıf insanlar çıkmıştır.
Ancak böyleleri diğer dirayet sahibi ashab-ı hadis yanında devede kulak gibidir.
Kaldı ki, İbn Abbas'ın tabiriyle söyleyelim, “ank deveye de yağızına da
binilmeye başlanması üzerine” yani, ehliyetsiz kişilerin önüne gelen rivayeti
hadis diye nakletmesi karşısında hadislerin sahihini sakîminden ayırdedebilmek
için hayli kaideler konmuş, tedbirler getirilmiştir. Bu tedbirleri alanlar,
kaideleri koyanlar ashab-ı hadistir. Kendilerini Hadis İlmine adamış olan bu
müslümanlann dini bir sorumluluk duygusu içinde hareket ettiklerine şüphe
yoktur. Bunların, belki de gördükleri vazifeden hoşlanmayan bazı mezhep
mensupları tarafından hem de genelleme yapılarak tenkit edilmeleri hiç bir İnsaf
ölçüsüyle bağdaşmaz.
Şurası da var. Herhangi bir mezhep veya görüşe taassup derecesinde bağlı ve sırf
mezhebini kuvvetlendirmek üzere veya başka maksatlarla uluorta rivayetlerde
bulunanların tamamen hasbî duygularla hadis rivayet eden ve böylece İslâm
Dini'ne hizmet etmiş olanlarla bir tutulmasına da imkan görülemez.
Ashâb-ı hadis ve faziletlerinden bahseden eserlerden bir kaçı şunlardır:
1. Şerefu Ashâbi'l-Hadîs, el-Hatibu'l-Bağdâdî,
2. Şerefu Ashâbi'l-hadîs, el-Hasen b. Ahmed İbnu'l-Bennâ.
3. Menâkibu Ehli'l-Âsâr: Ebu İsmail Abdullah b. Muhammed el-Herevî,
4. Kadiyye fi'r-Red alâ men Âbe'l-Hadîse ve Ehlehû: Ebu Abdillah Muhammed b. Ebî
Nasr el-Humeydî,
5. el-intisâr li-Ashâbi'1-Hadîs, Ebu'l-Muzaffer Mansûr b. Muhammed es-Sem'ânî,
6. el-İntisâr li-Ehli's-Sunneti ve'1-Hadîs: Ebu'1-Vefâ Ali b. Akîl,
7. Kitâbu Fadli Ashâbi'l-Hadîs: Ebu'l-Kasım Ali İbnu'l-Hasen, (İbn Asâkir),
8. Menâkibu Ashâbi'l-Hadîs: Ebu'l-Ferec Abdurrahmân b. Ali (İbnu'l-Cevzî).
9. Menâkibu Ashâbi'l-Hadîs: Ebu Abdillah Muhammed b. Abdi'l Vâhid el-Makdisî.90
Ashâbu'l-Kutub:
Bk. Sâhibu'l-Kitab.
Ashâbu'l-Mi’e:
Yüz hadis sahipleri” demek olup sahabilerin rivayet ettikleri hadis sayısına
göre taksimi sonucu yüz ile ikiyüz arasında hadis rivayet eden sahabîler için
kullanılan özel tabirdir.
Rivayet ettiği hadislerin sayısı yüz ile ikiyüz arasında olarak ashâbu'l-mi'eye
dahil edilen sahâbîlerden birkaçı şunlardır: Sehl b. Sa'd (188 hadis);
Ubâdetu'bnu's-Sâmit (181 hadis); İmran b. Husayn (180 hadis); Ebu'd-Derdâ (190
hadis); Ebu Katâde (170 hadis); Bureyde-tu'bnu'l-Husayb el-Eslemî (167 hadis);
Ubey b. Ka'b (164 hadis); Mu'âviye b. Ebî Sufyân (163 hadis); Mu'az b. Cebel
(157 hadis); Ebu Eyyûbu'l-Ensârî (155 hadis); Osman b. Affân (146 hadis); Câbir
b. Semure (146 hadis); Ebubekr es-Sıddîk (142 hadis); el-Muğîretu'bnu Şu'be (136
hadis); Ebu Bekre (132 hadis); Usâmetu'bnu Zeyd (128 hadis); en-Nu’ınân b. Beşîr
(114 hadis); Ebu Mes'ûdu'l-Ensârî (102 hadis); Cerîr b. Abdillah (100 hadis). 91
Bundan sonra ashâbu'l-aşerât gelir ki bu terim rivayet ettiği hadislerin sayısı
yirmi ile yüz arası değişen sahâbiler için kullanılmıştır.
Ashâbu'l-Mı'eteyn:
“İkiyüz hadis sahibi” manasına gelir. Rivayet ettiği hadislerin sayısı ikiyüz
ile üçyüz arasında olan sahabîler için kullanılan tabirdir.
