Kur’an-ı Kerim’i dünya ve ahiret mutluluğunu kazanma yollarını gösteren hidayet rehberi olarak gönderen Allah, onu açıklama görev ve yetkisini de elçisi Hz. Muhammed’e vermiştir.
Kitap ve sünnet arasındaki bu açıklanan-açıklayan alakasının farkında olan sahabe-i kiram, ta başlangıçtan beri Hz. Peygamberin hadislerine ve yaşayışına fevkalade itina göstermiş, onları ezberlemiş, yaşamış, onları aslına uygun olarak öğrenmek, uygulamak ve başkalarına ulaştırmak için gerçekten büyük gayret göstermişlerdir. Hadis kitaplarımız, bu üstün ve hasbi gayretlerin bilimsel delilleriyle doludur.
Sünneti öğrenmek maksadıyla günlerini, geçim temini ve ilim tahsili arasında taksim eden ilk müslümanlar, daha sonraları, yeni ülkeler fethedildikçe, tabii olarak, bu kez yeni müslümanların kitap ve sünneti öğrenme istek ve gayretleriyle karşılaştılar. Gerek halifelerce görevlendirilen vali ve amiller, gerekse fetih ordularında mücahid olarak bulunan sahabiler, asli görevlerinin ta’lim ve tebliğ olduğu bilinciyle hareket ettiler. Fatih sahabilerin bir çoğu, ayrı ayrı yönlerde yerleşerek oralarda kitap ve sünnet bilgisini yaymaya çalıştı.
Sahabilerin bu ilmi gayretleri hiç şüphesiz, kendilerini gören tabiileri de aynı şekilde davranmaya sevketti. Kendi bölgelerindeki sahabilerden aldıkları bilgilerle yetinmeyerek sünnetin beşiği (daru’s-sünne) İslam’ın ilk başkenti Medine’ye gidip bilgilerini arttırmak isteyen tabiiler görüldü. Dolayısıyla çok canlı ve hareketli bir ilim hayatı yaşanmaya başlandı. Böylece daha sonraları hadis alimlerinin hemen hepsi tarafından uygulanacak ve müstehap diye hükme bağlanacak rihle denen ilim yolculukları başlatılmış oldu.[1]
Öte yandan sosyal, siyasi ve iktisadi çalkantılar, tebliğ görevi ve Hz. Peygambere ait olmayan bir şeyi O’na isnad etmeme dikkat ve titizliğini ve neticede bazı kaide ve ilmi gayretlerin başlatılmasını da doğurdu.
Her ilmi faaliyetin belli esaslara göre yapılacağı ne kadar tabii ise, aynı şeylerin tekrarı da belli kaidelerin bulunmasını, yoksa konulmasını ve onlara uyulmasını gerektirir. Bir başka ifade ile, her şeyin bir yolu yöntemi olur. Bu sebeple yukarıda değindiğimiz ilmi faaliyetler de bazı kaidelerin belirlenmesini gerektirmiştir. İşte bu söz konusu kurallar, daha sonraları müstakil kitaplara konu teşkil edecek olan hadis usulü prensipleridir.
Gerek sünnet malzemesinin doğru olarak nakli, gerekse bu metinlerin sağlam bir şekilde korunup, eğitim-öğretiminin ve değerlendirmesinin yapılması ve bu değerlendirmeye yardımcı olacak her türlü tetkik ve faaliyetin başlatılması, itiraf edelim ki, ashab-ı kiram’a ait bir nasip ve şeref olmuştur. Ashab-ı kiram, hadis metinlerinin nakline öncülük ettikleri yani rivayetü’l-hadis ilmini kurdukları gibi rivayet olayının vazgeçilmez kaidelerini koymuş, dirayetü’l-hadis ilminin ilk temellerini de atmışlardır.
Müslümanlardan önce hiçbir millet, nakil ve rivayette ravilerin güvenilirlik durumlarını tesbit için herhangi bir araştırma yapmayı ve bunu belli kaidelere bağlamayı düşünmemiştir. Olaylar ve rivayetler sadece nakledilmiştir. Nadiren bir-iki isimlik sened zikredilmiş, çoğu kere ona da gerek duyulmamıştır. Bu sebeple hadis metinlerini nakledenlerin şahsi durumlarının inceden inceye, ifadenin tam anlamıyla kılı kırk yararcasına araştırılması ve mutlaka sened zikrini esas alan Hadis Usulü İlmi, müslümanlara has bir meziyyet olmuştur.
