OTUZBİRİNCİ BÖLÜM... 2

EDEB BÖLÜMÜ 2

1. Saça Saç Ekleyen, Ekletme Yapan, Dövme Yapan Ve Yaptıran Kadınların Bu Yaptıklarının Haram Olması 2

2. Misafirlik. 3

3. Aksıran Kimseye, "Yerhamukellâh" Diye Dua Etmek. 4

4. Bir Müslümanın, (Diğer) Müslüman Üzerindeki Hakları 5

OTUZİKİNCİ BÖLÜM... 6

SELÂM BÖLÜMÜ 6

1. (Kuran İle) Rükya Yapmak Ve Rükya Yapan Kimsenin, (Yaptığı Rukyâ Karşılığında) Ücret Alması 6

2. (Herhangi Bir Şeyi) Uğursuzluğa Yorma Ve Uğursuzluk. 7

OTUZÜÇÜNCÜ BÖLÜM... 9

RÜ'YÂ BÖLÜMÜ 9

1. Rüyanın Allahtan Ve Hulmun İse Şeytandan Olması 9

OTUZDÖRDÜNCÜ BÖLÜM... 10

KURANIN FAZİLETLERİ BÖLÜMÜ 10

1. Kur'an-I Ezberlemenin Fazileti 10

2. Kuran Okumanın Fazileti 10

3. Bakara Sûresinin Son İki Ayetinin Fazileti 11

OTUZBEŞİNCİ BÖLÜM... 11

FAZİLETLER BÖLÜMÜ 11

1. Resulullah (S.A.V)'İn Şekli 11

OTUZALTİNCI BÖLÜM... 13

FEZÂİLITS-SAHÂBE (SAHABENİN FAZİLETLERİ) BÖLÜMÜ 13

1. Sahabeye Sövmenin Haram Olması 13

2. Hz. Fâtıma (R.Anhâ)'Nın Fazileti 13

3. Hz. Âişe (R.Anhâ)Nın Fazileti 15

OTUZYEDİNCİ BÖLÜM... 16

BİRR (İYİLİK) VE SILA (AKRABALIK/DOSTLUKBAĞI) BÖLÜMÜ 16

1. Anne-Babaya İyilik Yapmanın Fazileti 16

OTUZSEKİZİNCİ BÖLÜM... 17

KADER BÖLÜMÜ 17

1. İnsanın, Anne Karnında Yaratılmasının Mahiyeti 17

OTUZDOKUZUNCU BÖLÜM... 18

ZİKİR VE DUA BÖLÜMÜ 18

1. "La Havle Ve La Kuvvete İlla Billah" (Güç Ve Kuvvet Ancak Allah'a Mahsustur) İfadesinin Fazileti 18

2. Acizlik, Tembellik Gibi Hususlardan Allah'a Sığınma. 19

3. Ölümü Temenni Etmenin Yasak Olması 20

KIRKINCI BÖLÜM... 20

FİTEN (FİTNELER) BÖLÜMÜ.. 20

1. Türklerle Savaş. 20

KIRKBİRİNCİ BÖLÜM... 21

TEFSİR BÖLÜMÜ.. 21

1. Yüce Allah'ın, 21

Kaynakça. 22


OTUZBİRİNCİ BÖLÜM

 

EDEB BÖLÜMÜ [1]

 

1. Saça Saç Ekleyen, Ekletme Yapan, Dövme Yapan Ve Yaptıran Kadınların Bu Yaptıklarının Haram Olması

 

274. Abdullah ibn Mes'ûd (r.a)'tan rivayet edilmiştir:

"Allah dövme yapan ve yaptıran kadınlara, yüzden kıl yolan ve yolduran kadınlara, güzellik için [2] diş törpilettiren kadınlara, Allah'ın yarattığı şekli değiştiren kadınlara lanet etmiştir.

Bu söz, Esed oğullan (kabilesi) nden Ümmü Ya'kûb denilen bir ka­dının kulağına gitmişti. Bu kadın, (o sırada) Kur'an okuyordu. Hemen Abdullah ibn Mesuda gelip (ona):

Senden benim (kulağım)a gelen bu söz de ne? Sen dövme yapan­lara ve yaptıran kadınlara, yüzden kıl yolduran kadınlara, güzellik için diş törpületenler kadınlara, Allah'ın yarattığı şekli değiştiren kadınlara lanet okumuşsun! dedi. Abdullah ibn Mes'ûd:

Resulullah (s.a.v)'in lanet ettiklerine ben neden lanet etmeyecekmişim. Hem bu, Allah'ın Kitabı'nda da var dedi. Kadın:

Doğrusu ben mushafin iki kapağı arasındakileri okudum. Fakat böyle bir şey bulamadım' dedi. Abdullah ibn Mes'ûd:

Gerçekten Kur'an-ı okudunsa, mutlaka bulmuşsundur. Yüce Al­lah, "Peygamber size neyi getirmişse onu alın! Sîzi neyden yasakladı ise hemen (ondan) vazgeçin [3] (mealindeki) buyurdu' dedi. Bunun üzerine kadın:

Gerçekten ben şimdi senin hanımının üzerinde bundan bir şey görüyorum1 dedi. Abdullah ibn Mes'ûd:

Git de bak! dedi.

Bunun üzerine kadın, Abdullah ibn Mesudun hanımının yanına girdi. Fakat (onda bununla ilgili) bir şey göremedi. Abdullah ibn Mes1-ûd'un yanına gelip:

Bir şey göremedim' dedi. Abdullah ibn Mes'ûd:

Bana bak! Böyle bir şey onda olsaydı, onunla bir arada olamazdık diye cevap verdi.[4]

(Hadisin lafzı, Müslim'e aittir.) [5]

Konu ile ilgili kısa bir rivayette ise şu ifade yer almaktadır:

Peygamber (s.a.v), dövme yapan kadınlara lanet etmiştir."

Bu (cümleye) herhangi bir ilave yapılmamıştır.

Bu hadisfin hu şekildeki metnin)i; Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir.

Tirmizî, bu hadisin sadece bir kısmını rivayet etmiş, kadın ile ilgili olayı anlatmamıştır.

Saç ekleyen kadınlara" ilavesiyle

Ebu Dâvud ise, bu hadisi, O rivayet etmiştir.

Nesâî ise, bu hadisi şu şekilde rivayet etmiştir:

Bir kadın, Abdullah ibn Mes'ûd'a gelip (ona):

Ben, saçları az olan bir kadınım. Saçlarıma (ilave saç) takmam uygun olur mu?' diye sordu. Abdullah ibn Mes'ûd:

Hayır diye cevap verdi. Kadın:

Bunu(n caiz olmadığını); Resulullah (s.a.v)den mi duydun, yok­sa Allah'ın Kitabı'nda da mı gördün?' diye sordu. Abdullah ibn Mes'ûd:

Hayır, Resulullah (s.a.v)'den duydum ve bunu Allah'ın Kitabında da bulurum' diye cevap verdi. [6]

Yine Nesâî'nin konu ile ilgili başka bir rivayeti şu şekildedir:

Resulullah (s.a.v) dövme yapan ve yaptıran kadınlara, [7] yüzden kıl yo­lan ve yolduran kadınlara, [8] güzellik için diş törpilettiren kadınlara lanet et­miştir.[9]

Yine Nesâî'nin konu ile ilgili diğer bir rivayette, Abdullah ibn Mes'ûd şöy­le der.

Resulullah (s.a.v)'i; yüzden kıl yolan ve yolduran kadınlara, yüzden kıl yolduran kadınlara ve yüce Allah'ın yarattığı şekli değiştiren kadınlara lanet ederken işittim.[10]

Yine Nesâî'nin konu ile ilgili başka bir rivayette, Abdullah ibn Mes'ûd öyle der; şöyle der;

Resulullah (s.a.v) dövme yapan ve yaptıran kadına, saça saç ekleyen ve ekleten kadına, faiz yiyen ve yediren kimseye, (üç talakla boşanan kadının tekrar ilk kocasına helal olması için) hülle (geçici nikah) yapan ve kendisi için hülle yapılan (kocay)a [11] lanet etmiştir.[12]

275. Abdullah ibn Ömer (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir: Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

Allah, saça saç ekleyen ile ekleten kadına [13] ve dövme yapan île yaptıran kadına lanet etmiştir.[14]

 

2. Misafirlik

 

276. Ebu Şureyh el-Adew (r.a)'tan rivayet edilmiştir:

Peygamber (s.a.v) konuşurken kulaklarım duydu ve gözlerim gör­dü. Peygamber (s.a.v):

Kim Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsa, komşusuna ikram etsin. (Yine) kim Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsa, misafirine, hediyesini ikram etsin buyurdu. (Sahabiler:)

Ey Allah'ın resulü! Misafirin hediyesi nedir? diye sordular. Peygam­ber (s.a.v):

Misafirin (bu ziyaretine karşılık dünyada hak ettiği) hediyesi, (ev sa­hibinin hediyeleriyle geçen) bir günü ve gecesidir. Misafirlik, üç gündür. Bundan fazlası ise (misafire) bir sadakadır.

(Yine) kim Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsa, (ya) hayr söyle­sin yada sussun!' buyurdu.[15] (Birinci rivayet)

(Hadisin lafzı, Buhârî ile Müslim'e aittir.) [16]

Yine konu ile ilgili bir rivayette, şu ilave yer almaktadır:

Müslüman bir kişiye, (din) kardeşinin yanında onu günaha sokacak ka­dar (fazla) kalması helal olmaz. (Sahabiler:)

Ey Allah'ın resulü! (Müslüman kişi, din) kardeşini nasıl günaha so­kar?' diye sordular. Peygamber (s.a.v):

Onun yanında oturur kalır ve onu ağırlayacak bir şeyi de yoktur!' buyurdu.[17]

Yine konu ile ilgili bir rivayette, Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

Kim Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsa, komşusuna İyilik etsin. (Yine) kim Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsa, misafirine ikram etsin [18] (Yine) kim Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsa, (ya) hayr söylesin yada sussun! [19] (İkinci rivayet)

Buhârî ile Müslim, birinci rivayeti nakletmiştir. Müslim ise, ikinci rivayeti nakletmiştir.

Ebu Davud'un konu ile ilgili rivayetinde ise, Resulullah (s.a.v) şöyle bu­yurmaktadır:

Kim Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsa, misafirine ikram etsin. Mi­safirin (bu ziyaretine karşılık dünyada hak ettiği) hediyesi, (ev sahibinin hedi-yeleriyle geçen) bir günü ve gecesidir. Misafirlik, üç gündür. Bundan fazlası ise (misafire) bir sadakadır. Misafirin, ev sahibinin yanında onu bıktırıncaya kadar oturması caiz değildir.[20]

Ebu Dâvud der ki:

Enes b. Mâlik'e, Peygamber (s.a.v)'in: 'Misafirin (bu ziyaretine karşılık dünyada hak ettiği) hediyesi, (ev sahibinin hediyeleriyle geçen) bir günü ve gecesidir' sözü(nün anlamı) soruldu. Bunun üzerine Enes:

Ev sahibi, misafire, bir gün ve bir gece ikram eder, ona iyilikte bulunur ve onu barındırır. (Misafirin) üç gün misafir olma (hakkı) vardır1 diye cevap verdi.[21]

 

3. Aksıran Kimseye, "Yerhamukellâh" Diye Dua Etmek

 

277. Enes b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:

"İki kişi, Resulullah (s.a.v)'in yanında aksırdı. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v), birine dua etti ve diğerine ise dua etmedi. Resulullah (s.a.v)'e, (birisi­ne dua edip diğerine dua etmeyişinin nedeni) soruldu. Resulullah (s.a.v):

Bu, Allah'a hamd etti (bu nedenle ben de ona dua ettim). Şu ise

Allah'a hamd etmedi (dolayısıyla ben de ona dua etmedim)' buyurdu.[22]

Konu ile ilgili başka bir rivayette ise şu ifade yer almaktadır;

Resulullah (s.a.v)'in, kendisine dua etmediği kimse:

Ey Allah'ın resulü! Şuna dua ettin, bana ise dua etmedin [23] dedi. Resulullah (s.a.v):

Bu, Allah'a hamd etti (bu nedenle ona dua ettim). Sen ise Allah'a etmedin (dolayısıyla sana da dua etmedim)' buyurdu. [24]

 

4. Bir Müslümanın, (Diğer) Müslüman Üzerindeki Hakları

 

278. Ebu Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:

Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

Bir Müslümanın, (diğer) Müslüman üzerindeki hakkı beştir:

1. Selamı almak,

2. Hastayı ziyaret etmek,

3. Cenazeyi uğurlamak,

4. Davete katılmak,

5. Aksıran (kimse 'elhamdülillah' dediği takdirde on)a, ('yerhamukellah' diye) dua etmek.[25]

Bu hadisin hu şekildeki metninji; Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir.[26] Yine Müslim'in konu ile ilgili bir rivayeti şu şekildedir:

Bir Müslümanın, (diğer) Müslüman üzerindeki hakkı [27] altıdır. (Resulullah'a):

Ey Allah'ın resulü! Onlar nedir?' diye soruldu. Resulullah (s.a.v):

1. Ona rastladığın zaman selam ver,

2. Seni (davete) çağırdığı zaman (davetine) katıl,

3. Senden nasihat istediği zaman ona nasihat et,

4. Aksırdığı zaman Allah'a hamd ederse (Elhamdülillah derse),

ona ('yerhamukellah' diye) dua et,

5.  Hastalandığı zaman onu ziyarete git,

6. Öldüğü zaman (mezara konuluncaya kadar cenazesinin) arka­sından git1 buyurdu. [28]

Ebu Dâvud, birinci rivayeti nakletmiştir.

Tirmizî ise, ikinci rivayetin benzerini nakletmiş, fakat bu rivayette "sela­mı almak" ifadesi yerine Uzakta yada yanında ol­duğu zaman (her halükar da) onun iyiliğini ister" ifadesi yer almakta­dır. [29]

Nesâînin konu ile ilgili rivayeti ise şu şekildedir:

Bir mü'minin, (diğer) bir mümine karşı altı görevi vardır:

1. Hastalandığında onu ziyaret eder,

2. Öldüğünde (mezara konuluncaya kadar cenazesinde) bulunur,

3. Davet ettiği zaman onu(n davetine) katılır,

4. Karşılaştığı zaman selam verir,

5. Aksırsığı zaman ona dua eder,

6. Uzakta yada yanında olduğu zaman (her halükarda) onun iyili­ğini ister.[30]

 

OTUZİKİNCİ BÖLÜM

 

SELÂM BÖLÜMÜ [31]

 

1. (Kuran İle) Rükya Yapmak Ve Rükya Yapan Kimsenin, (Yaptığı Rukyâ Karşılığında) Ücret Alması

 

279. Ebu Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:

"Biz, bir yolculukta idik. Bir yerde konakladık. Derken bir kız/ca­riye gelip (bize):

Kabilenin reisi, (bîr akrep tarafından) sokulmuştur. Erkeklerimiz yanımızda yoklardır. İçinizde tedavi yapan bir kimse var mıdır?' diye sordu.

Bunun üzerine tedavi yaptığını bilmediğimiz bizden birisi, onunla birlikte kalk(ıp git)ti. Bu kimse, (akrep sokmuş) kimseye okuyarak teda­vi yaptı. Bunun üzerine {akrep tarafından sokulmuş olan kabile reisi) iyi­leşti. Kabile reisi, (yanındakilere,) okuyarak tedavi yapan kimseye otuz koyun (verilmesini) emretti. Bizlere de sütü içirdi. (Bizden olan) kimse (yanımıza) geri dönünce, ona:

Sen okuyarak tedaviyi güzel yapabiliyor muydun? yada sen (hiç) okuyarak tedavi yapıyor muydun?' diye sorduk. O da:

Hayır, (yapmazdım). Ben ona ancak Ümmü'I-Kitâb'ı (Fatiha su­resini) okumaktan başka bir tedavi yapmadım' dedi. (Birbirimize:)

Biz (Medine'ye) varıncaya kadar yada Peygamber (s.a.v)'e (bu olup bitenleri arz edip) kadar hiçbir şey ortaya koymayın1 dedik.

Nihayet Medine'ye geldiğimizde, bu olayı Peygamber (s.a.v)'e an­lattık. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v):

Fatiha suresinin (bu kadar etkili bir) tedaviye yaradığını (nereden) bildi?' buyurdu.

Daha sonra Peygamber (s.a.v), (askeri birliğe katılan kimselere:)

(Koyun sürüsünü kendi aranızda) paylaştırın. Benim için de (on-lan) bir pay ayırın' buyurdu.[32]

(Hadisin lafzı, Buhârî ile Müslim'e aittir.) [33] (Birinci rivayet) Konu ile ilgili bir rivayet ise şu şekildedir:

Peygamber (s.a.v)'in sahabilerinden bir askeri birlik görevli oldukları bir sefere gitti. Bunlar, Arap kabilelerinden birinin yanma konakladılar. Onlara, kendilerini misafir etmelerini istediler. (Fakat) onlar, sahabileri, misafir etmek­ten kaçındılar.

Bu (sırada) kabilenin reisi, (bir akrep tarafından) sokuldu. Bunun üzeri­ne kabile halkı, ona (fayda sağlayacak) her çareye koştular. (Fakat) ona hiç­bir şey fayda sağlamadı. Kabile halından bazıları:

Yakınımıza konaklayan şu topluluğa gitseniz, belki onların ya­nında (fayda sağlayacak) bir şey bulunabilir?1 dedi.

Bunun üzerine (kabile halkından) bazıları, sahabiler(in yanına) geldiler. (Onlara:)

Ey topluluk! Reisimiz (bir akrep tarafından) sokuldu. Ona (fayda sağlayacak) her şeye koştuk. Fakat ona hiçbir şey fayda sağlamadı. Siz­den birisinin yanında (ona fayda sağlayacak) bir çare şey var mı?' dedi­ler. Topluluktan birisi:

Evet (ben varım), Allah'a yemin ederim ki, ben (onu) okuyarak te­davi ederim. [34] Fakat (yine) Allah'a yemin ederim ki, sizin bizi misafir etmenizi istemiştik. Siz ise bizi misafir etme(kten kaçın)dınız. Şimdi bize (yapacağım tedavi karşılığında) bir ücret belirtmedikçe, size okuya­rak tedavi etmefde yardımcı olma)m' dedi.

Bunun üzerine kabile halkı, sahabilerle bir koyun sürüsü üzerinde anlaştılar. O kişi de, (kendisine akrep sokmuş reisin yanına) gitti. "El-hamdu lillâhi Rabbi'l-Âlemîn" (suresini sonuna kadar) okuyup (akrep ta­rafından sokulan) reisin üzerine üfürdü.

Bunun üzerine reis, sanki (bağlandığı) iplerden kurtulmuşçasına

(hızlı bir şekilde) yürüyerek gitti ve onda hiçbir hastalık (belirtisi) kalma­dı.

(Okuyarak tedavi yapan kişi) der ki: Kabile halkı, üzerinde anlaştıkları ücreti sahabilere ödediler.

Sahabilerden bazıları: '(Bu koyunları) paylaştırın' dediler. Okuyarak te­davi yapan kimse ise:

Peygamber (s.a.v)'e gidip olup biteni ona anlatmamıza ve bize ne emredeceğine bakmamıza kadar (bu koyunları paylaştırma) yapma­yın!' dedi.

Daha sonra Peygamber (s.a.v)'e gelip ona (olan biteni) anlattılar. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v), (okuyarak tedavi yapan sahabiye hitaben):

Fatiha suresinin [35] (bu kadar etkili bir) tedaviye yaradığını (nere­den) bildin?' buyurdu.

Daha sonra Peygamber (s.a.v), (askeri birliğe katılan kimselere:)

İsabet ettiniz. (Koyun sürüsünü kendi aranızda) paylaştırın. Benim için de (ondan) bir pay ayırın1 buyurdu.

Daha sonra da Peygamber (s.a.v), gülümsedi. [36] (İkinci rivayet)

Bu hadis(in bu şekildeki metinlerin)i; Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir.

Ebu Dâvud ise, ikinci rivayeti nakletmiştir.

Tirmizî'nin rivayeti ise, Resulullah (s.a.v) bizi bir seriye içinde (bir yere) gönderdi" ifadesiyle başlayıp bu rivayet, (daha önceki rivayetlerin) benzeri konumunda olup bu rivayetin içerisinde, "okuyarak tedavi yapan kimsenin Ebu Saîd el-Hudrî olduğu" ve "Ebu Saîd el-Hudrî nin, Fatiha suresini yedi defa okuduğu ve (bu okuma karşılığında ona) otuz tane koyun verildiği" ifade edilmektedir. [37]

Yine Tirmizî, bu hadisi, başka bir rivayetinde, daha önce geçen (ikinci) rivayete benzer bir şekilde nakletmiştir.[38]

 

2. (Herhangi Bir Şeyi) Uğursuzluğa Yorma Ve Uğursuzluk

 

280. Abdullah ibn Ömer (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir: Resululiah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

Hastalık bulaşması [39] ve (herhangi bir şeyi) uğursuzluğa yormak [40] yoktur.

