BEŞİNCİ BÖLÜM... 4

CUMA NAMAZI BÖLÜMÜ 4

1. Cuma Günü (Mescide) Erkenden Gitme. 4

2. Cuma (Günü Hutbe Verirken) Nafile (Namaz Kılma Meselesi 5

ALTINCI BÖLÜM... 6

BAYRAM NAMAZLARI BÖLÜMÜ 6

1. Kadınların, Bayramlarda Namazgaha Gitmelerinin Ve Hutbe Dinlemelerinin Mubah Olması 6

2. Bayram Namazları 7

YEDİNCİ BÖLÜM... 8

CENAZELER BÖLÜMÜ 8

1. Ölüyü Yıkama. 8

2. Cenaze Namazı Kılmanın Ve Cenazeyi Uğurlamanın Fazileti 10

3. Cenaze Namazında Tekbirler Getirme. 11

4. Ölüyü Kefenlemek. 11

5. Ölü(Nün Arkasından Feryadu Figanla) Ağlamanın Yasak Olması 12

6. Kabir Azabı 13

7. Cenazeyi Defnetme Hususunda Acele Etmeye Teşvik. 14

8. Cenaze Geçerken Ayağa Kalkmak. 14

9. Cenaze Defnedildikten Sonra Kabirin Yanında Cenaze Namazı Kılmak. 15

10. İmamın, Ölen Erkek Ya Da Kadının Cenaze Namazında Cenazenin Hangi Tarafına Doğru Duracağı Meselesi 16

SEKİZİNCİ BÖLÜM... 17

ZEKÂT BÖLÜMÜ 17

1.Fıtır Sadakası 17

2. Zekata Tabi Olan Mallar 20

3. Kadının, Kocasının Malından Sadaka Vermesinin Caiz Olup Olmadığı Meselesi 22

4. At Ve Kölenin Zekatı 22

DOKUZUNCU BÖLÜM... 23

ORUÇ BÖLÜMÜ 23

1. Orucun Faziletleri 23

2. Ramazan Ayını İbadetle Geçirmek. 25

3. Fıtır (Ramazan Bayramı) Günü Ve Edhâ (Kurban Bayramı) Günü Oruç Tutmanın Yasak Olması 26

4. Ramazanda (Oruçlu İken) Hanımıyla Cinsel İlişkide Bulunan Kimse Ve Bunun Keffareti 27

5. Ölen Bir Kimse Adına Orucun Kaza Edilmesi Ve Nezrinin Yerine Getirilmesi Meselesi 29

6. Cünüp Olduğu Halde Üzerine Fecr Doğan Kimsenin Orucunun Sahih Olması Meselesi 29

7. Şaban Orucu. 32

8. Ramazandan Bir Gün Yada İki Gün Önce Oruç Tutmanın Yasak Olması 33

9. Devamlı (Ömür Boyu) Oruç Tutmanın Yasak Olması 33

10. Yolculuk Sırasında Oruç Tutma Yada Oruç Tutmama Konusundaki Serbestlik. 36

11. Ramazan Orucunun Kazasını Geciktirmek. 37

12. İtikaf. 37

ONUNCU BÖLÜM... 39

HAC BÖLÜMÜ.. 39

1. Hac  Ve Umre  Mıkatları 39

2. Resulullah (S.A.V)'İn İhrama Nerede Girdiği Meselesi 39

3. İhramlı Kimsenin, Giymesinin Caizi Olmadığı Elbiseler 40

4. İhrama Girerken Koku Sürünmek. 41

5. İhramlı Kimsenin, (Zaruret Halinde) Don Ve Mest Giymesi 43

6. Telbiyenin Şekli Ve Vakti 43

7. İhraml1 Kişinin, Hastalık Yada Başına Gelen Bir Eziyetten Dolayı Bir Engelle Karşılaşması Durumunda Ne Yapması Gerektiği Meselesi 44

8. İhramlı Kimsenin, Av Eti Yemesinin Caiz Olması 46

9. İhramlı Kimsenin Kan Aldırmasının Caiz Olması 48

10. Kurbanlık Koyuna Nişan Takılması 49

11. Beytullaha Kurbanlık Göndermenin Caiz Olması 49

11. Kıran Haccı 51

12. (Hac Zamanı Dışında) İhramsız Olarak Mekke'ye Girmenin Caiz Olması 51

13. (Tavaf Esnasında) Hacerü'l-Esved'i Öpmenin Caiz Olması 52

14. Tavaf Sırasında Remel (Hızlı Adımlarla Yürümek Ve Yürürken Omuzları Sallamanın Müstehab Olması 52

15. Safa İle Merve Arasındaki Sayin Vacip Olması 53

16. Tavaf Ve Say Sırasında Bir Şeye Binmenin Caiz Olması 54

17. Kabe'nin İçinde Namaz Kılma. 55

18. Telbiyeyi, Bayram Günü Cemre-İ Akabe'de Taş Atmaya Başlayıncaya Kadar Devam Ettirmenin Müstehab Olması 57

19. (Akabe Cemresinde) Taşlar Nasıl Atılır?. 58

20. Hac İle İlgili Hususlarda Yapması Gereken Bir Şeyi Daha Önce Yapan Kimsenin Durumu. 58

21. Muhacir Bir Kimsenin, Hac İle İlgili Hususları Yerine Getirdikten Sonra Mekke'de Kalıp Kalamayacağı Meselesi 59

22. İfaza (Ziyaret) Tavafından Sonra Hayız Olan Kadının Durumu. 60

23. (Müzdelife'den Mina'ya Dönerken) Kadınlar İle Diğer Zayıf Kimselerin, (Herkesten) Önce Yola Çıkmalarının Müstehab Olması 61

24. İhramlı İken Ölen Bîr Kimseye Nasıl Bir İşlem Yapılır?. 62

ONBİRİNCİ BÖLÜM... 63

NİKAH BÖLÜMÜ 63

1.  Mehrin Miktarı 63

1. Düğün Yemeği 65

3. Şiğâr (Değiş-Tokuş Yoluyla Mehirsiz) Evlenmenin Yasak Olması 66

4. Kıskançlık Ve Kişinin, Kızı İle İlgili Durumlarda İnsaflı Davranması 67

5. Kişi, Han1mıyla Cinsel İlişkide Bulunmak İstediği Zaman Ne Söyleyeceği Meselesi 67

6. Nikahta Koşulan Şartları Yerine Getirme. 68

7. Cariyesini Hürriyetine Kavuşturur Sonra Da Onunla Evlenen Kimsenin Fazileti Hakkında. 68

8. İhramlı İken Akd Edilen Nikahın Haram Olması 69

9. Bir Kadının, Halası Yada Teyzesiyle Aynı Nikah Altında Bulunmasının Haram Kılınması 70

10. Evlenmeye Teşvik. 71

ONİKİNCİ BÖLÜM... 72

SÜT EMZİRME BÖLÜMÜ 72

1. Süt, Doğumun (Nesebin) Haram Kılmakta Olduğu Her Şeyi Haram Kılar. 72

ONÜÇÜNCÜ.. 74

TALAK (BOŞANMA) BÖLÜMÜ 74

1. Yüce Allah'ın, "Ey Peygamber! Sen, Hanımlarının Hoşnutluğunu Arayarak, Allah'ın Sana Helal Kıldığı Şeyi Niçin (Kendine) Haram Kılıyorsun?  Ayetinin Tefsiri 74

2. Ayhali Gören Kadının Boşanması Meselesi 75

3. Kocası Ölen Kadının Yas Tutması 78

4. Kocası Ölen Ve Hamile Olan Kadının İddetî 80

5. Üç Talakla Boşanan Bir Kadının, Başka Bir Kocayla Evlenmedikçe Ve (Yeni) Kocası Onunla Cinsel İlişkide Bulunmadıkça, Boşayan Kocasına Helal Olmaması 82


BEŞİNCİ BÖLÜM

 

CUMA NAMAZI BÖLÜMÜ [1]

 

1. Cuma Günü (Mescide) Erkenden Gitme

 

107. Ebu Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:

"Bir kimse Cuma günü cünüplükten dolayı (yıkandığı gibi) yıkanır, sonra da erkenden (mescide) giderse, bir deve tasadduk etmiş gibi olur. ikinci saatte [2] giden bir sığır, üçüncü saatte giden boynuzlu bir koç, dördüncü saatte giden bir tavuk, beşinci saatte giden de bîr yu­murta tasadduk etmiş gibi sevap alır. İmam (minbere) çıktığı zaman, melekler (minberin yanına) gelip hutbeyi dinlerler.[3] (Birinci rivayet) Bir rivayette ise, Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

Cuma günü olduğu zaman, melekler, mescide (açılan) kapıların her bi­rinin önüne (oturup geliş sıralanna göre mescide giren kimseleri) tek tek ya­zarlar. İmam (minbere çıkıp) oturduğu zaman, defterleri kapatıp (minberin yanma) gelirler ve hutbeyi dinlerler.[4]

Başka bir rivayet ise şu şekildedir:

Cuma günü olduğu zaman, melekler, mescide (açılan) kapıların her bi­rinin önünde durup (geliş sıralarına göre mescide giren kimseleri) tek tek ya­zarlar. İlk gelen bir deve tasadduk etmiş gibi olur. (Ondan sonra) gelen kimse, bir sığır, (ondan sonra gelen ise) bir koç, (ondan sonra gelen kimse ise) tavuk ve (ondan sonra gelen ise) yumurta tasadduk etmiş gibi sevap alır. İmam (minbere çıktığı zaman, defterlerini kapatıp (minberin yanınnda) hutbeyi din­lerler.[5]

Bu hadis(in bu şekildeki metinlerin)!, Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir.

Müslim'in bir rivayetinde ise Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

Mescide (açılan) kapıların her birinin önünde, (mescide giren kimseleri) tek tek yazan bir melek vardır.

Resuîullah (s.a.v), (ilk önce) deve tasadduk ermeyi örnek vermiş, sonra gelenlerin derecelerini indire indire yumurta kadar küçültmüş.

İmam (minbere çıkıp) oturduğu zaman, (görevli melekler) defterleri ka­patıp hutbeyi (dinlemeye) gelirler.[6]

Tirmizî, Ebu Dâvud ile Nesâî ise, (bu rivayetin) birinci şeklini rivayet et­miştir.

Nesâî'nin bir rivayetinde Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

(Cuma günü) namaza ilk giden kimse, Allah rızası için bir deve tasad­duk etmiş gibidir. Ondan sonra gelen kimse, bir sığır tasadduk etmiş gibidir.

Ondan sonra gelen kimse ise bir koç, ondan sonra gelen kimse ise bir tavuk ondan sonra gelen kimse ise bir yumurta tasadduk etmiş gibi sevap alır. [7]

Yine Nesâî'nin birinci metne benzer bir rivayeti daha var. Bu rivayetin devamında şu husus yer almaktadır:

Cumaya ilk gelen kimse bir deva tasadduk etmiş gibi, ondan sonra ge­len bir sığır tasadduk etmiş gibi, ondan sonra gelen bir koyun tasadduk etmiş gibi. Ondan sonra gelen bir ördek, ondan sonra gelen bir tavuk ve en son gelen ise bir yumurta tasadduk etmiş gibi sevap alır.[8]

Yine Nesâî'nin başka bir rivayeti daha var. Fakat bu rivayetin içerisinde, İki' "ördek" kelimesi [9] geçmemektedir.[10]

Yine Nesâî'nin konu ile ilgili diğer bir rivayeti daha var. Bu rivayetin içe­risinde; "tavuk" kelimesinden sonra kuş" kelimesi geçmekte, yine "ördek" kelimesi düşmüştür.[11]

 

2. Cuma (Günü Hutbe Verirken) Nafile (Namaz Kılma Meselesi

 

108. Câbir b. Abdullah (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir: "Peygamber (s.a.v), cuma günü hutbe verirken bir adam (mescide) girmişti. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v), (o kimseye):

Namaz kıldın mı?' diye sordu. Adam:

Hayır!' diye cevap verdi. Peygamber (s.a.v):

Kalk, iki rekat namaz kıl' buyurdu.[12] (Birinci rivayet)

Bir rivayette ise, Kalk, namaz kıl" ifadesi yer almaktadır.[13]

Başka bir rivayette ise, Kalk, iki rekat [14] namaz kıl" ifadesi yer almaktadır.[15]

Başka bir rivayette ise, Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

Sizden birisi, Cuma günü imam (minbere) çıktığı zaman, mescide gelirse, İki rekat namaz kılsın.[16]

Bu hadisfn bu şekildeki metinlerin)!, Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir. Müslim'in bir rivayeti de şu şekildedir:

Resulullah (s.a.v), Cuma günü minberde otururken Süleyk el-Gata-fânî çıka gelmişti. Süleyk, (hiçbir) namaz kılmadan (yere) oturdu. Bunun üze­rine Resulullah (s.a.v), (ona):

İki rekat namaz kıldın mı?' diye sordu. Süleyk:

Hayır!' diye cevap verdi. Resulullah (s.a.v):

Kalk, iki rekat namaz kıl' buyurdu.[17] (İkinci rivayet)

Yine Müslim'in başka bir rivayetinde ise şu ilave vardır:

Resulullah (s.a.v), Süleyk'e:

Ey Süleyk! Kalk, iki rekat namaz kıl. (Fakat) bu iki rekat nama­zı, hafif tut1 buyurdu.[18] (Üçüncü rivayet)

Yine Müslim'in diğer bir rivayetinde ise şu ilave yer almaktadır:

Sizden birisi, Cuma günü, imam (minberde) hutbe verirken, mescide gelirse, iki rekat namaz kılsın. (Fakat) bu iki rekat namazı, hafif tutsun.[19] (Dördüncü rivayet)

Ebu Dâvud ise, bu hadisin; ikinci rivayetini [20] ve birinci rivayeti ise [21] Müslim'in tek başına (naklettiği rivayete uygun bir biçimde) rivayet etmiştir.

Yine Ebu Dâvud, başka bir rivayette, Câbir ile Ebu Hureyre'den Müslim­'in tek başına (naklettiği rivayete uygun bir biçimde bu hadisin) ikinci rivaye­tini rivayet etmiştir.[22]

Tirmizî'de, bu hadisin, ikinci rivayetini nakletmiştir.

Nesâî'de, bu hadisin, hem birinci ve hem de dördüncü rivayetini naklet­miştir.

 

ALTINCI BÖLÜM

 

BAYRAM NAMAZLARI BÖLÜMÜ [23]

 

1. Kadınların, Bayramlarda Namazgaha Gitmelerinin Ve Hutbe Dinlemelerinin Mubah Olması

 

109. Ümmü Atiyye (ranhâ)'dan rivayet edilmiştir:

Peygamber (s.a.v), bize, akıl-ergenlik çağına giren ve girmeyen genç kızların bayram namazlarına gitmemizi ve hayızlı kadınların ise Müslümanların namazgah (namaz kıldıkları yer) den ayrılmalarını em­retti.[24]

Başka bir rivayet ise şu şekildedir:

Bize, namaz yerine çıkmamız ve hayizlıları, (evlenme çağı geldiği halde henüz evlenmemiş) genç kızları ve perde ehli genç kızları çıkarma­mız emredildi.

(Hadisin ravisi) Ibn Avn, (şüphe ederek): Yada perde sahibi olan genç kızları' dedi.

Hayızh kadınlara gelince, onlar; Müslümanların cemaatında ve (topluca yaptıkları) dualarında hazır bulunurlardı, (Fakat) Müslüman­ların namaz kıldıkları yerden biraz ayrı dururlardı.[25]

Buhârî, Ibn Sîrîn'den naklen şöyle der: "Ümmü Atiyye: 'Resulullah (s.a.v)'in bu sözü (söylediğini) işittim' dedi.[26]

Başka bir rivayette ise, Ürnmü Atiyye şöyle der:

"Biz kadınlara, bayram günü namazgaha çıkmamız, hatta bulundukları ev köşelerinden bakire kızlara ve hayızh kadınlara varıncaya kadar namaz kıldıkları yere çıkarmamız emredilirdi.

Kadınlar, erkeklerin arka tarafında olurlar, onların tekbir getirmelerine uyup tekbir getirirler ve onların dualarıyla birlikte dua ederlerdi. Onlar, bu bayram gününün bereketini ve paklığını (günahlardan temizlenmeyi) umut ederlerdi.[27]

Konu ile ilgili diğer bir rivayette ise, Ümmü Atiyye şöyle der:

"Biz, bayramlarda, örtülü hanımlar ve bakire kızlarla birlikte (namazga­ha) çıkmaya emrolunurduk. Hayızlılar da, (bizimle birlikte bayram günü na­mazgaha) çıkardı. Fakat cemaatın arkasında bulunup cemaatla birlikte tekbir

alırlardı. [28]

Yine konu ile ilgili başka bir rivayette, Hafsa bint. Sîrîn'in şöyle söylediği nakledilmiştir:

Biz taze kızlanmızı, (bir rivayette: Evlenme çağı geldiği halde henüz ev­lenmemiş genç kızlan) bayram gününde, (namazgaha) çıkmalarına engel olurduk.

Basra'ya bir kadın gelip Halef oğullarının kasrına indi. Ben de, o kadının yanma geldim. O kadın, kız kardeşinin kocasının, Peygamber (s.a.v)'le birlikte on iki gazvede bulunduğunu, kız kardeşinin de bizzat bunlardan altı gazvede kocasıyla birlikte bulunduğunu, onun:

Biz, hastalara bakıyor ve yaralılara ilaç yapıyorduk' dediğini riva­yet ettikten sonra dedi ki: Kız kardeşim:

Ey Allah'ın resulü! Bizden herhangi bizden herhangi birimizin cilbabı (örtünecek dış elbisesi) olmazsa, (namazgaha) çıkmamasında bîr sakınca var mıdır?' diye sormuştu. Resulullah (s.a.v):

Diğer bir kadın arkadaşı, kendi cilbablanndan birini ona giydi­rip bu kadın hayr (meclislerin) de ve müminlerin duasında hazır bu-I un­sun buyurmuştu.

Hafsa bînt. Şîrîn (devamla) şöyle der: Ümmü Atiyye, buraya geldiğinde, ben, onun yanına gelip:

Böyle böyle buyurduğunu sen Peygamber (s.a.v)'den işittin mi? diye sordum. Ümmü Atiye:

Babam, ona feda olsun! Evet, işittim' dedi.

(Ümmü Atiyye, ne zaman Peygamber (s.a.v)'i ansa, muhakkak 'babam ona feda olsun' derdi.) Peygamber (s.a.v):

Perde ehli genç kızlar (hadisin ravisi Eyyûb, bu konuda, tereddüt edip) yada (evlenme çağı geldiği halde henüz evlenmemiş) genç kızlar ile perde ehli genç kızlar ve hayızlı kadınlar, namazgaha çıksınlar. Hayızh kadınlar; namazgahtan biraz uzakta dursunlar. (Fakat) hayr (meclis­ler in) ve müminlerin duasında hazır bulunsunlar' buyurdu. Hafsa (devamla) der ki: Ben, Ümmü Atiyye'ye:

Hayizlılar da mı (namazgaha çıkıyordu)?' diye sordum. Ümmü Atiyye:

Evet! Bu hayızlı kadınlar, Arafat'ta ve filan filan yerde hazır bu­lunmuyorlar mı?' diye cevap verdi. [29]

Yine konu ile ilgili diğer bir rivayette, Ümmü Atiyye şöyle der:

Resulullah (s.a.v), bize; Ramazan ve Kurban bayramlarında, genç kızla­rı, hayızlı kadınları ve perde ehli genç-kızları, (namazgaha) çıkarmamızı, fakat hayızlı kadınların İse; namaz (kılınan yer)den biraz uzak durmalarını, hayr (meclislerin)de ve müminlerin duasında hazır bulunmalarını emretti. [30]

Bu hadis(n bu şekildeki metinlerin)i, Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir.

Tirmizî'nin rivayeti ise şu şekildedir:

Resulullah (s.a.v); bakireleri, (evlenme çağı geldiği halde henüz evlen­memiş) genç kızları,[31] perde ehli genç kızları [32] ile hayız olan kadınları bay­ram (namazların)a çıkarırdı.[33] Fakat hayız olan kadınlar, namazgahtan uzak durup (sadece) Müslümanların dualarına katılırlardı.[34] Kadınlardan biri:[35]

Ey Allah'ın resulü! (Biz) kadınlardan birinin bayrama yerine çı­kacak) cilbabı (örtünecek dış elbisesi) yoksa, (o zaman o kadın ne yapsın?)' diye sordu. Resululİah (s.a.v):

Kız kardeşi (arkadaşı), cilbablarından bîrini ona (emaneten) ödünç versin' buyurdu.[36]

Ebu Davud'un bir rivayeti de, Tirmizî'nin bu rivayetine benzemektedir. Fakat bu rivayette, "bakireler ve (evlenme çağı geldiği halde henüz ev­lenmemiş) genç kızlar" ifadeleri yer almamaktadır.[37]

Ebu Davud'un başka bir rivayetinde, Ha­yız olan kadınlar, Müslümanların namazgahından biraz uzakta dururlardı" ifadesine yer verilmiş, fakat "elbise" konusuna değinilmemiştir. [38]

Yine Ebu Davud'un başka bir rivayetinde, Ümmü Atiyye şöyle der:

Hayızlı kadınlar, cemaatin arkasında durup onlarla birlikte tekbir alırlardı. [39]

Yine Ebu Davud'un konu ile ilgili başka bir rivayeti de şu şekildedir:

Resululİah (s.a.v), Medine'ye gelince, Ensar'ın kadınlarını bir evde top­ladı. Bunun üzerine bize Ömer ibnu'I-Hattâb'ı gönderdi. Ömer, kapının ya­nında durup bize selam verdi. Biz de onun selamına karşılık verdik. Daha sonra Ömr

Ben size Resulullah (s.a.v)'in elçisiyim. dedi. Ve bize evlenme çağı­na gelen genç kızlar ve hayızlı olan kadınlarla birlikte iki bayram (nama­zın) a çıkmamızı, (fakat) Cumaya ise gitmememizi emretti. Cenazelerin peşinde gitmemizi de yasakladı. [40]

Nesâî'nin rivayetinde ise, Hafsa bint Şîrîn şöyle der:

Ümmü Atiyye, Resululİah (s.a.v)'i her andığında mutlaka:

Babam ona feda olsun' derdi. Ona:

Böyle dediğini (hiç) Resululİah {s.a.v)'den duydun mu?' diye sor­dum. O da:

Evet! Babam ona feda olsun. Genç kızların, perde ehli genç kız­ların ve hayızlı kadınların bayram (namazın)a gitmelerini, (orada) hayr (meclislerin)e ve Müslümanların duasına katılmalarını, (fakat) hayızlı kadınların; namazgahtan biraz uzak durmalarını emretti. [41]

 

2. Bayram Namazları

 

110. Abdullah ibn Abbâs (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir: "Peygamber (s.a.v) bayram günü çıkıp iki rekat namaz kıldı. (Bu iki rekat namazdan) önce ve sonra (hiçbir) namaz kılmadı. Sonra Bilal ile birlikte kadınların yanma gelip onlara sadakada bulunmalarını em­retti. Bunun üzerine kadınlar, (halkadan) küpelerini ve gerdanlıklarını sadaka (olarak) vermeye başladılar. [42]

(Hadisin lafeı, Buhâıfye aittir.) [43]

Bir rivayette ise, Resulullah (s.a.v), Edhâ (Kurban Bayramı) veya fıtr (Ramazan Bayramı) günü[44] (namazgaha) çıktı".ifadesi yer almaktadır. [45]

Başka bir rivayette ise, Peygamber (s.a.v), Fıtr (Ramazan Bayramı) günü iki rekat namaz kıl­dı" ifadesi yer almaktadır.[46]

Tirmizî ile Nesâî'nin naklettiği rivayetin sonu, (Bayram günü) iki rekat namazdan sonra (namaz kılmadı)" (ifadesiyle) bitmektedir.[47]

 

YEDİNCİ BÖLÜM

 

CENAZELER BÖLÜMÜ [48]

 

1. Ölüyü Yıkama

 

111. Ümmü Atiyye el-Ensârî (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir: Resulullah (s.a.v), kızı vefat ettiğinde yanımıza gelip:

Onu, üç veya beş yada lüzum görürseniz bundan daha fazla su ve sidr ile yıkayın. Sonuncusunda ise kâfur veya kâfura (benzer) bir şey kullanın. Bitirince, bana haber verin' buyurdu.

Biz yıkama işini(n bittiğini), Resulullah (s.a.v)'e haber verdik. Re­sulullah (s.a.v), bize:

Hakve" (denilen kendi izannı) verip:

Bunu, ona giydirin (iç gömleği yapın)' buyurdu.[49]

Bir rivayette ise, şu ilave vardır:

(Hadisin ravisi Eyyûb der ki:) Hafsa, (bu hadisi) bana, Muhammed (ibn Sîrîn)'in hadisi gibi anlattı. Hafsa hadisinde şu ifade yer almaktadır:

Onu, tek (yada)  üç veya beş veyahut yedi yahut lüzum görürse­niz bundan daha fazla [50] yıkayın... (Yıkama işi bittiği zaman, Resulullah, bize:)

(Yıkama işine,) onun sağından ve abdest azalarından [51] başla­yın' buyurdu.... Ummü Atiyye:

Onun saçlarını tarayıp üç örgü yaptık' dedi. [52]

(Muhammed) ibn Şîrîn der ki:

Ümmü Atiyye, [53] Peygamber (s.a.v)'e bey'at eden Ensar'dan bir kadın­dı. Oğlunu görmek için Basra'ya gelmişti. (Fakat) oğlunu görememişti. Bunun üzerine bize (şunu) anlattı:

Resutullah (s.a.v), kızı vefat ettiğinde yanımıza gelip:

Onu, üç veya beş yada lüzum görürseniz bundan daha fazla su ve sidr [54] ile yıkayın. Sonuncusunda ise kâfur [55] veya kâfura (benzer) bîr şey kullanın. Bitirince, bana haber verin' buyurdu.

Biz yıkama işini(n bittiğini), ResuluIIah (s.a.v)'e haber verdik. Re­sulü İlah (s.a.v), bize:

Hakve" {denilen kendi izannı) verip:

Bunu, ona giydirin (iç gömleği yapın) [56] buyurdu."

Giydirin" ifadesinin, "Onu, onun içerisine sarın" anlamında olduğu­nu iddia etmiştir.

Yine (Muhammed) ibn Sîrîn'de, bu kelimenin; "izar yapın" anlamında değil de, "giydirin" anlamında olduğunu kaydetmiştir. [57]

Bir rivayette ise şu ifade yer almaktadır:

Peygamber (s.a.v), 'Hikve' denilen izarını (belinden) çikanp: 'Bu izan, ona iç gömleği yapın' buyurdu.[58]

Başka bir rivayette ise, Ümmü Atiyye der ki:

Peygamber (s.a.v)'in kızının saçlarını üç örgü yaptık."

Vekî der ki: Süryân es-Sevrî: 'Alnın perçemini bir bukle, (başın) iki yan tarafının saçlarını da (ayrı ayrı) iki bukle (yaptık)' dedi. [59] Yine diğer bir rivayette ise, Ümmü Atiyye şöyle der:

Saçlanna üç örgü yaptık. Alnının perçemini bir bukle, (başın) iki yan tarafının saçlarını da (ayrı ayrı) iki bukle (yaptık) [60] Yine konu ile ilgili başka bir rivayette, Ümmü Atiyye şöyle der:

Resulullah (s.a.v)'in kızı Zeyneb [61] vefat edince, Resulullah (s.a.v), bize:

Onu tek, üç yada beş defa yıkayın. Beşincisinde, kâfur yada kâfura (benzer) bir şey kullanın. Onu yıkadığınızda, (yıkama işinin bittiğini) bana bildirin buyurdu. (Yıkama işi bittiği zaman) bunu, Resulullah (s.a.v)'e haber verdik. Resulullah (s.a.v), bize:

Hakve" (denilen kendi izannı) verip:

Bunu, ona giydirin (iç gömleği yapın)' buyurdu.[62]

Bu hadistin bu şekildeki metinlerin)i, Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir. Tirmizînin rivayetinde, Tek, üç yada beş" ifadesi yer almaktadır.[63]

Yine başka bir rivayette, Ümmü Atiyye şöyle der:

Onun saçlanna üç örgü yapük ve saçlannı arkasına salıverdik Yine başka bir rivayet ise şu şekildedir:[64]

Resulullah (s.a.v), bize: '(Yıkama işine,) onun sağından ve abdest azalanndan başlayın' buyurdu [65]

Ebu Davud'un bir rivayeti ise, Tirmizî'nin bir rivayetine benzer olup bu rivayette, yaptık" yerine saçlannı taradık" ifadesi yer al­maktadır. [66]

Yine Ebu Davud'un bir rivayetinde da yedi veya lüzum görürseniz bundan daha fazla" ilavesi yer almakdır.[67]

Nesâî'de, bu hadisi, Tirmizfnin rivayetine benzer bir şekilde rivayet et­miştir. [68]

Yine Nesâî'nin başka bir rivayeti İse şu şekildedir:

Kadınlar, Peygamber (s.a.v)'İn kızınıfn yıkark ışlar Ben: [69]

Yine Nesâî'nin konu ile ilgili başka bir ri  en onun saçlarına) üç örgü  mü yaptınız?' diye sordum. Ümmü Atiyşka bir rivayeti de şu şekildedir:[70]

Yine Nesâî'nin başka bir rivayetinde iti yada yedi" ilavesi yer almaktadır.[71]

Yine Nesâî'nin diğer bir rivayetinin sonunda, Onun saçlarını tarayıp üç örgü yaptık ve saçlarını arkasına Salıverdik" ifadesi yer almaktadır. [72]

Yine Nesâî'nin bir rivayeti daha var. Bu rivayetin sonunda şu ifade yer almaktadır:

(Hadisin ravisi Eyyûb:) ResuluIIah (s.a.v)'in, 'onu, ona giydirin' sözü, 'onu ona izar yapın' mı demektir?' diye sordum. Muhammed ibn Sîrîn'de:

Hayır! Zannetmiyorum. Yalnız 'onu, onun içine sarın' anlamında olsa gerek1 diye cevap verdi.[73]

 

2. Cenaze Namazı Kılmanın Ve Cenazeyi Uğurlamanın Fazileti

 

112. Ebu Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: ResuluIIah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

"Kim, namazı kıiınıncaya kadar bir cenazenin yanında bulunursa, onun için bir kırat (mükafat) vardır. Kim de, (cenaze, mezara) konu­luncaya kadar (cenazenin başında) beklerse, onun için iki kırat (müka­fat) vardır. (Resulullah'a:) iki kırat nedir? diye soruldu. O da:

(İki kırat,) iki büyük dağ gibidir.[74] (Birinci rivayet) (Hadisin lafzı, Buhârî'ye ve Müslim'e aittir.) [75] Bir rivayette ise şu ilave vardır:

îbn Şihâb der ki: Salim b. Abdullah b. Ömer dedi ki: 'Abdullah ibn Ömer, cenazenin namazını kılar, sonra (beklemeden hemen oradan) ayrılırdı. Ebu Hureyre'nin, (bu hadisi,) Abdullah ibn Ömer'e ulaşınca: Demek ki, biz, pek çok kıratlar kaybettik [76] dedi. [77] Bir rivayette ise, Ebu Hureyre şöyle der:

Resulullah (s.a.v)'in: 'Kim bîr cenazenin arkasından giderse, onun için bir kırat [78] mükafat vardır' buyurduğunu işittim. (Bu hadisi duyan) Abdullah ibn Ömer:

Ebu Hureyre, bize hadis rivayet etme hususunda (artık) çok olu­yor dedi.

Daha sonra Aişe'ye birini gönderip (bu meseleyi) sordurdu. Aişe, Ebu Hureyre'yi doğruladı. Bunun üzerine Abdullah ibn Ömer:

Demek ki, biz, pek çok kıratları (mükafat olarak) almada kusur ettik1 dedi. [79]

Yine birinci rivayete benzer bir hadis olup bu hadis (İki kırat,) iki büyük dağ gibidir" ifadesiyle bitmektedir. Yine bu rivayetin içerisinde, Cenazenin ( gömülme vazifesi) bitirilinceye ka­dar" ilavesi yer almaktadır. [80]

Başka bir rivayette ise, (Cenaze) Iahde [81] konu­luncaya kadar" ifadesi yer almaktadır. [82]

Yine konu ile ilgili diğer bir rivayette ise, Cenaze defnediiinceye kadar onun arkasından gidene de..." ifadesi yer almakta­dır. [83]

Bu hadis(n bu şekildeki metinlerinji, Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir.

Yine Buhârî'nin bir rivayetinde, Ebu Hureyre şöyle der:

"Kim, imanı sebebiyle ve (sevabını yalnızca Allah'tan) umarak bir müslumanin cenazesinin arkasından gider ve üzerine (cenaze) namazı kılıp gö­mülme (vazifesini) bitirinceye kadar (onun başında) birlikte bulunursa, iki kırat (mükafat almış olarak) döner. Ki, kıratların her biri, Uhud dağı gibidir Kim de o cenaze üzerine namaz kılıp gömülmeden önce (geri) dönecek olur­sa, bir kırat (mükafat almış olarak) döner. [84]

Yine Müslim'in bir rivayetinde ise, Ebu Hureyre şöyle der:

Kim bir cenaze için namaz kılıp (defnoluncaya kadar) cenazenin arkasından gitmezse, onun için bir kırat (mükafat) vardır. Eğer (defno-luncaya kadar) cenazeni arkasından giderse, onun için İki kırat (müka­fat) vardır. (Resulullah'a:)

İki kırat nedir?' diye soruldu. 0 da:

İki kıratın en küçüğü, Uhud dağı gibidir. [85]

Yine Müslim'in başka bir rivayetinde, (hadisin ravisi) Ebü Hâzim (hadise İlave olarak) der ki:

Ebu Hureyre'ye: 'Kırat nedir?' diye sordum. O da: Uhud dağı gibi' di­ye cevap verdi. [86]

Yine Müslim'in konu ile ilgili başka bir rivayetinde, Sa'd b. Ebi Vakkâs'm oğlu Amirfin oğlu Davud) şöyle der:

Babası (Âmir),.Abdullah ibn Ömer'in yanında oturuyormuş. Birden, Maksûre'nin sahibi Habbâb çıka gelip:

Ey Abdullah ibn Ömer! Ebu Hureyre'nin ne söylediğini işitmiyor mu­sun? (Baksana!) Resulullah (s.a.v)'i:

Kim cenaze ile birlikte onun evinden çıkıp namazını kılar, sonra da defnedilme ey e kadar cenazenin arkasından giderse, o kimseye, iki kırat (mükafat) vardır. Her bir kırat, Uhud dağı kadardır. Cenazenin namazını kılıp dönen kimseye ise Uhud dağı kadar bir mükafat vardır' buyururken işitmiş.

Bunun üzerine Abdullah ibn Ömer, Habbâb Ebu Hureyre'nin söyledik­lerini sorarak gelip kendisine haber vermek için Aişe'ye göndermiş. Abdul­lah ibn Ömer, mescidin çakıllarından bir avuç almış, onları elinde evirip çevi­riyormuş. Nihayet elçi dönüp gelip Aişe'nin:

Ebu Hureyre doğru söylemiş dediğini bildirmiş. Bunun üzerine Ab­dullah ibn Ömer, elindeki çakılları yere vurarak:

Demek ki, biz, pek çok kıratları (mükafat olarak) almada kusur ettik'demi

Ebu Dâvud, bu hadisi, Müslim'in (bir önce geçen) rivayetine benzer bir şekilde rivayet etmiştir. Fakat bu rivayetin içerisinde, Oİ-f biri, Uhud dağı gibi" ifadesi yer almaktadır.

Yine Ebu Davud'un diğer bir rivayeti, Müslim'in bir rivayetine benzer olup bu rivayetin içerisinde, çakıl taşlanfnı evirip çevirmesi) olayı ile Abdullah ibn Ömer'in sözü yer almamaktadır.[87]

Nesâî ise (bu hadisi;) birinci rivayete ve Buhârî'nin bir rivayetine (benzer bir şekilde) rivayet etmiştir.[88]

Tirmizî ise birinci rivayeti nakletmiştir.

 

3. Cenaze Namazında Tekbirler Getirme

 

113. Ebu Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:

"KesilinHah (s.a.v), (Habeş hükümdarı) Necâşî öldüğü gün, onu öldüğünü (sahabelere) bildirdi. Onları musallaya çıkarıp saf yaptı. Ne câşî'nin ölümü üzerine dört tekbir alip gıyabî cenaze namazı kaldi.[89] (Birinci rivayet)

(Hadisin lafzı, Buhârî'ye aittir.) [90] Konu ile ilgili bir rivayet ise şu şekildedir:

Resulullah (s.a.v), Habeş hükümdarı Necâşî öldüğü gün, onun öldüğü­nü bize bildirip:

Kardeşiniz için mağfiret dileyin' buyurdu. [91]

Bu hadis(n bu şekildeki metnin)i; Buhârî, Müslim ile Nesâî rivayet etmiş­tir.

Tirmizî ile Ebu Dâvud'da, birinci rivayeti nakletmiştir.

 

4. Ölüyü Kefenlemek

 

114. Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir: "Resulullah (s.a.v), (vefat ettiğinde) "Sehûliyye" (denilen) üç parça pamuklu beyaz Yemen kumaşı ile kefenlendi. Bunların içerisinde kamîs (=gömlek) ve sarık yoktu. [92]

Hadisin lafzı, Buhârî'ye ve Müslim'e aittir Bir rivayette ise Hz. Aişe şöyle der: [93]

Resulullah (s.a.v), ilk önce, Abdullah ibn Ebi Bekr'e ait bir Yemen elbisesi içine sarılmıştı. Sonra elbise, ondan çıkarılıarak, "Sehûliyye" (denilen) üç parça pamuklu beyaz Yemen (kumaşı) ile kefenlendi. Bunların içerisinde, gömlek ve sarık yoktu.

Bunun üzerine Abdullah, bu elbiseyi kaldırıp:

Onun içine ben kefenlenirim' dedi. Sonradan;

Bunun içine Resulullah (s.a.v) kefenlenmedi de, ben mi kefenle-neceğim?' diyerek onu (satıp parasını) sadaka (olarak) verdi. [94]

Yine buna benzer başka bir rivayet daha var. Bu rivayetin içerisinde şu ilave var:

Elbiseye gelince, bunun, Resulullah (s.a.v)'e kefen yapmak için satın alı­nıp alınmadığında halk şüpheye düştüğünden dolayı elbise terk olundu ve Resulullah {s.a.v), "Sehûliyye" (denilen) üç parça pamuklu beyaz (Yemen) kumaşı ile kefenlendi. Bu elbiseyi, Abdullah b. Ebi Bekr alıp:

Ben bu elbiseyi kendime kefen yapmak için muhafaza edeceğim' dedi. ! Sonradan:

Buna, şanı yüce olan Allah, Peygamberi için razı olsaydı, ona kefen yapardı' deyip elbiseyi sattı. Parasını da sadaka (olarak) verdi. [95]

Bu hadis(in bu şekildeki metinlerin)ir Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir.

Yine Müslim, başka bir rivayetinde bu hadisi Ebu Seleme ibn Abdurrah-man yolundan şöyle rivayet etmiştir:

Aişe'ye:

Peygamber (s.a.v), kaç (parça bez ile) kefenlendi?' diye sordum. O da:

Sehûliyye [96] (denilen) üç parça (beyaz Yemen kumaşı ile) ke­fenlendi' diye cevap verdi.[97]

Yine Buhârî ile Müslim'in başka bir rivayetleri ise şu şekildedir:

Resulullah (s.a.v) vefat ettiği zaman (üzeri) "Hibera [98] (denilen bir Yemen) kumaşı [99] ile örtülmüştür.[100]

Nesâî ise bu hadisi, ilk baştaki rivayet (gibi) nakletmiş, yine bazı rivayet­lerinde; "Sehûliyye" (denilen) üç parça (beyaz Yemen kumaşı ile)" ifadesi geçmektedir. [101]

Tirmizî'nin rivayetinde ise şu ilave yer almaktadır:

Aişe'ye; halkın, (Peygamber'in) iki elbise ve "Hibera" denilen (Yemen) kumaşı içinde (kefenlendİğine dair) sözlerini anlattılar. Bunun üzerine Aişe:

Gerçekten (bir Yemen) kumaşı getirilmişti. Fakat (sahabeler,) bu ku­maşı kabul etmediler ve Peygamber (s.a.v)'i o kumaşla kefenlemediler' diye cevap verdi. [102]

Tirmizî'nin bu rivayetini; Ebu Dâvud ile Nesâî'de rivayet etmiştir. [103] Ebu Davud'un başka bir rivayetinde ise Aişe şöyle der:

Peygamber (s.a.v) (vefat edince cesedi) "Hibera" (denilen Yemen) kur masıyla örtülmüştü. Sonra (o kumaş) vücudundan soyulup [104] çıkarıldı. [105]

Yine Ebu Davud'un konu ile ilgili başka bir rivayeti de şu şekildedir:

Resulullah (s.a.v), üç parça beyaz Yemen kumaşı ile kefenlendi. Bun­ların içerisinde gömlek ve sarık yoktu.[106]

Ebu Dâvud, bu rivayeti, Buhârî ile Müslim'in rivayetlerine uygun şekilde rivayet etmiştir. [107]

Nesâî'nin başka bir rivayetinde ise şu ifade yer almaktadır:

"Resulullah (s.a.v), üç parça pamuklu beyaz Yemen kumaşı ile kefenlendi. [108]

 

5. Ölü(Nün Arkasından Feryadu Figanla) Ağlamanın Yasak Olması

 

115. Amre bint. Abdirrahman'dan rivayet edilmiştir: "Aişe'nin şöyle dediğini işittim:

Aişe'ye; Abdullah ibn Ömer'in: 'Ölü, dirilerin ağlaması sebebiyle azab görür' (hadisini) söylediği anlatıldı. Bunun üzerine Aişe:

Allah, Ebu Abdurrahman'a mağfiret etsin! Yalan söylememiş, Fakat o, ya unutmuş yada hata etmiş. (Bu olay şu şekilde olmuştur:)

Resulullah (s.a.v), bir Yahudi kadının yanma uğramıştı. (Fakat o kadın ölmüş olup orada bulunan kadınlar,) o kadın için ağlaşiyorlardı. Resulullah (s.a.v):

Onlar, şu (ölüye) ağlıyorlar. (Fakat) o, kabrinde (bu ağlamalar­dan dolayı) azab görüyor' buyurdu. [109]

Tirmizî'nin rivayetinde ise şu ilave yer almaktadır:

Abdullah İbn Ömer: 'Ölü, ailesinin ağlaması sebebiyle azab görür'

(şeklinde bir hadis) söylemişti. Bunun üzerine Aişe:

Allah, ona merhamet eylesin! Fakat o, yanılmıştır. (Bu olay şu şe­kilde olmuştur:)                                                                                            

Resulullah (s.a.v), ölmüş bir Yahudi kişi ile ilgili olarak:

Onlar, o (ölüye) ağladıktan için ölü, (bu ağlamalardan dolayı kabrinde) azab görüyor' buyurdu. [110]

Ebu Dâvud ile Nesâî'nin rivayetinde İlave olarak ise Aişe şöyle der:

(Abdullah ibn Ömer'i kast ederek) o, 'yamlrmştn  Çünkü Peygamber (s.a.v), bir kabre uğrayıp:

Gerçekten şu (mezar) sahibi kimse, aile halkının ağlaması sebe­biyle azab görüyor [111] buyurdu. Sonra da "Hiçbir günahkar, başkasının günahını çekmez [112] ayetini okudu. [113]

 

6. Kabir Azabı

 

116. Berâ' ibnul-Âzib (r.ahümâ)'dan rivayet edilmiştir:

Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

"Kabirde soru sorulduğunda, Müslüman kişi; Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın resulü olduğuna şahitlik[114] Allah'ın; 'Allah, kendisine iman edenleri, dünya ve ahiret hayatında sabit bir söz üzere tespit eder [115] sözü (nün anlamı), budur. [116]

(Hadisin lafeı, Buhârî'ye aittir.) [117]

Bir rivayette ise, Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurur:

Allah, kendisine iman edenleri, sabit bir söz üzere tespit eder.[118] sözü, kabir azabı hakkında inmiştir. (Çünkü kabirde) ki­şiye: Rabbin kimdir?' diye sorulur. Kişi de:

Rabbim Allah'tır. Peygamberim de, Muhammed (s.a.v) dir' diye cevap venr.[119]

Yalnız başka bir rivayette ise Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurur:

Allah, kendisine iman edenleri, sabit bir söz üzere tespit eder [120] sözü, kabir azabı [121] hakkındadır. (Çünkü kabirde) kişiye:

 

7. Cenazeyi Defnetme Hususunda Acele Etmeye Teşvik

 

117. Ebu Hureyre (r.aj'tan rivayet edilmiştir:

Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

"Cenazeyi,  (kabre) süratle götürün. [122] Eğer ölen kişi, salih bir kimse ise, bu (ölen kimse için) bir hayrdir. (Çünkü kabrine bir an önce defnetmekle) onu, hayra ulaştırmış olursunuz. Eğer (ölen kişi,) salih bir kimse değilse, bu da (ölen kimse için) bir serdir. (Bir an önce) onu omuzlarınızdan indirmiş olursunuz. [123]

 

8. Cenaze Geçerken Ayağa Kalkmak

 

118. Amir b. Rebîa (r.aj'tan rivayet edilmiştir: Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

"Sizden birisi (yanından yada önünden) bir cenazefnin geçtiğini) gördüğünde, onunla beraber (kabre kadar) gitmek istemese, cenaze(yi götürenler) ileri geçinceye kadar yada cenaze kendisini(n bulunduğu yeri) geçmeden, yere indirilene kadar ayakta dursun.[124] (Birinci rivayet)

Başka bir rivayette ise, Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

"(Yanınızdan yada önünüzden) cenazefnin geçtiğini) gördüğünüzde, [125] cenaze sizi geride bırakıncaya kadar [126] ayakta durunuz. [127] (İkinci rivayet)

Bu hadisfin bu şekildeki metinlerin)i; Buhârî, Müslim ile Nesâî rivayet etmistir.[128]

Tirmizî ile Ebu Dâvud ise, ikinci rivayeti nakletmişlerdir.

Ebu Davud'un rivayetinde, yada (kabre) konuluncaya ka­dar" ilavesi yer almaktadır.[129]

 

9. Cenaze Defnedildikten Sonra Kabirin Yanında Cenaze Namazı Kılmak

 

119. Amir eş-Şa'bî'den rivayet edilmiştir:

"Peygamber (s.a.v) ile birlikte (diğer kabirlerden) uzakça bir yer­deki kabre uğrayanlardan birisi bana anlattı:

Peygamber (s.a.v), (kabre vardığında, beraberinde olan) kimseleri arkasına saf yapıp onlara imam olmuş.

Şeybânî der ki: Şa'bî'ye:

Ey Ebu Amr! O kimdi?' diye sordum. Şa'bî:

Abdullah ibn Abbâs' diye cevap verdi.[130]

Zaid bir rivayette ise Abdullah ibn Abbâs şöyle der:

Resulullah (s.a.v), bir kabre geldi. (Orada bulunanlar):

Bu cenaze, dün (gece) gömüldü' dediler. (Abdullah ibn Abbâs, bu kelimeyi, 'dufine' yada 'dufinet' şeklinde tereddütlü söylemiştir.)

Abdullah ibn Abbâs: 'Biz, Resulullah (s.a.v)'in arkasında saf olduk. Son­ra Resulullah (s.a.v), (bize) o gömülü cenaze üzerine namaz kıldırdı1 dedi. [131]

Yine konu ile ilgili bir rivayetin devamında şu ilave yer almaktadır:

Resulullah (s.a.v), (bu ölüyü, hastalığı sırasında ziyaret etmiş bulundu­ğundan) cenaze sahiplerine:

(Bu kişinin öldüğünü) bana niçin haber vermediniz?' diye sordu. Onlar da:

Biz, onu, gecenin karanlığında gömdük. Sizi o vakitte uyandır­mak istemedik' dediler.

Bunun üzerine Resulullah (s.a.v), namaza durdu. [132] Biz de, arkasında saf bağladık.

Abdullah ibn Abbâs: 'Ben de, bu safların içinde bulundum. [133] Resu­lullah (s.a.v), bu gömülü olan ölüye namaz kıldı' dedi. [134]

Başka bir rivayette ise, konu ile ilgili şu husus yer almaktadır:

Resulullah (s.a.v), (bir gün bazı sahabileriyle birlikte mezarlıkta gezinir­ken toprağı daha) yaş olan bir kabrin yanma varıp üzerine namaz kıldı. (Be­raberindeki sahabiler de), onun arkasında saf oldular. Resulullah (s.a.v), (bu namazı kıldırırken) dört tekbir [135] aldı. [136]

Bu hadis(in bu şekildeki metinlerin)!, Buharı ile Müslim rivayet etmiştir.

Ebu Dâvud ise bu hadisi, (önceki) rivayete uygun bir şekilde rivayet edip bu rivayete şu ilaveyi yapmıştır:

(Hadisin ravisi Ebu İshâk der ki:) Şa'bî'ye:

(Bunu) sana kim anlattı?1 diye sordum. Şâbî de:

Güvenilir birisi olan (ve o anda orada bulunan) Abdullah ibn Abbas- (söyledi)1 diye cevap verdi.[137]

Tirmizî'nin rivayetinde ise Şa'bî şöyle der:

Resulullah (s.a.v)'i gören bir kişi, bana anlattı:

Resulullah (s.a.v), (bir gün bazı sahabileriyle birlikte gezinirken diğer ka­birlerden) uzakça bir yerdeki kabri gördü. Hemen (beraberindeki) sahabi-lerini saf yapıp o kabrin üzerine (cenaze) namazı kıldı.

Şa'bî'ye:

Bu sana kim anlattı?' diye soruldu. Şa'bî:

Abdullah ibn Abbâs' diye cevap verdi. [138] Nesâî'nin rivayetinde ise Şa'bî şöyle der:

Peygamber (s.a.v) ile birlikte (diğer kabirlerden) uzakça bir yerde­ki kabre uğrayanlardan birisi bana anlattı:

Peygamber (s.a.v), (beraberindeki) sahabileri arkasına saf yapıp o kab­rin üzerine (cenaze) namazı kıldı.

Şa'bî'ye:

Bunu sana kim anlattı?' diye soruldu. O da:

Abdullah ibn Abbâs1 diye cevap verdi. [139]

Yine Nesâî'nin başka bir rivayetinde ise Şa'bî şöyle der:

Peygamber (s.a.v) ile birlikte (diğer kabirlerden) uzakça bir yerdeki kab­re uğrayanlardan birisi bana anlattı:

Peygamber (s.a.v), (beraberindeki) kimseleri arkasına saf yapıp onlara imam olmuş.

(Hadisin ravisi,) Şa'bî'ye:

Ey Ebu Amr! (Bun sana anlatan) o kimse, kimdir?' diye sordum

Şabî: Abdullah ibn Abbâs' diye cevap verdi. [140]

 

10. İmamın, Ölen Erkek Ya Da Kadının Cenaze Namazında Cenazenin Hangi Tarafına Doğru Duracağı Meselesi

 

120. Semure ibn Cündub (r.a)'tan rivayet edilmiştir: "Ben, Resulullah (s.a.v) zamanında çocuk idim. Ondan (duydukla­rımı) ezberliyordum. Onları söylememe bir engel yok. Fakat burada benden yaşça daha büyük olan bazı kimseler var.

Resulullah (s.a.v)'in arkasında, lohusa halinde iken ölen bir kadı­nın (cenaze) namazını kıldım. Resulullah (s.a.v), namazda, kadının (tam) orta (hiza)sına doğru durdu. [141]

Bu hadis(in bu şekildeki metnin)i, Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir.

Tirmizî ise, bu hadisi muhtasar bir şekilde Semure ibn Cündub'tan şöyle rivayet etmiştir:

Peygamber (s.a.v), (ölen) bir kadının üzerine (cenaze) namazı kıldı. (Namaz kılarken) kadının (tam) orta (hiza)sma [142] doğru durdu. [143] Ebu Davud'un rişvayetinde ise Semure ibn Cündub şöyle der:

Peygambe (s.a.v)'in arkasında, lohusa halinde iken ölen bir kadının (ce­naze) namazını kıldım. Resulullah (s.a.v), namazda, kadının (tam) orta (hi-za)sına doğru durdu. [144]

Müslim'in başka bir rivayeti ile Nesâî'nin bir rivayetinde, Semure ibn Cündub şöyle der:

"Resulullah (s.a.v), İohusa halinde iken ölen Ümmü Ka'b el-Ensârî üzerine namaz kıldığı [145] gün ben Resulullah (s.a.v)'in arkasında namaz kıldım. Resulullah (s.a.v), {namaz kılarken) kadının (tam) orta hizajşma doğru durdu.[146]

 

SEKİZİNCİ BÖLÜM

 

ZEKÂT BÖLÜMÜ [147]

 

1.Fıtır Sadakası

 

121. Abdullah ibn Ömer (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir:

"Resulullah (s.a.v), Fıtır sadakasını; her köle yada hür kimse, kü­çük yada büyük kimse üzerine bir sâ' (kuru) hurma yada bir sâ arpa (vermeyi) farz kılmıştır. [148] (Hadisin lafzı, Müslim'e aittir.)

Bir rivayette ise Müslümanlardan [149] hür veya köle, [150] kadın yada erkek [151] her kimse üzerine" ifa­desi yer almaktadır.[152]

Bir rivayette ise, Daha sonra [153] halk, yarımsâ' buğdayı (diğer şeylerden bir sâ'ya) denk tuttu" ilavesi yer almaktadır.[154]

Bir rivayet ise şu ifade yer almaktadır:

Abdullah ibn Ömer, (fıtır sadakası olarak) (kuru) hurma verirdi. (Bir yıl ortaya çıkan hurma kıtlığından dolayı) Medineliler, (kuru) hurma bulamadı­lar. (Kuru hurma yerine) arpa verdiler.

Abdullah ibn Ömer, büyük-küçük (herkesin fitresini) verirdi. Hatta (Nâfi'nin) çocuklarının (fitresini bile) verirdi.

Abdullah ibn Ömer, fıtır sadakasını, (bayram sabahı) toplayan (zekat memullarına verirdi. Halbuki halk, (fıtır sadakalannı), bayramdan bir yada iki gün önce verirlerdi. [155]

Bir rivayette ise Abdullah ibn Ömer şöyle der:

Peygamber (s.a.v), Fıtır sadakasınr; [156] bir sâ [157] (kuru) hurma yada bir sâ1 arpa (vermeyi) emretmiştir (farz kılmıştır).

Abdullah ibn Ömer: insanlar, iki müdd buğdayı (bir sâ1 kuru hurmaya) denk tuttular'dedi. [158]

Bu rivayetler, Buhârî ile Müslim'in naklettiği rivayetlerdir. Yine Buhârî'nin bir rivayetinde, Abdullah ibn Ömer şöyle der:

Resulullah (s.a.v), Fıür sadakasını; Müslümanlardan köle yada hür kimse, erkek veya kadın, küçük yada büyük kimse üzerine bir sâ1 (kuru) hurma yada bir sâ' arpa (vermeyi) faiz kılmıştır. Fıtır sadakasını, halk, (bay­ram) namazına çıkmadan önce (gereken yerlere) verilmesini farz kıldı. [159]

Yine Müslim'in bir rivayetinde ise, Abdullah ibn Ömer şöyle der:

Resulullah (s.a.v), Fıtır sadakasını; Ramazan (ayın)da Müslümanlar­dan hür yada köle kimse, erkek veya kadın, küçük yada büyük  herkes üzerine bir sâ1 (kuru) hurma yada bir sâ' arpa [160] (vermeyi) farz kilmıştır.[161]

Yine Buharı ile Müslim, bu hadisi, muhtasar bir şekilde şöyle rivayet et­mişlerdir:

Peygamber (s.a.v), Fıtır sadakasını; halk, (bayram) namazına çıkma­dan önce (gereken yerlere) verilmesini emretti  [162]

Tirmizî, Ebu Dâvud ile Nesâî, bu hadisin farklı bir varyantını nakletmişlerdir.

Timıizî der ki: "Bu hadisi, Nâfi'den bir çok kimse rivayet etmiştir."

Fakat Tirmizî, bu hadisin içerisinde Müslümanlardan" ifa­desine yer vermemiştir. [163]

Yine Tirmizî, bu hadisin farklı bir varyantını nakletmiştir. Yine Tirmizî, bu hadisi şu şekilde de rivayet etmiştir:

Resulullah (s.a.v), (Fıtır) sadakasını; (halk) fıtır (Ramazan bayramı) günü erkenden namaza çıkmadan önce verilmesini emrederdi. [164]

Ebu Dâvud ile Nesâî, Buhârî'nin tek başına rivayet ettiği hadisi de nak-letm işlerdir.

Ebu Davud'un tek başına naklettiği rivayette, Abdullah ibn Ömer şöyle der:

Resulullah (s.a.v), bize, Fıür sadakasını; halk, (bayram) namazına çık­madan önce [165] verilmesini emretti.

 (Hadisin ravisi Nâfi1 der ki:) Abdullah ibn Ömer, Fıür sadakasını, bayramdan bir gün yada iki gün önce[166] verirdi. [167]

Ebu Dâvud, Nâfi' yolundan gelen bazı varyantlarda her Müslüman üzerine", bazı varyantlarında Müslümanlardan" ifadesi vardır. Fakat Ubeydullah'tan gelen meşhur bir rivayette Müslümanlardan" ifadesi yer almamaktadır. [168]

Yine Ebu Davud'un başka bir rivayeti ile Nesâînîn bir rivayetinde, Ab­dullah ibn Ömer şöyle der:

Halk, Resulullah (s.a.v) zamanında Fıtır sadakasını; arpa, (kuru) hurma, Peygamber arpası [169] ve kuru üzümden bir sâ' olarak verirdi.

(Hadisin ravisi) Nâfi' der ki:

Abdullah ibn Ömer: 'Ömer, (halife) olup buğday çoğalınca, yarım sâ' buğdayı, (öteki) şeylerden bir sâ1 yerine (bedel) kıldı' dedi.[170]

Başka bir rivayette ise Nâfi1 der ki:

Abdullah ibn Ömer: 'Daha sonra halk, yarım sâ1 buğdayı (diğer şeyler­den bir sâ'ya) denk tuttu1 dedi.

(Nâfi') der ki:

Abdullah ibn Ömer, fıtır sadakası olarak (kuru) hurma verirdi. Bir yıl (ortaya çıkan hurma kıtlığından dolayı) Medineliler kuru hurma bulamadılar. (Kuru hurma yerine) arpa verdiler.[171]

Nesâî'nin bu rivayet ile ilgili nakli, "yada kuru üzüm" ifadesiyle son bulmaktadır. [172]

Yine Nesâî, bu hadisi, çeşitli varyantlarla rivayet ermiştir. Bir rivayeti de, Buhârî ile Müslim'in rivayelerine uygun bir şekilde nakletmiştir. [173]

122. Ebu Saîd el-Hudri (r.a)'tan rivayet edilmiştir:

Biz, Fıtır sadakasını; yiyecekten bîr sâ', arpadan bir sâ\ (kuru) hurmadan bir sâ\ keşten bir sâ\ kuru üzümden bir sâ' olarak verir­dik. [174] (Birinci rivayet)

Bir rivayette ise {bu hadise) şu ilave vardır:

"Muaviye, (saltanathk yönetiminin başına) gelip [175] (Şam'dan) bol buğ­ elince:day gelince:

(Şam) buğdayından iki müdd'ün, (diğer şeylerden) bir sâ' (kuru) hurmaya denk olduğu görüşündeyim' dedi. [176](İkinci rivayet)

Bir rivayette ise şu husus yer almaktadır:

Biz, Fıtır sadakasını; Fıtır (Ramazan bayramı) günü yiyecekten bir sâ' olarak verirdik.

Ebu Saîd (devamla) der ki: Bizim yiyeceğimiz; [177] arpa, kuru üzüm, keş [178] ve (kuru) hurma idi.[179] (Üçüncü rivayet)

Başka bir rivayette ise, Ebu Saîd el-Hudrî şöyle der:

Biz, (Fıtır) sadakasını, arpadan bir sâ' olarak yedirirdik (verirdik).[180] (Dördüncü rivayet)

Ebu Saîd el-Hudrî, bu rivayete, herhangi bir şeyi ilave etmemiştir. Diğer bir rivayette ise bu husus şu şekilde yer almaktadır:

"Biz, Resulullah (s.a.v) içimizde olduğu halde, biz, fıtır sadakasını; küçük-büyük ve hürköle her kes için yiyecekten bir sâ' yada (kuru) hurmadan bir sâ' yada kuru üzümden bir sâ' olmak üzere üç sınıftan verirdik.

Muaviye (hac yada umre etmek için Medine'ye gelip minberde halka ko­nuşma yapıp) (Şam) buğdayından iki müdd'ün, bir sâ' (kuru) hurmaya denk olduğu gorüşü(nü belirtinceye) kadar böyle vermeye devam ettik.    .

Ebu Saîd der ki: Bana gelince, onu (eskisi gibi) vermeye devam edece­ğim. [181] (Beşinci rivayet)

Bir rivayette ise şu ilave yer almaktadır.

Yaşadığım müddetçe, (hayatımın) sonuna kadar onu (eskisi gibi) vermeye devam edeceğim. [182]

Bu hadisfin bu şekildeki metinlerin)!, Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir.

Tirmizî, bu hadisi, ilk (baştaki) rivayet gibi nakledip daha sonra da Ebu Saîd el-Hudrî'den şöyle nakilde bulunur:

Muaviye (hac yada umre etmek için) Medine'ye gelinceye kadar sadakas, olarak buğdaydan bir sâ', arpadan bir sâ', hurmadarı bir üzümden bir sâ', keşkten bir sâ') vermeye devam ettik. Muaviye  (gelince,) konuşma yapt. ve halka söyledikleri arasında şu da vard!:             

Ben, Şam buğdayından iki müdd'ün, bir sâ1 (kuru) hurmaya dpnl, olduğunu görüşündeyim dedi.                                               

Bunun üzerine halk, Muaviye'nin (bu) görüşüne uydu.Ebu Saîd el-Hudrî: "(Hayatımın sonuna kadar)

Ebu Dâvud'da  bu hadisi, Tirmizfnin rivayeti gibi nakledip hadise giriş yaptıktan sonra şu ilaveyi yapmıştır:                                                             

Fıtır sadakasını; her küçük ve büyük, hür ve köle için yiyecekten bir sâ' yada keşten bir sâ' veya arpadan bir sâ' veya kuru hurmadan bir sâ' yada kuru üzümden bir sâ' (olarak verirdik). Muaviye (hac yada um­re etmek için) Medine'ye gelip minberde halka konuşma yapıncaya ka­dar böyle vermeye devam ettik.[183]

Ebu Dâvud der ki; Bir adam, (hadisin ravisi) İbn Uleyye'den yaptığı riva­yette: veya bir sâ' buğday" (sözünü) söyledi. Fakat bu söz, mahfuz değildir. [184]

Bir rivayette ise, ("yiyecekten bir sâ" yerine) "buğday­dan ya«m sâ" ifadesi geçmektedir. Bu söz, hadisin ravisinden rivayette bu­lunan birinden meydana gelen bir hatadır.[185]

Başka bir rivayette ise Ebu Saîd el-Hudrî şöyle der:

Ben, asla bir sâ'dan başkasını vermem. [186] Çünkü biz, Resulullah (s.a.v) zamanında (fitır sadakasını) kuru hurma veya arpa yada keş veya kuru üzümden bir sâ1 olarak verirdik. [187]

Ebu Dâvud der ki: "Süfyân ibn Uyeyne, (yapığı rivayette bu sayılanlara) "veya undan bir sâ" sözünü ilave etmiştir. (Muhaddisler,) bu ilaveden dolayı Süiyân'ı kınadılar. Bunun üzerine Süfyân, bu ilaveden vaz­geçmiştir. [188]Ebu Dâvud der ki: Bu ilave, Süfyân ibn Uyeyne'nin hatasıdır. [189]

Nesâî'de, beşinci rivayeti nakledip bu rivayetinde içerisinde şu ifade yer almaktadır:

Biz, Fıtır sadakasını, (yiyecekten bir sâ', (kuru) hurmadan bir sâ1, kuru üzümden bir sâ' olmak üzere) üç sınıftan verirdik.[190]

Yine Nesâînin başka bir rivayetinde, Ebu Saîd el-Hudrî şöyle der;

Biz, Resulullah (s.a.v) zamanında, (Fıtır sadakasını) sadece kuru hur­madan bir sâ' veya arpadan bir sâ' yada kuru üzümden bir sâr yada undan bir sâ' veya keş'ten bir sâ1 yada Peygamber arpasından bir sâ' olarak verirdik.

Daha sonra Süfyân şüpheye düşüp: 'Un yada Peygamber arpası' de­di.

 

2. Zekata Tabi Olan Mallar

 

123. Ebu Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir: Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

"Üçer yaşındaki beş (dişi) deveden daha az olan (deve)de zekat ur. Beş ukiyye'den daha az olan (gümüş)de zekat yoktur. Beş Bir rivayette ise, Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

"Beşten veskten [191] daha az olan hurma ile hububatta [192] zekat yoktur..[193]

Görüldüğü üzere bu rivayete herhangi bir ilave yapılmamıştır. - Başka bir rivayette ise Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

Beş veski bulmadıkça hububat ile hurmada zekat yoktur. Üçer yaşında­ki beş (dişi) deve (zevd)'den [194] daha az olan (deve)de zekat yoktur. Beş ukiyye (evak)'den [195] daha az olan (gümüş)de zekat yoktur.[196]

Yine Müslim'de, konu ile ilgili buna benzer başka bir rivayet daha var. Yalnız bu rivayette, hurma" kelimesi yerine y£ "meyve" kelimesi yer al­maktadır.[197]

Buhârî ise bu. hadisi, Abdullah b. Abdurrahman b. Ebi Sa'saa yoluyla Ebu Saîd el-Hudri'den rivayet etmiştir. (Bu rivayette,} Peygamber (s.a.v) şöy­le buyurmaktadır:

Beşk veskten daha az olan hurmada zekat yoktur. Beş ukiyye gümüşten daha az olan (gümüş)de zekat yoktur. Üçer yaşındaki beş (dişi) deveden da­ha öz olan (deve)de zekat yoktur.[198]

Humeydî der ki: Buhârî, konu(muz) ile ilgili hadisi, [199] Abdullah ibn Ömer'in şu hadisinden sonra rivayet etmiştir. (Bu rivayette,) Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

Yağmurun ve akarsuların suladığı yada aseriyye olanda (sulanmayıp kökleri vasıtasıyla su emip yetişmiş olan toprak mahsullerinde) öşür (onda bir zekat) vardır. Develerle [200] (kuyulardan yada kova ve dolapla) sulanan (toprak mahsullerde ise yirmide bir zekat vardır."

Buhârî, (bu hadisi naklettikten sonra) şöyle der: Bu hadis, önceki (Ebu Saîd el-Hudrî) hadisinin [201] tefsiridir. Ebu Saîd el-Hudrî hadisinde, (onda bir yada yirmide bir diye) bir sınırlama getirilmemiştir.

(Ravi der ki: Buhârî, 'bu hadis' sözüyle;) Abdullah ibn Ömer'in, Yağmurun suladığı (mahsullerde) öşür ( onda bir zekat) vardır" hadisini kast etmektedir.

Peygamber (s.a.v), Abdullah ibn Ömer hadisinde, ('onda bir yada yir­mide bir olanı) açıklayıp mikdarı tayin etmiştir. [202]

Güvenilir raviden gelen ziyade, kabul edilmiştir. Müfesser (hâss) olan, mübhem (âmm) olan üzerinde hükmeder (onu tahsis eder). Ziyade, gü­venilir raviler rivayet ettiği zaman kabul edilir.

Nitekim Fadl ibn Abbâs: Peygamber {s.a.v), fetih günü Kabe'de namaz kılmadı' diye rivayet etti. Bilal ise: Peygamber (s.a.v), (Mekke'nin) fethi günü Kabe'de namaz kıldı' dedi.

Sonuçta; BÜal'in sözü alındı, Fadl'ın sözü alınmadı.[203]

Tirmizî, Üçer yaşındaki beş (dişi) deveden daha az olan (deve)de zekat yoktur" hadisi ile ilgili olarak şöyle der:

"Develerin sayısı, yirmi beşe ulaşınca onlarda iki yaşına girmiş bir dişi deve yavrusu vardır. Yirmi beşten az olan develerde, her beş devede [204] (ze­kat olarak) bir koyun vardır.[205]

Ebu Davud'un rivayetinde ise Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

"Beş veskten az olan (hurma, üzüm ve hububat gibi mahsul)de zekat yoktur. Bir vesk, damgalanmış altmış sâ'dır.[206]

Yine Ebu Davud'un başka bir rivayetinde ise İbrahim (en-Nehaî) şöyle der:

Bir vesk, Haccâc'm sâ'ıyla- damgalanmış altmış sâ'dır.[207] Nesâî'nin rivayetinde ise Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır;

Beş veskten az olan hububat veya hurmada zekat yoktur.[208]

Yine Nesâî'nin başka bir rivayetinde, Peygamber (s.a.v) şöyle buy maktadır:

Beş veske ulaşmadıkça buğday ve hurmaya zekat düşmez. Beş ukiyye-ye ulaşmadıkça gümüşe zekat düşmez. Üçer yaşındaki beş (dişi) deveye ulaş­madıkça deveye de zekat düşmez.[209]

Bu hadis, bir grup hadis imamın rivayet etmede ittifak ettiği bir hadistir.

 

3. Kadının, Kocasının Malından Sadaka Vermesinin Caiz Olup Olmadığı Meselesi

 

124. Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir: Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

Kadın, kocasının evinin yiyeceğinden kötülük kast etmeksizin in-fak ederse,[210] ona infakın sevabı, kocasına da kazanmasının sevabı ve­rilir. Hizmetçisine de, o kadar sevap verilir. Bunlardan birisi, diğerinin sevabından bir şey eksiltmez. [211]

Bu hadis(in bu şekildeki metninji; Buhârî, Müslim ile Eu Dâvud rivayet etmiştir.

Tirmizî ile Nesâî'nin rivayetinde ise, infak ederse" kelimesi yerine  "sadaka verirse" ifadesi geçmektedir.[212]

Başka bir rivayette ise, cJüjI "infak ederse" kelimesi yerine "ve­rirse" ifadesi geçmektedir. [213]

 

4. At Ve Kölenin Zekatı

 

125. Ebu Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:

Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

Müslümana, kölesinden ve atından dolayı zekat yoktur. [214] (Birin­ci rivayet)

Bir rivayette ise şu ifade yer almaktadır: tadır:

"Fitır sadakası hariç, kölede zekat yoktur. [215] (İkinci rivayet) Buhârî ile Müslim, bu hadisin ikinci rivayet şeklini rivayet etmişlerdir. Diğerleri ise birinci metni rivayet etmişlerdir. Yine Ebu Davud'un bir rivayetinde, Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmakdır:

"Kölenin fıtır sadakası hariç, at ve kölede [216] zekat yoktur.[217]

Yine Nesâî'nin bir rivayetinde ise, Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktaır.

"Müslüman kişiye, kölesinin ve atının [218] zekatı yokur.[219]

DOKUZUNCU BÖLÜM

 

ORUÇ BÖLÜMÜ [220]

 

1. Orucun Faziletleri

 

126. Ebu Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

"Adem oğlunun (işlediği) her iyi amel, on mislinden yedi yüz misli­ne kadar katlanır.

