1. Saça Saç Ekleyen, Ekletme Yapan, Dövme Yapan Ve
Yaptıran Kadınların Bu Yaptıklarının Haram Olması
3. Aksıran Kimseye, "Yerhamukellâh" Diye Dua
Etmek
4. Bir Müslümanın, (Diğer) Müslüman Üzerindeki Hakları
1. (Kuran İle) Rükya Yapmak Ve Rükya Yapan Kimsenin,
(Yaptığı Rukyâ Karşılığında) Ücret Alması
2. (Herhangi Bir Şeyi) Uğursuzluğa Yorma Ve Uğursuzluk
1. Rüyanın Allahtan Ve Hulmun İse Şeytandan Olması
1. Kur'an-I Ezberlemenin Fazileti
3. Bakara Sûresinin Son İki Ayetinin Fazileti
1. Resulullah (S.A.V)'İn Şekli
FEZÂİLITS-SAHÂBE (SAHABENİN FAZİLETLERİ) BÖLÜMÜ
1. Sahabeye Sövmenin Haram Olması
2. Hz. Fâtıma (R.Anhâ)'Nın Fazileti
3. Hz. Âişe (R.Anhâ)Nın Fazileti
BİRR (İYİLİK) VE SILA (AKRABALIK/DOSTLUKBAĞI) BÖLÜMÜ
1. Anne-Babaya İyilik Yapmanın Fazileti
1. İnsanın, Anne Karnında Yaratılmasının Mahiyeti
1. "La Havle Ve La Kuvvete İlla Billah" (Güç Ve
Kuvvet Ancak Allah'a Mahsustur) İfadesinin Fazileti
2. Acizlik, Tembellik Gibi Hususlardan Allah'a Sığınma
3. Ölümü Temenni Etmenin Yasak Olması
274. Abdullah ibn Mes'ûd (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
"Allah dövme yapan ve yaptıran kadınlara, yüzden kıl yolan ve yolduran kadınlara, güzellik için [2] diş törpilettiren kadınlara, Allah'ın yarattığı şekli değiştiren kadınlara lanet etmiştir.
Bu söz, Esed oğullan (kabilesi) nden Ümmü Ya'kûb denilen bir kadının kulağına gitmişti. Bu kadın, (o sırada) Kur'an okuyordu. Hemen Abdullah ibn Mesuda gelip (ona):
Senden benim (kulağım)a gelen bu söz de ne? Sen dövme yapanlara ve yaptıran kadınlara, yüzden kıl yolduran kadınlara, güzellik için diş törpületenler kadınlara, Allah'ın yarattığı şekli değiştiren kadınlara lanet okumuşsun! dedi. Abdullah ibn Mes'ûd:
Resulullah (s.a.v)'in lanet ettiklerine ben neden lanet etmeyecekmişim. Hem bu, Allah'ın Kitabı'nda da var dedi. Kadın:
Doğrusu ben mushafin iki kapağı arasındakileri okudum. Fakat böyle bir şey bulamadım' dedi. Abdullah ibn Mes'ûd:
Gerçekten Kur'an-ı okudunsa, mutlaka bulmuşsundur. Yüce Allah, "Peygamber size neyi getirmişse onu alın! Sîzi neyden yasakladı ise hemen (ondan) vazgeçin [3] (mealindeki) buyurdu' dedi. Bunun üzerine kadın:
Gerçekten ben şimdi senin hanımının üzerinde bundan bir şey görüyorum1 dedi. Abdullah ibn Mes'ûd:
Git de bak! dedi.
Bunun üzerine kadın, Abdullah ibn Mesudun hanımının yanına girdi. Fakat (onda bununla ilgili) bir şey göremedi. Abdullah ibn Mes1-ûd'un yanına gelip:
Bir şey göremedim' dedi. Abdullah ibn Mes'ûd:
Bana bak! Böyle bir şey onda olsaydı, onunla bir arada olamazdık diye cevap verdi.[4]
(Hadisin lafzı, Müslim'e aittir.) [5]
Konu ile ilgili kısa bir rivayette ise şu ifade yer almaktadır:
Peygamber (s.a.v), dövme yapan kadınlara lanet etmiştir."
Bu (cümleye) herhangi bir ilave yapılmamıştır.
Bu hadisfin hu şekildeki metnin)i; Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir.
Tirmizî, bu hadisin sadece bir kısmını rivayet etmiş, kadın ile ilgili olayı anlatmamıştır.
Saç ekleyen kadınlara" ilavesiyle
Ebu Dâvud ise, bu hadisi, O rivayet etmiştir.
Nesâî ise, bu hadisi şu şekilde rivayet etmiştir:
Bir kadın, Abdullah ibn Mes'ûd'a gelip (ona):
Ben, saçları az olan bir kadınım. Saçlarıma (ilave saç) takmam uygun olur mu?' diye sordu. Abdullah ibn Mes'ûd:
Hayır diye cevap verdi. Kadın:
Bunu(n caiz olmadığını); Resulullah (s.a.v)den mi duydun, yoksa Allah'ın Kitabı'nda da mı gördün?' diye sordu. Abdullah ibn Mes'ûd:
Hayır, Resulullah (s.a.v)'den duydum ve bunu Allah'ın Kitabında da bulurum' diye cevap verdi. [6]
Yine Nesâî'nin konu ile ilgili başka bir rivayeti şu şekildedir:
Resulullah (s.a.v) dövme yapan ve yaptıran kadınlara, [7] yüzden kıl yolan ve yolduran kadınlara, [8] güzellik için diş törpilettiren kadınlara lanet etmiştir.[9]
Yine Nesâî'nin konu ile ilgili diğer bir rivayette, Abdullah ibn Mes'ûd şöyle der.
Resulullah (s.a.v)'i; yüzden kıl yolan ve yolduran kadınlara, yüzden kıl yolduran kadınlara ve yüce Allah'ın yarattığı şekli değiştiren kadınlara lanet ederken işittim.[10]
Yine Nesâî'nin konu ile ilgili başka bir rivayette, Abdullah ibn Mes'ûd öyle der; şöyle der;
Resulullah (s.a.v) dövme yapan ve yaptıran kadına, saça saç ekleyen ve ekleten kadına, faiz yiyen ve yediren kimseye, (üç talakla boşanan kadının tekrar ilk kocasına helal olması için) hülle (geçici nikah) yapan ve kendisi için hülle yapılan (kocay)a [11] lanet etmiştir.[12]
275. Abdullah ibn Ömer (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir: Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:
Allah, saça saç ekleyen ile ekleten kadına [13] ve dövme yapan île yaptıran kadına lanet etmiştir.[14]
276. Ebu Şureyh el-Adew (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
Peygamber (s.a.v) konuşurken kulaklarım duydu ve gözlerim gördü. Peygamber (s.a.v):
Kim Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsa, komşusuna ikram etsin. (Yine) kim Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsa, misafirine, hediyesini ikram etsin buyurdu. (Sahabiler:)
Ey Allah'ın resulü! Misafirin hediyesi nedir? diye sordular. Peygamber (s.a.v):
Misafirin (bu ziyaretine karşılık dünyada hak ettiği) hediyesi, (ev sahibinin hediyeleriyle geçen) bir günü ve gecesidir. Misafirlik, üç gündür. Bundan fazlası ise (misafire) bir sadakadır.
(Yine) kim Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsa, (ya) hayr söylesin yada sussun!' buyurdu.[15] (Birinci rivayet)
(Hadisin lafzı, Buhârî ile Müslim'e aittir.) [16]
Yine konu ile ilgili bir rivayette, şu ilave yer almaktadır:
Müslüman bir kişiye, (din) kardeşinin yanında onu günaha sokacak kadar (fazla) kalması helal olmaz. (Sahabiler:)
Ey Allah'ın resulü! (Müslüman kişi, din) kardeşini nasıl günaha sokar?' diye sordular. Peygamber (s.a.v):
Onun yanında oturur kalır ve onu ağırlayacak bir şeyi de yoktur!' buyurdu.[17]
Yine konu ile ilgili bir rivayette, Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:
Kim Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsa, komşusuna İyilik etsin. (Yine) kim Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsa, misafirine ikram etsin [18] (Yine) kim Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsa, (ya) hayr söylesin yada sussun! [19] (İkinci rivayet)
Buhârî ile Müslim, birinci rivayeti nakletmiştir. Müslim ise, ikinci rivayeti nakletmiştir.
Ebu Davud'un konu ile ilgili rivayetinde ise, Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:
Kim Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsa, misafirine ikram etsin. Misafirin (bu ziyaretine karşılık dünyada hak ettiği) hediyesi, (ev sahibinin hedi-yeleriyle geçen) bir günü ve gecesidir. Misafirlik, üç gündür. Bundan fazlası ise (misafire) bir sadakadır. Misafirin, ev sahibinin yanında onu bıktırıncaya kadar oturması caiz değildir.[20]
Ebu Dâvud der ki:
Enes b. Mâlik'e, Peygamber (s.a.v)'in: 'Misafirin (bu ziyaretine karşılık dünyada hak ettiği) hediyesi, (ev sahibinin hediyeleriyle geçen) bir günü ve gecesidir' sözü(nün anlamı) soruldu. Bunun üzerine Enes:
Ev sahibi, misafire, bir gün ve bir gece ikram eder, ona iyilikte bulunur ve onu barındırır. (Misafirin) üç gün misafir olma (hakkı) vardır1 diye cevap verdi.[21]
277. Enes b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
"İki kişi, Resulullah (s.a.v)'in yanında aksırdı. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v), birine dua etti ve diğerine ise dua etmedi. Resulullah (s.a.v)'e, (birisine dua edip diğerine dua etmeyişinin nedeni) soruldu. Resulullah (s.a.v):
Bu, Allah'a hamd etti (bu nedenle ben de ona dua ettim). Şu ise
Allah'a hamd etmedi (dolayısıyla ben de ona dua etmedim)' buyurdu.[22]
Konu ile ilgili başka bir rivayette ise şu ifade yer almaktadır;
Resulullah (s.a.v)'in, kendisine dua etmediği kimse:
Ey Allah'ın resulü! Şuna dua ettin, bana ise dua etmedin [23] dedi. Resulullah (s.a.v):
Bu, Allah'a hamd etti (bu nedenle ona dua ettim). Sen ise Allah'a etmedin (dolayısıyla sana da dua etmedim)' buyurdu. [24]
278. Ebu Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:
Bir Müslümanın, (diğer) Müslüman üzerindeki hakkı beştir:
1. Selamı almak,
2. Hastayı ziyaret etmek,
3. Cenazeyi uğurlamak,
4. Davete katılmak,
5. Aksıran (kimse 'elhamdülillah' dediği takdirde on)a, ('yerhamukellah' diye) dua etmek.[25]
Bu hadisin hu şekildeki metninji; Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir.[26] Yine Müslim'in konu ile ilgili bir rivayeti şu şekildedir:
Bir Müslümanın, (diğer) Müslüman üzerindeki hakkı [27] altıdır. (Resulullah'a):
Ey Allah'ın resulü! Onlar nedir?' diye soruldu. Resulullah (s.a.v):
1. Ona rastladığın zaman selam ver,
2. Seni (davete) çağırdığı zaman (davetine) katıl,
3. Senden nasihat istediği zaman ona nasihat et,
4. Aksırdığı zaman Allah'a hamd ederse (Elhamdülillah derse),
ona ('yerhamukellah' diye) dua et,
5. Hastalandığı zaman onu ziyarete git,
6. Öldüğü zaman (mezara konuluncaya kadar cenazesinin) arkasından git1 buyurdu. [28]
Ebu Dâvud, birinci rivayeti nakletmiştir.
Tirmizî ise, ikinci rivayetin benzerini nakletmiş, fakat bu rivayette "selamı almak" ifadesi yerine Uzakta yada yanında olduğu zaman (her halükar da) onun iyiliğini ister" ifadesi yer almaktadır. [29]
Nesâînin konu ile ilgili rivayeti ise şu şekildedir:
Bir mü'minin, (diğer) bir mümine karşı altı görevi vardır:
1. Hastalandığında onu ziyaret eder,
2. Öldüğünde (mezara konuluncaya kadar cenazesinde) bulunur,
3. Davet ettiği zaman onu(n davetine) katılır,
4. Karşılaştığı zaman selam verir,
5. Aksırsığı zaman ona dua eder,
6. Uzakta yada yanında olduğu zaman (her halükarda) onun iyiliğini ister.[30]
279. Ebu Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
"Biz, bir yolculukta idik. Bir yerde konakladık. Derken bir kız/cariye gelip (bize):
Kabilenin reisi, (bîr akrep tarafından) sokulmuştur. Erkeklerimiz yanımızda yoklardır. İçinizde tedavi yapan bir kimse var mıdır?' diye sordu.
Bunun üzerine tedavi yaptığını bilmediğimiz bizden birisi, onunla birlikte kalk(ıp git)ti. Bu kimse, (akrep sokmuş) kimseye okuyarak tedavi yaptı. Bunun üzerine {akrep tarafından sokulmuş olan kabile reisi) iyileşti. Kabile reisi, (yanındakilere,) okuyarak tedavi yapan kimseye otuz koyun (verilmesini) emretti. Bizlere de sütü içirdi. (Bizden olan) kimse (yanımıza) geri dönünce, ona:
Sen okuyarak tedaviyi güzel yapabiliyor muydun? yada sen (hiç) okuyarak tedavi yapıyor muydun?' diye sorduk. O da:
Hayır, (yapmazdım). Ben ona ancak Ümmü'I-Kitâb'ı (Fatiha suresini) okumaktan başka bir tedavi yapmadım' dedi. (Birbirimize:)
Biz (Medine'ye) varıncaya kadar yada Peygamber (s.a.v)'e (bu olup bitenleri arz edip) kadar hiçbir şey ortaya koymayın1 dedik.
Nihayet Medine'ye geldiğimizde, bu olayı Peygamber (s.a.v)'e anlattık. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v):
Fatiha suresinin (bu kadar etkili bir) tedaviye yaradığını (nereden) bildi?' buyurdu.
Daha sonra Peygamber (s.a.v), (askeri birliğe katılan kimselere:)
(Koyun sürüsünü kendi aranızda) paylaştırın. Benim için de (on-lan) bir pay ayırın' buyurdu.[32]
(Hadisin lafzı, Buhârî ile Müslim'e aittir.) [33] (Birinci rivayet) Konu ile ilgili bir rivayet ise şu şekildedir:
Peygamber (s.a.v)'in sahabilerinden bir askeri birlik görevli oldukları bir sefere gitti. Bunlar, Arap kabilelerinden birinin yanma konakladılar. Onlara, kendilerini misafir etmelerini istediler. (Fakat) onlar, sahabileri, misafir etmekten kaçındılar.
Bu (sırada) kabilenin reisi, (bir akrep tarafından) sokuldu. Bunun üzerine kabile halkı, ona (fayda sağlayacak) her çareye koştular. (Fakat) ona hiçbir şey fayda sağlamadı. Kabile halından bazıları:
Yakınımıza konaklayan şu topluluğa gitseniz, belki onların yanında (fayda sağlayacak) bir şey bulunabilir?1 dedi.
Bunun üzerine (kabile halkından) bazıları, sahabiler(in yanına) geldiler. (Onlara:)
Ey topluluk! Reisimiz (bir akrep tarafından) sokuldu. Ona (fayda sağlayacak) her şeye koştuk. Fakat ona hiçbir şey fayda sağlamadı. Sizden birisinin yanında (ona fayda sağlayacak) bir çare şey var mı?' dediler. Topluluktan birisi:
Evet (ben varım), Allah'a yemin ederim ki, ben (onu) okuyarak tedavi ederim. [34] Fakat (yine) Allah'a yemin ederim ki, sizin bizi misafir etmenizi istemiştik. Siz ise bizi misafir etme(kten kaçın)dınız. Şimdi bize (yapacağım tedavi karşılığında) bir ücret belirtmedikçe, size okuyarak tedavi etmefde yardımcı olma)m' dedi.
Bunun üzerine kabile halkı, sahabilerle bir koyun sürüsü üzerinde anlaştılar. O kişi de, (kendisine akrep sokmuş reisin yanına) gitti. "El-hamdu lillâhi Rabbi'l-Âlemîn" (suresini sonuna kadar) okuyup (akrep tarafından sokulan) reisin üzerine üfürdü.
Bunun üzerine reis, sanki (bağlandığı) iplerden kurtulmuşçasına
(hızlı bir şekilde) yürüyerek gitti ve onda hiçbir hastalık (belirtisi) kalmadı.
(Okuyarak tedavi yapan kişi) der ki: Kabile halkı, üzerinde anlaştıkları ücreti sahabilere ödediler.
Sahabilerden bazıları: '(Bu koyunları) paylaştırın' dediler. Okuyarak tedavi yapan kimse ise:
Peygamber (s.a.v)'e gidip olup biteni ona anlatmamıza ve bize ne emredeceğine bakmamıza kadar (bu koyunları paylaştırma) yapmayın!' dedi.
Daha sonra Peygamber (s.a.v)'e gelip ona (olan biteni) anlattılar. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v), (okuyarak tedavi yapan sahabiye hitaben):
Fatiha suresinin [35] (bu kadar etkili bir) tedaviye yaradığını (nereden) bildin?' buyurdu.
Daha sonra Peygamber (s.a.v), (askeri birliğe katılan kimselere:)
İsabet ettiniz. (Koyun sürüsünü kendi aranızda) paylaştırın. Benim için de (ondan) bir pay ayırın1 buyurdu.
Daha sonra da Peygamber (s.a.v), gülümsedi. [36] (İkinci rivayet)
Bu hadis(in bu şekildeki metinlerin)i; Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir.
Ebu Dâvud ise, ikinci rivayeti nakletmiştir.
Tirmizî'nin rivayeti ise, Resulullah (s.a.v) bizi bir seriye içinde (bir yere) gönderdi" ifadesiyle başlayıp bu rivayet, (daha önceki rivayetlerin) benzeri konumunda olup bu rivayetin içerisinde, "okuyarak tedavi yapan kimsenin Ebu Saîd el-Hudrî olduğu" ve "Ebu Saîd el-Hudrî nin, Fatiha suresini yedi defa okuduğu ve (bu okuma karşılığında ona) otuz tane koyun verildiği" ifade edilmektedir. [37]
Yine Tirmizî, bu hadisi, başka bir rivayetinde, daha önce geçen (ikinci) rivayete benzer bir şekilde nakletmiştir.[38]
280. Abdullah ibn Ömer (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir: Resululiah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:
Hastalık bulaşması [39] ve (herhangi bir şeyi) uğursuzluğa yormak [40] yoktur.