Uğursuzluk [41] ancak üç şeydedir:

1. (Sert başlı) atta,

2. (İsyankar) kadında,

3. (Dar) evdedir. [42]

(Hadisin lafzı, Buhârî ile Müslim'e aittir.) [43] Konu ile ilgili bir rivayet ise ise şu şekildedir:

(Sahabiler,) Peygamber (s.a.v)'in yanında uğursuluktan bahsettiler. Bu­nun üzerine Peygamber (s.a.v):

Herhangi bir şeyde uğursuzluk meydana gelseydi;[44]

1. (Dar) evde,

2. (İsyankar) kadında,

3. (Sert başlı) atta olurdu' buyurdu.[45]

Bu hadis(in bu şekildeki metnin)i; Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir. Müslim'in konu ile ilgili rivayeti ise şu şekildedir:

(Yani uğursuzluk) varsa;

1. (İsyankar) kadında,

2. (Sert başlı) atta,

3. (Dar) meskendedir. [46]

 

OTUZÜÇÜNCÜ BÖLÜM

 

RÜ'YÂ BÖLÜMÜ [47]

 

 

1. Rüyanın Allahtan Ve Hulmun İse Şeytandan Olması

 

281. Ebu Katâde el-Hâris b. Rib'î el-Ensârî (r.a)'tan rivayet edilmiş­tir:

"Ebu Katâde, Peygamber (s.a.v)'in sahabilerinden ve süvarilerin­den idi. O şöyle dedi:

Resulullah (s.a.v)'i:

Rüya, Allah tarafından dır. Hulm ise, Şeytandandır. Sizden birisi hoşlanmayacağı bir hulm gördüğü zaman, uyanınca hemen sol tarafına tükürüp Şeytandan Allah'a sığınsın. Böylece Şeytan ona zarar vere­mez!' buyururken işittim. [48] (Birinci rivayet)

(Hadisin lafzı, BuhârTye aittir.) [49]

Konu ile ilgili bir rivayette ise, Ebu Seleme şöyle der:

Ne zaman rüya görsem, bu rüya bent hasta ediyordu. Nihayet Ebu Katâde'nin şöyle dediğini işittim:

Ne zaman rüya görsem, bu rüya beni hasta ediyordu. Nihayet peygamber (s.a.v)'i:

Salih rüya, Allah'tandır. Kötü rüya ise, [50] Şeytandandır. Sizden birisi (rüyasında) sevdiği bir şey görürse, onu, sevdiği bir kimseden başkasına söylemesin. Hoşlanmadığı bir şey görürse, sol tarafına üç defa tükürsün. Şeytanın ve rüyanın kötülüğünden Allah'a sığınsın. O  (kötü rüyayı) hiç kimseye söylemesin. Çünkü o kötü rüya, kendisine (asla) zarar vermez' buyururken işittim. [51] (İkinci rivayet) Ebu Seleme derki:

Doğrusu ben, üzerime dağdan daha ağır gelen rüyaIar) gördüğüm olurdu. Bu hadisi işittikten sonra, artık bu rüya(Iara) aldırmıyordum. [52] Tirmizî ise, bu hadisi, birinci rivayete benzer şekilde nakletmistir. Ebu Dâvud ise, ikinci rivayetin bir kısmını nakletmistir. Yine Müslim'in konu ile ilgili başka bir rivayetinde, Ebu Seleme der

(Kötü) rüya(lar) görüyordum. Ondan sıtmalanıyor, yalnız örtünmüyor­dum. Nihayet Ebu Katâde'ye rastladım. (Gördüğüm) bu (kötü rüyala)n ona anlattım. Bunun üzerine Katâde şöyle dedi:

Resulullah (s.a.v)'i:

Rüya, Allah'tandır. Hu im ise, [53] Şeytandandır. Sizden birisi (rüyasında) hoşlanmadığı bir düş görürse, sol tarafına üç defa tükür-sün.[54]  Onun kötülüğünden Allah'a sığınsın. Çünkü o düş kendisine kendisine (asla) zarar vermez' buyururken işittim.[55]

 

OTUZDÖRDÜNCÜ BÖLÜM

 

KURANIN FAZİLETLERİ BÖLÜMÜ [56]

 

1. Kur'an-I Ezberlemenin Fazileti

 

282. Hz. Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir: Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

"Kur'anfı okuma)da maharetli olan kişi» 'sefere1 (denilen) kerîm ve itaatkar peygamberlerle/meleklerle beraberdir. [57] Kendisine zor gel diği halde kekeleyerek Kuran okuyan kimseye ise iki katdır.[58]

Bu hadis(in bu şekildeki metnin)i; Buhârî İle Müslim rivayet etmiştir.

Ebu Dâvud ile Tirrnizînin rivayetinde ise, Kur'an okuyan ve bu hususta maharetli olan kişi" ifadesi yer alıp "kekeleyerek" ifadesi yer almamaktadır. Yine Ebu Davud'un rivayetinde, "Kendisine zor geldiği halde" ifadesi yer almaktadır.[59]

 

2. Kuran Okumanın Fazileti

 

283. Ebu Mûsâ el-Eş'arî (r.a)'tan rivayet edilmiştir: Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

(Devamlı) Kur'an okuyan [60] mümin; kokusu hoş, tadı güzel bir portakal gibidir.

(Devamlı) Kur'an okumayan mümin de; tadı güzel, kokusu olma­yan hurma gibidir.

Kur'an okuyan münafık kimse İse; kokusu güzel, tadı acı olan fes­leğen gibidir.

Kur'an okumayan münafık kimse ise; tadı acı, kokusu olmayan Ebu Cehil karpuzu gibidir. [61]

(Hadisin lafzı, Buhârî ile Müslim'e aittir.) [62]

Konu ile ilgili bir rivayette ise; (arka arkaya) iki yerde Günah­kar kimse, gibidir" ifadesi yer almaktadır.[63]

Yalnız Tirmizî, Ebu Cehil karpuzu" hakkında: Koku­su acı" ifadesini kullanmaktadır. [64]

 

3. Bakara Sûresinin Son İki Ayetinin Fazileti

 

284. Ebu Mes'ud el-Bedrî2911 (r.a)'tan rivayet edilmiştir:

Resulullah fs.a.v) şöyle buyurmaktadır:

"Kim bir gecede Bakara Sûresinin son iki ayetini okursa, [65] bu ona yeterlidir. [66]

(Hadisin lafzı, Buhârî ile Müslim'e aittir.) [67]

 

OTUZBEŞİNCİ BÖLÜM

 

FAZİLETLER BÖLÜMÜ [68]

 

1. Resulullah (S.A.V)'İn Şekli

 

285. Berâ b. Âzib (r.a)'tan rivayet edilmiştir:

Resulullah (s.a.v); yüz (güzelliği) bakımından insanların en güzeli ve ahlak yönünden ise [69] (insanların) en güzeli idi. (Boyu,) fazla uzun ve kısa değildi.[70] (Birinci rivayet)

(Hadisin lafzı, Buhârî ile Müslim'e aittir.) [71] Konu ile ilgili bir rivayet ise şu şekildedir:

Peygamber (s.a.v); orta boylu, omuzlarının arası geniş, kulaklarının yu­muşağına inecek kadar gür saçlı idi. (Bir defasında) Peygamber (s.a.v)'i kır­mızı bir elbise içerisinde gördüm. Ben, Peygamber (s.a.v)'den daha güzel hiç­bir şey görmedim. [72] (İkinci rivayet)

Yine konu ile ilgili bir rivayet ise şu şekildedir:

"Ben, (bir defasında) kırmızı (ve yeşil çizgili) bir elbise içerisinde [73] Peygamber (s.a.v)'den daha güzel hiçbir kimseyi görmedim.

Arkadaşlarımın bazısı, (hocam) Mâlik ibn İsmail'den (naklen): 'Peygam­ber (s.a.v)'in saçı, (sarktığı zaman) omuzlarına yakın (bir yerek kadar) inerdi1 demişlerdir.

Ebu İshâk'da: 'Ben, bu hadisi, Berâ' b. Azib'ten bir çok defa rivayet eder­ken işittim. O, bu hadisi, her rivayet edişinde muhakkak güldü' demiştir. [74]

Yine konu ile ilgili başka bir rivayette ise şu ifade yer almaktadır:

"Saçı, kulaklarının yumuşağına inecek kadar çok idi. [75]

Bu hadis(in bu şekildeki metinlerin)i; Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir.

Ebu Dâvud, ikinci rivayeti nakletmiştir.[76]

Nesâî'nin [77] konu ile ilgili bir rivayeti şu şekildedir:

Ben, bir defasında kırmızı ve yeşil çizgili bir elbise içerisinde, saçı omuzlarına yakın [78] olan(Iar) arasında Peygamber (s.a.v)'den daha güzelini (hiç) görmedim. Çünkü Resulullah (s.a.v)'in saçı, omuzlarına inecek kadar idi.[79]

Yine Nesâfnin konu ile ilgili başka bir rivayeti ise şu şekildedir;

Resuluilah (s.a.v); yiğit, orta boyİu, omuziarınm arası geniş, sakalı sık ve alyanakli idi. Saçı, kulaklarının yumuşağına kadar inerdi. [80] Onu, (bir defa­sında) kırmızı bir elbise içerisinde gördüm. (Daha önce) ondan daha güzelini (hiç) görmedim.[81]

Tirmizî, ise bu hadisi şu şekilde rivayet etmiştir:

Ben, kırmızı bir elbise içerisinde, saçı omzuna kadar yakın olan(lar) ara­sında Resuluilah (s.a.v)'den daha güzelini (hiç) görmedim. Onun, omuzlarına (kadar) inen saçı vardı. İki omzunun arası genişti. (Boyu,) uzun ve kısa değildi.[82]

 

OTUZALTİNCI BÖLÜM

 

FEZÂİLITS-SAHÂBE (SAHABENİN FAZİLETLERİ) BÖLÜMÜ [83]

 

1. Sahabeye Sövmenin Haram Olması

 

286. Ebu Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:

Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

Sahabilerime sövmeyin! Eğer sizden birisi, (sadaka olarak,) Uhud dağı kadar altın dagıtsa,   (dağıtılan) bu  (altın),  onlardan birinin bîr müdd(Iük sadakasının sevab)ına yada yarısına ulaşamaz. [84]

Yine konu ile ilgili bir rivayet şu şekildedir:

Hâlid b. Velîd ile Abdurrahmân ibn Avf arasında bir şey vardı. Hâlid, Abdurrahman ibn Avfa sövdü. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v):

Sahabilerimden kimseye sövmeyin! [85] Eğer sizden birisi, (sadaka olarak,) Uhud dağı kadar altın dağıtsa, (dağıtılan) bu (altın), onlardan birinin bir müdd(lük sadakasının sevab)ına [86] yada yarısına erişemez' buyurdu.[87]

 

2. Hz. Fâtıma (R.Anhâ)'Nın Fazileti

 

287. Hz. Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:

"Peygamber (s.a.v), vefatına doğru olan hastalığı sırasında (kızı) Fatıma'yı (yanına) çağırıp ona bir şeyler fısıldadı. Bunun üzerine Fa-tıma ağladı. Sonra (ağladığını görünce,) onu (tekrar) çağırıp ona (yine) bir şeyler fısıldadı. Bunun üzerine Fatıma güldü.

Fatıma'ya, bu (ağlaması ve gülmesinin sebebini) sorduk. Fatıma:

Peygamber (s.a.v), bana, vefat sebebi olan bu rahatsızlığı (sonun­da ruhunun) alınacağını fısıldadı. Bunun üzerine ben de ağladım. Son­ra bana, (tekrar) fısıldayıp ev halkından kendisine ilk kavuşanın ben olacağımı bildirdi. Bunun üzerine ben de güldüm. [88]

(Hadisin lafzı, Buhârî ile Müslim'e aittir.) [89] Konu ile ilgili bir rivayet ise şu şekildedir:

(Peygamber ölüm döşeğinde iken) Peygamber (s.a.v)'in hanımları, onun yanında idiler. Onlardan hiçbirini terk etmemişti. Derken Fatıma yürü­yerek geldi. Yürüyüşü, Resulullah (s.a.v)'in yürüyüşünden farklı değildi.

Resulullah (s.a.v), Fatıma'yı görünce, onu hoşça karşılayıp:

Merhaba! Kızım' buyurdu.

Sonra onu sağına yada soluna oturttu. Sonra ona, bir şeyler fısıldadı. Bunun üzerine Fatıma aşın derecede ağladı. Onun ağlamasını görünce, (ya­nına çağırıp) ikinci defa ona bir şeyler fısıldadı, (Bu defa) Fatıma güldü.

Fatıma'ya:

Resulullah (s.a.v) kadınların arasından sır söylemek için seni seçti. Sonra da sen ağlıyorsun?' dedim.

Resulullah (s.a.v), (yanımızdan) kalktığı zaman Fatma'ya:

Kesulullah (s.a.v), sana ne söyledi?' diye sordum. Fatıma:

Ben, Resulullah (s.a.v)in sırrını açığa çıkaramam!' dedi. Resulullah (s.a.v) vefat edince, Fatma'ya:

Senin üzerinde olan hakkım namına yemin ediyorum ki, bana, Resulullah (s.a.v)'in sana ne söylediğini söyle!' dedim. Fatma:

İşte şimdi (olur). Evet! Birinci defa bana fısıldadığında Cebrail'in her sene kendisine bir yada iki defa Kuranı arzettiğini, bu kez ise iki defa arzettiğini haber verip:

Ben, ecelimin yaklaştığını görüyorum. Allah'tan kork! Sabret! Çünkü ben, senin İçin ne iyi öncüyüm!' buyurdu.

Ben de gördüğün şekilde ağladım. Benim ağladığımı görünce, bana tek­rar fısıldayıp:

Ey Fatıma! Mü'minlerin kadınlarının hanımefendisi yada bu üm­metin kadınlarının hanım efendisi olmak istemez misin! [90] buyurdu. Ben de gördüğün şekilde güldüm' dedi. [91]

Yine konu ile ilgili başka bir rivayette, Hz. Aişe şöyle der:

(Peygamber ölüm döşeğinde iken) Peygamber {s.a.v)'in hanımları (onun yanında) toplandı. Onlardan hiç birini terk etmemişti. Derken Fa­tıma yürüyerek geldi. Onun yürüyüşü, Resulullah (s.a.v)'in yürüyüşü gibi idi. (Resulullah, Fatma'yı görünce, ona:)  [92]

Merhaba! Kızım' buyurdu.

Sonra onu sağına yada soluna oturttu. Sonra ona, bir şeyler fısıldadı. Bunun üzerine Fatıma ağladı. (Onun ağlamasını görünce, onu tekrar yanma çağırıp ikinci defa) ona (bir şeyler) fısıldadı. (Bu defa) Fatıma güldü.

Fatıma'ya:

Niye ağlıyorsun?' dedim. Fatıma:

Ben, Resulullah (s.a.v)'in sırrını açığa çıkaramam!' dedi. Ben de:

Bugünkü kedere daha yakın bir sevinç görmedim1 dedim. Ağladığı zaman Fatıma'ya:

Resulullah (s.a.v) konuşmak için bizi bırakıp seni seçti. Sonra (bir de) ağlıyorsun1 dedim ve (Resulullah'm) ona ne söylediğini sordum. (Yi­ne) Fatıma:

Ben, Resulullah (s.a.v)'in sırrını açığa çıkaramam!' dedi. Nihayet Resulullah (s.a.v) vefat edince, Fatıma'ya (tekrar aynı soruyu)

sordum. Bunun üzerine Fatıma:

(Birinci defa bana fısıldadığında) Cebrail'in her sene kendisine bir defa Kur'an arzettiğini, bu sene iki defa Kuranı arzettiğini, bu kez ise iki defa arzettiğini haber verip:

Ben, ecelimin yaklaştığını görüyorum. Ailemden bana ilk katıla­cak olan sensin! Ben, senin için ne İyi öncüyüm! buyurdu.

Ben de bunun için ağladım. (Ağladığımı görünce,) bana (ikinci defa) tek­rar fısıldayıp:

Müminlerin kadınlarının hanımefendisi yada bu ümmetin kadın­larının hanım efendisi olmak istemez misin!' buyurdu.

Ben de bunun için güldüm, dedi. [93]

Bu hadis(in bu şekildeki metinlerin)i; Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir.

Tirmİzî'nin konu ile ilgili rivayetinde ise, Hz. Aişe şöyle der:

Şekil, hal ve tavır bakımından gerek kalkışında ve oturuşunda, Resulullah (s.a.v)'e, ResuluIIah (s.a.v)'in kızı Fatıma'dan daha çok ben-r zeycn hiç kimse görmedim,

Fatıma,  Peygamber (s.a.v)'in yanma girdiği zaman,  Peygamber (s.a.v) ona doğru ayağa kalkar, [94] onu öper ve kendi yerine oturturdu.

Peygamber (s.a.v)'de, Fatıma'nın yanma girdiği zaman, Fatıma, oturdu­ğu yerden kalkar, Peygamber (s.a.v)'i öper ve onu kendi yerine oturtur­du.

Peygamber (s.a.v) (ölümüne doğru) hastalanınca, Fatıma (onun ya­nına) girip eğilerek Peygamber (s.a.v)'i öptü ve sonra başını kaldırıp ağladı. Sonra (tekrar) Peygamber (s.a.v)'e eğildi ve sonra başını kal­dırıp güldü. Bunun üzerine ben, (kendi kendime):

Fatıma'yı, kadınlarımızın en akıllılarından zannederdim. (Fakat) o (sıradan) kadı nl ardan mı ş dedim.

Peygamber (s.a.v) vefat edince, Fatıma'ya:

Söyler misin, Peygamber (s.a.v)'e eğilip sonra başını kaldırdığın zaman ağlamış ve daha sonra (tekrar) eğilip başını kaldırdığın zaman gülmüştün. Seni, bunu yapmaya sevk eden (sebep) ne idi?1 diye sordum. Fatıma:

Ben boşboğaz bir kadının kulağıyım. Peygamber (s.a.v), bana, (ilk önce) bu rahatsızlığının sonun)da öleceğini bildirdi. Bunun üzerine ben de ağladım. Sonra bana, ev halkından kendisine en çabuk kavuşacak olanın ben olduğumu bildirdi. İşte bu da, gülmemin (sebebi) idi  diye cevap verdi. [95]

Ebu Dâvud ise, bu hadisi, Tirmizî'nin  Fatıma, Pey­gamber (s.a,v)'İ oturduğu yere oturturdu" ifadesine kadar  rivayet etmiştir. [96]

 

3. Hz. Âişe (R.Anhâ)Nın Fazileti [97]

 

288. Hz. Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir: "Resulullah (s.a.v), bir gün, bana:

Ey Aişe! Şu (yanımdaki) Cebrail sana selam söylüyor!' buyurdu. Ben de:

Selam, Allah'ın rahmeti ve bereketleri onun üzerine olsun!' de­dim.

Aişe, (sözüne devamla,) Resulullah (s.a.v)'i kast ederek: 'O, benîm göremediğimi görüyordu1 dedi. [98]

Bu hadis(in bu şekildeki metnin)i; Buhârî, Müslim, Tirmizî ile Nesâî riva­yet etmiştir.

