Namazı Terkeden Küfre Girmiş Sayılır
Mı?
Namazı Terketmenin Küfrü
Gerektirmiyeceğini Söyleyenlerin Delilleri
Alışması İçin Çocuğa Namaz Kılmasını
Emretmek
Kafir İslam’a Girince Geçmiş
Namazları Kaza Etmez
Öğle Namazını Vakit Girince Hemen
Kılmak Veya Bir Süre Geçiktirerek Kılmak
İhtiyari Ve İztirari Hallerde İkindi
Vaktinin Evveli İle Sonunu Belirlemek.
İkindi Namazını Vakit Girince Hemen
Kılmak
Akşam Vakti Yemek Hazır Olunca Önce
Yemeğe Oturup Karnı Doyurmak Sonra Namaz Kılmak
Akşam Farzından Önce İki Rek’at
Namaz Kılmak
Yatsı Namazının Vakti Ve
Geciktirilmesinin Fazileti
Yatsı Namazını Kılmadan Uyumak Ve
Kıldıktan Sonra Konuşup Sohbet Etmek Mekruhtur
Sabah Namazının Vakti Ve Erken
Kılınması
Vakit İçinde Namazın Bir Kısmına
Yetişen Kimse Onu Vakit Çıksa Bile Tamamlar Mı?
Vaktinde Eda Edilmeyen Namazları
Kaza Etmek
Kazaya Kalmış Namazları Kılarken
Tertibe Riyayet
Ezan Sesini İşitirken Ne Söylenir?
Ezan İle İkameti Aynı Kişinin
Okuması Gerekli Midir?
Ezan İle İkamet Arasında Az Bir Süre
Oturmak
Ücret Karşılığında Ezan Okumak Caiz
Midir?
Kazaya Kalan Namazlar Kılınırken
Ezan Ve İkamet Okumak Sünnet Midir?
Göbeğin Ve Dizkapağının Kendisi
Avret Midir?
İpek Veya Gasbedilmiş Elbiseyle
Namaz Kılmak
İpek Elbise Giyinmek Ve Altın Eşya
Takınmak Erkeklere Haramdır
İpek Yaygı Üzerinde Oturmak, Onu
Giyinmek Gibidir
Altın ve Gümüş İle Diş Kaplatmak
Üzerinde Suret Bulunan Elbise, Örtü
Ve Benzeri Eşya
Güzel Elbise Giyinmek Ve Alçak
Gönüllü Davranmak
Elbiseyi Sağdan Başlayarak Giyinmek
Namazda Giyilen Elbiseyi Ve Namaz
Kılınan Yeri Necasetten Arındırmak
Kundura, Çizme, Fotin, Lapçin Ve
Benzeri Ayakkabılarla Namaz Kılmak Caiz Mi?
Namaz Nerelerde Kılınabilir,
Nerlerde Kılınamaz
Kabenin İçinde Nafile Namaz Kılmak
Camilerin Süpürülerek Temizlenmesi
Güzel Kokularla Havasının Değiştirilmesi
Camiye Girilirken Ve Çıkılırken
Hangi Dualar Okunur
Camilerin Nelerden Korunması Gerekir
Ve Camilerde Neler Mübahtır?
Caminin Kıblesinde Namaz Kılanları,
Oyalayacak, Dikkatlerini Dağıtacak Şeyler Bulundurmak
Ezan Okunduktan Sonra Camiden
Çıkılmaz
Namaz dinin direği, ailenin
düzeni, toplumun dengesi, hayatın hikmeti, kulluğun gereği ve imânın açık
belgesidir. Allah ile kulları arasında en işlek yoldur. Hiçbir peygamber
namazdan vareste tutulmamış, semavî hiçbir din bu ibâdete ilgisiz kalmamıştır.
Onun için Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz: "Namaz benim gözümün aydınlığı kılınmıştır!"
buyurarak, namazın her iki hayatımıza nasıl bir aydınlık getireceğine işaret
etmiştir. Âhiret'te insandan ilk önce bu ibâdetten sorulacağı da onun önemini
anlatmaya yeterli bir delildir. Aynı zamanda namaz küfürle imân arasında bir
alâmet-i farika sayılır.
Kur'ân-ı Kerîm'in
elliden fazla yerinde bundan bahsedilerek Allah'ın kullarının günlük
hayatlarında maddeyle mâna, dünya ile âhiret, nefs ile ruh arasında denge
sağlayacak, köprü kuracak namazı görmek istediğine en belirgin şahittir.
İlgili hadîsler:
Abdullah b. Ömer (r.a.)'den
yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu
söylemiştir:
"İslâm beş (esas)
üzerine kurulmuştur: Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in de Allah'ın
Rasûlü bulunduğuna şehadet etmek; namaz kılmak, zekât vermek Beytullah'a
haccetmek ve Ramazan orucunu tutmak.."[1]
Enes b. Mâlik
(r.a.)'den yapılan rivayette demiştir ki: İsrâ gecesinde Resûlüllah (a.s.)
Efendimiz'e elli vakit namaz farz kılınmıştı. Sonra azaltılarak beş vakte
indirilmiştir. Sonra da ona şöyle seslenilmiştir: "Ya Muhammed!
Şüphesiz ki söz benim yanımda değişmez. O bakımdan şu beş vakit ile sana elli
vaktin (sevabı) vardır."[2]
Hz. Aişe (r.a.)
Vâlidemiz'den yapılan rivayette, demiştir ki:
"Namaz ikişer
rek'at olarak farz kılındı. Sonra hicret edince dört rek'at olarak farz kılındı
ve seferi namaz evvelki (sayı) üzerine bırakıldı."[3]
Talha b. Ubeydullah
(r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki: "Bir bedevi, saçları dağınık
bir halde Peygamber (a.s.) Efendimiz'e geldi ve aralarında şu konuşma geçti:
"Ey Allah'ın
Rasûlü! Allah'ın benim üzerime namazdan neyi farz kıldığını haber ver?"
"Beş vakit
namaz, meğer ki tetavvu' olarak bir şey (fazladan) kılasın..."
"Allah'ın benim
üzerime oruçtan ne kadar farz kıldığını haber ver?"
"Ramazan
ayı... Meğerki tetavvu' olarak bir şey (oruç tutasın.)"
"Bana Allah'ın
üzerime zekâttan neyi farz kıldığını haber ver?"
Böylece Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz ona İslâm şeriatının hepsini haber verdi. Bunun üzerine
Bedevî şöyle dedi:
"Sana ikramda
bulunan Allah'a yemin ederim ki, bundan ne fazlasını yaparım, ne de Allah'ın
üzerime farz kıldığından bir şey eksiltebilirim!.."
Onun bu sözü üzerine
Peygamber (a.s.) Efendimiz şöyle buyurdu:
"Eğer doğru
söylediyse kurtuluşa erdi veya Cennet'e girdi..."[4]
Hadîslerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- İslâm beş
esas üzerine kurulmuştur. Onlardan biri de namazdır.
2- Namaz
Mi'rac gecesi, önce elli vakit olarak farz kılınmış, sonra noksanlaştırılarak
beşe indirilmiştir. Bu artık ne artar,
ne de eksilir. Günde belirli zamanlarda beş vakit namaz kılmak farzdır ve bu
elli vakit namaz değer ve sevâbındadır.
3- Namaz
önceleri ikişer rek'ât olarak farz kılınmıştır, yani her vakitte iki rek'at
farz namaz kılınırdı. Hicretten sonra bu sabah ve akşam dışındaki vakitlerde
dörder rek'ata çıkarılmıştır.
4- Seferde
ise, yine önceleri olduğu gibi, öğle, ikindi ve yatsı farzları ikişer rek'ât
olarak kalmıştır.
5-
Kurtuluşun en açık yolu, Allah'ın farz kıldığı ibâdetleri dosdoğru yerine
getirmektir. Ancak dileyen fazladan nafile ibâdet yapabilir.
Hadislerin ışığında
müctehid imamların görüş, tesbit, ictihâd ve istidlalleri:
a)
Hanefîlere göre:
Namaz beş vakittir. Bu,
kitap, sünnet ve ümmetin icma'ıyla sabit olmuştur. Namazın rek'at sayısına
gelince, bu, mükellef kişinin mukiym ve misafir (eyleşik ve yolcu) olmasına
göre değişir. Eyleşik ise, 17 rek'at, yolcu ise 11 rek'attır.
Hz. Ömer (r.a.)'den
yapılan rivayette, şöyle demiştir:
"Yolculuk
halinde olan kimsenin namazı iki rek'attır; Cuma namazı da iki rek'attır; bu
tamdır, noksanlaştırılmış değildir. Peygamberinizin diliyle bu şekil ifadesini
bulmuştur."
Hz. Aişe (r.a.)'dan
yapılan rivayette ise, şöyle demiştir:
"Namaz
aslında iki rek'at olarak farz kılındı, ancak akşam namazı değil, çünkü o
gündüzün tek namazıdır. Sonra hazar (eyleşik hal) da artırıldı ve seferde
(yolculuk halinde) eski haline terkedildi."[5]
Böylece Hanefiler,
naklettiğimiz iki rivayete de itibar etmişler ve farklı görüşler ortaya
koymuşlardır. Esasta ise ihtilâf söz konusu olmamıştır.
b) Şafiilere
göre:
Namaz beş vakittir.
Eyleşik halde öğle, ikindi ve yatsı farzı dörder, akşam üç, sabah iki
rek'attır. Yolculuk halinde ise, dört rek'atlı farzlar ikişer rek'at olarak
kısaltılır. Akşam ile sabah namazı aynen muhafaza edilir. Böylece Şafiîler, bu
konuda Hz. Ömer'den (r.a.) nakledilen rivayeti sened seçmişlerdir. Onlara
göre, beş vakit namaz önce ikişer rek'at olarak değil, şimdi kılındığı gibi,
öğle, ikindi ve yatsı farzları dörder rek'at olarak farz kılınmıştır. Seferde
ise, bir ruhsat olarak dört rek'atlı olanlar ikişer rek'at kılınabilir.[6]
c)
Hanbelî'lere göre:
Namaz, kitap, sünnet
ve icma, ile farziyeti sabit olan önemli bir farzdır. Maide: 5/98 sûrede bu
açıkça belirtimiştir. Sünnet'te ise, Abdullah b. Ömer'in (r.a.) hadîsiyle istidlal edilir.
Farz kılınan namazlar,
bir gün ve bir gece (24 saat) içinde beştir. Bunun bu vakitlerde farziyeti
hakkında müslümanlar arasında en küçük bir ihtilâf olmamıştır. Başka namaz
ancak bir harici sebepten dolayı vâcib olur, adak ve benzeri şeyler gibi. İmam
Ebû Hanîfe ise, vitir namazı da bizatihi vâcibdir, demiş ve şu hadîsle istidlal
ve ihticacda bulunmuştur:
"Şüphesiz ki
Allah size bir namaz daha artırdı, o da vitir'dir."
Diğer bir hadîste ise,
"Vitir haktır" buyurmuştur ki, bu vücubu gerektirmektedir.[7]
Hanbelîler bu konuda
daha çok İbn Şihab'ın Enes b. Mâlik'den (r.a.) yaptığı rivayeti kendilerine
sened seçmişler ve onunla ihticac etmişlerdir ki, konunun başında 1057 no'lu
Enes hadisin biraz uzun şeklini ihtiva etmektedir.[8]
d)
Mâlikîlere göre:
Onların görüş ve
ictihadı, Hanbelîlerle birleşir. O bakımdan açıklamaya gerek görmüyoruz.
Rivayetler ve
tahliller:
Şüphesiz ki, beş vakit
namazla ilgili rivayetlerin hepsini buraya nakletmemize hacmimiz müsait
değildir. Ancak rivayet ettiğimiz hadîsler üzerinde yapılan incelemeye yer
vermek istiyoruz.
Birinci hadis, yani
1056 no'lu Abdullah b. Ömer (r.a.) hadîsi, İslâm'ın beş sütun, beş esas üzerine
kurulduğunu ifâde ediyor. Oysa ilk nazarda İslâmiyet'in bu beş şeyden ibaret
olmadığı karşımıza çıkmaktadır. Ama mes'eleyi iyice inceleyip hikmet ve
gayesiyle ele aldığımızda, İslâm'ın tamamını içine alıp kapsadığını görürüz.
Şöyle ki:
Allah'tan başka ilâh
olmadığına, Muhammed'in de O'nun kulu ve Resulü bulunduğuna şehadet, çok geniş
ve kapsamlıdır: Dinin bütün esas ve füruâtını içine almakta, Allah ve Resûlüna
imânın, onlardan gelen bütün esas ve prensiplere uymayı gerektirir. O halde
yalnız iki şehadet kelimesi İslâm'ın tamamını gölgesi altında bulunduran bir
çadır veya çatı mahiyetinde tezahür eder. Namaz, zekât, hacc ve oruç ise, fert
ve toplumun ahlâkını tehzîbe, iç disiplini sağlamaya, sosyal adaletin
gerçekleşmesine yardımcı olmaya ve toplum yapısında huzur ve sükûnun
kurulmasına, düzenli bir hayat sisteminin oluşmasına yarayan ibâdetlerdir ki,
bunları imânın değişmez ürünleri olarak vasıflandırabiliriz.
O bakımdan İslâm, sözü
edilen beş sütun üzerinde kurulu bir çadıra veya binaya benzetilmiştir. Başta
birinci şart, imânın esaslarını ve İslâm'ın dünya ve âhireti birlikte
kucaklayıp düzene sokmaya yöneldiği bir din olduğuna; diğerleri ise, İslâm'ın
ahlâkî, ictimai ve ailevî bütün esaslarını beraberinde taşıdığına delâlet
eder.
Resûlüllah (a.s.)
Efendimiz böylece İslâm sistemini bir bütünlük içinde işlerken onu beş maddede
özetlemiştir.
Yukarıda sözünü
ettiğimiz hadîsin sahîh olduğunda ittifak vardır. O bakımdan fazla bir yorumda
bulunmaya gerek görmüyoruz.[9]
1057 nolu Enes hadisi,
sahihayn'de ittifakla rivayet edilmiş ve hayli uzun olan İsra hadîsinin sadece
bir tarafını oluşturmaktadır. İlim adamlarımız, beş vakit namazdan başka farz
bir namaz olmadığını bununla istidlal etmişlerdir. Tabii Cuma farzı öğle
farzının yerine kaim olduğundan beş sayısının kapsamına girer. Vitir namazı
ise, müctehidlerin çoğuna göre sünnet kabul edilmiştir. İleride buna yeri
gelince değineceğiz...
İlim adamlarından bir kısmı
bu hadîse dayanarak, elli vakit namazın beş vakitle neshedildiğini ve böylece
tebliğ gerçekleşmeden neshin vaki olduğunu söylemişlerse de, olayın cerayan
şekli ve taşıdığı yüce amaçlar dikkate alınınca, nâsih ve mensûhla ilgili
olmadığı görülür. Amaç beş vakit namazın, yirmidört saatlik bir zamanı tamamen
içine alıp ilâhî rızâ doğrultusunda değerlendirmeyi kendinde taşıdığını
bildirmektir.
1058 nolu hadîse Ahmed
b. Hanbel İbn Keysan tarikiyle "Ancak akşam namazı değil..."
fazlalığını nakletmiştir. Hadîsin açık delâleti, seferde iki rek'atın farz kılınmasının
azîmet olup ruhsata delâlet etmediğini göstermektedir. Nitekim İmam Ebû
Hanîfe'nin de ictihadı bu anlamdadır. Diğer müctehid imamlardan buna "ruhsattır"
diyenlerin delili ise, "Yeryüzünde yolculuğa çıktığınızda, inkâra
sapanların sizi fitneye düşürüp kötülük edeceklerinden endişe ederseniz, namazı
kısaltmanızda size bir vebal yoktur..." mealindeki Nisa sûresi 101.
âyettir. Burada "bir vebal yoktur" tabirinin ruhsata delâlet ettiği
söylenir.
Birinciler ise kendi
ictihad ve görüşlerine ayrıca şu hadisi de delîl göstermişlerdir:
"Ruhsat
Allah'ın size tasadduk ettiği bir sadakadır, O'nun sadakasını kabul
edin!"
Aynı zamanda Hz. Aişe
(r.a.), namaz farz kılındığı yıllarda henüz çocuk idi, konuyu akletmesine imkân
yoktur. İbn Hacer ise, böyle diyenlere karşı çıkmış ve "Hz. Aişe (r.a.)
olaya şahit olmamış, ona ulaşmamışsa da hadis mürsel sayılır ve o bir
sahabîdir, sözü hüccet kabul edilir" demiştir. Çünkü bu gibi önemli
mes'eleleri Resûlüllah'tan (a.s.) işittiği veya bir sahabeden duyduğu mümkündür.
İbn Abbas'dan (r.a.)
yapılan rivayette ise, Hz. Aişe'nin hadîsine muhalif bir hüküm
görülmektedir:
"Namaz hazar
(eyleşik hal) de dört, seferde iki rek'ât farz kılınmıştır."[10]
İlim adamları bu iki
hadîsi bağdaştırmanın mümkün olacağı üzerinde durarak şöyle demişlerdir: Beş
vakit namaz İsrâ gecesi ikişer rek'ât olarak farz kılınmış, sadece akşam namazı
üç rek'ât olarak belirlenmişti. Hicretten sonra sabah ve akşam namazı dışındaki
diğer farzlara ikişer rek'ât ilâve edilmiştir. Nitekim İbn Huzeyme ile İbn
Hibbân ve Beyhakî'nin Hz. Aişe (r.a.)'dan yaptıkları rivayette, şöyle
demiştir: Hazar ve sefer namazı ikişer rek'ât olarak farz kılınmıştı.
Resûlüllah (a.s.) Efendimiz Medine'ye hicret edip güven ve istikrara kavuşunca
hazarı namazlara ikişer rek'ât ilâve edildi ve sabah namazı -ondaki kıraatin
uzunluğu sebebiyle- iki rek'ât olarak kaldı. Birde akşam namazı, gündüzün
vitri sayıldığından üç rek'ât olarak kaldı.
Böylece dört rek'atli
farzlar yerleşip istikrar bulunca, seferde hafifletilerek, daha önce belirttiğimiz
âyetin inmesiyle iki rek'ât olarak belirlendi.
İbn Esîr'in
el-Müsned'in şerhinde söylediği şu sözler bu manayı kuvvetlendirmektedir:
"Şüphesiz ki
namazın kısaltılması, hicrî dördüncü yılda olmuştur." Çünkü korku
âyetinin o yılda indiğini tesbit edenler olmuş ve İbn Esîr'de onların bu
tesbitine dayanarak böyle söylemiştir. Bazısına göre, namazın kısaltılması,
hicrî ikinci yılın Rebiulâhır'inde gerçekleşmiştir. Dolabî de aynı şeyi
belirtmiştir.[11]
1058 no'lu Talha b.
Ubeydullah hadîsini aynı zamanda Ebû Davud, Nesâî ve İmam Mâlik de tahrîc
etmişlerdir. Ancak Ebû Dâvud'da soru sorulan bedevinin Necdli olduğu
kaydedilmiştir.
Hadîs sahihtir. Vitir,
bayram, kuşluk gibi namazların vâcib olmadığını söyleyenler bu hadîsle istidlal
etmişlerdir. Ayrıca Aşurâ orucunun da vâcib olmadığı yine bu rivayete
dayanılarak söylenmiştir. Aynı zamanda bir malda zekâttan başka çıkarılıp verilecek
başka bir hak olmadığı istidlal edilmiştir. Vergi konusu devletin irâdesine
bırakılarak ayrı bir statüye bağlanmıştır.
1- Beş vakit
namaz İsrâ gecesinde farz kılınmıştır. Farziyeti Kitap, Sünnet ve icma' ile
sabittir.
2- Namaz
ikişer rek'at olarak farz kılınmıştır, sadece akşam namazı gündüzün vitri
sayıldığından üç rek'at olarak farz kılınmış ve Mekke'de hicretten önce hep
böyle kılınmıştır.
3- Öğle,
ikindi ve yatsı farzları hicretten birkaç yıl sonra dörder rek'âta çıkarılmış
ve farz kılınmıştır.
4- Seferi
halde ise, öğle, ikindi ve yatsı farzları ikişer rek'at olarak kılınır. Bu ya
bir azimet, ya da ruhsattır.
Beş vakit namazın
dışında kalan vitir, bayram ve kuşluk namazı, kimine göre sünnettir; kimine
göre, vitir ile bayram namazı vâcibdir.
6- Ramazan
orucundan başka oruçlar farz değildir, ancak arızî bir sebeple adama, keffaret
ve benzeri nedenlerle vâcib olanları vardır.
7-
Muhtaçlara yardım hususunda farz olanı zekâttır, diğer yardımlar sadaka
kapsamına girer ve sünnettir. Ancak arızî bir ebeple vâcib olan keffaretler
vardır.
Namaz, imânın en
verimli ve en yararlı ürünlerinin başında gelir. İmânın tahkik derecesinde
kalbde köksalmasına yardımcı olan amellerden biri hiç şüphesiz ki namazdır.
Kılınması farz ve farziyetini kabul imânın gereğidir. Terki büyük günah,
farziyetini red ve inkâr ise küfürdür.
İnkâr etmediği halde
namazı terkeden kimsenin küfre girip girmeyeceği hakkında farklı görüş ve
tesbit ortaya çıkmıştır. Önce ilgili hadîsleri nakledelim:
Cabir (r.a.)'den yapılan
rivayete göre, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Adamla küfür
arasında namazı terki vardır."[12]
Büreyde (r.a.)'den
yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu işitmiştir:
"Bizimle sizin
arasındaki (ahid, eman, söz güven ve zimmed) namazdır. Artık kim onu terkederse
küfre girmiş olur."[13]
"Şüphesiz ki
bizimle onlar (münafıklar) arasındaki ahid (eman, söz, güven ve zimmet)
namazdır. Kim onu terkederse küfre girer."[14]
Münâvî bu hadisi
açıklarken (onlar) dan maksat, münafıklardır) demiştir.[15]
Abdullah b. Şakiyk
el-Ukayli diyor ki:
"Resûlüllah'ın
(a.s.) ashabı, amellerden hiçbirini değil, yalnız namazın terkini küfür görürler
(sayarlar) di."[16]
Abdullah b. Amir b. Âs
(r.a.)'dan yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz bir gün namazdan söz
ederek dedi ki:
"Kim namaz
kılıp onu muhafaza ederse, namaz onun için Kıyamet gününde bir nur, bir burhan
ve bir kurtuluş olur. Kim de onu muhafaza etmezse, onun için ne bir nûr, ne
bir burhan, ne de bir kurtuluş olur. O, Kıyamet gününde Karun, Fir'avn, Haman
ve Ubey b. Halefle beraber olur."
Hadislerin açık delâletinden
şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Adamla
küfür arasındaki alâmet-i farika namazdır. Böylece namazı terketmek küfrü
gerektiren sebeplerden biridir.
2- Namazı
terkeden küfre girer.
3- Namazı
kılıp muhafaza eden, kendi lehine bir nûr ve kesin delil kılmayan da kendi
aleyhine bir delil hazırlamış olur.
Hadislerin ışığında
ilim adamlarının görüş ve tesbitleri:
Namazı, farziyetini
inkârla terkeden kimsenin küfre gireceğine hiçbir ilim adamı muhalif bir görüş
ortaya koymamıştır. Meğer ki, İslâm'a daha yeni girmiş bulunsun. O takdirde
mazur sayılabilir veya müslümanlardan uzak bulunup namazın farziyeti hakkında
kendisine bir bilgi ulaşmamış olsun...
Namazın farziyetini
kabul etmekle beraber gevşeklik veya bıkkınlık gösterip veya işlerinin
çokluğundan fırsat bulamadığını bahane ederek kılmayan kimse hakkında nasıl bir
hüküm verilebilir? Bu hususta ilim adamları farklı görüşler izhar etmişlerdir:
a) İmam
Mâlik ve İmam Şafii'ye göre, kâfir olmaz, sadece fasık sayılır. Tövbe ederse
mesele yok. Etmediği takdirde ölüm cezasına çarptırılır ve infaz için kılıç
kullanılır.
b) Seleften
bir cemaate göre, kâfir olur. Bu, Hz. Ali (r.a.)'den ve İmam Ahmed'den rivayet
edilmiştir. İmam Ahmed'den bir diğer rivayet ise, kâfir olmadığını ifade
etmektedir. Abdullah b. Mübarek ve İshak b. Rahuye de öylesinin kâfir
olacağını söylemiştir. Şafii'nin arkadaşlarından bir kısmı da aynı görüştedir.
c) İmam Ebû
Hanîfe, rey tarafdarları ve Şafiî'nin yakın arkadaşı el-Müzenî'ye göre, kâfir
olmaz ve öldürülmez, sadece namaz
kılıncaya kadar hapsedilir.
İmam Mâlik ve İmam Şafiî bu
konuda şu âyetle istidlal etmişlerdir:
"Şüphesiz ki
Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz? bundan başka (günahları)
dilediği kimseler için bağışlar..."[17]
Kılıçla öldürüleceği
hakkındaki görüşlerini ise şu hadîse dayayıp istidlal etmişlerdir:
"İnsanlar, La
ilahe illallah deyinceye, namaz kılıncaya ve zekât verinceye kadar onlarla
savaşmakla emrolundum. Bunları yaptıkları takdirde, -haklı bir sebep dışında-
kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar..."[18]
Ayrıca bu konuda şu âyetle
ihticacda bulunmuşlardır:
"Haram ayları
çıkınca artık müşrikleri bulunduğunuz yerde öldürün; yakalayıp tutuklayın;
gelip geçecek bütün gözetleme yollarını tutun. Tevbe eder, namaz kılar ve zekât
verirlerse onları serbest bırakın gitsinler..."[19]
Bunlar, "Kul
ile küfür arasında namazın terki vardır" mealindeki hadîsi ve diğer
ilgili hadîsleri şöyle yorumlamışlardır: Namazı terketmesi sebebiyle kâfire
uygulanacak cezaya müstehak olur, o da öldürmedir. Çünkü onun bu fiili, kâfirin
fiiline benzemektedir.
İkinciler ise, konunun
başında naklettiğimiz hadîsle ihticac etmişlerdir. Üçüncüler ise, birincilerin
ihticac ettiği âyet ve hadîsle ihticac etmişlerdir ve öldürülmeyeceği hakkında
görüşlerini ise şu hadise istinad edip delillendirmişlerdir:
"Müslüman
kişinin kanı ancak şu üç şeyden biriyle helâl olur: Evlilikten sonra zina eder,
İslâm'dan sonra dinden döner veya haksız yere bir cana kıyarsa..."[20]
Sonuç olarak hangi
görüş tercihe lâyıktır?
Şüphesiz ki, İmam Ebû
Hanife ve İmam Müzeni ile rey tarafdarlarının görüşü, İslâm'ın ana kaidesine ve
uygulamadaki neticelere daha uygundur. Allah daha iyisini bilir.
1065 no'lu Büreyde
hadîsini Nesâî ve Iraki sahîhlemiş, İbn Hibban ve Hâkim rivayet etmişlerdir. Bu
hadîs ise, namazın terkedilmesi, mü'minin veya müslimin imânına delâlet eden
açık belgelerden birini kaldırmış sayılır. Namazı terkeden o belgeyi ve
alâmeti kendinden uzaklaştırmış olur.
Abdullah b. Şakiyk
hadîsini aynı zamanda Hakim rivayet edip Buhari ve Müslim'in şartına göre
sahîhlemiştir. Hafız onu et-Telhis'te nakletmiş, ama üzerinde bir yorum
yapmamıştır.
Ashab-ı Kiram, namazın
terkedilmesini küfrün alâmetlerinden biri saymışlardır. Bu, namazı terkedenin
kâfir olduğuna delâlet etmez. Meğerki farziyetini inkâr etmiş olsun...
Abdullah b. Amr b. As
hadisine gelince: Taberânî de onu el-Kebîr'de ve el-Evsat'ta tahrîc etmiş ve
Mecmau'z-Zevâid'de, "Ahmed'in ricali sıkat (güvenilir) kimselerdir,"
demiştir.
"Hadîs, müslüman
namazını muntazaman kılıp ona devam etmediği takdirde yeterince
yararlanmayacağına; terkettiği takdirde, kendini küfür ehline benzetmeye
çalıştığına delâlet eder. Bu yüzden Kıyamet günü elim bir azaba uğrar.
Ebu Hüreyre (r.a.)'den
yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'den şöyle işittiğini
söylemiştir:
"Kıyamet
gününde kula ilk hesaba çekileceği şey, farz namazdır. Eğer onu tamam kılmışsa
(mesele yok), değilse, nafile namazı var mıdır bir bakınız? denilir. Nafile
namazı varsa, (noksan kalan) farzı onunla tamamlanır. Sonra da diğer farz olan
amelleriyle bunun gibi işlem yapılır."[21]
Ubade b. Sâmit (r.a.)'den
yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu
söylemiştir:
"Kim Allah'tan
başka ilâh olmadığına, O'nun bir olduğuna, ortağı bulunmadığına; Muhammed'in de
O'nun kulu ve Resulü olduğuna; İsâ (Peygamberin) de Allah'ın kulu ve Meryem'e
ilka olunan kelimesi ve ruhu buluncuna; Cennet ve Cehennemin hakk olduğuna
şehadet ederse, Allah onu bulunduğu amel üzerine (ne olursa olsun) Cennet'e
sokar."[22]
Enes b. Mâlik
(r.a.)'den yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Ya
Muaz!" Diye seslendi. O da:
"Buyur Ya Resulellah!
Emrine hazır bekliyorum" deyince Resûlüllah (a.s.) şöyle buyurdu:
"Herhangi bir
kul, Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in de O'nun kulu ve resulü
bulunduğuna şehadet ederse, mutlaka Allah onu Cehennem ateşine haram
kılar."
Bunun üzerine Muâz
(r.a.):
"Ya Resûlüllah!
Bunu insanlara haber verip onların müjdelenmesini sağlayayım mı?" diye
sordu. Peygamber (a.s.) Efendimiz,
"O zaman hep
buna güvenip dayanırlar da amel etmez olurlar!" buyurdu. Muâz da bu haberi ancak -günahtan korktuğu
için- öleceğine yakın bir zamanda anlattı.[23]
Ebu Hüreyre (r.a.)'den
yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu haber
vermiştir:
"Her peygamberin
makbul bir duası vardır ki hemen hepsi bu hususta acele edip (Dünya'da
dile getirmiştir). Ben ise duamı ümmetim
için şefaatte bulunmam arzusuyla Kıyamet gününe bıraktım. Ümmetimden Allah'a
bir şeyi ortak koşmadığı halde ölen kimse inşaallah buna nail olacaktır."[24]
Ebû Hüreyre (r.a.)'den
yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:
"Benim
şefaâtımla en çok mes'ud olacak kimse, kalbinden hâlisen la ilahe illallah diyendir."[25]
İbn Mes'ûd (r.a.)'den
yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu
söylemiştir: "Müslümana sövüp saymak fisktir, onunla savaşmak
küfürdür."
Yine İbn Mes'ud
(r.a.)'den yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Herhangi bir
adam, bildiği halde babasından başkasına kendini nîsbet edip iddiada bulunursa,
mutlaka küfre girer ve kim de kendisine ait olmayan bir şeyi iddia edip
(kendine mal etmek isterse), o, bizden değildir. Cehennemdeki yerine
hazırlansın!."[26]
Ebu Hüreyre (r.a.)'den
yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu haber
vermiştir:
"İnsanlarda
iki şey vardır ki, onlar onunla küfre giriyorlar: Soya sopa dil uzatıp sövmek
ve ölü üzerine sesi yükselterek ağlamak..."[27]
İbn Ömer (r.a.)'dan
yapılan rivayete göre, şöyle demiştir:
"Ömer (r.a.)
"Babam hakkı için" diye yemin ederdi. Peygamber (a.s.) onu bundan
men'etti ve şöyle buyurdu:
"Kim Allah'tan
başka bir şeyle yemin ederse, gerçekten ortak koşmuş olur."[28]
İbn Abbas (r.a.)'dan
yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"İçkiye devam
eden kimse (o hal üzere) ölürse, Allah'a, puta tapan gibi kavuşur."[29]
Hadîslerini açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Farz
namazın terki küfrü gerektirmez. Meğerki farziyeti inkâr edilmiş olsun.
2- Farz
namazlardan kılınmayan veya noksan kalanlar, nâfile namazlarla tamamlanır. Bu,
Âhiret'le ilgilidir. Dünya'da ise,
terkedilen farz namazları kaza etmek farzdır.
3- Kıyamet
gününde kılınmayan farzlardan dolayı meydana gelen açıklık nafile namazlarla
kapatılacağı, farz namazı terketmenin küfrü gerektirmediğine delâlet eder.
4- Allah'ın
varlığına ve birliğine, Hz. Muhammed'in (a.s.) Allah'ın kulu ve Resulü
olduğuna, İsa Peygamberin Allah'ın bir kelimesi olup Meryem'e ilka olduğuna
şehadet eden, Cennet ve Cehennem'in hak olduğuna inanan kimsenin Cennet'e
sokulacağı, namazı terkinden dolayı kişinin kâfir olmayacağına delâlet eder.
Aynı zamanda Allah'ın
varlığına ve birliğine, Muhammed'in de O'nun kulu ve Resulü olduğuna şehadet
eden kimseye Cehennem ateşinin haram kılınması hakkındaki rivayet de, farzın
terki küfrü gerektirmediğini isbatlar.
Ümmetten Allah'a ortak
koşmadığı halde ölen kimsenin inşaallah Peygamber (a.s.) Efendimiz'in şefaâtına
nail olacağının müjdelenmesi de farzı terkeden kimsenin küfre girmediğine
delâlet eden belgelerden biridir.
Halisen lâ ilahe illallah
diyen kimsenin en çok şefaâta nail olup mutlu olacağı hakkındaki haber de bu
delillerden bir başkasıdır.
Müslümanla savaşmak konusuna
gelince: Müslümanın kanını, malını helal sayarak savaşan kimse küfre girer.
Bunları ve onunla savaşmayı helâl saymadığı halde yine de savaşırsa, büyük
günâh işler. Hadîsteki, "Onunla savaşmak küfürdür" cümlesi bu
manâ ile yorumlanır.
Kendini bile bile
babasından başkasına nisbet eden kişinin küfre girmesi de yorum isteyen bir
konudur. Soy sop bağlarının lüzumsuzluğuna ve saçma olduğuna inanıp zina ve
benzeri ahlâksızlıkları mübah sayarsa küfre girer. Sadece bilerek de olsa, kendini
başkasına nisbet edip bunun mübah olduğuna inanmıyorsa, küfre girmez, büyük
günâh işlemiş olur.
Diğer rivayetler ve
hadîslerin tahlilleri:
1072 no'lu Ebû Hüreyre
(r.a.) hadîsini Ebû Davud üç tarikle tahrîc etmiştir: İkisi Ebü Hüreyre'ye,
biri Temîm ed-Dârî'ye dayanır. Her üç rivayeti de tenkid eden olmamıştır. Ne
Ebü Dâvud, ne de el-Münzirî bunlar üzerinde konuşmuştur. Nesâî isnad-ı ceyyid
ile tahrîc etmiş; ricali de sahih kişiler olarak kabul edilmiştir. İbn Kattan
da bunu sahîhlemiş, Hâkim kendi Müstedrek'inde rivayet ederken, "isnad-ı
sahihtir" diye kaydetmiştir. Buhari ile Müslim bu hadîsi tahrîc
etmemiştir.
Sonuç olarak, yukarıda
belirttiğimiz gibi, hadisten farzlarda meydana gelen noksanlıklar nafilelerle
kapatılır, hükmü ortaya çıkıyor ve namazı terkedenin küfre girmediği
anlaşılıyor.
Diğer hadîslere
gelince: Önceki âlimlerle, sonra gelen âlimler şu hususta birleşmişlerdir: "Lâ
ilahe illallah diyen Cennet'e girer" mealinde varid olan bütün
hadisler birtakım kayıtlarla mukayyed bulunmaktadır; şöyle ki, farzları yerine
getirmiş olması, büyük günâhlardan kaçınıp, işlenilenlerinden tövbe edip dönüş
yapması gerekir. Mücerred şehadet ne yeterlidir, ne de Cennet'e girmemek için
kâfi bir hüccettir. Nitekim İmam Nevevî diyor ki:
"Bu kelimeyle ilgili
rivayet mücmeldir, açıklamaya muhtaçtır:
"Kim şehâdette
bulunur, hakkını ve farzlarını yerine getirirse, o Cennet'e girer."
Hasan el-Basrî de
aynı görüştedir. Buhari ise, "Bunu pişmanlık duyup tevbe ettiğinde söyler
ve akabinde ölürse, Cennet'e girer" demektir, diye ayrı bir yorum
getirmiştir. Ayrıca Nevevî bütün görüşleri toplayarak hepsinden ortaklaşa şu
neticeyi çıkarmıştır: "Allah'ın varlığına ve birliğine inanıp şehâdette
bulunan her müvahhid, ya affedilerek hemen Cennet'e konulur, ya da gereken cezayı
çektikten sonra oraya alınır. Cehennem ateşinin ona haram kılınmasından maksat
ise, orada ebediyyen kalmayacağıdır... Nitekim Kadı Iyaz da bu anlamda bir
yorumda bulunmuştur.
Sonuç olarak şöyle
diyebiliriz:
1-
Farziyetini red ve inkâr etmedikçe namaz ve benzeri ibâdetleri terketmek
kişiyi küfre sokmaz. Sadece büyük günâh işlemiş olur.
2- Sadece
şehâdette bulunup Allah'ın birliğine inanan kimse, hesaba çekilip gereken azabı
çektikten sonra Cennet'e girer, Cehennem'de ebedî kalmaz. Ancak şehadetten
maksat, Allah'ın varlığına, Hz.
Muhammed'in Peygamber olduğuna inanıp şehâdette bulunmaktır.
Çocuk, ana babasının
bir kopyası, içinde yetiştiği muhitin ahlâk ve kültürünün küçük bir modelidir.
Ana baba bir yay, çocuk ise bir oktur. Onu ne yana, nereye atarlarsa oranın
rengini ve karakterini alır. Ailesi onu küçük yaşta ya iyiye, doğruya ve
güzele çevirip yönlendirir; ya da ona bir takım kötü itiyadlar kazandırır.
Ergen olduktan sonra Allah'ın hidâyetine lâyık görülürse kurtulur, değilse,
aldığı renk ve maya ile bir ömür tüketir.
O bakımdan büyük
terbiyeci Hz. Muhammed (a.s.) Efendimiz, çocuk terbiyesine gereken önemi vermiş
ve bu hususta sağlıklı bütün yolları göstermiştir.
Namaz kılan ve helâl
lokma ile geçinen ana babanın çocuklarına verdikleri örnek, eğitimin
omurgasını teşkil eder. Bunun aksine bir tutum çocuğun elden çıkmasına neden
olur.
Çocuk henüz fazilet
kalıbında şekillenmeye müsait bir dönemde iken onu namaz ve benzeri ibâdetlere
alıştırmak bir bakıma farzdır. Küçük çocuğunu avutup yanına çağırırken avucunda
hurma bulunduğunu ve hemen geldiği takdirde onu kendisine vereceğini söyleyen
annenin bu hareketine şahit olan Peygamber (a.s.) Efendimiz, ona: "Elinizde
cidden hurma var mıdır? Sakın çocuğa yalan söyleyerek onu avutmaya çalışma,
sonra güvensizlik doğurur ve çocuğu da yalana alıştırırsın, o yüzden günah
işlemiş olursun!" buyurarak çocuk eğitiminin nasıl bir dikkat ve
itina istediğini belirtmiştir.
Bizim konumuz ahkâmla
ilgili olduğundan meselenin derinliğine inmek istemiyoruz. Sadece çocuğu küçük
yaşta namaza alıştırma ve hayatı bir baştan bir başa düzende tutmaya yeten bu
ibâdete onun kalbini, ruhunu ve dimağını açma konusunu işleyeceğiz. Önce
ilgili hadîsleri nakledelim:
Amir b. Şuayb (r.a.)'den
yapılan rivayette, o babasından, o da dedesinden rivayetle Resûlüllah (a.s.)
Efendimiz'in şöyle buyurduğunu haber vermiştir:
"Çocuklarınız
yedi yaşında iken onlara namaz ile emrediniz; on yaşına girdiklerinde
(kılmazlarsa ölçülü ve yönlendirici anlamda) dövünüz ve yataklarını
ayırınız."[30]
Hz. Aişe (r.a.)'dan
yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz'in. şöyle buyurduğunu
söylemiştir: "Üç (kimse) hakkında kalem kaldırıldı: Uyanıncaya kadar
uyuyandan, ergen oluncaya kadar çocuktan, aklî dengesi yerine gelinceye kadar
deliden..."[31]
Hadîslerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Çocuk
yedi yaşına girince onu namaza alıştırmak sünnettir.
2- On yaşına
girince, bu alışkanlığını sürdürmesini sağlamaya çalışmak ve çocuk eğitiminin
son çarelerinden ve yeri geldiği zaman uygulanmasında fayda olan dayağa
başvurmak müstehabdır. Ancak bu yara-bere açacak, çocuğu rencide edecek, kişiliğini
zedeleyecek ölçüde değil de, hafiften kaba kısımlarına dokunmak ve o korkuyu
vermek şeklinde olmalıdır.
3- Çocuklar
on yaşına girince, yataklarını ayırmak, özellikle kız çocuğuyla erkek çocuğunu
birbirinden uzak tutup yataklarını ona göre düzenlemek sünnettir.
4- Uykuda
meydana gelen ve günâh anlamında olan şeyler amel defterine yazılmaz. Çünkü
olup bitenlerin hemen hepsi kişinin irâdesi dışında cereyan eder.
5- Çocuk
ergen oluncaya kadar, günâh mahiyetinde
işlediği hiçbir fiil amel defterine yazılmaz, çünkü bu dönemde henüz mükellef
değildir.
6- Aklî
dengesini kaybeden bir kişiden de sadır olan günâh ve kötülükleri amel
defterine yazılmaz ve bunlardan dolayı sorum tutulmaz.
Mezhepler bu konuda
ittifak halindedir.
Birinci hadîsi Hâkim
de tahrîc etmiştir. Tirmizî ile Darekutnî aynı hadîsi Abdülmelik b. Rabi' b.
Sebre el-Cühenî babasından, dedesinden rivayet etmişler, ancak çocukların
yatağının ayrılmasını zikretmemişlerdir.
Bezzar'ın Ebû Râfi’den
yaptığı rivayette bu konuda şöyle tesbit yapılmıştır:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz'in vefatından sonra kendisine ait bir kılıç kınının içinde
yazılı bir sahife bulduk, içinle şunlar yazılıydı:
Bismi'llâni'r-Rahmânî'r-Rahîm. Erkek ve kız çocuklar ile erkek ve kız kardeşler
yedi yaşına girdiklerinde (yataklarını) ayırınız, dokuz yaşına (buyurduğunu
sanıyorum) girdikleri zaman namaz (kılmadıkları takdirde) dövünüz."[32]
Muâz b. Abdullah İbn Habîb
el-Cühenî'den yapılan rivayette, o kendi eşine veya başka bir kadına sormuştu:
"Çocuk ne zaman namaz kılar?" Kadın şu cevabı vermişti: "Bizden
bir adam, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'den rivayetle, şöyle buyurduğunu söyledi:
"Çocuk sağını
solundan ayırd edip bilince ona namaz ile emredin!"
Bunu aynı zamanda Ebû
Dâvud da tahrîc etmiştir. İbn Kattan, "biz ne o kadını, ne de ona bu
hadisi söyleyen adamı tanımıyoruz" demiştir.
Taberânî'de bu anlamda
bir rivayet yapmıştır. İbn Sâid, bu rivayetin isnadı hasen ve gariptir.
Bu konuda ayrıca Ebû
Hüreyre (r.a.)'den yapılan rivayette -ki aynı rivayet Enes'den (r.a.) de
yapılmıştır- şöyle buyurmuştur:
"Çocuklara
yedi yaşına girince namaz ile emredin ve onüç yaşına girince (kılmadıkları
takdirde, dövün!)"
Taberânî'nin
naklettiği bu hadisin râvileri arasında Davud b. Muhabber bulunuyor ki, bu zat
metruktür. Hadisi rivayette teferrüd etmiştir. Ahmed b. Hanbel'e göre, Dâvud,
hadîs nedir bilmez. İbn Medenî, "onun hadîsi alınmaz," demiştir. Ebû
Zür'â ise, onun hadîsinin zayıf olduğunu, Ebû Hatim, onun sıka (güvenilir) olmadığını belirtmiştir.
Darekutnî de onun hadisinin metruk olduğuna dikkatleri çekmiştir.
Emir bu babda nedb ve
istihbabı ifade eder...
İkinci hadîsi yani
1077 nolu hadîsi aynı zamanda İbn Hibban ve Hâkim Hz. Aişe'den (r.a.) rivayet
etmişlerdir. Ayrıca bu iki muhaddîsle birlikte Nesâi' Darekutnî ve İbn Huzayme
Hz. Ali'den (r.a.) rivayet etmişlerdir. Ancak Ebû Zer'â Hz. Ali'den (r.a.) rivayet
edilenin mursel olduğunu söylemiştir. Nitekim İbn Mâce, Kasım b. Yezîd'den onun
da Hz. Ali'den (r.a.) bunu mursel olarak rivayet ettiği bilinmektedir. Tirmizî
ise, Hasan el-Basrî tarıkıyla Hz. Ali'den (r.a.) rivayet etmişse de Ebû Zer'â,
Hasan el-Basrî'nin Hz. Ali'den (r.a.) bunu işitmediğini kaydetmiştir.[33]
Ayrıca aynı hadîs
başka tariklerle de rivayet edilmiştir. Hepsi biraraya gelince kuvvet
kazanmakta ve ihticaca uygun görülmektedir.
1- İlgili
hadîslerde geçen "emredin" tabiri nedb ve istihbab ifade eder.
2- Yedi
yaşına giren çocuk -kız olsun erkek olsun- namaza alıştırılır ve bu ana babanın
görevidir. Terkinde kerahet söz konusudur.
3- Çocuk on
veya dokuz yaşına girince namazı bırakmaması için gayret edilir. Eğitimle
heveslendirilip itiyad edinmesi sağlanır. Aksi halde yara bere açmayacak,
kişiliğini zedelemiyecek şekilde dövülür. Bu sünnettir.
4- On veya
dokuz yaşına girdikleri zaman yatakları ayrılır. Bu da sünnettir.
5- Çocuk
ergen oluncaya kadar ilâhî tekliflerle mükellef değildir. O bakımdan o yaşa
kadar bilerek, bilmeyerek işlediği günâhlar
amel defterine yazılmaz. Uyku hali ile cinnet dönemi de böyledir...
İslâm, ruha yepyeni
bir hayat getirir; kalbi her türlü kirden arındırıp vicdanı berraklaştırır. O
bakımdan yıllarca küfür ve şirk bataklığında kirlenen bir kişi, İslâm'ı din
olarak seçip Kelime-i Şehadeti getirince, anasından yeni doğmuş gibi olur ve o
güne kadar kalbini karartan, ruhunu silik hale getiren bütün mânevi kirlerden
temizlenir. Artık geçmişiyle muahaza edilmez, o güne kadar yaptıklarıyla
kınanmaz. Onun için taze bir hayat başlar. İslâm'a girdiği andan itibaren
iyilik ve kötülükleri yazılır...
İlgili hadîs:
Amir b. Âs (r.a.)'den
yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:
"İslâm kendinden önceki şeyleri söküp atar..."[34]
Bu hadisi aynı zamanda
Taberânî ile Beyhakî de tahric etmiştir. İbn Sa'd ise Cübeyr b. Mut'im
hadîsinden naklen rivayet etmiştir. Müslim ise bu hadîsi değişik bir lâfızla
kendi Sahîh'inde şöyle rivayet etmiştir:
"Bilmez misin
ki, İslâm kendinden önceki şeyleri (temelinden) yıkar da (atar) ve hicret de
kendinden önceki şeyleri yıkar. Hacc da kendinden önceki (kul hakkı dışındaki)
şeyleri (günâhları) yıkar..."
Yine Müslim'in
Sahîh'inde Abdullah b. Mes'ud (r.a.)'den yapılan rivâyette, adı geçen şöyle
anlatmıştır: "Ya Resûlellah! Cahiliyye devrinde işlediklerimizden dolayı
muahaza olunacak mıyız?" Diye sorduk. Buyurdu ki:
"Kim İslâm'da ihsan
üzere bulunur (İslâmiyetini güzelleştirir) se, cahiliyyetteki yaptıklarından
dolayı muâhaza edilmez. Kim de İslâm'da kötülük işler (İslâmiyetini
güzelleştirmezse), hem öncekilerle, hem sonrakilerle muahaza edilir."
Bu hadîs mukayyed,
yukarıdaki ise mutlak anlamda idi. O halde mutlakı mukayyed üzerine hamletmek
vâcibdir. Bu nedenle İslâm'ın kendinden önceki günâhları kökünden yıkıp
temizlemesi için ona girenin İslâmiyetini güzelleştirmesi, ihsan doğrultusunda
bulunması şarttır.
Burada hadîsteki
"ahsene" fiilinin asıl delâlet ettiği manâyı, taşıdığı hükmü bilmeye
ihtiyaç vardır. Aksi halde sağlıklı bir sonuç veya hüküm çıkarmak mümkün
değildir. İlim adamlarına göre, konunun temasını teşkil eden "ihsan",
küfrü bırakıp İslâm'ı seçerken gönülden inanmış olması, İslâmî hükümleri
tereddütsüz kabullenmesi ve Allah'ın emrettiklerine inanıp imkânı nisbetinde
yerine getirmesi demektir.
1- İslâm
kendinden önceki günâhları kökünden koparıp atar.
2- Bir kâfir
günâh ve kusuru ne olursa olsun, iyi niyetle halisane bir özentiyle İslâm'ı
seçip kabullendikten sonra onun bütün emirlerini tereddütsüz benimser ve amel
etmeye çalışırsa, geçmiş bütün günâhları
temizlenip anasından doğmuş gibi olur.
3- Hicret de, kendisinden önceki kusur, günâh ve
ihmalleri yıkıp temizler.
4- Hacc da
kendinden önceki günâhları yıkıp temizler. Ancak son iki durumda şu istisnayı
unutmamak gerekir: Kul hakkı bunun dışındadır, yani o temizlenmez, hakk sahibi
razı edilmedikçe...
özetliyecek olursak,
İslâm'a giren kimse hakikaten girmiş olacak, yani hem zahiren, hem batınen onu
kabullenip benimseyecek. O takdirde geçmiş günâhları temizlenip atılır. Nevevî
de buna yakın bir yorumda bulunmuştur.[35]
Nevevî aynı zamanda bu hususta icma' vaki olduğunu belirtmiştir.
Vakit, namazın
şartlarından biridir. Günün belli vakitlerinde insanın yüce yaratanının
huzuruna çıkıp, bir bakıma onunla konuşması kadar eğitici ve yönlendirici bir
başka eğitim yoktur. Her yönüyle iç ve dış disiplini sağlar; ahlâk ve fazilet
duygularını geliştirir, hayatı Allah'ın iradesi doğrultusunda düzene sokar.
Ancak mahalli saatlere
göre vakitleri belirlememiz emredilirken, 45. dereceden itibaren gün ve
gecelerin anormal şekilde uzayıp kısaldığı ve daha yukarılarda kutuplara doğru
günlerin ve gecelerin aylarca sürdüğü bir gerçektir. Vakti namazın şartlarından
biri olarak belirleyen dinimizin, sözünü ettiğimiz bölgelerde vakit kavramının
kalktığını dikkate almış mıdır ? Deccal hadîsi her türlü şüpheyi giderecek bir
açıklıktadır. Bir günün bir yıl kadar süreceğini söylemesi üzerine ashab-ı
kirâm'ın öyle bir günde namaz ve oruç ibâdetinin nasıl yerine getirileceğini
sorduğu ve Peygamberimizin de (a.s.), "ona göre takdir edin" yani
beş vaktin gerçekleştiği yerin saatlerine göre vakitleri belirleyip
ibâdetinizi yapınız, buyurduğu, bizi yeterince aydınlatmaktadır.
Böylece İslâm Dininin
bütün çağlara ve milletlere hitap etme kudretini kendinde taşıdığı ve bütünüyle
ilâhî olduğu bir defa daha isbatlanmış oluyor.
Vakitlerin
belirlenmesi, günlük hayatı dünya ile âhiret, bedenle ruh arasında denge ve
düzen kurmamızı ilham ederken Rasûlüllah (a.s.)
Efendimiz'in bu konuda neler buyurduğunu naklediyoruz:
Câbir b. Abdillâh
(r.a.)'den yapılan rivayette demiştir ki:
"Cibril
(a.s.), Peygamber (a.s.) Efendimiz'e geldi ve şöyle dedi: Kalk da namaz kıl!
Peygamberimiz de güneş gökkubbeden batıya doğru meyledince kalkıp öğle namazını
kıldı. Sonra ikindi vakti Peygamberimiz'e gelerek, kalk (bu vaktin) namazını
kıl, dedi. Peygamberiniz de her şeyin gölgesi bir mislini bulunca ikindi
namazını kıldı. Sonra akşam vakti ona geldi ve, kalk da bu vaktin namazını kıl,
dedi. Peygamberimiz de güneş (ufukta) sakıt olup (kaybolunca) akşam namazını
kıldı. Sonra Cibril yatsı vakti geldi ve kalk (bu vaktin) namazını kıl, dedi.
Peygamberimiz de şafak (batı ufkunda görünen kızıllık veya sarılık) kaybolunca
kalkıp yatsı namazını kıldı. Sonra Cibril fecir vakti ona geldi ve kalk (bu
vaktin) namazını kıl, dedi. Fecir ışıldayınca Peygamberimiz sabah namazını
kıldı. (Veya fecrin aydınlığı yükselince namaz kıldı)
Sonra Cibril (a.s.)
ertesi gün Peygamber (a.s.) Efendimiz'e geldi ve öğle için şöyle dedi: Kalk da
(bu vaktin) namazını kıl. Peygamberimiz de her şeyin gölgesi bir mislini
bulunca öğle namazım kıldı. Sonra ikindi vakti ona gelip, kalk da (bu vaktin)
namazını kıl, dedi. Peygamberimiz de her şeyin gölgesi iki mislini bulunca
ikindi namazını kıldı. Sonra akşam vakti gelip ve onu tek bir vakit olarak
(belirledi) artık o değişmedi. Sonra yatsı vakti ona geldi ki, gecenin yarısı
geçmiş bulunuyordu ve üçte biri geçmiş idi, yatsı namazını kıldı. Sonra (sabah
vakti) ona geldi ki, ortalık cidden aydınlanmıştı ve ona: kalk da (bu vaktin)
namazını kıl, dedi. Peygamberimiz de fecir (sabah) namazını (emredilen vakitte)
kıldı. Sonra da Cibril (a.s.) şöyle
dedi: Bu iki vaktin arası (faziletli) vakittir..."[36]
Buhari, bu hadis namaz
vakitleri hakkında en sahihidir, demiştir.
İbn Abbas (r.a.)'den
yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:
"(Melek) Cibril,
Beyt'in (yani Kabe'nin) yanında iki defa bana imamlık etti..."
Ve Cabir'in hadisinin
benzerini anlattı, ancak burada şunu zikretti:
"İkinci bir
defa, ertesi günün ikindi vakti için her şeyin gölgesi bir mislini bulunca
namaz kıldı..." Ve Peygamber (a.s.) bu haberinde şunu da söyledi:
"Sonra gecenin üçte biri geçince son işa (yatsı) yi kıldı ve sonra da
şöyle dedi: "Yâ Muhammed! Bu, senden önceki peygamberlerin vaktidir.
(Senin için) vakit ise, bu iki vaktin arasıdır."[37]
Tirmizî bu hadisin
hasen olduğunu belirtmiştir.
Hadislerin açık
delâletinden anlaşılan hükümler:
1- Vakit
namazları mahallî saatlere göre Melek Cebrail'in talimatına göre
belirlenmiştir.
2- Öğle
namazı için, biri her şeyin gölgesi bir mislini bulunca, diğeri güneş
gökkubbeden batıya meylettiğinde kılınmak üzere iki vakit belirlenmiştir.
3- İkindi
namazı için biri her şeyin gölgesi bir mislini bulunca, diğeri her şeyin
gölgesi iki mislini bulunca kılınmak üzere iki vakit belirlenmiştir.
4- Akşam
namazı için, güneşin batı ufkunda batıp kaybolması vakti belirlenmiştir.
5- Sabah
namazı için, biri fecir doğunca, diğeri ortalık iyice ağarınca kılınmak üzere
iki vakit belirlenmiş ve bu iki vaktin ortası tavsiye edilmiştir.
6- Yatsı
namazı için, batı ufkundaki kızıllığın veya sarılığın kaybolması ve bir de
gecenin üçte biri veya yarısı geçtikten sonra alınmak üzere iki vakit
belirlenmiştir. Bu iki vaktin ortası tavsiye edilmiştir.
7- Melek
Cebrail nasıl imamlık yapılacağını fiilî olarak Peygamber (a.s.) Efendimiz'e
imamlık ederek göstermiştir.
Hadislerin ışığında
müctehid imamların görüş, istidlal ve ihticacları:
a)
Hanefilere göre:
Sabah namazının ilk
vakti "fecr-i sadık"ın doğmasıyla başlar, güneş doğuncaya kadar devam
eder. Bu ikisinin ortasını ayarlayıp sabah namazını kılmak efdâldir.
"Fecr-i sadık"dan
maksat, sabahleyin doğu ufkunda enine yayılan aydınlıktır. Bunun aksine bir de
"fecr-i kâzîb" vardır ki, sabahleyin doğu ufkunda önce dikey olarak
bir aydınlık belirir; bu, sabah namazının vaktinin henüz girmediğini ama çok
yakın olduğunu gösterir.
Buna işaretle
Rasûlüllah (a.s.) Efendimiz, "Bilâl'ın (ilk) ezanıyla fecr-i müstatil
(doğu ufkunda beliren dikey aydınlık) sizi aldatmasın!" buyurmuştur.[38]
Çünkü Bilâl, biri fecirden önce, biri de fecir doğduktan sonra iki ezan okurdu.
Hadîsin de açık delâletinden, birinci fecir, ufukta dikey bir aydınlık olarak
belirir ki, henüz sabah namazının vakti girmiş sayılmaz. İkinci fecirde ise
aydınlık ufukta enine yayılır ve artık namaz vakti girmiş demektir.
Öğle namazının
başlangıç vakti hakkında görüş birliği vardır. Güneş gökkubbe'nin tam ortasına
gelip dikey cisimlerin gölgesi son bularak titreşip yerinde kaldığı andan sonra
batıya doğru meyletmesiyle öğle namazının vakti girmiş olur. Vaktin sonu
hakkında farklı görüş vardır: İmam Ebû Hanîfe'ye göre, her şeyin gölgesi
-fey'-i zeval hariç- iki mislini buluncaya; İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed'e
göre, yine fey'-i zeval hariç bir mislini buluncaya kadar devam eder.
Bu her iki ictihâdla
da amel edinilebilir...
İkindi namazının vakti
hakkında da aynı farklı görüşler söz konusudur. Her şeyin gölgesi bir mislini
veya iki mislini bulunca ikindi vakti girmiş olur ve güneş batıncaya kadar
devam eder.
Akşam namazının vakti
hakkında da imamların farklı görüşleri olmuştur: İmam Ebû Hanîfe'ye göre, batı
ufkunda beliren kızıllıktan sonra ortaya çıkan beyazlık kaybolunca akşam vakti
sona ermiş, yatsı vakti girmiş olur. İmâmeyn'e göre, sadece kızıllığın kaybolmasıyla
akşam vakti sona ermiş ve yatsı vakti girmiş sayılır.[39]
b) Şâfiilere
göre:
Öğle namazının vakti,
güneşin gökkubbenin ortasından batıya doğru meyletmesiyle başlar ve istivâ-i
şems gölgesinden başka her şeyin gölgesi bir mislini buluncaya kadar sürer ve
böylece ikindi namazının vakti girmiş olur da güneş batıncaya kadar devam eder.
Uygun olanı ise, ikindi vaktini, her şeyin gölgesi iki mislini bulduktan
sonraya bırakmamaktır. Akşamı da güneşin batması gerçekleşince hemen
kılmaktır. Ancak batı ufkundaki kızıllık kayboluncaya kadar akşam namazının
vakti sürer. Bu Şafiî'nin kavl-i kadîm'ine göredir. Kavl-i cedîd'inde ise,
güneş battıktan sonra bir abdest alacak, avret yerini örtecek, ezan ve ikamet
okuyacak ve beş rek'at kılınacak kadar bir sürenin geçmesiyle akşam namazının
vakti sona erer.
İmam Yahya
en-Nevevi'ye göre, kavl-i kadîm daha zahirdir.
Yatsı namazının ilk
vakti, batı ufkundaki kızıllığın kaybolmasıyla başlar ve fecir doğuncaya kadar
sürer. Ama en uygun olanı, gecenin üçte birinden sonraya geciktirilmemesidir.
Sabah vakti, fecr-i
sadık'ın doğmasıyla başlar güneş doğuncaya kadar sürer. Daha uygun olanı, bu
namazı ortalık ağarıncaya kadar geciktirmemektir.[40]
c) Hanbelîlere
göre:
Bu mezhep imamlarına
göre de, öğle namazının vakti, zeval ile başlar ve her şeyin gölgesi -hey'-i
zeval hariç- bir mislini buluncaya kadar devam eder. Ve bundan biraz sonra
ikindi vakti girer. Her şeyin gölgesi iki mislini bulunca ihtiyar vakti çıkmış
olur. Güneş batmadan ikindi namazının bir rek'atine ulaşan kimse ona bizzarure
ulaşmış olur.
Akşam namazının vakti
ise güneşin batmasıyla girer ve batı ufkunda kızıllık kayboluncaya kadar devam
eder. Yatsı namazının vakti, kızıllığın kaybolmasıyla başlar ve fecir doğuncaya
kadar sürer. Ancak uygun olan vakti gecenin üçte biri henüz geçmeden
kılınmasıdır.[41]
d)
Mâlikîlere göre:
Öğle namazının vakti,
zeval ile başlarsa da zeval vaktindeki gölge bir zira' (60-70 cm,) olunca
kılmak ve dikey cisimlerin gölgesi bir mislini buluncaya kadar vaktin devam
ettiğini bilip ona göre ayarlamak efdâldir.
Sabah namazı ise,
yıldızlar henüz rahat görüldüğü zaman kılınırsa afdaldır. Fecr-i sadık'ın
doğmasıyla vakit girmiştir ve ortalık iyice aydınlanıncaya kadar devam eder.
Nitekim Hz. Ömer (r.a.) de Musa
el-Eş'ârî'ye bu mealde bir mektup yazmıştır.[42]
Konuyla ilgili diğer
rivayetler, tesbitler ve tahliller:
Sabah namazının fecr-i
sadık'ın doğmasıyla birlikte kılınmasını daha uygun gören İmam Şafiî ve
arkadaşları bu hususta bazı rivayetlerle istidlal etmişlerdir ki, Ebû Cafer
et-Tahavî bunları şöyle sıralamıştır:
Hz. Aişe (r.a.)'den
yapılan rivayette demiştir ki:
"Biz mü'mine
kadınlar olarak Rasûlüllah (a.s.) Efendimizle birlikte sabah namazını dış
elbisemize bürünüp örtündüğümüz halde kılar ve kendi ailemize döndüğümüzde
(yolda, çevrede) bizden hiçbiri tanınmazdı."
Bu, ortalık henüz
iyice ağarmadan namaz kılıp evlerine döndüğünü ifade etmektedir.
Beşir b. Ebi Mes'ud'un
babasından yapılan rivayete göre, "Rasûlüllah (a.s.) Efendimiz sabah
namazını ortalık henüz karanlık iken kıldı, sonra ortalık iyice ağarınca kıldı
ve vefat edinceye kadar bir daha iyice ağarıncaya kadar bırakmadı, karanlık
iken kılmaya devam etti."
Nehik berim'in Muğis
İbn Semiy'den yaptığı rivayete göre, Muğîs şöyle demiştir:
"İbn Zübeyr ile
beraber sabah namazını ortalık henüz karanlık iken kıldıktan sonra ben İbn
Ömer'e dönüp, bu nedir? diye sordum. O bana şöyle dedi: Bu, bizim Rasûlüllah
(a.s.) Efendimiz'le beraber kıldığımız, Ebûbekir ve Ömer ile birlikte devam
ettiğimiz namazdır. Hz. Ömer öldürülünce Hz. Osman (r.a.) sabah namazını artık
ortalık biraz aydınlanınca kılmaya başladı."
Râfi' b. Hudayc (r.a.)'den
yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Sabah
namazını ortalık aydınlanınca kılınız! Siz ne kadar böyle aydınlık olunca
sabah namazını kılarsanız onun ecri (o
nisbette) büyük olur."
Ebû Cafer birbiriyle
tearuz eden iki rivayeti birçok kanallardan tesbit ederek rivayet ettikten
sonra iki rivayet arasını te'life çalışarak şöyle demiştir:
"Ortalık henüz
karanlık iken sabah namazına başlamak ve ortalık aydınlanınca namazı bitirip
(camiden) çıkmak en uygundur. Nitekim bu Ebû Hanîfe'nin, Ebû Yusuf'un ve
Muhammed b. Hasan'ın kavlidir."[43]
Tahliller:
Bir nolu Cabir hadîsini,
İbn Hibban ile Hâkim de tahrîc etmişlerdir. Tirmizî de kendi Sünen'inde -az
yukarıda da belirttiğimiz gibi- Buhari'den naklen onun şöyle dediğini
belirtmiştir: "Bu babda en sahîh rivayet de budur!.."
İbni Abbas (r.a.)
hadisine gelince, onu Ahmed b. Hanbel, Ebû Dâvud, İbn Huzeyme, Darekutnî ve
Hakim tahrîc etmiştir. Ancak isnadında üç ravi ihtilâf konusudur. Birincisi,
Abdurrahman b. Ebî Zennad'dır. İbn Mehdi gibi bir hadis âlimi ondan hadîs
rivayet etmemiştir. Ahmed b. Hanbel "o, muzdaribü'l-hadîstir"
demiştir. Nesâî onun zayıf olduğunu belirtmiş; Yahya b. Maîn ile Ebû Hatim,
"onun hadisiyle ihticac edilmez" demişlerdir. İmam Şafiî de onun
zayıf olduğuna dikkatleri çekmiştir. Ancak Medine'de tahdîs ettiklerinin
Bağdat'ta tahdis ettiklerinden daha sahîh olduğu söylenir. İmam Mâlik ise, onun
sıka (güvenilir) olduğunu söylemiştir. Buharî ise onun bir başka hadîsini şahit
olarak gösterip delil saymıştır.[44]
İkincisi, birinci
râvinin şeyhi Abdurrahman b. Hars b. Abdullah b. İyaş'dır. Ahmed b. Hanbel onun
"metruk" olduğunu, İbn Main ise "salih, elverişli ve uygun"
olduğunu, Ebû Hatim onun "şeyh hadîste çok bilgili" olduğunu, İbn
Sa'd onun "sıka" olduğunu, İbn Hibban onun "ehl-i hadis"
bulunduğunu söylemiştir.[45]
Üçüncüsü, Hakim b.
Hakim'dir ki, İbn Ubad b. Hanîf olarak bilinir. Ebû Sa'd, "hadis rivayeti
pek azdır, rivâyetiyle ihticac olunmaz" derken, İbn Abdilberr ve Ebûbekir
b. Arabi, İbn Abbas'ın yukarıdaki hadîsini sahihleyerek Hakîm'in rivayetini
salih görmüştür. Zehebî ise onu Hakim b. Ebi Hakim şeklinde tesbit edip meçhul
olduğunu belirtmiştir.[46]
Sözünü ettiğimiz
raviler hakkındaki görüş ve tesbitler tek noktada birleşmediğinden hadîsler
ihticaca elverişli kabul edilmiştir. Zeylâî ise bu konuda Cibril'in imametiyle
ilgili hadîse yer verip, şu mealde nakletmiştir:
"Cibril,
Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'e birinci gün fecir doğunca; ikinci günü ortalık
cidden aydınlanınca neredeyse güneş doğmak üzere iken imamlık ettikten sonra
şöyle demiştir:
"Şu iki vaktin
ortası seninle ümmetin için
vakittir."
Bu hadisi ashabdan,
İbn Abbas, Cabir b. Abdillâh, İbn Mes'ûd, Ebû Hüreyre, Amir b. Hazim, Ebû Saîd
el-Hudrî, Enes b. Mâlik ve İbn Ömer gibi kadri yüce ilim adamları rivayet
etmişlerdir. Allah hepsinden razı olsun...
Hz. Cabir b.
Abdillah'ın (r.a.) rivayet ettiği hadîsi biraz değişik lâfızlarla İbn Abbas
şöyle rivayet etmiştir:
"Cibril, Beyt'in (Kabe)
yanında iki defa bana imamlık etti: Birinci defa güneşin istiva gölgesi nalın
kayışı gibi olunca öğle namazını kıldırdıktan sonra her şeyin gölgesi bir
mislini bulunca ikindi namazını kıldırdı. Sonra güneş batıp kaybolunca akşam
namazını kıldı ki, bu vakitte oruçlu iftar eder. Sonra da şafak (ufuktaki
kızıllık) kaybolunca yatsı namazını kıldırdı. Sonra da fecir iyice doğup
aydınlanınca ve oruçluya artık yeme içme haram olunca sabah namazını kıldırdı.
İkinci defa ise, her şeyin gölgesi bir mislini bulunca, bir gün önceki ikindi
vaktinde, öğle namazını kıldırdı, sonra her şeyin gölgesi iki mislini bulunca
ikindi namazını kıldırdı. Sonra akşam namazını ilk gündeki vaktinde
kıldırdıktan sonra gecenin üçte biri geçince yatsı namazını kıldırdı. Sonra da
ortalık ağarınca sabah namazını kıldırdıktan sonra Cibril bana dönüp şöyle
dedi: Ya Muhammed! Bu, senden önceki peygamberlerin vaktidir; (senin için)
vakit ise bu iki vaktin arasıdır."
Tirmizî bu hadîs için
"sahîh-hasen" demiştir. Ayrıca İbn Hibban gibi değerli bir hadis
hafızı sahîhlemiş ve Hâkim kendi Müstedrek'inde bunu sahih bir tesbitle rivayet
etmiştir. Buharî ve Müslim bunu tahric etmemiştir.
Ancak yukarıda da
belirttiğimiz gibi ravîlerden Abdurrahman b. Haris hakkında söz söylenmiş,
"merukû'l-hadîs" olduğunu belirtenler bulunmuştur. Ahmed b. Hanbel
onlardan biridir. İbn Cevzî de onu Kitabu'd-Duâfa'da zikretmiş, Nesâî, İbn Maîn
ve Ebû Hatim er-Razî onu müliym bulmuşlardır. İbn Sa'd ve İbn Hibban onun sıka
olduğuna dikkat çekmiş, İbn Huzeyme kendi Sahîh'inde ona yer vermiştir.
Netice, Zeylâî diyor
ki: İbn Abbas'ın bu hadisini rivayet edenlerin hemen hepsi ilimle şöhret bulan
zatlardır. Abdurrezzak da aynı hadisi Sevrî'den tahric etmiştir.
İbn Abbas'ın
rivayetine yakın bir diğer rivayet Ebû Hüreyre'den (r.a.) yapılmıştır ki, meâlen şöyledir:
"Cebrail (a.s.), Peygamber (a.s.) Efendimiz'e gelerek ona iki ayrı
vakitte namaz kıldırdı, ancak akşam namazını bir vakitte kıldırdı. Peygamberimiz (a.s.) buyurdu ki:
"Cibril bana
geldi, güneşin istiva vaktinde gölgesi nalın kayışı kadar olunca öğle namazını
bana kıldırdı. Sonra gelip gölge bir mislini bulunca ikindi namazım kıldırdı.
Sonra akşam vakti gelip güneş kaybolunca bana namaz kıldırdı. Sonra yine gelip
şafak (ufuktaki kızıllık) kaybolunca yatsı namazını kıldırdı. Sonra da fecir
vakti bana gelip fecir aydınlanınca sabah namazını kıldırdı. Sonra ertesi gün
geldi ve her şeyin gölgesi bir mislini bulunca öğleyi kıldırdı. Sonra ikindi
vakti geldi, her şeyin gölgesi iki mislini bulunca ikindi namazını kıldırdı.
Sonra akşam vakti geldi, güneş kaybolunca akşam namazını kıldırdı da birinci günkü vaktini değiştirmedi. Sonra
yatsı vakti geldi, gecenin evvelinin üçte biri geçince yatsı namazını kıldırdı.
Sonra ortalık iyice aydınlanınca bana sabah namazını kıldırdı ki, gökte o
sırada hiçbir yıldız göremiyordum. Sonra da şöyle dedi: Bu iki vaktin ortası
(senin için) vakittir."[47]
Bezzâr bu rivayeti kendi
Müsned'ine aldıktan sonra şöyle
demiştir:
"Râvileri
arasında Muhammed b. Ammar b. Sa'd'i bilmiyoruz!"
Aynı hadîsi Nesâî
kendi Sünen'inde rivayet etmiştir. Hâkim de kendi Müstedrek'ine almış ve
"Müslim'in şartına göre sahihtir" demiştir.
Bu
konuda Ebû Saîd el-Hudri'nin hadisini ise Ahmed b. Hanbel kendi Müsned'inde
rivayet etmiş ve akşam namazı dışında diğer namazları iki ayrı günde iki ayrı
vakitte kıldırdığını bildirmiştir. Aynı hadîsi Tahâvî, şerhu Meâni'l-Asâr'da
nakletmiştir.
1- Farz
namazların belirlenmiş vakitleri vardır. Ancak o vakitlerde kılınmakla eda
edilmiş olurlar.
2- Farz
namazların belirlenmiş beş vakti vardır.
3-
Müctehidlerin çoğuna göre, öğle, ikindi, akşam ve yatsının ikişer vakti vardır.
4- Öğle
vaktinin başlangıcı, zeval ile gerçekleşir. Bu, güneşin gökkubbesi ortasında
bulunup her şeyin gölgesinin titreşip kaldığı ve sonra da gölgenin doğuya doğru
meyletmesiyle oluşur. Bu hususta farklı görüş ve tesbitte bulunan olmamıştır.
5- Öğle
vaktinin sonu ise, bazı müctehidlere göre, her şeyin gölgesinin bir mislini,
bazısına göre ise, iki mislini buluncaya kadar devam eder.
6- İkindi
vaktinin evveli bazısına göre, her şeyin gölgesinin bir mislini, bazısına göre,
iki mislini bulunca başlar, güneş batıncaya kadar devam eder.
7- Akşam
namazının evveli, güneş batınca başlar, batı ufkunda beliren kızıllığın veya
ondan sonra meydana gelen beyazlığın kaybolmasına kadar sürer.
8- Yatsı
namazının evveli, batı ufkunda beliren kızıllığın, bazısına göre, beyazlığın
kaybolmasıyla başlar, fecir doğuncaya kadar devam eder.
Dinimiz ibâdette de
kolaylık sağlamıştır. Sıcak bölgelerde, sıcak mevsimlerde öğle namazını hava
biraz serinleyinceye kadar vakit içinde geciktirmemizi, soğuk mevsimlerde vakit
girince kılmamızı tavsiye etmiştir.
Konuyla ilgili
hadîsler:
Cabir b. Semure
(r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki:
"Rasûlüllah
(a.s.) Efendimiz, güneş batıya meyledip (titreşen gölgenin doğuya doğru
uzanmaya başlamasıyla) öğle namazını kılardı."[48]
Enes (r.a.)'den
yapılan rivayette, demiştir ki:
"Rasûlüllah
(a.s.) Efendimiz, kış aylarında öğle namazını kılardı ki, biz, günün çoğunun
geçtiğini veya ondan ne kadar kaldığını pek bilemezdik."[49]
Enes b. Mâlik
(r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki:
"Peygamber
(a.s.) Efendimiz, sıcak olunca öğle namazını biraz havanın serinlemesine kadar
geciktirirdi; hava soğuk olunca da onu (vakit girince) hemen kılardı."[50]
Ebû Hüreyre (r.a.)’den
yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:
"Sıcak iyice
basıp şiddetlenince namazı havanın serinlemesine kadar geciktirin. Çünkü
gerçekten sıcağın şiddeti, Cehennem'in sıcaklığının galeyânındandır."[51]
Ebû Zerr (r.a.)'den yapılan
rivayette, demiştir ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz'le beraber bir seferde idik. Müezzin öğle namazı için ezan
okumak isteyince, Peygamber (a.s.) ona: "Havanın serinlemesini
bekle!" buyurdu. Biraz sonra yine ezan okumak istedi, Peygamberimiz
(a.s.) ona: "Havanın biraz serinlemesini bekle!" buyurdu. Bu
hâl, tâki tepeciklerin doğuya doğru uzanan gölgesini görmemize kadar devam
etti. Bunun üzerine Peygamberimiz (a.s.) şöyle buyurdu:
"Şüphesiz ki,
sıcağın şiddeti, Cehennem'in sıcaklığının galeyânındandır. Sıcak şiddetlenince,
(öğle) namazını (vakit içince) havanın biraz serinlemesine kadar
geciktirin!"[52]
Hadislerin açık
delâletinden anlaşılan hükümler:
1- Çok sıcak
günlerde veya mevsimlerde, öğle namazını vakit içinde havanın serinlemesine
kadar geciktirmek müstehabdır.
2- Soğuk günlerde
ise, öğle namazını vakit girince
geciktirmeden kılmak müstehabdır.
3- Ezan,
vaktin değil namazın sünnetidir.
4- Yaz
mevsiminde ekvatora yakın bölgelerde güneş ışınlarının dik olarak indiği
bölgeler çok sıcak olur. Güneş'te helyum gazının bir devridaim halinde yanması
büyük bir enerji meydana getirmektedir.
Cehennem ateşi de buna benzer bir
özelliktedir. Hadîsteki beyân buna işarettir.
Mezhep imamlarının
konuyla ilgili görüş, ictihad ve istidlâllari:
a)
Hanefîlere göre:
Yaz aylarında öğle
namazını hava biraz serinleyinceye kadar geciktirmek ve kış olunca da vaktin
girmesiyle birlikte kılmak müstehabdır. Çünkü bu hususta Enes (r.a.) rivayeti
söz konusudur.[53]
b) Şâfîilere
göre:
Öğle namazını -vakit
içinde- havanın biraz serinlemesine kadar bekletip, sıcak ülkelerde şiddetli
sıcaklarda, sokaklarda duvar gölgelerinden yürüyüp mescidlere gitme imkânı
doğuncaya kadar geciktirmek sünnettir. Bu daha çok cemaatle namaz kılmak isteyenler
hakkında bir kolaylıktır.[54]
Şâfiîler Ebû Hüreyre
hadîsiyle istidlal etmişlerdir.
c)
Hanbelîlere göre:
Namazı ilk vaktinde
kılmak afdaldır; ancak son yatsı vaktine yatsı namazını, çok sıcak günlerde
serinlik çökünceye kadar öğle namazını geciktirmek daha faziletlidir.
Genel olarak üç vakit
söz konusudur: Fazilet vakti, cevaz vakti ve zaruret vakti... Birincisi, yatsı
ve öğle namazı dışında kalan diğer namazları vaktin evvelinde kılmaya
işarettir. Nitekim İmam Ahmed bu hususta şöyle demiştir; Vaktin evvelinde namaz
kılmak bana göre daha uygundur, ancak yatsı ile öğle namazı bunun dışındadır.[55]
d)
Mâlikilere göre:
İbn Kasım'ın yaptığı
rivayete göre, İmam Mâlik şöyle demiştir: "İnsanların kış ve yaz
mevsimlerinde öğle namazını, dikey eşyanın gölgesi bir zira' (yaklaşık 65-75
cm.) olunca kılmalarını müstehâb görüyorum. Nitekim İbn Ömer (r.a.) sefere
çıkınca, dikey eşyanın titreşip kalan gölgesi doğuya doğru meyletmeye başladığı
andan itibaren iki, üç mil yol katettikten sonra öğle namazını kılardı.
Ayrıca bu konuda Hz.
Ömer (r.a.) görevli tahsildar ve memurlara şu emri yazıp göndermiştir:
"Benim yanımda
sizin en önemli işiniz önce namaz kılmanızdır. Artık kim namaza devam edip onu
muhafaza ederse, dinini muhafaza etmiş olur, kim de namazı bırakıp zayi'
ederse, o da başka şeyleri de (namazla birlikte) zayi' etmiş olur."
Hz. Ömer (r.a.) sonra
da şunu yazıp ilâve etmiştir:
"İstiva vakti
her şeyin gölgesi titreşip kaldıktan sonra doğuya doğru uzamaya başlayınca bu
uzama bir zira'ı bulunca öğle namazını kılın. İkindi namazını da güneş henüz
yüksek ve parlak bir derecede iken suvarinin iki veya üç fersah bir yol
kat'edeceği süre geçtikten sonra kılın."[56]
Diğer rivayetler ve
tahliller:
Sıddîk Hasan Han, 16
no'lu Ebû Hüreyre hadîsinde geçen "ebridû!" emrinin vücub ifade
ettiğine temas ederek öğle namazını sıcak mevsim ve günlerde hava serinleyinceye
kadar geciktirmenin vâcib olduğunu söylmiştir. Çünkü emir de asıl olan
vücubdur. Bazısına göre, emir burada iştihbab içindir. Cumhur da aynı
görüştedir. Emrin zahiri ise, fert ve cemaatı, sıcak ve soğuk bölgeleri
kapsamına almaktadır.[57]
Emrin böylesine
kapsamlı olduğunu söylemek, onun zahirinden uzaklaştırmak olur. Çünkü
Rasûlüllah (a.s.) Efendimiz, şiddetli sıcakta tabirini kullanmıştır ki, emir
bununla ilgilidir.
İmam Tirmizî 13 nolu
Cabir hadîsini sahihlemiştir. Buharî ve Müslim bunu Habbab'dan ve Ebû
Berze'den; İbn Mace, İbn Mes'ûd (r.a.)'den rivayet etmişlerdir. İbn Mace'nin
rivayetinde Zeyd b. Cebire bulunuyor ki, Ebû Hatim onun zayıf olduğunu, Buharî
münkerü'1-hadis sayıldığını söylemiştir. Nesâî ise onun sıka (güvenilir)
olmadığına dikkat çekmiştir.[58]
14 nolu Enes hadîsini
aynı zamanda Abdurrezzak tahrîs etmiştir. Buna yakın bir hadîsi Buharî ve İbn
Mâce İbn Ömer'den, Nesâî ise Ebû Musa'dan; İbn Huzeyme, Hz. Aişe'den rivayet
etmiştir. Ahmed b. Hanbel ve yine İbn Mace ve İbn Hibban, Muğîre'den rivayetle
hadisin sahih olduğuna kuvvet kazandırmışlardır. Nitekim el-Hilâl,
"ibrad" mes'elesini, Resûlüllah'ın (a.s.) son iki emri olduğunu
belirtmiştir.
Bu mealde bir hadîsi,
Hafız Bezzar, İbn Abbas (r.a.)'dan rivâyet etmiştir ki, râvileri arasında Amir
b. Sahban bulunuyor. Bu zatın zayıf olduğunu söyleyenler varsa da Zehebî bu
isim üzerinde herhangi bir tesbit yapıp durmamıştır.
Zeylâî eimme-i
sitte'nin ibrad-i zühürle ilgili tahrîc ettikleri hadîsi, Buharî'nin A'meş
hadisinden naklen el-Hudrî'den; ayrıca eimme-i sitte'nin Ebû Hüreyre'den;
Taberânî Abdurrahman b. Harise'den ve Ebû Musa ile Amir b. Anbese ve
Safvan'dan; ayrıca Buharî ve Müslim Ebû Zerr'den rivayet ettiklerini naklederek
öğle namazının sıcak günlerde biraz geciktirilmesiyle ilgili hadîsin sıhhatini
belirterek başka bir açıklamada bulunmamıştır.[59]
et-Tahavî,
"ibrad-i zühür" konusuna geniş yer ayırarak otuz beş kadar rivayet
nakletmiştir. Onlardan konumuza ağırlık kazandırması bakımından birkaç
tanesini nakletmeyi uygun gördük:
Cabir b. Abdülâh
(r.a.)'den yapılan rivayette şöyle demiştir:
"Rasûlüllah
(a.s.) Efendimiz öğle namazını, güneş zevale yüztutunca gün ortasında
kılardı."
Üsâme b. Zeyd
(r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki:
"Rasûlüllah
(a.s.) Efendimiz, öğle namazını gün ortasında sıcak bir zamanda kılardı."
Yine Cabir b. Abdülâh
(r.a.)'den yapılan rivayette, şöyle demiştir:
"Biz, Peygamber
(a.s.) Efendimiz'le birlikte öğle namazını kılardık da yerdeki çakıl taşlarını
avuçlayıp bir elimden diğerine aktararak soğumasını sağlar, sonra onu alnımı
koyacağım yere bırakırdım da şiddetli sıcaktan
(korunmaya çalışırdım)."
Hz. Aişe (r.a.) diyor
ki:
"Hiç kimseyi öğle
namazını kılmakta, Resûlüllah (a.s.) Efendimizden daha acele eder
görmedim." Hz. Aişe (r.a.), bu hususta ne babasını, ne de Ömer'i istisna
etmiştir.
Enes b. Mâlik'den
yapılan rivayette, demiştir ki:
"Rasûlüllah
(a.s.) Efendimiz bir konakta konakladığı zaman öğle namazını kılmadan hareket
etmezdi."[60]
Ebû Cafer Tahavî bu
rivayetleri naklettikten sonra diyor ki: Bir grup ilim adamı bu hadîslerle
ihticac ederek öğle namazının hemen her mevsimde vakit girince hemen
kılınmasının müstehab olduğunu söylemiştir. Diğer bir grup ise, kış aylarında
belirtilen şekilde vakit girince öğle namazının kılınmasını müstehab sayarken yaz
aylarında havanın biraz serinlemesini bekleyip öylece kılmanın efdal olduğunu
belirtmiştir. Bu ikincilerin istidlal ettikleri hadîslerden bir kısmı:
Ebû Zerr el-Gıffâri
(r.a.)'den yapılan rivayette demiştir ki:
"Bizler,
Rasûlüllah (a.s.) Efendimizle birlikte bir konaklama yerinde bulunuyorduk.
Bilâl ezan okumak isteyince, Resûlüllah (a.s.) ona: "Vazgeç yâ
Bilâl!" buyurdu. Biraz sonra Bilâl tekrar kalkıp ezan okumak istedi.