Uğursuzluk [41] ancak üç şeydedir:
1. (Sert başlı) atta,
2. (İsyankar) kadında,
3. (Dar) evdedir. [42]
(Hadisin lafzı, Buhârî ile Müslim'e aittir.) [43] Konu ile ilgili bir rivayet ise ise şu şekildedir:
(Sahabiler,) Peygamber (s.a.v)'in yanında uğursuluktan bahsettiler. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v):
Herhangi bir şeyde uğursuzluk meydana gelseydi;[44]
1. (Dar) evde,
2. (İsyankar) kadında,
3. (Sert başlı) atta olurdu' buyurdu.[45]
Bu hadis(in bu şekildeki metnin)i; Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir. Müslim'in konu ile ilgili rivayeti ise şu şekildedir:
(Yani uğursuzluk) varsa;
1. (İsyankar) kadında,
2. (Sert başlı) atta,
3. (Dar) meskendedir. [46]
281. Ebu Katâde el-Hâris b. Rib'î el-Ensârî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
"Ebu Katâde, Peygamber (s.a.v)'in sahabilerinden ve süvarilerinden idi. O şöyle dedi:
Resulullah (s.a.v)'i:
Rüya, Allah tarafından dır. Hulm ise, Şeytandandır. Sizden birisi hoşlanmayacağı bir hulm gördüğü zaman, uyanınca hemen sol tarafına tükürüp Şeytandan Allah'a sığınsın. Böylece Şeytan ona zarar veremez!' buyururken işittim. [48] (Birinci rivayet)
(Hadisin lafzı, BuhârTye aittir.) [49]
Konu ile ilgili bir rivayette ise, Ebu Seleme şöyle der:
Ne zaman rüya görsem, bu rüya bent hasta ediyordu. Nihayet Ebu Katâde'nin şöyle dediğini işittim:
Ne zaman rüya görsem, bu rüya beni hasta ediyordu. Nihayet peygamber (s.a.v)'i:
Salih rüya, Allah'tandır. Kötü rüya ise, [50] Şeytandandır. Sizden birisi (rüyasında) sevdiği bir şey görürse, onu, sevdiği bir kimseden başkasına söylemesin. Hoşlanmadığı bir şey görürse, sol tarafına üç defa tükürsün. Şeytanın ve rüyanın kötülüğünden Allah'a sığınsın. O (kötü rüyayı) hiç kimseye söylemesin. Çünkü o kötü rüya, kendisine (asla) zarar vermez' buyururken işittim. [51] (İkinci rivayet) Ebu Seleme derki:
Doğrusu ben, üzerime dağdan daha ağır gelen rüyaIar) gördüğüm olurdu. Bu hadisi işittikten sonra, artık bu rüya(Iara) aldırmıyordum. [52] Tirmizî ise, bu hadisi, birinci rivayete benzer şekilde nakletmistir. Ebu Dâvud ise, ikinci rivayetin bir kısmını nakletmistir. Yine Müslim'in konu ile ilgili başka bir rivayetinde, Ebu Seleme der
(Kötü) rüya(lar) görüyordum. Ondan sıtmalanıyor, yalnız örtünmüyordum. Nihayet Ebu Katâde'ye rastladım. (Gördüğüm) bu (kötü rüyala)n ona anlattım. Bunun üzerine Katâde şöyle dedi:
Resulullah (s.a.v)'i:
Rüya, Allah'tandır. Hu im ise, [53] Şeytandandır. Sizden birisi (rüyasında) hoşlanmadığı bir düş görürse, sol tarafına üç defa tükür-sün.[54] Onun kötülüğünden Allah'a sığınsın. Çünkü o düş kendisine kendisine (asla) zarar vermez' buyururken işittim.[55]
282. Hz. Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir: Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:
"Kur'anfı okuma)da maharetli olan kişi» 'sefere1 (denilen) kerîm ve itaatkar peygamberlerle/meleklerle beraberdir. [57] Kendisine zor gel diği halde kekeleyerek Kuran okuyan kimseye ise iki katdır.[58]
Bu hadis(in bu şekildeki metnin)i; Buhârî İle Müslim rivayet etmiştir.
Ebu Dâvud ile Tirrnizînin rivayetinde ise, Kur'an okuyan ve bu hususta maharetli olan kişi" ifadesi yer alıp "kekeleyerek" ifadesi yer almamaktadır. Yine Ebu Davud'un rivayetinde, "Kendisine zor geldiği halde" ifadesi yer almaktadır.[59]
283. Ebu Mûsâ el-Eş'arî (r.a)'tan rivayet edilmiştir: Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:
(Devamlı) Kur'an okuyan [60] mümin; kokusu hoş, tadı güzel bir portakal gibidir.
(Devamlı) Kur'an okumayan mümin de; tadı güzel, kokusu olmayan hurma gibidir.
Kur'an okuyan münafık kimse İse; kokusu güzel, tadı acı olan fesleğen gibidir.
Kur'an okumayan münafık kimse ise; tadı acı, kokusu olmayan Ebu Cehil karpuzu gibidir. [61]
(Hadisin lafzı, Buhârî ile Müslim'e aittir.) [62]
Konu ile ilgili bir rivayette ise; (arka arkaya) iki yerde Günahkar kimse, gibidir" ifadesi yer almaktadır.[63]
Yalnız Tirmizî, Ebu Cehil karpuzu" hakkında: Kokusu acı" ifadesini kullanmaktadır. [64]
284. Ebu Mes'ud el-Bedrî2911 (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
Resulullah fs.a.v) şöyle buyurmaktadır:
"Kim bir gecede Bakara Sûresinin son iki ayetini okursa, [65] bu ona yeterlidir. [66]
(Hadisin lafzı, Buhârî ile Müslim'e aittir.) [67]
285. Berâ b. Âzib (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
Resulullah (s.a.v); yüz (güzelliği) bakımından insanların en güzeli ve ahlak yönünden ise [69] (insanların) en güzeli idi. (Boyu,) fazla uzun ve kısa değildi.[70] (Birinci rivayet)
(Hadisin lafzı, Buhârî ile Müslim'e aittir.) [71] Konu ile ilgili bir rivayet ise şu şekildedir:
Peygamber (s.a.v); orta boylu, omuzlarının arası geniş, kulaklarının yumuşağına inecek kadar gür saçlı idi. (Bir defasında) Peygamber (s.a.v)'i kırmızı bir elbise içerisinde gördüm. Ben, Peygamber (s.a.v)'den daha güzel hiçbir şey görmedim. [72] (İkinci rivayet)
Yine konu ile ilgili bir rivayet ise şu şekildedir:
"Ben, (bir defasında) kırmızı (ve yeşil çizgili) bir elbise içerisinde [73] Peygamber (s.a.v)'den daha güzel hiçbir kimseyi görmedim.
Arkadaşlarımın bazısı, (hocam) Mâlik ibn İsmail'den (naklen): 'Peygamber (s.a.v)'in saçı, (sarktığı zaman) omuzlarına yakın (bir yerek kadar) inerdi1 demişlerdir.
Ebu İshâk'da: 'Ben, bu hadisi, Berâ' b. Azib'ten bir çok defa rivayet ederken işittim. O, bu hadisi, her rivayet edişinde muhakkak güldü' demiştir. [74]
Yine konu ile ilgili başka bir rivayette ise şu ifade yer almaktadır:
"Saçı, kulaklarının yumuşağına inecek kadar çok idi. [75]
Bu hadis(in bu şekildeki metinlerin)i; Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir.
Ebu Dâvud, ikinci rivayeti nakletmiştir.[76]
Nesâî'nin [77] konu ile ilgili bir rivayeti şu şekildedir:
Ben, bir defasında kırmızı ve yeşil çizgili bir elbise içerisinde, saçı omuzlarına yakın [78] olan(Iar) arasında Peygamber (s.a.v)'den daha güzelini (hiç) görmedim. Çünkü Resulullah (s.a.v)'in saçı, omuzlarına inecek kadar idi.[79]
Yine Nesâfnin konu ile ilgili başka bir rivayeti ise şu şekildedir;
Resuluilah (s.a.v); yiğit, orta boyİu, omuziarınm arası geniş, sakalı sık ve alyanakli idi. Saçı, kulaklarının yumuşağına kadar inerdi. [80] Onu, (bir defasında) kırmızı bir elbise içerisinde gördüm. (Daha önce) ondan daha güzelini (hiç) görmedim.[81]
Tirmizî, ise bu hadisi şu şekilde rivayet etmiştir:
Ben, kırmızı bir elbise içerisinde, saçı omzuna kadar yakın olan(lar) arasında Resuluilah (s.a.v)'den daha güzelini (hiç) görmedim. Onun, omuzlarına (kadar) inen saçı vardı. İki omzunun arası genişti. (Boyu,) uzun ve kısa değildi.[82]
286. Ebu Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:
Sahabilerime sövmeyin! Eğer sizden birisi, (sadaka olarak,) Uhud dağı kadar altın dagıtsa, (dağıtılan) bu (altın), onlardan birinin bîr müdd(Iük sadakasının sevab)ına yada yarısına ulaşamaz. [84]
Yine konu ile ilgili bir rivayet şu şekildedir:
Hâlid b. Velîd ile Abdurrahmân ibn Avf arasında bir şey vardı. Hâlid, Abdurrahman ibn Avfa sövdü. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v):
Sahabilerimden kimseye sövmeyin! [85] Eğer sizden birisi, (sadaka olarak,) Uhud dağı kadar altın dağıtsa, (dağıtılan) bu (altın), onlardan birinin bir müdd(lük sadakasının sevab)ına [86] yada yarısına erişemez' buyurdu.[87]
287. Hz. Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
"Peygamber (s.a.v), vefatına doğru olan hastalığı sırasında (kızı) Fatıma'yı (yanına) çağırıp ona bir şeyler fısıldadı. Bunun üzerine Fa-tıma ağladı. Sonra (ağladığını görünce,) onu (tekrar) çağırıp ona (yine) bir şeyler fısıldadı. Bunun üzerine Fatıma güldü.
Fatıma'ya, bu (ağlaması ve gülmesinin sebebini) sorduk. Fatıma:
Peygamber (s.a.v), bana, vefat sebebi olan bu rahatsızlığı (sonunda ruhunun) alınacağını fısıldadı. Bunun üzerine ben de ağladım. Sonra bana, (tekrar) fısıldayıp ev halkından kendisine ilk kavuşanın ben olacağımı bildirdi. Bunun üzerine ben de güldüm. [88]
(Hadisin lafzı, Buhârî ile Müslim'e aittir.) [89] Konu ile ilgili bir rivayet ise şu şekildedir:
(Peygamber ölüm döşeğinde iken) Peygamber (s.a.v)'in hanımları, onun yanında idiler. Onlardan hiçbirini terk etmemişti. Derken Fatıma yürüyerek geldi. Yürüyüşü, Resulullah (s.a.v)'in yürüyüşünden farklı değildi.
Resulullah (s.a.v), Fatıma'yı görünce, onu hoşça karşılayıp:
Merhaba! Kızım' buyurdu.
Sonra onu sağına yada soluna oturttu. Sonra ona, bir şeyler fısıldadı. Bunun üzerine Fatıma aşın derecede ağladı. Onun ağlamasını görünce, (yanına çağırıp) ikinci defa ona bir şeyler fısıldadı, (Bu defa) Fatıma güldü.
Fatıma'ya:
Resulullah (s.a.v) kadınların arasından sır söylemek için seni seçti. Sonra da sen ağlıyorsun?' dedim.
Resulullah (s.a.v), (yanımızdan) kalktığı zaman Fatma'ya:
Kesulullah (s.a.v), sana ne söyledi?' diye sordum. Fatıma:
Ben, Resulullah (s.a.v)in sırrını açığa çıkaramam!' dedi. Resulullah (s.a.v) vefat edince, Fatma'ya:
Senin üzerinde olan hakkım namına yemin ediyorum ki, bana, Resulullah (s.a.v)'in sana ne söylediğini söyle!' dedim. Fatma:
İşte şimdi (olur). Evet! Birinci defa bana fısıldadığında Cebrail'in her sene kendisine bir yada iki defa Kuranı arzettiğini, bu kez ise iki defa arzettiğini haber verip:
Ben, ecelimin yaklaştığını görüyorum. Allah'tan kork! Sabret! Çünkü ben, senin İçin ne iyi öncüyüm!' buyurdu.
Ben de gördüğün şekilde ağladım. Benim ağladığımı görünce, bana tekrar fısıldayıp:
Ey Fatıma! Mü'minlerin kadınlarının hanımefendisi yada bu ümmetin kadınlarının hanım efendisi olmak istemez misin! [90] buyurdu. Ben de gördüğün şekilde güldüm' dedi. [91]
Yine konu ile ilgili başka bir rivayette, Hz. Aişe şöyle der:
(Peygamber ölüm döşeğinde iken) Peygamber {s.a.v)'in hanımları (onun yanında) toplandı. Onlardan hiç birini terk etmemişti. Derken Fatıma yürüyerek geldi. Onun yürüyüşü, Resulullah (s.a.v)'in yürüyüşü gibi idi. (Resulullah, Fatma'yı görünce, ona:) [92]
Merhaba! Kızım' buyurdu.
Sonra onu sağına yada soluna oturttu. Sonra ona, bir şeyler fısıldadı. Bunun üzerine Fatıma ağladı. (Onun ağlamasını görünce, onu tekrar yanma çağırıp ikinci defa) ona (bir şeyler) fısıldadı. (Bu defa) Fatıma güldü.
Fatıma'ya:
Niye ağlıyorsun?' dedim. Fatıma:
Ben, Resulullah (s.a.v)'in sırrını açığa çıkaramam!' dedi. Ben de:
Bugünkü kedere daha yakın bir sevinç görmedim1 dedim. Ağladığı zaman Fatıma'ya:
Resulullah (s.a.v) konuşmak için bizi bırakıp seni seçti. Sonra (bir de) ağlıyorsun1 dedim ve (Resulullah'm) ona ne söylediğini sordum. (Yine) Fatıma:
Ben, Resulullah (s.a.v)'in sırrını açığa çıkaramam!' dedi. Nihayet Resulullah (s.a.v) vefat edince, Fatıma'ya (tekrar aynı soruyu)
sordum. Bunun üzerine Fatıma:
(Birinci defa bana fısıldadığında) Cebrail'in her sene kendisine bir defa Kur'an arzettiğini, bu sene iki defa Kuranı arzettiğini, bu kez ise iki defa arzettiğini haber verip:
Ben, ecelimin yaklaştığını görüyorum. Ailemden bana ilk katılacak olan sensin! Ben, senin için ne İyi öncüyüm! buyurdu.
Ben de bunun için ağladım. (Ağladığımı görünce,) bana (ikinci defa) tekrar fısıldayıp:
Müminlerin kadınlarının hanımefendisi yada bu ümmetin kadınlarının hanım efendisi olmak istemez misin!' buyurdu.
Ben de bunun için güldüm, dedi. [93]
Bu hadis(in bu şekildeki metinlerin)i; Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir.
Tirmİzî'nin konu ile ilgili rivayetinde ise, Hz. Aişe şöyle der:
Şekil, hal ve tavır bakımından gerek kalkışında ve oturuşunda, Resulullah (s.a.v)'e, ResuluIIah (s.a.v)'in kızı Fatıma'dan daha çok ben-r zeycn hiç kimse görmedim,
Fatıma, Peygamber (s.a.v)'in yanma girdiği zaman, Peygamber (s.a.v) ona doğru ayağa kalkar, [94] onu öper ve kendi yerine oturturdu.
Peygamber (s.a.v)'de, Fatıma'nın yanma girdiği zaman, Fatıma, oturduğu yerden kalkar, Peygamber (s.a.v)'i öper ve onu kendi yerine oturturdu.
Peygamber (s.a.v) (ölümüne doğru) hastalanınca, Fatıma (onun yanına) girip eğilerek Peygamber (s.a.v)'i öptü ve sonra başını kaldırıp ağladı. Sonra (tekrar) Peygamber (s.a.v)'e eğildi ve sonra başını kaldırıp güldü. Bunun üzerine ben, (kendi kendime):
Fatıma'yı, kadınlarımızın en akıllılarından zannederdim. (Fakat) o (sıradan) kadı nl ardan mı ş dedim.
Peygamber (s.a.v) vefat edince, Fatıma'ya:
Söyler misin, Peygamber (s.a.v)'e eğilip sonra başını kaldırdığın zaman ağlamış ve daha sonra (tekrar) eğilip başını kaldırdığın zaman gülmüştün. Seni, bunu yapmaya sevk eden (sebep) ne idi?1 diye sordum. Fatıma:
Ben boşboğaz bir kadının kulağıyım. Peygamber (s.a.v), bana, (ilk önce) bu rahatsızlığının sonun)da öleceğini bildirdi. Bunun üzerine ben de ağladım. Sonra bana, ev halkından kendisine en çabuk kavuşacak olanın ben olduğumu bildirdi. İşte bu da, gülmemin (sebebi) idi diye cevap verdi. [95]
Ebu Dâvud ise, bu hadisi, Tirmizî'nin Fatıma, Peygamber (s.a,v)'İ oturduğu yere oturturdu" ifadesine kadar rivayet etmiştir. [96]
288. Hz. Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir: "Resulullah (s.a.v), bir gün, bana:
Ey Aişe! Şu (yanımdaki) Cebrail sana selam söylüyor!' buyurdu. Ben de:
Selam, Allah'ın rahmeti ve bereketleri onun üzerine olsun!' dedim.
Aişe, (sözüne devamla,) Resulullah (s.a.v)'i kast ederek: 'O, benîm göremediğimi görüyordu1 dedi. [98]
Bu hadis(in bu şekildeki metnin)i; Buhârî, Müslim, Tirmizî ile Nesâî rivayet etmiştir.
Ebu Dâvud ile Tirmizî'nin rivayetinde şu ifade yer almaktadır:
Ben de: 'Selam ve Allah'ın rahmeti onun üzerine olsun!' dedim. [99] Nesâî'nin bir rivayetinde ise, Hz. Aişe şöyle der:
Ben, Resulullah (s.a.v) ile birlikte iken, Allah, Peygamber (s.a.v)'e vahyetti. Hemen (onun yanından) kalktım ve benim ile onun arasındaki kapıyı kapattım. Vahiyden sonra kendine gelince, bana:
Ey Aişe! Cebrail sana selam söylüyor! [100] buyurdu. [101]
289. Abdullah İbn Amr (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir:
"Bir adam, Peygamber (s.a.v)e gelip cihada (gitme) hususunda ondan izin istedi. Peygamber (s.a.v):
Senin annen-baban yaşıyor mu?' diye sordu. Adam:
Evet (var)' diye cevap verdi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v):
Öyleyse onların hizmetinde (bulunarak) cihad et!' buyurdu.[103] (Hadisin lafzı, Buhârî ile Müsalim'e aittir.) [104]
Müslim'in konu ile ilgili rivayeti ise şu şekildedir:
Bir adam, Peygamber (s.a.v)'e gelip:
Sana hicret ve cihad etmek üzere bey'at [105] ediyorum. Sevabı(nı) Allah'tan diliyorum' dedi. Bir adam, Peygamber (s.a.v): Annenle-babandan yaşayan biri var mı?' diye sordu. Adam:
Evet, ikisi de (yaşıyor)!' cevabını verdi. Peygamber (s.a.v):
Sevabını Allah'tan diler misin?' diye sordu. Adam:
Evet!' diye cevap verdi. Peygamber {s.a.v):
O halde hemen annenle-babana dön! [106] Onlarla olan sosyal ilişkini güzel yap!' diye cevap verdi.[107]
Ebu Dâvud ile Nesâî'nin konu ile ilgili rivayeti ise şu şekildedir:
Bir adam, Resuiullah (s.a.v)'e gelip:
Sana hicret etmek üzere bey'at etmek üzere geldim. Annemi ve babamı da, (arkamda) ağlıyor olarak bıraktım' dedi. Resuiullah (s.a.v):
O halde hemen annenle-babana dön! Onları ağlattığın gibi güldür! buyurdu.[108]
290. Abdullah ibn Mes'ûd (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
"Doğru olan ve doğruluğu (Allah tarafından) tasdik edilmiş olan Re-sulullah (s.a.v) bize şöyle buyurmaktadır:
Sizden birisinin yaratılış (maddesi) annesinin karnında kırk günde tamamlanır. Sonra (yaratılış maddesi olan sperm yine) bu şekilde (bu kırk günlük müddet içerisinde) kan pıhtısı halini alır. Sonra (yine) bu şekilde bir çiğnem (et) haline gelir. (Bu kırkar günlük üç merhaleden} sonra Allah, anne karnındakine dört kelime (yazması için) bir melek gönderir. Bunun üzerine melek, (bu çocuğun;) rızkını, ecelini, amelini, bedabaht mı, bahtiyar mı olacağını yazar. Sonra ona ruh üfürür. [110]
Kendisinden başka ilah olmayan Allah'a yemin ederim ki, şüphesiz ki sizden birisi cennet ehline ait ameller işler, o kadar ki cennet ile kendi arasında sadece bir arşın kadar (bir mesafe) kalır. Fakat (hakkındaki) yazgı önüne geçer de cehennem ehlinin amelini işler ve cehen-neme girer.[111]
Yine sizden birisi cehennem ehline ait bir amel işler, o kadar kî cehennem ile kendi arasında bir arşın kadar (bir mesafe) kalır. Fakat (hakkındaki) yazgı önüne geçer de cennet ehlinin amelini işler ve cennete girer.[112]
Bu hadis(in bu şekildeki metnin)i; Buhârî, Müslim, Ebu Dâvud ile Tirmizî rivayet etmiştir.
Bu rivayetin içerisinde, almaktadır.[113] yada bir arşın kadar" ifadesi yer
Konu ile ilgili olarak Rezîn'in naklettiği rivayet ise şu şekildedir:
Nutfe (=sperm) rahme düştüğü zaman, nutfe, rahimde kırk gün uçuşur.
