Namazda Kıbleye Yönelmek. 3

Çıkarılan Hükümler: 5

Uzak Mesafede Olanların Kıblesi 5

Çıkarılan Hükümler: 6

Namaza Tekbir İle Başlamak Farzdır 7

Çıkarılan Hükümler: 8

İmam Saflar Düzene Girdikten Ve İkamet De Bittikten Sonra Tekbir Getirir 9

Çıkarılan Hükümler: 10

Namazda Elleri Kaldırmak. 10

Çıkarılan Hükümler: 13

Namazda Sağ Eli Sol El Üzerine Koymak. 13

Çıkarılan Hükümler: 15

Namazda Secde Yerine Bakmak. 16

Çıkarılan Hükümler: 17

Tekbirle Kıraat Arasında İstiftah. 17

Çıkarılan Hükümler: 20

Kıraat Farzını İyice Yerine Getirmeyenler 20

Çıkarılan hükümler: 22

Fatihadan Sonra Îlk İki Rekatte Süre Okumak. 22

Çıkarılan Hükümler: 25

Her Rekatte İki Sureyi Aynen Tekrarlamak. 25

Çıkarılan Hükümler: 28

Farz Namazda Okunan Sureler 28

Çıkarılan Hükümler: 31

Rüku’, Sücud Ve Refi’ İçin Tekbir Getirmek. 31

Çıkarılan Hükümler: 34

İmamın, Arkasındakilere Duyurmak İçin Tekbirleri Sesli Söylemesi 34

Çıkarılan Hükümler: 34

Rüku’un Şekil Ve Sureti 34

Çıkarılan Hükümler: 36

Rüku’ Ve Secdelerde Zikir Ve Tesbih. 37

Çıkarılan Hükümler: 40

Rüku’ Ve Secdelerde Kur’an Okunmaz. 40

Çıkarılan Hükümler: 41

Rükü’dan Kalkınca Ne Söylenir?. 41

Çıkarılan Hükümler: 43

Rükü’dan Kalkınca Beli Doğrultup Durmak Farzdır 43

Çıkarılan Hükümler: 45

Secdenin Şekli Ve Keyfiyeti 45

Çıkarılan Hükümler: 49

Üstünde Taşıdığı Elbisesinin Üzerine Secde Etmesi Caiz Midir ?. 49

Çıkarılan Hükümler: 52

İki Secde Arasında Oturmak. 52

Çıkarılan Hükümler: 53

İkinci Rekatte Doğrudan Kıraate Başlamak. 53

Çıkarılan  Hükümler: 54

Birinci Teşehhüdün Emredilmesi Ve Yanılma Sebebiyle Sakıt Olması 54

Çıkarılan Hükümler: 56

Teşehhütte Ve İki Secde Arasında Oturmak. 56

İbn Mes'ud'un (r.a) Teşehhüdü. 58

Çıkarılan Hükümler: 60

Teşehütte Şehadet Parmağıyla İşarette Bulunmak. 61

Çıkarılan Hükumler: 62

Teşehhüden Sonra Peygambere (a.s.) Salat Getirmek. 62

Çıkarılan Hükümler: 65

Teşehhütten Sonra Peygember’in (a.s.) Âl Ve Ezvacına Da Salat Getirmek. 65

Çıkarılan Hükümler: 67

Namazın Sonunda Yapılacak Dualar 67

Çıkarılan Hükümler 71

Namazdan Selam İle Çıkmak. 71

Çıkarılan Hükümler 75

Namazdan Sonra Zikir Ve Dua. 75

Selam Verdikten Sonra Az Bir Süre Oturup Bulınduğu Yerden Biraz Sapmak. 78

Çıkarılan Hükümler 81

Namazdan  Sonra Tesbihi Parmaklarla Veya Tohum Ve Benzeri Bir Şeyle Yapmak. 81

Çıkarılan Hükümler 82

Namazda Konuşmak, Namazı Bozar Mı?. 82

Çıkarılan Hükümler 86

Namazda Öksürrmek Ve Öf Diye Püflemek. 87

Çıkarılan Hükümler 88

Namazda Allah Korkusundan Dolayı Ağlamak. 88

Çıkarılan Hükümler 90

Namazda İken Aksırıp El-Hamdu Lillah Demek. 90

Çıkarılan Hükümler 91

Namazda İken Önemli Bir Olay Meydana Gelirse, Sübhannellah Denilir. Kadınlar İse, Sağ Ellerini Sol Ellerinin Üzerine Vururlar 91

Çıkarılan Hükümler 92

Namazda Kıraat Esnasında Takılıp Kalan İmama Fetihte Bulunmak. 93

Çıkarılan Hükümler 94


Namazda Kıbleye Yönelmek

 

Bilindiği gibi, namazda kıbleye yönelmek namazın 12 farzından biridir. Zaruri haller dışında kıbleye yönelmeden namaz kılmak caiz ve sahih olmaz. Çünkü kıble birliğin sembolüdür. Aynı zamanda ibâdeti âdetten ayıran şartlardan biridir.

Konuyla ilgili hadîsler:

Ebû Hüreyre (r.a.)'den yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu bildirmiştir:

"Namaza kalkmak istediğinde tastamam abdest al, sonra da kıbleye yönel ve arkasından tekbîr getir."[1]

İbn Ömer (r.a.)'dan yapılan rivayette, demiştir ki:

"İnsanlar Kuba'da sabah namazını kılarlarken bir kimse onlara geldi ve şöyle dedi: Şüphesiz ki, Peygamber (a.s.) Efendimizin üzerine bu gece Kur'ân'(dan âyet) indi ve kıbleye yönelmekle emrolundu o sebeple kıbleye yöneldiler ki, o esnada yüzleri Şam cihetine yönelik bulunuyordu, oldukları yerde (namazlarını bozmadan) yüzlerini (Kabe cihetine) döndürdüler."[2]

Enes (r.a.)'den yapılan rivayette şöyle demiştir:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz Beytümakdis'e doğru yönelip namaz kılardı. Sonra, "Şüphesiz ki biz yüzünü, (ilâhî buyruğu bekleyerek) göğe doğ­ru çevirip durduğunu görüyoruz. Artık seni -and olsun ki- hoşnut olacağın bir kıbleye döndürüyoruz: (Bundan böyle namazda) yüzü­nü Mescid-i Haram tarafına çevir..." mealindeki âyet indi. Benî Se­leme kabilesinden bir adam, onlar sabah namazından bir rekât kıl­mış bulunuyorlardı ki, yanlarına vardı ve şöyle seslendi: Haberiniz olsun ki, kıble değiştirildi. Bunun üzerine onlar bulundukları vazi­yeti bozmadan kıbleye (Kabe) doğru döndüler."[3]

Hadislerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Namaz kılabilmek için tastamam (şartlarına,  vaciblerine, sünnetlerine uygun) abdest almak farzdır.

2- Namazda kıbleye yönelmek farzdır. Kıble, bilindiği gibi, Mekke'deki Mescid-i Haram'dır.

3- Namaza tekbir getirerek başlamak farzdır.

4- Araziyi bilmemekten veya karanlıktan dolayı kıbleden başka bir cihete -kıble sanarak- yönelip namaza başladıktan sonra ya kendisi yanlış cihete yöneldiğini farkeder, ya da başka biri doğ­ru haber verirse, namazı bozmadan bulunduğu hal üzere kıbleye doğ­ru dönüp namazını tamamlar.

Hadîslerin ışığında müctehid imamların görüş, istidlal ve ihticacları:

a) Hanefîlere göre:

Allah, yüzünüzü Mescid-i Haram cihetine çevirin buyurduğu ve Resûlüllah (a.s.) Efendimiz hem fiiliyle, hem kavliyle namazda kıbleye yöneldiği ve mü'minlerin de yönelmelerini emrettiği için, namazda kıbleye yönelmek farzdır.

Mekke'de oturanlar veya orada müsafir olarak bulunanların kıblesi, gözünün Kabe'ye isabet etmesiyle gerçekleşir. Öyle ki, evde, otelde veya benzeri kapalı bir yerde namaz kılarken önündeki du­varlar ve engeller kaldırılınca gözlerinin Mescid-i Haram'a isabet etmesi gerekir. Mekke dışında olanlar için kıble, o cihete isabet et­mesiyle gerçekleşir. Çünkü teklif imkânla orantılıdır.

Namazda kıbleye yöneldiği takdirde mal ve cana bir zarar gelmesinden korkulduğu zaman, hangi cihete mümkünse oraya yönelip namaz kılar. Çünkü ortada tıpkı kıble hakkında şüpheye düşen gibi bir özür bulunuyor.

Kıble'nin ne yanda olduğunda şüphe eder de soracak kimse bulamazsa o takdirde kendi rey ve ictihadına göre, kıbleyi belirleyip namaz kılar.[4]

b) Şâfiilere göre:

Kudreti yeten kimse için namazda kıbleye yönelmek şarttır. Hasta kimse kıbleye yönelemiyor ve kendisini yönlendirecek de bu­lunmuyorsa, o takdirde bulunduğu hal üzere yüzü hangi yana çev­rili bulunursa bulunsun, namazını kılar. Korku hissedilen durumda ister farz, ister nafile olsun, kıbleye yönelmek şart değildir. Bunun dışında yolculuk halinde bulunan kimse, ister süvari, ister yaya yü­rüsün nafile namaz için kıbleye yönelmesi şart değildir. Bu durum­da yolculuğunun uzun olması, kasr-i salât yapacak mesafede bulun­ması gerekli değildir.[5]

Kıbleyi tayinde zorluk çeker de şüpheye düşerse, rey ve ictiha­dına göre, belirleyip namazını kılar, sonra da isabet etmediği anla­şılırsa, o namazı iade eder.

c) Hanbelîlere göre:

Namazın sıhhati için kıbleye yönelmek şarttır. Bu konuda temel hüküm Bakara sûresi 144. âyettir. Sonra da tahvili kıbleyle ilgili, Pey­gamber (a.s.) Efendimizle namaz kılan bir adamın, gelip Ansardan namaz kılmakta olanlara haber vermesidir. Ancak korkulu anlarda bu şart kakar, hangi tarafa yönelip kılmak mümkünse öyle yapar.[6]

d) Mâlikîlere göre:

Namazda kıbleye yönelmek şarttır. Ancak diğer üç mezhebden farklı bir ictihatları söz konusudur: Mekke'de bulunan kimse Kabe'­nin kendisine yönelip namaz kılar. Bulunduğu yer yüksek olup Kabe'nin tavanını aşıyorsa, o takdirde Mâlikîlere göre, namaz sahih olmaz. Çünkü bu durumda Kabe'nin kendisine değil, o cihete ama boşluğa yönelmiş sayılır. Diğer üç mezhebe göre, bu durumda da bir sakınca yoktur.

Yine İmam Mâlik'e göre, bilmeyerek Kabe'den başka bir cihete yönelip namaz kılarken, yanlış cihete döndüğünü farkederse, o tak­dirde namazı bozup yeniden kılması gerekir. Namazı bitirdikten sonra farkederse, vakit çıkmamışsa iade eder, çıkmışsa iadesi gerek­mez.[7]

Rivayetler, yorumlar ve tahliller:

Kıble cihetinden başka bir yana yönelip namaz kıldıktan sonra, durum farkedilirse, diğer üç mezhebe göre, namazı iade etmek ge­rekmez denilmişti. Onlar bu meselede şu hadîsle istidlal etmişlerdir: "Amir b. Rebi'a (r.a.) diyor ki:

"Çok karanlık bir gecede Resûlüllah (a.s.) Efendimizle beraber bulunuyorduk. Kıble'nin ne yanda olduğunu bilenimiz yoktu. Bizden herkes kendi tahminine ve ictihadı­na göre, bir cihete yönelip namaz kıldık. Sabah olunca durumu Resûlüllah'a (a.s.) arzettik. Bunun üzerine, "Ne yana yönelirseniz, Allah'ın vechi oradadır..." mealindeki âyet indi."[8]

Eğer bu durumda namazı iade etmek vâcib olsaydı, herhalde, ya vakit içinde veya daha sonra iade etmeleri için Resûlüllah (a.s.) emrederdi. Böyle bir emir vermediğine göre, belirtilen durumlarda namazı iade gerekmez.

Gerçi, bu konuda diğer bir şahit olarak birkaç hadîs daha var­dır. Onlardan birini Beyhakî, Câbir (r.a.)'den şöyle rivayet etmiş­tir:

"Kapalı ve karanlık bir gecede namaz kıldık ve kıble hakkında endişelendik. Namazı bitirdikten sonra dikkat edip baktığımızda başka bir cihete yöneldiğimizi anladık. Durumu Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'e bildirdik. O bize şöyle buyurdu:

"İyi etmişsiniz."

Namazı iade etmemizi emretmedi."

Diğer bir tarikle yapılan rivayette ise Resûlüllah (a.s.) Efendi­miz şöyle buyurdu:

"Gerçekten namazı yeterli buluyorum!"

Ne var ki, bu hadîsin senedinde Muhammed b. Salim ile Muhammed b. Ab­dullah el-Arzemî bulunuyor ki, bu iki zat da zayıf kabul edilmişler­dir. Nitekim Ata'da ayni görüştedir. Dârekutni de bu görüşe katıl­mıştır.[9]

Zehebî bu iki râvi hakkında kısaca şu bilgileri vermiştir:

"Onu cidden zayıf olarak tesbit etmişlerdir." Yahya el-Kattan ise, "o kayde değer bir şey değildir" demiştir. İmam Ahmed ise onun hadîsleri­ni rivayet etmemiştir. Muhammed b. Abdullah el-Arzemî ise, Ahmed b. Hanbel'de onun hadîsini terkedip yazmamıştır. İbn Maîn ise şöyle demiştir: "Onun hadîsi yazılmaz." Fellas ise, "o metruktür" diyerek tesbitini belirtmiştir.[10]

Ancak bütün bu görüş ve tesbitlere rağmen Zehebî diyor ki:

"O Allah'ın sahih kullarından idi..."

553, 554 nolu hadîsleri aynı zamanda Ebû Dâvud dışında kalan beşler Berâ' (r.a.)'den; Ahmed b. Hanbel, Hafız Bezzar ve Taberânî, İbn Abbas (r.a.)'dan rivayet etmişlerdir. el-Irakî bunun isnadının sahih olduğunu söylemiştir. Ebû Yala ise Ammare b. Evs (r.a.)'de kendi Müsned'inde, Taberânî de ayrıca el-Kebîr'de rivayet etmişler­dir. Beyhakî de Sa'd b. Ebî Vakkas (r.a.)'den rivayet etmiş ve isnadının sahih olduğunu belirtmiştir. Taberânî ve Darekutnî ise, Sehl b. Saîd'den (r.a.) rivayet etmişler ve ayrıca Taberânî ile Bezzar Ebû Sa'd el-Muallâ'dan rivayetle hadîsin bir çok tariklerden nakledildiğine dikkatleri çekmişlerdir.[11]

Kıblenin tahvili hakkında ilâhî emir inince Peygamber (a.s.) ve ashabı hangi vaktin namazını kılıyorlardı? Bu husutaki rivayet­ler farklı bilgiler vermektedirler:

a) Sahîh-i Müslim'in Enes (r.a.)’den yaptığı rivayette, sabah na­mazı olarak belirlemiştir. Rükû'da iken tahvil emri inmiş ve namazla­rını bozmadan kıbleye yönelmişlerdir. Taberânî'nin de Sehl b. Sa'd'den yaptığı rivayette de sabah namazı kılınırken ifadesi kullanılmıştır.

b) Tirmizî'nin Berâ' (r.a.)'den yaptığı rivayette ise, ikindi na­mazı vaktinde tahvilin gerçekleştiği açıklanıyor. Ammare b. Evs ha­dîsinde ise Resûlüllah'ın (a.s.) Kabe'ye yönelip kıldığı namaz, öğle ve ikindi namazlarından biri idi, deniliyor. Nitekim Ammare b. Rüveybe ve Tevliye hadîsleri de bu anlamda bir ifade taşımaktadır.

c) Ebû  Saîd el-Muallâ hadîsinde ise, öğle namazı olduğu be­lirtiliyor.

Küba halkının sabah namazında bulundukları bir sırada tahvil haberi onlara ulaştırıldı, rivayetine gelince, haberi onlara geç ulaştı­ğı mümkündür.

Kıblenin değiştiği gerçekleşince, gerek Resûlüllah (a.s.) ile as­habı, gerekse Küba halkı namaz içinde bulunuyorlardı. Bulundukları yerde namazlarını bozmadan yüzlerini Mekke'deki Kabe cihetine döndürdüler. Bu durumda bir kaç husus hatıra gelebilir:

a) Beytü'l-makdis, Medine'nin kuzey batısına, Mekke ise güne­yine düşmektedir. O takdirde namaz içinde 180 dereceye yakın bir dönme söz konusudur. O halde namazda kıble hususunda şüpheye düşen kimse yanlış cihete yöneldiğini namaz içinde farkederse, böy­le bir hareket namazı bozar mı? Bu hususta müctehit imamların farklı tesbit ve görüşleri vardır ki, yeri gelince "amel-i kesir" bah­sinde açıklanacaktır.

b) Cemaat halinde namaz kıldıkları anlaşılıyor ki, 180 derece­lik bir dönüşle, arka saflarda bulunan kadınlar ön saflara, ön saf­taki erkekler arka saflara geçmiş oluyor. Böyle bir durumda erkek­lerin namazı bozulmaz mı? Hadislerin açık delâletinde buna işaret da­hi mevcut değildir. O halde bu, ya kadın-erkek muhazat meselesi henüz belirlenmeden öncedir, ya da cemaat içinde kadın bulunmu­yordu. Bu iki ihtimal üzerinde durulabilir.

c) Üçüncü bir ihtimal, Kabe'ye yüzlerini çevirirken, yine erkek­ler ön saflarda, kadınlar geri saflarda yerlerini almak için çok ha­reket göstermişlerdir ki, bu doğruysa, ya o sırada böyle hallerde amel-i kesir ile namaz bozulmuyordu, ya da kıblenin tahviline has bir ameldir ki, diğer ameller ona kıyas edilmez.