Peygamber (a.s.) ona: "Vazgeç yâ Bilâl!" buyurdu. Sonra
tekrar Bilâl ezan okumak istedi. Peygamber (a.s.) ona: "Vazgeç ya
Bilâl!" buyurdu." Böylece sıcak bir havada, havanın biraz serinlemesini
beklemesini istedi. Ebû Zerr devamla diyor ki, bu gecikme biz tepeciklerin
gölgesini iyice görmeye başladığımız zamana kadar sürdü. Sonra Peygamberimiz
(a.s.) şöyle buyurdu: "Doğrusu sıcağın şiddeti, Cehennem sıcağının
galeyânındandır. O halde sıcak iyice arttığında
namazı havanın serinlemesine bırakın."[61]
Tahâvî bu mealde altı kadar
daha hadîs rivayet ettikten sonra, Muğire'nin kendi hadîsinde şunu haber
verdiğini söylüyor:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz önceleri sıcakta bile öğle namazını vakit girince hemen kılar
ve kılınmasını emrederdi. Yukarıda naklettiğimiz rivayetlerden ise, şiddetli
sıcakta öğle namazının hemen kılınması hususu neshadilmiş ve onun yerine
havanın biraz serinlemesine kadar geciktirilmesi emredilmiştir.
Nitekim Enes b. Mâlik
ve İbn Mes'ud'dan (r.a.) yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimizin kış
mevsiminde öğle namazını vakit girince hemen kıldığı, yaz aylarında bunu
geciktirdiği anlaşılıyor.
Böylece, ikinci grubun
istidlal ettiği hadîslerin, birinci grubun istidlal ettiği hadîslerin hükmünü
kaldırdığı anlaşılıyor. Nitekim Ebû Hanîfe, Ebu Yusuf ve Muhammed de aynı
görüştedirler.
1- İlk önce Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz öğle namazını sıcak ve soğuk hemen her mevsimde vakit girince
hemen kılardı. Sonra sıcak mevsimlerde biraz geciktirilerek havanın serinlemesi
beklenmiş ve böylece ilk uygulamanın hükmü kaldırılmıştır.
2- Ebû Zerr
(r.a.) hadîsinden, ezanın vakitten ziyâde namazın sünneti olduğu anlaşılıyor.
3- Öğle
namazını vakit girince kılmak caiz olduğu gibi, sıcak günlerde biraz
geciktirmek müstehabdır.
İkindi namazının vakti
hakkında farklı ictihad ve ihticacları daha önce nakletmiş bulunuyoruz.
Konunun önemine binâen biri ihtiyarî, diğeri iztirari hallerde bu namazın ilk
vakti ile son vakti hakkında birtakım rivayetler, tesbitler ve görüşler söz
konusudur. Onları nakletmek suretiyle mes'eleye açıklık getireceğiz.
İlgili hadîsler:
Abdullah b. Amir
(r.a.)'dan yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Öğle
namazının vakti, ikindi vakti hazır olmadığı (girmediği) süre devam eder.
İkindi namazının vakti, güneş sararmadığı süreye kadardır. Akşam namazının
vakti, ufuktaki kızıllığın yayılması sakıt olmadığı (kaybolmadığı) süreye kadardır.
Yatsı namazının vakti, gece yarısına kadardır. Sabah namazının vakti, güneş
doğmadığı sürecedir."[62]
Enes (r.a.)'den yapılan
rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'den şunu işittiğini söylemiştir:
"İşte o
münâfıkın namazıdır, oturur da güneşi gözler, tâki şeytanın iki boynuzu
anasında olunca (doğmak ve batmak üzere iken) kalkıp (kuş gibi) gagasını yere
vurup kaldırır da dört rek'at namaz kılar ve Allah'ı pek az anar."[63]
Ebû Musa (r.a.)'den yapılan
rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz'e bir soru soran geldi de namaz
vakitlerinden sordu. Peygamberimiz hiçbir sözle ona cevap vermedi ve fecir
açıldığı zaman Bilâl'e emretti, o da sabah namazı için ikamet getirdi ki,
neredeyse insanlardan bir kısmı bir kısmını tamıyamıyordu, (ortalık henüz
karanlık idi). Sonra güneş gökkubbesinin ortasından batıya meyledince öğle
namazı için ikamet getirmesini emretti. Sonra emretti ikindi namazı için ikamet
getirdi ki, güneş henüz yüksekte idi. Sonra güneş batınca da akşam namazı için
ikamet getirmesini emretti. Şafak kaybolunca da yatsı namazı için ikamet
getirmesini emretti. Sonra ertesi gün sabah namazını geciktirdi, o kadar ki sözcü
"güneş doğdu veya doğmak üzeredir" dedi. Öğle namazını geciktirdi,
öyle ki, bir gün önceki ikindi vaktine yakın bir zamanda kıldı. Sonra ikindi
namazını geciktirerek kıldı, o kadar ki, namazı bitirince sözcü, güneş iyice
kızarıverdi. Sonra akşam namazını ufuktaki kızıllık kaybolmasına az kalıncaya
kadar geciktirdi. Diğer bir rivayette: Kızıllık kaybolmadan akşam namazını
kıldı. Yatsı namazını geciktirdi, öyle ki gecenin ilk üçte biri oldu. Sonra
sabah olunca soru soranı çağırdı ve şöyle buyurdu:
"Vakit, şu
ikisinin arasıdır."[64]
Hadislerin açık
delâletinden anlaşılan hükümler:
1- Öğle
namazının vakti, ikindi vakti girinceye kadar devam eder.
2- İkindi
namazının vakti, güneş sararıncaya kadar sürer. Ondan sonra kerahet vakti
başlar, o günün ikindi namazını kılmamış olan kerahetle kılmış olur.
3- Akşam
namazının vakti, ufuktaki kızıllığın yayılıp henüz kaybolmadığı zamana kadar
devam eder. Ondan sonra ortaya çıkan beyazlığın kaybolmasına kadar devam edip
etmiyeceği ihtilâf konusudur.
4- Yatsı
namazının vakti, gece yarısına kadardır. Bu, afdal olan süredir. Ondan sonra
fecir doğuncaya kadar devam eder.
5- Sabah
namazının vakti, güneş doğuncaya kadar sürer.
6- İkindi
namazını zaruret olmadığı halde güneş sararıp gözün fer'ini almayacak duruma
gelinceye kadar geciktirmek mekruhtur. Buna "münafık namazı" denir.
Sabah namazını da yine zarurî bir hal yokken güneş doğmasına az kala bir zamana
geciktirmek mekruhtur.
7- Öğle
namazı, güneş batıya meyledince (zeval vaktini aşmaya başlayınca) kılınır.
8- İkindi
namazı, güneş henüz yüksekte iken (her şeyin gölgesi bir mislini bulunca)
kılınır.
9- Akşam
namazı, güneş ufukta batınca kılınır.
10- Yatsı
namazı, ufukta beliren kızıllık kaybolunca kılınır.
11- Sabah
namazı, güneşin doğmasına az bir süre kalıncaya kadar kılınır.
12- Öğle
namazı, her şeyin gölgesi bir misline yaklaşıncaya kadar kılınabilir.
13- İkindi
namazı, güneş kızarıp sararıncaya kadar kılınabilir.
14- Akşam
namazı, ufuktaki kızıllık kaybolmaya yüztutarken kılınabilir.
15- Yatsı
namazı gecenin ilk üçte biri geçinceye kadar geciktirilip kılınır.
16- Her
namaz için iki vakıtta kılınması gösterildikten sonra, her namazı o iki vaktin
ortasında kılmak afdaldır.
17- İhtiyari
hallerde ikindi namazını, her şeyin gölgesi bir misliyle iki misli ortasındaki
zamanda kılmak afdaldır. Iztırarî hallerde ise güneş sararmaya yüztutmaya
başlayınca kılınabilir.
Tesbitler ve
tahliller:
Abdullah hadisi,
ikindi namazının güneş sararıncaya kadar vaktinin uzadığına delâlet ediyor.
Böylece güneş batmadan önce kılındığı takdirde eda edilmiş sayılır. Cumhur da
bu görüştedir. İmam Ebû Hanîfe ise, ikindi vaktinin sonu, güneşin sarardığı,
gözün fer'ini almayıp batmaya yaklaştığı zamandır, demiştir.
Cibril hadîsiyle
istidlal edenler ise, ikindi vaktinin sonunun dikey cisimlerin gölgesinin
-fey-i zeval hariç- iki mislini buluncaya kadar devam edeceğini, ondan sonraya
geciktirildiği takdirde ancak kaza edilebileceğini söylemişlerdir.
Hatırlanacağı üzere, Melek Cibril birinci gün, her şeyin gölgesi bir mislini
bulunca, ikinci gün iki mislini bulunca ikindi namazını kıldırdıktan sonra
"ikindi vakti bu iki vaktin ortasıdır" demiştir.
Cibril'in bu
açıklaması, ihtiyarî vakti belirlemeye yöneliktir, ikindi vaktinin tamamını
kapsayan bir ölçü değildir. Aynı zamanda Cibril hadisi diğer hadisleri
neshedir mahiyette de değildir. Cumhur da aynı görüştedir. Güneş sarardıktan
sonra kılınacak ikindi namazı -zorlayıcı bir sebep yoksa- münafık namazı
sayılır. Çünkü kişi bu hususta mazur kabul edilemez.
Yine cumhurun
mezhebine göre, ikindi namazının ilk vakti, her şeyin gölgesi bir mislini
bulunca başlar. Cibril hadisinde de bu net biçimde belirtilmiştir. İmam Ebû
Hanife'nin, iki mislini bulunca başlar, diye ictihadda bulunması pek rağbet
görmemiştir. İlim adamlarının çoğu, bir mislini bulunca başlar görüş ve
ictihadını benimsemiştir.
İmam Nevevî
sıraladığımız hadîslerin ışığı altında ikindi vaktinin beş vakti vardır,
demiştir:
1- Fazilet,
2- İhtiyar,
3- Kerahetsiz cevaz,
4- Kerahetle birlikte cevaz,
5- Özür vakti...
Fazilet vakti: İlk vakittir, yani her şeyin gölgesi bir mislini bulduğu
zamandır.
İhtiyar vakti: Her şeyin gölgesi iki mislini buluncaya kadar devam
eder.
Cevaz vakti: Güneş sararmaya yüz tuttuğu zamandır.
Kerahetle birlikte
cevaz vakti: Güneş sarardıktan sonra
batıncaya kadar geçen zamandır.
Özür vakti: Yolculuk halinde olup, öğle ile ikindi namazını birleştirip
bir arada kılındığı zamandır.
İkindi namazı bu beş
vakitten birinde kılınınca eda sayılır. Güneş battıktan sonraya kalırsa,
kazaya kalmış olur.
Hadîslerin delâletinden
ayrıca, akşamın iki vakti olduğu ve batı ufkunda beliren şafakın kızıllık
olduğu ve öğle namazı vaktinin bitmesiyle ikindi vaktinin girdiği anlaşılıyor.
Sonra da yatsı namazını gece yarısına geciktirmenin caiz olduğuna delâlet
ediyor. Akşam namazının vaktinin kızıllığın kaybolmasıyla sona ereceğine
delâlet eden bir diğer hadisin meali şöyledir:
"Şafak (ufukta
beliren) kızıllıktır. Şafak kaybolunca
(ikindi) namazı vâcib olur."[65]
Beyhakî bu hadîsi
sahihlemiştir:
27 Nolu Enes hadisini
Ebû Davud, "İşte o münafık namazıdır" ve "şeytanın iki boynuzu
arası..." lâfızlarıyla birlikte rivayet etmiştir. Şeytanın iki
boynuzundan maksat nedir? İlim adamları farklı yorumlarda bulunmuşlardır:
Kimine göre, bu zahiri ve hakikati üzeredir. Böylece güneş doğarken ve batarken
şeytanın boynuzları arasına muvazi olarak doğar ve batar, denilmiştir. Çünkü
kâfirlerden Güneş'e tapanlar, ona doğarken ve bir de batarken secde ederler.
Kimine göre ise, bu mecazî bir tabirdir. Şeytan bir anda doğu ve batıda
bulunabilir. Güneş doğarken ve batarken mü'minleri namazdan alıkoymak için
durmadan sinyal verir. O bakımdan Resûlüllah (a.s.) sözü edilen tabiri
kullanmıştır.
İkindi namazını güneş
sararıncaya kadar geciktirmenin de mekruh olduğu bu hadîsten anlaşılıyor.
29 nolu Ebû Musa hadîsi
sahihtir. Aynı zamanda akşam namazı için iki vakit bulunduğunu isbatlar ve
ikindi namazının güneş sararıncaya kadar geciktirilmesinin caiz olduğuna
delâlet eder. Bu hadis, Cibril hadîsinden, sonra söylenmiştir. Beyhâki ve
Darekutnî'ye göre, Cibril hadîsi Mekke'de, bu hadis ise Medine'de söylenmiştir.
1- İkindi
namazı, dikey cisimlerin gölgesi bir mislini bulunca kılınır. Bu onun afdal
olan vaktidir. Ancak İmam Ebû Hanife'nin ictihadı buna muhaliftir, ona göre
iki mislini bulunca başlar ve afdal olan vakitte odur.
2- İkindi
vakti güneş iyice sararıp batmasına az kala bir zamana kadar devam eder.
3- Güneş
iyice sararınca ikindi namazını kılmak kerahetle caizdir.
4- Akşam
namazının vakti, çoğu ilim adamlarına göre, batı ufkunda beliren kızıllığın
kaybolmasına kadar devam eder. İmam Ebû Hanîfe'ye göre, kızıllıktan sonra
beliren beyazlığın kaybolmasına kadar devam eder.
5- Yatsı
namazının vakti, akşam namazının vakti sona erince başlar ve fecir doğuncaya
kadar devam eder. Afdal vakti, ilk vaktidir. Gecenin üçte biri geçinceye kadar
geciktirmek de uygundur. Gece yarısına geciktirmekte bir sakınca yoktur.
Özellikle kapalı
havada ikindi namazını vakit girince geciktirmeden kılmak müstehabdır. Bu
hususta Resûlüllah (a.s.) Efendimiz ve ashabının ta'cili tavsiyeleri
vardır.
İlgili hadîsler:
Enes (r.a.)'den
yapılan rivayette, demiştir ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz, güneş henüz yüksekte ve iyice ortalığı yaktığı sırada ikindi
namazını kılar ve (Medine çevresindeki) köylere gidecek olan gidip döndüğünde
güneş hâlâ yüksekte bulunurdu."[66]
Yine Enes (r.a.)'den
yapılan rivayette, demiştir ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz bize ikindi namazını kıldırdıktan hemen sonra Benî Seleme
kabilesinden bir adam geldi ve: 'Ya Resûlâllah! dedi. Kendimize ait bir deveyi
kesmek istiyoruz ve sizin de orada hazır bulunmanızı arzu ediyoruz...' Bunun
üzerine Peygamber (a.s.) 'Evet' dedi ve hemen yürüdü, biz de onunla beraber
yürüdük, devenin henüz kesilmediğini gördük. Kesildi, eti parçalandıktan sonra
pişirildi ki, güneş henüz batmadan önce ondan yedik."[67]
Râfi' b. Hudayc
(r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki:
"Biz Resûlüllah
(a.s.) Efendimizle birlikte ikindi namazını kıldıktan sonra deve keser, onu on
kısma ayırır ve sonra da güneş henüz batmadan etini bişirip yerdik."[68]
Büreyde el-Eslemî
(r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki:
"Biz, Resûlüllah
(a.s.) Efendimizle beraber bir savaşta bulunuyorduk. Efendimiz (a.s.) bize:
"Hava kapalı
bulunduğu günde namazı erken kılın! Çünkü gerçekten kim ikindi namazını
kaçınrsa ameli boşa çıkar."[69]
Hadîslerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Özellikle
hava kapalı olduğu günlerde, fey'-i zeval hariç dikey cisimlerin gölgesi bir
mislini bulduğu saatla tesbit edilip ikindi namazını geciktirmeden kılmak
müstehabdır.
2- İkindi
namazından sonra hayvan kesip pişirmekte bir sakınca yoktur.
3- İkindi
namazını bir özür yokken kaçıran kimsenin o günkü amelleri boşa çıkar.
Hadîslerin ışığında
müctehid imamların görüş ve istidlalleri:
a)
Hanefîlere göre:
Hanefi imamları, bu
hususta Râfi' b. Hudayc ile Ebû Halabe rivâyetiyle istidlal ederek, ikindi
namazını, her şeyin gölgesi iki mislini hatta güneşin rengi sararmaya
yüztutmadan öncesine kadar geciktirmeyi müstehab saymışlardır.[70]
Nitekim Fetâvâ-yı Hindiyye'de şöyle denilmiştir: "İkindi namazını hemen
her zaman (yaz, kış, açık kapalı her mevsimde) güneşin hacmindeki göz alıcı
parlaklık değişmedikçe geciktirmek müstehabdır. Parlaklıktan maksat, bakıldığı
zaman gözün ferini almasıdır.[71]
b) Şâfiilere
göre:
Bu mezhep imamlarına
göre, fey-i zeval hâriç her şeyin gölgesi iki mislini buluncaya kadar ikindi
namazını geciktirmek onun ihtiyarî vaktidir. Şâfiiler bu mes'elede Cibril
hadîsiyle istidlal etmişlerdir.[72]
c) Hanbelilere
göre:
İkindi namazını vakit
girince hemen kılmak müstehabdır. Nitekim bu husus Ömer, İbn Mes'ûd, Aişe,
Enes, İbn Mübarek, Medine halkı, Evzâi, Şafiî ve İshak b. Rahûye'den
rivayet edilmiştir.
İbn Kalabe ve İbn
Şübrüme'ye göre, geciktirilmesi afdaldır.
Hanbeliler bu konuda
Râfil b. Hudayc ve Enes b. Mâlik hadîsleriyle istidlal etmişlerdir. Ayrıca şu
rivayeti de delil olarak göstermişlerdir: Ebû Ümame (r.a.) diyor ki:
"Ömer b.
Abdülâziz ile birlikte öğle namazını kılıp dışarı çıktık, Enes b. Mâlik'in
yanına girdiğimizde ikindi namazını kılar bir halde bulduk. Onun üzerine
kendisine:
"Ey Ebû Ammâre!
Bu kıldığın ne namazıdır?" diye sorduk. Bize şu cevabı verdi:
"İkindi
namazıdır, aynı zamanda bizim Rasûlüllah (a.s.) Efendimizle bu namazı kıldığımız
bir vakittir."[73]
d)
Mâlikîlere göre:
İbn Kasım diyor ki:
"İmam Mâlik,
ikindi vakti için iki misli gölge diye bir tahdid koymazdı, sadece şöyle
dediğini biliyorum: "Güneş henüz parlak ve gözalıcı iken namazı
kılın!"
Mâlikîler bu mes'elede
Hz. Ömer'in (r.a.) kendi amillerine yazdığı şu mektupla istidlal etmişlerdir:
"Şüphesiz ki, benim yanımda sizin en önemli işiniz, namazdır. Kim ona
devam edip muhafaza ederse, dinini korumuş olur. Kim de namazı zayi' ederse,
artık o (namazla birlikte) diğerlerini daha çok zayi' etmiş olur..."[74]
Zeylâî, beş vakit
namazı, özellikle ikindi namazını vakit girince hemen kılmanın afdaliyeti
üzerinde durarak şu hadîsleri nakletmiştir:
"Abdullah b.
Mes'ûd (r.a.) diyor ki:
"Resûlüllah (a.s.)
Efendimiz'den, "hangi namaz daha üstündür, daha faziletlidir?" diye
sorduğumda şu cevabı verdi:
"İlk vaktinde
kılınan namaz!.."[75]
Aynı hadîsi İbn
Huzeyme de kendi Sahîh'inde rivayet etmiş ve Ebû Nuaym kendi Mustahrac'ında ona
yer vermiştir. Hâkim de Müstedrek'ine alıp "hadisün sahîhün" demiştir.
Buhari ve Müslim bunu tahric etmemiştir.
"Abdullah b. Ömer
(r.a.)'dan yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu
söylemiştir:
"Namazın ilk
vakti Allah'ın rızasıdır; son vakti ise Allah'ın affıdır."[76]
Yani namazı ilk vaktinde
kılan Allah'ın hoşnutluğuna erer, son vaktine bırakıp kılan, farz namazı vakit
içinde eda ettiği için ilâhi affa mazhar olur. Ortasına gelince, o her yönüyle
rahmettir.
Aynı hadîsi Hâkim
kendi Müstedrek'inde şu lâfızla rivayet etmiştir:
"Amellerin hayırlısı,
ilk vaktinde kılınan namazdır."
Ancak Hâkim, hadîs
zincirinde yer alan Yakup b. Velîd üzerinde durmuş, onun şüpheyle
karşılandığına işarette bulunmuştur. Nitekim İbn Hibban, bu zatın hadîs
uydurduğunu söylerken Ahmed b. Hanbel onun bu vadide büyük yalancılardan biri
olduğunu belirtmiştir. Ebû Hatim ile Yahya b. Mâin de onun yalancı olduğunu
tesbit etmişlerdir.[77]
Bu konuda Darekutni'nin
İbrahim b. Zekeriyyâ'dan yaptığı rivayette ise hadîs şu fazlalıkla
nakledilmiştir:
"Vaktin evveli
Allah'ın rızasıdır, ortası Allah'ın rahmeti, sonu ise Allah'ın
gufranıdır."
İbn Cevzî bu rivayet
üzerinde durarak râvî İbrahim b. Zekeriya'nın münkerü'l-hadîs olduğunu
belirterek Ebû Hâtim'in onun için "meçhul" dediğini ve onun
rivayetinin münker olduğuna dikkat çektiğini söylemiştir. İbn Adiy onun zayıf
ravîlerden biri olduğunu kaydetmiş, Ahmed b. Hanbel ise, hadîsinin sabit
olmadığını belirtmiştir. Zehebî de bu zat üzerinde durmuş, hadîs,
otoritelerinin onun hakkındaki tesbitleri naklederek genellikle zayıf sayıldığını
belirtmeye çalışmıştır.[78]
Yine aynı konuda biraz daha
kısa olarak İbn Adiy el-Kâmil de Abdullah Meclâ, Osman b. Afvan'dan şunu
rivayet etmiştir:
"Vaktin evveli
Alah'ın rızası, sonu ise Allah'ın affıdır..."
Hadîsin Enes b.
Mâlik'ten rivayet edildiği bilinmektedir. Ancak ravilerinin çoğu meçhuldür.
Çünkü Abdullah Mevlâ Osman ile Abdülâziz tanınmayan kişilerdir. Nitekim Nevevî
el-Hulâsa adlı kitapta bu hadîsler hakkında şöyle tesbitte bulunup görüşünü
açıklamıştır: "Vaktin evveliyle ilgili hadislerin hemen hepsi
zayıftır."[79]
Konuyla ilgili diğer
bir hadisi Darekutni, İbrahim b. Fazıl'den, o da el-Makberi’den o da Ebû
Hüreyre (r.a.)'den rivayetle şöyle demiştir:
"Sizden biri namazı
vakti içinde kılar, oysa onu vaktin evvelinde terkeder ki, o kendisine
ehlinden ve malından daha hayırlıdır."
Zehebi, hadîsin
ravîlerinden İbrahim b. Fazıl üzerinde durup hadis otoritesi sayılan İbn
Main'in onun hakkındaki şu sözünü nakletmiştir: "Zayıftır, hadîsi
yazılmaz..." Marre ise, "o kayde değer bir ravî değildir" derken,
Nesâi onun metruk olduğunu belirtmiştir.[80]
Zeylâî, namazı vaktin
evvelinde kılmanın faziletiyle ilgili rivayetleri sıraladıktan sonra Buharî ve
Müslim'in ittifakıyla rivayet ettikleri şu iki sahîh hadisi naklederek, diğer
hadîslerden çoğunun zayıflığına rağmen manâ itibariyle sahîh olduklarını
belirtiyor:
Ebû Hüreyre (r.a.)
diyor ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz, ikindi namazını kıldıktan hemen sonra, bizden biri dönüp
konağına (Medine çevresindeki köye) giderdi de güneş henüz parlaklığıyla dururdu."[81]
Bir de yukarıda
naklettiğimiz Rafi' b. Hudayc hadîsidir ki, ikindi namazının vaktin evvelinde
kılınmasının afdaliyetini yansıtan en sahîh hadîslerden biridir.
Ebû Cafer Tahavî de,
ikindi namazının vaktin evvelinde kılınmasının fazileti üzerinde durarak
yirminin üstünde rivayete yer vermiştir. Biz onlardan birkaç tanesini
nakletmekle yetinmek istiyoruz:
"Enes b.
Mâlik'ten (r.a.) yapılan rivayette, demiştir ki:
"Biz ikindi
namazını kıldıktan sonra (cemaatten bir) kimse Benî Amir b. Avf kabilesine gider
ve onları ikindi namazını kılarken bulurdu."
Bu, Medine'de ikindi
namazının ilk vaktinde kılındığına delildir.
Yine Enes b. Mâlik
(r.a.) diyor ki:
"Rasûlullah
(a.s.) Efendimiz ikindi namazını kıldırdıktan sonra, (bizden) biri Küba'ya
giderdi de onları ikindi namazını kılarken bulurdu. Bir diğer rivayette, güneş
henüz yüksekte bulunurdu..."
"Ebû Ervâ diyor
ki:
"Ben, Peygamber
(a.s.) Efendimizle birlikte ikindi namazını kıldıktan sonra Zülhûleyfe'ye
gittim ve tekrar onlara (Medîne'dekilere) döndüm, güneş henüz batmamıştı."
Bu da ikindi
namazının, dikey eşyanın gölgesinin bir mislini bulunca kılındığının başlıca
delillerinden biridir.
Yukarıda nakledilen
rivayetlerin aksine, ikindi namazını geciktirmenin müstehab olduğuna delâlet
eden birçok rivayetler mevcuttur. Tahâvî bunlardan önemli bir kısmını
naklederek iki rivayet arasını telife çalışırken, ikindi namazının
geciktirilmesi hakkındaki rivâyetlerin ağırlık kazandığını dolaylı şekilde
anlatmak isteyerek şöyle demiştir: "Bu rivayetlerden sabit oldu ki, ikindi
vaktinde namaz kılınması uygun olan zaman, geciktirilmesine kail olanların
belirttiği zamandır." Bu, her şeyin gölgesi iki mislini bulduğu vakittir
ki, İmam Ebû Hanîfe'nin görüş ve ictihadıdır. Tahâvi, Hanefî mezhebine bağlı
bulunduğu için, bu görüşü tercih etmiştir.[82]
Konuyla ilgili diğer
tesbitler ve tahliller:
Fethû'l-allâm sahibi,
ikindi namazını ilk vaktinde kılmakla ilgili hadîsleri rivayet ettikten sonra,
her şeyin gölgesinin bir mislini bulunca ikindinin ilk vakti olduğuna işaretle
bu görüşte olanların ictihadının ağırlık kazandığını dolaylı şekilde ifade
ediyor.[83]
Konunun baş kısmında
ise naklettiğimiz dört hadîsten üçünün sıhhatında ittifak vardır. O bakımdan
ikindi namazını ilk vaktinde kılmanın afdal olduğu ortaya çıkıyor.
1- İkindi
namazını ilk vaktinde kılmak afdaldır.
2- İkindi
namazının ilk vakti, fey'-i zevâi hariç dikey cismin gölgesi bir mislini
bulunca başlar.
3- Özellikle
hava kapalı olduğu günlerde ikindi namazını ilk vaktinde kılmak müstehabdır.
4- İkindi namazını
vaktinde kılmayıp, bir özürü olmadığı halde kaçıran kimsenin o günkü ameli
boşa çıkar.
İkindi namazı
"salat-i vüsta" mıdır?
Bilindiği gibi,
Kur'ân-ı Kerîm'de özellikle "salat-i vüsta" üzerinde durulmuştur.
Bakara sûresi 238. âyette şöyle buyuruluyor:
"Namazlara, özellikle
orta namaza devam edin, onu gerektiği gibi koruyun ve Allah'a saygı ve korku
dolu bir gönül ile elbağlayıp durun!"
Hadîslerde de o
nisbette bu namazın fazileti üzerinde durulmuş ve ümmetin dikkati, namazı,
özellikle orta namazı muhafazaya çekilmiştir.
Bunun birtakım
sebep ve hikmetleri vardır.
a) İkindi
vakti duaların en çok kabul olunduğu bir zaman parçasıdır.
b) Şehir ve
kasabalarda alım-satımın en çok hareketlendiği bir dönemdir. Kendini dünyalığa
kaptıran her mü'minin o saatte işini bırakıp Hakk'a yönelmesi kadar eğitici,
yönlendirici, ahlâk ve fazilet verici bir şey yoktur.
c) Köylerde
tarla ve bahçede havanın serinlemesinden yararlanılarak daha verimli bir
çalışmaya girişilir, yorgunluk başlar. Böyle bir sırada abdest alıp ikindi
namazını kıldırmak kadar ruh ve bedeni dinlendiren başka bir şey düşünülemez.
d) Rahmet
meleklerinin sabahleyin ve bir de ikindi vakti en çok inip, rahmet saçtığı
vakitlerdir. Bundan yararlanmak için, bu namazları vaktinde gönül huzuru içinde
kılmak gerekir.
Konuyla ilgili
hadîsler:
Hz. Ali'den (r.a.)
yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz'in Ahzâb savaşında şöyle dediği
tesbit edilmiştir:
"Onlar bizi güneş
batıncaya kadar salât-i vüsta'dan meşgul edip alıkoydukları gibi, Allah
onların kabirlerini ve evlerini ateş doldursun."[84]
Müslim, Ebû Dâvud ve
Ahmed'in tesbitinde hadîsin son cümlesi şu lâfızla rivayet edilmiştir:
"Bizi salât-i vüsta
-ikindi namazından- meşgul edip alıkoydular..."
Yine Hz. Ali (r.a.)
diyor ki:
"Biz, salât-i
vüsta'yı sabah namazı olarak biliyorduk. Bunun üzerine Resûlüllah (a.s.)
Efendimiz, "O, ikindi namazıdır" buyurdu."[85]
İbn Mes'ud (r.a.)'den
yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'i, Hendek savaşında müşrikler o
kadar meşgul ettiler ki, güneş kızarmaya veya sararmaya yüztuttuğu halde, O
hâlâ ikindi namazını kılamamıştı. Bunun üzerine Resûlüllah (a.s.) şöyle
bedduada bulundu:
"Bizi salât-i
vüsta ikindi namazı'ndan alıkoyup meşgul ettiler; Allah onların içlerini ve
kabirlerini ateşle doldursun. Allah onların içlerini ve kabirlerini vakşetle
doldursun!"[86]
İbn Mes'ûd (r.a.)
diyor ki, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, "Salât-i vüsta ikindi
namazıdır" buyurdu.[87]
Semure b. Cündüb
(r.a.)'den yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Salât-i vüsta
(orta namaz), ikindi namazıdır."[88]
Ahmed b. Hanbel'in yaptığı
rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz buyurdu ki:
"Namazlara,
özellikle salat-i vüsta (orta namaza) devam ediniz!"
Böylece Peygamber
(a.s.) bize onun ikindi namazı olduğunu ismen bildirdi.[89]
Berâ' b. Azıb
(r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki: "Namazlara, özellikle
ikindi namazına devam edin..." mealindeki âyet indi, biz de onu
Allah'ın dilediği kadar okuduk. Sonra o âyeti neshetti ve "Namazlara
özellikle orta namaza devam edin, onu gerektiği gibi koruyun..." mealindeki
âyet indi. O zaman bir adam şöyle dedi: O takdirde, salat-i vüsta ikindi
namazıdır.[90]
Ebû Yunus Mevlâ, Hz.
Aişe (r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki:
"Hz. Aişe
kendisine bir mushaf yazmamı emretti ve şöyle tenbihte bulundu: Namazlara,
özellikle orta namaza devam edin, mealindeki âyete geldiğinde bana haber ver!
Ben de o âyete gelince ona haber verdim. Bana o âyeti şöyle yazdırdı:
"Namazlara, özellikle orta namaza ve ikindi namazına devam edin..."
Hz. Aişe (r.a.)
devamla şöyle dedi:
"Ben bunu
Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'den işittim..."[91]
Hadîslerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Salât-i
vüsta, ikindi namazıdır. Biz buna "orta namaz" diyoruz.
2- Orta
namazın ayrı bir fazileti ve başka bir hususiyeti vardır.
3- İkindi
namazını -müşriklerin saldırısından dolayı- kaçıran Resûlüllah (a.s.)
Efendimiz'in çok üzüldüğü ve bu yüzden müşriklere betduada bulunması, namazın
ve özellikle ikindi namazının önemini yansıtmaktadır.
Hadîsler üzerinde
tahliller ve görüşlerle rivayetler:
49 nolu Hz. Ali (r.a.)
hadîsi sahihtir. Muhalefet eden olmamıştır.
50 nolu yine Hz. Ali
(r.a.) hadîsini İbn Mehdi şu tarikle rivâyet etmiştir: Ubeyde'ye dedim ki, Hz.
Ali'den salât-ı vûsta'yı sor. O da sorduğunda Hz. Ali (r.a.) şöyle demiştir:
"Bizler salât-i
vüsta'yı sabah namazı olarak görüyorduk. Ama Hendek günü Rasûlüllah'ın şöyle
dediğini işittim:
"Bizi salât-i
vüsta, ikindi namazından alıkoyup meşgul ettiler!"
Bu rivayet de,
salât-i-vüsta'nın ikindi namazı olduğuna açık ve net biçimde delâlet ediyor.
Bununla beraber bu
rivayetlerin hilâfına bazı rivayetler daha tesbit edilmiştir:
Zeyd b. Sabit
(r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz öğle namazını günortasında sıcağın iyice arttığı bir zamanda
kılardı. Hiçbir namaz bundan daha çok ashaba ağır gelmezdi. Bunun üzerine "Namazlara,
özellikle orta namaza devam edin..." mealindeki âyet indi ve
Resûlüllah (a.s.) şöyle buyurdu:
"Şüphesiz ki, öğle
namazından önce iki namaz, sonra da iki namaz vardır."
Böylece salât-i vüsta,
öğle namazı oluyor.[92]
Üsâme b. Zeyd
(r.a.)'den yapılan rivayette salât-i vüsta hakkında şöyle demiştir: "O, öğle namazıdır. Resûlüllah (a.s.)
Efendimiz öğle namazını günortasında iyice sıcakta kılardı da arkasında ancak
bir veya iki saf cemaat bulunurdu. İnsanların çoğu sıcaktan gölgeliğe çekilmiş
ve ticaretiyle meşgul bulunurlardı. Bunun üzerine Allah, Bakara sûresi 238.
âyeti indirdi."[93]
O bakımdan ilim
adamları "salât-ı vüsta" hakkında farklı yorum ve görüşler ortaya
koymuşlardır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
1- Salât-i
vüsta -orta namaz- ikindi namazıdır. Ashab-ı kirâm'dan Hz. Ali, Ebû Eyyub,
Abdullah b. Amir b. As, Hz. Aişe, Hz. Hafsa, Hz. Ümmü Seleme; tabiînden Ubeyde
es-Selmanî, Hasan el-Basrî, İbrahim Nahaî, Kelbî, Katâde, Dehhak, Mukatil, Ebû
Hanife, Ahmed, Davud b. Münzir bu görüştedirler.
2- Salât-i
vüsta, öğle namazıdır.
el-Vahidî bunu Zeyd b.
Sabit'ten, Ebû Said el-Hudfîden, Usâme b. Zeyd'den, Hz. Aişe'den rivayet
etmiştir. İbn Müzir de Abdullah b. Şeddad'dan, el-Mehdı Bahır'da Hz. Ali'den
(r.a.) rivayet etmiştir.
3- Salât-i
vusta sabah namazıdır.
Bu, imam Şafii'nin
görüş ve ictihadıdır. Nevevî aynı hususu Ömer b. Hattab'dan, Muaz b. Cebel, İbn
Abbas, İbn Ömer, Câbir, Atâ', İkrime, Mucahid, Rebî' b. Enes, İmam Mâlik b.
Enes ve Şafii'nin hemen bütün arkadaşlarından rivayet etmiştir. Maverdî ise,
Şafiî'nin mezhebi onun ikindi namazı olduğu hakkındadır. Çünkü bu konuda sahih
hadîsler mevcuttur, demiştir.
İmam Şafiî'nin,
"sabah namazıdır" demesine gelince, ikindi namazı olduğu hakkındaki
sahih hadisler ona o zaman ulaşmamış bulunuyordu. Oysa o hadîslerden haberli
olsaydı, mutlaka, salât-ı vüsta, ikindi namazıdır, derdi. Çünkü onun mezhebi,
daha çok hadîslere dayanmaktadır.
4- Salât-i
vüsta akşam namazıdır. Kubeyse b. Züayb bu görüştedir.[94]
5- Salât-i
vüsta yatsı namazıdır.
İbn Seyyidünnas bunu
bazı ilim adamlarına nisbet etmiştir. el-Mehdî ise el-Bahır adlı kitapta,
İmamiyye mezhebinin görüşünün de bu doğrultuda olduğunu belirtmiştir.
6- Cuma
günündeki cuma namazıdır. Diğer günlerde ise öğle namazıdır. Bunu Kadı İyaz,
bazı ilim adamlarından nakletmiştir.
7- Bu da beş
vakit namaz içinde kapalı kalıp bilinmeyen hususlardan biridir, yani hangi
vakit namazı olduğu kesinlikle bilinmemektedir. Bunu, İbn Seyyidünnas, Zeyd b.
Sâbit'ten, Rebi' b. Haysem' Saîd b. Müseyyeb Nâfi', Şürayh ve benzeri ilim
adamlarından nakletmiştir.
8- Beş vakit
namazın hepsidir.
Bunu Kadı ile Nevevî
nakletmişlerdir. Aynı zamanda İbn Seyyidünnâs bazı ilim adamlanndan rivayet
etmiştir.
9- Yatsı ve
sabah namazlarıdır.
Bunu İbn Muksim kendi
tefsirinde nakledip Ebû Derda'ya (r.a.) nisbet etmiştir.
10- Sabah ve
ikindi namazlarıdır.
Bu, Ebûbekir
el-Ebherî'nin görüşüdür.
11- Cemaatle
namaz kılmaktır.
Bu, İmam Ebû Hasan
el-Mâverdî'den nakledilmiştir.
12- Korku
namazıdır.
Bu, Dimyatî'nin
görüşüdür ki, şöyle demiştir:
"İlim ehlinden güvenilir
kişiler bu yorumu bize bildirdi..."
13- Vitir
namazıdır.
Bu, Ebû Hasan Ali b.
Muhammed es-Sahavî'nin görüşüdür.
14- Kurban
bayramı namazıdır.
İbn Seyyidinnas
Tirmizi şerhinde nakletmiştir.
15- Ramazan
bayramı namazıdır. Bunu Dimyatî nakletmiştir.
16- Sadece
Cuma namazıdır. Bunu İmam Nevevî zikretmiştir.
17- Kuşluk
namazıdır.
Bunu Dimyatî bazı
şeyhlerden nakletmiştir.
Birincilerin delili,
konunun başında Enes (r.a.) ile Büreyde hadisidir. Sahih olan da budur. İlim
adamlarının çoğunun ittifakı vardır. Öğle ve diğer vakitler olduğu hakkındaki
rivayetler, sözü edilen sahih ve muttafakun aleyh hadîs karşısında istidlale
pek salih görülmez.
İkinciler ise, öğle
namazının tam ortada bulunduğunu, aynı zamanda Müsned-i Ahmed'de "salât-i
vüsta" ile ilgili âyetin iniş sebebini dikkate almışlardır ki hem o
hadîs, hem iniş sebebi üzerinde ittifak yoktur.
Üçüncüler ise, sabah
namazının uykunun iyice tatlı olduğu zamana rastladığını ve mutlaka
kaçırılmaması hakkında sahîh rivayetlerin bulunduğunu delîl göstermişlerse de,
bu da sözü edilen sahîh hadîsler karşısında hüccet sayılmaz.[95]
Diğerlerinin de
seçtikleri delillerin çoğu yetersizdir. Böylece orta namazın ikindi namazı
olduğu hem ağırlık, hem sıhhat kazanmıştır.
52 nolu İbn Mes'ûd
hadîsi sahihtir ki, Müslim tahric etmiştir.
53 nolu Semure
hadîsini Tirmizi hasenlemiştir. Aynı zamanda tefsir bölümünde sahih olduğunu
kaydetmiştir. Ancak Hasan'ın Semüre'den işittiği ihtilâf konusudur:
a) Şu'be'ye
göre, ondan işitmemiştir.
b) Buhari ve
Ali b. Medenî'ye göre, Hasan'ın ondan işittiği sahîhtir. O bakımdan hadisin
hasen ve sahih olduğu ağırlık kazanmış oluyor.
54 nolu Ahmed b.
Hanbel rivayetine gelince, Hafız İbn Seyyidünnas Tirmizî şerhinde ondan
söz etmişse de üzerinde pek
konuşmamıştır. Ancak Sahihayn'deki sahih rivayetler ona şehadet etmektedir.
55 nolu Berâ' hadîsini
Müslim, Şakıyk b. Akabe tarikiyle tahrîc etmiştir. Ancak Müslim'de Şekıyk'den
bundan başka hiçbir rivayet nakletmemiştir.
56 nolu Amir b. Nâfi'
hadîsi, salât-i vüsta'nın ikindi namazı olduğuna dair âyet bulunduğuna delâlet
ediyor. Zira Hz. Aişe (r.a.)'nin yazdırdığı ilk hatıra gelen ancak Kur'ân
âyetlerinden bir parça olabilir. Oysa Kur'ân âyetleri tevatür yoluyla sabit
olmuştur. Amir b. Nafî' ise "haber-i vahid" sınırında kalmıştır. O
halde Hz. Aişe'nin; "ve salâtü'1-asri" sözü âyet olamaz. Sadece
salât-i vüsta'nın ikindi namazı olduğuna delâlet eden bir rivayet derecesinde
kalır.
57 ve 58 nolu Zeyd ve
Üsâme hadislerine gelince: Birincisi hakkında Ebû Dâvud ve Münzir'i susup
konuşmamışlar. Buharı Tarih'de tahric etmiş, Nesâi ise sıkat (güvenilirler)
sayılan ricale isnad ederek rivayet etmiştir. Buna benzer bir rivayeti
Muvatta'da görmekteyiz. Tirmizî de Zeyd'den rivayet etmiştir.
İkincisini ise, Nesâî,
İbn Meni', İbn Cerir rivayet etmiş, ez-Ziya ise, Muhtarat'te nakletmiştir.
Ricali ise, Nesâi'nin Sünen'inde
geçtiği üzere güvenilir kişilerdir.
Hadislerin sahih
olduğu kabul edilse bile, ikindi namazı olduğuna dair rivayetler derecesinde
iddia edilemez. Nitekim ilim adamlarının çoğunun da görüş ve tesbiti bu
doğrultuda görülmüştür.
Namaz vakitleri
hakkında icmali bilgi verdikten sonra önemine binâen tafsili bigi vermeyi uygun
gördük. Akşam namazı özellikle 45. dereceden itibaren bazı ülkelerde yılın bazı
mevsinılerinde çok kısa bir zaman parçasıyla bağlı kalır, hattâ yatsı namazını
kılmaya vakit bile kalmaz. Normal yerlerde de bir saatle, rivayetlerin ihtilâfına
göre birbuçuk, iki saat kadar bir süreyle sınırlanır. Anlaşıldığı gibi, mesele
hayli karamaşıktır. İlgili hadisleri ve ilim adamlarının görüş, ictihad ve
istidlallerini naklettikten sonra tam açıklığa kavuşabilir.
Seleme b. Ekva'
(r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki:
"Doğrusu
Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, akşam namazını güneş batıp hicap ile örtününce
kılardı."[96]
Ukbe b. Amir
(r.a.)'den yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğunu
söylemiştir:
"Ümmetim akşam
namazını yıldızlar ortaya çıkıncaya kadar geciktirmediği sürece hep hayır ve
fıtrat üzere olacak!"[97]
Mervan b. Hakem'den yapılan
rivayette, demiştir ki: Zeyd b. Sabit (r.a.) bana şöyle dedi:
"Sana ne oluyor
da akşam namazında kısar-ı mufassal'ı okuyorsun? Oysa Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'den
tuveli't-tuleynî okuduğunu
işittim."[98]
"Kısar-ı
mufassal" Muhammed sûresinden Kur'ân'ın sonuna kadar devam eden
sûrelerdir, "tuvel-i tulayn" ise A'raf ve En'am sûreleridir.
Hadîslerin açık
delâletinden anlaşılan hükümler:
1- Akşam
namazı, güneş batıp iyice kaybolunca kılınır. Bu aynı zamanda akşam namazının
ilk vakti kabul edilir.
2- Akşam
namazını, yıldızlar henüz çıplak gözle görülemiyecek bir vakitte kılmak
afdaldır. Bazı alimlere göre, yıldızlar gözükmeden önce kılmak müstehabdır,
gözüktükten sonra kılmak ise mekruhtur.
3-
Resûlüllah (a.s.) Efendimizin akşam
namazında En'am ve A'raf sûrelerini okuduğu, böylece bu namazı uzun
sûrelerle eda ettiği anlaşılıyor.
Hadîslerin ışığında
müctehid imamların görüş ve istidlalleri:
a)
Hanefilere göre:
Hemen her mevsimde ve
her bölgede akşam namazını vakit girince kılmak müstehabdır.[99]
b) Şafiîlere
göre:
Akşam namazının beş
vakti vardır. Fazilet, ihtiyar, cevaz, özür ve zaruret. Birinci ve ikinci
vakit, vaktin evvelidir, güneş iyice battıktan sonra akşam namazını kılmak
afdaldır. Üçüncüsü, ufukta beliren kızıllık henüz kaybolmadan akşamın sonuna
doğru olan vakittir. Namazı vaktin evvelinde kılamayıp belirtilen süreye
geciktirerek kılanın namazı caizdir. Dördüncüsü, akşam ile yatsı namazının
yatsı vaktinde cem'edilip birlikte kılınma vaktidir ki, Şâfiilere göre, seferde
bu kabil cem'-i te'hîr ve cem'-i takdim yapmak caizdir. Hanefîlere göre,
sadece hacc mevsiminde Arafat'tan Müzdelife'ye gidilirken akşam namazı yatsı
vaktine geciktirilerek ikisi yatsı vaktinde kılınır. Beşincisi zaruret
vaktidir ki, vaktin en sonuna geciktirilip sadece farz eda edilecek kadar kalan
vakittir.[100]
Bu açıklamadan
anlaşılıyor ki: Akşam namazını vaktin evvelinde kılmak fazileti camî'dir.
c)
Hanefîlere göre:
Özür durumu dışında
akşam namazını vaktin evveline alıp, kılmak müstehabdır, bu hususta ayrı bir
görüş ortaya koyan olmamıştır. Nitekim Ashab-ı kiram ve onlardan sonra gelen
ilim adamlarının da görüş ve tavsiyeleri bu doğrultuda cereyan etmiştir.[101]
Hanbelîler de bu mesele
hakkında Cabir (r.a.), Rafi' b. Hudeyc hadîsleriyle istidlal etmişlerdir.
d)
Mâlikîlere göre:
İmam Mâlik bu konuda
şöyle demiştir:
"Akşam namazının
vakti, yolculuk halinde olmayıp evinde, memleketinde eyleşik olanlar için
güneşin batmasıyla başlar, vaktin evvelinde kılmaları müstehabdır. Yolculuk
halinde bulunanlara gelince, onların bir mil kadar mesafe katettikten sonra
konaklayıp kılarlar. Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'e Melek Cibril iki günde namaz
kıldırırken akşam namazını her iki günde de aynı vakitte, güneş battıktan hemen
sonra kıldırmıştır. İbn Ömer (r.a.) da yolculukta akşam namazını biraz geciktirirdi.[102]
Cibril'in, biri güneş battıktan hemen sonra, biri de kızıllık sakıt oluncaya
(yakın) vakitte kıldırdığı da rivayet edilmiştir.[103]
Nitekim Rafı' b. Hudayc (r.a.) diyor ki:
"Akşam namazını
Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'le beraber
kıldıktan sonra bizden birimiz (Mescid'den) ayrılıp çıktığında (atacağı) okun
yerini görebiliyordu."[104]
Bu hadîs, akşam
namazının vakit girince hemen kılınmasına, namaz kılınınca aydınlığın henüz
devam ettiğine delâlet etmektedir.[105]
Diğer rivayetler,
görüşler, yorumlar ve tahliller:
Mâlikîler daha çok İbn
Ebi Davud'un da rivayet ettiği Ebû Saîd el-Hudrî (r.a.) ile Rafi' (r.a.) hadîsleriyle istidlal etmişlerdir.
Ebû Cafer et-Tahavî de
bu rivayeti almış ve delil olarak göstermiştir.[106]
61 nolu Seleme
hadîsinin bir benzerini Ahmed b. Hanbel, Câbir'den, Taberâni, Zeyd b.
Halid'den, Ahmed ve Ebû Dâvud, Enes'den; Tirmizî Ümmu Habibe'den; İbn Mace,
Abbas b. Abdulmuttalib'den rivayet etmiştir. Tirmizî, Abbas b. Abdülmuttalib'in
hadîsinin mevkuf olduğunu tesbit etmiştir ki, en sahih olan da budur. İbn Ebî
Hatim el-İlel'de Ubey b. Ka'b'den rivayet ederek hadisin sıhhatına ağırlık
kazandırmışlardır.
62 nolu Ukbe hadîsini
aynı zamanda Hâkim Müstedrek'inde tahrîc etmiştir. İbn Mâce, Hâkim ve bir de
İbn Huzeyme kendi Sahîh'inde mezkûr hadisi şu lâfızla rivayet etmişlerdir:
"Ümmetim akşam
namazını yıldızlar ortaya çıkıncaya kadar geciktirmediği sürece fıtrat üzere
olmaya devam edecek."
Muhammed b. Yahya,
hadîsin muzdarip olduğunu, söylemiştir. Ancak başka tariklerden de bu mana da
birçok rivayet yapıldığı için, hadisle istidlalde bulunabilir.
63 nolu Mervan
hadîsine gelince: Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in akşam namazında devamlı uzun
sureleri okuduğu söylenemez. Çünkü gerek Buhari ve Müslim'in gerekse diğer
güvenilir muhâddislerin yaptıkları tesbitlere göre, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz
bazan Tür sûresini, bazan Saffât sûresini, bazan Hâ-mîm Duhân sûresini, bazan
Sebbih İsmi sûresini, bazan Tin sûresini, bazan Muavvazateyn'i ve bazan da
Murselât'ı okumuştur.[107]
Zeylâi aynı anlamdaki
hadîsi birkaç tarîkten rivayet etmiştir. Ebû Davud'un, "Ümmetim akşam
namazını acele ettiği, yatsıyı geciktirdiği sürece hep hayır üzere
olacaktır!" mealindeki rivayetini garip olarak vasıflandırmış ve
savaşçı olarak Mısır'a giden Ebû Eyyûb'un Akabe b. Amîr'e şöyle dediğini
nakletmiştir. Akabe, akşam namazını geciktirdikten sonra kıldı. Bunun üzerine
Ebû Eyyûb ona: "Ya Akabe! Bu ne namazıdır?" diyerek uyarıda bulundu,
Akabe, "Meşguliyetimiz vardı" diye cevap verince, Ebû Eyyûb,
"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in, "Ümmetim akşam namazını
geciktirmediği sürece hayır üzere olacak" buyurduğunu işitmedin mi?
diyerek bilgi yerdi.[108]
Aynı hadîsi Hâkim
el-Müstedrek'te rivayet ettikten sonra şöyle demiştir:
"Müslim'in şartına
göre sahihtir." İbn Ebî Hâtım, Hayat'tan, o da İbn Lehîa'dan, o da Yezîd
b. Ebi Habîb'den, o da Eslem Ebû İmran'dan o da Ebû Eyyub'dan şu lâfızla
rivayet etmiştir:
"Yıldızlar
doğmadan önce akşam namazını kılmakta acele ediniz!"
Ünlü hadis âlimi Ebu
Zer'â, bu kanaldan rivayet edilen hadisin sahih olduğunu belirtmiştir.
Böylece rivayetlerin
tamamı, akşam namazını vakit girince geciktirmeden kılmanın müstehab olduğuna
delâlet etmektedir. Nitekim müctehid imamlar da aynı görüştedirler.
Akşam namazını vakit
girince geciktirmeden kılmanın müstehab ye fazileti cami' olduğunu
belirtmiştik. Ancak akşam namazının vakti girdiğinde sofra kurulup yemek
hazırlanmışsa, o takdirde vakti kaçırmak söz konusu değilse, önce oturup yemeği
yemek, sonra kalkıp akşam namazını kılmak müstehabdır.
Bunun sebebi açıktır: Hazır
olan yemek acıkmış bulunan kimsenin kafa ve kalbini meşgul edebilir. Oysa namaz
dikkat ve huzur isteyen bir ibâdettir.
İlgili hadîsler:
Hz. Aişe (r.a.)'den
yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu
söylemiştir: "Namaz ikame edilmek üzere iken akşam yemeği hazır
olursa, önce yemeğe başlayın!"[109]
İbn Ömer (r.a.)'den yapılan
rivâyette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Sizden
birinin akşam yemeği (sofraya) konulur da namaz ikame edilmek üzere olursa,
akşam yemeğine başlasın, yemeği bitirip kalkıncaya kadar acele etmesin."[110]
Enes (r.a.)'den yapılan
rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Akşam yemeği
takdim edilince, akşam namazından önce ona başlayın ve akşam yemeğini (yerken,
vakit müsaitse) acele etmeyin."[111]
Nitekim İbn Ömer
(r.a.) için yemek konulur ve namaz da kılınmak üzere olunca, yemeği yiyip
karnını doyurmadan namaza kalkmazdı ki, o sırada imamın kıraat sesini duyardı.[112]
Hadîslerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Akşam
vaktinde namaza ikamet edilirken, sofra da konulmuş bulunursa, önce akşam yemeğini
yemek sonra kalkıp namaz kılmak müstehabdır.
2- Diğer
namazlarda da -cuma ve bayram müstesna olmak uzere- yemek hazır ise, önce
yemeği yemenin müstehab olduğu kabul edilmiştir.
Bu ikinci hükmü ilim
adamları Müslim'in rivayet ettiği şu hadisle istidlal ederek istihbabına kail
olmuşlardır: "Yemek hazır olunca, namaz kılınmaz." Ancak bunun
birtakım istisnaları vardır:
a) Cuma ve
bayram namazlarında yemek hazır olsa bile önce namaz kılınır. Çünkü bu iki
namazın kazası olmadığı gibi, münferiden kılınması da caiz değildir.
b) Vakit
daraldığı, yemek yenilinceye kadar vaktin çıkacağı söz konusu olduğu zamanlarda
önce namaz kılınır.
Müctehid imamların
görüş ve yorumu:
a) Hanefîlere göre, yemek hazır olduğu zaman, namaza
durulursa, bu kalbi hem meşgul eder, hem de namazdaki huşu'a engel olabilir. O
bakımdan zorlayıcı bir sebep yoksa yemeğe öncelik tanınmak müstehabdır.
b) Şafiîlere göre: Yemeğe ihtiyâç hissediliyorsa, o
takdirde öne alınması müstehabdır.
c)
Hanbelîlere göre: Açlık hissediliyor, yemeğe de iştiha varsa, o takdirde önce
yemeğe oturmak sünnettir. Diğer bir rivayette, vâcibdir.
d)
Mâlikîlere göre: Yemek hafif cinsten ise, fazla vakit almıyacak ve mideyi de
tıka-basa doldurmayacaksa, o takdirde önce yemeğe oturmak müstehabdır.[113]
e) İbn Hazım
ve Zahiriler hadîsin zahiriyle istidlal ederek, vakti kaçırma söz konusu
değilse, akşam namazından önce hazır bulunan yemeği yemek sünnettir veya
vâcibdir.
f) Ebûbekir,
Ömer, İbn Ömer, Ahmed ve İshak da aynı görüştedirler.
g) el-Irakî
ve es-Sevr'e göre, yemeği öne almak vâcibdir. O bakımdan yemek hazır beklerken
namaz kılmak hükümsüzdür.
h) Cumhara
göre, yemek hazır olduğu halde namaza durmak mekruhtur.
Cumhur bu hadîslerle,
cemaatle namaz kılmanın vâcib olmadığını istidlal etmiştir.[114]
1- Akşam
yemeği hazır bekliyorsa, önce oturup açlığı gidermek, sonra kalkıp akşam
namazını kılmak müstehabdır.
2- Cuma ve
bayram namazları dışında namazlarda da, yemek hazır olduğu takdirde önce yemek
yenilir, sonra namaz kılınır. Böyle yapmak da müstehabdır.
3- Vakit
daralmışsa, yemek yenilinceye kadar vaktin çıkması muhtemelse, önce namaz
kılmak gerekir.
4- Yemek
yeme ihtiyacını duymayan, karnı tok olan kimsenin akşamleyin yemek hazır olsa
bile, önce namaza durması müstehabdır. Çünkü sofraya oturmaktan maksat, açlığı
gidermek hissedilen iştihaya cevap vermektir.
Bilindiği gibi, akşam
namazı, üçü farz, ikisi sünnet olmak üzere beş rek'attır. İki rek'at sünnet,
müekkettir. Resûlüllah (a.s.) Efendimiz ona hep devam etmiştir.
Akşam farzından önce
iki rek'at namaza gelince, bu husustaki rivayetler ve ilim adamlarının tesbit,
görüş ve yorumlan farklıdır.
İlgili hadîsler:
Enes (r.a.)'den
yapılan rivayette, demiştir ki:
"Müezzin ezan
okuyunca Peygamber (a.s.) Efendimiz'in ashabından hayli kimseler acele ile
(Mescid'deki) sütunlara doğru durup namaz kılarlardı. Tâ ki, Peygamber (a.s.)
çıktığı vakit onları akşam namazından önce iki rek'at namaz kılmakla meşgul bir
halde bulurdu. Ezan ile ikamet arasında ise çok birşey yoktu.[115]
Bir başka rivayette
ise, "ezan ile ikamet arasında pek az bir şey kalırdı."
Diğer bir lâfızla
hadis şöyle rivayet edilmiştir:
"Bizler,
Resûlüllah (a.s.) Efendimiz zamanında akşamın farzından önce, güneş battıktan
sonra iki rek'at namaz kılardık. " Bunun üzerine Enes'e denildi ki:
"Resûlüllah
(a.s.) da o iki rek'atı kılar mıydı?" O da şu cevabı verdi:
"Bizim
kıldığımızı görürdü de ne kılmamızı emreder, ne de bizi ondan men'ederdi."[116]
Abdullah b. Muğaffel
(r.a.)’den yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Akşamın
farzından önce iki rek'at kılın!"
Sonra yine:
"Akşam
farzından önce iki rek'at kılın!"
Sonra üçüncü defa şöyle
ilâve etti:
"Arzu eden
kimse için..."
Bununla insanların o
iki rek'ati sünnet edinmelerinden hoşlanmadığını bildiriyordu.[117]
Diğer bir rivayette
ise, şöyle buyurmuştur:
"Her iki ezan
(ezan ile ikamet) arasında bir namaz, her iki ezan arasında bir namaz
vardır."
Sonra da üçüncü seferinde
şöyle buyurdu:
"Dileyen
kimse."[118]
Ebû'l-Hayr'dan yapılan
rivayette, demiştir ki, "Ukbe b. Amir'e gelip dedim ki: Ebû Temîm'den
hayretle karşılayacağın bir halden söz edeyim mi? Akşam namazından önce iki
rek'at namaz kılıyor." Bunun üzerine Ukbe şöyle dedi:
"Şüphesiz ki biz,
Resûlüllah (a.s.) zamanında öyle yapardık..." Ben de, "peki sizi
şimdi onu yapmaktan alıkoyan nedir?" diye sorduğumda,
"meşguluyet..." diye cevap verdi.[119]
Hadîslerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Akşam
ezanı okunduktan hemen sonra iki rek'at namaz kılmak müstehabdır.
2- Hz. Peygamberin
(a.s.) Mescid'e geldiğinde ashabının sütunlara doğru iki rek'at namaz
kıldıklarını görüp sesini çıkarmaması, onun cevazına delâlet eder.
3- Hz.
Peygamber'in (a.s.) üç defa üstüste "akşam farzından önce iki rek'at
kılın" buyurması ve son defasında, "dileyen için..."
diye ilâve etmesi, bu namazın istihbabına delâlet eder.
4- İki ezan
arasından maksat, ezanla ikamet arasıdır. O halde her ezan ile ikamet arasında
iki rek'at namaz kılmak müstehabdır.
Müctehid imamların
görüş, istidlal ve yorumları:
a) Ashab ve
Tabiîn'den bir cemaat bu namazı müstehab saymış eve kılmışlardır. Delilleri
ise, yukarıda naklettiğimiz hadislerdir.
b) Ahmed b. Hanbel ve İshak b. Rahûye'ye göre de müstehabdır.
c) İmam Ebû
Hanîfe, İmam Mâlik ve bu iki mezhebe bağlı olan diğer ilim adamlarına göre
müstehab değildir. Nitekim dört halîfeden de bu anlamda rivayet yapılmıştır,
yani onlara göre de müstehab değildir.
d) İmam
Nahâî'ye göre, bid'adır.
Müstehabdır diyenlerin
delili, yukarıdaki hadîsler ile İbn Hibbân'ın Abdullah b. Muğaffel (r.a.)'den
yapılan rivayettir. Böylece onlara göre, bu iki rek'atın cevazı Peygamber
(a.s.) Efendimiz'den kavlen, fîlen ve takriren sabit olmuştur.
Mekruhtur diyenler,
Akabe b. Amir (r.a.)'in hadîsiyle ihticac etmişlerdir. Çünkü o hadîse göre, akşam
namazını geciktirmeden hemen kılmak müstehabdır. O bakımdan Hanefîler, akşam
namazından önce iki rek'ât namaz kılmanın mekruh olduğunu söylemişlerdir.[120]
Çünkü farzdan önce kılınan bu namazla asıl müstehab olan akşam farzının hemen
kılınması geciktirilmiş olur.
e) Şâfiîlere
göre:
Akşam farzından önce
iki rek'at hafif namaz kılmak, gayr-i müekkeddir. Çünkü Ebû Davud ile başka
hadîs âlimlerinin rivayet ettikleri hadiste bu hususta emir vardır. Aynı
zamanda Buhari ve Müslim'in naklettikleri hadîste "Her iki ezan (ezan
ile ikamet) arasında bir namaz vardır" buyurulmuştur.[121]
Rivayetlerin
tamamından şu hüküm çıkmaktadır:
1- Arzu
edenler akşam ezanı okununca iki rek'at hafif namaz kılabilirler. Terkinde bir
sakınca yoktur.
Yatsı namazı, günlük
hayatımızın muhasebesini yapıp onu duâ, niyaz ve Cenâb-ı Hakk'a yaklaşma arzu
ve isteğiyle noktalamanın en uygun ölçüsüdür. O bakımdan gece kalkmayı itiyâd
edinmeyenlerin bu namazı kılmadan uyumaları mekruh sayılmıştır. Çünkü
uyanmayabilir de farz namazı kaçırmış olabilir.
Yatsı namazının vakti
girince, cami ve cemaat söz konusu ise, onu geciktirmeden kılmak müstehabdır.
Çünkü cemaatın faziletine ermek isteyen mü'minleri bekletmek doğru değildir.
İçlerinde iş sahibi olanlar bulunmakla beraber, yaşlı ve rahatsızlar da
olabilir. O bakımdan imamın yatsı namazını geciktirmesi mekruhtur.
İş durumu müsait olup
da evinde kılmak isteyenlerin onu gecenin ilk üçte biri geçinceye kadar
geciktirmesi istihbab yollu tavsiye edilmiştir.
İlgili hadisler:
İbn Ömer (r.a.)'den
yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Şafak
kızıllıktır. Şafak kaybolunca namaz vâcib olur."[122]
Hz. Aişe (r.a.)'den yapılan
rivayette, demiştir ki:
"Resûlüllah (a.s.)
Efendimiz bir gece, ilk üçte bir geçinceye kadar (yatsı namazını) geciktirdi.
Hz. Ömer (r.a.), 'Kadınlar ve çocuklar uyudu' diye sesini yükseltti. Onun
üzerine Resûlüllah (a.s.) Efendimiz çıktı ve şöyle buyurdu:
"Sizden
başkası beklemiyor, bugün için ancak Medine'de namaz kılındı."
Sonra da devamla buyurdu
ki:
"Yatsı namazını
şafak'ın kaybolması ile gecenin (ilk) üçte biri arasında kılınız...."[123]
Cabir b. Semure
(r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz yatsı namazını yatsının son vaktine geciktirirdi."[124]
Cabir (r.a.)'den
yapılan rivayette, demiştir ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz öğle namazını günortasında (sıcak zamanda), ikindi namazını
güneş henüz pırıl pırıl iken, akşam namazını güneş battığı zaman kılardı,
yatsı namazını bazan geciktirir, bazan acele edip hemen kılardı. Öyleki,
(ashabın) toplandığını görünce hemen kıldırırdı, onların ağırdan alıp
geciktirdiğini görünce kendisi de geciktirirdi. Sabah namazını ise, Peygamber
(a.s.) veya ashabı gecenin son karanlığı henüz duruyorken kılardı."[125]
Hz. Aişe (r.a.)'den
yapılan rivayette, demiştir ki:
"Bir gece Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz, (yatsı namazını) geciktirdi, o kadar ki, gecenin önemli bir
kısmı geçmiş bulunuyor, Mescid ehli de uyumuş idi. Sonra çıkıp namaz kıldı ve
şöyle buyurdu:
"Şüphesiz ki
bu, yatsının vaktidir, ama ümmetime meşakkat vermemiş olsaydım (hep bu vakta
geciktirirdim)"[126]
Enes (r.a.)'den
yapılan rivayette, demiştir ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz yatsı namazını gece yarısına kadar geciktirdikten sonra kıldı
ve sonra da şöyle buyurdu:
"İnsanlar
namaz kılıp uyudu, ama siz, (cemaati bekleyip) intizar ettiğiniz sürece namazda
idiniz."[127]
Enes (r.a.) devamla
diyor ki: Sanki ben (şu anda) o geceki gibi O'nun yüzünün parlaklığına
bakıyormuşum gibiyim.
Ebû Saîd (r.a.)'den
yapılan rivayette demiştir ki:
"Bir gece yatsı
namazı için Resûlüllah (a.s.) Efendimizi bekledik, o kadar ki gecenin yarısı
geçmiş oldu. Sonra gelip bize namaz kıldırdı ve şöyle buyurdu:
"Oturacak
yerlerinizi alın, çünkü insanlar yatacak yerlerini almış buluyor ve siz (yatsı)
namazını beklediğiniz sürece hep namazda oldunuz. Eğer zayıf kimsenin
zayıflığından, hastanın hastalığından olmasaydı, hacet sahibinin ihtiyacından
olmasaydı ben bu namazı gecenin yarısına (veya bir parçasına) geciktirirdim."[128]
Hz. Aişe (r.a.)'den
yapılan rivayette, demiştir ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz ve ashabı yatsı namazını ufukta kaybolan kızıllıkta gecenin
ilk üçte biri arasında kılarlardı."[129]
Ebû Hüreyre (r.a.)'den
yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Ümmetime
meşakkat vermemiş olsaydım, yatsı namazını gecenin üçte birine veya yarısına
geciktirmelerini emrederdim."[130]
Hadislerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Yatsı
namazının ilk vakti batı ufkunda beliren şafakın, yani kızıllığın
kaybolmasıdır.
2- Yatsı
namazını, vakit girince kılmayıp biraz geciktirmek müstehabdır.
3- Namazı
beklemek, namaza devam etmek kadar sevap getirir.
4- Yatsı
namazını yalnız başına kılan kimse gecenin üçte birine geciktirebilir, bazısı
bunun müstehab olduğunu söylemiştir.
5- Öğle
namazı günortasında, güneş batıya hafif meylettiğinde kılınır.
6- İkindi
namazı güneş henüz sararmadan kılınır.
7- Akşam
namazı, güneş batınca kılınır.
8- Yatsı
namazı, cemaatle kılınıyorsa, geciktirilmeden, yalnız kılınıyorsa,
geciktirilerek kılınır.
9- Yatsı
namazını gece yarısına geciktirmekte bir sakınca yoktur.
Hadîslerin ışığında
müctehid imamların; görüş, tesbit ve ihticacları:
a) İmam Ebû Hanife'ye göre:
Batı ufkunda beliren
kızıllık kaybolduktan sonra ortaya çıkan beyazlık kaybolunca, yatsı namazının
vakti girmiş olur. Bu durumda özellikle yaz günlerinde gecenin üçte biri
geçmiş olur.[131]
O halde Hanefilerin
yatsı namazını gecenin ilk üçte biri geçince kılınmasını müstehab saydıkları
anlaşılıyor.
b) Şâfiilere
göre:
Bu konuda Cibril
hadîsiyle istidlal edip yatsı namazını gecenin ilk üçte birine geciktirmenin
"vakt-i ihtiyar" olduğuna kaildirler. Sözü edilen hadîste, yatsının
iki vakti belirtildikten sonra, (faziletli) vakit bu ikisi arasındakidir,
açıklanmıştır ki bu vakt-i ihtiyara hamledilmiştir.
Şafiiler böylece
yatsının altı vakti bulunduğunu belirterek şöyle sıralamışlardır: Fazilet,
ihtiyar, kerahetsiz cevaz, hürmet, zaruret, özür vakti...[132]
c)
Hanbelîlere göre:
Yatsı namazını, bir
meşakkat arzetmiyorsa vaktin sonuna geciktirmek müstehabdır. Nitekim bu,
Peygamberin (a.s.) ashabından ve sonra da tabiinden ilim ehlinden birçoğunun
ihtiyarı da budur.[133]
Hanbelîler bu
mes'elede 94 nolu Ebû Hüreyre (r.a.) hadîsiyle istidlal etmişler ve bunun
hilâfına nakledilen hadîslerin zayıf olduğunu bilhassa belirtmişlerdir.
Abdullah b. Ömer el-Ömerî'nin rivayet ettiği "Vaktin evveli Allah'ın
hoşnutluğudur..." mealindeki hadîsten söz ederek zayıf olduğu, Ümmü
Ferve' hadîsinin ravîlerinin meçhul bulunduklarını yine Hanbelî fukahası
söylemiştir. Ahmed b. Hanbel ise, vaktin evveli şöyle, ortası böyle, sonu öyle
diye yapılan rivayetleri bilmiyorum, yani bunların sıhhati tesbit
edilememiştir, diyor.
Yatsı namazını yalnız
başına kılanın geciktirmesi, cemaat halinde kılınıyorsa, onların rızasıyla
geciktirilmesi müstehabdır. Meşakkat söz konusu ise, müstehab değildir.[134]
d)
Mâlikîlere göre:
İbn Kasım diyor ki:
"Düşmanı
gözetleme yerinde bulunan muhafızların yatsıyı gecenin üçte birine
geciktirdiklerini sorduğumda, bunu şiddetle inkâr etti ve sanki şöyle demek
istedi: İnsanların namaz kıldığı gibi kılıyorlardır. Bununla şunu belirtmek
istiyordu: İnsanların şafak (kızıllık) kaybolduktan sonra yatsıyı biraz
geciktirip kılmaları müstahabdır. Nitekim Rasûlüllah (a.s.), Ebûbekir ve Ömer
(r.a.) yatsı namazını kılarlar, fakat böylesine bir geciktirme yapmazlardı.[135]
Bu kayıtlardan, İmam
Mâlik, yatsının vakit girdikten az bir süre sonra kılınmasını müstehab saymış,
gecenin üçtebirine geciktirilmesini hoş karşılamamıştır.
İlgili diğer rivayetler,
tesbitler ve yorumlar:
Fıkhü's-Sünne'de Hz.
Aişe, Ebû Hüreyre ve Ebû Said (Allah hepsinden razı olsun) hadîsleri delil
gösterilerek, yatsı namazının, meşakkat söz konusu olmadığı takdirde gecenin
üçtebirine geciktirilmesinin müstehab olduğu belirtiliyor ve Rasûlüllah (a.s.)
Efendimiz'in bu konuda cemaatın durumunu dikkate alıp bazan vaktin evvelinde,
bazan da geciktirerek kıldığına dikkatleri çekiyor.[136]
İmam Mâlik, ilgili
hadîslerle istidlal etmemiştir. Nitekim Muvatta'da konuyla ilgili hadîsleri
rivayet etmediğini görüyoruz. O daha çok Medine halkının amelini dikkate alarak
mezhebini kurmuştur.
Ebû Cafer Tahavî,
yatsı namazının geciktirilerek kılınmasıyla ilgili rivayetlerden yirmi kadarını
tesbit edip kendi kitabına almıştır. Biz onlardan birkaç tanesini kitabımıza
almak suretiyle bu değerli hadis âliminin görüş ve tesbitini yansıtmak
istiyoruz.
Son yatsı vaktine
gelince, İbn Abbas, Ebû Saîd el-Hudri ve Ebû Musa'ya göre (Allah hepsinden razı
olsun) Resûlüllah (a.s.) Efendimiz bu namazı gecenin üçte birine kadar
geciktirip öylece kılardı.
Cabir b. Abdillâh
(r.a.) diyor ki: Resûlüllah (a.s.) bu namazı bir vakitte kıldı: Bazısına göre
de vakit gecenin üçte biri idi, bazısına göre gece yarısı idi.
İhtimal ki, gecenin üçte
biri geçtikten sonra kılmıştır ki, bu yatsı namazının (fazilet bakımından) son
vaktidir. Nitekim Ebû Hüreyre'den (r.a.) yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.)
Efendimiz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:
"Şüphesiz ki,
namazın bir evvel vakti, bir de son vakti vardır. Doğrusu yatsı namazının ilk
vakti ufukta (şafak-kızıllığın) kaybolmasıdır. (Fazilet bakımından) son vakti
ise, gece yarıyı bulduğu zamandır..."
Tahâvi, sonra da
konunun başında naklettiğimiz Hz. Aişe (r.a.) ile Enes (r.a.) hadislerini
naklederek mes'eleye ağırlık kazandırmıştır.[137]
Fethü'l-allâm sahibi,
yatsı namazının vaktiyle ilgili olarak 90 nolu Hz. Aişe (r.a.) hadîsini
naklederek, bir gece, gecenin önemli bir kısmı geçtikten sonra kıldığını
naklederken, bu tabirden maksadın, gecenin yarısı olduğunu belirtiyor, çünkü
ilim adamlarının hiçbiri Peygamber (a.s.)'ın yatsıyı gece yarısından sonraya
bıraktığını söylememiştir, diyerek bu vaktin "vakt-i muhtar" yani
efdaliyet anlamında muhtar vakit olduğuna dikkatleri çekiyor.
Sonra da İbn
Mes'ud'dan (r.a.) rivayet edilen, "Amellerin en üstünü (faziletlisi)
vaktin evvelinde kılınan namazdır" hadîsini naklederek Tirmizî ile
Hâkim'in bunu sahîhlediklerini belirtiyor ve "Ümmetime meşakkat
olmasaydı yatsıyı gece yarısına veya ona yakın bir vakta geciktirirdim"
mealindeki hadîsle tearuz edip etmediği üzerinde duruyor: Bunun umumdan sonra
husus olduğu, amm ile hass arasında muâraza bulunmadığı kaidesine irca' ederek
genellikle namazı ilk vaktinde kılmanın afdal olduğuna, ancak yatsı ve sabah
namazının, bir de çok sıcak mevsimde öğle namazının geciktirilmesinin müstehab
sayıldığına, böylece has ile amm arasında hem muaraza, hem nesih söz konusu
olamıyacağına dikkatleri çekmiştir.[138]
Diğer bir husus ise,
namazın vaktin evvelinde kılınmasıyla ilgili hadisi rivayette Ali b. Hafs
yalnız başına kalmıştır. Oysa Şube'nin arkadaşlarının hemen hepsi aynı hadîsi
"evvel" lâfzı olmaksızın "alâ
vaktihâ" şeklinde rivayet etmişlerdir. O takdirde, Ali b. Hafs'in
rivâyetiyle istidlal etmektense, diğer râvilerin rivayet lafzıyla istidlal daha
uygun olmaz mı?
Buna şöyle cevap
verilmiştir: Her ne kadar Ali b. Hafs "fî evveli vaktihâ" lâfzını
rivayette yalnız kalmışsa da kendisi ilimde üstâd sayılan saduk (çok doğru) bir
zattır, aynı zamanda Müslim'in ricalindedir. Ayrıca İmam Tirmizî ile İbn
Huzeyme hadisi sahihlemişlerdir. Bu bakımdan Ali b. Hafs hadîsiyle istidlal
edilir.[139]
Tahliller:
86 nolu İbn Ömer hadîsini
Darekutnî el-Garâib'de zikretmiş ve böylece hadîsin garib olduğunu belirtmiş,
ancak râvilerinin hepsinin sıkat (güvenilir kişiler) olduklarını tesbit etmiştir.
İbn Asâkir ile Beyhakî de rivayet ederek sahîh olduğunu belirtmişlerdir. İbn
Huzeyme ise kendisi Sahîh'inde Abdullah b. Ömer'den (r.a.) merfû'ân şunu
rivayet etmiştir:
"Akşam
namazının vakti, şafakın kızıllığının gitmesine kadardır."
Ancak rivayet
zincirinde Muhammed b. Yezîd yalnız başına kalmıştır. Hafız İbn Hacer, onun
"saduk" olduğunu söylemiştir.
87 nolu Hz. Aişe
(r.a.) hadisinin ricali, Nesâî'nin Sünen'inde geçer ve hepsi de sahîh kabul
edilmiştir.
92 nolu Ebû Said
hadîsini İbn Mâce, Nesâî, İbn Huzeyme ve diğer hadis hafızları tahrîc
etmiştir. İsnadı sahihtir.[140]
Ayrıca ilgili hadisler
üzerinde Zeylâî'nin tesbit ve tahlilleri de çok önemlidir. Ancak kitabımızın
hacmine göre mes'eleyi yeterince açıkladığımızdan onları nakletmeye gerek
görmedim.[141]
İslâm dini her konuda
olduğu gibi, ibâdet, uyku, iş ve dinlenme konularında da birtakım kurallar
koymuş ve bunların hepsini düzene sokup en faydalı düzeyde tutmuştur.
Erken yatıp erken
kalkmak hem günü, hem işi, hem hayatın her safhasını bereketlendirir. Vücuda
kuvvet, ruha neşat, kalbe inşirah verir. Uyuşukluğu giderir, tembelliğe pek
imkân vermez. O bakımdan Resûlüllah (a.s.) Efendimiz önemli bir iş dışında
yatsı namazından sonra uyumayı müstehab saymış ve fiiliyle de bunu ortaya
koymuştur. Hattâ bazı ilim adamları sünnet olduğunu bile söylemiştir.
Geç yatmanın, yani
yatağa girip uyumanın birtakım zararları söz konusudur: Düzenli bir uyku
uyunmaz, sabah namazına zor kalkılır veya o sırada uyku derinleşip hiç
kalkılmaz. Yataktan kalkılmadan güneş doğar ve böylece vücutta bir ağırlık,
isteksizlik başlar. İşe geç gidilir ve o günkü iş hayatı alt-üst olabilir.
İlgili hadisler:
Ebû Berzete el-Eslemî
(r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki:
"Şüphesiz ki,
Resûlüllah (a.s.) Efendimiz ateme (gecenin ilk üçte biri geçtiği vakit) diye
söyledikleri vakte kadar yatsı namazını geciktirirdi ve yatsıdan önce uyumayı,
ondan sonra konuşmayı (oturup sohbet etmeyi hoş karşılamaz mekruh
sayardı."[142]
İbn Mesûd (r.a.)'den
yapılan rivayette, demiştir ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz bizi yatsı namazından sonra oturup sohbet etmekten
men'etti."[143]
Hz. Ömer (r.a.)'den
yapılan rivayette şöyle demiştir:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz gece Ebûbekir'in yanında oturup müslümanların (önemli) işleri
üzerinde görüşüp konuşurdu, ben de beraberinde bulunurdum."[144]
İbn Abbas (r.a.)'den
yapılan rivayette, demiştir ki:
"Bir gece
Meymûne'nin evinde kaldım ki, o gece Resûlüllah (a.s.) Efendimiz de onun
yanında bulunuyordu. Maksadım, Resûlüllah (a.s.)'ın geceleyin namazı nasıl
idi, onu görmek istiyordum. Resûlüllah (a.s.) Efendimiz ev halkıyla bîr saat
kadar sohbet ettikten sonra uyudu."[145]
Hadîslerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Yatsı
namazını gecenin üçte birine geciktirmek müstehabdır.
2- Yatsı
namazını kılmadan uyumak mekruhtur.
3- Yatsı
namazı kılındıktan sonra -önemli bir mes'ele, ilmî bir konu yoksa- oturup
sohbet etmek de mekruhtur. Ülke ve millet yararına çözülecek, görüşülüp sonuca
bağlanacak veya yetkililerin fikirleri alınacak; çok önemli ilmî bir konu
üzerinde tartışılacaksa, o takdirde bu bir istisna teşkil eder. Nitekim
Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, Müslümanların önemli işlerini Ebûbekir Sıddîk'la
(r.a.) görüşmek üzere yatsıdan sonra oturup görüştüğü tesbit edilmiştir.
4- Aile
reisinin eve geç geldiği, yani yatsıyı kılıp öylece geldiği veya gelip hemen
yatsıyı kılıp oturduğu zamanlarda, bir saat kadar oturup ev halkıyla sohbet
etmesine cevaz verilmiştir. Nitekim Resûlüllah (a.s.) Efendimiz yatsı namazını
kıldırdıktan sonra Hz. Meymûne'nin evine gelmiş ve bir saat kadar onlarla
sohbet ettikten sonra uyumuştur.
Müctehid imamların ve
diğer ilim adamlarının görüş, tesbit ve yorumları:
a) İmam Ebû
Hanife ve rey tarafdarlarına göre, uyuyup bir süre sonra uyanmayı itiyâd edinen
veya uyuduktan sonra kendisini uyandıracak birinin bulunması halinde uyuması
mekruh değildir. Nitekim Hz. Ali (r.a.) ile Ebû Musa (r.a.)'den de bu anlamda
rivayetler yapılmıştır.[146]
b) İmam
Mâlik'e göre, itiyadı olsun olmasın namaz kılmadan uyuması mekruhtur. Nitekim
Hz. Ömer (r.a.), oğlu Abdullah (r.a.) ve İbn Abbas (r.a.) da aynı
görüştedirler.
c) Diğer
müctehid imamlar da namaz kılmadan uyumayı mekruh saymışlardır. Nitekim imam
Tirmizi diyor ki:
"İlim ehlinden
birçoğu yatsı namazını kılmadan uyumayı mekruh görmüşlerdir."
d) İlim
adamlarından bir kısmı, ramazanda yatsıdan önce biraz uyumaya cevaz
vermişlerdir. İmam Tahavî de, Hanefîlerin görüşü istikametinde istidlalde
bulunmuştur. İbn Arabî de aynı görüştedir.
Birinciler bu
mes'elede, Buhari ve diğer muhaddîslerin Hz. Aişe (r.a.)'den tahric ettikleri
şu hadîsle istidlal etmişlerdir.
"Resûlüîlah
(a.s.) Efendimiz yatsıyı gecenin üçte birine kadar geciktirdi, o kadar ki, Hz.
Ömer (r.a.) kadınlar ve çocuklar uyudu, diye seslendi. Peygamber (a.s.)
Efendimiz de onların (yatsı namazını kılmadan) uyuduklarını kınamadı."
Ayrıca İbn Ömer'in (r.a.) şu hadîsiyle de istidlal etmişlerdir: "Doğrusu
Resûlüllah (a.s.) Efendimiz bir gece meşgul bulunuyordu ki, yatsıyı geciktirdi,
o kadar ki, biz Mescid'de uyuya kalmıştık. Sonra uyandık, yine uyuduk, sonra
tekrar uyandık, derken Resûlüllah (a.s.) Efendimiz çıkageldi..." Ve
onların namazdan önce uyumaları üzerinde durmadı, hiçbirini kınamadı...
İkinciler ise, Ebû
Berze el-Eslemî'nin hadisiyle istidlal etmişlerdir. Çünkü bu anlamdaki hadîsi
aynı zamanda İbn Hibban, Hz. Aişe'den, Tirmizî, Enes (r.a.)'den, Kadı Ebû
Tahir, İbn Abbas'dan (r.a.) rivayet etmiştir.[147]
Tahliller ve yorumlar:
107 nolu İbn Mes'ud
hadîsinin ricali, İbn Mace'nin Sünen'inde rical-i sahih kabul edilmiştir.
Tirmizi de buna işarette bulunmuş ve zayıf olduğuna dair bir görüş ortaya
çıkmamıştır.
Ayrıca Ahmed b. Hanbel
ve Tirmizî şu lâfızla rivayet etmişlerdir:
"Namazdan sonra artık
sohbet yoktur."
Tabii namazdan maksat,
yatsı namazıdır.
"Ancak iki
kimse müstesna: Namaz kılmaya devam eden ve bir de müsafir..."[148]
Hafız Ziyâuddîn
el-Makdisî Ahkâm'da Hz. Aişe'den merfûân şu lafızla rivayet etmiştir:
"(Yatsı namazından
sonra) oturup sohbet etmek ancak üç kimse için (caizdir veya) üç kimseye
(ruhsat verilmiştir). Namaz kılmaya devam eden, müsafir ve damat..."
108 nolu Ömer hadîsini
Tirmizi "hasen" olarak belirlemiş ve Nesâî kendi Sünen'inde tahrîc
ederek ricalinin sahih olduğunu söylemiştir.
Böylece yatsı namazından
sonra ilmî bir konu üzerinde veya aile ve toplumun selâmeti bakımından veya
önemli bir mes'ele üzerinde oturup konuşmanın mekruh olmadığı anlaşılıyor.
Nitekim cumhur da bu görüştedir. Nevevî de hayırlı bir iş, faydalı bir konu
dışında oturup konuşmanın mekruh olduğunu söyleyerek konuya açıklık
getirmiştir.[149]
109 nolu İbn Abbas
hadisi, yatsıdan sonra oturup sohbete cevaz verenlerin istidlal ettiği
rivayetlerden biridir.
1- Yatsı
namazından sonra uyumayıp sohbet etmek, tenzîhen mekruhtur.
2- Ancak
dinî, ilmî, ahlâkî, siyâsî gibi önemli bir konu üzerinde görüşmek üzere yatsı
namazından sonra biraraya gelip görüşmek mekruh değildir.
