7- NAMAZ.. 3

Çıkarılan Hükümler: 5

Namazı Terkeden Küfre Girmiş Sayılır Mı?. 5

Namazı Terketmenin Küfrü Gerektirmiyeceğini Söyleyenlerin Delilleri 7

Alışması İçin Çocuğa Namaz Kılmasını Emretmek. 8

Çıkarılan Hükümler: 10

Kafir İslam’a Girince Geçmiş Namazları Kaza Etmez. 10

Çıkarılan Hükümler: 10

Namaz Vakitleri 11

Çıkarılan Hükümler: 14

Öğle Namazını Vakit Girince Hemen Kılmak Veya Bir Süre Geçiktirerek Kılmak. 14

Çıkarılan Hükümler: 16

İhtiyari Ve İztirari Hallerde İkindi Vaktinin Evveli İle Sonunu Belirlemek. 17

Çıkarılan Hükümler: 18

İkindi Namazını Vakit Girince Hemen Kılmak. 18

Çıkarılan Hükümler: 21

Salat-i Vüsta (Orta Namaz) 21

Akşam Namazının Vakti 24

Akşam Vakti Yemek Hazır Olunca Önce Yemeğe Oturup Karnı Doyurmak Sonra Namaz Kılmak. 25

Çıkarılan Hükümler: 26

Akşam Farzından Önce İki Rek’at Namaz Kılmak. 26

Yatsı Namazının Vakti Ve Geciktirilmesinin Fazileti 27

Yatsı Namazını Kılmadan Uyumak Ve Kıldıktan Sonra Konuşup Sohbet Etmek Mekruhtur 30

Çıkarılan Hükümler: 32

Sabah Namazının Vakti Ve Erken Kılınması 32

Çıkarılan Hükümler: 34

Vakit İçinde Namazın Bir Kısmına Yetişen Kimse Onu Vakit Çıksa Bile Tamamlar Mı?. 35

Çıkarılan Hükümler: 37

Vaktinde Eda Edilmeyen Namazları Kaza Etmek. 37

Çıkarılan Hükümler: 39

Kazaya Kalmış Namazları Kılarken Tertibe Riyayet 40

Çıkarılan hükümler: 42

EZAN.. 42

Ezan Ve İlgili Hükümler 43

Ezanın Gereği Ve Fazileti 43

Çıkarılan Hükümler: 45

Ezanın Sıfat Ve Elfazı 45

Çıkarılan Hükümler: 51

Ezanda Sesi Yükseltmek. 51

Çıkarılan Hükümler: 53

Ezan Sesini İşitirken Ne Söylenir?. 53

Çıkarılan  hükümler: 55

Ezan İle İkameti Aynı Kişinin Okuması Gerekli Midir?. 55

Çıkarılan Hükümler: 57

Ezan İle İkamet Arasında Az Bir Süre Oturmak. 57

Çıkarılan Hükümler: 58

Ücret Karşılığında Ezan Okumak Caiz Midir?. 59

Çıkarılan Hükümler: 60

Kazaya Kalan Namazlar Kılınırken Ezan Ve İkamet Okumak Sünnet Midir?. 60

Çıkarılan Hükümler: 61

Avret (Utanç) Yerini Örtmek. 61

Çıkarılan Hükümler: 64

Göbeğin Ve Dizkapağının Kendisi Avret Midir?. 64

Çıkarılan Hükümler: 65

Hür Kadını Avret Yerleri 66

Çıkarılan Hükümler: 68

İpek Veya Gasbedilmiş Elbiseyle Namaz Kılmak. 68

Çıkarılan Hükümler: 69

İpek Elbise Giyinmek Ve Altın Eşya Takınmak Erkeklere Haramdır 70

Çıkarılan Hükümler: 73

İpek Yaygı Üzerinde Oturmak, Onu Giyinmek Gibidir 73

Çıkarılan Hükümler: 74

Altın ve Gümüş İle Diş Kaplatmak. 75

Çıkarılan Hükümler: 76

Üzerinde Suret Bulunan Elbise, Örtü Ve Benzeri Eşya. 77

Çıkarılan Hükümler: 80

Güzel Elbise Giyinmek Ve Alçak Gönüllü Davranmak. 81

Çıkarılan Hükümler: 83

Kadını Beden Hatlarını Gösterecek Ve Onu Erkeklere Benzetecek Şekilde Elbise Giyinmesi Men’edilmiştir 83

Çıkarılan Hükümler: 85

Elbiseyi Sağdan Başlayarak Giyinmek. 85

Namazda Giyilen Elbiseyi Ve Namaz Kılınan Yeri Necasetten Arındırmak. 86

Çıkarılan Hükümler: 88

Kundura, Çizme, Fotin, Lapçin Ve Benzeri Ayakkabılarla Namaz Kılmak Caiz Mi?. 88

Çıkarılan Hükümler: 89

Namaz Nerelerde Kılınabilir, Nerlerde Kılınamaz. 90

Çıkarılan Hükümler: 94

Kabenin İçinde Nafile Namaz Kılmak. 94

Çıkarılan Hükümler: 95

Gemide Namaz Kılmak. 96

Çıkarılan Hükümler: 98

Cami Yapmak VeYaptırmak. 99

Çıkarılan Hükümler: 100

Camilerin Süpürülerek Temizlenmesi Güzel Kokularla Havasının Değiştirilmesi 100

Camiye Girilirken Ve Çıkılırken Hangi Dualar Okunur 101

Camilerin Nelerden Korunması Gerekir Ve Camilerde Neler Mübahtır?. 102

Çıkarılan Hükümler: 107

Caminin Kıblesinde Namaz Kılanları, Oyalayacak, Dikkatlerini Dağıtacak Şeyler Bulundurmak. 107

Ezan Okunduktan Sonra Camiden Çıkılmaz. 108

Çıkarılan Hükümler: 109


7- NAMAZ

 

Namaz dinin direği, ailenin düzeni, toplumun dengesi, haya­tın hikmeti, kulluğun gereği ve imânın açık belgesidir. Allah ile kulları arasında en işlek yoldur. Hiçbir peygamber namazdan va­reste tutulmamış, semavî hiçbir din bu ibâdete ilgisiz kalmamıştır.

Onun için Resûlüllah (a.s.) Efendimiz: "Namaz benim gözümün aydınlığı kılınmıştır!" buyurarak, namazın her iki hayatımıza na­sıl bir aydınlık getireceğine işaret etmiştir. Âhiret'te insandan ilk önce bu ibâdetten sorulacağı da onun önemini anlatmaya yeterli bir delildir. Aynı zamanda namaz küfürle imân arasında bir alâmet-i farika sayılır.

Kur'ân-ı Kerîm'in elliden fazla yerinde bundan bahsedilerek Allah'ın kullarının günlük hayatlarında maddeyle mâna, dünya ile âhiret, nefs ile ruh arasında denge sağlayacak, köprü kuracak na­mazı görmek istediğine en belirgin şahittir.

İlgili hadîsler:

Abdullah b. Ömer (r.a.)'den yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:

"İslâm beş (esas) üze­rine kurulmuştur: Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in de Allah'ın Rasûlü bulunduğuna şehadet etmek; namaz kılmak, zekât vermek Beytullah'a haccetmek ve Ramazan orucunu tutmak.."[1]

Enes b. Mâlik (r.a.)'den yapılan rivayette demiştir ki: İsrâ gecesinde Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'e elli vakit namaz farz kılınmıştı. Sonra azaltılarak beş vakte indirilmiştir. Sonra da ona şöyle seslenilmiştir: "Ya Muhammed! Şüphesiz ki söz benim yanımda değişmez. O bakımdan şu beş vakit ile sana elli vaktin (sevabı) vardır."[2]

Hz. Aişe (r.a.) Vâlidemiz'den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Namaz ikişer rek'at olarak farz kılındı. Sonra hicret edince dört rek'at olarak farz kılındı ve seferi namaz evvelki (sayı) üzerine bırakıldı."[3]                                               

Talha b. Ubeydullah (r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki: "Bir bedevi, saçları dağınık bir halde Peygamber (a.s.) Efendimiz'e geldi ve aralarında şu konuşma geçti:

"Ey Allah'ın Rasûlü! Allah'ın benim üzerime namazdan neyi farz kıldığını haber ver?"

"Beş vakit namaz, meğer ki tetavvu' olarak bir şey (fazladan) kılasın..."

"Allah'ın benim üzerime oruçtan ne kadar farz kıldığını haber ver?"

"Ramazan ayı... Meğerki tetavvu' olarak bir şey (oruç tutasın.)"

"Bana Allah'ın üzerime zekâttan neyi farz kıldığını haber ver?"

Böylece Resûlüllah (a.s.) Efendimiz ona İslâm şeriatının hep­sini haber verdi. Bunun üzerine Bedevî şöyle dedi:

"Sana ikramda bulunan Allah'a yemin ederim ki, bundan ne fazlasını yaparım, ne de Allah'ın üzerime farz kıldığından bir şey eksiltebilirim!.."

Onun bu sözü üzerine Peygamber (a.s.) Efendimiz şöyle bu­yurdu:

"Eğer doğru söylediyse kurtuluşa erdi veya Cennet'e girdi..."[4]

Hadîslerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- İslâm beş esas üzerine kurulmuştur. Onlardan biri de na­mazdır.

2- Namaz Mi'rac gecesi, önce elli vakit olarak farz kılınmış, sonra noksanlaştırılarak beşe indirilmiştir.    Bu artık ne artar, ne de eksilir. Günde belirli zamanlarda beş vakit namaz kılmak farz­dır ve bu elli vakit namaz değer ve sevâbındadır.

3- Namaz önceleri ikişer rek'ât olarak farz kılınmıştır, yani her vakitte iki rek'at farz namaz kılınırdı. Hicretten sonra bu sa­bah ve akşam dışındaki vakitlerde dörder rek'ata çıkarılmıştır.

4- Seferde ise, yine önceleri olduğu gibi, öğle, ikindi ve yatsı farzları ikişer rek'ât olarak kalmıştır.

5- Kurtuluşun en açık yolu, Allah'ın farz kıldığı ibâdetleri dosdoğru yerine getirmektir. Ancak dileyen fazladan nafile ibâdet yapabilir.

Hadislerin ışığında müctehid imamların görüş, tesbit, ictihâd ve istidlalleri:

a) Hanefîlere göre:

Namaz beş vakittir. Bu, kitap, sünnet ve ümmetin icma'ıyla sabit olmuştur. Namazın rek'at sayısına gelince, bu, mükellef ki­şinin mukiym ve misafir (eyleşik ve yolcu) olmasına göre değişir. Eyleşik ise, 17 rek'at, yolcu ise 11 rek'attır.

Hz. Ömer (r.a.)'den yapılan rivayette, şöyle demiştir:

"Yolcu­luk halinde olan kimsenin namazı iki rek'attır; Cuma namazı da iki rek'attır; bu tamdır, noksanlaştırılmış değildir. Peygamberini­zin diliyle bu şekil ifadesini bulmuştur."

Hz. Aişe (r.a.)'dan yapılan rivayette ise, şöyle demiştir:

"Na­maz aslında iki rek'at olarak farz kılındı, ancak akşam namazı değil, çünkü o gündüzün tek namazıdır. Sonra hazar (eyleşik hal) da artırıldı ve seferde (yolculuk halinde) eski haline terkedildi."[5]

Böylece Hanefiler, naklettiğimiz iki rivayete de itibar etmiş­ler ve farklı görüşler ortaya koymuşlardır. Esasta ise ihtilâf söz konusu olmamıştır.

b) Şafiilere göre:

Namaz beş vakittir. Eyleşik halde öğle, ikindi ve yatsı farzı dörder, akşam üç, sabah iki rek'attır. Yolculuk halinde ise, dört rek'atlı farzlar ikişer rek'at olarak kısaltılır. Akşam ile sabah na­mazı aynen muhafaza edilir. Böylece Şafiîler, bu konuda Hz. Ömer'­den (r.a.) nakledilen rivayeti sened seçmişlerdir. Onlara göre, beş vakit namaz önce ikişer rek'at olarak değil, şimdi kılındığı gibi, öğle, ikindi ve yatsı farzları dörder rek'at olarak farz kılınmıştır. Seferde ise, bir ruhsat olarak dört rek'atlı olanlar ikişer rek'at kılınabilir.[6]

c) Hanbelî'lere göre:

Namaz, kitap, sünnet ve icma, ile farziyeti sabit olan önemli bir farzdır. Maide: 5/98 sûrede bu açıkça belirtimiştir. Sünnet'te ise, Ab­dullah b. Ömer'in  (r.a.) hadîsiyle istidlal edilir.

Farz kılınan namazlar, bir gün ve bir gece (24 saat) içinde beş­tir. Bunun bu vakitlerde farziyeti hakkında müslümanlar arasın­da en küçük bir ihtilâf olmamıştır. Başka namaz ancak bir harici sebepten dolayı vâcib olur, adak ve benzeri şeyler gibi. İmam Ebû Hanîfe ise, vitir namazı da bizatihi vâcibdir, demiş ve şu hadîsle is­tidlal ve ihticacda bulunmuştur:

"Şüphesiz ki Allah size bir namaz daha artırdı, o da vitir'dir."

Diğer bir hadîste ise, "Vitir haktır" buyurmuştur ki, bu vücubu ge­rektirmektedir.[7]

Hanbelîler bu konuda daha çok İbn Şihab'ın Enes b. Mâlik'den (r.a.) yaptığı rivayeti kendilerine sened seçmişler ve onunla ihticac etmişlerdir ki, konunun başında 1057 no'lu Enes hadisin biraz uzun şeklini ihtiva etmektedir.[8]

d) Mâlikîlere göre:

Onların görüş ve ictihadı, Hanbelîlerle birleşir. O bakımdan açıklamaya gerek görmüyoruz.

Rivayetler ve tahliller:

Şüphesiz ki, beş vakit namazla ilgili rivayetlerin hepsini bura­ya nakletmemize hacmimiz müsait değildir. Ancak rivayet ettiği­miz hadîsler üzerinde yapılan incelemeye yer vermek istiyoruz.

Birinci hadis, yani 1056 no'lu Abdullah b. Ömer (r.a.) hadîsi, İslâm'ın beş sütun, beş esas üzerine kurulduğunu ifâde ediyor. Oy­sa ilk nazarda İslâmiyet'in bu beş şeyden ibaret olmadığı karşımı­za çıkmaktadır. Ama mes'eleyi iyice inceleyip hikmet ve gayesiyle ele aldığımızda, İslâm'ın tamamını içine alıp kapsadığını görürüz. Şöyle ki:

Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in de O'nun kulu ve Resulü bulunduğuna şehadet, çok geniş ve kapsamlıdır: Dinin bütün esas ve füruâtını içine almakta, Allah ve Resûlüna imânın, onlardan gelen bütün esas ve prensiplere uymayı gerektirir. O hal­de yalnız iki şehadet kelimesi İslâm'ın tamamını gölgesi altında bu­lunduran bir çadır veya çatı mahiyetinde tezahür eder. Namaz, zekât, hacc ve oruç ise, fert ve toplumun ahlâkını tehzîbe, iç disip­lini sağlamaya, sosyal adaletin gerçekleşmesine yardımcı olmaya ve toplum yapısında huzur ve sükûnun kurulmasına, düzenli bir hayat sisteminin oluşmasına yarayan ibâdetlerdir ki, bunları imâ­nın değişmez ürünleri olarak vasıflandırabiliriz.

O bakımdan İslâm, sözü edilen beş sütun üzerinde kurulu bir çadıra veya binaya benzetilmiştir. Başta birinci şart, imânın esas­larını ve İslâm'ın dünya ve âhireti birlikte kucaklayıp düzene sok­maya yöneldiği bir din olduğuna; diğerleri ise, İslâm'ın ahlâkî, ic­timai ve ailevî bütün esaslarını beraberinde taşıdığına delâlet eder.

Resûlüllah (a.s.) Efendimiz böylece İslâm sistemini bir bütün­lük içinde işlerken onu beş maddede özetlemiştir.

Yukarıda sözünü ettiğimiz hadîsin sahîh olduğunda ittifak vardır. O bakımdan fazla bir yorumda bulunmaya gerek görmüyoruz.[9]

1057 nolu Enes hadisi, sahihayn'de ittifakla rivayet edilmiş ve hayli uzun olan İsra hadîsinin sadece bir tarafını oluşturmaktadır. İlim adamlarımız, beş vakit namazdan başka farz bir namaz olma­dığını bununla istidlal etmişlerdir. Tabii Cuma farzı öğle farzının yerine kaim olduğundan beş sayısının kapsamına girer. Vitir na­mazı ise, müctehidlerin çoğuna göre sünnet kabul edilmiştir. İle­ride buna yeri gelince değineceğiz...

İlim adamlarından bir kısmı bu hadîse dayanarak, elli vakit namazın beş vakitle neshedildiğini ve böylece tebliğ gerçekleşme­den neshin vaki olduğunu söylemişlerse de, olayın cerayan şekli ve taşıdığı yüce amaçlar dikkate alınınca, nâsih ve mensûhla ilgi­li olmadığı görülür. Amaç beş vakit namazın, yirmidört saatlik bir zamanı tamamen içine alıp ilâhî rızâ doğrultusunda değerlendirmeyi kendinde taşıdığını bildirmektir.

1058 nolu hadîse Ahmed b. Hanbel İbn Keysan tarikiyle "An­cak akşam namazı değil..." fazlalığını nakletmiştir. Hadîsin açık delâleti, seferde iki rek'atın farz kılınmasının azîmet olup ruhsata delâlet etmediğini göstermektedir. Nitekim İmam Ebû Hanîfe'nin de ictihadı bu anlamdadır. Diğer müctehid imamlardan buna "ruh­sattır" diyenlerin delili ise, "Yeryüzünde yolculuğa çıktığınızda, inkâra sapanların sizi fitneye düşürüp kötülük edeceklerinden endişe ederseniz, namazı kısaltmanızda size bir vebal yoktur..." me­alindeki Nisa sûresi 101. âyettir. Burada "bir vebal yoktur" tabi­rinin ruhsata delâlet ettiği söylenir.

Birinciler ise kendi ictihad ve görüşlerine ayrıca şu hadisi de delîl göstermişlerdir:

"Ruhsat Allah'ın size tasadduk ettiği bir sa­dakadır, O'nun sadakasını kabul edin!"

Aynı zamanda Hz. Aişe (r.a.), namaz farz kılındığı yıllarda henüz çocuk idi, konuyu akletmesine imkân yoktur. İbn Hacer ise, böyle diyenlere karşı çıkmış ve "Hz. Aişe (r.a.) olaya şahit olmamış, ona ulaşmamışsa da hadis mürsel sayılır ve o bir sahabîdir, sözü hüccet kabul edilir" demiş­tir. Çünkü bu gibi önemli mes'eleleri Resûlüllah'tan (a.s.) işittiği veya bir sahabeden duyduğu mümkündür.

İbn Abbas'dan (r.a.) yapılan rivayette ise, Hz. Aişe'nin hadîsine muhalif bir hüküm görülmektedir:    

"Namaz hazar (eyleşik hal) de dört, seferde iki rek'ât farz kılınmıştır."[10]

İlim adamları bu iki hadîsi bağdaştırmanın mümkün olacağı üzerinde durarak şöyle demişlerdir: Beş vakit namaz İsrâ gecesi ikişer rek'ât olarak farz kılınmış, sadece akşam namazı üç rek'ât olarak belirlenmişti. Hicretten sonra sabah ve akşam namazı dı­şındaki diğer farzlara ikişer rek'ât ilâve edilmiştir. Nitekim İbn Huzeyme ile İbn Hibbân ve Beyhakî'nin Hz. Aişe (r.a.)'dan yaptık­ları rivayette, şöyle demiştir: Hazar ve sefer namazı ikişer rek'ât olarak farz kılınmıştı. Resûlüllah (a.s.) Efendimiz Medine'ye hic­ret edip güven ve istikrara kavuşunca hazarı namazlara ikişer rek'ât ilâve edildi ve sabah namazı -ondaki kıraatin uzunluğu se­bebiyle- iki rek'ât olarak kaldı. Birde akşam namazı, gündüzün vitri sayıldığından üç rek'ât olarak kaldı.

Böylece dört rek'atli farzlar yerleşip istikrar bulunca, seferde hafifletilerek, daha önce belirttiğimiz âyetin inmesiyle iki rek'ât olarak belirlendi.

İbn Esîr'in el-Müsned'in şerhinde söylediği şu sözler bu ma­nayı kuvvetlendirmektedir:

"Şüphesiz ki namazın kısaltılması, hic­rî dördüncü yılda olmuştur." Çünkü korku âyetinin o yılda indiğini tesbit edenler olmuş ve İbn Esîr'de onların bu tesbitine dayanarak böyle söylemiştir. Bazısına göre, namazın kısaltılması, hicrî ikinci yılın Rebiulâhır'inde gerçekleşmiştir. Dolabî de aynı şeyi belirtmiştir.[11]

1058 no'lu Talha b. Ubeydullah hadîsini aynı zamanda Ebû Davud, Nesâî ve İmam Mâlik de tahrîc etmişlerdir. Ancak Ebû Dâvud'da soru sorulan bedevinin Necdli olduğu kaydedilmiştir.

Hadîs sahihtir. Vitir, bayram, kuşluk gibi namazların vâcib olmadığını söyleyenler bu hadîsle istidlal etmişlerdir. Ayrıca Aşurâ orucunun da vâcib olmadığı yine bu rivayete dayanılarak söy­lenmiştir. Aynı zamanda bir malda zekâttan başka çıkarılıp veri­lecek başka bir hak olmadığı istidlal edilmiştir. Vergi konusu dev­letin irâdesine bırakılarak ayrı bir statüye bağlanmıştır.

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- Beş vakit namaz İsrâ gecesinde farz kılınmıştır. Farziyeti Kitap, Sünnet ve icma' ile sabittir.

2- Namaz ikişer rek'at olarak farz kılınmıştır, sadece akşam namazı gündüzün vitri sayıldığından üç rek'at olarak farz kılın­mış ve Mekke'de hicretten önce hep böyle kılınmıştır.

3- Öğle, ikindi ve yatsı farzları hicretten birkaç yıl sonra dörder rek'âta çıkarılmış ve farz kılınmıştır.

4- Seferi halde ise, öğle, ikindi ve yatsı farzları ikişer rek'at olarak kılınır. Bu ya bir azimet, ya da ruhsattır.

Beş vakit namazın dışında kalan vitir, bayram ve kuşluk namazı, kimine göre sünnettir; kimine göre, vitir ile bayram namazı vâcibdir.

6- Ramazan orucundan başka oruçlar farz değildir, ancak arızî bir sebeple adama, keffaret ve benzeri nedenlerle vâcib olanları vardır.

7- Muhtaçlara yardım hususunda farz olanı zekâttır, diğer yardımlar sadaka kapsamına girer ve sünnettir. Ancak arızî bir ebeple vâcib olan keffaretler vardır.

 

Namazı Terkeden Küfre Girmiş Sayılır Mı?

 

Namaz, imânın en verimli ve en yararlı ürünlerinin başında gelir. İmânın tahkik derecesinde kalbde köksalmasına yardımcı olan amellerden biri hiç şüphesiz ki namazdır. Kılınması farz ve farziyetini kabul imânın gereğidir. Terki büyük günah, farziyetini red ve inkâr ise küfürdür.

İnkâr etmediği halde namazı terkeden kimsenin küfre girip girmeyeceği hakkında farklı görüş ve tesbit ortaya çıkmıştır. Ön­ce ilgili hadîsleri nakledelim:

Cabir (r.a.)'den yapılan rivayete göre, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuştur: 

"Adamla küfür arasında namazı terki vardır."[12]

Büreyde (r.a.)'den yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu işitmiştir:

"Bizimle sizin arasındaki (ahid, eman, söz güven ve zimmed) namazdır. Artık kim onu terkederse küfre girmiş olur."[13]

"Şüphesiz ki bizimle onlar (münafıklar) arasındaki ahid (eman, söz, güven ve zimmet) namazdır. Kim onu terkederse küfre girer."[14]

Münâvî bu hadisi açıklarken (onlar) dan maksat, münafıklar­dır) demiştir.[15]

Abdullah b. Şakiyk el-Ukayli diyor ki:

"Resûlüllah'ın (a.s.) as­habı, amellerden hiçbirini değil, yalnız namazın terkini küfür gö­rürler (sayarlar) di."[16]

Abdullah b. Amir b. Âs (r.a.)'dan yapılan rivayette, Peygam­ber (a.s.) Efendimiz bir gün namazdan söz ederek dedi ki:

"Kim namaz kılıp onu muhafaza ederse, namaz onun için Kıyamet gü­nünde bir nur, bir burhan ve bir kurtuluş olur. Kim de onu muha­faza etmezse, onun için ne bir nûr, ne bir burhan, ne de bir kur­tuluş olur. O, Kıyamet gününde Karun, Fir'avn, Haman ve Ubey b. Halefle beraber olur."

Hadislerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Adamla küfür arasındaki alâmet-i farika namazdır. Böyle­ce namazı terketmek küfrü gerektiren sebeplerden biridir.

2- Namazı terkeden küfre girer.

3- Namazı kılıp muhafaza eden, kendi lehine bir nûr ve kesin delil kılmayan da kendi aleyhine bir delil hazırlamış olur.

Hadislerin ışığında ilim adamlarının görüş ve tesbitleri:

Namazı, farziyetini inkârla terkeden kimsenin küfre gireceğine hiçbir ilim adamı muhalif bir görüş ortaya koymamıştır. Meğer ki, İslâm'a daha yeni girmiş bulunsun. O takdirde mazur sayılabilir veya müslümanlardan uzak bulunup namazın farziyeti hakkında kendisine bir bilgi ulaşmamış olsun...

Namazın farziyetini kabul etmekle beraber gevşeklik veya bık­kınlık gösterip veya işlerinin çokluğundan fırsat bulamadığını bahane ederek kılmayan kimse hakkında nasıl bir hüküm verilebilir? Bu hususta ilim adamları farklı görüşler izhar etmişlerdir:

a) İmam Mâlik ve İmam Şafii'ye göre, kâfir olmaz, sadece fasık sayılır. Tövbe ederse mesele yok. Etmediği takdirde ölüm ce­zasına çarptırılır ve infaz için kılıç kullanılır.

b) Seleften bir cemaate göre, kâfir olur. Bu, Hz. Ali (r.a.)'den ve İmam Ahmed'den rivayet edilmiştir. İmam Ahmed'den bir di­ğer rivayet ise, kâfir olmadığını ifade etmektedir. Abdullah b. Mü­barek ve İshak b. Rahuye de öylesinin kâfir olacağını söylemiştir. Şafii'nin arkadaşlarından bir kısmı da aynı görüştedir.

c) İmam Ebû Hanîfe, rey tarafdarları ve Şafiî'nin yakın ar­kadaşı el-Müzenî'ye göre, kâfir olmaz ve öldürülmez,  sadece na­maz kılıncaya kadar hapsedilir.

İmam Mâlik ve İmam Şafiî bu konuda şu âyetle istidlal etmiş­lerdir:

"Şüphesiz ki Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışla­maz? bundan başka (günahları) dilediği kimseler için bağışlar..."[17]

Kılıçla öldürüleceği hakkındaki görüşlerini ise şu hadîse da­yayıp istidlal etmişlerdir:

"İnsanlar, La ilahe illallah deyinceye, na­maz kılıncaya ve zekât verinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum. Bunları yaptıkları takdirde, -haklı bir sebep dışında- kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar..."[18]

Ayrıca bu konuda şu âyetle ihticacda bulunmuşlardır:

"Haram ayları çıkınca artık müşrikleri bulunduğunuz yerde öldürün; yakala­yıp tutuklayın; gelip geçecek bütün gözetleme yollarını tutun. Tevbe eder, namaz kılar ve zekât verirlerse onları serbest bırakın git­sinler..."[19]

Bunlar, "Kul ile küfür arasında namazın terki vardır" mealindeki hadîsi ve diğer ilgili hadîsleri şöyle yorumlamışlardır: Nama­zı terketmesi sebebiyle kâfire uygulanacak cezaya müstehak olur, o da öldürmedir. Çünkü onun bu fiili, kâfirin fiiline benzemekte­dir.

İkinciler ise, konunun başında naklettiğimiz hadîsle ihticac et­mişlerdir. Üçüncüler ise, birincilerin ihticac ettiği âyet ve hadîsle ih­ticac etmişlerdir ve öldürülmeyeceği hakkında görüşlerini ise şu hadise istinad edip delillendirmişlerdir:

"Müslüman kişinin kanı ancak şu üç şeyden biriyle helâl olur: Evlilikten sonra zina eder, İslâm'dan sonra dinden döner veya haksız yere bir cana kıyarsa..."[20]

Sonuç olarak hangi görüş tercihe lâyıktır?

Şüphesiz ki, İmam Ebû Hanife ve İmam Müzeni ile rey tarafdarlarının görüşü, İslâm'ın ana kaidesine ve uygulamadaki neti­celere daha uygundur. Allah daha iyisini bilir.

1065 no'lu Büreyde hadîsini Nesâî ve Iraki sahîhlemiş, İbn Hibban ve Hâkim rivayet etmişlerdir. Bu hadîs ise, namazın terkedilmesi, mü'minin veya müslimin imânına delâlet eden açık belgeler­den birini kaldırmış sayılır. Namazı terkeden o belgeyi ve alâmeti kendinden uzaklaştırmış olur.

Abdullah b. Şakiyk hadîsini aynı zamanda Hakim rivayet edip Buhari ve Müslim'in şartına göre sahîhlemiştir. Hafız onu et-Telhis'te nakletmiş, ama üzerinde bir yorum yapmamıştır.

Ashab-ı Kiram, namazın terkedilmesini küfrün alâmetlerinden biri saymışlardır. Bu, namazı terkedenin kâfir olduğuna delâlet et­mez. Meğerki farziyetini inkâr etmiş olsun...

Abdullah b. Amr b. As hadisine gelince: Taberânî de onu el-Kebîr'de ve el-Evsat'ta tahrîc etmiş ve Mecmau'z-Zevâid'de, "Ahmed'in ricali sıkat (güvenilir) kimselerdir," demiştir.

"Hadîs, müslüman namazını muntazaman kılıp ona devam et­mediği takdirde yeterince yararlanmayacağına; terkettiği takdirde, kendini küfür ehline benzetmeye çalıştığına delâlet eder. Bu yüzden Kıyamet günü elim bir azaba uğrar.

 

Namazı Terketmenin Küfrü Gerektirmiyeceğini Söyleyenlerin Delilleri

 

Ebu Hüreyre (r.a.)'den yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'den şöyle işittiğini söylemiştir:

"Kıyamet gününde kula ilk hesaba çekileceği şey, farz namazdır. Eğer onu tamam kılmışsa (mesele yok), değilse, nafile namazı var mıdır bir bakınız? denilir. Nafile namazı varsa, (noksan kalan) farzı onunla tamamlanır. Sonra da diğer farz olan amelleriyle bunun gibi işlem yapılır."[21]

Ubade b. Sâmit (r.a.)'den yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:

"Kim Allah'tan başka ilâh olmadığına, O'nun bir olduğuna, ortağı bulunmadığına; Muhammed'in de O'nun kulu ve Resulü olduğuna; İsâ (Peygamberin) de Allah'ın kulu ve Meryem'e ilka olunan kelimesi ve ruhu bulun­cuna; Cennet ve Cehennemin hakk olduğuna şehadet ederse, Allah onu bulunduğu amel üzerine (ne olursa olsun) Cennet'e sokar."[22]

Enes b. Mâlik (r.a.)'den yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

"Ya Muaz!" Diye seslendi. O da:

"Buyur Ya Resulellah! Emrine hazır bekliyorum" deyince Resûlüllah (a.s.) şöyle buyurdu:

"Herhangi bir kul, Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in de O'nun kulu ve resulü bulunduğuna şehadet ederse, mutlaka Allah onu Cehennem ateşine haram kılar."

Bunun üzerine Muâz (r.a.):

"Ya Resûlüllah! Bunu insanlara haber verip onların müjdelenmesini sağlayayım mı?" diye sordu. Peygamber (a.s.) Efendimiz,

"O zaman hep buna güvenip dayanırlar da amel etmez olurlar!" buyurdu. Muâz da bu haberi ancak -günahtan korktuğu için- öleceğine yakın bir zamanda anlattı.[23]

Ebu Hüreyre (r.a.)'den yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu haber vermiştir:

"Her peygam­berin makbul bir duası vardır ki hemen hepsi bu hususta acele edip (Dünya'da dile  getirmiştir). Ben ise duamı ümmetim için şefaatte bulunmam arzusuyla Kıyamet gününe bıraktım. Ümmetimden Allah'a bir şeyi ortak koşmadığı halde ölen kimse inşaallah buna nail olacaktır."[24]

Ebû Hüreyre (r.a.)'den yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:

"Benim şefaâtımla en çok mes'ud olacak kimse, kalbinden hâlisen la ilahe illallah di­yendir."[25]

İbn Mes'ûd (r.a.)'den yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efen­dimiz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir: "Müslümana sövüp say­mak fisktir, onunla savaşmak küfürdür."

Yine İbn Mes'ud (r.a.)'den yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

"Herhangi bir adam, bildiği halde babasından başkasına kendini nîsbet edip iddiada bulunursa, mutlaka küfre girer ve kim de kendisine ait olmayan bir şeyi iddia edip (kendine mal etmek isterse), o, bizden değildir. Cehennemdeki ye­rine hazırlansın!."[26]

Ebu Hüreyre (r.a.)'den yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu haber vermiştir:

"İnsanlarda iki şey vardır ki, onlar onunla küfre giriyorlar: Soya sopa dil uzatıp sövmek ve ölü üzerine sesi yükselterek ağlamak..."[27]

İbn Ömer (r.a.)'dan yapılan rivayete göre, şöyle demiştir:

"Ömer (r.a.) "Babam hakkı için" diye yemin ederdi. Peygamber (a.s.) onu bundan men'etti ve şöyle buyurdu:

"Kim Allah'tan baş­ka bir şeyle yemin ederse, gerçekten ortak koşmuş olur."[28]

İbn Abbas (r.a.)'dan yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efen­dimiz şöyle buyurmuştur:

"İçkiye devam eden kimse (o hal üzere) ölürse, Allah'a, puta tapan gibi kavuşur."[29]

Hadîslerini açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Farz namazın terki küfrü gerektirmez. Meğerki farziyeti inkâr edilmiş olsun.

2- Farz namazlardan kılınmayan veya noksan kalanlar, nâfile namazlarla tamamlanır. Bu, Âhiret'le  ilgilidir. Dünya'da ise, terkedilen farz namazları kaza etmek farzdır.

3- Kıyamet gününde kılınmayan farzlardan dolayı meydana gelen açıklık nafile namazlarla kapatılacağı, farz namazı terketmenin küfrü gerektirmediğine delâlet eder.

4- Allah'ın varlığına ve birliğine, Hz. Muhammed'in (a.s.) Allah'ın kulu ve Resulü olduğuna, İsa Peygamberin Allah'ın bir kelimesi olup Meryem'e ilka olduğuna şehadet eden, Cennet ve Cehennem'in hak olduğuna inanan kimsenin Cennet'e sokulacağı, namazı terkinden dolayı kişinin kâfir olmayacağına delâlet eder.

Aynı zamanda Allah'ın varlığına ve birliğine, Muhammed'in de O'nun kulu ve Resulü olduğuna şehadet eden kimseye Cehennem ateşinin haram kılınması hakkındaki rivayet de, farzın terki küfrü gerektirmediğini isbatlar.

Ümmetten Allah'a ortak koşmadığı halde ölen kimsenin inşaallah Peygamber (a.s.) Efendimiz'in şefaâtına nail olacağının müjdelenmesi de farzı terkeden kimsenin küfre girmediğine delâlet eden belgelerden biridir.

Halisen lâ ilahe illallah diyen kimsenin en çok şefaâta nail olup mutlu olacağı hakkındaki haber de bu delillerden bir başkasıdır.

Müslümanla savaşmak konusuna gelince: Müslümanın kanını, malını helal sayarak savaşan kimse küfre girer. Bunları ve onunla savaşmayı helâl saymadığı halde yine de savaşırsa, büyük günâh işler. Hadîsteki, "Onunla savaşmak küfürdür" cümlesi bu manâ ile yorumlanır.

Kendini bile bile babasından başkasına nisbet eden kişinin küfre girmesi de yorum isteyen bir konudur. Soy sop bağlarının lüzumsuzluğuna ve saçma olduğuna inanıp zina ve benzeri ahlâk­sızlıkları mübah sayarsa küfre girer. Sadece bilerek de olsa, ken­dini başkasına nisbet edip bunun mübah olduğuna inanmıyorsa, küfre girmez, büyük günâh işlemiş olur.

Diğer rivayetler ve hadîslerin tahlilleri:

1072 no'lu Ebû Hüreyre (r.a.) hadîsini Ebû Davud üç tarikle tahrîc etmiştir: İkisi Ebü Hüreyre'ye, biri Temîm ed-Dârî'ye daya­nır. Her üç rivayeti de tenkid eden olmamıştır. Ne Ebü Dâvud, ne de el-Münzirî bunlar üzerinde konuşmuştur. Nesâî isnad-ı ceyyid ile tahrîc etmiş; ricali de sahih kişiler olarak kabul edilmiştir. İbn Kattan da bunu sahîhlemiş, Hâkim kendi Müstedrek'inde rivayet ederken, "isnad-ı sahihtir" diye kaydetmiştir. Buhari ile Müslim bu hadîsi tahrîc etmemiştir.

Sonuç olarak, yukarıda belirttiğimiz gibi, hadisten farzlarda meydana gelen noksanlıklar nafilelerle kapatılır, hükmü ortaya çıkıyor ve namazı terkedenin küfre girmediği anlaşılıyor.

Diğer hadîslere gelince: Önceki âlimlerle, sonra gelen âlimler şu hususta birleşmişlerdir: "Lâ ilahe illallah diyen Cennet'e girer" mealinde varid olan bütün hadisler birtakım kayıtlarla mukayyed bulunmaktadır; şöyle ki, farzları yerine getirmiş olması, büyük gü­nâhlardan kaçınıp, işlenilenlerinden tövbe edip dönüş yapması ge­rekir. Mücerred şehadet ne yeterlidir, ne de Cennet'e girmemek için kâfi bir hüccettir. Nitekim İmam Nevevî diyor ki:

"Bu kelimey­le ilgili rivayet mücmeldir, açıklamaya muhtaçtır:

"Kim şehâdette bu­lunur, hakkını ve farzlarını yerine getirirse, o Cennet'e girer."

Ha­san el-Basrî de aynı görüştedir. Buhari ise, "Bunu pişmanlık du­yup tevbe ettiğinde söyler ve akabinde ölürse, Cennet'e girer" de­mektir, diye ayrı bir yorum getirmiştir. Ayrıca Nevevî bütün görüşleri toplayarak hepsinden ortaklaşa şu neticeyi çıkarmıştır: "Allah'ın varlığına ve birliğine inanıp şehâdette bulunan her müvahhid, ya affedilerek hemen Cennet'e konulur, ya da gereken ce­zayı çektikten sonra oraya alınır. Cehennem ateşinin ona haram kılınmasından maksat ise, orada ebediyyen kalmayacağıdır... Ni­tekim Kadı Iyaz da bu anlamda bir yorumda bulunmuştur.

Sonuç olarak şöyle diyebiliriz:

1- Farziyetini red ve inkâr etmedikçe namaz ve benzeri ibâ­detleri terketmek kişiyi küfre sokmaz. Sadece büyük günâh işlemiş olur.

2- Sadece şehâdette bulunup Allah'ın birliğine inanan kimse, hesaba çekilip gereken azabı çektikten sonra Cennet'e girer, Cehennem'de ebedî kalmaz. Ancak şehadetten maksat, Allah'ın varlığına, Hz.  Muhammed'in Peygamber olduğuna inanıp şehâdette bulun­maktır.

 

Alışması İçin Çocuğa Namaz Kılmasını Emretmek

 

Çocuk, ana babasının bir kopyası, içinde yetiştiği muhitin ah­lâk ve kültürünün küçük bir modelidir. Ana baba bir yay, çocuk ise bir oktur. Onu ne yana, nereye atarlarsa oranın rengini ve ka­rakterini alır. Ailesi onu küçük yaşta ya iyiye, doğruya ve güzele çevirip yönlendirir; ya da ona bir takım kötü itiyadlar kazandırır. Ergen olduktan sonra Allah'ın hidâyetine lâyık görülürse kurtulur, değilse, aldığı renk ve maya ile bir ömür tüketir.

O bakımdan büyük terbiyeci Hz. Muhammed (a.s.) Efendimiz, çocuk terbiyesine gereken önemi vermiş ve bu hususta sağlıklı bü­tün yolları göstermiştir.

Namaz kılan ve helâl lokma ile geçinen ana babanın çocukları­na verdikleri örnek, eğitimin omurgasını teşkil eder. Bunun aksine bir tutum çocuğun elden çıkmasına neden olur.

Çocuk henüz fazilet kalıbında şekillenmeye müsait bir dönem­de iken onu namaz ve benzeri ibâdetlere alıştırmak bir bakıma farzdır. Küçük çocuğunu avutup yanına çağırırken avucunda hur­ma bulunduğunu ve hemen geldiği takdirde onu kendisine vere­ceğini söyleyen annenin bu hareketine şahit olan Peygamber (a.s.) Efendimiz, ona: "Elinizde cidden hurma var mıdır? Sakın çocuğa yalan söyleyerek onu avutmaya çalışma, sonra güvensizlik doğu­rur ve çocuğu da yalana alıştırırsın, o yüzden günah işlemiş olur­sun!" buyurarak çocuk eğitiminin nasıl bir dikkat ve itina istediği­ni belirtmiştir.

Bizim konumuz ahkâmla ilgili olduğundan meselenin derinli­ğine inmek istemiyoruz. Sadece çocuğu küçük yaşta namaza alış­tırma ve hayatı bir baştan bir başa düzende tutmaya yeten bu ibâ­dete onun kalbini, ruhunu ve dimağını açma konusunu işleyeceğiz. Önce ilgili hadîsleri nakledelim:

Amir b. Şuayb (r.a.)'den yapılan rivayette, o babasından, o da dedesinden rivayetle Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurdu­ğunu haber vermiştir:

"Çocuklarınız yedi yaşında iken onlara na­maz ile emrediniz; on yaşına girdiklerinde (kılmazlarsa ölçülü ve yönlendirici anlamda) dövünüz ve yataklarını ayırınız."[30]

Hz. Aişe (r.a.)'dan yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendi­miz'in. şöyle buyurduğunu söylemiştir: "Üç (kimse) hakkında ka­lem kaldırıldı: Uyanıncaya kadar uyuyandan, ergen oluncaya ka­dar çocuktan, aklî dengesi yerine gelinceye kadar deliden..."[31]

Hadîslerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Çocuk yedi yaşına girince onu namaza alıştırmak sünnet­tir.

2- On yaşına girince, bu alışkanlığını sürdürmesini sağla­maya çalışmak ve çocuk eğitiminin son çarelerinden ve yeri geldi­ği zaman uygulanmasında fayda olan dayağa başvurmak müstehabdır. Ancak bu yara-bere açacak, çocuğu rencide edecek, kişili­ğini zedeleyecek ölçüde değil de, hafiften kaba kısımlarına dokun­mak ve o korkuyu vermek şeklinde olmalıdır.

3- Çocuklar on yaşına girince, yataklarını ayırmak, özellikle kız çocuğuyla erkek çocuğunu birbirinden uzak tutup yataklarını ona göre düzenlemek sünnettir.

4- Uykuda meydana gelen ve günâh anlamında olan şeyler amel defterine yazılmaz. Çünkü olup bitenlerin hemen hepsi kişi­nin irâdesi dışında cereyan eder.

5- Çocuk ergen oluncaya kadar,  günâh mahiyetinde işlediği hiçbir fiil amel defterine yazılmaz, çünkü bu dönemde henüz mükellef değildir.

6- Aklî dengesini kaybeden bir kişiden de sadır olan günâh ve kötülükleri amel defterine yazılmaz ve bunlardan dolayı sorum tutulmaz.

Mezhepler bu konuda ittifak halindedir.

Birinci hadîsi Hâkim de tahrîc etmiştir. Tirmizî ile Darekutnî aynı hadîsi Abdülmelik b. Rabi' b. Sebre el-Cühenî babasından, dedesinden rivayet etmişler, ancak çocukların yatağının ayrılmasını zikretmemişlerdir.

Bezzar'ın Ebû Râfi’den yaptığı rivayette bu konuda şöyle tesbit yapılmıştır:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in vefatından sonra kendisine ait bir kılıç kınının içinde yazılı bir sahife bulduk, için­le şunlar yazılıydı: Bismi'llâni'r-Rahmânî'r-Rahîm. Erkek ve kız çocuklar ile erkek ve kız kardeşler yedi yaşına girdiklerinde (yataklarını) ayırınız, dokuz yaşına (buyurduğunu sanıyorum) girdikleri zaman namaz (kılmadıkları takdirde) dövünüz."[32]

Muâz b. Abdullah İbn Habîb el-Cühenî'den yapılan rivayette, o kendi eşine veya başka bir kadına sormuştu: "Çocuk ne zaman namaz kılar?" Kadın şu cevabı vermişti: "Bizden bir adam, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'den rivayetle, şöyle buyurduğunu söyledi:

"Çocuk sağını solundan ayırd edip bilince ona namaz ile emredin!"

Bunu aynı zamanda Ebû Dâvud da tahrîc etmiştir. İbn Kattan, "biz ne o kadını, ne de ona bu hadisi söyleyen adamı tanımıyoruz" de­miştir.

Taberânî'de bu anlamda bir rivayet yapmıştır. İbn Sâid, bu ri­vayetin isnadı hasen ve gariptir.

Bu konuda ayrıca Ebû Hüreyre (r.a.)'den yapılan rivayette -ki aynı rivayet Enes'den (r.a.) de yapılmıştır- şöyle buyurmuştur:

"Çocuklara yedi yaşına girince namaz ile emredin ve onüç yaşına girince (kılmadıkları takdirde, dövün!)"

Taberânî'nin naklettiği bu hadisin râvileri arasında Davud b. Muhabber bulunuyor ki, bu zat metruktür. Hadisi rivayette teferrüd etmiştir. Ahmed b. Hanbel'e göre, Dâvud, hadîs nedir bilmez. İbn Medenî, "onun hadîsi alınmaz," demiştir. Ebû Zür'â ise, onun hadîsinin zayıf olduğunu, Ebû Hatim, onun sıka   (güvenilir) olmadığını belirtmiştir. Darekutnî de onun hadisinin metruk olduğuna dikkatleri çekmiştir.

Emir bu babda nedb ve istihbabı ifade eder...

İkinci hadîsi yani 1077 nolu hadîsi aynı zamanda İbn Hibban ve Hâkim Hz. Aişe'den (r.a.) rivayet etmişlerdir. Ayrıca bu iki muhaddîsle birlikte Nesâi' Darekutnî ve İbn Huzayme Hz. Ali'den (r.a.) rivayet etmişlerdir. Ancak Ebû Zer'â Hz. Ali'den (r.a.) riva­yet edilenin mursel olduğunu söylemiştir. Nitekim İbn Mâce, Kasım b. Yezîd'den onun da Hz. Ali'den (r.a.) bunu mursel olarak riva­yet ettiği bilinmektedir. Tirmizî ise, Hasan el-Basrî tarıkıyla Hz. Ali'den (r.a.) rivayet etmişse de Ebû Zer'â, Hasan el-Basrî'nin Hz. Ali'den (r.a.) bunu işitmediğini kaydetmiştir.[33]

Ayrıca aynı hadîs başka tariklerle de rivayet edilmiştir. Hepsi biraraya gelince kuvvet kazanmakta ve ihticaca uygun görülmektedir.

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- İlgili hadîslerde geçen "emredin" tabiri nedb ve istihbab ifade eder.

2- Yedi yaşına giren çocuk -kız olsun erkek olsun- namaza alıştırılır ve bu ana babanın görevidir.    Terkinde kerahet söz ko­nusudur.

3- Çocuk on veya dokuz yaşına girince namazı bırakmama­sı için gayret edilir. Eğitimle heveslendirilip itiyad edinmesi sağ­lanır. Aksi halde yara bere açmayacak, kişiliğini zedelemiyecek şekilde dövülür. Bu sünnettir.

4- On veya dokuz yaşına girdikleri zaman yatakları ayrılır. Bu da sünnettir.

5- Çocuk ergen oluncaya kadar ilâhî tekliflerle mükellef de­ğildir. O bakımdan o yaşa kadar bilerek,    bilmeyerek işlediği gü­nâhlar amel defterine yazılmaz. Uyku hali ile cinnet dönemi de böyledir...

 

Kafir İslam’a Girince Geçmiş Namazları Kaza Etmez

 

İslâm, ruha yepyeni bir hayat getirir; kalbi her türlü kirden arındırıp vicdanı berraklaştırır. O bakımdan yıllarca küfür ve şirk bataklığında kirlenen bir kişi, İslâm'ı din olarak seçip Kelime-i Şehadeti getirince, anasından yeni doğmuş gibi olur ve o güne kadar kalbini karartan, ruhunu silik hale getiren bütün mânevi kirlerden temizlenir. Artık geçmişiyle muahaza edilmez, o güne kadar yaptıklarıyla kınanmaz. Onun için taze bir hayat başlar. İslâm'a girdiği andan itibaren iyilik ve kötülükleri yazılır...

İlgili hadîs:

Amir b. Âs (r.a.)'den yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir: "İslâm kendinden önceki şeyleri söküp atar..."[34]

Bu hadisi aynı zamanda Taberânî ile Beyhakî de tahric etmiş­tir. İbn Sa'd ise Cübeyr b. Mut'im hadîsinden naklen rivayet etmiş­tir. Müslim ise bu hadîsi değişik bir lâfızla kendi Sahîh'inde şöyle rivayet etmiştir:

"Bilmez misin ki, İslâm kendinden önceki şeyleri (temelinden) yıkar da (atar) ve hicret de kendinden önceki şeyle­ri yıkar. Hacc da kendinden önceki (kul hakkı dışındaki) şeyleri (günâhları) yıkar..."

Yine Müslim'in Sahîh'inde Abdullah b. Mes'ud (r.a.)'den ya­pılan rivâyette, adı geçen şöyle anlatmıştır: "Ya Resûlellah! Cahiliyye devrinde işlediklerimizden dolayı muahaza olunacak mıyız?" Diye sorduk. Buyurdu ki:

"Kim İslâm'da ihsan üzere bulunur (İslâmiyetini güzelleştirir) se, cahiliyyetteki yaptıklarından dolayı muâhaza edilmez. Kim de İslâm'da kötülük işler (İslâmiyetini güzelleştirmezse), hem öncekilerle, hem sonrakilerle muahaza edilir."

Bu hadîs mukayyed, yukarıdaki ise mutlak anlamda idi. O halde mutlakı mukayyed üzerine hamletmek vâcibdir. Bu nedenle İslâm'ın kendinden önceki günâhları kökünden yıkıp temizlemesi için ona girenin İslâmiyetini güzelleştirmesi, ihsan doğrultusunda bulunması şarttır.

Burada hadîsteki "ahsene" fiilinin asıl delâlet ettiği manâ­yı, taşıdığı hükmü bilmeye ihtiyaç vardır. Aksi halde sağlıklı bir sonuç veya hüküm çıkarmak mümkün değildir. İlim adamlarına göre, konunun temasını teşkil eden "ihsan", küfrü bırakıp İslâ­m'ı seçerken gönülden inanmış olması, İslâmî hükümleri tereddüt­süz kabullenmesi ve Allah'ın emrettiklerine inanıp imkânı nisbetinde yerine getirmesi demektir.

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- İslâm kendinden önceki günâhları kökünden koparıp atar.

2- Bir kâfir günâh ve kusuru ne olursa olsun, iyi niyetle ha­lisane bir özentiyle İslâm'ı seçip kabullendikten sonra onun bütün emirlerini tereddütsüz benimser ve amel etmeye çalışırsa,  geçmiş bütün günâhları temizlenip anasından doğmuş gibi olur.

3-  Hicret de, kendisinden önceki kusur, günâh ve ihmalleri yıkıp temizler.

4- Hacc da kendinden önceki günâhları yıkıp temizler. An­cak son iki durumda şu istisnayı unutmamak gerekir: Kul hakkı bunun dışındadır, yani o temizlenmez, hakk sahibi razı edilmedik­çe...

özetliyecek olursak, İslâm'a giren kimse hakikaten girmiş ola­cak, yani hem zahiren, hem batınen onu kabullenip benimseyecek. O takdirde geçmiş günâhları temizlenip atılır. Nevevî de buna ya­kın bir yorumda bulunmuştur.[35] Nevevî aynı zamanda bu hu­susta icma' vaki olduğunu belirtmiştir.

 

Namaz Vakitleri

 

Vakit, namazın şartlarından biridir. Günün belli vakitlerinde insanın yüce yaratanının huzuruna çıkıp, bir bakıma onunla konuş­ması kadar eğitici ve yönlendirici bir başka eğitim yoktur. Her yö­nüyle iç ve dış disiplini sağlar; ahlâk ve fazilet duygularını gelişti­rir, hayatı Allah'ın iradesi doğrultusunda düzene sokar.

Ancak mahalli saatlere göre vakitleri belirlememiz emredilirken, 45. dereceden itibaren gün ve gecelerin anormal şekilde uzayıp kısaldığı ve daha yukarılarda kutuplara doğru günlerin ve gecele­rin aylarca sürdüğü bir gerçektir. Vakti namazın şartlarından biri olarak belirleyen dinimizin, sözünü ettiğimiz bölgelerde vakit kavramının kalktığını dikkate almış mıdır ? Deccal hadîsi her türlü şüp­heyi giderecek bir açıklıktadır. Bir günün bir yıl kadar süreceğini söylemesi üzerine ashab-ı kirâm'ın öyle bir günde namaz ve oruç ibâdetinin nasıl yerine getirileceğini sorduğu ve Peygamberimizin de (a.s.), "ona göre takdir edin" yani beş vaktin gerçekleştiği yerin sa­atlerine göre vakitleri belirleyip ibâdetinizi yapınız, buyurduğu, bi­zi yeterince aydınlatmaktadır.

Böylece İslâm Dininin bütün çağlara ve milletlere hitap etme kudretini kendinde taşıdığı ve bütünüyle ilâhî olduğu bir defa daha isbatlanmış oluyor.

Vakitlerin belirlenmesi, günlük hayatı dünya ile âhiret, bedenle ruh arasında denge ve düzen kurmamızı ilham ederken Rasûlüllah (a.s.)  Efendimiz'in bu konuda neler buyurduğunu naklediyoruz:

Câbir b. Abdillâh (r.a.)'den yapılan rivayette demiştir ki:

"Cibril (a.s.), Peygamber (a.s.) Efendimiz'e geldi ve şöyle dedi: Kalk da namaz kıl! Peygamberimiz de güneş gökkubbeden batıya doğru meyledince kalkıp öğle namazını kıldı. Sonra ikindi vakti Peygamberimiz'e gelerek, kalk (bu vaktin) namazını kıl, dedi. Peygamberi­niz de her şeyin gölgesi bir mislini bulunca ikindi namazını kıldı. Sonra akşam vakti ona geldi ve, kalk da bu vaktin namazını kıl, dedi. Peygamberimiz de güneş (ufukta) sakıt olup (kaybolunca) ak­şam namazını kıldı. Sonra Cibril yatsı vakti geldi ve kalk (bu vak­tin) namazını kıl, dedi. Peygamberimiz de şafak (batı ufkunda gö­rünen kızıllık veya sarılık) kaybolunca kalkıp yatsı namazını kıldı. Sonra Cibril fecir vakti ona geldi ve kalk (bu vaktin) namazını kıl, dedi. Fecir ışıldayınca Peygamberimiz sabah namazını kıldı. (Veya fecrin aydınlığı yükselince namaz kıldı)

Sonra Cibril (a.s.) ertesi gün Peygamber (a.s.) Efendimiz'e gel­di ve öğle için şöyle dedi: Kalk da (bu vaktin) namazını kıl. Peygam­berimiz de her şeyin gölgesi bir mislini bulunca öğle namazım kıldı. Sonra ikindi vakti ona gelip, kalk da (bu vaktin) namazını kıl, dedi. Peygamberimiz de her şeyin gölgesi iki mislini bulunca ikindi namazını kıldı. Sonra akşam vakti gelip ve onu tek bir vakit olarak (belirledi) artık o değişmedi. Sonra yatsı vakti ona geldi ki, gecenin yarısı geçmiş bulunuyordu ve üçte biri geçmiş idi, yatsı namazını kıldı. Sonra (sabah vakti) ona geldi ki, ortalık cidden aydınlanmıştı ve ona: kalk da (bu vaktin) namazını kıl, dedi. Peygamberimiz de fecir (sabah) namazını (emredilen vakitte) kıldı. Sonra da Cibril (a.s.)  şöyle dedi: Bu iki vaktin arası (faziletli) vakittir..."[36]

Buhari, bu hadis namaz vakitleri hakkında en sahihidir, demiş­tir.

İbn Abbas (r.a.)'den yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:

"(Melek) Cibril, Beyt'in (yani Kabe'nin) yanında iki defa bana imamlık etti..."

Ve Cabir'in hadisinin benzerini anlattı, ancak burada şunu zikretti:

"İkinci bir defa, ertesi günün ikindi vakti için her şeyin gölgesi bir mislini bu­lunca namaz kıldı..." Ve Peygamber (a.s.) bu haberinde şunu da söyledi: "Sonra gecenin üçte biri geçince son işa (yatsı) yi kıldı ve sonra da şöyle dedi: "Yâ Muhammed! Bu, senden önceki peygam­berlerin vaktidir. (Senin için) vakit ise, bu iki vaktin arasıdır."[37]

Tirmizî bu hadisin hasen olduğunu belirtmiştir.

Hadislerin açık delâletinden anlaşılan hükümler:

1- Vakit namazları mahallî saatlere göre Melek Cebrail'in ta­limatına göre belirlenmiştir.

2- Öğle namazı için, biri her şeyin gölgesi bir mislini bulunca, diğeri güneş gökkubbeden batıya meylettiğinde kılınmak üzere iki vakit belirlenmiştir.

3- İkindi namazı için biri her şeyin gölgesi bir mislini bulun­ca, diğeri her şeyin gölgesi iki mislini bulunca kılınmak üzere iki va­kit belirlenmiştir.

4- Akşam namazı için, güneşin batı ufkunda batıp kaybolma­sı vakti belirlenmiştir.

5- Sabah namazı için, biri fecir doğunca, diğeri ortalık iyice ağarınca kılınmak üzere iki vakit belirlenmiş ve bu iki vaktin ortası tavsiye edilmiştir.

6- Yatsı namazı için, batı ufkundaki kızıllığın veya sarılığın kaybolması ve bir de gecenin üçte biri veya yarısı geçtikten sonra alınmak üzere iki vakit belirlenmiştir. Bu iki vaktin ortası tavsiye edilmiştir.

7- Melek Cebrail nasıl imamlık yapılacağını fiilî olarak Pey­gamber (a.s.) Efendimiz'e imamlık ederek göstermiştir.

Hadislerin ışığında müctehid imamların görüş, istidlal ve ihticacları:

a) Hanefilere göre:

Sabah namazının ilk vakti "fecr-i sadık"ın doğmasıyla başlar, güneş doğuncaya kadar devam eder. Bu ikisinin ortasını ayarlayıp sabah namazını kılmak efdâldir.

"Fecr-i sadık"dan maksat, sabahleyin doğu ufkunda enine ya­yılan aydınlıktır. Bunun aksine bir de "fecr-i kâzîb" vardır ki, sa­bahleyin doğu ufkunda önce dikey olarak bir aydınlık belirir; bu, sa­bah namazının vaktinin henüz girmediğini ama çok yakın olduğunu gösterir.

Buna işaretle Rasûlüllah (a.s.) Efendimiz, "Bilâl'ın (ilk) ezanıyla fecr-i müstatil (doğu ufkunda beliren dikey aydınlık) sizi al­datmasın!" buyurmuştur.[38] Çünkü Bilâl, biri fecirden önce, biri de fecir doğduktan sonra iki ezan okurdu. Hadîsin de açık delâletin­den, birinci fecir, ufukta dikey bir aydınlık olarak belirir ki, henüz sabah namazının vakti girmiş sayılmaz. İkinci fecirde ise aydınlık ufukta enine yayılır ve artık namaz vakti girmiş demektir.

Öğle namazının başlangıç vakti hakkında görüş birliği vardır. Güneş gökkubbe'nin tam ortasına gelip dikey cisimlerin gölgesi son bularak titreşip yerinde kaldığı andan sonra batıya doğru meyletmesiyle öğle namazının vakti girmiş olur. Vaktin sonu hakkında farklı görüş vardır: İmam Ebû Hanîfe'ye göre, her şeyin gölgesi -fey'-i zeval hariç- iki mislini buluncaya; İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed'e göre, yine fey'-i zeval hariç bir mislini buluncaya kadar devam eder.

Bu her iki ictihâdla da amel edinilebilir...

İkindi namazının vakti hakkında da aynı farklı görüşler söz konusudur. Her şeyin gölgesi bir mislini veya iki mislini bulunca ikin­di vakti girmiş olur ve güneş batıncaya kadar devam eder.

Akşam namazının vakti hakkında da imamların farklı görüşle­ri olmuştur: İmam Ebû Hanîfe'ye göre, batı ufkunda beliren kızıl­lıktan sonra ortaya çıkan beyazlık kaybolunca akşam vakti sona er­miş, yatsı vakti girmiş olur. İmâmeyn'e göre, sadece kızıllığın kay­bolmasıyla akşam vakti sona ermiş ve yatsı vakti girmiş sayılır.[39]

b) Şâfiilere göre:

Öğle namazının vakti, güneşin gökkubbenin ortasından batıya doğru meyletmesiyle başlar ve istivâ-i şems gölgesinden başka her şeyin gölgesi bir mislini buluncaya kadar sürer ve böylece ikindi namazının vakti girmiş olur da güneş batıncaya kadar devam eder. Uygun olanı ise, ikindi vaktini, her şeyin gölgesi iki mislini bulduktan sonraya bırakmamaktır. Akşamı da güneşin batması gerçekle­şince hemen kılmaktır. Ancak batı ufkundaki kızıllık kayboluncaya kadar akşam namazının vakti sürer. Bu Şafiî'nin kavl-i kadîm'ine göredir. Kavl-i cedîd'inde ise, güneş battıktan sonra bir abdest ala­cak, avret yerini örtecek, ezan ve ikamet okuyacak ve beş rek'at kılınacak kadar bir sürenin geçmesiyle akşam namazının vakti so­na erer.

İmam Yahya en-Nevevi'ye göre, kavl-i kadîm daha zahirdir.

Yatsı namazının ilk vakti, batı ufkundaki kızıllığın kaybolma­sıyla başlar ve fecir doğuncaya kadar sürer. Ama en uygun olanı, gecenin üçte birinden sonraya geciktirilmemesidir.

Sabah vakti, fecr-i sadık'ın doğmasıyla başlar güneş doğunca­ya kadar sürer. Daha uygun olanı, bu namazı ortalık ağarıncaya ka­dar geciktirmemektir.[40]

c) Hanbelîlere göre:

Bu mezhep imamlarına göre de, öğle namazının vakti, zeval ile başlar ve her şeyin gölgesi -hey'-i zeval hariç- bir mislini bulun­caya kadar devam eder. Ve bundan biraz sonra ikindi vakti girer. Her şeyin gölgesi iki mislini bulunca ihtiyar vakti çıkmış olur. Güneş batmadan ikindi namazının bir rek'atine ulaşan kimse ona bizzarure ulaşmış olur.

Akşam namazının vakti ise güneşin batmasıyla girer ve batı ufkunda kızıllık kayboluncaya kadar devam eder. Yatsı namazının vakti, kızıllığın kaybolmasıyla başlar ve fecir doğuncaya kadar sürer. Ancak uygun olan vakti gecenin üçte biri henüz geçmeden kılınmasıdır.[41]

d) Mâlikîlere göre:

Öğle namazının vakti, zeval ile başlarsa da zeval vaktindeki göl­ge bir zira' (60-70 cm,) olunca kılmak ve dikey cisimlerin gölgesi bir mislini buluncaya kadar vaktin devam ettiğini bilip ona göre ayarlamak efdâldir.

Sabah namazı ise, yıldızlar henüz rahat görüldüğü zaman kılınırsa afdaldır. Fecr-i sadık'ın doğmasıyla vakit girmiştir ve ortalık iyice aydınlanıncaya kadar devam eder. Nitekim Hz. Ömer (r.a.) de  Musa el-Eş'ârî'ye bu mealde bir mektup yazmıştır.[42]

Konuyla ilgili diğer rivayetler, tesbitler ve tahliller:

Sabah namazının fecr-i sadık'ın doğmasıyla birlikte kılınmasını daha uygun gören İmam Şafiî ve arkadaşları bu hususta bazı riva­yetlerle istidlal etmişlerdir ki, Ebû Cafer et-Tahavî bunları şöyle sıralamıştır:

Hz. Aişe (r.a.)'den yapılan rivayette demiştir ki:

"Biz mü'mine kadınlar olarak Rasûlüllah (a.s.) Efendimizle birlikte sabah na­mazını dış elbisemize bürünüp örtündüğümüz halde kılar ve kendi ailemize döndüğümüzde (yolda, çevrede) bizden hiçbiri tanınmazdı."

Bu, ortalık henüz iyice ağarmadan namaz kılıp evlerine döndü­ğünü ifade etmektedir.

Beşir b. Ebi Mes'ud'un babasından yapılan rivayete göre, "Ras­ûlüllah (a.s.) Efendimiz sabah namazını ortalık henüz karanlık iken kıldı, sonra ortalık iyice ağarınca kıldı ve vefat edinceye kadar bir daha iyice ağarıncaya kadar bırakmadı, karanlık iken kılmaya devam etti."    

Nehik berim'in Muğis İbn Semiy'den yaptığı rivayete göre, Muğîs şöyle demiştir:

"İbn Zübeyr ile beraber sabah namazını ortalık henüz karanlık iken kıldıktan sonra ben İbn Ömer'e dönüp, bu nedir? diye sordum. O bana şöyle dedi: Bu, bizim Rasûlüllah (a.s.) Efendimiz'le beraber kıldığımız, Ebûbekir ve Ömer ile birlikte devam ettiğimiz namazdır. Hz. Ömer öldürülünce Hz. Osman (r.a.) sabah namazını artık ortalık biraz aydınlanınca kılmaya başladı."

Râfi' b. Hudayc (r.a.)'den yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

"Sabah namazını ortalık aydınla­nınca kılınız! Siz ne kadar böyle aydınlık olunca sabah namazını kılarsanız onun ecri  (o nisbette)  büyük olur."

Ebû Cafer birbiriyle tearuz eden iki rivayeti birçok kanallardan tesbit ederek rivayet ettikten sonra iki rivayet arasını te'life çalışa­rak şöyle demiştir:

"Ortalık henüz karanlık iken sabah namazına başlamak ve ortalık aydınlanınca namazı bitirip (camiden) çıkmak en uygundur. Nitekim bu Ebû Hanîfe'nin, Ebû Yusuf'un ve Muhammed b. Hasan'ın kavlidir."[43]

Tahliller:

Bir nolu Cabir hadîsini, İbn Hibban ile Hâkim de tahrîc etmiş­lerdir. Tirmizî de kendi Sünen'inde -az yukarıda da belirttiğimiz gibi- Buhari'den naklen onun şöyle dediğini belirtmiştir: "Bu babda en sahîh rivayet de budur!.."

İbni Abbas (r.a.) hadisine gelince, onu Ahmed b. Hanbel, Ebû Dâvud, İbn Huzeyme, Darekutnî ve Hakim tahrîc etmiştir. Ancak isnadında üç ravi ihtilâf konusudur. Birincisi, Abdurrahman b. Ebî Zennad'dır. İbn Mehdi gibi bir hadis âlimi ondan hadîs rivayet et­memiştir. Ahmed b. Hanbel "o, muzdaribü'l-hadîstir" demiştir. Nesâî onun zayıf olduğunu belirtmiş; Yahya b. Maîn ile Ebû Hatim, "onun hadisiyle ihticac edilmez" demişlerdir. İmam Şafiî de onun zayıf olduğuna dikkatleri çekmiştir. Ancak Medine'de tahdîs ettik­lerinin Bağdat'ta tahdis ettiklerinden daha sahîh olduğu söylenir. İmam Mâlik ise, onun sıka (güvenilir) olduğunu söylemiştir. Buharî ise onun bir başka hadîsini şahit olarak gösterip delil saymıştır.[44]

İkincisi, birinci râvinin şeyhi Abdurrahman b. Hars b. Abdul­lah b. İyaş'dır. Ahmed b. Hanbel onun "metruk" olduğunu, İbn Main ise "salih, elverişli ve uygun" olduğunu, Ebû Hatim onun "şeyh hadîste çok bilgili" olduğunu, İbn Sa'd onun "sıka" olduğunu, İbn Hibban onun "ehl-i hadis" bulunduğunu söylemiştir.[45]

Üçüncüsü, Hakim b. Hakim'dir ki, İbn Ubad b. Hanîf olarak bili­nir. Ebû Sa'd, "hadis rivayeti pek azdır, rivâyetiyle ihticac olunmaz" derken, İbn Abdilberr ve Ebûbekir b. Arabi, İbn Abbas'ın yukarıdaki hadîsini sahihleyerek Hakîm'in rivayetini salih görmüştür. Zehebî ise onu Hakim b. Ebi Hakim şeklinde tesbit edip meçhul oldu­ğunu belirtmiştir.[46]

Sözünü ettiğimiz raviler hakkındaki görüş ve tesbitler tek nok­tada birleşmediğinden hadîsler ihticaca elverişli kabul edilmiştir. Zeylâî ise bu konuda Cibril'in imametiyle ilgili hadîse yer verip, şu mealde nakletmiştir:

"Cibril, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'e birin­ci gün fecir doğunca; ikinci günü ortalık cidden aydınlanınca neredeyse güneş doğmak üzere iken imamlık ettikten sonra şöyle de­miştir:

"Şu iki vaktin ortası  seninle ümmetin için vakittir."

Bu hadisi ashabdan, İbn Abbas, Cabir b. Abdillâh, İbn Mes'ûd, Ebû Hüreyre, Amir b. Hazim, Ebû Saîd el-Hudrî, Enes b. Mâlik ve İbn Ömer gibi kadri yüce ilim adamları rivayet etmişlerdir. Allah hepsinden razı olsun...

Hz. Cabir b. Abdillah'ın (r.a.) rivayet ettiği hadîsi biraz deği­şik lâfızlarla İbn Abbas şöyle rivayet etmiştir:

"Cibril, Beyt'in (Ka­be) yanında iki defa bana imamlık etti: Birinci defa güneşin istiva gölgesi nalın kayışı gibi olunca öğle namazını kıldırdıktan sonra her şeyin gölgesi bir mislini bulunca ikindi namazını kıldırdı. Son­ra güneş batıp kaybolunca akşam namazını kıldı ki, bu vakitte oruçlu iftar eder. Sonra da şafak (ufuktaki kızıllık) kaybolunca yatsı namazını kıldırdı. Sonra da fecir iyice doğup aydınlanınca ve oruç­luya artık yeme içme haram olunca sabah namazını kıldırdı. İkin­ci defa ise, her şeyin gölgesi bir mislini bulunca, bir gün önceki ikindi vaktinde, öğle namazını kıldırdı, sonra her şeyin gölgesi iki mislini bulunca ikindi namazını kıldırdı. Sonra akşam namazını ilk gündeki vaktinde kıldırdıktan sonra gecenin üçte biri geçince yat­sı namazını kıldırdı. Sonra da ortalık ağarınca sabah namazını kıl­dırdıktan sonra Cibril bana dönüp şöyle dedi: Ya Muhammed! Bu, senden önceki peygamberlerin vaktidir; (senin için) vakit ise bu iki vaktin arasıdır."

Tirmizî bu hadîs için "sahîh-hasen" demiştir. Ayrıca İbn Hib­ban gibi değerli bir hadis hafızı sahîhlemiş ve Hâkim kendi Müstedrek'inde bunu sahih bir tesbitle rivayet etmiştir. Buharî ve Müs­lim bunu tahric etmemiştir.

Ancak yukarıda da belirttiğimiz gibi ravîlerden Abdurrahman b. Haris hakkında söz söylenmiş, "merukû'l-hadîs" olduğunu belir­tenler bulunmuştur. Ahmed b. Hanbel onlardan biridir. İbn Cevzî de onu Kitabu'd-Duâfa'da zikretmiş, Nesâî, İbn Maîn ve Ebû Hatim er-Razî onu müliym bulmuşlardır. İbn Sa'd ve İbn Hibban onun sı­ka olduğuna dikkat çekmiş, İbn Huzeyme kendi Sahîh'inde ona yer vermiştir.

Netice, Zeylâî diyor ki: İbn Abbas'ın bu hadisini rivayet eden­lerin hemen hepsi ilimle şöhret bulan zatlardır. Abdurrezzak da ay­nı hadisi Sevrî'den tahric etmiştir.

İbn Abbas'ın rivayetine yakın bir diğer rivayet Ebû Hüreyre'den  (r.a.) yapılmıştır ki, meâlen şöyledir: "Cebrail (a.s.), Peygam­ber (a.s.) Efendimiz'e gelerek ona iki ayrı vakitte namaz kıldırdı, ancak akşam namazını bir vakitte  kıldırdı. Peygamberimiz (a.s.) buyurdu ki:

"Cibril bana geldi, güneşin istiva vaktinde gölgesi na­lın kayışı kadar olunca öğle namazını bana kıldırdı. Sonra gelip göl­ge bir mislini bulunca ikindi namazım kıldırdı. Sonra akşam vakti gelip güneş kaybolunca bana namaz kıldırdı. Sonra yine gelip şafak (ufuktaki kızıllık) kaybolunca yatsı namazını kıldırdı. Sonra da fe­cir vakti bana gelip fecir aydınlanınca sabah namazını kıldırdı. Sonra ertesi gün geldi ve her şeyin gölgesi bir mislini bulunca öğleyi kıldırdı. Sonra ikindi vakti geldi, her şeyin gölgesi iki mislini bulun­ca ikindi namazını kıldırdı. Sonra akşam vakti geldi, güneş kaybo­lunca akşam namazını kıldırdı  da birinci günkü vaktini değiştir­medi. Sonra yatsı vakti geldi, gecenin evvelinin üçte biri geçince yatsı namazını kıldırdı. Sonra ortalık iyice aydınlanınca bana sabah namazını kıldırdı ki, gökte o sırada hiçbir yıldız göremiyordum. Sonra da şöyle dedi: Bu iki vaktin ortası (senin için) vakittir."[47]

Bezzâr bu rivayeti kendi Müsned'ine aldıktan sonra şöyle  demiştir:

"Râvileri arasında Muhammed b. Ammar b. Sa'd'i bilmiyo­ruz!"

Aynı hadîsi Nesâî kendi Sünen'inde rivayet etmiştir. Hâkim de kendi Müstedrek'ine almış ve "Müslim'in şartına göre sahihtir" de­miştir.        

Bu konuda Ebû Saîd el-Hudri'nin hadisini ise Ahmed b. Hanbel kendi Müsned'inde rivayet etmiş ve akşam namazı dışında diğer namazları iki ayrı günde iki ayrı vakitte kıldırdığını bildirmiştir. Aynı hadîsi Tahâvî, şerhu Meâni'l-Asâr'da nakletmiştir.

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- Farz namazların belirlenmiş vakitleri vardır. Ancak o va­kitlerde kılınmakla eda edilmiş olurlar.

2- Farz namazların belirlenmiş beş vakti vardır.

3- Müctehidlerin çoğuna göre, öğle, ikindi, akşam ve yatsının ikişer vakti vardır.

4- Öğle vaktinin başlangıcı, zeval ile gerçekleşir. Bu, güneşin gökkubbesi ortasında bulunup her şeyin gölgesinin titreşip kaldığı ve sonra da gölgenin doğuya doğru meyletmesiyle oluşur. Bu hu­susta farklı görüş ve tesbitte bulunan olmamıştır.

5- Öğle vaktinin sonu ise, bazı müctehidlere göre, her şeyin gölgesinin bir mislini, bazısına göre ise, iki mislini buluncaya kadar devam eder.

6- İkindi vaktinin evveli bazısına göre, her şeyin gölgesinin bir mislini, bazısına göre, iki mislini bulunca başlar, güneş batıncaya kadar devam eder.

7- Akşam namazının evveli, güneş batınca başlar, batı ufkun­da beliren kızıllığın veya ondan sonra meydana gelen beyazlığın kaybolmasına kadar sürer.

8- Yatsı namazının evveli, batı ufkunda beliren kızıllığın, ba­zısına göre, beyazlığın kaybolmasıyla başlar, fecir doğuncaya ka­dar devam eder.

 

Öğle Namazını Vakit Girince Hemen Kılmak Veya Bir Süre Geçiktirerek Kılmak

 

Dinimiz ibâdette de kolaylık sağlamıştır. Sıcak bölgelerde, sıcak mevsimlerde öğle namazını hava biraz serinleyinceye kadar vakit içinde geciktirmemizi, soğuk mevsimlerde vakit girince kılmamızı tavsiye etmiştir.

Konuyla ilgili hadîsler:

Cabir b. Semure (r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Rasûlüllah (a.s.) Efendimiz, güneş batıya meyledip (titreşen gölgenin doğuya doğru uzanmaya başlamasıyla) öğle namazını kılardı."[48]

Enes (r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Rasûlüllah (a.s.) Efendimiz, kış aylarında öğle namazını kılardı ki, biz, günün çoğu­nun geçtiğini veya ondan ne kadar kaldığını pek bilemezdik."[49]

Enes b. Mâlik (r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Pey­gamber (a.s.) Efendimiz, sıcak olunca öğle namazını biraz havanın serinlemesine kadar geciktirirdi; hava soğuk olunca da onu (vakit girince)  hemen kılardı."[50]

Ebû Hüreyre (r.a.)’den yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:

"Sıcak iyice basıp şiddetlenince namazı havanın serinlemesine kadar geciktirin. Çünkü gerçekten sıcağın şiddeti, Cehennem'in sıcaklığının galeyânındandır."[51]

Ebû Zerr (r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'le beraber bir seferde idik. Müezzin öğle namazı için ezan okumak isteyince, Peygamber (a.s.) ona: "Havanın serin­lemesini bekle!" buyurdu. Biraz sonra yine ezan okumak istedi, Peygamberimiz (a.s.) ona: "Havanın biraz serinlemesini bekle!" bu­yurdu. Bu hâl, tâki tepeciklerin doğuya doğru uzanan gölgesini gör­memize kadar devam etti. Bunun üzerine Peygamberimiz (a.s.) şöy­le buyurdu:

"Şüphesiz ki, sıcağın şiddeti, Cehennem'in sıcaklığının galeyânındandır. Sıcak şiddetlenince, (öğle) namazını (vakit için­ce) havanın biraz serinlemesine kadar geciktirin!"[52]

Hadislerin açık delâletinden anlaşılan hükümler:

1- Çok sıcak günlerde veya mevsimlerde, öğle namazını va­kit içinde havanın serinlemesine kadar geciktirmek müstehabdır.

2- Soğuk günlerde ise, öğle namazını vakit  girince geciktir­meden kılmak müstehabdır.

3- Ezan, vaktin değil namazın sünnetidir.

4- Yaz mevsiminde ekvatora yakın bölgelerde güneş ışınla­rının dik olarak indiği bölgeler çok sıcak olur. Güneş'te helyum gazı­nın bir devridaim halinde yanması büyük bir enerji meydana getir­mektedir.  Cehennem  ateşi de buna benzer bir özelliktedir. Hadîs­teki beyân buna işarettir.

Mezhep imamlarının konuyla ilgili görüş, ictihad ve istidlâllari:

a) Hanefîlere göre:

Yaz aylarında öğle namazını hava biraz serinleyinceye kadar geciktirmek ve kış olunca da vaktin girmesiyle birlikte kılmak müstehabdır. Çünkü bu hususta Enes (r.a.) rivayeti söz konusudur.[53]

b) Şâfîilere göre:

Öğle namazını -vakit içinde- havanın biraz serinlemesine kadar bekletip, sıcak ülkelerde şiddetli sıcaklarda, sokaklarda du­var gölgelerinden yürüyüp mescidlere gitme imkânı doğuncaya ka­dar geciktirmek sünnettir. Bu daha çok cemaatle namaz kılmak is­teyenler hakkında bir kolaylıktır.[54]

Şâfiîler Ebû Hüreyre hadîsiyle istidlal etmişlerdir.

c) Hanbelîlere göre:

Namazı ilk vaktinde kılmak afdaldır; ancak son yatsı vaktine yatsı namazını, çok sıcak günlerde serinlik çökünceye kadar öğle namazını geciktirmek daha faziletlidir.

Genel olarak üç vakit söz konusudur: Fazilet vakti, cevaz vakti ve zaruret vakti... Birincisi, yatsı ve öğle namazı dışında kalan di­ğer namazları vaktin evvelinde kılmaya işarettir. Nitekim İmam Ahmed bu hususta şöyle demiştir; Vaktin evvelinde namaz kılmak bana göre daha uygundur, ancak yatsı ile öğle namazı bunun dışındadır.[55]

d) Mâlikilere göre:

İbn Kasım'ın yaptığı rivayete göre, İmam Mâlik şöyle demiştir: "İnsanların kış ve yaz mevsimlerinde öğle namazını, dikey eşyanın gölgesi bir zira' (yaklaşık 65-75 cm.) olunca kılmalarını müstehâb görüyorum. Nitekim İbn Ömer (r.a.) sefere çıkınca, dikey eşyanın titreşip kalan gölgesi doğuya doğru meyletmeye başladığı andan itibaren iki, üç mil yol katettikten sonra öğle namazını kılardı.

Ayrıca bu konuda Hz. Ömer (r.a.) görevli tahsildar ve memur­lara şu emri yazıp göndermiştir:

"Benim yanımda sizin en önemli işiniz önce namaz kılmanızdır. Artık kim namaza devam edip onu muhafaza ederse, dinini muhafaza etmiş olur, kim de namazı bıra­kıp zayi' ederse, o da başka şeyleri de (namazla birlikte) zayi' etmiş olur."

Hz. Ömer (r.a.) sonra da şunu yazıp ilâve etmiştir:

"İstiva vak­ti her şeyin gölgesi titreşip kaldıktan sonra doğuya doğru uzamaya başlayınca bu uzama bir zira'ı bulunca öğle namazını kılın. İkindi namazını da güneş henüz yüksek ve parlak bir derecede iken suvarinin iki veya üç fersah bir yol kat'edeceği süre geçtikten sonra kı­lın."[56]

Diğer rivayetler ve tahliller:

Sıddîk Hasan Han, 16 no'lu Ebû Hüreyre hadîsinde geçen "ebridû!" emrinin vücub ifade ettiğine temas ederek öğle namazını sıcak mevsim ve günlerde hava serinleyinceye kadar geciktirmenin vâcib olduğunu söylmiştir. Çünkü emir de asıl olan vücubdur. Bazısına göre, emir burada iştihbab içindir. Cumhur da aynı görüştedir. Emrin zahiri ise, fert ve cemaatı, sıcak ve soğuk bölgeleri kapsamına almaktadır.[57]

Emrin böylesine kapsamlı olduğunu söylemek, onun zahirinden uzaklaştırmak olur. Çünkü Rasûlüllah (a.s.) Efendimiz, şiddetli sı­cakta tabirini kullanmıştır ki, emir bununla ilgilidir.

İmam Tirmizî 13 nolu Cabir hadîsini sahihlemiştir. Buharî ve Müslim bunu Habbab'dan ve Ebû Berze'den; İbn Mace, İbn Mes'ûd (r.a.)'den rivayet etmişlerdir. İbn Mace'nin rivayetinde Zeyd b. Cebire bulunuyor ki, Ebû Hatim onun zayıf olduğunu, Buharî münkerü'1-hadis sayıldığını söylemiştir. Nesâî ise onun sıka (güvenilir) olmadığına dikkat çekmiştir.[58]

14 nolu Enes hadîsini aynı zamanda Abdurrezzak tahrîs etmiş­tir. Buna yakın bir hadîsi Buharî ve İbn Mâce İbn Ömer'den, Nesâî ise Ebû Musa'dan; İbn Huzeyme, Hz. Aişe'den rivayet etmiştir. Ahmed b. Hanbel ve yine İbn Mace ve İbn Hibban, Muğîre'den rivayet­le hadisin sahih olduğuna kuvvet kazandırmışlardır. Nitekim el-Hilâl, "ibrad" mes'elesini, Resûlüllah'ın (a.s.) son iki emri olduğunu belirtmiştir.

Bu mealde bir hadîsi, Hafız Bezzar, İbn Abbas (r.a.)'dan rivâyet etmiştir ki, râvileri arasında Amir b. Sahban bulunuyor. Bu zatın zayıf olduğunu söyleyenler varsa da Zehebî bu isim üzerinde herhangi bir tesbit yapıp durmamıştır.

Zeylâî eimme-i sitte'nin ibrad-i zühürle ilgili tahrîc ettikleri ha­dîsi, Buharî'nin A'meş hadisinden naklen el-Hudrî'den; ayrıca eimme-i sitte'nin Ebû Hüreyre'den; Taberânî Abdurrahman b. Harise'den ve Ebû Musa ile Amir b. Anbese ve Safvan'dan; ayrıca Buharî ve Müslim Ebû Zerr'den rivayet ettiklerini naklederek öğle namazı­nın sıcak günlerde biraz geciktirilmesiyle ilgili hadîsin sıhhatini belirterek başka bir açıklamada bulunmamıştır.[59]

et-Tahavî, "ibrad-i zühür" konusuna geniş yer ayırarak otuz beş kadar rivayet nakletmiştir. Onlardan konumuza ağırlık kazandır­ması bakımından birkaç tanesini nakletmeyi uygun gördük:

Cabir b. Abdülâh (r.a.)'den yapılan rivayette şöyle demiştir:

"Rasûlüllah (a.s.) Efendimiz öğle namazını, güneş zevale yüztutunca gün ortasında kılardı."

Üsâme b. Zeyd (r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Rasû­lüllah (a.s.) Efendimiz, öğle namazını gün ortasında sıcak bir za­manda kılardı."