Ebu Dâvud ile Tirmizî'nin rivayetinde şu ifade yer almaktadır:

Ben de: 'Selam ve Allah'ın rahmeti onun üzerine olsun!' dedim. [99] Nesâî'nin bir rivayetinde ise, Hz. Aişe şöyle der:

Ben, Resulullah (s.a.v) ile birlikte iken, Allah, Peygamber (s.a.v)'e vahyetti. Hemen (onun yanından) kalktım ve benim ile onun arasındaki kapıyı kapattım. Vahiyden sonra kendine gelince, bana:

Ey Aişe! Cebrail sana selam söylüyor! [100] buyurdu. [101]

 

OTUZYEDİNCİ BÖLÜM

 

BİRR (İYİLİK) VE SILA (AKRABALIK/DOSTLUKBAĞI) BÖLÜMÜ [102]

 

1. Anne-Babaya İyilik Yapmanın Fazileti

 

289. Abdullah İbn Amr (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir:

"Bir adam, Peygamber (s.a.v)e gelip cihada (gitme) hususunda on­dan izin istedi. Peygamber (s.a.v):

Senin annen-baban yaşıyor mu?' diye sordu. Adam:

Evet (var)' diye cevap verdi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v):

Öyleyse onların hizmetinde (bulunarak) cihad et!' buyurdu.[103] (Hadisin lafzı, Buhârî ile Müsalim'e aittir.) [104]

Müslim'in konu ile ilgili rivayeti ise şu şekildedir:

Bir adam, Peygamber (s.a.v)'e gelip:

Sana hicret ve cihad etmek üzere bey'at [105] ediyorum. Sevabı(nı) Allah'tan diliyorum' dedi. Bir adam, Peygamber (s.a.v): Annenle-babandan yaşayan biri var mı?' diye sordu. Adam:

Evet, ikisi de (yaşıyor)!' cevabını verdi. Peygamber (s.a.v):

Sevabını Allah'tan diler misin?' diye sordu. Adam:

Evet!' diye cevap verdi. Peygamber {s.a.v):

O halde hemen annenle-babana dön! [106] Onlarla olan sosyal iliş­kini güzel yap!' diye cevap verdi.[107]

Ebu Dâvud ile Nesâî'nin konu ile ilgili rivayeti ise şu şekildedir:

Bir adam, Resuiullah (s.a.v)'e gelip:

Sana hicret etmek üzere bey'at etmek üzere geldim. Annemi ve babamı da, (arkamda) ağlıyor olarak bıraktım' dedi. Resuiullah (s.a.v):

O halde hemen annenle-babana dön! Onları ağlattığın gibi gül­dür! buyurdu.[108]

 

OTUZSEKİZİNCİ BÖLÜM

 

KADER BÖLÜMÜ [109]

 

1. İnsanın, Anne Karnında Yaratılmasının Mahiyeti

 

290. Abdullah ibn Mes'ûd (r.a)'tan rivayet edilmiştir:

"Doğru olan ve doğruluğu (Allah tarafından) tasdik edilmiş olan Re-sulullah (s.a.v) bize şöyle buyurmaktadır:

Sizden birisinin yaratılış (maddesi) annesinin karnında kırk günde tamamlanır. Sonra (yaratılış maddesi olan sperm yine) bu şekilde (bu kırk günlük müddet içerisinde) kan pıhtısı halini alır. Sonra (yine) bu şekilde bir çiğnem (et) haline gelir. (Bu kırkar günlük üç merhaleden} sonra Al­lah, anne karnındakine dört kelime (yazması için) bir melek gönderir. Bunun üzerine melek, (bu çocuğun;) rızkını, ecelini, amelini, bedabaht mı, bahtiyar mı olacağını yazar. Sonra ona ruh üfürür. [110]

Kendisinden başka ilah olmayan Allah'a yemin ederim ki, şüphesiz ki sizden birisi cennet ehline ait ameller işler, o kadar ki cennet ile kendi arasında sadece bir arşın kadar (bir mesafe) kalır. Fakat (hakkın­daki) yazgı önüne geçer de cehennem ehlinin amelini işler ve cehen-neme girer.[111]

Yine sizden birisi cehennem ehline ait bir amel işler, o kadar kî cehennem ile kendi arasında bir arşın kadar (bir mesafe) kalır. Fakat (hakkındaki) yazgı önüne geçer de cennet ehlinin amelini işler ve cen­nete girer.[112]

Bu hadis(in bu şekildeki metnin)i; Buhârî, Müslim, Ebu Dâvud ile Tirmizî rivayet etmiştir.

Bu rivayetin içerisinde, almaktadır.[113] yada bir arşın kadar" ifadesi yer

Konu ile ilgili olarak Rezîn'in naklettiği rivayet ise şu şekildedir:

Nutfe (=sperm) rahme düştüğü zaman, nutfe, rahimde kırk gün uçuşur.

Sonra (bu sperm, sonraki) kırk gün(lük müddet içerisinde) kan pıhtısı halini alır. Sonra (bu kan pıhtısı) kırk günflük müddet içerisinde) bir çiğnem (et) haline gelir. (Bu kırkar günlük üç merhaleden sonra) yaratılma işlemi tamam­landığında, Allah (ona) bir melek gönderip onu şekillendirir. Melek, iki par­mağı arasında bir toprak getirip onu bir çiğnem (etle) karıştırır, sonra onu ha­mur haline getirir, sonra da emrolunduğu gibi (onu) şekillendirir. Sonra (bu melek, Allah'ın huzuruna gidip ona):

Erkek mi olsun, yoksa dişi mi? Bedbaht mı olsun, yoksa bahti­yar mı? Ömrü ne kadar olsun? Rızkı ne kadar olsun? Emaresi ne ol­sun? (Uğrayacağı) musibetler ne(ler) olsun?' der.

Yüce Allah'da (ona gereken şeyleri) söyier. Melek de, (Allah'ın söylediği bu şeyleri) yazar. (Zamanı geldiğinde) bu ceset öldüğü zaman, toprağın(ın) alındığı yere gömülür."

 

OTUZDOKUZUNCU BÖLÜM

 

ZİKİR VE DUA BÖLÜMÜ [114]

 

1. "La Havle Ve La Kuvvete İlla Billah" (Güç Ve Kuvvet Ancak Allah'a Mahsustur) İfadesinin Fazileti

 

291. Ebu Mûsâ el-Eş'arî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:

"Biz, bir seferde, Peygamber (s.a.v) ile birlikte idik. İnsanlar, açık­tan tekbir alıyorlardı. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v):

Ey insanlar! Kendinize acıyın! 'Sizler, sağırı ve gaip olanı çağır­mıyorsunuz Doğrusu siz, işiten yakın bir zata dua ediyorsunuz ki, o sizinle beraberdir [115] buyurdu.

(Ebu Musa sözüne devamla) der ki: Ben, Peygamber (s.a.v)'in arka-s nidaydı m ve "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh" (güç ve kuvvet ancak Allah'a mahsustur) diyordum. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v), (banahi taben):

Ey Abdullah b. Kays! Sana, cennet hazinlerinden bir hazine gös­tereyim mi?' buyurdu. Ben de:

Evet, ey Allah'ın resulü!' dedim. Peygamber (s.a.v):

Lâ havle ve Iâ kuvvete illâ billâh [116] (güç ve kuvvet ancak Allah'a mahsustur) de!' buyurdu. [117]

(Hadisin metni, Müslim'e aittir.) [118]

Konu ile ilgili bir rivayet ise şu ifade yer almaktadır:

Sizin dua etmekte olduğunuz (Allah), sizin her birinize binek (deves)inif1 boynundan daha yakındır. [119]

Bu hadis(in bu şekildeki metnin)i; Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir. Ebu Davud'un konu ile ilgili rivayeti ise şu şekildedir.

Peygamber (s.a.v) bir dağ yolunda (hadisin ravisi dedi ki:) yada bîr tö" pede (yol) al(ıp yürüjdü. Derken dağ yolunda (yada tepede) bir adamın ni dası duyuldu. Sesi, "Lâ ilahe illallâhu vallâhu ekber" (Allah'tan başk ilah yoktur, Allah en büyüktür) (giderek) yükseldi. O sırada Resulullah (s.a.v) katırının üzerinde idi. (Sesin bu kadar yüksek olmasının anlamsızlığını b^' lirtmek için):

Sizler, sağırı ve gaip olanı çağırmıyorsunuz!1 buyurdu. Sonra  (Ebu Musa el-Eş'arî'ye hitaben):

Ey Ebu Musa yada ey Abdullah (b. Kays}! Sana, cennet haz»' nelerinden bir hazine göstereyim mi?' buyurdu. Ben de:

Evet, ey Allah'ın resulü!' dedim. Peygamber (s.a.v):

Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh' (güç ve kuvvet ancak mahsustur) de! Buyurdu.[120]

Yine Ebu Davud'un, Buhârî ile Müslim'in bir rivayetine uygun başka bir rivayeti daha var. [121]

Tirmizî ise bu hadisi kısa bir şekilde rivayet etmiştir. Lafız, birbirine ya­kındır.

 

2. Acizlik, Tembellik Gibi Hususlardan Allah'a Sığınma

 

292. Hz. Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir: Peygamber (s.a.v) şöyle dua ederdi:

"Allâhumme innî eûzu bîke mine'I-keseli ve'I-heremi ve'I-mesemi 'el-mağrami ve min fitneti ]- kabri ve azâbi 1-kabri ve min fitnetin-nâri re min şerri fitneti 1-ğınâ. Ve eûzu bike min fitneti'l-fakri ve eûzu bike nin fitnetil-Mesihi'd-Deccâli. Allahumme'ğsil annî hatâyâye bi-mâi's-ielci ve'I-beradi ve nakkı kalbî mine 1- hatâya kemâ nakkaytes-sevbel-ibyâde mine'd-denesi. Ve bâid beynî ve beyne hatâyâye kemâ bâadte teyne'I- meşrıkı ve'1-mağribi [122]  (Allahım! Tembellikten, (bunaklık derecesinde) ihtiyarlıktan, gü­nahtan, korkaklıktan, kabir sorgusundan ve kabir azabından, (cehen­nem) ateşi fitnesinden ve azabından, zenginlik gururunun şerrinden Sana sığınırım.

Fakirlik fitnesinden de Sana sığınırım. Mesih Deccâl'in fitnesin­den de Sana sığınırım.

Ali ahi m! Günahlarımın kirini) benden kar ve buz suyuyla yıka! Kalbimi de, beyaz elbiseyi kirden temizlediğin gibi, günahlardan te­mizle! Benim ile günahlarımın arasını da doğu ile batı arasını uzaklaş­tırdığın gibi uzaklaştır.) [123]  (Hadisin lafzı, Buhârî'ye aittir.) [124]

Konu ile ilgili kısa bir rivayette ise Hz. Aişe şöyle der:

Resulullah (s.a.v)'i, namaz kılarken, Deccâl'in fitnesinden (Allah'a) sı­ğındığını işittim. [125]

Bu hadis(in bu şekildeki metinlerin)i; Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir.

Tirmizî ise bu hadisi(n içerisinde yer alan ifadeleri), ileri ve geri almak suretiyle rivayet etmiş, bu rivayetin, içerisine günah" ifadesini ise; korkaklık" ifadesinden önce ve beyaz elbi­seyi kirden (temizlediğin gibi)" ifadesinden sonra ilave etmiştir. [126]

Nesâî ise, bu hadisi, Tirmizî'nin naklettiği rivayete benzer şekilde rivayet etmiştir. [127]

Ebu Davud'un konu ile ilgili rivayeti ise şu şekildedir:

"Peygamber (s.a.v) şu sözlerle dua ederdi:

Allahümme innî eûzu bike min fitneti'n-nâri ve azâbi'n-nâri ve min şerriğınâ ve'fakri

(Allahım! (Cehennem) ateşinin fitnesinden ve azabından, zenginlik ve fakirliğin şerrinden Sana sığınırım) [128]

Nesâî'nin konu ile ilgili başka bir rivayeti ise şu şekildedir:

Peygamber (s.a.v), kabir azabından ve Deccâl'in fitnesinden (Allah'a) sığınıp:

Sizler, kabirlerinizde imtihana çekileceksiniz1 buyururdu. [129]

Yine Nesâî'nin konu ile ilgili diğer bir rivayetinde, Resululîah (s.a.v) şöy­le dua etmektedir:

"Cebrail, Mikail ve İsrafil'in Rabbi Allahım! (Cehennem) ateşinin sıcağın­dan ve kabir azabından Sana sığınırım! [130]

 

3. Ölümü Temenni Etmenin Yasak Olması

 

293. Enes b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:

Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

"Sizden birisi, başına gelen bir zarardan dolayı kesinlikle ölümü istemesin. İstemekten başka çaresi yoksa o zaman:

Allahım! Benim için hayat hayrlı ise beni yaşat. Benim için ölüm daha hayrlı ise canımı al!' desin.[131]

(Hadisin lafzı, Buhârî ile Müslim'e aittir.) [132] Konu ile ilgili bir rivayette, Enes şöyle der:

"Resulullah (s.a.v):

Sakın sizden birisi ölümü temenni etmesin buyurmasaydı, ben ölümü temenni [133] ederdim. [134]

 

KIRKINCI BÖLÜM

 

FİTEN (FİTNELER) BÖLÜMÜ

 

1. Türklerle Savaş

 

294. Ebu Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

"Siz, ayakkabıları kıldan (yapılmış) bir kavimle savaşma d ıkça kıya­met kopmayacaktır ve siz, yüzleri kılıflı kalkanlar gibi olan bir kavimle savaşmadıkça kıyamet kopmayacaktır.[135] (Birinci rivayet)

(Hadisin lafzı, Buhârî'ye aittir.) [136]

Süfyân (ibn Uyeyne), bu hadise; Ebu Hureyre'den naklen şunu ilave yapmıştır: der ki:

Gözleri küçük, burunları yassı, yüzleri kılıflı kalkanlar gibi olan....[137]

Konu ile ilgili bir rivayet İse şu şekildedir:

Sizler), kıyametin önünde, ayakkabıları kıldan (yapılmış) bir kavimle savaşacaksınız. Yüzleri kılıflı kalkanlar gibidir. Yüzleri kırmızı, gözleri küçük­tür.[138] (İkinci rivayet)

Bu hadis(in bu şekildeki metinlerin)i; Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir. Yine Buhârî'nin, Kays b. Ebi Hâzim'den yaptığı rivayet ise şu şekildedir:

 Biz, Ebu Hureyre (r.a)'(ın yanm)a geldik. Ebu Hureyre dedi ki:

Ben, Resulullah (s.a.v) ile (sıkı bir şekilde) üç yıl beraber bulun­dum. Ömrümde bu yıllar kadar, söylerken kendisinden işittiğim hadisi ezber etmeye hırslı olmamışım dır. Resulullah (s.a.v) eliyle işaret ede­rek:

Sizler, kıyametin önünde, ayakkabıları kıldan (yapılmış) bir ka­vimle savaşacaksınız. İşte o, (arzın boş yerinde) ortaya çıkacak (olan bir kavim)dirr buyurdu.

(Hadisin ravisi) Süfyân bir defasında: 'Bunlar, Ehlu'l-Bâzir, yani Farshlar'dır. [139]

Yine Buhârî'nin konu ile ilgili bir rivayetinin sonunda şu ilave yer almaktadır.

İnsanların en İyilerinden bir kısmını, emir (devlet başkanı/yönetici) oluncaya kadar şu idare (=devlet başkanlığı/yönetim) konusunda (bu emirli­ği) arzu etmeyen kimseler (olarak) bulursunuz, insanlar, madenler (gibi)dir. (Kimi halis, kimi karışıktır.) Onların cahiliyette hayrlı olanları İslam (döne-min)de de hayrlı kimselerdir. Sizden birisinin üzerine öyle bir zaman gelecek ki, onda beni görmesi, ona kendisinin bir kat daha ailesi ve malı olmasından daha sevimli olacaktır.[140]

Yine Buhârî'nin konu ile ilgili başka bir rivayetinde, Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

"Sizler, Arap olmayan (topluluk)lardan olan Hûz ve Kirman (halkıy­la) [141] savaşmadıkça kıyamet kopmayacaktır. Onların yüzleri kırmızı, burunla­rı basık, gözleri küçük, yüzleri kılıflı kalkanlar (gibi)dir, ayakkabıları kıldan yapılmıştır. [142]

Müslim'in konu ile ilgili rivayeti ise şu şekildedir:

Müslümanlar; yüzieri kılıflı kalkanlar gibi olup kıl elbise giyen ve kıl (ayakkabı) içinde yürüyen bir kavim olan Türklerle savaşmadikça[143]kıyamet kopmayacaktır.[144]  (Son rivayet)

Ebu Dâvud ise birinci [145] ile son rivayeti [146] nakletmiştir. Tirmizî ise birinci rivayeti nakletmiştir.

Ebu Dâvud ile Nesâî, son rivayeti nakletmiştir. Yalnız Ebu Dâvud,  Kıl (ayakkabı) içinde yürürler" ifadesini nakletmem iştir.

KIRKBİRİNCİ BÖLÜM

 

TEFSİR BÖLÜMÜ

 

1. Yüce Allah'ın,

 

295. Hz. Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:

"Kureyş ile onlann dininde bulunan kimseler, Müzdelife'de vakfe yaparlardı. Onlara, Hums' denilirdi. Diğer Arap (kabile) I eri ise, Ara­fat'ta   vakfe   yaparlardı. [147]   İslam   gelince,   yüce   Allah,   Peygamber  (s.a.v)'e; Arafat'a giderek orada vakfe yapmasını, sonra oradan hareket etmesini emretti. İşte bu, Yüce Allah'ın; "Sonra insanların (sel gibi) ak­tığı yerden siz de akın edin [148] ayeti kelimesidir. [149]

(Hadisin lafzı, Buhârî ile Müslim'e aittir.) [150]

Yine konu ile ilgili başka bir rivayette, Urve ibnü'z-Zübeyr (r.anhümâ) şöyle der:

İnsanlar, cahiliye (dönemin)de Hums hariç, (Beyrullah'i) çıplak olarak tavaf ederlerdi. Hums ise Kureyş (kabilesi) ile onlann çocuklarıdır. ArapkabiIeleri, Hums'un, kendilerine elbise vermesi dışında (Beytullah'ı) çıplak olarak tavaf ederlerdi. (Hums'tan olan kimselerden) erkekler erkeklere ve kadınlar da kadınlara (elbise) verirdi. Hums, Müzdelife'den çıkmazlardı. (Hacca gelen) insanların hepsi ise, Arafat'a ulaşırlardı.

(Hadisin ravisi) Hişâm (b. Urve) der ki: Babam (Urve), bana, Aişe'nin şöyle dediğini haber vermiştir:

Hums, haklarında, Allah'ın; "Sonra insanların (sel gibi) aktığı yer­den siz de akın edin [151] ayetini indirdiği kimselerdir.

(Aişe sözüne devamla) der ki: (Diğer) insanlar Arafat'tan akın ederlerdi. Hums'da, Müzdelife'den akın edip:

Biz ancak Harem'den akın ederiz' derlerdi.

"Sonra insanların (sel gibi) aktığı yerden siz de akın edin [152] ayeti inince, Arafat'a döndüler.[153]

Buhârî ile Müslim, ikinci rivayeti, tek başlanna nakletmişlerdir.

 

Kaynakça

 

BUHARI, Muhammed b. İsmail, SahîhuV-Buhârî, Çağrı Yayınları, İs­tanbul 1992

ÇEKER, Doç. Dr. Orhan, Fıkıh Dersleri 1, Seha Neşr. İstanbul 1994

DAVUDOGLLJ, Ahmed, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, Sönmez Yayınları, İstanbul 1978

DERVEZE, İzzet, Kur'anu'l-Mecîd, Ekin Yayınlan, İstanbul 1997 HAVVA, Said, el-Esas-ı fü-Tefsir, Şamil Yayınevi, İstanbul 1989 İslam Akaidi, Aksa Yayın, İstanbul 1996

HEYET, İlmihal, T.D.V, İstanbul 1999

HEYET, İslam Ansiklopedisi, T.D.V., İstanbul 1997

HEYET, Şamil İslam Ansiklopedisi, Akit Gazetesi, İstanbul 2000

İBN HANBEL, Ahmed, Müsned-u Ahmed b. Hanbel, Çağrı Yayınları, İstanbul 1992

İBN KUTEYBE, Hadis Müdafaası, çev. Hayri Kırbaşoğlu, Kayıhan ya­yınlan, 2. baskı, İstanbul 1989

İBN MÂCE, Muhammed b. Yezîd, Sünen-u İbn Mâce, Çağrı Yayınlan, İstanbul'1992

KARAMAN, Prof. Dr. Hayreddin, Günlük Hayatımızda Helaller ve Ha­ramlar, İz yayıncılık, İst. 2003 islam'ın Işığında Günün Meseleleri 2, İz Yayıncılık, İstanbul

HATİPOGLU, Haydar, Sünen-i İbn Mâce Tercüme ve Şerfifclfr man Yayınları, İstanbul 1982

KERİMOĞLU, Yusuf, Emanet ve Ehliyet,  Ölçü Yayınlan, b# 1985

MİRAS, Kamil, Sahîh-i Buharı Muhtasarı Tecrid-i Sarîh Teras * Şerhi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 1991

NESAI,  Ahmed  b.  Şuayb  Ebu Abdurrahman,  Sünen-uMfi Müctebâ), Çağrı Yayınları, İstanbul 1992

Sünenü'I'Kübrâ, Dâru'l-Kütübi'I-İlmiyye, Birinci Bask. 1991

Amelü'l-Yevm ve'I-Leyl, Müessesetü'r-Risâle,  1 cilt, Beyrut 1406

ÖZEL, Dr. Ahmed, İslam Hukukunda Ülke Kavramı, İklim baskı, İstanbul 1991

TAHÂVÎ, Ebû Ca'fer Ahmed b. Muhammed el-Hanefî, Âsâr, Kahire 1968



[1] Edeb: Bir toplumda örf, adet ve kural halini almış iyi tutum ve davranışlar veya bunları kazandıran bilgilerdir.

Başta Kur'an-ı Kerim ve hadis külliyatı olmak üzere, bütün bu ve benzeri kaynaklarda yüksek bir ahlaka ulaşmanın şartlarına ve kuralların, dolayısıyla gerçek müslüman kimli­ğinin ölçülerine yer verilmiştir.