Şanı yüce olan Allah:

Oruç, müstesna! Çünkü oruç, benim için tutulur. Onun mükafa­tını (ancak) Ben veririm. (Zira oruçlu kimse,) benim için; yemesini ve cinsel arzusunu bırakır' buyurdu.

Oruçlu kimse için iki sevinç vardır: (Biri) iftar anındaki sevinci, (diğeri ise;) Rabbine kavuştuğu andaki sevincidir.

Emin olun ki, oruçlunun ağız kokusu, Allah katında misk koku­sundan daha güzeldir. (Birinci rivayet)

(Hadisin lafzı, Müslim'e aittir.)

Bir rivayette ise Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

"Şanı yüce olan Ailah şöyle buyurmaktadır:

Adem oğlunun (işlediği) her (iyi) amel, kendisi içindir. Yalnız oruç müstesna! Çünkü oruç, benim için tutulur. Onun mükafatını (an­cak) Ben veririm' buyurdu.

Oruç, bir kalkandır. Sizden birisinin oruç tuttuğu bir gün olursa, o gün kötü söz söylemesin ve gürültü çıkarmasın. Eğer bir kimse, kendisine, sö­ver yada kavga ederse:

Ben oruçlu bir kimseyim' desin.[221]

Muhammed'in nefsini elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, oruçlu kimsenin ağız kokusu, Allah katında misk kokusundan daha güzeldir.

Oruçlu kimse için, iki sevinç vardır: (Biri;) iftar ettiği zaman iftarına sevi­nir, (diğeri ise;) Rabbine kavuştuğu zaman orucuna sevinir.[222] (İkinci riva­yet)

Başka bir rivayette ise bu hadis kısa bir şekilde şöyledir:

Şanı yüce olan Allah şöyle buyurmaktadır:

Adem oğlunun (işlediği) her (iyi) amel, kendisi içindir. Yalnız o-ruç müstesna! Çünkü oruç, benim için tutulur. Onun mükafatını (an­cak) Ben veririm1 buyurdu.

Oruçlu kimsenin ağız kokusu, Allah katında misk kokuşundan daha gü­zeldir.[223]

Konu ile ilgili bir rivayette, Muhammed'in nefsini elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, oruçlu­nu ağız kokusu. ifadesi yer almaktadır.[224]

Konu ile ilgili başka bir rivyette ise, Muhammed'İn nefsini elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, o-nıçlunu ağız kokusu..." ifadesi yer almaktadır.[225]

Bu hadisfn bu şekildeki metinlerin)i, Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir.

Yine Buhârî'nin bir rivayetinde ise, Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmak­tadır:

Şanı yüce oln Allah şöyle buyurmaktadır:

 (İşlenen) her (iyi) amel için bir kefaret vardır. (Oruç müstesna! Çünkü) oruç, benim için tutulur. Onun mükafatını ancak Ben veririm buyurdu.

Emin olun ki, oruçlunun ağız kokusu, (kıyamet günü,) Allah katında isk kokusundan  Yine Buhârî'nin başka bir rivayetinde ise, Peygamb vurmaktadır:[226]

Oruç bir kalkandır. Oruçlu kimsei kötü söz söylemesin ve cahillik yap­n. Eğer herhangi bikmsei kötü söz söylemesin ve cahillikmasın. Eğer herhangi bir kimse, kendisine kavga eder yada küfrederse, iki, defa:

Ben oruçluyum' desin.

Nefsimi elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, oruçlu kimsenin ağız kokusu, Allah katında misk kokusundan daha güzeldir.(Yüce Allah:)

(Oruçlu kimse,) benim için; yemesini, içmesini ve cinsel arzusu­nu terk eder. Oruç, benim için tutulur. Onun mükafatını (ancak) Ben veririm'. (Halbuki diğer) güzel işler, on misliyle (ödenir) (buyurdu).[227]

Yine Müslim'in bir rivayetinde ise, Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmakta­dır:

Sizden birisi, bir gün, oruçlu olarak sabahladığında, kötü söz söyleme­sin ve cahillik etmesin. Eğer bir kimse, kendisine, küfreder yada kavga ederse:

Ben oruçluyum, ben oruçluyum' desin.[228]

Başka bir rivayette ise Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

Oruç bir kalkandır. [229]Sizden bir kimse, oruçlu olarak sabahladı­ğında .[230]

Ebu Hureyre ve Ebu Saîd el-Hudrî yolundan gelen başka bir rivayette, Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

Şanı yüce olan Yüce Allah:

Oruç, benim için tutulur. Onun mükafatını (ancak) Ben veririm'' buyurdu.

Oruçlu kimse için, iki sevinç vardır: (Biri;) iftar ettiği zaman sevinir, (di­ğeri ise;) Allah'a kavuştuğu zaman sevinir. Muhammed'in nefsini elinde bu­lunduran Allah'a yemin ederim ki, oruçlu kimsenin ağız kokusu, Allah katında misk kokusundan daha güzeldir.[231]

Konu ile ilgili diğer bir rivayette ise ifade yer almaktadır:

(Oruçlu kimse,) Allah'a kavuşup ta Allah, onun mükafatını verdi­ği zaman sevinir.[232]

Diğer bir rivayette ise Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

Nefsimi elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, oruçlu kimsenin ağız kokusu, şanı yüce olan Allah katında, misk kokusundan daha güzeldir. Yüce Allah:

Oruçlu kimse, ancak benim için; cinsel arzusunu, yemesini ve içmesini bırakır. Çünkü oruç, Benim için tutulur. Onun mükafatını (ancak) Ben veririm. (Diğer yapılan) her güzel iş ise, on mislinden yedi yüz misline kadar (katlanır). Oruç müstesna! Çünkü oruç, Benim için tutulur. Onun mükafatını ancak Ben veririm1 buyurdu.[233]

Ebu Davud'un bir rivayetinde, Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

Oruç, bir kalkandır. Sizden birisi oruçlu olduğu zaman, çirkin söz söy­lemesin ve cahillik yapmasın. Eğer bir kimse, kendisine, kavga eder yada küf­rederse:

Ben oruçluyum, ben oruçluyum' desin.[234]

Tirmizî'nin rivayetinde ise, Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

Rabbiniz:

Her iyilik, on mislinden yedi yüz misline kadar (katlanır). Yalnız oruç, benim için tutulur. Onun mükafatını (ancak) Ben veririm' buyur­maktadır.

Oruç, (cehennem) ateşine karşı bir kalkandır. Emin olun ki, oruçlu kim­senin ağız kokusu, Allah katında, misk kokusundan daha güzeldir. Bir cahil, sizden birinize, oruçlu iken (sataşmak suretiyle) cahillik ederse:

Ben oruçluyum1 desin.[235]

Yine Tirmizî'nin bir rivayetinde, Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

Oruçlu kimse için iki sevinç vardır: (Biri;) iftar ettiği andaki sevinç, (di­ğeri ise;) Rabbine kavuştuğu andaki sevinçtir. [236]

Nesâî ise; Ebu Hureyre ve Ebu Saîd el-Hudrî yolundan ikinci rivayeti Tirmizî'nin birinci rivayetini nakletmiştir.[237]

Yine Nesâî'nin bir rivayeti ise şu şekildedir:ve "Oruç kalkandır.[238]

Nesâî, bu rivayete herhangi bir şey ilave etmemiştir.

 

2. Ramazan Ayını İbadetle Geçirmek

 

127. Ebu Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:

Resulullah (s.a.v), kesin emir vermemekle brlikte halkı, Ramazan (ayın)ı ibadetle geçirmeye teşvik edip:

Kim Ramazan (ayın)i, Allah'a iman ve (sevabını O'ndan) bekle­yerek ibadetle geçirirse, geçmiş günahları(ndan bazısı) bağışlanır1 bu­yurdu.

(Hadisin ravisi der ki:) Durum böyle iken, Resuhıllah (s.a.v), vefat etti. Ebu Bekrin hilafeti döneminde ve Ömer'in hilafetinin ilk yılla­rında da durum [239] böyleydi. [240] (Birinci rivayet)

(Hadisin lafzı, Müslim'e aittir.) [241]

Bir rivayette ise Ebu Hureyre şöyle der:

Resulullah (s.a.v)'in, Ramazan (ayı) için şöyle buyurduğunu işittim:

Kim Ramazan (ayın)ı, Allah'a iman ve (sevabım O'ndan) bekleye­rek ibadetle geçirirse, geçmiş günahları(ndan bazısı) [242] bağışlanır.

(İkinci rivayet)

Yine bir rivayette, Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

Kim Kadir Gecesinde (Allah'a) iman ve (sevabını O'ndan) bekleyerek ibadetle geçirirse, geçmiş günahlarından bazısı) bağışlanır.

Bu hadis(in bu şekildeki metinlerin)i, Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir. Yine Buhârî'nin bir rivayetinde, Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

Kim Kadir Gecesinde (Allah'a) iman ve (sevabını O'ndan) bekleyerek ibadetle geçirirse, geçmiş günahlarından bazısı) bağışlanır.

Yine Müslim'in bir rivayetinde, Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

Kim Kadir Gecesini İbadetle geçirip (zannederim, Allah'a iman sevabını O'ndan bekleyerek) o geceye rastlarsa, o kimse bağışlanır.

Ebu Dâvud, Tirmizî ile Nesâî, birinci rivayeti nakletmişlerdir. Yine Ebu Dâvud ile Nesâî, ikinci rivayeti nakletmişlerdir.

128. Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:

"Resulullah (s.a.v), Ramazan (ayın)in son on günü girdiğinde, ge­celeri (ibadetle) ihya eder, [243] ailesini uyandırır, [244] (ibadet etmeye kar­şı daha) ciddiyet gösterir, paçaları.[245] sıvardı.[246]

Bu hadis(in bu şekildeki metnin)i; Buhârî, Müslim, Ebu Dâvud ile Nesâî rivayet etmiştir.

Yine Müslim'in bir rivayetinde, Hz. Aişe şöyle der:

Resulullah (s.a.v), Ramazanda ve (özellikle de) Ramazan (ayın)in son on gününde, başka zamanlarda (ibadet hususunda) göstermediği gay­reti gösterirdi.[247]

Tirmizî'nin rivayetinde ise, Hz. Aişe şöyle der:

Resulullah (s.a.v), (Ramazan ayının) son on gününde, başka zaman­larda (ibadet hususunda) göstermediği gayreti gösterirdi.[248]

 

3. Fıtır (Ramazan Bayramı) Günü Ve Edhâ (Kurban Bayramı) Günü Oruç Tutmanın Yasak Olması

 

129. Ebu Ubeyd Sa'd b. Ubeyd -Ezher'in azadlı kölesi-, Ömer'den ve Ali'den müsned olarak ve Osman'dan ise mevkuf olarak rivayet etmiştir:

"Ebu Ubeyd, bir Kurban bayramı günü Ömer ibnü'l-Hattâb ile birlikte bayram namazında hazır bulunmuştu. Ömer, bayram namazını, hutbeden önce kıldırıp sonra da insanlara hutbe verip:

Ey insanlar! Şüphesiz ki, Resulullah (s.a.v), sizleri, şu iki bay­ram gününde oruç tutmayı yasakladı. (Bazıları: "İki bayram" ile kaste­dilen, Ramazan ve Kurban bayramıdır" demişlerdir.) Bu bayramlardan biri, orucunuzu bıraktığınız bu (Ramazan bayramı) günüdür. Diğerine gelince, o da, içinde kurbanlarınızın etlerinden yemekte olduğunuz (Kurban bayramı) günüdür dedi.

Ebu Ubeyd (devamla) der ki: Sonra Osman ibn Affân ile birlikte (kılınan bir bayram namazında) hazır bulundum. Osman, bayram namazını, hutbe vermeden önce kıldırdı. Bu bayram, bir Cuma gününde idi. Yüksek köyler halkından olan kimselere:

Kim (öğleyin kılınacak olan) Cuma namazını beklemek isterse, (Cuma namazını) kılsın! Kim de evine dönmek isterse, ona izin verdik' dedi.

Ebu Ubeyd (devamla) der ki: Ali ibn Ebi Talib ile birlikte (kılınan bir kur­ban bayramı namazında da) hazır bulundum. Ali, hutbeden önce namaz kıl­dırıp sonra da hutbe verip:

Resulullah (s.a.v), sizleri, üç günlük yiyeceğinden) fazla kurban­larınızın etlerini yemeyi yasaklamıştır dedi.[249]

(Hadisin lafzı, Buhârî'ye aittir.)[250]

Tirmizî'nin rivayetinde ise, Ebu Ubeyd şöyle der:

Ömer ibnü'I-Hattâb (ile birlikte) Kurban bayramında bulundum. O, hut­beden önce namaza başlayıp sonra da:

Resulullah (s.a.v)'in, şu iki (bayram) gününde oruç tutmayı ya­sakladığını [251] kendisinden işittim. Ramazan bayramı, orucunuzu bı­raktığınız [252] ve Müslümanların bayramıdır. Kurban bayramı ise, kur­banlarınızın etlerinden yediğiniz (gündür)!' dedi.[253]

Ebu Davud'un rivayeti de, Tirmizî'nin rivayeti gibi olup bu rivayetin içe­risinde şu ifade yer almaktadır:

"Kurban bayramı günü, kurbanlarınızın etlerinden yiyeceğiniz (gündür). Ramazan bayramı günü ise, orucunuzu bıraktığınız (gündür). [254]

 

4. Ramazanda (Oruçlu İken) Hanımıyla Cinsel İlişkide Bulunan Kimse Ve Bunun Keffareti

 

130. Ebu Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:

"Biz, Resulullah (s.a.v) ile birlikte otururken, bir adam gelip:

Ey Allah'ın resulü! Mahvoidum' dedi. Resulullah (sav):

Ne oldu?' diye sordu. Adam:

(Ramazanda gündüzleyin) oruçlu iken hanımımla cinsel ilişkide bulundum1 diye cevap verdi. Resulullah (s.a.v):

Azad edecek bir kölen var mı?' diye sordu. Adam:

Hayır!' diye cevap verdi. Resulullah (s.a.v):

Arka arkaya iki ay oruç tutabilir misin?' diye sordu. Adam:

Hayır!' diye cevap verdi. Resulullah (s.a.v):

Altmış fakire yemek yedirebilir misin?' diye sordu. Adama:

Hayır!' diye cevap verdi. Resulullah (s.a.v):

(Öyleyse şurada) otur!' buyurdu.

Peygamber (s.a.v), bir müddet bekiedi. Bizler de, bu bekleyiş üzerinde iken Peygamber (s.a.v)'e, içerisinde hurma bulunan bir arak getirildi. Arak:

Büyükçe sepet'tir. Peygamber (s.a.v):

Soru soran kişi nerede?' diye sordu. Adam:

Ben (buradayım)' diye cevap verdi. Resulullah (s.a.v):

Bu sepeti al, (yoksullara) sadaka (olarak) dağıt!' buyurdu. Adam:

Ey Allah'ın resulü! Bunu, benden daha fakir olana mı vereceğim? Allah'a yemin ederim ki, Medine'nin iki kara taşlığı arasında benim ev halkımdan daha bir fakir bir ev halkı daha yoktur!' diye cevap verdi.

(Ravi der ki:) iki lâbe ile, '(Medine'nin) iki kara taşlığı1 kast etmektedir.

Bunun üzerine Peygamber (s.a.v), azı dişleri görürünüceye kadar güldü. Sonra da o adama:

(Öyleyse bu sepeti al) ailene yedir!' buyurdu. [255] Bir rivayette ise, şu ifade yer almaktadır:

"Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki, Medine'nin (kara taşlarla kaplı) iki yakası arasında benden daha ihtiyaç sahibi bir kimse (daha) yoktur! (dedi).

Bunun üzerine Peygamber (s.a.v), azı dişleri görününceye kadar güldü. Daha sonra da:

 (Öyleyse) bu sepeti al, (ailene yedir)' buyurdu.[256]

Buna benzer bir rivayet daha var. Bu rivayetin içerisinde, içerisinde hurma bulunan bir arak... Arak: Zenbil'dir" İfadesi yer almakta, fakat Bunun üze­rine Peygamber (s.a.v), azı dişleri görününceye kadar güldü" ifadesi yer

almamaktadır.[257]

Konu ile ilgili başka bir rivayet ise şu şekildedir:

"Peygamber (sav), Ramazanda orucunu bozan [258] bir adama, bir köle azad etmesini yada iki ay oruç tutmasını yada altmış fakiri doyur­masını emretti. [259]

Bu hadis(in bu şekildeki metinlerin)i, Buhârî ile Müslim rivayet ermiştir. Ebu Davud'un rivayetinde ise, Ebu Hureyre şöyle der:

Bir adam, [260] Peygamber (s.a.v)'e gelip:

Mahvoldum! [261] dedi. Resulullah (s.a.v):

Derdin nedir?1 diye sordu. Adam:

Ramazanda (gündüzleyin) [262] hanımımla cinsel ilişkide bulun­dum' diye cevap verdi. Resulullah {s.a.v):

Az ad edecek kölen var mı?' diye sordu. Adam:

Hayır!' diye cevap verdi. Resulullah (s.a.v):

Arka arkaya iki ay oruç tutabilir misin?' diye sordu. Adam:

Hayır!' diye cevap verdi. Resulullah (s.a.v):

Altmış fakire yemek yedirebilir misin? [263] diye sordu. Adam:

Hayır! diye cevap verdi. Resulullah (s.a.v): (Öyleyse şurada) otur' buyurdu.

Peygamber (s.a.v)'e, içerisinde hurma olan büyükçe bir sepet getirildi. Peygamber (s.a.v), adama:

Bu sepeti, (fakirlere) sadaka (olarak) dağıt!' buyurdu. Adam:

Medine'nin kara taşlarla kaplı iki yakası arasında bizden daha fakir bir aile yoktur!' dedi.

Bunun üzerine Peygamber (s.a.v), iki ön dişi, görününceye kadar güldü. Daha sonra da:

(Öyleyse) bunu ailene yedir!' buyurdu."

(Hadisin ravisi) Müsedded başka bir rivayette: ("iki ön dişi" İfadesi yeri­ne) Azı dişi" ifadesine yer vermektedir.[264]

Yine Ebu Dâvud'da, mana bakımından bu hadis ile ilgili bir rivayet daha var. Yalnız bu rivayette şu İlave var:

Zührî: 'Bu, (hurmayı kendi ailesine yedirmesi) sadece o şahsa özel bir ruhsattır. Eğer bugün bir adam böyle bir şey yapsa, onun için ke­faretten (başka) bir kurtuluş (yolu) yoktur [265] dedi.[266] Başka bir rivayette ise, şu ilave var:

Evzâîderki: (Resululiah, adama:) 'Allah'tan af dile [267] (buyurdu).[268] Yine Ebu Davud'u diğer bir rivayetinde, Ebu Hureyre şöyle der:

Ramazanda orucunu bozan bir adam, Peygamber (s.a.u)'c gel­di..."

Ebu Hureyre, (bir önceki) hadiste geçenleri haber verdi. Ancak bu ri yette, o, şunları söyledi:

Resululiah (s.a.v)'e, içerisinde on beş sa' kadar hurma olan bir pet getirildi."

(Hişâm'ın rivayetine göre; Ebu Hureyre devamla Peygamber'in) şu söz­lerini de ekledi:

(Bu hurmayı,) hem kendin ye ve hem de ailene yedir. Bir gün oruç tut [269] ve Allah'tan af dile.[270]

Tirmizî'nin rivayeti ise, Ebu Davud'un (naklettiği) ilk rivayet gibi olup bu rivayetin içerisinde şu husus yer almaktadır:

Peygamber (s.a.v)'e, içerisinde hurma bulunan bir arak getirildi. Arak: 'Büyükçe sepet'tir... Bunun üzerine Peygamber (s.a.v), azı dişleri görünün-ceye kadar güldü. Daha sonra da:

Bunu ailene yedir' buyurdu.[271]

 

5. Ölen Bir Kimse Adına Orucun Kaza Edilmesi Ve Nezrinin Yerine Getirilmesi Meselesi

 

131. Abdullah ibn Abbâs (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir: "Bir kadın, Resululiah (s.a.v)'e gelip (ona):

Ey Allah'ın resulü! Annem, üzerinde nezir orucu olduğu halde öl­dü- Onun yerine bu orucu ben tutabilir miyim?' diye sordu. Resulullah (s.a.v):

Eğer annenin (başka) bir borcu olsa, bu borcu, ödeseydin, bu borç onun adına geçer miydi? buyurdu. Kadın:

Evet!' dedi. Resulullah (s.a.v):

(Öyleyse) annenin yerine orucu tut' buyurdu.[272] (Birinci rivayet) (Hadisin lafzı, Müslim'e aittir.) [273]

Bir rivayette ise, Abdullah ibn Abbâs şöyle der:

Bir adam, Peygamber (s.a.v)'e gelip (ona):

Ey Allah'ın resulü! Annem, üzerinde bir ay oruç (borcu) olduğu halde öldü. Onun yerine bu orucu kaza edebilir miyim? [274] diye sordu. Resulullah (s.a.v):

Evet, (kaza et)! Çünkü Allah'a olan borç ödenmeye daha layık­tır!' diye cevap verdi. [275] (İkinci rivayet)

Başka bir rivayette ise, "Kız kardeşim öldü" ifadesi yer almaktadır.[276]

Bu hadis(in bu şekildeki metinlerin)i, Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir.

Ebu Davud'un rivayeti, ikinci rivayete benzer olup bu rivayetin içerisinde, Bir kadın geldi" ifadesi yer almaktadır.[277]

Tirmizî'nin rivayetinde ise, Abdullah ibn Abbâs şöyle der:

Bir kadın, Peygamber (s.a.v)'e gelip (ona):

Kız kardeşim, üzerinde peş peşe iki ay oruç (borcu) olduğu hal­de öldü' dedi Resulullah (s.a.v):

Kız kardeşinin (mal ve para gibi maddi bir) olsaydı, onu öder miydin?' diye sordu. Kadın:

Evet!' diye cevap verdi. Resulullah (s.a.v);

Allah'ın hakkı, (borç olarak ödenmeye diğerlerinden) daha ka­yıktır!' buyurdu.[278]

Ebu Davud'un ve Nesâînin rivayetinde ise şu husus yer almaktadır:"Bir kadın gemiye binmişti. Eğer Allah, kendisini kurtarırsa (sahile çı­karırsa) bir ay oruç tutmayı adadı. Allah'da onu kurtardı. Fakat kadın, orucu­nu tutmadan öldü. Kızı veya kız kardeşi [279] Resulullah (s.a.v)'e gelfip (me­seleyi sor)du. Peygamber (s.a.v), o kadına; ölenin yerine oruç tutmasını em­retti. [280]

 

6. Cünüp Olduğu Halde Üzerine Fecr Doğan Kimsenin Orucunun Sahih Olması Meselesi

 

132. Aişe ile Ümmü Seleme (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir:

Resulullah (s.a.v), Ramazan'da ihtilam sebebiyle değil, cinsel iliş­kiden dolayı cünüp olduğu halde sabahlar, sonra da oruç tutardı. [281]

(Hadisin lafe, Müslim'e aittir.) [282]

Başka bir riayette ise bu hadis Abdurrahman b. Ebi Bekr'den şu şekilde gelmiştir:

Mervan, Abdurrahman b. Ebi Bekr'i; cünüp olarak sabahlayan bir kim­se, oruç tutacak mı?' diye sormak için Ümmü Seleme'ye göndermişti. Ümmü Seleme:

Resulullah (s.a.v), (Ramazan'da) ihtilam sebebiyle değil, cinsel ilişkiden dolayı cünüp olduğu halde sabahlar, [283] sonra da orucunu bozmaz ve kaza etmezdi' dedi. [284]

Başka bir rivayette ise Aişe şöyle der:

Peygamber (s.a.v), Ramazan'da ihtilam sebebiyle değil de (cinsel iliş­kiden jlayı cünüp olduğu halde) fecre erişip gusül abdesti alır ve orucunu tudi. [285]

Bu hadis(in bu şekildeki metin!erin)i, Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir:

Yine Buhârî'nin başka bir rivayetinde, Ebu Bekr ibn Abdurrahman şöyle der:

Ben, babam ile birlikte gittim. Nihayet Aişe (r.a)'ın yanına girdik. Aişe:

Resulullah (s.a.v) üzerine şehadet ederim ki, o, ihtilamdan do­layı değil, cinsel ilişkiden dolayı [286] cünüp olduğu halde sabahlar, son­ra (cünüp olarak girdiği o gün de susul abdesti alıp) oruç tutardı1 dedi.

Daha sonra Ümmü Seleme'nin yanma girdik. O da, Aişe'nin söylediğine benzer söz söyledi.[287]

Yine Müslim'in başka bir rivayetinde, Ümmü Seleme şöyle der:

Resulullah (s.a.v), (Ramazan'da) ihtilam sebebiyle değil, (cinsel ilişkiden dolayı) cünüp olduğu halde sabahlar, sonra da orucunu tutardı. [288]

Yine Buhârî'nin başka bir rivayetinde, Ebu Bekr ibn Abdurrahman şöyle der:

Mervan'a, Aişe ile Ümmü Seleme'nin, Ebu Abdurrahman'a; 'Resulullah (s.a.v), ailesiyle (cinsel ilişkide bulunduğundan dolayı) cünüp olduğu halde fecr ona erişirdi, daha sonra gusül abdesti alırdı ve orucunu tutardı' diye ha­ber verdiler.

Bunun üzerine (vali) Mervan, Abdurrahman (ibnü'l-Hâris'e hitaben):

Allah'a yemin ederim ki, sen bu haberinle Ebu Hureyre'yi doğru­su zorluğa düşülüyorsun' dedi.

Mervan, o günlerde (Muaviye tarafından) Medine üzerinde (hakim) bu­lunuyordu.

Ebu Bekr ibn Abdurrahman der ki: Abdurrahman, Mervan'ın bu sözün­den hoşlanmadı. Bundan bir müddet sonra Zulhuleyfe'de Ebu Hureyre ile bir araya gelememiz mukadder oldu. Ebu Hureyre'nin orada bir arazisi vardı, işte bu bulaşmada, Abdurrahman, Ebu Hureyre'ye:

Ben sana bir şey söyleyeceğim. Eğer Mervan bu iş hususunda bana yemin etmiş olmasaydı, ben, bu işi sana anlatmazdım' dedi.

Daha sonra ona, Aişe ile Ümmü Seleme'nin (yukarıda geçen) sözlerini anlattı. (Ebu Hureyre'nin yüzü renklenip:)

Görüşüm böyledir.[289] Çünkü (bu hadisi) bana Fadl ibnü'l-Abbâs haber verdi. O, daha iyi bilendir' dedi.

Buhârî (devamla) der ki: Hemmâm dedi ki: Abdullah ibn Ömer, bana, Ebu Hureyre'den naklen şöyle haber verdi:

Peygamber (s.a.v), (Ramazan'da cünüp olarak sabahlayan kimse­ye) orucunu bozmasını emrederdi.'

Birinci hadis, [290] (sened yönünden) daha sağlamdır. [291]

Müslim'in rivayetinde ise, Abdulmelik b. Ebi Bekr ibn Abdurrahman yo­luyla Ebu Bekr şöyle der:

Ebu Hureyre (r.a)'ı kıssa ederken dinledim. Kıssasında (şunlan) söylü­yordu:

Bîr kimse, cünüp olarak sabahlarsa, oruç tutmasın.'

Ben, bu rivayeti, (babam) Abdurrahman b. Hâris'e anlattım. Babam, bu rivayeti kabul ermedi. Bunun üzerine (babam) Abdurrahman kalkıp gitti. Onunla birlikte ben de gittim. Nihayet Aişe ile Ümmü Seleme'nin yanlanna girdik. (Babam) Abdurrahman, bu meseleyi, onlara sordu. İkisi birden:

Peygamber (s.a.v), ihtilam sebebiyle değil de (cinsel ilişkiden do­layı) cünüp olduğu halde sabahlar, (gusül abdesti alır,) sonra da oru­cunu tutardı dediler.

Oradan kalkıp Mervan'ın yanma girdik. Babam, bu meseleyi, ona da an­lattı. Mervan:

Ben, sana, Ebu Hureyre'ye giderek (bu) söylediklerini ona iade etmeni kesinlikle emrediyorum' dedi.

Bunun üzerine Ebu Hureyre'ye geldik. Ebu Bekr (yani ben), bütün bun­lara tanıklık etmiştir. (Babam) Abdurrahman, konuşulanları kendisine anlattı. Ebu Hureyre:

Bunları, sana, onlar mı [292] anlattı?' diye sordu. Babam:

Evet' diye cevap verdi. Ebu Hureyre:

Onlar, bunu daha iyi bilirler [293] dedi.

Bundan sonra Ebu Hureyre, bu hususta söylediklerini Fadl ibn Abbâs'a nispet etti. Artık:

Ben, bu rivayeti, Fadi'dan işittim. Peygamber {s.a.v) d en duyma­dım' demeye başladı. oldu.

Böylece Ebu Hureyre, bu hususta, söylemekte olduğu sözlerden dönmüş (Hadisin ravisi) Yahya b. Saîd, Abdulmelik'e:

Aişe ile Ümmü Seleme: '(Ramazan'da) dediler mi?1 diye sordum.

Böylece,   (yani) Peygamber (s.a.v),  ihtilam sebebiyle değil de  (cinsel ilişkiden dolayı) cünüp olduğu halde sabahlar, (gusül abdesti alır,) sonra da orucunu tutardı' dedi. [294]

Yine Müslim'in Aişe'den yaptığı başka bir rivayet ise şu şekildedir:

Peygamber (s.a.v)'e fetva sormak için bir adam geldi. Aişe'de, konuşu­lanları, kapının arkasından işitiyormuş. (Soru sormaya gelen) kişi:

Ey Allah'ın resulü! (Bazen) cünüp iken namaz (vakti) geliyor, (o gün) oruç tutayım mı?' diye sordu. Resulullah (s.a.v):

Ben, cünüp iken de namaz (vakti) geliyor, (fakat) ben oruç tutu­yorum' diye cevap verdi. O zat:

Ey Allah'ın resulü! Sen, bizim gibi değilsin. Allah, senin, geçmiş ve gelecek (bütün) günahlarını [295] atfetmiştir [296] dedi. Bunun üzerine Re­sulullah (s.a.v):

Allah'a yemin ederim ki, ben, Allah'tan en çoka korkanınız ve O'ndan ne ile korktuğunu en iyi bileniniz olmayı umarım' buyurdu. [297]

Ebu Dâvud ise bu hadisi Aişe ile Ümmü Seleme'den şöyle nakletmiştir:

Resulullah (s.a.v), -Abdullah el-Ezremî'nin hadisine göre- Ramazan'da ihtilamdan dolayı değil, cinsel ilişkiden dolayı cünüp olarak sabahlar, sonra da oruç tutardı. [298]

Ebu Dâvud der ki: "Bunu, yani Ramazan'da cü-nüp olarak sabahlardı" sözünü söyleyen ne kadar azdır. Hadis aslında; Peygamber (s.a.v), oruçlu olduğu halde cünüp olarak sabahlardı" şeklindedir. [299]

Yine Ebu Davud'un bir rivayeti Müslim'in (naklettiği rivayete benzer olup) bu rivayetin baş tarafında.

Bir adam, kapıda durarak Resulullah (s.a.v)'e: 'Ey Allah'ın resulü! Cünüp olarak sa­bahlıyorum, oysa oruç tutmak istiyorum. (Bu caiz mi?)' diye sordu. Resulullah (s.a.v): 'Oruç tutmak istediğim halde, ben de, cünüp olarak sabahlarım. Gusül abdesti alırım ve oruç tutarım' diye cevap verdi" ifa­desi yer almakta ve son kısmında ise, Yaptığı şeyi en iyi bileniniz olmayı umarım" ifadesi yer almaktadır. [300]

Tirmizî'nin rivayetinde ise, Aişe ile Ümmü Seleme şöyle derler:

Peygamber (s.a.v), ailesiyle (cinsel ilişkide bulunduğundan dolayı) cü-nüp olduğu halde fecr ona erişirdi, daha sonra gusül abdesti alırdı ve orucu­nu tutardı. [301]

Nesâî'nin rivayetinde ise, Süleyman b. Yesâr şöyle der:

Ümmü Seleme'nin yanına gitmiştim. Bana:

Resulullah (s.a.v), ihtilamdan dolayı değil, (cinsel ilişkiden dola­yı) cünüp olarak sabahlar, sonra da oruç tuttardı' dedi. [302]

 

7. Şaban Orucu

 

133. Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:

"Resululİah (s.a.v), (bazen) o derce oruç tutradı ki, biz: 'Artık oru­cu bırakmaz' derdik. (Bazen de) orucu öyle terk ederdi ki, biz: 'Artık (hiç) oruç tutmaz' derdik. Ben, Resululİah (s.a.v)'in, Ramazandan başka hiçbir ay'ı kamilen oruçla geçirdiğini görmedim. Şaban ay'ı kadar hiçbir ayda da çok oruç tuttuğunu (hiç) görmedim. [303] {Birinci rivayet) Bir rivayette ise Ebu Seleme b. Abdurrahman şöyle der:

Aişe'ye; Resululİah {s.a.v)'in orucunu sordum. Aişe'de: - Resululİah (s.a.v), (bazen) o kadar çok oruç tutardı ki, biz: 'Artık hep oruç tutacak' derdik. (Bazen de) orucu o kadar bırakırdı ki, biz: 'Artık hiç oruç tutmayacak' derdik. [304] Ben, onun, hiçbir ayda Şaban ayındakinden daha çok oruç tuttuğunu görmedim. (Bazen) Şaban ayı­nın tamamında oruç tutardı. (Bazen de) Çok az bir kısmı hariç Şaban'ı oruçla geçirirdi [305] dedi.[306] (İkinci rivayet)

Buharı, Müslim ile Ebu Dâvud, (metin olarak) birinci rivayeti nakletmiştir. [307]

Müslim ile Nesâî ise ikinci rivayeti nakletmiştir.[308] Tirmizî'nin rivayetinde, Hz. Aişe şöyle der:

Peygamber (s.a.v)'i, hiçbir ayda, Şaban'da tuttuğu oruçtan daha çok' oruç tuttuğunu görmedim. Çok az bir kısmı hariç Şaban'ı oruçla geçirirdi. Hatta Şaban ayının tamamında oruç tutardı.[309]

Ebu Davud'un rivayetinde ise Aişe şöyle der:

Resulullah (s.a.v)'e en sevimli ay, Şaban (olup o ay)da oruç tutmak­tı. [310] Sonra da Şaban (orucun)'u, Ramazan (orucun)'a [311] birleştirirdi. [312]

Yine Nesâî, bu hadisi, Tirmizî ile Ebu Davud'un rivayetine benzer bir şe­kilde rivayet etmiştir. [313]

Yine Nesâî'nin bir rivayetinde, Aişe şöyle der:  

Resulullah (s.a.v), (bazı günlerde) oruç tutardı. Öyle ki biz: '(Bu ay,) orucu (hiç) bırakmayacak' derdik. Öyle ki (bazen de): '(Bu ay, hiç) oruç tutmayacak' derdik. Resulullah (s.a.v), Şaban (aym)ının (tamamında) yada çoğunda oruç tutardı.[314]

Yine Nesâî'nin başka bir rivayetinde, Aişe şöyle der:

Resulullah (s.a.v), (Ramazan ayı hariç) Şaban ayında tuttuğundan daha çok oruç tutmazdı. Çünkü Resulullah (s.a.v), Şaban (ayın)inin (tamamında) yada çoğunda oruç tutardı. [315]

Yine Nesâî'nin diğer bir rivayetinde, Aişe şöyle der:

Resulullah (s.a.v), çok az bir kısmı hariç, Şaban'ı oruçla geçirir­di. [316]

Yine Nesâî'nin konu ile ilgili başka bir rivayetinde, Aişe şöyle der:

Resulullah (sav), Şaban (ayın) in tamamında [317] oruç tutardı.[318]

Yine Buhârî ile Müslim'in rivayetinde, Aişe şöyle der:

"Peygamber (s.a.v), hiçbir ayda, Şaban (ayindakin)den daha fazla (nafile) oruç tutmazdı. Çünkü Peygamber (s.a.v), Şaban ayının çoğun­da oruç tutardı. Ve:

Amellerden (devam etmeye) gücünüzün yeteceği kadarını alın. Çünkü Allah, sizler, (amelden) bıkmadıkça (sevap vermekten) bıkmaz buyurdu.

Peygamber (s.a.v)'e en sevimli olan namaz, az da olsa üzerinde devam edilen namazdı. Peygamber (s.a.v) herhangi bir (nafile) namazı kılmaya baş­layınca, ona devam ederdi.[319]

 

8. Ramazandan Bir Gün Yada İki Gün Önce Oruç Tutmanın Yasak Olması

 

134. Ebu Hurcyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:

Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

"Hiçbir kimse, bir gün yada iki gün (önce) oruçla Ramazan (ayın)a kesinlikle başlamasın. Daha önceden oruç tutan kimse hariç. [320] O, oruç tutmaya devam etsin.[321]

Bu hadis(in bu şekildeki metnin)i; Buhârî, Müslim, Ebu Dâvud ile rivayet etmiştir.

Tirmizî'nin başka bir rivayetinde ise şu ilave vardır:

"Hilali görerek oruç tutun ve (yine) onu görerek orucunuzu açın (bayram yapın). Eğer hava bulutlu ise (Ramazan'ı) otuz sayın. Sonra da oru­cunuzu açın.[322]

Nesâî'de bu hadisi, diğerleri (nin naklettiği metin) gibi rivayet etmiştir.[323] Yine Nesâî'nin başka bir rivayetinde, Ebu Hureyre şöyle der:

(Daha önceden) oruç tutarak (Ramazanın başladığı) güne oruçla giren kimse hariç (Ramazan ayı öncesinde) oruca başlamayın.[324]

 

9. Devamlı (Ömür Boyu) Oruç Tutmanın Yasak Olması

 

135. Abdullah ibn Amr ibnü'I-Âs (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir: "Peygamber (s.a.v), (Abdullah ibn Amr'a hitaben):

Doğrusu sen, her gün oruç tutuyor ve bütün gece ibadet mi yapı­yorsun? buyurdu. Ben:

Evet' dedim. Peygamber (s.a.v):

Sen böyle yaptığın zaman, doğrusu bundan dolayı göz zayıflayıf göz çukuru içine çökecek ve nefis de çok yorulacaktır. Devamlı (ömür boyu) oruç tutan kimse, oruç tutmamıştır. (Her aydan) üç gün oruç tutmak, yılın tamamını oruç tutmak (gibi)dir' buyurdu. Ben;

Ben, bundan daha çoğuna güç yetirebilirim' dedim. Peygamber

Öyleyse Davud (a.s)'ın orucu gibi oruç tut. O, bir gün gün oruç tutar, bir gün oruç tutmazdı. Düşmanla karşılaştığı zaman ise (düş­mandan) kaçmazdı' buyurdu. [325]

Bir rivayette ise şu ilave vardır: (Abdullah ibn Amr:)

Ey Allah'ın peygamberi! (Düşmandan kaçmama özelliğini) bana kim sağlar?' (dedi. Peygamber:

O, bir ilahî ihsandır' buyurdu).

(Hadisin ravisi) Atâ' ibn Ebi Rebâh der ki: Ben (bu kıssada ravinin) de­vamlı orucu nasıl zikrettiğini bilmiyorum. (Yalnız) Peygamber (s.a.v)'in, iki ke­re:

Devamlı oruç tutan [326] kimse, oruç tutmamıştır [327] buyurdu (şek­lindeki sözünü ezberimde tutuyorum). [328]

Başka bir rivayette ise, Peygamber (s.a.v), Abdullah ibn Amr'a şöyle bu­yurdu:

Senin (devamlı bir şekilde) oruç tuttuğun, (orucu hiç) bırakma­dığın ve geceleyin (uyumayarak) namaz kıldığın (bana) haber verilmedi mi [329] (zannediyorsun)? Böyle yapma! Çünkü gözlerinin senin üzerinde hakkı var. Nefsinin senin üzerinde hakkı var. Ailenin senin üzerinde hakkı var. [330] Buna göre (bazen) oruç tut, (bazen) oruç tutma, (bazen) namaz kıl ve (bazen de) uyu! (Bir de,) her on günde bir oruç tut. (Tut­madığın) dokuz günün sevabını da alırsın1 buyurdu....

Peygaber (s.a.v) {daha sonra) üç kere:

Devamlı oruç tutan kimse, oruç tutmamıştır' buyurdu. [331]

Başka bir rivayette ise şu ifade yer almaktadır:

Benim (devamlı bir şekilde) oruç tuttuğum, Resulullah (s.a;v)'e anlatıl­mıştı. Derken (bir gün) Resulullah (s.a.v) yanıma girdi. Hemen ona, içi hurma lifiyle doldurulmuş, deriden yapılmış bir yastık koydum. Fakat Resulullah (s.a.v) yere oturdu. Yastk, ikimizin arasında kaldı. Bana:

Sana her aydan üç gün oruç tutmak yetmiyor mu? [332] buyurdu. Ben de:

Ey Allah'ın resulü! Bu kadarı, bana yetmez!1 diyecek oldum. (Sözü­mü keserek:}

Beş gün oruç tut!' buyurdu. Ben:

Ey Allah'ın resulü!' dedim. Resulullah (s.a.v):

Yedi gün oruç tut!' buyurdu. Ben:

Ey Allah'ın resulü!' dedim. Resulullah (s.a.v):

Dokuz gün oruç tut!1 buyurdu. Ben:

Ey Allah'ın resulü!' dedim. Resulullah (s.a.v):

On bir gün oruç tut!' buyurdu. Be yine:

Ey Allah'ın resulü!' dedim. Resulullah (s.a.v):

Davud (a.s)'ın orucunun üstünde (hiç bir) oruç yoktur. Bu oruç, yılın yarısıdır. Bir gün oruç tutmak, bir gün tutmamaktan ibarettir' bu­yurdu. [333]

Bu hadis(in bu şekildeki metinlerin)i; Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir. Yine Müslim'in bir rivayeti ise şu şekildedir:

Resulullah (s.a.v), Abdullah ibn Amr'a:

(Her ayda) bir gün oruç tut. Geri kalan (günlerin) sevabını da alırsın1 buyurdu. Abdullah:

Ben bundan daha fazlasına güç yetirebilirim1 dedi.  Resulullah (s.a.v):

(O zaman her ayda) iki gün oruç tut. Geri kalan (günlerin) seva­bını da alırsın' buyurdu. Abdullah:

Ben bundan daha fazlasına güç yetirebilirim' dedi. Resulullah (s.a.v):

(O zaman her ayda) üç gün oruç tut. Geri kalan (günlerin) seva­bını da alırsın' buyurdu. Abdullah:

Ben bundan daha fazlasına güç yetirebilirim' dedi.  Resulullah (s.a.v):

(O zaman her ayda) dört gün oruç tut. Geri kalan (günlerin) se­vabını da alırsın' buyurdu. Abdullah:

Ben bundan daha fazlasına güç yetirebilirim' dedi. Resulullah (s.a.v):

Allah katında en faziletli orucu, Davud (a.s)'m orucunu tut. Çün­kü Davud (a.s), bir gün oruç tutar ve bir gün oruç tutmazdı [334] buyur­du. [335]

Yine Müslim'in başka bir rivayetinde, Abdullah ibn Amr şöyle der:

Resulullah (s.a.v), bana:

Ey Abdullah ibn Amr! Senin, gündüzleri oruç tuttuğun ve geceleri de ibadet ettiğin haberi bana ulaştı. Böyle yapma! Çünkü vücudunun senin üzerinde hakkı var. [336] Gözlerinin senin üzerinde hakkı var. Eşinin se­nin üzerinde hakkı var. [337] (Bazen) oruç tut, (bazen de) oruç tutma. Her aydan üç gün oruç tut. İşte bu, devamlı (bütün sene) oruç tutmak de­mektir [338] buyurdu. Ben:

Ey Allah'ın resulü! Ben dayanıklıyım' dedim. Resulullah (s.a.v):

Öyleyse Davud (a.s)'ın orucunu tut. Bir gün oruç tut, bir gün oruç tutma' buyurdu.

Abdullah ibn Amr (yaşlanıp da Resulullah'ın tavsiyesini yapmakta zorla­nınca):

Keşke (Resulullah'ın bana tavsiye ettiği) ruhsat(lar)ı yapsaydım derdi. [339]

Nesâî ise, bu hadisin; içerisinde "yastık" İfadesi geçen ikinci ri­vayeti, [340] ilk baştaki rivayeti [341] ve Müslim'in ilk rivayetini nakletmiştir.

Yine Nesâî'nin başka bir rivayetinde, Abdullah ibn Amr şöyle der:

Peygamber (s.a,v)'e oruç (um d an) bahsettim. Bunun üzerine Peygam­ber (s.a.v):

Her on günde bir oruç tut. Geri kalan dokuz günün de sevabını alırsın1 buyurdu. Ben;

Bundan  (daha) fazlasına  da gücüm yeter' dedim.  Peygamber (s.a.v):

Her dokuz günde bir oruç tut. Geri kalan sekiz günün de sevabı­nı alırsın' buyurdu. Ben:

Bundan (daha) fazlasına gücüm yeter' dedim. Peygamber (s.a.v):

Öyleyse her sekiz günde bîr gün oruç tut. Geri kalan yedi günün sevabını da alırsın' buyurdu. Ben:

Bundan (daha) fazlasına da gücüm yeter' dedim. Peygamber {s.a.v) bu şekilde devam etti. Sonunda:

Bir gün oruç tut, bir gün oruç tutma' buyurdu. [342]

Yine Nesâî'nin diğer bir rivayetinde, Abdullah ibn Amr şöyle der:

Babam, beni, soylu bir kadınla evlendirmişti. (Babam,) ona gidip kocası (benim) ile ilgili soru sormuştu. Bunun üzerine kadın:

O, çok iyi bir insan. Fakat evlendiğimizden bu yana ne yatağı­mıza geldi ve ne de örtülü eteğimizi araştırdı1 demiş.

Bunun üzerine (babam,) durumu Peygamber (s.a.v)'e anlatmış. Pey­gamber (s.a.v):

Onu bana getir' buyurmuş.

Bunun üzerine babamla birlikte Peygamber (s.a.v)'e gittim. Peygamber (s.a.v):

Nasıl oruç tutuyorsun?' diye sordu. Ben de:

Hergün' diye cevap verdim. Peygamber (s.a.v):

Haftada üç gün oruç tut' buyurdu. Ben de:

Daha fazla tutabilirim' dedim. Peygamber (s.a.v):

iki gün oruç tüt, bir gün oruç tutma' buyurdu. Ben de:

Daha fazlasına da  gücüm yeter' dedim.  O zaman Peygamber (s.a.v):

En faziletli oruç, Dâvud (a.s)'ın orucudur. Dolayısıyla bir gün o-ruç tut ve bir gün oruç tutma' buyurdu.

Yine Nesâî'nin konu ile ilgili diğer bir rivayetinde, Abdullah İbn Amr şöy­le der:

ResuluIIah (s.a.v), bana:

Senin geceleri ibadet ettiğin ve gündüzleri oruç tuttuğun haberi bana ulaştı buyurdu. Ben:

Ey Allah'ın resulü! Ben bu (yaptıklarımla) ancak hayr istemekte­yim1 dedim. ResuluIIah (s.a.v):

Devamlı (ömür boyu) oruç tutan kimse, oruç tutmamıştır. Fa­kat devamlı (ömür boyu) oruç tutma yerine, (her) aydan üç gün oruç tutman sana yeterlidir' buyurdu. Ben:

Ey Allah'ın resulü! Ben bundan fazlasına gücüm yeter' dedim. Re­suluIIah (s.a.v):

Beş gün oruç tut' buyurdu. Ben:

Bundan daha fazlasına gücüm yeter' dedim. Resulullah (s.a.v):

On gün oruç tut' buyurdu. Ben;

Bundan daha fazlasına gücüm yeter' dedim. Resulullah (s.a.v):

Dâvud (a.s)'ın orucunu tut O, bir gün oruç tutardı, bir gün oruç tutmazdı1 buyurdu.[343]

Yine Nesâî'nİn konu ile ilgili başka bir rivayetinde, Abdullah ibn Amr şöyle der:

Resulullah (s.a.v) şöyle buyurdu: En faziletli oruç, Dâvud (a.s)'m oru­cudur. O, bir gün oruç tutardı, bir gün oruç tutmazdı. [344]

Yine Nesâî'nin başka bir rivayetinde, Abdullah ibn Amr şöyle der:

Resulullah (s.a.v) bana:

Kur'an-ı ayda bir oku (hatmet)' buyurdu. Ben de:

Bundan daha fazlasına gücüm yeter' dedim.

(Bu şekilde günleri azaltmasını) istemeye devam ettim. Sonunda Resu­lullah (s.a.v):

Beş günde (Kur'an- hatmet)' buyurdu. Ayrıca da:

Ayda üç gün oruç tut' buyurdu. Ben de:

Bundan daha fazlasına gücüm yeter' dedim. (Bu şekilde günleri azaltmasını) istemeye devam ettim. Sonunda Resu­lullah (s.a.v):

Şanı yüce olan Allah katındaki oruçların en sevimlisi olan Dâ­vud (a.s)'ın orucu (gibi) oruç tut. Çünkü o, bi gün oruç tutardı, bir gün oruç tutmazdı' buyurdu. [345]

Atâ' ibnu's-Sâib'in babası yolundan gelen rivayette, Abdullah ibn Amr şöyle der:

Resulullah (s.a.v), bana:

Her ayda üç gün oruç tut, bir defa da Kuran oku [346] ( hatmet)'  ise, buyurdu.

Bunun üzerine ben, ondan, (bu müddeti) kısaltmasını istedim. benden (Kur'an okumayı ve orucu) azaltmamı istedi.

Bir gün oruç tut, bir gün iftar et' buyurdu.

Atâ' der ki: (Kur'an-ı hatmetmenin en az müddeti konusunda) babam (es-Sâib)'in dediğinde ihtilaf ettik. Kimimiz; 'Yedi günde' derken, kimimiz de: 'Beş günde1 dedi. [347]

Tirmizî'nin bir rivayetinde ise, Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

"En faziletli oruç; kardeşim Davud'un orucudur. O, bir gün oruç tutardı, bir gün oruç tutmazdı. (Düşmanla) karşılaştığında kaçmazdı.[348]

 

10. Yolculuk Sırasında Oruç Tutma Yada Oruç Tutmama Konusundaki Serbestlik

 

136. Hz. Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:

Hamza ibn Amr el-Eslemî, Peygamber (s.a.v)'e: . Yolculuk sırasında oruç tutayım mı?' diye sordu. O, çok oruç tu­tan bir kimseydi. Peygamber (s.a.v): istersen tut, işersen tutma!' buyurdu. [349]

Bir. rivayette, Ben, çok oruç tutan birisiyim" ifadesi yer almaktadır.[350]

Başka bir rivayette ise Hamza, Peygamber (s a.v)'e; yolculuk sırasında oruç (tutup tutamayacağı) [351] ile ilgili soru sordu" ifadesi yer almaktadır. [352]

 

11. Ramazan Orucunun Kazasını Geciktirmek

 

137. Hz. Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:

Bazen üzerimde Ramazan (aym)dan kalma oruç borcu olurdu da onu Şaban'dan başka zamanlarda kaza etmezdim. [353]

Yahya ibn Saîd, (Hz. Aişe'den naklen) der ki: "Bu, Peygamber (s.a,v)'den iler! gelen yada Peygamber (s.a.v) ile meşgul olma(m)dan ileri gelirdi. [354]

Konu ile ilgili bir rivayette, Bu Resulü İlah  (s.a.v)'in durumundan ileri geliyordu" ifadesi yer almaktadir.[355]

Bu hadisfin bu şekildeki metinlerin)!, Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir. Yine Müslim'in bir rivayetinde, Hz. Aişe şöyle der:

"Gerçekten bizden birisi, Resulullah (s.a.v) zamanında (Ramazan ayında bazen) oruç tutamazdı. Resulullah (s.a.v) ile birlikte bulunma(mız) sebebiyle (tutamadığımız) o orucu, ta Şaban (ayı) gelinceye kadar [356] kaza edemez­di. [357]

Ebu Davud'un rivayetinde ise, Hz. Aişe şöyle der:

Benim Ramazan orucundan (tutamadığım borcum) olurdu da, o orucu, Şaban (ayı) gelmeden kaza edemezdim.[358]

Tirmizî'nin rivayetinde ise, Hz. Aişe şöyle der:

Resulullah (s.a.v)'in vefatına kadar Ramazan'dan üzerimde kalan orucu, ancak Şaban'da kaza ederdim.[359]

Nesâî ise, bu hadisi, ilk baştaki rivayet (gibi) ve Müslim'in bir rivayetine benzer şekilde rivayet edip bu rivayetin içerisinde şu ilave yer almaktadır:

Resulullah (s.a.v), çok azı hariç, Şaban (ayın)da oruç tuttuğu kadar hiç­bir ayda oruç tutmazdı. Hatta (bazen) Şaban (ayın)da tamamen oruç tutardı.[360]

Bu ilaveyi, Buhârî ile Müslim'de rivayet etmiştir.

 

12. İtikaf

 

138. Hz. Aîşe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:

Allah, Peygamber (s.a.v)'in ruhunu alıncaya kadar, o, Ramazanın son on gününde itikafa girerdi. Onun (itikafa girmesinin ardından) ha­nımları itikafa girerdi. [361]

Bir rivayette ise şu ifade yer almaktadır:

Resulullah (s.a.v), Ramazanın son on günü içerisinde itikafa girer­di [362] ve: 'Kadir gecesini, Ramazan'ın son on günündeki (tek gecelerde) ara­yın1 buyururdu.[363]

Başka bir rivayette ise şu husus yer almaktadır:

Resulullah (s.a.v), her Ramazan ayında itikafa girerdi. Sabah namazını kıldırınca, içinde itikaf etmekte olduğu mekana (çadırına) girerdi. [364]

(Hadisin ravisi) der ki: (Bir defasında) Aişe, mescitte itikafa girmek için Peygamber (s.a.v)'den izin istedi. Peygamber (s.a.v), Aişe'ye izin verdi.[365]

Bunun üzerine Aişe, (kendisi için) mescitte bir çadır kurdu. Zeyneb, Aişe'nin (itikafa girmek için mescidin içinde) çadır kurduğunu işitince, o da (itikafa girmek için mescidin içine) bir çadır kurdu. Resulullah (s.a.v), sabah nama­zından çıktığı zaman dört tane çadır görüp:

Bunlar da nedir?' diye sordu. Ona, o çadırların haberi bildirildiğinde:

Kadınları bu işe sevk eden şey nedir? İyilik (hayr ve ibadet) mi? Bu çadırları sökün, onlan bir daha görmeyeyim' buyurdu.

Bunun üzerine bütün çadırlar bozulup söküldü. Resulullah (s.a.v) ise, (o) Ram azan1 d a itikafa girmedi.[366] Nihayet Şevval ayının son on günü içinde itikafa girdi. [367]

Diğer bir rivayet ise şu şekildedir:

(Acaba bu yaptıklarınızla) iyilik mi istiyorsunuz? buyurdu ve derhâl çadırının sökülmesini emretti. Çadır söküldü. Artık o Ramazan ayında mkafı terk etti. Ta Şevval ayının ilk on gününde itikafa girdi.[368] Bu rivayetler, Buhârî ile Müslim'in (naklettiği) rivayetlerdir. Tirmizî ise, bu hadisi, Hz. Aişe ile Ebu Hureyre yolundan muhtasar bir şekilde şöyle rivayet etmiştir:

Allah, Peygamber (s.a.v)'in ruhunu alıncaya kadar, o, Ramazan'm son on gününde itikafa girerdi.[369]

Yine Tirmizî'nin başka bir rivayetinde, Hz. Aişe şöyle der:

Resulullah (s.a.v), itikafa girmek istediğinde, sabah namazını kılar, son­ra da i'tikafa gireceği yere girerdi.[370]

Ebu Dâvud, bu hadisi; Buhârî'nin rivayetine ve Müslim'in ilk rivayetine benzer şekilde rivayet etmiştir.[371]

"ResuluIIah (s.a.v) itikafa girmek istediğinde sabah namazını kılar, sonra itikafa gireceği yere girerdi. (Bir defasında) Ramazan'ın son on gününde (mescitte) itikafa girmek isteyip çadınnın kurulmasını emretti. Bunun üzerine çadırı kuruldu. ResuluIIah (s.a.v)'in (mescitte çadır kurdurduğunu görünce, ben de, çadırımın kurulmasını emrettim. Bunun üzerine çadırım kuruldu. ResuluIIah (s.a.v)'in benden başka hanımları da (mescitte) çadırlannın kurul­masını emrettiler. Onların da çadırları kuruldu.

ResuluIIah (s.a.v), sabah namazını kılınca, çadırlara bakıp:

Bunlar da ne? (Acaba siz böyle yapmakla) iyilik mi istiyorsunuz? (Gerçekten) iyilik mi istiyorsunuz?' buyurdu. [372] Yine Ebu Davud'un bir rivayetinde, şu ifade yer almakadır:

ResuluIIah (s.a.v) (bir defa):

(Acaba böyle yapmakla) iyilik mi istiyorsunuz?1 buyurdu.

Bunun üzerine ResuluIIah (s.a.v), çadırının (yıkılmasını) emretti. Hemen çadırı yıkıldı. Hanımları da, çadırlarının bozulmasını emrettiler. Onların da ça­dırları bozuldu. Sonra Peygamber (s.a.v), itikafı, Şevval ayının ilk on gününe erteledi. [373]

Bir rivayette ise, (hadisin ravisi Yahya b. Saîd, "Şevval'in ilk on günü" Şevvalden yirmi gün itikafa girdi" ifadesini yerme)

Kullanmaktadır [374]Nesâî ise bu hadisi; Buhârî'nin bir rivayetine ve Müslim'in de sonuncu rivayetine uygun bir şekilde rivayet etmiştir. [375]

 

ONUNCU BÖLÜM

 

HAC BÖLÜMÜ

 

1. Hac [376] Ve Umre [377] Mıkatları

 

139. Abdullah ibn Ömer ibnu'I-Hattâb (r.anhümâ)'dan rivayet edil­miştir:

Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

Medine halkı, Zulhuleyfe'den; Şam halkı, Cuhfe'den; Necid halkı, Kamdan ihrama girerler. [378]

Bu rivayet, Buhârî ile Müslim'in (naklettiği) rivayetlerdir.

 

2. Resulullah (S.A.V)'İn İhrama Nerede Girdiği Meselesi

 

Resulullah (s.a.v) ise, ancak ağacın yanında [379] devesi kendisini kaldır­dığı zaman telbiye getirmiştir. [380]

Yine başka bir rivayette, Abdullah ibn Ömer şöyle der: a

Resulullah (s.a.v), ayağını üzengiye koyup hayvanı kendisini kaldırarak doğrulttuğu zaman Zulhuleyfe mescidinin yanında telbiye getirirdi. [381] Başka bir rivayette ise, Abdullah ibn Ömer şöyle der:

Resulullah (s.a.v)'i, Zulhuleyfe'de bineğine binip sonra bineği kalkıp doğrulana kadar telbiye getirdiğini gördüm. [382] Bu rivayetler, Buhârî ile Müslim'in (naklettiği) rivayetlerdir. Diğerleri ise, ilk baştaki rivayeti nakletmişlerdir.

Tirmizî'nin rivayetinde, Ağacın yanında" ilavesi yer al­maktadır.[383]

Nesâî'nın bir rivayetinde ise, (hadisin ravisi) Ubeyd b. Cureyc şöyle der:

Abdullah ibn Ömer'e:

Deven, seni kaldırdığı sırada telbiye getirdiğini gördüm' dedim. Abdullah ibn Ömer:

Resulullah (s.a.v)'de, kendisi üzerinde olduğu halde devesi doğ­rulup düzeldiği sırada telbiye getirirdi' dedi.[384]

 

3. İhramlı Kimsenin, Giymesinin Caizi Olmadığı Elbiseler

 

141. Abdullah ibn Ömer (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir: "Peygamber (s.a.v)'e:

İhramh kimse, (hangi elbiseleri) giymez?' diye soruldu. Peygam­ber (s.a.v)'de:

İhramh kimse; gömlek, sarık, bornoz, don, alaçehre veya safran çiçeğiyle boyanmış elbise ve mest giyemez. Ancak (dikişsiz) ayakkabı bulamayan (kimse,) mestleri, topuklardan aşağı olacak şekilde kes (ip öyle giy)sin' buyurdu. [385] (Birinci rivayet)

Bu rivayet, Buharı ile Müslim'in (naklettiği) rivayettir.

Yine Buhârî'nin bir rivayetinde, Abdullah ibn Ömer şöyle der:

Bir adam ayağa kalkıp:

Ey Allah'ın resulü! Biz ihramlı iken [386] (hangi) elbiseyi giymemizi emir buyurursunuz?' dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v):

Gömlek, don, sarık ve bornoz giymeyin. Ancak bir kimsenin (di­kişsiz)  ayakkabı  bulamaması  müstesnadır.   (Bu takdirde o kimse,) mest giysin. (Fakat) mestleri, topuklardan aşağı olacak şekilde kessin.

(Yine) safran veya alaçehre ile boyanmış bir elbiseyi de giymeyin. İh­ramlı bir kadın ise, [387] yüzünü örtmez ve eldiven giymez' buyurdu. [388] (İkinci rivayet)

Buhârî ile Müslim'in başka bir rivayetinde, Abdullah ibn Ömer şöyle der:

Resulullah {s.a.v), ihramlı bir kimsenin; safran ve alaçehre ile boyanmış bir elbise giymesini yasaklamıştır. (Dikişsiz) ayakkabı bulamayan kimse ise, mest giysin. (Fakat) mestleri, topuklardan aşağı olacak şekilde kessin.[389]

Ebu Dâvud ise, hem ilk baştaki rivayeti ve hem de ikinci rivayeti nakletmiştir. [390]

Tirmizî ise, ikinci rivayeti nakletmiştir. [391]

Nesâî'de birinci ve ikinci rivayeti nakletm iştir. [392]

Yine Nesâî'nin bu manada başka bir rivayeti daha var. Fakat bu rivaye­tinde, peçe ve eldiven" kelimelerine yer vermemiştir. [393]

Ebu Dâvud der ki: Bu hadisin bir benzeri, Abdullah ibn Ömer'den mev­kuf olarak rivayet edilmiştir. Başka bir yoldan ise merfu olarak rivayet edil­miştir. [394]

 

4. İhrama Girerken Koku Sürünmek

 

142. Hz. Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:

"Resulullah (s.a.v)'e, iki elimle, şu iki halinde güzel koku sürdüm. (Biri,) ihrama girerken ve (diğeri de, cemre ve traşın ardından) ihram­dan çıktığı zaman.

(Kabe'yi, ziyaret) tavafı yapmadan önce, Aîşe, (Resulullah'a bu za­manda elleriyle koku sürdüğünü söylerken, her) iki elini (birden) uzat­mıştır. (Birinci rivayet)

(Hadisin lafeı, Buhârî'ye aittir.)

Buna benzer bir rivayet daha var. Bu rivayetin içerisinde, (ilk İhramdan çıkılıp Kabe'ye ziyaret) tavafı etmek hareket etmeden önce" ifadesi yer almaktadır. Başka bir rivayette ise, şu ifade yer almaktadır:

Ben, Peygamber (s.a.v)'i; (biri,) ihrama girmezden önce ve (diğeri dej Kurban bayramı günü Kabe'yi tavaf etmezden önce, içinde misk bulunan bir kokuyu sürerdim. (İkinci rivayet)

Yine diğer bir rivayette, Hz. Aişe şöyle der:

Ben, Resulullah (s.a.v)'i; Veda haccı yılında, ihramdan çıkarken ve ih­rama girerken "Zerîre" denilen kokuyu kendi elimle sürdüm. [395] (Üçüncü rivayet)

Yine konu ile başka bir rivayette, Hz. Aişe şöyle der:

Ben, Peygamber (s.a.v)'i; ihrama girerken, bulabildiğim en güzel koku­yu sürerdim. [396]

Yine konu ile ilgili diğer bir rivayette, Urve der ki: Aişe'ye:

Resulullah (s.a.v)'i, ihrama gireceği zaman hangi kokuyu sür­dün?' diye sordum. Aişe:

Kokunun en güzeliyle!' diye cevap verdi. [397]

Başka bir rivayette ise şu ifade yer almaktadır:

Ben, Resuîullah (s.a.v)'i, ihrama girmeden önce bulabildiğim en güzel kokuyla koku sürerdim, Sonra da ihrama girerdi, [398]

Yine diğer bir rivayette şu husus yer almaktadır:

Ben, Peygamber (s.a.v)'i, hoşlandığı en güzel kokuyla koku sürerdim. Hatta sürdüğüm koku, onun başında ve sakalında parlaklığını görünceye ka­dar sürmeye devam ederdim.[399]

Yine başka bir rivayette İse, Hz. Aişe şöyle der:

Resulullah fs.a.v), ihramlı iken, başının saç ayırımındaki kokunun parlaklığını halen görür gibiyim. [400]

Yine konu ile ilgili başka bir rivayette, Saîd b. Cübeyr şöyle der:

Abdullah ibn Ömer, ihrama girerken zeytin yağıyla yağlanırdı.

(Hadisin ravisi Mansûr der ki:) Ben, İbrahim en-Nehaî'ye; Abdullah ibn Ömer'in, ihrama girerken koku sürmekten kaçınmasının nedenini sordum. O da dedi ki:

Sen, Abdullah ibn Ömer'in da dedi ki:

h'ın, Abdullah ibn Ömer'in yaptığına muhalif Şöyle ki:) Esved, bana, Aişe'nin şöyle dediğini anlattı:

Sen, Abdullah ibn Ömer'in sözünü ne yapacaksın? (Çünkü Resu-lullah'ın, Abdullah ibn Ömer'in yaptığına muhalif olan fiili sabit olmuştur. Şöyle ki)

Resulullah (s.a.v)in, ihramlı iken, başının saç ayırımındaki ko­kunun parlaklığını halen görür gibiyim. [401]

Bir rivayette ise, işte bu, Resulullah (s.a.v)'in ihra­mının kokusu idi" ilavesi yer almaktadır.[402]

Yine konu ile ilgili diğer bir rivayette, Muhammed ibnü'l-Münteşir şöyle der:

Abdullah ibn Ömer'e, koku sürünmek, sonra ihramlı olarak sabahlayan bir kimsenin hükmünü sordum. Abdullah:

Ben, ihramlı olarak sabahlayıp koku sürün m ey i sevmem. Katra­na bulanmam, benim için bunun yapmamdan daha makbuldür' diye ce­vap verdi.

Bunun üzerine Aişe'nin yanma girip ona, Abdullah ibn Ömer'in:

Ben, ihramlı olarak sabahlayıp (üzerimden güzel) koku yayılma­sını sevmem. Katrana bulanmam, benim için bunun yapmamdan daha makbuldür' dediğini haber verdim. Aişe:

Ben, Resulullah (s.a.v)'i, ihrama girerken koku sürdüm. Sonra hanımları arasında dolaştı. Sonra ihramlı olarak sabahladı' diye cevap verdi. [403]

Bir rivayette ise, Güzel koku yayılırdı" ilavesi yer almakta­dır. [404]

Bu rivayetler, Buharı ile Müslim'in (naklettiği) rivayetlerdir. Yine Müslim'in konu ile ilgili bir rivayeti şu şekildedir:

Ben, Resulullah (s.a.v)'e , ihrama gireceği zaman ihramı için, [405] Beytullah'ı tavaf etmeden önce ihramdan çıkmak için koku sürdüm. [406] Yine Müslim'in başka bir rivayeti şu şekildedir:

Ben, Resulullah (s.a.v)'e, ihramdan çıkarken ve ihrama girerken koku sürdüm. [407]

Yine Müslim'in başka bir rivayetinde şu husus yer almaktadır:

Resulullah (s.a.v), telbiye getirirken, başının saç ayırımındaki kokunun parlaklığını halen görür gibiyim. [408]

Tirmizî, üçüncü rivayeti nakletmiştir. [409]

Ebu Dâvud ise birinci, sekizinci ve dokuzucu rivayeti nakletm iştir. [410]

Nesâî'nin rivayeti ise şu şekildedir:

"Resuluilah (s.a.v), ihrama girmek istediği zaman (başına) bulabildiği en güzel yağla yağlanırdı. O kadar ki, saç ve sakalmdaki yağın parlaklığını görürdüm.[411]

Yine Nesâî'nin başka bir rivayeti ise şu şekildedir:

"Resulullah (s.a.v)'in başının saç ayırımındaki yere sürdüğü güzel koku­nun parlaklığını [412] üç günden sonra bile görürdüm. [413]

Yine Nesâî'nin diğer bir rivayeti de şu şekildedir:

Ben, Resulullah (s.a.v)'e, ihrama gireceği zaman, bulabildiğim en güzel kokuyu sürerdim. [414]

Yine Nesâî'nin başka bir rivayetinde ise, İhrama girmek, ihramdan çıkmak ve Beyt(ullah)'i tavaf etmek istediği zaman" ilavesi yer almaktadır. [415]

Yine Nesâî'nin konu ile ilgili bir rivayetinde şu ifade yer almaktadır:

Ben, Resulullah (s.a.v)'e, ihrama girmek istediği zaman ve Akabe cemresini taşladıktan sonra ihramdan çıkmak istediği zaman (güzel) koku sürdüm. [416]

Yine Nesâî'nin konu ile ilgili başka bir rivayetinde şu ifade yer almakta­dır:

Ben, Resulullah (s.a.v)'e, ihramdan çıkacağı zaman ve ihrama gireceği zaman güzel koku sürdüm. Onun kokusu, sizinkine benzemez. Yani kokusu etkisiz [417] değildi. [418]

Yine Nesâî'nin konu ile ilgili başka bir rivayeti şu şekildedir:

"Ben, Resulullah (s.a.v)'e koku sürerdim. O da, (geceleyin) hanımlarını dolaşırdı. (Üzerine sürdüğüm) kokunun etkisi üzerinde olduğu halde sabah­lardı. [419]

 

5. İhramlı Kimsenin, (Zaruret Halinde) Don Ve Mest Giymesi

 

143. Abdullah ibn Abbâs (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir:

"İzar ( eteklik) bulamayan (ihramh) kimse, don giysin. (Dikişsiz) ayakkabı bulamayan (ihramh) kimse de, mest giysin.[420]

Bir rivayette ise, Resulullah (s.a.v) in Arafat'ta hutbe verirken şöyle buyurdu­ğunu işittim ifadesi yer almaktadır. [421] Bu hadisi, bir topluluk rivayet etmiştir. [422]

Yalnız Tirmizî'nin rivayetinde, Abdullah ibn Abbâs şöyle der:

Resulullah (s.a.v)'İn şöyle buyurduğunu işittim: İhramh kimse, izar bula­madığı zaman don giysin.[423] (Dikişsiz) ayakkabı bulamadığı zaman ise mest giysin.[424]

Ebu Davud'un rivayetinde ise Abdullah ibn Abbâs şöyle der:

Don, izar bulamayan (ihramli kimseler) içindir. Mest de, (dikişsiz) ayak­kabı bulamayan (ihramlı kimseler) içindir, [425]

Nesâî'nin rivayeti de, Tirmizî'nin rivayeti gibidir. [426]

 

6. Telbiyenin Şekli Ve Vakti

 

144. Abdullah ibn Ömer (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir: "Resulullah (s.a.v)'in, telbiye getirirken şöyle buyurduğunu işittim: Lebbeyk Allahümme lebbeyk, lebbeyke Lâ şerîke leke lebbeyfcf in-ne'1-hamde ve'n-Ni'mete leke ve I-Mülk, Lâ şerîke lek.