Yine Cabir b. Abdülâh (r.a.)'den yapılan rivayette, şöyle de­miştir:

"Biz, Peygamber (a.s.) Efendimiz'le birlikte öğle namazını kılardık da yerdeki çakıl taşlarını avuçlayıp bir elimden diğerine aktararak soğumasını sağlar, sonra onu alnımı koyacağım yere bı­rakırdım da şiddetli sıcaktan  (korunmaya çalışırdım)."

Hz. Aişe (r.a.) diyor ki:

"Hiç kimseyi öğle namazını kılmakta, Resûlüllah (a.s.) Efendimizden daha acele eder görmedim." Hz. Aişe (r.a.), bu hususta ne babasını, ne de Ömer'i istisna etmiştir.

Enes b. Mâlik'den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Rasûlüllah (a.s.) Efendimiz bir konakta konakladığı zaman öğle namazını kıl­madan hareket etmezdi."[60]

Ebû Cafer Tahavî bu rivayetleri naklettikten sonra diyor ki: Bir grup ilim adamı bu hadîslerle ihticac ederek öğle namazının hemen her mevsimde vakit girince hemen kılınmasının müstehab olduğu­nu söylemiştir. Diğer bir grup ise, kış aylarında belirtilen şekilde vakit girince öğle namazının kılınmasını müstehab sayarken yaz aylarında havanın biraz serinlemesini bekleyip öylece kılmanın efdal olduğunu belirtmiştir. Bu ikincilerin istidlal ettikleri hadîslerden bir kısmı:

Ebû Zerr el-Gıffâri (r.a.)'den yapılan rivayette demiştir ki:

"Bizler, Rasûlüllah (a.s.) Efendimizle birlikte bir konaklama yerinde bulunuyorduk. Bilâl ezan okumak isteyince, Resûlüllah (a.s.) ona: "Vazgeç yâ Bilâl!" buyurdu. Biraz sonra Bilâl tekrar kalkıp ezan oku­mak istedi. Peygamber (a.s.) ona: "Vazgeç yâ Bilâl!" buyurdu. Son­ra tekrar Bilâl ezan okumak istedi. Peygamber (a.s.) ona: "Vazgeç ya Bilâl!" buyurdu." Böylece sıcak bir havada, havanın biraz serin­lemesini beklemesini istedi. Ebû Zerr devamla diyor ki, bu gecikme biz tepeciklerin gölgesini iyice görmeye başladığımız zamana kadar sürdü. Sonra Peygamberimiz (a.s.) şöyle buyurdu: "Doğrusu sıcağın şiddeti, Cehennem sıcağının galeyânındandır. O halde sıcak iyice arttığında  namazı havanın serinlemesine bırakın."[61]

Tahâvî bu mealde altı kadar daha hadîs rivayet ettikten sonra, Muğire'nin kendi hadîsinde şunu haber verdiğini söylüyor:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz önceleri sıcakta bile öğle namazını vakit gi­rince hemen kılar ve kılınmasını emrederdi. Yukarıda naklettiğimiz rivayetlerden ise, şiddetli sıcakta öğle namazının hemen kılınması hususu neshadilmiş ve onun yerine havanın biraz serinlemesine ka­dar geciktirilmesi emredilmiştir.

Nitekim Enes b. Mâlik ve İbn Mes'ud'dan (r.a.) yapılan riva­yette, Resûlüllah (a.s.) Efendimizin kış mevsiminde öğle namazını vakit girince hemen kıldığı, yaz aylarında bunu geciktirdiği anlaşı­lıyor.

Böylece, ikinci grubun istidlal ettiği hadîslerin, birinci grubun istidlal ettiği hadîslerin hükmünü kaldırdığı anlaşılıyor. Nitekim Ebû Hanîfe, Ebu Yusuf ve Muhammed de aynı görüştedirler.

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- İlk önce Resûlüllah (a.s.) Efendimiz öğle namazını sıcak ve soğuk hemen her mevsimde vakit girince hemen kılardı. Sonra sıcak mevsimlerde biraz geciktirilerek havanın serinlemesi beklenmiş ve böylece ilk uygulamanın hükmü kaldırılmıştır.

2- Ebû Zerr (r.a.) hadîsinden, ezanın vakitten ziyâde namazın sünneti olduğu anlaşılıyor.

3- Öğle namazını vakit girince kılmak caiz olduğu gibi, sıcak günlerde biraz geciktirmek müstehabdır.

 

İhtiyari Ve İztirari Hallerde İkindi Vaktinin Evveli İle Sonunu Belirlemek

 

İkindi namazının vakti hakkında farklı ictihad ve ihticacları da­ha önce nakletmiş bulunuyoruz. Konunun önemine binâen biri ihti­yarî, diğeri iztirari hallerde bu namazın ilk vakti ile son vakti hakkında birtakım rivayetler, tesbitler ve görüşler söz konusudur. On­ları nakletmek suretiyle mes'eleye açıklık getireceğiz.

İlgili hadîsler:

Abdullah b. Amir (r.a.)'dan yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

"Öğle namazının vakti, ikindi vakti hazır olmadığı (girmediği) süre devam eder. İkindi namazının vakti, güneş sararmadığı süreye kadardır. Akşam namazının vakti, ufuk­taki kızıllığın yayılması sakıt olmadığı (kaybolmadığı) süreye ka­dardır. Yatsı namazının vakti, gece yarısına kadardır. Sabah nama­zının vakti, güneş doğmadığı sürecedir."[62]

Enes (r.a.)'den yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'den şunu işittiğini söylemiştir:

"İşte o münâfıkın namazıdır, oturur da güneşi gözler, tâki şeytanın iki boynuzu anasında olunca (doğmak ve batmak üzere iken) kalkıp (kuş gibi) gagasını yere vurup kaldı­rır da dört rek'at namaz kılar ve Allah'ı pek az anar."[63]

Ebû Musa (r.a.)'den yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz'e bir soru soran geldi de namaz vakitlerinden sordu. Peygam­berimiz hiçbir sözle ona cevap vermedi ve fecir açıldığı zaman Bilâl'e emretti, o da sabah namazı için ikamet getirdi ki, neredeyse insan­lardan bir kısmı bir kısmını tamıyamıyordu, (ortalık henüz karanlık idi). Sonra güneş gökkubbesinin ortasından batıya meyledince öğle namazı için ikamet getirmesini emretti. Sonra emretti ikindi namazı için ikamet getirdi ki, güneş henüz yüksekte idi. Sonra güneş batınca da akşam namazı için ikamet getirmesini emretti. Şafak kaybolunca da yatsı namazı için ikamet getirmesini emretti. Sonra ertesi gün sabah namazını geciktirdi, o kadar ki sözcü "güneş doğdu veya doğmak üzeredir" dedi. Öğle namazını geciktirdi, öyle ki, bir gün önceki ikindi vaktine yakın bir zamanda kıldı. Sonra ikindi namazı­nı geciktirerek kıldı, o kadar ki, namazı bitirince sözcü, güneş iyice kızarıverdi. Sonra akşam namazını ufuktaki kızıllık kaybolmasına az kalıncaya kadar geciktirdi. Diğer bir rivayette: Kızıllık kaybolmadan akşam namazını kıldı. Yatsı namazını geciktirdi, öyle ki gecenin ilk üçte biri oldu. Sonra sabah olunca soru soranı çağırdı ve şöyle buyurdu:

"Vakit, şu ikisinin arasıdır."[64]

Hadislerin açık delâletinden anlaşılan hükümler:

1- Öğle namazının vakti, ikindi vakti girinceye kadar devam eder.

2- İkindi namazının vakti, güneş sararıncaya kadar sürer. Ondan sonra kerahet vakti başlar, o günün ikindi namazını kılmamış olan kerahetle kılmış olur.

3- Akşam namazının vakti, ufuktaki kızıllığın yayılıp henüz kaybolmadığı zamana kadar devam eder. Ondan sonra ortaya çıkan beyazlığın kaybolmasına kadar devam edip etmiyeceği ihtilâf konusudur.

4- Yatsı namazının vakti, gece yarısına kadardır. Bu, afdal olan süredir. Ondan sonra fecir doğuncaya kadar devam eder.

5- Sabah namazının vakti, güneş doğuncaya kadar sürer.

6- İkindi namazını zaruret olmadığı halde güneş sararıp gö­zün fer'ini almayacak duruma gelinceye kadar geciktirmek mekruh­tur. Buna "münafık namazı" denir. Sabah namazını da yine zarurî bir hal yokken güneş doğmasına az kala bir zamana geciktirmek mekruhtur.

7- Öğle namazı, güneş batıya meyledince (zeval vaktini aşma­ya başlayınca) kılınır.

8- İkindi namazı, güneş henüz yüksekte iken (her şeyin göl­gesi bir mislini bulunca) kılınır.

9- Akşam namazı, güneş ufukta batınca kılınır.

10- Yatsı namazı, ufukta beliren kızıllık kaybolunca kılınır.

11- Sabah namazı, güneşin doğmasına az bir süre kalıncaya ka­dar kılınır.

12- Öğle namazı, her şeyin gölgesi bir misline yaklaşıncaya kadar kılınabilir.

13- İkindi namazı, güneş kızarıp sararıncaya kadar kılınabi­lir.

14- Akşam namazı, ufuktaki kızıllık kaybolmaya yüztutarken kılınabilir.

15- Yatsı namazı gecenin ilk üçte biri geçinceye kadar gecik­tirilip kılınır.

16- Her namaz için iki vakıtta kılınması gösterildikten sonra, her namazı o iki vaktin ortasında kılmak afdaldır.

17- İhtiyari hallerde ikindi namazını, her şeyin gölgesi bir misliyle iki misli ortasındaki zamanda kılmak afdaldır. Iztırarî hal­lerde ise güneş sararmaya yüztutmaya başlayınca kılınabilir.

Tesbitler ve tahliller:

Abdullah hadisi, ikindi namazının güneş sararıncaya kadar vak­tinin uzadığına delâlet ediyor. Böylece güneş batmadan önce kılındığı takdirde eda edilmiş sayılır. Cumhur da bu görüştedir. İmam Ebû Hanîfe ise, ikindi vaktinin sonu, güneşin sarardığı, gözün fer'ini alma­yıp batmaya yaklaştığı zamandır,  demiştir.

Cibril hadîsiyle istidlal edenler ise, ikindi vaktinin sonunun di­key cisimlerin gölgesinin -fey-i zeval hariç- iki mislini bulunca­ya kadar devam edeceğini, ondan sonraya geciktirildiği takdirde an­cak kaza edilebileceğini söylemişlerdir. Hatırlanacağı üzere, Melek Cibril birinci gün, her şeyin gölgesi bir mislini bulunca, ikinci gün iki mislini bulunca ikindi namazını kıldırdıktan sonra "ikindi vakti bu iki vaktin ortasıdır" demiştir.

Cibril'in bu açıklaması, ihtiyarî vakti belirlemeye yöneliktir, ikin­di vaktinin tamamını kapsayan bir ölçü değildir. Aynı zamanda Cib­ril hadisi diğer hadisleri neshedir mahiyette de değildir. Cumhur da aynı görüştedir. Güneş sarardıktan sonra kılınacak ikindi nama­zı -zorlayıcı bir sebep yoksa- münafık namazı sayılır. Çünkü ki­şi bu hususta mazur kabul edilemez.

Yine cumhurun mezhebine göre, ikindi namazının ilk vakti, her şeyin gölgesi bir mislini bulunca başlar. Cibril hadisinde de bu net biçimde belirtilmiştir. İmam Ebû Hanife'nin, iki mislini bulunca başlar, diye ictihadda bulunması pek rağbet görmemiştir. İlim adamları­nın çoğu, bir mislini bulunca başlar görüş ve ictihadını benimsemiş­tir.

İmam Nevevî sıraladığımız hadîslerin ışığı altında ikindi vakti­nin beş vakti vardır, demiştir:

1- Fazilet,

2- İhtiyar,

3- Kerahetsiz ce­vaz,

4- Kerahetle birlikte cevaz,

5- Özür vakti...

Fazilet vakti: İlk vakittir, yani her şeyin gölgesi bir mislini bul­duğu zamandır.

İhtiyar vakti: Her şeyin gölgesi iki mislini buluncaya kadar de­vam eder.

Cevaz vakti: Güneş sararmaya yüz tuttuğu zamandır.

Kerahetle birlikte cevaz vakti: Güneş sarardıktan sonra batıncaya kadar geçen zamandır.

Özür vakti: Yolculuk halinde olup, öğle ile ikindi namazını bir­leştirip bir arada kılındığı zamandır.

İkindi namazı bu beş vakitten birinde kılınınca eda sayılır. Gü­neş battıktan sonraya kalırsa, kazaya kalmış olur.

Hadîslerin delâletinden ayrıca, akşamın iki vakti olduğu ve batı ufkunda beliren şafakın kızıllık olduğu ve öğle namazı vaktinin bit­mesiyle ikindi vaktinin girdiği anlaşılıyor. Sonra da yatsı namazını gece yarısına geciktirmenin caiz olduğuna delâlet ediyor. Akşam namazının vaktinin kızıllığın kaybolmasıyla sona erece­ğine delâlet eden bir diğer hadisin meali şöyledir:

"Şafak (ufukta beliren)  kızıllıktır. Şafak kaybolunca (ikindi) namazı vâcib olur."[65]

Beyhakî bu hadîsi sahihlemiştir:

27 Nolu Enes hadisini Ebû Davud, "İşte o münafık namazıdır" ve "şeytanın iki boynuzu arası..." lâfızlarıyla birlikte rivayet etmiş­tir. Şeytanın iki boynuzundan maksat nedir? İlim adamları farklı yorumlarda bulunmuşlardır: Kimine göre, bu zahiri ve hakikati üze­redir. Böylece güneş doğarken ve batarken şeytanın boynuzları ara­sına muvazi olarak doğar ve batar, denilmiştir. Çünkü kâfirlerden Güneş'e tapanlar, ona doğarken ve bir de batarken secde ederler. Kimine göre ise, bu mecazî bir tabirdir. Şeytan bir anda doğu ve ba­tıda bulunabilir. Güneş doğarken ve batarken mü'minleri namazdan alıkoymak için durmadan sinyal verir. O bakımdan Resûlüllah (a.s.) sözü edilen tabiri kullanmıştır.

İkindi namazını güneş sararıncaya kadar geciktirmenin de mek­ruh olduğu bu hadîsten anlaşılıyor.

29 nolu Ebû Musa hadîsi sahihtir. Aynı zamanda akşam namazı için iki vakit bulunduğunu isbatlar ve ikindi namazının güneş sara­rıncaya kadar geciktirilmesinin caiz olduğuna delâlet eder. Bu hadis, Cibril hadîsinden, sonra söylenmiştir. Beyhâki ve Darekutnî'ye göre, Cibril hadîsi Mekke'de, bu hadis ise Medine'de söylenmiştir.

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- İkindi namazı, dikey cisimlerin gölgesi bir mislini bulunca kılınır. Bu onun afdal olan vaktidir. Ancak İmam Ebû Hanife'nin icti­hadı buna muhaliftir, ona göre iki mislini bulunca başlar ve afdal olan vakitte odur.

2- İkindi vakti güneş iyice sararıp batmasına az kala bir za­mana kadar devam eder.

3- Güneş iyice sararınca ikindi namazını kılmak kerahetle ca­izdir.

4- Akşam namazının vakti, çoğu ilim adamlarına göre, batı ufkunda beliren kızıllığın kaybolmasına kadar devam eder. İmam Ebû Hanîfe'ye göre, kızıllıktan sonra beliren beyazlığın kaybolmasına ka­dar devam eder.

5- Yatsı namazının vakti, akşam namazının vakti sona erince başlar ve fecir doğuncaya kadar devam eder. Afdal vakti, ilk vak­tidir. Gecenin üçte biri geçinceye kadar geciktirmek de uygundur. Gece yarısına geciktirmekte bir sakınca yoktur.

 

İkindi Namazını Vakit Girince Hemen Kılmak

 

Özellikle kapalı havada ikindi namazını vakit girince geciktir­meden kılmak müstehabdır. Bu hususta Resûlüllah (a.s.) Efendi­miz ve ashabının ta'cili tavsiyeleri vardır.   

İlgili hadîsler:

Enes (r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, güneş henüz yüksekte ve iyice ortalığı yaktığı sırada ikindi namazını kılar ve (Medine çevresindeki) köylere gidecek olan gidip döndüğünde güneş hâlâ yüksekte bulunurdu."[66]

Yine Enes (r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz bize ikindi namazını kıldırdıktan hemen sonra Be­nî Seleme kabilesinden bir adam geldi ve: 'Ya Resûlâllah! dedi. Ken­dimize ait bir deveyi kesmek istiyoruz ve sizin de orada hazır bu­lunmanızı arzu ediyoruz...' Bunun üzerine Peygamber (a.s.) 'Evet' dedi ve hemen yürüdü, biz de onunla beraber yürüdük, devenin he­nüz kesilmediğini gördük. Kesildi, eti parçalandıktan sonra pişirildi ki, güneş henüz batmadan önce ondan yedik."[67]

Râfi' b. Hudayc (r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Biz Resûlüllah (a.s.) Efendimizle birlikte ikindi namazını kıldık­tan sonra deve keser, onu on kısma ayırır ve sonra da güneş henüz batmadan etini bişirip yerdik."[68]

Büreyde el-Eslemî (r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Biz, Resûlüllah (a.s.) Efendimizle beraber bir savaşta bulunuyor­duk. Efendimiz (a.s.) bize:

"Hava kapalı bulunduğu günde namazı erken kılın! Çünkü gerçekten kim ikindi namazını kaçınrsa ameli boşa çıkar."[69]

Hadîslerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Özellikle hava kapalı olduğu günlerde, fey'-i zeval hariç di­key cisimlerin gölgesi bir mislini bulduğu saatla tesbit edilip ikindi namazını geciktirmeden kılmak müstehabdır.

2- İkindi namazından sonra hayvan kesip pişirmekte bir sa­kınca yoktur.

3- İkindi namazını bir özür yokken kaçıran kimsenin o gün­kü amelleri boşa çıkar.

Hadîslerin ışığında müctehid imamların görüş ve istidlalleri:

a) Hanefîlere göre:

Hanefi imamları, bu hususta Râfi' b. Hudayc ile Ebû Halabe rivâyetiyle istidlal ederek, ikindi namazını, her şeyin gölgesi iki misli­ni hatta güneşin rengi sararmaya yüztutmadan öncesine kadar geciktirmeyi müstehab saymışlardır.[70] Nitekim Fetâvâ-yı Hindiyye'de şöyle denilmiştir: "İkindi namazını hemen her zaman (yaz, kış, açık kapalı her mevsimde) güneşin hacmindeki göz alıcı parlaklık değişmedikçe geciktirmek müstehabdır. Parlaklıktan maksat, ba­kıldığı zaman gözün ferini almasıdır.[71]

b) Şâfiilere göre:

Bu mezhep imamlarına göre, fey-i zeval hâriç her şeyin gölgesi iki mislini buluncaya kadar ikindi namazını geciktirmek onun ihti­yarî vaktidir. Şâfiiler bu mes'elede Cibril hadîsiyle istidlal etmişler­dir.[72]

c) Hanbelilere göre:

İkindi namazını vakit girince hemen kılmak müstehabdır. Nite­kim bu husus Ömer, İbn Mes'ûd, Aişe, Enes, İbn Mübarek, Medine halkı, Evzâi, Şafiî ve İshak b. Rahûye'den rivayet  edilmiştir.

İbn Kalabe ve İbn Şübrüme'ye göre, geciktirilmesi afdaldır.

Hanbeliler bu konuda Râfil b. Hudayc ve Enes b. Mâlik hadîsleriyle istidlal etmişlerdir. Ayrıca şu rivayeti de delil olarak göster­mişlerdir: Ebû Ümame (r.a.) diyor ki:

"Ömer b. Abdülâziz ile birlik­te öğle namazını kılıp dışarı çıktık, Enes b. Mâlik'in yanına girdiği­mizde ikindi namazını kılar bir halde bulduk. Onun üzerine kendisi­ne:

"Ey Ebû Ammâre! Bu kıldığın ne namazıdır?" diye sorduk. Bize şu cevabı verdi:

"İkindi namazıdır, aynı zamanda bizim Rasûlüllah (a.s.) Efendimizle bu namazı kıldığımız bir vakittir."[73]

d) Mâlikîlere göre:

İbn Kasım diyor ki:

"İmam Mâlik, ikindi vakti için iki misli gölge diye bir tahdid koymazdı, sadece şöyle dediğini biliyorum: "Güneş henüz parlak ve gözalıcı iken namazı kılın!"

Mâlikîler bu mes'elede Hz. Ömer'in (r.a.) kendi amillerine yaz­dığı şu mektupla istidlal etmişlerdir: "Şüphesiz ki, benim yanımda sizin en önemli işiniz, namazdır. Kim ona devam edip muhafaza ederse, dinini korumuş olur. Kim de namazı zayi' ederse, artık o (namazla birlikte) diğerlerini daha çok zayi' etmiş olur..."[74]

Zeylâî, beş vakit namazı, özellikle ikindi namazını vakit girin­ce hemen kılmanın afdaliyeti üzerinde durarak şu hadîsleri nakletmiştir:

"Abdullah b. Mes'ûd (r.a.) diyor ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'den, "hangi namaz daha üstündür, daha faziletlidir?" diye sor­duğumda şu cevabı verdi:

"İlk vaktinde kılınan namaz!.."[75]

Aynı hadîsi İbn Huzeyme de kendi Sahîh'inde rivayet etmiş ve Ebû Nuaym kendi Mustahrac'ında ona yer vermiştir. Hâkim de Müstedrek'ine alıp "hadisün sahîhün" demiştir. Buhari ve Müslim bunu tahric etmemiştir.

"Abdullah b. Ömer (r.a.)'dan yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:

"Namazın ilk vak­ti Allah'ın rızasıdır; son vakti ise Allah'ın affıdır."[76]

Yani nama­zı ilk vaktinde kılan Allah'ın hoşnutluğuna erer, son vaktine bıra­kıp kılan, farz namazı vakit içinde eda ettiği için ilâhi affa mazhar olur. Ortasına gelince, o her yönüyle rahmettir.

Aynı hadîsi Hâkim kendi Müstedrek'inde şu lâfızla rivayet et­miştir:

"Amellerin hayırlısı, ilk vaktinde kılınan namazdır."

Ancak Hâkim, hadîs zincirinde yer alan Yakup b. Velîd üzerinde durmuş, onun şüpheyle karşılandığına işarette bulunmuştur. Nitekim İbn Hibban, bu zatın hadîs uydurduğunu söylerken Ahmed b. Hanbel onun bu vadide büyük yalancılardan biri olduğunu belirtmiştir. Ebû Hatim ile Yahya b. Mâin de onun yalancı olduğunu tesbit etmişler­dir.[77]

Bu konuda Darekutni'nin İbrahim b. Zekeriyyâ'dan yaptığı ri­vayette ise hadîs şu fazlalıkla nakledilmiştir:

"Vaktin evveli Allah'ın rızasıdır, ortası Allah'ın rahmeti, sonu ise Allah'ın gufranıdır."

İbn Cevzî bu rivayet üzerinde durarak râvî İbrahim b. Zekeriya'nın münkerü'l-hadîs olduğunu belirterek Ebû Hâtim'in onun için "meçhul" dediğini ve onun rivayetinin münker olduğuna dikkat çektiğini söylemiştir. İbn Adiy onun zayıf ravîlerden biri olduğunu kay­detmiş, Ahmed b. Hanbel ise, hadîsinin sabit olmadığını belirtmiştir. Zehebî de bu zat üzerinde durmuş, hadîs, otoritelerinin onun hakkın­daki tesbitleri naklederek genellikle zayıf sayıldığını belirtmeye ça­lışmıştır.[78]

Yine aynı konuda biraz daha kısa olarak İbn Adiy el-Kâmil de Abdullah Meclâ, Osman b. Afvan'dan şunu rivayet etmiştir:

"Vaktin evveli Alah'ın rızası, sonu ise Allah'ın affıdır..."

Hadîsin Enes b. Mâlik'ten rivayet edildiği bilinmektedir. Ancak ravilerinin çoğu meç­huldür. Çünkü Abdullah Mevlâ Osman ile Abdülâziz tanınmayan kişilerdir. Nitekim Nevevî el-Hulâsa adlı kitapta bu hadîsler hak­kında şöyle tesbitte bulunup görüşünü açıklamıştır: "Vaktin evve­liyle ilgili hadislerin hemen hepsi zayıftır."[79]

Konuyla ilgili diğer bir hadisi Darekutni, İbrahim b. Fazıl'den, o da el-Makberi’den o da Ebû Hüreyre (r.a.)'den rivayetle şöyle demiştir:

"Sizden biri namazı vakti içinde kılar, oysa onu vaktin ev­velinde terkeder ki, o kendisine ehlinden ve malından daha hayırlı­dır."

Zehebi, hadîsin ravîlerinden İbrahim b. Fazıl üzerinde durup hadis otoritesi sayılan İbn Main'in onun hakkındaki şu sözünü nakletmiştir: "Zayıftır, hadîsi yazılmaz..." Marre ise, "o kayde değer bir ravî değildir" derken, Nesâi onun metruk olduğunu belirtmiştir.[80]

Zeylâî, namazı vaktin evvelinde kılmanın faziletiyle ilgili riva­yetleri sıraladıktan sonra Buharî ve Müslim'in ittifakıyla rivayet et­tikleri şu iki sahîh hadisi naklederek, diğer hadîslerden çoğunun zayıflığına rağmen manâ itibariyle sahîh olduklarını belirtiyor:

Ebû Hüreyre (r.a.) diyor ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, ikindi namazını kıldıktan hemen sonra, bizden biri dönüp konağına (Medine çevresindeki köye) giderdi de güneş henüz parlaklığıyla durur­du."[81]

Bir de yukarıda naklettiğimiz Rafi' b. Hudayc hadîsidir ki, ikin­di namazının vaktin evvelinde kılınmasının afdaliyetini yansıtan en sahîh hadîslerden biridir.

Ebû Cafer Tahavî de, ikindi namazının vaktin evvelinde kılınma­sının fazileti üzerinde durarak yirminin üstünde rivayete yer ver­miştir. Biz onlardan birkaç tanesini nakletmekle yetinmek istiyoruz:

"Enes b. Mâlik'ten (r.a.) yapılan rivayette, demiştir ki:

"Biz ikindi namazını kıldıktan sonra (cemaatten bir) kimse Benî Amir b. Avf kabilesine gider ve onları ikindi namazını kılarken bulurdu."

Bu, Medine'de ikindi namazının ilk vaktinde kılındığına delildir.

Yine Enes b. Mâlik (r.a.) diyor ki:

"Rasûlullah (a.s.) Efendimiz ikindi namazını kıldırdıktan sonra, (bizden) biri Küba'ya giderdi de onları ikindi namazını kılarken bulurdu. Bir diğer rivayette, güneş henüz yüksekte bulunurdu..."

"Ebû Ervâ diyor ki:

"Ben, Peygamber (a.s.) Efendimizle birlikte ikindi namazını kıldıktan sonra Zülhûleyfe'ye gittim ve tekrar onlara (Medîne'dekilere) döndüm, güneş henüz batmamıştı."

Bu da ikindi namazının, dikey eşyanın gölgesinin bir mislini bulunca kılındığının başlıca delillerinden biridir.

Yukarıda nakledilen rivayetlerin aksine, ikindi namazını gecik­tirmenin müstehab olduğuna delâlet eden birçok rivayetler mevcuttur. Tahâvî bunlardan önemli bir kısmını naklederek iki rivayet arasını telife çalışırken, ikindi namazının geciktirilmesi hakkındaki rivâyetlerin ağırlık kazandığını dolaylı şekilde anlatmak isteyerek şöy­le demiştir: "Bu rivayetlerden sabit oldu ki, ikindi vaktinde namaz kılınması uygun olan zaman, geciktirilmesine kail olanların belirtti­ği zamandır." Bu, her şeyin gölgesi iki mislini bulduğu vakittir ki, İmam Ebû Hanîfe'nin görüş ve ictihadıdır. Tahâvi, Hanefî mezhebine bağlı bulunduğu için, bu görüşü tercih etmiştir.[82]

Konuyla ilgili diğer tesbitler ve tahliller:

Fethû'l-allâm sahibi, ikindi namazını ilk vaktinde kılmakla il­gili hadîsleri rivayet ettikten sonra, her şeyin gölgesinin bir mislini bulunca ikindinin ilk vakti olduğuna işaretle bu görüşte olanların ictihadının ağırlık kazandığını dolaylı şekilde ifade ediyor.[83]

Konunun baş kısmında ise naklettiğimiz dört hadîsten üçünün sıhhatında ittifak vardır. O bakımdan ikindi namazını ilk vaktinde kılmanın afdal olduğu ortaya çıkıyor.

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- İkindi namazını ilk vaktinde kılmak afdaldır.

2- İkindi namazının ilk vakti, fey'-i zevâi hariç dikey cismin gölgesi bir mislini bulunca başlar.

3- Özellikle hava kapalı olduğu günlerde ikindi namazını ilk vaktinde kılmak müstehabdır.

4- İkindi namazını vaktinde kılmayıp, bir özürü olmadığı hal­de kaçıran kimsenin o günkü ameli boşa çıkar.

 

Salat-i Vüsta (Orta Namaz)

 

İkindi namazı "salat-i vüsta" mıdır?

Bilindiği gibi, Kur'ân-ı Kerîm'de özellikle "salat-i vüsta" üzerin­de durulmuştur. Bakara sûresi 238. âyette şöyle buyuruluyor:

"Namazlara, özellikle orta namaza devam edin, onu gerektiği gibi koruyun ve Allah'a saygı ve korku dolu bir gönül ile elbağlayıp du­run!"

Hadîslerde de o nisbette bu namazın fazileti üzerinde durulmuş ve ümmetin dikkati, namazı, özellikle orta namazı muhafazaya çekil­miştir. 

Bunun  birtakım  sebep ve hikmetleri vardır.

a) İkindi vakti duaların en çok kabul olunduğu bir zaman par­çasıdır.

b) Şehir ve kasabalarda alım-satımın en çok hareketlendiği bir dönemdir. Kendini dünyalığa kaptıran her mü'minin o saatte işini bırakıp Hakk'a yönelmesi kadar eğitici, yönlendirici, ahlâk ve fazilet verici bir şey yoktur.

c) Köylerde tarla ve bahçede havanın serinlemesinden yarar­lanılarak daha verimli bir çalışmaya girişilir, yorgunluk başlar. Böy­le bir sırada abdest alıp ikindi namazını kıldırmak kadar ruh ve be­deni dinlendiren başka bir şey düşünülemez.

d) Rahmet meleklerinin sabahleyin ve bir de ikindi vakti en çok inip, rahmet saçtığı vakitlerdir. Bundan yararlanmak için, bu namazları vaktinde gönül huzuru içinde kılmak gerekir.

Konuyla ilgili hadîsler:

Hz. Ali'den (r.a.) yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz'in Ahzâb savaşında şöyle dediği tesbit edilmiştir:

"Onlar bizi gü­neş batıncaya kadar salât-i vüsta'dan meşgul edip alıkoydukları gi­bi, Allah onların kabirlerini ve evlerini ateş doldursun."[84]

Müslim, Ebû Dâvud ve Ahmed'in tesbitinde hadîsin son cümlesi şu lâfızla rivayet edilmiştir:

"Bizi salât-i vüsta -ikindi namazın­dan- meşgul edip alıkoydular..."

Yine Hz. Ali (r.a.) diyor ki:

"Biz, salât-i vüsta'yı sabah namazı olarak biliyorduk. Bunun üzerine Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, "O, ikindi namazıdır" buyurdu."[85]

İbn Mes'ud (r.a.)'den yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'i, Hendek savaşında müşrikler o kadar meşgul ettiler ki, güneş kızarmaya veya sararmaya yüztuttuğu halde, O hâlâ ikindi nama­zını kılamamıştı. Bunun üzerine Resûlüllah (a.s.) şöyle bedduada bulundu:

"Bizi salât-i vüsta ikindi namazı'ndan alıkoyup meşgul et­tiler; Allah onların içlerini ve kabirlerini ateşle doldursun. Allah onların içlerini ve kabirlerini vakşetle doldursun!"[86]

İbn Mes'ûd (r.a.) diyor ki, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, "Salâ­t-i vüsta ikindi namazıdır" buyurdu.[87]

Semure b. Cündüb (r.a.)'den yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

"Salât-i vüsta (orta namaz), ikin­di namazıdır."[88]

Ahmed b. Hanbel'in yaptığı rivayette, Peygamber (a.s.) Efen­dimiz buyurdu ki:

"Namazlara, özellikle salat-i vüsta (orta namaza) devam ediniz!"

Böylece Peygamber (a.s.) bize onun ikindi namazı olduğunu ismen bildirdi.[89]

Berâ' b. Azıb (r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki: "Namaz­lara, özellikle ikindi namazına devam edin..." mealindeki âyet indi, biz de onu Allah'ın dilediği kadar okuduk. Sonra o âyeti neshetti ve "Namazlara özellikle orta namaza devam edin, onu gerektiği gibi koruyun..." mealindeki âyet indi. O zaman bir adam şöyle dedi: O takdirde, salat-i vüsta ikindi namazıdır.[90]

Ebû Yunus Mevlâ, Hz. Aişe (r.a.)'den yapılan rivayette, demiş­tir ki:

"Hz. Aişe kendisine bir mushaf yazmamı emretti ve şöyle tenbihte bulundu: Namazlara, özellikle orta namaza devam edin, mea­lindeki âyete geldiğinde bana haber ver! Ben de o âyete gelince ona haber verdim. Bana o âyeti şöyle yazdırdı: "Namazlara, özellikle orta namaza ve ikindi namazına devam edin..."

Hz. Aişe  (r.a.)  devamla şöyle dedi: 

"Ben bunu Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'den işittim..."[91]

Hadîslerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Salât-i vüsta, ikindi namazıdır. Biz buna "orta namaz" di­yoruz.

2- Orta namazın ayrı bir fazileti ve başka bir hususiyeti var­dır.

3- İkindi namazını -müşriklerin saldırısından dolayı- ka­çıran Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in çok üzüldüğü ve bu yüzden müşriklere betduada bulunması, namazın ve özellikle ikindi nama­zının önemini yansıtmaktadır.

Hadîsler üzerinde tahliller ve görüşlerle rivayetler:

49 nolu Hz. Ali (r.a.) hadîsi sahihtir. Muhalefet eden olmamıştır.

50 nolu yine Hz. Ali (r.a.) hadîsini İbn Mehdi şu tarikle rivâyet etmiştir: Ubeyde'ye dedim ki, Hz. Ali'den salât-ı vûsta'yı sor. O da sorduğunda Hz. Ali (r.a.) şöyle demiştir:

"Bizler salât-i vüsta'yı sabah namazı olarak görüyorduk. Ama Hendek günü Rasûlüllah'ın şöyle dediğini işittim:

"Bizi salât-i vüsta, ikindi namazından alıkoyup meşgul ettiler!"

Bu rivayet de, salât-i-vüsta'nın ikindi namazı olduğuna açık ve net biçimde delâlet ediyor.

Bununla beraber bu rivayetlerin hilâfına bazı rivayetler daha tesbit edilmiştir:

Zeyd b. Sabit (r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Resûlül­lah (a.s.) Efendimiz öğle namazını günortasında sıcağın iyice art­tığı bir zamanda kılardı. Hiçbir namaz bundan daha çok ashaba ağır gelmezdi. Bunun üzerine "Namazlara, özellikle orta namaza devam edin..." mealindeki âyet indi ve Resûlüllah (a.s.) şöyle buyurdu:

"Şüphesiz ki, öğle namazından önce iki namaz, sonra da iki namaz vardır."

Böylece salât-i vüsta, öğle namazı oluyor.[92]

Üsâme b. Zeyd (r.a.)'den yapılan rivayette salât-i vüsta hakkında şöyle demiştir:  "O, öğle namazıdır. Resûlüllah (a.s.) Efendimiz öğle namazını günortasında iyice sıcakta kılardı da arkasında ancak bir veya iki saf cemaat bulunurdu. İnsanların çoğu sıcaktan gölgeliğe çekilmiş ve ticaretiyle meşgul bulunurlardı. Bunun üzerine Allah, Bakara sûresi 238. âyeti indirdi."[93]

O bakımdan ilim adamları "salât-ı vüsta" hakkında farklı yo­rum ve görüşler ortaya koymuşlardır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:

1- Salât-i vüsta -orta namaz- ikindi namazıdır. Ashab-ı kirâm'dan Hz. Ali, Ebû Eyyub, Abdullah b. Amir b. As, Hz. Aişe, Hz. Hafsa, Hz. Ümmü Seleme; tabiînden Ubeyde es-Selmanî, Hasan el-Basrî, İbrahim Nahaî, Kelbî, Katâde, Dehhak, Mukatil, Ebû Hanife, Ahmed, Davud b. Münzir bu görüştedirler.

2- Salât-i vüsta, öğle namazıdır.

el-Vahidî bunu Zeyd b. Sabit'ten, Ebû Said el-Hudfîden, Usâme b. Zeyd'den, Hz. Aişe'den rivayet etmiştir. İbn Müzir de Abdullah b. Şeddad'dan, el-Mehdı Bahır'da Hz. Ali'den (r.a.) rivayet etmiştir.

3- Salât-i vusta sabah namazıdır.

Bu, imam Şafii'nin görüş ve ictihadıdır. Nevevî aynı hususu Ömer b. Hattab'dan, Muaz b. Cebel, İbn Abbas, İbn Ömer, Câbir, Atâ', İkrime, Mucahid, Rebî' b. Enes, İmam Mâlik b. Enes ve Şafii'nin he­men bütün arkadaşlarından rivayet etmiştir. Maverdî ise, Şafiî'nin mezhebi onun ikindi namazı olduğu hakkındadır. Çünkü bu konu­da sahih hadîsler mevcuttur, demiştir.

İmam Şafiî'nin, "sabah namazıdır" demesine gelince, ikindi na­mazı olduğu hakkındaki sahih hadisler ona o zaman ulaşmamış bulu­nuyordu. Oysa o hadîslerden haberli olsaydı, mutlaka, salât-ı vüs­ta, ikindi namazıdır, derdi. Çünkü onun mezhebi, daha çok hadîsle­re dayanmaktadır.

4- Salât-i vüsta akşam namazıdır. Kubeyse b. Züayb bu görüştedir.[94]

5- Salât-i vüsta yatsı namazıdır.

İbn Seyyidünnas bunu bazı ilim adamlarına nisbet etmiştir. el-Mehdî ise el-Bahır adlı kitapta, İmamiyye mezhebinin görüşünün de bu doğrultuda olduğunu belirtmiştir.

6- Cuma günündeki cuma namazıdır. Diğer günlerde ise öğle namazıdır. Bunu Kadı İyaz, bazı ilim adamlarından nakletmiştir.

7- Bu da beş vakit namaz içinde kapalı kalıp bilinmeyen hu­suslardan biridir, yani hangi vakit namazı olduğu kesinlikle bilinmemektedir. Bunu, İbn Seyyidünnas, Zeyd b. Sâbit'ten, Rebi' b. Haysem' Saîd b. Müseyyeb Nâfi', Şürayh ve benzeri ilim adamlarından nakletmiştir.

8- Beş vakit namazın hepsidir.

Bunu Kadı ile Nevevî nakletmişlerdir. Aynı zamanda İbn Seyyidünnâs bazı ilim adamlanndan rivayet etmiştir.

9- Yatsı ve sabah namazlarıdır.

Bunu İbn Muksim kendi tefsirinde nakledip Ebû Derda'ya (r.a.) nisbet etmiştir.

10- Sabah ve ikindi namazlarıdır.

Bu, Ebûbekir el-Ebherî'nin görüşüdür.

11- Cemaatle namaz kılmaktır.

Bu, İmam Ebû Hasan el-Mâverdî'den nakledilmiştir.

12- Korku namazıdır.

Bu, Dimyatî'nin görüşüdür ki, şöyle demiştir:

"İlim ehlinden gü­venilir kişiler bu yorumu bize bildirdi..."

13- Vitir namazıdır.

Bu, Ebû Hasan Ali b. Muhammed es-Sahavî'nin görüşüdür.

14- Kurban bayramı namazıdır.

İbn Seyyidinnas Tirmizi şerhinde nakletmiştir.

15- Ramazan bayramı namazıdır. Bunu Dimyatî nakletmiştir.

16- Sadece Cuma namazıdır. Bunu İmam Nevevî zikretmiştir.

17- Kuşluk namazıdır.

Bunu Dimyatî bazı şeyhlerden nakletmiştir.

Birincilerin delili, konunun başında Enes (r.a.) ile Büreyde hadisidir. Sahih olan da budur. İlim adamlarının çoğunun ittifakı var­dır. Öğle ve diğer vakitler olduğu hakkındaki rivayetler, sözü edilen sahih ve muttafakun aleyh hadîs karşısında istidlale pek salih gö­rülmez.

İkinciler ise, öğle namazının tam ortada bulunduğunu, aynı za­manda Müsned-i Ahmed'de "salât-i vüsta" ile ilgili âyetin iniş se­bebini dikkate almışlardır ki hem o hadîs, hem iniş sebebi üzerin­de ittifak yoktur.

Üçüncüler ise, sabah namazının uykunun iyice tatlı olduğu za­mana rastladığını ve mutlaka kaçırılmaması hakkında sahîh riva­yetlerin bulunduğunu delîl göstermişlerse de, bu da sözü edilen sahîh hadîsler karşısında hüccet sayılmaz.[95]

Diğerlerinin de seçtikleri delillerin çoğu yetersizdir. Böylece or­ta namazın ikindi namazı olduğu hem ağırlık, hem sıhhat kazan­mıştır.

52 nolu İbn Mes'ûd hadîsi sahihtir ki, Müslim tahric etmiştir.

53 nolu Semure hadîsini Tirmizi hasenlemiştir. Aynı zamanda tefsir bölümünde sahih olduğunu kaydetmiştir. Ancak Hasan'ın Semüre'den işittiği ihtilâf konusudur:

a) Şu'be'ye göre, ondan işitmemiştir.

b) Buhari ve Ali b. Medenî'ye göre, Hasan'ın ondan işittiği sahîhtir. O bakımdan hadisin hasen ve sahih olduğu ağırlık kazan­mış oluyor.

54 nolu Ahmed b. Hanbel rivayetine gelince, Hafız İbn Seyyi­dünnas Tirmizî şerhinde ondan söz  etmişse de üzerinde pek konuşmamıştır. Ancak Sahihayn'deki sahih rivayetler ona şehadet et­mektedir.

55 nolu Berâ' hadîsini Müslim, Şakıyk b. Akabe tarikiyle tahrîc etmiştir. Ancak Müslim'de Şekıyk'den bundan başka hiçbir rivayet nakletmemiştir.

56 nolu Amir b. Nâfi' hadîsi, salât-i vüsta'nın ikindi namazı ol­duğuna dair âyet bulunduğuna delâlet ediyor. Zira Hz. Aişe (r.a.)'nin yazdırdığı ilk hatıra gelen ancak Kur'ân âyetlerinden bir parça olabilir. Oysa Kur'ân âyetleri tevatür yoluyla sabit olmuştur. Amir b. Nafî' ise "haber-i vahid" sınırında kalmıştır. O halde Hz. Aişe'nin; "ve salâtü'1-asri" sözü âyet olamaz. Sadece salât-i vüsta'nın ikindi namazı olduğuna delâlet eden bir rivayet derecesinde kalır.

57 ve 58 nolu Zeyd ve Üsâme hadislerine gelince: Birincisi hak­kında Ebû Dâvud ve Münzir'i susup konuşmamışlar. Buharı Tarih'de tahric etmiş, Nesâi ise sıkat (güvenilirler) sayılan ricale isnad ederek rivayet etmiştir. Buna benzer bir rivayeti Muvatta'da gör­mekteyiz. Tirmizî de Zeyd'den rivayet etmiştir.

İkincisini ise, Nesâî, İbn Meni', İbn Cerir rivayet etmiş, ez-Ziya ise, Muhtarat'te nakletmiştir. Ricali ise,  Nesâi'nin  Sünen'inde  geç­tiği üzere güvenilir kişilerdir.

Hadislerin sahih olduğu kabul edilse bile, ikindi namazı olduğuna dair rivayetler derecesinde iddia edilemez. Nitekim ilim adamlarının çoğunun da görüş ve tesbiti bu doğrultuda görülmüştür.

 

Akşam Namazının Vakti

 

Namaz vakitleri hakkında icmali bilgi verdikten sonra önemine binâen tafsili bigi vermeyi uygun gördük. Akşam namazı özellikle 45. dereceden itibaren bazı ülkelerde yılın bazı mevsinılerinde çok kısa bir zaman parçasıyla bağlı kalır, hattâ yatsı namazını kılmaya vakit bile kalmaz. Normal yerlerde de bir saatle, rivayetlerin ihtilâ­fına göre birbuçuk, iki saat kadar bir süreyle sınırlanır. Anlaşıldığı gibi, mesele hayli karamaşıktır. İlgili hadisleri ve ilim adamlarının görüş, ictihad ve istidlallerini naklettikten sonra tam açıklığa kavuşabilir.

Seleme b. Ekva' (r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Doğrusu Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, akşam namazını güneş batıp hi­cap ile örtününce kılardı."[96]

Ukbe b. Amir (r.a.)'den yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğunu söylemiştir:

"Ümmetim akşam na­mazını yıldızlar ortaya çıkıncaya kadar geciktirmediği sürece hep hayır ve fıtrat üzere olacak!"[97]

Mervan b. Hakem'den yapılan rivayette, demiştir ki: Zeyd b. Sa­bit (r.a.) bana şöyle dedi:

"Sana ne oluyor da akşam namazında kısar-ı mufassal'ı okuyorsun? Oysa Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'den tuveli't-tuleynî  okuduğunu işittim."[98]

"Kısar-ı mufassal" Muhammed sûresinden Kur'ân'ın sonuna ka­dar devam eden sûrelerdir, "tuvel-i tulayn" ise A'raf ve En'am sû­releridir.

Hadîslerin açık delâletinden anlaşılan hükümler:

1- Akşam namazı, güneş batıp iyice kaybolunca kılınır. Bu aynı zamanda akşam namazının ilk vakti kabul edilir.

2- Akşam namazını, yıldızlar henüz çıplak gözle görülemiyecek bir vakitte kılmak afdaldır. Bazı alimlere göre, yıldızlar gözük­meden önce kılmak müstehabdır, gözüktükten sonra kılmak ise mekruhtur.

3- Resûlüllah (a.s.) Efendimizin akşam  namazında En'am ve A'raf sûrelerini okuduğu, böylece bu namazı uzun sûrelerle eda ettiği anlaşılıyor.

Hadîslerin ışığında müctehid imamların görüş ve istidlalleri:

a) Hanefilere göre:

Hemen her mevsimde ve her bölgede akşam namazını vakit gi­rince kılmak müstehabdır.[99]

b) Şafiîlere göre:

Akşam namazının beş vakti vardır. Fazilet, ihtiyar, cevaz, özür ve zaruret. Birinci ve ikinci vakit, vaktin evvelidir, güneş iyice bat­tıktan sonra akşam namazını kılmak afdaldır. Üçüncüsü, ufukta beliren kızıllık henüz kaybolmadan akşamın sonuna doğru olan va­kittir. Namazı vaktin evvelinde kılamayıp belirtilen süreye geciktirerek kılanın namazı caizdir. Dördüncüsü, akşam ile yatsı namazı­nın yatsı vaktinde cem'edilip birlikte kılınma vaktidir ki, Şâfiilere göre, seferde bu kabil cem'-i te'hîr ve cem'-i takdim yapmak caiz­dir. Hanefîlere göre, sadece hacc mevsiminde Arafat'tan Müzdelife'ye gidilirken akşam namazı yatsı vaktine geciktirilerek ikisi yat­sı vaktinde kılınır. Beşincisi zaruret vaktidir ki, vaktin en sonuna geciktirilip sadece farz eda edilecek kadar kalan vakittir.[100]

Bu açıklamadan anlaşılıyor ki: Akşam namazını vaktin evvelin­de kılmak fazileti camî'dir.

c) Hanefîlere göre:

Özür durumu dışında akşam namazını vaktin evveline alıp, kıl­mak müstehabdır, bu hususta ayrı bir görüş ortaya koyan olmamış­tır. Nitekim Ashab-ı kiram ve onlardan sonra gelen ilim adamları­nın da görüş ve tavsiyeleri bu doğrultuda cereyan etmiştir.[101]     

Hanbelîler de bu mesele hakkında Cabir (r.a.), Rafi' b. Hudeyc hadîsleriyle istidlal etmişlerdir.

d) Mâlikîlere göre:

İmam Mâlik bu konuda şöyle demiştir:

"Akşam namazının vakti, yolculuk halinde olmayıp evinde, memleketinde eyleşik olanlar için güneşin batmasıyla başlar, vaktin evvelinde kılmaları müstehabdır. Yolculuk halinde bulunanlara gelince, onların bir mil kadar mesafe katettikten sonra konaklayıp kılarlar. Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'e Melek Cibril iki günde namaz kıldırırken akşam namazını her iki günde de aynı vakitte, güneş battıktan hemen sonra kıldırmıştır. İbn Ömer (r.a.) da yolculukta akşam namazını biraz gecik­tirirdi.[102] Cibril'in, biri güneş battıktan hemen sonra, biri de kızıllık sakıt oluncaya (yakın) vakitte kıldırdığı da rivayet edilmiştir.[103] Nitekim Rafı' b. Hudayc (r.a.) diyor ki:

"Akşam namazını Resûlüllah (a.s.)  Efendimiz'le beraber kıldıktan sonra bizden birimiz (Mescid'den) ayrılıp çıktığında (atacağı) okun yerini görebiliyordu."[104]

Bu hadîs, akşam namazının vakit girince hemen kılınmasına, namaz kılınınca aydınlığın henüz devam ettiğine delâlet etmektedir.[105]

Diğer rivayetler, görüşler, yorumlar ve tahliller:

Mâlikîler daha çok İbn Ebi Davud'un da rivayet ettiği Ebû Saîd el-Hudrî (r.a.) ile Rafi' (r.a.)  hadîsleriyle istidlal etmişlerdir.

Ebû Cafer et-Tahavî de bu rivayeti almış ve delil olarak göstermiştir.[106]

61 nolu Seleme hadîsinin bir benzerini Ahmed b. Hanbel, Câbir'den, Taberâni, Zeyd b. Halid'den, Ahmed ve Ebû Dâvud, Enes'den; Tirmizî Ümmu Habibe'den; İbn Mace, Abbas b. Abdulmuttalib'den rivayet etmiştir. Tirmizî, Abbas b. Abdülmuttalib'in hadîsinin mevkuf olduğunu tesbit etmiştir ki, en sahih olan da budur. İbn Ebî Hatim el-İlel'de Ubey b. Ka'b'den rivayet ederek hadisin sıhhatına ağırlık kazandırmışlardır.

62 nolu Ukbe hadîsini aynı zamanda Hâkim Müstedrek'inde tahrîc etmiştir. İbn Mâce, Hâkim ve bir de İbn Huzeyme kendi Sahîh'inde mezkûr hadisi şu lâfızla rivayet etmişlerdir:

"Ümmetim akşam namazını yıldızlar ortaya çıkıncaya kadar geciktirmediği sürece fıt­rat üzere olmaya devam edecek."

Muhammed b. Yahya, hadîsin muzdarip olduğunu, söylemiştir. Ancak başka tariklerden de bu mana da birçok rivayet yapıldığı için, hadisle istidlalde bulunabilir.

63 nolu Mervan hadîsine gelince: Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in akşam namazında devamlı uzun sureleri okuduğu söylenemez. Çün­kü gerek Buhari ve Müslim'in gerekse diğer güvenilir muhâddislerin yaptıkları tesbitlere göre, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz bazan Tür sûresini, bazan Saffât sûresini, bazan Hâ-mîm Duhân sûresini, bazan Sebbih İsmi sûresini, bazan Tin sûresini, bazan Muavvazateyn'i ve ba­zan da Murselât'ı okumuştur.[107]

Zeylâi aynı anlamdaki hadîsi birkaç tarîkten rivayet etmiştir. Ebû Davud'un, "Ümmetim akşam namazını acele ettiği, yatsıyı ge­ciktirdiği sürece hep hayır üzere olacaktır!" mealindeki rivayetini garip olarak vasıflandırmış ve savaşçı olarak Mısır'a giden Ebû Eyyûb'un Akabe b. Amîr'e şöyle dediğini nakletmiştir. Akabe, akşam namazını geciktirdikten sonra kıldı. Bunun üzerine Ebû Eyyûb ona: "Ya Akabe! Bu ne namazıdır?" diyerek uyarıda bulundu, Akabe, "Meşguliyetimiz vardı" diye cevap verince, Ebû Eyyûb, "Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in, "Ümmetim akşam namazını geciktirmediği sü­rece hayır üzere olacak" buyurduğunu işitmedin mi? diyerek bilgi yerdi.[108]

Aynı hadîsi Hâkim el-Müstedrek'te rivayet ettikten sonra şöyle demiştir:

"Müslim'in şartına göre sahihtir." İbn Ebî Hâtım, Hayat'tan, o da İbn Lehîa'dan, o da Yezîd b. Ebi Habîb'den, o da Eslem Ebû İmran'dan o da Ebû Eyyub'dan şu lâfızla rivayet etmiştir:

"Yıldızlar doğmadan önce akşam namazını kılmakta acele ediniz!"

Ünlü hadis âlimi Ebu Zer'â, bu kanaldan rivayet edilen hadisin sahih olduğunu belirtmiştir.

Böylece rivayetlerin tamamı, akşam namazını vakit girince ge­ciktirmeden kılmanın müstehab olduğuna delâlet etmektedir. Nite­kim müctehid imamlar da aynı görüştedirler.

 

Akşam Vakti Yemek Hazır Olunca Önce Yemeğe Oturup Karnı Doyurmak Sonra Namaz Kılmak

 

Akşam namazını vakit girince geciktirmeden kılmanın müste­hab ye fazileti cami' olduğunu belirtmiştik. Ancak akşam namazı­nın vakti girdiğinde sofra kurulup yemek hazırlanmışsa, o takdirde vakti kaçırmak söz konusu değilse, önce oturup yemeği yemek, son­ra kalkıp akşam namazını kılmak müstehabdır.

Bunun sebebi açıktır: Hazır olan yemek acıkmış bulunan kimsenin kafa ve kalbini meşgul edebilir. Oysa namaz dikkat ve huzur isteyen bir ibâdettir.

İlgili hadîsler:

Hz. Aişe (r.a.)'den yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efen­dimiz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir: "Namaz ikame edilmek üze­re iken akşam yemeği hazır olursa, önce yemeğe başlayın!"[109]

İbn Ömer (r.a.)'den yapılan rivâyette, Resûlüllah (a.s.) Efen­dimiz şöyle buyurmuştur:

"Sizden birinin akşam yemeği (sofraya) konulur da namaz ikame edilmek üzere olursa, akşam yemeğine başlasın, yemeği bitirip kalkıncaya kadar acele etmesin."[110]

Enes (r.a.)'den yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

"Akşam yemeği takdim edilince, akşam nama­zından önce ona başlayın ve akşam yemeğini (yerken, vakit müsaitse) acele etmeyin."[111]

Nitekim İbn Ömer (r.a.) için yemek konulur ve namaz da kı­lınmak üzere olunca, yemeği yiyip karnını doyurmadan namaza kalk­mazdı ki, o sırada imamın kıraat sesini duyardı.[112]

Hadîslerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Akşam vaktinde namaza ikamet edilirken, sofra da konul­muş bulunursa, önce akşam yemeğini yemek sonra kalkıp namaz kıl­mak müstehabdır.

2- Diğer namazlarda da -cuma ve bayram müstesna olmak uzere- yemek hazır ise, önce yemeği yemenin müstehab olduğu kabul edilmiştir.

Bu ikinci hükmü ilim adamları Müslim'in rivayet ettiği şu ha­disle istidlal ederek istihbabına kail olmuşlardır: "Yemek hazır olun­ca, namaz kılınmaz." Ancak bunun birtakım istisnaları vardır:

a) Cuma ve bayram namazlarında yemek hazır olsa bile ön­ce namaz kılınır. Çünkü bu iki namazın kazası olmadığı gibi, mün­feriden kılınması da caiz değildir.

b) Vakit daraldığı, yemek yenilinceye kadar vaktin çıkacağı söz konusu olduğu zamanlarda önce namaz kılınır.

Müctehid imamların görüş ve yorumu:

a) Hanefîlere göre, yemek hazır olduğu zaman, namaza durulursa, bu kalbi hem meşgul eder, hem de namazdaki huşu'a engel olabilir. O bakımdan zorlayıcı bir sebep yoksa yemeğe öncelik tanı­nmak müstehabdır.

b) Şafiîlere göre: Yemeğe ihtiyâç hissediliyorsa, o takdirde öne alınması müstehabdır.

c) Hanbelîlere göre: Açlık hissediliyor, yemeğe de iştiha varsa, o takdirde önce yemeğe oturmak sünnettir. Diğer bir rivayette, vâcibdir.

d) Mâlikîlere göre: Yemek hafif cinsten ise, fazla vakit almıyacak ve mideyi de tıka-basa doldurmayacaksa, o takdirde önce yeme­ğe oturmak müstehabdır.[113]

e) İbn Hazım ve Zahiriler hadîsin zahiriyle istidlal ederek, vak­ti kaçırma söz konusu değilse, akşam namazından önce hazır bulunan yemeği yemek sünnettir veya vâcibdir.

f) Ebûbekir, Ömer, İbn Ömer, Ahmed ve İshak da aynı görüştedirler.

g) el-Irakî ve es-Sevr'e göre, yemeği öne almak vâcibdir. O ba­kımdan yemek hazır beklerken namaz kılmak hükümsüzdür.

h) Cumhara göre, yemek hazır olduğu halde namaza durmak mekruhtur.

Cumhur bu hadîslerle, cemaatle namaz kılmanın vâcib olmadı­ğını istidlal etmiştir.[114]

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- Akşam yemeği hazır bekliyorsa, önce oturup açlığı gider­mek, sonra kalkıp akşam namazını kılmak müstehabdır.

2- Cuma ve bayram namazları dışında namazlarda da, ye­mek hazır olduğu takdirde önce yemek yenilir, sonra namaz kılınır. Böyle yapmak da müstehabdır.

3- Vakit daralmışsa, yemek yenilinceye kadar vaktin çıkma­sı muhtemelse, önce namaz kılmak gerekir.

4- Yemek yeme ihtiyacını duymayan, karnı tok olan kimse­nin akşamleyin yemek hazır olsa bile, önce namaza durması müs­tehabdır. Çünkü sofraya oturmaktan maksat, açlığı gidermek hisse­dilen iştihaya cevap vermektir.

 

Akşam Farzından Önce İki Rek’at Namaz Kılmak

 

Bilindiği gibi, akşam namazı, üçü farz, ikisi sünnet olmak üzere beş rek'attır. İki rek'at sünnet, müekkettir. Resûlüllah (a.s.) Efen­dimiz ona hep devam etmiştir.

Akşam farzından önce iki rek'at namaza gelince, bu husustaki rivayetler ve ilim adamlarının tesbit, görüş ve yorumlan farklıdır.

İlgili hadîsler:

Enes (r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Müezzin ezan okuyunca Peygamber (a.s.) Efendimiz'in ashabından hayli kimseler acele ile (Mescid'deki) sütunlara doğru durup namaz kılarlardı. Tâ ki, Peygamber (a.s.) çıktığı vakit onları akşam namazından önce iki rek'at namaz kılmakla meşgul bir halde bulurdu. Ezan ile ikamet arasında ise çok birşey yoktu.[115]

Bir başka rivayette ise, "ezan ile ikamet arasında pek az bir şey kalırdı."

Diğer bir lâfızla hadis şöyle rivayet edilmiştir:

"Bizler, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz zamanında akşamın farzından önce, güneş bat­tıktan sonra iki rek'at namaz kılardık. " Bunun üzerine Enes'e denil­di ki:

"Resûlüllah (a.s.) da o iki rek'atı kılar mıydı?" O da şu cevabı verdi:

"Bizim kıldığımızı görürdü de ne kılmamızı emreder, ne de bizi ondan men'ederdi."[116]

Abdullah b. Muğaffel (r.a.)’den yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

"Akşamın farzından önce iki rek'at kılın!"

Sonra yine:

"Akşam farzından önce iki rek'at kılın!"

Sonra üçüncü defa şöyle ilâve etti:

"Arzu eden kimse için..."

Bununla insanların o iki rek'ati sünnet edinmelerinden hoşlanmadığını bildiriyordu.[117]

Diğer bir rivayette ise, şöyle buyurmuştur:

"Her iki ezan (ezan ile ikamet) arasında bir namaz, her iki ezan arasında bir namaz vardır."

Sonra da üçüncü seferinde şöyle buyurdu:

"Dileyen kimse."[118]

Ebû'l-Hayr'dan yapılan rivayette, demiştir ki, "Ukbe b. Amir'e gelip dedim ki: Ebû Temîm'den hayretle karşılayacağın bir halden söz edeyim mi? Akşam namazından önce iki rek'at namaz kılıyor." Bunun üzerine Ukbe şöyle dedi:

"Şüphesiz ki biz, Resûlüllah (a.s.) zamanında öyle yapardık..." Ben de, "peki sizi şimdi onu yapmaktan alıkoyan nedir?" diye sorduğumda, "meşguluyet..." diye cevap ver­di.[119]

Hadîslerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Akşam ezanı okunduktan hemen sonra iki rek'at namaz kılmak müstehabdır.

2- Hz. Peygamberin (a.s.) Mescid'e geldiğinde ashabının sü­tunlara doğru iki rek'at namaz kıldıklarını görüp sesini çıkarma­ması, onun cevazına delâlet eder.

3- Hz. Peygamber'in (a.s.) üç defa üstüste "akşam farzından önce iki rek'at kılın" buyurması ve son defasında, "dileyen için..." diye ilâve etmesi, bu namazın istihbabına delâlet eder.

4- İki ezan arasından maksat, ezanla ikamet arasıdır. O hal­de her ezan ile ikamet arasında iki rek'at namaz kılmak müstehab­dır.

Müctehid imamların görüş, istidlal ve yorumları:

a) Ashab ve Tabiîn'den bir cemaat bu namazı müstehab saymış eve kılmışlardır. Delilleri ise, yukarıda naklettiğimiz hadislerdir.

b) Ahmed b. Hanbel ve İshak b. Rahûye'ye göre de müstehab­dır.

c) İmam Ebû Hanîfe, İmam Mâlik ve bu iki mezhebe bağlı olan diğer ilim adamlarına göre müstehab değildir. Nitekim dört halîfe­den de bu anlamda rivayet yapılmıştır, yani onlara göre de müste­hab değildir.

d) İmam Nahâî'ye göre, bid'adır.

Müstehabdır diyenlerin delili, yukarıdaki hadîsler ile İbn Hibbân'ın Abdullah b. Muğaffel (r.a.)'den yapılan rivayettir. Böylece onlara göre, bu iki rek'atın cevazı Peygamber (a.s.) Efendimiz'den kavlen, fîlen ve takriren sabit olmuştur.

Mekruhtur diyenler, Akabe b. Amir (r.a.)'in hadîsiyle ihticac etmişlerdir. Çünkü o hadîse göre, akşam namazını geciktirmeden hemen kılmak müstehabdır. O bakımdan Hanefîler, akşam nama­zından önce iki rek'ât namaz kılmanın mekruh olduğunu söylemiş­lerdir.[120] Çünkü farzdan önce kılınan bu namazla asıl müstehab olan akşam farzının hemen kılınması geciktirilmiş olur.

e) Şâfiîlere göre:

Akşam farzından önce iki rek'at hafif namaz kılmak, gayr-i müekkeddir. Çünkü Ebû Davud ile başka hadîs âlimlerinin rivayet ettik­leri hadiste bu hususta emir vardır. Aynı zamanda Buhari ve Müs­lim'in naklettikleri hadîste "Her iki ezan (ezan ile ikamet) arasında bir namaz vardır" buyurulmuştur.[121]

Rivayetlerin tamamından şu hüküm çıkmaktadır:

1- Arzu edenler akşam ezanı okununca iki rek'at hafif na­maz kılabilirler. Terkinde bir sakınca yoktur.

 

Yatsı Namazının Vakti Ve Geciktirilmesinin Fazileti

 

Yatsı namazı, günlük hayatımızın muhasebesini yapıp onu duâ, niyaz ve Cenâb-ı Hakk'a yaklaşma arzu ve isteğiyle noktalamanın en uygun ölçüsüdür. O bakımdan gece kalkmayı itiyâd edinmeyenlerin bu namazı kılmadan uyumaları mekruh sayılmıştır. Çünkü uyanmayabilir de farz namazı kaçırmış olabilir.

Yatsı namazının vakti girince, cami ve cemaat söz konusu ise, onu geciktirmeden kılmak müstehabdır. Çünkü cemaatın faziletine ermek isteyen mü'minleri bekletmek doğru değildir. İçlerinde iş sahibi olanlar bulunmakla beraber, yaşlı ve rahatsızlar da olabilir. O bakımdan imamın yatsı namazını geciktirmesi mekruhtur.

İş durumu müsait olup da evinde kılmak isteyenlerin onu gece­nin ilk üçte biri geçinceye kadar geciktirmesi istihbab yollu tavsiye edilmiştir.

İlgili hadisler:

İbn Ömer (r.a.)'den yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efen­dimiz şöyle buyurmuştur:

"Şafak kızıllıktır. Şafak kaybolunca namaz vâcib olur."[122]

Hz. Aişe (r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz bir gece, ilk üçte bir geçinceye kadar (yatsı na­mazını) geciktirdi. Hz. Ömer (r.a.), 'Kadınlar ve çocuklar uyudu' diye sesini yükseltti. Onun üzerine Resûlüllah (a.s.) Efendimiz çık­tı ve şöyle buyurdu:

"Sizden başkası beklemiyor, bugün için ancak Medine'de namaz kılındı."

Sonra da devamla buyurdu ki:

"Yatsı na­mazını şafak'ın kaybolması ile gecenin (ilk) üçte biri arasında kılı­nız...."[123]

Cabir b. Semure (r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Re­sûlüllah (a.s.) Efendimiz yatsı namazını yatsının son vaktine ge­ciktirirdi."[124]

Cabir (r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz öğle namazını günortasında (sıcak zamanda), ikindi namazını güneş henüz pırıl pırıl iken, akşam namazını güneş bat­tığı zaman kılardı, yatsı namazını bazan geciktirir, bazan acele edip hemen kılardı. Öyleki, (ashabın) toplandığını görünce hemen kıldırırdı, onların ağırdan alıp geciktirdiğini görünce kendisi de gecik­tirirdi. Sabah namazını ise, Peygamber (a.s.) veya ashabı gecenin son karanlığı henüz duruyorken kılardı."[125]

Hz. Aişe (r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Bir gece Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, (yatsı namazını) geciktirdi, o kadar ki, gecenin önemli bir kısmı geçmiş bulunuyor, Mescid ehli de uyumuş idi. Sonra çıkıp namaz kıldı ve şöyle buyurdu:

"Şüphesiz ki bu, yat­sının vaktidir, ama ümmetime meşakkat vermemiş olsaydım (hep bu vakta geciktirirdim)"[126]

Enes (r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz yatsı namazını gece yarısına kadar geciktirdikten son­ra kıldı ve sonra da şöyle buyurdu:

"İnsanlar namaz kılıp uyudu, ama siz, (cemaati bekleyip) intizar ettiğiniz sürece namazda idiniz."[127]

Enes (r.a.) devamla diyor ki: Sanki ben (şu anda) o geceki gibi O'nun yüzünün parlaklığına bakıyormuşum gibiyim.

Ebû Saîd (r.a.)'den yapılan rivayette demiştir ki:

"Bir gece yatsı namazı için Resûlüllah (a.s.) Efendimizi bekledik, o kadar ki gece­nin yarısı geçmiş oldu. Sonra gelip bize namaz kıldırdı ve şöyle buyurdu:

"Oturacak yerlerinizi alın, çünkü insanlar yatacak yerlerini almış buluyor ve siz (yatsı) namazını beklediğiniz sürece hep na­mazda oldunuz. Eğer zayıf kimsenin zayıflığından, hastanın hastalı­ğından olmasaydı, hacet sahibinin ihtiyacından olmasaydı ben bu namazı gecenin yarısına (veya bir parçasına)  geciktirirdim."[128]

Hz. Aişe (r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz ve ashabı yatsı namazını ufukta kaybolan kızıllıkta gecenin ilk üçte biri arasında kılarlardı."[129]

Ebû Hüreyre (r.a.)'den yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efen­dimiz şöyle buyurmuştur:

"Ümmetime meşakkat vermemiş olsaydım, yatsı namazını gecenin üçte birine veya yarısına geciktirmelerini emrederdim."[130]

Hadislerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Yatsı namazının ilk vakti batı ufkunda beliren şafakın, ya­ni kızıllığın kaybolmasıdır.

2- Yatsı namazını, vakit girince kılmayıp biraz geciktirmek müstehabdır.

3- Namazı beklemek, namaza devam etmek kadar sevap ge­tirir.

4- Yatsı namazını yalnız başına kılan kimse gecenin üçte bi­rine geciktirebilir, bazısı bunun müstehab olduğunu söylemiştir.

5- Öğle namazı günortasında, güneş batıya hafif meylettiğin­de kılınır.

6- İkindi namazı güneş henüz sararmadan kılınır.

7- Akşam namazı, güneş batınca kılınır.

8- Yatsı namazı, cemaatle kılınıyorsa, geciktirilmeden, yal­nız kılınıyorsa, geciktirilerek kılınır.

9- Yatsı namazını gece yarısına geciktirmekte bir sakınca yoktur.

Hadîslerin ışığında müctehid imamların; görüş, tesbit ve ihticacları:

a) İmam Ebû Hanife'ye göre:

Batı ufkunda beliren kızıllık kaybolduktan sonra ortaya çıkan beyazlık kaybolunca, yatsı namazının vakti girmiş olur. Bu durum­da özellikle yaz günlerinde gecenin üçte biri geçmiş olur.[131]

O halde Hanefilerin yatsı namazını gecenin ilk üçte biri geçin­ce kılınmasını müstehab saydıkları anlaşılıyor.

b) Şâfiilere göre:

Bu konuda Cibril hadîsiyle istidlal edip yatsı namazını gecenin ilk üçte birine geciktirmenin "vakt-i ihtiyar" olduğuna kaildirler. Sö­zü edilen hadîste, yatsının iki vakti belirtildikten sonra, (faziletli) vakit bu ikisi arasındakidir, açıklanmıştır ki bu vakt-i ihtiyara hamledilmiştir.

Şafiiler böylece yatsının altı vakti bulunduğunu belirterek şöy­le sıralamışlardır: Fazilet, ihtiyar, kerahetsiz cevaz, hürmet, zaru­ret, özür vakti...[132]

c) Hanbelîlere göre:

Yatsı namazını, bir meşakkat arzetmiyorsa vaktin sonuna ge­ciktirmek müstehabdır. Nitekim bu, Peygamberin (a.s.) ashabın­dan ve sonra da tabiinden ilim ehlinden birçoğunun ihtiyarı da bu­dur.[133]

Hanbelîler bu mes'elede 94 nolu Ebû Hüreyre (r.a.) hadîsiyle istidlal etmişler ve bunun hilâfına nakledilen hadîslerin zayıf oldu­ğunu bilhassa belirtmişlerdir. Abdullah b. Ömer el-Ömerî'nin rivayet ettiği "Vaktin evveli Allah'ın hoşnutluğudur..." mealindeki hadîsten söz ederek zayıf olduğu, Ümmü Ferve' hadîsinin ravîlerinin meçhul bulunduklarını yine Hanbelî fukahası söylemiştir. Ahmed b. Hanbel ise, vaktin evveli şöyle, ortası böyle, sonu öyle diye yapılan riva­yetleri bilmiyorum, yani bunların sıhhati tesbit edilememiştir, di­yor.

Yatsı namazını yalnız başına kılanın geciktirmesi, cemaat ha­linde kılınıyorsa, onların rızasıyla geciktirilmesi müstehabdır. Me­şakkat söz konusu ise, müstehab değildir.[134]

d) Mâlikîlere göre:

İbn Kasım diyor ki:

"Düşmanı gözetleme yerinde bulunan muha­fızların yatsıyı gecenin üçte birine geciktirdiklerini sorduğumda, bunu şiddetle inkâr etti ve sanki şöyle demek istedi: İnsanların namaz kıldığı gibi kılıyorlardır. Bununla şunu belirtmek istiyordu: İnsan­ların şafak (kızıllık) kaybolduktan sonra yatsıyı biraz geciktirip kıl­maları müstahabdır. Nitekim Rasûlüllah (a.s.), Ebûbekir ve Ömer (r.a.) yatsı namazını kılarlar, fakat böylesine bir geciktirme yapmazlardı.[135]

Bu kayıtlardan, İmam Mâlik, yatsının vakit girdikten az bir sü­re sonra kılınmasını müstehab saymış, gecenin üçtebirine gecikti­rilmesini hoş karşılamamıştır.

İlgili diğer rivayetler, tesbitler ve yorumlar:

Fıkhü's-Sünne'de Hz. Aişe, Ebû Hüreyre ve Ebû Said (Allah hepsinden razı olsun) hadîsleri delil gösterilerek, yatsı namazının, meşakkat söz konusu olmadığı takdirde gecenin üçtebirine geciktirilmesinin müstehab olduğu belirtiliyor ve Rasûlüllah (a.s.) Efendimiz'in bu konuda cemaatın durumunu dikkate alıp bazan vak­tin evvelinde, bazan da geciktirerek kıldığına dikkatleri çekiyor.[136]

İmam Mâlik, ilgili hadîslerle istidlal etmemiştir. Nitekim Muvatta'da konuyla ilgili hadîsleri rivayet etmediğini görüyoruz. O daha çok Medine halkının amelini dikkate alarak mezhebini kurmuştur.

Ebû Cafer Tahavî, yatsı namazının geciktirilerek kılınmasıyla ilgili rivayetlerden yirmi kadarını tesbit edip kendi kitabına almış­tır. Biz onlardan birkaç tanesini kitabımıza almak suretiyle bu de­ğerli hadis âliminin görüş ve tesbitini yansıtmak istiyoruz.

Son yatsı vaktine gelince, İbn Abbas, Ebû Saîd el-Hudri ve Ebû Musa'ya göre (Allah hepsinden razı olsun) Resûlüllah (a.s.) Efen­dimiz bu namazı gecenin üçte birine kadar geciktirip öylece kılar­dı.

Cabir b. Abdillâh (r.a.) diyor ki: Resûlüllah (a.s.) bu namazı bir vakitte kıldı: Bazısına göre de vakit gecenin üçte biri idi, bazı­sına göre gece yarısı idi.

İhtimal ki, gecenin üçte biri geçtikten sonra kılmıştır ki, bu yatsı namazının (fazilet bakımından) son vaktidir. Nitekim Ebû Hüreyre'den (r.a.) yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:

"Şüphesiz ki, namazın bir evvel vakti, bir de son vakti vardır. Doğrusu yatsı namazının ilk vakti ufukta (şafak-kızıllığın) kaybolmasıdır. (Fazilet bakımından) son vakti ise, gece yarıyı bulduğu zamandır..."

Tahâvi, sonra da konunun başında naklettiğimiz Hz. Aişe (r.a.) ile Enes (r.a.) hadislerini naklederek mes'eleye ağırlık kazandırmış­tır.[137]

Fethü'l-allâm sahibi, yatsı namazının vaktiyle ilgili olarak 90 no­lu Hz. Aişe (r.a.) hadîsini naklederek, bir gece, gecenin önemli bir kısmı geçtikten sonra kıldığını naklederken, bu tabirden maksadın, gecenin yarısı olduğunu belirtiyor, çünkü ilim adamlarının hiçbiri Peygamber (a.s.)'ın yatsıyı gece yarısından sonraya bıraktığını söylememiştir, diyerek bu vaktin "vakt-i muhtar" yani efdaliyet anlamında muhtar vakit olduğuna dikkatleri çekiyor.

Sonra da İbn Mes'ud'dan (r.a.) rivayet edilen, "Amellerin en üs­tünü (faziletlisi) vaktin evvelinde kılınan namazdır" hadîsini nakle­derek Tirmizî ile Hâkim'in bunu sahîhlediklerini belirtiyor ve "Ümmetime meşakkat olmasaydı yatsıyı gece yarısına veya ona yakın bir vakta geciktirirdim" mealindeki hadîsle tearuz edip etmediği üze­rinde duruyor: Bunun umumdan sonra husus olduğu, amm ile hass arasında muâraza bulunmadığı kaidesine irca' ederek genellikle na­mazı ilk vaktinde kılmanın afdal olduğuna, ancak yatsı ve sabah na­mazının, bir de çok sıcak mevsimde öğle namazının geciktirilmesinin müstehab sayıldığına, böylece has ile amm arasında hem muaraza, hem nesih söz konusu olamıyacağına dikkatleri çekmiştir.[138]

Diğer bir husus ise, namazın vaktin evvelinde kılınmasıyla ilgili hadisi rivayette Ali b. Hafs yalnız başına kalmıştır. Oysa Şube'nin arkadaşlarının hemen hepsi aynı hadîsi "evvel" lâfzı olmaksızın "alâ  vaktihâ" şeklinde rivayet etmişlerdir. O takdirde, Ali b. Hafs'in rivâyetiyle istidlal etmektense, diğer râvilerin rivayet lafzıyla istidlal daha uygun olmaz mı?

Buna şöyle cevap verilmiştir: Her ne kadar Ali b. Hafs "fî evveli vaktihâ" lâfzını rivayette yalnız kalmışsa da kendisi ilimde üstâd sayılan saduk (çok doğru) bir zattır, aynı zamanda Müslim'in ricalindedir. Ayrıca İmam Tirmizî ile İbn Huzeyme hadisi sahihlemişlerdir. Bu bakımdan Ali b. Hafs hadîsiyle istidlal edilir.[139]

Tahliller:

86 nolu İbn Ömer hadîsini Darekutnî el-Garâib'de zikretmiş ve böylece hadîsin garib olduğunu belirtmiş, ancak râvilerinin hepsinin sıkat (güvenilir kişiler) olduklarını tesbit etmiştir. İbn Asâkir ile Beyhakî de rivayet ederek sahîh olduğunu belirtmişlerdir. İbn Huzeyme ise kendisi Sahîh'inde Abdullah b. Ömer'den (r.a.) merfû'ân şunu rivayet etmiştir:

"Akşam namazının vakti, şafakın kızıllığının gitmesine kadardır."

Ancak rivayet zincirinde Muhammed b. Yezîd yalnız başına kal­mıştır. Hafız İbn Hacer, onun "saduk" olduğunu söylemiştir.

87 nolu Hz. Aişe (r.a.) hadisinin ricali, Nesâî'nin Sünen'inde geçer ve hepsi de sahîh kabul edilmiştir.

92 nolu Ebû Said hadîsini İbn Mâce, Nesâî, İbn Huzeyme ve di­ğer hadis hafızları tahrîc etmiştir. İsnadı sahihtir.[140]

Ayrıca ilgili hadisler üzerinde Zeylâî'nin tesbit ve tahlilleri de çok önemlidir. Ancak kitabımızın hacmine göre mes'eleyi yeterince açıkladığımızdan onları nakletmeye gerek görmedim.[141]

 

Yatsı Namazını Kılmadan Uyumak Ve Kıldıktan Sonra Konuşup Sohbet Etmek Mekruhtur

 

İslâm dini her konuda olduğu gibi, ibâdet, uyku, iş ve dinlenme konularında da birtakım kurallar koymuş ve bunların hepsini düzene sokup en faydalı düzeyde tutmuştur.

Erken yatıp erken kalkmak hem günü, hem işi, hem hayatın her safhasını bereketlendirir. Vücuda kuvvet, ruha neşat, kalbe in­şirah verir. Uyuşukluğu giderir, tembelliğe pek imkân vermez. O bakımdan Resûlüllah (a.s.) Efendimiz önemli bir iş dışında yatsı namazından sonra uyumayı müstehab saymış ve fiiliyle de bunu ortaya koymuştur. Hattâ bazı ilim adamları sünnet olduğunu bile söylemiştir.

Geç yatmanın, yani yatağa girip uyumanın birtakım zararları söz konusudur: Düzenli bir uyku uyunmaz, sabah namazına zor kal­kılır veya o sırada uyku derinleşip hiç kalkılmaz. Yataktan kalkılmadan güneş doğar ve böylece vücutta bir ağırlık, isteksizlik başlar. İşe geç gidilir ve o günkü iş hayatı alt-üst olabilir.

İlgili hadisler:

Ebû Berzete el-Eslemî (r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Şüphesiz ki, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz ateme (gecenin ilk üçte biri geçtiği vakit) diye söyledikleri vakte kadar yatsı namazını ge­ciktirirdi ve yatsıdan önce uyumayı, ondan sonra konuşmayı (otu­rup sohbet etmeyi hoş karşılamaz mekruh sayardı."[142]

İbn Mesûd (r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz bizi yatsı namazından sonra oturup sohbet etmek­ten men'etti."[143]

Hz. Ömer (r.a.)'den yapılan rivayette şöyle demiştir:

"Resûlül­lah (a.s.) Efendimiz gece Ebûbekir'in yanında oturup müslümanların (önemli) işleri üzerinde görüşüp konuşurdu, ben de beraberinde bulunurdum."[144]

İbn Abbas (r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Bir gece Meymûne'nin evinde kaldım ki, o gece Resûlüllah (a.s.) Efendimiz de onun yanında bulunuyordu. Maksadım, Resûlüllah (a.s.)'ın ge­celeyin namazı nasıl idi, onu görmek istiyordum. Resûlüllah (a.s.) Efendimiz ev halkıyla bîr saat kadar sohbet ettikten sonra uyudu."[145]

Hadîslerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Yatsı namazını gecenin üçte birine geciktirmek müstehabdır.

2- Yatsı namazını kılmadan uyumak mekruhtur.

3- Yatsı namazı kılındıktan sonra -önemli bir mes'ele, ilmî bir konu yoksa- oturup sohbet etmek de mekruhtur. Ülke ve mil­let yararına çözülecek, görüşülüp sonuca bağlanacak veya yetkili­lerin fikirleri alınacak; çok önemli ilmî bir konu üzerinde tartışılacaksa, o takdirde bu bir istisna teşkil eder. Nitekim Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, Müslümanların önemli işlerini Ebûbekir Sıddîk'la (r.a.) görüşmek üzere yatsıdan sonra oturup görüştüğü tesbit edilmiş­tir.

4- Aile reisinin eve geç geldiği, yani yatsıyı kılıp öylece gel­diği veya gelip hemen yatsıyı kılıp oturduğu zamanlarda, bir saat kadar oturup ev halkıyla sohbet etmesine cevaz verilmiştir. Nitekim Resûlüllah (a.s.) Efendimiz yatsı namazını kıldırdıktan sonra Hz. Meymûne'nin evine gelmiş ve bir saat kadar onlarla sohbet ettikten sonra uyumuştur.

Müctehid imamların ve diğer ilim adamlarının görüş, tesbit ve yorumları:

a) İmam Ebû Hanife ve rey tarafdarlarına göre, uyuyup bir süre sonra uyanmayı itiyâd edinen veya uyuduktan sonra kendisini uyandıracak birinin bulunması halinde uyuması mekruh değildir. Nitekim Hz. Ali (r.a.) ile Ebû Musa (r.a.)'den de bu anlamda ri­vayetler yapılmıştır.[146]

b) İmam Mâlik'e göre, itiyadı olsun olmasın namaz kılmadan uyuması mekruhtur. Nitekim Hz. Ömer (r.a.), oğlu Abdullah (r.a.) ve İbn Abbas (r.a.) da aynı görüştedirler.

c) Diğer müctehid imamlar da namaz kılmadan uyumayı mek­ruh saymışlardır. Nitekim imam Tirmizi diyor ki:

"İlim ehlinden bir­çoğu yatsı namazını kılmadan uyumayı mekruh görmüşlerdir."

d) İlim adamlarından bir kısmı, ramazanda yatsıdan önce bi­raz uyumaya cevaz vermişlerdir. İmam Tahavî de, Hanefîlerin gö­rüşü istikametinde istidlalde bulunmuştur.  İbn Arabî de aynı gö­rüştedir.

Birinciler bu mes'elede, Buhari ve diğer muhaddîslerin Hz. Aişe (r.a.)'den tahric ettikleri şu hadîsle istidlal etmişlerdir. 

"Resûlüîlah (a.s.) Efendimiz yatsıyı gecenin üçte birine kadar geciktirdi, o ka­dar ki, Hz. Ömer (r.a.) kadınlar ve çocuklar uyudu, diye seslendi. Peygamber (a.s.) Efendimiz de onların (yatsı namazını kılmadan) uyuduklarını kınamadı." Ayrıca İbn Ömer'in (r.a.) şu hadîsiyle de istidlal etmişlerdir: "Doğrusu Resûlüllah (a.s.) Efendimiz bir gece meşgul bulunuyordu ki, yatsıyı geciktirdi, o kadar ki, biz Mescid'de uyuya kalmıştık. Sonra uyandık, yine uyuduk, sonra tekrar uyan­dık, derken Resûlüllah (a.s.) Efendimiz çıkageldi..." Ve onların na­mazdan önce uyumaları üzerinde durmadı, hiçbirini kınamadı...

İkinciler ise, Ebû Berze el-Eslemî'nin hadisiyle istidlal etmişler­dir. Çünkü bu anlamdaki hadîsi aynı zamanda İbn Hibban, Hz. Aişe'den, Tirmizî, Enes (r.a.)'den, Kadı Ebû Tahir, İbn Abbas'dan (r.a.) rivayet etmiştir.[147]

Tahliller ve yorumlar:

107 nolu İbn Mes'ud hadîsinin ricali, İbn Mace'nin Sünen'inde rical-i sahih kabul edilmiştir. Tirmizi de buna işarette bulunmuş ve zayıf olduğuna dair bir görüş ortaya çıkmamıştır.

Ayrıca Ahmed b. Hanbel ve Tirmizî şu lâfızla rivayet etmişler­dir:

"Namazdan sonra artık sohbet yoktur."