Hz. Peygamber'in hadislerini ilk rivayet eden nesil olan sahabe, rivayet
ettikleri hadislerin sayışma göre kısımlarla ayrılmıştır. Bu kısımların
beşincisi ashâbu'l-mi'eteyndir ve iki yüzden fazla üç yüzden az hadis rivayet
edenlerden oluşur. Bu gruba giren sahâbiler şunlardır: Ebu Zerri'l-Gifâri (286
hadis); Sa'd b. Ebî Vakkâs (270 hadis); Ebu Umâme el-Bâhilî (270 hadis); Huzeyfe
İbnu'l-Yemân (225 hadis). 92
Ashâbu'l-Mi'în:
“Yüzlerce hadis sahibi” anlamına gelen bir tabir olup rivayet ettiği hadislerin
sayısı binden az, üçyüzden fazla olan sahabîler için kullanılır. Bu gruba dahil
sahabîler şunlardır: Abdullah b. Mes'ûd (848 hadis); Abdullah b. Amr İbni'1-As
(700 hadis); Ömer İbnu'l-Hattâb (537 hadis) ; Ali b. Ebî Tâlib (536 hadis);
Mü’minlerin Annesi Ümmü Seleme (378 hadis); Ebu Musa'l-Eş'ârî (360 hadis);
el-Berâ b. Âzib (305 hadis). 93
Ashâbu'l-Ulûf:
“Binler sahibi” demek olup rivayet ettiği hadis sayısı binlerle ifade edilen
sahabîler için kullanılan bir tabirdir.
Sahabîler, Hz. Peygamber'den rivayet ettikleri hadislerin sayısına göre
kısımlara ayrılmışlardır. Endülüslü Muhaddis Bakî b. Mahled'in ve belki de ona
tâbi olarak İbn Hazm'ın ayn bir metotla yaptıkları bu taksime göre
ashâbu'1-ulûf, üç binden fazla rivayet eden sahabîler olmaktadır. Bu gruptan
sayılan tek sahâbî Ebu Hureyre'dir. Rivayet ettiği hadis sayısı 5374'dür. 94
Ashâbu's-Suffe:
Bk. Ashab-ı Suffe.
Ashabu's-Sunen:
Bk.Ashâbu's-Suneni'l-Erba'a.
Ashâbu's-Suneni'l-Erba'a:
“Dört Sünen sahibi” demektir. Hadis Edebiyatında sünen isimli daha çok ahkâm
hadislerinden oluşan kitap müelliflerine ashabu's-sünen tabir edilmiştir. Bunlar
arasında el-Kutubu's-Sitteyi oluşturan altı hadis kitabının es-Sahîhân dışında
kalan dört sünen sahibine Ashâbu's-Suneni'l-Erba'a denilmiştir ki bunlar Ebû
Dâvud, Tirmizî, Nese'î ve İbn Mâce'dir.
Asl:
Sözlükte “kök, esas, temel, kaide” gibi manalara gelir. Hadis Usulü terimi
olarak, ravi veya şeyhin başka şeylerden rivayet ettiği hadislerinin yazılı
olduğu kitabına denir. Şeyh, rivayet hakkını elinde bulundurduğu hadisleri
başkalarına rivayet ederken aslını yani hadislerinin yazılı olduğu asıl nüshayı
yanında bulundurur. Semâ' yoluyla rivayette şeyh, bazen hadisleri aslından okur.
Arz yoluyla rivayette ise asıl nüsha bazen kendi elinde bazen de sika ve
okuyuşuna dikkatli, adına kari denilen okuyan kimsenin elinde bulunur.
Şeyh hadislerinin yazılı olduğu aslını büyük bir dikkat ve itina ile yazar.
Muhafazasına da aynı dikkat ve itinayı gösterir. Şeyhin hadislerini istinsah
etmiş veya semâ' esnasında yazmış olan bir ravinin nüshasını şeyhe arzetmeden
veya şeyhin aslı ile karşılaştırmadan rivayet etmesi caiz olmaz, muhtelif
şeyhlerden derlenerek meydana getirilmiş bir kitap da sahibine ait bir asi
mesabesindedir. 95
Aslın çoğulu usûl gelir.
Asleyn:
“İki asıl” anlamına gelen bu tabir Hadis Usulünda Buhârî ile Müslim'in
el-Câmi'u's-Sahîh isimli Kur'ân-ı Kerim'den sonra en sahih kitaplar olarak kabul
edilmiş olan meşhur eserlerine denir.
Aslu's-Sened:
“Senedin aslı” manasına gelir ve senedin şahabı isminin bulunduğu baş tarafına
denir. Aynı manada evvel, menşe', âhir, intiha, muntehâ-yı sened tabirleri de
kullanılır.
El-Aşera:
Bk. Aşere-yi Mübeşşere.