Sonra (bu sperm, sonraki) kırk gün(lük müddet içerisinde) kan pıhtısı halini alır. Sonra (bu kan pıhtısı) kırk günflük müddet içerisinde) bir çiğnem (et) haline gelir. (Bu kırkar günlük üç merhaleden sonra) yaratılma işlemi tamamlandığında, Allah (ona) bir melek gönderip onu şekillendirir. Melek, iki parmağı arasında bir toprak getirip onu bir çiğnem (etle) karıştırır, sonra onu hamur haline getirir, sonra da emrolunduğu gibi (onu) şekillendirir. Sonra (bu melek, Allah'ın huzuruna gidip ona):
Erkek mi olsun, yoksa dişi mi? Bedbaht mı olsun, yoksa bahtiyar mı? Ömrü ne kadar olsun? Rızkı ne kadar olsun? Emaresi ne olsun? (Uğrayacağı) musibetler ne(ler) olsun?' der.
Yüce Allah'da (ona gereken şeyleri) söyier. Melek de, (Allah'ın söylediği bu şeyleri) yazar. (Zamanı geldiğinde) bu ceset öldüğü zaman, toprağın(ın) alındığı yere gömülür."
291. Ebu Mûsâ el-Eş'arî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
"Biz, bir seferde, Peygamber (s.a.v) ile birlikte idik. İnsanlar, açıktan tekbir alıyorlardı. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v):
Ey insanlar! Kendinize acıyın! 'Sizler, sağırı ve gaip olanı çağırmıyorsunuz Doğrusu siz, işiten yakın bir zata dua ediyorsunuz ki, o sizinle beraberdir [115] buyurdu.
(Ebu Musa sözüne devamla) der ki: Ben, Peygamber (s.a.v)'in arka-s nidaydı m ve "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh" (güç ve kuvvet ancak Allah'a mahsustur) diyordum. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v), (banahi taben):
Ey Abdullah b. Kays! Sana, cennet hazinlerinden bir hazine göstereyim mi?' buyurdu. Ben de:
Evet, ey Allah'ın resulü!' dedim. Peygamber (s.a.v):
Lâ havle ve Iâ kuvvete illâ billâh [116] (güç ve kuvvet ancak Allah'a mahsustur) de!' buyurdu. [117]
(Hadisin metni, Müslim'e aittir.) [118]
Konu ile ilgili bir rivayet ise şu ifade yer almaktadır:
Sizin dua etmekte olduğunuz (Allah), sizin her birinize binek (deves)inif1 boynundan daha yakındır. [119]
Bu hadis(in bu şekildeki metnin)i; Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir. Ebu Davud'un konu ile ilgili rivayeti ise şu şekildedir.
Peygamber (s.a.v) bir dağ yolunda (hadisin ravisi dedi ki:) yada bîr tö" pede (yol) al(ıp yürüjdü. Derken dağ yolunda (yada tepede) bir adamın ni dası duyuldu. Sesi, "Lâ ilahe illallâhu vallâhu ekber" (Allah'tan başk ilah yoktur, Allah en büyüktür) (giderek) yükseldi. O sırada Resulullah (s.a.v) katırının üzerinde idi. (Sesin bu kadar yüksek olmasının anlamsızlığını b^' lirtmek için):
Sizler, sağırı ve gaip olanı çağırmıyorsunuz!1 buyurdu. Sonra (Ebu Musa el-Eş'arî'ye hitaben):
Ey Ebu Musa yada ey Abdullah (b. Kays}! Sana, cennet haz»' nelerinden bir hazine göstereyim mi?' buyurdu. Ben de:
Evet, ey Allah'ın resulü!' dedim. Peygamber (s.a.v):
Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh' (güç ve kuvvet ancak mahsustur) de! Buyurdu.[120]
Yine Ebu Davud'un, Buhârî ile Müslim'in bir rivayetine uygun başka bir rivayeti daha var. [121]
Tirmizî ise bu hadisi kısa bir şekilde rivayet etmiştir. Lafız, birbirine yakındır.
292. Hz. Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir: Peygamber (s.a.v) şöyle dua ederdi:
"Allâhumme innî eûzu bîke mine'I-keseli ve'I-heremi ve'I-mesemi 'el-mağrami ve min fitneti ]- kabri ve azâbi 1-kabri ve min fitnetin-nâri re min şerri fitneti 1-ğınâ. Ve eûzu bike min fitneti'l-fakri ve eûzu bike nin fitnetil-Mesihi'd-Deccâli. Allahumme'ğsil annî hatâyâye bi-mâi's-ielci ve'I-beradi ve nakkı kalbî mine 1- hatâya kemâ nakkaytes-sevbel-ibyâde mine'd-denesi. Ve bâid beynî ve beyne hatâyâye kemâ bâadte teyne'I- meşrıkı ve'1-mağribi [122] (Allahım! Tembellikten, (bunaklık derecesinde) ihtiyarlıktan, günahtan, korkaklıktan, kabir sorgusundan ve kabir azabından, (cehennem) ateşi fitnesinden ve azabından, zenginlik gururunun şerrinden Sana sığınırım.
Fakirlik fitnesinden de Sana sığınırım. Mesih Deccâl'in fitnesinden de Sana sığınırım.
Ali ahi m! Günahlarımın kirini) benden kar ve buz suyuyla yıka! Kalbimi de, beyaz elbiseyi kirden temizlediğin gibi, günahlardan temizle! Benim ile günahlarımın arasını da doğu ile batı arasını uzaklaştırdığın gibi uzaklaştır.) [123] (Hadisin lafzı, Buhârî'ye aittir.) [124]
Konu ile ilgili kısa bir rivayette ise Hz. Aişe şöyle der:
Resulullah (s.a.v)'i, namaz kılarken, Deccâl'in fitnesinden (Allah'a) sığındığını işittim. [125]
Bu hadis(in bu şekildeki metinlerin)i; Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir.
Tirmizî ise bu hadisi(n içerisinde yer alan ifadeleri), ileri ve geri almak suretiyle rivayet etmiş, bu rivayetin, içerisine günah" ifadesini ise; korkaklık" ifadesinden önce ve beyaz elbiseyi kirden (temizlediğin gibi)" ifadesinden sonra ilave etmiştir. [126]
Nesâî ise, bu hadisi, Tirmizî'nin naklettiği rivayete benzer şekilde rivayet etmiştir. [127]
Ebu Davud'un konu ile ilgili rivayeti ise şu şekildedir:
"Peygamber (s.a.v) şu sözlerle dua ederdi:
Allahümme innî eûzu bike min fitneti'n-nâri ve azâbi'n-nâri ve min şerriğınâ ve'fakri
(Allahım! (Cehennem) ateşinin fitnesinden ve azabından, zenginlik ve fakirliğin şerrinden Sana sığınırım) [128]
Nesâî'nin konu ile ilgili başka bir rivayeti ise şu şekildedir:
Peygamber (s.a.v), kabir azabından ve Deccâl'in fitnesinden (Allah'a) sığınıp:
Sizler, kabirlerinizde imtihana çekileceksiniz1 buyururdu. [129]
Yine Nesâî'nin konu ile ilgili diğer bir rivayetinde, Resululîah (s.a.v) şöyle dua etmektedir:
"Cebrail, Mikail ve İsrafil'in Rabbi Allahım! (Cehennem) ateşinin sıcağından ve kabir azabından Sana sığınırım! [130]
293. Enes b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:
"Sizden birisi, başına gelen bir zarardan dolayı kesinlikle ölümü istemesin. İstemekten başka çaresi yoksa o zaman:
Allahım! Benim için hayat hayrlı ise beni yaşat. Benim için ölüm daha hayrlı ise canımı al!' desin.[131]
(Hadisin lafzı, Buhârî ile Müslim'e aittir.) [132] Konu ile ilgili bir rivayette, Enes şöyle der:
"Resulullah (s.a.v):
Sakın sizden birisi ölümü temenni etmesin buyurmasaydı, ben ölümü temenni [133] ederdim. [134]
294. Ebu Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:
"Siz, ayakkabıları kıldan (yapılmış) bir kavimle savaşma d ıkça kıyamet kopmayacaktır ve siz, yüzleri kılıflı kalkanlar gibi olan bir kavimle savaşmadıkça kıyamet kopmayacaktır.[135] (Birinci rivayet)
(Hadisin lafzı, Buhârî'ye aittir.) [136]
Süfyân (ibn Uyeyne), bu hadise; Ebu Hureyre'den naklen şunu ilave yapmıştır: der ki:
Gözleri küçük, burunları yassı, yüzleri kılıflı kalkanlar gibi olan....[137]
Konu ile ilgili bir rivayet İse şu şekildedir:
Sizler), kıyametin önünde, ayakkabıları kıldan (yapılmış) bir kavimle savaşacaksınız. Yüzleri kılıflı kalkanlar gibidir. Yüzleri kırmızı, gözleri küçüktür.[138] (İkinci rivayet)
Bu hadis(in bu şekildeki metinlerin)i; Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir. Yine Buhârî'nin, Kays b. Ebi Hâzim'den yaptığı rivayet ise şu şekildedir:
Biz, Ebu Hureyre (r.a)'(ın yanm)a geldik. Ebu Hureyre dedi ki:
Ben, Resulullah (s.a.v) ile (sıkı bir şekilde) üç yıl beraber bulundum. Ömrümde bu yıllar kadar, söylerken kendisinden işittiğim hadisi ezber etmeye hırslı olmamışım dır. Resulullah (s.a.v) eliyle işaret ederek:
Sizler, kıyametin önünde, ayakkabıları kıldan (yapılmış) bir kavimle savaşacaksınız. İşte o, (arzın boş yerinde) ortaya çıkacak (olan bir kavim)dirr buyurdu.
(Hadisin ravisi) Süfyân bir defasında: 'Bunlar, Ehlu'l-Bâzir, yani Farshlar'dır. [139]
Yine Buhârî'nin konu ile ilgili bir rivayetinin sonunda şu ilave yer almaktadır.
İnsanların en İyilerinden bir kısmını, emir (devlet başkanı/yönetici) oluncaya kadar şu idare (=devlet başkanlığı/yönetim) konusunda (bu emirliği) arzu etmeyen kimseler (olarak) bulursunuz, insanlar, madenler (gibi)dir. (Kimi halis, kimi karışıktır.) Onların cahiliyette hayrlı olanları İslam (döne-min)de de hayrlı kimselerdir. Sizden birisinin üzerine öyle bir zaman gelecek ki, onda beni görmesi, ona kendisinin bir kat daha ailesi ve malı olmasından daha sevimli olacaktır.[140]
Yine Buhârî'nin konu ile ilgili başka bir rivayetinde, Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:
"Sizler, Arap olmayan (topluluk)lardan olan Hûz ve Kirman (halkıyla) [141] savaşmadıkça kıyamet kopmayacaktır. Onların yüzleri kırmızı, burunları basık, gözleri küçük, yüzleri kılıflı kalkanlar (gibi)dir, ayakkabıları kıldan yapılmıştır. [142]
Müslim'in konu ile ilgili rivayeti ise şu şekildedir:
Müslümanlar; yüzieri kılıflı kalkanlar gibi olup kıl elbise giyen ve kıl (ayakkabı) içinde yürüyen bir kavim olan Türklerle savaşmadikça[143]kıyamet kopmayacaktır.[144] (Son rivayet)
Ebu Dâvud ise birinci [145] ile son rivayeti [146] nakletmiştir. Tirmizî ise birinci rivayeti nakletmiştir.
Ebu Dâvud ile Nesâî, son rivayeti nakletmiştir. Yalnız Ebu Dâvud, Kıl (ayakkabı) içinde yürürler" ifadesini nakletmem iştir.
295. Hz. Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
"Kureyş ile onlann dininde bulunan kimseler, Müzdelife'de vakfe yaparlardı. Onlara, Hums' denilirdi. Diğer Arap (kabile) I eri ise, Arafat'ta vakfe yaparlardı. [147] İslam gelince, yüce Allah, Peygamber (s.a.v)'e; Arafat'a giderek orada vakfe yapmasını, sonra oradan hareket etmesini emretti. İşte bu, Yüce Allah'ın; "Sonra insanların (sel gibi) aktığı yerden siz de akın edin [148] ayeti kelimesidir. [149]
(Hadisin lafzı, Buhârî ile Müslim'e aittir.) [150]
Yine konu ile ilgili başka bir rivayette, Urve ibnü'z-Zübeyr (r.anhümâ) şöyle der:
İnsanlar, cahiliye (dönemin)de Hums hariç, (Beyrullah'i) çıplak olarak tavaf ederlerdi. Hums ise Kureyş (kabilesi) ile onlann çocuklarıdır. ArapkabiIeleri, Hums'un, kendilerine elbise vermesi dışında (Beytullah'ı) çıplak olarak tavaf ederlerdi. (Hums'tan olan kimselerden) erkekler erkeklere ve kadınlar da kadınlara (elbise) verirdi. Hums, Müzdelife'den çıkmazlardı. (Hacca gelen) insanların hepsi ise, Arafat'a ulaşırlardı.
(Hadisin ravisi) Hişâm (b. Urve) der ki: Babam (Urve), bana, Aişe'nin şöyle dediğini haber vermiştir:
Hums, haklarında, Allah'ın; "Sonra insanların (sel gibi) aktığı yerden siz de akın edin [151] ayetini indirdiği kimselerdir.
(Aişe sözüne devamla) der ki: (Diğer) insanlar Arafat'tan akın ederlerdi. Hums'da, Müzdelife'den akın edip:
Biz ancak Harem'den akın ederiz' derlerdi.
"Sonra insanların (sel gibi) aktığı yerden siz de akın edin [152] ayeti inince, Arafat'a döndüler.[153]
Buhârî ile Müslim, ikinci rivayeti, tek başlanna nakletmişlerdir.
BUHARI, Muhammed b. İsmail, SahîhuV-Buhârî, Çağrı Yayınları, İstanbul 1992
ÇEKER, Doç. Dr. Orhan, Fıkıh Dersleri 1, Seha Neşr. İstanbul 1994
DAVUDOGLLJ, Ahmed, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, Sönmez Yayınları, İstanbul 1978
DERVEZE, İzzet, Kur'anu'l-Mecîd, Ekin Yayınlan, İstanbul 1997 HAVVA, Said, el-Esas-ı fü-Tefsir, Şamil Yayınevi, İstanbul 1989 İslam Akaidi, Aksa Yayın, İstanbul 1996
HEYET, İlmihal, T.D.V, İstanbul 1999
HEYET, İslam Ansiklopedisi, T.D.V., İstanbul 1997
HEYET, Şamil İslam Ansiklopedisi, Akit Gazetesi, İstanbul 2000
İBN HANBEL, Ahmed, Müsned-u Ahmed b. Hanbel, Çağrı Yayınları, İstanbul 1992
İBN KUTEYBE, Hadis Müdafaası, çev. Hayri Kırbaşoğlu, Kayıhan yayınlan, 2. baskı, İstanbul 1989
İBN MÂCE, Muhammed b. Yezîd, Sünen-u İbn Mâce, Çağrı Yayınlan, İstanbul'1992
KARAMAN, Prof. Dr. Hayreddin, Günlük Hayatımızda Helaller ve Haramlar, İz yayıncılık, İst. 2003 islam'ın Işığında Günün Meseleleri 2, İz Yayıncılık, İstanbul
HATİPOGLU, Haydar, Sünen-i İbn Mâce Tercüme ve Şerfifclfr man Yayınları, İstanbul 1982
KERİMOĞLU, Yusuf, Emanet ve Ehliyet, Ölçü Yayınlan, b# 1985
MİRAS, Kamil, Sahîh-i Buharı Muhtasarı Tecrid-i Sarîh Teras * Şerhi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 1991
NESAI, Ahmed b. Şuayb Ebu Abdurrahman, Sünen-uMfi Müctebâ), Çağrı Yayınları, İstanbul 1992
Sünenü'I'Kübrâ, Dâru'l-Kütübi'I-İlmiyye, Birinci Bask. 1991
Amelü'l-Yevm ve'I-Leyl, Müessesetü'r-Risâle, 1 cilt, Beyrut 1406
ÖZEL, Dr. Ahmed, İslam Hukukunda Ülke Kavramı, İklim baskı, İstanbul 1991
TAHÂVÎ, Ebû Ca'fer Ahmed b. Muhammed el-Hanefî, Âsâr, Kahire 1968
[1] Edeb: Bir toplumda örf, adet
ve kural halini almış iyi tutum ve davranışlar veya bunları kazandıran
bilgilerdir.
Başta Kur'an-ı Kerim ve hadis külliyatı olmak üzere, bütün bu ve
benzeri kaynaklarda yüksek bir ahlaka ulaşmanın şartlarına ve kuralların,
dolayısıyla gerçek müslüman kimliğinin ölçülerine
yer verilmiştir.
İslam kültüründe "edeb" terimi,
erken dönümlerden itibaren dinî literatürde geniş bir kullanım alanı
bulmuştur. Buhârî (ö. 256/870)'nİn
"Câmiu's-Sahîh"i gibi diğer bir çok hadis
mecmuasında "Edeb" bölümleri yer
almaktadır. Daha sonraları Edeb ile ilgili birçok
kitaplar yazılmıştır, (ç)
[2] Teknolojik ve cerrahî tıptaki gelişmelere paralel
olarak günümüzde giderek yaygınlık kazanan ve tedaviden ziyade vücudun dış
görünüşünü güzelliştirmeyi amaçlayan estetik
ameliyatlar hakkında, klasik fıkıh literatüründe özel bir açıklamanın
bulunmayışı gayet doğaldır. Ancak vücuda yapılan estetik veya tıbbî
müdahalelerle ilgili söz konusu hadislere ilave olarak sünnette ve fıkıh
literatüründe yer alan bazı açıklamalar bu konuya ışık tutacak niteliktedir.
Hz. Peygamber (s.a.v) döneminde Urfece
adlı sahabinin savaşta burnu kopmuş, yerine gümüşten sun'i bir burun yaptırmıştı. Ancak bu gümüş burnun koku
yapması üzerine Hz. Peygamber {s.a.v), bu sahabinin altından burun yaptırmasına izin verdi (Tirmizî, Ubâs 31). Burada
Allah'ın yarattığı şekii değiştirme değil, ihtiyacın
bulunması ve tedavi amacı söz konusudur.
Klasik dönem fakihlerinin muhtemel ve farazi olaylar üzerine yaptığı açıklamalr dikkate alınırsa, onların vücut üzerinde
yapılacak tasarruflarda tedavi kastının, ihtiyaç veya zaruretin bulunmasını
esas aldıkları görülür. Nitekim doğuştan fazla bir uzvu, örneğin parmağı, dişi
kestirmeyi, şaşılık, zihinsel engellilik, yanıklar, yaratıldığı hal ve şekli
değiştirme değil, hilkate, normale dönüş ve bir zararın izalesi olarak
değerlendirdiklerinden bu tür tedavi amaçlı müdahaleleri caiz görürler.
Halbuki günümüzde
oldukça yaygın olan estetik cerrahî müdahalelerin önemli bir kısmı; burun,
çene, kulak, gogüs, bacak gibi organların daha güzel
görünüp sahibini daha genç göstermeyi sağlama gayesine matuftur. Yaşlanma ile
ciltte meydana gelen kırışıklıkların giderilmesi, yüz cildinin gerilmesi, vücut
yağlarının ameliyatla alınması gibi estetik ameliyatlarda, tedaviden ziyade
estetik duygusu insanlar arasında daha genç ve güzel görünme gayesi hakimdir.
Vücut üzerindeki
tasarruflar, özellikle estetik cerrahî müdahalelerle ilgili olarak şu kural ve
ölçüler zikredilerek genel bir değerlendirme yapılabilir:
1. Vücut üzerinde tasarrufa, estetik cerrahî ve
müdahaleye ancak bir tür tedavi olarak tıbbî ihtiyaç ve zaruret halinde
başvurulmalı, bu ölçünün dışına çıkılmamalidır.
2. Daha kolay ve basit başka bir yol ve usulün
bulunmaması gerekir.
3. Gaye aslî yaratılışı değiştirmek olmamamh, doğuştan (^genetik olarak) taşıdığı özellik ve
şekli, yaşın ve tabiatın icabı meydana gelen gelişmeleri değiştirme kastı
taşımamalıdır.
4. Hile, aldatma ve yanlış anlamaya yol
açmamalı, böyle bir amaç taşımamalıdır.
5. Karşı cinse benzeme kastının bulunmaması
gerekir.
6. Müdahalenin yapılmasının galip zanna dayanan
bir yararı, yapılmamasının da fiilî ve halen mevcut bir zararı bulunmalıdır.
