ONALTINCI BÖLÜM... 4

FERÂİZ (MİRAS HUKUKU) BÖLÜMÜ 4

1. Müslümanın Kafire Ve Kafirin De Müslümana Mirasçı Olamaması 4

2. Velayet Hakkının Satılması Ve Bağışlanması 4

3. Kelâlenin Mirası 4

ONYEDİNCİ BÖLÜM... 6

HİBELER (=BAĞIŞLAR) BÖLÜMÜ 6

1. Yapılan Bağıştan Dönmenin Ve Onu Satın Almanın Hükmü. 6

2. Verilen Sadakadan Ve Bağıştan Dönmenin Haram Olması 6

3. Bağışta Bulunan Kimsenin, Bağış Esnasında Bazı Çocuklarına, Diğerlerinden Daha Çok Mal Vermesi Sebebiyle Üstün Tutmasının Mekruh Olması 7

ONSEKİZİNCİ BÖLÜM... 9

VASİYYETLER BÖLÜMÜ 9

1. Arazinin Aslını Vakfedip Gelirini Sadaka Olarak Dağıtmak. 9

2. Malın Üçte Birini Vasiyet Etmek. 10

3.   Vasiyet Etmeye Teşvik. 11

ONDOKUZUNCU BÖLÜM... 11

YEMİNLER VE ADAKLAR BÖLÜMÜ.. 11

1. Allah Tan Başkası Adına Yemin Etmenin Yasak Olması 11

2. Bir Müslümanın Hakkını Yalan Yere Yeminle Elinden Alan Kimsenin Cehennemle Tehdit Edilmesi 12

3. Kabe'ye Yalın Ayak Yürümeyi Adayan Kimsenin Durumu. 13

4. Lât Ve Uzzâ Adına Yemin Edilmemesi Ve (Yemin Edildiği Takdirde İse) Bunun İçin Kefaret Verilmesi 13

5. Ölünün Adağını Yerine Getirme. 14

6. Adağı Yerine Getirme. 14

7. İslam Dini Dışında Başka Bir Dine Yemin Etmek. 14

8. Adağı Yasaklamak. 14

YİRMİNCİ BÖLÜM... 16

HUDÛD (=HAD CEZALARI) BÖLÜMÜ 16

1. Hırsızlık Cezası Ve Hırsızlık Cezasının Uygulanması İçin Gerekli Nisap Miktarı 16

2. Cezaların Kaldırılması Hususunda Aracı Olmanın Doğru Olmaması 17

3. Ta'zir 18

4. Recm Meselesi 19

5. Madenin, Kuyunun Ve Hayvanların (Verdiği Zararın) Heder Olması 21

6. Hırsızlık Cezasının Haddi Ve Bunun İçin Gerekli Nisap Miktarı 22

7. Müslümanlara Savaş Açanların Ve Dinden Dönen Kimselerin Durumu. 22

8. (Zina Eden) Evli Kimsenin Recm Edilmesi 25

YİRMİBİRİNCİ BÖLÜM... 26

DİYETLER BÖLÜMÜ 26

1. Müslümanın Kanın Ancak Üç Şeyden Biriyle Helal Olması 26

2. Kasâme 27

3. Bir Başkasını Öldüren Kimsenin, Öldürdüğü Gibi Kısas Uygulanması 29

2. Ceninin Diyeti 30

5. Kimin Bir Kimsesi Öldürülürse, O Kimse; Diyet Yada Kısastan Dilediğini Seçmede Serbest Olması 32

YİRMİİKİNCİ BÖLÜM... 33

DAVALAR BÖLÜMÜ 33

1. Hâkimin, İctihad Ettiğinde Hem İsabet Etmesi Ve Hem De Hata Etmesi Halinde Sevap Kazanmış Olması 33

2. (Meselenin İç Yüzüne Vakıf Olmayarak) Zahiri (Delillere) Ve Delili İyi Anlatmaya Göre Hüküm Verme. 33

4. Umrâ  Ve Rukbâ'ya  Göre Hüküm Verme. 34

5. Derelerde (Akan Sularda)N Şirb (Ekili Alanda Sulamak İçin Sudan Yararlanma Nöbeti) Ve Suyu (Ekili Arazide) Tutma Miktarı 36

6. Hâkimin, Öfkeli İken, Hüküm Vermesinin Mekruh Olması 37

YİRMİÜÇÜNCÜ BÖLÜM... 38

AHKÂM (HÜKÜMLER) BÖLÜMÜ 38

1.Lükata. 38

YİRMİDÖRDÜNCÜ BÖLÜM... 41

CİHÂD BÖLÜMÜ 41

1. İnsanların Hangisinin En Faziletli Olduğu Meselesi 41

2. (Savaş Sırasında) Kafirlerin Ağaçlarını Kesmenin Ve Yakmanın Caiz Olması 41

3. (Savaş Sırasında) Kasıtsız Olarak Evlerdeki Kadınları Ve Çocukları Öldürmenin Hükmü. 42

4. (Allah Yolundaki) Mücahidi Her Türlü Şekilde Donatan Kimsenin Fazileti 42

5. Atlar Arasında Koşu Ve Onlara İdman Yaptırma. 43

YİRMİBEŞİNCİ BÖLÜM... 44

EDÂHÎ (KURBAN) BÖLÜMÜ 44

YİRMİALTINCI BÖLÜM... 45

EŞRİBE (İÇECEKLER) BÖLÜMÜ 45

1. Su Kabına Üflemenin Mekruh Olması 45

2. Hurma Koruğu İle Kuru Hurmayı Birbirine Karıştırıp Şıralarını Çıkarmanın Yasak Olması 45

3. Sarhoşluk Verici Her Maddenin Haram Olması 46

4. Sarhoşluk Veren Her Şeyin, İçki Olması 47

5. İçerisinde Nebîz Yapılan Kapları Kullanmanın Yasak Olması 48

YİRMİYEDİNCİ BÖLÜM... 49

İMARET (DEVLET BAŞKANLIĞI) BÖLÜMÜ 49

1. Masıyet Dışındaki Konularda Emir Sahiplerine İtaatin Vacip Olması 49

YİRMİSEKİZİNCİ BÖLÜM... 50

SAYD (AVLANMA) BÖLÜMÜ 50

1. Yırtıcı Hayvanlardan Azı (Kesici) Dışı Taşıyan Her Hayvanın (Etini) Yemenin Haram Olması 50

2. Eğitilmiş Köpeklerle Avlanma. 51

3. Tavşan Eti Yemenin Mubah Olmasi 57

4. At Eti Yemenin Hükmü. 57

5. Av Yada Tarla İçin Köpek Beslemek. 58

6. Deniz Avı 58

7. Hayvanı Boğazlama Aleti 61

YİRMİDOKUZUNCU BÖLÜM... 63

ETİME (YİYECEKLER) BÖLÜMÜ 63

1. Yemek Yerken Ikı Hurmayı Birden Yemenin Yasak Olması 63

2. Altın Ve Gümüş Kap Kullanmanın Haram Olması 64

OTUZUNCU BÖLÜM... 64

LİBÂS (ELBİSE) BÖLÜMÜ.. 64

1. Saç (Ve Sakalı) Boyamak. 65

2. Yüzük Takmak. 65

3. Yüzük. 68

4. Ölü Hayvanın Derisi 70

5. Resimler Ve Şekiller 71

6. Tek Ayakkabı İçerisinde Yürümenin Mekruh Olması 73

7. Erkeklere Uyuz Hastalığından Ötürü İpek Giymeye İzin Verilmesi 73

8. İpek Giymenin Haram Olması 73


ONALTINCI BÖLÜM

 

FERÂİZ (MİRAS HUKUKU) BÖLÜMÜ [1]

 

1. Müslümanın Kafire Ve Kafirin De Müslümana Mirasçı Olamaması

 

204. Üsâme b. Zeyd (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir:

Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

Müslüman, kafire, kafir de müslümana mirasçı [2] olamaz.[3]

 

2. Velayet Hakkının Satılması Ve Bağışlanması

 

205. Abdullah ibn Ömer (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir:

Resulullah (s.a.v), velayet (hakkm)ın satılmasını ve bağışlanması­nı [4] yasakladı. [5]

 

3. Kelâlenin Mirası

 

206. Câbir b. Abdullah (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir:

Ben hastalanmıştım.  (Baygın bulunduğum bir sırada) Peygamber  (s.a.v), Ebu Bekr ile birlikte yaya olarak beni ziyarete gelmişti. Baygın­lığım sebebiyle onunla konuşamadım. Bunun üzerine abdest alıp (ab­dest suyunu) üzerime serptti. Bunun üzerine ayıldım. Bir de baktım ki Resulullah (s.a.v) (yanımda oturmakta. Ona:)

Ey Allah'ın resulü! (Geride kalacak kız kardeşlerim olması hase­biyle) malım hakkımda nasıl (bir işlem) yapayım? Malım hakkında na­sıl (bir hüküm) vereyim?' diye sordum.

Resulullah (s.a.v), bana hiçbir cevap vermedi. Nihayet Miras aye­ti [6] indi. [7]

Konu ile ilgili bir rivayette ise şu ifade yer almaktadır:

(Ayıhp) kendime geldim. (Yanımda oturmakta olan Resulullah'a:)

Bana kelâleden [8] başkası mirasçı olamayacak. Buna göre (be­nîm) mirası (m) nasıl olacak?' diye sordum.

Bunun üzerine Ferâiz ayeti indi.[9]

Başka bir rivayette ise şu ifade yer almaktadır:

Bunun üzerine "Allah, size, çocuklarınız hakkında (miras ver­menizi) emreder [10] ayeti indi.[11]

Yine konu ile ilgili diğer bir rivayette şu ifade yer almaktadır: 

"Resulullah (s.a.v), bana hiçbir cevap vermedi. Nihayet "Senden fetvî isterler. De ki: Allah, kelâle (babası ve çocuğu olmayan kimse)nin| mirası hakkındaki (hükmünü şöyle) açıklıyor [12] (mealindeki)] miras ayeti indi.[13]

Bu rivayetler, Buhârî ile Müslim'in (naklettiği) rivayetlerdir. Tirmizî'nin konu ile ilgili rivayetinde ise şu ifade yer almaktadır:

(Ayıhp kendime gelince, yanımda oturmakta olan Resulullah'a:)

Ey Allah'ın peygamberi! Malımı, çocuklarım arasında nasıl tak­sim edeyim?' diye sordum.

Resulullah (s.a.v), bana hiç bir cevap vermedi. Bunun üzerine "Allah, size, çocuklarınız hakkında; erkeğe, kadının payının İki misli (miras vermenizi) emreder  [14] ayeti indi.[15]

Yine Tirmizî'nin, Buhârî ile Müslim'in naklettiği rivayete benzer bir riva­yeti daha var. Bu rivayette şu ilave yer almaktadır:

Câbir b. Abdullah'ın dokuz kız kardeşi vardı. Nihayet "Senden fetva is­terler. De ki: Allah, kelâle (=babasız ve çocuksuz kimse)nin mirası hakkındaki (hükmünü şöyle) açıklıyor [16] (mealindeki) miras ayeti indi.[17]

Ebu Dâvud'da, birinci rivayeti nakletmiş olup bu rivayetin içerisinde şu ifade yer almaktadır:

Baygınlığım sebebiyle onunla konuşamadım. Bunun üzerine abdest alıp (abdest suyunu) üzerime serptti. Bunun üzerine ayildim. (Yanımda oturmakta Resulullah (s.a.v)'e:)

Ey Allah'ın resulü! Malım hakkımda nasıl (bir işlem) yapayım? Benim (geride kalacak) kız kardeşlerim var' dedim.

Bunun üzerine (hemen orada) "Senden fetva isterler. De ki: Allah, kelâle (babasız ve çocuksuz kimse)nin mirası hakkındaki (hükmünü şöyle) açıklıyor [18] (mealindeki) miras ayeti indi.[19]

Yine Ebu Davud'un konu ile ilgili diğer bir rivayeti şu şekildedir:

(Bir defasında) hastalanmıştım. Yanımda yedi kız kardeşim vardı. (Bay­gınlık geçirdiğim bir sırada) Resulullah (s.a.v), yanıma gelip yüzüme üfürmüş. Bunun üzerine (ayılıp) kendime gelmiştim. (Yanımda Resulullah'ı görünce, ona:)

Ey Allah'ın resulü! (Ben ölünce,) kız kardeşlerime (kalacak olan malımın) üçte ikisini [20] vasiyet edebilir miyim?' diye sordum. Resulullah (s.a.v):

(Kız kardeşlerine) iyi davran!1 buyurdu. Ben:

(Bu malın) yarı sı (m vasiyet etsem olmaz mı?)' dedim. Resulullah (s.a.v):

(Kız kardeşlerine) iyi davran!' buyurdu.

Daha sonra beni bırakıp çıktı. (Çıkıp giderken:)

Ey Câbir! Bu hastalığından dolayı öleceğini sanmıyorum. Şüphe-•z ki Allah, (Kur'an'da miras ayetini) indirdi ve kız kardeşlerine düşe­cek olan payı da açıkladı. Onlara, üçte iki payı ayırdı1 buyurdu. (Bu hadisi, Câbir'den nakleden Ebu Zübeyr) dedi ki: Câbir: "Senden fetva isterler. De ki: Allah, kelâle babasız ve ço­cuksuz kimsenin mirası hakkındaki (hükmünü şöyle) açıklıyor [21] (mealindeki) bu ayet, benim hakkımda indirildi' derdi.[22]

 

ONYEDİNCİ BÖLÜM

 

HİBELER (=BAĞIŞLAR) BÖLÜMÜ [23]

 

1. Yapılan Bağıştan Dönmenin Ve Onu Satın Almanın Hükmü

 

207. Hz. Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:

"(Bir defasında) atı (mı), Allah yolunda (kullanması için bir kimse­ye sadaka olarak) vermiştim/bindirmiştim. (Sadaka olarak verdiği) at, bu kişinin yanında (yeterince bakım gösterilmediği için değerini) yitir­mişti. Bu sebeple de o kişi, bu atı ucuz bir fiyatla satacağını zannede­rek bu atı ondan satın almak istedim. Dolayısıyla Resulullah (s.a.v)'e,  (bu atı satın alıp alamayacağımı) sordum. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v):

(Bu atı,) satın alma! Bu atı sana bir dirhem karşılığında verse bi­le artık yapmış olduğunu sadakana (bir daha) dönme! Çünkü verdiği sadakayı (geri satın almaya) dönen kimse, kustuğunu (tekrar yemeye) dönen kimse gibidir' buyurdu. [24]

Konu ile ilgili bir rivayette İse şu ifade yer almaktadır:

Verdiği sadakayı (satın almaya geri) dönen kimse, kustuğunu (tekrar yemeye) dönen köpek gibidir.[25]

Bu hadisfin bu şekildeki metinlerinji; Buhârî, Müslim ile Nesâî rivayet etmiştir.

Ebu Davud'un rivayetinde ise Abdullah ibn Ömer şöyle der:

Ömer ibnü'l-Hattâb (r.a), bir atını, Allah yolunda (kullanılması için) sa­daka (olarak) vermişti. [26] Daha sonra (onu satılırken görüp) onu satın almak istemişti. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v)'e, (sadaka olarak verdiği atını) sa­tın alıp alamayacağını sordu. Resulullah (s.a.v):

Onu satın alma! Sadakana dönme' buyurdu.[27] Tirmizî'de, bu hadisi, bu rivayet benzer bir şekilde nakletmiştir.

Nesâî'de, bu hadisi, buna benzer bir şekilde nakledip bu rivayette, Sadakana dönme!" ifadesi yer almaktadır.[28] Yine Nesâî'nin konu ile ilgili diğer bir rivayeti şu şekildedir:

Ömer, bir atını, Allah yolunda (kullanılması için) sadaka (olarak) ver­mişti. Daha sonra o atın satıldığını gördü. Bu atı satın almak istedi. Sonra Resulullah (s.a.v)'e gidip bu atı satın alamayacağım sordu. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v):

Sadakana dönme!' buyurdu.[29]

 

2. Verilen Sadakadan Ve Bağıştan Dönmenin Haram Olması

 

208. Abdullah ibn Abbâs (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir:

Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

(Şu) kötülük sıfatı, biz (müslümanlar)a yakışmaz: Yaptığı bağışı (satın almaya geri) dönen kişi, kustuğunu (tekrar yemeye) dönen kö­pek gibidir.[30]

Konu ile ilgili başka bir rivayette şu ifade yer almaktadır:

(Sadakasından dönen kimsenin misali,) kusup sonra da kusmuğuna dö­nerek onu yiyen köpeği misali[31] gibidir.[32]

Bu hadis(in bu şekildeki metinlerin)i; Buhârî, Müslşim, Tirmizî ile Nesâî rivayet etmiştir.

Ebu Davud'un konu ile ilgili rivayeti ise şu şekildedir:

"Bağışından dönen kimse, kusmuğunu (tekrar yutan) kimse gibidir.[33] Katâde der ki:

"Biz, kusmuğu ancak haram olarak biliriz.[34]

 

3. Bağışta Bulunan Kimsenin, Bağış Esnasında Bazı Çocuklarına, Diğerlerinden Daha Çok Mal Vermesi Sebebiyle Üstün Tutmasının Mekruh Olması

 

209. Nu'mân ibn Beş îr (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir:

Nu'mân'ın babası (Beşîr), Nu'mân'ı, Resulullah (s.a.v) in yanına getirip:

Ben, bu oğlum Nu'mân'a bir köle verdim' dedi. Resulullah (s.a.v):

Çocuklarının hepsine bunun benzerini verdin mi?' diye sordu. Be­şîr:

Hayır (vermedim)' diye cevap verdi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v):

Öyleyse (Nu'mân'a verdiğin) köleyi (ondan) geri al' buyurdu.[35] Konu ile ilgili bir rivayet ise şu şekildedir:

Babam (Beşîr), malının bir kısmını bana sadaka (olarak) verdi. Bunun üzerine annem Amra bint. Ravâha:

Resulullah (s.a.v)'i şahit göstermedikçe, (buna) razı olmam' dedi.

Bunun üzerine babam (Beşîr), sadakama şahit tutmak için beni Pey­gamber (s.a.v)'e götürdü. Resulullah (s.a.v), babama:

Bunu, bütün çocuklarına yaptın mı?' diye sordu. Babam:

Hayır (yapmadım)' diye cevap verdi. Resulullah (s.a.v):

Allah'tan korkun! Çocuklarınız arasında adaletli davranın! [36] buyurdu.

Bunun üzerine babam geri dönüp (verdiği) o sadakayı geri aldı.[37]

Yine konu ile ilgili başka bir rivayetin devamında, şu ifade yer almakta­dır:

Resulullah (s.a.v):

Ey Beşîr! Bundan başka çocuğun var mı?' diye sordu. Beşîr:

Evet (var)1 diye cevap verdi. Resulullah (s.a.v):

Buna yaptığın kadar hepsine bağışta bulundun mu?' diye sordu.

Hayır (yapmadım)' diye cevap verdi. Bunun üzerine Resulullah

O halde beni (buna) şahit tutma! Çünkü ben, adaletli olmayan bir şeye şahitlik yapmam' buyurdu.[38]

Yine konu ile ilgili diğer bir rivayet şu ifade yer almaktadır:

Resulullah (s.a.v), (babam Beşîr'e):

Öyleyse buna, benden başkasını şahit tut!1 buyurdu. Daha sonra da:

Sana iyilik yapma hususunda (bütün) çocuklarının eşit olmaları seni sevindirmez mi?1 diye sordu. Beşîr:

Evet (isterim)' diye cevap verdi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v):

Öyleyse böyle yapma!' buyurdu.[39]

Bu hadisin bu şekildeki metinlerin)i, Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir. Yine Müslim'in konu ile ilgili bir rivayeti şu şekildedir:

Babası, ona, bir köle vermişti. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v), Nu'-mân'a:

Bu köle de nedir?' diye sordu. Nu'mân:

Onu, bana, babam verdi' dedi. Peygamber (s.a.v), (babası Beşîr'e):

Bunu, bütün kardeşlerine de buna verdiğin gibi verdin mi?1 diye sordu. Beşîr:

Hayır (vermedim)' diye cevap verdi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v), {Beşîr'e):

Öyleyse onu (ondan) geri al' buyurdu.[40]

Tirmizî ile Nesâî, bu hadisi, birinci rivayet gibi nakledip Nesâî'nin riva­yetinde, "Onu (almak için) geri dön" ifadesi yer almaktadır.[41]

Ebu Dâvud ile Nesâî ise, bu hadisi, Müslim'in bir rivayetine uygun bir şekilde nakletm işlerdir.[42]

Muğîre'nin rivayetinde ise şu ifade yer almaktadır:

Babam (Beşîr), bana, bir mal (bir rivayette: bir köle) bağışladı. An­nem Amra bint. Ravâha, (babam Beşîr'e):

Resulullah (s.a.v)'e git. Onu, bu bağışa şahit tut' dedi. Babam, Resulullah (s.a.v)'e gidip ona olayı anlatıp:

Ben oğlum Nu'mân'a bir mal bağışladım. Fakat (Numânın anne­si) Amra, buna, şahit tutmamı istedi1 dedi. Resulullah (s.a.v):

Senin başka çocuğun var mı?' buyurdu. Babam:

Evet (var)' dedi. Resulullah (s.a.v):

Hepsine, Nu'mân'a verdiğin gibi mal verdin mi?' buyurdu. Babam:

Hayır (vermedim)' dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v):

Bu, zulümdür (  bir rivayette ise: Bu, zorlamadır). Buna, benden başkasını şahit tut' buyurdu.[43] (Resululiah:)

İyilik ve lütufta hepsinin eşit olmalan seni sevinidirmez mi?' (bu­yurdu). Babam:

Evet' dedi. Resulullah (s.a.v):

Buna, benden başkasını şahit tut' buyurdu.[44] Mücâlid'in rivayetinde ise, Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

Sana iyilk yapmaları, senin onlar üzerindeki hakkın olduğun gibi, arala­rında adaletli davranman da onların senin üzerindeki haklarıdır.[45]

Yine Ebu Davud'un bir rivayetinde, Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmak­tadır:

Çocuklarınız arasında adaletli davramnın, oğullarınız arasında adaletli davranın.[46]

Nesâî'de, (Ebu Davud'un) bu rivayetini nakletm iştir. [47] Yine Nesâî'nin başka bir rivayetinde şu husus yer almaktadır:

Nu'mân'm babası (Beşîr), Nu'mân'ı, Peygamber (s.a.v)'in yanına getirip sadece (oğlu) Nu'mân'a verdiği hediye hususunda (kendisine) şahit olmasını (Peygamber'den) istedi. Resulullah (s.a.v):

Ona verdiğin gibi, bütün çocuklarına da verdin mi?' diye sordu. Beşîr:

Hayır' diye cevap verdi. Resulullah (s.a.v):

Öyleyse ben, hiçbir şeye şahitlik yapmam. Sana karşı iyilik yap­ma hususunda (bütün) çocuklarının eşit olmaları seni sevindirmez mi?' buyurdu. Beşîr:

Evet' dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v):

Öyleyse böyle yapma!' buyurdu.[48]

Yine Nesâî'nin konu ile ilgili diğer bir rivayeti şu şekildedir:

Nu'mân'm annesi Amra bint. Ravâha, Nu'mân'ın babası (Beşîr)'den; malından bir miktarını, oğluna bağışlamasını istedi. Fakat Nu'mân'm babası (Beşîr), bunu (ağırdan alıp) bir sene geciktirdi. Sonra fikrini değiştirip oğluna (malından) bir şeyler verdi. (Hanımı) Amra:

(Buna,) Resulullah (s.a.v)'i şahit tutmadıkça razı olmam' dedi. Bunun üzerine (Nu'mân'ın babası Beşîr, Resulullah'a gelip ona:)

Ey Allah'ın resulü! Bu çocuğun annesi Amra bint. Ravâha, bu çocuğa yaptığım bağış hususunda beni uğraştırıyor?' dedi. Resulullah (s.a.v):

Ey Beşîr! Bundan başka çocuğun var mı?' diye sordu. Beşîr:

Evet (var)' dedi. Resulullah (s.a.v):

Bu oğluna verdiğin gibi, bütün çocuklarına da verdin mi?' buyur­du. Beşîr:

Hayır' dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v):

Öyleyse beni buna şahit tutma. Çünkü ben, adaletli olmayan bir şeye şahitlik yapmam1 buyurdu.[49]

Yine Nesâî'nin konu ile ilgili başka bir rivayeti şu şekildedir:

Beşîr, Peygamber (s.a.v)'e gelip (ona):

Ey Allah'ın resulü! Eşim Amra bint. Ravâha, oğluna bir sadaka vermemi istedi. (Fakat) buna, seni şahit tutmamı istedi' dedi. Peygam­ber (s.a.v), ona:

Bundan başka çocukların var mı?' diye sordu. Beşîr:

Evet (var)' diye cevap verdi. Peygamber (s.a.v):

Buna verdiğin gibi, onlara da verdin mi?1 buyurdu. Beşîr:

Hayır (vermedim)1 dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v):

Beni, adil olmayan bir şeye şahit tutma!' buyurdu.[50]

 

ONSEKİZİNCİ BÖLÜM

 

VASİYYETLER BÖLÜMÜ [51]

 

1. Arazinin Aslını Vakfedip Gelirini Sadaka Olarak Dağıtmak

 

210. Hz. Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:

Hayber arazisinden, bir arazi hisseme düşmüştü. Bunun üzerine (istişare yapmak üzere) Resulullah (s.a.v)'e gelip (ona):

(Hayber arazisinden) bir arazi hisseme düştü. (Şimdiye kadar) bana, bundan daha güzel ve daha harika bir mal düşmedi. (Bana) bu arazi ile ilgili (ne yapmamı) emredersin?' dedi. Resulullah (s.a.v):

İstersen arazinin aslını vakfedip (gelirini) sadaka (olarak) verir­sin1 buyurdu.

Bunun üzerine Ömer, bu arazinin aslı; satılmamak, hibe edilme­mek (şartıyla gelirini) fakirlere, yakınlara, köleleri (azad etmek isteyen kimseler)e, misafir(ler)e ve Allah yolunda (çalışanlara) tasadduk etti.

Bu araziye bakan kimsenin, bundan mal edinmeksizin ve mülkiye­tine dokunmaksızın örfe göre yemesinde, bir dostuna yedirmesinde bir günah yoktur.[52]

Bu hadis(in bu şekildeki metnin)i; Buhârî, Müslim, Ebu Dâvud, Tirmizî ile Nesâî rivayet etmiştir.

Nesâî'nin konu ile ilgili başka bir rivayeti şu şekildedir:

Ömer, Peygamber (s.a.v)'e:

Hayber (gazası sonunda, ganimet taksim  de bana düşen yüz hisse, şimdiye kadar hiç sahip olmadığım derecede güzel. Ben, onu, sadaka (olarak) vereceğim' dedi. Peygamber (s.a.v):

Arazinin aslını vakfet. [53] Gelirini/meyvesini de (Allah yolunda) sadaka (olarak) ver! buyurdu.[54]

Yine Nesâî'nin buna benzer bir rivayeti daha var. Bu rivayetin içerisinde şu ifade yer almaktadır:

Benim yüz baş hayvanım vardı. Onlarla, Hayber halkından yüz hisse arazi aldım. Şimdi de o araziyi, (sadaka olarak vermek suretiyle) şanı yüce olan Allah'a yaklaşmak istiyorum' (dedi). Peygamber (s.a.v):

Arazinin aslını vakfet. Gelirini/meyvesini de (Allah yolunda) sa­daka (olarak) ver!' buyurdu.[55]

Yine Nesâî'nin konu ile ilgili başka bir rivayetinde, Hz. Ömer şöyle der:

Resulullah (s.a.v)'e, Semğ'deki arazimi (ne yapayım diye) sordum. Re­sulullah (s.a.v)'de:

Arazinin aslını vakfet. Gelirini/meyvesini de (Allah yolunda) sadaka  (olarak) ver!1 buyurdu.[56]

 

2. Malın Üçte Birini Vasiyet Etmek

 

211. Sa'd b. Ebi Vakkâs (r.a)tan rivayet edilmiştir:

Veda haccı yılı hastalığımın artması üzerine, Resulullah (s.a.v) beni ziyarete gelmişti. Ona:

Ey Allah'ın resulü! Gördüğün gibi, hastalığım çok şiddetlendi. Ben mal sahibiyim. Bir kızımdan başka da mirasçım yok. Malımın üç­te ikisini sadaka (olarak) verebilir miyim?' dedim. Resulullah (s.a.v):

Hayır, (veremezsin)' buyurdu. Sa'd:

Ey Allah'ın resulü! (Malımın) yarısını (sadaka olarak verebirlir miyim)?1 dedim. Resulullah (s.a.v):

Hayır (veremezsin)' buyurdu. Sa'd:

Üçte birini (verebilir miyim)?' dedim. Daha sonra Resulullah (s.a.v):

Üçte biri (olur), (aslında) üçte biri (de sadaka olarak vermeye) çok yada büyüktür. Mirasçılarını zengin bırakman, onları, insanlara el açar bir halde bırakmandan daha harlıdır. Allah'ın rızasını kazanmak için vereceğin her nafaka, hatta hanımının ağzına koyduğun her lokma bile sevap kazanmana vesile olur' buyurdu. Sa'd:

Ey Allah'ın resulü! Ben arkadaşlarım (in hicretin)den geri mi ka­lacağım?' dedim. Resulullah (s.a.v):

Doğrusu sen (hayatta) kalıp Allah rızası için (salih) amel(ler) iş­lersen, bununla ancak yüksekliğin ve derecen artmış olur. Hatta (hic­retten) geri kalmakla (bazı) insanlar (=Müslümanlar) senden yararla­nır, diğer bir kısmı (müşrikler) de senden zarar görür.

(Daha sonra da:) Allah im! Sahabilerimin hicretini tamamla, onla­rı ökçeleri üzerinde (şirke ve küfre) geri döndürme!' buyurdu.

Fakat hali üzüntülü olan Sa'd b. Havledir.[57] Mekke'de ölmesin­den dolayı, Resulullah (s.a.v), Sa'd b. Havle hakkında mersiye söyle­di.[58]

Konu ile ilgili bu anlamda bir rivayet nakledilmiş. Fakat (hadisin ravisi,) Resulullah {s.a.v)'in, Sa'd b. Havle ile ilgili sözünü zikretmeyip sadece şu sö­zünü nakletm iştir:

Sa'd, kendisinden hicret ettiği bir yerde ölmekten [59] çekiniyordu.[60] Bu hadisfin bu şekildeki metinlerin)!, Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir. Buhârî'nin bir rivayetinde, Hastalandım. Resulullah (s.a.v), beni ziyarete geldi" ifadesi yer alıp bu hadis kısa bir şekilde nakle-dilmiştir. Bu rivayetin içerisinde, Üçte biri (olur), (aslın­da) üçte biri (de sadaka olarak vermeye) çok" ibaresi geçmektedir.[61]

Müslim ise, bu hadisin benzerini, bir çok yoldan nakletmiştir. Bu rivayet­lerden birisi şu şekildedir:

Peygamber (s.a.v), Mekke'de, Sa'd'ı ziyaret için yanma girmişti. Derken Sa'd ağladı. Peygamber (s.a.v);

Niçin ağlıyorsun?' diye sordu. Sa'd:

Kendisinden hicret ettiğim bir yerde, Sa'd b. Havi en in öldüğü gibi ölmekten korktum' cevabını verdi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v) üç defa:

Allahım! Sa'd'a şifa ver! Allahım! Sa'd'a şifa ver!' diye dua etti. Sa'd:

Ey Allah'ın resulü! Benim çok malım var. Fakat bana yalnızca kızım mirasçı oluyor.2222 Bütün malımı vasiyet edeyim mi?' diye sordu. Peygamber (s.a.v):

Hayır' diye cevap verdi. Sa'd:

Üçte ikisini (vereyim mi?' diye sordu. Peygamber (s.a.v):

Hayır' diye cevap verdi. Sa'd:

Yarısını (vereyim mi)?' diye sordu. Peygamber (s.a.v):

Hayır' diye cevap verdi. Sa'd:

Üçte birini (vereyim mi)?' diye sordu. Peygamber (s.a.v):

Üçte biri olur. (Aslında) üçte biri de (sadaka olarak vermeye) çok. Malından verdiğin sadaka, sadakadır. Fakat ailene verdiğin nafa­ka da bir sadakadır. Hatta hanımının senin malından yediği miktar bile bir sadakadır. Şüphesiz ki aileni hayrla (bir rivayette: yada mai­şetle) bırakman, onları, insanlara el açar bir vaziyette bırakmandan daha hayrlıdır1 buyurup eliyle işarette bulundu.

Ebu Dâvud ile Nesâî, birinci rivayeti nakletmiştir. Tirmizî'nin konu ile ilgili rivayeti ise şu şekildedir:

Resulullah (s.a.v), ben hasta iken ziyaretime gelmişti. (Bana:)

Vasiyet ettin mi?' diye sordu. Ben de:

Evet (ettim)' dedim. Resulullah (s.a.v):

Ne kadarını (vasiyet ettin)?' buyurdu. Ben de:

Bütün malımı Allah yolunda (sadaka olarak verilemesi için va­siyette bunundum)' dedim. Resulullah (s.a.v):

Çocuklarına ne kadarını bıraktın?' buyurdu. Ben de:

Onlar, iyilikle birlikte zenginlik içindedirler' dedim.

Sa'd der ki: Resulullah {s.a.v) İle münakaşaya giriştim. Nihayet Re­sulullah (s.a.v):

Üçte biri vasiyet et. (Aslında) üçte biri de (sadaka olarak verme­ye) çok' buyurdu. [62]

Tirmizî der ki: "Resulullah (s.a.v)'den, (bazen) büyük" ifadesi rivayet edilmiştir.[63]

Yine Tirmizî'nin ve Nesâî'nin konu ile ilgili bir rivayeti şu şekildedir:

(Mekke'de) ağır bir şekilde hastalandım. Bu hastalık yüzünden ölümle karşı karşıya geldim. Derken (günün birinde) Resulullah {s.a.v), beni ziyarete geldi, (Ona:)

Ey Allah'ın resulü! Benim çok malım var. Bir kızımdan başka da mirasçım yok. Şimdi bütün malımı (Allah yolunda) vcasiyet edebîlj, miyim?' dedi. Resulullah (s.a.v):

Hayır (olmaz)' buyurdu. Sa'd:

Malınım üçte ikisini (vasiyet edeyim mi)?' dedi......ve hadisi anlarrı.[64]

Yine Nesâî'nin konu ile ilgili bir rivayeti şu şekildedir:

Sa'd, Mekke'de (hasta yatar) iken, Peygamber (s.a.v) onu ziyarete geldi] Sa'd, vaktiyle hicret ettiği bu yerde ölmek istemiyordu. Peygamber {s.a.v) (ona):

Allah, Sa'd b. Afra'ya [65] rahmet etsin yada Allah, Sa'd b. Afrayaİ yardım eylesin' diye dua ediyordu.

Sa'd b. Afra'nın, bir tek kızı vardı. Sa'd:

Ey Allah'ın resulü! Bütün malımı vasiyet edebilir miyim?' diye sordu. Peygamber (s.a.v):

Hayır, (olmaz)1 buyurdu. Sa'd:

(Malımın) yarısını (vasiyet edeyim mi)?' dedim. Peygamber (s.a.v):

Hayır, (olmaz)' buyurdu. Sa'd:

(Malımın) üçte birini (vasiyet edeyim mi)?' dedim. Peygamber (s.a.v):

Üçte biri (olur). (Aslında) üçte bir de çok   Fakat zengin bırakman, onlar, insanlarınilinde kilere daha hayrhdır1 buyurdu.[66]  muhtaç bırakmandan

 

3.   Vasiyet Etmeye Teşvik

 

212. Abdullah ibn Ömer (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir: Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

"Vasiyet edecek bîr şeyi olup üzerinden iki gece (=bir rivayette: üç gece) geçen bir müslümanm hakkı ancak vasiyetinin,[67] yazılı ola­rak yanında bulunmasıdır.[68]

Nâfi' der ki: Abdullah ibn Ömer'in şöyle dediğini işittim:

"Resulullah (s.a.v)'in, bunu söylediğini işittiğimden beri vasiyetim yanım­da olmaksızın üzerimden bir gece geçmiş değildir.[69]

 

ONDOKUZUNCU BÖLÜM

 

YEMİNLER VE ADAKLAR BÖLÜMÜ

 

1. Allah Tan Başkası Adına Yemin Etmenin Yasak Olması

 

213. Abdullah ibn Ömer (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir: "(Babam) Ömer'in şöyle dediğini işittim: Resulullah (s.a.v):

Doğrusu Allah, sizi, atalarınız/babalarınız adına yemin etmeyi yasaklıyor [70] buyurdu.[71]

Bu hadis(in bu şekildeki metnin)i; Buhârî, Müslim, Ebu Dâvud, Tirmizî ile Nesâî rivayetr etmiştir.

Buhârî hariç [72] diğerleri, bu rivayetin içerisine şu hususu ilave etmişlerdir:

"Vallahi, Resulullah (s.a.v)'in bunu yasak ettiğini işittim işiteli, kendim için ve bir başkası için bu yemini yapmadım.[73]

 

2. Bir Müslümanın Hakkını Yalan Yere Yeminle Elinden Alan Kimsenin Cehennemle Tehdit Edilmesi

 

214. Abdullah ibn Mes'ud (r.a)'tan rivayet edilmiştir:

Bir kimse, Müslüman bir kimsenin malını almak için yalan yere yemin ederse, o kimse, Allah'a, kendisine gazaplı olduğu halde Ona kavuşur.

Abdullah der ki: Daha sonra Resulullah (s.a.v), bize, yüce Allah'ın Kitab'ından bunun doğruluğunu tasdik eden;

Allah'a verdikleri ahid ve sözlerini birkaç paraya satanlar varya! işte onlar için ahirette hiçbir pay yoktur" (mealindeki) [74] ayeti okudu.[75]

Bu manada bir rivayet oîup bu rivayete şu husus ilave edilmiştir:

Eş'as b. Kays, {oturduğu yerden yanımıza) gelip:

Ebu Abdurrahman, [76] size (hangi) hadisleri anlatıyor?' dedi. Biz de:

(Abdullah ibn Mes'ud, bize,) şunu, şunu anlattı' dedik. Bunun üze­rine Eş'as b. Kays şöyle dedi:

Ebu Abdurrahman doğru söyledi. Benim üe bir (başka) adam arasında bir kuyu hususunda çekişme vardı. Biz, bu davamızı, Resulullah (s.a.v)'e götürdük. Resulullah (s.a.v):

(Senin üzerine) iki şah i d (getirmen) yada (onun üzerine de) ken­di yemini düşer [77] buyurdu. Bunun üzerine ben de:

O zaman (çekiştiğim kişi,) yeminin önemine aldırmayarak yemin eder [78] dedim. Resulullah (s.a.v):

Bir kimse, Müslüman bir kimsenin malını almak İçin yalan yere yemin ederse, [79] o kimse, Allah'a, kendisine gazaplı olduğu halde Ona kavuşur' buyurdu.

Bunun üzerine "Allah'a verdikleri ahid ve sözlerini birkaç paraya satanlar varya! İşte onlar için ahirette hiçbir pay yoktur" (mealindeki) [80] ayeti indi.[81]

Bu hadis{in bu şekildeki metnin)i; Buhârî, Müslim, Ebu Dâvud ile Tir-mizî rivayuet etmiştir.

Yalnız Ebu Dâvud, Tirmizî'nin rivayetinde şu ifade yer almaktadır:

"Benim ile Yahudi olan [82] bir kişi arasında çekişme vardı.[83]

 

3. Kabe'ye Yalın Ayak Yürümeyi Adayan Kimsenin Durumu

 

215. Ukbe b. Amir (r.a)'tan rivayet edilmiştir:

"Kız kardeşim yalın ayak olarak Beytullah'a (Kabe'ye) yürümeyi adadı. Bana da, bu meseleyi, onun namına Resulullah (s.a.v)'e danış­mamı emretti. Ben de (bu meseleyi,) ona danıştım. Bunun üzerine Pey­gamber (s.a.v):

Hem yürüsün ve hem de binsin!' buyurdu. [84] (Birinci rivayet) Bu hadis(in bu şekildeki metnin)i; Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir. Tirmizî'nin konu ile ilgili rivayetinde şu ifade yer almaktadır:

Yalın ayak, başı açık {yürüreyerek gitmeyi nezretti). Bunun üzerine Re­sulullah (s.a.v):

Allah, senin kız kardeşinin bedbahthğyla bir şey kuracak değil­dir. Binsin, başını örtsün ve sonra üç gün oruç tutsun! [85] buyurdu.[86] (ikinci rivayet)

Ebu Dâvud ise, her iki rivayeti de nakletmiştir. Nesâî'de, ikinci rivayeti nakletmiştir.

 

4. Lât Ve Uzzâ Adına Yemin Edilmemesi Ve (Yemin Edildiği Takdirde İse) Bunun İçin Kefaret Verilmesi

 

216. Ebu Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

"Kim yemin edip, yemininde: 'Lâfa ve Uzzâ'ya yemin olsun ki [87] diyen kimse, hemen 'Lâ ilahe illallah' desin. Arkadaşına: 'Gel seninle kumar oynayalım' diyen kişi, sadaka versin.[88]

Ebu Davud'un rivayetinde, bir şey (versin)11 ifadesi yer almaktadır.[89]

Müslim der ki: Gel seninle kumar oynayalım' diyen kişi, sadaka versin[90] ibaresini, Zührî'den başka hiçbir kimse rivayet etmemiştir. Zührî'nin, Peygamber (s.a.v)'den rivayet ettiği doksan kadar hadi­si vardır ki, iyi senedlerle bu konuda kendisine katılan olmamıştır.[91]

 

5. Ölünün Adağını Yerine Getirme

 

217. Abdullah ibn Abbâs (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir:

Sa'd b. Ubâde el-Ensârî, Resulullah (s.a.v)'den; annesinin borcu olan bir adak hakkında fetva istedi. Çünkü annesi, bunu ödeyeni eden ölmüştü, Resulullah (s.a.v):

(Onun adına) o borcu (sen) öde!' buyurdu.[92] Nesâî'nin konu ile ilgili rivayeti ise şu şekildedir:

Sa'd b. Ubâde, Peygamber (s.a.v)'e gelip (ona):

Annem, üzerinde adak (borcu) olduğu halde öldü. Onun adına bir köle azad etsem, onun adak borcunu ödemiş olur muyum? [93] diye sordu. Peygamber {s.a.v):

Annen adına köle azad et' buyurdu.[94]

 

6. Adağı Yerine Getirme

 

218. Abdullah ibn Ömer (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir: 'Ömer:

Ben, cahili yy e döneminde Mescid-i Haramda bir gün itikafta kalmayı adamıştım' dedi. Peygamber (s.a.v), ona:

Adağını yerine getir! [95] buyurdu.[96]

 

7. İslam Dini Dışında Başka Bir Dine Yemin Etmek

 

219. Dahhâk b. Sabit (r.a)'tan rivayet edilmiştir: Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

"İslam dininden başka bir din üzerine yalan yere yemin eden kim­se, [97] dediği gibidir.[98]

Nesâî'nin rivayetinde şu ilave vardır:

Kim kendisini bir şeyle öldürürse, Alİah, onu, cehennem ateşinde o şey­le azab eder.[99]

 

8. Adağı Yasaklamak

 

220. Ebu Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir.

"Adak adamak, Adem oğluna; benim kendisi için takdir etmedi­ğim bir şeyi getirmez. Fakat adak, insanı; kendisine takdir edilen şeye iletir. Onunla cimri(nin elin)den mal çıkarılır. Cimri, önceden bana vermediği o adağı bu sayede bana vermiş olur.[100] (Birinci rivayet)

Konu ile ilgili bir rivayette, Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

Adak adamak, Adem oğluna; benim kendisi için takdir etmediğim bir şey getirmez. [101] Fakat adak, insanı; benim kendisi için takdir ettiğim şeye iletir. Onunla cimrini (elin)den mal çıkarılır.[102] {İkinci rivayet)

Müslim'in konu ile ilgili rivayetinde, Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyur­maktadır:

Adak, Adem oğluna; Allah'ın takdir etmediği bir şeyi yaklaştırmaz. Fa­kat adak, (bazen) kadere uygun düşer de bu sayede cimri(nin elin)den çı­karmak istemediği (malı) çıkarılır.[103] (Üçüncü rivayet)

Yine Müslim'in konu ile İlgili rivayeti şu şekildedir:

Peygamber (s.a.v), adağı yasaklayıp:

Adakta bulunmayın! Çünkü adak, kaderden hiçbir şeye fayda sağlamaz. Onunla sadece cimrifnin elin)den (mal) çıkarılır1 buyur­du.[104] (Dördüncü rivayet)

Yine Müslim'in konu ile ilgili başka bir rivayetinde, Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

Adakta bulunmayın! Çünkü adak, kaderden hiçbir şeye fayda sağ­lamaz. Onunla sadece cimri(nin elin)den (mal) çıkarılır.[105] (Beşinci rivayet)

Tirmizî ile Nesâî, bu beşinci rivayeti nakletm iştir. Yine Nesâî'nin başka bir rivayeti şu şekildedir:

Adak, Adem oğluna; benim kendisine takdir ettiğimden başka bir şey getirmez. Fakat adak, kendisiyle cimri(nin elin)den (mal) çıkarılan bir şey­dir.[106]

Ebu Dâvud'da, birinci rivayetin benzerini nakletmiş, bu rivayetin sonun­da şu ifade yer almaktadır:

"Cimri, önceden vermediği adağı, bu sayede vermiş olur.[107]

YİRMİNCİ BÖLÜM

 

HUDÛD (=HAD CEZALARI) BÖLÜMÜ [108]

 

1. Hırsızlık Cezası Ve Hırsızlık Cezasının Uygulanması İçin Gerekli Nisap Miktarı

 

221. Hz. Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:

"Peygamber (s.a.v) zamanında hiçbir hırsızın eli, 'mıcenn' yada ha-cefe' (denilen) bir kalkan bedelinden daha aşağıda bir mal için kesil-meni iştir. Bu kalkanlardan her biri, kıymetli şeylerdi. (Birinci riva­yet)

Konu İle ilgili bir rivayet ise şu şekildedir:

Peygamber (s.a.v) zamanında hırsızın eli, ancak 'hacefe' denilen bir kal­kan yada 'turs  (denilen) bir kalkan kıymetinde bir mal çaldığında kesilir­di. (İkinci rivayet)

Yine konu ile İlgili diğer bir rivayette, Hz. Aişe şöyie der:

Resulullah (s.a.v):

Hırsızın eli, ancak çeyrek dinar (alün)da kesilir' buyurmaktadır. (Üçüncü rivayet)

Yine konu ile ilgili başka bir rivayette, Hz. Aişe şöyle der:

Resulullah (s.a.v), hırsızın elini, çeyrek dinar (altın)da ve daha fazlasın­da [109] keserdi. [110] (Dördüncü rivayet)

Yine konu ile ilgili diğer bir rivayet şu şekildedir:

Hırsızın eli, ancak çeyrek dinar (altın)da ve daha fazlasında kesilir.[111] (Beşinci rivayet)

Bu rivayetler, Buhârî ile Müslim'in naklettiği rivayetlerdir. Yine Buhârî'nin konu ile ilgili bir rivayeti şu şekildedir:

El, çeyrek dinar (aitin)da kesilir.[112] (Altıncı rivayet) Yine Müslim'in konu ile ilgili bir rivayeti ise şu şekildedir:

El, ancak çeyrek dinar (altın)da ve onun yukansında kesilir.[113]

Yine Müslim'in konu ile ilgili başka bir rivayeti ise şu şekildedir:

Hırsızın eli, ancak çeyrek dinar (altın)da ve daha fazlasında kesilir.[114]

Ebu Dâvud ile Tirmizî, dördüncü rivayeti nakletmiştir.

Yine Ebu Dâvud, altıncı rivayeti de nakletmiştir.

Nesâî ise birinci, dördüncü, beşinci ve altıncı rivayeti nakletmiştir.

Yine Nesâî'nin konu ile ilgili başka bir rivayetinde, Hz. Aişe şöyle der:

Resulullah (s.a.v), çeyrek dinar (altın)da (hırsızın elini) keserdi.[115]

Yine Nesâî'nin konu ile ilgili diğer bir rivayetinde, Resulullah (s.a.v) şöy­le buyurmaktadır:

El ancak 'mıcenn' denilen bir kalkanın değerinde olan üç dinar (altın) yada bir dinar (altın)m yarısı ve daha fazlasında kesilir.[116]

Yine Nesâî'nin konu ile ilgili başka bir rivayeti şu şekildedir:

El, 'micen' (denilen bir kalkan kıymetinde bir mal çalındığımda kesilir.[117]

Yine Nesâî'nin konu ile ilgili bir rivayetlerinden birinde Urve şöyle der:

Micen (denilen kalkan); dört dirhem (gümüş)tür. [118]

Yine Nesâî'nin konu ile ilgili bir rivayetinde, Hz. Aişe şöyle der:

Aradan ne uzun zaman geçti ve ne de unuttum. (El) kesme, çeyrek di­nar (altın)da ve daha fazla olan şeylerde geçerlidir.[119]

 

2. Cezaların Kaldırılması Hususunda Aracı Olmanın Doğru Olmaması

 

222. Hz. Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:

Mahzûm kabilesine mensup, hırsızlık yapan bir kadının durumu Kureyş'i üzmüştü.Bunun üzerine

Onun hakkında Resulullah (s.a.v) ile kim konuşur' dediler. (Ba­zıları:)

Buna, Resulullah (s.a.v)'in çok sevdiği Usâme b. Zeyd'den başka kim cesaret edebilir?1 dediler.

Bunun üzerine Usâme, Resulullah (s.a.v) ile (o kadının affedilmesi meselesini) konuştu. Resulullah (s.a.v), (ona):

Allah'ın cezalarından bir cezaya şefaat mi ediyorsun?' buyurdu. Daha sonra Resulullah (s.a.v) kalkıp halka hitaben:

Şüphesiz sizden öncekiler, içlerinde itibarlı birisi hırsızlık yap­tığı zaman bırakıverdi ki eri ve zayıf birisi hırsızlık yaptığında ise kendi­sine ceza uyguladıkları için helak oldular. Allah'a yemin ederim ki, eğer Muhammed'in kızı Fatıma (bile) hırsızlık yapsa (onun da) elini ke­serim' buyurdu.[120] (Birinci rivayet)

Bu manada buna benzer bir rivayet daha var. Bu rivayetin içerisinde şu husus yer almaktadır:

İsrail oğulları, içlerinde itibarlı birisi hırsızlık yaptığı zaman onu bırakı-verdikleri, [121](İkinci rivayet)

Yine konu ile ilgili bir rivayet şu şekildedir:

Peygamber (s.a.v) zamanında, Fetih gazasında hırsızlık eden kadının hali Kureyş (kabilesin)i üzmüştü. Bunun üzerine:

Onun hakkında Resulullah (s.a.v) ile kim konuşur?1 dediler. (Bazı­ları:)

Buna, Resulullah (s.a.v)'in çok sevdiği Usâme b. Zeyd'den başka kim cesaret edebilir?' dediler.

Kadın, Peygamber (s.a.v)'e getirildi. Usâme, Resulullah (s.a.v) ile (o ka­dının affedilmesi meselesini) konuştu. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v)'in yü­zü renklendi. Daha sonra da:

Allah'ın cezalarından bir cezaya şefaat mi ediyorsun? [122] buyur­du. Usâme:

Ey Allah'ın resulü! Benim için (o kadını) bağışla' dedi.

Akşam olunca, Resuiullah (s.a.v) ayağa kalkıp hutbe okudu, Allah'a ge­rektiği övgüde bulundu. Daha sonra da:

Şüphesiz sizden öncekiler, içlerinde itibarlı birisi hırsızlık yaptı­ğı zaman bira ki verdikleri ve zayıf birisi hırsızlık yaptığında ise kendisi­ne ceza uyguladıkları için helak oldular.

Hiç şüphe yok ki ben, nefsimi elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, eğer Muhammedin kızı Fatıma (bile) hırsızlık yapsa (onun da) elini keserim' buyurdu.

Daha sonra emredip hırsızlık eden o kadının eli kesildi.

Aişe: 'Daha sonra bu kadın, güzelce tevbe edip evlendi. Bu işten sonra (bazen) bana gelir ve ben de onun ihtiyacını Resuiullah (s.a.v)'e arz ederdim' dedi. [123] (Üçüncü rivayet)

Bu rivayetler, Buhârî ile Müslim'in naklettiği rivayetlerdir. Yine Müslim'in konu ile ilgili bir rivayetinde, Hz. Aişe şöyle der:

"Mahzûm kabilesinden bir kadın, eşyayı ödünç alır, (sonradan) bu (al­dığı eşya)yı inkar ederdi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v), o kadının elinin kesilmesini emretti. Derken kadının ailesi, Usâme b. Zeyd'e gelip onunla (bu kadının affedilmesi meselesini) konuştular. O da (gidip), Resuiullah (s.a.v) ile (bu kadının affedilmesi meselesini) konuştu.

Bundan sonra (hadisin ravisi,) bu hadisi, Leys ve Yûnus'un (naklettiği ri­vayete) benzer bir şekilde nakletmiştir. [124] (Dördüncü rivayet) Tirmizî, birinci rivayeti nakletmiştir. Ebu Dâvud ise birinci, üçüncü ve dördüncü rivayeti nakletmiştir.

Yine Ebu Davud'un konu ile ilgili diğer bir rivayetinde Hz. Aişe söyle der:                                                                                                    

Bir kadın, tanınmış kimselerin adına kendini tanımayan insanlardan borç aldı. Fakat o, (ödünç aldığı) eşyayı sattı. Yakalanıp Resuiullah (s.a.v)'e getirildi. Resuiullah (s.a.v), kadının elinin kesilmesini emretti.[125]

Bu kadın hakkında Usâme'nin şefaatçi olup Resuiullah (s.a.v)'in, bilinen sözleri söylediği [126] kadındır.[127]

Nesâî ise birinci rivayet etmiştir.

Yine Nesâî'nin buna benzer rivayetlerinin birisinde, Hz. Peygamber (s.a.v), Usâme'ye hitaben şöyle buyurur:

Ey Usâme! Hiç kuşkusuz İsrail oğulları, içlerinde itibarlı birisi hırsızlık yaptığı zaman birakıvermeleri ve zayıf birisi hırsızlık yaptığında ise kendisine ceza uygulamamaları sebebiyle helak oldular. Eğer Muhammed'in kızı Fatıma (bile) hırsızlık yapsa onun da (elini) keserdim.[128]

Yine Nesâî'nin buna benzer bir rivayeti daha var. Bu rivayette, Hz Aişe'nin; o kadının tevbe ettiği, kendisinin yanına geldiğinde ihtiyacını Resu­lullah (s.a.v)'e arz ettiği ile ilgili sözü de yer almaktadır. [129]

Yine Nesaî'nin, Ebu Davud'un bir rivayetine benzer bir rivayeti daha var. Bu rivayetin içerisinde şu ifade yer almaktadır:

Kadın, (ödünç olarak aldığı eşyayı) satıp parasını yedi. (Kadın yakala­nıp) Resulullah (s.a.vj'e getirildi. Kadının yakınlan, (kadının bağışlanmas. için) Usâme'ye koştular. Usâme, kadın(ın affedilmesi meselesini) Resulullah (s.a.v) ile konuştu. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v)'in yüzü renklendi Daha sonra da:

Allah'ın ceza lan n d an bir cezaya şefaat mi ediyorsun?' buyurdu Usame:

Ey Allah'ın resulü! Benim için (o kadını) bağışla' dedi. [130]

Yine Nesaî, bir rivayetinde; hadisi, hutbeyi, Hz. Peygamber (s.av)'in konu ile ilgili sözünü nakletti. Sözünün sonunda ise şöyle buyurdu:

Daha sonra bu kadının (elini) kesti. [131]

 

3. Ta'zir

 

223. Hâni' b. Niyâr el-En sâri (r.a)'tan [132] rivayet edilmiştir: Hâni1 b. Niyâr, Peygamber (s.a.v)'i şöyle buyururken işitmiştir:

"Yüce Allah'ın hadlerinden bir haddin dışında, on değnekten fazla vurulmaz.[133]

Bu hadisfin bu şekildeki metnin)i; Buhârî, Müslim ile Ebu Dâvud rivayet etmiştir.[134]

 

4. Recm Meselesi [135]

 

224. Abdullah ibn Abbâs (r.anhürnâ)'dan rivayet edilmiştir:

"Ben, Muhâcirler'den bir çoğundan Kur'an öğreniyordum, onlardan biri de, Abdurrahman İbnu Avf idi.

Ben, Mina'da, Abdurrahman İbnu Avfın evinde bulunduğum sırada, Abdurrahman İbnu Avf da, Ömer'in son defa yapmış olduğu haccda onun yanında idi. Oradan evine benim yanıma yanıma dönüşte şöyle dedi:

Bugün Ömer'in yanına gelen bir adamı keşke sen de görseydin.

O adam şöyle dedi:

Ey mü'minlerin emîri! Ne dersin. Cuma günü, güneş ortadan meyletti­ği zaman mescide gidişte acele davrandık.

(Rezîn: 'Öğle sıcağında çıktım' ilavesinde bulundu.) (Abdullah ibn Abbas olayı anlatmaya şöyle devam etti:) (Camiye gelince,) Saîd ibn Zeyd ibn Amr ibn Nüfeyl'İ minberin köşesin­de oturmuş buldum. Dizim dizine değecek şekilde onun yanına oturdum. Çok beklemeden Ömer ibnü'l- Hattâb (minbere doğru) çıktı. Onun gelmekte olduğunu görünce, (yanımda oturmakta olan) Saîd ibn Zeyd ibn Amr ibn Nüfeyl'e:

Bu öğle, Ömer, halife olduğu günden beri hiç yapmadığı önemli bir konuşma yapacak1 dedim. Zeyd, (söylediğim sözü) hoş karşılamayıp:

Daha önce konuşmadığı şeyi konuşması ne mümkün!' dedi.

Deken Ömer minbere oturdu. Müezzin ezanını tamamlayınca, ayağa kalktı. Yüce Allah'a lâyık olduğu şekilde (hamd ve) övgüde bulundu. Sonra da şunları söyledi:

Emmâ ba'd. Ben şimdi sizlere, Cenab-ı Hakk'ın söylememi takdir bu­yuracağı bir konuşma yapacağım. Bilemiyorum, belki de ecelim yakındır, (=bu son hutbem olur). Kim bu sözlerimi anlar ve hafızasına alabilirse (bun­ları) bineğinin götürdüğü her yerde nakletsin. Kim de anlamış olmaktan kor-karsa, hiç kimseye hakkımda yalan söylemesini helâl etmiyorum/Yüce Allah, Muhammed (s.a.v)'i hakla gönderdi, kendisine kitap indirdi. Allah'ın indirdik­leri arasında recm âyeti de vardı. Biz onu okuduk, anladık ve ezberledik.

Resûlullah (s.a.v) recm cezası verdi. Ondan sonra da bizler de (recm ce­zası) verdik. Şahsen aradan fazla zaman geçince, bazılarının çıkıp: - Allah'ın kitabında biz recm âyeti bulamıyoruz' diyerek Allah'ın indirmiş olduğu bir far­zı terkedip sapıtmalarından korkuyorum.

Recm, Allah'ın kitabında muhsan (=ergenlik çağına girmiş, akıllı, sahih bir evlilikle evlenmiş ve gerdek yapmış olduğu halde) zina eden kadın ve er­keklere ispatlayın bir delil veya hamilelik veya itiraf olduğu takdirde uygulanması gereken bir haktır.'

Sonra bizler, Allah'ın Kitabı'ndan okumakta olduğumuz şeyler arasında: - Babalarınızdan yüz çevirmeyin! Hiç kuşkusuz, sizin babalarınız­dan yüz çevirmeniz (^babalarınızdan başkalarına mensupluk iddia etmeniz), sizin nankörlüğünüzdür yada sizin babalarınızdan yüz çevirmeniz, hiç kuşkusuz sizin için bir küfürdür!' sözler de vardı.[136]

Dikkat edin! Daha sonra Resûlullah (s.a.v):

Sizler, beni, Meryem oğlu İsa'nın batıl üzere aşırı övülmesi gibi mübalağalı ve aşırı şekilde övmeyin. Sizler, bana: 'Allah'ın kulu ve Re­sulü' deyin!' buyurdu.

Sonra sizden birisinin:

Ömer ölünce, (herkesle istişare, biat aramaksızın) filanca kimseye biat edeceğim' dediği bana ulaştı. Sakın ha! Hiç kimseyi, 'Ebû Bekr'in seçimi de oldu bittiye geldi. (Biz de onun seçilme tarzına uygun olarak birini seçebiliriz)' gibi sözler aldatmasın.[137]

Dikkat edin! Evet onun seçimi çabuk olmuştur. Fakat Allah (umumiyetle çabuk yapılan işlerde bilâhere karşılaşılan) serlerden (bu ümmeti) korumuş­tur. Sizden hiç kimse, kendisine hızlı bir şekilde gidilmekte (develerin) boyun­larının kopmasında, Ebû Bekr gibi olamaz.

Öyleyse Müslümanların istişare (ve te'yidi tahakkuk) etmeksizin kim bir başkasına biat ederse, bilsin ki, ne biat edene ve ne de edilene itibar edilme­yecektir. Böyle bir biat akdi, edeni de edileni de ölüme maruz bırakacaktır. (Ebû Bekir'e yapılan biat böyle kıt düşüncelilerin zannettiği gibi değildir. İç yüzünü anlatayım:)

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselamdın ruhunu yüce Allah kabzettiği za­man, haberimiz oldu ki, Ensar büyük bir grup hâlinde bizden ayrı olarak Benî Sâide sakîfesinde toplanmışlardı. Ali, Zübeyr ve bunlarla birlikte (Abbâs gibi diğer) bazıları bizden ayrılarak (cenazeyle meşgul olmak üzere) geride kaldı­lar. Muhacirler de, Ebû Bekr'in etrafında toplanmışlardı. Ebû Bekr'e:

Ey Ebû Bekir! Haydi şu Ensârlı kardeşlerimizin yanlarına gidelim!' de­dim. Onlara (bir an önce yetişmek üzere) yürüdük. Yakınlarına varınca, on­lardan iki sâlih zatla karşılaştık. Kavmin (Sa'd İbnu Ubâde'yi halife seçme hu­susundaki) kararlarını anlattılar. Sonra da:

Ey Muhacirler topluluğu! Nereye gidiyorsunuz?' diye sordular. Biz de:

Şu Ensârlı kardeşlerimize gidiyoruz!' dedik. Onlar:

Hayır, onlara yaklaşmayın. Hükümlerini versinler' dediler. Ben:

Vallahi, onlar(ın yanın)a gideceğiz1 dedim ve yürüdük. Onları Benî Sâide sakîfinde [138] bulduk. Ortalarında üzeri örtülü birisi vardı.

Bu da kim?' dedim. (Orada bulunanlar:)

Bu, Sa'd ibn Ubade'dir!'dediler. Ben:

Nesi var?' diye sordum.

Titriyor!' dediler.

Biraz oturmuştuk ki, onların hatibi [139] şehâdet kelimerini getirerek söze başladı. Yüce Allah'a gerektiği şekilde (hamd ve) övgüde bulunduktan sonra da:

Emmâ ba'dî Biz Allah'ın yardımcıları ve İslâm'ın büyük ordusu-yuz.  Siz ey Muhacirler topluluğu! Sizler,   (Mekke'deki)  kavminizden (bize) yürüyüp gelmiş olan (içimizdeki) bir azınlıksınız! Hal böyle iken şimdi bu azınlık, bizi asi (en müstehak olduğumuz) fonksiyonumuzdan bizi koparmak, emirlikten uzak tutmak istiyorlar' dedi.