Aşera -yi Mübeşşere:
Kaynaklarda el-Aşeretu'1-Mubeşşere bil-Cenne veya kısaca el-Aşera şeklinde geçen
bir tabir olup sağlıklarında Cennetle müjdelenen on sahabîye denir.
Hz. Peygaber tarafından henüz hayatta-larken Cennetle müjdelenen on sahabi-nin
kimler olduğu birbirinden çok az farklı rivayetlerle belirlenmiştir. Ahmed b.
Hanbel'in naklettiği bir hadise göre sağlığında Cennet müjdesi alan on sahabi,
Hz. Ebu Bekr, Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Osman'dan ibaret ilk dört halife ile Talha
b. Ubeydillah, ez-Zubeyr b. Avvâm, Abdurrahmân b. Avf, Sa'd b. Ebî Vakkâs, Sa'îd
b. Zeyd ve Ebu Ubeyde İbnu'l-Cerrâhür.96
Diğer taraftan Ahmed b. Hanbel'in Sa'îd b. Zeyd'den bir başka rivayetinde Hz.
Peygamber (s.a.s). Cennetle müjdeleneler arasında önce kendisini, sonra ilk dört
halife ile Talha, ez-Zubeyr, Abdurrahman ve Sa'dı söylemiştir. Hadisinin sonunda
Sa'îd, “isteseydim onuncunun adını da söylerdim” demiştir. Bir üçüncü rivayette
Sa'îd onuncu kişi olarak kendisini söylemiştir. 97Sonuncu rivayet Sünen Ebî
Davudda da yer alır. Bu rivayetlerin farklı tarafı son rivayetlerde Ebu Ubeyde
İbnu'I-Cerrah'ın yer almayışıdır. Bunun sadece bir rivayet farkı olup olmadığı
ile Sa'îd b. Zeyd'in kendini önce söylemeyip sonra söylemesinin sebebi
araştırılmaya değer.
İbnu'l-Cevzî en meşhur sahabîlerin kısa biyografilerine bu on sahabîyi
zikretmekle başlamış ve bunlar hakkında el-Aşerâ tabirini kullanmıştır. 98
Aşere-i Mübeşşere Ashabı:
Bk. Aşere-yi Mübeşşere.
Atfe:
Sözlük bakımından sihir boncuğu veya ince uçları anlamını verir. Hadîs Usûlü
İlminde hadisleri yazarken yanlışlıkla yazılmayıp sonradan sayfa kenarına veya
satır arasına ilave edilen kelime veya kelimeleri işaretlemek üzere uzatılan
çizgiye denir. 99
Atıf Tedlisi:
Bk. Tedlîs.
Atraf:
Bk. Etraf.
Avâlî:
Âvâlî, âlî ıstılahının çoğul şeklidir. Buna göre avâlî, isnadında uluv-vu mutlak
vaki olmuş, bir başka deyişle Hz. Peygamber (s.a.s) den âli isnadla rivayet
edilmiş hadislere denir. 100
Meşhur muhaddislerin âlî isnadlarıyla rivayet ettikleri hadislere ayrılmış
müstakil kitaplara da avâlî kitapları denir. Birkaç örnek vermek yerinde
olacaktır:
1. Avâlî Mâlîk: el-Hâkimu'n-Nîsâbûri.
2. Avâlî Buhârî: İbn Teymiye el-Harrânî.
3. Avâlî Müslim: İbn Haceri'l-Askalânî.101
Azbat:
“Hadisleri zabtedebilme yeteneği daha üstün” manasına ism-i tafdildir. Adalet
vasfını haiz iki raviden birinin diğerinden zabt yönünden üstün ve kuvvetli
olduğunu ifade etmekte tâbir olarak kullanılır.
Azbatu'n-Nâs:
İnsanların en sağlamı manasına olup ta'dil lafızlarındandır. Ta'dilin birinci
mertebesinde yer alır. Hükmü o mertebede yer alan ta'dil lafızlarının hükmüdür.
Azîz:
Azîz kelimesi sözlükte ikinci babdan sıfatı müşebbehe olarak az bulunan, nadir;
üçüncü babdan kuvvetli, güçlü, kıymetli ve aziz manalarına gelir. İkinci manada
kullanılışı ilkiyle ilgilidir; zira bir şeyin kıymetli oluşu bazen az ve ender
bulunuşundandır.
Hadis terimi olarak azîz, gayr-ı meşhur âhadin kısımlarmdandır. Kısaca garîb
iken bir başka tariktan rivayet edilmek suretiyle kuvvet kazanan ve garîb
olmaktan çıkan hadistir. Açıklamak gerekirse, tanınmış hadis âlimlerinden
birinin rivayet ettiği bir hadis, ondan şayet tek bir ravi tarafından rivayet
edilmişse buna garîb adı verilir. O meşhur hadisciden rivayette tek kalmış olan
raviden rivayette bulunanların sayısı çoğalsa bile hadis ga-rib olarak kalır.