Tabii namazdan mak­sat, yatsı namazıdır.

"Ancak iki kimse müstesna: Namaz kılmaya devam eden ve bir de müsafir..."[148]

Hafız Ziyâuddîn el-Makdisî Ahkâm'da Hz. Aişe'den merfûân şu lafızla rivayet etmiştir:

"(Yatsı namazından sonra) oturup sohbet etmek ancak üç kimse için (ca­izdir veya) üç kimseye (ruhsat verilmiştir). Namaz kılmaya devam eden, müsafir ve damat..."

108 nolu Ömer hadîsini Tirmizi "hasen" olarak belirlemiş ve Nesâî kendi Sünen'inde tahrîc ederek ricalinin sahih olduğunu söyle­miştir.

Böylece yatsı namazından sonra ilmî bir konu üzerinde veya aile ve toplumun selâmeti bakımından veya önemli bir mes'ele üze­rinde oturup konuşmanın mekruh olmadığı anlaşılıyor. Nitekim cumhur da bu görüştedir. Nevevî de hayırlı bir iş, faydalı bir konu dışında oturup konuşmanın mekruh olduğunu söyleyerek konuya açıklık getirmiştir.[149]

109 nolu İbn Abbas hadisi, yatsıdan sonra oturup sohbete cevaz verenlerin istidlal ettiği rivayetlerden biridir.

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- Yatsı namazından sonra uyumayıp sohbet etmek, tenzîhen mekruhtur.

2- Ancak dinî, ilmî, ahlâkî, siyâsî gibi önemli bir konu üze­rinde görüşmek üzere yatsı namazından sonra biraraya gelip gö­rüşmek mekruh değildir.

3- Yatsı namazından sonra önemli bir konu yoksa uyumak müstehabdır.

4- Akşam geç vakit işinden dönüp ev halkıyla görüşme imkâ­nı bulamayan kimsenin, yatsı namazından sonra bir süre eşiyle, ço­cuklarıyla oturup sohbet etmesine ruhsat verilmiştir.

5- Sabah namazına uyanamıyacak kadar geç yatmak -önem­li bir mes'eleden dolayı değilse- mekruhtur.

6- Erken yatıp erken kalkmak ve erken iş başı yapmak müs­tehabdır.

 

Sabah Namazının Vakti Ve Erken Kılınması

 

Sabah namazının dindeki yeri, bedendeki başın yeri gibidir. Farz namazların hepsinin ayrı ayrı önemi, yararı ve faydası vardır. Ama özellikle sabah namazının önemi daha başkadır. O bakımdan Resûlüllah (a.s.) Efendimizin talîm ve terbiyesinde yetişen mü'minlerin hemen hepsi beş vakit namaza devam gösterdikleri, sabah namazını ise cemaatle kılmaya özen gösterip kaçırmamak için bütün dikkat ve duyarlılıklarını ortaya koydukları muhakkaktır.

Ancak "namaz vakitleri" bölümünde sabah namazının ilk ve son vakti üzerinde durmuş, kısa bir bilgi vermiştik. Önemine binâ­en bu konuya yeniden dönme ihtiyâcını duyduk. Çünkü fazla iza­hat isteyen bir mes'ele olarak herzaman karşımızda bulunuyordur.

İlgili hadisler:

Hz. Aişe (r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Biz mü'mine kadınlar, sokak kıyafetimize bürünmüş bir halde Peygamber (a.s.) Efendimizle beraber sabah namazına hazır olur, namazdan sonra evlerine dönerlerdi de, ortalık henüz karanlık bulunduğu için hiç kimse onları tanımazdı."[150]

Ebû Mes'ûd el-Ansarî (r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz bir defa sabah namazını ortalık henüz karanlık iken kıldı, sonra bir defa da ortalık ağarmış halde kıldı. Ondan sonra hep ortalık karanlık iken kılmaya başladı ve vefat edin­ceye kadar bir daha ortalığın ağarmasına kadar (geciktirip) bırak­madı."[151]

Enes'den (r.a.), Zeyd b Sabit (r.a.) demiştir ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimizle beraber sahura kalkıp yemek yedik ve sonra da kal­kıp (sabah) namazını kıldık." Enes devamla diyor ki: Zeyd b. Sâbit'e sordum, dedim ki:

"Sahurla namaz arasında ne kadar bir zaman tak­dir edildi?" Bana şu cevabı verdi:

"Elli âyet okunacak kadar bir za­man..."[152]

Ebû Rabî' (r.a.)'den yapılan rivayette demiştir ki:

"İbn Ömer ile beraber bulunuyordum. Ona şöyle dedim: Doğrusu ben seninle beraber namaz kılıyorum sonra (sağ ve sol tarafıma) iltifat ettiğim­de yanımda oturanın yüzünü göremiyorum. Sonra bazan da sen ortalık aydınlanınca namaz kılıyorsun. Bunun üzerine bana şöyle dedi: Ben Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in böyle yaptığını, böyle na­maz kıldığını gördüm de o bakımdan, onun namaz kıldığı gibi na­maz kılmayı arzu ettim."[153]

Muâz b. Cebel (r.a.) demiştir ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz beni Yemen'e gönderdi. Bu arada bana şöyle buyurdu:

"Ya Muâz! Kış olunca sabah namazını ortalık henüz karanlık iken kıl da cemaatin takat getireceği kadar kıraati uzat, onlara bıkkınlık verme. Yaz olun­ca sabah namazını ortalık aydınlanırken kıl. Çünkü gece (o mev­simde) kısadır, insanlar da uyurlar; o bakımdan onlara mühlet ver de tâ ki gelip (namaza) yetişsinler."[154]

Hadîslerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Sabah namazını ortalık henüz aydınlanmadan kılmak müstehabdır.

2- Kadınların sokak kıyafetine bürünüp örtünerek sabah na­mazına gitmeleri caizdir.

3- Peygamber (a.s.) Efendimiz sabah namazını daha çok or­talık henüz karanlıkken kılardı.

4- Bazan da ortalık ağarınca kıldığı olurdu.

5- Daha çok kış mevsiminde sabah namazını erken, yani or­talık henüz karanlıkken kılmak, yaz mevsiminde ise ortalık ağarın­ca kılmak müstehabdır.

Hadîslerin ışığında müctehid imamların ve ilim adamlarının; tesbit, görüş, istidlal ve ihticacları:

a) Hanefilere göre:

Sabah namazını geciktirip ortalık aydınlanınca kılmak menduptur. Çünkü dört sünen sahibinin rivayet ettiği ve Tirmizî'nin sahîhladığı hadiste:

"Sabah namazını ortalık ağarınca kılın, çünkü böyle yapmanın ecri daha büyüktür."

Ancak ortalığın aydınlanmasını şöy­le takdir etmek gerekir, kılınan namazı iade etmek gerektiğinde, iadeye yetecek kadar vaktin kalması dikkate alınır.[155]

Ebû Cafer et-Tahavî ise, ortalık karanlık ile başlanır, ortalık aydınlanınca bitirilir. Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'den rivayet edilene uymak bakımından uygun olan budur, demiştir.

Tahavî bu konudaki rivayetlerin çoğunu toplamış ve erken kı­lınması ile ortalık aydınlanınca kılınması hakkında varid olan ha­dis ve rivayetleri naklettikten sonra yukarıda belirttiğimiz görüşü­nü belirtmiştir.[156]

b) Şafiilere göre:

Sabah namazının "vakt-i ihtiyarî" si, ortalık ağarınca kılınmasıdır. Şâfiîler bu meselede Cibril hadîsiyle istidlal etmişlerdir. Çünkü Cibril'in "vakit bu ikisi arasındaki vakittir" yanı sabah nama­zının fazilet vakti, bu iki vaktin ortasıdır, demesi, ihtiyari vakte işa­rettir. Bundan sonraki vakit kerahetsiz cevaz vaktidir; güneş doğ­masına az kala bir zaman parçasında kılmak ise kerahetle caizdir.[157]

Ancak İmam Şafiî el-Ümm'de, "tağlis" ile "isfar"'dan hangisi daha sabittir? sorusuna şu cevabı vermiştir:

"Hz. Aişe, Zeyd b. Sa­bit ve beraberlerinde bir üçüncü sahabî'nin Peygamber (a.s.) Efendimiz'den "tağlis" yani ortalık ağarmadan önce sabah namazının kılınmasıyla ilgili rivayetleri; Rafi' b. Hudayc'in (r.a.) yalnız ba­şına Peygamber (a.s.)'dan "isfar" yani ortalık biraz aydınlandık­tan sonra sabah namazının kılınmasıyla ilgili rivayetinden daha sa­bittir, yani onların rivayeti daha kuvvetli ve ihticaca daha uygun­dur. Böylece İmam Şafii sabah namazının ortalık ağarmadan kılın­masının müstehab olduğuna kaildir.[158]

Sonra da İmam Şafiî, bu konuda hüccetlerin en sabit olanı, Al­lah'ın "Namazları kılmaya devam edip onları muhafaza edin" emriy­le, Rasûlüllah (a.s.)'ın, "Vaktin evveli Allah'ın rızasıdır..." Ve han­gi amel daha faziletlidir? sorusuna, "Vaktin evvelinde kılınan na­maz" diye buyurmasıdır, diyerek bu görüş ve ictihadının isabetine işarette bulunmuştur.[159]

Böylece Fethülvahhab'da Şeyhülislâm Ebû Yahya Zekeriya el-Ansarî’nin Şafiî mezhebinin sözü edilen mes'ele hakkındaki görüş ve tesbiti İmam Şafiî'nin görüş ve ihticacından farklı bir durum arzediyor. İhtimal ki, Şeyhülislâm, "isfar"dan ortalığın pek az ağar­masını kasdetmiş ve böylece "tağlis"e çok yakın bir vakti "vakt-i ihtiyarî" olarak belirlemiştir veya bu mes'elede kendi imamından ay­rılmıştır. Çünkü kendisi de ictihad seviyesine kadar yükselmiş de­ğerli bir din âlimidir.

c) Hanbelilere göre:

Sabah namazında "tağlîs" afdaldır. Yani ortalık henüz ağar­madan namazı vaktin evvelinde kılmak daha üstündür. İmam Mâ­lik ve İmam Şafiî de aynı görüş ve ictihattadırlar. İshak b. Ruhuye de bu kavli ihtiyar etmiştir. Ebûbekir Sıddîk (r.a.), Ömer (r.a.), İbn Mes'ûd (r.a.), Ebû Musa (r.a.) ve İbn Zübeyir ile Ömer b. Abdülaziz'den de bu anlamda rivayetler yapılmıştır. İbn Abdilberr di­yor ki:

"Resûlüllah (a.s.) ile Ebûbekir, Ömer ve Osman'dan "tağlîs"in afdal olduğu sahîh rivayetle sabit olmuştur. Bu durumda onların afdal olanı terketmeleri mümkün değildir. Çünkü hepsi de faziletin doruğuna çıkan ve hep ona doğru giden zatlardır.[160]

İmam Ahmed ise şöyle demiştir:

"Bu hususta itibar mü'minlerin durumuna göredir. Eğer ortalık ağardıktan sonra kılmaya devam ediyorlarsa, o takdirde "israf" afdaldır. Nitekim Resûlüllah'ın (a.s.) Cabir'den yapılan rivayete göre, yatsı ve sabah namazında mü'­minlerin durumuna göre vakti ayarladığı anlaşılmaktadır. "Sabah namazını ortalık ağarınca kılın, çünkü böyle yapmanın ecri daha büyüktür" hadisi hakkında İmam Tirmizî "hadîsün hasenün sahîhün" demiştir.[161]

Hanbelîler bu konuda daha çok Hz. Câbir, Ebû Berzete ve Hz. Aişe (r.a.) hadîsleriyle istidlal etmişlerdir.

Ancak İbn Kudame, "isfar" tabirini, yani hadîste yer alan bu lafzı, sabah namazını fecr-i sadık'ın doğduğu iyice anlaşılıp kesin­likle fecrin aydınlığının ortaya çıkması şeklinde yorumlamıştır ki, bu "tağlîs"e çok yakın bir vakte delâlet eder.

Netice olarak; geciktirilmesi müstehab olan bir namazı vaktin evvelinde kılmakta veya hemen vaktin evvelinde kılınması müstehab olan bir namazı geciktirmekte bir sakınca yoktur. Yeterki va­kit çıkmış olmasın. Veya ibâdeti tastamam yerine getirmek için va­kit daralmış bulunmasın. Çünkü Cibril namazı Peygamber (a.s.) Efendimize hem vaktin evvelinde, hem sonuna doğru kıldırmıştır.[162]

a) Mâlikîlere göre:

Sabah namazının vakti "iğlas" yani ortalık henüz ağarmadan kılmaktır, öyleki yıldızlar henüz açık şekilde gözükür bir halde iken bu namazı yerine getirmek (daha faziletlidir). Son (fazilet) vakti ise, "israf"dır, yani ortalık ağarıp yıldızlar pek görünmez olduğu zamandır.[163]

Diğer tesbitler, rivayetler, yorumlar ve tahliller:

Zeylâî İbn Mace'nin Sünen'inde Muğîs'in şöyle dediğini tesbit etmiştir:

"Abdullah b. Zübeyir ile beraber sabah namazını ortalık henüz ağarmadan kıldım. Selâm verdikten sonra kendisine dönüp sordum. Bu nasıl bir namazdır? Cevapla dedi ki: Bu, bizim Resûlüllah (a.s.) Efendimizle beraber kıldığımız ve aynı zamanda Ebûbekir ve Ömer'le birlikte eda ettiğimiz namazdır. Ömer (r.a.) suikasde uğrayıp öldürülünce Hz. Osman (r.a.) bu namazı ortalık ağarmaya başlayınca kıldırmaya başladı."[164]

Bu rivayetten, sabah namazının gerek Resûlüllah (a.s.) zama­nında, gerekse ilk iki halifesi döneminde fecir doğduktan sonra or­talık henüz ağarmadan kılındığı, sonra Hz. Osman (r.a.) dönemin­de ortalık ağarınca kılınmaya başlandığı anlaşılıyor.

114 nolu Hz. Aişe (r.a.) hadîsinden, sabah namazının fecir doğ­duktan hemen sonra kılınmasının müstehab olduğu ortaya çıkıyor. Nitekim yukarıda da belirttiğimiz gibi, İmam Mâlik, İmâm Şafiî, İmam Ahmed b. Hanbel, İshak b. Rahuye, Ebü Sevr, Evzâî, Davud b. Ali ve Ebû Cafer et-Tahavî'nin de görüş ve mezhepleri bu anlamdadır. Aynı görüş ve uygulamanın Hz. Ömer, İbn Zübeyr, Enes, Ebû Musa ve Ebû Hüreyre'den (Allah hepsinden razı olsun) nakledildiği de tesbit edilmiştir. Nitekim Hz. Râfl' hadîsi de bunu kuvvetlendir­mektedir.

Ebû Hanife ve rey tarafdarları ile Hasan b. Hay ve Sevri'ye gö­re, isfar afdaldır, yani ortalık ağardıktan sonra kılınması daha fa­ziletlidir. Bunlar "Sabah namazını ortalık aydınlanınca kılın!" me­alindeki hadisle ihticac etmişlerdir.

115 nolu Ebû Mes'ud hadîsinin aslı Buharî ve Müslim'dedir. Ebû Dâvud kendi Sünen'inde naklederek ricalinin sahih olduğunu be­lirtmiştir. Ayrıca Nesâî ile İbn Mâce de kendi Sünen'lerinde bunu rivayet etmişlerdir. el-Münziri bunun râvilerinin hepsinin sıkat (gü­venilir kişiler) olduğunu belirtmiştir. Böylece sabah namazının ortalık henüz aydınlanmadan önce kılınması efdaldır, hususu ağırlık kazanmış oluyor.

116 nolu Enes (r.a.) hadîsi de "tağlis"in afdal olduğuna delâlet eden rivayetlerden biridir. İbn Hibban ile Nesâî de aynı hadisi tahrîc etmişler ve tamamını şöyle belirtmişlerdir: Peygamber (a.s.), "Ya Enes! Bana biraz yiyecek getir," buyurdu. Enes diyor ki:

"Biraz hurma ile biraz su alıp getirdim ki, o sırada Bilâl ezan okumuş bu­lunuyordu." Peygamber (a.s.): "Ya Enes! Bir bak da benimle birlik­te yiyecek bir adam bul!" buyurdu. Ben de Zeyd b. Sâbit'i çağırdım. Geldi Peygamberle birlikte sahur yemeğini yedi. Sonra Peygamber (a.s) kalkıp iki rek'at namaz kıldı ve (sabah) namazı için (Mescid'e) çıktı."

Bu rivayette, Bilâl'ın fecr-i sadık doğmadan ezan okuduğu anla­şılıyor. Çünkü Peygamber (a.s.) Efendimiz, o ezan okuduktan son­ra sahur yemiştir. Zaten bir hadislerinde de buna işaretle: "Bilâl'ın ezanı ve ufukta beliren dikey aydınlık sizi aldatmasın!" buyurarak Bilâl'ın henüz fecr-i sadık doğmadan ezan okuduğuna dikkat çekmiştir. Ayrıca Resûlüllah'ın ramazanda da sabah namazını vakit girince hemen kıldığı anlaşılıyor. Böylece "tağlîs"in istihbabı ortaya çıkıyor.

Bu konuda Râfi b. Hudayc hadîsine gelince, beşlerin rivayet et­tiği bu hadisi aynı zamanda İbn Hibban ve Taberânî de rivayet et­miştir. Hadisi birçok ilim adamları sahîhlemiştir. Bu "tağlîs"i nesheder mahiyette değildir. Sadece ortalık aydınlanınca da sabah na­mazını kılmanın meşruiyetine delâlet etmektedir. Hadîsin meali şöy­ledir:

"Sabah namazını ortalık ağarınca kılın, çünkü bunun ecri çok daha büyüktür."

117 nolu Ebû Rebî' hadisinin isnadında, adı geçen Ebû Rebî' bulunuyor ki, Darekutnî onun meçhul olduğunu belirtmiştir. Zehebl de onun zayıf kabul edildiğini kaydetmiştir.[165] Bununla beraber, İbn Ömer gibi büyük bir fakıyh, Peygamber (a.s.) Efendimiz'in ve­fatından sonra da sabah namazını ortalık ağardıktan sonra kılmaya devam etmiştir. Eğer bu hadîs mensûh olsaydı İbn Ömer (r.a.) hiç devam eder miydi? Nitekim Peygamber (a.s.) Efendimizin de bazan ortalık karanlıkken bazan da aydınlıkken kılmıştır.

118 nolu Muâz hadîsinde, tağlîse illet olarak kış mevsimi göste­rilmiştir. Ancak bu illet ve sebeplerden biridir. O bakımdan cami­lerin uzaklık ve yakınlığı, cemaatın erken veya geç toplanma duru­mu dikkate alınarak bazan erken saatte, bazan da ortalık aydınla­nınca kılmakta bir sakınca yoktur; her iki durumda da afdaliyet söz konusudur.

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- Sabah namazını bilhassa yaz mevsiminde ortalık aydınlan­dığı zaman, kış mevsiminde ortalık henüz karanlık iken kılmak afdaldır.

2- İmam Ebû Hanife ve rey tarafdarlarına göre, ortalık ay­dınlandığında kılmak afdaldır. Diğer üç imama göre, ortalık henüz ağarmadan kılmak afdaldır.

3- Kadınların sokak kıyafetiyle örtünüp sabah namazını kıl­mak üzere yakınlarındaki camilere gitmelerinde bir sakınca yok­tur. Ancak yollarda sarkıntılık yapanlar olduğu takdirde evlerinde kılmaları afdaldır. Genç hanımların ise daha dikkatli olmaları, ra­hatsız edenlerin bulunacağı ihtimal dahilindeyse, çıkmayıp evlerin­de kılmaları tavsiye edilmiştir.

 

Vakit İçinde Namazın Bir Kısmına Yetişen Kimse Onu Vakit Çıksa Bile Tamamlar Mı?

 

Vakit, namazını şartlarından biridir. 45 dereceden yukarıda ya­şayan insanların zaman zaman yatsı vakti için bir namaz kılacak kadar zaman bulamadıkları için, ilim adamlarından bir kısmına göre, yatsıyı kılmaz, bir kısmına göre, kılması gerekir. Çünkü şartlar­dan birinin zorunlu olarak kalkmasıyla diğer şartlar kalkmış ol­maz ve o bakımdan namaz terkedilmeyip takdir yapılarak kılınır.

Ayrıca namazı herhangi bir sebepten geciktirip vaktin sonuna bırakan kimse, kılacağı namazın bir kısmını vakti içinde kılma im­kânı varsa kılar, geriye kalanını -vakit çıksa bile- tamamlar, di­yenler vardır. Bunun aksini savunup namazı hükümsüz kalır, diyen­ler de eksik değildir.

Konuyla ilgili hadîsler:

Ebû Hüreyre (r.a.)'den yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:

"Güneş doğmadan ön­ce sabah namazının bir rek'atine yetişen kimse, sabah namazına gerçekten yetişmiştir. Güneş henüz batmadan ikindi namazının bir rek'atına yetişen kimse, cidden ikindiye ulaşmıştır."[166]

Aynı hadîsi Buharî şu lafızla rivayet etmiştir:

"Sizden biri gü­neş henüz batmadan ikindi namazının bir secdesine yetişirse, nama­zını tamamlasın! Sabah namazından, güneş henüz doğmadan önce deye ulaşırsa, namazını tamamlasın!.."[167]

Hz. Aişe (r.a.)'dan yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendi­miz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir: "Kim, güneş batmadan ikindi namazının bir secdesine yetişirse, veya güneş doğmadan sabah namazının bir secdesine yetişirse, o namaza gerçekten yetişmiştir."[168]

Hadislerin ışığında müctehid imamların tesbit ve istidlalleri:

a) Hanefîlere göre:

Sabah namazını kılarken güneş doğarsa, namaz bozulur. Bilâhara onu kaza etmesi gerekir. Ama ikindi namazını kılarken güneş ba­tarsa, namaz bozulmaz vaktin çıkmasına rağmen namazı tamamlar ve bu namaz kaza değil edâ sayılır.[169] Hanefilerin usûl yönünden vakt-ı kâmil ve vakt-ı nakısla ilgili görüş ve ictihadları söz konusu­dur. Bu hususta geniş bilgi edinmek isteyenlerin Usûl-ı Fıkıh kitap­larına bakmaları tavsiye olunur.

b) Şâfiilere göre:

Başlanılan namazın tam bir rek'âti vakit içinde kılınır, gerisi va­kit dışında kılınırsa, hepsi edâ edilir, kaza sayılmaz. Çünkü Buhari ve Müslim'in sahih tesbitlerine göre, "Namazdan bir rek'ate ulaşan, hepsine ulaşmış olur..." mealindeki hadîs istidlal ve ihticaca mesned seçilmiştir.[170]                                                   

Bundan anlaşılan odur ki: Başlanılan namazın bir rek'atını ta­mamlamadan vakit çıkarsa, o namaz bozulur, kaza edilmesi gerekir. Çünkü bir rek'at namazın a'zami ef’âlini kapsamaktadır. Diğer rek'atlar aynı şeyin tekrarı mahiyetindedir. O bakımdan vakit dışında kalan rek'atlar vakit içinde eda edilen rek'ata tabidirler.[171]

c) Hanbelilere göre:

Bir rekâta ulaşan kimse namazın tamamına ulaşmış olur, yani vakit içinde bir rekât namaz kıldıktan sonra vakit çıkarsa, namazını tamamlar ve bu edâ kabul edilir. Ancak bir rek'attan az bir mik­tara erişen kimse namaza vakit içinde ulaşmış sayılır mı? Bu husustâ iki rivayet vardır: Birinci rivayete göre, ulaşmış olmaz. Harkî'nin zahir görüşü de budur. Mâliki mezhebi de aynı görüştedir. Nitekim daha önce yaptığımız rivayette bir rekâtın tahsisi, namazın tamamına yetişmenin bundan daha az bir cüz ile gerçekleşmiyeceğine delâlet eder. Nitekim Cuma namazının bir rek'âtına yetişen, ta­mamına yetişmiş olur, daha az bir cüz'üne yetişen, cumaya yetişme­miş sayılır. İkinci rivayete göre, namazın bir cüz'üne yetişmekle ta­mamına yetişmiş sayılır. Kadı diyor ki, "Bu, İmam Ahmed'in görü­şünün zahiridir." Ebulhattab diyor ki:

"Namaza ihram tekbiri mik­tarı yetişen kimse, vakit çıkmadan bu cüz'e erişmişse, namaza yetiş­miş sayılır, yani kılacağı namaz edâ kabul edilir." Nitekim İmam Ebû Hanîfe'nin de mezhebi budur.[172]

Hanbelîler bu mes'elede daha çok Buharî ve Müslim'in ittifakla rivayet ettikleri şu hadîsle istidlal etmişlerdir:

"Kim güneş batmadan önce ikindi namazının bir secdesine yetişirse, namazını tamamlasın ve güneş doğmadan önce sabah namazının bir secdesine yetişen kim­se de namazını tamamlasın."[173]

d) Mâlikîlere göre:

Bir tam rekata ulaşan, namazın tamamına ulaşmış olur, böylece vaktin dışında kalan kısmı kılar ve bu edâ sayılır.

Böylece Mâlikiler biri ihtiyari, diğeri zaruri olmak üzere vakti iki kısma ayırırlar. Bir rek'atinde ihtiyarî vakta ulaşır da gerisini zarurî sayılan vakitte tamamlarsa, hem namazı edâ sayılır, hem de günahkâr olmamıştır.[174]

Nitekim Malikîler cuma namazı hakkında şöyle demişlerdir: Kim cuma namazının bir rekâtına yetişirse, imam selâm verdikten sonra kalkıp bir rekât daha kılıp namazını iki rekât olarak tamamlar. Ama et-Tahiyyâtta gelip imama ulaşan kimse, imam selâm verdikten son­ra kalkıp dört rekât kılar. Bu artık cuma namazı değil, onun yerine geçen öğle namazı sayılır.[175]

Malikîler bu mes'elede Süfyan tarikiyle İbn Ömer'den (r.a.) rivâyet edilen şu hadîsle istidlal etmişlerdir:

"Cumadan bir rekâta ye­tişen kimse, ona bir rekât daha izafe eder (ekler), cemaate et-Ta­hiyyâtta ulaşırsa, kalkıp dört rekât kılar."[176]

Ayrıca bu mealde Ebû Hüreyre'den (r.a.) rivayet edilen şu ha­dîs de onlar için ihticaca mesned seçilmiştir:

"Kim cuma namazından bir rek'ata yetişirse, ona bir rekât daha eklesin. Kim de her iki rekâ­tı kaçırırsa, dört rekât kılsın.! (diğer bir rivayette, öğle farzını kıl­sın)..."[177]

Diğer rivayetler, tesbitler, yorumlar ve tahliller:

130 nolu Ebû Hüreyre hadisinde "bir rekâte yetişen..." tabirinden maksat nedir? İlim adamlarından bir kısmına göre, bu yorum isteyen bir sözdür: "Namazın hükmüne ulaşmış olur" demektir. Ve­ya "Namazın vücubuna ve faziletine kavuşmuştur" diye bir izmar yapılabilir. Kimine göre ise, o namaza eda olarak yetişmiştir, demek­tir. Nitekim Ebû Hüreyre'den yapılan bir diğer rivayette, Peygam­ber (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:

"Kim ikin­di namazından -güneş henüz batmadan önce- bir rekât kılar ve geri kalan kısmını güneş battıktan sonra kılarsa, ikindiyi kaçırmamış demektir."[178]

Ve bunun bir benzeri rivayeti de sabah na­mazı hakkında vârid olmuştur. Buhari'nin Ebû Hüreyre'den (r.a.) yaptığı bir rivayette, Hadisin son kısmında "namazını tamamlasın." denilmiştir. Nesâî'nin yaptığı rivayette ise, hadisin son kısmı şöyle bağlanmıştır.

"Gerçekten o namazın hepsine ulaşmıştır, ancak ne var ki, kaçırdığını kaza eder."

Beyhâkî ise, şu cümleyi nâkletmiştir:

"O rek'âta bir diğer rek'ât kılıp ilâve etsin!"

Bütün bu rivayetlerden çıkarılan hüküm şudur: "Sabah, ve ikin­di namazlarına güneş doğmadan ve güneş batmadan birer rekâtına yetişen kimse, o namazın tamamına yetişmiş demektir."

Tahavî (Ebû Cafer) ise, bu idrak yani yetişmeyi çocuğun ihtilâm olması, yani ergenlik dönemine girmesi, ayhali olan kadının te­mizlenmesi ve kâfirin İslâm'a girmesiyle yorumlayarak bağlı bulun­duğu Hanefî mezhebinin görüşünün isabetini iddia etmiştir ki, böy­le bir yoruma başka ilim adamları pek itibar etmemişlerdir. Tahavî şunu demek istiyor: Hadiste belirtilen "bir rekâte yetişme", o sırada ergen olan veya ayhalinden temizlenen veya İslâm'a giren kimse hakkında cari bir hükümdür. Onlar abdest alıp vaktin bir rek'âtına yetişirlerse, namaza ulaşmış sayılırlar veya vakitten bir rek'ât na­maz kılacak kadar bir cüz' kaldığında bu olaylar İmam Ebû Hanife bu mes'elede, vârid olan diğer hadîslerle is­tidlal ederek, sabah namazına güneş doğmadan yetişen kimse o namaza cidden yetişmiştir, bir rekâtına veya bir cüz'üne yetişen o namaza yetişmemiş demektir, hükmünü çıkarmıştır. Çünkü güneş doğarken namaz kılmak men'edilmiştir. O zaman hiçbir namaz kı­lınmaz, diyerek sabah namazı hakkında belirtilen ictihadda bulu­narak diğer imamlardan farklı bir yorum ortaya koymuştur.

131, 132. nolu hadîslere gelince, onlarda "bir rek'ât" tabiri yerine "bir secde" tabiri geçmektedir. Bir secdeden maksat nedir? Müslim de kendi sahihinde belirttiği gibi, bundan bir rekât kasdedilmiştir.

Buhari ise, aynı hadîsi şu lâfızla rivayet etmiştir:

"Kim bir rekâta yetişirse..."

Müslim'in Hz. Aişe'den yaptığı rivayette, hadisin sonun­da râvi şöyle demiştir: "Secde rekât demektir".

Fethülallâm sahibi diyor ki:

"Eğer bu söz Peygamber (a.s.) Efen­dimiz'in ise, yani O'na aitse, artık hiç bir işkal söz konusu değildir. Eğer râviye aitse, o da kendi rivayetini daha iyi bilir demektir. Hattabi ise, bu konuda şöyle demiştir: "Secdeden maksat, secdeleriyle rükû'uyla birlikte olan bir rekât demektir. Zira rekât ancak secde­leriyle tamamlanır. O bakımdan hadîste rek'ât, "secde" olarak anıl­mıştır.[179]

Buhari ve Müslim'in ittifakla rivayet ettikleri Ebû Hüreyre (r.a.) hadîsinde ise, sabah ve ikindi namazları tasrih edilmeksizin sa­dece namaz tabiri kullanılarak şöyle buyurulmuştur:

"Kim namaz­dan bir rekâta ulaşırsa, gerçekten namaza ulaşmış demektir."[180]

Anlaşıldığı gibi, bu hadîs "idrak-i rekât" hususunda umum ifâ­de etmekte ve sadece sabah ve ikindi namazına has bir hüküm taşı­mamaktadır. İbn Hacer'e göre, "mine's-salât"ın başındaki (elif-lâm) ahd içindir ve böylece namazdan maksat, sabah ve ikindi namazla­rıdır. Konunun başında naklettiğimiz hadîsler ise, mutlak değil mukayyeddir. O halde bu babda mutlak rnukayyed üzerine hamledilir.

Fıkhü's-Sünne sahibi de her iki rivayeti naklettikten sonra şöy­le demiştir:

"Kim namazdan bir rekâta ulaşırsa, gerçekten o namaza ulaşmış demektir" hadîsi, bütün namazları kapsamaktadır. Buharî'nin ise, "Sizden kim güneş batmadan ikindi namazının bir sec­desine yetişirse, namazını tamamlasın ve güneş doğmadan önce sa­bah namazının bir secdesine yetişirse, yine namazını tamamlasın." mealinde rivayet ettiği hadîste ise, secdeden maksat, rek'âttir.

Hadîsin zahiri, ikindi ve sabah namazından bir rekâta yetişen kimse hakkında güneş doğduktan ve güneş battıktan sonra namaz kılmak mekruh değildir hükmüne delâlet etmektedir, isterse kalan rekâtleri kerahet vaktinde kılmış olsun, onun hakkında kerahet söz konusu değildir. Böylece kılınan namaz eda sayılır, kaza değildir. Her ne kadar kasden namazı böyle dar vakte geciktirmek caiz değilse de, hüküm böyledir...[181]

Zeylâî "idrak-i rek'ât"le ilgili sahîh hadisleri naklettikten sonra, Hanefi mezhebinin, sabah namazını kılarken güneş doğacak olursa, namaz bozulur şeklindeki görüşlerini belirterek ortaya çıkan müşkile dikkatleri çekmiş, aynı zamanda Buhari ve Müslim'in bu bapta yaptıkları rivayeti, kâfirin İslâm'a girmesiyle yorumlayanları reddeder mahiyette bulunduğunu söylemiştir. Böylece o da, Tahavi'nin yorumunun uygun olmadığını belirterek hadîsleri zahirî manâların­dan saptırmamaya özen göstermiştir.[182]

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- Sabah namazının bir rekâtına yetişen kimse, güneş doğun­ca ikinci rekâtını da kılmak suretiyle namazını tamamlar ve bu edâ sayılır.

2- İmam Ebû Hanife'ye göre, namazı, bitirmeden güneş doğarsa, namazı bozulur, kerahat vakti çıkınca kaza etmesi gerekir.

3- İkindi namazının -güneş batmadan- bir rekâtına yetişen kimse, güneş batınca geriye kalan üç rekâtını da kılmak suretiyle na­mazı tamamlar ve bu edâ kabul edilir.

4- Namazın vakit içinde sadece ihram tekbirine ve bir rekâtın bir cüz'üne yetişen kimse de o namaza yetişmiş sayılır. Bu İmam Ebû Hanîfe ile, bir rivayete göre, İmam Ahmed’in kavlidir. Diğer iki mezhebe göre, namaza yetişmiş sayılır ve o namazı bilâhere kaza etmesi gerekir.

 

Vaktinde Eda Edilmeyen Namazları Kaza Etmek

 

Vakit, namazın şartlarından biridir. Zorunlu bir hal yokken na­mazı vaktinde kılmamak büyük günâhlardan sayılır. Aynı zaman­da vakit içinde tecellî eden feyiz ve rahmeti hiçbir şeyle telâfi etmek mümkün değildir. Ancak gerek zarurî bir sebepten veya ihmalden dolayı vaktinde kılınmayan namazlar birer borç olarak kalır. Onları kaza etmek farzdır.

Konuyla ilgili hadîsler:

Enes b. Mâlik (r.a.)'den yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:

"Kim bir (farz) namazı unutursa, onu hatırladığı zaman kılsın. Bundan başka onun için bîr keffaret yoktur."[183]

Müslim'in kendi Sahîh'inde yaptığı rivayette şu lâfızla yukarı­daki hadîs nakledilmiştir:

"Sizden biri uyur da namazı kaçırrsa ve­ya namazdan gaflet edip (vaktini geçirirse), onu hatırladığı zaman kılsın."[184]

Ebu Hüreyre (r.a.)’den yapılan rivayette Peygamber (a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğunu söyler:  

"Kim bir namazı unutur (da kılmazsa), onu hatırlayınca kılsın."[185]

Ebû Katâde'den yapılan rivayette demiştir ki:

"Peygamber (a.s.) Efendimiz'den uyuyup namaza kalkamadıklarını anlattılar. Bu­nun üzerine Peygamber (a.s.) şöyle buyurdu:

"Şüphesiz ki, uyku­da tefrît (kasıtlı bir ihmal, tembellik ve gevşeklik) yoktur; tefrit an­cak uyanıldık halindedir. O halde sizden biri bir namazı unutur ve­ya uyur da kaçırırsa, hatırladığı zaman onu kılsın."[186]

Hadîslerin açık delâletinden şu hükümler  anlaşılmaktıdır:

1- Vaktinde kılınmayan namazı ilk müsait zamanda kaza et­mek farzdır.

2- Vaktinde kılınmayan namazın keffareti, onu kaza etmek­tir.

3- Namazı kasden bırakıp vaktinde kılmayana kazası gerek­mez. (Bu, Zahirilerden Davud'a ve İbn Hazım’a göredir).

4- Uykuda olan kimse -uyku halinde- mükellef değildir.

Hadîslerin ışığında müctehid imamların ve diğer ilim adamlarının görüş, istidlal ve ihticacları:

a) Hanefîlere göre:

Farz namazlardan birini kaçırıp vaktinde kılmayan veya kılamıyan kimse onu hatırlayınca, vaktin farzına takdim ederek kılar. Çünkü kaza namazlarıyla vaktin farzı arasında tertip gözetilmesi gerekir bir haktır. Şâfiilere göre müstehabdır, tertibe riâyet edilme­diği takdirde o mezhebe göre bir şey gerekmez. Çünkü İmam Şafiî'­ye göre, her farz namaz bizatihi asıldır, başkasına şart olamaz.[187]

Hanefîlerin bu mesele hakkındaki delilleri, Peygamber (a.s.) Efendimiz'in şu hadîsidir:

"Kim uyuduğu için vakit namazını kaçırır veya unutup kılmaz ve ancak imamla beraber namaz kılarken hatır­larsa, önce (başlayıp) içinde bulunduğu namazı kılsın, sonra da ha­tırladığı namazı kılsın ve imamla beraber kıldığı namazı iade etme­sin!"[188]

b) Şâfiilere göre:

İmam Şafiî'den yapılan rivayete göre, bu mesele hakkında şöy­le demiştir: 

"Namazı vaktinde kılmayıp kaçıran kimse, içinde bulunduğu vaktin namazını kılmaya başladıktan sonra hatırlarsa, baş­ladığı namaza devam edip bozmaz. Bu durumda ister imam, ister memum olsun farketmez. Namazı bitirince o kaçırdığı namazı kılar. Bu­nun gibi kaçırdığı namaz, içinde bulunduğu vakit namazına başla­madan hatırlarsa, bununla beraber vakit namazına -hatırladığı hal­de- başlarsa, başladığı namaz kâfi gelir, yani onu kılmasında bir sakınca yoktur. Namazı kılıp bitirince, bu defa hatırladığı o kaza namazını kılar. Ancak muhtar olan şudur ki, henüz içinde bulun­duğu vakit namazına başlamadan kazaya kalmış namazı hatırlarsa, vakit de müsaitse, yani onu kaza ederken vaktin farzını kaçırma tehlikesi yoksa, önce kazaya kalmış namazı kılar, sonra vakit na­mazını edâ eder."

"Kazaya kalan namazlar ister bir günün, ister bir yılın birikmiş namazı olsun farketmez."[189]

c) Hanbelîlere göre:

Başladığı namaz esnasında üzerinde kazaya kalmış namaz bu­lunduğunu hatırlayan kimse, başladığı namazı tamamlar ve son­ra diğer namazı kaza eder. Vakit kalmışsa, kazadan önce kıldığı na­mazı iade eder.

Çünkü kazaya kalmış namazlarda tertip vâcibdir. Bu hususta bir çok yerlerde kesin beyân vardır. Ebû Davud'un rivayetinde de­niliyor ki:

"Bir yıllık namazı terkeden kimse, onları kılar ve bu ka­çırdığı namazları hatırladığı halde kıldığı bütün vakit namazlarını iade eder. İbn Ömer'den de tertibin vücubuna delâlet eden rivayetler yapılmıştır. Aynı zamanda Nahaî'den, Rebi'a, Yahya el-Ansari'den, İmam Mâlik, İmam Leys, İmam Ebû Hanîfe ve İshak b. Rahuye'den de aynı görüş doğrultusunda rivayetler mevcuttur. Şafii ise, "tertip vacib değildir" demiştir.

Hanbeliler hem konumuzun başındaki hadislerle ve bir de İmam Ahmed'in tesbit ettiği şu hadîsle istidlal etmişlerdir:

"Peygamber (a.s.) Efendimiz'in Hendek günü dört vakit namazını kaçırıp onları tertib üzere kaza ettiği ve sonra da şöyle buyurduğu tesbit edilmiş­tir:

"Benim nasıl namaz kıldığımı gördüğünüz gibi namaz kılın!"

Yine İmam Ahmed’in Ebû Cum'a Habib b. Siba'dan naklen onun şöyle dediğini tesbit etmiştir: "Peygamber (a.s.)  Efendimiz Ahzâb yılı akşam namazını kılıp bitirdikten sonra sordu:

"Sizden biri, benim ikindi namazını kıldığımı bilen var mı?"

Bunun üzerine ashab:

"Ya Resûlellah! Onu kılmadınız," diye cevap verdiklerinde, müezzine emretti namaz için ikamet getirdi ve kalkıp ikindi namazını kaza ettikten sonra akşam namazını iade etti."

Bu da tertibin vücubuna delâlet eden rivayetlerden biridir.[190]    

d) Mâlikilere göre:

İmam Mâlik şöyle demiştir:

"Farz namaz kılarken unutup da kılmadığı bir namazı hatırlayan kimse, eğer yalnız başına kılıyorsa ve namaza da yeni başlamışsa,  onu olduğu yerde bırakıp kazaya kalan namazı kılsın ve sonra da başlayıp bıraktığı namazı edâ etsin. Şayet başladığı farz namazdan bir tam rek'ât kılmışsa, artık onu kesmeyip bir rekât daha ilâve ettikten sonra kessin (olduğu yerde bıraksın). Üç rekât kıldıktan sonra hatırlarsa, ona bir rekât daha ilâve ederek tamamlasın ve sonra kaza namazını kılsın."

Mâlikilerden İbn Kasım diyor ki:

"Başlamış olduğu farz namaz­dan üç rekât bile kılmış olsa, kazaya kalan namazı hatırlayınca, bence müstehab olan onu orada kesmesi ve hatırladığı kaza namazını kıldıktan sonra o farzı yeniden kılmasıdır."

İmam Mâlik yine bu mesele hakkında şöyle demiştir:

"Unutup kılmadığı namazı, öğle ve ikindi namazlarını kıldıktan sonra hatır­larsa, güneş henüz batmamışsa ve o da kazaya kalan namazı kıl­dıktan sonra öğle ve ikindi namazlarını kılmaya imkân bulabiliyorsa o takdirde önce hatırladığı kaza namazını, sonra da öğle ve ikindi namazlarını kılar. Şayet unutup kazaya bıraktığı namazla sadece iki vakitten birini kılmaya imkân bulabiliyorsa, önce kaza namazını sonra da ikindi namazını kılar."[191]

Konuyla ilgili diğer rivayetler, görüşler, yorumlar ve tahliller:

Ebû Cafer et-Tahavî bu konuyla ilgili onaltı kadar rivayet tesbit etmiştir. Biz onlardan bir kısmını -konuya ağırlık kazandır­mak ve diğer ilgili rivayetleri görmek için- kitabımıza meâlen nak­letmeyi uygun gördük:

Muhbir (veya Muhmir) b. Ahi Necâşî (r.a.) diyor ki:

"Bir sefer­de Resûlüllah (a.s.) Efendimizle beraber bulunuyorduk. Uyuduk, ancak güneşin sıcaklığıyla uyanabildik ve o yerden uzaklaştık. Re­sûlüllah (a.s.) Efendimiz bize namaz kıldırdı. Sabah olup güneş do­ğup yükselince, ezan okuması için Bilâl'a emretti, sonra ikamet getir­mesi için emretti ve kalkıp bize (o kazaya kalan) namazı kıldırdı. Namazı kaza edince şöyle buyurdu:

"Bu bizim dünkü namazımızdır!"[192]

Bu rivayetin açık delâletinden anlaşılıyor ki: "Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, kazaya kalan sabah namazını, öğle veya ikindiden önce kılmamış, ancak ertesi gün güneş doğup yükseldikten sonra kaza etmiştir. Burada Peygamberimiz ve ashabının tertip sahipleri ol­madıkları da söz konusu değildir.

Ancak bu hadîs râvilerinden Mesleme b. Alkame'nin zayıf olduğunu Ahmed b. Hanbel şu sözleriyle şöyle ifade etmiştir: "Za­yıf bir şeyhtir; Davud'dan birçok münker rivayetler yapmıştır." Yahya b. Maîn ise onun sıka (güvenilir) olduğunu söylemiş ve Ebû Hatim de onun "salihü'l-hadîs" olduğunu belirtmiştir. O bakımdan müctehid imamların çoğu onun rivâyetiyle ihticac etmemişlerdir.[193]

Yukarıdaki Necâşî hadisini kuvvetlendiren bir diğer hadisin ashabdan Semure b. Cündeb'den (r.a.) rivayet edildiğini görüyo­ruz:

"Kim bir (farz) namazı unutur da kılmazsa, hatırlayınca onu ertesi günü aynı vakitte kılsın!"[194]

Bu da, kaza namazında sahib-i tertip olup olmamanın bir öl­çü olmadığına, kazaya kalan bir namazın hatırlanınca ertesi gün aynı vakıtta kılınmasının gerektiğine veya sünnet olduğuna delâlet etmektedir.

Hadîsin râvilerinden Hammad b. Seleme hakkında İmam Ahmed şöyle demiştir:

"O dayısı Hamîd et-Tavil hadîslerini hıfzetmede, in­sanların en âlimi idi. İbn Maîn ise şöyle demiştir: "Hadîs tesbitinde insanların en bilgini idi. Bir kişinin ona dil uzattığını görürseniz, onu İslâm'a karşı zan ve töhmet altında tutun..." Amir b. Seleme ise, Hammad'ın 10.000'den fazla hadîs bildiğini kaydetmiştir.[195]

O bakımdan yukarıdaki hadîs istidlale uygundur, diyebiliriz. Bu iki rivayetin hilâfına şu rivayetler de yapılmıştır:

İbn Ebî Meryem'in babasından, yapılan rivayete göre, adı geçen şöyle demiştir: "Peygamber (a.s.) Efendimiz ile ashabı uyuyakaldılar da sabah namazını kılamadılar. Güneş doğunca uyandılar. Bu­nun üzerine Peygamber (a.s.) ezan okuması için Bilâl'e emretti. Sonra iki rekât (sünnet) namaz kıldı ve arkasından ikamet getir­mesini emretti ve böylece (kazaya kalan sabahın) farz namazını kıl­dı.[196]

Hadîsin ravilerinden Atâ' b. Sâib, tabiînin ileri gelenlerindendir. Ömrünün son yıllarında hafızasının iyice zayıfladığı söylenir. O ba­kımdan Ahmed b. Hanbel şöyle demiştir:

"Atâ'dan önceleri işitilenler sahihtir; sonradan işitilenler ise kayde değer bir şey sayılmaz." Yahya b. Main diyor ki: "Onun rivayeti ile ihticac edilmez."[197]

O nedenle yukarıdaki hadîsin gençlik çağında mı, yoksa yaşlan­dıktan sonra mı kendisinden nakledildiğini tesbit pek mümkün ol­mamıştır. Müctehid imamların çoğu, sözünü ettiğimiz sebepten do­layı onun rivayetine pek itibar etmemişlerdir.

Bu rivayetle birlikte, kazaya kalan namazın hatırlandığı zaman kılınması emredilmiştir. Enes (r.a.)'den yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

"Bir (farz) namazı unutup kılmayan kimse, onu hatırladığı zaman kılsın!"[198]

Bu anlamda bir rivayet de Hz. Katâde'den yapılmıştır.

Bu son mânayı kuvvetlendiren birkaç rivayet daha var ki, on­lardan bir kısmını konunun başlangıcında nakletmiş bulunuyoruz. "Kim bir (farz) namazı unutur da kılmazsa, onu hatırladığı zaman kılsın. O namaz için bundan başka keffaret yoktur" mealindeki Enes hadîsi bu cümledendir.

Böylece Tahavî'nin naklettiği hadîsler bize iki ayrı hüküm getir­mektedir:

1- Kazaya kalan namazı, ikinci gün aynı vakitte kaza etmek gerekir veya böyle yapmak sünnettir.

2- Kazaya kalan namaz hatır­landığı zaman kılınır.

Tahavî hadîslerin sıhhat derecesi üzerinde durmadığı gibi, ke­sin bir sonuç da ortaya koymamıştır.

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- Kazaya kalan bir namazı, vaktin farzından önce  kılmak gerekir. Ancak vakit daralmışsa o takdirde önce vaktın farzı kılınır.

Bu Hanefî'lere göredir.

2- Kaza namazları hatırlanınca, vaktin farzına başlanmışsa, o takdirde onu edadan sonra kılınmasında bir sakınca yoktur, Bu, Şâfiîlere göredir.

3- Vaktın farzına başladıktan sonra üzerinde kaza namazı bulunduğunu hatırlarsa, başladığı namazı  bozmayıp tamamlar ve sonra kaza namazını kılar; onu müteakip vakit çıkmışsa, vaktin na­mazını iade eder. Bu, Hanbelîlere göredir.

4- Vaktin farzını kılmaya başladıktan hemen sonra üzerin­de kalan kaza namazını hatırlarsa, başladığı namazı kesip ona baş­lar. Bir rekâti tamamlamışsa, bir rek'at daha ilâve edip öylece ke­ser. Bu imam Mâlik'e göredir.

5- Kazaya kalan namazın, onu hatırlayınca kılmaktan başka bir keffareti yoktur.

6- Uyku halinde meydana gelen bu gibi geciktirmeden dola­yı kişi günahkâr olmaz. Çünkü uyuyup da sabah namazına uyan­mamak irade dışında olan bir haldir.

 

Kazaya Kalmış Namazları Kılarken Tertibe Riyayet

 

Bundan bir önceki konuda da kısaca belirttiğimiz gibi, kazaya kalan namazları kılarken vaktin farzından önce kılınmasına işaret etmiştik. Konunun önemini dikkate alarak biraz daha açıklamayı uygun gördük. Bir misâl ile değerlendirmek istediğimizde ikindi ile akşam namaz arasındaki tertibi gösterebiliriz: İkindi namazını kılamayıp vakit çıktıktan sonra hatırlayan kimse akşam namazından önce kılması gerekir. Ancak vakit dardır da sadece akşam

kılacak kadar bir zaman kalırsa, o takdirde kazaya kalan ikindi na­mazı ondan sonra kılınır.

İlgili hadisler:

Cabir b. Abdullah (r.a.) 'den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Hen­dek savaşı günü güneş battıktan sonra Hz. Ömer (r.a.) gelip Kureyş kâfirlerini ağır bir ifadeyle yerdi ve:

"Ya Resûlellah! Güneş bat­mak üzere ve ben de neredeyse ikindi namazını kılamadım" dedi. Bunun üzerine Peygamber (a.s.) şöyle buyurdu:

"Vallahi ikindi namazını ben de kılamadım."

Sonra hemen abdest aldı ve güneş battık­tan sonra ikindi namazını kıldı (kaza etti), ondan sonra da akşam namazını kıldı."[199]

Ebû Saîd (r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Hendek günü namazdan alıkonduk; o kadar ki, akşamdan sonra gecenin bir bölümü girmiş oldu. İşte Aziz ve Celil olan Allah'ın "Allah savaşta (yar­dımcı olarak) müzminlere yetti. Allah çok güçlüdür, çok üstündür." sözü bu idi. Resûlüllah (a.s.) Efendimiz Bilâl'ı çağırdı, öğle namazı için ikamet etti, Peygamber de öğle namazını vaktinde nasıl kılıyor­sa öylece güzel kıldı. Sonra ikindi için ikamet etmesini emretti. O da ikamet getirdi ve Peygamberimiz (a.s.), ikindi namazını vaktinde nasıl güzel kılıyorsa, öyle kıldı. Sonra akşam namazı için ikamet etmesini emretti. O da ikamet edince, Peygamber (a.s.) onu da öylece kıldı. Tabii bu, Allah'ın korku namazı hakkında "Eğer (düşman ve benzeri bir tehlikeden korkar da belirlendiği şekilde huzurda duramazsanız) yaya ya da süvari olarak (namazı kılın)..." mealindeki ayeti indirmeden önceydi..."[200] 

Hadîslerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Herhangi önemli bir sebepten dolayı vakit içinde o vaktin namazı kılınmaz da kazaya kalırsa, ondan sonraki vakit içinde, vak­tin farzından önce kaza edilmesi gerekir.

2- Kazaya kalan bir veya birkaç namaz olsun, hangi vakit için­de kaza edilecekse, yine bilinen tertibe göre kaza edilmesi gerekir. Meselâ, öğle ve ikindi namazları kazaya kalmışsa ve bunları akşam namazının vaktinde kaza edecekse, hem akşam namazından önce kaza eder, hem de önce öğlenin farzını, sonra da ikindinin farzını kaza eder.

Hadîslerin ışığında müctehid imamların ve diğer ilim adamlarının görüş, tesbit ve ihticaclari:

a) Hanefîlere göre:

Altı vakitten az olan kaza namazıyla vaktin farzı arasında ve az sayıda olan kaza namazları arasında tertibe riâyet etmek vacibdir. Hanefîler bu meselede -yukarıda da temas edildiği gibi- 153 nolu Ebû Davud'un rivayet ettiği nadisle ve bir de Hendek savaşında Pey­gamber (a.s.) Efendimizin kazaya kalan öğle ve ikindi namazları­nı tertip üzere kılmasıyla istidlal etmişlerdir.[201]

O halde altı vakit veya daha fazla üzerinde kaza namazı bulu­nan kimse tertip sahibi olmaktan çıkıyor.

Vakit dar olduğu takdirde, kaza namazı geciktirilir ve vaktin farzı kılınır, böylece tertib hükmü kendiliğinden kalkmış olur. Ay­rıca tertip, unutmakla da sakıt olur. Ömür boyunca, -namaz kılın­ması mekruh olan üç vakit dışında- bütün vakitlerde kaza namazı kılınabilir.

İmam Muhammed'e göre, kaza namazlarını geciktirmekte bir sakınca yoktur, "terahi üzerine vacibdir". İmam Ebû Yusuf'a göre geciktirilmesi mekruhtur, hatırlandığı vakit -kerahet zamanı de­ğilse- kılınması vacibdir. Bu hususta İmam Ebû Hanîfe'den iki ri­vayet vardır.[202]

İmam Leys, Zührî, Nahâî ve Rabî'a da aynı görüştedirler.

b) Şâfiîlere göre:

Kazaya kalan namazları kılmak vacibdir. Ancak farz namazı bir özürden dolayı vaktinde kılmayıp kaçırmışsa, onu herhangi mü­sait bir zamanda kaza etmesi vacibdir, hemen acele etmesi gerekli değildir. Özürsüz kılmayıp kazaya bırakmışsa, hemen kaza etmesi vacibdir. Ancak şu durumlar müstesna: Cuma hutbesi okunduğu bir sırada kaza namazını hatırlamak, o anda hemen kılınmasını gerektirmez, cuma namazı kılındıktan sonra kılınır. Vakit iyice daralıp sadece o vaktin farzını kılacak kadar bir zaman kalmışsa, o tak­dirde kaza namazı geciktirilip, vaktin farzı kılınır. Bir de vaktin farzına niyet edip namaza başladıktan sonra kazaya kalmış namazı hatırlayan kimse, başladığı namazı bozmayıp tamamladıktan sonra onu kılar.

Kazaya kalmış namazlar arasında tertibe riâyet etmek sünnet­tir. Sayısının az veya çok oluşu buna te'sîr etmez. O halde tertibe ri­âyet etmeyip (meselâ ikindi namazını öğle namazından önce kaza ederse) sonra geleni önce gelen üzerine takdim ederse, sadece sün­nete muhalefet etmiş olur, ama kazası yerine gelmiş kabul edilir. Ne var ki, bu durumda evlâ olanı, iade etmektir. Bunun gibi, kaza­ya kalmış namazlarla vaktın farzı arasında da tertibe riâyet etmek sünnettir. Ancak vaktin namazını kaçırma endişesi söz konusu ise veya vaktin farzına niyet edip başladıktan sonra kazaya kalan na­mazı hatırlıyorsa, artık kaza namazıyla vaktın farzı arasında ter­tip kalkar.[203]

c) Hanbelilere göre:

Kazaya kalmış namazlar kılınırken tertibe riâyet etmek vacib­dir. Nitekim Ebû Davud'un yaptığı rivayette bu husus kesin bir şekilde şöyle ifade edilmiştir:

"Kim, (kaza veya vakit) namazı kılarken üzerinde bir namaz kaldığını hatırlarsa, başladığı namazı tamamlar ve sonra kaza namazını kılıp diğer namazı iade eder."

Nitekim yapılan sahih rivayete göre, Hendek savaşı günü Pey­gamber (a.s.) Efendimiz dört vakit namazını kılamayıp kazaya bı­rakmış ve bunları tertip üzere kaza etmiştir.

Kaza namazlarının sayısı ne kadar çok olursa olsun, araların­daki tertibe riâyet etmek vacibdir. İmam Mâlik ile İmam Ebû Hanife'ye göre, kazaya kalan namaz birgün, bir gece namazından faz­la olursa tertibe riâyet vâcib değildir.[204]

d) Mâlikilere göre:

Kazaya kalmış namazlarla vakit farzı arasında tertip vacibdir. Sayısı az birkaç namazı kazaya bırakan kimse bunların hepsini vak­ti hazır olan namazdan önce kılmaya başlar. Sayısı çok olursa, vak­ti hazır olan farzı kıldıktan sonra kaza etmeye başlar.[205]

Yine bu mezhep imamlarına göre, kazaya kalmış namazlar ara­sında da tertip vacibdir. Bunların az veya çok olması farketmez. An­cak bu tertip iki şartla vacib olur: Geçen namazları hatırlaması ve tertip üzerine kılmaya kudretinin yetmesi... [206]

Konuyla ilgili diğer rivayetler, yorumlar ve tahliller; 163 nolu Cabir hadisini Haccac b. Nusayr dışında diğer bütün hadis hafızları rivayet etmiştir. Haccac ise, bunu Ali b. Mübarek'den, o da Yahya b. Ebi Kesîr'den rivayet etmiş ve rivayet zincirin­de Cabir'den, Ömer'den diyerek onu Ömer'e isnad edilen hadisler arasında zikretmiştir. Ancak bu tarikte Haccac yalnız kalmıştır ve kendisi zayıf kabul edilmiştir. İbn Maîn ise onu saduk olarak vasıflandırmıştır. İbn Medenî ise, "onun hadîsi (sıhhat ölçüsünü aşıp) gitti" demiştir. Ebû Hatim ise, onu zayıf saymış ve hadîsini terketmiştir. Nesâî de onu zayıf saymış ve diğer bir yerde "o sıka değil­dir" demiştir. Ebû Davud ise, "onun hadisini ilim adamları terketmişlerdir" derken Darekutnî onu zayıflar arasında saymıştır.  İbn Hibbân ise onu sıkat (güvenilir muhaddîsler) arasında zikrederken şöyle demiştir: "Hata yapar ve vehme kapılır."[207]

164 nolu Ebû Saîd hadîsinin ricali, rical-i sahihtir. Tirmizî ile Nesâî aynı hadîsi şu lâfızla rivayet etmişlerdir:

"Doğrusu müşrikler, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'i Hendek günü dört namazdan meşgul edip alıkoymuşlardı." İmam Mâlik de aynı rivayeti Muvatta'da tahric etmiştir.

Ancak rivayetlerin delâleti farklı tesbitlerin yapıldığını göster­mektedir. Bir kısmına göre, sadece ikindi namazını kılmaya vakit bulamamışlardı, kimine göre ise, dört vaktin namazını kaçırıp kılamamışlardı. Bir kısmı ise sadece öğle ile ikindi namazını kaçırdık­larını söylemiştir.

Bunlardan daha çok şu iki rivayet üzerinde durmak gerekir: Cabir'in hadîsinde sadece ikindi namazını; Abdullah b. Mes'ûd'un ha­disinde dört vaktin namazı...

İbn Seyyidinnas, bu sahih rivayetler arasını birleştirmek daha racihtir. Çünkü Ebû Saîd'in hadîsinin isnadı sahihtir, buna muha­lefet eden pek olmamıştır. Aynı zamanda aynı hadîsi İbn Huzeyme ile İbn Hibban da kendi sahihlerinde rivayet etmişlerdir. İbn Seken de bunun sahih olduğunu belirtmiştir. O bakımdan Cabir hadîsinin sadece ikindi namazı üzerinde durması, diğerlerinden söz etmemesi mes'eleyi bağlayıcı değildir.

Sadece ikindi namazının kazaya kaldığını gösteren bir başka rivayeti Zeylâî tesbitle, Peygamber (a.s.)'ın ashabından Habîb b. Siba'ın şöyle dediğini nakletmiştik: "Peygamber (a.s.) akşam na­mazını kıldıktan sonra ashabına "benim ikindi namazını kıldığımı gördünüz mü?" diye sordu. Onlar da "hayır ya Resûlullah, onu kılmadın" demeleri üzerine müezzine emretti. Müezzin ezan okudu, sonra ikamet getirdi; Peygamber (a.s.) ikindi namazını kıldıktan sonra akşam namazını kıldı."[208]

Ancak İbn Lehi'a'nın rivâyetiyle ihticac edilemiyeceği üzerinde durulmuş, ve o yalnız bulunduğu takdirde şüpheyle karşılanacağı söylenmiştir. Ayrıca râviler arasında Muhammed b. Yezîd'in de za­yıf olduğunu Ebû Hatim belirtmiştir.

Böylece Habib b. Siba'ın hadisiyle istidlalin pek isabetli olma­yacağı ortaya çıkmaktadır.

İbn Mes'ud hadîsi için Tirmizî "İsnadında hiçbir sakınca yoktur" derken, Ebû Ubeyde'nin bu hadisi babasından işitmediğine dikkat­leri çeker. Nesâî de aynı kanaati izhar etmiştir. Ebû Davud ise, İbn Mes'ud vefat ettiğinde oğlu Ebû Ubeyde'nin yedi yaşında olduğunu kaydetmiştir.

Zeylâî, Ebû Ubeyde hakkındaki farklı görüşleri sıralarken ha­dîs ile ihticac edilip edilmiyeceği üzerinde durmamıştır. Çünkü ha­dîsin isnadında bir beis olmadığı ilim otoriteleri tarafından beyân edilmiş ve o nedenle istidlale uygun görülmüştür.[209]

İbn Mes'ud hadîsinin zahiri üzerinde biraz durmakta fayda var­dır. Çünkü Peygamberin dört vaktin namazını kaza ettiği söylenir.

Oysa kazaya kalan öğle, ikindi ve akşam namazlarıdır. Bunları yat­sı vakti içinde kılmıştır. Ancak yatsı namazını da mûtâd vaktinden biraz sonra kıldığı için kuvvetli bir ihtimalle hepsi için "faite" tabiri kullanılmıştır ki, diğer üç namazın faite olduğu belirtilirken yatsı­nın mecazen faite olduğu söylenmiş olabilir.

"Benim nasıl namaz kıldığımı görüyorsanız öylece namaz kılın!" sahih hadis bize, kazaya kalan namazlar arasında ve kaza namazlarıyla vaktin farzı arasında tertibe riâyetin vacib olduğunu anlatıyor, İbn Mes'ud (r.a.) hadîsine çok yakın bir rivayeti Hafız Bezzar kendi Müsned'inde Abdülkerim b. Ebi Maharik tarikiyle Cabir b. Abdullah (r.a.)'den rivayet etmiştir ki, meâlen şöyledir:

"Peygam­ber Efendimiz Hendek günü, öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazın­dan alıkonuldu, o kadar ki, geceden bir bölüm geçmiş oldu. Bunun üzerine ezan okuması için Bilâl'a emretti. O da ezan okuyup ikamet getirince, Peygamber (a.s.) öğle namazını kıldı. Sonra ezan oku­ması için Bilâl'ıa emretti, o da ezan okuyup ikamet getirdi. Peygam­ber ikindi namazını kıldı. Sonra yine ezan okumasını emretti, O da ezan okuyup ikamet getirdi; Peygamber (a.s.) akşam namazını kıl­dı. Sonra ezan okuması için Bilâl'a emretti. O da ezan okuyup ika­met getirdi; Peygamberimiz (a.s.) yatsı namazını kıldı ve sonra da şöyle buyurdu: 

"Bugün yeryüzünde şu saatte sizden başka Allah'ı anıp ibadet eden başka bir kavim yoktur..."

Râvi Abdülkerim üzerinde durulmuş ve zayıf olduğuna dikkat çekilmiştir. Daha önce de bu zatla ilgili bazı görüşleri nakletmiştik. Zehebî ilim adamlarının sözlerini şöyle naklediyor: Ma'mer'in Eyyub'dan yaptığı rivayete göre, Abdülkerim'den herhangi bir hadîs alınıp başkasına nakledilmez, demiştir. Yahya onun bir şey olma­dığını, yani hadîs ilminde kayde değer bir yerinin bulunmadığını belirtmiştir. Ahmed b. Hanbel, onun hadîsinin metruke benzer bir öl­çüde olduğunu söylerken, Nesâi ile Darekutnî, onun doğrudan met­ruk olduğunu belirtmişlerdir.[210]

Bu konuda İbn Cevzi'nin el-İlel'de İbrahim el-Harebî'ye isnad ettiği şu mealdeki hadîs: "Üzerinde (kaza) namazı bulunan kimse­nin namazı (makbul) değildir", Ahmed b. Hanbel'den sorulduğun­da, "Ne böyle bir hadis biliyorum, ne de Peygamber'den (a.s.) böy­le bir hadîs mesmuumuz olmuştur" diye  cevap vermiştir.[211]

 

Çıkarılan hükümler:

 

1- Vaktinde kılınmayan namaz bir borç olarak kalır ve ha­tırlandığı ve vakit de müsait olduğu zaman kılınması vâcib olur. Terkinden dolayı kişi büyük günâh işlemiş sayılır.

2- Kazaya kalan namazlar, bir günün namazından fazla ise, Hanefîlere göre, artık tertip gerekli değildir, onları vaktin farzından önce kılabileceği gibi, sonra da kılabilir. Kazaya kalmış altı ve­ya daha fazla namaz arasında tertibe riâyet sünnettir.

3- Diğer iki mezhebe göre, az olsun, çok olsun kazaya kalmış namazlar arasında tertip nasıl vacibse, onlarla vaktin farzı arasında da tertip farzdır.

4- Kazaya kalan namazlar kılınırken ezan okuyup ikamet ge­tirmek sünnettir.

5- İmam Şafiî'ye göre, her iki durumda da tertip sünnettir.

6- Mâliki ve Hanbelî mezheplerine göre, vaktin farzını kılar­ken üzerindeki kaza namazını hatırlarsa, başladığı namazı tamam­ladıktan sonra onu kılar ve sonra da vaktin farzını iade eder.

 

EZAN

 

Ezan Ve İlgili Hükümler

 

Ezan; Hakk'ın sesi, Tevhidin ölçü ve anlamı, İslâm'ın şîârı ve Hakk'a davetin ezeli ve ebedî nağmesidir... Belli sözlerle namaz vak­tini duyurmaya şer'ân "ezan" denir. Taşıdığı birkaç cümle, ciltlerle akaid  mes'elesini  taşıyıp özetlemektedir.

Ezan'ın ne zaman meşru' kılındığı hakkında farklı görüş ve tes­pitler vardır.

a. Namaz farz kılındığı zaman ezan da meşru' kılınmıştır. Ni­tekim İbn Hibban buna delâlet eden bir rivayeti İbn Abbas (r.a.)'dan nakletmiştir. Ancak o rivayetin isnadında Abdülaziz b. İmrân bulunuyor ki, onun rivâyetiyle ihticac olunmaz. Nitekim Buhari, "Onun hadîsi yazılmaz" derken, Nesâî, "O metruktür" demiş, Yah­ya ise, "o sıka (güvenilir) değildir" diye kaydetmiştir.[212]

Bu mealde bir hadîsi Darekutni, Enes (r.a.)'den rivayet etmiş­se de, Hafız İbn Hacer onun da zayıf olduğunu tesbit etmiştir.

b. Taberâni'nin İbn Ömer (r.a.)'den yaptığı rivayete göre, ezan, İsra gecesi meşru'  kılınmıştır.

Yapılan araştırmalara göre, bu rivayetin isnadında "mutrukü’l-hadis" olan Talha b. Zeyd bulunuyor. Nitekim Buhari, "O münkerü'1-hadistir" derken, Nesâî, "O metruktür" demiştir, İbn Hibban ise, "O, cidden münkerü'l-hadîstir" diye belirtmiştir.[213]

c. Müslümanlar Medine'ye hicret ettikten hemen sonra meşru' kılınmıştır ki bu husus Buharî, Müslim ve Tirmizî'nin tesbitiyle sa­bit olmuştur. Ayrıca Tirmizî o rivayet için "hasen-sahîh" demiştir. Nesâi de aynı hususu Abdullah b. Ömer'in hadîsinden naklederek sıhhatına işarette bulunmuştur.

Abdullah b. Ömer  (r.a.)'den rivayet edilen hadîs şöyledir:

"Müslümanlar Medine'ye geldiklerinde, toplanıp namaz (vakti­ni) iştiyakla beklerlerdi. Hiç kimse namaz için çağırmazdı. Bir gün bu hususta konuştular. Bir kısmı, Nasarâ'nın çam gibi çan çalın­masını önerdi. Bir kısmı, Yahudilerinki gibi boynuz üflenmesini öner­di. Derken Ömer (r.a.), 'Namaz için seslenecek bir adam, göndermez misiniz?' dedi. Bunun üzerine Resûlüllah (a.s.) Efendimiz: 'Ya Bilâl! Kalk da namaza çağır' diye emretti."[214]

Şevkanî diyor ki:

"Ezan vaktinin başlangıcını belirleme hakkında varid olan rivayetlerin en sahihi budur."[215]

 

Ezanın Gereği Ve Fazileti

 

Ebu Derda (r a)'den yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimizden şöyle buyurduğunu işittiğini söylemiştir:

"Herhangi üç kişi (birarada olur da) ezan okumazlar ve içlerinde namaz kılınmazsa   mutlaka şeytan onlara üstün gelir."[216]

Mâlik b. Huvayris (r.a.)'den yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:

"Namaz hazır olun­ca (namaz vakti girince), sizden biriniz ezan okusun, en büyüğünüz de size imamlık etsin!"[217]

Muâviye (r.a.)'den yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) şöyle buyurmuştur:

"Şüphesiz ki, Kıyamet gününde müezzinler insanların en uzun boylusudurlar."[218]

Ebû Hüreyre (r.a.)'den yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğunu söylemiştir:

"İmam zâmîn (cema­atın namazını korumada) sorumlu ve kefildir; müezzin (namaz va­kitlerini koruyup gözetmede) güvenilirdir. Allah'ım! İmamları doğ­ruya eriştirip irşâd eyle, müezzinleri de mağfiretine mazhar kıl!"[219]

Ukbe b. Amir (r.a.)'dan yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu işittiğini söylemiştir:

"Aziz ve Celîl olan Rabbın, dağın bir kesiminde ezan okuyup namaz kılan da­var çobanının (hayret uyandıran bu halini pek) beğenir. Onun için Aziz ve Celil olan Allah der ki: Benim bu kuluma bakın, ezan oku­yor, namaz kılıyor ve benden korkuyor. Gerçekten ben kulumu ba­ğışladım ve onu Cennet'e yerleştirdim (yerleştireceğim)."[220]

Hadislerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır.

1- Vakit girince namaza davet için ezan okumak sünnettir.

2- Ezan şeytanların uzaklaşmasına, meleklerin yaklaşmasına sebep olur.

3- Birkaç kişi biraraya gelir de namaz vakti girmiş olursa, onlar ister bir evde, ister şehir içinde, ister şehir dışında olsunlar, yakınlarında okunan ve duyulan ezan yoksa, ezan okumaları ve cemaat olup namaz kılmaları sünnettir.

4- Yaş, ve bilgi itibariyle kim daha büyükse, o imam olur.

5- Sesi güzel olan da ezan okuyarak müezzinlik eder.

6- İmam, arkasındaki cemaatin namazını tastamam kıldır­makla sorumlu ve yükümlüdür. O bakımdan namazın bütün şart­larına, farz ve vaciblerine, sünnet ve adabına riâyet etmesi gerekir.

7- Müezzinin de vakitleri iyi belirlemesi ve bu hususta güve­nilir bir kimse olması gerekir.

8- Kimselerin  olmadığı tenhâ  yerlerde namaz vakti girince ezan okuyup namaz kılmak hem kulu bu borçtan kurtarır, hem de yaptığı bu amel Allah yanında en güzel şekilde değerlendirilip mükâfatlandırılır. Çünkü dağda, bayırda ezan okuyup namaz kılmak, ibâdet etmek, her türlü gösterişten uzak, her yönüyle ihlâsa yöne­lik bir anlam taşır.

Ezan ve ikametle ilgili müctehid imamların görüş, istidlal ve ihticacları:

a) Hanefilere göre:

Ezan ve ikamet, fakiyhlerin çoğuna göre, sünnettir. Ezanı kifayet üzere vacib sayanlar da olmuştur.  

Ezan, beş vakit namaz ve bir de cuma namazı için sünnettir, di­ğer namazlar için sünnet değildir. Çünkü bu hususta tevatür dere­cesinde rivayet ve nakiller vardır.[221]

b) Şâfiîlere göre:

Farz namazlar için ister eda, ister kaza olsun, ezan okumak, ika­met getirmek sünnet-i kifayedir, bir mahalle, köy ve beldede bir veya birkaç kişinin ezan okumasıyla diğerlerinin üzerinden o sün­net kalkmış olur. Nitekim önceki ilim adamlarıyla, sonrakiler bu sünnete devam etmişlerdir. Hem Buhari ve hem Müslim'de rivayet edilen, "Namaz hazır olduğu zaman, biriniz size ezan okusun!" mea­lindeki  hadîs açık delillerden biridir.[222]

c) Hanbelîlere göre:

Ezan, beş vakit namaz için müekked bir sünnettir; vâcib değil­dir. Bazısına göre, farz-ı kifâyelerden biridir, bir kısmının ezan oku­masıyla diğerlerinin üzerinden kalkar. Ezan ve ikametsiz namaz kı­lan kimsenin bir kavle göre, namazı sahihtir. Diğer bir görüşe göre, ezan vacibdir, ancak şehir ve kasaba halkına vacibdir, yolculara vâcib değildir. Şehir halkı işitebiliyorsa, bir tek ezan kâfi gelir. Evin­de namaz kılan kimse için de oturduğu beldede okunan ezan yeter.

Kaza namazı kılarken veya vakit dışında namaz kılınırken ezan aşikar okunmaz. Kaza namazını cemaat halinde kılanlara, ilk vak­tin kazası için bir ezan yeter, ondan sonra kaza edilen her namaz için ikamet getirirler.[223]

d) Mâlikîlere göre:

Ezan, halkın cemaat halinde namaz kıldığı mescid ve benzeri yerlerde, ihtiyarî vakitte farz-ı ayn olan namazlar için okumak ki­fayet üzere sünnettir. İsterse birkaç cami birbirine bitişik olsun, herbirinde ayrı ayrı ezan okunur. Nafile ve kazaya kalmış namazlar için ezan okunmaz. Onun gibi farz-ı kifâye olan cenaze namazı için de okunmaz. Aynı zamanda zaruri vakitte de ezan okunmaz. Bu saydıklarımız için ezan okumak mekruhtur. Çölde, bayırda yalnız başına, olup namaz kılan kimsenin ezan okuması ise, menduptur.[224]

Diğer rivayetler, tesbitler ve tahliller:

Zeylâî, ezanın sadece beş vakit namaz ve bir de cuma namazı için sünnet olduğunu, yukarıda konunun başında geçen hadîslerle istidlal ederek belirttikten sonra, iki bayram, güneş tutulma namaz­ları için sünnet olmadığına temasla diyor ki:

"Sahîh-i Müslim'de Cabir b. Semure'den yapılan rivayette, demiştir ki: Resûlüllah (a.s.) Efendimizle beraber birkaç defa bayram namazını ezansız ve ikametsiz kıldık.

Yine Sahîh-i Müslim'de Hz. Aişe'den yapılan rivayette demiştir ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz zamanında Güneş tutulma olayı meydana geldi. Bunun üzerine, O, bir çağırıcı göndererek es-Salâtu camia diye nida ettirdi..."

Bu sahih rivayetten de Güneş ve ona kıyasla Ay tutulma ola­yından dolayı kılınacak "husuf ve küsûf" namazları için ezan meşru kılınmamıştır.

Cuma namazına gelince, o hususta hem âyet, hem de Sâib b. Zeyd (r.a.) hadîsi vardır.

180 nolu Ebû Derdâ hadîsini İbn Hibban ve Hâkim de tahrîc et­mişlerdir. Hakim onun isnadının sahîh olduğunu belirtmiştir. Ebû Dâvud ise, aynı hadisi şu lâfızla rivayet etmiştir:

"Bir kasaba veya çölde üç kişi bulunur da içlerinde namaz kılınmazsa, mutlaka şey­tan onlara üstünlük sağlar. Sana gereken, cemaate gerekli olmandır, çünkü kurt ancak sürüsünden ayrılanı yer."[225]

Şevkanî, Ebû Derdâ hadîsini açıklarken İmam Mâlik ile İmam Ahmed b. Hanbel'in beş vakit namaz ve bir de cuma namazı için ezanın vâcib olduğunu söylemişse de, iki mezheple ilgili kaynak eserlerde Mâlikîlere göre, müekked sünnet, Hanbelîlere göre ise, bir görüşe göre vacib, bir görüşe göre müekked sünnet olarak tesbit edilmiş ve müekked sünnet diyenlerin görüş ve tesbiti ağırlık kazan­mıştır.[226]

Yine Şevkanî ve diğer bazı ilim adamları, ezan hakkında Şâfiîlerin üç ayrı görüşünden söz ederler: Bîr kısmına göre, farz-ı kifâyedir. Bir kısmına göre, sünnettir. Diğer bir kısmına göre, cumadan başka farzlar için sünnet, cuma için farz-ı kifayedir. İmam Şafiî ise el-Ümm adlı eserinde, Resûlüllah (a.s.)  Efendimiz'in farz namazlar için ezanı sünnet kıldığını, bunun dışındaki namazlar için ezan ile emrettiğini tesbit eden olmamıştır, diyerek her türlü farklı gö­rüşü bertaraf etmiştir.[227]

181 nolu Mâlik b. Huvayris hadîsi, müezzin için yaş ve üstün­lük aranmayacağına delâlet etmektedir. İmamette ise durum bu­nun aksinedir.

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- Beş vakit ve bir de cuma namazı için ezan okumak sün­nettir.

2- Ezanı vaktin evvelinde okumak sünnet veya müstehabdır.

3- Ezandan sonra ikamet getirmek de sözü edilen namazlar için sünnettir.

4- Ezan ve ikamet namaz dahil sünnetlerden değildir, namaz dışında fakat onunla ilgili bir sünnettir.

5- Müezzinin daha bilgili ve daha yaşlı olması söz konusu değildir. Vakitleri iyice bilip tayin etmesi ve sesinin müsait bulun­ması yeterlidir.

6- Mahalle camiinde veya mescidinde okunan ezan  evlerde duyuluyorsa o takdirde evinde namaz kılanların ezan okumasına gerek yoktur. Sadece ikametle yetinirler.

7- Çölde, dağda ve bayırda ezan sesi işitilmiyorsa, orada bu­lunan müslüman hem ezan okur, hem ikamet getirerek namazını kılar.

8- İmam güvenilir, bilgili, olgun ve salih amel sahibi olmalı­dır. Çünkü Peygamber (a.s.) Efendimiz'in makamını işgal etmek­tedir.

 

Ezanın Sıfat Ve Elfazı

 

İslâm, ibadeti âdetten ayırmıştır. Ezan, abdest, gusül dahil, bü­tün ibâdetler belli bir plân ve programa bağlanmıştır. Ezan ve ika­met de bizzat Resûlüllah (a.s.) Efendimiz tarafından, Melek Cibril'­in öğretisi doğrultusunda hem lâfızları, hem sıfatı belirlenmiştir. Artık onu ne değiştirmemiz, ne de ilâvede bulunmamız veya noksanlaştırmamız caiz değildir.

İlgili hadisler:

Muhammed b. İshak'dan, o da Zuhrf den, o da Saîd b. Müseyyeb'den, o da Abdullah b. Zeyd b. Abdirabbih'den rivayetle, Abdul­lah'ın şöyle dediğini haber vermiştir:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, Nasârâ'ya (hıristiyanlar) muvafakat arzettiği için hoşlanmadığı hal­de (namaza davet için) çan çalınması üzerinde toplanmışlardı. Gece­leyin uyuduğum sırada etrafımda bir kimsenin dolaştığını, üzerin­de yeşil iki elbise bulunan bir adamın elinde bir çan taşıdığını gördüm. Ona: 'Ey Allah'ın kulu! Çanı satar mısın?' diye sorduğumda, bana: 'Onu ne yapacaksın?' dedi. Ben de, 'onunla (müslümanları) namaza çağırırız' dedim. Bunun üzerine o bana şöyle dedi: 'Bundan daha ha­yırlı bir şeye irşad edip yol göstereyim mi?' diyerek öneride bulun­du. Ben de 'evet, göster' dedim. 'O halde şöyle (dâvette) bulunursun: Allahu Ekber, Allahu Ekber, Eşhedü Ella İlahe Îllallah Eşhedü Ella İlahe İllallah, Eşhedü Enne Muhammed'den Resulüllah, Eşhedü Enne Muhammed'den Resulüllah. Hayye Ala'ssala, Hayye Ala'ssala, Hayye Ala'l-Felâh, Hayye Ala'l-Felah. Allahu Ekber Allahu Ekber, La İla­he İllallah.

Sonra o adam biraz geriye çekilip pek uzaklaşmadan şöyle dedi: Namaz kılmaya kalktığında şöyle ikamet getir: Allahu Ekber Al­lahu Ekber, Eşhedü Ella İlahe İllallah, Eşhedü Enne Muhammed'den Resulüllah. Hayye Ala'ssalat, Hayye Ala'l-Felah; Kad Kametî's-Salatü Kad Kametî's-Salatü, Allahu Ekber, Allahu Ekber, La İlahe İllallah...

Abdullah b. Zeyd (r.a.) devamla diyor ki:

Sabah olunca Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'e geldim ve gördüğüm rüyayı kendisine haber verdim. Resûlüllah (a.s.): 'İnşâallah bu rüya hakktır' Sonra da ezan okunmasını emretti ki, Ebûbekir Sıddik'ın (r.a.) (azadlı) kölesi Bilâl bu (benim görüp naklettiğim) sözlerle ezan okudu. Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'i bununla namaza çağırıyordu. Nitekim bir defa sabahleyin fecir (namazı) için gelip Onu çağırdı. Biri ona: Peygamber (a.s.) Efendimiz uyuyor dedi. Bunun üzerine Bilâl sesinin bütün yüksekliğiyle "Es-Salatü Hayrün Mîne'n-Nevm" dedi."

Saîd b. Müseyyeb diyor ki:

"Böylece bu kelime sabah ezanına dahil edildi."[228]

Ahmed b. Hanbel ile Ebû Davud'un Muhammed b. İshak tari­kiyle Muhammed b. İbrahim et-Teymî'den, O da Muhammed b. Ab­dullah b. Zeyd'den, o da babasından rivayetle Zeyd'in (r.a.) şöyle dediğini söylemiştir: 

"Sabah olunca  Resûlüllah (a.s.) fendimiz'e gelip gördüğüm rüyayı haber verdim. Buyurdu ki. "Şüphesiz ki o hakk bir rüyadır, inşâalah. Kalk da gördüğünü Bilâl'a aktar. Çün­kü gerçekten o, senden daha yüksek (ve güzel) seslidir."

Bunun üze­rine kalkıp gördüğüm şeyi Bilâl'a naklettim ve o da onunla ezan oku­du. O sırada evinde oturan Hattab oğlu Ömer (r.a.) onun ezan se­sini işitince, üstlüğünü yerde sürüyerek dışarı çıktı ve şöyle diyordu; 'Seni hakk peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, Abdullah'ın gördüğünün aynını ben de (rüyamda) gördüm...' Bu­nun üzerine Resûlüllah (a.s.) Efendimiz şöyle dedi: "Hâmd Allah'a mahsustur.."[229]

Tirmizî bu hadîsin hasen ve sahih olduğunu belirtmiştir.

Enes (r.a.)'den yapılan rivayette demiştir ki:

"Bilâl'e, ezanı çift, ikameti tek söylemesi, ancak kad kameti's-sala sözünü çift söylemesi emredilmişti."[230]

İbn Ömer (r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Şüphesiz ki, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz zamanında ezanın (her cümlesi) ikişer ikişer (defa), ikamet ise, birer birer (defa) okunurdu. Ancak (mü­ezzin) ikamette iki defa kad Kameti's-salat, kad kameti's-salat derdi. Biz de ikameti işitince abdest alıp namaza (durmak üzere) çıkardık."[231]

Ebû Mahzure (r.a.)'den yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz ona ezanı şöyle öğretmiştir: Allahu Ekber Allahu Ekber, Eşhedü Ellâ İlahe İllallah, Eşhedü Ella İlahe İl­lallah, Eşhedü Enne Muhammed'en Resûlüllah, Eşhe­dü Enne Muhammed'en Resûlüllah.' Sonra dönüp iki defa Eşhedü Ella İlahe İllallah, iki defa Eşhedü Enne Muham-Med'den Resulüllah, iki defa Hayye Ala's-Sala, iki defa Hayye Ala'l-Felah ve sonra da Allahu Ekber, Allahu Ek­ber, La İlahe İllallah dedi.[232]

Böylece tekbiri başlangıçta dört defa söylemiştir.

Beşlerin Ebû Mahzure'den yaptığı rivayete göre, Peygamber (a.s.) ona ezanı 19 kelime, ikameti 17 kelime olarak öğretmiştir.