Diğer bir husus da, haber-i vahitle amel etmenin cevazı söz ko­nusudur. Çünkü kıblenin değiştiğini ashab-ı kiramdan bir zat gidip Küba halkına haber vermiş, onlar da hiç tereddüt etmeden yüzleri­ni namaz içinde Beytü'l makdis'ten Mescid-i Haram'a doğru çevir­mişlerdi. Ashab arasında ve Peygamber (a.s.) Efendimizin hayat­ta olduğu bir dönemde haber-i vahit ile amel edildiği anlaşılıyor.

İlim adamlarından bazısı bunu şöyle yorumlamıştır: Resûlüllah (a.s.) Efendimiz zaman zaman yüzünü göğe çevirip kıblenin değiş­mesini arzu ediyordu. Ashab-ı kirâm’ın bundan haberleri vardı ve hemen hepsi de böyle bir olayın bir gün gerçekleşeceğini bekliyor­lardı. O bakımdan Küba halkına haber verilince, bekledikleri emrin indiğini anladılar ve şüpheye kapılmadan Kabe'ye yöneldiler.

el-Iraki ise, bu yorumu pek uygun görmemiş ve kendine göre ayrı bir yorum ortaya koymuştur, şöyle ki: Resûlüllah (a.s.) Efen­dimiz zamanında haber-i vahit'le amel etmek caizdi. Çünkü ashabın hepsi de âdil, muttaki ve ve müctehit idi. Peygamber (a.s.) Efendimiz'den sonra artık haber-ı vahit'le amel edilmedi.

Taberânî'nin yaptığı rivayette, Küba halkı, haber-i vahit'le amel edip Kabe'ye yönelince, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, "Onlar öyle adamlardır ki, gaybe imân etmişlerdir." buyurmuştur.

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- Namazda kıbleye yönelmek şarttır.

2- Korku ve benzeri hallerde bu şart kalkar.

3- Hastalık ve benzeri durumlarda da kıbleye yönelme imkâ­nı yoksa, başka bir cihete yönelip namaz kılmak caizdir.

4- Karanlıktan veya yabancı bir yerde olduğundan kıbleyi tam tayin etme imkânı olmayan kimse, kendi reyine göre, bir cihete yönelip namaz kılar. Buna cevaz verilmiştir. Ancak ya namaz içinde, ya da namazdan sonra bunun farkına varırsa, Hanefîlere göre, na­mazın içinde fazla bir hareket göstermeden kıbleye döner ve nama­zını tamamlar. Mâlikîlere göre, namazı olduğu yerde keser ve yeni­den kılar. Vakit çıktıktan sonra farkına varırsa, artık kazası gerek­mez.

 

Uzak Mesafede Olanların Kıblesi

 

Mekke'den uzak ülkelerde oturanların kıblesi, Hicaz cihetidir. Kabe veya Mekke'nin tam kendisine isabet farz değildir; çünkü ge­nellikle böyle bir isabette bulunmak mümkün değildir. Gerçi gelişen teknik imkânlarla Mekke'yi belirleyip yönelmek bir bakıma müm­künse de bu herkes için söz konusu değildir. İslâmiyet ise, her konuda olduğu gibi, kıble konusunda da kolaylığı âmirdir. Müctehid imamlar dinimizin bu genel kaidesi ile, mezkur hadîslerin ışığında -esası zedelememek şartıyla- birtakım kolaylıklar getirmişlerdir.

İlgili hadîsler:

Ebû Hüreyre (r.a.)'den yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğunu söylemiştir:

"Doğu ile batı arası kıbledir."[12]

Ebû Eyyüb (r.a.)'den yapılan rivayette ise, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, "Tabii ihtiyacınızı giderirken ön ve arkanızı Kıbleye çe­virmeyin, ya doğuya ya da batıya çevirin!" buyurmuştur.[13]

Hadîslerin açık delaletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Kabe'den uzak yerlerde oturanların kıblesi, o cihettir, Kâbe veya Mekke'nin kendisi değildir; çünkü isabet etmek çok zordur.    

2- Doğu ile batı arası denilince bu konuda ilk akla gelen Arap Yarımadasıdır. O halde uzak mesafede bulunanlar Hicaz kesimine isabet ederlerse, kıbleyi bulmuş sayılırlar.

Hadislerin ışığında müctehid imamların görüş, istidlal ve icti­hatları:

a) Hanefîlere göre:

Kur'ân'da kıble konusunda "şatır" tabiri kullanılmıştır ki, bu, daha çok Mekke dışında olanların o cihete yönelmesinin yeterli olduğuna delâlet eder. O bakımdan Mekke'den uzakta bulunan kimselerin o cihete yönelmesiyle farz yerine gelmiş sayılır. Hanefî fukahasının çoğunun görüş ve ictihadı böyledir. Kerhî ve er-Râzi gibi fıkıhta söz sahibi ilim adamları da aynı şeyin sıhhatini belirtmişler­dir Ancak Ebu Abdillah el-Basrî ve benzeri birkaç ilim adamı, Ka­be'nin kendisine isabet etmek şarttır, bu da ictihad ve araştırma ile sağlanır, demişlerse de, onların bu görüşünde ümmet için zorluk söz konusu olduğundan pek itibar görmemiştir.[14]

b) Şâfiilere göre:

Mekke'de bulunduğu yerde Beytullah'ı göremiyorsa veya Mek­ke dışında ise, farz namaz vakitlerinde Kabe'ye isabet etmek için, yıldızlar, güneş, ay, rüzgâr, dağ ve kıbleyi belirlemeye yarayacak şeylerden yararlanmaya çalışması gerekir.[15]

Kıble'yi araştırdıktan sonra kendi ictihadına göre namaz kıldıktan sonra hatâ ettiği belli olursa, vakit içinde ise iade etmesi, vakit çıkmışsa kaza etmesi gerekir.[16]

c) Hanbelîlere göre:

Kabe'yi görecek durumda ve yerde ise, Kabe'nin kendisine yönelip namaz kılması gerekir. Mekke dışında ise, araştırıp o ciheti be­lirlemesi, ictihatta bulunması söz konusudur. Şehir ve kasabalarda ise, mihraplara minare kapılarına bakmak suretiyle kıbleyi tayin eder. Başka bir yerde ise, Kabe'nin kendisine isabet etmesi şart değildir. İctihat edip kendi reyine göre, belirliyerek namazını kılar. Namazda hata ettiğini anlarsa, iadesi gerekmez. Bu, İmam Ahmed'den yapılan bîr rivayete göredir.[17]

d) Mâlikîlere göre:

Kabe'yi gözle görebilecek bir yerde ise, Kabe'nin kendisini be­lirleyerek namaz kılar. Mekke dışında ise, bazı alâmetlere bakar. Mihrap ve benzeri şeyler birer delil sayılır. Onlar yoksa ictihat edip araştırır ve bu durumda Kabe'nin kendisine isabet ettirmesi şart de­ğildir, o ciheti belirleyip yönelmesi yeterlidir.

Diğer rivayetler, yorumlar ve tahliller:

565 nolu Ebû Hüreyre hadîsini, dipnotta belirttiğimiz gibi, Tirmizî ve İbn Mâce, Ebu Ma'şer tarikiyle rivayet etmişlerdir. Bu riva­yette Ebu Ma'şer'e, Ali b. Zebyân (Halep kadısı) da tabi olmuştur ki, İbn Adıy el-Kâmil'de bu hususu belirtmiş bulunuyor. Ancak Ali b. Zebyân hakkında hayli şeyler söylenmiştir. İbn Main, "o bir şey değildir" derken, Nesâî onun için "metrukü'l-hadîs"tir demiştir. Ancak Ebû Hatim'in onu sıka saydığı söylenir. Ahmed b. Hanbel ise, onun kaviy olmadığına dikkatleri çekmiştir.

Aynı hadîsi el-Hâkim ile Darekutnî de rivayet etmişlerdir. Tirmizi de onu Ebu Ma'şer'den başka bir tarikle ikinci defa tahrîc ettik­ten sonra hasen ve sahih olduğunu kaydetmiştir. Beyhakî ise, aynı isnadı zayıf kabul etmiştir. Nitekim isnadı incelendiğinde Osman b. Muhammed b. Muğîre b. Ahnes bulunuyor ki, bu zat üzerinde hayli durulmuştur. Ali b. el-Medenî, onun birçok münker hadîs rivayet ettiğinden bahsetmiştir. Ancak İbn Main ile İbn Hibban onun sıka (güvenilir) olduğunu söylemişlerdir. O halde bu hususta en isabetli tesbit, Tirmizî'nindir.

566 nolu hadîse gelince, onu tabi ihtiyacı giderme bölümünde yeterince açıklamış bulunuyoruz.

Bu hadîsi kuvvetlendiren bir diğer rivayeti Beyhakî İbn Abbas (r.a.)'den şöyle yapmıştır. Resûlüllah (a.s.) Efendimiz buyurdu ki:

"Beytullah, Mescid ehlinin kıblesidir. Mescid, Harem ehlinin kıblesidir. Harem ise, yeryüzünün doğularında ve batılarında (yaşayan) ümmetimin kıblesidir."

Ancak Beyhakî bu rivayeti naklettikten son­ra, isnadında Ömer b. Hafs el-Mekkî'nin teferrüd ettiğini ve o za­tın zayıf olduğunu belirtmiştir.

Ashab-ı Kiram da kıble tayini konusunda birtakım kolaylıklar ortaya koymuşlardır:

a) İbn Ömer (r.a.) şöyle demiştir:

"Kıbleye yönelirken batı cihetini sol tarafına, doğu cihetini sağ tarafına aldığın zaman bu ikisinin arası kıbledir."[18]

b) İbn Mübarek ise şöyle demiştir:

"Doğu tarafında oturanlar için doğuyla batı arası kıbledir. "Şüphesiz ki, İbn Mübarek'in bu be­lirlemesi genel anlamda değildir, Irak ve benzeri taraflarda oturan­larla yakından ilgilidir, ancak bir kolaylık getirme bakımından dikkat çekicidir. Nitekim Beyhaki'nin el-Hilâfiyat'ta yaptığı şu rivayet, İbn Mübarek'in görüşüne dayanak gösterilebilir: Ebu Hureyre (r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki: "Doğuyla batı arası Irak hal­kı için kıbledir."

c) İbn Ebi Şeybe'nin yaptığı rivayette ise, İbn Ömer (r.a.) bir başka defa şöyle demiştir:

"Batıyı sağ tarafına, doğuyu sol tarafına aldığın zaman ikisi arası doğulu kimseler için kıbledir."

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- Mekke'de oturanlar için, Beytullah'a isabet ettirip yönel­mek farzdır.

2- Mekke dışındakiler için, Beytullah'ın kendisi değil de o ci­het kıbledir.

3- Mekke dışında kıbleyi tayin için ictihat edip araştırmada bulunmak gerekir. Şehir ve kasabalarda cami ve mescitlerin mihra­bına bakmak, ona göre belirlemek yeterlidir.

4- Şehir dışında sağlam bir pusula varsa, onunla belirlenir. Yoksa güneş, yıldızlar, ay ve benzeri şeylerle belirlemeye çalışılır.

5- Mekke'den uzak yerlerde şehir dışında kıbleyi kendi icti­hadıyla belirleyip namaz kıldıktan sonra hata ettiğini anlarsa, ar­tık iade etmesi gerekmez. Ancak Mâlikîlere göre, gerekir.

 

Namaza Tekbir İle Başlamak Farzdır

 

Farz, vâcib, sünnet, nafile hangi namaz olursa olsun, tekbir ile başlamak farzdır. Bu hususta farklı bir görüş ortaya koyan olma­mıştır.

Tekbir, bir yandan Allah'ın sınır, ölçü, nisbet, zaman ve mekân kabul etmez büyüklüğünü bütün ihtişamıyla yansıtırken, diğer yan­dan O'nun huzurunda kendi küçüklüğümüzü, acizliğimizi ve her dem muhtaç durumda bulunduğumuzu dile getirmek ve öylece en büyük kudretin karşısında kulluk görevini bu niyet ve duygularla yerine getirmeyi terennüm eder. Tekbirle birlikte ellerimizi kaldırmamız, Allah'ın sınırsız büyüklüğü karşısında dünyevî bütün şeyle­ri arkamıza atıp kalbimizle, kalıbımızla Hakk'ın divanına yönelme­mizin kavli ve fiilî belirtisidir.

İlgili hadîsler:

Ali b. Ebi Tâlib (r.a.)'den yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğunu belirtmiştir:

"Namazın anahtarı tuhur (abdest ve temizlik) dir; tahrimî tek­bîrdir, tahlîli ise, teslimdir."[19]

Mâlik b. el-Huveyric (r.a.)'den yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:

"Benim nasıl namaz kıldığımı görüyorsanız öyle namaz kılın!"[20]

Hadislerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Necasetten temizlenmek ve abdest almak namazın anahta­rıdır. Yani bu ikisi yerine getirilmedikçe namaza başlamak caiz ve sahih değildir.

2- Namaz dışında mübah olan şeyler, Allahu Ekber deyip tek­bîr getirildiğinde işlenmesi haram olur ve bu namaz bitinceye ka­dar devam eder. Buna bir-iki misal verelim: Namaz dışında dünyâ kelâmı etmek, bir şey yemek veya içmek mübahtır. Namaza durup Allahu Ekber diyerek ellerini kaldırıp bağlayınca artık bunlar na­maz bitinceye kadar haram olur. O bakımdan namaza giriş tekbîri­ne, "Tekbîr-i Tahrim" de denilmiştir.

3- Et-Tehiyyattan sonra selâm vermekle namaz kılınmış olur ve tahrîm kalkar, yani tekbîr ile haram olan şeyleri işlemek selâm vermek suretiyle mübah olur.

4- Resûlüllah (a.s.) Efendimiz taharet-i kâmile üzere olup tam edeb ve huşu ile namaza dururdu. O bakımdan Resûlüllah'ın namazı nasıl kıldığını ashab-ı kiramın yaptıkları tarif ve nakillerden öğreniyoruz. O halde sahîh rivayetle sabit olan hadîslere göre, müctehid imamlar ciddi bir tesbite  gider Resûlüllah'ın (a.s.) nasıl namaz kıldığını belirlemişlerdir.

Hadîslerin ışığında müctehid imamların görüş, tesbit, ictihat ve istidlalleri:

a) Hanefilere göre:

Namazın şartlarından biri de "tahrîm"dir. Bu, İmam Ebû Hanife ile İmam Ebû Yusuf'a göre rükün değildir. İmam Muhammed'e göre, kıraat gibi o da rükündür. Buna "tahrîm tekbîri" denildiği gi­bi, "iftitah tekbiri" de denir.

Tahrim Tekbîrinin şart kılınması, Kitap, Sünnet ve İcma' ile sa­bit olmuştur. Ancak tahrimin sıhhati için 12 şart vardır ki, on­lar fıkıh kitaplarında açıklanmıştır.[21]

Tekbîr, Allahu Ekber lafzıyla olabileceği gibi, tazime ve senaya delâlet eden Allahu'l-Kebîr, Allahu Eceli, Allahu A'zam veya el-Hamdu lillâh Sübhanellah, La ilahe illallah gibi lâfızlarla da olabilir.[22]

b) Şâfiilere göre:

Namazın rükünleri 13 tanedir... İkincisi "ihram tekbîri"dir. Onu telâffuza kudreti yeten kimse için Allahu Ekber demek taayyün eder. Buna bir sıfat daha eklemek suretiyle "Allahu'l-Celilü'l-Ekber" demekte bir sakınca yoktur. Ancak sıfatı öne alıp "Ekberullah" demek sahîh olmaz. Bunları telâffuzdan âciz olan kimse, kendi diline tercü­me ederek söyleyebilir, ancak Arabcasını öğrenmesi ona vâcibdir.[23]

c) Hanbelilere göre:

Namaz ancak "Allahu Ekber" sözüyle bağlantı yapar. Bu, hem İmam Ahmed'in, hem İmam Mâlik'in kavlidir. Hanbeliler, "Nama­zın tahrîmi, tekbîrdir" mealindeki hadîsi ile, "Namaza kalktığın za­man tekbîr getir" mealinde sahîh rivayetle ve ayrıca Hz. Rıfâa'dan rivayet edilen şu hadîs ile istidlal etmişlerdir:

"Allah bir kişinin na­mazını, abdesti (lâyık olduğu) yerlerine koymadıkça, sonra da kıb­leye yönelîp Allahu Ekber demedikçe, kabul etmez."[24]

Yapılan ciddi tesbitlere göre, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, hiçbir namazda Allahu Ekber lâfzından ayrılmamıştır. Ebû Hanîfe'nin bu husustaki görüşü rivayetlere muhalif düşmektedir.