3- Yatsı
namazından sonra önemli bir konu yoksa uyumak müstehabdır.
4- Akşam geç
vakit işinden dönüp ev halkıyla görüşme imkânı bulamayan kimsenin, yatsı
namazından sonra bir süre eşiyle, çocuklarıyla oturup sohbet etmesine ruhsat
verilmiştir.
5- Sabah
namazına uyanamıyacak kadar geç yatmak -önemli bir mes'eleden dolayı değilse-
mekruhtur.
6- Erken yatıp
erken kalkmak ve erken iş başı yapmak müstehabdır.
Sabah namazının
dindeki yeri, bedendeki başın yeri gibidir. Farz namazların hepsinin ayrı ayrı
önemi, yararı ve faydası vardır. Ama özellikle sabah namazının önemi daha
başkadır. O bakımdan Resûlüllah (a.s.) Efendimizin talîm ve terbiyesinde
yetişen mü'minlerin hemen hepsi beş vakit namaza devam gösterdikleri, sabah
namazını ise cemaatle kılmaya özen gösterip kaçırmamak için bütün dikkat ve
duyarlılıklarını ortaya koydukları muhakkaktır.
Ancak "namaz
vakitleri" bölümünde sabah namazının ilk ve son vakti üzerinde durmuş,
kısa bir bilgi vermiştik. Önemine binâen bu konuya yeniden dönme ihtiyâcını
duyduk. Çünkü fazla izahat isteyen bir mes'ele olarak herzaman karşımızda
bulunuyordur.
İlgili hadisler:
Hz. Aişe (r.a.)'den
yapılan rivayette, demiştir ki:
"Biz mü'mine
kadınlar, sokak kıyafetimize bürünmüş bir halde Peygamber (a.s.) Efendimizle
beraber sabah namazına hazır olur, namazdan sonra evlerine dönerlerdi de,
ortalık henüz karanlık bulunduğu için hiç kimse onları tanımazdı."[150]
Ebû Mes'ûd el-Ansarî
(r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz bir defa sabah namazını ortalık henüz karanlık iken kıldı,
sonra bir defa da ortalık ağarmış halde kıldı. Ondan sonra hep ortalık karanlık
iken kılmaya başladı ve vefat edinceye kadar bir daha ortalığın ağarmasına
kadar (geciktirip) bırakmadı."[151]
Enes'den (r.a.), Zeyd
b Sabit (r.a.) demiştir ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimizle beraber sahura kalkıp yemek yedik ve sonra da kalkıp
(sabah) namazını kıldık." Enes devamla diyor ki: Zeyd b. Sâbit'e sordum,
dedim ki:
"Sahurla namaz
arasında ne kadar bir zaman takdir edildi?" Bana şu cevabı verdi:
"Elli âyet
okunacak kadar bir zaman..."[152]
Ebû Rabî' (r.a.)'den
yapılan rivayette demiştir ki:
"İbn Ömer ile
beraber bulunuyordum. Ona şöyle dedim: Doğrusu ben seninle beraber namaz
kılıyorum sonra (sağ ve sol tarafıma) iltifat ettiğimde yanımda oturanın
yüzünü göremiyorum. Sonra bazan da sen ortalık aydınlanınca namaz kılıyorsun.
Bunun üzerine bana şöyle dedi: Ben Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in böyle
yaptığını, böyle namaz kıldığını gördüm de o bakımdan, onun namaz kıldığı gibi
namaz kılmayı arzu ettim."[153]
Muâz b. Cebel (r.a.)
demiştir ki:
"Resûlüllah (a.s.)
Efendimiz beni Yemen'e gönderdi. Bu arada bana şöyle buyurdu:
"Ya Muâz! Kış
olunca sabah namazını ortalık henüz karanlık iken kıl da cemaatin takat
getireceği kadar kıraati uzat, onlara bıkkınlık verme. Yaz olunca sabah
namazını ortalık aydınlanırken kıl. Çünkü gece (o mevsimde) kısadır, insanlar
da uyurlar; o bakımdan onlara mühlet ver de tâ ki gelip (namaza)
yetişsinler."[154]
Hadîslerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Sabah
namazını ortalık henüz aydınlanmadan kılmak müstehabdır.
2- Kadınların
sokak kıyafetine bürünüp örtünerek sabah namazına gitmeleri caizdir.
3- Peygamber
(a.s.) Efendimiz sabah namazını daha çok ortalık henüz karanlıkken kılardı.
4- Bazan da
ortalık ağarınca kıldığı olurdu.
5- Daha çok
kış mevsiminde sabah namazını erken, yani ortalık henüz karanlıkken kılmak,
yaz mevsiminde ise ortalık ağarınca kılmak müstehabdır.
Hadîslerin ışığında
müctehid imamların ve ilim adamlarının; tesbit, görüş, istidlal ve ihticacları:
a)
Hanefilere göre:
Sabah namazını geciktirip
ortalık aydınlanınca kılmak menduptur. Çünkü dört sünen sahibinin rivayet
ettiği ve Tirmizî'nin sahîhladığı hadiste:
"Sabah
namazını ortalık ağarınca kılın, çünkü böyle yapmanın ecri daha büyüktür."
Ancak ortalığın
aydınlanmasını şöyle takdir etmek gerekir, kılınan namazı iade etmek
gerektiğinde, iadeye yetecek kadar vaktin kalması dikkate alınır.[155]
Ebû Cafer et-Tahavî
ise, ortalık karanlık ile başlanır, ortalık aydınlanınca bitirilir. Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz'den rivayet edilene uymak bakımından uygun olan budur,
demiştir.
Tahavî bu konudaki
rivayetlerin çoğunu toplamış ve erken kılınması ile ortalık aydınlanınca
kılınması hakkında varid olan hadis ve rivayetleri naklettikten sonra yukarıda
belirttiğimiz görüşünü belirtmiştir.[156]
b) Şafiilere
göre:
Sabah namazının
"vakt-i ihtiyarî" si, ortalık ağarınca kılınmasıdır. Şâfiîler bu
meselede Cibril hadîsiyle istidlal etmişlerdir. Çünkü Cibril'in "vakit bu
ikisi arasındaki vakittir" yanı sabah namazının fazilet vakti, bu iki
vaktin ortasıdır, demesi, ihtiyari vakte işarettir. Bundan sonraki vakit
kerahetsiz cevaz vaktidir; güneş doğmasına az kala bir zaman parçasında kılmak
ise kerahetle caizdir.[157]
Ancak İmam Şafiî
el-Ümm'de, "tağlis" ile "isfar"'dan hangisi daha sabittir?
sorusuna şu cevabı vermiştir:
"Hz. Aişe, Zeyd
b. Sabit ve beraberlerinde bir üçüncü sahabî'nin Peygamber (a.s.)
Efendimiz'den "tağlis" yani ortalık ağarmadan önce sabah namazının
kılınmasıyla ilgili rivayetleri; Rafi' b. Hudayc'in (r.a.) yalnız başına
Peygamber (a.s.)'dan "isfar" yani ortalık biraz aydınlandıktan sonra
sabah namazının kılınmasıyla ilgili rivayetinden daha sabittir, yani onların
rivayeti daha kuvvetli ve ihticaca daha uygundur. Böylece İmam Şafii sabah
namazının ortalık ağarmadan kılınmasının müstehab olduğuna kaildir.[158]
Sonra da İmam Şafiî,
bu konuda hüccetlerin en sabit olanı, Allah'ın "Namazları kılmaya
devam edip onları muhafaza edin" emriyle, Rasûlüllah (a.s.)'ın, "Vaktin
evveli Allah'ın rızasıdır..." Ve hangi amel daha faziletlidir?
sorusuna, "Vaktin evvelinde kılınan namaz" diye buyurmasıdır,
diyerek bu görüş ve ictihadının isabetine işarette bulunmuştur.[159]
Böylece
Fethülvahhab'da Şeyhülislâm Ebû Yahya Zekeriya el-Ansarî’nin Şafiî mezhebinin
sözü edilen mes'ele hakkındaki görüş ve tesbiti İmam Şafiî'nin görüş ve ihticacından
farklı bir durum arzediyor. İhtimal ki, Şeyhülislâm, "isfar"dan
ortalığın pek az ağarmasını kasdetmiş ve böylece "tağlis"e çok yakın
bir vakti "vakt-i ihtiyarî" olarak belirlemiştir veya bu mes'elede
kendi imamından ayrılmıştır. Çünkü kendisi de ictihad seviyesine kadar
yükselmiş değerli bir din âlimidir.
c)
Hanbelilere göre:
Sabah namazında
"tağlîs" afdaldır. Yani ortalık henüz ağarmadan namazı vaktin
evvelinde kılmak daha üstündür. İmam Mâlik ve İmam Şafiî de aynı görüş ve
ictihattadırlar. İshak b. Ruhuye de bu kavli ihtiyar etmiştir. Ebûbekir Sıddîk
(r.a.), Ömer (r.a.), İbn Mes'ûd (r.a.), Ebû Musa (r.a.) ve İbn Zübeyir ile Ömer
b. Abdülaziz'den de bu anlamda rivayetler yapılmıştır. İbn Abdilberr diyor ki:
"Resûlüllah
(a.s.) ile Ebûbekir, Ömer ve Osman'dan "tağlîs"in afdal olduğu sahîh
rivayetle sabit olmuştur. Bu durumda onların afdal olanı terketmeleri mümkün
değildir. Çünkü hepsi de faziletin doruğuna çıkan ve hep ona doğru giden
zatlardır.[160]
İmam Ahmed ise şöyle
demiştir:
"Bu hususta itibar
mü'minlerin durumuna göredir. Eğer ortalık ağardıktan sonra kılmaya devam
ediyorlarsa, o takdirde "israf" afdaldır. Nitekim Resûlüllah'ın
(a.s.) Cabir'den yapılan rivayete göre, yatsı ve sabah namazında mü'minlerin
durumuna göre vakti ayarladığı anlaşılmaktadır. "Sabah namazını ortalık
ağarınca kılın, çünkü böyle yapmanın ecri daha büyüktür" hadisi
hakkında İmam Tirmizî "hadîsün hasenün sahîhün" demiştir.[161]
Hanbelîler bu konuda
daha çok Hz. Câbir, Ebû Berzete ve Hz. Aişe (r.a.) hadîsleriyle istidlal etmişlerdir.
Ancak İbn Kudame,
"isfar" tabirini, yani hadîste yer alan bu lafzı, sabah namazını
fecr-i sadık'ın doğduğu iyice anlaşılıp kesinlikle fecrin aydınlığının ortaya
çıkması şeklinde yorumlamıştır ki, bu "tağlîs"e çok yakın bir vakte
delâlet eder.
Netice olarak;
geciktirilmesi müstehab olan bir namazı vaktin evvelinde kılmakta veya hemen
vaktin evvelinde kılınması müstehab olan bir namazı geciktirmekte bir sakınca
yoktur. Yeterki vakit çıkmış olmasın. Veya ibâdeti tastamam yerine getirmek
için vakit daralmış bulunmasın. Çünkü Cibril namazı Peygamber (a.s.)
Efendimize hem vaktin evvelinde, hem sonuna doğru kıldırmıştır.[162]
a)
Mâlikîlere göre:
Sabah namazının vakti
"iğlas" yani ortalık henüz ağarmadan kılmaktır, öyleki yıldızlar
henüz açık şekilde gözükür bir halde iken bu namazı yerine getirmek (daha
faziletlidir). Son (fazilet) vakti ise, "israf"dır, yani ortalık
ağarıp yıldızlar pek görünmez olduğu zamandır.[163]
Diğer tesbitler,
rivayetler, yorumlar ve tahliller:
Zeylâî İbn Mace'nin
Sünen'inde Muğîs'in şöyle dediğini tesbit etmiştir:
"Abdullah b.
Zübeyir ile beraber sabah namazını ortalık henüz ağarmadan kıldım. Selâm
verdikten sonra kendisine dönüp sordum. Bu nasıl bir namazdır? Cevapla dedi ki:
Bu, bizim Resûlüllah (a.s.) Efendimizle beraber kıldığımız ve aynı zamanda
Ebûbekir ve Ömer'le birlikte eda ettiğimiz namazdır. Ömer (r.a.) suikasde
uğrayıp öldürülünce Hz. Osman (r.a.) bu namazı ortalık ağarmaya başlayınca
kıldırmaya başladı."[164]
Bu rivayetten, sabah
namazının gerek Resûlüllah (a.s.) zamanında, gerekse ilk iki halifesi
döneminde fecir doğduktan sonra ortalık henüz ağarmadan kılındığı, sonra Hz.
Osman (r.a.) döneminde ortalık ağarınca kılınmaya başlandığı anlaşılıyor.
114 nolu Hz. Aişe (r.a.)
hadîsinden, sabah namazının fecir doğduktan hemen sonra kılınmasının müstehab
olduğu ortaya çıkıyor. Nitekim yukarıda da belirttiğimiz gibi, İmam Mâlik, İmâm
Şafiî, İmam Ahmed b. Hanbel, İshak b. Rahuye, Ebü Sevr, Evzâî, Davud b. Ali ve
Ebû Cafer et-Tahavî'nin de görüş ve mezhepleri bu anlamdadır. Aynı görüş ve
uygulamanın Hz. Ömer, İbn Zübeyr, Enes, Ebû Musa ve Ebû Hüreyre'den (Allah
hepsinden razı olsun) nakledildiği de tesbit edilmiştir. Nitekim Hz. Râfl'
hadîsi de bunu kuvvetlendirmektedir.
Ebû Hanife ve rey
tarafdarları ile Hasan b. Hay ve Sevri'ye göre, isfar afdaldır, yani ortalık
ağardıktan sonra kılınması daha faziletlidir. Bunlar "Sabah namazını
ortalık aydınlanınca kılın!" mealindeki hadisle ihticac etmişlerdir.
115 nolu Ebû Mes'ud
hadîsinin aslı Buharî ve Müslim'dedir. Ebû Dâvud kendi Sünen'inde naklederek
ricalinin sahih olduğunu belirtmiştir. Ayrıca Nesâî ile İbn Mâce de kendi
Sünen'lerinde bunu rivayet etmişlerdir. el-Münziri bunun râvilerinin hepsinin
sıkat (güvenilir kişiler) olduğunu belirtmiştir. Böylece sabah namazının
ortalık henüz aydınlanmadan önce kılınması efdaldır, hususu ağırlık kazanmış
oluyor.
116 nolu Enes (r.a.)
hadîsi de "tağlis"in afdal olduğuna delâlet eden rivayetlerden
biridir. İbn Hibban ile Nesâî de aynı hadisi tahrîc etmişler ve tamamını şöyle
belirtmişlerdir: Peygamber (a.s.), "Ya Enes! Bana biraz yiyecek
getir," buyurdu. Enes diyor ki:
"Biraz hurma ile
biraz su alıp getirdim ki, o sırada Bilâl ezan okumuş bulunuyordu."
Peygamber (a.s.): "Ya Enes! Bir bak da benimle birlikte yiyecek bir
adam bul!" buyurdu. Ben de Zeyd b. Sâbit'i çağırdım. Geldi Peygamberle
birlikte sahur yemeğini yedi. Sonra Peygamber (a.s) kalkıp iki rek'at namaz
kıldı ve (sabah) namazı için (Mescid'e) çıktı."
Bu rivayette, Bilâl'ın
fecr-i sadık doğmadan ezan okuduğu anlaşılıyor. Çünkü Peygamber (a.s.)
Efendimiz, o ezan okuduktan sonra sahur yemiştir. Zaten bir hadislerinde de
buna işaretle: "Bilâl'ın ezanı ve ufukta beliren dikey aydınlık sizi
aldatmasın!" buyurarak Bilâl'ın henüz fecr-i sadık doğmadan ezan
okuduğuna dikkat çekmiştir. Ayrıca Resûlüllah'ın ramazanda da sabah namazını
vakit girince hemen kıldığı anlaşılıyor. Böylece "tağlîs"in istihbabı
ortaya çıkıyor.
Bu konuda Râfi b. Hudayc
hadîsine gelince, beşlerin rivayet ettiği bu hadisi aynı zamanda İbn Hibban ve
Taberânî de rivayet etmiştir. Hadisi birçok ilim adamları sahîhlemiştir. Bu
"tağlîs"i nesheder mahiyette değildir. Sadece ortalık aydınlanınca da
sabah namazını kılmanın meşruiyetine delâlet etmektedir. Hadîsin meali şöyledir:
"Sabah
namazını ortalık ağarınca kılın, çünkü bunun ecri çok daha büyüktür."
117 nolu Ebû Rebî'
hadisinin isnadında, adı geçen Ebû Rebî' bulunuyor ki, Darekutnî onun meçhul
olduğunu belirtmiştir. Zehebl de onun zayıf kabul edildiğini kaydetmiştir.[165]
Bununla beraber, İbn Ömer gibi büyük bir fakıyh, Peygamber (a.s.) Efendimiz'in
vefatından sonra da sabah namazını ortalık ağardıktan sonra kılmaya devam
etmiştir. Eğer bu hadîs mensûh olsaydı İbn Ömer (r.a.) hiç devam eder miydi?
Nitekim Peygamber (a.s.) Efendimizin de bazan ortalık karanlıkken bazan da
aydınlıkken kılmıştır.
118 nolu Muâz
hadîsinde, tağlîse illet olarak kış mevsimi gösterilmiştir. Ancak bu illet ve
sebeplerden biridir. O bakımdan camilerin uzaklık ve yakınlığı, cemaatın erken
veya geç toplanma durumu dikkate alınarak bazan erken saatte, bazan da ortalık
aydınlanınca kılmakta bir sakınca yoktur; her iki durumda da afdaliyet söz
konusudur.
1- Sabah
namazını bilhassa yaz mevsiminde ortalık aydınlandığı zaman, kış mevsiminde
ortalık henüz karanlık iken kılmak afdaldır.
2- İmam Ebû
Hanife ve rey tarafdarlarına göre, ortalık aydınlandığında kılmak afdaldır.
Diğer üç imama göre, ortalık henüz ağarmadan kılmak afdaldır.
3-
Kadınların sokak kıyafetiyle örtünüp sabah namazını kılmak üzere
yakınlarındaki camilere gitmelerinde bir sakınca yoktur. Ancak yollarda
sarkıntılık yapanlar olduğu takdirde evlerinde kılmaları afdaldır. Genç
hanımların ise daha dikkatli olmaları, rahatsız edenlerin bulunacağı ihtimal
dahilindeyse, çıkmayıp evlerinde kılmaları tavsiye edilmiştir.
Vakit, namazını
şartlarından biridir. 45 dereceden yukarıda yaşayan insanların zaman zaman
yatsı vakti için bir namaz kılacak kadar zaman bulamadıkları için, ilim
adamlarından bir kısmına göre, yatsıyı kılmaz, bir kısmına göre, kılması
gerekir. Çünkü şartlardan birinin zorunlu olarak kalkmasıyla diğer şartlar
kalkmış olmaz ve o bakımdan namaz terkedilmeyip takdir yapılarak kılınır.
Ayrıca namazı herhangi
bir sebepten geciktirip vaktin sonuna bırakan kimse, kılacağı namazın bir
kısmını vakti içinde kılma imkânı varsa kılar, geriye kalanını -vakit çıksa
bile- tamamlar, diyenler vardır. Bunun aksini savunup namazı hükümsüz kalır,
diyenler de eksik değildir.
Konuyla ilgili hadîsler:
Ebû Hüreyre (r.a.)'den
yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu
söylemiştir:
"Güneş
doğmadan önce sabah namazının bir rek'atine yetişen kimse, sabah namazına
gerçekten yetişmiştir. Güneş henüz batmadan ikindi namazının bir rek'atına
yetişen kimse, cidden ikindiye ulaşmıştır."[166]
Aynı hadîsi Buharî şu
lafızla rivayet etmiştir:
"Sizden biri
güneş henüz batmadan ikindi namazının bir secdesine yetişirse, namazını
tamamlasın! Sabah namazından, güneş henüz doğmadan önce deye ulaşırsa, namazını
tamamlasın!.."[167]
Hz. Aişe (r.a.)'dan
yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu
söylemiştir: "Kim, güneş batmadan ikindi namazının bir secdesine
yetişirse, veya güneş doğmadan sabah namazının bir secdesine yetişirse, o
namaza gerçekten yetişmiştir."[168]
Hadislerin ışığında
müctehid imamların tesbit ve istidlalleri:
a) Hanefîlere göre:
Sabah namazını
kılarken güneş doğarsa, namaz bozulur. Bilâhara onu kaza etmesi gerekir. Ama
ikindi namazını kılarken güneş batarsa, namaz bozulmaz vaktin çıkmasına rağmen
namazı tamamlar ve bu namaz kaza değil edâ sayılır.[169]
Hanefilerin usûl yönünden vakt-ı kâmil ve vakt-ı nakısla ilgili görüş ve
ictihadları söz konusudur. Bu hususta geniş bilgi edinmek isteyenlerin Usûl-ı
Fıkıh kitaplarına bakmaları tavsiye olunur.
b) Şâfiilere göre:
Başlanılan namazın tam
bir rek'âti vakit içinde kılınır, gerisi vakit dışında kılınırsa, hepsi edâ
edilir, kaza sayılmaz. Çünkü Buhari ve Müslim'in sahih tesbitlerine göre, "Namazdan
bir rek'ate ulaşan, hepsine ulaşmış olur..." mealindeki hadîs istidlal
ve ihticaca mesned seçilmiştir.[170]
Bundan anlaşılan odur
ki: Başlanılan namazın bir rek'atını tamamlamadan vakit çıkarsa, o namaz
bozulur, kaza edilmesi gerekir. Çünkü bir rek'at namazın a'zami ef’âlini
kapsamaktadır. Diğer rek'atlar aynı şeyin tekrarı mahiyetindedir. O bakımdan
vakit dışında kalan rek'atlar vakit içinde eda edilen rek'ata tabidirler.[171]
c)
Hanbelilere göre:
Bir rekâta ulaşan
kimse namazın tamamına ulaşmış olur, yani vakit içinde bir rekât namaz
kıldıktan sonra vakit çıkarsa, namazını tamamlar ve bu edâ kabul edilir. Ancak
bir rek'attan az bir miktara erişen kimse namaza vakit içinde ulaşmış sayılır
mı? Bu husustâ iki rivayet vardır: Birinci rivayete göre, ulaşmış olmaz.
Harkî'nin zahir görüşü de budur. Mâliki mezhebi de aynı görüştedir. Nitekim
daha önce yaptığımız rivayette bir rekâtın tahsisi, namazın tamamına yetişmenin
bundan daha az bir cüz ile gerçekleşmiyeceğine delâlet eder. Nitekim Cuma namazının
bir rek'âtına yetişen, tamamına yetişmiş olur, daha az bir cüz'üne yetişen,
cumaya yetişmemiş sayılır. İkinci rivayete göre, namazın bir cüz'üne
yetişmekle tamamına yetişmiş sayılır. Kadı diyor ki, "Bu, İmam Ahmed'in
görüşünün zahiridir." Ebulhattab diyor ki:
"Namaza ihram
tekbiri miktarı yetişen kimse, vakit çıkmadan bu cüz'e erişmişse, namaza yetişmiş
sayılır, yani kılacağı namaz edâ kabul edilir." Nitekim İmam Ebû
Hanîfe'nin de mezhebi budur.[172]
Hanbelîler bu
mes'elede daha çok Buharî ve Müslim'in ittifakla rivayet ettikleri şu hadîsle
istidlal etmişlerdir:
"Kim güneş
batmadan önce ikindi namazının bir secdesine yetişirse, namazını tamamlasın ve
güneş doğmadan önce sabah namazının bir secdesine yetişen kimse de namazını
tamamlasın."[173]
d) Mâlikîlere
göre:
Bir tam rekata ulaşan,
namazın tamamına ulaşmış olur, böylece vaktin dışında kalan kısmı kılar ve bu
edâ sayılır.
Böylece Mâlikiler biri
ihtiyari, diğeri zaruri olmak üzere vakti iki kısma ayırırlar. Bir rek'atinde
ihtiyarî vakta ulaşır da gerisini zarurî sayılan vakitte tamamlarsa, hem namazı
edâ sayılır, hem de günahkâr olmamıştır.[174]
Nitekim Malikîler cuma
namazı hakkında şöyle demişlerdir: Kim cuma namazının bir rekâtına yetişirse,
imam selâm verdikten sonra kalkıp bir rekât daha kılıp namazını iki rekât
olarak tamamlar. Ama et-Tahiyyâtta gelip imama ulaşan kimse, imam selâm
verdikten sonra kalkıp dört rekât kılar. Bu artık cuma namazı değil, onun
yerine geçen öğle namazı sayılır.[175]
Malikîler bu mes'elede
Süfyan tarikiyle İbn Ömer'den (r.a.) rivâyet edilen şu hadîsle istidlal
etmişlerdir:
"Cumadan bir
rekâta yetişen kimse, ona bir rekât daha izafe eder (ekler), cemaate et-Tahiyyâtta
ulaşırsa, kalkıp dört rekât kılar."[176]
Ayrıca bu mealde Ebû
Hüreyre'den (r.a.) rivayet edilen şu hadîs de onlar için ihticaca mesned
seçilmiştir:
"Kim cuma
namazından bir rek'ata yetişirse, ona bir rekât daha eklesin. Kim de her iki
rekâtı kaçırırsa, dört rekât kılsın.! (diğer bir rivayette, öğle farzını kılsın)..."[177]
Diğer rivayetler,
tesbitler, yorumlar ve tahliller:
130 nolu Ebû Hüreyre
hadisinde "bir rekâte yetişen..." tabirinden maksat nedir? İlim
adamlarından bir kısmına göre, bu yorum isteyen bir sözdür: "Namazın
hükmüne ulaşmış olur" demektir. Veya "Namazın vücubuna ve faziletine
kavuşmuştur" diye bir izmar yapılabilir. Kimine göre ise, o namaza eda
olarak yetişmiştir, demektir. Nitekim Ebû Hüreyre'den yapılan bir diğer
rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:
"Kim ikindi
namazından -güneş henüz batmadan önce- bir rekât kılar ve geri kalan kısmını
güneş battıktan sonra kılarsa, ikindiyi kaçırmamış demektir."[178]
Ve bunun bir benzeri
rivayeti de sabah namazı hakkında vârid olmuştur. Buhari'nin Ebû Hüreyre'den
(r.a.) yaptığı bir rivayette, Hadisin son kısmında "namazını tamamlasın."
denilmiştir. Nesâî'nin yaptığı rivayette ise, hadisin son kısmı şöyle
bağlanmıştır.
"Gerçekten o
namazın hepsine ulaşmıştır, ancak ne var ki, kaçırdığını kaza eder."
Beyhâkî ise, şu cümleyi
nâkletmiştir:
"O rek'âta bir
diğer rek'ât kılıp ilâve etsin!"
Bütün bu rivayetlerden
çıkarılan hüküm şudur: "Sabah, ve ikindi namazlarına güneş doğmadan ve
güneş batmadan birer rekâtına yetişen kimse, o namazın tamamına yetişmiş
demektir."
Tahavî (Ebû Cafer)
ise, bu idrak yani yetişmeyi çocuğun ihtilâm olması, yani ergenlik dönemine
girmesi, ayhali olan kadının temizlenmesi ve kâfirin İslâm'a girmesiyle
yorumlayarak bağlı bulunduğu Hanefî mezhebinin görüşünün isabetini iddia
etmiştir ki, böyle bir yoruma başka ilim adamları pek itibar etmemişlerdir.
Tahavî şunu demek istiyor: Hadiste belirtilen "bir rekâte yetişme", o
sırada ergen olan veya ayhalinden temizlenen veya İslâm'a giren kimse hakkında
cari bir hükümdür. Onlar abdest alıp vaktin bir rek'âtına yetişirlerse, namaza
ulaşmış sayılırlar veya vakitten bir rek'ât namaz kılacak kadar bir cüz'
kaldığında bu olaylar İmam Ebû Hanife bu mes'elede, vârid olan diğer hadîslerle
istidlal ederek, sabah namazına güneş doğmadan yetişen kimse o namaza cidden
yetişmiştir, bir rekâtına veya bir cüz'üne yetişen o namaza yetişmemiş
demektir, hükmünü çıkarmıştır. Çünkü güneş doğarken namaz kılmak
men'edilmiştir. O zaman hiçbir namaz kılınmaz, diyerek sabah namazı hakkında
belirtilen ictihadda bulunarak diğer imamlardan farklı bir yorum ortaya
koymuştur.
131, 132. nolu hadîslere
gelince, onlarda "bir rek'ât" tabiri yerine "bir secde"
tabiri geçmektedir. Bir secdeden maksat nedir? Müslim de kendi sahihinde
belirttiği gibi, bundan bir rekât kasdedilmiştir.
Buhari ise, aynı hadîsi şu
lâfızla rivayet etmiştir:
"Kim bir rekâta
yetişirse..."
Müslim'in Hz. Aişe'den
yaptığı rivayette, hadisin sonunda râvi şöyle demiştir: "Secde rekât
demektir".
Fethülallâm sahibi
diyor ki:
"Eğer bu söz
Peygamber (a.s.) Efendimiz'in ise, yani O'na aitse, artık hiç bir işkal söz
konusu değildir. Eğer râviye aitse, o da kendi rivayetini daha iyi bilir
demektir. Hattabi ise, bu konuda şöyle demiştir: "Secdeden maksat,
secdeleriyle rükû'uyla birlikte olan bir rekât demektir. Zira rekât ancak secdeleriyle
tamamlanır. O bakımdan hadîste rek'ât, "secde" olarak anılmıştır.[179]
Buhari ve Müslim'in
ittifakla rivayet ettikleri Ebû Hüreyre (r.a.) hadîsinde ise, sabah ve ikindi
namazları tasrih edilmeksizin sadece namaz tabiri kullanılarak şöyle
buyurulmuştur:
"Kim namazdan
bir rekâta ulaşırsa, gerçekten namaza ulaşmış demektir."[180]
Anlaşıldığı gibi, bu hadîs
"idrak-i rekât" hususunda umum ifâde etmekte ve sadece sabah ve
ikindi namazına has bir hüküm taşımamaktadır. İbn Hacer'e göre,
"mine's-salât"ın başındaki (elif-lâm) ahd içindir ve böylece namazdan
maksat, sabah ve ikindi namazlarıdır. Konunun başında naklettiğimiz hadîsler
ise, mutlak değil mukayyeddir. O halde bu babda mutlak rnukayyed üzerine
hamledilir.
Fıkhü's-Sünne sahibi
de her iki rivayeti naklettikten sonra şöyle demiştir:
"Kim namazdan
bir rekâta ulaşırsa, gerçekten o namaza ulaşmış demektir" hadîsi, bütün namazları kapsamaktadır. Buharî'nin
ise, "Sizden kim güneş batmadan ikindi namazının bir secdesine
yetişirse, namazını tamamlasın ve güneş doğmadan önce sabah namazının bir
secdesine yetişirse, yine namazını tamamlasın." mealinde rivayet
ettiği hadîste ise, secdeden maksat, rek'âttir.
Hadîsin zahiri, ikindi
ve sabah namazından bir rekâta yetişen kimse hakkında güneş doğduktan ve güneş
battıktan sonra namaz kılmak mekruh değildir hükmüne delâlet etmektedir,
isterse kalan rekâtleri kerahet vaktinde kılmış olsun, onun hakkında kerahet
söz konusu değildir. Böylece kılınan namaz eda sayılır, kaza değildir. Her ne
kadar kasden namazı böyle dar vakte geciktirmek caiz değilse de, hüküm böyledir...[181]
Zeylâî "idrak-i
rek'ât"le ilgili sahîh hadisleri naklettikten sonra, Hanefi mezhebinin,
sabah namazını kılarken güneş doğacak olursa, namaz bozulur şeklindeki
görüşlerini belirterek ortaya çıkan müşkile dikkatleri çekmiş, aynı zamanda
Buhari ve Müslim'in bu bapta yaptıkları rivayeti, kâfirin İslâm'a girmesiyle
yorumlayanları reddeder mahiyette bulunduğunu söylemiştir. Böylece o da,
Tahavi'nin yorumunun uygun olmadığını belirterek hadîsleri zahirî manâlarından
saptırmamaya özen göstermiştir.[182]
1- Sabah
namazının bir rekâtına yetişen kimse, güneş doğunca ikinci rekâtını da kılmak
suretiyle namazını tamamlar ve bu edâ sayılır.
2- İmam Ebû
Hanife'ye göre, namazı, bitirmeden güneş doğarsa, namazı bozulur, kerahat vakti
çıkınca kaza etmesi gerekir.
3- İkindi
namazının -güneş batmadan- bir rekâtına yetişen kimse, güneş batınca geriye
kalan üç rekâtını da kılmak suretiyle namazı tamamlar ve bu edâ kabul edilir.
4- Namazın
vakit içinde sadece ihram tekbirine ve bir rekâtın bir cüz'üne yetişen kimse de
o namaza yetişmiş sayılır. Bu İmam Ebû Hanîfe ile, bir rivayete göre, İmam
Ahmed’in kavlidir. Diğer iki mezhebe göre, namaza yetişmiş sayılır ve o namazı
bilâhere kaza etmesi gerekir.
Vakit, namazın
şartlarından biridir. Zorunlu bir hal yokken namazı vaktinde kılmamak büyük
günâhlardan sayılır. Aynı zamanda vakit içinde tecellî eden feyiz ve rahmeti
hiçbir şeyle telâfi etmek mümkün değildir. Ancak gerek zarurî bir sebepten veya
ihmalden dolayı vaktinde kılınmayan namazlar birer borç olarak kalır. Onları
kaza etmek farzdır.
Konuyla ilgili
hadîsler:
Enes b. Mâlik
(r.a.)'den yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu
söylemiştir:
"Kim bir (farz)
namazı unutursa, onu hatırladığı zaman kılsın. Bundan başka onun için bîr
keffaret yoktur."[183]
Müslim'in kendi
Sahîh'inde yaptığı rivayette şu lâfızla yukarıdaki hadîs nakledilmiştir:
"Sizden biri
uyur da namazı kaçırrsa veya namazdan gaflet edip (vaktini geçirirse), onu
hatırladığı zaman kılsın."[184]
Ebu Hüreyre (r.a.)’den
yapılan rivayette Peygamber (a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğunu söyler:
"Kim bir
namazı unutur (da kılmazsa), onu hatırlayınca kılsın."[185]
Ebû Katâde'den yapılan
rivayette demiştir ki:
"Peygamber (a.s.)
Efendimiz'den uyuyup namaza kalkamadıklarını anlattılar. Bunun üzerine
Peygamber (a.s.) şöyle buyurdu:
"Şüphesiz ki,
uykuda tefrît (kasıtlı bir ihmal, tembellik ve gevşeklik) yoktur; tefrit ancak
uyanıldık halindedir. O halde sizden biri bir namazı unutur veya uyur da
kaçırırsa, hatırladığı zaman onu kılsın."[186]
Hadîslerin açık
delâletinden şu hükümler
anlaşılmaktıdır:
1- Vaktinde
kılınmayan namazı ilk müsait zamanda kaza etmek farzdır.
2- Vaktinde
kılınmayan namazın keffareti, onu kaza etmektir.
3- Namazı
kasden bırakıp vaktinde kılmayana kazası gerekmez. (Bu, Zahirilerden Davud'a
ve İbn Hazım’a göredir).
4- Uykuda
olan kimse -uyku halinde- mükellef değildir.
Hadîslerin ışığında
müctehid imamların ve diğer ilim adamlarının görüş, istidlal ve ihticacları:
a) Hanefîlere
göre:
Farz namazlardan
birini kaçırıp vaktinde kılmayan veya kılamıyan kimse onu hatırlayınca, vaktin
farzına takdim ederek kılar. Çünkü kaza namazlarıyla vaktin farzı arasında
tertip gözetilmesi gerekir bir haktır. Şâfiilere göre müstehabdır, tertibe
riâyet edilmediği takdirde o mezhebe göre bir şey gerekmez. Çünkü İmam Şafiî'ye
göre, her farz namaz bizatihi asıldır, başkasına şart olamaz.[187]
Hanefîlerin bu mesele
hakkındaki delilleri, Peygamber (a.s.) Efendimiz'in şu hadîsidir:
"Kim uyuduğu
için vakit namazını kaçırır veya unutup kılmaz ve ancak imamla beraber namaz
kılarken hatırlarsa, önce (başlayıp) içinde bulunduğu namazı kılsın, sonra da
hatırladığı namazı kılsın ve imamla beraber kıldığı namazı iade etmesin!"[188]
b) Şâfiilere
göre:
İmam Şafiî'den yapılan
rivayete göre, bu mesele hakkında şöyle demiştir:
"Namazı vaktinde
kılmayıp kaçıran kimse, içinde bulunduğu vaktin namazını kılmaya başladıktan
sonra hatırlarsa, başladığı namaza devam edip bozmaz. Bu durumda ister imam,
ister memum olsun farketmez. Namazı bitirince o kaçırdığı namazı kılar. Bunun
gibi kaçırdığı namaz, içinde bulunduğu vakit namazına başlamadan hatırlarsa,
bununla beraber vakit namazına -hatırladığı halde- başlarsa, başladığı namaz
kâfi gelir, yani onu kılmasında bir sakınca yoktur. Namazı kılıp bitirince, bu
defa hatırladığı o kaza namazını kılar. Ancak muhtar olan şudur ki, henüz
içinde bulunduğu vakit namazına başlamadan kazaya kalmış namazı hatırlarsa,
vakit de müsaitse, yani onu kaza ederken vaktin farzını kaçırma tehlikesi
yoksa, önce kazaya kalmış namazı kılar, sonra vakit namazını edâ eder."
"Kazaya kalan
namazlar ister bir günün, ister bir yılın birikmiş namazı olsun
farketmez."[189]
c)
Hanbelîlere göre:
Başladığı namaz
esnasında üzerinde kazaya kalmış namaz bulunduğunu hatırlayan kimse, başladığı
namazı tamamlar ve sonra diğer namazı kaza eder. Vakit kalmışsa, kazadan önce
kıldığı namazı iade eder.
Çünkü kazaya kalmış
namazlarda tertip vâcibdir. Bu hususta bir çok yerlerde kesin beyân vardır. Ebû
Davud'un rivayetinde deniliyor ki:
"Bir yıllık
namazı terkeden kimse, onları kılar ve bu kaçırdığı namazları hatırladığı
halde kıldığı bütün vakit namazlarını iade eder. İbn Ömer'den de tertibin
vücubuna delâlet eden rivayetler yapılmıştır. Aynı zamanda Nahaî'den, Rebi'a,
Yahya el-Ansari'den, İmam Mâlik, İmam Leys, İmam Ebû Hanîfe ve İshak b.
Rahuye'den de aynı görüş doğrultusunda rivayetler mevcuttur. Şafii ise,
"tertip vacib değildir" demiştir.
Hanbeliler hem
konumuzun başındaki hadislerle ve bir de İmam Ahmed'in tesbit ettiği şu hadîsle
istidlal etmişlerdir:
"Peygamber (a.s.)
Efendimiz'in Hendek günü dört vakit namazını kaçırıp onları tertib üzere kaza
ettiği ve sonra da şöyle buyurduğu tesbit edilmiştir:
"Benim nasıl
namaz kıldığımı gördüğünüz gibi namaz kılın!"
Yine İmam Ahmed’in Ebû
Cum'a Habib b. Siba'dan naklen onun şöyle dediğini tesbit etmiştir:
"Peygamber (a.s.) Efendimiz Ahzâb
yılı akşam namazını kılıp bitirdikten sonra sordu:
"Sizden biri,
benim ikindi namazını kıldığımı bilen var mı?"
Bunun üzerine ashab:
"Ya Resûlellah!
Onu kılmadınız," diye cevap verdiklerinde, müezzine emretti namaz için
ikamet getirdi ve kalkıp ikindi namazını kaza ettikten sonra akşam namazını
iade etti."
Bu da tertibin
vücubuna delâlet eden rivayetlerden biridir.[190]
d) Mâlikilere
göre:
İmam Mâlik şöyle
demiştir:
"Farz namaz
kılarken unutup da kılmadığı bir namazı hatırlayan kimse, eğer yalnız başına
kılıyorsa ve namaza da yeni başlamışsa,
onu olduğu yerde bırakıp kazaya kalan namazı kılsın ve sonra da başlayıp
bıraktığı namazı edâ etsin. Şayet başladığı farz namazdan bir tam rek'ât
kılmışsa, artık onu kesmeyip bir rekât daha ilâve ettikten sonra kessin (olduğu
yerde bıraksın). Üç rekât kıldıktan sonra hatırlarsa, ona bir rekât daha ilâve
ederek tamamlasın ve sonra kaza namazını kılsın."
Mâlikilerden İbn Kasım
diyor ki:
"Başlamış olduğu
farz namazdan üç rekât bile kılmış olsa, kazaya kalan namazı hatırlayınca,
bence müstehab olan onu orada kesmesi ve hatırladığı kaza namazını kıldıktan
sonra o farzı yeniden kılmasıdır."
İmam Mâlik yine bu
mesele hakkında şöyle demiştir:
"Unutup kılmadığı
namazı, öğle ve ikindi namazlarını kıldıktan sonra hatırlarsa, güneş henüz
batmamışsa ve o da kazaya kalan namazı kıldıktan sonra öğle ve ikindi
namazlarını kılmaya imkân bulabiliyorsa o takdirde önce hatırladığı kaza
namazını, sonra da öğle ve ikindi namazlarını kılar. Şayet unutup kazaya
bıraktığı namazla sadece iki vakitten birini kılmaya imkân bulabiliyorsa, önce
kaza namazını sonra da ikindi namazını kılar."[191]
Konuyla ilgili diğer
rivayetler, görüşler, yorumlar ve tahliller:
Ebû Cafer et-Tahavî bu
konuyla ilgili onaltı kadar rivayet tesbit etmiştir. Biz onlardan bir kısmını
-konuya ağırlık kazandırmak ve diğer ilgili rivayetleri görmek için-
kitabımıza meâlen nakletmeyi uygun gördük:
Muhbir (veya Muhmir)
b. Ahi Necâşî (r.a.) diyor ki:
"Bir seferde
Resûlüllah (a.s.) Efendimizle beraber bulunuyorduk. Uyuduk, ancak güneşin
sıcaklığıyla uyanabildik ve o yerden uzaklaştık. Resûlüllah (a.s.) Efendimiz
bize namaz kıldırdı. Sabah olup güneş doğup yükselince, ezan okuması için
Bilâl'a emretti, sonra ikamet getirmesi için emretti ve kalkıp bize (o kazaya
kalan) namazı kıldırdı. Namazı kaza edince şöyle buyurdu:
"Bu bizim
dünkü namazımızdır!"[192]
Bu rivayetin açık
delâletinden anlaşılıyor ki: "Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, kazaya kalan
sabah namazını, öğle veya ikindiden önce kılmamış, ancak ertesi gün güneş doğup
yükseldikten sonra kaza etmiştir. Burada Peygamberimiz ve ashabının tertip
sahipleri olmadıkları da söz konusu değildir.
Ancak bu hadîs râvilerinden
Mesleme b. Alkame'nin zayıf olduğunu Ahmed b. Hanbel şu sözleriyle şöyle ifade
etmiştir: "Zayıf bir şeyhtir; Davud'dan birçok münker rivayetler
yapmıştır." Yahya b. Maîn ise onun sıka (güvenilir) olduğunu söylemiş ve
Ebû Hatim de onun "salihü'l-hadîs" olduğunu belirtmiştir. O bakımdan
müctehid imamların çoğu onun rivâyetiyle ihticac etmemişlerdir.[193]
Yukarıdaki Necâşî hadisini
kuvvetlendiren bir diğer hadisin ashabdan Semure b. Cündeb'den (r.a.) rivayet
edildiğini görüyoruz:
"Kim bir
(farz) namazı unutur da kılmazsa, hatırlayınca onu ertesi günü aynı vakitte
kılsın!"[194]
Bu da, kaza namazında
sahib-i tertip olup olmamanın bir ölçü olmadığına, kazaya kalan bir namazın
hatırlanınca ertesi gün aynı vakıtta kılınmasının gerektiğine veya sünnet
olduğuna delâlet etmektedir.
Hadîsin râvilerinden
Hammad b. Seleme hakkında İmam Ahmed şöyle demiştir:
"O dayısı Hamîd
et-Tavil hadîslerini hıfzetmede, insanların en âlimi idi. İbn Maîn ise şöyle
demiştir: "Hadîs tesbitinde insanların en bilgini idi. Bir kişinin ona dil
uzattığını görürseniz, onu İslâm'a karşı zan ve töhmet altında tutun..."
Amir b. Seleme ise, Hammad'ın 10.000'den fazla hadîs bildiğini kaydetmiştir.[195]
O bakımdan yukarıdaki
hadîs istidlale uygundur, diyebiliriz. Bu iki rivayetin hilâfına şu rivayetler
de yapılmıştır:
İbn Ebî Meryem'in
babasından, yapılan rivayete göre, adı geçen şöyle demiştir: "Peygamber
(a.s.) Efendimiz ile ashabı uyuyakaldılar da sabah namazını kılamadılar. Güneş
doğunca uyandılar. Bunun üzerine Peygamber (a.s.) ezan okuması için Bilâl'e
emretti. Sonra iki rekât (sünnet) namaz kıldı ve arkasından ikamet getirmesini
emretti ve böylece (kazaya kalan sabahın) farz namazını kıldı.[196]
Hadîsin ravilerinden
Atâ' b. Sâib, tabiînin ileri gelenlerindendir. Ömrünün son yıllarında hafızasının
iyice zayıfladığı söylenir. O bakımdan Ahmed b. Hanbel şöyle demiştir:
"Atâ'dan önceleri
işitilenler sahihtir; sonradan işitilenler ise kayde değer bir şey
sayılmaz." Yahya b. Main diyor ki: "Onun rivayeti ile ihticac
edilmez."[197]
O nedenle yukarıdaki hadîsin
gençlik çağında mı, yoksa yaşlandıktan sonra mı kendisinden nakledildiğini
tesbit pek mümkün olmamıştır. Müctehid imamların çoğu, sözünü ettiğimiz
sebepten dolayı onun rivayetine pek itibar etmemişlerdir.
Bu rivayetle birlikte,
kazaya kalan namazın hatırlandığı zaman kılınması emredilmiştir. Enes
(r.a.)'den yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Bir (farz)
namazı unutup kılmayan kimse, onu hatırladığı zaman kılsın!"[198]
Bu anlamda bir rivayet
de Hz. Katâde'den yapılmıştır.
Bu son mânayı
kuvvetlendiren birkaç rivayet daha var ki, onlardan bir kısmını konunun
başlangıcında nakletmiş bulunuyoruz. "Kim bir (farz) namazı unutur da
kılmazsa, onu hatırladığı zaman kılsın. O namaz için bundan başka keffaret
yoktur" mealindeki Enes hadîsi bu cümledendir.
Böylece Tahavî'nin
naklettiği hadîsler bize iki ayrı hüküm getirmektedir:
1- Kazaya kalan namazı, ikinci gün aynı vakitte kaza
etmek gerekir veya böyle yapmak sünnettir.
2- Kazaya kalan namaz hatırlandığı zaman kılınır.
Tahavî hadîslerin
sıhhat derecesi üzerinde durmadığı gibi, kesin bir sonuç da ortaya
koymamıştır.
1- Kazaya
kalan bir namazı, vaktin farzından önce
kılmak gerekir. Ancak vakit daralmışsa o takdirde önce vaktın farzı
kılınır.
Bu Hanefî'lere
göredir.
2- Kaza
namazları hatırlanınca, vaktin farzına başlanmışsa, o takdirde onu edadan sonra
kılınmasında bir sakınca yoktur, Bu, Şâfiîlere göredir.
3- Vaktın
farzına başladıktan sonra üzerinde kaza namazı bulunduğunu hatırlarsa,
başladığı namazı bozmayıp tamamlar ve
sonra kaza namazını kılar; onu müteakip vakit çıkmışsa, vaktin namazını iade
eder. Bu, Hanbelîlere göredir.
4- Vaktin
farzını kılmaya başladıktan hemen sonra üzerinde kalan kaza namazını
hatırlarsa, başladığı namazı kesip ona başlar. Bir rekâti tamamlamışsa, bir
rek'at daha ilâve edip öylece keser. Bu imam Mâlik'e göredir.
5- Kazaya
kalan namazın, onu hatırlayınca kılmaktan başka bir keffareti yoktur.
6- Uyku
halinde meydana gelen bu gibi geciktirmeden dolayı kişi günahkâr olmaz. Çünkü
uyuyup da sabah namazına uyanmamak irade dışında olan bir haldir.
Bundan bir önceki
konuda da kısaca belirttiğimiz gibi, kazaya kalan namazları kılarken vaktin
farzından önce kılınmasına işaret etmiştik. Konunun önemini dikkate alarak
biraz daha açıklamayı uygun gördük. Bir misâl ile değerlendirmek istediğimizde
ikindi ile akşam namaz arasındaki tertibi gösterebiliriz: İkindi namazını
kılamayıp vakit çıktıktan sonra hatırlayan kimse akşam namazından önce kılması
gerekir. Ancak vakit dardır da sadece akşam
kılacak kadar bir
zaman kalırsa, o takdirde kazaya kalan ikindi namazı ondan sonra kılınır.
İlgili hadisler:
Cabir b. Abdullah
(r.a.) 'den yapılan rivayette, demiştir ki:
"Hendek savaşı
günü güneş battıktan sonra Hz. Ömer (r.a.) gelip Kureyş kâfirlerini ağır bir
ifadeyle yerdi ve:
"Ya Resûlellah!
Güneş batmak üzere ve ben de neredeyse ikindi namazını kılamadım" dedi.
Bunun üzerine Peygamber (a.s.) şöyle buyurdu:
"Vallahi
ikindi namazını ben de kılamadım."
Sonra hemen abdest
aldı ve güneş battıktan sonra ikindi namazını kıldı (kaza etti), ondan sonra
da akşam namazını kıldı."[199]
Ebû Saîd (r.a.)'den
yapılan rivayette, demiştir ki:
"Hendek günü
namazdan alıkonduk; o kadar ki, akşamdan sonra gecenin bir bölümü girmiş oldu.
İşte Aziz ve Celil olan Allah'ın "Allah savaşta (yardımcı olarak)
müzminlere yetti. Allah çok güçlüdür, çok üstündür." sözü bu idi.
Resûlüllah (a.s.) Efendimiz Bilâl'ı çağırdı, öğle namazı için ikamet etti,
Peygamber de öğle namazını vaktinde nasıl kılıyorsa öylece güzel kıldı. Sonra
ikindi için ikamet etmesini emretti. O da ikamet getirdi ve Peygamberimiz
(a.s.), ikindi namazını vaktinde nasıl güzel kılıyorsa, öyle kıldı. Sonra akşam
namazı için ikamet etmesini emretti. O da ikamet edince, Peygamber (a.s.) onu
da öylece kıldı. Tabii bu, Allah'ın korku namazı hakkında "Eğer (düşman
ve benzeri bir tehlikeden korkar da belirlendiği şekilde huzurda duramazsanız)
yaya ya da süvari olarak (namazı kılın)..." mealindeki ayeti indirmeden
önceydi..."[200]
Hadîslerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Herhangi
önemli bir sebepten dolayı vakit içinde o vaktin namazı kılınmaz da kazaya
kalırsa, ondan sonraki vakit içinde, vaktin farzından önce kaza edilmesi
gerekir.
2- Kazaya
kalan bir veya birkaç namaz olsun, hangi vakit içinde kaza edilecekse, yine
bilinen tertibe göre kaza edilmesi gerekir. Meselâ, öğle ve ikindi namazları
kazaya kalmışsa ve bunları akşam namazının vaktinde kaza edecekse, hem akşam
namazından önce kaza eder, hem de önce öğlenin farzını, sonra da ikindinin
farzını kaza eder.
Hadîslerin ışığında
müctehid imamların ve diğer ilim adamlarının görüş, tesbit ve ihticaclari:
a) Hanefîlere göre:
Altı vakitten az olan
kaza namazıyla vaktin farzı arasında ve az sayıda olan kaza namazları arasında
tertibe riâyet etmek vacibdir. Hanefîler bu meselede -yukarıda da temas
edildiği gibi- 153 nolu Ebû Davud'un rivayet ettiği nadisle ve bir de Hendek
savaşında Peygamber (a.s.) Efendimizin kazaya kalan öğle ve ikindi namazlarını
tertip üzere kılmasıyla istidlal etmişlerdir.[201]
O halde altı vakit
veya daha fazla üzerinde kaza namazı bulunan kimse tertip sahibi olmaktan
çıkıyor.
Vakit dar olduğu
takdirde, kaza namazı geciktirilir ve vaktin farzı kılınır, böylece tertib
hükmü kendiliğinden kalkmış olur. Ayrıca tertip, unutmakla da sakıt olur. Ömür
boyunca, -namaz kılınması mekruh olan üç vakit dışında- bütün vakitlerde kaza
namazı kılınabilir.
İmam Muhammed'e göre,
kaza namazlarını geciktirmekte bir sakınca yoktur, "terahi üzerine vacibdir".
İmam Ebû Yusuf'a göre geciktirilmesi mekruhtur, hatırlandığı vakit -kerahet
zamanı değilse- kılınması vacibdir. Bu hususta İmam Ebû Hanîfe'den iki rivayet
vardır.[202]
İmam Leys, Zührî,
Nahâî ve Rabî'a da aynı görüştedirler.
b) Şâfiîlere
göre:
Kazaya kalan namazları
kılmak vacibdir. Ancak farz namazı bir özürden dolayı vaktinde kılmayıp
kaçırmışsa, onu herhangi müsait bir zamanda kaza etmesi vacibdir, hemen acele
etmesi gerekli değildir. Özürsüz kılmayıp kazaya bırakmışsa, hemen kaza etmesi
vacibdir. Ancak şu durumlar müstesna: Cuma hutbesi okunduğu bir sırada kaza
namazını hatırlamak, o anda hemen kılınmasını gerektirmez, cuma namazı
kılındıktan sonra kılınır. Vakit iyice daralıp sadece o vaktin farzını kılacak
kadar bir zaman kalmışsa, o takdirde kaza namazı geciktirilip, vaktin farzı
kılınır. Bir de vaktin farzına niyet edip namaza başladıktan sonra kazaya
kalmış namazı hatırlayan kimse, başladığı namazı bozmayıp tamamladıktan sonra
onu kılar.
Kazaya kalmış namazlar
arasında tertibe riâyet etmek sünnettir. Sayısının az veya çok oluşu buna
te'sîr etmez. O halde tertibe riâyet etmeyip (meselâ ikindi namazını öğle
namazından önce kaza ederse) sonra geleni önce gelen üzerine takdim ederse,
sadece sünnete muhalefet etmiş olur, ama kazası yerine gelmiş kabul edilir. Ne
var ki, bu durumda evlâ olanı, iade etmektir. Bunun gibi, kazaya kalmış
namazlarla vaktın farzı arasında da tertibe riâyet etmek sünnettir. Ancak
vaktin namazını kaçırma endişesi söz konusu ise veya vaktin farzına niyet edip
başladıktan sonra kazaya kalan namazı hatırlıyorsa, artık kaza namazıyla
vaktın farzı arasında tertip kalkar.[203]
c)
Hanbelilere göre:
Kazaya kalmış namazlar
kılınırken tertibe riâyet etmek vacibdir. Nitekim Ebû Davud'un yaptığı
rivayette bu husus kesin bir şekilde şöyle ifade edilmiştir:
"Kim, (kaza veya
vakit) namazı kılarken üzerinde bir namaz kaldığını hatırlarsa, başladığı
namazı tamamlar ve sonra kaza namazını kılıp diğer namazı iade eder."
Nitekim yapılan sahih
rivayete göre, Hendek savaşı günü Peygamber (a.s.) Efendimiz dört vakit
namazını kılamayıp kazaya bırakmış ve bunları tertip üzere kaza etmiştir.
Kaza namazlarının
sayısı ne kadar çok olursa olsun, aralarındaki tertibe riâyet etmek vacibdir.
İmam Mâlik ile İmam Ebû Hanife'ye göre, kazaya kalan namaz birgün, bir gece
namazından fazla olursa tertibe riâyet vâcib değildir.[204]
d)
Mâlikilere göre:
Kazaya kalmış
namazlarla vakit farzı arasında tertip vacibdir. Sayısı az birkaç namazı kazaya
bırakan kimse bunların hepsini vakti hazır olan namazdan önce kılmaya başlar.
Sayısı çok olursa, vakti hazır olan farzı kıldıktan sonra kaza etmeye başlar.[205]
Yine bu mezhep
imamlarına göre, kazaya kalmış namazlar arasında da tertip vacibdir. Bunların
az veya çok olması farketmez. Ancak bu tertip iki şartla vacib olur: Geçen
namazları hatırlaması ve tertip üzerine kılmaya kudretinin yetmesi... [206]
Konuyla ilgili diğer
rivayetler, yorumlar ve tahliller; 163 nolu Cabir hadisini Haccac b. Nusayr
dışında diğer bütün hadis hafızları rivayet etmiştir. Haccac ise, bunu Ali b.
Mübarek'den, o da Yahya b. Ebi Kesîr'den rivayet etmiş ve rivayet zincirinde
Cabir'den, Ömer'den diyerek onu Ömer'e isnad edilen hadisler arasında
zikretmiştir. Ancak bu tarikte Haccac yalnız kalmıştır ve kendisi zayıf kabul
edilmiştir. İbn Maîn ise onu saduk olarak vasıflandırmıştır. İbn Medenî ise,
"onun hadîsi (sıhhat ölçüsünü aşıp) gitti" demiştir. Ebû Hatim ise,
onu zayıf saymış ve hadîsini terketmiştir. Nesâî de onu zayıf saymış ve diğer
bir yerde "o sıka değildir" demiştir. Ebû Davud ise, "onun
hadisini ilim adamları terketmişlerdir" derken Darekutnî onu zayıflar
arasında saymıştır. İbn Hibbân ise onu
sıkat (güvenilir muhaddîsler) arasında zikrederken şöyle demiştir: "Hata
yapar ve vehme kapılır."[207]
164 nolu Ebû Saîd
hadîsinin ricali, rical-i sahihtir. Tirmizî ile Nesâî aynı hadîsi şu lâfızla
rivayet etmişlerdir:
"Doğrusu
müşrikler, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'i Hendek günü dört namazdan meşgul edip
alıkoymuşlardı." İmam Mâlik de aynı rivayeti Muvatta'da tahric etmiştir.
Ancak rivayetlerin
delâleti farklı tesbitlerin yapıldığını göstermektedir. Bir kısmına göre,
sadece ikindi namazını kılmaya vakit bulamamışlardı, kimine göre ise, dört
vaktin namazını kaçırıp kılamamışlardı. Bir kısmı ise sadece öğle ile ikindi
namazını kaçırdıklarını söylemiştir.
Bunlardan daha çok şu
iki rivayet üzerinde durmak gerekir: Cabir'in hadîsinde sadece ikindi namazını;
Abdullah b. Mes'ûd'un hadisinde dört vaktin namazı...
İbn Seyyidinnas, bu
sahih rivayetler arasını birleştirmek daha racihtir. Çünkü Ebû Saîd'in
hadîsinin isnadı sahihtir, buna muhalefet eden pek olmamıştır. Aynı zamanda
aynı hadîsi İbn Huzeyme ile İbn Hibban da kendi sahihlerinde rivayet
etmişlerdir. İbn Seken de bunun sahih olduğunu belirtmiştir. O bakımdan Cabir
hadîsinin sadece ikindi namazı üzerinde durması, diğerlerinden söz etmemesi
mes'eleyi bağlayıcı değildir.
Sadece ikindi
namazının kazaya kaldığını gösteren bir başka rivayeti Zeylâî tesbitle,
Peygamber (a.s.)'ın ashabından Habîb b. Siba'ın şöyle dediğini nakletmiştik:
"Peygamber (a.s.) akşam namazını kıldıktan sonra ashabına "benim
ikindi namazını kıldığımı gördünüz mü?" diye sordu. Onlar da
"hayır ya Resûlullah, onu kılmadın" demeleri üzerine müezzine
emretti. Müezzin ezan okudu, sonra ikamet getirdi; Peygamber (a.s.) ikindi
namazını kıldıktan sonra akşam namazını kıldı."[208]
Ancak İbn Lehi'a'nın
rivâyetiyle ihticac edilemiyeceği üzerinde durulmuş, ve o yalnız bulunduğu
takdirde şüpheyle karşılanacağı söylenmiştir. Ayrıca râviler arasında Muhammed
b. Yezîd'in de zayıf olduğunu Ebû Hatim belirtmiştir.
Böylece Habib b.
Siba'ın hadisiyle istidlalin pek isabetli olmayacağı ortaya çıkmaktadır.
İbn Mes'ud hadîsi için
Tirmizî "İsnadında hiçbir sakınca yoktur" derken, Ebû Ubeyde'nin bu
hadisi babasından işitmediğine dikkatleri çeker. Nesâî de aynı kanaati izhar etmiştir.
Ebû Davud ise, İbn Mes'ud vefat ettiğinde oğlu Ebû Ubeyde'nin yedi yaşında
olduğunu kaydetmiştir.
Zeylâî, Ebû Ubeyde
hakkındaki farklı görüşleri sıralarken hadîs ile ihticac edilip edilmiyeceği
üzerinde durmamıştır. Çünkü hadîsin isnadında bir beis olmadığı ilim
otoriteleri tarafından beyân edilmiş ve o nedenle istidlale uygun görülmüştür.[209]
İbn Mes'ud hadîsinin
zahiri üzerinde biraz durmakta fayda vardır. Çünkü Peygamberin dört vaktin
namazını kaza ettiği söylenir.
Oysa kazaya kalan öğle,
ikindi ve akşam namazlarıdır. Bunları yatsı vakti içinde kılmıştır. Ancak
yatsı namazını da mûtâd vaktinden biraz sonra kıldığı için kuvvetli bir
ihtimalle hepsi için "faite" tabiri kullanılmıştır ki, diğer üç
namazın faite olduğu belirtilirken yatsının mecazen faite olduğu söylenmiş
olabilir.
"Benim nasıl
namaz kıldığımı görüyorsanız öylece namaz kılın!" sahih hadis bize, kazaya kalan namazlar arasında ve
kaza namazlarıyla vaktin farzı arasında tertibe riâyetin vacib olduğunu
anlatıyor, İbn Mes'ud (r.a.) hadîsine çok yakın bir rivayeti Hafız Bezzar kendi
Müsned'inde Abdülkerim b. Ebi Maharik tarikiyle Cabir b. Abdullah (r.a.)'den
rivayet etmiştir ki, meâlen şöyledir:
"Peygamber Efendimiz
Hendek günü, öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazından alıkonuldu, o kadar ki,
geceden bir bölüm geçmiş oldu. Bunun üzerine ezan okuması için Bilâl'a emretti.
O da ezan okuyup ikamet getirince, Peygamber (a.s.) öğle namazını kıldı. Sonra
ezan okuması için Bilâl'ıa emretti, o da ezan okuyup ikamet getirdi. Peygamber
ikindi namazını kıldı. Sonra yine ezan okumasını emretti, O da ezan okuyup
ikamet getirdi; Peygamber (a.s.) akşam namazını kıldı. Sonra ezan okuması için
Bilâl'a emretti. O da ezan okuyup ikamet getirdi; Peygamberimiz (a.s.) yatsı
namazını kıldı ve sonra da şöyle buyurdu:
"Bugün
yeryüzünde şu saatte sizden başka Allah'ı anıp ibadet eden başka bir kavim
yoktur..."
Râvi Abdülkerim
üzerinde durulmuş ve zayıf olduğuna dikkat çekilmiştir. Daha önce de bu zatla
ilgili bazı görüşleri nakletmiştik. Zehebî ilim adamlarının sözlerini şöyle
naklediyor: Ma'mer'in Eyyub'dan yaptığı rivayete göre, Abdülkerim'den herhangi
bir hadîs alınıp başkasına nakledilmez, demiştir. Yahya onun bir şey olmadığını,
yani hadîs ilminde kayde değer bir yerinin bulunmadığını belirtmiştir. Ahmed b.
Hanbel, onun hadîsinin metruke benzer bir ölçüde olduğunu söylerken, Nesâi ile
Darekutnî, onun doğrudan metruk olduğunu belirtmişlerdir.[210]
Bu konuda İbn
Cevzi'nin el-İlel'de İbrahim el-Harebî'ye isnad ettiği şu mealdeki hadîs: "Üzerinde
(kaza) namazı bulunan kimsenin namazı (makbul) değildir", Ahmed b.
Hanbel'den sorulduğunda, "Ne böyle bir hadis biliyorum, ne de
Peygamber'den (a.s.) böyle bir hadîs mesmuumuz olmuştur" diye cevap vermiştir.[211]
1- Vaktinde
kılınmayan namaz bir borç olarak kalır ve hatırlandığı ve vakit de müsait
olduğu zaman kılınması vâcib olur. Terkinden dolayı kişi büyük günâh işlemiş
sayılır.
2- Kazaya
kalan namazlar, bir günün namazından fazla ise, Hanefîlere göre, artık tertip
gerekli değildir, onları vaktin farzından önce kılabileceği gibi, sonra da
kılabilir. Kazaya kalmış altı veya daha fazla namaz arasında tertibe riâyet
sünnettir.
3- Diğer iki
mezhebe göre, az olsun, çok olsun kazaya kalmış namazlar arasında tertip nasıl
vacibse, onlarla vaktin farzı arasında da tertip farzdır.
4- Kazaya
kalan namazlar kılınırken ezan okuyup ikamet getirmek sünnettir.
5- İmam
Şafiî'ye göre, her iki durumda da tertip sünnettir.
6- Mâliki ve
Hanbelî mezheplerine göre, vaktin farzını kılarken üzerindeki kaza namazını hatırlarsa,
başladığı namazı tamamladıktan sonra onu kılar ve sonra da vaktin farzını iade
eder.
Ezan; Hakk'ın sesi,
Tevhidin ölçü ve anlamı, İslâm'ın şîârı ve Hakk'a davetin ezeli ve ebedî
nağmesidir... Belli sözlerle namaz vaktini duyurmaya şer'ân "ezan"
denir. Taşıdığı birkaç cümle, ciltlerle akaid
mes'elesini taşıyıp
özetlemektedir.
Ezan'ın ne zaman
meşru' kılındığı hakkında farklı görüş ve tespitler vardır.
a. Namaz farz kılındığı zaman ezan da meşru'
kılınmıştır. Nitekim İbn Hibban buna delâlet eden bir rivayeti İbn Abbas
(r.a.)'dan nakletmiştir. Ancak o rivayetin isnadında Abdülaziz b. İmrân
bulunuyor ki, onun rivâyetiyle ihticac olunmaz. Nitekim Buhari, "Onun
hadîsi yazılmaz" derken, Nesâî, "O metruktür" demiş, Yahya ise,
"o sıka (güvenilir) değildir" diye kaydetmiştir.[212]
Bu mealde bir hadîsi
Darekutni, Enes (r.a.)'den rivayet etmişse de, Hafız İbn Hacer onun da zayıf
olduğunu tesbit etmiştir.
b. Taberâni'nin İbn Ömer (r.a.)'den yaptığı rivayete
göre, ezan, İsra gecesi meşru'
kılınmıştır.
Yapılan araştırmalara
göre, bu rivayetin isnadında "mutrukü’l-hadis" olan Talha b. Zeyd
bulunuyor. Nitekim Buhari, "O münkerü'1-hadistir" derken, Nesâî,
"O metruktür" demiştir, İbn Hibban ise, "O, cidden
münkerü'l-hadîstir" diye belirtmiştir.[213]
c. Müslümanlar Medine'ye hicret ettikten hemen sonra
meşru' kılınmıştır ki bu husus Buharî, Müslim ve Tirmizî'nin tesbitiyle sabit
olmuştur. Ayrıca Tirmizî o rivayet için "hasen-sahîh" demiştir. Nesâi
de aynı hususu Abdullah b. Ömer'in hadîsinden naklederek sıhhatına işarette
bulunmuştur.
Abdullah b. Ömer (r.a.)'den rivayet edilen hadîs şöyledir:
"Müslümanlar
Medine'ye geldiklerinde, toplanıp namaz (vaktini) iştiyakla beklerlerdi. Hiç
kimse namaz için çağırmazdı. Bir gün bu hususta konuştular. Bir kısmı,
Nasarâ'nın çam gibi çan çalınmasını önerdi. Bir kısmı, Yahudilerinki gibi
boynuz üflenmesini önerdi. Derken Ömer (r.a.), 'Namaz için seslenecek bir
adam, göndermez misiniz?' dedi. Bunun üzerine Resûlüllah (a.s.) Efendimiz: 'Ya
Bilâl! Kalk da namaza çağır' diye emretti."[214]
Şevkanî diyor ki:
"Ezan vaktinin
başlangıcını belirleme hakkında varid olan rivayetlerin en sahihi budur."[215]
Ebu Derda (r a)'den yapılan
rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimizden şöyle buyurduğunu işittiğini
söylemiştir:
"Herhangi üç
kişi (birarada olur da) ezan okumazlar ve içlerinde namaz kılınmazsa mutlaka şeytan onlara üstün gelir."[216]
Mâlik b. Huvayris
(r.a.)'den yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu
söylemiştir:
"Namaz hazır
olunca (namaz vakti girince), sizden biriniz ezan okusun, en büyüğünüz de size
imamlık etsin!"[217]
Muâviye (r.a.)'den
yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz ki,
Kıyamet gününde müezzinler insanların en uzun boylusudurlar."[218]
Ebû Hüreyre (r.a.)'den
yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğunu söylemiştir:
"İmam zâmîn
(cemaatın namazını korumada) sorumlu ve kefildir; müezzin (namaz vakitlerini
koruyup gözetmede) güvenilirdir. Allah'ım! İmamları doğruya eriştirip irşâd
eyle, müezzinleri de mağfiretine mazhar kıl!"[219]
Ukbe b. Amir
(r.a.)'dan yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu
işittiğini söylemiştir:
"Aziz ve Celîl
olan Rabbın, dağın bir kesiminde ezan okuyup namaz kılan davar çobanının
(hayret uyandıran bu halini pek) beğenir. Onun için Aziz ve Celil olan Allah
der ki: Benim bu kuluma bakın, ezan okuyor, namaz kılıyor ve benden korkuyor.
Gerçekten ben kulumu bağışladım ve onu Cennet'e yerleştirdim (yerleştireceğim)."[220]
Hadislerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır.
1- Vakit
girince namaza davet için ezan okumak sünnettir.
2- Ezan
şeytanların uzaklaşmasına, meleklerin yaklaşmasına sebep olur.
3- Birkaç
kişi biraraya gelir de namaz vakti girmiş olursa, onlar ister bir evde, ister
şehir içinde, ister şehir dışında olsunlar, yakınlarında okunan ve duyulan ezan
yoksa, ezan okumaları ve cemaat olup namaz kılmaları sünnettir.
4- Yaş, ve
bilgi itibariyle kim daha büyükse, o imam olur.
5- Sesi
güzel olan da ezan okuyarak müezzinlik eder.
6- İmam,
arkasındaki cemaatin namazını tastamam kıldırmakla sorumlu ve yükümlüdür. O
bakımdan namazın bütün şartlarına, farz ve vaciblerine, sünnet ve adabına
riâyet etmesi gerekir.
7- Müezzinin
de vakitleri iyi belirlemesi ve bu hususta güvenilir bir kimse olması gerekir.
8-
Kimselerin olmadığı tenhâ yerlerde namaz vakti girince ezan okuyup
namaz kılmak hem kulu bu borçtan kurtarır, hem de yaptığı bu amel Allah yanında
en güzel şekilde değerlendirilip mükâfatlandırılır. Çünkü dağda, bayırda ezan
okuyup namaz kılmak, ibâdet etmek, her türlü gösterişten uzak, her yönüyle
ihlâsa yönelik bir anlam taşır.
Ezan ve ikametle
ilgili müctehid imamların görüş, istidlal ve ihticacları:
a)
Hanefilere göre:
Ezan ve ikamet, fakiyhlerin
çoğuna göre, sünnettir. Ezanı kifayet üzere vacib sayanlar da olmuştur.
Ezan, beş vakit namaz
ve bir de cuma namazı için sünnettir, diğer namazlar için sünnet değildir.
Çünkü bu hususta tevatür derecesinde rivayet ve nakiller vardır.[221]
b) Şâfiîlere
göre:
Farz namazlar için
ister eda, ister kaza olsun, ezan okumak, ikamet getirmek sünnet-i kifayedir,
bir mahalle, köy ve beldede bir veya birkaç kişinin ezan okumasıyla
diğerlerinin üzerinden o sünnet kalkmış olur. Nitekim önceki ilim adamlarıyla,
sonrakiler bu sünnete devam etmişlerdir. Hem Buhari ve hem Müslim'de rivayet
edilen, "Namaz hazır olduğu zaman, biriniz size ezan okusun!"
mealindeki hadîs açık delillerden
biridir.[222]
c)
Hanbelîlere göre:
Ezan, beş vakit namaz
için müekked bir sünnettir; vâcib değildir. Bazısına göre, farz-ı kifâyelerden
biridir, bir kısmının ezan okumasıyla diğerlerinin üzerinden kalkar. Ezan ve
ikametsiz namaz kılan kimsenin bir kavle göre, namazı sahihtir. Diğer bir
görüşe göre, ezan vacibdir, ancak şehir ve kasaba halkına vacibdir, yolculara
vâcib değildir. Şehir halkı işitebiliyorsa, bir tek ezan kâfi gelir. Evinde
namaz kılan kimse için de oturduğu beldede okunan ezan yeter.
Kaza namazı kılarken
veya vakit dışında namaz kılınırken ezan aşikar okunmaz. Kaza namazını cemaat
halinde kılanlara, ilk vaktin kazası için bir ezan yeter, ondan sonra kaza
edilen her namaz için ikamet getirirler.[223]
d)
Mâlikîlere göre:
Ezan, halkın cemaat
halinde namaz kıldığı mescid ve benzeri yerlerde, ihtiyarî vakitte farz-ı ayn
olan namazlar için okumak kifayet üzere sünnettir. İsterse birkaç cami
birbirine bitişik olsun, herbirinde ayrı ayrı ezan okunur. Nafile ve kazaya
kalmış namazlar için ezan okunmaz. Onun gibi farz-ı kifâye olan cenaze namazı
için de okunmaz. Aynı zamanda zaruri vakitte de ezan okunmaz. Bu saydıklarımız
için ezan okumak mekruhtur. Çölde, bayırda yalnız başına, olup namaz kılan
kimsenin ezan okuması ise, menduptur.[224]
Diğer rivayetler,
tesbitler ve tahliller:
Zeylâî, ezanın sadece
beş vakit namaz ve bir de cuma namazı için sünnet olduğunu, yukarıda konunun
başında geçen hadîslerle istidlal ederek belirttikten sonra, iki bayram, güneş
tutulma namazları için sünnet olmadığına temasla diyor ki:
"Sahîh-i
Müslim'de Cabir b. Semure'den yapılan rivayette, demiştir ki: Resûlüllah (a.s.)
Efendimizle beraber birkaç defa bayram namazını ezansız ve ikametsiz kıldık.
Yine Sahîh-i Müslim'de
Hz. Aişe'den yapılan rivayette demiştir ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz zamanında Güneş tutulma olayı meydana geldi. Bunun üzerine, O,
bir çağırıcı göndererek es-Salâtu camia diye nida ettirdi..."
Bu sahih rivayetten de
Güneş ve ona kıyasla Ay tutulma olayından dolayı kılınacak "husuf ve
küsûf" namazları için ezan meşru kılınmamıştır.
Cuma namazına gelince,
o hususta hem âyet, hem de Sâib b. Zeyd (r.a.) hadîsi vardır.
180 nolu Ebû Derdâ
hadîsini İbn Hibban ve Hâkim de tahrîc etmişlerdir. Hakim onun isnadının sahîh
olduğunu belirtmiştir. Ebû Dâvud ise, aynı hadisi şu lâfızla rivayet etmiştir:
"Bir kasaba
veya çölde üç kişi bulunur da içlerinde namaz kılınmazsa, mutlaka şeytan
onlara üstünlük sağlar. Sana gereken, cemaate gerekli olmandır, çünkü kurt
ancak sürüsünden ayrılanı yer."[225]
Şevkanî, Ebû Derdâ
hadîsini açıklarken İmam Mâlik ile İmam Ahmed b. Hanbel'in beş vakit namaz ve
bir de cuma namazı için ezanın vâcib olduğunu söylemişse de, iki mezheple
ilgili kaynak eserlerde Mâlikîlere göre, müekked sünnet, Hanbelîlere göre ise,
bir görüşe göre vacib, bir görüşe göre müekked sünnet olarak tesbit edilmiş ve
müekked sünnet diyenlerin görüş ve tesbiti ağırlık kazanmıştır.[226]
Yine Şevkanî ve diğer
bazı ilim adamları, ezan hakkında Şâfiîlerin üç ayrı görüşünden söz ederler:
Bîr kısmına göre, farz-ı kifâyedir. Bir kısmına göre, sünnettir. Diğer bir
kısmına göre, cumadan başka farzlar için sünnet, cuma için farz-ı kifayedir.
İmam Şafiî ise el-Ümm adlı eserinde, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in farz namazlar için ezanı sünnet
kıldığını, bunun dışındaki namazlar için ezan ile emrettiğini tesbit eden
olmamıştır, diyerek her türlü farklı görüşü bertaraf etmiştir.[227]
181 nolu Mâlik b.
Huvayris hadîsi, müezzin için yaş ve üstünlük aranmayacağına delâlet
etmektedir. İmamette ise durum bunun aksinedir.
1- Beş vakit
ve bir de cuma namazı için ezan okumak sünnettir.
2- Ezanı
vaktin evvelinde okumak sünnet veya müstehabdır.
3- Ezandan
sonra ikamet getirmek de sözü edilen namazlar için sünnettir.
4- Ezan ve
ikamet namaz dahil sünnetlerden değildir, namaz dışında fakat onunla ilgili bir
sünnettir.
5- Müezzinin
daha bilgili ve daha yaşlı olması söz konusu değildir. Vakitleri iyice bilip
tayin etmesi ve sesinin müsait bulunması yeterlidir.
6- Mahalle
camiinde veya mescidinde okunan ezan
evlerde duyuluyorsa o takdirde evinde namaz kılanların ezan okumasına
gerek yoktur. Sadece ikametle yetinirler.
7- Çölde,
dağda ve bayırda ezan sesi işitilmiyorsa, orada bulunan müslüman hem ezan
okur, hem ikamet getirerek namazını kılar.
8- İmam
güvenilir, bilgili, olgun ve salih amel sahibi olmalıdır. Çünkü Peygamber
(a.s.) Efendimiz'in makamını işgal etmektedir.
İslâm, ibadeti âdetten
ayırmıştır. Ezan, abdest, gusül dahil, bütün ibâdetler belli bir plân ve
programa bağlanmıştır. Ezan ve ikamet de bizzat Resûlüllah (a.s.) Efendimiz
tarafından, Melek Cibril'in öğretisi doğrultusunda hem lâfızları, hem sıfatı
belirlenmiştir. Artık onu ne değiştirmemiz, ne de ilâvede bulunmamız veya
noksanlaştırmamız caiz değildir.
İlgili hadisler:
Muhammed b. İshak'dan,
o da Zuhrf den, o da Saîd b. Müseyyeb'den, o da Abdullah b. Zeyd b.
Abdirabbih'den rivayetle, Abdullah'ın şöyle dediğini haber vermiştir:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz, Nasârâ'ya (hıristiyanlar) muvafakat arzettiği için
hoşlanmadığı halde (namaza davet için) çan çalınması üzerinde toplanmışlardı.
Geceleyin uyuduğum sırada etrafımda bir kimsenin dolaştığını, üzerinde yeşil
iki elbise bulunan bir adamın elinde bir çan taşıdığını gördüm. Ona: 'Ey
Allah'ın kulu! Çanı satar mısın?' diye sorduğumda, bana: 'Onu ne yapacaksın?'
dedi. Ben de, 'onunla (müslümanları) namaza çağırırız' dedim. Bunun üzerine o
bana şöyle dedi: 'Bundan daha hayırlı bir şeye irşad edip yol göstereyim mi?'
diyerek öneride bulundu. Ben de 'evet, göster' dedim. 'O halde şöyle (dâvette)
bulunursun: Allahu Ekber, Allahu Ekber, Eşhedü Ella İlahe Îllallah Eşhedü Ella
İlahe İllallah, Eşhedü Enne Muhammed'den Resulüllah, Eşhedü Enne Muhammed'den
Resulüllah. Hayye Ala'ssala, Hayye Ala'ssala, Hayye Ala'l-Felâh, Hayye
Ala'l-Felah. Allahu Ekber Allahu Ekber, La İlahe İllallah.
Sonra o adam biraz
geriye çekilip pek uzaklaşmadan şöyle dedi: Namaz kılmaya kalktığında şöyle
ikamet getir: Allahu Ekber Allahu Ekber, Eşhedü Ella İlahe İllallah, Eşhedü
Enne Muhammed'den Resulüllah. Hayye Ala'ssalat, Hayye Ala'l-Felah; Kad
Kametî's-Salatü Kad Kametî's-Salatü, Allahu Ekber, Allahu Ekber, La İlahe
İllallah...
Abdullah b. Zeyd
(r.a.) devamla diyor ki:
Sabah olunca
Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'e geldim ve gördüğüm rüyayı kendisine haber verdim.
Resûlüllah (a.s.): 'İnşâallah bu rüya hakktır' Sonra da ezan okunmasını emretti
ki, Ebûbekir Sıddik'ın (r.a.) (azadlı) kölesi Bilâl bu (benim görüp
naklettiğim) sözlerle ezan okudu. Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'i bununla namaza
çağırıyordu. Nitekim bir defa sabahleyin fecir (namazı) için gelip Onu çağırdı.
Biri ona: Peygamber (a.s.) Efendimiz uyuyor dedi. Bunun üzerine Bilâl sesinin
bütün yüksekliğiyle "Es-Salatü Hayrün Mîne'n-Nevm" dedi."
Saîd b. Müseyyeb diyor
ki:
"Böylece bu
kelime sabah ezanına dahil edildi."[228]
Ahmed b. Hanbel ile
Ebû Davud'un Muhammed b. İshak tarikiyle Muhammed b. İbrahim et-Teymî'den, O
da Muhammed b. Abdullah b. Zeyd'den, o da babasından rivayetle Zeyd'in (r.a.)
şöyle dediğini söylemiştir:
"Sabah
olunca Resûlüllah (a.s.) fendimiz'e
gelip gördüğüm rüyayı haber verdim. Buyurdu ki. "Şüphesiz ki o hakk bir
rüyadır, inşâalah. Kalk da gördüğünü Bilâl'a aktar. Çünkü gerçekten o, senden
daha yüksek (ve güzel) seslidir."
Bunun üzerine kalkıp
gördüğüm şeyi Bilâl'a naklettim ve o da onunla ezan okudu. O sırada evinde
oturan Hattab oğlu Ömer (r.a.) onun ezan sesini işitince, üstlüğünü yerde
sürüyerek dışarı çıktı ve şöyle diyordu; 'Seni hakk peygamber olarak gönderen
Allah'a yemin ederim ki, Abdullah'ın gördüğünün aynını ben de (rüyamda)
gördüm...' Bunun üzerine Resûlüllah (a.s.) Efendimiz şöyle dedi: "Hâmd
Allah'a mahsustur.."[229]
Tirmizî bu hadîsin
hasen ve sahih olduğunu belirtmiştir.
Enes (r.a.)'den yapılan
rivayette demiştir ki:
"Bilâl'e, ezanı
çift, ikameti tek söylemesi, ancak kad kameti's-sala sözünü çift söylemesi
emredilmişti."[230]
İbn Ömer (r.a.)'den
yapılan rivayette, demiştir ki:
"Şüphesiz ki, Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz zamanında ezanın (her cümlesi) ikişer ikişer (defa), ikamet
ise, birer birer (defa) okunurdu. Ancak (müezzin) ikamette iki defa kad
Kameti's-salat, kad kameti's-salat derdi. Biz de ikameti işitince abdest alıp
namaza (durmak üzere) çıkardık."[231]
Ebû Mahzure (r.a.)'den
yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz ona ezanı şöyle öğretmiştir:
Allahu Ekber Allahu Ekber, Eşhedü Ellâ İlahe İllallah, Eşhedü Ella İlahe İllallah,
Eşhedü Enne Muhammed'en Resûlüllah, Eşhedü Enne Muhammed'en Resûlüllah.' Sonra
dönüp iki defa Eşhedü Ella İlahe İllallah, iki defa Eşhedü Enne Muham-Med'den
Resulüllah, iki defa Hayye Ala's-Sala, iki defa Hayye Ala'l-Felah ve sonra da
Allahu Ekber, Allahu Ekber, La İlahe İllallah dedi.[232]
Böylece tekbiri başlangıçta
dört defa söylemiştir.
Beşlerin Ebû
Mahzure'den yaptığı rivayete göre, Peygamber (a.s.) ona ezanı 19 kelime,
ikameti 17 kelime olarak öğretmiştir.
Ebû Mahzure (r.a.)'den
yapılan rivayette, şöyle demiştir:
"Resûlülah (a.s.)
Efendimiz'e, 'bana ezanın sünnetini öğret' dedim. Peygamber (a.s.) da ona
ezanın sünnetini öğretti ve şöyle buyurdu:
"Sabah namazı
olursa (onun ezanına şunu ilâve ederek) dersin ki: Es-Salatü Hayrün
Mine'n-Nevm, Es-Salatü Hayrün Mıne'n-Nevm. Allahu Ekber, Allahu Ekber, La İlahe
İllallah."[233]
Hadislerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Namaza
davet hususunda, Abdullah b. Zeyd ile Hz. Ömer (r.a.)'in rüyası, Resûlüllah'a
(a.s.) Melek Cebrail tarafından verilen bilgiye uygun düşmüştür.
2- Ezan;
Kitap, Sünnet ve İcma' ile sabit olmuştur. İnkârı küfrü gerektirir.
3- İlk ezan
okuyan Bilâl olmuştur. O bakımdan sesi müsait olup makam bilenlerin ezan
okuması sünnet veya müstehabdır.
4- Ezan
okurken sesi yükseltmek sünnettir.
5- Sabah
ezanında "Es-Salatu Hayrün Mine'n-Nevm" cümlesini ilâve etmek,
takriri sünnet ile sabit olmuştur.
6- Ezandaki
cümleleri ikişer defa, ikametteki cümleleri birer defa söylemek sünnettir. Ancak ikamette "Kad Kameti's-Sala" cümlesi iki
defa söylenir.