(Ömer der ki:) (Hatip sözlerini) tamamlayınca, ben de konuşmak is­tedim. Bu esnada, içimden söyleyecek güzel sözler hazırlamıştım, bunlar ho­şuma da gitmişti. Bunları Ebû Bekr'in huzurunda söylemek istiyordum. Çün­kü ben (bazen) onun hiddetini yatıştınyordum. Tam konuşmak istediğim sı­rada Ebû Bekr, (bana):

Acele etme!' dedi. Onu öfkelendirmek istemedim (ve konuşmaktan vazgeçtim).

Ebû Bekr konuştu. O aslında benden daha çok hilme sahip ve daha va­kur idi. Allah'a yeminle söylüyorum, Ebu Bekr, içimde hazırladığım bütün gü­zel sözleri eksiksiz aynı güzellikte ve hattâ daha da güzel bir biçimde bu ko­nuşması esnasında söyledi. Şöyle ki:

Hakkınızda söylediğiniz hayr (ve fazilet ne varsa) hepsine lâyıksınız. Ancak bu (emîrlik) işi, Kureyş kabilesine (meşru) tanınır. Onlar, neseb yönüy­le de, yurt yönüyle de Arab'ın ortasında yer alır. Ben sizin için şu iki şahıstan birini uygun buldum, bunlardan hangisini isterseniz ona biat edin!' dedi.

Böyle deyip benim elimi ve Ebû Ubeyde ibnu'l-Cerrâh'm elini tuttu. Ebû Bekr, ikimizin arasında oturuyordu. Onun (ikimizi imamlığa teklif eden cüm­lesinden başka) bütün söyledikleri hoşuma gitti. Valİahi, Ebû Bekr'in bulun­duğu bir kavmin başına emîr seçilmektense, ortaya çıkanlıp boynumun vu­rulmasını gerektirecek bir günah işlemek bana daha sevgili gelirdi. Ancak nef­simin bana ölüm ânında hoş gösterdiği şeyi şimdi bulamıyorum.

Derken Ensar'ın bir sözcüsü:[140]

Beni (hasta hayvanların kaşınarak rahatladıkları) kaşınma çubukcağızı, yaslandığı dikme ile ayakta duran hurma fıdancığı kabul edin (ve fikrimi din­leyin):

Ey Kureyş topluluğu! Sizden bir emîr, bizden de bir emîr olsun1 dedi.

Bunun üzerine her kafadan bir söz çıkmaya başladı, gürültü çoğaldı. Öy­le ki ihtilâf çıkacak diye korktum. Ebû Bekr'e:

Ey Ebû Bekr, uzat elini!' dedim. Elini uzattı, ben ona biat ettim. Muha­cirler de biat ettiler. Sonra da Ensâr biat etti. Sa'd İbnu Ubâde'nin üzerine atıldık.

Derken onlardan biri:

Sa'd İbnu Ubâde'yi öldürdünüz!1[141] demez mi? Ben de:

Sa'd İbnu Ubâde'yi Allah öldürsün!' dedim.

Ömer (halka hitaben minberdeki sözüne devamla): Vallahi, biz, Pey­gamber (s.a.v)'in defni sırasında, Ebû Bekr'in seçiminden daha önemli bir şey düşünemedik. Biat gerçekleşmeden halkı terketmemiz halinde, oradan ayrı­lınca, arkamızdan kendilerinden birini halife seçiverecekler diye korktuk.[142] Böyle bir durumda, ya bize de gönülsüz biat edecek veya muhalefet edecek, böylece ikisi de fesad olacaktı,

Bilesiniz ki, Müslümanlarla istişare etmeden kim bir başkasına biat eder­se, ne biat edene, ne de kendisine biat edilene itibar edilmez, ikisinin de öl­dürülmesinden korkulur [143] dedi.[144]

Müslim, bu hadisi, kısa bir şekilde rivayet etmiştir.

 

5. Madenin, Kuyunun Ve Hayvanların (Verdiği Zararın) Heder Olması

 

225. Ebu Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:

Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

Hayvan(lann yaptığı zarar)ın diyeti hederdir. Kuyu (da uğranılan zarar) hederdir. Maden (de uğranılan zarar) hederdir. Define malların­da ise beşte bir oranında (hak) vardır.[145]

Konu ile ilgili bir rivayet ise şu şekildedir:

Kuyunun yaralaması hederdir. Madenin yaralaması hederdir. Hayvanın yaralaması hederdir. Define mallarında ise beşte bir oranında (hakt) [146] vardır.[147]

Bu hadis(in bu şekildeki metinlerinji; Buhârî, Müslim, Ebu Dâvud, Tirmizî ile Nesâî rivayet etmiştir.

Yine Ebu Davud'un bir rivayetinde, Resuullah (s.a.v) şöyle buyurmakta­dır:

Ayakfın tepip vurduğu) hederdir.[148]

Ebu Dâvud (bu vurma şekli ile ilgili olarak): 'Adam üzerinde binili iken hayvanın ayağıyla vurması [149] dedi.[150]

Yine Ebu Davud'un bir rivayetinde, Resuullah (s.a.v) şöyle buyurmakta­dır:

"Ateş (in değdiği) [151] hederdir.[152]

 

6. Hırsızlık Cezasının Haddi Ve Bunun İçin Gerekli Nisap Miktarı

 

226. Abdullah ibn Ömer (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir:

Resulullah (s.a.v), kıymeti üç dirhem (gümüş) olan bir kalkan ça­lan hırsızı(n elini) kesti.[153]

Bir rivayette, Fiyatı" ifadesi yer almaktadır.[154]

Ebu Davud'un konu ile ilgili bir rivayeti ise şu şekildedir:

Peygamber (s.a.v), kadınlar sofasından fiyatı üç dirhem (gümüş olan) bir kalkan çalan adamın elini[155] kesti.[156]

Nesâî'nin konu ile ilgili bir rivayetinde, Kıymeti beş dirhem (gümüş) olan..." ifadesi yer almaktadır.[157]

Doğrusu, üç dirhem (gümüş)" olmasıdır.

 

7. Müslümanlara Savaş Açanların Ve Dinden Dönen Kimselerin Durumu

 

227. Enes b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:

Ukl ve Ureyne (kabilelerin) den bazı insanlar Medine'ye Peygam­ber (s.a.v)'in yanına geldiler. (Tevhidi telaffuz etmek suretiyle) İslam'a (girdiklerini) söylediler. Daha sonra da:

Ey Allah'ın nebisi! Bizler, sürü sahibi kimseleriz, ekin sahibi kimseleri değiliz' dediler,

Medine'nin havasını sağlıklarına uygun bulma (yarak Medine'de kalmak isteme)diler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v), onlara; zekat develerinin ve çobanının bulunduğu yere gitmelerini, o develerin içine çıkıp onların sütlerinden ve idrarlarından içmelerini emretti.

Onlar, oraya gidip onların (sütlerinden ve idrarlarından) içtiler. Nihayet Harre tarafında bulundukları zaman (sağlıklarına kavuşup se-mizledikleri ve renkleri kendilerine geldiğinde) İslam'a girmelerinin ardından kafir oldular. Peygamber (s.a.v)'in çobanını öldürdüler ve de­veleri önlerini katıp götürdüler. Bu iş, Peygamber (s.a.v)'e ulaştı. Bu­nun üzerine Peygamber (s.a.v), onları bulmak için arkalarından (bîr müfreze) gönderdi. (Gönderilen müfrezedekiler, onları yakalayıp Peygamber'in yanına getirdiler.)

Peygamber (s.a.v), onlara, kısas yapılmasını emretti. Daha sonra o canilerin gözlerine mil çektiler, ellerini kestiler ve kendi halleri üzere ölünceye kadar Harre tarafına salıverildiler.

Katâde: 'Bundan sonra Peygamber (s.a.v) in sadaka vermeyi teşvik edip ölünün vücut organlarını kesmekten yasakladığı haberi bize ulaş­tı' dedi.[158]

(Hadisin metni, Buhârî'ye attir.) [159]

Konu ile ilgili bir rivayette, Katâde'nin şu sözü ilave edilmiştir:

Muhammed ibn Şîrîn, bana; bu olayın, had (ceza)lannm inmesinden önce olduğunu haber verdi.[160]

Bu rivayetler, Buhârî ile Müslim'in (naklettiği) rivayetlerdir. Yine Buhârî'nin konu ile ilgili başka bir rivayeti şu şekildedir:

Ureyne (kabilesin)den bazı insanlar, (mide ağrısına tutulduklarından dolayı) Medine'(nin havasına) uyum sağlayamadılar.

Resulullah (s.a.v), onlara; sadaka develerinin bulunduğu yere gitmeleri­ne, (devlerin içine girip) onların sütlerinden ve idrarlarından içmelerine izin verdi.

(Bunlar, oraya gidip orada bulunan develerin sütlerinden ve idrarların­dan için iyileştiklerinde,) oradaki çobanı öldürdüler ve develeri önlerine katıp götürdüler. (Bu haber, Peygamber'e ulaşınca,) Peygamber (s.a.v), (onların arkalarından bir müfreze) gönderdi.

(Daha sonra onlar yakalanıp) Peygamber'in yanına getirildiler. Pey­gamber (s.a.v), (işledikleri suçlara bedel olarak çaprazvari bir şekilde) onların ellerini ve ayaklannı kestirdi., gözlerine mü çektirdi. Daha sonra da onları, Harre taşlığına salıverdi.  Onlar, ölünceye kadar orada taşlan [161] kemirdi­ler.[162]

Yine Buhârî'nin konu ile ilgili diğer bir rivayeti şu şekildedir:

Kendilerinde hastalık bulunan bazı kimseler, (Medine'ye gelip):

Ey Allah'ın resulü! Bizi barındır ve doyur' dediler. Sağlıklarına kavuştukları zaman:

Doğrusu Medine havası ağır (bir yer)dir' dediler.

Bunun üzerine Resulullah (s.a.v), onları, zekat develerinin bulunduğu Harre denilen yere yerleştirdi. (Onlara:)

Develerin sütlerini için' buyurdu.

Onlar, orada sağlıklarına kavuşunca, Peygamber (s.a.v)'in çobanını öl­dürdüler ve develeri önlerine katıp götürdüler.

(Bu haber, Peygamber'e ulaşınca,) Peygamber (s.a.v), onların arkaların­dan (bir müfreze) gönderdi. (Daha sonra onlar yakalanıp Peygamber'in yanı­na getirildiler.) Peygamber (s.a.v), (İşledikleri suçlara bedel olarak çaprazvari bir şekilde) onların ellerini ve ayaklarını kestirdi., gözlerine mil çektirdi.

(Enes der ki:) Ben onlardan birini gördüm ki, ölünceye kadar diliyle yeri yalayıp kemiriyordu.

(Hadisin ravisi) Selfâm der ki: 'Bana ulaştı ki; Haccâc, Enes'e:

Peygamber (s.a.v)in tatbik ettiği en şiddetli cezayı bana haber ver!' dedi.

Bunun üzerine Enes, ona, bu olayı anlatmıştır.

Bu, Hasan (el-Basri'ye) ulaşınca, o: 'Enes'in, bu hadisi Haccâc'a haber vermemiş olmasını arzu ederdim [163] dedi.[164]

Yine Müslim'in buna benzer bir rivayeti var. Bu rivayetin içerisinde şu ifade yer almaktadır:

Medine'de, Mûm denilen Birsam hastalığı meydana gelmişti.[165]Yine Müslim'in konu ile ilgili bir rivayetinde şu ilave vardır:

Yanında Ensar'dan yirmiye yakın genç vardı. Bunları, onlara gönderdi. Beraberlerinde onların izlerini araştıracak bir izci gönderdi.[166]

Yine Müslim'in konu ile ilgili başka bir rivayetinde Enes şöyle der:

Peygamber (s.a.v), onların gözlerine mil çektirdi. Çünkü onlar da, ço­banların gözlerine mil çekmişlerdi.[167]

Tirmizi'de buna benzer rivayetleri nakletmistir. Bu hadisin bir varyantını, Et'ime Bölümü'nde nakletmistir.[168]

Ebu Davud'un konu ile ilgili rivayeti ise şu şekildedir:

Uki yada Üreyne (kabilesin)den bir topluluk, Resulullah (s.a.v)'e geldi. Fakat Medine'nin (mide ağrısına tutulduklarından dolayı) Medine'nfin hava-sın)a uyum sağlayamadılar. Resulullah (s.a.v), onlara sağmal develeri tavsiye edip idrarlarından ve sütlerinden içmelerini emretti.[169] Onlar da (belirtilen yere) gittiler. Sağlıklarına kavuştukları zaman, Resulullah (s.a.v)'in çobanını öldürdüler ve develeri önlerine katıp gönderdiler.

Onların bu yaptıklarının haberi, daha günü başında Resulullah (s.a.v)'e ulaştı. Resulullah (s.a.v), onlann peşlerinden (bir müfreze) gönderdi. Günün ilerlemiş bir vaktinde, (yakalanarak) Resulullah (s.a.v)'e getirildiler. Resulullah (s.a.v), (kısas edilmelerini) emretti ve (işledikleri suçlara bedel olarak çapraz-vari bir şekilde) onlann elleri ve ayaklan kesildi, gözlerine mil çekildi.[170] Har-re'ye salıverildiler. (İnsanlardan) su istiyorlardı, fakat kendilerine su verilmi­yordu.

Ebu Kılâbe: 'Bunlar; çalan, öldüren, imandan sonra kafir olan, Allah ve Resulüne karşı savaş açan bir topluluktur' dedi.[171]

Yine Ebu Davud'un bir rivayetinde, şu ifade yer almaktadır:

"Resululîah (s.a.v), çiviler istedi. Çiviler kızartıldı. Daha sonra da onlann (gözlerine bu çivilerle) mil çekti. (İşledikleri suçlara bedel olarak çaprazvari bir şekilde) onların ellerini ve ayaklarını kestirdi. Fakat onları (kanlarının durması için damarlarını ateşle) dağlamadı.[172]

Yine Ebu Davud'un konu ile ilgili başka bir rivayetinde, şu ifade yer al­maktadır:

Resulullah (s.a;vj, onları bulmak için (onların arkalarından) bîr izci (müfrezesi) gönderdi.'Onlar (yakalanıp Resulullah'a) getirildiler. Bunun üze­rine yüce Allah, "Şüphesiz Allah ve Resulü ile savaşanların ve yeryüzün­de fes a d çıkaranların cezası..... (öldürülmeleri vey asılmaları yada el­lerinin ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi yada yerlerinden sürülme­leridir. Bu onlra dünyada bir rezilliktir. Onlara ahirerte de büyük bir azab vardır)[173] ayetini indirdi.[174]

Yine Ebu Davud'un konu ile ilgili diğer bir rivayetinde, Enes şöyle der:

Onlardan birisini, susuzluktan, ağzıyla toprağı yalarken gördüm.[175] Yine Ebu Davud'un başka bir rivayetinde, şu ilave yer almaktadır:

Daha sonra Resulullah (s.a.v), müsleyi (insanlann kulak, burun, du­dak gibi organlarını kesmeyi) yasakladı.[176]

Ebu Dâvud, Muhammed ibn Sîrîn'in şu sözünü de nakletmiştir:

Bu olay, had (ceza)lannm inmesinden önce meydana geldi. Nesâî'de buna benzer rivayetler nakletmiştir. Bu rivayetlerin lafızlan, bir­birine yakındır. Yalnız bu rivayetlerin birinde şu ifade yer almaktadır:

Onlar, sekiz kişilik bir grup idiler.[177]

Yine Nesâî'nin başka bir rivayetinde şu husus yer almaktadır:

"Resulullah (s.a.v), (işledikleri suçlara bedel olarak çaprazvari bir şekilde) onların ellerini ve ayaklarını kestirdi. Gözlerine mil çektirdi. (Daha sonra da) onları çarmıha gerdi.[178]

 

8. (Zina Eden) Evli Kimsenin Recm Edilmesi

 

228. Ebu Hureyre ile Zeyd b. Hâlid el-Cuhenî (r.anhümâ)dan riva­yet edilmiştir:

"Bir bedevi, oturduğu bir sırada Peygamber {s.a.v)'e gelip:

Ey Allah'ın Resulü! Allah aşkına, hakkımda Allah'ın Kitabıyla hükmet! dedi. Bundan daha anlayışlı olan diğeri de:

Evet, aramızda Allah'ın Kitabıyla hükmet [179] ve bana da izin ver! dedi. Peygamber (s.a.v):

(Derdini) söyle!' (dinliyorum)' buyurdu. Adam:

Oğlum, bu (adam)in yanında ücretli (işçi) idi. Hanıımyla zina et­ti. Oğlumun recm edileceğini haber aldım. Hemen oğlum namına yüz koyun İle bir cariyeyi fidye verdim. Sonra da (bu yaptığımı bir de) ilim adamlarına sordum. Bana:

Oğluna yüz değnek ve bir yıl sürgün cezası gerekir, bu adamın karısına da recm cezası icabeder' dediler,[180] dedi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v):

Nefsimi elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, ikinizin arasını Al­lah'ın Kitabına uygun şekilde hükme bağlayacağım:

Cariye ve koyunlar sana geri verilecek. Oğluna yüz sopa ve bir yıl sürgün tatbik edilecek' buyurdu.

Daha sonra (Eşlem kabilesinden bir adama seslenerek):

Ey Üneys! Buadamın hanımına git, eğer (zina ettiğini) itiraf eder­se, onu recmet!1 buyurdu.

Bunun üzerine Üneys, kadının yanına gitti. Kadın, suçunu itiraf et­ti. Resûlulluh (s.a.v) (kadının recm edilmesini) emretti. Kadın da rec-medildi. [181]

 

YİRMİBİRİNCİ BÖLÜM

 

DİYETLER BÖLÜMÜ [182]

 

1. Müslümanın Kanın Ancak Üç Şeyden Biriyle Helal Olması

 

229. Abdullah ibn Mes'ud (r.a)'tan rivayet edilmiştir:

Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

Allah'tan başka ilah olmadığına, benim Allah'ın Resulü olduğuma şehadet eden Müslüman bir kişinin kanı ancak üç şeyden birisiyle [183] helal olur:

1.  Zina eden evli kimse,

2.  (Haksız yere) adam öldüren kimse,

3.  Dinini terk edip (islam) topluluğundan ayrılan kimse.[184]

Bu hadis(in bu şekildeki metnin)i; Buhârî, Müslim, Ebu Dâvud, Tirmizî iie Nesâî rivayet etmiştir.

Yine Nesâî'nin konu ile ilgili bir rivayeti şu şekildedir:

Kendisinden başka ilah olmayan Allah'a yemin ederim ki, Allah'tan başka ilah olmadığına ve benim Allah'ın Resulü olduğuma şehadet eden hiçbir müslümanm öldürülmesi caiz değildir:

1.  (Dinini terk edip) İslam topluluğundan aynlan kimse,

2. Zina eden evli kimse,

3. (Haksız yere) adam öldüren kimse,[185]

Yine Buhârî'nin konu ile ilgili bir rivayetinde şu ifade yer almaktadır:

1. (Haksız yere) adam öldüren kimse,

2.  Zina eden evli kimse,

3.  Dinini terk edip (İslam) topluluğundan aynlan kimse, [186]

 

2. Kasâme [187]

 

230. Sehl ibn Ebi Hasme (r.a)tan rvayet edilmiştir:

Abdullah b. Sehl ile Muhayyisa b. Mes'ud b. Zeyd, Hayber'e gitti­ler. Hayber, o sırada sulh halinde idi. Bunlar, (orada) işlerini görmek için birbirlerinden ayrıldılar. Muhayyisa, işlerini görüp Abdullah ibn Sehl'in yanına geldiğinde onu kanlar içinde ölü buldu. Onu (Hayber'e) gömüp Medine'ye geldi.

Abdurrahman b. Sehl, Huveyyisa ve Muhayyisa, Resulullah (s.a.-v)'in yanına geldiler. Yaşça onların en küçükleri olan Abdurrahman ko­nuşmak isteyince, Resulullah (s.a.v) (ona):

Büyük (konuşsun), büyük' buyurdu.

Bunun üzerine Abdurrahman sustu. Diğerleri konuştu. Resulullah (s.a.v):

(Sizden elli kişi) yemin verebilirseniz, öleninizin yada arkada­şınızı (n kanını) hak edersiniz?' buyurdu. Onlar:

Ey Allah'ın resulü! Nasıl yemin edelim! (Arkadaşımız öldürdük­lerine diar) ne şahit olduk ve ne de gördük' dediler. Resulullah (s.a.v):

O zaman Yahudilerden elli kişi, (arkadaşınızın kendileri tarafın­dan öldürülmediğine dair) yemin etsinler!' buyurdu. Onlar:

Ey Allah'ın resulü! Kafir bir kavmin yeminlerini nasıl kabu! ede­lim?1 dediler.

Bunun üzerine Resulullah (s.a.v), ölen kimsenin diyetini kendi ya­nından verdi.[188]

Yine konu ile ilgili bir rivayette, Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

Sizden elli kişi, onlardan bir adam aleyhine yemin eder ve adam, tama­men size verilir [189] (buyurdu). Onlar:

(Görmediğimiz bir iş konusunda) nasıl yemin ederiz!1 dediler. Re­sulullah {s.a.v):

O zaman Yahudilerin kendilerinden elli kişi, (adamınızın ken­dileri tarafından öldürülmediğine dair) size yemin etsinler!' buyurdu. Onlar:

Ey Allah'ın resulü! Onlar, kafir bir kavim' dediler.

(Hadisin ravisi) der ki: Artık Resulullah (s.a.v), (ölen) o adamın diyetini, kendi yanından verdi. [190]

Yine konu ile ilgili başka bir rivayette, şu ifade yer almaktadır:

Peygamber (s.a.v), onlara:

Onu öldüren kimse üzerine bir delil getireceksiniz?1 buyurdu. Onlar:

Bizim bir delilimiz yoktur?' dediler. Peygamber (s.a.v):

O zaman Yadudiler, (arkadaşınızı, kendilerinin öldürmediklerine dair) yemin ederler' buyurdu. Onlar:

Biz, Yahudilerin yeminlerini kabul etmeyiz' dediler.

Bunun üzerine Peygamber (s.a.v), ölen kişinin kanını, geçersiz kılmayı istemeyip onun diyeti olmak üzere zekat develerinden yüz tanesini (onlara) verdi.[191]

Yine konu ile ilgili diğer bir rivayette şu ifade yer almaktadır:

Abdurrahman ve Mes'ud'un iki oğlu olan Huveyyisa ile Muhayyisa Pey­gamber (s.a.v)'in yanına geldiler.[192]

Yine konu ile ilgili başka bir rivayette şu ifade yer almaktadır:

Ensar'dan Harise oğulları (kabilesi)nden Abdullah b. Sehl b. Zeyd deni-le bir kimse, Muheyyisa b. Mes'ud b. Zeyd adı verilen amcası oğluyla birlik­te [193] (Resulullah'm yanma) gittiler.[194]

Konu ile ilgili diğer bir rivayet, Sehl ibn Ebi hasme ile Râfi' b. Hadîc'ten nakledilmiş bu rivayetin içerisinde şu ifade yer almaktadır:

"Daha sonra (Peygamber'in diyet olarak kendi yanından onlara verdiği yüz devenin durumunu görmek için) bir gün onlann deve ağılına girmiştim. Bu develerden bir dişi deve, beni ayağıyla tepmişti.[195]

Yine konu ile ilgili başka bir rivayette, Sehl ibn Ebi Hasme, ri gelenlerinden bazı adamlardan naklen şöyle der:

Abdullah ibn Sehl iie Muhayyisa, başlarına gelen bir Hayber'e çıkmışlardı. Az sonra Muhayyisa gelip Abdullah ibn Sen   düğünü ve bir kuyuya yada bir çukura atıldığını haber verdi.  hudilere gidip:

Vallahi, onu siz öldürdünüz' dedi. Yahudiler:

Vallahi, onu biz öldürmedik' dediler.                                 

Daha sonra dönüp kavminin yanma geldi. Bunu, onlara sonra kendinden büyük olan kardeşi Huveyyisa ve Abdurrahm birlikte geldiler. Muhayyisa konuşmaya davrandı. Hayber'de  t» idi. Fakat Resulullah {s.a.v), yaşı kast ederek, Muhayyisa'ya:

Büyük (konuşsun), büyük [196] buyurdu.

Bunun üzerine Huveyyisa konuştu. Sonra Huveyyisa konuştu. Resu-lullah (s.a.v):

Ya arkadaşınızın diyetini verirler yada savaşa hazır olduklarını bize bildirirler' buyurdu.

Resulullah (s.a.v), bu hususta onlara mektup yazdı. Yahudiler:

Vallahi, onu biz öldürmedik' diye cevap yazdılar. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v); Huveyyisa, Muhayyisa ve Abdurrahman b. Sehl'e:  (Sizden elli kişi) yemin verebilirseniz, arkadaşınızın kanını hak edersiniz?' buyurdu. Onlar:

Hayır1 dediler. Resulullah (s.a.v):

O zaman Yahudilerden elli kişi, arkadaşınızın kendileri tarafın­dan öldürülmediğine dair) size yemin etsinler!' buyurdu. Onlar:

Onlar, Müslüman değildirler' dediler.

Bunun üzerine Resulullah (s.a.v), ölen kimsenin diyetini kendi yanından verdi. Onlara, yüz dişi deve gönderip (bu develer) onların ta evlerine/yurt­larına kadar götürüldü.

(Hadisin ravisi) Sehl: 'Gerçekten beni onlardan kızıl bir dişi deve tepti dedi. [197]

Bu hadis(in bu şekildeki metinlerin)i; Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir. Yine Müslim'in bir rivayetinde şu ifade yer almaktadır:

Resulullah (s.a.v), ölen kimsenin diyetini yanından verdi.

Sehl: 'Gerçekten o diyet develerinden birisi ağılda beni tepti' dedi.[198]

Buna benzer daha önce geçen bir rivayet daha var. Bu rivayetin içeri­sinde şu ifade yer almaktadır:

Resulullah (s.a.v), (onların) bu (hali)ni görünce, ölen kimsenin diyetini kendisi verdi.[199]

Yine konu ile ilgili bir rivayette, Hz. Peygamber (s.a.v)'in şu ifadesi yer almaktadır:

Büyüğünü büyük bil yada (konuşmaya)  en büyük olan  başla­sın! [200]

Ebu Dâvud ise, Sehl ibn Ebi Hasme ile Râfi' b. Hadîc rivayetini uzunca bir şekilde nakletmiştir. Hadisin lafzı şu şekildedir:

Muhayyisa b. Mes'ud ile Abdullah b. Sehl, Hayber tarafına gitmişlerdi. (İşlerini görmek için) hurmalıkta birbirlerinden ayrılmışlardı. Abdullah b. Sehl öldürüldü. Yahudileri, (onu öldürmekle) itham ettiler. Kardeşi Abdurrahman b. Sehl ve amcasının oğullan Huveyyisa ile Muhayyisa, Resulullah (s.a.v)'in yanına geldiler.

Onların en küçüğü olduğu halde, kardeşinin başına gelen şey konusun­da Abdurrahman konuşfmak iste)di. Resulullah (s.a.v):

Büyük konuşsun, büyük yada büyük olan (konuşmaya) başlasın buyurdu.                                                                                           

Bunun üzerine Huveyyisa ile Muhayyisa, arkadaşlannın (=amca oğulla­rının durumu) hakkında konuştular. Resulullah (s.a.v):

Sizden elli kişi, onlardan bir adam aleyhine yemin ederse, onun diyeti (size) verilir' buyurdu. Onlar:

Görmediğimiz bir şey ile ilgili nasıl yemin edelim?' dediler. Re­sulullah (s.a.v):

O halde Yahudiler, kendilerinden elli kişinin yeminiyle size kar­şı yemin etsinler1 buyurdu. Onlar:

Ey Allah'ın resulü! Onlar, kafir kimselerdirler. (Onların yeminle­rine nasıl güvenebiliriz?)' dediler.

Bunun üzerine Resulullah (s.a.v), öldürülen kimsenin diyetini kendi ya­nından verdi.

Sehl: 'Daha sonra (Peygamber'in diyet olarak kendi yanından or verdiği yüz devenin durumunu görmek için) bir gün onların deve ağılına mistim. Bu develerden bir dişi deve, beni ayağıyla tepmişti' dedi.

Hammâd'da, bunu ve bunun benzerini söyledi.

Ebu Dâvud: 'Bu hadisi, Bişr ibnü'l-Mufaddal ile Mâlik, Yahya b. S; den rivayet ettiler. Yahya, bu rivayette, Resulullah (s.a.v)'in:

Elli defa yemin edip arkadaşınızın veya ölenin kanını hak esiniz1 dediğini rivayet etti.

Fakat Bişr, 'Kan' (ifadesini) anmadı. [201]

Yine Ebu Davud'un bir rivayetinde, şu ifade yer almaktadır:

Resulullah (s.a.v), ölen kimsenin diyeti (için onlara), zekat develerim yüz tane verdi. [202]

Yine Ebu Davud'un Abdurrahman b. Büceyd'den yaptığı başka bir r yeti şu şekildedir:

Vallahi, Sehl (b. Ebi Hasme) hadiste vehme kapıldı. Şüphesiz ki Resulullah (s.a.v), Yahudilere:

Aranızda Öldürülmüş birisi bulundu, onun diyetini verin' diye mektup) yazdı. Onlar da, elli kez:

Onu biz öldürmedik ve öldüreni de bilmiyoruz1 diye Allah'a yer ederek (cevap) yazdılar.

(Hadisin ravisi) derki: Resuluİlah (s.a.v), ölen kimsenin diyeti (için onla­ra), yanındaki (zekat develerinden) yüz dişi deve verdi. [203] Nesâî'nin rivayetinin sonunda ise şu ifade yer almaktadır:

Resuluİlah (s.a.v), ölen kimsenin diyeti (için onlara), zekat develerin­den [204] yüz tane verdi.[205]

Yine Nesâî, Sehl b. Ebi Hasme ile Râfi' b. Hadîc'den yaptığı rivayeti, Ebu Davud'un bu konuda naklettiği rivayete benzer bir şekilde nakletmiştir.[206]

Yine Nesâî'nin bir rivayetinin başında Kardeşi (Abdurrahman b. Sehl) ve amcasının oğullan Huvey-yisa ile Muhayyisa" ifadesi ve sonunda ise, Gerçekten o diyet develerinden birisi bizim ağılda beni tepti" ifadesi yer almaktadır.[207]

Yine Nesâî'nin bu konu ile ilgili değişik rivayetleri vardır, Tirmizî'de, bu hadisi, Sehl b. Ebi Hasme ile Râfi' b. Hadîc yolundan ge­len rivayete benzer bir şekilde nakletmiştir. Bu rivayetin sonunda şu ifade yer almaktadır:

Resulullah (s.a.v), (onların) bu (hali)ni görünce, ölen kimsenin diyetini kendisi verdi. [208]

 

3. Bir Başkasını Öldüren Kimsenin, Öldürdüğü Gibi Kısas Uygulanması

 

231. Enes b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:

"Bîr yahudi gümüş zinetleri için bir cariyeyi öldürmüştü. Onu taş­la öldürmüştü. Cariye, (can vermeye) az bir zaman kala Peygamber (s.a.v)'e getirildi. Peygamber (s.a.v), cariyeye:

Seni filanca kimse mi öl dür (m ek iste)di?' diye sordu. Cariye ba­şıyla:

Hayır!' diye işaret etti. .Sonra ikinci defa (yine onu öldürmek is­teyenin filanca kimse mi olduğunu) sordu. Cariye başıyla:

Hayır!' diye işaret etti. Sonra üçüncü defa (yine onu öldürmek isteyenin filanca kimse mi olduğunu) sordu. Cariye başıyla:

Evet!' diye işaret etti.

Bunun üzerine Peygamber (s.a.v), o yalı udiyi, iki taşla öldürdü. [209]

Bir rivayette ise şu ifade yer almaktadır:

O yahudinin başını, iki taş arasında ezdi [210] Yine konu ile ilgili bir rivayet şu şekildedir:

Bir yahudi, bir cariyenin başını iki taş arasında ezmişti. [211] (Tam ölmek üzereyken bu cariye Peygamber'e getirildi.) O cariyeye:

Bunu sana kim yaptı? Filanca kimse mi, (yoksa) filanca kimse mi? diye soruldu.

Nihayet cariye, (kendisini öldürmeye teşebbüs eden) o yahudinin adı söylenince, başıyla:

Evet!' diye işaret etti.

O yahudi (yakalanıp) getirildi, (Ona, bu cariyeyi öldürmeye teşebbüs edip ermediği) soruldu. O da suçunu itiraf etti. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v) (İşlediği suça kısas olarak) başının taşla ezilmesini emretti. [212]

(Hadisin ravisi) Hemmâm: 'İki taşla ezildi' dedi. [213]

Bu hadis(in bu şekildeki metinlerin)i; Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir Yine Buhârî'nin konu ile ilgili bir rivayeti şu şekildedir:

Peygamber (s.a.v), bir yahudiyi, üstündeki gümüş zinetlerini almak için öldürdüğü bir cariye kadına mukabil öldürdü. [214]

Yine Müslim'in konu ile ilgili rivayeti ise şu şekildedir:

Yahudilerden bir adam, Ensar'dan bir cariyeyi zinetleri için öldürmüştü. Sonra da onu kuyuya atmıştı. Başını da taşla ezmişti. Ardından yahudi yaka­lanıp Resulullah (s.a.v)'e getirildi. O da ölünceye kadar taşlanmasını em­retti. [215]Bunun üzerine Yahudi ölünceye kadar taşlandı. [216]

Ebu Davud'un konu ile ilgili rivayeti ise şu şekildedir:

Bir cariyenin üzerinde zinetleri vardı. Bir yahudi, bu zinetleri (o cariye­den zorla alıp) başını taşla ezdi. Cariye, (can vermeye) az bir zaman kala Pey­gamber (s.a.v)'e getirildi. Peygamber (s.a.v), cariyeye:

Seni kim öldürfmek iste)di? Filanca kimse mi seni öldür(mek is-te)di? diye sordu. Cariye başıyla:

Hayır!' dedi. Peygamber (s.a.v), ona;

Seni filanca kimse mi öldür(mek iste)di?' diye sordu. Cariye başıy­la:

Evet!' dedi.

Bunun üzerine Resulullah (s.a.v), o yahudinin (yaptığına kısas olarak öl­dürülmesini) emretti. Bunun üzerine o yahudi(nin başı), iki taşın arasında (ezdirilerek) öldürüldü. [217]

Yine Ebu Dâvud, bir rivayetini, Müslim'in bir rivayetine uygun bir şekil- de nakletmiştir. [218]

Yine Ebu Davud'un konu ile ilgili diğer bir rivayeti şu şekildedir:

Başı iki taş arasında azilmiş bir cariye bulundu. (Tam ölmek üzereyken) ona:

Bunu sana kim yaptı? Filanca mı, falanca mı?' diye soruldu.

Bir yahudinin ismi söylenince, başıyla (evet diye) işaret etti. Yahudi ya-kalndı. (Suçunu) itiraf etti. Resulullah (s.a.v)'de, (yptıgına kısas olarak) o yahudinin başının taşla ezilmesini emretti. [219]

Nesâî ise, Ebu Davud'un bütün rivayetlerine benzer şekilde rivayette bu­lunmuştur.

Tirmizî ise, Ebu Davud'un ilk rivayetine benzer bir rivayet nakledip bu ri­vayetin içerisinde şu ifade yer almaktadır:

"O yahudinin başını, iki taş arasında ezdi. [220]

 

2. Ceninin Diyeti

 

232. Ebu Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:

"Huzeyl (kabilesin)den iki kadın birbirleriyle doğuştu. Bu kadınla­rın biri, diğerine taş attı. (Taş atan kadın, diğer) kadını ve karnındaki cenini öldürdü.

Daha sonra (ölen kadının ailesi ile öldüren kadının ailesi, diyet meselesini,) Peygamber (s.a.v)'e getirdiler. Peygamber (s.a.v), ceninin diyetinin; [221] (tam bir diyet bedelinin ondan birinin yarısına ulaşacak erkek) bir köle yada bir cariye olduğuna hükmetti. (Ölen) kadının di­yetini de, [222] öldüren kadının asabesi [223] (erkek akrabaları) üzerine hükmetti. [224]

Bir rivayette ise buna ilaveten şu ifade yer almaktadır:

(Öldürülen) kadının çocuklarını ve onlarla beraber bulunanları da (öl­düren) kadına mirasçı yaptı. Derken (öldüren kadının asabesinden olan) Hamel b, Nâbiğa el-Huzelî:

Ey Allah'ın resulü! Ben yememiş, içmemiş, konuşmamış; doğar­ken bağırma mı ş bir kimse(nin diyetini) nasıl ödeyebilirim. Böylesi hü­kümsüz sayılır' dedi. Bunun üzerine Resululiah (s.a.v):

Bu (adam), yaptığı sec'ili (kafiyeli) konuşmadan kahinlerin kardeşlerindendir [225] buyurdu. [226]             .               Yine konu ile ilgili bir rivayet ise şu şekildedir:

Huzeyl (kabilesin)den iki kadin? birbirlerine taş atmışlardı. (Bi nucunda kadınlardan biri) çocuğunu düşürdü. Resululiah (s.a.v), sogurreye; (yani) (öldüren tarafın) bir köle ve bir cariyeyi (öldürülen tu­rnesine) hükmetti.[227]

Yine konu ile ilgili başka bir rivayet ise şu şekildedir:

Resululiah (s.a.v), Lehyân oğullarından bir kadının ölü olarak düşen ço­cuğu hakkında gurreye; (yani) bir köle ve bir cariye (verilmesine) hükmetti. Sonra hakkında gurre ile hükmolunan kadın öldü. [228] Ardından Resululiah (s.a.v), mirasını, çocukları ile kocasına; diyetini de (suçlunun) asabesine hük­metti. [229]

Bu rivayetler, Buhârî ile Müslim'in naklettiği rivayetlerdir. Ebu Dâvud, birinci ve üçüncü rivayeti nakletmiştir. Nesâî ise, birinci rivayeti nakletmiştir. Tirmizî'nin konu ile ilgili rivayeti ise şu şekildedir:

Resulullah (s.a.v), (anne kamından düşürülen) cenin için gurre; (yani) bir bir köle ve bir cariye (verilmesine) hükmetti. Aleyhine hüküm verilen kim­se:

Ben yememiş, içmemiş, konuşmamış; doğarken bağırma m iş bir kimse(nin diyeti) nasıl ödenebilir. Böylesi hükümsüz sayılır' dedi. Bu­nun üzerine Resuiullah (s.a.v):

Bu (adam), şairin sözü gibi konuşuyor! Evet, ceninde gurre; (ya­ni) bir köle ve bir cariye (verme) var' buyurdu.[230]

233. Muğîre b. Şu'be (r.a)'tan rivayet edilmiştir:

Ömer ibnü'l-Hattâb, gebe kadının kamına vurulması sebebiyle ceninini ölü olarak düşürmenin hükmünü şöyle sordu:

Hanginiz Peygamber (s.a.v)'den bu konuda bir şey işitti?' dedi. Ben:

O konuda (Peygamber'den bir şey) işittim' dedim. Ömer:

İşittiğin şey nedir?' diye sordu. Ben:

Ben, Peygamber (s.a.v)'in;

Ceninin düşürülmesinde, ceninin diyeti bir gurre; (yani) bir köle yada bir cariyedir" buyurduğunu işittim' dedim. Bunun üzerine Ömer:

Bu söylediğin hadis hususunda bana bir çıkış yeri (bir delil) getirmedikçe [231] ayrılma!' dedi.

Hemen Ömer'in yanından çıktım. Muhammed ibn Mesleme'yi bu­lup onu Ömer'e getirdim. O da, benimle beraber Peygamber (s.a.v)'in;

Ceninin düşürülmesinde, ceninin diyeti bir gurre; (yani) bîr köle yada [232] bir cariyedir" buyururken işittiğine şehadet getirdi. [233]

Bu, Buhârî ile Müslim'in naklettiği bir rivayettir. Yine Müslim'in konu ile ilgili bir rivayeti şu şekildedir:

Bir kadın, kumasını, gebe olduğu halde çadır direğiyle döverek öldür­müştü. Bunlardan biri, Lihyân (kabilesin)den idi. Resulullah (s.a.v); öldürüle­nin diyetini, karnındaki (cenin) için de bir gurreyi, öldüren kadının asabesinin (vermesine) hükmetti. Bunun üzerine öldüren kadının asabesinden bir adam:

Biz yememiş, İçmemiş, doğarken bağırmam iş bir kimse (n in di­yetini) nasıl ödeyebiliriz. Böylesi hükümsüz sayılır' dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v):

Bu (adam), Bedevilerin sec'i gibi sec'i (konuşuyor)!' buyurdu. (Ravi) der ki: Resulullah (s.a.v), diyeti, onlara yükledi. [234]

Yine Müslim'in buna benzer bir rivayeti daha var. Bu rivayetin içerisinde şu ifade yer almaktadır:

Kadın çocuğunu düşürdü. Bu mesele, Peygamber (s.a.v)'e arz olundu. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v), o çocuk hakkında gurreye hükmetti. Bu işi(n diyetinin verilmesini de), kadının velilerinin üzerine yükledi.

Hadiste, "kadının diyeti" ifadesi geçmemektedir. [235] Tirmizî'nin konu ile ilgili rivayeti ise şu şekildedir:

İki kadın, birbirleriyle kuma idiler. Derken biri, diğerine taş yada çadırın direğiyle vurup kadının ceninini düşürdü. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v); (düşürülan) cenin için gurreye; (yani) bir köle yada bir cariye (verilmesine) hükmetti. Bu (diyeti de), (vuran) kadının asabesi üzerine yükledi. [236]

Ebu Dâvud ile Nesâî'nin konu ile ilgiii rivayeti ise şu şekildedir:

Huzeyl (kabilesin)den bir adamın nikahı altında iki kadın vardı. Bun­lardan birisi, diğerine; bir direkle vurup he kadını ve hem de (kadının karnın­daki) cenini öldürdü. (Öldüren kadının ailesi ile öldürülen kadının yakınları, bu meseleyi,) Peygamber (s.a.v)'e getirdiler. (Öldüren kadının) adamlarından birisi:

Biz yememiş, içmemiş, doğarken bağırmamış bir k i m s e (n in di­yetini) nasıl ödeyebiliriz. Böylesi hükümsüz sayılır' dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v):

Bu (adam), Bedevilerin sec'i gibi sec'i (konuşuyor)!1 buyurup ce­nin hakkında gurreye hükmetti. Bunu da, (öldüren) kadının âkilesine [237] yük­ledi. [238]

Yine Ebu Dâvud ile Nesâî'nin, bu manada bir rivayeti daha olup bu ri­vayetinde şu ilave yer almaktadır:

Resuluflah (s.a.v), öldürülen kadının diyetini, öldürenin âkilesine yükle­di. Karnındaki cenin için ise, gurreye hükmetti. [239]

Yine Nesâî'nin buna benzer bir rivayeti daha olup bu rivayetinde şu ila­ve yer almaktadır:

Ebu Davud'un, Buhârî ile Müslim'in bir rivayetine benzer bir rivayeti var­dır. [240]

 

5. Kimin Bir Kimsesi Öldürülürse, O Kimse; Diyet Yada Kısastan Dilediğini Seçmede Serbest Olması

 

234. Ebu Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:

Huzâa (kabilesi), cahiliyet günlerinde öldürülmüş bir müşrik Hu-zâahya karşılık Leys oğullanndan birini Mekke'nin fethi yılında öldür­müşlerdi. Bu olay, Peygamber (s.a.v)'e haber verildi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v), bineğine binip hitap ederek (önce) Allah'a hamd et­ti ve Onu övdü. [241]

Konu ile ilgili bir rivayet ise şu şekildedir:

Yüce Allah, Resulünü; Mekke fethine müyesser kılınca, [242] Resulullah (s.a.v), insanlar içerisinde ayağa kalkıp Allah'a hamd etti ve O'nu övdü. Son­ra da şöyle buyurdu:

Doğrusu Allah, fili, [243] Mekke'ye girmekten men etmiştir. Resulü­nü ve mü'minleri de (bir defa olmak üzere) Mekke halkına musallat et­miştir.

Mekke, benden önce hiçbir kimse için asla helal olmadı. O, sade­ce bir gündüzün bir saatinde [244] bebim için helal kılındı. Benden sonra da hiçbir kimse için asla helal olmayacaktır.

Mekke'nin av hayvanları ürkütülmez, [245] ağacı koparılmaz, [246] yiti­ğini kimse alamaz. Meğer ki sahibini arayıp bulmak isteyen olsun. [247]

Kimin bir kimsesi öldürülürse, o İki şeyden hangisi kendi hakkın­da daha hayrlı ise onu isteyebilir: Ya kendisine diyet verilir, ya öldürü­lenin ailesi, öldüren kimseyi kısas ettirir.

Abbâs:

Ey Allah'ın resulü! Izhırdan [248] başka! Çünkü bizler, onu kabirle­rimizin ve evlerimizin yapımm)da kullanıyoruz' dedi. Bunun üzerine Re-sulullah (s.a.v):

Izhırdan başka!' buyurdu.

Bunun üzerine kendisine Ebu Şâh denilen Yemenli bir kimse:

Ey Allah'ın resulü! (Bu söylediklerinizi) benim için yazınız?' dedi. Resulullah (s.a.v), (yanındaki kimselere):

(Bu söylediklerimi) Ebu Şâh için yazın' buyurdu. (Hadisin ravisi Velîd,) Evzâî'ye:

Ey Allah'ın resulü! (Bu söylediklerinizi) benim İçin yazınız" sö­zü ne (anlama gelemkte)dir?' diye sordum. Evzâî:

Resulullah (s.a.u)ten işitmiş olduğu bu hutbenin yazılmasını istedi' diye cevap verdi. [249]

Bu hadis(in bu şekildeki metinlerin)!; Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir.

 

YİRMİİKİNCİ BÖLÜM

 

DAVALAR BÖLÜMÜ [250]

 

1. Hâkimin, İctihad Ettiğinde Hem İsabet Etmesi Ve Hem De Hata Etmesi Halinde Sevap Kazanmış Olması

 

235. Amr ibnü'I-As (r.a) ile Ebu Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

"Hakim, hüküm verir(ken) ictihadda bulunupda isabet ederse/ onun için iki sevap vardır. Ama hüküm verir(ken) i eti had edipde yanı' hrsa, ona bir sevap [251] vardır. [252]                             

 

2. (Meselenin İç Yüzüne Vakıf Olmayarak) Zahiri (Delillere) Ve Delili İyi Anlatmaya Göre Hüküm Verme

 

236. Ümmü Seleme (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:

Resulullah (s.a.v), kapısının önünde davacı gürültüsü işitip onla­rın yanlanna çıktı. (Onlara:)

Ben ancak bir insanım! Bana gerçekten davacılar geliyor. Ama bazılarınız hakkı savunurken delilinim ifade etme hususunda) bazıla­rın (iz) d an daha güçlü olabilir. Ben de (bu şartlar içerisinde) onu daha doğru zannederek onun lehine hüküm vermiş olabilirim. Şimdi (her) kime, bir Müslüman (kardeşin)in hakkı olan (bir şeyin verilmesine) hükmetmişsem bu ancak (o kimse için) ateşten bir parçadır. (Artık bu şartlar içerisinde) o hükmü (dilerse) alsm yada almasın' buyurdu. (Birinci rivayet)

(Hadisin lafzı, Müslim'e aittir.) [253]

Yine konu ile ilgili bir rivayette, Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: 

Ben ancak bir insanım. [254] Siz, davalarınıza bakmam için bana müraca­at ediyorsunuz. Bir kısmınız (hakkı savunurken) delilini ifade etme hususunda (diğer) bir kısmınızdan daha güçlü olabilir. Ben de ondan dilediklerime göre hüküm veririm. Buna göre ben {bu şartlar içerisinde) herhangi bir kimse için, (müslüman) kardeşinin hakkı olan bir şeyin verilmesine hükmedersem, o kimse bu şeyi almasın. Çünkü ben, (bu şekilde verdiğim hükümle) ona ateş­ten bir parça kes(ip ver)mişim [255] (demek)tir. [256] (İkinci rivayet)

Buna benzer başka bir rivayet daha var. Bu rivayette, Resuluîlah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

Buna göre ben (bu şartlar içerisinde) herhangi bir kimse için, (müs­lüman) kardeşinin hakkı olan bir şeyin verilmesine hükmedersem, [257] o kimse bu şeyi almasın. Çünkü ben, (bu şekilde verdiğim hükümle) ona ateşten bir parça kes(ip ver}mişim (demek)tir. [258]

Bu hadisfin bu şekildeki metinlerin)i; Buharı ile Müslim nakletmiştir. Diğerleri ise, ikinci rivayeti nkaletmiştir.[259] Ebu Davud'un diğer bir rivayeti ise şu şekildedir:

Kendilerine ait bir miras hususunda ihtilafa düşen iki kişi, Resulullah ; (s.a.v)'e geldiler. (Davalarını ispata yarayacak) bir belgeleri yoktu. Sadece (kendilerine göre) bir iddiaları vardı. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v), (on­lara bir öncekin hadiste geçen) benzeri sözler söyledi. (Bu) iki adam, (Pey-gamber'in bu konuşmasını dinleyince,) ağlafmaya başla)dilar. Her biri (diğe­rine):

Benim hakkım senin  olsun' dedi.  Bunun üzerine  Peyugamber (s.a.v):

(Şu) davranışı gösaterdiğinize göre; malınızı kendi aranızda bö­lüşme yoluna gidiniz. Bunu yaparken önce (mah) iki eşit parçaya bölü­nüz, sonra (ramzda) kur'a çekiniz, (sonunda birbirinizle) helallesin' bu­yurdu. [260]

Ebu Davud'un bu hadisle ilgili başka bir rivayeti ise şu şekildedir:

(İki şahıs,) miras ve kaybolup gitmiş bazı mallar hususunda (Peygamber'e gelerek birbirlerinden) davacı oldular. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v):

Ben, hakkında bana (bir vahiy) inmemiş olan hususlarda kendi reyimle hüküm veririm [261] buyurdu. [262]

 

4. Umrâ [263] Ve Rukbâ'ya [264] Göre Hüküm Verme

 

237. Câbir b. Abdullah (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir:

"Resulullah (s.a.v), umrâ (ömürlük verilen bîr mülk) ün, hibe edi­len kimseye ait olacağına hükmetti. [265] (Birinci rivayet) (Hadisin lafzı, Buhârî'ye aittir.) [266] Konu ile ilgili bir rivayet ise şu şekildedir:

Herhangi bir kimseye ve çocuklarına ömürlük bir ülk verilirse, o mülk, verilen kimsenindir. Verene dönmez. Çünkü o kimse, öyle bir şey vermiştir ki; onda, miraslar meydana gelmiştir. [267] (İkinci rivayet)

Yine konu ile ilgili diğer bir rivayet ise şu şekildedir:

Her kim bir adama ve çocuklarına ömürlük bir mülk verirse,kendi sözü o mülkteki hakkını kesmiştir. Artık o mülk, ömürlük olarak verilen kimseye ve çocuklarına aittir.[268]  (Üçüncü rivayet)

Yine konu ile ilgili başka bir rivayet ise şu şekildedir:

Herhangi bir adam, bir kimseye, kendine ve çocuklarına ömürlük bir mülk verir de: 'Bunu, sana ve sizden bir kişi kaldığı müddetçe çocuklarına verdim1 derse, artık o mülk, verilen kimsenin olur. Sahibine dönmez. Çünkü (veren) o kimse, öyle bir şey vermiştir ki; onda, miraslar meydana gelmiş­tir. [269] (Dördüncü rivayet)

Yine konu ile ilgili diğer bir rivayet ise şu şekildedir:

Resuîullah (s.a.v)'in cevaz verdiği umrâ:

Bu, senin ve çocuklarının olsun!' demekle yapılır. Fakat:

Bu mülk, yaşadığın müddetçe senin olsun!' derse, o mülk, sahibine döner.

Ma'mer: 'Zührî, bununla fetva verirdi' dedi.[270] (Beşinci rivayet) Yine konu ile ilgili başka bir rivayet şu şekildedir:

Resulullah (s.a.v):

Kendisine ve çocuklarına ömürlük mülk verilen kimse hakkında: 'Bu mülk, kesinlikle onundur; veren kimse İçin o mülk hususunda şart ve istisna caiz değildir' diye hüküm verdi. [271] (Altıncı rivayet)

Yine konu ile ilgili diğer bir rivayet şu şekildedir:

Resulullah (s.a.v):

Umra, caizdir [272] buyurdu. [273]

Bu hadis(in bu şekildeki metinlerin)!; Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir.

Yine Müslim'in konu ile ilgili bir rivayeti şu şekildedir:

Umrâ, (kendisine mal hibe edilen kimsenin) ailesine mirastır. [274]

Yine Müslim'in konu ile ilgili başka bir rivayetinde, Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

Mallarınızı ellerinizde tutun. Onları batırmayın. Çünkü kim bir ömürlük mülk verirse, o mülk, ölü iken de, diri iken de verilen kimsenin ve çocukları­nın olur! [275]

Yine Müslim'in konu ile ilgili diğer bir rivayetinde, Resulullah (s.a.v) şöy­le buyurmaktadır:

Ensar, (Mekke'den Medine'ye hicret eden) Muhacirlere; ömürlük mülk vermeye başladılar. Bunun üzerine Resuluîlah (s.a.v):

Mallarınızı elinizde tutun' buyurdu. [276]

Yine Müslim'in konu ile ilgili diğer bir rivayetinde, Ebu'z-Zübeyr şöyle der:

Medine'de, bir kadın, bir bahçesini, bir oğluna ömürlük vermişti. Sonra (kadının o) oğlu öldü. Arkasından kadın da öldü. (Kadın) geride bir çocuk bı­raktı. Bu çocuğun, ömürlük (olarak verilen) kimsenin oğulları olan kardeşleri vardı. Ömürlük (veren kadının) oğlu:

(Bu) bahçe, bize, geri dönecek' dedi. Ömürlük verilen kimsenin oğullan ise:

Hayır, bu bahçe; diri İken de, ölü iken de babaraızındı' deyip Os­man'ın azadlisı Tânk'ın  huzuruna çıktılar.

Tank, Câbir'i çağırdı. Câbir, umra (ömürlüğ)ün, (kendisine verilen) hibine ait olduğuna Resulullah (s.av) üzerine şehadet etti. Tank da, böyl hüküm verdi.

Daha sonra Tank, (Emevî hükümdan) Abdulmelik'e mektup yazarak ona bu meseleyi ve Câbir'in şahidliğini haber verdi. Abdulmelik: Câbir doğru söylemiş' dedi. Bunun üzerine Tank, hükmünü yürürlüğe koydu. Bu bahçe, bugüne kadar ömürlük verilen kimsenin oğullarına ait kalmiştır.

Yine Müslim'in konu ile ilgili başka bir rivayeti şu şekildedir:

Tank, Câbir b. Abdullah'ın; Resulullah (s.a.v)'den naklen söylediklerine dayanarak, umrânm, mirasçıya ait olduğuna hüküm vermiştir. Ebu Dâvud, Tirmizî ile Nesâî, ikinci rivayeti nakletmişlerdir. Yine Ebu Davud'un konu ile ilgili diğer bir rivayeti şu şekildedir:

"Umrâ (ömürlük verilen bir mülk), hibe edilen kimseye aittir.

Yine Ebu Davud'un konu ile ilgili başka bir rivayeti şu şekildedir:Bir kimseye ömürlük bir mülk verilirse, o mülk; kendisine ve çocukları­na aittir. Çocuklarından adama mirasçı olanlar, verilen o mülke de mirasçı olurlar.[277]

Yine Ebu Davud'un konu ile ilgili diğer bir rivayeti ise şu şekildedir:

Rukbâ yapmayın, umrâ da yapmayın! [278] Her kime rukbâ veya umrâ yoluyla bir şey verilirse, o (verilen şey), (o adamın) mirasçılarına aittir. [279]

Yine Ebu Davud'un konu ile ilgili başka bir rivayeti ise şu şekildedir:

Resulullah (s.a.v) şöyle (bir) hüküm verdi:

Ensar'dan bir kadına, oğlu bir hurma bahçesi vermişti. Akabinden kadın öldü. Oğlu:

O bahçeyi, (ona sadece) hayatı boyunca vermiştim' dedi. Oğlanın kardeşleri de vardı. Resulullah (s.a.v):

O bahçe, diri iken de, ölü iken de kadına aittir1 buyurdu. Oğlu:

Ben, o bahçeyi ona sadaka olarak vermiştim' dedi. Resulullah:

Bu (sadaka verme işi, hibeden) sana daha uzaktır [280] buyur­du. [281]

 

Yine Ebu Davud'un başka bir rivayetinde, Resulullah (s.a.v) şöyle bu­yurmaktadır:

Umrâ, (kendisine mal hibe edilen kişinin) ailesi için caizdir. Rukbâ da, (kendisine mal hibe edilen kişinin) ailesi için caizdir. [282] Nesâî'nin rivayeti ise şu şekildedir:

Resulullah (s.a.v), onlara hitap edip: Umrâ, caizdir' buyurdu.[283]

Nesâî, başka bir rivayetinde, Onlara hitap etti" ifadesine vermemiştir. [284]

Yine Nesâî, diğer bir rivayetinde, bu hadisi, Câbir yolund Ata' yolundan şöyle nakletm iştir:

 Resulullah (s.a.v), umrâ ve rukbâ (yoluyla mal hibe etme)yi yasakladı. Ben:

Rukbâ nedir? diye sordum O da:

Rukbâ: Bir kimsenin, (diğer) bir kimseye, (malını): 'Yaşadığın müddetçe bu senindir' d em es i d ir. Eğer böyle yaparsanız bu caizdir' dedi. [285]

Yine Nesâî, başka bir rivayetinde, bu hadisi, Câbir yolundan değil de, Atâ1 yolundan şöyle nakletmiştir:

Bir kimseye, yaşadığı müddet (şartıyla) bir şey verirse, o verilen şey, diri iken de, ölü iken de ona aittir. [286]

Yine Nesâî, Ebu Davud'un birinci, ikinci ve üçüncü rivayetini de nakletmiştir.

Yine Nesâî'nin başka bir rivayetinde, Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

Kime umrâ (yoluyla) bir şey verilirse, artık o mal, diri iken de ölü iken de ona aittir. [287]

Yine Nesâî'nin konu ile ilgili başka bir rivayetinde, Resulullah (s.a.v) şöy­le buyurmaktadır:

Ey Ensâr topluluğu! Mallarınızı elinizde tutun. Onları, umrâ (yoluyla) vermeyin. Çünkü kim umrâ (yoluyla başkasına) bir şey verirse, artık verdiği o mal, diri iken de, ölü iken de verilen kimsenindir. [288]

Yine Nesâî'nin konu ile ilgili diğer bir rivayetinde, Resulullah (s.a.v) şöy­le buyurmaktadır:

Mallarınızı elinizde tutun. Onları, umrâ (yoluyla) vermeyin. Çünkü kim umrâ (yoluyla başkasına) bir şey verirse, artık verdiği o mal, diri iken de, ölü­münden sonra da verilen kimsenindir. [289]

Yine Nesâî'nin konu ile ilgili başka bir rivayetinde, Resulullah (s.a.v) şöy­le buyurmaktadır:

Rukbâ, caizdir. [290]

Nesâî, bu rivayeti, Ebu Davud'un rivayetlerinden birine uygun bir şekil­de nakletmişür.[291]

Yine Nesâî'nin konu ile ilgili diğer bir rivayetinde ise, Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

(Kendisine hibe yoluyla) umrâ verilen o kimse için, o mülk; kendisine ve çocuklarına aittir. Çocuklarından adama mirasçı olanîar, verilen o mülke de mirasçı olurlar.[292]

Yine Nesâî, Buhârî ile Müslim'in üçüncü rivayetini nakletmiş ve altıncı rivayete de şunu ilave etmiştir:

Ebu Seleme der ki: Çünkü o malı hibe eden, miraslar meydana gel bir hibede bulundu. Mirasçılar ise, şartını kesti. [293]

Yine Nesâî'nin konu ile ilgili diğer bir rivayeti ise şu şekildedir:

Herhangi bir adam, bir kimseye, kendine ve çocuklarına ömüriük bir mülk verir de: 'Bunu, sana ve sizden bir kişi kaldığı müddetçe çocukl verdim' derse, artık o mülk, verilen kimsenin olur. Sahibine dönmez. Çünkü (veren) o kimse, öyle bir şey vermiştir ki; onda, miraslar meydana gelmiştir. [294]

Yine Nesâî'nin konu ile ilgili başka bir rivayeti ise şu şekildedir:

Resulullah (s.a.v), umrâ hakkında:

Bir kişinin, (diğer) bir kiri ye ve onun çocuklarına bir hibede bu­lunması, sana ve çocuklarına bir şey mal olursa, o mal, verilen kimse­ye ve onun çocuklarına aittir' diye hükmetti. [295]

 

5. Derelerde (Akan Sularda)N Şirb (Ekili Alanda Sulamak İçin Sudan Yararlanma Nöbeti) Ve Suyu (Ekili Arazide) Tutma Miktarı

 

238. Abdullah ibnü'z-Zübeyr (r.anhümâ) yoluyla babasından rivayet edilmiştir:

"Bir adam, (halkın) kendisiyle (hurma bahçelerini) suladıkları Har-re arkı (içinden gelen su) yüzünden Zübeyr'den davacı olmuştu. (Zü-beyr'i dava eden bu) En sâri ı (zat, Zübeyr'e):

Suyu bırak! (Önünü kesme, kendi haline) akıp gitsin!' demişti.

(Zübeyr, onun bu isteğini) kabul etmemişti. Bunun üzerine (her) ikisi de, Peygamber (s.a.v)'in yanına (gidip) davalaştılar. Peygamber (s.a.v), Zübeyr'e:

Ey Zübeyr! (Bahçeni) sula ve sonra da suyu bırak, komşuna (git­sin)' buyurdu. Bunun üzerine Ensârlı zat öfkelenip, sonra Resulullah (s.a.v)'e:

(Zübeyr) halanın oğlu olduğu için mi (böyle hüküm veriyorsun)?' dedi.

Bunun üzerine Resulullah (s.a.v)in yüzünün rengi attı. Sonra:

Ey Zübeyr! (Kendi bahçeni iyice sula.) Sonra da suyu, (bahçe du­varın (in) temeline (yada ağaç köklerine) erişinceye kadar salma!' bu­yurdu.

Zübeyr (sözlerine devam ederek): 'Vallahi, "Rabbin hakkı için, onlar aralarında meydana gelen her çekişmede senin hakem kılmadıkları sü­rece iman etmiş olmazlar [296] ayetinin, bu olay hakkında indi­ğini zannediyorum' dedi. [297] Bu hadis(in bu şekildeki metninji; Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir.

Yine Buhârî'nin, Abdullah ibnü'z-Zübeyr'i belirtmeksizin, Urve ibnü'z-Zübeyr yolundan yaptığı rivayet şu şekildedir:

Zübeyr, (Ensar'dan) bir adamla davalaştı.[298] (Önceki rivayetin benze­rini nakledip daha sonra şu ilaveyi yapmıştır:)

Resululiah (s.a.v), o zaman, Zübeyr'e, kendi hakkını bol bol kullanmasını söyledi. Halbuki bundan önce Zübeyr'e; hem kendisine ve hem de Ensarlı zatın lehine müsamahalı bir sulama yapmasını işaret etmişti.

Ensarlı zat, Resulullah (s.a.v)'a öfkelenince, Resulullah (s.a.v), Zübeyr'e; apaçık hüküm içinde hakkını bol bol kullanmasını bildirmiştir.

Urve der ki: Zübeyr:

Vallahi, ben "Rabbin hakkı için, onlar aralarında meydana gelen her çekişmede senin hakem kılmadıkları sürece iman etmiş olmazlar [299] ayetinin, bu olay hakkında indiğini zannediyorum' dedi. [300]

Ebu Dâvud, Tirmizî ile Nesâî, birinci rivayeti nakktmiştir.