Tekbîr, namazın rükünlerinden biridir ki, namaz ancak onunla gerçekleşir. Kasden veya unutarak terkedildiği takdirde namaz sa­hih olmaz. Bu aynı zamanda Rabi'a, İmam Mâlik, İmam Sevrî, İmam Şafii, İshak b. Rahuye, Ebû sevr ve İbn Münzir'in görüş ve ictihadı­dır. Saîd b. Müseyyeb, el-Hasen, Katade, Zührî ve Evzâî'ye göre namazda iftitah tekbirini unutan kimseye, rükû'a varış tekbiri kâfi gelir.[25]

d) Mâlikilere göre:

Az yukarıda Hanbelî'lerin görüşünü aksettirirken İmam Mâlik'in görüşüne atıfta bulunmuştuk. Bununla beraber es-Sahnûn'un tesbitini yansıtmakta yarar görmekteyiz:

İmam Mâlik, Hz. Ali (r.a.) hadîsine dayanarak şöyle demiştir:

"Namazın tahrîmi, tekbîrdir, tahlili ise selâmdır." İbn Kâsım'ın İmam Mâlik'ten yaptığı rivayete göre yine bu konuda şöyle dediği anlaşılıyor: "Namazda ihram ancak Allahu Ekber lafzıyla kâfi olur ve namazdan çıkmak için verilen selamda da ancak "es-Selâmü âleyküm" yeterlidir. Aynı zamanda Mâliki'lere göre, namaza tekbîr ile başladıktan sonra "sübhaneke" okunmaz, doğrudan kıraate başlanır."[26]

Diğer rivayetler, yorumlar ve tahliller:

573 nolu Ali b. Ebi Tâlib hadîsini aynı zamanda İmam Şafiî, Ha­fız Bezzar ve Hâkim tahrîc etmişlerdir. Bezzar hadîsin isnadını Ab­dullah b. Muhammed b. Akıl'den o da İbn Hanîfe'den, o da Ali'den rivayet yolunu ortaya koyarak belirtirken, "biz bu hadîsi ancak bu vech ile biliyoruz" demiştir. Ebû Nuaym ise "bu hadîsi rivayette İbn Akil teferrüd etmiş, (yalnız kalmıştır)" diyerek şüphe izhar etmiştir. el-Akîlî'ye göre, hadîsin isnadında az da olsa bir gevşeklik söz konusu­dur. İbn Arabî ise, Câbir hadisinin daha sahîh olduğuna dikkat çek­miştir. İbn Hibban ise, "Bu sahih olmayan bir hadîstir", diyerek gö­rüşünü ortaya koymuş ve sebebini ise şöyle açıklamıştır:

"Hadisin iki tarikle geldiği kesindir. Birinci tarik Hz. Ali'den (r.a.) rivayetle belirlenmiştir ki, isnadında İbn Akil bulunuyor, bu zatın zayıf oldu­ğu bilinmektedir." İkinci tarik Ebu Nara'dan, o da Ebu Saîd'den rivâyetle belirlenmiştir. Bu rivayette Ebû Saîd'den rivayet eden Ebû Süfyan yalnız kalmıştır.[27]

Yine bu babda rivayet edilen hadîslerden birini de İmam Ah­met, Bezzar, Tirmizî ve Taberânî Câbir (r.a.)'den rivayet etmişler­dir. Bunun isnadında Ebu Yahya el-Kattat bulunuyor ki, bu zat za­yıftır. Nitekim Yahya b. Main de aynı görüştedir. Alımed b. Hanbel ise, Şerîk'in onun hakkında şöyle dediğini rivayet etmiştir:

"Ebû Yahya el-Kattat zayıftır."[28] İbn Adiy ise, "onun hadisleri benim tesbitime göre hasendir", demiştir. Tirmizî ile İbn Mâce'nin Ebû Saîd'­den yaptıkları rivayetin isnadında ise Tarif b. Şihab bulunuyor ki, bu zat da zayıftır. Hakim'in Saîd b. Mesruk es-Sevrî tarikiyle Ebû Said'den yaptığı rivayet malûl sayılmıştır.

Bunların dışında birkaç tarikten daha rivayetler yapılmışsa da çoğunun isnadında zayıflık söz konusudur. Sadece Ebu Nuaym'in İbn Mes'ud'dan rivayet ettiği hadîsin isnadı sahîhse de hadîs mevkuftur.

Bu babda Hz. Aişe'den yapılan rivayette ise, Resûlüllah (a.s.) namaza tekbîr ve hemen arkasından el-Hamdü lillahi Rabbi'l-âlemîn diyerek kıraate başlardı......... Ve namazı selâm ile bitirirdi." Müs­lim'in bu rivayetini Darekutnî Ebu İshak tarikiyle, Beyhaki Şu'be tarikiyle rivayet etmişlerdir. Böylece bütün bu tarikler birbirini kuv­vetlendirmekte ve hadîsin ihticaca elverişli olduğunu ortaya koy­maktadır.

574 nolu Mâlik hadisi, namaz hususunda Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'den sübut bulan söz ve davranışların hepsinin vacib olduğu­na delâlet ediyorsa da, gerçek öyle değildir. Çünkü namazında isaette bulunan kimseye namazı tâlim edip öğretirken, kendisinin bü­tün kavl ve fiilini anmamış, devam ettiği bazı şeyler üzerinde durmamıştır. Bundan anlıyoruz ki, Mâlik hadîsi, Peygamber (a.s.) Efendimizin namazda izhar ettiği her söz ve davranışının vâcib ol­madığını göstermektedir.[29]

Zeylâî bu konuda Ali b. Ebî Talib, Ebu Saîd ve Abdullah b. Zeyd hadîslerini bir bir yorumlerken birinci rivayet veya tarik üzerinde, yukarıda naklettiğimiz hususları naklederek görüşleri belirtmiştir. İkinci tarikle rivayet edilen Ebû Said hadîsi hakkında İmam Tirmizi'nin görüşünü naklederken şöyle dediğini nakletmiştik:

"Hz. Ali'­nin hadîsinin isnadı daha Ceyyîddir ve Ebu Saîd hadisinden daha sahihtir. Ebu Saîd hadîsini ayrıca Hakim el-Müstedrek'te rivayet ettikten sonra şöyle demiştir:

"Hadisin isnadı, Müslim'in şartına gö­re sahihtir."[30] Buhari ile Müslim bu hadisi tahrîc etmemişlerdir.

Abdullah b. Akîl'in İbn Hanîfe'den yaptığı rivayette naklettiği hadîsin isnadı daha çok meşhurdur, ne var ki Buharî ile Müslim İbn Akîl'în hadîsine iltifat etmemişlerdir.

Abdullah b. Zeyd hadîsi üzerinde de hayli durulmuş ve isnadın­da Vâkîdî yalnız kalmıştır ki, İbn Hibban bu zatı "Kitabü'd-duâfâ"da anmış, yani onu zayıf ravîler arasında zikretmiştir.

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- Namaza, "tahrîm tekbîri" ile başlamak kimine  göre  şart, kimine göre rükündür.

2- Tahrim Tekbiri "Allahu Ekber" lafızıyla olabileceği gibi, İmam Ebu Hanifi’yegöre Allah’ın başka sıfatlarıyla da olabilir. Di­ğer üç İmama göre, ancak "Allahu Ekber" lafzıyla namaz sahih olur.

3- Tahrîm Tekbîri ile namaz dışındaki söz ve davranışlar ha­ram olur.

4- Namaz selâm ile son bulur ve daha önce haram olan şey­ler mübah olur.

 

İmam Saflar Düzene Girdikten Ve İkamet De Bittikten Sonra Tekbir Getirir

 

Namazda safları düzenli ve düzgün tutmak hep tavsiye edilmiş­tir. Bunun sayılmayacak kadar yarar ve hikmetleri söz konusudur.

a) Mü'minleri disiplinli ve düzenli bir hayata alıştırmak,

b) İman gücünün ancak mü'minlerin omuz omuza vermesiyle gerçekleşebileceğini belirtmek,

c) Kuvvet ve başarının birlikten doğduğunu öğretmek,

d) Baştaki mü'min lidere fire vermeksizin, açıklık bırakmaksız­ın uymayı telkin etmek.

e) İbadeti de disiplinli ve düzenli bir şekilde yerine getirmek,

f) Yüce âlemlerde meleklerin Allah'ın huzurunda saf bağlatıkları gibi, yeryüzünde de ona benzer saflar oluşturmak...

O halde saflar arzulanan şekilde doldurulup düzene sokulmaları imamın iftitah tekbiri getirmesi sünnete uygun değildir. Ayrıca ikametin bitmesini beklemek de uygun olur.

Bununla ilgili hadisler:

Nu'man b. Beşir (r.a.)'den yapılan rivayette demiştir ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, namaza kalktığımız zaman saflarımızı düzeltirdi, safları düzgün ve düzenli tuttuğumuz zaman O, tekbîr getirirdi."[31]

Ebu Musa (r.a.)'den yapılan rivayette demiştir ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz bize şunları öğretti:

"İkamet getirilip namaz kılmaya kalktığınız zaman sizden biriniz imam olsun; imam okumaya başlayınca siz susup dinleyin."[32]

Yapılan rivayete göre, Hz. Ömer (r.a.), namaz kıldırmaya kalk­ığında önce safları düzene sokmak için birkaç adamı görevlendirirdi. Onlar saflar düzelip düzgün hale gelmiştir, diye haber verdiklerinde Ömer (r.a.) tekbir getirirdi."[33]

Aynı şeyi Hz. Osman ile Hz. Ali (Allah ikisinden de razı olsun) ihmal etmez yaparlardı. Hz. Ali (r.a.) zaman zaman, "sen az ileri­ce doğru gel, sen biraz geriye çekil!" diyerek safları düzeltirdi.

İbn Seyyid en-Nâs diyor ki:

"Süveyd b. Gafle (r.a.) bize şöyle haber verdi:

"Bilâl (r.a.) namaza durduğumuzda ayaklarımıza dokunup aynı hizada tutmamızı ve  omuzlarımızın aynı doğrultuda ol­masını sağlardı."

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz okları bir dizi halinde dizer gibi (namaza kalktığımızda) saflarımızı  öylece dizip düzene koyardı."[34]

Nu'man b. Beşîr (r.a.)'den yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğunu haber vermiştir:

"Ya saflarınızı iyi­ce düzeltirsiniz, yoksa yüzleriniz arasında Allah'a muhalefet eder­siniz!."[35]

Enes b. Mâlik (r.a.)'den yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu haber vermiştir:

"Saflarınızı iyice düzeltiniz. Çünkü gerçekten safların düzeltilmesi namazın tamamın­dan sayılır."[36]

Resûlüllah (a.s.) Efendimiz şöyle buyurdu:

"Şüphesiz ki ben önümdeki şeye bakıp gördüğüm gibi, arkam­daki şeye de bakıp görüyorum. Saflarınızı iyice düzeltin, rükû' ve secdelerinizi güzelce yerine getirin!"[37]

Hadîslerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Namazda safları düzgün ve düzenli tutmak müekked sün­nettir.

2- Safları gayr-i muntazam şekilde tutmak mekruhtur.

3- Saflar düzeltildikten sonra imamın tekbîr getirmesi müstehabdır.

4- İmam'ın ikamet bitince tekbîr getirmesi sünnettir.

5- Birkaç kişi biraraya geldiğinde, namaz vakti girince içle­rinden birinin imam olması müstehabdır.

6- Namazda imam okumaya başlayınca ona uyanlar bir şey okumayıp susarlar.

7- İmamın bizzat safları düzene koyması müstehabdır.

8- Safları düzgün tutmak, namazın faziletini ve sevabını tamamlar.

9- Rükû' ve secdeleri dinin talim ettiği şekilde yerine getirmek vâcibdir.

Hadislerin ışığında mezhep imamlarının görüş, ictihat ve istid­lalleri:

Müctehid imamların hemen hepsi safların düzenli ve tertipli tu­tulmasının sünnet olduğunda ittifak etmişlerdir. Ayrıca Hanefî imam­larından bazısı dışında diğer bütün imamlar imam, ikamet bitince tekbîr getirilmesinde birleşmişlerdir. Cumhurun da görüşü bu doğ­rultudadır.

O halde cemaat halinde namaz kılarken safları düzgün ve tertipli tutmak müekked sünnettir, ikametin bitiminde imamın tekbir getirip namaza başlaması müstehabdır.

Diğer rivayetler, yorumlar ve tahliller:

576 nolu hadîsi Ebû Dâvud naklettiğimiz lâfızla tahrîc etmiştir. Semmak b. Harb tarikiyle yaptığı rivayette ise şu lâfızla hadîsi nakletmiştir:

"Resülüllah (a.s.) Efendimiz, okları bir dizi haline dizip tertip­lediği gibi, bizim saflarımızı düzenleyip tertiplerdi."

578 nolu Hz. Ömer'den yapılan rivayet, ikamet bitmeden, saflar düzeltilmeden imamın namaza başlamamasına delâlet etmektedir Hz. Ömer (r.a.) bu hususta sadece Resülüllah'ın (a.s.) sünnetini uygu­lamıştır. Nitekim Kadı Iyaz diyor ki:

"Safları düzeltmenin cemaatla namaz kılmanın sünnetlerinden olduğunda hiç kimse muhalif bir görüş ortaya koymamıştır."[38]

İbn Hazm ise, Buharî'nin rivayet ettiği şu hadisle istidlal ede­rek safları düzeltmenin farz olduğunu söylemiştir:

"Çünkü gerçek­ten safları düzeltip tertiplemek namazı yerine getirmenin bir bölü­müdür."

Çünkü farzdan olan kısım da farzdır. Diğer ilim adamları İbn Hazm'in bu istidlâlinâ itiraz ederek şöyle, demişlerdir:

"Bu hu­susta iki rivayet tesbit edilmiştir: Birincisi, namazı yerine getirmenin bir bölümü şeklindedir, diğeri ise, namazın (faziletinin) tamam­lanmasından, şeklinde nakledilmiştir. O halde sözü edilen hadîsle istidlal edebilmek için, "ikame" lâfzını "tamam" lafzıyla biraraya getirmek gerekir. Oysa İbn Hazm böyle yapmamış, sadece "ikame" lafzıyla rivayet edilen hadîsi dikkate alarak istidlalde bulunmuştur.

577 nolu Ebû Musa (r.a.) hadîsinin, saf ve ikamet bahsinde nakledilmesinin sebebi, hadîsten ikâmet okunmadan imamın nama­za başlamadığı anlaşıldığı içindir. Ayrıca aynı hadîs namazda kıraat bahsinde de nakledilerek delâlet ettiği hükümler açıklanacaktır.

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- Cemaat halinde namaz kılınmak istendiğinde, imam tekbîr getirmeden önce safların düzeltilip tertiplenmesi sünnettir.

2- İkamet bittikten sonra imamın tekbîr getirmesi müstehab­dır.

3- İmanın bizzat saflarla meşgul olması ve düzene sokması müstehabdır.

 

Namazda Elleri Kaldırmak

 

Namaza başlarken tekbîrle birlikte eller kaldırıldığı gibi, bazı mezheplerin ictihat ve istidlallerine göre, rüku'dan kalkıldığı zaman da eller kaldırılır. Ancak elleri ne kadar kaldırmak ve ne ölçüde kal­dırmak gerekir? Müctehit imamların görüş, tesbit ve ictihatları fark­lıdır. Nitekim az aşağıda onların görüşleri nakledilmiştir.

Konuyla ilgili hadîsler:

Ebu Hüreyre (r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Resülüllah (a.s.) Efendimiz namaza kalktığı zaman elleri­ni kaldırıp uzatırdı."[39]

Vâil b. Hücür (r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz tekbîrle birlikte ellerini kaldırırdı."[40]

İbn Ömer (r.a.)'dan yapılan rivayette, demiştir ki:

"Peygam­ber (a.s.) Efendimiz namaza kalktığı zaman ellerini omuz seviye­sini buluncaya kadar kaldırdıktan sonra tekbîr getirirdi. Rüku'a eğilmek istediğinde yine ellerini aynı şekilde kaldırır ve rüku'dan başını kaldırdığı zaman yine ellerini aynı şekilde kaldırır ve semi’allahu limen hamidehü Rebbenâ leke'I-hamd derdi."[41]

Buharî'de aynı rivayet aynı lâfızla yapıldıktan sonra şu ilâveye yer verilmiştir:

"Secdeye gidince ve secdelerden başını kaldırınca öyle yapmazdı, yani ellerini kaldırmazdı." Müslim'de ise hadîsin son kısmında şu ilâveye yer verilmiştir.

"Secdelerden başını kaldırınca artık öyle yapmazdı..."