İslam kültüründe "edeb" terimi, erken dönümlerden itibaren dinî literatürde geniş bir kul­lanım alanı bulmuştur. Buhârî (ö. 256/870)'nİn "Câmiu's-Sahîh"i gibi diğer bir çok ha­dis mecmuasında "Edeb" bölümleri yer almaktadır. Daha sonraları Edeb ile ilgili birçok kitaplar yazılmıştır, (ç)

[2] Teknolojik ve cerrahî tıptaki gelişmelere paralel olarak günümüzde giderek yaygınlık ka­zanan ve tedaviden ziyade vücudun dış görünüşünü güzelliştirmeyi amaçlayan estetik ameliyatlar hakkında, klasik fıkıh literatüründe özel bir açıklamanın bulunmayışı gayet doğaldır. Ancak vücuda yapılan estetik veya tıbbî müdahalelerle ilgili söz konusu hadis­lere ilave olarak sünnette ve fıkıh literatüründe yer alan bazı açıklamalar bu konuya ışık tutacak niteliktedir.

Hz. Peygamber (s.a.v) döneminde Urfece adlı sahabinin savaşta burnu kopmuş, yerine gümüşten sun'i bir burun yaptırmıştı. Ancak bu gümüş burnun koku yapması üzerine Hz. Peygamber {s.a.v), bu sahabinin altından burun yaptırmasına izin verdi (Tirmizî, Ubâs 31). Burada Allah'ın yarattığı şekii değiştirme değil, ihtiyacın bulunması ve tedavi amacı söz konusudur.

Klasik dönem fakihlerinin muhtemel ve farazi olaylar üzerine yaptığı açıklamalr dikkate alınırsa, onların vücut üzerinde yapılacak tasarruflarda tedavi kastının, ihtiyaç veya zaru­retin bulunmasını esas aldıkları görülür. Nitekim doğuştan fazla bir uzvu, örneğin parma­ğı, dişi kestirmeyi, şaşılık, zihinsel engellilik, yanıklar, yaratıldığı hal ve şekli değiştirme de­ğil, hilkate, normale dönüş ve bir zararın izalesi olarak değerlendirdiklerinden bu tür te­davi amaçlı müdahaleleri caiz görürler.

Halbuki günümüzde oldukça yaygın olan estetik cerrahî müdahalelerin önemli bir kısmı; burun, çene, kulak, gogüs, bacak gibi organların daha güzel görünüp sahibini daha genç göstermeyi sağlama gayesine matuftur. Yaşlanma ile ciltte meydana gelen kırışıklıkların giderilmesi, yüz cildinin gerilmesi, vücut yağlarının ameliyatla alınması gibi estetik ameli­yatlarda, tedaviden ziyade estetik duygusu insanlar arasında daha genç ve güzel görün­me gayesi hakimdir.

Vücut üzerindeki tasarruflar, özellikle estetik cerrahî müdahalelerle ilgili olarak şu kural ve ölçüler zikredilerek genel bir değerlendirme yapılabilir:

1.  Vücut üzerinde tasarrufa, estetik cerrahî ve müdahaleye ancak bir tür tedavi olarak tıbbî ihtiyaç ve zaruret halinde başvurulmalı, bu ölçünün dışına çıkılmamalidır.

2.  Daha kolay ve basit başka bir yol ve usulün bulunmaması gerekir.

3.  Gaye aslî yaratılışı değiştirmek olmamamh, doğuştan (^genetik olarak) taşıdığı özellik ve şekli, yaşın ve tabiatın icabı meydana gelen gelişmeleri değiştirme kastı taşımamalıdır.

4.  Hile, aldatma ve yanlış anlamaya yol açmamalı, böyle bir amaç taşımamalıdır.

5.  Karşı cinse benzeme kastının bulunmaması gerekir.

6.  Müdahalenin yapılmasının galip zanna dayanan bir yararı, yapılmamasının da fiilî ve halen mevcut bir zararı bulunmalıdır.

B.k.z: Komisyon, İlmihal, T.D.V., İstanbul 1999, 2/83-84 (ç)

[3] Haşr: 69/7

[4] Buhârî, Libâs 82, 84, 85; Müslim, Ubâs 120 (2125); Ebu Dâvud, Teraccüî 5 (4169); Tirmizî, Edeb 33 (2782); Nesâî, Zînet 23, 24; İbn Mâce, Nikâh 52 (1989); Ahmed b. Hanbel, 1/454

[5] Müslim, Libâs 120 (2125)

[6] Nesâî, Zînet 23

[7] İslam bilginleri, dövme yaptırmayı, Allah'ın yarattığı şekil ve surette kalıcı değişiklik mey­dana getirdiği İçin caiz görmemişlerdir. Bundan dolayıda hem yapanı ve hem de yaptıra­nı bu eylemden kaçınmaları gerektiğini belirtmişlerdir. B.k.z: Komisyon, İlmihal, T.D.V, 2/82 (ç)

[8] Kadına nispetle yüz, güzelliğin aynası ve odak noktasıdır. Yaratılışın güzelliği de onda tezahür eder. Allah her şeyi olduğu gibi yüzü de, ahenkli, dengeli ve mükemmel bir şekil­de yaratmıştır. Gerek bu anlayışın esas alınması ve gerekse de Hz. Peygamber (s.a.v)'den rivayet edilen bazı hadisler sebebiyle, yüzdeki kılları yolmanın, kaşları inceltme ve kirpik­leri uzatmanın şer'i hükmü İslam alimlerini bir hayli meşgul etmiştir. Konu ile ilgili yasaklamayı bildiren hadislerin, hangi tür fiilleri kapsadığı İslam hukukçuları arasındas tartışma konusu olmuştur.

Çoğunluğa göre; kadının, kocası için ve onun izniyle yüzünde biten kılları alması, makyaj yapması, hatta kaşını düzeltmesi/inceltmesi caiz olup hadisteki yasak, kadının dışarı çık­mak için yüz kıllarını yolması ve kal aldırması ile ilgilidir.

Hadiste yasaklanan kıl koparmayı; yüzde sonradan biten ve yüzü çirkinleştiren yüz kılla­rını koparma değil de, kaşları inceltmek yada yukarı kaldırmak İçin kaş kıllarını yolma olarak anlamak daha doğru görünmektedir.

Hadiste, gerek saç ekleme ve boyama ve gerekse de yüz kıllarını yolma hakkında gelen yasak; yaratılışı değiştirme, insanları aldatma, farklı görünme gibi gayelerle yapılan sun'i müdahalelerle ilgilidir. Yoksa saçları bitmeyen veya anormal bir şekilde dökülen kimse­nin, erken yaşta saçı ağaran, yüzü/vücudu anormal bir şekilde kıllanan çocuğun tıbbî mü­dahale ile, ilaçla veya ameliyatla tedavi olup normal bir yapıya kavuşturulmasında bir sa­kıncanın olmadığı açıktır.

Günümüzde yanlış ve bilinçsiz bir şekilde kullanılan ilaçların, tabiat dengesindeki bozuk­lukların vücudun hormonal dengesini de bozduğu ve bazen bu tür tedavi ve müdahaleleri kaçınılmaz kıldığı aşikardır.

B.k.z: Komisyon, İlmihal, T.D.V., İstanbul 1999, 2/81-82 (ç) 

[9] Nesâî, Zînet 24 

[10] Nesâî, Zînet 26

[11] Muhallil; Hulİeci koca demektir. Dolayısıyla Muhallil; üç talakla boşanmış bir kadının,

boşayan kocasına helal olması niyetiyle veya boşamak şartıyla o kadınia evlenen adama denilir.

Muhallel leh: Kendisi için hülle yapılan koca. Buna göre kendisi İçin bu iş yapılan kadı­nın eski kocası, sözde boşadiği kadın, başka bir adamla evlendirilmek suretiyle onun İçin helal kılındığından ona bu ad verilmiştir, (ç)

[12] Nesâî, Talâk 13

[13] Bazı İslam bilginleri, konu ile ilgili sahabe arasında meydana gelen olayların ve taleplerin hepsini dikkate alarak hadislerdeki yasağı; Allah'ın yarattığı şekli değiştirme ve insanları aldatma illetine dayandırarak saça saç eklemeyi ve dökülmüş saçın yerine başkasının sa­çını takmayı caiz görmezler.

Çoğunluk ise, hadislerdeki yasağı; insanın herhangi bir parçasını kullanmanın insanoğlu­na hürmeten caiz olmayışı illetine dayandırarak insan saçı haricinde ipek, İplik, yün gibi şeylerden peruk yapmayı caiz görmüşlerdir. Yalnız dinen necis sayılan kıl ve tüylerden yapılan peruğun kullanılmasının ise caiz olmadığı belirtilmiştir.

Hadiste, kadınlara vurgu yapılması, o zaman da bu tür uygulamaları kadınların yapma­sından kaynaklanmaktadır. Yoksa hüküm, hem erkekler ve hem de kadınlarla ilgilidir, (ç)

[14] Buhârî, Libâs 83, 85, 87; Müslim, Libâs 119 (2124); Ebu Dâvud, Teraccül 5 (4168); Tirmizî, Edeb 33 (2783); Nesâî, Zînet23; İbn Mâce, Nikâh 52 (1987); Ahmed b. Hanbel, 2/21

[15] Buhârî, Edeb 31, 85; Müslim, Lukata 14-16 (48); Ebu Dâvud, Efİme 5 (3748); Tirmizî, Bİrr 43 (1967, 1968); Nesâî (el-Kübrâ), Dm, 3/430 (5846); İbn Mâce, Edeb 5 (3675); Ahmed b. Hanbel, 6/385

[16] Buhârî, Edeb 31; Müslim, Lukata 14 (48)

[17] Müslim, Lukata 15 (48)

[18] Ebu Davud'un sarihi Sehârenfûrî (ö. 1346/1927}'ye göre, misafirin ağırlanma müddetiyle ilgili bu hadis üç şekilde tefsir edilmiştr:

1. Misafire bir gün bir gece özel olarak hazırlanan yemekler sunmak suretiyle ikramda bulunulmalı. İşte hadisin metininde geçen caize (=hediye)den maksat, budur. Eğer bu caize, misafire sunulmazsa ona ikram etmiş olunmaz. Fakat misafire hergünkü yenilen mutad yemeklerden yedirilmeli. O zaman evde üç gün misafir edilir. Onu bu şekilde üç gün misafir etmekle misafire İkram erme görevini yerine getirilmiş olunur.

2.  Misafire üç gün üç gece misafir ettikten sonra ona yolculuğunda bir gün bir gece yete­cek şekilde özel bir yemek hazırlayıp azığına konulmalı. İşte onun caizesi budur. Bu ya­pılmadığı takdirde misafire ikram edilmiş olunmaz.

3.  Ev sahibi olarak bir gün bir gece misafirle çok yakından ilgÜenİlmeli. Ona özel hazır­lanmış yemekler sunmakla ve sohbetinde bulunmakla ağırlanmaya çalışılmalı. İşte onun caizesi budur.

Bundan sonraki iki gün içinde İse onun İçin mükellef sofralar sunulmaya gerek yoktur. Mutad yemekler sunmakla yetinilebilir. Misafire karşı görev bu şekilde yerine getirilmiş olunur. Bu, İmam Mâlik'İn görüşüdür, (ç)

[19] Müslim, İman 77 (48)

[20] Ebu Dâvud, Efime 5 (3748)

[21] Ebu Dâvud, Efime 5 (3748)

[22] Buhârî, Edeb 127; Müslim, Zühd 53 (2991); Ebu Dâuud, Edeb 94 (5039); Tirmizî, Edeb 4 (2742); Nesâî, Amelü'1-Yevm ve'1-Leyl, 1/239 ( H.No: 222); İbn Mâce, Edeb 20 (3713); Ahmed b. Hanbel, 1/204, 205

[23] Hadisin metninde geçen "teşmit", 'Yerhamükellâh" demektir. Kelimenin aslı, düşmanların şamatasını gidermektir. Hayr duası anlamında kullanılır. Teşmit yapan kimse, karşısında­kine düşmanlarının şamatasından kurtulması için dua etmiş gibidir. Ya da aksıran kimse, Allah'a ham edersebizzat şeytanın şamatasını defettiği için bu isim verilmiştir. Hadis, aksırdığı halde Allah'a hamd etmeyen kimseye dua etmenin gerekmediğine delalet etmektedir.

İmam Neuevî {ö. 676/1277)'ye göre; aksırdığı halde Allah'a hamd etmeyen kimseye dua etmek gerekmezse de hamd etmesinin gereğini kendine hatırlatmak müstehabtır. Bu su­retle hem o hamd etmiş olur vr hem de yanındakiler teşmitte bulunurlar. Bu, emr-i bil ma'ruf hükmündedir, (ç) 

[24] Buhârî, Edeb 127; Müslim, Zühd 53 (2991)

[25] Buhârî, Cenâiz 2; Müslim, Selâm 4-5 (2162); Ebu Dâvud, Edeb 90 (5030); Tirmizî, Edeb 1 (2737); Nesâî, Cenâiz 52; İbn Mâce, Cenâiz 1 (1435); Ahmed b. Hanbel, 2/540

[26] Buhârî, Cenâiz 2; Müslim, Selâm 4 (2162)

[27] İslam dininin fert ve toplum hayatına bütüncü! yaklaştığı, İnsanın dünyada huzur, güven ve mutluluk içinde yaşaması, ahiret hayatında da bu hayat çizgisini koruyabilmesi İçin hayatın her alanına ölçülü ve gerekli açıklamalar getirdiği ve insanı yönlendirdiği görülür. İman, dinin özü ve ibadetler ise dîne bağlılığın adeta simgesi olarak bilinmektedir. Gerçek dindar kimsenin, dine bağlılığı, hayatın her alanına yayması yaratıcıya bağlılığın göstergesi sayılan şeklî davranışlarda olduğu kadar sosyal ilişkilerde, üçüncü şahısların hakları konusunda ve toplumsal hayata İlişkin alaniarda da dinin öğütlediği şekilde hak bilir, âdil, ölçülü ve fedakar olması gerekir.

Hak kelimesi, terim olarak; İslam'ın şahıs veya eşya üzerinde bir yetki veya yükümlülük olarak kişilere belirlediği yetki, sorumluluk ve tasarruf haklarını ifade eder. İslam'da hakların kaynağı, vahiy ve sünnete dayanır. Burada söz konusu hak İse, müslü-manın Müslüman üzerindeki haklarıdır. Bunlar şunlardır:

1.  Selam vermek: Selam; barış, rahatlık, esenlik; müslümanlarm birbirleriyle karşılaştık­ları zaman, karşılıklı olarak sağlık ve esenlik dileklerini sunmalarıdır.

Selamın "es-Selâmu aleykum" şeklinde verilebileceği gibi, "es-Selâmu aleykum ve rah-metullâhi ve berakâtuhu ve mağfiratuhu" (Ebu Dâvud, Edeb 131-132 (5196); Tirmİzî, İsts'zan 2) şekillerinde verilebileceği ve "aleykum" kelimesinden sonra söylenen kelime­lerden her birisi için on sevap verileceği belirtilmektedir.

Müslümanlar arasında, bir dostluk ve iyi niyet işareti olan selâmı vermek sünnet; almak ise farzdır.

2. Davetine katılmak: Düğün daveti dışında diğer davaetlere katılmak mendubtur.

3.  Nasihat etmek: Hadisin zahiri esas alınarak nasihat isteyen kimseye nasihat etmenin ve onuasla aldatmamanın farz, nasihat İstemeden nasihatta bulunmanın da mendup ol­duğu belirtilmiştir.

4.  Aksiran kimse "Elhamdülillah" dediği zaman, bunu duyan diğer müslümanin "yerhamukellah" diye dua etmesi: Alimlerin çoğu, bu hadise dayanarak aksırdlktan sonra "Elhamdülillah" diyen bir kimseye, "yerhamukellah" diye dua edilir. Aksıran kim­senin de, kendisine bu şekilde dua eden kimseye "yehdikumullah ve yuslihu bâlekum" diye dua etmesi vaciptir demişlerdir.

5.  Hastalandığı zaman ziyaretine gitmek: Hastalanan müslüman bir kimseyi ziyarete gitmenin farz olduğunu söyleyenler olduğu gibi, farz-ı kifaye olduğunu söyleyenler de vardır. Cumhura göreise mendubtur.

Hadisin metninde geçen "müslümanın (diğer) müslüman üzerindeki hakkı" ifadesin­den, zimmilerin (-müslüman olmayan kimselerin) hastalanmaları halinde onları ziyarete girmeme gibi bir anlam çıkarılmamalıdır.

Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v), Müslüman olmayan zimmî bir hizmetçisi hastalandığı za­man onu ziyarete gitmiş ve ona yaptığı duanın bereketiyle o zimmî olan hizmetçisi Müs­lüman olmuştur.

Yine Hz. Peygamber (s.a.v), ölüm döşeğinde yatmakta olan amcasını ziyaret edip onu Müslüman olmaya davet etmiştir.

6.  Cenazesine katılmak: Bir müslümanın; ölen müslüman kimsenin cenaze namazını kılması, defnedilinceye kadar cenazenin ardından girmesi, ona hayr duada bulunması üzerinde bulunan bir haktır, (ç)

[28] Müslim, Selâm 5 (2162)

[29] Tirmizî, Edeb 1 (2737)

[30] Nesâî, Cenâiz 52

[31] Selâm: Barış, rahatlık, esenlik; müslümanlarin birbirleriyle karşılaştıkları zaman karşılıklı olarak sağlık ve esenlik dileklerini sunmaları anlamına gelen bir İslam ahlakı terimi. Bazı hadis kitaplarında" Selâm" başlığı altında; selâm, kişisel davranışlar, oturup kalkma, tıbbî hastalıklar ve öeşitii tedavi yolları, rukye, sihir, uğursuzluk, hastalık bulaşması gibi konular ele alınır, (ç)

[32] Buhârî, Tıb 33, 39, İcâre 16, Fezâiiu'l-Kur'an 9; Müslim, Selâm 65-66 (2201); Ebu Dâvud, Tıb 19 (3900); Tirmizî, Tıb 20 (2063, 2064); Nesâî (el-Kübrâ), Amelü'1-Yevm ve'1-Leyl, 6/254 (10866, 10867), 6/255 (10868); İbn Mâce, Ticârât 7 (2156); Ahmed b. Hanbel, 3/83

[33] Buhârî, Fezâüu'l-Kur'an 9; Müslim, Selâm 66 (2201)

[34] Rukye: Dua, efsun, muska; sihirbaz ve üfürükçülerin okudukları şeyler (anlamına gel­mektedir) .

İbn Hacer el-Askalânî {ö. 852/1447), alimlerin şu üç şartın bulunmasıyla rukyenin caiz olacağı üzerinde görüş birliği içerisinde olduklarını bildirmektedir:

a. Allah Teala'nin kelamıyla (âyetlerle), isimleri veya sıfatlarıyla olması;

b. Arap diliyle veya başka bir dille anlaşılır olacak şekilde yapılması;

c.  Yapılan rukyenin bizzat faydasının dokunduğuna değil, umulan faydanın Allah Teâlâ tarafından gönderildiğine inanılması (Fethul-Barî, X/206).

Rukye; mubah, haram ve şirk olmak üzere üç çeşittir:

1. Mubah olan Rukye: Kur'ân-ı Kerim'den ayetlerle Allah Teâlâ'nın isim ve sıfatlarıyla, arapça ve anlamı anlaşılır bir dille yapıldığı takdirde mubahtır. Hz. Aişe (r.anhâ)'ctaıriva­yet edilen bir hadis-i şerifte şöyle denilmektedir: "Rasûlüllah (s.a.s) son hastalığında muavvizeteyni okuyup kendisine üflüyordu. Hastalığı ağırlaştığı zaman onlan oku­yarak üzerine üflüyor ve onların bereketi için elini meshediyordum" (Buharî,Tıb32' Müslim, Selâm 51-52).

Yine Hz. Aişe (r.anhâ) Rasûlüllah (s.a.v)'ın hastalığından bahsederken şunları söylemek­tedir: "Rasûlüllah (s.a.s) yatağa düştüğü zaman, Ihlas süresi ve Mu'avvizeteynıa ta­mamını okuyarak avucuna üfledi ve sonra elleriyle yüzünü ve vücudunun elininve-tiştiği her tarafını mesnetti" (Buharı, Tıb 39).

Yine akrep sokmasına karşı Fatiha suresi İle rukye yapıldığına dair hadis varid olmuştur (Buharî, Tıb 33). Ve yine Rasûlüllah (s.a.s)'ın hastalanan bazı kimselere, Muavuizeteyn okuyup, onları sağ eliyle meshettiği ve peşinden de şöyle söylediği rivayet edilmekledir: "Ey insanların Rabbi olan Allah'ım hastalığı gider; buna şifa ver. Şifa veren yalnız sensin. Senin şifandan başka şifa yoktur. Hastalık bırakmayan şifa ver" (Buharı, Tıb 37).