 

6. Hâkimin, Öfkeli İken, Hüküm Vermesinin Mekruh Olması

 

239. Ebu Bekre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:

"Abdurrahman b. Ebi Bekre der ki: Babam, Sicistân'da kadı olan Abdullah ibn Ebi Bekre'yc: ben,

Öfkeli olduğun halde, iki kişi arasında hüküm verme! Çünkü , ResulüIIah (s.a.v)'i:

Hiçbir kimse öfkeli olduğu halde, iki kişi arasında hüküm ver­mesin!' buyururken işittim' diye mektup yazdı. Mektubu, onun namına ben yazdım.

Konu ile ilgili bir rivayet ise şu şekildedir:"Hakim, öfkeli iken, iki kişi arasında hüküm veremez.

Bu hadis(in bu şekildeki metinlerin)i; Buhârî, Müslim, Tirmizî ile Nesâî rivayet etmiştir.

Ebu Davud'un konu ile ilgili rivayeti ise şu şekildedir:,

Ebu Bekre, (Sicistân'da kadılık görevinde bulunan AbduUah/Ubeydullah isimli) oğluna bir mektup yazarak, Resulullah (s.a.v)'in şöyle buyurduğunu bildirmiştir:

Hâkim, öfkeli iken, iki kişi arasında hüküm veremez. [301]

Nesâfnin diğer bir rivayeti İse şu şekildedir:

Abdurrahman b. Ebi Bekre der ki:

Babam, (Sicistân'da kadı olan Abdullah/Ubeydullah'a hitaben) bana şu mektubu yazdırdı:,

Öfkeli iken, davacılann/bir davada birbirine zıt iki hüküm konusunda (kesinlikle) hüküm verme. Çünkü Resulullah (s.a.v)'i:

Hiçbir kimse, öfkeli iken, hasımlar arasında (kesinlikle) hüküm vermesin1 buyururken işittim. [302]

240. Abdullah ibn Abbâs (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir:

Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

"Eğer insanlara (mücerred) davaları sebebiyle (delilsiz ve şahitsiz istedikleri) verilecek olsaydı, (bazı) insanlar, bazı kimselerin kanlarını ve mallarını iddia ederlerdi. Fakat davalıya yemin düşer.[303]

Bu hadis(in bu şekildeki metnin)i, Müslim rivayet etmiştir.[304]Yine Müslim'in ve Buhârf nin bir rivayeti şu şekildedir:

Peygamber  (s.a.v),  davalıya,  yemin lazım  geldiğine [305] hükmetmiştir.[306]

Yine Buhârî'rıİn konu ile ilgili bir rivayeti şu şekildedir:

İki kadın, bir ev içerisinde yada bir odada deri işleri dikerlerdi. Bunlar­dan birisi, avucuna biz [307] batırılmış olarak dışarı çıktı. Diğer kadını dava etti. Kadınların bu davası, Abdullah ibn Abbâs'a arz olundu. Abdullah ibn Abbâs:

Resulullah (s.a.v):

Eğer insanlara (mücerred) davaları sebebiyle (delilsiz ve şahitsiz istedikleri) verilecek olsaydı, kavmin malları ve kanları zayi olup gi­derdi1 buyurdu.

Aleyhine dava edilen kadına, Allah adına yalan yere yemin etmenin kö­tülüğünü hatırlatın ve ona, "Allah'ın ahdini ve yeminlerini az bir paraya değişenler, işte onlar için ah i ret t e hiçbir pay yoktur [308] aye­tini okuyun' dedi.

Abdullah ibn Abbâs'ın bu emri üzerine, orada bulunan kimseler, davalı kadına bunları hatırlattılar. Bunun üzerine davalı kadın, suçunu itiraf etti. Ab­dullah ibn Abbâs'da, davacı kadına:

Peygamber (s.a.v):

Yemin, davalıya düşer' buyurdu, dedi. [309]

 

YİRMİÜÇÜNCÜ BÖLÜM

 

AHKÂM (HÜKÜMLER) BÖLÜMÜ [310]

 

1.Lükata

 

241. Süveyd b. Gafele (r.a)'tan rivayet edilmiştir:

"Ben, Zeyd b. Sûhân ve Selmân b. Rebîa gazaya çıkmıştım. (Yolda gi­derken) bir kamçı buldum ve onu (yerden) aldım. (Her) iki arkadaşım, bana:

Onu (aldığın yere) bırak (çünkü o başkasına aittir)1 dediler. Ben de:

Hayır, (onu atmayacağım.) Fakat ben onu ilan ederim. Sahibini bulursam, (ona teslim ederim.) Yoksa ondan kendim faydalanırım' de­dim.

Gazamızdan dönünce, haccetmem mukaddermiş. (Hac görevini yerine getirip) Medine'ye geldim.

Übey b. Kaba rastladım. Ona, (bulmuş olduğum) yitik kamçı me­selesini ve arkadaşlarımın (bununla ilgili) sözünü anlattım. Übey şöyle dedi:

Ben, Resulullah (s.a.v) zamanında, içinde yüz alün bulunan bir kese bulmuştum. Onu, Resulullah (s.a.v)'e getirdim. Resulullah (s.a.v):

Onu bîr sene ilan et!' buyurdu.

Ben de onu (bir sene boyunca) ilan ettim. Fakat onu bilen bir kim­se bulamadım. Sonra Resulullah (s.a.v)'e vardım. Yine o:

Onu bir sene ilan et!' buyurdu.

Tekrar ilan ettim. Fakat (yine) onu bilen bir kimse bulamadım. (Tekrar) Resulullah (s.a.v)'e vardım. (Yine) o:

Onu bir sene ilan et!' buyurdu.

İlan ettim. Fakat (yine) onu bilen bir kimse bulamadım. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v):

O altınların sayısını, kesesini ve ağız bağını muhafaza et! Eğer sahibi (bir gün) gelecek olursa, (onları, ona teslim edersin); gelmezse, ondan kendin yararlanırsın!' buyurdu.

(Hadisin ravisi Seleme b. Kuheyl): (Süveyd b. Gafele,) 'onu (bir sene) ilan et1 sözünü üç (defa) mı, yoksa bir (defa) mı naklettiğini (iyice) bilemiyo­rum' dedi. [311]

(Hadisin lafzı, Müslim'e aittir.) [312]

Konu ile ilgili bir rivayette, Şu'be der ki:

"Seleme (b. Kuheyl'i) on sene sonra dinledim: -Onları bir sene ilan et1 diyordu. [313]

Bu hadis(in bu şekildeki metninji; Buharı, Müslim ile Ebu Dâvud rivayet etmiştir.

Yine Müslim'in konu ile ilgili bir rivayetinde, İki yada üç (sene) [314] ifadesi; diğer bir rivayetinde,                             Eğer sana biri gelip o (altınlar)in sayısını, kesesini ve ağız bağını haber verirse, o zaman o keseyi ona ver!" ifadesi; başka bir ri­vayetinde, Eğer sahibi gelmezse, o zaman) o kese, senin malının sebili gibidir" ifadesi yer almaktadır. [315]

Tirmizî'nin rivayetinde ise, Hayır, o (kamçıyı), yırtıcı hayvanlara yem olarak bırakmam" ilavesi yer almaktadır.[316]

242. Münbaisin azadlisı Yezîd, Zeyd b, Hâlid el-Cühenî (r.a)'ın şöyle dediğini işitmiştir:

Peygamber (s.a.v)'e altın yada gümüş buluntunun hükmü soruldu. Peygamber (s.a.v):

Onun ağız bağını ve kesesini muhafaza et! Sonra onu bir sene ilan et! Eğer (sahibini) ogrenemezsen, onu harca(yabilirsin). Buluntu senin elinde bir emanet olsun! Eğer günlerden bir gün arayıcısı gelirse, o buluntuyu ona ver!' buyurdu.

Soruyu soran zat, Peygamber (s.a.v)'e, kaybolan deve(nin hükmü­nü) de sordu. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v):

Ondan sana ne? Bırak onu! Çünkü onun çarığı ve su tulumbası yanındadır. Sahipleri onu buluncaya kadar suya gelir, ağaçları otlar!' buyurdu. O zat, koyunu da sordu. Peygamber (s.a.v):

Onu al! Çünkü o ancak ya senin, ya (din) kardeşinin yada kur­dundur buyurdu. [317]

(Hadisin lafzı, Müslim'e aittir.) [318]

Konu ile ilgili başka bir rivayette, buluntu (lukata) kelimesinden sonra şu ifade yer almaktadır:

Buluntu, (bulan kimsenin} yanında bir emanettir.

Yahya (ibn Saîd): işte 'buluntu (bulan kimsenin) yanında bir emanettir' sözü; Resulullah (s.a.v)'in hadisi içinde mi, yoksa Yezîd'in kendi tarafından söylediği bir şey mi olduğunu bilmediğim bir şeydir' dedi.

Daha soruyu soran kimse:

Koyun yitiği hakkındaki görüşünüz nedir? diye sordu. Peygamber (s.a.v):

Onu al! Çünkü o ancak ya senin, ya (din) kardeşinin yada kur­dundur!' buyurdu.

(Münbais'in azadlısı) Yezîd: O, yani koyun yitiği de ilan edilir' dedi. [319]

Yine buluntu ile ilgili diğer bir rivayette, "O buluntu malın sahibi gelirse, (o zaman o buluntuyu ona verirsin. Eğer gel­mezse,) onu nasıl istersen öyle yap" ifadesi yer almaktadır. [320]

Yine konu ile ilgili başka bir rivayette, (Sahibi bulunmaz­sa, o zaman) o buluntu malı harcayabilirsin" ifadesi yer almaktadır. [321] Yine konu ile ilgili başka bir rivayette ise şu ifade yer almaktadır: (Soruyu soran kişi):

Kaybolan devenin [322] (hükmünü)' sordu.

Bunun üzerine Resulullah (s.a.v), o kadar öfkelendi ki, yanakları yada yüzü kızardı. Daha sonra da:

Ondan sana ne? (Çarığını beraberinde) taşır' buyurdu. [323] Yine konu ile ilgili diğer bir rivayette, şu ilave yer almaktadır:

Eğer sahibi gelip kesesini, sayısını ve ağız bağını bilirse, o zaman o malı Dna ver. Yoksa o senindir. [324]

Yine konu ile ilgili başka bir rivayet ise şu şekildedir:.

Resulullah (s.a.v)'e, buluntunun hükmü soruldu. O da.

Onu bir sene ilan et! Eğer (sahibi) bulunmazsa, onun kesesini ve ağız bağını muhafaza et! (Daha sonra) onu ye! Fakat sahibi gelirse, o zaman o buluntuyu ona ver!1 buyurdu. [325]

Yine konu ile ilgili başka bir rivayette ise şu ifade yer almaktadır:

Eğer (o buluntunun sahibi) bulunursa, o zaman o buluntuyu ona ver. (Sahibi çıkmazsa, o zaman) onun kesesini, ağız bağını ve sayısını muhafaza et! [326]

Son iki rivayet hariç bu hadisfin bu şekildeki metinlerin)i, Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir. Çünkü son iki rivayeti, Müslim tek başına nakletmişti

Ebu Dâvud ile Tirmizî'nin konu ile ilgili rivayeti ise şu şekildedir:

Bir adam, Resulullah (s.a.v)'e, buluntu malın (hükmünü) sordu. O da:

Onu bir sene İlan et! Sonra ağız bağı ile kesesini muhafaz et! (Sahibi çıkmazsa,) onu harca(yabilirsin). Eğer sahibi gelirse, o buluntu malı ona verirsin' buyurdu. Bunun üzerine adam:

Ey Allah'ın resulü! Kaybolan koyun (un hükmü nedir) [327] dedi. Resulullah (s.a.v):

Onu al. Çünkü o ancak ya senin, ya (din) kardeşinin yada kur­dundur!' buyurdu. (Yine adam:)

Ey Allah'ın resulü! Kaybolan deve(nin hükmü nedir)?' dedi.

Bunun üzerine Resulullah (s.a.v) o kadar öfkelendi ki, yanakları yada yüzü kızardı. Daha sonra da:

Ondan sana ne? Sahibi gelinceye kadar onun çarığı ve su tulum­bası beraberindedir' buyurdu. [328]

Ebu Davud'un başka bir rivayetinde, Su tulumbası yanındadır, (bu sayede) suya gelir ve ağacı otlar" ifadesi yer alıp yitik koyun hakkında {geçen) "onu al" ifadesi yer almamakta, buluntu mal hakkında ise "Onu bîr sene ilan et! O buluntu malın sahibi gelirse, (o zaman o buluntuyu ona veirsin. Eğer gelmezse,) onu nasıl istersen öyle yap" ifadesi yer almakta, akat "(Sahibi bulunmazsa, o zaman o buluntu malı) harcayabilir­im" ifadesi yer almamaktadır. [329]

Yine Ebu Davud'un bu manada başka bir rivayeti daha var. Bu rivayetin gerisinde şu İlave yer almaktadır:

Eğer arayıcısı gelip (malın) kesesini ve sayısını bilirse, ozaman o malı ver. [330]

Ebu Dâvud: (Bu hadisin bir benzeri) Amr b. Şuayb, onun babası ve de­desi yoluyla Peygamber (s.a.v)'den rivayet edilmiştir' dedi. Fakat hadisin laf­zını belirtmemiştir.

Yine Ebu Davud'un, Zeyd b. Hâlİd el-Cühenî'den yaptığı başka bir riva­yet ise şu şekildedir:

Resulullah (s.a.v)'e, buluntu (malın hükmü) soruldu. Bunun üzerine Re­sulullah {s.a.v):

Onu bir sene ilan et! Eğer sahibi gelirse, o malı ona teslim eder­sin. Gelmezse, ağız bağını ve kesesini muhafaza et. Sonra onu kendi malına katarsın. Eğer bir müddet sonra sahibi gelecek olursa, bunu ona verirsin' buyurdu.[331]

 

YİRMİDÖRDÜNCÜ BÖLÜM

 

CİHÂD BÖLÜMÜ [332]

 

1. İnsanların Hangisinin En Faziletli Olduğu Meselesi

 

243. Ebu Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir: "Bir adam, Resulullah (s.a.v)'e gelip:

İnsanların hangisi en faziletlidir' diye sordu. Resulullah (s.a.v):

Allah yolunda, canıyla ve malıyla cihad eden kimsedir' buyurdu. Adam:

Ondan sonra kim?1 diye sordu. Resulullah (s.a.v):

Kuytulardan bir kuytuda Allah'a ibadet eden (bir rivayette: Al­lah'tan   ittika   eden)   ve   insanları   kendi   kötülüğünden   uzak   tutan kimsedir' buyurdu. [333] (Birinci rivayet)

Bu hadis(in bu şekildeki metnin)!; Buhârî, Müslim ile Tirmizî rivayet et­miştir.

Ebu Davud'un konu ile ilgili rivayeti ise şu şekildedir:

Peygamber (s.a.v)'e, müminlerin iman yönünden hangisi daha olgun­dur?' diye soruldu. Peygamber (s.a.v):

Allah yolunda canıyla ve malıyla cîhad eden kimse ile kuytular­dan bir kuytuya çekilip [334] Allah'a ibadet edip insanların, onun kötülü­ğünden azade kılınan kimsedir' buyurdu. [335] (İkinci rivayet)

Nesâî, birinci rivayeti nakletmiştir.

 

2. (Savaş Sırasında) Kafirlerin Ağaçlarını Kesmenin Ve Yakmanın Caiz Olması

 

244. Abdullah ibn Ömer {r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir:

"Peygamber (s.a.v), (yahudi olan) Nadîr oğulları (kabilesi)nin Bu-veyre (şehrî)nin hurmalıkların! kestirip yaktı. (İşte bu Buveyre şehrinin hurmalıklarının yakılıp kesilmesi ile ilgili olarak şair) Hassan (b. Sa­bit) şöyle der:

Lüey oğullarının ileri gelenlerine önemsiz geldi. [336] (Birinci rivayet)

Konu ile ilgili bir rivayette ise şu ilave yer almaktadır:

(Peygamber'in amcasının oğlu) Ebu Süfyân ibnü'l-Hâris, [337] Hassân'a şöyle cevap verdi:

Allah bu yakmayı bîr yapıcıdan devam ettirsin,

Ve Medine etrafını da alevli bir taş yaksın,

Yakında bileceksin ki, Buveyre'ye hangimiz uzakta olacak!

Ve yine bileceksin ki, Mekke ve Medine arazilerimizden hangisi bununla zarar görecek! [338]

Müslim'in konu ile ilgili rivayeti ise şu şekildedir:

Peygamber (s.a.v), (yahudi olan) Nadîr oğullan (kabilesi)nin (Buveyre (şehrinin) hurmalıklarını kestirip yaktı.[339] (İşte bu Buveyre şehrinin hurmalıklarınm yakılıp kesilmesi ile ilgili olarak şair) Hassan (b. Sabit) şöyle der:

Buveyre (hurmaliğin)da yayılan yangın,

Lüey oğullarının ileri gelenlerine önemsiz geldi.

İşte bu konuda "Hurma ağaçlarından her hangi bir şey kesmeniz ve­ya kökleri üzerinde bırakmanız," (Haşr: 59/5) ayeti inmiştir. [340] (İkinci ri­vayet)

Resulullah (s.a.v), (yahudi olan) Nadîr oğullan (kabilesi)nin Buveyre (şehri)nin hurmalıklarını kestirip yaktı. Bunun üzerine yüce Allah, "Hurma ağaçlarından her hangi bir şey kesmeniz veya kökleri üzerinde bırak­manız hep Allah'ın izniyle ve Onun, yoldan çıkanları cezalandırması içindir [341]  (ayetini) indirdi.[342] (Üçüncü rivayet)

Yine Müslim'in konu ile ilgili bir rivayeti şu şekildedir:

Resulullah (s.a.v), (yahudi olan) Nadîr oğulları (kabilesi)nin hurmalık­larını kestirip yaktı. [343]

Ebu Dâvud ile Tirmizî, üçüncü rivayeti nakletmiştir.

 

3. (Savaş Sırasında) Kasıtsız Olarak Evlerdeki Kadınları Ve Çocukları Öldürmenin Hükmü

 

245. Abdullah ibn Abbâs (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir: "Sa'b b. Cessâme der ki:

Peygamber (s.a.v), bize, (Mekke ile Medine arasında yerleşim mer­kezî olan) Ebvâ yada Veddân'da uğramıştı. Ona, (savaşta) gece baskını düzenlenen müşriklerin ev halkı(nın durumu) soruldu. Çünkü bu bas­kınlarda onların kadınları ve çocukları da isabet alıyordu. Peygamber (s.a.v):

Onlar da, onlardandır' büyürdür. Yine Peygamber (s.a.v)'i:

Dokunulmaz bölge, yalnızca Allah ve Resulü içindir' diye buyu­rurken işittim.

Bir  rivayette:   Onlar  da,   babalanndandır'   (ifadesi   yer  almakta­dır).

Bu hadisin lafzı, Buhârî'ye aittir.

Müslim'de, bu hadisin ilk bölümünü nakletmiş olup "dokunulmaz bölge" ifadesinden itibaren olan cümleyi zikretmem iştir.

Tirmizî'nin konu ile ilgili rivayetinde, Sa'b b. Cessâme şöyle der:

Ey Allah'ın resulü! Atlarımız, (savaş sırasında) müşriklerin (bazı) kadınlarını ve çocuklarını çiğnedi' dedim. Peygamber (s.a.v) Onlar da, onlardandır' buyurdu. Ebu Davud'un konu ile ilgili rivayeti ise şu şekildedir:

Sa'b b. Cessâme, Peygamber {s.a.v)'e; (savaşta) gece baskını düzenle­nen müşriklerin ev halkı(nın durumu) soruldu. Çünkü bu baskınlarda onların kadınları ve çocuklan da isabet alıyordu. Peygamber (s.a.v):

Onlar da, onlardandır' buyurdu.

Bir rivayette: Onlar da, babalanndandır' (ifadesi yer almaktadır).

Zührî: 'Bundan sonra Resulullah (s.a.v), (savaşta) kadınların ve ço­cukların öldürülmesini yasakladı [344] dedi.[345]

 

4. (Allah Yolundaki) Mücahidi Her Türlü Şekilde Donatan Kimsenin Fazileti

 

246. Zeyd b. Hâlid el-Cühenî (r.a)'tan rivayet edilmiştir: Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

"Kim Allah yolundaki bir mücahidi donatırsa, [346] (Allah yolunda) savaşmış olur. Kim de bir mücahidin ailesi hakkında hayrlı bir vekil olursa, [347] o da (Allah yolunda) savaşmış olur. [348]

Bu hadisfin bu şekildeki metnin)i, bir topluluk rivayet etmiştir.

Yine Tirmizî, konu ile ilgili başka bir rivayetinde, bu hadisin sadece ilk bölümünü rivayet etmiştir. [349]

 

5. Atlar Arasında Koşu Ve Onlara İdman Yaptırma

 

247. Abdullah ibn Ömer (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir:

"Peygamber (s.a.v), antrem anlı atını, Hafyâ'dan Seniyyetü'1-Vedâ'-ya kadar koşturdu. Antrem anlı olmayan (atın)ı da, Seniyyetül-Vedâ1-dan Zurayk oğulları mescidine kadar koşturdu.

Abdullah ibn Ömer: (At) koşturanlar içerisinde ben de vardım. At, beni, mescitten atlattı' dedi.

Süfyân: Hafyâ'dan Seniyyetü'l-Vedâ'ya kadar olan (mesafe); 5 mil yada 6 mil, (bir rivayette: 6 yada 7 mildir. Seniyyetü'l-Vedâ'dan Zurayk oğulları mescidine kadar olan (mesafe ise); 1 mildir' dedi. [350]

Bu hadisfin bu şekildeki metnin)i, bir topluluk rivayet etmiştir.

Yalnız Buhârî'nin konu ile ilgili bir rivayeti şu şekildedir:

Resulullah (s.a.v), antremanli atları arasında yarış yaptırdı. [351] Bu atları, Hafyâ'dan salıverdi. Bu koşu yarışının hedefi, Seniyyetü'1-Vedâ [352] idi.

(Hadisin ravisi İshâk,) Musa (b. Ukbe)'ye:

Bu mesafenin arası ne kadar idi?' diye sordum. Musa: 6 yada 7 mildir' diye cevap verdi.

Yine Resulullah (s.a.v), antremanlı olmayan atları arasında da yarış yap­tırdı. Bu atları, Seniyyetü'l-Vedâ'dan salıverdi. Bu yarışın sonu da, Zurayk oğullan mescidi idi.

(Hadisin ravisi İshâk,) Musa (b. Ukbe)'ye:

Bu mesafenin arası ne kadar idi?' diye sordum. Musa: 1 mil yada buna yakındır' diye cevap verdi.

Abdullah  ibn  Ömer,  bunlar içerisinde  yanşan  kimselerden  idi. [353]

 

YİRMİBEŞİNCİ BÖLÜM

 

EDÂHÎ (KURBAN) BÖLÜMÜ [354]

 

248. Ebu Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:

Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

Fera1 ve atîre yoktur. Fera': İlk yavrudur. Araplar, onu, tağutlan/-putları için keserlerdi. Atîre ise: Receb (ayını tazim etmek için o ay) içerisinde (kurban kesmektir). [355]

Bu hadisfin bu şekildeki metnin)i; Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir. Tirmİzî'nin konu ile ilgili rivayeti şu şekildedir:

Fera' ve atîre yoktur. Fera1: İlk yavrudur. (Cahiliyye dönemi Arapları) onu, kurban ederlerdi. [356]

Daha sonra Tirmizî der ki: "Bu konuda Nübeyşe ile Mıhnef b. Sü-leym'den de hadis rivayet edilmiştir.

Bu hadis, hasen-sahihtir.

Atîre: [357] Öyle bir kurbandır ki, Araplar, Receb ayında kurban keserler ve Receb ayını ta'zim ederlerdi. Çünkü Receb, haram ayların birincisidir. Ha­ram aylar; Receb, Zilka'de, Zilhicce ve Muharrem'dir. Hac ayları ise; Şevval, Zilka'de ve Zilhicce'dir. Hac ayları hakkında Resulullah (s.a.v)'in sahabile-rinden ve sonrakilerden bazılarından böylece rivayet edilmiştir. [358]

Ebu Davud'un konu ile ilgili rivayeti ise şu şekildedir:

Fera1 ve atîre yoktur. [359]

Yine Ebu Davud'un bir rivayetinde, Saîd ibnü'l-Müseyyeb der ki:

Fera [360] İlk yavrudur. (Cahiüyye dönemi Araplan) onu, (putları için) kurban ederlerdi. [361]

Yine Ebu Davud'un başka bir rivayetinde, Saîd ibnü'l-Müseyyeb şöyle der:

Fera': İlk yavrudur. {Cahiliyye dönemi Araplan) onu putlan için kurban ederler, sonra yerler ve derisini de bir ağaç üzerine atarlardı. Atîra ise: (Ca­hiliyye dönemi Araplannın) Receb'in ilk on (gün)ünde (putlarına kurban ederek yedikleri ilk yavrudur.) [362]

Nesâî'nin konu ile ilgili rivayeti ise şu şekildedir:

Fera' ve atîre yoktur. [363]

Yine Nesâî'nin konu ile ilgili başka bir rivayeti şu şekildedir:

"Resulullah (s.a.v), Fera' ve Atîre'yi [364] yasaklamıştır.[365]

 

YİRMİALTINCI BÖLÜM

 

EŞRİBE (İÇECEKLER) BÖLÜMÜ [366]

 

1. Su Kabına Üflemenin Mekruh Olması

 

249. Ebu Katâde (r.a)'tan rivayet edilmiştir: Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

"Sizden birisi (bir şey) içtiği zaman kabın içine üflemesin. Tuvale­te girdiği zaman ise cinse! organına sağ eliyle dokunmasın, sağ eliyle (temizlenip) silinmesin. [367]

Bu hadis(in bu şekildeki metnin)i; Buhârî, Müslim ile Nesâî rivayet et­miştir.

Tirmizî, bu hadisi, Kabın içine" ifadesine kadar, [368] Nesâî ise Kendi kabının içine [369] ifadesine kadar rivayet etmiştir.

Yine Nesâî, bu hadisi şu şekilde rivayet etmiştir.

Peygamber (s.a.v), bir kimsenin, (su içtiği) kaba üflemesini, [370] sağ eliyle cinsel organına dokunmasını ve sağ eliyle temizlenmesini yasaklamıştır. [371]

 

2. Hurma Koruğu İle Kuru Hurmayı Birbirine Karıştırıp Şıralarını Çıkarmanın Yasak Olması

 

250. Câbir b. Abdullah {r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir:

Peygamber (s.a.v) kuru üzüm ile kuru hurmanın ve hurma koruğu ile yaş hurmanın (ikisini bir araya getirip şıralarını çıkarmayı) yasakla­dı. [372] (Birinci rivayet)

(Hadisin lafzı, Buhârîye aittir.) [373]

Yine konu ile ilgili bir rivayet şu şekildedir:

Peygamber (s.a.v), kuru üzüm ile kuru hurma ve hurma koruğu ile kuru hurma(dan elde edilen şıraların birbirine) karışımını [374] yasakladı. [375] (İkinci rivayet)

Yine konu ile ilgili başka bir rivayet ise şu şekildedir:

"Peygamber (s.a.v), kuru hurma ile kuru üzümün (ikisini bir araya geti­rip) birlikte şıralarını çıkarmayı ve yaş hurma ile hurma koruğunun (ikisini bir araya getirip) birlikte şıralarını çıkarmayı [376] yasakladı.[377] (Üçüncü rivayet)

Buhârî, Müslim ile Nesâî; birinci ile ikinci rivayeti nakletmiştir. Ebu Dâvud'da, üçüncü rivayeti nakletmiştir. Tirmizî ise sadece şu rivayeti nakletmiştir:

"Resulullah (s.a.v), hurma koruğu ile yaş hurmanın (ikisini bir araya geti­rip) birlikte şıralarını çıkarmayı yasakladı.[378]

 

3. Sarhoşluk Verici Her Maddenin Haram Olması

 

251. Hz. Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir: Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: "Sarhoşluk verici her içki haramdır.[379] (Birinci rivayet) Yine konu ile ilgili bir rivayet ise şu şekildedir:

Resulullah (s.a.v)'e, bal şerbetlinden yapılan içkinin hükmü} soruldu. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v):

Sarhoşluk verici her İçki [380] haramdır' buyurdu. [381] (İkinci rivayet) Yine konu ile ilgili başka bir rivayette, Hz. Aişe şöyle der:

Resulullah (s.a.v)'e, bal şerbetlinden yapılan içkinin hükmü) soruldu.

Bu, bal (şerbetinden yapılmış) bir nebiz (içki) olup bunu Yemenliler içerdi.

Bunun üzerine Resulullah (s.a.v):

Sarhoşluk verici her içki haramdır [382] buyurdu. [383] (Üçüncü riva­yet)

Buhârî, Müslim ile Nesâî, birinci rivayeti nakletmiştir.

Diğerleri de, ikinci rivayeti nakletmiştir.

Ebu Dâvud ile Tirmizî'nin diğer bir rivayeti ise şu şekildedir:

Resulullah (s.a.v):

Sarhoş eden her şey, haramdır. Bir farak [384] içildiği zaman, sar­hoş eden içkiden avuç dolusu içmek de haramdır' buyurdu.[385]

Ebu Davud'un (önceki)  hadisinde Resulullah (s.a.v)'i işittim" ifadesi yer alırken, Tirmizî'nin rivayetinde ise, Bir İçimi de" ifadesi yer almaktadır. [386]

Nesâî'nin konu ile ilgili başka bir rivayeti ise şu şekildedir: (sarhoş edici) içeceklerin hükmü) soruldu. Aişe:

Resulullah (s.a.v), sarhoşluk veren her şeyi yasakladı' diye cevap verdi. [387]

 

4. Sarhoşluk Veren Her Şeyin, İçki Olması

 

252. Abdullah ibn Ömer (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir: Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

"Sarhoşluk veren her şey, içkidir. Sarhoşluk veren her şey, haram­dır. Bir kimse dünyada içki içip ona devam ederek tevbe etmeden ölürse, ahirette, [388] onu içemez. [389] (Birinci rivayet)

(Hadisin lafzı, Müslim'e aittir.) [390]

Konu ile ilgili bir rivayet ise şu şekildedir:

Sarhoşluk veren her şey, içkidir. Sarhoşluk veren her şey, haramdır. [391] {İkinci rivayet)

Yine konu ile ilgili buna benzer bir rivayet daha var. Bu rivayet ise şu ifade yer almaktadır:

Bu (ifadeyi), Peygamber (s.a.v)'den başka hiçbir kimseden işittiğimi bil­miyorum.[392] (Üçüncü rivayet)

Konu ile ilgili diğer bir rivayette ise, Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmak-

tadır:

Kim dünyada içki İçip (sonra bu günahından) tevbe etme{den öfür)se, ahiretteki (cennet içkisinden) mahrum kalır.[393] (Dördüncü rivayet)

Konu ile ilgili bir rivayette  (Ahirettekî o cennet içkisi) o kimseye sunulmaz" ilavesi yer almaktadır. [394]

Müslim; birinci, ikinci ile üçüncü rivayeti nakletmiştir. Buhârî'de, dördüncü rivayeti nakletmiştir. Tirmizî'de, birinci rivayeti nakletmiştir.

Ebu Davud'un rivayeti de, buna benzerdir. Fakat Ebu Dâvud, Tevbe etmezse" ifadesine yer vermemiştir. Nesâî'nin bir rivayeti ise şu şekildedir:

Sarhoşluk veren her şey, içkidir. [395]

Yine Nesâî'nin başka bir rivayeti ise şu şekildedir:

Sarhoşluk veren her şey, haramdır. Sarhoşluk veren her şey, içkidir. [396] Yine Nesâî, konu ile ilgili diğer bir rivayetinde;

"Kim dünyada içki içip.[397] şeklinde birinci rivayeti nakletmiştir.

Yine Nesâî'nin buna benzer bir rivayeti daha var. Fakat Nesâî, bu riva­yetinde, İçkiye devam ederek" İfadesine yer vermemiştir. [398]

 

5. İçerisinde Nebîz Yapılan Kapları Kullanmanın Yasak Olması

 

253. Abdullah ibn Abbâs (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir: "Ebu Cemre der ki: Abdullah ibn Abbâs'a:

Benim (testiler içinde) nebiz içkisi yapılan bir testim var ki. ben ondan nebiz İçiyorum. Eğer ondan içmeyi çoğaltır ve bir toplulukla oturup, oturmayı da uzatırsam, sarhoşların hali gibi kusurlu olmam­dan endişe ediyorum' dedim. Bunun üzerine Abdullah ibn Abbâs:

Abdulkays heyeti, Resulullah (s.a.v)'in huzuruna (ikinci defa) se-mişlerdi. Resulullah (s.a.v), onlara:

Topluluğa merhaba (hoş geldiniz)! Allah, sizi utandırmasın, pişman etmesin' buyurdu. Onlar:

'Ey Allah'ın resulü! Doğrusu biz, uzak bir yerden geliyoruz-bizim aramızda şu kâfir kabile Mudarlılar var. Bu sebeple yacak haram ayında gelmeye güç yetirebiliyoruz. Dolayısıyla bize ve) açık bir amel emret ki, hem bu ameli geride bıraktıkla öğretelim ve hem de bu amelle cennete girelim' dediler.

Bunun üzerine Peygamber (s.a.v):

Sizlere dört hususu emrediyorum ve dört hususu da ram: (Emrettiğim hususlar şunlardır:)

Allah'a iman etmek! Allah'a iman etmenin ne demek oldu.

Sizlere (şu) dört hususu yasaklıyorum:

Dubbâ (su kabağından yapılmış testiler), Hantem (toprata yapılmış küp), Müzeffet (içi ziftle yada katranla cilalanmış kap), Nakîr (hurma kökünden ayrılan çanak).[399]

Bu hadis, "İman Bölümü'nde geçmişti. [400] Konu ile ilgili bir rivayet ise şu şekildedir:

Resulullah (s.a.v), (içerisinde nebiz yapılan) Dubbâ, Müzeffet İle Nakîr (denilen kapları kullanmayı) [401] yasakladı.[402]

Konu ile ilgili bir rivayette, Hantem" ifadesi yer almaktadır.[403]

Başka bir rivayette ise, hurma koruğu ile olgun­laşmaya başlamış hurin a (d an elde edilen şıraları birbirine) karıştırmayı

(yasakladı)" ilavesi yer almaktadır. [404]

Buhârî ile Müslim, birinci rivayeti nakletmiştir.

Yine Müslim, diğerlerini ise tek başına nakletmiştir. Ebu Dâvud ise birinci rivayeti nakletmiş, fakat Ebu Cemre'nin sözüne yer vermemiştir. [405]

Yine Ebu Davud'un konu ile ilgili başka bir rivayeti şu şekildedir:

Abdulkays heyeti (içerisinde bulunan bazı kimseler):

Ey Allah'ın resulü! (Şıralarımızı) hangi kaplarda pişlrelim?' diye sordular. Peygamber (s.a.v):

(Sakın onları) kabaktan yapıJmış kaplarla ve hurma kütüğünden yapılmış kaplarda içmeyin. Şıralarınıza (ince deriden yapılmış) su tulum­larında yapın1 buyurdu. Onlar (ikinci defa):

Ey Allah'ın resulü! Eğer (şıralarımız) su tulumlarında kaynafyıp köpüre)cek olursa o zaman ne yapalım?' dediler. Peygamber (s.a.v):

(Şıranın) üzerine su dökün' buyurdu. Onlar:

Ey Allah'ın resulü! (Şıranın kaynaması iyice artacak olursa, o zaman ne yapalım? diye soruyu birkaç defa daha tekrarladılar.) Peygamber (s.a.v), üçüncü yada dördüncü de onlara:

(Öyleyse) onu dökün' diye cevap verdi. Sonra da:

Şüphesiz Allah bana (farabı, kuman ve kûbeyi) haram kıldı' (bu­yurdu) yada '(Şüphesiz Allah) şarabı, kuman ve kûbeyi haram kıldı ve sarhoşluk veren her şey haramdır' buyurdu.

 Süfyân (es-Sevrî) der ki: 'Ben (bu hadisin ravilerinden olan) Ali b. Bezîme'ye, kûbe'(nin ne olduğunu) sordum. O da:

(Kûbe,) davuldur' diye cevap verdi.[406]

Yine Ebu Davud'un konu ile ilgili başka bir rivayeti şu şekildedir;

Abdulkays heyeti (içerisinde bulunan bazı kimseler):

Ey Allah'ın nebisi! (Şıralarımızı) hangi kaplarda pişirdim?' diye sordular. Peygamber (s.a.v):

Size ağızları bağlanan deri su kapları lazım' buyurdu.[407]

Nesâî, bu hadisi, birinci rivayete benzer bir şekilde nakletmiştir. Yine Nesâî'nin konu ile ilgili bir rivayeti şu şekildedir:

"Resulullah (s.a.v), (içerisinde nebiz yapılan) Dubbâ, Hantem, Müzeffet  akîr (denilen kapları kullanmayı) ve hurma komğu ile olgunl  hurma(dan elde edilen şıraları birbirine) karıştırmayı yasakl Yine Nesâî'nin konu ile ilgili başka bir rivayeti şu şekildedir:[408]

Resulullah (s.a.v), (içerisinde nebiz yapılan) Duba ile Müzeffet (denilen kaplan kullanmayı) yasakladı.[409]

Yine Nesâî'nin konu ile ilgili diğer bir rivayeti şu şekildedir:

Nakîr (denilen kabı kullanmayı) ve kum hurma ile kuru üzümü ve ol­gunlaşmaya başlamış hurma ile kum hurma(dan elde edilen şıraları birbirine) karıştırmayı yasakladı [410]

Yine Nesâî'nin konu ile ilgili başka bir rivayeti şu şekildedir:

Resulullah (s.a.v), (içerisinde nebiz yapılan) Dubbâ, Hantem, Müzeffet ile Nakîr (denilen kapları kullanmayı) ve ham hurma ile kuru hurma ve kum üzüm ile kum hurmafdan elde edilen şıraları birbirine) karıştırmayı yasakladı.

Necranlılara ise:

Kuru üzüm ile kuru hurmanın (ikisini bir araya getirip) birlikte ka-rıştırfıp şerbet yap)mayın' diye yazdı.[411]

Yine Nesâî'nin konu ile ilgili diğer bir rivayeti şu şekildedir:

Resulullah (s.a.v), (içerisinde) nebiz (içkisi yapılan) testiyi yasakladı.[412]

Yine Nesâî'nin konu ile ilgili mevkuf olarak naklettiği rivayette, Abdullah ibn Abbâs şöyle der:

Yalnız ham hurma(dan yapılan İçki) haramdır. [413]

Yine Nesâî'nin konu İle ilgili başka bir rivayetinde, Abdullah ibn Abbâs şöyle der;

Yüce Allah, "Resulün size getirdiklerini alın, size yasak ettiklerin­den sakının" (Haşr: 59/7) buyurmadı mı?' dedi. (Esma' bint. Yezîd'in amca­sının oğlu Enes:)

Evet' dedim. Abdullah ibn Abbâs:

Yüce "Allah, Allah ve Resulü, herhangi bir hususta hükmünü bil­dirdiğinde erkek ve kadın hiçbir müminin o hususta tercih hakkı yok­tur [414]buyurmadı mı?' dedi. Ben de:

Evet' dedim. Bunun üzerine Abdullah ibn Abbâs:

O halde ben, Peygamber (s.a.v)'in; Nakîr, Mukayyer, Öubbâ' ile Hantem (denilen kapları kullanmayı) yasakladığına şahitlik ederim1 dedi. [415]

Tirmizî'de, bu hadisi, birinci rivayete benzer bir şekilde nakletmiş, fakat Ebu Cemre'nin sözüne yer vermemiştir.

 

YİRMİYEDİNCİ BÖLÜM

 

İMARET (DEVLET BAŞKANLIĞI) BÖLÜMÜ [416]

 

1. Masıyet Dışındaki Konularda Emir Sahiplerine İtaatin Vacip Olması

 

254. Abdullah ibn Ömer (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir: Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

"Kendisine (Allah'a ve Resulüne) isyan emredilmedikçe hoşlandığı ve hoşalnmadiğı bir işte (emir sahibi kimseyi) dinlemek ve (ona) itaat etmek, Müslüman bir kimseye vaciptir. Fakat kendisine (Allah'a ve Resülüne) isyan emredîlirse, [417] o zaman (hiçbir emir sahibi kimseyi) din­lemek de yoktur, itaat da yoktur. [418]

(Hadisin lafzı, Müslim'e aittir.)  [419]

255. Abdullah îbn Ömer (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir: "Resululİah (s.a.v), Ulııid (savaşı) günü beni savaşta kontrol etti. [O zaman) 14 yaşında idim. (Savaşa katılmam hususunda) bana izin ver-nedi. Hendek (savaşı) günü de beni kontrol etti. (O zaman) 15 yaşında dim. (Savaşa katılmam hususunda) bana izin verdi.

Nâfi' der ki: Ömer b. Âbdulaziz, halife iken (günün birinde) onun ya­nına gittim. Ona, bu hadisi anlattım. Ömer b. Abdulaziz:

Gerçekten bu, küçüklük ile büyüklük arasından bir sınırdır [420] dedi. Bunun üzerine memurlarına: 15 yalında olan kimseye asker aylığı bağlamalarına yazdı. Bu yaştan aşağı olan(Iar)ı, aile fertlerlnin/çocuklar(ın yanın)a katın' diye yazdı.[421]

(Hadisin lafzı, Müslim'e aittir.) [422]

 

YİRMİSEKİZİNCİ BÖLÜM

 

SAYD (AVLANMA) BÖLÜMÜ [423]

 

1. Yırtıcı Hayvanlardan Azı (Kesici) Dışı Taşıyan Her Hayvanın (Etini) Yemenin Haram Olması

 

256. Ebu Salebe el-Huşenî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:

"Resulullah (s.a.v), yırtıcı hayvanlardan azı (kesici) dişi taşıyan her hayvanın (etini) yemeyi yasaklamıştır.[424]

Bu hadis(n bu şekildeki metnin)i; Buharı ile Müslim rivayet etmiştir. Tirmizî'nin konu ile ilgili bir rivayeti ise şu şekildedir:

Resulullah (s.a.v), yırtıcı hayvanlardan azı (^kesici) dişi taşıyan her hayvanın [425] (etini) yasaklamıştır. [426]

Görüldüğü üzere bu rivayette, "yeme" ifadesi yer almamaktadır. Ebu Dâvud ile Nesâî'nin konu ile ilgili rivayeti ise şu şekildedir:

Yırtıcı hayvanlardan azı (kesici) dişi taşıyan her hayvanın [427] (etini) yemek, haramdır.[428]

 

2. Eğitilmiş Köpeklerle Avlanma

 

257. Adiyy b. Hatim (r.a)'tan rivayet edilmiştir: "Resulullah (s.a.v)'e sordum:

Biz, şu köpeklerle av avlayan bir kavimiz' dedim. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v):

Eğitilmiş köpeklerini salıp üzerlerine de Allah'ın ismini andığın zaman, senin için tuttukları avdan ye! Ancak köpek avdan yemişse, (o zaman o avdan) yeme! Çünkü {bu durumda) avı sadece kendisi için tut­muş olmasından korkarım. Eğer onlara başka bir köpek karışırsa (o za­man o avdan da) yeme!' buyurdu.[429] (Birinci rivayet)

(Bu hadisin lafzı, Buhârî ile Müslim'e aittir.) [430] Konu ile ilgili bir rivayette, Adiyy b. Hatim şöyle der:

Ben:

Ey Allah'ın resulü! Köpeğimi, (Allah'ın) ismini anarak gönderiyo­rum,  (onun her avladığı bana helal olur mu?) diye sordum. Peygamber (s.a.v):

(Allah'ın) ismini anarak köpeğini gönderdiğin, o da (avı) yakala­yıp Öldürdüğü ve ondan yediği takdirde, artık sen o avdan yeme! Çün­kü köpek, onu ancak kendisi için tutmuştur' buyurdu. Ben:

Köpeğimi gönderiyorum, sonra onun beraberinde başka bir kö­pek daha buluyorum. Fakat avı, bu iki köpekten hangisinin yakaladığı­nı bilemiyorum dedim. Peygamber (s.a.v):

Bu takdirde sen, o avın etini yeme! Çünkü sen, (Allah'ın) ismini ancak kendi köpeğin için anmışîın, başka bir köpek için anmamış­tın [431] buyurdu.

Yine Peygamber (s.a.v)'e, mi'râd (denilen iki tarafı ince, ortası enli odun­la avlanan) avı sordum. Peygamber (s.a.v):

Sen mi'radın keskin tarafıyla avladıysan, o avı ye! Mi'radın enli tarafıyla avlayıp onu öldürdüysen, o (haram kılınan) vekîze'dir.[432] Artık sen onu yeme!' buyurdu.[433] (İkinci rivayet)

Yine konu ile ilgili bir rivayet başka bir rivayet şu şekildedir:

Peygamber  (s.a.v)'e,  mi'rad  (ile avlanan)  avı sordum.  Peygamber (s.a.v):

Mi'radın [434] keskin tarafı isabet eden avı ye! Miradır» enli taran isabet eden avı yeme! Çünkü mi'radın enli tarafıyla vurulan av vekîze'­dir1 buyurdu.

Ben, Peygamber (s.a.v)'e; köpekle yapılan avın hükmünü sordum. Pey­gamber (s.a.v):

Köpeğin senin için tuttuğu (ve muhafaza ettiği) avı ye! Çünkü kö­peğin avı yakalayıp tutması, şer'i kesimdir. Eğer köpeğin avı yakalayıp öldürmüşse ve kendi köpeğinin yada köpeklerinin yanında başka bir köpek de bulursan ve bu sebeple yabancı köpeğin, kendi köpeğin ile birlikte avı yakalayıp öldürmüş olmasından endişelenirsen, bu halde o avı yeme! Çünkü senin ava salıverirken, Allah'ın ismini anman, ancak kendi köpeğine aittir. Başka bir köpek için değildir' buyurdu.[435] (Üçüncü rivayet)

Yine konu ile ilgili diğer bir rivayet şu şekildedir:

Resulullah   (s.a.v)'e,   mi'rad   (ile  avlanan)  avı  sordum.   Resulullah (s.a.v):

Mi'radın keskin tarafını isabet ettirdiğin zaman onu ye! Mi'radın enli tarafını isabet ettirdiğinde ise, bununla avı öldürdüysen, işte bu vekîzedir. Artık onu yeme!' buyurdu. Ben:

Köpeğimi, av üzerine gönderiyorum, (onun her avladığı bana helal olur mu?) diye sordum. Resulullah (s.a.v):

Köpeğini (Allah'ın) ismini anarak gönderdiğin zaman, o avın etini ye! buyurdu. Ben:

(Köpek, avı tuttuktan sonra onu) yerse (ne yapayım)?' diye sordum. Resulullah (s.a.v):

O halde yeme! Çünkü köpek, avı senin için değil, ancak kendisi için tutmuştur' buyurdu. Ben:

'Köpeğimi av üzerine gönderiyorum, fakat onun yanında (bazen) aşka bir köpek buluyorum' dedim. Resulullah (s.a.v):

O zaman o avdan yeme! Çünkü sen ancak kendi köpeğin üzerine (Allah'ın) ismini andın, diğer köpek üzerine (Allah'ın) ismini anmadın!1

buyurdu. [436] (Dördüncü rivayet)

Yine konu ile ilgili başka bir rivayet şu şekildedir:

Ey Allah'ın resulü! Biz, eğitilmiş köpeklerimizi av üzerine) gönde­riyoruz,   (onun avladığı bana helal olur mu?)' diye sordum.  Resulullah (s.a.v):

Onların senin için tuttuklan avı ye!' buyurdu. Ben:

Bu köpekler, (tuttukları avı) öldürürlerse, (o zaman ne yapayım?)' dedim. Resulullah (s.a.v):

Öldürseler de (ye. Çünkü öldürme, avın tezkiyesidir)!' buyurdu. Ben:

Biz, (ava) mi'rad atıyoruz?' dedim. Resulullah (s.a.v):

Delip yaraladığı avı ye! Enli tarafıyla dokun(up öldür)düğü avı yeme!' buyurdu. [437]

Yine konu ile ilgili başka bir rivayette, Peygamber (s.a.v) şöyle buyur­maktadır:"(Allah'ın) ismini anarak köpeğini (ava) gönderdiğin zaman avı tutup öl­dürürse, onu! Eğer tuttuğu avdav yerse, artık onu yeme! Çünkü köpek, onu ancak kendi için tutmuştur. Köpeğin, üzerlerine Allah'ın ismi anılmayan bazı yabancı köpeklerle karışmış olduğu (halde sana gelecek olursa, o zaman) on­ların tuttukları ve öldürdükleri avı yeme! Çünkü sen, o avı, köpeklerden han­gisinin öldürdüğünü bilemezsin.

Ava atış yapıp da avı bir yada iki gün sonra (bulduğunda), avın üzerin­deki kendi okunun vurma izinden başka bir yaralama izi bulunmazsa, o avın etini ye! Eğer av vurulduktan sonra suya düşmüşse, o zaman onu da ye­me! [438]

Abdu'1-A'lâ, Âmir'den nakletti ki:

Adiyy, Peygamber (s.a.v)'e:

(Bizden birisi,) ava (okunu) atıp da avın izini iki ve üç gün sonra takip edip, sonra avı ölmüş olarak ve oku da hayvan üzerinde saplamış vaziyette buluyor, (o zaman ne yapmalı?)1 diye sordu. Peygamber (s.a.v), ona:

Dilerse onu yer! [439] buyurdu. [440]

Bu rivayetler, Buhârî'nin naklettiği rivayetlerdir.

Müslim ise birinci, üçüncü ve dördüncü rivayeti nakletmiştir.

Yine Müslim'in konu ile ilgili bir rivayeti şu şekildedir:

Ey Allah'ın resulü! Ben, eğitilmiş köpekleri gönderiyorum, onlar bana (av) yakalıyorlar. Üzerlerin de Allah'ın ismini anıyorum! [441] de­dim. Resulullah (s.a.v):

Allah'ın ismini anarak eğitilmiş köpeğini (avın üzerine) saldığın zaman, (onun etini) ye!' buyurdu. Ben:

Bu köpekler, (tuttukları avı) öldürürlerse, (o zaman ne dedim. Resulullah fs.a.v):

Onlarla birlikte olmayan bir köpek onlara katılmadığı çe, öldürseler de (ye. Çünkü öldürme, avın tezkiyesidir)!1 buyurdu,

Ava, mi'rad ile (ok) atıyorum ve (onu) vuruyorum1 dedim. Re­sulullah (s.a.v):

Mi'rad ile (ava ok) atıp da (hayvanı) delerce, onu ye! Enli tarafıyla isabet ederse, onu yeme!' buyurdu.[442]

yapayım?) Ben:

Yine Müslim'in, konu ile ilgili olarak Şa'bî yolundan naklettiği ri kildedir şu şekildedir:

Adiyy b. Hâtim'i dinledim. -Adiyy, Nehrayn'de bizim gidip geldiğimiz ve dişip kalktığımız bir komşumuzdu.

Adiyy, Peygamber (s.a.v)'e sormuş:

Ben, köpeğimi (ava) salıyorum. Sonra köpeğimin yanında avı ya­kalamış bir köpek buluyorum. (Avı) hangisinin tuttuğunu bilemiyorum'

dedi. Peygamber (s.a.v):

O halde (o avdan) yeme! Çünkü sen, ancak kendi köpeğinin üze­rine (Allah'ın) ismini andın, başka köpek üzerine anmadın' buyurdu.[443]

Yine Müslim'in konu ile ilgili diğer bir rivayetinde, Adiyy b. Hatim şöyle der:

Resulullah (s.a.v), bana:

Köpeğini (ava) saldığın zaman hemen (onun) üzerine Allah'ın adını an. Eğer (gönderdiğin köpek, avı,) senin için tutar da o ava dîri iken yetişirsen, hemen onu kes. Eğer öldürmüş de avdan (bir şey) ye­memiş olduğu halde o ava yetişirsen, onu ye!

(Avın yanında) köpeğin ile birlikte başka bir köpek bulursan ve (avı da) öidürmüşse o zaman (o avı) yeme! Çünkü o avı, hangisinin öl­dürdüğünü bilemezsin.

(Ava) okunu atacak olursan, hemen Allah'ın İsmini an! Eğer (av) senden bir gün kaybolur da, (daha sonra) o av üzerinde senin okunun izinden başka bir şey bulamazsan, dilersen (ondan) ye! Avı, suda bo­ğulmuş (olarak) bulursan yeme!' buyurdu. [444]

Yine Müslim'in konu ile ilgili başka bir rivayetinde, Adiyy b. Hatim şöyle der:

Resulullah (s.a.v)'e, avı(n hükmünü) sordum. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v):

Okunu attığın zaman üzerine Allah'ın ismini an. Avı öldürmüş (olarak) bulursan (onu) ye! Ancak onu suya düşmüş bulursan, (onu ye­me)! Çünkü onu, suyun mu öldürdüğünü, (yoksa) senin okun mu (öldür­düğünü) bilemezsin!' buyurdu.[445]

Ebu Dâvud ise, bu hadisi, birinci ile dördüncü rivayete benzer şekilde nakletm iştir.

Bir de, Müslim'in tek başına naklettiği bir rivayeti nakletm iştir. [446]

Yine Ebu Davud'un konu ile İlgili bir rivayetinde, Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

Allah'ın ismini anarak okunu atıp da ertesi gün bulduğun avını, (bir) su içerisinde bulmuş olmaman ve üzerinde senin okundan başka bir (okun) izi olmaması şartıyla yiyebilirsin.!

Senin (av üzerine göndermiş olduğun eğitilmiş) köpeklerine başka bir köpek karışacak olursa, (onların yakaladığı avı) yeme! Çünkü onu, (senin gönderdiğin) köpeklerden olmayan (bir köpeğin) öldürmüş ol(up olma)dığıni bilemezsin.[447]

Yine Ebu Davud'un konu ile ilgili başka bir rivayetinde, Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

Avladığın (hayvan), bir su içerisine batarak ölmüşse, (onu) yeme! [448]

Yine Ebu Davud'un konu ile ilgili diğer bir rivayetinde, Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

Eğittikten sonra Allah'ın ismini anarak (av üzerine) gönderdiğin bir köpek yada bir şahinin senin için yakaladığı avı yiyebilirsin! (buyur­du). Ben:

(Avı) öldürmüşse de mi?' diye sordum. Peygamber (s.a.v):

Eğer onu öldürmüşse ve ondan bir şey yem em işse, onu ancak senin için yakalamış demektir' buyurdu.[449]

Yine Ebu Davud'un konu ile ilgili başka bir rivayetinde, Adiyy b. Hatim şöyle der:

Ey Allah'ın resulü! Birimiz ava (bir ok) atıyor ve onun izini iki yada üç gün takip ediyor, sonra da onu, üzerinde okuyla birlikte ölü olarak buluyor. (O kimse bu avın etini) yiyebilir mi?' diye sordu. Peygam­ber (s.a.v):

İsterse evet yada isterse yiyebilir' buyurdu. [450]

Tirmizî'de, Müslim'in tek başına naklettiği rivayeti nakletmiştir. [451]

Yine Tirmizî'nin, buna benzer başka bir rivayeti daha var. Yalnız bu ri­vayetin içerisinde mi'rad (ile avlanmanın hükmü) soruldu" ifadesi yer almaktadır. [452]

Yine Tirmizî, Ebu Davud'un tek başına naklettiği bir rivayeti nakletmiştir.[453]

Yine Tirmizî'nin bu konu ile ilgili başka bir rivayeti şu şekildedir:

Ben, Resulullah (s.a.v)'e, eğitilmiş köpeğin avladığı (avın hükmünü) sor­dum. Resulullah (s.a.v):

Eğitilmiş köpeğini (avın üzerine) Allah'ın ismini anarak saldığın zaman, senin için yakaladığı (avı) ye! Eğer (yakaladığı avdan) yerse, o zaman yeme! Çünkü bu durumda o, ancak kendisi için yakalamıştır' buyurdu. Ben:

Ey Allah'ın resulü! Köpeklerimize, bir başka köpek karışırsa, (o zaman ne yapalım)?' diye sordum. Resulullah (s.a.v):

Sen sadece kendi köpeğinin üzerine Allah'ın ismini andın, başka bir köpeğin üzerine {Allah'ın ismini) anmadın' buyurdu. [454]

Yine Tirmizî'nin bu konu ile ilgili diğer bir rivayeti şu şekildedir:

Peygamber (s.a.v)'e, mi'rad (ile avlanan) avi(n hükmünü) sordum. Pey­gamber (s.a.v):

(Ava,) miradın keskin tarafını isabet ettirdiğin zaman onu ye! Mi'radın enli tarafını isabet ettirdiğinde ise, işte bu vekîzedir' buyur­d.[455]

Yine Tirmizî'nin bu konu ile ilgili başka bir rivayeti ise şu şekildedir:

Ey Allah'ın resulü! Ava (ok) atıyorum ve ertesi gün okumu on(un vücudun)da (saplı olarak) buluyorum' dedim. Peygamber (s.a.v):

Onu, senin okunun öldürdüğünü anlar ve (vücudunda) bir yırtıcı hayvan izi görmezsen, (işte o zaman onun etini) yiyebilirsin!' buyurdu.[456]

Yine Tirmizî'nin bu konu ile ilgili diğer bir rivayeti ise şu şekildedir:

Resulullah (s.a.v)'e, şahinin avladığı (avın hükmünü) sordum. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v):

Senin için yakaladığı (avı) ye!' buyurdu.[457]

Nesâî ise üçüncü ile beşinci rivayeti, bir de üçüncü rivayete benzer bir rivayeti nakletmiştir.

Yine Nesâî, Müslim'in tek başına naklettiği bir rivayeti de nakletmiştir.[458]

Yine Nesâî, Müslim'in naklettiği bir rivayeti, Hangisinin öldür­düğü" ifadesiyle bitirmektedir.[459]

Yine Nesâî, Tirmizî'nin tek başına naklettiği bir rivayeti de nakletmiştir.[460]

Yine Nesâî'nin konu ile ilgili başka bir rivayeti şu şekildedir:

Adiyy b. Hatim, Resulullah (s.a.v)'e; avı(n hükmünü) sordu. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v):

Köpeğini (avın üzerine) gönderdiğinde, o köpeğe;, üzerlerine (Al­lah'ın) ismi anılmamış (başka) köpekler de karışı (p avı birlikte öldürür-le)rse, (o avı) yeme! Çünkü o avı, hangisinin öldürdüğünü bilemezsin'

buyurdu. [461]

Yine Nesâî'nin konu ile ilgili diğer bir rivayeti şu şekildedir:

Ben, Resulullah (s.a.v)'e; köpek (ile (avlanmanın hükmün)ü sordum. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v):

Köpeğini, (Allah'ın) ismini anarak (avın üzerine) gönderdiğinde, (onun yakaladığı avı) ye! Eğer köpeğinin yanında başka bir köpeğe rast­larsan (o zaman o avı) yeme! Çünkü sen, sadece kendi köpeğinin üzeri­ne (Allah'ın) ismini anmıştın. Diğeri üzerine (Allah'ın) ismini anmamış­tın' buyurdu.[462]

Yine Nesâî'nin konu ile ilgili başka bir rivayeti şu şekildedir:

Adiyy b. Hatim, Resulullah (s.a.v)'e; avı(n hükmünü) sordu. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v):

Okunu ve köpeğini, (Allah'ın) ismini anarak (avın üzerine) gönder­diğinde, okun (o avı) öldürmüşse, (onu) ye!1 buyurdu. Adiyy b. Hatim:

Ey Allah'ın resulü! (Av) benden (ayrı) bir gece geçirmişse, (o za­man ne yapayım)?' diye sordu. Resulullah (s.a.v):

Okunu bulduğunda üzerinde başka bir şey ile ilgili iz bulamaz-san, (onu) ye! Eğer (bulduğun av,) suya düşmüşse, (onu) yeme!' buyur­du.[463]

Yine Nesâî'nin konu ile ilgili diğer bir rivayeti ise şu şekildedir:

Ben:

Ey Allah'ın resulü! Biz, avcı topluluğuyuz. (Bazen) bizden birisi, ava (ok) atıyor ve o avdan, bir yada iki gece ayrı kalıyor. (Daha sonra o avın) izini arayıp onu, üzerinde (attığı) ok olduğu halde ölü olarak bulu­yor. (O zaman ne yapmalı?)' diye sordum. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v):

Oku, avın üzerinde bulup (herhangi) bir yırtıcı hayvan izine de rastlamazsan, okunun onu öldürdüğü kanaatine varırsan (onu) ye!' bu­yurdu. [464]

Yine Nesâî'nin konu ile ilgili başka bir rivayeti ise şu şekildedir: Ben:

Ey Allah'ın resulü! Ava (ok) atıyorum. Avın izini, geceden sonra arıyorum. (Bu durumda ne yapmalıyım?) diye sordum. Resulullah (s.a.v):

Okunu avın üzerinde bulup yırtıcı hayvan da o avdan bir şey ye­ni cm işse, (o zaman onu) ye!' buyurdu.[465]

258. Ebu Salebe el-Huşenî (r.a)'tan ri "Ben:  rivayet edilmiştir:

Ey Allah'ın nebisi! Biz, Kitap ehli bir kavmin diyarında [466] (bulu­nuyoruz). Biz (Müslümanlar), onlann kaplarını yemek yiyebilir miyiz? Yine ben bir av diyannda (bulunuyorum). Yayımla, okumla, eğitilme­miş köpeğimle ve eğitilmiş köpeğimle av yapabilir miyim? Benim için doğru olan nedir?' diye sordum. Peygamber (s.a.v):

Kitap ehli kimselerin kaplanna dair anlattığına gelince; eğer siz Kitap ehli kimselerin kaplanndan başka yemek kapları bulursanız, on­ların kaplanndan yemeyin! Eğer onlann kaplarından başka yemek kaplan bulamazsanız, Kitap ehli kimselerin kaplarını yıkayıp (sonra da) o kapların içinden yemek yiyin!

xx (Av meselesine gelince;) yayınla, okunla Allah'ın ismini anarak avlarsan, onuye! Allah'ın adını anarak eğitilmiş köpeğinle avladığın avın etini de ye! Eğitilmemiş köpeğinle av yaptığında, avı (henüz daha diri iken) kesmeye yetiştiğin (avı boğazlayıp), ye!' buyurdu. [467]

(Hadisin lafzı, Buhârî'ye aittir.) [468]

Konu üe İlgili bir rivayet ise şu şekildedir:

Resululiah (s.a.v)'e gelip:

Ey Allah'ın resulü! Biz, Kitap ehli bir kavmin diyannda (bulunu­yoruz). Biz (Müslümanlar), onlann kaplarında yemek yiyoniz. Yine ben bir av diyarında (bulunuyorum). Yayımla, eğitilmemiş köpeğimle ve eği­tilmiş köpeğimle av yapıyorum. Bana, bunlardan helal olanlarını haber ver!' dedim. Resululiah (s.a.v):

Kitap ehli kimselerin diyannda (bulunup oniarın kaplanndan ye-mpk yeme meselesi ile ilgili) anlattığına gelince; eğer sîz onların kapla­rından başka yemek kaplan bulursanız, Kitap ehli kimselerin kapların­da yemek yemeyin. Eğer onların kaplarından başka kap bulmazsanız, onların kaplarını yıkayınız, sonra onlann içinde yemek yiyin! [469] Av diyarında olman ile ilgili anlattığına gelince; Yayınla av yap­tığında (oku atarken) Allah'ın İsmini an, sonra (avın etini) ye! Eğitilmiş köpeğinle av yaptığında (köpeği gönderirken) Allah'ın ismini an, sonra da (avın etini) ye! Eğitilmemiş köpeğinle avladığında, (henüz daha diri İken) kesmeye yetiştiğin (avı boğazlayıp), ye!' buyurdu.[470]

Buna benzer bir rivayet daha var. Bu rivayetin içerisinde şu ifade yer al­maktadır:

Eğitilmiş köpeğinle av yaptığında, (köpeği gönderirken) Allah'ın ismini an ve (sonra onun etini) ye! [471]

Bu rivayetler, Buhârî'nin naklettiği rivayetlerdir.