Nâfi'den yapılan rivayette, demiştir ki: İbn Ömer (r.a.) nama­za girdiği zaman tekbîr getirip ellerini kaldırır, rûku'a gidince yine ellerini kaldırırdı. Semi'allahu limen hamidehü deyince yine elle­rini kaldırır ve iki rekât kılıp kalkınca yine ellerini kaldırır ve İbn Ömer (r.a.), bu el kaldırmayı Peygamber (a.s.) Efendimiz'e ka­dar ref'eder, yani Resûlüllah'ın da öyle yaptığını söylerdi.[42]

Ali b. Ebî Tâlib (r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Re­sûlüllah (a.s.) Efendimiz farz namaza kalkınca tekbîr getirip elleri­ni omuz hizasına kadar kaldırırdı; kıraatini yerine getirdikten son­ra da öyle yapardı; rüku'a gitmek istediğinde ve rüku'dan kalktığın­da yine öyle yapardı. Oturduğu zaman böyle bir şey yapmazdı, iki secdeden kalktığı zaman yine ellerini kaldırıp tekbîr getirirdi."[43]

Ebu Kalâbe'den yapılan rivayete göre, o, Mâlik b. Huveyris'i (r.a.) namaz kılarken şöyle yaptığını görmüştü: Namaz kılarken tek­bir getirip ellerini kaldırıyordu. Rüku'a gitmek istediğinde de ellerini kaldırıyordu. Başını rüku'dan kaldırınca yine ellerini kaldırıyor­du.[44]

Diğer bir rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in namazda şöy­le yaptığı belirtilmiştir:

"Tekbîr getirdiği zaman ellerini kulak yumu­şakları hizasına kadar kaldırırdı. Rüku'a gittiğinde yine ellerini ku­lak yumuşaklarına kadar kaldırırdı. Rüku'dan kalkıp semi'allahu limen hamidehü deyince yine ellerini aynı şekilde kaldırırdı."[45]

Ebû Humayd es-Sâidî'den yapılan rivayete göre, adı geçen şöyle demiştir: Aralarında Ebû Katade'nin de bulunduğu 10 sahabiyle be­raber birarada idik. Onlara:

"Ben, Resûlüllah'ı (a.s.) nasıl namaz kıldığı hususunda sizden daha bilgiliyimdir," dedim. Diğerleri ise, "Sen bizden önce Resûlüllah'ın sohbetinde bulunmuş değilsin ve bizden da­ha çok da Resûlüllah (a.s.) Efendimize gidip gelen değilsin", diye iti­razda bulunduklarında, cevap olarak şöyle dedim:

"Hayır, Onun na­mazını sizden daha iyi  bilirim" diye tekrarladım. Onlar da,

"Öyle ise bize anlat bakalım", diye teklifte bulundular. Bunun üzerine şöyle söze başladım: "Resûlüllah (a.s.) Efendimiz namaza kalktığında be­lini iyice doğrultup ellerini omuz hizasına kadar kaldırırdı; sonra rüku'a varmak istediği zaman tekbir getirip ellerini omuz seviyesi­ne kadar kaldırırdı. Sonra da Allahu Ekber der ve rüku'a varırdı, sonra rüku'da itidal üzere durup başını ne yukarı kaldırır, ne de aşa­ğı indirirdi, ellerini de iki dizi üzerine koyardı. Sonra Semi'allahu limen hamidehü der ve ellerini kaldırırdı, itidala riâyet eder, her ke­mik yerini alacak şekilde doğrulurdu, sonra eğilip secdeye varırdı. Sonra Allahu Ekber der, ayağını yanlamasına yere yatırıp üzerinde oturur, sonra her kemik yerini alıncaya kadar durur, sonra kalkıp birinci rekâttekileri aynen ikinci rekâtte yapar, tâki iki secdeden kalktığında tekbir getirip ellerini omuzları seviyesine kaldırır, tıpkı namaza başlarken tekbir getirdiğinde yaptığı gibi. Sonra son rekâtı de öyle yapar, böylece namaz tamamlanırdı, ancak teşehhütte sol ayağını geriye çekip sol kalçası üzerine oturur, sonra da selâm ve­rirdi."

Beni dinleyen dokuz sahabi,

"Doğru söyledin, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz öyle yapardı."[46]

Hadîs ve rivayetlerden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Namaza durup tekbîr getirirken elleri kaldırmak ya vâcib, da sünnettir.

2- Namazda tekbîr getirirken elleri omuz seviyesine kadar kal­dırmak ya vâcib ya da sünnettir.

3- Rüku'a varılacağı zaman tekbîr getirilirken yine elleri omuz hizasına kadar kaldırmak sünnet veya müstehabdır.

4- Rükü'dan kalkıldığında yine tekbir getirilir ve elleri omuz hizasına kadar kaldırmak sünnet veya müstehabdır. İki secdeden kalktığında yine tekbîr getirip elleri omuz hizasına kadar kaldırmak sünnet veya müstehabdır.

5- Namaza giriş tekbiri getirirken, rüku'a varmak için tekbîr getirirken ve rükü'dan kalkıldığında tekbîr getirilirken elleri kulak yumuşaklarına kadar kaldırmak sünnet veya müstehabdır.

6- Rüku' ve secdelerde, secdeler arasında, ayakta duruldu­ğunda ta'dîl-i ekâna rivayet etmek vâcib veya sünnettir.

7- Son oturuşta teverrük etmek, sağ ayağı dikip solayağı az geri çekip sol kalça üzerine oturmak sünnet veya müstehabdır.

Hadislerin ışığında müctehit imamların görüş, tesbit, istidlal ve ictihatları:

a) Hanefilere göre:

Namazın sünnetlerinden biri de, "tahrîm tekbir"i getirirken el­leri kaldırmaktır. Bunun seviyesi, kulak yumuşakları hizasına ka­dar yükseltmektir. Aynı şekilde bayram ve kunut tekbirlerinde de elleri kaldırmak sünnettir. Bunu terketmeyi itiyat haline getiren günakâr olur. Muhtar olan görüş de budur. Ellerini belirtilen hizaya kadar kaldırmaktan âciz olanlar, kudretleri nisbetinde kaldırır­lar, bunda bir sakınca yoktur; zira ortada özür söz konusudur.

Henefîler, İmam Şafiî'nin İbn Ömer (r.a.)'dan rivayet ettiği şu hadisin özür haline hamledileceğini söylemişlerdir:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimizi namaza başlarken tekbîr getirerek ellerini omuzları seviyesine kadar yükselttiğini gördüm."[47]

b) Şâfiîlere göre:

İmam Şafiî'nin Salim b. Abdullah'dan, onun da babasından yaptığı rivayete göre, demiştir ki: "Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'i, na­maza başlarken tekbîr getirdiği zaman iki elini omuzları hizasına kadar kaldırdığını, rüku'a gitmek istediğinde, başını rükü'dan kaldırdığında da ellerini omuz hizasına kadar kaldırdığını gördüm." Resûlüllah (a.s.) Efendimîz'in hemen her namazda böyle yaptığını ashabdan 12 kişi rivayet etmiştir; ayrıca İbn Ömer (r.a.) dan da bu anlam ve hükümde sahîh rivayet yapılmıştır..

İmam Şafii diyor ki:

"İşte biz bu rivayetlere dayanarak imam ol­sun, me'mum olsun, münferit olsun, cemaat halinde bulunsun, kadın veya erkek olsun her namaz kılana, namaza başlarken, tekbîr geti­rip rüku'a  giderken, rükü'dan başını kaldırırken ellerini omuzları hizasına kadar kaldırmasını emrediyoruz."[48]

c) Hanbelîlere göre:

Namaza başlarkan iftitah tekbirinde, rüku'a gidilmek istediğin­de ve rükü'dan kalkıldığında elleri ya kulak yumuşaklarına, ya da omuz seviyesine kadar kaldırmak müstehabdır. Çünkü Resûlüllah (a.s.)  Efendimiz bazan kulak yumuşağına, bazan da omuz seviye­sine kadar ellerini kaldırmıştır. O halde namaz kılan kimse belirtilen yerlerde ellerini iki seviyeden birine göre kaldırmakta serbesttir. Ancak el-Esrem diyor ki:

"İmam Ahmed'e sordum, eller nereye kadar kaldırılsın? O şöyle cevap verdi: Ben iki omuz seviyesine ka­dar kaldırmak hakkındaki İbn Ömer rivayetini seçiyorum. Kulak seviyesine kadar kaldırmak da güzel bir şeydir. Ne var k, omuz se­viyesine kadar kaldırmak hakkındaki rivayetler daha çoktur.[49]

d) Mâlikîlere göre:

Namaza başlarken "ihram tekbîri"ni getirirken elleri omuz se­viyesine kadar kaldırmak menduptur. Başka yerlerde kaldırmak mekrûhtur. Elleri kaldırırken iç kısmı yere, üst kısmı göğe yönelik bir vaziyette tutulur. Meşhur olan da budur.[50]

Diğer rivayetler, yorumlar ve tahliller:

Ebû Cafer et-Tahâvî, tekbîr getirirken ellerin kaldırılmasıyla il­gili rivayetleri tesbit ederek şöyle belirlemiştir: Ellerin omuz seviye­sine kadar kaldırılması hakkında 6, kulak yumuşağı seviyesine kadar kaldırılması hakkında 4-5 rivayet naklettikten sonra Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in soğuk günlerde omuzlarına kadar, normal gün­lerde kulak yumuşaklarına kadar kaldırıldığını iddia edenlerin ve üzerindeki elbisenin durumuna göre de ellerini kaldırmasının fark­lı olduğunu ileri sürenlerin görüşlerinin isabetli olup olmadığı üze­rinde durmuş ve sonra da İbn Ömer (r.a.) hadîsini esas kabul edip çoğu sahih rivayetlerin o anlamda varit olduğuna dikkatleri çeke­rek Hanefi imamlarının ictihadını benimsediğini ortaya koymuştur.[51]

Bu durumda Tahavî'nin naklettiği hadîsleri kitabımıza almaya gerek görmedik.

Zeylâî, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in tekbîr getirirken ellerini omuz seviyesine kadar kaldırdığıyla ilgili İbn Ömer, Ebû Humayd es-Sâidî ve Ali b. Ebû Tâlib hadîslerini naklettikten sonra Şeyh Takıyüddin'in el-İmam adlı eserinde İbn Münzir'den naklen şöyle de­diğini belirtiyor:

"İlim ehlinden kiç kimse Resûlüllah (a.s.) Efendi­mizin iftitah tekbirinde ellerini kaldırdığı hakkında muhalif görüş or­taya koymamıştır."[52] Farklı tesbit ve görüş ise, ellerinin omuz seviyesine kadar mı, yoksa kulak yumuşağına kadar mı olduğunda ve bir de rukü'a gidildiğinde ve rükû'dan kalkıldığında, iki secde yapılıp ayağa kalkıldığında ellerin kaldırılıp kaldırılmayacağında ortaya çıkmıştır.

584 nolu Ebû Hüreyre hadîsinin isnadının sıhhati üzerinde kim­se şüphe izhar etmemiştir. Çünkü Ebû Dâvud onu Müseddid'den, Nesâî Amir b. Ali'den rivayet etmiştir ki, bu iki zat da onu Yahya el-Kattan'dan o da İbn Ebî Zi'b'den rivayet etmiştir. Bunların hepsi de hadîs imamlarının imamları sayılırlar.

Bu hadîsle istidlal eden İbn Hazım, İbn Münzir, İbn Sübkî Evzaî, Buharî'nin şeyhi el-Humeydî ve İbn Huzayme iftitah tekbirinde elleri kaldırmanın vâcib olduğunu söylemişlerdir. Kadı Hüseyn'in İmam Ahmed b. Hanbel'den yatığı rivayete göre, o da bunun vücübuna kail olmuştur.[53] Ebû Hanîfe'den yapılan rivayette ise, tek­bir getirirken ellerini kaldırmayanın günahkâr olacağı belirtilmiştir. Kaffal'ın Ahmed b. Yesar'dan yaptığı rivayete göre, iftitah tekbirin­de elleri kaldırmanın vâcib olduğu, kaldırmayanın namazının sahih

olmayacağı ifade edilmiştir ki bu tamamiyle Ahmed b. Yesar'ın gö­rüş ve ictihadıdır. Çünkü bu hususta kesin bir delil ortaya koymak mümkün değildir.

585 nolu Vâil b. Hücür hadîsini aynı zamanda Beyhakî, Abdurrahman b. Amir tarikıyla Vâil'den rivayet etmiştir. Ahmed b. Hanben ile Ebû Dâvud aynı hadîsi Abdulcebbar b. Vâil tarikıyla rivayet etmişlerdir. el-Münzirî ise, bu hadîsi, Abdulcebbar babasından işitmemiştir ve onun aile durumu meçhuldür, demiştir.[54]

586 nolu hadîsi, Beyhakî şu fazlalıkla tahrîc etmiştir:

"Resûlüllah'ın (a.s.) bu namazı (kıldığı namazdaki fiilleri) Allah'a kavuşun­caya kadar hep devam etti."

İbn Medenî diyor ki:

"Halktan bu hadisi duyan herkesin aynı şe­kilde amel etmesi gerekir. Çünkü hadîsin isnadında hiçbir şüphe ve ta'n yoktur. Nitekim İmam Buhari bu mesele hakkında tek başına bir cüz tasnif etmiş ve onda el-Hasen, Humayr b. Hilâl'dan şunu nakletmiştir: Ashab-ı kiram hep öyle amel ederlerdi, yani üç yerde elleri­ni kaldırırlardı. el-Hasen bunu söylerken ashabdan hiç birini istis­na etmemiştir. Nitekim el-Mervezî diyor ki:

"İslâm ülkelerindeki ilim adamları bu üç yerde elleri kaldırmanın meşruiyetinde icma, etmiş­lerdir, ancak Küfe âlimleri müstesna. İmam Mâlik'ten ise, sadece İbn Kasım, rükû'a varılırken ve rükû'dan kalkılırken ellerinin kaldırılmaması hususunu rivayet etmiştir."

Böylece İmam Şafiî ve İmam Ahmed b. Hanbel, sözü edilen üç yerde ellerin kaldırılmasının müstehab olduğuna kail olmuşlardır ki ashab-ı kiramdan da bu görüşte olanlar hayli çoktur. Ayrıca İmam Şafiî, birinci teşehhüdden kalkıldığında, yani ikinci rekâtten üçün­cü rekate kalkıldığı zaman da elleri kaldırmanın müstehab olduğu­nu söylemiştir.[55]

587 nolu Nâfi' hadîsi hakkında Ebu Dâvud şöyle demiştir:

"Râvilerinin hepsi sıka (güvenilir) dir." Ancak Darekutnî bu hadîsin merfu' ve mevkuf olduğu üzerinde durmuş ve el-Ilel adlı eserinde bu­na geniş yer vermiştir. Ancak hadîsin sıhhatına delâlet eden birçok şevahid mevcuttur. Böylece ilgili hadîs, namazda dört yerde elleri kaldırmanın meşruiyetine delâlet etmektedir. Nitekim İmam Şafiî ile İmam Mâlik de ictihat ve görüşlerini ortaya koyarken bu rivayeti dikkate almışlardır.

588 nolu Ali b. Ebî Tâlib hadîsini Ahmed b. Hanbel sahihlemiştir. Bu da dört yerde elleri kaldırmanın meşruiyetine delâlet eden sahîh hadîslerden biridir.

Müctehitler bu hadîslere dayanarak elleri kaldırma hususunda kadınla erkek arasında bir fark olmadığını belirtmişlerdir, ancak İmam Ebu Hanîfe ikisi arasında bir ayrım yaparak şöyle demiştir: Erkekler, ellerini kulaklarına kadar kadınlar ise omuzlarına kadar kaldırırlar. İmam Ebu Hanîfe kulaklara kaldırma meselesini 589, 590 nolu' hadîsleri de dikkate alarak ortaya koymuştur.

591 nolu Ebu Humayd hadîsini aynı zamanda İbn Hibban da tahrîc etmiştir. et-Tahavî ise bu hadîsin malûl olduğunu belirterek şöyle demiştir:

"Zira râvilerden Muhammed b. Ata', Ebu Katade'ye ulaş­mamıştır."[56]

Oysa İmam Buharî onun kesinlikle Ebu Humayd'den işittiğini belirtmiştir. Çünkü Ebu Katade'nin hicrî 54. yılda vefat etti­ği söylenir ki, bu durumda Muhammed'in ona ulaştığı muhakkaktır. Yapılan tesbitlere göre, Muhammed b. Amir ise hicrî 120 yılında 80 yaşında iken vefat etmiştir.

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- Namaza başlarken iftitan tekbiri getirince elleri kaldırmak kimine göre sünnet, kimine göre vâcibdir. Çünkü Resûlüllah’ın (a.s.) bunu terkettiği tesbit edilememiştir.

2- Rükû'a varılırken, rükû'dan kalkılırken ve bir de üçüncü re­kâta kalkıldığında elleri kaldırmak müstehabdır.

İmam Ebû Hanîfe ve arkadaşlarına göre, kaldırılmaz, sadece İftitah tekbirinde kaldırılır. İmam Mâlik'e göre de öyle... İmam Şafiî ve İmam Ahmed'e göre belirtilen yerlerde elleri kaldırmak meşru'dür ve müstehabdır.

3- Elleri hem kulak yumuşaklarına kadar, hem omuz seviye­sine kadar kaldırmak caizdir. Namaz kılan bunlardan birini tercih edebilir. Nitekim Hanefîler erkekler için kulak yumuşaklarına ka­dar kaldırmayı, diğer imamlar omuz hizasına kadar kaldırmayı müstehab saymışlar.

 

Namazda Sağ Eli Sol El Üzerine Koymak

 

Namazın farzlarından biri de kıyam, yani ayakta durmaktır. Na­maza niyet edip tekbîr getirdikten sonra kıraat süresince ayakta dur­mak farzdır. Bu aynı zamanda bir rükündür.