B.k.z: Komisyon, İlmihal, T.D.V., İstanbul 1999, 2/83-84 (ç)
[3] Haşr: 69/7
[4] Buhârî, Libâs 82, 84, 85;
Müslim, Ubâs 120 (2125); Ebu
Dâvud, Teraccüî 5 (4169); Tirmizî, Edeb 33 (2782); Nesâî, Zînet 23, 24; İbn Mâce, Nikâh 52 (1989); Ahmed b. Hanbel, 1/454
[5] Müslim, Libâs 120 (2125)
[6] Nesâî, Zînet
23
[7] İslam bilginleri, dövme yaptırmayı, Allah'ın yarattığı
şekil ve surette kalıcı değişiklik meydana getirdiği İçin caiz görmemişlerdir.
Bundan dolayıda hem yapanı ve hem de yaptıranı bu
eylemden kaçınmaları gerektiğini belirtmişlerdir. B.k.z: Komisyon, İlmihal,
T.D.V, 2/82 (ç)
[8] Kadına nispetle yüz, güzelliğin aynası ve odak
noktasıdır. Yaratılışın güzelliği de onda tezahür eder. Allah her şeyi olduğu
gibi yüzü de, ahenkli, dengeli ve mükemmel bir şekilde yaratmıştır. Gerek bu
anlayışın esas alınması ve gerekse de Hz. Peygamber
(s.a.v)'den rivayet edilen bazı hadisler sebebiyle, yüzdeki kılları yolmanın,
kaşları inceltme ve kirpikleri uzatmanın şer'i hükmü İslam alimlerini bir
hayli meşgul etmiştir. Konu ile ilgili yasaklamayı bildiren hadislerin, hangi
tür fiilleri kapsadığı İslam hukukçuları arasındas
tartışma konusu olmuştur.
Çoğunluğa göre;
kadının, kocası için ve onun izniyle yüzünde biten kılları alması, makyaj
yapması, hatta kaşını düzeltmesi/inceltmesi caiz olup hadisteki yasak, kadının
dışarı çıkmak için yüz kıllarını yolması ve kal aldırması ile ilgilidir.
Hadiste yasaklanan kıl
koparmayı; yüzde sonradan biten ve yüzü çirkinleştiren yüz kıllarını koparma
değil de, kaşları inceltmek yada yukarı kaldırmak İçin kaş kıllarını yolma
olarak anlamak daha doğru görünmektedir.
Hadiste, gerek saç
ekleme ve boyama ve gerekse de yüz kıllarını yolma hakkında gelen yasak;
yaratılışı değiştirme, insanları aldatma, farklı görünme gibi gayelerle yapılan
sun'i müdahalelerle ilgilidir. Yoksa saçları bitmeyen
veya anormal bir şekilde dökülen kimsenin, erken yaşta saçı ağaran,
yüzü/vücudu anormal bir şekilde kıllanan çocuğun
tıbbî müdahale ile, ilaçla veya ameliyatla tedavi olup normal bir yapıya
kavuşturulmasında bir sakıncanın olmadığı açıktır.
Günümüzde yanlış ve
bilinçsiz bir şekilde kullanılan ilaçların, tabiat dengesindeki bozuklukların
vücudun hormonal dengesini de bozduğu ve bazen bu tür
tedavi ve müdahaleleri kaçınılmaz kıldığı aşikardır.
B.k.z: Komisyon, İlmihal, T.D.V., İstanbul 1999, 2/81-82 (ç)
[9] Nesâî, Zînet
24
[10] Nesâî, Zînet
26
[11] Muhallil; Hulİeci koca demektir. Dolayısıyla Muhallil;
üç talakla boşanmış bir kadının,
boşayan kocasına helal
olması niyetiyle veya boşamak şartıyla o kadınia
evlenen adama denilir.
Muhallel
leh: Kendisi için hülle yapılan koca. Buna göre kendisi İçin bu iş yapılan kadının
eski kocası, sözde boşadiği kadın, başka bir adamla
evlendirilmek suretiyle onun İçin helal kılındığından ona bu ad verilmiştir,
(ç)
[12] Nesâî, Talâk 13
[13] Bazı İslam bilginleri, konu ile ilgili sahabe arasında
meydana gelen olayların ve taleplerin hepsini dikkate alarak hadislerdeki
yasağı; Allah'ın yarattığı şekli değiştirme ve insanları aldatma illetine
dayandırarak saça saç eklemeyi ve dökülmüş saçın yerine başkasının saçını
takmayı caiz görmezler.
Çoğunluk ise,
hadislerdeki yasağı; insanın herhangi bir parçasını kullanmanın insanoğluna
hürmeten caiz olmayışı illetine dayandırarak insan saçı haricinde ipek, İplik,
yün gibi şeylerden peruk yapmayı caiz görmüşlerdir. Yalnız dinen necis sayılan kıl ve tüylerden yapılan peruğun
kullanılmasının ise caiz olmadığı belirtilmiştir.
Hadiste, kadınlara vurgu yapılması, o zaman da bu tür uygulamaları
kadınların yapmasından kaynaklanmaktadır. Yoksa hüküm, hem erkekler ve hem de
kadınlarla ilgilidir, (ç)
[14] Buhârî, Libâs 83, 85, 87;
Müslim, Libâs 119 (2124); Ebu Dâvud,
Teraccül 5 (4168); Tirmizî,
Edeb 33 (2783); Nesâî,
Zînet23; İbn Mâce, Nikâh 52
(1987); Ahmed b. Hanbel,
2/21
[15] Buhârî, Edeb
31, 85; Müslim, Lukata 14-16 (48); Ebu Dâvud, Efİme
5 (3748); Tirmizî, Bİrr 43
(1967, 1968); Nesâî (el-Kübrâ),
Dm, 3/430 (5846); İbn Mâce,
Edeb 5 (3675); Ahmed b. Hanbel, 6/385
[16] Buhârî, Edeb
31; Müslim, Lukata 14 (48)
[17] Müslim, Lukata 15 (48)
[18] Ebu Davud'un
sarihi Sehârenfûrî (ö. 1346/1927}'ye göre, misafirin
ağırlanma müddetiyle ilgili bu hadis üç şekilde tefsir edilmiştr:
1. Misafire bir gün bir
gece özel olarak hazırlanan yemekler sunmak suretiyle ikramda bulunulmalı. İşte
hadisin metininde geçen caize (=hediye)den maksat, budur. Eğer bu caize,
misafire sunulmazsa ona ikram etmiş olunmaz. Fakat misafire hergünkü
yenilen mutad yemeklerden yedirilmeli. O zaman evde
üç gün misafir edilir. Onu bu şekilde üç gün misafir etmekle misafire İkram
erme görevini yerine getirilmiş olunur.
2. Misafire üç gün üç gece misafir ettikten
sonra ona yolculuğunda bir gün bir gece yetecek şekilde özel bir yemek
hazırlayıp azığına konulmalı. İşte onun caizesi budur. Bu yapılmadığı takdirde
misafire ikram edilmiş olunmaz.
3. Ev sahibi olarak bir gün bir gece misafirle
çok yakından ilgÜenİlmeli. Ona özel hazırlanmış
yemekler sunmakla ve sohbetinde bulunmakla ağırlanmaya çalışılmalı. İşte onun
caizesi budur.
Bundan sonraki iki gün içinde İse onun İçin mükellef sofralar sunulmaya
gerek yoktur. Mutad yemekler sunmakla yetinilebilir. Misafire karşı görev bu şekilde yerine
getirilmiş olunur. Bu, İmam Mâlik'İn görüşüdür, (ç)
[19] Müslim, İman 77 (48)
[20] Ebu Dâvud,
Efime 5 (3748)
[21] Ebu Dâvud,
Efime 5 (3748)
[22] Buhârî, Edeb
127; Müslim, Zühd 53 (2991); Ebu
Dâuud, Edeb 94 (5039); Tirmizî, Edeb 4 (2742); Nesâî, Amelü'1-Yevm ve'1-Leyl, 1/239 ( H.No: 222); İbn Mâce, Edeb 20 (3713); Ahmed b. Hanbel, 1/204, 205
[23] Hadisin metninde geçen "teşmit",
'Yerhamükellâh" demektir. Kelimenin aslı,
düşmanların şamatasını gidermektir. Hayr duası
anlamında kullanılır. Teşmit yapan kimse, karşısındakine
düşmanlarının şamatasından kurtulması için dua etmiş gibidir. Ya da aksıran kimse, Allah'a ham edersebizzat
şeytanın şamatasını defettiği için bu isim verilmiştir. Hadis, aksırdığı halde
Allah'a hamd etmeyen kimseye dua etmenin
gerekmediğine delalet etmektedir.
İmam Neuevî {ö. 676/1277)'ye göre; aksırdığı
halde Allah'a hamd etmeyen kimseye dua etmek
gerekmezse de hamd etmesinin gereğini kendine
hatırlatmak müstehabtır. Bu suretle hem o hamd etmiş olur vr hem de
yanındakiler teşmitte bulunurlar. Bu, emr-i bil ma'ruf hükmündedir,
(ç)
[24] Buhârî, Edeb
127; Müslim, Zühd 53 (2991)
[25] Buhârî, Cenâiz
2; Müslim, Selâm 4-5 (2162); Ebu Dâvud,
Edeb 90 (5030); Tirmizî, Edeb 1 (2737); Nesâî, Cenâiz 52; İbn Mâce, Cenâiz 1 (1435); Ahmed b. Hanbel, 2/540
[26] Buhârî, Cenâiz
2; Müslim, Selâm 4 (2162)
[27] İslam dininin fert ve toplum hayatına bütüncü!
yaklaştığı, İnsanın dünyada huzur, güven ve mutluluk içinde yaşaması, ahiret hayatında da bu hayat çizgisini koruyabilmesi İçin
hayatın her alanına ölçülü ve gerekli açıklamalar getirdiği ve insanı
yönlendirdiği görülür. İman, dinin özü ve ibadetler ise dîne bağlılığın adeta
simgesi olarak bilinmektedir. Gerçek dindar kimsenin, dine bağlılığı, hayatın
her alanına yayması yaratıcıya bağlılığın göstergesi sayılan şeklî
davranışlarda olduğu kadar sosyal ilişkilerde, üçüncü şahısların hakları
konusunda ve toplumsal hayata İlişkin alaniarda da
dinin öğütlediği şekilde hak bilir, âdil, ölçülü ve fedakar olması gerekir.
Hak kelimesi, terim
olarak; İslam'ın şahıs veya eşya üzerinde bir yetki veya yükümlülük olarak
kişilere belirlediği yetki, sorumluluk ve tasarruf haklarını ifade eder.
İslam'da hakların kaynağı, vahiy ve sünnete dayanır. Burada söz konusu hak İse,
müslü-manın Müslüman
üzerindeki haklarıdır. Bunlar şunlardır:
1. Selam vermek: Selam; barış, rahatlık,
esenlik; müslümanlarm birbirleriyle karşılaştıkları
zaman, karşılıklı olarak sağlık ve esenlik dileklerini sunmalarıdır.
Selamın "es-Selâmu aleykum" şeklinde
verilebileceği gibi, "es-Selâmu aleykum ve rah-metullâhi ve berakâtuhu ve mağfiratuhu" (Ebu Dâvud, Edeb 131-132 (5196); Tirmİzî, İsts'zan 2) şekillerinde
verilebileceği ve "aleykum" kelimesinden sonra
söylenen kelimelerden her birisi için on sevap verileceği belirtilmektedir.
Müslümanlar arasında,
bir dostluk ve iyi niyet işareti olan selâmı vermek sünnet; almak ise farzdır.
2. Davetine katılmak:
Düğün daveti dışında diğer davaetlere katılmak mendubtur.
3. Nasihat etmek: Hadisin zahiri esas alınarak
nasihat isteyen kimseye nasihat etmenin ve onuasla
aldatmamanın farz, nasihat İstemeden nasihatta
bulunmanın da mendup olduğu belirtilmiştir.
4. Aksiran kimse
"Elhamdülillah" dediği zaman, bunu duyan diğer müslümanin
"yerhamukellah" diye dua etmesi: Alimlerin
çoğu, bu hadise dayanarak aksırdlktan sonra
"Elhamdülillah" diyen bir kimseye, "yerhamukellah"
diye dua edilir. Aksıran kimsenin de, kendisine bu şekilde dua eden kimseye
"yehdikumullah ve yuslihu
bâlekum" diye dua etmesi vaciptir demişlerdir.
5. Hastalandığı zaman ziyaretine gitmek:
Hastalanan müslüman bir kimseyi ziyarete gitmenin
farz olduğunu söyleyenler olduğu gibi, farz-ı kifaye
olduğunu söyleyenler de vardır. Cumhura göreise mendubtur.
Hadisin metninde geçen
"müslümanın (diğer) müslüman
üzerindeki hakkı" ifadesinden, zimmilerin (-müslüman olmayan kimselerin) hastalanmaları halinde onları
ziyarete girmeme gibi bir anlam çıkarılmamalıdır.
Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v), Müslüman olmayan zimmî
bir hizmetçisi hastalandığı zaman onu ziyarete gitmiş ve ona yaptığı duanın
bereketiyle o zimmî olan hizmetçisi Müslüman
olmuştur.
Yine Hz. Peygamber (s.a.v), ölüm döşeğinde yatmakta olan
amcasını ziyaret edip onu Müslüman olmaya davet etmiştir.
6. Cenazesine katılmak: Bir müslümanın;
ölen müslüman kimsenin cenaze namazını kılması,
defnedilinceye kadar cenazenin ardından girmesi, ona hayr
duada bulunması üzerinde bulunan bir haktır, (ç)
[28] Müslim, Selâm 5 (2162)
[29] Tirmizî, Edeb
1 (2737)
[30] Nesâî, Cenâiz
52
[31] Selâm: Barış, rahatlık, esenlik; müslümanlarin
birbirleriyle karşılaştıkları zaman karşılıklı olarak sağlık ve esenlik
dileklerini sunmaları anlamına gelen bir İslam ahlakı terimi. Bazı hadis
kitaplarında" Selâm" başlığı altında; selâm, kişisel davranışlar,
oturup kalkma, tıbbî hastalıklar ve öeşitii tedavi
yolları, rukye, sihir, uğursuzluk, hastalık bulaşması
gibi konular ele alınır, (ç)
[32] Buhârî, Tıb
33, 39, İcâre 16, Fezâiiu'l-Kur'an 9; Müslim, Selâm 65-66 (2201); Ebu
Dâvud, Tıb 19 (3900); Tirmizî, Tıb 20 (2063, 2064); Nesâî (el-Kübrâ), Amelü'1-Yevm ve'1-Leyl, 6/254 (10866,
10867), 6/255 (10868); İbn Mâce,
Ticârât 7 (2156); Ahmed b. Hanbel, 3/83
[33] Buhârî, Fezâüu'l-Kur'an 9; Müslim, Selâm 66 (2201)
[34] Rukye: Dua, efsun, muska;
sihirbaz ve üfürükçülerin okudukları şeyler (anlamına gelmektedir) .
İbn Hacer el-Askalânî
{ö. 852/1447), alimlerin şu üç şartın bulunmasıyla rukyenin
caiz olacağı üzerinde görüş birliği içerisinde olduklarını bildirmektedir:
a. Allah Teala'nin kelamıyla (âyetlerle), isimleri veya sıfatlarıyla
olması;
b. Arap diliyle veya
başka bir dille anlaşılır olacak şekilde yapılması;
c. Yapılan rukyenin
bizzat faydasının dokunduğuna değil, umulan faydanın Allah Teâlâ
tarafından gönderildiğine inanılması (Fethul-Barî,
X/206).
Rukye; mubah, haram ve şirk olmak üzere üç çeşittir:
1. Mubah olan Rukye: Kur'ân-ı Kerim'den
ayetlerle Allah Teâlâ'nın isim ve sıfatlarıyla, arapça ve anlamı anlaşılır bir dille yapıldığı takdirde
mubahtır. Hz. Aişe (r.anhâ)'ctaırivayet edilen bir
hadis-i şerifte şöyle denilmektedir: "Rasûlüllah
(s.a.s) son hastalığında muavvizeteyni okuyup kendisine
üflüyordu. Hastalığı ağırlaştığı zaman onlan okuyarak
üzerine üflüyor ve onların bereketi için elini meshediyordum" (Buharî,Tıb32' Müslim, Selâm 51-52).
Yine Hz. Aişe (r.anhâ)
Rasûlüllah (s.a.v)'ın
hastalığından bahsederken şunları söylemektedir: "Rasûlüllah
(s.a.s) yatağa düştüğü zaman, Ihlas süresi ve Mu'avvizeteynıa tamamını okuyarak avucuna üfledi ve sonra
elleriyle yüzünü ve vücudunun elininve-tiştiği her tarafını mesnetti" (Buharı, Tıb 39).
Yine akrep sokmasına
karşı Fatiha suresi İle rukye yapıldığına dair hadis varid olmuştur (Buharî, Tıb 33). Ve yine Rasûlüllah
(s.a.s)'ın hastalanan bazı kimselere, Muavuizeteyn okuyup, onları sağ eliyle meshettiği ve
peşinden de şöyle söylediği rivayet edilmekledir: "Ey insanların Rabbi
olan Allah'ım hastalığı gider; buna şifa ver. Şifa veren yalnız sensin. Senin
şifandan başka şifa yoktur. Hastalık bırakmayan şifa ver" (Buharı, Tıb 37).
Bu anlamda rivayet
edilen hadisler çoktur. Bazı alimler Rasûlüllah
(s.a.v)'in; "Göz değmesi ve hummanın dışında rukye
yoktur" {Buharî, Tıb
17) hadisine dayanarak, göz değmesi, yılan ve akrep sokması dışında rukyenin caiz olmadığı kanatine
varmalardır. Ancak diğer bazı alimler de bu hadisin, rukyenin
en fazla faydalı olacağı anlamına sarf. edildiğini, "Zülfikardan
başka kılıç yoktur" sözüne kıyas yaparak cevaplandırmışlardır. Çünkü diğer
hadislerde görüldüğü gibi, Rasûlüllah (s.a.v) başka
şeyler için de rukyeye cevaz vermiştir.
2. Haram olan rukye: Anlaşılmaz sözler, anlamsız kesik harfler,
bilinmeyen isimler, bilenlerin Arapçadan başka bir
dille rukye yapması, demir, tuz kullanarak veya ip
bağlayarak rukye yapılması haram kılınmıştır. Fayda
verdiği tecrübe edilmiş uygulamalar bunun dışındadır. Şabir
(r.a)'dan şöyle rivayet edilmektedir:
"Rasûlüllah (s.a.s) rukye
yapılmasını yasakladı. Amr ibn
Hazm'jn çocukları gelip Şöyle dediler: "Ya Resûlullah! Biz bir tür rukye yapardık ve onunla akrep sokmalarına karşı
korunurduk." Resûlullah; Ona dönün onda bir
kötülük görmüyorum. Sizden her kim kardeşine fayda vermeye güç yetirirse ona
faydalı olsun" (Müslim, Selam, 63) demişti.
İzz b. Abdüsselam'dan anlamı
bilinmeyen harflerle yapılan rukye sorulduğu zaman,
küfrü gerektirecek anlamlar içerip içermediğinin bilinmemesinden dolayı buna
cevaz vermemiştir.
3. Şirk olan Rukye: Allah Teâlâ'dan başkasına
dua ederek, sığınarak veya yardım dilenerek yapılan rukye,
şirktir. Meleklerin, peygamberlerin, cinlerin ve benzeri varlıkların
İsimleriyle rukye yapmak gibi... Bunların tamamı
Allah Teâlâ'ya şirk koşmaktır. Nitekim Rasûlüllah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: "Efsun,
nazarlık boncuklar, ve muhabbet için yapılan muhabbet muskaları şirktir" (Ebu Davud, Tıb
17; İbn Mace Tıb, 39; Ahmedb. Hanbel, 1/381). Yine; "İçinde şirk bulunmayan şeyle rukye yapmakta bir kötülük yoktur" (Müslim, Selam 64)
buyurmaktadır.
İbn Hacer bu konuyu şöyle
açıklamaktadır: "Bazı rukyelerde şirk
bulunmaktadır. Çünkü onu yapanlar kendilerine dokunan zararı defetmek ve lavda
elde etmeyi Allah'tan başka kimselerden istemektedirler" (İbn Hacer el-Askalanî,
Fethul-Barî, X/260). Müslüman, tamamıyla Allah Teâlâ'ya tevekkül etmekten başka şeylerden fayda dilemez.