Ebû Mahzure (r.a.)'den yapılan rivayette, şöyle demiştir:

"Resûlülah (a.s.) Efendimiz'e, 'bana ezanın sünnetini öğret' dedim. Pey­gamber (a.s.) da ona ezanın sünnetini öğretti ve şöyle buyurdu:

"Sa­bah namazı olursa (onun ezanına şunu ilâve ederek) dersin ki: Es-Salatü Hayrün Mine'n-Nevm, Es-Salatü Hayrün Mıne'n-Nevm. Allahu Ekber, Allahu Ekber, La İlahe İllallah."[233]

Hadislerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Namaza davet hususunda, Abdullah b. Zeyd ile Hz. Ömer (r.a.)'in rüyası, Resûlüllah'a (a.s.) Melek Cebrail tarafından veri­len bilgiye uygun düşmüştür.

2- Ezan; Kitap, Sünnet ve İcma' ile sabit olmuştur. İnkârı küf­rü gerektirir.

3- İlk ezan okuyan Bilâl olmuştur. O bakımdan sesi müsait olup makam bilenlerin ezan okuması sünnet veya müstehabdır.

4- Ezan okurken sesi yükseltmek sünnettir.

5- Sabah ezanında "Es-Salatu Hayrün Mine'n-Nevm" cümlesini ilâve etmek, takriri sünnet ile sabit olmuştur.

6- Ezandaki cümleleri ikişer defa, ikametteki cümleleri birer defa  söylemek sünnettir. Ancak ikamette  "Kad Kameti's-Sala" cümlesi iki defa söylenir.

7- Ezanda Allahu Ekber'i dört defa söylemek sünnettir.

Hadislerin ışığında müctehid imamların görüş, tesbit, istidlal ve ihticacları:

a) Hanefîlere göre:

Hanefîler ezanın mâruf ve mütevatır olan elfaz ve elfazdaki tekrarla okunacağını söylerken, bu mes'elede Abdullah b. Zeyd (r.a.), Ebû Mahzure hadîsleriyle istidlal etmişlerdir. Şehadet kelime­sinde terci' olmadığına yani iki şehadeti önce kendisi duyacak kadar alçak sesle ikişer defa söyledikten sonra ikişer defa da sesini yükselterek söylemek, yoktur: Şâfiîye göre, terci' vardır. İmam Şafiî bu hususta 196 nolu Ebû Mahzure (r.a.) hadisiyle istidlal etmiştir. Yapılan rivayete göre, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, Ebû Mahzure'ye ezanı öğretirken, o, Allahu Ekber Allahu Ekber, Allahu Ekber, Allahu Ekber diye başlayıp dört defa söyledikten sonra her iki şehadeti söylerken sesini iyice alçaltmışti.

Hanefîler, bu hadîsi, yani Şâfiilerin delil gösterdikleri hadîsi şöyle yorumlamışlardır: Ebû Mahzure, ya kâfirlerden korktuğu için ve­fa sesi tok ve yüksek tona sahib bir kimse. Cahiliyye devrinde o gür sesiyle Peygamber (a.s.) Efendimiz'e dil uzatırdı. İslâm'a girip küf­rün kirlerinden arındıktan sonra ezan okumayı öğrenirken şehadeteyne gelince, o günleri hatırlayıp utanmış ve sesini elde olmayarak alçaltmıştır. Bunun üzerine Resûlüllah (a.s.) Efendimiz onu çağı­rıp kulağını bükmüş ve dön yeniden, sesini iki şehâdetle yükselt de kâfirleri iyice öfkelendir, buyurmuştur.[234]

İkamete gelince, o da çoğu ilim adamlarına göre, ezan gibi iki­şer ikişer söylenir. Şafiî ve Mâlik'e göre, birer defa söylenir. Ancak Kad Kameti's-Sala cümlesi iki defa söylenir. Şâfiîler bu mese­lede 194 nolu Enes hadîsiyle istidlal etmişlerdir. Hanefîler ise Ab­dullah b. Zeyd hadîsiyle istidlal edip ezanın 19, ikametin 17 kelime olduğu rivayetini hüccet kabul etmişlerdir.[235]

Tesvîb hususuna gelince, Hanefîlere göre, sadece sabah eza­nında Hayye Ala'l-Felah'dan sonra Es-Selatu Hayrün Mine'n-Nevm denilir ve bu da iki defa tekrarlanır. Bu cümleye tesvîb denilmesinin sebebi, Resûlüllah (a.s.), diğer bir rivayete göre, mü'minler bunu beğenip tasvib etmişlerdir. Çünkü mü'minlerin iyi ve uygun gördüğü şey, Allah yanında da iyi ve uygundur.[236]

Şâfiilerden bir kısmı, yatsı ezanında da tesvîb'in müstehab olduğunu söylemiştir.

b) Şâfiîlere göre:

Gerçi Hanefilerin görüşünü aksettirdiğimiz maddede Şâfiîlerin görüşüne kısmen yer vermiş idik, önemine binâen daha geniş bilgi vermemizde yarar görüyoruz:

Ezanda yer alan cümleler ikişer ikişer, ikâmette yer alan cümle­ler -kad kameti’s-sala cümlesi dışında- birer birer söylenir ve bu sünnettir. Ayrıca iki şahadette terci' yapılır, yani önce herbiri ikişer defa alçak sesle, sonra ikişer defa da yüksek sesle söyle­nir. Böyle yapmak da keza sünnettir. Sabah ezanında tesvîb'e yer vermek sünnettir.[237]

c) Hanbelîlere göre:

Ezan 15 kelimeden ibarettir ki, onu Bilâl okumuştur. Öyle ki, Bilâl (r.a.) aldığı talimat üzerine ezanı şu lâfızlarla okuyup bitir­miştir: Allahu Ekber, Allahu Ekber. Eşhedü Ella İlahe İllallah, Eşhedü Ella İlahe İllallah. Eşhedü Enne Muhammed'den Resulüllah, Eşhedü Enne Muhammed'den Resûlüllah. Hayye Ala's-Sala, Hayye Ala's-Sala. Hay­ye Ala'l-Felah, Hayye Ala'l-Felah. Allahu Ekber, Allahu Ekber, La İlahe İllallah.

İmam Ahmed b. Hanbel, Bilâl'ın bu şekilde ezan okuduğunu tesbitle istidlal etmiştir. Yine ona göre, ezanda tercî' yoktur. Nitekim Sevrî ile rey tarafdarlan ve İshak b. Rahuye de aynı görüştedirler.[238]

Sabah ezanında ise iki defa Es-Salatü Hayrün Mine'n-Nevm demek de sünnettir ki, buna tesvib denir. Başka ezanlar­da bu cümleyi söylemek mekruhtur.[239]

İkamet ise, Hanbelîlere göre, birer defa söylenerek yerine ge­tirilir. Allahu Ekber. Allahu Ekber Eşhedü Ella İlahe İl­lallah, Eşhedü Enne Muhammed'en Resulüllah. Hayye Ala's-Sala, Hayye Ala'l-Felah. Kad Kameti's-Sala. Allahu Ekber. La İlahe İllallah... şeklinde okumak sünnet­tir. Şafiî de aynı görüştedir.[240]

d) Mâlikîlere göre:

Ezan konusunda Mâlikîler ile Şâfiîler aynı görüştedirler. İmam Mâlik de tercî'in sünnet olduğunu söylemiştir. Sabah namazında ise, diğer mezheplerde olduğu gibi tesvîb yapmak, yani Es-Salatu Hayrün Mine'n-Nevm demek de ona göre sünnettir, bu, hem eyleşik, hem yolculuk halinde ezan okununca söylenir. İmam Mâlik bu konuda İbn Mahzure (r.a.) hadîsiyle istidlal etmiştir.

İkamet ise de bu mezhebe göre de şöyle söylenir: Allahu Ekber, Allahu Ekber. Eşhedü Ella İlahe İllallah, Eşhedü Enne Muhammed'den Resulüllah. Hayye Ala's-Sala, Hayye Ala'l-Felah. Kad Kametî's-Sala. Allahu Ekber Allahu Ekber, La İlahe İllallah...

İmam Mâlik ikamet meselesinde ise 194 nolu Bilâl hadîsiyle istidlâl etmiştir.[241]

Diğer rivayetler, yorumlar ve tahliller:

192 nolu Muhammed b. İshak'ın Zührî'den rivayet ettiği hadîsi aynı zamanda Hâkim de birinci tarikten rivayet ve tahrîc etmiş ve "Abdullah b. Zeyd kıssasında bu rivayetlerin en üstünü ve en seç­kinidir" demiştir. Çünkü Tabiîn'den Saîd b. Müseyyeb de aynı hadî­si Abdullah b. Zeyd'den işitmiştir. Yunus, Ma'mer, Şayb ve İbn İshak ise Zühri'den rivayet etmişlerdir. Bu zatların sözü edilen hadîsin rivayetinde İbn İshak'a tabi’ olmaları, tedlîs ihtimalini kaldırmak­tadır. Çünkü Muhammed b. İshak'ın bazı hadisleri rivayet ederken tadlîs yaptığı, yani muasırı olup görüştüğü halde bizzat kendisinden işitmediği halde işittim, demesi veya musasırı olduğu halde kendi­siyle görüşmediği zattan hadis işittim diye rivayette bulunması söz konusudur.

İkinci bir tarîkla hadîsi İbn Huzeyme ve İbn Hibban kendi sa­hihlerinde, Beyhâkî ile İbn Mace kendi sünenlerinde tahrîc etmişler­dir.[242]

Muhammed b. Yahya ez-Zühelî diyor ki:

"Abdullah b. Zeyd'in verdiği haberlerde, Muhammed b. İbrahim et-Teymî'den naklen ri­vayet ettiği hadîsten daha sahihi yoktur."

İbn Huzayme kendi Sahîh'inde ise şöyle demiştir:

"Bu, nakil cihetiyle sahih bir hadîstir. Çünkü Muhammed, kendi babasından işit­miştir. İbn İshak ise et-Teymî'den işitmiştir. Artık bunda tedlîsi ge­rektiren bir şey söz konusu değildir.

Bu anlamda bir hadîsi Ahmed b. Hanbel ve Ebu Dâvud, Muham­med b. Amir el-Vakıfî tarikiyle Muhammed b. Abdullah'tan, o da amcası Abdullah b. Zeyd'den rivayet  etmiştir. Ancak Muhammed b. Amir zayıftır. Nitekim İbn Sirîn ve İbn Maîn onun zayıf olduğunu belirtmişlerdir. Bununla beraber İbn Hibban gibi bir hadîs hafızı, onu sıkat (güvenilirler) arasında zikretmiştir. İbn Adiy de onun za­yıf olduğunu söylemiştir.[243]

Hâkim diyor ki: Küfe âlimlerinin, ezandaki cümlelerin ikişer, ikametteki cümlelerin de ikişer defa tekrar edilerek okunmasıyle il­gili delilleri, Abdurrahman b. Ebî Leylâ hadîsidir. Ancak Abdurrahman'ıri kimine göre, Muaz b. Cebel'den, kimine göre, Abdullah b. Zeyd'den rivayet ettiği söylenir. Hadîste, Allahu Ekber cümle­sinin dört defa söylendiği yer almaktadır ki İmam Şafii, İmam Ebû Hanîfe, İmam Ahmed ve Cumhur bununla istidlal etmişlerdir. Ay­rıca Ebû Mahzûre'nin hadîsi de onların istidlal ettiği rivayetlerden biridir. Nitekim Mekke halkının da ezanda Tekbiri dört defa söyledikleri tesbit edilmiştir ki, o devirde yaşayan Ashabdan hiçbiri bu­nu red ve inkâr etmemiştir. İmam Mâlik ile İmam Ebû Yusuf, tek­birin de ikişer defa getirilmesine kaildirler. Onlar da Müslim'in ri­vayet ettiği Ebû Mahzure hadisi ile ilgili diğer hadisleri hüccet ola­rak almışlardır. Nitekim Medine halkının ameli de bu doğrultu­da cereyan etmiştir ki, sünnetleri en iyi bilenler de onlardır.[244]

Ayrıca İmam Mâlik ve onun görüşünde olanlar; yine Müslim'in yaptığı rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in Bilâl'a, ezanı iki­şer ikişer okumasını emrettiğiyle istidlal etmişlerdir. Aynı rivayet­te ikameti birer defa okuması yer almaktadır. Ancak müctehidlerin çoğu, Tekbir'in dört defa tekrarlanma hakkındaki rivayeti tercih etmişlerdir.

Terci' hususuna gelince, İmam Ebû Hanîfe ile rey terafdarları, ezanda yer alan iki şehadetin, ikişer defa alçak sesle, ikişer defa da yüksek sesle okunmasıyla ilgili rivayetlere istidlal etmemiş ve o bakımdan böyle yapmanın müstehab olmadığını söylemişlerdir. İmam Şafiî, İmam Ahmed b. Hanbel ve İmam Mâlik'in bu hususta Ebu Mahzure hadîsiyle istidlal ettikleri bilinmektedir. Nitekim İmam Nevevî Müslim şehrinde bu konuya temas ederek diyor ki:

"Ezanda tercî, Ebû Mahzure hadisiyle sabit olmuştur ki, o sahih bir hadîstir, ve ayrılık arzetmeyen bir fazlalığı da içine almaktadır; o bakımdan kabul edilmesi vâcibdir."[245]

Sabah ezanında tesvîb mes'elesine gelince: İbn Mâce, Bilâl'in bunu söylediğini, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in de takrir ettiğini nakletmiştir. Ancak bu hadîsin isnadında bir zaaf olduğu görülmüş­tür. Ayrıca İbni Mâce, Ahmed b. Hanbel ve Tirmizî'nin rivayet ettik­leri Bilâl hadîsinde şu lâfızlar yer almaktadır:

"Sabah namaza.dışın­da hiçbir namazda tesvîb yoktur."

Bunun isnadında İsmâil el-Melâî bulunuyor ki, bu zat genellikle zayıf kabul edilmiştir. Zehebî onun, zayıflardan biri olduğuna dik­katleri çekmiştir.[246] Ayrıca İbn Ebî Leylâ'nın Bilâl'den işitmesi mümkün değildir. Çünkü İbn Ebi Leylâ, hicretin 17. yılında doğmuş­tur. Bilâl (r.a.) ise, hicretin 20 veya 21. yılında Şam'da vefat etmiş­tir. Kaldı ki, İbn Ebî Leyla Şam'lı değil, Kûfe'lidir.

Tesvib ile ilgili rivayetlerden birini Ebû Davud ve İbn Hibban Ebu Mahzure'den rivayetle tahrîc etmişlerdir ki, o rivayette şu faz­lalık bulunuyor:

"Sabah ezanında bulunduğun zaman, hayye alâ'l-felâh dedikten sonra, es-salâtü hayrün mine'n-nevm, söyle..."

An­cak bu hadîsin isnadında Muhammed b. Abdülmelik b. Ebî Mahzure bulunuyor ki, bu zatın durumu pek mâruf değildir ve Hars b. Ubeyd bulunuyor ki, onun hakkında da bazı şeyler söylenmiştir.[247]

İbn Huzeyme ise aynı rivayeti İbn Cüreyc tarikiyle yapmış, İbn Mâce de başka bir tarikle tahrîc etmiştir. İbn Huzeyme bunun sa­hih olduğunu söylemiştir.

Tesvîb ile ilgili rivayeti ayrıca Taberanî ve Beyhakî, isnad-i hasen ile İbn Ömer (r.a.)'den şu lâfızla yapmışlardır:

"Ezan, hay­ye alâ'l-felâh'dan sonra iki defa es-salâtu hayrün mine'n-nevm ile okunurdu."

Yapılan tesbitlere göre bu isnad sahihtir. Diğer yandan İbn Hu­zeyme, Darekutnî ve Beyhâkî, Hz. Enes (r.a.)'den şöyle dediğini ri­vayet etmişlerdir:

"Müezzinin sabah ezanında Hayye Ala'l-Fe­lah dedikten sonra Es-Salatü Hayrün Mine'n-Nevm demesi sünnettir."

İbn Seyyidinnas, bu isnadın sahih olduğunu söylemiştir. Böylece sabah ezanında Es-Salatü Hayrün Mine'n-Nevm demenin Hz. Ömer b. Hattab ve oğlu Abdullah; Enes, Hasan el-Basrî, İbn Şirin, Zührî, Mâlik, Sevrî, Ahmed b. Hanbel, İshak b. Rahuye, Ebû Sevr, Dâvud ve Şafiî'nin arkadaşları meşru' olduğunu, yani sünne­te dayandığını söylemişlerdir. İmam Şafiî'nin Kavl-i Kadîm'indeki ictihadı ve istidlali da bu anlamdadır. İmam Ebû Hanîfe de aynı gö­rüştedir.

Ancak bu cümlenin hangi vaktin ezanının neresinde yer alması gerektiği üzerinde farklı görüş ortaya koyanlar olmuştur. Ama meş­hur olan tesbit ve görüş, sabah ezanında ve yukarıda geçen hadîs­lerde belirtilen yerde olmasıdır. İmam Nahaî ile İmam Ebû Yusuf'a göre, bütün namazlarda okunan ezanda yer alması sünnettir. [248]

eş-Şa'bî ve arkadaşları, tesvîb'in yatsı ve sabah ezanların­da müstehab olduğuna kaildirler. Hadîslerin açık delâleti ise, sade­ce sabah ezanında meşru olduğunu gösteriyor. Hz. Ali (r.a.)'den ya­pılan bir rivayete göre, ezanlarda  tesvîb'in meşru olmadığını söylemişse de sahîh rivayetle amel edilmiyecek bir açıklık ve kuv­vette değildir.

194 nolu Enes hadîsini rivâyefeden Nesâî ve İbn Mâce sadece ika­meti iytar yapması, yani yer alan cümleleri birer defa okumasını be­lirtmişler, ezanın çift çift okunması hakkındaki cümleye yer vermemişlerdir. Tirmizî de aynı rivayeti nakletmiştir.

Bilâl'a emreden zattan söz edilmemiştir. Ancak şer'i hükümleri o dönemde ancak Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in emredeceğini dü­şünürsek, kimin emrettiği rahatlıkta anlaşılır. Nitekim Revh'in Atâ'dan yaptığı rivayette, Bilâl'a ezan ve ikamet hakkında emredenin Peygamber (a.s.) Efendimiz olduğu açıklanmıştır. Bundan daha açık olan rivayeti ise, Nesâî'nin Kuteybe b. Abdülvehhab'dan yap­tığı rivayettir ki, orada "Peygamber (a.s.); Bilâl'a emretti..." de­nilmektedir.

Beyhakî ise, isnad-ı sahihle Enes (r.a.)'den şu rivayeti yapmış­tır: "Şüphesiz ki, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, Bilâl'e ezanı çift çift ikameti tek tek okumasını emretti...

Ancak ikamette bütün cümleler tek söylenmez, Tekbîr iki defa söylenir. Nitekim konunun başında naklettiğimiz Abdullah b. Zeyd hadîsinde bu husus açıklanmıştır. Bazıları, ezanda tekbîrin dört de­fa tekrarlanması dikkate alınınca, ona çift denildiğine göre, iki defa tekrarlanan Tekbir için tek denilebilir.

Sonuç olarak ilim adamlarının cumhuruna göre ve Mekke, Me­dine, Hicaz, Şam, Yemen, Mısır, Mağrıb ve diğer İslâm ülkelerinde ikametteki sözler birer defa söylenir. İmam Mâlik dışında diğer âlim­lere göre, Kad Kameti's Sala tekrarlanır. Böylece Ömer b. Hattab, İbn Ömer, Enes, Hasan el-Basrî Zührî, Evzâî, Ahmed, İshak, Ebû Sevr, Yahya b. Yahya, Davud ve İbn Münzir'e ikamet on bir kelimedir. Onlara göre, tekbirler ve bir de Kad Kametî's-Sala sözleri tekrarlanır, ikişer defa söylenir, diğer kelimeler birer defa söylenir. Kad Kametî's-Sala kelimesinin de bir defa söyleneceğini belir­tenler arasında Said b. Müseyyeb, Urve b. Zübeyir, İbn Sirîn ve Ömer b. Abdülaziz bulunmaktadır. İmam Bağavî, bunun daha yaygın ol­duğunu, çoğu ilim adamlarınca tasvîb edildiğini söylemiştir.

Onlara karşılık, Kad Kametî's-Sala fazlalığı dışında ikame­tin de ezan gibi, aynı cümle ve kelimeleri taşıdığını söyleyenlerin ba­şında İmam Ebû Hanîfe, İmam Sevrî, İbn Mübarek ve Küfe âlimleri gelmektedir.

Bunlar, sözünü ettiğimiz görüş ve tesbitlerine dayanak olarak Tirmizî ile Ebû Davud'un rivayet ettiği Abdullah b. Zeyd hadîsini seç­mişlerdir. Abdullah b. Zeyd'den bu konuda yapılan rivayet­ler munkati' olmakla beraber, istidlale uygun görülmüştür. Nitekim Tirmizî, Abdullah'dan nakledilen rivayeti sahihleyerek şüpheleri gidermiştir. Öyleki, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz Ebû Mahzure'ye de ezan ve ikameti ikişer ikişer öğretmiştir, yani her cümleyi ikişer defa okumasını talim etmiştir. Ebû Davud, Tirmizî ve Nesâî'nin şart ve ölçülerine göre, Ebû Mahzure'nin hadîsi sahihtir. Beşlerin yaptığı ri­vayette ise, Resûlüllah (a.s.) Efendimizin Ebû Mahzure'ye ezanı 19 kelime, ikameti 17 kelime olarak öğrettiği anlaşılıyor. Bu da her ikisinde de cümlelerin ikişer defa tekrarlanmasını gösterir. Aynı za­manda, ikametin birer defa yapılmasını Bilâl'e emretmekle ilgili ha­dîsten sonra söylendiği, çünkü Ebu Mahzure Fetih'ten sonra Müslü­man olmuştur. Bilâl'e verilen emir ise, hicretin ilk yıllarında olduğu kesindir. O halde Ebu Mahzure hadîsiyle onun hükmünün kaldırıl­dığı anlaşılıyor.

Bu konuda ünlü hadîs âlimi Ebû Şeyh diyor ki:

"Bilâl, Mina'da ezan okurken Resûlüllah (a.s.) Efendimiz de orada bulunuyordu. Bilâl hem ezanı, hem ikameti ikişer defa, yani her cümlesini ikişer defa tekrarlayarak okudu."[249]

195 nolu İbn Ömer (r.a.) hadîsine gelince: Onu aynı zamanda İmam Şafiî, Ebû Âvâne, Darekutnî, İbn Huzeyme, İbn Hibban ve Hâ­kim tahrîc etmişlerdir. Ancak isnadında Ebu Cafer el-Müezzin bu­lunuyor ki, bu hadîsten başka kendisinden bir rivayet yapılmamış­tır. Zehebî bu zat hakkında herhangi bir tesbitte bulunmamıştır. İbn Hibbân, onun asıl adının Muhammed b. Müslim b. Mehren olduğu­nu, el-Hâkim ise, Umeyr b. Yezîd b. Habîb olduğunu söylemiştir. Ha­fız İbn Hacer, el-Hâkim'in bu hususta vehimde bulunduğunu belir­tir.

İbn Mace'nin bu konuda Sa'd el-Kurez'den merfûân ve Ebû Râfi'den bir benzerini rivayet ettiği görülmektedir ki, her iki rivayet­te zayıftır.

Buna rağmen, müctehid imamlardan bir kısmı bu hadisi de de­lil kabul ederek istidlalde bulunmuşlardır.

196 nolu Ebu Mahzure hadisi, İmam Şafiî, Ebû Dâvud ve İbn Hib­ban da tahrîc etmişlerdir. İbn Kattan bu rivayeti dikkate alarak eza­nın 19 kelime olduğunu belirtmiştir. Ebû Nuaym el-Mustahrec'de ve ayrıca Beyhâkî ezanda tekbirin dört defa söyleneceğini tesbit etmiş­ler ve Müslim'in de İshak'tan bu anlamda tahrîc yaptığını söylemiş­lerdir. Nitekim Ebû Âvâne de kendi Müstahrec'inde İbn el-Medenî tarikiyle Muâz  (r.a.)'den bu anlamda bir rivayet yapmıştır.

Böylece tekbîrin dört defa tekrarlanması ve şahadeteynde tercî' yapılmasıyla ezanın kelimeleri 19'u bulmaktadır. İkamet'te ise, baş­langıçta tekbirin dört defa tekrarlanması, şehadeteynde terci'in terkedilmesi ve iki defa Kad Kameti's-Sala denilmesiyle kelimeler 17'ye ulaşmakdadır.

197 nolu Ebû Mahzure hadîsiyle ilgili açıklamaları, Abdullah b. Zeyd hadîsiyle ilgili tahlillerde yapmıştık. İbn Hibban ve Nesâi de bunu rivayet etmiş, İbn Huzeyme sahihlemiştir. Ancak isnadında Muhammed b. Abdülmelîk b. Ebî Mahzure ve Haris b. Ubeyd bulu­nuyor ki, bu iki zat hakkında Zehebî'nin tesbitiyle ilgili dipnotu nak­letmiş bulunuyoruz.

Ebû Cafer et-Tahavî de bu konuda Ebû Mahzure hadisini bölümün baş kısmına alarak naklettikten sonra Ebû Mahzure'nin oğlu Abdülmelik'in anasının şöyle dediğini ilâve etmiştir: "Ben bunu Ebû Mahzure'den işittim." Ayrıca Ebû Âsım'ın da Abdülmelik'in anasının bu sözünü naklederek rivayete kuvvet kazandırıyor. Sonra Ali b. Şeybe'den yapılan rivayeti nakledip Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in Ebu Mahzure'ye: "Kalk, namaz için ezan oku!" buyurarak, yukarıda açık­landığı üzere ezanı ona öğrettiğine yer verdikten sonra bir cemaatin buna muhalefet ettiğini ve iki yerde bu muhalefetlerini ortaya koy­duklarını belirtiyor. Birincisi, ezanın evvelinde dört defa Allahu Ekber denilmesi gerekir, demişler ve Abdullah b. Muhâyrız'ın Pey­gamber Efendimiz'in kendisine ezam 19 kelime olarak öğrettiği rivâyetiyle ihticâc etmişlerdir.

Bu rivayet ve görüş Hanefîlerce daha sahih kabul edilmiştir. İkincisi, terci hususunda muhalefet etmişlerdir. Çünkü bir kıs­mına göre bu da sünnettir, bir kısmına göre, değildir. Sünnet olma­dığını söyleyenler bu hususta İbn Merzuk'un, Abdullah b. Zeyd'den senedini de zikrederek naklettiği şu rivayete dayanmaktadırlar:

"Gökten, üzerinde yeşil iki elbise veya yeşil iki üstlük bulunan bir adam indi ve yüksekçe bir duvar kalıntısı üzerinde ayakta durarak: Allahu Ekber, Allahu Ekber, Allahu Ekber Allahu Ek­ber diyerek, (Ebu Mahzure hadîsinde geçen ezana uygun) bir ezan okudu, ancak terci'i zikretmedi." Abdullah (r.a.) kalkıp Pey­gamber (a.s.) Efendimiz'e gelerek gördüğü rüyayı haber verdi. Pey­gamber (a.s.) ona: "Evet gördüğün (doğrudur ve hakktır). Sen onu Bilâl'a öğret..." buyurdu.[250]

Ebu Cafer, ikamet konusuyla ilgili rivayetleri de toplayıp nakletmiştir. İkamet sözlerinin birer defa okunmasıyla ilgili rivayetleri öne alarak Ebu Kılâbe'nin Enes b. Mâlik (r.a.)'den şu hadisi riva­yet ettiğini naklediyor: "Bilâl'e, ezanı çift, ikameti tek okuması em­redildi."[251]

Müellif bunu kuvvetlendirir mahiyette beş ayrı tarikden aynı rivayeti yapmıştır. Bu rivayetlere dayanıp ikametin her kelimesinin birer defa söyleneceğine muhalefet edenler ise, Kad Kametî's-Sa­la sözünün tekrarlanmasının gereği üzerinde durmuş ve İbn Ebî Davud'un, Simak b. Atiyye tarikiyle Ebû Kılâbe'den, onun da Enes (r.a.)'den yaptığı şu rivayetle ihticac etmişlerdir: "Bilâl'e, ezanı çift, ikameti tek okuması, ancak Kad Kameti's-Sala'yı tekrarlaması emredildi."

Ebû Cafer bu görüş ve tesbite ağırlık kazandıran altı, yedi ka­dar rivayeti naklettikten sonra ikametin de ezan gibi ikişer ikişer okunup tekrarlanmalıyla ilgili rivayetlere geçiyor; önce İbrahim b. Mer­zuk'un, Abdurrahman b. Ebî Leylâ'dan yaptığı rivayeti, onun da Ab­dullah b. Zeyd'den (r.a.) duyduğu hadîsi delil olarak gösteriyor ki, sözü edilen hadîsi 224 no ile az yukarıda meâlen yazmış bulunuyo­ruz.

Aynı hadîsi Ali b. Şeybe'nin Yahya b. Yahya tarikiyle yine Ab­durrahman b. Ebî Leylâ'dan onun da ashab-ı kiram'dan bazı zevat­tan rivayetle naklederek birinci rivayeti kuvvetlendiriyor ve sonra da Abdullah b. Zeyd'in şöyle dediğini rivayet ediyor:

"Kendimi töhmet altında tutmam endişesi olmasaydı, o yeşil elbiseli adamı uykuda değil, uyanık bir halde gördüğümü zannediyorum, derdim." O'nun bu sözlerim duyan Hz. Ömer (r.a.) şöyle demiştir: "Vallahi Abdullah'ı tavaf eden, yani onu ziyaret eden (adam şeklindeki melek) be­ni de ziyaret etti. Ancak Abdullah'ın benden önce anlattığını görün­ce susmayı tercih ettim."

Bu rivayetlerden, ezan ve ikametin Abdullah b. Zeyd tarafından Bilâl'e öğretildiği ve Bilâl'ın de kalkıp hem ezanda, hem ikâmette cümleleri ikişer defa tekrarlayarak okuduğu ve bundan önceki ri­vayete muhalif bir anlam ve hüküm taşıdığı anlaşılıyor. Sonra da Bilâl'den yapılan rivayette, kendisinin Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'den sonra da ezan ve ikameti ikişer ikişer, yani her cüümlesini iki­şer defa tekrarlayarak okuduğunu söylemiştir. [252]

Ayrıca Ahmed b. Davud'un, Yakub b. Humeyd, Abdurrezzak, Ma'mer, Hammad, İbrahim ve Esved'den, onun da Bilâl'dan yaptığı rivayete, Bilâl'ın (r.a.) Ezan ve ikameti ikişer ikişer okuduğu belir­tilmiştir.[253]

Diğer yandan yukarıdaki rivayetleri te'yîd eder mahiyette Ebûbekre'nin Âsim tarikiyle Ümmü Abdilmelik b. Ebî Mahzure'den yap­tığı rivayette, hem Abdülmelik, hem anası, Ebû Mahzure'nin şöyle dediğini işitmişlerdir:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, bana ikameti iki­şer ikişer defa her cümlesini tekrarlayarak okumamı öğretti, Al­lahu Ekber Allahu Ekber. Eşhedü Ella İlahe İllallah, Eşhedü Ella İlahe İllallah. Eşhedü Enne Muhammed'den Resûlüllah, Eşhedü Enne Muhammed'en Resûlül­lah Hayye Ala's-Sala, Hayye Ala's-Sala, Hayye Ala'l-Felah, Hayye Ala'l-Felah; Kad Kameti's-Salatü Kad Kameti's-Sala, Allahu Ekber Allahu Ekber La İla­he İllallah..."[254]

Anlaşıldığı gibi, ikamette geçen cümlelerin ikişer ikişer okunma­sıyla, Kad Kameti's-Sala dışındaki cümlelerin birer defa okun­ması hakkında hayli rivayet vardır. Müctehid imamlar da o yüzden farklı görüş izhar edip farklı delillerle istidlal etmişlerdir.

Bir yanda Ebû Mahzure hadîsi vardır ki, hem ezanın, hem ika­metin ikişer defa tekrarlanarak okunduğu belirtiliyor; diğer yanda İbn Ömer hadîsi yer alıyor ki, ona göre, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz zamanında ezandaki cümleler ikişer defa tekrarlanarak; ikamet ise Kad Kametî's-Sala dışında kalanlar birer defa söylenerek yeri­ne getirildi. İmam Mâlik de bu rivayetle istidlal etmiştir.

Allahu Ekber'in dört defa tekrarlanmasına gelince, bunu Ebû Davud tahric etmiştir. Şeyh ise el-İmam adlı eserinde diyor ki: "Ebu Âvâne kendi Müsned'inde Ali b. el-Medenî'den, onun da Muâz b. Hişam'dan, onun da babasından, onun da Amir'den yaptığı riva­yette, Tekbîr'in dört defa tekrarlanacağı yer almıştır."[255] Böylece ezanın 19 kelime olduğu sıhhat kazanıyor. Abdullah b. Zeyd'in rüyası da aynı hususu belirtir mahiyettedir. Nitekim Ebû Hanîfe, İmam Şafiî ve İmam Ahmed b. Hanbel bu rivayetlerle istidlal etmiş­lerdir.

Ancak Ebû Davud'un, Tekbîr'in dört defa tekrarlanmasıyla ilgi­li rivayet zincirinde Muhammed b. Abdülmelik b. Ebî Mahzure bu­lunuyor ki, İbn Kattan onun durumu pek belli olmadığından bahisle rivayetinin muallel olduğunu, yani sıhhatini zedeliyen bazı kusur­ların söz konusu olduğunu belirtmiştir. Ayrıca râvîlerden Haris b. Ubeyd'in de zayıf olduğunu söylemiştir. İbn Main de aynı görüşte­dir. Daha önce Zehebî'nin bu iki zat hakkındaki tesbitlerini de nak­letmiştik. Ancak Ebû Hatim, "onun hadîsi yazılır, fakat ihticâc edil­mez" demiştir.

Aynı zamanda Ebû Mahzûre'den yapılan rivayetler arasında da açık bir farklılık vardır; bir rivayette dört defa tekrarlandığından, bir başka rivayette iki defa tekrarlandığından bahsedilmiştir. Ne var ki, Tekbîr dört defa tekrarlanır rivayetini sikat (güvenilir) kabul edilen hafızlar yapmışlardır ki, ilim adamlarının çoğu onların rivayetini mesned seçmişlerdir.[256]

Sabah ezanında tesvib konusuna gelince, az yukarıda bu husustaki rivayetleri kısmen nakletmiş idik. Burada, konunun öne­mine binâen et-Tahâvi'nin tesbitlerini de nakletmek suretiyle ona açıklık getirmek istiyoruz:

Bir grup sabah ezanında tesvib'i mekruh saymıştır. Onlar bu hükümlerinde Abdullah b. Zeyd hadîsıyle ihticac etmişlerdir. Di­ğer bir grup onlara muhalefet ederek, bunun sabah ezanında müstehab olduğunu söylemişlerdir. İkincilerin delili ise, her ne kadar Ab­dullah b. Zeyd'in rüyasında ve Bilâl'a öğretmesinde bu cümleye yer verilmemişse de bilâhare Resûlüllah (a.s.) Efendimiz Ebu Mahzure'ye Es-Salatu Hayrün Mîne'n-Nevm cümlesini ezana dahil et­mesini emretmiştir.[257] Nitekim Ali b. Ma'bed'in Hevh b, Ubade' den, onun da İbn Cüreyc'den, onun da Osman b. Sâib'den, onun da Ümmu Abdümelik'ten, onun da babası Ebu Mahzûre'den yaptığı ri­vayette deniliyor ki:

"Şüphesiz ki Peygamber (a.s.) Efendimiz saba­hın ilk ezanında Ebu Mahzure'ye Es-Salatü Hayrün Mîne'n Nevm' Es-Salatü Hayrün Mine'n-Nevm demesini öğretti."[258]

Ali'nin Heysem b. Hâlid b. Yezîd'den yaptığı rivayette, Abdülaziz b. Refî'in Mahzure'nin şöyle dediğini işittiği belirtilmiştir:

"Ben he­nüz çocuk denecek yaşta idim ki, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz bana şöyle buyurdu:

"Es-Salatü Hayrünmine'n-Nevm, Es-Sa­latü Hayrün Mine'n-Nevm" söyle."

Et-Tahavî diyor ki: Resûlüllah (a.s.) Efendimiz bu cümleyi Ebu Mahzure'ye öğretince, haliyle Abdullah b. Zeyd'in Bilâl'e öğret­tiği üzerine bir fazlalık olmuştur.[259]

İbn Ömer (r.a.)dan yapılan rivayette ise, adı geçen şöyle de­miştir:

"İlk ezanda Hayye Ala'l-Felah'tan sonra Es-Salatü Hayrün Mine'n-Nevm, Es-Salatü Hayrün Mine'n-Nevm cümlesi yer alırdı."

Hz. Enes'ten de bu mealde bir rivayeti İbn Ebî Davud, Amir b. Avn'dan o da Muhammed b. Sirîn'den yapmıştır.

Böylece güvenilir iki büyük sahabi tesvibin meşruiyetini ifade ediyorlar. O bakımdan İmam Ebû Hanîfe ile iki arkadaşı bu rivayetlerle istidlal ederek sabah ezanında Hayye Ala'l-Felah, tan sonra iki dafa Es-Saatü Hayrün Mîne'n-Nevm demenin sünnet olduğuna kail olmuşlardır.[260]

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- Ezanda başlangıçtaki tekbîr dört defa tekrarlanır.

2- İki şehadetin terci' suretiyle tekrarlanması hakkında ictihad ve istidlaller farklıdır: İmam Şafiî ve İmam Mâlik'e göre sünnettir. Diğer iki mezhebe göre, terci' yapılmaz.

3- Sabah ezanında tesvîb yani Hayye Ala'l-Felah'tan sonra iki dafa Es-Salatü Hayrün Mine'n-Nevm demek, dört mezhebe göre de sünnettir.

4- İkameti, müctehidlerden bir kısmı tek tek, yani ikamette yer alan Kad Kameti's-Sala dışındaki cümleleri birer defa söy­lemek, diğer bazısına göre ikişer defa söylemek sünnettir. İmam Şa­fiî ile İmam Mâlik birer defa; İmam Ebû Hanîfe ise ikişer defa tekrar­lanarak okunur, İmam Ahmed de birer defa okunmasının müstehab olduğunu söylemiştir.

5- Aklı erip iyiyi kötüden ayırd edecek yaşa gelen çocuğun ezan okuması caizdir.

 

Ezanda Sesi Yükseltmek

 

Ezan, Allah'ın varlığını ve birliğini; Hz. Muhammed'in (a.s.) Allah'ın kulu ve peygamberi olduğunu ilân edip imân edenleri na­maza ve kurtuluşa davet etmektir. O bakımdan yüksek sesle okun­ması sünnettir.

Bu konuyla ilgili hadisler hayli çoktur. Biz birkaç tanesini nak­lederek ezanın delâlet ettiği hükümleri belirtmeye çalışacağız:

Ebu Hüreyre (r.a.)’den yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:

"Müezzine sesinin ye­tiştiği yer nisbetinde mağfiret olunur ve yaş-kuru ne varsa her şey onun lehine şahitlik eder."[261]

Abdullah b. Abdirrahman b. Ebî Sa'saa'dan yapılan rivayette, ashab'dan Ebû Saîd el-Hudrî (r.a.) ona şöyle demiştir:

"Görüyorum ki sen, davarları ve badiyeyi seviyorsun (çobanlıktan hoşlanıyor­sun). Davarların yanında veya badiye (çölde) de bulunduğun zaman (namaz vakti olunca) ezan okurken sesini iyice yükselt. Çünkü ger­çekten müezzinin sesinin ulaştığı yere kadar onu cin ve insandan ve diğer şeyden ne duyarsa, mutlaka Kıyamet gününde onun lehine şehadette bulunurlar. Ben bunu Rasûlüllah (a.s.) Efendimiz'den işit­tim."[262]

Hadislerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Müezzinlik çok şerefli dinî bir hizmettir.

2- Ezan okurken ahengi bozmamak şartıyla sesi yükseltmek sünnettir.

3- Ezan sesini duyan canlı cansız ne varsa, Ahiret gününde müezzinin lehine şehadette bulunurlar.

4- Şehir dışında olup okunan ezan sesini işitmeyen kimsenin namaz vakti girince hem ezan okuması, hem sesini yükseltmesi sün­nettir.

Hadîslerin ışığında müctehid imamların görüş, tesbit ve istidlal­leri:

a) Hanefilere göre:

Ezanın sünnetleri, biri ezanın kendisine, diğeri müezzine raci' ol­mak üzere iki nev'e ayrılır? Ezanın kedisine raci' olanı şunlardır:

1- Ezanın aşikâr okunması, sesin iyice yükseltilmesi,

2- Yüksekçe bir yerde okunması,                                        

3- Her cümle arasında az duraklaması,

4- Kıbleye yönelerek okunması...Bu cümledendir.

Müezzine raci' olan sünnetler:

1- Erkek olması, (kadının ezan okuması mekruhtur).

2- Aklı dengesi yerinde bulunması, (delinin ezan okuması mek­ruhtur) .

3- Takva sahibi olması,

4- Sünneti bilen bir kişi olarak tanınması,

5- Namaz vakitlerini bilmesi,

6- Taharet üzere bulunması bu cümledendir. Ayrıca ezan okur­ken şehadet parmaklarını kulaklarına tıkaması da sünnettir.[263]

b) Şafiilere göre:

Ezan okurken sesi yükseltmek sünnettir. Ancak içinde cemaatle namaz kılınıp cemaatı dışarı çıkmış cami ve mescidde aynı vaktin namazını kılmak isteyenler seslerini yükseltmeyerek ezan okurlar. O bakımdan yanlız başına namaz kılmak isteyen kimse, ezanı sade­ce kendisi duyacak kadar bir ses tonuyla okur. Şehir dışında ise, Ebû Saîd el-Hudrî hadisinde olduğu gibi, sesini iyice yükseltmesi sünnettir.[264]

c) Hanbelilere göre:

Çevreye namaz vaktini daha iyi duyurabilmek için ezan okur­ken sesi yüseltmek müstehabdır ve aynı zamanda böyle yapmanın sevabı daha büyüktür. Ebu Saîd hadîsinde de belirtildiği gibi, taka­tını aşacak şekilde kendini zorlayıp sesini yükseltmeye çalışması doğ­ru değildir. Çünkü böyle yapmanın başta sesin iyice kısılması olmak üzere birtakım zararları da söz konusudur. Ezanda eğer herkes duy­sun diye okuyorsa bazı yerlerde sesini yükseltmesi bazı yerde kıs­ması da uygun değildir. Çünkü böyle yapmak, amaca ters düşer. Ancak kendi veya etrafındaki cemaat için okursa, o takdirde sesini kısması veya yükseltmesi caizdir.

Parmaklarını kulağına tıkıp okuması ve yüksek bir yere çıkıp orada ezan okuması da müstehabdır. Çünkü Ebu Katade'nin hadî­sinde, Peygamber (a.s.), Bilâl'a (r.a.) "Kalk da ayakta durup ezan oku!" buyurduğu tesbit edilmiştir.[265]

d) Mâlikilere göre:

Ezanda fazla tağannî edip tiz bir ses çıkarmayı İmam Mâlik şiddetli kerahat saymış, parmakları kulaklara tıkayarak okumayı ise, uygun görerek bunu müezzinin arzusuna bırakmıştır.[266]

Böylece bu mezhebe göre de ezan okurken, kendini fazla sıkma­mak şartıyla sesini yükselterek ezan okuması müstehabdır.

Fethü'l-allâm'da ezanın her cümelesinin tekrar edilmesinin sebe­bi açıklanırken şöyle denilmiştir: Çünkü ezan, hazır olmayanlara na­maz vaktinin girdiğini duyurmak içindir, o bakımdan cümleleri tekrarlanır, okuyan yüksekçe bir yere çıkıp sesini yükseltir. Bütün bunlar meşru' görülmüş ve müstehab sayılmıştır. İkamette ise, hazırlara duyurmaya yönelik olduğundan hem tekrara, hem sesi fazla yükseltmeye gerek yoktur. O bakımdan alçak sesle okunması meşru' kılınmıştır.[267]

Fıkhüssünne' de bu konuya temasla deniliyor ki:

"Müezzin ezan okurken sesini yükseltmesi müstehabdır; isterse yalnız başına çölde olsun..." Eser sahibi Ebû Saîd el-Hudri hadisiyle istidlal ederek bu neticeyi belirlemiştir.[268]

Tahliller; ve yorumlar:

235 nolu; Ebû Hüreyre (r.a.) hadîsini aynı zamanda İbn Huzayme ve İbn Hibban kendi Sahihlerinde tahrîc etmişlerdir. Ancak is­nadında Ebü Yahya er-Râvî bulunuyor. İbn Kattan, bu zatın ma'ruf olmadığını söylemiştir.[269] Ancak Zehebî bu zat üzerinde dur­mamış ve zayıf olduğunu belirtir bir kayıt koymamıştır. İbn Hibban, onun isminin Sim'ân olduğunu iddia etmişse de hangi Sim'ân oldu­ğunu belirtmemiştir. O bakımdan herhangi bir görüş belirtmek isa­betli olmaz. Zehebî hadîs ricali arasında üç tane Sim'ân'dan söz eder. Birincisinin kaviy, ikincisinin sıka, üçüncüsü gayr-i maruf olduğu söylenir.

Bu mealde bir hadîsi Ahmed b. Hanbel ve Nesâî, Bera' b. Âzîb (r.a.)'den rivayet etmişlerdir: "Müezzinin sesinin yetiştiği yer nisbetinde mağfiret olunur; yaş ve kuru ne varsa onun sesini işiten her şey onu tasdik eder. Kendisiyle birlikte namaz kılanların sevabının bir misli de ona vardır."

İbn Seken bu hadîsi sahîhlemiştir.

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- Şehir içinde ve dışında ezan okurken müezzinin sesini yük­seltmesi sünnettir.

2- Kendini fazla zorlayıp takatinin üstünde sesini yükseltmesi mekruhtur.

3- Şehir, kasaba ve köyde kendi evinde namaz kılan kimse, eğer mahalle camiinde okunan ezan sesini işitmiyorsa, kendisi işite­cek bir tonla ezan okur. Şehir dışında ise, sesini yükselterek okuması müstehabdır.

 

Ezan Sesini İşitirken Ne Söylenir?

 

Ezan her ne kadar namaz vaktini bildirmek için meşru kılınmışsa da, bütünüyle Hakk'ın sesi, İslâm davetinin mayasıdır. O ba­kımdan müezzinin okuduğu ezan sesini işiten mü'minlerin bu dave­te nasıl karşılık vermeleri gerekir? Bu karşılık iki türlü olur: Birin­cisi, Resûlüllah'ın talimatına göre, ezan cümlelerini müezzinle bir­likte tekrarlamak ve sonunda tavsiye edilen duayı okumak; ikincisi, çağrıya olumlu cevap vererek cami ve cemaate gitmek...

Ezan gibi ikamet edilirken de bazı şeyler tavsiye edilmiştir. On­ları ilgili hadislerden daha iyi öğrenip uygulamamız mümkün.

Ebû Said (r.a.)'den yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efen­dimizin şöyle buyurduğunu söylemiştir:

"Nidayı  (ezan) işittiğinizde, müezzinin dediği gibi söyleyin!"[270]

Ömer b. Hattab (r.a.)'den yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendinıiz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:

"Müezzin Allahu Ekber Allahu Ekber dediği zaman, siz­den biri de Allahu Ekber Allahu Ekber der; sonra müezzin Eşhedü Ella İlahe İllallah dediğinde, o da Eşhedü Ella İlahe İllallah der; sonra müezzin Eşhedü Enne Muhammed'en Resûlüllah dediğinde, o da Eşhedü Enne Muhammed'en Resûlüllah der, sonra müezzin Hayye Ala's-Sala deyince, o, La Havle Vela Kuvvete İlla Billah der; sonra müezzin Hayye Alal-Felah deyince, o yine La Havle Vela Kuvvete İlla Billah der, sonra müezzin Allahu Ekber Allahu Ekber deyince, o da Allahu Ekber Allahu Ekber der; sonra da müezzin La İlahe İllallah deyince, o da gönlünden La İlahe İllal­lah derse, Cennet'e girer."[271]

Şehr b. Havşeb'den, o da Ebu Ümâme'den veya Peygamber (a.s.)'ın ashabından birinden rivayetle şöyle demiştir:

"Bilâl ikamet getirmeye başladı. Kad Kameti's-Sala cümlesini söyleyince, Pey­gamber (a.s.) Efendimiz, "Allah namazı hem ikame, hem idâme et­tirsin!" diye karşılık verdi. İkametin diğer yerlerinde ezanda olduğu gibi, Hz. Ömer'in hadîsinde belirtildiği şekilde karşılık verdi, yani müezzinin ikamette söylediği cümleleri aynen söyledi.[272]

Cabir (r.a.)'den yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

"Kim ezan sesini işittiği zaman, derse, şefaatim ona helâl olur."[273]

Abdullah b. Amir (r.a.)'den yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz'den şöyle buyurduğunu işitmiştir:

"Müezzini işittiğiniz zaman, onun dediği gibi söyleyin. Sonra bana salât getirin. Çünkü gerçekten kim bana bir defa salâvat getirirse, Allah onu on rahmet ile anar. Sonra da benim için Allah'tan vesile isteyin. Çünkü vesile Cennet'te bir makamdır ki, ancak Allah kulların­dan bir kula lâyık görülmüştür, umarım ki o kul ben olayım. Artık kim benim için Allah'tan vesile isterse, şefaatim ona helâl olur."[274]

Enes b. Mâlik (r.a.)'den yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:

"Ezan ile ikamet ara­sında yapılan dua reddolunmaz."[275]

Hadîslerin ışığında müctehid imamların görüş, istidlal ve ihticâcları:

a) Hanefîlere göre:

Ezan okununca onu işitenlere vâcib olan şey, ezana icabet et­mektir. Zira Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, "Dört şey cefâdandır: Ayak­ta durup idrar eden, namazı henüz bitirmeden alınını (yapışan şey­leri gidermek) için silen, ezan okununca ona icabet etmiyen ve ya­nında anıldığım zaman bana salâvat getirmeyen..."[276]

Ezana icabet, müezzinin dediklerini demektir. Ancak Hayye Ala's ve Hayye Ala'l-Felah denilince La Havle Vela Kuvvete İlla Bi'llahi'l-Alîyyî'l-Azim diye karşılık verilir. Bir de sabah ezanında Es-Salatü Hayrün Mine'n-Nevm de­yince, "doğru söyledin, iyilik ve hayır işledin" denilir.

Müezzini cevaplamanın vacib veya sünnet olduğu ihtilaflıdır. İlimde şeyhlik derecesine yükselenlerin çoğu vâcibdir, derken İmam Kerhî, sünnet olduğunu söylemiştir.[277]

b) Şâfiilere göre:

Ezan ve ikameti işiten kimselere -ister abdestli, ister abdestsiz, isterse cünüb olsunlar- müezzinin dediklerinin aynını söylemek, sadece Hayye Ala's-Sala ve Hayye Ala'l-Felah söylenir­ken ve bir de sabah ezanında Es-Salatu Hayrün Mîne'n-Nevm denilirken, bunları aynen söylemezler, iki hayye'de La Hav­le Vela Kuvvete İlla Billah, sabah ezanındaki tesvîb'de ise "Doğru söyledin, hayır ve iyilik işledin" der. İkamet'in Kad Kametî's-Salatu cümlesi söylenirken de "Allah hep kılınmasını ve devamını sağlasın ve beni namaz ehlinin sâlihlerinden eylesin!" di­ye duâ eder. Aynı zamanda gerek müezzin, gerek önün sesini işi­tenlerin ezan ve ikametten sonra Resûlüllah (a.s.) Efendimizze salât-ü selâm getirmeleri sünnettir. Sonra da şu duayı yaparlar: Allahümıme Rabbe Hazihi'd-Da'veti't-Tammetî Ve's-Sala Ti'l-Kaime, Ati Muhammedeni'l-Vesîlete Ve'l-Fazile... Ve'd-Deracete'r-Rafia. Ve'b'ashü Makamen Mahmude-Nillezi Vaadtehü İnneke La Tuhlifu'l-Mîad.[278]

c) Hanbelilere göre:

Müezzinin sesini işiten kimsenin onun dediğinin mislini söyle­mesi müstehabdır. Bu hususta ilim ehli arasında muhalif bir gö­rüşün olduğunu bilmiyorum. Nitekim Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in: "Nidayı (yani ezanı) işittiğiniz zaman müezzinin dediğini deyin!" buyurduğunu Buharî ve Müslim ittifakla rivayet etmişlerdir. Hayye Ala'larda ise La Havle Vela Kuvvete Îlla Billah demek müstehabdır. Ahmed b. Hanbel'in bu hususta kesin görüş ve tesbiti var­dır.[279]

Hanbelîler son hususla ilgili olarak el-Esrem'in Ebû Râfi'a isnâd ettikleri şu hadîsle istidlal etmişlerdir: "Peygamber (a.s.), ezan se­sini işitince, müezzinin dediğinin mislini söylerdi. Müezzin Hayye Ala's-Sala'ya gelince, Peygamber (a.s.): La Havle Vela Kuv­vete İlla Billah derdi."

İkamette de müezzinin dediği aynen tekrar edilir, ancak Kad Kameti's-Sala cümlesine gelince, "Allah hep kılınmasını ve deva­mını sağlasın!" diye duâ edilir. Hanbelîler bu meselede ise Ebû Da­vud'un ashabdan bazısına isnad ettiği 246 nolu hadîsle istidlal et­mişlerdir.[280]

d) Mâlikilere göre:

Müezzinin sesini işiten herkes, ister abdestli, ister abdestsiz, is­ter cünüb, ister ayhali, isterse loğusa olsun ezanın cümlelerini aynen söyler. Ancak o vaktin farzını kılan kimsenin demesi müstehab değildir. Ayrıca, Hayye'lerde La Havle... ve sabah ezanında Es-Salatü Hayrün Mine'n-Nevm'de "Doğru söyledin, hayır ve iyi­lik işledin" demek müstehabdır.[281]

Bu konuda İmam Nevevî şöyle demiştir:

"Ezan okunurken müezzinin sesini işiten abdestli, abdestsiz, cü­nüb, ayhali, loğusa, küçük ve büyük herkesin onun dediklerini bir bir söylemesi müstehabdır. Çünkü bunların hepsi de zikir ve namaz ehli sayılır. Ancak helada bulunan, cinsel temas halinde olan kim­seler müezzine icabet etmezler, yani onun dediklerini söylemezler. Heladan çıkınca, ezan hâlâ devam ediyorsa ona uyarak okunan cüm­leleri aynen söyler. Kur'ân okuyan ve zikir halinde olanlar ise, o sırada okumayı ve zikri bırakıp ezana icabet ederler. Ders okutanlarla, okuyanlar da öyle."[282]

Hayye Ala'larda La Havle denilmesinin birçok hikmetleri varsa da en başta geleni şu hususdur:

a) Önce her hareket ve güç bulmanın ancak Allah'ın iradesiyle gerçekleşeceğini düşünerek kuvvet ve kudreti O yüce Yaratan'a ir­ca' etme şuurunda olduğumuzu ifade etmektir.

b) Hiç bir kötülüğü geri çevirmeye, hiçbir hayrı elde etmeye güç ve kudretimizin bulunmadığını belirterek Allah'tan bu iki husus ta da bize güç, kuvvet ve basiret vermesini dilemektir.

c) Günahtan ancak Allah'ın yardım ve inâyetiyle korunabile­ceğimizi, O'na, ibadet ve kullukta bulunmayı ancak O'nun yardı­mıyla gerçekleştirebileceğimizi itiraf etmektir.

Çünkü müezzin, mü'minleri kurtuluşa, felah ve necata, hayır ve iyiliğe davet ederken, böylesine önemli ve önemli olduğu kadar lü­zumlu, amaca yönelik bir ameli layıkıyla yerine getiremeyeceğimizi düşünerek Allah'ın sebepleri kolaylaştırıp bize yardımda bulunmasını istememiş en uygun bir haldir ki, ilâhî hoşnutluğa vesile olur.

Bu hususta Sıddîk Hasan Han da icabetin hikmet ve sırrını kıs­men belirterek bilgi vermeye çalışmıştır.[283]

Tahliller ve yorumlar:

244 nolu Ebu Said hadisini Nesâî, Ebu Râfi'dan: yine Nesâî, Ebu Hüreyre'den: Tahavî, Ümmü Habibe'den; Ebu Dâvud, İbn Ömer'den; yine Ebu Dâvud, Hz. Âişe'den rivayet etmişlerdir. Ebu Şeyh ise, Muâz (r.a.) dan rivayet etmiştir.

Müezzinin sesini işiten mü'minlerin icabette bulunması, hadisin zahiriyle istidlal edenlere göre vâcibdir. Tahavî de aynı görüştedir. Hanefiler, Zahiriler ve İbn Vehb de aynı görüşü izhar etmişlerdir. Cumhur ise, vâcib olmadığına kaildir.[284]

Ezanın sesini namaz kılarken işiten kimse, namazla meşgul bu­lunduğundan artık cevaplamaz. Bu ekserin görüşüdür. Cumhurun da kavli aynı doğrultudadır.

246 nolu Şehr b. Havşeb hadîsine, gelince, isnadında bir meçhul vardır. Şehr b. Havşeb hakkında da hayli söz söyleyenler olmuştur. Ancak Yahya b. Main ve Ahmed b. Hanbel onun sıka (güvenilir) olduğunu söylemiştir. Şehr, Ümmü Seleme'den, Ebu Hüreyre'den, Katade'den, Davud b. Ebî Hind'den, Abdülhamid b. Bihram ve diğer bir cemaatten rivayetler yapmıştır. Ahmed b. Hanbel onun Esma binti Yezîd'den yaptığı rivayetlerin hasen olduğunu dikkatleri çek­miştir. Ebu Zür'a, "Onun rivayetinde bir sakınca yoktur" derken; Nesâî ile İbni Adiy onun "kaviy" olmadığını belirtmişlerdir. O yüz­den bazı hadîs alimler Şehr'den rivayet yapmışlardır.[285]

Görüldüğü gibi, râvi Şehr üzerinde hayli farklı görüş ve tesbitler vardır. Ama Yahya b. Maîn ve Ahmed b. Hanbel gibi iki büyük hadis âliminin onun hakkında tezkiyede bulunup "sıka"dır deme­leri, yeter. O bakımdan hadîs zayıf sayılmaz.

247 nolu Cabir hadîsini, Tahavi, İbn Mes'ûd'dan; İbn Hibban, Enes'den ve İbn Abbas'dan rivayet etmişlerdir. Hâkim ise el-Müstedrek'inde aynı hadîsi rivayet etmiştir. Ancak rivayet zincirinden Ufeyr b. Ma'dan bulunuyor ki, bu zat hakkında hayli söz söyleyenler olmuştur. Atâ'dan, Katade'den ve Süleym b. Amir'den rivayetler yapılmıştır. Ebulyeman da ondan rivayet etmiştir. Ebu Dâvud onun hakkında şöyle demiştir: "Salih bir ilim adamıdır, ancak hadisi za­yıftır." Ebu Hatim ise, "Süleym'den çok rivayetler yapmıştır ki, ço­ğunun aslı yoktur. Aynı şekilde Ebu Ümame'den de bazı asılsız rivayetler yaptığı tesbit edilmiştir. O bakımdan İmam Ahmed onun hak­kında "münkerü'l-hadis" demiştir.[286] Böylece Ufeyr'in zayıf olduğu ağırlık kazanmıştır. Ne var ki, Cabir hadisi, güvenilir râviler tarafından da rivayet edildiği için sahih kabul edilmiştir.

248 nolu hadis de sahihler arasında bulunuyor. 249 nolu Enes b. Mâlik hadîsini Nesaî, İbn Huzeyme, İbn Hibban ve ez-Ziyâ tahrîc etmişlerdir. Tirmizi hasen olduğunu söylemiştir.

Böyle ezan ile ikamet arasında yapılan duâ günahı gerektiren bir muhtevada değilse, iyi niyete ve sağlam imâna dayalı bulunuyorsa, inşââllah makbuldür.

 

Çıkarılan  hükümler:

 

1- Müezzinin sesini işiten, bazı istisnalar dışında her mü'minin ona icabet etmesi, yani müezzinin dediklerini söylemesi, kimine göre vacib, kimine göre sünnettir.

2- Ancak Hayye Ala'larda, La  Havle  Vela Kuvvete İlla Bîllah demek sünnettir. Bir de sabah ezanında tesvib cüm­lesi söylenirken, yani Es-Salatü Hayrün Mine'n-Nevm de­nilirken, Arapça olarak  Sadakte Ve Berîrte, Türkçe olarak "Doğru söyledin, iyilik ve hayır işledin" denilmesi sünnettir.

3- Hela ve benzeri yerlerde bulunan kimseler, ezanı cevaplamaz.

4- Ayhali ve loğusa kadınlar da, icabet etmezler.

5- Bazı müctehidlere göre, ezandan önce vakit namazını ce­maatle kılan kimse de icabet etmeyebilir.

6- İkamette de aynı cümleler söylenir, yani ikamet getiren kişinin sesini işiten mü'minler onun dediklerini söylerler, ancak Kad Kame lafzına söyleyince, yukarıda belirttiğimiz duâ okunur.

 

Ezan İle İkameti Aynı Kişinin Okuması Gerekli Midir?

 

Ezandan maksat, önce Allah'ın varlığını ve birliğini; Hz. Muhammed'in (a.s.) risaletini ilân etmek, namaz vakti girdiğini duyurup mü'minleri kurtuluş ve saadete davet etmektir. İkamet ise, bu mana­da namazın kılınmak üzerine olduğunu duyurmak içindir. O halde bunları tek kişi yürütebileceği gibi, herbirini ayrı ayrı kişiler de ye­rine getirebilir. Ne var ki, bazı farklı rivayet ve tesbitler söz konusu­dur, Konuyla ilgili hadîsler ve rivayetler:

Ziyad b. Haris es-Sadaî'den yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:

"Ey Sada'ın kardeşi! Ezan oku."

Bu emri üzerine, Ziyad diyor ki: Ezan okudum. Bu da, fecirin aydınlığı belirginleşince cereyan  etmişti. Resûlüllah (a.s.) Efendimiz abdest alıp namaza kalkınca, Bilâl ikamet getirmek istedi. Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, ona: "Sada'ın kardeşi ikamet edecektir; çünkü kim ezan okursa, o aynı zamanda ikamet getirir." buyurdu.[287]

Abdullah b. Zeyd (r.a.)'den yapılan rivayette, o rüyasında kendi­sine ezan öğretilmişti. O sebeple diyor ki: Peygamber (a.s.) Efendimiz'e gelip gördüğümü haber verdim. Bana, "Onu Bilâl'a ilka et. (ona okuyup öğret)" buyurdu. Ben de Bilâl'a öğrettim. Bilâl kalkıp ezan okudu ve ikamet getirmek istediğinde, ben Resûlüllah'a (a.s.) "Onu ben rüyamda gördüm ve ikameti ben getirmek istiyorum" dedim. Bunun üzerine Resûlüllah (a.s.) bana "Peki sen ikamet getir" bu­yurdu. Böylece Abdulah ikameti getirmiş, Bilâl ise ezan okumuş ol­du.[288]

Hadîslerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Ezan ile ikameti aynı kimsenin okuması müstehabdır.

2- Ezanı ayrı bir kişinin, ikameti de ayrı bir kişinin okumasın­da, bir sakınca yoktur.

Mezheb imamlarının bu husustaki görüş ve istidlalleri: 

a) Hanefîlere göre:

Ezan okuyanın aynı zamanda ikamet getirmesi de sünnettir. İkameti başkasının okuması, müezzini incitiyor veya üzüyorsa, o tak­dirde mekruhtur. Çünkü müslümana eziyet etmek mekruhtur. Eğer müezzin ondan dolayı incinmiyorsa, o takdirde bir sakınca yoktur.[289]

b) Şâfiîlere göre:

Ezanı kim okuyorsa, ikameti de o okur. Başkasının ikamet oku­ması müezzini incitsin incitmesin, mekruhtur.[290] Şâfiîler bu me­selede Ziyad b. Haris es-Sadi'nin hadîsiyle istidlal etmişlerdir. Hanefîler ise, yukarıda naklettiğimiz 261 nolu Abdullah b. Zeyd hadîsiyle istidlal etmişlerdir.

c) Hanbelîlere göre:

Ezanı okuyan kimsenin aynı zamanda ikameti de okuması daha uygundur. İmam Şafiî de aynı görüştedir. Bunlar da Ziyad b. Haris es-Sadaî hadîsiyle istidlal etmişlerdir. İkisi de namazdan önce zikir mahiyetinde birer fiildir ki, iki hutbe misali aynı adamın yerine getirmesi sünnettir. Nitekim Ebû Mahzure'den önce bir adam çıkıp ezan okuyor ve hemen sonra Ebû Mahzure çıkageliyor ve çıkıp ezanı kendisi okuyor, sonra da ikamet getiriyor. Bunu el-Esrem rivayet etmiştir. Ama ezanı iade etmeyip sadece ikamet getirirse, bunda da bir sakınca yoktur.[291]

d) Mâlikîlere göre:

Ezanı başka biri, ikameti de başka biri okuyabilir ve her ikisini aynı adam da okuyabilir. Bunda bir sakınca yoktur.[292] Nitekim İmam Mâlik'ten soruldu:

"Müezzin bir topluluk için ezan okuduk­tan sonra nafile namaz kılıyor. O topluluk ise, başkasının ikamet okumasını ve öylece namaz kılmayı arzu ediyorlar, bunda bir sa­kınca var mıdır?" İmam Mâlik şu cevabı vermiştir:

"Bunda bir be­is yoktur, müezzinin ikamet getirmesiyle başkasının getirmesi ara­sında bir fark söz konusu değildir..."[293]

Rivayetler, yorumlar ve tahliller:

260 nolu Ziyad b. Haris hadîsinin isnadında Abdurrahman b. Zi­yad b. En'ûm el-İfrikiy, Ziyad b. Naîm el-Hadremî'den, o da Ziyad b. Hars (veya Haris) es-Sadâî'den rivayet etmiştir. İmam Tirmizî, biz bu hadîsi ancak el-İfrikîy tarikiyle biliyoruz ki, bu zat zayıftır. Yahya b. Saîd el-Hattan da onun zayıf olduğunu belirtmiş ve Ahmed b. Hanbel Ben, el-İfrikiy'nin hadîsini yazmam demiştir. Ancak Muhammed b. İsmail'in, onun kaviy olduğunu söylediğini yine Tirmizî nakletmiştir.

Afrika'da kadılık yapan Abdurrahman b. Ziyad hakkında Zehebî de bir çok rivayetleri naklederek durmuş, Yahya b. Maîn'in onun hakkında bir beis bulunmadığını söylediğini nakletmiştir. Ay­rıca Nesâi onun için "zayıf" tabirini kullanmış, Dârekutnî onun ka­viy olmadığını; İbn Hibban ise, onun güvenilir râvilerden uydurma hadisler rivayet ettiğini söylemiştir. İshak b. Rahûye ise, hadis âlimi Yahya b. Saîd'in onun için "sıka" güvenilir, bir ravî olduğunu söy­lediğini işittiğini nakletmiştir.[294]

Anlaşıldığı gibi, Abdurrahman b. Ziyâd, Enûm'ün zayıf olduğu­nu söyleyenler kadar, kaviy olduğunu belirtenler bulunuyor. O ba­kımdan yukarıdaki rivayetine itibar edilebilir. İlim adamları da o ri­vayete dayanarak amel etmişler ve o bakımdan kim ezanı okuyor­sa, ikameti de o getirir, demiştir.

Bu konuda, "İkameti ancak ezan okuyan kimse getirir" mealin­deki hadisi Taberani tahrîc etmemiş ve onu zayıf hadisler arasında zikretmiştir. el-Akıylî de aynı şeyi söylemiştir. Nitekim isnadında Saîd b. Reşid bulunuyor ki, bu zatın zayıf olduğu tesbit edilmiştir. Nitekim İbn Ebi Hatim, diyor ki:

"Saîd b. Reşid hakkında babamdan sordum onun zayıf olduğunu söyledi."

Zehebî'nin tesbitine göre, Buharî onun için "münkerü'l-hadîs" demiştir. Nesâî de onun "metrukü'l-hadîs" olduğuna dikkat çekmiş­tir.[295]

Böylece, ikameti ancak ezan okuyan okur, hükmü kesinlik ka­zanmamıştır. O nedenle birçok yerlerde ezanı başka bir kişi okurken, ikameti diğer bir kimse okumaktadır. Bununla beraber her ikisinin aynı şahıs tarafından okunması, İmam Şafiî'nin de el-Ümm'de dediği gibi daha uygundur.

261 nolu Abdullah 'b. Zeyd hadîsinin isnadında Muhammed b. Amir el Vakıfî el-Basrî bulunuyor ki, bu zat zayıftır. el-Kattan da onu zayıflar arasında zikretmiştir. Yahya b. Maîn de aynı görüştedir. İbn Abdilberr ise, onun isnadı, el-İfrikiy'ninkinden daha hasendir, diyerek ayrı bir tesbit ortaya koymuştur. İbn Şahin ise, bu hadîsi en- Nâsih ve'1-Mensûh'ta zikrederek bir bakıma 260 nolu hadisin bunun­la hükmü kaldırıldığını anlatmak istemiştir.[296]

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- İkameti, ezan okuyan kimsenin okuması evlâdır.

2- Ezan ve ikametin ayrı kişiler tarafından okunmasında bir sakınca yoktur.

3- Ancak görevli müezzinden izin almadan birinin kalkıp ika­met getirmesi, eğer müezzini incitiyorsa, kerahet vardır. Çünkü müslümanı incitmek mekruhtur.

 

Ezan İle İkamet Arasında Az Bir Süre Oturmak

 

Resûlüllah (a.s.) Efendimiz zamanında müezzin ezanı okuduk­tan sonra farzdan önce sünnet varsa o kılınırdı, yoksa -akşam na­mazı gibi- az bir süre oturduktan sonra kalkıp ikamet getirirdi. Gü­nümüzde, özellikle Türkiye'deki gibi ezandan sonra sünnet kılınınca üç ihlâs okunmazdı. O bakımdan ezanla ikamet arasında üç ihlâs oku­mak bid'â-yı hasene sayılır.

Ezan ve ikametle ilgili hadîslerin tamamı biraraya getirilince de ikisi arasında az bir süre beklemenin müstehâb olduğu anlaşılır. Biz konuyla ilgili hadisi nakletmekle yetiniyoruz:

Abdurrahman b. Ebî Leylâ'dan yapılan rivayette, ilim adamların­dan arkadaşlarının Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in yanında şöyle de­nildiğini haber vermişlerdir: Ansardan bir adam gelip, "Ya Resûlellah! dedi. Senin ihtimamını gördüğüm için döndüğüm zaman, üzerin­de sanki yeşil iki elbise bulunan bir adam gördüm. Mescid'in üzerin­de ayağa kalkıp ezan okudu. Sonra az bir oturuş oturduktan sonra kalkıp okuduğu ezanın bir benzerini okudu, ancak Kad Kameti's-Sala dedi..."

Bu ve ilgili diğer hadîslerin ışığında müctehid imamların gö­rüş ve tesbitleri:

a) Hanefîlere göre:

Akşam namazı dışında diğer namazlarda ezanla ikamet arasını ayırmak sünnettir. Çünkü her birinden maksat, ilâm, yani ezanda vaktin girdiğini, ikamette namaza başlamak üzere olduğunu bildir­mektir. Bu da aralarında zaman bakımından bir fasılanın konul­masını gerektirir.

Akşam namazı dışındaki namazlarda fasıl, ya bir süre oturmak­la, ya da sünnet namazı kılmakla gerçekleşir. Ezanla ikameti birleş­tirmek, yani ara yere bir zaman parçası fasıl olarak koymamak mekruhtur.

Hanefilerin bu husustaki asıl delilleri, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in Bilâl'a:

"Ezan okuduğun zaman teressül yap, (yani harfle­rin mahreçlerine ve durulacak yerlere, uzatılacak kısımlara dikkat et); ikamet ettiğin zaman, biraz seri oku ve senin ezanınla ikametin arasında, yemek yemekte olan kimsenin yemeğini yiyip bitirmesi, bir şey içmekte olanın içtiğini tamamlaması, sıkışık halde olanın girdiği helada tabii ihtiyacını gidermesi kadar bir süre bulunsun... Hem beni görmedikçe kalkıp saf bağlamayın..."

Hem ezan, gaibde olanların hazır olmasını sağlamaya yönelik­tir. O bakımdan ezandan sonra bir süre beklemek lâzımdır, tâ ki gaib olanlar gelip namaza hazır olsunlar.

Sonra zahir rivayette ezanla ikamet arasındaki faslın miktarı zikredilmemiştir. el-Hasen'in Ebû Hanîfe'den yaptığı rivayete göre, sabah vaktinde yirmi âyet okuyacak bir süre; öğle vaktinde, her rekâtinde on âyet okuyacak miktar dikkate alınarak dört rek'ât na­maz kılınacak kadar bir süre; ikindi vaktinde, her rekâtinde on ayet okuyacak miktar dikkate alınarak iki rek'at namaz kılınacak kadar bir süre; akşam vaktinde üç âyet okuyacak kadar bir süre; yatsı vak­tinde, öğle vatinde olduğu kadar bir süre ayarlanır. Ancak bu ge­rekli bir takdir değildir. O bakımdan cemaatin toplanıp hazır olma­sına yetecek kadar bir süre takdir etmek daha uygun olur. Bu da, müstehab olan vakte riâyet edilerek ayarlanır.

Akşam vaktinde ise, ezanla ikamet arası namaz ile fasledilmez. Ancak Şafii'den yapılan bir rivayette, hafif iki rek'atle fasledilebilir.[297]

Bu meselede Hanefiler şu hadîsle istidlal etmişlerdir:

"Her iki ezan (ezan ile ikamet) arasında isteyen kimse için bir namaz vardır, ancak akşam ezanı ile ikameti müstesna... (Yani onlar arasında namaz yoktur)."

Akşam ezanıyla ikameti arasında, İmam Ebû Hanîfe'ye göre, az bir süre olsun oturulmaz bile, ezandan hemen sonra ikamet edilir.. İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhamme'd'e göre, hafif bir celse yapıl­dıktan sonra ikamet edilir.[298]

b) Şâfiîlere göre de, akşam namazı hariç olmak üzere beş va­kitte ezanla ikamet arasını ayırmak için bir süre fasıl olarak koy­mak sünnettir. Akşam vaktinde ise, en sahih kavle göre, ezanla ika­met arasında fasıl konulmaz.

c) Hanbelîlere göre:

Ezanla ikamet arasını bir abdest ve iki rek'at namaz kılacak kadar bir süreyle ayırmak, müstehabdır. Akşam vaktinde ise, sade­ce hafif bir celseyle ayırmak müstehabdır.[299]

Hanbeliler bu meselede Ebû Davud ile Tirmizî'nin Ubey b. Kâ'b'den yaptıkları şu rivayetle istidlal etmişlerdir:

"Ya Bilâl, ezanınla ikametin arasına, yemeğini yemekte olanın acele etmeksizin onu bitirinceye kadar ve tabii ihtiyacını gidermekte olanın onu acele et­meksizin bitirinceye kadar bir nefes (zaman) koy."

Buna benzer bir rivayet Câbir (r.a.)'den yapılmıştır. Konunun başına aldığımız hadîs de istidlale uygun görülerek delil sayılmıştır. Nitekim İshak b. Mansur diyor ki:

"Ahmed b. Hanbel'i gördüm, akşam namazı için geldi ve saf yerine kadar yürüdü, o sırada müez­zin de ikamet etmeye başlayınca İmam Ahmed oturdu."

Ayrıca İmam Ahmed'in şöyle dediği rivayet edilmiştir:

"Akşam ezanı okununca kişinin iki rekât namaz kılacak kadar bir süre otur­ması müstehabdır." Bunun üzerine biri ona:

"Neye dayanarak böyle diyorsunuz?" diye sorunca, şu cevabı vermiştir:

"Enes ve başka sahabinin hadîsinden... Rasûlüllah'ın (a.s.) ashabı, müezzin ezan okuyunca Mescid'deki sütunlara doğru yürürler ve iki rek'ât namaz kılarlardı. Hem ezan, vakti bildirmek için meşru kılınmıştır. O tak­dirde halkın namaza yetişmesi için bir süre beklenir."[300]

d) Mâliki mezhebinde ezanla ikamet arasındaki fasıla husu­sunda yeterli bir açıklamaya rastlayamadım.

Yorumlar, rivayetler ve tahliller:

Câbir (r.a.)'den yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendi­miz Bilâl'e şöyle buyurmuştur:

"Ezan okuduğun zaman kelimeleri ta­ne tane telâffuz et, uzatılacak yerleri uzat, acele okuyup birbirine karıştırma. İkamet ettiğin zaman biraz acele et, uzatılacak yerleri uzatma... Ezanınla ikametin arasında yemek yemekte olan kimsenin yemeğini yiyip bitirmesi kadar bir süre bulundur..."

Tirmizî bu hadîsi rivayet etmekle beraber zayıf olduğunu söy­lemiş ve "biz bunu ancak Abdülmun'im hadîsinden biliyoruz ki, is­nadı meçhuldür" diye belirtmiştir. Aynı hadîsi Hâkim de tahrîc et­miştir.

Ancak sözü edilen hadîs, Ebû Hüreyre ve Selmân'dan yapılan rivayetler şâhid olarak bulunuyor ki, Ebuşeyh tahrîc etmiştir. Ayrı­ca Abdullah b. Ahmed'in Ubey b. Kâ'b'den rivayet ettiği hadîste şa­hit olarak bulunuyor.[301]

Diyebiliriz ki, şevahid olarak gösterilen hadisler de zayıftır. O bakımdan istidlal ve ihticaca pek uygun sayılmazlar.

Nitekim İbn Battal diyor ki:

"Ezanla ikamet arasında bir süre koymanın belli bir sınırı yoktur. Vaktin iyice girmesi ve namaz kılacak cemaatin toplanması söz konusudur. Bu da, ezanı tane tane, uzatılacak yerleri uzatarak kılmaya, ikameti seri okumaya delâlet eder. Çünkü ezandan maksat, uzakta bulunanlara vaktin girdiğini duyurmaktır. O halde onların hazırlanıp gelmesini beklemek en uy­gun süredir.[302]

Konumuzun başına aldığımız Abdurrahman b. Ebî Leylâ hadî­sini aynı zamanda Dârekutnî, A'meş hadisinden, Amir b. Mürre'den, o da İbn Ebî Leylâ'dan, o da Muâz b. Cebel (r.a.)'dan rivayetle tahric etmiştir. Ebû Şeyh ise onu ezan bölümünde Yezid b. Ebî Ziyâd tarikiyle rivayet etmiştir ki, Yezid, Abdurrahman b. Ebî Leylâ'dan, o da Abdullah b. Zeyd'den rivayet etmiştir. İbn Hacer diyor ki: Bu hadîsin munkatı' olduğu açıktır. İbn Münzir ise mursel olduğunu belirtmiştir. Ama İbn Ebî Şeybe'nin, İbn Huzeyme, Tahavî ve Beyhâkî'nin rivayetine bakılınca munkati' olduğu belirginleşiyor.

O  bakımdan hadîsi İbn Hazım ve İbn Dakıyk el-Iyd sahihlemişlerdir.

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- Ezan ile ikamet arasını az da olsa bir zaman parçasıyla ayırmak müstehâbdır.

2- Ezan okunduktan sonra farzdan önce sünneti bulunan va­kitlerde sünnetin kılınmaya başlaması, haliyle ezanla ikameti bir­birinden ayırmakta ve araya bir süre koymaktadır. Farzdan önce sünnet kılınmayan vakitlerde ise, bir süre beklemek müstehab sa­yılır.

3- Akşam vaktinde, müctehidlerden kimine  göre, ezandan sonra hemen ikamet getirilir, hafif bir celse olsun fasıla olarak arayere konulmaz.

Kimine göre ise, iki rek'at hafif bir namaz kılınır, kimine göre ise, hafif bir celse yapılır, yani birkaç saniye oturulup öylece kalkı­larak ikamet okunur.

 

Ücret Karşılığında Ezan Okumak Caiz Midir?

 

İbadet sırf Allah için, O'nun hoşnutluğuna erişmek için ve bir de farz ve vacibi eda edip o borçtan kurtulmak için yapılır. Namaz kılmak nasıl mükellef olan her mü'mine farzsa, ezan okumak ve ikamet getirmek de öylece sünnettir. Öyleki  bir mü’min evinde ve ya şehir dışında veya başka bir semtte gerek yalnız başına gerekse cemaatle namaz kılmak istediğinde, ezan okuması ve ikamet etmesi sünnettir. Cemaat halinde namaz kılınıyorsa, onlardan birinin bu sünneti yerine getirmesi gerekir. Aksi halde hepsi sünneti terketmış sayılır.

Gerçek bu olunca, namaz, ezan ve ikamet gibi ibâdetler karşılı­ğında ücret alınması en uygun ve mâkul bir yoldur. Ancak rivâyetlerin tamamı ve günün şartları dikkate alınınca, bazı cevaz yollarının bulunduğu görülür.

İlgili hadisler:

Osman b. Ebî Âs (r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Re­sûlüllah (a.s.) Efendimiz'in bana en son sözü, (camilerde) ezanına karşılık ücret almayan bir müezzin edinmemi tavsiyesi olmuştur."[303]

Aynı hadîsi İbn Münzir şöyle rivayet etmiştir: Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, Osman b. Ebî Âs'a (r.a.): "Ezanına karşılık bir ücret al­mayan bir müezzin edin!." buyurmuştur.

İbn Mes'ud (r.a.)’den yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efen­dimizin şöyle buyurduğunu söylemiştir: "Dört şeye karşılık ücret alınmaz: Ezan, kıraat-i Kur'ân, mekasim (zekât veya beytülmalı fa­kirlere taksim eden kimsenin kendine bir şey ayırması) ve kaza (iki kişi arasında hükmetmek)..."[304]

Hadîslerin açık delâletinden şu hükümle anlaşılmaktadır:

1- Ezan okuma karşılığında ücret almak mekruhdur.

2- Ücretle Kur'ân okumak da mekruhtur.

3- Zekât ve beytülmal'dan fakirlere taksim ederken, bu işi yü­rüten kimsenin ücret alması doğru değildir.

4- İki kişi arasında hükmeden kimsenin de bundan dolayı üc­ret taleb etmesi mekruhtur.

Müctehitlerin görüş ve istidlalleri:

a) İmâm Ebû Hanîfe'ye göre, ezan ve ikameti ücret karşılığında okumak mekruhtur. Müezzinin mühtesip olması lâyıktır.[305] O ba­kımdan müezzinin bu hizmeti, dinî bir görev olarak Allah rızası için yerine getirmesi, ezan ve ikâmete karşılık bir ücret almaması sünnettir. Müezzinlik hizmetine karşılık ücret alması helâl değildir. Çünkü o zaman ibâdet ve taâte karşılık ücretle tutulmuş olur ki bu caiz görülmemiştir. Çünkü insan ibadet taâti tahsilde kendi nefsin­den yana amel eder, o bakımdan karşılık ücret alması caiz olmaz.[306]

Hanefîler bu meselede Osman b. Ebî As hadisiyle istidlal etmişlerdir. Ancak cemaat, müezzinin muhtaç olduğunu anlar da, şartsız ve pazarlıksız olarak ona bir şey verirlerse, bunda bir sakınca yok-.tur. Çünkü bu ücret yerine geçmez, iyilik ve sadaka kapsamına gi­rer ki, iyi bir şey sayılır. Allah daha iyisini bilir.[307]

b) Şafîilere göre:

Müezzinin ücret alması helâldir.[308]

İmam Şafiî diyor ki:

"Müezzinlerin bu hizmeti isteyerek ücretsiz yapmalarını müstehab sayarım. O bakımdan müezzinlik görevini fahriyen yapan bulunduğu takdirde ne müezzinlerin hepsi, ne de bi­risine imam (devlet büyüğü olan zat) ın geçimlik sağlamasına gerek yoktur. Ancak kendi şahsi malından vermesinde bir sakınca yoktur."[309]

Bir beldede güvenilir, Allah rızasını gözeterek müezzinlik yapan kimseler bulunmazsa, o takdirde, ganimetten ayrılan beştebir hisse­den müezzinlere geçimlik ayrılıp verilir.[310]

c) Hanbelîlere göre:

Mezhebin zahir rivayetine göre, ezan karşılığında ücret almak caiz değildir. Nitekim Kasım b. Abdurrahman, Evzai, rey tarafdarlan ve İbn Münzir bu hususta ücret mekruh saymışlardır. Delilleri ise, Osman b. Ebi Âs hadisidir. Hem ezan, faili için bir kurbet yani Allah'a yakınlıktır.[311]

İmam Ahmed'den yapılan başka bir rivayette ise, müezzinlik hizmetine karşılık ücret almak caizdir, denilmiştir.[312] Ancak bu hizmeti ücretsiz yapanlar bulunduğu takdirde, ücretle adam tutma­ya gerek yoktur; çünkü ihtiyar, söz konusu değildir.

d) Mâlikilere göre:

İmam Mâlik, müezzinin ücret almasına ruhsat vermiştir.[313] Nitekim Sahnûn'un Abdurrahman b. Kasım'dan yaptığı rivayette, Abdurrahman diyor ki:

"İmam Mâlik'e ücretle adam tutup mescidin­de ezan okutan ve ehline namaz kıldıran adam hakkında sordum, bunda bir sakınca yoktur, dedi. Ancak İmam Mâlik, kadının beytü’l-maldan fakirlere mal taksim etmesine karşılık ücret almasını mek­ruh saymıştır. Ayrıca (Kur'ân ve din dersi okutan) muallimin -şart koşulsun- ücret almasında da bir sakınca söz konusu değildir. Hattâ bir ücret almayı şart koşarak Kur'ân öğretmeyi üstelenen kimse hakda da İmam Mâlik bir beis görmemiştir.[314]

Diğer rivayetler ve yorumlar:

İbn Hibban'ın Yahya el-Bekâli'den yaptığı rivayete göre, Yahya şöyle demiştir:

"Bir adamın İbn Ömer'e (r.a.), şüphesiz seni Allah için seviyorum, dediğini işittim. İbn Ömer (r.a.) ise ona şöyle kar­şılık verdi: Doğrusu ben de seni Allah için sevmiyorum sana Allah için buğzediyorum. Adam hayretle şöyle dedi: Sübhanellah, ben seni Allah için seviyorum, sen ise Allah için bana buğzediyorsun!. İbn Ömer (r.a): Evet, çünkü sen okuduğun ezana karşılık ücret istiyor­sun, diyerek buğzunun sebebini açıkladı.[315]

Dahhak'tan yapılan rivayete göre, adı geçen de, müezzinin eza­na karşılık ücret almasını mekruh görmüştür. Ama kendisi bir şey taleb etmediği halde bir şeyler verilirse, bunda da bir sakınca yok­tur, demiştir.