(-Allahım! Tekrar tekrar İcabet sana. Tekrar tekrar icabet sana. Tekrar tekrar icabet sana. Senin ortağın yoktur. Emret! Hamd, Sana mahsustur. Ni­meti veren Sensin. Mülk Senindir. Senin benzerin ve ortağın yoktur.) [427]

Bu kelimelere (herhangi bir) ilave yapılmamıştır.

Bir rivayette ise şu ilave vardır:

Abdullah ibn Ömer der ki:

'Resulullah (s.a.v), Zulhuleyfe'de iki rekat namaz kılar, sonra Huleyfe mescidinin yanında devesi kendisini kaldırarak doğrulttuğunda bu kelimelerle telbiye yapardı.

(Yine) Abdullah ibn Ömer der ki:

(Babam) Ömer ibnü'l-Hattâb, Resulullah (s.a.v)'in şu kelimelerden iba­ret olan telbiyesini yapar, [428] (sonra da:)

Lebbeyk Allahümme lebbeyk, lebbeyk ve sa'deyk, ve'1-Hayru bi yedeyk, lebbeyk ve'r-Rağbâu ileyke vei-Amel (Emret, emrine ama­deyim, emret! Senden saadetler dilerim, hayr(lar) Senin elindedir, emret, di-iek(ler) Sana (arz edilir), amel(ler) de Sana'dır)' derdi. [429]

Yine bir rivayette, Abdullah ibn Ömer şöyle der:

Ben, telbiyeyi, Resulullah (s.a.v)'in (mübarek ağzm)dan kaptım."

(Hadisin ravisi, bu hadisi,) ziyadeyle birlikte bunun bir benzerini rivayet etmiştir. [430]

Bu, Buhârî ile Müslim'in (naklettiği) rivayettir.

Tirmizî, Ebu Dâvud ile Nesâînin rivayetinde ise şu ifade yer almaktadır:

Resulullah (s.a.v)'in telbiyesi (şu şekildeydi:)

Lebbeyk Allahümme lebbeyk, lebbeyke Lâ şerike leke lebbeyk, in-ne'1-hamde ve'n-Ni'mete leke ve'1-Mülk, Lâ şerike lek.

(Allahım! Tekrar tekrar icabet sana. Tekrar tekrar icabet sana. Tekrar tekrar icabet sana. Senin ortağın yoktur. Emret! Hamd, Sana mahsustur. Ni­meti veren Sensin. Mülk Senindir. Senin benzerin ve ortağın yoktur.)

(Hadisin ravisi Nâfî') der ki: Abdullah ibn Ömer, telbiyesine (şu kelime­leri de) ilave ederdi:

Lebbeyk lebbeyk lebbeyk ve sa'deyk, ve'1-Hayru bi yedeyk, leb­beyk ve'r-Rağbâu ileyke ve Amel {Emret, emrine amadeyim, emret! Senden saadetler dilerim, hayr(lar) Senin elindedir, emret, dilekler Sana (arz edilir), amel(ler) de Sana'dır.)" [431]

Yalnız Ebu Davud'un rivayetinde, Lebbeyk lebbeyk lebbeyk (Emret, emrine amadeyim, emret!)" ifadesi, Abdullah ibn Ömer'in ziyadesinde üç defa tekrar edilmiştir.

Nesâî'nin rivayeti de, Buhârî ile Müslim'in rivayetine benzer olup bu ri­vayeti, Şu kelimeler ile" ifadesine kadar ziyadeyle nakletmiştir. [432]

 

7. İhraml1 Kişinin, Hastalık Yada Başına Gelen Bir Eziyetten Dolayı Bir Engelle Karşılaşması Durumunda Ne Yapması Gerektiği Meselesi

 

145. Ka'b b. Ucre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:

"Resulullah (s.a.v), Hudeybiye zamanında yanıma gelmişti. Yü­zümde bitler saçılıyordu. (Bu durumumu gören) Resulullah (s.a.v), (ba­na):

Başının böcekleri sana eziyet veriyor mu?' diye sordu. Ben:

Evet' diye cevap verdim. Resuhullah (s.a.v):

Öyleyse traş ol, üç gün oruç tut yada altı fakiri doyur yada bîr kurban kes!' buyurdu.

(Hadisin ravisi) Eyyûb der ki: 'Resulullah (s.a.v)'in bu (sıralama)nm hangisinden başladığını bilemiyorum' dedi. (Birinci rivayet) Bir rivayette ise Ka'b b. Ucre şöyle der:

İçinizden hasta olan yada başından bir rahatsızlığı bulunan (ve bundan ötürü traş olmak zorunda kalan) kimseye, oruçtan yada sada­kadan yada kurbandan bir fidye lazım gelir [433] ayeti, benim hakkında inmiştir. Resulullah (s.a.v)'e geldim. Bana:

Yaklaş!' dedi. Ben de, ona yaklaştım. (Tekrar bana:)

(İyice) yaklaş!' buyurdu. Ben yine ona yaklaştım. Bunun üzerine Re­sulullah (s.a.v):

Böceklerin sana eziyet veriyor mu?' buyurdu.

(Hadisin ravisi) İbn Avn der ki: Zannederim ki, Ka'b: 'Evet!' cevabını vermiş. Ka'b: 'Resulullah (s.a.v), bana, oruçtan yada sadakadan yada kurbandan kolayına gelen bir fidye vermeni emir buyurdu' demiştir.[434] (İkinci rivayet)

Başka bir rivayette ise şu husus yer almaktadır:

Resulullah (s.a.v), Ka'b'ın yanında durmuştu. (O sırada) Ka'b'ın başın­dan bitler saçilıyormuş. (Onun bu durumumu gören) Resulullah (s.a.v), (ba­na):

Böceklerin sana eziyet veriyor mu?' buyurdu. Ben de:

Evet' diye cevap verdim. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v):

Öyleyse başını traş et' buyurdu.

İçinizden hasta olan yada başından bir rahatsızlığı bulunan (ve bundan ötürü traş olmak zorunda kalan) kimseye, oruçtan yada sada­kadan yada kurbandan bir fidye lazım gelir [435] ayeti, be­nim hakkında inmiştir.[436] (Bu ayetin inmesi üzerine) Resulullah (s.a.v), bana:

Üç gün oruç tut yada bir farak [437] zahireyi altı fakire sadaka (olaeyi altı fakire sadaka ( rak) ver yada kolayına gelen bir kurban kes1 buyurdu. [438] (Üçüncü ri yet) Yine konu ile ilgili diğer bir rivayet ise şu şekildedir:

Peygamber (s.a.v), Mekke'ye girmeden önce, Hudeybiye'de, ihrama gi­ren Ka'b'in yanına uğramıştı. Ka'b, çömleğin altına ateş yak(maya çalış)ıyor-du. (O sırada) Ka'b'm yüzünde bitler saçılıyordu.

Peygamber (s.a.v), (Ka'b ve beraberindeki topluluk Hudeybiye'de iken) onlara ihramdan çıkmalarını belirtmemiş ve Mekke'ye girmeleri arzusu üzerle­rinde bulunurken, Allah, (ihramlmın başına gelen rahatsızlığı giderme mahi­yetinde) fidye [439] ayetini indirmişti. [440] (Dördüncü rivayet)

Başka bir rivayette, Farak, üç sâdır" ifadesi ile  yada bir kurban kes" ifadesi yer almaktadır. [441]

Yine diğer bir rivayette, yada (kurbanlık) bir koyun kes" ifadesi yer almaktadır.[442]

Yine başka bir rivayette, Bunun üzeri­ne Peygamber (s.a.v), bir berber çağırdı. Berbere, (bitli saçlarımı) traş ettirdi. Sonra da bana, fidye (vermemi) emretti" ifadesi yer almaktadır.[443]

Buna benzer bir rivayet daha var. Bu rivayetin içerisinde ise şu husus yer almaktadır:

Peygamber (s.a.v), Ka'b'a:

Sana ulaşan rahatsızlığın gözümle görmekte olduğum bu derece­ye ulaştığım sanmıyordum -yada sana ulaşan meşakkatin gözümle görmekte olduğum bu dereceye varacağını düşünmüyordum. Bir ko­yun bul(up onu kurban ed)ebilir misin?' buyurdu. Ben:

Hayır!' dedim. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v):

Öyleyse üç gün oruç tut yada her bir fakire yiyecekten yarım sâ' vermek suretiyle altı fakiri doyur! Başını da traş et!' buyurdu.

(Ka'b der ki:) [444] ayeti; özel olarak benim hakkımda, genel olarak ise sizin hakkında inmiştir.[445]

Bu rivayetler, Buhârî ile Müslim'in (naklettiği) rivayetlerdir. Ebu Davud'un rivayetinde, şu husus yer almaktadır:

Resulullah (s.a.v), Hudeybiyye (seferi) sırasında Ka'b'ın yanına gelip:

Başının bitleri sana eziyet veriyor mu?' dîye sormuştu. O da:

Evet' diye cevap vermişti. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v):

Başını traş et, sonra da kurbanlık bir koyun kes yada üç gün oruç tut veya altı fakire üç sâ' hurma yedir' buyurdu.

Yine Ebu Davud'un başka bir rivayeti ise şu şekildedir:

İstersen bir kurban kes, işersen üç gün oruç tut, istersen altı fakire üç sâ' hurma yedir.[446]

Yine Ebu Davud'un diğer bir rivayeti ise şu şekildedir:

(Resuiullah, Ka'b'a:)

Yanında kurban(hk koyun) var mı?' diye sormuştu. O da:

Hayır' diye cevap vermişti. Bunun üzerine Resuiullah (s.a.v):

O halde üç gün oruç tut yada her iki fakire bir sa' olmak ü altı fakire üç sa' hurmayı tasadduk et' buyurdu.[447]

Yine Ebu Davud'un başka bir rivayetinde ise şu husus yer almaktadır:

Peygamber (s.a.v), Ka'b'a; (Harem-i şerife) bir sığır [448] hediye etmesini emretmiştir. [449]

Yine Ebu Davud'un diğer bir rivayeti şu şekildedir:

Resuiullah (s.a.v) ile birlikte iken başıma bitler musallat oldu. Öyle ki gözlerimden endişelenmeye başladım. Derken yüce Allah, benim hakkımda: "İçinizden hasta olan yada başından bir rahatsızlığı bulunan (ve bun­dan ötürü traş olmak zorunda kalan) kimse  [450] ayeti indi. Bunun üzerine Resuiullah (s.a.v) beni çağınp:

Başını traş et ve üç gün oruç tut yada altı fakire bir farak kuru üzüm yedir veya (kurbanlık) bir koyun kurban et1 buyurdu.

Bunun üzerine başımı traş ettim, sonra da (kurbanlık) bir koyun kurban ettim. [451]

Yine Ebu Davud'un başka bir rivayetinde, Bunlardan hangisini yaparsan, [452] (o) sana yeter" ifadesi yer almaktadır. [453]

Tirmizî ise, içerisinde Hudeybiyye geçen Buhârî ile Müslim'in rivayet et­tiği dördüncü rivayeti nakletm iştir.[454]

Nesâî'nin ise konu ile ilgili naklettiği rivayet ise şu şekildedir:

İhrama girmiştim. Basımdaki bitler çoğalmıştı. Bu (durum1,) Peygamber (s.a.v)'e ulaşmıştı.  Bunun üzerine Peygamber (s.a.v),  ben,  arkadaşlarıma çömlekte yemek pişirirken yanıma geldi. Parmaklanyla başıma dokundu

Git de başını traş et! Altı fakire de sadaka ver!' buyurdu.

 

8. İhramlı Kimsenin, Av Eti Yemesinin Caiz Olması

 

146. Ebu Katâde (r.a)'tan rivayet edilmiştir:

"Ben, bir gün, Peygamber (s.a.v)'in bazı sahabileriyle birlikte Mek­ke yolundaki bir konaklama yerinde oturuyordum. Resulullah (.s.a.v) de önümüzde idi. Sah a bil er ise (umre niyetiyle) ihrama girmişlerdi. Ben, (keşif görevinde olduğum için) ihrama girmemiştim. (Bu olay,) Hudeybiye yılında idi. İhramlı sahabiler, bir yaban eşeği gördüler. Ben de (tam o sırada) ayakkabımı dikmekle meşgul idim. Onlar, bana, yaban eşeğini bildirmediler. (Onlar ihramlı olduklarından) benim, onu, ken­diliğimden görmüş olmamı İstediler. Döndüm ve hayvanı gördüm. Hemen atıma doğru kalkıp onu eyerledim. Sonra da (ata) bindim. Bu sı­rada kamçımı ve mızrağımı yerde unutmuştum. Hemen arkadaşlara:

Kamçı ile mızrağı bana uzatın' dedim. Onlar:

Hayır! Vallahi, biz sana (bulduğumuz) bu (vahşi) hayvan aleyhi­ne hiçbir şekilde yardım etmeyiz' dediler.

Ben, (onların bu yaptıklarına) öfkelendim ve inip bunları kendim aldım. Bunun üzerine (tekrar atıma) binip (atımı) yaban eşeği üzerine hızlıca koşturdum ve onu vurdum. Sonra ölü olarak onu (onlara) getir­dim. İhramlı sahabiler, hemen onun üzerine üşüşüp etini yeme girişti­ler. Sonra da kendileri ihramlı iken bu av etinden yemeleri(nin uygun olup olmadığı) konusunda şüpheye düştüler. Bunun üzerine yürüdük. Ben, beraberimde, (yaban eşeğinin) ön budunu sakladım. Resulullah (s.a.v)'e yetiştik. Ona, bu meseleyi sorduk. Resulullah (s.a.v):

Beraberinizde ondan (artan) bir şey var mı?' diye sordu. Ben de:

Evet! (Var)' dedim.

Bunun üzerine ona, budu uzatıp verdim. Resulullah (s.a.v), ihram-h olduğu halde onu (n tamamını) yedi. [455]

(Hadisin lafzı, Buhârî'ye aittir.) [456]

Bir rivayette ise, Bu, ancak Allah'ın size ye­dirdiği bir yiyecektir" ilavesi yer almaktadır. [457]

Başka bir rivayette ise, O, helaldir. Onu yiyin" ifadesi yer almaktadır. [458]

Yine başka bir rivayette ise, Abdullah b. Ebi Katâde şöyle der:

Babam (Ebu Katâde), Hudeybiye yılında [459] (umre yapmak niyetiyle Peygamber ile sahabileriyle birlikte Mekke'ye doğru) gitmişti. Arkadaşları, îh-ramlı idi. Fakat babam, ihrama girmemişti...

Peygamber (s.a.v)'e, bir düşmanın kendisiyle savaşacığı haberi verilmişti. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v) gitti.

Ben, onun sahabileri arasında bulunduğum sırada, bir ara onlann bir kısmı diğer bir kısmına doğru gülüştü. Etrafa bakındım. Bir de baktım, bir ya­ban eşeğiyle karşılaştım. Üzerine saldırdım. Onu (mızrakla vurup) yerinde ha­reketsiz bıraktım. (Onu yükleyip onlara (getirmek için) sahabilerden yardım (etmelerini) istedim. (İhramlı olduklarından) bana yardım etmekten kaçın­dılar. Nihayet onu (kendi başıma alıp getirdim ve hepimiz) onun etinden ye­dik.

Bu sırada biz, Resulullah {s.a.v) ile aramızın (düşman tarafından) kesil­mesinden endişe ettik. Hemen Peygamber (s.a.v)'i aradım.

Atımı bazen şahlandırıyor, bazen de normal yürüyüşle sürüyordum. Ge­ce ortasında Gıfar oğullan'ndan bir kimseye kavuştum. Ona:

Peygamber (s.a.v)i nerede bıraktın?' diye sordum. O da:

Ben, Peygamber (s.a.v)!, Tahin mevkiinde bıraktım. Çünkü o, es-Sukyâ (köyün)de öğle uykusu uyumak istiyordu' diye cevap verdi.

Ben, (sonunda) Peygamber (s.a.v)'e ulaştım. Ona:

Ey Allah'ın resulü! Ehlin (bir rivayette: Keşif yolundaki sahabile­ri n), sana selam ediyorlar ve Allah'ın rahmetini diliyorlar. Onlar, düş­man tarafından senin ile aralarının kesilmesinden endişe ediyorlar. Onların (buraya) gelmesini beki e (meniz iyi olur)!' dedim.

Bunun üzerine Peygamber (s.a.v) (onları) beklemeye koyuldu. (Bu sıra­da) ben:

Ey Allah'ın resulü! Ben, bir yaban eşeği vurdum. Yanımda onun etinden artmış bir parça vardır' dedim. Peygamber (s.a.v), (yanında bulu­nan) topluluk İhramlı oldukları halde (onlara) hitaben:

(Bu av etini) yiyin!' buyurdu. [460]

Yine başka bir rivayette, Ebu Katâde şöyle der:

Biz, Peygamber (s.a.v)'in beraberinde el-Kâha mevkiinde bulunuyor­duk. Bizlerden kimimiz ihramlı, kimimizde ihramsız idi. Arkadaşlarımı gördüm ki, onlar, birbirlerine bir şey gösteriyorlar. Etrafa bakındım. Derhal bir yaban eşeğiyle karşılaştım. Bir de baktım, bir yaban eşeğiyle karşılaştım.

{Hadisin ravisi der ki:) Ebu Katade'nin kamçısı düştü. Arkadaşları:

Biz, sana, o av üzerine hiç bir şeyle yardım etmeyiz. Çünkü biz­ler, ihramlıyız' dediler.

Bu son söz üzerine ben kendim bir şeyle o kamçıya uzandım ve onu yer­den aldım. Sonra ben, taş tepenin arkasından yanaşıp yaban eşeğine yaklaş­tım, onu vurup öldürdüm. Daha sonra onu arkadaşlarıma getirdim. Onların bazıları:

(Bunu) yiyin dediler. Bazıları da:

Yemeyin' dediler.

Bunun üzerine ben, Peygamber (s.a.v)'in yanına geldim. Peygamber (s.a.v), önünmüzde idi. Ona, {ihramlı kimsenin) bu av etini (yemesinin caiz olup olmadığını) sordum. Peygamber (s.a.v):

Onu yiyin, helaldir' buyurdu. [461]

Yine konu ile ilgili başka bir rivayette, Ebu Katâde şöyle der:

Resülullah (s.a.v), {Beytullah'ı) hac (umre) [462] niyetiyle (Medine'den) yola çıktı. Onun beraberinde sahabüer de yola çıktılar. (Zulhueleyfe'den 34 mil mesafedeki Ravha'ya ulaştıklarında müşriklerden bir düşman grubunun kendilerine saldıracağını Peygamber'e haber verdiler.) Bunun üzerine Pey­gamber (s.a.v), içlerinde Ebu Katâde'nin de bulunduğu (müfreze konumunda olan) bir grup sahabiyi çevirdi. Onlara:

Sizler, deniz kenarı yolunu tutun, nihayet buluşuruz' buyurdu. Onlar, deniz kenarını tuttular. Peygamber (s.a.v)'den ayrıldıkları zaman,

Ebu Katâde hariç, hepsi ihrama girmişlerdi. Ebu Katâde ise ihrama girme­mişti. Onlar, buşekilde yol alırlarken birden bire bir yaban eşeği sürüsüyle karşılaştılar. Ebu Katâde, yaban eşekleri üzerine sladırdı. Onlardan bir dişi eşek vurup öldürdü. Nihayet hepsi, bineklerinden inip o dişi yaban eşeğinin etinden yediler. Bu esnada:

Bizler, ihramlı olduğumuz halde av etini yer miyiz?' dediler. Daha sonra dişi yaban eşeğinin etinden geri kalanı taşıdık. Resülullah (s.a.v)'e geldikleri zaman:

Ey Allah'ın resulü! Bizler, ihrama girmiştik. Ebu Katâde ise, ihrama gir­memişti. Bir sürü yaban eşeği gördük. Ebu Katâde, onların üzerine saldırdı ve onlardan bir dişi yaban eşeğini vurup öldürdü. İnip onun etinden yedik. Son­ra kendi kendimize:

Biz, ihramlı olduğumuz halde av etini yiyebilir miyiz? dedik. Onun etinden geri kalanı beraberimizde taşıyıp getirdik' diye söyledik. Resülullah (s.a.v):

Sizlerden herhangi bir kimse, Ebu Katâde'ye, o yaban eşeği üze­rine saldırmasını emr yada (bir şeyle) işarette bulundu mu?' diye sordu. Sahabiler:

Hayır!' diye cevap verdiler. Resulullah (s.a.v):

Öyleyse bu av etinden geri kalanı yiyin' buyurdu. [463] Bu rivayetler, Buhârî ile Müslim'in (naklettiği) rivayetlerdir.

Yine Müslim'in bir rivayetinde, Abdullah ibn Ebi Katâde şöyle der:

Babam (Ebu Katâde), Hudeybiye yılı, Resulullah (s.a.v) ile birlikte yola çıktı. Bazı arkadaşları ihrama girmişti. Bazısı ise ihrama girmemişti.

Resulullah (s.a.v)'e, Gayka'da düşman bulunduğunu söylemişler. O da orya (doğru) gitmişti.

Ebu Katâde (devamla) der ki: Ben, Resulullah (s.a.v)'in sahabileriyle bir­likte bulunduğum bir sırada sahabiler birbirlerine gülüyorlardı. Bir de baktım, bir yaban eşeğiyle karşılaştım, Hemen onun üzerine saldırdım ve hayvanı vurarak (olduğu yere) çökerttim. Derken (beraberimdeki) sahabilerden yar­dım istedim. Onlar, (ihramlı olduklan için) bana yardım etmekten kaçındılar. Daha sonra onun etinden yedik. Düşmanın, önümüzü keseceğinden korktuk. Ben, Resulullah (s.a.v)'i aramaya gittim. (Yolda giderken) bazen atımı şah-landınyor, bazen de yavaş gidiyordum. Az sonra gece yansı Gıfar oğulları'n-dan bir adama rastladım. Ona:

Resulullah (s.a.v)'e nerede rastladın?' diye sordum. O da:

Ben, onu, Tahin mevkiinde rastladım. Çünkü o, es-Sukyâ (kö-yün)de öğle uykusu uyumak istiyordu' diye cevap verdi.

Nihayet Resulullah (s.a.v)'e yetiştim. Ona:

Ey Allah'ın resulü! Sahabüerin, sana selam ediyor ve Allah'ın rahmetini diliyorlar. Sen yokken, düşman tarafından yoUannın kesilmesinden korktular. Onları bekle(men iyi olur)' dedim. Bunun üzerine 'RsuIulİah (s.a.v), onlan bekle(meye başla)dı. (Bu sırada) ona:

Ey Allah'ın resulü! Ben bir av vurdum. Ondan geri kalan bir par­ça yanımdadir' dedim. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v), (beraberindeki) topluluğa, ihramlı olduklan halde:

(Ondan) yiyin' buyurdu.[464]

Yine Müslim'in başka bir rivayetinde, Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle der:

Sizden birisi, Ebu Katâde'nin, o yaban eşeği üzerine saldırmasını emr yada (bir şeyle) işarette bulundu mu? [465]

Yine Müslim'in konu ile ilgili diğer bir rivayetinde şu ifade yer almaktadır:

(Resulullah:) 'İşaret ettiniz yada yardımda bulundunuz yada avla­dınız mı?' (buyurdu). Şu'be: 'Yardım ettiniz mi?' buyurdu, yoksa 'Avladı­nız mı?' buyurdu bilemiyorum' dedi. [466]

Tirmizî, Ebu Dâvud ile Nesâî'nin konu ile ilgili rivayetleri, bu rivayetler­den birine benzemektedir.

Yine Nesâî'nin bir rivayeti, Abdullah b Ebi Katâde'den gelen rivayete benzemektedir. [467]

 

9. İhramlı Kimsenin Kan Aldırmasının Caiz Olması

 

147.Abdullah ibn Abbâs (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir: "Peygamber (s.a.v), ihramlı iken kan aldırmıştır.[468] (Birinci rivayet) Bu, Buhârî ile Müslim'in naklettiği rivayettir. Yine Buhârî'nin bir rivayeti şu şekildedir:

Peygamber (s.a.v), ihramh iken ve oruçlu iken [469] kan aldırmıştır.[470] (İkinci rivayet)

Yine Buhârî'nin başka bir rivayetinde, Abdullah ibn Abbâs şöyle der:

Peygamber (s.a.v), ihramlı olduğu halde kendisinde bulunan bir baş ağ­rısı hastalığından dolayı (Mekke ile Medine arasında bulunan) 'Lahy-u ce-mel' denilen bir su yanındaki yerde başından kan aldırmıştır.[471] (Üçüncü rivayet)

Yine bir rivayette, Peygamber (s.a.v)'de bulunan yanm baş ağrısından dolayı" ifadesi yer almaktadır.[472] Tirmizî, birinci rivayeti nakletmiştir.[473]

Ebu Dâvud ise, birinci rivayeti ve üçüncü rivayeti de, M [474] "Peygam­ber (s.a.v)'de bulunan" ifadesine kadar rivayet etmiştir. Nesâî ise birinci rivayeti nakletmiştir.[475]

 

10. Kurbanlık Koyuna Nişan Takılması

 

148. Hz. Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:

"Resulullah (s.a.v), bir defasında, Beyt(ullah)'a, boynuna gerdanlık takmış vaziyette bir koyun göndermiştir.[476]

Bu, Müslim ile Nesâî'nin naklettiği rivayettir. Buhârî'nin ve Müslim'in bir rivayeti de bu şekildedir.[477] Ebu Davud'un bir rivayeti de, bunun gibi olup yalnız "(Kurban­lığın boynuna) gerdanlık takmıştı [478] ifadesi (metinden) düşmüştür.[479]

Yine Buhârî ile Müslim'in bir rivayetinde, Hz. Aişe şöyle der:

"Ben, Peygamber (s.a.v), in (Beytullah'a göndereceği) kurbanlık­lar) için gerdanlık ördüm. Bununla; 'Peygamber (s.a.v), ihrama girme­den önce (Beytullah'a göndereceği kurbanlıklar için) gerdanlıklar örer­dim1 demek istemiştir. [480]

Tirmizi ile Nesâî'nin rivayetinde, Hz. Aişe şöyle der:

"Resulullah (s.a.u)'in (Beytullah'a) kurbanlık olarak (göndereceği) koyun(lar) için bütün gerdanlıkları ben örerdim. (Gönderdikten he­men) sonra Peygamber (s.a.v), ihrama girmezdi.[481]

Yine Nesâî, başka bir rivayetini; "ihram" kelimesine yer vermeksizin "koyun" ifadesine kadar nakletm iştir.[482]

 

11. Beytullaha Kurbanlık Göndermenin Caiz Olması

 

149. Hz.Aişe (r.a)'tan rivayet edilmiştir:

"Ben, (Resulullah'ın Beytullah'a gönderdiği kurbanlıkların) gerdan­lığını, yanımda bulunan (renkli) yün(Ier)den ördüm. Sonra Resulullah  (s.a.v)'de aramızda ihramsız olarak sabahladı. İhramsız bir kimse gibi ailesine yaklaştığı gibi (ailesine) yaklaşırdı yada bir adamın, ailesine yaklaştığı gibi yaklaşırdı. [483] (Birinci rivayet)

Başka bir rivayette, Hz. Aişe şöyle der:

Ben, Resulullah (s.a.v)'in (Beytullah'a göndereceği) develerinin gerdan­lıklarını ellerimle ördüm. Sonra Resulullah (s.a.v), (göndereceği) develeri işa­retledi. Boyunlarına gerdanlık taktı ve Beyt(ullah)'a gönderdi. (Kendisi de) Medine'de kaldı.[484] Fakat (bununla,) kendisine, helal olan hiçbir şey haram olmadı.[485] (İkinci rivayet)

Yine başka bir rivayette, Hz. Aişe şöyle der:

Resulullah (s.a.v), Medine'den (Mekke'deki Beytullah'a) kurbanlık gön­derirdi. Ben, kurbanlığının gerdanlığını örerdim. (Kurbanlığı gönderdikten) sonra ihrama giren kimsenin sakınacağı şey(ler)den sakınmazdı.[486] (Üçüncü rivayet)

Yine konu ile ilgili diğer bir rivayet şu şekildir:

Ben, Peygamber (s.a.v)'in (Beytullah'a göndereceği) kurbanlığı için ger­danlık örerdim. O, bu gerdanlıkları, (kurbanlık) koyun(lar)ın (boynuna) takar­dı. Sonra da ailesi içerisinde ihramsız (bir kimsenin kalışı gibi) kalırdı.[487] (Dördüncü rivayet)

Yine başka bir rivayette, Hz. Aişe şöyle der:

Biz, (Beytullah'a gönderilecek kurbalik) koyu(lar)m (boyunlarına) ger­danlık takardık. Sonra da onları (Beytullah'a) gönderirdik. Resulullah (s.a.v) ise, (gönderdiği bu kurbanlıklardan dolayı) kendisine hiçbir şey haram.olma­yarak ihramsız halde (aramızda) bulunurdu.[488] (Beşinci rivayet)

Konu ile ilgili diğer bir rivayet ise şu şekildedir:

Mesrûk ibnu'I-Ecda', Aişe'ye gelip ona:

Ey müminlerin annesi! Bir adam, Kabe'ye kurbanlık(lar) gönde­riyor, bulunduğu beldede oturuyor ve beraberinde kurbalık(lar) gön­derdiği kimselere de, kurbanlık develerine, (kurbanlık olduklarının bi­linmesi için) gerdanlık takılmasını tavsiye ediyor. İşte bu adam, kendi­sinde, kurbanlık(lar) gönderdiği bu günden itibaren bütün hacılar Mek­ke'de ihramlarından çıkacakları zaman kadar kendi oturduğu şehirde i lira mlı gibi olmakta devam ediyor! diye sordu.

(Mesrûk devamla) der ki: Ben, Aişe'nin kendi sesinin işitilmesi için per­denin arkasından ellerini birbirine çarptığını işittim. Bu el çarpmadan sonra Aişe:

Doğrusu ben, Resulullah (s.a.v)'in kurbanlıklar)ımn gerdanlık­larını örerdim. Sonra o, kurbanlıklarını, gerdanlı olarak Kabe'ye gön­derirdi. Fakat ihramsız erkeklerin, ailesiyle helal olan şeylerden hiçbi­ri, (hacı olan) insanlar geri dönünceye kadar ona haram olmadı' diye cevap verdi.

Konu ile ilgili diğer bir rivayet ise şu şekildedir:

Ziyâd b. Ebi Süfyân, Aişe'ye; Abdullah ibn Abbâs'ın, 'Kim (Beytul-lah'a) bir kurbanlık gönderirse o kurban kesilinceye kadar hacılara ha­ram olan her şey o kimseye de haramdır' dediğini yazıp:

Ben kurbanlığımı (Beytullaha) gönderdim. (Bu konudaki) emrini bana yaz' dedi.

(Hadisin ravisi Amra bint. Abdurrahman devamla) der ki: Aişe, (bu me­selenin,) Abdullah ibn Abbâs'ın dediği gibi olmadığını söyleyip:

Ben, Resulullah (s.a.v) in kurbanlıklarına kendi ellerimle gerdan­lık ördüm. Sonra Resulullah (s.a.v), bu gerdanlıkları, kendi eliyle o kurbanlıkların (boyunlarına) taktı. Daha sonra onları, babamla (Bey­tullaha) gönderdi. Resulullah (s.a.v)'e, Allah'ın helal kıldığı bir şey, ta kurban kesilinceye kadar haram olmadı' diye cevap verdi. [489]

Bu rivayetler, Buhârî ile Müslim'in (naklettiği) rivayetlerdir. Yine Müslim'in başka bir rivayetinde, Hz. Aişe şöyle der:

Ben, Resulullah (s.a.v)'in kurbanhk(lar)i için şu iki elimle gerdanlıklar örerdim. Sonra (hacıların uzaklaştığı) hiçbir şeyden uzaklaşmaz ve bir şeyi terk etmezdi. [490]

Yine Müslim'in diğer bir rivayetinde, Hz. Aişe şöyle der:

Resulullah (s.a.v), (Beytullah'a) kurbanlik(lar) gönderdi. Ben, onların gerdanlıklarını kendi ellerimle örerdim. Sonra Resulullah (s.a.v), ihramsız bir kimsenin çekinmediği hiçbir şeyden çekinmezdi. [491]

Nesâî ise, konu ile ilgili bazı rivayetleri; ilavelere ve Abdullah ibn Abbâs Ue ilgili açıklamalara yer vermeksizin rivayet etmiş, bazı rivayetleri de kısa bir şekilde rivayet etmiştir.

Yine Nesâî ve Tirmizî, Hz. Aişe (r.anhâ)'dan şöyle bir hadis rivayet etmişlerdir:

"Ben, Resulullah (s.a.v)'in (Beytullah'a göndereceği) kurbanlık(lar) için gerdanlıklar ördüm. Sonra da ihrama girmedi ve (giyinilmesi mubah olan) elbiseden (giymedik) hiçbir (elbise) bırakmadı (her türlü elbiselerini giydi).[492]

Yine Nesâî ile Ebu Dâvud; birinci, ikinci ve üçüncü rivayeti nakletme­lerdir.

Yine Nesâî, beşinci rivayeti de nakletmiştir.

Yine Nesâî'nin konu ile ilgili diğer bir rivayeti şu şekildedir:

Ben, Resulullah (s.a.v)'in (Beytullah'a göndereceği) kurbanlık(lar)ın ger­danlıklarını örerdim. Sonra da onları (Beytullah'a) gönderindi. Daha sonra da o kurbanlıklar, yerlerine varmadıkları müddetçe, (ailesine) ihramsız bir şekilde yaklaşan kimseler gibi yaklaşırdı.[493]

 

11. Kıran Haccı [494]

 

150. Enes (r.a)'tan rivayet edilmiştir:

Ben, Peygamber (s.a.v)'i, hac ile umrenin her ikisi için telbiye ge­tirirken işittim.

(Hadisin ravisi) Bekr der ki: Ben, bunu, Abdullah ibn Ömer'e anlat­tım. Abdullah ibn Ömer:

Resulullah (s.a.v), yalnızca hac için telbiye getirirdi' dedi.

Daha sonra Enes'e rastlayarak, ona, Abdullah ibn Ömer'in (bu) sö­zünü anlattım. Enes:

Siz, bizi, galiba çocuk sayıyorsunuz? Ben, Resulullah (s.a.v)'i:

Umre ve hac için Lebbeyk!' buyururken işittim, dedi. [495]

Bu, Buhârî ile Müslim'in (naklettiği) rivayettir. Yine Müslim'in bir rivayetinde, Enes şöyle der:"Ben, Resulullah (s.a.v)'i, umre üe haccin her ikisine birden:

Umre ile hac için Lebbeyk! Umre ile hac için Lebbeyk!1 buyurur­ken [496] işittim.[497]

Yine Müslim'in bir rivayetinde, Umre ve hacca Leb­beyk!" ifadesi yer almaktadır.[498]

Ebu Dâvud ile Nesâî'nin bir rivayeti, Müslim'in tek başına rivayet ettiği hadise benzer durumdadır.[499]

Tirmizî'nin rivayetinde ise Enes şöyle der:

Ben, Peygamber (s.a.v)'i, 'umre ve haccta Lebbeyk!' buyururken işittim. [500]

 

12. (Hac Zamanı Dışında) İhramsız Olarak Mekke'ye Girmenin Caiz Olması

 

151. Enes b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:

Resulullah (s.a.v), Fetih yılında Mekke'ye [501] başında miğferle gir­mişti.[502] Miğferi çıkannca yanına bir adam gelip:

İbn Hatal, Kabe'nin örtüsüne sarılmış (duruyor)'dedi. Bunun üze­rine Resulullah (s.a.v):

Onu öldürün' buyurdu. [503]

Ebu Dâvud der ki: "İbn Hatai'ın asıl adı, Abdullah'tır.[504] Onu, Ebu Berze el-Esiemî öldürdü.[505]

 

13. (Tavaf Esnasında) Hacerü'l-Esved'i Öpmenin Caiz Olması

 

152. Abis b. Rebîa (rh)'ten rivayet edilmiştir:

"Ömer ibnü 1-Hattâb,  Hacerü'l-Esved'in yanına gelip onu öpmüş ve:

Biliyorum ki, sen, bir taşsın. Fayda yada zarar veremezsin. Eğer Peygamber (s.a.v)'i, seni öperken görmeseydim, seni (asla) öpmezdim' demiştir. [506]

Bu hadisi, bir topluluk rivayet etmiştir.

Buhârî'de bu hadisi, Eşlem yoluyla Hz. Ömer'den rivayet etmiştir. [507]

Müslim ise bu hadisi; bir rivayette Salim yoluyla Abdullah (ibn Ömer) [508] o da Hz.. Ömer'den, bir rivayette ise Nâfi' yoluyla Abdullah ibn Ömer'den, [509] başka bir rivayette ise bu ikisinin dışında diğer bir yoldan nakistir. [510]

Müslim'in bir rivayetinin ilavesinde ve Nesâî'nin iki rivayetinden birinde,  "Fakat ben, Resulullah (s a.v)'i, sana saygı gösterdiğini gördüm" ifadesi yer almaktadır. Fakat Resulullah (s.a.v)'i, seni, öperken gördüm" ifadesi yer almamaktadır.[511]

Yine Müslim'in konu ile ilgili Abdullah ibn Sircis (r.a)'tan naklettiği riva­yet ise şu şekildedir:

Dazlağı, yani Ömer ibnü'1-Hattâb'ı, Hacerü'l-Esved'i öperken gördüm. O, (Hacerü'l-Esved'i öperken) şunları söylüyordu:

Vallahi, seni öpüyorum. Biliyorum ki, sen bir taşsın. Fayda yada zarar veremezsin. Eğer Resulullah (s.a.v)'in, seni öptüğünü görmüş ol­masaydım, [512] seni (asla) öpmezdim.[513]

Bir rivayette ise, maktadır.[514]

Dazlakçağızı gördüm" ifadesi yer almaktadır.

 

14. Tavaf Sırasında Remel (Hızlı Adımlarla Yürümek Ve Yürürken Omuzları Sallamanın Müstehab Olması

 

153. Abdullah ibn Abbâs (r.anhümâj'dan rivayet edilmiştir:

"Resulullah (s.a.v), sahabileriyle birlikte (kaza umresi için) Mek­ke'ye gelmişti. Onları, Yesrib (Medine'n)in [515] sıtması zayıf düşürmüş­tü. Müşrikler:

Yarın size Öyle bir kavim gelecek ki sıtma, onları bitirmiş, on­dan çok acı çekmişler' dediler.

Bunun üzerine Hİcr'in arkasına oturdular.

(Yüce Allah'ın, müşriklerin söylediklerini Peygamber'e bildirmesi Üzerine,) Peygamber (s.a.v), müşrikler, Müslümanların dinçliğim gör­sünler diye sahabilerine tavafın her üç turunda remel yapmalarını, iki köşe arasında ise normal yürüyüşle yürümelerini emir buyurdu. Bunun üzerine müşrikler:

Sıtmanın, kendilerini bitirdiği adamlar bunlar mı? Bunlar, filan ve filancadan daha sağlammışlar' dediler.

Abdullah ibn Abbâs (devamla): 'Resulullah (s.a.v), sahabilerine bü­tün turlarda remel yapmalarını emir buyurmaktan men eden şey, an­cak onlara acıması olmuştur' dedi.[516] (Birinci rivayet)

Buhârî'nin rivayetinde, Abdullah ibn Abbâs'tan naklen şu ilave yer al­maktadır:

Peygamber (s.a.v), banş anlaşması yaptığı yılda (Mekke'ye) geldiği za­man, müşriklerin, sahabilerin dinç olduklannı görmeleri için, sahabilerine:

Koşunuz! emrini verdi.

Yine konu ile ilgili muhtasar bir  rivayette ise, Abdullah ibn Abbâs şöyle der.

 

"ResuluIIah (s.a.v), Beytullah'ı ve Safa ile Merve arasında ancak müş­riklere dinçliğini göstermek için sa'y yapmıştır. [517] (Üçüncü rivayet) Bu, Buhârîile Müslim'in (naklettiği) rivayettir.

Tirmizî'de, bu hadisi, üçüncü rivayet (gibi) kısa bir şekilde nakletmiştir. [518]

Ebu Dâvud ile Nesâî ise, ilk baştaki hadisi nakletmişlerdir.[519] Yalnız Ebu Davud'un rivayetinde, sağlammışlar" ifadesi yer almaktadır.[520]Yine Ebu Davud'un başka bir

Bunlar, bizden daha  rivayetinde, şu husus yer almaktadır;

Peygamber (s.a.v) (Kaza umresinde Beytullah'i tavaf ederken) ıztıbâ [521] yaptı. (Hacerü'i-Esved'i) selamladı. Tekbir getirdi. Sonra (ilk) üç turda Rükn Yemânî'ye vardıkları zaman (sahabiieriyle birlikte) remel yaptı. Kureyş'in göz­lerinden kayboldukları zaman normal yürüyüşle yürüdüler. Sonra (tekrar) on­ların karşısına çıktıkları zaman remel yaptılar. (Bunu gören) Kureyş (müş­rikleri): 'Bunlar, ceylan yavrusu gibiler1 demeye başladılar.

Abdullah ibn Abbâs: '(Tavafın ilk üç turunda remel yapmak o günden itibaren) sünnet oldu' dedi.[522]

 

15. Safa İle Merve Arasındaki Sayin Vacip Olması

 

 

154. Urve ibnu'z-Zübeyr (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir: "Aişc'yc (bir soru) sorup:

Yüce Allah'ın, "Şüphesiz ki, Safa ile Merve (tepeleri), Allah'ın (emrine itaati belirlemek için koyduğu) işaretlerindendir. Şimdi kim Beyt(ullah)'ı hacceder yada umre yaparsa, onların arasında say yap­masında bir sakınca yoktur [523] ayeti hakkındaki görüşün nedir? Vallahi, (benim bu ayetten anladığım;) Safa ile Merve arasını sa'y etmeyi terk etmesi, hiçbir kimseye günah getirmez şeklindedir' de­dim. Aişe:

Ey yeğenim! Söylediğin güzel olmadı. Eğer buradaki maksat; se­nin yorumladığın gibi olsaydı, "Bu ikisinin arasını sa'y etmemenizde bîr günah yoktur" şeklinde olması gerekirdi. Fakat bu ayet, Ensar hak­kında inmiştir. Ensar, Müslüman olmazdan önce Müşellel (tepesinde­ki), taptıkları tağut Menat (putu) için ihrama girerlerdi. Onlara göre ih­rama giren kişi, 'Safa ile Merve arasını sa'y ederse, günaha girer' diye sıkıntıya    düşerlerdi. Ancak Müslüman olduklarında, bunun hükmünü Resulullah (s.a.v)'e:

Ey Allah'ın resulü! Biz, Safa ile Merve arasını sa'y etenizden do­layı günaha girilir diye sıkıntıya düşerdik' şeklinde (soru) sordular. Bu­nun üzerine yüce Allah:

"Şüphesiz ki, Safa ile Merve (tepeleri), Allah'ın (emrine itaati be­lirlemek için koyduğu) işaretlerindendir.[524] ayetini in­dirdi' demiştir.

Yine Aişe: 'Resulullah (s.a.v), bu iki tepenin arasında sa'y yapmış­tır Bu nedenle de hiçbir kimsenin, bu tepenin arasında sa'y yapmayı terk etmesi uygun değildir' demiştir.

Zührî'de: Ebu Bekr ibn Abdurrahman'a şöyle haber verdim: Ben bu bilgiyi işitmiş değilim. Fakat ben, [525] Ensar ile Arapların diğer bir kavminden oluşan her iki fırka hakkında, yani hem cahiliyet döneminde Safa ile Merve arasında tavaf etmeyi günah sa­yanlar fırkası ile hem de cahiliyet döneminde Allah'ın Beytini tavaf edegeldikleri halde sonradan İslam döneminde Allah'ın Beyti tavaf etmeyi emredip de [526] Safa ile Merve'yi zikretmediği için Safa ile Merve arasını tavaf etmeyi günah sayanlar fırkası hakkında indiğini işittim.

Nihayet Allah, Beyt'i tavaf etmeyi zikretmesinin [527] ardın­dan, bu safa ile Merve arasındaki sa'yi de [528] zikretti.[529]

Bir rivayette ise şu ifade yer almaktadır:

Müslüman olmazdan önce Ensar ile Gassân, (hac sırasında) Menat (pu­tu) [530] için telbiye getirirler, Safa ile Merve arasında sa'y yapmaktan çekinirlerdi. Bu, onların, babalanndan kalma bir adet idi. Menat (putu) için ihrama giren, Safa ile Merve arasında sa'y yapmazdı. İslam'ı kabul ettikleri za­man, bunu(n hükmünü), Resulullah (s.a.v)'e sormuşlardı. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v):

Şüphesiz ki, Safa ile Merve (tepeleri), Allah'ın (emrine itaati be­lirlemek için koyduğu) işareti erindendir. Şimdi kim Beyt(ullah)'ı hac­ceder yada umre yaparsa, onların arasında sa'y yapmasında bir sakın­ca yoktur. Kim kendiliğinden bir hayr işlerse, bilmeli ki, Allah, Şâkir (şükrü kabul eden), Alîm (her şeyi bilen) dir [531] ayeti inmiştir. [532]

Bu hadisfin bu şekildeki metinlerin)i, Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir.

Yine Buhârî ile Müslim'in bu hadis ile ilgili başka rivayetleri daha var. Bu rivayetler, "Hac Bölümü"nde geçmektedir.

Tirmizî ile Nesâî ise, bu hadisi, ilk baştaki rivayet benzer şekilde rivayet etmişlerdir.

Ebu Dâvud'da, bu hadisin bir bir benzerini rivayet etmiştir. Bu rivayetin içerisinde şu ifade yer almaktadır:

"Menat (putu), Kildeydin karşısında idi. (Ensar'dan bazı kimseler, Menat putuna saygılarından dolayı cahiliyye döneminde) Safa ile Mer­ve arasında sa'y etmekten çekinirlerdi. [533]

Bu rivayeti, Buhârî ile Müslim'de rivayet etmiştir.

 

16. Tavaf Ve Say Sırasında Bir Şeye Binmenin Caiz Olması

 

155. Abdullah ibn Abbâs (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir:

Peygamber (s.a.v), Veda haccı sırasında deve üzerinde (ve Hace-rü'1-Esvedin bulunduğu) rüknü, (ucu eğri bir) bastonla selamlayarak (Kabe'yi) tavaf ederdi.[534]

Bu (metin olarak); Buhârî, Müslim, Ebu Dâvud İle Nesâî'nin (naklettiği) bir rivayettir.

Yine Buhârî, Nesâî ile Tirmizî'nin naklettiği rivayet ise şu şekildedir:

Peygamber (s.a.v), Beyt(ullah)'ı devesi üzerinde tavaf etti. (Hacerü'l-Esved'in bulunduğu) rükne gelince, ona işaret etti. [535]

Yine Buhârî'nin başka bir rivayetinde şu ilave yer almaktadır:

(Beytullah'a) elindeki bir şeyle işaret edip tekbir getirdi. [536]

Ebu Davud'un başka bir rivayetinde ise şu husus yer almaktadır:

Resulullah (s.a.v), Mekke'ye rahatsız olarak geldi. (Beytullah'ı) hayvanı üzerinde tavaf etti.[537] (Hacerü'l-Esved'in bulunduğu) rükne her gelişinde, onu, (ucu eğri bir) asayla selamladı.[538] Tavafını bitirince, (devesini) çök­türüp iki rekat namaz [539] kıldı. [540]

 

17. Kabe'nin İçinde Namaz Kılma

 

156. Abdullah ibn Ömer (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir: "Resulullah (s.a.v), (Mekke'nin fethi günü beraberinde) Üsâme b. Zeyd, Bilal ile Osman b. Talha olduğu halde Beyt(ullah)' girip üzerleri­ne kapıyı kapadılar. (Kapıyı) açtıkları zaman (oraya) ilk giren ben ol­dum. Bilal e rastlayıp ona:

Resulullah (s.a.v), Beyt(ullah'ın içind)e namaz kıldı mı?' diye sordum. Bilal:

Evet, iki Yemânî direğin arasında namaz kıldı' diye cevap verdi.[541]

Bir rivayette şu ilave yer almaktadır:

(Bilal'e,) Peygamber (s.a.v) (Kabe'nin içinde) kaç rekat namaz lal­dı?' diye sormak aklıma gelmedi. [542]

Başka bir rivayette ise konu ile ilgili şu ifade yer almaktadır:

Bilal'e: 'Peygamber (s.a.v) (Kabe'nin) neresinde namaz kıldı?' diye sordum. O da:

İki ön direk arasında (namaz kıldı)' diye cevap verdi. [543]

Konu ile ilgili diğer bir rivayette ise şu husus yer almaktadır:

(Kabe'nin içinden dışarı) çıktığında Bilal'e:

Peygamber (s.a.v), (Kabe'nin içinde) ne yaptı?' diye sordu. O da:

Bir direği sol tarafına, bir direği sağ tarafına, üç direği de arka tarafına alıp - o sırada Beytullah, altı direk üzerinde idi [544] sonra na­maz laldı. [545]

Yine konu ile ilgili başka bir rivayet şu şekildedir:

Bilal'e sorup:

Peygamber (s.a.v), (Kabe'nin içinde) namaz kıldı mı?' dedim.

Evet, kapıdan giren kimsenin sol tarafına düşen iki direk arasın­da iki rekat namaz kıldı. Sonra dışarıya çıkıp Kabe'nin [546] yüzü (ka­pısı) karşısında (Makanw İbrahim'de) iki rekat namaz kıldı. [547]

Yine konu ile ilgili diğer bir rivayet şu şekildedir:

Resulullah (s.a.v), (Mekke'nin) fethi yılında [548] Kasvâ (adlı devesinin) terkisinde Usame b. Zeyd'de olduğu halde (Kabe'ye) geldi. Yanında Bilal, Osman b. Talha'da vardı. Devesini, Beyt(ullah)'ın yanına çöktürdü. Sonra Osman'a:

Bize (Kabe'nin) anahtarını getir' buyurdu.

Bunun üzerine Osman (hemen gidip annesinden Kabe'nin anahtarını) getirip (Kabe'nin) kapısını açtı. Resulullah (s.a.v), Üsame b. Zeyd, Bilal ve Osman ile birlikte (Kabe'nin içine) girdiler. Sonra (Kabe'nin) kapısını üzer­lerine kapattılar. [549] içeride uzunca bir zaman kaldılar. Sonra Resulullah (s.a.v) dışarı çıktı. İnsanlar, (Kabe'nin içine) girmek (için) koştular. Ben onları geride bırakıp Bilal'ı (Kabe'nin) kapısının yanında ayakta (dikelmiş bir vazi­yette) buldum. Ona:

Resulullah {s.a.v) (Kabe'nin içerisinde) nerede namaz kıldı?1 diye sordum. O da:

Şu ön iki direk arasında namaz kıldı' diye cevap verdi. O sırada Kabe, iki sıra altı direk üzerinde kurulu idi.

(Bilal sözüne devamla:) Resulullah (s.a.v) namaz kılarken Kabe kapısını arkasına aldı. Yüzü ile de, (Kabe'ye girdiğinde karşına gelen) duvara doğru durdu. Resulullah (s.a.v) ile karşısındaki duvar arasında üç arşmfhk bir mikdara) yakın bir mesafe vardı.

Abdullah ibn Ömer der ki: Bilal'e:

Peygamber, Kabe'nin içinde kaç rekat namaz kıldı' diye sormayı unuttum. Resulullah (s.a.v)'in namaz kıldığı yerde kırmızı bire mermer var­dı. [550]

Yine konu ile ilgili başka bir rivayette şu ifade yer almaktadır:

Bana, Bilal yada Osman b. Talha şöyle haber verdi: Resulullah (s.a.v) Kabe'nin içinde iki Yem ân i direğin [551] arasında [552] namaz kıldı. [553]

Yine Müslim'in konu ile İlgili başka bir rivayeti şu şekildedir:

Resulullah (s.a.v), (Mekke'nin) fethi yılında Üsame b. Zeyd'e ait di bir deve üzerinde gelip onu Kabe'nin Harîm'ine çöktürdü. Sonra Osman Talha'yı çağırıp ona:

Bana (Kabe'nin) anahtarını getir' buyurdu. Osman hemen (Kabe' nin anahtarını getirmek için) annesine gitti. Fakat annesi (Kabe'nin) anahtarı nı ona vermek istemedi. Osman:

Vallahi, ya o anahtarı bana verirsin yada şu kılıç belimden çıkan dedi.

Bunun üzerine annesi, anahtan ona verdi. O da, Peygamber (s.a.v) gelip anahtarı ona teslim etti. Resulullah (s.a.v), (Kabe'nin) kapısını açtı.

(Hadisin ravisi,) bundan sonra bu hadisin bir benzerini rivayet etti. [554] Bu rivayetler, Buhârî ile Müslim'in (naklettiği) rivayetlerdir. Tirmizî'de, bu hadisi, bu üç rivayetten birine benzer olanı nakletmiştir.

Yine Tirmizî'nİn konu ile ilgili Abdullah ibn Ömer yoluyla Bilal'den nak­len yaptığı başka bir rivayet şu şekildedir:

Resulullah (s.a.v), Kabe'nin içinde namaz kıldı.[555]

Abdullah ibn Abbâs ise: 'Namaz kılmadı, fakat tekbir aldı1 diyor.[556]

Ebu Davud'un da buna benzer bir rivayeti olup bu rivayetin içerisinde  "direkleri" ifadesi yer almayıpra (Peygamber, Kabe'nin içinde) namaz kıldı. Kendisi ile kıble arasın­da üç arşın(lık bir mesafe) [557] vardı" şu ifade yer almaktadır. [558] Yine bir rivayette şu ilave yer almaktadır:

"Ben, (Bilal'e: 'Peygamber, Kabe'nin içinde) kaç rekat namaz kıldı' diye sormayı unuttum. [559]

Nesâî ise şu rivayeti nakİetmiştir:

"Resulullah (s.a.v), Kabe'ye girmişti. Yanında Üsâme b. Zeyd, Bilal ile Osman el-Hacebî vardı. İçeriye girince, üzerlerine kapıyı kapadı. Resulullah (s.a.v), dışarı çıktığında, Bilal'e:

Resulullah (s.a.v), (Kabe'nin içerisinde) ne yaptı?' diye sordum. O da:

Resulullah (s.a.v), Kabe'nin bir direğini sol tarafına, iki direğini de sağ tarafına aldı. Üç direği de arkasında bıraktı. O sırada Kabe'nin altı direği vardı. Sonra namaz kıldı. Kendisi ile duvar arasında üç ar­şındık mesafe) vardı. [560]

Yine Nesâî'nin ilk baştaki rivayeti nakİetmiştir.

Yine Nesâî, naklettiği bir rivayetin sonunda şu ifade yer almaktadır:

Kabe'nin yüzü (kapısı)  karşısında  (Makam-ı  İbrahim'de)  iki rekat namaz kıldı. [561]

Yine Nesâî'nin konu ile ilgili başka bir rivayeti şu şekildedir:

Resulullah (s.a.v), Beyt(ullah)'a girmişti. Yanında Fadl ibn Abbâs, Üsâ­me b. Zeyd, Osman b. Talha ile Bilal vardı. Üzerlerine kapıyı kapayıp bir müddet içeride kaldılar. Sonra Peygamber (s.a.v) (dışarı) çıktı. İlk karşılaştığım Bilal idi. Ona:

Resulullah (s.a.v) (Kabe'nin) neresinde namaz kıldı?' dîye sor­dum. O da:

iki direğin arasına gelen yerde (namaz kıldı)' diye cevap verdi.[562]

 

18. Telbiyeyi, Bayram Günü Cemre-İ Akabe'de Taş Atmaya Başlayıncaya Kadar Devam Ettirmenin Müstehab Olması

 

157. Abdullah ibn Abbâs (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir: Üsâme, Arafat'tan Müzdelife ye kadar Peygamber (s.a.v)'in terki­sinde idi. Sonra Peygamber (s.a.v), Müzdelife'den Mina ya kadar da Fadl ibn Abbâs'ı terkisine bindirdi.

(Abdullah İbn Abbâs devamla) der ki: Bunların her İkisi de: 'Pey­gamber (s.a.v), Akabe cemresini iaşlayıncaya kadar telbiye etmeye de­vam etti' demişlerdir. [563]

Bu, Buhârî ile Müslim'in (naklettiği) rivayettir.

Yine Buhârî'nin konu ile ilgiii bir rivayeti şu şekildedir:

Peygamber (s.a.v), Fadl ibn Abbâs'ı, Müzdelife'den Mina'ya [564] kadar terkisine bindirdi. Fadl, Peygamber (s.a.v)'İn (Akabe) cemresini taşlaymcaya kadar telbiyeye devam ettiğini [565] haber vermiştir. [566]

Tirmizî ile Nesâfnin rivayetinde Abdullah ibn Abbâs şöyle der:

Fadl ibn Abbâs dedi ki: Resulullah (s.a.v), beni, Müzdelife'den Mina'ya kadar terkisine bindirdi. (Akabe) cemresini taşlaymcaya kadar telbiye etmeye devam etti. [567]

Ebu Davud'un rivayeti ise şu şekildedir:

Resulullah (s.a.v), Akabe cemresini (büyük şeytanı) [568] taşlaymcaya kadar telbiyeye devam etmiştir. [569]

Nesâî'nin başka bir rivayetinde Abdullah İbn Abbâs şöyle der.

Resulullah (s.a.v)'in terkisinde bulunuyordum. Akabe cemresini taşlayincaya kadar telbiyeye devam etti. Oraya yedi (ufak) taş [570] attı. Her taşı atarken tekbir getiriyordu. [571]

Yine Nesâî'nin buna benzer bir rivayeti daha var. Fakat bu rivayetinde,  yedi (ufak) taş" ifadesine yer vermemiştir. Bu rivayette,  (Akabe cemresini) taşlayınca, telbiyeyi kesti" ilavesi almaktadır. [572]

 

19. (Akabe Cemresinde) Taşlar Nasıl Atılır?

 

158. Abdurrahman ibn Yezîd (rh)'den rivayet edilmiştir:

"Abdullah ibn Mes'ud, Akabe cemresinde vadinin içinden yedi (u-fak) taş attı. Her taşı atarken tekbir getiriyordu. [573]

(Hadisin lafei, Müslim'e aittir.) [574] Bir rivayet ise şu şekildedir:

(Abdullah ibn Mes'ud, Akabe cemresinde yedi ufak taş atarken,) Bey-t(ullah)'ı sol tarafına ve Mina'yi da sağ tarafına aldı. [575] Ona:

(Bazı) insanlar, taşları, vadinin üst tarafından atıyorlar' dediler. Bunun üzerine Abdullah ibn Mes'ud:

Kendinden başka ilah olmayan Allah'a yemin ederim ki, üzerine Bakara suresi indirilen zatın makamı, burasıdır1 dedi. [576]

Bu, Buhârî ile Müslim'in (naklettiği) rivayettir. Tirmizî ile Nesâî'nin rivayeti şu şekildedir:

Abdullah ibn Mes'ud, Akabe cemresine [577] gelince, vadinin orta yerinde durdu ve Kabe'ye yönelip taşlan sag kaşı üzerinden atmaya başladı. Sonra yedi (ufak) taş attı. Her taşı atarken tekbir getirdi. Sonra da:

Kendinden başka ilah olmayan Allah'a yemin ederim ki, üzerine Bakara suresi indirilen zat, tam buradan (Akabe cemresine) taş attı' dedi. [578]

Yine Nesâî'nin konu ile ilgili başka bir rivayeti şu şekildedir:

Abdullah ibn Mes'ud'a:

insanlar, Akabe cemresinin üst tarafından taş atıyorlar?1 denildi.

Bunun üzerine Abdullah ibn Mes'ud, (Akabe cemresine) vadinin için­den taş attı. Sonra da:

Kendinden başka ilah olmayan Allah'a yemin ederim ki, üzerine Bakara suresi indirilen zat, tam buradan (Akabe cemresine) taş attı dedi. [579]

Yine Nesâî'nin konu ile ilgili bir rivayeti şu şekildedir:

Abdullah ibn Mes'ud, Beyt(ullah)'ı sağ tarafına alıp (Akabe) cemresine yedi tane (ufak) taş attı. Sonra da:

Kendinden başka ilah olmayan Allah'a yemin ederim ki, üzerine Bakara suresi indirilen zatın makamı, burasıdır' dedi. [580]

Ebu Davud'un rivayeti ise şu şekildedir:

Abdullah ibn Mes'ud, Büyük Cemre (denilen Akabe cemresine) varınca, Beyt(ullah)'ı sol tarafına ve Mina'yı da sağ tarafına alıp (Akabe) cemresine yedi (ufak çakıl) taşı attı. (Resulullah'ı kast ederek:)

Kendisine Bakara suresi indirilen zat, işte böyle taş attı' dedi.[581]

 

20. Hac İle İlgili Hususlarda Yapması Gereken Bir Şeyi Daha Önce Yapan Kimsenin Durumu

 

159. Abdullah ibn Amr ibnu'1-Âs (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir:

"Resulullah (s.a.v), Veda Haccında halk(m bilmediklerini) kendisi­ne sormaları için Mina'da durdu. Derken bir adam gelip:

Ben bilemedim. (Yanlışlıkla kurbanı) kesmeden önce traş olu­verdi m' dedi. Resulullah (s.a.v):

(Kurbanını) kes, zararı yok' buyurdu. Bir başka adam daha gelip (o da):

Hiç anlayamadım. (Cemreye) taş atmadan önce kurbanı kesiver-dim' dedi. (Ona da):

(Taşları) at, zararı yok' buyurdu.

O gün kendisine (sırasından) öne alınan veya geriye bırakılan (hac ile ilgili) ne sorulduysa, (hepsine) sadece:

Yap, zararı yok' diye cevap verdi. [582]

Konu ile ilgili bir rivayet ise şu şekildedir:

Abdullah ibn Amr, Nahr (Kurban bayramı) günü (bineği üzerinde} hutbe verirken Peygamber (s.a.v)'in yanında hazır bulunmuştu. (Hutbeden sonra) adamın birisi, ayağa kalkıp:

Ben, şu işin, şu işten önce yapılacağım sanıyordum' dedi. Sonra bir (diğer) kimse ayağa kalkıp:

Ben, şu işin, şu işten önce yapılacağım sanıyordum... Kurban kesmeden önce traş oldum. Cemreye taş atamadan önce kurban kes­tim' dedi ve buna benzer şeyler söyledi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v):

Bunları yap, bu fiillerin hepsi için hiçbir zarar yoktur [583] buyurdu.

O gün Peygamber (s.a.v)'e ne sorulduysa, (hepsine) sadece: Yap, zararı yok' diye cevap verdi. [584] Konu ile ilgili başka bir rivayet ise şu şekildedir:

Resulullah (s.a.v), dişi devesi üzerinde durdu...

Sonra bu hadisin bir benzerini anlattı. [585]

Konu ile ilgili diğer bir rivayette şu ifade yer almaktadır:

O gün insanın unuttuğu veya bilmediği şeylerden birini diğerinden önce yapma (ile ilgili) veya buna benzer bir şey sorulup da Resulullah (s.a.v)'in: Bunu yapın, zararı yok' sözünden başka bir şey söylediğini işitmedim.[586]

Yine konu ile ilgili başka bir rivayette Abdullah ibn Amr şöyle der:

Resulullah (s.a.v)'i (kendisine sorulan sorular ile ilgili şöyle buyurduğu­nu) işittim:

O, Nahr (Kurban bayramı) günü cemrede dururken yanına bir adam gelip:

Ey Allah'ın resulü! Ben, (cemreye) taş atmadan önce traş oldum1 dedi. Resulullah (s.a.v):

(Taşlarını) at, zararı yok1 buyurdu. Bir başkası daha gelip:

Ben, (cemreye) taş atmadan önce Beyt(ullah)'a gidip 'ifada (zitavafı [587]yaptım  dedi. Resulullah (s.a.v):

(Taşlarını) at, zararı yok buyurdu. O gün kendisine bir şey sorulup da:

Yapın, zararı yok' demekten başka bir şey söylediğini görmedim. [588] Bu rivayetler, Buhârî ile Müslim'in (naklettiği) rivayetlerdir. Tirmizî'nin konu ile İlgili muhtasar rivayeti ise şu şekildedir:

Bir adam, Resulullah (s.a.v)'e:

Kurbanı kesmeden traş oldum' dedi. Resulullah (s.a.v):

(Kurbanını) kes, zararı yok' buyurdu. Başka bir adam ise:

(Cemreye) taş atmadan önce kurban kestim' dedi.  Resulullah (s.a.v):

(Taşlarını) at, zararı yok' buyurdu. [589]

 

21. Muhacir Bir Kimsenin, Hac İle İlgili Hususları Yerine Getirdikten Sonra Mekke'de Kalıp Kalamayacağı Meselesi

 

160. Alâ' ibnu'l-Hadramî (r.a)'dan rivayet edilmiştir:

Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

Muhacir, hac ibadet(lerin) i yerine getirdikten sonra Mekke'de üç (gün) kalabilir. [590]

(Hadisin lafzı, Müslim'e aittir.) [591] Konu ile ilgili bir rivayet ise şu şekildedir:

Ömer ibn Abdilaziz, Sâib b. Yezîd'e:

 (Muhacirin, hac ibadetlerini bitirdikten sonra) Mekke'de (kaç jgün) kalabileceğini sordu. O da, Alâ1 ibnu'l-Hadramî'yi şöyle derken işittim: 'Resulullah (s.a.v):

(Muhacir olan bir kimse,) sader (veda) tavafından [592] sonra (Mekke'de) üç (gün) kalabilir [593] buyurdu' dedi.[594]

Konu ile ilgili bir başka rivayette ise Alâ1 ibnu'I-Hadramî şöyle der:

"Resulullah (s.a.v)'in şöyle buıyurduğunu işittim:

Muhacirin, sader tavafından sonra Mekke'de üç (gün) kalma hak­kı vardır.

Sanki Resulullah (s.a.v): 'Mekke'de (üç günden) fazla kalınmaz' demekte­dir.[595]

 

22. İfaza (Ziyaret) Tavafından Sonra Hayız Olan Kadının Durumu

 

161. Hz. Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:

"Peygamber (s.a.v)'in hanımı Safîye bint. Huyey hayız olmuştu. Bu durumu, Peygamber (s.a.v)'e anlattı. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v): O, bizi (yolumuzdan) alıkoyacak mı?' buyurdu. Orada bulunanlar:

O, ifaza (ziyaret) tavan yapmıştı' dediler. Bunun üzerine Peygam­ber (s.a.v):

Öyleyse (o, bizi, yolumuzdan alıkoyacak) değildir' buyurdu. [596]

Bir rivayette, Hz. Aişe şöyle der:

Safiyye bint. Huyey, ifaza tavafını yaptıktan sonra hayız olmuştu.[597] Ben, onun hayız halini, Resulullah (s.a.v)'e anlattım. Bunun üzerine Resulul­lah (s.a.v):

O, bizi (yolumuzdan) alıkoyacak mı? buyurdu. Ben de:

Ey Allah'ın resulü! O, ifaza (ziyaret) tavafını yapmıştı ve Beyt ullah'ı tavaf etmişti. İfaza tavafından sonra hayız gördü' dedim. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v):

Öyleyse yola çıkın1 buyurdu. [598]

Yine konu ile ilgili başka bir rivayet şu şekildedir:

Peygamber (s.a.v)'in hanımı Safiye bint. Huyey, Veda Haccında te­miz iken ifaza tavafını yaptıktan sonra hayız görmüştü. [599] Yine diğer bir rivayette, Hz. Aişe şöyle der:

Peygamber (s.a.v), (Mina'dan) dönmek istediğinde, Safiyye, çadırının önünde üzgün ve kederli bir şekilde duruyordu. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v), (ona):

Allah, haynın versin! Sen bizi (yolumuzdan) alıkoyacaksın?' bu­yurdu. (Sonra da) Safiyye'ye:

Sen, Nahr (Kurban bayramının birinci) günü, ifaza tavafını yaptın mıydı?' diye sordu. Safiyye'de:

Evet, (yaptım)' diye cevap verdi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v):

Öyleyse yola koyul' buyurdu.[600]

Yine konu ile ilgili başka bir rivayette, Hz. Aişe şöyle der:

Biz, Resulullah (s.a.v) ile birlikte hacdan başka bir şey zikretme­yerek Medine'den yola çıktık. Mekke'ye geldiğimiz zaman, Resulullah (s.a.v), bize, ihramdan çıkmamızı emretti. Nihayet Mina'dan memle­ketlere dağılma gecesi olduğu zaman, Safiye bint. Huyey hayız oldu. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v):

Allah, hayrını versin! Ben onu ancak sizleri (yolunuzdan) alıko­yacağını sanıyorum' buyurdu. Sonra da Safiyye'ye:

Sen, Nahr (Kurban bayramının birinci)  günü,  ifaza tavafını yaptın mıydı?' diye sordu. Safiyye'de:

Evet, (yaptım)' diye cevap verdi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v):

Öyleyse yola koyul' buyurdu. Aişe der ki: Ben:

Ey Allah'ın resulü! Ben, (Mekke'ye geldiğimde) ihramdan çıka­madım (=umre yapamadım)' dedim. Resulullah (s.a.v):

Öyleyse Ten'îm'de umre yap' buyurdu.

Bunun üzerine (Aişe'nin) kardeşi Abdurrahman, Aişe ile birlikte Tenfm'e çıktı.

Aişe der ki: Umreyi tamamlayıp döndüğümüzde, Peygamber (s.a.v)'e gecenin sonunda (veda tavafı yapmak üzere Mekke'ye doğru) gittiği bir sırada kavuştuk. O, bana:

(Veda tavafından sonra Medine'ye hareket için) buluşma yerimiz, şu ve şu yer(de) olsun1 buyurdu. [601]

Yine bu hadise benzer başka bir rivayette şu ifade yer almaktadır:

Bunun üzerine Resulullah (s.a.v):

Galiba Safiyye, bizi, (yolumuzdan) alıkoyacak. Sizinle birlikte Beyt(ullah)'ı tavaf etmiş miydi?' diye sordu. Orada bulunanlar:

Evet, (yapmıştı)' dîye cevap verdiler. Resulullah (s.a.v):

Öyleyse yola çıksın' buyurdu. [602]

Bu rivayetler, Buhârî ile Müslim'in (naklettiği) rivayetlerdir. Yine Buhârî'nin konu ile ilgili bir rivayeti şu şekildedir:

"Bİz, Veda (Haccı) yılında Peygamber (s.a.v) ile birlikte hac yapmıştık. Nahr (Kurban bayramının birinci) günü ifaza tavafını yaptık. Bu tava­fın ardından Safiyye bint, Huyey, hayız olmuştu. Peygamber (s.a.v), Safiy-ye'den; herhangi bir erkeğin, kendi hanımından isteyeceği şeyi istedi.

(Aişe der ki:) Ben:

Ey Allah'ın resulü! Safiyye, hayız olmuştur' dedim. Peygamber (s.a.v):

O, bizi (yolumuzdan) alıkoymuştur' buyurdu. Orada bulunanlar:

Ey Allah'ın resulü! Safiyye, Nahr (Kurban bayramının birinci) günü ifaza tavafını yaptı' dediler. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v):

Öyleyse yola çıkın' buyurdu. [603]

Yine Müslim'in de bu hadis benzer bir rivayeti var. Fakat bu rivayet, (Hac Bölümü'nde değil de) başka bir bölümde geçmektedir.