7- Ezanda
Allahu Ekber'i dört defa söylemek sünnettir.
Hadislerin ışığında
müctehid imamların görüş, tesbit, istidlal ve ihticacları:
a)
Hanefîlere göre:
Hanefîler ezanın mâruf
ve mütevatır olan elfaz ve elfazdaki tekrarla okunacağını söylerken, bu
mes'elede Abdullah b. Zeyd (r.a.), Ebû Mahzure hadîsleriyle istidlal
etmişlerdir. Şehadet kelimesinde terci' olmadığına yani iki şehadeti önce
kendisi duyacak kadar alçak sesle ikişer defa söyledikten sonra ikişer defa da
sesini yükselterek söylemek, yoktur: Şâfiîye göre, terci' vardır. İmam Şafiî bu
hususta 196 nolu Ebû Mahzure (r.a.) hadisiyle istidlal etmiştir. Yapılan
rivayete göre, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, Ebû Mahzure'ye ezanı öğretirken, o,
Allahu Ekber Allahu Ekber, Allahu Ekber, Allahu Ekber diye başlayıp dört defa
söyledikten sonra her iki şehadeti söylerken sesini iyice alçaltmışti.
Hanefîler, bu hadîsi,
yani Şâfiilerin delil gösterdikleri hadîsi şöyle yorumlamışlardır: Ebû Mahzure,
ya kâfirlerden korktuğu için vefa sesi tok ve yüksek tona sahib bir kimse.
Cahiliyye devrinde o gür sesiyle Peygamber (a.s.) Efendimiz'e dil uzatırdı.
İslâm'a girip küfrün kirlerinden arındıktan sonra ezan okumayı öğrenirken
şehadeteyne gelince, o günleri hatırlayıp utanmış ve sesini elde olmayarak
alçaltmıştır. Bunun üzerine Resûlüllah (a.s.) Efendimiz onu çağırıp kulağını
bükmüş ve dön yeniden, sesini iki şehâdetle yükselt de kâfirleri iyice
öfkelendir, buyurmuştur.[234]
İkamete gelince, o da
çoğu ilim adamlarına göre, ezan gibi ikişer ikişer söylenir. Şafiî ve Mâlik'e
göre, birer defa söylenir. Ancak Kad Kameti's-Sala cümlesi iki defa söylenir.
Şâfiîler bu meselede 194 nolu Enes hadîsiyle istidlal etmişlerdir. Hanefîler
ise Abdullah b. Zeyd hadîsiyle istidlal edip ezanın 19, ikametin 17 kelime
olduğu rivayetini hüccet kabul etmişlerdir.[235]
Tesvîb hususuna
gelince, Hanefîlere göre, sadece sabah ezanında Hayye Ala'l-Felah'dan sonra
Es-Selatu Hayrün Mine'n-Nevm denilir ve bu da iki defa tekrarlanır. Bu cümleye
tesvîb denilmesinin sebebi, Resûlüllah (a.s.), diğer bir rivayete göre,
mü'minler bunu beğenip tasvib etmişlerdir. Çünkü mü'minlerin iyi ve uygun
gördüğü şey, Allah yanında da iyi ve uygundur.[236]
Şâfiilerden bir kısmı,
yatsı ezanında da tesvîb'in müstehab olduğunu söylemiştir.
b) Şâfiîlere göre:
Gerçi Hanefilerin
görüşünü aksettirdiğimiz maddede Şâfiîlerin görüşüne kısmen yer vermiş idik,
önemine binâen daha geniş bilgi vermemizde yarar görüyoruz:
Ezanda yer alan
cümleler ikişer ikişer, ikâmette yer alan cümleler -kad kameti’s-sala cümlesi
dışında- birer birer söylenir ve bu sünnettir. Ayrıca iki şahadette terci' yapılır,
yani önce herbiri ikişer defa alçak sesle, sonra ikişer defa da yüksek sesle
söylenir. Böyle yapmak da keza sünnettir. Sabah ezanında tesvîb'e yer vermek
sünnettir.[237]
c)
Hanbelîlere göre:
Ezan 15 kelimeden
ibarettir ki, onu Bilâl okumuştur. Öyle ki, Bilâl (r.a.) aldığı talimat üzerine
ezanı şu lâfızlarla okuyup bitirmiştir: Allahu Ekber, Allahu Ekber. Eşhedü
Ella İlahe İllallah, Eşhedü Ella İlahe İllallah. Eşhedü Enne Muhammed'den
Resulüllah, Eşhedü Enne Muhammed'den Resûlüllah. Hayye Ala's-Sala, Hayye
Ala's-Sala. Hayye Ala'l-Felah, Hayye Ala'l-Felah. Allahu Ekber, Allahu Ekber,
La İlahe İllallah.
İmam Ahmed b. Hanbel,
Bilâl'ın bu şekilde ezan okuduğunu tesbitle istidlal etmiştir. Yine ona göre,
ezanda tercî' yoktur. Nitekim Sevrî ile rey tarafdarlan ve İshak b. Rahuye de
aynı görüştedirler.[238]
Sabah ezanında ise iki
defa Es-Salatü Hayrün Mine'n-Nevm demek de sünnettir ki, buna tesvib denir.
Başka ezanlarda bu cümleyi söylemek mekruhtur.[239]
İkamet ise,
Hanbelîlere göre, birer defa söylenerek yerine getirilir. Allahu Ekber. Allahu
Ekber Eşhedü Ella İlahe İllallah, Eşhedü Enne Muhammed'en Resulüllah. Hayye
Ala's-Sala, Hayye Ala'l-Felah. Kad Kameti's-Sala. Allahu Ekber. La İlahe
İllallah... şeklinde okumak sünnettir. Şafiî de aynı görüştedir.[240]
d) Mâlikîlere
göre:
Ezan konusunda
Mâlikîler ile Şâfiîler aynı görüştedirler. İmam Mâlik de tercî'in sünnet
olduğunu söylemiştir. Sabah namazında ise, diğer mezheplerde olduğu gibi tesvîb
yapmak, yani Es-Salatu Hayrün Mine'n-Nevm demek de ona göre sünnettir, bu, hem
eyleşik, hem yolculuk halinde ezan okununca söylenir. İmam Mâlik bu konuda İbn
Mahzure (r.a.) hadîsiyle istidlal etmiştir.
İkamet ise de bu
mezhebe göre de şöyle söylenir: Allahu Ekber, Allahu Ekber. Eşhedü Ella İlahe
İllallah, Eşhedü Enne Muhammed'den Resulüllah. Hayye Ala's-Sala, Hayye
Ala'l-Felah. Kad Kametî's-Sala. Allahu Ekber Allahu Ekber, La İlahe İllallah...
İmam Mâlik ikamet
meselesinde ise 194 nolu Bilâl hadîsiyle istidlâl etmiştir.[241]
Diğer rivayetler,
yorumlar ve tahliller:
192 nolu Muhammed b.
İshak'ın Zührî'den rivayet ettiği hadîsi aynı zamanda Hâkim de birinci tarikten
rivayet ve tahrîc etmiş ve "Abdullah b. Zeyd kıssasında bu rivayetlerin en
üstünü ve en seçkinidir" demiştir. Çünkü Tabiîn'den Saîd b. Müseyyeb de
aynı hadîsi Abdullah b. Zeyd'den işitmiştir. Yunus, Ma'mer, Şayb ve İbn İshak
ise Zühri'den rivayet etmişlerdir. Bu zatların sözü edilen hadîsin rivayetinde
İbn İshak'a tabi’ olmaları, tedlîs ihtimalini kaldırmaktadır. Çünkü Muhammed
b. İshak'ın bazı hadisleri rivayet ederken tadlîs yaptığı, yani muasırı olup
görüştüğü halde bizzat kendisinden işitmediği halde işittim, demesi veya
musasırı olduğu halde kendisiyle görüşmediği zattan hadis işittim diye
rivayette bulunması söz konusudur.
İkinci bir tarîkla
hadîsi İbn Huzeyme ve İbn Hibban kendi sahihlerinde, Beyhâkî ile İbn Mace
kendi sünenlerinde tahrîc etmişlerdir.[242]
Muhammed b. Yahya
ez-Zühelî diyor ki:
"Abdullah b.
Zeyd'in verdiği haberlerde, Muhammed b. İbrahim et-Teymî'den naklen rivayet
ettiği hadîsten daha sahihi yoktur."
İbn Huzayme kendi
Sahîh'inde ise şöyle demiştir:
"Bu, nakil
cihetiyle sahih bir hadîstir. Çünkü Muhammed, kendi babasından işitmiştir. İbn
İshak ise et-Teymî'den işitmiştir. Artık bunda tedlîsi gerektiren bir şey söz
konusu değildir.
Bu anlamda bir hadîsi
Ahmed b. Hanbel ve Ebu Dâvud, Muhammed b. Amir el-Vakıfî tarikiyle Muhammed b.
Abdullah'tan, o da amcası Abdullah b. Zeyd'den rivayet etmiştir. Ancak Muhammed b. Amir zayıftır.
Nitekim İbn Sirîn ve İbn Maîn onun zayıf olduğunu belirtmişlerdir. Bununla beraber
İbn Hibban gibi bir hadîs hafızı, onu sıkat (güvenilirler) arasında
zikretmiştir. İbn Adiy de onun zayıf olduğunu söylemiştir.[243]
Hâkim diyor ki: Küfe
âlimlerinin, ezandaki cümlelerin ikişer, ikametteki cümlelerin de ikişer defa
tekrar edilerek okunmasıyle ilgili delilleri, Abdurrahman b. Ebî Leylâ
hadîsidir. Ancak Abdurrahman'ıri kimine göre, Muaz b. Cebel'den, kimine göre,
Abdullah b. Zeyd'den rivayet ettiği söylenir. Hadîste, Allahu Ekber cümlesinin
dört defa söylendiği yer almaktadır ki İmam Şafii, İmam Ebû Hanîfe, İmam Ahmed
ve Cumhur bununla istidlal etmişlerdir. Ayrıca Ebû Mahzûre'nin hadîsi de
onların istidlal ettiği rivayetlerden biridir. Nitekim Mekke halkının da ezanda
Tekbiri dört defa söyledikleri tesbit edilmiştir ki, o devirde yaşayan Ashabdan
hiçbiri bunu red ve inkâr etmemiştir. İmam Mâlik ile İmam Ebû Yusuf, tekbirin
de ikişer defa getirilmesine kaildirler. Onlar da Müslim'in rivayet ettiği Ebû
Mahzure hadisi ile ilgili diğer hadisleri hüccet olarak almışlardır. Nitekim
Medine halkının ameli de bu doğrultuda cereyan etmiştir ki, sünnetleri en iyi
bilenler de onlardır.[244]
Ayrıca İmam Mâlik ve
onun görüşünde olanlar; yine Müslim'in yaptığı rivayette, Resûlüllah (a.s.)
Efendimiz'in Bilâl'a, ezanı ikişer ikişer okumasını emrettiğiyle istidlal
etmişlerdir. Aynı rivayette ikameti birer defa okuması yer almaktadır. Ancak
müctehidlerin çoğu, Tekbir'in dört defa tekrarlanma hakkındaki rivayeti tercih
etmişlerdir.
Terci' hususuna
gelince, İmam Ebû Hanîfe ile rey terafdarları, ezanda yer alan iki şehadetin,
ikişer defa alçak sesle, ikişer defa da yüksek sesle okunmasıyla ilgili
rivayetlere istidlal etmemiş ve o bakımdan böyle yapmanın müstehab olmadığını
söylemişlerdir. İmam Şafiî, İmam Ahmed b. Hanbel ve İmam Mâlik'in bu hususta
Ebu Mahzure hadîsiyle istidlal ettikleri bilinmektedir. Nitekim İmam Nevevî
Müslim şehrinde bu konuya temas ederek diyor ki:
"Ezanda tercî,
Ebû Mahzure hadisiyle sabit olmuştur ki, o sahih bir hadîstir, ve ayrılık
arzetmeyen bir fazlalığı da içine almaktadır; o bakımdan kabul edilmesi
vâcibdir."[245]
Sabah ezanında tesvîb
mes'elesine gelince: İbn Mâce, Bilâl'in bunu söylediğini, Resûlüllah (a.s.)
Efendimiz'in de takrir ettiğini nakletmiştir. Ancak bu hadîsin isnadında bir
zaaf olduğu görülmüştür. Ayrıca İbni Mâce, Ahmed b. Hanbel ve Tirmizî'nin
rivayet ettikleri Bilâl hadîsinde şu lâfızlar yer almaktadır:
"Sabah
namaza.dışında hiçbir namazda tesvîb yoktur."
Bunun isnadında İsmâil
el-Melâî bulunuyor ki, bu zat genellikle zayıf kabul edilmiştir. Zehebî onun,
zayıflardan biri olduğuna dikkatleri çekmiştir.[246]
Ayrıca İbn Ebî Leylâ'nın Bilâl'den işitmesi mümkün değildir. Çünkü İbn Ebi
Leylâ, hicretin 17. yılında doğmuştur. Bilâl (r.a.) ise, hicretin 20 veya 21.
yılında Şam'da vefat etmiştir. Kaldı ki, İbn Ebî Leyla Şam'lı değil,
Kûfe'lidir.
Tesvib ile ilgili
rivayetlerden birini Ebû Davud ve İbn Hibban Ebu Mahzure'den rivayetle tahrîc
etmişlerdir ki, o rivayette şu fazlalık bulunuyor:
"Sabah
ezanında bulunduğun zaman, hayye alâ'l-felâh dedikten sonra, es-salâtü hayrün
mine'n-nevm, söyle..."
Ancak bu hadîsin
isnadında Muhammed b. Abdülmelik b. Ebî Mahzure bulunuyor ki, bu zatın durumu
pek mâruf değildir ve Hars b. Ubeyd bulunuyor ki, onun hakkında da bazı şeyler
söylenmiştir.[247]
İbn Huzeyme ise aynı
rivayeti İbn Cüreyc tarikiyle yapmış, İbn Mâce de başka bir tarikle tahrîc
etmiştir. İbn Huzeyme bunun sahih olduğunu söylemiştir.
Tesvîb ile ilgili rivayeti
ayrıca Taberanî ve Beyhakî, isnad-i hasen ile İbn Ömer (r.a.)'den şu lâfızla
yapmışlardır:
"Ezan, hayye
alâ'l-felâh'dan sonra iki defa es-salâtu hayrün mine'n-nevm ile okunurdu."
Yapılan tesbitlere
göre bu isnad sahihtir. Diğer yandan İbn Huzeyme, Darekutnî ve Beyhâkî, Hz.
Enes (r.a.)'den şöyle dediğini rivayet etmişlerdir:
"Müezzinin sabah
ezanında Hayye Ala'l-Felah dedikten sonra Es-Salatü Hayrün Mine'n-Nevm demesi
sünnettir."
İbn Seyyidinnas, bu
isnadın sahih olduğunu söylemiştir. Böylece sabah ezanında Es-Salatü Hayrün
Mine'n-Nevm demenin Hz. Ömer b. Hattab ve oğlu Abdullah; Enes, Hasan el-Basrî,
İbn Şirin, Zührî, Mâlik, Sevrî, Ahmed b. Hanbel, İshak b. Rahuye, Ebû Sevr,
Dâvud ve Şafiî'nin arkadaşları meşru' olduğunu, yani sünnete dayandığını
söylemişlerdir. İmam Şafiî'nin Kavl-i Kadîm'indeki ictihadı ve istidlali da bu
anlamdadır. İmam Ebû Hanîfe de aynı görüştedir.
Ancak bu cümlenin
hangi vaktin ezanının neresinde yer alması gerektiği üzerinde farklı görüş
ortaya koyanlar olmuştur. Ama meşhur olan tesbit ve görüş, sabah ezanında ve
yukarıda geçen hadîslerde belirtilen yerde olmasıdır. İmam Nahaî ile İmam Ebû
Yusuf'a göre, bütün namazlarda okunan ezanda yer alması sünnettir. [248]
eş-Şa'bî ve
arkadaşları, tesvîb'in yatsı ve sabah ezanlarında müstehab olduğuna
kaildirler. Hadîslerin açık delâleti ise, sadece sabah ezanında meşru olduğunu
gösteriyor. Hz. Ali (r.a.)'den yapılan bir rivayete göre, ezanlarda tesvîb'in meşru olmadığını söylemişse de
sahîh rivayetle amel edilmiyecek bir açıklık ve kuvvette değildir.
194 nolu Enes hadîsini
rivâyefeden Nesâî ve İbn Mâce sadece ikameti iytar yapması, yani yer alan
cümleleri birer defa okumasını belirtmişler, ezanın çift çift okunması
hakkındaki cümleye yer vermemişlerdir. Tirmizî de aynı rivayeti nakletmiştir.
Bilâl'a emreden zattan
söz edilmemiştir. Ancak şer'i hükümleri o dönemde ancak Resûlüllah (a.s.)
Efendimiz'in emredeceğini düşünürsek, kimin emrettiği rahatlıkta anlaşılır.
Nitekim Revh'in Atâ'dan yaptığı rivayette, Bilâl'a ezan ve ikamet hakkında
emredenin Peygamber (a.s.) Efendimiz olduğu açıklanmıştır. Bundan daha açık
olan rivayeti ise, Nesâî'nin Kuteybe b. Abdülvehhab'dan yaptığı rivayettir ki,
orada "Peygamber (a.s.); Bilâl'a emretti..." denilmektedir.
Beyhakî ise, isnad-ı
sahihle Enes (r.a.)'den şu rivayeti yapmıştır: "Şüphesiz ki, Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz, Bilâl'e ezanı çift çift ikameti tek tek okumasını emretti...
Ancak ikamette bütün
cümleler tek söylenmez, Tekbîr iki defa söylenir. Nitekim konunun başında
naklettiğimiz Abdullah b. Zeyd hadîsinde bu husus açıklanmıştır. Bazıları,
ezanda tekbîrin dört defa tekrarlanması dikkate alınınca, ona çift denildiğine
göre, iki defa tekrarlanan Tekbir için tek denilebilir.
Sonuç olarak ilim
adamlarının cumhuruna göre ve Mekke, Medine, Hicaz, Şam, Yemen, Mısır, Mağrıb
ve diğer İslâm ülkelerinde ikametteki sözler birer defa söylenir. İmam Mâlik
dışında diğer âlimlere göre, Kad Kameti's Sala tekrarlanır. Böylece Ömer b.
Hattab, İbn Ömer, Enes, Hasan el-Basrî Zührî, Evzâî, Ahmed, İshak, Ebû Sevr,
Yahya b. Yahya, Davud ve İbn Münzir'e ikamet on bir kelimedir. Onlara göre,
tekbirler ve bir de Kad Kametî's-Sala sözleri tekrarlanır, ikişer defa
söylenir, diğer kelimeler birer defa söylenir. Kad Kametî's-Sala kelimesinin de
bir defa söyleneceğini belirtenler arasında Said b. Müseyyeb, Urve b. Zübeyir,
İbn Sirîn ve Ömer b. Abdülaziz bulunmaktadır. İmam Bağavî, bunun daha yaygın olduğunu,
çoğu ilim adamlarınca tasvîb edildiğini söylemiştir.
Onlara karşılık, Kad
Kametî's-Sala fazlalığı dışında ikametin de ezan gibi, aynı cümle ve
kelimeleri taşıdığını söyleyenlerin başında İmam Ebû Hanîfe, İmam Sevrî, İbn
Mübarek ve Küfe âlimleri gelmektedir.
Bunlar, sözünü
ettiğimiz görüş ve tesbitlerine dayanak olarak Tirmizî ile Ebû Davud'un rivayet
ettiği Abdullah b. Zeyd hadîsini seçmişlerdir. Abdullah b. Zeyd'den bu konuda
yapılan rivayetler munkati' olmakla beraber, istidlale uygun görülmüştür.
Nitekim Tirmizî, Abdullah'dan nakledilen rivayeti sahihleyerek şüpheleri
gidermiştir. Öyleki, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz Ebû Mahzure'ye de ezan ve
ikameti ikişer ikişer öğretmiştir, yani her cümleyi ikişer defa okumasını talim
etmiştir. Ebû Davud, Tirmizî ve Nesâî'nin şart ve ölçülerine göre, Ebû
Mahzure'nin hadîsi sahihtir. Beşlerin yaptığı rivayette ise, Resûlüllah (a.s.)
Efendimizin Ebû Mahzure'ye ezanı 19 kelime, ikameti 17 kelime olarak öğrettiği
anlaşılıyor. Bu da her ikisinde de cümlelerin ikişer defa tekrarlanmasını
gösterir. Aynı zamanda, ikametin birer defa yapılmasını Bilâl'e emretmekle
ilgili hadîsten sonra söylendiği, çünkü Ebu Mahzure Fetih'ten sonra Müslüman
olmuştur. Bilâl'e verilen emir ise, hicretin ilk yıllarında olduğu kesindir. O
halde Ebu Mahzure hadîsiyle onun hükmünün kaldırıldığı anlaşılıyor.
Bu konuda ünlü hadîs
âlimi Ebû Şeyh diyor ki:
"Bilâl, Mina'da
ezan okurken Resûlüllah (a.s.) Efendimiz de orada bulunuyordu. Bilâl hem ezanı,
hem ikameti ikişer defa, yani her cümlesini ikişer defa tekrarlayarak
okudu."[249]
195 nolu İbn Ömer
(r.a.) hadîsine gelince: Onu aynı zamanda İmam Şafiî, Ebû Âvâne, Darekutnî, İbn
Huzeyme, İbn Hibban ve Hâkim tahrîc etmişlerdir. Ancak isnadında Ebu Cafer
el-Müezzin bulunuyor ki, bu hadîsten başka kendisinden bir rivayet yapılmamıştır.
Zehebî bu zat hakkında herhangi bir tesbitte bulunmamıştır. İbn Hibbân, onun
asıl adının Muhammed b. Müslim b. Mehren olduğunu, el-Hâkim ise, Umeyr b.
Yezîd b. Habîb olduğunu söylemiştir. Hafız İbn Hacer, el-Hâkim'in bu hususta
vehimde bulunduğunu belirtir.
İbn Mace'nin bu konuda
Sa'd el-Kurez'den merfûân ve Ebû Râfi'den bir benzerini rivayet ettiği
görülmektedir ki, her iki rivayette zayıftır.
Buna rağmen, müctehid
imamlardan bir kısmı bu hadisi de delil kabul ederek istidlalde
bulunmuşlardır.
196 nolu Ebu Mahzure
hadisi, İmam Şafiî, Ebû Dâvud ve İbn Hibban da tahrîc etmişlerdir. İbn Kattan
bu rivayeti dikkate alarak ezanın 19 kelime olduğunu belirtmiştir. Ebû Nuaym
el-Mustahrec'de ve ayrıca Beyhâkî ezanda tekbirin dört defa söyleneceğini
tesbit etmişler ve Müslim'in de İshak'tan bu anlamda tahrîc yaptığını söylemişlerdir.
Nitekim Ebû Âvâne de kendi Müstahrec'inde İbn el-Medenî tarikiyle Muâz (r.a.)'den bu anlamda bir rivayet yapmıştır.
Böylece tekbîrin dört
defa tekrarlanması ve şahadeteynde tercî' yapılmasıyla ezanın kelimeleri 19'u
bulmaktadır. İkamet'te ise, başlangıçta tekbirin dört defa tekrarlanması,
şehadeteynde terci'in terkedilmesi ve iki defa Kad Kameti's-Sala denilmesiyle
kelimeler 17'ye ulaşmakdadır.
197 nolu Ebû Mahzure
hadîsiyle ilgili açıklamaları, Abdullah b. Zeyd hadîsiyle ilgili tahlillerde
yapmıştık. İbn Hibban ve Nesâi de bunu rivayet etmiş, İbn Huzeyme
sahihlemiştir. Ancak isnadında Muhammed b. Abdülmelîk b. Ebî Mahzure ve Haris
b. Ubeyd bulunuyor ki, bu iki zat hakkında Zehebî'nin tesbitiyle ilgili
dipnotu nakletmiş bulunuyoruz.
Ebû Cafer et-Tahavî de
bu konuda Ebû Mahzure hadisini bölümün baş kısmına alarak naklettikten sonra
Ebû Mahzure'nin oğlu Abdülmelik'in anasının şöyle dediğini ilâve etmiştir:
"Ben bunu Ebû Mahzure'den işittim." Ayrıca Ebû Âsım'ın da
Abdülmelik'in anasının bu sözünü naklederek rivayete kuvvet kazandırıyor. Sonra
Ali b. Şeybe'den yapılan rivayeti nakledip Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in Ebu
Mahzure'ye: "Kalk, namaz için ezan oku!" buyurarak, yukarıda
açıklandığı üzere ezanı ona öğrettiğine yer verdikten sonra bir cemaatin buna
muhalefet ettiğini ve iki yerde bu muhalefetlerini ortaya koyduklarını
belirtiyor. Birincisi, ezanın evvelinde dört defa Allahu Ekber denilmesi
gerekir, demişler ve Abdullah b. Muhâyrız'ın Peygamber Efendimiz'in kendisine
ezam 19 kelime olarak öğrettiği rivâyetiyle ihticâc etmişlerdir.
Bu rivayet ve görüş
Hanefîlerce daha sahih kabul edilmiştir. İkincisi, terci hususunda muhalefet
etmişlerdir. Çünkü bir kısmına göre bu da sünnettir, bir kısmına göre,
değildir. Sünnet olmadığını söyleyenler bu hususta İbn Merzuk'un, Abdullah b.
Zeyd'den senedini de zikrederek naklettiği şu rivayete dayanmaktadırlar:
"Gökten, üzerinde
yeşil iki elbise veya yeşil iki üstlük bulunan bir adam indi ve yüksekçe bir
duvar kalıntısı üzerinde ayakta durarak: Allahu Ekber, Allahu Ekber, Allahu
Ekber Allahu Ekber diyerek, (Ebu Mahzure hadîsinde geçen ezana uygun) bir ezan
okudu, ancak terci'i zikretmedi." Abdullah (r.a.) kalkıp Peygamber (a.s.)
Efendimiz'e gelerek gördüğü rüyayı haber verdi. Peygamber (a.s.) ona: "Evet
gördüğün (doğrudur ve hakktır). Sen onu Bilâl'a öğret..." buyurdu.[250]
Ebu Cafer, ikamet
konusuyla ilgili rivayetleri de toplayıp nakletmiştir. İkamet sözlerinin birer
defa okunmasıyla ilgili rivayetleri öne alarak Ebu Kılâbe'nin Enes b. Mâlik
(r.a.)'den şu hadisi rivayet ettiğini naklediyor: "Bilâl'e, ezanı çift,
ikameti tek okuması emredildi."[251]
Müellif bunu
kuvvetlendirir mahiyette beş ayrı tarikden aynı rivayeti yapmıştır. Bu
rivayetlere dayanıp ikametin her kelimesinin birer defa söyleneceğine muhalefet
edenler ise, Kad Kametî's-Sala sözünün tekrarlanmasının gereği üzerinde durmuş
ve İbn Ebî Davud'un, Simak b. Atiyye tarikiyle Ebû Kılâbe'den, onun da Enes
(r.a.)'den yaptığı şu rivayetle ihticac etmişlerdir: "Bilâl'e, ezanı çift,
ikameti tek okuması, ancak Kad Kameti's-Sala'yı tekrarlaması emredildi."
Ebû Cafer bu görüş ve
tesbite ağırlık kazandıran altı, yedi kadar rivayeti naklettikten sonra ikametin
de ezan gibi ikişer ikişer okunup tekrarlanmalıyla ilgili rivayetlere geçiyor;
önce İbrahim b. Merzuk'un, Abdurrahman b. Ebî Leylâ'dan yaptığı rivayeti, onun
da Abdullah b. Zeyd'den (r.a.) duyduğu hadîsi delil olarak gösteriyor ki, sözü
edilen hadîsi 224 no ile az yukarıda meâlen yazmış bulunuyoruz.
Aynı hadîsi Ali b.
Şeybe'nin Yahya b. Yahya tarikiyle yine Abdurrahman b. Ebî Leylâ'dan onun da
ashab-ı kiram'dan bazı zevattan rivayetle naklederek birinci rivayeti
kuvvetlendiriyor ve sonra da Abdullah b. Zeyd'in şöyle dediğini rivayet ediyor:
"Kendimi töhmet
altında tutmam endişesi olmasaydı, o yeşil elbiseli adamı uykuda değil, uyanık
bir halde gördüğümü zannediyorum, derdim." O'nun bu sözlerim duyan Hz.
Ömer (r.a.) şöyle demiştir: "Vallahi Abdullah'ı tavaf eden, yani onu
ziyaret eden (adam şeklindeki melek) beni de ziyaret etti. Ancak Abdullah'ın
benden önce anlattığını görünce susmayı tercih ettim."
Bu rivayetlerden, ezan
ve ikametin Abdullah b. Zeyd tarafından Bilâl'e öğretildiği ve Bilâl'ın de
kalkıp hem ezanda, hem ikâmette cümleleri ikişer defa tekrarlayarak okuduğu ve
bundan önceki rivayete muhalif bir anlam ve hüküm taşıdığı anlaşılıyor. Sonra
da Bilâl'den yapılan rivayette, kendisinin Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'den
sonra da ezan ve ikameti ikişer ikişer, yani her cüümlesini ikişer defa
tekrarlayarak okuduğunu söylemiştir. [252]
Ayrıca Ahmed b.
Davud'un, Yakub b. Humeyd, Abdurrezzak, Ma'mer, Hammad, İbrahim ve Esved'den,
onun da Bilâl'dan yaptığı rivayete, Bilâl'ın (r.a.) Ezan ve ikameti ikişer
ikişer okuduğu belirtilmiştir.[253]
Diğer yandan
yukarıdaki rivayetleri te'yîd eder mahiyette Ebûbekre'nin Âsim tarikiyle Ümmü
Abdilmelik b. Ebî Mahzure'den yaptığı rivayette, hem Abdülmelik, hem anası,
Ebû Mahzure'nin şöyle dediğini işitmişlerdir:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz, bana ikameti ikişer ikişer defa her cümlesini tekrarlayarak
okumamı öğretti, Allahu Ekber Allahu Ekber. Eşhedü Ella İlahe İllallah, Eşhedü
Ella İlahe İllallah. Eşhedü Enne Muhammed'den Resûlüllah, Eşhedü Enne
Muhammed'en Resûlüllah Hayye Ala's-Sala, Hayye Ala's-Sala, Hayye Ala'l-Felah,
Hayye Ala'l-Felah; Kad Kameti's-Salatü Kad Kameti's-Sala, Allahu Ekber Allahu
Ekber La İlahe İllallah..."[254]
Anlaşıldığı gibi,
ikamette geçen cümlelerin ikişer ikişer okunmasıyla, Kad Kameti's-Sala
dışındaki cümlelerin birer defa okunması hakkında hayli rivayet vardır.
Müctehid imamlar da o yüzden farklı görüş izhar edip farklı delillerle istidlal
etmişlerdir.
Bir yanda Ebû Mahzure
hadîsi vardır ki, hem ezanın, hem ikametin ikişer defa tekrarlanarak okunduğu
belirtiliyor; diğer yanda İbn Ömer hadîsi yer alıyor ki, ona göre, Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz zamanında ezandaki cümleler ikişer defa tekrarlanarak; ikamet
ise Kad Kametî's-Sala dışında kalanlar birer defa söylenerek yerine getirildi.
İmam Mâlik de bu rivayetle istidlal etmiştir.
Allahu Ekber'in dört
defa tekrarlanmasına gelince, bunu Ebû Davud tahric etmiştir. Şeyh ise el-İmam
adlı eserinde diyor ki: "Ebu Âvâne kendi Müsned'inde Ali b. el-Medenî'den,
onun da Muâz b. Hişam'dan, onun da babasından, onun da Amir'den yaptığı rivayette,
Tekbîr'in dört defa tekrarlanacağı yer almıştır."[255]
Böylece ezanın 19 kelime olduğu sıhhat kazanıyor. Abdullah b. Zeyd'in rüyası da
aynı hususu belirtir mahiyettedir. Nitekim Ebû Hanîfe, İmam Şafiî ve İmam Ahmed
b. Hanbel bu rivayetlerle istidlal etmişlerdir.
Ancak Ebû Davud'un,
Tekbîr'in dört defa tekrarlanmasıyla ilgili rivayet zincirinde Muhammed b.
Abdülmelik b. Ebî Mahzure bulunuyor ki, İbn Kattan onun durumu pek belli
olmadığından bahisle rivayetinin muallel olduğunu, yani sıhhatini zedeliyen
bazı kusurların söz konusu olduğunu belirtmiştir. Ayrıca râvîlerden Haris b.
Ubeyd'in de zayıf olduğunu söylemiştir. İbn Main de aynı görüştedir. Daha önce
Zehebî'nin bu iki zat hakkındaki tesbitlerini de nakletmiştik. Ancak Ebû
Hatim, "onun hadîsi yazılır, fakat ihticâc edilmez" demiştir.
Aynı zamanda Ebû
Mahzûre'den yapılan rivayetler arasında da açık bir farklılık vardır; bir
rivayette dört defa tekrarlandığından, bir başka rivayette iki defa
tekrarlandığından bahsedilmiştir. Ne var ki, Tekbîr dört defa tekrarlanır
rivayetini sikat (güvenilir) kabul edilen hafızlar yapmışlardır ki, ilim
adamlarının çoğu onların rivayetini mesned seçmişlerdir.[256]
Sabah ezanında tesvib
konusuna gelince, az yukarıda bu husustaki rivayetleri kısmen nakletmiş idik.
Burada, konunun önemine binâen et-Tahâvi'nin tesbitlerini de nakletmek
suretiyle ona açıklık getirmek istiyoruz:
Bir grup sabah
ezanında tesvib'i mekruh saymıştır. Onlar bu hükümlerinde Abdullah b. Zeyd
hadîsıyle ihticac etmişlerdir. Diğer bir grup onlara muhalefet ederek, bunun
sabah ezanında müstehab olduğunu söylemişlerdir. İkincilerin delili ise, her ne
kadar Abdullah b. Zeyd'in rüyasında ve Bilâl'a öğretmesinde bu cümleye yer
verilmemişse de bilâhare Resûlüllah (a.s.) Efendimiz Ebu Mahzure'ye Es-Salatu
Hayrün Mîne'n-Nevm cümlesini ezana dahil etmesini emretmiştir.[257]
Nitekim Ali b. Ma'bed'in Hevh b, Ubade' den, onun da İbn Cüreyc'den, onun da
Osman b. Sâib'den, onun da Ümmu Abdümelik'ten, onun da babası Ebu Mahzûre'den
yaptığı rivayette deniliyor ki:
"Şüphesiz ki
Peygamber (a.s.) Efendimiz sabahın ilk ezanında Ebu Mahzure'ye Es-Salatü
Hayrün Mîne'n Nevm' Es-Salatü Hayrün Mine'n-Nevm demesini öğretti."[258]
Ali'nin Heysem b.
Hâlid b. Yezîd'den yaptığı rivayette, Abdülaziz b. Refî'in Mahzure'nin şöyle
dediğini işittiği belirtilmiştir:
"Ben henüz çocuk
denecek yaşta idim ki, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz bana şöyle buyurdu:
"Es-Salatü
Hayrünmine'n-Nevm, Es-Salatü Hayrün Mine'n-Nevm" söyle."
Et-Tahavî diyor ki:
Resûlüllah (a.s.) Efendimiz bu cümleyi Ebu Mahzure'ye öğretince, haliyle
Abdullah b. Zeyd'in Bilâl'e öğrettiği üzerine bir fazlalık olmuştur.[259]
İbn Ömer (r.a.)dan
yapılan rivayette ise, adı geçen şöyle demiştir:
"İlk ezanda Hayye
Ala'l-Felah'tan sonra Es-Salatü Hayrün Mine'n-Nevm, Es-Salatü Hayrün
Mine'n-Nevm cümlesi yer alırdı."
Hz. Enes'ten de bu
mealde bir rivayeti İbn Ebî Davud, Amir b. Avn'dan o da Muhammed b. Sirîn'den
yapmıştır.
Böylece güvenilir iki
büyük sahabi tesvibin meşruiyetini ifade ediyorlar. O bakımdan İmam Ebû Hanîfe
ile iki arkadaşı bu rivayetlerle istidlal ederek sabah ezanında Hayye
Ala'l-Felah, tan sonra iki dafa Es-Saatü Hayrün Mîne'n-Nevm demenin sünnet
olduğuna kail olmuşlardır.[260]
1- Ezanda
başlangıçtaki tekbîr dört defa tekrarlanır.
2- İki
şehadetin terci' suretiyle tekrarlanması hakkında ictihad ve istidlaller
farklıdır: İmam Şafiî ve İmam Mâlik'e göre sünnettir. Diğer iki mezhebe göre,
terci' yapılmaz.
3- Sabah
ezanında tesvîb yani Hayye Ala'l-Felah'tan sonra iki dafa Es-Salatü Hayrün
Mine'n-Nevm demek, dört mezhebe göre de sünnettir.
4- İkameti,
müctehidlerden bir kısmı tek tek, yani ikamette yer alan Kad Kameti's-Sala
dışındaki cümleleri birer defa söylemek, diğer bazısına göre ikişer defa
söylemek sünnettir. İmam Şafiî ile İmam Mâlik birer defa; İmam Ebû Hanîfe ise
ikişer defa tekrarlanarak okunur, İmam Ahmed de birer defa okunmasının
müstehab olduğunu söylemiştir.
5- Aklı erip
iyiyi kötüden ayırd edecek yaşa gelen çocuğun ezan okuması caizdir.
Ezan, Allah'ın
varlığını ve birliğini; Hz. Muhammed'in (a.s.) Allah'ın kulu ve peygamberi
olduğunu ilân edip imân edenleri namaza ve kurtuluşa davet etmektir. O
bakımdan yüksek sesle okunması sünnettir.
Bu konuyla ilgili
hadisler hayli çoktur. Biz birkaç tanesini naklederek ezanın delâlet ettiği
hükümleri belirtmeye çalışacağız:
Ebu Hüreyre (r.a.)’den
yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:
"Müezzine
sesinin yetiştiği yer nisbetinde mağfiret olunur ve yaş-kuru ne varsa her şey
onun lehine şahitlik eder."[261]
Abdullah b.
Abdirrahman b. Ebî Sa'saa'dan yapılan rivayette, ashab'dan Ebû Saîd el-Hudrî
(r.a.) ona şöyle demiştir:
"Görüyorum ki
sen, davarları ve badiyeyi seviyorsun (çobanlıktan hoşlanıyorsun). Davarların
yanında veya badiye (çölde) de bulunduğun zaman (namaz vakti olunca) ezan
okurken sesini iyice yükselt. Çünkü gerçekten müezzinin sesinin ulaştığı yere
kadar onu cin ve insandan ve diğer şeyden ne duyarsa, mutlaka Kıyamet gününde
onun lehine şehadette bulunurlar. Ben bunu Rasûlüllah (a.s.) Efendimiz'den işittim."[262]
Hadislerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1-
Müezzinlik çok şerefli dinî bir hizmettir.
2- Ezan
okurken ahengi bozmamak şartıyla sesi yükseltmek sünnettir.
3- Ezan
sesini duyan canlı cansız ne varsa, Ahiret gününde müezzinin lehine şehadette
bulunurlar.
4- Şehir
dışında olup okunan ezan sesini işitmeyen kimsenin namaz vakti girince hem ezan
okuması, hem sesini yükseltmesi sünnettir.
Hadîslerin ışığında
müctehid imamların görüş, tesbit ve istidlalleri:
a)
Hanefilere göre:
Ezanın sünnetleri,
biri ezanın kendisine, diğeri müezzine raci' olmak üzere iki nev'e ayrılır?
Ezanın kedisine raci' olanı şunlardır:
1- Ezanın
aşikâr okunması, sesin iyice yükseltilmesi,
2- Yüksekçe
bir yerde okunması,
3- Her cümle
arasında az duraklaması,
4- Kıbleye
yönelerek okunması...Bu cümledendir.
Müezzine raci' olan
sünnetler:
1- Erkek
olması, (kadının ezan okuması mekruhtur).
2- Aklı
dengesi yerinde bulunması, (delinin ezan okuması mekruhtur) .
3- Takva
sahibi olması,
4- Sünneti
bilen bir kişi olarak tanınması,
5- Namaz
vakitlerini bilmesi,
6- Taharet
üzere bulunması bu cümledendir. Ayrıca ezan okurken şehadet parmaklarını
kulaklarına tıkaması da sünnettir.[263]
b) Şafiilere
göre:
Ezan okurken sesi
yükseltmek sünnettir. Ancak içinde cemaatle namaz kılınıp cemaatı dışarı çıkmış
cami ve mescidde aynı vaktin namazını kılmak isteyenler seslerini
yükseltmeyerek ezan okurlar. O bakımdan yanlız başına namaz kılmak isteyen kimse,
ezanı sadece kendisi duyacak kadar bir ses tonuyla okur. Şehir dışında ise,
Ebû Saîd el-Hudrî hadisinde olduğu gibi, sesini iyice yükseltmesi sünnettir.[264]
c)
Hanbelilere göre:
Çevreye namaz vaktini daha
iyi duyurabilmek için ezan okurken sesi yüseltmek müstehabdır ve aynı zamanda
böyle yapmanın sevabı daha büyüktür. Ebu Saîd hadîsinde de belirtildiği gibi,
takatını aşacak şekilde kendini zorlayıp sesini yükseltmeye çalışması doğru
değildir. Çünkü böyle yapmanın başta sesin iyice kısılması olmak üzere birtakım
zararları da söz konusudur. Ezanda eğer herkes duysun diye okuyorsa bazı
yerlerde sesini yükseltmesi bazı yerde kısması da uygun değildir. Çünkü böyle
yapmak, amaca ters düşer. Ancak kendi veya etrafındaki cemaat için okursa, o
takdirde sesini kısması veya yükseltmesi caizdir.
Parmaklarını kulağına
tıkıp okuması ve yüksek bir yere çıkıp orada ezan okuması da müstehabdır. Çünkü
Ebu Katade'nin hadîsinde, Peygamber (a.s.), Bilâl'a (r.a.) "Kalk da
ayakta durup ezan oku!" buyurduğu tesbit edilmiştir.[265]
d)
Mâlikilere göre:
Ezanda fazla tağannî
edip tiz bir ses çıkarmayı İmam Mâlik şiddetli kerahat saymış, parmakları
kulaklara tıkayarak okumayı ise, uygun görerek bunu müezzinin arzusuna
bırakmıştır.[266]
Böylece bu mezhebe
göre de ezan okurken, kendini fazla sıkmamak şartıyla sesini yükselterek ezan
okuması müstehabdır.
Fethü'l-allâm'da
ezanın her cümelesinin tekrar edilmesinin sebebi açıklanırken şöyle
denilmiştir: Çünkü ezan, hazır olmayanlara namaz vaktinin girdiğini duyurmak
içindir, o bakımdan cümleleri tekrarlanır, okuyan yüksekçe bir yere çıkıp
sesini yükseltir. Bütün bunlar meşru' görülmüş ve müstehab sayılmıştır.
İkamette ise, hazırlara duyurmaya yönelik olduğundan hem tekrara, hem sesi
fazla yükseltmeye gerek yoktur. O bakımdan alçak sesle okunması meşru'
kılınmıştır.[267]
Fıkhüssünne' de bu
konuya temasla deniliyor ki:
"Müezzin ezan
okurken sesini yükseltmesi müstehabdır; isterse yalnız başına çölde
olsun..." Eser sahibi Ebû Saîd el-Hudri hadisiyle istidlal ederek bu
neticeyi belirlemiştir.[268]
Tahliller; ve
yorumlar:
235 nolu; Ebû Hüreyre
(r.a.) hadîsini aynı zamanda İbn Huzayme ve İbn Hibban kendi Sahihlerinde
tahrîc etmişlerdir. Ancak isnadında Ebü Yahya er-Râvî bulunuyor. İbn Kattan,
bu zatın ma'ruf olmadığını söylemiştir.[269]
Ancak Zehebî bu zat üzerinde durmamış ve zayıf olduğunu belirtir bir kayıt
koymamıştır. İbn Hibban, onun isminin Sim'ân olduğunu iddia etmişse de hangi
Sim'ân olduğunu belirtmemiştir. O bakımdan herhangi bir görüş belirtmek isabetli
olmaz. Zehebî hadîs ricali arasında üç tane Sim'ân'dan söz eder. Birincisinin
kaviy, ikincisinin sıka, üçüncüsü gayr-i maruf olduğu söylenir.
Bu mealde bir hadîsi
Ahmed b. Hanbel ve Nesâî, Bera' b. Âzîb (r.a.)'den rivayet etmişlerdir:
"Müezzinin sesinin yetiştiği yer nisbetinde mağfiret olunur; yaş ve kuru
ne varsa onun sesini işiten her şey onu tasdik eder. Kendisiyle birlikte namaz
kılanların sevabının bir misli de ona vardır."
İbn Seken bu hadîsi
sahîhlemiştir.
1- Şehir
içinde ve dışında ezan okurken müezzinin sesini yükseltmesi sünnettir.
2- Kendini
fazla zorlayıp takatinin üstünde sesini yükseltmesi mekruhtur.
3- Şehir,
kasaba ve köyde kendi evinde namaz kılan kimse, eğer mahalle camiinde okunan
ezan sesini işitmiyorsa, kendisi işitecek bir tonla ezan okur. Şehir dışında
ise, sesini yükselterek okuması müstehabdır.
Ezan her ne kadar
namaz vaktini bildirmek için meşru kılınmışsa da, bütünüyle Hakk'ın sesi, İslâm
davetinin mayasıdır. O bakımdan müezzinin okuduğu ezan sesini işiten mü'minlerin
bu davete nasıl karşılık vermeleri gerekir? Bu karşılık iki türlü olur: Birincisi,
Resûlüllah'ın talimatına göre, ezan cümlelerini müezzinle birlikte tekrarlamak
ve sonunda tavsiye edilen duayı okumak; ikincisi, çağrıya olumlu cevap vererek
cami ve cemaate gitmek...
Ezan gibi ikamet
edilirken de bazı şeyler tavsiye edilmiştir. Onları ilgili hadislerden daha
iyi öğrenip uygulamamız mümkün.
Ebû Said (r.a.)'den
yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğunu söylemiştir:
"Nidayı (ezan) işittiğinizde, müezzinin dediği gibi
söyleyin!"[270]
Ömer b. Hattab (r.a.)'den
yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendinıiz'in şöyle buyurduğunu
söylemiştir:
"Müezzin
Allahu Ekber Allahu Ekber dediği zaman, sizden biri de Allahu Ekber Allahu
Ekber der; sonra müezzin Eşhedü Ella İlahe İllallah dediğinde, o da Eşhedü Ella
İlahe İllallah der; sonra müezzin Eşhedü Enne Muhammed'en Resûlüllah dediğinde,
o da Eşhedü Enne Muhammed'en Resûlüllah der, sonra müezzin Hayye Ala's-Sala
deyince, o, La Havle Vela Kuvvete İlla Billah der; sonra müezzin Hayye
Alal-Felah deyince, o yine La Havle Vela Kuvvete İlla Billah der, sonra müezzin
Allahu Ekber Allahu Ekber deyince, o da Allahu Ekber Allahu Ekber der; sonra da
müezzin La İlahe İllallah deyince, o da gönlünden La İlahe İllallah derse,
Cennet'e girer."[271]
Şehr b. Havşeb'den, o da
Ebu Ümâme'den veya Peygamber (a.s.)'ın ashabından birinden rivayetle şöyle
demiştir:
"Bilâl ikamet
getirmeye başladı. Kad Kameti's-Sala cümlesini söyleyince, Peygamber (a.s.)
Efendimiz, "Allah namazı hem ikame, hem idâme ettirsin!" diye
karşılık verdi. İkametin diğer yerlerinde ezanda olduğu gibi, Hz. Ömer'in
hadîsinde belirtildiği şekilde karşılık verdi, yani müezzinin ikamette
söylediği cümleleri aynen söyledi.[272]
Cabir (r.a.)'den yapılan
rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Kim ezan
sesini işittiği zaman, derse, şefaatim ona helâl olur."[273]
Abdullah b. Amir
(r.a.)'den yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz'den şöyle buyurduğunu
işitmiştir:
"Müezzini
işittiğiniz zaman, onun dediği gibi söyleyin. Sonra bana salât getirin. Çünkü
gerçekten kim bana bir defa salâvat getirirse, Allah onu on rahmet ile anar.
Sonra da benim için Allah'tan vesile isteyin. Çünkü vesile Cennet'te bir
makamdır ki, ancak Allah kullarından bir kula lâyık görülmüştür, umarım ki o
kul ben olayım. Artık kim benim için Allah'tan vesile isterse, şefaatim ona
helâl olur."[274]
Enes b. Mâlik (r.a.)'den
yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu
söylemiştir:
"Ezan ile
ikamet arasında yapılan dua reddolunmaz."[275]
Hadîslerin ışığında
müctehid imamların görüş, istidlal ve ihticâcları:
a)
Hanefîlere göre:
Ezan okununca onu
işitenlere vâcib olan şey, ezana icabet etmektir. Zira Resûlüllah (a.s.)
Efendimiz, "Dört şey cefâdandır: Ayakta durup idrar eden, namazı henüz
bitirmeden alınını (yapışan şeyleri gidermek) için silen, ezan okununca ona
icabet etmiyen ve yanında anıldığım zaman bana salâvat getirmeyen..."[276]
Ezana icabet,
müezzinin dediklerini demektir. Ancak Hayye Ala's ve Hayye Ala'l-Felah
denilince La Havle Vela Kuvvete İlla Bi'llahi'l-Alîyyî'l-Azim diye karşılık
verilir. Bir de sabah ezanında Es-Salatü Hayrün Mine'n-Nevm deyince,
"doğru söyledin, iyilik ve hayır işledin" denilir.
Müezzini cevaplamanın
vacib veya sünnet olduğu ihtilaflıdır. İlimde şeyhlik derecesine yükselenlerin
çoğu vâcibdir, derken İmam Kerhî, sünnet olduğunu söylemiştir.[277]
b) Şâfiilere
göre:
Ezan ve ikameti işiten
kimselere -ister abdestli, ister abdestsiz, isterse cünüb olsunlar- müezzinin
dediklerinin aynını söylemek, sadece Hayye Ala's-Sala ve Hayye Ala'l-Felah
söylenirken ve bir de sabah ezanında Es-Salatu Hayrün Mîne'n-Nevm denilirken,
bunları aynen söylemezler, iki hayye'de La Havle Vela Kuvvete İlla Billah,
sabah ezanındaki tesvîb'de ise "Doğru söyledin, hayır ve iyilik
işledin" der. İkamet'in Kad Kametî's-Salatu cümlesi söylenirken de
"Allah hep kılınmasını ve devamını sağlasın ve beni namaz ehlinin
sâlihlerinden eylesin!" diye duâ eder. Aynı zamanda gerek müezzin, gerek
önün sesini işitenlerin ezan ve ikametten sonra Resûlüllah (a.s.) Efendimizze
salât-ü selâm getirmeleri sünnettir. Sonra da şu duayı yaparlar: Allahümıme
Rabbe Hazihi'd-Da'veti't-Tammetî Ve's-Sala Ti'l-Kaime, Ati
Muhammedeni'l-Vesîlete Ve'l-Fazile... Ve'd-Deracete'r-Rafia. Ve'b'ashü Makamen
Mahmude-Nillezi Vaadtehü İnneke La Tuhlifu'l-Mîad.[278]
c)
Hanbelilere göre:
Müezzinin sesini
işiten kimsenin onun dediğinin mislini söylemesi müstehabdır. Bu hususta ilim
ehli arasında muhalif bir görüşün olduğunu bilmiyorum. Nitekim Resûlüllah (a.s.)
Efendimiz'in: "Nidayı (yani ezanı) işittiğiniz zaman müezzinin dediğini
deyin!" buyurduğunu Buharî ve Müslim ittifakla rivayet etmişlerdir.
Hayye Ala'larda ise La Havle Vela Kuvvete Îlla Billah demek müstehabdır. Ahmed
b. Hanbel'in bu hususta kesin görüş ve tesbiti vardır.[279]
Hanbelîler son hususla
ilgili olarak el-Esrem'in Ebû Râfi'a isnâd ettikleri şu hadîsle istidlal
etmişlerdir: "Peygamber (a.s.), ezan sesini işitince, müezzinin dediğinin
mislini söylerdi. Müezzin Hayye Ala's-Sala'ya gelince, Peygamber (a.s.): La
Havle Vela Kuvvete İlla Billah derdi."
İkamette de müezzinin
dediği aynen tekrar edilir, ancak Kad Kameti's-Sala cümlesine gelince,
"Allah hep kılınmasını ve devamını sağlasın!" diye duâ edilir.
Hanbelîler bu meselede ise Ebû Davud'un ashabdan bazısına isnad ettiği 246
nolu hadîsle istidlal etmişlerdir.[280]
d)
Mâlikilere göre:
Müezzinin sesini
işiten herkes, ister abdestli, ister abdestsiz, ister cünüb, ister ayhali,
isterse loğusa olsun ezanın cümlelerini aynen söyler. Ancak o vaktin farzını
kılan kimsenin demesi müstehab değildir. Ayrıca, Hayye'lerde La Havle... ve
sabah ezanında Es-Salatü Hayrün Mine'n-Nevm'de "Doğru söyledin, hayır ve
iyilik işledin" demek müstehabdır.[281]
Bu konuda İmam Nevevî
şöyle demiştir:
"Ezan okunurken
müezzinin sesini işiten abdestli, abdestsiz, cünüb, ayhali, loğusa, küçük ve
büyük herkesin onun dediklerini bir bir söylemesi müstehabdır. Çünkü bunların
hepsi de zikir ve namaz ehli sayılır. Ancak helada bulunan, cinsel temas
halinde olan kimseler müezzine icabet etmezler, yani onun dediklerini
söylemezler. Heladan çıkınca, ezan hâlâ devam ediyorsa ona uyarak okunan cümleleri
aynen söyler. Kur'ân okuyan ve zikir halinde olanlar ise, o sırada okumayı ve
zikri bırakıp ezana icabet ederler. Ders okutanlarla, okuyanlar da öyle."[282]
Hayye Ala'larda La
Havle denilmesinin birçok hikmetleri varsa da en başta geleni şu hususdur:
a) Önce her
hareket ve güç bulmanın ancak Allah'ın iradesiyle gerçekleşeceğini düşünerek
kuvvet ve kudreti O yüce Yaratan'a irca' etme şuurunda olduğumuzu ifade
etmektir.
b) Hiç bir
kötülüğü geri çevirmeye, hiçbir hayrı elde etmeye güç ve kudretimizin
bulunmadığını belirterek Allah'tan bu iki husus ta da bize güç, kuvvet ve
basiret vermesini dilemektir.
c) Günahtan
ancak Allah'ın yardım ve inâyetiyle korunabileceğimizi, O'na, ibadet ve
kullukta bulunmayı ancak O'nun yardımıyla gerçekleştirebileceğimizi itiraf
etmektir.
Çünkü müezzin,
mü'minleri kurtuluşa, felah ve necata, hayır ve iyiliğe davet ederken,
böylesine önemli ve önemli olduğu kadar lüzumlu, amaca yönelik bir ameli
layıkıyla yerine getiremeyeceğimizi düşünerek Allah'ın sebepleri kolaylaştırıp
bize yardımda bulunmasını istememiş en uygun bir haldir ki, ilâhî hoşnutluğa
vesile olur.
Bu hususta Sıddîk
Hasan Han da icabetin hikmet ve sırrını kısmen belirterek bilgi vermeye
çalışmıştır.[283]
Tahliller ve yorumlar:
244 nolu Ebu Said
hadisini Nesâî, Ebu Râfi'dan: yine Nesâî, Ebu Hüreyre'den: Tahavî, Ümmü
Habibe'den; Ebu Dâvud, İbn Ömer'den; yine Ebu Dâvud, Hz. Âişe'den rivayet
etmişlerdir. Ebu Şeyh ise, Muâz (r.a.) dan rivayet etmiştir.
Müezzinin sesini
işiten mü'minlerin icabette bulunması, hadisin zahiriyle istidlal edenlere göre
vâcibdir. Tahavî de aynı görüştedir. Hanefiler, Zahiriler ve İbn Vehb de aynı
görüşü izhar etmişlerdir. Cumhur ise, vâcib olmadığına kaildir.[284]
Ezanın sesini namaz
kılarken işiten kimse, namazla meşgul bulunduğundan artık cevaplamaz. Bu
ekserin görüşüdür. Cumhurun da kavli aynı doğrultudadır.
246 nolu Şehr b.
Havşeb hadîsine, gelince, isnadında bir meçhul vardır. Şehr b. Havşeb hakkında
da hayli söz söyleyenler olmuştur. Ancak Yahya b. Main ve Ahmed b. Hanbel onun
sıka (güvenilir) olduğunu söylemiştir. Şehr, Ümmü Seleme'den, Ebu Hüreyre'den,
Katade'den, Davud b. Ebî Hind'den, Abdülhamid b. Bihram ve diğer bir cemaatten
rivayetler yapmıştır. Ahmed b. Hanbel onun Esma binti Yezîd'den yaptığı
rivayetlerin hasen olduğunu dikkatleri çekmiştir. Ebu Zür'a, "Onun
rivayetinde bir sakınca yoktur" derken; Nesâî ile İbni Adiy onun
"kaviy" olmadığını belirtmişlerdir. O yüzden bazı hadîs alimler
Şehr'den rivayet yapmışlardır.[285]
Görüldüğü gibi, râvi
Şehr üzerinde hayli farklı görüş ve tesbitler vardır. Ama Yahya b. Maîn ve
Ahmed b. Hanbel gibi iki büyük hadis âliminin onun hakkında tezkiyede bulunup
"sıka"dır demeleri, yeter. O bakımdan hadîs zayıf sayılmaz.
247 nolu Cabir
hadîsini, Tahavi, İbn Mes'ûd'dan; İbn Hibban, Enes'den ve İbn Abbas'dan rivayet
etmişlerdir. Hâkim ise el-Müstedrek'inde aynı hadîsi rivayet etmiştir. Ancak
rivayet zincirinden Ufeyr b. Ma'dan bulunuyor ki, bu zat hakkında hayli söz
söyleyenler olmuştur. Atâ'dan, Katade'den ve Süleym b. Amir'den rivayetler
yapılmıştır. Ebulyeman da ondan rivayet etmiştir. Ebu Dâvud onun hakkında şöyle
demiştir: "Salih bir ilim adamıdır, ancak hadisi zayıftır." Ebu
Hatim ise, "Süleym'den çok rivayetler yapmıştır ki, çoğunun aslı yoktur.
Aynı şekilde Ebu Ümame'den de bazı asılsız rivayetler yaptığı tesbit
edilmiştir. O bakımdan İmam Ahmed onun hakkında "münkerü'l-hadis"
demiştir.[286] Böylece Ufeyr'in zayıf
olduğu ağırlık kazanmıştır. Ne var ki, Cabir hadisi, güvenilir râviler
tarafından da rivayet edildiği için sahih kabul edilmiştir.
248 nolu hadis de
sahihler arasında bulunuyor. 249 nolu Enes b. Mâlik hadîsini Nesaî, İbn
Huzeyme, İbn Hibban ve ez-Ziyâ tahrîc etmişlerdir. Tirmizi hasen olduğunu
söylemiştir.
Böyle ezan ile ikamet
arasında yapılan duâ günahı gerektiren bir muhtevada değilse, iyi niyete ve
sağlam imâna dayalı bulunuyorsa, inşââllah makbuldür.
1- Müezzinin
sesini işiten, bazı istisnalar dışında her mü'minin ona icabet etmesi, yani
müezzinin dediklerini söylemesi, kimine göre vacib, kimine göre sünnettir.
2- Ancak
Hayye Ala'larda, La Havle Vela Kuvvete İlla Bîllah demek sünnettir. Bir
de sabah ezanında tesvib cümlesi söylenirken, yani Es-Salatü Hayrün Mine'n-Nevm
denilirken, Arapça olarak Sadakte Ve
Berîrte, Türkçe olarak "Doğru söyledin, iyilik ve hayır işledin"
denilmesi sünnettir.
3- Hela ve
benzeri yerlerde bulunan kimseler, ezanı cevaplamaz.
4- Ayhali ve
loğusa kadınlar da, icabet etmezler.
5- Bazı müctehidlere
göre, ezandan önce vakit namazını cemaatle kılan kimse de icabet etmeyebilir.
6- İkamette
de aynı cümleler söylenir, yani ikamet getiren kişinin sesini işiten mü'minler
onun dediklerini söylerler, ancak Kad Kame lafzına söyleyince, yukarıda belirttiğimiz
duâ okunur.
Ezandan maksat, önce
Allah'ın varlığını ve birliğini; Hz. Muhammed'in (a.s.) risaletini ilân etmek,
namaz vakti girdiğini duyurup mü'minleri kurtuluş ve saadete davet etmektir. İkamet
ise, bu manada namazın kılınmak üzerine olduğunu duyurmak içindir. O halde
bunları tek kişi yürütebileceği gibi, herbirini ayrı ayrı kişiler de yerine
getirebilir. Ne var ki, bazı farklı rivayet ve tesbitler söz konusudur,
Konuyla ilgili hadîsler ve rivayetler:
Ziyad b. Haris
es-Sadaî'den yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in şöyle
buyurduğunu söylemiştir:
"Ey Sada'ın kardeşi!
Ezan oku."
Bu emri üzerine, Ziyad
diyor ki: Ezan okudum. Bu da, fecirin aydınlığı belirginleşince cereyan etmişti. Resûlüllah (a.s.) Efendimiz abdest
alıp namaza kalkınca, Bilâl ikamet getirmek istedi. Resûlüllah (a.s.)
Efendimiz, ona: "Sada'ın kardeşi ikamet edecektir; çünkü kim ezan
okursa, o aynı zamanda ikamet getirir." buyurdu.[287]
Abdullah b. Zeyd
(r.a.)'den yapılan rivayette, o rüyasında kendisine ezan öğretilmişti. O
sebeple diyor ki: Peygamber (a.s.) Efendimiz'e gelip gördüğümü haber verdim.
Bana, "Onu Bilâl'a ilka et. (ona okuyup öğret)" buyurdu. Ben
de Bilâl'a öğrettim. Bilâl kalkıp ezan okudu ve ikamet getirmek istediğinde,
ben Resûlüllah'a (a.s.) "Onu ben rüyamda gördüm ve ikameti ben getirmek
istiyorum" dedim. Bunun üzerine Resûlüllah (a.s.) bana "Peki sen
ikamet getir" buyurdu. Böylece Abdulah ikameti getirmiş, Bilâl ise
ezan okumuş oldu.[288]
Hadîslerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Ezan ile
ikameti aynı kimsenin okuması müstehabdır.
2- Ezanı
ayrı bir kişinin, ikameti de ayrı bir kişinin okumasında, bir sakınca yoktur.
Mezheb imamlarının bu
husustaki görüş ve istidlalleri:
a) Hanefîlere
göre:
Ezan okuyanın aynı
zamanda ikamet getirmesi de sünnettir. İkameti başkasının okuması, müezzini
incitiyor veya üzüyorsa, o takdirde mekruhtur. Çünkü müslümana eziyet etmek
mekruhtur. Eğer müezzin ondan dolayı incinmiyorsa, o takdirde bir sakınca
yoktur.[289]
b) Şâfiîlere
göre:
Ezanı kim okuyorsa,
ikameti de o okur. Başkasının ikamet okuması müezzini incitsin incitmesin,
mekruhtur.[290] Şâfiîler bu meselede
Ziyad b. Haris es-Sadi'nin hadîsiyle istidlal etmişlerdir. Hanefîler ise,
yukarıda naklettiğimiz 261 nolu Abdullah b. Zeyd hadîsiyle istidlal
etmişlerdir.
c) Hanbelîlere göre:
Ezanı okuyan kimsenin
aynı zamanda ikameti de okuması daha uygundur. İmam Şafiî de aynı görüştedir.
Bunlar da Ziyad b. Haris es-Sadaî hadîsiyle istidlal etmişlerdir. İkisi de namazdan
önce zikir mahiyetinde birer fiildir ki, iki hutbe misali aynı adamın yerine
getirmesi sünnettir. Nitekim Ebû Mahzure'den önce bir adam çıkıp ezan okuyor ve
hemen sonra Ebû Mahzure çıkageliyor ve çıkıp ezanı kendisi okuyor, sonra da
ikamet getiriyor. Bunu el-Esrem rivayet etmiştir. Ama ezanı iade etmeyip sadece
ikamet getirirse, bunda da bir sakınca yoktur.[291]
d) Mâlikîlere göre:
Ezanı başka biri,
ikameti de başka biri okuyabilir ve her ikisini aynı adam da okuyabilir. Bunda
bir sakınca yoktur.[292]
Nitekim İmam Mâlik'ten soruldu:
"Müezzin bir
topluluk için ezan okuduktan sonra nafile namaz kılıyor. O topluluk ise,
başkasının ikamet okumasını ve öylece namaz kılmayı arzu ediyorlar, bunda bir
sakınca var mıdır?" İmam Mâlik şu cevabı vermiştir:
"Bunda bir beis
yoktur, müezzinin ikamet getirmesiyle başkasının getirmesi arasında bir fark
söz konusu değildir..."[293]
Rivayetler, yorumlar
ve tahliller:
260 nolu Ziyad b.
Haris hadîsinin isnadında Abdurrahman b. Ziyad b. En'ûm el-İfrikiy, Ziyad b.
Naîm el-Hadremî'den, o da Ziyad b. Hars (veya Haris) es-Sadâî'den rivayet
etmiştir. İmam Tirmizî, biz bu hadîsi ancak el-İfrikîy tarikiyle biliyoruz ki,
bu zat zayıftır. Yahya b. Saîd el-Hattan da onun zayıf olduğunu belirtmiş ve
Ahmed b. Hanbel Ben, el-İfrikiy'nin hadîsini yazmam demiştir. Ancak Muhammed b.
İsmail'in, onun kaviy olduğunu söylediğini yine Tirmizî nakletmiştir.
Afrika'da kadılık
yapan Abdurrahman b. Ziyad hakkında Zehebî de bir çok rivayetleri naklederek
durmuş, Yahya b. Maîn'in onun hakkında bir beis bulunmadığını söylediğini
nakletmiştir. Ayrıca Nesâi onun için "zayıf" tabirini kullanmış,
Dârekutnî onun kaviy olmadığını; İbn Hibban ise, onun güvenilir râvilerden
uydurma hadisler rivayet ettiğini söylemiştir. İshak b. Rahûye ise, hadis âlimi
Yahya b. Saîd'in onun için "sıka" güvenilir, bir ravî olduğunu söylediğini
işittiğini nakletmiştir.[294]
Anlaşıldığı gibi,
Abdurrahman b. Ziyâd, Enûm'ün zayıf olduğunu söyleyenler kadar, kaviy olduğunu
belirtenler bulunuyor. O bakımdan yukarıdaki rivayetine itibar edilebilir.
İlim adamları da o rivayete dayanarak amel etmişler ve o bakımdan kim ezanı
okuyorsa, ikameti de o getirir, demiştir.
Bu konuda, "İkameti
ancak ezan okuyan kimse getirir" mealindeki hadisi Taberani tahrîc
etmemiş ve onu zayıf hadisler arasında zikretmiştir. el-Akıylî de aynı şeyi
söylemiştir. Nitekim isnadında Saîd b. Reşid bulunuyor ki, bu zatın zayıf
olduğu tesbit edilmiştir. Nitekim İbn Ebi Hatim, diyor ki:
"Saîd b. Reşid
hakkında babamdan sordum onun zayıf olduğunu söyledi."
Zehebî'nin tesbitine
göre, Buharî onun için "münkerü'l-hadîs" demiştir. Nesâî de onun
"metrukü'l-hadîs" olduğuna dikkat çekmiştir.[295]
Böylece, ikameti ancak
ezan okuyan okur, hükmü kesinlik kazanmamıştır. O nedenle birçok yerlerde
ezanı başka bir kişi okurken, ikameti diğer bir kimse okumaktadır. Bununla
beraber her ikisinin aynı şahıs tarafından okunması, İmam Şafiî'nin de
el-Ümm'de dediği gibi daha uygundur.
261 nolu Abdullah 'b.
Zeyd hadîsinin isnadında Muhammed b. Amir el Vakıfî el-Basrî bulunuyor ki, bu
zat zayıftır. el-Kattan da onu zayıflar arasında zikretmiştir. Yahya b. Maîn de
aynı görüştedir. İbn Abdilberr ise, onun isnadı, el-İfrikiy'ninkinden daha
hasendir, diyerek ayrı bir tesbit ortaya koymuştur. İbn Şahin ise, bu hadîsi
en- Nâsih ve'1-Mensûh'ta zikrederek bir bakıma 260 nolu hadisin bununla hükmü
kaldırıldığını anlatmak istemiştir.[296]
1- İkameti,
ezan okuyan kimsenin okuması evlâdır.
2- Ezan ve
ikametin ayrı kişiler tarafından okunmasında bir sakınca yoktur.
3- Ancak
görevli müezzinden izin almadan birinin kalkıp ikamet getirmesi, eğer müezzini
incitiyorsa, kerahet vardır. Çünkü müslümanı incitmek mekruhtur.
Resûlüllah (a.s.)
Efendimiz zamanında müezzin ezanı okuduktan sonra farzdan önce sünnet varsa o
kılınırdı, yoksa -akşam namazı gibi- az bir süre oturduktan sonra kalkıp
ikamet getirirdi. Günümüzde, özellikle Türkiye'deki gibi ezandan sonra sünnet
kılınınca üç ihlâs okunmazdı. O bakımdan ezanla ikamet arasında üç ihlâs okumak
bid'â-yı hasene sayılır.
Ezan ve ikametle
ilgili hadîslerin tamamı biraraya getirilince de ikisi arasında az bir süre
beklemenin müstehâb olduğu anlaşılır. Biz konuyla ilgili hadisi nakletmekle
yetiniyoruz:
Abdurrahman b. Ebî
Leylâ'dan yapılan rivayette, ilim adamlarından arkadaşlarının Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz'in yanında şöyle denildiğini haber vermişlerdir: Ansardan bir
adam gelip, "Ya Resûlellah! dedi. Senin ihtimamını gördüğüm için döndüğüm
zaman, üzerinde sanki yeşil iki elbise bulunan bir adam gördüm. Mescid'in
üzerinde ayağa kalkıp ezan okudu. Sonra az bir oturuş oturduktan sonra kalkıp
okuduğu ezanın bir benzerini okudu, ancak Kad Kameti's-Sala dedi..."
Bu ve ilgili diğer
hadîslerin ışığında müctehid imamların görüş ve tesbitleri:
a)
Hanefîlere göre:
Akşam namazı dışında
diğer namazlarda ezanla ikamet arasını ayırmak sünnettir. Çünkü her birinden
maksat, ilâm, yani ezanda vaktin girdiğini, ikamette namaza başlamak üzere
olduğunu bildirmektir. Bu da aralarında zaman bakımından bir fasılanın konulmasını
gerektirir.
Akşam namazı dışındaki
namazlarda fasıl, ya bir süre oturmakla, ya da sünnet namazı kılmakla
gerçekleşir. Ezanla ikameti birleştirmek, yani ara yere bir zaman parçası
fasıl olarak koymamak mekruhtur.
Hanefilerin bu husustaki
asıl delilleri, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in Bilâl'a:
"Ezan okuduğun
zaman teressül yap, (yani harflerin mahreçlerine ve durulacak yerlere,
uzatılacak kısımlara dikkat et); ikamet ettiğin zaman, biraz seri oku ve senin
ezanınla ikametin arasında, yemek yemekte olan kimsenin yemeğini yiyip
bitirmesi, bir şey içmekte olanın içtiğini tamamlaması, sıkışık halde olanın
girdiği helada tabii ihtiyacını gidermesi kadar bir süre bulunsun... Hem beni
görmedikçe kalkıp saf bağlamayın..."
Hem ezan, gaibde
olanların hazır olmasını sağlamaya yöneliktir. O bakımdan ezandan sonra bir
süre beklemek lâzımdır, tâ ki gaib olanlar gelip namaza hazır olsunlar.
Sonra zahir rivayette
ezanla ikamet arasındaki faslın miktarı zikredilmemiştir. el-Hasen'in Ebû
Hanîfe'den yaptığı rivayete göre, sabah vaktinde yirmi âyet okuyacak bir süre;
öğle vaktinde, her rekâtinde on âyet okuyacak miktar dikkate alınarak dört
rek'ât namaz kılınacak kadar bir süre; ikindi vaktinde, her rekâtinde on ayet
okuyacak miktar dikkate alınarak iki rek'at namaz kılınacak kadar bir süre;
akşam vaktinde üç âyet okuyacak kadar bir süre; yatsı vaktinde, öğle vatinde
olduğu kadar bir süre ayarlanır. Ancak bu gerekli bir takdir değildir. O
bakımdan cemaatin toplanıp hazır olmasına yetecek kadar bir süre takdir etmek
daha uygun olur. Bu da, müstehab olan vakte riâyet edilerek ayarlanır.
Akşam vaktinde ise,
ezanla ikamet arası namaz ile fasledilmez. Ancak Şafii'den yapılan bir
rivayette, hafif iki rek'atle fasledilebilir.[297]
Bu meselede Hanefiler
şu hadîsle istidlal etmişlerdir:
"Her iki ezan
(ezan ile ikamet) arasında isteyen kimse için bir namaz vardır, ancak akşam
ezanı ile ikameti müstesna... (Yani onlar arasında namaz yoktur)."
Akşam ezanıyla ikameti
arasında, İmam Ebû Hanîfe'ye göre, az bir süre olsun oturulmaz bile, ezandan
hemen sonra ikamet edilir.. İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhamme'd'e göre, hafif bir
celse yapıldıktan sonra ikamet edilir.[298]
b) Şâfiîlere
göre de, akşam namazı hariç olmak üzere beş vakitte ezanla ikamet arasını
ayırmak için bir süre fasıl olarak koymak sünnettir. Akşam vaktinde ise, en
sahih kavle göre, ezanla ikamet arasında fasıl konulmaz.
c)
Hanbelîlere göre:
Ezanla ikamet arasını
bir abdest ve iki rek'at namaz kılacak kadar bir süreyle ayırmak, müstehabdır.
Akşam vaktinde ise, sadece hafif bir celseyle ayırmak müstehabdır.[299]
Hanbeliler bu meselede
Ebû Davud ile Tirmizî'nin Ubey b. Kâ'b'den yaptıkları şu rivayetle istidlal
etmişlerdir:
"Ya Bilâl, ezanınla
ikametin arasına, yemeğini yemekte olanın acele etmeksizin onu bitirinceye
kadar ve tabii ihtiyacını gidermekte olanın onu acele etmeksizin bitirinceye
kadar bir nefes (zaman) koy."
Buna benzer bir
rivayet Câbir (r.a.)'den yapılmıştır. Konunun başına aldığımız hadîs de
istidlale uygun görülerek delil sayılmıştır. Nitekim İshak b. Mansur diyor ki:
"Ahmed b.
Hanbel'i gördüm, akşam namazı için geldi ve saf yerine kadar yürüdü, o sırada
müezzin de ikamet etmeye başlayınca İmam Ahmed oturdu."
Ayrıca İmam Ahmed'in
şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Akşam ezanı
okununca kişinin iki rekât namaz kılacak kadar bir süre oturması
müstehabdır." Bunun üzerine biri ona:
"Neye dayanarak
böyle diyorsunuz?" diye sorunca, şu cevabı vermiştir:
"Enes ve başka
sahabinin hadîsinden... Rasûlüllah'ın (a.s.) ashabı, müezzin ezan okuyunca
Mescid'deki sütunlara doğru yürürler ve iki rek'ât namaz kılarlardı. Hem ezan,
vakti bildirmek için meşru kılınmıştır. O takdirde halkın namaza yetişmesi
için bir süre beklenir."[300]
d) Mâliki
mezhebinde ezanla ikamet arasındaki fasıla hususunda yeterli bir açıklamaya
rastlayamadım.
Yorumlar, rivayetler
ve tahliller:
Câbir (r.a.)'den
yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz Bilâl'e şöyle buyurmuştur:
"Ezan okuduğun zaman
kelimeleri tane tane telâffuz et, uzatılacak yerleri uzat, acele okuyup
birbirine karıştırma. İkamet ettiğin zaman biraz acele et, uzatılacak yerleri
uzatma... Ezanınla ikametin arasında yemek yemekte olan kimsenin yemeğini yiyip
bitirmesi kadar bir süre bulundur..."
Tirmizî bu hadîsi
rivayet etmekle beraber zayıf olduğunu söylemiş ve "biz bunu ancak
Abdülmun'im hadîsinden biliyoruz ki, isnadı meçhuldür" diye belirtmiştir.
Aynı hadîsi Hâkim de tahrîc etmiştir.
Ancak sözü edilen
hadîs, Ebû Hüreyre ve Selmân'dan yapılan rivayetler şâhid olarak bulunuyor ki,
Ebuşeyh tahrîc etmiştir. Ayrıca Abdullah b. Ahmed'in Ubey b. Kâ'b'den rivayet
ettiği hadîste şahit olarak bulunuyor.[301]
Diyebiliriz ki,
şevahid olarak gösterilen hadisler de zayıftır. O bakımdan istidlal ve ihticaca
pek uygun sayılmazlar.
Nitekim İbn Battal
diyor ki:
"Ezanla ikamet
arasında bir süre koymanın belli bir sınırı yoktur. Vaktin iyice girmesi ve
namaz kılacak cemaatin toplanması söz konusudur. Bu da, ezanı tane tane,
uzatılacak yerleri uzatarak kılmaya, ikameti seri okumaya delâlet eder. Çünkü
ezandan maksat, uzakta bulunanlara vaktin girdiğini duyurmaktır. O halde
onların hazırlanıp gelmesini beklemek en uygun süredir.[302]
Konumuzun başına
aldığımız Abdurrahman b. Ebî Leylâ hadîsini aynı zamanda Dârekutnî, A'meş
hadisinden, Amir b. Mürre'den, o da İbn Ebî Leylâ'dan, o da Muâz b. Cebel
(r.a.)'dan rivayetle tahric etmiştir. Ebû Şeyh ise onu ezan bölümünde Yezid b.
Ebî Ziyâd tarikiyle rivayet etmiştir ki, Yezid, Abdurrahman b. Ebî Leylâ'dan, o
da Abdullah b. Zeyd'den rivayet etmiştir. İbn Hacer diyor ki: Bu hadîsin
munkatı' olduğu açıktır. İbn Münzir ise mursel olduğunu belirtmiştir. Ama İbn
Ebî Şeybe'nin, İbn Huzeyme, Tahavî ve Beyhâkî'nin rivayetine bakılınca munkati'
olduğu belirginleşiyor.
O bakımdan hadîsi İbn Hazım ve İbn Dakıyk
el-Iyd sahihlemişlerdir.
1- Ezan ile
ikamet arasını az da olsa bir zaman parçasıyla ayırmak müstehâbdır.
2- Ezan
okunduktan sonra farzdan önce sünneti bulunan vakitlerde sünnetin kılınmaya
başlaması, haliyle ezanla ikameti birbirinden ayırmakta ve araya bir süre
koymaktadır. Farzdan önce sünnet kılınmayan vakitlerde ise, bir süre beklemek
müstehab sayılır.
3- Akşam
vaktinde, müctehidlerden kimine göre,
ezandan sonra hemen ikamet getirilir, hafif bir celse olsun fasıla olarak
arayere konulmaz.
Kimine göre ise, iki
rek'at hafif bir namaz kılınır, kimine göre ise, hafif bir celse yapılır, yani
birkaç saniye oturulup öylece kalkılarak ikamet okunur.
İbadet sırf Allah
için, O'nun hoşnutluğuna erişmek için ve bir de farz ve vacibi eda edip o
borçtan kurtulmak için yapılır. Namaz kılmak nasıl mükellef olan her mü'mine
farzsa, ezan okumak ve ikamet getirmek de öylece sünnettir. Öyleki bir mü’min evinde ve ya şehir dışında veya
başka bir semtte gerek yalnız başına gerekse cemaatle namaz kılmak istediğinde,
ezan okuması ve ikamet etmesi sünnettir. Cemaat halinde namaz kılınıyorsa,
onlardan birinin bu sünneti yerine getirmesi gerekir. Aksi halde hepsi sünneti
terketmış sayılır.
Gerçek bu olunca,
namaz, ezan ve ikamet gibi ibâdetler karşılığında ücret alınması en uygun ve
mâkul bir yoldur. Ancak rivâyetlerin tamamı ve günün şartları dikkate alınınca,
bazı cevaz yollarının bulunduğu görülür.
İlgili hadisler:
Osman b. Ebî Âs
(r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz'in bana en son sözü, (camilerde) ezanına karşılık ücret
almayan bir müezzin edinmemi tavsiyesi olmuştur."[303]
Aynı hadîsi İbn Münzir
şöyle rivayet etmiştir: Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, Osman b. Ebî Âs'a (r.a.): "Ezanına
karşılık bir ücret almayan bir müezzin edin!." buyurmuştur.
İbn Mes'ud (r.a.)’den
yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğunu
söylemiştir: "Dört şeye karşılık ücret alınmaz: Ezan, kıraat-i Kur'ân,
mekasim (zekât veya beytülmalı fakirlere taksim eden kimsenin kendine bir şey
ayırması) ve kaza (iki kişi arasında hükmetmek)..."[304]
Hadîslerin açık
delâletinden şu hükümle anlaşılmaktadır:
1- Ezan
okuma karşılığında ücret almak mekruhdur.
2- Ücretle
Kur'ân okumak da mekruhtur.
3- Zekât ve
beytülmal'dan fakirlere taksim ederken, bu işi yürüten kimsenin ücret alması
doğru değildir.
4- İki kişi
arasında hükmeden kimsenin de bundan dolayı ücret taleb etmesi mekruhtur.
Müctehitlerin görüş ve
istidlalleri:
a) İmâm Ebû
Hanîfe'ye göre, ezan ve ikameti ücret karşılığında okumak mekruhtur. Müezzinin
mühtesip olması lâyıktır.[305] O
bakımdan müezzinin bu hizmeti, dinî bir görev olarak Allah rızası için yerine
getirmesi, ezan ve ikâmete karşılık bir ücret almaması sünnettir. Müezzinlik
hizmetine karşılık ücret alması helâl değildir. Çünkü o zaman ibâdet ve taâte karşılık
ücretle tutulmuş olur ki bu caiz görülmemiştir. Çünkü insan ibadet taâti
tahsilde kendi nefsinden yana amel eder, o bakımdan karşılık ücret alması caiz
olmaz.[306]
Hanefîler bu meselede
Osman b. Ebî As hadisiyle istidlal etmişlerdir. Ancak cemaat, müezzinin muhtaç
olduğunu anlar da, şartsız ve pazarlıksız olarak ona bir şey verirlerse, bunda
bir sakınca yok-.tur. Çünkü bu ücret yerine geçmez, iyilik ve sadaka kapsamına
girer ki, iyi bir şey sayılır. Allah daha iyisini bilir.[307]
b) Şafîilere
göre:
Müezzinin ücret alması
helâldir.[308]
İmam Şafiî diyor ki:
"Müezzinlerin bu
hizmeti isteyerek ücretsiz yapmalarını müstehab sayarım. O bakımdan müezzinlik
görevini fahriyen yapan bulunduğu takdirde ne müezzinlerin hepsi, ne de birisine
imam (devlet büyüğü olan zat) ın geçimlik sağlamasına gerek yoktur. Ancak kendi
şahsi malından vermesinde bir sakınca yoktur."[309]
Bir beldede güvenilir,
Allah rızasını gözeterek müezzinlik yapan kimseler bulunmazsa, o takdirde,
ganimetten ayrılan beştebir hisseden müezzinlere geçimlik ayrılıp verilir.[310]
c) Hanbelîlere göre:
Mezhebin zahir
rivayetine göre, ezan karşılığında ücret almak caiz değildir. Nitekim Kasım b.
Abdurrahman, Evzai, rey tarafdarlan ve İbn Münzir bu hususta ücret mekruh
saymışlardır. Delilleri ise, Osman b. Ebi Âs hadisidir. Hem ezan, faili için
bir kurbet yani Allah'a yakınlıktır.[311]
İmam Ahmed'den yapılan
başka bir rivayette ise, müezzinlik hizmetine karşılık ücret almak caizdir,
denilmiştir.[312] Ancak bu hizmeti
ücretsiz yapanlar bulunduğu takdirde, ücretle adam tutmaya gerek yoktur; çünkü
ihtiyar, söz konusu değildir.
d)
Mâlikilere göre:
İmam Mâlik, müezzinin
ücret almasına ruhsat vermiştir.[313]
Nitekim Sahnûn'un Abdurrahman b. Kasım'dan yaptığı rivayette, Abdurrahman diyor
ki:
"İmam Mâlik'e
ücretle adam tutup mescidinde ezan okutan ve ehline namaz kıldıran adam
hakkında sordum, bunda bir sakınca yoktur, dedi. Ancak İmam Mâlik, kadının
beytü’l-maldan fakirlere mal taksim etmesine karşılık ücret almasını mekruh
saymıştır. Ayrıca (Kur'ân ve din dersi okutan) muallimin -şart koşulsun- ücret
almasında da bir sakınca söz konusu değildir. Hattâ bir ücret almayı şart
koşarak Kur'ân öğretmeyi üstelenen kimse hakda da İmam Mâlik bir beis
görmemiştir.[314]
Diğer rivayetler ve
yorumlar:
İbn Hibban'ın Yahya
el-Bekâli'den yaptığı rivayete göre, Yahya şöyle demiştir:
"Bir adamın İbn
Ömer'e (r.a.), şüphesiz seni Allah için seviyorum, dediğini işittim. İbn Ömer
(r.a.) ise ona şöyle karşılık verdi: Doğrusu ben de seni Allah için sevmiyorum
sana Allah için buğzediyorum. Adam hayretle şöyle dedi: Sübhanellah, ben seni
Allah için seviyorum, sen ise Allah için bana buğzediyorsun!. İbn Ömer (r.a):
Evet, çünkü sen okuduğun ezana karşılık ücret istiyorsun, diyerek buğzunun
sebebini açıkladı.[315]
Dahhak'tan yapılan
rivayete göre, adı geçen de, müezzinin ezana karşılık ücret almasını mekruh
görmüştür. Ama kendisi bir şey taleb etmediği halde bir şeyler verilirse, bunda
da bir sakınca yoktur, demiştir.
Îbnü'l-Arabi,
"Sahih olan şudur ki, müezzine, ezana karşılık namaz, iki kişi arasında
hükmetmek ve diğer dini ameller karşılığında ücret takdir etmek caizdir;
nitekim İslâm Halifesi bütün bu amellere karşılık ücret almaktadır,"
demiştir.