Îbnü'l-Arabi, "Sahih olan şudur ki, müezzine, ezana karşılık na­maz, iki kişi arasında hükmetmek ve diğer dini ameller karşılığında ücret takdir etmek caizdir; nitekim İslâm Halifesi bütün bu amelle­re karşılık ücret almaktadır," demiştir.

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- İmam Ebü Hanîfe'ye göre, müezzinin ücret alması mekruh­tur. Ancak böyle bir şart ve istek izhar etmeden, cemaatten ona yardım veya bağış kabilinden bir şeyler verilirse, almasında bir sakın­ca görülmemiştir.

2- İmam Şafiî'ye göre, müezzinin ücret alması mübahtır. Çün­kü bu hizmeti fahriyen yürütmek zordur.

3- Hanbelîlerden bu mesele hakkında iki değişik rivayet ya­pılmıştır: Mezhebin zahirine göre, caiz değildir. İmam Ahmed'den yapılan bir rivayette ise buna cevaz verildiği söylenir.

4- İmam Mâlik de müezzinin ücret alması caizdir.

 

Kazaya Kalan Namazlar Kılınırken Ezan Ve İkamet Okumak Sünnet Midir?

 

Vaktinde kılınmayan namazlara "fevâit" denilir. Türkçe karşılı­ğı "kaçırılan, elden giden namazlar" demektir. Bu namazlar borç olarak kişinin üzerine kalır. Müsait vakitlerde kılınmasına "kaza" denir.

Kazaya kalan bir namazı kılarken ezan ve ikamete ihtiyaç var mı­dır? Bu hususta mezhep imamlarının görüş ve tesbitleri farklı mı­dır? Önce ilgili hadîsleri nakletmemizde fayda vardır:

Ebu Hüreyre (r.a.) den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimizle beraber gecenin geç vaktinde uyuduk ve gü­neş doğuncaya kadar uyanmadık. Bunun üzerine Reaûlüllah (a.s.) Efendimiz:

"Her adam kendi bineğinin başını (yularını) tutsun. Çünkü gerçekten burasi öyle bir konaktır ki şeytan da onda yanımızda hazır oldu."

Biz de Peygamber'in (a.s.) buyurduğunu yaptık. Sonra su istedi ve abdest aldıktan sonra iki secde (iki rekât) namaz kıldı. Sonra da ikamet edildi ve Sabah namazını (kaza ederek) kıldı."[316]

Aynı hadîsi Ebu Dâvud rivayet ederken, sabahın iki secdesi "iki rek'âtı" sözünü zikretmiş ve Peygamberin (a.s.) Bilâl'a ezan oku­yup ikamette bulunmasını emrettiğini ve öylece namaz kıldığını be­lirtmiştir.

Ebu Ubeyde b. Abdillah b. Mes'ûd'dan, oda babasından rivayet etmiştir:

"Müşrikler Hendek günü (Ahzab savaşı) Peygamber (a.s.) Efendimizi, dört (vaktin) namazını kılmaktan meşgul edip alıkoydu­lar: o kadar ki, geceden Allah’ın dilediği kadar geçmiş bulunuyordu. Peygamber (a.s.) Bilâl'a ezan okumasını emretti sonra ikamet etti ve önce öğle namazını (kaza edip) kıldı; sonra ikamet etti ve ikindi namazını kıldı; sonra ikamet etti ve akşam namazını kıldı; sonra da ikamet etti ve yatsı namazını kıldı."[317]

Hadîslerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Vaktinde kılınmayıp kaçırılan farz namaz, ilk fırsatta - ke­rahet vakti dışında- kaza edilir.

2- Namazı vaktinde nasıl kılmak farzsa, vaktinde kılınmayan farz namazın kazası da farzdır.

3- Kazaya kalan birden fazla vakit namazı bulunuyorsa, va­kitler arasındaki sıra ve tertibe göre kılınması gerekir.

4- Kazaya kalan namaz kılınırken ezan okumak ve ikamet ge­tirmek sünnettir.

5- Birden fazla vaktinde kılınmayan namazlar birarada kaza edilmek istendiğinde, önce bir ezan okumak, sonra da her farz için ikamet getirmek sünnettir.

Hadislerin  ışığında mezhep  imamlarının  görüş, tesbit ve istidlalleri:

a) Hanefilere göre:

Cemaat halinde namaz kıldıktan sonra o namazın fasid olduğu­nu anlarlarsa, aynı mescidde yeniden kılarlarsa, ezan ve ikamete gerek yoktur. Vakit çıktıktan sonra ve o mescidden başka bir mescid veya yerde kaza ederlerse, hem ezan okumaları, hem de ikamet getirmeleri sünnettir.

Vaktinde kılmayıp kaçırdığı bir namazı kaza ederken, ister yalnız başına, ister cemaat halinde kılsın, hem ezan okur, hem ikamet getirir.

Birden fazla vakit namazını kaçırıp bilâhare kaza etmeye baş­larken, birincisi için hem ezan okur, hem ikamet getirir. Diğerlerini kılarken, muhayyerdir, dilerse herbiri için hem ezan okur, hem ika­met getirir idilerse sadece ikametle yetinir. Ama onlardan her biri için ezan okuyup ikamet getirmesi güzel bir ameldir. Zira eda na­mazının sünnetlerine uyulmuş olur:[318]

Hanefiler bu meselede, Ebû Ubeyde hadisiyle ve bir de o manâ­da Ebû Yusuf'un yaptığı rivayetle istidlal etmişlerdir.

b) Şâfiilere göre:

Ezan ve ikamet kifayet üzere, tek başına veya cemaat halinde namaz kılan kimseye, isterse kıldığı namaz kaza olsun, sünnettir.[319] Şâfiiler bu mesele hakkında Ahzâb savaşında Peygamber (a.s.) ve arkadaşlarının dört vakit namazını kaçırmalarını ve sonra sıra ile kılarken ezan ve ikamet getirdiklerini delil olarak göster­mekte, böylece kaza namazları için de hem ezan okumanın, hem ikamet getirmenin sünnet olduğunu belirtmektedirler.

c) Hanbelilere göre:

Birden fazla vakit namazını kaçırıp kazaya bırakan kimse, on­ları kaza ederken, birincisi için hem ezan okur, hem ikamet getirir. Diğerleri için ise, sadece ikametle yetinir. Birincisini kılarken ezan okumadığı takdirde bir sakınca söz konusu değildir.

el-Esrem diyor ki: İmam Ebû Abdillah (Ahmed b. Hanbel) haz­retlerine sordum, dedim ki: Bir adam bir namazı kaza ederken ezan hususunda ne yapmalıdır? O bana, İbn Mes'ûd'un (r.a.) oğlu Ebû Ubeyde b. Abdillah'ın hadisini hatırlatarak ona göre amel edilece­ğini söyledi.

Ayrıca Ahmed b. Hanbel'den yapılan bir başka rivayete göre, birden fazla namazı vaktinde kılamayıp kaçıran adam, onları kaza ederken bir defa ezan ve bir defa da ikamet okuması kâfidir. Çünki bunda kolaylık vardır ve o bakımdan imam bunu hasen kabul etmiştir.[320]

d) Malikîlere göre:

Birkaç namazı unutup vaktinde edâ etmiyen kimse, onları kaza ederken sadece herbiri için bir ikamet getirmesi yeter, ezan okumaz. Çünkü ezan vaktin girdiğini cemaate duyurmak için meşru' kılınmıştır.[321]

Rivâyetler, yorumlar ve tahliller:

289 nolu Ebû Hüreyre hadisi sahihtir. Kaza namazı kılınırken hem ezan okumanın, hem ikamet getirmenin meşruiyetine delâlet etmektedir. Ayrıca kaza namazlarının cemaatle kılınacağına da açık delâlet vardır.

290 nolu Ebû Ubeyd hadisinin ricali, rical-i sahîh kabul edilmiş­tir. Hadîste tek illet, Ebu Ubeyd'in babasından işitmediğidir. İbn Hacer bu hususta kesin bir ifade kullanmıştır. Ancak bu babda diğer tariklerden sahih rivayet vardır. Nitekim Buhari, Cabir'den rivayet etmiştir.[322]

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- Kazaya kalmış bir namazı kılarken ezan okuyup ikamet getirmek sünnettir. Bu, İmam Ebû  Hanîfe'ye göredir.

2- Üzerinde birden fazla kaza namazı bulunan kimse, onları kaza ederken, ilk namaz için hem ezan okuması, hem ikamet getir­mesi sünnettir. Sonrakileri sadece ikamet getirerek kılması müste­habdır. Bu İmam Ebû Hanîfe ile İmam Ahmed b. Hanbel'e göredir.

3- Kazaya kalan namazları kılarken herbiri için sadece ika­met getirmek müstehabdır. Ezan okumasına gerek yoktur. Bu, İmam Mâlik'e göredir.

4- Birden fazla namazlar kaza edilirken, vakit sırasına göre kaza edilir, bu müstehabdır.

5- Vaktinde kılınmayan namazları, üç kerahet vakti dışında ilk fırsatta kaza etmek sünnettir. Bizatihi kaza edilmesi farzdır.

 

Avret (Utanç) Yerini Örtmek

 

Namaz, saygı ve edep makamıdır. Kalb temizliğine gerek oldu­ğu kadar beden, elbise ve namaz kılınan yer temizliğine de o nisbette gerek vardır. Ayrıca Allah'ın huzurunda temiz fakat eski, yama­lı elbiseyle durmakta hiçbir sakınca olmamakla beraber, mahviyet ve tavazuu yansıtır bir tavır da söz konusudur. Yırtık, kirli elbiseyle namaz kılmak bu ölçüye aykırıdır. Avret yeri açık bir vaziyette na­maz kılmak ise, -zorlayıcı bir sebep yoksa- makbul değildir.

Ancak erkek ve kadının avret yerleri denilince nereleri kasdolunmaktadır, ne miktar o yerlerden açık bulunursa, namaza engel teşkil eder? Bunları cevaplıyabilmemiz için, önce ilgili hadisleri, son­ra da müctehid imamların görüş ve istidlallerini nakletmemiz ge­rekmektedir.

İlgili hadîsler:

Behz b. Hakîm'den, o da babasından, o da dedesinden rivayet etmiştir. Dedesi şöyle demiştir:

"Ya Rasûlâllah! Avretimizden neyi (biraraya) getirip (örteceğiz, neyi terkedeceğiz?) dedim. Buyurdu ki:

"Zevcen ve sağ elin sahip bulunduğu câriye dışında avretini koru (kimseye açma)."

Ben yine topluluk birarada bulunursa? dedim. Buyurdu ki:

"Hiçbir kimsenin (senin) avretini görmemesine gücün yetiyor da  (kendini koruyabiliyorsan), elbette ki avretini görmesinler."

Ben yine, ya bizden birimiz kimsenin bulunmadığı bir yerde yalnız olursak? Buyurdu ki:

"O çok yüce, çok mukaddes ve mübarek Allah utanılmaya çok daha lâyık ve haklıdır."[323]

Hz. Ali (r.a.)'den yapılan rivayette, Resülüllah (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir: "Uyluğunu dışarı atma ve ne bir dirinin, ne de bir ölünün uyluğuna bakma."[324]

Muhammed b. Cahş'den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Resû­lüllah (a.s.) Efendimiz Ma'mer'in yanından geçerken iki uyluğu açık bir vaziyette bulunuyordu. Ona şöyle buyurdu:

"Ya Ma'mer! uy­luğunu ört; çünkü gerçekten iki uyluk avrettir."[325]

İbn Abbas (r.a.)'den yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efen­dimizin şöyle buyurduğunu söylemiştir:   "Uyluk avrettir."[326]

Cerhed el-Eslemî (r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki: Üze­rimde hırka bulunuyordu ve uyluğum da açılmış bulunuyordu ki, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz yanımdan geçti ve şöyle buyurdu:

"Uy­luğunu ört, çünkü gerçekten uyluk avrettir."[327]

Hadislerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Kişinin kendi karısı ve eli altında bulunan cariyesi yanın­da avret yerini açık bulundurmasında bir sakınca yoktur.

2- Başkalarının yanında avret sayılan yerleri açık bulundur­mak haramdır.

3- Kimselerin bulunmadığı yerlerde de avret yerlerini örtülü, kapalı tutmak gerekir. Çünkü Allah utanılmaya çok daha lâyıktır...

4- Uyluk kısmı da avrettir.

5- Ölü olsun, diri olsun birinin uyluğuna bakmak haramdır.

Hadislerin ışığı altında müctehid imamların görüş, tesbit, istidlal ve ihticacları:

a) Hanefîlere göre:

Erkeğin namaz konusunda avret yerinin sınırı göbekle dizkapağı arasıdır. Göbeğin kendisi avret değilse de dizkapağı avrettir. Kadının namaz konusunda avret yerinin sınırı, iki elinin içi (ayası) ve iki ayağının üst kısmı dışında vücudunun heryanı avrettir. Böy­lece kadının ayaklarının altı ve ellerinin aya dışındaki kısmı avret­tir.[328]

b) Şâfiilere göre:

Erkeğin avret yeri, göbekle diz arasıdır. Göbekle dizkapağı bi­zatihi avret değildir. Hür kadının avret yeri, iki eli ve yüzü dışın­da kalan bedenin heryanıdır, tabii bu tarif ve sınır namaza nisbetledir. Ellerin içi ve dışı bileklere kadar avret değildir.[329]

c) Hanbelîlere göre:

Namaza nisbetle erkeğin avret yeri göbekle dizkapağı arasıdır. Göbekle dizkapağı bizatihi avret değildir. İmam Ahmed bu hususu birkaç yerde kesin bir ifadeyle açıklamıştır.

Avret yerlerini örtmekten, gizlemekten maksat, derinin rengini göstermiyecek vasıfta ve özellikte olan bir örtünmedir. O halde de­rinin rengini aksettirecek kadar ince bir elbiseyle namaz kılmak caiz değildir. Derinin rengini iyice örttükten sonra vücut hattının belli etmesi, namaza engel sayılmaz.[330]

d) Malikîlere göre:

Namaza nisbetle erkeğin avret yeri, göbekle dizkapağı arasıdır. Göbekle dizkapağı avret değildir. Bu, erkeğin muhaffafa sayılan av­ret yeridir. Muğallaza olanı ise, ön ve arkasındaki utanç yerleridir.[331] Kadının ise, iki eli önlü-arkalı ve yüzü dışında kalan yerleri avrettir.

Onun için İmam Mâlik şöyle demiştir:

"Kadın, saçından bir kı­sım açıkta olduğu veya göğsü açık bulunduğu veya ayaklarının üst kısmı örtülü olmadığı halde veya bileğinden üst kısım (bilezik ta­kılan yer) açık bulunduğu halde namaz kılarsa, vakit çıkmadan onu iade etmesi gerekir.[332]

Namazda sözü edilen avret yerinden bir kısım açılacak olursa, namaz bozulur mu? Bu hususta imamların farklı görüş ve ictihadları vardır. İmam Ebû Hanîfe'ye göre, avret sayılan bir organın dörtte biri veya daha fazlası açılır ve bir rükün miktarı devam ederse, na­maz bozulur. Bundan daha az bir kısmın açılması namazı bozmaz. İmam Ebû Yusuf ise organın yarısı açılırsa, namaz bozulur; ondan az miktar bozmaz. İmam Muhammed ise, İmam Ebû Hanîfe'nin gö­rüşündedir.[333]

İmam Şafiî'ye göre, avret yerinden az bir kısmın açılması bile namaza mani' teşkil eder, yani namazda avret yerlerinden az bir kıs­mın açılması sebebiyle namaz hükümsüz olur, iadesi gerekir. İmam Ahmed b. Hanbel'e göre ise, az miktarın açık olması namaza mani' değildir. Bu meselede Ahmed b. Hanbel, Hanefîlerin görüşüyle bir­leşmektedir.[334]

Hanefilerle Hanbelîler bu meselede Ebû Davud'un Eyyub'dan, onun da Amir b. Seleme'den yaptığı rivayetle istidlal etmişlerdir. Ha­dîs şöyledir:

Amir b. Seleme diyorki:

"Babam, kavmini temsilen Peygamber (a.s.) Efendimiz'e gitti. Peygamberimiz (a.s.) onlara, namaz kılın­masını öğrettikten sonra, en iyi okuyanınız size imamlık yapsın, di­ye emretmişti. Kavmimiz arasında en iyi okuyan ben bulunuyor­dum, o bakımdan beni öne geçirip imam olmamı istediler. Ben de üzerimde sarı ve fakat küçük bir hırka (ya da üstlük) bulunduğu halde öne geçip imamlık yapmaya başladım. Secdeye vardığımda bazı (avret) yerim açılıyordu. Cemaattan bir kadın, "Size imamlık yapan bu gencin avret yerini örtüveriniz" diyerek uyarıda bulundu. Onun üzerine cemaat bana Amman kumaşlarından bir entari aldı. İs­lâm'a girmem dışında hiçbir şeye bu kadar sevinmemiştim."

Konuyla ilgili diğer rivayetler, yorumlar ve tahliller:

Uyluğun avret olmadığını söyleyenler de var. Onların delili ise, Hz. Âişe (r.a.) dan yapılan şu rivayettir:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz uyluğu açılmış bir vaziyette oturu­yordu. Ebûbekir (r.a.) içeri girmek için izin istedi. Peygamber (a.s.) da o hal üzere bulunduğu halde ona izin verdi. Az sonra Ömer (r.a.) içeri girmek için izin istedi, Peygamber (a.s.) yine o hal üzere bulunduğu halde ona da izin verdi. Az sonra Osman (r.a.) izin iste­di. Peygamber (a.s.) hemen uyluğundan açık bulunan kısmı elbise­siyle örtüverdi. Onlar kalkıp gidince, dedim ki: Ya Resûlüllah! Ebû Bekir ile Ömer izin istediler, sen bulunduğun hali değiştirmeden on­lara izin verdin. Osman izin isteyince, elbisenle o kısmım örttün?" Peygamber (a.s.) benim soruma şu cevabı verdi:

"Ya Âişe! Vallahi meleklerin kendisinden utandığı bir adamdan utanmayayım mı?"[335]

Uyluğun avret olmadığını söyleyenlerin ikinci delili, Hz. Enes'in (r.a.) şu rivayetidir:

"Peygamber (a.s.) Efendimiz Hayber gününde (Hayber savaşının yapıldığı günde) üstündeki entariyi uyluğunun üzerinden açmış bulunuyordu; o kadar ki, ben O'nun uyluğunun be­yazlığına bakıp duruyordum."[336]

Hz. Âişe hadîsini Buhari talikan tahric etmiş ve kendi Sahih'inde uylukla ilgili bazı hususlara temas ettikten sonra şöyle demiştir:

"Ebû Musa dedi ki: Osman içeri girince Resûlüllah (a.a.) Efendimiz, iki di­zini örtüverdi."

Müslim'in yaptığı rivayette ise Hz. Âişe (r.a.)’nin şu lâfızla olayı naklettiği tesbit edilmiştir: "Resûlüllah (a.s.) Efendimiz benim evim­de uylukları veya baldırları açık bir vaziyette uzanmıştı. Osman izin isteyince, Peygamber (a.s.) toparlanıp oturdu.

Bu iki rivayetle, yukarıda rivayetler arasında çelişki bulunduğu sanılırsa da, aslında böyle bir hüküm doğru değildir. Çünkü uyluğun avret olmadığıyla ilgili rivayetler arasında da tam bir uyum yoktur; Müslim'in tesbitinde baldırlar konu ediliyor ki, baldırların avret ol­madığı icmaan sabittir. Ayrıca bu hal kendi evinin içinde Resûlüllah’a (a.s.) has bir durum olabilir. Diğer bir husus da, Resûlüllah'ın haberi olmadan uyluğunun açılmış olabileceği ihtimali de söz konusu­dur. O halde konunun başında nakledilen hadisler ihticac ve istidla­le daha uygun görülmüş ve müctehit imamların hemen hepsi onlara göre, ihticac ve istidlalde bulunmuşlardır.

296 nolu Behz hadîsini Nesâî de tahrîc etmiş, Buhari onu tali­kan rivayet ederken Tirmizî hasen, el-Hâkim sahih olduğunu söyle­mişlerdir. İbn Ebî Şeybe ise, az bir değişiklikle Yezîd b. Harun'dan, o da Behz b. Hakîm'den rivayet etmiştir.           

297 nolu hadisi el-Hakim ve Hafız Bezzar da tahric etmişlerdir.

el-Hâkim de kendi Müstedrek'inde İsmail b. Cafer tarikıyla tahrîc etmişlerdir. İbn Hacer'e göre, ricalinin hepsi sahihtir. Sadece Ebû Kesir üzerine biraz duranlar olmuştur.

298 nolu İbni Abbas hadîsinin isnadında Ebû Yahya el-Kattat bulunuyor ki, bu zat zayıf kabul edilmiştir. Hatta ismi üzerinde bile ihtilâf edilmiş kimi Zazan'dır derken, kimi Dinar, kimi de Yezid'dir demişlerdir.

Yahya b. Maîn, "Ebû Yahya el Kattat zayıftır" derken Ahmed b. Hanbel de ona yakın bir görüş izhar etmiştir. Birçok münker hadîs­ler rivayet ettiği söylenir.[337]

308 nolu Hz. Aişe hadisini et-Tahavî, aynı konuyla ilgili hadîsleri naklederken Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in uzanık bir halde iken uyluğunun açılma olayının Hz. Ömer'in kızı Hz. Hafsa'nın (r.a.) evin­de cereyan ettiğini İbn Merzûh tarikiyle rivayet etmiştir.

Ayrıca İbrahim b. Merzuk tarikiyle olayın Hz. Aişe (r.a.)'nin evinde cereyan ettiğine dair bir diğer rivayeti değişik lâfızlarla riva­yet edildiğine bakılınca, "uyluk açılma olayı"nın iki defa cereyan ettiği intibaını veriyor. Oysa araştırıcılar böyle bir yorumda bulun­mamışlardır. Et-Tahavî diğer rivayetleri de naklederken olayın Hz. Aişe'den (r.a.) rivayet edildiğini gösteren iki rivayete daha yer ver­miştir ki, birini Muhammed b. Aziz, diğerini Revh b. el-Ferec tari­kiyle nakletmiştir.[338]

et-Tahavî rivayetleri sıraladıktan sonra şöyle diyor:

"İşte bu ha­dîsin aslıdır, anlatımında Resûlüllah'ın uyluklarının açık bulundu­ğunu belirten bir kayıt mevcut değildir."[339]

Nitekim Ebû Musa (r.a.) da, aynı olayla ilgili rivayetinde "Pey­gamber (a.s.) Efendimiz, Osman içeri girince dizlerini örttü..." de­miştir. Buhari bu rivayete de yer vermiştir. Müslim'in Hz. Aişe (r.a.)'dan yaptığı rivayette ise olay iki değişik lâfızla nakledilmiştir:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz evimde (odamda) uylukları veya baldır­ları açık bir vaziyette uzanmış bulunuyordu..."

Rivayetlerin tamamı dikkate alınıp incelendiğinde, üç ayrı ta­birin kullanıldığı görülür: Fahiz, rükbe, sak... Rasûlüllah'ın her zaman ve her yerde edeb, terbiye, nezaket ve ciddiyetin en üst manasını kendinde taşıyıp uyguladığını düşünürsek, şu iki sonucu çıkarmamız çok daha uygun olur: Birincisi, uzanık bir halde iken farkına varmadan uylukları açılmış olabilir. Hz. Osman içeri girin­ce ona olan saygı ve ilgisini izhar ederken toparlanma ihtiyacını duymuş ve öylece açık bulunan uyluğunu da örtmüştür. İkincisi, uy­luğunun değil, baldır veya dizlerinin açık bulunduğu keyfiyetidir ki, bunda bir sakınca yoktur.

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- Erkeklerin diz kapaklarıyla göbekleri arası avrettir. Na­mazda belirtilen kısımdan bir bölüm açık olduğu takdirde, namaz bâtıl (hükümsüz) olur, iadesi gerekir.

2- Yine erkeğin belirtilen avret yerini insanların bulunduğu yerlerde açık bulundurması haram ve büyük günâtır. Kimselerin bulunmadığı yerde açması mekruhtur. Çünkü Allah utanılmaya çok daha lâyıktır.!

3- Erkeklerin uyluk kısmı da avrettir. Bunda görüş birliği vardır.

4- Diri olsun, ölü olsun hiç kimsenin uyluğuna bakılmaz, ha­ramdır.

 

Göbeğin Ve Dizkapağının Kendisi Avret Midir?

 

Hadîs ve diğer ilgili rivayetlerde "göbekle dizkapağı arası..." denilmiştir. Bundan iki manâ anlaşılmaktadır; Birincisi, göbeğin ve diz kapağının kendisi avret değildir, avret yerinin sınırı buralarda son bulmaktadır. İkincisi ise, bunların da avret yeri sınırlarına da­hil olmasıdır. O bakımdan müctehidlerin ictihad ve görüşleri farklı olmuştur. Biz önce ilgili hadisleri nakledelim, sonra da onların görüş­lerini belirtmeye çalışalım.

Ebû Musa (r.a.)'den yapılan rivayette demiştir ki:

"Peygamber (a.s.) Efendimiz, içinde su bulunan bir yerde oturu­yordu. (Ayaklarını suya sokmak için) iki dizini veya bir dizini açtı. Osman içeri girince, Peygamber (a.s.) dizini örttü."[340]

Umeyr b. İshak'dan yapılan rivayette, şöyle demiştir:

"Hasan b. Ali (r.a.) ile beraber bulunuyordum, derken Ebû Hüreyre ile karşı­laştık. Ebû Hüreyre (r.a.), Hz. Hasan'a, Peygamber (a.s.) Efendimiz'in öptüğü yeri müsaade et de ben de öpeyim, dedi. O da entari­sini (göbeğinin üzerinde sıyırıp) işarette bulundu. Ebû Hüreyre (r.a.) onun  göbeğini öptü."[341]

Abdullah b. Amir (r.a.)'dan yapılan rivayette, şöyle demiştir:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimizle beraber akşam namazını kıldık. Dönen dündü, takip eden etti, derken Resûlüllah (a.s.) Efendimiz acele nefes nefese geldi ki iki dizkapağı açılmış vaziyette idi, şöyle buyurdu:

"Size müjde, işte Rabbiniz gök kapılarından bir kapıyı aç­mış bulunuyor da sizinle iftihar ediyor buyuruyor ki: "Kullarıma bakın, bir farzı kıldılar ve diğer farzı (kılmak için) bekliyorlar."[342]

Ebû Derdâ (r.a.)dan yapılan rivayette, demiştir ki:

"Peygamber (a.s.) Efendimiz'in yanında oturuyordum, derken Ebubekir Sıddîk (r.a.) elbisesinin bir ucunu tutmuş vaziyette çıkageldi ki iki dizi açılmış bulunuyordu. Bunun üzerine Peygamber (a.s.) şöyle buyur­du:

"Sizin arkadaşınız öfkeli geldi ve öylece selâm verdi."[343]

Hadislerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Göbek avret değildir.

2- Allah için sevdiği dostunun göbeğinden öpmekte bir sakın­ca yoktur.

3- Dizkapakları da avret değildir.

Hadislerin ışığında müctehid imamların görüş ve istidlalleri:

a) Hanefî âlimlerine göre, göbeğin kendisi avret değildir. Bu, üç müctehidin tesbit ve yorumudur. Dört müctehide göre ise, dizler avrettir.[344]

b) Şâfiîlere göre:

Erkek ve cariyenin avret yerinin sınırı, göbekle diz arasıdır. Gö­bek ve diz avret değildir.[345] Ancak Şâfiilerin hepsi aynı görüşte değildir. Nitekim aşağıda bu husus açıklanmıştır.

c) Hanbelilere göre:

Erkeğin avret yeri, göbekle diz arasıdır. Göbek ile diz avret ye­rine dahil değillerdir. İmam Ahmed'in bu hususta kesin beyânı vardır.[346]

d) Mâlikîlere göre:

Mâlikiler de bu hususta Hanbelilerle aynı görüştedirler.[347]

Diğer rivayetler, tahliller ve yorumlar:

313 nolu hadisi Buhari nakletmiştir. Bundan, göbekle dizkapağının avret olmadığı istidlal edilmiştir. İmam Şafiî ise, dizkapağının avret olduğunu söylerken, Rasûlüllah'ın (a.s.) ayaklarını suya sok­tuğunda elde olmayarak dizkapaklarının açıldığını, ortada bir özürün bulunduğunu, rastgele açılmadığını ileri sürerek kendine göre yorumda bulunmuştur. Ayrıca Hz. Osman'ın içeri girmesiyle birlikte dizkapaklarını örtmesi de, avret olduğuna delil sayılır, demiştir. İmam Şafiî ve o görüşte olanlar sadece bu yorumla yetinmeyip bir de Derekutnî ve Beyhakî'nin Ebû Eyyub'dan rivayet ettikleri şu hadîsle istidlal etmişlerdir:

"Erkeğin avreti, göbekten dize kadardır."

Abdestte kolların yıkanması nasıl dirseklere kadar denilirken dir­sekler de aynı hükümde kollara dahil oluyorsa, burada da dizlere kadardır, denilince, dizler de aynı hükümde avret yerine dahil sa­yılıyor.

Dizkapağının avret olmadığını söyleyenler ise, bu hadîsin met­ruk olduğunu, ileri sürmüşlerdir; çünkü râvilerinden İbad b. Kesîr metruktür.[348]

Ebû Said hadîsi üzerinde duranlar ise, râvileri arasında Şeyh el-Hars b. Ebî Üsâme Davud b. el-Mahber bulunuyor ki, bu zat, ha­disi İbad b. Kesir'den rivayet etmiştir. İbad ise Ebu Abdillah eş-Şâmî'den, o da Atâ'dan rivayet etmiştir ki, bu zincirde hep zayıflar yer al­maktadır.[349] Diğer yandan dizleri abdestte dirseklere kıyas, et­mek bâtıldır, çünkü dirseklerin kola dahil olduğunun delili ayrıdır, yani kıyasın şartlarından bir olan menatta birleşme gerçekleşmemektedir. Şart yerine gelmeyince  kıyas  hükümsüz oluyor.

Dizkapağıyla göbeğin avret olmadığını kabul edenlerin bir diğer dayanağı, Ebû Dâvud ile Darekutnî'nin Amir b. Şuayb'dan yaptıkları rivayettir. Amir b. Şuayb'ın dedesinden yapılan rivayette şöyle denilmiştir:

"Sizden biriniz hizmetçisini, kölesini veya ücretle çalıştırdığı kimseyi evlendirdiği zaman, göbekten alt kısma, dizka­pağından üst kısmına bakması."

Böylece göbekle dizkapağının avret olmadığı anlaşılıyor.

314 nolu Umeyr b. İshak hadîsinin isnadında Umeyr b. İshak el-Hâşimî bulunuyor ki, bu zat hakkında hayli söz söylenmiştir. Sıka olduğunu söyleyenler bulunmakla beraber rivayetinin yazılmaya değer olmadığını belirtenler de var. Nitekim Yahya b. Maîn, "onun hadisi bir şeye denk gelmez" yani fazla değer taşımaz. O bakımdan onun hadisi yasılmaz demişlerdir.[350]

Nesâî ise, onun rivayetinde bir beis bulunmadığını belirtmiştir.

O bakımdan Umeyr hadîsi istidlale uygun sayılabilir. Ancak Ebû Hüreyre'nin (r.a.), Hz. "Hasan'ın göbeğini öpmesinde hiçbir hüccet yoktur. Çünkü Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, torunu Hz. Hasan'ın göbeğini, o çocuk iken öpmüştü. Oysa Ebû Hüreyre (r.a.), onun gö­beğini, mükellef bulunduğu yıllarda öpmüştü Çocukla ergen ki­şinin avreti elbetteki farklıdır.

315 nolu Abdullah b. Amir hadîsinin ricali sahîh kabul edilmiş, çünkü hepsi de İbn Mâce Sünen'inde yer almıştır.

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- Göbek avret değildir.

Dört mezhep imamlarının bu meselede ittifakı vardır..

2- Dizkapaklanrı avret değildir: Bu üç mezhep imamlarına göredir İmam Ebû Hanîfe'ye göre avrettir.

3- Evde eşi ve çocukları arasında bulunduğu sırada erkeğin uyluk veya dizkapağı açık bulunursa, bunda bir sakınca yoktur.

4- Namaz kılarken, erkeğin göbekle dizkapağı arasının örtü­lü olması şarttır. Aksi halde namaz hükümsüz kalır. Ancak zururî haller bu genellemenin dışındadır.

 

Hür Kadını Avret Yerleri

 

İslâm fıkhında "hür kadın" denilince, karşılığında hürriyeti elinden alınmış câriye hatıra gelir. Gerçi günümüzde artık kölelik ve cariyelik diye bir konu kalmamıştır. Ancak kölelik müessesesinin işler bulunduğu asırlarda İslâm dini, insan haklarını korumak, köle­leri kölelik kaydından kurtarmak ve onlara insanca muamele edil­mesini sağlamak için bir takım maddi ve manevi müeyyideler, esas­lar ve prensipler koymuştur.

O halde "hür kadın" denilince, cariye olmayıp hürriyeti elinde olan kadın demektir.

İslâm kadını, erkeğin şehvet nazarından uzak tutmak, onun an­nelik ve kadınlık vakarını korumak, kişiliğinin zedelenmesini önle­mek, iffet ve namusunu, şeref ve itibarını muhafaza etmek için onu iffet, namus, şeref ve vakar örtüsü altına almış, saygınlığını en üst derecede tutarak hürmet telkin eden bir kıyafeti sunmuştur.

İlgili hadisler:

Hz. Aişe (r.a.) Validemizden yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

"Allah ayhali görme çağına gelmiş kadının namazını ancak himar (başörtüsü) ile kabul eder."[351]

Ümmü Seleme (r.a.)'den yapılan rivayette, onun, Peygamber (a.s.) Efendimizden:

"Kadın, üzerinde entarisi olmadığı halde sadece gömlek (veya gecelik, iç çamaşır) ve başörtüsü ile namaz kılınabilir mi?" sordu­ğunda, Peygamber (a.s.) Efendimiz'in de ona:

"Gömlek (gecelik) ye­terli olur da ayakların üst kısmını örterse (namaz kılınır)." buyur­du.[352]

İbn Ömer (r.a.)'den yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efen­dimiz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:

"Kim elbisesini kibir ve bencillik olsun diye yerde sürüklerse, Allah kıyamet gününde ona; (rahmetle) bakmaz."

Bunun üzerine Ümmü Seleme (r.a.) "Ya kadınlar eteklerini ne yapsınlar?" diye soruncu, Efendimiz "Bir karış sarkıtsınlar" buyurdu. Ümmü Seleme, "O takdirde ayakları açılmış olur" dedi, Peygamber (a.s.), "O halde bir zira' sarkıtsınlar ve artık bundan fazlasını yapmasınlar" buyurdu.[353]

Hadislerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Ergenlik çağına girmiş olan kadının namazda mutlaka ba­şını örtmesi gerekir. Aksi halde namazı kabul olunmaz.

2- Kadının geceliğiyle namaz kılması caizdir, yeter ki uzun olup ayaklarının üstünü örtecek kadar uzun olsun.

3- Kadının ayaklarının üstü avrettir.

4- Kadınların entarilerinin de ayaklarını örtecek kadar uzun olması vâcibdir. Ancak bundan az kısa olur da kalın çarapla ayaklar örtülürse, buna cevaz verilmiştir.

Hadislerin ışığında  müctehit imamaların görüş, tesbit, istidlal ve ihticacları:

a) Hanefilere göre:

Hür kadın bedeninin tamamı avrettir, ancak yüzü ve iki eli müs­tesna. Ayaklarının avret olup olmadığı hakkında iki rivayet vardır. Ebû Hanîfe'ye göre avret değildir. Çünkü birtakım ihtiyaçlar karşı­sında kadının yürümesi gerekmektedir ki, her zaman örtülü bulun­durması çok zordur. Hem yüz ve eller şehevî duyguyu daha çok tahrik edebilir. Onlar avret olmadığına göre, ayakların da avret ol­maması gerekir.[354] Nitekim el-Hasan'ın Ebu Hanîfe'den yaptığı rivayete göre, kadının ayaklarına bakmanın helâl olduğu belirtil­miştir.[355]

O halde bu mezhebe göre, namazda kadının yüzü ve iki eli açık bulunursa, bir sakınca yoktur. İmam Ebû Hanîfe'ye göre, ayakları­nın da açık olması namaza mani' değildir. Dışarıya çıkınca da yü­zünü ve ellerini açık bir vaziyette bulundurması men'edilmez. Erkek­lerin de kadının yüzüne ve ellerine şehvetle bakmaları haramdır.

b) Şâfiîlere göre, hür kadının yüzü ve iki eli dışında kalan yer­leri avrettir. O halde kadının ayakları da avrettir ve namaz kılar­ken örtmesi vâcibdir.[356]

c) Hanbelîlere göre:

Hür kadının yüzü dışında diğer her yanı avrettir. O halde namaz kılarken ellerini ve ayaklarını örtmesi gerekir. Sokak kıyafeti de yine bu ölçüde olmalıdır.[357]

d) Mâlikîlere göre:

İki elin içi ve üstüyle yüzün tamamı dışında kalan yerler avret­tir. O halde kadının yüzü ve iki eli örtülü olmadığı halde namaz kıl­ması caizdir; [358] aynı şekilde sokakta da bu iki azasını açık bulun­durmasına cevaz verilmiştir.

Diğer rivayetler, yorumlar ve tahliller:

324 nolu Hz. Aişe (r.a.) hadîsini aynı zamanda İbn Huzayme ve el-Hakim de rivayet etmişlerdir. Darekutni ise, hadîsin mevkuf olduğunu, el-Hakim ise mürsel olduğunu söylemiştir. Bilindiği gibi mevkuf, ashab-ı kiramdan rivayet edilen söz, fiil ve takrirdir. Mursel ise, senedinden bir sahabi düşen hadistir. Gerek mevkuf, gerek­se mursel hadisler daha çok zayıf hadisler arasında sayılır. Ancak mevkufun böyle olduğunda tam ittifak yoktur.

Taberânî ise, bu mealde bir hadisi es-Sağîr ve'1-Avsat'da Ebû Katade'ten şu lâfızla rivayet etmiştir:

"Allah, zînet yerlerini örtmedikçe kadının; ergenlik çağına giren kızın da başını örtmedikçe na­mazını kabul etmez."

İbn Huzeyme ise, şu lâfızla kendi sahihinde ri­vayet etmiştir:

"Allah ergenlik çağına giren kadının namazını ancak başörtüsüyle kabul eder."

Hadisler kadının namaz kılarken başını örtmesinin vâcib oldu­ğuna delâlet etmektedir. Ayrıca hür ve cariye arasında bu hususta bir fark olmadığı da anlaşılıyor. Ancak İmam Şafiî, İmam Ebû Hanîfe ve cumhur, hür kadınla cariye kadın avretleri arasında fark bulunduğunu belirtmişler ve ona göre bir tarifte bulunmuşlardır. Hadîsin zahirine bakıp ikisi arasında fark yoktur, diyenler ise, Za­hiri mezhebine mensup olanlardır. Sözünü ettiğimiz imamlara gö­re, cariyenin avret yeri dizkapağıyla göbek arasıdır. İmam Mâlik'e göre, cariyenin avret konusunda hür kadından farkı sadece saçları­dır; cariyenin saçları avret değildir.[359] Kuvvetli ihtimalle, İmam Mâlik, Hicaz'da cariyelerin başaçık gezdiğini görünce, sahabenin böyle uygun gördüğüne kail olmuştur. el-Iraki ise Tirmizî şerhinde diyor ki:

"İmam Mâlik'ten meşhur olan rivayete göre, cariyenin av­reti erkeğin avreti gibidir."

Bize göre, el-Iraki’nin bu tesbiti isabetli değildir. Çünkü İbn Kudame gibi, kendi mezhebinde yetkili bir ilim adamı sözü edilen me­sele hakkında şöyle diyor:

"İmam Mâlik hür olmayan (cariye) kadın hakkında, "başörtüsüz namaz kılabilir." demiştir."[360]

325 nolu Ümmü Seleme hadisini el-Hâkim de tahrîc etmiş, Abdülhak ise, Mâlik ve diğer râvilerin bunu mevkufen rivayet ettikle­rini söylemiştir. el-Hâkim ise, Buharî'nin şartına göre, hadisin ref'i sahihtir, diyerek Abdülhakk'ın görüşüne katılmamıştır. Ancak hadîsin isnadında Abdurrahman b. Dînar bulunuyor ki bu zat üzerinde hay­li şeyler söylenmiştir, et-Takrîb de onun sadûk (doğru, güvenilir) olduğu belirtilmiş, ancak bazan hatâ yaptığına dikkatler çekilmiştir.

Diğer yandan bu hadîsi Mâlik b. Enes, Bekir b. Mudar, Hafs b. Ğıyas, İsmail b. Cafer, İbn Ebî Zid'b ve İbn İshak, Muhammed b. Zeyd' den, o da Ümmü Seleme'den rivayet etmişler ve hiçbiri, Ümmü Seleme'nin Peygamber (a.s.) Efendimiz'den rivayet ettiğini zikretmemiştir.[361]

Darekutnî'den ise bu hadîs sorulduğunda, şu cevabı vermiştir:

"Muhammed b. Zeyd b. Muhacir b. Kunfez kendi anasından, o da Ümmü Seleme'den rivayet etmiştir. Ancak merfu, olduğu hakkında farklı tesbitler vardır: Abdurrahman b. Abdullah b. Dıhar yaptığı rivayette Peygamber (a.s.) Efendimiz'e kadar ref'etmiştir. Hişam b. Sa'd da bu hususta ona tabi olmuştur. İbn Vehb ise muhalefet ederek hadîsi Hişam b. Sa'd dan mevkufen rivayet etmiştir. Doğru olan da budur. et-Tenkîh sahibi ise, Abdurrahman b. Abdillah b. Di­nar'dan Buharî'nin kendi Sahîh'inde rivayet ettiğini belirterek bazı ilim adamlarının onun sıka (güvenilir) olduğunu söylemişlerse de yukarıdaki hadîsi ref'etmekte hatâ etmiştir, diyor.[362]

Namazda avret yerinin örtülü tutulmasının aslı şu âyete dayan­maktadır:

"Ey âdemoğulları! Her mescidde güzel ve temiz elbisenizi alıp giyinin." [363]

Ayette, "zînet" tabiri kullanılmıştır ki ilim adamlarının çoğu bunu avret yerini örtüp kapatan  elbise, ile yorumlamışlardır.

"Mescid'den maksat, namazdır, aynı zamanda namaz kılınan cami anlamına da gelir. Nitekim Seleme b. Ekva, (r.a.)’dan yapılan riva­yette demiştir ki: Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'e dedim ki:

"Ya Resûlellah! kamîs (gömlek) ile namaz kılayım mı?",

"Evet, bir dikenle ol­sa bile onu düğümle (öylece kıl)" buyurdu.[364]

Kadının namaz kılarken ne gibi elbise giymesi gerektiği hakkın­da Hz. Âişe (r.a.) Validemiz'den sorulduğunda, sorana, git bu me­seleyi önce Ebû Tâlib oğlu Ali'den sor, sonra da gel bana ne dediğini haber ver, dedi. Sonra sahibi Hz. Ali'ye (r.a.) gelip sordu. O da, "Ba­şörtüsü ve ayakların üzerini örtecek kadar uzun bir iç çamaşırla." diye cevap verdi. Adam durumu gelip Hz. Âişe'ye (r.a.) haber verince, "Ali doğru söylemiştir" diyerek onu tasdik etti.[365]

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- Hür kadının iki eli ve yüzü dışında diğer bütün bedeni av­rettir. Namazda avret yerlerini örtmesi vâcibdir. Aksi halde namazı kabul değildir.

2- Kadının ayakları da avret değildir. O bakımdan ayakları açık olduğu takdirde namaz kılabilir. Bu iki hüküm İmam Ebû Hanife'nin ictihadıdır.

3- Kadının ayakları da avrettir. Bu, Şâfiîlerle Hanbelîlere gö­redir. Yani iki müctehidin ictihadı bu anlamdadır.

4- Kadının elleri de avrettir. Bu, İmam Ahmed b. Hanbel'in ictihadıdır.

5- Kadının namaz kılarken geceliği veya entarisi ayaklarının üstünü örtecek kadar uzun olması gerekir. Entari veya gecelik bu kadar uzun olmazda açık kalan kısımlar teni göstermeyecek çorapla örtülürse, bu da caizdir.

6- Tek gömlek veya gecelikle namaz kılındığı takdirde, vücu­dun açılması için düğmelemek vâcibdir. Üzerinde iç çamaşırı bulu­nanlar için düğmelemek söz konusu değildir, yeter ki avret yeri gö­zükmesin.

 

İpek Veya Gasbedilmiş Elbiseyle Namaz Kılmak

 

İbâdetin birçok hikimetleri vardır, onlardan biri de haklara say­gılı olmak, haramdan kaçınmak, başkasının malına, ırzına ve şerefi­ne el ve dil uzatmamaktır. Sonra da Allah'ın rızası doğrultusunda hayatı tanzim edip dünya ile âhiret, ruh ile beden arasında denge kurmak; lüks ve israftan kaçınmak suretiyle sade bir ömür sürmek­tir.                                                .

O bakımdan lüks sayılan ipek elbiseyle namaz kılmak erkekle­re haram kılınmış, kadınlara cevaz verilmiştir. Çünkü erkek hayat ve hareket adamıdır. Hergün kollarını sıvayıp işinin başına koşmak­la emrolunmuştur. İçinde yaşadığımız topluma ayakuydurmak, on­lara tepeden bakmamak, dikkatleri çekecek şekilde süs ve zînetten uzek durmak onun günlük hayatının ölçüsü ve Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'e uymaya çalışmasının belirtisidir.

Gasbedilmiş, yani sahibinin rızası hilâfına zorla alınmış bir el­biseyle de ibâdet, hedef ve amacını   kaybeder, ölçü ve anlamını bir bakıma yitirir. Çünkü namazın hikmetine ters düşen herşey ya mekruh ya da haramdır, ya da mahzurludur.

Konuyla ilgili hadîsler:

İbn Ömer (r.a.)dan yapılan rivayette:

"Kim on dirhem bir elbise alır da onda bir dirhem haram bulunursa o elbise üzerinde bulunduğu sürece Allah onun hiçbir namazını kabul buyurmaz."                                                                      

İbn ömer (r.a.)’dan bunu söyledikten sonra iki parmağını kulaklarına sokup şöyle dedi:

"Bunu eğer Resulüllah’ın (a.s.) buyurduğunu işitmedimse ikiniz de sağırlaşın!"[366]

"Hz. Aişe (r.a.)dan yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efen­dimiz şöyle buyurmuştur:

"Kim bir amelde bulunur da o amel üzerinde bizim emrimiz yoksa, o merduttur."[367]

Aynı hadîsi Ahmed b. Hanbel şu lâfızla rivayet etmiştir:

"Kimi bizim emrimiz hilâfına bir iş yaparsa, o iş merduttur."

Her iki hadîste geçen "emir" tabirinden maksat, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz ile ashabının yaşadığı dinî esas ve prensiplerdir.

Ukbe b. Âmir (r.a.)'den yapılan, rivayette, demiştir ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'e ardı ve eteği yırtık olan kaftan hediye edildi. O da onu giydi ve sonra üzerinde olduğu halde namaz kıldı. Namazı bitirince, hoşlanmadığını belirtir şekilde şiddetle tutup üzerinden çıkardıktan sonra şöyle buyurdu:

"Bu, muttakıylere lâyık değildir."[368]                                                                                    .

Câbir b. Abdillah (r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir ki:

Resûlülah (a.s.) Efendimiz kendisine hediye edilen kalın ipek kumaştan bir elbise giyindi; sonra çok geçmeden ki onu çıkarıp Hattab oğlu Ömer'e gönderdi. Bunun üzerine kendisine: Ya Resûlüllah! Çok sürmedi onu üzerinden çıkardın? diye soruldu. Buyurdu ki

"Cibrîl (a.s.) beni ondan men'etti."

"Az sonra Ömer ağlayarak geldi ve şöyle dedi:

"Ya Resûlüllah! Bir şeyden hoşlanmadın da onu bana ver­din, benim neyime?" Peygamber (a.s.):

"Onu sana giyinsin diye ver­medim, satasın diye verdim."

Bunun üzerine Ömer (r.a.) onu iki bin dirheme sattı.[369]

Hadîslerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Haram parayla satın alınan bir elbiseyle kılınan namaz makbul değildir.

2- Dinî hususlarda Resûlüllah'ın sünnetine uymayan, O'nun getirdiği prensiplere ters düşen her amel merduttur.

3- İpek elbise erkeklere, haramdır. İpek elbiseyle kılınan namaz makbul değildir.

4- İpek elbiseyle kılınan namazı iade etmek gerekmez.

5- İpek, elbise takvaya aykırıdır, muttakıylere lâyık değildir.

6- Hediye edilen bir şeyi başkasına hediye etmek caizdir

Hadîslerin ışığında müetehit imamların görüş, tesbit ve istidlal­leri:

a) Hanefi, Şafiî ve Hanbeli mezhep imamlarına ve ilim adam­larının cumhuruna göre, ipek elbise giyinmek erkeklere haramdır. Üzerinede ipek elbise bulunduğu halde namaz kılan kimsenin namazı sahîhse de günah işlemiş kabul edilir. Namazı iade etmesi gerekmez. Gasb edilen elbise de böyledir.

b) İmam Mâlik'e göre, vakit içinde iade etmesi gerekir.[370] İleride ipek konusuna daha geniş yer verip lüzumlu bütün açık­lamayı yapacağız.

Konuyla ilgili diğer rivayetler, yorumlar ve tahliller:

338 nolu İbn Ömer hadîsini aynı zamanda Abd. b. Humayd ve Beyhakî tahrîc ettikten sonra zayıf olduğu belirtmişlerdir. Ayrıca el-Hatîb, İbn Asâkir ve Deylemî de rivayet etmişlerdir. İsnadında Hâşim bulunuyor ki, bu zat İbn Ömer'den rivayet etmişse de bu alan­da pek tanınmıyor.

Hadîsin zahiri, ipek ve mağsub elbiseyle kılınan namaz kabul ediliniyeceğine delâlet ediyorsa da sahîh olmadığına delâlet etme­mektedir. Çünkü namazın kabulü başka, sıhhati daha başkadır. Ka­bul edilmemesi, faziletinden marumiyete delâlet eder. Nitekim kocası kendisine öfkeli bulunduğu halde geceleyen kadının namazını Allah kabul etmez, mealindeki hadîste de hüküm bu doğrultuda ele alıp yorumlanmıştır, yani namazının feyiz ve bereketinden mehrum ka­lır, ama borcunu ödemiş sayılır; namazı sahihtir.

"Kabul edilmez" şeklindeki ifade genellikle iki ayrı yorum ister; birincisi, sıhhatını olumsuz yönde etkiler, diğeri kemal ve faziletini olumsuz kılar. Konumuzu oluşturan hadiste kemal ve faziletini nefyedeceğiz yani olumsuz, yönde etkileyeceği söz konusudur. Sıhhati­ni olumsuz yönde etkiliyen ise, "Bu bir abdesttir, Allah namazı an­cak onunla kabul eder" meâlindeki hadiste belirtmiştir.

Hadîsin senedinde bazılarına göre, pek tanınmayan Hişam bulu­nuyorsa da, genellikle ilim adamları onunla istidlal etmişlerdir.

339 nolu Hz. Aişe hadisine  gelince, bu dinî kavaidden  birçok hükümleri kendinde taşımaktadır. Öyle ki, ilim adamları, Peygam­ber (a.s.) Efendimiz tarafından yasaklanan, men'edilen bütün akidler hükümsüzdür, demişlerdir. Çünkü bir şeyi men'etmek, onun sıh­hatli bir hüküm ifâde etmiyeceğine, fasit olduğuna delâlet eder. O halde dini kaide ve ölçülere girmeyen her türlü menhiyata reddet­mek vâcibdir. O bakımdan hâkimin verdiği hüküm, işin ve mesele­nin asıl içyüzünü değiştiremez. Haksızı haklı çıkarmak, helâli ha­ram kılmak gibi hükümler, hiçbir zaman haksızı haklı, helâli ha­ram yapamaz.

Onun için hadîste geçen "leyse aleyhi emruna" cümlesi, dinî öl­çü ve kaidelerle yorumlanmıştır. Şevkanî’nin de dediği gibi, bu hadî­sin taşıdığı kaideler sayılmıyacak kadar çoktur.

Özetliyecek olursak, şöyle bir ifade kullanmak mümkün: Kim dinde aslı olmayan, bir asla dayanmayan bir şey icad ve ihdas eder­se, ona asla iltifat edilmez. O nedenle et Tuhî şöyle demiştir; Bu ha­dîs, şer'î delillerin yarısıdır. İpek elbise, zorla alınan (gasbedilen el­bise) ile kılınan namazın Allah katında hiçbir fazileti yoktur. Sade­ce kul bir bakıma namaz borcunu ödemiş sayılır. Çünkü namazdan amaç, ilâhî hududa riâyettir.

340 nolu Ukbe b. Amir hadîsiyle istidlal eden İmam Şafiî, ipek elbiseyle namaz kılmanın haram olduğunu söylemiştir. İmamiyye mezhebine salik olanlar da aynı görüştedirler.[371] Diğer birçok ilim adamlarına göre, mekruh sayılmıştır. Çünkü ipek elbisenin il­leti, kibir ve gururdur, namazda bu ikisi de söz konusu değildir. Ayrıca onlar, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, kalın ipekten dokunan elbi­seyi giyip namaz kıldıktan sonra çıkarmış, fakat kıldığı namazı iade etmemiş ve ipek elbiseyle kılınan namaz iade edilmelidir, diye bir ifade kullanmamıştır.

İpek elbise henüz haram kılınmamıştı ki, Resûlüllah (a.s.) Efen­dimiz kalın ipekten mamul bir üstlük giyinmişti; Onu görenler be­ğendiler ve hayretlerini ifade ettiler. Peygamberimiz (a.s.) geçici dünya hayatında bu gibi şeyleri beğenmenin hakikatte bir değer ta­şımadığını belirterek şöyle buyurmuştur:

"Canımı kudret eliden tutan zata yemin ederim ki, Sa'd b. Muâz'ın Cennet'teki mendili bun­dan çok daha güzeldir!"[372]

el-Bahır kitabının sahibi diyor ki:

"İpek elbiseden başka örtüne­cek bir şey bulamazsa, o takdirde onunla kıldığı namaz sahihtir. Çıp­lak kılacak olursa namazı hükümsüz sayılır. "Ahmed b. Hanbel ise, çıplak kılması evlâdır, demişse de diğer ilim adamları ona muhalefet etmişlerdir. Nitekim yukarıda da belirttiğimiz gibi, ipek giyinmek haramdır, o vaziyette namaz kılarsa, namazı sahihtir, ancak haramı irtikâp ettiğinden büyük günah işlemiş.

341 nolu Câbir b. Abdillah hadîsi sahîhtir. İpek elbise giyinme­nin tahrimine delâlet etmektedir.

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- İpek elbiseyle namaz kılmak ilim adamlarının çoğuna gö­re, mekruhtur. Ahmed b. Hanbel'e göre, bir rivayette haramdır.

2- İpek elbiseyle kılınan namaz sahîhtir, ancak kemal ve fa­zileti gitmiştir.

3- Gasbedilen bir parayla satın alınan elbiseyle namaz kılmak mekruhtur, namazın kemal ve faziletini tamamen düşürür. Ancak kılınan namaz sahihtir.

4- İpek elbise giyinip onunla kibir ve gurur taslamak da ha­ramdır.

5- Kadınların ipek elbise giyinmesi ve o vaziyette namaz kıl­ması caizdir.

 

İpek Elbise Giyinmek Ve Altın Eşya Takınmak Erkeklere Haramdır

 

Az yukarıda da belirttiğimiz gibi, ipek ve altın en çok tanınan ve yaygın olan iki şeydir. Tarih boyunca ne ipek, ne de altın hiçbir zaman değerini kaybetmemiştir. O bakımdan her ikisi de birer bö­bürlenme, başkasına karşı üstünlük taslama ve gurura kapılma ara­cı olarak bilinir. İslâm dini ise, sadeliği, kardeşliği emreder, sınıf far­kını kaldırır, mü'minleri Allah katındaki durumlarını bir tarağın dişleri gibi eşit sayar, ancak üstünlüğün, faziletin takvada olduğunu söyler; yani kim daha çok ilâhî hududa bağlı kalıp kötülüklerden sakınabiliyorsa, Allah katında daha değerli ve üstündür. O bakımdan erkeği atalete iten, onu bir biblo durumuna getiren, kibir ve gu­rur duygusunun kabarmasına sebep olan ipek elbise ve altın zînet kullanması yasaklanıp haram kılınmıştır. Ellerine, parmaklarına al­tın değil, nasır yakışır. Sırtına ipek değil ter ve emek lâyık görülür.

Kadınların durumu onlarınkinden çok farklıdır. Pazarda, çarşı­da tezgahta, büroda erkekler daha çok çalışır, İslâm kadın erkek bir arada çalışmayı yasaklamış, her cinsin kendi hemcinsleri arasında çalışmasını uygun görüp vâcib kılmıştır. O bakımdan kadın daha çok ev işleriyle uğraşır, çocuklarını besleyip büyütme, temizleyip sıhhatli yetiştirme işini yüklenir. Kocasına karşı süslenmesi, zînet takınması güzel bir davranıştır. İslâm bunu sünnet veya müstehab kılmıştır. Evinin dışında ise, zînetini teşhir, etmesini yasaklamış ve o ancak kocası için süslenir hükümünü koymuştur. O bakımdan ka­dına hem ipek elbise giyinmek, hem altın takınmak mübah sayılmıştır.    

Konuyla ilgili hadîsler:

Ömer (r.a.)’den yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz'den şöyle işittiğini söylemiştir:

"İpek giyinmeyiniz. Doğrusu kim Dünya'da ipek giyinirse, âhirette giyinmez."[373]

Enes (r.a.)’den yapılan rivayette Peygamber (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:

"Dünya'da ipek giyinen, âhirette elbette giyinemiyecektir."[374]

Ebu Musa (r.a.)’den yapılan rivayette, Peygamber (a.s) Efendimizin şöyle buyurduğunu söylemiştir:

"Altın ve ipek, ümmetimin kadınlarına helâl kılınmış, erkekle­rine haram kılınmıştır."[375]

Hz. Ali (r.a.)’den yapılan rivayette demiştir ki: "Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'e sarı çizgili ve altın işlemeli entari veya üstlük hedi­ye edilmişti, onu bana gönderdi, ben de giyindim. Ancak Peygamber'in (a.s.) yüzündeki öfkeyi anladım. Bana dedi ki:

"Ben onu sana giyinmen için göndermedim, belki baş örtüsü olcak şekilde kadınlar arasında bölüp vermen için gönderdim."[376]

Enes (r.a.)’den yapılan rivayette deniliyor ki:

"Enes (r.a.), Pey­gamberimizin kızı Ümmü Gülsüm'ün üzerinde sarı çizgili veya al­tın işlemeli bir hırka görmüştür."[377]

Hadîslerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Dünya'da ipek elbise giymen erkekler âhirette ondan mah­rum kalacaklardır.

2- Altın eşya takınmak ve ipek elbise giyinmek ümmetin er­keklerine haram, kadınlarına helâl kılınmıştır.

3- Kadınların ipek başörtüsü veya altın işlemeli ipek başörtü kullanmalarına cevaz verilmiştir.

4- Kadınların ipek entari, ipek dış kıyafet giyinmelerinde bir takınca yoktur.

Hadîslerin ışığında müctehit imamların görüş, tesbit, istidlal ve ihticacları:

a) Hanefîlere göre:

İpek elbise erkeklere haram kılınmıştır. Bu ister ince, ister ka­lın olsun farketmez. Onlar bu meselede, Ebû Musa hadîsiyle Enes (r.a.) hadisini sened olarak seçip istidlal etmişlerdir. Savaşta erkek­lerin ipek elbise giyinmelerine ruhsat verilmiştir.[378]

b) Şâfiîlere göre:

İpek elbise erkeklere haram, kadınlara helâl kılınmıştır. Ancak giyilen elbise ipek ve diğer bir madde karışımından imal edilmişse, o takdirde eksere göre hükmedilir. İçindeki ipek daha çoksa haram­dır, daha azsa helâldir.[379]

İpek elbiseyi sadece giyinmek değil, onu kullanmak da erkekle­re haram kılınmıştır. O halde erkeklerin ipek bir yaygı üzerinde otur­maları da helâl değildir. Ancak arayerde bir örtü veya astar bulu­nursa, o takdirde bir sakınca yoktur. Onun gibi elbisenin astarı, yü­züne dikili bir vaziyette ipek olursa ona da cevaz verilmiştir. Çünkü astar kendi başına bir elbise değildir. Üzerine oturulan yaygının astarı da ipekten olursa, tahrîm hükmü cari olmaz. Erkeklerin ipek mendil kullanması da haram sayılmıştır.[380]

c) Hanbelîlere göre:

Tahrîmi sadece erkeklere has olan elbise, ipektir. Altınla işlen­miş veya altın suyuyla süslenmiş bir ipeği giymek, yaygı olarak kul­lanmak hem namazda, hem namaz dışında haramdır.

Hanbelîler bu meselede Ebü Dâvud ile Tirmizî'nin rivayet etti­ği "İpek elbiseyi ve altını ümmetimin erkeklerine haram, kadınları­na helâl kılıyorum." mealindeki hadîsle istidlal etmişlerdir. Tirmizî bu hadîsin hasen ve sahih olduğunu kaydetmiştir. Ayrıca Hz. Ömer' den (r.a.) rivayet edilen: "İpek elbise giyinmeyin; çünkü gerçekten kim dünyada onu giyinirse, âhirette giyinmez." mealindeki Buhari ve Müslim'in ittifakla naklettikleri hadîsi delil olarak seçmişlerdir.[381]

Bit ve benzeri haşereden sakınmak ve bedendeki bir hastalığı gidermek hususlarında faydalı olacağı biliniyorsa, o takdirde erkek­lerin ipek gömlek giyinmelerine cevaz verilebilir. Nitekim yapılan rivayetlere göre, ashabdan Abdurrahman b. Avf ve Zübeyir b.Avvam, bitten şikayetçi olmuşlar, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz onlara ipek giyinmeleri için ruhsat vermiştir.[382]

Abdurrahman el-Cezîri'nin tesbitine göre: İpek elbise mutlaka, ister yüz, ister astar şeklinde; ister uçkur, ister teşbih püskülü ve ipi ve benzeri olsun kullanılması haramdır. Ancak düğme ve ilik gibi şeylerin, başkasına tabi olduklarından ipekten olması haram değil­dir. Onun gibi, ipek yaygı üzerine oturmak, yastık olarak kullanmak ve duvarları ipekle kaplamak da haramdır.

Erkeklerin giyindikleri elbisenin çoğu yün, pamuk, keten ve ben­zeri bir madde, azı da ipek olursa, buna cevaz verilmiştir. Eşit olması halinde de hüküm aynıdır.[383]

d) Mâlikîlere göre:

Ergenlik çağına giren her erkeğe ipek elbise giyinmek haramdır. Ergen olmayan erkek çocuklar hakkında ise iki farklı rivayet vardır. Yine bu mezhebe göre, bit ve benzeri haşereden korumak için ipek elbiseye cevaz verilmez, nasıl ki savaşta da giyinmesine cevaz verilmemiştir. İpek yaygı üzerinde oturmak da öyle. Aynı zamanda astarı veya elyafı ipek olan bir elbise giyinmek de haramdır. İki parmak eninden az bir ipek parçanın elbisede bulunmasında bir sakın­ca yoktur.[384]

Konuyla ilgili diğer rivayetler, yorumlar ve tahliller:

İbn Ebî Müleyke'den yapılan rivayette Masavver b. Mahreme (r.a.) şöyle demiştir: Resûlüllah (a.s.)   Efendimiz'e (bir yerden) hayli kaftan takdim edilmiştir. Ebû Mahreme bu haberi alınca bana: "Oğulcağızım, bana ulaşan habere göre, Resûlüllah'a (a.s.) birçok kaftan takdim edilmiş de onları dağıtıyormuş. Bizi beraberinde Peygamber'e (a.s.) götür" dedi. Ben de kalkıp gittik, Peygamber'i (a.s.) evinde bulduk. Babam bana: "Resûlüllah'ı (a.s.) bana çağır," dedi. Ben de, onun bu sözünü gözümde büyüttüm ve "Sana Peygamber'i (a.s.)  çağıracağım öyle mi?!" diyerek hayretimi belirttim. Babam, "Oğulcağızım, Peygamber (a.s.) zorba ve mağrur bir kimse değildir" dedi. Onun üzerine Resûlüllah'ı (a.s.) çağırdım. Dışarı çıktı, üzerin­de kalın ipekten imal edilmiş bir kaftan bulunuyordu ki, düğmeleri altından idi. Babama şöyle seslendi: "Ya Mahreme! bunu senin için sakladım" dedikten sonra ona verdi.[385]

Ebû Cafer et-Tahavî diyor ki:

"Bir topluluk bu rivayete dayana­rak demişler ki: "Erkeklerin ipek elbise giyinmesinden bir sakınca yoktur." Diğer ilim adamları ona muhalefet ederek, erkeklerin ipek elbise giyinmelerini hoş karşılamamışlar ve bu mesele hakkında ri­vayet edilen mütevatir hadîslerle istidlal etmişlerdir."

Ebû Cafer, bu açıklamadan sonra seksen kadar rivayeti biraraya getirip nakletmiş ve böylece ipek elbisenin erkeklere haram oldu­ğu hakkındaki rivayet ve tesbitlerin ağırlık kazandığını belirtmek istemiştir. Biz o rivayetlerden birkaç tanesini lüzumuna binaen ki­tabımıza meâlen nakletmeyi uygun bulduk:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz ipek elbiseyi giyinmeyi yasakladı, ancak iki veya üç veya dört parmak kadarını yasaklamadı."[386]

İbn Merzuk'un yaptığı rivayete göre, Hz. Ali (r.a.) bir adamın üzerinde ışıl ışıl parıldayan ipekten bir hırka veya üstlük gördü ve onu alıp iki parmağının arasına yerleştirerek ikiye böldükten sonra şöyle dedi:

"Ben bunu sana kıskandığım için yapmadım ama Resûlüllah'ın (a.s.) ipeği yasakladığını işittim de ondan..."

Hz. Ömer (r.a.)  Peygamber  (a.s.) Efendimiz'e dedi ki:

"Ya Resûlüllah! Utarid veya Lebîd'e uğradım, ipek elbise satışa arzediyordu, cuma günü ve bir de hariçten elçiler geldiğinde (giyin­meniz için) almış olsaydım, (isabetli olurdu). Onun bu sözü üzerine Resûlüllah (a.s.) şöyle buyurdu:

"Dünya'da ipek elbiseyi ancak, âhirette nasibi olmayan giyinir."

Ebû Hüreyre (r.a.)’den yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efen­dimiz şöyle buyurmuştur:

"Dünya'da ipek giyinen Ahiret'te giyin­mez. Dünya'da içki içen Ahiret'te (Cennet şarabından) içemeyecek­tir. Altın ve gümüş kaplarda su içen, âhirette o (gibi) kaplarda su içemeyecektir."

Hz. Ali (r.a.)’den yapılan rivayette demiştir ki:

"Peygamber (a.s.) Efendimiz, ipeği sağ eline, altını sol eline aldıktan sonra şöyle buyurdu:

"Şüphesiz ki bu ikisi, ümmetimin erkeklerine haramdır."

Ebû Cafer et-Tahavî rivayetleri sıraladıktan sonra, şöyle diyor:

"Rivayetlerin çoğu, ipek elbisenin önceleri giyilmesinin mübah ol­duğuna delâlet ediyor. Haram kılınması, mübah sayılmasından son­radır. Böylece ipek elbisenin giyilmesinin yasaklanmasının, daha ön­ce mübah olduğu hükmü neshettiğini anlıyoruz. Nitekim bu, aynı zamanda İmam Ebû Hanîfe'nin, Ebû Yusuf'un, Muhammed'in ve ek­seri ilim adamlarının kavlidir.[387]

İpek elbisenin ergen olmayan çocuklar için de haram olduğun­da ilim adamlarının ittifakı yoktur. Çoğuna göre, onlar hakkında da tahrîm hükmü câridir. Çünkü hadîste "ümmetimin erkeklerine" buyurulmuştur ki, bu küçük, büyük her erkeği kapsamına alan bir tabirdir. Nitekim Ebû Davud'un Sevbân'dan (r.a.) yaptığı rivayet­te, adı geçen şöyle demiştir:

"Peygamber (a.s.) Efendimiz bir sa­vaştan döndüğünde, kızı Fatıma'nın evine uğradı, zaten her savaştan dönüşünde önce Fatıma'ya uğrardı. O gün, Fatıma'nın kendi ka­pısına bir (ipek) perde astığı ve Hasan ile Hüseyin'in kollarına bi­leziğe benzer gümüş taktığını gördü. O bakımdan onlara doğru gel­di ama içeri girmedi. Hz. Fatıma, O'nun o asılı perdeden ve Hasan ile Hüseyin'in kollarına taktığı gümüş bilezikten dolayı girmediğini zannederek  perdeyi yırttı ve o iki sabinin kollarındaki bilezikleri açıp çıkardı. Çocuklar da ağlayarak Resûlülllah'a (a.s.) gittiler. Pey­gamber (a.s.) o bilezikleri onlardan aldı ve Sevbân'a vererek, bunu falan aileye götür, diye emretti..." Bu olay, her ne kadar erkek çocuklarına takılan zînet eşyası hakkında ise de, onların bu hususta mükelleflerin hükmüne tabi olduğuna delâlet etmektedir. O bakım­dan ipek elbise hususunda da mükelleflerle ilgili hükmün kapsamı­na girerler.

İlim adamlarından bir cemaat ise, bu hususlardaki teklif ergen olanlara yöneliktir, küçük çocuklara değil, demişlerdir. Nitekim Muhammed b. Hasan bu konuda şöyle demiştir:

"Çocuklara, ipek elbise giydirmek caizdir."[388] Şafiî mezhebine bağlı olan ilim adamları ise, bayram günlerinde erkek çocuklara ipek elbise giydirmekte bir sakınca yoktur, demişlerdir. Çünkü çocuklar ilâhî tekliflerle mükel­lef değillerdir.

347 nolu Ebu Musa hadisini aynı zamanda Hâkim tahrîc etmiş ve Taberânî sahîhlemiştir. Ancak isnadında Said b. Ebî Hind bulu­nuyor ki, bu zatın Ebû Musa'ya yetişmediği söylenir. O bakımdan İbn Hibban kendi Sahîh'inde, "Said b. Ebî Hind'in hadisi malûldür, sahih sayılmaz", demiştir Tirmizî ise bu hadîsi sahîhlemiştir. İbn Ha­zım da sahîh olduğunu belirtenler arasında bulunuyor.

Darekutnî ise, aynı hadîsi Nâfı'dan, o da Saîd b. Ebi Hind'den, o da Ebû Saîd'den rivayet etmiştir.

Bu konuyla ilgili bir başka hadîsi Ahmed b. Hanbel, Ebû Dâvud, Nesâi, İbn Mâce ve İbn Hibban şu lâfızla Ali b. Ebi Tâlib'den (r.a.) rivayet etmişlerdir:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz ipeği sağ eline, al­tını sol eline aldıktan sonra şöyle buyurdu:

"Şüphesiz ki bu ikisi, ümmetimin erkeklerine haramdır."

Az yukarıda aynı hadîsi Ebû Cafer et-Tahavî'nin de rivayet ettiği­ni belirtmiştik. Ancak İbn Mâce bu rivayetin son kısmını şu fazlalık­la tesbit etmiştir:

"Kadınlarına ise helâldir."

Abdülhakk'ın Ali b. Medenî'den yaptığı rivayete göre, Ali şöyle demiştir:

"Bu hadîs hasendir ve ricali de tanınmış kişilerdir." İsna­dında Yezîd b. Ebî Habîb ve Eflah adında iki kişi bulunuyor ki, İbn Kattan onları cehaletle vasıflamış ve o bakımdan hadîs malûldür, demiştir.

Yine bu konuda Beyhakî, Akabe b. Amir'den isnad-ı hasen ile bir hadis rivayet etmiştir. Ebû Musa hadîsinin bir benzerini İbn Mace, Bezzar, Ebu Ya'lâ ve Taberânî, el-İfrikıy’ye isnad ederek rivayet etmişlerse de, el-İfrikıy'nin zayıf olduğu tesbit edilmiştir. Nitekim Taberânî ve İbn Hibban onu zayıflar arasında zikretmişlerdir. Ayrıca hadîsin isnadında Sabit b. Zeyd bulunuyor ki; Ahmed b. Han­bel onun birçok münker rivayetleri olduğunu söylemiştir. İbn Hib­ban ise, "onun hadîsinde galip gelen şey, vehimdir. O bakımdan mün­ferit kaldığı rivayette onunla ihticac edilmez", demiştir.[389]

Bütün bu tesbitlerle beraber Ebu Musa hadîsini kuvvetlendiren birçok rivayetlerin tesbiti, konuya sıhhat kazandırmakta ve istidla­le uygun olduğunu ortaya koymaktadır.

348 nolu Ali (r.a.) hadîsi sahihtir ve ipek elbisenin erkeklere haram, kadınlara helâl kılındığına açık delildir.

349 nolu Enes b. Mâlik hadîsi de sahîh kabul edilmiş ve yuka­rıdaki Ali hadisini kuvvetlendirir anlamda bir hüküm taşıdığı or­taya konmuştur.

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- İpek elbise giyinmek, ipek yaygı ve döşek üzerinde otur­mak erkeklere haram kılınmıştır.

2- Kadınların ipek elbise giyinmelerinde, ipek yaygı, döşek ve benzeri eşya kullanmalarında bir sakınca yoktur.

3- Ergen olmayan erkek çocuklarına ipek elbise giydirmeğe cevaz verilmiştir. İlim adamlarından bir kısmı, bunlar için tahrîm hükmünün geçerli olduğunu söylemişlerse de, cumhurun görüşü bunun hilâfınadır.

4- Erkeklerin altın zinet taşımaları, kullanmaları haramdır. Kadınlar için helâldir.

5- Giyilen elbisede iki parmak kadar ipek kordon bulunursa buna cevaz verilmiştir.

6- Elbise astarının veya üzerinde oturulan döşek ya da yaygı­nın astarının ipek olması ve alt tarafta kalması sakıncalı değildir. Ancak müctehid imamların bu husustaki tesbit ve ictihadları fark­lıdır. O bakımdan meseleyi biraz daha açıklığa kavuşturmak için, ilgili hadîsleri ayrı bir başlık altında nakletmeyi ve imamların gö­rüşlerine yer vermeyi uygun bulduk.

 

İpek Yaygı Üzerinde Oturmak, Onu Giyinmek Gibidir

 

Amaç, erkeklerin bu gibi lüks sayılan eşyaya ilgisini azaltmak ve onları hayat adamı olarak her an sahnede çalışır halde görmek­tir. Kaldı ki, ipek yaygıya ve benzeri eşyaya cevaz veya ruhsat ve­rildiği halde, tahrîm hükmü hedefine ulaşmamış olur, Oysa İslâm'ın genel kaidelerinden biri de şudur: Yasaklanan bir şeye vesile ve va­sıta olan veya ona kapı açan her şeyi de yasaklamak gerekir.

İlgili hadîsler:

Huzeyfe (r.a.)'den yapılan rivayette demiştir ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz bizi altın ve gümüş kaplardan (su veya herhangi bir meşrubat İçmemizi ve onlarda yemek yememizi ipek ve dîbac atlas denilen kalınca ipekten dokunmuş) elbise giyinmemizi,  bunların üzerinde oturmamızı yasakladı."[390]

Hz. Ali (r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz meyasir üzerine oturmamı yasakladı."[391]

Meyasir, daha çok Mısır ülkesinde Kass bögesinde kadınların, kocaları için, binekleri üzerine koyup oturmaları için yaptıkları yu­muşak ipek yüzlü minder, demektir.

Hz. Ömer (r.a.)'den yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efen­dimiz ipek (minder, yaygı ve benzeri şey) üzerine oturmayı men'etti, ancak Peygamber (a.s.) işaret ve orta parmağını kaldırıp birleş­tirerek, ancak şu kadarı müstesnadır, dedi.[392]

Buhari hariç beşlerin rivayetinde ise hadîsin son kısmı şu lâfızla tesbit edilmiştir:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz ipek giyinmeyi yasakladı, sadece iki parmak veya üç parmak veya dört parmak ye­ri (kadar) yasaklamadı."

Esma (r.a.)'dan yapılan rivayette: O, birtane Tayalise (Taylasan) cübbesi çıkardı ki üzerinde Kisra ülkesine ait bir karış (enin­de) dîbac (kalınca ipek) yaka bulunuyordu ve cübbenin ön iki ka­nadı onunla kaplı idi. Hz. Esma (r.a.), şöyle dedi:

"Bu, Resûlüllah (a.s.) Efendimizin (hayatta iken) giyindiği cübbedir. Hz. Âişe'inin yanında idi. O vefat edince, cübbeyi ben aldım. Hasta için onu suya bandırıp (içirmek veya üzerine serpmek suretiyle) şifa dileriz."[393] Muâviye (r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki: 

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz kaplan derisinden (yapılmış eyer, semer, döşek ve benzeri şey) üzerine binmeyi ve az bir parça dışında altın takınmayı yasakladı."[394]

Hadîsleri açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Altın ve gümüş kaplardan su içmek veya onlardan yemek yemek haramdır. Bu hususta, erkek ve kadın farkı söz konusu değil­dir.

2- Altın veya gümüş kapları süs eşyası olarak evde bulundur­mak caizdir. Çünkü Resûlüllah (a.s.)  sadece onların kullanılması­nı yasaklamıştır.

3- İpek elbise giyinmek ipek yaygı, döşek ve benzeri eşya üzerinde oturmak, erkeklere haramdır;  kadınlara mübahtır.

4- At eyerini ipekle kaplamak ve üzerine o vaziyette oturmak da haramdır.

5- Giyilen elbisenin yakası veya kenarları iki veya üç, ya da parmak eninde ipek olursa, buna cevaz verilmiştir. Ancak müctehit imamların farklı tesbit ve ictihadları olmuştur.

6- Kaplan derisinden imal edilen eyer, semer ve minder üze­rine oturmak haramdır.

7- Altın işlemeli elbise de giyinmek yasaklanmıştır. Ancak altından imal edilen zînet eşyası, aşırı olmadığı takdirde, kadınlar için takınmaları mübahtır.

Hadîslerin ışığında müctehit imamların ve diğer ilim adamları­nın görüş, tesbit, istidlal ve ihticacları:

a) Hanefilere göre:

İpek elbise erkeklere haram kılınmıştır. Onlar bu hususta yukarıda geçen hadîslerle istidlal etmişlerdir. Özellikle Hz. Ömer'e (r.a.) Peygamber (a.s.) Efendimiz tarafından gönderilen kalın ipek kumaştan üstlükle ilgili rivayeti senet olarak seçmişlerdir. Resûlüllah'ın (a.s.) kalın ipketen imal edilmiş hırkayla dışarı çıktığı hadîsinin se mensûh olduğunu, yani hükmünün kaldırıldığını ve O'nun bu elbiseyi savaşta değil, savaş dışındaki bir günde giydiğini ve ondan sonra bir daha giymeyip yasakladığını ihticacla tahrim hükmünün baki kaldığını belirtmişlerdir.

Savaş halinde ise, İmam Ebû Hanîfe, İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e göre, ipek elbise giyinmek haram değildir. Çünkü buna lüzum vardır. Hem sıcaktan korur, hem düşmanın moralini bozar, hem taşınması hafif olur.

Yastık, döşek, minder, yaygı ve benzeri ipek eşyayı kullanmak, yatmak ve dayanmak İmam Ebû Hanîfe'ye göre mekruh değildir, İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed'e göre, mekruhtur.[395]

Altından mamul zînet eşyasını erkeklerin kullanması haramdır. Çünkü Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, altınla ipeği tutup kaldırarak ikisinin de ümmetinin erkeklerine haram kılındığını açıklamıştır. Hanefiler bu meselede Ahmed b. Hanbel, Ebû Dâvud, Nesâî, İbn Mâce ve İbn Hibban'ın rivayet ettikleri Ali b. Ebî Tâlib (r.a.) hadîsiyle istidlal etmişlerdir. İpek elbise kadınlara haram kılınmadığı gibi, altından imal edilen zînet eşyasını takınmak da haram kılınmamıştır. Ancak altın ve gümüş kapları kullanmak, mutfakta sofraya koymak hem erkeklere, hem de kadınlara haram kılınmıştır.    Erkeklerin gümüş yüzük takınmalarına ruhsat verilmiştir.[396]

b) Şâfiîlere göre:

Erkeklerin ipek yaygı ve benzeri eşya üzerinde oturmaları, ipek yastık veya kanepe gibi bir şeye dayanıp oturmaları caiz değildir. Ancak arada başka bir kumaş ipeği örter şekilde bulunursa, o tak­dirde bir sakınca yoktur. Bunun gibi, erkeğin, eşine ait ipek döşek üzerinde yatması ve ipek çadır altında oturması da haramdır. Za­rurî hallerde ise buna ruhsat verilmiştir.[397]

Altın ve gümüş kapların kullanılması hem erkekler, hem ka­dınlar için haramdır. İster kabın tamamı, ister büyük bir kısmı altın veya gümüş olsun farketmez. O bakımdan bir kaba yama ola­rak yapıştırılan altın veya gümüş süs içinse veya büyük bir yama ihtiyâçtan dolayı ise, o kabın kullanılmasının mekruh olduğu belirtirmiştir.[398]

c) Hanbelîlere göre:

Daha önce de belirttiğimiz gibi, bu mezhebe göre de, ipek kumaşı hem namazda seccade olarak, hem de oturmak için yaygı, dö­şek ve benzeri şeylerde kullanmak haramdır.[399] Ancak bunlar kullanıldığı halde kılınan namaz yine de sahih sayılır, çünkü namızın şartlarından birini ihlâl etmemektedir. Ne var ki, zarurî bir hal olmadığı halde belirtilen hususlarda kullanmak haram olduğun­dan, kullanan kimse büyük günâh işlemiş olur.[400]

d) Mâlikîlere göre:

İpek elbise giyinmek nasıl haramsa, üzerinde oturmak da, itimad edilen kavle göre, haramdır. Eşinin ipek döşeği üzerinde onun­la birlikte oturduğu takdirde, bazısına göre, bir sakınca yoktur.[401] Bu mezhebe göre de, altın ve gümüş kap kullanmak hem erkek­lere, hem kadınlara haramdır. Kadınların altından mâmûl süs eşya­sı kullanmaları ise caizdir.

Altın ve gümüş kaplar hakkında birinci ciltte mezheplerin gö­rüş ve tesbitlerini açıklamış olduğumuzdan burada fazla teferruata inmek istemedik.

Konuyla ilgili hadîslerin sahih olduğu dikkate alınınca, başka bir yorum ve tahlile de gerek görmedik.

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- İpek elbiseyi giymek haram olduğu gibi, ipek yaygı, döşek ve benzeri şeyler üzerinde oturmak da haramdır. Tabii bu tahrîm erkekler içindir.

2- Kadınların, ipek yaygı, döşek ve benzeri şeyler üzerinde oturmaları caizdir. Mezheplerin bu hususta ittifakı vardır.

3- Altın ve gümüş kaplardan su içmek, onlardan yemek yemek ve mutfakta bu maksatla kullanmak haramdır.

4- Altın ve gümüş kaplan süs eşyası olarak evde bulundurmak caizdir.

5- Kadınlar altın ve gümüş  süs eşyası  kullanabilirler, aşırı olmadığı takdirde bunda kerahet yoktur.

6- Altın ve gümüş olmayan kaplara altın ve gümüş yama ve­ya motif konulmuşsa, bu gibi kapları mutfakta kullanmak mekruh­tur. Ancak mezhep imamlarının sözü edilen yama ve motiflerin bü­yüklük ve küçüklüğüne, kullanılırken ağız kısmına gelen yerde olup olmadığına göre,  birtakım  görüş  ve   ictihadları olmuştur. Birinci ciltte kısmen onları nakletmiş bulunuyoruz.

7- Elbisenin yaka, yen ve yırtmaç kısmında üç veya dört par­mak eninde ipek kumaş kullanmaya ruhsat verilmiştir. Müctehitlerin bu nisbet hakkında da görüşleri biraz farklıdır. Cumhurun da görüşü budur. Ancak Mâlikîler, bu nisbetin biraz daha fazla olma­sında bir sakınca bulunmadığını belirterek garip bir görüş ortaya koymuşlardır.[402]

 

Altın ve Gümüş İle Diş Kaplatmak

 

Altın ve gümüş kap kullanmak haram kılındığı gibi, erkeklerin altın ve gümüşten mamul süs eşyası kullanmaları da haram kılın­mış, sadece gümüş yüzük kullanmaya ruhsat verilmiştir. Kadınların ise, bu iki madenden yapılan süs eşyasını aşırı olmamak şartıyla kul­lanmaları caiz dir ki, buna da yeterince temas etmiş bulunuyoruz.

Sözünü ettiğimiz hususların dışında altın ve gümüş madeniyle diş kaplatmak veya kesilen bir organın yerine onlardan koymakta bir sakınca var mıdır? Müctehit imamlarla, ilim adamlarının bu mesele hakkındaki tesbit, görüş, ictihat ve istidlalleri nelerdir? Bunları cevaplamak için güvenilir kaynak eserlerden gereken nakilleri yapmamız gerekmektedir.