Nitekim Rasûlüllah (s.a.s) şöyle buyurmaktadır:
"Ümmetimden yetmiş
bin kişi hesapsız olarak Cennete girecektir. Onlar, efsun yapmayanlar, teşe'um etmeyenler, vücudlarını
dağlamayanlar ve ancak Rablerine tevekkül edenlerdir" (Buharî,
Tıb 17; Müslim, İman 372). Kendiliğinden, istenmediği
halde müslüman kardeşine rukye
yapması bunun dışındadır. Bu Rasûlüllah (s.a.s)'in şu
hadisine göre müstehaptir.: "İçinizden her kim
kardeşine yardım etmeye güç yetiri-yorsa bunu yapsın" (Müslim, Selâm 63}.
B.k.z.: Şamil İslam Ansiklopedisi, Rukye maddesi, (ç)
[35] Allah kelâmının başında bulunduğu yahut namazda ilk
okunan sûre veya tümüyle ilk inen sûre olarak Fatiha sûresi denilmiştir. Fatiha
suresinin bir çok ismi vardır. Bu olaydan dolayı, Fatiha suresinin bir isminin
de, Rukye olduğu belirtilmiştir.
B.k.z: Said Havva, el-Esas-ı fit-Tefeir,
Şamil Yayınevi, İstanbul 1989,1/36 (ç)
B.k.z: Said Havva, el-Esas-ı fit-Tefeir,
Şamil Yayınevi, İstanbul 1989,1/36 (ç)
[36] Buhârî, İcâre
16, Tıb 39; Müslim, Selâm 65 (2201)
[37] Tirmizî, Tıb
20 (2063)
[38] Tirmizî, Tıb
20 (2064)
[39] Hadisin metninde geçen "Advâ"
kelimesi, hastalık bulaşması demektir. Resululiah
(s.a.v), bu sözüyle; cahiliyye döneminden kalma
İnancı yıkmak istemektedir. Çünkü Araplar, cahiliyye
döneminde hastalığın Allah'ın fiiliyle değil de, hastalığın tabiatı icabı
insana bulaştığına inanıyorlardı.
İşte Resululiah (s.a.v), bu sözüyle; Arapların
bu batıl inançlarına cevap vermiş, her şeyde olduğu gibi, hastalığın
bulaşmasında da Allah'ın fiilinin dikkate alınması gerektiğini, Allah
hastalığın bulaşmasını yaratmazsa, insanın kendi kendine hiçbir şey
yapamayacağını belirtmektedir, (ç)
[40] pîac|jSjn
metninde geçen "Tıyera" kelimesi,
uğursuzluğa yorma demektir. Araplar, cahiliyye
döneminde kuşları ve geyikleri ürkütüpde hayvan sağ
tarafa giderse, onunla teberrükte bulunup işlerine,
güçlerine veya yollarına devam ederler, sol tarafa giderse yapacakları şeyden
dönerler ve uğursuzluk yorumunda bulunurlardı. Bu suretle bir çok zaman
yapacakları işlerden geri kalırlardı, islam dini,
bunu yasaklamış ve zarar veya yarar hususunda hiçbir etkisi olmadığını haber
vermiştir.
Başka bir hadiste; "herhangi bir şeyi uğursuzluğa yormak,
şirktir" buyurulmuştur. Yani uğursuzluğun, fayda
veya zarar verdiğine inanmak şirktir. Çünkü cahiliyye
devri Arapları, uğursuzluğun etkisine İnanırlardı ki, bu da, şirktir, (ç)
[41] Uğursuzluk: Herhangi bir şeyde bulunduğu zannedilen ve
işlerin ters gitmesine sebep olarak ileri sürülen hal.
Değişik çağlarda pek
çok kişi ve toplumlar çevrelerinde gördükleri bir takım eşyalarda, hayvanlarda
ve tabiat olaylarında uğursuzluk bulunduğuna inanmıştır. Çağımızda bu
uğursuzluk anlayışını üzerinden atamamış pek çok insan görülür. Bu tipteki
İnsanlar, uğursuz olarak niteledikleri şeylerden, kendilerine bir kötülük ve
zarar geleceği İnancındadır. Daima bu tür şeylerden uzak durmağa çalışırlar.
Hiç bir dinî ve ilmî kaynağı olmayan "uğursuzluk" anlayışına sahip
olsalar, hayatların her safhasında korku ve endişe İçinde bulunurlar.
Aslında hiç bir şeyde
uğursuzluk yoktur. Hiç bir. şey doğuştan uğurlu değildir. Uğursuzluk olsa olsa herkesin kendisinde, kendi yorumunda ve
anlayışındadır. Halk arasında sık sık kullanılan
"Uğurlu geldi" veya "Uğursuz geldi" gibi sözler birer zan
ve kuruntudan ibarettir. Hz. Peygamber (s.a.s) bir
hadîs-i şerifinde, "İslâm'da teşe'üm =(uğursuz
sayma, kötüye yorma) yoktur; en iyisi tefe'ül
(=iyiye yorma) dır" (Buhârî, Tıb
54) buyurarak, bu zararlı anlayışın İslam'da bulunmadığını ifade etmiştir.
Diğer bir hadiste ise: "Eşya da uğursuzluk yoktur, safer
ayında uğursuzluk yoktur, baykuşun ötmesinde bir uğursuzluk yoktur"
(Müslim, Selâm 102) buyurulmuştur.
Bütün bunlardan sonra şöyle denebilir: Ay ve güneş tutulması, köpek
havlaması, baykuş ötmesi, kedi ve köpeğin yolda yürüyen bir kişinin önünden geçmesi, merdiven altından geçmek,
on üç rakamı, salı günü İşe başlamak veya yola çıkmak, gece aynaya bakmak veya
tırnak kesmek vb. gibi pek çok şeyde uğursuzluk bulunduğuna inanmak, batıldır.
Zira böyle şeylerde, ne iyilik ne de kötülük vardır. Bir eşyayı bir olayı
mutlaka bir şeye yormak gerekiyorsa, Peygamber Efendimizin tavsiyesi
doğrultusunda, iyiye yormak icab eder. B.k.z: Şamil
İslam Ansiklopedisi, Uğursuzluk maddesi (ç)
[42] Buhârî, Tıb
43, 54; Müslim, Selâm 115-118 (2225); Ebu Dâvud, Tib 24 (3922); Tirmizî, Edeb 58 (2824); Nesâî, Hay! 5; İbn Mâce, Nikâh 55 (1995); Ahmed b. Hanbel, 2/153
[43] Buhârî, Cihâd
47, Tıb 54; Müslim, Selâm 116 (2225)
[44] Alimler, bu rivayetlerde belirtilen üç şeyde uğursuzluk
olup olmadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir.
İmam Mâlik (ö. 179/795)
ile bir topluluğa göre; bu rivayetlerden maksat, zahirî manala-ndır. Yüce Allah bir evi zarar ve ölüme sebep yaratabilir.
Muayyen bir kadın ve at yahut ev de Allah'ın kaza ve kederiyle bazen helâka sebep olabilir. Hadisin manası; bazen bu üç şeyde
uğursuzluk meydana gelir demektir.
Hattâbî (ö. 388/998) ile diğer birçok alim ise; bu
rivayetlerdeki üç şeyin, yasak olan uğursuz saymadan istisna edildiğini
belirtmişlerdir. Bu görüşte olan alimlere göre, bu hadisin manası;
"Uğursuz sayma yasaktır, fakat bir kimsenin içinde oturmaktan hoşlanmadığı
bir evi, beraberce yaşamaktan hoşlanmadığı bir hanımı.veya hoşlanmadığı bir atı
varsa onlardan ayrılsın" demektir.
Bazıları da, "Evin
uğursuzluğu darlığı ve komşularının kötülüğünden ibarettir. Kadının
uğursuzluğu doğurmaması, gevezeliği ve şüpheli işler yapmasıdır. Atın uğursuzluğu
ise üzerinde harp edilmemesi yahut fiyatının pahalılığı, hizmetçinin
uğursuzluğu İse kötü ahlâklı olması, kendisine ısmarlanan şeylere kulak
asmaması gibi şeylerdir" demişlerdir.
Aynî (ö. 855/1451)
diyor ki: "Bu konuda sahih olan mana; uğursuz saymanın bütün çeşitlerinin
iptal edilmesidir. Resulullah (s.a.v)'in
"Uğursuz sayma yoktur; uğursuzluk üç şeydedir" buyurması cahiliye devrinin itikadını anlatmaktadır. Çünkü o devirde
Araplar, bu üç şeyde uğursuzluk olduğuna inanırlardı. Yoksa bu hadis
'Müslümanların itikadmca üç şeyde uğursuzluk vardır'
manasını ifade etmez." Bu rivayetlerin bazısında Resulullah
(s.a.v)'in; "Eğer uğursuzluk namına bir şey varsa (bu) atta, kadında,
evdedir" buyurmuş olması bizce bu konudaki ihtilâfa meydan vermeyecek
kadar açıktır. Çünkü hadisin manası şudur: "Eğer uğursuzluk namına bir şey
sabit olsaydı §u üç şeyde sabit olurdu, lâkin uğursuzluk namına bir şey sabit
olmamıştır. Binaenaleyh bunlarda da uğursuzluk yoktur." Ebu Davud'un sarihi Sehârenfûri (ö. 1346/1927)'ye göre ise uğursuzluk iki
çeşittir:
1. Gerçekten, zahirde mevcut olan uğursuzluk.
2. Zahirde vücudu olmadığı halde var olduğu vehmedilen
uğursuzluk. Bazı kimseler kendilerine ait olan bazı şeylerde uğursuzluk
bulunduğuna inanarak bu türden bir vehim hastalığı içine düşerler. Kafalarına yerleşen bu varsayım kendilerine
öyle hükmetmeye başlar ki zamanla hastalık haiine
dönüşür.
Onları bu hastalıktan
kurtarmanın en kestirme yolu bu kimselerin o şeylerle ilgisini kesmektir.
Günümüzde bazı şeylerin
kendisine uğursuzluk getirdiği vehmine kapılan kimseleri tedavi İçin
"telkin yoluyla tedavi" denilen bir tedavi yöntemi uygulanmaktadır.
Kendilerini terketmek ev ve at kadar kolay olmayan
şeylerin kendisine uğursuzluk getirdiğine inanan kimseler için bu tedavi
usulünden başka bir yöntem yoksa da, ev ve at gibi terk edilmesi kolay olan şeylerden
vehme kapılan hastaların en kısa yoldan tedavisi onu terk etmeleridir, (ç)
[45] Buhârî, Nikâh 17
[46] Müslim, Selâm 119 (2226}
[47] püya; Uyku sırasında aynen
uyanıkmış gibi çeşitli olayların yaşanması hali, düş.
Rüya çağlar boyunca
bütün toplumlarda büyük önem görmüştür. Rüyanın mahiyeti ve kökeni hakkında çok
şeyler yazılıp söylenmiştir. Ancak bu yazılıp söylenenler her topluma ve her
kültüre göre ayrı ayrı olagelmiş ve hep değişkenlik arzetmiştir. Tarihte bazı toplumlarda rüyaya büyük önem
verilmiş ve bazan bu rüya tabirleri kitaplar halinde
toplanmıştır. Umumiyetle rüya, uyanıklık halinin bir uzantısıdır; etkisinde
kalınan sevindirici veya üzücü olayların uyku halinde yaşanması olayıdır.
İslâm'da rüya hukukî bir kaynak ve delil değildir. Yalnız gören kişi ile
alakalıdır. O kişi de bu rüyasını hayra yorar ve bu rüya yalnız kendisini
bağlar.
Rüya, "Allah Teâlâ'nın melek vasıtasıyla hakikat veya kinaye olarak
kulun şuurunda uyandırdığı enfusî idrakler ve vicdanî
duygular veya şeytanî telkinlerden meydana gelen karışık hayallerden
ibarettir" şeklinde de tarif edilmiştir.
Kur'ân-ı Kerİm'in birçok yerinde
rüyadan söz edilmiştir. Hz. İbrahim (a.s), oğlu
İsmail {a.s)'i rüyada boğazlama emri almış ve bu rüyayı uygulamaya teşebbüs
etmiştir (Saffat: 37/102}.
Yusuf (a.s)'da
rüyasında on bir yıldızla, ay'ın kendisine secde ettiğini görmüş (Yusuf:
12/40); Mısır hükümdarının ve hapishanedeki iki kişinin gördükleri rüyaları
tabir etmiştir (Yusuf. 12/36,43).
Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Peygamber'in
görmüş olduğu rüyalardan söz edilmektedir (Fetih: 48/27, Saffat:
37/105, İsra: 17/60)
İslam bilginleri,
ayetlerdeki sınırlı bilgilerden, özellikle de Hz.
Peygamber (s.a.v)'in rüya ile ilgili çıklmlrından
hareketle, yrıca kişisel tecrübe ve bilgilerinin de
yardımıyla rüyanın mahiyeti, çeşitleri ve yorumu konusund
zengin bir bilgi birikimi ve litertğr
oluşturmuşlardır. İsim bilginleri, insanın içinde bulunduğu iç ve dış
şartlardan kaynaklanan nefsanî rüyanın psikolojik ve
fizyolojik şartlarla ilgili olabileceğini kabul etmekte ve peygamberlerin gördüğü
sadık rüyaları, vahiy kapsamında olduğu için bunu tartışma dışı tutmaktadırlar.
İslam dünyasında ve ve Batı'da bilginlerin, rüyanın
kaynağı ve mahiyeti konusunda özel araştırmalar ve bu konuda bazı açıklamalar
yaptıkları bilinmektedir. Günümüzde "Rüya Tabirleri" adıyla
yayımlanan kitapların içeriğinin, rüyanın gerçek manasıyla pek ilgisi yoktur.
Bu sebeple rüyanın tabiri, bir bakıma tahmin ve temenni niteliğindedir.
Yalnız rüyayı, keşif ve
sezgi gibi vasıtalarla birlikte "ilham" kapsamında değerlendirme,
ancak ilhamın objektif bir delil değil sadece o şahsı ilgilendiren bir delil
olduğunu unutmamak gerekir.
Özetle belirtmek
gerekirse; peygamberlerin gördüğü veya tabir ettiği rüyalar dışında kalan rüya
ve tabir, kesin bilgi ifade etmez. Bu sebeple rüyalarla, dinî hükmü belirlemek
veya geçersiz kılmak ve buna göre de hayatı yönlendirmek caiz değildir. Rüya
gibi rüyanın yorumu da, rüyayı gören şahsı ilgilendirdiğinden başkalarının bu
yorumu esas alarak onun üzerine hüküm bin etmesi uygun olmaz.
B.k.z: Komisyon, İlmihal, T.D.V, İstanbul 1999, 2/160-163; Şamil İslam
Ansiklopedisi, Rüya maddesi (ç)
[48] Buhârî, Tib
39; Müslim, Rü'yâ 1-4 (2261); Ebu
Dâvud, Edeb 88 (5021); Tirmizî, RüVâ 5 (2277); Nesâî (el-Kübrâ}, Rü'yâ, 4/391 (7655), AmelÜ'l-yevm ve'1-leyl, 6/224
(10734-10737); İbn Mâcc, TatİruV-Rü'yâ 4 (3909); Ahmed b. Hanbel, 5/296, 304, 305
[49] Buhârî, Tatır
14
[50] Rüya gene| olarak iki kısma ayrılır:
1. Doğru ve güzel olan rüyalar: Bu tür rüyalar,
uyanıklık âleminde doğru çıkan rüyalardır. Peygamberlerin, onlara uyan salih müminlerin gördükleri rüyalar bu tür rüyalardır. Bazan dindar olmayan insanlar da bu tür rüyaları görürler.
Bu tür rüyalar üç
grupta ele alınabilir.
a. Yoruma ve tabire
ihtiyaç göstermeyecek kadar açık seçik rüyalar, Hz.
İbrahim'in rüyası gibi...
b. Kısmen yoruma,
ihtiyaç gösteren rüyalar. Hz. Yusufun
rüyası gibi...
c. Tamamen tabir ve
yoruma ihtiyaç gösteren rüyalar. Mısır hükümdarının gördüğü rüya gibi...
2. Adğâs adı verilen
karmakarışık ve hiç bir anlam taşımayan rüyalardır: Bu tür rüyalar da bir kaç
kısma ayrılır
a. Şeytanın uyuyan kişiyle oynaması ve onu
üzmesine sebep olan rüyalar. Mesela kişi rüyasında başının koparıldığını ve
kendisinin başının peşinden gittiğini görür. Ya da
korkunç ve tehlikeli bir duruma düştüğünü ve hiç bir kimsenin kendisini
kurtarmaya gelmediğini görür.
b. Meleklerin haram bir şeyi uyuyan için helal
kıldığına veya haram bir iş teklif ettiklerine dair olan ve aklen
muhal ve imkansız olan buna benzer işlerle ilgili rüyalar.
c. Kişinin uyanık iken üzerinde konuştuğu veya
olmasını temenni ettiği bir şeyi uyanık iken itiyad
haline getirdiği bir şeyi rüyasında görmesi.
Bu durumda rüyanın üç
çeşit olduğu görülmektedir.
1. Allah tarafından bir
müjde olabilen bir rüya. Buna, rahmanı rüya denir.
2. Kişinin uyanık iken Önem verip kalben meşgul
olduğu bir şeyle ilgili olarak gördüğü rüya.
3. Şeytan tarafından
korkutulan kişinin gördüğü rüya. Buna, şeytanî rüya adı verilir. Kötü bir rüya
gören bir müslümanın yapacağı işler:
Gördüğü rüyanın
şerrinden ve şeytanın şerrinden üç kez Allah'a sığınır. Şöyle der: "Allah'ım,
bu rüyanın şerrinden ve rahmetinden uzak kalmış olan şeytanın şerrinden sana
sığınırım." Rüyanın hayra dönüşmesi için dua eder. Bu tür rüyayı hiç bir
kimseye anlatmaz. Müslüman gördüğü iyi bîr rüyadan ötürü uyanınca Allah'a hamdeder. Bu rüyadan dolayı sevinir, bunu bir müjde kabul
eder. Rüyayı sevdiği bir kimseye anlatır, sevmediğine kesinlikle anlatmaz.
B.k.z. Şamil İslam Ansiklopedisi, Rüya maddesi (ç)
[51] Müslim, Rü'yâ 3, 4 (2261)
[52] Buhârî, Tib
39
[53] Rüya ile Hulm, her İkisi de
uyuyan kimsenin gördüğü düş manasına gelirse de, çoğunlukla güzel düşlere
"rüya", korkunç ve çirkin olanlarına "hulm"
denilmek âdet olmuştur. Bundan dolayı hadiste, teşrif izafeti kabilinden rüya
Allah'a izafe edilmiş, hulm ise şeytana nisbet olunmuştur, (ç)
[54] Kadı İyâz (ö. 544/1149)'a
göre; üç defa tükürme emri, gördüğü rüyada hazır bulunan Şeytanı kovmak, onu
tahkir etmek ve rezil etmek içindir, (ç)
[55] Müslim, Rü'yâ 1 (2261)
[56] Fezâil: "Artmak,
fazlalaşmak, üstün olmak "anlamındaki "fazl"
kökünden türeyen faziletin çoğulu oln "Fezâil" kelimesi; bir şeyi veya bir kimseyi üstün
kılan özellikler" anlamındadır.
Amellerin, zamanların,
şahısların, kabilelerin, toplumların, yer ve şehirlerin benzerlerinden
üstünlüğünü anlatmak için kullanılmış ve bunların her birine dair pek çok eser
kaleme alınmıştır. Bunlar arasında Kur'an'ın (Fezâilü'l-Kur'an), Hz. Peygamber (s.a.v)'in (Hasâis)
ve Sahabenin {Fezâilu's-Sahâbe) faziletleriyle ilgili
olanlar önemli yer yutar. Fezâilü'l-Kur'an: Kur'n-ı Kerim'in
üstünlüklerini, onun tamamını yada bazı sure veya ayetlerini öğrenip okuyan,
öğreten, dinleyen, ezberleyenler ile hükümlerine göre amel edenlerin kazanacağı
sevapları, bazı sure yahut ayetlerinnin şifalı
oluşuna dair ayet ve hadislerde verilen bilgileri ifade etmek üzere kullanılan
bir tabirdir. Islamî kaynaklarda genellikle "Fezâilü'l-Kur'an", bazen de
"Sevâbu'I-Kur'an",
"Menâfiui-Kur'an"
gibi tabirler kullanılmıştır, (ç)
[57] Maharet" kelimesi burada; Kur'an'ı
iyi okuyan, ezberi güçlü olan kimse demektir. "Sefere" ise,
"Safir" kelimesinin çoğulu olup aracı aniamma
gelmektedir. Bu kelimenin tefsirinde birkaç görüş ileri sürülmüştür:
1. Katib meklekler, Levh-i taşıyan
meleklerdir. Bunlar, kutsal kitapları peygamberlere aktardıkları için bu ismi
almışlardır.