1- İmam Ebü
Hanîfe'ye göre, müezzinin ücret alması mekruhtur. Ancak böyle bir şart ve
istek izhar etmeden, cemaatten ona yardım veya bağış kabilinden bir şeyler
verilirse, almasında bir sakınca görülmemiştir.
2- İmam
Şafiî'ye göre, müezzinin ücret alması mübahtır. Çünkü bu hizmeti fahriyen
yürütmek zordur.
3-
Hanbelîlerden bu mesele hakkında iki değişik rivayet yapılmıştır: Mezhebin
zahirine göre, caiz değildir. İmam Ahmed'den yapılan bir rivayette ise buna
cevaz verildiği söylenir.
4- İmam
Mâlik de müezzinin ücret alması caizdir.
Vaktinde kılınmayan
namazlara "fevâit" denilir. Türkçe karşılığı "kaçırılan, elden
giden namazlar" demektir. Bu namazlar borç olarak kişinin üzerine kalır.
Müsait vakitlerde kılınmasına "kaza" denir.
Kazaya kalan bir namazı
kılarken ezan ve ikamete ihtiyaç var mıdır? Bu hususta mezhep imamlarının
görüş ve tesbitleri farklı mıdır? Önce ilgili hadîsleri nakletmemizde fayda
vardır:
Ebu Hüreyre (r.a.) den
yapılan rivayette, demiştir ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimizle beraber gecenin geç vaktinde uyuduk ve güneş doğuncaya
kadar uyanmadık. Bunun üzerine Reaûlüllah (a.s.) Efendimiz:
"Her adam
kendi bineğinin başını (yularını) tutsun. Çünkü gerçekten burasi öyle bir
konaktır ki şeytan da onda yanımızda hazır oldu."
Biz de Peygamber'in
(a.s.) buyurduğunu yaptık. Sonra su istedi ve abdest aldıktan sonra iki secde
(iki rekât) namaz kıldı. Sonra da ikamet edildi ve Sabah namazını (kaza ederek)
kıldı."[316]
Aynı hadîsi Ebu Dâvud
rivayet ederken, sabahın iki secdesi "iki rek'âtı" sözünü zikretmiş
ve Peygamberin (a.s.) Bilâl'a ezan okuyup ikamette bulunmasını emrettiğini ve
öylece namaz kıldığını belirtmiştir.
Ebu Ubeyde b. Abdillah
b. Mes'ûd'dan, oda babasından rivayet etmiştir:
"Müşrikler Hendek
günü (Ahzab savaşı) Peygamber (a.s.) Efendimizi, dört (vaktin) namazını
kılmaktan meşgul edip alıkoydular: o kadar ki, geceden Allah’ın dilediği kadar
geçmiş bulunuyordu. Peygamber (a.s.) Bilâl'a ezan okumasını emretti sonra
ikamet etti ve önce öğle namazını (kaza edip) kıldı; sonra ikamet etti ve
ikindi namazını kıldı; sonra ikamet etti ve akşam namazını kıldı; sonra da
ikamet etti ve yatsı namazını kıldı."[317]
Hadîslerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Vaktinde
kılınmayıp kaçırılan farz namaz, ilk fırsatta - kerahet vakti dışında- kaza
edilir.
2- Namazı
vaktinde nasıl kılmak farzsa, vaktinde kılınmayan farz namazın kazası da
farzdır.
3- Kazaya
kalan birden fazla vakit namazı bulunuyorsa, vakitler arasındaki sıra ve
tertibe göre kılınması gerekir.
4- Kazaya
kalan namaz kılınırken ezan okumak ve ikamet getirmek sünnettir.
5- Birden
fazla vaktinde kılınmayan namazlar birarada kaza edilmek istendiğinde, önce bir
ezan okumak, sonra da her farz için ikamet getirmek sünnettir.
Hadislerin ışığında mezhep imamlarının
görüş, tesbit ve istidlalleri:
a) Hanefilere
göre:
Cemaat halinde namaz
kıldıktan sonra o namazın fasid olduğunu anlarlarsa, aynı mescidde yeniden
kılarlarsa, ezan ve ikamete gerek yoktur. Vakit çıktıktan sonra ve o mescidden
başka bir mescid veya yerde kaza ederlerse, hem ezan okumaları, hem de ikamet
getirmeleri sünnettir.
Vaktinde kılmayıp
kaçırdığı bir namazı kaza ederken, ister yalnız başına, ister cemaat halinde
kılsın, hem ezan okur, hem ikamet getirir.
Birden fazla vakit
namazını kaçırıp bilâhare kaza etmeye başlarken, birincisi için hem ezan okur,
hem ikamet getirir. Diğerlerini kılarken, muhayyerdir, dilerse herbiri için hem
ezan okur, hem ikamet getirir idilerse sadece ikametle yetinir. Ama onlardan
her biri için ezan okuyup ikamet getirmesi güzel bir ameldir. Zira eda namazının
sünnetlerine uyulmuş olur:[318]
Hanefiler bu meselede,
Ebû Ubeyde hadisiyle ve bir de o manâda Ebû Yusuf'un yaptığı rivayetle
istidlal etmişlerdir.
b) Şâfiilere
göre:
Ezan ve ikamet kifayet
üzere, tek başına veya cemaat halinde namaz kılan kimseye, isterse kıldığı
namaz kaza olsun, sünnettir.[319]
Şâfiiler bu mesele hakkında Ahzâb savaşında Peygamber (a.s.) ve arkadaşlarının
dört vakit namazını kaçırmalarını ve sonra sıra ile kılarken ezan ve ikamet
getirdiklerini delil olarak göstermekte, böylece kaza namazları için de hem
ezan okumanın, hem ikamet getirmenin sünnet olduğunu belirtmektedirler.
c)
Hanbelilere göre:
Birden fazla vakit
namazını kaçırıp kazaya bırakan kimse, onları kaza ederken, birincisi için hem
ezan okur, hem ikamet getirir. Diğerleri için ise, sadece ikametle yetinir.
Birincisini kılarken ezan okumadığı takdirde bir sakınca söz konusu değildir.
el-Esrem diyor ki:
İmam Ebû Abdillah (Ahmed b. Hanbel) hazretlerine sordum, dedim ki: Bir adam
bir namazı kaza ederken ezan hususunda ne yapmalıdır? O bana, İbn Mes'ûd'un
(r.a.) oğlu Ebû Ubeyde b. Abdillah'ın hadisini hatırlatarak ona göre amel
edileceğini söyledi.
Ayrıca Ahmed b.
Hanbel'den yapılan bir başka rivayete göre, birden fazla namazı vaktinde
kılamayıp kaçıran adam, onları kaza ederken bir defa ezan ve bir defa da ikamet
okuması kâfidir. Çünki bunda kolaylık vardır ve o bakımdan imam bunu hasen
kabul etmiştir.[320]
d)
Malikîlere göre:
Birkaç namazı unutup
vaktinde edâ etmiyen kimse, onları kaza ederken sadece herbiri için bir ikamet
getirmesi yeter, ezan okumaz. Çünkü ezan vaktin girdiğini cemaate duyurmak için
meşru' kılınmıştır.[321]
Rivâyetler, yorumlar
ve tahliller:
289 nolu Ebû Hüreyre
hadisi sahihtir. Kaza namazı kılınırken hem ezan okumanın, hem ikamet
getirmenin meşruiyetine delâlet etmektedir. Ayrıca kaza namazlarının cemaatle
kılınacağına da açık delâlet vardır.
290 nolu Ebû Ubeyd
hadisinin ricali, rical-i sahîh kabul edilmiştir. Hadîste tek illet, Ebu
Ubeyd'in babasından işitmediğidir. İbn Hacer bu hususta kesin bir ifade
kullanmıştır. Ancak bu babda diğer tariklerden sahih rivayet vardır. Nitekim
Buhari, Cabir'den rivayet etmiştir.[322]
1- Kazaya
kalmış bir namazı kılarken ezan okuyup ikamet getirmek sünnettir. Bu, İmam
Ebû Hanîfe'ye göredir.
2- Üzerinde
birden fazla kaza namazı bulunan kimse, onları kaza ederken, ilk namaz için hem
ezan okuması, hem ikamet getirmesi sünnettir. Sonrakileri sadece ikamet
getirerek kılması müstehabdır. Bu İmam Ebû Hanîfe ile İmam Ahmed b. Hanbel'e
göredir.
3- Kazaya
kalan namazları kılarken herbiri için sadece ikamet getirmek müstehabdır. Ezan
okumasına gerek yoktur. Bu, İmam Mâlik'e göredir.
4- Birden
fazla namazlar kaza edilirken, vakit sırasına göre kaza edilir, bu müstehabdır.
5- Vaktinde
kılınmayan namazları, üç kerahet vakti dışında ilk fırsatta kaza etmek
sünnettir. Bizatihi kaza edilmesi farzdır.
Namaz, saygı ve edep
makamıdır. Kalb temizliğine gerek olduğu kadar beden, elbise ve namaz kılınan
yer temizliğine de o nisbette gerek vardır. Ayrıca Allah'ın huzurunda temiz
fakat eski, yamalı elbiseyle durmakta hiçbir sakınca olmamakla beraber,
mahviyet ve tavazuu yansıtır bir tavır da söz konusudur. Yırtık, kirli
elbiseyle namaz kılmak bu ölçüye aykırıdır. Avret yeri açık bir vaziyette namaz
kılmak ise, -zorlayıcı bir sebep yoksa- makbul değildir.
Ancak erkek ve kadının
avret yerleri denilince nereleri kasdolunmaktadır, ne miktar o yerlerden açık
bulunursa, namaza engel teşkil eder? Bunları cevaplıyabilmemiz için, önce
ilgili hadisleri, sonra da müctehid imamların görüş ve istidlallerini
nakletmemiz gerekmektedir.
İlgili hadîsler:
Behz b. Hakîm'den, o
da babasından, o da dedesinden rivayet etmiştir. Dedesi şöyle demiştir:
"Ya Rasûlâllah!
Avretimizden neyi (biraraya) getirip (örteceğiz, neyi terkedeceğiz?) dedim. Buyurdu
ki:
"Zevcen ve sağ
elin sahip bulunduğu câriye dışında avretini koru (kimseye açma)."
Ben yine topluluk birarada
bulunursa? dedim. Buyurdu ki:
"Hiçbir
kimsenin (senin) avretini görmemesine gücün yetiyor da (kendini koruyabiliyorsan), elbette ki
avretini görmesinler."
Ben yine, ya bizden birimiz
kimsenin bulunmadığı bir yerde yalnız olursak? Buyurdu ki:
"O çok yüce,
çok mukaddes ve mübarek Allah utanılmaya çok daha lâyık ve haklıdır."[323]
Hz. Ali (r.a.)'den
yapılan rivayette, Resülüllah (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu
söylemiştir: "Uyluğunu dışarı atma ve ne bir dirinin, ne de bir ölünün
uyluğuna bakma."[324]
Muhammed b. Cahş'den
yapılan rivayette, demiştir ki:
"Resûlüllah (a.s.)
Efendimiz Ma'mer'in yanından geçerken iki uyluğu açık bir vaziyette
bulunuyordu. Ona şöyle buyurdu:
"Ya Ma'mer! uyluğunu
ört; çünkü gerçekten iki uyluk avrettir."[325]
İbn Abbas (r.a.)'den
yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğunu
söylemiştir: "Uyluk
avrettir."[326]
Cerhed el-Eslemî (r.a.)'den
yapılan rivayette, demiştir ki: Üzerimde hırka bulunuyordu ve uyluğum da
açılmış bulunuyordu ki, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz yanımdan geçti ve şöyle
buyurdu:
"Uyluğunu
ört, çünkü gerçekten uyluk avrettir."[327]
Hadislerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Kişinin
kendi karısı ve eli altında bulunan cariyesi yanında avret yerini açık
bulundurmasında bir sakınca yoktur.
2- Başkalarının
yanında avret sayılan yerleri açık bulundurmak haramdır.
3-
Kimselerin bulunmadığı yerlerde de avret yerlerini örtülü, kapalı tutmak
gerekir. Çünkü Allah utanılmaya çok daha lâyıktır...
4- Uyluk
kısmı da avrettir.
5- Ölü
olsun, diri olsun birinin uyluğuna bakmak haramdır.
Hadislerin ışığı
altında müctehid imamların görüş, tesbit, istidlal ve ihticacları:
a) Hanefîlere
göre:
Erkeğin namaz
konusunda avret yerinin sınırı göbekle dizkapağı arasıdır. Göbeğin kendisi
avret değilse de dizkapağı avrettir. Kadının namaz konusunda avret yerinin
sınırı, iki elinin içi (ayası) ve iki ayağının üst kısmı dışında vücudunun
heryanı avrettir. Böylece kadının ayaklarının altı ve ellerinin aya dışındaki
kısmı avrettir.[328]
b) Şâfiilere
göre:
Erkeğin avret yeri,
göbekle diz arasıdır. Göbekle dizkapağı bizatihi avret değildir. Hür kadının
avret yeri, iki eli ve yüzü dışında kalan bedenin heryanıdır, tabii bu tarif
ve sınır namaza nisbetledir. Ellerin içi ve dışı bileklere kadar avret
değildir.[329]
c)
Hanbelîlere göre:
Namaza nisbetle
erkeğin avret yeri göbekle dizkapağı arasıdır. Göbekle dizkapağı bizatihi avret
değildir. İmam Ahmed bu hususu birkaç yerde kesin bir ifadeyle açıklamıştır.
Avret yerlerini
örtmekten, gizlemekten maksat, derinin rengini göstermiyecek vasıfta ve
özellikte olan bir örtünmedir. O halde derinin rengini aksettirecek kadar ince
bir elbiseyle namaz kılmak caiz değildir. Derinin rengini iyice örttükten sonra
vücut hattının belli etmesi, namaza engel sayılmaz.[330]
d)
Malikîlere göre:
Namaza nisbetle
erkeğin avret yeri, göbekle dizkapağı arasıdır. Göbekle dizkapağı avret
değildir. Bu, erkeğin muhaffafa sayılan avret yeridir. Muğallaza olanı ise, ön
ve arkasındaki utanç yerleridir.[331]
Kadının ise, iki eli önlü-arkalı ve yüzü dışında kalan yerleri avrettir.
Onun için İmam Mâlik
şöyle demiştir:
"Kadın, saçından
bir kısım açıkta olduğu veya göğsü açık bulunduğu veya ayaklarının üst kısmı
örtülü olmadığı halde veya bileğinden üst kısım (bilezik takılan yer) açık
bulunduğu halde namaz kılarsa, vakit çıkmadan onu iade etmesi gerekir.[332]
Namazda sözü edilen
avret yerinden bir kısım açılacak olursa, namaz bozulur mu? Bu hususta
imamların farklı görüş ve ictihadları vardır. İmam Ebû Hanîfe'ye göre, avret
sayılan bir organın dörtte biri veya daha fazlası açılır ve bir rükün miktarı
devam ederse, namaz bozulur. Bundan daha az bir kısmın açılması namazı bozmaz.
İmam Ebû Yusuf ise organın yarısı açılırsa, namaz bozulur; ondan az miktar
bozmaz. İmam Muhammed ise, İmam Ebû Hanîfe'nin görüşündedir.[333]
İmam Şafiî'ye göre,
avret yerinden az bir kısmın açılması bile namaza mani' teşkil eder, yani
namazda avret yerlerinden az bir kısmın açılması sebebiyle namaz hükümsüz
olur, iadesi gerekir. İmam Ahmed b. Hanbel'e göre ise, az miktarın açık olması
namaza mani' değildir. Bu meselede Ahmed b. Hanbel, Hanefîlerin görüşüyle birleşmektedir.[334]
Hanefilerle Hanbelîler
bu meselede Ebû Davud'un Eyyub'dan, onun da Amir b. Seleme'den yaptığı
rivayetle istidlal etmişlerdir. Hadîs şöyledir:
Amir b. Seleme
diyorki:
"Babam, kavmini
temsilen Peygamber (a.s.) Efendimiz'e gitti. Peygamberimiz (a.s.) onlara, namaz
kılınmasını öğrettikten sonra, en iyi okuyanınız size imamlık yapsın, diye
emretmişti. Kavmimiz arasında en iyi okuyan ben bulunuyordum, o bakımdan beni
öne geçirip imam olmamı istediler. Ben de üzerimde sarı ve fakat küçük bir
hırka (ya da üstlük) bulunduğu halde öne geçip imamlık yapmaya başladım.
Secdeye vardığımda bazı (avret) yerim açılıyordu. Cemaattan bir kadın,
"Size imamlık yapan bu gencin avret yerini örtüveriniz" diyerek
uyarıda bulundu. Onun üzerine cemaat bana Amman kumaşlarından bir entari aldı.
İslâm'a girmem dışında hiçbir şeye bu kadar sevinmemiştim."
Konuyla ilgili diğer
rivayetler, yorumlar ve tahliller:
Uyluğun avret
olmadığını söyleyenler de var. Onların delili ise, Hz. Âişe (r.a.) dan yapılan
şu rivayettir:
"Resûlüllah (a.s.)
Efendimiz uyluğu açılmış bir vaziyette oturuyordu. Ebûbekir (r.a.) içeri
girmek için izin istedi. Peygamber (a.s.) da o hal üzere bulunduğu halde ona
izin verdi. Az sonra Ömer (r.a.) içeri girmek için izin istedi, Peygamber
(a.s.) yine o hal üzere bulunduğu halde ona da izin verdi. Az sonra Osman
(r.a.) izin istedi. Peygamber (a.s.) hemen uyluğundan açık bulunan kısmı
elbisesiyle örtüverdi. Onlar kalkıp gidince, dedim ki: Ya Resûlüllah! Ebû
Bekir ile Ömer izin istediler, sen bulunduğun hali değiştirmeden onlara izin
verdin. Osman izin isteyince, elbisenle o kısmım örttün?" Peygamber (a.s.)
benim soruma şu cevabı verdi:
"Ya Âişe!
Vallahi meleklerin kendisinden utandığı bir adamdan utanmayayım mı?"[335]
Uyluğun avret
olmadığını söyleyenlerin ikinci delili, Hz. Enes'in (r.a.) şu rivayetidir:
"Peygamber (a.s.)
Efendimiz Hayber gününde (Hayber savaşının yapıldığı günde) üstündeki entariyi
uyluğunun üzerinden açmış bulunuyordu; o kadar ki, ben O'nun uyluğunun beyazlığına
bakıp duruyordum."[336]
Hz. Âişe hadîsini
Buhari talikan tahric etmiş ve kendi Sahih'inde uylukla ilgili bazı hususlara
temas ettikten sonra şöyle demiştir:
"Ebû Musa dedi
ki: Osman içeri girince Resûlüllah (a.a.) Efendimiz, iki dizini
örtüverdi."
Müslim'in yaptığı
rivayette ise Hz. Âişe (r.a.)’nin şu lâfızla olayı naklettiği tesbit
edilmiştir: "Resûlüllah (a.s.) Efendimiz benim evimde uylukları veya
baldırları açık bir vaziyette uzanmıştı. Osman izin isteyince, Peygamber (a.s.)
toparlanıp oturdu.
Bu iki rivayetle,
yukarıda rivayetler arasında çelişki bulunduğu sanılırsa da, aslında böyle bir
hüküm doğru değildir. Çünkü uyluğun avret olmadığıyla ilgili rivayetler
arasında da tam bir uyum yoktur; Müslim'in tesbitinde baldırlar konu ediliyor
ki, baldırların avret olmadığı icmaan sabittir. Ayrıca bu hal kendi evinin
içinde Resûlüllah’a (a.s.) has bir durum olabilir. Diğer bir husus da,
Resûlüllah'ın haberi olmadan uyluğunun açılmış olabileceği ihtimali de söz
konusudur. O halde konunun başında nakledilen hadisler ihticac ve istidlale
daha uygun görülmüş ve müctehit imamların hemen hepsi onlara göre, ihticac ve istidlalde
bulunmuşlardır.
296 nolu Behz hadîsini
Nesâî de tahrîc etmiş, Buhari onu talikan rivayet ederken Tirmizî hasen,
el-Hâkim sahih olduğunu söylemişlerdir. İbn Ebî Şeybe ise, az bir değişiklikle
Yezîd b. Harun'dan, o da Behz b. Hakîm'den rivayet etmiştir.
297 nolu hadisi
el-Hakim ve Hafız Bezzar da tahric etmişlerdir.
el-Hâkim de kendi
Müstedrek'inde İsmail b. Cafer tarikıyla tahrîc etmişlerdir. İbn Hacer'e göre,
ricalinin hepsi sahihtir. Sadece Ebû Kesir üzerine biraz duranlar olmuştur.
298 nolu İbni Abbas
hadîsinin isnadında Ebû Yahya el-Kattat bulunuyor ki, bu zat zayıf kabul
edilmiştir. Hatta ismi üzerinde bile ihtilâf edilmiş kimi Zazan'dır derken,
kimi Dinar, kimi de Yezid'dir demişlerdir.
Yahya b. Maîn,
"Ebû Yahya el Kattat zayıftır" derken Ahmed b. Hanbel de ona yakın
bir görüş izhar etmiştir. Birçok münker hadîsler rivayet ettiği söylenir.[337]
308 nolu Hz. Aişe
hadisini et-Tahavî, aynı konuyla ilgili hadîsleri naklederken Resûlüllah (a.s.)
Efendimiz'in uzanık bir halde iken uyluğunun açılma olayının Hz. Ömer'in kızı
Hz. Hafsa'nın (r.a.) evinde cereyan ettiğini İbn Merzûh tarikiyle rivayet
etmiştir.
Ayrıca İbrahim b.
Merzuk tarikiyle olayın Hz. Aişe (r.a.)'nin evinde cereyan ettiğine dair bir
diğer rivayeti değişik lâfızlarla rivayet edildiğine bakılınca, "uyluk
açılma olayı"nın iki defa cereyan ettiği intibaını veriyor. Oysa
araştırıcılar böyle bir yorumda bulunmamışlardır. Et-Tahavî diğer rivayetleri
de naklederken olayın Hz. Aişe'den (r.a.) rivayet edildiğini gösteren iki
rivayete daha yer vermiştir ki, birini Muhammed b. Aziz, diğerini Revh b.
el-Ferec tarikiyle nakletmiştir.[338]
et-Tahavî rivayetleri
sıraladıktan sonra şöyle diyor:
"İşte bu hadîsin
aslıdır, anlatımında Resûlüllah'ın uyluklarının açık bulunduğunu belirten bir
kayıt mevcut değildir."[339]
Nitekim Ebû Musa
(r.a.) da, aynı olayla ilgili rivayetinde "Peygamber (a.s.) Efendimiz,
Osman içeri girince dizlerini örttü..." demiştir. Buhari bu rivayete de
yer vermiştir. Müslim'in Hz. Aişe (r.a.)'dan yaptığı rivayette ise olay iki
değişik lâfızla nakledilmiştir:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz evimde (odamda) uylukları veya baldırları açık bir vaziyette
uzanmış bulunuyordu..."
Rivayetlerin tamamı
dikkate alınıp incelendiğinde, üç ayrı tabirin kullanıldığı görülür: Fahiz,
rükbe, sak... Rasûlüllah'ın her zaman ve her yerde edeb, terbiye, nezaket ve
ciddiyetin en üst manasını kendinde taşıyıp uyguladığını düşünürsek, şu iki
sonucu çıkarmamız çok daha uygun olur: Birincisi, uzanık bir halde iken farkına
varmadan uylukları açılmış olabilir. Hz. Osman içeri girince ona olan saygı ve
ilgisini izhar ederken toparlanma ihtiyacını duymuş ve öylece açık bulunan
uyluğunu da örtmüştür. İkincisi, uyluğunun değil, baldır veya dizlerinin açık
bulunduğu keyfiyetidir ki, bunda bir sakınca yoktur.
1-
Erkeklerin diz kapaklarıyla göbekleri arası avrettir. Namazda belirtilen
kısımdan bir bölüm açık olduğu takdirde, namaz bâtıl (hükümsüz) olur, iadesi
gerekir.
2- Yine
erkeğin belirtilen avret yerini insanların bulunduğu yerlerde açık bulundurması
haram ve büyük günâtır. Kimselerin bulunmadığı yerde açması mekruhtur. Çünkü
Allah utanılmaya çok daha lâyıktır.!
3-
Erkeklerin uyluk kısmı da avrettir. Bunda görüş birliği vardır.
4- Diri
olsun, ölü olsun hiç kimsenin uyluğuna bakılmaz, haramdır.
Hadîs ve diğer ilgili
rivayetlerde "göbekle dizkapağı arası..." denilmiştir. Bundan iki
manâ anlaşılmaktadır; Birincisi, göbeğin ve diz kapağının kendisi avret
değildir, avret yerinin sınırı buralarda son bulmaktadır. İkincisi ise,
bunların da avret yeri sınırlarına dahil olmasıdır. O bakımdan müctehidlerin
ictihad ve görüşleri farklı olmuştur. Biz önce ilgili hadisleri nakledelim,
sonra da onların görüşlerini belirtmeye çalışalım.
Ebû Musa (r.a.)'den
yapılan rivayette demiştir ki:
"Peygamber (a.s.)
Efendimiz, içinde su bulunan bir yerde oturuyordu. (Ayaklarını suya sokmak
için) iki dizini veya bir dizini açtı. Osman içeri girince, Peygamber (a.s.)
dizini örttü."[340]
Umeyr b. İshak'dan
yapılan rivayette, şöyle demiştir:
"Hasan b. Ali
(r.a.) ile beraber bulunuyordum, derken Ebû Hüreyre ile karşılaştık. Ebû
Hüreyre (r.a.), Hz. Hasan'a, Peygamber (a.s.) Efendimiz'in öptüğü yeri müsaade
et de ben de öpeyim, dedi. O da entarisini (göbeğinin üzerinde sıyırıp)
işarette bulundu. Ebû Hüreyre (r.a.) onun
göbeğini öptü."[341]
Abdullah b. Amir
(r.a.)'dan yapılan rivayette, şöyle demiştir:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimizle beraber akşam namazını kıldık. Dönen dündü, takip eden etti,
derken Resûlüllah (a.s.) Efendimiz acele nefes nefese geldi ki iki dizkapağı
açılmış vaziyette idi, şöyle buyurdu:
"Size müjde,
işte Rabbiniz gök kapılarından bir kapıyı açmış bulunuyor da sizinle iftihar
ediyor buyuruyor ki: "Kullarıma bakın, bir farzı kıldılar ve diğer farzı
(kılmak için) bekliyorlar."[342]
Ebû Derdâ (r.a.)dan yapılan
rivayette, demiştir ki:
"Peygamber (a.s.)
Efendimiz'in yanında oturuyordum, derken Ebubekir Sıddîk (r.a.) elbisesinin bir
ucunu tutmuş vaziyette çıkageldi ki iki dizi açılmış bulunuyordu. Bunun üzerine
Peygamber (a.s.) şöyle buyurdu:
"Sizin
arkadaşınız öfkeli geldi ve öylece selâm verdi."[343]
Hadislerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Göbek
avret değildir.
2- Allah
için sevdiği dostunun göbeğinden öpmekte bir sakınca yoktur.
3-
Dizkapakları da avret değildir.
Hadislerin ışığında
müctehid imamların görüş ve istidlalleri:
a) Hanefî
âlimlerine göre, göbeğin kendisi avret değildir. Bu, üç müctehidin tesbit ve
yorumudur. Dört müctehide göre ise, dizler avrettir.[344]
b) Şâfiîlere
göre:
Erkek ve cariyenin
avret yerinin sınırı, göbekle diz arasıdır. Göbek ve diz avret değildir.[345]
Ancak Şâfiilerin hepsi aynı görüşte değildir. Nitekim aşağıda bu husus
açıklanmıştır.
c)
Hanbelilere göre:
Erkeğin avret yeri,
göbekle diz arasıdır. Göbek ile diz avret yerine dahil değillerdir. İmam
Ahmed'in bu hususta kesin beyânı vardır.[346]
d)
Mâlikîlere göre:
Mâlikiler de bu
hususta Hanbelilerle aynı görüştedirler.[347]
Diğer rivayetler,
tahliller ve yorumlar:
313 nolu hadisi Buhari
nakletmiştir. Bundan, göbekle dizkapağının avret olmadığı istidlal edilmiştir.
İmam Şafiî ise, dizkapağının avret olduğunu söylerken, Rasûlüllah'ın (a.s.)
ayaklarını suya soktuğunda elde olmayarak dizkapaklarının açıldığını, ortada
bir özürün bulunduğunu, rastgele açılmadığını ileri sürerek kendine göre
yorumda bulunmuştur. Ayrıca Hz. Osman'ın içeri girmesiyle birlikte
dizkapaklarını örtmesi de, avret olduğuna delil sayılır, demiştir. İmam Şafiî
ve o görüşte olanlar sadece bu yorumla yetinmeyip bir de Derekutnî ve
Beyhakî'nin Ebû Eyyub'dan rivayet ettikleri şu hadîsle istidlal etmişlerdir:
"Erkeğin
avreti, göbekten dize kadardır."
Abdestte kolların
yıkanması nasıl dirseklere kadar denilirken dirsekler de aynı hükümde kollara
dahil oluyorsa, burada da dizlere kadardır, denilince, dizler de aynı hükümde
avret yerine dahil sayılıyor.
Dizkapağının avret
olmadığını söyleyenler ise, bu hadîsin metruk olduğunu, ileri sürmüşlerdir;
çünkü râvilerinden İbad b. Kesîr metruktür.[348]
Ebû Said hadîsi
üzerinde duranlar ise, râvileri arasında Şeyh el-Hars b. Ebî Üsâme Davud b.
el-Mahber bulunuyor ki, bu zat, hadisi İbad b. Kesir'den rivayet etmiştir.
İbad ise Ebu Abdillah eş-Şâmî'den, o da Atâ'dan rivayet etmiştir ki, bu
zincirde hep zayıflar yer almaktadır.[349]
Diğer yandan dizleri abdestte dirseklere kıyas, etmek bâtıldır, çünkü
dirseklerin kola dahil olduğunun delili ayrıdır, yani kıyasın şartlarından bir
olan menatta birleşme gerçekleşmemektedir. Şart yerine gelmeyince kıyas
hükümsüz oluyor.
Dizkapağıyla göbeğin
avret olmadığını kabul edenlerin bir diğer dayanağı, Ebû Dâvud ile
Darekutnî'nin Amir b. Şuayb'dan yaptıkları rivayettir. Amir b. Şuayb'ın
dedesinden yapılan rivayette şöyle denilmiştir:
"Sizden biriniz
hizmetçisini, kölesini veya ücretle çalıştırdığı kimseyi evlendirdiği zaman,
göbekten alt kısma, dizkapağından üst kısmına bakması."
Böylece göbekle
dizkapağının avret olmadığı anlaşılıyor.
314 nolu Umeyr b.
İshak hadîsinin isnadında Umeyr b. İshak el-Hâşimî bulunuyor ki, bu zat
hakkında hayli söz söylenmiştir. Sıka olduğunu söyleyenler bulunmakla beraber rivayetinin
yazılmaya değer olmadığını belirtenler de var. Nitekim Yahya b. Maîn,
"onun hadisi bir şeye denk gelmez" yani fazla değer taşımaz. O
bakımdan onun hadisi yasılmaz demişlerdir.[350]
Nesâî ise, onun
rivayetinde bir beis bulunmadığını belirtmiştir.
O bakımdan Umeyr
hadîsi istidlale uygun sayılabilir. Ancak Ebû Hüreyre'nin (r.a.), Hz.
"Hasan'ın göbeğini öpmesinde hiçbir hüccet yoktur. Çünkü Resûlüllah (a.s.)
Efendimiz, torunu Hz. Hasan'ın göbeğini, o çocuk iken öpmüştü. Oysa Ebû Hüreyre
(r.a.), onun göbeğini, mükellef bulunduğu yıllarda öpmüştü Çocukla ergen kişinin
avreti elbetteki farklıdır.
315 nolu Abdullah b.
Amir hadîsinin ricali sahîh kabul edilmiş, çünkü hepsi de İbn Mâce Sünen'inde
yer almıştır.
1- Göbek
avret değildir.
Dört mezhep
imamlarının bu meselede ittifakı vardır..
2-
Dizkapaklanrı avret değildir: Bu üç mezhep imamlarına göredir İmam Ebû
Hanîfe'ye göre avrettir.
3- Evde eşi
ve çocukları arasında bulunduğu sırada erkeğin uyluk veya dizkapağı açık
bulunursa, bunda bir sakınca yoktur.
4- Namaz
kılarken, erkeğin göbekle dizkapağı arasının örtülü olması şarttır. Aksi halde
namaz hükümsüz kalır. Ancak zururî haller bu genellemenin dışındadır.
İslâm fıkhında
"hür kadın" denilince, karşılığında hürriyeti elinden alınmış câriye
hatıra gelir. Gerçi günümüzde artık kölelik ve cariyelik diye bir konu
kalmamıştır. Ancak kölelik müessesesinin işler bulunduğu asırlarda İslâm dini,
insan haklarını korumak, köleleri kölelik kaydından kurtarmak ve onlara insanca
muamele edilmesini sağlamak için bir takım maddi ve manevi müeyyideler, esaslar
ve prensipler koymuştur.
O halde "hür
kadın" denilince, cariye olmayıp hürriyeti elinde olan kadın demektir.
İslâm kadını, erkeğin
şehvet nazarından uzak tutmak, onun annelik ve kadınlık vakarını korumak,
kişiliğinin zedelenmesini önlemek, iffet ve namusunu, şeref ve itibarını
muhafaza etmek için onu iffet, namus, şeref ve vakar örtüsü altına almış,
saygınlığını en üst derecede tutarak hürmet telkin eden bir kıyafeti sunmuştur.
İlgili hadisler:
Hz. Aişe (r.a.)
Validemizden yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Allah ayhali
görme çağına gelmiş kadının namazını ancak himar (başörtüsü) ile kabul
eder."[351]
Ümmü Seleme (r.a.)'den
yapılan rivayette, onun, Peygamber (a.s.) Efendimizden:
"Kadın, üzerinde
entarisi olmadığı halde sadece gömlek (veya gecelik, iç çamaşır) ve başörtüsü
ile namaz kılınabilir mi?" sorduğunda, Peygamber (a.s.) Efendimiz'in de
ona:
"Gömlek
(gecelik) yeterli olur da ayakların üst kısmını örterse (namaz kılınır)." buyurdu.[352]
İbn Ömer (r.a.)'den
yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu
söylemiştir:
"Kim
elbisesini kibir ve bencillik olsun diye yerde sürüklerse, Allah kıyamet
gününde ona; (rahmetle) bakmaz."
Bunun üzerine Ümmü
Seleme (r.a.) "Ya kadınlar eteklerini ne yapsınlar?" diye soruncu,
Efendimiz "Bir karış sarkıtsınlar" buyurdu. Ümmü Seleme,
"O takdirde ayakları açılmış olur" dedi, Peygamber (a.s.), "O
halde bir zira' sarkıtsınlar ve artık bundan fazlasını yapmasınlar"
buyurdu.[353]
Hadislerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Ergenlik
çağına girmiş olan kadının namazda mutlaka başını örtmesi gerekir. Aksi halde
namazı kabul olunmaz.
2- Kadının
geceliğiyle namaz kılması caizdir, yeter ki uzun olup ayaklarının üstünü
örtecek kadar uzun olsun.
3- Kadının
ayaklarının üstü avrettir.
4- Kadınların
entarilerinin de ayaklarını örtecek kadar uzun olması vâcibdir. Ancak bundan az
kısa olur da kalın çarapla ayaklar örtülürse, buna cevaz verilmiştir.
Hadislerin
ışığında müctehit imamaların görüş,
tesbit, istidlal ve ihticacları:
a)
Hanefilere göre:
Hür kadın bedeninin
tamamı avrettir, ancak yüzü ve iki eli müstesna. Ayaklarının avret olup
olmadığı hakkında iki rivayet vardır. Ebû Hanîfe'ye göre avret değildir. Çünkü
birtakım ihtiyaçlar karşısında kadının yürümesi gerekmektedir ki, her zaman
örtülü bulundurması çok zordur. Hem yüz ve eller şehevî duyguyu daha çok
tahrik edebilir. Onlar avret olmadığına göre, ayakların da avret olmaması
gerekir.[354] Nitekim el-Hasan'ın Ebu
Hanîfe'den yaptığı rivayete göre, kadının ayaklarına bakmanın helâl olduğu
belirtilmiştir.[355]
O halde bu mezhebe
göre, namazda kadının yüzü ve iki eli açık bulunursa, bir sakınca yoktur. İmam
Ebû Hanîfe'ye göre, ayaklarının da açık olması namaza mani' değildir. Dışarıya
çıkınca da yüzünü ve ellerini açık bir vaziyette bulundurması men'edilmez.
Erkeklerin de kadının yüzüne ve ellerine şehvetle bakmaları haramdır.
b) Şâfiîlere
göre, hür kadının yüzü ve iki eli dışında kalan yerleri avrettir. O halde
kadının ayakları da avrettir ve namaz kılarken örtmesi vâcibdir.[356]
c)
Hanbelîlere göre:
Hür kadının yüzü
dışında diğer her yanı avrettir. O halde namaz kılarken ellerini ve ayaklarını
örtmesi gerekir. Sokak kıyafeti de yine bu ölçüde olmalıdır.[357]
d)
Mâlikîlere göre:
İki elin içi ve
üstüyle yüzün tamamı dışında kalan yerler avrettir. O halde kadının yüzü ve
iki eli örtülü olmadığı halde namaz kılması caizdir; [358]
aynı şekilde sokakta da bu iki azasını açık bulundurmasına cevaz verilmiştir.
Diğer rivayetler,
yorumlar ve tahliller:
324 nolu Hz. Aişe
(r.a.) hadîsini aynı zamanda İbn Huzayme ve el-Hakim de rivayet etmişlerdir.
Darekutni ise, hadîsin mevkuf olduğunu, el-Hakim ise mürsel olduğunu
söylemiştir. Bilindiği gibi mevkuf, ashab-ı kiramdan rivayet edilen söz, fiil
ve takrirdir. Mursel ise, senedinden bir sahabi düşen hadistir. Gerek mevkuf,
gerekse mursel hadisler daha çok zayıf hadisler arasında sayılır. Ancak
mevkufun böyle olduğunda tam ittifak yoktur.
Taberânî ise, bu
mealde bir hadisi es-Sağîr ve'1-Avsat'da Ebû Katade'ten şu lâfızla rivayet
etmiştir:
"Allah, zînet
yerlerini örtmedikçe kadının; ergenlik çağına giren kızın da başını örtmedikçe
namazını kabul etmez."
İbn Huzeyme ise, şu lâfızla
kendi sahihinde rivayet etmiştir:
"Allah
ergenlik çağına giren kadının namazını ancak başörtüsüyle kabul eder."
Hadisler kadının namaz
kılarken başını örtmesinin vâcib olduğuna delâlet etmektedir. Ayrıca hür ve
cariye arasında bu hususta bir fark olmadığı da anlaşılıyor. Ancak İmam Şafiî,
İmam Ebû Hanîfe ve cumhur, hür kadınla cariye kadın avretleri arasında fark
bulunduğunu belirtmişler ve ona göre bir tarifte bulunmuşlardır. Hadîsin
zahirine bakıp ikisi arasında fark yoktur, diyenler ise, Zahiri mezhebine
mensup olanlardır. Sözünü ettiğimiz imamlara göre, cariyenin avret yeri
dizkapağıyla göbek arasıdır. İmam Mâlik'e göre, cariyenin avret konusunda hür
kadından farkı sadece saçlarıdır; cariyenin saçları avret değildir.[359]
Kuvvetli ihtimalle, İmam Mâlik, Hicaz'da cariyelerin başaçık gezdiğini görünce,
sahabenin böyle uygun gördüğüne kail olmuştur. el-Iraki ise Tirmizî şerhinde
diyor ki:
"İmam Mâlik'ten
meşhur olan rivayete göre, cariyenin avreti erkeğin avreti gibidir."
Bize göre,
el-Iraki’nin bu tesbiti isabetli değildir. Çünkü İbn Kudame gibi, kendi
mezhebinde yetkili bir ilim adamı sözü edilen mesele hakkında şöyle diyor:
"İmam Mâlik hür
olmayan (cariye) kadın hakkında, "başörtüsüz namaz kılabilir."
demiştir."[360]
325 nolu Ümmü Seleme
hadisini el-Hâkim de tahrîc etmiş, Abdülhak ise, Mâlik ve diğer râvilerin bunu
mevkufen rivayet ettiklerini söylemiştir. el-Hâkim ise, Buharî'nin şartına
göre, hadisin ref'i sahihtir, diyerek Abdülhakk'ın görüşüne katılmamıştır.
Ancak hadîsin isnadında Abdurrahman b. Dînar bulunuyor ki bu zat üzerinde hayli
şeyler söylenmiştir, et-Takrîb de onun sadûk (doğru, güvenilir) olduğu
belirtilmiş, ancak bazan hatâ yaptığına dikkatler çekilmiştir.
Diğer yandan bu hadîsi
Mâlik b. Enes, Bekir b. Mudar, Hafs b. Ğıyas, İsmail b. Cafer, İbn Ebî Zid'b ve
İbn İshak, Muhammed b. Zeyd' den, o da Ümmü Seleme'den rivayet etmişler ve
hiçbiri, Ümmü Seleme'nin Peygamber (a.s.) Efendimiz'den rivayet ettiğini
zikretmemiştir.[361]
Darekutnî'den ise bu
hadîs sorulduğunda, şu cevabı vermiştir:
"Muhammed b. Zeyd
b. Muhacir b. Kunfez kendi anasından, o da Ümmü Seleme'den rivayet etmiştir.
Ancak merfu, olduğu hakkında farklı tesbitler vardır: Abdurrahman b. Abdullah
b. Dıhar yaptığı rivayette Peygamber (a.s.) Efendimiz'e kadar ref'etmiştir.
Hişam b. Sa'd da bu hususta ona tabi olmuştur. İbn Vehb ise muhalefet ederek
hadîsi Hişam b. Sa'd dan mevkufen rivayet etmiştir. Doğru olan da budur.
et-Tenkîh sahibi ise, Abdurrahman b. Abdillah b. Dinar'dan Buharî'nin kendi
Sahîh'inde rivayet ettiğini belirterek bazı ilim adamlarının onun sıka (güvenilir)
olduğunu söylemişlerse de yukarıdaki hadîsi ref'etmekte hatâ etmiştir, diyor.[362]
Namazda avret yerinin
örtülü tutulmasının aslı şu âyete dayanmaktadır:
"Ey
âdemoğulları! Her mescidde güzel ve temiz elbisenizi alıp giyinin." [363]
Ayette,
"zînet" tabiri kullanılmıştır ki ilim adamlarının çoğu bunu avret
yerini örtüp kapatan elbise, ile
yorumlamışlardır.
"Mescid'den
maksat, namazdır, aynı zamanda namaz kılınan cami anlamına da gelir. Nitekim
Seleme b. Ekva, (r.a.)’dan yapılan rivayette demiştir ki: Resûlüllah (a.s.)
Efendimiz'e dedim ki:
"Ya Resûlellah!
kamîs (gömlek) ile namaz kılayım mı?",
"Evet, bir
dikenle olsa bile onu düğümle (öylece kıl)" buyurdu.[364]
Kadının namaz kılarken
ne gibi elbise giymesi gerektiği hakkında Hz. Âişe (r.a.) Validemiz'den sorulduğunda,
sorana, git bu meseleyi önce Ebû Tâlib oğlu Ali'den sor, sonra da gel bana ne
dediğini haber ver, dedi. Sonra sahibi Hz. Ali'ye (r.a.) gelip sordu. O da,
"Başörtüsü ve ayakların üzerini örtecek kadar uzun bir iç
çamaşırla." diye cevap verdi. Adam durumu gelip Hz. Âişe'ye (r.a.) haber
verince, "Ali doğru söylemiştir" diyerek onu tasdik etti.[365]
1- Hür
kadının iki eli ve yüzü dışında diğer bütün bedeni avrettir. Namazda avret
yerlerini örtmesi vâcibdir. Aksi halde namazı kabul değildir.
2- Kadının
ayakları da avret değildir. O bakımdan ayakları açık olduğu takdirde namaz
kılabilir. Bu iki hüküm İmam Ebû Hanife'nin ictihadıdır.
3- Kadının
ayakları da avrettir. Bu, Şâfiîlerle Hanbelîlere göredir. Yani iki müctehidin
ictihadı bu anlamdadır.
4- Kadının
elleri de avrettir. Bu, İmam Ahmed b. Hanbel'in ictihadıdır.
5- Kadının
namaz kılarken geceliği veya entarisi ayaklarının üstünü örtecek kadar uzun
olması gerekir. Entari veya gecelik bu kadar uzun olmazda açık kalan kısımlar
teni göstermeyecek çorapla örtülürse, bu da caizdir.
6- Tek
gömlek veya gecelikle namaz kılındığı takdirde, vücudun açılması için
düğmelemek vâcibdir. Üzerinde iç çamaşırı bulunanlar için düğmelemek söz
konusu değildir, yeter ki avret yeri gözükmesin.
İbâdetin birçok
hikimetleri vardır, onlardan biri de haklara saygılı olmak, haramdan kaçınmak,
başkasının malına, ırzına ve şerefine el ve dil uzatmamaktır. Sonra da
Allah'ın rızası doğrultusunda hayatı tanzim edip dünya ile âhiret, ruh ile
beden arasında denge kurmak; lüks ve israftan kaçınmak suretiyle sade bir ömür
sürmektir.
.
O bakımdan lüks
sayılan ipek elbiseyle namaz kılmak erkeklere haram kılınmış, kadınlara cevaz
verilmiştir. Çünkü erkek hayat ve hareket adamıdır. Hergün kollarını sıvayıp
işinin başına koşmakla emrolunmuştur. İçinde yaşadığımız topluma ayakuydurmak,
onlara tepeden bakmamak, dikkatleri çekecek şekilde süs ve zînetten uzek
durmak onun günlük hayatının ölçüsü ve Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'e uymaya
çalışmasının belirtisidir.
Gasbedilmiş, yani
sahibinin rızası hilâfına zorla alınmış bir elbiseyle de ibâdet, hedef ve
amacını kaybeder, ölçü ve anlamını bir
bakıma yitirir. Çünkü namazın hikmetine ters düşen herşey ya mekruh ya da
haramdır, ya da mahzurludur.
Konuyla ilgili
hadîsler:
İbn Ömer (r.a.)dan yapılan
rivayette:
"Kim on dirhem
bir elbise alır da onda bir dirhem haram bulunursa o elbise üzerinde bulunduğu
sürece Allah onun hiçbir namazını kabul buyurmaz."
İbn ömer (r.a.)’dan
bunu söyledikten sonra iki parmağını kulaklarına sokup şöyle dedi:
"Bunu eğer
Resulüllah’ın (a.s.) buyurduğunu işitmedimse ikiniz de sağırlaşın!"[366]
"Hz. Aişe (r.a.)dan
yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Kim bir
amelde bulunur da o amel üzerinde bizim emrimiz yoksa, o merduttur."[367]
Aynı hadîsi Ahmed b.
Hanbel şu lâfızla rivayet etmiştir:
"Kimi bizim emrimiz
hilâfına bir iş yaparsa, o iş merduttur."
Her iki hadîste geçen
"emir" tabirinden maksat, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz ile ashabının
yaşadığı dinî esas ve prensiplerdir.
Ukbe b. Âmir
(r.a.)'den yapılan, rivayette, demiştir ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz'e ardı ve eteği yırtık olan kaftan hediye edildi. O da onu
giydi ve sonra üzerinde olduğu halde namaz kıldı. Namazı bitirince,
hoşlanmadığını belirtir şekilde şiddetle tutup üzerinden çıkardıktan sonra
şöyle buyurdu:
"Bu,
muttakıylere lâyık değildir."[368] .
Câbir b. Abdillah
(r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir ki:
Resûlülah (a.s.)
Efendimiz kendisine hediye edilen kalın ipek kumaştan bir elbise giyindi; sonra
çok geçmeden ki onu çıkarıp Hattab oğlu Ömer'e gönderdi. Bunun üzerine
kendisine: Ya Resûlüllah! Çok sürmedi onu üzerinden çıkardın? diye soruldu.
Buyurdu ki
"Cibrîl (a.s.) beni
ondan men'etti."
"Az sonra Ömer
ağlayarak geldi ve şöyle dedi:
"Ya Resûlüllah!
Bir şeyden hoşlanmadın da onu bana verdin, benim neyime?" Peygamber
(a.s.):
"Onu sana
giyinsin diye vermedim, satasın diye verdim."
Bunun üzerine Ömer
(r.a.) onu iki bin dirheme sattı.[369]
Hadîslerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Haram
parayla satın alınan bir elbiseyle kılınan namaz makbul değildir.
2- Dinî
hususlarda Resûlüllah'ın sünnetine uymayan, O'nun getirdiği prensiplere ters
düşen her amel merduttur.
3- İpek
elbise erkeklere, haramdır. İpek elbiseyle kılınan namaz makbul değildir.
4- İpek
elbiseyle kılınan namazı iade etmek gerekmez.
5- İpek,
elbise takvaya aykırıdır, muttakıylere lâyık değildir.
6- Hediye
edilen bir şeyi başkasına hediye etmek caizdir
Hadîslerin ışığında
müetehit imamların görüş, tesbit ve istidlalleri:
a) Hanefi,
Şafiî ve Hanbeli mezhep imamlarına ve ilim adamlarının cumhuruna göre, ipek
elbise giyinmek erkeklere haramdır. Üzerinede ipek elbise bulunduğu halde namaz
kılan kimsenin namazı sahîhse de günah işlemiş kabul edilir. Namazı iade etmesi
gerekmez. Gasb edilen elbise de böyledir.
b) İmam Mâlik'e göre, vakit içinde iade etmesi gerekir.[370]
İleride ipek konusuna daha geniş yer verip lüzumlu bütün açıklamayı yapacağız.
Konuyla ilgili diğer
rivayetler, yorumlar ve tahliller:
338 nolu İbn Ömer
hadîsini aynı zamanda Abd. b. Humayd ve Beyhakî tahrîc ettikten sonra zayıf
olduğu belirtmişlerdir. Ayrıca el-Hatîb, İbn Asâkir ve Deylemî de rivayet
etmişlerdir. İsnadında Hâşim bulunuyor ki, bu zat İbn Ömer'den rivayet etmişse
de bu alanda pek tanınmıyor.
Hadîsin zahiri, ipek
ve mağsub elbiseyle kılınan namaz kabul ediliniyeceğine delâlet ediyorsa da
sahîh olmadığına delâlet etmemektedir. Çünkü namazın kabulü başka, sıhhati
daha başkadır. Kabul edilmemesi, faziletinden marumiyete delâlet eder. Nitekim
kocası kendisine öfkeli bulunduğu halde geceleyen kadının namazını Allah kabul
etmez, mealindeki hadîste de hüküm bu doğrultuda ele alıp yorumlanmıştır, yani
namazının feyiz ve bereketinden mehrum kalır, ama borcunu ödemiş sayılır;
namazı sahihtir.
"Kabul
edilmez" şeklindeki ifade genellikle iki ayrı yorum ister; birincisi,
sıhhatını olumsuz yönde etkiler, diğeri kemal ve faziletini olumsuz kılar.
Konumuzu oluşturan hadiste kemal ve faziletini nefyedeceğiz yani olumsuz, yönde
etkileyeceği söz konusudur. Sıhhatini olumsuz yönde etkiliyen ise, "Bu
bir abdesttir, Allah namazı ancak onunla kabul eder" meâlindeki hadiste
belirtmiştir.
Hadîsin senedinde
bazılarına göre, pek tanınmayan Hişam bulunuyorsa da, genellikle ilim adamları
onunla istidlal etmişlerdir.
339 nolu Hz. Aişe
hadisine gelince, bu dinî kavaidden birçok hükümleri kendinde taşımaktadır. Öyle
ki, ilim adamları, Peygamber (a.s.) Efendimiz tarafından yasaklanan,
men'edilen bütün akidler hükümsüzdür, demişlerdir. Çünkü bir şeyi men'etmek,
onun sıhhatli bir hüküm ifâde etmiyeceğine, fasit olduğuna delâlet eder. O
halde dini kaide ve ölçülere girmeyen her türlü menhiyata reddetmek vâcibdir.
O bakımdan hâkimin verdiği hüküm, işin ve meselenin asıl içyüzünü
değiştiremez. Haksızı haklı çıkarmak, helâli haram kılmak gibi hükümler,
hiçbir zaman haksızı haklı, helâli haram yapamaz.
Onun için hadîste
geçen "leyse aleyhi emruna" cümlesi, dinî ölçü ve kaidelerle
yorumlanmıştır. Şevkanî’nin de dediği gibi, bu hadîsin taşıdığı kaideler
sayılmıyacak kadar çoktur.
Özetliyecek olursak,
şöyle bir ifade kullanmak mümkün: Kim dinde aslı olmayan, bir asla dayanmayan
bir şey icad ve ihdas ederse, ona asla iltifat edilmez. O nedenle et Tuhî
şöyle demiştir; Bu hadîs, şer'î delillerin yarısıdır. İpek elbise, zorla
alınan (gasbedilen elbise) ile kılınan namazın Allah katında hiçbir fazileti
yoktur. Sadece kul bir bakıma namaz borcunu ödemiş sayılır. Çünkü namazdan
amaç, ilâhî hududa riâyettir.
340 nolu Ukbe b. Amir
hadîsiyle istidlal eden İmam Şafiî, ipek elbiseyle namaz kılmanın haram
olduğunu söylemiştir. İmamiyye mezhebine salik olanlar da aynı görüştedirler.[371]
Diğer birçok ilim adamlarına göre, mekruh sayılmıştır. Çünkü ipek elbisenin illeti,
kibir ve gururdur, namazda bu ikisi de söz konusu değildir. Ayrıca onlar,
Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, kalın ipekten dokunan elbiseyi giyip namaz
kıldıktan sonra çıkarmış, fakat kıldığı namazı iade etmemiş ve ipek elbiseyle
kılınan namaz iade edilmelidir, diye bir ifade kullanmamıştır.
İpek elbise henüz
haram kılınmamıştı ki, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz kalın ipekten mamul bir
üstlük giyinmişti; Onu görenler beğendiler ve hayretlerini ifade ettiler.
Peygamberimiz (a.s.) geçici dünya hayatında bu gibi şeyleri beğenmenin
hakikatte bir değer taşımadığını belirterek şöyle buyurmuştur:
"Canımı kudret
eliden tutan zata yemin ederim ki, Sa'd b. Muâz'ın Cennet'teki mendili bundan
çok daha güzeldir!"[372]
el-Bahır kitabının
sahibi diyor ki:
"İpek elbiseden
başka örtünecek bir şey bulamazsa, o takdirde onunla kıldığı namaz sahihtir.
Çıplak kılacak olursa namazı hükümsüz sayılır. "Ahmed b. Hanbel ise,
çıplak kılması evlâdır, demişse de diğer ilim adamları ona muhalefet
etmişlerdir. Nitekim yukarıda da belirttiğimiz gibi, ipek giyinmek haramdır, o
vaziyette namaz kılarsa, namazı sahihtir, ancak haramı irtikâp ettiğinden büyük
günah işlemiş.
341 nolu Câbir b.
Abdillah hadîsi sahîhtir. İpek elbise giyinmenin tahrimine delâlet etmektedir.
1- İpek
elbiseyle namaz kılmak ilim adamlarının çoğuna göre, mekruhtur. Ahmed b.
Hanbel'e göre, bir rivayette haramdır.
2- İpek
elbiseyle kılınan namaz sahîhtir, ancak kemal ve fazileti gitmiştir.
3-
Gasbedilen bir parayla satın alınan elbiseyle namaz kılmak mekruhtur, namazın
kemal ve faziletini tamamen düşürür. Ancak kılınan namaz sahihtir.
4- İpek
elbise giyinip onunla kibir ve gurur taslamak da haramdır.
5-
Kadınların ipek elbise giyinmesi ve o vaziyette namaz kılması caizdir.
Az yukarıda da
belirttiğimiz gibi, ipek ve altın en çok tanınan ve yaygın olan iki şeydir.
Tarih boyunca ne ipek, ne de altın hiçbir zaman değerini kaybetmemiştir. O
bakımdan her ikisi de birer böbürlenme, başkasına karşı üstünlük taslama ve
gurura kapılma aracı olarak bilinir. İslâm dini ise, sadeliği, kardeşliği
emreder, sınıf farkını kaldırır, mü'minleri Allah katındaki durumlarını bir
tarağın dişleri gibi eşit sayar, ancak üstünlüğün, faziletin takvada olduğunu
söyler; yani kim daha çok ilâhî hududa bağlı kalıp kötülüklerden
sakınabiliyorsa, Allah katında daha değerli ve üstündür. O bakımdan erkeği
atalete iten, onu bir biblo durumuna getiren, kibir ve gurur duygusunun
kabarmasına sebep olan ipek elbise ve altın zînet kullanması yasaklanıp haram
kılınmıştır. Ellerine, parmaklarına altın değil, nasır yakışır. Sırtına ipek
değil ter ve emek lâyık görülür.
Kadınların durumu
onlarınkinden çok farklıdır. Pazarda, çarşıda tezgahta, büroda erkekler daha
çok çalışır, İslâm kadın erkek bir arada çalışmayı yasaklamış, her cinsin kendi
hemcinsleri arasında çalışmasını uygun görüp vâcib kılmıştır. O bakımdan kadın
daha çok ev işleriyle uğraşır, çocuklarını besleyip büyütme, temizleyip
sıhhatli yetiştirme işini yüklenir. Kocasına karşı süslenmesi, zînet takınması
güzel bir davranıştır. İslâm bunu sünnet veya müstehab kılmıştır. Evinin
dışında ise, zînetini teşhir, etmesini yasaklamış ve o ancak kocası için
süslenir hükümünü koymuştur. O bakımdan kadına hem ipek elbise giyinmek, hem
altın takınmak mübah sayılmıştır.
Konuyla ilgili
hadîsler:
Ömer (r.a.)’den
yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz'den şöyle işittiğini söylemiştir:
"İpek
giyinmeyiniz. Doğrusu kim Dünya'da ipek giyinirse, âhirette giyinmez."[373]
Enes (r.a.)’den
yapılan rivayette Peygamber (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:
"Dünya'da ipek
giyinen, âhirette elbette giyinemiyecektir."[374]
Ebu Musa (r.a.)’den
yapılan rivayette, Peygamber (a.s) Efendimizin şöyle buyurduğunu söylemiştir:
"Altın ve
ipek, ümmetimin kadınlarına helâl kılınmış, erkeklerine haram
kılınmıştır."[375]
Hz. Ali (r.a.)’den yapılan
rivayette demiştir ki: "Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'e sarı çizgili ve
altın işlemeli entari veya üstlük hediye edilmişti, onu bana gönderdi, ben de
giyindim. Ancak Peygamber'in (a.s.) yüzündeki öfkeyi anladım. Bana dedi ki:
"Ben onu sana
giyinmen için göndermedim, belki baş örtüsü olcak şekilde kadınlar arasında
bölüp vermen için gönderdim."[376]
Enes (r.a.)’den yapılan
rivayette deniliyor ki:
"Enes (r.a.), Peygamberimizin
kızı Ümmü Gülsüm'ün üzerinde sarı çizgili veya altın işlemeli bir hırka
görmüştür."[377]
Hadîslerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Dünya'da
ipek elbise giymen erkekler âhirette ondan mahrum kalacaklardır.
2- Altın
eşya takınmak ve ipek elbise giyinmek ümmetin erkeklerine haram, kadınlarına
helâl kılınmıştır.
3-
Kadınların ipek başörtüsü veya altın işlemeli ipek başörtü kullanmalarına cevaz
verilmiştir.
4-
Kadınların ipek entari, ipek dış kıyafet giyinmelerinde bir takınca yoktur.
Hadîslerin ışığında
müctehit imamların görüş, tesbit, istidlal ve ihticacları:
a)
Hanefîlere göre:
İpek elbise erkeklere
haram kılınmıştır. Bu ister ince, ister kalın olsun farketmez. Onlar bu
meselede, Ebû Musa hadîsiyle Enes (r.a.) hadisini sened olarak seçip istidlal
etmişlerdir. Savaşta erkeklerin ipek elbise giyinmelerine ruhsat verilmiştir.[378]
b) Şâfiîlere
göre:
İpek elbise erkeklere
haram, kadınlara helâl kılınmıştır. Ancak giyilen elbise ipek ve diğer bir
madde karışımından imal edilmişse, o takdirde eksere göre hükmedilir. İçindeki
ipek daha çoksa haramdır, daha azsa helâldir.[379]
İpek elbiseyi sadece
giyinmek değil, onu kullanmak da erkeklere haram kılınmıştır. O halde
erkeklerin ipek bir yaygı üzerinde oturmaları da helâl değildir. Ancak
arayerde bir örtü veya astar bulunursa, o takdirde bir sakınca yoktur. Onun
gibi elbisenin astarı, yüzüne dikili bir vaziyette ipek olursa ona da cevaz
verilmiştir. Çünkü astar kendi başına bir elbise değildir. Üzerine oturulan
yaygının astarı da ipekten olursa, tahrîm hükmü cari olmaz. Erkeklerin ipek
mendil kullanması da haram sayılmıştır.[380]
c)
Hanbelîlere göre:
Tahrîmi sadece erkeklere
has olan elbise, ipektir. Altınla işlenmiş veya altın suyuyla süslenmiş bir
ipeği giymek, yaygı olarak kullanmak hem namazda, hem namaz dışında haramdır.
Hanbelîler bu meselede
Ebü Dâvud ile Tirmizî'nin rivayet ettiği "İpek elbiseyi ve altını
ümmetimin erkeklerine haram, kadınlarına helâl kılıyorum." mealindeki
hadîsle istidlal etmişlerdir. Tirmizî bu hadîsin hasen ve sahih olduğunu
kaydetmiştir. Ayrıca Hz. Ömer' den (r.a.) rivayet edilen: "İpek elbise
giyinmeyin; çünkü gerçekten kim dünyada onu giyinirse, âhirette giyinmez."
mealindeki Buhari ve Müslim'in ittifakla naklettikleri hadîsi delil olarak
seçmişlerdir.[381]
Bit ve benzeri
haşereden sakınmak ve bedendeki bir hastalığı gidermek hususlarında faydalı
olacağı biliniyorsa, o takdirde erkeklerin ipek gömlek giyinmelerine cevaz
verilebilir. Nitekim yapılan rivayetlere göre, ashabdan Abdurrahman b. Avf ve
Zübeyir b.Avvam, bitten şikayetçi olmuşlar, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz onlara
ipek giyinmeleri için ruhsat vermiştir.[382]
Abdurrahman
el-Cezîri'nin tesbitine göre: İpek elbise mutlaka, ister yüz, ister astar
şeklinde; ister uçkur, ister teşbih püskülü ve ipi ve benzeri olsun
kullanılması haramdır. Ancak düğme ve ilik gibi şeylerin, başkasına tabi
olduklarından ipekten olması haram değildir. Onun gibi, ipek yaygı üzerine
oturmak, yastık olarak kullanmak ve duvarları ipekle kaplamak da haramdır.
Erkeklerin
giyindikleri elbisenin çoğu yün, pamuk, keten ve benzeri bir madde, azı da
ipek olursa, buna cevaz verilmiştir. Eşit olması halinde de hüküm aynıdır.[383]
d)
Mâlikîlere göre:
Ergenlik çağına giren
her erkeğe ipek elbise giyinmek haramdır. Ergen olmayan erkek çocuklar hakkında
ise iki farklı rivayet vardır. Yine bu mezhebe göre, bit ve benzeri haşereden
korumak için ipek elbiseye cevaz verilmez, nasıl ki savaşta da giyinmesine
cevaz verilmemiştir. İpek yaygı üzerinde oturmak da öyle. Aynı zamanda astarı
veya elyafı ipek olan bir elbise giyinmek de haramdır. İki parmak eninden az
bir ipek parçanın elbisede bulunmasında bir sakınca yoktur.[384]
Konuyla ilgili diğer
rivayetler, yorumlar ve tahliller:
İbn Ebî Müleyke'den
yapılan rivayette Masavver b. Mahreme (r.a.) şöyle demiştir: Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz'e (bir yerden) hayli
kaftan takdim edilmiştir. Ebû Mahreme bu haberi alınca bana: "Oğulcağızım,
bana ulaşan habere göre, Resûlüllah'a (a.s.) birçok kaftan takdim edilmiş de
onları dağıtıyormuş. Bizi beraberinde Peygamber'e (a.s.) götür" dedi. Ben
de kalkıp gittik, Peygamber'i (a.s.) evinde bulduk. Babam bana:
"Resûlüllah'ı (a.s.) bana çağır," dedi. Ben de, onun bu sözünü
gözümde büyüttüm ve "Sana Peygamber'i (a.s.) çağıracağım öyle mi?!" diyerek hayretimi
belirttim. Babam, "Oğulcağızım, Peygamber (a.s.) zorba ve mağrur bir kimse
değildir" dedi. Onun üzerine Resûlüllah'ı (a.s.) çağırdım. Dışarı çıktı,
üzerinde kalın ipekten imal edilmiş bir kaftan bulunuyordu ki, düğmeleri
altından idi. Babama şöyle seslendi: "Ya Mahreme! bunu senin için
sakladım" dedikten sonra ona verdi.[385]
Ebû Cafer et-Tahavî
diyor ki:
"Bir topluluk bu
rivayete dayanarak demişler ki: "Erkeklerin ipek elbise giyinmesinden bir
sakınca yoktur." Diğer ilim adamları ona muhalefet ederek, erkeklerin ipek
elbise giyinmelerini hoş karşılamamışlar ve bu mesele hakkında rivayet edilen
mütevatir hadîslerle istidlal etmişlerdir."
Ebû Cafer, bu
açıklamadan sonra seksen kadar rivayeti biraraya getirip nakletmiş ve böylece
ipek elbisenin erkeklere haram olduğu hakkındaki rivayet ve tesbitlerin
ağırlık kazandığını belirtmek istemiştir. Biz o rivayetlerden birkaç tanesini
lüzumuna binaen kitabımıza meâlen nakletmeyi uygun bulduk:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz ipek elbiseyi giyinmeyi yasakladı, ancak iki veya üç veya dört
parmak kadarını yasaklamadı."[386]
İbn Merzuk'un yaptığı
rivayete göre, Hz. Ali (r.a.) bir adamın üzerinde ışıl ışıl parıldayan ipekten
bir hırka veya üstlük gördü ve onu alıp iki parmağının arasına yerleştirerek
ikiye böldükten sonra şöyle dedi:
"Ben bunu sana
kıskandığım için yapmadım ama Resûlüllah'ın (a.s.) ipeği yasakladığını işittim
de ondan..."
Hz. Ömer (r.a.) Peygamber
(a.s.) Efendimiz'e dedi ki:
"Ya Resûlüllah!
Utarid veya Lebîd'e uğradım, ipek elbise satışa arzediyordu, cuma günü ve bir
de hariçten elçiler geldiğinde (giyinmeniz için) almış olsaydım, (isabetli
olurdu). Onun bu sözü üzerine Resûlüllah (a.s.) şöyle buyurdu:
"Dünya'da ipek
elbiseyi ancak, âhirette nasibi olmayan giyinir."
Ebû Hüreyre (r.a.)’den
yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Dünya'da ipek
giyinen Ahiret'te giyinmez. Dünya'da içki içen Ahiret'te (Cennet şarabından)
içemeyecektir. Altın ve gümüş kaplarda su içen, âhirette o (gibi) kaplarda su
içemeyecektir."
Hz. Ali (r.a.)’den
yapılan rivayette demiştir ki:
"Peygamber (a.s.)
Efendimiz, ipeği sağ eline, altını sol eline aldıktan sonra şöyle buyurdu:
"Şüphesiz ki bu
ikisi, ümmetimin erkeklerine haramdır."
Ebû Cafer et-Tahavî
rivayetleri sıraladıktan sonra, şöyle diyor:
"Rivayetlerin
çoğu, ipek elbisenin önceleri giyilmesinin mübah olduğuna delâlet ediyor.
Haram kılınması, mübah sayılmasından sonradır. Böylece ipek elbisenin
giyilmesinin yasaklanmasının, daha önce mübah olduğu hükmü neshettiğini
anlıyoruz. Nitekim bu, aynı zamanda İmam Ebû Hanîfe'nin, Ebû Yusuf'un,
Muhammed'in ve ekseri ilim adamlarının kavlidir.[387]
İpek elbisenin ergen
olmayan çocuklar için de haram olduğunda ilim adamlarının ittifakı yoktur.
Çoğuna göre, onlar hakkında da tahrîm hükmü câridir. Çünkü hadîste
"ümmetimin erkeklerine" buyurulmuştur ki, bu küçük, büyük her erkeği
kapsamına alan bir tabirdir. Nitekim Ebû Davud'un Sevbân'dan (r.a.) yaptığı
rivayette, adı geçen şöyle demiştir:
"Peygamber (a.s.)
Efendimiz bir savaştan döndüğünde, kızı Fatıma'nın evine uğradı, zaten her
savaştan dönüşünde önce Fatıma'ya uğrardı. O gün, Fatıma'nın kendi kapısına
bir (ipek) perde astığı ve Hasan ile Hüseyin'in kollarına bileziğe benzer
gümüş taktığını gördü. O bakımdan onlara doğru geldi ama içeri girmedi. Hz.
Fatıma, O'nun o asılı perdeden ve Hasan ile Hüseyin'in kollarına taktığı gümüş
bilezikten dolayı girmediğini zannederek
perdeyi yırttı ve o iki sabinin kollarındaki bilezikleri açıp çıkardı.
Çocuklar da ağlayarak Resûlülllah'a (a.s.) gittiler. Peygamber (a.s.) o
bilezikleri onlardan aldı ve Sevbân'a vererek, bunu falan aileye götür, diye
emretti..." Bu olay, her ne kadar erkek çocuklarına takılan zînet eşyası
hakkında ise de, onların bu hususta mükelleflerin hükmüne tabi olduğuna delâlet
etmektedir. O bakımdan ipek elbise hususunda da mükelleflerle ilgili hükmün
kapsamına girerler.
İlim adamlarından bir
cemaat ise, bu hususlardaki teklif ergen olanlara yöneliktir, küçük çocuklara
değil, demişlerdir. Nitekim Muhammed b. Hasan bu konuda şöyle demiştir:
"Çocuklara, ipek
elbise giydirmek caizdir."[388]
Şafiî mezhebine bağlı olan ilim adamları ise, bayram günlerinde erkek çocuklara
ipek elbise giydirmekte bir sakınca yoktur, demişlerdir. Çünkü çocuklar ilâhî
tekliflerle mükellef değillerdir.
347 nolu Ebu Musa
hadisini aynı zamanda Hâkim tahrîc etmiş ve Taberânî sahîhlemiştir. Ancak
isnadında Said b. Ebî Hind bulunuyor ki, bu zatın Ebû Musa'ya yetişmediği söylenir.
O bakımdan İbn Hibban kendi Sahîh'inde, "Said b. Ebî Hind'in hadisi
malûldür, sahih sayılmaz", demiştir Tirmizî ise bu hadîsi sahîhlemiştir.
İbn Hazım da sahîh olduğunu belirtenler arasında bulunuyor.
Darekutnî ise, aynı
hadîsi Nâfı'dan, o da Saîd b. Ebi Hind'den, o da Ebû Saîd'den rivayet etmiştir.
Bu konuyla ilgili bir
başka hadîsi Ahmed b. Hanbel, Ebû Dâvud, Nesâi, İbn Mâce ve İbn Hibban şu
lâfızla Ali b. Ebi Tâlib'den (r.a.) rivayet etmişlerdir:
"Resûlüllah (a.s.)
Efendimiz ipeği sağ eline, altını sol eline aldıktan sonra şöyle buyurdu:
"Şüphesiz ki
bu ikisi, ümmetimin erkeklerine haramdır."
Az yukarıda aynı hadîsi Ebû
Cafer et-Tahavî'nin de rivayet ettiğini belirtmiştik. Ancak İbn Mâce bu
rivayetin son kısmını şu fazlalıkla tesbit etmiştir:
"Kadınlarına
ise helâldir."
Abdülhakk'ın Ali b.
Medenî'den yaptığı rivayete göre, Ali şöyle demiştir:
"Bu hadîs
hasendir ve ricali de tanınmış kişilerdir." İsnadında Yezîd b. Ebî Habîb
ve Eflah adında iki kişi bulunuyor ki, İbn Kattan onları cehaletle vasıflamış
ve o bakımdan hadîs malûldür, demiştir.
Yine bu konuda
Beyhakî, Akabe b. Amir'den isnad-ı hasen ile bir hadis rivayet etmiştir. Ebû
Musa hadîsinin bir benzerini İbn Mace, Bezzar, Ebu Ya'lâ ve Taberânî,
el-İfrikıy’ye isnad ederek rivayet etmişlerse de, el-İfrikıy'nin zayıf olduğu
tesbit edilmiştir. Nitekim Taberânî ve İbn Hibban onu zayıflar arasında
zikretmişlerdir. Ayrıca hadîsin isnadında Sabit b. Zeyd bulunuyor ki; Ahmed b.
Hanbel onun birçok münker rivayetleri olduğunu söylemiştir. İbn Hibban ise,
"onun hadîsinde galip gelen şey, vehimdir. O bakımdan münferit kaldığı
rivayette onunla ihticac edilmez", demiştir.[389]
Bütün bu tesbitlerle
beraber Ebu Musa hadîsini kuvvetlendiren birçok rivayetlerin tesbiti, konuya
sıhhat kazandırmakta ve istidlale uygun olduğunu ortaya koymaktadır.
348 nolu Ali (r.a.)
hadîsi sahihtir ve ipek elbisenin erkeklere haram, kadınlara helâl kılındığına
açık delildir.
349 nolu Enes b. Mâlik
hadîsi de sahîh kabul edilmiş ve yukarıdaki Ali hadisini kuvvetlendirir anlamda
bir hüküm taşıdığı ortaya konmuştur.
1- İpek
elbise giyinmek, ipek yaygı ve döşek üzerinde oturmak erkeklere haram
kılınmıştır.
2-
Kadınların ipek elbise giyinmelerinde, ipek yaygı, döşek ve benzeri eşya
kullanmalarında bir sakınca yoktur.
3- Ergen
olmayan erkek çocuklarına ipek elbise giydirmeğe cevaz verilmiştir. İlim
adamlarından bir kısmı, bunlar için tahrîm hükmünün geçerli olduğunu
söylemişlerse de, cumhurun görüşü bunun hilâfınadır.
4-
Erkeklerin altın zinet taşımaları, kullanmaları haramdır. Kadınlar için
helâldir.
5- Giyilen
elbisede iki parmak kadar ipek kordon bulunursa buna cevaz verilmiştir.
6- Elbise
astarının veya üzerinde oturulan döşek ya da yaygının astarının ipek olması ve
alt tarafta kalması sakıncalı değildir. Ancak müctehid imamların bu husustaki
tesbit ve ictihadları farklıdır. O bakımdan meseleyi biraz daha açıklığa
kavuşturmak için, ilgili hadîsleri ayrı bir başlık altında nakletmeyi ve
imamların görüşlerine yer vermeyi uygun bulduk.
Amaç, erkeklerin bu
gibi lüks sayılan eşyaya ilgisini azaltmak ve onları hayat adamı olarak her an
sahnede çalışır halde görmektir. Kaldı ki, ipek yaygıya ve benzeri eşyaya
cevaz veya ruhsat verildiği halde, tahrîm hükmü hedefine ulaşmamış olur, Oysa
İslâm'ın genel kaidelerinden biri de şudur: Yasaklanan bir şeye vesile ve vasıta
olan veya ona kapı açan her şeyi de yasaklamak gerekir.
İlgili hadîsler:
Huzeyfe (r.a.)'den
yapılan rivayette demiştir ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz bizi altın ve gümüş kaplardan (su veya herhangi bir meşrubat
İçmemizi ve onlarda yemek yememizi ipek ve dîbac atlas denilen kalınca ipekten
dokunmuş) elbise giyinmemizi, bunların
üzerinde oturmamızı yasakladı."[390]
Hz. Ali (r.a.)'den
yapılan rivayette, demiştir ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz meyasir üzerine oturmamı yasakladı."[391]
Meyasir, daha çok
Mısır ülkesinde Kass bögesinde kadınların, kocaları için, binekleri üzerine
koyup oturmaları için yaptıkları yumuşak ipek yüzlü minder, demektir.
Hz. Ömer (r.a.)'den
yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz ipek (minder, yaygı ve benzeri
şey) üzerine oturmayı men'etti, ancak Peygamber (a.s.) işaret ve orta parmağını
kaldırıp birleştirerek, ancak şu kadarı müstesnadır, dedi.[392]
Buhari hariç beşlerin
rivayetinde ise hadîsin son kısmı şu lâfızla tesbit edilmiştir:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz ipek giyinmeyi yasakladı, sadece iki parmak veya üç parmak
veya dört parmak yeri (kadar) yasaklamadı."
Esma (r.a.)'dan
yapılan rivayette: O, birtane Tayalise (Taylasan) cübbesi çıkardı ki üzerinde
Kisra ülkesine ait bir karış (eninde) dîbac (kalınca ipek) yaka bulunuyordu ve
cübbenin ön iki kanadı onunla kaplı idi. Hz. Esma (r.a.), şöyle dedi:
"Bu, Resûlüllah
(a.s.) Efendimizin (hayatta iken) giyindiği cübbedir. Hz. Âişe'inin yanında
idi. O vefat edince, cübbeyi ben aldım. Hasta için onu suya bandırıp (içirmek
veya üzerine serpmek suretiyle) şifa dileriz."[393]
Muâviye (r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz kaplan derisinden (yapılmış eyer, semer, döşek ve benzeri şey)
üzerine binmeyi ve az bir parça dışında altın takınmayı yasakladı."[394]
Hadîsleri açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Altın ve
gümüş kaplardan su içmek veya onlardan yemek yemek haramdır. Bu hususta, erkek
ve kadın farkı söz konusu değildir.
2- Altın
veya gümüş kapları süs eşyası olarak evde bulundurmak caizdir. Çünkü
Resûlüllah (a.s.) sadece onların
kullanılmasını yasaklamıştır.
3- İpek
elbise giyinmek ipek yaygı, döşek ve benzeri eşya üzerinde oturmak, erkeklere
haramdır; kadınlara mübahtır.
4- At
eyerini ipekle kaplamak ve üzerine o vaziyette oturmak da haramdır.
5- Giyilen
elbisenin yakası veya kenarları iki veya üç, ya da parmak eninde ipek olursa,
buna cevaz verilmiştir. Ancak müctehit imamların farklı tesbit ve ictihadları
olmuştur.
6- Kaplan
derisinden imal edilen eyer, semer ve minder üzerine oturmak haramdır.
7- Altın
işlemeli elbise de giyinmek yasaklanmıştır. Ancak altından imal edilen zînet
eşyası, aşırı olmadığı takdirde, kadınlar için takınmaları mübahtır.
Hadîslerin ışığında
müctehit imamların ve diğer ilim adamlarının görüş, tesbit, istidlal ve
ihticacları:
a)
Hanefilere göre:
İpek elbise erkeklere
haram kılınmıştır. Onlar bu hususta yukarıda geçen hadîslerle istidlal
etmişlerdir. Özellikle Hz. Ömer'e (r.a.) Peygamber (a.s.) Efendimiz tarafından
gönderilen kalın ipek kumaştan üstlükle ilgili rivayeti senet olarak
seçmişlerdir. Resûlüllah'ın (a.s.) kalın ipketen imal edilmiş hırkayla dışarı
çıktığı hadîsinin se mensûh olduğunu, yani hükmünün kaldırıldığını ve O'nun bu
elbiseyi savaşta değil, savaş dışındaki bir günde giydiğini ve ondan sonra bir
daha giymeyip yasakladığını ihticacla tahrim hükmünün baki kaldığını
belirtmişlerdir.
Savaş halinde ise,
İmam Ebû Hanîfe, İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e göre, ipek elbise giyinmek
haram değildir. Çünkü buna lüzum vardır. Hem sıcaktan korur, hem düşmanın
moralini bozar, hem taşınması hafif olur.
Yastık, döşek, minder,
yaygı ve benzeri ipek eşyayı kullanmak, yatmak ve dayanmak İmam Ebû Hanîfe'ye
göre mekruh değildir, İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed'e göre, mekruhtur.[395]
Altından mamul zînet
eşyasını erkeklerin kullanması haramdır. Çünkü Resûlüllah (a.s.) Efendimiz,
altınla ipeği tutup kaldırarak ikisinin de ümmetinin erkeklerine haram
kılındığını açıklamıştır. Hanefiler bu meselede Ahmed b. Hanbel, Ebû Dâvud,
Nesâî, İbn Mâce ve İbn Hibban'ın rivayet ettikleri Ali b. Ebî Tâlib (r.a.)
hadîsiyle istidlal etmişlerdir. İpek elbise kadınlara haram kılınmadığı gibi,
altından imal edilen zînet eşyasını takınmak da haram kılınmamıştır. Ancak
altın ve gümüş kapları kullanmak, mutfakta sofraya koymak hem erkeklere, hem de
kadınlara haram kılınmıştır.
Erkeklerin gümüş yüzük takınmalarına ruhsat verilmiştir.[396]
b) Şâfiîlere
göre:
Erkeklerin ipek yaygı
ve benzeri eşya üzerinde oturmaları, ipek yastık veya kanepe gibi bir şeye
dayanıp oturmaları caiz değildir. Ancak arada başka bir kumaş ipeği örter
şekilde bulunursa, o takdirde bir sakınca yoktur. Bunun gibi, erkeğin, eşine
ait ipek döşek üzerinde yatması ve ipek çadır altında oturması da haramdır. Zarurî
hallerde ise buna ruhsat verilmiştir.[397]
Altın ve gümüş
kapların kullanılması hem erkekler, hem kadınlar için haramdır. İster kabın
tamamı, ister büyük bir kısmı altın veya gümüş olsun farketmez. O bakımdan bir
kaba yama olarak yapıştırılan altın veya gümüş süs içinse veya büyük bir yama
ihtiyâçtan dolayı ise, o kabın kullanılmasının mekruh olduğu belirtirmiştir.[398]
c)
Hanbelîlere göre:
Daha önce de
belirttiğimiz gibi, bu mezhebe göre de, ipek kumaşı hem namazda seccade olarak,
hem de oturmak için yaygı, döşek ve benzeri şeylerde kullanmak haramdır.[399]
Ancak bunlar kullanıldığı halde kılınan namaz yine de sahih sayılır, çünkü
namızın şartlarından birini ihlâl etmemektedir. Ne var ki, zarurî bir hal
olmadığı halde belirtilen hususlarda kullanmak haram olduğundan, kullanan
kimse büyük günâh işlemiş olur.[400]
d)
Mâlikîlere göre:
İpek elbise giyinmek
nasıl haramsa, üzerinde oturmak da, itimad edilen kavle göre, haramdır. Eşinin
ipek döşeği üzerinde onunla birlikte oturduğu takdirde, bazısına göre, bir
sakınca yoktur.[401] Bu
mezhebe göre de, altın ve gümüş kap kullanmak hem erkeklere, hem kadınlara
haramdır. Kadınların altından mâmûl süs eşyası kullanmaları ise caizdir.
Altın ve gümüş kaplar
hakkında birinci ciltte mezheplerin görüş ve tesbitlerini açıklamış
olduğumuzdan burada fazla teferruata inmek istemedik.
Konuyla ilgili
hadîslerin sahih olduğu dikkate alınınca, başka bir yorum ve tahlile de gerek
görmedik.
1- İpek
elbiseyi giymek haram olduğu gibi, ipek yaygı, döşek ve benzeri şeyler üzerinde
oturmak da haramdır. Tabii bu tahrîm erkekler içindir.
2- Kadınların,
ipek yaygı, döşek ve benzeri şeyler üzerinde oturmaları caizdir. Mezheplerin bu
hususta ittifakı vardır.
3- Altın ve
gümüş kaplardan su içmek, onlardan yemek yemek ve mutfakta bu maksatla
kullanmak haramdır.
4- Altın ve
gümüş kaplan süs eşyası olarak evde bulundurmak caizdir.
5- Kadınlar
altın ve gümüş süs eşyası kullanabilirler, aşırı olmadığı takdirde
bunda kerahet yoktur.
6- Altın ve
gümüş olmayan kaplara altın ve gümüş yama veya motif konulmuşsa, bu gibi
kapları mutfakta kullanmak mekruhtur. Ancak mezhep imamlarının sözü edilen
yama ve motiflerin büyüklük ve küçüklüğüne, kullanılırken ağız kısmına gelen
yerde olup olmadığına göre, birtakım görüş
ve ictihadları olmuştur. Birinci
ciltte kısmen onları nakletmiş bulunuyoruz.
7- Elbisenin
yaka, yen ve yırtmaç kısmında üç veya dört parmak eninde ipek kumaş kullanmaya
ruhsat verilmiştir. Müctehitlerin bu nisbet hakkında da görüşleri biraz farklıdır.
Cumhurun da görüşü budur. Ancak Mâlikîler, bu nisbetin biraz daha fazla olmasında
bir sakınca bulunmadığını belirterek garip bir görüş ortaya koymuşlardır.[402]
Altın ve gümüş kap
kullanmak haram kılındığı gibi, erkeklerin altın ve gümüşten mamul süs eşyası
kullanmaları da haram kılınmış, sadece gümüş yüzük kullanmaya ruhsat
verilmiştir. Kadınların ise, bu iki madenden yapılan süs eşyasını aşırı olmamak
şartıyla kullanmaları caiz dir ki, buna da yeterince temas etmiş bulunuyoruz.
Sözünü ettiğimiz
hususların dışında altın ve gümüş madeniyle diş kaplatmak veya kesilen bir
organın yerine onlardan koymakta bir sakınca var mıdır? Müctehit imamlarla,
ilim adamlarının bu mesele hakkındaki tesbit, görüş, ictihat ve istidlalleri
nelerdir? Bunları cevaplamak için güvenilir kaynak eserlerden gereken nakilleri
yapmamız gerekmektedir.
Ahmed b. Hanbel'in,
Abdullah et-Teymî tarikiyle yaptığı rivayette, Hz. Osman'ın (r.a.) dişlerini
altınla kaplattığı belirtilmektedir.[403] Hz.