Hikmetine gelince, bizi iki ayak üzerine yürüten ve dimdik ayak­ta durma kudretini veren, böylece ahsen-i takvim üzere yaratıldığı­mızı bu özelliğimizle de belirginleştiren Rabbımıza hamdediyor, bu nimetine karşı şükür borcumuzu huzurunda el bağlayarak yerine getirmek istiyoruz. Hem Fâtiha'yı okumak, bir bakıma Allah'a hitap edip O'nunla konuşmak demektir. O bakımdan da ayakta edeple durup el bağlayarak O'nun huzurunda kulluğumuza yakışanı yapma­mız kadar tabii ne olabilir?

Namazda kıyam, yani ayakta durmanın farz olduğuna muhale­fet eden olmamıştır, bunda icma' vardır. Ancak kırat süresinde er­keklerin göbek altında, kadınların göğüsleri üzerinde el bağlamaları müctehid imamların hepsi tarafından sünnet sayılmamıştır. Konuyu bu açıdan incelemek istiyoruz.

İlgili hadîsler:

Vâil b. Hücür (r.a.)’den yapılan rivayette, o, Peygamber (a.s.) Efendimiz'in namaza giriş yaptığında tekbîr getirerek ellerini kaldır­dığını, sonra da elbisesini (ön kısmını bitiştirerek) kapadığını, sonra da sağ elini sol elinin üzerine koyduğunu; rükû' yapmak istediğinde ellerini çıkarıp kaldırdığını, tekbîr getirerek rükû'a vardığını, semi'allahu limen hamidehü dediği zaman yine ellerini kaldırdığını, secde et­tiğinde iki eli arasına secde ettiğini görmüştür.

Ayni hadîsi Ahmed ve Ebû Dâvud şu cümleyi de fazla olarak rivayet etmişlerdir:

"Sağ elini sol elinin ayası üzerine, bileğinin iç kısmını, sol bileğinin üst kısmına koyduğunu..."[57]

Ebu Hâzim'den, o da Sehl b. Sa'd (r.a.) den rivayet etmiştir:

"İnsanlara namazda adamın sağ elini sol bileği üzerine koyma­sı emrediliyordu. Ebu Hâzim şöyle dedi: "Bunu bilmiyorum, ancak Peygamber (a.s.) Efendimize kadar refedildiğini (biliyorum)."[58]

İbn Mes'ûd (r.a.)’den yapılan rivayete göre, adı geçen, namaz kılarken sol elini sağ eli üzerine koyardı. Cenâb-ı Peygamber (a.s.) onu böyle yaptığını görünce, sağ elini tutup sol eli üzerine koydu.[59]

Ali (r.a.)’den yapılan rivayette, şöyle demiştir:

"Namazda eküffü eküff üzerine koyup göbek altında bağlamak sünnettir."[60]

Eküff, "keff"ın çoğuludur, kelime olarak elin ayası demektir. Bun­dan maksat, sağ elin ayasını sol elin üzerine koymaktır; Arapçada bazan birbirine yakın iki ayrı şeyden söz edilirken her ikisi için ga­lip olanın ismi kullanılır. O bakımdan Hz. Ali (r.a.) de el ayası ile elin üst kısmı için birden "eküff" ismini kullanmıştır.

Hadîslerin açık delâletinden anlaşılan hükümler:

1- Namaza başlarken tekbîrde elleri kaldırmak sünnettir.

2- Namaza niyet edip tekbîr getirdikten sonra hırka, üstlük, pardüsü ve benzeri bir elbisenin açık bulunan ön kısmındaki iki ka­nadını el ile bitiştirip biraraya getirmekte bir sakınca yoktur.

3- Namazda kıyam rüknü yerine getirilirken sağ eli sol el üze­rine koymak sünnettir.

4- Rükû'a varırken tekbîr getirip elleri kaldırmak ve rükû'dan kalkılırken yine elleri kaldırmak sünnet veya müstehabdır.

5- Secde ederken alın ve burnu iki elin arasında koymak müs­tehabdır.

6- Kıyamda sağ eli sol elin bileği üzerine koymak müstehab­dır.   

7- Sol eli sağ el üzerine koymak mekruhtur.

8- Elleri göbek altında bağlamak sünnet veya müstehabdır.

Hadîslerin ışığında müctehit imamların görüş, tesbit ictihat ve istidlalleri:

a) Hanefîlere göre:

Namazda ayakta dururken erkeklerin sağ ellerini sol elleri üze­rine koyup göbek altında bağlamaları sünnettir. Bu da, niyet edip iftitah tekbirini alırken ellerini kaldırınca artık yanlarına sarkma­yarak bağlamakla gerçekleşir. İmam Muhammed'e göre, kıraate baş­lamadan ellerini bağlamaz. Sübhanekeyi okuyup eûzü besmele çe­kinceye kadar ellerini yanlarına sarkıtır, kıraate başlayınca bağlar. Ayrıca sağ elinin serçe ve baş parmaklarıyla sol elinin bileğini hafif kavrayıp tutar. Gerçi bunu hanefî fukahasından çoğu istihsanen uy­gun görmüşse de muhalefet eden de olmuştur.

Kadınlar ise, kıyamda sağ ellerini sol elleri üzerine koyup gö­ğüsleri üzerinde bağlarlar, onlar hakkında müstehab olan böyle yap­maktır. Ancak serçe ve baş parmaklarıyla sol elin bileğini kavra­mazlar.[61]

b) Şâfiîlere göre:

Namazda erkek ve kadının sağ ellerini sol elleri üzerine koyma­ları ve ellerini göğüsleriyle göbekleri arasında bağlamaları sünnet­tir. Bu durumda sağ elinin parmaklarını bitişik tutması veya sol eli­nin bileği üzerine yayması hususunda muhayyerdir.[62]

c) Hanbelilere göre:

Erkek ve kadının namazda sağ elinin içini sol elinin üzerine ko­yup göbekleri altında bağlamaları sünnettir.[63]

Hanbeliler bu mesele hakkında Kubayse, Sehi b. Sa'd ve Ebu Hâzim hadîsleriyle istidlal etmişlerdir. Ayrıca Vâil b. Hücür'den ri­vayet edilen hadîsle de istidlal ederek, sağ eli sol elin bileği üzerine koymanın da müstehab olduğunu belirtenler olmuştur.[64]

Yine İmam Ahmed'e göre, kadın ve erkeğin ellerini göbekleri üzerinde bağlamaları sünnettir. Nitekim Saîd b. Müseyyeb'in de kav­li böyledir.[65]

d) Mâlikîlere göre

Mezhebin zahirine göre, namazda eller bağlanmayıp yan tarafa sarkıtılır. Aynı zamanda bu görüş, İbn Zübeyir ile el-Hasen'den riva­yet edilmiştir.[66]

Abdurrahman el-Cezîri’nin tesbitine göre, Mâlikîler bu mesele hakkında şöyle demişlerdir: Sağ eli sol el üzerine koyup göbek üze­rinde bağlamak menduptur sünnet değildir, şu şartla ki, namaz kılan böyle yapmakla Peygamber (a.s.) Efendimiz'in sünnetine uymayı kasdetmiş olacak; bunun aksine daha rahat durmak ve bir bakıma ellerini bağlamak suretiyle kendine destek sağlamak için yaparsa, mekruh sayılır. Nafile namazlarda ise, ne maksatla bağlarsa bağla­sın, mendup sayılır.[67]

Diğer rivayetler, yorumlar ve tahliller:

602 nolu Vâil b. Hücür hadîsini aynı zamanda İbn Hibban ile İbn Huzeyme de tahrîc etmişlerdir. Aynı babda bir diğer hadîsi Ahmed ile Tirmizî de Kubeyse b. Helb tarikiyle rivayet etmişlerdir. Semmak'tan başkası ondan rivayet etmemiştir. Bununla beraber sıka olduğunu kabul edenler vardır. İbn Medenî ile Nesâî onun meç­hul olduğunu, Tirmizî ise hasen sayıldığını söylemiştir.

Darekutnî, Beyhaki ve İbn Hibban ise İbn Abbas'dan (r.a.) ri­vayet etmişlerdir. el-Akılî ise, İbn Ömer'den (r.a.) rivayet etmiş ve zayıf olduğuna dikkatleri çekmiştir. Ayrıca Darekutnî Huzayfe'den rivayet etmiştir. Beyhakî ise Hz. Âişe (r.a.)’dan rivayet etmiş ve hadîsi sahîhlemiştir. Hafız Bezzar ise, Şeddad b. Şurahbîl'den ri­vayet etmiştir, ancak isnadında Abbas b. Yunus bulunuyor ki, bu zat üzerinde duranlar olmuştur. Zehebî'nin onu zayıflar arasında anmadığına bakılırsa, sıka olduğu ağırlık kazanır. Taberânî ise, Ya'lâ b.Merre'den rivayet etmişse de isnadında Abdullah b. Ya'lâ bu­lunuyor ki, bu zat zayıf kabul edilmiştir.

Rivayetlerin çokluğu dikkate alınınca, hadîsle istidlal ve ihticacın doğru olacağı neticesi ortaya çıkmaktadır. Böylece hadîs, namaz­da elleri belirtilen şekilde bağlamanın meşruiyetine delâlet ediyor.

Şevkanî'nin tesbitine göre, bu babda yirmi rivayet, onsekiz sahabî ve tabiîden yapılmıştır. O bakımdan İbn Abdülber şöyle demiştir:

"Bu babda belirtilen hususun hilâfına Peygamber (a.s.)’dan başka bir rivayet yapılmamıştır."[68]

603 nolu Ebu Hâzim hadîsi hakkında Nevevî şöyle demiştir:

"Bu hadîs sahih ve merfu'dür."

604 nolu İbn Mes'ud hadîsi hakkında ise İbn Seyyid'in-nâs şöyle de­miştir:

"Ricali, rical-i sahihtir yani senedi ve ricali sahîh tesbit edil­miştir." Bu konuda Ahmed b. Hanbel ve Darekutnî, Câbir (r.a.)’den şu lâfızla rivayet yapmışlardır:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz namaz kılmakta olan bir adamın yanından geçerken, o adamın sol elini sağ eli üzerine koyduğunu gördü ve tutup kaldırdı, sağ elini sol eli üzeri­ne koydu."

Bu rivayet de, namazda sağ eli sol el üzerine koymanın meşru'iyetine aksinin meşru' olmadığına delâlet etmektedir. Cumhur da aynı görüştedir.

605 nolu Hz. Ali hadîsinin isnadında Abdurrahman b. İshak el-Kûfî bulunuyor ki, Ebû Dâvud diyor ki, Ahmed b. Hanbel'in onu zayıf­lar arasında andığını duydum. Buhârî ise, onun hakkında şüpheyle durulmuştur, derken İmam Nevevî onun zayıf olduğunu belirtmiştir. Bu bapta ayrıca Ebû Davud'un Ebû Cerîr'den onun da babasın­dan yaptığı bir rivayet daha var ki, şu lâfızla tesbit edilmiştir:

"Hz. Ali'yi gördüm, namazda sağ eliyle sol elinin bileğini tutup göbeğinin üzerinde bağlamıştı." Ancak bunun isnadında Ebu Tâlût Abdusselâm b. Ebî Hâzim bulunuyor ki, bu zat üzerinde de durulmuştur. Ebû Dâvud, onun hadîsinin yazılabileceğini kaydetmiştir.[69]

Ayrıca Ebû Dâvud bu bapta Tâvus'tan yaptığı rivayette, şöyle denildiğini tesbit etmiştir:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz namazda sağ elini sol eli üzerine koyar, sonra da ikisini göğsü üzerinde bağlar­dı." Bu hadis, mürseldir, yani senedinden bir sahabi düşmüştür.

Namazda elleri göbek altında bağlamanın müstehab olduğunu söy­leyen İmam Ebû Hanîfe, İshak b. Râhuye, Ebu İshak el-Mervezî ve İmam Şafiî'nin arkadaşları 605 nolu Hz. Ali (r.a.) hadîsiyle istidlal etmişlerdir. İmam Şafiî ise bu husustaki diğer rivayetleri de dikka­te alarak ellerin göbekle göğüs arasında bağlanmasının müstehab olduğunu söylemiştir. Cumhur da aynı görüştedir. İmam Şafiî da­ha çok İbn Huzeyme'nin kendi Sahîh'inde, Vâil b. Hücür'den naklettiği şu hadîsle ihticac etmiştir: "Resûlüllah (a.s.) Efendimizle beraber namaz kıldım. O, sağ elini sol eli üzerine koyup göğsü üze­rinde bağlamış bulunuyordu." Oysa bu rivayet, İmam Şafiî'nin gö­rüşünü destekler mahiyette bir hüküm ifade etmemektedir. Çünkü Şafiî göğüsle göbek arası derken hadîste göğüs üzerine bağlandığı belirtilmektedir.  

Vâil'in bu rivayetini, Hz. Ali'nin şu yorumu kuvvetlendirmek­tedir: Kevser sûresinde "venhar", elleri göğüs üzerinde bağlamak demektir. Diğer bir yoruma göre, rükû'dan kalkıldığında elleri gö­ğüs hizasına kadar kaldırmak demektir. Bunu deve kesme mana­sına hamledenler de olmuştur.

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- Namazda sağ eli sol el üzerine koymak sünnet veya müstehabdır.

2- Elleri erkeklerin göbek altında, kadınların ise göğüsleri üzerinde bağlamaları müstehabdır. Bu,  Hanefilere göredir.

3- Sağ eli sol el üzerine koyup göğüsle göbek arasında bağla­mak sünnettir. Bu İmam Şâfiîye göredir.

4- Sağ elin içini, sol elin üzerine koyup göbek altında bağla­mak hem erkeklere, hem kadınlara sünnettir. Bu, Hanbelilere göre­dir. İkinci bir rivayete göre, göbekleri üzerinde bağlamaları sünnet­tir.

5- Namazda elleri bağlamayıp yan taraflara sarkmak müste­habdır. Bununla beraber göbek üzerinde   bağlamak da müstehab sayılmıştır, şu şartla ki, sünnete uyma kasdiyle yapılmış olsun. Bu, Mâlikîlere göredir.

 

Namazda Secde Yerine Bakmak

 

Namaz, huzur, dikkat, saygı ve edep makamıdır. Bir bakıma vuslat zamanıdır. Fâtiha'yı okumak suretiyle Allah ile konuşma ma­kamına yükselme dönemidir. Göğüs ve alın kıbleye yönelik, gözler secde yerine bakar vaziyette kemal-i edeple durup ibâdet etmek, şüphesiz ki büyük bir bahtiyarlıktır. Dikkatin başka bir yana dağılması, insanı asıl dikkat edeceği noktadan uzaklaştırır. O ba­kımdan namazda gözle de olsa sağa sola iltifat etmek, duvarlardaki yazı ve nakışlarla, halı ve kilimlerdeki renk ve motiflerle meşgul olmak namazın feyiz ve faziletini düşüreceğinden mekruh sayılmış tavana   doğru kaldırmak da doğru değildir.

Konuyla ilgili hadisler:

İbn Sirîn'den yapılan rivayete göre "Resûlullah (a.s.) Efendimiz (bazan, gözlerini semaya doğru çevirirdi. O sebeple, "Onlar ki na­mazlarında saygıyla korkarlar..." mealindeki âyet indi. Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, başını eğdi."[70]

Açıklama:

Resûlüllah (a.s.) Efendimizin zaman zaman namazda olsa bile gözlerini semaya doğru çevirmesi, Allah'a olan aşk ve üstün saygı­sından kaynaklanır, inen ilâhi tecellilere hayranlık duymasının ayrı bir tezahürü hikmetini taşırdı. Diğer insanların böyle bir mazhari­yete ermeleri söz konusu olmayacağına göre, Resûlüllah'ın (a.s.) o davranışı, namazın sünnetlerinden sayılarak ümmeti tarafından taklîd edilmesini önlemek için, ilgili âyetle, secde yerine bakmak su­retiyle ümmetine namaz adabından birini daha öğretmesi tavsiye edilmiştir.

Ebu Hureyre (r.a.)’den yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

"Bazı topluluklar namazda ya göz­lerini göğe doğru kaldırmaktan vazgeçerler, ya da gözleri herhalde kapılıp alınır."[71]

Enes (r.a.)’den yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimi­zin şöyle buyurduğunu söylemiştir:

"Bazı topluluklara ne oluyor da namazda gözlerini göğe doğru kaldırıyorlar?"

Sonra da Resûlüllah (a.s.) bu husustaki sözünü biraz daha tesirli kılarak buyurdu ki:

"Ya vazgeçerler, ya da gözleri (bakışları) kapılıp alınır."[72]

Abdullah b. Zübeyir (r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz teşehhütte oturunca sağ elini sağ uy­luğunun üzerine, sol elini de sol uyluğu üzerine bırakır, şehadet par­mağıyla işarette bulunur ve bakışı parmak işaretini aşmazdı, (yani teşehhütte önüne bakar, başka tarafa gözlerini kaydırnıazdı.)"[73]

Hadîslerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Namazda gözleri sağa sola kaydırmak, çevreyi taramak mekruhtur.

2- Namazda daha çok secde yerine bakılır, böyle yapmak müstehabdır.