Bu anlamda rivayet edilen hadisler çoktur. Bazı alimler Rasûlüllah (s.a.v)'in; "Göz değ­mesi ve hummanın dışında rukye yoktur" {Buharî, Tıb 17) hadisine dayanarak, göz değmesi, yılan ve akrep sokması dışında rukyenin caiz olmadığı kanatine varmalardır. Ancak diğer bazı alimler de bu hadisin, rukyenin en fazla faydalı olacağı anlamına sarf. edildiğini, "Zülfikardan başka kılıç yoktur" sözüne kıyas yaparak cevaplandırmışlardır. Çünkü diğer hadislerde görüldüğü gibi, Rasûlüllah (s.a.v) başka şeyler için de rukyeye cevaz vermiştir.

2. Haram olan rukye: Anlaşılmaz sözler, anlamsız kesik harfler, bilinmeyen isimler, bi­lenlerin Arapçadan başka bir dille rukye yapması, demir, tuz kullanarak veya ip bağlaya­rak rukye yapılması haram kılınmıştır. Fayda verdiği tecrübe edilmiş uygulamalar bunun dışındadır. Şabir (r.a)'dan şöyle rivayet edilmektedir:

"Rasûlüllah (s.a.s) rukye yapılmasını yasakladı. Amr ibn Hazm'jn çocukları gelip Şöyle dediler: "Ya Resûlullah! Biz bir tür rukye yapardık ve onunla akrep sokmala­rına karşı korunurduk." Resûlullah; Ona dönün onda bir kötülük görmüyorum. Siz­den her kim kardeşine fayda vermeye güç yetirirse ona faydalı olsun" (Müslim, Se­lam, 63) demişti.

İzz b. Abdüsselam'dan anlamı bilinmeyen harflerle yapılan rukye sorulduğu zaman, küfrü gerektirecek anlamlar içerip içermediğinin bilinmemesinden dolayı buna cevaz vermemiş­tir.

3. Şirk olan Rukye: Allah Teâlâ'dan başkasına dua ederek, sığınarak veya yardım dile­nerek yapılan rukye, şirktir. Meleklerin, peygamberlerin, cinlerin ve benzeri varlıkların İsimleriyle rukye yapmak gibi... Bunların tamamı Allah Teâlâ'ya şirk koşmaktır. Nitekim Rasûlüllah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: "Efsun, nazarlık boncuklar, ve muhabbet için yapılan muhabbet muskaları şirktir" (Ebu Davud, Tıb 17; İbn Mace Tıb, 39; Ahmedb. Hanbel, 1/381). Yine; "İçinde şirk bulunmayan şeyle rukye yapmakta bir kötülük yoktur" (Müslim, Selam 64) buyurmaktadır.

İbn Hacer bu konuyu şöyle açıklamaktadır: "Bazı rukyelerde şirk bulunmaktadır. Çünkü onu yapanlar kendilerine dokunan zararı defetmek ve lavda elde etmeyi Allah'tan başka kimselerden istemektedirler" (İbn Hacer el-Askalanî, Fethul-Barî, X/260). Müslüman, tamamıyla Allah Teâlâ'ya tevekkül etmekten başka şeylerden fayda dilemez. Nitekim Rasûlüllah (s.a.s) şöyle buyurmaktadır:

"Ümmetimden yetmiş bin kişi hesapsız olarak Cennete girecektir. Onlar, efsun yapmayanlar, teşe'um etmeyenler, vücudlarını dağlamayanlar ve ancak Rablerine tevekkül edenlerdir" (Buharî, Tıb 17; Müslim, İman 372). Kendiliğinden, istenmediği halde müslüman kardeşine rukye yapması bunun dışındadır. Bu Rasûlüllah (s.a.s)'in şu hadisine göre müstehaptir.: "İçinizden her kim kardeşine yardım etmeye güç yetiri-yorsa bunu yapsın" (Müslim, Selâm 63}. B.k.z.: Şamil İslam Ansiklopedisi, Rukye maddesi, (ç)

[35] Allah kelâmının başında bulunduğu yahut namazda ilk okunan sûre veya tümüyle ilk inen sûre olarak Fatiha sûresi denilmiştir. Fatiha suresinin bir çok ismi vardır. Bu olaydan dolayı, Fatiha suresinin bir isminin de, Rukye olduğu belirtilmiştir.

B.k.z: Said Havva, el-Esas-ı fit-Tefeir, Şamil Yayınevi, İstanbul 1989,1/36 (ç)

B.k.z: Said Havva, el-Esas-ı fit-Tefeir, Şamil Yayınevi, İstanbul 1989,1/36 (ç)

[36] Buhârî, İcâre 16, Tıb 39; Müslim, Selâm 65 (2201)

[37] Tirmizî, Tıb 20 (2063)

[38] Tirmizî, Tıb 20 (2064)

[39] Hadisin metninde geçen "Advâ" kelimesi, hastalık bulaşması demektir. Resululiah (s.a.v), bu sözüyle; cahiliyye döneminden kalma İnancı yıkmak istemektedir. Çünkü Araplar, cahiliyye döneminde hastalığın Allah'ın fiiliyle değil de, hastalığın tabiatı icabı insana bu­laştığına inanıyorlardı.

İşte Resululiah (s.a.v), bu sözüyle; Arapların bu batıl inançlarına cevap vermiş, her şeyde olduğu gibi, hastalığın bulaşmasında da Allah'ın fiilinin dikkate alınması gerektiğini, Allah hastalığın bulaşmasını yaratmazsa, insanın kendi kendine hiçbir şey yapamayacağını be­lirtmektedir, (ç)

[40] pîac|jSjn metninde geçen "Tıyera" kelimesi, uğursuzluğa yorma demektir. Araplar, ca­hiliyye döneminde kuşları ve geyikleri ürkütüpde hayvan sağ tarafa giderse, onunla teberrükte bulunup işlerine, güçlerine veya yollarına devam ederler, sol tarafa giderse ya­pacakları şeyden dönerler ve uğursuzluk yorumunda bulunurlardı. Bu suretle bir çok za­man yapacakları işlerden geri kalırlardı, islam dini, bunu yasaklamış ve zarar veya yarar hususunda hiçbir etkisi olmadığını haber vermiştir.

Başka bir hadiste; "herhangi bir şeyi uğursuzluğa yormak, şirktir" buyurulmuştur. Yani uğursuzluğun, fayda veya zarar verdiğine inanmak şirktir. Çünkü cahiliyye devri Arapları, uğursuzluğun etkisine İnanırlardı ki, bu da, şirktir, (ç)

[41] Uğursuzluk: Herhangi bir şeyde bulunduğu zannedilen ve işlerin ters gitmesine sebep olarak ileri sürülen hal.

Değişik çağlarda pek çok kişi ve toplumlar çevrelerinde gördükleri bir takım eşyalarda, hayvanlarda ve tabiat olaylarında uğursuzluk bulunduğuna inanmıştır. Çağımızda bu uğursuzluk anlayışını üzerinden atamamış pek çok insan görülür. Bu tipteki İnsanlar, uğursuz olarak niteledikleri şeylerden, kendilerine bir kötülük ve zarar geleceği İnancın­dadır. Daima bu tür şeylerden uzak durmağa çalışırlar. Hiç bir dinî ve ilmî kaynağı olma­yan "uğursuzluk" anlayışına sahip olsalar, hayatların her safhasında korku ve endişe İçin­de bulunurlar.

Aslında hiç bir şeyde uğursuzluk yoktur. Hiç bir. şey doğuştan uğurlu değildir. Uğursuzluk olsa olsa herkesin kendisinde, kendi yorumunda ve anlayışındadır. Halk arasında sık sık kullanılan "Uğurlu geldi" veya "Uğursuz geldi" gibi sözler birer zan ve kuruntudan ibarettir. Hz. Peygamber (s.a.s) bir hadîs-i şerifinde, "İslâm'da teşe'üm =(uğursuz sayma, kötü­ye yorma) yoktur; en iyisi tefe'ül (=iyiye yorma) dır" (Buhârî, Tıb 54) buyurarak, bu zararlı anlayışın İslam'da bulunmadığını ifade etmiştir. Diğer bir hadiste ise: "Eşya da uğursuzluk yoktur, safer ayında uğursuzluk yoktur, baykuşun ötmesinde bir uğur­suzluk yoktur" (Müslim, Selâm 102) buyurulmuştur.

Bütün bunlardan sonra şöyle denebilir: Ay ve güneş tutulması, köpek havlaması, baykuş ötmesi, kedi ve köpeğin yolda yürüyen bir kişinin önünden geçmesi, merdiven altından geçmek, on üç rakamı, salı günü İşe başlamak veya yola çıkmak, gece aynaya bakmak veya tırnak kesmek vb. gibi pek çok şeyde uğursuzluk bulunduğuna inanmak, batıldır. Zi­ra böyle şeylerde, ne iyilik ne de kötülük vardır. Bir eşyayı bir olayı mutlaka bir şeye yormak gerekiyorsa, Peygamber Efendimizin tavsiyesi doğrultusunda, iyiye yormak icab eder. B.k.z: Şamil İslam Ansiklopedisi, Uğursuzluk maddesi (ç)

[42] Buhârî, Tıb 43, 54; Müslim, Selâm 115-118 (2225); Ebu Dâvud, Tib 24 (3922); Tirmizî, Edeb 58 (2824); Nesâî, Hay! 5; İbn Mâce, Nikâh 55 (1995); Ahmed b. Hanbel, 2/153

[43] Buhârî, Cihâd 47, Tıb 54; Müslim, Selâm 116 (2225)

[44] Alimler, bu rivayetlerde belirtilen üç şeyde uğursuzluk olup olmadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir.

İmam Mâlik (ö. 179/795) ile bir topluluğa göre; bu rivayetlerden maksat, zahirî manala-ndır. Yüce Allah bir evi zarar ve ölüme sebep yaratabilir. Muayyen bir kadın ve at yahut ev de Allah'ın kaza ve kederiyle bazen helâka sebep olabilir. Hadisin manası; bazen bu üç şeyde uğursuzluk meydana gelir demektir.

Hattâbî (ö. 388/998) ile diğer birçok alim ise; bu rivayetlerdeki üç şeyin, yasak olan uğur­suz saymadan istisna edildiğini belirtmişlerdir. Bu görüşte olan alimlere göre, bu hadisin manası; "Uğursuz sayma yasaktır, fakat bir kimsenin içinde oturmaktan hoşlanmadığı bir evi, beraberce yaşamaktan hoşlanmadığı bir hanımı.veya hoşlanmadığı bir atı varsa on­lardan ayrılsın" demektir.

Bazıları da, "Evin uğursuzluğu darlığı ve komşularının kötülüğünden ibarettir. Kadı­nın uğursuzluğu doğurmaması, gevezeliği ve şüpheli işler yapmasıdır. Atın uğursuzlu­ğu ise üzerinde harp edilmemesi yahut fiyatının pahalılığı, hizmetçinin uğursuzluğu İse kötü ahlâklı olması, kendisine ısmarlanan şeylere kulak asmaması gibi şeylerdir" demişlerdir.

Aynî (ö. 855/1451) diyor ki: "Bu konuda sahih olan mana; uğursuz saymanın bütün çeşitlerinin iptal edilmesidir. Resulullah (s.a.v)'in "Uğursuz sayma yoktur; uğur­suzluk üç şeydedir" buyurması cahiliye devrinin itikadını anlatmaktadır. Çünkü o devirde Araplar, bu üç şeyde uğursuzluk olduğuna inanırlardı. Yoksa bu hadis 'Müslümanların itikadmca üç şeyde uğursuzluk vardır' manasını ifade etmez." Bu rivayetlerin bazısında Resulullah (s.a.v)'in; "Eğer uğursuzluk namına bir şey varsa (bu) atta, kadında, evdedir" buyurmuş olması bizce bu konudaki ihtilâfa meydan vermeyecek kadar açıktır. Çünkü hadisin manası şudur: "Eğer uğursuzluk namına bir şey sabit olsaydı §u üç şeyde sabit olurdu, lâkin uğursuzluk namına bir şey sabit ol­mamıştır. Binaenaleyh bunlarda da uğursuzluk yoktur." Ebu Davud'un sarihi Sehârenfûri (ö. 1346/1927)'ye göre ise uğursuzluk iki çeşittir:

1.  Gerçekten, zahirde mevcut olan uğursuzluk.

2.  Zahirde vücudu olmadığı halde var olduğu vehmedilen uğursuzluk. Bazı kimseler kendilerine ait olan bazı şeylerde uğursuzluk bulunduğuna inanarak bu türden bir ve­him hastalığı içine düşerler.  Kafalarına yerleşen bu varsayım kendilerine öyle hükmetmeye başlar ki zamanla hastalık haiine dönüşür.

Onları bu hastalıktan kurtarmanın en kestirme yolu bu kimselerin o şeylerle ilgisini kesmek­tir.

Günümüzde bazı şeylerin kendisine uğursuzluk getirdiği vehmine kapılan kimseleri tedavi İçin "telkin yoluyla tedavi" denilen bir tedavi yöntemi uygulanmaktadır. Kendilerini terketmek ev ve at kadar kolay olmayan şeylerin kendisine uğursuzluk getirdiğine inanan kimseler için bu tedavi usulünden başka bir yöntem yoksa da, ev ve at gibi terk edilmesi kolay olan şey­lerden vehme kapılan hastaların en kısa yoldan tedavisi onu terk etmeleridir, (ç)

[45] Buhârî, Nikâh 17

[46] Müslim, Selâm 119 (2226}

[47] püya; Uyku sırasında aynen uyanıkmış gibi çeşitli olayların yaşanması hali, düş.

Rüya çağlar boyunca bütün toplumlarda büyük önem görmüştür. Rüyanın mahiyeti ve kökeni hakkında çok şeyler yazılıp söylenmiştir. Ancak bu yazılıp söylenenler her topluma ve her kültüre göre ayrı ayrı olagelmiş ve hep değişkenlik arzetmiştir. Tarihte bazı toplumlarda rüyaya büyük önem verilmiş ve bazan bu rüya tabirleri kitaplar halinde toplanmıştır. Umumiyetle rüya, uyanıklık halinin bir uzantısıdır; etkisinde kalınan sevindirici veya üzücü olayların uyku halinde yaşanması olayıdır. İslâm'da rüya hukukî bir kaynak ve delil değildir. Yalnız gören kişi ile alakalıdır. O kişi de bu rüyasını hayra yo­rar ve bu rüya yalnız kendisini bağlar.

Rüya, "Allah Teâlâ'nın melek vasıtasıyla hakikat veya kinaye olarak kulun şuurunda uyandırdığı enfusî idrakler ve vicdanî duygular veya şeytanî telkinlerden meydana gelen karışık hayallerden ibarettir" şeklinde de tarif edilmiştir.

Kur'ânKerİm'in birçok yerinde rüyadan söz edilmiştir. Hz. İbrahim (a.s), oğlu İsmail {a.s)'i rüyada boğazlama emri almış ve bu rüyayı uygulamaya teşebbüs etmiştir (Saffat: 37/102}.

Yusuf (a.s)'da rüyasında on bir yıldızla, ay'ın kendisine secde ettiğini görmüş (Yusuf: 12/40); Mısır hükümdarının ve hapishanedeki iki kişinin gördükleri rüyaları tabir etmiştir (Yusuf. 12/36,43).

Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Peygamber'in görmüş olduğu rüyalardan söz edilmektedir (Fetih: 48/27, Saffat: 37/105, İsra: 17/60)

İslam bilginleri, ayetlerdeki sınırlı bilgilerden, özellikle de Hz. Peygamber (s.a.v)'in rüya ile ilgili çıklmlrından hareketle, yrıca kişisel tecrübe ve bilgilerinin de yardımıyla rüyanın ma­hiyeti, çeşitleri ve yorumu konusund zengin bir bilgi birikimi ve litertğr oluşturmuşlardır. İsim bilginleri, insanın içinde bulunduğu iç ve dış şartlardan kaynaklanan nefsanî rüyanın psikolojik ve fizyolojik şartlarla ilgili olabileceğini kabul etmekte ve peygamberlerin gör­düğü sadık rüyaları, vahiy kapsamında olduğu için bunu tartışma dışı tutmaktadırlar. İslam dünyasında ve ve Batı'da bilginlerin, rüyanın kaynağı ve mahiyeti konusunda özel araştırmalar ve bu konuda bazı açıklamalar yaptıkları bilinmektedir. Günümüzde "Rüya Tabirleri" adıyla yayımlanan kitapların içeriğinin, rüyanın gerçek manasıyla pek ilgisi yoktur. Bu sebeple rüyanın tabiri, bir bakıma tahmin ve temenni nite­liğindedir.

Yalnız rüyayı, keşif ve sezgi gibi vasıtalarla birlikte "ilham" kapsamında değerlendirme, ancak ilhamın objektif bir delil değil sadece o şahsı ilgilendiren bir delil olduğunu unut­mamak gerekir.

Özetle belirtmek gerekirse; peygamberlerin gördüğü veya tabir ettiği rüyalar dışında kalan rüya ve tabir, kesin bilgi ifade etmez. Bu sebeple rüyalarla, dinî hükmü belirlemek veya geçersiz kılmak ve buna göre de hayatı yönlendirmek caiz değildir. Rüya gibi rüyanın yo­rumu da, rüyayı gören şahsı ilgilendirdiğinden başkalarının bu yorumu esas alarak onun üzerine hüküm bin etmesi uygun olmaz.

B.k.z: Komisyon, İlmihal, T.D.V, İstanbul 1999, 2/160-163; Şamil İslam Ansiklopedisi, Rüya maddesi (ç)

[48] Buhârî, Tib 39; Müslim, Rü'yâ 1-4 (2261); Ebu Dâvud, Edeb 88 (5021); Tirmizî, RüVâ 5 (2277); Nesâî (el-Kübrâ}, Rü'yâ, 4/391 (7655), AmelÜ'l-yevm ve'1-leyl, 6/224 (10734-10737); İbn Mâcc, TatİruV-Rü'yâ 4 (3909); Ahmed b. Hanbel, 5/296, 304, 305

[49] Buhârî, Tatır 14

[50] Rüya gene| olarak iki kısma ayrılır:

1.  Doğru ve güzel olan rüyalar: Bu tür rüyalar, uyanıklık âleminde doğru çıkan rüyalar­dır. Peygamberlerin, onlara uyan salih müminlerin gördükleri rüyalar bu tür rüyalardır. Bazan dindar olmayan insanlar da bu tür rüyaları görürler.

Bu tür rüyalar üç grupta ele alınabilir.

a. Yoruma ve tabire ihtiyaç göstermeyecek kadar açık seçik rüyalar, Hz. İbrahim'in rüyası gibi...

b. Kısmen yoruma, ihtiyaç gösteren rüyalar. Hz. Yusufun rüyası gibi...

c. Tamamen tabir ve yoruma ihtiyaç gösteren rüyalar. Mısır hükümdarının gördüğü rüya gibi...

2.  Adğâs adı verilen karmakarışık ve hiç bir anlam taşımayan rüyalardır: Bu tür rüyalar da bir kaç kısma ayrılır

a.  Şeytanın uyuyan kişiyle oynaması ve onu üzmesine sebep olan rüyalar. Mesela kişi rüyasında başının koparıldığını ve kendisinin başının peşinden gittiğini görür. Ya da kor­kunç ve tehlikeli bir duruma düştüğünü ve hiç bir kimsenin kendisini kurtarmaya gelme­diğini görür.

b.  Meleklerin haram bir şeyi uyuyan için helal kıldığına veya haram bir iş teklif ettiklerine dair olan ve aklen muhal ve imkansız olan buna benzer işlerle ilgili rüyalar.

c.  Kişinin uyanık iken üzerinde konuştuğu veya olmasını temenni ettiği bir şeyi uyanık iken itiyad haline getirdiği bir şeyi rüyasında görmesi.

Bu durumda rüyanın üç çeşit olduğu görülmektedir.

1. Allah tarafından bir müjde olabilen bir rüya. Buna, rahmanı rüya denir.

2.  Kişinin uyanık iken Önem verip kalben meşgul olduğu bir şeyle ilgili olarak gördüğü rüya.

3. Şeytan tarafından korkutulan kişinin gördüğü rüya. Buna, şeytanî rüya adı verilir. Kötü bir rüya gören bir müslümanın yapacağı işler:

Gördüğü rüyanın şerrinden ve şeytanın şerrinden üç kez Allah'a sığınır. Şöyle der: "Allah­'ım, bu rüyanın şerrinden ve rahmetinden uzak kalmış olan şeytanın şerrinden sana sığı­nırım." Rüyanın hayra dönüşmesi için dua eder. Bu tür rüyayı hiç bir kimseye anlatmaz. Müslüman gördüğü iyi bîr rüyadan ötürü uyanınca Allah'a hamdeder. Bu rüyadan dolayı sevinir, bunu bir müjde kabul eder. Rüyayı sevdiği bir kimseye anlatır, sevmediğine ke­sinlikle anlatmaz. B.k.z. Şamil İslam Ansiklopedisi, Rüya maddesi (ç)

[51] Müslim, Rü'yâ 3, 4 (2261)

[52] Buhârî, Tib 39

[53] Rüya ile Hulm, her İkisi de uyuyan kimsenin gördüğü düş manasına gelirse de, ço­ğunlukla güzel düşlere "rüya", korkunç ve çirkin olanlarına "hulm" denilmek âdet ol­muştur. Bundan dolayı hadiste, teşrif izafeti kabilinden rüya Allah'a izafe edilmiş, hulm ise şeytana nisbet olunmuştur, (ç)

[54] Kadı İyâz (ö. 544/1149)'a göre; üç defa tükürme emri, gördüğü rüyada hazır bulunan Şeytanı kovmak, onu tahkir etmek ve rezil etmek içindir, (ç)

[55] Müslim, Rü'yâ 1 (2261)

[56] Fezâil: "Artmak, fazlalaşmak, üstün olmak "anlamındaki "fazl" kökünden türeyen fazi­letin çoğulu oln "Fezâil" kelimesi; bir şeyi veya bir kimseyi üstün kılan özellikler" anla­mındadır.