Ancak hadisin tek ravisinin bulunduğu tabakadan bir başka ravi aynı hadisi yine
o âlim hadisciden rivayet ederse o ana kadar garib olarak bilinen hadis, ikinci
ravinin rivayetiyle kuvvet kazanarak azîz adıyla anılır.
Azizin bir tarifi de herhangi bir tabakada yalnız iki ravi tarafından rivayet
edilen hadis şeklinde yapılmıştır. Bu, yukandak itarifin hemen hemen aynıdır.
Tanınmış usul alimi İbnu's-Salâh'a göre ez-Zuhrî ve Katâde gibi hadis
imamlarının hadislerini onlardan bir tek ravi rivayet ederse garîb, iki yahut üç
kişi rivayette bulunursa azîz adını alır.102 Bu tarif İbn Mende'nin tarifidir,
en-Nevevî ve diğer Hadis Usûlü âlimleri de azizin bu tarifinde İbnu's-Salah'a
uymuşlardır. 103Bu tarifin belirli özelliği üç kişinin rivayette teferrüd
etmesidir.
Azizin İbn Hacer'in tercih ettiği, daha sonraları birçok âlimin sahih saydıkları
tarifi, senedin bütün tabakalarında ravi sayısı ikiden az olmayan hadis şeklinde
olan tariftir. Diğer bir ifadeyle bütün tabakalarda iki kişinin iki kişiden
rivayetine azîz denilir. Bu şekilde tarif edilen azîze misal olarak Buhâri ve
Müslim'in Enes'den; ayrıca Buhârî'nin Ebu Hureyre'den rivayet ettikleri şu hadis
verilir:
“Sizden biriniz, ben kendisine ana babasından, çoluk-çocuğundan ve bütün
insanlardan daha sevgili olmadıkça tam manasıyla iman etmiş olmaz.”104
Bu hadisi Hz. Peygamber (s.a.s) 'den Enes ve Ebu Hureyre; Enes'ten Katâde ve
Abdulazîz b. Suheyb; Katâde'den Şu'be ve Sa'id; Abdulaziz'den İsmail b. Uleyye
ve Abdulvâris; bunların herbîrinden sayılan ikiden fazla olan raviler rivayet
etmişlerdir. 105
İbn Hacer'in kaydettiğine göre İbn Hibbân, azizin bütün tabakalarında yalnız iki
kişinin iki kişiden rivayet ettikleri hadis şeklinde yapılan tarifine karşı
çıkmış ve “aslında iki kişinin iki kişiden rivayeti bulunmaz” demiştir. İbn
Hacer buna işaret ettikten sonra şunları söylemiştir: “İbn Hibbân, iki kişinin
iki kişiden rivayeti asla bulunmaz” demek suretiyle bütün tabakalarda yalnız iki
kişinin yalnız iki kişiden rivayetini kasdediyorsa bu doğrudur. Gerçekten bu
çeşit bir rivayet bulmak hemen hemen imkânsız gibidir. Fakat bizim kaydettiğimiz
azîz şekli, iki kişiden az olmayan kimselerin iki kişiden az olmayan kimselerden
rivayet etmeleriyle mevcuttur. Misali de Seyhan'ın Enes'den, Buhârî'nin ayrıca
Ebu Hureyre'den rivayet ettikleri “lâ yu’ıninu ahadukum hattâ...” hadisidir.”
106
Bütün bu açıklamalara bakılırsa azizde tıpkı meşhurda olduğu gibi ravilerin ilk
tabakada üçden az olmaması şart değildir. Gerçekten bazı tabakalarda yalnız iki,
diğer tabakalann hepsinde en az iki ravisi olduğu halde yalnızca bir sahabiden
rivayet edilmiş olan hadis de azizdir.
Bazı hadislere azîz-i meşhur denildiği de olur. Bu çeşit aziz, önceleri iki
raviden rivayet edilmişken sonradan tariklarının çoğalmasıyla meşhur haline
gelmiş olan hadistir. Nitekim, “Kıyamet günü âhirûn, sâbikün olanlar biziz”
hadisini Huzeyfe b. el-Yemân ile Ebu Hureyre rivayet ettiklerinden başlangıç
itibariyle aziz, Ebu Hureyre'den yedi tâbi'inin rivayet etmesiyle tankları
çoğalarak meşhur olmuştur. 107
Aziz terimi, hadis için olduğu kadar haber için de kullanılır. Haberin hadise
göre daha umûmî bir mânâ taşıdığı dikkate alınırsa aziz haber (haber-i azız) Hz.
Peygamber (s.a.v.)'e ait tarife uyan haberler demek olacağı gibi sahabe ve
tâbîlere ait rivayetler de demek olur.
Aziz-i Meşhur:
Bk. Aziz.