Müslim'de, bu rivayetlerden birini nakletmiş ve rivayetin içerisinde, Kitap ehli bir kavmin diyarında (bulunuyoruz)" ifadesi ile Eğitilmiş yada eğitilmemiş köpeğimle" ifa­desi yer almaktadır. [472]

Ebu Davud'un konu ile ilgili rivayeti ise şu şekildedir:

Resulullah (s.a.v), köpeğin avladığı av hakkında:

Köpeğini (avın üzerine) Allah'ın ismini anarak gönderdiğinde, (onun yakaladığı avı) yiyebilirsin! İsterse o avın bir tarafını yemiş ol­sun! Kendi ellerinle avladığın avı da ye!1 buyurdu. [473]

Yine Ebu Davud'un konu ile ilgili başka bir ri  rivayeti şu şekildedir: Ben:

Ey Allah'ın resulü! Eğitilmiş olan köpeğimle ve eğitilmemiş olan köpeğimle avlanıyorum. (Bunların birlikte yakaladıkları avın etini yi­yebilir miyim?) dedim. Resulullah (s.a.v):

Eğitilmiş köpeğinle avladığın av (üzerine köpeği gönderirken) Allah'ın ismini an ve (sonra o avı) ye! Eğitilmemiş olan köpeğinle av­ladığın ve (henüz diri iken) kesmeye yetişdiğin (avı boğazlayıp) ye bu­yurdu.[474]

Yine Ebu Davud'un konu üe iîgili diğer bir rivayeti şu şekildedir:

Resulullah (s.a.v), bana:

Ey Ebu Salebe! Kendi yayınla ve köpeğinle avladığın avı yiyebi­lirsin' buyurdu.

Bir rivayette şu ilave yer almaktadır:

Eğitilmiş (olan köpeğinle) ve(ya) kendi elinle avladığın avı (diri ola­rak ele geçirmişsen onu) keserek (yiyebilirsin) ve (eğer ölü olarak ele geçir-mişsen) kesmeden yiyebilirsin. [475]

Yine Ebu Davud'un konu ile ilgili başka bir rivayeti ise şu şekildedir:

Ebu Sa'lebe:

Ey Allah'ın resulü! Benim eğitilmiş bir köpeğim var. Bunun av­ladığı av ahkkında bana fetva ver (ir misin)?' dedi. Resulullah (s.a.v):

Eğer senin eğitilmiş köpeklerin varsa, onların senin için yakala­dıkları avı yiyebili irsin' buyurdu. Ebu Sa'Iebe:

(Bu avı diri olarak ele geçirince) keserek yada (ölü olarak ele geçirin­ce) kesilmeden yiyebilir miyim' dedi. Resulullah (s.a.v):

Evet1 buyurdu. Ebu Sa'Iebe:

Köpek avın bir tarafını yese bile (onun etini yiyebilir miyim)?' diye sordu. Resulullah (s.a.v):

Evet, o avın bir tarım yemiş olsa da (yiyebilirsin)' buyurdu. Ebu Sa'lebe:

Ey Allah'ın resulü! Bana (kendisiyle avcılık yaptığım) yayım hak­kında fetva verfir misin)?' buyurdu. Resulullah (s.a.v):

Yayınla valadığın avı yiyebilirsin' buyurdu, Ebu Sa'lebe:

(Eğer elime diri olarak ele geçerse) 'kesilmiş olarak' yada (ölü olarak ele geçerse) 'kesilmeden' (yiyebilir miyim)?'dedi. Resulullah (s.a.v):

Evet' buyurdu. Ebu Sa'lebe:

Ey Allah'ın resulü! (Bu av) gözümden (bir süre) kaybolmuşla da

(yiyebilir miyim)?' diye sordu. Resulullah (s.a.v):

Evet,   (hayvanın)  bozulup kokuşmaması ve üzerinde okundan başka bir ok izi bulunmamış olması şartıyla sen (in gözün iden (bir süre) kaybolmuş da olsa (yine onun etini yiyebilirsin)' buyurdu. Ebu Sa'lebe:

Ey Allah'ın resulüf Bir de, 'bana kendilerine kaçınılmaz şekilde muhtaç olduğumuz Mecusilerin [476] (kullandıkları) kaplar bakında fetva versen' dedi. Resulullah (s.a.v):

Onları (n kullandıkları kapları kullanmak istediğinizde, ilk önce o) kap­ları yıkar ve (sonra da) içlerinde yemek yersin' buyurdu. [477]

Tirmizî'nin konu ile ilgili rivayeti ise şu şekildedir:

Ben:

Ey Allah'ın resulü! Biz, avcılık yapan kimseleriz. (Ava köpek gön­derdiğimizde ne yapalım)?' dedim. Resulullah (s.a.v):

Allah'ın ismini anarak köpeğini  (avın üzerine) gönderdiğinde,

(köpeğin o avı) senin için yakaladığında (o avı) ye!' buyurdu. Ebu Sa'lebe:

Öldürse de mi (yiyelim)?1 dedim. Resulullah (s.a.v):

Öldürse de (onu yiyebilirsin)!1 buyurdu. Ebu Sa'lebe:

Biz, (ava ok) atan kimseleriz' dedim. Resulullah (s.a.v):

Kendi yayınla avladığın avı yiyebilirsin!' buyurdu. Ebu Sa'lebe:

Biz, yolculuk yapan kimseleriz. (Bazen) Yahudi, Hıristiyan ve Mecusilere uğrayıp onların kaplarından başka kap bulamıyoruz' dedim. Resulullah (s.a.v):

Başka kap bulamadığınız zaman, o kapları suyla yıkayın, sonra da o kaplarda yiyin ve için' buyurdu.[478]

Nesâî'nin konu ile ilgili rivayeti ise şu şekildedir: Ben:

Ey Allah'ın resulü! Biz, Kitap ehli bir kavmin diyarında (bulunu­yoruz). Yayımla avlanıyorum. Eğitilmiş olan köpeğimle ve eğitilmemiş olan köpeğimle avlanıyorum salıyorum. (Bunların birlikte yakaladıkları avın etini yiyebilir miyim?)1 dedim. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v):

Yayınla (ava) isabet ettirirsen, Allah'ın ismini an ve (o ondan) ye! Eğitilmiş köpeğinle avladığın av (üzerine köpeği gönderirken) Allah'ın ismini an ve (sonra o avı) ye! Eğitilmemiş olan köpeğinle avladığın ve (henüz diri iken) kesmeye yetindiğin (avı boğazlayıp) ye!' buyurdu. [479]

 

3. Tavşan Eti Yemenin Mubah Olmasi

 

259. Enes b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:

(Bir gün yolda yürürken) Merru'z-Zehrân (denilen yer)de [480] bir tav­şan kaldırdık. (Yanımızdaki) topluluk, (tavşanı yakalamak için üzerine) koştular. Ben, tavşana yetiştim ve onu yakalayıp Ebu Ta Ih a ya getir­dim. O da, tavşanı, merve [481] ile kesti. Buduyla iki uyluğunu, Peygam­ber (s.a.v)'e gönderdi. Peygamber (s.a.v)'de, onu yedi. [482] En es b. Mâlik'e: Peygamber (s.a.v), onu yedi mi?' diye soruldu. Enes'te: Onu kabul etti1 diye cevap verdi.[483]

Tirmizî'nin rivayetinde, Budunu yada iki uyluğunu.. ifadesi yer almaktadır. [484]

Ebu Davud'un konu ile ilgili rivayeti ise şu şekildedir:

"Ben, ergenlik çağına yaklaşmış becerikli bir çocuktum. (Bir gün) bir tav­şan avlayıp onu kızarttım. Ebu Talha, (bu tavşanın) arka tarafını benimle Peygamber (s.a.v)'e gönderdi. Ben onu Peygamber (s.a.v)'e getirdim. Pey­gamber (s.a.v)'de, onu kabul etti.[485]

 

4. At Eti Yemenin Hükmü

 

260. Câbir b. Abdullah (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir:

"Peygamber (s.a.v) (bize) evcil eşek eti yemeyi yasakladı. (Fakat) at (eti yemeye) izin verdi.[486] (Birinci rivayet)

Konu ile ilgili bir rivayet şu şekildedir:

Biz, Hayber (savaşı) zamanı, at ve yaban eşeklerini yedik.[487] Fakat Peygamber (s.a.v), bizi, evcil eşek (etini yemek)ten yasakladı.[488] (İkinci rivayet)

Bu hadisfin hu şekildeki metnin)i; Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir. Nesâî'de, ikinci rivayeti nakletmiştir. Tirmizî'nin konu ile ilgili rivayeti ise şu şekildedir:

Resulullah (s.a.v), Hayber (savaşı) günü; evcil eşek, katır, [489] yırtıcı hay­vanlardan azı (kesici) dişi taşıyan her hayvanın ve kuşlardan her yırtıcı pen­çelinin etlerini (bize) haram kıldı.[490]

Ebu Davud'un konu ile ilgili rivayeti ise şu şekildedir:

Biz, Hayber (savaşı) günü (bazı) atları, katırları ve (evcil) eşekleri kes­miştik. Resulullah {s.a.v), bize, katırlarla eşekleri(n etlerini yemeyi) yasakladı. (Fakat) atları(n etini yemeyi) yasaklamadı.[491]

Yine Ebu Davud'un başka bir rivayeti ile Nesâî'nin bir rivayeti şu şekil­rdedir:

Resulullah (s.a.v), Hayber (savaşı) günü, (bize) evcil eşek etlerini (ye-meyi9 yasakladı. (Fakat) At (eti yemeye) izin verdi. [492]

Nesâî'nin konu ile ilgili başka bir rivayeti ise şu şekildedir:

Biz, at etleri yerdik. (Hadisin ravisi Atâ' der ki: Câbir'e:)

Katır (eti de yediniz mi?)1 diye sordum. Câbir:

Hayır' diye cevap verdi.[493]

 

5. Av Yada Tarla İçin Köpek Beslemek

 

261. Ebu Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

"Bir kimse, (kapısında) köpek tutarsa, amelinden her gün bir kırat eksilir. Yalnız tarla veya koyun köpeği (beslemek) müstesna! [494]

Bu hadisfin bu şekildeki metnin)i, Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir.[495]

Yine Müslim'in konu ile ilgili başka bir rivayetinde, Hz. Peygamber {s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

Bir kimse; av, koyun yada arazi köpeğinden başka bir köpek edinir­se,[496] gerçekten o kimsenin sevabından her gün iki kırat [497] eksilir.[498] Yine Müslim'in konu ile ilgili başka bir rivayeti ise şu şekildedir:

Koyun, av yada tarla köpeği müstesna, bir kimse köpek edinirse, seva­bından her gün bir kırat eksilir."

Zührî der ki: Abdullah ibn Ömer'e, Ebu Hureyre'nin bu sözü haber veril­di. Bunun üzerine Abdullah ibn Ömer:

Allah, Ebu Hureyre'ye rahmet eylesin! Çünk Ebu Hureyre tarla sahibi' dedi.[499]

Yine Müslim'in konu ile iİgili diğer bir rivayeti ise şu şekildedir:

"Bir kimse, av ve koyun köpeğinden başka bir köpek edinirse, amelin­den her gün bir kırat eksilir.[500]

Ebu Dâvud, bu hadisi, Müslim'in bir rivayetine uygun bir biçimde nak-letmiştir.[501]

Tirmizî ile Nesâîde, bu hadisi, bu şekilde nakletmişlerdir. [502]

Yine Nesâî, birinci rivayeti, Müslim'in rivayetine uygun bir biçimde nak­letm iştir. [503]

 

6. Deniz Avı

 

262. Câbir b. Abdullah (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir: "Resulullah (s.a.v), bizi, (bir sefere) gönderdi. Biz üçyüz (kişilik) bir süvari birliği idik. Komutanımız, Ebu Ubeyde ibnü'l-Cerrâh idi. Ktıreyş'in bir kervanını gözetliyorduk. Bu sebeple sahilde yarım ay (15 gün kadar) kaldık. (Bu sırada) bize şiddetli hir açlık isabet etti. Nihayet biz, 'Habat' denilen (dikenli bir ağacın yapraklarını ve yemişlerini) yedik. İşte bundan dolayı, (bu sefer,) Ceyşul- Habat [504] diye adlandırıldı.

(Bu sırada) deniz, bize, 'Anber [505] denilen (büyük) bir hayvan at­tı. [506] Yanm ay (15 gün kadar) ondan yedik ve yağıyla da yağlandık. Nihayet vücutlarımız kendine geldi.

(Câbir sözüne devamla) der ki: Ebu Ubeyde, onun kaburga kemik­lerinden birini alıp dikti. Sonra ordudan en uzun bir adama ve en uzun bir deveye baktı. (Ordunun içinden bulduğu) en uzun adamı, o deveye bindirdi. Bu adam, (o deveyle balığın kaburga kemiğinin) altından geçti. Balığın gözünün içine bir kaç kişi oturdu. Gözünün içinden küpler do­lusu yağ çıkardık.

Yanımızda bir dağarcık kuru hurma vardı. Ebu Ubeyde, (bundan) her birimize birer tane veriyordu. Sonra birer tane vermeye başladı. Hurma bitince, doğrusu onun yoklıığunufn acısını) da tattık. [507]

(Hadisin lafzı, Müstim'e aittir.) [508]

Yine konu ile ilgili bir rivayet şu şekildedir:

Resulullah (s.a.v), bizi, (üç yüz kişilik bir süvari birliği olarak bir sefere) gönderdi. Bize, Ebu Ubeyde'yi komutan tayin etti. Kureyş'İn bir kervanıyla !    karşilacaktik. Bize, azık olarak bir dağarcık kuru hurma verdi. (Bundan) baş­kasını bulamadı. Ebu Ubeyde, bize, birer tane hurma veriyordu. (Hadisin ravisi Ebu'z-Zübeyr) der ki: (Câbir'e:)

Bu (bir tek hurma) ile ne yapıyordunuz?' diye sordum. O da:

Onu, çocuğun emdiği gibi emiyor, üzerine su içiyorduk. Bu, bi­ze, o gün geceye kadar yetiyordu. Bir de, sopa(ları)mızla 'Habat' (deni­len dikenli bir ağacın yapraklarını ve yemişlerini) düşürüyor, sonra da onu suyla ıslatıp yiyorduk1 dedi.

(Câbir devamla) der ki: Derken deniz sahiline vardık. Denizin kıyısında, bize, yüksek kum tepesi şeklinde bir şey yükseldi. Ona (doğru) yaklaştık. Bir de ne görelim, 'Anber' denilen büyük bir hayvan!..

Ebu Ubeyde (ilk önce):

(Bu,) bir leştir' dedi. Sonra da:

Hayır, bilakis biz, Resulullah (s.a.v) in elçileriyiz ve Allah yolun­dayız. Zor durumdasııfız. Dolayısıyla (ondan) yiyin dedi.

(Câbir devamla) der ki: Onun yanında bir ay kaldık. Üç yüz kişi idik. Hatta semizle(n)dik. Doğrusu onun gözünün içinden küplerle yağ aldığımızı görmüşümdür. Ondan öküz gibi ya da öküz kadar parçalr kesiyorduk.

Ebu Ubeyde, bizden onüç kişi alıp bu hayvanının gözünün içine oturttu. (Daha sonra da) onun kaburgalarından birini alıp dikti. Sonra yanımızdaki en büyük deveyi semerleyip deve onun altından geçti. Onun etinden et haşla­maları yaptık. Medine'ye geldiğimiz zaman, Resulullah (s.a.v)'e gidip bunu ona anlattık. Bunu üzerine Resuiullah (s.a.v):

O, Allah'ın sizin için (denizden) çıkardığı bir rızıktır. Yanınızda onun etinden bir şey var mı?' diye sordu.

Bunun üzerine Resulullah (s.a.v)'e ondan bir parça gönderdik, o da (onu) yedi. [509]

Yine konu ile ilgili bir rivayette şu ifade yer almaktadır:

Süfyân der ki: "Amr (b. Dînâr), Câbir'in 'Ceyşu'l-Habat' hakkında şöyle dediğini işitmiştir:

Gerçekten bir adam, üç tane deve boğazladı, sonra üç tane daha, sonra tane daha... Sonra Ebu Lbeyde, o adama, (deve boğazlamayı) ya­sakladı.[510]

Yine konu ile ilgili bir rivayette Câbir şöyle der:

Peygamber (s.a.v), bizi, (bir sefere) gönderdi. Biz, üçyüz kişi idik. Azık-Ianmızı boyunlarımızda taşıyorduk.[511]

Yine konu ile ilgili başka bir rivayet şu şekildedir:

Resulullah (s.a.v), üç yüz kişilik bir seriyeyi (bir sefere) gönderdi. Onla­rın üzerine de, Ebu Ubeyde ibnü'l-Cerrâh'ı komutan tayin etti. Derken azıkları bitti. Ebu Ubeyde, (kalan) azıkları bir kaba topladı. Bunun üzerine bize yiye ceğimizi veriyordu. Öyle ki her birimize günde bir hurma düşü-yordu. [512]

Yine konu ile ilgili diğer bir rivayette Câbir şöyle der:

Resulullah (s.a.v), içlerinde benim de olduğum (üç yüz kişilik) bir seriyeyi bir deniz sahiline gönderdi...." (deyip) hadisi nakletti. Bu hadisin içerisinde, "Ordu, o (balık)tan onsekiz gece yedi" ifadesi de yer almakta­dır.[513]

Yine konu ile ilgili başka bir rivayette ise şu ifade yer almaktadır:

Resulullah (s.a.v), Cüheyne t uğrağına askeri bir birlik gönderdi. Onların üzerine de, bir kimseyi komutan tayin etti. (deyip bu) hadisi (daha önce geçen hadise) benzer bir şekilde nakletmiştir.[514]

Bu rivayetler, Müslim'in naklettiği rivayetlerdir. Buhârî'nin konu ile ilgili rivayeti ise şu şekildedir:

Peygamber (s.a.v), bizi, (askeri bir birlik mahiyetinde) üçyüz süvari ola­rak (bir sefere) gönderdi. Komutanımız, Ebu Ubeyde idi. Kureyş'in bir kerva­nını gözetliyorduk. (Bu sırada) bize şiddetli bir açlık isabet etti. Nihayet biz, 'Habat' denilen (dikenli bir ağacın yapraklarını ve yemişlerini) yedik. İşte bundan dolayı, (bu sefer,) 'Ceyşul- Habat' diye adlandırıldı.

(Bu sırada) deniz, sahile, Anber denilen büyük bir balık attı. Biz, yarım ay (15 gün kadar) [515] bu balığın (etinden yiyip) yağıyla yağlandık. Nihayet vücutlarımız kendine geldi.

(Câbir sözüne devamla) der ki: Ebu Ubeyde, bu balığın kaburga kemik­lerinden birini alıp dikti. Onun altından bir süvari geçti.

Biz de bir adam vardı. Açlık şiddetli olduğu zaman üç (tane) deve kes­mişti. (Bunları yedikten) sonra (tekrar acıktıklarında) üç deve (daha) kesmişti. Sonra Ebu Ubeyde, (Ömer'in isteğiyle) ona (develeri kesmeyi) yasakladı. [516] Yine Buhârî'nin konu ile ilgili başka bir rivayeti şu şekildedir:

Resulullah (s.a.v), deniz sahili tarafına askeri bir birlik gönderdi. Onların üzerine de, Ebu Ubeyde ibnu'l-Cerrâh'ı komutan tayin etti. Bu birlik, üç yüz kişi idi. Ben de bunların içerisinde idim. Biz yola çıktık. Sonunda yolun bir kısmında   bulunduğumuz   sırada   azığımız   tükendi.   Bunun   üzerine   Ebu Ubeyde, bu askeri birliğin mücahidlerine yanlarında bulunan azıkları getirme­lerini emretti. Getirilen azıkları, bir yere topladı. Toplanan erzak, iki dağarcık hurmadan ibaretti. Ebu Ubeyde, bu hunna(iardan) azar azar vererek bizi ge­çindiriyordu. Nihayet bu da tükendi. Artık bizlerin payına her gün ancak birer hurma düşüyordu.

(Câbir bu olayı anlatırken, Câbir'in ravisi Vehb ibn Keysân, Câbir'e:)

Günde bir hurma (size) yetmez' dedim. Câbir:

(Sen ne diyorsun?) Bu bir hurma da tükenince, doğrusu onun yok­luğunu (n acısını) da tattık' defyip olayı anlatmaya şöyle devam et)ti:

Sonra deniz sahiline ulaştık. Bir de gördük ki, deniz sahilinde küçük dağ gibi bir balık bulunuyor. İşte bu askeri birlik, 18 gece bu balığın etinden yedi. Sonra Ebu Ubeyde, bu balığın kaburgalarından ikisinin dikilmesini emretti. Bunun üzerine (iki kaburga kemiği) hazırlandı. Sonra (hayvanına) binmiş birsüvari, bu iki kemiğin altından geçti. Fakat o iki kemiğe değmedi.

Yine Buhârî'nin, Müslim'in konuyla ilgili rivayetine uygun bir rivayeti daha olup bu rivayeti ise balığın (kamurga kemiğinin) altından (bir adam) geçti" ifadesine kadar rivayet etti.[517] (Bu hadisin devamında) Câbir der ki: (Beraberimizdeki) topluluktan bir adam, üç deve kesti. Sonra yine üç deve (daha) kesti. Sonra üç deve (daha) kesti. Daha sonra Ebu Ubeyde, o kimseye, (deveye kesmeyi) yasakladı. [518]

(Hadisin ravisi) Amr (b. Dînâr) şöyle der:

Bize, Ebu Salih haber verdi ki, Kays ibn Sa'd, babası Sa'd ibn Ubâde'ye (Medine'ye döndüklerinde) şöyle demiştir:

Ben de, o askerlerin içerisinde idim. Acıktılar. 'Kes' dedi, 'Kestim' dedi. Sonra yine acıktılar. Yine 'kes' dedi. Yine 'kestim' dedi. Sonra yine acıktılar. Yine 'kes' dedi. Ben de 'kestim' dedi. Sonra (yine) acıktılar. 'Kes' dedi. Ben, "kesmekten nehyolundum' dedi.[519]

Yine Buhârî'nin, birinci rivayete benzer bir rivayeti daha var. Bu rivayet ise şu şekildedir:

(İbn Cüreyc der ki:) Bana, Ebu'z-Zübeyr haber verdi. Kendisi, Câbir'i şöyle derken işitmiştir:

Ebu Ubeyde, (bize):

(Bu deniz hayvanını yedik. Daha sonra) Medine'ye dönüp geldiği­mizde bu olayı Peygamber (s.a.v)'e arz ettik. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v):

(Ey mücahidler!) Yiyin! Allah, onu, denizden size bir rızık olması için çıkarmıştır. Eğer beraberinizde varsa, bize de yedirin buyurdu.

Askerlerden bazıları, (o balık etinin pastırmasından bir parça) Pey­gamber (s.a.v)'e getirdi. Peygamber (s.a.v)'de, onu yedi.[520]

Ebu Dâvud, bu hadisi, Müslim'in bir rivayetine benzer bir şekilde nak­letmiş olup bu rivayeti şu şekilde bitirmektedir:

Üç yüz kişi idik. Hatta -balıktan yiye yiye semizleşmiştik. Resulullah (s.a.v)'e dönünce, bu olayı ona anlattık. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v):

O, Allah'ın sizin çıkardığı bir rızıktır. Yanınızda onun etinden biraz varsa ondan bize de yed irsen i 2?' buyurdu.

Bunun üzerine (balıktan artanın bir kısmını, Peygamber'e) gönderdik. O da, (onu) yedi.[521]

Ebu Davud'un bu rivayetinin içerisinde şu ilave yer almaktadır:

(Bu,) bir leştir. Bize helal değildir. [522]

Tirmizî'nin konu ile ilgili rivayeti ise şu şekildedir:

Resulullah (s.a.v), bizi, (askeri bir birlik olarak bir sefere) gönderdi. Biz, üç yüz kişi idik. Azığımızı, boyunlarımızda taşıyorduk. Derken azığımız tüken­di. Nihayet bizden birisi için, her gün, bir hurma düşer oldu. Ona: (Câbir bu olayı anlatırken, Câbir'in ravisi Vehb ibn Keysân tarafından, Câbir'e:)

Ey Abdullah! Bir hurma, bir adamın neresine yeter?' denildi. O da:

Bir hurmayı da bulamaz olduğumuz zaman, onun yokluğunu his­settik. Sonra denize vardık. Denizin, sahile attığı büyük bir balıkla karşılaştık. 18 gün o balıktan istediğimiz kadar yedik' dedi.[523]

Nesâî'de, bu hadisi, Tirmizî'nin rivayetine uygun bir biçimde nakledip bu rivayeti,gün" ifadesiyle bitirmiştir.[524]

Yine Nesâî, bu hadisi, Müslim'in bir rivayetine uygun bir şekilde nakle­dip bu rivayeti şu şekilde tamamlamıştır:

O balığın (kamurga kemiğinin) altından (bir adam) geçti... Sonra

acıktılar. "(Beraberimizdeki topluluktan) bir adam, üç deve kesti. Sonra (yi­ne) acıktılar. Bir adam üç deve (daha) kesti. Sonra (yine) acıktılar. Bir adam üç deve (daha) kesti. Daha sonra Ebu Ubeyde, o kimseye, (deveye kesmeyi) yasakladı.

Süfyân der ki: Ebu'z-Zübeyr, Câbir'in şöyle dediğini nakletti: "(Medine'ye geldiğimizde) Resulullah (s.a.v)'e, (bu balığın hükmünü) sorduk, O: Yanınızda ondan bir şey kaldı mı?' (buyurdu).

Balığın gözlerinden küpler dolusu yağ çıkardık. Gözünün çukuruna dört  kişi oturmuştu.

(Sefere çıkarken,) Ebu Ubeyde'nin yanında bir dağarcık hurma vardı. Bize, (günde,) bir(er) avuç dağıtıyordu. Daha sonra bir(er) hurmaya düştü. Onu da bulamayınca, onun yokluğunufn acısını) da tattık. [525] Yfne Nesâî'nin konu ile ilgili bir rivayeti şu şekildedir:

Peygamber (s.a.v), bizi, (bir yere) Ebu Ubeydef'nin komutası altında) bir seriyye (,askeri birlik) gönderdi. (Yolda giderken) azığımız bitti. (Denizin kenarına vardığımızda, sahilde) denizin dışarı attığı büyük bir balık gördük. Bu balıktan yemek istedik. Ebu Ubeyde, bize, (bu balık etinden yemeyi) ya­sakladı. Daha sonra EbuUbeyde:

Biz, Resulullah (s.a.v)'in elçileriyiz. Allah yolundayız. (Ondan) yiyin' dedi.

Bunun üzerine günlerce o balık etinden yedik. Resulullah (s.a.v)'in yanıla döndüğümüzde, ona (bu balık İle ilgili olayı) anlattık. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v):

Ondan yanınızda bir şey kaldıysa, onu, bize de gönderin' buyurdu.[526]

Yine Nesâî'nin konu ile ilgili başka bir rivayeti şu şekildedir:

Resulullah (s.a.v), bizi, (bir yere,) Ebu Ubeydefnin komutası altında) gönderdi. Biz, üçyüz on küsur kişi idik. (Resulullah) bize, (kumanya olarak) bir dağarcık hurma verdi. Ebu Ubeyde, bize (bu kumanyadan) günde birer avuç hurma veriyordu. Azahnca, birer hurma vermeye başladı. Öyle ki o hurmayı, çocukların emdiği gibi emiyor ve üzerine su içiyor olduk. Tüketince, onu da arar olduk. O kadar aç kaldık ki, yaylarımızla (Habat denilen ağacın yapraklarına) vurup onu (yere) döküyor, (onları yiyor ve) üzerine su içiyor­duk. Öyle ki 'Ceyşu'l-Habat' diye adlandırıldık.

Daha sonra sahile ulaştık. Bir de baktık ki, kum yığını gibi, 'Anber' deni­len (balık türü büyük bir) hayvan. Ebu Ubeyde:

(Bu,) bir leştir. Onu yemeyin' dedi. Daha sonra da:

(Biz,) Resulullah (s.a.v)'in askerleriyiz. Allah yolundayız. Zor du­rumdayız. Allah'ın adıyla onu yiyin'2700 dedi.

Ondan yedik ve ondan kavurma yaptık. Gözünün çukuruna, 13 kişi oturdu.

(Câbir devamla) der ki: Ebu Ubeyde, balığın kaburga kemiğinden birini (yere) koydu, en uzun boylu deveye birisini bindirip o adamı {o kaburga ke­miğinin) altından geçirdi.

Resulullah (s.a.v)'in yanma dönünce, (bize):

Neden geciktiniz? [527] diye sordu. Biz de:

Kureyş'in kervanlarını takip ediyorduk' deyip ona (bu büyük balık türü olan) hayvanın olayını anlattık. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v):

O, yüce Allah'ın (size) verdiği bir nzıktır. Yanınızda ondan (geri­ye kalan) bir şey var mı?' diye sordu. Biz de:

Evet' dedik. [528]

 

7. Hayvanı Boğazlama Aleti

 

263. Râfi' b. Hadîc (r.a)'tan rivayet edilmiştir:

"Biz, (Huneyn savaşı dönüşünde) Tihâme'de olan Zu'1-Huleyfe'de, [529] Peygamber (s.a.v) ile birlikte idik. Topluluğa (orduya) açlık isabet etti. Sahabiler, (Huneyn'den bir çok) deve ve koyun ele geçirmişlerdi.

Peygamber (s.a.v), ordunun arkalarında kalmıştı. Sahabiler acele edip (ganimet develeri ile koyunlarından bazılarını) boğazlamışlar ve ka­zanlara yerleştirmişlerdi. (Peygamber gelip onların bu halini görünce, on­lara) kazanların (dökülmesini) emretti. Bunun üzerine kazanlar(ın içinde­kiler) döküldü.

Daha sonra Peygamber (s.a.v), (ganimet malını, sahabiler arasında) paylaştırdı. (O günün rayiç bedeline göre;) on koyunu, bir deveye denk saydı. (Bu sırada} develerden birisi kaçmıştı. [530] Sahabiler, onu aradı­lar. (Fakat bu deve,) onları aciz bıraktı. Ordu içerisinde, çok az sayıda at vardı.

(Bu sırada sahabilerden) birisi, okuyla (bu devenin) peşine düş(üp ona bir ok fırlattı ve onu vur)du. Bunun üzerine Allah, (hedefine isabet eden bu ok sebebiyle) o devenin canını aldı. Daha sonra Peygamber (s.a.v):

Vahşi hayvanların kaçıştan gibi, evcil hayvanların da kaçışları vardır. Onlardan biri size galebe ederse, siz de ona böyle muamele edin [531] buyurdu.

(Râfi'nin torunu Abâye) der ki: (Dedem Râf):

Ey Allah'ın resulü! (Kiliçlanmızı hayvan kesmekte körletmeyelim. Çünkü) biz, yarın düşmanla karşılaşma durumumuz var. Yanımızda bı­çak da yok. O halde kamışla hayvan boğazlayabilir miyiz?' diye sordum. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v):

(Hayvanı,) kan akıtan şeylerle boğazlamah [532] ve üzerine Allah'ın adı anılmak. (Boğazlama aleti,) tırnak yada diş olmamak [533] (kaydıyla kesilen hayvanın etini) yiyin. (Şimdi) size bunu(n sebebini) açıklayayım:

Dişe gelince, o, bir kemik (olup bir şey kesmez). Tırnağa gelince, o da, Habeşlilerin bıçakları (=kesme aletleredir' buyurdu. [534]

Bu hadisfin bu şekildeki metnin)i; Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir.2708

Tirmizi ise, bu hadisi, üç şekilde nakletmiştir: Kaçan deve ile Peygamber (s.a.v)'in bununla ilgili sözünü bir yerde, [535] bıçaklar ile Peygamber (s.a.v)'in bununla ilgili sözünü diğer bir yerde2710 ve (sahabilerin açlıktan dolayı bazı) develer ile koyunları boğazlayıp pişirmek için kazanlara koymalannı İse başka bir yerde (nakletmiştir).

Ebu Davud'un konu ile ilgili rivayeti ise şu şekildedir:

(Bir gün) Resulullah (s.a.u)'in yanına varıp (ona):

Ey Allah'ın resulü! Yarın düşmanla karşılaşacağız. Yanımızda bı­çak da yok. (Bir hayvan kesmek gerekirse, onu) keskin taşla yada (uzunla­masına ikiye bölünmüş bir) değneğin (keskin) tarafıyla boğazlayabilir mi­yim?' dedim. Resulullah (s.a.v):

(Hayvanı,) kan akıtan şeylerle boğazlarken ve üzerine Allah'ın adı anılırken (elini) çabuk tut yada acele. (Boğazlama aleti,) tırnak yada diş olmamak (kaydıyla kesilen hayvanın etini) yiyîn. (Şimdi) size bunun sebebini) açıklayayım:

Dişe gelince, o, bir kemik (olup bir şey kesmez). Tırnağa gelince, o da, Habeşlilerin bıçakları (kesme aletleredir1 buyurdu.

Halktan (bir öncü birlik, Resulullah'ın önünden geçip) süratle gittiler ve (ileride) ganimetler ele geçirdiler. Resulullah (s.a.v), halkın (ordunun) arka­sında bulunuyordu. (Derken öncü askerler, acele edip ganimet develerinden veya koyunlardan bazılarını boğazlamışlar ve etleri içine koydukları) kazanları yerleştirmişlerdi. Resulullah (s.a.v), kazanların yanma varıp onların (dökülme­sini) emretti. Bunun üzerine kazanlar(ın içindekiler) döküldü. [536]

Resulullah (s.a.v), (ganimet mallarını) sahabilerin arasında bölüştürdü. (O günün rayiç bedeline göre;) on koyunu, bir deveye denk saydı. [537] (Bu sırada) ordunun develerinden birisi kaçmıştı. Yanlarında (onu takibe yaraya­cak cinsten yeterli sayıda) at da yoktu..

(Bu sırada sahabilerden) birisi, kaçan deveye bir ok at(ıp onu vur)du. Bunun üzerine Allah, (hedefine isabet eden bu ok sebebiyle) o devenin ca­nını aldı. Daha sonra Peygamber (s.a.v):

Vahşi hayvanların kaçışları gibi, evcil hayvanların da kaçışları vardır. Onlardan biri size bu şekilde davranacak olursa, siz de ona böyle muamele edin1 buyurdu. [538]

Nesâî ise, bu hadisi; başından itibaren, muamele edin" ifadesine kadar rivayet etmiştir. [539]

Yine Nesâî, bu hadisin son kısmını şu şekilde nakletmiştir:

Siz de ona böyle Resulullah (s.a.v):

(Hayvanı,) kan akıtan şeylerle boğazlamak ve üzerine Allah'ın adı amlmalıdır. (Boğazlama aleti,) tırnak yada diş olmamak (kaydıyla ke­silen hayvanın etini) yiyin' buyurdu. [540]

Yine Nesâî, bu hadisin bir kısmını şu şekilde nakletmiştir:

Ben (-Râfi'b. Hadic):

Ey Allah'ın resulü! Yarın düşmanla karşılaşabiliriz. Yanımızda bıçak da yok. (Hayvanlarımızı neyle keselim?) diye sordum. Bunun üze­rine Resulullah {s.a.v}:

(Hayvanı,) kan akıtan şeylerle boğazlamalı ve üzerine Allah'ın adı anılmah. (Boğazlama aleti,) tırnak yada diş olmamak (kaydıyla kesi­len hayvanın etini) yiyin. (Şimdi) size bunufn sebebini) açıklayayım:

Dişe gelince, o, bir kemik (olup bir şey kesmez). Tırnağa gelince, o da, Habeşliİerin bıçakları (kesme aletleredir buyurdu. [541]

 

YİRMİDOKUZUNCU BÖLÜM

 

ETİME (YİYECEKLER) BÖLÜMÜ [542]

 

1. Yemek Yerken Ikı Hurmayı Birden Yemenin Yasak Olması

 

264. Abdullah ibn Ömer (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir:

Peygamber (s.a.v), (toplu halde yemek yerken sofrada bulunan ye­mek) arkadaşlarının izin vermeleri müstesna iki hurmayı birleştirerek yeme)yi yasakladı.[543]

(Hadisin lafzı, Müslim'e aittir.) [544]

Şu'be der ki: Buradaki izin isteme ile ilgili (kısım), Abdullah ibn Ömer'in sözündendir. [545]

Ebu Davud'un konu ile ilgili rivayeti ise şu şekildedir:

"Resulullah (s.a.v), (toplu halde yemek yerken sofrada bulunan yemek) arkadaşlarının izin vermeleri müstesna (iki hurmayı) birleştirerek yeme)yi [546] yasakladı. [547]

 

2. Altın Ve Gümüş Kap Kullanmanın Haram Olması

 

265. Abdurrahman b. Ebi Leylâ (rh)'dcn rivayet edilmiştir: "Onlar, Medâİn'de, [548] Huzeyfe'nin yanında bulunmuşlar. Huzeyfe su istemişti. Bir Mecûsî, gümüş bir kapta su getirmişti. Huzeyfe, kabı, (içindeki suyla birlikte fırlatıp) atmıştı. Daha sonra da şöyle dedi:

Ben, bu adama, bana bu kap içerisinde su vermemesini emret­tim. Çünkü Resulullah (s.a.v)'i:

Dibac [549] ve ipeği giymeyin! Altın ve gümüş kaptan su içmeyin! (Yine) altın ve gümüş tabaklar (içerisinde yemek) de yemeyin. Çünkü bunlar, dünyada onlar(a ait süs eşyalaradır' buyururken işittim. [550]

Bir rivayette, Ahirette ise size (ait süs eşyaları olacaktır" ifadesi yer almaktadır. [551]

Bu hadis(in bu şekildeki metinlerin)i; Buhârî ile Müslim rivayet etmiş­tir. [552]

Yine Müslim'in buna benzer bir rivayeti daha olup bu rivayetin içerisinde, (Yine) altın ve gümüş tabaklar (içerisinde ye­mek) de yemeyin" ifadesi yer almamaktadır. [553]

Ebu Dâvud ile Tirmizî, bu hadisi, Müslim'in naklettiği rivayete benzer bir şekilde nakletmişlerdir. [554]

Nesâî ise bu hadisi şu şekilde rivayet etmiştir:

Huzeyfe, su istemişti. Duhkân (köy/çiftlik ağası), ona, gümüş bir kapta su getirdi. Huzeyfe'de, o kabı fırlattı. Daha sonra Huzeyfe, yaptığından dolayı onlar (çiftlik ağası ile yanında bulunanlardan özür dileyip şöyle dedi:

Doğrusu ben, gümüş kaptan su içmekten yasaklandım. Çünkü ResulüIIah (s.a.v)'i:

Altın ve gümüş kaptan su içmeyin! [555] Dibac ve ipeği giyme­yin [556] Çünkü bunlar, dünyada onlar(a ait süs eşyalaradır. Ahirette ise bize ait (süs eşyaları)dır. buyururken işittim. [557]

 

OTUZUNCU BÖLÜM

 

LİBÂS (ELBİSE) BÖLÜMÜ

 

1. Saç (Ve Sakalı) Boyamak

 

266. Ebu Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: Resuiullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

Yadudiler ile Hıristiyanlar, (saçlarını ve sakallarını) boyamıyorlar.

(Saçlarınızı ve sakallarınızı boyamak suretiyle) onlara muhalefet ediniz. [558]

Bu hadis(İn bu şekildeki metnin)i; Buhârî, Müslim, Ebu Dâvud ile Nesâî rivayet etmiştir.

Tirmizî'nin konu ile ilgili rivayetinde ise Resuiullah (s.a.v) şöyle buyur­maktadır;

Ağarmış saçı (boyamak suretiyle rengini) değiştirin [559] ve Yahudilere benzemeyin.[560]

 

2. Yüzük Takmak

 

267. Enes b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:

"Enes, bir gün, Resulullah (s.a.v)in elinde gümüşten bir yüzük gör­müştü. Daha sonra insanlar, gümüşten yüzükler yaptırıp onları takındılar. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v) yüzüğünü attı, [561] insanlar da yüzüklerini attılar.[562] (Birinci rivayet)

(Hadisin lafzı, Buhârî'ye aittir.) [563] Konu ile ilgili bir rivayet ise şu şekildedir:

Resulullah (s.a.v), sağ eline gümüş bir yüzük takmıştı. [564] Yüzüğün için­de, Habeş (işlemesi) bir taş vardı. Yüzüğün taşını avuç tarafına çevirirdi.[565] (İkinci rivayet)

Yine konu ile ilgili başka bir rivayette, Enes şöyie der:

Peygamber (s.a.v), bir mektup yazdırdı yada yazdırmak istedi. Peygam­ber (s.a.v)re:

Onlar, [566] bir mektubu, mühürlü olmadıkça okumazlar' denildi.

Bunun üzerine Peygamber (s.a.v) gümüşten bir (mühür) yüzük [567] edin­di. Nakşı: Mu hammed Resulullah' İdi. Bu mührün, Peygamber (s.a.v)'in elindeki beyazlığı halen gözümün önündedir.

(Hadisin ravisi Şu'beJ Katâde'ye:

Peygamber (s.a.v)'in mührünün nakşı:  Muhammed Resulullah' di­yen kimdir?' diye sordum. Katâde:

Enes' dedi. [568] (Üçüncü rivayet)

Yine konu ile ilgili diğer bir rivayet şu şekildedir:

Peygamber (s.a.v), gümüşten bir (mühür) yüzük edinmişti. Üzerine de: 'Muhammed Resulullah' (cümlesini) nakşetmişti. İnsanlara:

Ben gümüşten bir yüzük edindim. Üzerine de: 'Muhammed Re-su-lullah' (cümlesini) nakşettim. Artık hiçbir kimse bunun nakşı üzerine nakış yapmasın!' buyurdu. [569] (Dördüncü rivayet)

Bu rivayetler, Buhârî ile Müslim'in naklettiği rivayetlerdir. Yine Buhârî'nin konu ile ilgili bir rivayeti şu şekildedir:

Peygamber (s.a.v), (gümüşten) bir yüzük edinmişti. (İnsanlara:)  Biz (gümüşten) bir yüzük edindik. Üzerine de, bir nakış (Mu­hammed Resulullah cümlesini) nakşettik. Artık hiçbir kimse, (bu yazıyı,) yüzük üzerine nakşetmesin!' buyurdu.

Enes: 'Ben, şimdi Peygamber'in küçük parmağında o mühür yüzüğün panldamasını doğrusu görmekteyim dedi.[570]

Yine Buhârî'nin konu ile ilgili başka bir rivayeti şu şekildedir:

Allah'ın Peygamber'i (s.a.v), bir çok kimseye yada (bazı) yabancı (hü-kümdar)lara mektup yazmak istedi. Peygamber (s.a.v)'e:

Onlar, üzeri mühürlü olmadıkça hiçbir mektup kabul etmezler' denildi.

Bunun üzerine Peygamber (s.a.v), nakşı: 'Muhammed Resulullah'

olan, gümüşten bir (mühür) yüzük edindi.

(Enes der ki:) (Şimdi bile) Peygamber'in parmağında yada elinde o (mü­hür) yüzüğün parıldamasi sanki karşımda gibidir. [571]

Yine Buhârî'nin konu İle ilgili diğer bir rivayeti şu şekildedir:

Ebu Bekr halife seçildiği zaman, Enes'e (zekat miktarlarını bildiren) bir mektup yazdı. Mührün nakşı, üç satır halinde idi:

Muhammed1 bir satır, Resul' bir satır ve Allah' bir satır.[572]

Yine Buhârî'nin konu ile ilgili başka bir rivayeti şu şekildedir:

Peygamber (s.a.v)'in bu (mühür) yüzüğü, hayatında kendi elinde bu­lundu. Ondan sonra Ebu Bekr'in elinde, Ebu Bekr'den sonra Ömer'in elinde oldu. Osman halife olduğu zaman (altı yıl onun elinde kaldıktan sonra) Os­man, Erîs kuyusunun başına oturdu.

Osman, orada (mühür) yüzüğünü parmağından çıkarıp (parmağına so­kup çıkarmakla suretiyle) onunla oynamaya başladı. İşte tam bu sırada (mü­hür) yüzük elinden kuyunun içine düştü.

Enes der ki: Biz, Osman ile birlikte üç gün gidip geld)ik, (kuyuya inip çıktık,) kuyunun suyunu çıkar(arak ara)dık.[573] Fakat bir türlü onu bulama­dık. [574]

Yine Buhârî'nin konu ile ilgili diğer bir rivayeti şu şekildedir:

Peygamber (s.a.v) bir (mühür) yüzük edindi mi' diye soruldu. Enes şöyle dedi:

Peygamber (s.a.v), bir gece yatsı namazım gece yarısına kadar geciktirdi. Namazı kıldırdıktan sonra yüzünü bize yöneltti. O zaman ki Peygamber (s.a.v)'in gümüş (mühür) yüzüğünün parıltısı halen gözü­mün önünde gibidir.

Peygamber (s.a.v):

(Bu saatte) insanlar namaz kılıp uyumuışlardır. Sizler ise nama­zı beklemekte bulunduğunuz müddetçe hep devamlı namaz içinde ol­maktasınız' buyurdu. [575]

Yine Buhârî'nin konu ile ilgili başka bir rivayeti şu şekildedir:

Peygamber (s.a.v)'in (mühür) yüzüğü, gümüşten idi. Yüzüğünün kaşı da gümüşten idi. [576]

Müslim'in konu ile ilgili rivayetinde, Enes:

Peygamber (s.a.v)'in (mühür) yüzüğü şunda (deyip) sol elinin küçük parmağına [577] işaret etti. [578]

Yine Müslim'in konu ile ilgili bir rivayeti şu şekildedir:

Enes'e,  Peygamber (s.a.v) in (mühür) yüzüğünü sordular. Bunun üzerine Enes şöyle dedi:

Peygamber (s.a.v), bir gece, yatsı namazını gece yarısına yada gecenin yarısı hemen hemen geçmek üzere bulunduğu ana kadar ge­ciktirdi. Sonra gelip:

Şüphesiz insanlar namazlarını kılıp uyumuşlardır. Sizler ise na­mazı beklediğiniz müddetçe namazdasınız!' buyurdu.

Enes: Gümüşten yapılmış yüzüğünün parılıtısını halen görür gibiyim1 de­yip küçük parmağıyla işaret ederek sol elinin parmağını kaldırmıştı.[579] Yine Müslim'in konu ile ilgili başka bir rivayetinde, Enes şöyle der:

 

Bir gece Resulullah (s.a.v)'i (namaz kıldırmaya gelmesi için mescitte) bekledik. Öyle ki, gecenin yarısına yakın bir vakit oldu. Sonra Resulullah (s.a.v) gelip (bize yatsı) namaz (mı) kıldırdı. (Namazı bitirdikten) sonra yüzünü bize çevirdi. Elindeki gümüş yüzüğün parıltısını halen görür gibiyim.[580]

Yine Müslim, dördüncü rivayete benzeyen bir hadis nakletmiş, fakat bu hadisin içerisinde 'Muhammed Resulullah' ifadesi geçmemektedir.[581]

Yine Müslim, üçüncü rivayete benzeyen bir hadis nakletmiş, bu rivayetin baş tarafı şu şekildedir:

Allah'ın Peygamber1! (s.a.v),  (bazı) yabancı (hükümdarlara) mektup yazmak istedi..[582]

Yine Müslim'in konu ile ilgili diğer bir rivayeti şu şekildedir:

Peygamber (s.a.v), Kisrâ'ya, Kayser'e ve Necâşî'ye mektup yazmak is­temişti. [583] (Ona:)

Onlar, mühürsüz mektup kabul etmezler' denildi.

Bunun üzerine Peygamber (s.a.v), gümüşten halka bir yüzük yaptırdı. Üzerine de: 'Muhammed Resulullah (cümlesini) nakşettirdi.[584]

Ebu Dâvud, birinci rivayete benzeyen bir hadis nakletmiştir.[585] Yine Ebu Davud'un konu ile ilgili bir rivayeti şu şekildedir:

Peygamber (s.a.v), bazı yabancılara mektup yazdmak istedi. Peygam­ber (s.a.v)'e:

Onlar, bir mektubu, mühürlü olmadıkça okumazlar' denildi.

Bunun üzerine Peygamber (s.a.v) gümüşten bir (mühür) yüzük edindi. Onun: Muhammed Resulullah1 nakşetti.[586]

Yine Ebu Davud'un bu mana ile ilgili başka bir rivayetinde, şu ilave yer almaktadır:

O yüzük, Resulullah (s.a.v) vefat edinceye kadar elinde kaldı. (Daha sonra) vefat edinceye kadar Ebu Bekr'in elinde kaldı. (Ondan sonra) vefat edinceye kadar Ömer'in elinde kaldı. (Ondan sonra da) Osman'ın elinde idi. Fakat Osman bir kuyunun yanında iken (yüzüğü) kuyuya düşürdü. Kuyunun suyunun boşaltılmasını emretti ve (kuyunun suyu) boşaltıldı. Fakat o yüzüğü bulamadı.[587]

Yine Ebu Davud'un konu ile ilgili diğer bir rivayeti şu şekildedir: var

Peygamber (s.a.v)'in yüzüğü gümüşten idi. Kaşın da, Habeş (işlemesi) var idi.[588]

Yine Ebu Davud'un konu ile ilgili başka bir rivayeti şu şekildedir:

Resulullah (s.a.v)'in yüzüğünün tamamı gümüşten idi. Kaşı da, gümüş­ten idi.[589]

Yine Ebu Davud'un konu ile ilgili diğer bir rivayeti ise şu şekildedir:

Peygamber (s.a.v), gümüşten bir yüzük edindi. Daha sonra onu attı.[590]

Tirmizî ise bu hadisi şu şekilde nakletmiştir:

Peygamber (s.a.v), (bazı) yabancı (hükümdarlara) mektup yazmak iste­mişti. Ona:

Yabancı (hükümdarlar), üzerinde mühür olmayan mektubu ka­bul etmezler' denildi.

Bunun üzerine Peygamber (s.a.v), (yüzükden) bir mühür yaptırdı.

Enes; 'Şimdi bile Peygamber'İn elindeki yüzüğün beyazlığını görür gi­biyim'dedi.

Yine Tirmizî'nin konu İİe ilgili bir rivayeti şu şekildedir:

Peygamber (s.a.v)'in gümüşten bir yüzüğü vardı. Kaşın da, Habeş kelemesi vardı.

Yine Tirmizî'nin konu ile ilgili başka bir ri  rivayeti şu şekildedir:

Yüzüğünün kaşı da, gümüşten idi. Yine Tirmizî'nin konu ile ilgili diğer bir  rivayeti şu şekildedir:

Muham in ed' bir satır, 'Resul' bir satır ve 'AHah' bir satır.

Peygamber (s.a.v), gümüşten bir yüzük yaptırdı. Yüzüğünün üzerine de: 'Muhammed Resulullah' (cümlesini) nakşetti. Daha sonra da:

(Sizler) yüzük üzerine (aynı) nakşı yapmayın' buyurdu. [591]

Yani Peygamber (s.a.v), herkese, yüzüğünün üzerine: 'Muhammed Resulullah1 (cümlesini) nakşetmeyi yasakladı.

Nesâî ise ikinci ile üçüncü rivayeti nakletmiştir.

Yine Nesâî, üçüncü rivayetin bir benzerini, Müslim'in tek başına nakletti­ği rivayete uygun şekilde nakletmiştir.[592]

Yine Nesâî, bu hadisi, Ebu Davud'un bir rivayetine uygun bir biçimde nakletmiştir.[593]

Yine Nesâî'nin konu i!e ilgili rivayeti şu şekildedir:

Resulullah (s.a.v), bir gümüş halka takınmış olduğu halde (evinden dı­şarı) çıkıp:

Bu yüzük (gibi) yaptırmak isteyen yaptırsın. (Fakat) bunun nakısı (gibi) nakış yaptırmasın' buyurdu.[594]

Yine Nesâî'nin konu ile ügili başka bir rivayeti şu şekildedir:

Peygamber (s.a.v) gümüşten bir yüzük edinmişti. Kaşın da, Habeş (iş­lemesi) vardı. Yüzüğün üzerine de: Muhammed Resulullah' nakşedilmişti.[595]

 

3. Yüzük

 

268. Abdullah ibn Ömer (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir: "Peygamber (s.a.v), altından bir yüzük yaptırmıştı. Onu takındığı zaman,  taşını,  avucunun içine çevirirdi.  İnsanlar da yüzükler yaptırmaya başladı. Daha sonra Peygamber (s.a.v), (insanların bu halini gö­rünce,) minberin üzerine oturdu ve yüzüğü çıkarıp:

Ben bu yüzüğü takıyor ve taşını içeriye çeviriyordum' dedi ve he­men yüzüğü attı. Sonra da:

Vallahi, onu ebediyen takmam! buyurdu.

Bunun üzerine insanlar da, (altın) yüzüklerini attılar. [596]

Bir rivayette şu ilave yer almaktadır:

O (altın) yüzüğü sağ eline taktı.[597]

Bu (metin olarak), Buhârî ile Müslim'in naklettiği bir rivayettir. [598]

Yine Buhârî'nin buna benzer bir rivayeti daha olup bu rivayette şu ifade yer almaktadır:

(Hadisin ravisi Cüveyriye:} (Nâfi'nin,) 'Yüzüğü sağ eline takardı' dedi­ğini kuvvetle sanıyorum' demiştir.[599]

Yine Buhârî'nin konu ile ilgili bir rivayeti şu şekildedir:

Resulullah (s.a.v), gümüşten bir (mühür) yüzük edindi. Bu yüzük, (ha­yatta iken) onun elinde kaldı. Sonra onun vefatının ardından Ebu Bekr'in elinde kaldı. Sonra onun vefatının ardından Ömer'in elinde kaldı. Sonra Ömer'in vefatının ardından Osman'ın elinde kaldı. Nihayet bu yüzük, Erîs kuyusunun içine düştü. Bu (mühür) yüzüğün nakşı: 'Muhammed Resu­lullah' (cümlesi) vardı.[600]

Yine Buhârî'nin konu ile ilgili başka bir rivayeti şu şekildedir:

Resulullah (s.a.v) altından bir (mühür) yüzük edinmişti.[601] (Onu takındığı zaman yazılı) kaşını avucunun içine gelen tarafa çevirirdi. Resulullah (s.a.v) bu (mühür) yüzüğün kaşına: Muhammed Resulullah1 (cümlesini) nakşettirdi. İnsanlar da onun gibi (altından yüzük) edindiler. Resulullah (s.a.v), insanların da altından yüzük edinmiş olduklarını görünce, kendi (altın mühür) yüzüğünü (çıkarıp) attı ve:

Ben bu (altın mühür) yüzüğü ebediyen takınmayacağım' buyurdu.

Bundan sonra gümüşten bir (mühür) yüzük edindi İnsanlar da gümüşten yüzükler edindiler.                                                                                          Abdullah ibn Ömer: 'Bu gümüşten (mühür) yüzüğü, Peygamber (s.a.v)'den sonra Ebu Bekr, sonra Ömer, sonra Osman taktı. Nihayet Osman'ın elinden Erîs kuyusunun içine düştü1 der.[602]

Yine Buhârî'nin konu ile ilgili kısa bir rivayeti şu şekildedir:

Resulullah (s.a.v), altından bir (mühür) yüzük edinmişti. (Bir gün) onu (çıkarıp) attı ve:

Ben, bu (altın mühür) yüzüğü ebediyen takınmayacağım' buyurdu.

Bunun üzerine (parmaklanna altın yüzük takmış olan) insanlar da kendi yüzüklerini (çıkanp) attılar.[603]

Müslim'in konu ile ilgili rivayeti ise şu şekildedir:

Peygamber (s.a.v), altın bir (mühür) yüzük edinmişti. Sonra onu attı. Daha sonra gümüşten bir (mühür) yüzük edindi. Onun üzerine: 'Muhammed Resulullah' (cümlesini) nakşettirdi ve:

Hiç kimse, benim bu yüzüğümün nakşı (gibi kendi yüzüğüne) na­kış yapmasın! [604] buyurdu.

Peygamber (s.a.v}, (bu gümüş mühür) yüzüğünü taktığı zaman, taşını avucunun içine çevirirdi.[605] Muaykib'fin elinden [606] Erîs kuyusuna [607] düşen yüzük odur. [608]

Ebu Dâvud, bu hadisi, Buhârî'nin tek başına naklettiği bir rivayete uy­gun bir biçimde nakletmiş olup bu rivayetin devamında şu ifade yer almakta­dır:

"Daha sonra gümüşten bir (mühür) yüzük edindi. Yüzğünün üzerine: Muhammed Resulullah' (cümlesini) nakşetti. Sonra bu yüzüğü Peygamber (s.a.v)'in ardından Ebu Bekr taktı. Sonra Ebu Bekr'in ardından onu Ömer taktı. Sonra Ömer'in ardından onu Osman taktı. Nihayet Osman, onu, Erîs kuyusunun içinbe düşürdü.

Ebu Dâvûd: insanlar, yüzük kuyuya düşünceye kadar, Hz. Osman'a karşı çıkmadilar' dedi. [609]

Yine Ebu Davud'un konu ile ilgili diğer bir rivayeti şu şekildedir:

Peygamber (s.a.v) yüzüğünün üzerine: 'Muhammed Resulullah1 (cüm­lesini) nakşetti ve:

Hiç kimse, benim bu yüzüğümün nakşı (gibi kendi yüzüğüne) na­kış yapmasın!1 buyurdu.

(Hadisin) ravisi, sonra hadisi(n devamını) nakletti.[610]

Yine Ebu Davud'un konu ile ilgili başka bir rivayeti şu şekildedir:

(Sahabiler, kuyuya düşen) o yüzüğü aradılar. (Fakat) bulamadılar. Bu­nun üzerine Osman, bir yüzük yaptırdı ve üzerine: 'Muhammed Resulullah (cümlesini) nakşetti.[611]

(Hadisin ravisi:) 'Osman, (yaptırdığı) bu yüzüğü takardı/(resmi yazılan) mühürlerdi yada takınırdı/(resmi yazıları) mühürletirdi' dedi. [612]

Tirmizî ile Nesâî ise bu hadisi şu şekilde nakletmişlerdir:

Peygamber (s.a.v), altından bir yüzük edinmişti. Bu yüzüğü de, sağ eli­ne takmıştı. Sonra minberin üzerine oturup:

Doğrusu ben, sağ elime bu yüzüğü takmıştım' buyurup ardından bu yüzüğü (elinden çıkanp) attı. Bunun üzerine insanlar da, kendi (ellerindeki altından) yüzükleri (çıkanp) attılar.[613]

Yine NesârYıin konu ile ilgili bir rivayeti şu şekildedir:

Resulullah (s.a.v}, alunfdan yaptırdığı) yüzüğü üç gün taktı. Sahabiler, Resulullah (s.a.v)'in (elinde altından yüzük) görünce, onlar da, altından yüzük yaptırdılar. Bunun üzerine Resulullah {s.a.v), (elindeki altın) yüzüğü (çıkanp) attı.

(Hadisin ravisİ:) Resulullah (s.a.v)'in o yüzüğü ne yaptığını bilemiyorum' (dedi.)

Daha sonra Resulullah (s.a.v), (kendisi için) gümüş yüzük yapılmasını ve üzerine de: Muhammed Resulullah' (cümlesinin) nakşedilrnesini emretti.

Bu yüzük, vefat edinceye kadar Resulullah (s.a.v)'in elinde kaldı. (Sonra) vefat edinceye kadar Ebu Bekr'in elinde kaldı. (Sonra) vefat edinceye kadar Ömer'in elinde kaldı. (Sonra) hilafeti sırasında Osman'ın elinde altı sene kal­dı. (Devlet büyüyüp mühürlenecek yazılar) çoğalınca, yüzüğü, Ensar'dan bir adama teslim etti. O kişi de, o mühürle (resmi yazılan) mühürlüyordu/o yü­züğü takınıyordu.

Bu kişi, (bir gün) Osman'ın Kalîb (denilen yerine) gitti. Yüzüğü, (kuyuya) düşürdü. Yüzük, (kuyunun içinde) arandı. (Fakat) bulunamadı.

Osman, bu yüzüğün (bir) benzerini(n yapılmasını) emretti ve üzerine de: 'Muhammed Resulullah1 (cümlesini) nakşetti. [614]

Yine Nesâî'nin konu ile ilgili başka bir rivayeti şu şekildedir:

"Resulullah (s.a.v) altından bir yüzük edinmişti. Kaşını da, avucunun içi­ne çevirirdi. İnsanlar da, altından yüzükler edindiler. Bunun üzerine Resu­lullah (s.a.v), altın yüzüğü (çıkarıp) attı. İnsanlar da, (ellerindeki altın) yü­zükleri (çıkanp) attılar. Resulullah (s.a.v), gümüşten bir yüzük edindi. Onunla (resmi yazıları) mühürlerdi/onu takardı, (devamlı) takmazdı.[615]

 

4. Ölü Hayvanın Derisi

 

269. Abdullah ibn Abbâs (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir: "Resulullah (s.a.v), ölmüş bir koyunun yanından geçerken:

Onun derisinden faydalansanız ya!1 buyurdu. (Oradaki sahabiler:)

Bu koyun (kendiliğinden) ölmüştür' dediler. Resulullah (s.a.v): (Ölmüş hayvanın) ancak etini yemek haramdır' buyurdu. [616] (Birin­ci rivayet) (Hadisin lafzı, Buhârî'ye aittir.) [617] Konu ile ilgili bir rivayet İse şu şekildedir:

Meymûne'nin azadlı bir cariyesine, bir koyun sadaka (olarak) verilmişti. (Bir süre sonra) koyun öldü. Resulullah (s.a.v), koyunun yanından geçerken:

Onun derisini alsanız da tabaklayıp sonra da ondan faydalansanız ya! [618] buyurdu. (Oradaki sahabiler:)

Bu koyun (kendiliğinden) ölmüştür' dediler. Resulullah (s.a.v):

(Ölmüş hayvanın) ancak etini yemek haramdır' buyurdu.[619] (İkinci rivayet)

Bu hadis(in bu şekildeki metinlerin)i; Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir. Yine Buhârî'nin konu ile ilgili bir rivayeti şu şekildedir:

Peygamber (s.a.v), ölmüş bir dişi keçinin yanından geçerken: Eğer bu ölmüş keçinin sahipleri, onun derisi yi e faydalanmalardı, bu keçinin sahipleri üzerine (hiçbir günah) olmaz' buyurdu.[620]

Yine Müslim'in konu ile ilgili rivayetinde, Abdullah ibn Abbâs şöyle der:

Meymûne, Abdullah ibn Abbâs'a şöyle haber verdi: Resulullah (s.a.v)'in hanımlarından birinin bir koyunu vardı. (Bir süre sonra) koyun öldü. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v):

Onun derisini alsanız da, ondan faydalansanız ya!' buyurdu. [621]

Tirmizî'nin konu ile ilgili rivayeti ise şu şekildedir:

"Bir koyun ölmüştü. Resulullah (s.a.v), o koyunun sahiplerine:

Onun derisini soysanız, sonra onu tabaklasanız, sonra da ondan faydalansanız ya!' buyurdu.[622]

Ebu Davud'un konu ile ilgili rivayeti ise şu şekildedir:

Bizim azadlı bir cariyemize, sadaka (olarak toplanmış koyunlar)dan bir koyun hediye edilmişti. (Bir süre sonra) koyun öldü. Derken Peygamber (s.a.v), (ölü olarak yol üzerine atılmış olan) bu koyunun yanından geçerken:

Bu koyunun derisini tabaklayıp ondan yararlansalardı ya!' bu­yurdu. (Orada bulunan kimseler:)

Ey Allah'ın resulü! Bu koyun (kendiliğinden)'ölmüştür' dediler. Re­sulullah (s.a.v}:

(Ölmüş hayvanın) ancak etini yemek haramdır1 buyurdu [623] Ebu Davud'un konu ile ilgili başka bir rivayetinde, (hadisin ravisi Zührî,) Meymûne'yi zikretmemiş, (fakat) Peygamber (s.a.v): Onun derisinden faydalanmalıydınız" buyurdu, dedifkten sonra bir önceki hadi­sin) manasını nakletmiş, (fakat orada geçen) tabaklamayı İse rivayet etme­miştir.[624]

Ma'mer der ki: "Zührî, (deri) tabaklama (işini) kabul etmezdi ve dolayı­sıyla 'deriden her halükar da yararlanılabilir1 derdi.[625]

Nesâî ise ikinci rivayeti, Buhârî'nin naklettiği bir rivayeti ve Tirmizî'nin naklettiği rivayeti nakletmiştir.[626]

Yine Nesâî, Abdullah ibn Abbâs yoluyla Meymûne'den konu ile ilgili bir hadis de rivayet etmiştir.[627]

Yine Nesâî'nin konu ile ilgili Abdullah ibn Abbâs yoluyla Meymûne'den yaptığı rivayet ise şu şekildedir:

Peygamber (s.a.v) (bir gün yolun bir tarafına) atılmış ölmüş bir koyuna rastlamıştı. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v):

Bu, kime aittir?' buyurdu. (Orada bulunanlar:)

Meymûne'nindir' dediler. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v):

Eğer onun derisinden fayda la nsaydı, onun üzerine (hiçbir günah) olmaz1 buyurdu. (Orada bulunanlar:)

Bu koyun (kendiliğinden) ölmüştür' dediler. Resulullah (s.a.v):

Yüce Allah (ölmüş hayvanın) ancak etini yemeyi haram kıldı' bu­yurdu [628]

Yine Nesâî'nin konu ile ilgili Abdullah ibn Abbâs'tan yaptığı rivayet ise şu şekildedir:

 Resulullah (s.a.v), hanımı Meymûne'nin azadlı cariyesine (sadaka olarak) vermiş olduğu ölmüş bir koyuna (yolun kenannda) rastladı.