Yine onun konu ile diğer bir rivayeti ise şu şekildedir:

Resülullah (s.a.v), Safiyye bint. Huyey'den bahsetmişti. Ona:

Safiyye, hayız oldu' denildi. Bunun üzewrine Resülullah (s.a.v):

Galiba o, bizi (yolumuzdan) alıkoyacak' buyurdu. Orada bulunanlar:

Ey Allah'ın resulü! Safiyye, tavafım yaptı' dediler. Bunun üzerine Resülullah (s.a.v):

Öyleyse (o, bizi, yolumuzdan alıkoyacak) değildir' buyurdu. (Hadisin ravisi) Urve der ki: Aişe dedi ki:

Eğer kadınlar, erkeklere bir faydası yoksa, erkekler kadınları neden ön­ceden gönderiyorlar? Eğer onların dedikleri (gibi) olsaydı, Mina'da tavafını yapmış altı binden fazla kadının hayızh olarak bulunması gerekirdi.[604]

Ebu Dâvud ile Tirmizî, ilk baştaki rivayeti nakletmişlerdir. [605]

Nesâî ise, Buhârî ile Müslim'in (naklettiği) son rivayeti nakletmiştir. [606]

 

23. (Müzdelife'den Mina'ya Dönerken) Kadınlar İle Diğer Zayıf Kimselerin, (Herkesten) Önce Yola Çıkmalarının Müstehab Olması

 

162. Abdullah ibn Abbâs (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir:

"Müzdelife gecesinde, Peygamber (s.a.v)în, ailesinin zayıfları için­de Mina'ya önden gönderdiği kimseler arasında [607] ben de vardım. [608]

Bu hadisfi bu şekildeki metninji, bir topluluk rivayet etmiştir.

Tirmizî, Ebu Dâvud ile Nesâî'nin de buna benzer başka bir rivayeti olup bu rivayette şu ilave yer almaktadır:

Peygamber (s.a.v), onlara:

Güneş doğuncaya kadar (Akabe) cemresine taş atmayın [609] bu­yurdu. [610]

Yine Ebu Dâvud ile Nesâî'nin konu ile ilgili bir diğer rivayetleri şu şekildedir:

Resulullah (s.a.v), Müzdelife gecesinde, Abdulmuttalib oğullan(mdan) biz(im gibi) çocuklan, (Mina'ya) eşeklerle önden gönderdi. (O esnada) uyluk­larımıza hafifçe vurup:

Ey yavrularım! Güneş doğuncaya kadar (Akabe) cemresine taş atmayın' diyordu. [611]

Yine Nesâî'nin, Abdullah ibn Abbâs'tan yaptığı diğer bir rivayette Fadl ibn Abbâs şöyle der:

Peygamber (s.a.v), Mûzdelife gecesinde, Haşim oğullanndan zayıf lanların, (Mina'ya doğru) geceden yola çkmalannı emretti. [612] Yine Nesâî'nin başka bir rivayetinde, Abdullah ibn Abbâs şöyle der:

Resulullah (s.a.v), ailesinin zayıf olanlarıyla birlikte beni de (Müzde-üfden Mina'ya geceleyin) gönderdi. Sabah namazını, Mina'da kıldık. (Daha sonra Akabe) cemresine taş attık.[613]

 

24. İhramlı İken Ölen Bîr Kimseye Nasıl Bir İşlem Yapılır?

 

163. Abdullah ibn Abbâs (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir: "Bir adam, Arafat'ta, Resulullah (s.a.v) ile birlikte vakfe yaparken hayvanından ansızın düştü.

(Eyyûb: Hayvan, adamın boynunu kırdı yada hemen onu öldürdü1 dedi. Amr'da: Hayvan, adamın boynunu kırdı1 dedi.)

Bu olay, Peygamber (s.a.v)'e haber verilince:

O adamı, su ve si diri e yıkayıp iki (parçadan oluşan ihram) elbi­sesinin içine kefenleyin! Koku sürmeyin? Başını da (bir bez parçasıyla) sarmayın!' buyurdu.

Eyyûb: 'Çünkü Allah, kıyamet gününde, o adamı, telbiyeci olarak dirilte-cektir' dedi.

Amr'da: 'Çünkü Allah, o adamı, kıyamet gününde telbiye eder bir yette diriltecektir' dedi. [614]

Hadisin ravilerinden birinin rivayetinde, (parçadan oluşan ihram) elbisesinin içine" ifadesi yer almaktadır. [615]

Başka bir rivayette ise şu ifade yer almaktadır:[616]

Onun (ölüsüne) güzel koku yaklaştırmayın! Yüzünü de (bir bez par­çasıyla) örtmeyin! Çünkü o adam, (kıyamet günü) telbiye ederken diriltilecek-

Başka bir rivayette ise, ihramlı (bir vaziyette)" ifadesi yer almak­tadır.[617]

Yine diğer bir rivayette ise şu ifade yer almaktadır:

Başı ve yüzü, açıkta kalsın! Çünkü kıyamet gününde, saçları keçeleşmiş

olarak diriltilecektir. [618]

Bu hadis(in bu şekildeki metinlerin)i, Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir. Yine Müslim'in konu ile ilgili bir rivayeti şu şekildedir:

Bir adamı, (telbiye getirdiği bir sırada) hayvanı (yere) düşürerek boy­nunu kırdı. (Bunun üzerine adam öldü.) Bu kişi, Resulullah (s.a.v) ile birlikte bulunuyordu. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v), sahabilerine; o kimsenin ce­nazesini, su ve sidirle yıkamalarını, yüzünü (ravi) zannederim: 'Başını' dedi-açmalannı emredip:

Çünkü o kimse, kıyamet gününde ihramlı bir vaziyette diriltile­cektir1 buyurdu. [619]

Tirmizî'nin konu ile ilgili rivayeti şu şekildedir:

Peygamber (s.a.v) ile birlikte bir yolculukta bulunuyorduk. Peygamber (s.a.v), ihramlı iken hayvanından düşerek boynu kırılan ve bunun üzerine ölen bir adam gördü.[620] Bunun üzerine Resulullah (s.a.v):

O kimseyi, su ve sidirle yıkayın. İki (parçadan oluşan ihram) el­bisesi içinde kefenleyin. Başını da (bir bez parçasıyla) sarmayın. Çün­kü o kimse, kıyamet gününde ihramlı olarak yada telbiye getirirken di­ri itilecektir!' buyurdu.[621]

Ebu Davud'un konu ile ilgili rivayeti ise şu şekildedir:

Peygamber (s.a.v)'e, hayvanının, yere çarpmasıyla ihramlı iken boynu kırılıp ölen bir adam getirildi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v):

O adamı, iki (parçadan oluşan İhram) elbisesini içine kefenle­yin. Onu, su ve sidirle yıkayın. (Sakın) başını (bir bez parçasıyla) sar­mayın. Çünkü Allah, onu, kıyamet gününde, 'lebbeyk' duası okuduğu halde diriltecektir1 buyurdu. [622]

Yine Ebu Davud'un başka bir rivayetinde, Onu, iki (par­çadan oluşan ihram) elbisesinin içine kefenleyin" ifadesi yer almaktadır. Ayrıca Ona, 'Hannût' (denilen kokuyu) sürmeyin" ilavesi de yer

almaktadır. [623]

Yine Ebu Davud'un, ikinci rivayete benzer bir rivayeti olup bu rivayetinde, Çünkü o kimse, (kıyamet gününde) ihramlı olarak di­ri İtilecektir" ifadesi yer almaktadır. [624]

Nesâî ise, bu hadisi; ilk baştaki rivayet ve Ebu Davud'un birinci rivayeti (gibi) nakletmiştir.

Yine Nesâî'nin bu rivayete benzer bir rivayeti daha olup bu rivayetin içerisinde,

Adamın biri, hayvanından düşüp hemen ölmüştü" ifadesi yer almaktadır. [625]

Yine Nesâî'nin konu ile ilgili diğer bir rivayeti şu şekildedir:

İhramlı (olarak) ölen kimseyi, iki parça elbise içinde su ve sidsirle yıkayın. Onu, (ihramlıyken giydiği) iki (parçadan oluşan ihram) el­bisesinin içine kefenleyin. Ona, koku sürmeyin. Başını (bir bez par-ça-sıyla) sarmayın. Çünkü o kimse, kıyamet gününde, ihramlı olarak di-rütilecektir. [626]

 

ONBİRİNCİ BÖLÜM

 

NİKAH BÖLÜMÜ [627]

 

1.  Mehrin Miktarı

 

164. Sehl b. Sa'd es-Sâadî (r.a)'tan rivayet edilmiştir: Bir kadın, Resulullah (s.a.v)'e gelip ona:

Ey Allah'ın resulü! Nefsimi, sana hibe etmek için geldim' dedi.

Resulullah (s.a.v), kadına baktı. Bakışını, yukarıya kaldırıp doğ­rulttu. Sonra da başını aşağıya indirdi. Kadın, Peygamber (s.a.v)'in, kendisi hakkında herhangi bir hüküm vermediğini görünce oturdu. Bu­nun üzerine sahabilerden birisi, ayağa kalkıp:

Ey Allah'ın resulü! Senin bu kadına ihtiyacın yoksa, bu kadını, benimle evlendir' dedi. Resulullah (s.a.v), (bu sahabiye):

(Mehir olarak) yanında neyin var?' diye sordu. Sahabi:

Hayır, vallahi, ey Allah'ın resulü! (Yanımda hiçbir şey yoktur) diye cevap verdi. Resulullah (s.a.v):

(Haydi) ailenin yanına git, (kadına mehir olarak bir şey vermen için bir şeylere) bak. Bir şey bulacak mısın?' buyurdu.

Bunun üzerine sahabi, gitti. Sonra dönüp geldi:

Hayır, vallahi! Hiçbir şey bulamadım' dedi. Resulullah (s.a.v):

Bak, demnirden bîr yüzük bile olsun (bul getir)' buyurdu. Bunun üzerine sahabi, yine gitti. Sonra dönüp geldi:

Hayır, vallahi, ey Allah'ın resulü! Demirden bir yüzük bile bula­madım. Sadece (belimden aşağısını örten şu) izanm var.

(Sehl b. Sa'd der ki: Bu fakir sahabinin ridası bile yoktu.) Bunun yarısını, (kadına mehîr olarak) verebilirim' dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v):

Bu izarınla ne yapabilirsin? Onu sen giyersen, kadının üstünde ondan bir şey bulunmaz, açıkta kalır. Kadın giyerse, senin üzerinde ondan bir şey kalmaz, (be defa da) sen çıplak kalırsın' buyurdu.

Bunun üzerine o sahabi, bulunduğu yere oturdu. Bu oturuşu uza-yınca (ümitsiz bir halde) kalkıp gitti. Peygamber (s.a.v), bu sahabinin (ümitsiz bir şekilde) arkasını çevirip gittiğini görünce, onu(n geri geti­rilmesini) emretti. Bunun üzerine o sahabi, çağırıldı. Geldiği zaman, ona:

Kur an dan senin ezberinde ne var?1 diye sordu. Sahabi:

Ezberimde; şu sure, şu sure var' diye bazı sureleri saydı. Pey­gamber (s.a.v), ona:

Sen bu sureleri, ezberinden okuyabiliyor musun?' diye sordu. Sa­habi:

Evet, (okuyabiliyorum)' diye cevap verdi. Resulullah (s.a.v):

Öyleyse git! Kuran d an ezberindeki sureleri (kadına öğretmen) karşılığında seni bu kadınla evlendirdim' buyurdu. [628]

Bu; Kuteybe'nin, Abdulaziz ibn Ebi Hâzim'den, onun da babasından [629] naklettiği hadistir. Ya'kûb ibn Abdurrahman el-Kârî'nin rivayeti ise, [630] lafız itibariyle buna yakındır.

(Ravi) Zâide'nin hadisinde şu ifade yer almaktadır:

Haydi  git!  Onu seninle evlendirdim.  (Mehir karşılığında) ona, Kuran (dan ezberinde olan sureleri) öğret. [631]

(Ravi) Gassân'ın hadisinde ise şu ifade yer almaktadır:

Kur'an'dan ezb erindeki sureleri (kadına öğretmen) karşılığında bu kadım sana nikahladım. [632]

(Ravi) Fudayl b. Süleyman'ın hadisinde ise şu ifade yer almaktadır:

Peygamber (s.a.v), kadına doğru bakışını alçaltıp yükseltti. Fakat kadına cevap vermedi. Bunun üzerine sahabilerden birisi:

Ey Allah'ın resulü! Bu kadını, benimle evlendir!' dedi. Resuluüah (s.a.v):

Yanında (mehir olarak verecek) herhangi bir şey var mı?' buyur­du. Sahabi:

Yanımda (mehir olarak verecek) hiçbir şeyim yok' dedi. Resulullah (s.a.v):

Demirden bir yüzük de mi yok?1 buyurdu. Sahabi:

Demirden bir yüzük de yok. Fakat ben, şu üstümdeki elbisemi ikiye bölüp yansım kadına (mehir olarak) verebilirim. Diğer yarıyı da kendim alırım' dedi. Resulullah (s.a.v):

Bu olmaz. Ezberinde Kur'an'dan bir şey var mı? buyurdu. Sahabi:

Evet, (var)!' dedi. Resulullah (s.a.v):

Haydi git! Ezb erindeki Kur'an (surelerini kadına öğretmen) kar­şılığında seni o kadınla evlendirdim' buyurdu.[633]

(Ravi) İbnü'l-Medînî'nİn rivayetinde ise Sehl b. Sa'd şöyle der:

Ben, Resuluîlah (s.a.vj'in yanında (bulunan) bir topluluğun içinde idim. O sırada bir kadın gelip:

Ey Allah'ın resulü! Bu kadın, nefsini sana hibe etmiştir (seninle evlenmek istemektedir). [634] Sen, bu kadın hakkındaki görüşünü or­taya koy' dedi.

Resulullah (s.a.v), kadına hiçbir cevap vermedi. Sonra kadın ikinci defa yine ayağa kalkıp:

Ey Allah'ın resulü! Şüphesiz bu kadın, kendi nefsini sana hibe etmiştir. Şimdi sen bu kadın hakkındaki görüşünü bildir1 dedi.

Resulullah (s.a.v), yine bu kadına hiçbir cevap vermedi. Sonra kadın üçüncü kere ayağa kalkıp:

Ey Allah'ın resulü! Şüphesiz bu kadın, kendi nefsini sana hibe etmiştir. Şimdi sen bu kadın hakkındaki görüşünü kullan' dedi. [635]

Bunun üzerine bir adam, ayağa kalkıp:

Ey Allah'ın resulü! Bu kadını, benimle evlendir' dedi. Resulullah (s.a.v):

Yanında (mehir olarak verecek herhangi) bir şey [636] var mı?' bu­yurdu. Sahabi:

Hayır, (yok)' dedi. Resulullah (s.a.v):

Haydi git! (Mehir olarak verecek bir şey) araştır. Demirden bir yüzük bile olsa (bulup getir)' buyurdu.

Bunun üzerine sahabi, gitti. (Mehir olarak verecek bir şey) araştırdı. Son­ra gelip:

(Mehir olarak verecek) hiçbir şey bulamadım. Demirden biri yü­zük bile bulamadım1 dedi. Resulullah (s.a.v):

Ezberinde Kur'an'dan bir şey var mı?' diye sordu. Sahabi:

Ezberimde; şu sure ve şu sure var' dedi. Resuiullah (s.a.v):

Haydi git! Ezberindeki Kur'an (surelerini kadına öğretmen) kar­şılığında o kadını sana nikahladım' buyurdu.[637]

Muhtasar şekildeki diğer bir rivayet ise şu şekildedir:

Peygamber (s.a.v), adama:

Demirden bir yüzük bile olsa (bulup o mehirle) evlen' buyur­du. [638]

Nesâî'nin konu ile ilgili rivayeti ise şu şekildedir:

Ben, Resulullah (s.a.v)'in yanında (bulunan) bir topluluğun içinde idim. Bir kadın:

Ey Allah'ın resulü! Bu kadın, nefsini sana hibe etmiştir. Sen, bu kadın hakkındaki görüşünü ortaya koy' dedi.

Resulullah {s.a.v) susup hiçbir cevap vermedi. Kadın tekrar ayağa kalkıp:

Ey Allah'ın resulü! Bu kadın, nefsini sana hibe etmiştir. Sen, bu kadın hakkındaki görüşünü bildir? dedi.

Bunun üzerine bir adam ayağa kalkıp:

Bu kadını, benimle evlendir' dedi. Resulullah (s.a.v):

(Mehir olarak verecek) bir şeyin var mı?' diye sordu. Sahabi:

Hayır, (yok)1 diye cevap verdi. Resulullah (s.a.v):

Git! Demirden bîr yüzük bile olsa (bulup getir)' buyurdu.

Sahabi, gidip (kadına mehir olarak verecek bir şey) aradı. Sonra (hiçbir şey bulamadan dönüp geri) gelip:

Demirden bir yüzük bile olsa (mehir olarak verecek hiçbir şey) bulamadım' dedi. Resulullah (s.a.v):

Ezberinde Kur'an'dan bir şey var mı?' diye sordu. Sahabi:

Evet! Şu ve şu sureler var' diye cevap verdi. Bunun üzerine Resulul­lah (s.a.v):

Ezberindeki Kuran (bu kadına mehir olarak öğretmen karşılı­ğında) seni bu kadınla nikahladım' buyurdu.

 

1. Düğün Yemeği

 

165. Enes b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:

"Abdurrahman ibn Avf, (muhacir olup Mekke'den Medine'ye) gel­diği zaman, Peygamber (s.a.v), Abdurrahman ile Sa'd ibnu'r-Rebî' el-Ensâri arasında (din yönünden) kardeşlik akdi yapmıştı. Ensârî'nin (ni­kahı) altında iki kadın vardı. Ensârî, Abdurrahman'a; kadınlarını ve malını, yan yarıya bölüşmeyi teklif etti. Abdurrahman ibn Avf, Sa'd ib-nu'r-Rebî'ye:

Allah, ailen ve malın hususunda sana bereket ihsan eylesin! Sen, bana, (içinde alışveriş yapılan) çarşıyı göster dedi.

Bunun üzerine Abdurrahman ibn Avf, (Kaynuka kabilesine ait) çarşıya gitti. (Yaptığı alışverişlerin) sonunda bir miktar yoğurt kurusu ile bir miktar da yağ kazandı.

Bir kaç gün sonra Peygamber (s.a.v), Abdurrahman ı, üzerinde ye­ni evlenen kişilere özgü Sufre (san boyalı bir koku) olduğu halde gö­rüp ona:

Ey Abdurrahman! Ne vaziyettesin (evlendin mi)?' diye sordu. Abdurrahman:

Ensarlı bir kadınla evlendim' diye cevap verdi. Peygamber (s.a.v):

O kadına mehir olarak ne verdin?' diye sordu. Abdurrahman:

Bir çekirdek ağırlığında (beş dirhem) altın verdim' diye cevap verdi. Peygamber (s.a.v):

Bir koyun bile olsa, düğün yemeği yap1 buyurdu. [639]

Bu hadis(in bu şekildeki metnin)i, Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir. Yine Müslim'in konu ile ilgili bir rivayeti şu şekildedir:

Abdurrahman ibn Avf, bir nevat [640] ağırlığı altını mehir vererek bir kadınla evlenmişti. [641]

Bu mikdara, hejrhangi bir ilave yapılmamıştır.

Yine Müslim'in konu ile ilgili başka bir rivayetinde, şu ilave yer almakta­dır:

Resulullah (s.a.v), Abdurrahman ibn Avf'a: - 'Bir koyun bile olsa, dü­ğün yemeği [642] yap' buyurdu. [643]

Tirmizî'nin konu İle ilgili rivayeti ise şu şekildedir:

Sa'd ibnu'r-Rebî', Abdurrahman ibn Avf a:

Gel, malımı ikiye bölüp seninle paylaşayım ve iki eşim var; birini boşa-nm iddeti dolduğu zaman onunla evlen' dedi. Abdurrahman:

Allah, ailen ve malın hususunda sana bereket ihsan eylesin! Sen, bana, (içinde alışveriş yapılan) çarşıyı göster1 dedi.

Abdurrahman'a çarşıyı gösterdiler. O gün beraberinde (yaptığı alışveriş­ten) artırdığı bir miktar yoğurt kurusu keşj ve yağ olduğu halde döndü.

Bir kaç gün sonra Peygamber (s.a.v), Abdurrahman'ı, üzerinde ye­ni evlenen kişilere özgü Sufire (san boyalı bir koku) olduğu halde gö­rüp ona:

(Ey Abdurrahman!) Ne vaziyettesin (evlendin mi)?' diye sordu. Abdurrahman:

Ensardan bir kadınla  evlendim' diye  cevap verdi.  Peygamber (s.a.v):

O kadının mehri ne kadardır?' diye sordu. Abdurrahman:

Bir çekirdek (ağırlığında beş dirhem altın) verdim' diye cevap verdi,

(Ravi) Humeyd der ki: 'Veya çekirdek ağırlığında altın' diye cevap verdi.

Peygamber (s.a.v):

Bir koyun bile olsa, düğün yemeği yap [644] buyurdu. [645]

Bu hadisi, Buhârî'de rivayet ermiştir.[646] Yine Tirmizî, Müslim'in (burada) naklettiği son rivayeti de nakletmiştir.[647]

Nesâî'nin konu ile ilgili rivayeti şu şekildedir:

Abdurrahman ibn Avf, Peygamber (s.a.v)'in yanına geldi. Üzerinde yeni evlenen kişilere özgü Sufre (=san boyalı bir koku) izi vardı. Resulullah (s.a.v), ona, bu kokunun sebebini sordu. Abdurrahman'da, Ensarh bir kadın­la evlendiğini söyledi. Resulullah (s.a.v), ona:

O kadına ne kadar mehir verdin?1 diye sordu. Abdurrahman:

Bir çekirdek ağırlığında (beş dirhem) altın (verdim) diye cevap verdi. Peygamber (s.a.v):

Bir koyun bile olsa, düğün yemeği yap1 buyurdu. [648]

Yine Nesâî'nin konu iie ilgili başka bir rivayetinde, Abdurrahman ibn Avf şöyle der:

Resulullah (s.a.v), beni gördü. Ben de, düğün neşesi vardı. (Ona:)

Ensardan bir kadınla evlendim' dedim. Resulullah (s.a.v):

O kadının mehri ne kadardır?' diye sordu. Ben de:

Bir çekirdek ağırlığında (beş dirhem) altın (verdim)' diye cevap verdim. [649]

Yine Nesâî, ilk baştaki rivayeti de nakletm iştir.

Ebu Dâvud ise, bu hadisi, Nesâînin ilk rivayetine (benzer) bir şekilde ri­vayet etmiştir.

 

3. Şiğâr (Değiş-Tokuş Yoluyla Mehirsiz) Evlenmenin Yasak Olması

 

166. Abdullah ibn Ömer (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir:

Resulullah (s.a.v), Şiğâr'ı yasaklamıştır. Şiğâr; aralarında mehir olmamak üzere bir kimsenin, kızını başkasına, o da kızım kendisine vermek şartıyla evlendirmesidir.[650] (Birinci rivayet)

Müslim'in bir rivayeti ise şu şekildedir:

İslam'da şiğâr [651] yoktur.[652] (İkinci rivayet)

Yine Müslim'in konu ile ilgili başka bir rivayeti ise şu şekildedir:

Resulullah (s.a.v), Şigâr'ı yasaklamıştır. [653] (Üçüncü rivayet) Müslim, bu rivayeti (bu şekilde rivayete edip) herhangi bir ilave yapmamistir.[654]

 

4. Kıskançlık Ve Kişinin, Kızı İle İlgili Durumlarda İnsaflı Davranması

 

167. Misvcr b. Mahreme (r.a)tan rivayet edilmiştir:

nin hlBİr ara) A1- fbu9eMin kız'V'a nişanlanmak istedi. Fafma, Ali'mn bu arzusunu ,şitti. Bunun üzerine Faüma, Resulullah (s.a.v)e gelip öfkelenmez ocuğunu söylüyorlar,  işte Ah! Ebu Cehlin kızıyla evlenecek' dedi.

Bunun üzerine Resuhıllah (s.a.v) kalk (ip bir hutbe ver)di.

Misver der ki: Ben, Resulullah (s.a.v)'den bu hutbesinde şehadet ge­tirdikten sonra şöyle derken işittim:

Amma ba'du (Sözün bundan sonrasına gelince); Şüphesiz ben, (kızım Zeyneb'i,) Ebu'l-Âs ibn Rebîa ile evlendirdim. [655] O bana söz verdi ve bana karşı verdiği sözde durdu. Şüphesiz Hatıma, benden bir parçadır. Muhakkak ki ben, ona fenalık yapılmasını çirkin görürüm. Vallahi, Allah resulünün kızı, Allah düşmanının kızı ile bir erkeğin (nikahı) altında [656] kesinlikle bir araya gelmez.

Bunun üzerine Ali, Ebu Cehlin kızıyla evlenmekten vazgeçti. [657] (Birinci rivayet)

Bir rivayette ise Misver b. Mahreme şöyle der:

Resuluilah (s.a.v)'in minberde şöyle buyurduğunu işittim: Hişâm b. Muğîre oğulları, kızlarını, Ali b. Ebi Talib'e nikahlamak için benden izin istediler. Ben onlara izin vermiyorum. (Tekrar ediyo­rum,) onlara izin vermiyorum. Ancak Ebu Talib'in oğlu (Ali), benim kı­zımı boşayıp onların kızıyla evlenmek isterse [658] o başka. Çünkü kızım, benden bir parçadır. Onu rahatsız eden şey, beni de rahatsız eder ve onu üzen şey beni de üzer.[659] (İkinci rivayet)

Bu hadisin bu şekildeki metinlerin)i, Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir. Tirmizî, ilk (baştaki) rivayeti nakletmiştir. [660]Ebu Dâvud ise, ikinci rivayeti nakletmiştir. [661]

Bazı rivayetlerde, Bana söz verdi ve bana (karşı ver­diği) sözde durdu" ifadesi yer almaktadır. [662]

Tirmizî'nin rivayetinde ise, üç defa, Ben onlara İzin ver­miyorum" ilavesi yer almaktadır. [663]

 

5. Kişi, Han1mıyla Cinsel İlişkide Bulunmak İstediği Zaman Ne Söyleyeceği Meselesi

 

168. Abdullah ibn Abbâs (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir: Peygamber {s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

"Sizden birisi, hanımiyla cinsel ilişkide bulunmak istediği zaman: 'Bismillah. AUahümme cennibnâ's-şeytân ve cennibi's-sevtân1 (Allah'ın ismiyle!'Allahım! Bizi şeytandan uzak eyle! Bize vereceğin (çocuk)tan da şey­tanı uzak eyle!) demiş olsa, aralanndaki (bu birleşmeden dolayı onlara) bir çocuk verilecek olursa, [664] şeytan o çocuğa hiçbir zaman zarar vermez.[665]

 

6. Nikahta Koşulan Şartları Yerine Getirme

 

169. Ukbe b. Amir (r.a)'tan rivayet edilmiştir:

Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

"Sizin yerine getireceğiniz şartların en başta geleni, kendisiyle ka­dınları helal kıldığınız şey [666] (mehir)dir.[667]

 

7. Cariyesini Hürriyetine Kavuşturur Sonra Da Onunla Evlenen Kimsenin Fazileti Hakkında

 

170. Ebu Musa el-Eş'arî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:

Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

1. Her kimin kendine ait bir cariyesi olup bu cariyesini eğitir, eğitimini güzel yapar, onu hürriyetine kavuşturur ve onunla evlenirse, işte böyle bir kimse için iki kat sevap vardır.

2. (Yine) Allah'ın hakkını ve efendisinin hakkını yerine getiren herhangi bir köle için de iki kat sevap vardır. [668] (Birinci rivayet)

Konu ile ilgili bir rivayet ise şu şekildedir:

Üç kişi vardır ki, onlara iki kat sevap verilir:

1. Allah'ın hakkım ve efendisinin hakkını yerine getirirse, [669] işte böyle bir köle için iki kat sevap vardır.

2. Yanında güzel bir cariyesi olup eğitir, eğitimini güzel yapar, onu hürriyetine kavuşturur, sonra onunla evlenir ve bunlan yaparken Allah'ın rızasını kast ederse, işte böyle bir kimse için iki kat sevap var­dır.

3. Önceki kitaba iman eder ve sonra kendisine sonuncu kitap ge­lince, ona da iman ederse, işte böyle bir kimse için de iki kat sevap vardır.[670] (İkinci rivayet)

Yine konu ile ilgili bir rivayet şu şekildedir:

Horasanlı bir adam, Şş'bî'ye:

Bazı Iraklılar: 'Cariyesini hürriyetine kavuşturur, sonra onunla evlenen bir kimse hakkında: (Böyle) bir adam, kurbanlık devesine bi­nen kimse gibidir' diyorlar. (Bu konuda ne dersin?)1 diye sordu. Şa'bî:

Bana, Ebu Bürde ibn Ebi Musa el-Eş'arî, o da babasından naklen Re-sulullah (s.a.v)'in şöyle buyurduğunu haber vermiştir:

Üç kişi vardır ki, bunlara iki kat sevap verilir:

1. Ehl-i kitaptan olup peygamberine iman eden bir kimse, Pey­gamber (s.a.v)'e erişip ona iman eder, ona tabi olur ve onu tasdik eder­se, bu kimse için iki kat sevap vardır.

2. Başkasına ait olan bir köle, [671] hem Allah'ın hakkını ve hem de efendisinin hakkını yerine getirirse, bu kimse için iki kat sevap vardır.

3. Cariyesi olan bir kimse; cariyesini besler, gıdasına iyi bakar, sonra onu eğitir, eğitimini iyi yapar, sonra onu hürriyetine kavuşturur ve onunla evlenirse, bu kimse için iki kat sevap vardır.

Daha sonra Şa'bî, Horasanlıya:

Bu hadisi, bir şeysiz al! Vaktiyle bir adam, bundan daha basit bir me­sele için ta Medine'ye -bir rivayette: Irak'a- kadar giderdi' dedi. [672] (Üçü rivayet)

Konu ile ilgili başka bir rivayet ise şu şekildedir:

O cariyeyi hürriyetine kavuşturur, sonra da onun mehrini verir­se.[673] (Dördüncü rivayet)

Yine bu konu ile ilgili bir rivayet ise şu şekildedir:

Üç kişi vardır ki, bunlara iki kat sevap verilir:

1. Cariyesi olan bir kimse; cariyesini eğitir, eğitimini iyi yapar, ona (bilmediklerini) öğretir, öğretimini iyi yapar, sonra da onu hürriye­tine kavuşturup onunla evlenen kimse,

2. Hem Allah'ın ve hem de efendisinin hakkını yerine getiren köle,

3. Ehl-i kitaptan (olup hem peygamberine ve hem de Resulullah'a) iman eden kimse.[674] (Beşinci rivayet)

Konu ile ilgili diğer bir rivayet ise şu şekildedir:

Kim cariyesini hürriyetine kavuşturur, sonra da onunla evlenirse, iki kat sevap alır. [675] (Altıncı rivayet)

İkinci rivayeti, Tirmizî; üçüncü rivayeti, Buhârî ile Müslim; dördüncü ri­vayeti ta'lik olarak Buhârî; beşinci rivayeti, Nesâî; altıncı rivayeti ise Ebu Dâ-vud ile Nesâî rivayet etmiştir.

 

8. İhramlı İken Akd Edilen Nikahın Haram Olması

 

171. Abdullah ibn Abbâs (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir: "Peygamber (s.a.v), Meymûne ile, ihramlı iken evlenmiştir. [676]

Bu hadis(in bu şekildeki metnin)i, bir topluluk rivayet etmiştir. Buhârî'nin rivayetinde, Abdullah ibn Abbâs şöyle der:

Peygamber (s.a.v), Meymûne ile, Umretu'1-Kaza [677] sırasında evlendi.[678]

Yine Buhârî'nin başka bir rivayetinde, Abdullah ibn Abbâs şöyle der:

Peygamber (s.a.v), Meymûne ile, ihramlı iken Mekke'de evlendi. İhramdan çıktıktan sonra da gerdeğe girdi.[679] Meymûne, Mekke yakının­daki 'Şerif [680] (denilen) yerde vefat etti. [681]

Ebu Dâvud der ki: Saîd ibnü'l-Müseyyeb dedi ki: "Abdullah ibn Abbâs, ti (Resulullah'm,) Meymûne ile ihramlı iken evlendiğifne dair rivayeti)nde yanılmıştır. [682]

Nesâî'nin rivayetinde ise, Abdullah ibn Abbâs şöyle der;

ResuluIIah (s.a.v), Meymûne ile, ikisi de ihramlı oldukları halde evlendi.[683]

Yine Nesâî'nin başka bir rivayetinde, bahsermeksizin şöyle der:

Resulullah (s.a.v), ihramlı iken evlendi. [684]

Yine Nesâî'nin konu ile ilgili diğer bir rivayeti şu şekildedir:

ResuluJlah fs.a.v), ihramlı iken evlendi. [685]

Yine Nesâî'nin konu ile ilgili bir rivayetinde şu ilave yer almaktadır:[686]

 

9. Bir Kadının, Halası Yada Teyzesiyle Aynı Nikah Altında Bulunmasının Haram Kılınması

 

172. Ebu Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:

"Peygamber (s.a.v), bir kadının, kendi halası ve teyzesi üzerine nikahanmasını yasaklamıştır.

(Zührî der ki:) Biz, haram kılma hususunda, kadının babasının tey­zesini de bu konumda görmekteyiz. Çünkü Urve, bana, Aişe'den naklen:

Nesep yönünden haram olanı, süt yönünden de haram kılınız' ha­ber verdi. [687]

(Hadisin lafzı, Buhârî'ye aittir.) [688]

Müslim'in konu ile ilgili rivayetinde, Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmak­tadır:

Hala, (erkek) kardeşinin kızı üzerine ve kız kardeşin kızı da teyze üzerine nikah edilemez. [689]

Yine Müslim'in konu ile ilgili diğer bir rivayeti şu şekildedir:

ResuluIIah (s.a.v), bir erkeğin, bir kadın ile halasını ve (yine) bir kadın İle teyzesini bir nikah altında toplamasını yasaklamıştır. [690]

Zührî der ki: "Biz, kadının babasının teyzesi ile babasının halasını da ay­nı konumda görmekteyiz. [691]

Yine Buhârî ile Müslim'in bir başka rivayetinde, ResuluIIah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

Bir kadın ile halası ve (yine) bir kadın ile teyzesi bir nikah altında top­lanmaz. [692]

Yine Müslim'in konu ile ilgili bir başka rivayeti ise şu şekildedir:

ResuluIIah (s.a.v), bir kadının, halası yada teyzesi üzerine nikahlanmasını yasaklamıştır. [693]

Yine Müslim'in bir rivayeti şu şekildedir:

ResuluIIah (s.a.v), dört kadının bir nikah altında toplanmasını; (yani) bir kadın ile halasını ve (yine) bir kadın ile teyzesini beraberce nikahlamayı ya­saklamıştır. [694]

Yine Müslim'in başka bir rivayeti şu şekildedir:

ResuluIIah (s.a.v), bir kadının, halası yada teyzesinin üzerine nikahlanmasını veya bir kadının, kız kardeşinin kabında olanı boşaltmak için onun bo­şanmasını istemesini yasaklamıştır. Çünkü şanı yüce olan Allah, onun rızkını verir.[695]

Yine Müslim'in bir diğer bir rivayeti şu şekildedir:

Bir adam, (din) kardeşinin dünürlüğünün üzerine dünür göndermez. [696] (Din) kardeşinin pazarlığı üzerine pazarlığa girişmez. [697] Bir kadın, halasının yada teyzesinin üzerine nikah edilemez. (Yine) bir kadın, kız kardeşinin kabını boşaltmak için onun boşanmasını isteyemez. Kadın isteyene varmalıdır. Onun nasibi, ancak Allah'ın kendisine takdir ettiği şeydir. [698]

(Sonuncu rivayet)

Tirmizî ile Ebu Davud'un rivayeti ise şu şekildedir:

Bir kadın halasının üzerine, hala da erkek kardeşinin kızı üzerine, kadın 3 teyzesinin üzerine, teyze de kız kardeşinin kızı üzerine nikah edilemez. (Yine) büyük küçük üzerine ve küçük de büyük üzerine nikah edilemez. [699] Nesâî ise sonuncu rivayeti, desine kadar nakletmiştir. [700]

 

10. Evlenmeye Teşvik

 

173. Alkame b. Kays'tan [701] rivayet edilmiştir:

"Mina'da, Abdullah ibn Mes'ud ile birlikte yürüyordum. Derken ona Osman (b. Affân) rastladı ve onunla konuşmaya başladı. Osman, ona:

Ey Ebu Abdurrahman [702] Seni genç (bakire) bir kadınla evi en dir­sek! Olur ki, sana geçmiş zamanından (kaybettiğin) bazı şeyleri, sana (geri) hatırlatır' dedi. Bunun üzerine Abdullah ibn Mes'ud:

Sen böyle dedinse de, Resulullah (s.a.v)'in, bize:

Ey gençler topluluğu! Sizden kimin evlenmeye gücü yetiyorsa, hemen evlensin. Çünkü evlilik, gözü (harama) daha çok kapattırıcı, namusu daha çok koruyucudur. Sizden kimin (evlenmeye) gücü yetmi­yorsa, o da, oruca devam etsin. Çünkü oruç, o kimse için, hayaları­  kesmek (gibi)dir' buyurdu. [703]

Yine buna benzer bir rivayet daha var. Bu rivayetin başında,

Ey gençler topluluğu!" ifadesi yer almaktadır. [704] Bu hadis(in bu şekildeki metinlerinji, Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir. Tirmizî'nin rivayetinde, Abdullah ibn Mes'ud şöyle der:

Peygamber {s.a.v) ile birlikte çıkmıştık. Genç idik. (Mali imkanlardan dolayı) hiçbir şeye güç yetiremiyorduk. Derken Peygamber (s.a.v):

Ey gençler topluluğu! Evlenmeye çalışın. Çünkü evlilik, [705] gözü (harama) daha çok kapattıncı, namusu daha çok koruyucudur. Sizden kimin (evlenmeye) gücü yetmiyorsa, o da, oruca devam etsin. Çünkü oruç, o kimse için, hayalarını kesmek (gibi)dir' buyurdu. [706]

Ebu Davud'un rivayetinde ise Alkame şöyle der:

Abullah ibn Mes'ud ile birlikte Mina'da yürüyordum. Derken ona Os­man (ibn Affâ'n) rastladı. Abdullah ile ikili konuşmak istedi. [707]

Abdullah, Osman'ın, (kendisine) ihtiyacı olmadığını anlayınca, bana (hi­taben):

Ey Alkame! Sen de gel dedi. Ben de hemen (yanlarına) vardım. Os­man, ona:

Ey Ebu Abdurrahman! Seni bakire bir kadınla evlendirsek. Olur ki  nefsinden kaybettiğin bazı şeyler sana (geri) döner' dedi. Bunun üze­rine Abdullah:

Sizden kimin evlenmeye gücü yetiyorsa, hemen evlensin. Çünkü evlilik, [708] gözü (harama) daha çok kapattıncı, namusu daha çok koru­yucudur. Sizden kimin (evlenmeye) gücü yetmiyorsa, o da, oruca de­vam etsin. Çünkü oruç, o kimse için, hayalarını kesmek (gibi)dir' buyu­rurken işittim' dedi. [709]

Nesâî'de, ilk (baştaki) rivayeti nakletmiştir. [710]

Yine Nesâî'nin başka bir rivayetinde, Abdullah ibn Mes'ud şöyle der:

Resulullah (s.a.v) ile birlikte çıkmıştık. Genç idik. (Mali imkanlardan do­layı) hiçbir şeye güç yetiremiyorduk. Resulullah (s.a.v):

Ey gençler topluluğu! Evlenmeye çalışın. Çünkü evlilik, gözü (harama) daha çok kapattırıcı, namusu daha çok koruyucudur. Sizden kimin (evlenmeye) gücü yetmiyorsa, o da, oruca devam etsin. Çünkü oruç, o kimse için, hayalarını kesmek (gibi)dir' buyurdu. [711]

Yine Nesâî'nin diğer bir rivayetinde, Alkame şöyle der:

Abdullah ibn Mes'ud, Arafat'ta, [712] Osman (ibn Affân)'a rastladı. Onunla yalnız kalıp (bir şeyler) konuştu. Osman, Abdullah ibn Mes'ud'a: (İstediğin) bir kız varsa, seni onunla evlendireyim' dedi. [713] Bunun üzerine Abdullah, Alkame'yi çağırıp ona, Peygamber (s.a.v)'in:

Sizden kimin evlenmeye gücü yetiyorsa, evlensin. Çünkü evlilik, gözü (harama) daha çok kapattırıcı, namusu daha çok koruyucudur. Sizden kimin (evlenmeye) gücü yetmiyorsa, o da, oruca devam etsi kü oruç, o kimse için, hayalarını kesmek (gibi)dir [714] buyurduğunu haber verdi. [715]

Yine Nesâî'nin bina benzer bir rivayeti olup bu rivayetin içinde, şu ifade yer almaktadır:

"Sizden kimin gücü yeterse evlensin! Çünkü evlilik, gözü (harama) daha cok kapattıncı, namusu daha çok koruyucudur. Kiminde (evlenmeye) gücü yetmezse onun için oruç vardır. Çünkü oruç, o kimse için, hayalarını kesmek  gibidir.[716]

 

ONİKİNCİ BÖLÜM

 

SÜT EMZİRME BÖLÜMÜ [717]

 

1. Süt, Doğumun (Nesebin) Haram Kılmakta Olduğu Her Şeyi Haram Kılar.

 

174. Hz. Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:

"Ebu'l-Kuays'ın erkek kardeşi Eflah, örtü emrinin inmesinden son­ra benim yanıma gelmek için izin istedi. Ben de, (ona):

Vallahi, bu konuda Resululİah (s,a.v)'den izin isteyinceye kadar, ben ona izin veremem. Çünkü beni, Eflah'm kardeşi Ebu'l-Kuays emzir­me d i. Fakat beni, Ebui-Kuays'ın hanımı emzirdi!' dedim.

Bu sırada Resululİah (s.a.v), benim yanıma girdi. Ben:

Ey Allah'ın resulü! Beni erkek emzîrmedi. Fakat beni Ebu'l-Kuays'm hanımı emzirdi dedim. Resulullah (s.a.v):

Onun sen(in yanma gel meşine) e izin ver. Çünkü o, senin (süt) amcandır. "Teribet yemînuki" (sağ elin toprak olası)!' buyurdu.

(Hadisin ravisi) Urve ibnu'z-Zübeyr: 'Bu hadiste zikredilen şey sebebiyle Aişe:

Nesep d en dolayı haram olanı, sütten dolayı da haram kılın' der­di, demiştir. [718]

Buna benzer bir rivayet daha var. Bu rivayetin içerisinde şu ifade yer almaktadır:

Bu sırada Peygamber (s.a.v), benim yanıma girdi. Ben:

Ey Allah'ın resulü! Ebu'l-Kuays'ın erkek kardeşi Eflah gelip (yanı­ma girmek için) benden izin istedi. Ben de, senden izin almadam (ona) izin vermekten kaçındım1 dedim. Peygamber (s.a.v):

(Süt) amcanın (yanına gelmeye) izin vermenden seni alıkoyan şey nedir?' diye sordu. Aişe'de:

Ey Allah'ın resulü! Beni erkek emzirmedi. Fakat beni Ebu'l-Kuays'ın hanımı emzirdi' diye cevap verdi. Resulullah (s.a.v), (bana):

Ona izin ver. Çünkü o, senin (süt) amcandır. Sağ eli toprak ola­sı!' buyurdu.

Urve ibnu'z-Zübeyr: 'Bu hadiste zikredilen şey sebebiyle Aişe:

Nesepden dolayı haram olanı, sürten dolayı da haram kılın [719] demiştir. [720]

Konu ile ilgili başka bir rivayet ise şu şekildedir:

"Ebu'l-Kuays'ın erkek kardeşi Eflah, örtü emrinin inmesinden sonra gelip Aişe'nin yanına girmek için istedi. Eflah, [721] Aişe'nin süt amcası idi. (Aişe der ki:) Ben, ona izin vermekten kaçındım. Resulullah (s.a.v), ge­lince, ona (bu durumu) haber verdim. Hemen Eflah'ın, benim yanıma girme­sine izin vermemi emretti. [722]

Bu manada buna benzer başka bir rivayet daha var. Bu rivayetin içeri­sinde, O, senin (süt) amcandır. Varsın senin yanına girsin" ifadesi yer almaktadır. [723]

Yine konu ile ilgili diğer bir rivayette, Hz. Aişe şöyle der:

Eflah, örtü ayeti indikten sonra, benim yanıma girmek için benden izi istedi. Ben, ona izin vermedim. Bunun üzerine Eflah:

Ben, senin (süt) amcan iken, benden (perde arkasına saklanmak /örtünmek suretiyle mi) kaçınıyorsun?' dedi. Ben de:

Bu amcalık nasıl oluyor?1 diye sordum. O da:

Erkek kardeşim Vâil'in hanımı, kardeşimden dolayı meydana ge­len sütü sana içirdi1 diye cevap verdi.

Derken bu durumu, Resulullah (s.a.v)'e sordum. Resulullah (s.a.v)'de:

Eflah doğru söylemiş. Ona, yanına girmesi için izin ver' buyur­du. [724]

Yine konu ile diğer bir rivayette, Hz. Aişe. şöyle der:

Resulullah (s.a.v), Aişe'nin yanında bulunduğu sırada, Aişe, Hafsa'nm evinin önünde izin isteyen bir erkek sesi işjtmişti. Aişe der ki: Ben:

Ey Allah'ın resulü! Şu adam, senin evine girmek için izin istiyor.

dedim. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v):

Sanırım ki, o, Hafsa'nm süt amcası filanca kimsedir!' buyurdu.

Aişe:

Aişe'nin süt amcası filanca kimse hayatta olsaydı, benim yanıma girebilecek miydi?1 diye sordu. Peygamber (s.a.v): Evet, (girebilirdi.) Çünkü süt, doğumun (nesebin) haram kıl­makta olduğu her şeyi haram kılar' buyurdu. [725] Yine kısa bir şekilde gelen diğer bir rivayette ise, Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

Süt, doğumun (nesebin) haram kılmakta olduğu her şeyi haram kılar. [726]

Yine Müslim'in konu ile ilgili bir rivayeti şu şekildedir:

Aişe'nin, 'Eflah' ismi verilen süt amcası, onun yanına girmek için izin istemişti. Aişe'de, ona izin vermemişti. Böylelikle kendisini (perde arkasına saklanmak/örtünmek suretiyle) ondan korunmuş oldu.

Daha sonra {bu olayı) Resulullah (s.a.v)'e anlattı. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v):

(Perde arkasına saklanmak/örtünmek suretiyle) ondan korunma! Çünkü nesep yönünden haram olan, süt yönünden de haramdır' buyur­du. [727]

Müslim'in konu ile ilgili başka bir rivayetinde, Hz. Aişe şöyle der:

Süt amcam Ebu'I-Ca'd yanıma girmek için izin istedi. Ben, onun (yanı­ma girmesini) kabul etmedim.

Derken Peygamber (s.a.v), geldi. Ona bu olayı anlattım. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v):

Ona izin verseydin ya! Sağ eli toprak olası yada eli toprak olası' buyurdu.

Hişâm, bana: 'Bu zat, ancak Ebu'I-Kuays dedi. [728] Nesâî ise, bu hadisi, ilk (baştaki) rivayet gibi nakletmiştir.[729]

Yine Nesâî, içerisinde Hafsa geçen rivayeti ve aynca hem Aişe ve hem de Hafsa geçen rivayeti nakletmiştir.[730]

Ebu Dâvud ile Tirmizî ise, bu hadisi, ilk (baştaki) rivayet (gibi) nakletmiş­tir. Bu rivayetin içerisinde, "Hafsa" ismi de geçmektedir. Yalnız Tirmizî'nin rivayetinde, Şüphesiz ki Allah, haram kılmıştır" ifadesi yer almaktadır.[731]

Yine Nesâî'nin konu ile ilgili başka bir rivayeti ise şu şekildedir:

Doğumun (nesebin) haram kıldığı (her) şeyi, süt (kardeşliği) de haram kılar.[732]

 

ONÜÇÜNCÜ

 

TALAK (BOŞANMA) BÖLÜMÜ [733]

 

1. Yüce Allah'ın, "Ey Peygamber! Sen, Hanımlarının Hoşnutluğunu Arayarak, Allah'ın Sana Helal Kıldığı Şeyi Niçin (Kendine) Haram Kılıyorsun? [734] Ayetinin Tefsiri

 

175. Hz. Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:

"Resulullah (s.a.v), balı ve helvayı (tatlı türü şeyi) severdi, ikindi namazından döndüğünde, hanımlarının yanına girip onlardan birinin yanına yaklaşırdı. [735]

Bir gün, Ömer'in kızı Hafsa'nın yanına girmişti. (Orada normal) kalışından daha fazla kaldı. Ben de (onun orada bu çok kalışını) kıs­kandım (ve bunun sebebini araştırdım). Bana:

Hafsa'ya, kavminden bir kadın küçük bîr çömlek bal hediye etti. O da, bu baldan Peygamber (s.a.v)'e şerbet içirdi1 denildi. Ben de kendi kendime:

Vallahi, biz bunun için muhakkak bir hile yaparız' dedim. Daha sonra Şevde bint. Zem'a'ya (gidip ona):

Biraz sonra Resulullah (s.a.v), muhakkak sana yaklaşacaktır. Sana yaklaştığında, ona:

Sen, 'meğafir' mi yedin?' dersin. O da, sana:

Hayır!' diyecektir. Bunun üzerine sen de, ona:

Senden hissetmekte olduğumu bu koku nedir?' diye sorarsın.

(Bir rivayette: "Resulullah, kendi üzerinde, (hoş olmayan) bir koku­nun kokmasından hoşlanmazdı" ilavesi yer almaktadır.)

Muhakkak o da, sana:

Hafsa, bana, bal şerbeti içirmişti!1 diyecektir. Sen de, ona:

O balın arısı, (galiba) Urfut (ağacın)dan yemiş!' dersin. Çünkü Resulullah  (s.a.v),  bana geldiğinde ben de böyle söyleyeceğim.  Ey Safi yy e! (Resulullah, sana geldiğinde) sen de böyle söyle!' dedim.

Aişe, bu talimatın uygulanma şeklini şöyle anlatmıştır: Şevde:

Kendinden başka ilah olmayan Allah'a yemin ederim ki, çok geçmedi. Resulullah (s.a.v) kapının Önünde durdu. Ey Aişe! Senden korktuğum için bana emrettiğin sözü hemen Resulullah (s.a.v)'e orada iken söylemek istedim' dedi. (Aişe der ki:) Resulullah (s.a.v), Sevde'ye yaklaşınca, Şevde, Resu­lullah (s.a.v)'e:

Ey Allah'ın resulü! Sen, 'meğafir' mi yedin?' diye sordu. Resulullah (s.a.v):

Hayır!' diye cevap verdi. Şevde:

(O halde) senden hissetmekte olduğumu bu koku nedir?' diye (tekrar) sordu. Resulullah (s.a.v):

Hafsa, bana bal şerbeti içirmişti!' diye cevap verdi. Şevde:

O balın arısı, 'Urfut' (ağacin)dan yemiş!' dedi.

Sonunda Resulullah (s.a.v), benim odama dönüp geldiğinde, ben de bu sözlerin benzerini söyledim. Safîyye'ye gittiğinde, o da, bu söz­lerin benzerini söyledi. Sonra Resulullah (s.a.v), dönüp Hafsa'nın ya­nına vardığında, Hafsa, ona:

Ey Allah'ın resulü! Sana bal şerbetinden içireyim mi?' diye sordu. Resulullah (s.a.v):

Hayır! Benim, o bal şerbetine ihtiyacım yoktur!' diye cevap verdi.

Aişe, (rivayetine son vererek) dedi ki: Şevde, bana:

Vallahi! Biz, Resulullah (s.a.v)'i, bal şerbetinden mahrum ettik' diyordu. Ben de, Sevde'ye:

Sus!' dedim (ve Hafsa hakkındaki hile ve oyunumuzun duyulma­sını istemedim). [736]

Bir rivayette ise, Hz. Aişe şöyie der;

Peygamber (s.a.v), Zeyneb bint. Cahş'ın [737] yanında eğleşip bal (şerbeti) İçermiş.

Aişe der ki: Bunun üzerine ben, Hafsa ile (Peygamber'in, Zeyneb'in ya­nında bal şerbetini içme eylemini engellemek üzere) anlaştım. [738] Peygamber (s.a.v), hangimizin yanma girerse, ona:

Ben, sen de 'meğâfîr [739] kokusu hissediyorum, meğâfîr mî yedin?' diyecekti.

Derken Peygamber (s.a.v), (günün birinde) bu iki hanımından birini ya­nma girmiş. O hanımı, bu sözü, ona söylemiş. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v):

Hayır! Ben, Zeyneb bint. Cahş'ın yanında bal (şerbeti) içtim. Fa­kat bir daha bal şerbeti içmeyeceğim' buyurmuş. Bunun üzerine:

Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını gözeterek Allah'ın sana helâl kıl­dığı şeyi niçin kendine haram ediyorsun? [740]ayeti; Aişe

Hafsa'va (hitap eden):

Eğer ikiniz de Allah'a tevbe ederseniz, [741] ayetine ka­dar (indi) ve Hani Peygamber, eşlerinden birine gizlice bir söz söylemişti [742] ayeti de, "Hayır! Ben, bal şerbeti içmiştim. Artık bir daha bal şerbeti içmeyeceğim" sözü için inmiştir.

 

2. Ayhali Gören Kadının Boşanması Meselesi

 

176. Abdullah ibn Ömer (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir:

"Abdullah ibn Ömer, hanımım, ayhali (hay izli) iken boşamışü. Bunun üzerine Ömer, (bu durumu,) Resulullah (s.a.v)'e anlatmış. Resu-lullah (s.a.v)'de bu duruma kızmış, sonra da:

Hanımına geri dönsün. (Hayızmdan) temizlenip (tekrar) bir hayız (daha) görüp sonra (tekrar) temizleninceye kadar (hanımını nikahı al­tında) tutsun. Eğer onu boşamak isterse, temizken (kendisiyle) cinsel İlişkide bulunmadan boşasın.

İşte şanı yüce olan Allah'ın; kadınların, içinde, boşanmasını em­rettiği iddet (dönemi), budur' buyurmuştur.[743]

Buna benzer bir rivayet daha var. Bu rivayetin içerisinde şu ifade yer al­maktadır:

Ona emret! Hanımına geri dönsün. Ta ki kadın, içerisinde boşadığı ha-yızdan başka yeni bir hayız gör(ünceye kadar onu nikahı altında tut)sun. Eğer onu boşamak isterse, hayızından temizken (kendisiyle) cinsel ilişkide bulun­madan boşasın. İşte yüce Allah'ın emrettiği iddet (dönemi) için boşamak, bu­dur.

Abdullah ibn Ömer, hanımını, bir talak İle boşamıştı. Bu da, kadının talaklarından (bir talak) sayıldı.[744] Bunun üzerine Abdullah, Resulullah (s.a.v)'in kendisine emrettiği (şekil-üzere) hanımına geri döndü.[745]

Zübeydî yolundan buna benzer bir rivayet daha var. Yalnız bu rivayette, Abdullah ibn Ömer şöyle der:

Bunun üzerine eşime geri döndüm. Yapmış olduğum talak ise, kadın için bir talak sayıldı.[746]

Yine Müslim'in bir rivayeti, şu şekildedir:

Abdullah ibn Ömer, hanımını, hayızlı iken boşamıştı. Bunun üzerine Ömer, bu durumu, Peygamber (s.a.v)'e anlatmış. Peygamber (s.a.v):

Ona emret! Hanımına geri dönsün. Sonra onu, ya temizken yada hamile olduğu halde boşasın' buyurdu. [747]

Yine Müslim'in konu ile ilgili başka bir rivayetinde, Abdullah ibn Ömer şöyle der:

Resulullah (s.a.v) zamanında eşimi hayız halinde iken boşamıştım. (Ba­bam) Ömer, bu durumu, Resulullah (s.a.v)'e anlatmış. Bunun üzerine Resu-Iuilah (s.a.v):

Ona emret! Hanımına geri dönsün. Sonra onu, temizlenip başka bir hayız görünceye kadar terk etsin. Kadın temizlendiği zaman, onu, ya cinsel ilişkide bulunmadan önce boşasm [748] yada nikahında tutsun. Çünkü Allah, kadınların İçinde boşanmasını emrettiği iddet (dönemi) budur. [749]

Ubeydullah der ki:

Nâfi'ye: Boşama ne oldu?' diye sordum O da:

Bu boşama, bir talak olup onu (bir talak) saydı1 diye cevap verdi, [750] Yine Buhârî ile Müslim'in, buna benzer bir rivayeti daha olup bu rivaye­ti  Kadınların içinde boşanmasını" ifadesine kadar nakletmişlerdir. [751]

Yine Buhârî ile Müslim'in konu ile ilgili diğer bir rivayetleri şu şekildedir:

Abdullah ibn Ömer, hanımlarından birini, hayız halinde iken bir talakla boşamıştı. Resulullah (s.a.v), (bu durumu haber alınca, ona,) hanımına geri dönmesini, sonra hanımı temizlenip kendi yanında ikinci bir (kez) hayız gö­rünceye kadar alıkoymasını ve kadına o hayızdan temizleninceye kadar müh­let vermesini emretmiş. Eğer kadını boşamak isterse, kadın temizlendiği za­man onunla cinsel ilişkide bulunmadan boşamasını, işte kadınların içinde bo­şanmasını Allah'ın emrettiği iddet (dönemin)in [752] bu olduğunu bildirmişmiş.[753]

Yine Buhârî'nin konu ile ilgili başka bir rivayeti şu şekildedir:

Abdullah ibn Ömer'e, (hanımını) üç (talakla) boşayan kimsenin hükmü soruldu. Abdullah ibn Ömer, soruyu soranlardan (her) birine:

Eğer (hanımını) üç (talakla) boşamış isen, artık o kadın, senden başka bir erkekle evleninceye kadar sana haram olmuştur' diye cevap verdi.

Buhârî (devamla) der ki: Bu konuda bir başkası ise şunu ilave etmiştir: Abdullah ibn Ömer:

Eğer (hanımını) bir talakla yada iki talakla boşamış olsaydın, el­bette kadına dönme hakkın olurdu. Çünkü (eşimi bir talakla boşa-dığım zaman,) Peygamber (s.a.v), bana, eşime geri dönmemi emretti dedi. [754]

Yine Müslim'in konu ile ilgili bir rivayeti şu şekildedir:

Abdullah ibn Ömer'e, (hanımını) üç (talakla) boşayan kimsenin hükmü soruldu. Abdullah ibn Ömer, soruyu soranlardan her birine:

Eğer hanımın, bir yada iki talakla boşadıysan; işte Resulullah (s.a.v), (eşimi bir talakla boyadığımda) bana, eşime geri dönmemi em­retti. Eğer (hanımını) üç talakla boşadıysan, o, başka bir erkekle ev-Ienmedikçe kadın sana haram olmuştur. Hem hanımını boşaman hu­susunda sana verdiği emirde Allah'a asi oldum' dedi.

Müslim (devamla): '(Hadisin ravisi) Leys: 'Bir talak" sözünde dikkatli davranmıştır' dedi. [755]

Yine Buhârî ile Müslim'in, Muhammed ibn Şîrîn yolundan yaptığı rivayet şu şekildedir:

Kendisini itham etmediğim bir kişi, bana, yirmi yıldır şu hadisi rivayet edip durur:

Abdullah ibn Ömer, hanımını, hayız halinde iken boşamış, ona hanımı­na geri dönmesi emir buyurulmuş.

Ben (hadisin) ravisini itham etmiyor, fakat hadisi de bilmiyordum. Der­ken (günün birinde) Ebu Gallâb Yûnus ibn Cübeyr el-Bâhilî'ye rastladım. Bu kişi, özü-sözü sağlam birisi idi. Bana anlattığına göre; kendisi, Abdullah ibn Ömer'e, (hayızh iken kadını bir talakla boşamanın hükmünü) sormuş o da; hanımını, hayız halinde iken bir talakla boşadığını, sonra da (hanımına) geri dönmekle emrolunduğunu rivayet etmiş. Ebu Gallâb dedi ki: Ben:

Bu talak, senin aleyhine sayıldı mı?' diye sordum. Abdullah ibn Ömer:

Neden (olmasın)! Eğer (insan) acizlik gösterip ahmaklık ederek (hanımını boşasa, onun bu ahmaklığı, bu talakı geri getirir mi)?' diye cevap verdi."

Bu; Müslim'in, Ali b. Hucr'dan yaptığı rivayetin metnidir, [756] Abdulvâris'in rivayetinde ise, Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

Onu, iddetinin önünde boşar. [757]

Buhârî ise, bu hadisi, Muhammed ibn Sîrîn'den bu manada rivayet et­miş, fakat hadisin baş kısmında geçen Muhammed ibn Sîrîn'in sözüne yer vermemiştir. [758]

Yine Buhârî ile Müslim, bu hadisi, Enes ibn Şîrîn yoluyla Abdullah ibn Ömer'den rivayet etmişlerdir. [759]

Yine Müslim'in, Ebu'z-Zübeyr yolundan yaptığı rivayet ise şu şekildedir:

"Ebu'z-Zübeyr, Azze'nin azadlısı Abdurrahman ibn Eymen'i, Abdullah ibn Ömer'e şöyle soru sorarken işitmiş:

Hanımını hayız halinde iken boşayan bir adam hakkında ne der­sin? diye sormuş. Bu konuşmayı, Ebu'z-Zübeyr'de işitiyormuş. Abdullah ibn Ömer:

Resulullah (s.a.v) zamanında Abdullah ibn Ömer, hayız halinde­ki hanımını boşamıştı. Ömer, (bu meseleyi,) Resulullah (s.a.v)'e sorarak:

Gerçekten Abdullah ibn Ömer, hanımını, hayızh iken boşamış dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v), Ömer'e:

Oğlun, hanımına geri dönsün!' diyerek kadını (bana) iade edip:

Kadın (hayizdan) temizlendiği zaman (oğlun) onu, ya boşasın yada (nikahı altında) tutsun' buyurdu. Abdullah ibn Ömer: Peygamber (s.a.v):

Ey Peygamber! Kadınları boşayacağınız zaman onları iddetlerinîn önünde boşaym [760] ayetini okudu' dedi.[761]

Yine Buhârî'nin bir rivayetinde, Ma'mer der ki: Bize Abdulvâris tahdis et­ti. Abdulvâris'de dedi ki: Bize Eyyûb, Saîd ibn Cübeyr'den tahdis edip dedi ki: Abdullah ibn Ömer:

(Hanımımı boşamam,) benim üzerime bir talak sayıldı. [762]

Buna herhangi bir şey ilave edilmemiştir.

Ebu Davud'un konu ile ilgili rivayeti ise şu şekildedir:

"Resulullah (s.a.v) zamanında Abdullah ibn Ömer, hayız halindeki ha­nımını boşamışti. Ömer, bu meseleyi, Resulullah (s.a.v)'e sormuştu. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v):

Ona emret, hanımına geri dönsün. Sonra (hayızından) temizlenip (tek­rar) bir hayız (daha) görüp sonra (tekrar) temizleninceye kadar (nikahı altın­da) tutsun. Bundan sonra isterse (nikahı altında) tutar, isterse cinsel İlikide bulunmadan önce onu boşar. İşte şanı yüce olan Allah'ın, kadınların içinde boşanmasını emrettiği iddet (dönemi) budur. [763]

Tirmizî ile Nesâî ise, bu hadisi; Muhammed ibn Sîrîn'den naklen Yûnus ibn Cübeyr şöyle der:

Abdullah ibn Ömer'e sordum. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v), Abdullah ibn Ömer'e; hanımına geri dönmesini emretti.Yûnus ibn Cübeyr der ki: Abdullah ibn Ömer'e:

Bu, bir talak sayılır mı?' diye sordum. O da:

Neden (olmasın)! Eğer (insan) acizlik gösterip ahmaklık ederek (hanımını boşasa, onun bu ahmaklığı, bu talakı geri getirir mi) dersin?' diye cevap verdi. [764]

Yine Ebu Davud'un rivayetinde ise, Muhammed ibn Sîrîn'den naklen Yûnus ibn Cübeyr şöyle der:

(Yunus,) Abdullah ibn Ömer'e:

Hanımım kaç talak ile boşadm?' diye sormuş. Abdullah ibn Ömer'de:

Bir (talak) ile' diye cevap vermiştir. [765]

Ebu Dâvud ile Nesâî, Müslim'in, Ebu'z-Zübeyr'den naklettiği rivayeti şu şekilde rivayet etmişlerdir.

Ebu Dâvud der ki: Bu hadisi, bir topluluk bu manada rivayet etmiştir. Bunların hepsi de, Abdullah ibn Ömer'den naklen şöyle demişlerdir:

Peygamber (s.a.v), Abdullah ibn Ömer'e; hanımına geri dönmesini, te­mizleninceye kadar (onu nikahı altında tutup) sonra isterse onu boşamasını yada isterse (nikahı altında) tutmasını emretmiştir."

Yine Salim ile Nâfi'nin Abdullah ibn Ömer'den yaptıkları rivayet ise şu şekildedir:

Peygamber (s.a.v), Abdullah ibn Ömer'e; hanımına geri dönmesini ve (hayız halinden) temizlenip sonra (tekrar) hayız oluncaya (ve) sonra (tekrar) temizleninceye kadar (onu nikahı altında tutup) sonra isterse boşamasını ya­da isterse (nikahı altında) tutmasını emretmiştir."

Ebu Dâvud (devamla) der ki: Bu hadislerin hepsi, Ebu'z-Zübeyr hadisi­ne [766] aykırıdır. [767]

Tirmizî'de, bu hadisi, Sâlİm yoluyla Abdullah ibn Ömer'den kısa bir şe­kilde şöyle rivayet etmiştir:

Abdullah ibn Ömer, hanımını, hayız halinde iken boşamıştı. Ömer, (bu meseleyi,) Peygamber (s.a.v)'e sormuş. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v):

Ona emret! Hanımına geri dönsün ve sonra onu, ya (hayızdan) temizlenince yada hamile iken boşasın' buyurdu.[768]

Yine Nesâî, bu hadisi, nakledip rivayetin sonunda ise konu ile ilgili şu ifadeye yer vermektedir:

Abdullah ibn Ömer'e, bu mesele soruldu. O da, soruyu sonranlardan (her) birine:

Eğer hanımını, bir talakla yada iki talakla boşadıysan.[769]

 

3. Kocası Ölen Kadının Yas Tutması

 

177. Zeyneb bint. Ebi Seleme'den rivayet edilmiştir: Humeyd b. Nâfi1 der ki:

"Zeyneb, şu üç hadisi (bana) haber vermiştir;

1. Zeyneb der ki: Babası Ebu Süfyân ibn Harb öldüğü zaman Pey-gamber'in hanımı Ümmü Habîbe'nin yanına girmiştim. Derken Ümmü Habî-be, içerisinde "Halûk [770] ve "Sufre" denen (sarı renkte güzel) bir koku yada (içerisinde) başka bir koku bulunan (kutuyu) istedi. Bu boyayı, cariyeye sür­dü, sonra da yanaklarına sürdü. Sonra da:

Vallahi, benim (süslenmek için) kokuya hiç ihtiyacım yok. Fakat ben, Resulullah (s.a.v)'i minber üzerinde:

Allah'a ve ahiret gününe iman eden bir kadının,  (kocasından başka) bir ölü için (üç gün ve) üç geceden fazla yas tutması helal de­ğildir. Yalnız kadının, kocasının ölümü üzerine dört ay on gün yas tutması müstesna!" derken işittim.

2. Zeyneb der ki: Sonra (bir kere de,) erkek kardeşi öldüğü zaman Zey­neb bint. Cahş'm yanına girmiştim. O da, bir koku isteyip ondan kendisine sürdü. Sonra da:

Dikkat edin! Vallahi, benim koku (sürünme)ye hiçbir ihtiyacım yoktur. Fakat ben, Resulullah (s.a.v)'i minber üzerinde:

Allah'a ve ahiret gününe iman eden bir kadının, (kocasından başka bir) ölü için üç gün ve (üç) geceden fazla yas tutması helal de­ğildir. Yalnız kadının, kocasının ölümü üzerine dört ay on gün yas tut­ması müstesna!" derken işittim.

3. Zeyneb der ki: Annem Ümmü Seleme'yi Şöyle derken işittim: Bir kadın, Resulullah (s.a.v)'e gelip:

Ey Allah'ın resulü! Kızımın kocası öldü. Kendisinin de gözü ağ­rıyor. Bu durumda kızımın gözlerine sürme çekebilir miyim?' diye sor­du. Resulullah (s.a.v): Hayır!' buyurdu.

Kadın, iki yada üç defa bu isteğini tekrarladı. Resulullah (s.a.v), bunların hepsinde de: 'Hayır!' diyordu. Sonra Resulullah (s.a.v):

Kocası ölen kadının iddeti, dört ay on gündür. Halbuki sizden birisi cahiliye döneminde (bir yıl beklerdi de) (deve) tezeğini yılın so­nunda atardı' (ve böylece yastan çıkardı)" buyurdu.

(Bu hadisi, Zeyneb'den nakleden) Humeyd der ki: Zeyneb'e:

Bu, "(Deve) tezeğini yılın sonunda atardı" sözünden maksat nedir?' diye sordum. Zeyneb:

Cahiliyye döneminde kadın, kocası öldüğü zaman, küçük bir eve girer, en kötü elbiselerini giyer, bir yıl geçinceye kadar, koku ve hiçbir şey sürünmezdi. (Böyle ağır bir hapis hayatını tamamladıktan) sonra kadının yanına eşek yada koyun yada kuş türünden bir hayvan getirilirdi. Kadın (efsunlanır gibi kendisine getirilen) o hayvanı, vücuduna sürterdi. Kadının (böyle vücu­dunu sürte sürte ezdiği) hayvan genellikle ölürdü.

Sonra kadın, (o çirkin yerden) dışarıya çıkardı. Bu defa kadının eline, bir (deve) tezeği verilirdi. Kadın, onu (fırlatıp) atardı. (Bu törenden) sonra artık kadın, istediği kokuyu (sürünür) ve diğer (şeyleri) yapardı' diye cevap verdi.

İmam Mâlik'e: "Tataddu bihi" ne demektir?' diye soruldu. İmam Malik:

Kadın, (kendisine getirilen) o hayvanı vücuduna sürterdi' demektir, di­ye cevap verdi. [771]

Konu ile ilgili bir rivayette, Zeyneb şöyle der:

Ümmü Habîbe'nin bir yakını ölmüştü. Bunun üzerine Ümmü Habîbe, (içerisinde) "sufre" (denen sarı renkte) bir koku istedi. Sonra da onu kollarına sürdü. [772] Sonra da;

Ben, bunu ancak, Resulullah (s.a.v)'i:

Allah'a ve alı i ret gününe iman eden bir kadının, (kocasından başka bir ölü için) üç (gün ve üç gece)den fazla yas tutması helal de­ğildir. Yalnız kadının, kocasının ölümü üzerine dört ay on gün yas tutması müstesna! [773] derken işittiğim için yapıyorum' dedi,

Zeyneb, bu hadisi; annesi ile Peygamber (s.a.v)'in hanımı Zeyneb'den yada Peygamber (s.a.v)'in hanımlanndan birinden naklen rivayet etmiştir.[774]

Bu hadisfin bu şekildeki memin)i; Buhârî, Müslim, Ebu Dâvud ile Nesâî rivayet etmiştir.