Amellerin, zamanların, şahısların, kabilelerin, toplumların, yer ve şehirlerin benzerlerin­den üstünlüğünü anlatmak için kullanılmış ve bunların her birine dair pek çok eser kale­me alınmıştır. Bunlar arasında Kur'an'ın (Fezâilü'l-Kur'an), Hz. Peygamber (s.a.v)'in (Hasâis) ve Sahabenin {Fezâilu's-Sahâbe) faziletleriyle ilgili olanlar önemli yer yutar. Fezâilü'l-Kur'an: Kur'n-ı Kerim'in üstünlüklerini, onun tamamını yada bazı sure veya ayetlerini öğrenip okuyan, öğreten, dinleyen, ezberleyenler ile hükümlerine göre amel edenlerin kazanacağı sevapları, bazı sure yahut ayetlerinnin şifalı oluşuna dair ayet ve hadislerde verilen bilgileri ifade etmek üzere kullanılan bir tabirdir. Islamî kaynaklarda ge­nellikle "Fezâilü'l-Kur'an", bazen de "Sevâbu'I-Kur'an", "Menâfiui-Kur'an" gibi ta­birler kullanılmıştır, (ç)

[57] Maharet" kelimesi burada; Kur'an'ı iyi okuyan, ezberi güçlü olan kimse demektir. "Sefere" ise, "Safir" kelimesinin çoğulu olup aracı aniamma gelmektedir. Bu kelimenin tefsirinde birkaç görüş ileri sürülmüştür:

1.  Katib meklekler, Levh-i taşıyan meleklerdir. Bunlar, kutsal kitapları peygamberlere ak­tardıkları için bu ismi almışlardır.

2.  Kulların amellerini yayzan yazıcı meleklerdir.

3. Allah İle peygamberler arasında elçilik yapan meleklerdir.

4. Allah'ın insanlara gönderdiği peygamberlerdir.

5.  Hz. Peygamber (s.a.v)'in sahabİleridİr.

Hadisten anlaşıldığına göre; Kur'an'ı düzgün bir şekilde okuyan kimselerin, bu Kur'an okumaları, onları güzel vasıflarla övülen meleklerle/peygamberlerle birlik olma mertebesi­ne çıkartacaktır. Okuması iyi olmadığı için, kendisine zor geldiği halde Kur'an okuyan kimselere ise, iki sevap vardır. Biri, Kur'an okuduğu için ve diğeri ise, zorluk çektiği için­dir.

Yalnız bu ifade, kötü Kur'an okuyan kimsenin, iyi okuyan kimseden daha fazla sevap alacağı şeklinde bir kanaate götürmemelidir. Bundan maksat; okuması zayıf olup da oku­makta güçlük çeken kimseleri okumaya teşvik içindir, (ç)

[58] Buhârî, Tefsiru Sure-i Abese 1; Müslim, Salâtu'l-Musâfirîn 244 (798); Ebu Dâvud, Vitr 14 (1454);  Tirmizî. Fezâilu'l-Kur'an  13 (2904); Nesâî (el-Kübrâ), Fezâilu'l-Kur'an, 5/20 (8045), 5/21 (8046) Tefsîr, 6/506 (11646); İbn Mâce, Edeb 52 (3779); Ahmed b. Hanbel, 6/98, 170, 239, 266,

[59] Ebu Dâvud, Vitr 14 (1454); Tirmizî, Fezâilu'l-Kur'an 13 (2904)

[60] Hadis, Fatiha suresi gibi beş vakit namazda okunması gereken surelerden fazla olarak her gün Kur'an okumayı kendisine prensip edinen bir mü'mini; kokusu hoş, tadı güzel bir portakala benzetmektedir.

Devamlı Kur'an okuyan mü'minin tatlılığı; kalbinde kökleşip yerleşmesinden, hoş ko­kulu oluşu ise Kur'an okumayı alışkanlık haline getirip Kur'an'ı sık sık okumasından, Kur'an'ı okurken, hem kendisini ve hem de dinleyenleri huzura ve sükûnete kavuşturma­sından ve aynı zamanda hem kendine ve hem de dinleyenlere sevap kazandırmasından ve Kur'an'm hikmetler hazinesinden nasip almaya vesile olmasından kaynaklanmaktadır. Devamlı Kur'an okumayan mü'min ise; tadı güzel olup kokusu olmayan bir hurmaya benzetilmektedir. Çünkü her ne kadar mü'min iman sahibi olarak çok tatlı ise de sürekli Kur'an okumadığı zaman okunan Kur'an'm etrafa yaydığı, hoş koku meselesindeki huzur, huşu' İlim ve hikmet nimetlerinden mahrum kalır. Bubakımdan tadı olup da etrafa hoş kokular yayamayan meyvelere dönüşür.

Yine Kur'an okuyan münafık kimse; kokusu güzel, tadı acı fesleğene benzetillrken, Kur'an okumayan münafık kimse ise; tadı acı olup kokusu olmayan Ebu Cehil karpu­zuna benzetilmiştir. Çünkü münafıklık, neticesi İtibariyle Ebu Cehil karpuzu gibi acıdır. Bu bakımdan münafık bir kimsenin, Kur'an okuyarak etrafa Kur'an'ın hayat bahşeden nurla­rını, cennet kokusunu müjdeleyen nağmelerini saçıyorsa, o zaman kokusu olmayan acı; Ebu Cehil karpuzundan farkı kalmaz.

Münafık oluşuyla birlikte Kur'an okuyan bir kimse, münafıklığı yönüyle sevimsiz ve tatsız olmakla birlikte okuduğu Kur'an ile etrafa tatlı ve huzur verici kokular neşrettiği İçin tadı acı, fakat kokusu hoş fesleğene benzetilmiştir. B.k.z: Muhammed b. Allan, Delâilü'l-Fâlihîn, 3/490-491

[61] Buhârî, Fezâilu'l-Kur'an 17, 36; Müslim, Salâtu'l-Musâfirîn 243 (797); Ebu Dâvud, Edeb 16 (4830); Tirmizî, Edeb 79 (2865); Nesâî; İman 32; İbn Mâce, Mukaddime 16 (214); Ahmed b. Hanbel, 4/404, 408

[62] Buhârî, Et'ime 30; Müslim, Salâtu'l-Musâfirîn 243 (797)

[63] Buhârî, Tevhîd 57, Fezâilu'l-Kur'an 17

[64] Tirmizî, Edeb 79 (2865)

[65] Kitabın Arapça metninde; Ebu Mes'ud el-Bedrî el-Ensârî yerine, Abdullah ibrrMes'ud ifadesi yer almaktadır. Büyük bir ihtimalle bu, ya baskı hatasından yada yazarın dikkatsiz­liğinden kaynaklanan bir durumdur, (ç)

[66] Bilindiği üzere, Bakara Sûresinin son iki ayeti, "Amenerrasûlü"dür.

Rivayetin sonunda yer alan "ona yeterlidir" ifadesini birkaç şekilde anlamak mümkündür:

1.  Geceyi ihya yönünden yeterlidir. Bu, gece namazı yerine geçer. Çünkü îbn Adiyy (ö. 365/975)'İn Abdullah İbn Mes'ud'dan naklettiği rivayet bu manayı doğrulamaktadır.

2.  Şeytana karşı yeterlidir. Yine Taberânî (ö. 360/970)'nin, ceyyid bir senedle Şeddâd b. Evs'ten naklettiği rivayet bu görüşü desteklemektedir.

3.  Bütün kötülüklere karşı yeterlidir.

4.  insanlardan ve cinlerden gelecek kötülükleri uzaklaştırmaya yeterlidir.

Bakara Sûresinin son iki ayetine, böyle bir faziletin tahsis edilmesinin hikmeti; muh­tevaları bakımındandır. Çünkü burada temel olarak İmanın esaslarına vurgu yapılmakta ve kulların, Rablerine karşı durumları açığa kavuşturulmaktadır, (ç)

[67] Buhârî, Fezâilu'l-Kur'an 10, 27; Müslim, Salâtu'l-Musâfirin 256 (808); Ebu Dâvud, Şehru Ramazân 9 (1397); Tirmizî, Fezâilu'l-Kur'an 4 (2881); Nesâî (el-Kübrâ); Fezâilu'l-Kur'an 5/9 (8003, 8004), 5/10 (8005), 5/14 (8018, 8019, 8020), Amelü'f-yevm vel-Leyl, 6/180 (10554). 6/181 (10555, 10556, 10557); İbn Mâce, İkâme 183 (1368); Ahmed b. Hanbel, 4/118, 121, 122

2914    Buhârî, Meğâzî 9, Fezâilu'l-Kur'an 10, 27; Müslim, Salâtu'i-Musâfırîn 256 (808)

[68] Fezâüu'n-Nebî (Hasâis): Allah'ın sdece Hz. Peygamber (s.a.v)'e lütfettiği özellikleri

ifade eden tabir ve bunları ele alan eserlerin ortak adıdır.

"Hasâisu'n-Nebî ile ilgili yazı yazan bazı müellifler, isim olark, "Fezâif" kelimesini tercih etmişlerdir.

B.k.z: İslam Ansiklopedisi, T.D.V., İstanbul 1997, 16/277-281 (ç)

[69] Buhârî, Menâkıb 13; Müslim, Fezâil 91-93 (2337); Ebu Dâvud, Teraccül 9 (4183, 4185, 4186); Tirmizî, Menâkıb 8 (3635); Nesâî, Zînet 60; İbn Mâce, Libâs 20 (3599); Ahmed b. Hanbel, 4/282, 295, 203

[70] Kur'an-ı Kerim, Hz. Peygamber {s.a.v)'i, "üstün yaratılışlı" ve "en güzel örnek" olarak nitelemiştir. Onun üstün yaratılışına, fizyolojik özellikleri dahil olduğu gibi fızyonomik özellikleri de girer. Dolayısıyla da Hz. Peygamber (s.a.v}, gerek dış görünüşü ve gerekse-de iç alemi ve ahlakıyla en üst düzeydedir. Üstün yaratılışı, İslam'ın şahsında getirdiği üs­tün ahlak ilkeleriyle birleşince, benzersiz kişiliğini oluşturmuştur.

Hz. Peygamber (s.a.v), insan olarak, son derece yumuşak huylu, ağırbaşlı, ciddi ve vakur idi. Şefkat, merhamet ve yumuşak kalplilikte eşsizdi. Çevresini oluşturanlara karşı güler yüzlü davranırdı. Ayırım yapmaksızın bütün akrabalarına ve bütün sahabilerine karşı ga­yet nazik davranırdı.

Hz. Peygamber (s.a.v), bu güzel İnsani özelliklerinden dolayı peygamberlik görevini başa­rıyla sürdürmüş ve çevresindeki insanların çoğalmasını sağlamıştır. Hatta o sırada var olan zenginler ve köleler arasında oluşmuş sosyal tabakyla mücadele ederek müminlerin eşit ve kardeş olduklarını belirtmekle, onlar arasında seçkin olmayan ve sınıfsız bir toplum oluşturmaya çalışmıştır.

Hz. Peygamber (s.a.v), eğer sahabilerine karşı sert ve kaba davranmış olsaydı, elbette etrafında hiç kimse kalmazdı. Bunun aksine o, insanlara karşı şefkatli, merhametli ve yu­muşak davranmıştır.

Kendisine karşı yapılan bütün eziyetlere, zulüm ve işkencelere karşı eşsiz bir sabır ve ta­hammül gücü göstermesinin yanında bu kötü davranışları yapanlara karşı kin tutmayıp affı yeğlemesi, onun ayrı bir insani özelliğidir, (ç)

[71] Buhârî, Menâkıb 13; Müslim, Fezâil 93 (2337)

[72] Buhârî, Menakıb 13; Müslim, Fezâil 91 (2337)

[73] İbnü'I-Hümâm (ö. 861/1457), hadisteki elbiseyi; kırmızı ve yeşil çizgili olarak dokunmuş Yemen kumaşından yapılmış iki kat elbise olarak tarif edip bu elbisenin sadece kırmızı bir kumaş olmadığını kaydetmiştir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v), sadece kırmızı kumaştan biçilmiş elbisenin kullanılmasını yasaklamıştır.

İbn Melek (ö. 885/1480) gibi bazı sarihler de, hadisin metninde geçen "Kırmızı bir elbi­se içerisinde" ifadesini; "İçinde kırmızı çizgiler bulunan elbise" diye kayıtlamışlardır.

Bununla birlikte hadis, zahire yorumlansa bile, bununla kırmızı giymenin caiz olduğuna delil getirilmez. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v), bu elbiseyi, kırmızı giymeyi yasaklamadan önce giymiş olabilir, (ç) 

[74] Buhârî, Libâs 68 

[75] Müslim, Fezâil 91 (2337) 

[76] Ebu Dâvud, Teraccül 9 (4183)

[77] Kitabın Arapça metninde, Nesâî ismi belirtilmiyorsa da, rivayetin geçtiği yer itibariyle, bunun Nesâî olması gerekmektedir, (ç)

[78] Hz. Peygamber (s.a.v), saçını kısaltmadığı zaman omuzlarına yakın bir yere kadar iner, kısalttığında ise kulaklarının yarı hizasına kadar inerdi.

Hz. Peygamber (s.a.v)'in saçlarının her zaman aynı düzeyde olmayışı, saç şeklinin, de­vamlı surette uyulacak bir sünnet olmadığına delalet eder. Çünkü saç şekli, sünneti zevaid kısmına girmektedir.

Saç konusunda dikkat edilecek nokta; toplumun yadırgamadığı, Ehl-i kitaba benzemeye çalışılmadığı ve kişiye yakışan, temiz ve bakımlı bir saç şeklinin benimsenmesidir, (ç) 

[79] Nesâî, Zînet 60

[80] Hz. Peygamber (s.a.u)'İn fiziksel yapısı, her görene onun, Allah'ın Resulü olduğuna ilişkin fikir veriyordu. Hatta Hz. Peygamber (s.a.v) ile karşılaşan kişi, güzellik açısından eşi bu­lunmayan biriyle karşılaştığını anlardı. Bu, öyle bir görüntüydü ki, İlk bakışta insana gü­ven verirdi. Onu görenler, bu gerçeği itirafta görüş birliği içindeydiler.

Hz. Peygamber (s.a.v) orta boylu, nuranî yüzlü, başı İri, kirpikleri uzun ve siyah, ağzı ge­niş, dişleri beyaz ve seyrekti, (ç)

[81] Nesâî,Zînet60

[82] Tirmizî, Menâkıb 8 (3635)

[83] Fezâîlu's-Sahâbe: Sahbilerin faziletleri ve bu konuda meydana gelen literatür İçin kul­lanılan bir tabirdir.

Kaynaklarda yaygın olarak Fezâilu's-Sahâbe şeklinde geçen bu tamlamanın; "Fezâilu Ashâb", "Menâkıbu's-Sahâbe", Fezâilu Ashâbi'n-Nebî", "Ma'rifetü's-sahâbe" tarzınd kul­lanıldığı da görülmektedir.

Sahabilerde fazilet konusu kabul edilen hususların başında; Aşere-i Mübeşşereden, Mu­hacirlerden, Ensârdan, Ehl-i Beyt ve Ehl-i Bedir'den olmak, Uhud ve Hendek gazveleri ile Bey'atü'r-Rıdvan'da bulunmak, ümmühâtu'l-mü'mininden olmak gelmektedir. Bun­lardan başka fert olarak Hz. Peygamber' (s.a.v) tarafından cennetle müjdelenmek, ilk müslümanlar arasında yer almak, imanı uğrunda işkence görmek, büyük malî yardımlar­da bulanmak, savaşlardan birinde veya bir kaçında bulunmak gibi hususlar ile buna ben­zer daha bir çok konular Fezâilu's-Sahâbe konusuna girmektedir.

Bütün sahabiler, fazilet bakımından aynı seviyede değildir. İslama giriş önceliğine sahip olmak, İslam dini için büyük fedakarlıklarda bulunmak gibi sebeplerden dolayı sahabiler arasında fazilet, tabaka ve mertebe farklılığı vardır.

Hz. Peygamber (s.a.v)'i bir defa gören sahabi ile hayatı boyunca ona hizmet eden saha-binin faziletlerinin eşit olmayacağını göz önünde bulunduran muhaddisler, özellikle İs­lam'a giriş önceliğini esas alarak ashabı 5 yada 12 veya 17 tabakaya ayırmışlardır. B.k.z İslam Ansiklopedisi, T.D.V., İstanbul 1997, 12/534-538 (ç)

[84] Buhârî, Fezâilu Ashâbi'n-Nebî 5; Müslim, Fezâilu's-Sahâbe 222 (2541); Ebu Dâvud, Sünnet 10 (4658); Tirmizî, Menâkıb 58 (3861); Nesâî (el-Kübrâ), Menâkib, 5/S4 (8308); İbn Mâce, Mukaddime 11 (161); Ahmed b. Hanbel, 3/11, 54, 63-64 

[85] Sahabe: Peygamber Efendimize iman ederek O'nu gören ve müsiüman olarak ölen kim­seler.

Lügat itibariyle ashab, arkadaş manasına gelen "sâhib" kelimesinin çoğuludur, İslâm ıstı­lahında ise "Hz. Peygamber'in arkadaşları" için, daha geniş kapsamıyla Resulullah'ı gören müminler için kullanılmıştır. Sahabî ve çoğulu olan sahabe terimleri de aynı manayı ifade eder.

Sahabî sayılabilmek için az da olsa Resulullah ile görüşmek şarttır. Bu sebeple Hz. Pey­gamber döneminde yaşamış, O'na iman etmiş, hatta O'nunla haberleşip yazışmış, O'na destek sağlamış kişiler ashâbtan sayılmaz. Meselâ o dönemin meşhur Habeşistan Kralı Necâşî Ashame böyledir.

Hz. Peygamberin arkadaşları ve yakın dostları olan Sahabe-İ Kiram, O yüce Peygamber (s.a.v)'in şahsiyet ve dostluğundan çok istifade etmiş, kendilerine örnek alarak O'nun is­tediği gibi müsiüman olmaya çok gayret göstermişlerdir. İslâm'ın güçlenip yayılması için canlarıyla başlarıyla çalışmışlar, bu yolda, ölüm de dahil olmak üzere hiç bir şeyden çe­kinmemişler, Allah ve Resulünü, çoluk-çocuklarından, mallarından, hatta canlarından daha çok sevmişlerdir; Allah yolunda hiç çekinmeden yurtlarından hicret etmiş ve kanla­rını akıtarak canlarını vermişlerdir. Böylece AshabKirâm'in, Hz. Peygamber'le beraber olmaktan kazandıkları üstünlükleri ortaya çıkmaktadır. Nitekim bu ve benzeri özelliklerin­den dolayı sahabe, Kur'an-ı Kerîm'in müteaddit yerlerinde bizzat Allah'u Teâlâ tarafından, hadîsi şeriflerde de Peygamberimiz tarafından methedilmektedir.

"islam'da birinci dereceyi kazanan muhacirler ve ensar ile onlara güzellikle tabi olanlar yok mu? Allah onlardan razı olmuştur. Onlar da AHah'dan razı olmuşlardır. Allah bunlar için, kendileri içinde ebedî kalıcılar olmak özere, altlarından ırmak­lar akan Cennetler hazırladı. İşte bu, en büyük bahtiyarlıktır" (Tevbe: 9/100).

O ağacın altında müminler sana bey'at ederlerken, andolsun ki Allah onlardan razı olmuştur da kafplerindekini bilerek üzerlerine manevî bir kuvvet (moral) in­dirmiş ve onları yakın birfetih ile mükafatlandırmıştır" (Feth: 48/28) "Muhammed Allah'ın Resulu'dur. O'nunla beraber olanlar (ashab) da kâfirlere karşı çetin ve metin, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rükû' edici, secde edici olarak görürsün. Onlar Allah'dan daima fazl-u kerem ve rıza isterler. Secde izinden meydana gelen nişanları yüzlerindedir..." (Feth: 48/29)

Peygamber Efendimiz'in Allah'tan alarak tebliğ ve yaşayışında tatbik ettiği veya bizzat kendisinin koyduğu dînî esasların, daha sonraki müsiüman nesillere ancak ashaba daya­nan sıhhatli nakillerle ulaşabildiği düşünülecek olursa, İslâm açısından ashab-ı kiramın gerçekten bu övgülere ve kendilerine saygı gösterilmesi konusundaki ikazlara lâyık olduk­ları açıkça anlaşılır.