Bunun üzerine Peygamber (s.a.v):

Bu koyunun derisinden faydalanmalıydı!' buyurdu. (Orada bulu­nanlar:)

Bu koyun (kendiliğinden) ölmüştür' dediler. Resulullah (s.a.v):

(Ölmüş hayvanın) ancak etini yemek haramdır' buyurdu.[629]

 

5. Resimler Ve Şekiller

 

270. Hz. Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:

Peygamber (s.a.v), bir seferden gelmişti. Ben de, üzerinde resim­ler bulunan saçaklı bir perde asmıştım. Peygamber {s.a.v), bana, onu  (yerinden) çıkarmamı emretti. Ben de hemen onu (oradan) çıkardım. Ben, Peygamber (s.a.v) ile birlikte aynı kaptan yıkanırdım. [630]

Hadisin lafzı, Buhârî'ye aittir. [631]

Yine konu ile ilgili başka bir rivayette, Hz. Aişe şöyle der:

"Resulullah (s.a.v), bir seferden gelmişti. Ben kapıma saçaklı bir perde örtmüştüm. Bu perde de kanatlı at resimleri vardı. Bana, (o perdeyi oradan kaldırmamı) emretti. Ben de, onu (oradan) çıkardım. [632]

Yine buna benzer başka bir rivayet daha olup bu rivayetin içerisinde,

Resulullah (s.a.v), bir seferden gelmişti" ifadesi yer almamaktadır.[633]

Müslim'in konu ile ilgili rivayetinde; Hz. Aişe'nin, Hz. Peygamber (s.a.v) ile birlikte aynı kaptan yıkanması ile ilgili ifade yer almamaktadır.

Yine Müslim'in konu ile ilgili bir rivayetinde, Hz. Aişe şöyle der:

Bizim bir perdemiz vardı. Üzerinde kuş resmi vardı. Biri içeri girdiği za­man, onu karşısında bulunurdu. Resulullah (s.a.v), bana:

Bunu çevir! Çünkü ben her içeri girmemde onu görüyor ve dün­yayı hatırlıyorum' buyurdu.[634]

(Aişe devamla) der ki: Bizim bir kadife (elbise)miz vardı. Bunun çizgileri ipektir derdik ve onu giyerdik.[635]

İbnü'i-Müsennâ der ki: Abdu'1-A'lâ, bu hadise (şu cümleyi) ilave etmiştir:

(Fakat) Resulullah (s.a.v) bize onu kesmeyi emretmedi.[636] Yine Müslim, bu hadisi, Zeyd b. Hâlid el-Cühenî yoluyla Ebu Talha el-Ensârî'den şöyle nakletmiştir:

Resulullah (s.a.v)'in şöyle buyurduğunu işittim: Melekler, içerisinde köpek ve resim bulunan eve girmezler.[637]

(Ebu Talha) der ki: Bunun üzerine Aişe'nin yanına gelip (ona):

Şu adam, bana, Peygamber (s.a.v)'in:

'Melekler, içerisinde köpek ve resim bulunan eve girmezler' buyur­duğunu haber veriyor. Sen, Resulullah (s.a.v)'in bunu söylediğini işittin mi?' diye sordum. Aişe:

Hayır, Fakat onun yastığını gördüğüm bir şeyi anlatacağım. Onun bir gazveye çıktığını gördüm. Bir perde/yaygı alıp onu kapıya örttüm. (Gazve­den) geldiği zaman örtüyü gördü. Ben, (onun, bundan) hoşlanmadığını yü­zünden anladım. Derken örtüyü çekip yırttı yada parçaladı. Daha sonra da:

Allah, bize; taşları, toprakları giydirmemizi emretmedi!' buyurdu.

(Aişe devamla) der ki: Bunun üzerine biz de, ondan iki yastık yaptık ve ben (o yastıkların) içlerini (hurma) ile doldurdum. Bundan dolayı bunu bana ayıp görmedi.[638]

Buhârî ise, bu hadisin, Ebu Talha ile ilgili sadece bir kısmını nakletmiş, Hz. Aişe'nin sözüne yer vermemiştir.[639]

Tirmizî ise bu hadisi şu şekilde rivayet etmiştir:

Kapımın üzerinde resimli ince bir yün perdemiz vardı. Resulullah (s.a.v) onu görüp:

Kaldır onu! Çünkü o, bana dünyayı hatırlatıyor' buyurdu.

(Aişe devamla) der ki: Eski bir kadife (elbise)miz vardı. Bunun çizgileri ipekti. Biz de, onu giyerdik.[640]

Nesâî, bu hadisi, içerisinde "kuş" ifadesi olan Müslim'in rivayetine uygun bir şekilde nakletmiştir.[641]

Yine Nesâî'nin konu ile ilgili başka bir rivayeti şu şekildedir:

Evimde, üzerinde resimler bulunan bir elbise vardı. Onu, evin içinde (kullanılan) bir perde yaptım. Resulullah (s.a.v), bu perdeye karşı namaz kılı­yordu. Daha sonra:

Ey Aişe! Bunu karşımdan kaldır' buyurdu.[642]

Bunun üzerine o perdeyi çıkardım ve on(dan) yastıklar yaptım.[643] Yine Nesâî'nin konu ile ilgili diğer bir rivayetinde, Hz. Aişe şöyle der:

Resulullah (s.a.v), (evden dışarı) çıktı. Sonra (eve geri) girdi. (O sırada duvara/kapıya) üzerinde kanatlı at resimleri bulunan ince bir perde asmıştım. (Aişe devamla) der ki: Onu görünce: Bunu çıkar!1 buyurdu.[644]

Ebu Dâvud ise, başında Ebu Talha el-Ensârî ile ilgili bahis bulunan bu hadisi, Müslim'in rivayetine uygun bir şekilde nakletmiştir:

(Fakat) size, Peygamber (s.a.v)'i (bizzat) yaparken gördüğümü (b benzer bir şeyi) anlatacağım:

Resulullah (s.a.v), bir savaşa çıkmıştı. Ben, onun savaştan dönmesini bekliyordum. Derken (yünden dokunmuş olan) bize ait bir yaygıyı genişçe bir tahtanın üzerine örttüm. (Resulullah) gelince, onu karşılayıp:

Ey Allah'ın resulü! Selam, Allah'ın Rahmet ve Bereketi Senin üzerine olsun, Seni Azîz ve Kerîm kılan Allah'a hamd olsun' dedim.

Eve bakıp yaygıyı gördü. Bana hiçbir cevap vermedi. Yüzünde bir mem­nuniyetsizlik (alameti) gördüm. Hemen yaygıya varıp onu yırttı, daha sonra da:

Allah, bize, nzık olarak verdiği şeylerde (harcama yaparak) taşla­rı, kerpiçleri giydirmenizi emretmedi' buyurdu.

(Aişe devamla) der ki: Ben de o yaygıyı kestim ve ondan iki yastık yap­tım. (O yastıkların) içlerini (hurma) lif (i) ile doldurdum. Bundan dolayı da bana itiraz etmedi.[645]

 

6. Tek Ayakkabı İçerisinde Yürümenin Mekruh Olması

 

271. Ebu Hur ey re (r.a)'tan rivayet edilmiştir: Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

"Sizden birisi, bir tek ayakkabıyla yürümesin. (Giymek istedi­ğinde,) ya ikisini birden giysin yada (çıkarmak istediğinde,) ikisini bir­den çıkarsın! [646]

(Bu hadisin lafzı, Buhârî ile Müslim'e aittir.) [647]

Konu ile ilgili bir rivayette ise Ya ikisini birden çıkarsın yada ikisini birden giysin" ifadesi yer almaktadır.[648]

Nesâî'nin konu ile ilgili rivayetinde ise, Ebu Rezîn el-Ukaylî şöyle der:

Ebu Hureyre'yi, eliyle alnına vurup:

Ey Iraklılar! Resulullah (s.a.v)in üzerine yalan söylediğimi, ha­dis uydurduğumu iddia ediyorsunuz. Resulullah (s.a.v)'i:

Sizden birisinin ayakkabısının tekinin kayışı kopacak olduğu za­man, tamir edinceye kadar diğer ayakkabıyla yürümesin! [649] buyurur­ken duyduğuma şahitlik ederim dediğini gördüm. [650]

 

7. Erkeklere Uyuz Hastalığından Ötürü İpek Giymeye İzin Verilmesi

 

272. Enes b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir: "Peygamber (s.a.v), Abdurrahman ibn Avf ile Zübeyr b. kendilerinde bulunan bir uyuzdan dolayı ipek giymeye izin verdi.[651]

(Hadisin lafzı, Buhârî ile Müslim'e aittir.) [652] Konu ile ilgili bir rivayet ise şu şekildedir:

Abdurrahman ibn Avf ile Zübeyr b. Avvâm, Resulullah {s.a.v)'e bitten şikayet ettiler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v), insinin de (katıldıkları) bir savaşta onlara ipek gömlek giymelerine izin verdi.[653]

Yine konu ile ilgili buna benzer bir rivayet daha olup bu rivayetin içeri­sinde, Seferde, Abdurrahman ibn Avf ile Zübeyr b. AwanVm kendilerinde uyuz bulunduğu için" ifadesi yer almaktadır.[654]

 

8. İpek Giymenin Haram Olması

 

273. Ebu Osman en-Nehdî (rh)'dan rivayet edilmiştir: "Biz Azerbeycan'da iken, Ömer, bize (şöyle bir) mektup yazdı: - 'Ey Utbe b. Ferkad! Bu (mal) senin alnının terinden değildir. Ba­banın alnının terinden, annenin alnının terinden de değildir. O halde kendi konaklamanda neyle doyuyorsan, Müslümanları da onunla do­yur. Refaha kaçmaktan, müşriklerin elbisesini giymekten ve ipek elbi­seden sakının! Çünkü Resulullah (s.a.v), ipek giymeyi (erkeklere) yasak­ladı. Ancak şöyle olabilir:

Resulullah (s.a.v) iki parmağını, orta parmağını ve şehadet parma­ğını kaldırıp onlan yan yana getirdi' dedi.[655]                                     (Hadisin lafzı, Müslim'e aittir.) [656]

Biz, Utbe b. Ferkad ile birlikte idik. Bize, Ömer'in (şu) mektubu geldi: Resulullah (s.a.v):

İpeği ancak ahirette ondan nasibi olmayan kimse giyer. Yalnız şu kadar müstesna!' buyurdu.

Ebu Osman der ki: (Ömer) baş parmaktan sonra gelen iki parmağı (hadet ile orta parmağı) ile (işaret ederek ancak bu kadarı caizdir dedi).[657]

Bu hadisn bu şekildeki metinlerini; Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir.

Yine Müslim'in konu ile ilgili Süveyd b. Gafele yolundan yaptığı rivayet ise şu şekildedir:

Ömer, Câbiye'de hutbe okuyup:

Allah'ın nebisi, (erkeklere) ipek giymeyi yasak etti. Yalnız iki par­mak yada üç parmak yada dört parmak müstesna! [658] dedi. [659]

Ebu Davud'un konu ile ilgili rivayeti ise şu şekildedir:

Ömer, Utbe b. Ferkad'a (şu) mektubu yazdı:

Peygamber (s.a.v), ipeği (erkeklere) yasaklamıştır. İki, üç ve dört parmak kadarı olanı müstesna'.[660]

Nesâî'nin konu ile ilgili rivayeti ise şu şekildedir:

Biz, Utbe b. Ferkad ile birlikte idik. (Bize,) Ömer'in (şu) mektubu geldi: Resulullah (s.a.v):

İpeği ancak ahirette ondan hiçbir nasibi olmayan kimse giyer. Yalnız şu kadar müstesna!' buyurdu.

Ebu Osman der ki: (Ömer) baş parmaktan sonra gelen iki parmağı (şehadet ile orta parmağı) ile (işaret ederek ancak bu kadarı caizdir' dedi). (Bakınca,) taylasanınm [661] ipek düğmelerini ve iki parmak genişliğinde ipek çizgilerini gördüm.[662]

Yine Nesâî'nin konu ile ilgili Süveyd b. Gafele yolundan yaptığı rivayet ise şu şekildedir:

Ömer, dibac'ın üzerinde ancak dört parmak genişliğinde ipek bulunma­sına izin verdi.[663]



[1] Ferâiz"; farzlar, belirli hisseler denmektir. Fıkıhta; ölünün geriye bıraktığı malların belli ölçülerle varisleri arasında paylaştırılmasından bahseden ilme denir. İslam Miras Huku-ku'nu ifade eder. Bu ilmin gayesi, hak sahiplerine haklarını ulaştırmaktır. "Miras"m sözlük anlamı; geçmek, İntikal etmek, halef olmak, devam ettirmektir. Terim olarak ise Ölünün geride bıraktığı malda hak ve hissesi olan kimselerle her birinin hissesi­nin miktarını bildiren fıkıh ve hesap kurallarıdır, (ç)

[2] Kafirin müslümana mirasçı olamayacağı konusunda bütün İslam alimleri ittifak halin­dedir. Muaz b. Cebel, Muâviye, Saîd ibnü'l-Müseyyeb, Mesrûk ve bazılarına göre, Müslü­man da kafire mirasçı olamaz. Buna göre Müslümanlığı bırakıp başka bir dine yada İdeo­lojiye dönen kimse, bil icma müslümana mirasçı olmaz. Ebu Hanîfe ise; müslümanın mürtede mirasçı olabileceğini ileri sürmüştür, (ç)

[3] Buhârî, Ferâiz 26; Müslim, Ferâiz 1 (1614); Ebu Dâvud, Ferâiz 10 (2909); Tirmizî, Ferâiz 15 (2107); Nesâî (el-Kübrâ), Ferâiz, 4/80, 81, 82; İbn Mâce, Ferâiz 6 (2729); Ahmed b. Hanbel, 5/201, 202, 203, 209

[4] Burada yasaklanan velayetten maksat, vela-i ıtakadır. Vela-İtakanm sebebi; azad etmek demek değil, kölenin azad olmasıdır. Çünkü bir kimse, yakın akrabasından bir köleye mi­ras yoluyla sahip olursa köle azad olur, velayet hakkı da sahibine verilir. Eğer velayetin sebebi, azad etmek olsaydı sahibine verilmemesi gerekirdi. Çünkü sahibi onu azad et­memişti. Azad olan köle ölürse, onu azad eden kimse yada varisleri köleye mirasçı olur­lardı. Araplar, bu hakkı, ya satardı yada birine bağışlarlardı.

işte Resulullah (s.a.v), bunu yasaklamıştır. Çünkü velayet hakkı, nesep gibidir. Hibe edi­lemeyeceğinde görüş birliği vardır. Çünkü nesebin değiştirilmeyeceğine icma oluşmuştur. Nesep değiştirmek mümkün olmadığı içindir ki, yüce Allah, evlatlıklara miras vermeyi neshetmîş ve onları babalarının adlarıyla çağırmayı emretmiştir. Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.v), babasından başkasına intisap edenlere de lanet eylemiştir.(ç) 

[5] Buhârî, İtk 10, Ferâiz 21; Müslim, Itk 16 (1506); Ebu Dâvud, Ferâiz 14 (2919); Tirmizî, Ferâiz 87 (1236), Tefsiru'l-Kur'an 4 (3015); Nesâî, Büyü' 87; İbn Mâce, Ferâiz 15 (2747, 2748); Ahmed b. Hanbel, 2/9, 107, 279

[6] Nîsâ: 4/176 (ç)

[7] Buhârî, Vudû' 44, Tefeiru Sure-i Nisa 4, Merdâ 15; Müslim, Ferâiz 5-8 (1616); Ebu Dâ­vud, Ferâiz 2 (2886, 2887); Tirmizî, Ferâiz 7 (2097); Nesâî, Taharet 103; İbn Mâce, Fe­râiz 5 (2728); Ahmed b. Hanbel, 3/298, 307

[8] Kelâle'nin manası üzerinde çeşitli görüşler ileri sürülmüştür:

1.  Geride çocuk ve baba bırakmadan ölen kimsedir. Lügat alimlerinin cumhuru, Hz. Ali ile Abdullah ibn Mes'ud bu görüştedir.

2.  Geride baba bırakmadan ölen kimsedir. Hz. Ömer bu görüştedir.

3.  Erkek çocuk bırakmadan ölen kimsedir.

4. Anne ve baba bırakmadan ölen kimsedir.

5.  Anne ve baba dışında kalan mirasçılar demektir. Hz. Ebu Bekr, Kurtubî, Hanefi alim­lerinden Aynî bu görüştedir, (ç)

[9] Buhârî, Merdâ 21

[10] Nîsâ: 4/11

[11] Buhârî, Tefsiru Sure-i Nisa 4

[12] Nîsâ: 4/176

[13] Müslim, Ferâiz 5 (1616)

[14] Her ne kadar Câbir'in mirası hakkında inen ayetin, "Senden fetvai isterler. De ki: Allah, kelâle (=babasız ve çocuksuz kimse)nin mirası hakkındaki (hükmünü şöyle) açık­lıyor" (Nîsâ: 4/176) mealindeki ayet olduğu ifade ediliyorsa da, İbn Cerîr; Câbİr'İn mirası hakkında inen ayetin, Allah, size, çocuklarınız hakkında; erkeğe, kadının payının iki misli (miras vermenizi) emreder" {Nîsâ: 4/11) mealindeki ayet olduğunu rivayet etmiş­tir. B.k.z: İbn Cerîr, Tefeirü't-Taberî, 4/276

Tirmizfnin rivayeti de, ibn Cerîr (ö. 310/922)'İn bu rivayetini desteklemektedir. B.k.z: Tirmizî, Ferâiz 7 (2096)

Mâlikî alimlerinden olan İbnü'i-Arabî (ö, 543/1148), İbn Cerîr'in rivayeti ile Tirmizfnin rivayetini, konumuzu teşkil eden hadise tercih ederek bu rivayetlerin arasını te'Iif etme yo­luna gitmiştir.

Sehârenfûrî (ö. 1346/1927), "Bezlu'I-Mechûd" adlı eserinde bu müşkili fu şekilde çöz­meye çalışmıştır:

Aslında Nisa: 4/176 ayeti, Câbir'in mirası hakkında inmiştir. Fakat bu ayeti kerime de, kelalenin mirası açıklanırken söz konusu edilen erkek ve kız kardeşten maksat; anne-baba bir yada baba bir erkek ve kız kardeş değil, anne bir erkek ve kız kardeştir. Nitekim Sa'd b. Ebi Vakkas'ın rivayeti İle Abdullah ibn Mes'ud'un kıraatleri de buna delalet etmektedir. Durum böyle olunca, anne bir kardeşlerin dışında kalan anne-baba bir kardeşlerle baba bir kardeşlerin mirası bu ayeti kerimede açıklanmamıştır. Bunun üzerine sahabiler, Hz. Peygamber (s.a.v)'den onların mirasları hakkındaki hükmü sormaya başlamışlardır. Ni­hayet Allah, Nisa suresinin 11. ayetini indirerek onlar hakkındaki hükmünü de açıklamış­tır.

Sonuç itibariyle; her iki ayetin inmesine de sebep, Câbir'in mirasıdır. Her iki ayetin de, Câbir hakkında indiğini söylemek mümkündür. Bir başka ifadeyle, yukarıda geçen riva­yetler arasında bir çelişki yoktur, (ç}

[15] Tirmizî, Ferâiz 7 (2096) 

[16] Nîsâ: 4/176

[17] Tirmizî, Ferâiz 7 (2097)

[18] Nîsâ: 4/176

[19] Ebu Dâvud, Ferâiz 2 (2886)

[20] Hadis sarihleri, bu ifadeyi iki şekilde tercüme etmişlerdir:

1.  Kız kardeşlerime kalacak olan malon üçte ikisini vasiyet edebilir miyim?

2.  Varis olarak kız kardeşlerim bulunduğu İçin malımın üçte ikisinin fakirlere dağıtılmasını vasiyet edemez miyim?

Bu ikinci manaya göre "Ii ehavâtî" kelimesinin başında bulunan "li" cer harfi, "Lâm-ı ta'iîl'dir.

Her İki manadan da; Resulullah (s.a.v), vasiyetin, malın üçte birini geçmemesini, üçte

ikisini kesinlikle mirasçılara kalmasını emrettiği anlaşılmaktadır, (ç)

[21] Nîsâ: 4/176

[22] Ebu Dâvud, Ferâiz 2 (2887)

[23] Hibe: Kelime olarak "bağışlamak, lütfetmek, vermek" anlamına gelkmektedir. Terim ola­rak İse; bir malın bedelsiz olarak bir başkasına temlik edilmesini konu alan anlaşmadır. Kur'an'da hukukî anlamda hibeden söz eden bir ayet bulunmamakla birlikte geniş kap­samlı bir terim olan "sadaka" kelimesi, teberru ve hibeyi de içine almaktadır. Hibe akdinin hukukî hükümleri; kısmen Hz. Peygamber (s.a.v)'in bu konuyla ilgili hadis­lerine ve geniş çapta ise İslam hukukçularının yorum ve görüşlerine dayanır. İslam Hukukunda hibe akdi, genelde, 'bir malın bedel şart koşmaksizın temliki" olarak tanımlanır. Hukuk ekollerinin bu tanıma yaptıkları bazı ilaveler ve ifade değişiklikleri hi­beyi; vasiyet, vakıf, ibra gibi benzeri hukukî işlemlerden ayırmaya yöneliktir. B.k.z. Komisyon, İlmihal, T.D.V, 2/393 (ç)

[24] Buhârî,Zekat 59, Vesayâ 31; Müslim, Hibât 3-4 (1621); Ebu Dâvud, Zekat 10 (1593); Tirmizî, Zekat 32 (668); Nesâi, Zekat 100; İbn Mâce, Hibât 5; Ahmed b. Hanbel, 1/25

[25] Buhârî, Hibe 29, Cihad 136; Müslim, Hibât 1, 2 (1620)

[26] Kastallânî (ö. 311/923)'nin, İbn Sa'd (ö. 230/844)'ın  Tabakât" adlı eserinden naklen ifadesine göre; Hz. Ömer'in sadaka olarak verdiği bu aün adı, "Verd" olup Temim ed-Dârî, bu atı Hz. Peygamber [s.a.v)'e hediye etmişti. Hz. Peygamber (s.a.v)'de, bu atı, Hz. Ömer'e vermişti.

İbn Hacer (ö. 852/1447); Hz. Ömer'in, kendisine o ab sadaka olarak verdiği gazinin adı­nın bilinemediği söyler.

Her ne kadar Hz. Ömer'in, bu atı vakfettiğini söyleyenler varsa da, hadiste geçen "sada­kana dönme" ifadesi, Hz. Ömer'in, aü vakfetmediğine delil gösterilmiştir. Bir kimsenin vermiş olduğu sadakayı aynı şahıstan satın almasının hükmüne gelince, cumhur, bunun mekruh olduğunu söylemiştir. Bu hadisteki yasaklama, tenzihen mekruh içindir

Nevevî (ö. 676/1277}'ye göre; bir malı sadaka, zekat, kefaret ve adak gibi ibadet niyetiyle veren bir kimsenin aynı malı aynı şahıstan satın alması mekruhtur. Hibe yada başka bir yolla onu kabul edip kendi iradesiyle mülkiyetine geçilmesi de böyledir. Ayrıca sadaka olarak verilen o malı ajan şahıs, onu, bir başkasına satsa yada devretse, sonra sadakayı veren kimse onu , üçüncü şahıstan satın alsa, bu, mekruh olmayıp caizdir. (ç)

[27] Ebu Dâvud, Zekat 10 {1593}

[28] Nesâî, Zekat 100

[29] Nesâî, Zekat 100

[30] Buhârî, Hibe 14, 30, HayI 13; Müslim, Hibât 5-8 (1622); Ebu Dâvud, İcâre 81 (3538); Tirmizî, Büyü1 62 (1298); Nesâî, Hibe 2; İbn Mâce, Sadakat 1 (2391); Ahmed b. Hanbel, 1/217

[31] Hadis; mutlak olarak ve herhangi bir ayırım yapmadan, hibe eden kişinin hibesinden dönemeyeceğine delalet etmektedir.

Hanefi fikıhçilanndan Tahâvî (ö. 321/933), hibeden dönmenin, kusmuğu yulmaya ben­zetilmesinin, bunun haram olmasını gerektirdiği, fakat başka bir hadisteki hibeden dön­meyi köpeğin kusmuğunu geri yutmasına benzeten ifadenin bu hükmü ters çevirdiğini söyler. Çünkü köpek mükellef değildir. Dolayısıyka köpeğin kusmuğumu yutması caiz olmaz. Öyleyse buna benzetilen şey (=hibeden dönmek) haram olmaz. Hz. Peygamber (s.a.v)'in, hibeden dönmeyi men etmesi, tenzihen mekruh olduğuna delalet eder. (ç)

[32] Müslim, Hibât 5 (1622)

[33] Ebu Dâvud, İcâre 81 (3538)

[34] Ebu Dâvud, İcâre 81 (3538)

[35] Buhârî, Hibe 12,13, Şehâdât 9; Müslim, Hibât 9-18 (1623); Ebu Dâvud, İcâre 83 (3542, 3543, 3544, 3545); Tirmizî, Ahkâm 30 (1367); Nesâî, Nuhl 1; İbn Mâce, Hibât 1 (2375); Ahmed b. Hanbeİ, 4/270

[36] İslam alimleri, babanın, sağlığında çocuklarından bir kısmına mal bağışlayıp bir kısmını mahrum etmenin caiz olup olmadığı konusunda İhtilaf etmişlerdir.

1.  Babanın, çocuklarından bir kısmını ayırıp bir kısmına mal bağışlaması batıl olup geçer­liliği yoktur. İmam Ahmed ile bazı alimler, bu görüştedir.

2.  Babanın, bazı çocuklarına, bu şekilde hibe bulunması caizdir. Yalnız mekruhtur. Baba­nın mal bağışlaması hususunda çocuklarına eşit davranması mendubtur. İmam Şafiî, İmam Ebu Yusuf, İmam Muhammed, Ebu Hanîfe ile bazı alimler de bu görüştedirler. Bu alimler, konumuzla ilgili hadisi, mendub olmakla yorumlamışlardır.

Ayrıca bu hadis, bizej bir konuda hakimi şahit tutmanın vacip değil, caiz olduğunu, hibe­ye sadaka denilebileceğini ve çocuğun yararına annenin söz hakkı olduğuna gör^ermek-tedir. (ç)

[37] Müslim, Hibât 13 (1623)

[38] Müslim, Hibât 14 (1623)

[39] Müslim, Hibât 17 (1623)

[40] Müslim, Hibât 12 (1623}

[41] Nesâî, Nuhll

[42] Ebu Dâvud, İcâre 83 (3543); Nesâî, Nuhl 1; Müslim, Hibât 12 (1623)

[43] Ebu Dâvud, İcâre 83 (3542)

[44] Ebu Dâvud, İcâre 83 (3542)

[45] Ebu Dâvud, İcâre 83 (3542)

[46] Ebu Dâvud, İcâre 83 (3544)

[47] Nesâî, Nuhll

[48] Nesâî, Nuhl 1

[49] Nesâî, Nuhl 1

[50] Nesâî, Nuhl 1

[51] Vasiyyet: Kelime olarak; "emretmek, bir işi birisine ısmarlamak, bir malı ölümden sonra bağışlama" anlamında kullanılmaktadır. Terim olarak ise; dinî ilimlerden fıkıhta ve hadis usûlünde ayrı ayrı manalara gelmektedir. Fıkıh ıstılahında vasiyet, iki ayrı manada kullanılmaktadır.

1.  Bir malı veya menfaati ölümden sonraya bağlayarak bir şahsa veya hayır kurumuna karşılıksız olarak bağışlamak (Tehanevî, Keşşafu Isülahati'l Funûn, IV1526; O. Nasuhî Bilmen, Hukuku îslâmiyye ve Isülahaü Fıkhıyye Kamusu, V/115).

2.  Bir kimsenin ölmeden önce, küçük çocuklarının mâlî işlerini yürütmekte veya terikesin-de tasarrufta bulunmakta birisini yetkili kılmasıdır (Tehanevî, aynı yer).

Malını veya bir malının menfaatma ölümüne bağlayarak bir şahsa veya hayır cihetine hi­be eden kişiye vasî, kendisine mal veya menfaat bırakılan (vasiyet edilen) kişiye veya ha­yır cihetine mûsâ leh, vasiyet edilen mala ya da menfaate mûsâ bih, vasiyette bulunma olayında îsa denilir.

Vasiyet, İslâm'ın meşru kabul ettiği aklilerdendir. Tarihî açıdan bakıldığında vasiyetin İslâm'dan önce de var olduğu görülmektedir.

Vasiyet Çeşitleri: Vasiyet bir olay veya zamanla kayıtlı olmazsa, mutlak vasiyet, belirli bir olayla veya zamanla "şu işim olursa", "şu zamana kadar ölürsem." gibi kayıtlı olursa mukayyet vasiyet; mûsâ bihin miktarı, malın üçte biri, dörtte biri gibi bir oranla değil, be­lirli bir miktarla belli olursa mürsel vasiyet; miktar belli edilmeden terikenin üçte biri dörtte biri gibi bir oran vasiyet edilirse bu vasiyete de gayri mürsel vasiyet denilir. Vasiyet edilen şeyin mal veya menfaat olması bakımından da vasiyetler, vasiyye bi'l-mal ve vasiyye bil'l-menfaat kısımlarına ayrılırlar (Bilmen, a.g.e., V/115; Vehbe ez-Zühaylî, el-Fıkhu'1-İslâmî veEdilletuhu,VIII/9). B.k.z. Şamil İslam Ansiklopedisi, Vasiyet maddesi, (ç)

[52] Buhârî, Şurût 19, Vesâyâ 22, 28; Müslim, Vasiyet 15 (1632, 1633); Ebu Dâvud, Vesâyâ 13 (2878); Tirmizî, Ahkâm 36 (1375); Nesâî, İhbâs 2; İbn Mâce, Sadâkat 4 (2396, 2397); Ahmed b. Hanbel, 2/114

[53] Vakrf1 kelimesi, sözlükte; hapsetmek anlamındadır. Bundan dolayı mahşerde insanların hesap vermeleri için hapsedildikleri yere "Mevkif denilmiştir. Çoğulu, "Evkaftır. Terim olara ise; bir mülkün menfaatini insanlara tahsis edip aslını Allah'ın mülkü hükmünde ol­mak üzere, mülk edinme yada edindirmeden alıkoymaktır.

Vakfedilen malın; alışverişe, hibeye ve mirasa konu olamayacağı hususunda itifak vardır. Çünkü vakıfta asıl olan, belli bir süreyle sınırlandırılmalım olmamasıdır. Mülkünün bir kısmını yada tamamını vakfetmek isteyen kişi; vakfedeceği şeyin mahiyeti­ni, ne için vakfettiğini ve nasıl kullanılması gerektiğini kesinlikle beyan etmelidir. Esasen vakıf olayı; yüce Allah'a iman ve hesap gününe hazırlanma şuuruyla yakından alakalıdır. Çünkü Kur'an'da; "Siz sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcayıncaya kadar asla iyiliğe ermiş olamazsınız. Her ne infak ederseniz, şüphesiz Allah onu bilir" (Âl-i İmrân: 3/92} buyurulmaktadır. Bu ayetinden inmesinden sonra sahabiler, sev­diği mallan infak etme hususunda yarışa girmişlerdir. Yine Resulullah (s.a.v)'in, Medine'­de bulunan ve kendi özel mülkü olan "Fedek Arazisİ"ni, fakir müminlerin ihtiyaçlarının karşılanması için vakfettiği bilinmektedir. B.k.z. Yusuf Kerimoğlu, Emanet ve Ehliyet, 2/459-461 Ölçü Yayınlan, İstanbul 1985 (ç) 

[54] Nesâî, İhbâs 3

[55] Nesâî, İhbâs 3

[56] Nesâî, İhbâs 3

[57] Sa'd b. Havle, Sa'd b. Ebi Vakkas'ın babasıdır. Mekke'ye Medine'ye hicret edip Bedir ve diğer bazı gazvelere katılmıştır. Veda haccında ölmüştür.

Sa'd b. Ebi Vakkas, Mekke'deki hastalık günlerinde babasının vefatı üzerine, kendi haya­tından da ümit keserek vasiyet etmeye kalkışmıştır. Sa'd b. Ebi Vakkas, veda haccmdan sonra 45 yada 48 sene daha yaşamıştır, (ç)

[58] Buhârî, İman 41, Cenâiz 37, Vesâyâ 2; Müslim, Vasiyet 5-9 (1628); Ebu Dâvud, Vesâyâ 2 (2864); Tirmizî, Cenâiz 6 (975); Nesâî, Vesâyâ 3; İbn Mâce, Vesâyâ 5 (2708); Ahmed b. Hanbel, 1/172

[59] Sa'd b. Ebi Vakkâs, Mekke'den Medine'ye hicret eden muhacirlerdendi. Veda haccı sıra­sında Mekke'ye gelmişti. Burada hastalanmıştı. Hastalığı sebebiyle Mekke'de kalmak zo­runda olduğundan, hicretinin bozulup bozulmayacağı endişesini taşıyordu, (ç)

[60] Müslim, Vasiyet 5 (1628)

[61] Buhârî, Vesâyâ 3

[62] Tirmizî, Cenâiz 6 (975)

[63] Tirmizî, Cenâiz 6 (975)

[64] Tirmizî, Vesâyâ 1 (2116); Nesâî, Vesâyâ 3

[65] Afra, Sa'd b. Ebi Vakkâs'ın annesinin adıdır, (ç)

[66] Nesâî, Vesâyâ 3

[67] Vasiyet, Ölüme bağlı olan bir tasarruftur. Bırakılan mal yada menfaat, sadaka hükmün-: dedir.

İslam Hukukunda, vasiyet, mirasla ilgili hükümler gelmeden önce farz olan bir tasarruftu. Hanefilere göre; vasiyet etmek vacip değil, müstehabtır.

Mirasçılar kabul etse de, etmese de vasiyet; malın üçte birini aşmamak şartıyla caizdir. Dolayısıyla vasiyet edilen kimsenin mirasçı olup olmamasına ölüm vaktinde itibar edilir. Vasiyet vaktinde itibar olunmaz.

Mirasçılardan bazısının payını azaltmak, bazısının payını yükseltmek için varislerden biri­ne vasiyet yapmak caiz değildir. Bu hususta İcma meydana gelmiştir. Yalnız bir kimsenin hiçbir mirasçısı yoksa, malının tamamını vasiyet etmesinde bir sakınca yoktur. Vasiyet edebilir. Çünkü vasiyete engel olan husus; yüce Allah'ın tanıcligı, mirasçılara haktır. Engel ortadan kalkınca, malın tamamını vasiyet etmek sahih olur. B.k.z. Yusuf Kerimoğülu, Emanetve Ehliyet, Ölçü Yayınları, İstanbul 1985, 2/400-403 (ç

[68] Buhârî, Vesâyâ 1; Müslim, Vasiyet 1-4 (1627); Ebu Dâvud, Vesâyâ 1 (2862); Tirmizî, Cenâiz 5 (974); Nesâî, Vesâyâ 1; İbn Mâce, Vesâyâ 2 (2699); Ahmed b. Hanbel, 2/34, 57,80,113,128

[69] Müslim, Vasiyet 4 (1627)

[70] Yemin" kelimesi, sözlükte; sağ el, kuvvet anlamında kullanılmaktadır. Terim olarak ise; yüce Allah'ın adını zikrederek haberin takviyesidir.

Yemineden kişi, bir şeyi yapmaya yada yapmamaya yüce Allah'ı şahit tutarak karar verir.

Yemin, yapışıl şekline göre iki kısma ayrılmaktadır:

1. Yüce Allah'ın isim veya sıfatıyla yapılan yemin.

2. Yüce Allah'tan başkasıyla yapılan yemin. Yüce Allah'tan başkasıyla yemin caiz değildir. Konu ile ilgili açıklama S nolu hadiste geçmişti. Daha geniş bilgi için oraya bakabilirsiniz. (ç)

[71] Buhârî, Eymân 4; Müslim, Eyman 1-4 (1646); Ebu Dâvud, Eyman 4 (3250); Tirmizî, Eyman 9 (1534); Nesâî, Eyman 5; İbn Mâce, Keffârât 2 (2094); Ahmed b. Hanbel, 2/7, 11,48

[72] Müellif, her nekadar "Buhârî hariç" demiş olsa bile, bu hadis; Buhârî, Eymân 4'de geç­mektedir, (ç)                                                                                                            

[73] Müslim Eyman 1 (1647); Ebu Dâvud, Eyman 4 (3249); Tirmizî, Eyman 9 (1533); Nesâî, Eyman 5

[74] Âl-i İmrân: 3/77

[75] uhârl' ^yfrTlân 17i M9slim' 'man 220, 221, 222 (138); Ebu Dâvud, Eymân 1 (3243); Iırmiz., Tefsıru Sure-i Al-i Imrân 4 (2996); Nesâî (el-Kübrâ), Zekât, 2/7, Tefsir, 6/317; İbn Mace, Ahkâm 8 (2323); Ahmed b. Hanbel, 1/442, 377 (ç)

[76] Ebu Abdurrahman, Abdullah ibn Mes'ud'un lakabıdır, (ç)

[77] Adaletin tam olarak tecellî edebilmesi için; dava edilen hakkın ispat edilebilmesi şarttır. Çünkü hakim, tarafların getireceği ve ortaya koyacağı delilleri esas alarak bir hükme varmak mecburiyetindedir. Davacı, haklı olsa bile, varlığını ispat edemediği müddetçe, hakkını elde edemez.

İslam Hukuku'nda ispat etme mecburiyeti, dava açan kimsenin üzerindedir. Davalı inkar ederse, yemin teklif edilir. Hakkı kesin olarak ortaya koyacak her delil, hakimin vereceği hükme dayanak teşkil eder. (ç)

[78] Eş'as, muhatabının bir Yahudi olduğunu, dolayısıyla hakka-hukuka riayet etmeden ye­min ederek arzisini elinden alabileceğini söyleyince, konu ile ilgili ayet inmiştir. Yalnız bu ayet, Eş'as'ın bu sözü üzerine değil, Hz. Peygamber (s.a.v)'in yalan yere yemini kötüleyen ifadesi üzerine inmiştir.

[79] Yemin, 3 kısma ayrılmaktadır:

1.  Yemin-i Lağv: Yanlışlıkla veya doğru olduğu 2annıyia yalan yere yapılan yemindir..

2.  Ycmin-i Mün'akide: Mümkün veya gelecek ile ilgili bir şey hakkında yapılan yemindir.

3.  Yemin-i Gamus: Yalan yere kasten yapılan yemindir

Yemin-i Gamus: Kişinin yalan kastederek yalan yere Allah adına yemin etmeye denir. Özerine yemin edilen şeyin, içinde bulunulan zamandan önce işlenmiş bir fiil olması şart değildir. Ama bazen Öyle de olabilir. Örneğin, bir kimsenin, bir başka kimseyi dövdüğü halde "Vallahi, onu dövmedim" diyerek ettiği yemin, Gamus yeminidir. Gamus yemini, Allah adına yemin etmekten başka durumlarda düşünülemez. Çünkü bu yeminin, keffareti yoktur. Yemin eden kişi, günahkar olduğu için tevbe etmesi gerekir. Zi­ra burada hem Allah'ın adı hiçe sayılmakla ve hem de bir kimsenin malı haksız yere gasbedilmeye çalışılmaktadır. Bu nedenle de yemin sahibi, Allah'ın gazabıyla karşı karşı­ya kalmaktadır. Bundan kurtulmak İçin ilk önce tevbe etmeli, sonra da kimin malını gasbettiyse o malı geri sahibibne vermelidir, (ç)

[80] ÂI-i İmrân: 3/77

[81] Buhârî, Şehâdât 20, Rehin 6; Müslim, İman 220, 221 (138)

[82] Hadisin ışık tuttuğu önemli bir nokta; dünyevî hükümler hususunda İslam İdaresi altında yaşayan Müslümanlar ile gayri Müslimlerin aynı hükümlere tabi oldukları ve onların mal­larının da Müslümanların malları gibi dokunulmazlığının olduğudur. Çünkü öyle olma­saydı, Hz. Peygamber fs.a.v), davaya gerek duymadan, çekişmeli olan araziyi Müslüman olan davacıya verir, işi bitirirdi. Ama öyle olmadı. Davacının delili olmayınca, davalıya yemin teklif etti. (ç)

[83] Ebu Dâvud, Eymân 1 (3243); Tirmizî, Tefsiru Sure-i Âl-i İmrân 4 {2996}

[84] Buhârî, Cezâu's-Sayd 27; Müslim, Nuzur 11, 12 (1644); Ebu Dâvud, Eymân 19 (3293, 3294, 3299); Tirmizî, Eymân 17 (1544); Nesâî, Eymân 32; İbn Mâce, Keffârât20 (2134); Ahmed b. Hanbel, 4/152

[85] Adak» kelimesi, Arapça'da, nezir (=nezr) olarak ifade edilemktedir. Terim olarak ise; bir kimsenin dinen yükümlü olmadığı ibadet cininden bir şeyi kendisi için vacip kılmasıdır. Diğer bir ifadeyle; kişinin farz yada vacip cinsinden bir ibadeti yapacağına dair Allah adı­na söz vererek o İbadeti kendisine borç kılmasıdır.

Yapılan bir adağın geçerli olabilmesi için, hem adakta bulunan kimseyle ve hem de ada­ğın konusu ile İlgili bazı şartlar vardır:

1.  Adağın geçerli olabilmesi için adakta bulunan kimsenin; Müslüman, akıllı ve ergenlik çağına girmiş bir kimse olması gerekir.

2. Adağın geçerliliği için adak konusunda aranan şartlar ise şu şekilde sıralanabilir:   

a.  Adana şeyin cinsinden bir farz veya vacip ibadetin bulunması gerekir. Namaz kılma, sadaka verme kuırban kesme, oruç tutma gibi. Buna göre hasta ziyareti yada mevlid okutma yada türbelerde buna benzer yapılan adetler adak konusu olamaz.

b.  Adana şey, bizzat hedeflenen ibadet cinsinden olmalı, başka bir İbadete vesile olduğu için farz yada vacip sayılan bir ibadet olmamalıdır. Abdest alma, ezan ve kamet okumayı, mescide girmeyikonu alan adak geçerli olmaz.

c.  Adanan husus, adayan şahsın o anda veya daha sonra yapması gereken farz veya vacip bir İbadet olmamalıdır. Kılmakla mükellef olduğu namaz, tutmakla mükellef olduğu namaz, tutmakla mükellef olduğu Ramazan orucu; adak konusu olamaz.

d.  Adanan şeyin meydana gelemsi ve yapılması maddeten ve dinen mümkün ve meşru olması, mal ise adayan şahsın mülkiyetinde bulunması gerekir. Bir kimsenin sahip olma­dığı malı adaması geçersiz, sahip olduğundan fazlasını adaması halinde ise sadece sahip olduğu kadarı hakkında geçerlidir.

e.  Adanan fiil; Allah isyanı, bid'at günah ve masİyerİ içermemektedir. Bu takdirde adak geçersizdir.

Hz. Peygamber (s.a.v)'in, başı açık olarak hacca gîbneyi adayan kadına basını örtmesini emretmesi, günah olan bir şeyi yapmak için bulunulan adağın geçersiz olduğuna delalet etmektedir.

Hattâbfye göre; yalın ayak hacca gitme konusundaki adak geçerlidir. Böyle bir adakta bulunan, gücü yetti kadar yürür. Yürüyemez hale gelince, bir şeye biner ve ve Mekke'de bir kurban keser.

Hz. Peygamber (s.a.vj'in, "üç gün oruç tutsun" sözü; orucun, hedy (=kurban edilmek üzere Mekke'ye götürülen hayvan}dan bedel olmasından dolayıdır. Kadın, oruç ile hedy arasında muhayyer bırakılmıştır. Bu, av öldüren ihramlmın; bu avın varsa benzeri yada kıymetini fakirlere vermek yada her müd1 buğdaya karşılığında bir gün oruç tutmak ara­sında muhayyer olmasına benzer, (ç)

[86] Tirmizî, Eymân 17(1544)

[87] Lât: Taifde Sakîf kabilesine ait bir putun İsmidir. Bazıları da, bunun, Kureyş'e ait olup Nahle'de bulunduğunu söylemişlerdir. Mekke'de olduğunu saöyleyenler de vardır. Bu put, cahiliye devrinde Arapların taptıkları üç büyük puttan birisinin adıdır. Uzzâ: Mücâhid'e göre; Gatafân kabilesinin taptığı bir ağaçtır. Dahhâk'a göre ise; Gatafân kabilesinin taptığı bir puttur.

Bu hadiste, Lât ve Uzzâ'yı anarak yemin eden kişinin yemininin sonunda "Lâ ilahe illal­lah" demesi emredilmektedir. Aliyyul-Kârî (Ö. 1014/1605), bu meseleye, iki açıdan bakı-labileceğini söyler:

1.  Kişinin sehven cahiliye devrinden kalma bir adet olarak "Lât" üzerine yemin etmesi. Bu durumda"Lâ ilahe illallah" demesinden maksat; tevbe etmesi, tevhîd kelimesini, güna­hına kefaret kılmasıdır. Çünkü İyilikler, kötülükleri siler. Bu, gafletten dolayı tevbedir.

2.  Bu yeminiyle "Lâfı ta'zim etmesi. Böyle olursa, anılan yeminden sonra tevhid kelimesi söylenmesinden maksat; iman tazelemektir. Çünkü bu yemin, kişiyi dinden çıkarır. Bu durumda tevbe, masiyetten tevbedir.

Aliyyu'I-Kârî, sözüne devamla der ki: Bu hadiste; İslam'dan başka bir şeyle yemin edene kefaret gerekmeyip günahkar olduğuna ve tevbe etmesi gerektiğine delil vardır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v), bu yeminin cezasını, kişinin dininde kılmıştır. Malında değil, sade­ce kelime-İ tevhidi emretmiştir. Çünkü yemin, ma'kud ile olur. Lât ve Uzzâ'ya yemin edince, bu konuda kafirlere benzemiş olur. Onun için Resulullah {s.a.v), bunu, kelime-i tevhidle gidermeyi emretmiştir." B.k.z: Aliyyu'1-Kârî, Mİrkâtu'l-Mefâtih Şerhu Mişkâti'I-Mesâbih, 3/554

İmam Şafiî (ö. 204/819), İmam Mâlik (ö. 179/795), Nevevî (ö. 676/1277) ve alimlerin cumhuru İse; "şöyle yaparsam ben Yahudi ve Hıristiyan olayım, İslam'dan veya Peygam-ber'den beri olayım" ve benzeri sözlerle yemin eden kişiyi de putlar adına yemin etmeye benzetmiş ve bunlarla yemin olmayacağını, dolayısıyla da bu sözlerin kefareti gerektirme­yeceğini söylemişlerdir.

Hanefilere göre ise; bir şeyi yapıp veya yapmamak için, 'Yahudi olacağına veya Hıristi­yan olacağına" dair yemin eden kişiye sözünü yerine getirmediği takdirde kefaret gerekir, (ç)

[88] Buhârî, Eymân 5, Tefsiru Sure-i Necm 2, Edeb 74, İsti'zân 52; Müslim, Eymân 5 (1647); Ebu Dâvud, Eymân 3 (3247); Tirmizî, Eymân 18 (1545); Nesâî, Eymân 11; İbn Mâce, Keffârât2 (2096); Ahmed b. Hanbel, 2/309

[89] Ebu Dâvud, Eymân 3 (3247)

[90] Hz. Peygamber (s.a.v), arkadaşını kumar oynamaya davet eden kişinin hemen sadaka vermesini emretmiştir. Bu durumda olan kişinin vereceği sadakanın mikdan konusunda farklı görüşler vardır.

Aynî (ö. 855/1451), kumara davetten sonra verilecek olan sadakanın vacip değil, men-dub olduğunu, İslam Hukukçularının hadisteki emri mendub olmakla yorumladıklarını bildirmektedir, (ç)

[91] Müslim, Eymân 5 (1647)

[92] Buhârî, Vesâyâ 19, Eymân 30, Hayl 3; Müslim, Nüzur 1 (1638); Ebu Dâvud, Eymân 24 (3317); Tirmizt, Eymân 19 (1546); Nesâî, Eymân 35; İbn Mâce, Keffârât 19 (2132); Ahmed b. Hanbel, 6/6

[93] Sa'd'm annesinin adı, Amra idi. Sa'd b. Ubâde'nin annesinin adağının ne olduğu konu­sunda kesin bir görüş mevcut değildir. Bu meseleye ışık tyutan haberler, birbirleriyle çe­lişki arzetmektedir. Bu rivayetlerde kadının adağının; oruç, köle azad etmek ve sadaka olduğuna dair kayıtlar yer almaktadır.

Ölen kişinin adak borcunun çeşidi ve cinsine göre alimler arasında farklı görüşler vardır. Hanefilere göre; ölen kimsenin adak borcu, malî ise, o zaman bu borcunun ödenmesini, ölmeden vasiyet etmişse, o takdirde mirasçılar bunu ödemek zorundadırlar. Aksi takdirde böyle bir mecburiyetleri yoktur. Vasiyette belirtilen borç, geride bıraktığı malın üçte birini geçmesi halinde de mirasçaılar, bu borcun fazlasını ödemek zorunda değildirler. Adak bedenî ibadetlerle ilgili ise, genelde prensip olarak bu adak başkası tarfından eda edilmez. Çünkü bedenî ibadetlerde niyabet caiz değildir. İmam Ebu Hanîfe, İmam Mâlik ve İmam Şafiî'nin bir görüşü, bu doğrultudadır. İmam Ahmed İle İmam Şafii'nin diğer bir görüşüne göre ise; oruçta niyabet caizdir. Yani bir kimse oruç tutmayı adaşa ve orucu tutmadan ölse, onun yerine bir başkası oruç tutabilir. Hanefiler, Mâlikiler ile Şâftînin bir görüşüne göre İse oruçta niyabet olmaz. Ancak orucun yerine fakir doyurulur. Haccda ise niyabet kesinlikle caizdir. Bir kimse, başkasının yerine hac edebilir, (ç) 

[94] Nesâî, Vesâyâ 8

[95] Hadis; Müslüman olmayan bir kimse, bir adakta bulunur, sonra da Müslüman olursa, adağının gereğini yapmakta mükellef olduğuna delildir. Buhârî, İbn Cerîr (ö. 310/922) ile bazı Şâfiîler bu görüştedir.

Bazı Şâfiîler, İmam Mâlik ile Hanefilere göre; bu tür adaklar, hükümsüzdür. Bu alimler, bu hadisi, müstehab olma şeklinde yorumlamışlardır, (ç)

[96] Buhârî, İ'tikâf 5, 16; Müslim, Eymân 27, 28 (1656); Ebu Dâvud, Eymân 25 (3325); Tirmizî, Eymân 12 (1539); Nesâî, Eymân 36; İbn Mâce, Keffârât 18 (2129); Ahmed b. Hanbel, 2/10

[97] Bu yeminden maksat; "Şöyle edersem kafir olayım, Yahudi olayım...... " türü yeminler­dir. Bu tür yeminler, tehdit ve azab bakımından mübalağaya işaret etmektedir.

Böyle yemin eden kimsenin, bu yeminiyle, Yahudi olacağı yada İslam'dan beri olacağı değildir. Sanki Yahudi gibi bir cezaya müstehak olacak demektir.

İbn Hacer (ö. 852/1447) de, hadisteki "o dediği gibi olur" sözünden maksadın; tehdit ve azabda mübalağaya delalet etmesinin yada kişinin o dinden olduğuna hükmedilmemesi-nin muhtemel olduğunu söyler. B.k.z: N. Yenel, H. Kayapmar, Sünen-i Ebu Dâvud Ter-ceme ve Şerhi, Şamil yayınevi, İstanbul 1991,12/203-204 (ç)

[98] Buhârî, Eymân 7; Müslim, İman 176-177 (110); Ebu Dâvud, Eymân 7 (3257); Tirmizî, Eymân 16 (1543); Nesâî, Eymân 7; İbn Mâce, Keffârât 3 (2098); Ahmed b. Hanbel, 4/33, 34

[99] Nesâî, Eymân 7

[100] Buhârî, Eymân 26, Kader 6; Müslim, Eymân 5-7 (1640); Ebu Dâuud, Eymân 18 (3288); Tirmizî, Eymân 11 (1538); Nesâî, Eymân 25, 26; İbn Mâce, Keffârât 15 (2132); Ahmed b. Hanbel, 2/214

[101] Hadiste; arazuladığı bir sonuca ulaşmak için adakta bulunmanın sonucu o arzuladığı şeyin değişmeyeceği, çünkü olan her şeyin Allah'ın takdirinin eseri olduğu ifade edilmek­tedir. Ama adak sayesinde normal hallerde bir şey vermeyen cimrilerden mal çıkmış olur. Çünkü cimri, bir şeyin olması halinde sadaka vermeyi yada kurban kesmeyi adar ve İste­diği olursa, adadığını vermek zorunda kalacak ve kendisinden mal çıkacaktır.

Adağın, malın çıkmasına sebep olmasında sadece cimrilerin anılması, cimri olmayanların adak sebebiyle mal vermeyecekleri manasına gelmez. Yalnız cömertler bir şey adamadan da sadaka verip hayr ve hasenatta bulundukları için, hadiste, cimriler anılmıştır. Bu sebeple İmam Şâfıî ile İmam Ahmed başta olmak üzere, İslam Hukukçularının önemli bir kısmı, adak adamanın mekruh olduğu görüşündedir.

Hanefiler ise Allah'a ibadet ve taat yönünden adakta bulunmayı mubah görmüşlerdir. Sonuçta, bir ibadetin işlenmesine vesile olduğu için bunu müstehab görenler de olmuş­tur. B.k.z: N. Yeniel, H. Kayapınar, Sünen-i Ebu Dâvud Terceme ve Şerhi, Şamii Yayı­nevi, İstanbul 1991, 12/258

Konuyla ilgili hadisler ve İslam alimlerinin görüşleri incelendiğinde, kişinin hi,çbir dünyevî menfaat ummadan sırf Allah'ın ri2asını kazanmak, ona şükretmek için adak adamasında bir sakınca bulunmadığı görülür. Kişinin, Allah'ın takdirinin değişmesine vesile olması di­leğiyle ve ihlastan uzak, belli şartlara bağlı olarak adakta bulunması ise doğru karşılan­mamıştır.

Adaklar, Alah'ın takdirini değiştirmez. Müslüman kişi, bunu bilerek, ileride olacak bir şe­yin en hayrlı şekilde meydana gelmesi dileğiyle yüce Allah'a yalvarması, bunu gerçekleş­tirmeye vesile olması için sadaka ve ibadet mahiyetinde bir adakta bulunması itikadî ba­kımdan sakıncalı görülmemiştir.

İslam Hukukçularının, şartsız adağı daha hoş karşılaması, onda ibadet niyetinin daha belirgin olması sebebiyledir. Dünyevî bir menfaati konu edinen şartlı adak ise, ibadet ni­yetinden ziyade nerdeyse Allah ile bir pazarlık mahiyetini taşıyabileceği için, sonuçta bir ibadetin yerine gelmesi söz konusu edilse bile ihtiyatla karşılanmış, hatta doğru bulun­mamıştır. Bununla birlikte Allah'a isyan ve masiyeti içermediği sürece, hangi grupta yer alırsa alsın, adakta bulunulduğundan yerine getirilmesi dinen vacip görülmüştür. B.k.z: Komisyon, İlmihal, T.D.V, İstanbul 1999, 2/22-23 (ç)

[102] Buhârî, Kader 6, Eymân 26

[103] Müslim, Eymân 7 (1640)

[104] Müslim, Eymân 6 (1640)

[105] Müslim, Eymân 5 (1640)

[106] Nesâî, Eymân 25

[107] Ebu Dâvud, Eymân (3288)

[108] Had: Kelime olarak; "sınır çekmek, bilemek dikkatle bakmak, ayırmak ve ceza tatbik etm­ek" anlamlarına gelmektedir. Bir isim olarak; sınır, son, bıçak gibi ağzı, tarif ve şer'î ceza. Çoğulu "hudûd" gelir. Bir hukuk terimi olarak hadler; İslâmî ölçüler, İslâm Dininin ortaya koyduğu helâl-haram sınırları, miktarı ve niteliği nasslarda belirlenmiş olan sert cezalar demektir.

Mükellef, yani akıllı ve ergin kişilerin yaptığı İşlerin Allah ve Resulünün rızasına uygun olup olmadığını gösteren ölçüler vardır. Bu ölçüler Kur'ân ve Sünnetle bildirilmiştir. İslâm'da mükelleflerin yaptığı işlerin (=efal-i mükellefin) değer hükmünü gösteren ölçüler şunlardır: Farz, vacip, Sünnet, Müstehap, Helâl, Mubah, Mekruh, Haram, Sahih, Fasit, Batıl. Mükellefin yaptığı her iş, şer'î sınırları gösteren bu Ölçülere göre değerlendirilir. So­nuçta ona göre ceza veya mükâfaat alır; yapılan iş ya geçerli (=sahih) veya geçersiz (=fâsid, bâtıl) olur.

Şerl hadlerin genel anlamı Allah'ın koyduğu helâl-haram ölçüleridir. Bu mana aşağıdaki âyet ve hadislerden anlaşılmaktadır: Nisa suresi 12. âyette mirasla ilgili hükümler açıklan­dıktan sonra şöyle buyurulmaktadır: "Bunlar Allah'ın sınırlandır, Kim Allah'a ve elçisine itaat ederse Allah onu, altından ırmaklar akan cennetlere sokar, orada ebedî kalırlar. İşte büyük kurtuluş budur. Kim de Allah'a ve O'nun Elçisine karşı gelir, O'nun sınırlarını aşar­sa, Allah onu ebedi kalacağı ateşe sokar. Onun için aiçaltıcı bir azab vardır" (en-Nisa, 4/ 13, 14). Burada Allah'ın emirleri "O'nun sınırları' olarak ifade edilmiş, bu sınırlan aşanla­rın ceza ile karşılaşacakları haber verilmiştir.

İslâm ceza hukuku =(Ukûbat) terimi olarak hadler; "belirli bazı suçlara İslâm'ın tayin ettiği cezalar" dır. Bu cezayı gerektiren suçlar beş tanedir: zina, hırsızlık, içki içmek, kazf (na­muslu kadına zina iftirası) ve yol kesme (hırâbe).

İslâm ceza hukukunda "had'ler "Allah hakkı" olarak kabul edilmiştir. Yani haddi (İslâm'ın tesbit ettiği cezayı) gerektiren suçlar amme hukukuna tecavüz anlamı taşımaktadır. Kısas kul hakkı olduğu için buna had denilmemiştir. Haddin dışında kalan yani Kur'an ve Sün­netle tayin edilmeyip hâkimin takdirine bırakılmış cezalara ta'zir cezaları denir. Hapis, teş­hir, sürgün gibi. (Zühaylî, el-Fıkhu'1-İslâmî ve Edilletüh, 2. baskı, Dimaşk 1405/1985, IV/284vd.).] B.k.z: Şamil İslam Ansiklopedisi, Had maddesi (ç)

[109] Hadis; hırsızlık cezasının nisabı, yani bîr hırsızın kolunun kesilebilmersi İçin çaldığı malın olması gereken asgarî değeri ile ilgilidir.

Konu ile ilgili değişik rivayetlerde, Hz. Peygamber (s.a.u)'in; çeyrek dinar albn, fiyatı üç dirhem gümüş olan kalkan ve kıymeti on dirhem gümüş yada bir dinar alün olan kalkan çalan hırsızın elini kestiği görülmektedir.

İslam Hukukunda hırsıza verilecek ceza hususunda Maide: 5/38'deki ayet mutlaktır. Hır­sızlık yapan erkek ve kadının elinin kesilmesi emredilmiş, ama çaldığı malın miktarı konu­suna değinilmemiştir. Gerek bu ayetin mutlak oluşu ve gerekse de hadislerdeki farklı ri­vayetler, el kesme nisabında alimlerin ihtilafına sebep olmuştur.

Hanefilere göre; el kesmek için hırsızlıktaki nisab miktarı, on dirhem gümüş yada onun kıymetidir. Çalınan mal alün bile olsa gümüşle değerlendirilir. Yalnız muteber olan; külçe halindeki gümüş değil, basılmış haldeki gümüştür. Hanefi'lerin bu konudaki delilleri için b.k.z: Müslim, Hudud 7; İbn Mâce, Hudud 22. (ç)

[110] Müslim, Hudûd 1 (1684)

[111] Müslim, Hudûd 4 (1684)

[112] Buhârî, Hudûd 13

[113] Müslim, Hudûd 3 (1684)

[114] Müslim, Hudûd 2 (1684)

[115] Nesâî, Kat'u's-Sânk 9

[116] Nesâî, Kat'u's-Sânk 9

[117] Nesâî, Kat'u's-Sânk 10

[118] Nesâî, Kat'u's-Sânk 10

[119] Nesâî, Kat'u's-Sânk 9

[120] Buhârî, Hudûd 11, 12; Müslim, Hudûd 8-10 (1688); Ebu Dâvud, Hudûd 4 (4373, 4374); Tirmizî, Hudûd 6 (1430); Nesâî, Kat'u's-Sânk 6; İbn Mâce, Sarık 6 (2547); Ahmed b. Hanbel, 6/42

[121] Buhârî, Menakıb 42

[122] Hadiste; hırsızlık yapan bir kadının elinin kesilmemesi için yapılan müracaatta, Resulullah (s.a.v)'in öfkelendiği ve bunun eski ümmetlerin helalkk sebeplerinden biri olduğu anlatıl­maktadır.