2. Kulların amellerini yayzan
yazıcı meleklerdir.
3. Allah İle
peygamberler arasında elçilik yapan meleklerdir.
4. Allah'ın insanlara
gönderdiği peygamberlerdir.
5. Hz. Peygamber
(s.a.v)'in sahabİleridİr.
Hadisten anlaşıldığına
göre; Kur'an'ı düzgün bir şekilde okuyan kimselerin,
bu Kur'an okumaları, onları güzel vasıflarla övülen
meleklerle/peygamberlerle birlik olma mertebesine çıkartacaktır. Okuması iyi
olmadığı için, kendisine zor geldiği halde Kur'an
okuyan kimselere ise, iki sevap vardır. Biri, Kur'an
okuduğu için ve diğeri ise, zorluk çektiği içindir.
Yalnız bu ifade, kötü Kur'an okuyan kimsenin, iyi okuyan kimseden daha fazla
sevap alacağı şeklinde bir kanaate götürmemelidir. Bundan maksat; okuması zayıf
olup da okumakta güçlük çeken kimseleri okumaya teşvik içindir, (ç)
[58] Buhârî, Tefsiru
Sure-i Abese 1; Müslim, Salâtu'l-Musâfirîn
244 (798); Ebu Dâvud, Vitr 14 (1454); Tirmizî. Fezâilu'l-Kur'an 13 (2904); Nesâî (el-Kübrâ), Fezâilu'l-Kur'an, 5/20 (8045),
5/21 (8046) Tefsîr, 6/506 (11646); İbn Mâce, Edeb 52 (3779); Ahmed b. Hanbel, 6/98, 170, 239,
266,
[59] Ebu Dâvud,
Vitr 14 (1454); Tirmizî, Fezâilu'l-Kur'an 13 (2904)
[60] Hadis, Fatiha suresi gibi beş vakit namazda okunması
gereken surelerden fazla olarak her gün Kur'an
okumayı kendisine prensip edinen bir mü'mini; kokusu
hoş, tadı güzel bir portakala benzetmektedir.
Devamlı Kur'an okuyan mü'minin tatlılığı;
kalbinde kökleşip yerleşmesinden, hoş kokulu oluşu ise Kur'an
okumayı alışkanlık haline getirip Kur'an'ı sık sık okumasından, Kur'an'ı
okurken, hem kendisini ve hem de dinleyenleri huzura ve sükûnete kavuşturmasından
ve aynı zamanda hem kendine ve hem de dinleyenlere sevap kazandırmasından ve Kur'an'm hikmetler hazinesinden nasip almaya vesile
olmasından kaynaklanmaktadır. Devamlı Kur'an okumayan
mü'min ise; tadı güzel olup kokusu olmayan bir
hurmaya benzetilmektedir. Çünkü her ne kadar mü'min
iman sahibi olarak çok tatlı ise de sürekli Kur'an
okumadığı zaman okunan Kur'an'm etrafa yaydığı, hoş
koku meselesindeki huzur, huşu' İlim ve hikmet nimetlerinden mahrum kalır. Bubakımdan tadı olup da etrafa hoş kokular yayamayan
meyvelere dönüşür.
Yine Kur'an okuyan münafık kimse; kokusu güzel, tadı acı
fesleğene benzetillrken, Kur'an
okumayan münafık kimse ise; tadı acı olup kokusu olmayan Ebu
Cehil karpuzuna benzetilmiştir. Çünkü münafıklık, neticesi İtibariyle Ebu Cehil karpuzu gibi acıdır. Bu bakımdan münafık bir
kimsenin, Kur'an okuyarak etrafa Kur'an'ın
hayat bahşeden nurlarını, cennet kokusunu müjdeleyen nağmelerini saçıyorsa, o
zaman kokusu olmayan acı; Ebu Cehil karpuzundan farkı
kalmaz.
Münafık oluşuyla birlikte Kur'an okuyan bir
kimse, münafıklığı yönüyle sevimsiz ve tatsız olmakla birlikte okuduğu Kur'an ile etrafa tatlı ve huzur verici kokular neşrettiği
İçin tadı acı, fakat kokusu hoş fesleğene benzetilmiştir. B.k.z: Muhammed b. Allan,
Delâilü'l-Fâlihîn,
3/490-491
[61] Buhârî, Fezâilu'l-Kur'an 17, 36; Müslim, Salâtu'l-Musâfirîn 243 (797); Ebu Dâvud, Edeb 16 (4830); Tirmizî, Edeb 79 (2865); Nesâî; İman 32; İbn Mâce, Mukaddime 16 (214); Ahmed
b. Hanbel, 4/404, 408
[62] Buhârî, Et'ime 30; Müslim, Salâtu'l-Musâfirîn 243 (797)
[63] Buhârî, Tevhîd
57, Fezâilu'l-Kur'an 17
[64] Tirmizî, Edeb
79 (2865)
[65] Kitabın Arapça metninde; Ebu
Mes'ud el-Bedrî el-Ensârî
yerine, Abdullah ibrrMes'ud ifadesi yer almaktadır.
Büyük bir ihtimalle bu, ya baskı hatasından yada
yazarın dikkatsizliğinden kaynaklanan bir durumdur, (ç)
[66] Bilindiği üzere, Bakara Sûresinin son iki ayeti,
"Amenerrasûlü"dür.
Rivayetin sonunda yer
alan "ona yeterlidir" ifadesini birkaç şekilde anlamak mümkündür:
1. Geceyi ihya yönünden yeterlidir. Bu, gece
namazı yerine geçer. Çünkü îbn Adiyy
(ö. 365/975)'İn Abdullah İbn Mes'ud'dan
naklettiği rivayet bu manayı doğrulamaktadır.
2. Şeytana karşı yeterlidir. Yine Taberânî (ö. 360/970)'nin, ceyyid bir senedle Şeddâd b. Evs'ten naklettiği
rivayet bu görüşü desteklemektedir.
3. Bütün kötülüklere karşı yeterlidir.
4. insanlardan ve cinlerden gelecek kötülükleri
uzaklaştırmaya yeterlidir.
Bakara Sûresinin son iki ayetine, böyle bir faziletin tahsis edilmesinin
hikmeti; muhtevaları bakımındandır. Çünkü burada temel olarak İmanın
esaslarına vurgu yapılmakta ve kulların, Rablerine karşı durumları açığa
kavuşturulmaktadır, (ç)
[67] Buhârî, Fezâilu'l-Kur'an 10, 27; Müslim, Salâtu'l-Musâfirin 256 (808); Ebu Dâvud, Şehru Ramazân 9 (1397); Tirmizî, Fezâilu'l-Kur'an 4 (2881); Nesâî (el-Kübrâ); Fezâilu'l-Kur'an 5/9 (8003, 8004), 5/10 (8005), 5/14 (8018, 8019,
8020), Amelü'f-yevm vel-Leyl, 6/180 (10554). 6/181
(10555, 10556, 10557); İbn Mâce,
İkâme 183 (1368); Ahmed b. Hanbel,
4/118, 121, 122
2914 Buhârî,
Meğâzî 9, Fezâilu'l-Kur'an 10, 27; Müslim, Salâtu'i-Musâfırîn 256 (808)
[68] Fezâüu'n-Nebî (Hasâis): Allah'ın sdece Hz. Peygamber (s.a.v)'e lütfettiği özellikleri
ifade eden tabir ve
bunları ele alan eserlerin ortak adıdır.
"Hasâisu'n-Nebî ile ilgili yazı yazan bazı müellifler, isim olark, "Fezâif"
kelimesini tercih etmişlerdir.
B.k.z: İslam
Ansiklopedisi, T.D.V., İstanbul 1997, 16/277-281 (ç)
[69] Buhârî, Menâkıb
13; Müslim, Fezâil 91-93 (2337); Ebu
Dâvud, Teraccül 9 (4183,
4185, 4186); Tirmizî, Menâkıb
8 (3635); Nesâî, Zînet 60; İbn Mâce, Libâs 20 (3599); Ahmed b. Hanbel, 4/282, 295, 203
[70] Kur'an-ı Kerim, Hz. Peygamber {s.a.v)'i, "üstün yaratılışlı" ve
"en güzel örnek" olarak nitelemiştir. Onun üstün yaratılışına,
fizyolojik özellikleri dahil olduğu gibi fızyonomik
özellikleri de girer. Dolayısıyla da Hz. Peygamber
(s.a.v}, gerek dış görünüşü ve gerekse-de iç alemi ve ahlakıyla en üst
düzeydedir. Üstün yaratılışı, İslam'ın şahsında getirdiği üstün ahlak
ilkeleriyle birleşince, benzersiz kişiliğini oluşturmuştur.
Hz. Peygamber (s.a.v), insan olarak, son derece yumuşak
huylu, ağırbaşlı, ciddi ve vakur idi. Şefkat, merhamet ve yumuşak kalplilikte
eşsizdi. Çevresini oluşturanlara karşı güler yüzlü davranırdı. Ayırım
yapmaksızın bütün akrabalarına ve bütün sahabilerine
karşı gayet nazik davranırdı.
Hz. Peygamber (s.a.v), bu güzel İnsani özelliklerinden
dolayı peygamberlik görevini başarıyla sürdürmüş ve çevresindeki insanların
çoğalmasını sağlamıştır. Hatta o sırada var olan zenginler ve köleler arasında
oluşmuş sosyal tabakyla mücadele ederek müminlerin
eşit ve kardeş olduklarını belirtmekle, onlar arasında seçkin olmayan ve
sınıfsız bir toplum oluşturmaya çalışmıştır.
Hz. Peygamber (s.a.v), eğer sahabilerine
karşı sert ve kaba davranmış olsaydı, elbette etrafında hiç kimse kalmazdı.
Bunun aksine o, insanlara karşı şefkatli, merhametli ve yumuşak davranmıştır.
Kendisine karşı yapılan
bütün eziyetlere, zulüm ve işkencelere karşı eşsiz bir sabır ve tahammül gücü
göstermesinin yanında bu kötü davranışları yapanlara karşı kin tutmayıp affı
yeğlemesi, onun ayrı bir insani özelliğidir, (ç)
[71] Buhârî, Menâkıb
13; Müslim, Fezâil 93 (2337)
[72] Buhârî, Menakıb
13; Müslim, Fezâil 91 (2337)
[73] İbnü'I-Hümâm
(ö. 861/1457), hadisteki elbiseyi; kırmızı ve yeşil çizgili olarak dokunmuş
Yemen kumaşından yapılmış iki kat elbise olarak tarif edip bu elbisenin sadece
kırmızı bir kumaş olmadığını kaydetmiştir. Çünkü Hz.
Peygamber (s.a.v), sadece kırmızı kumaştan biçilmiş elbisenin kullanılmasını
yasaklamıştır.
İbn Melek (ö. 885/1480) gibi bazı sarihler de, hadisin
metninde geçen "Kırmızı bir elbise içerisinde" ifadesini;
"İçinde kırmızı çizgiler bulunan elbise" diye kayıtlamışlardır.
Bununla birlikte hadis,
zahire yorumlansa bile, bununla kırmızı giymenin caiz olduğuna delil
getirilmez. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v), bu elbiseyi,
kırmızı giymeyi yasaklamadan önce giymiş olabilir, (ç)
[74] Buhârî, Libâs 68
[75] Müslim, Fezâil 91
(2337)
[76] Ebu Dâvud,
Teraccül 9 (4183)
[77] Kitabın Arapça metninde, Nesâî
ismi belirtilmiyorsa da, rivayetin geçtiği yer
itibariyle, bunun Nesâî olması gerekmektedir, (ç)
[78] Hz. Peygamber (s.a.v),
saçını kısaltmadığı zaman omuzlarına yakın bir yere kadar iner, kısalttığında
ise kulaklarının yarı hizasına kadar inerdi.
Hz. Peygamber (s.a.v)'in saçlarının her zaman aynı
düzeyde olmayışı, saç şeklinin, devamlı surette uyulacak bir sünnet olmadığına
delalet eder. Çünkü saç şekli, sünneti zevaid kısmına
girmektedir.
Saç konusunda dikkat edilecek nokta; toplumun yadırgamadığı, Ehl-i kitaba benzemeye çalışılmadığı ve kişiye yakışan,
temiz ve bakımlı bir saç şeklinin benimsenmesidir, (ç)
[79] Nesâî, Zînet
60
[80] Hz. Peygamber (s.a.u)'İn
fiziksel yapısı, her görene onun, Allah'ın Resulü olduğuna ilişkin fikir
veriyordu. Hatta Hz. Peygamber (s.a.v) ile karşılaşan
kişi, güzellik açısından eşi bulunmayan biriyle karşılaştığını anlardı. Bu,
öyle bir görüntüydü ki, İlk bakışta insana güven verirdi. Onu görenler, bu
gerçeği itirafta görüş birliği içindeydiler.
Hz.
Peygamber (s.a.v) orta boylu, nuranî yüzlü, başı İri, kirpikleri uzun ve siyah,
ağzı geniş, dişleri beyaz ve seyrekti, (ç)
[81] Nesâî,Zînet60
[82] Tirmizî, Menâkıb
8 (3635)
[83] Fezâîlu's-Sahâbe: Sahbilerin faziletleri ve bu konuda meydana gelen literatür
İçin kullanılan bir tabirdir.
Kaynaklarda yaygın
olarak Fezâilu's-Sahâbe şeklinde geçen bu tamlamanın;
"Fezâilu Ashâb",
"Menâkıbu's-Sahâbe", Fezâilu
Ashâbi'n-Nebî", "Ma'rifetü's-sahâbe"
tarzınd kullanıldığı da görülmektedir.
Sahabilerde fazilet konusu kabul edilen hususların başında;
Aşere-i Mübeşşereden, Muhacirlerden, Ensârdan, Ehl-i Beyt ve Ehl-i Bedir'den olmak, Uhud ve Hendek gazveleri ile Bey'atü'r-Rıdvan'da
bulunmak, ümmühâtu'l-mü'mininden
olmak gelmektedir. Bunlardan başka fert olarak Hz.
Peygamber' (s.a.v) tarafından cennetle müjdelenmek, ilk müslümanlar
arasında yer almak, imanı uğrunda işkence görmek, büyük malî yardımlarda
bulanmak, savaşlardan birinde veya bir kaçında bulunmak gibi hususlar ile buna
benzer daha bir çok konular Fezâilu's-Sahâbe
konusuna girmektedir.
Bütün sahabiler, fazilet bakımından aynı seviyede değildir. İslama giriş önceliğine sahip olmak, İslam dini için büyük
fedakarlıklarda bulunmak gibi sebeplerden dolayı sahabiler
arasında fazilet, tabaka ve mertebe farklılığı vardır.
Hz. Peygamber (s.a.v)'i bir defa gören sahabi ile hayatı boyunca ona hizmet eden saha-binin faziletlerinin
eşit olmayacağını göz önünde bulunduran muhaddisler,
özellikle İslam'a giriş önceliğini esas alarak ashabı 5 yada 12 veya 17
tabakaya ayırmışlardır. B.k.z İslam Ansiklopedisi,
T.D.V., İstanbul 1997, 12/534-538 (ç)
[84] Buhârî, Fezâilu
Ashâbi'n-Nebî 5; Müslim, Fezâilu's-Sahâbe
222 (2541); Ebu Dâvud,
Sünnet 10 (4658); Tirmizî, Menâkıb
58 (3861); Nesâî (el-Kübrâ),
Menâkib, 5/S4 (8308); İbn Mâce, Mukaddime 11 (161); Ahmed
b. Hanbel, 3/11, 54, 63-64
[85] Sahabe: Peygamber Efendimize iman ederek O'nu gören ve
müsiüman olarak ölen kimseler.
Lügat itibariyle ashab, arkadaş manasına gelen "sâhib"
kelimesinin çoğuludur, İslâm ıstılahında ise "Hz.
Peygamber'in arkadaşları" için, daha geniş kapsamıyla Resulullah'ı
gören müminler için kullanılmıştır. Sahabî ve çoğulu
olan sahabe terimleri de aynı manayı ifade eder.
Sahabî sayılabilmek için az da olsa Resulullah
ile görüşmek şarttır. Bu sebeple Hz. Peygamber
döneminde yaşamış, O'na iman etmiş, hatta O'nunla
haberleşip yazışmış, O'na destek sağlamış kişiler ashâbtan
sayılmaz. Meselâ o dönemin meşhur Habeşistan Kralı Necâşî
Ashame böyledir.
Hz. Peygamberin arkadaşları ve yakın dostları olan
Sahabe-İ Kiram, O yüce Peygamber (s.a.v)'in şahsiyet ve dostluğundan çok
istifade etmiş, kendilerine örnek alarak O'nun istediği gibi müsiüman olmaya çok gayret göstermişlerdir. İslâm'ın
güçlenip yayılması için canlarıyla başlarıyla çalışmışlar, bu yolda, ölüm de
dahil olmak üzere hiç bir şeyden çekinmemişler, Allah ve Resulünü,
çoluk-çocuklarından, mallarından, hatta canlarından daha çok sevmişlerdir;
Allah yolunda hiç çekinmeden yurtlarından hicret etmiş ve kanlarını akıtarak
canlarını vermişlerdir. Böylece Ashab-ı Kirâm'in, Hz. Peygamber'le
beraber olmaktan kazandıkları üstünlükleri ortaya çıkmaktadır. Nitekim bu ve
benzeri özelliklerinden dolayı sahabe, Kur'an-ı
Kerîm'in müteaddit yerlerinde bizzat Allah'u Teâlâ tarafından, hadîsi şeriflerde de Peygamberimiz
tarafından methedilmektedir.
"islam'da birinci dereceyi kazanan
muhacirler ve ensar ile onlara güzellikle tabi
olanlar yok mu? Allah onlardan razı olmuştur. Onlar da AHah'dan
razı olmuşlardır. Allah bunlar için, kendileri içinde ebedî kalıcılar olmak
özere, altlarından ırmaklar akan Cennetler hazırladı. İşte bu, en büyük
bahtiyarlıktır" (Tevbe: 9/100).
O ağacın altında müminler
sana bey'at ederlerken, andolsun
ki Allah onlardan razı olmuştur da kafplerindekini
bilerek üzerlerine manevî bir kuvvet (moral) indirmiş ve onları yakın birfetih ile mükafatlandırmıştır" (Feth:
48/28) "Muhammed Allah'ın Resulu'dur. O'nunla beraber olanlar (ashab)
da kâfirlere karşı çetin ve metin, kendi aralarında merhametlidirler. Onları
rükû' edici, secde edici olarak görürsün. Onlar Allah'dan
daima fazl-u kerem ve rıza isterler. Secde izinden
meydana gelen nişanları yüzlerindedir..." (Feth:
48/29)
Peygamber Efendimiz'in Allah'tan alarak tebliğ ve yaşayışında tatbik
ettiği veya bizzat kendisinin koyduğu dînî esasların, daha sonraki müsiüman nesillere ancak ashaba dayanan sıhhatli
nakillerle ulaşabildiği düşünülecek olursa, İslâm açısından ashab-ı
kiramın gerçekten bu övgülere ve kendilerine saygı gösterilmesi konusundaki
ikazlara lâyık oldukları açıkça anlaşılır.
B.k.z: Şamil İslam
Ansiklopedisi, Ashâb maddesi,
Hadis, sahabeden birine sövmenin haram olduğuna delalet etmektedir.
Sahabe arasındaki ihtilaflar, ietihad neticesidir.
İsabet eden on, hata eden ise bir sevap almıştır. Meseleye bu açıdan bakmak
gerekir, (ç)
[86] Müdd: Okkadan küçük bir
ölçektir. 18 litrelik bir kaptır. Hanefilere göre bir müdd,
1/4 sa'dir. Bir sa' ise,
3,334 kg ettiğine göre, bir müdd, bu rakamın 1/4'dür.
(ç)
[87] Müslim, Fezâilu's-Sahâbe 222
(2541)
[88] Buharı, Fezâüu Eshâbi'n-Nebî 12, Menâkıb 25;
Müslim, Fezâilu's-Sahâbe 97-99 (2450)-Ebu Dâvud, Edeb
143-144 (5217); Tirmizî, Menâkıb
60 {3872}; Nesâî (el-Kübrâ)'
Menâkıb, 5/95 (8366, 8367), 5/96 (8368, 8369); İbn Mâce, Cenâiz
64 (1621)- Ahmed b' Hanbel,
6/240
[89] Buhârî, Meğâzî
83; Müslim, Fezâilu's-Sahâbe 97 (2450)
[90] Resulullah (s.a.v)'in 7
çocuğu vardı. Bunlardan 3'ü erkek idi. Bunlar; a. Kasım, b. Abdullah, c.