B.k.z: Şamil İslam Ansiklopedisi, Ashâb maddesi,

Hadis, sahabeden birine sövmenin haram olduğuna delalet etmektedir. Sahabe arasın­daki ihtilaflar, ietihad neticesidir. İsabet eden on, hata eden ise bir sevap almıştır. Mesele­ye bu açıdan bakmak gerekir, (ç)

[86] Müdd: Okkadan küçük bir ölçektir. 18 litrelik bir kaptır. Hanefilere göre bir müdd, 1/4 sa'dir. Bir sa' ise, 3,334 kg ettiğine göre, bir müdd, bu rakamın 1/4'dür. (ç)

[87] Müslim, Fezâilu's-Sahâbe 222 (2541)

[88] Buharı, Fezâüu Eshâbi'n-Nebî 12, Menâkıb 25; Müslim, Fezâilu's-Sahâbe 97-99 (2450)-Ebu Dâvud, Edeb 143-144 (5217); Tirmizî, Menâkıb 60 {3872}; Nesâî (el-Kübrâ)' Menâkıb, 5/95 (8366, 8367), 5/96 (8368, 8369); İbn Mâce, Cenâiz 64 (1621)- Ahmed b' Hanbel, 6/240

[89] Buhârî, Meğâzî 83; Müslim, Fezâilu's-Sahâbe 97 (2450)

[90] Resulullah (s.a.v)'in 7 çocuğu vardı. Bunlardan 3'ü erkek idi. Bunlar; a. Kasım, b. Abdul­lah, c. İbrahim'dir. 4 tanede kızı vardı. Bunlar ise; a. Rukiyye, b. Zeynep, c Ummü Gül­süm, d. Fatıma'dir.

Hz. Fatıma, Resulullah (s.a.v)'in peygamberlikle görevlendirilmesinden kısa bîr müddet Önce dünyaya gelmiştir. Hicretin 2. yılında Bedir savaşından önce Hz. A!i'ye evlenmiştir. Fakat gerdeğe, Uhud savaşından sonra girmiştir. Hz. Fatıma; Hasan, Hüseyin, Ummü Gülsüm ve Zeynep adlı çocukları dünyaya gelmiştir. Evlendiğinde 15 yaşında idi.

Resulullah (s.a.u)'in diğer kızları, Resulullah (s.a.v) daha hayattayken Ölmüşken, Hz. Fatıma, Resuluİlah (s.a.v) den sonra Ölmüştür. Resulullah {s.a.vj'in soyu, Hz. Fatıma'nın çocukları yoluyla devam etmiştir. Çünkü Rukiyye'den doğan Abdullah küçükken ölmüş, Ümmü Gülsüm'ün çocuğu olmamış, Zeynep'den doğan Ali küçükken ölmüş ve oğlu Ümâme'nin de çocuğu olmamıştır.

Resulullah (s.a.v), Hz. Fatıma'yı çok sever, çok ikramda bulunur ve onunla hoşnut olurdu. Hz. Fatıma, çok sabırlı olduğu sürece dindar, değişik üstünlüklere sahip, kendisini kötü­lüklerden sürekli koruyan, kanaatkar ve Allah'a çokça şükreden bir kadın idi. Hatta Hz. Ali,.Ebu Cehİl'İn kızı Ümmü Cemile'yİ onun üzerine kuma olarak getirmek İstediğinde, Resulullah (s.a.v) buna razı olmamıştı. Yalnız Ebu Cehü'in kızının isminin ne olduğu hu­susunda görüş ayrılığı vardır.

Hz. Fatima'da, babasına çok düşkündü. Hatta Resulullah (s.a.v)'in hastalığı sırasında ba­basının ölecek olması nedeniyle ağlamıştı. Ardından Resulullah (s.a.v)'in aile çevresi için­de kendisine ilk kavuşacak kişinin kendisi olduğunu ve onun, bu ümmetin hanımlarının efendisi olduğunu haber vermesi üzerine gülmüş ve sevinmiştir.

Hz. Fatıma, Resulullah (s.a.v)'in ölümünden 5 ay veya buna yakın bir müddet sonra öl­müştür. 24 yada 25 yıl yaşamıştır, (ç)

[91] Müslim, Fezâilu's-Sahâbe 98 (2450}

[92] Müslim, Fezâilu's-Sahâbe 99 (2450)

[93] Müslim, Fezâilu's-Sahâbe 99 (2450)

[94] Aslından insanlara ayağa kalkmak caiz olmakia birlikte ayağa kalkan veya kendisi için ayağa kalkılan açısından arızî bir fesadın bulunması halinde, bu cevaz kerahate dönüşür. Kalkan kimse açısından fesat, riyakar durumuna düşmesidir. Bazı kişilerin bazen hiç de hoşlanmadıkları bir kimse İçin cemaat içerisinde ayağa kalkam durumunda kalmaları gibi. Kalkılan kimse açısında fesat ise, kendisine gösterilen saygıdan dolayı büyüklük duygusu­na kapılması gibi. Fakat kişi, gelen bir kimseye ayağa kalmadığı takdirde uğrayacağı zarar ayağa kalktığı takdirde uğrayacağı zarardan daha büyük olmak, düşmanlık ve kin kazan­mak ve saldırıya uğramak gibi zararlara uğraması söz konusu ise o zaman ayaka kalkar. Örneğin, Hz. Peygamber (s.a.v), Yahudi olan Kureyzalılar hakkında hakem olması için Sa'd b. Muaz'a bir haberci yollamıştı. Sa'd bir eşek üzerinde Hz. Peygamber (s.a.v)'in ya­nma gelmişti. Hz. Peygamber {s.a.v), Sa'd'm geldiğini görünce, yanındakilere: "Haydi kalkınız efendinize" buyurmuştu. Buradaki ayağa kalkma, ihtilaflı olan ta'zim kalması değil, yardım etmek için ayağa kalkılmasıdır. Çünkü ayağa kalkan kimseler, onu ta'zim için değil, hayvanından inmesine yardım etmek için ayağa kalkmışlardır. Çünkü Sa'd,

hasta durumda idi.

Hanefi alimlerinden Tehânevî bu konuda şöyle der:

"Ayağa kalkamnm çeşitli şekilleri vardır:

1.  "Kıyam" kelimesi, "li" harfi cerriyle kullanıldığı zaman, "ayağa kalkmak" anlamına gelir.

2. "İla" harfi cerriyle kullanıldıuğı zaman "(ona doğru} yürüyüp gitti" anlamına gelir.

3.  "Beyne" kelimesiyle kullanıldığı zaman "önünde görünmek" anlamına gelir.

4.  "Alâ" harfi cerriyle kullanıldığı zaman "oturmakta olan bir kimsenin arkasında dikel­mek" anlamına gelir.

Gerek Sa'd b. Muaz olayında ve gerekse de bu olayda, "ayağa kalkmak" kelimesi için "ilâ" harfi cerri kullanıldığı için bu kelime, "(ona doğru) yürüyüp gitti" anlamında kullanılmıştır. Bu çeşit kalkma, ta'zim ve ikram için değildir. B.k.z: Tehânevî, İ'lau's-Sünen, 17/427-428 İbn Abidin'e göre ise; hatta gelene (ihtilaflı olmayan) ta'zim (=saygı) olsun diye ayağa kalkmak müstehabtır. Mescitte oturan bir kişinin yanına gelene ta'zimen ayağa kalkması, Kur'an okuyanın, gelene ta'zim için ayağa kalkması, eğer gelen kişi ta'zime müstehak ise mekruh değildir.

Esas olan; başkasına karşı ayağa kalkmak bizzat mekruh değldir. Mekruh ancak kendisi için ayağa kalkılan kişi kendisi İçin kalkılmayı severse, işte bu tür ayağa kalmak mekruh­tur. Eğer kendisi için ayağa kalkılmasına kıymet vermeyen bir kimse için kalkılmasında bir sakınca yoktur, (ç)

[95] Tirmizî, Menâkıb 60 (3872)

[96] Ebu Dâvud, Edeb 143-144 (5217)

[97] Aişe, Hz. Ebu Bekr'in kızıdır. Annesi, Ümmü Rûmân bİnt. Âmir'dir. Aişe, hicretten 7 yada 8 ay sonra Hz. Peygamber (s.a.v) ile zifafa girmiştir.

Aif e, yarım asırdan fazla bir zaman yaşadığı için serî ilimlerin dörtte birinin Aişe'den nak­ledildiği söylenir.

Atâ' ibn Rebâh: Aişe; insanların en fakihi, en alimi, ümmet hakkındaki re'y ve içtihadında en güzel isabet edeni idi' demiştir.

Hz. Peygamber (s.a.v)'in hanımları içerisinde kendisine en sevgili olması, iftiracıların ifti­rasından Allah'ın onun beraatini, Kur'an'da, kıyamete kadar tilavet- olunacak bir vahiy olarak indirmiş olması, Aişe'nin Özelliklerinden biridir.

Aişe, Muaviye'nin saltanatlığı döneminde 70 yaşma yaklaşmış olduğu halde hicretin 58. yılında Medine'de vefat etmişti". Cenaze namazını, Ebu Hureyre kıldırmıştır, (ç)

[98] Buhârî,  Fezâilu Eshâbi'n-Nebî 30,  Bed'ül-Halk 6;  Müslim, Fezâilu's-Sahâbe 90-91 (2447); Ebu Dâvud, Edeb 153-154 (5232); Tirmizî, Menâkıb 62 (3881, 3882); Nesâî, İşretu'n-Nisâ' 3; İbn Mâce, Edeb 12 (3596); Ahmed b. Hanbel, 6/117 

[99] Ebu Dâvud, Edeb 153-154 (5232); Tirmizî, Menâkıb 62 (3881, 3882}, İsti'zân 5 (2693). Yalnız Tirmizîdeki ifadeler hep Selam, Allah'ın rahmeti ve bereketleri onun üzerine olsun!" şeklindedir, (ç)

[100] Cebrail'in, Hz. Aişe'ye selam söylemesi; onun büyük bir fazilete sahip olmasından ileri gelmektedir. Çünkü Aişe'nin yanındayken Hz. Peygamber (s.a.v)'e vahiy gelmesi, Aişe için büyük bir şeref ve övünme vesilesidir. Bunun yanı sıra Resulullah (s.a.v)'in, Aişe'ye olan muhabbeti; Allah katında Aişe'nin yerinin yüce olduğunu gösterir. Sahabiler de, Hz. Peygamber (s.a.v)'in, Aişe'ye olan bu muhabbetini İyi bildikleri için, Resulullah (s.a.v)'in rızasını kazanmak maksadıyla hediyelerini getirmek İçin Aişe'nin ya­nında kaldığı günü gözetlerlerdi. B.k.z: Nesâî, İşretu'n-Nisâ1 3 (ç) 

[101] Nesâî, Uşretu'n-Nisâ13

[102] Birr: İyiiik, hayırda genişlik, güzel davranış. Birr, müslümanların gerek kendi aralarında ve gerekse İslâm devletinin gayr-i müslim vatandaşlarına karşı güzellik ve adaletle dav­ranmaları anlamında kullanıldığı gibi, Müslüman'ın Allah'a karşı olan görevlerini ifa eder­ken işlediği sâlih amellerin bütünü anlamına da gelmektedir.

Birr, takvanın kendisidir. Allah'ın emrine uyup, ilâhî murakabeyi yakînen kavramaktır. Tasavvuru, şuuru, ameli ve Allah'a yönelişi birleştirmek demektir. Ferdin ve toplumun vicdanına hükmeden tasavvur ile ferdin ve toplumun hayatını düzenleyen amel, Allah'ın istediği ölçüler dahilinde birleşirse İşte o zaman birr gerçekleşir. Çünkü Kur'an genel oia-rak toplum hayatında hakkaniyet ve sevgiyi özellikle vurgulamaktadır. Yani başkalarına karşı hakkı gözetmek ve sevgi göstermek, Kur'an'ın insanlar için emridir. İşte bu, birr ile açıklanabilen geniş, bol ve sürekli olan bir hayrdir. B.k.z: Şamil İslam Ansiklopedisi, Birr maddesi

Sıla: Bağ demektir. Sila-i Rahim İse; akrabalık, dostluk ve insanlık gibi anlamlara gel­mektedir.

[103] Buhârî, Cihâd 138, Edeb 3; Müslim, Birr 5-6 (2549); Ebu Dâvud, Cihâd 31 (2528}; Tirmizî, Cihâd 2 (1671); Nesâî, Bey'at 10, Cihâd 5; İbn Mâce, Cihâd 12 (2782); Ahmed b. Hanbel, 2/165, 188, 193,197, 221

[104] Buhârî, Cihâd 138; Müslim, Birr 5 (2549)

[105] Bey'at kelimesi sözlükte; kabul etmek, razı olmak ve tasdik ermek anlamında kullanılan bir kelimedir. Terim olarak ise; bir mükellefin, ehil olan bir cemaat (=Ehlu'l-hall ve'l-akd) tarafından tesbit edilen Halîfe'ye (=îmam'a, Ulû'l-emr'e) itaat edeceğine ve sadık kalaca­ğına dair söz vermesidir.

Bey'at; kitap, sünnet ve sahabe-i kirâm'ın icmaı ile sabit olan sâlih bir ameldir Kur'an-ı Kerîm'de, Resui-u Ekrem (s.a.s.)'e hitaben: 'Sqna bey'at edenler, ancak Allah'a bey'at etmiş olur. Allah'ın eşi onların (Bey'at edenlerin elleri üstündedir. Şu halde İtim (bu bey'at bağını, ahdini) çozerse, kendi aleyhine çözmüş olur. Kim de Allah İle sözleştiği şeye vefa ederse (Allah) ona büyük bir ecir verecektir" (Feth: 48/10) hükmü beyan buyurulmuştur.      B.k.z: Şamil İslam Ansiklopedisi, Bey'at maddesi (ç)

[106] Hattâbî (ö. ö. 388/998)'ye göre; savaşa çıkacak olan kimse, eğer bu savaşa mecbur ol­madan sadece sevap kazanmak arzusuyla çıkacaksa, annesinin ve babasının izni olma­dan çıkamaz. Fakat üzerine farz olan bir cihadı yerine getirmek isteyen bir kimsenin anne ve babasından izin alması gerekmez.

Her ne kadar hadisin metninde annesinin ve babasının iznini almadan Hz. Peygamber (s.a.v)'den hicret etmek için isteyen bir kimseden bahsediiiyorsa da, hicret etmek ile sava­şa çıkmanın hükmü bir olduğundan alimler buradaki hicret meselesini cihad yönünden ele almışlardır.

B.k.z: Sünen-i Ebu Dâvud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi, İsianbuİ 1990, 10/7-9 (ç) 

[107] Müslim, Birr 6 (2549) 

[108] Ebu Dâvud, Cihâd 31 (2528); Nesâî, Bey'at 10

[109] Kader: Kader kelimesi, Kur'an-i Kerim'de, defalarca zikredilmiştir.

"O'nun katında her şey, bir "mikdâr'a (ölçüye) göredir" {Ra'd: 13/8), "Her şeyin ha­zîneleri yalnız bizim yanımızdadır. Biz onu ancak belli bir "kader" (ölçü) ile indi­ririz"  {Hİcr:   15/21), "Biz,  her şeyi  bir "kader"e  (=ölçüye)  göre yarattık"  (Kamer:54/49)

Bütün bu ayetlerden çıkan sonuç şudur: Kader'den maksat; Allah'ın, bu alem için ortaya koyduğu sağlam düzen, genel kanunlar ve sebepleri müsebbeplere bağla­yan ilahi kanunlardır.

Kader; hiçbir şekilde tembelliğin sebebi, günah işlemenin vesilesi ve sözü zorla söylet­tirmenin yolu olmamalı. Bilakis Kader, büyük işlerin ardında büyük gayelerin gerçekleş­tirilmesi İçin bir yol kabul edilmesi gerekir.

Meydana gelecek şeyleri Allah'ın bilmesi ve bu bilmeye göre o şeylerin meydana gel­mesi insan üzerinde hiçbir etkisi yoktur. Çünkü bilmek, etkinin sıfatı değil, bilinme­yen şeyleri açığa çıkarmanın sıfatıdır. Örneğin, bu; kişinin, oğlunun zeki olduğunu, derslerine çalıştığını, bütün konuları kavrayıp ezberlediğini bilmesi ile bunları yapma­sı için çocuğu zorlaması arasındaki fark gibidir. Bunları bilmenin, çocuğun başarısı üzerinde hiçbir etkisi olmadığı açıktır.

Şüphesiz Kader, kaderle önlenir. Örneğin, açlık kaderse yemek yemekde kaderdir, su­suzluk kaderse su içmekde kaderdir, hastalık kaderse (bundan kurtulmak için) tedavi ve sağlıklı olmakta kaderdir, tembellik kaderse çalışmak ve gayret etmekte kaderdir. Böylece kader, kaderle giderilir. Dolayisıyle Kader'in, ayakbağı veya baskı aracı olması sözkonusu değildir. Anlatıldığına göre; Ebu Ubeyde ibnu'l-Cerrah, veba hastalığından kaçan Hz. Ömer (r.a)'a:

Allah'ın kaderinden mi kaçıyorsun?' diye sormuştu. Hz. Ömer'de:

Evet, Allah'ın kaderinden yine Allah'ın kaderine kaçıyorum' diye cevap vermişti. (Yani Hz. Ömer, burada, "hastalık ve veba kaderinden sağlık ve afiyet kaderine kaçıyo­rum" cevabını vermişti.)

Daha sonra Ebu Ubeyde ibnu'l-Cerrah'a, çorak arazi İle verimli arazi arasındaki farkı ör­nek verip develerinin otlaması için çorak araziden verimli araziye geçmek suretiyle bir kaderden diğer kadere geçtiklerini ifade etti." (Buhâri, Tıb 29; Müslim, Selam 98 (2219); Muvatteı, Cami' 22}

Resulullah (s.a.v) ve ashabı, başarısızlığa boğulanların mazeret gösterdiği yanlış anlamayı kendilerine kanıt yapacak azimsiz zayıf kişilerin karaktersizliği gibi gevşek ve çabasız davranabilirdi. Fakat Resulullah (s.a.v), gerçeği, açığa çıkarmak İçin gelmiştir. Gevşe­medi, zayıflamadı ve Allah'ın kullarına vaadettiği yardım kanununa sarılarak büyük risaletini gerçekleştirmek için kaderi desteğine aldı.

Fakirliğe çalışmayla, bilgisizliğe ilimle, hastalığa ilaç ve tedaviyle, küfür ve İsyana cihad-la karşı koydu. Keder ve hüzünden, acizlik ve tembellikten Allah'a sığındı. Zaferle sonuçlanan bütün gazveleri, Allah'ın irade ve kaderine göre meydana gelen O'­nun yüce iradesinin bir belirtisinden başka bir şey değildir.

Resulullah (s.a.v}, kaderin yanlış anlaşılmasından sakındırmış ve yanlış anlayan kimselere karşı konulmasını emretmiştir, (ç)

[110] Hadisin zahirine göre; insan, anne kamında kırkar günlük üç devre kaldıktan sonra Allah, ona ruh üfürmek için bir melek gönderir. Bu devrelerin toplamı dört ay eder. Dört aydan sonra anne karnındaki cenine, melek tarafından ruh üfürülür. Doğduğu zaman yiyip içe­ceği rızkı, eceli, ameli, bedbaht mı, yoksa bahtiyar mı olacağı yazılır. Yalnız ceninin canlılığının, mahiyeti hiçbir zaman bilemeyeceğimiz ruhun üflenmesiyle aynı şey olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Çünkü günümüzde ulaşılan ayrıntılı tıbbî bilgiler, ceninin, döllenmeden itibaren ayrı bir canlılık ve bütünlük kazandığını, safha safha oluşum ve yaratılışının tamamlandığını, İlk birkaç haftadan itibaren organlarının te­şekkül ettiğini, hatta kalp atışlarının hissedildiğini ortaya koymaktadır, (ç)

[111] Allah'a hüsnü zanda bulunmak, Allah'a sıdk ve cennet ehlinin ameli ve itikadıyla yönelen kişinin, Allah bereketini artıracağına ve onu hayr ile sona erdireceğine inanmamızı gerekli kılar. Biz, bu meseleyi, bozuk inançlı veya riyakar yada kalbi hastalıklı ve zahirde cennet ehlinin amelini işleyen veya gizli günahlar işleyen, ama batında cehennem ehlinin amelini işleyen bir kişinin bulunabileceği şeklinde düşünüyoruz. Bu gibilerin akıbeti kötüdür. An­cak Allah'ın büyük şirkin dışındaki günahları bağışlaması mümkündür.