Yine Buhârî ile Müslim, bu hadisi, Humeyd b. Nâfi'den, o da Zeyneb yoluyla Zeyneb'in annesi Ümmü Seleme'den naklen şöyle rivayet ermiştir:

Bir kadının kocası ölmüştü. (Kadının yakınları,) bu kadının gözlerinin (ağrımasından) endişe ettiler. Resulullah (s.a.v)'e gelip kadının gözlerine sür­me çekme hususunda ondan izin istediler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v):

Gözüne sürme çekme! Sizden birisi, (cahiliye döneminde, koca­sı Öldüğünde) en kötü elbiseler içerisinde yada evinin en kötü yerinde (bir yıl) beklerdi. Bir yıl dolup (oradan) bir köpek geçtiğinde (bir hay­van) tezeği at (m ak suretiyle iddet döneminden çık)ardı. Dört ay on gün geçinceye kadar (sakın gözüne sürme çekmesin) buyurdu.[775]

Buhârî, bu hadise şu ilaveyi yapmıştır:

Humeyd der ki: Zeyneb bint. Ümmü Seleme'nin, Ümmü Habîbe'den naklen şöyle haber verdiğini işittim:

Allah'a ve ahiret gününe iman eden Müslüman bîr kadının, (koca­sından başka bir ölü için) üç gün (ve üç gece)den fazla yas tutması he­lal değildir. Yalnız kadının, kocasının ölümü üzerine dört ay on gün yas tutması müstesna! [776]

Yine Buhârî ile Müslim'in bir rivayetinde, Zeyneb şöyle der:

Ümmü Habîbe, babasının ölüm haberi gelince, (yas tutmasının üçüncü gününde) bir koku istedi. Bu kokuyu, kollarına sürdü. Sonra da:

Benim güzel (koku sürünmeye) ihtiyacım yok. Fakat ben, Resulullah (s.a.v)'i:

Allah'a ve ahiret gününe iman eden bir kadının,  (kocasından başka) bir ölü için üç (gün ve üç gece) den fazla yas tutması helal de­ğildir. Yalnız kadının, kocasının ölümü üzerine dört ay on gün yas tut­ması müstesna!1 derken işittim. [777]

Yine Buhârî ile Müslim'in konu ile ilgili başka bir rivayeti şu şekildedir:

Şam'dan Ebu Süfyân'ın ölüm haberi Medine'ye geldiğinin üçüncü günü (Ebu Süfyân'ın kızı olan) Ümmü Habîbe sufre" (denen san renkte bir koku) istedi. Bu kokuyu, yanaklarına ve kollarına sürdü. Sonra da:

Doğrusu ben, bu kokuyu (sürünmeye) muhtaç değilim. Fakat ben, Peygamber (s.a.v)'i:

Allah'a ve ahiret gününe iman eden bir kadının, (kocasından başka) bir ölü için üç (gün ve üç gece)den fazla yas tutması helal de­ğildir. Yalnız kadının, kocasının Ölümü üzerine dört ay on gün yas tut­ması müstesna!' derken işittim. [778]

Tirmizî ise, ilk (baştaki) rivayeti; yılın sonunda" ifadesine kadar nakletmiş, fakat Humeyd'in "(Deve) tezeğini atma" ile ilgili Zeyneb'e sorduğu soruya yer vermemiştir. [779]

Nesâî ise sadece Ümmü Habîbe hadisi ile Ümmü Seleme hadisini [780] ri­vayet etmiş, fakat konu ile ilgili olaya yer vermemiştir.

Yine Nesâî, Buhârî ile Müslim'in Ümmü Seleme'den naklettikleri rivayeti de nakletmiştir. [781]

Yine Nesâî'nİn konu ile ilgili bir başka rivayeti şu şekildedir:

Bir kadın, kocasının ölümü üzerine ölüm iddeti esnasında sürme çekip çekemeyeceğini, Ümmü Seleme ile Ümmü Habîbe'ye sormuştu. Bunun üze­rine (Ümmü Seleme yada Ümmü Habîbe):

Peygamber (s.a.v)'e bir kadın gelip bu hususu ona sormuştu. Peygam­ber fs.a.v):

Sizden birisi, cahiliye döneminde, kocası öldüğünde bir yıl (evinde) kalır, sonra arkasına (deve) tezeğini arkasına doğru atıp (böy­lece) yastan çıkardı. (Artık kadın için) iddet süresi, sadece dört ay on gündür. (İddet) süresi geçinceye kadar (sakın gözüne sürme çekme­sin)!1 buyurdu. [782]

Yine Nesâî'nin konu ile ilgili Ümmü Seleme'den naklen yaptığı bir diğer rivayeti ise şu şekildedir:

Kureyş'ten bir kadın, Resulullah (s.a.v)'e gelip ona:

Ey Allah'ın resulü! Kızımın gözü ağrıyor. (Gözüne) sürme çekebilir mi­yim?' dedi. Çünkü kızının kocası ölmüştü. Resulullah (s.a.v):

(Ölüm iddeti olarak,) dört ay on gün bekleyecek!' buyurdu. Daha son­ra kadın:

Gözlerinin bozulmasından korkuyorum' dedi. Resulullah (s.a.v):

Hayır! Dört ay on gün (bekledikten sonra sürme çekebilir). Çün­kü sizden birisi, cahiliye döneminde, kocasının (ölümü üzerine) bir yıl yas tutardı. Bir yılın sonunda (deve) tezeğini (arkasına doğru) atıp (böylece) yastan çıkardı. [783]

Yine Nesâî'nin, Ümmü Seleme'den, buna benzer başka kısa rivayetleri de nakletmiştir.[784]

 

4. Kocası Ölen Ve Hamile Olan Kadının İddetî

 

178. Ümmü Seleme (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:

Buharı, bu hadisi, Zeyneb bint. Ebi Seleme yoluyla Peygamber (s.a.v)'in hanım olan annesi Ümmü Seleme'den [785] (şu şekilde) nakletmiştir:

"Eşlem kabilesinden Sübey'a adından bir kadın, (Mekke'den hicret etmesinin ardından Mekke'de ölen) kocası (Sa'd ibn Havle) nin nikahı altında idi. Kocası öldüğü zaman, kadın gebe idi. (Kadın çocuğunu do­ğurunca,) Ebu's-Senâbil ibn Ba'kek  (adından birisi) bu kadınla ev­lenmek istedi. Kadın, bu adamla nikahlanmayı kabul etmedi. Ebıı's-Senâbîl, (kadının, başka isteyenleri için) süslendiğini görünce, (kadı­na):

Vallahi, sen, iki müddetin sonuncu (zun) olanını iddet bekle­medikçe, o kimseyle evlenmen uygun olmaz' dedi.

Kadın, (çocuğu doğurmasının ardından) on geceye yakın (daha id­det) bekledi. Sonra Peygamber (s.a.v)'e gelip (artık evlenip evleneme­yeceğini) sordu. Peygamber (s.a.v), ona:

(Çocuğu doğurman sebebiyle artık bir başkasıyla) evlenebilirsin' buyurdu. [786]

Müslim ise bu hadisi, Süleyman ibn Yesâr yoluyla şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Seleme ibn Abdurrahman ile Abdullah ibn Abbâs, Ebu Hureyre'nin yanında bir araya gelip, kocasının ölümünden birkaç gün sonra nifas gören kadının (iddetinin ne zaman bittiği hususunda) müzakere ediyorlardı.[787]

Abdullah ibn Abbâs: 'Bu kadının iddeti, iki müddetinin uzun olanı­dır [788] dedi.

Ebu Seleme ise: '(Çocuğu doğurmakla) kadın(ın bir başkasıyla ev­lenmesi) helal olmuştur [789] dedi.

Derken bu konuda tartışmaya başladılar.

(Hadisin ravisi) der ki: Bunun üzerine Ebu Hureyre, Ebu Seleme'yi kast ederek: 'Ben, (bu meselede) kardeşim oğlu ile aynı (görüşte)yim' dedi.

Daha sonra Abdullah ibn Abbâs'ın azadlısı Küreyb'i, bu meseleyi sor­ması için Ümmü Seleme'ye gönderdiler. Küreyb, (Ümmü Seleme'nin yanına gidip bu meselenin hükmünü sordu, sonrada geri dönüp) geldi. Onlara, Üm­mü Seleme'nin şöyle dediğini haber verdi:

Sübey'a el-Eslemî, [790] kocasının ölümünden [791] birkaç gün sonra nifas gördü. Bunu, Resulullah (s.a.v)'e bildirdi. Resulullah (s.a.v)'de, ona, evlen­mesini [792] emretti. [793]

Yine Müslim'in konu ile ilgili bir rivayeti şu şekildedir:

Abdullah ibn Abbâs ile Ebu Hureyre'ye, kocası ölen hamile kadının id­deti soruldu.

Abdullah ibn Abbâs: '(Kadın,) iki müddeti (ölüm iddeti ile hamile­lik iddeti)nin uzun olanı kadar (iddet bekler)' dedi.

Ebu Hureyre: 'Çocuğunu doğurunca, (iddet biter. Başka bir erkekle evlenmesi) helal olur' dedi.

Bunun üzerine Ebu Seleme ibn Abdurrahman, Peygamber (s.a.v)'in ha­nımı Ümmü Seleme'nin yanına gidip bu meseleyi ona sordu. Ümmü Seleme:

Sübey'a el-Eslemî, kocası öldükten on beş gün sonra (çocuğunu) do­ğurdu. Onunla, biri genç ve diğeri de yaşlı iki kişi evlenmek istedi. Kadının gönlü, gence meyletti. Yaşlı:

Daha (iddetin) bitmedi' dedi.

Kadının ailesi, seyahatte idi. (Kadının ailesi seyahattan) dönünce, yaşlı adam, (diğerinden önce davranarak) kadını kendisine vermelerini onlardan rica etti. Bunun üzerine kadın, Resulullah (s.a.v)'e gel(ip durumu ona bil-dir)di. Resulullah (s.a.v), ona:

(İddetin bitti. Artık bir başkasıyla evlenmen) helal oldu. İstedi­ğin kimseyle evlen1 buyurdu."

Tirmizî'nin konu ile ilgili rivayeti ise, Müslim'in rivayetine benzer olup rivayetin içerisinde Sübey'a el-Eslemî, kocasının ölümünden kısa bir müddet sonra (çocuğunu) do­ğurdu" ifadesi yer almaktadır.[794]

Nesâî ise, bu hadisi, Müslim ile Buhârî'nin rivayetine (benzer bir şekilde) rivayet edip rivayetin içerisinde, a£J Yirmi güne yakın (bek­ledi)" ifadesi yer almaktadır. [795]

Yine Nesâî'nin konu ile ilgili başka bir rivayetinde, Ebu Seleme şöyle der:

Ebu Hureyre ile Abdullah ibn Abbâs, (hamile iken) kocası ölen kadının, çocuk doğurduktan sonra hemen evlenip evlenemeyeceği hususunda ihtilafa düştüler.

Ebu Hureyre: 'Evlenir' dedi.

Abdullah ibn Abbâs: '(Ayette belirtilen) iki iddeti (ölüm iddeti ile hamilelik iddetini)n uzun olanı kadar (iddet bekler)' dedi.

Bunun üzerine Ümmü Seleme'ye haber gönder(ip bu meseleyi ona sor)dular. Ümmü Seleme şöyle dedi:

Sübey'a'nın kocası ölmüştü. Sübey'a, kocasının ölümünden yarım ay (-on beş gün) sonra (çocuğunu) doğurdu. Bunun üzerine Sübey'a ile iki kişi evlenmek istedi. O da, onlardan bir tanesini kendisine seçti. (Diğer adam ve kadının yakınları), kadının (ellerinden) gitmesinden endişe ederek:

Doğrusu sen helal olmazsın (=evlenemezsin)' dediler. Sübey'a derki:

Bunun üzerine Resulullah (s.a.v)'e gittim (Durumu ona anlattım.) Resulullah (s.a.v):

 (Çocuğu doğurman sebebiyle bir başkasıyla evlenmen artık) he­lal oldu. İstediğinle evlen buyurdu. [796]

Yine Nesâî'nin konu ile ilgili diğer bir rivayetinde, Ebu Seleme şöyle der:

Abdullah ibn Abbâs'a, kocasının ölümünden yirmi gün sonra çocuk do­ğuran bir kadın hakkında:

(Bu kadının hemen) evlenmesi doğru olur mu?' diye soruldu. Ab­dullah ibn Abbâs:

Hayır, iki iddetin (ölüm iddeti ile hamilelik îddetinîn) uzun olanı kadar (iddet bekler)' dedi.

Ebu Seleme der ki:

Ben, Yüce Allah, "Hamile kadınların iddetleri, doğurmalanyla biter [797] buyuruyor' dedim. Abdullah ibn Abbâs:

O, boşanma sonucu olan ayrılmalar için geçerlidir' dedi. Ebu Hureyre'de, Ebu Seleme'yi kast ederek:

Ben de, kardeşim oğlu ile aynı (görüşte) yi m1 dedi.

Bunun üzerine Abdullah ibn Abbâs, kölesi Kureyb'i gönderip ona:

Ümmü  Seleme'ye git!  Ona;  acaba böyle bir şey,  Resulullah (s.a.v)'in sünnetinde var mı?' diye sor' dedi.

Kureyb, (Ümmü Seleme'nin yanına gidip bu meselenin hükmünü sordu, sonrada geri dönüp) geldi.

Kureyb der ki: Ümmü Seleme:

Yine Nesâî'nin konu ile ilgili başka bir rivayetinde, Ebu Seleme şöyle

Ebu Hureyre ile Abdullah ibn Abbâs, (hamile iken) kocası ölen kadının, çocuk doğurduktan sonra hemen evlenip evlenemeyeceği hususunda ihtilafa düştüler.

Ebu Hureyre: 'Evlenir' dedi.

Abdullah ibn Abbâs: '(Ayette belirtilen) iki iddeti (ölüm iddeti ile hamilelik iddetini)n uzun olanı kadar (iddet bekler)' dedi.

Bunun üzerine Ümmü Seleme'ye haber gönder(ip bu meseleyi ona sor)dular. Ümmü Seleme şöyle dedi:

Sübey'a'nın kocası ölmüştü. Sübey'a, kocasının ölümünden yarım ay (on beş gün) sonra (çocuğunu) doğurdu. Bunun üzerine Sübey'a ile iki kişi evlenmek istedi. 0 da, onlardan bir tanesini kendisine seçti. (Diğer adam ve kadının yakınları), kadının (ellerinden) gitmesinden endişe ederek:

Doğrusu sen helal olmazsın (evlenemezsin)' dediler. Sübey'a derki:

Bunun üzerine Resulullah (s.a.v)'e gittim (Durumu ona anlattım.) Resu­lullah (s.a.v):

(Çocuğu doğurman sebebiyle bir başkasıyla evlenmen artık) he­lal oldu. İstediğinle evlen' buyurdu.

Yine Nesâî'nin konu ile ilgili diğer bir rivayetinde, Ebu Seleme şöyle der:

Evet! Sübey'a el-Eslemî, kocasının Ölümünden yirmi 9ün sonra (çocuğunu) doğurdu. Resulullah (s.a.v), ona evlenmesini emretti. Sü­bey'a ile evlenmek isteyenler arasında Ebu's-Senâbil'de vardı' dedi.[798]

Yine Nesâî'nin konu ile ilgili başka bir rivayeti şu şekildedir:

Ebu Hureyre, Abdullah ibn Abbâs ile Ebu Seleme ibn Abdurrahman, kocası öldüğünde, çocuğunu doğuran bir kadının iddet müddeti konusunda müzakerede bulunuyorlardı. Abdullah ibn Abbâs:

İki iddetin uzun olanı kadar (iddet bekler)1 dedi. Ebu Seleme:

Hayır! Çocuğunu doğurduğunda, (bir başkasıyla) evlenmesi he­laldir1 dedi. Ebu Hureyre, (Ebu Seleme'yi kastederek):

Ben de, kardeşim oğlu ile aynı (görüşte)yim' dedi.

Bunun üzerine Resulullah (s.a.v)'in hanımı Ümmü Seleme'ye (bir adam) gönderfip ona bu meseleyi sord)ular. Ümmü Seleme:

Sübey'a el-Eslemî, kocasının ölümünden kısa bir müddet sonra (çocuğunu) doğurdu. Resulullah (s.a.v)'e, (hemen evlenip evi en enleye­ceğinin) fetvasını sordu. Resulullah (s.a.v)'de, ona, evlenmesini emret­ti'dedi. [799]

Yine Nesâî'nin kısa bir şekilde naklettiği bir rivayette, Ümmü Seleme şöyle der:

Sübey'a, kocasının ölümünden birkaç gün sonra (çocuğunu) doğurdu. Resulullah (s.a.v), ona, evlenmesini emretti. [800]

 

5. Üç Talakla Boşanan Bir Kadının, Başka Bir Kocayla Evlenmedikçe Ve (Yeni) Kocası Onunla Cinsel İlişkide Bulunmadıkça, Boşayan Kocasına Helal Olmaması

 

179. Hz. Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:

Adamın biri, hanımını, üç talakla boşamıştı. Kadın da, (bir başka­sıyla) evlendi. (Daha sonra) adam, bu kadını (cinsel ilişkide bulunma­dan geri) boşadı. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v)'e; eski eşinin, bu kadınla tekrar evlenip evlenemeyeceği soruldu. Peygamber (s.a.v):

Hayır! İkinci kocası onun balçığından, birincinin tattığı gibi tat-madıkça onunla evlen em ez buyurdu.[801] (Birinci rivayet)

Yine konu ile ilgili bir rivayette, Hz. Aişe şöyle der:

Bir adam, hanımını, (üç talakla) boşamıştı. Kadın da, bir başka erkekle evlendi. (İkinci kocası,) kadını (cinsel ilişkide bulunmadan geri) boşadı. (Çün­kü ikinci kocanın erkeklik aleti, elbisenin) saçağı gibi sarkık idi. Bu nedenle de arzu etmekte olduğu cinsel ilişkiden hiçbir şey elde edemedi. Çok geçmeden kadını boşadı. Bunun üzerine kadın, Peygamber (s.a.v)'e gelip:

Ey Allah'ın resulü! Birinci kocam, beni (üç talakla) boşadı. Ben de, bir başka erkekle evlendim. (Bu ikinci kocam,) benimle gerdeğe girdi. Onun (erkeklik aleti,) ancak (elbisenin) saçağı gibi sarkık idi. Dolayısıyla da bana ancak bir defa yaklaşabildi. Fakat benden hiçbir şey elde edemedi. Şimdi ben, ilk kocama helal olur muyum?' diye sor­du. Resulullah (s.a.v):

İkinci kocan, senin balçığından, birincinin tattığı gibi tatmadık-ça, sen birinci kocana helal olmazsın' diye cevap verdi. [802] (İkinci riva­yet)

Yine konu ile ilgili başka bir rivayet ise şu şekildedir:

Rifâa el-Kurazî'nin hanımı, Resulullah (s.a.v)'e gelip:

Ben, Rifâa'nın (nikahı) altında idim. Beni (üç talakla) boşadı. Boşamayı da, (geri dönülmeyecek şekilde kesin) yaptı. Ben de, Abdur-rahman ibnü'z-Zübeyr ile evlendim. (Fakat) onun (erkeklik aleti,) elbi­senin saçağı gibi gevşek idi' dedi.

Bunun üzerine Resulullah (s.a.v) gülümseyerek:

Rifâa'ya geri dönmek mi istiyorsun? Hayır, sen ikinci kocanın balçığını ve o da senin balçığını tatmadıkça, (ilk kocana) geri döne­mezsin1 buyurdu. [803] (Üçüncü rivayet)

Konu ile ilgili bir rivayette ise, şu ilave yer almaktadır:

Ebu Bekr, (o sırada) Resulullah (s.a.v)'in yanında oturuyordu. Hâlid b. Saîd ibnü'I-As ise, (içeriye girmek için) kapıda kendisine izin verilmesini bek­liyordu. (Hâlid, kadının, kocasını küçük düşürücü açık ifadelerini işitince,) Ebu Bekr'e:

Ey Ebu Bekr! Bu kadının, Resulullah (s.a.v)'in yanında apaçık bir şekilde (neler konuştuğunu) işitmiyor musun?' dedi. [804]

Yine bununla ilgili diğer bir rivayet ise şu şekikdedir:

(Halid, Ebu Bekr'e:) 'Bu kadının, Resulullah (s.a.v)'in yanında apaçik bir şekilde konuşmaktan (niye) men etmiyorsun?' (dedi).

Resulullah (s.a.v) ise, gülümse metken [805] başka bir şey yapmadı. [806]

Yine bu rivayetin içerisinde şu ifade de yer almaktadır:

(Kadın:) Ey Allah'ın resulü! (Abdurrahman'ın erkeklik aleti,) an­cak (elbise) saçağı sarkık idi' (dedi).

Kadın, üstündeki elbiseden sarkan bir püskülü (elinde tutarak) sarkıklığı (Resulullah'a) gösterdi. [807]

Bir rivayette ise, Rifâa, o kadını, üç ta­lakın sonuna kadar boşadı" ifadesi yer almaktadır. [808]

Bu hadisfin bu şekildeki metinlerin)i, Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir. Ebu Dâvud ile Nesâî'de, ilk (baştaki) rivayeti nakletmiştir. [809]

Tirmizî ile Nesâî ise, (bu hadisin) üçüncü rivayetini "(İkinci kocan,) senin balcağızından tutmadıkça" ifadesine kadar naklet­miştir. [810]

Yine Nesâî, üçüncü rivayetin tamamını da nakletmiştir. [811]



[1] Cuma Namazı: Cuma İslam dininde çok önemli kabul edilen haftalık toplu ibadet günü­dür. Cuma gününün önemine ve haftalık toplu ibadet günü seçilmesinin anlamına ilişkin olarak Hz. Peygamber (s.a.v)'den bir çok hadis rivayet edilmektedir. Cuma günü için Perşembe günü aksamından başlamak üzere maddi ve manevi temizliğe her zamnakinden daha fazia önem vermek gerekir. Bunların başında boy abdesti almak geiir ki, Cuma günü boy abdesti almak, alimlerin çoğuna göre sünnet, bazılarına göre farzdır. Mümin, böyle değerli ve önemli bir günün manevi havasına girmeli, dua ve tevbesini bu günde saklı olup duâ ve tevbelerin kabul edileceği vakit olduğu bildirilen "icabet saati"ne denk düşürmeye çalışmalı, ayrıca Kur'an okumalı, tezekkür ve tefekkür etmeli, Resulullah'a salât ve selam getirmeli, samimi bir kalp ile yüce Allah'a duâ ve istiğ­farda bulunmalıdır.

Cuma namazı, farzı ayndır. Farz olduğu; kitap, sünnet ve İcma ile sabittir. Ayrıca gerek Cuma namazının fazileti, gerekse kuvvetli bir farz olduğu ve bu namazı özürsüz olaraka terk etmenin büyük günah sayıldığı konusunda sahih hadisler bulunmaktadır. Hz. Peygamberin, Cuma namazını, ilk defa hicret esnasında, Medine yakınlarındaki Ranuna vadisinde Salim b. Avf kabilesini ziyaretleri sırasında oradaki namazgahta kıldır­mış olduğu, alimîerce kabul edilmektedir. Öte yandan kaynaklarda, daha hicretten önce Es'ad b. Zürare'nin Medine'de Cuma namazı kıldırdığı kaydedilmektedir. Bu durum kar­şısında Cuma namazının ne zaman farz kılındığı hususunda iki farklı rivayet ve görüş or­taya çıkmıştır. Bunlardan birincisine göre, Cuma namazı, Mekke'de farz kılınmış olmakla birlikte müşriklerin baskıları yüzünden orada kılmamam ıştır. Diğer rivayete göre ise Cuma namazı, hicret esnasında farz kılınmış olup ilk cumayı, Hz. Peygamber, Ranuna vadisinde kildırmışhr. Bu rivayeti benimseyenlere göre, Es'ad b. Zürare'nin Cuma namazını kıldırma uygulaması, farz değil, nafile hükmü kapsamındadır, (ç)

[2] Cumhur, burada geçen "saat" kelimelerini, "zaman" manasında yorumlamışlardır. Ancak bu saatlerin ne zamandan itibaren başlayacağı hususunda görüş ayrılıkları vardır. Râfifye göre, burada geçen "saat" kelimesinden maksat; gece ve gündüzün zaman dilim­leri olan saatler değil, dereceleri tertibe koymak ue Önce gelenlerin, sonra gelenlerden daha çok fazilete nail olduklarını bildirmektedir, (ç)

[3] Buhârî, Cum'a 4, 12; Müslim, Cum'a 10 (850), 24-25 (850); Ebu Dâvud, Taharet 128 (351); Tirmizî, Cum'a 6 (499); Nesâî, Cum'a 13, 14; İbn Mâce, İkâme 82 (1092); Ahmed b. Hanbel, 2/460

[4] Buhârî, Cum'a 31, Bed'ü'l-halk 6

[5] Buhârî, Cum'a 31; Müslim, Cum'a 24 (850)

[6] Müslim, Cum'a 25 (850)

[7] Nesâî, İmame 59 

[8] Nesâî, Cum'a 13

[9] Bu hadisin rivayetleri arasında ufak-tefek bazı farklılıklar göze çarpmaktadır. Bununla birlikte hepsinin ittifak ettiği manaya göre; cumaya gelenlerin alacakları sevaplar, geliş sı­rasına göre farklıdır. Hatip minbere çıkınca, melekler, bu yazma işini bırakıp okunacak hutbeyi dinlemek üzere minberin yanına gelirler. Artık bu vakitten sonra gelenler, söz ko­nusu olan sevaplardan faydalanamazlar. Sadece Cuma namazına ait sevaplara nail olur­lar.

Camiye erken gelenlere verilen sevapların farklı oluşu, gelenlerin; namaz kılmak, Kur'an okumak, teşbih çekmek gibi ibadetleri daha çok yapacakları içindir, (ç)

[10] Nesâî, Cum'a 13

[11] Nesâî, Cum'a 13

[12] Buhârî, Cum'a 32, 33; Müslim, Cum'a 54-59 (875); Ebu Dâvud, Salât 229-231 (1115, 1116. 1117}; Tirmizî, Cum'a 15 (510); Nesâî, Cum'a 21, 27; İbn Mâce, İkâme 87 (1112, 1114); Ahmed b. Hanbel, 3/369, 380

[13] Buhârî, Cum'a 32; Müslim, Cum'a 54 (875)

[14] Bu hadis; imam hutbe okurken camiye gelen bir kimsenin iki rekat tahiyyerü'l-mescid (=mescidi selamlama) namazı kılması; Şâfıîferde göre müstehab, Hanefilerde ise esah olan görüşe göre tahrimen mekruhtur.

Hanelilerin bu konudaki delilleri şu şekildedir:-

1.  Süleyk'in camiye gelmesi, Hz. Peygamber (s.a.u)'in hutbeye başiamasından öncedir. Çünkü Nesâî, Süleyk Hadisi için özel bir bab açmış ve bu babı, "Hutbeden önce namaz" diye isimlendirmiştir. Sonra da Ebu Zübeyr yoluyla Câbir'den şu hadisi nakletmiştir: "Resulullah (s.a.v) Süleyk el-Gatafânî çıka gelmişti. Süleyk, (hiçbir) namaz kılmadan (ye­re) oturdu. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v), (ona):

İki rekat namaz kıldın mı?1 diye sordu. Süleyk:

Hayır!' diye cevap verdi. Resulullah (s.a.v):

Kalk, iki rekat namaz kıl1 buyurdu."

Yine bu hadisi, Müslim'de, Cum'a 58 (875)'da rivayet etmiştir.

2.  Süleyk mescide geldiğinde üstü başı yırtıktı. Resulullah (s.a.v}, onun bu hafini görsün­ler de yardım etsinler diye cemaate göstermek İçin onun namaz kılmasını emretmişti. Do­layısıyla bu olay, genel bir durum olmayıp özel bir durumdur.

3. Bu olay, namazda konuşmanın caiz olması nesh edilmeden Önce meydana gelmiştir. Namazda konuşma nesh edilince, hutbe esnasında konuşma da nesh edilmiştir. Çünkü hutbe, Cuma namazının yarısı yada şartıdır.

Tahavî (ö. 321/933) der ki: Cuma günü imam hutbe okurken yanmdakine "sus" diyen kimsenin boş laf ettiğine dair Resulullah (s.a.v)'den gelen rivayetler tevatür derecesine ulaşmıştır. İnsanın, yanındakine "sus" demesi, boş laf olunca, imamın cemaate, "kalk, namaz kıl" demesi de aynı şekilde boş laf olur. Bu da gösteriyor ki, Resulullah (s.a.v)'in, Süleyk'e: "Namaz kıl" buyurduğu olay, hutbe anında konuşma yasaklanmadan önce ol­muştur. 0 zaman ki hüküm ile konuşmanın boş laf olduğu zamanki hüküm birbirine mu­haliftir, (ç)

[15] MüsÜm, Cum'a 55 (875)

[16] Müslim, Cum'a 57 (875}

[17] Müslim, Cum'a 58 (875)

[18] Müslim, Cum'a 59 (875)

[19] Müslim, Cum'a 59 (875)

[20] Ebu Dâvud, Salât 229-231 (1117)

[21] Ebu Dâvud, Salât 229-231 (1115); Müslim, Cum'a 54-56 (875)

[22] Ebu Dâvud, Salât 229-231 (1116)

[23] Müslümanların, birisi Ramazân'dan sonra "Fıtr Bayramı" ve diğeri de Zİlhicce'nin 10. gü­nü başlayan "Kurban Bayramı" olmak üzere iki bayramı vardır.

Bu bayramlarda kılman özel bir namaz vardır. Bu namazın meşruiyetinde bütün alimler grüş birliğine varmış olmakla birlikte, hükmünde ihtilaf etmişlerdir.

Bayram namazları; Hanbeliiere göre farz-ı kifaye, Hanefilere göre vacip, diğer alimlere göre ise sünnettir.

Vacib oluşuna kail olan Hanefilere göre; kendisine Cuma namazı olanlara bayram na­mazı vaciptir. Eda yönünden Cuma ve Bayram namazları arasında bir benerlik mevcut­tur. Her ikisi de cemaatle kılınır. Her ikisi de ikişer rekattir ve hutbeleri vardır. Ancak cu­manın hutbesi, Hanefilere göre vacip olup namazdan önce hutbe verilir. Bayram namaz­larının hutbeleri ise, sünnet olup namazdan sonra hutbe okunur. Cuma namazından fark­lı olarak Bayram namazlarında "zaid tekbirler" vardır. Bu namazın kılmış şekli, ilmihal ve fıkıh kitaplarında mevcuttur, (ç)

[24] Buhârî, İydeyn 15, 20; Müslim, İydeyn 10-12 (890); Ebu Dâvud, Salât 238-241 (1136, 1137, 1138, 1139); Tirmİzî, Cum'a 36 (539, 540); Nesâî, İydeyn 3, 4; İbn Mâce, İkâme 165 (1307, 1308); Ahmed b. Hanbei, 5/84, 85

[25] Buhârî, Salât 21

[26] Buhârî, Salât 2

[27] Buhârî, Salât 12

[28] Müslim, İydeyn 11 (890)

[29] Buhârî, İydeyn 20

[30] Müslim, İydeyn 12 (890)

[31] Seldiği halde henüz evlenmemiş kız manalarında kullanıldığı belirtilir, (ç)

[32] Perde ehli genç kızlar"dan maksat; evin bir köşesinde bakire kızlar için perdelerle ay­rılmış bölüme denir, (ç)

[33] Konu ile ilgili tüm hadisler, genç-ihtiyar, evli-bekar, hayız ve temiz farkı gözetmeden bü­tün kadınların bayram namazına çıkmalarının meşru olduğunu göstermektedir. Ancak ha-yıziı olanlar, namaz kılmazlar. Yalnız bu cevazın, fitne korkusu olmaması şartıyla kayıtlı olması gerekir, (ç)

[34] Hayızlı kadınların, cemaate katılıp namaz dışındaki Duâ ve tekbir gibi ibadetlere katıl­maları tavsiye edilmektedir. Ayrıca kadınların bayram namazlarına gitmelerinin meşru ol­duğu anlaşılmaktadır, (ç)

[35] Bu soruyu soran kadının, Ümmü Atiyye olduğu belirtilmektedir, (ç)

[36] Tirmızı>Cuma36(539)

[37] Ebu Dâvud'Salât 238-241 (1136} 

[38] Ebu Dâvud'Salât 238-241 (1137} 

[39] Ebu Dâvud'Salât 238-241 (1138} 

[40] Ebu Dâvud, Salât238-241 (1139)

[41] NesâUydeyn 3

[42] Buhârî, İydeyn S, 16, 18; Müslim, 1-2 (884); Ebu Dâvud, Salât 247-250 (1159); Timıizî, Cum'a 35 (537); Nesâî, İydeyn 29; İbn Mâce, İkâme 155 (1273); Ahmed b. Hanbel, 1/280, 340, 355

[43] Buhârî, Ubâs 56

[44] Hadis, bayram namazından önce ve sonra sünnet bir namazın olmadığını gösterir. Yalnız alimler, bunda ittifak etmekle birlikte mutlak manada nafile kılmanın caiz olup olmadığı konusunda ihtilaf etmişlerdir.

Abdullah ibn Abbâs, Abdullah ibn Mes'ud, Ömer, Ali, Abdullah ibn Ömer, Câbİr, Huzey-fe gibi sahabeler ve Mesrûk, Kasım, Salim, İmam Ahmed gibi alimlere göre ise; bayram namazından önce ve sonra nafile namaz kılmanın mekruh olduğunu belirtmişlerdir. Irâkî (ö. 805/1402)'nin belirttiğine göre ise; Enes, Büreyde, Râfi' b. Hadîc, Sehl b. Sa'd gibi sahabeler ve ibrahim en-Nehâî, Said b. Cübeyr, Hasen el-Basrî, Said ibnü'I-Müseyyeb gibi alimler, bayram namazından önce ve sonra nafile namaz kılmanın caiz ol­duğu görüşündedirler.

Bazıları ise namazdan önce kılınan nafile ile sonra kılınanın arasını ayırmışlar; her birini ayrı ayrı hükümler altında ele almışlardır. Bu görüşte olanlar ise; İbnü'l-Münzîr, Mücahid, Sevrı gibi alimlerdir.

Basralılar ise fam aksine namazdan önce kılmanın caiz, sonra kılmanın İse caiz olmadığı görüşündedirler.

Hanefilere göre ise; musallada hem namazdan önce ve hem de sonra namaz kılmak mekruhtur. Evde İse, kılmakta bir beis yoktur. Hanefİler bu konuda, "Resulullah (s.a.v), bayram namazından önce bir şey kılmazdı. Evine döndüğü zaman ise iki rekat namaz kılardı" şeklinde Ebu Saîd el-Hudrîden gelen rivayete dayanmışlardır. Bu ihtilaflara sebep; Hz. Peygamber (s.a.v)'İn, "Biriniz mescide geldiği zaman iki rekat namaz kılsın" buyurmasına rağmen, kendisinin bayram namazına çıktığı zaman sadece İki rekat bayram namazı kılmakla yetinmesi, önce ve sonra buna bir şey ilave etmemesi­dir.

Ayrıca bayram namazının kendinden önce ve sonra nafile namaz kılmanın hükmü bakı­mından farz namazlara benzeyip benzememesi konusunda da tereddüt edilmiştir. Bayram namazını yukarıdaki manada sünnet namazlar gibi görüp "musallaya, mescid denilemez" diyenler, ne bayramdan önce ve ne de sonra nafile namaz kılmayı uygun görmemişlerdir. Bundan dolayı Mâliki mezhebinde bayramın camide kılınması halinde hükmün ne olacağında tereddüt edilmiştir.

İbn Rüşd (ö. 520/1126)'ün "Bidâyetü'l-Müctehid'deki ifadesine göre; musallaya, mescid adı verilir diyenler ve Resulullah (s.a.v)'in bayram güğnlerinde bayram namazından baş­ka bir namaz kılmayışını ruhsat kabul edenler, bayramdan önce nafile namaz kumayı müstehab görmüşlerdir. Bayram namazını, farz namazlara benzetenler ise, hem bayram­dan önce ve hem de bayramdan sonra nafile namaz kılmayı müstehab görmüşlerdir. Bazı alimler de, hayram namazından önce ve sonra nafile namaz kılmayı, mekruh ve müstehab değil de, mubah kabul etmişlerdir., (ç)

[45] Müslim, İydeyn 13 (884)

[46] Buhârî, İydeyn 8

[47] Tirmizî, Cum'a 35 (537); Nesâi, İydeyn 29

[48] Cenaze: Gömülmemiş ve gömülmeye hazırlanmış insan ölüsü. Ölüyü gömmek için yapı­lan tören ve işlemler.

İslâm bu tören ve işlemler ile ilgili olarak bazı emir ve nehiyler getirmiştir. Genellikle bun­lar sünnet ile sabit olan ve Hz. Peygamber (s.a.v) tarafından bizzat uygulanan ve bize ka­dar intikal eden hususlardır.

Ölüm, Allah'ın değişmez sünneti içerisinde doğal bir olaydır. İslam inancı bakımından ölüm, bir son olmayıp yeni bir hayatın başlangıcıdır. Mutlaka yaşanacak olan bu yeni ha­yat için insanın bu dünyada iken hazırlık yapması gerekir. Bunun için de, konu ile ilgili tavsiyeler dikkate alınıp onlara uygun davranışlar sergilenir. Bu emir ve tavsiyeler, bu ge­çici dünyanın en güze! şekilde yaşanmasını sağlamaya yeteceği gibi, gelecekteki hayat için de bir hazırlık teşkil edecek özelliktedir, (ç)

[49] Buhârî, Cenâiz 8, 12; Müslim. 36-43 (939); Ebu Dâvud, Cenâiz 28-29 (3142, 3143, 3144, 3145, 3146); Tirmizî, Cenâiz 15 (990); Nesâî, Cenâiz 28, 30, 31, 31, 32, 33, 34, 35, 36; İbn Mâce, Cenâiz 8 (1458, 1459); Ahmed b. Hanbel, 5/84, 6/407

[50] ResuluIIah (s.a.v)'in, cenazeyi; bir, üç, beş veya yedi defa, lüzum görüldüğü takdirde da­ha fazla yıkama emri, tek olmak kaydıyla yediden fazla yıkamanın müstehab olduğunu göstermektedir. Çünkü fazla yıkamak, daha fazla temizliğe sebep olur. (ç)

[51] Ölüye abdest aldırmanın hikmeti; onun Müslümanlığını bir defa daha ortaya koymak ve abdest organlarının ahirette daha çok parlamasını sağlamaktır, (ç)

[52] Buhârî, Cenâiz 9; Müslim, Cenâiz 39 (939)

[53] Ummü Atiyye, kadınların cenazelerini yıkamakla görevli bir kadındı. Ümmü Atiyye, Zey-neb'i yıkarken yanında Esma bint. Umeys ile Leylâ bint. Kanif vardı. B.k.z: Ebu Dâvud, Cenâiz (3157) (ç)

[54] Sidr: Arabistan kirazı denilen bir ağacın ismidir. îki çeşittir. Birinin yemişi, gayet güzeldir. ıo84   ^praâıVla ö[ü yıkanır. Sidr, ölünün kirini gidermek için sabun yerine kullanılırdı, (ç)

[55] Kafur: Cenazeyi yılarken suya katılan kokulu bir maddedir. Hindistan'da yetişen bir ağa­cın zamkından yapılır, (ç)

[56] Resulullah (s.a.v)'in, sırtındaki elbisesini vererek kızının vücuduna sarılmasını emir buyur­ması; asar-ı şerifesi ile teberrük olunmak içindir. Bunu, bütün işler bittikten sonra vermesi, elbise cesetten cesede geçerken araya fasıla girmemesi içindir. B.k.z: Ahmed Davudoglu, bahih-ı Müslim Terceme ve Şerhi, 5/169-170 (ç)

[57] Buhârî, Cenâiz 15

[58] Buhârî, Cenâiz 12

[59] Buhârî, Cenâiz 16

[60] Müslim, Cenâiz 41 (939)

[61] Her ne kadar İbn Mâce'nin rivayetinde, vefatı söz konusu edilen; Resulullah (s.a.v)'in kı­zından maksadın, Ümmü Gülsüm olduğu ifade ediliyorsa da, bu rivayette açıkça belirtil' digi üzere, hicretin 8. yılında ölen, Zeyneb'tir. Yalnız bu iki rivayet arasında bir çelişki yoktur.

Çünkü Abdilberr (ö. 463/1071)'in açıkça bir şekilde ifade ettiği gibi, konu ile ilgili bu ha­disleri rivayet eden Ümmü Atiyye, hem Zeyneb'in ve hem de Ümmü Gülsüm'ün cenaze­lerini yıkamış ve her ikisinin de cenazesini yıkarken Hz Peygamber (s.a.v) onun yanına gelmiş olabilir. Bu bakımdan İbn Mâce'nin rivayetinde anlatlan olay ile konumuzu teşkil eden olay, iki ayrı olaydır, (ç)

[62] Müslim, Cenâiz 40 (939)

[63] Tirmizî, Cenâiz 15 (990)

[64] Tirmizî, Cenâiz 15 (990)

[65] Tirmizî Cenâiz 15 (990)

[66] Ebu Dâvud, Cenâiz 28-29 (3143)

[67] Ebu Dâvud, Cenâiz 28-29 (3146) 

[68] Nesâî, Cenâiz 32, 34

[69] Soruyu soran kişi, hadisin ravisi Hafsa'dır.  Nesâî Cenâi 30

[70] Nesâî, Cenâiz 30

[71] Nesâî, Cenâiz 34

[72] Nesâî, Cenâiz 32

[73] Nesâî, Cenâiz 36

[74] Buhârî, İmân 35, Cenâiz 58, 59; Müslim, Cenâiz 52-57 (945); Ebu Dâvud, Cenâiz 40-41 (3168, 3169); Tirmizî, Cenâiz 49 (1040); Nesâî, Cenâiz 79; İbn Mâce, Cenâiz 34 (1539); Ahmed b. Hanbel, 2/401

[75] Buhârî, Cenâiz 57; Müslim, Cenâiz 52 (945)

[76] Bir müslümanın cenazesi, Allah katında çok muhteremdir. Vefat ettiği andan itibaren defnediiinceye kadar, cenazeye gerekli hizmetlerde bulunmak çok faziletlidir. Yüce Allah­'ın, cenazeye hizmet edenlere bol sevap vaat etmesi, asında cenazeye olan falu ihsanının büyüklüğünü gösterir, (ç)

[77] Müslim, Cenâiz 52 (945)

[78] Kırat: Kelime olarak "denk"in yarısıdır. Burada "nasip" anlamında kullanılmıştır. Ölçü olarak kullanılan "Kıraf'ın, az ve küçük değil, Allah katında daha büyük bir mükafat oldu­ğunu ifade etmek için "iki büyük dağ gibi" ve başka bir rivayette ise "Uhud dağ' gibi" ifadeler kullanılmıştır. Dolayısıyla burada verilecek mükafatın büyüklüğü anlatılmak İste­nilmektedir, (ç)

[79] Müslim, Cenâiz 55 (945)

[80] Müslim, Cenâiz 52 (945)

[81] Müslim, Cenâiz 52 (945)

[82] Müslim, Cenâiz 52 (945)

[83] Müslim, Cenâiz 52 (945)

[84] BuhârÜmân35

[85] Müslim, Cenâiz 53 (945)

[86] Müslim, Cenâiz 53 (945)

[87] Ebu Dâvud, Cenâiz 40-41 (3169)

[88] Nesâî, Cenâi2 79

[89] Buhârî, Cenâiz 4, 55, 61; Müslim, Cenâiz 62-63 (951); Ebu Dâvud, Cenâiz 56-58 (3204); Timıizî, Cenâiz 37 (1022); Nesâî, Cenâiz 76; İbn Mâce, Cenâiz 33 (1534); Ah-med b. Hanbel, 2/290, 381, 399

[90] Buhârî, Cenâiz 65

[91] Buhârî, Cenâiz 61; Müslim, Cenâiz 63 (951); Nesâî, Cenâiz 27, 103

[92] Buhârî, Cenâiz 19, 24, 25, 94; Müslim, Cenâiz 45-47 (941); Ebu Dâvud, Cenâiz 29-30 (3151); Tirmizî, Cenâiz 20 (996); Nesâî, Cenâiz 39; İbn Mâce, Cenâiz 11 (1469); Ahmed b. Hanbei, 6/40, 93, 118, 132

[93] Buhârî, Cenâiz 19, 24, 25; Müslim, Cenâiz 45 (941)

[94] Müslim, Cenâiz 45 (941)

[95] Müslim, Cenâiz 45 (941)

[96] Sehûliyye": Yemen'de dokunan beyaz bez parçasına denir. Sehûl İse Yemen'de kumaş dokunan bir nahiyenin adıdır, (ç)

[97] Müslim, Cenâiz 47 (941)

[98] HiberaTİ: Pamuktan yada ketenden yapılmış çizgili Yemen kumaşlarına verilen bir isim­dir. Müslim'de geçen rivayete göre; bu kumaş, Abdullah ibn Ebi Bekr'in kendisine kefen yapmak üzere aldığı bir kumaştır. Bu kumaş, ilk önce Hz. Peygamber (s.a.v)'in cesedinin üzerine örtülmüş, daha sonra bu kumaşın kefen olmaya müsait olmamasından dolayı vü­cudundan kaldırılmış ve vücudu, üç adet pamuklu Yemen kumaşı içerisine sarılmıştır, (ç) 

[99] Hz. Peygamber (s.a.v)'in kefenin teşkil eden bez kumaşların sayısı ve özellikleri, çeşitli rivayetlerde farklı anlatılmıştır. Ancak bu rivayetlerin çoğunda fark sadece kelimelere ait­tir. Bir rivayette, kefenin; "Hibera" yada "Sehûliyye" denilen Yemen kumaşı olduğu belir­tilirken, Ebu Davud'un bir rivayetinde bunun sadece bir Yemen kumaşı olduğu kay­dedilirken, başka rivayette ise bunun Necrân kumaşı olduğu ve yine başka bir rivayette Resulullah (s.a.v)'in iki kumaştan meydana gelmiş bir elbise İçerisinde kefenlendiği de söylenmiştir.

Tirmizî, bu farklı rivayetler hakkında: "Peygamber (s.a.v)'in kefeni hakkında çeşitli ri­vayetler gelmiş ve Aişe'nin rivayet ettiği hadis bu konuda rivayet edişlen hadislerin en sa­hihidir" diyerek en başta mealini sunduğumuz hadisin bu konudaki hadislerin en sahihi olduğunu belirtmiştir.

ibn Sa'd (ö. 230/844)'m "Tabakâf'ında, Resulullah (s.a.v)'in kefenlendiği üç parça bezin adı; Lifâfe, İz'ar ve Ridâ olarak nakledilmiştir.

Cumhur, bu rivayeti; "ölünün kefenlendiği bezler içerisinde sarık ve kamîs, mutlak mana­da yoktur" şeklinde anlamaktadırlar.

İmam Mâlik, Ebu Hanîfe ve onlara tabi olan kimseler ise bu hadisi hüccet kabul ederek kefenlemede sarık ve kamîs kullanmanın müstehab olduğunu belirtmişlerdir. Bunlar, ha­disteki, "sarık ve kamîs yoktu" sözünü, Resulullah (s.a.v)'in kefenlendiği üç parça kumaş içerisinde "sarık ve kamîs (-gömlek) yoktu" şeklinde anlamaktadırlar. Ayrıca Hanefıler, bu konudaki delili; Ebu Dâvud, Cenâiz 29-30 (3153}'de Abdullah ibn Abbâs'tan naklen, "Resuluİlah (s.a.v) vefat ederken üzerinde bulunan gömlekle kefenlendi" hadisi ile İbn Adiyy (ö. 365/975)'in "el-Kâmil" adii eserinde Cabir b. Semure'den aynı mealdeki hadistir.

Kamîs: Yakasız, yensiz, etrafı dikiş île bastırılmamış, göğüs tarafı açılmamış gömlek de­mektir, (ç)

[100] Buhârî, Libas 18; Müslim, Cenâiz 48 (942)

[101] Nesâî, Cenâiz 39

[102] Tirmizî, Cenâiz (996}

[103] Ebu Dâvud, Cenâiz 29-30 (3152); Nesâî, Cenâiz 39

[104] Hz. Peygamber (s.a.v), vefat edince, vücudunun, gözlerden korunması için üzeri "Hibera" denilen kumaşla örtülmüştü. Bu kumaşın sonradan üzerinden kaldırılmasının hikmeti; bu kumaşın, ona kefen yapmaya müsait olmayışıdır.

Hanefi alimlerinden Aynî (Ö. 855/1451)'ye göre; bu kumaş, Hz. Peygamber (s.a.v) yıkan­dıktan sonra vücudunu kurutmak için örtülmüştü. Hz. Peygamber (s.a.v)'in mübarek vü­cudu, kuruduktan sonra bu kumaş kaldırılmış ve üç beyaz kumaştan meydana gelen kefe­nine kondu.

[105] Ebu Dâvud, Cenâiz 29-30 (3149)

[106] Ebu Dâvud, Cenâiz 29-30 (3151)

[107] Buhârî, Cenâiz 18, 19; Müslim, Cenâiz 45, 46

[108] Nesâî, Cenâiz 39

[109] Buhârî, Cenâiz 33; Müslim, Cenâiz 25 (931); Ebu Dâvud, Cenâiz 24-25 (3122, 3129); Tirmizî, Cenâiz 25 (1004); Nesâî, Cenâiz 15; İbn Mâce, Cenâiz 54 (1595); Ahmed b. Hanbel, 6/138, 209

[110] Tirmizî, Cenâiz 25 (1004)

[111] Bu hadisin zahirine göre; ölü, aile halkının ve çevrede bulunan kimselerin ağlamasından dolayı azab görür. Sahabelerden, tabiundan ve etbau't-tabiinden bir grup bu görüştedir. Daha sonraki alimlerin büyük çoğunluğu, bu hadisin manasını tevil yoluna gitmişler. Fa­kat hadisin tevili konusunda ihtilafa düşmüşlerdir.

Şâfiîlerden Müzeni {ö. 264/878), Nevevî (ö. 676/1277) ile Hanefilerden Ebu Leys es-Semerkandrye göre; sağlığında, ölünce kendisi İçin ağlanmasını vasiyet eden bir kimse, aile halkının ağlamasından dolayı azab görür. Fakat sağlığında böyle bir vasiyette bulun­mayan kimseler, öldükten sonra yakınlarının ağlamasından dolayı azab görmezler. Nite­kim "Hiçbir günahkar, başkasının günahını çekmez" (İsrâ: 17/15) ayeti de buna dela­let etmektedir.

Davud ez-Zâhirî (ö. 270/884) ile bir grup alim, "ölü sağlığında aile halkını ölüye yüksek sesle ağlamaktan yasaklamayı ihmal etmediği için kendisi ölünce onların ağlamasından dolayı azab görür" demişlerdir.

Hafız İbn Hacer (ö._ 852/1447) bu görüşlerin arasını şöyle birleştirir: Bu mesele, şahısların durumuna göre değişir. Adeti ölüm karşısında feryadu figan etmek olan bir kimse, ölün­ce, yakınlarının ağlamaları için vasiyet etmişse, o kimse, yakınlarının bu ağıdından dolayı azab gördüğü gibi zalim olan bir kimse de yakınlarının dünyadaki bu çirkin amellerini sa­ya saya ağlamalarından dolayı azab görür. Yine kendi ölümüne yakınlarının feryadu fi­gan ederek ağlayacaklarını bilen bir kimse, eğer sağlığında onları bu konuda ikaz etmeyi ihmal ederek ve onların bu hareketinden hoşlanarak ölürse, onların ağıtlarından dolayı azab görür. Fakat onları ikaz etmeyi ihmal etmiş olmakla beraber sağlığında onların bu hareketinden hoşlanmamışsa, azab görme. Fakat İhmalinden dolayı azarlanır. Onların bu hallerinden hoşlanmayan bir kişi, sağlığında onları gerektirdiği şekilde ikaz ettiği halde, onlar, bunu yine de yüksek sesle ağlayacak olurlarsa, ölü, bunların, Alllah'ın razı olmadığı bir işi yapmalarını görmekten dolayı yine rahatsız olur."

Hz. Aişe, "Hiçbir günahkar, başkasının günahını çekmez" (İsrâ: 17/15) ayetini delil getirerek konumuzu teşkil eden Abdullah ibn Ömer hadisini reddetmiş, Abdullah ibn Ömer'in yanıldığını, hata ettiğini veya hadisin aslını unuttuğunu belirtmiş ve olayın asıl kaynağı ile ilgili olayı anlatmıştır. NitekimEbu Hureyre ile Şâfiîlerden bir topluluk bu gö­rüşü benimsemiştir, (ç) 

[112] İsrâ: 17/15

[113] Ebu Dâvud, Cenâiz 24-25 (3129); Nesâî, Cenâiz 15

[114] İnsan, nerede ve nasıl ölürse ölsün, kabre konduğu zaman ilk kapılacağı şey, sorguya çe­kilmesi ve bu sorgu işini de Münker ve Nekir adlı iki meleğin yapmasıdır. Dünyada mümin olarak yaşamış ve bu İmân üzere ölmüş olan kimselere, yüce Allah, meleklerin sorduğu soruların cevabını ilham eder ve gelen meleklerin heybetinden hiç korkmaksizın kolayca cevap verirler. O andan itibaren de nimet içinde kıyametin kopma­sını ve ahiretteki makamlarına kavuşmayı arzuyla beklerler.

Küfür ve İsyan üzere ölmüş olan kimseler ise, sorgu meleklerinden ççok feci bir şekilde korkarlar ve sorular karşısında şaşırıp cevap veremezler. Azap içerisinde kıyametin kop­masını beklerler, fç)

[115] İbrahim: 14/27

[116] Buhârî, Cenâiz 87, Tefsiru Sure-i İbrahim 2; Müslim, Sıfatu'l-Cennet 73-74 (2871); Ebu Dâvud, Sünnet 23-24 (4750); Tirmizî, Tefsiru Sure-i İbrahim 14 (3119); Nesâî, Cenâiz 114; İbn Mâce, Zühd 32 (4269); Ahmed b. Hanbel, 4/295-296

[117] Buhârî, Tefsiru Sure-i İbrahim 2

[118] İbrahim: 14/27

[119] Müslim, Sifatu'I-Cennet 73 (2871)

[120] İbrahim: 14/27

[121] Kabir azabından ve nimetinden kasıt; ölümden sonra başlayıp Kıyamete kadar sürecek olan dönemdeki azab ve nimettir.

Aslında berzah hayatındaki azap, nimet ve sorgulamanın kabre izafe edilerek "kabir sor­gulaması, azabı ve nimeti" denilmesi; tağlib yoluyla, yani ölenlerin çoğunun kabre ko­nulması sebebiyledir. Yoksa bunların İlla da kabirde olacakları anlamında değildir. Öyle olsaydı, çeşitli sebeplerle kabre konmayanların kabirdeki azabtan kurtulmaları gerekirdi. Kabir azabının olacağını kabul edenler, sorgulama ve nimeti de kabul edip bu konuda şu ayetleri delil getirmişlerdir: Tevbe: 9/101, İbrahim: 14/27, Meryem: 19/15, Taha: 20/124, Secde: 32/21, Mümin: 40/11, 46, Tur: 52/47, Nuh: 71/25, Tekasür: 102/1-4. Bu ayet­lerden bazıları, kabir azabına açıkça delalet etmekte, bazıları ise sadece işaret etmektedir. Kabir azabı, geçici ve devamlı olmak üzere ikiye ayrılmaktadır.

Kabir nimetinin varlığı ise, ayetler ve mana yönünden tevatür derecesine ulaşan hadis­lerle sabittir. Nimeti hak etmiş olanlar, normal yollarla kabre konulmamış olsalar bile, öl­dükten sonra mutlaka bu nimeti idrak edeceklerdir. Ölen kimsenin azap çekmesini iki şekilde açıklamak mümkündür:

1.  Ruh açısından. Ölen kimselerin ruhları, kabirdeki sorgulamalarına göre gittikleri ber­zah hayatında, eğer dünyada günahkar kimselerden iseler orada mutsuz ve huzursuz bîr hayat sürdürmeleri, onlar İçin bir azap şeklidir. Çünkü Kıyamet kopuncaya kadar bu şe­kilde bir hayat geçirmeleri, manevi açıdan onları hüzünlendirir. Bu da onları mutsuz kılar.

2. Beden Açısından. Ölen kimsenin, kabirde; Yılan-çıyan ve haşerat tarafından ısırılması ve sokulması, cehennemlik olan kimseye sabah-akşam cehennemdeki yerinin gösteril­mesi, bazı kötü kimselerin toprak tarafından kabul edilmeyip insanlara ibret olsun diye dı­şarı atılması gibi hususlar.

işte Hz. Peygamber (s.a.v), ümmetinin ve sahabilerinin bu tür kabir azablarına uğrama­ması İçin uyarıda bulunmuştur. Bunu, bazen kendi şahsında, bazen de direkt olarak üm­metine karşı ve bazen de hanımlarına karşı yapmıştır.

Hz. Peygamber (s.a.v)'in, kabir azabından Allah'a sığınması ve kabirde azabtan koruması için Allah'a duâ etmesi, duayla azabın hafifletileceğine yada tamamen kalkacağına delalet etmektedir, (ç)

[122] Hadisin metninde geçen "süratle götürün" emrinden maksat; hızlı hızlı yürümek değil, ölüye zarar vermeyecek,  taşıyanları  ve uğurlayanları zorluğa sokmayacak derecede mutedil bir yürüyüştür. Kİ bu şekildeki yürüme, müstehabtır.

Bazı alimlere göre, "Cenazeyi, (kabre) süratle götürün" İfadesinden maksat; kişinin öldüğü kesinlikle anlaşıldıktan sonra, hiç beklemeden ve vakit geçirmeden hemen tekfin ve teçhiz işlerine başlamak müstehabtır.

Önemli olan; ölünün, rahat ve huzurlu bir şekilde gömülmesidir. Çünkü ölünün cenaze namazını kılan, cenazenin arkasından giden ve Ölü mezara defnedilinceye kadar mezarın başında bekleyenler için "iki kırat mükafat" olduğu İle ilgili hadis, Ölünün dostları ve ailesinin, ölünün gömüldüğü sırasında hazır bulunmalarına işaret etmektedir. Dolayısıyla günümüzde uzak yerde oturan ölünün dostları ve ailesinin, cenazeye katılmasını bir müddet beklemek, hem ölüye ve hem de ölünün yakınlarına saygıyı gerektirir, (ç)

[123] Buhârî, Cenâiz 52; Mülim, Cenâiz 50-51 (944); Ebu Dâvud, Cenâiz 45-46 (3181); Tir-mizî, Cenâiz 30 (1015); Nesâî, Cenâiz 44; İbn Mâce, Cenâiz 15 (1477); Ahmed b. Han-bel, 2/280, 488, 240, 269

[124] Buhârî, Cenâiz 47, 48; Müslim, Cenâiz 73-75 (958); Ebu Dâvud, Cenâiz 42-43 (3172); Tirmizî, Cenâiz 51 (1042); Nesâî, Cenâiz 45; İbn Mâce, Cenâiz 35 (1542); Ahmed b. Hanbel, 3/445

[125] Bu hadiste; bir yerde otururken oradan bir cenazenin geçmekte olduğunu gören kimsele­rin, hemen ayağa kalkmaları ve cenaze yanlarından geçip gidinceye kadar yada onları geride bırakmadan önce omuzlardan indirilip yere konuncaya kadar ayakta durmaları emredilmektedir.

Yalnız bu ayağa kalkma eylemi, ölüyü tazim İçin değildir. Ölümün dehşetli ve korkunç bir olay olduğunu ortaya koymak içindir. Bu görüşte olanlar içerisinde; Hz. Ömer, Abdullah ibn Mes'ud, Ebu Musa el-Eş'ariMe bulunmaktadır. B.k.z: Buhari, Cenâiz 50; Müslim, Ce­nâiz 78; Ebu Dâvud, Cenâiz 42-43 (3174); Nesâî, Cenâiz 46; İbn Mâce, Cenâiz 35; Ah­med b. Hanbel, 2/287, 343,3/319,335,354

imam Mâlik, İmam Şafiî ile Ebu Hanîfe'ye göre; cenaz için ayağa kalkmak, İslam'ın ilk yıllarında meşru İken sonradan hükmü kaldırılmıştır. Delilleri ise; Müslim, Cenâiz 83; Ebu Dâvud, Cenâiz 42-43 (3175, 3176); Tirmizî, Cenâiz, 35, 51; Nesâî, Cenâiz 47; İbn Mâce, Cenâiz 35'dir. (ç)

[126] Bu sözle; cenazeyi taşıyan kimseler kast edilmiştir, (ç)

[127] Buhârî, Cenâiz 47; Müslim, Cenâiz 73 (958); Nesâî, Cenâiz 45

[128] Buhârî, Cenâiz 47, 48; Müslim, Cenâiz 74 (958); Nesâî, Cenâiz 45

[129] Ebu Dâvud, Cenâiz 42-43 (3172)

[130] Buhârî, Ezan 161, Cenâiz 5, 55, 56, 57, 60, 67; Müslim, Cenâiz 68-69 (954); Ebu Dâvud, Cenâiz 52-54 (3196); Tirmizî, Cenâiz 47 (1037); Nesâî, Cenâiz 94; İbn Mâce, Cenâiz 32 (1530); Ahmed b. Hanbel, 1/224, 283, 338

[131] Buhârî, Cenâiz 60

[132] Hadis, cenaze namazında bulunmayan bir kimsenin, cenazenin kabrine giderek kabrin üzerine namaz kılmasının caiz olduğunu ifade etmektedir. Yalnız bu müddetin, ne kadar devam ettiği meselesi, alimler arasında ihtilaflıdır.

Hanefilere göre; namazı kılınmadan defnedilen bir kimsenin, henüz cesedinin çürüyüp dağılmadığına zann-ı galib hasıl olursa, onun kabri üzerine namaz kılınır. Fakat cesedin çürüdüğüne kanaat getirilirse, kabri üzerine asla namaz kılınmaz.

Ayrıca kabir üzerine namaz kılmanın, Peygamber (s.a.u)'e ait özel bir durum olduğu ileri . sürülmüşse de, bu görüş, 'eğer bu, Hz. Peygamber (s.a.v)'in sadece kendisine ait özel bir durum olsaydı sahabilerini kabir üzerine namaz kılmaktan yasaklardı' denilerek reddedil­miştir, (ç)

[133] Hadisin ravisi Abdullah ibn Abbâs, kendisinin de erkeklerin safları içinde cenaze namazı kıldığını bildirdiği ve o sırada kendisinin ergenlik çağına ulaşmamış bir çocuk olmasından, çocukların da cenaze namazını saflar arasına karışarak kıiabilecekleri anlatmaktadır, (ç)

[134] Buhârî, Cenâiz 56

[135] Kadı İyâz (Ö. 544/1149)'m ifadesine göre; sahabe-i kiram, cenaze namazında kaç tekbir alacağı konusunda ihtilafa düşmüş, "üç tekbirden dokuz tekbir"e kadar değişen sayılarda tekbir alınabileceğine dair çeşitli görüşler İleri sürmüşlerse de, ibn Abdilberr (ö. 463/-1071)'in de dediği gibi, sonradan dört tekbîr alınacağı konusunda icma meydana gel­miştir. Fıkıh alimleri, Bağdat, Basra, Küfe, Medine gibi meşhur kültür merkezlerindeki fet­va ehli de bu konuda ittifak etmişlerdir. Çünkü bu konuda gelen sahih hadislerden elde edilen sonuç budur. Bununla birlikte bu görüşün dışında kalan aykırı görüşlere iltifat edil­memelidir, (ç)

[136] Müslim, Cenâiz 68 (954)

[137] Ebu Dâvud, Cenâiz 52-54 (3196)

[138] Tirmizî,Cenâiz47(1037)

[139] Nesâî, Cenâiz 94

[140] Nesâî, Cenâiz 94

[141] Hayz 29, Cenâiz 63, 64; Müslim, 45 (1035); Nesâî, iz 87-88 (964); Ebu Dâvud, Cenâiz51-53  *75; ibn Mâce' ^21 (1493);

[142] Hadisin metninde geçen i^»j "vesctahâ" kelimesinden maksat; bazılarına göre ölünün kalçalarıdır, bazılarına göre İse ölünün göğüs kısmıdır.

Hanefilere göre; vücudun ortası, "göğüs" kısmıdır. Baş ve ayaklar, vücuddan sayılmaz. Esas vücudu teşkil eden kısım, kasıklar ile boyun kökü arasında kain kısımdır. Bu kısmın ortası da, hiç kuşkusuz göğüstür.

Bu bakımdan hem vücudun her tarafının namazdan payını eşit olarak alması için, hem de ilim ile hikmet madeni olan kalbe yakın olmak için imam, cenaze namazını kılarken ölünün göğsü hizasında durur.

Her ne kadar Ebu Dâvud, Cenâiz 51-53 (3195); Tirmizî, Cenâiz 45; İbn Mâce, Cenâiz 21'de geçen Enes hadisinde; erkeğin namazını kıldırırken cenazenin baş tarafında, kadı­nın cenazesini kıldırırken de kalçaları tarafında durduğu ifade ediliyorsa da, aslında bu farklılık, ravinin yanılmasından ibarettir.

Aslında Enes, her iki cenazede de ölünün göğsü hizasında durmuştur. Fakat erkeğin cenazseinde biraz baş tarafa doğru, kadının cenazesinde de biraz kaİça tarafına doğru mey­lettiği için, ravi, bu iki durumun birbirinden tamamen farklı olduğunu zannetmiş ve kendi kanaatini rivayet etmiştir. B.k.z: Kâsânî, Bedayiu's-Sanayi, 1/312 (ç)

[143] Tirmizî,Cenâiz45(1035)

[144] Ebu Dâvud, Cenâiz 51-53 (3195)

[145] Lohusa halinde İken ölen kadın, her ne kadar şehidse de, cenaze namazı kılınmadan kabre konulmaz. Cenaze namazı kılınmadan kabre konulup konulamayacağı konusunda ihtilaf söz konusu olan şehid, Allah yolunda ölen şehiddir. (ç)

[146] Müslim, Cenâiz 87 (964); Nesâî, Cenâiz 75

[147] Zekât", kelime olarak; artma, çoğalma, arıtma ve bereket anlamına gelmektedir. Terim olarak ise Allah'ın, belirli yerlere sarfedilmek üzere dinî açıdan zengin sayılan kişile­rin mallarından belli bir payın alınması işlemini İfade eder.

Kur'an'da zekât kelimesi, iki yerde (Kehf: 18/81, Meryem: 19/13) sözlük anlamında; sekizi Mekke döneminde İnen surelerde olmak üzere otuz ayette ise terimsel anlamda kulla­nılmıştır. Bu ayetlerin yirmi yedisinde namazla birlikte zikredilmiştir. Bundan anlaşıldığına göre; İslam'ın ilk dönemlerinden itibaren Müslümanlar zekât fikrine alıştırılmış, daha son­ra da zengin olanların bu imkanını belli oranda fakirlerin ve toplumun ihtiyacı için har­caması gerektiği, bunun namaz ibadeti kadar önemli olduğu hususu vurgulanmıştır. Zekatın Medine döneminde farz kılındığı bilinmekle birlikte bunun hangi yılda gerçekleş­tiği tartışmalıdır. Bir tespite göre zekat, hicretin 2. yılında Ramazan orucundan önce, di­ğer bir tespite göre ise aynı yıl Ramazan orucundan sonra farz kılınmıştır. Zekât, servet biriktirip onu atıl hale getirmenin amansız düşmanıdır, Biriken servet, zeka­tın tarh edildiği birinci kalem matrahtır.

Zekat, sermayeyi yatırıma zorlar. Çünkü elde atıl tutulup yatırıma yönlendirilmeyen ser­maye, yıldan yıla zekat Ödemeleri sebebiyle erimeye yüz tutar.

Sosyal dayanışma sisteminin temelini oluşturan zekatın, bir ibadet anlayışıyla ele alınması ve fakir, kimsesiz, muhtaç, yetim, yolda kalmış ve borçlu gibi yardıma muhtaç bütün sınıf­ları kağşayacak kadar geniş olması, İslam dininin toplumsal bütünleşme, kaynaşma ve dayanışmaya büyük bir önem atfettiğini gösterir.

Zekat teriminin taşıdığı artma ve üreme (=nema) dikkat çekicidir. Çünkü yoksul züm­relerin eline geçen para her şeyden Önce insan onurunu geliştirir, iş gücü kalitesini artırır, bunun yanında artan satın alma gücü sayesinde yükselen umumi, talep hacmi ekonomik hayata yansır, (ç)

[148] Buhârî, Zekât 70, 71; Müslim, Zekât 12-16 (984); Ebu Dâvud, Zekât 20 (1611, 1612, 1613, 1614, 1615); Tirmizî, Zekât 35 {676}; Nesâî, Zekât 30, 31, 32, 33, 34, 41; İbn Mâce, Zekât 21 (1826); Ahmedb. Hanbel, 2/114

[149] Müslümanlardan"-sözü; fıtır sadakası vermesi gereken kişinin, Müslüman olmasının şart olduğuna, dolayısıyla Müslüman olmayan kimseye gerekmediğine delalet etmektedir, (ç)

[150] Her hür veya köle" ifadesinin zahiri manasına göre her hür ve köleye kendi fıtır sadaka­sını vermesi gerekir. Fakat cumhur, bu hadisin; "Kölenin, fıtır sadakası hariç at ve kö­lede Zekât yoktur" (Müslim, Zekât 10) hadisi ile "Müslümana, kölesinden ve atından dolayı Zekât yoktur" {Buhârî, Zekât 45, 46; Müslim, Zekât 8, 9; Tirmizî, Zekât 8; Nesâî, Zekât 16, 17; İbn Mâce, Zekât 15; Dârimî, Zekât 10; Muvatta', Zekât 37; Ahmed b. Han­bel, 2/242, 249, 410, 420, 432, 454, 469, 477} şeklinde Ebu Hureyre'den gelen hadis ta­rafından kayıt altına alındığını ileri sürmüştür. Dolayısıyla da kölenin fıtır sadakasının biz­zat köleye değil de, efendisine ait olduğunu belirtmiştir, (ç)

[151] Kadın yada erkek" ifadesinin zahiri anlamına göre; erkeğe fıtır sadakası gerektiği gibi kadının da evli olsa bile fıtır sadakasını kendi malından vermesi gerektiği ifade edil­mektedir. Ebu Hanîfe ve akadaşian bu görüştedir, (ç)

[152] Buhârî, Zekât 71; Müslim, Zekât 12 (984)

[153] Daha sonra" İfadesi ile; "halkın arpa, hurma ve kuru üzüm vermelerinden sonra" manası kast edilmektedir, (ç)

[154] Buhârî, Zekât 77; Müslim, Zekât 14 (984}

[155] Buhârî, Zekât 77

[156] Sadaka: İnsanın başkasına, sevap gayesiyle Allah rızası için verdiği şeydir.