İbrahim'dir. 4 tanede kızı vardı. Bunlar ise; a. Rukiyye,
b. Zeynep, c Ummü Gülsüm, d. Fatıma'dir.
Hz. Fatıma, Resulullah (s.a.v)'in
peygamberlikle görevlendirilmesinden kısa bîr müddet Önce dünyaya gelmiştir.
Hicretin 2. yılında Bedir savaşından önce Hz. A!i'ye evlenmiştir. Fakat gerdeğe, Uhud
savaşından sonra girmiştir. Hz. Fatıma;
Hasan, Hüseyin, Ummü Gülsüm ve Zeynep adlı çocukları
dünyaya gelmiştir. Evlendiğinde 15 yaşında idi.
Resulullah (s.a.u)'in diğer kızları, Resulullah
(s.a.v) daha hayattayken Ölmüşken, Hz. Fatıma, Resuluİlah (s.a.v) den
sonra Ölmüştür. Resulullah {s.a.vj'in
soyu, Hz. Fatıma'nın
çocukları yoluyla devam etmiştir. Çünkü Rukiyye'den
doğan Abdullah küçükken ölmüş, Ümmü Gülsüm'ün çocuğu olmamış, Zeynep'den
doğan Ali küçükken ölmüş ve oğlu Ümâme'nin de çocuğu
olmamıştır.
Resulullah (s.a.v), Hz. Fatıma'yı çok sever, çok ikramda bulunur ve onunla hoşnut
olurdu. Hz. Fatıma, çok
sabırlı olduğu sürece dindar, değişik üstünlüklere sahip, kendisini kötülüklerden
sürekli koruyan, kanaatkar ve Allah'a çokça şükreden bir kadın idi. Hatta Hz. Ali,.Ebu Cehİl'İn
kızı Ümmü Cemile'yİ onun
üzerine kuma olarak getirmek İstediğinde, Resulullah
(s.a.v) buna razı olmamıştı. Yalnız Ebu Cehü'in kızının isminin ne olduğu hususunda görüş ayrılığı
vardır.
Hz. Fatima'da, babasına çok
düşkündü. Hatta Resulullah (s.a.v)'in hastalığı
sırasında babasının ölecek olması nedeniyle ağlamıştı. Ardından Resulullah (s.a.v)'in aile çevresi içinde kendisine ilk
kavuşacak kişinin kendisi olduğunu ve onun, bu ümmetin hanımlarının efendisi
olduğunu haber vermesi üzerine gülmüş ve sevinmiştir.
Hz. Fatıma, Resulullah (s.a.v)'in
ölümünden 5 ay veya buna yakın bir müddet sonra ölmüştür. 24 yada 25 yıl
yaşamıştır, (ç)
[91] Müslim, Fezâilu's-Sahâbe 98
(2450}
[92] Müslim, Fezâilu's-Sahâbe 99
(2450)
[93] Müslim, Fezâilu's-Sahâbe 99
(2450)
[94] Aslından insanlara ayağa kalkmak caiz olmakia birlikte ayağa kalkan veya kendisi için ayağa
kalkılan açısından arızî bir fesadın bulunması halinde, bu cevaz kerahate dönüşür. Kalkan kimse açısından fesat, riyakar
durumuna düşmesidir. Bazı kişilerin bazen hiç de hoşlanmadıkları bir kimse İçin
cemaat içerisinde ayağa kalkam durumunda kalmaları
gibi. Kalkılan kimse açısında fesat ise, kendisine gösterilen saygıdan dolayı
büyüklük duygusuna kapılması gibi. Fakat kişi, gelen bir kimseye ayağa
kalmadığı takdirde uğrayacağı zarar ayağa kalktığı takdirde uğrayacağı zarardan
daha büyük olmak, düşmanlık ve kin kazanmak ve saldırıya uğramak gibi
zararlara uğraması söz konusu ise o zaman ayaka
kalkar. Örneğin, Hz. Peygamber (s.a.v), Yahudi olan Kureyzalılar hakkında hakem olması için Sa'd
b. Muaz'a bir haberci yollamıştı. Sa'd
bir eşek üzerinde Hz. Peygamber (s.a.v)'in yanma
gelmişti. Hz. Peygamber {s.a.v), Sa'd'm
geldiğini görünce, yanındakilere: "Haydi kalkınız efendinize"
buyurmuştu. Buradaki ayağa kalkma, ihtilaflı olan ta'zim
kalması değil, yardım etmek için ayağa kalkılmasıdır. Çünkü ayağa kalkan
kimseler, onu ta'zim için değil, hayvanından inmesine
yardım etmek için ayağa kalkmışlardır. Çünkü Sa'd,
hasta durumda idi.
Hanefi alimlerinden Tehânevî bu konuda şöyle der:
"Ayağa kalkamnm çeşitli şekilleri vardır:
1. "Kıyam" kelimesi, "li" harfi cerriyle kullanıldığı zaman, "ayağa
kalkmak" anlamına gelir.
2. "İla"
harfi cerriyle kullanıldıuğı zaman "(ona doğru}
yürüyüp gitti" anlamına gelir.
3. "Beyne" kelimesiyle kullanıldığı
zaman "önünde görünmek" anlamına gelir.
4. "Alâ" harfi cerriyle kullanıldığı
zaman "oturmakta olan bir kimsenin arkasında dikelmek" anlamına
gelir.
Gerek Sa'd b. Muaz olayında ve gerekse
de bu olayda, "ayağa kalkmak" kelimesi için "ilâ" harfi
cerri kullanıldığı için bu kelime, "(ona doğru) yürüyüp gitti"
anlamında kullanılmıştır. Bu çeşit kalkma, ta'zim ve
ikram için değildir. B.k.z: Tehânevî, İ'lau's-Sünen, 17/427-428 İbn Abidin'e göre ise; hatta gelene (ihtilaflı olmayan) ta'zim (=saygı) olsun diye ayağa kalkmak müstehabtır. Mescitte oturan bir kişinin yanına gelene ta'zimen ayağa kalkması, Kur'an
okuyanın, gelene ta'zim için ayağa kalkması, eğer
gelen kişi ta'zime müstehak
ise mekruh değildir.
Esas olan; başkasına
karşı ayağa kalkmak bizzat mekruh değldir. Mekruh
ancak kendisi için ayağa kalkılan kişi kendisi İçin kalkılmayı severse, işte bu
tür ayağa kalmak mekruhtur. Eğer kendisi için ayağa kalkılmasına kıymet
vermeyen bir kimse için kalkılmasında bir sakınca yoktur, (ç)
[95] Tirmizî, Menâkıb
60 (3872)
[96] Ebu Dâvud,
Edeb 143-144 (5217)
[97] Aişe, Hz.
Ebu Bekr'in kızıdır.
Annesi, Ümmü Rûmân bİnt. Âmir'dir. Aişe, hicretten 7
yada 8 ay sonra Hz. Peygamber (s.a.v) ile zifafa
girmiştir.
Aif e, yarım asırdan fazla bir zaman yaşadığı için serî
ilimlerin dörtte birinin Aişe'den nakledildiği
söylenir.
Atâ' ibn Rebâh: Aişe;
insanların en fakihi, en alimi, ümmet hakkındaki re'y ve içtihadında en güzel isabet edeni idi' demiştir.
Hz. Peygamber (s.a.v)'in hanımları içerisinde kendisine
en sevgili olması, iftiracıların iftirasından Allah'ın onun beraatini, Kur'an'da, kıyamete
kadar tilavet- olunacak bir vahiy olarak indirmiş olması, Aişe'nin
Özelliklerinden biridir.
Aişe, Muaviye'nin saltanatlığı döneminde 70 yaşma yaklaşmış
olduğu halde hicretin 58. yılında Medine'de vefat etmişti". Cenaze
namazını, Ebu Hureyre
kıldırmıştır, (ç)
[98] Buhârî, Fezâilu Eshâbi'n-Nebî 30, Bed'ül-Halk 6;
Müslim, Fezâilu's-Sahâbe 90-91 (2447); Ebu Dâvud, Edeb
153-154 (5232); Tirmizî, Menâkıb
62 (3881, 3882); Nesâî, İşretu'n-Nisâ'
3; İbn Mâce, Edeb 12 (3596); Ahmed b. Hanbel, 6/117
[99] Ebu Dâvud,
Edeb 153-154 (5232); Tirmizî,
Menâkıb 62 (3881, 3882}, İsti'zân
5 (2693). Yalnız Tirmizîdeki ifadeler hep Selam,
Allah'ın rahmeti ve bereketleri onun üzerine olsun!" şeklindedir, (ç)
[100] Cebrail'in, Hz. Aişe'ye selam söylemesi; onun büyük bir fazilete sahip
olmasından ileri gelmektedir. Çünkü Aişe'nin
yanındayken Hz. Peygamber (s.a.v)'e vahiy gelmesi, Aişe için büyük bir şeref ve övünme vesilesidir. Bunun yanı
sıra Resulullah (s.a.v)'in, Aişe'ye
olan muhabbeti; Allah katında Aişe'nin yerinin yüce
olduğunu gösterir. Sahabiler de, Hz.
Peygamber (s.a.v)'in, Aişe'ye olan bu muhabbetini İyi
bildikleri için, Resulullah (s.a.v)'in rızasını
kazanmak maksadıyla hediyelerini getirmek İçin Aişe'nin
yanında kaldığı günü gözetlerlerdi. B.k.z: Nesâî, İşretu'n-Nisâ1 3 (ç)
[101] Nesâî, Uşretu'n-Nisâ13
[102] Birr: İyiiik,
hayırda genişlik, güzel davranış. Birr, müslümanların gerek kendi aralarında ve gerekse İslâm
devletinin gayr-i müslim vatandaşlarına karşı
güzellik ve adaletle davranmaları anlamında kullanıldığı gibi, Müslüman'ın
Allah'a karşı olan görevlerini ifa ederken işlediği sâlih
amellerin bütünü anlamına da gelmektedir.
Birr, takvanın kendisidir. Allah'ın emrine uyup, ilâhî
murakabeyi yakînen kavramaktır. Tasavvuru, şuuru,
ameli ve Allah'a yönelişi birleştirmek demektir. Ferdin ve toplumun vicdanına
hükmeden tasavvur ile ferdin ve toplumun hayatını düzenleyen amel, Allah'ın
istediği ölçüler dahilinde birleşirse İşte o zaman birr
gerçekleşir. Çünkü Kur'an genel oia-rak toplum hayatında hakkaniyet ve sevgiyi özellikle
vurgulamaktadır. Yani başkalarına karşı hakkı gözetmek ve sevgi göstermek, Kur'an'ın insanlar için emridir. İşte bu, birr ile açıklanabilen geniş, bol ve sürekli olan bir hayrdir. B.k.z: Şamil İslam Ansiklopedisi, Birr maddesi
Sıla: Bağ demektir. Sila-i Rahim İse;
akrabalık, dostluk ve insanlık gibi anlamlara gelmektedir.
[103] Buhârî, Cihâd
138, Edeb 3; Müslim, Birr
5-6 (2549); Ebu Dâvud, Cihâd 31 (2528}; Tirmizî, Cihâd 2 (1671); Nesâî, Bey'at 10, Cihâd 5; İbn Mâce, Cihâd
12 (2782); Ahmed b. Hanbel,
2/165, 188, 193,197, 221
[104] Buhârî, Cihâd
138; Müslim, Birr 5 (2549)
[105] Bey'at kelimesi sözlükte;
kabul etmek, razı olmak ve tasdik ermek anlamında kullanılan bir kelimedir.
Terim olarak ise; bir mükellefin, ehil olan bir cemaat (=Ehlu'l-hall ve'l-akd)
tarafından tesbit edilen Halîfe'ye (=îmam'a, Ulû'l-emr'e) itaat edeceğine ve
sadık kalacağına dair söz vermesidir.
Bey'at;
kitap, sünnet ve sahabe-i kirâm'ın icmaı ile sabit olan sâlih bir
ameldir Kur'an-ı Kerîm'de, Resui-u
Ekrem (s.a.s.)'e hitaben: 'Sqna bey'at
edenler, ancak Allah'a bey'at etmiş olur. Allah'ın
eşi onların (Bey'at edenlerin elleri üstündedir. Şu
halde İtim (bu bey'at bağını, ahdini) çozerse, kendi aleyhine çözmüş olur. Kim de Allah İle
sözleştiği şeye vefa ederse (Allah) ona büyük bir ecir verecektir" (Feth: 48/10) hükmü beyan buyurulmuştur. B.k.z: Şamil İslam Ansiklopedisi, Bey'at maddesi (ç)
[106] Hattâbî (ö. ö. 388/998)'ye
göre; savaşa çıkacak olan kimse, eğer bu savaşa mecbur olmadan sadece sevap
kazanmak arzusuyla çıkacaksa, annesinin ve babasının izni olmadan çıkamaz.
Fakat üzerine farz olan bir cihadı yerine getirmek isteyen bir kimsenin anne ve
babasından izin alması gerekmez.
Her ne kadar hadisin
metninde annesinin ve babasının iznini almadan Hz.
Peygamber (s.a.v)'den hicret etmek için isteyen bir kimseden bahsediiiyorsa da, hicret etmek ile savaşa çıkmanın hükmü
bir olduğundan alimler buradaki hicret meselesini cihad
yönünden ele almışlardır.
B.k.z: Sünen-i Ebu Dâvud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi, İsianbuİ
1990, 10/7-9 (ç)
[107] Müslim, Birr 6 (2549)
[108] Ebu Dâvud,
Cihâd 31 (2528); Nesâî, Bey'at 10
[109] Kader: Kader kelimesi, Kur'an-i
Kerim'de, defalarca zikredilmiştir.
"O'nun katında her
şey, bir "mikdâr'a (ölçüye) göredir" {Ra'd: 13/8), "Her şeyin hazîneleri yalnız bizim
yanımızdadır. Biz onu ancak belli bir "kader" (ölçü) ile indiririz" {Hİcr: 15/21), "Biz, her şeyi
bir "kader"e
(=ölçüye) göre
yarattık" (Kamer:54/49)
Bütün bu ayetlerden
çıkan sonuç şudur: Kader'den maksat; Allah'ın, bu alem için ortaya koyduğu
sağlam düzen, genel kanunlar ve sebepleri müsebbeplere
bağlayan ilahi kanunlardır.
Kader; hiçbir şekilde
tembelliğin sebebi, günah işlemenin vesilesi ve sözü zorla söylettirmenin yolu
olmamalı. Bilakis Kader, büyük işlerin ardında büyük gayelerin gerçekleştirilmesi
İçin bir yol kabul edilmesi gerekir.
Meydana gelecek şeyleri
Allah'ın bilmesi ve bu bilmeye göre o şeylerin meydana gelmesi insan üzerinde
hiçbir etkisi yoktur. Çünkü bilmek, etkinin sıfatı değil, bilinmeyen şeyleri
açığa çıkarmanın sıfatıdır. Örneğin, bu; kişinin, oğlunun zeki olduğunu,
derslerine çalıştığını, bütün konuları kavrayıp ezberlediğini bilmesi ile
bunları yapması için çocuğu zorlaması arasındaki fark gibidir. Bunları
bilmenin, çocuğun başarısı üzerinde hiçbir etkisi olmadığı açıktır.
Şüphesiz Kader, kaderle
önlenir. Örneğin, açlık kaderse yemek yemekde
kaderdir, susuzluk kaderse su içmekde kaderdir,
hastalık kaderse (bundan kurtulmak için) tedavi ve sağlıklı olmakta kaderdir,
tembellik kaderse çalışmak ve gayret etmekte kaderdir. Böylece kader, kaderle
giderilir. Dolayisıyle Kader'in, ayakbağı
veya baskı aracı olması sözkonusu değildir.
Anlatıldığına göre; Ebu Ubeyde
ibnu'l-Cerrah, veba hastalığından kaçan Hz. Ömer (r.a)'a:
Allah'ın kaderinden mi
kaçıyorsun?' diye sormuştu. Hz. Ömer'de:
Evet, Allah'ın
kaderinden yine Allah'ın kaderine kaçıyorum' diye cevap vermişti. (Yani Hz. Ömer, burada, "hastalık ve veba kaderinden sağlık
ve afiyet kaderine kaçıyorum" cevabını vermişti.)
Daha sonra Ebu Ubeyde ibnu'l-Cerrah'a,
çorak arazi İle verimli arazi arasındaki farkı örnek verip develerinin
otlaması için çorak araziden verimli araziye geçmek
suretiyle bir kaderden diğer kadere geçtiklerini
ifade etti." (Buhâri, Tıb
29; Müslim, Selam 98 (2219); Muvatteı, Cami' 22}
Resulullah (s.a.v) ve ashabı, başarısızlığa boğulanların mazeret
gösterdiği yanlış anlamayı kendilerine kanıt yapacak azimsiz zayıf kişilerin
karaktersizliği gibi gevşek ve çabasız davranabilirdi. Fakat Resulullah (s.a.v), gerçeği, açığa çıkarmak İçin gelmiştir.
Gevşemedi, zayıflamadı ve Allah'ın kullarına vaadettiği
yardım kanununa sarılarak büyük risaletini
gerçekleştirmek için kaderi desteğine aldı.
Fakirliğe çalışmayla,
bilgisizliğe ilimle, hastalığa ilaç ve tedaviyle, küfür ve İsyana cihad-la karşı koydu. Keder ve hüzünden, acizlik ve
tembellikten Allah'a sığındı. Zaferle sonuçlanan bütün gazveleri, Allah'ın
irade ve kaderine göre meydana gelen O'nun yüce iradesinin bir belirtisinden
başka bir şey değildir.
Resulullah
(s.a.v}, kaderin yanlış anlaşılmasından sakındırmış ve yanlış anlayan kimselere
karşı konulmasını emretmiştir, (ç)
[110] Hadisin zahirine göre; insan, anne kamında kırkar
günlük üç devre kaldıktan sonra Allah, ona ruh üfürmek için bir melek gönderir.
Bu devrelerin toplamı dört ay eder. Dört aydan sonra anne karnındaki cenine,
melek tarafından ruh üfürülür. Doğduğu zaman yiyip içeceği rızkı, eceli,
ameli, bedbaht mı, yoksa bahtiyar mı olacağı yazılır. Yalnız ceninin
canlılığının, mahiyeti hiçbir zaman bilemeyeceğimiz ruhun üflenmesiyle aynı şey
olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Çünkü günümüzde ulaşılan ayrıntılı tıbbî
bilgiler, ceninin, döllenmeden itibaren ayrı bir canlılık ve bütünlük
kazandığını, safha safha oluşum ve yaratılışının
tamamlandığını, İlk birkaç haftadan itibaren organlarının teşekkül ettiğini,
hatta kalp atışlarının hissedildiğini ortaya koymaktadır, (ç)
[111] Allah'a hüsnü zanda bulunmak, Allah'a sıdk ve cennet ehlinin ameli ve itikadıyla yönelen kişinin,
Allah bereketini artıracağına ve onu hayr ile sona
erdireceğine inanmamızı gerekli kılar. Biz, bu meseleyi, bozuk inançlı veya
riyakar yada kalbi hastalıklı ve zahirde cennet ehlinin amelini işleyen veya
gizli günahlar işleyen, ama batında cehennem ehlinin amelini işleyen bir
kişinin bulunabileceği şeklinde düşünüyoruz. Bu gibilerin akıbeti kötüdür. Ancak
Allah'ın büyük şirkin dışındaki günahları bağışlaması mümkündür.
B.k.z: Said Havva, İslam Akaidi, Aksa Yayın,
İstanbul 1996, 2/335 (ç)
[112] Buhârî, Kader 1,
Bed'ü'1-Halk 6, Enbiyâ11; Müslim, Kader 1 (2643); Ebu
Dâvud, Sünnet 16 (4708); Tirmizî,
Kader 4 (2137); Nesâî (el-Kübrâ),
Tefsir, 6/366; İbn Mâce,
Mukaddime 10 (76); Ahmed b. Hanbel, 1/382, 430 (ç)
[113] Ebu Dâvud,
Sünnet 16 {4708}
[114] Zikir"; anmak, hatırlamak gibi anlamlara
gelmektedir.