3- Namazda gözleri göğe doğru kaldırmak mekruhtur.

4- Teşehhüde oturulduğunda elleri uyluklar üzerine koymak sünnettir.

5- Teşehhüt esnasında diz kapaklarına bakmak, etrafı gözle taramamak müstehabdır.

Hadîslerin ışığında müctehit imamların görüş, tesbit, istidlal ve ihticacları:

a) Hanefîlere göre:

Namazda başıyla sağa-sola iltifat etmek mekruhtur. Göğüsüyle sağa-sola çevrilmek ise namazı bozmasa bile hem mekruh, hem de fazileti gidericidir. Ancak göz ucuyla çevreye iltifatta bulunmak mek­ruh değildir. Nitekim Resûlüllah (a.s.) Efendimiz gözünün ucuyla ashabının davranışlarını bazan tarardı.[74]

Namazda ayakta iken secde yerine bakmak, rükû'da ayaklara, otururken uyluklara bakmak namazın adâbındandır.[75]

b) Şâfiîlere göre:

İlgili hadislerle istidlal edip namazda ayakta iken secde yerine bakıp etrafa iltifat etmemek, teşehhüde otururken şehadet parma­ğına bakıp yine ileriye ve etrafa iltifatta bulunmamak sünnettir. Aksini yapmak mekruhtur.[76] Göğsüyle kıbleden ayrılan kimsenin namazı bozulur.[77]

c) Hanbelilere göre:

Namazda sağa-sola iltifat mekruhtur. Vücudunu bütünüyle kıb­leden başka yana çevirirse namazı bozulur. Ancak Kabe'de veya aşı­rı korkulu anlarda böyle yapmasıyla namaz bozulmaz. Yüzüyle ve­ya göğsüyle sağa-sola iltifat namazı bozmaz.[78] Gözleri göğe kal­dırmak ise, mekruhtur.

d) Mâlikîlere göre:

Namaz kılanın ayakları kıbleye yönelik bulunduğu takdirde sa­ğa-sola iltifat mutlaka mekruhtur, bu ister baş ve göğüsle, isterse vü­cudun bütünüyle olsun farketmez. Ancak ayakları da kıbleden çevrilirse, o takdirde namazı bozulur.[79]

Namazda gözleri göğe doğru kaldırmak, eğer öğüt ve ibret al­mak içinse, mekruh değildir.[80]

Diğer rivayetler, yorumlar ve tahliller:

615 nolu İbn Sirin hadisi murseldir. Çünkü bu zat tabiîndendir, Peygamber (a.s.) Efendimize ulaşmamıştır. Bundan, onun hadîsi rivayet ettiği sahabinin ismini atladığı anlaşılıyor. Ancak ricali sıkat (güvenilirler) dir. Beyhakî ise hadisi mevsulen tahrîc etmiştir. el-Hâkim ise Müstedrek'te Ebû Hüreyre'den (r.a.) şu lâfızla tahrîc etmiştir:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz namaz kıldığı zaman gö­zünü göğe doğru kaldırırdı. "Onlar ki namazlarında saygıyla kor­karlar..." âyeti inince, başını eğmeye başladı."

İbn Zübeyr'in hadîsini ise, İbn Hibban kendi sahihinde tahrîc etmiştir. Aslı ise Müslimde geçer, ancak orada şu cümleye yer ve­rilmemiştir:

"Gözleri işaret parmağını aşmazdı."

Gözlerin kapılıp alınmasından maksat, kör olmasıdır. Bu, zahi­rî bir körlük değil, manevî körlüktür, yani gözler namazın nurun­dan mehrûm kalır, demektir.

Ezvac-ı tahirattan Ümmü Seleme (r.a.) şöyle anlatmıştır:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz zamanında namaz kılmaya kal­kan kimsenin gözlerinin bakış açısı ayaklarını aşmazdı. Resûlül­lah (a.s.) Efendimiz vefat ettikten sonra, namaz kılan  kimsenin bakış açısı alnını koyduğu secde yerini aşmazdı. Ebûbekir (r.a.) vefat etti, Hz. Ömer zamanında namaz kılan kimsenin namazdaki bakış açısı kıble yerini aşmazdı. Hz. Osman (r.a.) zamanında ise, fitneler baş gösterdi, o yüzden insanlar namazda sağa-sola iltifat etmeye başladılar."[81]   

İbn Hazım hadîsin zahirine bakarak, sağa-sola iltifat edenin namazı bozulur demiştir. Yine bu zata göre, namazda gözleri göğe doğru kaldırmak da namazı bozar.

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- Nazmada sağa-sola baş ile veya göğüsü çevirerek iltifat etmek mekruhtur, namazın faziletini düşürür.

2- Namazda ayakta iken secde yerine, otururken diz kapaklarına veya uyluğa bakmak adâbdandır. (Bu Hanefîlere göredir).

3- Namazda ayakta iken secde yerine bakmak, otururken şehadet parmağına bakmak sünnettir. Sağa-sola iltifat mekruhtur. Ayrıca namazda göğüsü kıbleden çevirmek namazı bozar. (Bu Şafiîlere göredir).

4- Sağa sola iltifat etmek mekruhtur. Namazda vücudu bü­tünüyle kıbleden çevirmek namazı bozar. (Bu, Hanbelîlere göredir).

5- Namazda ayaklar kıbleden başka bir cihete çevirilmedigi takdirde göğüsün veya vücudun tamamının kıbleden çevrilmesi taamazı bozmaz. (Bu, Mâlikîlere göredir).

6- Namazda gözleri göğe doğru kaldırmak mekruhtur.

 

Tekbirle Kıraat Arasında İstiftah

 

Namaza niyet edip tekbir getirdikten sonra hemen kıraate ge­çilmez, me'sur dua okunur, sonra Euzü-Besmele çekilir ve öylece kıraate başlanır.

Konuyla ilgili hadisler:

Ali b. Ebî Tâlib (r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki:

Resûlüllah (a.s.) Efendimiz namaza namaza kalktığı zaman şu duayı okurdu:

Veccehtü Vechiye Lillezi Ve'l-Arza, Hanîfen Müslimen Vema Ene İnnesalatı Ve Nüsüki Ve Mehyaye Ve Mematilillahi Rabbi'l-Alemin, La Şerike Lehu Ve    Bizalike Ümirtu Ve Ene Mine'l-Müslimîn.

Allahümme Ente'l-Melikü La İlahe Ente, Ente Rabbî Ve Ene Abdüke, Zalemtü Nefsi Ve'tereftü Bi-Zenbi, Feğfir Lî Zünûbî Cemî'an La Yağfirü'z-Zünûbe İlla Ente Vehdîni Lî-Ahseni'l-Ahlaki La Yehdi Li-Ehseniha Îlla Ente, Vasrif Annî Seyyieha La Yasrifü Annî Seyyî-Eha İlla Ente, Lebbeyke Ve Sa'deyke Ve'l-Hayru Küllühü Fi Yedike Ve'ş-Şerrü Leyse, İleyke, Ene Bike Ve İleyke Tebarekte Ve Tealeyte, Esteğfîruke Ve   Etübu İleyke...

Meali: 

"Şüphesiz ki ben yüzümü, bâtıldan uzak, Hakk'a tamamen yö­nelmiş müslim olarak gökleri ve yeri örneksiz ve benzersiz yara­tana çevirdim ve ben müşriklerden değilim. Şüphesiz ki benim na­mazım, diğer ibâdetlerim, dirimim ve ölümüm, âlemlerin Rabbi Al­lah'a aittir; O'nun hiçbir ortağı yoktur ve ben bununla emrolundum, ben müslümanlardanım.

Allahım! Sen yegâne sahipsin senden başka hiçbir ilâh yoktur, ancak sen varsın, sen benim Rabbimsin ve ben de senin kulunum. Nefsime zulmettim ve günahımı itiraf ettim, artık benim bütün gü­nahlarımı bana bağışlayıp affet, günahları ancak sen bağışlayıp affedersin. Beni en güzel ahlâka eriştir, çünkü ahlâkın en güzeline ancak sen eriştirirsin. Ahlâkın kötüsünü benden çevirip uzaklaştır, çünkü onun kötüsünü benden ancak sen çevirip uzaklaştırırsın. Bu­yur, emrine hazır bekliyorum. Hayrın hepsi senin elindedir, şer ise senden yana değildir. Ben seninle (varım) ve sana yöneliğim. Sen çok mübarek ve çok yücesin. Senden mağfiret dilerim ve sana tevbe ederim."

Resûlüllah (a.s.) Efendimiz rüku'a varınca şöyle duâ ederdi:

Allahümme Leke Reka'tü Ve Bike Amentü Ve Leke Eslemtü. Haşea Leke Semî Ve Basari Ve Muhhî Ve Azmi Ve Asabi.

Meali:

"Allahım! senin için rükû' ettim, ancak sana inandım ve an­cak sana teslim oldum. Kulağım, gözüm, iliğim, kemiğim ve damar­larım sana saygı duyup ürperdi."

Başını rükû'dan kaldırınca şu duayı yaptı:

Allahümme Rebbena Leke'l-Hamdu Mil'e's-Semavati Ve Mil'e Ma Beynehüma Ve Mil'e Ma-Şi'te Min Şeyin Ba'du.

Meali:

"Ey Allahım! Ey Rabbımız! Sana gökler dolusu, yer dolusu, gök­le yer arası dolusu ve bunlardan sonra dilediğin şey dolusu hamd ol­sun."

Secdeye vardığında şöyle duâ ederdi:

Allahümme Leke Secedtü Ve Bike Amentü Ve Leke Eslemtü. Secede Vechi Lillezî Halakahu Savverehu Ve Şakka Sem'ahü Ve Basarehü, Fe-Tebareke'llahü Ahse Nü'lhalikîn.

Meali:

"Allahım! Ancak sana secde ettim ve ancak sana imân ettim ve ancak sana teslim oldum. Yüzüm kendini yaratana, tasvir edene, işit­me ve görme hissini yarıp ortaya çıkarana secde etti. Yaratanların en güzeli olan Allah çok yüce çok mübarektir!"

Sonra da Resûlüllah'ın (a.s.) teşehhütle selâm arasında en son yaptiğı duâ şu idi:

Allahümme'ğfir Lî Ma-Kaddemtü Vema Ehhartü Vema Esrertü Vema A'lentü Vema Esreftü Vema Ente A'lemü Bîhi Minni, Ennete'l-Mukaddemu, Ente'l-Müehharü, La İlahe İlla Ente.

Meali:

"Allahım, önden gönderdiğim, geriye bıraktığım gizlediğim, açık­ladığım ve israf ettiğim şeyleri ve senin benden bildiğin şeyleri bağışlayıp temizle. En ön sensin ve en son da sensin. Senden başka hiçbir ilâh yoktur, ancak sen varsın."[82]

Hz. Aişe (r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz namaza başladığı zaman şöyle dedi:

Sübhaneke’llahümme Ve Bi-Hamdike Ve Tebareke İsmuke Ve Teala Ceddüke Vela İlahe Gayruke.

Meali:

"Allahım! Seni hamdinle tesbîh ve tenzih ederini; ismin çok mü­barektir, ululuk ve azametin çok yücedir ve senden başka hiçbir ilâh yoktur."[83]

Hadîslerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Tekbîr ile kıraat arasında duâ etmek sünnettir.

2- Rukû'a varınca yine me'sür duayı okumak müstehabdır.

3- Rükû'dan kalkınca yine me'sür duayı okumak müstehab­dır.

4- Secdeye varıldığında yine rivayet edilen me'sür duayı okumak müstehabdır.

5- Teşehhütle selâm arasında zikredilen duayı okumak da müstehabdır.

6- Tekbîr getirdikten sonra Sübhaneke'yi okumak sünnet­tir.

Hadîslerin ışığında müctehit imamların görüş, ictihat, istidlal ve ihticacları:

a) Hanefilere göre:

Namaz için tekbir getirip eller bağlandıktan sonra Sübhane­ke'yi okumak namazın sünnetlerinden biridir. Namaz kılan ister imam, ister ona uyan cemaat olsun ister yalnız başına kılan olsun hepsi için sünnettir. Bazı rivayetlerde "Vecelle Senâüke" de ilâ­ve edilmişse de, meşhur rivayetler arasında bu yoktur.

İmam Ebû Hanife ile İmam Muhammed'e göre, Veccehtü Vechiye...duası ne tekbîrden önce, ne de sonra okunmaz, İmam Ebû Yusuf önceleri bu duânın da okunmasını müstehab saymış, sonra bu görüşünden rücu, etmiştir.[84]

Rükû'da ise üç defa Sübhane Rabbiye'l-Azîm demek sün­nettir. İmam Şafiî'ye göre bir defa kâfidir. Çünkü bu husustaki emir tekrarı gerektirmez. Bunun dışında Hanefîlerce başka duâ okun­ması sünnet veya müstehab sayılmamıştır.[85]

Rüku'dan kalkıldığında Semi'allahu Limen Hamidehu de­mek de sünnettir. İmam Ebû Hanîfe'ye göre, İmam böyle söylerken cemaat de Rebbena Leke'l-Hamd der. İmam Ebû Yusuf, İmam Muhammed ve İmam Şafiî'ye göre, imam hem Semi'allahu Limen Hamidehü, hem de Rabbena Leke'1-Hamd der.

Bazı rivayetlerde ise, Rabbena Ve Leke'l-Hamd şeklinde be­lirtilmişse de meşhur olanı, (VE) siz söylenmesidir.[86]

Bunun gibi, secdede üç defa Sübhane Rabbiye'l-A'lâ de­mek de sünnettir. İmam Ebû Hanîfe bunun dışında başka bir dua­nın yapılmasını müstehab veya sünnet saymamıştır.

b) Şâfiîlere göre:

Tahrim takbîrinden sonra iftitah duasını okumak sünnettir. Hz. Ali'nin hadîsinde ifade edilen Veccehtü Vechîye... duası okunur.[87] Rüku'da ise imam üç defa, yalnız başına kılan ise ar­zu ederse daha fazla Sübhane Rabbiye'l-Azîm demesi ve Hz. Ali hadîsinde rivayet edilen Allahümme Leke Reka'tü... duasını yapması sünnettir.[88]

Rükû'dan kalktığında Semi'allahu Lîmen Hamîdehü der ve tam dağrulunca da Rabbena Leke'l-Hamd diye ilâve ederek şu duayı Mil'e's-Semavati Ve Mil'el-Arzi... sonuna kadar okur. Yalnız başına kılıyorsa, şu lâfızları da ilâve eder:

Ehle's-Senai Ve'l-Mecdi Ehakku Ma Kale'l-Abdü Ve Kulluna Leke Abdün, La Mani'a Lima A'tayte Vela Mu'tiye Lima Mene'te Veya Yenfeu Za'l-Ceddi Minke'l-Cedd.[89]

c) Hanbelilere ve Mâlikîlere göre:

İstiftah, yani tekbirden sonra Sübhaneke duâsıyla namaza başlamak ilim ehlinden çoğuna göre, sünnettir. İmam Mâlik ise, istiftah duasını sünnet olarak görmemiş ve tekbirden sonra kıraate başlanır, demiştir. O, bu hususta Buharî ve Müslim'in ittifakla Enes (r.a.)'den yaptıkları şu rivayetle istidlal etmiştir:

"Peygamber (a.s.) Ebûbekir (r.a.) ve Ömer (r.a.), namaza El-Hamdulîllahi Rabbi'l-Alemîn ile başlarlardı.

Hanbelîler ise, Peygamber (a.s.) ile ashabının istiftah duası okuyarak namaza başladıklarına dair birçok rivayetlerle istidlal etmişlerdir. Hatta Hz. Ömer'in (r.a.) tekbirden sonra istiftah dua­sını, çevresindeki insanlar da işitsinler diye aşikâr okuduğu rivayet

 

302-335 EKSİK

 

amin demesiyle birlikte cehren amîn derler. Bu en zahir kavle göredir.[90]

Abdurrahman el-Cezîrî bu konuyu şöyle açıklamıştır:

"Namazın sünnetlerinden biri de, Fâtiha'yı okuduktan sonra amîn demektir. Bu da, Fâtiha'yı okuduktan sonra uzun süre susup beklemediği takdirde sünnettir. Amîn demek hem imama, hem ona uyanlara, hem yalnız başına namaz kılana sünnettir. Buraya kadar belirttiğimizde üç müctehit imam müttefiktirler. Ancak İmam Mâlik, bunun sünnet değil mendup olduğunu söylemiştir. Şâfiilerle Hanbelîler, gizli okunan namazlarda aminin gizli söylenme­si, aşikâr okunanlarda aşikâr okunması hususunda aynı görüşü izhar etmişlerdir."[91]

Yine aynı zat, Hanefilerin görüş ve ictihadını şöyle nakletmiştir: "Gizli ve aşikâr kılınan bütün namazlarda amîn gizli söylenir."[92]

c) Hanbelilere göre:

Bu mezhebin görüş ve ictihadını az yukarıda kısmen nakletmiş idik. Ancak mezheple ilgili en kuvvetli kaynak kitabı kabul edilen İbn Kudame'nin el-Muğnî'sinde bu meseleye ait bölümü özetleyerek nakletmeyi faydalı gördük: "Fâtiha'nın okunması bitince imam ve ona uyan kimsenin amîn demesi sünnettir. Hanbeliler bu hususta Ebu Hüreyre hadîsiyle istidlal etmişler ve ashab, tabiîn ve müctehitlerden de şu zatların görüşüyle uyum sağlamışlar: İbn Ömer, İbn Zübeyr, es-Sevrî, Atâ', îmam Şafiî, Yahya b. Yahya, İshak, Ebu Hayseme, İbn Ebî Şeybe, Süleyman b. Dâvud ve rey tarafdarlarından da amîn demenin sünnet olduğu rivayet yoluyla sabit olmuştur.