Fıtır sadakası: Ramazân bayramına kavuşan ve temel ihtiyaçlarının dışında belli bir miktar mala sahip olan Müslümanların kendileri ve velayetleri altındaki kişiler için yerine getirmekle yükümlü oldukları malî bir ibadettir.

Fıtır sadakasına, "baş zekâtı" ve "beden zekâtı" denilmesinin sebebi; fitrenin, şahsa bağlı, şahıs başına konulmuş bir malî yükümlülük olması özelliğine dayanmaktadır. Fıtır sadakası, Ramazân orucunun farz olduğu hicri 2. yılın Şaban ayında, zekâttan önce farz kılınmıştır. Dinî bir yükümlülük oluşunun dayanağı, hadislerdir. Bu hadisler, aynı za­manda Hz. Peygamber {s.a.v) dönemindeki fıtır sadakası uygulamalarını da göstermek­tedir, (ç)

[157] Sâ': Bir sâ'nın ağırlığı, 1040 dirhemdir. Örfi dirhem esas alındığında, 3,334 kg'dır. Dolayı­sıyla Arpa, Hurma ve Kuru Üzüm'den itibariye kıymeti hesaplanırken, bunun esas alın­ması fakirler için daha uygundur. Buğday için yarım sâ1 ise, 1,667 kğ'dır. Bunların bizzat kendileri verilebildiği gibi, kıymetleri de "Fitre" olarak verilebilir, (ç)

[158] Buhârî, Zekât 74; Müslim, Zekât 15 (984)

[159] Buharı, Zekât 70

[160] Fıür sadakası; buğdaydan yarım sâ', hurma ve arpadan bir sâ' verilir.. Kuru üzüm ko­nusunda ise ihtilaf edilmiştir. Ancak zahir rivayete göre; kuru üzümden de bir sâ1 verilir.(ç)

[161] Müslim, Zekât 16 (984)

[162] Buharı, Zekât 76; Müslim, Zekât 22 (986)

[163] Tirmizî, Zekât 35 (676)

[164] Tirmizî, Zekât 36 (677)

[165] Hadis, Fıtır sadakasının vaktinin bayram namazından önce olduğuna delalet etmektedir. Ancak sözkonusu öncelik belirli bir zamanla sınrlandınlmadığı için vacip olduğu vakit hu­susunda ihtilaf edilmiştir.

1.  Ebu Hanîfe ve bir rivayete göre İmam Mâlik: "Fıür Sadakası, bayram sabahı fecrin doğmasıyla vacip olur" demişlerdir.

2.  Sevrî, Şafiî, İshak ve İmam Ahmed'e göre ise; Fıür sadakası, Ramazân ayının son gü­nünde güneşin batmasıyla vacip olur.

Hanefiler, ilgili hadislerin rivayet yollarını dikkate alarak Fıtır sadakasının farz değil, vacip olduğu görüşüne varmışlardır. Dolayısıyla yerine getirilmesi gerekli malî bir ibadet olup yerine getirilmemesi dinî sorumluluğu ve ahirette cezayı gerektirir, (ç)

[166] bayramdan bir-iki gün önce verilmesinin caiz oluşu hususunda sahabe­lerin icmaının bulunduğu bildirilmiştir. Ancak bundan daha önce verilmesi hususunda ih­tilaf edilmiştir.

Fıtır sadakasının, bayramın birinci gününde bayram namazında sonra verilmesinin hük­müne gelince:

1.  Şâfiîlere, Hanbelilere, bir rivayette ise Mâlikilere göre; kerahatle caizdir.

2.  Hanefilere göre ise kerahatsiz caizdir.

Fakat bu sadakayı, bayramın birinci gününden sonraya bırakmak ise, dört mezhebe ve alimlerin çoğuna göre, haramdır. Kaza edilmesi gerekir, (ç

[167] Ebu Dâvud, Zekât 19 (1610)

[168] Ebu Dâvud, Zekât 20 (1612)

[169] Süit: Buğdaya benzeyen kılçıksız bir arpa çeşididir. Asım Efendi, "Kamus Terce-me"-sin-de, bunun, "Peygamber arpası" anlamına geldiğini belirtmiştir, (ç)

[170] EbuDâvud, Zekât 20 (1614); Nesâî, Zekât 41

[171] Ebu Dâuud- Zekât 20 (1615); Nesâî, Zekât 41

[172] Nesâî, Zekât 41

[173] Buhârî> Zekât 77; Müslim- Zekât 14; Nesâî, Zekât 30, 31

[174] Buhârî, Zekât 72, 73; Müslim, Zekât 17 (985); Ebu Dâvud, Zekât 20 (1616, 1617, 1618}; Tirmizî, Zekât 35 (673); Nesâî, Zekât 37, 38, 39, 42, 43; İbn Mâce, Zekât 21 (1829); Ahmed b. Hanbel, 3/73, 98

[175] Muaviye, saİtanathğı döneminde, hac veya umre yapmak Mekke'ye giderken Medine'ye de uğramıştı. Bu sözü de, minberden halka yaptığı konuşma içerisinde söylemiştir, (ç)

[176] Buhârî, Zekât 75

[177] Yiyecek" kelimesinin Arapça karşılığı olan 'Taam" kelimesinin sözlük anlamı; azık tü­ründen olan yiyecektir. Buna göre bu kelime; buğdayı, arpa ve hurma gibi yiyecek mad­delerinin tümünü kapsar. Durum böyleyken, bu kelimeden sonra arpa, hurma, keş ve ku­ru üzümün zikredilmesi, o devirde yiytecek maddelerini bunlar teşkil ettiği içindir, (ç)

[178] Ekitt" kelimesi; Süfyân es-Sevrî gibi alimlere göre, "kaymağı alınmadan süzülüp ku­rutulan yoğurttur." Aynî (ö. 855/1451)'ye göre ise; "Süzülüp taş gibi katıştırılan yoğurttur. Bununla yemek pişirilir. Türkçe'si "kara kuruf'tur. Türkmenler arasında ise "kurut" diye anılır."

Asım Efendi ise, "Kamus Terceme"sinde buna "keş" denildiğini ifade etmektedir. Ebu Dâvud şerhlerinden "el-Menhel" ile "Bezlu'l-Mechûd"da bunun Arapça'daki bir diğer adının "keşk" olduğu bildirilmektedir.

Keş'in, fıtır sadakası olarak verilip verilmeyeceği konusu ihtilaf edilmiştir. Hanefilere göre, keş, ancak kıymet itibarı ile verilebilir. Bununla birliktr fıtır sadakası olarak verilen madde­lerin kıymetinden az ise, verilmesi caiz değildir, (ç)

[179] Buhârî, Zekât 76

[180] Buhârî, Zekât 72

[181] Müslim, Zekât 18 (985}

[182] Müslim, Zekât 18 (985)

[183] Ebu Dâvud, Zekât 20 (1616)

[184] Ebu Dâvud, Zekât 20 (1616)

[185] Ebu Dâvud, Zekât 20 (1617)

[186] Ebu Saîd el-Hudrî, bu sözüyle; Muaviye'nin, (Şam) buğdayından iki müdd'ün, bir sâ' kuru hurmaya denk olduğu ile ilgili görüşüne katılmadığını söylemek istemiştir. İki müdd, yarım sâ' karşılığıdır. Sanki buğdayı diğerlerine kıyas ederek ondan bir sâ' verilmesi ge­rektiğini ima etmiştir. Mâlik, Şafiî, İmam Ahmed, İshak ve Hasen el-Basrî bu görüştedir. Sahabüerden Ebu Saîd el-Hudrî, Ebu'I-Âliye ile Cabir b. Zeyd'de bu görüştedir. Hanefiler ise, buğdaydan yarım sâ'nın yeterli olduğu görüşündedirler. Sahabilerden Ebu Bekr Ömer, Osman, Ali, Ebu Hureyre, Cabir b. Abdullah, Abdullah ibn Abbâs, Abdullah İbnü'z-Zübeyr bu görüştedir

[187] Ebu Dâvud, Zekât 20 (1618)

[188] Ebu Dâvud, Zekât 20 (1618)

[189] Ebu Dâvud, Zekât 20 (1618)

[190] Nesâî, Zekât 38

[191] Eusûfc   kelimesi, "uesk" yada visk" kelişmesinin çoğuludur. Vesk yada visk'tn anlamı; deve, katır ve merkebin yükü demektir. Burada İse altmış sâ' anlamında kullanılmıştır. Bir vesk'in, 60 sâ' olduğu konusunda ittifak vardır. Dolayısıyla beş vesk, 300 sâ' etmekte­dir. Sâ'nin değeri ise, Iraklı ve Medinelİ alimlere göre farklılık göstermektedir. Hanefıiere göre; 1 dirhem-i örfî, 3,12 gramdır. 1 Rıtl-ı Bağdadî ise, 130 dirhemdir. Bir ntıl = 130 x 3,12 : 405,6 gr. Bir sâ1 = 8 rıül x 130 dirhem : 1040 dirhem. Bir sâ' = 1040 x 3,12 : 3,244 kğ. Bir vesk = 60 sâ' x 1040 dirhem : 62400 dirhem Bir vesk - 62400 x 3,12 : 194,688 kğ. Beş vesk = 5 x 194,688 : 973,440 kğ.

Hanefıiere göre; 1 dirhem-i şer!, 2,8 gramdır. 1 Rrfl-ı Bağdadî ise 130 dirhemdir.    . Bir rıtıl - 130 x 2,8 : 364 gr. Bir sâ' = 8 rıtıl x 130 dirhem : 1040 dirhem Bir sâ' - 1040 dirhem x 2,8 : 2,912 kğ. Bir vesk = 60 sâ' x 1040 dirhem : 62400 dirhem. Bir vesk = 62400 x 2,8 :174,720 kğ. Beş vesk = 5 x 174,720 : 873,600 kğ.

Bununla birlikte günümüzdeki bazı fıkıhçılar, toprak mahsûlleri Zekâtında nisabın şart ve nisabın, beş vesk (=653 kğ.) olduğu, bu nisaba ulaşmayan ürünlerin Zekâta tabi olmaya­cağı görüşündedir. (B.k.z: Komisyon, İlmihal, T.D.V. 1/447; Y. Kerimoğlu, Emanet ve Eh­liyet, 1/472)

Yalnız Ebu Hanîfe'ye göre; toprak mahsûllerinde nisab şartı aranmaz. Ziraî ürünler, ister az ve ister çok olsun Zekâta tabidir.

Toprak ürünlerinin Zekâtı, 'sulama1 tekniğine göre de belirlenmektedir. Toprak, emek sarfedilmeden yağmur, nehir, dere, ırmak ve bunların kanatlarıyla sulanıyorsa, Zekât ola­rak mahsulün 1/10'u,; kova, dolap, motor veya ücretle alınan suyla sulanıyorsa, 1/20'si verilecektir.

Eğer arazi, hem yağmur veya nehir sularıyla ve hem de dolap gibi emekle elde edilen su ile sulanıyorsa, hangisiyle daha çok sulanmış ise, ona itibar edilir.

Günümüzde arazinin sulama masrafından ziyade gübre, mazot ve işçilik masraflarının önemli yekûn tuttuğu göz önünde bulundurulursa, bu tür masraflar yapılarak elde edilen ziraî mahsulün de emek ve masrafla sulanan arazinin mahsulüne kıyaslanması daha uy­gun olur. Ayrıca 'sulama dışında kalan girdilerin, Zekât matrahından düşülmesi, geri ka­landan sulama usulüne göre Zekât verilmesi gerekir' diyen çağdaş alimler de vardır, (ç)

[192] Ebu Hanîfe'ye ve çağdaş İslam alimlerinin bir çoğuna göre; bütün toprak ürünleri Zekâta tabidir, (ç)

[193] Müslim, Zekât 4 (979)

[194] Zevd" alimlerin çoğuna göre; üçten ona kadar olan deve sürüsüne denir. Bazıları da,

"ikiden dokuza kadar olan deve sürüşüdür" demişlerdir.

Buna göre hadisin, "beşten az ola devede Zekât yoktur" ifadesi, develerinin Zekât nisabı­nın beş deve olduğuna delalet eder. Şu halde beşten az devesi olan kimse, develerinin Zekâtını vermekle mükellef değildir, (ç}

[195] Evâk" kelimesi, "Ukiyye"nin çoğuludur. Bir ukiyye, 40 dirhemdir. Ukiyye, dilimizde yer alan "okka" kelimesinin tam karşılığı değildir.

Bir Ukiyye, 40 dirhem olduğuna göre; beş ukiyye ise 200 dirhem etmektedir. Bu, gü-mü-şün nisap miktarıdır. Ukiyye ile dirhemin nisap miktarı, Peygamber (s.a.v)'in sahabeleri tarafından bilinmekteydi. Çünkü o zamanda verilen Zekâtlar, alışverişler ve Nikâh için geçerli mehirler hep ukiyye ve dirhemle yapılmaktaydı. Ayrıca o dönemde her 10 dirhe­min, 7 miskal olduğu hususunda bütün alimlerin ittifakı vardır. Bu, dirhem-i şer'î diye bi­linir. Fakat bu dirheme sonradan gerekli Önem verilmemiş ve baz memleketlerde başka ağırlıkta olan dirhemler ortaya çıkmıştı.

Bu durum, bazı alimleri; "her memlekette muteber olan dirhem, o memleketin dirhemi­dir" demeye sevk etmiştir. Böylece ortaya, dirhem-i şer'îden başka bir dirhem daha çıktı ki, buna da, "dirhem-i örfî" denilmiştir. Fakat cumhur; Zekât, mehir, diyet ve hırsızlığın nisabında muteber olan dirhemin, dirhem-i şer'î olduğu görüşündedir, Hanefilerin meş­hur fıkıh kitaplarından olan "Dürr"de; "Fetva, her memleketin kendine mahsus ölçüsünün nazar-ı itibara alınmasına göredir" denilmiştir. Serahsfde bu görüştedir.

Yalnız dirhem-i şer'înin, kırat ve taneye göre ölçülmesine gelince, bu konuda ihtilaf edil­miştir.

Hanefilere göre; Bir dirhem-i şer'î, 14 kırattır. Bir kırat İse, ortalama beş arpa tanesi

ağırlığındadır. Buna göre bir dirhem-i şer'î, 70 arpa ağırlığındadir.

Bir miskal ise 20 kırata eşittir ki, 100 arpa ağırlığına denktir. 7 miskal serî, 10 dirhem-i

şer'îye eşit olduğuna göre bir dirhem serî ile bir miskal şer'î kısaca şöyle gösterilebilir.

Bir dirhem = 14 kırat = 70 arpa : 7/10 miskal,

Bir miskal = 20 kırat = 100 arpa : 3/7 dirhemdir.

"Dirhem-i örfi" ise, 16 kırattır. Bir kırat, örfîde dört buğday tanesi ağırlığındadır. Buna

göre dirhem-i örfî, 60 buğday tanesi ağırlığındadır.

dirhem-i örfî ile bir miskal-İ örfî kısaca şöyle gösterilebilir:. Bir dirhem = 16 kırat = 64 buğday : 2/3 miskal, Bir miskal = 24 kırat = 96 buğday : 1,5 dirhemdir.

Görüldüğü gibi dirhem-i şer'î ile dirhem-i örfî arasındaki fark çok azdır. Bu farkın; buğday tanesinin, arpa tanesinden biraz ağır olmasından ileri geleceği kuvvetli muhtemeldir. Bu kuvvetli ihtimal göz önüne alınınca, iki dirhem arasında hakiki bir fark kalmamış olmak­tadır. Belki de Hanefi alimlerinin, dirhem-İ örfî'yi dikkate almaları bu sebeptendir. Dirhemlerin grama çevrilmesinin esası, ortalama buğday taneleri ile ularındaki kılçıkları kesilmiş ortalama arpa tanelerinin tartılmasına bağlı olduğundan bir dirhemin kaç gram olduğu hususunda sonuçlar farklıdır.

Merhum Ö. Nasuhi Bilmen'e göre, bir dirhem-İ örfî, 3,2 gramdır. Bir dirhem-i şer'î ise, 2,8'dir. Buna göre gümüşün nisab; 200 x 2,8 = 560 gramdır. Buna göre miskal-i örfî ise 4,8 gram, miskal-İ şer'î ise 4 gramdır. Buna göre altının nisabı, miskal-i örfîye göre; 20 x 4,8 = 96 gramdır. Miskal-i şer'îye göre ise; 20 x 4 = 80 gramdır.

Hanefiler, son zamanlarda bu konuda dirhem-i miskale mukayese yoluyla inceleme ya­panlar izale edip şöyle bir sonuca varmışlardır:

"Miskal, cahiliyye döneminde ve İslam döneminde de birdi" noktasından hareket edilerek doğu ve batıdaki müzelerde o zamanlardan kalma miskaller tartılıp ağırlığı öğrenilmiştir. Her 10 dirhemin, 7 miskale eşit ağırlıkta olduğunda ittifak olduğuna göre, miskatin ağır-İığını bilmek meseleyi çözer. Müzelerde yapıla tartma işleminde, bir miskalin 4,25 gram ağırlığında olduğu anlaşılmıştır. Buna göre bir dirhem; 7 x 4,25 h- 10 = 2,975 gramdır. Bu yol, dirhem-i serî ve miskalin ağırlığını bilmede hatadan en uzak olan yoldur. Buna göre gram olarak gümüşün nisabı; 2,975 X 200 = 595 gramdır. Altının nisabı ise; 4,25 x 20 = 85 gramdır. Dolayısıyla gümüş ve altını bu şekilde hesaplamak daha uygun-dur.(ç)

[196] Müslim, Zekât 5 (979) 

[197] Müslim, Zekât 5 (979) 

[198] Buhârî, Zekât 42

[199] Buhârî, Abdullah ibn Ömer hadisinden sonra Ebu Saîd el-Hudri'den konumuzla ilgili şu hadisi nakletmiştir: Beş veskten daha az olan (mahsul) de Zekât yoktur. Üçer yaşındaki beş (dişi) de­veden daha az olan (deve)de Zekât yoktur. Beş ukiyyeden daha z olan (gümüş)te Zekât yoktur."

Bu hadis, bundan Önce geçen zikredilen Abdullah ibn Ömer hadisinin tefsiri mahiye­tindedir. Çünkü Abdullah ibn Ömer hadisinde nisab miktarı belirtilmeyîp Ebu Saîd el-Hudrî hadisinde, "Beş veskten az olan (mahsul) de zekât yoktur" buyurulmuştur. İlim­de; ebedi olarak sağlam tespit edici ravilerin getirdiği yada açıkladıkları ziyade alınır. (Buhârî, Zekât 56)

[200] kelimesi; aslında ekini sulamak için deve ile su taşımaktır. Bu amaçla su taşıyan deveye, "nâdıh" denilmişse de, daha sonra bu kelime, her deveye isim olmuştur. Diğer ta­raftan "nadh"tan maksat İse; ekinin sulanmasında kullanılan her türlü alettir, (ç)

[201] Buhâri'nin önceki dediği hadis; Zekât 4, 32 ve bundan sonra gelen Zekât 56'da geçen Ebu Saîd el-Hudrî hadisidir. Bu konuyla alakalı olan kısmı, "Beşk veskten daha az olan (mahsulda) Zekât yoktur" fıkrasıdir. (ç)

[202] Abdullah ibn Ömer'in bu hadisi, umumi olması hasebiyle nisab şartı yoktur. Ebu Saîd el-Hudrî hadisi ise, Abdullah ibn Ömer hadisinin umumiliğini kayıtlayıcıdır. O halde bu iki hadisten her biri, içindeki ziyade ile diğerini tefsir edicidir, (ç)

[203] Buhârî. Zekât 55

[204] Hz. Peygamber (s.a.v)'in hadislerinde develerin Zekât nisbetleri şöyle gösterilmiştir {Buhâ­rî, Zekât 37-38):

5'ten  9'a kadar 1 koyun 10'dan 14'e " 2 "

15'den  19'a

20'den  24'e

25'den  35'e

36'dan  45'e

46'dan  60'a

61'den  75'e

76'dan  90Fa

91'den 120Fe " 10"

Bu cetvel, Hz. Peygamber (s.a.v) ile Raşid halifeler'den gelen uygulama örneklerine da­yandığı için İslam alimleri arasında bu konuda bir görüş ayrılığı yoktur. Deve miktarının bundan fazla olması halinde zekâtın hangi ölçü ve usule göre alınacağı konusunda fıkıh mezhepleri, farklı yöntemler belirlemişlerdir, (ç)

[205] Tivmizî, Zekât 7 (627)

[206] Ebu Dâvud, Zekât 2 (1559)

[207] Ebu Dâvud, Zekât 2 (1560)

[208] Nesâî, Zekât 21

[209] Nesâî, Zekât 22

[210] Bu hadis; kadının, erkeğin kazancından tasarrufta bulunması, bazı kayıt ve şartlara bağ­lanmıştır. Hadiste geçen "kötülük kast etmeksizin" kaydı; infak edilen şeyin, adeten ve­rilen şeylerden olması, örfen belirlenmiş miktarları geçmesi, israf sınırlarına varmaması, aile dirliğini bozmaması gibi hususları içermektedir.

Asıl önemli olan; kadın yada hizmetçinin, mal sahibinin infaka rızasının olup olmadığını bilmesidir. Bu bakımdan kadının, kocasına ait maldaki tasarrufunun sahih olması, erke­ğin açıkça veya delaieten iznini bilmesine bağlıdır. Koca ile diğer insanlar arasında bu ba­kımdan bir fark yoktur.

Örneğin, kadın, örfen verilecek miktarda ve verilmesi adet olan bir şeyi vermişse, kocanın delaleten izni var sayılır. Eğer örf, kesin olarak izne delalet etmiyorsa, kocanın izni şüpheli ise veya verilen malın benzelerine, kocanın cimrilik yaptığı bilinir ve onun bu halinden ra­zı olmayacağı anlaşılırsa, kadının yada başkasının o malı bir başkasına sadaka niyetiyle vermesi caiz olmaz- Açıkça mal sahibinin izninin alınması gerekir, '{ç)

[211] Buhârî, Zekât 17, 26; Müslim, Zekât 80-81 (1024); Ebu Dâvud, Zekât 44 (1685); Tirmizî, Zekât 34 (671, 672); Nesâî, Zekât 57; İbn Mâce, Tİcarât 65 (2294) ; Ahmed b. Hanbel, 6/44, 278

[212] Tirmizî, Zekât 34 (671); Nesâî, Zekât 57

[213] Tirmizî, Zekât 34 (672)

[214] Buhârî, Zekât 45, 46; Müslim, Zekât 8-10 (982); Ebu Dâvud, Zekât 11 (1594, 1595); Tir-mizî, Zekât 8 (628); Nesâî, Zekât 16 ; İbn Mâce, Zekât 15 (1812); Ahmed b. Hanbel, 2/407, 420

[215] Müslim, Zekât 10 (982)

[216] Bütün alimlerin ittifakıyla; ticaret malı olarak alınıp satılan köleler, Zekâta tabidir. Hizmet için kullanılan köleler, Zekâta tabi değildir, (ç)

[217] Ebu Dâvud, Zekât 11 (1594)

[218] Atlarda zekât tahakkuk edip etmeyeceği konusunda gerek Hz. Peygamber (s.a.v), gerekse Hz. Ömer'den rivayet edilen hadislerden, Hz. Peygamber (s.a.v) döneminde Medine'de ve civarında atların deve kadar çok bulunmadığı, Müslümanların atı sadece savaşlarda kullanmak için yetişdirdikleri, ayrıca ileride satıp para kazanmak maksadıyla topluca at besleme âdetinin henüz yerleşmemiş olduğu anlaşılmaktadır.

Nitekim Hz. Ömer, Şam'dan gelen bir grup müslümanın, atlarından zekât alması İçin yaptıkları teklifi, -Hz. Peygamber {s.a.v) ve Ebu Bekr zamanında benzer bir uygulama ol­madığı gerekçesiyle- önce reddetmiş, sonra olumlu karşılamış, daha sonra da atların ta­mamen ticarî gayelerle nesilleri elde edilmek için yetişdirildiklerini görünce, bu hayvan­lardan zekât tahsili cihetine gitmiştir (Ebu Ubeyd, Emval, nr. 1364, 1365). Müslüman hukukçuların çoğunluğu, Hz. Peygamber (s.a.v)'in, "atların zekâttan istisna edildiğini" bildiren hadislerini esas alıp bütün atların zekât istisnası olduğu görüşünü be­nimsemişlerdir.

Ebu Hanîfe ile öğrencisi Züfer'e göre ise; "nesli elde edilip ileride satılmak maksadıyla, erkeği-dişisi karışık bir halde yaşayan, senenin çoğunu otlaklarda otiayarak geçiren (sâi-me) atlar, ya at başı bir dinar veya pareaya göre kıymetlendirilerek, bu değeri üzerinden 1/40 (% 2.5) nisbeünde zekâta tabi tutulur."

Yalnız Müslüman hukukçular, ticarete konu olan bütün atların zekâta da mevzu olacağın­da ittifak etmişlerdir.

O halde zekâta mevzu olup olmayacağı tartışma konusu olan at; sadece nesli elde edil­mek maksadıyla, erkeği-dişisi karışık bîr halde bulundurulan ve senenin çoğunu otlaklar­da otiayarak geçiren (sâime) atlardır. Bu konudaki ihtilafın sebebi; Hz. Peygamber (s.a.v) zamanında bu hususta herhangi bir uygulamanın görülmemesidir.

Hayvanların zekâtı ile ilgili hükümler konulurken, o toplumdaki yaygın ve bilinen hayvan türlerinin esas alındığı ve onlar üzerinden örneklendirme yapıldığı gözden uzak tutulma­malıdır. Günümüzde üretimi yapılan ve sürüler halinde beslenen diğer hayvan türlerinin, bu ölçüler içinde zekâtının verilmesi gerekir, (ç)

[219] Nesâî, Zekât 16

[220] Oruç", Farsça'daki "rûze" kelimesinin Türkçeleşmiş, şeklidir. Arapça'sı, "Savm" ve "Sı-yâm"dır. Savm kelimesi, Arapça'da; bir şeyden uzak durmak, bir şeye karşı kendini tut­mak, engellemek anlamında kullanılmaktadır.

Terim oİarak ise imsak vaktinden iftar vaktine kadar bir amaç uğruna ve bilinçli olarak yeme-içme ve cinsel İlişkiden uzak durmak demektir.

Oruç, Peygamberimiz'in Medine'ye hicretinden bir buçuk sene sonra Şaban ayının 10. günü farz kılınmış olup İslam'ın beş şartından biridir.

Oruç, nefsin isteklerinden iradî olarak uzak durma olması yönüyle bir irade eğitimine, aç­lık ve susuzluğun verdiği sıkıntıya dayanma yönüyle de bir sabır eğitimine dönüşmekte­dir. İnsanın hayatta başarılı olabilmesi için irade hakimiyeti ve güçlükler karşısında daya-nabilme gücü de önemli bir role sahiptir. Nefsin isteklerinin kontrol altına alınmasında, ruhun arındırılıp yüceltiİmesinde oruç etkili bir yoldur, (ç)

[221] Oruçlunun, kendisine sataşan kimseye karşı "Ben oruçluyum" demesi, kötülüklerden sa-kındırmayı te'kid içindir. Bazı alimler, riyayı göz önünde bulundurarak bu sözün; oruçlu­nun, kendi kendisine karşı söyleceğini ileri sürmüşlerse de, Nevevî (ö. 676/1277) gibi bazı alimler de, karşıda bulunan kimseye söyleneceğini belirtmişlerdir. Çünkü sataşmada bu­lunan kimse, sataşması sebebiyle, oruçlu kimsenin orucunun sevabını eksiltecek davranış­lara sebep olacağından dolayı gireceği günahı hatırlatma ve onu, bu davranışından men etmedir.

Ibnü'l-Arabî (ö. 543/1148)'nin de içinde bulunduğu bir grup alim; 'riyanın sadece nafile oruçlar için söz konusu olduğunu göz önüne alarak; "Ramazân'da ise oruçlu kimse bu sö­zü karşısındakine açıktan, nafile oruç ise oruçlu kimse bu sözü kendi kendisine söyler' demişlerdir, (ç)

[222] Buhârî, Savm 9; Müslim, Sıyâm 163 (1151)

[223] Buhârî' Libâs 7?; Müslim, Sıyâm 161 (1151)

[224] Buhârî, Savm 2, 9; Müslim, Sıyâm 163 (1151)

[225] Müslim, Siyam 161 (1151)

[226] Buhârî, Tevhid 50; Tirmizî, Savm 55 (764)

[227] Buhârî, Savm 2

[228] Müslim, Siyam 160 (1151)

[229] oruç, oruçlu kimseyi kötülüklerden korur. Oruçlunun, kötü söz söylememesini ue günah işlememesini sağlayarak onun cehennem ateşine girmesine engel olur. Üstelik oruçlu bir kimseye birisi gelip sataşır veya ona küfrederse, o kimsenin saldırmasına karşılık sabredip: 1267   Ben oniÇ*uyum' demelidir, (ç)

[230] Müslim, Siyam 163 (1151)

[231] Müslim, Sıyâm 165 (1151)

[232] Müslim, Sıyâm 165 (1151)

[233] Buhârî, Savm 2; Müslim, Sıyâm 164

[234] Ebu Dâuud, Sıyâm 25 (2363)

[235] Tirmizî, Savm 55 (764}

[236] Tirmizî,Savm55(766)

[237] Nesâî, Sıyâm 42; Tirmizî, Savm 55 (764)

[238] Nesâî, Sıyâm 42

[239] Hz. Peygamber (s.a.v), ümmetine farz olur endişesiyle terâvîhin mescitte cemaatle kılın­masını emretmekten kaçındığı İçin herkes Ramazân gecelerini evinde kendi başına ihya etmekteydi. Hz. Peygamber (s.a.v)'in ebedi yurda intikal etmesinden sonra Ebu Bekr'in halifeliği esnasında da durum böyleydi. Ancak Ömer'in halifeliği zamanında bazı hikmet ve maslahatlar gereği mescitte cemaatle kılınmaya başlandı, (ç)

[240] Buhârî, İmân 25, Salâtu't-Terâvîh 1, 2; Müslim, Salâtu'i-Musâfirîn 174 (759); Ebu Dâvud, Şehru Ramazân 1 (1371, 1372}; Tirmizî, Savm 83 (808); Nesâî, Sıyâm 39; İbn Mâce, İkâme 173 (1326); Ahmed b. Hanbel, 2/232, 241, 385, 423, 486

[241] MüsÜm, Salâtu'l-Musâfirîn 174 (759)

[242] Her kim hak olduğunu kabul ve tasdik ederek ihlasla, riyadan uzak, sadece Allah'ın rıza­sını düşünerek Ramazân gecelerini İbadetle ihya eder ve gündüzlerini de oruçlu olarak geçirirse, geçmiş günahları bağışlanır.

İbn Hacer (ö. 852/1447) ile Nevevî (ö. 676/1277)'ye göre; bir Ramazân gecesini ihya etmiş olmak için o gecenin tümünü ibadetle geçirmek şart değildir. Sadece yatsı namazıy­la birlikte teravihi de kılmış olmak, o geceyi ihya etmiş olmak için yeterlidir. Buhârî sarihi Kirmanı (ö. 786/1384)'nin ifadesine göre; bir Ramazân gecesinin ihya edil­miş olması için, yatsı namazıyla birlikte terâvîhi de kılmış olmanın yeterli olduğuna dair ilim adamları arasında görüş birliği vardır.

Yalnız Ramazân gecelerini ihya etmiş olmak için, bütün Ramazân gecelerini ihya etmiş olmak gerekir. Ramazânın sadece bazı gecelerini ihya etmiş olmak, hadisteki müjdeye erişmek için yeterli değildir.

Hadisin zahirinden, Ramazânın gündüzlerini oruçla geçiren ve gecelerini de ibadetle ihya eden kimsenin büyük ve küçük bütün günahlarının bağışlanacağı anlaşılma-ktaysa da, gerçekte söz konusu affın kasamına giren günahlar sadece küçük günahlardır. Zaten kul hakkının, sahibiyle helalleşmedikçe hiçbir şekilde bağışlanmayacağını söylemeye gerek yoktur. Nitekim İmam Nevevî (ö. 676/1277) ile İmamu'l-Harameyn (ö. 478/1085), bura­da affedileceği müjdelenen günahların sadece küçük günahlar olduğunu söylemektedir-

[243] Ramazân ayının son 10 gecesini ihya etmekten maksat; bunlardan her birini sabaha ka-

dar ibadetle geçirmek değil, ancak bunlardan her birinin çoğunu ibadetle geçirmek de­mektir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v)'in, Osman b. Maz'ûn'a yaptığı nasihatte; "namaz da kıl, uyku da uyu" (Ebu Dâvud, Tatavvu1, 27 (1369), Dârimî, Nikâh 3, Savm 17) ifade­siyle, bütün bir geceyi sabaha kadar ibadet ve taat ile geçirmeyi tavsiye etmemiştir. Her ne kadar cumhur-u ulema; "Gecenin tümünü ibadetle geçirmek mekruhtur" demiş-lerse de, bu sözleriyle, devamlı olarak her geceyi sabaha kadar ihya etmeyi kast etmişler­dir. Ramazân ayının son 10 gecesini, Kadir gecesini ve bayram geceleri gibi bazı geceleri sabaha kadar ihya ermeyi kast etmiş değillerdir. Bu sebepledir ki, bayram geceleri ile bazı gecelerin tümünü İbadetle ihya etmenin müstehab olduğunda İttifak etmişlerdir. Nitekim İmam Mâlik, sabah namazına kalkmaya engel olmuyorsa, btün bir geceyi ibadetle geçir­mek te bir sakınca olmadığını söylemiştir.

İhyanın geceye nispet edilmesi; "mecaz-i aklî"dir. Bununla; kişinin, ibadetle geçen gecesi canlı gibi, ibadetsiz geçen gecesi de cansız gibi kabul edilmiştir.

"Geceyi ihya etmek" sözüyle; insanın, geceleyin kendisini ihya etmesi de kast edilmiş olabilir. Çünk uyku, tam bir hareketsizlik olması bakımından ölüm haline çok yakındır. "Evlerinizi, kabir edinmeyin" hadisi de bu manaya gelmektedir. Yani "uyuyup da ölüler gibi olmayın. Evlerinizi de içinde ölüleri barındıran kabirler haline getirmeyin" demektir. (ç)

[244] Hz. Peygamber (s.a.v)'İn, Ramazânın son 10 gecesinde ailesini ibadete kaldırmış olması, kendisinin İ'tikâfta olmadığına delalet etmez. Çünkü İ'tikâfa giren bir kimse, meşru ve za­ruri bir işi için dışarı çıkabilir. Yine ailesini uyandırması için mescitten dışarı çıkmadan mescidin penceresinden de uyandırmış olabilir.

Burada Resulullah (s.a.v)'in uykudan kaldırdığı ailesinden maksat; kendisiyle birlikte i'tikâfa giren ailesidir. (ç)

[245] Paçaları sıvamak"; ibadete soyunmak, ibadete koyulmak gibi anlamlara gelir. Hattabî (ö. 388/998)'ye göre; bu sözü iki şekilde te'vil etmek mümkündür:

1.  Kadınlardan uzak kalmak,

2.  Daha çok ibadet yapmak İçin daha çok gayret etmek.

Bu kelimeyle; her bu her iki ihtimal de kast edilmiş de olabilir.

Ayrıca hem hakiki ve hem de mecazi anlam da kullanılmış olabilir. Bu duruımda bu keli­me, şu manalara gelebilir:

a.  Kadılardan uzak kalırdı,

b.  Eskiye oranla daha çok ibadet etmek için gayret ederdi,

c.  barını sıkıca bağlar, onu bayrama kadar çzmezdi.

Hz. Peygamber (s.a.v)'in, Ramazân ayının son 10 gününde geceleri ihya etmek için özel bir titilik göstermesinin sebebi, Kadir gecesine erişmenin bu yolla mümkün olacağını üm­metine östermekten başka bir şey değildi, (ç)

[246] Buhârî, Salâtu't-Terâvîh 5; Müslim, İ'tikâf 7 (1174); Ebu Dâvud, Şehru Ramazân 1 (1376}; Tirmizî, Savm 73 (796); Nesâî, Kıyâmu'1-Leyl 17; İbn Mâce, Sıyâm 57 (1767, 1768); Ahmed b. Hanbel, 6/41, 66, 67, 68

[247] Müslim, İ'tikâf 8 (1175)

[248] Tirmİzî,Saum73(796)

[249] Buhârî, Savm 66, Edâhî 16; Müslim, Sıyâm 138 (1137), Edâhî 24-25 (1969); Ebu Dâvud, Sıyâm 49 (2416); Tirmizî, Savm 58 (771); Nesâî (el-Müctebâ), Dahâyâ 35, (el-Kübrâ), Sıyâm 2/149 (2789); İbn Mâce, Sıyâm 36 (1722); Ahmed b. Hanbel, 1/60, 61, 70

[250] Buhârî, Edâhî 16

[251] Buradaki bayram günlerinden maksat; Ramazân ve Kurban bayramlarının birinci günle­ridir. Kurban bayramının diğer günlerinde oruç tutmanın yasak olduğuna delil; teşrik gün­lerinin, Müslümanların bayram günleri olduğu, bu günlerin yeme ve içme günleri olduğu ile ilgili hadislerdir. Buna göre Ramazân bayramında bir gün, Kurban bayramında ise dört gün oruç tutmanın caiz olmadığı ortaya çıkmaktadır, (ç)

[252] Orucun, Ramazân bayramında yasaklanılması; o günün, oruca son verme günü ve Müs­lümanların bayram günü oluşu sebebine dayanır. Dolayısıyla Ramazân bayramı günü oruç tutulursa, farz olan oruç, nafile oruçla karışacak ve bunları biribirinden ayırmak zor olacaktır.                                                           

Ayrıca günümüz Türkiye'sinde Ramazân bayramı kutlamaları, bayramın üç günü devam etmesi nedeniyle de, bayramın İkinci ve üçüncü günlerinde de oruç tutulmaması uygun bir davranış olur. Çünkü bayram kutlamalarının devam ettiği günlerde, bazı kimselerin oruç tutması, uygun olmayan bir davranıştır. En güzeli, bayram kutlamalarının sona er­mesiyle oruç tutmaya başlanılmasıdır. Zira bayram günleri, Allah'ın kullarına verdiği ziya­fet günleridir. Allah'ın ziyafetinden yüz çevirmek ise caiz değildir, (ç) 

[253] Tirmizî, Savm 58 (771)

[254] Ebu Dâvud, Savm 49 (2416)

[255] Buharı, Savm 30, 31, Hibe 19; Müslim, Siyam 81-84 (1111); Ebu Dâvud, Siyam (2390, 2391, 2392, 2393); Tirmizî, Savm 28 (724); Nesâî (el-Kübrâ), Siyam 2/212 (3117), 2/213 (3118, 3119); İbn Mâce, Sıyâm 14 (1671); Ahmed b. Hanbel, 2/273 (ç)

[256] Buhârî, Edeb 95

[257] Müsİim, Sıyâm 81 {1111}

[258] Orucu bozup hem kazanın ve hem de kefareti gerektiren durumların başında, Ramazân günü oruçlu iken yapılan cinsel İlişki gelmektedir. Zaten Hz. Peygamber (s.a.v), oruç kefa­reti hükmünü, o zaman vuku bulan böyle bir cinsel ilişki olayı üzerine vermiştir. Oruç ke­fareti konusunda eldeki tek örnek ve delil, sadece budur.

Bu bakımdan bütün fıkıh mezhepleri, Ramazân günü oruçlu iken bilerek ve isteyerek normal cinsel ilişkide bulunmanın, hem kaza ve hem de kefareti gerektireceği konusunda görüş birliği etmişlerdir. Fakat bir şey yiyip içmenin kefareti gerektirip gerektirmediği ko­nusu ise mezhepler arasında tartışmalıdır. Hanefıler, bilerek ve isteyerek bir gıda ve gıda özelliği taşıyan her türlü maddeyi almayı da bu hüklme kıyas ederek bu durumda da hem kaza ve hem de kefaret gerekeceğini söylemişlerdir.

Ramazân'da oruç bozmanın kefaretle cezalandırılmasının altında; Ramazân ayının saygın­lığına karşı işlenmiş bir suç bulunması yatar. Ramazân'da oruç bozmak, Ramazân ayına ve Ramazân orucuna karşı yapılmış bir hürmetsizlik olduğu için böyle yapan kimseler için kefaret öngörülmüştür, (ç)

[259] Müslim, Sıyâm 84 (1111)

[260] Ramazân'da gündüz hanımiyla cinsel ilişkide bulunup Hz. Peygamber (s.a.v)'e gelen zatın kim olduğu kesin olarak belli değildir. İbn Ebi Şeybe (ö. 235/849) gibi bazı hadisçilerin ri­vayetine dayanarak bu şahsın, Selmân veya Seleme b. Sahr el-Beyâdî olduğunu söyle­yenler varsa da, bu görüş pek tutulmamıştır. Çünkü İbn Hacer'in belirttiği üzere; İbn Ebi Şeybe'nin rivayetinde adı geçen zatın, Ramazân'da gündüzleyin hanımıyla cinsel ilişkide bulunduğu için değil, zıhar yaptığı halde, geceleyin cinsel ilişkide bulunduğu İçin kefaret vermekle emrolunduğu belirtilmektedir. Buna göre Seleme olayı ile üzerinde durduğumuz hadiste anlatılan olay, ayrı ayrıdır. Yine aynı bu kanaati, İbn Abdilberr (ö. 463/1071)'de belirtmiştir, (ç)

[261] Mahvoldum" ifadesi; helakime sebep olacak bir günah işledim manasmdadir. Adam, yaptığı suçun büyüklüğüne işaret için böyle bir ifade kullanmıştır.

Ayrıca bu İfadene; açıkça söylenmesi çirkin sayılan konuların kinaye yoluyla anlatılması­nın caiz olduğu hususu ortaya çıkmaktadır. Yine günah işleyen kimsenin, pişmanlık duy­ması ve günahını affettirme çarelerini araması gerektiği de buradan anlaşılmaktadır, (ç)

[262] Konu ile ilgili rivayetlerde; gelen zatın Ramazân'da hanımıyla cinsel İlişkide bulunduğunu söylediği bildirildiği halde, bu cinsel ilişkinin "gündüz olduğu" kayde yer almamakta-dır.(ç)

[263] Orucu bozmanın kefareti, hadisin metninde belirtildiği üzere; köle zad etme, iki ay arka arkaya oruç tutma ve altmış fakir doyurmaktır. Bunlar, sırayla ödenir. Yani öncekine gü­cü yeten kişi, sonrakine geçemez. Herkes istediğiyle kefaretini ödeyemez. Ebu Hanîfe, Şa­fiî ve Mâlikilerden İbn Habîb bu görüştedir.

Hanefilere göre; Ramazân'da, kendi istekleriyle cinsel ilişkide bulunan kadına ve erkeğe kefaret gerekir. Fakat kocasının zorlamasıyla cinsel ilişkide bulunan kadına kefaret gerek­mez, (ç)

[264] Ebu Dâvud, Sıyâm 37 (2390)

[265] Münzirî (ö. 656/1258), Zührî (ö. 124/742)'nİn bu sözü için: "Bu, delil olmayan bir iddi­adır" demiştir.

Hattabî (ö. 388/998)'de bu konuda şöyle der; Bu, Zührînin, delil ve şahid getiremediği bir iddiadır. Başkaları da, Hz. Peygamber (s.a.vj'İn adama hurmayı ailesine yedirmesini emretmesi halinin mensuh olduğunu söylemişler. Fakat bunun neshedilmesine dair bir ri­vayet de nakletmem işlerdir.

Zührî'nin bu sözünün bir delili yoktur. O zat için bir ruhsat da söz konusu değildir. Hz. Peygamber (s.a.v)'e gelen şahıs, Hz. Peygamber {s.a.uj'in kendisine verdiği hurmadan önce, ihtiyaç içinde olan ailesinin o günlük yiyeceklerini vermiş, dolayısıyla hurma kefa­rete yetecek meblağdan düşmüştür. Böylece İmkan bulacağı zaman kadar kefaret erte­lenmiştir, (ç)

[266] Ebu Dâvud, Sıyâm 37 (2391}

[267] Ebu Davud'un rivayetindeki bu fazlalık, kefaretler birer cezadır. İfsad sebebiyle meydana gelen günahlara bedel değildirler. Günahların bağışlanmasına vesile olacak şey, tevbe-dir.(ç)

[268] Ebu Dâvud, Sıyâm 37 (2391)

[269] Bu ifade; Ramazân'da bilerek orucunu bozan kimseye kefaretin yanı sıra o gününü de ka­za etmesi gerektiğine delalet ermektedir. Dört mezhebin görüşü de bu doğrultudadır, (ç)

[270] Ebu Dâvud, Styâm 37 (2393)

[271] Tirmizî,Savm28(724)

[272] Buhârî, Savm 42; Müslim, Sıyâm 154-156 (1148); Ebu Dâvud, Eymân 24 (3317, 3318, 3320); Tirmizî, Savm 22 (716); Nesâî (el-Müctebâ), Vesayâ 8, 9, Eymân 34, 35, (el-Kübrâ), Sıyâm 2/174 (2915, 2917); İbn Mâce, Sıyâm 51 (1758), Keffârât 19 (2132); Ahmed b. Hanbel, 1/224,227,258,362 

[273] Müslim, Sıyâm 156 (1148)

[274] Hadisin zahiri, ölünün borçlarının ödenmesini gerekli olduğuna delildir. Ancak borcun çeşidi ve cinsine göre alimler arasında farklı görüşler vardır;

Eğer borç, kullara ait malî bir borç ise ölünün terekesinden bu borç verilir. Bu konuda herhangi bir İhtilaf sözkonusu değildir.

Borç, adaktan dolayı ise, bu adak, ya malîdir yada bedenîdir. Adak da, ya öldüğü za­manki hastalığı esnasında olmuştur yada önce olmuştur.

1. a) Eğer adak, malî ise ve ölümü anındaki hastalığından önce olmuş ise, Şâfiîlere göre; ölen vasiyet etmemiş olsa bile bıraktığı terekeden ödenir. Miktarın, az yada çok olmasına bakılmaz. Hanefi ile Mâlikilere göre ise; ölen, adak borcunun ödenmesini vasiyet etmişse, o takdirde varisler bunu ödemek zorundadırlar. Aksi halde böyle bir mecburiyetleri yok­tur. Bunda vasiyet şart olduğuna göre, terekenin üçte birini geçerse varisler fazlasını öde­mek zorunda değildirler. Bu görüşte olanlar, Hz. Peygamber (s.a.v)'in, Sa'd'e: "Onun ye­rine sen Öde" (Ebu Dâvud, Eymân 24 (3317)) buyurmasındaki emri, mendubluk şeklin­de anlamışlardır.

b) Adak, ölenin ölüm hastalığında olmuş İse; Şâfiîlere göre bu adak malın üçte birinden olmalıdır. Ölen, malî olan adağın ödenebileceği kadar ma! bırakbirakmamışsa, varislerin bunu ödeme zorunlulukları yoktur. Ancak ödemeleri müstehabtır. Bu konuda dört mezheb ittifak halindedir.

2. Adak, bedenî ibadetlerle ilgili ise; genelde prensip olarak bu adak, başkası tarafın­dan eda edilemez. Çünkü bedenî ibadetlerde niyabet caiz değildir.  Hz.  Peygamber (s.a.v), Nesâfnin rivayet ettiği bir hadiste: "Bir kimse, (bir başka) kimsenin yerine na­maz kılmasın ve (yine bir) kimse (başka bir) kimsenin yerine oruç tutmasın", Ab­dullah ibn Ömer'den bir hadiste ise "Bir kimse, üzerinde Ramazân orucu borcu oldu­ğu halde Ölürse, onun için her günün yerine bir fakir doyursun" (Tirmizî, Savm 23, ibn Mâce, Sıyâm 50), Aİşe'den gelen hadiste ise "Ölülerinizin yerine oruç tutmayın. Onların adına yemek yedirin (=sadaka verin)" buyurmuştur. Ayrıca bu görüşte olan­lar; Buhârfde dahil konu ile ilgili hadislerin muzdarib olduğunu, muzdaribliğin ise bir vehmin eseri olduğunu, vehmin İse hadisi zayıflatan amillerden olduğunu belirtmişlerdir. İmam Mâlik, İmam Ebu Hanîfe ile İmam Şafiî'nin bir görüşü bu doğrultudadır. Bunlara göre; orucun yerine fakir doyurulur Ahmed b. Hanbel'e ve İmam Şafiî'nin diğer bir görü­şüne göre, oruçta niyabet caizdir. Haçta ise ittifakla niyabet caizdir. Bir kimse, bir başkası­nı yerine hacc edebilir, (ç)

[275] Buhârî, Savm 42

[276] Buhârî, Savm 42

[277] Ebu Dâvud, Eymân 24 (3320)

[278] Tirmizî, Savm 22 (716)

[279] Bu şüphe, ravilerden birine ait olsa gerektir, (ç)

[280] Ebu Dâvud, Eymân 24 (3318); Nesâî, Eymân 34

[281] Buhârî, Savm 22, 25; Müslim, Sıyâm 75-78 (1109); Ebu Dâvud, Sıyâm 36 (2388, 2389); Tirmizî, Savm 63 (779); Nesâî, Taharet 123; İbn Mâce, Sıyâm 27 (1703, 1704); Ahmed b. Hanbei, 6/156

[282] Müslim, Sıyâm 78 (1109)

[283] Resulullah (s.a.v)'in kendisine gusül gerekli olduğu halde sabahlamasından maksat; fecrin doğduğu vakte kadar guslünü geciktirmesidir. Güneşin doğmasına kadar değil, çünkü sabah nama2ın' geçirmesi düşünülemez, (ç)

[284] Musiim'Sıyâm 77(1109)

[285] Buhârî, Savm 25

[286] Hadiste; Resululiah (s.a.v)'in cünüp olarak sabahlamasının, ihtifamdan dolayı değil, ha­nımlarından biriyle cinsel ilişkiden dolayı olduğu açıkça ifade edilmiştir. Bu İfade, bize, iki konuyu açıklamktadır:

1.  ihtilam, şeytandan dolayı olur. Resulullah (s.a.v)'e ise şeytan yaklaşamaz.

2.  Cinsel ilişki, kasdî bir davranıştır. İhtilam ise insanın elinde olan bir şey değildir. Hadis­te, Resulullah (s.a.v)'in, kendi kasdî ile cünüp olduğu halde sabahlayıp oruca devam ettiği bildirilmektedir. Öyleyse kasde dayanmayan İhtilam olmaktan dolayı cünüp olan kişi de, tereddütsüz olarak orucuna devam edebilir.

Hadis, hüküm yönünden; geceyi cünüp olarak geçirmenin orucun sıhhatine engel olma­dığını ortaya koymaktadır. Bu hüküm, cünüplüğün, cinsel ilişkiden veya ihtilamdan ol­ması, orucun farz veya nafile olması hallerini kapsar.

Guslün, fecirden önce yada sonra olması da hükmü değiştirmez. Çünkü Resulullah (s.a.v)'in ümmetine cevazı belirtmek için yaptığı bu hareket, bütün olasılıkları içine almak­tadır. Ulemanın cumhurumun görüşü böyledir. Nevevî (ö. 676/1277), bu konuda icma olduğunu nakleder. 

[287] Buhâri,Savm25 

[288] Müslim, Sıyâm 75 (1109)

[289] Yani cünüp olarak sabahlayan kimse oruç tutmaz, (ç}

[290] Ümmü Seleme ile Ai§e hadisi, sened yönünden diğerinden daha kuvvetlidir. Bu rivayet, aynı manada olmak kaydıyla pek çok yollardan gelmiştir. Hatta İbn Abdilberr (ö. 463/-1071}, bu hadisin mütevatir olduğunu bile söylemiştir.

Bu konuda Ebu Hureyre'den gelen rivayetlerin çoğu, onun, Fadl ile Üsame yolundan ge­len bu görüşle fetva verir olmasıdır. Dolayısıyla da Ebu Hureyre, bu rivayeti, Peygamber (s.a.v) dayandırıyordu. Bizzat kendisi bu rivayeti, Hz. Peygamber (s.a.v)'den işitmemişti. Ebu Hureyre, bu rivayeti ancak Fadl ile Üsame yoluyla işitmiştir. Fakat Ebu Hureyre, bu görüşünden dönmüştür, (ç) 

[291] Buhârî, Savm 22

[292] Yani Ümmü Seleme ite Aişe (ç)

[293] Konu ile ilgili Aişe ile Ümmü Seleme'den gelen bu hadis, Ebu Hureyre hadisindan daha tercihe şayandır. Çünkü ailevi bir konuda, Resulullah (s.a.v)'in iki hanımının verdiği ha­ber, bir sahabenin verdiği haberden daha çok kabule şayandır, (ç)

[294] Müslim, Siyam 75 (1109)

[295] Adamın, Resulullah (s.a.v)'e: 'Sen, bizim gibi değilsin. Allah, senin, geçmiş ve gele­cek bütün günahlarını atfetmiştir" demesi; Resulullah (s.a.v)'in, günah işleyebileceği manasına alınmamalıdır. Bundan maksat; 'Sen, günah işlemedin ve İşlemezsin de' de­mektir, (ç)

[296] Kadı İyâz'a göre, bu hadis; Hz. Peygamber (s.a.v)'in yaptıklarının, kendisine özgü bir özel­lik olduğuna dair bir delil yoksa, ona uymanın vacip olduğunu göstermektedir.

Bu hususta Fıkıh Usulü kitaplarındaki tafsilât şu şekildedir:

1.  Resulullah (s.a.v)'in oturup kalkmak, yiyip içmek gibi tabii fiilleri, ümmetinin fiilleriyle eşittir.

2.  Kuşluk namazı, vitir ve teheccüd gibi ona özgü farz olan namazlar ile dörtten fazla ka­dınla evlenmek hususunda ümmeti, onun gibi değildir.

3. Mutlak ve mücmeli açıklamak için işlediği fiiller, ittifakla ümmetini de kapsamaktadır.

4.  Bu üç maddenin dışında Resulullah (s.a.v)'den meydana gelen bir fiile, o fiilin sıfatına göre hükümverilir. Fiil, Resulullah (s.a.v) hakkında vacip ise ümmetine de vacip, mendub ise ümmetine de mendubtur. Sıfatı bilinmeyen fiiller hakkında ihtilaf olunmuştur. B.kz: A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, 6/97 (ç)

[297] Müsiim, Sıyâm 79 (1110)

[298] Ebu Dâvud, Sıyâm 36 (2388)

[299] Ebu Dâvud, Sıyâm 36 (2388)

[300] Ebu Dâvud, Sıyâm 36 (2389); Müslim, Sıyâm 74, 79

[301] Tırmızı, Savm 63 (779)

[302] Nesâî, Taharet 123

[303] Buhârî, Savm 52; Müsüm, Siyam 172-176 (1156); Ebu Dâvud, Sıyâm 57 (2431), 59 (2434); Tirmizî, Savm 37 (736); Nesâî, Sıyâm 70; İbn Mâce, Sıyâm 30 (1710); Ahmed b. Hanbel, 6/84, 107, 143, 153, 165

[304] Hadisten anlaşıldığına göre; Hz. Peygamber (s.a.v), nafile oruç tutmaya başladığı zaman epey devam eder ve sahabilerden bazıları: 'Galiba Resululİah (s.a.v) hiç ara vermeden devamlı oruç tutacak' derlermiş. Hz. Peygamber (s.a.v), bir de orucu bıraktı mı, uzun müddet tutmaz ve sahabiler, onun, bir daha oruç tutmayacağını zannederlermiş. Yani Hz. Peygamber (s.a.v)'in oruçlu günleri de, oruç tutmadığı günleri de uzun zaman devam edermiş, (ç)

[305] Peygamber (s.a.v)'in en çok nafile oruç tuttuğu ay, Şaban ayıdır. Hz. Peygamber (s.a.v)'in Şaban ayında her zamankinden daha çok oruç tutmasmdaki hikmet; amellerin bu ayda Allah'a arz edilmesi ve Hz. Peygamber (s.a.v)'in amellerinin oruçlu iken arz edil­mesini istemesidir.

Yine şu olasılıkları göz önünde bulunduranlar da vardır:

1. Hz. Peygamber (s.a.v)'İn Şaban ayında çok oruç tutması, Ramazân'ı tazim içindir.

2.  Resululİah (s.a.v), her ay üç gün oruç tutardı. Bir özrü sebebiyle daha önceki aylarda tutamadığı günleri Şaban ayında kaza ederdi.

3. Şaban ayında insanlar gafil olduğu için, Hz. Peygamber (s.a.v) onlara örnek olmak is­terdi.

4.  Yıl içerisinde öleceklerin isimleri Şaban ayında yazılır. Nitekim Peygamber {s.a.v), Ai­şe'ye; "Ey Aişe! Bu ayda ölüm meleğinin ruhlarını alacağı kimselerinin İsimleri ya­zılır. Ben, ismimin, oruçlu iken kaydedilmesini isterim" buyurmuştur.

5. Hz. Peygamber (s.a.v)'in hanımları, geçen Ramazân'da tutamadıkları oruçları Şaban ayında kaza ederlerdi. Hz. Peygamber (s.a.v)'de, bunun için, bu ayda çok oruç tutardı.(ç)

[306] Müslim, Sıyâm 176 (1156); Nesâî, Sıyâm 70

[307] Buharı, Savm 52; Müslim, Sıyâm 175 (1156); Ebu Dâvud, Siyam 59 (2434)

[308] Müslim, Sıyâm 176 (1156); Nesâî, Sıyâm 70

[309] Tirmizî, Savm 37 (736)

[310] Bu hadisten; Hz. Peygamber (s.a.v)'in, nafile oruç tutmayı en çok sevdiği ayın, Şaban ayı olduğu anlaşılmaktadır, (ç)

[311] Bu hadis; "Bir-iki gün ile Ramazân orucunun önüne geçmeyin" (Buhârî, Savm 14, Müslim, Sıyâm 125, Tirmizî, Savm 2; Ebu Dâvud, Sıyâm 11 (2335); İbn Mâce, Sıyâm 5; Dârimî, Savm 4) şeklindeki hadise ters düşmez. Çünkü bu hadisteki yasaklama, Şaban ayının tamamını ve çoğunu oruç tutmayıp da ihtiyaten Ramazân'dan bir-iki gün önce oruç tutanlarla ilgilidir, (ç)

[312] Ebu Dâvud, Sıyâm 57 (2431)

[313] Nesâî, Sıyâm 70

[314] Nesâî, Sıyâm 70

[315] Nesâî, Sıyâm 70

[316] Nesâî, Sıyâm 70

[317] Bir önceki hadiste; "Resulullah (s.a.v'İn, çok az bir kısmı hariç, Şaban'ı oruçla geçirir-diği" ifade edilirken, bu hadiste "Şaban ayının tamamında oruç tuttuğu" belirtilmek­tedir.

Bazıları da, Hz. Peygamber (s.a.u)'in, bazen Şaban'in başında, bazen ortasında ve bazen de sonunda oruç tuttuğunu belirtmektedirler. Bazılarına göre ise,birinci hadis, ikinci hadisi açıklayıcı durumdadır. Bazı alimler, Hz. Peygamber (s.a.v)'in, bir yıl Şaban ayının tamamını oruçlu geçirdiğini, bir yıl da Şaban ayının bazı günlerinde oruç tuttuğunu söylemektedirler. Çünkü bazı riva­yetlerde; Resulullah (s.a.vj'in, "Şaban ayının tamamında oruç tuttuğu" belirtilirken, ha-disîn devamında "çok az bir kısmı hariç orucu tutmadığı" İfade edilmektedir. (Müslim, Sıyâm 176, Nesâî, Sıyâm 70)

Kısacası, bu iki hadis arasında herhangi bîr tezat söz konusu değildir, {ç)

[318] Nesâî, Sıyâm 70

[319] Buhârî, Savm 52; Müslim, Sıyâm 177 (782)

[320] Bjr_M gün oruçla Ramazân'ın öne alınmasından maksat; ihtiyat maksadıyla veya Ra-mazân'i karşılamak İçin Ramazân'dan önce bir yada iki gün oruç tutmaktır.

Hz. Peygamber (s.a.v), daha önceden belirli günlerde oruç tutmayı adet edinip tutmakta olduğu orucu bu günlere rastlayanların dışında Ramazân'dan önce bir veya iki gün oruç tutmayı yasaklamıştır.

Hz. Peygamber (s.a.v)'in, bu günlerde oruç tutmayı yasaklamasının hikmeti; oruca baş­lamayı hilalin görülmesine veya Şaban'in otuza tamamlanmasına bağlamasıdır. Durum böyle iken daha hilal görülmeden veya Şaban otuza tamamlanmadan oruca başlamak, nasla sabit olan bir şeyi beğenmemek gibidir. Çünkü hadisin bazı varyantlarında Rama-zân'a, Ramazân hilalinin görülmesiyle yada Şaban'ı otuza tamamlamakla başlanacağı, bayramın da Şevval hilali görülünce yada Ramazân otuza tamamlanınca yapılacağı ifade edilmektedir.

Ayrıca havanın bulutlu olması gibi sebeplerden dolayı Şaban ayının yirmi dokuzundan sonraki günün Şaban ayına mı, yoksa Ramazân ayına mı ait olduğu konusunda şüphe oluşması mekruhtur. Dolayısıyla bugüne, "şek günü" denilir. İşte bu sebeple Resulullah S'a'v'' amazan'a bir İki-gün önce başlamayı yasaklamıştır, (ç)

[321] Buhârî, Savm 14; Müslim, Siyam 1082 (1082}; Ebu Dâvud, Sıyâm 11 (2335); Tirmizî, Savm 2 (684); Nesâî, Sıyâm 31, 32; İbn Mâce, Sıyâm 5 (1650); Ahmed b. Hanbel, 2/422, 430, 454 

[322] Tirmizî, Savm2 (684}

[323] Nesâî, Sıyâm 32

[324] Nesâî, Sıyâm 31

[325] Buhârî, Savm 54, 55, 56; Müslim, Sıyâm 181-193 (1159); Ebu Dâvud, Şehru Ramazân 8 (1389); Tirmizî, Savm 57 (770); Nesâî, Sıyâm 76, 77, 78; İbn Mâce, Sıyâm 28 (1706); Ahmed b. Hanbel, 2/164, 190,199, 212

[326] Yalnız Visal orucu ile devamlı tutulan ömür boyu oruç birbirine karıştırılmamalıdır. Visal orucu; iki yada daha fazla günü, arada hiç iftar etmeksizin birbirine eklemek suretiyle tu­tulan oruçtur. Devamlı tutulan ömür boyu oruç İse; bayramlarda ve teşrik günlerinin dı­şında akşamlan iftar etmek şartıyla her gün tutulan oruçtur. Visal orucu tutmak, mekruh­tur, (ç)

[327] Alimler, Resulullah (s.a.v)'in bu sözünü 3 şekilde yorumlamışlardır:

1.  Bu söz, hakiki manasına hamledilir. Buna göre devamlı oruç tutan, bayramlarda ve teşrik günlerinde de orucu bırakmayacağı için, sevap kazanayım derken günaha girmiş olacağından hiç oruç tutmamış gibi olur. Hz. Aişe'de bu görüştedir.

2.  Bu ifade; oruçtan zarar görecek yada oruç sebebiyle başkalarının haklarını zayi edecek olan kimseler hakkındadır.

3.  "Oruç tutmamıştır" ifadesi; "Başkaları gibi oruçtan zorluk çekmez" manasında haberdir, dua manasında değildir, (ç)

[328] Buhârî, Savm 57; Müslim, Sıyâm 186 (1159)

[329] Hadisin muhtelif varyantlarından anlaşıldığına göre; Abdullah b. Amr'ın, gündüzleri oruç tuttuğu, geceleri de Kur'an'ı hatmetmek suretiyle ihya edeceğine yemin etmişti. Bunu ha­ber alan Hz. Peygamber {s.a.v), Abdullah'a; bunu yapmamasını, çünkü gerek nefsinin, gerek gözlerinin ve gerekse ailesini ve gerekse de misafirlerinin kendisi üzerinde haklan olduğunu ve ömrünün sonlarına doğru bu vazifeleri yapamayacağını anlatmıştı. Abdullah ise, Hz. Peygamber (s.a.v)'in tavsiyelerini kendisi için az bulmuş, her tavsiyesine karşılık daha fazlasını istemişti.

Abdullah ise, kendinde ibadet için kuvvet gördüğünden daha fazlasını rica ediyordu. Ne- tice de, Hz. Peygamber (s.a.v)'in haber verdikleri ortaya çıktı. Çünkü Abdullah, ihti-yar-laymca, bu ibadetleri yapmada güçlük çekmeye başlamıştı. O zaman Hz. Peygamber (s.a.vj'in tavsiyelerini hatırlayıp:

Keşke (Resulullah'ın bana tavsiye ettiği) ruhsat(lar)ı yapsaydım' diye hayıflanırdl. Bunun anlamı; Abdullah'ın, Hz. Peygamber (s.a.v)'in tavsiyelerine haşa İtiraz değildi. Çünkü Abdullah, Hz. Peygamber (s.a.v)'in bu tavsiyelerinin emir mahiyetinde olmadığını biliyordu. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v), bu tavsiyeleri, Abdullah'a yaptığı amel hususun­da sırf bir hafifletme ve kolaylık olması için yapıyordu, (ç)

[330] Ailenin hakkmdan maksat; onların nafakalarını sağlamak, onlara güzel muamelede bu­lunmak, çocuklarına İslam terbiyesi vermek gibi hususlardır, (ç) 

[331] Buharı, Savm 57; Müslim, Sıyâm 186 (1159)

[332] Hz. Peygamber (s.a.v), ümmetini, daima hayrh işlere teşvik buyurmuş, onlara ancak güç­lerinin yeteceği İbadetleri tavsiye etmiş, bıkkınlık verecek şekilde fazlasına gitmekten sa­kınmalarını emir buyurmuştur, (ç)

[333] Buhârî, Savm 59, İsti'zan 38; Müslim, Sıyâm 191 (1159)

[334] Konumuzla ilgili bu hadisler, ara vermeden devamlı oruç tutmanın uygun olmadığını göstermektedir. Efdal olan orucun, "Davud Orucu" olduğunu bildirmektedir, (ç)

[335] Müslim, Siyam 192 (1159)

[336] Vücudun hakkından maksat; onun sıhhatine dikkat etmek ve ona iyi bakmaktır. Çünkü devamlı surette nafile oruç tutmak sebebiyle vücut dermansız ve halsiz düşer. Böylece vücut, telef olmaya maruz kalır, (ç)

[337] Eşinin hakkından maksat; cinsel ilişki, nafaka ve güzel muamelede bulunmak gibi husus­lardır, (ç)

[338] Her ay tutulan üç gün oruç, öümr boyu tutulan oruca denk tutulması; fazilet ve sevap itibarı iledir. Yoksa buradaki benzerlikten, hakikatte, eşitlik lazım gelmez. Çünkü her ay bir gün oruç tutan kimse ile on gün oruç tutan kimsenin birbirinden farkı ortadadır. Zira biri on kat sevaba layık bir hasene, diğeri ise onar kat sevabı kazanan on hasene ifa et-mistir, (ç)

[339] Müslim, Sıyâm 193 (1159)

[340] Nesâî, Sıyâm 79

[341] Nesâî, Sıyâm 78

[342] Nesâî, Sıyâm 76

[343] Nesâî, Sıyâm 76

[344] Nesâî, Sıyâm 76

[345] Nesâî, Sıyâm 78

[346] Hz. Peygamber {s.a.v)'e, Abdullah ibn Amr'm her gece Kur'an-ı hatmettiği haberi ulaşın­ca, onu çağırmış ve kendisine Kur'an-ı ayda bir defa hatmetmesini emretmiştir. Ancak Abdullah ibn Amr, bunu, daha kısa bir zamanda yapmaya kudretinin bulunduğunu bil­dirmesi üzerine önce 20 <jüne, sonra sırayla 15, 10 ve 7 güne kadar inmiş, 7 günden da­ha kısa zamanda hatmetmeye kalkışmamasını tenbih emretmiştir.

Kur'an'ın, belirtilen bu zamanlar içerisinde okunması ile ilgili emirler, vacipliğe delalet etmediği gibi, bir haftadan daha kısa zamanda okunmaktan yasaklanılması da bunun ha­ram oluşuna delalet etmez. Önemli olan; her fırsatta Allah'ın kelamıyla meşgul olmak, an­cak bunun için zaruri dünyevî ve ailevî işleri ihmal etmemek, ailenin, dünyanın ve nefsin de hakkını vermektir, (ç)

[347] Ebu Dâvud, Şehru Ramazân 8 (1389}

[348] Tirmizî,Savm57(770)

[349] Buhârî, Savm 33; Müslim, Sıyâm 103-107 (1121); Ebu Dâvud, Sıyâm 42 (2402); Tirmizî, Savm 19 (711); Nesâî, Sıyâm 56, 58; İbn Mâce, Sıyâm 10 (1662); Ahmed b. Hanbel, 6/46, 193, 202

[350] Buhârİ, Savm 33; Müslim, Sıyâm 104 (1121); Nesâi, Sıyâm 58

[351] Bu hadiste, Hamza el-Eslemî'nin, Hz. Peygamber (s.a.v)'e yolculuk esnasındaki Ramazân

orucunu mu, yoksa nafile oruç tutmayı mı sorduğu konusunda bir açıklık yoktur. Fakat

başka bir hadiste Hamza'nm sorusunun Ramazân orucu ile ilgiîi olduğu anlaşılmaktadır

(Ebu Dâvud, Sıyâm, 42 (2403); Beyhakî, Sünenü'l-Kübrâ, 4/241). Yalnız sorunun; birisi

Ramazân ile ilgili ve diğeri de nafile oruçla ile ilgili olmak üzere iki defa sorulmuş olması

da muhtemeldir.

Alimler, yolculuk esnasında oruç tutmanın mı, yoksa tutmamanın mı daha faziletli olduğu

konusunda ihtilaf etmişlerdir. Hattabî (ö. 388/998}, bu görüşleri ve bu görüş sahiplerini

üç maddede toplamıştır:

1.  Oruç tutmamak, daha faziletlidir. İmam Ahmed, İshak b. Râhûye, Evzâî gibi alimler bu

görüştedir.

2.  Yolculukta oruç tutmak, daha faziletlidir. Enes b. Mâlik, Said b. Cübeyr, İmam Mâlik

imam Şafiî ile Hanefiler, bu görüştedir.

3.  Mükellef, hangisi kolayına gelirse öyle hareket eder. Bu görüş ise Mücahid, Ömer ibn Abdulaziz ve Katade'den nakledilmiştir.