Hadiste anılan kadın, Muhzûm kabilesinden Fatma bintü'l-Esved b. Abdi'I-Esed'dir. Ebu Seleme'nin de yeğenidir.

Bazı rivayetlerde kadının ödünç olarak bazı eşyalar alıp sonradan bunları geri vermediği ve bunları inkar etmediği bildirilmektedir. Bunları esas alan bazı İslam Hukukçuları, kadı­nın elinin kesiliş sebebinin, ödünç malları inkar edişi olduğunu söylerler. Ama çoğunluk, bu görüşü kabul etmez ve bundan maksadın kadının tarif etmek olup el kesme sebebinin hırsızlık olduğunu söylerler. Nitekim rivayetlerin çoğunda, kadının hırsız­lık ettiği, mal çaldığı açıkça görülmektedir.

Hadisten anlaşıldığına göre; had cezasına taalluk eden bir cezanın affedilmesi yada hafif­letilmesi için yetkililer nezdinde şefaatçi olmak caiz değildir.

Had cezası gerektirmeyen suçlarda ise, suçlunun affı için yetkililer nezdinde şefaatçi ol­mak ve şefaati kabul etmek caizdir.

Yine hadisten anlaşıldığına göre; yetkili kimsenin, had cezası gerektiren bir suç işleyen kişiyi bağışlaması yada fidye karşılığında salıvermesi caiz değildir, (ç)

[123] Müslim, Hudûd 9 (1688)

[124] Müslim, Hudûd 10 (1688)

[125] Hanbeliler, İshak b. Rahuye (ö. 238/852) İle Şevkânî (ö. 1250/1834)'ye göre; ödünç mal a!an birisi, aldığını inkar ederse, o kişinin eli kesilir. Bunlar, konu ile lgili bu hadislerin za­hiriyle istidlal etmişlerdir.

Cumhur ise; ödünç malı inkarın hırsızlık sayılmayacağı, oysa ei kesme cezasının Kur'an'a göre hırsıza verileceği, dolayısıyla ödünç malı inkar edenin elinin kesilmeyeceğini söyle­mişlerdir. Çünkü diğer bazı rivayetlerde, bu kadın, Mekke'nin ferhedildiği sene Resuiullah (s.a.v)'in evinden bir kadife çalmıştı. İşlediği suç, elinin kesilmesini gerektiriyordu. İşte cumhur, bu noktadan hareketle, kadının elinin kesilmesinin; ödünç maldan değil de, hırsızlık yapmasından dolayı gerçekleştiğini belirtmiştir, (ç)

[126] Bununla kast edilen söz şudur: "Şüphesiz sizden öncekiler, içlerinde itibarlı birisi hır­sızlık yaptığı zaman bırakıverdikİerİ ve zayıf birisi hırsızlık yaptığında ise kendisi­ne ceza uyguladıkları için helak oldular.

Hiç şüphe yok ki ben, nefsimi elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, eğer Muhammedin kızı Fatıma (bile) hırsızlık yapsa (onun da) elini keserim." (ç)

[127] Ebu Dâvud, Hudûd 16 (4396)

[128] Nesâî, Kaf u's-Sânk 6

[129] Nesâî, Kaf u's-Sânk 6

[130] Nesâî, Kaf u's-Sânk 6

[131] Nesâî, Kaf u's-Sânk 6

[132] 'Ta'zir" kelimesi sözlükte; te'dib etmek, yola getirmek gibi anlamlara gelmektedir. Terim olarak ise; dini yasakladığı, ama karşılığında ceza belirlemeyip devlet yetkilisinin takdirine biraktığıu cezadır.

İslam Hukukçuları, ta'zirin meşru oluşunda görüş birliğine varmakla birlikte şekil ve mikta­rında farklı görüşlere sahip olmuşlardır.

İmam Ahmed, bazı Şâfıîler İle Zahiriler; bu hadisin zahiriyle ame! ederek ta'zir için on değnekten fazla vurulamayacağını belirtmişlerdir.

Hanefiler de dahil geri kalan alimler; ta'zir için on değnekten fazla vurulabileceğini, fakat bunun azami haddinin tespitinde ihtilaf etmişlerdir. Örneğin, İmam Ebu Hanife İle İmam Muhammed'e göre; en fazla otuz dokuz, en az üç sopadır. Ebu Yusufa göre ise, üç ile yetmiş beş yada yetmiş dokuz sopadır. İmam Ebu Hanîfe İle İmam Muhammed, ta'zir için azami mikdarı köleleler için meşru kılınan en düşük haddi, Ebu Yusuf ise hürler için meş­ru kılman en düşük haddi esas almıştır. Ancak birer kamçı aşağısını takdir etmişlerdir. Cumhurun bu hadisle amel etmemesinin nedenleri içerisinde; Hadisin çeşitli şekillerde  eleştiriye uğraması, hadisin hilafına sahabenin amelinin olması, hadisin hükümünün ge­nel değil de öze! şahsi bir kişiyle ilgili olması, hadisteki sınırlamanın kamçıyla ilgili olması, hadisin hükmünün kaldırılması gibi hususlar yer almaktadır.

Hattâbî ise ta'zirin mikdarı konusundaki farklı görüşlerin suç veya cinayetlerin farklılığın­dan kaynaklandığını belirtmiştir, (ç)

[133] Asıl adı, Ebu Burde b. Niyâr b. Amr'dır. İsminin, Mâlik ve Hâni' olduğu da söylenmiştir. Ona, kısaca, Ebu Burde el-Ensârî denilmiştir, (ç)

[134] Buhârî, Hudûd 42; Müslim, Hudûd 40 (1708); Ebu Dâvud, Hudûd 38 (4491); Tİrmizî, Hudûd 30 (1463}; Nesâî (el-Kübrâ), Ebvâbu't-Ta'zirât, 4/320; İbn Mâce, Hudûd 32 (2601); Ahmed b. Hanbel, 3/466 (ç)

[135] yeryü2ünde canlı varlıkların soylarının devamı üzerme faaliyetine, bu da, genel olarak, erkek ve dişi olmak üzere iki farklı cinsin ortak faaliyetine bağlıdır. Kur'an'da varlıkların erkek ve kadın olarak çiftler halinde yaratılmış olduğu (Ra'd: 13/3, Tâhâ: 20/53, Yâsîn: 36/36, Zâriyât: 51/149), insanların da kadın ve erkek olmak üzere iki ayrı cinste bir çift olarak yaratıldığı bildirilir (Fâür: 35/11, Şûra. 42/11, Hucurât: 49/13). İslam'a göre, insan olmaları bakımından kadın ve erkek arasında herhangi bir ayırım söz konusu değildir. Her ikisi de insan cinsine dahil olmları bakımından eşittirler. Cinsiyet, insan davranışlarını etkileyen önemli bir güdüdür ve her cins diğerine karşı tabiî olarak ilgi duymaktadır.

İnsan tabiatı, cinsî hayatla ilgili üç farklı istek ve ihtiyacın tatminine imkan veren faaliyet ve davranışlara kaynaklık eder:

1. Ruhsal tatmin ve huzur, 2. Bedensel lezzet ve zevk, 3. Neslin devamı. İslam, kadın ve erkeğin Nikâh akdinedayalı beraberliği dışında, serbest ilişki ve birleşme­lere izin vermez. Cinsî ahlakta esas olan, iffet ve namusun korunmasıdır ve bunun en yaygın yolu da, evlenmedir. Gençleri evlenmeye teşvik eden Resulullah (s.a.v), bunun, insanı günah işlemekten koruyacağını bildirmiş, evlenmek için imkan bulamayanlara da oruç tutmayı ve iffetlerini bu şekilde korumaya çalışmalarını tavsiye etmiştir (Buhârî, Niklah 2, Savm 10; Müslim, Nikâh 1; Nesâî, Nikâh 6).

Evlilik dışı cinsel ilişki demek olan "zina", öteden beri insan aklının, ahlak ve hukuk dü­zenlerinin, diğer semavi dinlerin yanlış, ayıp ve kötü gördüğü bir fiil olup İslam dininde de kesin olarak yasaklanmıştır.

Böylesi zararlı ve kötü davranışın sadece ahlakî müeyyidelerle yasaklanması yeterli olma­yacağından Kur'an'da zina eden erkek ve kadına bedenî ceza (=celde) uygulanması da emredilmiştir (Nûr: 24/3). Hz. Peygamber (s.a.v)'in tatbikatında ise bu konuda bir ayırıma gidilerek, Kur'an'da zikredilen bedenî ceza, evli olmayan kimselerin zinasına uygulanmış ve ayrıca bu kimseler bulundukları bölge dışına bir yıllığına sürgün edilmiş, zina eden evli erkek veya kadının ise taşlanarak Öldürülmesi (=recm) yönünde uygulamalar yapılmıştır. Türkiye'nin önde gelen İslam hukukçularından biri olan Hayreddin Karaman, 20 Haziran 2003 tarihli Yeni Şafak Gazetesi'nde, Güneydoğu Anadolu Bölgesinde meydana gelen bir recm olayı ile ilgili olarak şunları söylemektedir:

"Recim cezası, bilindiği üzere, zina eden evli erkek ve kadının taşlanarak öldürülmesidir. Genellikle fıkıh kitaplarında bu ceza, İslam'ın değişmez cezalarından biri olarak gösterilmiş olmakla beraber farklı ictihadlar da mevcuttur. Kur'an-i Kerim'de evli bekar ayrımı ya­pılmadan zina suçunun cezası recim değil, celde (=belli usul ve şekilde yüz sopa) olarak ifade edilmiştir. Hz. Peygamber zamanında bir iki recim uygulaması olmuştur; ancak hü­küm ve uygulama şekline bakıldığında bu cezanın had (=değişmez ceza) değil, takdiri ve   uygulaması   yöneticilere   bırakılmış   "tazir"   çeşidinden   bir   ceza   olduğu   an­laşılmaktadır. Ayrıca bu cezayı, suçluyu suçüstü yakalayan koca bile uygulayamaz. Böy­le birinin sorusuna Peygamberimiz (s.a.). "Sen bizzat cezayı infaz eder, karını öldürürsen ben de sana kısas uygularım" demiştir. Suçun sabit olabilmesi için ya itiraf yahut da dört erkek ve iyi ahlak sahibi şahidin fiili çıplak (seksiz, şüphesiz, açık olarak) görmesi ve tanık­lık etmesi gerekir. Bunun ise gerçekleşmesi imkansız gibidir.

Bu kısa açıklamadan çıkan sonuç şudur: 1. Recim cezasının bugün de uygulanacak, de-ğişmez bir islâmî ceza olduğu hükümü kesin, tartışmasız değildir. 2. Recim islâmîdir di­yenlere göre de önce suçun ispat edilmesi, sonra da devletin ilgili kurumlarınca infazı ge rekir. 3. Haberdeki olay İslam hukukuna göre de, mevzu hukuka göre de bir cinayettir. Bu olayın İslam'a yamanması, cinayetin bir islâmî ceza uygulaması gibi takdim edilmesi İslam'a iftiradır. İslam İle bir meselesi olanların iftira, yalan, abartma ve saptırma yollarını terkederek dürüst tenkit yolunu seçmeleri gerekir; aksi halde inandırıcılık ve ciddiye alın­ma şanslarını kaybederler.

Bugün Müslümanlar'ın yaşadığı ülkelerin büyük çoğunluğunda Müslümanlar'ın recim vb. cezalara ilişkin bir meseleleri yoktur; çünkü cezayı devlet uygular, Müslüman ferdin vazi­fesi suç ve günah işlememek, İşlenmesini engellemek için en uygun ve yapıcı tedbirleri almak, İmkan bulduğu ölçüde "iman, ibadet, ahlak, helaüharam..." alanlarında dinin emir ve yasaklarına riayet etmek, iyi bir Müslüman olmak için elinden gelen çabayı göstermek­tir. Bugün Müslümanlar'ın hayatlarının içinde olmayan ve bu bakımdan da gündemlerin­de bulunmayan konulan tartışma alanına çekmek İsteyenlerin niyetlerinden şüphe etmek gerekiyor. Bunların maksadı üzüm yemek değil bekçiyi dövmek (Müslümanlar'i incitmek, İslam'ın imajını çirkinleştirmektir). Müslümanlar göğüslerini gererek, başlarını dik tutarak İslam'ın genel ve çoğu evrensel kurallarından, bilgilerinden, emir ve yasaklarından söz edebilirler; çünkü bunlar insanlık için de rahmettir ve saadet vesilesidir." (ç)

[136] Recm, bu ve buna benzer sözler ve rivayetler çoktur. Fakat Kur'an; Resûlullah (s.a.v) za­manında düzenlenmiş, ayet ve sureleri, onun emri ve isteği doğrultusunda tertip edilmiş­tir. Dolayısıyla bazı sahabiler, bazı ifadeleri ayet sanmışlar ve bunları ayetlerle karıştırmış­lardır. Çünkü bu sahabiler, önde gelen kurralann ve hafızların zihninde bulunan ayetlerin dışında ellerinde bazı mushaflar, sayfalar ve ezberledikleri metinler vardı. Bu sayfalar ve metinler, farklı yazım ve imla stilieriyle yazılmıştı.

Kur'an-ı Kerim, Hz. Ebu Bekr döneminde ve bir grup sahabinin, özellikle önde gelenlerin gözetiminde, sahabenin önde gelenlerinin, kurralann ve hafızların zihninde bulunan ayet­lerin esas alınarak büyük bir titizlik ve özen gösterilerek tertip edilmiştir. Bu konuda daha geniş bilgi için b.k.z: İzzet Derveze, Kur'anu'l-Mecîd, Ekin Yayınları, İstanbul 1997, s. 49-101 (ç)

[137] Hz. Ömer: 'İşitiyorum ki, bazı kimseler, Ebu Bekr'İn biatine itiraz ederek hakikati inkar etmişler ve ben ölünce biat edilecek zatı hazırlamışlar!' diyerek Ebu Bekr'e yapılan biatin durumunu ortaya koymuş ve bundan kuvvetli seçim olamayacağını bildirmiştir. Bundan sonra da: 'Ben şundan korkarım ki, bize muhalif olan bu zümre, bizden sonra iç­lerinden birisine, Müslümanların istişaresine gerek görmeyerek biat edecekler. Halk, ne o halifeye ve ne de bu zümreye tabi olmayarak, Müslümanlar arasında harbe sebep olacak­tır....11 der. B.k.z: Tecrid-i Sarih, 12/443 (ç)

[138] Benî Sâide Sakîfesi: Ensar'dan Hazrecliler'in toplantı yeri olan üşüt kapalı bir sofadır. Sâide b. Kab b. Hazrec tarafından kuruşlmuş olma ihtimali var.

Sakîfe: İki evin arasına bir umumi yolun üstüne yapılan tavandan ibaret olup altından yol geçen sofaya denir.

Hacrecliler, hicretten önce Müslüman oldukları ve İslam'ın pek çok yararlılıkları dokundu­ğu için, Resûlullah (s.a.v) arasıra buraya gelip otururdu.

Ebu Bekr'e biat burada yapıldığı için Beni Sâide Sakifesi, İslam Tarihİ'nde tanınan yerler­den biri olmuştur. B.k.z: Tecrİd-i Sarih, 7/552 (ç)

[139] Bu zat, Sâbİt b. Kays'br. (ç)

[140] Bu zat, Habbâb ibnü'l-Münzîr'dir. (ç)

[141] Yani onu yardımsız bırakmak ve kuvvetini gidermek suretiyle onu ölü gibi yaptınız (ç)

[142] Sa'd ibn Ubâde, Akabe bey'atine katılmış, Bedir savaşından itibaren bütün savaşlarda bulunmuş, Ensar'ın sancaktarlığını yapmış, Hazrecülerin reisi idi. Çok cömert ve değerli bir yazıcı idi.

Fakat Sa'd ibn Ubâde, bu toplantıda halife seçilememesi üzerine, Hz. Ebu Bekr'e biat etmeden Medine'den çıkmış, Şam bölgesinden Havrân'a gitmiş ve hicretin 14. yada 16. yılında orada ölmüştür, (ç)

[143] Hz. Ömer'in bu uzunca hutbesi, İslam'da devlet başkanlığı ve amme velayeti hususunda halkın istişaresi ve rızası esasını koyması ve içerdiği eskimez düsturlar bakımından çok de­ğerlidir.

İslam'da devlet başkanlığı ve amme velayeti ve idaresi işleri, her zaman halkın veya seç­tikleri vekillerin istişare ve kararlaştırması suretiyle gerçekleşip tespit edilir, (ç)

[144] Buhârî, Hudûd 30, 31, İ'tisâm 16; Müslim, Hudûd 15 (1691); Ebu Dâvud, Hudûd 23 (4418); Tirmizî, Hudûd 7 (1431, 1432); Nesâî (el-Kübrâ), Recm 4/272, 273, 274; İbn Mace, Hudûd 9 (2553); Ahmed b. Hanbel, 1/23, 24, 47, 55

[145] Buhârî, Zekât 66, Şîrb 3, Diyât 28, 29; Müslim, Hudûd 45-46 (1710); Ebu Dâvud, Hudûd 27-28 {4592, 4593, 4594); Tirmizî, Zekât 16 (642), Ahkâm 37 (1377); Nesâî, Ze­kat 28; İbn Mâce, Diyât 27 (2673); Ahmed b. Hanbel, 2/495 

[146] Hadiste, dört konunun hükümleri açıklanılmaktadır:

1.  Hayvanın yaralamasını heder olması: Yanında hiçbir kimse olmayan bir hayvanın her ne şekilde olursa olsun birisinin yaralaması veya öldürmesi halinde sahibine diyet ya­da başka bir ceza verilmeyeceğine delildir.

2.  Madende uğranılan zararın heder olması: Bir kimse kendi arazisinde yada sahipsiz ve yerleşim bölgelerinin uzağında küçük çapta güvenlik için bir takım tedbirler gerektir­meyen bir yerde maden çıkarmak için yeri kazar ve orya birisi düşüp bir zarara uğrarsa, madeni kazan sorumlu tutulmaz. Ama günümüzde büyük ve güvenlik tedbirleri gerektiren madenlerde işverenin kusurundan dolayı meydana gelen kazaları farklı değerlendirmek gerekir.

3.  Kuyuda uğranılan zararın heder olması: Maden de olduğu gibi, kendi mülkünde yada kuyu kazma hakkı olduğu başka bir yerde kazdığı yada kazdırdığı kuyuya düşen bir insanın veya hayvanın zararı kuyu sahibi ödemez. Fakat umuma ait bir yolda kuyu ka­zarsa, bu kuyunun vereceği zarar heder değildir. Eğer birisi orya düşüp de ölürse, ölenin diyetini kuyu sahibinin âkılesi Öder.

4. Rıkâz (=defi ne mallann)da beşte bir hak olması: Şâfiîlere göre Rlkâz; cahiliye dev­rine ait definelerdir.

Hanefilere göre ise, Rıkâz iler maden aynı anlamdadır, (ç)

[147] Müslim, Hudûd 46 (1710)

[148] Ebu Dâuud, Diyât27 (4592)

[149] Hanefilere göre; hayvanın Ön yada arka ayaklarıyla yada başı ile tepelediği yada dişleriy­le ısırdığı şeyden dolayı meydana gelen cinayeti, hayvanın üzerinde binmekte olan kişi sorumludur. Çarpması halinde de hüküm aynıdır. Ama arka ayağıyla yada kuyruğuyla teptiğinden dolayı olan cinayete, hayvanın üzerinde binili olan kimse sorumlu değildir, (ç)

[150] Ebu Dâuud, Diyât 27 (4592)

[151] Hadisten anlaşıldığına göre; bir kimse kendi mülkünde kendi ihtiyacı için ateş yakar ve rüzgar, bu ateşi yayar, başkalarının malına zarar verirse ve buna engel olma durumu gü­cü olmazsa, bundan dolayı ateş sahibi sorumlu tutulmaz, (ç)

[152] Ebu Dâvud, Diyât 27 (4594)

[153] Buharı, Hudûd 13; Müslim, Hudûd 6 (1686); Ebu Dâvud, Hudûd 12 (4385); Tirmizî, Hudûd 16 (1446); Nesâî, Kat'u's-Sârık 8; İbn Mâce, Hudûd 22 (2584); Ahmed b. Hanbei, 2/54, 64, 80, 82, 143, 145

[154] Buharı, Hudûd 13; Müslim, Hudûd 6 (1686); Ebu Dâvud, Hudûd 12 (4385); Nesâî, Kat'u's-Sârık 8

[155] Hadis, hırsızlık cezasının haddinin nisabı, yani bir hırsızın elinin kesilebilmesi için çaldığı malın olaması gereken asgari değeri ile İlgilidir. Bununla İlgili açıklama, 221 nolu hadiste geçmişti. Geniş bilgi için oraya bakabilirsiniz, (ç)

[156] Ebu Dâvud, Hudûd 12 (4386)

[157] Nesâî, Kafu's-Sârık 8

[158] Buhârî, Hudûd 1, 16, 17; Müslim, Kasâme 34-36 (1671); Ebu Dâvud, Hudûd 3 (4364, 4365, 4366, 4367, 4368, 4371); Tirmİzî, Taharet 55 (72), Efime 39 (1846); Nesâî, Tahrîmu'd-Dem 7, 8; İbn Mâce, Hudûd 20 (2578); Ahmed b. Hanbel, 3/186

[159] Buhârî, Meğazî 36

[160] Buhârî, Tıb 6

[161] Önce diğer hadis kitapları ile tarih ve siyer kitaplarındaki nakilleri de göz önüne alarak hadiseyi vermek, sonra da hadisin ihtiva etliği fıkhî hükümlere geçmek istiyoruz: Ureyne veya Ukl kabilesinden yedi sekİ2 kişilik bir grup Medine'ye gelerek müslüman oldu­lar. Ancak Medine'deki ikametleri esnasında, Medine'nin havası kendilerine ağır geldi ve hastalandılar. Renkleri soldu, zayıf ve bitap bir hale düştüler. Hz. Peygamber (s.a.v)'e müracaat ederek, şehri terkedip develerin yanına gitmek istediler. Resulullah (s.a.v), onlara, de­velerin yanına gitmelerine izin verdi ve tedavi olmaları için, develerin idrar ve sütlerini İçme­lerini tavsiye etli. Develer, Küba civannda, Zü'1-Hader denilen yerde idi. Sayılan 15 kadar olan bu develer sağılıyordu. Bir kısmı zekat devesi, bir kısmı da Resulullah (s.a.v)'in şahsi malı idi.

Adamlar develerin yanına gittiler, efendimizin tavsiyesi istikametinde süt ve idrarlarından iç­tiler. Allah'ın izni İle tedavi oldular. İyileşip kendilerine gelince, irtidat ettiler ve develerden birisini kestiler. Çobanlardan birisinin de ellerini ve ayaklarını kestiler, gözlerine diken batıra­rak oydular ve güneşin ortasında ölüme terkettiler. Geri kalan develeri de alıp götürdüler. Sağ kalan çoban, Medine'ye gelerek hadiseyi Resulullah (s.a.v)'e haber verdi. Rasulullah hemen peşlerinden yirmi kişilik bir süvari müfrezesi gönderdi. İçlerinde iz sürücüler de var­dı. Başlarında Kürz b. Cabir el-Cİhrî bulunan bir müfreze kısa zamanda suçluları yakala­yıp Resulullah (s.a.v}'e getirdi. Hz. Peygamber (s.a.v)'de onlan kendi yaptıklarına uygun bir şekilde cezalandırdı. Ellerini ve ayaklannı kestirdi, gözlerine mil çektirdi ve Harre denilen ye­re güneşin alüna atürdı. Sıcağın altında: "Su su!" diye bağirdıklan halde hîç kimse bunlara su vermedi. Böylece geberip gittiler.

İslam'dan dönen, develeri çalan ve çobanı İşkence ederek öldüren Ureynelilere verilen bu ceza, bir çok alime göre hadislerin tercemesi esnasında meali verilen, Maide suresinin 33. ayetinin inişine sebep olmuştur, işaret edilen ayette, ı/üce Allah, Allah'a ve Rasulüne karşı savaş açanlara verilecek cezayı beyan buyurmuştur. Ayet-i kerimede Resulullah (s.a.v)'in uygulamasından gözleri oyma dışındakiler bırakılmıştır.

Konu ile ilgili fikhî hükümlere geçmeden Önce akla gelmesi muhtemel bir iki noktaya işaret etmek istiyoruz.

1.  Rivayetlerden birisinde Resulullah (s.a.v)'in, adamların el ve ayaklarını kestirdikten son­ra damarlarını dağlamayıp, kanın akmasına göz yumduğuna işaret edilmektedir. Hırsızlık ve yol kesme gibi suçlara uygulanan el ve ayak kesme cezalannda, kanın durması için kesilen yer ateşle dağlanıp damar büzdürüJdüğü halde acaba burada niçin yapılmamıştır?

Bu soruya şöyle cevap verilmiştir: Bu adamlar dinden çıküklan için zaten ölümü hak etmiş­lerdir. Dolayısıyla ölümlerini engelleyecek bir muamelede bulunmaya gerek yoktur.

2.  Resulullah (s.a.v), bunlara; el ve ayaklarını kesmenin yanı sıra, gözlerini oymak, çöle terkedip su vermemek, çarmıha germek gibi çok katı cezalar vermiştir. Oysa müsle, İs­lam'da haramdır. Resulullah, bu cezalan niçin vermiş olabilir?

Bu muhtemel soruyu da şöyle cevaplamak mümkündür:

Kadı İyâz (ö. 544/1149)'ın bildirdiğine göre; bu ceza, had cezalan ve muharebe ile ilgili ayet inmeden önce verilmiştir. Dolayısıyla efendimiz bu cezayı, had olarak değil, kısas ola­rak vermiştir. Müslüman çobanın gözünü oydukları için kısas olarak Resûiullah'da onlann gözlerini uydurmuştur. Ama ayet indikten sonra bu ceza neshedilmiştir. Bazı alimlere göre ise, muharebe ayeti, hadiste anılanlar hakkında inmiş, ama Resulullah onların çobana yaptıklarına karşılık kısas olarak bu cezayı vermiştir.

Çöle atıldıktan sonra bunlara su verilmemesi meselesine gelince, Hz. Peygamber'in su verilmemesi yolunda bir emri yoktur. Suyu sahabeler vermemişlerdir. Kadı Iyâz'a göre, Ölüme mahkum edilen birisinin bir de su verilmemek suretiyle ceza­landırılması caiz değildir.

Nevevî (Ö. 676/1277)^ göre ise, bu adamlar dinden dönüp çobanı öldürdükleri İçin, ne su istemeye ve ne de başka bir iyi muameleyi beklemeye haklan yoktur. Hatta yanında ab-dest alacak kadar su bulunan kişinin o suyu ölümden ya da şiddetli susuzluktan korkan bir mürtede verip de teyemmüm etmesi caiz değildir. Fakat suyu isteyen bir zımmi veya hay­van olursa vermek gerekir.

Hadis-İ şeriflerde temas edilen Maide suresinin 33. ayetinde anılan cezaların Allah Rasûlüne karşı muharebe edenlere mahsus olduğunu görüyoruz. Hadiste anlatılan hadisede ise Urayneliler, dinden çıkmışlar, çoban öldürmüşler ve deve çalmışlardır. Bunların yaptıkları, "Muharebe" kelimesinden ilk aklımıza gelen anlam içine girmemek­tedir. O halde ayet-i kerimedeki muharebebe sözcüğünden neyi anlayacağız? Bunu açıklı­ğa kavuşturmamız gerekir.

Aşağı yukarı görüşü nakledilen alimlerin tümüne göre ayetteki muharebe edenden maksat, silahla insanlara saldıran, onların maüarına ve canlarına musallat olan kişi ya da kişilerdir. Ulemâ bu anlayışta hem fikir oldukları halde saldırının şehir içi ve şehir dışında olması ha­linde muharebe hükümlerinin uygulanıp uygulanmayacağında İhtilaf etmişlerdir. İmam Mâlik, İmam Şafiî, Ebu Sevr ve İbnu'l-Münzir'e göre; İster şehir içinde olsun ister şehir dışında, insanlara saldırıp canlarına ve mallarına göz dikenler ayetteki muharebenin şümulüne girerler. Süfyanüı Sevrî, İshak ve Ebû HanifeVe göre muharebe hükümlerinin sabit olması için saldırının şehir dışında olması gerekir. Şehir içindeki saldırılarda muharebe Ahkâmı carî değildir.

Ayet-i kerimede, Allah'a ve Rasulüne karşı savaş edenlere birtakım cezalar öngörülmektedir. Bu cezaların hepsi mi verilecektir? Hakim bu cezalardan istediğini vermekte muhayyer midir? Yoksa ayetteki belirli cezalar belirli suçlara mı hastır? Bu konu alimler arasında tartışmalıdır. Şimdi bu konudaki görüşleri Kurtubi'nİn tefsirinden naklen vermek İstiyoruz:

1- Suçluya suçu nisbetinde ceza verilir; yolda korku yaratıp mal alanın eli ve ayağı çaprazla­ma (sağ eli sol ayağı) kesilir. Eğer hem mal alıp hem de adam öldürürse önce eli ve ayağı kesilir sonra asılır. Adam öldürüp mal almazsa Öldürülür. Şayet adam öldürmez mal da al­mazsa memleketinden sürülür. Bu görüş; Abdullah ibn Abbas, Nehaî, Ata el-Horasanî ve Ibn Miclez'e aittir.

2-  İmam-ı A'zam Ebu Hanîfe'ye göre; adam öldürürse öldürülür. Mal alıpda adam öldür-mezse, eli ve ayağı çaprazlama kesilir. Hem adam öldürür ve hem de mal alırsa, otorite sahi­bi muhayyerdir; isterse elini ve ayağını kesip öldürür ve asar, isterse elini ayağını kesmeden öldürür ve asar.

3-  İmam Şafiî'ye göre; mal alırsa sağ eli kesilir ve dağlanır. (Kanın durması için bileğin daman ateşle veya kızgın yağla büzdürülür), sonra sol ayağı kesilir, dağlanır ve serbest bırakılır. Adam öldürürse öldürülür. Hem mal alır hem de adam öldürürse öldürülür ve ası­lır. İmam Şafiî'den, asmanın üç gün süreceği rivayet edilmiştir.

4- Ahmed b. Hanbel'e göre; adam öldürürse öldürülür, mal alırsa Şafiî'nin dediği gibi sağ eli ve solayağı kesilir.

5-  Bazı alimlere göre; devlet başkanı, Allah ve Rasulü ile savaşana ayette anılan ceza­lardan birisini vermekte muhayyerdir. Hem öldürmek hem asmak veya hem el ve ayak kesip hem de öldürmek gibi birden fazla cezayı aynı anda vermek caizdir. Bir rivayette Ab­dullah ibn Abbas, İmam Mâlik, Said b. el-Müseyyeb, Ömer b. Abdulaziz, Mücahid, Dahhak ve Nehâî bu görüştedirler. (Kurtûbi, el-Câmiu 'li Ahkâmİ'l-Kur'ân, 6/151,152) Hanefi mezhebine göre, yolculara baskın veren, fakat mala ve cana dokunmadan sadece onlan korkutanlara verilecek ceza nefy yani sürgündür. Alimler, ayette geçen "nfy" {=sür-gün)"den maksadın ne olduğunda da ihtilaf etmiştir. Kimine göre maksat, İslam ülkesinden çıkarmak, kimine göre doğup büyüdüğü memleketinden başka bir yere sürmek, kimine göre hapsetmek, kimine göre yakalanıp cezalandınlincaya kadar devamlı olarak takip edilmesi, ki mine göre de suçu işlediği memleketten başka bir yere sürülmeyidir. Hanefîierin muteber gö­rüşüne göre maksat hapistir. B.kz: N. Yeniel, H. Kayapmar, Sünen-İ Ebu Dâvud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi, İstanbul 1991,

[162] Buhârî, Zekât 68

[163] Çünkü Haccâc, zalim idi. Zulmünde en küçük şeye tutunurdu, (ç)

[164] Buharı, T.b 5

[165] Müslim, Kasâme 13 (1671)

[166] Müslim, Kasâme 13 (1671)

[167] Müslim, Kasâme 14 (1671)

[168] Tirmizî, Et'ime 39 (1846}

[169] Yenilmesi ve içilmesi haram olan maddelerle tedaui konusunda İslam alimlerince ortaya konan görüşler üç eğilim halinde özetlemek mümkündür.

1. İslam alimlerinin bir kısmı, haram maddelerle tedaviyi caiz görmezler. Hanbeiiler bu görüştedir. Bu görüş sahiplerinin, hastalık halini, haramları mubah kılan bir zaruret olarak kabul etmediği ve dolayısıyla açlık yüzünden darda kalıp murdar hayvan yiyen kişiyle ilgili hükmü bu duruma uygu­lamayı isabetli görmedikleri anlaşılmaktadır. Bu gruptaki bazı alimler, bu iki durumu ayırt etmek üzere şöyle derler:

Açlık yüzünden dara düşmüş kimse, zarureti giderecek -haram kılınmış yiyeceklerden başka- bir Şey bulunmamakladır. Halbuki hastalık böyle değildir. Çünkü hastalığı tedavi için tek çare bu yiye­cek ve içecekleri kullanmak değildir. Bir çok ilaç vardır.

2. islam alimlerinin bir kısmı ise, yenilip içilmesi haram maddelerle tedaviyi kural olarak caiz görür. Bu grubu, Zahirî alimleri teşkil eder.

3.  islam alimlerinin çoğunluğu ise, haramla tedaviyi belli şartlarla caiz görmektedir. Ancak her bir grup, helal oluş için farklı ön şart ve kayıt ileri sürmektedir. Bu grupla ağırlıklı olarak, Hanefiler ile Şâfiîler yer alır.

Onlara-göre, haram İle tedavi olmanın cevaa, kesin olarak şife vereceğinin bilinmesine, hiç değilse iyileşmenin kuvvetle muhtemel olmasına bağlıdır. Şifa vereceği kesin olarak bilinmiyorsa, tedavi amaçlı haram yiyecek ve içecekler kullanılamaz. İlaç da gıda maddeleri gibi hayatın zaruri İhtiyacı­dır. Darda kalan kimse, haram ile tedavi görebilir. Resulullah (s.a.v), erkeklere ipek giymeyi yasak­ladığı halde cilt hastalığı dolayısıyka bazı sahabilere izin vermiştir (Buharı, Ubâs 29, Cihâd 91).

Haram oluşun delil olarak gösterilen hadis, helal ilacın bulunduğu normal duruma göredir. Helal maddeyle tedavi imkanı olmadığında, tedaviyi sağlayacak Üaç, mubah ilaç haline gelir ve hadisin kapsamına girmez.

Fıkıhçıların tartıştıktan konu; şarap, idrar gibi nesnelerin tedavi için doğrudan alınması ve kullanıl­masıdır. Bu maddelerin ilaç yapımında kullanılması durumunda "karışma ve değişme yoluyla pis ye haram olan nesnelerin hükümlerinin değişeceği" kuralı da devreye girecektir. (B.k.z: Komisyon, İlmihal, T.D.V., istanbul 1999,2/164-166)

Buna göre tedavi maksadı ile eti yenen hayvanların idrarını içmek caizdir. Çünkü Ureyneliler hadisesindeki hüküm, zarurete mebnidir. Zaruretin bulunduğu yerde birçok haram mubah olur. Ama zaruret kalkınca haram hükmü devam eder. (ç)

[170] Bir kişiye karşı birden fazla kişi bir cinayet işlerse, kısas canilerin hepsine karşı uygulanır, (ç)

[171] Ebu Dâvud, Hudûd 3 (4364)

[172] Ebu Dâvud, Hudûd 3 (4365)

[173] Mâide: 5/33 (Parantez içindeki bölüm, ayetin hadis metninde olmayan bölümünün mea­lidir.) (ç).

[174] Ebu Dâvud, Hudûd 3 (4366) m  Ebu Dâvud, Hudûd 3 (4367)

[175] Ebu Dâvud, Hudûd 3 (4368)

[176] Ebu Dâvud, Hudûd 3 (4371)

[177] Nesâî, Tahrîmu'd-Dem 7

[178] Nesâî, Tahrîmu'd-Dem 8

[179] Rasûlullah (s.a.v), adamlann isteğine karşılık, Allah'ın Kitabı ile hükmedeceğini söyleyerek, evli olan kadına recm, evli olmayan gence de sopa ve sürgün cezası vermiştir. Kur'an-ı Ke-rim'de, okunan bir ayet olarak recm ayeti mevcut olmadığına göre, recm cezasını Allah'ın Kitabı'na bağlamak nasıl olmaktadır? Alimler bu soruya çeşitli şekillerde cevap vermişlerdir. (Ç)

[180] Bu ifade; Resulullah (s.a.v)'in hayatında, alim sahabilere soru sormak ve onların fetvasıy­la amel etmenin caiz olduğunu göstermektedir, (ç)

[181] Buhârî, Hudûd 30, 32, Şurût 9, Eymân 3; Müslim, Hudûd 25 (1697, 1698); Ebu Dâvud, Hudûd 24 (4445); Tirmİzî, Hudûd 8 (1433); Nesâî, Kudât 22; İbn Mâce, Hudûd 7 (2549); Ahmed b. Hanbel, 4/115, 116

[182] İnsan veya insan uzvunun telef edilmesi karşılığı olarak verilmesi gereken taz­minat, kan bedeli.

Diyetin meşruiyeti, Kitap, Sünnet ve Sahâbe-i Kiram'in İcmâı ile sabittir. Bilindiği gibi kas-den öldürme hadisesinde "kısas" gündeme girer. Kısas cezasında, hem Altah'ü Teâlâ'nm hukuku, hem kul hukuku bir aradadır. Kısasın İcra edilebilmesi için, öldürülen kimsenin velisinin cezasının tatbikini istemesi esastır. 2ira Kur'ân-ı Kerim'de: "Kim, mazlum olarak öldürülürse, biz onun (öldürülenin) velisine bir salâhiyet vermişizdir. O da (öldürü­lenin velisi), Öldürmekte aşırı gitmesin. Çünkü o, zaten yardıma mazhar olmuştur" (İsrâ: 17/33) hükmü beyan buyurulmuştur. Öldürülen kimsenin velîsi, kısası talep etmek veya diyete razı olmak noktasında serbesttir.

Kısasın taibîki, affetme veya sulh yapma noktasında tek yetkili, maktulün velîsidir. Esa­sen, zarara uğrayanların başında da, maktulün velileri gelir.

İnsan veya insanın bir uzvunun telef edilmesi, kasden veya hatâen olabilir. Mümin bir er­kek, hatâen bir kardeşini Öldürürse, maktulün velîsine diyet vermek mecburiyetindedir. Bu husus kafi nassla sabittir.

Öldürülen mümin bir erkeğin diyetinin bin dinar altın olduğu Sünnetle sabittir. İmam Azam Ebu Hanîfe (rh.a) diyetin yüz deve (Tirmizî, Diyet 1) veya bin dinar alün veya on-bin dirhem gümüş olarak verilmesinin esas olduğunu söylemiştir.

Öldürülen kimsenin müslüman olup olmamasının diyetin miktarına etki edip etmemesi hususunda İki ayrı görüş vardır. Hanefî fukahası, Rasûlullah'm: "Her ahid sahibinin di­yeti bin dinar altındır" (Ebu Davud, Diyet 16) hadisini esas alarak, DarM-İslâm tebaa­sından olan gayrimüslimin (zimmînin) diyeti, tıpkt müslümanın diyeti gibidir, hükmünde İttifak etmiştir.

İkinci görüş gelince, İmam Şafiî (rh.a) Amr b. Şuâyb (r.a)'dan rivayet edilen: "Zımnînin (gayrimüslimin) diyeti; mttslümanlann diyetinin yarısıdır" (Ebu Davud, Diyet 16-21) hadisini esas alarak, eşitlik sözkonusu olmayacağını beyan etmiştir.

İslâm uleması, "diyetin kim tarafından ve nasıl Ödeneceğini" izah ederken, "âkile" üzerinde durmuştur. Bilindiği gibi, akıl kelimesi, men etmek, tutmak ve korumak gibi mânâlara gelmektedir (Molla Hüsrev, a.g.e., 11,124). Hatâen bir cürüm işleyen kimseden diyet bor­cunu kaldırmak ve onun suç işlemesini Önlemek, baba tarafından en yakın akrabaların görevidir. Rasûlullah (s.a.v)'ın, Huzeyl kabilesinden İki kadının kavgası sonucu ortaya çı­kan cenin cinayetini hükme bağlarken, hamile kadının karnına vuranın akılesine hitaben: "Kalkınız ceninin diyetini (gurreyi) veriniz" (Müslim, Kasame 11; Ebu Davud, Diyet 21; Tirmizî, Diyet 18; İbn Mâce, Diyet 17) emri, bu hususta kati bir delildir. Kasden işle­nen cinayetlerde akile herhangi bir ödemede bulunmaz.

Hanefi fukahası: "Beşyüz dirheme kadar olan cezalarda, akile, hiçbir şey ödemekle mü­kellef değildir. Bunu cinayeti işleyen kimse bizzat kendisi öder. Beşyüz dirhem gümüşü (yaklaşık 100 koyun fiyatını) aştığı zaman, suçlunun akılesine dahil olan (kadın ve çocuk­ların dışındaki her ferd) üç veya dört dirhem ödemek durumundadır. Hz. Ömer (r.a), Ra-sûlullah'tan bu ödemenin üç yıl içerisinde olacağını rivayet etmiştir" (İmam Serahsî, a.g.e., 27, 127; İmam Kâsâni, a.g.e., VIl/256; Molla Hüsrev, 11/125) hükmünü esas almış­tır.

Hataen bir cinayet işleyen kimsenin, yakın veya uzak hiçbir akrabası veya bağlı bulundu­ğu bir divan yoksa, Beytü't-Mâl, âkile görevini üstlenir ve İslâm devleti diyeti öder. B.k.z. Şamil islam Ansiklopedisi, Diyet maddesi, (ç)

[183] Hadiste, belirtilen üç gruptan birisine giren bir müslümanm öldürülebileceği, bunların dışındakilerin kanlarının helal olmadığı bildirilmektedir, (ç)

[184] Buhârî, Diyât 6; Müslim, Kasâme 25 (1676); Ebu Dâvud, Hudûd 1 (4352); Tirmizî, Diyât 10 (1402); Nesâî, Tahrimu'd-Dem 5; İbn Mâce, Hudûd 1 (2534); Ahmed b. Hanbel, 1/382, 444

[185] Nesâî, Tahrimu'd-Dem 5 

[186] Buhârî, Diyât 6

[187] Kaseme" kelimesi sözlükte; güzel yüzlülük ve yemin gibi anlamlara gelmektedir. Terim olarak ise mezheplere göre farklılık gösterir.

Hanefilere göre; katili bilinmeyen ve üzerinde öldürme izleri bulunan bir maktulün bu­lunduğu yer halkından elli kişinin usulüne göre yemin etmeleridir.

Buna göre bir köyde, kasabada yada mahallede yada mahallelere ses ulaşacak bir mesa­fede yada birisinin mülkünde bîr ölü bulunsa ve bu ölünün üzerinde darb izi, bıçak ve kurşun yarası gibi öldürme alameti olsa ve katili bilinmese, o yerin halkından elli kişiye: "Bu adamı ben öldürmedim ve Öldüreni de bilmiyorum" diye yemin ettirilir. İşte buna, Kasâme denilir. Yemin ettikleri zaman diyeti verirler, kısastam kurtulurlar. Yemin etme­yen çıkarsa, yemin edinceye kadar hapsedilir, (ç)

[188] Buhârî, Diyât 22, Sulh 7; Müslim, Kasâme 1-6 (1669); Ebu Dâuud, Diyât 8 (4520, 4523); Tirmizî, Diyât 22 (1422); Nesâî, Kasâme 4; İbn Mâce, Diyât 28 (2677); Ahmed b. Han-bel, 4/2, 3

[189] Hadis, Kasâmenin meşru olduğuna delildir. Bütün Isfam alimleri, Kasâmenin meşru olu­şunda ittifak etmekle birlikte uygulaması yönünden bazı farklı görüşlere sahiptirler, (ç)

[190] Müslim, Kasâme 2 (1669)

[191] Buhârî,Dîyât22

[192] Buhârî, Edeb 89, Cizye 12

[193] Huveyyisa ile Muhayyisa, iki kardeştirler. Öldürülen Abdullah'ın amcasının oğullarıdırlar. Abdurrahman ise, öldürülen Abdullah'ın kardeşidir. Bunlar, öldürülenin kardeşi olan Abdurrahrnan'dan daha büyüktürler. Dolayısıyla konuşmaya ilk önce başlamak İstemişti. (Ç)

[194] Müslim, Kasâme 4 (1669)

[195] Buhârî, Edeb 89; Müslim, Kasâme 2 (1669)

[196] Bu hadisten anlaşıldığına göre; seviyelerinin eşit olduğu yerlerde söz hakkı büyüklere verilir. Fakat küçük, büyüklerden daha bilgili ve daha faziletli ise küçüğün söz almasında bir sakınca yoktur, hatta küçük tercih edilir. Bu hususta şöyle bir olay meydana gelmiştir:

"Ömer b. Abdulaziz, halife olunca, huzuruna Irak'tan bir heyet gelir. Aralarında bir genç söze başlamak isteyince, Ömer b. Abdulaziz:

- 'Büyüğün konuşsun' der. Bunun üzerine genç:

- 'Ey Müminlerin emiri! Mesele (=büyüklük) başla değil] eğer öyle olsaydı Müslümanların arasında senden daha çok yaşlıları vardı. Onların halife olması gerekirdi1 deyince, Ömer b. Abdulaziz:

- 'Doğru söyledin. Konuş. Allah senden merhametini esirgemesin' dedi, (ç)

[197] Müslim, Kasâme 6 (1669)

[198] Müslim, Kasâme 4 (1669)

[199] Müslim, Kasâme 1(1669) 2356  

[200] Müslim, Kasâme 2 (1669)

[201] Ebu Dâvud, Diyât 8 (4520)

[202] Ebu Dâvud, Diyât 8 {4523}

[203] Ebu Dâvud, Diyât 8 (4525)

[204] Zekat mallarının kümlere verileceği Kur'an'da bildirilmiş olup bunların içerisinde faili meçhul cinayetin diyeti yoktur.

Bazı alimler, bu ifadenin, ravinin bir hatası olduğunu söylerken, bazıları da Resulullah (s.a.v)'in bu develeri kendilerine zekat olarak verilen fakirlerden satın alarak diyet ödedi­ğini söylerler. Nevevî (ö. 676/1277}, ikinci görüşü benimsemiştir.

Ayrıca Resulullah {s.a.v)'in bu develeri satın alırken bedelini kendi şahsi malından yada hazineden ödemiş olması da mümkündür, (ç)

[205] Nesâî, Kasâme 4

[206] Nesâî, Kasâme 4

[207] Nesâî, Kasâme 4

[208] Tirmizî, Diyât 22 (1422)

[209] Buhârî, Diyât 4, 7; Müslim, Kasâme 15-17 (1672); Ebu Dâvud, Diyât 10 (4527, 4528, 4529, 4535); Tirmizî, Diyât 6 (1394); Nesâî, Kasâme 12-13; İbn Mâce, Diyât 24 (2665, 2666); Ahmed b. Hanbel, 3/183, 193, 203, 269

[210] Müslim, Kasâme 15 (1672)

[211] Bazı alimler, bu olayın, İslam'ın ilk yıllarında meydana geldiğini, o zamanlar öldürülen kişinin ölmeden önceki verdiği habere itibar edilirken, daha sonra bu hükmün nesh edil­diğini söylerler. Alimlerin çoğunluğu ise; Katâde yoluyla gelen rivayeti esas alarak, Hz. Peygamber (s.a.v)'in yahudiyi öldürülenin iddiasıyla değil de, kendisinin itirafıyla öldürdüğünü söy­lerler, (ç)

[212] Kısas yapılırken, öldürene, öldürülene yaptığının aynısı uygulanır. Yani öldüren, öldü­rüleni, neyle ve ne şekilde öldürdüyse kendisi de o şekilde ölüdürülür. İmam Mâlik, imam Şâfîî İle İmam Ahmed, bu görüştedir.

imam A'zam Ebu Hanîfe ve talebeleri ise, katil, ancak keskin bir aletle öldürülür. Başka bir yolla kısas uygulanmaz. Hanefıler bu konuda "Kısas ancak kılıçla olur" hadisiyle amel etmişlerdir.

Yine bu hadis, kadına karşı erkeğin kısas olarak öldürülmesinin caiz olduğunu göster­mektedir, (ç)

[213] Buhârî, Diyât 12

[214] Buhârî, Diyât 13

[215] Hadislerde geçen "radh", "raz" (iki taş arasında ezmek) ve "recm" (=taslamak) ke-,„   limeleri' ayni aniamdadır. Çünkü her ikisi de, taşla öldürmek demektir, (ç)

[216] Müslim, Kasâme 16 (1672)

[217] Ebu Dâvud, Diyâtl 0(4529)

[218] Ebu Dâvud, Diyât 10 (4528); Müslim, Kasâme 16 (1672)

[219] Ebu Dâvud Diyât 10 (4527)

[220] Tirmizî, Diyât 6 (1394); Ebu Dâvud, Diyât 10 (4527}

[221] Cenin: Anne rahminde bulunan yavruya denir. Ceninler, ana rahminde canlanmış olup olmamaları itibariyle iki çeşittir: 1. Canlı cenin, 2. Ölü cenin. Gurreyi, âkilenin vermesi lazımdır. Cinayeti işleyen kimse, gurre vermez. Kadın, diğer kadını, çoğunlukla öldürmek için kullanılmayan küçük taş yada çadır dire-ğiyle öldürmüştür. Bu takdirde ise ölüm, şibh-i amd (=kasten olmayan öldürme şekli) ile meydana geldiğinden dolayı öldüren kimseye, kısas ve diyet lazım gelmez. Diyetini, âkilesi öder. Ölen cenin için ise, öldüren kadının velisine gurre, yani bir köle yada bir ca­riye azad etmesi lazım gelir.

Gurre miktarının o asırdaki değerine göre yaklaşık 212,5 gr. altın yada 1785 gr. (Ha-nefilere göre 1487,5 gr.) gümüş olduğu görülmektedir.

Gurre ceninin mirası kabul edilir ve düşmesine sebep olan kimse hariç varisleri arasında paylaştırılır. Gurrenin ödenmesi için çocuk düşürmenin kasten yada hata İle olması, anne yada baba tarafından işlenmesi fark etmez.

Bununla birlikte ceninin canlılığının, mahiyetini hiçbir zaman bilemeyeceğimiz ruhun üf-lenmesiyle aynı şey olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Böyle bir iddia İçermeksizin belirtmek gerekirse, günümüzde ulaşılan ayrıntılı tıbbî bilgiler, ceninin, döllenmeden itiba­ren ayrı bir canlılık ve bütünlük kazandığını, safha safha oluşum ve yaratılışın tamamlan­dığını, ilk birkaç haftadan İtibaren organlarının oluştuğunu, hatta kalp atışlarının hissedil­diğini ortaya koymaktadır. Böyle olunca, ilk 120 gün içindeki çocuk düşürmeleri, cinayet ve günah olan çocuk düşürme fiilinin kapsamı dışında tutmak mümkün görünmemekte­dir. Nitekim İslam Hukukçularının çoğu, hangi safhada olursa olsun çocuk düşürmeyi caiz görmezler.

İslam Hukuku'nda, tıbbî ve dinî bir zaruret bulunmadıkça anne karnındaki çocuğun düşü­rülmesi ve aldırılması nanne ve baba tarafından yapılmış veya yaptırılmış olsa bile- cina­yet (=suç) olarak adlandırılıp haram sayılmıştır, (ç)

İslam dini, gebeliği önleyici tedbirler almayı hoşgörmüş ve eşlerin diledikleri zaman ve sayıda çocuk sahibi olmalarına İmkan vermiş, fakat başlamış bulunan gebeliği sona er­dirmeyi ve anne kamında oluşmuş cenini İmha etmeyi ise cinayet ve günah saymıştır. B.k.z: Komisyon, İlmihal, T.D.V., 2/137-140 (ç)

[222] Hanefilere göre; bu durumda ölen kadın için, tam diyet verilir, (ç)

[223] Buhârî, Ferâiz 11, Diyât 25, 26, Tıb 46; Müslim, Kasâme 34-36 (1681); Ebu Dâvud, Diyât 19 (4576, 4577); Tirmizî, Diyât 15 (1410), Ferâiz 19 (2111); Nesâî, Kasâme 39-40; îbn Mâce, Diyât 11 (2639); Ahmed b. Hanbel, 2/274

[224] Asabe; Baba tarafından araya kadın girmeyen erkek akraba (ç)

[225] Konu ile ilgili bazı rivayetlerde, Resululiah (s.a.v)'in kafiyeli konuşmayı (=seci'li) yasakla­dığını bildiren ifadeler genel olmayıp kahinlerin yaptıkları gibi, bati fikirleri doğru göster­mek için yapılan seci'ler yasaklatır. Normal seci' caizdir. Çünkü bizzat Resulullah (s-a-vJın kendisinin de seci'li konuşmaları vardır, (ç) 

[226] Müslim, Kasâme 36 (1681) 

[227] Buhârî, Diyât 26; Müslim, Kasâme 34 (1681)

[228] Konu iie ilgili bazı rivayetlerde kavga edip birbirini öldüren kadınların aynı şahsın Nikahı altında bulunan iki kuma olduğu bildirilirken, bazılarında bu yön hiç belirtilmemiş, oın* sinde ise başka başka adamlarını hanımları olduklarına dikkat çekilmiştir. Rivayetler arasındaki küçük farklılıklar, olayın bir çok defa meydana geldiğine göstermek­tedir, (ç)

[229] Buhârî, Ferâiz 11; Müslim, Kasâme. 35 (1681)

[230] Tirmİzî, Diyât 15 (1410)

[231] Hz. Ömer'in şahit istemesinin nedeni, te'kid ve tespit içindir, (ç)

[232] Burada "yada" anlamına gelen ji "ev" edatı, şüphe için değil, taksim bildirmek içindir. Yani bundan maksat, köle yada cariyedir.

Bununla birlikte bu edatın, bu olaya mahsus olmak üzere raui tarfından şüphe için olması ihtimali üzerinde duranlar bulunduğu gibi, gurre kelimesinden sonra gelen kısmı, hadisin kendisinden olmayıp ravinin sözü olduğunu söyleyenler de vardır. B.k.z. A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, 8/328-329 (ç)

[233] Buhârî, Diyât 15, İ'tisâm 13; Müslim, Kasâme 37, 38 (1682); Ebu Dâvud, Diyât 19 (4568); Tirmizî, Diyât 15 (1411); Nesâî, Kasâme 39; İbn Mâce, Diyât 11 (2640); Ahmed b. Hanbel, 4/244, 253

[234] Müslim, Kasâme 37 (1682)

[235] Müslim, Kasâme 38 (1682)

[236] Tîimİ2Î,Diyâtl5(1411)

[237] Âkile: Baba tarafından olan erkek akrabalar, (ç)

[238] Ebu Dâvud, Diyât 19 (4568); Nesâî, Kasâme 39

[239] Ebu Dâvud, Diyât 19 (4569); Nesâî, Kasâme 39

[240] Ebu Dâvud, Diyât 19 (4570); Müslim, Kasâme 39 (1689); Buhârî, İ'tisâm 13

[241] Buharı; Ilm 39, Lukata 7; Müslim, Hac 447, 448 (1355); Ebu  (1355»; Ebu Dâvüd'Menasik 8  (el-Kubm), Ilm, 3/434; Ibn Mâce, Diyât3 {2624}; Ahmed b. Hanbel, 2/238

[242] Mekke, hicretin 8. yılında, miladi 630'da feth edilmiştir, (ç)

[243] Peygamberimizin doğumundan elli gün önce Muharrem ayının çıkmasına 13 gün kala olmuştur. Peygamberimiz ise, miladi 571 yılı 20 Nisan'ına rastlayan 12 Rebiül-evuel Pazartesi günü tan yeri ağarırken dünyaya gelmiştir, (ç)

[244] Burada "saat" ile kastedilen; "60" dakikalık bir zaman olmayıp Mekke'nin fethi günü, gü­neşin doğmasından ikindi namazının kılınmasına kadar devam eden süredir. Bununla, Mekke'nin fethi günü Halid b. Velid'in, Handeme'de müşriklerle zorunlu olarak meydana gelen çatışmada kanı heder edilmiş birkaç müşrikin, Hz. Peygamber (s.a.v)'in emriyle öldürülmüş olduğu ima edilmektedir, (ç)

[245] Mekke sınırları içerisinde bulunan av hayvanlarını ürkütmek haramdır. Çünkü bu ürküt­me, korkuyla kaçan hayvanın telefine sebep olasbiİir. Söz konusu hayvanları ürkütmek haram olunca, onları avlamanın da haram olduğunu söylemeye gerek yoktur, (ç) 

[246] Mekke'nin bitkilerini kesmenin haramlıği konusunda, o bitkinin kendi kendine yetişmesi ile bir insan eliyle yetiştirilmiş olması arasında bir fark olmadığı gibi kesen kimsenin ih-ramli yada İhramsız olması arasında bir fark yoktur. Bu, İmam Şafiî'nin görüşüdür.  Alimlerin büyük çoğunluğu ise; haram olan, kendi kendine yetişen bitkilerdir, insanlar tarafından yetiştirilen bitkiler, bu yasak kapsamına girmemektedir.

Mekke'de yetişen ağaçları kesen kimseye verilecek cezanın cinsi ve miktarı konusu, alim­ler arasında tartışmalıdır. Ebu Hanîfe'ye göre; bnöyle bir kimseye, bir kurban değerinde fidye gerekir, (ç)

[247] İlan etme niyeti olmadan Mekke'de bulunan bir yitiği yerinden almak caiz olmadığı gibi uygun görülen bir süre içerisinde ilan edildikten sonra sahibi bulunmadığı için onun adı­na tasadduk etmek de caiz değildir. Alimlerin büyük çoğunluğu bu görüştedir, (ç)

[248] Izhir: Güze! kokulu bir ottur. Yaylalarda sıcak ve kuru yerlerde ve vadilerde yetişir. Mek-keliler, bu otu, evlerinin çatılarında ve mezarları kerpiçle örerlerken kerpiç aralarında ka­lan açıklıklankaparmakta kullandıkları gibi yakıt olarak ta kullanmışlardır, (ç)

[249] Buhârî, İlm 39, Lukata 7; Müslim, Hac 447, 448 (1355)

[250] Akdiye, "Kadiyye" kelimesinin çoğuludur. Kadiyye ve kadâ: Bir şeyi sağlam yapmak bitirmek demektir. Hükmü uygulama manasına da gelir. Hakim, hükmü sağlam bir şeki de vererek yürürlüğe koyduğu için ona da "kâdi" denilmiştir, (ç)

[251] İctihad ehliyetine sahip bir hakim hüküm verirken yaptığı ictihaddan dolayı iki sevap? kazanır. Birisi ictihad sevabı, diğeri de ictihadındakİ isabet sevabı. Fakat bu içtihadında Allah'ın hükmüne isabet edememişse isabet sevabından mahrum olarak sadece bir sevap? kalır.

İctihad ehliyetine sahip olmadığı halde kendini zorlayarak ictihad eden kimselere gelince/ onlşarın yapacakları yanlışlıklar asla mazur görülemez. Bilakis onların yaptığı yanlışlıklar/ günahlardan sayılır. Nitekim "Hakimler üç sınıftır: Biri cennette, ikisi de cehennem dedir. Cennette olan, hakkı bilip ona göre hüküm verendir. Hakkı Öğrendiği hükm(ün)de zulmeden (hakimler) ile hakkı bilmeden insanlar hakkında hüküm veren (hakimler) de cehennemdedir" (Ebu Dâvud, Akdiye 2 (3573), İbn Mâce, Ahkâm 3) hadisi buna delalet eder. (ç)

[252] Buhârî, hisâm 21; Müslim, Akdiye 15 (1716); Ebu Dâvud, Akdiye 2 (3574); Tirmizî, kâm 3 (1326); Nesâî, Kudât 3; İbn Mâce, Ahkâm 3 (2314); Ahmed b. Hanbel, 4/198, 204

[253] Müslim, Akdiye 5 (1713)

[254] Hz. Peygamber {s.a.v}, "Ben ancak bir insanım" buyurmakla; insanlık haline tenbihte bulunmuştur. İnsan gaybı ve olayların iç yüzlerini, yüce Allah bildirmedikçe bilemez. Hz. Peygamber (s.a.v)'İn de, diğer insanlar gibi, zahire göre hüküm vermesi caizdir. Hüküm­lerin sırlarını ancak Allah bilir. O halde zahire göre şahit ve yemin gibi delillerle hüküm verir. Bu hüküm, ilahî sırra muhalif olabilir. Fakat o ancak zahire (=eldeki delile) göre hüküm vermekle mükelleftir. Ta ki bu hususta ümmeti de ona tabi olsun, (ç) 

[255] Burada kastedilen husus; eğer zahire göre verdiğim hüküm, olayın İç yüzüne ve gerçeğe uymazsa, böldüğüm şey ona haramdır, kendisini cehenneme götürür demektir. Bu hadisin zahirinden anlaşıldığına göre; Hz. Peygamber (s.a.v), bazen zahiri, bâtına muhalif hüküm verebilir. Halbuki Fıkıh Usûlü alimleri, İttifakla, Hz. Peygamber (s.a.v)'in ahkâm hususunda hata üzerine hüküm vermeyeciğini ve hükümlerinin terk edilemeyece­ğini söylemişlerdir.

Buna şöyle cevap verilir: Bu hadis İle Fıkıh Usûlü kaidesi arasında çelişki yoktur. Çünkü Fıkıh Usûlü alimlerinin bu konu ile ilgili kast ettikleri şey; Hz. Peygamber (s.a.vj'in kendi içtihadıyla verdiği hükümlerdir. Bu hadiste kast edilen hüküm ise; ictihadla ilgili olmayıp yemin ve şahid gibi bir delile dayanarak verilen hükümdür. Böyle bir hükme hata denil­mez. Çünkü hüküm, İlahî teklife göre verilmiş olup sahihtir. Buradaki İlahî teklif, iki şahi­din dinlenmesi gibi şeylerdir. Şahitler, yalancı iseler, vebal de onlara aittir. Hükümde bîr kusur yoktur, (ç)

[256] Buhârî, Şehadât 27, Hayl 10, Ahkâm 20; Müslim, Akdiye 4 (1713)

[257] Hükmün zahire görü verilip verilmeyeceği meselesi, alimler arasında tartışma konusu olmuştur.

İmam Mâlİk'İn meşhur görüşüne göre ve İmam Ahmed'e göre; hâkim, kendi bilgisine da­yanarak hiçbir hüküm veremez.

Hanelilerden Ebu Yusuf ile imam Muhammed'e ve İmam Şafiî'nin bîr görüşüne göre; hâ­kim, hüküm meclisinde ve başka yerde işittikleriyle hüküm verebilir, yalnız mal davasında işittikleriyle hüküm vermesi caiz değildir.