Aşikâr okunan namazlarda hem imamın, hem ona uyanların amîn'i aşikâr söylemeleri, gizli okunan namazlarda ise, gizli okuma­ları sünnettir. Nitekim İmam Ebû Hanîfe'den de yapılan iki rivayet­ten birinde böyle dediği anlaşılmaktadır."[93]

Diğer rivayetler, yorumlar ve tahliller:

714 nolu hadîsi aynı zamanda İbn Mâce, Hz. Ali (r.a.)’den; Ebu Dâvud, Bilâl'dan; Ebu Avâne, Ebû Musa'dan; Ahmed b. Hanbel, Ta­berânî ve İbn Mâce, Hz. Aişe (r.a.)’den ve yine İbn Mâce, İbn Abbas  (r.a.)’dan rivayet etmişlerdir. Ancak isnadında Talha b. Amir bulunuyor ki, bu zat hakkında bazı sözler söylenmiştir. Zehebî şu bilgiyi vermektedir: İbn Main ve başka hadîs âlimleri onun zayıf ol­duğunu belirtmişler; Ahmed b. Hanbel ile Nesâi, "o, metrukü’l-hadîstir" demişlerdir. Buharı ile İbn Medenî, "o, bir şey değildir" derken, el-Fellas, Yahya ile Abdurrahman'ın ondan hadîs rivayet etmedikle­rine dikkat çekmiştir.[94]

Taberânî aynı hadîsi el-Kebir'de Selman'dan rivayet etmiştir; isnadında Saîd b. Beşîr bulunuyor ki, bu zat üzerinde durulmuştur. Katade, Zührî ve bir cemaatten rivayet etmiştir. Hadîs hıfzında ba­şarılı sayılırsa da, münkerü'l-hadîs olduğu söylenir.[95]               

Yine Taberâni el-Kebîr'de Ümmu'l-Husayn'den rivayet etmiştir. Ancak isnadında İsmail b. Müslim bulunuyor ki, bu zat zayıftır. Ebu Zür'a da onun zayıf olduğunu belirtmiş, Ahmed ve diğer hadîs âlimleri onun münkerü'l-hadîs olduğunu söylemişlerdir.[96]

Araştırıldığında bu bapta daha birkaç tarikten rivayet edilen hadisler vardır. Hepsi biraraya gelince kuvvet kazandırmaktadır. Böylece yukarıda mealini verdiğimiz 714 nolu hadisin istidlal ve İhticaca elverişli olduğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.

Hadîsin zahirinden, imamın gizli okunan namazlarda aşikâr amîn demiyeceği anlaşılmakta ise de, bunun imam hakkında meşru olduğunu, diğer rivayetlere dayanarak ifade edenler bulunuyor. O halde ister gizli, ister aşikâr okunan namazlar da imam âmin dediği ve sesi işitildiği takdirde cemaat de amîn der. Mezhep imamların görüş ve ictihatları ise, bu hususta da farklıdır.

716 nolu Ebû Hüreyre hadîsini Darekutnî de tahrîc etmiş ve is­nadının hasen olduğunu söylemiştir. el-Hâkim ise bunun iki şeyhin şartına göre sahihtir, diyerek ihticaca elverişli olduğunu belirtmiş­tir. Beyhakî de bu hadîs için, "sahîh-hasen" tabirini kullanmıştır.

Bu hadîs de, imamın amîn demesinin ve onu işitilecek bir sesle söylemesinin meşruiyetine delâlet etmektedir. Nitekim amini aşikâr söylemenin meşruyetine delâlet eden iki rivayet daha söz konusudur. Birincisini İmam Ahmed, İbn Mâce ve Taberânî, Hz. Aişe (r.a.)’den şu lafızla rivayet etmişlerdir: "Yahudiler, sizin selâm ve amin deme­nize haset ettikleri kadar hiçbir şeye haset etmemişlerdir." Diğerini ise İbn Mâce, İbn Abbas (r.a.)’dan şöyle rivayet etmiştir:

"Yahudiler, sizin âmîn demenize haset ettikleri kadar hiçbir şeye o kadar haset etmemişlerdir."                                                         

717 nolu Vâil b. Hücür hadîsini aynı zamanda Darekutni ve İbn Hibbân tahric etmişlerdir. Ancak Ebû Dâvud bu hadîsi şu fazlalıkla rivâyet etmiştir:

"Peygamber bununla sesini yükseltirdi.."[97]

Hadîsin senedi sahihtir. Nitekim Darekutnî onu sahihlemiş, ancak İbn Kattan onu Hücür b. Anbes sebebiyle muallel saymıştır, yani sıhhatını zedeleyen bir kusur bulunduğunu belirtmiştir. O da, Hücür b. Anbes'in iyice tanınmadığıyla yorumlanmıştır. Ne var ki, Yahya b. Maîn onun sıka (güvenilir) olduğunu söylemiştir. 

Aynı hadisi İbn Mâce, Ahmed ve Darekutnî başka bir tarikten şu lafızla rivayet etmişlerdir: "Peygamber (a.s.) âmîn derken sesi­ni alçaltıyordu."

Ancak bunun isnadında ızdırap bulunduğu üzerin­de durulmuştur. Çünkü Şu'be ile Süfyan farklı mânalarla rivayette bulunmuşlar ve böylece hadîsin muzdarip olduğu intibaını uyandır­mışlardır. Ancak İbn Hibbân, Hücür b. Anbes'in sıka olduğunu be­lirttiğine göre, hadisin sıhhati ağırlık kazanıyor.

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- Namazda imam olsun, ona uyanlar olsun, Fatiha'dan son­ra çok alçak sesle âmin derler, bu sünnettir. Hanefîler'in ictihadı bu doğrultudadır.

2- İmam aşikâr âmîn deyince, cemaat de aşikâr âmîn derler. Bu sünnettir; Şâfiîlerin de ictihadı bu doğrultudadır.        

3- Gizli okunan namazlarda âmîn'in gizli söylenmesi sünnettir. Müctehit imamların çoğunun ictihadı bu doğrultudadır.

 

Kıraat Farzını İyice Yerine Getirmeyenler

 

Namaz, kul ile Allah arasında en işlek yol, en sağlam, köprülerden biridir. Daha önce belirttiğimiz gibi, kul ile Mevlasını konuşturan ve kulu Mevlası huzuruna yükselten bir ibadettir. Allah sözü  ise, Arapçadır, yani Kur'ân Arapça indirilmiştir. İndirildiği gibi ya­zılmış, yazıldığı gibi korunması emredilmiştir. O bakımdan namazda Fatiha ve sûreyi Kur'ân'da yazılı olduğu gibi okuyamıyan ve dili Arapçaya bir türlü yatmıyan kimse ne yapmalıdır? Çünkü namazda Kur'ân'dan kolay gelen sûre veya âyetleri ve tabii Fâtiha'yı okumak farz veya vâcibdir. Bu vücup veya farz yerine getirilmediği takdirde namaz sahih olur mu?

Bunu cevaplıyabilmek için hem ilgili hadisleri, hem müctehit imamların görüş, tesbit ve ictihatlarını bilmemiz gerekir.

İlgili hadîsler:

Rıfaâ b. Râfi' (r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir ki :           

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz bir adama namaz kılınmasını öğ­retti ve şöyle buyurdu:

"Yanında Kur'ân'dan (bildiğin) bir şey varsa onu oku; yoksa Allah'a hamd et, tekbîr getirerek Onu ulula ve tehlîl getir, sonra da rükû'a var.."[98]

Abdullah b. Ebî Evfâ (r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir:

"Bir adam Peygamber (a.s.) Efendimize geldi ve şöyle dedi:

"Doğrusu ben, Kur'ân'dan bir şey alıp öğrenmeye takat getiremiyorum, o bakımdan bana yetecek, şeyi öğret!" Bunun üzerine Resûlüllah (a.s.) ona:

"Sübhanellahi ve'1-hamdu lillahi vela ilahe illallahu vallahu ekber velâ havle velâ kuvvete illâ billah, söyle..." diye emretti![99]                                                                                                       

Hadîslerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Namazda Kur'ân'dan bir şeyler bilenler, ezberleyenler onu okur, bilmeyenler ise, hamd, tekbîr ve tehlîl getirmekle yetinir, yani kıraat yerine bunları okur ve öylece rüku'a varır. Bu bir ruhsat ve cevaz kapısıdır.

2- Kur'ân'dan bir şey öğrenmeye gücü yeten, yani böyle bir yeteneği olan kimsenin herhalde Kur'ân öğrenmesi vâcibdir. Aksi hem günahkâr olur, hem de namazı sahih olmaz.

3- Buna gücü yetmeyen, dili yatmayan ve öğrenecek yeteneği olmayan kimsenin namazı terketmesi caiz olmaz, kıraat yerine belirtilen şeyleri okumakla yetinir.

Hadislerin ışığında müctehit imamların görüş, ictihat ve istidlalleri:

a) Hanefîlere göre:

İmam Ebu Hanîfe'ye göre, farz olan kıraat miktarı, tam bir âyet okumaktır, bu uzun da olabilir, kısa da olabilir. İmameyn'e göre, en az üç kısa âyet veya o uzunlukta olan uzun bir âyet okumaktır.[100]

Meseleyi bu açıdan ele alınca, Arapçayı beceremeyenler için cevaz yolu nedir? sorusu karşımıza çıkmaktadır. İmam Ebu Hanîfe'ye göre, kıraat farzı, nasıl Arapça diliyle sübut buluyorsa, öylece baş­ta dille de sübut bulur; kişi bu durumda ister Arapçayı iyice telaffuz edebilsin, isterse etmesin fark etmez. İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed'e göre, Arapçayı teleffuz edebilen kimsenin namazda kıraatı başka bir dille okuması caiz olmaz, ama Arapçayı iyice beceremiyorsa, o takdirde caiz olur. İmam Ebû Hanîfe diyor ki: Namazda kıraatın vâcib olması, Arapça lafız olması demek değildir, Allah kelâmına delâlet eden lafızdır ki bu Arapça olabileceği gibi, başka dille le olabilir.[101]

İbn Âbidîn bu konuya geniş yer verip ilim adamlarının farklı görüş ve yorumlarını naklettikten sonra tetimme olarak şu açıklamayı yapmıştır:

"Namazın caiz olduğu Kur'ân, ilim adamlarının ittifakıyla, Hz. Osman tarafından zapt ve tesbit edilip İslâm ülkelerindeki imamlara (eyalet valilerine) gönderdiği Mushaftır ki eimme-i aşare onun üzerinde icma' etmişlerdir..."[102]

Menar ve benzeri bazı kitaplarda İmam Ebû Hanife'nin bu görü­şünden vaz geçip imameynin kavline döndüğünden söz edilir.

Yine İmam Ebû Hanîfe'ye göre, namazda Tevrat veya İncil veya Zebur'dan bir şey okursa, bakılır: Eğer okuduğu şeyin tahrife uğ­ramadığına yakın hâsıl ederse, caizdir. Diğer Hanefî imamları ise, yakîn hasıl etsin etmesin, caiz değildir, demişlerdir.[103]

b) Şafiilere göre:

Fatiha'yı bilmeyen kimsenin birbirini takip eden yedi âyet oku­ması, ardarda olan yedi âyet beceremiyorsa, dağınık vaziyette yedi âyet okuması farzdır. Bununla beraber İmam Şerefüddin Yahya Nevevî diyor ki:

"Birbirini takip eden yedi âyet bildiği halde dağınık vaziyette yedi âyet okuması da caizdir. Allah daha iyisini bilir." Bu­nu da beceremiyorsa, âhiretle ilgili zikirde bulunur. Ancak yaptığı zikrin kapsadığı harfler Fâtiha'nın kapsadığı harflerden noksan ol­maması gerekir, aksi halde caiz olmaz. Hiçbir şey beceremiyorsa, Fatiha okunacak süre kadar durur ve öylece rükû'a varır.[104]

c) Hanbelîlere göre:

Namazda Mushaf-i Osman'da yazılı olan okunur. İmam Ahmed'den yapılan rivayete göre, kendisi daha çok Nâfi' kıraatini beğenip seçermiş ki bu İsmail b. Cafer tarikiyle gerçekleşmiştir. O olmadığı takdirde Ebubekir b. Iyaş tarikiyle gelen Âsim kıraati seçilir. Ayrı­ca Ahmed b. Hanbel, Ebu Amir b. el-Alâ' kıraatını da överdi. Bunun­la beraber on kıraatten hiçbirini mekruh görmezdi, sadece Haraza ve el-Kissaî kıraatleri seçmezdi, çünkü onlarda kesre, idğam ve tekellüf, bir de fazla med vardır.[105]

Mushaf-ı Osman dışında kalan İbn Mes'ûd ve diğerlerinin kıraa­tini namazda okumak caiz değildir. Çünkü Kur'ân tevatür yoluyla sübut bulmuş, o kıraatler ise tevatür yoluyla sübut bulmamıştır.[106]

Abdurrahman el-Cezîrî Hanbelilerin bu hususla ilgili görüş ve ictihatlarını daha geniş biçimde şöyle açıklamıştır:

"Şafiîlerle Hanefiler şunda ittifak etmişlerdir: Namazda Fatiha okumasını beceremeyip âciz olan kimse, Kur'ân'dan Fatiha miktarı âyet okuyabiliyorsa, onları okuması vâcib olur. Sadece bir âyet biliyorsa, onu Fâtiha âyetleri sayısınca tekrarlayarak okuması gerekir. Kur'ân'dan hiçbir şey okuyamıyor da âciz durumda kalıyorsa, Fâtiha'yı okuma süresi kadar Allah'ı zikretmekle yetinir, böyle yapması da vâcibdir. Zikir de yapamıyorsa, o takdirde Fatiha okunacak süre kadar susup beklemesi gerekir.[107]

Anlaşıldığı gibi, Hanbelîler de bu hususta Şâfiîler gibi ictihatta bulunmuşlardır.

d) Mâlikîlere göre:

Namazda Fatiha okumasını beceremiyen kimseye onu öğren­mek vâcibtir. Bu mümkün olmadığı takdirde, Fâtiha'yı güzel okumasını beceren kimseye uyması vâcib olur. Böyle bir kimse bulamadığı takdirde, tekbîrle rükû' arasına bir fasıla koyması mendup olur. Bu süre içinde Allah'ı anması da menduptur.[108]

Diğer rivayetler, yorumlar ve tahliller:

728 nolu Rıfaa hadisinin hasen olduğunu Tirmizî kaydetmiştir.

729 nolu Abdullah b. Ebî Evfâ hadîsini ise, aynı zamanda İbn Carud, İbn Hibbân ve el-Hâkim tahrîc etmişlerdir. Ancak isnadında İb­rahim b. İsmail es-Seksekî her ne kadar Buharî'nin ricalinden sayılırsa da bazı hadîs âlimlerince kusurlu görülmüş, Nesâî onu zayıflar arasında zikretmiştir. İbn Kattan ise onun hakkında şöyle demiştir:

"Birkaç kişi onu zayıf saymışsa da bunu isbatlar mahiyette bir hüc­cet gösterememişlerdir."[109] Nitekim İbn Adiy, "metni münker olan bir hadîsin ondan nakledildiğine rastlayamadım" demiştir. Nevevi ise, el-Hulasa'da zayıflar bölümünde onun ismini de anmıştır.

Ancak bu hadîsin rivayetinde İbrahim yalnız kalmamıştır. Taberânî kendi eserinde, İbn Hibban kendi Sahih'inde Talha b. Musarrıf tarikiyle İbn Ebî Evfâ'dan rivayet etmişlerdir. Ne var ki, bu riva­yetin isnadında el-Fazl b. Muvaffak bulunuyor ki, Ebû Hatim onun zayıf olduğunu belirtmiştir.

Sonuç olarak, yukarıdaki hadîslerle istidlal eden üç mezhep imamı okumasını beceremiyen, dili Arapçaya bir türlü yatmayan ve öğ­renme kabiliyeti olmayan kimselere kolaylık getirmişlerdir. Özellik­le Şafiî ve Hanbeli imamları... Hanefîlere gelince, onlar bu mesele­de ittifak edememişlerdir. Diğer yandan başka bir dile çevrilerek Fa­tiha ve sûrenin okunmasına İmam Ebû Hanîfe cevaz vermiştir. Ne var ki, onu bu bapta destekleyen pek olmamıştır. Hem bazı ilim adamlarının tesbitine göre, İmam bu görüş ve ictihadından rücu' et­miştir.

 

Çıkarılan hükümler:

 

1- Namazda farz olan mutlak kıraattir. O halde Kur'ân'dan bir âyet bile okuyunca farz yerine gelmiş olur. Fâtiha'yı okumak ise vâcibdir. Aynı zamanda Fâtiha'yı başka dile çevirip okumakta bir sakınca yoktur. Bu, İmam Ebû Hanîfe'nin ictihadıdır. İmam Ebû Yu­suf ile İmam Muhammed'e göre, Arapçayı öğrenip belleme yeteneği olduğu takdirde, Fâtiha'yı nazil olduğu dil üzere okuması gerekir.