Dua" kelimesi,
sözlükte; çağırmak, davet etmek, rağbet etmek, yardım istemek gibi an-lamiara gelir. Çoğuîu, Deavâf'tır.
Dua; bir ibadet,
kulluğun özü, Rabbe dönüş ve yönelişin adıdır. Kulluktan bahsedilen bir yerde,
duadan bahsetmemek mümkün değildir.
Dua, kulun düşüncesinin
Rabbe takdim edilmesi şeklidir. Kul, erişemeyeceği ve gücüyle elde edemeyeceği
her şeyini, mutlak iktidar sahibi olan ALLAH'tan
ister. Günümüzde sadece beş vakit namazın veya belli bir kısım ibadetin sonuna
sıkıştırılarak küçültülen dua, gerçekte, hayatın ve hayat ötesinin en büyük
lazımıdır. Dua; rıza-i ilahînin şifresi, cennet yurdunun da anahtarı, kalplerin
şifası, ruhların gıdası, kulun Rabbine karşı şükran ve vefasıdır.
Kısaca dua; insan ile Aüah arasında bir haberleşme yada Üetişim
olarak tanımlanabilinir. Dua ile insan, doğrudan
doğruya Allah'a başvurmakta ve O'nunla konuşmaktadır.
Dua eden insanın, bir taraftan Allah'a olan köklü bağımlılığını ifade ermesi,
diğer taraftan da O'nun yüce kudretine duyduğu çok derin bir güven ve itimat,
biri diğerinden ayrılmaz şekilde duada yer almaktadır.
Duanın, gerek organsal
ve gerekse de ruhsal bir takım hastalıkları tedavi edici gücü ve özelliği,
öteden beri bilinmektedir. Çünkü dua eden insan, kendisine hüe
ve kurnazlık yapmak mümkün olmayan Allah'a her şeyi söyleyerek kendi kendisiyle
İlgili ve kendisinin Allah'la ilişkisi konusundaki hakikati gizleyip saklamadan
olduğu gibi anlatır. Düa, sesli yada sessiz, belli
bir formüle göre yada insani durumun gerektirdiği yerde serbest ve sade
ifadelerle yapılabilinir.
Yine dua, insanın
duygularını, tepkilerini, istek ve ihtiyaçlarını ifade ettiği İçin duygu ve
istekleri kadarda çeşitlidir, (ç)
[115] Allah'ın yakınlığından maksat; manevi yakınlıktır. Resulullah (s.a.v)'İn bunu söylemesine sebep olan; tekbirde
seslerin yükseltilmesi olayı ve bunu men etmek için kullandığı ifadeler, yüce
Allah'ın manevi yakınlığına işaret edildiğini göstermektedir, (ç)
[116] kelimesi; hareket ve çare anlamına gelmektedir. Bu
kelimenin başka türevleri de vardır. Hepsinde güç isteyen bir hareket ve bir
yer değiştirme görülmektedir. Şu halde bu cümle; "§u veya bu şey",
"şu yada bu iş" demeksizin hareket, güç, kuvvet gerektirenim
halimizde, her işimizde, yaptığımız her iyilikte, işlediğimiz her amelde muhtaç
olduğumuz güç ve kuvvetin Allah'tan geldiğini ifade etmektedir.
"Hazine"nin buradaki anlamı ise, cennette biriktirilmiş olan
sevaptır, (ç)
[117] Buhârî, Deavât
50, 67; Müslim, Zikr 44-47 (2704);'Ebu Dâvud, Vitr
26 (1526, 152/. 1528); Tirmizî, Deavât
57 (3461); Nesâî (el-Kübrâ),
4/398, 5/255, 6/137; Amelü'I-Yera
ve'l-Leyl 1/364; İbn Mâce, Edeb
59 (3824); Ahmed b. Hanbel,
4/394, 402, 418
[118] Müslim, Zikr 44 (2704)
[119] Müslim, Zikr 46 (2704)
[120] Bu hadis, bu lafzıyla tam olarak Ebu
Dâvud'da bulunamamıştır. Benzeri rivayet Ebu Dâvud, Vitr
26 (1526, 1527); Buhârî, Deavât
67'de geçmektedir, (ç)
[121] Ebu Dâvud,
Vitr 26 (1527); Buhârî, Deavât 67; Müslim Zikr 45 (2704)
[122] Istîaze: Sığmrna
korunma, talep etme anlamına gelmektedir. Her çeşit kötülüklerden, günahlardan,
Allah m yasaklarından, cehennemden., gibi Allah'a sığınmak, O'nun korumasını
talep etmek, islam'da ibadeün
en önemli hallerinden biridir. Resulullah (s.a.v)'in,
burada, Allah'tan sığındığı kötü hallerden bazıları şunlardır: 1. Korkaklık:
Kişinin, bedeni faaliyetlerden faydafanamaması
halidir. Korkaklık, kişinin zaafıdır. Kışı, bu zaaf halini yenemediği takdirde
psikolojik bunalımlara düşebilir. Dinimiz^ kişinin, cesaretli olmasını tavsiye
etmektedir.
2. İhtiyarlık: Kişinin,
yaşamak için zaruri olan İhtiyaçları İyi niyetine rağmen temin edemeyecek ve
kendi ihtiyaçlarını kendi başına göremeyecek duruma düşmesidir.
Burada ihtiyarlıkla
kastedilen; düşkünlük ve aşırı ihtiyarlık halidir. İhtiyarlık ile yaşlılık kavramları,
birbirinden farklıdır. Kişi, beden ve yaş olarak yaşlanabilir. Fakat iyi
beslenmesi, stres ve sıkıntılardan uzak kalması sebebiyle ihtiyarlamayabilir.
3. Tembellik: Kişinin, güç ve kuvveti olmasına
rağmen işi terk etmesi yada gevşek yapması halidir. İşin terk edilmesi yada
yapılmaması, güçsüzlük ve dermansızlıktan değildir. Güç ve kuvvete rağmen işin
yapılmamasıdır.
4. Kabir azabı ve fitnesi: Kabir azabının
varlığı, pek çok nasla sabit olan bir gerçektir.
Dünya hayatı ile kıyametin kopmasına kadar geçen zaman içinde
"berzah" denilen ara bir devre vardır ki, buna, "kabir
hayatı" denilmektedir.
Kabir hayatında geçen
iyi ve kötü şeyler; kişinin, dünyada yaptığı iyilik ve kötülüklere bağlıdır.
Dünya hayatında İken kişi, Allah'ın emirlerine ve yasaklarına göre bir hayat
sür-müşse, kabirdeki hayatıda
buna bağlı olarak cennet bahçelerinden bir bahçe, yada cehennem çukurlarından
bir çukur olabilmektedir.
5. Mesih Deccâl: Hz. Peygamber (s.a.v), kendisinden çok sonra çıkacağını
bildiği Mesih Deccâl'in fitnesinden Allah'a
sığınması; bu dua sayesinde mü'minler, kendilerini
bekleyen bu tür tehlikeleri tanımak ve onlardan korunmak için daha önceden
tedbir almak imkanını bulmuş olurlar.
6. Cehennem azabı ve fitnesi: Cehennem
fitnesinden maksat; kişinin, cehennem girmesine sebep olacak olan kötü
amellerdir. Dolayısıyla Hz. Peygamber (s.a.v), hem
cehenneme gitmeye sebep oiacak fitnelerden ve hem de
cehennem azabından Allah'a sığınmıştır.
7. Zenginliğin şerri: Allah'ın verdiği malda
cimrilik edip onun istediği yollarda harcamamak, zekat, fitre gibi malî
görevleri ihmal etmek yada malı haram yollarda harcamak ve ma!
sebebiyle kibirlenmek, Övünmektir.
8. Fakirliğin fitnesi: Allah'ın verdiğine, razı
olmamak, Allah'ın taksimine isyan etmek, yoksulluğa sabretmemek, zenginlerin
elindekini kıskanıp ona göz dikmektir.
Bu tür dualar; Hz. Peygamber (s.a.v)'in bu tür şeylerden korkmasından
dolayı olmayıp ümmetine dua etmenin şeklini öğretmek ve bu tür şeylerden
sakınmalarını sağlamak içindir, (ç)
[123] Buhârî, Deavât
39, 44; Müslim, Zikr 49 (589); Ebu
Dâvud, Salât 148-149 (880);
Tirmizî, Deavât 76 (3495); Nesâî, Cenâiz 115, İstiâze 56; İbn Mâce, Duâ 3 (3838); Ahmed b. Hanbel, 6/88, 89, 207
[124] Buhârî, Deavât
39
[125] Buhârî, E2ân 149; Müslim, Mesâcid 127 (587)
[126] Tirmizî, Deavât
76 (3495)
[127] Nesâî, İstiâze
56
[128] Ebu Dâuud,
Vitr 32 (1543)
[129] Nesâî, Cenâiz
115, İstiâze 56
[130] Nesâî, İstiâze
56
[131] Buhârî, Merdâ
19, Deavât 30; Müslim, Zikr
10-11 (2680); Ebu Dâvud, Cenâiz 9 (3108, 3109); Tirmizî, Cenâiz 3 (971); Nesâî, Cenâiz 1; İbn Mâce,
Zühd 31 (4265); Ahmed b. Hanbel, 3/163, 195
[132] Buhârî, Merdâ
19; Müslim, Zikr 10 (2680)
[133] Bir müslümanın kendisine
isabet eden hastalık, fakirlik gibi bir sıkıntıdan dolayı ölümü temenni etmesi,
o müslümana yakışmayan bir durumdur. Çünkü kişinin
mutlak olarak ölümü temenni ermesi caiz değildir. Ancak hayatında, dünyaya ve ahîrete hayrlı olduğu sürece
hayatta kalması, dünyaya ve ahirete zararlı hale
gelince hayatının sona ermesi için temenni de bulunması yada dua ermesi
caizdir.
Yine dinî hayata gelen
bir felaketten dolayı Allah'a hakkıyla kulluk yapamaktan
acizliğe düşerek ölümü temenni etmek de caizdir. Nitekim Hz.
Ömer, ihtiyarlayıp da kulluk görevlerini yapmakta acizliğe düşünce:
- 'Allahim!
Yaşlandım, kuvvetten düştüm. Ülkem ( = İslam hudutları) genişledi. Eksik,
fazla kasızlık yapıp kusur işlemeden canımı al!' diye
dua ermiştir (Muvatta', Hudûd
10).
Kişinin salih amellerinin günahlarından çok
olduğu, fitne ve fesattan uzak kaldığı yıllan; hayatının hayrlı
dönemleridir. Fakat günahlarının sevabından daha çok olduğu zamanları,
hayatının kötü olan yıllandır. İnsanın ileride nasıl bir hayat süreceği kendisi
için meçhul olduğundan, eğer ölüm temennisinde bulunulacaksa, Allah'ın ilmine
teslim olarak, "Alla-hım! Beni Refik-i A'lâya
eriştir" şeklinde dua eîmek, konumuzla ilgili
hadise aykırı değildir. Çünkü Hz. Peygamber
(s.a.v)'in bu sözü, bir ölüm temennisi değildir. Zaten onun, hem dünya ve hem
de ahiret için kamil manada bir hayata sahip ve buhayatın vefatına kadar bu şekilde süreceği kesin iken
ölüm temennisinde bulunması düşünülemez, (ç)
[134] Müslim, Zikr 11 (2680)
[135] Buhârî, Cihâd
95, 96; Müslim, Fiten 62-66 (2912); Ebu Dâvud, Melâhim
9 (4303, 4304); Tirmizî, Fiten
40 (2216); Nesâî, Cihâd 42;
İbn Mâce, Fiten 36 (4096); Ahmed b. Hanbei, 2/319
[136] Buhârî, Cihâd
96
[137] Buhârî, Cihâd
96
[138] Müslim, Fiten 66 (2912)
[139] Buhârî, Menâkıb
25
[140] Buhârî, Menâkıb
25
[141] Said Havva bu konu ile
ilgili olarak şöyle der:
"Hûz, Kirman ve Türk toplumlarından söz eden hadislerde,
aynı toplumlara ait özelliklerin ele alındığını görmekteyiz. Bu özellikler İse
Moğol ve Tatar toplumlarına ait özelliklerdir. Bu halkalardan 'Türk"
olarak söz edilmesi, Kafkas dağlarının arkasında oturan halkalnn
tümünün Türk olarak adlandırılması sebebiyledir. Müslümanlar, bu halkaldan bazılarıyla kendi topraklarında çarpışmışlardır.
Bu halklardan Osmanoğuüarı gibi bazıları da, Müslüman
olmaları sebebiyle Tatar ve Moğol dalgalarının önünden kaçarak batı taraflara
yerleşmişlerdir."
B.k.z: Said Havva, İslam Akaidi, Aksa Yay.,
İstanbul 1996, 3/209-210 {ç}
[142] Buhârî, Menâkıb
25
[143] Hadiste, Müslümanların Türklerle savaşacağı
bildirilmekte ve Türklerin şekli tarif edilmektedir.
Beyzavî (ö. 691/1291)'nin İfadesine
göre; yüzlerinin kalkan gibi olmasından maksat, geniş olmasıdır. Kılıflı
olmasından maksat ise, sert ve etli olmasıdır.
Ayrıca hadiste kıldan yapıulmış elbise giyecekleri bildirilmektedir. Bazı
alimler, bu cümleyi; kıldan dokunmuş pabuç giyecekleri şeklinde açıkimışlardır. Nevevî (ö. 676/1277)'de
bu izahı yapanlardandır.
Hadisteki tarife göre,
Müslümanlarla savaşacak olan milletin, Tatarlar olması muhtemeldir. Aynî (ö.
855/1451}, Resulullah (s.a.v)'in işaret ettiği
ordunun Cengiz Han ve torunu Hulagu'nun
komutasında İslam alemini yakıp yıkan, gaddarlığı dilere destan olan Tatar
ordusu olduğuna şöyle işaret etmektedir:
"Resulullah (s.a.v)'in haber verdiği bu savaşların bir
kısmı, (hicri) 617 tarihinde meydana gelmiştir. Türklerden büyük bir ordu
çıkarak bütün Horasan diyarını kılıçtan geçirmiş, bundan sadece mağaralara
saklananlar kurtulabilmiştir. Bunlar; Rey, Kazvİn ve
Mera-ğa'ya kadar ki bütün İslam beldelerini çiğneyip
geçmişler, kadınlarını esir edip çocuklarını kesmişlerdir. Sonr
ad İsfahan'a ilerleyerek sayısız insanı öldürmüşlerdir. Atlarını camilere
doldurup cami ve mescitlerini direklerine bağlamışlardır."
Kurtubî (ö. 671/1273)'de, "Tezkire"de Moğol ve
Tatarların üç çıkışları olduğunu şöyle belirtmektedir.
Birincisinde; Maveraunnehr çevresindeki Horasan beldelerinde yaşayan
İnsanların tümünün canlarını kıyıp Sasanoğullarının
hakimiyetine son vermişler, Peşaver şehrini tamamen
yakmışlar, Harezm halkından önlerine geleni
öldürmüşler, Rey, Kazvin, Erdebil,
Azerbeycan beldelerinin merkezi durumundaki Merağa şehirlerini ve daha başka şehirleri tamamen yerle
bir etmişler,
ikincisinde ise; Irak'a
ulaşıp buranın en büyük şehri olan İsfahan'a saldırmışlar, şehrin halkı hadis
ilmiyle uğraşmakta olup yüce Allah'ın yardımıyla Moğola
saldırılarına karşı göğüs germişler, Moğolların çoğu öldürülmüş olup okun
yaydan çıkması gibi kaçmışlardır.
Üçüncüsünde ise; Bağdat
ve çevresindeki beldeler üzerine saldırıya geçmişler, bu beldelerde bulunan
insanların çoğunu öldürüp buraları viraneye çevirmişlerdir. Ardından çok kısa
bir süre içerisinde Suriye ve civarını da ele geçirmişlerdir. Aynu Calut denilen yerde Moğollar
ile Müslümanlar karşı karşıya gelmişler, bu savaşta Moğollardan çok sayıda asker
öldürüldü. Bu yenilgi üzerine Moğolar, Suriye
topraklarını terk edip kaçtılar. Daha sonra Fırat'ın arkasına çekilmişler,
yenilmiş, perişan olmuş, aşağılanmış ve yüzleri yerlere sürtülmüş olarak geri
dönmek zorunda kalmışlardır. Merhum Said Havva ise bu
konuda şöyle der:
Bu hadisi şerifte
kastedilen saldırıların Moğol ve Tatar saldırıları olması muhtemeldir. Hadis
metinlerinde 'Türk" ismiyle kastedilenlerin, bilinen Türk halkından daha
geniş bir kitleyi içine aldığı anlaşılmaktadır. Bundan dolayı hadislerin
açıklamalarını yapan ılım adamları, bu bölümdeki hadis şeriflerde işaret edilen
olayların, Müslümanların Mogo! ve Tatar saldırıları
dolayısıyla karşı karşıya geldikleri sıkıntılar olduğunu söylemişlerdir. B.k.z:
Said Havva, İslam Akaidi, Aksa Yay., İstanbul 1996,
3/207 (ç)
[144] Müslim, Fiten 65 (2912)
[145] Ebu Dâvud,
Meîâhim 9 (4304); Buhârî, Cihâd 96; Müslim, Fiten 62
[146] Ebu Dâvud,
Melâhim 9 (4303); Müslim, Fiten
65 (2912)
[147] Arafat: Urane vadisinden
başlayarak karşiki dağlara doğru uzanan sahadır.
Arafat'ta vakfe (-durma} zamanı, Arefe günü zeval
vaktinden kurban bayramının birinci, gününün fecrinin doğuşuna kadar olan
herhangi bir zamandır. Bu süre içerisinde bir an dahi durmakla vakfe yerine
getirilmiş olunur.
Hacıların Arafat'tan
sökülerek yolları doldurmaları; dereleri doldurup taşıran sellere benzediği
İçin Bakara: 2/199'da "ifâza" akın etme
tabiri kullanılmıştır. Müzdelife ise; Mina ile Arafat arasındadır. Aralarındaki mesafe, iki
saattir. Bu yerde, Mİna'ya yaklaşıldığı veya Allah'a
yakınlık elde edildiği için oraya "Müzdelife"
denilmiştir. Arap kabilelerinden olan Nadr kabilesi,
Harem dahilinde birbirleriyle karışıp toplandıkları için kendilerine
"toplamak" anlamında "Kureyş"
denilmiştir.
"Hums", cahiliye döneminde Kureyş'in icat ettiği dinî bir asalet ve şereflilik
unvanıdır. Ku-reyşlîler,
Fil Olayından önce yada sonra, Harem içinde yaşayan Kureyş,
Huzâa, Kinâne gibi
kabilelerin Hıll denilen yerlerde yaşayanlarla eşit oimadıklannı, Harem dahilinde yaşayanların Kabe'ye
nispetle asaletli olduklarını ileri sürüp bu asaletlİ
kabilelere "Hums" unvanı vermiş ve bunların
Arafat'ta diğer Arap kabileleleriyle bir arada vakfe
ve ifada yapmalarının uygun olmayacağına karar vermişlerdi. Böylece herkes,
Arafat'ta vakfe vç ifada yaparken bu Hums" kabileleleri Müzdelife'de toplanıp özel olarak vakfe yaparlardı. Hz. Peygamber (s.a.v}'de, kendisine peygamberlik
verilmezden önce Arafe gününde Arafat'ta vakfe
yapanlarla birlikte vakfe yaptığı gibi ertesi günü sabahleyin Kureyşlilerle büfe-te Müzdelife'de vakfe yapardı (İbn Hacer, Fethu'1-Bârî, 4/263).
İslamiyet gelince, yüce
Allah, haccı farz kıldı. Haccın rüknü olarak Arafat'ta vakfe yapılmasını
emretti. Oradan da Müzdefife'ye akın edilmesini
istedi.
[148] Bakara: 2/199
[149] Buhârî, Hac 91, Tefsiru Sure-i Bakara 35; Müslim, Hac 151-152 (1219}; EbuDaW, Menâsik 57 (1910); Tirmizî, Hac 53 (884); Nesâî, Hac
202; îbn Mâce, Menâsik 58 (3018); Ahmed b. Hanbel, 6/141, 162, 186, 214
[150] Buhârî, Tefsiru
Sure-i Bakara 35; Müslim, Hac 151 (1219)
[151] Bakara: 2/199
[152] Bakara: 2/199
[153] Müslim, Hac 152 (1219); Buhârî,
Hac 91