B.k.z: Said Havva, İslam Akaidi, Aksa Yayın, İstanbul 1996, 2/335 (ç)

[112] Buhârî, Kader 1, Bed'ü'1-Halk 6, Enbiyâ11; Müslim, Kader 1 (2643); Ebu Dâvud, Sünnet 16 (4708); Tirmizî, Kader 4 (2137); Nesâî (el-Kübrâ), Tefsir, 6/366; İbn Mâce, Mukaddi­me 10 (76); Ahmed b. Hanbel, 1/382, 430 (ç)

[113] Ebu Dâvud, Sünnet 16 {4708}

[114] Zikir"; anmak, hatırlamak gibi anlamlara gelmektedir.

Dua" kelimesi, sözlükte; çağırmak, davet etmek, rağbet etmek, yardım istemek gibi an-lamiara gelir. Çoğuîu, Deavâf'tır.

Dua; bir ibadet, kulluğun özü, Rabbe dönüş ve yönelişin adıdır. Kulluktan bahsedilen bir yerde, duadan bahsetmemek mümkün değildir.

Dua, kulun düşüncesinin Rabbe takdim edilmesi şeklidir. Kul, erişemeyeceği ve gücüyle elde edemeyeceği her şeyini, mutlak iktidar sahibi olan ALLAH'tan ister. Günümüzde sadece beş vakit namazın veya belli bir kısım ibadetin sonuna sıkıştırılarak küçültülen dua, gerçekte, hayatın ve hayat ötesinin en büyük lazımıdır. Dua; rıza-i ilahînin şifresi, cennet yurdunun da anahtarı, kalplerin şifası, ruhların gıdası, kulun Rabbine karşı şükran ve vefasıdır.

Kısaca dua; insan ile Aüah arasında bir haberleşme yada Üetişim olarak tanımlanabilinir. Dua ile insan, doğrudan doğruya Allah'a başvurmakta ve O'nunla konuşmaktadır. Dua eden insanın, bir taraftan Allah'a olan köklü bağımlılığını ifade ermesi, diğer taraftan da O'nun yüce kudretine duyduğu çok derin bir güven ve itimat, biri diğerinden ayrılmaz şekilde duada yer almaktadır.

Duanın, gerek organsal ve gerekse de ruhsal bir takım hastalıkları tedavi edici gücü ve özelliği, öteden beri bilinmektedir. Çünkü dua eden insan, kendisine hüe ve kurnazlık yapmak mümkün olmayan Allah'a her şeyi söyleyerek kendi kendisiyle İlgili ve kendisinin Allah'la ilişkisi konusundaki hakikati gizleyip saklamadan olduğu gibi anlatır. Düa, sesli yada sessiz, belli bir formüle göre yada insani durumun gerektirdiği yerde ser­best ve sade ifadelerle yapılabilinir.

Yine dua, insanın duygularını, tepkilerini, istek ve ihtiyaçlarını ifade ettiği İçin duygu ve istekleri kadarda çeşitlidir, (ç)

[115] Allah'ın yakınlığından maksat; manevi yakınlıktır. Resulullah (s.a.v)'İn bunu söylemesine sebep olan; tekbirde seslerin yükseltilmesi olayı ve bunu men etmek için kullandığı ifade­ler, yüce Allah'ın manevi yakınlığına işaret edildiğini göstermektedir, (ç)

[116] kelimesi; hareket ve çare anlamına gelmektedir. Bu kelimenin başka türevleri de vardır. Hepsinde güç isteyen bir hareket ve bir yer değiştirme görülmektedir. Şu halde bu cümle; "§u veya bu şey", "şu yada bu iş" demeksizin hareket, güç, kuvvet gerektirenim halimizde, her işimizde, yaptığımız her iyilikte, işlediğimiz her amelde muhtaç olduğumuz güç ve kuvvetin Allah'tan geldiğini ifade etmektedir. "Hazine"nin buradaki anlamı ise, cennette biriktirilmiş olan sevaptır, (ç)

[117] Buhârî, Deavât 50, 67; Müslim, Zikr 44-47 (2704);'Ebu Dâvud, Vitr 26 (1526, 152/. 1528); Tirmizî, Deavât 57 (3461); Nesâî (el-Kübrâ), 4/398, 5/255, 6/137; Amelü'I-Yera ve'l-Leyl 1/364; İbn Mâce, Edeb 59 (3824); Ahmed b. Hanbel, 4/394, 402, 418

[118] Müslim, Zikr 44 (2704)

[119] Müslim, Zikr 46 (2704)                                                                                                       

[120] Bu hadis, bu lafzıyla tam olarak Ebu Dâvud'da bulunamamıştır. Benzeri rivayet Ebu Dâvud, Vitr 26 (1526, 1527); Buhârî, Deavât 67'de geçmektedir, (ç)

[121] Ebu Dâvud, Vitr 26 (1527); Buhârî, Deavât 67; Müslim Zikr 45 (2704)

[122] Istîaze: Sığmrna korunma, talep etme anlamına gelmektedir. Her çeşit kötülüklerden, günahlardan, Allah m yasaklarından, cehennemden., gibi Allah'a sığınmak, O'nun koru­masını talep etmek, islam'da ibadeün en önemli hallerinden biridir. Resulullah (s.a.v)'in, burada, Allah'tan sığındığı kötü hallerden bazıları şunlardır: 1. Korkaklık: Kişinin, bedeni faaliyetlerden faydafanamaması halidir. Korkaklık, kişinin zaafıdır. Kışı, bu zaaf halini yenemediği takdirde psikolojik bunalımlara düşebilir. Dinimiz^ kişinin, cesaretli olmasını tavsiye etmektedir.

2. İhtiyarlık: Kişinin, yaşamak için zaruri olan İhtiyaçları İyi niyetine rağmen temin ede­meyecek ve kendi ihtiyaçlarını kendi başına göremeyecek duruma düşmesidir.

Burada ihtiyarlıkla kastedilen; düşkünlük ve aşırı ihtiyarlık halidir. İhtiyarlık ile yaşlılık kav­ramları, birbirinden farklıdır. Kişi, beden ve yaş olarak yaşlanabilir. Fakat iyi beslenmesi, stres ve sıkıntılardan uzak kalması sebebiyle ihtiyarlamayabilir.

3.  Tembellik: Kişinin, güç ve kuvveti olmasına rağmen işi terk etmesi yada gevşek yap­ması halidir. İşin terk edilmesi yada yapılmaması, güçsüzlük ve dermansızlıktan değildir. Güç ve kuvvete rağmen işin yapılmamasıdır.

4.  Kabir azabı ve fitnesi: Kabir azabının varlığı, pek çok nasla sabit olan bir gerçektir. Dünya hayatı ile kıyametin kopmasına kadar geçen zaman içinde "berzah" denilen ara bir devre vardır ki, buna, "kabir hayatı" denilmektedir.

Kabir hayatında geçen iyi ve kötü şeyler; kişinin, dünyada yaptığı iyilik ve kötülüklere bağlıdır. Dünya hayatında İken kişi, Allah'ın emirlerine ve yasaklarına göre bir hayat sür-müşse, kabirdeki hayatıda buna bağlı olarak cennet bahçelerinden bir bahçe, yada ce­hennem çukurlarından bir çukur olabilmektedir.

5.  Mesih Deccâl: Hz. Peygamber (s.a.v), kendisinden çok sonra çıkacağını bildiği Mesih Deccâl'in fitnesinden Allah'a sığınması; bu dua sayesinde mü'minler, kendilerini bekleyen bu tür tehlikeleri tanımak ve onlardan korunmak için daha önceden tedbir almak imkanı­nı bulmuş olurlar.

6.  Cehennem azabı ve fitnesi: Cehennem fitnesinden maksat; kişinin, cehennem girme­sine sebep olacak olan kötü amellerdir. Dolayısıyla Hz. Peygamber (s.a.v), hem cehen­neme gitmeye sebep oiacak fitnelerden ve hem de cehennem azabından Allah'a sığınmış­tır.

7.  Zenginliğin şerri: Allah'ın verdiği malda cimrilik edip onun istediği yollarda harcama­mak, zekat, fitre gibi malî görevleri ihmal etmek yada malı haram yollarda harcamak ve ma! sebebiyle kibirlenmek, Övünmektir.

8.  Fakirliğin fitnesi: Allah'ın verdiğine, razı olmamak, Allah'ın taksimine isyan etmek, yoksulluğa sabretmemek, zenginlerin elindekini kıskanıp ona göz dikmektir.

Bu tür dualar; Hz. Peygamber (s.a.v)'in bu tür şeylerden korkmasından dolayı olmayıp ümmetine dua etmenin şeklini öğretmek ve bu tür şeylerden sakınmalarını sağlamak içindir, (ç)

[123] Buhârî, Deavât 39, 44; Müslim, Zikr 49 (589); Ebu Dâvud, Salât 148-149 (880); Tirmizî, Deavât 76 (3495); Nesâî, Cenâiz 115, İstiâze 56; İbn Mâce, Duâ 3 (3838); Ahmed b. Hanbel, 6/88, 89, 207

[124] Buhârî, Deavât 39

[125] Buhârî, E2ân 149; Müslim, Mesâcid 127 (587)

[126] Tirmizî, Deavât 76 (3495)

[127] Nesâî, İstiâze 56

[128] Ebu Dâuud, Vitr 32 (1543)

[129] Nesâî, Cenâiz 115, İstiâze 56

[130] Nesâî, İstiâze 56

[131] Buhârî, Merdâ 19, Deavât 30; Müslim, Zikr 10-11 (2680); Ebu Dâvud, Cenâiz 9 (3108, 3109); Tirmizî, Cenâiz 3 (971); Nesâî, Cenâiz 1; İbn Mâce, Zühd 31 (4265); Ahmed b. Hanbel, 3/163, 195

[132] Buhârî, Merdâ 19; Müslim, Zikr 10 (2680)                                                          

[133] Bir müslümanın kendisine isabet eden hastalık, fakirlik gibi bir sıkıntıdan dolayı ölümü temenni etmesi, o müslümana yakışmayan bir durumdur. Çünkü kişinin mutlak olarak ölümü temenni ermesi caiz değildir. Ancak hayatında, dünyaya ve ahîrete hayrlı olduğu sürece hayatta kalması, dünyaya ve ahirete zararlı hale gelince hayatının sona ermesi için temenni de bulunması yada dua ermesi caizdir.

Yine dinî hayata gelen bir felaketten dolayı Allah'a hakkıyla kulluk yapamaktan acizliğe düşerek ölümü temenni etmek de caizdir. Nitekim Hz. Ömer, ihtiyarlayıp da kulluk görev­lerini yapmakta acizliğe düşünce:

- 'Allahim! Yaşlandım, kuvvetten düştüm. Ülkem ( = İslam hudutları) genişledi. Ek­sik, fazla kasızlık yapıp kusur işlemeden canımı al!' diye dua ermiştir (Muvatta', Hudûd 10).

Kişinin salih amellerinin günahlarından çok olduğu, fitne ve fesattan uzak kaldığı yıllan; hayatının hayrlı dönemleridir. Fakat günahlarının sevabından daha çok olduğu zamanla­rı, hayatının kötü olan yıllandır. İnsanın ileride nasıl bir hayat süreceği kendisi için meçhul olduğundan, eğer ölüm temennisinde bulunulacaksa, Allah'ın ilmine teslim olarak, "Alla-hım! Beni Refik-i A'lâya eriştir" şeklinde dua eîmek, konumuzla ilgili hadise aykırı de­ğildir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v)'in bu sözü, bir ölüm temennisi değildir. Zaten onun, hem dünya ve hem de ahiret için kamil manada bir hayata sahip ve buhayatın vefatına kadar bu şekilde süreceği kesin iken ölüm temennisinde bulunması düşünülemez, (ç)

[134] Müslim, Zikr 11 (2680)

[135] Buhârî, Cihâd 95, 96; Müslim, Fiten 62-66 (2912); Ebu Dâvud, Melâhim 9 (4303, 4304); Tirmizî, Fiten 40 (2216); Nesâî, Cihâd 42; İbn Mâce, Fiten 36 (4096); Ahmed b. Hanbei, 2/319

[136] Buhârî, Cihâd 96

[137] Buhârî, Cihâd 96

[138] Müslim, Fiten 66 (2912)

[139] Buhârî, Menâkıb 25

[140] Buhârî, Menâkıb 25

[141] Said Havva bu konu ile ilgili olarak şöyle der:

"Hûz, Kirman ve Türk toplumlarından söz eden hadislerde, aynı toplumlara ait özelliklerin ele alındığını görmekteyiz. Bu özellikler İse Moğol ve Tatar toplumlarına ait özelliklerdir. Bu halkalardan 'Türk" olarak söz edilmesi, Kafkas dağlarının arkasında oturan halkalnn tümünün Türk olarak adlandırılması sebebiyledir. Müslümanlar, bu halkaldan bazılarıyla kendi topraklarında çarpışmışlardır. Bu halklardan Osmanoğuüarı gibi bazıları da, Müs­lüman olmaları sebebiyle Tatar ve Moğol dalgalarının önünden kaçarak batı taraflara yer­leşmişlerdir."

B.k.z: Said Havva, İslam Akaidi, Aksa Yay., İstanbul 1996, 3/209-210 {ç} 

[142] Buhârî, Menâkıb 25

[143] Hadiste, Müslümanların Türklerle savaşacağı bildirilmekte ve Türklerin şekli tarif edilmek­tedir.

Beyzavî (ö. 691/1291)'nin İfadesine göre; yüzlerinin kalkan gibi olmasından maksat, geniş olmasıdır. Kılıflı olmasından maksat ise, sert ve etli olmasıdır.

Ayrıca hadiste kıldan yapıulmış elbise giyecekleri bildirilmektedir. Bazı alimler, bu cüm­leyi; kıldan dokunmuş pabuç giyecekleri şeklinde açıkimışlardır. Nevevî (ö. 676/1277)'de bu izahı yapanlardandır.

Hadisteki tarife göre, Müslümanlarla savaşacak olan milletin, Tatarlar olması muhte­meldir. Aynî (ö. 855/1451}, Resulullah (s.a.v)'in işaret ettiği ordunun Cengiz Han ve to­runu Hulagu'nun komutasında İslam alemini yakıp yıkan, gaddarlığı dilere destan olan Tatar ordusu olduğuna şöyle işaret etmektedir:

"Resulullah (s.a.v)'in haber verdiği bu savaşların bir kısmı, (hicri) 617 tarihinde meydana gelmiştir. Türklerden büyük bir ordu çıkarak bütün Horasan diyarını kılıçtan geçirmiş, bundan sadece mağaralara saklananlar kurtulabilmiştir. Bunlar; Rey, Kazvİn ve Mera-ğa'ya kadar ki bütün İslam beldelerini çiğneyip geçmişler, kadınlarını esir edip çocuklarını kesmişlerdir. Sonr ad İsfahan'a ilerleyerek sayısız insanı öldürmüşlerdir. Atlarını camilere doldurup cami ve mescitlerini direklerine bağlamışlardır."

Kurtubî (ö. 671/1273)'de, "Tezkire"de Moğol ve Tatarların üç çıkışları olduğunu şöyle be­lirtmektedir.

Birincisinde; Maveraunnehr çevresindeki Horasan beldelerinde yaşayan İnsanların tü­münün canlarını kıyıp Sasanoğullarının hakimiyetine son vermişler, Peşaver şehrini ta­mamen yakmışlar, Harezm halkından önlerine geleni öldürmüşler, Rey, Kazvin, Erdebil, Azerbeycan beldelerinin merkezi durumundaki Merağa şehirlerini ve daha başka şehirleri tamamen yerle bir etmişler,

ikincisinde ise; Irak'a ulaşıp buranın en büyük şehri olan İsfahan'a saldırmışlar, şehrin halkı hadis ilmiyle uğraşmakta olup yüce Allah'ın yardımıyla Moğola saldırılarına karşı göğüs germişler, Moğolların çoğu öldürülmüş olup okun yaydan çıkması gibi kaçmışlar­dır.

Üçüncüsünde ise; Bağdat ve çevresindeki beldeler üzerine saldırıya geçmişler, bu belde­lerde bulunan insanların çoğunu öldürüp buraları viraneye çevirmişlerdir. Ardından çok kısa bir süre içerisinde Suriye ve civarını da ele geçirmişlerdir. Aynu Calut denilen yerde Moğollar ile Müslümanlar karşı karşıya gelmişler, bu savaşta Moğollardan çok sayıda as­ker öldürüldü. Bu yenilgi üzerine Moğolar, Suriye topraklarını terk edip kaçtılar. Daha sonra Fırat'ın arkasına çekilmişler, yenilmiş, perişan olmuş, aşağılanmış ve yüzleri yerlere sürtülmüş olarak geri dönmek zorunda kalmışlardır. Merhum Said Havva ise bu konuda şöyle der:

Bu hadisi şerifte kastedilen saldırıların Moğol ve Tatar saldırıları olması muhtemeldir. Hadis metinlerinde 'Türk" ismiyle kastedilenlerin, bilinen Türk halkından daha geniş bir kitleyi içine aldığı anlaşılmaktadır. Bundan dolayı hadislerin açıklamalarını yapan ılım adamları, bu bölümdeki hadis şeriflerde işaret edilen olayların, Müslümanların Mogo! ve Tatar saldırıları dolayısıyla karşı karşıya geldikleri sıkıntılar olduğunu söylemişlerdir. B.k.z: Said Havva, İslam Akaidi, Aksa Yay., İstanbul 1996, 3/207 (ç)

[144] Müslim, Fiten 65 (2912)

[145] Ebu Dâvud, Meîâhim 9 (4304); Buhârî, Cihâd 96; Müslim, Fiten 62

[146] Ebu Dâvud, Melâhim 9 (4303); Müslim, Fiten 65 (2912)

[147] Arafat: Urane vadisinden başlayarak karşiki dağlara doğru uzanan sahadır. Arafat'ta vakfe (-durma} zamanı, Arefe günü zeval vaktinden kurban bayramının birinci, gününün fecrinin doğuşuna kadar olan herhangi bir zamandır. Bu süre içerisinde bir an dahi durmakla vakfe yerine getirilmiş olunur.

Hacıların Arafat'tan sökülerek yolları doldurmaları; dereleri doldurup taşıran sellere ben­zediği İçin Bakara: 2/199'da "ifâza" akın etme tabiri kullanılmıştır. Müzdelife ise; Mina ile Arafat arasındadır. Aralarındaki mesafe, iki saattir. Bu yerde, Mİna'ya yaklaşıldığı veya Allah'a yakınlık elde edildiği için oraya "Müzdelife" denilmiştir. Arap kabilelerinden olan Nadr kabilesi, Harem dahilinde birbirleriyle karışıp toplandıkları için kendilerine "toplamak" anlamında "Kureyş" denilmiştir.

"Hums", cahiliye döneminde Kureyş'in icat ettiği dinî bir asalet ve şereflilik unvanıdır. Ku-reyşlîler, Fil Olayından önce yada sonra, Harem içinde yaşayan Kureyş, Huzâa, Kinâne gibi kabilelerin Hıll denilen yerlerde yaşayanlarla eşit oimadıklannı, Harem dahilinde ya­şayanların Kabe'ye nispetle asaletli olduklarını ileri sürüp bu asaletlİ kabilelere "Hums" unvanı vermiş ve bunların Arafat'ta diğer Arap kabileleleriyle bir arada vakfe ve ifada yapmalarının uygun olmayacağına karar vermişlerdi. Böylece herkes, Arafat'ta vakfe ifada yaparken bu Hums" kabileleleri Müzdelife'de toplanıp özel olarak vakfe yaparlardı. Hz. Peygamber (s.a.v}'de, kendisine peygamberlik verilmezden önce Arafe gününde Ara­fat'ta vakfe yapanlarla birlikte vakfe yaptığı gibi ertesi günü sabahleyin Kureyşlilerle büfe-te Müzdelife'de vakfe yapardı (İbn Hacer, Fethu'1-Bârî, 4/263).

İslamiyet gelince, yüce Allah, haccı farz kıldı. Haccın rüknü olarak Arafat'ta vakfe yapıl­masını emretti. Oradan da Müzdefife'ye akın edilmesini istedi.

[148] Bakara: 2/199

[149] Buhârî, Hac 91, Tefsiru Sure-i Bakara 35; Müslim, Hac 151-152 (1219}; EbuDaW, Menâsik 57 (1910); Tirmizî, Hac 53 (884); Nesâî, Hac 202; îbn Mâce, Menâsik 58 (3018); Ahmed b. Hanbel, 6/141, 162, 186, 214 

[150] Buhârî, Tefsiru Sure-i Bakara 35; Müslim, Hac 151 (1219)

[151] Bakara: 2/199

[152] Bakara: 2/199

[153] Müslim, Hac 152 (1219); Buhârî, Hac 91