“Sened ve metnin durumlarını anlamaya imkan veren bir takım kaideler ilmi” demek olan Hadis Usulü, daha ilk günlerde müslümanların bulup geliştirdiği ilmi bir disiplindir. Konusu ise, red ve kabul açısından sened ve metindir.[2]
Usül-i hadîs, bir kısım târihî gelişme safhalarından geçerek kemâlini bulmuş bir ilimdir. Kaideler, prensipler ve târifler her ne kadar hadîsten alınarak sistemleştirilmiş, tanzîm edilmiş ise de, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın hadîslerinde böyle bir ilmin adı katiyyen geçmez. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) hadîslerin öğrenilmesine, aslına uygun olarak rivâyetine teşvîk etmiştir. Kendisi hakkında yalana yer verilmemesini o kadar ısrarla söylemiştir ki, bu emri, mütevâtir hadîslerin başında yer alır, yâni en çok tarîki olan hadîs budur, ikiyüzden fazla sahâbe (radıyallahu anhüm ecmaîn) bunu rivâyet etmiştir. Hattâ, Aliyyu'l-Kârî'nin Esrâru'l-Merfû'a'da kaydettiği bir rivayete göre, kendisi hakkında kizb'e tevessül eden bir kimseyi Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) en ağır cezaya çarptırmış, öldürtmüştür.
Ashâb zamanında, usûl-i hadîs'e giren bir kısım meseleler su yüzüne çıkmıştır. Daha Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh) devrinden itibâren bunların birer birer tavazzuh etmeğe başladığını görürüz: Hz. Ebu Bekr yeni bir hadîs işitince şâhid istemeye başlar. Hz. Ömer bir adım daha atarak, çok hadîs rivâyetini yasaklar, bazılarını bu yüzden sigaya çeker ve hattâ hapse atar. Hadîsçilerin en ziyade üzerinde duracakları tesebbüt ve itkan prensiplerinin böylece daha ilk zamanlarda müesseseleştiğini, istikrâra kavuştuğunu görürüz. Usûl-i hadîsin, başta ricalle ilgili bahisleri olmak üzere birçok mevzuları menşeini bu tesebbüt, yani Hadîs'in, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a nisbetinde sıhhat endîşesi teşkil edecektir.
Hadîslerin mânen veya lafzan rivâyeti, rivâyette duyulan şekkin beyanı gibi usûle giren bir kısım meselelerin Hz. Aişe, İbnu Abbâs, Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anhüm) gibi birçok ashab tarafından münakaşa edildiğine daha önce temas etmiş idik.
Yine hatırlatmada fayda var, bir hadîs işitilince kimden işittiğini sormak, hadîs rivâyet eden kimsenin diyânet ve adâletine bakmak, Sözgelimi ehl-i sünnetten değilse rivâyetini terketmek gibi meseleler de Ashab'ın sağlığında, fitne hareketlerinin kızışmasıyla başlatılmıştır. Nitekim İbnu Sîrîn'in şu açıklaması bu hususu aydınlatır: "Müslümanlar bidâyette senet sormazlardı. Ancak ne zaman ki fitne ortaya çıktı, ondan sonra dikkat ettiler, ehl-i sünnetten olanlardan alıp, ehl-i bid'a olanlardan rivayet almadılar."
İbnu Sîrîn'in, fitne ile neyi kastettiği rivayette belli değilse de, bunun el-Fitnetu'l-Kübra da denen, Hz. Osman'ın şehâdeti hâdisesi olduğu bellidir. Arkadan gelecek bir çok dâhilî fitnelerin temelinde bu şehâdet hâdisesi yatar.
Bu hususu kaydetmekten maksadımız, Usûl-i hadîs'in en mühim bahislerinden olan hadîs râvilerinin ahvâlini araştırma ilminin (ilmu'r-ricâl) ne kadar erken zamanlarda ele alınıp geliştirildiğine, fiilen tatbikata konduğuna dikkat çekmektir. Tâ ki "Usûl ilmi, yedinci asırda kemâle ermiştir" sözü yanlış ve eksik anlaşılmasın.
Mühim Not: Usûl-i hadîs'le ilgili ıstılahların teşekkül ve tekevvününde mekân itibariyle birbirinden uzak birçok âlimin katkısı olmuştur. Ve uzun bir devir sonunda ıstılahlar nihâî şeklini almıştır. Bu durum aynı manayı ifade eden farklı ıstılahların konmasına sebep olduğu gibi, lügat yönünden müterâdif olan kelimelerle farklı mefhumların ifade edilmesine sebep olmuştur. Bilhassa bu son durum ıstılahın takip ettiği değişme ve gelişmeleri bilmeyenleri hatalara sevk edebilmektedir. Bu sebeple yeri geldikçe kelimenin "Mütekaddimîne göre...", "Müteahhirîne göre..." bazan da "falancaya göre manası şudur..." diye dikkat çekeceğiz. [3]
[1] Rihle konusunda bilgi için bk. Hatib, er-Rihle fi talebi’l-hadis, thk. Nureddin Itr, Beyrut 1975. (İsmail Lütfü Çakan)
[2] İsmail Lütfü Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 14-16.
[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/477-478.