Ahmed b. Hanbel'in, Abdullah et-Teymî tarikiyle yaptığı riva­yette, Hz. Osman'ın (r.a.) dişlerini altınla kaplattığı belirtilmekte­dir.[403] Hz. Osman'ı (r.a.) gören adamın bu hususta "tadbib" tabi­rini kullandığını görüyoruz ki, bu, dişleri altınla besleyip semizlendirmek mânasına delâlet eder. Arapçada diş kaplatmaya "şeddü'1-esnan" denildiği gibi, "tadbîbü'l-esnan" da denilmiştir. Nitekim Şeyh Mecdüddin el-Fîruzâbâdi bu kelimeyi şöyle açıklamıştır: "Tadbîb, tef'ü kalıbında, bir nesne üzerini oduğu gibi kaplayıp kuşatmaktır."[404]

Sahabeden Arfece'nin (r.a.) Yevmü'1-kilâb savaşında burnuna isabet eden bir kılıç darbesi neticesi bu organının önemli bir kısmı kesilmiş bulunuyordu. O da gümüşten bir burun yaptırıp takdırdı. Resûlüllah (a.s.) Efendimiz onu görünce, altından burun yaptırıp taktırmasını emretti. O da bu emri üzerine altından bir burun edin­di (yaptırıp taktı)!."[405]

Bu rivayetlerin ışığı altında mezheplerin görüş, tesbit ve istidlalleri:

a) Hanefîlere göre:

Sallanan dişi altınla sıkıştırmayı İmam el-Kerhî (r.a.) caizdir diye belirtmiş ve buna muhalefet eden olup olmadığını zikretmemiştir. el-Câmiussağir'da ise, İmam Ebû Hanîfe'ye göre, mekruh olduğu; İmam Muhammed'e göre mekruh olmadığı rivayet edilmiştir. Gümüş ile sıkıştırmak ise, bi'1-icma' caizdir. Bunun gibi burnu kopan kimsenin altından imal edilen burun takması da ittifakla mekruh  değildir. Çünkü gümüşten yapılan burun kokabilir, aynı zamanda okside olmaya müsaittir. Altın ise hem kokmaz, hem okside olmaz.

O bakımdan altın takmakta zaruret vardır ve böylece hürmet itibarı kendiliğinden düşmektedir.[406]

Hanefîler bu görüş ve tesbitlerinde Arfece hadîsiyle istidlal et­mişlerdir. O bakımdan İmam Muhammed, bu rivayete dayanarak dişlerin altınla kaplanmasının caiz olduğunu söylemiştir. Bunun gi­bi, gümüşle de kaplatmakta bir sakınca yoktur. Çünkü bu iki ma­den hürmet-i isti'malda eşittirler. Hem kaplama dişe tabi' oluyor, o bakımdan diş asıldır. Asla tabi' olan şey, aslın hükmünü alır.[407]

Düşen dişin yerine ölmüş bir kimsenin dişini çıkarıp takmak, bi'1-icma' mekruhtur. Aynı zamanda düşen dişi tekrar yerine otur­tup kullanmak da mekruh sayılmıştır. Bu husuta İmam Ebû Hanîfe ile İmam Muhammed'in görüşü aynıdır. İmam Ebû Yusuf ise, kişinin düşen dişini alıp yerine oturtması (şayet mümkünse), caizdir, bun­da bir sakınca yoktur. Ama başkasının dişini takmak mekruhtur. Şer'î şekilde kesilen bir koyunun dişini alıp takmakta da bir sakın­ca görülmemiştir.

İmam Ebû Yusuf, düşen dişi yerine oturtma hususunda şöyle bir gerekçe ileri sürmüştür: Düşen dişin yerine konulması, daha iyi uyum sağlar ve kapanması umulur. Bu bedenden kopan bir organ veya bir parçanın yerine yapıştırılıp kaynamasını sağlamak gibi olumlu bir sonuç verebilir.[408] Başkasının dişini nakledip o yere yerleştirmek ise böyle bir ihtimal taşımamaktadır.

Görüldüğü gibi, İmam Ebû Yusuf bir takım ihtimaller üzerinde durmuş, hem başkasının bir organını nakletmenin doğru olmayaca­ğını, hem de nakledilen dişin konulduğu yerle uyum sağlamıyacağını ve dolayısıyla bir kaynama olmayacağını söylemiştir.

Kâsânî bu konuya epeyce yer verdikten sonra organ nakline ge­çiyor ve Hanefîlerin görüş ve ictihadını şu sözlerle naklediyor: "Ademoğulundan kopup ayrılan bir parçayı (bir organı) alıp baş­ka bir adamda) kullanmak bir bakıma ihanettir. Çünkü insan bütün cüzleriyle (organlarıyla) mükerremdir. Ama kişinin kopan kendi parçasını alıp yerine oturtmakta bir ihanet söz konusu değildir. Çün­kü o, kendi parçasıdır."[409]

Fetâvâ-yı Hindiyye'de Hanefîlerin görüşü ve ictihadı az farklı bir ifadeyle şöyle belirtilmektedir; İmam Muhammed, el-Camiussağir'de diyor ki: "Dişler altın ile sıkıştırılmaz, gümüş ile sıkıştırılır." Bununla, dişler sallandığında adam onların düşmesinden endişe duy­duğu zaman, yerinde sıkıştırıp kullanır hale getirmek için onu gü­müşle sıkar, altınla değil, mânasını kasdetmiştir. Bu, İmam Ebû Hanîfe'nin kavlidir. İmam Muhammed ise, "Onu altınla da sıkıştırabilir, demiştir. İmam Muhammed el-Camiussağîr'de İmam Ebû Yusuf'un kavlini zikretmiştir. Bazısına göre, o, İmam Muhammed'le, bazısına göre ise, İmam Ebû Hanîfe'yle beraberdir.

el-Hâkim ise el-Münteka'da diyor ki:

"Bir adamın dişi sallanır da onun düşmesinden endişe ederse, onu altınla veya gümüşle sıkış­tırabilir, bunda İmam Ebû Hanîfe ile İmam Ebû Yusuf'a göre bir sakınca yoktur."

el-Hasen'in Ebû Hanîfe'den yaptığı rivayete göre, Ebû Hanîfe'nin bu hususta diş ile burun arasında fark bulunduğunu, dişin altınla sıkıştırılmasında bir sakınca olmadığını, burunda ise mekruh oldu­ğunu söylemiştir."[410]

Diş kaplatırken veya doldururken abdest veya gusle gerek var mıdır? Çünkü hanefîlere göre, abdestte ağızın içi yüzden sayılmaz. Şâfiîler de aynı görüştedirler. Gusülde ise, Hanefîlere göre, ağza su alıp çalkalamak farzdır. Şâfiîlere göre, farz değil, sünnettir. Mese­lenin zahirine bakıp gusül abdesti almadan dişini kaplatan veya dolduran kimsenin ağzının içi, yapacağı gusül abdestinde tamamen yıkanmayıp kaplanan dişlerin altına su nüfuz etmiyeceğinden gusül abdesti yerine gelmemiş intibaını verir. Oysa gerçek hiç de öyle de­ğildir. Çünkü çürüyen dişin üzerine geçirilen altın veya gümüş kaplama ve bir maddeyle yapılan dolgu o dişin hemen hükmünü almaktadır. Tıpkı yara üzerine sarılan sargı bezi gibi.

Nitekim Kâsânî bu meseleye açıklık getirerek şöyle demiştir:

"Kaplama dişe tabi'dir, tabiiyet de aslın hükmünü taşır."[411] Yani gerek abdestte, gerekse gusülde ağıza alınan su ile kaplamanın ıslanması yeterlidir. Çünkü o bağlı bulunduğu dişin hükmünü al­mıştır. Bu bakımdan diş kaplatmadan ve doldurmadan önce abdest ve gusle gerek yoktur.

Şafii mezhebine gelice, yukarıda belirttiğimiz gibi, gerek abdest­te, gerekse gusülde ağzın içini yıkamak farz değildir, O bakımdan, kaplanan bir dişten dolayı abdest veya gusül yerine geldi mi, gelme­di mi? diye bir soru ortaya çıkmaz.

b) Mâlikîlere göre:

Bu mezhebe göre, dişi düşen kimsenin onun yerine altın yeva gümüşten mamul diş takması ve burnu kopan kimsenin de onun ye­rine altın veya gümüşten burun yaptırıp takması caizdir.[412]

Mâlikîler diş kaplatmak ve altın ve gümüş diş takmak ko­nusunu cevaz hükmüyle belirtirken, bunun abdest veya gusle en­gel olup olmayacağını konu bile edinmemişlerdir.

c) Şâfiilere göre:

Bu mezhep imamları da, kadın ve erkeğin altın veya gümüşten kesilen burunun yerine burun takılması, dişleri düşen kimsenin on­ların yerine altın veya gümüşten dış yaptırıp taktırması, kopan par­mağının yerine altın veya gömüşten parmak yaptırıp takması caizdir derken, abdest ve gusüle engel teşkil edip etmiyeceği hususu üzerinde durmaya lüzum görmemişlerdir. Nitekim cebire konusun­da, yara üzerine sarılan sargı üzerine meshedilir derken, sargı be­zinin altını yıkamak gerekir diye bir icdihad ortaya koşmamışlardır.[413]

d) Hanbelîlere göre:

Sargı, yara üzerine abdestli bir halde konulmuş ve yara sınırı­nı aşarak sağlam kısımlardan bir kısmını da kaplamışsa, o takdirde, abdest veya gusülde üzerine meshedilir, taşan kısımdan dolayı te­yemmüm eder. Taharet üzerine bulunmadığı halde yara üzerine sar­gı sararsa, o takdirde sağlam azaları yıkar, ve sargılı yer için sadece teyemmüm etmesi gerekir, artık orayı meshetmez.[414]

Diş kaplatmak veya doldurmak ise bunun ötesinde bir hüküm taşımaktadır; şöyle ki, kaplanan diş artık öyle kalıp devam edecek­tir. O bakımdan yapıştığı yerin hükmünü almış sayılır. Bununla be­raber Hanbelilerin cebire hakkında görüşleri dikkate alınınca, diş­leri kaplatmadan veya doldurmadan önce abdest alması daha isa­betli olur, o takdirde teyemmüme gerek kalmaz.

Bu konuda Kaynaklarıyla İslâm Fıkhı adlı eserimizin 4/63-67'de bazı bilgiler vermiş bulunuyoruz. Meraklıların o kısma müracaat­ları tavsiye olunur.

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- Diş kaplatmak ve doldurmak caizdir.

2- Çürüyen dişi altın veya gümüşle kaplatmakta bir sakınca yoktur.

3- Burun, kulak gibi bir organın kesilmesi sebebiyle yerine altın veya gümüşten burun veya kulak yaptırıp taktırmakta da ca­izdir.

4- Diş kaplatmadan veya doldurmadan önce abdest almak ve­ya gusletmek gerekmez. Kaplanmakta kullanılan altın veya gümüş bağlı bulunduğu yerin hükmünü alır. Hem Hanefîlere göre, abdest­te ağız yıkamak farz ve vâcib değildir. Şâfiilere göre, hem abdestte, hem gusülde ağzı yıkamak vâcib değildir, sadece sünnettir.

Ancak Hanbeli mezhebine göre, taharet üzere kaplanmamışsa, o takdirde abdest aldıktan sonra teyemmüm edilir. Bu da mezhebin görüşünü yansıtan rivayetlerden biridir. Cebireye kıyas edilir mi, edilmez mi? İkisi arasında müşterek illet, yani menat var mıdır, yok mudur? Bu da ayrı bir konu.

5- Ölü veya diri bir insanın bir organını diğer bir insana nak­letmeyi Hanefiler mekruh saymışlardır. Çünkü insan mükerrem ve muhteremdir.

Bu hüküm kıyas yoluyla ortaya konmuş bir ictihattır. Günü­müzde üzerinde en çok durulan konulardan biri de "organ nakli" dir. O bakımdan bunun caiz olup olmadığına daha çok ilim adam­larının cumhuru karar verebilir.

 

Üzerinde Suret Bulunan Elbise, Örtü Ve Benzeri Eşya 

 

Önce "suret" nedir, ne değildir? Ayet ve hadîslerde geçen bu tabirden maksat nedir? Bilmemize gerek vardır. Aksi halde konuyu sağlıklı biçimde anlayıp kavramamız çok zor olur.

Sözlükte, timsal, şekil, kıyafet gibi manâlara gelir. Osmanlıcada timsal, suret, resim diye belirtilmiştir. O bakımdan heykele "timsal-i mücessem" denilmiştir. Kıyafet ise, bir şeyin dış görünüşü, bir kimsenin giydiklerinin bütünü, kılık gibi manâlara delâlet etmekte­dir.

Suret denilince "resim" anlaşılır mı? Her ikisi de Arapçadır. Re­sim, yazmak ve iz bırakmak mânasına delâlet eder. O bakımdan kök ve sözlük manâları bakımından birbirinden farklıdırlar. Sonraları biri diğeri yerinde kullanılmıştır. Özellikle Osmanlıcada buna sık sık rastlamak mümkün.

Kur'ân'da ise suret kelimesi altı yerde geçer. Dört yerde fiil şeklinde, bir yerde masdar, bir yerde de sıfat şeklinde zikredilmiştir. Hemen hepsi de vücut yapısını, aldığı biçimi ve üzerindeki hatları yansıtır anlamdadır. Ayrıca ruh ve karakter yapısına da dolaylı şe­kilde delâlet ettiği söylenir. Nitekim hadîs-i şerifte "Şüphesiz Allah, Adem'i kendi sureti üzere yarattı." [415] buyurulmuştur. İlim adam­ları bunu, yukarıda belirttiğimiz gibi, ikinci mânaya, basar ve basiret yeteneğine hamlederek manâlandırmışlardır ki, bunda ilâhî sıfatın tecellîsi söz konusudur.

Şeyh Mecdüddin Firuzâbadî'nin Basâir'deki açıklamasını müter­cim Asım şöyle nakletmiştir: "Suret, a'yan-i eşyanın mabihi’l-intikaş olup ve sairden mabihi'l-imtiyazı olan nesneden ibarettir. Bu da iki çeşittir: Biri mahsusdur ki, hassa ve amme, belki mutlaka insan ve ekseri hayvanatı idrak eder insanın, himar ve feresin bilmuayene suretleri gibi. Diğer ise, makuldür ki onu hasse idrâk edip amme id­rak eylemez, insana muhtass olduğu akıl ve rüyet ve her şeyin mah­sus olduğu maani gibi "Allah Adem'i kendi sureti üzerine yarattı" hadîsinde suretten murad, insanın muhtass olduğu heyet ve kıya­fettir ki, basar ve basiretle müdriktir ve Hak Teâlâ onunla insanı mahlûkatı kesîre üzere tafdîl eylemiştir ve burada Hak Teâlâ'ya izafeti ala sebilil’l-mülk olup haşa ala vechi’l-ba’ziye ve’t-teşbih değildir. Nitekim "beytullah", "naketullah" ala sebilit-teşriftir. O halde hadisin manası şöyledir: "Allah Ademi kendi sıfatı üzerine yarattı."[416]       

Hz. Aişe Vâlidemiz'den yapılan rivayette, demişti ki:

"Şüphesiz ki Peygamber (a.s.) Efendimiz, evinde üzerinde salîb (canlı resmi ve şekli) bulunan hiçbir şeyi bırakmayıp mutlaka bo­zardı."[417]

Aynı hadisi Ahmed b. Hanbel kendi müsnedinde şu lafızla riva­yet etmiştir:

"Peygamber (a.s.) Efendimiz evinde, üzerinde salip bulu­nan hiçbir elbise bırakmaz, mutlaka bozup değiştirirdi."[418]

Yine Hz. Âişe (r.a.) Vâlidemiz'den yapılan rivayete göre, ken­disi üzerinde tasvirler (canlı hayvan resimleri) bulunan bir perde asmış bulunuyordu. Resûlüllah (a.s.) Efendimiz içeri girince o per­deyi kopardı. Bunun üzerine Hz. Aişe diyor ki:

"O perdeyi iki yastık yüzü yaptım. Peygamber (a.s.) Efendimiz dirseğini onlara dayayıp otururdu."[419]

Ahmed b. Hanbel'in kendi Müsned'indeki tesbit ve rivayette ise, şöyle denilmektedir:

"Ben onu dirsek dayayıp oturmaya elverişli ikî yastık yaptım. And olsun ki, Peygamber (a.s.) Efendimiz'in onlardan birine yaslanıp oturduğunu gördüm ki, üzerinde suret bulunu­yordu..."[420]

Ebû Hüreyre (r.a.)'den yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:

"Cibril bana geldi ve dedi ki: Gece sana geldim, ancak içinde bulunduğun eve girmeme hiçbir şey değil de içinde bulunan bir adam timsali bana engel oldu. Nitekim Peygamber'in (a.s.) evinde (o sırada) nakışlı bir perde ve üzerinde timsaller (resimler) bulunuyordu ve evde bir de köpek vardı. Cebrail (Peygamber'e a.s. şöyle dedi):

"Evin kapısında (ki perdede) olan timsallerin kafa kısmının kesilmesini emret de onlar ağaç şekline dönsünler ve emret de perde kesilip yere atılıp basılan iki yastık (yüzü) yapılsın ve emret de köpek dışarı çıkarılsın."

Resûlüllah (a.s.) Efendimiz de öyle yaptı ve köpeğin bir enik olduğu ve Hasan ile Hüseyin'e ait olup yatak dolabının altında bu­lunuyormuş."[421]

İbn Ömer (r.a.)'den yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efen­dimiz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir: "Şu suretleri işleyip yapan­lar, kıyamet gününde azab edilecekler ve yarattığınız şeyleri diriltin denilecek..."[422]

İbn Abbas (r.a.)'dan yapılan rivayette, bir adam ona gelip de­miş ki:

"Doğrusu ben şu tasvirleri yapıyorum, bu hususta bana fetva verir misin?" İbn Abbas (r.a.) ona şöyle demişti:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'den işittim buyurdu ki:

"Suret yapan herkes ateştedir ve yaptığı her surete karşılık bir nefs yaratılıp Cehennem'de ona azâb ederler. O halde sen herhalde bu işi yapmak istiyorsan, bari ağaç ve canı olmayan eşya suretleri yap..."[423]     

Hadislerin açık delâletinden anlaşılan hükümler:     

1- Evin içinde gerek duvarlarda, gerekse ev eşyası üzerinde canlı hayvan resmi bulundurmak mekruhtur.

2- Özellikle perde ve benzeri eşya üzerinde insan veya her­hangi canlı bir hayvan resmi bulundurmak yasaklanmıştır.

3- Minder, yastık gibi yere konulan ve üzerinde oturulan ve yaslanılan eşya üzerinde bulunması, hürrnet ifade etmediğinden ya­saklanmamıştır.

4- Canlılar arasında insan resminin bulunması daha da sa­kıncalıdır.

5- Evin içinde köpek beslemek mekruhtur.

6- Eşya üzerinde bulunan insan veya herhangi bir hayvan resminin başını silmekle kerahat kalkar. Çünkü o zaman bir canlı resmi olmaktan çıkar da cansız bir cisim görüntüsünü verir.

Konunun giriş kısmında suret ve timsal kavramları hakkında kısa bir açıklamada bulunduksa da bu kelime ve benzerlerinin biraz daha açıklanmasında yarar vardır. Kaynaklarıyle İslâm Fıkhı, adlı eserimizde yaptığımız izahı aynen naklediyorum:

Resim: Kâğıt ve benzeri düz alanı olan şeyler üzerine kalem, bo­ya ve başka araçlarla canlı, ya da cansız bir şeyin çizilen benzeri demektir.

Suret: Canlı, ya da cansız bir şeyin dış görünüşü, şekli ve ben­zeri anlamında daha çok kullanılır.

Timsâl: Üç buudlu, yani uzunluğu, eni ve derinliği olan ve ol­mayan yapılmış suret demektir.

Fotoğraf: Belli makina ve âletlerle gözle görülen şeylerin kâğıt ve benzeri maddeler üzerine tesbit edilen şekli ve görüntüsü demek­tir.

Kur'ân'da suret ve timsal tabirleri geçer. Hadîslerde ise, bu iki tabirle beraber bir de "salîb", "tasvir" tabirleri de geçer. İsa Pey­gamber'in yapılan kabartma veya üç buutlu şekil ve suretine o ba­kımdan "salîb" denilmiştir.

Hadislerin ışığında müctehid imamların görüş ve ictihadları:

a) Hanefîlere göre:

İmam Ebû Hanîfe'ye göre, insan veya diğer bir canlı hayvan resmini evin duvarına asmak, giyilen elbise üzerinde bulundurmak, sarık ve benzeri başa konulan şey üzerine nakşetmek, perde ve ben­zeri eşya üzerinde bulundurmak haramdır. Ama yastık, döşek, yaygı ve benzeri eşya üzerinde bulunması haram değildir; çünkü bunda hürmet yok, tahkir vardır.[424]

Bununla beraber içinde resim bulunan bir eve melek girer mi, girmez mi? hususunu ileride açıklayacağımızdan burada belirtme­ye gerek görmüyoruz.

Suret konusunda gölgesi olanla olmayan arasında, belirttiğimiz yerlere konulup konulmamasında fark yoktur.

b) İmam Mâlik'in ve İmam Sevrî'in de görüş ve ictihadı, Hanefîlerinkiyle birleşmektedir.[425]

c) Şâfiîlere göre, hayvan suretlerini resmetmek haramdır. Konuyla ilgili diğer rivayetler, yorumlar ve tahliller:

386 nolu Hz Aişe (r.a.) hadîsini Nesâî de tahrîc etmiştir. Ha­disin zahiri, evdeki bütün eşyalar üzerinde bulunan suret ve tim­salleri, taşıdığı hükmün kapsamına almaktadır. O halde elbise, ör­tü ve yaygı gibi eşya üzerinde resim, bulunması haramdır.

Nitekim Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, Mekke'yi fethettiği gün Kabe'ye girdi, İbrahim ile İsmail Peygamberlerin, ellerinde fal ok­ları bulunduğu halde suretleriyle karşılaştı ve şöyle buyurdu:

"Allah putperestleri kahretsin. Vallahi İbrahim'le İsmail fal okları kullan­mamışlar ve bunlarla nasiplerini aramamışlardır."

O bakımdan İmam Nevevî, hayvanların suretlerini resmetmenin şiddetle haram olduğunu belirtmiştir.

Seleften bazı kişiler, gölgesi olan suret ve timsaller haramdır, diğerleri haram değildir, demişse de bu görüşe pek katılan olmamış­tır, aynı zamanda cumhurun görüşüne de ters düşmektedir. Çünkü Hz. Aişe'nin (r.a.)  kapısının iç kısmına asılı bulunan perdede gölgesi olmayan bir resim bulunuyordu, -iki kuş resmi olduğu söylenir- bununla  beraber Resûlüllah (a.s.) Efendimiz perdeyi yerinden koparmış ve bölüp başka bir şeyde kullanması için işarette bulunmuştu. O bakımdan İmam Zührî, resim hakkındaki yasağın umum ifade ettiğini söylemiştir.

Kadı Iyaz  ise, küçük çocukların oynaması için gölgesi olan ve olmayan suret ve resimlerin yapılması ve çocuklara verilmesi haram değildir, demiştir. Genellikle müctehidler de buna ruhsat veril­diğini belirtmişlerdir. Ancak İmam Mâlik satın alınmasını mekruh saymıştır.

Meyvalı olsun, meyvasız olsun her türlü ağaç resmine cevaz ve­rilmiştir. Tabiinden Mücahid müstesna, ilim adamlarının hemen hep­si bu hususta görüş birliği halindedirler. Mücahid ise, meyvalı ağa­cın resmini mekruh saymıştır.[426]

390 nolu Ebû Hüreyre hadisi, içinde suret ve köpek bulunan bir eve melek girmiyeceğine delâlet etmektedir. Nitekim Melek Cebrail, içerisinde enik bulunan hane-i saadete girmemiştir. Ancak sözü edi­len meleklerden maksat, bereket ve rahmet ile inen meleklerdir. Yoksa iyilik ve kötülükleri yazan ve insanları bazı görünmeyen şeylerden koruyan melekler değildir. Zira onlar her zaman insanla beraberdirler, ayrılmazlar.

Buharî, Müslim, Ebû Davud, Tirmizî ve Nesâî'nin rivayet ettikleri diğer sahih bir hadîste şöyle buyurulmuştur:

"İçinde köpek ve timsal (resim, suret ve heykel) bulunan bir eve melekler girmez."

Üzerinde hayvan resmi bulunan perdenin, Resûlüllah'ın (a.s.) asılı bulunduğu yerden koparıp alması ve Hz. Aişe (r.a.) Vâlidemiz'in onu bölüp yastık örtüsü yapması ve yastıklardan birinin üzerinde resimlerden birinin olduğu gibi kalması; Resûlüllah (a.s.)Efendimiz'in zaman zaman o yastığa dayanıp oturması, bize şu ne­ticeyi vermektedir: Yere konan eşya üzerinde resim bulunmasından dolayı melekler girmemezlik etmezler. Çünkü eğer öğle olsaydı, Re­sûlüllah (a.s.) Efendimiz o yastığa hem kolunu dayayıp oturmaz, hem de evde bulundurulmasına müsaade etmezdi.

O bakımdan evde sırf hatıra olarak albüm ve benzeri yerlerde muhafaza edilip duvarlara ve benzeri yerlere asılmayan fotoğraf­lara ruhsat verilebilir.

İslâm dini, putperestliğin bir daha hortlamaması ve insanların yontulmuş taşlardan, şekillerden medet beklememesi için, putperest­liğe yol açan her türlü şeyin karşısına çıkmış ve çoğunu haram kılmış, bir kısmım mekruh saymıştır.

Resûlüllah (a.s.) Efendimiz devrinde daha çok üç buutlu, gölgesi olan heykeller yapılarak tapılırdı. Bunun yanısıra kabartma re­simler ve taş veya kemik, ya da benzeri şeyler üzerine çizilen su­retler vardı. Hemen hepsi de tâ'zîm edilmek, hattâ ibadete lâyık gö­rülmek üzere hazırlanırdı. Kiliselere nakşedilen melek, Meryem ve İsa Peygamber'in resimleri bu cümledendi. O bakımdan İslâm Peygamberi Hz. Muhammed (a.s.) ileride müslümanların da böyle bir hataya düşmemeleri için, tâ'zîm derecesinde ne kadar heykel, tim­sal, suret ve resim varsa, (canlı mahlûka ait olmak üzere) hepsini yasakladı. Yastık üzerinde kalan kuş veya başka bir hayvan suretini pek yadırgamadı. Zira onda tazimi gerektiren bir hususiyet yoktu.

Konuyu Şevkanî biraz daha inceliyerek, hadislerin delâletinde şu sonucu çıkarıyor:

"Elbise üzerine tab'edilenle üç buutlu olan ara­sında fark yoktur. Bunu Hz. Aişe (r.a.) Validemizin hadîsi te'yîd et­mekte ve Müslim ile diğer hadîs kitaplarında nakledilen şu rivayet de kuvvetlendirmektedir:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz sedir üze­rine daha çok konulup Hz. Aişe'ye ait olan üzerinde kanatlı iki at bulunan bir örtü veya sedir döşeği, ya da elbiseyi yerinden alıp bir­kaç parçaya böldü. O sebeple Hz. Aişe onlardan iki yastık yüzü yap­tı."[427]

Yine Buharî, Müslim, Nesâî ve Muvatta'da yapılan rivayete gö­re, Hz. Aişe (r.a.) şöyle demiştir:

"Bana ait kapının önünde gölge­likte astığım perde üzerinde suretler bulunuyordu. O sırada Resû­lüllah (a.s.) Efendimiz seferden döndü ve o perdeyi görünce tutup kopardı ve yüzünün rengi değişti. Sonra da bana şöyle buyurdu:

"Ya Aişe! Kıyamet gününde insanlardan en çok azab görenler, Allah'ın yarattıklarına benzer suretler yapanlardır."

Yine Buharî, Tirmizî ve Nesâî'nin İbn Abbas'dan (r.a.) tahric ettikleri hadîste Resûlüllah (a.s.) şöyle buyurmuştur:

"Kim bir su­ret çizip tasvir ederse, kıyamet gününde Allah o surette onu ta'zîb eder, o kadar ki, ona ruh üflemesini (emreder) ama o üfleyici de de­ğildir."

Ebû Cafer et-Tahavî bu konuya ağırlık vererek yirminin üstün­de rivayet toplamıştır. Bunlardan on tanesi, "İçinde suret bulunan bir eve melek girmez." mealinde veya ona yakın manâdadır. Diğer­leri ise, suret yapanların kıyamet gününde azâb edileceklerine da­irdir.

Her iki gruptan da önemine binâen birkaç tane meâlen naklet­meyi uygun gördük:

"İçinde suret (canlı resmi veya heykeli) bulunan bir eve melek girmez."[428]

"Cebrail bana dedi ki: Şüphesiz ki biz, içinde köpek ve bir de suret ve timsal bulunan bir eve girmeyiz!"[429]

İbn Abbas (r.a.) diyor ki: Resûlüllah (a.s.) Efendimiz Beyt'e (Kabe) girdiğinde, orada İbrahim ve Meryem'in suretlerini gördü. O sebeple şöyle buyurdu:

"Onlar duymadılar mı ki, melekler, içinde İbrahim sureti bulunan bir eve girmez ve İbrahim hiçbir zaman fal oklarıyla kısmet aramadı..."[430]

Melek Cebrail, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'e: "Doğrusu biz, içinde suret bulunan bir eve girmeyiz" demiştir.[431]

Ebû Zer'a diyor ki, Ebû Hüreyre (r.a.) ile beraber Mervan b. Hakem'in yanına girdik. İçerde hayli timsal (suret ve resim) ler var­dı. O sebeple Ebû Hüreyre şöyle dedi: Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, Aziz ve Celil olan Allah'ın şöyle buyurduğunu bildirdi:

"Benim ya­rattığım halk gibi halk yaratan (ona benzetmek suretiyle canlı re­simleri veya heykelleri yapan) dan daha zalim kim vardır? Haydi bir zerre yaratsınlar veya bir dane yaratsınlar veya bir arpa yaratsın­lar (bakayım)?!"[432]

"Şüphesiz ki bu suretlerin sahipleri, kıyamet gününde, onlara (ruh) üfleyinceye kadar asab edilirler. Onlara: Haydi yarattıklarını­zı diriltin denilir."[433]

el-Leys'ten yapılan rivayette demiştir ki: Salim b. Abdullah'ın yanına girdim, üzerinde resimler bulunan kırmızı bir yastığa daya­nıp oturuyordu. Aramızda şu konuşma geçti:

"Bu mekruh değil midir?"

"Hayır, sadece bundan bir yere asılanı ve dikilen timsalleri (heykelleri) mekruhtur. Üzerine basılan ve oturulanında ise bir sa­kınca yoktur."[434]

Ebû Cafer et-Tahavî sonra da, suretten maksat neler olduğu üzerinde durup canlı her şeyi kapsayıp kapsamadığını ko­nu edinerek farklı görüş ve tesbitleri nakletmiştir.

Gerek Ebû Cafer et-Tahavî'nin, gerekse diğer hadîs âlimlerinin bu konuda rivayet ettikleri hadîslerin tamamı dikkate alınınca şu sonuç çıkmaktadır: Üstünde kanatlı at veya kuş resmi işlenmiş bu­lunan perdeden dolayı Melek Cebrail'in içeri girmediği ve seferden dönen Resûlüllah (a.s.) Efendimizin o perdeyi görünce koparıp bir­kaç parçaya ayırdığı olayı, evde ister gölgesi olan üç buutlu bir can­lı timsali, ister düz bir alan üzerine işlenmiş gölgesi olmayan bir suret olsun, isterse kâğıt ve benzeri bir cisim üzerine kalemle çizilmiş bulunsun, her üç durumda da meleklerin içeri girmesine engel teşkil ettiğine delâlet etmektedir.

Nitekim Ebû Hüreyre (r.a.)'den yapılan rivayette deniliyor ki: Melek Cebrail, içeri girmek istedi, Resûlüllah (a.s.) ona "gir!" de­yince, o da "Nasıl gireyim ki, senin evinde, üzerinde at ve adam tim­sali olan bir perde bulunuyor. Onların ya başlarını koparacaksın, yada bölüp yastık yapacaksın... Zira biz melekler, için timsaller bu­lunan bir eve girmeyiz" dedi.[435]

Bu rivayet, "timsal" denilince, canlı mahlûkun gölgesi olan ve olmayan suretlerinin evde bulundurulmasının kerahetine delâlet ediyor. Aynı zamanda rahmet ve bereket indiren meleklerin o ev­lere girmiyeceğini bildiriyor. Ayrıca üstünde suret bulunan bir ku­maşın yastık veya yaygı olarak kullanılmasında bir sakınca olma­dığını, perde ve benzeri ev eşyası üzerinde başı kesik hayvan suretlerinin bulundurulmasında kerahetin kalkacağı ifade ediliyor.

Ebû Hüreyre (r.a.) hadîslerin delâletini dikkate alarak şöyle demiştir:

"Suretten maksat, baştır. Başı olmayan bir şey suret de­ğildir."[436]

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- İslâm Allah'a ortak koşmayı, eşyayı ilâhlaştırmayı yasak­lamış ve bunu küfür saymıştır.

2- İslâm bir şeyi yasaklarken ona vasıta ve vesile olan şeyleri de yasaklar. İçkiyi haram kılarken,    hem bunun damlasına cevaz vermemiş, hem de buna vasıta ve vesile olan şeyleri de haram kap­samına almıştır. Putperestliği yasaklarken, ona yol açan, vasıta olan resim, heykel, timsal ve sureti de -bir canlıyı temsil ediyorsa- yasaklayıp haram kılmıştır. Budizm'in aşırı putperestliğe gidilme­sinin sebeplerinden biri ve belki başta geleni budur. Buda'ya olan aşırı ilgi ve sevgi onun suretini çizmekle hedefinden saptırılmış ve zamanla suretten heykele geçilerek ilâhlaştırmıştır. Mekke'deki putperestliğin temelinde de buna yakın bir dalgalanma söz konusudur.

3- O halde ev ve benzeri yerlerde insan veya başka bir canlı resmini, timsalini ve üç buutlu heykelini asmak, yüksekçe bir yer üzerinde bulundurmak haramdır.

4- Yaygı,  yastık,  döşek ve  benzeri  eşya üzerinde bulunan hayvan resimlerinde - ta'zim ifade eden bir husus söz konusu ol­madığından- bir sakınca yoktur.

5- Hatıra anlamında çekilen fotoğrafların, albüm ve benzeri yerlerde muhafaza edilmesine ruhsat verilmiştir.

6- İnsan veya hayvan resim, timsal ve suretlerinin başı kesikse, buna da ruhsat verilmiştir. Çünkü o durumda asıl vasfını kay­betmiş ve tazime delâleti kalkmış sayılır.

7- Ağaç veya cansız bir eşyanın resmini bulundurmakta, evin duvarına asmakta veya yüksekçe bir yere koymakta bir sakınca yoktur.

8- İçinde insan veya hayvan sureti ve heykeli bulunan ve yüksekçe bir yere konulan veya duvara asılan ve içinde köpek bu­lundurulan eve rahmet, bereket ve feyiz indiren melekler girmez.

9- Hafeze ve diğer koruyucu melekler ise, resim, heykel, tim­sal ve suret sebebiyle insandan ayrılmazlar, evlerden uzak kalmaz­lar.

 

Güzel Elbise Giyinmek Ve Alçak Gönüllü Davranmak

 

İslâm, temizliği nasıl temel kural kabul ederse, güzel giyinmeyi, kibar ve nazik olmayı, alçakgönüllü ve ülfet etme ve edilme düze­yinde bulunmayı emreder. "Allah güzeldir, güzelliği sever." [437] meâlindeki hadîs, kılık kıyafeti düzeltmenin, güzel elbise giyinmenin, güzel görünmenin ilâhî mahabbete vesile olacağını haber veriyor.

Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in günlük hayatını incelediğimizde hep bu güzelliğin misallerini görürüz. Pejmürde, dağınık ve perişan gezip dolaşanları; üst-başını temiz tutmayanları, rastladığı her yer­de uyardığı ise bir gerçektir. Zira İslâmiyet, hakiki medeniyeti ge­tirmiş, insanca yaşamanın bütün yollarını açarken bunları kelime­nin dar kalıbında bırakmamış, uygulama alanına getirip örnek vermek suretiyle eğitim konusu olarak belirlemiştir.

İlgili hadîsler:

İbn Mes'ûd (r.a.)'den yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efen­dimiz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:

"Kalbinde zerre ağırlığınca kibir bulunan kimse Cennet'e girmeye­cektir."

Bunun üzerine bir adam:

"Adam elbisesinin ve ayakkaplarının güzel olmasından hoşlanıyor (sa, bunda bir sakınca var mıdır?)" deyince, buyurdu ki:

"Şüphesiz ki Allah güzeldir, güzelliği sever. Ki­bir ise, hakkı inkâr ve defetmek, insanları hakîr ve aşağı görmektir."[438]

Sehl b. Muâz el-Cühenî'den, o da babasından, o da Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'den yaptığı rivayet, Resûlüllah şöyle buyurmuştur:

"Kim, gücü yettiği halde, sırf Aziz ve Celil olan Allah için tevazu göstererek uygun güzel elbise giyinmeyi terkederse, Allah (kıyâmat gününde) onu mahlukatın önünde çağırarak da imân kaftanların­dan hangisini dilerse onu seçmekte serbest bırakacaktır."[439]

İbn Ömer (r.a.)'dan yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efen­dimiz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:

"Kim dünyada şehvet elbisesi giyinirse, Allah ona kıyamet gününde mezellet (horluk, hakirlik)  elbisesi giydirir."[440]

Yine İbn Ömer (r.a.)'den yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:

"Kim elbisesini kibir ve gururundan dolayı yerden sürüyüp çekerse, Allah kıyamet gü­nünde ona  (rahmet) nazarıyla bakmaz."[441]

Yine İbn Ömer (r.a.)'dan yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:

"(Kibir ve gurura de­lâlet eden sarkıtmak), entari, sarık ve gömlekte olur. Artık kim kibir ve gurura kapılarak bir şey sarkıtıp sürüklerse, Allah kıyamet günün­de ona (rahmet) nazarıyla bakmaz."[442]

Ebû Hüreyre (r.a.)'den yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:

"Kim azgınlık ve kibir göstererek entarisini (ve üstlüğünü sarkıtıp yerden) çekerse, Allah ona rahmet nazarıyla bakmaz."[443]

Hadîslerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Büyüklük taslamak, kibir ve gurur gösterip başkasını kü­çük görmek, Cennet'e girmeye engel teşkil eden büyük günahlardan biridir.

2- Kibir ve gurur göstermeksizin, güzel ve düzenli elbise giyin­mek müstehabdır.

3- Allah için tevazu kaftanına bürünerek süslü ve güzel el­bise giyinmeyi terketmekte bir sakınca yoktur; yeter ki, kişinin kı­yafeti temiz ve düzgün olsun.

4- Şehveti tahrik edecek şekilde elbise giyinmek mekruhtur.

5- Entari veya üstlüğün eteğini uzatıp yerde sürükleyip çekmek mekruhtur. Bu, daha çok Arap Yarımadasında uzun entari giyinen erkeklerle ilgilidir.

6- Sarığın ucunu uzunca sarkıtmak da mekruhtur. Bir karış kadarını uzatmakta bir sakınca yoktur.

Müctehit imamların hemen hepsi, kibir ve gurura vesile kılınmaksızın güzel elbise giyinmeyi müstehab saymışlar; yırtık, pejmür­de bir kıyafetle sokağa çıkmanın sünnete aykırı olduğunu söylemişlerdir. Ancak kişinin malî gücü güzel ve düzenli kıyafete yetmediği takdirde, yamalı ve temiz olmak şartıyla eski ve yıpranık elbise gi­yinmekte hiçbir sakınca görmemişlerdir. Nitekim İmam Ebû Hanîfe'nin en güzel kumaştan elbise diktirip giydiği; İmam Mâlik'in ter­temiz ve düzgün bir kıyafetle Mescid-i Saadet'e gelip ders verdiği birer vakıadır. İmam Şafiî'nin devamlı İslâmî ilim merkezleri arasında dolaşıp mekik dokuduğu halde, kıyafetine özen gösterdiği bi­linmektedir.

Diğer rivayetler, yorumlar ve tahliller:

407 nolu İbn Mes'ûd hadîsinde, kalbinde zerre ağırlığınca kibir bu­lunan kimsenin Cennet'e  giremeyeceği  belirtilmiştir. Bu ifadeden maksat, gereken cezayı çekmeden Cennet'e giremeyecektir, denil­miştir. Çünkü "tevhîd ehli"nin Cennet'e gireceğinde hiçbir farklı gö­rüş ortaya koyan olmamıştır. Aynı zamanda "tevhid ehli"nin âsi ve günahkârlarının da Cehennem'de ebediyen kalmayacağı kesin ifadelerle beyân edilmiştir.

408 nolu Sehl hadîsini, Tirmizî hasenlemiş ve bunu Abdurrahman b. Meymun tarikiyle rivayet etmiştir. Nesâî, bu zat hakkında "leyse bihi be'sün" derken, İbn Maîn, onun zayıf olduğunu söylemiştir. Sehl b. Muâz'a gelince, İbn Hibban onun "sıka" olduğunu belir­tirken, İbn Maîn zayıf olduğuna dikkatleri çekmiştir.[444]

Hadîsin açık delâleti, züht, takva ve tevazu yönlerinden, başka­sının dikkatini çekecek kadar güzel elbise giymeyi tefketmekte bir sakınca olmadığı gibi, bazı faydaları bulunduğunu ifade etmektedir. Konu bu açıdan değerlendirilince, sözü edilen güzel elbiseden mak­sadın, âdetin üstünde bir görünüm arzedeni olduğu anlaşılıyor. Ni­tekim Hafız İbn Kayyım diyor ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz bazan tedariki kolay olan kaba yünden, bazan ketenden, bazanda pamuktan elbise giyinirdi. Yemen'de dokunan hırkaların çeşitli renklerinden giydiği olurdu. O halde insanlardan bir kısminin züht ve taabbüd olsun diye Allah'ın mübah kıldığı giyecek, yiyecek ve evlenilecek şeyleri men'etmeye çalışması; bir kısmının da onların aksine en na­dide elbiseleri ve en güzel yiyecek maddelerini seçmek suretiyle lüküs yaşamaya özenmesi, şüphesiz ki Peygamber (a.s.) Efendimiz'in sünnetine muhaliftir."

O bakımdan ortalama bir yol tutup giyim, kuşamda; yiyecek ve içecekte ifrat ve tefritten kaçınmak sünnete daha uygundur.

Şeyh Ebü İshak-el-Esfehanî, isnad-i sahîh ile Cabir b. Eyyub’dan şöyle dediğini rivayet etmiştir:

"Salt b. Râşit, ünlü bilgin ve muabbir İbn Sirîn'in yanına girdiğinde üzerinde kalın ve kaba yünden dokunmuş bir entari, bir sarık ve bir cübbe bulunuyordu. İbn Sirîn onun bu kıyafetinden hoşlanmayarak yüzünü ekşiterek tiksinti duy­duğunu belirtti ve şöyle buyurdu: Sanıyorum ki, bazı kimseler, İsa Peygamberin kaba yünden elbise giydiğini düşünerek öyle giyiniyor­lar. Oysa, sıhhatından pek şüphe etmediğim zatların verdiği habere göre, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz hem keten, hem yün, hem de pa­muk kumaşlardan elbise giyinmiştir. Peygamberimizin (a.s.) sün­netine uymamız elbetteki daha uygun ve daha lâyıktır..."[445]

Sonuç olarak bu konuda diyebiliriz ki, vasat ve vasatın üstün­de elbise giyinmek niyete göre mana ve hüküm taşır. Müslüman kimsenin toplum içinde daha güzel, daha düzenli görünmesi ve hem ameliyle, hem kıyafetiyle misal olması düşüncesinden hareketle, kendine güzel bir çeki düzen vermesi, elbette mübahtır ve örnek alınmaya lâyıktır. Bunun aksine başkasına üstünlük sağlamak, ki­bir ve gurur taslamak için yapıyorsa, her haliyle günâhtır.

409 nolu İbn Ömer hadîsinin ricali sahîh isnadı sağlamdır. Râvileri sıka (güvenilir) kişilerdir. Ravilerinden Muhammed b. İsa üzerinde konuşanlar olmuşsa da, Ebû Hatim onun sıka olduğunu söylerken Buharî onun tarikiyle rivayet yapmış ve İbn Hibban onu sıka (güvenilir raviler) arasında zikretmiştir.

Büyüklük taslayarak güzel elbise giyen kimseye, kıyamet gü­nünde misliyle ceza verilir, böylece mezellet (horluk ve hakirlik) el­bisesi giydirilir. Çünkü ceza amelin cinsinden olur.

Kadınların eteklerini yere dokunacak şekilde uzun  tutmaları, bu husustaki hükmün dışındadır. Çünkü onların ayaklarının üze­rinin örtülü bulunması vâcibdir. Ancak kalın çorap giyinen kadınla­rın topuklarına kadar entarilerini uzun tutmalarında bir sakınca yoktur.

O halde kadınlar sırf kibir gösterip başkasını küçük görmek için entarilerini lüzumundan fazla uzatır da etekleri yerde sürünürse, o takdirde kerahet işlemiş olurlar. Bazı ilim adamlarına göre, erkek­lerin de büyüklük taslama niyeti olmaksızın eteklerini uzatmaların­da bir sakınca yoktur, demişlerse de, onların bu görüşü fazla ilgi ve tarafdar toplamamıştır. Nitekim İmam Şafiî, niyetleri ne olursa ol­sun, erkeklerin eteklerini yerde sürünecek şekilde uzatmaları mek­ruhtur, demiştir.[446] el-Butî de kendi Muhtasar'ında İmam Şâfii’nin şöyle dediğini nakletmiştik:

"Etekleri büyüklük taslayarak uzat­mak, ne namazda, ne de namaz dışında caizdir. Erkeklerin giydiği üstlük, entari ve cübbenin topukları aşması ve biz bunu büyüklük tas­lamak için böyle yapmıyoruz diye yorumda bulunmaları da doğru değildir. Çünkü elbisenin topukları aşması, kibir ve gurur alâmeti olarak bilinir.

Ancak elbisenin topuklardan aşağı veya topuk seviyesinde olma hususu daha çok sıcak bölgelerde entari giyinen erkeklerle ilgilidir ve oraların  âdetleriyle yakından alâkalıdır.

Şafiî'nin görüşünü benimseyenlerin delili ise, daha çok şu riva­yettir:

"Entarini bacakların yansına kadar uzat, daha fazla uzatmak istiyorsan topuklarına kadar uzat ye sakın eteğini (daha aşağı sar­kacak şekilde) uzatma; çünkü öyle yapmak kibir ve gururdur. Allah ise kibir ve gurur (taslayanı) sevmez."[447]

Ayrıca şu hadîsle de istidlal etmişlerdir: Ebû Ümâme (r.a) di­yor ki, birara Resûlüllah (a.s.) Efendimizle beraber bulunuyorduk, derken Amir b. Zürare el-Ansarî ile karşılaştık ki, üzerindeki üstlü­ğü yere kadar sarkmış bulunuyordu. Resûlüllah (a.s.) Efendimiz onun elbisenin bir ucundan tutup Allah'a karşı tevazu göstererek şöyle dedi:

"Senin kulun, kulun ve cariyen oğlu!.."

Bunu Amir işite­cek sesle söyledi ve o sebeble şöyle dedi:

"Ya Resûlellah! Doğrusu ben ince bacaklıyım..." Peygamber (a.s.):

"Ya Amir! Şüphesiz ki, Allah yarattığı her şeyi en güzel biçimde yaratmıştır. Ya Amir! mu­hakkak ki Allah, eteklerini (yere kadar) uzatanı sevmez."[448]

Bu hadîsin ricali sıkat (güvenilir) kişilerdir. Zahiri ise, Amr'ın böyle yapmakla büyüklük taslamadığına delâlet ediyor.

411 nolu İbn Ömer hadîsinin isnadında Abdülaziz b. Revvad bu­lunuyor ki, bu zat üzerinde konuşanlar olmuştur. İbn Mübarek, "o insanların en abidi idi." derken Ebû Hatim, "o sadûk doğru ve ibâ­dete düşkün bir zattır." demiştir. Ahmed b. Hanbel, "Hadisi (riva­yeti) uygundur" diyerek onu tezkiye etmiştir. İbn Cüneyd ise, onun zayıf olduğunu belirtmiştir.[449]

İbn Hibban ise ona iki münker hadîs isnâd etmiştir ki, onlardan biri Abdurrahim b. Harun, diğeri Zafir b. Süleyman tarikiyle riva­yet etmiştir.

Nevevî ise, Müslim şerhinde onun isnadının hasen olduğunu be­lirtmiştir.

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- Büyüklük taslamak niyetiyle ağır kumaştan elbise diktirip giyinmek mekruhtur.

2- Müslümanın vakar ve şerefine yakışır ölçü ve biçimde gü­zel elbise giyinmek müstehabdır.

3- Bununla beraber, daha çok, ifratla tefritten kaçınarak va­sat bir elbise giyinmek takvaya ve sünnete daha yakındır.

4- Şehveti tahrîk edecek şekilde giyinmek mekruhtur.

5- Kadınların entari ve dış kıyafetlerinin topuklara kadar uzun olması sünnettir. Topuklardan az yukarıya kadar uzanan entari veya mantonun örtmediği bilek ve yukarısını kalın çorap giyinmek suretiyle örtmeleri de tesettürü gerçekleştireceğinden caizdir.

6- Sıcak bölgelerde entari giyinen erkeklerin etek uçlarını to­puklardan aşağıya kadar uzatıp sarkıtmaları mekruhtur.

 

Kadını Beden Hatlarını Gösterecek Ve Onu Erkeklere Benzetecek Şekilde Elbise Giyinmesi Men’edilmiştir

 

İslâm, kadına lâyık olduğu yeri vermiş, onun iffet ve namusunu korumayı her yönüyle planlamış, toplum içinde saygı görmesi için her türlü tedbiri almış ve yollarını, yöntemlerini belirlemiştir. Onun annelik vakarını zedeliyecek, ruhundaki incelik ve zerafeti silecek, çocuk terbiyesinde başarı sağlamasına engel olacak ve onu bir şehvet oyuncağı haline getirecek her türlü kötü düşünce ve nazarlar­dan uzak tutmuş, onun fıtratındaki cevhere uygun kıyafeti emredip tesettürün en anlamlı ölçü ve biçimini tavsiye etmiştir.

Kadın cidden İslâmî bir kıyafet içinde büyümekte, saygınlık ka­zanmakta ve kem gözlerin şehevî bakışının tesirini azaltmakta, böy­lece birçok fitne ve kötülüklerin ortaya çıkmasına imkân vermemektedir.

Konuyla ilgili hadîsler:

Üsame b. Zeyd (r.a.)'dan yapılan rivayette şöyle demiştir:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, kendisine Dıhye el-Kelbî tarafından he­diye edilen Kıbt kumaşından kesif bir elbiseyi bana giydirdi. Ben de o elbiseyi eşime giydirdim. Bir ara Resûlüllah (a.s.) Efendimiz ba­na: "Neden o Kıbt elbisesini giyinmiyorsun?" diye sordu. Ben de "Ya Resûlellâh onu eşime giydirdim", diye cevap verdim. Buyurdu ki:

"Eşine emret de o elbisenin altından bir gömlek (iç çamaşır) giyinsin çünkü korkarım ki, o elbise içinde eşinizin kemiğinin hacmi (vücut hatları ve tenin rengi) belirmiş olur."[450]

Yapılan tesbitlere göre, Kubtiyye denilen elbiseler kasîf olmakla beraber tenin rengini az da olsa gösterecek kadar incedir. O bakım­dan altından bir şey giymeden kadının sadece onunla yetinmesi doğru değildir.

Ebu Hüreyre (r.a.)’den yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğunu söylemiştir.

"Ateş (Cehennem) ehlinden iki sınıfı, kendi asrımda meydana çıkmayacaklarından görmüş olmayacağım: (Yarı) giyinik çıplak, Hakk'a taâtten (nefs ve iblîs'e) meyledip, başkalarına da kendi fena fillerini öğreten kadınlar ki, başlarının üzerinde Horasan de­velerinin hörgücüne benzer bir görünüm vardır. Onlar Cennet'i göremiyecekler ve onun kokusunu da alamıyacaklardır. Diğer sınıf ise, yanlarında öküz kuyruğuna benzer kamçılar bulunduran er­keklerdir ki, o kamçılarla insanları döverler."[451]

Yine Ebû Hüreyre (r.a.)'den yapılan rivayette demiştir ki:

"Doğ­rusu Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, kadın elbisesi giyinen erkeği, erkek elbisesi giyinen kadını lânetlemiştir."[452].

Hadîslerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Kadınların, ten rengini az veya çok belli edecek kadar in­ce kumaştan elbise giyinmeleri haramdır.   Ancak entarinin altına, tenin rengini iyice örtecek ve belli etmeyecek kalınlıkta bir gömlek ve benzeri bir şey giyerse, buna ruhsat verilmiştir.

2- Kadınların vücut hatları iyice belirecek şekilde dar ve ince elbise giyinmeleri mekruhtur.

3- Kadınlar başörtülerini başlarına bir defa dolayacak şekil­de örtünürler, böyle yapmaları müstehabdır.

4- Kadınların yarı çıplak bir vaziyette sokağa çıkması haram­dır. Mahrem yerlerinden bir kısmını bile açık bulundurmaları di­nen yasaklanmıştır. Uymayanlar için Cehennem ateşi va'dedilmiştir.

5- Kadınların başlarını açmaları ve o vaziyette sokağa çık­maları dinen haram kılınmıştır.

6- Kadınların saçlarını deve hörgücüne benzer şekilde yaptır­maları, başlarına ona benzer bir şey dolamaları da dinen yasaklan­mıştır.

7- Haklı pir sebep yokken ellerine kamçı alıp halkı dövenler lanetlenmiştir.

8- Kadın elbisesine benzer elbise giyinen erkekler; erkek el­bisesine benzer giyinen kadınlar lanetlenmiş ve bu hareketleri bü­yük günâhlardan saymıştır.

Hadîslerin ışığında müctehid imamların görüş,  istidlal ve ictihadları:          

Dört mezhep imamlarının bu konuda ittifakı vardır. Daha önce belirttiğimiz bazı nüans farkı dışında esasta bir ihtilâf olmamıştır. O bakımdan kadının teninin rengini belli edecek, vücut hatlarını iyi­ce gösterecek şekilde ince ve dar elbise giyinmesini, mahrem yerle­rinin az bir kısmı olsun açık   bulundurmalarını, yarı çıplak bir va­ziyette sokağa çıkmalarını, saçlarını deve hörgücüne benzetmelerini, erkeklerin kadın elbisesi, kadınların da erkek elbisesi giyinmelerini haram saymışlardır. Daha önce bu konuyla ilgili kaynak eserleri dip notlarımızda belirlediğimiz için tekrarına lüzum görmüyoruz.

et-Tahavî, kadının iki eli ve yüzü dışında kalan yerlerinin av­ret olduğunu belirterek ilgili rivayetleri nakletmiş ve hicab âyetinin inmesi üzerine alınan tedbirleri belirterek aydınlatıcı bilgiler vermiştir. Sonra da yabancı erkeğin, kadının yüzü ve elleri dışında baş­ka tarafına bakmasının haram olduğunu belirterek, ihtiyâç anında kadının yüzüne ve iki eline bakmakta bir sakınca olmadığına dik­katleri çekmiştir.

Eserimizin hacmi bu rivayetlere müsait olmadığı ve esasen ko­nunun ana hatları açıklandığı için onları buraya almaya gerek gör­medik.[453]

419 nolu Üsâme hadîsini aynı zamanda İbn Ebî Şeybe ile Hafız Bezzar İbn Sa'd, Barudi, Taberânî ve Beyhakî de tahrîc etmişlerdir.

Ebu Davud da buna benzer bir rivayeti Dıhye b. Halife tarikiyle yaparak şu lâfızla nakletmiştik "Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'e Kıbt elbiselerinden birkaç tane getirilmişti. Onlardan bir tanesini bana verdi ve "bunu ikiye böl, bir parçasını gömlek yap, diğerini eşine ver de onu başörtüsü edinsin", buyurduktan sonra ayrıldı, sonra dönüp şöyle buyurdu:

"Eşine emret de onun altına başka bir elbi­se giyinsin de (teni) belli olmasın."

Ancak bu rivayetin isnadında İbn Lehi'a bulunuyor ki, onun hadîsiyle ihticac edilmez. İbn Lehi'a bu rivayetinde Ebû Abbas Yahha b. Eyyub'a tabi' olmuştur ki, o zat hakkında konuşanlar olmuş­tur. Ne var ki, Müslim onun rivâyettiyle ihticac etmiştir.

420 nolu Ümmü Seleme hadîsini, Vehb Mevlâ Ebî Ahmed riva­yet etmiştir. İbn Münzir, bunun meçhule benzer tarafı olduğunu be­lirtirken İbn Hibban onun sıka (güvenilir) olduğunu söylemiştir. Zehebi onun mâruf olmadığını kaydeder.[454]

421 nolu Ebû Hüreyre hadîsi hakkında İmam Nevevî şöyle de­miştir: 

"Bu hadîs, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in mu'cizelerinden biridir ki, asrımızda o iki sınıf da mevcuttur."[455]

422 nolu Ebû Hüreyre hadîsini aynı zamanda Nesâî de tahrîc et­miştir. Ancak hadîs üzerinde ne Ebû Dâvud, ne de Münzerı bir söz söylemiştir. İsnadının ricali, ricâl-i sahihtir.

Ebû Dâvud ayrıca Hz. Aişe (r.a.)’den rivayetle şu hadîsi tahric etmiştir:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, kadınlardan erkeklere benzemeye özenenleri lânetlemiştir."

Buhari, Ebû Dâvud, Tirmizî, Nesâî ve İbn Mâce'nin İbn Abbas'dan yaptıkları rivayette ise, şöyle denilmektedir:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, kadınlardan erkeklere benzemeye, erkeklerden de kadın­lara benzemeye özenenleri lânetlemiştir."

Müsned-i Ahmed'de Abdullah b. Amır'dan (r.a.) yapılan riva­yette, deniliyor ki:

"Abdullah b. Amir, boynuna bir yay takıp erkek yari yürüyen bir kadına gözü ilişti ve sordu, bu kimdir? Kendisine: Ümmü Sa'd binti Ebû Cehl'dir denildi. Bunun üzerine Abdullah şöyle dedi:  "Resûlüllah (a.s.) Efendimizden işittim, buyurdu ki: 

"Ka­dınlardan erkeklere benzemeye özenenler bizden değildir."

Ebû Davud'un Ebû Hüreyre (r.a.)'den yaptığı rivayete göre, adı geçen şöyle demiştir:

"Ellerini ve ayaklarını kına ile boyamış olan Muhnes (veya Muhnis) adındaki adam Peygamber (a.s.) Efendimiz'e getirildi. Peygamber (a.s.) "Buna ne oluyor?" diye sorunca dediler ki: "Kadınlara benzemeye özeniyor." Bunun üzerine Peygam­ber (a.s.) Efendimiz onu Nakiy'e sürgün gönderdi. Peygamber’e (a.s.), "onu öldürseydin ya" denilince, buyurdu ki:

"Namaz kılan­ları öldürmekten men'olundum..."

Beyhakî ise adı geçen adamın Ebû Bekir (r.a.) tarafından sür­gün edildiğini rivayet etmiştir. Hz. Ömer'in de (r.a.) bir kişiyi o yüz­den sürgün ettiği söylenir.[456]

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- Kadınların, bedenlerinin rengini belli edecek kadar ince elbise giyinmeleri haramdır. Ancak ince entarinin altına bedeni iyice örtecek, ten rengini belli etmeyecek bir gömlek veya ikinci bir entari giydikleri takdirde ince entari giyinmelerinde fazla bir sa­kınca yoktur.

2- Vücut hatlarını iyice belli edecek kadar dar ve ince elbise giyinmeleri de tahrîmen mekruhtur. Zarurî haller müstesna...

3- Erkeklerin de avret yerlerini belli edecek kadar ince elbise giyinmeleri haramdır. Altta kalın bir gömlek veya iç çamaşır bulunuyorsa, buna cevaz verilmiştir.

4- Kadınların baş örtülerini, bir defa başlarına dolayacak şekilde  kullanmaları müstehabdır.

5- Kadınların avret yerlerinden bir organ veya bir organdan bir kısım açık bulunduğu halde sokağa çıkmaları haramdır, çünkü kadınların yüzü ve iki eli dışında kalan vücutlarının her yanı avrettir.

6- Kadınların erkeklere benzemeye özenerek, onlara mahsus elbiselerden giyinmeleri; erkeklerin de kadınlara benzemeye özenerek onlara mahsus elbiselerden giyinmeleri haramdır.

 

Elbiseyi Sağdan Başlayarak Giyinmek

 

İslâm dini, günlük hayatımızın her bölüm ve parçasıyla içiçedir. Sabahleyin yataktan kalkıp akşam tekrar yatağa dönünceye kadar geçen süre içinde nasıl hareket etmemizden yakından ilgilidir. He­men her söz ve davranışımızı yönlendirir, birtakım kurallara bağ­lar ve düzenli bir yaşam ölçüsü verir.

O bakımdan elbise giyinirken sağdan başlamamız sünnet kılın­mış ve böylece her işimizde bize Allah'ı hatırlatmak suretiyle haya­tımızı tam bir manevî disiplin altına almıştır.

İslâm'da, iyi, yararlı, hayırlı ve meşru' işlere sağdan başlamanın ayrı bir yeri başka bir önemi ve hikmeti vardır. Sağ rahmeti inceliği, zerafeti, feyiz ve hareketi temsil eder. O bakımdan günlük amellerimizi tesbit eden, yazan Hafeze denilen meleklerden sağ omuzumuzdaki hayır ve iyiliklerimizi, sol omuzumuzdaki ise, günâh ve kötülüklerimizi yazar.

Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, hayatı boyunca hep sağ eliyle, ve­rip almış, hep sağ ayağını atarak dışarı çıkmış, hep sağdan başlayarak elbisesini giyinmiş ve uyurken bile sağ yanı üzeri yatıp uyu­mayı tercih etmiştir. Aynı zamanda bütün bunları yaparken Allah'­ın ismini anmayı ihmal etmemiş, her vesileyle kendini o yüce kudret'in gölgesi altında bulundurmuştur.

Konuyla ilgili hadîsler:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz,

"Sağ el ile istinca (tabii ihtiyacı giderdikten sonra temizlenme) yi men'etmiştir."[457]

"Sağ el ile yemek yemeği tavsiye etmiştir."[458],

"Sağ eli cinsel organa dokundurmak mekruhtur."[459]

"Elbise giyindiğin zaman sağdan başla!"[460]

"Sizden biriniz yemek yediğinde sağ eliyle yesin, bir şey içtiğin­de yine sağ eliyle içsin."[461]

"Resûllüllah (a.s.) Efendimiz sağ eliyle alır ve yine sağ eliyle verirdi."[462]

Ebû Hüreyre (r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz bir gömlek (veya entari ya da üstlük) giyindiği zaman sağdan (giyinmeye) başlardı."[463]

Ebû Saîd (r.a.)'den yapılan rivayette, şöyle demiştir:

"Resûlül­lah (a.s.) Efendimiz yeni bir elbise giyinmek istediğinde, önce onu ismiyle anar, sarık veya gömlek veya üstlük dedikten sonra şöyle duâ ederdi: Allahım! hamd sanadır, sen beni giydirdin, bunun hay­rını ve yapıldığı şeyin hayrını Senden dilerim ve bunun şerrinden ve ne için yapılmışsa, onun şerrinden Sana sığınırım."[464]

Hadislerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Sağ el ile istinca mekruhtur.

2- Sağ el ile yemek yemek sünnettir.

3- Sağ eli cinsel organa sürmek mekruhtur. Zaruri haller müstesnâ...

4- Elbise giyinirken sağdan başlamak sünnettir.

5- Yemeğe sağ el ile başlamak ve sağ el ile su içmek sün­nettir.

6- Verip alırken, alım satımda bulunurken sağ el ile vermek ve almak sünnettir.

7- Elbise giyinirken sağdan başlamak sünnettir.

8- Yeni bir elbise giyinirken, elbisenin ismini söylemek ve Sonra sağdan başlamak ve Allah'ın adını anmak ve zikredilen duayı okumak müstehabdır.

Hadîslerin ışığında müctehid imamların görüş ve istidlalleri:

Mezhep imamlarının hemen hepsi, elbise giyinirken ve diğer hayırlı her işte sağdan başlamanın sünnet veya müstehab olduğun­da müttefiktirler. Nitekim Hanefî imamları bu konuda şu genel ta­biri kullanmışlardır:

"Resûlüllah (a.s.) hemen her işinde ve duru­munda (bazı istisnalar dışında), hatta ayakkabısını giymekte ve saç-sakalını taramakta bile sağdan başlamayı çok severdi."[465]

Abdest konusunda sağdan başlama hususunu da kısmen belirt­miş idik.

Şâfiîler de Buharî ve Müslim'in rivayet ettikleri şu rivayetle is­tidlal etmiştir:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz gücünün yettiği kadar hemen her işinde; temizliğinde, saç sakalını taramasında, ayakkaplarını giyinmekte sağdan başlamayı çok severdi."[466]

Hanbeliler de yukarıdaki Hz Aişe (r.a.) hadîsiyle istidlal etmiş­lerdir. Bu konuda muhalif biri görüş ortaya koyan ilim adamı olma­mıştır.[467]

Mâlikîler de aynı görüş ve ictihadı izhar etmişlerdir.

Rivayetler, yorumlar ve tahliller:

433 nolu Ebû Hüreyre hadîsini aynı zamanda Nesâî de tahrîc et­miştir. Hafız bunu et-Teshîs'de zikretmiş ve başka herhangi bir gö­rüş ve tesbit ortaya koymamıştır. Ancak hadîsin sihhatına şu riva­yet de şehadet etmektedir:

"Abdest aldığınız ve elbise giyindiğiniz zaman sağınızdan başlayınız!"[468]

İbn Dakıyk el-Iyd de hadîsin sahih olduğunu söyleyerek, yuka­rıda Şafiî'lerin Buhari ve Müslim'in rivayet ettikleri Hz Aişe (r.a.) Hadisini şahit olarak göstermiştir.[469] Böylece sahih rivayetlerin hepsi, elbise giyinirken de sağdan başlamanın sünnet veya müste­hab olduğuna delâlet etmektedir.

434 nolu Ebû Saîd hadîsini de Nesâî tahric etmiş ve Tirmizî hasenlemiştir. Hadîs, giydiğimiz elbiseyi ibâdet, hayır, iyilik ve fazilet yolunda kullanmamızı emretmekte, yapılan duanın daha çok bu mâ­naya yönelik bulunduğuna delâlet etmektedir. Aynı zamanda yeni bir elbise giyinirken Allah'a hamdetmenin müstehab olduğu be­lirtilmiş, bunun bir bakıma şükür anlamını da beraberinde taşıdığı­na işaret edilmiştir.

 

Namazda Giyilen Elbiseyi Ve Namaz Kılınan Yeri Necasetten Arındırmak

 

İslâm dini imânı ibâdetle, her ikisini temizlikle birleştirmiştir. O bakımdan temizliğin dinimizdeki yeri, tuzun yemekteki yeri ve önemi gibidir. Diğer bir tabirle, ağaçtaki meyvenin yeri gibidir. Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in günlük hayatında temizliğe gösterdiği özen her türlü tahminlerin üstündedir. O bakımdan mezhep imam­ları İslâm fıkhını toplayıp işlerken, temizliğe has bölümler meyda­na getirmişler ve konuya yeterince ağırlık vermişlerdir.

İlgili hadisler:

Câbir b. Semure (r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki: Bir adamın Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'den, eşimle cinsel temasta bulunurken üzerimde bulunan elbiseyle namaz kılabilir miyim? diye sordu. Efendimiz (a.s.) ona şu cevabı verdi:

"Evet, ancak onda bir şey (ıslaklık)  görürsen, yıkarsın."[470]

Muâviye (r.a.)'dan yapılan rivayette, şöyle demiştir:

"Ümmu Habîbe'ye (r.a.) dedim ki: Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, cinsel te­masta bulunurken üzerinde bulunduğu elbiseyle namaz kılar mıy­dı? O bana şöyle dedi: Evet, elbisesinin üzerinde bir eziyet (ıslaklık, necaset)  bulunmadığı  zaman kılardı."[471]

Ebû Saîd (r.a.)'den yapılan rivayette, şöyle demiştir:

"Peygam­ber (a.s.) Efendimiz namaz kılarken ayakkabısını çıkardı, bunun üzerine (oradaki) insanlar da ayakkaplarını çıkardılar. Resûlüllah (a.s.) Efendimiz namazı bitirip ayrılınca onlara sordu; Ayakkaplarınızı neden çıkardınız? Onlar da, biz senin ayakkaplarını çıkardı­ğını görünce, çıkardık, diye cevap verdiler. Bunun üzerine Resûlül­lah (a.s.) şöyle buyurdu:

"Şüphesiz ki, Cibril bana geldi ve ayakkaplarımda murdarlık bulunduğunu söyledi, O bakımdan, sizden bi­riniz Mescid'e geldiğinde ayakkaplarını çevirip altlarına baksın, on­larda bir murdarlık görürse, yere sürüp gidersin, sonra da onları giyinik bulunduğu halde namazını kılsın."[472]

Hadîslerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Namaz kılmaya kalkan kimsenin, bedeni, elbisesi ve namaz kılacak yeri her türlü pislikten    arındırılmış bulunmalıdır. Çünkü namazda necasetten temiz bulunmak farzdır.

2- Eşiyle cinsel temasta bulunduğunda üzerinde taşıdığı elbi­seyle namaz kılmasında bir sakınca yoktur, yeter ki elbiseye menî ve benzeri bir şey bulaşmış olmasın. O takdirde yıkadıktan sonra namaz kılabilir.

3- Elbiseye dokunan meni necistir, namaz kılabilmek için me­ninin yıkanıp temizlenmesi gerekir. Bu, Hanefî mezhebine göredir. Şafiî ve Hahbelî mezheplerine göre, meni necis değildir.

4- Ayakkapların alt veya üstüne necaset dokunmuşsa, ayak­lardan çıkarmadan o vaziyette namaz kılmak caiz değildir. Üstünde ve altında necaset yoksa veya dokunan necaset, toprağa sürtülmek suretiyle temizlenmişse, o takdirde ayakkabları çıkarmadan o vazi­yette namaz kılmak caizdir.

Müctehid imamların görüş, tesbit, istidlal ve ihticacları:

a) Hanefîlere göre:

Birinci ciltte açıkladığımız gibi, meni nacistir. Dokunduğu yere bakılır, bir el ayası miktarını aşmışsa, herhalde yıkanması; kuru­muş ise, çitilenmesi gerekir.[473]

b) Şafiî ve Hanbelî mezheplerine göre, meni necis değildir. O bakımdan elbise veya bedene dokunmuşsa, namaza engel sayılmaz.[474]

Ayakkablarla namaz kılmaya gelince, müctehid imamların bu hususta pek farklı görüşleri olmamıştır. Kırda, bayırda, çölde ve benzeri yerlerde ayakkabılara dokunmuş gözle görülen veya bilinen bir necaset yoksa, onları çıkarmadan namaz kılmakta bir sakınca yoktur. Evde, camide ve benzeri yerlerde, halı, kilim ve benzeri bir yaygı üzerinde namaz kılmacaksa, o takdirde eşyanın tozlanmaması için ayakkabıları çıkarıp öyle namaz kılmak müstehabdır. Sözü edi­len yerlerde herhangi bir yaygı yoksa, toprak, döşeme ve benzeri şeyler üzerinde kılmıyorsa, o takdirde temiz olan ayakkabıları çıkarmadan namaz kılmakta bir sakınca yoktur.

Diğer rivayetler, yorumlar ve tahliller:

440 nolu Cabir b. Semure hadîsin isnâd ricali, rical-i sahihtir. İbn Mâce'ye göre, hepsi de sıka (güvenilir) kimselerdir.

441 nolu Muâviye hadîsinin isnad zincirindeki ricalin hepsi sı­kadır.

Her iki hadis de namaz kılan kimsenin üzerindeki elbisesinin ne­casetten temiz olmasının vücubuna delâlet etmektedir. Ancak bu temizliğin namazın şartından biri olup olmadığı hakkında farklı gö­rüşler ortaya çıkmıştır:

a) İlim adamlarının çoğuna göre şarttır.[475]

b) İbn Mes'ûd, İbn Abbas ve Saîd b. Cübeyr'e göre, şart değil­dir.

c) İmam Mâlik'ten yapılan bir rivayete göre, elbisenin temiz olması vâcib değildir. en-Nihâye sahibinin İmam Mâlik'ten naklettiği iki rivayet bulunuyor, birincisine göre, elbisedeki necaseti gidermek sünnettir,  farz değildir; ikincisine göre, hatırladığı takdir­de farzdır, unuttuğu takdirde farziyeti sakıt olur. İmam Şafiî'nin kavli kadîm'ine göre de elbisedeki necaseti gidermek şart değildir.

d) Cumhura göre, vâcibdir.

Cumhur, Müddessir süresindeki "elbiseni de tertemiz tut!" âyetiyle istidlal etmiştir. Aksini ileri sürenler ise, konunun başında naklet­tiğimiz iki hadîsin de vücuba delâlet etmediğini, bunun sünnet olduğunu belirtmişlerdir. Çünkü emir şeklinde ifade edilmemiştir.[476]

Ayrıca cumhur, bu konuda Hz. Aişe'den rivayet edilen şu ha­dîsle de istidlal etmiştir. Resûlüllah (a.s.) Efendimiz sabahleyin el­bisesini alıp giyindikten sonra dışarı çıkıp sabah namazını kıldırdı. Bu arada bir adam, "ya Resûlüllah! İşte elbiseniz de el ayası kadar kan lekesi bulunuyor" dedi. Bunun üzerine Resûlüllah (a.s.) Efen­dimiz o elbiseyi üzerinden çıkarıp bir delikanlının eline vererek, yıkayıp kurutmam için bana gönderdi. Ben de bir teşt veya çanak ge­tirtip yıkadım, kuruttuktan sonra çıkartıp gönderdim. Bir süre son­ra Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, o elbise üzerinde bulunduğu halde geldi."

Ebû Davud'un ve bazı muhaddislerin rivayet ettiği bu hadîsin garib olduğu anlaşılmıştır. Nitekim İmam el-Münzirî de aynı şeyi söylemiştir. Ayrıca Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in o namazı iade et­tiğine dair hiçbir kayıt mevcut değildir. Eğer, elbisenin temiz olma­sı namazın şartlarından biri olsaydı, elbette Resûlüllah (a.s.) farkı­na vardıktan sonra o namazı iade ederdi.

Ayrıca bu konuda Ammar hadisi söz konusudur, şöyle ki, Resû­lüllah (a.s.) ona:

"Elbiseni ancak idrardan, dışkıdan, kusuntudan, kandan ve menî'den dolayı yıkarsın..."[477]

Bu hadîsi rivayet edenlerin hemen hepsi de onu zayıf hadisler arasında zikretmişler ve hadîs âlimleri de aynı tesbitte bulundukla­rını belirtmişlerdir. Çünkü isnad zincirinde Sabit b. Hammad bulu­nuyor ki, bu zat hem metruktür, hem de uydurma hadîs rivayet et­tiği söylenir. Ayrıca yine râvileri arasında Ali b. Zeyd b. Ced'ân bulunuyor ki o da zayıftır. O kadar ki, Beyhakî kendi Sünen'inde onun bâtıl olup hiçbir aslı bulunmadığını belirtmiştir.

Aynı zamanda hadîste bir şart anlamı söz konusu değildir. Çün­kü elbisenin başka pisliklerden dolayı da yıkanmasıyla ilgili birçok sahih rivayetler mevcuttur. Meselâ, meninin (belsuyu) çitilenmesi hakkında Buhari ve Müslim'de sahih hadîsler yer almaktadır. Kal­dı ki, çitilemenin vâcib olduğu da hadisten pek anlaşılamamaktadır.

O bakımdan Ammar hadisinde sadece sözü edilen pisliklerden do­layı elbisenin yıkanmasının vücubunu anlamak pek isabetli olmaz.

Elbiseye dokunan dirhem miktarı kandan dolayı namazın iade edilmesiyle ilgili şu hadîse gelince, "Bir dirhem miktarı kandan do­layı namaz iade edilir." Bunu Dârekutnî ile Beyhâki duâfa arasın­da tahrîc etmişler; İbn Adiyy ise el-Kâmil'de onun zayıf olduğunu söylemiştir. Çünkü isnadında Revh b. Ğutayf bulunuyor ki, Nesâî onun hakkında "metruk"tur demiş, İbn Main ise itibar edilmeyen bir râvîdir, demiştir.[478] Buhari de onun hadîsinin bâtıl olduğu­na atıfta bulunmuş, Bezzar da münker olduğunda âlimlerin icmai vardır, demiştir.[479]

442 nolu Ebû Saîd hadîsini aynı zamanda Hâkim, İbn Huzeyme ve İbn Hibbân tahrîc etmişlerdir. Ancak vasıl ve irsalinde ihtilâf edilmiştir: Ebû Hatim el-İlel'de mevsul olduğunu belirtmiştir. Hâkim ise onu Enes ve İbn Mesûd hadîsinden naklen rivayet etmiştir. Dârekutnî ise, İbn Abbas'dan ve Abdullah b. Şahir'den rivayet et­miş ve ikisinin de isnadının zayıf olduğuna dikkatleri çekmiştir. Bezzar, Ebû Hüreyre'den rivayet etmiş ve isnadının zayıf olduğunu söylemiştir.

Ayakkabılara dokunan habis yani murdarlığın sadece necis ol­madığını, bunun balgam, tükrük ve benzeri tiksindirici şeyler de olabileceğini cumhur beyân etmiştir. Melek Cebrail'in bu hususta verdiği haberin asıl amacı, elbise ve mescidin sözü edilen şeylerle kirlenmemesine yöneliktir.

Konuyla ilgili hadîsin çeşitli tariklerden rivayeti, çoğu zayıf olsa bile sıhhatına delâlet etmektedir.

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- Menî necistir. Bu, Hanefî mezhebine göredir. 440 nolu ha­dis de buna delâlet etmektedir.

2- Namazda beden, elbise ve namaz kılınan yerin temiz olma­sı şarttır. (İlim adamlarının bu mes'ele hakkında ittifakı yoktur).

3- Cinsel temasta bulunurken üzerinde taşıdığı elbiseyi de­ğiştirmeden -guslettikten sonra- o elbiseyle namaz kılmasında bir sakınca yoktur. Yeter ki üzerinde dirhem miktarı meni veya baş­ka bir necis bulunmasın.

4- Ayakkabıların altına herhangi bir pislik dokunmuşsa, onu giderip öylece camiye girmek gerekir. Dokunan şey necis ise, gide­rilmedikçe o  ayakkabıyla namaz kılmak caiz olmaz.

5- Kırda, bayırda, açık arazide ayakkabılar temizse, çıkar­madan namaz kılmakta bir sakınca yoktur. Evlerde ve camilerde, içeriye mikrop ve benzeri zararlı şeyler taşınabilir endişesiyle, ayak­kabıyla içeri girmemek ve onunla namaz kılmamak daha uygun olur.

6- Toprak da temizleyici kabul edildiğinden, ayakkabılara dokunan pisliği yere sürtmek suretiyle temizlemek mümkündür.

 

Kundura, Çizme, Fotin, Lapçin Ve Benzeri Ayakkabılarla Namaz Kılmak Caiz Mi? 

 

Az yukarıda ayakkabıyla namaz kılınır mı, kılınmaz mı? hu­susu üzerinde kısmen duruldu. Ancak konunun önemine bakarak ilgili birkaç hadîs nakletmek suretiyle biraz daha geniş bilgi ver­meyi uygun gördük. Aynı zamanda dinimizin ibâdette bize sağ­ladığı kolaylığa bir misal vermeyi düşündük.

İlgili hadîsler:

Ebû Seleme'den, o da Saîd b. Yezîd'den rivayet etmiştir. Saîd şöyle demiştir:

Hz. Enes'e, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz ayakkabıları ayağında bulunduğu bir halde namaz kılar mıydı?" diye sordum. Buna şu cevabı verdi: "Evet..."[480]

Şeddad b. Evs (r.a.)'den yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğunu söylemiştir:                   

"Yahudilere muhalefet ediniz, çünkü onlar ayakkabılarıyla namaz kılmaz (ibadet etmez) ler."[481]

Hadislerin açık delâletinden anlaşılan hükümler: Bir adam, Ebû Hureyre'ye (r.a.) gelerek dedi ki:

"İnsanları ayaklarında ayakkabıları olduğu halde namaz kılmaktan men'eden sen misin?"

"Hayır, ama bu hürmetli yerin Rabbı hakkı için, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz ayaklarında ayakkabıları bulunduğu  halde  bu makama doğru yönelip namaz kıldığını ve namazı bitirip ayrılınca da ayakkabılarının ayağında olduğunu gördüm,  diye cevap verdi.[482]

Ayrıca Küba halkından bir delikanlı, Resûlüllah'ın (a.s.) Kü­ba'da ayakkabıları ayağında bulunduğu halde namaz kıldığını ha­tırlıyorum, dediğim Ahmed b. Hanbel kendi Müsned'inde rivayet etmiştir.[483]

Hadislerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Temiz olduğu takdirde ayakkabılarını çıkarmadan o vazi­yette namaz kılmak caizdir.

2- O gün için Yahudilerin ayakkabıları ayaklarında olduğu halde ibadet etmedikleri anlaşılıyor.

3- İbâdette de kitap ehline uymanın caiz olmadığı bildiriliyor. Çünkü ibadet de İslâmiyetle kemal mertebesine erişmiştir. Hem ki­tap ehli peygamberlerinin nasıl ibâdet ettiklerini tesbit edemediklerinden kendi anlayışlarına göre, ibâdet şekilleri icad etmişlerdir.

Temiz olduğu takdirde ayaklardaki ayakkabılarını çıkarmadan namaz kılmanın caiz olduğunda müctehid imamların görüş birliği var­dır. Necasetten taharet bahsinde toprağın da temizleyici olduğunu belirtmiştik. Burada tekrar detayına inmek istemiyoruz. Sadece diğer rivayetleri ve yorumları nakletmekle yetinmek istiyoruz:

Ebu Seleme ile Şeddad b. Evs hadîslerinin isnadında şüphe iz­har eden olmamıştır.

Aynı konuda dört hadîs daha rivayet edilmiştir. Birincisini Taberânî ve Beyhâkî tahrîc etmişlerdir. Beyhakî "isnadında beis yok­tur" diye bir kayıt koymuştur. İkincisini Hafız Bezzar, Şeddad'ın rivayetine benzer anlamda nakletmiştir. Üçüncüsünü İbn Murdeveyh şu lâfızla rivayet etmiştir:

"Ayakkabılarınız ayaklarınızda ol­duğu halde namaz kılın!"

Ancak bunun isnadında Abbas b. Cüveyriye bulunuyor ki, Ah­med b. Hanbel ile Buhari onun yalancı olduğunu belirtmişlerdir. Zehebî onun hakkında şu bilgileri toplamıştır:

"Ahmed b. Hanbel, "O çok yalancı ve iftiracıdır...", Buhari "O yalancının tekidir", Ebû Zür'a, "O bu vadide hiçbir şey değildir", Nesâî, "O metruktür" de­mişlerdir.[484]

Dördüncüsünü İbn Murdeveyh rivayet etmiştir ki, onun isna­dında Abdullah el-Askalânî bulunuyor. Zayıf olduğu, hadîs çaldığı söylenir.

Rivayetlerin ışığında Ashab ve Tabiîn'in görüşlerine gelince, Hz. Ömer'in ayakkabıyla namaz kılmayı mekruh saydığı, İbn Mes'ud'un da aynı görüşte olduğu rivayet edilir. İbrahim en-Nehaî' na­mazda ayakkabılarını  çıkarmayı mekruh saymıştır.

Diğer bir rivayete göre, el-Irakî, Tirmizî şerhinde şöyle demiş­tir:

"Namazda ayakkabıları giyenler arasında Osman b. Afvan, Ab­dullah b. Mes'ud Uveymir b. Sâide, Enes b. Mâlik, Seleme b. Ekvâ' ve Evs es-Sakafî bulunuyor. Tabiinden ise, Sâid b. Müseyyeb, el-Kasım, Urve b. Zübeyr, Salim b. Abdullah, Atâ' b. Yesar, Atâ' b. Ebî Rebah, Mücahid, Tavus, Kadı Şüreyh, Ebu Miclez ve benzeri kişiler bulunuyor.[485]

Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in ise, bazan ayakkabılarını çıkar­madan, bazan çıkararak namaz kıldığı rivayet edilirse de, ekseri çı­kardığı ağırlık kazanıyor. Nitekim Amir b. Şuayb (r.a.) babasından, dedesinden rivayetle diyor ki: 

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'i hem ayakkabıyla, hem ayakkabısız namaz kılarken gördüm."[486]

Ayrıca İbn Ebî Şeybe'nin Abdurrahman b. Ebî Leylâ'ya isnadla tahrîc ettiği hadîste, şöyle diyor: "Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, ayakkabılarıyla namaz kıldı. İnsanlarda (ona bakarak) ayakkabılarını çıkarmadan namaz kıldılar. Peygamber (a.s.) bir ara ayakkabılarını çıkarıp öyle namaz kıldı. İnsanlar da (ona bakarak) ayakkabılarını çıkarıp öylece namaz kıldılar. Peygamber (a.s.) namazı bitirince şöyle buyurdu:

"Kim ayakkabılarıyla namaz kılmak istiyorsa, kılsın, kim de çıkarmak istiyorsa çıkarsın..."

el-Irakî bu hadîs hakkında şöyle demiştir:

"Bu hadîs mürseldir, isnadı da sahihtir."[487]

Çıkarılan Hükümler:

 

1- Kırda,  bayırda, çölde, tarla ve bahçede, ayakkabının alt ve üstünde pislik, necaset gibi tiksindirici bir şey yoksa, çıkarma­dan namaz kılmakta bir sakınca yoktur.