Osman'ı (r.a.) gören adamın bu hususta "tadbib" tabirini
kullandığını görüyoruz ki, bu, dişleri altınla besleyip semizlendirmek mânasına
delâlet eder. Arapçada diş kaplatmaya "şeddü'1-esnan" denildiği gibi,
"tadbîbü'l-esnan" da denilmiştir. Nitekim Şeyh Mecdüddin
el-Fîruzâbâdi bu kelimeyi şöyle açıklamıştır: "Tadbîb, tef'ü kalıbında,
bir nesne üzerini oduğu gibi kaplayıp kuşatmaktır."[404]
Sahabeden Arfece'nin
(r.a.) Yevmü'1-kilâb savaşında burnuna isabet eden bir kılıç darbesi neticesi
bu organının önemli bir kısmı kesilmiş bulunuyordu. O da gümüşten bir burun
yaptırıp takdırdı. Resûlüllah (a.s.) Efendimiz onu görünce, altından burun
yaptırıp taktırmasını emretti. O da bu emri üzerine altından bir burun edindi
(yaptırıp taktı)!."[405]
Bu rivayetlerin ışığı
altında mezheplerin görüş, tesbit ve istidlalleri:
a)
Hanefîlere göre:
Sallanan dişi altınla
sıkıştırmayı İmam el-Kerhî (r.a.) caizdir diye belirtmiş ve buna muhalefet eden
olup olmadığını zikretmemiştir. el-Câmiussağir'da ise, İmam Ebû Hanîfe'ye göre,
mekruh olduğu; İmam Muhammed'e göre mekruh olmadığı rivayet edilmiştir. Gümüş
ile sıkıştırmak ise, bi'1-icma' caizdir. Bunun gibi burnu kopan kimsenin
altından imal edilen burun takması da ittifakla mekruh değildir. Çünkü gümüşten yapılan burun
kokabilir, aynı zamanda okside olmaya müsaittir. Altın ise hem kokmaz, hem
okside olmaz.
O bakımdan altın
takmakta zaruret vardır ve böylece hürmet itibarı kendiliğinden düşmektedir.[406]
Hanefîler bu görüş ve
tesbitlerinde Arfece hadîsiyle istidlal etmişlerdir. O bakımdan İmam Muhammed,
bu rivayete dayanarak dişlerin altınla kaplanmasının caiz olduğunu söylemiştir.
Bunun gibi, gümüşle de kaplatmakta bir sakınca yoktur. Çünkü bu iki maden
hürmet-i isti'malda eşittirler. Hem kaplama dişe tabi' oluyor, o bakımdan diş
asıldır. Asla tabi' olan şey, aslın hükmünü alır.[407]
Düşen dişin yerine
ölmüş bir kimsenin dişini çıkarıp takmak, bi'1-icma' mekruhtur. Aynı zamanda
düşen dişi tekrar yerine oturtup kullanmak da mekruh sayılmıştır. Bu husuta
İmam Ebû Hanîfe ile İmam Muhammed'in görüşü aynıdır. İmam Ebû Yusuf ise,
kişinin düşen dişini alıp yerine oturtması (şayet mümkünse), caizdir, bunda
bir sakınca yoktur. Ama başkasının dişini takmak mekruhtur. Şer'î şekilde
kesilen bir koyunun dişini alıp takmakta da bir sakınca görülmemiştir.
İmam Ebû Yusuf, düşen
dişi yerine oturtma hususunda şöyle bir gerekçe ileri sürmüştür: Düşen dişin
yerine konulması, daha iyi uyum sağlar ve kapanması umulur. Bu bedenden kopan
bir organ veya bir parçanın yerine yapıştırılıp kaynamasını sağlamak gibi
olumlu bir sonuç verebilir.[408]
Başkasının dişini nakledip o yere yerleştirmek ise böyle bir ihtimal
taşımamaktadır.
Görüldüğü gibi, İmam
Ebû Yusuf bir takım ihtimaller üzerinde durmuş, hem başkasının bir organını
nakletmenin doğru olmayacağını, hem de nakledilen dişin konulduğu yerle uyum
sağlamıyacağını ve dolayısıyla bir kaynama olmayacağını söylemiştir.
Kâsânî bu konuya
epeyce yer verdikten sonra organ nakline geçiyor ve Hanefîlerin görüş ve
ictihadını şu sözlerle naklediyor: "Ademoğulundan kopup ayrılan bir parçayı
(bir organı) alıp başka bir adamda) kullanmak bir bakıma ihanettir. Çünkü
insan bütün cüzleriyle (organlarıyla) mükerremdir. Ama kişinin kopan kendi
parçasını alıp yerine oturtmakta bir ihanet söz konusu değildir. Çünkü o,
kendi parçasıdır."[409]
Fetâvâ-yı Hindiyye'de
Hanefîlerin görüşü ve ictihadı az farklı bir ifadeyle şöyle belirtilmektedir;
İmam Muhammed, el-Camiussağir'de diyor ki: "Dişler altın ile
sıkıştırılmaz, gümüş ile sıkıştırılır." Bununla, dişler sallandığında adam
onların düşmesinden endişe duyduğu zaman, yerinde sıkıştırıp kullanır hale
getirmek için onu gümüşle sıkar, altınla değil, mânasını kasdetmiştir. Bu,
İmam Ebû Hanîfe'nin kavlidir. İmam Muhammed ise, "Onu altınla da
sıkıştırabilir, demiştir. İmam Muhammed el-Camiussağîr'de İmam Ebû Yusuf'un
kavlini zikretmiştir. Bazısına göre, o, İmam Muhammed'le, bazısına göre ise,
İmam Ebû Hanîfe'yle beraberdir.
el-Hâkim ise
el-Münteka'da diyor ki:
"Bir adamın dişi
sallanır da onun düşmesinden endişe ederse, onu altınla veya gümüşle sıkıştırabilir,
bunda İmam Ebû Hanîfe ile İmam Ebû Yusuf'a göre bir sakınca yoktur."
el-Hasen'in Ebû
Hanîfe'den yaptığı rivayete göre, Ebû Hanîfe'nin bu hususta diş ile burun
arasında fark bulunduğunu, dişin altınla sıkıştırılmasında bir sakınca
olmadığını, burunda ise mekruh olduğunu söylemiştir."[410]
Diş kaplatırken veya
doldururken abdest veya gusle gerek var mıdır? Çünkü hanefîlere göre, abdestte
ağızın içi yüzden sayılmaz. Şâfiîler de aynı görüştedirler. Gusülde ise,
Hanefîlere göre, ağza su alıp çalkalamak farzdır. Şâfiîlere göre, farz değil,
sünnettir. Meselenin zahirine bakıp gusül abdesti almadan dişini kaplatan veya
dolduran kimsenin ağzının içi, yapacağı gusül abdestinde tamamen yıkanmayıp
kaplanan dişlerin altına su nüfuz etmiyeceğinden gusül abdesti yerine gelmemiş
intibaını verir. Oysa gerçek hiç de öyle değildir. Çünkü çürüyen dişin üzerine
geçirilen altın veya gümüş kaplama ve bir maddeyle yapılan dolgu o dişin hemen
hükmünü almaktadır. Tıpkı yara üzerine sarılan sargı bezi gibi.
Nitekim Kâsânî bu
meseleye açıklık getirerek şöyle demiştir:
"Kaplama dişe
tabi'dir, tabiiyet de aslın hükmünü taşır."[411]
Yani gerek abdestte, gerekse gusülde ağıza alınan su ile kaplamanın ıslanması
yeterlidir. Çünkü o bağlı bulunduğu dişin hükmünü almıştır. Bu bakımdan diş
kaplatmadan ve doldurmadan önce abdest ve gusle gerek yoktur.
Şafii mezhebine
gelice, yukarıda belirttiğimiz gibi, gerek abdestte, gerekse gusülde ağzın
içini yıkamak farz değildir, O bakımdan, kaplanan bir dişten dolayı abdest veya
gusül yerine geldi mi, gelmedi mi? diye bir soru ortaya çıkmaz.
b)
Mâlikîlere göre:
Bu mezhebe göre, dişi
düşen kimsenin onun yerine altın yeva gümüşten mamul diş takması ve burnu kopan
kimsenin de onun yerine altın veya gümüşten burun yaptırıp takması caizdir.[412]
Mâlikîler diş kaplatmak
ve altın ve gümüş diş takmak konusunu cevaz hükmüyle belirtirken, bunun abdest
veya gusle engel olup olmayacağını konu bile edinmemişlerdir.
c) Şâfiilere
göre:
Bu mezhep imamları da,
kadın ve erkeğin altın veya gümüşten kesilen burunun yerine burun takılması,
dişleri düşen kimsenin onların yerine altın veya gümüşten dış yaptırıp
taktırması, kopan parmağının yerine altın veya gömüşten parmak yaptırıp
takması caizdir derken, abdest ve gusüle engel teşkil edip etmiyeceği hususu
üzerinde durmaya lüzum görmemişlerdir. Nitekim cebire konusunda, yara üzerine
sarılan sargı üzerine meshedilir derken, sargı bezinin altını yıkamak gerekir
diye bir icdihad ortaya koşmamışlardır.[413]
d)
Hanbelîlere göre:
Sargı, yara üzerine
abdestli bir halde konulmuş ve yara sınırını aşarak sağlam kısımlardan bir
kısmını da kaplamışsa, o takdirde, abdest veya gusülde üzerine meshedilir,
taşan kısımdan dolayı teyemmüm eder. Taharet üzerine bulunmadığı halde yara
üzerine sargı sararsa, o takdirde sağlam azaları yıkar, ve sargılı yer için
sadece teyemmüm etmesi gerekir, artık orayı meshetmez.[414]
Diş kaplatmak veya
doldurmak ise bunun ötesinde bir hüküm taşımaktadır; şöyle ki, kaplanan diş
artık öyle kalıp devam edecektir. O bakımdan yapıştığı yerin hükmünü almış
sayılır. Bununla beraber Hanbelilerin cebire hakkında görüşleri dikkate
alınınca, dişleri kaplatmadan veya doldurmadan önce abdest alması daha isabetli
olur, o takdirde teyemmüme gerek kalmaz.
Bu konuda
Kaynaklarıyla İslâm Fıkhı adlı eserimizin 4/63-67'de bazı bilgiler vermiş
bulunuyoruz. Meraklıların o kısma müracaatları tavsiye olunur.
1- Diş
kaplatmak ve doldurmak caizdir.
2- Çürüyen
dişi altın veya gümüşle kaplatmakta bir sakınca yoktur.
3- Burun,
kulak gibi bir organın kesilmesi sebebiyle yerine altın veya gümüşten burun
veya kulak yaptırıp taktırmakta da caizdir.
4- Diş
kaplatmadan veya doldurmadan önce abdest almak veya gusletmek gerekmez.
Kaplanmakta kullanılan altın veya gümüş bağlı bulunduğu yerin hükmünü alır. Hem
Hanefîlere göre, abdestte ağız yıkamak farz ve vâcib değildir. Şâfiilere göre,
hem abdestte, hem gusülde ağzı yıkamak vâcib değildir, sadece sünnettir.
Ancak Hanbeli
mezhebine göre, taharet üzere kaplanmamışsa, o takdirde abdest aldıktan sonra
teyemmüm edilir. Bu da mezhebin görüşünü yansıtan rivayetlerden biridir.
Cebireye kıyas edilir mi, edilmez mi? İkisi arasında müşterek illet, yani menat
var mıdır, yok mudur? Bu da ayrı bir konu.
5- Ölü veya
diri bir insanın bir organını diğer bir insana nakletmeyi Hanefiler mekruh
saymışlardır. Çünkü insan mükerrem ve muhteremdir.
Bu hüküm kıyas yoluyla
ortaya konmuş bir ictihattır. Günümüzde üzerinde en çok durulan konulardan
biri de "organ nakli" dir. O bakımdan bunun caiz olup olmadığına daha
çok ilim adamlarının cumhuru karar verebilir.
Önce "suret"
nedir, ne değildir? Ayet ve hadîslerde geçen bu tabirden maksat nedir?
Bilmemize gerek vardır. Aksi halde konuyu sağlıklı biçimde anlayıp kavramamız
çok zor olur.
Sözlükte, timsal, şekil,
kıyafet gibi manâlara gelir. Osmanlıcada timsal, suret, resim diye
belirtilmiştir. O bakımdan heykele "timsal-i mücessem" denilmiştir.
Kıyafet ise, bir şeyin dış görünüşü, bir kimsenin giydiklerinin bütünü, kılık
gibi manâlara delâlet etmektedir.
Suret denilince
"resim" anlaşılır mı? Her ikisi de Arapçadır. Resim, yazmak ve iz
bırakmak mânasına delâlet eder. O bakımdan kök ve sözlük manâları bakımından
birbirinden farklıdırlar. Sonraları biri diğeri yerinde kullanılmıştır.
Özellikle Osmanlıcada buna sık sık rastlamak mümkün.
Kur'ân'da ise suret
kelimesi altı yerde geçer. Dört yerde fiil şeklinde, bir yerde masdar, bir
yerde de sıfat şeklinde zikredilmiştir. Hemen hepsi de vücut yapısını, aldığı
biçimi ve üzerindeki hatları yansıtır anlamdadır. Ayrıca ruh ve karakter
yapısına da dolaylı şekilde delâlet ettiği söylenir. Nitekim hadîs-i şerifte "Şüphesiz
Allah, Adem'i kendi sureti üzere yarattı." [415]
buyurulmuştur. İlim adamları bunu, yukarıda belirttiğimiz gibi, ikinci mânaya,
basar ve basiret yeteneğine hamlederek manâlandırmışlardır ki, bunda ilâhî
sıfatın tecellîsi söz konusudur.
Şeyh Mecdüddin
Firuzâbadî'nin Basâir'deki açıklamasını mütercim Asım şöyle nakletmiştir:
"Suret, a'yan-i eşyanın mabihi’l-intikaş olup ve sairden mabihi'l-imtiyazı
olan nesneden ibarettir. Bu da iki çeşittir: Biri mahsusdur ki, hassa ve amme,
belki mutlaka insan ve ekseri hayvanatı idrak eder insanın, himar ve feresin
bilmuayene suretleri gibi. Diğer ise, makuldür ki onu hasse idrâk edip amme idrak
eylemez, insana muhtass olduğu akıl ve rüyet ve her şeyin mahsus olduğu maani
gibi "Allah Adem'i kendi sureti üzerine yarattı" hadîsinde
suretten murad, insanın muhtass olduğu heyet ve kıyafettir ki, basar ve
basiretle müdriktir ve Hak Teâlâ onunla insanı mahlûkatı kesîre üzere tafdîl
eylemiştir ve burada Hak Teâlâ'ya izafeti ala sebilil’l-mülk olup haşa ala
vechi’l-ba’ziye ve’t-teşbih değildir. Nitekim "beytullah",
"naketullah" ala sebilit-teşriftir. O halde hadisin manası şöyledir:
"Allah Ademi kendi sıfatı üzerine yarattı."[416]
Hz. Aişe Vâlidemiz'den
yapılan rivayette, demişti ki:
"Şüphesiz ki
Peygamber (a.s.) Efendimiz, evinde üzerinde salîb (canlı resmi ve şekli)
bulunan hiçbir şeyi bırakmayıp mutlaka bozardı."[417]
Aynı hadisi Ahmed b.
Hanbel kendi müsnedinde şu lafızla rivayet etmiştir:
"Peygamber (a.s.)
Efendimiz evinde, üzerinde salip bulunan hiçbir elbise bırakmaz, mutlaka bozup
değiştirirdi."[418]
Yine Hz. Âişe (r.a.)
Vâlidemiz'den yapılan rivayete göre, kendisi üzerinde tasvirler (canlı hayvan
resimleri) bulunan bir perde asmış bulunuyordu. Resûlüllah (a.s.) Efendimiz
içeri girince o perdeyi kopardı. Bunun üzerine Hz. Aişe diyor ki:
"O perdeyi iki
yastık yüzü yaptım. Peygamber (a.s.) Efendimiz dirseğini onlara dayayıp
otururdu."[419]
Ahmed b. Hanbel'in
kendi Müsned'indeki tesbit ve rivayette ise, şöyle denilmektedir:
"Ben onu dirsek
dayayıp oturmaya elverişli ikî yastık yaptım. And olsun ki, Peygamber (a.s.)
Efendimiz'in onlardan birine yaslanıp oturduğunu gördüm ki, üzerinde suret
bulunuyordu..."[420]
Ebû Hüreyre (r.a.)'den
yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:
"Cibril bana
geldi ve dedi ki: Gece sana geldim, ancak içinde bulunduğun eve girmeme hiçbir
şey değil de içinde bulunan bir adam timsali bana engel oldu. Nitekim
Peygamber'in (a.s.) evinde (o sırada) nakışlı bir perde ve üzerinde timsaller
(resimler) bulunuyordu ve evde bir de köpek vardı. Cebrail (Peygamber'e a.s.
şöyle dedi):
"Evin kapısında
(ki perdede) olan timsallerin kafa kısmının kesilmesini emret de onlar ağaç
şekline dönsünler ve emret de perde kesilip yere atılıp basılan iki yastık
(yüzü) yapılsın ve emret de köpek dışarı çıkarılsın."
Resûlüllah (a.s.)
Efendimiz de öyle yaptı ve köpeğin bir enik olduğu ve Hasan ile Hüseyin'e ait
olup yatak dolabının altında bulunuyormuş."[421]
İbn Ömer (r.a.)'den
yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu
söylemiştir: "Şu suretleri işleyip yapanlar, kıyamet gününde azab
edilecekler ve yarattığınız şeyleri diriltin denilecek..."[422]
İbn Abbas (r.a.)'dan
yapılan rivayette, bir adam ona gelip demiş ki:
"Doğrusu ben şu
tasvirleri yapıyorum, bu hususta bana fetva verir misin?" İbn Abbas (r.a.)
ona şöyle demişti:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz'den işittim buyurdu ki:
"Suret yapan
herkes ateştedir ve yaptığı her surete karşılık bir nefs yaratılıp Cehennem'de
ona azâb ederler. O halde sen herhalde bu işi yapmak istiyorsan, bari ağaç ve
canı olmayan eşya suretleri yap..."[423]
Hadislerin açık
delâletinden anlaşılan hükümler:
1- Evin
içinde gerek duvarlarda, gerekse ev eşyası üzerinde canlı hayvan resmi
bulundurmak mekruhtur.
2- Özellikle
perde ve benzeri eşya üzerinde insan veya herhangi canlı bir hayvan resmi
bulundurmak yasaklanmıştır.
3- Minder,
yastık gibi yere konulan ve üzerinde oturulan ve yaslanılan eşya üzerinde
bulunması, hürrnet ifade etmediğinden yasaklanmamıştır.
4- Canlılar
arasında insan resminin bulunması daha da sakıncalıdır.
5- Evin
içinde köpek beslemek mekruhtur.
6- Eşya
üzerinde bulunan insan veya herhangi bir hayvan resminin başını silmekle kerahat
kalkar. Çünkü o zaman bir canlı resmi olmaktan çıkar da cansız bir cisim
görüntüsünü verir.
Konunun giriş kısmında
suret ve timsal kavramları hakkında kısa bir açıklamada bulunduksa da bu kelime
ve benzerlerinin biraz daha açıklanmasında yarar vardır. Kaynaklarıyle İslâm
Fıkhı, adlı eserimizde yaptığımız izahı aynen naklediyorum:
Resim: Kâğıt ve benzeri düz alanı olan şeyler üzerine kalem,
boya ve başka araçlarla canlı, ya da cansız bir şeyin çizilen benzeri
demektir.
Suret: Canlı, ya da cansız bir şeyin dış görünüşü, şekli ve
benzeri anlamında daha çok kullanılır.
Timsâl: Üç buudlu, yani uzunluğu, eni ve derinliği olan ve olmayan
yapılmış suret demektir.
Fotoğraf: Belli makina ve âletlerle gözle görülen şeylerin
kâğıt ve benzeri maddeler üzerine tesbit edilen şekli ve görüntüsü demektir.
Kur'ân'da suret ve
timsal tabirleri geçer. Hadîslerde ise, bu iki tabirle beraber bir de
"salîb", "tasvir" tabirleri de geçer. İsa Peygamber'in
yapılan kabartma veya üç buutlu şekil ve suretine o bakımdan "salîb"
denilmiştir.
Hadislerin ışığında
müctehid imamların görüş ve ictihadları:
a)
Hanefîlere göre:
İmam Ebû Hanîfe'ye
göre, insan veya diğer bir canlı hayvan resmini evin duvarına asmak, giyilen
elbise üzerinde bulundurmak, sarık ve benzeri başa konulan şey üzerine
nakşetmek, perde ve benzeri eşya üzerinde bulundurmak haramdır. Ama yastık,
döşek, yaygı ve benzeri eşya üzerinde bulunması haram değildir; çünkü bunda
hürmet yok, tahkir vardır.[424]
Bununla beraber içinde
resim bulunan bir eve melek girer mi, girmez mi? hususunu ileride
açıklayacağımızdan burada belirtmeye gerek görmüyoruz.
Suret konusunda
gölgesi olanla olmayan arasında, belirttiğimiz yerlere konulup konulmamasında
fark yoktur.
b) İmam
Mâlik'in ve İmam Sevrî'in de görüş ve ictihadı, Hanefîlerinkiyle birleşmektedir.[425]
c) Şâfiîlere
göre, hayvan suretlerini resmetmek haramdır. Konuyla ilgili diğer rivayetler,
yorumlar ve tahliller:
386 nolu Hz Aişe
(r.a.) hadîsini Nesâî de tahrîc etmiştir. Hadisin zahiri, evdeki bütün eşyalar
üzerinde bulunan suret ve timsalleri, taşıdığı hükmün kapsamına almaktadır. O
halde elbise, örtü ve yaygı gibi eşya üzerinde resim, bulunması haramdır.
Nitekim Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz, Mekke'yi fethettiği gün Kabe'ye girdi, İbrahim ile İsmail
Peygamberlerin, ellerinde fal okları bulunduğu halde suretleriyle karşılaştı
ve şöyle buyurdu:
"Allah putperestleri
kahretsin. Vallahi İbrahim'le İsmail fal okları kullanmamışlar ve bunlarla
nasiplerini aramamışlardır."
O bakımdan İmam
Nevevî, hayvanların suretlerini resmetmenin şiddetle haram olduğunu
belirtmiştir.
Seleften bazı kişiler,
gölgesi olan suret ve timsaller haramdır, diğerleri haram değildir, demişse de
bu görüşe pek katılan olmamıştır, aynı zamanda cumhurun görüşüne de ters
düşmektedir. Çünkü Hz. Aişe'nin (r.a.)
kapısının iç kısmına asılı bulunan perdede gölgesi olmayan bir resim
bulunuyordu, -iki kuş resmi olduğu söylenir- bununla beraber Resûlüllah (a.s.) Efendimiz perdeyi
yerinden koparmış ve bölüp başka bir şeyde kullanması için işarette bulunmuştu.
O bakımdan İmam Zührî, resim hakkındaki yasağın umum ifade ettiğini
söylemiştir.
Kadı Iyaz ise, küçük çocukların oynaması için gölgesi
olan ve olmayan suret ve resimlerin yapılması ve çocuklara verilmesi haram
değildir, demiştir. Genellikle müctehidler de buna ruhsat verildiğini
belirtmişlerdir. Ancak İmam Mâlik satın alınmasını mekruh saymıştır.
Meyvalı olsun,
meyvasız olsun her türlü ağaç resmine cevaz verilmiştir. Tabiinden Mücahid
müstesna, ilim adamlarının hemen hepsi bu hususta görüş birliği halindedirler.
Mücahid ise, meyvalı ağacın resmini mekruh saymıştır.[426]
390 nolu Ebû Hüreyre
hadisi, içinde suret ve köpek bulunan bir eve melek girmiyeceğine delâlet
etmektedir. Nitekim Melek Cebrail, içerisinde enik bulunan hane-i saadete
girmemiştir. Ancak sözü edilen meleklerden maksat, bereket ve rahmet ile inen
meleklerdir. Yoksa iyilik ve kötülükleri yazan ve insanları bazı görünmeyen
şeylerden koruyan melekler değildir. Zira onlar her zaman insanla
beraberdirler, ayrılmazlar.
Buharî, Müslim, Ebû
Davud, Tirmizî ve Nesâî'nin rivayet ettikleri diğer sahih bir hadîste şöyle
buyurulmuştur:
"İçinde köpek ve
timsal (resim, suret ve heykel) bulunan bir eve melekler girmez."
Üzerinde hayvan resmi
bulunan perdenin, Resûlüllah'ın (a.s.) asılı bulunduğu yerden koparıp alması ve
Hz. Aişe (r.a.) Vâlidemiz'in onu bölüp yastık örtüsü yapması ve yastıklardan
birinin üzerinde resimlerden birinin olduğu gibi kalması; Resûlüllah
(a.s.)Efendimiz'in zaman zaman o yastığa dayanıp oturması, bize şu neticeyi
vermektedir: Yere konan eşya üzerinde resim bulunmasından dolayı melekler
girmemezlik etmezler. Çünkü eğer öğle olsaydı, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz o
yastığa hem kolunu dayayıp oturmaz, hem de evde bulundurulmasına müsaade
etmezdi.
O bakımdan evde sırf
hatıra olarak albüm ve benzeri yerlerde muhafaza edilip duvarlara ve benzeri
yerlere asılmayan fotoğraflara ruhsat verilebilir.
İslâm dini,
putperestliğin bir daha hortlamaması ve insanların yontulmuş taşlardan,
şekillerden medet beklememesi için, putperestliğe yol açan her türlü şeyin
karşısına çıkmış ve çoğunu haram kılmış, bir kısmım mekruh saymıştır.
Resûlüllah (a.s.)
Efendimiz devrinde daha çok üç buutlu, gölgesi olan heykeller yapılarak
tapılırdı. Bunun yanısıra kabartma resimler ve taş veya kemik, ya da benzeri
şeyler üzerine çizilen suretler vardı. Hemen hepsi de tâ'zîm edilmek, hattâ
ibadete lâyık görülmek üzere hazırlanırdı. Kiliselere nakşedilen melek, Meryem
ve İsa Peygamber'in resimleri bu cümledendi. O bakımdan İslâm Peygamberi Hz.
Muhammed (a.s.) ileride müslümanların da böyle bir hataya düşmemeleri için,
tâ'zîm derecesinde ne kadar heykel, timsal, suret ve resim varsa, (canlı
mahlûka ait olmak üzere) hepsini yasakladı. Yastık üzerinde kalan kuş veya
başka bir hayvan suretini pek yadırgamadı. Zira onda tazimi gerektiren bir hususiyet
yoktu.
Konuyu Şevkanî biraz
daha inceliyerek, hadislerin delâletinde şu sonucu çıkarıyor:
"Elbise üzerine
tab'edilenle üç buutlu olan arasında fark yoktur. Bunu Hz. Aişe (r.a.)
Validemizin hadîsi te'yîd etmekte ve Müslim ile diğer hadîs kitaplarında
nakledilen şu rivayet de kuvvetlendirmektedir:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz sedir üzerine daha çok konulup Hz. Aişe'ye ait olan üzerinde
kanatlı iki at bulunan bir örtü veya sedir döşeği, ya da elbiseyi yerinden alıp
birkaç parçaya böldü. O sebeple Hz. Aişe onlardan iki yastık yüzü yaptı."[427]
Yine Buharî, Müslim,
Nesâî ve Muvatta'da yapılan rivayete göre, Hz. Aişe (r.a.) şöyle demiştir:
"Bana ait kapının
önünde gölgelikte astığım perde üzerinde suretler bulunuyordu. O sırada Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz seferden döndü ve o perdeyi görünce tutup kopardı ve yüzünün
rengi değişti. Sonra da bana şöyle buyurdu:
"Ya Aişe! Kıyamet
gününde insanlardan en çok azab görenler, Allah'ın yarattıklarına benzer
suretler yapanlardır."
Yine Buharî, Tirmizî ve
Nesâî'nin İbn Abbas'dan (r.a.) tahric ettikleri hadîste Resûlüllah (a.s.) şöyle
buyurmuştur:
"Kim bir suret çizip
tasvir ederse, kıyamet gününde Allah o surette onu ta'zîb eder, o kadar ki, ona
ruh üflemesini (emreder) ama o üfleyici de değildir."
Ebû Cafer et-Tahavî bu
konuya ağırlık vererek yirminin üstünde rivayet toplamıştır. Bunlardan on
tanesi, "İçinde suret bulunan bir eve melek girmez." mealinde
veya ona yakın manâdadır. Diğerleri ise, suret yapanların kıyamet gününde azâb
edileceklerine dairdir.
Her iki gruptan da
önemine binâen birkaç tane meâlen nakletmeyi uygun gördük:
"İçinde suret
(canlı resmi veya heykeli) bulunan bir eve melek girmez."[428]
"Cebrail bana
dedi ki: Şüphesiz ki biz, içinde köpek ve bir de suret ve timsal bulunan bir
eve girmeyiz!"[429]
İbn Abbas (r.a.) diyor ki:
Resûlüllah (a.s.) Efendimiz Beyt'e (Kabe) girdiğinde, orada İbrahim ve
Meryem'in suretlerini gördü. O sebeple şöyle buyurdu:
"Onlar
duymadılar mı ki, melekler, içinde İbrahim sureti bulunan bir eve girmez ve
İbrahim hiçbir zaman fal oklarıyla kısmet aramadı..."[430]
Melek Cebrail,
Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'e: "Doğrusu biz, içinde suret bulunan bir eve
girmeyiz" demiştir.[431]
Ebû Zer'a diyor ki,
Ebû Hüreyre (r.a.) ile beraber Mervan b. Hakem'in yanına girdik. İçerde hayli
timsal (suret ve resim) ler vardı. O sebeple Ebû Hüreyre şöyle dedi:
Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, Aziz ve Celil olan Allah'ın şöyle buyurduğunu
bildirdi:
"Benim yarattığım
halk gibi halk yaratan (ona benzetmek suretiyle canlı resimleri veya
heykelleri yapan) dan daha zalim kim vardır? Haydi bir zerre yaratsınlar veya
bir dane yaratsınlar veya bir arpa yaratsınlar (bakayım)?!"[432]
"Şüphesiz ki
bu suretlerin sahipleri, kıyamet gününde, onlara (ruh) üfleyinceye kadar asab
edilirler. Onlara: Haydi yarattıklarınızı diriltin denilir."[433]
el-Leys'ten yapılan
rivayette demiştir ki: Salim b. Abdullah'ın yanına girdim, üzerinde resimler
bulunan kırmızı bir yastığa dayanıp oturuyordu. Aramızda şu konuşma geçti:
"Bu mekruh değil
midir?"
"Hayır, sadece
bundan bir yere asılanı ve dikilen timsalleri (heykelleri) mekruhtur. Üzerine
basılan ve oturulanında ise bir sakınca yoktur."[434]
Ebû Cafer et-Tahavî
sonra da, suretten maksat neler olduğu üzerinde durup canlı her şeyi kapsayıp
kapsamadığını konu edinerek farklı görüş ve tesbitleri nakletmiştir.
Gerek Ebû Cafer
et-Tahavî'nin, gerekse diğer hadîs âlimlerinin bu konuda rivayet ettikleri
hadîslerin tamamı dikkate alınınca şu sonuç çıkmaktadır: Üstünde kanatlı at
veya kuş resmi işlenmiş bulunan perdeden dolayı Melek Cebrail'in içeri girmediği
ve seferden dönen Resûlüllah (a.s.) Efendimizin o perdeyi görünce koparıp birkaç
parçaya ayırdığı olayı, evde ister gölgesi olan üç buutlu bir canlı timsali,
ister düz bir alan üzerine işlenmiş gölgesi olmayan bir suret olsun, isterse
kâğıt ve benzeri bir cisim üzerine kalemle çizilmiş bulunsun, her üç durumda da
meleklerin içeri girmesine engel teşkil ettiğine delâlet etmektedir.
Nitekim Ebû Hüreyre
(r.a.)'den yapılan rivayette deniliyor ki: Melek Cebrail, içeri girmek istedi,
Resûlüllah (a.s.) ona "gir!" deyince, o da "Nasıl gireyim ki,
senin evinde, üzerinde at ve adam timsali olan bir perde bulunuyor. Onların ya
başlarını koparacaksın, yada bölüp yastık yapacaksın... Zira biz melekler, için
timsaller bulunan bir eve girmeyiz" dedi.[435]
Bu rivayet,
"timsal" denilince, canlı mahlûkun gölgesi olan ve olmayan
suretlerinin evde bulundurulmasının kerahetine delâlet ediyor. Aynı zamanda
rahmet ve bereket indiren meleklerin o evlere girmiyeceğini bildiriyor. Ayrıca
üstünde suret bulunan bir kumaşın yastık veya yaygı olarak kullanılmasında bir
sakınca olmadığını, perde ve benzeri ev eşyası üzerinde başı kesik hayvan
suretlerinin bulundurulmasında kerahetin kalkacağı ifade ediliyor.
Ebû Hüreyre (r.a.)
hadîslerin delâletini dikkate alarak şöyle demiştir:
"Suretten maksat,
baştır. Başı olmayan bir şey suret değildir."[436]
1- İslâm
Allah'a ortak koşmayı, eşyayı ilâhlaştırmayı yasaklamış ve bunu küfür
saymıştır.
2- İslâm bir
şeyi yasaklarken ona vasıta ve vesile olan şeyleri de yasaklar. İçkiyi haram
kılarken, hem bunun damlasına cevaz
vermemiş, hem de buna vasıta ve vesile olan şeyleri de haram kapsamına
almıştır. Putperestliği yasaklarken, ona yol açan, vasıta olan resim, heykel,
timsal ve sureti de -bir canlıyı temsil ediyorsa- yasaklayıp haram kılmıştır.
Budizm'in aşırı putperestliğe gidilmesinin sebeplerinden biri ve belki başta
geleni budur. Buda'ya olan aşırı ilgi ve sevgi onun suretini çizmekle
hedefinden saptırılmış ve zamanla suretten heykele geçilerek ilâhlaştırmıştır.
Mekke'deki putperestliğin temelinde de buna yakın bir dalgalanma söz konusudur.
3- O halde
ev ve benzeri yerlerde insan veya başka bir canlı resmini, timsalini ve üç
buutlu heykelini asmak, yüksekçe bir yer üzerinde bulundurmak haramdır.
4-
Yaygı, yastık, döşek ve
benzeri eşya üzerinde bulunan
hayvan resimlerinde - ta'zim ifade eden bir husus söz konusu olmadığından- bir
sakınca yoktur.
5- Hatıra
anlamında çekilen fotoğrafların, albüm ve benzeri yerlerde muhafaza edilmesine
ruhsat verilmiştir.
6- İnsan
veya hayvan resim, timsal ve suretlerinin başı kesikse, buna da ruhsat
verilmiştir. Çünkü o durumda asıl vasfını kaybetmiş ve tazime delâleti kalkmış
sayılır.
7- Ağaç veya
cansız bir eşyanın resmini bulundurmakta, evin duvarına asmakta veya yüksekçe
bir yere koymakta bir sakınca yoktur.
8- İçinde
insan veya hayvan sureti ve heykeli bulunan ve yüksekçe bir yere konulan veya
duvara asılan ve içinde köpek bulundurulan eve rahmet, bereket ve feyiz
indiren melekler girmez.
9- Hafeze ve
diğer koruyucu melekler ise, resim, heykel, timsal ve suret sebebiyle insandan
ayrılmazlar, evlerden uzak kalmazlar.
İslâm, temizliği nasıl
temel kural kabul ederse, güzel giyinmeyi, kibar ve nazik olmayı, alçakgönüllü
ve ülfet etme ve edilme düzeyinde bulunmayı emreder. "Allah güzeldir,
güzelliği sever." [437]
meâlindeki hadîs, kılık kıyafeti düzeltmenin, güzel elbise giyinmenin, güzel
görünmenin ilâhî mahabbete vesile olacağını haber veriyor.
Resûlüllah (a.s.)
Efendimiz'in günlük hayatını incelediğimizde hep bu güzelliğin misallerini
görürüz. Pejmürde, dağınık ve perişan gezip dolaşanları; üst-başını temiz
tutmayanları, rastladığı her yerde uyardığı ise bir gerçektir. Zira İslâmiyet,
hakiki medeniyeti getirmiş, insanca yaşamanın bütün yollarını açarken bunları
kelimenin dar kalıbında bırakmamış, uygulama alanına getirip örnek vermek
suretiyle eğitim konusu olarak belirlemiştir.
İlgili hadîsler:
İbn Mes'ûd (r.a.)'den
yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu
söylemiştir:
"Kalbinde
zerre ağırlığınca kibir bulunan kimse Cennet'e girmeyecektir."
Bunun üzerine bir
adam:
"Adam elbisesinin
ve ayakkaplarının güzel olmasından hoşlanıyor (sa, bunda bir sakınca var
mıdır?)" deyince, buyurdu ki:
"Şüphesiz ki
Allah güzeldir, güzelliği sever. Kibir ise, hakkı inkâr ve defetmek, insanları
hakîr ve aşağı görmektir."[438]
Sehl b. Muâz el-Cühenî'den,
o da babasından, o da Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'den yaptığı rivayet,
Resûlüllah şöyle buyurmuştur:
"Kim, gücü
yettiği halde, sırf Aziz ve Celil olan Allah için tevazu göstererek uygun güzel
elbise giyinmeyi terkederse, Allah (kıyâmat gününde) onu mahlukatın önünde
çağırarak da imân kaftanlarından hangisini dilerse onu seçmekte serbest
bırakacaktır."[439]
İbn Ömer (r.a.)'dan
yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu
söylemiştir:
"Kim dünyada
şehvet elbisesi giyinirse, Allah ona kıyamet gününde mezellet (horluk,
hakirlik) elbisesi giydirir."[440]
Yine İbn Ömer (r.a.)'den
yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu
söylemiştir:
"Kim
elbisesini kibir ve gururundan dolayı yerden sürüyüp çekerse, Allah kıyamet gününde
ona (rahmet) nazarıyla bakmaz."[441]
Yine İbn Ömer (r.a.)'dan
yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:
"(Kibir ve
gurura delâlet eden sarkıtmak), entari, sarık ve gömlekte olur. Artık kim
kibir ve gurura kapılarak bir şey sarkıtıp sürüklerse, Allah kıyamet gününde
ona (rahmet) nazarıyla bakmaz."[442]
Ebû Hüreyre (r.a.)'den
yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:
"Kim azgınlık
ve kibir göstererek entarisini (ve üstlüğünü sarkıtıp yerden) çekerse, Allah
ona rahmet nazarıyla bakmaz."[443]
Hadîslerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Büyüklük
taslamak, kibir ve gurur gösterip başkasını küçük görmek, Cennet'e girmeye
engel teşkil eden büyük günahlardan biridir.
2- Kibir ve
gurur göstermeksizin, güzel ve düzenli elbise giyinmek müstehabdır.
3- Allah
için tevazu kaftanına bürünerek süslü ve güzel elbise giyinmeyi terketmekte
bir sakınca yoktur; yeter ki, kişinin kıyafeti temiz ve düzgün olsun.
4- Şehveti
tahrik edecek şekilde elbise giyinmek mekruhtur.
5- Entari
veya üstlüğün eteğini uzatıp yerde sürükleyip çekmek mekruhtur. Bu, daha çok
Arap Yarımadasında uzun entari giyinen erkeklerle ilgilidir.
6- Sarığın
ucunu uzunca sarkıtmak da mekruhtur. Bir karış kadarını uzatmakta bir sakınca
yoktur.
Müctehit imamların
hemen hepsi, kibir ve gurura vesile kılınmaksızın güzel elbise giyinmeyi
müstehab saymışlar; yırtık, pejmürde bir kıyafetle sokağa çıkmanın sünnete
aykırı olduğunu söylemişlerdir. Ancak kişinin malî gücü güzel ve düzenli
kıyafete yetmediği takdirde, yamalı ve temiz olmak şartıyla eski ve yıpranık
elbise giyinmekte hiçbir sakınca görmemişlerdir. Nitekim İmam Ebû Hanîfe'nin
en güzel kumaştan elbise diktirip giydiği; İmam Mâlik'in tertemiz ve düzgün
bir kıyafetle Mescid-i Saadet'e gelip ders verdiği birer vakıadır. İmam
Şafiî'nin devamlı İslâmî ilim merkezleri arasında dolaşıp mekik dokuduğu halde,
kıyafetine özen gösterdiği bilinmektedir.
Diğer rivayetler,
yorumlar ve tahliller:
407 nolu İbn Mes'ûd
hadîsinde, kalbinde zerre ağırlığınca kibir bulunan kimsenin Cennet'e giremeyeceği
belirtilmiştir. Bu ifadeden maksat, gereken cezayı çekmeden Cennet'e
giremeyecektir, denilmiştir. Çünkü "tevhîd ehli"nin Cennet'e
gireceğinde hiçbir farklı görüş ortaya koyan olmamıştır. Aynı zamanda
"tevhid ehli"nin âsi ve günahkârlarının da Cehennem'de ebediyen
kalmayacağı kesin ifadelerle beyân edilmiştir.
408 nolu Sehl
hadîsini, Tirmizî hasenlemiş ve bunu Abdurrahman b. Meymun tarikiyle rivayet
etmiştir. Nesâî, bu zat hakkında "leyse bihi be'sün" derken, İbn
Maîn, onun zayıf olduğunu söylemiştir. Sehl b. Muâz'a gelince, İbn Hibban onun
"sıka" olduğunu belirtirken, İbn Maîn zayıf olduğuna dikkatleri
çekmiştir.[444]
Hadîsin açık delâleti,
züht, takva ve tevazu yönlerinden, başkasının dikkatini çekecek kadar güzel
elbise giymeyi tefketmekte bir sakınca olmadığı gibi, bazı faydaları
bulunduğunu ifade etmektedir. Konu bu açıdan değerlendirilince, sözü edilen
güzel elbiseden maksadın, âdetin üstünde bir görünüm arzedeni olduğu
anlaşılıyor. Nitekim Hafız İbn Kayyım diyor ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz bazan tedariki kolay olan kaba yünden, bazan ketenden, bazanda
pamuktan elbise giyinirdi. Yemen'de dokunan hırkaların çeşitli renklerinden
giydiği olurdu. O halde insanlardan bir kısminin züht ve taabbüd olsun diye
Allah'ın mübah kıldığı giyecek, yiyecek ve evlenilecek şeyleri men'etmeye
çalışması; bir kısmının da onların aksine en nadide elbiseleri ve en güzel
yiyecek maddelerini seçmek suretiyle lüküs yaşamaya özenmesi, şüphesiz ki
Peygamber (a.s.) Efendimiz'in sünnetine muhaliftir."
O bakımdan ortalama
bir yol tutup giyim, kuşamda; yiyecek ve içecekte ifrat ve tefritten kaçınmak
sünnete daha uygundur.
Şeyh Ebü
İshak-el-Esfehanî, isnad-i sahîh ile Cabir b. Eyyub’dan şöyle dediğini rivayet
etmiştir:
"Salt b. Râşit,
ünlü bilgin ve muabbir İbn Sirîn'in yanına girdiğinde üzerinde kalın ve kaba
yünden dokunmuş bir entari, bir sarık ve bir cübbe bulunuyordu. İbn Sirîn onun
bu kıyafetinden hoşlanmayarak yüzünü ekşiterek tiksinti duyduğunu belirtti ve
şöyle buyurdu: Sanıyorum ki, bazı kimseler, İsa Peygamberin kaba yünden elbise
giydiğini düşünerek öyle giyiniyorlar. Oysa, sıhhatından pek şüphe etmediğim
zatların verdiği habere göre, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz hem keten, hem yün,
hem de pamuk kumaşlardan elbise giyinmiştir. Peygamberimizin (a.s.) sünnetine
uymamız elbetteki daha uygun ve daha lâyıktır..."[445]
Sonuç olarak bu konuda
diyebiliriz ki, vasat ve vasatın üstünde elbise giyinmek niyete göre mana ve
hüküm taşır. Müslüman kimsenin toplum içinde daha güzel, daha düzenli görünmesi
ve hem ameliyle, hem kıyafetiyle misal olması düşüncesinden hareketle, kendine
güzel bir çeki düzen vermesi, elbette mübahtır ve örnek alınmaya lâyıktır.
Bunun aksine başkasına üstünlük sağlamak, kibir ve gurur taslamak için
yapıyorsa, her haliyle günâhtır.
409 nolu İbn Ömer
hadîsinin ricali sahîh isnadı sağlamdır. Râvileri sıka (güvenilir) kişilerdir.
Ravilerinden Muhammed b. İsa üzerinde konuşanlar olmuşsa da, Ebû Hatim onun
sıka olduğunu söylerken Buharî onun tarikiyle rivayet yapmış ve İbn Hibban onu
sıka (güvenilir raviler) arasında zikretmiştir.
Büyüklük taslayarak
güzel elbise giyen kimseye, kıyamet gününde misliyle ceza verilir, böylece
mezellet (horluk ve hakirlik) elbisesi giydirilir. Çünkü ceza amelin cinsinden
olur.
Kadınların eteklerini
yere dokunacak şekilde uzun tutmaları,
bu husustaki hükmün dışındadır. Çünkü onların ayaklarının üzerinin örtülü
bulunması vâcibdir. Ancak kalın çorap giyinen kadınların topuklarına kadar
entarilerini uzun tutmalarında bir sakınca yoktur.
O halde kadınlar sırf
kibir gösterip başkasını küçük görmek için entarilerini lüzumundan fazla uzatır
da etekleri yerde sürünürse, o takdirde kerahet işlemiş olurlar. Bazı ilim
adamlarına göre, erkeklerin de büyüklük taslama niyeti olmaksızın eteklerini
uzatmalarında bir sakınca yoktur, demişlerse de, onların bu görüşü fazla ilgi
ve tarafdar toplamamıştır. Nitekim İmam Şafiî, niyetleri ne olursa olsun,
erkeklerin eteklerini yerde sürünecek şekilde uzatmaları mekruhtur, demiştir.[446]
el-Butî de kendi Muhtasar'ında İmam Şâfii’nin şöyle dediğini nakletmiştik:
"Etekleri
büyüklük taslayarak uzatmak, ne namazda, ne de namaz dışında caizdir.
Erkeklerin giydiği üstlük, entari ve cübbenin topukları aşması ve biz bunu
büyüklük taslamak için böyle yapmıyoruz diye yorumda bulunmaları da doğru
değildir. Çünkü elbisenin topukları aşması, kibir ve gurur alâmeti olarak bilinir.
Ancak elbisenin
topuklardan aşağı veya topuk seviyesinde olma hususu daha çok sıcak bölgelerde
entari giyinen erkeklerle ilgilidir ve oraların
âdetleriyle yakından alâkalıdır.
Şafiî'nin görüşünü
benimseyenlerin delili ise, daha çok şu rivayettir:
"Entarini
bacakların yansına kadar uzat, daha fazla uzatmak istiyorsan topuklarına kadar
uzat ye sakın eteğini (daha aşağı sarkacak şekilde) uzatma; çünkü öyle yapmak
kibir ve gururdur. Allah ise kibir ve gurur (taslayanı) sevmez."[447]
Ayrıca şu hadîsle de istidlal
etmişlerdir: Ebû Ümâme (r.a) diyor ki, birara Resûlüllah (a.s.) Efendimizle
beraber bulunuyorduk, derken Amir b. Zürare el-Ansarî ile karşılaştık ki,
üzerindeki üstlüğü yere kadar sarkmış bulunuyordu. Resûlüllah (a.s.) Efendimiz
onun elbisenin bir ucundan tutup Allah'a karşı tevazu göstererek şöyle dedi:
"Senin kulun,
kulun ve cariyen oğlu!.."
Bunu Amir işitecek
sesle söyledi ve o sebeble şöyle dedi:
"Ya Resûlellah!
Doğrusu ben ince bacaklıyım..." Peygamber (a.s.):
"Ya Amir!
Şüphesiz ki, Allah yarattığı her şeyi en güzel biçimde yaratmıştır. Ya Amir! muhakkak
ki Allah, eteklerini (yere kadar) uzatanı sevmez."[448]
Bu hadîsin ricali
sıkat (güvenilir) kişilerdir. Zahiri ise, Amr'ın böyle yapmakla büyüklük
taslamadığına delâlet ediyor.
411 nolu İbn Ömer
hadîsinin isnadında Abdülaziz b. Revvad bulunuyor ki, bu zat üzerinde
konuşanlar olmuştur. İbn Mübarek, "o insanların en abidi idi." derken
Ebû Hatim, "o sadûk doğru ve ibâdete düşkün bir zattır." demiştir.
Ahmed b. Hanbel, "Hadisi (rivayeti) uygundur" diyerek onu tezkiye
etmiştir. İbn Cüneyd ise, onun zayıf olduğunu belirtmiştir.[449]
İbn Hibban ise ona iki
münker hadîs isnâd etmiştir ki, onlardan biri Abdurrahim b. Harun, diğeri Zafir
b. Süleyman tarikiyle rivayet etmiştir.
Nevevî ise, Müslim
şerhinde onun isnadının hasen olduğunu belirtmiştir.
1- Büyüklük
taslamak niyetiyle ağır kumaştan elbise diktirip giyinmek mekruhtur.
2-
Müslümanın vakar ve şerefine yakışır ölçü ve biçimde güzel elbise giyinmek
müstehabdır.
3- Bununla
beraber, daha çok, ifratla tefritten kaçınarak vasat bir elbise giyinmek
takvaya ve sünnete daha yakındır.
4- Şehveti
tahrîk edecek şekilde giyinmek mekruhtur.
5-
Kadınların entari ve dış kıyafetlerinin topuklara kadar uzun olması sünnettir.
Topuklardan az yukarıya kadar uzanan entari veya mantonun örtmediği bilek ve
yukarısını kalın çorap giyinmek suretiyle örtmeleri de tesettürü
gerçekleştireceğinden caizdir.
6- Sıcak
bölgelerde entari giyinen erkeklerin etek uçlarını topuklardan aşağıya kadar
uzatıp sarkıtmaları mekruhtur.
İslâm, kadına lâyık olduğu
yeri vermiş, onun iffet ve namusunu korumayı her yönüyle planlamış, toplum
içinde saygı görmesi için her türlü tedbiri almış ve yollarını, yöntemlerini
belirlemiştir. Onun annelik vakarını zedeliyecek, ruhundaki incelik ve zerafeti
silecek, çocuk terbiyesinde başarı sağlamasına engel olacak ve onu bir şehvet
oyuncağı haline getirecek her türlü kötü düşünce ve nazarlardan uzak tutmuş,
onun fıtratındaki cevhere uygun kıyafeti emredip tesettürün en anlamlı ölçü ve
biçimini tavsiye etmiştir.
Kadın cidden İslâmî
bir kıyafet içinde büyümekte, saygınlık kazanmakta ve kem gözlerin şehevî
bakışının tesirini azaltmakta, böylece birçok fitne ve kötülüklerin ortaya
çıkmasına imkân vermemektedir.
Konuyla ilgili
hadîsler:
Üsame b. Zeyd
(r.a.)'dan yapılan rivayette şöyle demiştir:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz, kendisine Dıhye el-Kelbî tarafından hediye edilen Kıbt kumaşından
kesif bir elbiseyi bana giydirdi. Ben de o elbiseyi eşime giydirdim. Bir ara
Resûlüllah (a.s.) Efendimiz bana: "Neden o Kıbt elbisesini
giyinmiyorsun?" diye sordu. Ben de "Ya Resûlellâh onu eşime
giydirdim", diye cevap verdim. Buyurdu ki:
"Eşine emret
de o elbisenin altından bir gömlek (iç çamaşır) giyinsin çünkü korkarım ki, o
elbise içinde eşinizin kemiğinin hacmi (vücut hatları ve tenin rengi) belirmiş
olur."[450]
Yapılan tesbitlere
göre, Kubtiyye denilen elbiseler kasîf olmakla beraber tenin rengini az da olsa
gösterecek kadar incedir. O bakımdan altından bir şey giymeden kadının sadece
onunla yetinmesi doğru değildir.
Ebu Hüreyre (r.a.)’den
yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğunu söylemiştir.
"Ateş
(Cehennem) ehlinden iki sınıfı, kendi asrımda meydana çıkmayacaklarından görmüş
olmayacağım: (Yarı) giyinik çıplak, Hakk'a taâtten (nefs ve iblîs'e) meyledip,
başkalarına da kendi fena fillerini öğreten kadınlar ki, başlarının üzerinde
Horasan develerinin hörgücüne benzer bir görünüm vardır. Onlar Cennet'i
göremiyecekler ve onun kokusunu da alamıyacaklardır. Diğer sınıf ise,
yanlarında öküz kuyruğuna benzer kamçılar bulunduran erkeklerdir ki, o
kamçılarla insanları döverler."[451]
Yine Ebû Hüreyre (r.a.)'den
yapılan rivayette demiştir ki:
"Doğrusu
Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, kadın elbisesi giyinen erkeği, erkek elbisesi
giyinen kadını lânetlemiştir."[452].
Hadîslerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1-
Kadınların, ten rengini az veya çok belli edecek kadar ince kumaştan elbise
giyinmeleri haramdır. Ancak entarinin
altına, tenin rengini iyice örtecek ve belli etmeyecek kalınlıkta bir gömlek ve
benzeri bir şey giyerse, buna ruhsat verilmiştir.
2-
Kadınların vücut hatları iyice belirecek şekilde dar ve ince elbise giyinmeleri
mekruhtur.
3- Kadınlar
başörtülerini başlarına bir defa dolayacak şekilde örtünürler, böyle yapmaları
müstehabdır.
4-
Kadınların yarı çıplak bir vaziyette sokağa çıkması haramdır. Mahrem
yerlerinden bir kısmını bile açık bulundurmaları dinen yasaklanmıştır.
Uymayanlar için Cehennem ateşi va'dedilmiştir.
5-
Kadınların başlarını açmaları ve o vaziyette sokağa çıkmaları dinen haram
kılınmıştır.
6-
Kadınların saçlarını deve hörgücüne benzer şekilde yaptırmaları, başlarına ona
benzer bir şey dolamaları da dinen yasaklanmıştır.
7- Haklı pir
sebep yokken ellerine kamçı alıp halkı dövenler lanetlenmiştir.
8- Kadın
elbisesine benzer elbise giyinen erkekler; erkek elbisesine benzer giyinen
kadınlar lanetlenmiş ve bu hareketleri büyük günâhlardan saymıştır.
Hadîslerin ışığında
müctehid imamların görüş, istidlal ve
ictihadları:
Dört mezhep
imamlarının bu konuda ittifakı vardır. Daha önce belirttiğimiz bazı nüans farkı
dışında esasta bir ihtilâf olmamıştır. O bakımdan kadının teninin rengini belli
edecek, vücut hatlarını iyice gösterecek şekilde ince ve dar elbise
giyinmesini, mahrem yerlerinin az bir kısmı olsun açık bulundurmalarını, yarı çıplak bir vaziyette
sokağa çıkmalarını, saçlarını deve hörgücüne benzetmelerini, erkeklerin kadın
elbisesi, kadınların da erkek elbisesi giyinmelerini haram saymışlardır. Daha
önce bu konuyla ilgili kaynak eserleri dip notlarımızda belirlediğimiz için
tekrarına lüzum görmüyoruz.
et-Tahavî, kadının iki
eli ve yüzü dışında kalan yerlerinin avret olduğunu belirterek ilgili
rivayetleri nakletmiş ve hicab âyetinin inmesi üzerine alınan tedbirleri
belirterek aydınlatıcı bilgiler vermiştir. Sonra da yabancı erkeğin, kadının
yüzü ve elleri dışında başka tarafına bakmasının haram olduğunu belirterek,
ihtiyâç anında kadının yüzüne ve iki eline bakmakta bir sakınca olmadığına dikkatleri
çekmiştir.
Eserimizin hacmi bu
rivayetlere müsait olmadığı ve esasen konunun ana hatları açıklandığı için
onları buraya almaya gerek görmedik.[453]
419 nolu Üsâme
hadîsini aynı zamanda İbn Ebî Şeybe ile Hafız Bezzar İbn Sa'd, Barudi, Taberânî
ve Beyhakî de tahrîc etmişlerdir.
Ebu Davud da buna
benzer bir rivayeti Dıhye b. Halife tarikiyle yaparak şu lâfızla nakletmiştik
"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'e Kıbt elbiselerinden birkaç tane getirilmişti.
Onlardan bir tanesini bana verdi ve "bunu ikiye böl, bir parçasını
gömlek yap, diğerini eşine ver de onu başörtüsü edinsin", buyurduktan
sonra ayrıldı, sonra dönüp şöyle buyurdu:
"Eşine emret
de onun altına başka bir elbise giyinsin de (teni) belli olmasın."
Ancak bu rivayetin
isnadında İbn Lehi'a bulunuyor ki, onun hadîsiyle ihticac edilmez. İbn Lehi'a
bu rivayetinde Ebû Abbas Yahha b. Eyyub'a tabi' olmuştur ki, o zat hakkında
konuşanlar olmuştur. Ne var ki, Müslim onun rivâyettiyle ihticac etmiştir.
420 nolu Ümmü Seleme
hadîsini, Vehb Mevlâ Ebî Ahmed rivayet etmiştir. İbn Münzir, bunun meçhule
benzer tarafı olduğunu belirtirken İbn Hibban onun sıka (güvenilir) olduğunu
söylemiştir. Zehebi onun mâruf olmadığını kaydeder.[454]
421 nolu Ebû Hüreyre
hadîsi hakkında İmam Nevevî şöyle demiştir:
"Bu hadîs,
Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in mu'cizelerinden biridir ki, asrımızda o iki
sınıf da mevcuttur."[455]
422 nolu Ebû Hüreyre
hadîsini aynı zamanda Nesâî de tahrîc etmiştir. Ancak hadîs üzerinde ne Ebû Dâvud,
ne de Münzerı bir söz söylemiştir. İsnadının ricali, ricâl-i sahihtir.
Ebû Dâvud ayrıca Hz.
Aişe (r.a.)’den rivayetle şu hadîsi tahric etmiştir:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz, kadınlardan erkeklere benzemeye özenenleri
lânetlemiştir."
Buhari, Ebû Dâvud,
Tirmizî, Nesâî ve İbn Mâce'nin İbn Abbas'dan yaptıkları rivayette ise, şöyle
denilmektedir:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz, kadınlardan erkeklere benzemeye, erkeklerden de kadınlara
benzemeye özenenleri lânetlemiştir."
Müsned-i Ahmed'de
Abdullah b. Amır'dan (r.a.) yapılan rivayette, deniliyor ki:
"Abdullah b. Amir,
boynuna bir yay takıp erkek yari yürüyen bir kadına gözü ilişti ve sordu, bu
kimdir? Kendisine: Ümmü Sa'd binti Ebû Cehl'dir denildi. Bunun üzerine Abdullah
şöyle dedi: "Resûlüllah (a.s.) Efendimizden
işittim, buyurdu ki:
"Kadınlardan
erkeklere benzemeye özenenler bizden değildir."
Ebû Davud'un Ebû
Hüreyre (r.a.)'den yaptığı rivayete göre, adı geçen şöyle demiştir:
"Ellerini ve
ayaklarını kına ile boyamış olan Muhnes (veya Muhnis) adındaki adam Peygamber
(a.s.) Efendimiz'e getirildi. Peygamber (a.s.) "Buna ne oluyor?"
diye sorunca dediler ki: "Kadınlara benzemeye özeniyor." Bunun
üzerine Peygamber (a.s.) Efendimiz onu Nakiy'e sürgün gönderdi. Peygamber’e
(a.s.), "onu öldürseydin ya" denilince, buyurdu ki:
"Namaz kılanları
öldürmekten men'olundum..."
Beyhakî ise adı geçen
adamın Ebû Bekir (r.a.) tarafından sürgün edildiğini rivayet etmiştir. Hz.
Ömer'in de (r.a.) bir kişiyi o yüzden sürgün ettiği söylenir.[456]
1- Kadınların,
bedenlerinin rengini belli edecek kadar ince elbise giyinmeleri haramdır. Ancak
ince entarinin altına bedeni iyice örtecek, ten rengini belli etmeyecek bir
gömlek veya ikinci bir entari giydikleri takdirde ince entari giyinmelerinde
fazla bir sakınca yoktur.
2- Vücut
hatlarını iyice belli edecek kadar dar ve ince elbise giyinmeleri de tahrîmen
mekruhtur. Zarurî haller müstesna...
3-
Erkeklerin de avret yerlerini belli edecek kadar ince elbise giyinmeleri
haramdır. Altta kalın bir gömlek veya iç çamaşır bulunuyorsa, buna cevaz
verilmiştir.
4-
Kadınların baş örtülerini, bir defa başlarına dolayacak şekilde kullanmaları müstehabdır.
5-
Kadınların avret yerlerinden bir organ veya bir organdan bir kısım açık
bulunduğu halde sokağa çıkmaları haramdır, çünkü kadınların yüzü ve iki eli
dışında kalan vücutlarının her yanı avrettir.
6-
Kadınların erkeklere benzemeye özenerek, onlara mahsus elbiselerden
giyinmeleri; erkeklerin de kadınlara benzemeye özenerek onlara mahsus
elbiselerden giyinmeleri haramdır.
İslâm dini, günlük
hayatımızın her bölüm ve parçasıyla içiçedir. Sabahleyin yataktan kalkıp akşam
tekrar yatağa dönünceye kadar geçen süre içinde nasıl hareket etmemizden
yakından ilgilidir. Hemen her söz ve davranışımızı yönlendirir, birtakım
kurallara bağlar ve düzenli bir yaşam ölçüsü verir.
O bakımdan elbise
giyinirken sağdan başlamamız sünnet kılınmış ve böylece her işimizde bize
Allah'ı hatırlatmak suretiyle hayatımızı tam bir manevî disiplin altına
almıştır.
İslâm'da, iyi,
yararlı, hayırlı ve meşru' işlere sağdan başlamanın ayrı bir yeri başka bir
önemi ve hikmeti vardır. Sağ rahmeti inceliği, zerafeti, feyiz ve hareketi
temsil eder. O bakımdan günlük amellerimizi tesbit eden, yazan Hafeze denilen
meleklerden sağ omuzumuzdaki hayır ve iyiliklerimizi, sol omuzumuzdaki ise,
günâh ve kötülüklerimizi yazar.
Resûlüllah (a.s.)
Efendimiz, hayatı boyunca hep sağ eliyle, verip almış, hep sağ ayağını atarak
dışarı çıkmış, hep sağdan başlayarak elbisesini giyinmiş ve uyurken bile sağ
yanı üzeri yatıp uyumayı tercih etmiştir. Aynı zamanda bütün bunları yaparken
Allah'ın ismini anmayı ihmal etmemiş, her vesileyle kendini o yüce kudret'in
gölgesi altında bulundurmuştur.
Konuyla ilgili
hadîsler:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz,
"Sağ el ile
istinca (tabii ihtiyacı giderdikten sonra temizlenme) yi men'etmiştir."[457]
"Sağ el ile yemek
yemeği tavsiye etmiştir."[458],
"Sağ eli cinsel
organa dokundurmak mekruhtur."[459]
"Elbise
giyindiğin zaman sağdan başla!"[460]
"Sizden biriniz
yemek yediğinde sağ eliyle yesin, bir şey içtiğinde yine sağ eliyle
içsin."[461]
"Resûllüllah
(a.s.) Efendimiz sağ eliyle alır ve yine sağ eliyle verirdi."[462]
Ebû Hüreyre (r.a.)'den
yapılan rivayette, demiştir ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz bir gömlek (veya entari ya da üstlük) giyindiği zaman sağdan
(giyinmeye) başlardı."[463]
Ebû Saîd (r.a.)'den
yapılan rivayette, şöyle demiştir:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz yeni bir elbise giyinmek istediğinde, önce onu ismiyle anar,
sarık veya gömlek veya üstlük dedikten sonra şöyle duâ ederdi: Allahım! hamd
sanadır, sen beni giydirdin, bunun hayrını ve yapıldığı şeyin hayrını Senden
dilerim ve bunun şerrinden ve ne için yapılmışsa, onun şerrinden Sana
sığınırım."[464]
Hadislerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Sağ el
ile istinca mekruhtur.
2- Sağ el
ile yemek yemek sünnettir.
3- Sağ eli
cinsel organa sürmek mekruhtur. Zaruri haller müstesnâ...
4- Elbise
giyinirken sağdan başlamak sünnettir.
5- Yemeğe
sağ el ile başlamak ve sağ el ile su içmek sünnettir.
6- Verip
alırken, alım satımda bulunurken sağ el ile vermek ve almak sünnettir.
7- Elbise
giyinirken sağdan başlamak sünnettir.
8- Yeni bir
elbise giyinirken, elbisenin ismini söylemek ve Sonra sağdan başlamak ve
Allah'ın adını anmak ve zikredilen duayı okumak müstehabdır.
Hadîslerin ışığında
müctehid imamların görüş ve istidlalleri:
Mezhep imamlarının
hemen hepsi, elbise giyinirken ve diğer hayırlı her işte sağdan başlamanın
sünnet veya müstehab olduğunda müttefiktirler. Nitekim Hanefî imamları bu
konuda şu genel tabiri kullanmışlardır:
"Resûlüllah
(a.s.) hemen her işinde ve durumunda (bazı istisnalar dışında), hatta
ayakkabısını giymekte ve saç-sakalını taramakta bile sağdan başlamayı çok
severdi."[465]
Abdest konusunda
sağdan başlama hususunu da kısmen belirtmiş idik.
Şâfiîler de Buharî ve
Müslim'in rivayet ettikleri şu rivayetle istidlal etmiştir:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz gücünün yettiği kadar hemen her işinde; temizliğinde, saç
sakalını taramasında, ayakkaplarını giyinmekte sağdan başlamayı çok
severdi."[466]
Hanbeliler de
yukarıdaki Hz Aişe (r.a.) hadîsiyle istidlal etmişlerdir. Bu konuda muhalif
biri görüş ortaya koyan ilim adamı olmamıştır.[467]
Mâlikîler de aynı
görüş ve ictihadı izhar etmişlerdir.
Rivayetler, yorumlar
ve tahliller:
433 nolu Ebû Hüreyre
hadîsini aynı zamanda Nesâî de tahrîc etmiştir. Hafız bunu et-Teshîs'de
zikretmiş ve başka herhangi bir görüş ve tesbit ortaya koymamıştır. Ancak
hadîsin sihhatına şu rivayet de şehadet etmektedir:
"Abdest
aldığınız ve elbise giyindiğiniz zaman sağınızdan başlayınız!"[468]
İbn Dakıyk el-Iyd de
hadîsin sahih olduğunu söyleyerek, yukarıda Şafiî'lerin Buhari ve Müslim'in
rivayet ettikleri Hz Aişe (r.a.) Hadisini şahit olarak göstermiştir.[469]
Böylece sahih rivayetlerin hepsi, elbise giyinirken de sağdan başlamanın sünnet
veya müstehab olduğuna delâlet etmektedir.
434 nolu Ebû Saîd
hadîsini de Nesâî tahric etmiş ve Tirmizî hasenlemiştir. Hadîs, giydiğimiz
elbiseyi ibâdet, hayır, iyilik ve fazilet yolunda kullanmamızı emretmekte,
yapılan duanın daha çok bu mânaya yönelik bulunduğuna delâlet etmektedir. Aynı
zamanda yeni bir elbise giyinirken Allah'a hamdetmenin müstehab olduğu belirtilmiş,
bunun bir bakıma şükür anlamını da beraberinde taşıdığına işaret edilmiştir.
İslâm dini imânı
ibâdetle, her ikisini temizlikle birleştirmiştir. O bakımdan temizliğin
dinimizdeki yeri, tuzun yemekteki yeri ve önemi gibidir. Diğer bir tabirle,
ağaçtaki meyvenin yeri gibidir. Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in günlük hayatında
temizliğe gösterdiği özen her türlü tahminlerin üstündedir. O bakımdan mezhep
imamları İslâm fıkhını toplayıp işlerken, temizliğe has bölümler meydana
getirmişler ve konuya yeterince ağırlık vermişlerdir.
İlgili hadisler:
Câbir b. Semure
(r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki: Bir adamın Resûlüllah (a.s.)
Efendimiz'den, eşimle cinsel temasta bulunurken üzerimde bulunan elbiseyle
namaz kılabilir miyim? diye sordu. Efendimiz (a.s.) ona şu cevabı verdi:
"Evet, ancak onda
bir şey (ıslaklık) görürsen, yıkarsın."[470]
Muâviye (r.a.)'dan
yapılan rivayette, şöyle demiştir:
"Ümmu Habîbe'ye
(r.a.) dedim ki: Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, cinsel temasta bulunurken
üzerinde bulunduğu elbiseyle namaz kılar mıydı? O bana şöyle dedi: Evet,
elbisesinin üzerinde bir eziyet (ıslaklık, necaset) bulunmadığı
zaman kılardı."[471]
Ebû Saîd (r.a.)'den
yapılan rivayette, şöyle demiştir:
"Peygamber
(a.s.) Efendimiz namaz kılarken ayakkabısını çıkardı, bunun üzerine (oradaki)
insanlar da ayakkaplarını çıkardılar. Resûlüllah (a.s.) Efendimiz namazı
bitirip ayrılınca onlara sordu; Ayakkaplarınızı neden çıkardınız? Onlar da, biz
senin ayakkaplarını çıkardığını görünce, çıkardık, diye cevap verdiler. Bunun
üzerine Resûlüllah (a.s.) şöyle buyurdu:
"Şüphesiz ki,
Cibril bana geldi ve ayakkaplarımda murdarlık bulunduğunu söyledi, O bakımdan,
sizden biriniz Mescid'e geldiğinde ayakkaplarını çevirip altlarına baksın, onlarda
bir murdarlık görürse, yere sürüp gidersin, sonra da onları giyinik
bulunduğu halde namazını kılsın."[472]
Hadîslerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Namaz
kılmaya kalkan kimsenin, bedeni, elbisesi ve namaz kılacak yeri her
türlü pislikten arındırılmış
bulunmalıdır. Çünkü namazda necasetten temiz bulunmak farzdır.
2- Eşiyle
cinsel temasta bulunduğunda üzerinde taşıdığı elbiseyle namaz kılmasında bir
sakınca yoktur, yeter ki elbiseye menî ve benzeri bir şey bulaşmış olmasın. O
takdirde yıkadıktan sonra namaz kılabilir.
3- Elbiseye
dokunan meni necistir, namaz kılabilmek için meninin yıkanıp temizlenmesi gerekir.
Bu, Hanefî mezhebine göredir. Şafiî ve Hahbelî mezheplerine göre, meni necis
değildir.
4-
Ayakkapların alt veya üstüne necaset dokunmuşsa, ayaklardan çıkarmadan o
vaziyette namaz kılmak caiz değildir. Üstünde ve altında necaset yoksa veya
dokunan necaset, toprağa sürtülmek suretiyle temizlenmişse, o takdirde
ayakkabları çıkarmadan o vaziyette namaz kılmak caizdir.
Müctehid imamların
görüş, tesbit, istidlal ve ihticacları:
a)
Hanefîlere göre:
Birinci ciltte
açıkladığımız gibi, meni nacistir. Dokunduğu yere bakılır, bir el ayası
miktarını aşmışsa, herhalde yıkanması; kurumuş ise, çitilenmesi gerekir.[473]
b) Şafiî ve
Hanbelî mezheplerine göre, meni necis değildir. O
bakımdan elbise veya bedene dokunmuşsa,
namaza engel sayılmaz.[474]
Ayakkablarla namaz
kılmaya gelince, müctehid imamların bu hususta pek farklı görüşleri olmamıştır.
Kırda, bayırda, çölde ve benzeri yerlerde ayakkabılara dokunmuş gözle görülen
veya bilinen bir necaset yoksa, onları çıkarmadan namaz kılmakta bir sakınca
yoktur. Evde, camide ve benzeri yerlerde, halı, kilim ve benzeri bir yaygı
üzerinde namaz kılmacaksa, o takdirde eşyanın tozlanmaması için ayakkabıları
çıkarıp öyle namaz kılmak müstehabdır. Sözü edilen yerlerde herhangi bir yaygı
yoksa, toprak, döşeme ve benzeri şeyler üzerinde kılmıyorsa, o takdirde temiz
olan ayakkabıları çıkarmadan namaz kılmakta bir sakınca yoktur.
Diğer rivayetler,
yorumlar ve tahliller:
440 nolu Cabir b.
Semure hadîsin isnâd ricali, rical-i sahihtir. İbn Mâce'ye göre, hepsi de sıka
(güvenilir) kimselerdir.
441 nolu Muâviye
hadîsinin isnad zincirindeki ricalin hepsi sıkadır.
Her iki hadis de namaz
kılan kimsenin üzerindeki elbisesinin necasetten temiz olmasının vücubuna
delâlet etmektedir. Ancak bu temizliğin namazın şartından biri olup olmadığı
hakkında farklı görüşler ortaya çıkmıştır:
a) İlim adamlarının çoğuna göre şarttır.[475]
b) İbn Mes'ûd, İbn Abbas ve Saîd b. Cübeyr'e göre, şart
değildir.
c) İmam Mâlik'ten yapılan bir rivayete göre, elbisenin
temiz olması vâcib değildir. en-Nihâye sahibinin İmam Mâlik'ten naklettiği iki
rivayet bulunuyor, birincisine göre, elbisedeki necaseti gidermek
sünnettir, farz değildir; ikincisine
göre, hatırladığı takdirde farzdır, unuttuğu takdirde farziyeti sakıt olur.
İmam Şafiî'nin kavli kadîm'ine göre de elbisedeki necaseti gidermek şart
değildir.
d) Cumhura göre, vâcibdir.
Cumhur, Müddessir
süresindeki "elbiseni de tertemiz tut!" âyetiyle istidlal
etmiştir. Aksini ileri sürenler ise, konunun başında naklettiğimiz iki hadîsin
de vücuba delâlet etmediğini, bunun sünnet olduğunu belirtmişlerdir. Çünkü emir
şeklinde ifade edilmemiştir.[476]
Ayrıca cumhur, bu
konuda Hz. Aişe'den rivayet edilen şu hadîsle de istidlal etmiştir. Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz sabahleyin elbisesini alıp giyindikten sonra dışarı çıkıp
sabah namazını kıldırdı. Bu arada bir adam, "ya Resûlüllah! İşte elbiseniz
de el ayası kadar kan lekesi bulunuyor" dedi. Bunun üzerine Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz o elbiseyi üzerinden çıkarıp bir delikanlının eline vererek,
yıkayıp kurutmam için bana gönderdi. Ben de bir teşt veya çanak getirtip
yıkadım, kuruttuktan sonra çıkartıp gönderdim. Bir süre sonra Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz, o elbise üzerinde bulunduğu halde geldi."
Ebû Davud'un ve bazı
muhaddislerin rivayet ettiği bu hadîsin garib olduğu anlaşılmıştır. Nitekim İmam
el-Münzirî de aynı şeyi söylemiştir. Ayrıca Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in o
namazı iade ettiğine dair hiçbir kayıt mevcut değildir. Eğer, elbisenin temiz
olması namazın şartlarından biri olsaydı, elbette Resûlüllah (a.s.) farkına
vardıktan sonra o namazı iade ederdi.
Ayrıca bu konuda Ammar
hadisi söz konusudur, şöyle ki, Resûlüllah (a.s.) ona:
"Elbiseni
ancak idrardan, dışkıdan, kusuntudan, kandan ve menî'den dolayı
yıkarsın..."[477]
Bu hadîsi rivayet
edenlerin hemen hepsi de onu zayıf hadisler arasında zikretmişler ve hadîs
âlimleri de aynı tesbitte bulunduklarını belirtmişlerdir. Çünkü isnad
zincirinde Sabit b. Hammad bulunuyor ki, bu zat hem metruktür, hem de uydurma
hadîs rivayet ettiği söylenir. Ayrıca yine râvileri arasında Ali b. Zeyd b.
Ced'ân bulunuyor ki o da zayıftır. O kadar ki, Beyhakî kendi Sünen'inde onun
bâtıl olup hiçbir aslı bulunmadığını belirtmiştir.
Aynı zamanda hadîste
bir şart anlamı söz konusu değildir. Çünkü elbisenin başka pisliklerden dolayı
da yıkanmasıyla ilgili birçok sahih rivayetler mevcuttur. Meselâ, meninin
(belsuyu) çitilenmesi hakkında Buhari ve Müslim'de sahih hadîsler yer
almaktadır. Kaldı ki, çitilemenin vâcib olduğu da hadisten pek
anlaşılamamaktadır.
O bakımdan Ammar hadisinde
sadece sözü edilen pisliklerden dolayı elbisenin yıkanmasının vücubunu anlamak
pek isabetli olmaz.
Elbiseye dokunan
dirhem miktarı kandan dolayı namazın iade edilmesiyle ilgili şu hadîse gelince,
"Bir dirhem miktarı kandan dolayı namaz iade edilir." Bunu
Dârekutnî ile Beyhâki duâfa arasında tahrîc etmişler; İbn Adiyy ise
el-Kâmil'de onun zayıf olduğunu söylemiştir. Çünkü isnadında Revh b. Ğutayf
bulunuyor ki, Nesâî onun hakkında "metruk"tur demiş, İbn Main ise
itibar edilmeyen bir râvîdir, demiştir.[478]
Buhari de onun hadîsinin bâtıl olduğuna atıfta bulunmuş, Bezzar da münker
olduğunda âlimlerin icmai vardır, demiştir.[479]
442 nolu Ebû Saîd
hadîsini aynı zamanda Hâkim, İbn Huzeyme ve İbn Hibbân tahrîc etmişlerdir.
Ancak vasıl ve irsalinde ihtilâf edilmiştir: Ebû Hatim el-İlel'de mevsul olduğunu
belirtmiştir. Hâkim ise onu Enes ve İbn Mesûd hadîsinden naklen rivayet
etmiştir. Dârekutnî ise, İbn Abbas'dan ve Abdullah b. Şahir'den rivayet etmiş
ve ikisinin de isnadının zayıf olduğuna dikkatleri çekmiştir. Bezzar, Ebû
Hüreyre'den rivayet etmiş ve isnadının zayıf olduğunu söylemiştir.
Ayakkabılara dokunan
habis yani murdarlığın sadece necis olmadığını, bunun balgam, tükrük ve
benzeri tiksindirici şeyler de olabileceğini cumhur beyân etmiştir. Melek
Cebrail'in bu hususta verdiği haberin asıl amacı, elbise ve mescidin sözü
edilen şeylerle kirlenmemesine yöneliktir.
Konuyla ilgili hadîsin
çeşitli tariklerden rivayeti, çoğu zayıf olsa bile sıhhatına delâlet
etmektedir.
1- Menî
necistir. Bu, Hanefî mezhebine göredir. 440 nolu hadis de buna delâlet
etmektedir.
2- Namazda
beden, elbise ve namaz kılınan yerin temiz olması şarttır. (İlim adamlarının
bu mes'ele hakkında ittifakı yoktur).
3- Cinsel
temasta bulunurken üzerinde taşıdığı elbiseyi değiştirmeden -guslettikten
sonra- o elbiseyle namaz kılmasında
bir sakınca yoktur. Yeter ki üzerinde
dirhem miktarı meni veya başka bir necis bulunmasın.
4-
Ayakkabıların altına herhangi bir pislik dokunmuşsa, onu giderip öylece camiye
girmek gerekir. Dokunan şey necis ise, giderilmedikçe o ayakkabıyla namaz kılmak caiz olmaz.
5- Kırda,
bayırda, açık arazide ayakkabılar temizse, çıkarmadan namaz kılmakta bir
sakınca yoktur. Evlerde ve camilerde, içeriye mikrop ve benzeri zararlı şeyler
taşınabilir endişesiyle, ayakkabıyla içeri girmemek ve onunla namaz kılmamak
daha uygun olur.
6- Toprak da
temizleyici kabul edildiğinden, ayakkabılara dokunan pisliği yere sürtmek
suretiyle temizlemek mümkündür.
Az yukarıda ayakkabıyla
namaz kılınır mı, kılınmaz mı? hususu üzerinde kısmen duruldu. Ancak konunun
önemine bakarak ilgili birkaç hadîs nakletmek suretiyle biraz daha geniş bilgi
vermeyi uygun gördük. Aynı zamanda dinimizin ibâdette bize sağladığı
kolaylığa bir misal vermeyi düşündük.
İlgili hadîsler:
Ebû Seleme'den, o da
Saîd b. Yezîd'den rivayet etmiştir. Saîd şöyle demiştir:
Hz. Enes'e, Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz ayakkabıları ayağında bulunduğu bir halde namaz kılar
mıydı?" diye sordum. Buna şu cevabı verdi: "Evet..."[480]
Şeddad b. Evs
(r.a.)'den yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğunu
söylemiştir:
"Yahudilere
muhalefet ediniz, çünkü onlar ayakkabılarıyla namaz kılmaz (ibadet etmez)
ler."[481]
Hadislerin açık
delâletinden anlaşılan hükümler: Bir adam, Ebû Hureyre'ye (r.a.) gelerek dedi
ki:
"İnsanları
ayaklarında ayakkabıları olduğu halde namaz kılmaktan men'eden sen misin?"
"Hayır, ama bu
hürmetli yerin Rabbı hakkı için, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz ayaklarında
ayakkabıları bulunduğu halde bu makama doğru yönelip namaz kıldığını ve
namazı bitirip ayrılınca da ayakkabılarının ayağında olduğunu gördüm, diye cevap verdi.[482]
Ayrıca Küba halkından
bir delikanlı, Resûlüllah'ın (a.s.) Küba'da ayakkabıları ayağında bulunduğu
halde namaz kıldığını hatırlıyorum, dediğim Ahmed b. Hanbel kendi Müsned'inde
rivayet etmiştir.[483]
Hadislerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Temiz
olduğu takdirde ayakkabılarını çıkarmadan o vaziyette namaz kılmak caizdir.
2- O gün
için Yahudilerin ayakkabıları ayaklarında olduğu halde ibadet etmedikleri
anlaşılıyor.
3- İbâdette
de kitap ehline uymanın caiz olmadığı bildiriliyor. Çünkü ibadet de İslâmiyetle
kemal mertebesine erişmiştir. Hem kitap ehli peygamberlerinin nasıl ibâdet
ettiklerini tesbit edemediklerinden kendi anlayışlarına göre, ibâdet şekilleri
icad etmişlerdir.
Temiz olduğu takdirde
ayaklardaki ayakkabılarını çıkarmadan namaz kılmanın caiz olduğunda müctehid
imamların görüş birliği vardır. Necasetten taharet bahsinde toprağın da temizleyici
olduğunu belirtmiştik. Burada tekrar detayına inmek
istemiyoruz. Sadece diğer rivayetleri ve yorumları nakletmekle yetinmek
istiyoruz:
Ebu Seleme ile Şeddad
b. Evs hadîslerinin isnadında şüphe izhar eden olmamıştır.
Aynı konuda dört hadîs
daha rivayet edilmiştir. Birincisini Taberânî ve Beyhâkî tahrîc etmişlerdir.
Beyhakî "isnadında beis yoktur" diye bir kayıt koymuştur. İkincisini
Hafız Bezzar, Şeddad'ın rivayetine benzer anlamda nakletmiştir. Üçüncüsünü İbn
Murdeveyh şu lâfızla rivayet etmiştir:
"Ayakkabılarınız
ayaklarınızda olduğu halde namaz kılın!"
Ancak bunun isnadında
Abbas b. Cüveyriye bulunuyor ki, Ahmed b. Hanbel ile Buhari onun yalancı
olduğunu belirtmişlerdir. Zehebî onun hakkında şu bilgileri toplamıştır:
"Ahmed b. Hanbel,
"O çok yalancı ve iftiracıdır...", Buhari "O yalancının
tekidir", Ebû Zür'a, "O bu vadide hiçbir şey değildir", Nesâî,
"O metruktür" demişlerdir.[484]
Dördüncüsünü İbn
Murdeveyh rivayet etmiştir ki, onun isnadında Abdullah el-Askalânî bulunuyor.
Zayıf olduğu, hadîs çaldığı söylenir.
Rivayetlerin ışığında
Ashab ve Tabiîn'in görüşlerine gelince, Hz. Ömer'in ayakkabıyla namaz kılmayı
mekruh saydığı, İbn Mes'ud'un da aynı görüşte olduğu rivayet edilir. İbrahim
en-Nehaî' namazda ayakkabılarını
çıkarmayı mekruh saymıştır.
Diğer bir rivayete
göre, el-Irakî, Tirmizî şerhinde şöyle demiştir:
"Namazda
ayakkabıları giyenler arasında Osman b. Afvan, Abdullah b. Mes'ud Uveymir b.
Sâide, Enes b. Mâlik, Seleme b. Ekvâ' ve Evs es-Sakafî bulunuyor. Tabiinden
ise, Sâid b. Müseyyeb, el-Kasım, Urve b. Zübeyr, Salim b. Abdullah, Atâ' b.
Yesar, Atâ' b. Ebî Rebah, Mücahid, Tavus, Kadı Şüreyh, Ebu Miclez ve benzeri
kişiler bulunuyor.[485]
Resûlüllah (a.s.)
Efendimiz'in ise, bazan ayakkabılarını çıkarmadan, bazan çıkararak namaz
kıldığı rivayet edilirse de, ekseri çıkardığı ağırlık kazanıyor. Nitekim Amir
b. Şuayb (r.a.) babasından, dedesinden rivayetle diyor ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz'i hem ayakkabıyla, hem ayakkabısız namaz kılarken
gördüm."[486]
Ayrıca İbn Ebî Şeybe'nin
Abdurrahman b. Ebî Leylâ'ya isnadla tahrîc ettiği hadîste, şöyle diyor:
"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, ayakkabılarıyla namaz kıldı. İnsanlarda (ona
bakarak) ayakkabılarını çıkarmadan namaz kıldılar. Peygamber (a.s.) bir ara
ayakkabılarını çıkarıp öyle namaz kıldı. İnsanlar da (ona bakarak)
ayakkabılarını çıkarıp öylece namaz kıldılar. Peygamber (a.s.) namazı bitirince
şöyle buyurdu:
"Kim
ayakkabılarıyla namaz kılmak istiyorsa, kılsın, kim de çıkarmak istiyorsa
çıkarsın..."
el-Irakî bu hadîs
hakkında şöyle demiştir:
"Bu hadîs
mürseldir, isnadı da sahihtir."[487]
1-
Kırda, bayırda, çölde, tarla ve bahçede,
ayakkabının alt ve üstünde pislik, necaset gibi tiksindirici bir şey yoksa,
çıkarmadan namaz kılmakta bir sakınca yoktur.
2-
Ayakkabıya dokunan pislik, toprağa iyice sürtüldüğü takdirde temizlenmiş
sayılır.
3- Savaş ve
benzeri felâketli ve sıkıntılı günlerde, yine temiz olmak şartıyla
ayakkabıları çıkarmadan evde,
mescidde namaz kılmakta bir sakınca yoktur.
4- Özellikle
ibâdette kitap ehli taklîd edilmez.
5-
Ayakkabıyla namaz kılmaya cevaz verilmesinin illeti sadece
Yahudilere benzememek değil, dinin getirdiği bir kolaylıktır.