Memleketinde iken Ramazân ayı girdiği halde bilahare yolculuğa çıktığında orucu boz­duğuna dair Hz. Peygamber {s.a.v)'den pek çok hadis nakledilmiştir. "Sizden (Ramazân) ayma erişen (o ayda) oruç tutsun" (Bakara: 2/185} ayeti ise, kendisinde oruç tutmaya engel bir özür bulunmadığı halde Ramazân ayına erişen kişilerle ilgilidir. Bu hadisde, Hamza el-Eslemî'nin sürekli oruç tuttuğu ifade edilmektedir. Ama bu sürekli­lik, Resulullah (s.a.v)'İn men ettiği ömür boyu oruç manasına gelmez. Çünkü öyle olsaydı, Resulullah (s.a.v) bunu hatırlatırdı. Zaten orucun sürekli olması; ömür boyu olmasını ge­rektirmez. Çünkü Hamza el-Eslemî'nin tuttuğu oruç faraza üç ay yada beş ay peş peşe oruç tutması olup ömür boyu değildir, (ç)

[352] Müslim, Sıyâm 103 (1121); Tirmizî, Savm 19 (711}; Nesâî, Sıyâm56

[353] Buhârî, Savm 40; Müslim, Siyam 151-152 (1146); Ebu Dâvud, Sıyâm 40 (2399); Timıizî, Savm 66 (783); Nesâî, Sıyâm 64; İbn Mâce, Sıyâm 13 (1669); Ahmed b. Hanbel, 6/188, 189,233, 242, 249, 268

[354] Buhârî, Savm 40; Müslim, Siyam 151 (1146)

[355] Müslim, Sıyâm 151 (1146)

[356] Bu hadisten anlaşıldığına göre; Hz. Aişe, Özrü dolayısıyla Ramazân'da tutamadığı oruçla­rını ancak ertesi Ramazân'dan Önceki Şaban ayında kaza ederdi. Buna sebep ise; Hz. Aişe'nin, Hz. Peygamber (s.a.v)'İn ihtiyaçlarıyla meşgul olması, bütün benliğini onu mem­nun etmeye adamasidir. Ertesi yıl Şaban ayı geldiğinde, bu ayda, hem Hz. Peygamber {s.a.v) çoğunlukla oruç tutuyor ve hem de hanımları kaza oruçlarını tutmuş oluyorlardı. Ayrıca Ramazân'a az bir zaman kaldığı için geçen yıldan kalan orucunu mecburen kaza ediyordu.

Bu hadis, Ramazân'da hastalık, hayız, sefer gibi meşru bir mazeret dolayısıyla tutulama­yan orucun kazasının Şaban'a kadar geciktirmenin caiz olduğuna açıkça delalet etmekte­dir. Herhangi bir meşru özür olmadığı halde orucun kazasını geciktirmenin hükmü ise, alimler arasında ihtilaflıdır.

Hanefilere göre; özürlü yada özürsüz, Ramazân'da tutulamayan oruç, ölünceye kadar kaza edilebilir. Bu, herhangi bir zamanla kayıtlı değildir. Yalnız kişinin, orucu, kaza etme azminde olması gerekir, (ç)

[357] Müslim, Sıyâm 152 (1146}

[358] Ebu Dâvud, Sıyâm 40 (2399)

[359] Tirmizî, Savm 66 (783)

[360] Nesâî, Sıyâm 34

[361] Buhârî, Fadlu Leyleti'I-Kadr 3, t'tikâf 1, 14; Müslim, İ'tikâf 6 (1173); Ebu Dâuud, Siyam 77 (2464); Tirmizî, Saum 71 (790); Nesâî, Mesâcîd 18; İbn Mâce, Sıyâm 59 (1771); Ahmed b. Hanbel, 6/50, 80, 92, 109, 166, 168, 232

[362] İ’tikaf’ kelimesi sözlükte, mutlak olarak; durmak, kalmak, devam etmek gibi manalara gelmektedir.

Fıkıh terimi olarak İse; bir mescitte ibdaet niyetiyle ve belirli kurallara uyarak inzivaya çe­kilmek demektir.

Hadis kaynaklan, Hz. Peygamber (s.a.v)'in Medine'ye hicretten sonra her yii Ramazân ayının son 10 gününde İtikafa çekildiğini, hanımlarının da genelde Resulullah (s.a.v) ile birlikte itikaf yaptığını nakletmektedir.

Hz. Peygamber (s.a.v)'İn bu tatbikatından hareketle alimler, oruçlunun özellikle Ramazân'm son on gününde itikafa girmesini müstehab kabul etmişlerdir. Hatta Hanefiler, Hz.

Peygamber (s.a.v)'in bunu devamlı yapmış olmasından hareketle itikafı, kifâî nitelikte müekked sünnet saymıştır. Buna göre itikaf üç çeşittir:

1. Vacip Olan İtikaf: Bir şarta bağlı olarak veya şartsız olarak adanmış itikattır.

2.  Kifaye Yoluyla Sünneti Müekked Olan İtikaf: Ramazan'ın son on gününde yapılan itikattır.

3.  Müstehab Olan İtikaf: Bu ikisinin dışında, bir mescitte, İbadet niyetiyle yapılan itikaftsr.

itikafa girmek, nefsi, yasaklardan korumada daha etkili bir yöntem olduğu gibi, Ramaza­n'ın son on gününde olması tahmin edilen Kadir gecesine rastlama imkanı ve umudunu da artırır. İtikaf, insanı dünyevî meşgalelerden uzaklaştırıp daha fazla ibadete vesile olma­sı yanında, genel anlamda, hayatın anlamı üzerinde tefekkür etme imkanı da sağlar. İn­sanların zaman zaman böyle derin tefekküre ihtiyacı vardır. îtikaf, bu tefekkürü gerçekleş­tirmek için bir fırsat olarak kullanılabilir. B.k.z: Komisyon, İlmihal, T.D.V, 1/404-405; Y. Kerimoğlu, Emanet ve Ehliyet, 1/432 (ç) 

[363] Buhârî, Fadlu Leyleti'1-Kadr (=Salâtu't-Terâvîh} 3

[364] itikafa girmeye niyet eden kişinin, itikafa ne zaman başlayacağı konusunda alimlerin gö­rüşleri farklıdır. Bu konudaki ihtilaf, Hz. Peygamber {s.a.vj'in itikafa başladığı zaman ile çadıra girdiği zamanın birbirine karıştırılmasından kaynaklanmaktadır. İçlerinde dört mezhep imamının da bulunduğu alimlerin çoğunluğuna göre; itikafa, güne­şin batmasından biraz önce girilir. Bu konudaki delil, Ebu Saîd el-Hudrî'den gelen hadis­tir. Bu hadise göre, Hz. Peygamber (s.a.v), itikaf için mescide akşamdan girerdi. Sabah namazından sonra da mescidin içinde kurulan çadıra geçerdi. Bu çadıra girmesinden maksat; yalnız kalmaktır. Geceleyin mescitte kimse olmadığı için zaten yalnızdı. Onun için çadıra girme ihtiyacı hissetmemişti. Kısacası, Hz. Peygamber (s.a.v)'in çadıra, sabah na­mazından sonra girmesi, onun itikafa o zaman girdiğini göstermez. Hanefilere göre, itikaf-ta en az bir gün durulmalıdır, İtikaf, ancak oruçla birlikte eda edilir, (ç)

[365] Fitneden korkulduğu için, kadınların, içinde oturdukları evlerin mescidinde itikaf yapma­ları daha uygun görülmüş. Bu durumda itikaf yaptıkları yerler, kadınlar hakkında, cema atin namaz kıldığı mescitler gibi olur. Çünkü kadının evinde yapmış olduğu itikaf, dışarı­daki mescitte yapmış olduğu itikaftan daha faziletlidir, (ç)

[366] Hadisin metninden anlaşıldığı üzere; Hz. Peygamber {s.a.v), mescitte kurulan çadırları gö-. rünce, bunu yadırgamış ve hanımlarına yaptıklarının iyi bir iş olmadığını söylemiştir. Hat­ta bununla da kalmayıp kendi için kurulan çadırı bile bozdurarak itikafını ileri bir tarihe ertelemiştir. Hz. Peygamber (s.a.v)'in bu tavrı şu iki sebebe dayanabilir:

1.  Hanımlarının hareketini kendisine yakınlık konusunda bir yarış ve övünme vesilesi olarak değerlendirmiş olabilir. Çünkü böyle bir maksatla İtikafa girmek caiz değildir.

2.  itikaf için mescidin içinde kurulan çadırlar mescidin daralmasına, dolayısıyla cemaatin sıkıntıya düşmesine sebep olmuştur. Bu sebeple de Resulullah (s.a.v), çadırları söktür-müştür.

itikafa girildikten sonra ihtiyaç halinde itikaftan çıkılabilir. Yalnız İmam Mâlik'e göre bu itİ-kafm kazası vaciptir. Diğer üç imama göre İse itikaf vacip bir itikaf değilse, kazası gerek­mez. Vacip itikafın kazası lazımdır. Çünkü Peygamber (s.a.v), hanımlarına, itikaflarını ka­za etmelerini emretmemiştir. Hz. Peygamber (s.a.v)'in, bu itikafı, kendisinin kaza etmesi­nin sebebi; bu itikafın vacip oluşundan değil, bir amel işlediğinde onu tam yapmasından dolayıdır, (ç) 

[367] Tirmizî, Saum 71 (790}

[368] Buhârî, İ'tikâf 14

[369] Müslim, İ'tikâf 6 (1173)

[370] Tirmizî, Savm 71 (791)

[371] Ebu Dâvud, Siyam 77 (2464); Buhârî, İtikaf 14,18; Müslim, itikaf 6 (1173)

[372] Ebu Dâvud, Sıyâm 77 (2464) 

[373] Ebu Dâvud, Sıyâm 77 (2464) 

[374] Ebu Dâvud, Sıyâm 77 (2464) 

[375] Nesâî, Mesâcîd 18; Buhârî, İtikaf 14,18; Müslim, Sıyâm 6 (1173)

[376] Hac kelimesi sözlükte; kast etmek, yönelmek anlamına gelmektedir. Terim olarak ise; Mekke şehrindeki Kabe'yi ve civarındaki kutsal sayılan yerleri, özel vakit içinde, usulüne uygun olarak ziyaret etmek ve yapılması gereken diğer Menâsiki yerine getirmek demektir.

İslam'ın beş temel esasından biri olan hac, hicretin 9. yılında farz kılınmıştır. Haccın nostaljik boyutu; inanan bir kimsenin inanç kökleriyle bağlantısını tazelemesi bakımından önemlidir. Müslümanlık açısından füşünüldüğünde İslam peygamberinin ve arkadaşlarının tevhid ve adaleti hakim kılma mücadelesi, bu süreçte yaşanmış acı tatlı anılar, adeta bir film şeridi gibi bu kutsal yerleri ziyaret eden kişinin gözünün önünden geçer. Bu nostalji, İnanan kişiye, daha yoğun bir dinamizm kazandırır ve daha üst düzey­de bir sahiplenme şuuru verir.

Haccın lahutl boyutu ise; mahşeri andırmasıdır. Farklı dil, ırk, bölge ve kültürlere, sos­yal konum ve ekonomik güce sahip İnsanların eşit statüde ve aynı renk ve tip elbiseler içinde toplanması, akın akın koşuşturması ve topluca İbadetler etmesi, bir bakıma ahirette yaratıcının huzurunda dirilişi ve toplanışı hatırlatır. Hac, mümin kimseyi; ahiretteki bu di­riliş ve toplanmaya hazırlar, bu bilinci kazanmasında ona yardımcı olur Gerçekten de hac ibadetinde Müslüman, İslam'a gönül vermiş olmanın mutluluğunu ve hazzını daha yakından idrak eder, yeryüzündeki bütün Müslümanlarla birlikteliğin ve kar­deşliğin kolektif şuuruna erer.

Dünyanın çeşitli bölgelerinden adeta her biri bir temsilci ve gözlemci sıfatıyla Mekke'ye akın eden Müslümanlar, "mîkat" denilen belirli sınırlarda; dünyayı, dünyevî farklılığı, hatta bencilliği ve ihtirasları temsil eden elbiselerini çıkarıp hepsini eşitleyen, birleştiren, onları dünya Müslümanlığının bir üyesi olmanın bilincine erdiren İhram elbiselerini giyerler. Ar­tık "ben" yok, "biz" vardır. Müminler, bir ufuktan diğerine akan beyazlar seli içinde yok olur, adeta ölmeden önce ölümü ve ahiret hayatını yaşarlar. B.k.z. Komisyon, İlmihal, T.D.V, 1/512 (ç)

[377] Umre: ihrama girerek tavaf ve sa'y yaptıktan sonra fraş olup ihramdan çıkmaktan İbaret­tir. Mâlikilere ve Hanefilere göre; müslümanın ömründe bir defa umre yapması müekked sünnettir. Hanefilere göre; umrebnin farzları; ihram ve tavaf olmak üzere ikidir. Bunlar­dan ihram şart, tavaf ise rükündür. Umre için belirli bir zaman yoktur. Her zaman yapıla­bilir. Ramazân'da yapılması daha faziletlidir. Hanefilere göre; Arefe günü sabahından bayramın 4. günü güneş batıncaya kadar ki süre içinde umre yapmak tahrimen mekruh­tur, (ç)

[378] Mîkat: Muayyen vakit demektir. Fakat istiare yoluyla, "hacca niyet edilmek için durulan yer" manasında kullanılmaktadır.

Hz. Peygamber (s.a.v), sağlığında çeşitli yerlerden hacca gelenlerin nerede ihrama gire­ceklerini bu hadisle belirlemektedir.

Söz konusu mîkatlar, çevrlerinde bulunan halkı ihrama girecekleri yerler olarak tayin edil­mişlerdir. Bu çevrelerde bulunan halk, kendi çevrelerinde bulunası münasebetiyle ken­dilerine tahsis edilen yerden İhrama girecekleri gibi, yolu kendilerine tahsis edilen mikatin dışında bir mikata uğrayan kimselerin kendi memleketlerine mahsus bir inikatlarının bu­lunup bulunmaması Önemli değildir. Her İki halde de ihrama, yollarının uğramış olduğu mikattan girerler.

Bir kimse, gerek karada ve gerekse de denizde iki mikat arasından geçen bir yol taki ede­cek olursa, Hanefilere göre, bu kimse kendi kanaatine göre bu iki mikattan herhangi biri­sinin hizasına geldiğini anlayınca, ihrama girer.

Hac ve umre yamak İsteyen bir kimsenin, yolu üzerinde bulunan bir mikati ihramsız ola­rak geçmesi caiz değildir. Bu konuda alimler arasında görüş birliği vardır. Zulhuleyfe; Medinelilerin mikat yeridir. Bu yer, Medine'nin güneybatısında, Mekke ile Medine arasında olup Medine'ye 10 km., Mekke'ye ise 450 km. mesafededir. Mekke'ye en uzak olan inikattır. Hz. Peygamber fs.a.v), burada ihrama girmiştir. Burası, başka memleketlerden olup da oradan geçen hacı adaylarının da mikat yeridir. Cuhfe: Mekke'nin kuzeybatısında ve Mekke'ye 187 km. uzaklıkta bir yerdir. Karn: Bu İsmi taşıyan iki yer bulunmaktadır. Birisi, Mekke'nin kuzeydoğusunda Arafat'ın kuzeyinde ve Arafat'a bir gün ve gecelik mesafede bulunan bir dağdır. Buraya, "Karn-ı Menâzil" denir. Mekke'ye yaklaşık 96 km. uzaklıktadır. Diğeri ise, "Kam-ı Seâiib"tir. Bura­nın, Mina'nın aşağısında bulunan Mina mescidine 500 zira' uzaklıkta bir dağ olduğunu iddia edenler de vardır. Bu durumda buranın mikattan sayılması mümkün değildir.

[379] Alimler, Resulullah (s.a.v)'in ihrama nereden girdiği konusunda ihtilaf etmişlerdir. Bazı­larına göre, Zulhuleyfe mescidinde iken ihrama girdiğini, bazıları da mescitten çıktıktan sonra Beydâ' denilen tepede telbiye getirdiğini söylemişlerdir.

Hanefi imamlarından Tahâvî (ö. 321/933), Abdullah ibn Ömer'in rivayet ettiği bir hadis­te, Abdullah ibn Abbâs'tan naklen; Resulullah (s.a.v)'in, hacca, namazgahında iken niyet­lendiğini, hem hayvanına bindiği zaman ve hem de Beydâ' düzlüğüne çıktığında teibiye getirdiğini kaydetmiştir. Ayrıca Tahâvî, Ebu Hanîfe ile Ebu Yusufun da bu görüşte oldu­ğunu belirtmiştir. B.k.z: Tahâvî, Şerhu Meâni'1-Asâr, 2/123 (ç)

[380] Müslim, Hac 24 (1186)

[381] Buhârî, Cihad 53; Müslim, Hac 27 (1187)

[382] Buhârî, Hac 2

[383] Tirmizî, Hac 8 {818}

[384] Nesâî, Menâsik 56

[385] Buhârî, Hac 21, Cezâu's-Sayd 13; Müslim, Hac 1-3 (1177); Ebu Dâvud, Menâsik 31 (1823, 1824, 1825, 1826); Tirmizî, Hac 18 (833); Nesâî, Menâsik 28; İbn Mâce, Menâsik 19 (2929); Ahmed b. Hanbel, 2/8, 34

[386] Hacca niyet eden kimsenin; dikişli elbise, serpuş, eldiven ve dikişli ayakkabı giymesi ha­ramdır. Niyet ederken üzerinde bu tür elbise bulunanlar, o elbisferİ çıkarırlar. Fakat göm­leği, giymeden sarınmak caizdir. Mest giymeni caiz olması için, konçlarının kesilmesi şart­tır. Hanefilere göre; yıkandıktan sonra silkmekle rengi dağılmayan elbiseyi ihramda giy­mekte bir sakınca yoktur.

Safran ve alaçehre (=Yemenrde yetişen san bir çiçek) gibi şeylerle boyanmış elbise giy­mek, hadisin zahirine göre mutlak surette yasaktır. Çünkü ihram halinde erkek ve kadın bütün hacılara her türlü koku sürünmek haramdır. Fakat meyve çiçek gibi şeyleri kokla­mak haram değildir Çünkü bu tur şeyler, kokulanmak amacıyla kullanılmazlar. Koku sürmenin ve kadınlara yaklaşmanın haram kılınmasıdaki hikmet; düny ziyneteri ile dünya lezzetlerinden ve efahdan uzak kalarak bütün düşüncesini uhrevî maksatlara tahsis etmektir.

Hacca niyet eden kimse, söz konusu şeylerin haram kılınması; hacı olacak kimseyi, refah halinden uzaklaştırıp hacını huşu içerisinde devam ettirmesi içindir. Çünkü hacı olacak ki­şi, hac müddetince ihramlı olduğunu hatırlayacak, bu suretle daha fazla Allah'ı anma ve ibadetle meşgul olacak, kendini murakabe edecek, ibadetini günahlardan koruyacak, ha­ram olan şeylerden sakınacak, ihram elisesiyle; ölümü, kefeni ve Kıyamet gününde insan­ların yalın ayak, baş açık huzuru ilahiye çıkacaklarını hatırlayacaktır.

[387] İhramlı bir kadının, yabancı bir erkekle karşılaşüğmda ve ihtiyaç duyduğu zamanlarda yü­zünü örtmesi caizdir. Dört mezhep imamı bu görüştedir. Fakat Hanefıler ile Şâfiîlere göre; ihramlı bir kadının, yüzünü, tenine değecek şekilde bir peçe ile örtmesi caiz değildir. Fa­kat tenine değmeyecek şekilde başından aşağı sarkıtarak örtmesi caizdir. İhramlı bir kadının, eldiven giymesi veya ellerini dikişli bir paçavra ile örtmesi caiz değil­dir. Fakat Hanefi alimlerinden el-Kâsânî'ye göre; konumuzla alakalı hadise uymak men-. dubtur. Çünkü ihramlı kadının eldiven giymesinin caiz olduğuna; Sa'd b. Ebi Vakkas'm, ihramlı kızlarına eldiven giydirdiğine" dair rivayet edilen hadisi delil getirmiştir, (ç)

[388] Buhârî, Cezâu's-Sayd 13

[389] Buhârî, Libâs 37; Müslim, Hac 3 (1177)

[390] Ebu Dâvud, Menâsik 31 (1823, 1825)

[391] Tirmizî, Hac 18 (833)

[392] Nesâî, Menâsik 28

[393] Nesâî, Menâsik 28

[394] Ebu Dâvud, Menâsik 31 (1825}

[395] Buhârî, Libâs 80; Müslim, Hac 35 (1189)

[396] Buhârî, Libâs 78

[397] Müslim, Hac 36 (1189)

[398] Müslim, Hac 37 (1189)

[399] Buhârî, Libâs 73

[400] Buhârî, Hac 18, Libâs 69; Müslim, Hac 39 (1190)

[401] Buhârî, Hac 18

[402] Müslim, Hac 39 (1190)

[403] Müslim, Hac 47 (1192}

[404] Buhârî, Gusl 12; Müslim, Hac 48 (1192)

[405] Hacca niyet eden bir kimseye; kadınla cinsel İlişki, dikişli elbise, kara avcılığı, koku sürün­me, tırnak kesme ve benzen fiiller yasak kılındığından, hacca niyet etmeye "ihram" adı verilmiştir. Bu bakımdan metinde geçen "ihrama girme" sözüyle, hacca niyet etme ma­nası kast edilmiştir.

Bir başka ifadeyle ihram; harama girmek, "hill"de ihramdan çıkmak demektir. Metinde geçen "koku sürdüm" sözünden maksat; hacca veya umreye niyet edeceği için bedeninin ve elbisesinin bir kısmına güzel kokulu misk sürdüm demektir. Bu ifade; Nesâî, Menâsik 41'de bu şekilde izah edilmektedir.

Metinde geçen "Beyt-i tavaf dan maksat; "tavaf-i ifâza"da denilen "ziyaret tavaff'dır. Bi­lindiği üzere, hacıların Arafat'tan indikten sonra yaptıkları bu tavaf, haccın rükun-larından olup bunun dört şavtı her hac edene farzdır.

Akabe cemresi atılıup kurban kesildikten ve traş olunduktan sonra ve ziyaret tavafından önce her hacı adayı için cinsel ilişki dışındaki hac ile ilgili bütün yasaklar helal olur. Buna, "birinci helal" denir. İşte Hz. Aişe'nin Hz. Peygamber (s.a.v)'e koku sürmesi bu esnada ol­muştur, (ç)

[406] Müslim, Hac 31 (1189)

[407] Müslim, Hac 34 (1189)

[408] Müslim, Hac 41 (1190)

[409] Tirmizî, Hac 77 (917)

[410] Ebu Dâvud, Menâsik 10 (1745, 1746)

[411] Nesâî, Menâsik 42

[412] Metinde geçen "vebîs" kelimesi; parlaklık anlamına gelir. Bundan maksat; miskin maddesi değil, tesiri ve kokusudur. Ayrıca hadis, ihrama girerken koku sürünmenin mü-sehab olduğunu ve bu kokunun tesirinin, koku ve renginin ihramdan sonra da devam et­mesinde bir sakınca bulunmadığını İfade etmektedir, (ç)

[413] Nesâî, Menâsik 42

[414] Nesâî, Menâsik 41

[415] Nesâî, Menâsik 41

[416] Nesâî, Menâsik 41

[417] Bunun anlamı; "sizin kullandıklarınızın kokusu kısa zamanda kayboluyor. Resulullah (s.a.v)'in ki ise ihramdan sonra da etkisini sürdürüyor" şeklinde olabileceği gibi, "sizinkin­den daha güzeldi" şeklinde de olabilir, (ç)

[418] Nesâî, Menâsik 41

[419] Nesâî, Menâsik 42

[420] Buhârî, Hac 132, Cezau's-Sayd 15, Libâs 14, 37; Müslim, Hac 4 (1178); Ebu Dâvud, Menâsik 31 (1829); Tirmizî, Hac 19 (834); Nesâî, Menâsik 32; İbn Mâce, Menâsik 20 (2931); Ahmed b. Hanbel, 1/285

[421] Buhârî, Cezau's-Sayd 15; Müslim, Hac 4 (1178)

[422] Buhârî, Hac 132, Cezau's-Sayd 15; Tirmizî, Hac 19 (834); Nesâî, Menâsik 32

[423] Tirmizî, Hac 19 (834)

[424] Bu hadis; ihramh bir kimsenin eteklik (=izar) ve dikişsiz ayakkabı bulamadığı zaman, don ve mest giyebileceğini ifade etmektedir. Ayrıca dikişsiz mest için, topukların altından kes­me şart koşulmamaktadır. İmam Ahmed bu görüştedir.

Hanefüere göre ise; dikişsiz ayakkabı bulamayan kimsenin mest giyebilmesi için, mestleri, topuktan aşağısı kalacak şekilde kesmeyi şart koştukları gibi, eteklik bulamayan bir kim­senin eline geçirdiği donu eteklik olarak kullanabilmesi için eğer uygunsa, dikişlerini sö­küp ondan sonra eteklik yapmasını şart koşmuşlardır. Bu meselede, konu ile ilgili daha önce geçen hadisi esas almışlardır. Donu da, meste kıyasla dikişlerinin sökülerek eteklik yapılmasını ileri sürmüşlerdir.

Yine Hanefilere göre; don, eteklik yapmaya müsaitken eteklik yapmadan ve mestler to­pukların altından kesilmeden giyilecek olursa, fidye lazım gelir, (ç)

[425] Ebu Dâvud, Menâsik 31 (1829)

[426] Nesâî, Menâsik 32

[427] Buhârî, Hac 26, Libâs 69; Müslim, Hac 19 (1184); Ebu Dâvud, Menâsik 26 (1812); Tirmizî, Hac 13 (825); Nesâî, Menâsik 54; İbn Mâce, Menâsik 15 (2918); Ahmed b. Hanbel, 2/3, 34, 40, 43, 42, 53

[428] Telbiye: Kelime olarak, "Lebba"dan gelir. Üstten gelen bir emre yada davete karşı aralık­sız icabet anlamını taşır. Telbiye şu şekilde yapılır:

"Lebbeyk! Allahüme lebbeyk. Lebbeyke lâ şerike leke lebbeyk. Inne'l-hamde ve'n-ni'mete leke ve'1-mülk. Lâ şerike lek"

Anlamı: "Allahım! Tekrar tekrar icabet sana. Tekrar tekrar İcabet sana. Tekrar tek­rar icabet sana. Senin ortağın yoktur. Emret! Hamd, Sana mahsustur. Nimeti ve­ren Sensin. Mülk Senindir. Senin benzerin ve ortağın yoktur."

Bu telbiye şekli, İslamî'dir. Cahiliye Araplannkinden farklıdır. Bu telbiye şeklini, Hz. Pey­gamber (s.a.u)'e, Cebrail öğretmişti.

Telbiyeyi, erkekler yüksek sesle söylerler. Kadınlar da alçak sesle söylerler. Telbiye, ihrama büründükten sonra inişlerde, yokuşlarda, başkalarıyla konuşmalarda, gece veya gündüzde, oturmalarda, kalkmalarda, namazların ardından, bir şeye binerken, mescid gibi her değişiklikte tekrar edilir. Her tekrar, peşpeşe üç kere yapılır. Telbiyeden sonra Duâ edilir.

Telbiyeye, hacılar, Akabe Cemresindeki şeyten taşlama anına, yani bayramın birinci günü sabahına kadar devam ederler. Umre yapanlar da, tavafa başlayıncaya kadar devam ederler.

Buraya kadar telbiye ile ilgili anlatılanlar, Hz. Peygamber (s.a.v)'in uygulamasından alın­mıştır.

Telbiye'nin hikmeti ise; insanların, Beytullah'a misafir olarak gelmelerinin Allah'ın, ken­dilerine büyük bir lütuf ve ihsanı olduğuna dikkatleri çekme ve Allah'ın adının yüceltilme vardır.

Telbiye'nin hükmü konusuda alimler ihtilaf etmişlerdir:

Hanefilere göre; telbiye, ihramın şartıdır. İhramın sahih olabilmesi için telbiye şarttır. Tel-biyye, dille yapılır. Allah'ı ta'zim kastıyla yapılan her türlü tehlil, tekbir, teşbih ve tahmid telbiyenin yerini tutar.

Alimler, "lebbeyk" kelimesi üzerinde ihtilaf etmişlerdir. Sîbeveyh'e göre, bu lafız, tesniye-dir. Yalnız onunla çokluk ve sayıda tekrar kast edilir. Yûnus'a göre ise, müfred bir kelime­dir.

Telbiye'nin manası üzerinde de ihtilaf edilmiştir. Bazıları, "tekrar tekrar icabet ederim" manasında olduğunu söylemişlerdir. Bazılarına göre İse, "Sana tekrar tekrar itaat ederim", bazılarına göre ise "teveccühüm Sanadır", bazılarına göre ise, "Muhabbetim Sanadır", ba­zılarına göre ise "Samimiyetim Sanadır" anlamındadır.

Doğru olanı, birincisidir. Çünkü ihrama giren bir kimse, Allah'ın davetine icabet etmiş demektir. Kadı îyâz (ö. 544/1149)'a göre bu icabet, Hz. İbrahim'den kalmıştır, (ç)

[429] Müslim, Hac 21 (1184)     

[430] Müslim, Hac 21 (1184)     

[431] Ebu Dâvud, Menâsik 26 {1812}; Tirmizî, Hac 13 (825); Nesâî, Menâsik 54

[432] Nesâî, Menâsik 54

[433] Bakara: 2/196

[434] Müslim, Hac 81 (1201)

[435] Bakara: 2/196

[436] Ka'b, Hudeybiyye seferi sırasında başına bit musallat olmuştu. İhramİı olması hasebiyle de başını yıkamamıştı. Çünkü başındaki bitleri öldürmekten korkuyordu. Bir taraftan da sıcağın şiddetinden dolayı gözlerine bîr zarar geleceğinden endişelenmeye başlamışı ki, yüce Allah onun hakkında Bakara: 2/196. ayeti indirdi. Bunun üzerine Ka'b, başındaki rahatsızlıktan dolayı saçlarını kesti. Bu hareketinden dolayı fidye olarak kurbanlık bir ko­yun kesip etini Harem-i şerifte bulunan fakirlere dağıttı.

Hanefilere göre; ihramlı bir kimseye saçlarını izale etmesinden dolayı fidye gerekmesi için saçlarının en az dörtte birini traş etmesi veya kesmesi gerekir. Dörtte birinden daha azını kesen ihramlı içişn ise sadaka olarak yarım sa' ( = 1667 gr.) buğday vermek gerekir. Bu, bir Fıtır sadakası miktarıdır. Hanefilere göre, bir organın dörtte biri, bütünü hükmündedir. Hadisin zahirine göre fidye olarak; kurban kesmek, üç gün oruç tutmak ve fakirlere ye­mek yedirmek olmak üzere üç çeşit ödeme yolu tavsiye edilmiş, fakat bunların nerede eda edileceği konusunda herhangi bir açıklama yapılmamıştır. HanefiSere göre; yemek yedirmek için belli bir yer yoksa da, kurban kesmek için belli bir mekan tayin edilmiştir. Bu da, Harem'in sınırlarıdır. Zaman tayini ise, kurban için sözkonusu değildir. Oruç için, belli bir zaman ve mekan tayin edilmediği görüşünde bütün alimler ittifak etmiştir, (ç)

[437] Farak, üç sâ'ya ve 16 ntla eşit bîr ölçü birimidir, (ç)

[438] Müslim, Hac 82 (1201)

[439] Bakara: 2/196

[440] Buhârî, Muhsar 8; Müslim, Hac 83 (1201)

[441] Müslim, Hac 83 (1201)

[442] Müslim, Hac 83 (1201)

[443] Buhârî, Merda 16

[444] Bakara: 2/196

[445] Buhârî, Muhsar 7, Tefsiru Sure-i Bakara 32; Müslim, Hac 85 (1201)

[446] Ebu Dâvud, Menâsik 41 (1857)

[447] Ebu Dâvud, Menâsik 41 (1858)

[448] Diğer rivayetlerde "koyun" ifadesi geçerken, bu rivayette "sığır" İfadesi geçmektedir. Fakat söz konusu kurbanlığın, sığır olmayıp koyun olduğunu ifade eden rivayetler çoğunlukla olup sahihtirler. Kadı İyâz (o. 544/1149), Aynî (ö. 855/1451) ile İbn Hazm (ö. ö. 456/1063}'da bu görüştedir, (ç)

[449] Ebu Dâvud, Menâsik 41 (1859)

[450] Bakara: 2/196

[451] Ebu Dâvud, Menâsik 41 (1860)

[452] Yani ihramlı iken saçını kesen bir kimsenin, fidye olarak bu üç yoldan birini tutmakta ser­best olduğunu ifade etmektedir, (ç)

[453] Ebu Dâvud, Menâsik 41 (1861)

[454] Tirmizî, Hac 107 (953); Buhârî, Muhsar 8; Müslim, Hac 83 (1201)

[455] Buharı, Cezau's-Sayd 2, 3; Müslim, Hac 56-64 (1196); Ebu Dâvud, Menâsik 40 (1852); Tirmizî, Hac 25 (847); Nesâî, Hac 78; İbn Mâce, Menâsik 93 (3093); Ahmed b. Hanbel, 5/301

[456] Buhârî, Hibe 3, Et'ime 19

[457] Buhârî, Cihad 87, Zebaih 10; Müslim, Hac 57 (1196)

[458] Müslim, Hac 56 (1196)

[459] Rjuayt|erc[e açıkça anlatıldığına göre; bu olay, Hudeybİye umresi yılında meydana gel­miştir.

Arkadaşlarının İhrama girdiği halde bu yolculukta Ebu Katâde'nin ihrama girmemesi, he­nüz o tarihlerde mikatlerîn tayin edilmeyişinden ileri gelmiş olabilir.

Ebu Katâde'nin avladığı avın etinden arkadaşlarının yememeleri İse, şüpheli işlerden ka­çınmak gayesine matuf olabileceği gibi, "Ihramlı olduğunuz müddetçe kara avı size haram kılınmıştır" (Meride: 5/96) ayetinin genel hükmüyle amel etmek istemiş olmala­rından kaynaklanmış da olabilir.

Resulullah {s.a.v)'İn, "Bu ancak Allah'ın size yedirdiği bir yiyecektir" buyurması; yaka­layıp kesmek mümkün olmayan bir hayvanı yaralayarak öldürmenin, onu boğazlamak yerine geçtiğini ifade eder.

İhramlı bir kimsenin avladığı hayvanın etini yemesi haramdır. Bu konuda alimler İttifak etmiştir.

Yine ihramlı olmayan bir kimsenin, ihramlı bir kimse için avlamış olduğu bir avı o ih-ramlının yemesi de, alimlerin büyük çoğunluğuna göre haramdır. Fakat ihramlı bir kim­senin, ihramsız avcıya o avı avlaması için avın yerini göstermek gibi bir yardımda bu­lunmamış olması şarttır.

Hanefi alimlerinin göre, bu avı, o ihramfının yemesinde bir sakınca yoktur. Yalnız ihram-hnın, herhangi bir yardımı olmadan o avı İhramsız bir kimse kendisi için avlamışsa o avı herhangi bir ihramlının yemesinde sakınca yoktur. Bu konuda cumhuru ulema ile Hanefi alimlerinin görüşü aynıdır. Çünkü Resulullah (s.a.v)'in, "Sizlerden herhangi bir kimse, Ebu Katâde'ye, o yaban eşeği üzerine saldırmasını emr yada (bir şeyle) işarette bu­lundu mu?" sözü buna ifade etmektedir, (ç)

[460] Buhârî, Cezau's-Sayd 2

[461] Buhârî, Cezau's-Sayd 3

[462] Burada "hac" ile, mecazi olarak "umre" kast edilmektedir. Çünkü umreye, "küçük hac" de­nilmektedir, (ç)

[463] Buhârî, Cezau's-Sayd 4

[464] Müslim, Hac 59 (1196) 

[465] Müslim, Hac 60 (1196) 

[466] Müslim, Hac 61 (1196)

[467] Nesâî, Menâsik 78

[468] Buhârî, Cezau's-Sayd 11, Tıb 12, 15; Müslim, Hac 88 (1203); Ebu Dâvud, Menâsik 35 (1835); Tirmizî, Hac 22 (839); Nesâî, Menâsik 92; İbn Mâce, Menâsik 87 (3081); Ahmed b. Hanbel, 1/215, 222, 244, 248, 280

[469] Bu hadis; Resulullah (s.a.v)'in, ihramh iken ve oruçlu iken kan aldırdığını haber vermek­tedir. Bununla birlikte, ihramlı bir kimsenin kan aldırması caizdir. İmam Ahmed, İmam Şafiî ile Ebu Hanîfe bu görüştedir.

Bunlara göre, ihramlı kimsenin, saç kesilmemek kaydıyla kan aldırmadan dolayı fidye vermek gerekmez. Yalnız kan aldırırken saç kesilecek olursa, o zaman sahibine fidye ver­mek gerekir. Delilleri, Bakara: 2/196. ayettir.

Hacamat, sözlükte; "emmek" anlamına gelen "hacm" kökünden gelir. Tıbbî tabir olarak "kan aldırma" diye ifade edilir. Bu işi yapan kimseye, "Hacim" yada "Haccâm" denir. Ihti-cam, kan aldırma talebidir. Kan alma işinde kullanılan alete, "mihcem" yada "mihceme" denir. Genellikle sığır boynuzundan yapılır. İçi boş ve İki ağızlı bir alettir. Mihcem, bazem Haccâm'ın emdiği kanı toplayan alete ve hatta kan almada deriyi yarmak üzere kullanılan ucu sivri alete de denir. Aslında bu yarma aletinin ismi, "mişraftır.

O dönemde kan, iki şekilde alınmaktaydı:

1.  Deriyi yarmadan yapılan hacamat: Mihcem denilen alet alınır; geniş ağzı, kan alın­mak üzere belirlenen yere tatbik edilir. Haccâm'da, aletin diğer ağzından aletin içindeki havayı ağzıyla emer. Alet içerisinde hava azaldıkça kanın dahili tazyikinin de tesiriyle kan ince damarlardan aletin içine, deri mesamatından akmaya başlar. Böyiece hacamat yapı­lan yerdeki kan tıkanıklığı izale olur. Önceden duyulan ağrı ve sızı hafifler veya tamamen yok olur.

2.  Deri yarılarak yapılan hacamat (=fasd): Mişrat yada mihcem denilen ucu sivri bir aletle derinin üzeri yarılır. Bu durumda, mihcem'in havası emildikçe kan, bu yanlan yer­den daha kolay ve daha çabuk akmaya başlar. Taberânî (ö. 360/970)'nin, Semure'den naklettiği rivayette; Peygamber (s.a.v) bu tarzda kan aldırmıştır.

Kan aldırma ile; kanı alınan kişinin kan yapıcı merkezleri uyarılarak, genç ve dinamik kan hücrelerinin oluşması sağlanır. Bu hücreler, solunum hücreleri (=alyuvarlar/kırmızı kan hücreleri) yada savunma (=akyuvarlar/beyaz kan} hücreleridir.

Bu yeni oluşan genç ve dinamik hücreler, hastalıklara karşı daha amansız bir mücadele vererek hastalıkların uzaklaşmasına sebep olduğu gibi, çevre şartlarına karşı daha sağlam olmamızı sağlar ve vücuttaki işe yaramayan temel taşı niteliğindeki ihtiyar hücrelerin uzaklaşmasına ve bunların yerine genç hücrelerin yerleşmesine yardımcı olurlar. Yapılan gözlemlerde, kan aldıran kişi de, hastalıklara karşı mukavemetin geliştiği, baş ağrısının or­tadan kalktığı, grip gibi hastalıklara yakalnamadığı görülmüştür. Dolayısıyla kansere akrşı mukavemetin ve AiDS'e karşı müdafaanın elde edebileceği de düşünülmektedir, (ç)

[470] Buhârî, Savm 32

[471] Buhârî, Tıb 15

[472] Buhârî, Tıb 15

[473] Tirmizî, Hac 22 (839)

[474] Ebu Dâvud, Menâsik 35 (1835, 1836)

[475] Nesâî, Menâsik 92

[476] Buhârî, Hac 110, Edâhî 15; Müslim, Hac 367 (1321); Ebu Dâvud, Menâsik 14 (1755); Tirmizî, Hac 70 (909); Nesâî, Menâsik 69; İbn Mâce, Menâsik 95 (3096); Ahmed b. Hanbel, 6/30, 41, 42, 78, 82, 85, 90, 110

[477] Buhârî, Hac 110; Müslim, Hac 367 (1321);

[478] Beytullah'a gönderilen hayvanın boynuna kurbanlık olduğunu gösteren bir nişan takma­ya "taklîd" denir. Hayvanın boynuna alamet olmak üzere; bükülmüş ip, deri parçası gibi bir tasma takmak, alimlerin büyük çoğunluğuna göre sünnettir. Yalnız nişanın, nalın gibi küçük baş hayvanlara zor gelecek ve onları zayıflatacak derecede ağır bir tasma olmama­sına dikkat etmek gerekir.

Hanefîlere göre; koyun, hedy kurbanı olur. Fakat boynuna tasma takılamaz Çünkü Müs­lüman toplumu arasında böyle bir uygulama görülmemiştir. Eğer Peygamber (s.a.v)'in böyle bir uygulaması olsaydı, Müslümanlar onu terk etmezlerdi.

Ayrıca Beytullah'a gönderilen kurbanlık koyun, hac ve umre ile ilgili bir koyun değildir. Resulullah (s.a.v)'in, bu kurbanlığı gönderdikten sonra orada ihrama girmeden kalmış ol­ması, bu kurbanlık koyunların hac veya umre ile ilgili olarak Beytullah'a gönderilen bir kurbanlık olmadığını gösterir. Bunun aksini ifade eden hiçbir rivayete rastlamak mümkün değildir.

Yine Hanefilere göre; bu hadis, "ferd hadis" denilen hadislerdendir, (ç)

[479] Ebu Dâvud, Menâsik 14 (1755)

[480] Buhârî> Hac 11° (1589); Müslim, Hac 366 (1321)

[481] isal  Tirmizî' Hac 70 (909); Nesâî, Menâsik 69

[482] Nesâî, Menâsik 69

[483] Buhârî, Hac 110, Edâhî 15; Müslim, Hac 359, 360, 361, 362, 363, 364, 365, 366,368, 369, 370 (1321); Ebu Dâvud, Menâsİk 14 (1757, 1758, 1759); Tirmizî, Hac 69 (908); Nesâî, Menâsik 65, 66, 68, 69; İbn Mâce, Menâsİk 94 (3094, 3095); Ahmed b. Hanbel, 6/30, 35, 36, 42, 78, 82, 85

[484] Resulullah (s.a.v}, bu kurbanlıklarını, hicretin 9. yılında Hz. Ebu Bekr ile birlikte Beytul­lah'a göndermiştir.

Sahabenin büyük çoğunluğu, İmam Mâlik, İmam Şafiî, İmam Ahmed ve Hanefilere göre; Hac yapmak niyetinde olmayan bir kimsenin, Beytullah'a kurbanlık gönderip te mem­leketinde kalan bir kimseye, elbiselerinden soyunması ve İhrama giren bir kimseye yasak olan hareketlerden kaçınması gerekmez, ancak hac ve umre için ihrama girdiği zaman buyasaklara uyması lazım gelir. Hatta Hanefi alimlerinden Tahâvî (ö. 321/933), bu gö­rüşteki ilim adamlarının dayandıkları delilleri göstermek için bu hadisi 18 senedie rivayet etmiştir.

Hanefilere göre; Beytullah'a kurbanlık gönderen bir kimsenin ihrama girmiş sayılabilmesi için şu üç şartın bulunması gerekir:

1.  Hac veya umre ibadeti için niyet etmiş olmak,

2. Kurbanlıkla birlikte hac için yola çıkmış olmak,

3. Kurbanlığın boynuna gerdanlık takmak.

Kısacası, bir kimse, sadece Beytullah'a kurbanlık göndermekle ihrama girmiş sayılmaz. Yine bir kimsenin, kurbanlığını kendi memleketinde iken işaretlemesi ve boynuna ger­danlık takması müstehabtır. Ancak hac veya umre yapmak isteyen kimsenin, kurbanlığı işaretlemeyi ve boynuna gerdanlık takmayı, mikat'e kadar ertelemesi müstehabtır. (ç) 

[485] Buhârî, Hac 110; Müslim, Hac 362 (1321)

[486] Buhârî, Hac 107; Müslim, Hac 359 (1321)

[487] Buhârî, Hac 110

[488] Müslim, Hac 368 (1321)

[489] Buhârî, Hac 109; Müslim, Hac 369 (1321)

[490] Müslim, Hac 361 (1321)

[491] Müslim, Hac 363 (1321)

[492] Nesâî, Menâsik 68;Tirmİzî, Hac 69 (908)

[493] Nesâî, Menâsik 65

[494] Hac, yapılış biçimi (=eds) açısından üç çeşittir:

1. İfrâd Hacci: Umresİz yapılan hacdır. Sadece hac ibadeti yapıldığı için "umresiz hac" anlamında olmak üzere bu ad verilmiştir.

Hac ayları içinde, hacdan önce umre yapmayıp sadece hac niyetiyle ihrama girerek hac menâsikini eda edenler, "ifrad haccı" yapmış olurlar. İster mikat sınırı dışında ve ister mi-kat sınırı içinde ikâmet etsin, herkes ifrad haccı yapabilir.

2. Temmettu' Hacci: Aynı yılın hac aylarında umre ayrı ihramla ve hac ayrı ihramla ya­pıldığı zaman, iki ihram arasında, ihramsız, yani ihram yasaklarının bulunmadığı yasaksız bir zaman dilimi, umre ile hac arasında hac yasaklarının söz konusu olmadığı serbest bir vakit bulunduğu için bu ad verilmiştir.

Temettü' haccı; aynı yılın hac aylan içinde, umre ve haccı ayrı ayrı niyet ve İhramla yap­maktır. Hac ayları içinde umre yapıp ihramdan çıktıktan sonra, aynı yıl hac İçin yeniden ihrama girip hac menâsikini de eda eden uzak bölgelerden gelmiş hacılar, temettü' haccı yapmış olurlar.

3. Kıran Haccı: Umre ve haccin her ikisine birlikte niyet edilerek aynı yılın hac ayları içinde umre ve haccı bir ihramda birleştirmektir. Hac ve umre, tek ihramla yapıldığı için "birleştirmeli hac" anlamında bu adı almıştır.

Umre ve hacca, ikisine birden niyet edip umreyi yaptıktan sonra ihramdan çıkmadan, aynı ihramla hac Menâsikini de tamamlayan Afakiler (=Harem dışından gelen kimseler), "kıran haccı" yapmış olurlar. B.k.z: Komisyon, İlmihal, T.D.V., 1/549 Kıran haccı yapacak kişi; mikatte yada daha önce, umre İle hacca birlikte niyet edip iki rekat namaz kılar, sonra umre ile birlikte hacca niyet eder. Daha sonra telbiyede bulunur ve ihramın şartlarını yerine getirir.

Hanefilere göre; bu üç çeşit haccin fazilet bakımından sıralanışı şu şekildedir: 1. Kıran, 2. Temettü', 3. İfrâd

Bütün İbadetlerde olduğu gibi hac ibadetinde de fazilet; o biçim yada bu biçimde ya­pılmasından ziyade, edasında gösterilen gayret, samimiyet, huzur, huşu ve ihlas nispetin-dedir, (ç)

[495] Buhâri, Taksiru's-Salât 5; Hac 24; Müslim, Hac 185-186 (1232); Ebu Dâvud, Menâsik 24 (1795); Tirmizî, Hac 11 (821); Nesâî, Menâsik 49; İbn Mâce, Menâsik 38 (2968, 2969); Ahmed b. Hanbel, 3/99

[496] Resulullah (s.a.v)'in, Veda haccında kıran haccı yaptığını açıkça ifade eden bu hadis; Ab­dullah ibn Ömer, Aişe, Cabir, Ömer, Ali, İmran b. Husayn gibi sahabeden rivayet edildiği halde, Muaviye hadisi, "Peygamber (s.a.vj'in Veda haccında ifrad haccı yaptığı"nı ifade etmektedir (Ebu Dâvud, Menâsik23 (1794)).

Bununla birlikte bu rivayetlerin arasını şöyle uzlşaürmak mümkündür: Hz. Peygamber (s.a.v)'in Veda haccında, haccı ifrada niyet ettiğini söyleyenler; Hz. Peygamber (s.a.v)'in sadece hacca niyet ettiğini görmüş ve umreye niyet ettiğini görmemiş olmalılar ki sadece gördüklerini nakletmekle yetinmişlerdir. Yada "Hz. Peygamber (s.a.v), ifrad haccı yaptı" derken, "ifrad" kelimesiyle, Hz. Peygamber (s.a.v)'in hayatı boyunca tek bir defa hac yap­tığını kast etmiş de olabilirler.

Hz. Peygamber (s.a.v)'in, temettü haccı yaptığını söyleyen sahabiler ise; Hz. Peygamber (s.a.v)'i, umre için ihrama girerken görmüş olup hafif sesle hac için niyet edişi yüzünden duyamamış olmalıdırlar. Yada "Hz. Peygamber {s.a.v) temettü haccı yaptı" sözüyle, haccı kıran kast edilmiştir. Çünkü Arapların eskiden "kıran" kelimesi yerine "temettü" kelimesini kullandıkları bilinmektedir. Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.vj'in Veda haccında kıran haccı yaptığını ifade eden hadisler, aksini ifade eden hadislere nispetle tercihe şayandır, (ç) 

[497] Müslim, Hac 214 (1251) 

[498] Müslim, Hac 215 (1251) 

[499] Ebu Dâvud, Menâsik 24 (1795); Nesâî, Menâsik 49; Müslim, Hac 214 (1251)

[500] Tirmİzî,Hacll{821)

[501] İmam Ahmed, İmam Mâlik ile İmam Ebu Hanîfe'ye göre; Mekke, harp yoluyla feth edil­miştir, (ç)

[502] Hattabî (ö. 388/998)'nin açıklamasına göre, bu hadis; Hz. Peygamber (s.a.v)'in Mekke'nin fethinde, Mekke'ye, başında miğferle girmesi; saldırıya uğrayacağından, bir kimsenin ih­ramı terk ederek zırh ve miğfer gibi kendisin koruyacak elbiseler giymesinin caiz olduğuna delalet ettiği gibi, hac veya umre niyeti olmaksızın herhangi bir ihtiyacını görmek isteyen bir kimsenin de ihrama girmesi gerekmediğine delalet etmektedir.

Hanefilere göre; bir kimse, hac veya umre niyetiyle yada bir ihtiyaç dolayısıyla Mekke'ye girmek isterse, o kimsenin, ihramsız girmesi caiz olmaz. Hicaz'da mikat dahilinde oturma­yan bir kimsenin, Mekke'ye İhramsız girebilmenin yolu; Mekke'ye değil de, mikat dahilin­de bulunan bir köye yada şehre gitmeyi kast etmesidir. Bu takdirde o kimsenin, ihramsız bir şekilde mikati geçmesi caiz olur. Çünkü bu niyetiyle kişi, bir mikati geçmeyi kast et­miştir. B.k.z: İbn Hümam, Fethu'l-Kadîr, 2/132, (Hamişinde) (ç)

[503] Buharı, Cezau's-Sayd 18, Meğazî 48, Cihad 169; Müslim, Hac 450 (1357); Ebu Dâvud, Cihad 117 (2685); Tirmizî, Cihad 18 (1693); Nesâî, Menâsik 107; İbn Mâce, Cihad 18 (2805); Ahmed b. Hanbel, 3/109

[504] İbn Hatal, Benu Teymu'I-Edrem b. Galiplerden idi. Asıl adı, Abduluzza b. Hatal idi. Bazı kaynaklara göre ise ismi, Hilal b. Abdullah b. Abdu Menaful-Edremîdir.

İbn Hatal, Müslüman olup Medine'ye hicret etmişti. Hz. Peygamber (s.a.v), onu, Zekât ve sadaka memuru görevine tayin etmişti. İbn Hatal'ın hizmetini gören azadli Müslüman bir kölesi vardı. Hz. Peygamber (s.a.v}, bu köleyi de onun yanına vererek İbn Hatal'ı Zekât tahsilatına gönderdi. Bir yerde konakladıklarında, köle, İbn Hatal'ın istediğini, uyuyakal­ması sebebiyle yerine getiremeyince, İbn Hatal, köleyi, döve döve öldürdü. Köleyi öldür­düğü zaman; "Vallahi, Muhammed'in yanına varırsam, bu suçumdan dolayı, muhakkak beni öldürür" deyip irtidat etti ve İslam'dan müşrikiiğe döndü. Topladığı zekâtları da ya­nma alarak Mekke'ye kaçmıştı.

Hz. Peygamber (s.a.v), Mekke'yi feth edince, Kabe'nin örütüsü altına sığınmış olarak bu­lunsalar bile, öldürülmeleri emr ve kanları heder kabul edilen kişiler arasında İbn Hatal'da yer almaktaydı.

İbn Hatal'ı, Ebu Berzeme el-Eslemî ile Said b. Hureys el-MahzûmîYıin elbirliğiyle öldü-rüdükleri bildirildiği gibi, Şerîk b. Abdetu'I-Aclanî yada Ammar b. Yasir'in öldürdüğü de rivayet edilmiştir. Fakat onu, Ebu Berze'nin öldürdüğü rivayeti daha sağlamdır, (ç) 

[505] Ebu Dâvud, Menâsik 117 (2685)

[506] Buhârî, Hac 50, 57, 60; Müslim, Hac 248-251 (1270); Ebu Dâvud, Menâsik 46 (1873); Tirmizî, Hac 37 (860); Nesâî, Menâsik 147; İbn Mâce, Menâsik 27 (2943); Ahmed b. Hanbel, 1/16, 17, 21, 26, 34, 39, 46 

[507] Buhârî, Hac 60

[508] Müslim, Hac 248 (1270}

[509] Müslim, Hac 249 (1270)

[510] Müslim, Hac 250 (1270}

[511] Müslim, Hac 252 (1271}; Nesâî, Menâsikl46

[512] Hz. Ömer'in, bu sözü söylemesine sebep; Müslümanlarla putperestlik devrinden yeni kur­tulmuş olmalarıdır.

Hz. Ömer, eğer Hacerü'l-Esved'i öperse, cahillerin, bu işin eski hal üzere devam ettiği zannına kapılmalarından korkmuş ve istilam (=iki avuç İçini taşın üzerine koyup ağızla öpme)den maksadın, yalnızca Allah'ı tazim ve Peygamber (s.a.v)'in emrine itaat olduğu­nu, istilamın cahiliyet devrindeki putperestlik olmadığını anlatmak istemiştir. Çünkü cahi-Üyet devrinde Araplar, putların, insanı Allah'a yaklaştırdığına inanırlardı. Abdullah İbn Ömer, Resulullah (s.a.v)'in, Hacerü'l-Esved'i öpmesini şu şekilde anlatır:

Resuİullah (s.a.v), Hacerü'i-Esved'in yanına vardı. Sonra dudaklarını, üzerine koyup uzun süre ağladı. Sonra başını çevirince bir de baktı ki (karşısında) Hz. Ömer! Bunun üze­rine Resulullah (s.a.v):

Ey Ömer! İşte burada gözyaşı dökülür!' buyurdu. B.k.z: İbn Mâce, Menâsik 27; Ha­kim, Müstedrek, 1/454 {ç)

[513] Müslim, Hac 250 (1270)

[514] Müslim, Hac 250 (1270)

[515] İslamiyetten önce "Medine", "Yesrib" diye anılırdı. İslamİyetten sonra ise "Dâr", Medîne", "Taybe" ve "Tâbe" İsimleriyle anılmaya başlamıştır.             :

Hicretten önce Medîne, veba gibi salgftn hastalıkların en çok bulunduğu bir beldeydi. Müslümanlar, oraya hicret edince, Hz. Ebu Bekr ile Bilal hastalanmışlardı. Kaza umresinde, Resulullah (s.a.v)'in, sahabilerine; Rükn-i Yemânî ile Rükn-i Hacer ara­sında normal yürüyüşle yürüyüp, diğer iki rükün arasında kısa ve hızlı adımlarla yürüme­lerini, emretmesinin sebebi; müşriklerin, Kabe'nin kuzeyinde bulunmalarıdır. Bu sebeple müşrikler,  Müslümanları,  Rükn-i Yemânî ile Rükn-i Hacer arasında  göremiyorlardı. Resulullah (s.a.v)'in, sahabilere; sadece müşriklerin görebildiği rükünler arasında koşar adimlarla, diğer iki rükün arasında ise normal (âdi) adımla yürümlerini emretmişti. İnsanın, düşmanlarının, kendisine karşı besledikleri kötü emelleri yok etmek kuvvet göste­risinde bulunması caiz olmaktadır.

Remel, Asr-ı saadetten sonraki nesiller için de bir sünnet olarak devam etmiştir. Tavafın her bir turuna, "Şavt" denir.

Hıcr, Hatîm denilen yerin içidir. Hatim, Kabe'nin altın oluk tarafındaki yarım duvarla çevrilmiş yerdir. Vaktiyle bu yer, Kabe'den idi. Hükmen yine Kabe'nin İçinden sayıldığı cihetle tavaf, Hatîm'in arkasından yapılır, (ç)

[516] Buhârî, Hac 55, Meğâzî 43; Müslim, Hac 240-241 (1266); Ebu Dâvud, Menâsik 50 (1886, 1889); Tirmizî, Hac 39 (863); Nesâî, Menâsik 155; îbn Mâce, Menâsik 29 (2953); Ahmed b. Hanbel, 1/373

[517] Buhârî, Hac 80; Müslim, Hac 241 (1266}

[518] Tirmİzî, Hac 39 (863)

[519] Ebu Dâvud, Menâsik 50 (1886); Nesâî, Menâsik 155

[520] Ebu Dâvud, Menâsik 50 f 1886)

[521] Iztıbâ': İhramın vücudun belden yukarısını Örten parçasının bir ucunu sağ kolun altından geçirip sol omuz üzerine atarak sağ kolu ve omuzu ridanm dışında bırakmaktır.

Hanefılere göre; remel yapılması gereken tavafların bütün şavtlarında ıztıbâ' sünnettir. Tavaf bitince, omuz örtülür. Tavaf namazı, omuz örtülmüş olarak kılınır. Remel yapılan 1573   tauaflar dıŞinda başka zamanlarda ızübâ1 mekruhtur, (ç)

[522] Ebu Dâvud, Menâsik 50 (1889)

[523] Bakara: 2/153

[524] Bakara: 2/158

[525] Bakara: 2/158. ayetinin

[526] Hac: 22/29

[527] Hac: 22/29

[528] Bakara: 2/158

[529] Buhârî, Hac 79, Ebvabu'1-Umre 10, Tefsiru Sure-i Bakara 21; Müslim, Hac 260-261 (1277); Ebu Dâvud, Menasik 55 (1901); Tirmİzî, Tefsiru Sure-İ Bakara 12 (2965); Nesâî, Menâsik 168; İbn Mâce, Menasik 43 (2986); Ahmed b. Hanbel, 6/144, 162, 163, 227

[530] Menât: Mekke ile Medine arasında bulunan ve suyu boi olan "Kudeyd" ismindeki yerin karşısına ve Kızıldeniz'in yakınına Amr b. Luhâyy tarafından dikilmiş bir puttur. Müşellel: Kudeyd yakınında bulunan bi tepedir.

Cahiliyye devrinde, Gassân ve Ezd gibi bazı kabileler, hac için İhrama girerlerken bu puta telbiye getirirken, bazıları da telbiye getirmezdi. İslamiyet geldikten sonra Menat da dahil bütün putlar kırıldığı için Ensar, putlara ait bütün hatıraların silinip gitmesi lazım geldiğini düşünerek İslamiyet'ten sonra Safa İle Merve arasında sa'y etmenin kaldırılacağını zanne diyorlardı. Bu düşüncelerle, Hz. Peygamber (s.a.vj'den Safa ile Merve arasında sa'y et­menin hükmü sorulunca, y\xce Allah, Bakara: 2/158. ayeti indirmiştir. Bu İki tepe arasında koşmak, aslında Hz. İbrahim'in hanımı Hacer ile ilgili bir hatıradır. Hz. İsmail'in annesi Hacer, su bulmak için çocuğunu Harem'in bulunduğu yere koyup iki tepe arasında koşmaya başladı. Bu sırada Allah'ın yardımı yetişmiş ve Zemzem kuyu­sunun yerinden su fışkırmıştı. İşte onun hatırası için bu iki tepe arasında koşmak, haccm ibadetleri arasına konulmuştur.

Bu koşma, Allah'ın yardımının insanlara yetişeceğinin bir simgesidir. Safa ile Merve arasında koşmak, Maliki ve Şafiî mezheplerine göre farz iken, Hanefilere göre vaciptir, (ç)

[531] Bakara: 2/158

[532] Müslim, Hac 263 (1277)

[533] Ebu Dâvud, Menâsik 55 (1901)

[534] Buhârî' Ebvabu'1-Umre 10, Tefsiru Sure-i Bakara 21; Müslim, Hac 260-261 (1277}

[535] Buhârî, Hac 58, 61, 62; Müslim, Hac 253 (1272); Ebu Dâvud, Menâsik 48 (1877); Tirmizî, Hac 40 (865}; Nesâî, Menâsik 159; İbn Mâce, Menâsik 28 (2948); Ahmed b. i5go   Hanbel, 1/214,237,304

[536] Buhârî- Hac 61; Nesâî, Menâsik, 160; Tirmizî, Hac 40 (865) Buhârî, Hac 74

[537] Kabe'yi özürsüz olduğu halde hayvan üzemde yada başka bir şey üzerinde tavaf etmek caizdir. Bu, İmam Şafiî ile İbn Hazrn'ın görüşüdür. Hanefilere göre ise özür bulunmadıkça tavafı yürüyerek yapmak vaciptir. Özürsüz olarak hayvan üzerinde yapılan tavafın, iadesi gerekir. İade etmeyecek olursa, kurban gerekir, (ç)

[538] Hacerü'l-Esved'i, baston ve benzeri bir şeyle selamlamak caizdir. Acak bu cevaz, elle do­kunmak veya selamlamak mümkün olmadığı zamanlara aittir. Yoksa elle selamlamanın daha faziletli olduğu bilinen bir gerçektir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v) çoğunlukla elle selamlamışır. Alimlerin büyük çoğunluğu bu görüştedir.

Hacerü'i-Esved'e; elle, baston ve benzeri bir şeyle dokunmak mümkün değilse, ona doğru işarette bulunarak tekbir getirilir, (ç)

[539] Taygftar, sonra kılınan iki rekatlik namaza, "tavaf namazı" denir. Hanefilere göre bu na­maz, başlı başına bir namazdır. Sünnet değildir. Vaciptir. Dolayısıyla farz olsun, nafile ol­sun her tavafın sonunda İki rekat namaz kılmak meşru kılınmıştır. Bu namazını, Kabe'yi tazimle bir ilgisi yoktur. Sadece Allah'ı tazim ve O'na kulluk için meşru kılınmıştır. Dolayı­sıyla bu namazda, Kafirun ve Ihlas surelerinin okunması müstehabtır. (ç) 

[540] Ebu Dâvud, Menâsik 48 (1881)

[541] Buhârî Hac 51, 52, Salât 30, 81, 96, Teheccüd 25, Cihad 127, Meğâzî 77; Müslim, Hac 388-394 (1329); Ebu Dâvud, Menâsik 92 (2023); Tirmizî, Hac 47 (874); Nesaı, Kıble ö, Mesâcid 5, Menâsik 126, 127; İbn Mâce, Menâsik 79 (3063); Ahmed b. Hanbel, 2/3, 4b, 46,50,55,82,139,153

[542] Buhârî, Salât 81

[543] Buhârî, Salât 96; Müslim, Hac 391 (1329)

[544] Resulullah (s.a.v) zamanında Kabe'nin içinde o zaman altı direk vardı. Kabe'nin, hadisin ravisi Mâlik döneminde Kabe içinbdeki direklerden biri alınmış ve beş direk kalmıştı. Me­tindeki bu ifade, Kabe içindeki direklerin sayısının sonradan değiştiğini göstermektedir. Bazı alimler de, rivayeüerdeki bu farklılıklara bakarak olayın ayrı ayrı zamanlarda iki defe meydana geldiğini ileri sürmüşlerdir, (ç) 

[545] Buhârî, Salât 96; Müslim, Hac 388 (1329)

[546] Kabe, mavi taşlardan yapılmış 15 metre yüksekliğinde, Mescid-i Haramın'ın ortasında, kuzey cephesi 10 metre, batı cephesi 12 metre, güney cephesi 16 metre, doğu cephesi İl metre uzunluğunda küp şeklinde bir binadır.

Kur'an'ın ifadesine göre; yeryüzünde insanlar için yapılmış ilk bina Kabe'dir. Kabe'nin inşa tarihi ile ilgili pek çok rivayetler vardır. Kur'an-ı Kerim'de, Kabe'yi İnşa edenlerin; Hz. İb­rahim ile oğlu İsmail olduğu belirtilmektedir (Bakara: 2/127). (ç) 

[547] Buhârî, Salât 30

[548] Resulullah (s.a.v) Kabe'ye girerken yanma çok sevdiği Zeyd'in oğlu olduğu İçin Üsame'yi, müezzini olduğu için Bilal'i, Kabe'nin hizmetçisi olduğu için Osman b. Talha'yı almıştır, (ç)

[549] Kabe'nin içine girdikten sonra kapıyı üzerlerine kapatmalarının hikmeti; izdihamı önlemek yada kalblerinin sükunet bulup tam bir huşuya ermesini sağlamaktır, (ç)

[550] Buhârî, Meğâzî 77

[551] İki direkle kast edilen; Rükn-ü Esved ile Rükn-ü Yemânîdir. Rükn-ü Esved'in iki fazileti vardır. Biri, Hz. İbrahim'in attığı temel üzerinde bulunmuş olması, diğeri de Hacerü'l-Esved'in bulunmasıdır.

Rükn-ü Yemânfnin ise bir fazileti vardır. O da, Hz. İbrahim'in temeli vardır. O da, Hz. İbrahim'in temeli üzerinde bulunmasıdır. Hacerü'l-Esved, sözü edilen iki faziletinden do­layı istilam edilmek ve öpülmek suretiyle temayüz ermiştir. Rükn-ü Yemânî ise; istilam edilir, fakat öpülmez, (ç)

[552] Bu hadis; Resulullah (s.a.v)'in Kabe'deki namazı, Yemânî rükunlar arasında bulunan iki direk arasında kıldığı ifadesi; Resulullah (s.a.v)'in sağında ve solunda birer direk bulundu­ğu bildirilmişse de aslında burada direğin biri, ya diğer iki direkle aynı hizada bulunmadı­ğından yada Resulullah (s.a.v), namazı ona karşı kıldığından zikredilmemiştir. (ç)

[553] Müslim, Hac 394 (1329)

[554] Müslim, Hac 390 (1329)

[555] Hz. Peygamber (s.a.v)'in, beraberinde Üsame, Osman b. Ebi Talha, Fadl b. Abbas ve Bi­lal oldğu halde Ka'be'nin içerisinde namaz kıldığına dair bir çok hadis gelmiştir. Hz. Pey­gamber (s.a.v)'in, Ka'be'nin içerisine girip orada namaz kıldığını söyleyenlerin yanı sıra kılmadığını söyleyenler de vardır. Bu görüş ayrılığın sebebi, bu konuda Üsame b. Zeyd'den iki farklı rivayetin gelmiş olmasıdır.

Bütün bunlara rağmen, Resufullah (s.a.v)'in Ka'be'nin içerisinde namaz kıldığı umumiyet-'G kal:)U' eclilmiş, hatta yeri ve şekli üzerinde bazı detaylara bile yer verilmiştir, (ç)

[556] Tirmizî, Hac 47 (874)

[557] Abdullah ibn Ömer, Kabe'ye girince, yüzü istikâmetinde ileri doğru yürüyüp kapıyı ar­kasında bırakarak karşısındaki duvara üç arşın kalıncaya kadar ilerler ve Bilal'ın haber verdiği yeri bulur, orada namazını kıİarmış (ç)

[558] Ebu Dâvud, Menâsik 92 (2024)

[559] Ebu Dâvud, Menâsik 92 (2025)

[560] Nesâî, Kıble 6

[561] Nesâî, Menâsik 127

[562] Nesâî, Menâsik 126

[563] Buhârî, Hac 22, 101; Müslim, Hac 267 (1281); Ebu Dâvud, Menâsik 27 (1815); Tirmizî, Hac 78 (918); Nesâî, Menâsik 216, 229; İbn Mâce, Menâsik 69 (3039); Ahmed b. Hanbel, 2/3, 45, 46, 50, 55, 82

[564] Müzdelife: Mekke'de, Arafat ile Mina arasında bulunan ve Hac'da Arafat'tan sonra vakfe yapılan yerdir. Müzdelife kelimesi, "yaklaşmak, yakınlaşmak" anlamındaki Arapça "zelefe" kökünden türetilmiş olup "ysktaşılan, yakınlaşılan yer" anlamında, iftiaj babından ism-i mekân kalıbındadır. Ayrıca burası, "toplanma, bir araya gelme" anlamında cem adıyla da anılmaktadır. Burasının bu adlarla adlandırılması değişik şekillerde yorumlanmıştır. Mina: Mekke İle Arafat arasında, ikisini birbirine bağlayan yol üzerinde bir yer. Burası birinci ve ikinci Akabe bey'atiarında Hz. Peygamber (s.a.s) ile Medineliler arasındaki gö­rüşmenin gerçekleştiği yerdir. Kuzeyinde Sabır dağı bulunmaktadır. Akabe Cemresi ile Mubassır Vadisi arasında kalan yere "Mina" denilir.

Arafat: Mekke'nin 20 km. uzaklığında ve doğusunda bulunan bir dağdır. Aynı adı taşıyan ova içinde yaklaşık 70 mefre kadar yükseklikte bir tepe görünümündedir. Tepeye koyu yeşil taş yığınları hakimdir. Arafat'a "Cebelü'r-rahme" (=Rahmet Dağı) da denir. Hac-ibadetinİn rükünlerinden biri olan Vakfe'nin yapıldığı yer olmasından dolayı büyük bir önem taşımaktadır. Bu dağın, ismini nasıi aldığı hakkında çeşitli görüşler vardır, (ç)

[565] Hacı adayının Akabe cemresini taşlaymcaya kadar telbiyeye devam etmesi gerekir. İmam Şâfıî İle İmam Ahmed, bu görüştedir.

Hanefıler ile bir rivayette İmam Şâfi?ye göre; İfrad Haccı ile Temettü yada Kıran Haca yapan bir hacı adayı, bayramın birinci günü Akabe cemresine kadar ilk teşt attığı andan itibaren telbiyeyi keser. Çünkü Abdullah ibn Mes'ud'dan gelen bir hadiste: "Ben, Pey­gamber (s.a.v)'in telbiyesini takip ettim. Akabe cemresine ilk taşı atıncaya kadar telbiyeye devam etti" buyurulmaktadir. (ç) 

[566] Buhârî, Hac 101

[567] Tirmizî, Hac 78 (918); Nesâî, Menâsik 216

[568] Cemre" kelimesi, sözlükte; ateş koru, közü, küçük çakıl taşı gibi anlamlara gelir. Burada ise haccın şartlarından olan cemre ve cemrelerin atıldığı yer anlamındadır.

Akabe, ilk ve orta diye üç cemre vardır. Cemrelerin üçü de, Mina'dadır. Akabe (=Büyük) cemre, kurban kesme günü taşlanır. Bu, Müzdelife'den Mina'ya gelindiğinde yapılır. İlk ve orta cemreler, Hayf mescidinin yukansındadır.