2- Ayakkabıya dokunan pislik, toprağa iyice sürtüldüğü tak­dirde temizlenmiş sayılır.

3- Savaş ve benzeri felâketli ve sıkıntılı günlerde, yine temiz olmak şartıyla ayakkabıları     çıkarmadan evde, mescidde namaz kılmakta bir sakınca yoktur.

4- Özellikle ibâdette kitap ehli taklîd edilmez.

5- Ayakkabıyla  namaz  kılmaya cevaz verilmesinin illeti sa­dece Yahudilere benzememek değil, dinin getirdiği bir kolaylıktır.

6- Normal zamanlarda, ev ve camilerin kirlenmemesi, içeri­lere mikrop taşınmaması için, ayakkabıları çıkarıp namaz kılmak daha uygundur.

7- Resûlüllah (a.s.) Efendimiz  çoğu vakitlerde ayakkabıla­rını çıkardığına göre, ayakkabıyı çıkararak namaz kılmak müstehab sayılabilir.

 

Namaz Nerelerde Kılınabilir, Nerlerde Kılınamaz

 

İslâm Peygamberi Hz. Muhammed (a.s.), ibâdeti mabedin dar çerçevesine hapsetmeyip yeryüzünün her yanını mescid olarak ilân etmiş, temiz olduğu ve haklara tecavüz gibi bir sakınca bulunma­dığı takdirde herhangi bir yerde vakit girince namaz kılmakta bir sakınca yoktur. Çünkü amaç yer değil, kâinatın yaratıcısına kulluk görevini yapmak, O'nun rızasına ermek niyetiyle emrettiği şeyleri yerine getirmektir.

O halde yeryüzünde bazı yerlerde namaz kılmak caiz veya mü­bah olduğu halde bazı yerlerinde mekruh veya haram olabilir. Bun­ları tefrik edebilmek için ilgili hadîsleri nakletmemiz gerekmektedir: Câbir (r.a.)'den yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

"Yeryüzü benim için temizleyici ve mescid kılınmıştır. Hangi adama namaz (vakti) gelip ulaşırsa, orada namazını kılsın."[488]

İbn Münzir diyor ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in şöyle bu­yurduğu rivayet yoluyla sabit olmuştur:

"Yeryüzünün hepsi benim için temiz, mescid ve temizleyici kılınmıştır."[489]

Ebû Zer (r.a.)'den yapılan rivayette demiştir ki:

Peygamber (a.s.) Efendimiz'e sordum,

"İlk konulan mescid hangisidir?" Cevab verdi:

"Mescidü'l Haram" Ben:

"Ondan sonra han­gisi?" diye sordum. Buyurdu ki:

"Mescid-i Aksa" Ben,

"İkisi arasın­da ne kadar (zaman geçmiştir)?" diye sordum. O,

"Kırk yıl" diye cevap verdi. Ben

"Ondan sonra hangisi?" diye sordum. Buyurdu ki:

"Nerede namaz vaktine ulaşırsan orada namaz kıl, yerin hepsi mesciddir."[490]

Ebû Mersedi’l-Ğanevî (r.a.)'dan yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:

"Kabirlere doğ­ru namaz kılmayın ve kabirler üzerine oturmayın."[491]

İbn Ömer (r.a.)'dan yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efen­dimiz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir: "Namazlarınızın bir bölü­münü evlerinizde kılın, onları kabirler (gibi namaz kılınmayan yer­ler)  edinmeyin."[492]

Cündeb b. Abdullah el-Becelî (r.a.)'den yapılan rivayette şöyle demiştir: Vefatından beş gün önce Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in şöyle dediğini işittim:

"Doğrusu sizden öncekiler peygamberlerini ve salih kişilerinin kabirlerini mescid edindiler; haberiniz olsun ki, ben sizi bundan men'ediyorum, sakın kabirleri mescidler edinmeyin!"[493]

Ebû Hüreyre (r.a.)'den yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğunu söylemiştir: "Koyun-keçi ağlında namaz kılın, fakat devenin çöküp yattığı yerde kılmayın."[494]

Zeyd b. Cübeyre'den, o da Dâvud b. Husayn'dan, o da Nâfî'den, o da İbn Ömer (r.a.)'dan rivayet etmiştir: "Şüphesiz ki, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz şu yedi yerde namaz kılınmasını yasakladı:

1- Çöplükte,

2- Hayvan kesilen yerde (mezbaha),

3- Kabristanda,

4- Yol ortasında,

5- Hamamda,

6- Develerin çöküp yattığı yerlerde,

7- Beytullah'ın damında...[495]

Hadîslerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1-Yeryüzünün her yanı teyemmüme elverişli anlamda temiz­dir ve namaz her yerde kılınabilir.

2- Yeryüzüne Allah'a ibadet için konulan ilk mescid, Kabe'dir. Sonra da Mescid-i Aksa'dır.

3- Kabristanda namaz kılmak mekruhtur. Kabirlere doğru namaz kılmak da mekruhtur.

4- Kabirlerin üzerine oturmak mekruhtur.

5- Beş vakit namazı ve kazaya kalan namazları, hattâ nafile namazları cami ve mescitlerde kılıp evi namazsız, niyâzsız bırakmak mekruhtur. O bakımdan bazı vakitleri, kaza namazlarını ve nafile namazları evde kılmak müstehabdır.

6- Cami ve mescitlere ölü defnetmek mekruhtur.

7- Salih kişilerin ve velî bilinen kimselerin kabirlerini mes­cid haline getirmek mekruhtur.

8- Koyun ve keçi ağıllarında namaz kılmakta bir sakınca yok­tur.

9- Deve ağıllarında namaz kılmak mekruhtur.

10- Çöplükle, mezbahada, kabristanda, yollarda, hamamda, develerin çöküp yattığı yerlerde ve Kabe'nin damında namaz kılın­maz.

Hadislerin ışığında müctehid imamların görüş, tesbit, istidlal ve ihticacları:

a) Hanefilere göre:

Bazı zamanlarda namaz kılmak mekruh olduğu gibi, bazı yerlerde de kılmak mekruh sayılmıştır. Kabe'nin damı gibi... Bu ta'zimi terke delâlet ettiği için mekruh kılınmıştır. Yollarda namaz kılmak da mekruhtur, zira insanların gelip geçmesine engel teşkil eder. Aynı zamanda umumun hakkına saygısızlık sayılır.

Böylece Hanefîler Zeyd hadisiyle istidlal edip sözü edilen yedi yerde namaz kılmanın mekruh olduğunu belirtmişler; ayrıca kilise­lerde, gasb edilen yerlerde de namaz kılmanın mekruh olduğuna temas  edilerek  sayı artırılmıştır.[496]

b) Şâfiilere göre:

Şâfiîler de bu konuda Hanefilerle aynı görüştedirler. Hadiste belirtilen yerlerde, necaset bulunmazsa bile, namaz kılmak mek­ruhtur.[497]

c) Hanbelîlere göre:

Çöplükde, mezbahada, yol ortasında, hamamda, deve ağılında namaz kılmak haramdır ve bâtıldır. Ancak o gibi yerlerde tutuklu bulunma halinde kılınabilir. Sözü edilen yerlerin damlarında da namaz kılınmaz. Ancak cenaze namazının kabristanda kılınması sahihtir.[498]

d) Mâlikîlere göre:

Çöplükte, mezbahada, yol ortasında, necasetten güven içinde olduğu takdirde namaz kılmak kerahatsiz caizdir. Ama necasetin kesin bulunması veya sanılması halinde kılınan namaz hükümsüz sayılır. Şüphe edildiği takdirde vakit çıkmamışsa, kılınan namaz iade edilir. Ancak cami dar olduğunda yolda kılmaya mecbur ka­lan kimse, namazdan sonra yolun temiz olup olmadığında şüphe etse bile artık iade etmesi gerekmez. Develerin çöküp yattığı yer­lerde, necasetten emin olsa bile, namaz kılmak mekruhtur, vakit çıkmamışsa orada kıldığı namazı iade eder.[499]

Kabristanda namaz kılmanın mekruh olup olmadığı hakkında farklı görüş ve ictihadlar vardır:

Hanefilere göre, kabirler kıbleye yönelen kimsenin hemen önünde ise, namaz kılmak mekruhtur Ama arka veya üst veya alt kısmında ise, o gibi yerlerde namaz kılmak mekruh değildir. Ayrı­ca kabristanda namaz için özel bir yer ayrılmış ve temiz tutulmuşsa, orada da namaz kılmakta kerahet söz konusu değildir.[500]

Hanbelîlere  göre, üç veya daha  fazla  kabir bulunan kab­ristanda, bu iş için vakfedilmiş se, namaz kılmak batıldır. Bir veya iki kabir bulunuyor ve namaz kılan da o kabirlere yönelik bulun­muyorsa, hiçbir kerahet yoktur.[501]

Şâfiilere  göre, kabirler namaz kılanın ister önünde, ister yanında veya arkasında olsun, kabristanda namaz kılmak mekruh­tur. Ancak şehîdlerle peygamberlerin kabirlerinin bulunduğu yer­de mekruh değildir. Bu da bir tazim kastı taşımıyorsa, aksi halde mekruh sayılır.

Kabirler açık bir vaziyette ise, o gibi yerlerde necaset buluna­cağından kılınan namaz mutlaka bâtıldır.[502]

Diğer rivayetler, yorumlar ve tahliller:

Ebû Cafer et-Tahavî, konuyla ilgili hadîsleri naklettikten son­ra develerin çöküp yattığı yerde namaz kılmanın kerahatine temas ederek bunun nedeni üzerinde durmuş ve ilim adamlarının iki ay­rı görüşünü şu sözlerle ifade etmiştir:

Bir topluluk, deve çobanlarının umumiyetle develerini çökertip yatırdıkları yerde küçük ve büyük abdestlerini bozmayı âdet edin­diklerini, o yüzden etrafın pislik içinde bulunduğunu, pisliğin bulunduğu yerde namaz kılmanın mekruh sayıldığını söylemişlerdir. Koyun ve keçi ağılında abdest bozma âdeti olmadığından etrafta necis bulunmadığı, o bakımdan oralarda namaz kılmakta bir sa­kınca görülmediği de ayrı bir illet olarak ileri sürülmüştür. Nitekim Şüreyk b. Abdullah sözü edilen hadîsleri böyle yorumlamıştır.

Yahya b. Adem ise, asıl illetin bu olmadığını ileri sürerek neh-yin sebebini, devenin azgınlık gösterip secdede bulunan kimseyi çiğ­neme tehlikesi olarak yorumlamış ve Râfid b. Hudayc'in şu hadisini delil olarak göstermiştir:

"Şüphesiz ki şu develerin, vahşi canavar gibi birtakım azgınlık ve hırçınlıkları vardır."

Koyun ve keçide se bu tehlike söz konusu değildir.

Muâviye b. Salih Iyaz'dan naklen şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Develerin çöküp yattığı, gecelediği yerde namaz kılmaktan men'edilmenin sebebi, bazı kimseler küçük ve büyük abdestlerini bozmak istediklerinde deveyi siper edinirler; koyun ve keçileri ise siper edinmek söz konusu değildir.[503]

İbn Kudame bu konuyu ayrı bir bölüm halinde işleyerek özet­te şu bilgiyi vermiştir: "Kabristanda, abdest bozulan yerde, hamam­da ve develerin çöküp yattığı, gecelediği yerde namaz kılan kimse, onu iade eder. Ahmed b. Hanbel'den yapılan rivayete göre, bu gibi yerlerde namaz kılmak sahih değildir. Nitekim bunu mekruh gören­ler arasında Hz. Ali, İbn Abbas, İbn Ömer, Ata', Nahâî, İbn Münzir gibi şahsiyetler bulunuyor. Aynı zamanda koyun ağılında namaz kılınabileceğini, deve ağılında kılınamıyacağını söyleyenler arasın­da, İbn Ömer, Câbir b. Semure, el-Hasan, Mâlik, İshak ve Ebû Sevr de bulunuyor.

İmam Ahmed'den yapılan ikinci bir rivayete göre ise, bu gibi yerlerde necis bulunmadığı takdirde namaz kılmak sahihtir. İmam Mâlik, İmam Ebû Hanife ve İmam Şafiî'nin de mezhebi bu görüşte­dir. Çünkü Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, "Yeryüzünün heryanı ba­na mescid ve temizleyici kılınmıştır..." buyurmuştur.

Diğer sahih bir hadîste ise -ki biz onunla istidlal ediyoruz- "Yerin heryanı mesciddir, ancak hamam ve kabristan müstesna." [504] bu hadîs, rivayet edilip umum ifade eden hadîslere mukaddem bir hastır.[505]

İbn Kudame mezbaha, çöplük, yol ortası, Kabe'nin damını da hadiste belirtildiği gibi, kerahet kapsamına alıp geniş açıklamada bulunmuştur. Ancak İbn Kudame'nin istidlale uygun gördüğü ha­dîsin muzdarip olduğunu Zeylâî Nasburrâye'de Tirmizî'den naklen beyan etmiştir.[506]

456 nolu Câbir hadîsinin tahlilini teyemmüm bahsinde yaptığı­mızdan tekrar ona dönmek istemedik. Ancak hadîsin birkaç tarikle rivayet edildiğini, bir kısmında "tayyibeten" lâfzının da yer aldığı ve böylece nüans farkıyla aynı manâ ve hükmün ifade edildiğini hatırlatmamızda yarar vardır.

Hadiste mutlak anlamda kullanılan  "arz" tabiri, tahir ve mübah olana delâlet etmektedir. Çünkü necis yerde namaz kılmak sa­hih değildir. Gasbedilen yer ise, manen temiz sayılmaz.

458 nolu Ebu Zer hadisini Müslim şu lâfızla rivayet etmiştir:

"Namaz nerede sana ulaşırsa orada kıl, çünkü o yer mesciddir."

Müslim'in diğer bir rivayetinde buna yakın şu lâfız ifade edilmiştir:

"sonra nerede namaz sana ulaşırsa..."

Nevevî bu hadîsi açıklarken şöyle diyor:

"Bunda namazın hemen her yerde kılınabileceğinin caiz olduğu hükmü yer alıyor, an­cak şeriatın istisna ettiği kabristan ve üzerinde necaset bulunan çöp­lük, mezbaha ve benzeri yerler bunun dışındadır. Develerin yatıp gecelediği yerler, yollar, hamam ve benzeri yerler de namaz kılma­ya müsait olmayan, o bakımdan o yerlerde kılınması men'edilenler arasında bulunuyor.

459 nolu Ebu Saîd hadîsini İmam Şâfii, İbn Huzeyme, İbn Hibbân ve Hâkim tahric etmişlerdir. İmam Tirmizî, bunda ızdırap bu­lunduğunu söylemiştir. Süfyan Sevrî, Amir b. Yahya'dan, o da ba­basından, o da Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'den rivayet etmiştir. Bu tarikle mürsel olduğu anlaşılmış ve üzerinde hayli durulmuştur. Çünkü senedinde bir sahabı düşmüş ve böylece bir atlama meyda­na gelmiştir.[507]

Aynı hadîsi Hammad b. Seleme, Amir b. Yahya'dan, o da baba­sından, o da Ebu Saîd (r.a.)'den rivayet etmiştir. Aynı şekilde Muhammed b. İshak da Amir b. Yahya'dan, o da babasından rivayet et­miştir.

Görüldüğü gibi, hadîsin birkaç rivayet yolları Ebû Sâîd'de bir­leşmektedir ki, o da Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'den rivayet etmiş­tir. Ancak Süfyan Sevrî'nin rivayetinde Ebû Sâîd'in ismi anılmamış, Amir b. Yahya'nın babasının doğrudan Peygamber (a.s.) Efendi­miz'den rivayet ettiği belirtilmiş ve böylece Sahabinin ismi anılmayarak rivayet zincirinden düşürülmüştür. O bakımdan sözü edilen tarikten yapılan rivayet hem mursel, hem muzdarıp kabul edilmiş­tir. Nevevi bu hususları dikkate alarak hadisi zayıf saymışsa da Hâ­kim, Müstedrek'inde sahih kabul etmiş, İbn Hazım ez-Zahirî de ay­nı görüşe katılmıştır.

İbn Dakıyk el-İyd ise el-İmam'da hadisin sıhhatına işarette bu­lunmuştur.

Hadîsin açık delâletini dikkate alan Ahmed b. Hanbel, kabris­tan ister açık, ister kapalı olsun, ister üzerine bir şey örtülü bulun­sun, ister örtülmemiş olsun içinde namaz kılmayı haram saymıştır. Zahirîler de aynı görüştedirler. Bunlar müslüman kabristanıyla, müşrik kabristanı arasında bu hususta bir tefrik de yapmamışlar­dır. Şafiîler ise, kazınıp alt-üst edilmiş, kemikler dışarı çıkmış bir kabristanda namaz kılmanın doğru olmadığını, kazınmayıp kapalı ve düzenli bulundurulan kabristanda ise, temiz bir yerde namaz kı­lınacak olursa, yeterli sayılır. İmam Râfiî ise, her halü kârda kab­ristanda namaz kılmak mekruhtur, diyerek herhangi bir yoruma ge­rek görmemiştir. Nitekim İmam Sevrî, İmam Evzâî ve İmam Ebû Hanife de aynı görüş ve ictihattadırlar. İmam Mâlik, kabristan te­miz olduğu takdirde namaz kılmakta bir sakınca görmemişse de, hadîslerin tamamı onun hilâfına bir hüküm taşımaktadır. Mâlikîler, Mescid-i Saadet'in temizliğini yapan siyahi kadının öldüğünü birkaç gün sonra haber alan Resûlüllah (a.s.) Efendimizin onun kabrine kadar giderek orada cenaze namazı kıldığını delîl olarak göstermişlerse de, diğer müctehidler onu istidlale uygun bulmamış­lardır.

459 nolu Ebu Mersed hadîsi, kabirlere doğru namaz kılmayı, ya­ni kabristan içinde namaz kılmayı kesin men'a delâlet ediyor, aynı zamanda kabirlerin üzerine oturmayı da yasaklıyor. Müslim ise Ebû Hureyre'den rivayetle hadisi şu lâfızla tahric etmiştir:

"Sizden bi­riniz kor üzerine oturup elbisesinin yanması ve ateşin derisine sira­yet etmesi, din kardeşinin kabrinin üzerine oturmasından hayırlıdır."

Ancak ilim adamları ve bazı müctehitlerin bu husustaki görüş ve ictihatları biraz farklı olmuştur:

a) İmam Mâlik'e göre, kabir üzerine oturmak mekruh değildir. Mekruh olanı, oturup tabii ihtiyacı gidermektir, yani abdest bozmak­tır. Nitekim Muvatta'da yapılan rivayette, Hz. Ali'nin (r.a.) kabirlere yaslanıp oturduğu belirtilmiştir. İbare şöyledir: "İmam Mâlik'ten yapılan rivayette, ona ulaşan habere göre, Ali b. Ebî Tâlib (r.a.) ka­birlere dayanıp oturur ve kabirlerin üzerine uzanır."[508]

Buhari'de de yapılan tesbite göre, Yezîd b. Ebî Sâdık ki bu, Zeyd b. Sabıt'ın kardeşidir, kabirler üzerine otururdu. O halde oturmak mekruh değil, abdest bozmak mekruhtur. Yine Buharî'de İbn Ömer'­in de (r.a.) kabir üzerine oturduğunu rivayet edilmiştir.

Diğer üç mezheb imamları, kabirler üzerine oturmayı mekruh saymışlar ve bu husustaki hadîslerin, çoğunun sahih olduğunu be­lirterek aksini iddia edenlerin o ölçüde delillerinin bulunmadığına dikkatleri çekmişlerdir. Nitekim Ebû Dâvud, Tirmizî, İbn Mâce, İbn Hibban ve Hâkim'in Cabir (r.a.)'dan rivayet ettikleri şu sahih ha­dîs de bu konuda yeterli delillerden biridir:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz kabirlerin kireçlenmesini, üzerine bir şeyler yapılmasını, bir şeyler yazılmasını ve basılmasını men'etmiştir." Ancak Sahîh'i Müslim'de bu hadis, "bir şey yazılması" cümlesine yer verilmeksizin rivayet edilmiştir. Kabirler üzerine oturmak, daha çok ayakla basılmak suretiyle olur.

460 nolu İbn Ömer hadîsi, bazı namazların evde kılınmasını tav­siyeye yönelik bir hüküm taşımaktadır. Kurtubî, bundan maksat na­file namazlardır, demiştir. Çünkü Sahîh-i Müslim'de Câbir (r.a.)’dan yapılan rivayette şöyle buyurmuştur:

"Sizden biriniz namazını camide kılıp tamamlayınca, namazından bir nasip de evine ayırsın."

Kadı Iyaz ise, bu hadîsi şöyle yorumlamıştır:

"Farz namazınız­dan bir kısmını evinize ayırınız ki, mescide çıkmayan kadın ve yaş­lılar size uyup cemaat halinde namaz kılabilsinler..." Hafız İbn Hacer, Kadı lyaz'ın bu yorumunun bir ihtimal taşıdığını belirterek bi­rinci görüşün daha râcih olduğunu söylemiştir.[509]

461 nolu Cüdeb b. Abdullah hadîsini Nesâî tahric etmiş; Buharî, Müslim ve Nesâî. Hz. Aişe (r.a.)'dan rivayet etmişlerdir. Ayrıca Buharî ve Müslim, Ebü Dâvud ve Nesâî Ebû Hüreyre (r.a.)'den de buna benzer bir rivayet nakletmişlerdir. Ebû Dâvud ve Tirmizî, İbn Abbas'tan (r.a.) rivayet etmişler ve Tirmizî hadîsi hasenlemiştir. Ahmed b. Hanbel ile Taberânî ise, Üsame b. Zeyd'den (r.a.) isnad-i ceyyid ile rivayet etmişlerdir. Ayrıca Taberânî, İbn Mes'ud (r.a.)'den isnad-i ceyyid ile rivayet etmiştir. Hafız Bezzar ise, Hz. Ali'den (r.a.) rivayet etmiştir. Ancak isnadında Ömer b. Sühban bulunuyor ki, bu zat metrûkü'l-hadîstir. Ahmed b. Hanbel, onun rivayetinin bir şey olmadığını belirtirken, Buhari, "münkerü'l-hadis" tabirini kullanmıştır. Dârukutnî ise, "mütrukü'l-hadîs" demiştir.[510]

Hadîs, peygamberlerin ve sâlih kişilerin kabirlerini mescid edin­menin tahrimine delâlet ediyor. İlim adamlarımız ise, Peygamber (a.s.) Efendimizin vefatından beş gün önce böyle bir uyanda bu­lunması, kabrine ölçüsüz şekilde tazimi önlemeye ve o yüzden ilâhi sınırları aşmalarına engel olmaya yöneliktir. Çünkü geçmiş ümmet­lerde olduğu gibi, bazan bu, insanları küfre kadar sürüklemekte, her türlü ölçüyü aşmaktadır.

O bakımdan ashab ve tabiîn, Mescid-i Saadet'i büyültmek iste­diklerinde, kabr-ı şeriflerinin bulunduğu Hz. Aişe'ye ait odayı ve di­ğer bazı hücreleri mescide dahil etmek istediklerinde, mescidin için­de kabir bulunmasın diye Resûlüllah (a.s.) Efendimizin kabrinin çevresine yerden tavana kadar demir parmaklıklar yerleştirip görünmeyecek duruma getirmişler ve böylece aklı ermeyen bazı kişi­lerin kabre yönelip namaz kılmalarını veya kıbleye yöneldiklerinde bazı kişilerin önünde meydanda kabrin bulunmasını önlemişlerdir.

462 nolu hadîsi İbn Mâce tahrîc etmiş, Müslim ise Cabir b. Semüre'den Ebû Dâvud: Berâ'dan, İbn Mace ayrıca Abdullah b. Muğfel'den ve İbn Ömer'den Buhari ve Müslim, Enes (r.a.)'den, Taberâni, Üseyd b. Hudayr'den rivayet etmişlerdir

Ahmed b. Hanbel, bu hadisle istidlal ederek, develerin çöküp yat­tığı yerde hiçbir suretle namaz kılmak sahih değildir, demiştir. Kı­lan olursa, iade etmesi gerekir. İmam Mâlik'ten, deve ağlından baş­ka namaz kılacak yer bulamayan kimseye orada namaz kılma ruh­satı verilebilir mi? diye sorulduğunda, hayır, orada kılamaz, diye cevap vermiştir. O yere bir yaygı üzerinde namaz kılsa olmaz mı? de­nilince, yine hayır, olmaz, demiştir. İbn Hazım da aynı görüştedir. Cumhura göre, buradaki nahiy, kerâhate hamledilir. Ancak o yerde necaset bulunursa, o takdirde nehiy tahrîme hamledilir.  

Ancak bu konuda nahyin illetinin sırf olmadığı anlaşılıyor. Çün­kü koyun-keçi ağlında da aynı ölçüde necaset söz konusu olabilir, oysa o ağıllarda namaz kılmaya cevaz verilmiştir. Demek oluyor ki, illet bizatihi necaset değildir, develerin bazan azgınlık ve hırçınlık göstermesi, namaz kılmakta olan kişiyi çiğneyip zarar vermesi söz ko­nusudur. Nitekim az yukarıda Ebû Cafer et-Tahavî'nin de bununla ilgili görüş ve tesbitlerini nakletmiştik.

Bunu kuvvetlendirir mâna ve muhtevada Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde Abdullah b. Muğfel'den rivayet ettiği bir hadîs vardır. Resûlüllah (a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuştur.

"Develerin yatak­larında namaz kılmayın, çünkü gerçekten onlar cinden yaratılmış­lardır; ürküp azdığı zaman onların gözlerini ve tavırlarını görmü­yor musunuz?"[511]

Koyun ağılında namaz kılmakla ilgili emir ise, ibâhe üzeredir, yani o yerde namaz kılmanın vâcib değil, mübah olduğuna delâlet eder.

Sonuç olarak İbn Hazım bu konuda diyor ki: "Deve yatağında namaz kılmayı yasaklayan hadîsler nakil yönünden tevatür derece­sindedir ki, kesin bilgiyi gerektirmektedir.[512]

463 nolu Zeyd b. Cübeyre hadîsini aynı zamanda Abd b. Hümeyd kendi müsnedinde rivayet etmiş, Tirmizî ile İbn Mâce kendi sünenlerinde ona yer vermişlerdir. Tirmizî, hadîsin isnadının pek kuvvetli olmadığını, Zeyd b. Cübeyre'nin hıfız hususunda istenilen güçte sa­yılmadığını söylemiştir. Zehebî ise, Zeyd'in babasının adı Cebire ola­rak belirlemiş ve ravi hakkında şunları tesbit etmiştir: Buhari ve di­ğer hadis âlimleri onun metruk olduğunu İbn Ebî Hatim ise, onun hadîsi yazılmaz, İbn Adiy ise, onun rivayet ettiklerinin hemen ço­ğuna uyulmaz, demişlerdir.[513]

Zeyd'in rivayet ettiği bu hadîsi, Leys b. Sa'd, Abdullah b. Ömer el-Ömeri’den, o Nâfi'den, o da İbn Ömer'den (r.a.), o da Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'den rivayet etmiştir.

İbn Mâce'nin aynı hadîsi rivayetinin isnadında Abdullah b. Sâ­lih ve Abdullah b. Ömer el-Ömerî bulunuyor ki, ikisi de zayıftır. An­cak İbn Seken ve İmamü'l-Haremeyn onu sahîhlamışlardır.

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- Şâriin belirttiği bazı yerler dışındaki yerlerde namaz kıl­makta bir sakınca yoktur.

2- Temiz olduğu takdirde her toprakla teyemmüm etmek ca­izdir. Ancak gasbedilmiş, zulmen alınmış bir toprak üzerinde hem namaz kılmak, hem onunla teyemmüm etmek mekruhtur.

3- Kabristanda ve kabirlere doğru namaz kılmak mekruhtur. Ancak kabristanda namaz için özel bir yer ayrılmışsa, kıbleye yö­neldiğinde kabirler namaz kılınan kıble cihetine rastlamıyorsa, o takdirde o yerde namaz kılmak caizdir.

4- Farz namazlar dahil olmak üzere bütün namazları cami ve mescitlerde kılıp evi namazsız bırakmak pek uygun değildir. O ba­kımdan namazlardan bir kısmını zaman zaman evde kılmak sünnet­tir. Nitekim Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, bazı vakit sünnetlerini evinde kılar, gece namazlarını ise hep yattığı odada kılmıştır.

5- Cami ve mescitlerin içine ve avlusuna ölü defnetmek mek­ruhtur. Mescid-i Saadet'te Resûlüllah'ın kabri o bakımdan ayrı bir bölüm haline getirilmiştir.

6- Koyun-keçi ağılında, yere bir yaygı sermek suretiyle na­maz kılmak mübahtır.

7- Deve yatağında namaz kılmak mutlaka mekruhtur.

8- Çöplükte, mezbahada, hamamda, necaset bulunan yerde namaz kılmak keza mekruhtur.

 

Kabenin İçinde Nafile Namaz Kılmak

 

Bilindiği gibi, Kabe yeryüzüne konulan ilk mâbeddir. Bundan maksat, Allah'a ibâdet için konulan mâbedlerin ilki demektir. Na­mazda müslümanların kıblesi olarak belirlenmiştir.

Kabe, dört duvarla çevrili, küp veya dikdörtgen şeklindedir. Sa­dece bir kapısı vardır. Resûlüllah (a.s.) Efendimiz Mekke'yi fethet­tiği gün, Kabe'nin kapısı açıldı ve yanında Usame b. Zeyd, Bilâl ve Osman b. Talha bulunduğu halde içeri girdikten sonra kapı kapa­tıldı. Bir süre sonra kapı açıldığında Resûlüllah (a.s.) Efendimiz dı­şarı çıktı, içerde namaz kılıp kılmadığı Bilâl'dan sorulunca, "iki yemanî sütun arasında namaz kıldı" diye cevap verdi.

O günden buyana önemli kişilere Kabe'nin kapısı açılır ve içeri giren kimse, Resûlüllah'ın orada iki rek'at nafile namaz kıldığı gi­bi, iki rekât namaz kılar ve öylece çıkar.

Konuyla ilgili hadîsler:

İbn Ömer (r.a.)'den yapılan rivayette, şöyle demiştir:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz ve yanımda Üsâme b. Zeyd, Bilâl ve Osman b. Talha bulunduğu halde Beyte (Kabe) girdiler ve kapıyı kapadılar. Kapıyı açtıklarında ilk oraya sokulup soran ben oldum, Bilâl ile karşılaştım ve kendisine sordum, Resûlüllah (a.s.) Efendi­miz içeride namaz kıldı mı? O bana şöyle dedi: Evet, Yemânî iki sü­tun arasında namaz kıldı."[514]

Yine İbn Ömer (r.a.)'den yapılan rivayete göre, o, Bilâl'a şu­nu sormuştu:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz Kabe'de namaz kıldı mı?" O da şu cevabı vermişti:

"Evet, Kabe'ye girdiğinde solundaki iki sü­tun arasında iki rek'at namaz kıldı, sonra dışarı çıkınca Kabe'ye yüzçevirip iki rekât namaz kıldı."[515]

Resûlüllah'ın (a.s.) Kabe'nin içinde iki rekât namaz kılması, Mekke'nin fethinde gerçekleşen bir olaydır. Ancak Resûlüllah (a.s.)  Efendimizle birlikte içeriye girenler hakkında farklı rivayetler

el-Ezrakî ise, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz Kabe'den dışarı çıkarken kapıda Halid b. Velid (r.a.) bulunuyordu ve insanların izdi vardır: Sahîh-i Müslim'den içeriye yalnız Peygamber (a.s.) Efendi­mizin girdiğine dair bir rivayet vardır. Nesâi'nin İbn Avn tarikiyle Nâfi'den yaptığı rivayette ise, Peygamber (a.s.) Efendimizle bera­ber içeriye girenlerin şu dört kişi olduğu belirtiiliyor: Fazıl b. Abbas, Üsâme, Bilâl ve Osman...Ham yapmasını önlemeye, Peygamber (a.s) rahat yürümesini sağlamaya çalışıyordu.

Naklettiğimiz her iki hadis de Kabe'nin içinde namaz kılmanın meşruiyetine delâlet etmektedir. Peygamber (a.s.) Efendimiz içeri girince kapının kapatılmasına rıza göstermesi, Kabe'nin içinde na­maz kılmanın sünnet kılınmayacağını iş'ar için değil, oradaki insan­ların içeriye girip sıkıntı doğurmamalarına yönelik bir tedbirdir. Osman b. Talha'nın içeriye alınması, Kabe anahtarını taşıma göre­vinden azledilmediğini bildirmek içindi. Çünkü o güne kadar Kabe'­nin anahtarı hep o ailenin elinde bulunuyordu. Resûlüllah (a.s.) Efendimiz onları o şereften mahrum etmek istemedi.

Bu konuda Buharî'nin İbn Abbas (r.a.)'dan yaptığı diğer bir rivayette Resûlüllah (a.s.) Efendimizin Kabe'nin içinde tekbir ge­tirdiği, fakat namaz kılmadığı belirtilmişse de, ilk iki rivayet daha sabit ve daha sıhhatlidir. Çünkü o gün Peygamberle (a.s.) içeri gi­ren Bilâl idi, İbn Abbas değildi.

Bazıları bu farklı rivayetler arasını telif etmek için, Resülüllah'ın biri fetih gününde, biri de Veda haccında olmak üzere iki defa Kabe'­nin içine girdiğini, birinci girişinde iki rekât namaz kıldığını, ikinci girişinde sadece tekbir getirmekle yetindiğini söylemişlerse de, Resûlüllah'ın (a.s.) Veda Haccında Kabe'nin içine girdiğini isbât eden yeterli delil tesbit edilememiştir. Nitekim el-Ezrâkî Mekke Kitabı'nda, birçok ilim adamlarından naklederek konuyu yeterince açıklamış ve Resûlüllah'ın (a.s.) sadece fetih günü Kabe'nin içine girip içerde iki rekât namaz kıldığını yazmıştır. Ancak fetih günü iki defa gir­diğinin ihtimal dahilinde bulunduğunu unutmamak gerek...

Müctehid imamların bu husustaki tesbit ve ictihadlari:

a) Hanefilere göre:

Kabe'nin içinde hem farz, hem nafile namaz kılmak sahihtir. İçeride cemaat halinde kıldıkları zaman, imamın etrafında bir halka oluşturdukları takdirde cemaatten bir kısmının arkası imamın arkasına, bir kısmının yüzü imamın arkasına dönük olursa, yine de kılı­nan namaz sahih.kabul edilir. Ancak cemaatın yüzü imamın yüzü­ne karşı gelir de arayerde sutre bulunmazsa, o takdirde kerâhat söz konusudur.  Aynı zamanda sırtını imamın yüzüne dönük vaziyette namaz kılan kimsenin o namazı caiz olmaz.[516]

b) Mâlikilere göre:

İmam Mâlik, Kabe'nin içinde ne farz, ne de vâcib olan tavafın iki rek'atını kılmak caizdir; aynı zamanda Hicir'de de bunları kıl­mak caiz değildir, demiştir. Bunun gibi vitir ve sabahın iki rekât namazı da Kabe'nin içinde kılınmaz. İmam Mâlik'den farz namazı Ka­be'nin içinde kılan kimse hakkında sorulduğunda şu cevabı vermiş­tir: Vakit içinde bulunuyorsa iade eder.[517]

c) Şâfiilere göre:

Kabe'nin içinde farz veya nafile namaz kılan kimse, isterse bu­nu yıkılmış bulunan Kabe'nin arsasında veya damında kılsın, önün­de bir zira'ın üçte iki uzunluğunda bir sütre bulunursa, caizdir. O halde Kabe'nin içinde farz ve nafile kılmakta bir sakınca yoktur. Kabe'nin damında veya yıkılmış ise arsasında namaz kılarken her­halde önüne belirtilen yükseklikte bir sütre koyması gerekir, aksi halde kıldığı namaz sahîh olmaz. Sütre, taş, toprak yığını ve ben­zeri bir şey de olabir.[518]

d) Hanbelîler'in bu mesele hakkındaki görüş ve ictihadlarını tesbit edemedim.

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- Kabe'nin içinde farz ve nafile namaz kılmak caizdir. Bu, Hanefi ve Şâfiilere göredir. Mâlikîlere göre, caiz değildir.

2- Kabe'nin içinde tekbîr getirmek de caizdir.

3- Kabe'nin kapısını dinimizce önemli sayılan bazı zevata aç­makta bir sakınca yoktur.

 

Gemide Namaz Kılmak

 

Müctehid imamlar zamanında bugünkü seri vasıtaların çoğu yoktu. Karayolunda da, merkep, deve gibi bineklerle yolculuk yapı­lır, denizde ise, yelkenli gemilerle seyahat edilirdi. O bakımdan na­maz konusunda sadece bu nakil vasıtası üzerinde durulmuştur. Biz önce müctehidlerin ilgili görüş, tesbit, istidlal ve ihticaclarını nak­letmeyi, sonra da bugünkü seri vasıtalarla yapılan yolculukta nasıl namaz kılınacağını belirteceğiz.

İlgili hadîsler:

İbn Ömer (r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz den gemide nasıl namaz kılayım? diye sorulduğunda şu cevabı verdi:

"Ayakta durup namaz kıl, meğer ki, boğulmaktan endişe etmiş olasın, (o takdirde oturarak da kılabilirsin."[519]

Ebû Ya'lâ b. Mürre'den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, ashabı da beraberinde dar bir ye­re geldiler. Resûlüllah (a.s.) bineği üzerinde idi; üzerlerinde yağ­mur, altlarında ıslaklık vardı. Namaz vakti girdi; müezzine emretti, ezan okuyup ikamet getirdikten sonra Resûlüllah bineği üzerinde bulunduğu halde öne geçip ashabına namaz kıldırdı. Baş işareti ya­pıyor, secde için başını rükû'dan daha fazla eğiyordu.[520]

Amir b. Rabi'a (r.a.)'den yapılan rivayette demiştir ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimizi bineği üzerinde nafile namaz kı­larken gördüm, hangi yana yönelip gidiyorsa başıyla o yana doğru ima' ediyor (rükû' ve secdeler için başını hafif eğiyordu). Ama farz namazlarda böyle yapmıyordu."[521]

Hadislerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Gemide ayakta durup namaz kılmak vâcibdir. Ancak bo­ğulmak ve benzeri bir tehlike söz konusu olunca, oturarak da kılınabilir.

2- Şehir dışında, yolculuk halinde yağmurlu ve çamurlu bir havada binek üzerinde farz namazları kılmak caizdir.   

3- Yine böyle havalarda imamın binleği üzerinde öne geçip cemaatına namaz kıldırması, rükû ve secdeleri baş işaretiyle yerine getirmesi caizdir.

4- Binek üzerinde namaz kılan kimsenin rükû' ve secdeler için başını hafif eğmesi, ancak secde için biraz fazla eğmesi gerekir.

5- Binek üzerinde nafile namaz kılarken bineği durdurmaya ve kıbleye yönelmeye gerek yoktur. Binek hangi cihete yönelip gidi­yorsa, üzerindeki kişi de o yana yönelik olarak nafile namaz kılar, bunda bir sakınca yoktur.

Hadîslerin ışığında müctehid imamların görüş, istidlal ve ihticacları:

a) Hanefilere göre:

Binek üzerinde farz namazları, vitir ve adanarak vâcib olan na­mazlar ve bir de başlandıktan sonra bozulup yeniden kılınan nafile namazları kılmak sahih değildir. Bunlar gibi cenaze namazı, yerde okunan secde âyetinden dolayı tilâvet secdesi de binek üzerinde ye­rine getirilmez. Ancak, indiği takdirde mal ve canına bir tehlike geleceği, malının çalınma endişesi bulunduğu veya yerin namaz kılın­mayacak kadar çamurlu olduğu durumlarda sözü edilen namazları binek üzerinde kılmak caizdir. Aynı zamanda bineğin hırçın ve tek­rar binmeğe pek imkân vermemesi veya kişinin hasta olup binip in­mesinin çok sıkıntı ve tehlike doğurması gibi haller de istisnanın kapsamına girmektedir.[522]

Nafile namazları ise, hayvan hangi cihete yönelip giderse gitsin, binek üzerinde baş işaretiyle kılmak caizdir.

Binek üzerine konulan mahfe içinde de farz ve vâcib namaz­ları kılmak sahih değildir. Ancak yerle irtibatı sağlanır şekilde al­tına bir destek konulduğu ve binek de hareket etmediği takdirde, ca­iz olur. Nafile namazı ise kılmakta bir sakınca yoktur.[523]

Binek üzerinde nafile namazı, şehir dışına çıktığı takdirde caiz­dir. Şehir içinde binek üzerinde hiçbir namaz caiz ve sahih olmaz. Şehir dışına çıkıldığında ister üç konaklık, ister daha az bir mesa­feye yolculuk etsin fark etmez, her iki durumda da nafile namazları binek üzerinde kılabilir. Bu binek hangi istikamette yol alıyorsa, ki­şi yüzünü o tarafa çevirmiş bir halde namazını kılar, başka bir tara­fa yüzünü çevirmesi caiz değildir.[524]

Binek üzerinde namaz kılarken semer, palan, eyer veya ön kıs­ma konulmuş bir şey üzerine başını koyup secde etmesi caiz olmaz. Hem rükû'u, hem secdeleri baş işaretiyle yerine getirir; secde için başını biraz daha eğer...[525]

Gemide namaz kılmak:

İmam Ebû Hanife'ye göre, seyir halinde bulunan gemide hiçbir özür yokken oturup namaz kılmak sahihtir. Ancak rükû ve secde­leri, gemi dışındaki gibi yerine getirir, baş işaretiyle yetinmez. Çün­kü ayakta durmak çoğu zaman baş dönmesine, bulantıya neden olur, ama rükû' ve secdede böyle bir durum söz konusu değildir.

O halde gemide oturarak hem farz, hem vacip namazları, rükû, ve secdeleri tam yaparak kılmak sahihtir. Ama gemiden çıkıp müsa­it bir yerde kılma imkânı varsa, o daha faziletlidir.

İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed'e göre, bir özür yokken gemide oturarak namaz kılmak sahih değildir; en zahir olan budur. İmameyn bu meselede yukarıda mealini naklettiğimiz 487 nolu İbn Ömer hadîsiyle istidlal etmişlerdir.[526]

Tabiînden Mücahit diyor ki:

"Gemide bir cenaze namazını otura­rak kıldık, oysa isteseydik ayakta da kılabilirdik. İbn Ömer ile Cafer hadîsleri nedb (mendubiyet) üzere hamledilir." İbn Sirîn de diyor ki:

"Biz Enes (r.a.) ile beraber gemide oturarak namaz kıldık. İs­teseydik, kıyıya çıkıp orada kılabilirdik, ama öyle yapmaya gerek görmedik."[527]

Liman veya rıhtıma halatlarla bağlandığı halde rüzgârın deniz­de çalkantı meydana getirmesi sebebiyle sallanan gemi, hareket ha­linde olan gemi gibidir, namaz konusunda aynı hükmün kapsamı­na girer. Ama yerinde sakin duran gemide artık oturarak namaz kıl­mak mekruhtur, hattâ hanefilerin çoğuna göre, caiz değildir.

Fetâvâ-yı Hindiyye'de İmam Ebû Hanîfe'nin görüşü, Tahtavi'nin tesbitinden biraz farklı olarak şöyle nakletmiştik: Gemi ha­reket halinde iken ayakta durup namaz kılma imkânı varsa, otu­rarak kılmak mekruhtur. Bu, İmam Ebu Hanife'ye göredir. İmameyne göre, caiz değildir. Ama gemi limana bağlı ise, o takdirde oturarak namaz kılmak bil’icma' caiz değildir.[528]

b) Şâfiîlere göre:

Yolculuk halinde bulunan kimsenin süvari ve yaya olarak kıb­leye yönelmeksizin nafile namazı kılması caizdir. Yolculuk ettiği mesafenin uzun olması şart değildir. Hayvan hangi cihete doğru yol alıyorsa, o da o cihete yönelik bir halde namaz kılabilir. Kıble­den başka bir cihete yönelmek için yolunu çevirmesi doğru olmaz. Hayvan üzerinde rükû' ve secde etmek mümkün olduğu takdirde baş işaretiyle bunları yerine getirmez. Bunun gibi, kıbleye yönel­mesi kolay gelirse, yönelir, değilse sadece namaza giriş tekbirinde yönelmekle yetinir.

Yaya olarak yolculuk yapan kimsenin yürür halde nafile na­maz kılması caizdir; ancak hem ilk tekbirde, hem rüku ve secde­lerde kıbleye yönelmesi ve sadece ayaktaki rüknü yerine getirirken yürümesi caizdir.[529]

c) Hanbelîlere göre:

Uzun bir seferde binek üzerinde nafile namaz kılmanın cevazı hakkında ilim ehli arasında muhalif bir görüş bilmiyoruz. İbn Abdi'1-Berr ise, içinde kasr-i salât (dört rek'atlı farzları iki rekât ola­cak kılma) imkânı olan her seferde nafile namazı binek üzerinde kılmanın cevazında icma' vardır, demiştir. Rükû' ve secdeleri baş işaretiyle yerine getirir, ancak secde için başını biraz daha eğer. Kı­sa mesafeli bir yolculukta ise, İmam Ahmed'e göre binek üzerinde nafile kılmak mübahtır. Nitekim Leys, Hasan b. Yahya, Evzâî, Şa­fiî ve rey tarafdarı imamlara göre de mübahtır. Çünkü bu, mücerred yolculukta bir ruhsattır, yolculuk kısa veya uzun olabilir, farketmez.

Hanbelîler de bu konuda İbn Ömer hadîsiyle istidlal etmişler­dir.

Binek üzerinde genişçe bir yer varsa, büyükçe mavnalarda ol­duğu gibi, kişi o yerde istediği gibi, istediği cihete dönebiliyorsa, o takdirde kıbleye yönelmesi gerekir, aynı zamanda baş işaretiyle de­ğil, doğrudan secde ederek namazını kılar. Çünkü o bu durumda, gemiye binmiş kimse gibidir. Sadece rükû ve secdeler dışında kıb­leye yönelme imkânı varsa, yönelir.[530]

Yaya olarak yolculuk yapan kimsenin, yürür halde namaz kıl­ması caiz midir? el-Harki'nin görüşünün zahirine bakılırsa, caiz değildir. Ancak bu hususta İmam Ahmed'den iki ayrı rivayet var­dır ki, biri şöyledir: Yürür halde namaz kılabilir diyenin sadece Ata’ olduğunu biliyorum. Yaya yürüyenin o vaziyette namaz kılması be­nim pek hayretime mucip olmuyor. Diğer rivayete göre, yolcu yaya yürüdüğü halde namaz kılabilir, demiştir.[531]

d) Mâlikîlere göre:

İmam Mâlik'e göre, binek üzerinde ancak uzun bir seferde, ya­ni üç konak veya daha fazla bir mesafeye yapılan yolculukta mübah­tır.[532]

Gemide ise, dışarı çıkıp kılma imkânı varsa, öyle yapar; değilse içinde kılması kâfi gelir. Gemide ayakta durup kılma imkânı varsa, oturarak kılmaz. Gemide namaz kılarken kıbleye yönelirler. Gemi döndükçe onlar da kıbleye doğru dönerler. Dönme imkânları yoksa, yönelmiş bulundukları cihete doğru kılmaları da kâfi gelir.[533]

Vitir namazının binek üzerinde kılınıp kılınmayacağı hakkında farklı görüş ve tesbitler vardır. Ebû Cafer et-Tahavî bununla ilgili 13 kadar rivayet tesbit edip nakletmiştir. Biz birkaç tanesini, konuyu açıklama bakımından nakletmekle yatiniyoruz:

Salim b. Abdullah'dan o da babasından rivayet etmiştir; babası şöyle demiştir:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz binek üzerinde hangi cihete yönelmişse o cihete doğru namaz kılar ve aynı zamanda vitir namazını da binek üzerinde kılar, sadece farz namazları kılmazdı."[534]                                                                           Said b. Yesar diyor ki: Abdullah b. Ömer (r.a.) ile beraber Mek­ke yolunda yolculuk yapıyorduk. Fecir doğar endişesiyle bineğim­den inip vitir namazını kıldım. Bunun üzerine Abdullah (r.a.) ba­na, "Nerede bulunuyorsun?" diye sordu. Ben de, fecir doğar endişe­siyle inip vitir namazını kıldım, dedim. Buyurdu ki: "Senin için Resûlüllah'ta (a.s.) güzel örnek yok mudur?" Ben de elbetteki vardır, de­dim. "Şüphesiz ki Resûlüllah (a.s.) Efendimiz devesi üzerinde vitir namazını kılardı" buyurdu.[535]

Böylece ilim adamlarından bir grup yukarıdaki rivayetlere da­yanarak, nafile namazların binek üzerinde kılındığı gibi, vitir na­mazının da kılınacağını söylemişlerdir. Diğer bir grup ise, onlara muhalefet ederek vitir namazını binek üzerinde kılmanın caiz ol­madığını belirtmişlerdir. Bu ikinci grubun delil ve hücceti ise, Resûlüllah'ın (a.s.) farz ve vâcib namazları binek üzerinde kılmadığına dair olan rivayetlerdir. Nitekim Ebû Bekre'nin yaptığı rivayete gö­re, Mücahit şöyle demiştir: Doğrusu İbn Ömer (r.a.) yolculukta, hangi cihete yönelirse yönelsin bineği üzerinde (nafile) namaz kılar, ancak vitir namazını kılmak istediğinde, bineğinden inip onu yer­de kılardı."[536]

Birinci grup bunlara cevap vererek şöyle bir yorumda bulun­muşlardır: İbn Ömer'in inip vitri yerde kılması, onu binek üzerinde kılmasına engel sayılmaz. Nitekim Nafi'den yapılan rivayette, şöyle demiştir:

"İbn Ömer (r.a.) vitir namazını bineği üzerinde kılardı, bazan da inip yerde kıldığı olurdu..."[537]

Ebû Cafer ilgili rivayetlerden sonra şöyle diyor: 

"Bu hususta kaide şöyledir: Ayakta durup namaz kılmaya gücü yeten kimse otu­rarak kılmaz. Seferde bineğinden inip binmeğe gücü yeten kimse de,  vitir ve farz namazları biniti üzerinde kılmaz."

Diğer rivayetler, yorumlar ve tahliller:

487 nolu İbn Ömer hadisini, el-Hâkim, Cafer b. Berkan tarikiyle rivayet etmiştir. Hadisin zahiri, gemide bir özür olmaksızın oturarak namaz kılmanın caiz olmadığına delâlet etmektedir. Bu görüşü sa­vunanlar şu hadîsi de delil olarak göstermişlerdir:

"Hasta kimse, gücü yetiyorsa ayakta namaz kılar; yetmiyorsa oturarak kılar. Secde edemiyorsa, baş işaretiyle secde eder ve secdesi için başını rükû'da eğdiğinden biraz çok eğer. Oturarak kılamıyorsa, sağ yanı üzerine uzanarak kıbleye müteveccihen namaz kılar. Buna da gücü yetmi­yorsa, ayaklarını kıbleye doğru uzatıp sırt üstü uzanarak namaz kı­lar..."[538]

Ancak bu hadisin isnadında Hüseyin b. Zeyd bulunuyor ki, İbn Medeni onun zayıf olduğunu söylemiştir. Ayrıca isnadında Hasan b. Hüseyin el-Urnî bulunuyor ki, bu zat da metruktür. İbn Hibbân onu sıkat (güvenilirler) arasında anmıştır. Yahya b. Maîn zayıf ol­duğunu belirtmiştir.[539]

Zehebî, Hasan b. Hüseyin el-Urnî hakkında şunları tesbit etmiş­tir: Ebu Hatim, onun saduk (doğru, güvenilir) olmadığını söylemiş­tir. Aynı zamanda Şia'nın ileri gelenlerindendir. İbn Adiy, onun hadisinin sıkanın hadisine benzer tarafı yoktur, derken İbn Hibban onun hayli yanılıp kaydığı yerler olmuştur, der.[540]

O bakımdan İmam Nevevî, Darekutnî'nin rivayet ettiği bu ha­dîsin zayıf olduğunu belirtmiştir.

Hafız Bezzar ile Beyhakî'nin tahrîc ettikleri bir hadîs ise şu lâ­fızla tesbit edilmiştir:

"Gücün yeterse yerde namaz kıl, yetmezse ima' (baş işaretiyle) kıl ve secdesini rükû'dan biraz daha (başını) eğerek yerine getir."

Ebu Hatim, bu hadîsin mevkuf olduğunu, merfu' di­yenlerin hatâ ettiğini belirtmiştir.[541]

438 nolu Ya'lâ b. Mürre hadîsini Nesâi ile Darekutnî tahrîc et­mişler ve Tirmizî onun garip olduğuna dikkatleri çekmiştir. Çünkü râvilerden Amir b. Riyan yalnız başına kalmıştır. O bakımdan müctehidlerin çoğu hüccet olarak almamışlardır.

Hadîsin zahiri, binek üzerinde farz namaz kılmanın sıhhatına delâlet etmektedir.

489 nolu Amir b. Rabi'a hadisi genellikle sahih kabul edilmiştir. Buhari, Ebu Dâvud ve Tirmizî, Câbir'den rivayet etmiş ve Tirmizi onu sahihlemiştir. Buna benzer birkaç tarikten daha rivayet edildi­ği tesbit olunmuş, çoğunun isnadı sahîh kabul edilmiştir.

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- Yolculukta binek üzerinde nafile namaz kılmaya ruhsat verilmiştir. Binek hangi cihete gidiyorsa, oraya doğru kılınır.

2- Binek üzerinde farz ve vâcib namazları kılmak caiz de­ğildir. Ancak mal, can ve eşyanın telef olma korkusu veya yerin faz­la çamurlu, veya hayvanın binip inmede huysuzluk ettiği gibi ma­zeretler karşısında farz ve vâcib namazları binek üzerinde kılmaya cevaz verilmiştir.

Bu daha çok İmam Ebû Hanife'nin ictihadıdır.

3- Binek üzerinde nafile namaz ancak şehir dışına çıkıldığın­da caizdir. İmam Mâlik'e göre, üç konaklık bir yolculuğa çıkıldığı takdirde caizdir.

4- Yaya olarak yolculuk eden kimsenin de yolda yürür halde nafile namaz kılması caizdir, ancak iftitah tekbirinde ve bir de rü­kû' ve secdelerde kıbleye yönelmesi gerekir. Bu, daha çok İmam Şa­fiî'nin ictihadıdır.

5- Hayvan üzerinde namaz kılınırken baş işaretiyle rükû' ve secdeler yerine getirilir. Semer veya palan ve eyer üzerine secde edil­mez.

6- Binek üzerinde dönme imkânı olacak kadar geniş bir yer varsa, o takdirde kıbleye yönelip namaz kılması ve baş işaretiyle de­ğil, doğrudan rükû' ve secde yapması gerekir. Bu daha çok İmam Ahmed'in ictihadıdır.

7- Gemide, hareket halinde ise veya limanda rüzgarın tesi­riyle sallantı halindeyse, oturarak namaz kılmakta bir sakınca yok­tur. Bu İmam Ebû Hanîfe'nin ictihadıdır.

8- Ayakta durup kılabiliyorsa, o takdirde oturarak kılması câiz değildir. Bu, imameynin ictihadıdır.

9- Gemiye kıyasla uçak ve otobüslerde ayakta durup namaz almak mümkün olmadığından oturduğu yerde, iftitah tekbiri geti­rirken yüzünü göğsüyle birlikte kıbleye çevirmek kâfidir. Ondan sonra yönelmiş bulunduğu  cihete  dönerek baş işaretiyle namazını kılar. Otobüs veya uçağın namaz vakti müsait bir yerde mola ver­mesi kesinse, o takdirde içinde kılmaya gerek kalmaz, vaktin çık­ması tehlikede olmadığı sürece, vasıta dışında namazını kılması da­ha uygun ve sıhhatli olur.

 

Cami Yapmak VeYaptırmak

 

Camiler Allah'ın inayet ve rahmetinin, feyiz ve ikramının bolca tecelli ettiği kutsal yerlerdir. Allah'ın varlığını ve birliğini kalbden dile, dilden dış organlara en anlamlı şekilde aktaran mü'minlerin birleşip bütünleştiği en önemli mezkezlerdir. Ruh ve bedenin terbi­ye edilip olgunlaştığı ilâhî mektepler; İslâm kültürünün gönüllere ve kafalara işlendiği en mükemmel akademilerdir.

O bakımdan İslâm'da mabedin yeri çok büyük, önemi kelimey­le anlatılamıyacak kadar kapsamlıdır. Rasûlüllah (a.s.) Efendimiz, küfürün ve şirkin zulmünden kurtulup Medine'ye hicret ettiğinde henüz şehre girmeden Küba dolaylarında ilk iş olarak bir mescid yap­tırdı ve ilk cumayı da orada kılarak cami ve mescidsiz bir müslüman beldesinin, içinde incisi bulunmayan sedefe benzediğine işaret­te bulundu.

Tarih boyunca İslâmiyeti ayakta tutan, dinden kaynaklanan ilim ve irfanı yaygınlaştıran ve nesilden nesile ulaştıran vasıtaların ba­şında cami ve mescid gelmektedir.

Bu sebeple ilim adamları ve müctehit imamlar cami konusuna ağırlık vermiş ve müstakil bablar meydana getirmişlerdir.

İlgili hadîsler:

Osman b. Affan (r.a.)'den yapılan rivayette, şöyle demiştir: Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'den işittim, buyurdu ki:

"Kim bir mescid (cami) yaparsa, Allah onun için o mescidin bir mislini Cennet'te yapıp hazırlar."[542]

İbn Abbas (r.a.)'dan yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:

"Kim Allah için, isterse bağırtlak kuşunun kendi yumurtası için yapmış olduğu yuva kadar olsun, bir mescid yaparsa, Allah Cennet'­te onun için bir ev yapar."[543]

İbn Abbas (r.a.)'dan yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efen­dimizin şöyle buyurduğunu söylemiştir:

"Mescidleri yapı olarak yük­seltmekle emrolunmadım."

İbn Abbas (r.a.) bu hadîsin yorumunda diyor ki:

"Yahudi ve Nasarâ'nın kendi mabetlerini süsleyip şatafat­lı ettikleri gibi, sizler de herhalde mescidleri süsleyip şatafatlı yapa­caksınız (ki bu doğru değildir)."[544]

Enes (r.a.)'den yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

"İnsanlar mescidler hakkında, (yaptıkları nakış motif, süsleme ve benzeri şeylerden daloyı) övünmedikce kıyamet kopmaz!"[545]

Hadîslerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Cami yapmak müekked sünnettir.

2- Allah rıza için yapılan bir caminin mükâfatı Cennet'tir.

3- Cami ve mescitleri lüzumundan fazla yükseltme bid'attır. Ancak bunun bid'at-ı hasene olduğu söyleyebiliriz.

4- Camileri nakış ve motiflerle yaldız ve renklerle süsleyip şatafatlı hale sokmak sünnete aykırıdır. Bunları daha çok Yahudi ve Hıristiyanlar kendi mâbedlerinde uygularlar.

5- Bir beldede muhtelif semtlerde yapılan camileri süsleme ve şatafatlı duruma getirme karşılıklı övünç nedeni kılınmadıkça kıyamet kopmaz, yani bu gibi sünnet dışı düşünce ve davranışların yaygınlaşması, kıyamet alâmetlerinden biridir.

Hadîslerin ışığında müctehit imamların görüş ve istidlalleri:

a) Hanefîlere göre:

Camileri kireç, alçı, altun suyu ile süslemekte bir sakınca yok­tur. Ancak bunlara harcanan parayı fakirlere dağıtmak daha fazi­letlidir. Fetva da buna göredir. Camileri kireç ve benzeri şeylerle yapıp sıvamak, güzel bir şeydir, çünkü böyle yapmakla sağlam bir bina oluşturulmuş olur. Meşayıh'ten bir kısmı mihrap ve kıble tarafındaki duvarı nakış ve motiflerle süslemenin mekruh olduğunu; çünkü bunun kalbleri meşgul edeceğini söylemişlerdir. el-Fakiyh Ebu Cafer, Şerh-i Siyerü'l-Kebîr'de cami duvarları üzerinde az olsun, çok olsun nakış bulundurmanın mekruh olduğunu belirtmiş, tavanı­nın az alarak süslenmesine ruhsat verildiğine dikkatleri çekmiştir.[546]

Camileri vakıf parasıyla süslemek pek iyi değildir, çünkü böyle yapmakta vakfın gelirini zayı'etmek söz konusudur.

Camiyi gümüş suyuyla süslemek, kişinin kendi malından sarfedilerek yerine getirilirse bir beis yoktur.[547]

Anlaşıldığı gibi, Hanefî imamları camileri süsleme hususunda, rivayet edilen hadîsleri pek delil olarak seçmemişlerdir. Çünkü ço­ğu haber-i vahit ile nakledilmiştir.

b) Şâfiîlere ve Hanbelilere göre, altun ve gümüş ile süslemek, bu iki madenle nakışlamak haramdır.[548]

c) Mâlikîlere göre, camiyi süsleyip nakışlamak mekruhtur. Süs­ler altın ve gümüşle olsa yine de farketmez. Ama kireç ve benzeri şeylerle yapıp sağlamlaştırmak mendubdur.[549]

Diğer rivayetler, yorumlar ve tahliller:

508 nolu hadîsi aynı zamanda Taberânî el-Evsat'ta Ebu Bekre'den (r.a.), İbn Adiy ise el-Kâmil'de rivayet etmişlerdir. Ancak Taberânî'nin rivayet zincirinde Vehb b. Hafs bulunuyor ki, bu zat za­yıftır. İbn Adiy'in rivayet zincirinde ise, el-Hakem b. Yâ'lâ b. Ata' bulunuyor ki, bu zat da münkerü’l-hadîstir.[550]

İbn Mâce, Ömer'den ve Ali'den (r.a.) rivayet etmiştir. Onun da isnadında İbn Lahiy'â bulunuyor ki, bu zat da zayıf kabul edil­miştir. Nitekim daha önce Zehebî'nin onun hakkındaki tesbitlerini nakletmiş  bulunuyoruz.

İmam Tirmizi ise, Enes (r.a.)'den rivayet etmiştir, onun da is­nadında Zıyad en-Nemeri bulunuyor ki, o da zayıf ravilerden sayıl­mıştır.

Aynı mealdeki hadîs daha birçok tariklerden rivayet edilmişse de çoğunun isnadında zayıf veya metruk kabul edilen raviler yer almaktadır.[551]

Aynı hadisin birçok tariklerden rivayet edilmesi, aradaki bazı ravilerin zayıf kabul edilmesine rağmen sahih sayılır ve ihticaca el­verişlidir, denilebilir. O bakımdan mezhep imamları dahil bütün ilim adamları hadisin delâlet ettiği hususu aynen benimsemişlerdir.

510  nolu İbn Abbas hadîsini İbn Hibban sahihlemiş ve ricalinin sahih olduğunu belirtmiştir.

511 nolu Enes hadîsini İbn Huzeyme sahihlemiş ve Buharî'de Enes'den rivayet edip taliken şu lâfızla nakletmiştik

"Mescidleri süs­leyip yükseltmekle övünecekler, sonrada pek azı onları mamur ede­cek..."

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- Camileri kireçle, altun ve gümüş suyuyla süslemekte bir sakınca yoktur. Bu, Hanefîlere göredir.

2- Camilerin mihrab ve kıble cihetini süsleyip nakışlandırmak mekruhtur. Bu,  Hanefîlerin birkaç ileri gelenlerinin ictihadıdır.

3- Tavanını az miktarda süslemekte bir sakınca yoktur. Bu, Ebu Cafer'e göredir.

4- Camileri altun ve gümüş ile süsleyip nakışlamak haram­dır. Bu, Şâfiîlerle Hanbelîlere göredir.

5- Camileri süsleyip nakışlandırmak  mekruhtur. Bu, İmam Mâlik'e göredir.

6- Camileri tezyin edip yükseltmek övünme, böbürlenme ve­silesi olmamalıdır. Çünkü camiler sırf Allah'a ibâdet için, O'nun rı­zasına erişmek maksadıyla yapılır.

7- Camileri kireç, beton ve benzeri şeylerle yapıp sağlamlaş­tırmakta bir sakınca yoktur.

8- Vakıf gelirlerini camilerin tezyinatına harcamak mekruh­tur. Kişilerin kendi mallarından bu tezyinat için sarfetmesine cevaz verilmiştir.

 

Camilerin Süpürülerek Temizlenmesi Güzel Kokularla Havasının Değiştirilmesi

 

İslam, ibadeti temizlikle birleştirip bütünleştirmiş, özellikle be­den, elbise, cami, mescit, ev ve sokak gibi hayatımızla içice olan şey­leri ciddi bir temizliğe tabi tutmamızı emretmiştir.

Camiler, günde beş defa mü'minlerin toplanıp biraraya geldiği hem kutsal yerler, hem de ilim ve irfan meclisleridir. O bakımdan günde en az bir veya iki defa temizlenmesi, güzel kokularla hava­sının değiştirilmesi ve pencerelerini belli vakitlerde açıp içeriye te­miz havanın girmesinin sağlanması müekked sünnetlerden biridir.

O bakımdan camileri temizlerken burunlarına mabedin tozun­dan girenlerin Cehennem kokusu almayacakları, yani Cehennem'in pis kokusu onların burnuna girmiyeceği haber verilmiştir.

Bilindiği gibi, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz cami konusunda çok duyarlı idi, o kadar ki, soğan, sarımsak, prasa gibi kokusu ağızda kalıp etrafı rahatsız eden şeyleri yedikten sonra camiye gelenleri uyarmış ve bu vaziyette mâbedlere, umumî toplantı yerlerine gir­meyi mekruh kılmıştır.

İlgili hadîsler:                                      

Enes (r.a.)'den yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğunu söylemiştir:

"Ümmetimin ecirleri (sevap ve mü­kâfatları) bana arzolundu hattâ adamın mescidden dışarı çıkardığı çer-çöp (ten dolayı verilen ecir ve sevap da gösterildi). Ümmetimin günâhları da bana arz olundu. Adamın, Kur'ân'dan bir sûre veya âyet kendisine verildikten (onu belledikten) sonra unutmasından daha büyük bir günâh görmedim!"[552]

Hz. Aişe (r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz mahallelerde mescidler yapılmasını, çok temiz tu­tulup güzel kokularla havasının değiştirilmesini emretti."[553]

Semure b. Cündeb (r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Re­sûlüllah (a.s.) Efendimiz kendi kabile ve semtimizde mescidler edinmemizi ve onları çok temiz tutmamızı bize emretti."[554]

Câbir (r.a.)'den yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:

"Sarımsak, soğan ve prasa yiyen kimse bizim mescidlerimize yaklaşmasınlar; çünkü gerçekten melekler, âdemoğullarınin tiksinip eza duyduğu şeylerden tiksinirler, eziyet duyarlar."[555]

"Semure b. Cündab (r.a.) yapılan rivayette, demiştir ki:

"Resûllüllah (a.s.) bize, kendi mahalle, semt ve kabirlerimizde mescidler yapmamızı ve yapısını uygun kılmamızı tertemiz tutmamızı emret­ti."[556]

Hadîslerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Cami ve mescitleri süpürüp temiz tutmak müekked sünnet­tir veya vaciptir. Bunun mükâfatı ise çok büyüktür.

2- Kur'ân'dan bazı sure ve âyetleri öğrendikten sonra onları ihmal edip unutmak, büyük günahtır.

3- Mahalle ve semtlerde, köy ve kasabalarda cami yapmak vâcibdir.

4- Camileri havalandırıp güzel kokuyla havasını değiştirmek sünnettir.

5- Sarımsak, soğan, prasa ve benzeri tiksindirici koku ya­pan şeyleri yedikten sonra cami ve mescitlere gitmek mekruhtur. Bunun gibi, toplum arasına katılıp çevreyi bu gibi kerih kokularla rahatsız etmek de mekruh sayılmıştır.

6- Meleklerin soğan, sarımsak, prasa ve benzeri şeylerin ko­kusundan tiksindiği ve onun için bu gibi şeyleri yedikten sonra ağız­daki kokuları gidermeyi, dinimiz emretmiştir. Bu emir sünnet ifade eder.

7- Cami ve mescitleri sağlam ve uygun biçimde yapmak sün­nettir.

 

Camiye Girilirken Ve Çıkılırken Hangi Dualar Okunur

 

Cami, ilâhî rahmet ve mağfiretin bolca indiği, rahmet melekle­rinin en çok uğradığı kutsal yerdir. O bakımdan içerisine girilirken de, çıkılırken de İslâm'ın koymuş olduğu adaba uymak müstehabdır.  Böylece camiyi diğer yerlerden giriş çıkışımızda da ayırt etmiş oluruz.

Ebu Humayd'den ve Ebu Üseyd'den (r.a.) yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğunu söylemişlerdir:

"Sizden biriniz mescide girdiği zaman şöyle desin: Allah'ım! Bize rahmet kapılarını aç. Dışarı çıkarken de şöyle desin: Allah'ım! Şüphesiz ki, senin fazl-ü keremini diliyorum."[557]

Fatıma ez-Zehrâ (r.a.)'den yapılan rivayette şöyle demiştir: Resûlüllah (a.s.) Efendimiz mescide girdiği zaman şöyle derdi:

"Bis­millah, ve's-selâmü ala Resûlillah. Allah'ım, günâhlarımı bana ba­ğışla ve rahmet kapılarını bana aç. Camiden çıktığı zaman ise şöy­le derdi: Bismillah, ve's-selâmü alâ Resûlillah; Allah'ım! günâhları­mı bana bağışla ve fazî ü keremin kapılarını bana aç."[558]

Hadislerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

l- Camiye girerken, Allahım! Bize rahmet kapılarını aç, de­mek sünnettir.

2- Camiden çıkarken, Allahım! şüphesiz ki senin fazlü kere­mini diliyorum demek de sünnettir.

3- Camiye girerken ayrıca günâhların bağışlanmasını dilemek ve rahmet kapılarının açılmasını istemek de sünnettir.

4- Camiye girerken de, çıkarken de Resûlüllah (a.s.) Efen­dimize salâvat getirmek ve ondan önce Besmele çekmek de sünnet­tir.

Hadislerin ışığında müctehid imamların görüş ve istidlalleri:

Müctehid imamların hemen hepsi, camiye giriş ve çıkış adabnda ve belirtilen duaların yapılmasının müstehab olduğunda müttefiktirler. Cumhurun da görüşü bu merkezdedir.

Diğer rivayetler, yorumlar ve tahliller:

523 nolu Ebu Humeyd ve Ebu Usey hadisini İbn Mâce sadece Ebu Humayd'den rivayet etmiştir ki, bu zatın esas adı Abdurrahman b. Sa'd es-Saidî'dir. Ebu Useyd ise Mâlik b. Rebi'a es-Sâidî el-Ensarî adındaki zatın künyesidir.

Bu konuda Îbni's-Sünnî'nin Enes (r.a.)'den yaptığı rivayette se hadis şu lâfızla tesbit edilmiştir. "Peygamber (a.s.) Efendimiz mescide girdiği zaman şöyle derdi: Bismillâhi Allahümme sallî alâ Muhammedin. Mescid'den çıktığı zaman ise şöyle derdi: Bismillâhi, Allahümme sallî alâ Muhammed'in."

Rivayetleri biraraya getirince şu sonuç ortaya çıkıyor: Resûlülah (a.s.) Efendimiz, bazan Besmele'den sonra rahmet ve mağfi­ret kapılarının açılmasını ister, bazan da kendine salâtü selâm ve­rirdi.

Gerek Ebû Humayd, gerekse Hz. Fatıma hadîslerinde Allah'ın fazlü keremini istemek tavsiye edilmiştir. İlim adamları bu tabir üzerinde birbirine yakın iki yorumda bulunmuşlardır: Birincisi, fazl-ü kerem, helâl ve bereketli rızıktır. İkincisi, faydalı ilimdir. Bi­rinci yorum Cumu'a sûresinde cuma bahsinde geçen "fazl" tabiri­nin dalâleti dikkate alınarak yorumlanmış, ikincisi ise, hadîslerde bunun manâya hamledildiği görülerek ona göre tefsir edilmiştir.

524 nolu hadîsi İbn Mâce şu tarikle rivayet etmiştir: Ebubekir b. Ebi Şeybe'den, o da İsmail b. İbrahim'den, o da Leys'den, o da Abdullah b. Hasan'dan, o da anasından, o da Resûlüllah'ın kızı Hz. Fatıma (r.a.)'den... Ancak bu rivayet zincirinde inkıta' (kopukluk) vardır, çünkü Abdullah b. Hasan'ın anası Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in kızı Hz. Fatıma'ya yetişmemiştir ve ayrıca isnad zincirinde Leys'den maksat, İbn Ebî Selim ise, o zat hakkında hayli şeyler söy­lenmiştir.[559]

Diğer yandan Ebû Davud'un Abdullah b. Amir (r.a.)'den yap­tığı rivayette ise, Resûlüllah (a.s.) Efendimizin mescide giriş ve çıkışında şöyle duâ ettiği tesbit edilmiştir:

"Eûzü billahi'1-azîm ve bi-vechihi'1-kerîm ve sültanihi'l-hadîm mine'ş-şeytani'r-racîm."

Böylece Resûlüllah (a.s.) Efendimiz günün ve olayların du­rumuna ve seyrine göre, Mescid'e girip çıkarken farklı dua ve istiâzede bulunmuştur. Bunlardan herhangi birini söylemek müstehab olduğu gibi, bilip öğrenenlerin hepsini birden söylemesi de müstehabdır.

 

Camilerin Nelerden Korunması Gerekir Ve Camilerde Neler Mübahtır?

 

Camiler ibadet, ilim ve irfan yuvalarıdır. Oralarda ancak Allah rızasına ve Resulüllah (a.s.) Efendimizin  talimatına uygun hareket edilebilir.

Ebû Hüreyre (r.a.)'den yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efen­dimiz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:

"Kim mescidde bir adamın herhangi bir yitik eşyayı ilân ettiğini işitirse, şöyle desin: Allah onu sana çevirip vermesin!"[560]

Büreyde (r.a.)'den yapılan rivayette, şöyle demiştir: Bir adam Mescid'de yitik devesini ilân ederek, kim kızıl deveyi bulup (bize) seslenir?  dedi. Bunun üzerine Resûlüllah (a.s.) Effendimiz, ona:

"Onu bulmaz ol! Mescidler ancak inşâ edildiği amaç içindir..."[561]

Ebû Hüreyre (r.a.)'den yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:

"Kim bizim şu mescidimize hayır (iyilik ye ilim) öğretmek veya öğrenmek için girerse, o, Allah yolunda cihât eden kimse gibidir. Kim de bundan başka şey için girerse, kendisine ait olmayan şeye göz diken kimse gibidir."[562]

Hakim b. Hizam (r.a.)'den yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Mescidlerde hadler (suçlular için takdir edilen cezalar) uygulanmaz ve kısas ve misilleme de yapılmaz."[563]

Ebû Hüreyre (r.a.)'den yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:

"Camide alım-satımda bulunan bir kimseyi gördüğünüz zaman şöyle söyleyin: Allah senin ticaretini hiç de kârlı kılmasın! Camide yitik bir eşyayı ilân eden kimseyi gördüğünüz zaman, deyin ki: Allah onu sana geri çevirmesin!"[564]

Amir b. Şuayb (r.a.)'de, o da babasından, o da dedesinden ya­pılan rivayette, demiştir ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz mescidde alım-satımı, içinde şiir inşad edilmesini, yitiğin aranıp ilân edilme­sini ve cuma günü namazdan önce halka kurup oturmayı yasakla­dı."[565]

Sehl b. Sa'd (r.a.)'den yapılan rivayette demiştir ki:

"Bir adam, Peygamber (a.s.) Efendimiz'e sorup dedi ki: Ey Allah'ın Resulü! Ne dersiniz, bir adam kendi karısıyla beraber (cinsel temasta bulunan) bir adam görürse, o adamı öldürür mü?.........hadîsin son kısmında ravî diyor ki: Karısına zina isnad eden adamla karısı mescidde mülaânede bulundular ki, ben de orada hazır bulunuyordum.[566].

Saîd b. Müseyyeb'den şöyle demiştir; Ömer (r.a.) Mescid'e uğradı ki, şâir Hassan da orada şiir söylüyordu, Ömer durup ona dik­katle bakınca, Hassan şöyle dedi: "Ben yine bu Mescid'de, senden daha hayırlı bir zat hazır bulunduğu halde şiir söylemiştim" ve son­ra da Ebû Hüreyre'ye dönerek, "Allah için söyle, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz bana hitapla: "Benden yana cevap ver! Allah'ım! onu Ruhü'1-Kuds ile destekleyip kuvvetlendir" buyurduğunu duymadın mı? Ebû Hüreyre (r.a.), "evet duydum" diye cevap verdi.[567]

Câbir b. Semüre (r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki: En az Mescid'de yüz defa Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'e şahit oldum ki, Onun ashabı kendi aralarında şiir ve başka cahiliyet dönemiyle ilgili şeyler konusunda müzâkerede bulunurlardı da bazan Resûlüllah (a.s.) Efendimiz (onların dediklerini işitirdi de) onlarla beraber tebessüm ederdi.[568]

Abbad b. Temîm'den, onun amcasından yapılan rivayette am­cası, Resûlüllah (a.s.) Efendimizi Mescid'te sırt üstü uzanıp bir aya­ğını diğeri üzerine koymuş bir halde görmüştür.[569]

Abdullah b .Ömer (r.a.)'dan yapılan rivayette, o henüz genç ve bekâr bulunduğu dönemde Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in Mescid'inde uyurdu.[570]

Ahmed b. Hanbel aynı hadîsi şu lâfızla rivayet etmiştir:

"Biz, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz zamanında gençlik günlerimizde Mes­cid'de uyur ve öğle sıcağında orada uzanıp dinlenirdik."

Hz. Aişe (r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Hendek Gü­nü (Ahzab savaşında) Kureyş'den Habban b. el-Adıka adında bir adam ok atıp ashabdan Sa'd b. Muâz'ın elindeki damara isabet et­tirerek yaralamıştı. Resûlüllah (a.s.) sık sık onu sorup ziyaret et­mek için onun adına Mescid'de bir çadır kurdurdu."[571]

Abdurrahman b. Ebübekir (r.a.)'den yapılan rivayette, Resûlül­lah (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:

"Sizden bi­riniz bugün bir yoksula yemek yedirdi mi?"

Bunun üzerine Ebübe­kir (r.a.):

"Mescid'e girdiğimde dilenen bir dilenciyle karşılaştım, Abdurrahman'ın önünde bir parça ekmek vardı, onu alıp o yoksula verdim."[572]

Abdullah b. el-Harîs (r.a.)'den yapılan rivayette şöyle demiştir:

"Bizler, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz zamanında Mescid'de et ve ekmek yerdik."[573]

Hadîslerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Cami ve mescitlerde kaybettiği şeyi aramak suretiyle ilân­da bulunmak veya bulunan şeyi ilân etmek mekruhtur.

2- Bu keraheti işleyene şöyle demek "Allah o kaybettiğini sa­na geri çevirmesin" demek müstehabdır.

3- Cami ve mescidler asıl amacına yönelik olarak kullanılır. Onun dışında başka konular için onları kullanmak mekruhtur.

4- Cami ve mescitlerde suçlular hakkında ceza uygulanmaz, meselâ içki içtiği sabit olan bir kimseye orada had vurulmaz.

5- Cami ve mescitlerde kısas ve misilleme yapılmaz.

6- Cami ve mescitlerde alım satımda bulunmak mekruhtur.

7- Cami ve mescitlerde, din ahlâk ve sağlam örfün sınırları­nı aşar şekilde şiir söylemek mekruhtur.

8- Cuma günü namazdan önce camide halka kurup oturmak mekruhtur.

9- Cami ve mescidde, karısına zina isnad edip dört şahit getiremiyen adamla karısının mülâânede bulunmasında bir sakınca yoktur.

10- Cami ve mescitlerde namaz dışında, faydalı, yönlendirici şiir söylemek, cahiliyye devriyle ilgili kötü âdetleri yerip daha fay­dalısından söz etmek caizdir.

11- Cami ve mescitlerde namaz vakitleri dışında sırtüstü uzan­mak ve o vaziyette ayak ayağın üzerine atmakta bir sakınca yok­tur.

12- Cami ve mescitlerde namaz vakitleri dışında, kirletmemek ve dikkatleri üzerine çekmemek şartıyle bir köşede uyumaya ruhsat verilmiştir.

13- Cami ve messitde, mü'minlerden bir kimsenin tedavi edil­mesine ruhsat verilmiştir

14- Cami ve mescitlerde dilenen kimseye bir şey vermekte bir sakınca görülmemiştir.

Hadislerin açık delâletinden bu hükümler anlaşılmakla beraber gerek müctehit imamların, gerekse ilim adamlarımızın tesbit, yo­rum, istidlal ve ihticaclan bazı değişik hükümler getirmiştir:

a) Hanefilere göre:

Ciddî bir mazeret yokken cami ve mescitleri yol edinmek, bir kapısından girip diğerinden çıkmak suretiyle işgal etmek tahrîmen mekruhtur. Ciddi bir özürden dolayı böyle yapmak caizdir. Cami ve mescitlere sık sık girip çıkan kimsenin bir defa tahiyyetü'l-mescid namazı kılması yeterlidir; her defasında kılması gerekli değildir.

Cami ve mescitlerde uyumak mekruhtur. Ancak yer bulamayan bir yabancı müslümanın veya i’tikâfe giren kimsenin uyumasında bir sakınca yoktur. O halde camide uyumak isteyen kimsenin önce i'tikâfe niyet etmesi uygun olur.

Fena kokusu olmayan gıda maddelerinden bir şeyleri cami ve mescitlerde yemek mekruhtur. Soğan sarımsak ve pırasa gibi kerih kokusu olan bir şeyi yemek ise tahrîmen mekruhtur.

Cami ve mescitlerde zikir ve tesbih yaparken, namaz kılanları şaşırtacak, uyuyanları uyandıracak kadar sesli yapmak mekruhtur. Böyle bir durum yoksa, o takdirde sesi yükseltmekte bir sakınca görülmemiştir.

Cami ve mescitlerde alım-satım, icare gibi mübadeleyi gerekti­ren ticari alış-verişte bulunmak mekruhtur. Hibe (bağış) caizdir. Ni­kâh akdi ise müstehabdır. Camide i'tikâfda bulunan kimsenin diğer akitleri yapmasına da cevaz verilmiştir.

Çocuk ve delilerin kirletecekleri kesinlikle biliniyorsa cami ve mescitlere sokulması tahrîmen kirletmiyecekleri biliniyorsa tenzîhen mekruhtur.

Cami ve mescitlere tükürmek, sümkürmek tahrîmen mekruhtur. Bu gibi pislikleri duvarlarına, kenarlarına, hasırlarının altına bile dokundurmak doğru değildir.

Cami ve mescitlerde kayıp eşya ilân etmek veya kayıp eşyasının bulunması için duyuru yapmak mekruhtur.

Cami ve mescitlerde öğüt, ibret, zikir, ilâhî nimeti hatırlatma, takvâ sahiplerinin sıfatlarını belirtme gibi yararlı konulan içeren veya  yansıtan şiirleri okumakta bir sakınca olmadığı gibi, tasvip edilen bir harekettir. Zamanla, milletlerin tarihiyle  ve  benzeri konularla  ilgiliyse, mübahtır.  Başkasını yermek, taşlamak, müstehcen ve ahlâk dışı konuları yansıtan şiirler ise, haramdır.                                 

Cami ve mescitlerde dilenmek haramdır, onlara oralarda bir şeyler vermek mekruhtur.                                                                           

Cami ve mescitlerde ilim öğretmek ve öğrenmek, Kur'ân talim etmek, vaaz ve nasihatta bulunmak caizdir. Ancak içeride namaz kı­lanlar varsa namazlarını teşviş etmemek yani onları şaşırtmamak, yanıltmamak için fazla yüksek sesle konuşmaktan ve anlatmaktan kaçınmak uygun olur.[574]

b) Şâfiilere göre:

Abdestli ve abdestsiz, cünüp ve gayr-i cünüp kimsenin camiden geçmesi, bir kapısından girip diğer kapısından çıkması caizdir. Ayhali olan kadının geçmesi ise, mekruhtur. Camiyi kirleteceğini biliyorsa, o takdirde geçmesi haramdır.

Cami ve mescitten geçmek isteyen kimse abdestli ise, her giri­şinde iki rek'at tahiyyetü'l-mescid namazı kılınması sünnettir.

Cami ve mescitlerde, namaz kılanları, Kur'ân okuyanları rahat­sız edecek bir horlama durumu yoksa uyumak caizdir. Aksı halde mekruhtur.

Cami ve mescitlerde, kirletmemek şartıyla yemek yemek mü­bahtır. Camileri ve mescitleri kirletme durumu varsa, tahrimen mekruhtur.

Cami ve mescitlerde namaz kılanı, Kur'ân okuyanı, uyuyanı ra­hatsız etmediği teşvişe düşürmediği takdirde yüksek sesle zikret­mek mekruh değildir, aksi halde mekruh kabul edilmiştir.

Cami ve mescitlerde alım-satımda bulunmak, onların hürmeti­ni ihlâl ediyorsa haramdır; ihlâl etmiyorsa mekruhtur. Zarurî haller müstesna. Cami ve mescitlerde nikâh akdi yapmak caizdir. İlim adamlarından çoğuna göre, itikâf halinde bulunan kimse için caiz­dir.

Cami ve mescitlere henüz temyiz çağına girmemiş çocukları ve bir de delileri sokmak, ortalığı kirletme durumları söz konusu değil­se, caizdir. Camidekileri rahatsız etmek, zarar vermek, ortalığı kirletmek gibi halleri varsa, o takdirde tahrîmen mekruhtur. Temyiz çağına girmiş çocukları sokmakta bir sakınca yoktur.

Cami ve mescitlerde kayıp eşyayı ilân etmek veya kaybolan eş­yasının bulunması için duyuruda bulunmak, namaz kılanları ve uyuyanları rahatsız edecek tonda değilse, mekruhtur; rahatsız edi­yorsa, haramdır.

Cami ve mescitlerde şeriata muhalif olmayan ölçü ve anlamda şiir söylemek, namaz kılanlan teşvişe düşürmemek kaydiyle caizdir. Aksi halde haramdır.