6- Normal
zamanlarda, ev ve camilerin kirlenmemesi, içerilere mikrop taşınmaması için,
ayakkabıları çıkarıp namaz kılmak daha uygundur.
7-
Resûlüllah (a.s.) Efendimiz çoğu
vakitlerde ayakkabılarını çıkardığına göre, ayakkabıyı çıkararak namaz kılmak
müstehab sayılabilir.
İslâm Peygamberi Hz.
Muhammed (a.s.), ibâdeti mabedin dar çerçevesine hapsetmeyip yeryüzünün her
yanını mescid olarak ilân etmiş, temiz olduğu ve haklara tecavüz gibi bir
sakınca bulunmadığı takdirde herhangi bir yerde vakit girince namaz kılmakta
bir sakınca yoktur. Çünkü amaç yer değil, kâinatın yaratıcısına kulluk görevini
yapmak, O'nun rızasına ermek niyetiyle emrettiği şeyleri yerine getirmektir.
O halde yeryüzünde
bazı yerlerde namaz kılmak caiz veya mübah olduğu halde bazı yerlerinde mekruh
veya haram olabilir. Bunları tefrik edebilmek için ilgili hadîsleri
nakletmemiz gerekmektedir: Câbir (r.a.)'den yapılan rivayette, Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Yeryüzü benim
için temizleyici ve mescid kılınmıştır. Hangi adama namaz (vakti) gelip
ulaşırsa, orada namazını kılsın."[488]
İbn Münzir diyor ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğu rivayet yoluyla sabit olmuştur:
"Yeryüzünün hepsi
benim için temiz, mescid ve temizleyici kılınmıştır."[489]
Ebû Zer (r.a.)'den yapılan
rivayette demiştir ki:
Peygamber (a.s.)
Efendimiz'e sordum,
"İlk konulan
mescid hangisidir?" Cevab verdi:
"Mescidü'l
Haram" Ben:
"Ondan sonra hangisi?"
diye sordum. Buyurdu ki:
"Mescid-i
Aksa" Ben,
"İkisi arasında
ne kadar (zaman geçmiştir)?" diye sordum. O,
"Kırk
yıl" diye cevap verdi. Ben
"Ondan sonra
hangisi?" diye sordum. Buyurdu ki:
"Nerede namaz
vaktine ulaşırsan orada namaz kıl, yerin hepsi mesciddir."[490]
Ebû Mersedi’l-Ğanevî
(r.a.)'dan yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu
söylemiştir:
"Kabirlere doğru
namaz kılmayın ve kabirler üzerine oturmayın."[491]
İbn Ömer (r.a.)'dan
yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu
söylemiştir: "Namazlarınızın bir bölümünü evlerinizde kılın, onları
kabirler (gibi namaz kılınmayan yerler)
edinmeyin."[492]
Cündeb b. Abdullah
el-Becelî (r.a.)'den yapılan rivayette şöyle demiştir: Vefatından beş gün önce
Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in şöyle dediğini işittim:
"Doğrusu
sizden öncekiler peygamberlerini ve salih kişilerinin kabirlerini mescid
edindiler; haberiniz olsun ki, ben sizi bundan men'ediyorum, sakın kabirleri
mescidler edinmeyin!"[493]
Ebû Hüreyre (r.a.)'den
yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğunu söylemiştir:
"Koyun-keçi ağlında namaz kılın, fakat devenin çöküp yattığı yerde
kılmayın."[494]
Zeyd b. Cübeyre'den, o
da Dâvud b. Husayn'dan, o da Nâfî'den, o da İbn Ömer (r.a.)'dan rivayet
etmiştir: "Şüphesiz ki, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz şu yedi yerde namaz
kılınmasını yasakladı:
1- Çöplükte,
2- Hayvan
kesilen yerde (mezbaha),
3- Kabristanda,
4- Yol ortasında,
5- Hamamda,
6- Develerin
çöküp yattığı yerlerde,
7- Beytullah'ın
damında...[495]
Hadîslerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1-Yeryüzünün
her yanı teyemmüme elverişli anlamda temizdir ve namaz her yerde kılınabilir.
2- Yeryüzüne
Allah'a ibadet için konulan ilk mescid, Kabe'dir. Sonra da Mescid-i Aksa'dır.
3-
Kabristanda namaz kılmak mekruhtur. Kabirlere doğru namaz kılmak da mekruhtur.
4-
Kabirlerin üzerine oturmak mekruhtur.
5- Beş vakit
namazı ve kazaya kalan namazları, hattâ nafile namazları cami ve mescitlerde
kılıp evi namazsız, niyâzsız bırakmak mekruhtur. O bakımdan bazı vakitleri,
kaza namazlarını ve nafile namazları evde kılmak müstehabdır.
6- Cami ve
mescitlere ölü defnetmek mekruhtur.
7- Salih
kişilerin ve velî bilinen kimselerin kabirlerini mescid haline getirmek
mekruhtur.
8- Koyun ve
keçi ağıllarında namaz kılmakta bir sakınca yoktur.
9- Deve
ağıllarında namaz kılmak mekruhtur.
10-
Çöplükle, mezbahada, kabristanda, yollarda, hamamda, develerin çöküp yattığı
yerlerde ve Kabe'nin damında namaz kılınmaz.
Hadislerin ışığında
müctehid imamların görüş, tesbit, istidlal ve ihticacları:
a)
Hanefilere göre:
Bazı zamanlarda namaz
kılmak mekruh olduğu gibi, bazı yerlerde de kılmak mekruh sayılmıştır. Kabe'nin
damı gibi... Bu ta'zimi terke delâlet ettiği için mekruh kılınmıştır. Yollarda
namaz kılmak da mekruhtur, zira insanların gelip geçmesine engel teşkil eder.
Aynı zamanda umumun hakkına saygısızlık sayılır.
Böylece Hanefîler Zeyd
hadisiyle istidlal edip sözü edilen yedi yerde namaz kılmanın mekruh olduğunu
belirtmişler; ayrıca kiliselerde, gasb edilen yerlerde de namaz kılmanın
mekruh olduğuna temas edilerek sayı artırılmıştır.[496]
b) Şâfiilere
göre:
Şâfiîler de bu konuda
Hanefilerle aynı görüştedirler. Hadiste belirtilen yerlerde, necaset bulunmazsa
bile, namaz kılmak mekruhtur.[497]
c)
Hanbelîlere göre:
Çöplükde, mezbahada,
yol ortasında, hamamda, deve ağılında namaz kılmak haramdır ve bâtıldır. Ancak
o gibi yerlerde tutuklu bulunma halinde kılınabilir. Sözü edilen yerlerin
damlarında da namaz kılınmaz. Ancak cenaze namazının kabristanda kılınması
sahihtir.[498]
d)
Mâlikîlere göre:
Çöplükte, mezbahada,
yol ortasında, necasetten güven içinde olduğu takdirde namaz kılmak kerahatsiz
caizdir. Ama necasetin kesin bulunması veya sanılması halinde kılınan namaz
hükümsüz sayılır. Şüphe edildiği takdirde vakit çıkmamışsa, kılınan namaz iade
edilir. Ancak cami dar olduğunda yolda kılmaya mecbur kalan kimse, namazdan
sonra yolun temiz olup olmadığında şüphe etse bile artık iade etmesi gerekmez.
Develerin çöküp yattığı yerlerde, necasetten emin olsa bile, namaz kılmak
mekruhtur, vakit çıkmamışsa orada kıldığı namazı iade eder.[499]
Kabristanda namaz
kılmanın mekruh olup olmadığı hakkında farklı görüş ve ictihadlar vardır:
Hanefilere göre,
kabirler kıbleye yönelen kimsenin hemen önünde ise, namaz kılmak mekruhtur Ama
arka veya üst veya alt kısmında ise, o gibi yerlerde namaz kılmak mekruh
değildir. Ayrıca kabristanda namaz için özel bir yer ayrılmış ve temiz
tutulmuşsa, orada da namaz kılmakta kerahet söz konusu değildir.[500]
Hanbelîlere göre, üç veya daha fazla
kabir bulunan kabristanda, bu iş için vakfedilmiş se, namaz kılmak
batıldır. Bir veya iki kabir bulunuyor ve namaz kılan da o kabirlere yönelik
bulunmuyorsa, hiçbir kerahet yoktur.[501]
Şâfiilere göre, kabirler namaz kılanın ister önünde,
ister yanında veya arkasında olsun, kabristanda namaz kılmak mekruhtur. Ancak
şehîdlerle peygamberlerin kabirlerinin bulunduğu yerde mekruh değildir. Bu da
bir tazim kastı taşımıyorsa, aksi halde mekruh sayılır.
Kabirler açık bir
vaziyette ise, o gibi yerlerde necaset bulunacağından kılınan namaz mutlaka
bâtıldır.[502]
Diğer rivayetler,
yorumlar ve tahliller:
Ebû Cafer et-Tahavî,
konuyla ilgili hadîsleri naklettikten sonra develerin çöküp yattığı yerde
namaz kılmanın kerahatine temas ederek bunun nedeni üzerinde durmuş ve ilim
adamlarının iki ayrı görüşünü şu sözlerle ifade etmiştir:
Bir topluluk, deve
çobanlarının umumiyetle develerini çökertip yatırdıkları yerde küçük ve büyük
abdestlerini bozmayı âdet edindiklerini, o yüzden etrafın pislik içinde
bulunduğunu, pisliğin bulunduğu yerde namaz kılmanın mekruh sayıldığını
söylemişlerdir. Koyun ve keçi ağılında abdest bozma âdeti olmadığından etrafta
necis bulunmadığı, o bakımdan oralarda namaz kılmakta bir sakınca görülmediği
de ayrı bir illet olarak ileri sürülmüştür. Nitekim Şüreyk b. Abdullah sözü
edilen hadîsleri böyle yorumlamıştır.
Yahya b. Adem ise,
asıl illetin bu olmadığını ileri sürerek neh-yin sebebini, devenin azgınlık
gösterip secdede bulunan kimseyi çiğneme tehlikesi olarak yorumlamış ve Râfid
b. Hudayc'in şu hadisini delil olarak göstermiştir:
"Şüphesiz ki şu
develerin, vahşi canavar gibi birtakım azgınlık ve hırçınlıkları vardır."
Koyun ve keçide se bu
tehlike söz konusu değildir.
Muâviye b. Salih Iyaz'dan
naklen şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Develerin çöküp yattığı,
gecelediği yerde namaz kılmaktan men'edilmenin sebebi, bazı kimseler küçük ve
büyük abdestlerini bozmak istediklerinde deveyi siper edinirler; koyun ve
keçileri ise siper edinmek söz konusu değildir.[503]
İbn Kudame bu konuyu ayrı
bir bölüm halinde işleyerek özette şu bilgiyi vermiştir: "Kabristanda,
abdest bozulan yerde, hamamda ve develerin çöküp yattığı, gecelediği yerde
namaz kılan kimse, onu iade eder. Ahmed b. Hanbel'den yapılan rivayete göre, bu
gibi yerlerde namaz kılmak sahih değildir. Nitekim bunu mekruh görenler
arasında Hz. Ali, İbn Abbas, İbn Ömer, Ata', Nahâî, İbn Münzir gibi şahsiyetler
bulunuyor. Aynı zamanda koyun ağılında namaz kılınabileceğini, deve ağılında
kılınamıyacağını söyleyenler arasında, İbn Ömer, Câbir b. Semure, el-Hasan,
Mâlik, İshak ve Ebû Sevr de bulunuyor.
İmam Ahmed'den yapılan
ikinci bir rivayete göre ise, bu gibi yerlerde necis bulunmadığı takdirde namaz
kılmak sahihtir. İmam Mâlik, İmam Ebû Hanife ve İmam Şafiî'nin de mezhebi bu
görüştedir. Çünkü Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, "Yeryüzünün heryanı bana
mescid ve temizleyici kılınmıştır..." buyurmuştur.
Diğer sahih bir
hadîste ise -ki biz onunla istidlal ediyoruz- "Yerin heryanı mesciddir,
ancak hamam ve kabristan müstesna." [504] bu
hadîs, rivayet edilip umum ifade eden hadîslere mukaddem bir hastır.[505]
İbn Kudame mezbaha,
çöplük, yol ortası, Kabe'nin damını da hadiste belirtildiği gibi, kerahet
kapsamına alıp geniş açıklamada bulunmuştur. Ancak İbn Kudame'nin istidlale
uygun gördüğü hadîsin muzdarip olduğunu Zeylâî Nasburrâye'de Tirmizî'den
naklen beyan etmiştir.[506]
456 nolu Câbir
hadîsinin tahlilini teyemmüm bahsinde yaptığımızdan tekrar ona dönmek
istemedik. Ancak hadîsin birkaç tarikle
rivayet edildiğini, bir kısmında
"tayyibeten" lâfzının da yer aldığı ve böylece nüans farkıyla aynı
manâ ve hükmün ifade edildiğini hatırlatmamızda yarar vardır.
Hadiste mutlak anlamda
kullanılan "arz" tabiri, tahir
ve mübah olana delâlet etmektedir. Çünkü necis yerde namaz kılmak sahih
değildir. Gasbedilen yer ise, manen temiz sayılmaz.
458 nolu Ebu Zer hadisini
Müslim şu lâfızla rivayet etmiştir:
"Namaz nerede
sana ulaşırsa orada kıl, çünkü o yer mesciddir."
Müslim'in diğer bir
rivayetinde buna yakın şu lâfız ifade edilmiştir:
"sonra nerede namaz
sana ulaşırsa..."
Nevevî bu hadîsi
açıklarken şöyle diyor:
"Bunda namazın
hemen her yerde kılınabileceğinin caiz olduğu hükmü yer alıyor, ancak şeriatın
istisna ettiği kabristan ve üzerinde necaset bulunan çöplük, mezbaha ve benzeri
yerler bunun dışındadır. Develerin yatıp gecelediği yerler, yollar, hamam ve
benzeri yerler de namaz kılmaya müsait olmayan, o bakımdan o yerlerde
kılınması men'edilenler arasında bulunuyor.
459 nolu Ebu Saîd
hadîsini İmam Şâfii, İbn Huzeyme, İbn Hibbân ve Hâkim tahric etmişlerdir. İmam
Tirmizî, bunda ızdırap bulunduğunu söylemiştir. Süfyan Sevrî, Amir b.
Yahya'dan, o da babasından, o da Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'den rivayet
etmiştir. Bu tarikle mürsel olduğu anlaşılmış ve üzerinde hayli durulmuştur.
Çünkü senedinde bir sahabı düşmüş ve böylece bir atlama meydana gelmiştir.[507]
Aynı hadîsi Hammad b.
Seleme, Amir b. Yahya'dan, o da babasından, o da Ebu Saîd (r.a.)'den rivayet
etmiştir. Aynı şekilde Muhammed b. İshak da Amir b. Yahya'dan, o da babasından
rivayet etmiştir.
Görüldüğü gibi,
hadîsin birkaç rivayet yolları Ebû Sâîd'de birleşmektedir ki, o da Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz'den rivayet etmiştir. Ancak Süfyan Sevrî'nin rivayetinde Ebû
Sâîd'in ismi anılmamış, Amir b. Yahya'nın babasının doğrudan Peygamber (a.s.)
Efendimiz'den rivayet ettiği belirtilmiş ve böylece Sahabinin ismi anılmayarak
rivayet zincirinden düşürülmüştür. O bakımdan sözü edilen tarikten yapılan
rivayet hem mursel, hem muzdarıp kabul edilmiştir. Nevevi bu hususları dikkate
alarak hadisi zayıf saymışsa da Hâkim, Müstedrek'inde sahih kabul etmiş, İbn
Hazım ez-Zahirî de aynı görüşe katılmıştır.
İbn Dakıyk el-İyd ise
el-İmam'da hadisin sıhhatına işarette bulunmuştur.
Hadîsin açık
delâletini dikkate alan Ahmed b. Hanbel, kabristan ister açık, ister kapalı
olsun, ister üzerine bir şey örtülü bulunsun, ister örtülmemiş olsun içinde
namaz kılmayı haram saymıştır. Zahirîler de aynı görüştedirler. Bunlar müslüman
kabristanıyla, müşrik kabristanı arasında bu hususta bir tefrik de yapmamışlardır.
Şafiîler ise, kazınıp alt-üst edilmiş, kemikler dışarı çıkmış bir kabristanda
namaz kılmanın doğru olmadığını, kazınmayıp kapalı ve düzenli bulundurulan
kabristanda ise, temiz bir yerde namaz kılınacak olursa, yeterli sayılır. İmam
Râfiî ise, her halü kârda kabristanda namaz kılmak mekruhtur, diyerek herhangi
bir yoruma gerek görmemiştir. Nitekim İmam Sevrî, İmam Evzâî ve İmam Ebû
Hanife de aynı görüş ve ictihattadırlar. İmam Mâlik, kabristan temiz olduğu
takdirde namaz kılmakta bir sakınca görmemişse de, hadîslerin tamamı onun
hilâfına bir hüküm taşımaktadır. Mâlikîler, Mescid-i Saadet'in temizliğini
yapan siyahi kadının öldüğünü birkaç gün sonra haber alan Resûlüllah (a.s.)
Efendimizin onun kabrine kadar giderek orada cenaze namazı kıldığını delîl
olarak göstermişlerse de, diğer müctehidler onu istidlale uygun bulmamışlardır.
459 nolu Ebu Mersed
hadîsi, kabirlere doğru namaz kılmayı, yani kabristan içinde namaz kılmayı
kesin men'a delâlet ediyor, aynı zamanda kabirlerin üzerine oturmayı da
yasaklıyor. Müslim ise Ebû Hureyre'den rivayetle hadisi şu lâfızla tahric
etmiştir:
"Sizden biriniz
kor üzerine oturup elbisesinin yanması ve ateşin derisine sirayet etmesi, din
kardeşinin kabrinin üzerine oturmasından hayırlıdır."
Ancak ilim adamları ve
bazı müctehitlerin bu husustaki görüş ve ictihatları biraz farklı olmuştur:
a) İmam
Mâlik'e göre, kabir üzerine oturmak mekruh değildir. Mekruh olanı, oturup tabii
ihtiyacı gidermektir, yani abdest bozmaktır. Nitekim Muvatta'da yapılan
rivayette, Hz. Ali'nin (r.a.) kabirlere yaslanıp oturduğu belirtilmiştir. İbare
şöyledir: "İmam Mâlik'ten yapılan rivayette, ona ulaşan habere göre, Ali
b. Ebî Tâlib (r.a.) kabirlere dayanıp oturur ve kabirlerin üzerine
uzanır."[508]
Buhari'de de yapılan
tesbite göre, Yezîd b. Ebî Sâdık ki bu, Zeyd b. Sabıt'ın kardeşidir, kabirler
üzerine otururdu. O halde oturmak mekruh değil, abdest bozmak mekruhtur. Yine
Buharî'de İbn Ömer'in de (r.a.) kabir üzerine oturduğunu rivayet edilmiştir.
Diğer üç mezheb
imamları, kabirler üzerine oturmayı mekruh saymışlar ve bu husustaki
hadîslerin, çoğunun sahih olduğunu belirterek aksini iddia edenlerin o ölçüde
delillerinin bulunmadığına dikkatleri çekmişlerdir. Nitekim Ebû Dâvud, Tirmizî,
İbn Mâce, İbn Hibban ve Hâkim'in Cabir (r.a.)'dan rivayet ettikleri şu sahih hadîs
de bu konuda yeterli delillerden biridir:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz kabirlerin kireçlenmesini, üzerine bir şeyler yapılmasını, bir
şeyler yazılmasını ve basılmasını men'etmiştir." Ancak Sahîh'i Müslim'de
bu hadis, "bir şey yazılması" cümlesine yer verilmeksizin rivayet
edilmiştir. Kabirler üzerine oturmak, daha çok ayakla basılmak suretiyle olur.
460 nolu İbn Ömer hadîsi,
bazı namazların evde kılınmasını tavsiyeye yönelik bir hüküm taşımaktadır.
Kurtubî, bundan maksat nafile namazlardır, demiştir. Çünkü Sahîh-i Müslim'de
Câbir (r.a.)’dan yapılan rivayette şöyle buyurmuştur:
"Sizden
biriniz namazını camide kılıp tamamlayınca, namazından bir nasip de evine
ayırsın."
Kadı Iyaz ise, bu
hadîsi şöyle yorumlamıştır:
"Farz namazınızdan
bir kısmını evinize ayırınız ki, mescide çıkmayan kadın ve yaşlılar size uyup
cemaat halinde namaz kılabilsinler..." Hafız İbn Hacer, Kadı lyaz'ın bu
yorumunun bir ihtimal taşıdığını belirterek birinci görüşün daha râcih
olduğunu söylemiştir.[509]
461 nolu Cüdeb b.
Abdullah hadîsini Nesâî tahric etmiş; Buharî, Müslim ve Nesâî. Hz. Aişe
(r.a.)'dan rivayet etmişlerdir. Ayrıca
Buharî ve Müslim, Ebü Dâvud ve Nesâî Ebû
Hüreyre (r.a.)'den de buna benzer bir rivayet nakletmişlerdir. Ebû Dâvud ve
Tirmizî, İbn Abbas'tan (r.a.) rivayet etmişler ve Tirmizî hadîsi
hasenlemiştir. Ahmed b. Hanbel ile Taberânî ise, Üsame b. Zeyd'den (r.a.)
isnad-i ceyyid ile rivayet etmişlerdir. Ayrıca Taberânî, İbn
Mes'ud (r.a.)'den isnad-i ceyyid ile rivayet etmiştir. Hafız Bezzar ise,
Hz. Ali'den (r.a.) rivayet etmiştir. Ancak isnadında Ömer b. Sühban
bulunuyor ki, bu zat metrûkü'l-hadîstir. Ahmed b. Hanbel, onun rivayetinin bir
şey olmadığını belirtirken, Buhari, "münkerü'l-hadis" tabirini
kullanmıştır. Dârukutnî ise, "mütrukü'l-hadîs" demiştir.[510]
Hadîs, peygamberlerin
ve sâlih kişilerin kabirlerini mescid edinmenin tahrimine delâlet ediyor. İlim
adamlarımız ise, Peygamber (a.s.) Efendimizin vefatından beş gün önce böyle bir
uyanda bulunması, kabrine ölçüsüz şekilde tazimi önlemeye ve o yüzden ilâhi
sınırları aşmalarına engel olmaya yöneliktir. Çünkü geçmiş ümmetlerde olduğu
gibi, bazan bu, insanları küfre kadar sürüklemekte, her türlü ölçüyü
aşmaktadır.
O bakımdan ashab ve
tabiîn, Mescid-i Saadet'i büyültmek istediklerinde, kabr-ı şeriflerinin
bulunduğu Hz. Aişe'ye ait odayı ve diğer bazı hücreleri mescide dahil etmek
istediklerinde, mescidin içinde kabir bulunmasın diye Resûlüllah (a.s.)
Efendimizin kabrinin çevresine yerden tavana kadar demir parmaklıklar
yerleştirip görünmeyecek duruma getirmişler ve böylece aklı ermeyen bazı kişilerin
kabre yönelip namaz kılmalarını veya kıbleye yöneldiklerinde bazı kişilerin
önünde meydanda kabrin bulunmasını önlemişlerdir.
462 nolu hadîsi İbn
Mâce tahrîc etmiş, Müslim ise Cabir b. Semüre'den Ebû Dâvud: Berâ'dan, İbn Mace
ayrıca Abdullah b. Muğfel'den ve İbn Ömer'den Buhari ve Müslim, Enes
(r.a.)'den, Taberâni, Üseyd b. Hudayr'den rivayet etmişlerdir
Ahmed b. Hanbel, bu
hadisle istidlal ederek, develerin çöküp yattığı yerde hiçbir suretle namaz
kılmak sahih değildir, demiştir. Kılan olursa, iade etmesi gerekir. İmam
Mâlik'ten, deve ağlından başka namaz kılacak yer bulamayan kimseye orada namaz
kılma ruhsatı verilebilir mi? diye sorulduğunda, hayır, orada kılamaz, diye
cevap vermiştir. O yere bir yaygı üzerinde namaz kılsa olmaz mı? denilince,
yine hayır, olmaz, demiştir. İbn Hazım da aynı görüştedir. Cumhura göre,
buradaki nahiy, kerâhate hamledilir. Ancak o yerde necaset bulunursa, o
takdirde nehiy tahrîme hamledilir.
Ancak bu konuda nahyin
illetinin sırf olmadığı anlaşılıyor. Çünkü koyun-keçi ağlında da aynı ölçüde
necaset söz konusu olabilir, oysa o ağıllarda namaz kılmaya cevaz verilmiştir.
Demek oluyor ki, illet bizatihi necaset değildir, develerin bazan azgınlık ve
hırçınlık göstermesi, namaz kılmakta olan kişiyi çiğneyip zarar vermesi söz konusudur.
Nitekim az yukarıda Ebû Cafer et-Tahavî'nin de bununla ilgili görüş ve
tesbitlerini nakletmiştik.
Bunu kuvvetlendirir mâna ve
muhtevada Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde Abdullah b. Muğfel'den rivayet ettiği
bir hadîs vardır. Resûlüllah (a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuştur.
"Develerin
yataklarında namaz kılmayın, çünkü gerçekten onlar cinden yaratılmışlardır;
ürküp azdığı zaman onların gözlerini ve tavırlarını görmüyor musunuz?"[511]
Koyun ağılında namaz
kılmakla ilgili emir ise, ibâhe üzeredir, yani o yerde namaz kılmanın vâcib
değil, mübah olduğuna delâlet eder.
Sonuç olarak İbn Hazım
bu konuda diyor ki: "Deve yatağında namaz kılmayı yasaklayan hadîsler
nakil yönünden tevatür derecesindedir ki, kesin bilgiyi gerektirmektedir.[512]
463 nolu Zeyd b.
Cübeyre hadîsini aynı zamanda Abd b. Hümeyd kendi müsnedinde rivayet etmiş,
Tirmizî ile İbn Mâce kendi sünenlerinde ona yer vermişlerdir. Tirmizî, hadîsin
isnadının pek kuvvetli olmadığını, Zeyd b. Cübeyre'nin hıfız hususunda
istenilen güçte sayılmadığını söylemiştir. Zehebî ise, Zeyd'in babasının adı
Cebire olarak belirlemiş ve ravi hakkında şunları tesbit etmiştir: Buhari ve
diğer hadis âlimleri onun metruk olduğunu İbn Ebî Hatim ise, onun hadîsi
yazılmaz, İbn Adiy ise, onun rivayet ettiklerinin hemen çoğuna uyulmaz,
demişlerdir.[513]
Zeyd'in rivayet ettiği
bu hadîsi, Leys b. Sa'd, Abdullah b. Ömer el-Ömeri’den, o Nâfi'den, o da İbn
Ömer'den (r.a.), o da Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'den rivayet etmiştir.
İbn Mâce'nin aynı
hadîsi rivayetinin isnadında Abdullah b. Sâlih ve Abdullah b. Ömer el-Ömerî
bulunuyor ki, ikisi de zayıftır. Ancak İbn Seken ve İmamü'l-Haremeyn onu
sahîhlamışlardır.
1- Şâriin
belirttiği bazı yerler dışındaki yerlerde namaz kılmakta bir sakınca yoktur.
2- Temiz
olduğu takdirde her toprakla teyemmüm etmek caizdir. Ancak gasbedilmiş, zulmen
alınmış bir toprak üzerinde hem namaz kılmak, hem onunla teyemmüm etmek
mekruhtur.
3-
Kabristanda ve kabirlere doğru namaz kılmak mekruhtur. Ancak kabristanda namaz
için özel bir yer ayrılmışsa, kıbleye yöneldiğinde kabirler namaz kılınan
kıble cihetine rastlamıyorsa, o takdirde o yerde namaz kılmak caizdir.
4- Farz
namazlar dahil olmak üzere bütün namazları cami ve mescitlerde kılıp evi
namazsız bırakmak pek uygun değildir. O bakımdan namazlardan bir kısmını zaman
zaman evde kılmak sünnettir. Nitekim Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, bazı vakit
sünnetlerini evinde kılar, gece namazlarını ise hep yattığı odada kılmıştır.
5- Cami ve
mescitlerin içine ve avlusuna ölü defnetmek mekruhtur. Mescid-i Saadet'te
Resûlüllah'ın kabri o bakımdan ayrı bir bölüm haline getirilmiştir.
6-
Koyun-keçi ağılında, yere bir yaygı sermek suretiyle namaz kılmak mübahtır.
7- Deve
yatağında namaz kılmak mutlaka mekruhtur.
8- Çöplükte,
mezbahada, hamamda, necaset bulunan yerde namaz kılmak keza mekruhtur.
Bilindiği gibi, Kabe
yeryüzüne konulan ilk mâbeddir. Bundan maksat, Allah'a ibâdet için konulan
mâbedlerin ilki demektir. Namazda müslümanların kıblesi olarak belirlenmiştir.
Kabe, dört duvarla
çevrili, küp veya dikdörtgen şeklindedir. Sadece bir kapısı vardır. Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz Mekke'yi fethettiği gün, Kabe'nin kapısı açıldı ve yanında
Usame b. Zeyd, Bilâl ve Osman b. Talha bulunduğu halde içeri girdikten sonra
kapı kapatıldı. Bir süre sonra kapı açıldığında Resûlüllah (a.s.) Efendimiz dışarı
çıktı, içerde namaz kılıp kılmadığı Bilâl'dan sorulunca, "iki yemanî sütun
arasında namaz kıldı" diye cevap verdi.
O günden buyana önemli
kişilere Kabe'nin kapısı açılır ve içeri giren kimse, Resûlüllah'ın orada iki
rek'at nafile namaz kıldığı gibi, iki rekât namaz kılar ve öylece çıkar.
Konuyla ilgili
hadîsler:
İbn Ömer (r.a.)'den
yapılan rivayette, şöyle demiştir:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz ve yanımda Üsâme b. Zeyd, Bilâl ve Osman b. Talha bulunduğu
halde Beyte (Kabe) girdiler ve kapıyı kapadılar. Kapıyı açtıklarında ilk oraya
sokulup soran ben oldum, Bilâl ile karşılaştım ve kendisine sordum, Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz içeride namaz kıldı mı? O bana şöyle dedi: Evet, Yemânî iki
sütun arasında namaz kıldı."[514]
Yine İbn Ömer
(r.a.)'den yapılan rivayete göre, o, Bilâl'a şunu sormuştu:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz Kabe'de namaz kıldı mı?" O da şu cevabı vermişti:
"Evet, Kabe'ye
girdiğinde solundaki iki sütun arasında iki rek'at namaz kıldı, sonra dışarı
çıkınca Kabe'ye yüzçevirip iki rekât namaz kıldı."[515]
Resûlüllah'ın (a.s.)
Kabe'nin içinde iki rekât namaz kılması, Mekke'nin fethinde gerçekleşen bir olaydır.
Ancak Resûlüllah (a.s.) Efendimizle
birlikte içeriye girenler hakkında farklı rivayetler
el-Ezrakî ise,
Resûlüllah (a.s.) Efendimiz Kabe'den dışarı çıkarken kapıda Halid b. Velid
(r.a.) bulunuyordu ve insanların izdi vardır: Sahîh-i Müslim'den içeriye yalnız
Peygamber (a.s.) Efendimizin girdiğine dair bir rivayet vardır. Nesâi'nin İbn
Avn tarikiyle Nâfi'den yaptığı rivayette ise, Peygamber (a.s.) Efendimizle beraber
içeriye girenlerin şu dört kişi olduğu belirtiiliyor: Fazıl b. Abbas, Üsâme,
Bilâl ve Osman...Ham yapmasını önlemeye, Peygamber (a.s) rahat yürümesini
sağlamaya çalışıyordu.
Naklettiğimiz her iki
hadis de Kabe'nin içinde namaz kılmanın meşruiyetine delâlet etmektedir.
Peygamber (a.s.) Efendimiz içeri girince kapının kapatılmasına rıza göstermesi,
Kabe'nin içinde namaz kılmanın sünnet kılınmayacağını iş'ar için değil,
oradaki insanların içeriye girip sıkıntı doğurmamalarına yönelik bir
tedbirdir. Osman b. Talha'nın içeriye alınması, Kabe anahtarını taşıma görevinden
azledilmediğini bildirmek içindi. Çünkü o güne kadar Kabe'nin anahtarı hep o
ailenin elinde bulunuyordu. Resûlüllah (a.s.) Efendimiz onları o şereften
mahrum etmek istemedi.
Bu konuda Buharî'nin
İbn Abbas (r.a.)'dan yaptığı diğer bir rivayette Resûlüllah (a.s.) Efendimizin
Kabe'nin içinde tekbir getirdiği, fakat namaz kılmadığı belirtilmişse de, ilk
iki rivayet daha sabit ve daha sıhhatlidir. Çünkü o gün Peygamberle (a.s.)
içeri giren Bilâl idi, İbn Abbas değildi.
Bazıları bu farklı
rivayetler arasını telif etmek için, Resülüllah'ın biri fetih gününde, biri de
Veda haccında olmak üzere iki defa Kabe'nin içine girdiğini, birinci girişinde
iki rekât namaz kıldığını, ikinci girişinde sadece tekbir getirmekle
yetindiğini söylemişlerse de, Resûlüllah'ın (a.s.) Veda Haccında Kabe'nin içine
girdiğini isbât eden yeterli delil tesbit edilememiştir. Nitekim el-Ezrâkî
Mekke Kitabı'nda, birçok ilim adamlarından naklederek konuyu yeterince
açıklamış ve Resûlüllah'ın (a.s.) sadece fetih günü Kabe'nin içine girip içerde
iki rekât namaz kıldığını yazmıştır. Ancak fetih günü iki defa girdiğinin
ihtimal dahilinde bulunduğunu unutmamak gerek...
Müctehid imamların bu
husustaki tesbit ve ictihadlari:
a) Hanefilere göre:
Kabe'nin içinde hem
farz, hem nafile namaz kılmak sahihtir. İçeride cemaat halinde kıldıkları
zaman, imamın etrafında bir halka oluşturdukları takdirde cemaatten bir
kısmının arkası imamın arkasına, bir kısmının yüzü imamın arkasına dönük
olursa, yine de kılınan namaz sahih.kabul edilir. Ancak cemaatın yüzü imamın
yüzüne karşı gelir de arayerde sutre bulunmazsa, o takdirde kerâhat söz
konusudur. Aynı zamanda sırtını imamın
yüzüne dönük vaziyette namaz kılan kimsenin o namazı caiz olmaz.[516]
b)
Mâlikilere göre:
İmam Mâlik, Kabe'nin
içinde ne farz, ne de vâcib olan tavafın iki rek'atını kılmak caizdir; aynı
zamanda Hicir'de de bunları kılmak caiz değildir, demiştir. Bunun gibi vitir
ve sabahın iki rekât namazı da Kabe'nin içinde kılınmaz. İmam Mâlik'den farz
namazı Kabe'nin içinde kılan kimse hakkında sorulduğunda şu cevabı vermiştir:
Vakit içinde bulunuyorsa iade eder.[517]
c) Şâfiilere
göre:
Kabe'nin içinde farz
veya nafile namaz kılan kimse, isterse bunu yıkılmış bulunan Kabe'nin
arsasında veya damında kılsın, önünde bir zira'ın üçte iki uzunluğunda bir
sütre bulunursa, caizdir. O halde Kabe'nin içinde farz ve nafile kılmakta bir
sakınca yoktur. Kabe'nin damında veya yıkılmış ise arsasında namaz kılarken herhalde
önüne belirtilen yükseklikte bir sütre koyması gerekir, aksi halde kıldığı
namaz sahîh olmaz. Sütre, taş, toprak yığını ve benzeri bir şey de olabir.[518]
d)
Hanbelîler'in bu mesele hakkındaki görüş ve ictihadlarını tesbit edemedim.
1- Kabe'nin
içinde farz ve nafile namaz kılmak caizdir. Bu, Hanefi ve Şâfiilere göredir.
Mâlikîlere göre, caiz değildir.
2- Kabe'nin
içinde tekbîr getirmek de caizdir.
3- Kabe'nin
kapısını dinimizce önemli sayılan bazı zevata açmakta bir sakınca yoktur.
Müctehid imamlar
zamanında bugünkü seri vasıtaların çoğu yoktu. Karayolunda da, merkep, deve
gibi bineklerle yolculuk yapılır, denizde ise, yelkenli gemilerle seyahat
edilirdi. O bakımdan namaz konusunda sadece bu nakil vasıtası üzerinde
durulmuştur. Biz önce müctehidlerin ilgili görüş, tesbit, istidlal ve
ihticaclarını nakletmeyi, sonra da bugünkü seri vasıtalarla yapılan yolculukta
nasıl namaz kılınacağını belirteceğiz.
İlgili hadîsler:
İbn Ömer (r.a.)'den
yapılan rivayette, demiştir ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz den gemide nasıl namaz kılayım? diye sorulduğunda şu cevabı
verdi:
"Ayakta durup
namaz kıl, meğer ki, boğulmaktan endişe etmiş olasın, (o takdirde oturarak da
kılabilirsin."[519]
Ebû Ya'lâ b. Mürre'den
yapılan rivayette, demiştir ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz, ashabı da beraberinde dar bir yere geldiler. Resûlüllah
(a.s.) bineği üzerinde idi; üzerlerinde yağmur, altlarında ıslaklık vardı.
Namaz vakti girdi; müezzine emretti, ezan okuyup ikamet getirdikten sonra
Resûlüllah bineği üzerinde bulunduğu halde öne geçip ashabına namaz kıldırdı.
Baş işareti yapıyor, secde için başını rükû'dan daha fazla eğiyordu.[520]
Amir b. Rabi'a
(r.a.)'den yapılan rivayette demiştir ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimizi bineği üzerinde nafile namaz kılarken gördüm, hangi yana
yönelip gidiyorsa başıyla o yana doğru ima' ediyor (rükû' ve secdeler için
başını hafif eğiyordu). Ama farz namazlarda böyle yapmıyordu."[521]
Hadislerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Gemide
ayakta durup namaz kılmak vâcibdir. Ancak boğulmak ve benzeri bir tehlike söz
konusu olunca, oturarak da kılınabilir.
2- Şehir
dışında, yolculuk halinde yağmurlu ve çamurlu bir havada binek üzerinde farz
namazları kılmak caizdir.
3- Yine
böyle havalarda imamın binleği üzerinde öne geçip cemaatına namaz kıldırması,
rükû ve secdeleri baş işaretiyle yerine
getirmesi caizdir.
4- Binek
üzerinde namaz kılan kimsenin rükû' ve secdeler için başını hafif eğmesi, ancak
secde için biraz fazla eğmesi gerekir.
5- Binek
üzerinde nafile namaz kılarken bineği durdurmaya ve kıbleye yönelmeye gerek
yoktur. Binek hangi cihete yönelip gidiyorsa, üzerindeki kişi de o yana
yönelik olarak nafile namaz kılar, bunda bir sakınca yoktur.
Hadîslerin ışığında
müctehid imamların görüş, istidlal ve ihticacları:
a)
Hanefilere göre:
Binek üzerinde farz
namazları, vitir ve adanarak vâcib olan namazlar ve bir de başlandıktan sonra
bozulup yeniden kılınan nafile namazları kılmak sahih değildir. Bunlar gibi
cenaze namazı, yerde okunan secde âyetinden dolayı tilâvet secdesi de binek
üzerinde yerine getirilmez. Ancak, indiği takdirde mal ve canına bir tehlike
geleceği, malının çalınma endişesi bulunduğu veya yerin namaz kılınmayacak
kadar çamurlu olduğu durumlarda sözü edilen namazları binek üzerinde kılmak
caizdir. Aynı zamanda bineğin hırçın ve tekrar binmeğe pek imkân vermemesi
veya kişinin hasta olup binip inmesinin çok sıkıntı ve tehlike doğurması gibi
haller de istisnanın kapsamına girmektedir.[522]
Nafile namazları ise,
hayvan hangi cihete yönelip giderse gitsin, binek üzerinde baş işaretiyle
kılmak caizdir.
Binek üzerine konulan
mahfe içinde de farz ve vâcib namazları kılmak sahih değildir. Ancak yerle
irtibatı sağlanır şekilde altına bir destek konulduğu ve binek de hareket
etmediği takdirde, caiz olur. Nafile namazı ise kılmakta bir sakınca yoktur.[523]
Binek üzerinde nafile
namazı, şehir dışına çıktığı takdirde caizdir. Şehir içinde binek üzerinde
hiçbir namaz caiz ve sahih olmaz. Şehir dışına çıkıldığında ister üç konaklık,
ister daha az bir mesafeye yolculuk etsin fark etmez, her iki durumda da
nafile namazları binek üzerinde kılabilir. Bu binek hangi istikamette yol
alıyorsa, kişi yüzünü o tarafa çevirmiş bir halde namazını kılar, başka bir
tarafa yüzünü çevirmesi caiz değildir.[524]
Binek üzerinde namaz
kılarken semer, palan, eyer veya ön kısma konulmuş bir şey üzerine başını
koyup secde etmesi caiz olmaz. Hem rükû'u, hem secdeleri baş işaretiyle yerine
getirir; secde için başını biraz daha eğer...[525]
Gemide namaz kılmak:
İmam Ebû Hanife'ye
göre, seyir halinde bulunan gemide hiçbir özür yokken oturup namaz kılmak
sahihtir. Ancak rükû ve secdeleri, gemi dışındaki gibi yerine getirir, baş
işaretiyle yetinmez. Çünkü ayakta durmak çoğu zaman baş dönmesine, bulantıya
neden olur, ama rükû' ve secdede böyle bir durum söz konusu değildir.
O halde gemide
oturarak hem farz, hem vacip namazları, rükû, ve secdeleri tam yaparak kılmak
sahihtir. Ama gemiden çıkıp müsait bir yerde kılma imkânı varsa, o daha
faziletlidir.
İmam Ebû Yusuf ile
İmam Muhammed'e göre, bir özür yokken gemide oturarak namaz kılmak sahih
değildir; en zahir olan budur. İmameyn bu meselede yukarıda mealini naklettiğimiz
487 nolu İbn Ömer hadîsiyle istidlal etmişlerdir.[526]
Tabiînden Mücahit
diyor ki:
"Gemide bir
cenaze namazını oturarak kıldık, oysa isteseydik ayakta da kılabilirdik. İbn
Ömer ile Cafer hadîsleri nedb (mendubiyet) üzere hamledilir."
İbn Sirîn de diyor ki:
"Biz Enes (r.a.)
ile beraber gemide oturarak namaz kıldık. İsteseydik, kıyıya çıkıp orada
kılabilirdik, ama öyle yapmaya gerek görmedik."[527]
Liman veya rıhtıma
halatlarla bağlandığı halde rüzgârın denizde çalkantı meydana getirmesi
sebebiyle sallanan gemi, hareket halinde olan gemi gibidir, namaz konusunda
aynı hükmün kapsamına girer. Ama yerinde sakin duran gemide artık oturarak
namaz kılmak mekruhtur, hattâ hanefilerin çoğuna göre, caiz değildir.
Fetâvâ-yı Hindiyye'de
İmam Ebû Hanîfe'nin görüşü, Tahtavi'nin tesbitinden biraz farklı olarak şöyle
nakletmiştik: Gemi hareket halinde iken ayakta durup namaz kılma imkânı varsa,
oturarak kılmak mekruhtur. Bu, İmam Ebu Hanife'ye göredir. İmameyne göre, caiz
değildir. Ama gemi limana bağlı ise, o takdirde oturarak namaz kılmak bil’icma'
caiz değildir.[528]
b) Şâfiîlere
göre:
Yolculuk halinde
bulunan kimsenin süvari ve yaya olarak kıbleye yönelmeksizin nafile namazı
kılması caizdir. Yolculuk ettiği mesafenin uzun olması şart değildir. Hayvan
hangi cihete doğru yol alıyorsa, o da o cihete yönelik bir halde namaz
kılabilir. Kıbleden başka bir cihete yönelmek için yolunu çevirmesi doğru
olmaz. Hayvan üzerinde rükû' ve secde etmek mümkün olduğu takdirde baş
işaretiyle bunları yerine getirmez. Bunun gibi, kıbleye yönelmesi kolay
gelirse, yönelir, değilse sadece namaza giriş tekbirinde yönelmekle yetinir.
Yaya olarak yolculuk
yapan kimsenin yürür halde nafile namaz kılması caizdir; ancak hem ilk
tekbirde, hem rüku ve secdelerde kıbleye yönelmesi ve sadece ayaktaki rüknü
yerine getirirken yürümesi caizdir.[529]
c)
Hanbelîlere göre:
Uzun bir seferde binek
üzerinde nafile namaz kılmanın cevazı hakkında ilim ehli arasında muhalif bir
görüş bilmiyoruz. İbn Abdi'1-Berr ise, içinde kasr-i salât (dört rek'atlı
farzları iki rekât olacak kılma) imkânı olan her seferde nafile namazı binek
üzerinde kılmanın cevazında icma' vardır, demiştir. Rükû' ve secdeleri baş
işaretiyle yerine getirir, ancak secde için başını biraz daha eğer. Kısa
mesafeli bir yolculukta ise, İmam Ahmed'e göre binek üzerinde nafile kılmak
mübahtır. Nitekim Leys, Hasan b. Yahya, Evzâî, Şafiî ve rey tarafdarı imamlara
göre de mübahtır. Çünkü bu, mücerred yolculukta bir ruhsattır, yolculuk kısa
veya uzun olabilir, farketmez.
Hanbelîler de bu
konuda İbn Ömer hadîsiyle istidlal etmişlerdir.
Binek üzerinde genişçe
bir yer varsa, büyükçe mavnalarda olduğu gibi, kişi o yerde istediği gibi,
istediği cihete dönebiliyorsa, o takdirde kıbleye yönelmesi gerekir, aynı
zamanda baş işaretiyle değil, doğrudan secde ederek namazını kılar. Çünkü o bu
durumda, gemiye binmiş kimse gibidir. Sadece rükû ve secdeler dışında kıbleye
yönelme imkânı varsa, yönelir.[530]
Yaya olarak yolculuk
yapan kimsenin, yürür halde namaz kılması caiz midir? el-Harki'nin görüşünün
zahirine bakılırsa, caiz değildir. Ancak bu hususta İmam Ahmed'den iki ayrı
rivayet vardır ki, biri şöyledir: Yürür halde namaz kılabilir diyenin sadece
Ata’ olduğunu biliyorum. Yaya yürüyenin o vaziyette namaz kılması benim pek
hayretime mucip olmuyor. Diğer rivayete göre, yolcu yaya yürüdüğü halde namaz
kılabilir, demiştir.[531]
d)
Mâlikîlere göre:
İmam Mâlik'e göre,
binek üzerinde ancak uzun bir seferde, yani üç konak veya daha fazla bir
mesafeye yapılan yolculukta mübahtır.[532]
Gemide ise, dışarı
çıkıp kılma imkânı varsa, öyle yapar; değilse içinde kılması kâfi gelir. Gemide
ayakta durup kılma imkânı varsa, oturarak kılmaz. Gemide namaz kılarken kıbleye
yönelirler. Gemi döndükçe onlar da kıbleye doğru dönerler. Dönme imkânları
yoksa, yönelmiş bulundukları cihete doğru kılmaları da kâfi gelir.[533]
Vitir namazının binek
üzerinde kılınıp kılınmayacağı hakkında farklı görüş ve tesbitler vardır. Ebû
Cafer et-Tahavî bununla ilgili 13 kadar rivayet tesbit edip nakletmiştir. Biz
birkaç tanesini, konuyu açıklama bakımından nakletmekle yatiniyoruz:
Salim b. Abdullah'dan
o da babasından rivayet etmiştir; babası şöyle demiştir:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz binek üzerinde hangi cihete yönelmişse o cihete doğru namaz
kılar ve aynı zamanda vitir namazını da binek üzerinde kılar, sadece farz
namazları kılmazdı."[534]
Said b. Yesar diyor ki: Abdullah b. Ömer (r.a.) ile beraber Mekke
yolunda yolculuk yapıyorduk. Fecir doğar endişesiyle bineğimden inip vitir
namazını kıldım. Bunun üzerine Abdullah (r.a.) bana, "Nerede
bulunuyorsun?" diye sordu. Ben de, fecir doğar endişesiyle inip vitir
namazını kıldım, dedim. Buyurdu ki: "Senin için Resûlüllah'ta (a.s.) güzel
örnek yok mudur?" Ben de elbetteki vardır, dedim. "Şüphesiz ki Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz devesi üzerinde vitir namazını kılardı" buyurdu.[535]
Böylece ilim
adamlarından bir grup yukarıdaki rivayetlere dayanarak, nafile namazların
binek üzerinde kılındığı gibi, vitir namazının da kılınacağını söylemişlerdir.
Diğer bir grup ise, onlara muhalefet ederek vitir namazını binek üzerinde
kılmanın caiz olmadığını belirtmişlerdir. Bu ikinci grubun delil ve hücceti
ise, Resûlüllah'ın (a.s.) farz ve vâcib namazları binek üzerinde kılmadığına
dair olan rivayetlerdir. Nitekim Ebû Bekre'nin yaptığı rivayete göre, Mücahit
şöyle demiştir: Doğrusu İbn Ömer (r.a.) yolculukta, hangi cihete yönelirse
yönelsin bineği üzerinde (nafile) namaz kılar, ancak vitir namazını kılmak
istediğinde, bineğinden inip onu yerde kılardı."[536]
Birinci grup bunlara
cevap vererek şöyle bir yorumda bulunmuşlardır: İbn Ömer'in inip vitri yerde
kılması, onu binek üzerinde kılmasına engel sayılmaz. Nitekim Nafi'den yapılan
rivayette, şöyle demiştir:
"İbn Ömer (r.a.)
vitir namazını bineği üzerinde kılardı, bazan da inip yerde kıldığı
olurdu..."[537]
Ebû Cafer ilgili
rivayetlerden sonra şöyle diyor:
"Bu hususta kaide şöyledir:
Ayakta durup namaz kılmaya gücü yeten kimse oturarak kılmaz. Seferde
bineğinden inip binmeğe gücü yeten kimse de,
vitir ve farz namazları biniti üzerinde kılmaz."
Diğer rivayetler,
yorumlar ve tahliller:
487 nolu İbn Ömer
hadisini, el-Hâkim, Cafer b. Berkan tarikiyle rivayet etmiştir. Hadisin zahiri,
gemide bir özür olmaksızın oturarak namaz kılmanın caiz olmadığına delâlet
etmektedir. Bu görüşü savunanlar şu hadîsi de delil olarak göstermişlerdir:
"Hasta kimse,
gücü yetiyorsa ayakta namaz kılar; yetmiyorsa oturarak kılar. Secde edemiyorsa,
baş işaretiyle secde eder ve secdesi için başını rükû'da eğdiğinden biraz çok
eğer. Oturarak kılamıyorsa, sağ yanı üzerine uzanarak kıbleye müteveccihen
namaz kılar. Buna da gücü yetmiyorsa, ayaklarını kıbleye doğru uzatıp sırt
üstü uzanarak namaz kılar..."[538]
Ancak bu hadisin
isnadında Hüseyin b. Zeyd bulunuyor ki, İbn Medeni onun zayıf olduğunu
söylemiştir. Ayrıca isnadında Hasan b. Hüseyin el-Urnî bulunuyor ki, bu zat da
metruktür. İbn Hibbân onu sıkat (güvenilirler) arasında anmıştır. Yahya b. Maîn
zayıf olduğunu belirtmiştir.[539]
Zehebî, Hasan b.
Hüseyin el-Urnî hakkında şunları tesbit etmiştir: Ebu Hatim, onun saduk
(doğru, güvenilir) olmadığını söylemiştir. Aynı zamanda Şia'nın ileri
gelenlerindendir. İbn Adiy, onun hadisinin sıkanın hadisine benzer tarafı
yoktur, derken İbn Hibban onun hayli yanılıp kaydığı yerler olmuştur, der.[540]
O bakımdan İmam Nevevî,
Darekutnî'nin rivayet ettiği bu hadîsin zayıf olduğunu belirtmiştir.
Hafız Bezzar ile
Beyhakî'nin tahrîc ettikleri bir hadîs ise şu lâfızla tesbit edilmiştir:
"Gücün yeterse
yerde namaz kıl, yetmezse ima' (baş işaretiyle) kıl ve secdesini rükû'dan biraz
daha (başını) eğerek yerine getir."
Ebu Hatim, bu hadîsin
mevkuf olduğunu, merfu' diyenlerin hatâ ettiğini belirtmiştir.[541]
438 nolu Ya'lâ b.
Mürre hadîsini Nesâi ile Darekutnî tahrîc etmişler ve Tirmizî onun garip
olduğuna dikkatleri çekmiştir. Çünkü râvilerden Amir b. Riyan yalnız başına
kalmıştır. O bakımdan müctehidlerin çoğu hüccet olarak almamışlardır.
Hadîsin zahiri, binek
üzerinde farz namaz kılmanın sıhhatına delâlet etmektedir.
489 nolu Amir b.
Rabi'a hadisi genellikle sahih kabul edilmiştir. Buhari, Ebu Dâvud ve Tirmizî,
Câbir'den rivayet etmiş ve Tirmizi onu sahihlemiştir. Buna benzer birkaç
tarikten daha rivayet edildiği tesbit olunmuş, çoğunun isnadı sahîh kabul
edilmiştir.
1-
Yolculukta binek üzerinde nafile namaz kılmaya ruhsat verilmiştir. Binek hangi
cihete gidiyorsa, oraya doğru kılınır.
2- Binek
üzerinde farz ve vâcib namazları kılmak caiz değildir. Ancak mal, can ve
eşyanın telef olma korkusu veya yerin fazla çamurlu, veya hayvanın binip
inmede huysuzluk ettiği gibi mazeretler karşısında farz ve vâcib namazları
binek üzerinde kılmaya cevaz verilmiştir.
Bu daha çok İmam Ebû
Hanife'nin ictihadıdır.
3- Binek
üzerinde nafile namaz ancak şehir dışına çıkıldığında caizdir. İmam Mâlik'e
göre, üç konaklık bir yolculuğa çıkıldığı takdirde caizdir.
4- Yaya
olarak yolculuk eden kimsenin de yolda yürür halde nafile namaz kılması
caizdir, ancak iftitah tekbirinde ve bir de rükû' ve secdelerde kıbleye
yönelmesi gerekir. Bu, daha çok İmam Şafiî'nin ictihadıdır.
5- Hayvan üzerinde
namaz kılınırken baş işaretiyle rükû' ve secdeler yerine getirilir. Semer veya
palan ve eyer üzerine secde edilmez.
6- Binek
üzerinde dönme imkânı olacak kadar geniş bir yer varsa, o takdirde kıbleye
yönelip namaz kılması ve baş işaretiyle değil, doğrudan rükû' ve secde yapması
gerekir. Bu daha çok İmam Ahmed'in ictihadıdır.
7- Gemide,
hareket halinde ise veya limanda rüzgarın tesiriyle sallantı halindeyse,
oturarak namaz kılmakta bir sakınca yoktur. Bu İmam Ebû Hanîfe'nin
ictihadıdır.
8- Ayakta
durup kılabiliyorsa, o takdirde oturarak kılması câiz değildir. Bu, imameynin
ictihadıdır.
9- Gemiye
kıyasla uçak ve otobüslerde ayakta durup namaz almak mümkün olmadığından
oturduğu yerde, iftitah tekbiri getirirken yüzünü göğsüyle birlikte kıbleye
çevirmek kâfidir. Ondan sonra yönelmiş bulunduğu cihete
dönerek baş işaretiyle namazını kılar. Otobüs veya uçağın namaz vakti
müsait bir yerde mola vermesi kesinse, o takdirde içinde kılmaya gerek kalmaz,
vaktin çıkması tehlikede olmadığı sürece, vasıta dışında namazını kılması daha
uygun ve sıhhatli olur.
Camiler Allah'ın
inayet ve rahmetinin, feyiz ve ikramının bolca tecelli ettiği kutsal yerlerdir.
Allah'ın varlığını ve birliğini kalbden dile, dilden dış organlara en anlamlı şekilde
aktaran mü'minlerin birleşip bütünleştiği en önemli mezkezlerdir. Ruh ve
bedenin terbiye edilip olgunlaştığı ilâhî mektepler; İslâm kültürünün
gönüllere ve kafalara işlendiği en mükemmel akademilerdir.
O bakımdan İslâm'da
mabedin yeri çok büyük, önemi kelimeyle anlatılamıyacak kadar kapsamlıdır.
Rasûlüllah (a.s.) Efendimiz, küfürün ve şirkin zulmünden kurtulup Medine'ye
hicret ettiğinde henüz şehre girmeden Küba dolaylarında ilk iş olarak bir
mescid yaptırdı ve ilk cumayı da orada kılarak cami ve mescidsiz bir müslüman
beldesinin, içinde incisi bulunmayan sedefe benzediğine işarette bulundu.
Tarih boyunca
İslâmiyeti ayakta tutan, dinden kaynaklanan ilim ve irfanı yaygınlaştıran ve
nesilden nesile ulaştıran vasıtaların başında cami ve mescid gelmektedir.
Bu sebeple ilim
adamları ve müctehit imamlar cami konusuna ağırlık vermiş ve müstakil bablar
meydana getirmişlerdir.
İlgili hadîsler:
Osman b. Affan
(r.a.)'den yapılan rivayette, şöyle demiştir: Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'den
işittim, buyurdu ki:
"Kim bir
mescid (cami) yaparsa, Allah onun için o mescidin bir mislini Cennet'te yapıp
hazırlar."[542]
İbn Abbas (r.a.)'dan
yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu
söylemiştir:
"Kim Allah
için, isterse bağırtlak kuşunun kendi yumurtası için yapmış olduğu yuva kadar
olsun, bir mescid yaparsa, Allah Cennet'te onun için bir ev yapar."[543]
İbn Abbas (r.a.)'dan
yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğunu
söylemiştir:
"Mescidleri
yapı olarak yükseltmekle emrolunmadım."
İbn Abbas (r.a.) bu
hadîsin yorumunda diyor ki:
"Yahudi ve
Nasarâ'nın kendi mabetlerini süsleyip şatafatlı ettikleri gibi, sizler de
herhalde mescidleri süsleyip şatafatlı yapacaksınız (ki bu doğru
değildir)."[544]
Enes (r.a.)'den yapılan
rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"İnsanlar
mescidler hakkında, (yaptıkları nakış motif, süsleme ve benzeri şeylerden
daloyı) övünmedikce kıyamet kopmaz!"[545]
Hadîslerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Cami
yapmak müekked sünnettir.
2- Allah
rıza için yapılan bir caminin mükâfatı Cennet'tir.
3- Cami ve
mescitleri lüzumundan fazla yükseltme bid'attır. Ancak bunun bid'at-ı hasene
olduğu söyleyebiliriz.
4- Camileri
nakış ve motiflerle yaldız ve renklerle süsleyip şatafatlı hale sokmak sünnete
aykırıdır. Bunları daha çok Yahudi ve Hıristiyanlar kendi mâbedlerinde
uygularlar.
5- Bir
beldede muhtelif semtlerde yapılan camileri süsleme ve şatafatlı duruma getirme
karşılıklı övünç nedeni kılınmadıkça kıyamet kopmaz, yani bu gibi sünnet dışı
düşünce ve davranışların yaygınlaşması, kıyamet alâmetlerinden biridir.
Hadîslerin ışığında
müctehit imamların görüş ve istidlalleri:
a) Hanefîlere göre:
Camileri kireç, alçı,
altun suyu ile süslemekte bir sakınca yoktur. Ancak bunlara harcanan parayı fakirlere
dağıtmak daha faziletlidir. Fetva da buna göredir. Camileri kireç ve benzeri
şeylerle yapıp sıvamak, güzel bir şeydir, çünkü böyle yapmakla sağlam bir bina
oluşturulmuş olur. Meşayıh'ten bir kısmı mihrap ve kıble tarafındaki duvarı
nakış ve motiflerle süslemenin mekruh olduğunu; çünkü bunun kalbleri meşgul
edeceğini söylemişlerdir. el-Fakiyh Ebu Cafer, Şerh-i Siyerü'l-Kebîr'de cami
duvarları üzerinde az olsun, çok olsun nakış bulundurmanın mekruh olduğunu
belirtmiş, tavanının az alarak süslenmesine ruhsat verildiğine dikkatleri
çekmiştir.[546]
Camileri vakıf
parasıyla süslemek pek iyi değildir, çünkü böyle yapmakta vakfın gelirini
zayı'etmek söz konusudur.
Camiyi gümüş suyuyla
süslemek, kişinin kendi malından sarfedilerek yerine getirilirse bir beis yoktur.[547]
Anlaşıldığı gibi,
Hanefî imamları camileri süsleme hususunda, rivayet edilen hadîsleri pek delil
olarak seçmemişlerdir. Çünkü çoğu haber-i vahit ile nakledilmiştir.
b) Şâfiîlere
ve Hanbelilere göre, altun ve gümüş ile süslemek, bu iki madenle nakışlamak
haramdır.[548]
c)
Mâlikîlere göre, camiyi süsleyip nakışlamak mekruhtur. Süsler altın ve gümüşle
olsa yine de farketmez. Ama kireç ve benzeri şeylerle yapıp sağlamlaştırmak
mendubdur.[549]
Diğer rivayetler,
yorumlar ve tahliller:
508 nolu hadîsi aynı
zamanda Taberânî el-Evsat'ta Ebu Bekre'den (r.a.), İbn Adiy ise el-Kâmil'de
rivayet etmişlerdir. Ancak Taberânî'nin rivayet zincirinde Vehb b. Hafs
bulunuyor ki, bu zat zayıftır. İbn Adiy'in rivayet zincirinde ise, el-Hakem b.
Yâ'lâ b. Ata' bulunuyor ki, bu zat da münkerü’l-hadîstir.[550]
İbn Mâce, Ömer'den ve
Ali'den (r.a.) rivayet etmiştir. Onun da isnadında İbn Lahiy'â bulunuyor ki, bu
zat da zayıf kabul edilmiştir. Nitekim daha önce Zehebî'nin onun hakkındaki
tesbitlerini nakletmiş bulunuyoruz.
İmam Tirmizi ise, Enes
(r.a.)'den rivayet etmiştir, onun da isnadında Zıyad en-Nemeri bulunuyor ki, o
da zayıf ravilerden sayılmıştır.
Aynı mealdeki hadîs
daha birçok tariklerden rivayet edilmişse de çoğunun isnadında zayıf veya
metruk kabul edilen raviler yer almaktadır.[551]
Aynı hadisin birçok
tariklerden rivayet edilmesi, aradaki bazı ravilerin zayıf kabul edilmesine
rağmen sahih sayılır ve ihticaca elverişlidir, denilebilir. O bakımdan mezhep
imamları dahil bütün ilim adamları hadisin delâlet ettiği hususu aynen benimsemişlerdir.
510 nolu İbn Abbas hadîsini İbn Hibban sahihlemiş
ve ricalinin sahih olduğunu belirtmiştir.
511 nolu Enes hadîsini
İbn Huzeyme sahihlemiş ve Buharî'de Enes'den rivayet edip taliken şu lâfızla
nakletmiştik
"Mescidleri
süsleyip yükseltmekle övünecekler, sonrada pek azı onları mamur edecek..."
1- Camileri
kireçle, altun ve gümüş suyuyla süslemekte bir
sakınca yoktur. Bu, Hanefîlere göredir.
2- Camilerin
mihrab ve kıble cihetini süsleyip nakışlandırmak mekruhtur. Bu, Hanefîlerin birkaç ileri gelenlerinin
ictihadıdır.
3- Tavanını
az miktarda süslemekte bir sakınca yoktur. Bu, Ebu Cafer'e göredir.
4- Camileri
altun ve gümüş ile süsleyip nakışlamak haramdır. Bu, Şâfiîlerle Hanbelîlere
göredir.
5- Camileri
süsleyip nakışlandırmak mekruhtur. Bu,
İmam Mâlik'e göredir.
6- Camileri
tezyin edip yükseltmek övünme, böbürlenme vesilesi olmamalıdır. Çünkü camiler
sırf Allah'a ibâdet için, O'nun rızasına erişmek maksadıyla yapılır.
7- Camileri
kireç, beton ve benzeri şeylerle yapıp sağlamlaştırmakta bir sakınca yoktur.
8- Vakıf
gelirlerini camilerin tezyinatına harcamak mekruhtur. Kişilerin kendi
mallarından bu tezyinat için sarfetmesine cevaz verilmiştir.
İslam, ibadeti
temizlikle birleştirip bütünleştirmiş, özellikle beden, elbise, cami, mescit,
ev ve sokak gibi hayatımızla içice olan şeyleri ciddi bir temizliğe tabi
tutmamızı emretmiştir.
Camiler, günde beş
defa mü'minlerin toplanıp biraraya geldiği hem kutsal yerler, hem de ilim ve
irfan meclisleridir. O bakımdan günde en az bir veya iki defa temizlenmesi,
güzel kokularla havasının değiştirilmesi ve pencerelerini belli vakitlerde
açıp içeriye temiz havanın girmesinin sağlanması müekked sünnetlerden biridir.
O bakımdan camileri
temizlerken burunlarına mabedin tozundan girenlerin Cehennem kokusu
almayacakları, yani Cehennem'in pis kokusu onların burnuna girmiyeceği haber
verilmiştir.
Bilindiği gibi,
Resûlüllah (a.s.) Efendimiz cami konusunda çok duyarlı idi, o kadar ki, soğan,
sarımsak, prasa gibi kokusu ağızda
kalıp etrafı rahatsız eden şeyleri
yedikten sonra camiye gelenleri uyarmış ve bu vaziyette mâbedlere, umumî
toplantı yerlerine girmeyi mekruh kılmıştır.
İlgili hadîsler:
Enes (r.a.)'den
yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğunu söylemiştir:
"Ümmetimin
ecirleri (sevap ve mükâfatları) bana arzolundu hattâ adamın mescidden dışarı
çıkardığı çer-çöp (ten dolayı verilen ecir ve sevap da gösterildi). Ümmetimin
günâhları da bana arz olundu. Adamın, Kur'ân'dan bir sûre veya âyet kendisine
verildikten (onu belledikten) sonra unutmasından daha büyük bir günâh
görmedim!"[552]
Hz. Aişe (r.a.)'den yapılan
rivayette, demiştir ki:
"Resûlüllah (a.s.)
Efendimiz mahallelerde mescidler yapılmasını, çok temiz tutulup güzel
kokularla havasının değiştirilmesini emretti."[553]
Semure b. Cündeb
(r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz kendi kabile ve semtimizde mescidler edinmemizi ve onları çok
temiz tutmamızı bize emretti."[554]
Câbir (r.a.)'den
yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:
"Sarımsak,
soğan ve prasa yiyen kimse bizim mescidlerimize yaklaşmasınlar; çünkü gerçekten
melekler, âdemoğullarınin tiksinip eza duyduğu şeylerden tiksinirler, eziyet
duyarlar."[555]
"Semure b. Cündab
(r.a.) yapılan rivayette, demiştir ki:
"Resûllüllah
(a.s.) bize, kendi mahalle, semt ve kabirlerimizde mescidler yapmamızı ve
yapısını uygun kılmamızı tertemiz tutmamızı emretti."[556]
Hadîslerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Cami ve
mescitleri süpürüp temiz tutmak müekked sünnettir veya vaciptir. Bunun
mükâfatı ise çok büyüktür.
2- Kur'ân'dan
bazı sure ve âyetleri öğrendikten sonra onları ihmal edip unutmak, büyük
günahtır.
3- Mahalle
ve semtlerde, köy ve kasabalarda cami yapmak vâcibdir.
4- Camileri
havalandırıp güzel kokuyla havasını değiştirmek sünnettir.
5- Sarımsak,
soğan, prasa ve benzeri tiksindirici koku yapan şeyleri yedikten sonra cami ve
mescitlere gitmek mekruhtur. Bunun gibi, toplum arasına katılıp çevreyi bu gibi
kerih kokularla rahatsız etmek de mekruh sayılmıştır.
6-
Meleklerin soğan, sarımsak, prasa ve benzeri şeylerin kokusundan tiksindiği ve
onun için bu gibi şeyleri yedikten sonra ağızdaki kokuları gidermeyi, dinimiz
emretmiştir. Bu emir sünnet ifade eder.
7- Cami ve
mescitleri sağlam ve uygun biçimde yapmak sünnettir.
Cami, ilâhî rahmet ve
mağfiretin bolca indiği, rahmet meleklerinin en çok uğradığı kutsal yerdir. O
bakımdan içerisine girilirken de, çıkılırken de İslâm'ın koymuş olduğu adaba
uymak müstehabdır. Böylece camiyi diğer
yerlerden giriş çıkışımızda da ayırt
etmiş oluruz.
Ebu Humayd'den ve Ebu
Üseyd'den (r.a.) yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimizin şöyle
buyurduğunu söylemişlerdir:
"Sizden
biriniz mescide girdiği zaman şöyle desin: Allah'ım! Bize rahmet kapılarını aç.
Dışarı çıkarken de şöyle desin: Allah'ım! Şüphesiz ki, senin fazl-ü keremini
diliyorum."[557]
Fatıma ez-Zehrâ (r.a.)'den
yapılan rivayette şöyle demiştir: Resûlüllah (a.s.) Efendimiz mescide girdiği
zaman şöyle derdi:
"Bismillah,
ve's-selâmü ala Resûlillah. Allah'ım, günâhlarımı bana bağışla ve rahmet
kapılarını bana aç. Camiden çıktığı zaman ise şöyle derdi: Bismillah,
ve's-selâmü alâ Resûlillah; Allah'ım! günâhlarımı bana bağışla ve fazî ü
keremin kapılarını bana aç."[558]
Hadislerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
l- Camiye
girerken, Allahım! Bize rahmet kapılarını aç, demek sünnettir.
2- Camiden
çıkarken, Allahım! şüphesiz ki senin fazlü keremini diliyorum demek de
sünnettir.
3- Camiye
girerken ayrıca günâhların bağışlanmasını dilemek ve rahmet kapılarının
açılmasını istemek de sünnettir.
4- Camiye
girerken de, çıkarken de Resûlüllah (a.s.) Efendimize salâvat getirmek ve
ondan önce Besmele çekmek de sünnettir.
Hadislerin ışığında
müctehid imamların görüş ve istidlalleri:
Müctehid imamların
hemen hepsi, camiye giriş ve çıkış adabnda ve belirtilen duaların yapılmasının
müstehab olduğunda müttefiktirler. Cumhurun da görüşü bu merkezdedir.
Diğer rivayetler,
yorumlar ve tahliller:
523 nolu Ebu Humeyd ve
Ebu Usey hadisini İbn Mâce sadece Ebu Humayd'den rivayet etmiştir ki, bu zatın
esas adı Abdurrahman b. Sa'd es-Saidî'dir. Ebu Useyd ise Mâlik b. Rebi'a
es-Sâidî el-Ensarî adındaki zatın künyesidir.
Bu konuda
Îbni's-Sünnî'nin Enes (r.a.)'den yaptığı rivayette se hadis şu lâfızla tesbit
edilmiştir. "Peygamber (a.s.) Efendimiz mescide girdiği zaman şöyle derdi:
Bismillâhi Allahümme sallî alâ Muhammedin. Mescid'den çıktığı zaman ise şöyle
derdi: Bismillâhi, Allahümme sallî alâ Muhammed'in."
Rivayetleri biraraya
getirince şu sonuç ortaya çıkıyor: Resûlülah (a.s.) Efendimiz, bazan
Besmele'den sonra rahmet ve mağfiret kapılarının açılmasını ister, bazan da
kendine salâtü selâm verirdi.
Gerek Ebû Humayd,
gerekse Hz. Fatıma hadîslerinde Allah'ın fazlü keremini istemek tavsiye
edilmiştir. İlim adamları bu tabir üzerinde birbirine yakın iki yorumda
bulunmuşlardır: Birincisi, fazl-ü kerem, helâl ve bereketli rızıktır. İkincisi,
faydalı ilimdir. Birinci yorum Cumu'a sûresinde cuma bahsinde geçen
"fazl" tabirinin dalâleti dikkate alınarak yorumlanmış, ikincisi
ise, hadîslerde bunun manâya hamledildiği görülerek ona göre tefsir edilmiştir.
524 nolu hadîsi İbn
Mâce şu tarikle rivayet etmiştir: Ebubekir b. Ebi Şeybe'den, o da İsmail b.
İbrahim'den, o da Leys'den, o da Abdullah b. Hasan'dan, o da anasından, o da
Resûlüllah'ın kızı Hz. Fatıma (r.a.)'den... Ancak bu rivayet zincirinde inkıta'
(kopukluk) vardır, çünkü Abdullah b. Hasan'ın anası Resûlüllah (a.s.)
Efendimiz'in kızı Hz. Fatıma'ya yetişmemiştir ve ayrıca isnad zincirinde
Leys'den maksat, İbn Ebî Selim ise, o zat hakkında hayli şeyler söylenmiştir.[559]
Diğer yandan Ebû
Davud'un Abdullah b. Amir (r.a.)'den yaptığı rivayette ise, Resûlüllah (a.s.)
Efendimizin mescide giriş ve çıkışında şöyle duâ ettiği tesbit edilmiştir:
"Eûzü billahi'1-azîm
ve bi-vechihi'1-kerîm ve sültanihi'l-hadîm mine'ş-şeytani'r-racîm."
Böylece Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz günün ve olayların durumuna ve seyrine göre, Mescid'e girip
çıkarken farklı dua ve istiâzede bulunmuştur. Bunlardan herhangi birini
söylemek müstehab olduğu gibi, bilip öğrenenlerin hepsini birden söylemesi de
müstehabdır.
Camiler ibadet, ilim
ve irfan yuvalarıdır. Oralarda ancak Allah rızasına ve Resulüllah (a.s.)
Efendimizin talimatına uygun hareket
edilebilir.
Ebû Hüreyre (r.a.)'den
yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu
söylemiştir:
"Kim mescidde bir
adamın herhangi bir yitik eşyayı ilân ettiğini işitirse, şöyle desin: Allah onu
sana çevirip vermesin!"[560]
Büreyde (r.a.)'den
yapılan rivayette, şöyle demiştir: Bir adam Mescid'de yitik devesini ilân
ederek, kim kızıl deveyi bulup (bize) seslenir?
dedi. Bunun üzerine Resûlüllah (a.s.) Effendimiz, ona:
"Onu bulmaz
ol! Mescidler ancak inşâ edildiği amaç içindir..."[561]
Ebû Hüreyre (r.a.)'den
yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:
"Kim bizim şu
mescidimize hayır (iyilik ye ilim) öğretmek veya öğrenmek için girerse, o,
Allah yolunda cihât eden kimse gibidir. Kim de bundan başka şey için girerse,
kendisine ait olmayan şeye göz diken kimse gibidir."[562]
Hakim b. Hizam
(r.a.)'den yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Mescidlerde
hadler (suçlular için takdir edilen cezalar) uygulanmaz ve kısas ve misilleme
de yapılmaz."[563]
Ebû Hüreyre (r.a.)'den
yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu
söylemiştir:
"Camide
alım-satımda bulunan bir kimseyi gördüğünüz zaman şöyle söyleyin: Allah senin
ticaretini hiç de kârlı kılmasın! Camide yitik bir eşyayı ilân eden kimseyi
gördüğünüz zaman, deyin ki: Allah onu sana geri çevirmesin!"[564]
Amir b. Şuayb (r.a.)'de, o
da babasından, o da dedesinden yapılan rivayette, demiştir ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz mescidde alım-satımı, içinde şiir inşad edilmesini, yitiğin
aranıp ilân edilmesini ve cuma günü namazdan önce halka kurup oturmayı yasakladı."[565]
Sehl b. Sa'd
(r.a.)'den yapılan rivayette demiştir ki:
"Bir adam,
Peygamber (a.s.) Efendimiz'e sorup dedi ki: Ey Allah'ın Resulü! Ne dersiniz,
bir adam kendi karısıyla beraber (cinsel temasta bulunan) bir adam görürse, o
adamı öldürür mü?.........hadîsin son kısmında
ravî diyor ki: Karısına zina isnad eden
adamla karısı mescidde mülaânede bulundular ki, ben de orada hazır
bulunuyordum.[566].
Saîd b. Müseyyeb'den
şöyle demiştir; Ömer (r.a.) Mescid'e uğradı ki, şâir Hassan da orada şiir
söylüyordu, Ömer durup ona dikkatle bakınca, Hassan şöyle dedi: "Ben yine
bu Mescid'de, senden daha hayırlı bir zat hazır bulunduğu halde şiir
söylemiştim" ve sonra da Ebû Hüreyre'ye dönerek, "Allah için söyle,
Resûlüllah (a.s.) Efendimiz bana hitapla: "Benden yana cevap ver!
Allah'ım! onu Ruhü'1-Kuds ile destekleyip kuvvetlendir" buyurduğunu
duymadın mı? Ebû Hüreyre (r.a.), "evet duydum" diye cevap verdi.[567]
Câbir b. Semüre
(r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki: En az Mescid'de yüz defa Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz'e şahit oldum ki, Onun ashabı kendi aralarında şiir ve başka
cahiliyet dönemiyle ilgili şeyler konusunda müzâkerede bulunurlardı da bazan
Resûlüllah (a.s.) Efendimiz (onların dediklerini işitirdi de) onlarla beraber
tebessüm ederdi.[568]
Abbad b. Temîm'den,
onun amcasından yapılan rivayette amcası, Resûlüllah (a.s.) Efendimizi
Mescid'te sırt üstü uzanıp bir ayağını diğeri üzerine koymuş bir halde
görmüştür.[569]
Abdullah b .Ömer
(r.a.)'dan yapılan rivayette, o henüz genç ve bekâr bulunduğu dönemde
Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in Mescid'inde uyurdu.[570]
Ahmed b. Hanbel aynı
hadîsi şu lâfızla rivayet etmiştir:
"Biz, Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz zamanında gençlik günlerimizde Mescid'de uyur ve öğle
sıcağında orada uzanıp dinlenirdik."
Hz. Aişe (r.a.)'den
yapılan rivayette, demiştir ki:
"Hendek Günü
(Ahzab savaşında) Kureyş'den Habban b. el-Adıka adında bir adam ok atıp
ashabdan Sa'd b. Muâz'ın elindeki damara isabet ettirerek yaralamıştı.
Resûlüllah (a.s.) sık sık onu sorup ziyaret etmek için onun adına Mescid'de
bir çadır kurdurdu."[571]
Abdurrahman b.
Ebübekir (r.a.)'den yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in şöyle
buyurduğunu söylemiştir:
"Sizden biriniz
bugün bir yoksula yemek yedirdi mi?"
Bunun üzerine Ebübekir
(r.a.):
"Mescid'e
girdiğimde dilenen bir dilenciyle karşılaştım, Abdurrahman'ın önünde bir parça
ekmek vardı, onu alıp o yoksula verdim."[572]
Abdullah b. el-Harîs
(r.a.)'den yapılan rivayette şöyle demiştir:
"Bizler,
Resûlüllah (a.s.) Efendimiz zamanında Mescid'de et ve ekmek yerdik."[573]
Hadîslerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Cami ve
mescitlerde kaybettiği şeyi aramak suretiyle ilânda bulunmak veya bulunan şeyi
ilân etmek mekruhtur.
2- Bu
keraheti işleyene şöyle demek "Allah o kaybettiğini sana geri
çevirmesin" demek müstehabdır.
3- Cami ve mescidler
asıl amacına yönelik olarak kullanılır. Onun dışında başka konular için onları
kullanmak mekruhtur.
4- Cami ve
mescitlerde suçlular hakkında ceza uygulanmaz, meselâ içki içtiği sabit olan
bir kimseye orada had vurulmaz.
5- Cami ve
mescitlerde kısas ve misilleme yapılmaz.
6- Cami ve
mescitlerde alım satımda bulunmak mekruhtur.
7- Cami ve
mescitlerde, din ahlâk ve sağlam örfün sınırlarını aşar şekilde şiir söylemek
mekruhtur.
8- Cuma günü
namazdan önce camide halka kurup oturmak mekruhtur.
9- Cami ve
mescidde, karısına zina isnad edip dört şahit getiremiyen adamla karısının
mülâânede bulunmasında bir sakınca
yoktur.
10- Cami ve
mescitlerde namaz dışında, faydalı, yönlendirici şiir söylemek, cahiliyye
devriyle ilgili kötü âdetleri yerip daha faydalısından söz etmek caizdir.
11- Cami ve
mescitlerde namaz vakitleri dışında sırtüstü uzanmak ve o vaziyette ayak
ayağın üzerine atmakta bir sakınca yoktur.
12- Cami ve
mescitlerde namaz vakitleri dışında, kirletmemek ve dikkatleri üzerine çekmemek
şartıyle bir köşede uyumaya ruhsat verilmiştir.
13- Cami ve
messitde, mü'minlerden bir kimsenin tedavi edilmesine ruhsat verilmiştir
14- Cami ve
mescitlerde dilenen kimseye bir şey vermekte bir
sakınca görülmemiştir.
Hadislerin açık
delâletinden bu hükümler anlaşılmakla beraber gerek müctehit imamların, gerekse
ilim adamlarımızın tesbit, yorum, istidlal ve ihticaclan bazı değişik hükümler
getirmiştir:
a)
Hanefilere göre:
Ciddî bir mazeret
yokken cami ve mescitleri yol edinmek, bir kapısından girip diğerinden çıkmak
suretiyle işgal etmek tahrîmen mekruhtur. Ciddi bir özürden dolayı böyle yapmak
caizdir. Cami ve mescitlere sık sık girip çıkan kimsenin bir defa
tahiyyetü'l-mescid namazı kılması yeterlidir; her defasında kılması gerekli
değildir.
Cami ve mescitlerde uyumak
mekruhtur. Ancak yer bulamayan bir yabancı müslümanın veya i’tikâfe giren
kimsenin uyumasında bir sakınca yoktur. O halde camide uyumak isteyen kimsenin
önce i'tikâfe niyet etmesi uygun olur.
Fena kokusu olmayan
gıda maddelerinden bir şeyleri cami ve mescitlerde yemek mekruhtur. Soğan
sarımsak ve pırasa gibi kerih kokusu olan bir şeyi yemek ise tahrîmen
mekruhtur.
Cami ve mescitlerde
zikir ve tesbih yaparken, namaz kılanları şaşırtacak, uyuyanları uyandıracak
kadar sesli yapmak mekruhtur. Böyle bir durum yoksa, o takdirde sesi
yükseltmekte bir sakınca görülmemiştir.
Cami ve mescitlerde
alım-satım, icare gibi mübadeleyi gerektiren ticari alış-verişte bulunmak
mekruhtur. Hibe (bağış) caizdir. Nikâh akdi ise müstehabdır. Camide i'tikâfda
bulunan kimsenin diğer akitleri yapmasına da cevaz verilmiştir.
Çocuk ve delilerin
kirletecekleri kesinlikle biliniyorsa cami ve mescitlere sokulması tahrîmen
kirletmiyecekleri biliniyorsa tenzîhen mekruhtur.
Cami ve mescitlere
tükürmek, sümkürmek tahrîmen mekruhtur. Bu gibi pislikleri duvarlarına,
kenarlarına, hasırlarının altına bile dokundurmak doğru değildir.
Cami ve mescitlerde
kayıp eşya ilân etmek veya kayıp eşyasının bulunması için duyuru yapmak
mekruhtur.
Cami ve mescitlerde
öğüt, ibret, zikir, ilâhî nimeti hatırlatma, takvâ sahiplerinin sıfatlarını
belirtme gibi yararlı konulan içeren veya
yansıtan şiirleri okumakta bir sakınca olmadığı gibi, tasvip edilen bir
harekettir. Zamanla, milletlerin tarihiyle
ve benzeri konularla ilgiliyse, mübahtır. Başkasını yermek, taşlamak, müstehcen ve
ahlâk dışı konuları yansıtan şiirler ise, haramdır.
Cami ve mescitlerde
dilenmek haramdır, onlara oralarda bir şeyler vermek mekruhtur.
Cami ve mescitlerde
ilim öğretmek ve öğrenmek, Kur'ân talim etmek, vaaz ve nasihatta bulunmak
caizdir. Ancak içeride namaz kılanlar varsa namazlarını teşviş etmemek yani
onları şaşırtmamak, yanıltmamak için fazla yüksek sesle konuşmaktan ve
anlatmaktan kaçınmak uygun olur.[574]
b) Şâfiilere
göre:
Abdestli ve abdestsiz,
cünüp ve gayr-i cünüp kimsenin camiden geçmesi, bir kapısından girip diğer
kapısından çıkması caizdir. Ayhali olan kadının geçmesi ise, mekruhtur. Camiyi
kirleteceğini biliyorsa, o takdirde geçmesi haramdır.
Cami ve mescitten
geçmek isteyen kimse abdestli ise, her girişinde iki rek'at tahiyyetü'l-mescid
namazı kılınması sünnettir.
Cami ve mescitlerde,
namaz kılanları, Kur'ân okuyanları rahatsız edecek bir horlama durumu yoksa uyumak
caizdir. Aksı halde mekruhtur.
Cami ve mescitlerde,
kirletmemek şartıyla yemek yemek mübahtır. Camileri ve mescitleri kirletme
durumu varsa, tahrimen mekruhtur.
Cami ve mescitlerde
namaz kılanı, Kur'ân okuyanı, uyuyanı rahatsız etmediği teşvişe düşürmediği
takdirde yüksek sesle zikretmek mekruh değildir, aksi halde mekruh kabul
edilmiştir.
Cami ve mescitlerde
alım-satımda bulunmak, onların hürmetini ihlâl ediyorsa haramdır; ihlâl
etmiyorsa mekruhtur. Zarurî haller müstesna. Cami ve mescitlerde nikâh akdi
yapmak caizdir. İlim adamlarından çoğuna göre, itikâf halinde bulunan kimse
için caizdir.
Cami ve mescitlere
henüz temyiz çağına girmemiş çocukları ve bir de delileri sokmak, ortalığı
kirletme durumları söz konusu değilse, caizdir. Camidekileri rahatsız etmek,
zarar vermek, ortalığı kirletmek gibi halleri varsa, o takdirde tahrîmen
mekruhtur. Temyiz çağına girmiş çocukları sokmakta bir sakınca yoktur.
Cami ve mescitlerde
kayıp eşyayı ilân etmek veya kaybolan eşyasının bulunması için duyuruda bulunmak,
namaz kılanları ve uyuyanları rahatsız edecek tonda değilse, mekruhtur;
rahatsız ediyorsa, haramdır.
Cami ve mescitlerde
şeriata muhalif olmayan ölçü ve anlamda şiir söylemek, namaz kılanlan teşvişe
düşürmemek kaydiyle caizdir. Aksi halde haramdır.