Yalnız Ebu Hanîfe ile İmam Muhammed'e göre; mal temlik hususunda hüküm bâtına göre verilir. Nikâh, boşanma gibi hükümler zahiren adil, batınen mecruh olan şahitlerin şehadetleriyle verilmişse, hem zahiren ve hem de batınen geçerlidir, (ç)

[258] Buharı, Hay! 10, Ahkâm 20

[259] Ebu-Dâvud, Akdiye 7 (3583); Tirmizî, Ahkâm 11 (1339); Nesâî, Kudât 13

[260] Ebu Dâvud, Akdiye 7 (3584)

[261] Bu hadis, "İki husustan birinin hükmünü, aralarındaki İllet benzerliğinden dolayı diğerin­de de geçerli kılmak" demek olan kıyasın meşruluğuna delalet etmektedir. Bilindiği üzere olaylar sınırsız olduğundan, her olay hakkında Kitap ve Sünnette nass bulunmaz. Fakat Kitap ve Sünnette bu olaylara asıl teşkil edecek hükümler konmuştur. Kıyas sayesinde toplumlarda olup biten olayları, bu aslî hükümlerden birine bağlamakla mümkün olur. (ç)

[262] Ebu Dâvud, Akdiye 7 (3585)

[263] Umrâ: "Kâmus"ta tarif edildiğine göre; bir adamın, malını, bir kimseye, kendisinin veya onun hayatına bağlayarak vermesi demektir.

Örneğin, birisi; "Ömrüm oldukça veya ömrün oldukça bu ev senindir, Ölümden sonra benimdir" derse, bu muamele, umrâ olmuş olur.

Bu ifadelerden anlaşıldığına göre, umrâ; mal sahibinin Ömrüyle kayıtlanabileceği gibi, kendisine mal verilen kişinin ömrüyle de kayıtlanabilir.

Umrâ muamelesi, cahiliye döneminden kalma bir âdettir. Araplar, bir araziyi yada evi, ömür boyunca birisine verir, o adam öldükten sonra da geri alırlardı. İslam dini, bunu iptal etmiş, hibelerdeki umrâ şartını hükümsüz sayarak malın hibe edilen kimseye ait olduğunu ifade etmiştir.

Alimlerin büyük çoğunluğu, genel manasıyla, ümranın caiz olduğu görüşündedirler. Mal, sağlığında, kendisine ait olduğu gibi, öldükten sonra da mirasçılarına aittir. Umrâ, malın aynını mülk olarak bir başkasına vermektir. Dolayısıyla kendisime mal veri­len kimse, o malda; satmak, hibe etmek, tasadduk etmek gibi her türlü tasarrufta buluna­bilir.

Kaynaklarda genellikle umrâ anlatılırken genellikle gayri menkul olan ev ve arazi örnek verilir. Menkul mallarda umrâ, tasavvur ve hüküm olarak söz konusu edilmemiştir. Yalnız Şafiî alimlerinden Râfî, umrâyı anlatırken köleyi de örnek vermiştir. Bundan, menkul mal­larda da ümranın caiz olduğu sonucuna varılmaktadır, (ç)

[264] Rukbâ: Özel bir mal bağışlama türüne verilen isimdir. Örneğin, mal sahibinin, başka bi­rine: "Şu evi sana rukbâ yoluyla verdim. Sen benden önce Ölürsen, mal bana geri döne­cek. Fakat ben daha önce ölürsem, mal senin olacak" demesi suretiyle yapılır.

Rukbâ'nm, konulduğu fıkhî mana ile ilgisi şu yöndedir: Rukbâ, gözetmek anlamındaki murakabe masdarından alınmadır. Bu muamaele de, tarflardan her biri, mala sahip ola­bilmek için, diğerinin ölümünü gözetmektedir. Rukbâ'nın hükmü, ihtilaflıdır.

Bazı alimler, umrâ ile rukbâyı aynı hüküm içerisinde mütalaa ederek "umrâ gibi rukbâ da caizdir" demişlerdir. Resulullah (s.a.u)'in sahabilerinden bazıları ile sonra ki alimlerden İmam Ahmed, İmam Şâfıî, Ebu Yusuf gibi alimler bu görüştedir.

Hanefilerden İmam Ebu Hanîfe ile İmam Muhammed ile İmam Mâlik'e göre , rukbâ caiz değildir. Bunlara göre; rukbâ yoluyla verilen mal, verildiği şahsın elinde ariyet hükmün­dedir. Dolayısıyla veren şahıs, dilediği zaman alabilir. Bunlar bu konuda, Hz. Peygamber (s.a.v)'in, umrâya izin verip rukbâyı yasak ettiğini bildiren hadisine dayanmaktadırlar, (ç) 

[265] Buhârî, Hibe 32; Müslim, Hibât 20-31 (1625); Ebu Dâvud, İcâre 85 (3550, 3551, 3552), 86 (3553, 3554, 3555, 3556, 3557), 87 (3558); Tirmizî, Ahkâm 15 (1350); Nesâî, Umrâ 2, 3, 4; İbn Mâce, Hibât 4 (2383); Ahmed b. Hanbel, 3/393 

[266] Buhârî, Hibe 32 

[267] Müslim, Hibât20 (1625)

[268] Müslim, Hibât 21 (1625)

[269] Müslim, Hibât 22 (1625)

[270] Müslim, Hibât 23 (1625)

[271] Müslim, Hibât 24 (1625)

[272] Yani umrâ sahihtir. Mal, kendisine verilen kişiye o öldükten sonra da mirasçılarına aittir.

Umrâ yapana (mah bağışlayana), geri verilmez, (ç)

[273] Buhârî, Hibe 32; Müslim, Hibât 30 (1625)

[274] Müslim, Hibât 31 (1625)

[275] Müslim, Hibât 26 (1625)

[276] Müslim, Hibât 27 (1625)

[277] Ebu Dâvud, İcâre 85 (3551)

[278] Yani umrâ ve Rukbâ yoluyla mal vermeniz doğru değildir. Bu, malın zayi edilmesine sebeptir, (ç)

[279] Ebu Dâvud, İcâre 86 (3556)

[280] Yani sadakadan dönmen, hibeden dönmenden daha uzaktır, (ç)

[281] Ebu Dâvud, İcâre 86 (3557)

[282] Ebu Dâvud, İcâre 87 (3558)

[283] Nesâî, Umrâ 2

[284] Nesâî, Umrâ 2

[285] Nesâî, Umrâ 2

[286] Nesâî, Umrâ 2

[287] Nesâî, Umrâ 2

[288] Nesâî, Umrâ 2

[289] Nesâî, Umrâ 2

[290] Nesâî, Umrâ 2

[291] Ebu Dâuud, İcâre 87 (3558)

[292] Nesâî, Umrâ 3

[293] Nesâî, Umrâ 3

[294] Nesâî, Umrâ 3

[295] Nesâî, Umrâ 3

[296] Nisa: 4/65

[297] Müslim, Fezâil 129 (2357); Ebu Dâvud, Akdiye 31 (3637); Tirmizî, Ahkam 26 (1363); Nesâî, Kudât 27; İbn Mâce, Ruhun 20 (2480); Ahmed b. Hanbel, 4/5

[298] Resulullah (s.a.v), Zübeyr ile şikayetçi durumunda olan kişi arasında ilk verdiği hükümde, iyi komşuluk münasebetleri açısından müsamahalı davranmış, kendi yakınının biraz fera­gat ermesini gerektirecek şekilde hüküm vermişti.

Karşıdakinin bunu anlamadığını görünce, Zübeyr'e: Suyu bahçede ağaçların köklerine kadar iyice işleyinceye kadar bekletmek suretiyie hakkını son haddine kadar kullanmadık­ça komşu bahçeye salmamasını emretti.

Yalnız burada Resululiah (s.a.v)'in öfkeli anında büe oba her zaman hakkı söylediğini unutmamak gerekir.

Resulullah (s.a.v)'in ilk hükmüne itiraz eden kişi, eğer Müslüman idiyse, şüphesiz ki bu yaptığı İş, şeytanın saptırmasına ve nefsinin arzularına kapılmaktan başka bir şey değildir. Fakat bu kimsenin, hakiki bir Müslüman olmayıpmünafıklardan biri olması ve kabilesi, Ensar topluluğundan olduğu için onun Ensârî diye anılmış olması ihtimali de vardır, (ç)

[299] Nısâ: 4/65

[300] Buhârî, Sulh 12

[301] Ebu Dâvud, Akdiye 9 (3589)

[302] Nesâî, Kudât 32

[303] Buhârî, Tefsiru Sure-i Âl-i İmrân 3, Rehin 6; Müslim, Akdiye 1, 2 (1711); Ebu Dâuud, Akdiye 23 (3619); Tirmizî, Ahkâm 12 (1342); Nesâî, Kudât 36; İbn Mâce, Ahkâm 7 (2321); Ahmed b. Hanbel, 1/343

[304] Müslim, Akdiye 1(1711)

[305] Hakim huzuruna gelen davacıyı dinledikten sonra eğer davalı, aleyhindeki iddiaları ikrar ederse, hakim onu ikrarıyla ilzam eder, aleyhine hüküm vererek davayı sonuçlandırır. Fakat davalı, aleyhindeki İddiayı İnkar ve reddederse hakim bu defa davacıdan delil ister. Davacı, bu delili getirerek davasını ispat erliği takdirde hakim davalının aleyhine hüküm verir. Davacı davasını ispat için delilş getirmekten ve dolayısıyla davasını ispattan aciz kaldığı takdirde, hakim davacının isteğiyle davalıya yemin teklif eder. Eğer davalı yemin ederse, davalıyı davadan men eder.

Eğer davalı yeminden kaçınırsa, hakim onun yeminden kaçmmasıyla hüküm verip dava­yı sonuçlandırır. Davalı yeminden kaçındığı İçin davacıya yemin teklif edilmez, (ç) 

[306] Buhârî, Şehâdât 20; Müslim, Akdiye 2 (1711)

[307] Biz: Saraçlar ve kundurucılar tarafından kullanılan iğnye yol açmaya yarayan sivri uçlu alet. (ç)

[308] Âli İmrân: 3/77

[309] Buhârî, Tefsiru Sure-i Âl-i İmrân 3

[310] Ahkâm: Hükümler, yargılar, kanunlar, kararlar demektir. Ahkâm, "hüküm" kelimesinin çoğulu olup "hükümler" demektir. Hüküm, sözlükte men etmek, önlemek anlamlarına ge­lir. Hâkimin davayı neticeye bağlamasına hüküm denmesi, taraflar arasındaki düşmanlığı önlediği içindir. Hüküm, bir şeyi diğerine dayandırma, emir ve irade manasında da kul­lanılmıştır. (M. Salahî, Kamûs-i Osmânî, IIV297; H. Karaman, Fıkıh Usûlü, İstanbul 1963, 170)

Terim olarak 'hüküm'ü fıkıh usulü bilginleri şöyle tarif etmişlerdir: "Mükellef (yükümlü) kimselerin işleriyle ilgili Allah ve Resulü'nün hitaplarıdır." Meselâ; Allah'ın "namaz kılınız", "adam öldürmeyiniz" hitapları birer hükümdür.

Fâkîhlere göre ise hüküm, bu hitabın eser ve neticesidir. (Abdulvehhab Hallâf, İlmu Usûli'1-Fıkh, Kahire 1978, 100) "Namaz kılınız" hitabının eser ve neticesi farz, "adam öl­dürmeyiniz" hitabının ise haramdır. Buna göre namaz kılmanın hükmü farz, adam öl­dürmenin hükmü ise haramdır.

Fıkıh usulü bilginlerine göre dinî hükümler iki kısma ayrılır:

Birincisi, teklifi hükümlerdir. Bir işin yapılmasını ya da yapılmamasını gerektiren veya İkisi arasında tercih etmekte serbest bırakan hükümlerdir. Bir işin yapılmasını gerektiren hükümlere farz ve mendup, yapılmamasını gerektirene haram ve mekruh, muhayyer bı­rakılan hükme de mubah denir. (Abdulvehhab Hailaf, a.g.e. 101)

ikincisi ise vaz'î hükümlerdir. Bunlar, ibadet ve muamelelerin sıhhati için gerekli olan şartları gösteren hükümlerdir. Bir fiil işlenirken dinî kurallara uygun olup olmadığı bu tür hükümlerle anlaşılır. Meselâ alışverişin sahîh olmasıyla İlgili hükümler bu kabildendir, (ç)

[311] Buhârî, Lukata 1, 10; Müslim, Lukata 9, 10 (1723); Ebu Dâvud, Lukata 1 (1701); Tirmizî, Ahkâm 35 (1374); Nesâî (el-Kübrâ), Lukata, 3/422; İbn Mâce, Lukata 2 (2506); Ahmed b. Hanbel, 5/126, 127, 143 

[312] Müslim, Lukata 9 (1723) 

[313] Müslim, Lukata 9(1723)

[314] pam (-,u|an kimsenin, kendi malına karıştırmayarak kesesiyle ayrıca muhafaza etmesi gerekir. Çünkü günün birinde sahibiyim diye birisinin çıkıp gelmesi ve doğru zannedilerek verilmesi ihtimali bulunduğundan böyle bir yanlışlığa meydan vermemek için bu tavsiye edilmiştir. Bu nedenle İmam Ebu Hanîfe ile İmam Şafiî'ye göre, malın kendisine ait oldu­ğunu iddia eden kimsenin delil göstermesi zorunludur, delil gösteremezse, mal o kimseye verilmez.

Yitik bir para bulan bir kimsenin, onualırken, sahibini bulduğu zaman vermek üzere almış olması gerekir. Ona sahip olmak üzere alması ise, gasb hükmündedir. Dolayısıyla bu şe­kilde almış olduğu yitik bir parayı telef yada kaybettiği takdirde, herhangi bir kusuru ol­masa bile o parayı ödemesi gerekir.

Bulunan bir paranın sahibini bulmak için yapılması gereken ilan müddetinin, üç yıl olup olmadığı şüpheli göründüğünden bu müddet genellikle İslam Hukukçuları tarafından "bir sene" olarak kabul edilmiştir.

Bulunan mal, usûlüne uygun olarak bir sene ilan edildikten sonra sahibi çıkmazsa, o pa­rayı kendisi çin harcayabilir. Yalnız bu parayı bulan kimsenin sözü geçen esaslar doğrul­tusunda ondan yararlabilmesi için fakir olması şartının aranıp aranmaması husus İslam Hukukçuları arasında ihtilaflıdır.

Ebu Hanîfe'ye göre buluntu mal; on dirhemden az olursa, onu bir kaç gün ilan etmek yeterlidir. Eğer on dirhem yada on dirhemden daha fazla olursa, bir yıl ilan etmek gere­kir, imam Muhammed, az ile çok arasında bir ayırım yapmadan bir yıl İlan etmek gerekir demiştir, {ç}

[315] Müslim, Lukata 10 (1723)

[316] Tirmizî, Ahkâm 35 (1374)

[317] Buhârî, İlm 28, Şirb 12; Müslim, Lukata 1-8 (1722); Ebu Dâvud, Lukata 4 (1704), 5 .    (1705), 6 (1706), 7 (1707), 8 (1708); Tirmizî, Ahkâm 35 (1372, 1373); Nesâî (el-Kübrâ), Lukata, 3/416, 419, 420; İbn Mâce, Lukata 2 (2507); Ahmed b. Hanbel, 4/116

[318] Müslim, Lukata 5 (1722)

[319] Buhârî, Lukata 3

[320] Buhârî, Şirb 12, Lukata 4; Müslim, Lukata 1 (1722)

[321] Buhârî, Lukata 11

[322] Hadisten anlaşıldığına göre; kaybolan deveyi, sahibi buluncaya kadar onu serbest bırak­mak gerekir. Bu, İmam Mâlik ile İmam Şafiî'nin görüşüdür. Hanefîİere göre, kaybolan de­veyi almak mekruhtur. Yine Hanefîİere göre; kaybolan deveyi köylerde ve meskun saha­larda bulan İyi niyetli kimse alır, fakat sahrada bulursa alamaz.

Şâfiîierin en sahih görüşlerine göre ise; yitik deve, köy ve şehirden uzak yerlerde görülür­se muhafaza edilmek üzere hakim yada başkası onu alabilir. Fakat mülkiyetine geçirmek niyetiyle alıp götürmek haramdır. Eğer yitik deve köyde bulunursa, usulüne göre ilan et­mek ve buna rağmen sahibi çıkmadığı takdirde mülkiyetine geçirmek niyetiyle almak ca­izdir, (ç)

[323] Buhârî, İlm 28, Lukata 9; Müslim, Lukata 6 (1722)

[324] Müslim, Lukata 6 (1722)

[325] Müslim, Lukata 7 (1722)

[326] Müslim, Lukata 8 (1722)

[327] Yitik koyun ve keçiyi gereği yapılmak üzere almak caizdir. Cumhur ve HanefİIer bu hadisi

delil göstererek böyle hükmetmişlerdir, (ç)

[328] Ebu Dâvud, Lukata 4 (1704); Tirmizî, Ahkâm 35 (1372)

[329] Ebu Dâvud, Lukata 5 (1705)

[330] Ebu Dâvud, Lukata 8 (1708)

[331] Ebu Dâvud, Lukata 7 (1707)

[332] Cihâd" kelimesi, sözlükte; güç ue gayret sarfetmek, amelde mübalağa etmek ve zahmet gibi anlamlara gelen cehd kökünden türemiştir.

Terim olarak ise; yüce Allah'ın dini için; can, mal, dil ve diğer vasıtalarla güç ve gayret sarfetmeye cihad denir.

İslam, insan toplumunun ıslahını, sulh içinde yaşamalarını gaye edinmiş ve insan hak ve hürriyetlerini korumayı esas almıştır. Savaş haüni meşru kılan sebepler şunlardır:

1.  "Meşru müdafaa" denilen ve Müslümanlara doğrudan yada dolaylı yollaria İslam top­lumunun varlık ve bağımsızlığına ve Müslümanların dinlerinde fitneye yol açacak şekilde ülkelerine, mallarına ve kendilerine saldırı ile İslam tebliğ ve davetini engellemek ve ger­çek bir tehlike sayılacak şekilde Müslümanlara karşı kötü niyet beslenmesi,

2.  Önceden mevcut olan bir savaşın kesintiye uğramasından veya yapılmış bir sulhun düşman tarafından bozulmasından sonra edeblendirme ve sulh halinin sağlanması mak­sadıyla savaşa devam edilmesi.

3.  Zayıf durumundaki azınlık Müslüman bir topluluğun, onlara zulmeden ve haklarını Çiğneyen kendi gayri Müslim devletlerine karşı İslam devletinden yardım İstemeleri halin­de, onlara yardım maksadıyla,

Hanefi, Hanbeli ve Mâliki hukukçularının oluşturduğu cumhuru fukahaya göre; savaşın illet ve sebebi, düşmanın İslam'a ve müslümanlara karşı savaş ve saldırışıdır.

Şâfiîlere göre ise; savaşın illet ve sebebi, bizzat küfrün kendisidir.

B.k.z: Dr. Ahmed Özel, İslam Hukukunda Ülke Kavramı, İklim Yayınlan, 4. baskı, İstanbul 1991, s. 70-93 (ç)

[333] Buhârî, Cihâd 2; Müslim, İmâre 122-124 (1888); Ebu Dâvud, Cihad 5 (2485); Tirmizî, Fezâilu'l-Cihâd 24 (1660); Nesâî, Cihâd 7; İbn Mâce, Fiten 13 (3978); Ahmed b. Hanbel, 3/69

[334] Bu hadis, tenhada yalnız başına yaşamayı insanlar arasına karışmaktan evla gören alim­lerin bir delilidir.

Alimlerin çoğunluğuna göre; fitneden emin olmak şartıyla insanların İçinde olmak daha faziletlidir. Bu görüşte olanlar, önceki görüşte olanlara; bu hadis, fitne ve savaş zamanla­rına hami edilmiştir, Yada insanlarla iyi geçinemeyen kimse hakkındadır. fNitekım "insanların arasına katılıp da onların eziyetlerine katlanan bîr müminin mükafatı, insanların arasına katılmayıp onların eziyetine katlanmaktan uzak kalan bir müminden daha fazladır" (Tirmizî, Kıyame 55; İbn Mâce, Fiten 23; Ahmed b. Han-bel, 2/43, 5/365} şeklindeki hadis, cumhuru ulemanın görüşünü desteklemektedir, (ç)

[335] Ebu Dâvud, Cihâd 5 (2485)

[336] Buhârî, Meğâzî 14, Hars 6, Cihâd 154, Tefsiru Sure-i Haşr 2; Müslim, Cihâd 29-31 (1746); Ebu Dâvud, Cihâd 83 (2615); Tirmizî, Tefeiru Sure-i Haşr 59 (3302); Nesâî (el-Kübrâ), Siyer, 5/181, Tefsir, 6/483; İbn Mâce, Cihad 31 (2845); Ahmed b. Hanbel, 2/123, 140                                                                                              

[337] Ebu Süfyân ibnü'l-Hâris, o sırada daha müsiüman olmamıştı. Söylediği bu şiir de, müslü-manların lehine değil, aleyhine bir bedduadır, (ç)

[338] Buhârî, Meğâzî 14

[339] Hz. Peygamber (s.a.v)'in, Nadîr oğulları yahudilerinin hurmalıklarının bir kısmını kestirip yaktırması olayı, LJhud savaşından sonra hicretin 4. yılında Müslümanlar İle Nadîr oğulla­rı arasında olan savaşta gerçekleşmiştir. Bunun üzerine eman dilewyip develerini yükleyip götürebildikleri kadar mal alıp götürmek üzere gitmelerine izin verildi. Bunlardan bir kısmı Şam'a, bir kısmı Filistin'deki Eriha'ya gitmişlerdir.

imam Mâlik, İmam Şafiî, İmam Ahmed ile İmam Ebu Hanîfe'ye göre, savaşta düşman or­dusuna korku salmak için onların yaş ağaçlarını kesmek ve yakmak caizdir. Yalnız savaşta düşmanın mallarını yakıp yıkmanın caiz olması için, bu yakıp yıkmanın müslümanlara bir menfaat sağlaması gerekir, (ç)

[340] Müslim, Cihâd 30 (1746)

[341] Haşr: 59/5

[342] Buhârî, Tefsiru Sure-i Ha§r 2

[343] Müsiim, Cihâd 31 (1746)

[344] Cİhad, İslam düşmanlarının kötülüğünü defetmek ve onların mukavemetini kırmak için meşru kılınmıştır.

İnsan ancak işlemiş olduğu bir masiyet sebebiyle öldürülebilinir. Bunlardan birisi de, Is­lama karşı savaşmak. İslam'a ve müslümanlara karşı silah çekmeyen veya bizzat savaş­mayan erkekler, kadınlar, din adamları, yaşlılar ve çocuklar öldürülmezler. Bunların öldü-rülmemelerindekİ neden, onların savaşa katılmamalarıdır. Eğer savaşa bizzat katılıp Müs­lümanlara karşı savaşacak olurlarsa, öldürülmeleri caiz olur. Çünkü bunlar, savaş etmekle birlikte müminlere karşı suç işleyen muharip durumuna geçmiş durumdadırlar. Bununla birlikte bazı askerî operasyonlarda bunlar doğrudan hedef yapılmadığı halde el­de olmayan nedenlerle kasıtsız olarak söz konusu olup grup zarar görürse, onlar da bu­lundukları kimselerin arasında sayılmıştır. Ancak bunları askerî operasyondan ayırma im­kanı varsa aynrnak ve hedef yapmamak genel bir esastır.

Yalnız İmam Mâlik, Şâfiîler ile İmam Ebu Hanîfe'ye göre; gece baskınında kadın ve ço­cukların öldürülmesi caizdir.

Yine İmam Ahmed, sahih olan görüşüne göre İmam Şafiî, Ebu Hanîfe, İmam Ebu Yusuf, İmam Muhammed, Sevrî ile İshak'a göre; kafirlerin öldürülmesine çocuklar ile kadınların öldürülmesinden başka bir çare yoksa bunda bir sakınca yoktur. Hatta Hanefiler ile Sev-rî'ye göre; içerisinde Müslüman esirleri yada çocuklan yada müşriklerin çocuklan bulunan kalelere ve gemilere ateş açmakta da bir sakınca yoktur. Böyle bir savaşta Müslümanlar­dan ölen olursa, diyeti ödenmez. Kefaret de gerekmez. Sevrî'ye kefaret gerekir. B.k.z. A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, Sönmez Yayınları, İstanbul 1978, 8/474-475 (ç) 

[345] Ebu Dâvud, Cihâd 112 (2672)

[346] Allah, Kur'an-ı Kerimin bir çok yerinde kafirlere karşı Müslümanların mallarıyla ve canla­rıyla cihad etmelerini istemektedir. Böylece hem malı ve hem de canıyla Allah yolunda savaşanlarıve bu yolda şeghid olanları, altından ırmaklar akan cennetlere koyacağını da haber vermiştir.

Kişinin, maddi durumu iyi ise, malını; Allah yolunda cihad eden gazilerin donatılması, silah, araç ve gereçlerin alınmasını yada Müslüman gazilerin tasarrufuna verilmesi İçin harcayabiliyorsa, bu kişinin niyetine göre, velev ki gazaya katılmamış olsa bile gazilik se­vabı yazılır. Eğer hem malını ve hem de kendi canını Allah yolunda vermeye hazır İse, bunun sevabı daha fazladır. Bunun karşılığı, Kur'an'da, cennet olarak gösterilmektedir. Cihad, genel İfade eden bir kelime olması hasebiyle eğitim, kültür, bilim, düşünce gibi alanlarda yapılacak olan çalışmalara da aynı oranda katılmak, her müslümanın görevidir.

[347] Mücahidin ailesini, malını ve mülkünü koruyan kimse için de, aynen bilfiil savaşa katılan bir mücahid gibi sevap verilir, (ç)

[348] Buhârî, Cihad 38; Müslim, İmâre 135-136 (1895); Ebu Dâvud, Cihâd 20 (1509); Tirmizî, Fezâilu'l-Cıhâd 6 (1628, 1629, 1630, 1631); Nesâî, Cihâd 44; İbn Mâce, Cihâd 3 (2759); Ahmed b. Hanbel, 4/116, 117, 5/193, 234

[349] Tirmizî, Fezâilu'l-Cihâd 6 (1629)

[350] Buhârî Salât 41, Cihâd 56, 57; Müslim, İmâre 95 (1870); Ebu Dâvud, Cihâd 60 (2575); Tirmizî, Cihâd 22 (16999; Nesâî, Hayl 13; İbn Mâce, Cihâd 44 (2877); Ahmed b. Hanbel, 2/5, 11, 55, 56, 67, 91, 157

[351] Koşu atlarının antremanı için önce kuvvetlensin diye bol bol yem verilir. Sonra yem ölçü­lü bir şekilde azaltılır. Sonra at kapalı bir yere bırakılarak vücudu bir örtüyle sarılır. Hay­van burada iyice terletilir. Teri kuruyunca, cisminde büyük bir çeviklik meydana gelir, işte uzun mesafeli koşulara bu şekilde eğitilmiş atlar koşturulurdu.

Hz. Peygamber (s.a.v), bu tür yarışlara özel metodlarla eğitilmiş atlarla, bizzat ve bilfiil ka­tılarak bu yarışların caiz ve gerekli olduğuna işaret etmiştir. Çünkü atlar arasında yarış ter­tip etmek, boş bir İş olmayıp savaşlarda başarılı sonuçlar elde etmeye ve ihtiyaç sırasında faydalanmaya yönelik Önemli bir olgudur.

Ayrıca Hz. Peygamber {s.a.v), bu tür yarışlarda, koşunun başlangıç ile bitiş yerlerini bildir­miş ve yarışçılar arasında eşitlik olmasının şart olduğuna dikkat çekmiştir. Aynî (ö. 855/1451}'ye göre; Hz. Peygamber (s.a.v), at koşuları sonucunda; birinciye Ye­men kumaşından yapılmış üç elbise, ikinciye iki elbise, üçüncüye bir elbise, dördünceye bir dinar, beşinciye de bir dirhem, altıncıya bir gümüş vermiş ve yarışmacılara bu yarış­maların hayrh ve mübarek geçmesi temennisinde bulunmuştur.

Hafız İbn Hacer (ö. ö. 852/1447)'in ifadesine göre; alimler, ödülsüz olarak yapılan yarışla­rın caiz olduğunda icma etmişlerdir. Yalnız ödül karşılığında yapılan yarışmaların caiz olabilmesi için;

1.  Bu ödülün, yarışmacıların dışında kalan birisi tarafından konmuş olması,

2.  Bu ödülü koyan kimsenin, yarışmalara bizzat katılmaması,

3. Kendisine ait bir atın da yarışmaya katılmaması gerekir.

Alimlerin büyük çoğunluğuna göre; yarışmacılardan birisinin: "Sen beni geçersen sana şu kadar mükafat vereceğim. Ben geçersem, senden bir şey almayacağım" diyerek ortaya koyduğu Ödülü kazanmak için yapılan müsabakalar caizdir.

İki taraftan yanşıkazanan kimsenin ödülü alması, her iki tarafın da ödül koyması şartıyla düzenlenen yarışmalar kumardır. Buna göre kumar, yanşan kimselerin, ya tamamen ka­zanması yada tamamen kaybetmesiyle olur. (ç)

[352] Seniyyetü'1-Vcdâ: Medine'nin kenarında bulunan bir tepedir. Cahiliye Arapları yolcula-rıyla burada vedalaştıklan için oraya bu ismi vermişlerdi, (ç)

[353] Buhârî, Cihâd 58

[354] Kurban: Sözlükte; yaklaşmak anlamına gelen kurban, Allah'a yaklaşmayı Allah yolunda malların feda edilebileceğini, Allah'a teslimiyeti ve şükrü ifade eder. Terim olarak ise; Muayyen bir vakitte, muayyen bir hayvanı ibâdet maksadıyla usûlüne uygun olarak kesme. Arapçada bu şekilde kesilen hayvana "udhiyye" denilir. Udhiyye'-nin çoğulu, "Edâhî" şeklinde gelir. Kurban, hicretin ikinci yılında meşru kılınmıştır.

Kurban kesmenin fıkhı açıdan değerlendirilmesi hususunda fakihlcr arasında gö­rüş farkiıhklrı vardır. Dinen aranan şartlan taşıyan kimselerin kurban kesmeleri, Hanefî mezhebinde ağırlıklı görüşe ve bazı müctehid imamlara göre vacip, fakihlerin çoğunluğu­na göre ise müekked sünnettir. Bir kimsenin kurban kesmekle yükümlü olabilmesi için dört şrt aranır:

1.  Müslüman oimk,

2. Akılı ve ergenlik çağına girmiş olmak,

3. Yolcu olmamak, yni mukim olmak,

4.  Belirli bir malî güce sahip bulunmak.

Yalnız akıllı ve ergenlik çağma girmiş olma şartı konusunda ihtilâf vardır. İmam A'zam Ebu Hanîfe (ö. ö. 150/767) ve İmam Ebû Yûsuf (ö. 182/798)'a göre kurban kesmekle mükellef olmak için akıllı ve bulûğa ermiş olmak şartı yoktur. Zengin olan çocuk veya de­linin malından velîsi kurban keser. İmam Muhammed (ö. 189/805)'e göre ise akıl ve bu­lûğa ermek şarttır.

Hanefi mezhebine göre, kurban kesmeyi vacip kılan zenginliğin ölçüsü, zekatta ve fitır sadakasında aranan zenginlik ölçüsüyle aynı olup kişinin borçlan ve aslî ihtiyaçları dışın­da 20 miskal (=85 gr.) altına yada buna denk bir paraya veya sahip olmasıdır. Kurban bayramında kesilen kurbandan ayrı olarak yine ibadet niyetiyle kesilen kurban çeşitleri şöylece sıralanabilir: Adak kurbanı, Akîka kurbanı, Kıran ve Temettü haccı yapn kimselerin kestikleri ve hedy verilen kurban, haçta yasakların ihlali halinde gereken ceza ve kefaret kurbanı, (ç)

[355] Buhârî, Akîka 3, 4; Müslim, Edâhî 38 (1976); Ebu Dâvud, Edâhî 19-20 (2831, 2832); Tirmizî, Edâhî 15 (1512); Nesâî, Fera' 1; İbn Mâce, Zebâih 2 (3168); Ahmed b. Hanbel, 2/229

[356] Tirmizî, Edâhî 15 (1512)

[357] Atîre: Cahiliye dönemi Arapları, Receb ayının ilk on günü içinde kestikleri hayvandır. Araplar, bu hayvanın kanının putların başına serperlerdi.

Bazılarına göre ise, Atîre; Arapların bir dileklerinin yerine gelmesi yada hayvanlarının sayısının belli bir miktara ulaşması halinde her on hayvandan birisini Receb ayında kese­ceklerine dair adadıkları kurbandır.

İbn Esîr'in ifadesine göre; bu adet, İslam'ın ilk yıllarında yürürlüğkte idi, daha sonra iptal edildi. B.k.z: Zeylaî, Nasbu'r-Râye, 4/208 (ç) ,

[358] Tirmizî, Edâhî 15 (1512)

[359] Ebu Dâvud, Edâhî 19-20 (2831)

[360] pctaı. Devenin doğurduğu ilk yavrudur. İmam Şafiî'ye göre; Araplar, anasının bereketi ve nesiİ çoğalsın diye bu yavruyu keserlermiş.

Bazı alimlere göre ise, Fera'; hayvanın doğurduğu ilk yavru olup Araplar bunu putlarına kurban ederlermiş, (ç)

[361] Ebu Dâvud, Edâhî 19-20 (2832)

[362] Ebu Dâvud, Edâhî 19-20 (2833)

[363] Nesâî, Fera'1

[364] Her ne kadar Şâfıîler ile Hanbeliler, iptal edilen hususlardan kaçınmak şartıyla söz konusu kurbanları kesmenin caiz olduğunu belirtmiş olsa bile; bir grup alim, Mâlikiler ile Hanefi-Iere göre Fera' ve Atfre kurbanları yasaklanmış, İslam'ın ilk yıllannda yürürlükte iken, da­ha sonra bu adet bu hadisle neshedilmistir. Çünkü hadisi rivayet eden Ebu Hureyre'nin, hicretin 7. yılında Müslüman olması tarih itibariyle bu gerçeği açıkça ortaya koymaktadır. İbn Hazm fö. 456/1063) da bu görüştedir. Kadı İyâz (ö. 544/1149)'da, cumhuru ulema­nın, bu kurbanları kesmenin nesh edildiği görüşünde olduklarını belirtmektedir, (ç)

[365] Nesâî, Fera' 1

[366] İçecekler  kelimesi, sözlük anlamı itibariyle; İçİlebilen bütün sıvı maddeleri kapsamakla birlikte, hem dinî literatürde ve hem de örfî kullanımda, içilmesi din tarafından yasakla­nan veya dinî hükmü tartışmalı olan sarhoş edici maddelerin özel adı olmuştur. Fıkıh eserlerinde genellikle bu konuya ayrılmış bölüm, "el-Eşribe" başlığını taşır, (ç) 

[367] Buhârî, Vudû' 18, Eşribe 25; Müslim, Taharet 63 (267); Ebu Dâvud, Taharet 18 (31); Tirmizî, Eşribe 16 (1889); Nesâî, Taharet 42; İbn Mâce, Eşribe 23; Ahmed b. Hanbel, 5/296, 309, 310, 311

(Yazar, İbn Mâce için gösterdiği babta, iki hadis olup birisi Ebu Hureyre'den, diğeri ise Abdullah ibn Abbâs'tan nakledilmiştir. Konuyla ilgili bu hadisin bir bölümü, Taharet 15 (310)'da geçmektedir.) (ç)

[368] Tirrnizî, Eşribe 16 (1889)

[369] Nesâî, Taharet 42

[370] Su içerken yada yemek yerken kaba üflemek, su içme ve yemek yeme adabına uymayan bir harekettir. İslamî edebe göre, su üç nefeste içilir. Yemek, yavaş yavaş yenilir.

Konu ile ilgili daha geniş bilgi için 36 nolu hadise bakabilirsiniz, (ç)

[371] Nesâî, Taharet 42

[372] Buhârî, Eşribe 11; Müslim, Eşribe 16-19 (1986); Ebu Dâvud, Eşribe 8 (3703); Tirmizî, Esribe 9 (1876); Nesâî, Eşribe 8; İbn Mâce, Eşribe 11 (3395); Ahmed b. Hanbel, 3/317, 369

[373] Buhârî, Eşribe 11

[374] Üzüm ile hurmanın yada hurma İle hurma koruğunun bir kaba konularak sıkılmak şartıy­la elde edilen şıraya yada kuru hurma ile yaş hurmanın veya bunlardan herhangi birisiyle kuru üzümün birlikte sulandırılıp sıkılmasıyla elde edilen şıraya "halita" (=karışım) denir. Alimlerden bir çoğu, bu hadisin zahirine sarılarak sözü geçen karışımların sarhoşluk verici olmalsalar bile yine de içilmelerinin haram olduğuna hükmetmişlerdir. Bu karışımları iç­menin haram sayılması için, sarhoşluk verici hale gelmelerini şart koş matruşlardır. İmam Mâlik, İmam Ahmed ve Şafiî alimlerinin çoğu bu görüştedir.

Süfyan es-Sevrî ile Ebu Hanîfe ise; bu karışımların sarhoşluk verici hale gelmeden içilme­lerinden bir sakınca görmemişlerdir. Çünkü Hanefilere göre; konumuzu teşkil eden hadis-lerdeki söz konusu karışımların içilmesiyle ilgili yasaklar, insanların yiyecek ve içecek bulmada zahmet çektikleri İslam'ın ilk yıllarına aittir. Çünkü Müslümanların fakirlik içeri­sinde yaşadıkları için o dönemde Müslümanların, komşusu aç yatıp kalkmakta iken ken­dilerinin iki şırayı bir araya getirip karıştırmak suretiyle birden içmesi yasaklanmıştı. Daha sonra yüce Allah, Müslümanları bu darlıktan kurtardıktan sonra bu tür karışımları içmele­rinde bir sakınca kalmamıştır. B.k.z: Aynî, Binâye fi Şerhi'l-Hidâye, 9/537 {ç} 

[375] Müslim, Eşribe 16 (1986)

[376] Ncbiz: Kuru üzüm, hurma, bal, arpa, buğday vb. şeylerin suda bekletilerek onu tadlan-dırması yolu ile eide edilen bir içki çeşidi. Sarhoş etsin veya etmesin aynı adla anılır. Ni­tekim, nebize şarap {-hamr) dendiği gibi, üzüm suyundan elde edilen şaraba da nebiz denmektedir (İbnül-Esir, en-Nihâye fî Garibil-Hadis, 5, 8). Nebiz, helâl ve haram olmak üzere iki kısma ayrılır:

1. Haram olan: "Çoğu sarhoş eden herşeyin azı da haramdır" genel prensibi çerçeve­sinde değerlendirildiğinde hububat, meyva vb. şeylerden elde edilen sarhoş edici içkiler, ister pişirilerek, İsterse pişirilmeden imal edilsin haramdır. Bu; üzüm, buğday, arpa, an sü­tü vb. şeylerden elde edilen bütün içkiler için aynıdır. Sahabi, Tabiîn ve sonraki âlimler­den oluşan cumhurun görüşü budur.

Âlimler bu konuda karar verirken, Resulullah (s.a.v)'İn koymuş olduğu "sarhoş eden her içki haramdır" hükmünden hareket etmişlerdir.

Nehâî, Şa*bî, Ebû Hanife ve diğer bir takım Küfe ulemâsı, üzüm ve hurmadan elde edilen sarhoş edici nebizin dışında; buğday, arpa, mısır ve bal gibi şeylerden elde edilen nebizin sarhoş edecek kadar içildiğinde haram olduğu, daha az içildiğinde İse haram olmadığı görüşünü benimsemişlerdir. Söz konusu âlimler üzümün dışında, diğer şeylerden elde edilen nebizi, hamr (=şarap) adıyla isimlendirmemektedirler.

Tercihe şayan olan görüş, cumhurun görüşüdür. Çünkü Kur'an'da zikredilen "hamr" keli­mesi Arap dilinde, üzümden elde edilen içkiye has bir terim olmayıp, hurma ve diğer şey­lerden üretilen sarhoş edici İçkilerin tamamı için kullanılmaktadır. Çünkü içkiyi (=hamr) yasaklayan ayet indiği zaman Medine'de İçkinin çoğu hurmadan elde edilmekte idi. Ab­dullah ibn Ömer (r.a) söyle rivayet etmektedir.

"Resulullah (s.a.s) hutbeye çıktı ve şöyle dedi: İçkiyi (=hamr) yasaklayan ayet in­di. O içki ki; üzüm, hurma, buğday, arpa ve bal olmak üzere beş şeyden imal edil­mektedir. Hamr, aklı gideren şeydir" (Buhârî, Eşribe 5).

İbn Hacer el-Askalânî, müsned sahiblerinin bu hadisi merfu' hadislerden kabul ettiklerini bildirmektedir. Bu hadis içkiyi yasaklayan âyetin nüzul sebebine şahid olan sahabe sözü olduğundan merfu olduğuna hükmedilmiştir. Ancak Ömer (r.a) Ashab'm ileri gelenlerinin de bulunduğu bir cemaate hitap ederken bu hadisi dile getirdiği zaman, hiç kimse bunu inkâr etmemişti (el-Askalâni, Fethûl-Bârî, X, 49}.

Resulullah (s.a.v)'în şu sözü bunu te'yİd etmektedir: "Üzümden hamr ( arap) vardır, hurmadan hamr vardır, buğdaydan hamr vardır, arpadan hamr vardır" (Ebû Dâvud, Eşribe 4).

Bu anlamda diğer bir çok sahih hadis bulunmaktadır ve bunların hepsinin İfade ettiği manâ, hamnn sadece üzümden elde edilen içkiye has bir ad olmadığıdır. Ayrıca tahrim ayeti nazil olduğu vakitte, üzümden İmal edilen şarap diğerlerinin yanında gerçekten çok azdı. Sonra, içkinin haramlığının illeti, bütün diğer sarhoş edici içkilerde olduğu gibi tektir. Bu, afyon, haşhaş vb. kaü uyuşturucularda da böyledir. Nitekim Hz. Aişe (r.anhâ)'nın şöyle söylediği nakledilmektedir:

"Su ve ekmek olsa dahi sarhoş edici özelliği olan hiç bir şey helâl değildir" (Nesâî, Eşribe 48).

Ashab, nebizi sarhoş edici hal almadan önce içiyordu. Nitekim Resulullah (s.a.s) onu içmiş ve içilmesine İzin vermişti. Onlar, hurma, kuru üzüm vb. şeyleri tatlanıncaya kadar suda bekletiyorlardı. Resulullah" (s.a.s) köpürene kadar bunlardan içiyordu. Fakat nebiz üç gün bekledikten sonra ondan İçmezdi. Abdullah ibn Abbâs (r.a), şöyle demiştir: "Resulullah (s.a.s) nebiz yapar ve bundan üçüncü günün akşamına kadar içerdi. Bu zamandan sonra kapta bir şey kaldığında onu içmez, dökerdi" (Müslim, Eşribe 79-82; Nesâî, Eşribe 56). Diğer bazı hadislerde de bir günden sonra içilmesine izin ver­mediği rivayet edilmektedir.

Fırûz (r.a)'dan şöyle nakledilmektedir: "Resulullah (s.a.s)'e gittim ve şöyle dedim: 'Ya Resulullah, Allah Teâlâ, içkiyi haram kılan ayetini indirdi. Bizim bağlarımız var, üzümleri ne yapalım, dedim" Resulullah; "kurutursun"dedi. "Kurusunu ne yapacağım" deyince; "sa­bah ıslahr, akşam içersiniz akşam ıslatır, sabah içersiniz" dedi. "Köpürünceye kadar bek­letebilir miyiz?" diye sorduğumda da o; 'Testilere koymayın, tulumlara koyun, tulumlarda bekleyince sirke olur" cevabını verdi" (Nesâî, Eşribe 56; Ebû Dâvud Eşribe 10)

Çoğu sarhoş eden nebizden içen kimse, sarhoş olmayacak kadar içse bile, yine de had uygulanır. B.k.z. Şamil İslam Ansiklopedisi, Nebiz maddesi, (ç)

[377] Müslim, Eşribe 17 (1986}

[378] Tirmizî, Eşribe 9 (1876)

[379] Buhârî, Vudû1 71, Eşribe 4; Müslim, Eşribe 67-69 (2001); Ebu Dâvud, Eşribe 5 (3682, 3687); Tirmizî, Eşribe 2 (1863, 1866); Nesâî, Eşribe 23; İbn Mâce, Eşribe 9 (3386); Ahmed b. Hanbel, 6/36, 97, 190, 225, 226

[380] Hamr» (=içki), örtme anlamına gelen bir kökten gelir. Aklı örten yani sarhoşluk veren şey demektir. Yalnız içkinin terim anlamı üzerinde görüş ayrılığı vardır. Diğer mezhep imamları, içki denince, bütün sarhoşluk veren içkilerdir. İmam A'zam ise, bu kelimeyle, üzüm suyunun kaynayan ve kaynaması artarak üzerindeki köpüğünü atan şeklini anla­mıştır. Bu görüş ayrılığı, içki kelimesinin sözlük anlamına bağlı kalmaktan kaynaklanmak­tadır.

Bir içecek maddesinde haramlık vasfının varlığı veya yokluğu aranırken, ona takılmış olan İsmi veya yapılmış olduğu hammaddeyi göz önüne almayıp, aksine insan üzerinde bırakacağı sarhoşluk edicilik özelliğine sahip olup olmadığına dikkat etmek gerekmekte­dir. Çünkü geçmişe nazaran bugün içki türleri ve isimleri daha çoktur. Günümüzde İmamı A'zam'm bu görüşü istismar edilerek; "Arpa suyu haram değildir, rakı haram değildir" gibi ileri sürülen sözlerin hiçbir muteber tarafı yotur. Çünkü İmamı A'zam'irt bu konudaki görüşü, sarhoş edici içeceklerin hepsini içine almaktadır. Bugün pazarlanan bütün alkollü İçeceklerin sarhoşluk edicilik vasfı, herkesçe bilinmektedir. Sar­hoş eden her şeyin, Kur'an {Mâide: 5/90-93)'da, haram edilmiş olan "hamr" olduğu da bi­linmektedir, (ç)

[381] Buhârî, Eşribe 4; Müslim, Eşribe 67 (2001)

[382] Resulullah (s.a.v), bu hadiste; haram olan içecek maddesinin ismi üzerinde durmaktan ziyade "sarhoş edici" vasfı üzerinde durmaktadır. Bir şişe içilince ancak sarhoşluk veren yani alkol miktarı son derece az olan bir maddenin az miktarı dahi haramdır. Haram olma hali, İçecek maddesinin insanda fiilen meydana getireceği etkiden değilde, maddenin tabiatından gelmektedir. Tıpkı pis bir maddenin azı da çoğu da pis olması gibi. O halde bu meselede, illet ile maslahatı birbirine karıştırmamak gerekmektedir. Çünkü cenab-i Hak, sarhoşluk verici maddeyi Mâide: 5/90-93'de haram kılmıştır. O maddelerin haram edilişinin illeti (=asif sebebi), Resulullah (s.a.v)'in hadisleriyle tebliğ edilmiş oian ilahi yasaklamadır. Elbette Aliah, bu yasağı, insanların aklını, sağlığını koruma maslahatı na binaen koymuştur. Fakat biz, bize tanınmayan bir ruhsatı , kendimize tanıyarak illeti  yerine maslahatı koyup: "İçki sarhoş ettiği için haramdır" ve "İçkinin sarhoş etmeyen mik­tarı haram olmaz" diyecek olursak, büyük bir hataya düşmüş oluruz. Hiçbir alim bunu söylememiştir, (ç) 

[383] Buhârî, Eşribe 4

[384] İbnü'1-Esîr (ö. 630/1232)'in ifadesine göre; "Farak", bir hacim ölçüsü birimi olup Hicazlı-lara göre 16 rıtl'a ve 12 müdd'e eşittir. Bazılarına göre ise 2,5 sa'ya eşit oiup "fark" şeklin­de oıkunduğu zaman 120 rıtl bir hacim ölçüsüne denktir.

Her nekadar bu hadisin zahirinden, bir farak içilkdiği zaman sarhoş eden bir içkiden bir avuç dolusu kadar içmenin haram, daha azını içmenin ise helal olduğu gibi bir mana çı­kıyorsa da, aslında burada "avuç" kelimesi, bir ölçü olarak verilmemiştir. Bu kelime bura­da "çok az bir miktar" anlamında kullanılmıştır.Dolayısıyla hadiste, "çoğu sarhoışluk veren bir maddenin azamı almak ta haramdır" denilmek istenmiştir. Cumhurun görüşü bu şe­kildedir.

B.k.z: N. Yeniel, H. Kayapmar, Sünen-i Ebu Dâvud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi, İstanbul 1991, 13/310 (ç)

[385] Ebu Dâvud, Eşribe 5 (3687); Tirmizî, Eşribe 3 (1866)

[386] Ebu Dâvud, Eşribe 5 (3687); Tirmizî, Eşribe 3 (1866)

[387] Nesâî, Eşribe 48

[388] Hadis, sarhoşluk veren her içkinin şarap gibi haram olduğu ifade edilmektedir. Bu ifade­den; sarhoşluk veren içkinin haram sayılması hususunda onun, şu veya bu şekilde olması gerekmediği, hangi halde olursa olsun ve hangi şekilde alınırsa alınsın haram sayılması gerektiği anlaşılmaktadır. Dolayısıyla sarhoşluk veren içkiler, maddeleri şarap gibi pis ol­masalar bile şarap gibi içilmeleri haramdır ve içenlere had cezası uygulanır.

Bir kimse dünyada içki içip ona devam ederek tevbe etmeden ölürse, ahirette, onu içemez" ifadesi ile ilgili olarak Nevevî (ö. 676/1277) der ki: Dünyada içki içmeye tevbe

etmeden ve ona devam ederek ölen kimse, cennete girse de cennet şarabından içemeye­cektir."

Kurtubî (ö. 671/1273)'ye göre de; hadisin zahiri, cennetteki şarabın, o kimseye ebediyen haram olduğunu göstermektedir, (ç)

[389] Buhârî, Eşribe 1; Müslim, Eşribe 73-75 (2003); Ebu Dâvud, Eşribe 5 (3679); Tirmizî, Eş-ribe 1 (1862); Nesâî, Eşribe 22; İbn Mâce, Eşribe 9 (3387); Ahmed b. Hanbel, 2/98, 134, 137

[390] Müslim, Eşribe 73 (2003)

[391] Müslim, Eşribe 74 (2003)

[392] Müslim, Eşribe 75 (2003)

[393] Buhârî, Eşribe 1; Müslim, Eşribe 76 (2003)

[394] Müslim, Eşribe 77 (2003)

[395] Nesâ'-Eşribe 22, 48

[396] Nesâ'-Eşribe 22, 48

[397] Nesâî, Eşribe 48

[398] Nesâî, Eşribe 48

[399] Buhârî, İman 40, ; Müslim, İmân 23, 24, 25 (17), Eşribe 17 (39-42); Ebu Dâvud, Eşrİbe 7 (3692); Tirmizî, İman 5 (2611); Nesâî, İman 25; İbn Mâce, Eşribe 13; Ahmed b. Hanbel, 1/287, 304, 341

(Yazar, İbn Mâce için, Eşrİbe 13 diyorsa da, belirttiği babda 4 hadis bulunmaktadır. Bun­ların İçerisinde Abdullah ibn Abbâs'tan gelen bîr hadis bulunmamaktadır. Konu ile ilgili hadis için b.k.z: İbn Mâce, Zühd 18 (4187)) (ç) 

[400] Bu hadis ile ilgili açıklamalar için 11 nolu hadise bakiniz, (ç)

[401] Hattâbî, bu kaplarda şıra yapmanın yada bu kaplan şıra kabı olarak kullanmanın yasak olması hakkında şöyle der:

"Bu kaplar, içlerinde bulunan sıvıyı sıcak tuttuklarından, içinde bulunan sıvı maddeyi kısa zamanda ekşitip onu sarhoşluk verecek hale getirebilirler. Sahibi de, o sıvının bu hale geldiğini bilmeden ondan İçip sarhoş olur. İşte bu sebeple söz konusu kapların nebiz kabı olarak kullanılması yasaklanmış olabilir.

Bu kapların bu maksatla kullanılmasının yasaklanması konusunda pek çok görüşler ileri sürülmüşse de bu konuda söylenenlerin en doğrusu şudur:

Bu yasak, İslamiyetin ilk yıllarına aittir. Daha sonra bu yasak; "Ben sizi deri kaplardan bir şey içmeyi yasaklanmıştım. Artık her kaptan için. Yeter ki, sarhoşluk veren bir şeyi içmeyin" (Müslim, Cenâiz 106, Edahi 37, Eşrİbe 64, 65; Tirmizî, Edahi 6; Nesâî, Cenâiz 100, Dahaya 36, Fera1 2, Eşribe 4; İbn Mâce, Edahi 16; Dârimî, Edahi 6; Mu-vatta, Dahaya 6-8; Ahmed b. Hanbel, 3/23, 57, 63, 66, 75, 237, 250, 388, 5/76, 350, 355-357, 359, 6/187, 209, 282) hadisiyle nesh edilmiştir. 

[402] Müslim, Eşribe 42 (17) 

[403] Müslim, Eşribe 40 (17) 

[404] Müslim, Eşribe 41 (17)

[405] Ebu Dâvud, Eşribe 7 (3692)

[406] Ebu Dâvud, Eşribe 7 (3696)

[407] Ebu Dâvud, Eşribe 7 (3694)

[408] Nesâî, Eşribe 5   

[409] Nesâî, Eşribe 5

[410] Nesâî, Eşribe 5

[411] Nesâî, Eşribe 9

[412] Nesâî, Eşribe 48

[413] Nesâî, Eşrİbe 9

[414] Ahzâb: 33/36

[415] Nesâî, Eşribe 36

[416] evıe£ başkanlığı, Akaid ve Fıkıh kitaplarında, "İmamet" yada "İmaret" başlığı altında işlenir.

İmaret meselesi, İslam'ın siyasi hayatının merkezinde yer alır. Bu nedenle İslam dini; dev­let başkanında aranacak niteliklerden, seçimine, azline, itaat, isyan bahislerine kadar hatı­ra gelebilecek her hususta esaslar, prensipler, hükümler koymuştur. İslam devletinde hakimiyet, Allah'ındır. Egemenlik ise halife ve şura heyeti aracılığıyla kullanılır. Halife, İslam devletinin en yüksek düzeydeki temsilcisi ve sorumlusudur. Şura heyeti ise, halifenin ve hükümetin yardımcısı, yol göstericisi, hatalarının düzelticisi ve hakka yönelticisidir.

İsiam hukukçuları, hilafet terimini, genellikle Hz. Peygamber (s.a.v)'in yerine geçmek an­lamında kullanmışlardır. Hilafetin diğer bir adı da, imamettir. Yalnız meliklik ile sultanlık, imametten farklıdır, (ç)

[417] Ulu'1-Emr": Buyruk sahibi, sözü geçerli olan kişi demektir. Bunun devlet başkanı, valiler ve daha genel anlamıyla yöneticiler olduğu Nisa: 4/59. ayetin bağlamından anlaşılmakta­dır. Dolayısıyla yetkili kimselere itaat etmek, sözlerini dinlemek, emirlerine uymak her Müslümana farzdır. Yalnız bu farziyet, sözü geçen yetkililerin emirlerinin, Allah'ın ve Re­sulünün emirlerine uygun olmasıyla kayıtlıdır. Buna göre dine uygun emirlere uymak, her Müslüman üzerine faradır. Allah'a isyan ve günah sayılan emirlerine uymak ise haramdır. Konumuzu teşkil eden bu hadis, itaati emreden tüm hadisleri kayıtlamakta ve hadisler-deki yetkililerin emirlerine itaat edilmesiyle ilgili ifadelerin sadece Allah'ın ve Resulünün emrine uygun emirlerle ügili olduğunu açıklamaktadır. Allah'ın ve Resulünün emirleri ise kapsayıcıdır, geneldir. Hayatın girdi çıktısı, fert, aile, toplum yapısı ve idari oluşum, bu kapsayacılığın içindedir, (ç)

[418] Buhârî, Ahkâm 4, Cihâd 108; Müslim, İmâre 38 (1829); Ebu Dâvud, Cihâd 87 (2626); Tirmizî, Cihâd 29 (1707); Nesâî, Bey'at 34; İbn Mâce, Cihâd 40 (2864); Ahmed b. HanbeI.2/62,81, 101, 139

[419] Müslim, İmâre 38 (1829)

[420] Bu hadis, çocukluk döneminden çıkıp gençlik dönemine girmenin 15 yaşından olacağına delalet etmektedir.

İmam Ahmed, İmam Mâlik; Kureyza oğullarının erkeklerinin çocuk mu, yoksa genç mi olduğu ile ilkgili etek kıllarına bakılmasına dair hükmü esas alarak etekte kıl bitmesini er­genlik çağının alameti olarak kabul etmişlerdir. Ancak İmam Ahmed, 15 yaşı; sesin ka­lınlaşmasını ve kızların hayız olmasını, erkek çocuklarının ihtilam olmaya başlamasını da ergenlik alameti saymışür. İmam Mâlik ise yaşa İtibar etmemiş, ihtilam olma ve hayız ol­ma gibi alametleri kabul etmiştir.

Şâfiîlere göre ise; erkek çocukları 9 yaşını doldurduktan sonra ihtilam olurlarsa ergenlik çağına girmiş, kız çocukları da dokuz yaşını doldurduktan sonra İhtilam olurlarsa ergenlik çağına girmiş saylırlar. Ama erkek çocukları İhtilam, kız çocukları hayız olmamışlartsa, 15 yaşını doldurunca ergenlik çağına girmiş sayılırlar.

Hanefılere göre ise, erkek çocuğun ergenlik çağına girmesi; İhtilam olması, cinsel ilişkide bulunduğu zaman kendisinden meni gelmesi yada kadını hamile bırakması iledir. Kız çocuklarının ergenlik çağına girmesi ise; hayız olması yada hamile kalması iledir. Eğer bunlar bulunmazsa, yasa itibar edilir. İmam Ebu HanîfeVe göre, yaşın sınırı; er­keklerde 18, kızlarda 17'dİr. Yani erkekler 18 yaşına geldikleri halde kendilerinden ergen­lik alameti görülmezse artık ergenlik dönemine girmiş sayılır.

İmam Ebu Yusuf ile İmam Muhammed'e göre ise, yaşın sınırı; erkek ve kızlarda 15'dir. 15 yaşını doldurunca, ergenlik çağına girmiş sayılırlar.

Ergenlik çağı, kişinin mükellef olma, yani dinin emirlerine uyup yasaklarından kaçınmak zorunda olduğu, aksi halde dünya ve ahirettski cezaları hak ettiği çağdır. Dolayısıyla kişi­nin ergenlik çağını tespit, aynı zamanda had cezasını gerektiren bir suç işlediğinde had cezasının uygulanabildiği çağı tespittir, (ç)

[421] Buhârî, Şehâdât 18, Meğâzî29; Müslim, İmâre 91 (1868); Ebu Dâvud, Hudûd 18 (4406, 4407); Tirmizî, Cihâd 32 (1711); Nesâî, Talâk 20; İbn Mâce, Hudûd 4 (2543); Ahmed b. Hanbel, 2/54, 64

[422] Müslim, İmâre 91 (1868)

[423] Avlama, dar ve teknik anlamda; tabiatı itibariyle yabanî, insandan kaçan ve norma] yol­larla elde edilemeyen hayvanı yakalamayı ifade etmektedir. Geniş anlamda ise; etlerinin yenmesi helal olmayan hayvanların eti dışındaki organlarından yararlanma amacıyla ya­kalanmasını kapsar.

Eti yenen hayvanların eti için, eti yenmeyen hayvanların ise deri, kıl ve diş gibi cüzlerin­den yararlanmak yada zararlarından kurtulmak İçin avlanması kural olarak caiz görül­müştür.

Bir yarar gözetmeksizin ve hayvanlara eziyet için avlanmak ise caiz değildir. Çünkü tabia­tın ve hayvan neslinin korunması esas oiup zamansız avlanmanın hayvanların üreme ve gelişmesine zarar verdiği bilinen bir husustur, (ç)

[424] Buhâri, Sayd 29, Tıb 57; Müslim, Sayd 12-14 (1932); Ebu Dâvud, 32 (3802); Tirmizî, Sayd 11 (1477); Nesâî, Sayd 28; İbn Mâce, 13 (3232); Ahmed b. Hanbel, 4/194

[425] Bu hadis, azı/kesici dişli yırtıcı hayvanların etlerinin yenmesinin haram olduğunu göster­mektedir. Alimlerin çoğu da, bu hadise uygun görüş belirtmişlerdir. Yalnız "azı/kesici dişli hayvan" ifadesiyle ne kastedildiği hususunda ihtilaf edilmiştir.

Hanefiler, azı dişleriyle; kapıp avlanan ve kendisini koruyan bütün hayvanların olduğunu söylemişlerdir.

Hadis; pençeleriyle kapıp avlanan ve tabiatı iğrenç olan kuşların etlerinim de haram ol­duğuna delalet etmektedir. Kartal gibi.

Azı dişleri olduğu halde bununla başkasına saldırmayan hayvanın eti ise yiyilebilir. Deve gibi.

Tabiatında vahşilik, çirkinlik ve iğrençlik bulunmayan hayvanların etleri ise, helal olup yiyelebilir. Tavuk, kaz gibi.

Tabiatı gereği iğrenç bulunan bir takım hayvanların etleri ise haram olup yiyilemez. Fare, yılan, kurbağa, akrep gibi.

İşte insanlar, bu tür adi, İğrenç, vahşi ve çirkin olan hayvanların etlerinden uzak tutulmuş­tur. Çünkü yiyecek ve gıdaların, insanlar üzerinde iyi ve kötü etkisi inkar edilemez. İnsan, yiyecek ve gıdalarda faydalı olanını kullanmak istiyorsa, İslam dininin İzin verdiği şeyler­den faydalanılmak ve sakındırmış olduğu şeylerden de kaçınılmalıdır, (ç)

[426] Tirmİ2Î,Saydll{1477)

[427] Bu hadis, azı/kesici dişli yırtıcı hayvanların etlerinin yenmesinin haram olduğunu göster­mektedir. Alimlerin çoğu da, bu hadise uygun görüş belirtmişlerdir. Yalnız "azı/kesici dişli hayvan" ifadesiyle ne kastedildiği hususunda İhtilaf edilmiştir.

Hanefiler, azı dişleriyle; kapıp avlanan ve kendisini koruyan bütün hayvanların olduğunu söylemişlerdir.

Hadis; pençeleriyle kapıp avlanan ve tabiatı iğrenç olan kuşların etlerinİni de haram ol­duğuna delalet etmektedir. Kartal gibi.

Azı dişleri olduğu halde bununla başkasına saldırmayan hayvanın eti ise yiyilebilir. Deve gibi.

Tabiatında vahşilik, çirkinlik ve iğrençlik bulunmayan hayvanların etleri ise, helal olup yiyelebilir. Tavuk, kaz gibi.

Tabiatı gereği iğrenç bulunan bir takım hayvanların etleri ise haram olup yiyilemez. Fare, yılan, kurbağa, akrep gibi.

İşte insanlar, bu tür adi, iğrenç, vahşi ve çirkin olan hayvanların etlerinden uzak tutulmuş-. tur. Çünkü yiyecek ve gıdaların, insanlar üzerinde iyi ve kötü etkisi İnkar edilemez. İnsan, yiyecek ve gıdalarda faydalı olanını kullanmak istiyorsa, İslam dininin İzin verdiği şeyler­den faydalanılmak ve sakındırmış olduğu şeylerden de kaçınılmalıdır, (ç) 

[428] Ebu Dâvud ile Nesâî'de, bu metne rastlanılmamıştır. Bu hadis için b.k.z: Muvatta, Sayd 13 (ç)

[429] Buhârî, Vudû' 33, Büyü1 3, Sayd 1, 2; Müslim, Sayd 1-7 (1929); Ebu Dâvud, Sayd 22-23 (2847, 2848, 2849, 2850, 2851); Tirmizî, Şayd 1 (1465), 3 (1467); 4 (1468), 5 (1469), 6 (1470), 7 (1471); Nesâî, Sayd 1, 2, 3, 5, 6, 7, 8, 18, 19, 21. 22, 23; İbn Mâce, Sayd 3 (3208); Ahmed b. Hanbel, 4/258, 380 

[430] Buhârî, Sayd 7; Müslim, Sayd 2 (1929)

[431] Hadis; su üzerine besmele ile gönderilen eğitilmiş köpeklerin yakalamış oldukları avın, -onu öldürmüş bile olsalar- helal olduğunu ifade etmektedir. Ancak av üzerine gönderilir­ken aralarına eğitilmemiş olan yahut eğitilmiş bile olsa- kestiği yenmeyen bir kimse tara­fından gönderilmiş olan bir köpeğin karışmamış olması gerekir. Bu şartlara uygun olarak av üzerine gönderilen eğitimli bir köpek, yakalamış olduğu avı öldürmüş bile olsa o avın eti helaldir.