Cami ve mescitlerde dilenmek mekruhtur. Aynı zamanda dile­nirken namaz kılanların dikkatini bölüyorsa, haramdır.[575]

c) Hanbelîlere göre:

Cami ve mescitleri yol edinmek, abdestli olan için de, cünüb kim­se için de mekruhtur. Ayhali ve loğusa olan kadının, kirletme du­rumu olmasa bile camileri yol edinmeleri mekruhtur. Ancak orta­da bir ihtiyaç söz konusu ise, bu kerahet kalkar.

Cami ve mescitlerde, namaz kılanların ön kısmında olmamak kaydiyle uyumak, hem i'tikâfta olan kimse için, hem başkaları için mbahtır. Namaz kılanların önünde uyumak ise, mekruhtur, çün­kü uyuyan kimsenin kıble cihetinde bulunması halinde ona doğru durup namaz kılmak mekruh sayılmıştır.

Cami ve mescitlerde, yerleri ve çevreyi kirletmemek şartıyle yemek yemek mübahtır. Ancak kerih kokusu bulunan maddeleri yemek genellikle mekruh kabul edilmiştir.

Cami ve mescitlerde namaz kılanın dikkatini bölmediği takdirde sesli zikir ve tesbihte bulunmak mübahtır. Aksi halde mekruhtur. Cami ve mescitlerde alım-satımda bulunmak, icare  akdi yap­mak haramdır, yapılan akit geçersizdir. Ancak nikâh akdi sünnettir.

Cami ve mescitlere temyiz çağına girmemiş çocukları -Kur'­ân okuyup öğrenme  durumu  söz konusu değilse- sokmak mekruhtur. Kur'ân ve ilmihal bilgilerini öğrenmek içinse, etrafı kirlet­memesine dikkat edildiği takdirde caizdir. Delileri de camilere sok­mak mekruhtur.

Cami ve mescitlerde haram ve mekruh ölçü ve anlamda olma­yan şiirleri söylemek mübahtır.

Cami ve mescitlerde dilenmek, dilenene bir şeyler vermek mek­ruhtur. Dilenmeyene bir şey vermek mübahtır. Ayrıca hatibin de şuna yardım edin dediği takdirde, belirlediği kişiye camide yardım edilebilir.[576]

d) Mâlikîlere göre:

Fazla olmamak şartıyle camiden geçmek, bir kapısından girip diğer kapısından çıkmak, zaman zaman onu yol edinmek mekruh değildir. Ama bu âdet haline getirilir de sık sık geçilirse, o takdir­de mekruhtur. Camiden geçen kimsenin tahiyyetü'l-mescid nama­zı kılması da taleb edilmez.

Öğle sıcağından korunup dinlenmek üzere cami ve mescitler­de uyumak mekruh değildir. Geceleyin ise, şehir ve kasaba dışın­daki camilerde uyumakta bir sakınca yoktur. Ama şehir ve kasa­badaki camilerde, zarurî bir hal yoksa, mekruhtur. Ancak yata­cak yer bulamayan gariplerin uyuması caizdir. Aynı zamanda o gibi kimselerin kirletmemek şartıyle camilerde bir şey yemesi de mekruh sayılmamıştır. Fena koku neşreden şeyleri yemek ise mut­laka mekruhtur, hattâ haramdır.

Cami ve mescitlerde zikrederken, ilim öğretirken veya öğre­nirken sesi yükseltmek mekruhtur. Ancak şu dört hal müstesna:

1- Ders veren kimsenin talebeye sesini duyurmak için, mek­ruh değildir.

2- Namaz kılanların dikkatini bölecek tonda ise haramdır.

3- Mekke'de Mescid-i Haram'da ve Minâ'da telbiye getirip sesi yükseltmek mekruh değildir.

4- İntikal tekbirlerini sağlayan kimsenin sesini tekbîr geti­rirken yükseltmesi de mekruh değildir.

Cami ve mescitlerde alım satımda bulunmak mekruhtur. Sade­ce mala bakmak ve kontrol etmekte bir sakınca yoktur. Bağışta bulunmak, nikâh akdi yapmak da caiz kabul edilmiştir.

Cami ve mescitlere, yerinde sakin durduğu takdirde çocukları sokmak mekruh değildir. Delileri sokmak mekruhtur. Ancak etrafı rahatsız etmeyen camiyi kirletmeyen delinin girmesine cevaz verilmiştir. Temyiz çağına girmiş çocukların camiye girmesinde ise, bir sakınca görülmemiştir.

Cami ve mescitlerde Allah ve Peygamberini över mahiyette şi­ir söylemek mübahtır. Bunun gibi hayırlı işlere tahrik eden şiirler de caizdir. Diğerleri ise caiz değildir.

Cami ve mescitlerde dilenmek ve dilenene bir şey vermek men'edilir. Ancak sakada vermek bir sakınca yoktur.[577]

Diğer rivayetler, yorumlar ve tahliller:

526, 527 nolu Ebû Hüreyre ve Büreyde hadîsleriyle istidlal eden İmam Mâlik ve ilim adamlarından bir cemaat, mescitte, ilim ve baş­ka sebeple sesi yükseltmenin mekruh olduğunu söylerken, İmam Ebû Hanîfe ve Muhammed b. Mesleme (ki bu zat İmam Mâlik'in ar­kadaşlarından biridir) ilmi konularda sesi yükseltmenin mekruh olmadığını belirtmişlerdir. Çünkü insanların buna ihtiyacı vardır.[578]

Hattâ Mâlikilerden bir kısmı, camilerde ücretle Kur'ân okutmak da mekruhtur. Çünkü böyle yapmak da bir bakıma alım-satım gi­bidir. Ancak ücretsiz bu hizmet sürdürüldüğü takdirde camilerde okutulmasında bir sakınca yoktur. Çocukların camiyi kirletmeleri söz konusu olduğu takdirde kerahet vardır. Diğer üç mezhep, çocuk­ların camiyi kirletmemelerine dikkat edilmek suretiyle Kur'ân okutulmalarında bir sakınca yoktur, görüşündedir,

528 nolu Ebü Hureyre hadîsinin isnadı İbn Mâce'de geçmekte­dir Raviler arasında Hatim b. İsmail üzerinde durulmuşsa da, İbn Sa'd onun sıka (güvenilir) olduğunu söylemiştir. Diğer ravileri ise sıkat   (güvenilirler) dir.

Hadiste "bizim bu mescidimize..." şeklinde bir ifade kullanılmıştır ki bu Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in Mescid'ine mi hastır yok­sa, bütün cami ve mescitleri kapsamına almakta mıdır? İlim adam­larının farklı görüşleri olmakla beraber, bütün cami ve mescitleri kapsadığı ağırlık kazanmıştır. Çünkü yeryüzündeki bütün cami ve mescitler, Resûlûllah'ın ve Müslümanların mabetleridir, "bizim" zamirinden maksat, "biz müslümanların"anlamı çıkar.

O halde cami ve mescitlere din ve dünyamız için hayırlı ve ya­rarlı olan ilim öğrenmek veya öğretmek için girilir. İbadetler ise, bu hayrın başında gelir. Sözü edilen hususların dışında cami ve mes­citleri kullanmak caiz değildir.

529 nolu hadîsi aynı zamanda Hâkim, İbn Seken ve Beyhâkî tahrîc etmişlerdir. İsnadında bir reis görülmemiştir. Ancak İbn Hacer, Bülûğü'l-Meram'da bu hadisin isnadı zayıftır, demiştir. Aynı hadisi Tirmizi ve İbn Mâce, İbn Abbas (r.a.)'den rivayet etmişlerdir ki, isnadında İsmail b. Müslim el-Mekki bulunuyor. Bu zatın hıfz bakımından zayıf olduğu tesbit edilmiştir. Hafız Bezzar ise, Cübeyr b. Mut'ım'den rivayet etmiştir ki, isnadında el-Vâkıdî bulunuyor.

Hadîs, cami ve mescitlerde şer'î cezaların uygulanmasının ha­ram olduğuna delâlet etmektedir ki, bunu asıl manasında alıp baş­ka bir manada kullanmak için hiçbir rivayet mevcut değildir.

530 nolu Ebû Hüreyre hadîsini Nesâî tahric etmiş, Tirmizî ise hasenlemiştir.

531 nolu Amir b. Şuayb hadîsini, Tirmizî hasenlemiş, İbn Huzayme sahîh olarak belirlemiştir. İbn Hacer, bunun isnadının Amir b. Şuayb'e ulaştırılmasında şüphe yoktur ve isnadı o bakımdan sa­hihtir, demiştir.

Hadîsteki nehiy, tamime mi, kerahete mi delâlet etmektedir? Tahrîm manasında hakikî ise de ilim adamlarından çoğu kerahet manâsında hamletmişlerdi. O bakımdan camide yapılan alım-satım mekruhsa da âkit sahihtir, denilmiştir. Şafiî'nin bazı arkadaşları, camide alım-satımın mekruh olmadığını söylemişlerse de, sahîh ha­dîsler bunu reddetmektedir. Hanefîlerin bir kısmı ise, fazla bir alım-satımda bulunmak mekruhsa da, azında bir sakınca yoktur, gibi bir görüş ortaya koymuşlardır ki, onların bu farklı tesbitlerinin sağlam bir delîli yoktur. Ancak ahlâk ve fazilet yansıtan, dinî hükümlere ters düşmeyen yararlı konularla ilgili şiirlerin camilerde söylenme­sine ilim adamlarının çoğu cevaz vermiştir. Nitekim Resûlüllah (a.s.) Efendimiz zamanın da buna misal teşkil edecek bir takım olaylar mevcuttur. O bakımdan hadiste geçen nehiy, belirttiğimiz ölçülerin dışında kalan şiirlerle ilgilidir. Nitekim İmam Şafiî, "Şiir de bir söz­dür; iyisi iyi, kötüsü de kötüdür." diyerek ortaya bir kıstas koymuş­tur. Ancak Şafiî'nin bu hususta şu hadîse dayandığı sanılmaktadır: Taberâni'nin el-Evsat'ta Abdullah b. Ömer  (r.a.)'dan yaptığı riva­yete göre, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Şiir de normal söz gibidir; iyisi sözün iyisi ve güzeli gibidir; kötüsü, sözün kötüsü gibidir."

Nitekim Câbir b. Semüre'nin yaptığı rivayete göre, Ashab-ı kiram camide şiir üzerinde müzakerede bulunur ve  câhiliyyye devrine ait (bazı kötü) âdetleri anlatır ve yererlerdi. Ayrıca ünlü şâir Kâb b. Züheyr, Medine'ye gelip Resûlûllah'ın Mescidinde huzura kabul edilince, o meşhur Benet Suad şiirini söylediği ba­zı rivayetlerle tesbit edilmiştir. Ne var ki, el-Irakî diyor ki:

"Biz Kâb'ın kasidesini sahîh olmayan tariklerden naklen rivayet etmiş bulu­nuyoruz." İbn İshak ise, onu munkati' bir senedle rivayet etmiştir. Bununla beraber o husustaki rivayetlerin çokluğu  kuvvet kazan­dırmaktadır.

532 nolu hadîsi Lîân bahsinde açıklayacağımızdan burada sa­dece metin ve mealine yer vermekle yetindik.

534 nolu Cabir b. Semüre hadîsini ise Tirmizî şu lâfızla rivayet ve tesbit etmiştir:

"En az yüz defa Resûlüllah (a.s.) Efendimizle be­raber oturdum, Ashab-ı kiram (o mecliste) şiirler söylerler ve câhiliyyet devriyle ilgili bazı şeylerden bahsederlerdi. Resûlüllah (a.s.) susardı ve bazan da ashab ile birlikte tebessüm ederdi." Tirmizi bu hadîsin sahîh olduğunu söylemiştir. Nitekim az yukarıda camide hangi şiirlerin okunması caizdir, hususunu belirtirken. Câbir'in bu rivayetinden söz etmiştik.

533 nolu Said b. Müseyyeb hadîsine gelince, Saîd, Hz. Ömer'e ye­tişmemiştir, o bakımdan hadîsin mursel olduğu söylenir. Ancak kuv­vetli bir ihtimalle, Said bunun daha sonra Ebû Hüreyre'den (r.a.) işitmiştir. Hasan'dan da işitmiş olabilir.

Bu konuda Tirmizî Hz. Aişe (r.a.)'dan şunu rivayet etmiştir:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, Şâir Hasan için Mescid'de bir minber yaptırdı da Hasan (zaman zaman) o minbere çıkar ve (Peygamber'e dil uzatan kâfirler) hicvederdi." Hâkim el-Müstedrek'te bunu tahrîc etmiş ve isnadı sahihtir, demiştir.

535 nolu Abbad b. Tamim hadîsinde, Resûlûllah'ın (a.s.) Mes­cid'de sırt üstü uzanıp bir ayağını diğerinin üzerine koyduğuna gelince, bu avret yeri açılıp görünmesin diye bir tedbir sayılır. el-Hattabi de bu ihtimal üzerinde durmuştur.[579]

İbn Battal ve diğer bazı ilim adamları bu hadîsin nesholunduğunu söylemişlerse de isbatı mümkün olmamıştır. Çünkü Hz. Peygamber'in (a.s.) sözünü ettiğimiz vaziyette Mescid'de uzandığı Müs­lim'de ve Ebu Davud'un Sünen'inde nakledilerek sübut bulmuştur. Di­yebiliriz ki, o hal ve tavır Peygamber'e (a.s.) hastır, ümmetine teş­mil edilmez, ancak Hz. Ömer ile Hz. Osman'ın da Mescid'de aynı şekilde uzandıkları keza birçok rivayetlerden anlaşılmaktadır. O ba­kımdan edeb yerlerinin açılmasını önlemeye yönelik bir harekettir ki kınanmaz. Aynı zamanda Resûlüllah'ın (a.s.) hoş gördüğü bir âmeli hoş görmemenin makul bir ölçüsü yoktur.

536 nolu Abdullah b. Ömer hadisi de camilerde uzanıp uyuma­nın cevâzına delâlet etmektedir. Nitekim Buharî'nin tahrîcine göre, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz geldiğinde Hz. Ali (r.a.) Mescid'de uyuyordu ki, üzerindeki hırkası veya üstlüğü kayıp toz bulaşmış idi. Resûlüllah (a.s.) Efendimiz hem o tozu eliyle gideriyor, hem de Hz. Ali'ye "Kalk yâ Ebâ Türâb!" diye sesleniyordu. O bakımdan cum­hur camide uyumanın caiz olduğunu belirtmişlerdir. İbn Abbas ise, mekruh olduğuna kaildir. Ancak namaz için girip de vakit erken ol­duğundan uyuya kalmakta bir sakınca olmadığını söylemiştir. İbn Mes'ud'a göre, mutlaka mekruhtur. İmam Mâlik'e göre, evi olan kim­se için mekruhsa da, evi olmayan için mekruh değildir, demiştir.

537 nolu Hz. Aişe hadîsi ise, hasta kimsenin camide bir süre kalmasında bir sakınca olmadığına delâlet etmektedir. Nitekim Sa'd b. Muaz (r.a.) Mescid-i Saadet'te bir süre tedavi edildi, fakat kurtarılamıyarak vefat etti.

539 nolu Abdullah b. el-Hâris hadîsin isnadı İbn Mâce'de geç­mektedir. Ricalinin hepsi sahihse de Yakup b. Hamîd (veya Humayd) üzerinde durulmuştur. Zehebî onun babasının Humeyd olduğunu tesbitle şöyle açıklamada bulunmuştur: Buharî'nin "biz ondan an­cak hayır gördük, o aslında saduk (doğru) bir adamdır" demiştir. Ebu Zür'a'dan sorulduğunda, başını sallamıştır. Nesâî onun bir şey olmadığını belirtirken Ebu Hatîm onun zayıf olduğunu söylemiştir.[580]

Bunun gibi Bahreyn'den gelen malı, Resûlüllah'ın (a.s.) asha­bına Mescid'de taksim ettiği de rivayetler arasında bulunuyor. Buharî de aynı rivayeti nakletmiştir.

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- Camilerde kayıp eşya ilânı yapılması mekruhtur.

2- Sözü edilen keraheti işleyen kimseye "Allah o kaybettiğini sana geri çevirmesin!" demek müstehabdır.

3- Camiler ibâdet, zikir, ilim ve Kur'ân öğrenmek merkezle­ridir. Onları bu amacından saptırıp başka konular için kullanmak haramdır.

4- Camilerde şer'i uygulanmaz, bundan tahrîmî kerahet var­dır.

5- Camilerde zaruri durumlar dışında alım-satımda bulunmak haramdır. Hanefilere göre az bir şey satın almak da kerahet yoktur.

6- Dinî ölçülere uygun şiirler söylemekte bir sakınca yoktur. Çünkü bu durumda şiirle normal söz arasında bir fark söz konusu değildir.

7- Cuma günü namazdan önce camide halka kurup oturmak mekruhtur. Çünkü böyle yapmak cumaya gelenlerin saf kurup otur­malarına engel teşkil eder, aynı zamanda camiyi daraltır.

8- Camilerde mülââne yapılmasında bir sakınca yoktur.

9- Evi ve yatacak yeri olmayan müslümanın camide yatma­sına cevaz verilmiştir.

10- Bir yorgunluktan dolayı, namaz vakitlerinin dışında ca­milerde sırtüstü uzanmakta bir beis görülmemiştir.

11- Bazı hallerde, örneğin savaş günlerinde hasta ve yaralı­nın camilerde tedavi edilmesine ruhsat verilmiştir.

12- Camilerin içinde dilenmek mekruh veya haramdır, dilen­ciye bir şey vermek de mekruhtur.

13- Hatibin tavsiye ettiği bir adama yardımda bulunmaya da cevaz verilmiştir.

14- Dilencilik yapmadığı halde, fakir ve muhtaç olduğu bili­nen bir kimseye camide yardım etmekte bir sakınca görülmemiştir.

15- Camileri kirletmek haramdır. O bakımdan bazı hallerde kötü koku neşretmeyen bir gıda maddesinden camide yemeğe ruh­sat verilmişse de, etrafı gerek kerih kokuyla, gerekse kirletmekle rahatsız etmenin haram olduğu belirtilmiştir.

 

Caminin Kıblesinde Namaz Kılanları, Oyalayacak, Dikkatlerini Dağıtacak Şeyler Bulundurmak

 

Namaz huzur içinde kılındığı takdirde, gayesine uygun eda edil­miş sayılır. Bilindiği gibi, dikkat bölünmez, bir şeyde toplanınca, di­ğer şeyden kopar. O bakımdan namazda kişiyi meşgul edecek, dikkatini çekecek, onu oyalayacak şeylerden kaçınmak sünnettir. Özel­likle kıble tarafında nakış, şekil ve benzeri şeylerin bulundurulmamasında büyük yarar vardır.

Enes (r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki: Hz. Aişe (r.a.)'nu evinin güney kısmında birkaç renkli yünden dokunmuş ince bir örtü bulunuyordu.  Resûlüllah (a.s.) Efendimiz ona şöyle dedi: 

"Benim önümden şu çok renkli ince örtünü gider (kaldır). Çünkü devamlı su­rette ondaki renkli nakışlar namazda gözlerime dokunuyor."[581]

Osman b. Talha (r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki:

Resûlüllah (a.s.) Efendimiz Kabe'ye girdikten sonra onu çağırdı ve şöyle buyurdu:

"Ben, Kabe'ye girdiğimde iki koyun boynuzı gördüm, örtmen için unuttum da sana emretmedim, onları derhal ört, zira Kabe'nin kıblesinde namaz kılanı oyalayan bir şeyin bulunması uygun değildir."[582]

Hadîslerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Namaz kılanın ister evinde, ister camide kıblesi tarafında onu oyalayıcı, dikkatini dağıtıcı bir şeyin bulunması mekruhtur.

2- Koç, geyik ve benzeri bir hayvanın boynuzu dahil, nakış, motif ve bir takım renkli yaldızlı suretlerin bulunması da mekruh­tur.

3- Camilerin renk renk nakış ve motiflerden uzak tutulması sünnettir.

4- Namaz kılınan yerin kıblesinde oyalayıcı dikkat çekici bir cisim bulunuyorsa, üzerine bir örtü örtmek  müstehabdır.

Kitabımızın önce geçen sahifelerinde üzerinde canlı resmi bu­lunan elbise ve örtüler hakkında müctehid imamların görüş, istidlal ve ihticaclarını nakletmiştik. Burada ise, bir nüans farkı söz konusudur; şoyleki namaz kılınan yerde veya cami ve mescitte, kıble cihetindeki duvara, namaz kılanın dikkatini çekecek, huzurunu dağı­tacak, oyalayacak bir takım şekil, nakış ve benzeri şeylerin konul­ması mekruh sayılmıştır. Canlı bir hayvan resmi veya üç buutlu şek­lini koymak ise, haramdır. Müctehid imamların çoğunun bu husus­ta farklı bir yorum ve ictihadı olmamıştır.

Yorumlar ve Tahliller:

Enes b. Mâlik hadîsi, kıble cihetinde şekil, nakış ve benzeri şey bulunan yerlerde namaz kılmanın mekruh olduğuna delâlet etmek­tedir. Ancak böyle yerlerde kılınan namaz bozulmuş, hükümsüz ol­muş sayılmaz, kerahetle kılınmış kabul edilir. Çünkü Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, çok renkli ve nakışlı perdeye karşı namaz kılar­ken yarıda kesmemiş ve sonra o namazı iade etmemiştir.

Osman b. Talha hadîsinin isnadında bazı şüpheler ortaya konmuşsa da, hadisin zayıf olduğunu belirtecek ölçüde olmadığı anla­şılmıştır. Osman b. Talha, öteden beri Kabe'nin anahtarını taşıma şerefine lâyık görülen bir aileden gelmedir. Abdü'd-Dâr oğullarına mensuptur. Hicabetlik, İslâm'dan sonra da o aileden alınmamıştır.

 

Ezan Okunduktan Sonra Camiden Çıkılmaz

 

Ezan hem vakti bildirmek, hem Hakk'a davet, hem de kurtuluş ve saadetin namazda olduğunu duyurmak içindir. O bakımdan ezan okunduktan sonra camide bulunan kimsenin, bir özür yokken namaz kılmadan dışarı çıkması doğru olmaz. Zira böyle yapmak, ilâhî davete bir bakıma arka çevirip önemsememek anlamına ge­lir.

İlgili Hadisler:

Ebu Hureyre (r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz bize şöyle emretti:

"Camide bulun­duğunuz zaman, ezan okunup namaza çağrıldığında, sizden biriniz namaz kılmadan dışarı çıkmasın."[583]

Ebû Şa'sa' (r.a.)'den yapılan rivayette demiştir ki:

"İçinde ezan okunduktan sonra bir adam Mescid'den dışarı çık­tı. Bunun üzerine Ebû Hüreyre (r.a.) şöyle dedi:

"Şu adam cidden Ebû Kaasım'a (Hz. Muhâmmed'e)  (a.s.)  isyan etti."[584]

Osman (r.a.)'den yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendi­mizin şöyle buyurduğunu söylemiştir:

"Kim mescidde bulunduğu halde ezan okunduktan sonra dışarı çıkar da bu o çıkışı bir ihtiyâç­tan dolayı olmaz ve geriye dönmek de istemezse, o cidden münafık­tır."[585]

Hadîslerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Ezan okunurken camide bulunan kimsenin namaz kılma­dan çıkıp gitmesi haramdır, büyük günâhtır.

2- Ezan okunurken camide bulunan kimsenin, tabii ihtiyacı­nı gidermek, abdest almak ve benzeri bir özürden dolayı dışarı çık­masında bir sakınca yoktur.

3- Ezan okunurken camide veya avlusunda bulunan kimse, bir özürü bulunmadığı halde ayrılıp giderse, münafıklardan sayılır.

Müctehid imamların hemen hepsi, ezan okunurken camide bu­lunan kimsenin bir özürü bulunmadığı halde namaz kılmadan dı­şarı çıkıp gitmesi mekruhtur, demişlerdir. Ortada bir özür varsa, kerahet söz konusu değildir. Mezhep imamları da aynı görüştedirler.

Yorumlar ve tahliller:

548 nolu Ebû Hüreyre hadisi İbn Ebî Şa'sâ' tarikiyle rivayet edil­miştir. Bu zatın asıl adı Eş'as'dır. Ayru hadîsi Ebû Hureyre'den Ebû Salih, Muhammed b. Zazan ve Saîd b. Müseyyeb de rivayet etmiş­lerdir. İbn Seyyid en-Nâs, hadîsi, Tirmizî'nin şerhinde rivayet ettik­ten sonra herhangi bir görüş izhar etmemiştir. Bu, hadîsin sahih olduğuna delâlet eder.

549 nolu Ebû Şa'sâ' hadîsine gelince, ilim adamlarından bazısı onun mevkuf olduğunu söylemiştir. Ayrıca isnadında İbrahim b. Muhacir bulunuyor ki bu zat hakkında farklı tesbitler yapılmıştır: Kimine göre, sıka (güvenilir) dır, kimine göre zayıftır. Buhari dışın­da diğer beş hadis kitabında ondan rivayetler yapılmıştır. Ancak Zehebî hadîs ricali arasında bu isimde iki kişiden bahsetmiştir. Birin­cisi, İbrahim b. Muhacir b. Mismar el-Medenîdir. İkincisi, İbrahim b. Muhacir b. Câbir el-Becelîdir. Birincisi hakkında Buharî, "münkerü'l-hadîs" derken, Nesâî "zayıftır" demiştir. Muhaddîs Yahya ise, "onun rivayetinde bir sakınca yoktur" şeklinde bir ifade kullanmıştır, ikin­cisi hakkında ise, İbn Medeni,  "onun rivayet ettiği hadisler kırka ulaşmıştır" demiş, Yahya b. Said, "o kavi değildir" diyerek belirtmiş. Ahmed b. Hanbel, "onun rivayetinde bir sakınca yoktur" diyerek güvenilir olduğuna işaret etmiştir, Yahya b. Main'den yapılan riva­yete göre; zayıf olduğu üzerinde durulmuştur.[586]

Müctehid imamlardan sadece İbrahim en Nahâî, müezzin he­nüz ikamete başlamadan camiden dışarı çıkılabilir, demişse de, di­ğer imamlara göre, ancak bir özürden dolayı çıkabilir söz konusu­dur.

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- Ezan okunurken camide bulunan kimsenin hiçbir özürü yokken namaz kılmadan dışarı çıkması mekruhtur.

 

 



[1] Buharî, İmân: 201, Tefsir: 2, Müslim, İmân: 19-22, Tirmizî, İmân: 3, Nesâî, İman: 13.

[2] Tirmizî, Mevakıyt: 45, Ahmed: 3/161.

[3] Buharî, Menakıb: 48, Müslim, Müsafirîn: 1, Ebû Dâvud, Sefer: 1, Nesâî, Salat: 3, Taberânî, Sefer: 8, Ahmed: 6/234, 241, 265.

[4] Buhari, İman: 34, Savm: 1, Şehadet: 26, hiyel: 3, Müslim, Îman: 8, 9, Ebû Dâvud, Salat: 1, Tirmizî, Mevakıyt: 4, Siyam: 1, Nesaî, Siyam: 1, İman: 23, Taberanî, Sefer: 94, Dâremi, Salat: 208.

[5] Bedayiu's-Sanayi' Fi-Tertibi'ş-Şerayi': 1/91, 92'den özetlenerek...

[6] Fethülvahhab: 1/29-69'dan özetlenerek.

[7] İbn Mâce, Salat.

[8] el-Muğni, Falü's-Salat: 1/369, 370.

[9] Geniş bilgi için bak: Neylü'I-evtar: 1/333.

[10] Müslim.

[11] Neylü'I-evtar: 333, 334'den kısaltılarak...

[12] Müslim, İmân: 134, Ebû Dâvud, Sünne: 15, Tirmizî, İmân: 9, İbn Mâce, İkamet: 17, Dâremî, Salat: 29.

[13] Nesâî, Salat: 8, Tirmizi, İmân: 9, İbn Mâce, İkamet: 77, 78, fiten: 23, Ahmed: 5/346, 355.

[14] Nesâî, Salat: 8, Tirmizî, İmân: 9, İbn Mace, İkamet: 77, 78, fiten: 23, Ahmed: 5/346, 355.

[15] Feyzü'l-kadîr: 4/395-574 nolu hadîs...

[16] Neylü'l-evtar: 1/345, 348.

[17] Nisa: 4/48.

[18] Buharî, Müslim.

[19] Tevbe: 9/5.

[20] Buharî, Diyet: 6, Müslim, Kasamet: 25, 26, Ebû Dâvud, Hudud: 1, Tirmizî, Hudud: 15, Nesâî, Tahrim: 1, Dâremi, Siyer: 11, Ahmed: 1/61, 63, 65, 70, 163, 382, 428, 444, 465, 6/187, 214.

[21] Tirmizî, Salat: 188, Ebû Dâvud, Salat: 145, Nesâî, Salat: 6, tahrîm: 2, İbn Mâce, İkame: 202, Daremî, Salat: 91, Ahmed: 2/290, 425, 4/65, 103, 5-72, 377.

[22] Buhari, Müslim: Ubâde b. Sâmit (r.a.)'den...

[23] Buhari, Müslim: Enes b. Mâlik (r.a.)'den.

[24] Müslim, Îmân: 334, 335, 337, 341, 345, Buharî, Daavat: 1, Tirmizî, Daavat: 130, İbn Mâce, Zühd, 37, Daremî, Rikak: 85, Ahmed: 1/281, 295.

[25] Buharî, İlim: 33, rikak: 51, Ahmed: 2/373.

[26] Buhari, İmân: 36, edeb: 44, Müslim, İmân: 116, Tirmizi, Birr: 51, imân: 15, Nesâî, Tahrim: 27, İbn Mâce, Fiten: 4, Ahmed: 1/176, 178, 385, 411, 433, 454, 5, velâ': 3, Nesâi, Hudud: 36, vasaya: 6, Daremî, Siyer: 81, ferâiz: 2, Ahmed: 2/118, 5/38, 46.

[27] Müslim, İmân: 121.

[28] Tirmizî, Nezir: 9, Nesâî, Eyman: 4, İbn Mâce, Keffarat: 2, Daremî, Nezir: 6, Ahmed: 1/47, 2/34, 67, 69, 87, 125, 142.

[29] Ahmed: 1/272, 2/69, 128, 134, 164, 201, 203, 3/14, 28, 83, 226, 399, 6/441.

[30] Ahmed: 2/180, Ebû Dâvud: Amir b. Şuayb'dan.

[31] Buharî, Hudud: 22, talak: 11, Ebû Dâvud, Hudud: 17, Tirmizî, Hudud: 1, İbn Mâce, Talak: 15, Daremî, Hudud: 1, Ahmed: 6/100, 101, 144.

[32] Hafız Bezzar: Ebu Râfi'den...

[33] Fazla bilgi için bak: Neylü'1-evtar: 1/348, 349...

[34] Ahmed: 4/199, 204, 205.

[35] Nevevî Alâ Sahıhi'l-İmami Müslim: 1/499, 500.

[36] Müslim, Mesacid: 179, Tirmizi, Mevakıyt: 1, Ahmed: 4/416, Nesâi...

[37] Tirmizî, Mevakıyt: 1, salat: 1, Ahmed: 1/333-354-3/30.

[38] Müslim, Siyam: 41, Nesâî, Siyam: 30, Ahmed: 5/7, 9, 13, 18, 45.

[39] Kaynaklarıyla İslâm Fıkhı: 1/176-179

[40] es-Siracü'I-Vahhac Alâ Methi'l-Minhac: 34-35. Fethü'l-Vahhab bi-şerhi Menhıci’t-Tullâb: 1/30.

[41] el-Muğnî: 1/370-1575'den özetlenerek...

[42] el-Müdevvenetü’I-Kübrâ: 1/55-57'den özetlenerek...

[43] Şerhu Meâni'1-Asâr: 1/176-184'den özetlenerek

[44] Neylü'I-Evtar: 352'den özetlenerek...

[45] Mîzânti'l-İ'tidâl: 2/554-4840 nolu Abdurrahman...

[46] Mizânü'l-İ'tidâl: 1/585-2217 nolu Hâkim...

[47] Müsned-i Bezzar, Nâsburraye: 1/224.

[48] Müslim, mesacid: 188, Ebû Davud, salat: 4, Daremi, Salat: 66, Ahmed: 4/420, 423.

[49] Müsned-i Ahmed: 3/135-160.

[50] Buhari, Mevakıt: 9-10, ezam: 18, Ahmed: 5/155-162-178.

[51] Buharî, mevakıt: 9-10 bedü'l-halk: 10, Ebû Dâvud, salat: 4, Tirmizi, salat; 5, Nesai, mevakıt: 5, İbni Mace, salat: 4 Daremi, salat: 14, Taberani, vuku: 27-29, Ahmed: 2/229-238-266-318-348.

[52] Sahih-i Müslim, Buhari, bedü'l-halk: 10.

[53] el-İhtiyar Ii-Ta'lili'l-Muhtar: 1/40.

[54] Fethülvahhab bi-Şerhi Menheci't-Tullâb: 1/31.

[55] el-Muğnî: 1/383.

[56] el-Müdevvenetü'l-Kübra: 1/55-56.

[57] Fethü'l-allâm li Şerhi Büluği'l-merâm: 1/78'den özetlenerek.

[58] Mizânü'l-i'tidâl: 2/99-100, 2995 nolu Zeyd...

[59] Nasburraye: 1/228.

[60] Şerhu Meâni'1-Asar: 1/184-186.

[61] Şerhu Meâni'1-Asâr: 1/187-188.

[62] Ebû Dâvud, salât: 2, Nesai, Mevakiyt: 15, Ahmet: 2/210-213-223.

[63] Buhari ve İbn Mâce dışında el-cemaat (eimme-i arbaa) rivayet etmiştir

[64] Ahmed, Müslim,  Ebû Davud, Nesai, Buhari dışında diğer  hadis  imamları rivayet etmişlerdir.

[65] İbn Asakir Fi-Garaibi Mâlik, Darekutnî, Beyhaki;  İbn Ömer'den (r.a.) merfuân rivayet etmişlerdir.

[66] Buhari, mevakıyt: 11-13,   ezan: 104, Müslim, mesacid: 235, Nesai, mevakıyt: 2, Daremi, salat: 98, Ahmet: 4/425, Ebû Davud, salat: 2.

[67] Müslim, mesacid: 197.

[68] Buhari, şirket: 1, Müslim, mesacid: 198-199, Ahmed: 4/141.

[69] Buhari, mevakıt: 15-34, Nesai, salat: 15,  İbn Mace, salat: 9,  Ahmed: 3/237 5/349-360-361.

[70] el-İhtiyar li-Ta'lili'1-Muhtar: 1/40'dan özetlenerek...

[71] Fetâvâ-yı Hindiyye: 1/52.

[72] Şerhûlvahhab li-Şerhi Menheci't-Tullâb: 1/30.

[73] el-Muğnî: 1/391-392, Buhari, Müslim, Enes b. Mâlik'den.

[74] el-Müdevvenetü'1-Kübra: 1/58.

[75] İbn Hibban: 8/4.

[76] Tirmizi: Yakub b. Velîd el-Meden’den, o da Abdullah b. Amer'den.

[77] Fazla bilgi için bak: Mîzânü'l-i'tidâl: 4/455, 9829 nolu Yakup.

[78] Mîzanü'l-i'tidal: 1/31, 90 nolu İbrahim...

[79] Nasburraye li-Ahadisi'1-Hidâye: 1/242-243.

[80] Mîzanü'I-i'tidal: 1/52, 165 nolu İbrahim...

[81] Buharî, Müslim: Ebû Hüreyre (r.a)'den.

[82] Fazla bilgi için bak, Şerhu Meâni'l-Asan: 1/189-194.

[83] Fethü'l-allam: 1/77'den özetlenerek...

[84] Buharî, tefsir: 2, 42, cihâd: 98, mağazî; 29, Müslim, mesacid: 202, 206, Ebû Davud, salat: 5, Tirmizi, tefsir: 2-31, Nesaî, salat: 14, İbni Mâce, salat: 6, Daremi, salat: 28, Ahmed: 1/82, 113, 122, 126, 135, 137, 144, 146, 154, 292, 404, 456.

[85] Müsned-i Ahmed: Abdullah b. Ahmed'in tesbit ve rivayetiyle...

[86] Müslim, mesacid: 202, 206, İbn Mâce, salat: 6, Ahmed: 1/82, 113, 122, 126, 135,137.

[87] Tirmizi, salat: 112, Daremî, salat: 28.

[88] Tirmizi, salat: 19, Ahmed: 5/12, 13, 23.

[89] Ahmed: 5/8, Daremî, Salat: 5.

[90] Müslim, Ahmed b. Hanbel: Bera' b. Azıb (r.a.)'den.

[91] Buhari dışında el-Cemaa (beş muhaddis) rivayet etmiştir.

[92] Buhari, mevakıy: 11, 21, Müslim, salat: 233, Ebû Dâvud, salat: 3-5, Nesai, mevakıyt: 18, İbn Mace, salat: 4, Ahmed: 3/369, 4/250.

[93] Ahmed: 5/206.

[94] Neylü'l-evtar: 1/363.

[95] Fazla bilgi için bak: Neylü'l-evtar: 1/363-368.

[96] Müslim, mesacid: 216, Ebû Davud, salat: 3, Tirmizî, mevakıyt: 8, İbn Mâce, İkame: 44-111. Daremî, salat.

[97] Ebû Davud, Ahmed: 4/147-349, 5/417, 422.

[98] Buhari, Ahmed, Nesai, İftitâh: 67.

[99] Fetâvâ-yı Hindiyye: 1/53, Fazilet-i evkat.

[100] Fethü'l-Vahhab bi-Şerhi Menheci't-Tullâb: 1/30.

[101] el-Muğnî: 1/392.

[102] el-Müdevvenetti'1-kübrâ: 1/56.

[103] Fıkhü's-Sünne: 1/101.

[104] Buhari, Müslim: Rafi' b. Hudayc (r.a.)'den.

[105] Fazla bilgi için bak, Fethülallam li-Şerhi Bülûği’l-meram: 1/78.

[106] Şerhu Meâni'1-Asar: 1/147.

[107] Neylü'l-evtar: 2/5-8.

[108] Nasburraye: 1/246.

[109] Buhari, ezan: 42, et'ime: 58, Müslim, mesacid: 64-68.

[110] Buhari, ezan: 42, et'ime: 58, Müslim, mesacid: 64-66, Ebû Davud, et’ime: 10, Tirmizi, mevakıyt,  145, Nesâî, İmamet: 51, İbn Mâce, ikamet: 34, Daremi, salat: 58, Ahmed: 2/20, 102, 3/100, 110, 161, 231, 238, 249, 4/49, 54, 6/40, 51, 149.

[111] Ahmed: 2/20, 102, 3/100, 110, 161, 231, 238, 249, 4/49, 54, 6/40, 51, 149.

[112] Ebû Davud, et'ime: 10.

[113] Neylül-Evtar: 2/7.

[114] Neylül-Evtar: 2/7.

[115] Buhari: 1/590.

[116] Müslim ve Ebü Davud: Enes (r.a.)'den.

[117] Buhari, teheccüd: 35, İ'tisam: 27, Ahmed: 5/58.

[118] Buhari, ezan: 14, 16, müsafirin: 304, Ebû Dâvud, tatavvu': 11, Tirmizi, salât: 22, Nesaî, ezan: 39, İbn Mace, ikamet: 110, Daremi, salat: 145, Ahmed: 4/86 5, 54, 56, 57.

[119] Buhari, Müsned-i Ahmed, Abdullah b. Muğaffel (r.a.)'den,

[120] Hâşiyetü't-Tahtavî ala Meraki'l-felâh: 102.

[121] Fethülvahhab bi-Şerhi Menheci't-Tullab: 1/56.

[122] Darekutnî, Ebû Dâvud, salat: 2, Tirmizi, salat: 1, Nesâî, mevakıyt: 6, 7, 10, 12, 15, 17, 29, İbn Mace, salat: 1, Ahmed: 1/333, 2/4, 3/30, 129, 169, 330, 352, 4, 416, 5/349.

[123] Nesai, mevakıyt:  20, salat: 19, Ahmed: 6/34, 199, 210, 272.

[124] Müslim, Nesâi, Ahmed: 5/89.

[125] Buhari, mevakiyt: 11, 18, 21, mesacid: 223, Ebû Davud, salat: 3, 5, Nesâi, mevakıyt: 18, İbn Mace, salat: 4, Ahmed: 3/369, 4/250.

[126] Müslim, mesacid: 218, 225, Nesâî, salat: 19, mevakıyt: 20-21.

[127] İbn Mâce, salat: 8, Nesâi, mevakıyt: 21.

[128] Ahmed: 3/5.

[129] Sahîh-i Buhari: Hz. Aişe (r.a.)'dan.

[130] Ahmed b. Hanbel, İbn Mace, Tirmizi Ebû Hüreyre (r.a.)'den

[131] Bedayi'u's-Sanayi' Fi Tertibi'ş-Şerayi: 1/124.

[132] Fethülvahhab bi-Şerhi Menheci't-Tullab: 1/30.

[133] el-Muğnî: 1/393.

[134] el-Muğni: 1/393'den özetlenerek..

[135] el-Müdevvenetü'l-Kübra: 1/56.

[136] Fıkhü's-Sünne: 1/103.

[137] Şerhu Meâni'l-Asâr: 1/156-158'den özetlenerek...

[138] Fethü'l-allâm li-Şerhi Bulûği'l-Meram: 1/78-84'den özetlenerek...

[139] Fazla bilgi için bak: Fethü'l-Allam: 1/84.

[140] Neylü'I-Evtar: 2/15.      .

[141] Fazla bilgi için bak: Nasburraye: 1/247.

[142] Buhari, Mevakiyt: 13-20, Müslim, Mesacid: 218-225, Nesâi, Mevakıyt: 20, Ahmet: 2/131, 4/423, 5/432, 6/ 215.

[143] İbn Mâce, salat: 12, Ahmed: 1/389, 410.

[144] Tirmizi, salât: 12, Ahmed: 1/26, 34.

[145] Sahîh-i Müslim: İbn Abbas (r.a.)'dan.

[146] Neylü'l-Evtar: 2/16.

[147] Neylü'l-Evtar: 2/16.

[148] Müsned-i Ahmed ve Tirmizî.

[149] Fazla bilgi için bak: Neylü'l-Evtar: 2/16, 17.

[150] Buhari, salat: 13, mevakiyt: 27, ezan: 163, Müslim, mesacid: 230, 231, 232, Ebû Davut, salat: 8, Tirmizi, mevakiyt: 2, Nesâî, mevakıyt: 25, seher: 101, Daremî, salat: 20, Taberani, vukût: 4, Ahmed; 6/33, 36, 179, 248.

[151] Ebû Dâvud, salat: 2.

[152] Buhari, savm: 19, Müslim, siyam: 47, Tirmizi, savm: 14, Nesâî, siyam: 21, 22, İbn Mace, savm: 23, Daremi, savm: 8, Ahmed: 5/82, 185, 188.

[153] Müsned-i Ahmed: Ebû Rabi (r.a.)'den.

[154] Hüseyin b. Mes'ud el-Bağavî, şerhü's-Sünne, Müsnedü'l-Musannaf.

[155] el-Bahrü'r-râik  Şerhü  Kenzi'd-dakayık: 1/260, el-İhtiyar li-Ta'lilil-Muhtar: 1/39.

[156] Fazla bilgi için bak: Şerhu Maani'1-Asâr: 1/176-184.

[157] Fethülvahhab bi-Şerhi Minheci't-tullâb: 1/30.

[158] el-Ümm: 1/75.

[159] el-Ümm: 1/75.

[160] el-Muğni, Fasl-i salat-i subh: 1/394.

[161] el-Muğnî: 1/394.

[162] el-Muğnî. 1/395

[163] el-Müdevvenetü'l-Kübra, Ma caae fi'1-vukut: 1/56, 57.

[164] Nasburraye Li-Ahadîsi'1-Hidâye: 1/240.

[165] Mizânü'l-i'tidâl: 4/524-10182 nolu Ebû Rebî’..

[166] Tirmizi, salat: 23, cumuâ: 25, hacc: 57, tefsir: 3, Nesâî, mevakıyt: 11, 28, 30, salat: 23, 197, cumua: 25, 41, İbn Mace, ikamet: 91, menasik; 106, Daremî, salat: 27, menasik: 54, Taberani, vukut: 15, 17,  18, cumua: 13, hacc: 170.

[167] Buhari, mevakıyt: 60, menasik: 68.

[168] Müslim, mesacid: 18, Nesâi, mevakıyt: 11, 28, Ahmed: 2/399, 474, 6/78, İ. Mâce.

[169] Bedayi'u's-Sanayi' Fi-Tertibi'ş-Şerayi': 1/127.

[170] Fethülvahhab bi-Şerhi Menheci't-Tullâb: 1/31, es-Siracülvahhac alâ metni'l-Minhac: 35.

[171] Fethülvahhab bi-Şerhi Menheci't-Tullâb: 1/31.

[172] el-Muğnî, İdrak-i rek'ât bölümü: 1/377, 378.

[173] el-Muğnî, İdrak-i rek'ât bölümü: 1/378.

[174] el-Fıkhu alâ'I-mezahibi'l-erbaa: 1/181.

[175] el-Mudevvenetü'1-Kübra, idraki rekât yevmi'l-cumu'â: 1/147.

[176] Tirmizî, cumu'a: 23, Ebû Dâvud, salat: 234, Nesai, mevakıy: 30, cumu'a: 41, İbn Mâce, İkamet: 91, Taberani, cumu'a: 12.

[177] Tirmizî, cumu'a: 23, Ebû Dâvud, salat: 234, Nesai, mevakıy: 30, cumu'a: 41, İbn Mâce, İkamet: 91, Taberani, cumu'a: 12.

[178] Neylü'l-evtar: 2/25.

[179] Fethülallâm li-Şerhi Bülûği'l-meram, mevakiyt: 1/80, Neylü'1-evtar, İdrak-i ba'zı's-salat: 2/25.

[180] Buhari, mevakiyt: 29, Müslim, mesacid: 161, 165, Ebû Dâvud, salat: 102, Tirmizi, salat: 23, 197, cumu'a: 25, Nesâî, mevakiyt: 11, 28, 30, cumu'a: 41, Daremî, salât: 22, Taberani, cumu'a: 13-15, Ahmed: 2/241, 254, 265, 271, 280, 376.

[181] Fıkhü's-Sünne, İdraki rekât: 1/105.

[182] Geniş bilgi için bak: Nasburraye li-Ahâdısi’l-Hidâye: 1/229, 229.

[183] Buhari, mevakiyt: 37, Müslim, mesacid: 309, 314, 315.. Ebû Dâvud, salat: 11, Tirmizi, salat: 16, 17, Nesâî, mevakiyt: 52, 54, İbn Mace, salat: 10, Daremî, salât: 26, Taberani, salat: 25, sefer: 77, Ahmed: 3/100, 243, 237, 269, 282, 5/22.

[184] Müslim, mesacid: 316, Taberani, vuku: 26, Ahmed: 3/184, 216.

[185] Nesai, mevakıyt: 52, 54, Tirmizi, salat: 16, 17, Ebü Davud, salat: 11.

[186] Müslim, mesacid: 311, Ebû Davud, salat: 11, Tirmizî, mevakıyt: 16, Nesai, mevakıyt: 53, İbn Mace, salat: 10, Ahmed: 5/305.

[187] Şerhu Fethilkadir, Kazâ-i fevâit: 1/346.

[188] Ebû Davud, salat: 11, Nesaî, mevakiyt: 53, İbn Mace, salat: 10, Daremî, salat: 26.

[189] el-Ümm, salât-ı faite: 1/78.

[190] el-Mugnî, kazai fevaitle ilgili mesle: 1/607.

[191] el-Müdevvenetü'l-Kübra, Kaza-i salat: 1/139.

[192] Şerhu Meâni'1-Asâr, kaza-i salat: 1/484, 465.

[193] Mizânü'l İ'tidâl: 4/109, 8526 nolu Mesleme.

[194] Sahih-i Müslim.

[195] Mizânü'l İ'tidâl: 1/580, 2251 nolu Hammâd...

[196] Şerhu Meâni'1-Asâr: 1/465.

[197] Mizânü'l-i'tidâl: 3/70, 5641 nolu Atâ'.

[198] Şerhu Meâni'l-Asar: 1/466.

[199] Buharî, mevakiyt: 36, havf: 4, mağazî: 29, Müslim, mesacid: 209, Tirmizî, salat: 18, Nesâî, sehiv: 103.

[200] Daremi, salat: 186, Nesâî, mevakıyt: 55, ezan: 23, Ahmed: 3/25.

[201] Meraku'l-felâh, kaza-i fevâit: 77.

[202] Haşiyetü't-Tahtavî Ala Meraki'1-Felâh, Kaza-i fevâit: 239.

[203] el-Fıkhu Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa, Kazau'l-faite: 1/491, 495, 496.

[204] el-Muğnî, mesele: Men zekere enne aleyhi salatün: 1/607, el-Fıkhu Ala Mezahibi'-Arbaa: 1/495.

[205] el-Müdevvenetü'1-Kübra, kaza-i salat: 1/131.

[206] el-Fıkhu Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa, muraatü't-tertîb: 1/494.

[207] Mizânü'l İ'tidal: 1/465, 1747 nolu Haccac...

[208] Müsned-i Ahmed, Taberânî el-Mu'cem'inde İbn Lehîs tarikiyle...

[209] Fazla bilgi için bak: Nasburraye: 1/164, 165.

[210] Mizânü'l İ'tidâl: 2/646-1572 nolu Abdülkerim.

[211] Nasburraye lİ-Ahadîsi'1-Hidâye: 1/163.

[212] Mîzanü'l-i'tidal: 2/632, 5119 nolu Abdülaziz...

[213] Fazla bilgi için bak: Mîzanü'l-i'tidal: 2/338, 3999 nolu Talha...  

[214] Buhari, ezan: 1, Müslim, salat:1, Tirmizi, salat: 1, Nesai, ezan: 1, Ahmed: 2/148.

[215] Neylü'1-evtar, ebvab-i ezan: 2/35.

[216] Müsned-i Ahmed.

[217] Buhari, Müslim.

[218] Müslim, İbn Mace, Müsned-ı Ahmed.

[219] Ebû Davud, Tirmizî.

[220] Ebû Davud, Nesâî, Ahmed.

[221] Şerhu Fethilkadir, babü'1-ezan: 1/167, 168.

[222] Fethülvahhab bi-Şerhi Menheci't-Tullâb, babü'1-ezan: 1/33.

[223] Mu'cemu'l-Fıkhi'l-Hanbelî, ezan: 1/23.

[224] el-Fıkhu Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa, hukmü'l-ezan: 1/313.

[225] Ebû Dâvud, Salat: 46, Ahmed: 5/196-6/446.

[226] Şevkani'nin görüşü için bak: Neylü'l-evtar: 2/36.

[227] el-Ümm, babu cimai'1-ezân: 1/82.

[228] Ebû Davud, salat: 28, İbn Mace, ezan: 1, Daremi, salat: 3, Ahmed: 4/42.

[229] Tirmizî, mevakıyt: 25, Ebû Dâvud, salat: 28, İbn Mace, ezan: 1, Daremi, salat: 3, Ahmed: 4/42.

[230] Buharî, ezan: 1-3, enbiya: 50, Müslim, salat: 2, 3, 5, Ebû Davud, salat: 29, Tirmizî, salat: 27, Nesâi, ezan: 2, İbn Mace, ezan: 6, Daremî, salat: 6, Ahmed: 3/103.

[231] Ebû Dâvud, Nesâi, Ahmed: 2/85, 87.

[232] Müslim, Nesâî, Ahmed: 3/403, 409.

[233] Ebû Davud, Ahmed: 3/408, 409.

[234] Bedayi'u's-Sanayi' Fi-Tertibi'ş-Şerayi, babu'l-ezan: 1/148.

[235] Bedayi'u's-Sanayi’ Fi-Tertihi'ş-Şerayi, babu'1-ezan: 1/148.

[236] Bedayi’u’s-Sanayi’ Fi-Tertibi'ş-Şerayi, babu'I-ezan: 1/148.

[237] es-Siracü'1-vehhac Ala Metni'1-Minhac, faslü'l-ezan ve'1-ikame: 37, Fethü'lvahhab bi-Şerhi Menheci't-Tullab, babü'1-ezan: 1/34.

[238] el-Muğnî, faslün el-aslâ fi'1-ezan: 1/404.

[239] Mu'cemü'l-Fikhı'l-Hanbeli, Sıfatü'l-Ezan: 1/26.

[240] el-Muğnî, meseletün: 1/406.

[241] el-Müdevvenetü'l-kübrâ, Fi'l-ezan: 1/57, 58.

[242] Neylü’l-evtar: 2/41.

[243] Mîzanü'l İ'tidâl: 3/674, 8017 nolu Muhammed b. Amir...

[244] Neylü'l-evtar: 2/42

[245] Şerhu'l-İmami'n-Nevevî Ala Sahih'il-İmam Müslim: 2, sifetü'l-Ezan: 468.

[246] Mizânü'l-i'tidal: 1/222, 849 nolu İsmail...

[247] Mizânül-i'tidal: 3/631, 7888 nolu Muhammed... 1/438-1632 nolu Harîs...

[248] Neylü'l-evtar: 2/43.

[249] Neylü'l-evtar: 2/47.

[250] Şerhu Meâni'l-Asâr: 1/131.

[251] Şerhu Meâni'l-Asâr: 1/1132-133.

[252] Şerhu Meâni'l-Asâr.

[253] Şerhu Meâni'l-Asâr: 1/134.

[254] Şerhu Meâni'1-Asân 1/134.

[255] Nasburraye: 1, babü'l-ezan: 258.

[256] Fazla bilgi için bak: Nasburraye: 1/255-259.

[257] Şerhu Meâni'1-Asâr: 1/136.

[258] Şerhu Meani'I-Asâr: 1/137.

[259] Şerhu Meâni'1-Asâr: 1/137.

[260] Şerhu Meâni'1-Asâr: 1/137.

[261] Tecrîd-i Sarih Tercemesi: 2/564, Müslim, Ebû Davud, İbn Mâce, Nesâî, ezan: 14, Ahmed: 2/136, 411, 429, 458, 461.

[262] Buharî, ezan: 5, bed-i halk: 12, tevhîd: 52, İbn Mâce, Nesâî, ezan: 14, Taberâni: 5, Ahmed: 3/35, 43.

[263] Bedayi'u's-Sanayi' Fi-Tertibi'ş-Şerayi': I/150,151'den özetlenerek...

[264] Fethülvahhab bi-Şerhi Menheci't-Tullâb: 1/33.

[265] el-Muğnî, faslü'1-ezan: 1/423'den özetlenerek...

[266] el-Müdevvenetetü'l-kübrâ, el-kelâmu fi'1-ezan: 1/59.

[267] Fethülallâm, babü'l-ezan: 1/86'dan özetlenerek...

[268] Fıkhü's-Sünne, ma-yüstehebbü li'l-müezzini: 1/117.

[269] Neylü'1-evtar, babu refi’s-savt: 2/50.

[270] Buharî, ezan: 7, salat: 10-11, Tirmizî, salat: 40, menakib: 1, Nesâî, ezan: 33, 35, 37, İbni Mace, ezan: 4, Taberani, nida: 2, Daremi, salat: 10, Ahmed: 1/120-2, 188 - 3/6, 53, 90 - 4/92, 83, 95, 98, 200- 3/9, 328.

[271] Müslim, Ebû Dâvud: Ömer b.Hattab (r.a.)'den.

[272] Ebü Dâvud: Şehr b. Havşeb'den...

[273] Buharî, ezan: 8, tefsin 17, Ebû Davud, salat 43, Nesâî, ezan: 38, İbn Mâce, ezan: 4, Ahmed: 3/337, 354.

[274] Müslim, Ebû Dâvud, Nesâi, Tirmizî: Abdullah b. Amir (r.a.)'den.

[275] Tirmizî, salat:  44, daavat: 128, Ebû Dâvud, salat: 35, 37, cihâd: 39, Ahmed: 3/119, 155-225, 254.

[276] İbn Adiy, Beyhakî; Hadîsin zayıf olduğu tesbit edilmiştir.

[277] Bedayi'u's-Sanayi' Fi-Tertibi'ş-Şerayi' 1/155'den özetlenerek.

[278] Fethülvahhab bi-Şerhi Menheci't-Tullab: 1/35.

[279] El-Muğnî: 1/427.

[280] el-Muğnî, limen semi'a'1-müezzine: 1/426, 427.

[281] el-Fıkhu Alâ'l Mezahibi'I-Arbaa: 1/317, 318.

[282] Fikhü's-Sünne: 1/114'den özetlenerek...

[283] Bilgi için bak: Fethülallâm Li-Şerhi Bülûği'l-merâm: 1/92.

[284] Neylü'l-evtar: 2/58.

[285] Fazla bilgi için bak: Mîzanü'l i'tidal: 2/283, 3754 nolu Şehr

[286] Fazla bilgi için bak; Mîzanü'l-i'tidal: 3/83, 5679 nolu Ufeyr...

[287] Buhari, Müslim, Ebû Davud, Tirmizi, İbn Mâce, Ahmed.

[288] Ebû Davûd, Ahmed.

[289] Bedayi'u's-Sanayi', Fi Tertibi'ş-Serayi': 1/151.

[290] Bedâyi': 1/151.

[291] el-Muğni, ezan: 415, 416.

[292] el-Muğnî, ezan: 415, 416.

[293] Tenvîrü'l-Havâlik Şerhün Ala Muvatta'i Mâlik: 1/92.

[294] Fazla  bilgi için bak: Mîzanü'l-i'tidal: 2/561, 4866 nolu  Abdurrahman...

[295] Fazla bilgi için bak: Mizanül-i'tidal: 2/135, 3160 nolu Sâid...

[296] Nasburraye: 1/280.

[297] Bedayi'u's-Sanayi' Fi-Tertibi'ş-Şerayi, Ezan: 1/150'den özetlenerek.

[298] Bedayi'u's-Sanayi' Fi-Tertibi'ş-Şerayi', Ezan: l/150'den özetlenerek...

[299] el-Muğnî, ezan: 1/412.

[300] el-Muğnî, ezan: 1/412.

[301] Fethülallâm Li-Şerhi Bülûği'l-Merâni: 1/94.

[302] Fethülallâm Li-Şerhi Bülûgî'l-merâm: 1/94'den özetlenerek.

[303] Müslim, salat: 187, Tirmizî, mevakıyt:  41, İbn Mâce, ezan: 3,  ikamet: 48, Ahmed: 4/218, 334.

[304] İbn Seyyidinnas, Şerh-i Tirmizî'de rivayet etmiştir

[305] Fetâvâ-yı Hindiyye: 1/54.

[306] Bedayi'u's-Sanayi' Fi-Tertibi'ş-Şarayi': 1/152.

[307] Bedayi'u's-Sanayi' Fi-Tertibi'ş-Şarayi': 1/152.

[308] Bedayi'u's-Sanayi' Fi-Tertibi'ş-Şarayi': 1/152 .

[309] el-Ümm: 1/84'den özetlenerek...

[310]  el-Ümm: 1/84'den özetlenerek...

[311] el-Muğnî-ezan: 1/415.

[312] el-Muğni-ezan: 1/415.

[313] el-Muğnî-ezan: 1/415.

[314] el-Müdevvenetü’I-kübra: 1/62.

[315] Neylü'l-evtar: 2/65.

[316] Müslim, mesacid: 31, Nesâî, mevakiyt: 55, Ahmed: 2/428, 4/441.

[317] Tirmizî, mevakıyt: 18, Ahmed: 1/375, Nesâî, ezan: 21, 22.

[318] Fetâvâ-yı Hindiyye, ezan: 1/54, 55, Bedayi’: 1/154.

[319] Fethülvahhab Bi-Şerhi Menheci’t-Tullâb, ezan: 1/33.

[320] el-Muğnî, faslün: men fatethü salâvatün: l/419'dan özetlenerek...

[321] el-Muğnî, faslün: men fatethü salâvatün: 1/419, el-Müdevvenetü'l-Kübrâ, ezan: 1/62.

[322] Fazla bilgi için bak: NeyIü'l-evtar: 2/67, 68, Nasburraye: 1/279, 280.

[323] Ebû Dâvud, hammam: 2, Tirmizî, edeb: 22, 39, İbn Mâce, nikâh: 28, Ahmed: 5/3, 20.

[324] Ebû Dâvud, cenâiz: 28, İbn Mâce, cenâiz: 8.

[325] Tirmizî, edeb: 40, Ahmed: 1/275, 290, 497, Buhari kendi Tarih'inde...

[326] Tirmizî, edeb; 40, Ahmed.

[327] Muvatta', Ahmed b. Hanbel. Ebû Davud, Tirmizi, hasenün...

[328] el-Fıkhu Alâ’l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/188.

[329] Fethülvahhab Bi-Şerhi Menheci't-Tullâb, şurutü's-salat: 1/48, 49, el-Fıkhu Alâl-Mezahibi'l-Arbaa: 1/189.

[330] el-Muğnî, ma-yestürü: 1/577, 578'den özetlenerek...

[331] el-Fıkhu Alâ'l-Mezahibî'l-Arbaa: 1/189.

[332] el-Müdevvenetü'1-Kübra, salâtü’l-harâir: 1/94, 95.

[333] Bedayi'u's-Sanayf Fi-Tertibi'ş-Şerayi': 1/117.

[334] el-Mufenİ: 1/579.

[335] Müslim, fezail: 26, Ahmed: 1/71- 6/62, 155, 288.

[336] Buhari, salat: 12, Müsned-i Ahmed.

[337] Geniş bilgi için bak: Mizânü'l-i'tidâl: 4/586, 10729 nolu Ebû Yahya.

[338] Şerhu Meâni'1-Asâr: 1/473, 474.

[339] Şsrhıı Meâni'1-Asâr: 1/474.

[340] Buhari, Fazâil-i nebiy: 7.

[341] Ahmed: 2/255, 493.

[342] Müslim, mesacid: 149, Ebû Dâvud, salat: 119, Nesâî, iftitah: 19, İbn Mâce, mesacid: 19, Ahmed: 2/187, 208-3/167,  168,  188, 232.

[343] Buhari, fezail: 5, Tefsin: 207, Müsned-i Ahmed.

[344] Fetâvâ-yı Hindiyye, şurûtü's-salat: 1/58, Şerhu Fethilkadîr: 1/180.

[345] el-Fikhu Alâ'l-Mezahibi'l Arbaa, sitrü'l-avres: 1/189.

[346] El-Muğnî, sitrü'l-avre: 1/579, el-Fıkhu Alâ'l-Mezâhibi'l-Arbaa: 1/189.

[347] el-Muğnî, sitrül-avre: 1/579.

[348] Mizânü'l-İ'tidâl: 2/375, 4135 nolu İbad b. Kesir.

[349] Neyü’l-evtar: 2/73.

[350] Mîzaaü'1-İ’tidal: 3/296, 6485 nolu Umeyr b. İshak.

[351] İbn Mâce, taharet: 132, Tirmizî, salat; 160, Ahmed: 6/150, 218, 259.

[352] Ebû Dâvud, salat; 83, 84, Taberânî, cemaat: 33, 36.

[353] Buhari, libas: 1, 2, 5, fezâil: 5, Müslim, libas: 42, 43, 48, 48, Ebû Davud, Iibas: 25, 27, Tirmizî, libas: 8, 9, İbn Mace, libas: 6, 9, Taberânî, libas: 9, 12, Ahmed: 2/5, 10, 32, 42, 44, 55, 56, 60- 3/5, 44, 97.

[354] el-İhtiyar li-Ta'lili'1-Muhtar: 1/48, 156.

[355] Bedayi'u's'-Sanayi' Fi-Tertibi'ş-Şerayı: 121,122.

[356] Fethülvahhab bi-Şerhi  Menheci't-Tullâb: 1/49, el-Fıkhu Ala’l Mezahıbı Arbaâ: 1/189.

[357] el-Fıkhu Alal-Mezahibi'l-Arbaa: 1/189.

[358] el-Fıkhu Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/189.

[359] Neylü'l-evtar: 2/75.

[360] El-Müdevvenetü'l-Kübra: 1/94.

[361] Neylü'l-evtar: 2/76.

[362] Nasburraye li-Ahadîsi'1-Hidâye; 1/300.

[363] A'râf: 7/31.

[364] Buhârî kendi Tarihinde rivayet etmiştir.

[365] Fıkhü's-Sünneî 1/127.

[366] Ahmed: 2/98.

[367] Buhari, Müslim.

[368] Buharî, salat: 16, libas: 12, Müslim, Iibas: 23, Nesâi, kible: 19, Ahmed: 4/149, 150.

[369] Müslim, libas: 16, Nesâî, zînet: 88, Ahmed: 3/383.

[370] Neylü'l-evtar: 2/90.

[371] Neylü'l-evtar: 2/90.

[372] Müsned-i Ahmed.

[373] Buharî, libas: 25, Müslim, libas: 11, 21.

[374] Buharî, libas: 25, Müslim, libas: 11, 21, Tirmizî, adab: 1, İbn Mâce, libas: 18, Ahmed: 1/20, 26, 36, 37, 39, 49, 2/166, 209, 329, 337, 3/23, 101, 4/5, 156,6/324, 430.

[375] Buhârî, libas: 39; Nesâî, zînet: 40, İbn Mâce, libas: 19.

[376] Ebû Davûd, libas: 7, Nesâî, zînet: 83, Ahmed: 1/90, 139, 153.

[377] Buharî, libas: 30, Ebû Dâvud, Iibas: 11, Nesaî, zînet: 83, İbn Mâce, libas; 19.

[378] Bedayi'u's-Sanayi' Fi-Tertibi'ş-Şerayi': 1/130, 131'den özetlenerek...

[379] Fıkhü's-Sünne: 3/484.

[380] el-Fıkhu Alâ'1-Mezahibi'l-Arba, ma yahîllü lebsühü: 2/10'dan özetlenerek.

[381] el-Muğnî, fimâ yahrum lebsuhu: 1/588.

[382] el-Muğnî, fimâ yahrum lebsuhü: 1/589.

[383] el-Fıkhu Alâ'1-Mezâhibi'l-Arbaa, ma yahillü lebsuhü: 2/11.

[384] el-Fıkhu Alâ'1-Mezahibi'l-Arbaa, ma yahillü lebsuhü: 2/13.

[385] Şerhu Maâni'I-Asar: 4/243, 244.

[386] Şerhu Mâanî'I-Asar: 4/243, 244, Ömer b. Hattata  (r.a.)'dan..

[387] Şerhu Meâni'1-Asar: 4/248.

[388] Neylül Evtar: 2/93.

[389] Mizânü'l İ'tida: 1/364, 1360 nolu Sabit..

[390] Buhari, cenâiz: 2, hibe: 28, bed-i halk: 8, fezâil; 10, et'ime; 29, 32, eşrıbe: 27, 28, edebî 124, isti'zam: 8, Müslim, libas: 7, 9, 40, eşribe: 17, Tirmizi, edep: 45, Nesâî, tatbiyk: 7, cenâiz: 53, zînet; 40, 43, 45, 76, 79, 84, 87, 90, 92, Ahmed; 1/16, 43, 46, 50, 2/99, 4/92, 150, 5/261, 383, 6/228.

[391] Buharî/cenâiz: 2, eşribe: 28, merza, 4, libas 28, 36, 45, istizan, 8, Müslim, Iibas: 8, Tirmizî, salat: 80, libas: 13, 44, edep; 45, Nesâî, tatbiyk: 8, 61, eşrıbe: 26, Ahmed: 1/80, 81, 92, 94, 114, 119, 121,    127, 132, 134, 137.

[392] Ebu Dâvud, libas: 9, Tirmizî, kıyâmet: 32, Ahmed: 4/143, 149, 150- 6/49, 53, 241.

[393] Sahîh-i Müslim, Ahmed: 6/347.

[394] Ebû Dâvud, Nesâî, Müsned-i Ahmed: 4/95.

[395] Bedayi'us-Sanayi Fi-Tertibi'ş-Şerayi’: 5/131'den özetlenerek.

[396] Bedayi'u's'-Sanayi Fi-Tertibi'ş-Şerayi': 5/82.

[397] el-Fıkhu Alâ'l-Mezahibi'I-Arbaa: 2/10,  11'den özetlenerek.

[398] Fethü'l-vahhab bi-Şerhi Menheci't-Tullâb: 1/6.

[399] el-Muğnî: 1/588

[400] el-Muğnî; 1/588, 589 (dan özetlenerek)

[401] el-Fıkhu Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 2/13.

[402] Neylü'I-evtar: 2/97.

[403] Müsned-i Ahmed: 1/73.

[404] Kamus Tercümesi: 1/347, Tadbib maddesi.

[405] Ebû Dâvud, hatem;  7, Tirmizî, libasî 31, Nesâî, zînet: 41, Ahmed :  5/23.

[406] Bedayi'u's-Sanayi' Fi-Tertibi'ş-Şerayi': 5/132.

[407] Bedayi'u's-Sanayi' Fi-Tertibi'ş-Şerayi': 5/132.

[408] Yerinden çıkıp kopan dişin tekrar yerine konulması mümkün mü, değil mi? İmam Ebû Yusuf o gün için bunun mümkün olabileceğini düşünürek ictihadi yürütmüştür

[409] Bedayi'u's-Sanayi' Fi-Tertibi'ş-Şerayi, 5/132, 133.

[410] Fetâvâ-yı Hindiyye, isti'malü'z-zehebi ve'l-fidde: 5/336.

[411] Bedayi'u's-Sanayi' fi-Tertibi'ş-Şerayı': 5/132.

[412] el-Fikhu AIâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 2/14.

[413] Fazla bilgi için bak: El-Fıkhu Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa, Cebir: 1/168.

[414] el-Muğni: 1/277.

[415] Buharî, i'tizam: 1, Müslim, birr: 115, Cennet: 28, Ahmed: 2/244, 251, 315, 323, 463, 519.

[416] Kamus tercümesi, sûret maddesi.

[417] Ebû Dâvud, Buharî, libas: 90.

[418] Buhari, libas: 90, Ahmed: 6/52.

[419] Buharî, bed'-i halk: 7, mezalim: 32, Müslim, Iibas, 83, 88, Ebû Dâvud, libas: 45, Tirmizi, kıyamet:  32,  edeb: 44, İbn Mâce, libas: 45, Nesâî, zînet: 111, 113, Ahmed: 2/305, 308- 4/28-6/49, 53.

[420] Ahmed: 6/247, 478.

[421] Ebû Dâvud, libas: 1, Tirmizî, edeb: 44, Ahmed: 2/305.

[422] Buharî, tevhid: 56, libas: 89, 92, 95, Müslim, libas: 98, 97, Ahmed: 2/40.

[423] Buharî, büyu': 104, Nesâî, zînet: 112, Müslim, libas: 99, Ahmed: 1/308.

[424] Neylü'l-evtar: 2/114.

[425] Neylü'I-evtar: 2/114.

[426] Neylü'l-evtar: 2/115.

[427] Neylü'l-evtar: 2/117.

[428] Şerha Maani'l-asâr: 4/282, Hz. Ali (r.a.)'den

[429] Şerhu Maani'1-asâr: 4/282, Hz. Ali.

[430] Şerhu Maani'l-asâr: 4/282, Hz. İbn Abbas (r.a.)'den

[431] Şerhu Maani'1-asâr: 4/282, Hz. Aişe .

[432] Şerhu Maani'l-asâr: 4/282, Ebu Hureyre (r.a)’den.

[433] Şerhu Maani'1-asâ; 4/282, Hz. Salim b. Abdullah’ın babasından.

[434] Şerhu Maani'1-Asâr: 4/282-286.

[435] Serhu Maani'1-Asâr: 4/287.

[436] Şerhu Maani'l-Asâr; 4/287.

[437] Müslim, İmân: 147, İbn Mâce, duâ: 10, Ahmed: 4/133, 134, 151.

[438] Müslim, imân: 147, İbn Mâce, duâ: 10, Ahmed: 4/133, 134, 151.

[439] Tirmizî, kiyâmet: 39, İbn Mace, cihad: 12, Ahmed: 3/430, 439, 4/131.

[440] Ahmed, Ebû Dâvud, İbn Mâce: İbn Ömer r.a.'dan.

[441] Buharî, fezâil-i sahabe: 5, Ebu Dâvud, libas: 23.

[442] Ebu Dâvud, libas: 27, İbn Mâce, libas: 9.

[443] Buharî, libas: 1, 2, 5; fezâil-i sahabe: 5, Müslim, libas: 42, 43, 46, 48, Ebû Dâvud, libas: 25, 27,  Tirmizî, Iibas: 8, 9, İbn Mâce, libas: 6, 9, Taberânî, libas: 9, Ahmed: 2/5, 10, 32, 42, 44, 46, 55, 56, 60, 65, 67, 74, 76, 81, 386, 397, 409, 430454, 467, 479, 3/5, 44, 97.

[444] Mîzanü'l-i'tidal: 2/241-3592 nolu Sehl.

[445] Neylü'l-evtar: 2/125.

[446] Neylü'l-evtar: 2/127.

[447] Ebû Dâvud, Tirmizî, Nesâî.

[448] Taberânî: Ebû Ümâme (r.a)'den

[449] Mîzanü'l-i'tidali 2/628- 5101 nolu Abdülaziz.

[450] Buharî, libas: 30, Müslim, libas: 19, Ahmed; 1/92, 97, 119, 2/96, 98.

[451] Müslim, cennet: 52.

[452] Ebû Dâvud, libas: 28, Ahmed: 2/325.

[453] fazla bilgi için bak: Şerhu Maani'l-Asâr: 4/332-335

[454] Mîzanü'l-i'tidâl: 4/355- 9437 nolu vehb.

[455] Neylü'l-evtar: 2/130.

[456] Neylü'l-evtar: 2/131.

[457] Dâremî, vüdu'; 13.

[458] Buhari, et'ime: 2, Ebû Dâvud, et'ime: 19, İbn Mâce, et'ime: 8.,Dâremî, et'ime: 9.

[459] Ebû Dâvud, Taharet: 18.

[460] Müsned-i Ahmed: 2/409.

[461] Müslim, eşribe: 105, Ebû Dâvud, et'ime: 19, İbn Mâce, et'ime: 8, Daremî, et’ime: 9, Taberânî, sifatü'n-Nebiy: 8, Ahmed: 2/8, 33, 146, 325, 349.

[462] Nesâi, zinet: 8.

[463] Tirmizî, libas: 28.

[464] Ebû Dâvud, libas: 1, Tirmizi, libas: 28, Ahmed; 3/30, 50.

[465] Ebû Dâvud, libas: 1, Tîrmizî, libas: 28, Ahmed: 3/30, 50.

[466] Fethülvahhab bi-Şerhi Menheci't-Tullâb: 1/14.

[467] el-Muğnî, gaslü'l-meyamin: 1/109.

[468] İbn Hibbân, Beyhaki, Taberânî.

[469] Neylü'l-evtar: 2/132.

[470] İbn Mâce, Ahmed: 5/89, 97.

[471] Ebû Dâvud, taharet: 131, Buharî, vüdu': 69, salat: 3, Müslim, taharet: 107, nesâî, taharet: 185, İbn Mâce, taharet: 81, 83, Daremî, salat: 103, Ahmet: 5/ 89, 97.

[472] Ebû Dâvud, Müsned-i Ahmed.

[473] Geniş bilgi için bak: Bedayi'u's-Sanayi’ Fi-Tertibi'ş-Şerayi': 1/84.

[474] Geniş bilgi için bak: el-Fıkhu Alâ'l Mezahibi'I-Arbaa: 1/13.

[475] Neylü'l-evtar: 2/133.

[476] Neylü'l-evtar: 2/133.

[477] Ebû Ya'lâ, Bezzar, İbn Adiy, Darekutnî, Beyhakî.

[478] Mîzanü'l-i'tidal: 2/60- 2809 nolu Rvh.

[479] Neylü'l-evtar: 2/134.

[480] Buharî, salât: 24, libas: 37, Müslim, mesacid: 60. Tirmîzî, mevakiyt: 176, Nesâî, kıble: 24, Dâremî, salât: 103, Ahmed: 3/100, 166; 4/9.

[481] Ebû Dâvud, salât: 89.

[482] Müsned-i Ahmed: 2/365.

[483] Müsned-i Ahmed: 3/502.

[484] Mîzanü'l-i'tidal: 2/365, 4111 nolu Abbad.

[485] Neylü'l-evtar: 2/146'dan özetlenerek.

[486] Ebû Davud İbn Mâce.

[487] Neylü'I-evtar: 2/146.

[488] Buharî, teyemüm: 1, salât: 56, Müslim, mesacid: 3, 4, 5, Ebû Dâvud, salât: 24, Tirmizî, mesacid: 119, siyer: 5, Nesâi, gusül: 26, İbn Mâce, taharet: 90, Dâremî, salât: 111, siyer: 28, Ahmed: 1/250, 301, 2/222, 240, 250, 412, 442.

[489] el-Hattab.

[490] Buhari, Müslim, Ebû Dâvud, Tirmizî, İbn Mâce: Ebû Saîd (r.a.)'den.

[491] Müslim, cenâiz: 97, 98, Ebû Dâvud, cenâiz: 73, Tirmizî, cenâiz; 57, Nesâî, kıble: 11, Ahmed: 4/135.

[492] Buharî, salat: 52, teheccüd: 37, Müslim, müsafirîn: 208, 209, Ebû Dâvud, salât: 199, vitir: 11, Tirmizî, salât: 213, Nesâi, kiyamü'lleyl: 1, Ahmed: 2/6, 16, 123, 5/192, 6/65.

[493] Buharî, mesacid: 62, Nesâî, cenâiz: 106, Dâremî, salât: 120.

[494] İbn Mâce, mesacid: 4, Müsned-i Ahmed, Tirmizî.

[495] Tirmizî, salat: 14, İbn Mâce, mesacid: 4.

[496] Geniş bilgi için bak: İbn Abidîn: 1/394, 395.

[497] el-Fikhu Alâ'I-Mezâhabı'I-Arbaa: 1/279.

[498] el-Fıkhu Alâ'I-Mezâhabı'l-Arba: 1/279.

[499] el-Fıkhu Alâ'I-Mezâhbı'l-Arbaa: 1/279.

[500] el-Fılîhu Ala'l-Mezâhbı'l-Arbaa .1/279.

[501] el-Fıkhu Alâ'l-Mezâhabı'l-Arbaa: 1/280.

[502] el-Fikhu Alâ'l-Mezahibı 1-Arbaa: 1/230.

[503] Şerhu Maani'I-asâr: 1/384, 385.

[504] Ebu Davud, salat: 24, Tirmizi, salat: 119, İbn Mace, mesacid: 4, Daremi, salat: 111, Ahmet: 3/83; 96.

[505] el-Muğnî: 2/67, 68.

[506] Nasburraye: 2/324.

[507] Neylü'l-evtar: 2/148.

[508] Tenvirü'l-havâlik şerhün alâ Muvatta'i Mâliki:' 2/132.

[509] Neylü'l-evtar: 2/150

[510] Mizanül-i'tidali: 3/207-6149 nolu Ömer.

[511] Müsned-i Aluned: 3/404, 405- 4/85, 86, 150, 302 - 5/54, 55.

[512] Neylü'l-evtar: 2/153

[513] Mîzanü'l-i'tidab, 2/99-2995 nolu Zeyd...

[514] Buharî, hac: 51, Müslim, hac: 393, 394, Ahmed: 2/120, Nesâî, mesacid: 5.

[515] Buhari, Müsned-i Ahmed.

[516] Fetâvâ-yi Hindiyye: 1/65.

[517] el-Müdevvenetü'l-kübra: 1/91.

[518] Fethülvahhab bi-Şerhi Menheci't-Tullab: 1/37.

[519] Derekutnî, el-Hâkim Ebû Abdillah: İbn Ömer (r.a.)'dan.

[520] Ahmed, Tirmizî.

[521] Taberanî, el-Kebir.

[522] Hâyetü't-Tahtavi ala Meraki'l-felâh: 222.

[523] Hâşiyetü't-Tahtâvi alâ Meraki'I-felâh: 222.

[524] Fetâvâ-yı Hindiyye: 1/142.

[525] Fetâvâ-yı Hindiyye: 1/143.

[526] Hâşiyetü'l-Tahtâvî ala Meraki'l-felah: 223.

[527] Hâşiyetü't-Tahtâvî alâ Meraki'l-felâh: 223.

[528] Fetâvâ-yi Hindiyye: 1/143.

[529] es Siracü'I-vahhac alâ metni Minhac: 39, Fethü’l-vahhab bi-Şerhi Menhecı’t-Tullâb: 1/36, 37.

[530] el-Muğnî': 1/435, 436.

[531] Fazla bilgi için bak: el-Muğni: 1/437.

[532] el-Muğni: 1/434.

[533] el-Müdevvenete'I-kübra: 1/123, 124.

[534] Şerhu Maani'1-Asâr: 1/428.

[535] Şerhu Maanil-Asâr: 1/429.

[536] Şerhu Maani'l-Asâr: 1/429

[537] Şerhu Maani'1-Asâr: 1/429, 430.

[538] Darekutnî: Hz. Ali (r.a.)'den.

[539] Mîzanü'l-i'tidali 1/492-1850 nolu Hasan.

[540] Mîzanü'l-i'tidal: 1/483-1829 nolu Hasan.

[541] Neylü'l-evtar: 2/159.

[542] Buharî, salât: 65, Müslim, mesacid: 24, 25, müsafir: 103, zühd: 43, 44, Ebû Dâvud, tatavvu: 1, Tirmizî, salât: 120, 189, 204, Nesâi, mesacid: l, kıyamu'l leyl: 66, 67, 1/20, 53, 61, 70, 241, 2/221, 298, 388, 6/328, 327, 428, 461.

[543] Müsned-i Ahmed: 1/53, 70.

[544] Ebû Dâvud: İbn Abbas'dan.

[545] Buharî, Müslim, Nesâî, İbn Mace, Ebû Dâvud.

[546] Fetâvâ-yı Hindiyye: 5/319.

[547] Fetâvâ-yı Hindiyye: 5/319.

[548] el-Fıkhu Alâ'I-Mezahibi'I-Arbaa: 1/287.

[549] el-Fıkhu Ala'l-Mezahibi'I-Arbaa: 1/287.

[550] Mîzanü'l-i'tidal: 4/351, 0425 nolu Vehb.

[551] Fazla bilgi için bak: Neylü'l-evtar; 2/165.

[552] Müslim, mesâcid: 57, Ebû Dâvud, salât: 16, Tirmizî, seva-ı kur'an: 19, Ahmed; 5/178 180.

[553] Tirmizî, cumaa: 64, Ebû Dâvud, salât: 13, İbn Mâce, mesacid: 8, 9.

[554] Müsned-i Ahmed, Tirmizi.

[555] Buhari, ezan: 160, i'tisam: 24, Müslim, mesâcid: 68, 72, 74, 76, Ebû Dâvud, et'ime: 40, Tirmizî, et'ime: 27, İbn Mace, ikamet: 58, Nesai, Mesacid: 16, Daremi, Etime: 21, Taberânî, taharet: 1, Ahmed, 2/13, 20, 3/12, 4/99, 5/26.

[556] Ebû Dâvud.

[557] Müsned-i Ahmed, Nesâî, Müslim, Ebû Dâvud

[558] Müsned-i Ahmed, İbn Mâce Hz. Fatıma (r.a.)’dan.

[559] Neylü'l-evtar: 2/174.

[560] Müslim, mesacid: 79, münafıkîn: 17, Ebû Dâvud, salât: 21.

[561] Müslim, mesacid: 79, münafikîn: 17, Ebû Dâvud, salât:  21, İbn Mace, mesacid: 11, Ahmed: 2/349, 420

[562] Müsned-i Ahmed: 2/350, 418, İbn Mâce, mesacid.

[563] Tirmizî, diyat: 9, İbn Mâce, hudud: 31, Dâremî, diyat: 6, Ahmed: 3/434.

[564] Tirmizî, buyû': 75, Taberânî, sefer, Müsned-i Ahmed.

[565] Ebû Dâvud, salat: 214, Tirmizî, büyû: 75, Nesâî, mescid: 22, İbn Mace, Mesacid: 5, Ahmed: 2/179, 212

[566] Buharî, talak: 20, 31, Müslim, Iiân: 12, Nesâî, talâk: 39.

[567] Müslim, fezâil-i sahabe: 151, Müsned-i Ahmed:  5/222.

[568] Müsned-i Ahmed: Câbir (r.a.)'den.

[569] Sahîh-i Buharî, Sahîh-i Müslim Abbad b. Temîm'den.

[570] Sahîh-i Buhari, Nesâî, Ebû Dâvud, Müsned-i Ahmed.

[571] Sahîh-i Buharî, Sahîh-i Müslim: Aişe (r.a.)'dan.

[572] Ebû Davud, Abdurrahman b. Ebübekir (r.a.)'dan

[573] İbn Mâce, Abdullah b. el-Hâris (r.a.)'den.

[574] el-Fıkhu Alâ-1-Mezahibi'l Arbaa: 1/284-290'dan özetlenerek.

[575] el-Fıkhu Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/284-290'dan özetlenerek.

[576] el-Fıkhu  Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/284-280'dan  özetlenerek.

[577] el-Fıkhu Alâ'l-Mezahibi'I-Arbaa: l/284-290'dan özetlenerek.

[578] Neylü'l-evtar: 2/175.

[579] Neylü'l-evtar: 2/100.

[580] Mîzanü'1-i’ tidlâl: 4/450-9810 nolu Yakub b. Humayd.

[581] Buharî, salât: 15, Ahmed: 3/151, 283.

[582] Müsned-i Ahmed: 4/68-5/380.

[583] Müsned-i Ahmed: Ebû Hüreyre (r.a.)'den.

[584] Müslim, mescit: 258, Ebû Dâvud, salât: 42, Tirmizî, mevâkit: 36, Ahmed: 2/410, 416, 471-6/5, 537, Nesâî, salat: 40, İbn Mâce, ezan: 7, Daremî, salat: 12.

[585] İbn Seyyidi'n-Nâs,Tirmizî'nin şerhinde.

[586] Fazla bilgi için bak: Mizanü'l-itidal: 1/67-224 ve 225 nolu İbrahim meddelerine.