Cami ve mescitlerde
dilenmek mekruhtur. Aynı zamanda dilenirken namaz kılanların dikkatini
bölüyorsa, haramdır.[575]
c)
Hanbelîlere göre:
Cami ve mescitleri yol
edinmek, abdestli olan için de, cünüb kimse için de mekruhtur. Ayhali ve
loğusa olan kadının, kirletme durumu olmasa bile camileri yol edinmeleri
mekruhtur. Ancak ortada bir ihtiyaç söz konusu ise, bu kerahet kalkar.
Cami ve mescitlerde,
namaz kılanların ön kısmında olmamak kaydiyle uyumak, hem i'tikâfta olan kimse
için, hem başkaları için mbahtır. Namaz kılanların önünde uyumak ise,
mekruhtur, çünkü uyuyan kimsenin kıble cihetinde bulunması halinde ona doğru
durup namaz kılmak mekruh sayılmıştır.
Cami ve mescitlerde,
yerleri ve çevreyi kirletmemek şartıyle yemek yemek mübahtır. Ancak kerih
kokusu bulunan maddeleri yemek genellikle mekruh kabul edilmiştir.
Cami ve mescitlerde
namaz kılanın dikkatini bölmediği takdirde sesli zikir ve tesbihte bulunmak
mübahtır. Aksi halde mekruhtur. Cami ve mescitlerde alım-satımda bulunmak,
icare akdi yapmak haramdır, yapılan
akit geçersizdir. Ancak nikâh akdi sünnettir.
Cami ve mescitlere
temyiz çağına girmemiş çocukları -Kur'ân okuyup öğrenme durumu
söz konusu değilse- sokmak mekruhtur. Kur'ân ve ilmihal bilgilerini
öğrenmek içinse, etrafı kirletmemesine dikkat edildiği takdirde caizdir.
Delileri de camilere sokmak mekruhtur.
Cami ve mescitlerde
haram ve mekruh ölçü ve anlamda olmayan şiirleri söylemek mübahtır.
Cami ve mescitlerde
dilenmek, dilenene bir şeyler vermek mekruhtur. Dilenmeyene bir şey vermek mübahtır.
Ayrıca hatibin de şuna yardım edin dediği takdirde, belirlediği kişiye camide
yardım edilebilir.[576]
d)
Mâlikîlere göre:
Fazla olmamak şartıyle
camiden geçmek, bir kapısından girip diğer kapısından çıkmak, zaman zaman onu
yol edinmek mekruh değildir. Ama bu âdet haline getirilir de sık sık geçilirse,
o takdirde mekruhtur. Camiden geçen kimsenin tahiyyetü'l-mescid namazı
kılması da taleb edilmez.
Öğle sıcağından
korunup dinlenmek üzere cami ve mescitlerde uyumak mekruh değildir. Geceleyin
ise, şehir ve kasaba dışındaki camilerde uyumakta bir sakınca yoktur. Ama
şehir ve kasabadaki camilerde, zarurî bir hal yoksa, mekruhtur. Ancak yatacak
yer bulamayan gariplerin uyuması caizdir. Aynı zamanda o gibi kimselerin
kirletmemek şartıyle camilerde bir şey yemesi de mekruh sayılmamıştır. Fena
koku neşreden şeyleri yemek ise mutlaka mekruhtur, hattâ haramdır.
Cami ve mescitlerde
zikrederken, ilim öğretirken veya öğrenirken sesi yükseltmek mekruhtur. Ancak
şu dört hal müstesna:
1- Ders
veren kimsenin talebeye sesini duyurmak için, mekruh değildir.
2- Namaz
kılanların dikkatini bölecek tonda ise haramdır.
3- Mekke'de
Mescid-i Haram'da ve Minâ'da telbiye getirip sesi yükseltmek mekruh değildir.
4- İntikal
tekbirlerini sağlayan kimsenin sesini tekbîr getirirken yükseltmesi de mekruh
değildir.
Cami ve mescitlerde
alım satımda bulunmak mekruhtur. Sadece mala bakmak ve kontrol etmekte bir
sakınca yoktur. Bağışta bulunmak, nikâh akdi yapmak da caiz kabul edilmiştir.
Cami ve mescitlere,
yerinde sakin durduğu takdirde çocukları sokmak mekruh değildir. Delileri
sokmak mekruhtur. Ancak etrafı rahatsız etmeyen camiyi kirletmeyen delinin
girmesine cevaz verilmiştir. Temyiz çağına girmiş çocukların camiye girmesinde
ise, bir sakınca görülmemiştir.
Cami ve mescitlerde
Allah ve Peygamberini över mahiyette şiir söylemek mübahtır. Bunun gibi
hayırlı işlere tahrik eden şiirler de caizdir. Diğerleri ise caiz değildir.
Cami ve mescitlerde
dilenmek ve dilenene bir şey vermek men'edilir. Ancak sakada vermek bir sakınca
yoktur.[577]
Diğer rivayetler,
yorumlar ve tahliller:
526, 527 nolu Ebû
Hüreyre ve Büreyde hadîsleriyle istidlal eden İmam Mâlik ve ilim adamlarından
bir cemaat, mescitte, ilim ve başka sebeple sesi yükseltmenin mekruh olduğunu
söylerken, İmam Ebû Hanîfe ve Muhammed b. Mesleme (ki bu zat İmam Mâlik'in arkadaşlarından
biridir) ilmi konularda sesi yükseltmenin mekruh olmadığını belirtmişlerdir.
Çünkü insanların buna ihtiyacı vardır.[578]
Hattâ Mâlikilerden bir
kısmı, camilerde ücretle Kur'ân okutmak da mekruhtur. Çünkü böyle yapmak da bir
bakıma alım-satım gibidir. Ancak ücretsiz bu hizmet sürdürüldüğü takdirde
camilerde okutulmasında bir sakınca yoktur. Çocukların camiyi kirletmeleri söz
konusu olduğu takdirde kerahet vardır. Diğer üç mezhep, çocukların camiyi
kirletmemelerine dikkat edilmek suretiyle Kur'ân okutulmalarında bir sakınca
yoktur, görüşündedir,
528 nolu Ebü Hureyre
hadîsinin isnadı İbn Mâce'de geçmektedir Raviler arasında Hatim b. İsmail
üzerinde durulmuşsa da, İbn Sa'd onun sıka (güvenilir) olduğunu söylemiştir.
Diğer ravileri ise sıkat (güvenilirler)
dir.
Hadiste "bizim bu
mescidimize..." şeklinde bir ifade kullanılmıştır ki bu Resûlüllah (a.s.)
Efendimiz'in Mescid'ine mi hastır yoksa, bütün cami ve mescitleri kapsamına
almakta mıdır? İlim adamlarının farklı görüşleri olmakla beraber, bütün cami
ve mescitleri kapsadığı ağırlık kazanmıştır. Çünkü yeryüzündeki bütün cami ve
mescitler, Resûlûllah'ın ve Müslümanların mabetleridir, "bizim"
zamirinden maksat, "biz müslümanların"anlamı çıkar.
O halde cami ve mescitlere
din ve dünyamız için hayırlı ve yararlı olan ilim öğrenmek veya öğretmek için
girilir. İbadetler ise, bu hayrın başında gelir. Sözü edilen hususların dışında
cami ve mescitleri kullanmak caiz değildir.
529 nolu hadîsi aynı
zamanda Hâkim, İbn Seken ve Beyhâkî tahrîc etmişlerdir. İsnadında bir reis
görülmemiştir. Ancak İbn Hacer, Bülûğü'l-Meram'da bu hadisin isnadı zayıftır,
demiştir. Aynı hadisi Tirmizi ve İbn Mâce, İbn Abbas (r.a.)'den rivayet
etmişlerdir ki, isnadında İsmail b. Müslim el-Mekki bulunuyor. Bu zatın hıfz
bakımından zayıf olduğu tesbit edilmiştir. Hafız Bezzar ise, Cübeyr b.
Mut'ım'den rivayet etmiştir ki, isnadında el-Vâkıdî bulunuyor.
Hadîs, cami ve
mescitlerde şer'î cezaların uygulanmasının haram olduğuna delâlet etmektedir
ki, bunu asıl manasında alıp başka bir manada kullanmak için hiçbir rivayet
mevcut değildir.
530 nolu Ebû Hüreyre
hadîsini Nesâî tahric etmiş, Tirmizî ise hasenlemiştir.
531 nolu Amir b. Şuayb
hadîsini, Tirmizî hasenlemiş, İbn Huzayme sahîh olarak belirlemiştir. İbn
Hacer, bunun isnadının Amir b. Şuayb'e ulaştırılmasında şüphe yoktur ve isnadı
o bakımdan sahihtir, demiştir.
Hadîsteki nehiy,
tamime mi, kerahete mi delâlet etmektedir? Tahrîm manasında hakikî ise de ilim
adamlarından çoğu kerahet manâsında hamletmişlerdi. O bakımdan camide yapılan
alım-satım mekruhsa da âkit sahihtir, denilmiştir. Şafiî'nin bazı arkadaşları,
camide alım-satımın mekruh olmadığını söylemişlerse de, sahîh hadîsler bunu
reddetmektedir. Hanefîlerin bir kısmı ise, fazla bir alım-satımda bulunmak
mekruhsa da, azında bir sakınca yoktur, gibi bir görüş ortaya koymuşlardır ki,
onların bu farklı tesbitlerinin sağlam bir delîli yoktur. Ancak ahlâk ve
fazilet yansıtan, dinî hükümlere ters düşmeyen yararlı konularla ilgili
şiirlerin camilerde söylenmesine ilim adamlarının çoğu cevaz vermiştir.
Nitekim Resûlüllah (a.s.) Efendimiz zamanın da buna misal teşkil edecek bir
takım olaylar mevcuttur. O bakımdan hadiste geçen nehiy, belirttiğimiz
ölçülerin dışında kalan şiirlerle ilgilidir. Nitekim İmam Şafiî, "Şiir de
bir sözdür; iyisi iyi, kötüsü de kötüdür." diyerek ortaya bir kıstas
koymuştur. Ancak Şafiî'nin bu hususta şu hadîse dayandığı sanılmaktadır:
Taberâni'nin el-Evsat'ta Abdullah b. Ömer
(r.a.)'dan yaptığı rivayete göre, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz şöyle
buyurmuştur: "Şiir de normal söz gibidir; iyisi sözün iyisi ve güzeli
gibidir; kötüsü, sözün kötüsü gibidir."
Nitekim Câbir b.
Semüre'nin yaptığı rivayete göre, Ashab-ı kiram camide şiir üzerinde müzakerede
bulunur ve câhiliyyye devrine ait (bazı
kötü) âdetleri anlatır ve yererlerdi. Ayrıca ünlü şâir Kâb b. Züheyr, Medine'ye
gelip Resûlûllah'ın Mescidinde huzura kabul edilince, o meşhur Benet Suad
şiirini söylediği bazı rivayetlerle tesbit edilmiştir. Ne var ki, el-Irakî
diyor ki:
"Biz Kâb'ın
kasidesini sahîh olmayan tariklerden naklen rivayet etmiş bulunuyoruz."
İbn İshak ise, onu munkati' bir senedle rivayet etmiştir. Bununla beraber o
husustaki rivayetlerin çokluğu kuvvet
kazandırmaktadır.
532 nolu hadîsi Lîân
bahsinde açıklayacağımızdan burada sadece metin ve mealine yer vermekle
yetindik.
534 nolu Cabir b.
Semüre hadîsini ise Tirmizî şu lâfızla rivayet ve tesbit etmiştir:
"En az yüz defa
Resûlüllah (a.s.) Efendimizle beraber oturdum, Ashab-ı kiram (o mecliste)
şiirler söylerler ve câhiliyyet devriyle ilgili bazı şeylerden bahsederlerdi.
Resûlüllah (a.s.) susardı ve bazan da ashab ile birlikte tebessüm ederdi."
Tirmizi bu hadîsin sahîh olduğunu söylemiştir. Nitekim az yukarıda camide hangi
şiirlerin okunması caizdir, hususunu belirtirken. Câbir'in bu rivayetinden söz
etmiştik.
533 nolu Said b.
Müseyyeb hadîsine gelince, Saîd, Hz. Ömer'e yetişmemiştir, o bakımdan hadîsin
mursel olduğu söylenir. Ancak kuvvetli bir ihtimalle, Said bunun daha sonra
Ebû Hüreyre'den (r.a.) işitmiştir. Hasan'dan da işitmiş olabilir.
Bu konuda Tirmizî Hz.
Aişe (r.a.)'dan şunu rivayet etmiştir:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz, Şâir Hasan için Mescid'de bir minber yaptırdı da Hasan (zaman
zaman) o minbere çıkar ve (Peygamber'e dil uzatan kâfirler) hicvederdi." Hâkim
el-Müstedrek'te bunu tahrîc etmiş ve isnadı sahihtir, demiştir.
535 nolu Abbad b.
Tamim hadîsinde, Resûlûllah'ın (a.s.) Mescid'de sırt üstü uzanıp bir ayağını
diğerinin üzerine koyduğuna gelince, bu avret yeri açılıp görünmesin diye bir
tedbir sayılır. el-Hattabi de bu ihtimal üzerinde durmuştur.[579]
İbn Battal ve diğer
bazı ilim adamları bu hadîsin nesholunduğunu söylemişlerse de isbatı mümkün
olmamıştır. Çünkü Hz. Peygamber'in (a.s.) sözünü ettiğimiz vaziyette Mescid'de
uzandığı Müslim'de ve Ebu Davud'un Sünen'inde nakledilerek sübut bulmuştur. Diyebiliriz
ki, o hal ve tavır Peygamber'e (a.s.) hastır, ümmetine teşmil edilmez, ancak
Hz. Ömer ile Hz. Osman'ın da Mescid'de aynı şekilde uzandıkları keza birçok
rivayetlerden anlaşılmaktadır. O bakımdan edeb yerlerinin açılmasını önlemeye
yönelik bir harekettir ki kınanmaz. Aynı zamanda Resûlüllah'ın (a.s.) hoş
gördüğü bir âmeli hoş görmemenin makul bir ölçüsü yoktur.
536 nolu Abdullah b.
Ömer hadisi de camilerde uzanıp uyumanın cevâzına delâlet etmektedir. Nitekim
Buharî'nin tahrîcine göre, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz geldiğinde Hz. Ali
(r.a.) Mescid'de uyuyordu ki, üzerindeki hırkası veya üstlüğü kayıp toz
bulaşmış idi. Resûlüllah (a.s.) Efendimiz hem o tozu eliyle gideriyor, hem de
Hz. Ali'ye "Kalk yâ Ebâ Türâb!" diye sesleniyordu. O bakımdan cumhur
camide uyumanın caiz olduğunu belirtmişlerdir. İbn Abbas ise, mekruh olduğuna
kaildir. Ancak namaz için girip de vakit erken olduğundan uyuya kalmakta bir
sakınca olmadığını söylemiştir. İbn Mes'ud'a göre, mutlaka mekruhtur. İmam
Mâlik'e göre, evi olan kimse için mekruhsa da, evi olmayan için mekruh
değildir, demiştir.
537 nolu Hz. Aişe
hadîsi ise, hasta kimsenin camide bir süre kalmasında bir sakınca olmadığına
delâlet etmektedir. Nitekim Sa'd b. Muaz (r.a.) Mescid-i Saadet'te bir süre
tedavi edildi, fakat kurtarılamıyarak vefat etti.
539 nolu Abdullah b.
el-Hâris hadîsin isnadı İbn Mâce'de geçmektedir. Ricalinin hepsi sahihse de
Yakup b. Hamîd (veya Humayd) üzerinde durulmuştur. Zehebî onun babasının Humeyd
olduğunu tesbitle şöyle açıklamada bulunmuştur: Buharî'nin "biz ondan ancak
hayır gördük, o aslında saduk (doğru) bir adamdır" demiştir. Ebu Zür'a'dan
sorulduğunda, başını sallamıştır. Nesâî onun bir şey olmadığını belirtirken Ebu
Hatîm onun zayıf olduğunu söylemiştir.[580]
Bunun gibi Bahreyn'den
gelen malı, Resûlüllah'ın (a.s.) ashabına Mescid'de taksim ettiği de
rivayetler arasında bulunuyor. Buharî de aynı rivayeti nakletmiştir.
1- Camilerde
kayıp eşya ilânı yapılması mekruhtur.
2- Sözü
edilen keraheti işleyen kimseye "Allah o kaybettiğini sana geri
çevirmesin!" demek müstehabdır.
3- Camiler
ibâdet, zikir, ilim ve Kur'ân öğrenmek merkezleridir. Onları bu amacından
saptırıp başka konular için kullanmak haramdır.
4- Camilerde
şer'i uygulanmaz, bundan tahrîmî kerahet vardır.
5- Camilerde
zaruri durumlar dışında alım-satımda bulunmak haramdır. Hanefilere göre az bir
şey satın almak da kerahet yoktur.
6- Dinî
ölçülere uygun şiirler söylemekte bir sakınca yoktur. Çünkü bu durumda şiirle
normal söz arasında bir fark söz konusu değildir.
7- Cuma günü
namazdan önce camide halka kurup oturmak mekruhtur. Çünkü böyle yapmak cumaya
gelenlerin saf kurup oturmalarına engel teşkil eder, aynı zamanda camiyi
daraltır.
8- Camilerde
mülââne yapılmasında bir sakınca yoktur.
9- Evi ve
yatacak yeri olmayan müslümanın camide yatmasına cevaz verilmiştir.
10- Bir
yorgunluktan dolayı, namaz vakitlerinin dışında camilerde sırtüstü uzanmakta
bir beis görülmemiştir.
11- Bazı
hallerde, örneğin savaş günlerinde hasta ve yaralının camilerde tedavi
edilmesine ruhsat verilmiştir.
12-
Camilerin içinde dilenmek mekruh veya haramdır, dilenciye bir şey vermek de
mekruhtur.
13- Hatibin
tavsiye ettiği bir adama yardımda bulunmaya da cevaz verilmiştir.
14-
Dilencilik yapmadığı halde, fakir ve muhtaç olduğu bilinen bir kimseye camide
yardım etmekte bir sakınca görülmemiştir.
15- Camileri
kirletmek haramdır. O bakımdan bazı hallerde kötü koku neşretmeyen bir gıda
maddesinden camide yemeğe ruhsat verilmişse de, etrafı gerek kerih kokuyla,
gerekse kirletmekle rahatsız etmenin haram olduğu belirtilmiştir.
Namaz huzur içinde
kılındığı takdirde, gayesine uygun eda edilmiş sayılır. Bilindiği gibi, dikkat
bölünmez, bir şeyde toplanınca, diğer şeyden kopar. O bakımdan namazda kişiyi
meşgul edecek, dikkatini çekecek, onu oyalayacak şeylerden kaçınmak sünnettir.
Özellikle kıble tarafında nakış, şekil ve benzeri şeylerin bulundurulmamasında
büyük yarar vardır.
Enes (r.a.)'den
yapılan rivayette, demiştir ki: Hz. Aişe (r.a.)'nu evinin güney kısmında birkaç
renkli yünden dokunmuş ince bir örtü bulunuyordu. Resûlüllah (a.s.) Efendimiz ona şöyle dedi:
"Benim önümden
şu çok renkli ince örtünü gider (kaldır). Çünkü devamlı surette ondaki renkli
nakışlar namazda gözlerime dokunuyor."[581]
Osman b. Talha
(r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki:
Resûlüllah (a.s.) Efendimiz
Kabe'ye girdikten sonra onu çağırdı ve şöyle buyurdu:
"Ben, Kabe'ye
girdiğimde iki koyun boynuzı gördüm, örtmen için unuttum da sana emretmedim,
onları derhal ört, zira Kabe'nin kıblesinde namaz kılanı oyalayan bir şeyin
bulunması uygun değildir."[582]
Hadîslerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Namaz
kılanın ister evinde, ister camide kıblesi tarafında onu oyalayıcı, dikkatini
dağıtıcı bir şeyin bulunması mekruhtur.
2- Koç,
geyik ve benzeri bir hayvanın boynuzu dahil, nakış, motif ve bir takım renkli
yaldızlı suretlerin bulunması da mekruhtur.
3- Camilerin
renk renk nakış ve motiflerden uzak tutulması
sünnettir.
4- Namaz
kılınan yerin kıblesinde oyalayıcı dikkat çekici bir cisim bulunuyorsa, üzerine
bir örtü örtmek müstehabdır.
Kitabımızın önce geçen
sahifelerinde üzerinde canlı resmi bulunan elbise ve örtüler hakkında müctehid
imamların görüş, istidlal ve ihticaclarını nakletmiştik. Burada ise, bir nüans
farkı söz konusudur; şoyleki namaz kılınan yerde veya cami ve mescitte, kıble
cihetindeki duvara, namaz kılanın dikkatini çekecek, huzurunu dağıtacak,
oyalayacak bir takım şekil, nakış ve benzeri şeylerin konulması mekruh
sayılmıştır. Canlı bir hayvan resmi veya üç buutlu şeklini koymak ise,
haramdır. Müctehid imamların çoğunun bu hususta farklı bir yorum ve ictihadı
olmamıştır.
Yorumlar ve Tahliller:
Enes b. Mâlik hadîsi,
kıble cihetinde şekil, nakış ve benzeri şey bulunan yerlerde namaz kılmanın
mekruh olduğuna delâlet etmektedir. Ancak böyle yerlerde kılınan namaz
bozulmuş, hükümsüz olmuş sayılmaz, kerahetle kılınmış kabul edilir. Çünkü
Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, çok renkli ve nakışlı perdeye karşı namaz kılarken
yarıda kesmemiş ve sonra o namazı iade etmemiştir.
Osman b. Talha
hadîsinin isnadında bazı şüpheler ortaya konmuşsa da, hadisin zayıf olduğunu
belirtecek ölçüde olmadığı anlaşılmıştır. Osman b. Talha, öteden beri Kabe'nin
anahtarını taşıma şerefine lâyık görülen bir aileden gelmedir. Abdü'd-Dâr
oğullarına mensuptur. Hicabetlik, İslâm'dan sonra da o aileden alınmamıştır.
Ezan hem vakti
bildirmek, hem Hakk'a davet, hem de kurtuluş ve saadetin namazda olduğunu
duyurmak içindir. O bakımdan ezan okunduktan sonra camide bulunan kimsenin, bir
özür yokken namaz kılmadan dışarı çıkması doğru olmaz. Zira böyle yapmak, ilâhî
davete bir bakıma arka çevirip önemsememek anlamına gelir.
İlgili Hadisler:
Ebu Hureyre (r.a.)'den
yapılan rivayette, demiştir ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz bize şöyle emretti:
"Camide bulunduğunuz
zaman, ezan okunup namaza çağrıldığında, sizden biriniz namaz kılmadan dışarı
çıkmasın."[583]
Ebû Şa'sa' (r.a.)'den
yapılan rivayette demiştir ki:
"İçinde ezan
okunduktan sonra bir adam Mescid'den dışarı çıktı. Bunun üzerine Ebû Hüreyre
(r.a.) şöyle dedi:
"Şu adam cidden
Ebû Kaasım'a (Hz. Muhâmmed'e)
(a.s.) isyan etti."[584]
Osman (r.a.)'den
yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğunu
söylemiştir:
"Kim mescidde
bulunduğu halde ezan okunduktan sonra dışarı çıkar da bu o çıkışı bir ihtiyâçtan
dolayı olmaz ve geriye dönmek de istemezse, o cidden münafıktır."[585]
Hadîslerin açık delâletinden
şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Ezan
okunurken camide bulunan kimsenin namaz kılmadan çıkıp gitmesi haramdır, büyük
günâhtır.
2- Ezan
okunurken camide bulunan kimsenin, tabii ihtiyacını gidermek, abdest almak ve
benzeri bir özürden dolayı dışarı çıkmasında bir sakınca yoktur.
3- Ezan
okunurken camide veya avlusunda bulunan kimse, bir özürü bulunmadığı halde
ayrılıp giderse, münafıklardan sayılır.
Müctehid imamların
hemen hepsi, ezan okunurken camide bulunan kimsenin bir özürü bulunmadığı
halde namaz kılmadan dışarı çıkıp gitmesi mekruhtur, demişlerdir. Ortada bir
özür varsa, kerahet söz konusu değildir. Mezhep imamları da aynı görüştedirler.
Yorumlar ve tahliller:
548 nolu Ebû Hüreyre
hadisi İbn Ebî Şa'sâ' tarikiyle rivayet edilmiştir. Bu zatın asıl adı
Eş'as'dır. Ayru hadîsi Ebû Hureyre'den Ebû Salih, Muhammed b. Zazan ve Saîd b.
Müseyyeb de rivayet etmişlerdir. İbn Seyyid en-Nâs, hadîsi, Tirmizî'nin
şerhinde rivayet ettikten sonra herhangi bir görüş izhar etmemiştir. Bu,
hadîsin sahih olduğuna delâlet eder.
549 nolu Ebû Şa'sâ'
hadîsine gelince, ilim adamlarından bazısı onun mevkuf olduğunu söylemiştir.
Ayrıca isnadında İbrahim b. Muhacir bulunuyor ki bu zat hakkında farklı
tesbitler yapılmıştır: Kimine göre, sıka (güvenilir) dır, kimine göre zayıftır.
Buhari dışında diğer beş hadis kitabında ondan rivayetler yapılmıştır. Ancak
Zehebî hadîs ricali arasında bu isimde iki kişiden bahsetmiştir. Birincisi,
İbrahim b. Muhacir b. Mismar el-Medenîdir. İkincisi, İbrahim b. Muhacir b.
Câbir el-Becelîdir. Birincisi hakkında Buharî, "münkerü'l-hadîs"
derken, Nesâî "zayıftır" demiştir. Muhaddîs Yahya ise, "onun
rivayetinde bir sakınca yoktur" şeklinde bir ifade kullanmıştır, ikincisi
hakkında ise, İbn Medeni, "onun
rivayet ettiği hadisler kırka ulaşmıştır" demiş, Yahya b. Said, "o
kavi değildir" diyerek belirtmiş. Ahmed b. Hanbel, "onun rivayetinde
bir sakınca yoktur" diyerek güvenilir olduğuna işaret etmiştir, Yahya b.
Main'den yapılan rivayete göre; zayıf olduğu üzerinde durulmuştur.[586]
Müctehid imamlardan
sadece İbrahim en Nahâî, müezzin henüz ikamete başlamadan camiden dışarı
çıkılabilir, demişse de, diğer imamlara göre, ancak bir özürden dolayı
çıkabilir söz konusudur.
1- Ezan
okunurken camide bulunan kimsenin hiçbir özürü yokken namaz kılmadan dışarı
çıkması mekruhtur.
[1] Buharî, İmân: 201, Tefsir: 2, Müslim, İmân: 19-22,
Tirmizî, İmân: 3, Nesâî, İman: 13.
[2] Tirmizî, Mevakıyt: 45, Ahmed: 3/161.
[3] Buharî, Menakıb: 48, Müslim, Müsafirîn: 1, Ebû Dâvud,
Sefer: 1, Nesâî, Salat: 3, Taberânî, Sefer: 8, Ahmed: 6/234, 241, 265.
[4] Buhari, İman: 34, Savm: 1, Şehadet: 26, hiyel: 3,
Müslim, Îman: 8, 9, Ebû Dâvud, Salat: 1, Tirmizî, Mevakıyt: 4, Siyam: 1, Nesaî,
Siyam: 1, İman: 23, Taberanî, Sefer: 94, Dâremi, Salat: 208.
[5] Bedayiu's-Sanayi' Fi-Tertibi'ş-Şerayi': 1/91, 92'den
özetlenerek...
[6] Fethülvahhab: 1/29-69'dan özetlenerek.
[7] İbn Mâce, Salat.
[8] el-Muğni, Falü's-Salat: 1/369, 370.
[9] Geniş bilgi için bak: Neylü'I-evtar: 1/333.
[10] Müslim.
[11] Neylü'I-evtar: 333, 334'den kısaltılarak...
[12] Müslim, İmân: 134, Ebû Dâvud, Sünne: 15, Tirmizî,
İmân: 9, İbn Mâce, İkamet: 17, Dâremî, Salat: 29.
[13] Nesâî, Salat: 8, Tirmizi, İmân: 9, İbn Mâce, İkamet:
77, 78, fiten: 23, Ahmed: 5/346, 355.
[14] Nesâî, Salat: 8, Tirmizî, İmân: 9, İbn Mace, İkamet:
77, 78, fiten: 23, Ahmed: 5/346, 355.
[15] Feyzü'l-kadîr: 4/395-574 nolu hadîs...
[16] Neylü'l-evtar: 1/345, 348.
[17] Nisa: 4/48.
[18] Buharî, Müslim.
[19] Tevbe: 9/5.
[20] Buharî, Diyet: 6, Müslim, Kasamet: 25, 26, Ebû Dâvud,
Hudud: 1, Tirmizî, Hudud: 15, Nesâî, Tahrim: 1, Dâremi, Siyer: 11, Ahmed: 1/61,
63, 65, 70, 163, 382, 428, 444, 465, 6/187, 214.
[21] Tirmizî, Salat: 188, Ebû Dâvud, Salat: 145, Nesâî,
Salat: 6, tahrîm: 2, İbn Mâce, İkame: 202, Daremî, Salat: 91, Ahmed: 2/290,
425, 4/65, 103, 5-72, 377.
[22] Buhari, Müslim: Ubâde b. Sâmit (r.a.)'den...
[23] Buhari, Müslim: Enes b. Mâlik (r.a.)'den.
[24] Müslim, Îmân: 334, 335, 337, 341, 345, Buharî, Daavat:
1, Tirmizî, Daavat: 130, İbn Mâce, Zühd, 37, Daremî, Rikak: 85, Ahmed: 1/281,
295.
[25] Buharî, İlim: 33, rikak: 51, Ahmed: 2/373.
[26] Buhari, İmân: 36, edeb: 44, Müslim, İmân: 116,
Tirmizi, Birr: 51, imân: 15, Nesâî, Tahrim: 27, İbn Mâce, Fiten: 4, Ahmed:
1/176, 178, 385, 411, 433, 454, 5, velâ': 3, Nesâi, Hudud: 36, vasaya: 6,
Daremî, Siyer: 81, ferâiz: 2, Ahmed: 2/118, 5/38, 46.
[27] Müslim, İmân: 121.
[28] Tirmizî, Nezir: 9, Nesâî, Eyman: 4, İbn Mâce,
Keffarat: 2, Daremî, Nezir: 6, Ahmed: 1/47, 2/34, 67, 69, 87, 125, 142.
[29] Ahmed: 1/272, 2/69, 128, 134, 164, 201, 203, 3/14, 28,
83, 226, 399, 6/441.
[30] Ahmed: 2/180, Ebû Dâvud: Amir b. Şuayb'dan.
[31] Buharî, Hudud: 22, talak: 11, Ebû Dâvud, Hudud: 17,
Tirmizî, Hudud: 1, İbn Mâce, Talak: 15, Daremî, Hudud: 1, Ahmed: 6/100, 101,
144.
[32] Hafız Bezzar: Ebu Râfi'den...
[33] Fazla bilgi için bak: Neylü'1-evtar: 1/348, 349...
[34] Ahmed: 4/199, 204, 205.
[35] Nevevî Alâ Sahıhi'l-İmami Müslim: 1/499, 500.
[36] Müslim, Mesacid: 179, Tirmizi, Mevakıyt: 1, Ahmed:
4/416, Nesâi...
[37] Tirmizî, Mevakıyt: 1, salat: 1, Ahmed: 1/333-354-3/30.
[38] Müslim, Siyam: 41, Nesâî, Siyam: 30, Ahmed: 5/7, 9,
13, 18, 45.
[39] Kaynaklarıyla İslâm Fıkhı: 1/176-179
[40] es-Siracü'I-Vahhac Alâ Methi'l-Minhac: 34-35.
Fethü'l-Vahhab bi-şerhi Menhıci’t-Tullâb: 1/30.
[41] el-Muğnî: 1/370-1575'den özetlenerek...
[42] el-Müdevvenetü’I-Kübrâ: 1/55-57'den özetlenerek...
[43] Şerhu Meâni'1-Asâr: 1/176-184'den özetlenerek
[44] Neylü'I-Evtar: 352'den özetlenerek...
[45] Mîzânti'l-İ'tidâl: 2/554-4840 nolu Abdurrahman...
[46] Mizânü'l-İ'tidâl: 1/585-2217 nolu Hâkim...
[47] Müsned-i Bezzar, Nâsburraye: 1/224.
[48] Müslim, mesacid: 188, Ebû Davud, salat: 4, Daremi,
Salat: 66, Ahmed: 4/420, 423.
[49] Müsned-i Ahmed: 3/135-160.
[50] Buhari, Mevakıt: 9-10, ezam: 18, Ahmed: 5/155-162-178.
[51] Buharî, mevakıt: 9-10 bedü'l-halk: 10, Ebû Dâvud,
salat: 4, Tirmizi, salat; 5, Nesai, mevakıt: 5, İbni Mace, salat: 4 Daremi,
salat: 14, Taberani, vuku: 27-29, Ahmed: 2/229-238-266-318-348.
[52] Sahih-i Müslim, Buhari, bedü'l-halk: 10.
[53] el-İhtiyar Ii-Ta'lili'l-Muhtar: 1/40.
[54] Fethülvahhab bi-Şerhi Menheci't-Tullâb: 1/31.
[55] el-Muğnî: 1/383.
[56] el-Müdevvenetü'l-Kübra: 1/55-56.
[57] Fethü'l-allâm li Şerhi Büluği'l-merâm: 1/78'den özetlenerek.
[58] Mizânü'l-i'tidâl: 2/99-100, 2995 nolu Zeyd...
[59] Nasburraye: 1/228.
[60] Şerhu Meâni'1-Asar: 1/184-186.
[61] Şerhu Meâni'1-Asâr: 1/187-188.
[62] Ebû Dâvud, salât: 2, Nesai, Mevakiyt: 15, Ahmet:
2/210-213-223.
[63] Buhari ve İbn Mâce dışında el-cemaat (eimme-i arbaa)
rivayet etmiştir
[64] Ahmed, Müslim,
Ebû Davud, Nesai, Buhari dışında diğer
hadis imamları rivayet
etmişlerdir.
[65] İbn Asakir Fi-Garaibi Mâlik, Darekutnî, Beyhaki; İbn Ömer'den (r.a.) merfuân rivayet
etmişlerdir.
[66] Buhari, mevakıyt: 11-13, ezan: 104, Müslim, mesacid: 235, Nesai,
mevakıyt: 2, Daremi, salat: 98, Ahmet: 4/425, Ebû Davud, salat: 2.
[67] Müslim, mesacid: 197.
[68] Buhari, şirket: 1, Müslim, mesacid: 198-199, Ahmed:
4/141.
[69] Buhari, mevakıt: 15-34, Nesai, salat: 15, İbn Mace, salat: 9, Ahmed: 3/237 5/349-360-361.
[70] el-İhtiyar li-Ta'lili'1-Muhtar: 1/40'dan
özetlenerek...
[71] Fetâvâ-yı Hindiyye: 1/52.
[72] Şerhûlvahhab li-Şerhi Menheci't-Tullâb: 1/30.
[73] el-Muğnî: 1/391-392, Buhari, Müslim, Enes b.
Mâlik'den.
[74] el-Müdevvenetü'1-Kübra: 1/58.
[75] İbn Hibban: 8/4.
[76] Tirmizi: Yakub b. Velîd el-Meden’den, o da Abdullah b.
Amer'den.
[77] Fazla bilgi için bak: Mîzânü'l-i'tidâl: 4/455, 9829
nolu Yakup.
[78] Mîzanü'l-i'tidal: 1/31, 90 nolu İbrahim...
[79] Nasburraye li-Ahadisi'1-Hidâye: 1/242-243.
[80] Mîzanü'I-i'tidal: 1/52, 165 nolu İbrahim...
[81] Buharî, Müslim: Ebû Hüreyre (r.a)'den.
[82] Fazla bilgi için bak, Şerhu Meâni'l-Asan: 1/189-194.
[83] Fethü'l-allam: 1/77'den özetlenerek...
[84] Buharî, tefsir: 2, 42, cihâd: 98, mağazî; 29, Müslim,
mesacid: 202, 206, Ebû Davud, salat: 5, Tirmizi, tefsir: 2-31, Nesaî, salat:
14, İbni Mâce, salat: 6, Daremi, salat: 28, Ahmed: 1/82, 113, 122, 126, 135,
137, 144, 146, 154, 292, 404, 456.
[85] Müsned-i Ahmed: Abdullah b. Ahmed'in tesbit ve
rivayetiyle...
[86] Müslim, mesacid: 202, 206, İbn Mâce, salat: 6, Ahmed:
1/82, 113, 122, 126, 135,137.
[87] Tirmizi, salat: 112, Daremî, salat: 28.
[88] Tirmizi, salat: 19, Ahmed: 5/12, 13, 23.
[89] Ahmed: 5/8, Daremî, Salat: 5.
[90] Müslim, Ahmed b. Hanbel: Bera' b. Azıb (r.a.)'den.
[91] Buhari dışında el-Cemaa (beş muhaddis) rivayet
etmiştir.
[92] Buhari, mevakıy: 11, 21, Müslim, salat: 233, Ebû
Dâvud, salat: 3-5, Nesai, mevakıyt: 18, İbn Mace, salat: 4, Ahmed: 3/369,
4/250.
[93] Ahmed: 5/206.
[94] Neylü'l-evtar: 1/363.
[95] Fazla bilgi için bak: Neylü'l-evtar: 1/363-368.
[96] Müslim, mesacid: 216, Ebû Davud, salat: 3, Tirmizî,
mevakıyt: 8, İbn Mâce, İkame: 44-111. Daremî, salat.
[97] Ebû Davud, Ahmed: 4/147-349, 5/417, 422.
[98] Buhari, Ahmed, Nesai, İftitâh: 67.
[99] Fetâvâ-yı Hindiyye: 1/53, Fazilet-i evkat.
[100] Fethü'l-Vahhab bi-Şerhi Menheci't-Tullâb: 1/30.
[101] el-Muğnî: 1/392.
[102] el-Müdevvenetti'1-kübrâ: 1/56.
[103] Fıkhü's-Sünne: 1/101.
[104] Buhari, Müslim: Rafi' b. Hudayc (r.a.)'den.
[105] Fazla bilgi için bak, Fethülallam li-Şerhi
Bülûği’l-meram: 1/78.
[106] Şerhu Meâni'1-Asar: 1/147.
[107] Neylü'l-evtar: 2/5-8.
[108] Nasburraye: 1/246.
[109] Buhari, ezan: 42, et'ime: 58, Müslim, mesacid: 64-68.
[110] Buhari, ezan: 42, et'ime: 58, Müslim, mesacid: 64-66,
Ebû Davud, et’ime: 10, Tirmizi, mevakıyt,
145, Nesâî, İmamet: 51, İbn Mâce, ikamet: 34, Daremi, salat: 58, Ahmed:
2/20, 102, 3/100, 110, 161, 231, 238, 249, 4/49, 54, 6/40, 51, 149.
[111] Ahmed: 2/20, 102, 3/100, 110, 161, 231, 238, 249,
4/49, 54, 6/40, 51, 149.
[112] Ebû Davud, et'ime: 10.
[113] Neylül-Evtar: 2/7.
[114] Neylül-Evtar: 2/7.
[115] Buhari: 1/590.
[116] Müslim ve Ebü Davud: Enes (r.a.)'den.
[117] Buhari, teheccüd: 35, İ'tisam: 27, Ahmed: 5/58.
[118] Buhari, ezan: 14, 16,
müsafirin: 304, Ebû Dâvud, tatavvu': 11, Tirmizi, salât: 22, Nesaî, ezan: 39,
İbn Mace, ikamet: 110, Daremi, salat: 145, Ahmed: 4/86 5, 54, 56, 57.
[119] Buhari, Müsned-i Ahmed, Abdullah b. Muğaffel
(r.a.)'den,
[120] Hâşiyetü't-Tahtavî ala Meraki'l-felâh: 102.
[121] Fethülvahhab bi-Şerhi Menheci't-Tullab: 1/56.
[122] Darekutnî, Ebû Dâvud, salat: 2, Tirmizi, salat: 1,
Nesâî, mevakıyt: 6, 7, 10, 12, 15, 17, 29, İbn Mace, salat: 1, Ahmed: 1/333, 2/4,
3/30, 129, 169, 330, 352, 4, 416, 5/349.
[123] Nesai, mevakıyt:
20, salat: 19, Ahmed: 6/34, 199, 210, 272.
[124] Müslim, Nesâi, Ahmed: 5/89.
[125] Buhari, mevakiyt: 11, 18, 21, mesacid: 223, Ebû Davud,
salat: 3, 5, Nesâi, mevakıyt: 18, İbn Mace, salat: 4, Ahmed: 3/369, 4/250.
[126] Müslim, mesacid: 218, 225, Nesâî, salat: 19, mevakıyt:
20-21.
[127] İbn Mâce, salat: 8, Nesâi, mevakıyt: 21.
[128] Ahmed: 3/5.
[129] Sahîh-i Buhari: Hz. Aişe (r.a.)'dan.
[130] Ahmed b. Hanbel, İbn Mace, Tirmizi Ebû Hüreyre
(r.a.)'den
[131] Bedayi'u's-Sanayi' Fi Tertibi'ş-Şerayi: 1/124.
[132] Fethülvahhab bi-Şerhi Menheci't-Tullab: 1/30.
[133] el-Muğnî: 1/393.
[134] el-Muğni: 1/393'den özetlenerek..
[135] el-Müdevvenetü'l-Kübra: 1/56.
[136] Fıkhü's-Sünne: 1/103.
[137] Şerhu Meâni'l-Asâr: 1/156-158'den özetlenerek...
[138] Fethü'l-allâm li-Şerhi Bulûği'l-Meram: 1/78-84'den
özetlenerek...
[139] Fazla bilgi için bak: Fethü'l-Allam: 1/84.
[140] Neylü'I-Evtar: 2/15. .
[141] Fazla bilgi için bak: Nasburraye: 1/247.
[142] Buhari, Mevakiyt: 13-20, Müslim, Mesacid: 218-225,
Nesâi, Mevakıyt: 20, Ahmet: 2/131, 4/423, 5/432, 6/ 215.
[143] İbn Mâce, salat: 12, Ahmed: 1/389, 410.
[144] Tirmizi, salât: 12, Ahmed: 1/26, 34.
[145] Sahîh-i Müslim: İbn Abbas (r.a.)'dan.
[146] Neylü'l-Evtar: 2/16.
[147] Neylü'l-Evtar: 2/16.
[148] Müsned-i Ahmed ve Tirmizî.
[149] Fazla bilgi için bak: Neylü'l-Evtar: 2/16, 17.
[150] Buhari, salat: 13, mevakiyt: 27, ezan: 163, Müslim,
mesacid: 230, 231, 232, Ebû Davut, salat: 8, Tirmizi, mevakiyt: 2, Nesâî,
mevakıyt: 25, seher: 101, Daremî, salat: 20, Taberani, vukût: 4, Ahmed; 6/33,
36, 179, 248.
[151] Ebû Dâvud, salat: 2.
[152] Buhari, savm: 19, Müslim, siyam: 47, Tirmizi, savm:
14, Nesâî, siyam: 21, 22, İbn Mace, savm: 23, Daremi, savm: 8, Ahmed: 5/82,
185, 188.
[153] Müsned-i Ahmed: Ebû Rabi (r.a.)'den.
[154] Hüseyin b. Mes'ud el-Bağavî, şerhü's-Sünne,
Müsnedü'l-Musannaf.
[155] el-Bahrü'r-râik
Şerhü Kenzi'd-dakayık: 1/260,
el-İhtiyar li-Ta'lilil-Muhtar: 1/39.
[156] Fazla bilgi için bak: Şerhu Maani'1-Asâr: 1/176-184.
[157] Fethülvahhab bi-Şerhi Minheci't-tullâb: 1/30.
[158] el-Ümm: 1/75.
[159] el-Ümm: 1/75.
[160] el-Muğni, Fasl-i salat-i subh: 1/394.
[161] el-Muğnî: 1/394.
[162] el-Muğnî. 1/395
[163] el-Müdevvenetü'l-Kübra, Ma caae fi'1-vukut: 1/56, 57.
[164] Nasburraye Li-Ahadîsi'1-Hidâye: 1/240.
[165] Mizânü'l-i'tidâl: 4/524-10182 nolu Ebû Rebî’..
[166] Tirmizi, salat: 23, cumuâ: 25, hacc: 57, tefsir: 3,
Nesâî, mevakıyt: 11, 28, 30, salat: 23, 197, cumua: 25, 41, İbn Mace, ikamet:
91, menasik; 106, Daremî, salat: 27, menasik: 54, Taberani, vukut: 15, 17, 18, cumua: 13, hacc: 170.
[167] Buhari, mevakıyt: 60, menasik: 68.
[168] Müslim, mesacid: 18, Nesâi, mevakıyt: 11, 28, Ahmed:
2/399, 474, 6/78, İ. Mâce.
[169] Bedayi'u's-Sanayi' Fi-Tertibi'ş-Şerayi': 1/127.
[170] Fethülvahhab bi-Şerhi Menheci't-Tullâb: 1/31,
es-Siracülvahhac alâ metni'l-Minhac: 35.
[171] Fethülvahhab bi-Şerhi Menheci't-Tullâb: 1/31.
[172] el-Muğnî, İdrak-i rek'ât bölümü: 1/377, 378.
[173] el-Muğnî, İdrak-i rek'ât bölümü: 1/378.
[174] el-Fıkhu alâ'I-mezahibi'l-erbaa: 1/181.
[175] el-Mudevvenetü'1-Kübra, idraki rekât yevmi'l-cumu'â:
1/147.
[176] Tirmizî, cumu'a: 23, Ebû Dâvud, salat: 234, Nesai,
mevakıy: 30, cumu'a: 41, İbn Mâce, İkamet: 91, Taberani, cumu'a: 12.
[177] Tirmizî, cumu'a: 23, Ebû Dâvud, salat: 234, Nesai,
mevakıy: 30, cumu'a: 41, İbn Mâce, İkamet: 91, Taberani, cumu'a: 12.
[178] Neylü'l-evtar: 2/25.
[179] Fethülallâm li-Şerhi Bülûği'l-meram, mevakiyt: 1/80,
Neylü'1-evtar, İdrak-i ba'zı's-salat: 2/25.
[180] Buhari, mevakiyt: 29, Müslim, mesacid: 161, 165, Ebû
Dâvud, salat: 102, Tirmizi, salat: 23, 197, cumu'a: 25, Nesâî, mevakiyt: 11,
28, 30, cumu'a: 41, Daremî, salât: 22, Taberani, cumu'a: 13-15, Ahmed: 2/241,
254, 265, 271, 280, 376.
[181] Fıkhü's-Sünne, İdraki rekât: 1/105.
[182] Geniş bilgi için bak: Nasburraye li-Ahâdısi’l-Hidâye:
1/229, 229.
[183] Buhari, mevakiyt: 37, Müslim, mesacid: 309, 314, 315..
Ebû Dâvud, salat: 11, Tirmizi, salat: 16, 17, Nesâî, mevakiyt: 52, 54, İbn
Mace, salat: 10, Daremî, salât: 26, Taberani, salat: 25, sefer: 77, Ahmed:
3/100, 243, 237, 269, 282, 5/22.
[184] Müslim, mesacid: 316, Taberani, vuku: 26, Ahmed:
3/184, 216.
[185] Nesai, mevakıyt: 52, 54, Tirmizi, salat: 16, 17, Ebü
Davud, salat: 11.
[186] Müslim, mesacid: 311, Ebû Davud, salat: 11, Tirmizî,
mevakıyt: 16, Nesai, mevakıyt: 53, İbn Mace, salat: 10, Ahmed: 5/305.
[187] Şerhu Fethilkadir, Kazâ-i fevâit: 1/346.
[188] Ebû Davud, salat: 11, Nesaî, mevakiyt: 53, İbn Mace,
salat: 10, Daremî, salat: 26.
[189] el-Ümm, salât-ı faite: 1/78.
[190] el-Mugnî, kazai fevaitle ilgili mesle: 1/607.
[191] el-Müdevvenetü'l-Kübra, Kaza-i salat: 1/139.
[192] Şerhu Meâni'1-Asâr, kaza-i salat: 1/484, 465.
[193] Mizânü'l İ'tidâl: 4/109, 8526 nolu Mesleme.
[194] Sahih-i Müslim.
[195] Mizânü'l İ'tidâl: 1/580, 2251 nolu Hammâd...
[196] Şerhu Meâni'1-Asâr: 1/465.
[197] Mizânü'l-i'tidâl: 3/70, 5641 nolu Atâ'.
[198] Şerhu Meâni'l-Asar: 1/466.
[199] Buharî, mevakiyt: 36, havf: 4, mağazî: 29, Müslim,
mesacid: 209, Tirmizî, salat: 18, Nesâî, sehiv: 103.
[200] Daremi, salat: 186, Nesâî, mevakıyt: 55, ezan: 23,
Ahmed: 3/25.
[201] Meraku'l-felâh, kaza-i fevâit: 77.
[202] Haşiyetü't-Tahtavî Ala Meraki'1-Felâh, Kaza-i fevâit:
239.
[203] el-Fıkhu Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa, Kazau'l-faite: 1/491,
495, 496.
[204] el-Muğnî, mesele: Men zekere enne aleyhi salatün:
1/607, el-Fıkhu Ala Mezahibi'-Arbaa: 1/495.
[205] el-Müdevvenetü'1-Kübra, kaza-i salat: 1/131.
[206] el-Fıkhu Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa, muraatü't-tertîb:
1/494.
[207] Mizânü'l İ'tidal: 1/465, 1747 nolu Haccac...
[208] Müsned-i Ahmed, Taberânî el-Mu'cem'inde İbn Lehîs
tarikiyle...
[209] Fazla bilgi için bak: Nasburraye: 1/164, 165.
[210] Mizânü'l İ'tidâl: 2/646-1572 nolu Abdülkerim.
[211] Nasburraye lİ-Ahadîsi'1-Hidâye: 1/163.
[212] Mîzanü'l-i'tidal: 2/632, 5119 nolu Abdülaziz...
[213] Fazla bilgi için bak: Mîzanü'l-i'tidal: 2/338, 3999
nolu Talha...
[214] Buhari, ezan: 1, Müslim, salat:1, Tirmizi, salat: 1,
Nesai, ezan: 1, Ahmed: 2/148.
[215] Neylü'1-evtar, ebvab-i ezan: 2/35.
[216] Müsned-i Ahmed.
[217] Buhari, Müslim.
[218] Müslim, İbn Mace, Müsned-ı Ahmed.
[219] Ebû Davud, Tirmizî.
[220] Ebû Davud, Nesâî, Ahmed.
[221] Şerhu Fethilkadir, babü'1-ezan: 1/167, 168.
[222] Fethülvahhab bi-Şerhi Menheci't-Tullâb, babü'1-ezan:
1/33.
[223] Mu'cemu'l-Fıkhi'l-Hanbelî, ezan: 1/23.
[224] el-Fıkhu Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa, hukmü'l-ezan: 1/313.
[225] Ebû Dâvud, Salat: 46, Ahmed: 5/196-6/446.
[226] Şevkani'nin görüşü için bak: Neylü'l-evtar: 2/36.
[227] el-Ümm, babu cimai'1-ezân: 1/82.
[228] Ebû Davud, salat: 28, İbn Mace, ezan: 1, Daremi,
salat: 3, Ahmed: 4/42.
[229] Tirmizî, mevakıyt: 25, Ebû Dâvud, salat: 28, İbn Mace,
ezan: 1, Daremi, salat: 3, Ahmed: 4/42.
[230] Buharî, ezan: 1-3, enbiya: 50, Müslim, salat: 2, 3, 5,
Ebû Davud, salat: 29, Tirmizî, salat: 27, Nesâi, ezan: 2, İbn Mace, ezan: 6,
Daremî, salat: 6, Ahmed: 3/103.
[231] Ebû Dâvud, Nesâi, Ahmed: 2/85, 87.
[232] Müslim, Nesâî, Ahmed: 3/403, 409.
[233] Ebû Davud, Ahmed: 3/408, 409.
[234] Bedayi'u's-Sanayi' Fi-Tertibi'ş-Şerayi, babu'l-ezan:
1/148.
[235] Bedayi'u's-Sanayi’ Fi-Tertihi'ş-Şerayi, babu'1-ezan:
1/148.
[236] Bedayi’u’s-Sanayi’ Fi-Tertibi'ş-Şerayi, babu'I-ezan:
1/148.
[237] es-Siracü'1-vehhac Ala Metni'1-Minhac, faslü'l-ezan
ve'1-ikame: 37, Fethü'lvahhab bi-Şerhi Menheci't-Tullab, babü'1-ezan: 1/34.
[238] el-Muğnî, faslün el-aslâ fi'1-ezan: 1/404.
[239] Mu'cemü'l-Fikhı'l-Hanbeli, Sıfatü'l-Ezan: 1/26.
[240] el-Muğnî, meseletün: 1/406.
[241] el-Müdevvenetü'l-kübrâ, Fi'l-ezan: 1/57, 58.
[242] Neylü’l-evtar: 2/41.
[243] Mîzanü'l İ'tidâl: 3/674, 8017 nolu Muhammed b. Amir...
[244] Neylü'l-evtar: 2/42
[245] Şerhu'l-İmami'n-Nevevî Ala Sahih'il-İmam Müslim: 2,
sifetü'l-Ezan: 468.
[246] Mizânü'l-i'tidal: 1/222, 849 nolu İsmail...
[247] Mizânül-i'tidal: 3/631, 7888 nolu Muhammed...
1/438-1632 nolu Harîs...
[248] Neylü'l-evtar: 2/43.
[249] Neylü'l-evtar: 2/47.
[250] Şerhu Meâni'l-Asâr: 1/131.
[251] Şerhu Meâni'l-Asâr: 1/1132-133.
[252] Şerhu Meâni'l-Asâr.
[253] Şerhu Meâni'l-Asâr: 1/134.
[254] Şerhu Meâni'1-Asân 1/134.
[255] Nasburraye: 1, babü'l-ezan: 258.
[256] Fazla bilgi için bak: Nasburraye: 1/255-259.
[257] Şerhu Meâni'1-Asâr: 1/136.
[258] Şerhu Meani'I-Asâr: 1/137.
[259] Şerhu Meâni'1-Asâr: 1/137.
[260] Şerhu Meâni'1-Asâr: 1/137.
[261] Tecrîd-i Sarih Tercemesi: 2/564, Müslim, Ebû Davud,
İbn Mâce, Nesâî, ezan: 14, Ahmed: 2/136, 411, 429, 458, 461.
[262] Buharî, ezan: 5, bed-i halk: 12, tevhîd: 52, İbn Mâce,
Nesâî, ezan: 14, Taberâni: 5, Ahmed: 3/35, 43.
[263] Bedayi'u's-Sanayi' Fi-Tertibi'ş-Şerayi': I/150,151'den
özetlenerek...
[264] Fethülvahhab bi-Şerhi Menheci't-Tullâb: 1/33.
[265] el-Muğnî, faslü'1-ezan: 1/423'den özetlenerek...
[266] el-Müdevvenetetü'l-kübrâ, el-kelâmu fi'1-ezan: 1/59.
[267] Fethülallâm, babü'l-ezan: 1/86'dan özetlenerek...
[268] Fıkhü's-Sünne, ma-yüstehebbü li'l-müezzini: 1/117.
[269] Neylü'1-evtar, babu refi’s-savt: 2/50.
[270] Buharî, ezan: 7, salat: 10-11, Tirmizî, salat: 40,
menakib: 1, Nesâî, ezan: 33, 35, 37, İbni Mace, ezan: 4, Taberani, nida: 2,
Daremi, salat: 10, Ahmed: 1/120-2, 188 - 3/6, 53, 90 - 4/92, 83, 95, 98, 200-
3/9, 328.
[271] Müslim, Ebû Dâvud: Ömer b.Hattab (r.a.)'den.
[272] Ebü Dâvud: Şehr b. Havşeb'den...
[273] Buharî, ezan: 8, tefsin 17, Ebû Davud, salat 43,
Nesâî, ezan: 38, İbn Mâce, ezan: 4, Ahmed: 3/337, 354.
[274] Müslim, Ebû Dâvud, Nesâi, Tirmizî: Abdullah b. Amir
(r.a.)'den.
[275] Tirmizî, salat:
44, daavat: 128, Ebû Dâvud, salat: 35, 37, cihâd: 39, Ahmed: 3/119,
155-225, 254.
[276] İbn Adiy, Beyhakî; Hadîsin zayıf olduğu tesbit
edilmiştir.
[277] Bedayi'u's-Sanayi' Fi-Tertibi'ş-Şerayi' 1/155'den
özetlenerek.
[278] Fethülvahhab bi-Şerhi Menheci't-Tullab: 1/35.
[279] El-Muğnî: 1/427.
[280] el-Muğnî, limen semi'a'1-müezzine: 1/426, 427.
[281] el-Fıkhu Alâ'l Mezahibi'I-Arbaa: 1/317, 318.
[282] Fikhü's-Sünne: 1/114'den özetlenerek...
[283] Bilgi için bak: Fethülallâm Li-Şerhi Bülûği'l-merâm:
1/92.
[284] Neylü'l-evtar: 2/58.
[285] Fazla bilgi için bak: Mîzanü'l i'tidal: 2/283, 3754
nolu Şehr
[286] Fazla bilgi için bak; Mîzanü'l-i'tidal: 3/83, 5679 nolu
Ufeyr...
[287] Buhari, Müslim, Ebû Davud, Tirmizi, İbn Mâce, Ahmed.
[288] Ebû Davûd, Ahmed.
[289] Bedayi'u's-Sanayi', Fi Tertibi'ş-Serayi': 1/151.
[290] Bedâyi': 1/151.
[291] el-Muğni, ezan: 415, 416.
[292] el-Muğnî, ezan: 415, 416.
[293] Tenvîrü'l-Havâlik Şerhün Ala Muvatta'i Mâlik: 1/92.
[294] Fazla bilgi
için bak: Mîzanü'l-i'tidal: 2/561, 4866 nolu
Abdurrahman...
[295] Fazla bilgi için bak: Mizanül-i'tidal: 2/135, 3160
nolu Sâid...
[296] Nasburraye: 1/280.
[297] Bedayi'u's-Sanayi' Fi-Tertibi'ş-Şerayi, Ezan:
1/150'den özetlenerek.
[298] Bedayi'u's-Sanayi' Fi-Tertibi'ş-Şerayi', Ezan:
l/150'den özetlenerek...
[299] el-Muğnî, ezan: 1/412.
[300] el-Muğnî, ezan: 1/412.
[301] Fethülallâm Li-Şerhi Bülûği'l-Merâni: 1/94.
[302] Fethülallâm Li-Şerhi Bülûgî'l-merâm: 1/94'den
özetlenerek.
[303] Müslim, salat: 187, Tirmizî, mevakıyt: 41, İbn Mâce, ezan: 3, ikamet: 48, Ahmed: 4/218, 334.
[304] İbn Seyyidinnas, Şerh-i Tirmizî'de rivayet etmiştir
[305] Fetâvâ-yı Hindiyye: 1/54.
[306] Bedayi'u's-Sanayi' Fi-Tertibi'ş-Şarayi': 1/152.
[307] Bedayi'u's-Sanayi' Fi-Tertibi'ş-Şarayi': 1/152.
[308] Bedayi'u's-Sanayi' Fi-Tertibi'ş-Şarayi': 1/152 .
[309] el-Ümm: 1/84'den özetlenerek...
[310] el-Ümm:
1/84'den özetlenerek...
[311] el-Muğnî-ezan: 1/415.
[312] el-Muğni-ezan: 1/415.
[313] el-Muğnî-ezan: 1/415.
[314] el-Müdevvenetü’I-kübra: 1/62.
[315] Neylü'l-evtar: 2/65.
[316] Müslim, mesacid: 31, Nesâî, mevakiyt: 55, Ahmed:
2/428, 4/441.
[317] Tirmizî, mevakıyt: 18, Ahmed: 1/375, Nesâî, ezan: 21,
22.
[318] Fetâvâ-yı Hindiyye, ezan: 1/54, 55, Bedayi’: 1/154.
[319] Fethülvahhab Bi-Şerhi Menheci’t-Tullâb, ezan: 1/33.
[320] el-Muğnî, faslün: men fatethü salâvatün: l/419'dan
özetlenerek...
[321] el-Muğnî, faslün: men fatethü salâvatün: 1/419,
el-Müdevvenetü'l-Kübrâ, ezan: 1/62.
[322] Fazla bilgi için bak: NeyIü'l-evtar: 2/67, 68,
Nasburraye: 1/279, 280.
[323] Ebû Dâvud, hammam: 2, Tirmizî, edeb: 22, 39, İbn Mâce,
nikâh: 28, Ahmed: 5/3, 20.
[324] Ebû Dâvud, cenâiz: 28, İbn Mâce, cenâiz: 8.
[325] Tirmizî, edeb: 40, Ahmed: 1/275, 290, 497, Buhari
kendi Tarih'inde...
[326] Tirmizî, edeb; 40, Ahmed.
[327] Muvatta', Ahmed b. Hanbel. Ebû Davud, Tirmizi,
hasenün...
[328] el-Fıkhu Alâ’l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/188.
[329] Fethülvahhab Bi-Şerhi Menheci't-Tullâb,
şurutü's-salat: 1/48, 49, el-Fıkhu Alâl-Mezahibi'l-Arbaa: 1/189.
[330] el-Muğnî, ma-yestürü: 1/577, 578'den özetlenerek...
[331] el-Fıkhu Alâ'l-Mezahibî'l-Arbaa: 1/189.
[332] el-Müdevvenetü'1-Kübra, salâtü’l-harâir: 1/94, 95.
[333] Bedayi'u's-Sanayf Fi-Tertibi'ş-Şerayi': 1/117.
[334] el-Mufenİ: 1/579.
[335] Müslim, fezail: 26, Ahmed: 1/71- 6/62, 155, 288.
[336] Buhari, salat: 12, Müsned-i Ahmed.
[337] Geniş bilgi için bak: Mizânü'l-i'tidâl: 4/586, 10729
nolu Ebû Yahya.
[338] Şerhu Meâni'1-Asâr: 1/473, 474.
[339] Şsrhıı Meâni'1-Asâr: 1/474.
[340] Buhari, Fazâil-i nebiy: 7.
[341] Ahmed: 2/255, 493.
[342] Müslim, mesacid: 149, Ebû Dâvud, salat: 119, Nesâî,
iftitah: 19, İbn Mâce, mesacid: 19, Ahmed: 2/187, 208-3/167, 168,
188, 232.
[343] Buhari, fezail: 5, Tefsin: 207, Müsned-i Ahmed.
[344] Fetâvâ-yı Hindiyye, şurûtü's-salat: 1/58, Şerhu
Fethilkadîr: 1/180.
[345] el-Fikhu Alâ'l-Mezahibi'l Arbaa, sitrü'l-avres: 1/189.
[346] El-Muğnî, sitrü'l-avre: 1/579, el-Fıkhu
Alâ'l-Mezâhibi'l-Arbaa: 1/189.
[347] el-Muğnî, sitrül-avre: 1/579.
[348] Mizânü'l-İ'tidâl: 2/375, 4135 nolu İbad b. Kesir.
[349] Neyü’l-evtar: 2/73.
[350] Mîzaaü'1-İ’tidal: 3/296, 6485 nolu Umeyr b. İshak.
[351] İbn Mâce, taharet: 132, Tirmizî, salat; 160, Ahmed:
6/150, 218, 259.
[352] Ebû Dâvud, salat; 83, 84, Taberânî, cemaat: 33, 36.
[353] Buhari, libas: 1, 2, 5, fezâil: 5, Müslim, libas: 42,
43, 48, 48, Ebû Davud, Iibas: 25, 27, Tirmizî, libas: 8, 9, İbn Mace, libas: 6,
9, Taberânî, libas: 9, 12, Ahmed: 2/5, 10, 32, 42, 44, 55, 56, 60- 3/5, 44, 97.
[354] el-İhtiyar li-Ta'lili'1-Muhtar: 1/48, 156.
[355] Bedayi'u's'-Sanayi' Fi-Tertibi'ş-Şerayı: 121,122.
[356] Fethülvahhab bi-Şerhi
Menheci't-Tullâb: 1/49, el-Fıkhu Ala’l Mezahıbı Arbaâ: 1/189.
[357] el-Fıkhu Alal-Mezahibi'l-Arbaa: 1/189.
[358] el-Fıkhu Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/189.
[359] Neylü'l-evtar: 2/75.
[360] El-Müdevvenetü'l-Kübra: 1/94.
[361] Neylü'l-evtar: 2/76.
[362] Nasburraye li-Ahadîsi'1-Hidâye; 1/300.
[363] A'râf: 7/31.
[364] Buhârî kendi Tarihinde rivayet etmiştir.
[365] Fıkhü's-Sünneî 1/127.
[366] Ahmed: 2/98.
[367] Buhari, Müslim.
[368] Buharî, salat: 16, libas: 12, Müslim, Iibas: 23,
Nesâi, kible: 19, Ahmed: 4/149, 150.
[369] Müslim, libas: 16, Nesâî, zînet: 88, Ahmed: 3/383.
[370] Neylü'l-evtar: 2/90.
[371] Neylü'l-evtar: 2/90.
[372] Müsned-i Ahmed.
[373] Buharî, libas: 25, Müslim, libas: 11, 21.
[374] Buharî, libas: 25, Müslim, libas: 11, 21, Tirmizî,
adab: 1, İbn Mâce, libas: 18, Ahmed: 1/20, 26, 36, 37, 39, 49, 2/166, 209, 329,
337, 3/23, 101, 4/5, 156,6/324, 430.
[375] Buhârî, libas: 39; Nesâî, zînet: 40, İbn Mâce, libas:
19.
[376] Ebû Davûd, libas: 7, Nesâî, zînet: 83, Ahmed: 1/90,
139, 153.
[377] Buharî, libas: 30, Ebû Dâvud, Iibas: 11, Nesaî, zînet:
83, İbn Mâce, libas; 19.
[378] Bedayi'u's-Sanayi' Fi-Tertibi'ş-Şerayi': 1/130,
131'den özetlenerek...
[379] Fıkhü's-Sünne: 3/484.
[380] el-Fıkhu Alâ'1-Mezahibi'l-Arba, ma yahîllü lebsühü:
2/10'dan özetlenerek.
[381] el-Muğnî, fimâ yahrum lebsuhu: 1/588.
[382] el-Muğnî, fimâ yahrum lebsuhü: 1/589.
[383] el-Fıkhu Alâ'1-Mezâhibi'l-Arbaa, ma yahillü lebsuhü:
2/11.
[384] el-Fıkhu Alâ'1-Mezahibi'l-Arbaa, ma yahillü lebsuhü:
2/13.
[385] Şerhu Maâni'I-Asar: 4/243, 244.
[386] Şerhu Mâanî'I-Asar: 4/243, 244, Ömer b. Hattata (r.a.)'dan..
[387] Şerhu Meâni'1-Asar: 4/248.
[388] Neylül Evtar: 2/93.
[389] Mizânü'l İ'tida: 1/364, 1360 nolu Sabit..
[390] Buhari, cenâiz: 2, hibe: 28, bed-i halk: 8, fezâil;
10, et'ime; 29, 32, eşrıbe: 27, 28, edebî 124, isti'zam: 8, Müslim, libas: 7,
9, 40, eşribe: 17, Tirmizi, edep: 45, Nesâî, tatbiyk: 7, cenâiz: 53, zînet; 40,
43, 45, 76, 79, 84, 87, 90, 92, Ahmed; 1/16, 43, 46, 50, 2/99, 4/92, 150,
5/261, 383, 6/228.
[391] Buharî/cenâiz: 2, eşribe: 28, merza, 4, libas 28, 36,
45, istizan, 8, Müslim, Iibas: 8, Tirmizî, salat: 80, libas: 13, 44, edep; 45,
Nesâî, tatbiyk: 8, 61, eşrıbe: 26, Ahmed: 1/80, 81, 92, 94, 114, 119, 121, 127, 132, 134, 137.
[392] Ebu Dâvud, libas: 9, Tirmizî, kıyâmet: 32, Ahmed:
4/143, 149, 150- 6/49, 53, 241.
[393] Sahîh-i Müslim, Ahmed: 6/347.
[394] Ebû Dâvud, Nesâî, Müsned-i Ahmed: 4/95.
[395] Bedayi'us-Sanayi Fi-Tertibi'ş-Şerayi’: 5/131'den
özetlenerek.
[396] Bedayi'u's'-Sanayi Fi-Tertibi'ş-Şerayi': 5/82.
[397] el-Fıkhu Alâ'l-Mezahibi'I-Arbaa: 2/10, 11'den özetlenerek.
[398] Fethü'l-vahhab bi-Şerhi Menheci't-Tullâb: 1/6.
[399] el-Muğnî: 1/588
[400] el-Muğnî; 1/588, 589 (dan özetlenerek)
[401] el-Fıkhu Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 2/13.
[402] Neylü'I-evtar: 2/97.
[403] Müsned-i Ahmed: 1/73.
[404] Kamus Tercümesi: 1/347, Tadbib maddesi.
[405] Ebû Dâvud, hatem;
7, Tirmizî, libasî 31, Nesâî, zînet: 41, Ahmed : 5/23.
[406] Bedayi'u's-Sanayi' Fi-Tertibi'ş-Şerayi': 5/132.
[407] Bedayi'u's-Sanayi' Fi-Tertibi'ş-Şerayi': 5/132.
[408] Yerinden çıkıp kopan dişin tekrar yerine konulması
mümkün mü, değil mi? İmam Ebû Yusuf o gün için bunun mümkün olabileceğini
düşünürek ictihadi yürütmüştür
[409] Bedayi'u's-Sanayi' Fi-Tertibi'ş-Şerayi, 5/132, 133.
[410] Fetâvâ-yı Hindiyye, isti'malü'z-zehebi ve'l-fidde:
5/336.
[411] Bedayi'u's-Sanayi' fi-Tertibi'ş-Şerayı': 5/132.
[412] el-Fikhu AIâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 2/14.
[413] Fazla bilgi için bak: El-Fıkhu Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa,
Cebir: 1/168.
[414] el-Muğni: 1/277.
[415] Buharî, i'tizam: 1, Müslim, birr: 115, Cennet: 28,
Ahmed: 2/244, 251, 315, 323, 463, 519.
[416] Kamus tercümesi, sûret maddesi.
[417] Ebû Dâvud, Buharî, libas: 90.
[418] Buhari, libas: 90, Ahmed: 6/52.
[419] Buharî, bed'-i halk: 7, mezalim: 32, Müslim, Iibas,
83, 88, Ebû Dâvud, libas: 45, Tirmizi, kıyamet:
32, edeb: 44, İbn Mâce, libas:
45, Nesâî, zînet: 111, 113, Ahmed: 2/305, 308- 4/28-6/49, 53.
[420] Ahmed: 6/247, 478.
[421] Ebû Dâvud, libas: 1, Tirmizî, edeb: 44, Ahmed: 2/305.
[422] Buharî, tevhid: 56, libas: 89, 92, 95, Müslim, libas:
98, 97, Ahmed: 2/40.
[423] Buharî, büyu': 104, Nesâî, zînet: 112, Müslim, libas:
99, Ahmed: 1/308.
[424] Neylü'l-evtar: 2/114.
[425] Neylü'I-evtar: 2/114.
[426] Neylü'l-evtar: 2/115.
[427] Neylü'l-evtar: 2/117.
[428] Şerha Maani'l-asâr: 4/282, Hz. Ali (r.a.)'den
[429] Şerhu Maani'1-asâr: 4/282, Hz. Ali.
[430] Şerhu Maani'l-asâr: 4/282, Hz. İbn Abbas (r.a.)'den
[431] Şerhu Maani'1-asâr: 4/282, Hz. Aişe .
[432] Şerhu Maani'l-asâr: 4/282, Ebu Hureyre (r.a)’den.
[433] Şerhu Maani'1-asâ; 4/282, Hz. Salim b. Abdullah’ın
babasından.
[434] Şerhu Maani'1-Asâr: 4/282-286.
[435] Serhu Maani'1-Asâr: 4/287.
[436] Şerhu Maani'l-Asâr; 4/287.
[437] Müslim, İmân: 147, İbn Mâce, duâ: 10, Ahmed: 4/133,
134, 151.
[438] Müslim, imân: 147, İbn Mâce, duâ: 10, Ahmed: 4/133,
134, 151.
[439] Tirmizî, kiyâmet: 39, İbn Mace, cihad: 12, Ahmed:
3/430, 439, 4/131.
[440] Ahmed, Ebû Dâvud, İbn Mâce: İbn Ömer r.a.'dan.
[441] Buharî, fezâil-i sahabe: 5, Ebu Dâvud, libas: 23.
[442] Ebu Dâvud, libas: 27, İbn Mâce, libas: 9.
[443] Buharî, libas: 1, 2, 5; fezâil-i sahabe: 5, Müslim,
libas: 42, 43, 46, 48, Ebû Dâvud, libas: 25, 27, Tirmizî, Iibas: 8, 9, İbn Mâce, libas: 6, 9,
Taberânî, libas: 9, Ahmed: 2/5, 10, 32, 42, 44, 46, 55, 56, 60, 65, 67, 74, 76,
81, 386, 397, 409, 430454, 467, 479, 3/5, 44, 97.
[444] Mîzanü'l-i'tidal: 2/241-3592 nolu Sehl.
[445] Neylü'l-evtar: 2/125.
[446] Neylü'l-evtar: 2/127.
[447] Ebû Dâvud, Tirmizî, Nesâî.
[448] Taberânî: Ebû Ümâme (r.a)'den
[449] Mîzanü'l-i'tidali 2/628- 5101 nolu Abdülaziz.
[450] Buharî, libas: 30, Müslim, libas: 19, Ahmed; 1/92, 97,
119, 2/96, 98.
[451] Müslim, cennet: 52.
[452] Ebû Dâvud, libas: 28, Ahmed: 2/325.
[453] fazla bilgi için bak: Şerhu Maani'l-Asâr: 4/332-335
[454] Mîzanü'l-i'tidâl: 4/355- 9437 nolu vehb.
[455] Neylü'l-evtar: 2/130.
[456] Neylü'l-evtar: 2/131.
[457] Dâremî, vüdu'; 13.
[458] Buhari, et'ime: 2, Ebû Dâvud, et'ime: 19, İbn Mâce,
et'ime: 8.,Dâremî, et'ime: 9.
[459] Ebû Dâvud, Taharet: 18.
[460] Müsned-i Ahmed: 2/409.
[461] Müslim, eşribe: 105, Ebû Dâvud, et'ime: 19, İbn Mâce,
et'ime: 8, Daremî, et’ime: 9, Taberânî, sifatü'n-Nebiy: 8, Ahmed: 2/8, 33, 146,
325, 349.
[462] Nesâi, zinet: 8.
[463] Tirmizî, libas: 28.
[464] Ebû Dâvud, libas: 1, Tirmizi, libas: 28, Ahmed; 3/30,
50.
[465] Ebû Dâvud, libas: 1, Tîrmizî, libas: 28, Ahmed: 3/30,
50.
[466] Fethülvahhab bi-Şerhi Menheci't-Tullâb: 1/14.
[467] el-Muğnî, gaslü'l-meyamin: 1/109.
[468] İbn Hibbân, Beyhaki, Taberânî.
[469] Neylü'l-evtar: 2/132.
[470] İbn Mâce, Ahmed: 5/89, 97.
[471] Ebû Dâvud, taharet: 131, Buharî, vüdu': 69, salat: 3,
Müslim, taharet: 107, nesâî, taharet: 185,
İbn Mâce, taharet: 81, 83, Daremî, salat: 103, Ahmet: 5/ 89, 97.
[472] Ebû Dâvud, Müsned-i Ahmed.
[473] Geniş bilgi için bak: Bedayi'u's-Sanayi’
Fi-Tertibi'ş-Şerayi': 1/84.
[474] Geniş bilgi için bak: el-Fıkhu Alâ'l Mezahibi'I-Arbaa:
1/13.
[475] Neylü'l-evtar: 2/133.
[476] Neylü'l-evtar: 2/133.
[477] Ebû Ya'lâ, Bezzar, İbn Adiy, Darekutnî, Beyhakî.
[478] Mîzanü'l-i'tidal: 2/60- 2809 nolu Rvh.
[479] Neylü'l-evtar: 2/134.
[480] Buharî, salât: 24, libas: 37, Müslim, mesacid: 60.
Tirmîzî, mevakiyt: 176, Nesâî, kıble: 24, Dâremî, salât: 103, Ahmed: 3/100,
166; 4/9.
[481] Ebû Dâvud, salât: 89.
[482] Müsned-i Ahmed: 2/365.
[483] Müsned-i Ahmed: 3/502.
[484] Mîzanü'l-i'tidal: 2/365, 4111 nolu Abbad.
[485] Neylü'l-evtar: 2/146'dan özetlenerek.
[486] Ebû Davud İbn Mâce.
[487] Neylü'I-evtar: 2/146.
[488] Buharî, teyemüm: 1, salât: 56, Müslim, mesacid: 3, 4,
5, Ebû Dâvud, salât: 24, Tirmizî, mesacid: 119, siyer: 5, Nesâi, gusül: 26, İbn
Mâce, taharet: 90, Dâremî, salât: 111, siyer: 28, Ahmed: 1/250, 301, 2/222,
240, 250, 412, 442.
[489] el-Hattab.
[490] Buhari, Müslim, Ebû Dâvud, Tirmizî, İbn Mâce: Ebû Saîd
(r.a.)'den.
[491] Müslim, cenâiz: 97, 98, Ebû Dâvud, cenâiz: 73,
Tirmizî, cenâiz; 57, Nesâî, kıble: 11, Ahmed: 4/135.
[492] Buharî, salat: 52, teheccüd: 37, Müslim, müsafirîn:
208, 209, Ebû Dâvud, salât: 199, vitir: 11, Tirmizî, salât: 213, Nesâi,
kiyamü'lleyl: 1, Ahmed: 2/6, 16, 123, 5/192, 6/65.
[493] Buharî, mesacid: 62, Nesâî, cenâiz: 106, Dâremî,
salât: 120.
[494] İbn Mâce, mesacid: 4, Müsned-i Ahmed, Tirmizî.
[495] Tirmizî, salat: 14, İbn Mâce, mesacid: 4.
[496] Geniş bilgi için bak: İbn Abidîn: 1/394, 395.
[497] el-Fikhu Alâ'I-Mezâhabı'I-Arbaa: 1/279.
[498] el-Fıkhu Alâ'I-Mezâhabı'l-Arba: 1/279.
[499] el-Fıkhu Alâ'I-Mezâhbı'l-Arbaa: 1/279.
[500] el-Fılîhu Ala'l-Mezâhbı'l-Arbaa .1/279.
[501] el-Fıkhu Alâ'l-Mezâhabı'l-Arbaa: 1/280.
[502] el-Fikhu Alâ'l-Mezahibı 1-Arbaa: 1/230.
[503] Şerhu Maani'I-asâr: 1/384, 385.
[504] Ebu Davud, salat: 24, Tirmizi, salat: 119, İbn Mace,
mesacid: 4, Daremi, salat: 111, Ahmet: 3/83; 96.
[505] el-Muğnî: 2/67, 68.
[506] Nasburraye: 2/324.
[507] Neylü'l-evtar: 2/148.
[508] Tenvirü'l-havâlik şerhün alâ Muvatta'i Mâliki:' 2/132.
[509] Neylü'l-evtar: 2/150
[510] Mizanül-i'tidali: 3/207-6149 nolu Ömer.
[511] Müsned-i Aluned: 3/404, 405- 4/85, 86, 150, 302 -
5/54, 55.
[512] Neylü'l-evtar: 2/153
[513] Mîzanü'l-i'tidab, 2/99-2995 nolu Zeyd...
[514] Buharî, hac: 51, Müslim, hac: 393, 394, Ahmed: 2/120,
Nesâî, mesacid: 5.
[515] Buhari, Müsned-i Ahmed.
[516] Fetâvâ-yi Hindiyye: 1/65.
[517] el-Müdevvenetü'l-kübra: 1/91.
[518] Fethülvahhab bi-Şerhi Menheci't-Tullab: 1/37.
[519] Derekutnî, el-Hâkim Ebû Abdillah: İbn Ömer (r.a.)'dan.
[520] Ahmed, Tirmizî.
[521] Taberanî, el-Kebir.
[522] Hâyetü't-Tahtavi ala Meraki'l-felâh: 222.
[523] Hâşiyetü't-Tahtâvi alâ Meraki'I-felâh: 222.
[524] Fetâvâ-yı Hindiyye: 1/142.
[525] Fetâvâ-yı Hindiyye: 1/143.
[526] Hâşiyetü'l-Tahtâvî ala Meraki'l-felah: 223.
[527] Hâşiyetü't-Tahtâvî alâ Meraki'l-felâh: 223.
[528] Fetâvâ-yi Hindiyye: 1/143.
[529] es Siracü'I-vahhac alâ metni Minhac: 39,
Fethü’l-vahhab bi-Şerhi Menhecı’t-Tullâb: 1/36, 37.
[530] el-Muğnî': 1/435, 436.
[531] Fazla bilgi için bak: el-Muğni: 1/437.
[532] el-Muğni: 1/434.
[533] el-Müdevvenete'I-kübra: 1/123, 124.
[534] Şerhu Maani'1-Asâr: 1/428.
[535] Şerhu Maanil-Asâr: 1/429.
[536] Şerhu Maani'l-Asâr: 1/429
[537] Şerhu Maani'1-Asâr: 1/429, 430.
[538] Darekutnî: Hz. Ali (r.a.)'den.
[539] Mîzanü'l-i'tidali 1/492-1850 nolu Hasan.
[540] Mîzanü'l-i'tidal: 1/483-1829 nolu Hasan.
[541] Neylü'l-evtar: 2/159.
[542] Buharî, salât: 65, Müslim, mesacid: 24, 25, müsafir:
103, zühd: 43, 44, Ebû Dâvud, tatavvu: 1, Tirmizî, salât: 120, 189, 204, Nesâi,
mesacid: l, kıyamu'l leyl: 66, 67, 1/20, 53, 61, 70, 241, 2/221, 298, 388,
6/328, 327, 428, 461.
[543] Müsned-i Ahmed: 1/53, 70.
[544] Ebû Dâvud: İbn Abbas'dan.
[545] Buharî, Müslim, Nesâî, İbn Mace, Ebû Dâvud.
[546] Fetâvâ-yı Hindiyye: 5/319.
[547] Fetâvâ-yı Hindiyye: 5/319.
[548] el-Fıkhu Alâ'I-Mezahibi'I-Arbaa: 1/287.
[549] el-Fıkhu Ala'l-Mezahibi'I-Arbaa: 1/287.
[550] Mîzanü'l-i'tidal: 4/351, 0425 nolu Vehb.
[551] Fazla bilgi için bak: Neylü'l-evtar; 2/165.
[552] Müslim, mesâcid: 57, Ebû Dâvud, salât: 16, Tirmizî,
seva-ı kur'an: 19, Ahmed; 5/178
180.
[553] Tirmizî, cumaa: 64, Ebû Dâvud, salât: 13, İbn Mâce,
mesacid: 8, 9.
[554] Müsned-i Ahmed, Tirmizi.
[555] Buhari, ezan: 160, i'tisam: 24, Müslim, mesâcid: 68,
72, 74, 76, Ebû Dâvud, et'ime: 40, Tirmizî, et'ime: 27, İbn Mace, ikamet: 58,
Nesai, Mesacid: 16, Daremi, Etime: 21, Taberânî, taharet: 1, Ahmed, 2/13, 20,
3/12, 4/99, 5/26.
[556] Ebû Dâvud.
[557] Müsned-i Ahmed, Nesâî, Müslim, Ebû Dâvud
[558] Müsned-i Ahmed, İbn Mâce Hz. Fatıma (r.a.)’dan.
[559] Neylü'l-evtar: 2/174.
[560] Müslim, mesacid: 79, münafıkîn: 17, Ebû Dâvud, salât:
21.
[561] Müslim, mesacid: 79, münafikîn: 17, Ebû Dâvud,
salât: 21, İbn Mace, mesacid: 11, Ahmed:
2/349, 420
[562] Müsned-i Ahmed: 2/350, 418, İbn Mâce, mesacid.
[563] Tirmizî, diyat: 9, İbn Mâce, hudud: 31, Dâremî, diyat:
6, Ahmed: 3/434.
[564] Tirmizî, buyû': 75, Taberânî, sefer, Müsned-i Ahmed.
[565] Ebû Dâvud, salat: 214, Tirmizî, büyû: 75, Nesâî,
mescid: 22, İbn Mace, Mesacid: 5, Ahmed: 2/179, 212
[566] Buharî, talak: 20, 31, Müslim, Iiân: 12, Nesâî, talâk:
39.
[567] Müslim, fezâil-i sahabe: 151, Müsned-i Ahmed: 5/222.
[568] Müsned-i Ahmed: Câbir (r.a.)'den.
[569] Sahîh-i Buharî, Sahîh-i Müslim Abbad b. Temîm'den.
[570] Sahîh-i Buhari, Nesâî, Ebû Dâvud, Müsned-i Ahmed.
[571] Sahîh-i Buharî, Sahîh-i Müslim: Aişe (r.a.)'dan.
[572] Ebû Davud, Abdurrahman b. Ebübekir (r.a.)'dan
[573] İbn Mâce, Abdullah b. el-Hâris (r.a.)'den.
[574] el-Fıkhu Alâ-1-Mezahibi'l Arbaa: 1/284-290'dan
özetlenerek.
[575] el-Fıkhu Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/284-290'dan
özetlenerek.
[576] el-Fıkhu
Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/284-280'dan
özetlenerek.
[577] el-Fıkhu Alâ'l-Mezahibi'I-Arbaa: l/284-290'dan
özetlenerek.
[578] Neylü'l-evtar: 2/175.
[579] Neylü'l-evtar: 2/100.
[580] Mîzanü'1-i’ tidlâl: 4/450-9810 nolu Yakub b. Humayd.
[581] Buharî, salât: 15, Ahmed: 3/151, 283.
[582] Müsned-i Ahmed: 4/68-5/380.
[583] Müsned-i Ahmed: Ebû Hüreyre (r.a.)'den.
[584] Müslim, mescit: 258, Ebû Dâvud, salât: 42, Tirmizî,
mevâkit: 36, Ahmed: 2/410, 416, 471-6/5, 537, Nesâî, salat: 40, İbn Mâce, ezan:
7, Daremî, salat: 12.
[585] İbn Seyyidi'n-Nâs,Tirmizî'nin şerhinde.
[586] Fazla bilgi için bak: Mizanü'l-itidal: 1/67-224 ve 225
nolu İbrahim meddelerine.