Avcı, henüz av ölmeden yetişecek olursa, kesmesi gerekir. Eğer avı canlı olarak ele geçirdiği halde kesmez de köpekten aldığı yarayla ölmesini beklerse, o avın etini yemek helal ol­maz. Avcının bu şekilde ele geçirmiş olduğu avı kesmeyi, elinde olmayan bir sebepten dolayı terketmiş de olsa, yine o avın eti yenmez. Fakat avın yanma varmadan Önce kö­pek onu öldürmüşse, avın eti helaldir. Çünkü "Köpeğin avı yakalaması hayvanı kes­mek yerine geçer." (Buharı, Zebaih 1; Müslim, Sayd 4; Nesaî, Sayd 2; Darimî, Sayd 1; Ahmed b- Hanbel, 4/256, 379)

Eğitilmiş olan bir köpeğin tuttuğu bir avın etinin helal olabilmesi için bu şartlardan başka, bir de köpeğin yakalamış olduğu avın bir parçasını yememiş olması şartı vardır. Çünkü hay­van o avdan yiyecek olursa onu kendisi için yakalamış sayılır. (Buhârî, Zcbailı S; Müslim, Sayd 3; Ahmed b. Hanbel, 1/131)

Esasen köpeğin eğitilmiş olması şartının aranması zımnen yakaladığı avı yememesi şartının aranması demektir. Çünkü bir köpeğin eğitilmiş sayılabilmesi için onda şu üç şartın bulunması gerekir:

a.Ava salınca avın üzerine gitmesi,

b.Av üzerine gönderdikten sonra, kendisinden geri dönmesi istendiğinde, bu isteğe

uyarak av üzerine gitmekten vazgeçmesi,

c. Yakaladığı avı yemez olması

B.k.z: N. Yeniel, H. Kayapınar, Sünen-i Ebu Dâvud Terceme ve Şerhi, 11/17 (ç)

[432] Vekîze: Taş, değnek gibi bir cisimle vurularak öldürülen hayvan demektir. Yüce Allah, Maide: 5/3'te, bu şekilde öldürülmüş olan bir hayvanın etini yemeyi yasaklamıştır, (ç)

[433] Buhârî, Sayd 9

[434] Ağaçtan yapılmış, uçları sivri, ortası kalın sopa demektir. Burada söz konusu olan; mi'rad denilen sopaların fırlatılarak kalın/enli kısımların isabet etmesiyle öldürülen avların etlerinin yenip yenmemesi meselesidir.

Hadİs-i şerifte bu sopaların orta kısımlarının çarpmasıyla ölen bir av hayvanının etinin yenmeyeceği, fakat sivri uçlarının saplanıp yaralaması neticesinde ölen avların etlerinin helal olduğu ifade buyuru [maktadır. Çünkü bu sopalann kalın kısmıyla vurulmuş olanlar, aldıklan isabet sebebiyle yaralanmış bile olsalar, yine de yüce Allah'ın Kur'an-ı Kerim'inde "... vurul(arak öldürüljmüş ... olan hayvanlar .... size haram kılındı" (Maide: 5/3) bu­yurarak etlerini haram kıldığı mevkuze denilen hayvanlar hükmüne girerler. B.k.z: N. Yeniel, H. Kayapınar, Sünen-i Ebu Dâvud Terceme ve Şerhi, 11/17 (ç)

[435] Buhârî, Sayd 1; Müslim, Sayd 4 (1929)

[436] Buhârî, Sayd 2; Müslim, Sayd 3 (1929)

[437] Buhârî, Sayd 3

[438] Buharı, Sayd 8

[439] Hadis, okla vurulan bir hayvanın, herhangi bir şekilde gözden kaybolup ertesi gün yada daha sonraki günlerde ölü olarak bulunması halinde, bir su içerisinde bulunmuş olmama­sı ve üzerinde onuyaralayan avcının okundan başka bir ok yarası olmamak kaydıyla, ye­nilebileceğini ifade etmemektedir. Bu, İmam Mâlik İle İmam Şâfİfnin bu konudaki görüş­lerinden biridir.

Hanefilere göre İse; vurulduktan sonra gözden kaybolup daha sonra Ölü olarak bulunan bir avın helal olabilmesi için şu 3 şartın bulunması gerekir:

1.  Hayvanın suya düşmemiş olarak buluınması,

2.  Üzerinde başka bir avcıya ait bir ok izi bulunmaması,

3.  Onu vuran avcının, zaruretsiz olarak onu aramaya ara vermiş olmaması, (ç)

[440] Buhârî,Sayd8

[441] İslam dininin özünü, Hz. Adem'den bu yana devam eden tevhid inancı teşkil ettiğinde, bunun doğal sonucu olarak her türüyle şirke karşı amansız bir mücadele verilmiştir. Bu­nun günlük hayat ile ilgili bir sonucu da, hayvanların kesimi esnasında Allah'tan başkası­nın isminin anılmasının yada hayvanın Allah'tan başkası adına kurban olarak kesilmesi­nin ve bu şekilde kesilen hayvanın etinin yenmesinin yasaklanmış olmasıdır {Bakara: 2/173, Mâide: 5/3).

Kur'an'da haram kılındığı bildirilen 4 tür yiyecekten biri de, Allah'tan başkası adına kesi­len hayvanlardır (Bakara: 2/173, Mâide: 5/3, En'am: 6/145, Nahl: 16/115}. Müslümanların hayvanıkeserken Allah'ın adını anmalarının şart olup olmadığı yada hangi ölçüde şart olduğu İse, İslam Hukukçuları arasında tartışmalıdır.

Konuyla ilgili olarak Kur'an'da: "Allah'ın âyetlerine İnanıyorsanız, üzerine O'nun adı anılarak kesilenlerden yiyin" (En'am: 6/118) ve "Üzerine Allah'ın adı anılmadan ke­silen hayvanlardan yemeyin" (En'am: 6/121) buyurulmaktadir.

Bu ayetlerde kast edilen hususun; Allah'tan başkası adına kesilen hayvanların yenmesini yasaklama ve müslümanın hayvanı Allah adına kesmesi ilkesi mi, yoksa hayvan kesilir­ken Allah adının söylenmesi mi olduğu tartışmalıdır. Başta Hanefıler ve Mâlikiler olmak üzere fakihlerin çoğunluğu; En'am: 6/118 İle 121. ayetlerin lafzını da esas alarak hayva­nın kesimi esnasında, unutulmadığı takdirde, besmeleyi şart olarak görürler ve besmele­nin kasten terk edilmesi halinde ise hayvanın etinin yenmeyeceğini ifade ederler. Başta İmam Şafiî olmak üzere bir grup İslam hukukçusu İse; müslümanın hayvanı daima Allah adına keseceği, hayvanı keserken besmelenin farz ve şart olmayıp sünnet olduğu, ilgili ayetlerde putlar için kesilen hayvanlardan veya kendiliğinden ölen (=meyte) hay­vandan söz edildiği, bu sebeple hayvanı keserken besmeleyi kasten terk eden müslü­manın kestiğinin de yeneceği görüşüne sahiptir. B.k.z. Komisyon, İlmihal, T.D.V, 2/48-49 (ç)

[442] Müslim, Sayd 1 (1929)

[443] Müslim, Sayd 5 (1929)

[444] Müslim, Sayd 6 (1929)

[445] Müslim, Sayd 7 (1929}

[446] Ebu Dâvud, Sayd 22-23 (2847); Müslim, Sayd 1 (1929)

[447] Ebu Dâuud, Sayd 22-23 (2849)

[448] Ebu Dâvud, Sayd 22-23 (2850)

 

[449] Ebu Dâvud, Sayd 22-23 (2851)

[450] Ebu Dâvud, Sayd 22-23 (2853}

[451] Tirmizî, Sayd 1 (1465); Müslim, Sayd 1 (1929)

[452] Tirmizî! Sayd 1(1465}

[453] Tirmizî, Sayd 3 (1467); Ebu Dâvud, Sayd 22-23 (2851)

[454] TirmizîTSayd6(1470)

[455] Tirmizî, Sayd7(1471)

[456] Tirmizî, Sayd 4 (1468)

[457] Tirmizî, Sayd 3 (1467)

[458] Nesâî, Sayd 18; Müslim, Sayd 7 (1929)

[459] Nesâî, Sayd 1; Müslim, Sayd 6 (1929)

[460] Nesâî, Sayd 19; Tirmizî, Sayd 4 (1468)

[461] Nesâî,Sayd 6

[462] Nesâî,Sayd 7

[463] Nesâî,Sayd l8

[464] Nesâî,Sayd l9

[465] Nesâî, Sayd 19

[466] Şam tarafı kast edilmektedir, (ç)

[467] Buhârî, Sayd 4, 10, 14; Müslim, Sayd 12-14 (1932); Ebu Dâvud, Sayd 22-23 (2852, 2855, 2856, 2857); Tirmizî, Sayd 1 (1464); Nesâî, Sayd 4; İbn Mâce, Sayd 3 (3207); Ahmed b. Hanbel, 4/193

[468] Buhârî. Sayd 4

[469] Hadiste söz konusu edilen Kitap ehli yada Mecusilerİn kaplanndan maksat; Kitap ehlinin yada Mecusİlerin, içerisinde, çoğunlukla domuz eti pişirdikleri yada benzer pis şeyler kul­landıkları kaplardır, (ç)

[470] Buhârî, Sayd 10

[471] Buhârî, Sayd 14

[472] Müslim, Sayd 8 (1930)

[473] Ebu Dâvud, Sayd 22-23 (2852)

[474] Ebu Dâvud, Sayd 22-23 (2855)

[475] Ebu Dâvud, Sayd 22-23 (2856)

[476] Mecusi: Mecusilik dinine bağlı olan kimse demektir.

Mecusilik; Mecusi dinine ait inanç ve akidelere dayalı tutum ve davranışların bütünüdür.

Temel akideleri, Ateş (-işikj'e tapmak olan Zerdüştffik, Mithraîlik, Zurvaîlik, Manilik ve Mazdekîlik gibi çeşitli fırka ve mezheplerin ortak adıdır. Mecusiler, Ateş'e tapan, nur ile zulmeti iki hayır ve şer kaynağı olarak kabul eden müşrik bir topluluktur, (ç)

[477] Ebu Dâvud, Sayd 22-23 (2857)

[478] Tirmizî, Sayd 1 (1464)

[479] Nesâî, Sayd 4

[480] Mekke'ye bir konaklık mesafede bulunan bîr yerin adıdır, (ç)

[481] Bir çeşit beyaz taştır. Yontularak bıçak gibi kullanılır, (ç)

[482] Alimlerin büyük çoğunluğuna göre; tavşan eti yemek caizdir, (ç)

[483] Buhârî, Sayd 10, 32, Hibe 5; Müslim, Sayd 53 (1953); Ebu Dâvud, Efime 26 (3791); Tirmizî, Efime 2 (1789); Nesâî, Sayd 25; İbn Mâce, Sayd 17 (3243); Ahmed b. Hanbel, 3/118, 171,232,291

[484] Tirmizî, Efime 2 (1789)

[485] Ebu Dâvud, Efime 26 (3791)

[486] Ebu Dâvud, Efime 26 (3791)  Buhârî, Sayd 27, 28, Megâzî 38; Müslim, Sayd 36-37 (1941); Ebu Dâvud, Efime 25 (3788, 3789); Tirmizî, Sayd 11 (1478); Nesâî, Sayd 29; İbn Mâce, Zebâih 12 (3191); Ahmed b. Hanbel, 3/322, 361, 385

[487] At eti yemenin helal olduğunu bildiren hadisler olduğu gibi, at etinin haram kılındığını (Ebu Dâvud, Et'ime25 (3790), 32 (3806), Tirmizî, Sayd 11; Nesâî, Sayd 69-71; İbn Mâce, Zebaih 14) bildiren hadisler de vardır.

Bu bakımdan alimler, at etini yemenin helal olup olmadığı konusunda İhtilaf düşmüşler­dir. Ebu Hanîfe'ye göre tahrimen mekruh, Imameyn'e göre ise tenzihen mekruhtur. Bazıları ise at eti yemenin helal olduğunu belirtmişlerdir. Hasan el-Basrî, Saî d b. Cübeyr, İmam Şafiî, İmam Ahmed ve bazı alimler bu görüştedirler.

Bazı sahabilerin at eti yediklerinden bahsedilen hadisler, onların zaruret halleriyle ilgili olması gerekir. Çünkü at etiyemenin helal olduğunu bildiren hadisler, bunun, Hayber sa­vaşı sırasında olduğunu göstermektedir. Ayrıca at eti yemenin haram olduğunu rivayet eden Halid b. Veiid'in, Hayber savaşından sonra Müslüman olduğu göz Önünde bulundu­rulduğunda, at etini yasaklayan hadislerin, helal olduğunu ifade eden hadisleri neshettiği kolayca anlaşılmaktadır, (ç)

[488] Müslim, Sayd 37 (1941)

[489] Hanefilere ve Hanbelilere göre; evcil eşek eti ve katır eti yemek haramdır, (ç)

[490] Tirmizî, Sayd 11 (1478)

[491] Ebu Dâvud, Et'ime 25 (3789)

[492] Ebu Dâvud, Et'ime 25 (3788); Nesâî, Sayd 29

[493] Nesâî, Sayd 30

[494] Buhârî, Muzâraa 3, Bed'u'1-Halk 17; Müslim, Müsakât 57-60 (1575); Ebu Dâvud, Sayd 21-22 (2844); Tirmizî, Ahkam 17 (1490); Nesâî, Sayd 14; İbn Mâce, Sayd 2 (3204); Ahmed b. Hanbel, 2/425, 473

[495] Buhârî, Muzâraa 3; Müslim, Müsâkât 59 (1575}

[496] Köpek Cinsi, kuduz mikrobu gibi bazı zararlı mikroplan bünyesinde taşıdığı için insanlar arasında bir takım tehlikeli hastalıkların yayılmasına ve bazı köpeklerin sahibinin haberi yokken kaplan yalamaları ve sahibinin de haberi olmadan o kaplardan yiyip içmesi, ab-dest alması, evin İçerisine pislemeleri gibi hususlara bazen sebep olabilmektedir. Lüzumlu köpek beslemek; hadiste, davar yada sığır sürüsü gibi kırda otlatılan hayvanlar ile ziraat ürünlerini bekletmek ve kendisiyle av avlamak gayeleri esas alınmıştır. Lüzumsuz köpek beslemenin mahiyeti ile ilgili açıklamalara yer verilmemiştir.

Lüzumlu yada lüzumsuz köpek beslemek olayı; zamana, şartlara, kişilere ve toplumlara göre değişen bir kavramdır. Her toplumun konuyla ilgili şartları vu lüzum duydukları hu­suslar farklı olabilir.

Hz. Peygamber (s.a.v}, kuduz mikrobu gibi bazı zararlı mikropları bünyesinde taşıdığı için ve bazı köpeklerin sahibinin haberi yokken kaplan yalamaları ve sahibinin sahibinin de haberi olmadan o kaplardan yiyip içmeleri, abdest almalanndandan ötürü insanların, faz­laca köpekle meşgul olmamaları, sadece bazı özel hususlarda köpek beslemelerine izin vermiştir. Bu nedenle de köpeğin zararlarından insanları uzaklaştırmak için, her gün kişi­nin amelinden yada sevabından bir yada iki kıratın eksildiğini belirtmiştir. Günümüzde kişilerin konumları, şartlan farklı farklı olduğu için Müslümanların, kendi şart ve konumlarına göre köpek beslemeleri daha doğru olacaktır.

Ayrıca Ehl-i Sünnete göre; seyyie (=kötülük} karşılığında hasene (=iyilik) lerin eksilmesi söz konusu olamaz. Dolayısıyla bu hadisi, lüzumsuz yere köpek besleyenin sevabının ek-sileceği manasında değil de, lüzumsuz yere köpek beslemenin yasaklığı manasında algı­lamak daha uygun olur.

Aslında hadis, hüküm bildirmekten çok köpeğin zararlanndan İnsanları uzaklaştırma ma­hiyetinde terhib ve terğib içeren bir hadis konumundadır, (ç)

[497] Kırat: Sözlükte; beş arpa ağırlığı, yarım danik ve bir şeyin yirmi dörtte biri gibi manalara gelmektedir. Burada Kırat, Allah'ın bildiği bir miktar manasmdadır. (ç)

[498] Müslim, Müsâkât 57 (1575)

[499] Müslim, Müsâkât 58 (1575)

[500] Müslim, Müsâkât 60 {1575}

[501] Ebu Dâvud, Sayd 21-22 (2844); Müslim, Müsâkât 60 (1575)

[502] Tirmizî, Ahkâm 17 (1490); Nesâî, Sayd 14

[503] Nesâî, Sayd 14; Müslim, Müsâkât 59 (1575)

[504] Bu sahil seferi, hicretin 8. yılında yapılmıştı. Bu sefer, "Sîfu'1-Bahr (-Deniz kenarı) diye anılmıştır. Şam'dan gelmekte olan Kureyş kervanını gözetlemek için hazırlanıp sevk edil­mişti. Hz. Ömer'de, bu askeri birlik içerisinde idi. Bu seferde, müslüman askerler, şiddetli bir açlığa düştükleri zaman Habat ağacının yaprak ve yemişlerinden yedikleri için, bu or­duya "Ceyşu'I-Habat" adı da verilmiştir.

Bu hadis, denizin sahile attığı balığın ve onun kurutulmuş pastırmasının yenilmesinin helal olduğunu ifade etmiş olup "Size, deniz avı ve yiyeceği helal kılındı" (Mâide: 5/96) ayetinin tefsiri mahiyetindedir, (ç)

[505] Anber, balina balığının bir türüdür.-Bunun, mavi balina olduğu söylenmiştir, (ç)

[506] Kur'an-ı Kerim, deniz avının ve denizden elde edilen yiyeceğin helal olduğu bildirilmiştir (Mâide: 5/96), Fâtir: 35/12}.

Balık türleri bütün mezheplere göre helaldir. Boğazlama işleminde de gerek yoktur. Şu var ki, Hanefilere göre kendiliğinden ölmüş ve su üzerine çıkmış balıklar yenmez. Hanefi-lerin hu görüşü, sağlık açısından ihtiyatı tercih etmiş olmalarından kaynaklanır. Fakat suıyun çok sıcak veya soğuk olmasından, buzlar arasına sıkışmaktan, su içine hapsedil­mekten ve suyun çekilmesinden ötürü ölen balıklar, kendiliğinden ölmüş sayılmaz. Dola­yısıyla yenebilir.

B.k.z. Komisyon, İlmihal, T.D.V., 2/41 (ç)

Sahabİlerin deniz kıyısında ne kadar kaldıkları çeşitli şekilde rivayet olunmuştur. Bir riva­yette bir ay, diğer bir rivayette 15 gün, başka bir rivayette 18 gün kaldıkları bildirilmekte­dir. Bunun arası şöyle uzlaştırılmıştır:

Esas itibariyle bulundukları yerde, bir ay kalmışlardır.

B.k.z: A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, Sönmez Neşriyat, istanbul 1978, 9/169-170 (ç)

[507] Buhârî, Sayd 12, Şirket 1, Meğâzî 65; Müslim, Sayd 17-21 (1935); Ebu Dâvud, Et'ime 46 (3840); Tirmizî, Sıfâtu'l-Kıyâme 34 (2475); Nesâî, Sayd 35; İbn Mâce, Zühd 12 (4159); Ahmedb.Hanbe!, 3/312

[508] Müslim, Sayd 18 (1935)

[509] Müslim, Sayd 17 (1935)

[510] Müslim, Sayd 19 (1935)

[511] Müslim, Sayd 20 (1935)

[512] Müslim, Sayd 21 (1935)

[513] Müslim, Sayd 21 (1935)

[514] Müslim, Sayd 21 (1935)

[515] Sahabilerin deniz kıyısında ne kadar kaldıkları çeşitli şekilde rivayet olunmuştur. Bir riva­yette bir ay, diğer bir rivayette 15 gün, başka bir rivayette 18 gün kaldıkları bildirilmekte­dir. Bunun arası şöyle uzlaştınlmıştır: Esas itibariyle bulundukları yerde, bir ay kalmışlardır.

B.k.z: A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, Sönmez Neşriyat, istanbul 1978, 9/169-170 (ç)

[516] Buhârî, Sayd 12

[517] Meğâzî 65; Müslim, Sayd 18 (1935)

[518] Buhârî, Meğâzî 65; Müslim, Sayd 19 (1935)

[519] Buhârî, Meğâzî 65

[520] Buhârî- MeSâzî 65

[521] Ebu Dâvud, Ef ime 46 (3840)

[522] Ebu Dâvud, Et'ime 46 (3840)

[523] Tirmizî, Sıfâtul-Kıyame 34 (2475)

[524] Nesâî, Sayd 35

[525] Nesâî, Sayd 35; Müslim, Sayd 18-19 (1935)

[526] Nesâî, Sayd 35

[527] Ebu Ubeyde, balinayı görünce, ilk önce, bunun leş hükmünde olduğuna kanaat getirip kendi içtihadıyla onun yenmesinin haram olduğunu belirtmiş, daha sonra içtihadını de­ğiştirip onu yemenin mubah olduğunu söylemiştir.

Bu olay, bize; bir konuda hüküm verildiğinde, bu hükmün doğru olmadığı ortaya çıktı­ğında, doğru olanın kabul edilmesi gerektiğini göstermektedir, (ç)

[528] Nesâî,Sayd35

[529] Burada söz konusu olan Zu'S-Huleyfe, Mikat yeri olan Zu'1-Huleyfe değildir. Bu olay, hicretin 8. yılında Huneyn savaşından dönüşte geçmiştir, (ç)

[530] Evcil hayvanlardan vahşileşip kaçanı ve tutulamayanı, av hükmündedir. Av, ne şekilde kesilmiş  yada vurulmuş  hükmünde  ise, bu da öyledir.  Bu;  İmam Şafiî'nin,  İmam Ahmed'in ve İmam Ebu Hanîfe'nin görüşüdür, (ç)

[531] Hayvan kesiminde as! olan, hayvana eziyet etmeden, acı çektirmeden kanını akıtmaktır. Bu da ancak keskin bir alet kullanmakla mümkün olur. Bunun İçin de İslam bilginlerine göre, kesimde kullanılacak aletin gerekli yerleri kesecek ve kan akıtacak Ölçüde kesici ol­ması yeterlidir. Eziyet verici kör bir aletle kesim yapmak mekruh görülmüştür. Günümüzde dünyanın çeşitli yerlerinde kullanılan elektrik şoku, tabanca, karbondioksit gazı verme, başına çekiç veya tokmakla vurma, omuriliğine şiş sokma gibi tekniklerle ve henüz canlı iken boğazlanmadan öldürülen hayvanlar, öldüren müslüman ise Mâİde su­resinin 3. ayetinde yenmelerinin haram olduğu bildirilen gruba girer. Çünkü hayvanı ke­sim işlemi esnasında canlı olması, ölümünün de bu kesim işlemi sonucu meydana gelme­si gerekir.

Öldüren Ehl-i kitaptan ise, bir kısım fıkıhçılara göre onların dinlerinde yenen hayvanı öüslümanlar da yerler.

B.k.z: Komisyon, İlmihal, T.D.V, İstanbul 1999, 2/50 (ç)

[532] Boğazlamanın şartı, kanın aktülmasidır. İslam Hukukçuları, hayvanı boğazlarken yemek borusu, hava borusu ve İki taraftaki şah damarlarından nelerin kesileceği konusunda ihti­lafa düşmüşlerdir. İmam Ebu Hanîfe ile bir rivayette Ebu Yusufa göre; bu dört şeyden üçünü kesmek yeterlidir.

Hayvan, mutlaka kanı akıtan keskin bîr aletle kesilir, (ç)

[533] Diş ve tırnakla hayvan boğazlamak caiz değildir, (ç)

[534] Buhârî, Şirket 3, 16; Müslim, Edâhî 20-23 (1968); Ebu Dâvud, Dahâyâ 9-10 (2821); Tîrmizî, Sayd 18 (1491), 19 (1492); Nesâî, Dahâyâ 20, 21, 26; İbn Mâce, Zebâih 5 (3178); Ahmed b. Hanbel, 4/142, 463, 464

[535] Buhârî, Şirket 3, 16, Cihâd 189, Sayd 15, 23; Müslim, Edâhî 20 (1968)  Tirnıızî, Sayd 19 (1492)

[536] İslam Hukukçuları, kaynayan kapların niçin döktürüldüğü hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bazıları, hayvanlar ganimet malı değil, yağma suretiyle ve hiçbir ihtiyaç yokken alındığı için döktürüldüğünü, bazıları da Hz. Peygamber (s.a.v)'i geride bırakarak acele ilerledik­leri ve düşmanın hilesinden korunmadıkları için bir ceza olarak yemeklerin döküldüğünü söylemişlerdir.

Fakat birinci görüşe, yani ihtiyaç yokken yağma iddiasına itiraz edilmiştir. Çünkü Bu-hârî'nin rivayetinde, "Orduya açıkla isabet etti" denilmektedir. Nevevî (ö. 676/1277)'de bu hususta şöyle der:

"Hz. Peygamber (s.a.v)'in kaynayan çömlekleri döktürmesi, İslam memleketine ve ortak ganimet malından yemenini caiz olmadığı yere vardıkları içindir. Çünkü taksim edilmez­den önce, ganimet malından yemek ancak düşman memleketinde mubah olur." Kazanların devrilmesiyle telefi istenilen, yalnız etlerin suyudur. Bu, onlara bir cezadır. Et­leri atılmamıştır. Bir yere toplanmak suretiyle ganimet malına katıldığı da nakledilmemiş-tir. Bunların yakılarak telef edildiği de rivayet edilmemiştir. Bunların ancak ganimete ka­tıldıklarına yorumlanır. Çünkü şeriat, mal İsrafını haram kılmıştır. Hayber yakasındaki ka­zanların devrilmesi buna benzemez. Çünkü onlar, şer'an pis sayılan etlerle kaynıyordu. Bundan dolayı kaynayan kazanların etiyle, suyuyla devrilmesi, hatta kırılması emretmiştir. Buradaki etler ise, hiç şüphesiz temiz ve yenilir cinstendir. Bunların telef edilmesi düşünü­lemez. B.k.z: N. Yeniel, H. Kayapınar, Sünen-i Ebu Dâvud Terceme ve Şerhi, Şamil Ya­yınevi, 10/517-518 (ç)

[537] Resulullah (s.a.v), ganimet mallarından on koyun karşılığında bir deve vermiştir. Bundan o develerin iyi olduğu ve bir devenin on koyun kıymetini taşıdığı anlaşılır. Bu mesele, bir devenin yedi koyun yerini tutarak yedi kişi adına kurban edilbilmesine aykırı değildir. Çünkü orta seviyede bir devenin kiymeti, çoğunlukla, yedi koyundur. Buradaki develer ise, orta seviyede değil, iyi seviyede olan develerdir, (ç)

[538] Ebu Dâvud, Dahâyâ 14-15 (2821)

[539] Nesâî, Dahâyâ 26

[540] Nesâî, Dahâyâ 20

[541] Nesâî, Dahâyâ 21

[542] İnsanların dinî ve ulusal şahsiyetlerinin oluşmasına temel teşkil eden başlıca kültürel un­surlar İçerisinde başlıca şunlar bulunmaktadır:

a.  İnanç '

b.  Evlilik

c.  Giyim

d. Ev

e. Di!

f. Eğlence

g.  Mutfak vb.

Müslümanların, mutfağın adab ve tarzlarında "inanç" meselesi, temel teşkil etmektedir. Bu nedenle de yeme-içme hususu, müslümanın inanç şekline göre şekillenmektedir. Çünkü islam dini, Müslümanlara; yeni bir medeniyet ve kültürel unsurlar getirmiştir. Zira "din", "Medine", "medeni" ve "medeniyet" kelimeleri, hep aynı kökten türemiştir. İşte yenilme-si-içilmesi helal olanlar yada haram olanlar veya mubah olanlar, bu doğrultuda ortaya çı­kar.

Dolayısıyla Müslüman mutfağında içki ve domuz, leş, yırtıcı ve vahşi hayvan, böcek ve haşerat türünde mamuller bulunmaz. İslam dininin izin verdiği meşru sınırlar içerisinde bir mutfak kültürü oluşur. Kişinin "Müslümanlık" vasfını sürdürmesinde, diğer başlıca kültürel unsurlar kadar mutfak kültürünü de korumak zorundadır. Kamil anlamda Müslüman ol­mak için, İslam mutfağından yemek-içmek şartür. Müslüman olmayanların mutfak kültüründen ancak islam dininin izin verdiği meşru sınırlar çerçevesinde faydalanılabilinir. Yoksa onların mutfağından sınırsız bir şekilde beslenmek doğru olmaz, (ç)

[543] Buhârî, Mezâlim 14, Efime 44; Müslim, Eşribe 150-151 (2045); Ebu Dâvud, Et'ime 43 (3834); Tİrmizî, Efime 16 (1814); Nesâî (el-Kübrâ), Velîme, 4/167 {6728}, 4/168 (6730); İbn Mâce, Et'ime 41 (3331); Ahmed b. Hanbel, 2/60, 74, 103

[544] Müslim, Eşribe 151 (2045)

[545] Buhârî, Et'ime 44

[546] Alimler, bu hadisteki İki hurmayı birden yemekle İlgili yasağın hükmü konusunda görüş ayrılığına düşmüştür. Bazıları bu yasağın haram ifade ettiğini ileri sürerken, bazıları da mekruh olduğunu, bazıları da bu yasağa uymanın adabtan olduğunu ileri sürmüşlerdir. Hattâbî (ö. 388/998), hurmayı yada başka bir şeyi ikişer ikişer yemenin yasaklanmasının, islamiyet'in ilk dönemlerinde yiyecek sıkıntısı çekildiği dönemlere ait olduğunu, bugün bu sıkıntının söz konusu olmadığı için yasağın da yürürlügkten kalktığını söylemiştir. Nevevî (ö. 676/1277)'de, Hattâbî (ö. 388/998)'nin bu görüşünü red ederek bu yasakla İlgili hükmün, duruma göre değiştiğini ileri sürmüştür, (ç)

[547] Ebu Dâvud, Et'ime 43 (3834)

[548] Medâin: Sasani devletinin baş §ehri, Stesifon. (ç)

[549] Dibac: Kalın ve kıymetli bir cins ipekli kumaş ki, üzerine çiçek motifleri işlenir, (ç)

[550] Buhârî, Et'ime 29, Eşribe 28, Libâs 25; Müslim, übâs 4-5 (2067); Ebu Dâvud, Eşribe 17 (3723); Tirmizî, Eşribe 10 (1878); Nesâî, Zînet 88; İbn Mâce, Libâs 16 (3590); Ahmed b. Hanbel, 5/390

[551] Buhârî, Eşribe 28, Libâs 25; Müslim, libâs 4 (2067)

[552] Buhârî, Et'ime 29, übâs 25; Müslim, Ubâs 4 (2067)

[553] Müslim, Ubâs 4 (2067)

[554] Ebu Dâvud, Eşribe 17 (3723); Tirmizî, Eşribe 10 (1878); Müslim, Ubâs 4 (2067)

[555] Bu hadiste; altın ve gümüş kapların dünyada kafirlerin olduğu bildirilmektedir. Bundan maksat; söz konusu kapların, kafirler için kullanılmasının helal olması değil, kafirlerin bun­ları kullanmakta oldukları, fakat Müslümanların bunları kullanmaktan sakınmalarının ge­rektiği ve bu nedenle ahirette Müslümanların bu kapları kullancakları, kafirlerin ise ahiret­te bundan mahrum kalacaklarını belirtmektedir.

Müslümanlar, haramdır diye altın ve gümüş kaplan kullanmaktan sakındıkları için buna mükafat olarak ahirette kullanacaklardır. Kafirler ise diğer günahları işledikleri gibi altın ve gümüş kapları kullanmak günahını işlediklerinden dolayı ahirette bu nimetten mahrum bırakılacaklardır. Nasıl ki, dünyada içki içen bir Müslüman ahirette cennet şarabından mahrum bırakılması gibi. B.k.z. H. Hatipoğlu, Sünen-i İbn Mâce Terceme ve Şerhi, 9/167 Yeme içme dışındaki diğer kullanımlar konusunda çoğunluğun görüşü, aynıdır. Cumhur, altın ve gümüşün abdest alma gibi, yeme içmne dışındaki kulianımlarnı da yeme içmeye kıyas ederek bunun da haram olduğunu ileri sürmüştür. Buna göre altın ve gümüşün kap, yazı gereci, ev eşyası gibi şekillerde kullanımı, mezhep imamîarınca erkek ve kadın­lara haram görülmüştür.

Son dönem alimlerinden Şevkânî (Ö. 1250/1834), yasağın sadece altın ve gümüş kaplar­dan yeme içmeye ait olduğunu, diğer kullanımların buna kıyas edilemeyeceğini görüşün­dedir.

İmam Muhammed {ö. 189/805), üzerinde oturmamak ve uyumamak şartıyla süs eşyası olarak evde altın ve gümüşten yapılmış ve üzerine de ipek Örtü serilmiş sandalye, koltuk bulundurulmasında bir sakınca görmez.

Ebu Hanîfe (ö. 150/767)'de, üzerine oturulmasında ve yatılmasında da bir sakınca gör­mez.

Hanefilerin bu görüşünün delili, A'râf: 7/32. ayettir.

Altın ve gümüşüğn yaygın kullanım maddeleri haline getirilmesine İslam Hukukçularının karşı çıkmalarının temelinde; israf ve lüks kullanıma engel olma düşüncesi yer almaktadır. Bu gerekçelendirme, doğru kabul edildiği takdirde, günümüzde, özellikle gümüşün bu açıdan fazla bir değeri kalmadığı noktasından hareketle, gümüş kapların kullanılmasının artık caiz olduğu, fakat çok daha değerli maddelerden yapılmış kapların kullanılmasının, israf ve lüks gerekçesiyle, doğru olmadığı şeklinde bir sonuca gitmek mümkün olabilir. Yanlı bu gerekçelendimıe üzerinde tam bir bir fikir biriliği sağlanamamıştır. B.k.z: Komis­yon, İlmihal, T.D.V, 2/86-88 (ç)

[556] İpek giymek ile ilgili olarak 273 nolu hadise bakabilirsiniz, (ç)

[557] Nesâî, Zînet 88

[558] Buhârî, Libâs 67, Enbiyâ' 50; Müslim, Übâs 80 (2103); Ebu Dâvud, Teraccül 18 (4203); Tirmizî, Libâs 20 (1752); Nesâî, Zînet 14; İbn Mâce, Libâs 32 (3621); Ahmed b. Hanbel, 2/240, 309, 401

[559] Hadis, saç ve sakalı boyamanın meşru olduğuna delalet etmektedir. Bu meşruiyetin illeti, Yahudi ve Hiristİyanlara muhalefettir. Bu illet, saç ve sakal boyamanın müstehab oluşunu ifade etmektedir. Çünkü Resulullah (s.a.v}, Yahudi ve Hıristiyanlara muhalefette çok titiz davranır ve bunu emrederdi.

Şevkânî (ö. 1250/1834)'ye göre beyaz kılların boyanmasında iki menfaat vardır. Bunlar: 1. Saç ve sakalı temiz tutmak, 2. Ehl-İ Kitaba muhalefet etmektir.

Açık bir şekilde ağaran saçları ve sakalları boyamayı teşvik eden hadisler olduğu gibi, be­yaz kılları boyamayı yasakiayan hadisler de vardır. Bundan dolayı sahabe ve tabiundan bir çok kişi, saç ve sakal boyamanın hükmü konusunda ihtilaf etmişlerdir. Bazıları, boyamanın daha faziletli olduğunu söylemişler ve ağaran kılları değiştirmenin yasak oluşu ile ilgili bir hadis rivayet etmişlerdir. Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.v)'in saç ve sakalmdaki ağarmış olan kıllarını boyamadığını İleri sürmüşlerdir.                                     

Bazı alimler de, saç ve sakalı boyamanın daha faziletli olduğunu söylemişler. Bu konuda nakledilen hadisleri, sahabe, tabiun ve daha sonrakilerin uygulamalarını delil olarak al­mışlardır. Yalnız bunlar da, kendi aralarında boyanın rengi konusunda ihtilaf düşmüş­lerdir.

İbn Cerîr et-Taberî (ö. 310/922)'ye göre; Hz. Peygamber (s.a.v)'in beyaz kılları boyamayı teşvik eden ve onu yasaklayan tüm hadisleri sahihtir. Bunlar arasında bir çelişki yoktur. Bu konudaki emirler, Ebu Kuhafe gibi saçı sakalı bembeyaz olanlar hakkındadır. Yasak­lamalarda saçı sakalı kır olan, yani siyahı da beyazı da bulunanlarla ilgilidir. İlk dönem­deki alimlerin bu görüşte olmaları, kendi durumlanndaki farklılıktır. Yani bazısının saçları kır, bazısının ki İse beyaz olmasıdır. Ayrıca bu konudaki emir ve yasaklar, bağlayıcı değil­dir.

Buna göre saç ve sakalı tamamen ağarmış olanların, saçlarını ve sakallarını, sarı ve kır­mızıya boyamaları müstehaptır.

Kır olan saç ve sakalların boyanması ise meşru değildir. B.k.z: Şevkânî, Neylu'I-Evtâr, 1/141

Kadı İyâz (ö. 544/1149) ise, bu meseleye farklı bakmış ve bu konuda saç boyamak adet olan yerlerde boyamanın lüzumunu, adet olmayan yerlerde ise boyanmaması gerektiğini yada ağaran saçları temiz olup boyamasına gerek duymayanların boyamamalarını, aksi olanların İse boyamalarının müstehab olduğunu söylemektedir, (ç)

[560] Tirmizî, Libâs 20 (1752)

[561] Hz. Peygamber (s.a.v)'in attığı yüzük, gümüş idi. Hz. Peygamber (s.a.v), halkın gümüş yüzük takarak kibirlenmelerinden korktuğu için yüzüğünü çıkartıp atmıştır. Yada attığı yü­zük, gümüş kaplanmış demir yüzük de olabilir, (ç)

[562] Buharı, Libâs 46, 50, 51, 54, 55, Ahkâm 15; Müslim, Mesacid 222-223 (640), Libâs (2092), 59-60 (2093), 61-62 (2094), 63 (2095); Ebu Dâvud, Hâtem 1 (4214, 4215, 4216, 4217, 4221); Tirmizî, İsÜ'zân 25 (2718), Libâs 14 (1739), 15 (1740), 16 (1745), 17 (1747, 1748); Nesâî, Zînet 48, 52, 79, 80, 82; İbn Mâce, Libâs 39 (3640, 3641); Ahmed b. Hanbel, 3/161

[563] Buhârî, Libâs 46; Müslim, Libâs 60 (2093)

[564] Erkej<ıerjn gümüş yüzük takmaları caizdir. Hanefİlere göre; hem erkeklerin ve hem de kadınların; demir, bakır, pirinç gibi madenlerden yapılan yüzük takınmaları mekruhtur. Bu konudaki delilleri; Ebu Dâvud, Hâtem 4 (4223); Tirmizî, Libâs 43; Nesâî, Zînet 146'dır.

Erkeklerin altın yüzük takmaları, dört imama göre de haramdır. Altın yüzüğün haram oluşu ile ilgili bir çok hadis bulunmaktadır. Sahabenin altın yüzük taktığına dair rivayet nakledilmiştir.

Altın yüzüğün erkeklere haram olduğu görüşünde olan İslam Hukukçuları, altın yüzük takmanın caiz olduğuna dair rivayetlere iki şekilde cevap vermişlerdir:

1.  Herhangi bir şeyi mubah kılan nas İle haram kılan nass, birbiriyle çatıştığı zaman ha­ram kılan nass tercih edilir. Bu, genel bir kuraldır. Buna göre erkeklerin altın yüzük tak­malarının haram oluşuna delalet edilir. O zaman caiz olduğunu bildiren rivayetlere itibar edilmez.

2.  Altın yüzüğün caiz olduğuna işaret rivayetler, daha altın yüzük haram kılınmadan önce varid olmuştur.

Kamil Miras, "Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi", 4/288-289'da, bu tür rivayetleri ve kendine göre bazı görüşler ileri sürerek günümüzde nişan yüzüğü olarak adlandırılan altın halkanın takılmasını erkeklere caiz olduğunu ileri sürse de, gözden kaçırılmaması gereken asıl husus; bu adetin, Hıristiyanİara ait olmasıdır. Ayrıca bugün Müslümanlar, yaygın ola­rak, gümüş yüzük kullanıyorlarsa, yani artık bu durum örfleşmişse, bu teamüle uymak daha doğru kabul edilir, (ç) 

[565] Müslim, Libâs 62 (2094)

[566] Yani İranlılar iie Rumlar (ç)

[567] Resulullah (s.a.v)'in mührü, yüzüğünün kaşına nakşedilmiş olduğu için, bu konudaki mü­hür kelimesi, aynı zamanda yüzük manasına da kullanılmıştır, (ç)

[568] Buhârî,İlm7

[569] Buhârî, Libâs 53; Müslim, Libâs (2092)

[570] Buhârî, Libâs 51

[571] Buhârî, Libâs 50

[572] Buhârî, Libâs 55

[573] Hz. Osman, üzerinde; "Muhammed Resulullah" yazısı bulunan başka bir gümüş yüzük yapmıştır.

[574] Buhârî, Libâs°55

[575] Buhârî, Libâs 47

[576] Buhârî, Libâs 47

[577] Bazı rivayetlerde Resuluüah (s.a.v)'in yüzüğünü sağ eline, bazı rivayetlerde ise sol elin taktığına işaret eden hadisler bulunmaktadır.

Alimler, birbirine muhalif görünen bu hadislerin arasını uzlaştırma konusunda değişik şeyler söylemişlerdir.

Bazı alimler, her iki tarafın da eşit olduğuna meyletmişler, yani sağa da, sola da yüzük takmanın caiz olduğunu ve birini öbürüne tercihe delil bulunmadığını söylemişlerdir. Bazı alimler de, Hz. Peygamber (s.a.vJ'İn yüzüğü önceleri sağ eline taktığını, ama daha sonra bu adetini değiştirip sol eline takmaya başladığını söylemişlerdir. Nevevî İse, alimlerin yüzüğü sağa yada sola takmanın caiz oluşunda görüş birliğine var­dıklarını, fakat hangisinin dah faziletli olduğu hususunda ihtilaf ettiklerine işaret ettikten sonra, İmam Mâlik'İn sol ele yüzük takmayı müstehab, sağa takmayı ise mekruh gördü­ğünü, Şâfiîlere göre ise sağ elin daha faziletli olduğunu söyler.

Hanefi alimleri ise, Rafizilerden olan Ehl-İ Bid'ate benzeyeceği için sol e yüzük takmayı uygun bulmamışlardır. Yüzüğü sağ ele takmak daha faziletlidir.

Bütün bu nakillerden anlaşıldığına göre; yüzüğü, sağa ele de, sol ele de takmak caizdir. Ancak hangisinin daha faziletli olduğu konusu tartışmalıdır, (ç)

[578] Müslim, Libâs 63 (2095)

[579] Müslim, Mesâcid 222 (640}

[580] Müslim, Mesâcid 223 (640)

[581] Müslim, Ubâs (2092)

[582] Müslim, Libâs 57 (2092)

[583] Hz. Peygamber (s.a.v), İran Kîsra'sma, Roma Kayser'ine ve Habeş Necâşfsine hak dine davet etmek için mektuplar yazmak istemişti. Ona, bunların mühürsüz mektup kabul et­medikleri söylenmiştir.

Onların mühürsüz mektup kabul etmemelerinin sebebi; mührün mektubu yazan kimseye delaiet etmesi, mektuba başkaları tarafından bir takım ilavelerin yapılmasını engellemek, mektuba ciddiyet kazandırmak, sırlarının meydana çıkacağından korkmaları, bir de onla­ra arz edilecek bir şeyi hiçbir kimsenin bilmemesi lazım geldiğine tenbih etmek İstemeleri­dir.

Hz. Peygamber (s.a.v) yazı yazmayı bilmediği için, katibine yada sahabilerden birisine mektubu yazdırıp hükümdarlara mektup göndermek istemesi ile, mecazi olarak, onun mektup yazdığı ifade edilmiştir. İşin yapılmasını emreden, yaptıran kişi, onu bizzat yapmış gibi ifade edilir, (ç)

[584] Müslim, Libâs 58 (2092)

[585] Ebu Dâvud, Hâtem 2 (4221)

[586] Ebu Dâvud, Hâtem 1 (4214)

[587] Ebu Dâvud, Hâtem 1 (4215)

[588] Ebu Dâvud, Hâtem 1(4216)

[589] Ebu Dâvud, Hâtem 1(4217)

[590] Ebu Dâvud, Taharet 10 (19)

[591] Tirmizî, Libas 16 (1745)

[592] Nesâî, Zînet 48; Müslim, Libâs 57 (2092}

[593] Nesâî, Zînet 79; Ebu Davud, Hâtem 1 (4217)

[594] Nesâî, Zînet 51

[595] Nesâî, Zînet 48

[596] Buhârî, Libâs 45, 46, 50, 53, Eymân 6; Müslim, Libâs 53-55 (2091); Ebu Dâvud, Hâtem 1 (4218, 4219, 4220}; Tirmizî, Libâs 16 (1741); Nesâî, Zînet 43, 54, 79, 81, 82; İbn Mâce, Libâs 39 (3639); Ahmed b. Hanbel, 2/72

[597] Müslim, Libâs 53 (2091)

[598] Buhârî, Eymân 6; Müslim, Ubâs 53 (2091)

[599] Buhârî, Libâs 53

[600] Buhârî, Ubâs 50

[601] Uz. Peygamber (s.a.v)'İn altından yüzük yaptırması, altının erkeklere haram kılınmasın­dan öncedir. Çünkü altının erkeklere haram olduğunu bildiren Resulullah {s.a.v)'in, ken­disinin altın takması düşünülemez.

Ayrıca altının daha önce mubah olduğu halde, Hz. Peygamber (s.a.v)'in bu hareketiyle haram kılınmış olması da mümkündür, (ç)

[602] Buharı, Libâs 46

[603] Buhârî, Libâs 47

[604] Resulullah (s.a.u)'in, yüzüğünün üzerine başka nakış yapılmamasını istememesi; bu işe bir bozgunculuk karışmaması içindir. Çünkü Resulullah (s.a.v), bu yüzüğü, sadece mühür maksadıyla kullanmak için yaptırmıştır.

Yalnız yüzüğün üzerine, sahibinin ismini ve Allah'ın ismini nakşetmek caizdir. Alimlerin Çoğumun görüşü bu şekildedir.

İhtiyaç gidermek isteyen kimsenin, üzerinde Allah'ın isimlerinden biri yada Peygamber ve melek ismi yazılı veya kutsal mekanlardan birinin resmi bulunan bir eşya bulunursa, tuva­lete girererken onu çıkarması gerekir. Bu; Hanefi'lerin, Şâfiîlerin, Mâlİkilerin ve Hanbelile-rin görüşüdür. Buna uymamanın hükmü, mekruhluktur.

Eğer bu eşya üzerinde Kur'an'dan bir ayet veya ayetten bir kısım bulunursa, onunla tuva-late girmek ve kaza-i hacatte bulunmak haramdır. Ancak kaybolma korkusu olduğunda ya da bu ayet muska halinde üzerine dikili olduğuna bu sakınca ortadan kalkar. Bu du­rumda o ayetlerin üstü örütlerek veya cebe konularak gizlenmesi gerekir. Buna göre bugün çokça kullanılan cihazlardan biri olan cep telefonlarının üzerinde bu türden yazı ve resim buîunduran kimselerin, bu hususa dikkat etmeleri gerekir, (ç)

[605] Resulullah (s.a.v), yüzüğün taşını, hem muhafaza etmek ve hem de kibirden korunmak İçin bu şekilde davranmıştır. Gerçi Resulullah (s.a.v), bu konuda bir şey emretmemiştir. Dolayısıyla yüzük İstenildiği şekilde taşınabilir. Fakat efdal olan, bu konuda Resulullah {s.a.v)'e uymaktır. Selef, bu konuda yüzüğü hem avuç içine çevirmiş ve hem de çevir-memiştir. (ç)

[606] Muaykib, Saîd b. Ebi'l-Âs'ın azadlısıdır. Görüldüğü üzere bu rivayette, Erîs kuyusuna yü­züğü düşürenin Muaykib olduğu bildirilmektedir.

Konu ile ilgili diğer rivayetlerde ise bu yüzüğü düşürenin Hz. Osman olduğu ifade edil­mektedir.

Aiimler bu İki rivayetin arasını şöyle uzlaştırmişlardır: Halifeler, bu yüzüğü parmaklarına takmışlardı. Hz. Osman zamanında, yüzük çoğunlukla Muaykib'İn elinde bulunmuştur (Nesâî, Zînet 54). Hz. Osman'a lazım olup istediği zaman Muaykib, Erîs kuyusunun ba­şında bulunmuş ve tam Hz. Osman'a verirken yüzük kuyuya düşmüştür. Yüzük aranma­sına rağmen bulunamamıştır. Hz. Osman'da bu yüzüğün bir benzerini yaptırmıştır (Ebu Dâvud, Hâtem 1 (4220); Nesâî, Zînet 54). Düşürmenin her ikisine de nispet edilmesi, bundandır, (ç)

[607] Erîs kuyusu, Küba mescidine yakın bir bahçenin içinde bulunmaktadır, (ç)

[608]  Müslim, Libâs 55 (2091)

[609] Ebu Dâvud, Hâtem 1 (4218); Buhârî, Libâs 46

[610] Ebu Dâvud, Hâtem 1 (4219)

[611] Hz. Peygamber (s.a.v), yüzüğündeki yazının aynısının, hiç kimsenin kendi yüzüğüne yaz­dırmamasını emretmişti. Hz. Osman, bu yasağın, Resuluİlah (s.a.v)'in hayatına özgü ol­duğunu, vefatından sonra yazılmasının caiz olduğunu anlayarak yaptırdığı yüzüğe, "Mu­hammed Resulullah" yazdırmıştı.

Çünkü Resulullah (s.a.v), yüzüğü, devlet adamlarının mühürleri gibi, resmi mühür ko­numunda kullandığı için, resmi yazılarda karışma olmaması için, üzerindeki nakşı baş­kalarının yapmasına izin vermemişti. Dolayısıyla Resululİah (s.a.v)'in yüzüğü kaybolunca, yerine yapılan yüzük, aslının yerinde kullanılacağı için onun hükmünü alarak Hz. Osman, o yüzüğün benzerini yaptırmıştır, (ç)

[612] Ebu Dâvud, Hâtem 1 (4220)

[613] Tirmizî, Libâs 16 (1741); Nesâî, Zînet 43, 54, 79, 82

[614] Nesâî, Zînet 54

[615] Nesâî, Zînet 54, 82

[616] Buhârî, Zekât 61Büyû' 101, Sayd 30; Müslim, Hayz 100-102 (363), 103 (364), 104 (364); Ebu Dâvud, Libâs 38 (4120, 4121); Tirmizî, Libâs 7 (1727); Nesâî, Fera' 4; İbn Mâce, Libâs 25 (3610); Ahmed b. Hanbel, 1/262, 266, 372

[617] Buhârî, Büyûr 101, Sayd 30

[618] Hadis; ölmüş bir hayvanın sadece etini yemenin haram olduğunu, derisinin ise tabak­lanmak suretiyle helal olduğunu belirtmektedir.

Ayrıca bu hadise hükümce aykırı olan hadisler de rivayetler edilmiştir. Bu iki tür rivayet arasındaki zıtlığı gidermek için; olumlu rivayetler, tabaklandıktan sonra kullanılmasının helal olduğuna ve olumsuz mahiyetteki rivayetlerin ise tabaklanmadan Önce faydalanma ile kullanılmasının yasak olduğu şeklinde yorumlanmıştır.

Ayrıca bu hadis, ölmüş bir hayvanın bütün kısımlarının haram olduğunu ifade eden "Size ölmüş hayvan (leş) haram kılındı" (Bakara: 2/173, Mâide. 5/3, Nahl: 16/115) mea­lindeki ayetin genel olan hükmünü tahsis ederek tabaklanmış derisini kullanmanın helal olduğunu bildirmektedir.

Ebu Hanîfe'ye göre; domuzdan başka bütün hayvanların leşlerinin derileri tabaklanmak suretiyle temizlenmiş olur. (ç)

[619] Müslim, Hayz 100 (363)

[620] Buhârî, Sayd 30

[621] Müslim, Hayz 103 (364}

[622] Tirmİzî, Libâs 7 (1727)

[623] Ebu Dâvud, übâs 38 (4120)

[624] Ebu Dâvud, Ubâs 38 (4121)

[625] Ebu Dâvud, Libâs 38 (4122}

[626] Nesâî,Fera'4

[627] Nesâî,Fera'4

[628] Nesâî, Fera'4

[629] Nesâî, Fera'4

[630] Buhârî, Mezâlim 32, Libâs 91, Edeb 75; Müslim, übâs 87- 90 (2107); Ebu Dâvud, Libâs I       45 (4153); Tirmizî, Sıfâtu'l-Kıyâme 32 (2468); Nesâî, Zînet 112; İbn Mâce, Libâs 45 (3653); Ahmed b. Hanbel, 6/52, 140, 116, 225,237, 252

[631] Buhârî, Sayd 91

[632] Müslim, Libâs 90 (2107)

[633] Müslim, Libâs 90 (2107)

[634] Heykel şeklinde olmayan, kağıt, sergi, örtü, duvar gibi yerlere yapılan resimler hakkındaki hadisler; bunun, mutlak olarak haram yada helal olduğunu göstermiyor, resmin konusu­na, ressam veya resmi kullananın maksadına ve kullanıldığı yere göre çeşitli hükümler ge­tiriyor.

1.  Mukaddes sayılan, tapınılan, uluhiyyet izafe edilen şeylerin resimlerini yapmak ve kul­lanmak haramdır.

2.  Islamî ahkâm ve ahlâka aykırı olan çıplak insan vb. resimlerini yapmak ve kullanmak da haramdır.

3.   Bunların dışında kalan resimlerden canlılara ait olmayanları mubahtır, yapmak ve kullanmak serbesttir.

4.  Canlılara gelince, hadislerden bir kısmı, Peygamberimiz {s.a.v)'in bunları tasvip etme­diğini, diğer bir kısmı ise bilhassa çiğnenen sergide, yaslanılan yastıkta, oturulan minder­de.... Olduğu zaman caiz gördüğünü ifade etmektedir.

Bunlardan çıkan netice; böyle resimlerin - dinî bir takdis ve ta'zime götürmedikçe- caiz olduğudur. Titizlik gösterilen nokta, tevhidin korunmasıdır.

Tahâvı (ö. 321/933)'nİn şu ifadesi bu anlayışı desteklemektedir: Rivayet ettiğimiz hadisler, elbise üzerindeki resimleri, yasaklanan resimlerin dışına çıkarmaktadır. Yasaklanan resim­ler, Hıristiyanların kilise duvarlarına yaptıkları veya bezlere yapıp astıkları resimler kabi­linden olanlardır." (Tahâvî, Şerhu Meâni'1-Âsâr, Kahire 1968, 4/285) Resim hakkındaki hadislerden anlaşıldığına göre; Resulullah (s.a.v) önceleri, tevhid inan­cı, ruhlara yerleşinceye kadar resim hakkında titiz davranmış, sonraları mahzuru olmayan noktalarda ruhsatlar vermiştir.

Bazı alimler, canh-cansız ayırımını göz önüne alarak üç boyutlu olmayan veya hayatî bir uzvu eksik bulunan resimleri de cansızlara katmış, caiz görmüşlerdir. Çünkü bunların, mezkur şekil ve eksikler içinde canlı olmaları mümkün değildir.

B.k.z: Hayreddin Karaman, Günlük Hayatımızda Helaller ve Haramlar, İz yayıncılık, ist. 2003, s. 56-57 (ç) 

[635] Müslim, Libâs 88 (2107) 

[636] Müslim, Libâs 89 (2107)

[637] Davud'un sarihi Sehârenfûrî (ö. 1346/1927)'ye göre; içerisinde resim bulunan bir eve rahmet melekleri de girebilir. Böyle bir eve rahmet meleklerinin giremeyeceğini bildi­ren hadislerin genel hükümleri tahsis edilmiştir. Bununla birlikte yasak, yukarıda açıkla­nan, insanlar tarafından tapınılan varlıklara ait olmak ve kendisine ta'zim edilen eşya üze­rinde bulunmak gibi özellikler taşıyan resimlerle ilgilidir. Bu özellikleri taşımayan resimler, konu İle ilgili hadislerin genel hükümlerinin dışında kalır, (ç)

[638] Müslim, Libâs 87 {2106, 2107)

[639] Buhârî, Bed'ü'1-Halk 6, Libâs 88

[640] Tirmizî, Sıfâtu'l-Kıyâme 32 (2468)

[641] Nesâî, Zînet 112; Müslim, Übâs 88 (2107)

[642] Hanefilere göre; üzerinde insan yada hayvan resmi bulunan yaygı üzerinde namaz kıl­mada bir sakınca olmadığını belirtmişlerdir. Çünkü resimli yaygının ayakla altına alınma­sı, resimlere değer vermeme anlamındadır. Ancak resime ibadet etmeye benzeyeceği için yaygıdaki resimler üzerine secde edilmemesi tavsiye edilmiştir. Yine bu resimler, baş hiza smdan daha yukarıda, kişinin hizasında ve önünde asılı olarak bulunurken namaz kılma­nın mekruh olduğu söylenmiştir, (ç)

[643] Nesâî,Zînet ll2

[644] Nesâî,Zînet ll2

[645] Ebu Dâvud, Libâs 45 (4153)

[646] Buhârî, Libâs 40; Müslim, Libâs 67-68 (2097); Ebu Dâvud, Libâs 41 (4136); Tirmizî, Libâs 34 (1775); Nesâî, Zînet 118; İbn Mâce, Libâs 29 (2617); Ahmed b. Hanbei, 2/424, 443, 477, 480, 528

[647] Buhârî, Libâs 40; Müslim, Libâs 68 (2097)

[648] Buhârî, Libâs 40

[649] Hattâbi (Ö. 388/998)'nin ifade ettiği üzere; devamlı surette tek ayakkabı ile yürümek, baş­kalarının dikkatini çekebilir. Göze de çirkin görünebilir. Çünkü insanlar, onun bir ayağı­nın, ötekinden kısa olduğunu zannedebilirler.

Ibn Hacer (ö. 852/1447)'e göre ise; Hadisteki yasağa uymamak, insanın vakarını gidere­bilir. Ayrıca böyle bir davranış, kişi için de bir zorluk ve tehlike arzedebilir. Çünkü insan, tek ayakkabı İle yürürken dengeyi kaybedip düşebilir.

 Bazıları, Tirmizr'nin naklettiği: "Resulullah (s.a.v), bazen tek ayakkabı ile yürürdü" (Tirmizî, Libâs 36) mealindeki hadis İle konumuzla ilgili hadisler arasında bir çelişki bu­lunduğunu söyleyerek bu hadisleri reddetmek istemişlerse de, İbn Kuteybe (ö. 271/884) onlara şu cevabı vermiştir:

"Biz deriz ki: Elhamdülillah burada herhangi bir terslik yoktur. Çünkü bir kimsenin ayak­kabısının tasması koparsa, ya ayakkabıyı atar yada eline alır ve bir başka tasma bulunca­ya kadar tek ayakkabı ile yürür.

İki ayakkabı, iki mest ve diğer İkili olarak kullanılan elbiselerde bunlardan birinin kullanı­lıp diğerinin kullanılmaması, çirkin ve hoş karşılanmayan bir harekettir. Yine ridanın sa­dece bir omuza atılıp diğer omuzun açık bırakılması da çirkindir. Fakat bir kimsenin ayakkabısının tasması kopabilir ve onu tamir ettirene kadar bu halde bir-iki veya üç adım atabiür. Muhakkak ki bu, ne çirkindir ve ne de kötü görünen bir harekettir. Azın hükmü pek çok yerde çoğun hükmüne muhalif olabilir. Görmüyor musun, namaz kılan bir kimsenin rüku' halinde iken önündeki boş safa doğru bir-İkİ veya daha çok adım atması caizdir de, yine rüku' halinde olduğuhalde yüz veya iki yüz zira' (=arşın) yürümesi caiz değildir.

Yine rîdası düşünce onu omuzlarına atıvermesi, (namazda) caizdir de, namazda elbisesini toplaması veya uzunca bir İş yapması caiz değildir.

Yine bir kimse namazda tebessüm ederse namazı bozulmaz, fakat kahkahayla gülerse na­mazı bozulur.

B.k.z. İbn Kuteybe, Hadis Müdafaası, gev. Hayri Kirbaşoğlu, Kayıhan yayınları, 2. baskı, İstanbul 1989 s. 177-178 (ç) 

[650] Nesâî,Zînet ll8

[651] Buhârî Cihâd 91, Libâs 29; Müslim, Libâs 25 (2076); Ebu Dâvud Tırmilî, Ubâs 2 (1722); Nesâî, Zînet 93; ibn Mâce, Libâs 17 (3592); 3/215

[652] Buhârî, Cihâd 91, Libâs 29; Müslim, Libâs 25 (2076)

[653] Buhârî! Cihâd 91; Müslim, Libâs 26 (2076)

[654] Müslim, Libâs 24 (2076)

[655] Buhârî, Libâs 25; Müslim, Ubâs 10-15 (2069); Ebu Dâvud, Libâs 7 (4042); Tirmizî, Libas 1 (1721); Nesâî, Zînet 93; İbn Mâce, Ubâs 18 (3593); Ahmed b. Hanbel, 1/16, 50, 51

[656] Müslim, Libâs 12 (2069)

[657] Müslim, Libâs 13 (2069)

[658] İslam bilginleri, ipekli kumaş kullanımı ile ilgili görüşlerini çoğunlukla bu tür hadislere da­yandırmışlardır. Bilginlerin çoğu, söz konusu hadislerden hareketle ipek giymenin erkek­lere haram olduğunu ileri sürmüşlerdir.

İslam bilginleri, bu tür hadisleri esas alarak ipeğin ancak üç-dört parmak miktarı kadaz az olduğu takdirde kullanımına izin verilmiştir. İpekten nişane, elbise etrafının dikişi, sembol ve rozet gibi olarak kullanılan ipeğe ruhsat verilmiştir.

B.k.z: Kâmil Miras, Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, 4/287, 12/108, H. Ka­raman, Günlük Hayatımızda Helaller ve Haramlar, İz Yay. İst. 2003, s. 49 (ç)

[659] Müslim, Ubâs 15 (2069)

[660] Ebu Dâvud, Libâs 7 (4042)

[661] Tayiasan: Kışın giyilen bir elbisedir. Elbisenin alemi, iki parmak genişliğinde uzun yolları vardır. B.k.z: A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, Sönmez Neşriyat, İstanbul 1978, 9/425 (ç)

[662] Nesâî, Zînet 93

[663] Nesâî, Zînet 93