Cemrelere taş atılırken, Allah'a hamd ve sena edilir, tekbir ve tahlil getirilir. Hz. Peygam­ber (s.a.vj'e Salât ve selam okunur. Ayrıca arzu edilen başka dualarda okunur. Duâ edi­lirken, eller havaya kaldırılır, (ç)

[569] Ebu Dâvud, Menâsik 27 (1815)

[570] Cemrelere taş atma, bayramın birinci günü başlanır. İlk önce Akabe cemresinden 7 taş atılır. İkinci, üçüncü ve dördüncü günü, her üç cemreye birden 21 tane taş atılır. Böylece toplam sayı, 70'e ulaşır, (ç)

[571] Nesâî, Menâsik 228

[572] Nesâî, Menâsik 229

[573] Buhârî, Hac 135, 136; Müslim, Hac 305-309 (1296); Ebu Dâvud, Menâsik 77 (1974);

Tirmizî, Hac 64 (901); Nesâî, Menâsik 226; İbn Mâce, Menâsik 64 (3030); Ahmed b. Hanbel, 1/422, 427, 430, 456, 458

[574] Müslim, Hac 305 (1296)

[575] Akabe cemresine taş atılırken Kabe sola ve Mina vadisi ise sağa alınmalıdır. Hanefiler ile İmam Mâlik, bu görüştedir, (ç)

[576] Buhârî, Hac 135, 136; Müslim, Hac 305, 306, 307 (1296)

[577] Akabe, Mekke'ye 2 mil uzaklıkta bir tepedir. Burası, Akabe bey'abnın yapıldığı yerdir, (ç)

[578] Tirmizî, Hac 64 (901); Nesâî, Menâsik 226

[579] Nesâî, Menâsik 226

[580] Nesâî, Menâsik 226

[581] Ebu Dâvud, Menâsik 77 (1974)

[582] Buhârî, İ!m 23, Hac 131; Müslim, Hac 327-333 (1306); Ebu Dâvud, Menâsik 87 (2014); Tirmîzî, Hac 76 (916); Nesâî (el-Kübrâ), Menâsik 2/446 (4106, 4107), 2/447 (4108, 4109); İbn Mâce, Menâsik 74 (3051), Ahmed b. Hanbel, 2/159,160, 202

[583] Konu ile İlgili bu rivayetler, göz önünde bulundurulduğunda konumuzu teşkil eden bu hadiste dört meselenin söz konusu edildiği anlaşılmaktadır:

1. Bayramın birinci günü yanlışlıkla kurbanı kesmeden traş olmak,

2. Akabe cemresine taşlan atmadan kurban kesmek,

3. Taşlan atmadan önce traş olmak,

4. Taşlan atmadan önce ifaza tavafını yapmak.

Bilindiği gibi hac İle ilgili bu fiillerin sırası şöyledir: a. Bayramın birinci günü önce Akabe cemresine yedi taş atılır, b. Sonra kurban kesilir, c. Kurban sonra tarş olunarak ihramdan çıkılmış olunur, daha sonra da Mekke'ye gidilip ifaza tavafı yapılır.

Görülüyor ki, Resulullah (s.a.v)'e yöneltilen bütün sorular bu sıranın bozulmasıyla ilgilidir. Hz. Peygamber (s.a.v}, bu soruların hepsine olumlu cevap vermiş, hepsine de "bu sırayı bozduğundan dolayı bu amellere bir noksanlık gelmediği bu yüzden herhangi bir ceza da lazım gelmez" anlamında "zararı yok" buıyurmuştur.

Hadiste söz konusu edilen bütün bu fiiller, bayramın birinci gününe aittir. Bu fiilleri ya­parken aralarındaki sıraya uygun olarak yapmak, İmam Ebu Yusuf, İmam Muhammed, İmam Şafiî ile İmam Ahmed'e göre sünnettir. Terkinden dolayı fidye lazım gelmezse de küçümseyerek terk etmek günahkar olur.

Alimlerin büyük çoğunluğuna göre ise, bu sırayı terk etmekte herhangi bir sakınca yoktur. Çünkü bu sırayı terk eden kimse, günahkar olmadığı gibi kendisine herhangi bir kefaret de gerekmez, (ç) 

[584] Buhârî, Hac 131

[585] Buhârî, Hac 131

[586] Müslim, Hac 328 (1306)

[587] Ziyaret Tavafı, farz olup haccın bir rüknüdür. Bu tavaf yapılmadıkça, hac tamam olmaz.(ç)

[588] Müsüm, Hac 333 (1306}

[589] Tirmizî, Hac 76 (916)

[590] Buhârî, Menakibu'l-Ensar 47; Müslim, Hac 441-444 (1352); Ebu Dâvud, Menâsik 91 (2022); Tirmizî, Hac 103 (949); Nesâî, Taksiru's-Salât fi's-Sefer 4; İbn Mâcc, İkâme 76 (1073); Ahmed b. Haribel, 5/52

[591] Müslim, Hac 443 (1352)

[592] Veda Tavafı, cumhura göre vaciptir. Terk edilmesi, diğer vaciplerin terki gibi kurban kesmeyi gerektirir. Bu tavaf, hacının Kabe'den ayrılacağı en son anı olsun diye çıkış vak­tinde yapılır, (ç)

[593] Mekke feth edilmeden önce Mekke'lİ muhacirlerin Mekke'de ikâmet etmeleri haram kı­lınmıştı. Sonraları hac ve umre sebebiyle Mekke'ye girenlere hac ibadetlerini bitirdikten sonra Mekke'de sadece üç gün kalmalarına izin verilmiştir.

Şafiî alimlerinden Nevevî {ö. 676/1277)'ye göre, bu hadisin manası; Mekke'den Medine'­ye hicret edenlere bir daha Mekke'ye yerleşmelerinin haram kılınmasıdır. Kadı Iyâz (ö. 544/1149)'a göre, alimlerin çoğunluğu bu görüştedir. Ancak Resulullah (s.a.v)'in Medine dışında istedikleri yerde oturmalarına izin verdiği kimseler bu hükmün dışındadırlar. Bazı alimler de, Mekke'nin fethinden sonra muhacirlerin Mekke'ye yerleşmelerini caiz görmüş, bu hadisin hicretin vacip olduğu zamanlara özgü olduğunu söylemiştir. Mekke'nin fethinden Önce hicretin vacip olduğunda bütün alimler görüş birliğine varmış­tır. Muhacir olmayanların, İstedikleri yerde yaşayabileceklerinde ittifak vardır. Muhacirlere Mekke'de kalmak için verilen üç günlük izin, ikâmet hükmüne girmez. Onlar yine misafir sayılırlar.

İnancından dolayı bir yerden baişka bir yere hicret eden kimsenin, kendisi için mevcut tehlike ortadan kalktıktan sonra oraya dönüp dönemeyeceği meselesi, alimler arasında ihtilaflıdır.

Bazılarına göre; bu kimse, Allah ve Resulüne hizmet için memleketini terk etmişse, muha­cirler hükmündedir. Bir daha oraya dönemez. Fakat hicret ederken maksadı memleketini terk değil de sadece inancını korumak idiyse fitne bittikten sonra memleketine geri döne­bilir. İbn Hacer (ö. 852/1447), bu görüştedir, (ç)

[594] Buhârî, Menakibu'l-Ensar 47

[595] Müslim, Hac 441 (1352)

[596] Buhârî, Hayz 27, Hac 129, 145, Meğâzî 77; Müslim, Hac 382-387 (1211); Ebu Dâvud, Menâsik 84 (2003); Tirmizî, Hac 99 (943); Nesâî, Hayz 23; İbn Mâce, Menâsik 83 (3072, 3073), Ahmed b. Hanbel, 6/164, 202, 207

[597] İfaza (=ziyaret) tavafı, haccın rükunlarındandır. Bu tavafın sahih olabilmesi için, temiz olma hali şartür. İfaza tavafını yapmadan hayız gören bir kadın, temizlenip de ifaza tava­fını yapmadıkça memleketine dönemez. Vasıta sahiplerinin, bu durumda kalan kadınlar için yolculuğu ertelemeleri üzerlerine vacip değilse de böyle bir iyiliği esirgemeleri uygun bir davranış değildir, (ç)

[598] Müslim, Hac 382 (1211)

[599] Müslim, Hac 383 (1211) 1645 

[600] Müslim, Hac 387 (1211}

[601] Buhârî, Hac 151

[602] Buhârî, Hayz 27; Müslim, Hac 385 (1211)

[603] Buhârî, Hac 129

[604] Müslim'de bulunamamıştır. B.k.z. Muvatta, Hac 228 (ç)

[605] Ebu Dâvud, Menâsik 84 (2003); Tirmizî, Hac 99 (943)

[606] Nesâî, Hayz 23; Buhârî, Hayz 27; Müslim, Hac 385 (1211)

[607] Resülullah (s.a.v), Kurban bayramı gecesi Müzdelife'de iken kalabalığa tahammülü olma­yan kadınlara, çocuklara, acizlere, zayıflara ve yaşlılara ortalığın ağarmasını beklemeden Müzdelİfe'den Mina'ya gidip sabah namazını orada kılmalarına ve halk, Akabe'ye yığıl-madan önce gidip orada güneş doğduktan sonra Akabe cemresine rahatça taş atmalarına izin vermiştir, (ç)

[608] Buhârî, Hac 98; Müslim, Hac 300-302 (1293); Ebu Dâvud, Menâsik 65 (1939, 1940); Tirmizî, Hac 58 (892, 893); Nesâî, Menâsik 208; İbn Mâce, Menâsik 63 (3026); Ahmed b. Hanbel, 1/272

[609] Kurban bayramının birinci günü güneş doğduktan sonra Akabe cemresini taşlamak caiz­dir. Çünkü güneşin doğmasıyla buraya taş atma vakti girmiş olur. Yalnız bu konu, alimler arasında tartışmalıdır, (ç)

[610] Tirmizîi Hac 58 (893); Ebu Dâvud, Menâsik 65 (1940); Nesâî, Menâsik 222

[611] Ebu Dâvud, Menâsik 65 (1940); Nesâî, Menâsik 222

[612] Nesâî, Menâsik 208

[613] Nesâî, Menâsik 214

[614] Buhârî, Cenâiz 20, 21; Müslim, Hac 93-103 (1206); Ebu Dâvud, Cenâiz 78-80 (3238, 3239, 3240, 3241); Tirmizî, Hac 105 (951); Nesâî, Menâsİk 97, 98, 99, 100, 101; İbn Mâce, Menâsİk 89 (3084, 3085); Ahmed b. Hanbel, 1/328

[615] Müslim, Hac 103 (1206)

[616] Müslim, Hac 93 (1206)

[617] Müslim, Hac 102 (1206)

[618] Müslim, Hac 101 (1206)

[619] Müslim, Hac 102 (1206)

[620] ihramlı iken vefat eden bir kimse, beline sardığı izar denilen eteklik ile omzuna aldığı rida denilen peştemali içerisinde kabre konur. Kefen için, bu iki elbise yeterlidir. Başka bir ke­fene ihtiyaç yoktur. Çünkü esasen ihram hali, ölmekle sona ermediğinden, ihramlı olarak ölen bir kimsenin ihramlilığı devam eder. Dolayısıyla üzerine izar ve ridanm dışında kefen ismiyle de olsa başka bir elbise giyemez, örtülemez. Çünkü şehidler, kıyamet gününde, şehid edildiği andaki haleriyle Allah'ın huzuruna gelecekleri gibi İhramli iken vefat eden bir kimse de, Allah'ın huzuruna ihramlı olarak ve telbiye okuyarak gelecektir. Bu, İmam Şafiî ile İmam Ahmed'in görüşüdür,

imam Ebu Hanîfe İle İmam Mâlİk'e göre ise; ihramlı kimse ölünce ihramlılık hali.sona erdiğinden aynen diğer cenazeler gibi kefenlenir, başı örtülür, üzerine güzel kokular sürü­lebilir. Hz. Aişe ile Abdullah ibn Ömer'de bu görüştedir. Bu görüşte olanlar, konumuzla ilgili hadisin, ölen o kimseyle alakalı olduğunu belirterek hadisin hükmünün, sadece söz konusu şahsa ait olduğu, başkaları için geçerli olmadığını söylemişlerdir, (ç)

[621] Tİrmizî, Hac (951)

[622] Ebu Dâuud, Cenâiz 78-80 (3238)

[623] Ebu Dâuud, Cenâiz 78-80 (3239)

[624] Ebu Dâuud, Cenâiz 78-80 (3241)

[625] Nesâî, Menâsik 97

[626] Nesâî, Cenâiz 41

[627] Nikâh (=evlenme) kelimesi, sözlükte; birleştirmek, katmak, evlenmek akdi ve cinsel İlişki gibi çeşitli manalara gelmektedir.

Terim olarak ise, şer'an nikahlanmalarında bir engel bulunmayan bir erkek ile bir kadının birbirlerinden istifade etmek arzusuyla yaptıkları sözleşmeye denir. Nikah, karı-koca arasında birlikte yaşamaya ve karşılıklı yardımlaşmaya imkan veren ve taraflara karşılıklı hak ve ödevler yükleyen bir sözleşmedir. Bu sözleşme, her şeyden Önce birbirleriyle evlenmeleri dinen ve hukuken mümkün olan iki kişi arasında ve iki şahit hu­zurunda yapılır.

Şahitlerin mevcudiyeti, bu sözleşmeye açıklık kazandırmak ve evlilik ilişkisini etrafa du­yurma hedefine yöneliktir, (ç)

[628] Buhârî, Nikâh 6, 32; Müslim, Nikâh 76-77 (1425); Ebu Dâvud, Nikâh 29-30 (2111); Tirmİzî, Nikâh 23 (1114); Nesâî, Nikâh 62; İbn Mâce, Nikâh 17 (1889);" Ahmed b. Hanbel, 5/336

[629] Buhârî, Nikâh 6

[630] Buhârî! Nikâh 35, Fezâİlu'I-Kur'an 23; Müslim, Nikâh 76 (1425)

[631] Müslim, Nikâh 77 (1425)

[632] Buharı, Nikâh 32

[633] Buhârî, Nikâh 37

[634] Bir kadının, mehirsiz olarak evlenmek üzere kendisini Hz. Peygamber (s.a.v)'e arzetmesi caizdir. Nitekim Ahzab: 33/50 ayeti de bunu ifade etmektedir.

Buhârî ise, bu hadisi bakarak bir kadının kendisini salih bir kimseye arzefmesinin caiz olduğuna hükmetmiş ve bunun sadece Resulullah (s.a.v)'e özgü bir durum olmadığını, bab başlığında dile getirmiştir, (ç)

[635] Kadın, kendi mehrini, Resulullah (s.a.v)'e hibe etmek suretiyle onunla evlenmek istemek­tedir. Resulullah {s.a.v} ise kadını, reddedilmiş duruma düşürmemek İçin susup cevap vermemiş.

Yine kadının, kendisini, birinci ve ikinci arz edişinde, Resulullah (s.a.v)'in susmak suretiyle cevap vermesini, kadına red cevabı vermekten utanmasıyla açıklamak mümkün olduğu gibi, bu mesele ile ilgili bir vahyin gelmesini beklemiş olmasıyla yada o kadına uygun bir cevap vermek için düşünmüş olmasıyla da açıklamak mümkündür, (ç) 

[636] Evlenilmek istenen bir kadına, yeteri kadar mehir vermek gerekir. Ancak mehir, Nikâh akdinin sıhhatinin şartı olmayıp lüzumunun şartıdır. Evla olan, nikâh akdedilirken mehri sözkonusu edip mikdarını tespit etmektir. İleride bu konuda çıkması mümkün olan bazı anlaşmazlıkları önlemek İçin en uygun tedbir budur. Ayrıca mehri acele olarak vermek, müstehabör.

Manası genel olan bir lafzın, karineyle tahsis edilmesi caizdir. Çünkü metinde geçen "Ya­nında (mehir olarak verecek herhangi) bir şey var mı?" cümlesindeki "şey" lafzı, azı da çoğu da, kıymetliye de kıymetsizi de kapsayan genel bir lafızdır.

Mal denebilecek her şey ve mal ile değiştirilmesi mümkün olan her menfaat, az da olsa mehir olabilir. Nitekim alimlerin büyük çoğunluğu bu görüştedir. İmam Şafiî'ye göre; mehir karşılığında kadına Kur'an öğretmek caizdir. İlk dönem Hanefi alimlerine göre ise, Kur'an Öğretme karşılığında mehir kabul etmek caiz değildir. Çünkü mehrin, kendisinden istifade edilen bir mal olması gerekir. Bu konudaki delil "Onları, mallarınızla istemeniz size helal kılındı" (Nisa: 4/24) ayeti ile "Bîr me­hir belirlediğiniz takdirde henüz dokunmadan onları boşamişsanız belirlediğinizin yansım (onlara) verin" (Bakara: 2/237) ayetidir. Ayetin birinde mehirden, "mal olarak" bahsedilmekte, diğerinde İse "yarısından" söz edilmektedir. Bir şeyi ikiye bölebilmek için o şeyin maddi bir mal olması gerekir.

Ayrıca Resulullah (s.a.v)'in, Kur'an'dan bazı sureler karşılığında bir kadını evlendirdiğini ifade eden hadis, ahad yoluyla geldiği için bu konuda Kur'an'in hükmü terk edilemez. Ibn Abidin'in ifadesine göre; son devir Hanefi alimleri, Kur'an öğretmenin mehir sayılabi­leceğini söylemişlerdir. Hanefi alimlerini son devri ile İlk devri arasındaki bu görüş ayrılığı; Kur'an'ı, ücret karşılığında öğretmenin caiz olup olmadığı meselesinden kaynaklanmakta­dır. Bu tür meselelerdeki ihtilafların kaynağı; hüccet ve delillerin farklı oluşu değil, asrın getirdiği ihtiyaç ve şartların farklı oluşudur. Çünkü son devir alimlerinin içinde bulunduğu şartlar, ilk dönem alimlerin zamanında bulunsaydı, onlar da ücret karşılığında Kur'an'ı okutmanın caiz olduğuna ve dolayısıyla Kur'an'dan bazı sureleri öğretmenin mehir sayıla­bileceğine hükmedebilirlerdi.

Hanefilere göre; mehrin en az miktarı, ilk asırda 10 dirhem gümüş, yani iki koyun bedeli­dir. En üst sınırı yoktur, (ç)

[637] Buhâri, Nikâh 50

[638] Buhâri, Nikâh 51

[639] Buhârî, Nikâh 7, 49, Müslim, Nikâh 79-83 (1427); Ebu Dâvud, Nikâh 28-29 (2109); Tirmizî, Nikâh 10 (1094), Birr 22 (1933); Nesâî, Nikâh 67; İbn Mâce, Nikâh 24 (1907); Ahmed b. Hanbel, 3/165,190, 204

[640] kelimesi sözlükte, hurma çekirdeği anlamına gelir. Araplar arasında İse bir ağırlık ölçüsü olarak bilinir. Hattâbî (388/998)'nin ifadesine göre; bir nevat altın, beş dirhem gümüşe eşittir. Ezherî'de bu görüşü tercih etmiştir. Kadı İyâz (Ö. 544/1149)'m rivayetine göre; alimlerin büyük çoğunluğu bu görüştedir, (ç)

[641] Müslim, Nikâh 81

[642] Velîme"; Düğün yemeği demektir. Araplar, hazırlanış sebebine göre her ziyafete ayrı bir isim verirler.  Örneğin,  çocuk doğduğu zaman verilen ziyafete "akika",  bir çocuğun Kur'an-ı hatmetmesi sebebiyle verilen ziyafete "hazâk", sünnet münasabetiyle verilen zi­yafete "i'zâr", doğum münasebetiyle verilen ziyafete "hurs", bina yapmak suretiyle verilen ziyafete "vekîre", misafir için verilen ziyafete "nakia", bir musibetle karşılaşıldığında musi­bet sahibi tarafından veriekln yemeğe "vadıyma", sebepsiz olarak verilen yemeğe "me1-dûbe" ve "me'debe" ismi verilir. Yalnız vadıyma yemeği vermek, haramdır, (ç)

[643] Müslim, Nikâh 80

[644] Hadisin zahirine göre; düğün yemeği vermek, vaciptir. Hanefilere göre ise düğün yemeği, vacip olmayıp vacip kuvvetinde bir sünnettir.

Gücü yeten kimselerin, düğün yemeğini bolca vermeleri gerekir. Alimlerin büyük çoğun­luğuna göre; düğün yemeğinin, en az ve en çok olan miktarları İçin bir sınırlama yoktur. Şunu, imkanların elverdiği miktarda hazırlamak yeterlidir. Müstehab olan da budur. Önemli olan, bu ziyafette Allah'ın rızasını kazanmaya çalışmak ve riyadan sakınmaktır. Yalnız düğün yemeğinin misafirlere ne zaman verileceği hususunda ihtilaf bulunmaktadır. (ç)

[645] Tirmizî, Birr 22 (1933)

[646] Buhârî, Nikâh 68, Büyü' 1

[647] Tirmizî, Birr 22 (1933); Müslim, Nikâh 80

[648] Nesâî, Nikâh 67

[649] Nesâî, Nikâh 67

[650] Buhârî, Nikâh 28, Hiyel 4; Müslim, Nikâh 57-60 (1415); Ebu Dâvud, Nikâh 14 (2074); Tirmizî, Nikâh 30 (1124); Nesâî, Nikâh 60, 61; İbn Mâce, Nikâh 16 (1883); Ahmed b. Hanbel, 2/7, 19, 439

[651] Şiğâr" kelimesi, sözlükte; "kaldırmak" ve "boşalmak" gibi manbalara gelmektedir. Terim olarak İse; karşılıklı değiş-tokuş yapmak suretiyle mehirsiz evlenmek demektir. Bir başka ifadeyle; iki erkeğin, kızlarını yada velisi olduğu kadınları her biri diğerinin mehri olmak Ü2ere biribirlerîne vererek evlenmelerine "şiğâr" denir.

Bu tür evlenmelerde mehir hakkı kaldırıldığı için böyle evlenmeye "kaldırma" anlamında "şiğâr" isimi verilmiştir. Yine bu tür nikâhlarda kadın mehirden boşaltıldığı için böyle bir nikâha "şiğar" ismi verilmiştir.

Yalnız şiğâr yoluyla yapılan evlenmenin sahih olup olmadığı meselesi, alimler arasında tartışma konusu olmuştur. Cumhura göre, bu tür bir evlenme batıldır. Hanefıler; mehri, nikâhın şartı veya rüknü kabul etmedikleri için, bu nikâhın Nisa: 4/3 ayetinin genel hükmü İçerisine girdiği için ve nikâhdan sonra erkeğin kadına mehr-İ misil ödemesi halinde bu nikâhın geçerli olduğunu ileri sürmüşlerse de, Hanefi alimlerinden Ebu'l-Hasan es-Sindî bu konuda "İslam'da şiğâr yoktur" (Müslim, Nikâh 60, Nesâî, Ni­kâh 60, Hayz 15-16, Tirmizî, Nikâh 30, İbn Mâce, Nikâh 16} hadisini delil getirerek bu tür bir nikâhın batıl olduğunu belirtmiştir. Çünkü böyle bir nikâh, hiç akd edilmemiş olur. Batılhğı buradan gelmektedir. Bu nedenle de bu nikâhı, akd edilmiş özel bir nikâh çeşidi olarak kabul etmek de mümkün değildir. Dolayısıyla cumhurun görüşü daha isabetlidir. (ç)

[652] Müslim, Nikâh 60 (1415)

[653] Müslim, Nikâh 59 (1415)

[654] Tirrfnzî, Nikâh 30 (1124); Ebu Dâvud, Nikâh 14 (2074)

[655] Hz. Peygamber (s.a.v)'in, konuşma sırasında Ebu'l-Âs meselesini, Ali'ye örnek olarak ver­mektedir. Çünkü Ebu'l-Âs, Zeyneb üzerine ikinci bir kadınla evlenmeyeceğine söz vermiş ve bu sözüne hep sadakat göstermiş, ayrıca Müslüman olmadan önce de Müslüman ol­duktan sonra da Zeyneb'e daima İyilik etmiş, onu hiç üzmemiştir. (ç) 

[656] Hz. Peygamber (s.a.v)'in, kendi kızı ile Ebu Cehl'in kızının bir nikâh altında toplanmala­rını iki sebepten dolayı yasaklamıştır: Birincisi; bu nikâhın Hz. Fatıma'ya eziyet verme­sidir. Bu durumda Hz. Peygamber (s.a.v)'in kendisi de eziyet duyacak ve buna sebep olan Hz. Ali ile Hz. Fatıma'ya karşı beslediği şefkatten dolayı bu evlenme teşebbüsüne en­gel olmuştur.

İkincisi ise; kıskançlık dolayısıyla Hz. Fatıma'nm fitneye düşeceğinden korkmasıdır. Bazi alimler: "Hz. Peygamber (s.a.v)'in maksadı, Ebu Cehl'in kızı ile Hz. Fatıma'nm bir ni­kâh altında toplanmalarını yasaklamak değildir. Sadece Allah'ın lütfuyla bunların bir ara­ya gelemeyeceklerini bildirmiştir" demişlerdir. Çünkü bir rivayette geçen, "ben ne helali haram ve ne de haramı helal kılarım" sözü de; Ebu Cehl'in kızının Hz. Ali'ye aslında helal olduğunu bildirmektedir.

Yine Yüce Allah, Hz. Peygamber (s.a.v)'in kızı ile Allah düşmanı bir kimsenin kızının bir­leşmesini daha önce haram kılmış olması ve Resuluilah (s.a.v)'in, "Vallahi, Allah resu­lünün kızı, Allah düşmanının kızı ile bir erkeğin (Nikâhı) altında kesinlikle bir ara­ya gelmez" sözüyle; Allah'ın bir yasağını haber vermek istemiş olması da mümkündür. .Bu takdirde Resulullah (s.a.v)'in kızının, aduvvullah (=Allah'ın düşmanın)in kızıyla bir ni­kâh altında birleştirilmesi konusu haram olan nikâhlar İçerisine girer. (B.k.z: Nevevî, Şerhu Müslim, 16/3)

Fakat Hz. Peygamber (s.a.v)'in, Hz. Ali'nin evliliğine, Ebu'l-Âs olayını hatırlatması; Hz. Ali'nin de, Hz. Peygamber (s.a.v)'e, Fatıma'nm üzerine bir başkasıyla evlenmeyeceğine dair söz verdiği intibaını güçlendirmektedir. Dolayısıyla da Hz. Ali'den bu sözüne bağlı kalmasinı yada kızını boşaması gerektiğini belirtmektedir, (ç)

[657] Buhârî, Fezâilu Ashâbi'n-Nebi 16; Müslim, Nikâh 93-96 (2449); Ebu Dâvud, Nikâh 12 (2071); Tirmizî, Menakib 60 (3867); Nesâî, Hasâis 5/147 (8518, 8519); İbn Mâce, Nikâh 56 (1998); Ahmed b. Hanbel, 4/326

[658] Hz, Ali'nin dünürlük yaptığı kadın, Ebu Cehl'in kızı Cüveyriye'dir. İsminin Cemile olduğu­nu söyleyenler de vardır. Bu kadın, aslında iyi bir Müslüman olmuştu. Fakat Resuluilah (s.a.v), kızı Fatıma'nm annesini ve kız kardeşlerini kaybettikten sonra hayatta yalnız kaldığını bildiği için kadınların yaradılışında bulunan kıskançlık duygusu­nun da ilavesiyle üzüntüsünün son haddine varacağını ve etrafında derdini dökebileceği bir kimsesi de olmadığı için bunalıma sürükleneceği ve dolayısıyla dinî yönden büyük bi­re tehlikeyle karşı karşıya kalacağını düşünerek kızı Fatima hakkında endişeleniyordu. Bu endişesini, bir hutbesinde dile getirdi. Hz. Ali, Ebu Cehl'in kızına dünürlük yaparken, "Si­ze helal olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder alın" (Nisa: 4/3) ayetinin genel hükmü­ne sarılmıştı. Fakat Resuluilah (s.a.v)'İn bunu hoş karşılamadığını anlayınca, hemen vaz geçti, (ç)

[659] Müslim, Nikâh 93 (2449)

[660] Tirmizî, Menakib 60 (3867)

[661] Ebu Dâvud, Nikâh 12 (2071)

[662] Buhârî, Farzu'I-Hums 5, Fezâilu Ashâbİ'n-Nebi 16; Ebu Dâvud, Nikâh 12 (2069}

[663] Tirmizî, Menakib 60 (3867)

[664] Hadis, hanımıyla cinsel ilişkide bulunmak isteyen bir kimsenin, bu birleşmeden önmce bu duayı okuması tavsiye edilmekte ve bu tavsiyeye uyan kimselerin doğacak çocuklarının şeytanın zararından uzak kalacağı haber verilmektedir.

Bu birleşmeden doğan çocuğun, şeytanın hangi zararlarından kurtulup, hangi zararla­rından kurtulamayacağı konusunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı vardır. Ayrıca bu hadis; kişinin, Allah'ı zikir, duâ, besmele ve istiaze ile şeytandan ve bütün ser­lerden korunmaya çalışmalıdır. Her ne kadar şeytan Adem oğlunu devamlı surette takip etse de, insan, Allah'ı gönülden zikrettiği sürece şeytan ona yaklaşamaz. (ç)

[665] Buhârî, Bed'Ü'l-Halk 11, Deavât 55, Tevhid 13; Müslim, Nikâh 116 (1434); Ebu Dâvud, Nikâh 44-45 (2161); Tirmizî, Nikâh 8 (1092); Nesâî (el-Kübrâ), İşretu'n-Nisâ, 5/327 (9030), Amelu'i-Yevm ve'1-Leyl, 6/75 (10096, 10100); İbn Mâce, Nikâh 27 (1919); Ah-med b. Hanbel, 1/217

[666] Bu hadis; nikâhtan önce kız yada kızın temsilcileri tarafından ileri sürülen şartların en ön­ce yerine gtirilmesi gerektiğine delalet etmektedir. Nikâh İle ilgili şartlar üç kısımdır:

1. Yerine getirilmesinin farz olduğunda ittifak edilen şartlar: Bu, Allah'ın emrettiği; iyi dav­ranmak suretiyle evliliği sürdürme yada iyilikle boşamak şartıdır. Konumuzu teşkil eden hadiste, öncelik hakkı tanınan şartlar bunlardır.

2. Yerine getirilmeyecğinde alimlerin ittifak ettikleri şaretlar: Nikâhın mehirsiz, olması, ka­dına nafaka verilmesi, verilen mehrin kocaya iade edilmesi, kocanın hanımıyla cinsel iliş­kide bulunmaması, evin ihtiyaçlarını temin etmemesi gibi. Bu tür şartların nikâhın gayesi­ne aykırı olduğu için yerine getirilmesi gerekmediği hususunda alimlerin ittifakı var. Do­layısıyla bu şartlar geçersizidir. Fakat bu şartlarla akd edilen Nikâh sahihtir.

 3. Yerine gertirilip getirilmeyeceği hususunda alimlerin ihtilaf ettiği şartlar: Kocanın, hanı­mı üzerine bir daha evlenmemesi, kocasıyla yolculuğa çıkarılmaması gibi.

İmam Evzaî ile İmam Ahmed'e göre; bu tür şartlarla akd edilen nikâh sahihtir. Koca, bu Şartları yerine getirmekle mükelleftir. İmam Mâlik, İmam Şafiî, Sevrî, Hanefî alimlerine göre; bu tür şartlar batıldır. Fakat bu şartlarla akd edilen nikâh sahihtir. Erkeğin, bu şartlarla evlenmiş olduğu kadına sadece mehr-i misil ödemesi gerekir, (ç)

[667] Buhâri, Nikâh 52, Şurût 6; Müslim, Nikâh 63 (1418); Ebu Dâvud, Nikâh 39-40 (2139);

Tirmizî, Nikâh 32 (1127); Nesâî, Nikâh 42; İbn Mâce, Nikâh 41 (1954); Ahmed b. Hanbel, 4/144, 150, 152

[668] Buharı, İlm 31, Itk 16, Enbiya 48; Müslim, İmân 241 (154); Ebu Dâvud, Nikâh 5 (2053); Tirmizî, Nikâh 25 (1116); Nesâî, Nikâh 65; İbn Mâce, Nikâh 42 (1956); Ahmed b. Han-bel, 4/398, 414 (ç)

[669] Kölenin, Allah'ın hakkını yerine getirmesi; namaz, oruç gibi ibadetlerini yapmakla ve efendisinin hakkını yerine getirmesi ise; efendisinin hizmetinde bulunmakla olur. (ç)

[670] Buhâri, Cihad 145, Nikâh 12; Tirmizî, Nikâh 25 (1116)

[671] Kölelik, İslam'dan önce var olan bir müessesedir. Önceden, yapılan savaşlarda kazanan taraf.yenilen tarafı esir etmekte ve köleleştirmektedir. Dolayısıyla İslam dini geldiği dö­nemde de kölelik vardır. Kölelik, beynelmilel bir yapıya sahip oluğu İçin, İslam dinî, köle­liği, kademeli olarak ortadan kaldırmaya çalışmıştır.

İslam, kölelere hürriyete kavuşma fırsatları verilmiştir. Örneğin, kefaret gerektiren bir çok cezada ilk şık köle azad etmektir: Yemin kefareti,

* Zıhar kefareti,

* Kati kefareti,

* Oruç kefareti gibi.

Yine İslam, kölelere bir takım haklar tanıyarak onların durumunu düzeltmek için onlara temel olarak mahkeme hakkı ile hayat hakkı tanınmıştır.

Konumuzla ilgili hadistede görüldüğü üzere; köleyi hürriyete kavuşturma ve onunla ev­lenme, en hayrlı amellerden biri kabul edilmektedir. Kölelik statüsüne İslam'ın getirdiği bu İyileşme, tarihte, İslam dışı memleketlerden kölelerin müslüman beldelere kaçmasına se­bep olmuştur.

islam öncesinde de İslam sonrasında da köleliği, hep batılılar teşvik etmiştir. Bugün Ame-rika'daki siyahilerin menşei, Afrika'daki baskınlarla yakalanıp Amerika'da köle (eştirilen hür insanlardır, (ç)

[672] Müslim, İmân 241 (154}

[673] Buhârî, Nikâh 12

[674] Nesâî, Nikâh 65

[675] Nesâî, Nikâh 65; Ebu Dâvud, Nikâh 5 (2053}

[676] Buhârî, Cezau's-Sayd "12, Meğâzî 43, Nikâh 30; Müslim, Nikâh 46-47 (1410); Ebu Dâvud, Menâsik 38 (1844, 1845); Timıizî, Hac 24 (842); Nesâî, Menâsik 90; İbn Mâce, Nikâh 45 (1965); Ahmed b. Hanbel, 1/221, 228, 245, 252, 266, 270

"Derim ki: (Konumuzla ilgili) Abdullah ibn Abbâs hadisi, Hz. Osman'dan "İhramli kimse; evlenemz, evlendiremez ve dünürlük yapamaz" {Müslim, Nikâh 41, 45; Tirmizî, Hac 23, Nesâî, Menâsik 91, Nikâh 38; İbn Mâce, Nikâh 45; Dârİmî, Nikâh 17, Muvatta, Hac 70, 73; Ahmed b. Hanbel, 1/57, 64, 65, 68, 73) şeklinde gelen hadisle çelişmektedir. Hafız İbn Hacer el-Askalânî (ö. 852/1447), "Feth"de der ki: "Abdullah ibn Abbâs hadisi ile Hz. Osman hadisinin arası birleştirilebilinir. Fakat Abdullah ibn Abbâs hadisi, mücmel­dir. Bununla birlikte ihramlı iken evlenme durumu, Hz. Peygamber (s.a.v)'İn özelliklerin-dendir."

İbn Abdilberr (ö. 463/1071)'de şöyle der: "Bu konudaki rivayetler birbirinden farklıdır. Fakat (doğru olan) rivayet; Hz. Peygamber (s.a.v)'in, Meymûne ile, ihramsız İken evlen­mesi şeklindedir. İhramsız iken evlenmesi ile ilgili rivayetler, çeşitli yollardan gelmiştir. Yalnız Abdullah ibn Abbâs hadisinin isnadı da, sahihtir. Fakat bir kişinin yanılma ihtimali, Çoğunluğun yanılma ihtimaline göre daha fazla olur. İhramlı kimsenin nikâhını geçersiz kılma ile ilgili Hz. Osman hadisi ise, sahih olup güvenilirdir.

[677] Umretu'1-Kaza: Hz. Peygamber (s.a.v), hicretin,6. yılında Zilkade aymda umre yapmak amacıyla 1500 kadar sahabisiyle birlikte Mekke'ye doğru yola çıkmıştı. Hudeybiye'ye gel­diklerinde, Mekkelİlerle bir anlaşma yapılır. Bu anlaşmaya göre; Müslümanlar, umrelerini o yıl değil, gelecek yıl silahsız olmak kaydıyla Mekke'de üç günde yapacaklardır. İşte hic­retin 7. yılında yapılan bu umreye, "Umretu'1-Kaza" (=Kaza Umresi) denilmiştir. Yalnız bu umrenin, kaza mı, yoksa başlı başına bir umre mi olduğu meselesi alimler ara­sında tartışma konusu olmuştur. Hanelilere göre; bu umre, Kaza umresidir. (ç)

[678] Buhârî, Meğâzî 43

[679] Resulullah (s.a.v)'în evlendiği son eşi, Meymûne'dir. Resuluüah (s.a.v), Umretu'l-Kaza'yı yaptıktan sonra Mekke'de yaptığı evlenmedir. Fakat kesin olarak ne zaman evlendiği hu­susunda görüş ayrılığı vardır.

Meymûne'nin asıl adı, Berre İdi. Resulullah (s.a.v), onunla evlendikten sonra onun ismini "Meymûne" diye değiştirdi.

Resuîullah (s.a.v)'in, Meymûne ile ihramlı mı, yoksa ihramsız mı olarak evlendiği husu­sunda görüş ayrılığı vardır.

Resuiullah (s.a.v)'in, İhramlıyken Meymûne ile evlendiğine dair rivayet, Abdullah ibn Ab-bâs'a dayanmaktadır.

içlerinde İmam Mâlik, İmam Şafiî ile İmam Ahmed'in de bulunduğu cum'hur-u ulemaya göre; ihramlı bir kimsenin Nikâhlanması veya başkalarını nikahlaması helal değildir. Bun­lar bu konuda "İhramlı kimse; evlenemz, evlendiremez ve dünürlük yapamaz" hadi­sini esas almışlardır.

Hanefiler, ihramlının nikâh akdi yapmasının caiz olduğunu belirtmişlerdir. Hanefiler, bu konuda ihramlının Nikâh akdini değil de cinsel İlişkiyi söz konusu etmişlerdir. Bazı alimler de, bu İhtilafı çözüme şöyle ulaştırmaktadır: Resulullah (s.a.v), hicri 7. yılın Zilkade ayında Umretu'1-Kaza için Mekke'ye giderken "Serîf denilen yerde Meymûne'yle ihramlı olarak nikâh akdi yapmış, dönüşte ihramdan çıkmış olarak yine "Şerifte gerdeğe girmişti, (ç)

[680] Serîf: Mekke'nin kuzey batısında bir yerdir. Meymûne, hicri 51 yılında vefat etmiştir, (ç)

[681] Buhârî, Meğâzî 43

[682] Ebu Dâvud, Menâsik 38 (1845)

[683] Nesâî, Menâsik 90

[684] B.k.z: Buhârî, Nikâh 30

[685] Nesâî, Menâsik 90

[686] Nesâî, Nikâh 37

[687] İslam hukukunda, kendileriyle evlenmenin yasak olduğu kimseler, Nisa: 4/22-24 ayetleri ile Sünnette şu şekilde sınıflandırılmıştır:

1.  Sürekli Haram Olanlar: a. Nesep (=kan akrabalığı) sebebiyle nikâhları haram olan­lar. Bunlar; anneler, kızlar, kız kardeşler, erkek ve kız kardeşlerin kızları, hala, teyze. b. Sıhriyet (=damat olma) sebebiyle nikâhları haram olanlar. Bunlar; kayı valide, üvey kız, gelin, üvey anneler, c. Süt Emmek suretiyle Nikâhları haram olanlar. Bunlar ise; süt an­ne, süt kızkardeş.

2.  Geçici Olarak Haram Olan Kadınlar: a. Bir kişinin, dörtten fazla kadını bir nikâh altında toplaması. Buna göre dört kadınla evli olan kimse, beşinciyle evlenemez. b. Baş­kalarının hakkı sebebiyle nikâhı haram olan kadınlar. Bu nedenle bir kimsenin, başka bi­risinin nikâhı altında bulunan kadını nikâhlayamaz. c. Üç Talâk sebebiyle nîkâhlanmaları haram olan kadınlar, d. Şirk yada din farkı sebebiyle nikâhlanmalan haram olan kadın­lar, e. Iddeti bitmesi sebebiyle nikâhlanmalan haram olan kadınlar, f. Birbirinin mahremi olması sebebiyle nikâhlanmalan haram olan kadınlar. Buna göre iki kız kardeşi yada bir kadını nesep ve süt emme yönünden halası veya teyzesini aynı nikâh altında birleştire-mez. İki kızkardeşin, aynı nikâh altında birleştirîlemeyecegi, ayetle sabittir. Fakat bir kadının, hala ve teyzesiyle aynı nikâh altında bir araya gelemeyeceği ise sünnetle sabittir, (ç) 

[688] Buhârî, Nikâh 27

[689] Müslim, Nikâh 35 (1408)

[690] Müslim, Nikâh 36 (1408)

[691] Müslim, Nikâh 36 (1408)

[692] Buhârî, Nikâh 27; Müslim, Nikâh 33 (1408}

[693] Müslim, Nikâh 39 (1408)

[694] Müslim, Nikâh 34 (1408)

[695] Müslim, Nikâh 39 (1408)

[696] Hadis; bir kimsenin, bir kadın İle olan dünürlüğünü bitirmediği müddetçe, diğer bir kim adına dünürlükte bulunmasını yasaklamaktadır, (ç)

[697] Pazarlık üzerine pazarlıktan maksat; alıcı ile satıcı arasında anlaşma yapılıp tam alışveriş biterken bir başkasının araya girerek fiyatı artırmasıdır. Anlaşmayı bozduğu için bu hare­ket, yasaklanmıştır. Yalnız saba malını müşteriye arz ettikten sonra henüz anlaşmaya ya­pılmadan önce bir müşterinin araya girerek o mala fazla fiyat vermesinde bir sakınca yok­tur, (ç)

[698] Müslim, Nikâh 38 (1408)

[699] Tirmizî, Nikâh 31 (1126); Ebu Dâvud, Nikâh 12 (2065)

[700] Nesâî, Nikâh 20

[701] Alkame b. Kays: Abdullah ibn Mes'ud'un seçkin talebesi, Küfe fıkıh ve tefsir mektebinin önde gelen temsilci!erindendir. Hz. Peygamber (s.a.v) hayattayken dünyaya geldiği için Muhadramun'dandir. 682 yılında Kufe'de ölmüştür, (ç)

[702] Ebu Abdurrahman, Abdullah ibn Mes'ud'un künyesidir. (ç)

[703] Buhârî, Savm 10, Nikâh 2; Müslim, Nikâh 1-4 (1400); Ebu Dâvud, Nikâh 1 (2046); Tirmizî, Nikâh 1 (1081); Nesâî, Sıyâm 43, Nikâh 3; İbn Mâce, Nikâh 1 (1845); Ahmed b. Hanbel, 1/447

[704] Buhârî, Nikâh 2; Müslim, Nikâh 1, 3 (1400)

[705] Alimlerin büyük çoğunluğuna göre; evlenmenin şer'i hükmü içinde bulunan şartlar, du­ruma göre değişir. Şöyle ki:

1.  Şehevi arzularının galebe çalması sebebiyle, evlenmediği takdirde zinaya düşeceğine kesinlikle inanan bir kimsenin evlenmesi farzdır.

2.  Evlenmediği takdirde zinaya düşeceğinden korkan, kendini harama bakmaktan yada başka bir şekilde kendi tatmin etmekten kendini alıkoyamayan kimsenin evlenmesi va­ciptir.

3.  Zinadan, farz veya sünnetleri terk etme gibi tehlikelereden emin olduğu halde aynı za­manda evlenme masraflarını temin edebilen ve cinsel kudrete saghip olan bir kimsenin evlenmesi ise sünnet-i müekkededir.

4.  Aşırı bir cinsel arzuya sahip olmadığı için zinaya düşme tehlikesi bulunmayan, nikâh sünnetini işlemek gibi bir niyeti de olmayan, fakat sadece cinsel arzusunun tatmin etmek isteyen bir kimsenin evlenmesi ise mubahtır. Bu maksatla yaptığı evlilikten dolayı sevaba da erişir. Çünkü şehevi arzusunu meşru yoldan tatmin etmiş olur.

5.  Evlendiği takdirde aile hukukuna riayet edemeyeceğini kesinlikle bilen bir kimsenin evlenmesi haramdır.

6.  Aile hukukuna riayet edemeyeceğinden korkan bîr kimsenin evlenmesi ise mekruh­tur, (ç)

[706] Tirmizî, Nikâh 1 (1081}

[707] Hadisin ifadesine göre; Alkame, Mina'da Abdullah İbn Mes'ud ile birlikte gezinirken Hz. Osman'a rastlamışlar. Hz. Osman, Abdullah ibn Mes'ud'un, bakımsız ve perişan halini gö rünce, bekar olması hasebiyle bu duruma düştüğüne hükmetmiş olsa gerektir ki, ona ev­lenmesini teklif etmek maksadıyla kendisiyle baş başa konuşmak istediğini söylemiş, Ab­dullah ibn Mes'ud'da onun bu teklifini kabul etmişti.

Abdullah ibn Mes'ud, Hz. Osman ile biraz konuştuktan sonra onun, kendisiyle öze! olarak daha fazla konuşma ihtiyacı duymadığını anlayınca, biraz ileride beklemekte olan Alka-me'yi yanlarına çağırmıştı. Alkame, yanlarına vardığı sırada Hz. Osman, konuşmasına de­vam ederek Abdullah ibn Mes'ud'a bakire genç bir kızla evlenmesinin çok uygun olacağı­nı söylemekteydi. Sözlerini bitirince, Abdullah ibn Mes'ud, Alkame'ye, Resululah (s.a.v)'in bu konudaki sözlerini aktarmıştır, (ç)

[708] Hadisin metninde geçen "bâe" kelimesiyle, ne kast edildiği, alimler arasında tartışma ko­nusu olmuştur.

Bazılarına göre, bununla; nikâh masrafları ve bazılarına göre ise, cinsel arzu ile kudrettir. Yalnız sonuç itibariyle iki görüş arasında köklü bir ayrılık yoktur. Neticeleri aynıdır, (ç)

[709] Ebu Dâvud-, Nikâh 1 (2046)

[710] Nesâî, Nikâh 3, Sıyâm 43

[711] Nesâî, Sıyâm 43

[712] Konu ile ilgili hadislerde olayın geçtiği yer olarak "Mina" ifade edilmektedir. Büyük olası­lıkla bu ifade, ravinin dikkatsizliğinden kaynaklanan bir durumdur, (ç)

[713] Bu hadisten şu sonuçlar çıkanlabilinir:

1. Bir kimsenin evlenmesinde fayda gördüğü bir arkadaşını evlenmeye teşvik etmesi müs-tehabür.

2. Kişinin evlenme için bakire bir hanımı tercih etmesi müstehabbr.

3.  Cinsel kudrete sahip olduğu halde evlenme masraflarını teminden aciz olan kimsenin evlenmeyi bırakıp oruca devam etmesi gerekir.

4.  Nefsi kendisini evlenmeye zorlayan ve evlenme masraflarına da gücü yeten kimsenin, hemen evlenmesi müstehabür,

5.  Hattâbî, bu hadisi delil getirerek; şehveti dindirmek için geçici olarak İlaç kullanmanın caiz olduğunu belirtmiştir.

6. Oruç, şehveti kırar.

7.  Gözü haramdan koruyacak, iffet ve namusun muhafazasına yarayacak yollara başvur­mak teşvik edilmiştir, (ç)

[714] Abdullah ibn Mes'ud'un, Hz. Osman'a verdiği bu cevap iki manaya gelebilir:

1.  "Sen doğru söylüyorsun, zaten Resulullah (s.a.v)'de bizleri evlenmeye teşvik etmişti."

2.  "Sen böyle diyorsun, ama evlenme teklifi gençlere yapılmalıdır. Çünkü Resulullah  (s.a.v), gençleri evlenmeye teşvik ederdi. Fakat benim evlenmeye ihtyacım yoktur." (ç)

[715] Nesâî, Sıyâm 43

[716] Nesâî, Sıyâm 43

[717] Radâ' kelimesi, sözlükte; mutlak surette meme emme demektir. Bu kelime; Ridâ', Radâa ve Ridâa şekillerinde okunmaktadır.

Terim olarak ise memede olan bir çocuğun belirli bîr vakitte bir kadından süt emmesidir. Emmekten maksat; sütün, ağız veya burundan mideye inmesidir, (ç)

[718] Buhârî, Farzul-Humus 4, Şehadât 7, Nikâh 20; Müslim, Rada' 1-2 (1444), 3-10 (1445); Ebu Dâuud, Nikâh 6 (2055}; Tirmizî, Rada11 (1147); Nesâî, Nikâh 49, 52; İbn Mâce, Ni­kâh 34 (1937); Ahmed b. Hanbel, 6/72

[719] Yüce Ailah, nesep (=kan bağı) sebebiyle nikâhlanması haram olan kimseleri, Nisa: 4/23'de 7 grup olarak şöyle sıralamıştır: 1. Anneler, 2. Kızlar, 3. Kız kardeş, 4. Halalar, 5. Teyzeler, 6. Erkek kardeşin kızları (^yeğenleri), 7. Kız kardeşin kızları (^yeğenleri). Kan bağı sebebiyle akraba olan kimselerle evlenmek nasıl haramsa, bu kimseler, süt yo­luyla akraba oldukları zaman da yine kendileriyle evlenmek haram olur. Bir kadının sütünü emen çocuk, nikâhının haramlıuğı bakımından kadının ve süt sahibi olan kocasının öz çocuğu hükmündedir. Bu çocuk erkek ise; kendisine süt annesi, süt kız kardeşi, süt halası, süt teyzesi, süt kardeşlerinin kızları ve yukarıda 7 maddede zikredilen kadınların süt yönünden benzerlerinin hepsi haram olduğu gibi, kız ise; süt annesi yada süt babası yönünden akraba olan erkeklerfe evlenmesi haramdır.

Emzirme süresi, 2 yıldır. Süt yoluyla kurulan hısımlık, çocuğun ilk iki yaş içinde süt em­mesi durumunda meydana gelir, (ç)

[720] Buhârî, Tefsiru Sure-i Ahzab 9

[721] Eflah" ile "Ebu'l-Kuays"ın ası! isminin ne olduğu, alimler arasında tartışma konusu olmuş­tur. Bazılarına göre; Ebu'l-Kuays'ın ismi, Ca'd olup dolayısıyla da Eflah'ın "Ebu'l-Cuayd" künyesini taşıdığını ileri sürmüşlerdir. Bazılarına göre ise, Vâil b. Eflah'tır. Ebu't-Hasen el-Kâbisî*ye göre; Hz. Aişe'nin iki tane süt amcası vardır: Birisi, babası Hz. Ebu Bekr'İn süt kardeşi Ebu'l-Kuays olup bu zat, Hz. Aişe'nin süt babası olup kardeşi Eflah ise, süt amcası olmaktadır.( B.k.z: A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, 7/356)

Dolayısıyla süt amca hakkında mahremiyet sabit olmaktadır, (ç)

[722] Buhârî, Nikâh 22

[723] Buhârî, Nikâh 117; Müslim, Nikâh 7 (1445)    

[724] Buhârî, Şehadât 7

[725] Buhârî, Nikâh 20, Şehadât 7

[726] Buhârî, Nikâh 117; Müslim, Rada' 2 (1444)

[727] Müslim, Rada'9 (1445)

[728] Müslim, Rada' 8 (1445)

[729] Nesâî, Nikâh 49, 52

[730] Nesâî, Nikâh 52

[731] Ebu Dâvud, Nikâh 6 {2055}; Tirmizî, Rada11 (1147)

[732] Nesâî, Nikâh 49

[733] Talâk kelimesi sözlükte; çözmek, serbest bırkmak anlamına gelmektedir. Terim olarak ise; belli sözlerle evlilik bağını çözmek ve kaldırmak demektir. İslâm'a göre evlilikten maksat, huzurlu bir aile hayatı kurmak ve böyle bir yuvada iyi bir nesil yetiştirmektir. Ama böyle yüce gayelerle kurulan evliliklerin hepsinin başarıya ulaş­ması mümkün değildir. Bazan ölüm ve hastalık gibi tabii engeller, bazan da geçimsizlik, münaferet, eşlerin birbirini sevmemesi, anlaşamama gibi eşlerden kaynaklanan engeller evliliğin başarı ve devamına mani olur.

islâm, evliliğin asıl gayesinden uzaklaştığı, eşlerin bir arada huzurla yaşamalarına imkan kalmadığı, İhtiyaç ve zaruretlerin gerektirdiği hallerde evliliğin sona erdirilmesine izin ver­miştir. Bu izin doğrultusunda evliliğe, erkek tarafından doğrudan ya da kadından aldığı bir bedel karşılığında son verilebileceği gibi, talâk hakkını elinde tutan kadın tarafından, hakim veya hakem kararıyla da son verilebilir. B.k.z: Şamil İslam Ansiklopedisi, Talâk maddesi, (ç)

[734] Tahrîm: 66/1

[735] Resulullah (s.a.v), sabah namazından sonra hanımlarını ziyareti sadece onlara selam ver­mek ve duada buiunmak içindi. İkindiden sonraki hanımlarını ziyareti ise; konuşup mu­habbette bulunmak maksadıyla olurdu.

Resulullah (s.a.v)'in, burada, hanımlarına yaklaşmasından maksat, cinsel ilişki değildir. B.k.z: A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, 7/452 (ç)

[736] Buhârî, Talâk 8, Nikâh 103, Et'ime 32; Müslim, Talâk 20-21 (1474); Ebu Dâvud, Eşribe 11 (3715); Tirmizî, Et'ime 29 (1831); Nesâî, Talâk 16; İbn Mâce, Efime 36 (3323); Ahmed b. Hanbel, 6/59

[737] Hz. Peygamber (s.a.vj'in, bal şerbetini içme olayı; bir önceki hadiste Hafsa'nin evinde içtiği belirtilirken, bu hadiste Zeyneb bint. Cahş'in evinde İçtiği ifade edilmektedir. "Bezlü'I-Mechûd" yazarı Sehârenfûrî (ö. 1346/192 7)'nin açıklamasına göre; doğru olan, Zeyneb bint. Cahş'ın evinde içtiği bal şerbetidir. Hafea'nın evinde içtiğine dair rivayet, ravinin yanılmasından kaynaklanmaktadır.

Bazılarına göre ise; bu olay, birkaç defa meydana gelmiştir. Buna delilleri ise, Abd b. Hu-meyd'in, "Tefeir"inde; bu olayın, Sevde'nin evinde geçtiği belirtilmektedir. Bazıları da, bu tür olayın; Peygamber (s.a.v)'in hanımları arasındaki gruplaşmadan kay-naklandığınıu ileri sürmüşlerdir. Buna göre birinci grupta; Aişe, Hafsa, Şevde ile Safiy-ye, ikinci grupta ise Zeyneb bint. Cahş, Ümmü Seleme ile diğer hanımları yer almakta­dır, (ç)

[738] Bu hadis; Peygamber (s.a.v)'İn hanımı bile olsa, kıskançlığın fıtrî bir olay olduğunu gös­termektedir. Ayrıca burada kasıtlı olarak Hz. Peygamber (s.a.vj'e eziyet etmeyi düşünme­mişlerdir. Sadece kadınlar arası görülen kıskançlığın bir sonucudur, (ç)

[739] Meğâfir: Amman taraflarında çokça biten "Urfut" denilen bir ağaçtan çıkan çirkin kokulu, yapışkan ve tatlı bir zamktı Buhârî, Talâk 8, Eymân 2i lâk 17, Eymân20, Nisa 4 ve tatlı bir zamktır, (ç)

[740] Tahrîm: 66/1,2,4

[741] Tahrîm: 66/4

[742] Tahrîm: 66/3

[743] Buharî, Talâk 2, 3; Müslim, Talâk 1-14 (1471); Ebu Dâvud, Talâk 4 (2179, 2180, 2181, 2182, 2183, 2184, 2185}; Tirmizî, Talak 1 (1175); Nesâî, Talâk 1, 3, 5; İbn Mâce, Talâk 3 (2023); Ahmed b. Hanbel, 2/74, 79

[744] İslam Hukuku'nda "Talâk" (=Boşanma) kelimesi; hem tek taraflı irade beyanıyla yapşılan boşamayı ve hem de tarafların anlaşarak evlilik birlifiğine son vermelerini, hem de mah­keme kararıyla meydana gelen boşamayı içerir.

İslam Hukuku'nda boşama; dönülebilir olup olmamasına göre; Ric'i ve Bâin olmak üzere ayrı ayrı hukuki değerlendirmelere konu olur.

1. Ric'î Talâk: Kocaya yeni bir Nikâha ihtiyaç olmadan boşadığı hanımına dönme im­kanı veren boşama türüne, 'dönülebilir boşama' "Ric'i Talâk" denir.

Bir ric'i talaktan bahsedebilmek için; evliliğin zifafla fiilen başlamış bulunması, Hanefılere göre boşamanın sarih sözlerle ve şiddet ve mübalağa ifade etmeyen bir tarzda yapılmış olması, bu boşamanın üçüncü boşama olmaması şarttır.

Bu durumda koca, iddet süre İçerisinde dilerse eşine geri dönebilir. Bunun için yeni bir nikâh yapmaya, yeni bir mehir ödemeye gerek yoktur. Dönme, kocanın açık bir beyanla hanımına geri döndüğünü söylemesiyle olabileceği gibi, evlilik yaşamama fiilen geri dönmesiyle de olabilir. Bu özelliği dolayısıyla ric'i talakta eşler, derhal birbirlerinden ay­rılmak zorunda değildirler. Çünkü ric'i talakta evlilik, İddet süresince de devam ediyor ka­bul edilir. Dolayısıyla dönüş hakkının bu süre içinde kullanılması gerekir. Bu süre, dönüş yapışmadan geçilirse iddetinin bitimiyle ric'i talâk, bain'e dönüşür. Dolayısıyla geri dön­mek İçin artık bain talakta arana şartlar geçerli olur.

2. Bâin Talâk: Kocaya, boşadığı eşine ancak yeni bir nikâhla dönme imkanı veren bo-Sanma şeklidir. Nikâh yapılıp zifaf yapılmadan meydana gelen boşanmalar, tarafların an­laşarak boşanmaları (=muhâlea) veya kocanın üçüncü boşama hakkını kullanarak yaptı­ğı boşama, bain talaktır. Bunların dışında Hanefılere göre; kocanın kinayeli sözlerle ve şiddet ile aşırılığı ifade eden kelimelerle yaptığı boşamalar da bain Talâk olarak kabul edi­lir.

[745] Müslim, Talâk 4 (1471) 

[746] Müslim, Talâk 4 (1471) 

[747] Müslim, Talâk 5 (1471)

[748] İslam Hukuku'nda boşama, Kur'an'dakİ genel ilkelere ve Hz. Peygamber (s.a.u)'in bu yöndeki açıklama ve tavsiyelerine uygun olarak yapılıp yapılmadığına göre iki grupta tas­nif edilmektedir. Bu ayırım, hukuki olmaktan çok dinî-ahlakî boyutlu bir ayırımdır. Esas İtibariyle, kocanın objektif hukukî kriterlere bağlanamamış boşama yetkisini onun dindar­lığına havale ederek kısıtlama ve sınırlama amacı gütmektedir.

1. Sünnî Talâk: Bu boşama şekli; Hz. Peygamber (s.a.v)'in bu konuda getirdiği ölçü ve sınırlamalara riayet edilerek yapılan boşama şeklidir. Her şeyden önce Sünnî boşan­manın, rict talâk olması gerekmektedir. Ayrıca kadının temizlik süresi başladıktan sonra ancak onunla cinsel İlişkide bulunulmadan boşanması ve bu boşamanın bir Talâk olması gerekmektedir. Bu da, yine ayne hedefe, evlilik birliğini koruma hedefine yöneliktir. 2. Bid'î Talâk: Sünnet'e aykırı biçimde gerçekleştirilen boşamayı ifade ermektedir. Kişi­nin temizlik süresi dışında veya temizlik süresi içinde olmakla birlikte hammıyla cinsel İliş­kide bulunduktan sonra ve aynı temizlik süresi içinde birden fazla boşama durumunda ortada Sünnete'e uygun olmayan, yani bidî bir boşanma vardır.

Hanımını, hayızlı iken boşayan kimsenin ona dönmesi ve boşamakta kararlı ise, İkinci bir hayızı takip eden temizlik döneminin beklenmesi farzdır. İmam Mâlik, Ebu Yusuf ve İmam Muhammed bu görüştedir. İmam Ahmed , İmam Şafiî ve İmam A'zam Ebu Hanî-fe'ye göre ise hayız halinde verilen talakın caiz, fakat talakı temizlik halinde vermenin mendup olduğu görüşündedirler.

Kısacası; bu tür boşamalar, dinen hoş görülmemekle birlikte hukuken geçerlidir, (ç)

[749] Müslim, Talâk 2 (1471)

[750] Müslim, Talâk 2 (1471)

[751] Buhârî, Talâk 1; Müslim, Talâk 1 (1471)

[752] İddet: Boşanma, evliliğin feshi ve ölüm gibi bir sebeple evliliğin sona ermesi durumunda kadının yeni bir evlilik yapmadan önce beklemesi gereken süreye denir. İddet, kadının, önceki kocasından hamile olup olmadığının anlaşılması, ölüm iddetinde ölen kocasına hürmet ve ric'î talakta kocaya yeniden düşünme imkanı vermesi düşünce­leriyle emredilmiştir.

Diğer bir anlatımla iddet; esas olarak kadının hamile olup olmadığının ortaya çıkması amacına yönelik olmakla birlikte onun sadece bu amaçla sınırlandırılması doğru değildir. Oiüm iddetinde, bunun yaratılış açısından erkeklere göre daha duyarlı ve yuvaya daha bağlı olan kadının ölmüş kocasının hatırasına saygı ve yuvaya bağlılık simgesi olarak de­ğerlendirilmelidir.

Boşanma iddetinde ise; toplumun kötü zanda bulunmasını engellemeye, dolayısıyla ka­dının saygınlığının devamını sağlamaya yönelik bir önlem olarak değerlendirilmesi müm­kündür.

Bu itibarla, kadının hamile olup olmadığının tıbben anlaşilabildiğinİ öne sürerek iddet beklemeye artık gerek bulunmadığı ileri sürülemez. İddet, İkiye ayrılır:

1.  Ölüm İddeti: Kocası ölen kadının beklediği iddettir. Eğer hamile iseler, iddetleri, do­ğumla biter. Eğer hamile değilse, dört ay on gün iddet bekler. Geçersiz bir nikâhla evli olanlarölüm iddeti beklemez.

Hamile olmayan eş, ricî talâk iddeti beklerken koca ölürse, boşanma İddetİni terk ederek ölüm İddeti beklemeye başlar. Bain talâk iddeti bekleyen kadın İse, ölüm iddeti beklemez. Başlamış olduğu boşanma iddetini tamamlar.

2.  Boşanma yada Fesih İddeti: Bu grupta yer alan kadınların bekleyecekleri iddet süre­si, hamile olup olmamalarına göre değişmektedir. Hamile iseler, İddetleri doğumla biter. Hamile değilseler ve normal olarak hayız görüyorlarsa, iddet süreleri, üç hayız süresidir. Kadın  hayız  halinde iken boşanırsa,  bu  hayız  hesaba  katılmaz.   Bu,  Hanefiler ile Hanbeliler'in kabul ettiği görüştür. Mâliki ve Şâfıilere göre ise bu durumdaki kadınların beklemeleri gereken süre, üç temizlik müddetidir. Bu farklılığın sebebi, Bakara: 2/228'de geçen "Kuru' " sözcüğünün; hem hayız ve hem de temizlik anlamında farklı iki anlama gelmesinden dolayıdır. Mâliki ile Şâfîîler, bu sözcüğü, "temizlik" anlamında ve Hanefiler ile Hanbeliler ise "hayız" anlamında almışlardır.

Küçük yada yaşlı olmasından dolayı hayız göremeyen kadınların iddeti ise, üç aydır, (ç) 

[753] Buhârî, Talâk 44; Müslim, Talâk 1 (1471)

[754] Buhârî, Talâk 44

[755] Müslim, Talâk 1(1471)

[756] Müslim, Talâk 7 (1471)

[757] Müslim, Talâk 7 (1471)

[758] Buhârî, Talâk 45

[759] Buhârî, Talâk 2; Müslim, Talâk 11 (1471}

[760] Talak: 65/1

[761] Müslim, Talâk 14 (1471) 

[762] Buhârî, Talâk 2

[763] Ebu Dâvud, Talâk 4 (2179)

[764] Tirmizî' Taiâk 1 (1175); Nesâî, Talâk 5

[765] Ebu Dâvud, Talâk 4 (2183)

[766] Hayız halinde iken yapılan telakin geçerli olmadığını savunan kimselerin dayandıkları Ebu'z-Zübeyr hadisi, bu konuda gelen ve görüşümüzü destekleyen sahih hadislere aykırı­dır, (ç)

[767] Ebu Dâvud, Talâk 4 (2185)

[768] Tirmizî, Talâk 1 (1176}

[769] Nesâî, Talâk 76

[770] Halûk: Karışık maddelerden yapılan sarı renkli bir tür esanstır, (ç)

[771] Buhârî, Talâk 46, 47; Müslim, Talâk 58 (1486-1489), 59 (1486, 1487/1488), 60 (1488), 61 (1486/1488), 62 (1486); Ebu Dâvud, Talâk 41-43 (2299); Tirmizî, Talâk 18 (1195, 1196, 1197); Nesâî, Talâk 63, 67; İbn Mâce, Talâk 34 (2084); Ahmed b. Hanbel, 6/324, 325

[772] Ümmü Habîbe, İstediği kokuyu ellerine sürmüş, çok olduğunu görünce bir kısmını yanın­daki cariyeye/kız çocuğuna sürmüş, kalanını da yine kendisi sürünmüştür. Bu kokuyu sevdiği için değil, matemli görünmemek İçin yapmıştır. Çünkü bir kadının, kocası dışında annesi, babası yada çocuğu için yas tutacağı müddet, sadece üç gündür. Bu üç günden fazla yas tutamaz. Kocası için İse, dört ay on gün yas tutar, (ç)

[773] İhdad: Nikâh nimeti elden gitmekle kadının başına gelen musibete üzüldüğünü ifade için iddeti süresince zineti, kokuyu terk etmesidir. Yas halinde iken kadın; koku sürünemez. Sürme çekinemez. Kına yakınamaz, Usfur ve safran gibi kokulu şeylerle boyanmış elbise giyemez. Bunlara ancak özür halinde ruhsat verilir.

Yas tutma; bir ibadet olduğu için akıl-balig ve Müslüman olmayan kadınlara vacip değil­dir, (ç)

[774] Müslim, Talâk 59 (1486)

[775] Buhârî, Talâk 47; Müslim, Talâk 60 (1488)

[776] Buhârî, Talâk 47

[777] Buhârî, Talâk 50; Müslim, Talâk 62 (1486)

[778] Buhârî, Cenâiz 31; Müslim, Talâk 62 (1486)

[779] Tirmizî, Talâk 18 (1195)

[780] Nesâî, Talâk 67

[781] Nesâî, Talâk 63

[782] Nesâî, Taiâk 67

[783] Nesâî, Talâk 67

[784] Nesâî, Talâk 67

[785] Buhârî, Talâk 39

[786] Buhârî, Talâk 39, Tefsiru Sure-i Talâk 2; Müslim, Talâk 57 (1485); Ebu Dâvud^ 1/47; Tirmizî, Talâk 17 (1193); Nesâî, Talâk 56; ibn Mâce, Talâk 7 (2027); Ahmed b. Hanbel, Ebu Dâvud için sadece cilt ve sahife numarası belirtmiş. Fakat belirttiği yerde böyle bir hadis yok. Bu hadisin benzeri bir rivayeti için b.kz.: Ebu Davud, Talak 4b-4/(2306) )(ç) 

[787] Hamile iken kocası ölen bir kadının iddeti, çocuğunu doğurunca sona erer imam Malık, İmam Şâfıî, İmam Ahmed, Hanefiler, Abdullah ibn Ömer ile Abduilah ibn Mesud bu gö­rüştedirler. Delilleri, "Hamile kadınların fidelet) bekleme süresi, yüklerini bırakmalar. <=doğum yapmalarOdır" (Talâk: 65/4) ayeti iie konumuzla ilgili hadîstir Dolayısıyla ha­mile iken kocası ölen kadının İddet beklemesi, bu ayetin içerisine girmektedir.               _ Kocas. ölüp fakat hamile olmayan kadınların iddetlerini ne kadar bekleyecekleri meselesi "Sizlerden vefat edip de geride hanımlarını bırakanlar yok mu? O kadınlar, bizzat dört ay on gün iddet bekler" (Bakara: 2/234) ayetinin içerisine girmektedir, (ç)

[788] iki iddetten bîri, kocası ölen kadının iddetidir ki, bu süre, dört ay on gündür. İkincisi, gebe kadının iddetidir ki, bu süre ise çocuğu doğuruncaya kadardır. Dolayısıyla bu iki İddetin hangisi uzunsa o muteberdir demektedir, (ç)

[789] Yani kadının, çocuğu doğurmakla iddeti dolmuştur. Artık bir başkasıyla evlenebilir, (ç)

[790] Sübey'a'nın, Hudeybiye anlaşmasından sonra Müslümanlığı kabul eden ilk kadın olduğu söylenir, (ç)

[791] Sübey'a'nın kocası, Sa'd b. Havle'dİr. Sahih olan görüşe göre, Veda Haccında vefat et­miştir, (ç)

[792] Hamile iken kocası ölen bir kadın, çocuğunu doğurduğu andan İtibaren nifas kanı henüz kesilmemiş bile olsa evlenebilir. Fakat nifas kanından temizlenmedikçe kocasıyla cinsel ilişkide bulunamaz. Halef ve seleften cumhuru ulema bu görüştedir.

[793] Müslim, Talâk 57 (1485)

[794] Tirmizî, Talâk 17 (1194}

[795] Nesâî, Talâk 56

[796] Nesâî, Talâk 56

[797] Talak: 65/4

[798] Nesâî, Talâk 56

[799] Nesâî, Talâk 56

[800] Nesâî, Talâk 56

[801] Buhârî'şe"hadat 3, Talâk 6, Libâs 6; Müslim, Nikâh 111-115 (1433); Ebu Dâvud, Talâk 47-49 (2309); Tirmizî, Nikâh 27 (1118); Nesâî, Talâk 9, 10; İbn Mâce, Nikâh 32 (1932); Ahmed b. Hanbel, 6/193

[802] Buhârî,TaIâk7

[803] Buhâ". Talâk 4, Libâs 6; Müslim, Nikâh 111 (1433)

[804] Buhârî, Şehadat 3; Müslim, Nikâh 112 (1433)

[805] Hz. Peygamber (s.a.v)'in yanında erkeklik aletini dile getirerek açık-saçık konuşmalarını kapının dışında işitmiş ve Ebu Bekr'e hitap etmekle kadının söz­lerini çirkin olduğunu ifade etmektedir. Peygamber (s.a.v) ise, Halid'in bu sözlerini işitti­ğine itimad ederek hiçbir şey demeyip sadece gülümsemiştir. (ç)

[806] Buhârî, Libâs 6, Edeb 68

[807] Buhârî, Libâs 6, Edeb 68

[808] Müslim, Nikâh 113 (1433)

[809] Ebu Dâvud, Talâk 47-49 (2309); Nesâî, Talâk 9

[810] Tirmizî, Nikâh 27 (1118); Nesâî, Talâk 10

[811] Nesâî, Talâk 9