2- Fâtiha'yı bilen kimsenin onu aynen okuması farzdır. Okuyamıyorsa, yedi kısa âyet okuması   farzdır. Onu da beceremiyorsa, Fatiha kelimelerine denk gelecek ölçüde Allah'ı zikretmesi gerekir. Bu İmam Şafii ile İmam Ahmed'e göredir.

3- Fatiha okumasını beceremiyen kimsenin onu öğrenmesi vâcibdir. Mümkün olmadığı takdirde Fâtiha'yı okuyan birine uyma­sı gerekir. Bu da mümkün olmadığında tekbirle rükû' arasında bir süre beklemesi menduptur. Bu, Mâlikîlere göredir.

 

Fatihadan Sonra Îlk İki Rekatte Süre Okumak

 

Namazda Fatiha sûresini okumak hakkındaki hadîsleri, ictihat­ları ve rivayetleri gördük. Fâtiha'dan sonra bir sûre okumak farz mıdır, değil midir? Sûrenin uzunluk ve kısalığı, onun yerine geçecek üç âyetin kâfi gelip gelmiyeceği? Ayrıca üç ve dört rekâtlı namazda sûre okumanın vacip olup olmadığı gibi birçok sorular ve konular hatıra, gelebilmektedir? Bütün bu soruların cevabını, ilgili hadîsleri ve müctehit imamların görüş ve ictihatlarını nakledince vermiş olacağız.

İlgili Hadîsler:

Ebû Katade (r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz öğle namazının ilk iki rek'âtinde Ümmu'1-kitab (Fâtihay) ı ve iki sûre, son iki rekâtte ise Fâtiha'yı okur ve bazı vakitlerde âyeti bize îşittirirdi; birinci rekâtte uzatır, ikinci rekâtte uzatmazdı. İkindi namazında da öyle, sabah namazın­da da öyle..."[110]

Aynı hadîs şu fazlalıkla da rivayet edilmiştir:

"Birinci rekâtte kıraati uzatmasından, gelecek olan kimselerin birinci rekâte yetiş­mesini arzu ettiğini tahmin ediyorduk."

Cabir b. Semure (r.a.)’den, demiştir ki:

"Ömer, Sa'de dedi ki:

"And olsun (Küfe halkı) namaza varıncaya kadar her şey hakkında senden şikâyetçi oldular." Bunun üzerine Sa'd (r.a.) şöyle dedi:

"Ba­na gelince, ilk iki rekâtte uzatıyorum, son iki rekâtte hazfediyorum (fazla uzatmıyorum); Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in namazından iktida ettiğimden daha noksan (fazla) tutmadım (veya herhangi bir taksirat yapmadım)". Hz. Ömer onu dinledikten sonra, "doğru söy­ledin, bu senin hakkındaki zandır, veya benim seninle ilgili zannımdır" dedi.[111]

Ebu Saîd el-Hudrî (r.a.) den yapılan rivayette:

"Peygamber (a.s.) Efendimiz öğle namazının ilk iki rekâtinden her birinde otuz âyet kadar okurdu, son iki rekâtte ise, onbeş âyet kadar okurdu (veya ilk iki rekâtte okuduğunun yarısı kadar okurdu). İkindi namazında ilk iki rekâtın her rekâtinde onbeş âyet kadar okurdu, son iki rekâtinde onun yarısı kadar okurdu."[112]

Hadîslerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Öğle ve ikindinin farzlarında önce Fatiha ve bir veya bir­kaç sûre okunur.

2- İmamın gerek Fatiha, gerekse arkasından okuduğu sûreleri yakınındakilerin işiticeği kadar hafif sesle okumasında bir sakınca yoktur.

3- Fâtiha'dan sonra, ilk iki rekâtte sûre okumak vâcibdir.

4- Birinci rekâtte biraz uzun sûre okumak müstehabdır.

5- Birinci rekâtteki sûreyi, arkadan gelecek cemaatin de ye­tişmesi için uzatmakta bir sakınca yoktur.

6- İlk iki rekâtte uzatmak, son iki rekâtte kısa tutmak müstehabdır.

7- Öğle namazının ilk iki rekâtinde otuz âyet kadar, son iki rekâtinde onbeş âyet kadar okumak da müstehabdır.

Hadîslerin ışığında müctehit imamların görüş, ictihat ve istidlal­leri:

a) Hanefilere göre:

Yolculukta zorunlu hallerde sadece Fatiha ve beraberinde her­hangi bir sûre okumakla yetinir. Eyleşik durumda zorunlu bir hal varsa, namaz sahih olacak kadar okumakla yetinir.

Yolculukta zorunlu bir durum yoksa, vakit de müsaitse, kendisi emniyette ise, sabah namazında Bürûc veya benzeri uzunlukta bir sûre okur, böylece hem sünnete uymuş olur, hem de yolculuk ha­linde namazı hafif tutma istihbabı yerine gelmiş olur.

Öğle namazında da bunun gibi ölçü izlenir. İkindi ve yatsı na­mazlarında bunlardan biraz daha az bir kıraate yer verilir. Akşam namazında ise kısa sûre okumakla yetinir.

Eyleşik halde sünnet ölçüsüne uygun kıraate gelince, sabah na­mazının her rekâtinde 40 veya 50 âyet kadar okur. Tabii Fâtiha'yı okuduktan sonra bu nisbeti gözetir. Öyle namazında ise, buna yakın bir uzunlukta kıraatte bulunur. İkindi ile yatsı namazlarında ilk iki rekâtte Fâtiha'dan başka yirmi âyet okur. Akşam namazında her rekâtte kısa bir sûre okur.[113]

Hanefilerin yaptığı bu tesbit sünnet doğrultusundadır.

b) Şafiîlere göre:

Fatihadan sonra bir sûre okumak sünnettir. Üç ve dört rekâtli namazlarda ise, sadece birinci ve ikinci rekâtlerde sünnettir. Mez­hebin en zahir kavli de budur. İmama uyanlar Fâtiha'yı okurlar, ama sûre okumazlar, onu dinlemekle yetinirler. Ama imamdan uzak bulunurlar veya kıraat gizli okunuyorsa, o takdir de en sahih kavle göre, onlar da okurlar.

Sabâh ve öğle namazlarında tivâl-i mufassal'dan, yani uzun sû­relerden, ikidi ve yatsı namazlarında ise evsattan, yani orta uzun­lukta olanından, akşam namazında kısa sûrelerden okumak sünnettir.        

Tival-i mufassalın evveli Hücurat süresidir, evsatı eş-Şems sü­residir. Kısa olanı ise, Asır süresi gibi olanlarıdır.[114] Ancak müctehidlerin bu, husustaki tesbit ve görüşleri farklıdır. İleride buna ge­niş yer verilecektir.

c) Hanbelîlere göre:

Farz namazlarda Fatiha ile birlikte bir sûre okumakla yetinmek, başka fazla bir şey okumamak müstehabdır. Çünkü Resûlüllah (a.s.) Efendimiz çoğu namazlarını böyle kılmıştır. Aynı zamanda Muaz'a da böyle yapmasını emretmiştir.

Bir rekâtte iki sûre arasını birleştirmek, yani aralarda iki sûreyi okumak hakkında iki ayrı rivayet vardır: Birincisi, mekruhtur, ikin­cisi mekruh değildir, şeklindedir. el-Hilâl'ın İbn Ömer'den yaptığı rivayette ise İbn Ömer (r.a.) farz namazlarda bir rekâtte bazan iki sûre peşpeşe okurdu.

Aynı sûreyi birinci rekâtte okuduktan sonra onu ikinci rekâtte okumasında bir sakınca yoktur. Zira Ebû Davud'un Cüheyne kabi­lesinden bir adamdan yaptığı rivayete göre, o adam, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in sabah namazının her iki rekâtinde de Zilzal sû­resini okuduğunu işitmiştir.

Ancak birinci rekâtte okuduğu sûreden sonra gelen sûreyi ikin­ci rekââtte okuması müstehabdır, yani önceki sonraki sırayı gözet­mek müstehab sayılmıştır.[115]

d) Mâliküilre göre:

İki rekâtli namazlarda, üç rekâtli ve dört rekâtli namazların ilk iki rekâtında Fatiha’dan sonra Kur'ân'dan bir şey okumak sünnettir. Nitekim Şâfiîlerle Hanbeli'ler de aynı görüştedirler. Matlub olan kıraat miktarı ise, kısa bir sûredir. Bununla beraber bir âyet veya bir âyetin bir kısmını okumakla da matlup hâsıl olur.[116]

Sabah ve öğle namazlarında tival-i mufassaldan; ikindi ve ak­şam namazlarında kısa sûrelerden; yatsı namazında evsattan okumak menduptur. Bu mezhebe göre, tival-i mufassal, Hücurat'tan Nazıat'ın sonuna kadar olanlardır. Evsat olanları, Nazıat’ın bitiminden sonra başlayıp Duha sûresine kadar olanlardır.[117]

Anlaşıldığı üzere, Hanefîlerin dışında diğer mezhepler, Fâtiha'dan sonra sûre okumanın sünnet olduğuna kaildirler. Hanefîler ise, onun vâcib olduğunu belirtmişlerdir.

Diğer rivayetler, yorumlar ve tahliller:

et-Tahavî öğle ve ikindi farzlarında kıraat bahsinde birbirine zıt ve muhalif hayli rivayetleri toplayıp nakletmiştir. Biz onlardan önemli bir kısmını kendi kitabımıza almayı uygun gördük:

Abdullah b. Ubeydullah b. Abbas (r.a.)’dan yapılan rivayette demiştir ki:

"Bizler Hâşim oğullarının gençlerinden bir grup İbn Abbas'ın (r.a.) yanında oturuyorduk. Bir adam şöyle dedi: Resûlül­lah (a.s.) Efendimiz öğle ve ikindi namazlarında okurdu (veya okur muydu?) diye sorunca, İbn Abbas (r.a.), hayır diye cevap verdi."

İkrime'den yapılan rivayette, biri İbn Abbas'a (r.a.) demiştir ki:

"Doğrusu bazı insanlar öğle ve ikindi namazlarında Kur'ân oku­yorlar." İbn Abbas (r.a.) ona şu cevabı vermiştir:

"Eğer onlara karşı bir yol, bir imkân bulabilseydim, herhalde dillerini koparırdım. Çün­kü Resûlüllah okudu; O'nun (a.s.) kıraati bize kıraat, sükûtu bize sükûttur."

Velîd b. Kays diyor ki:

"Süveyd b, Ğafele'den sordum, dedim ki:

"Öğle ve ikindi namazlarında Kur'ân okunur mu?"

"Hayır", diye cevap verdi.

Bu rivayetlerin hilâfına şunlar nakledilmiştir:

Ayzar b. Hars'ın İbn Abbas (r.a.)’dan yaptığı rivayette, İbn Abbas şöyle demiştir:

"Öğle ve ikindi namazlarında imamın arkasında oku!"

Yine aynı zat İbn Abbas'dan (r.a.) şöyle dediğini rivayet et­miştir:

"Ne kadar bir namaz kılarsan mutlaka onda, Fâtihatü'1-Kitap bile olsa (Kur'ândan bir şey) oku!"

Ebu'1-Âliye el-Bera'ın İbn Abbas (r.a.)’dan yaptığı rivayette, diyor ki:

"Ondan sordum veya ondan soruldu: Öğle ve ikindi na­mazında kıraatten.. O şöyle cevap verdi: "Kur'ân senin imamındır, ondan az veya çok bir şey oku. Aslında Kur'ân'da az diye bir şey yoktur."[118]

Ebu Cafer Tahavi diyor ki:

"İşte bu İbn Abbas'tır ki onun reyine göre, imama uyan kimse onun arkasında öğle ve ikindi namazların­da Kur'ân'dan bir şeyler okur. Oysa biz araştırmalarımızla gördük ki, imam, kendisine uyanların da kıraatini taşımaktadır, ama ken­disine uyanların imamın kıraatini taşıdığını görmedik..

Ebu'l-Âliye diyor ki:

"İbn Ömer'den (r.a.) sordum. Bana şu ce­vabı verdi:

"Ben doğrusu içinde Ümmu'l-Kur'ân'i ve Kur'ân'dan kolay gelen kısmı okumadan bir namaz kılmaktan utanırım!"

Abdullah b. Ebî Katade'ye babası şu haberi vermiştir:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz öğle ve ikindi namazında okurdu ve zaman za­man bize duyaracak kadar sesini yükseltirdi."

Abdullah b. Ebî Râfi'in Hz. Ali'den (r.a.) yaptığı rivayete göre, Hz. Ali öğle namazının ilk iki rekâtinde Ümmu'l-Kur'ân'ı, ikindi na­mazında da onun benzerini, son iki rekâtlerinde ise sadece Ümmu'l-Kur'ân'ı; akşam namazında ilk iki rekâtinde Ümmu'l-Kur'ân'ı ve Kur'ân'dan bir kısmı, üçüncü rekâtinde ise sadece Ümmu'l-Kur'ân'ı okurdu.[119]

Buna benzer birçok rivayetler mevcuttur. İbn Abbas'tan (r.a.), öğle ve ikindi namazlarında Kur'ân okunmaz şeklinde yapılan riva­yetler iki yorum istemektedir: Birincisi, sözü edilen namazlarda imama uyanlar bir şey okumazlar; çünkü imamın kıraati onlar için de kıraattir. Bu biraz uzak ihtimale dayalı bir yorumdur. Zira rivayetlerin zahirinden bu mana anlaşılmamaktadır. İkincisi ise, bu rivâyetlerin tamamı zayıf ve mualleldir. O bakımdan müctehit imanl­ardan hiçbiri onlarla istidlal ve ihticac etmemiştir.

İkinci grupta rivayet edilenler ise, sahîh bilinen hadîslerle uyum halindedirler.

Nitekim Abdullah b. Mıksem'in Cabir b. Abdullah'tan (r.a.) yaptığı rivayette, öğle ve ikindi namazlarında kıraatten kendisinden sordum, bana şöyle cevap verdi:

"Bana gelince, ilk iki rekâtinde Fâtihatü'l-Kitab'ı ve birer süre, son iki rekâtlerinde ise, sadece Fatihatü'1-Kitab'ı okuyorum."

Ebu Râfi'in Hz. Ali'den (r.a.) yaptığı rivayette, demiştir ki:

"Hz. Ali (r.a.) emreder veya arzu ederdi ki imamın arkasında öğ­le ve ikindi namazlarında ilk iki rekâtte Fatihatü'l-Kitab ve birer sû­re okunsun, son iki rekatte ise, sadece Ümmu'l-Kitap (Fatiha) okunsun..."[120]

Zeylai Nasburraye'de namazda Fâtiha'dan sonra bir sûre veya Kur'ândan bir kısım okunacağı hakkında yedi kadar rivayeti naklet­miş ve üzerinde gerekli incelemeyi de yapmış, ancak üç ve dört rekatli namazların ilk iki rekâtinde ve son bir ve iki rekâtlerinde sûre­nin okunup okunmayacağına dair rivayetlere yer vermemiştir.

740 nolu Ebu Katade hadîsinde "öğle namazının ilk iki rekâtin­de Ümmu'l-Kitabı ve iki sûre..." cümlesinde geçen iki sûreden mak­sadın, her rekâtte bir sûre okuduğu anlamında olduğunu Şevkanî Neylü'l-evtar'da belirtmiştir.

Şüphesiz ki bu hadîsi, Fâtiha'dan sonra Kur'ân'dan bir sûrenin okunmasının gereğine delâlet etmektedir, hem de ilk iki rekâtte..

Bu bapta Ebû Dâvud ile Nesâî, İbn Abbas (r.a.)’dan şöyle so­rulduğunu tahrîc etmişlerdir:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz öğle ve ikindi namazlarında okur muydu? O da, hayır, hayır ...diye cevap verince, denildi ki: Herhalde Peygamber (a.s.) içinden okurdu. Bu­nun üzerine İbn Abbas (r.a.) beş defa üstüste hayır demiş ve şöyle ilâve etmiştir: Bu evvelkinden de şiddetlidir. Peygamber (a.s.) emrolunmuş bir kul idi, gönderildiği şeyi tebliğ etmiştir."

el-Hattabi bu konuda diyor ki:

"Bu, İbn Abbas'tan sadır olan bir vehimdir. Çünkü gerçekten gerek Ebu Katade, gerekse Habbab b. Eret ve diğer sahabi, öğle ve ikindi namazlarında kıraatın gizli okunduğunu isbat eder mahiyette rivayetlerde bulunmuşlardır. Bir şeyi isbat ise, onu nefyetmekten önde gelir. Nitekim bazı rivayetler­de İbn Abbas'ın sorulan şeyi cevaplamakta tereddüt geçirdiği de ay­rıca belirtilmiştir. Ebû Davud'un yaptığı bir başka rivayette İbn Abbas (r.a.) şöyle demiştir:

"Bilemiyorum, Resûlüllah (a.s.) Efen­dimiz öğle ve ikindi namazlarda okudu mu, okumadı mı?..."

Yine Ebu Katade'nin rivayetinde geçen, "bazı vakitlerde kıraati bize işittirirdi.." cümlesinden gizli okunan namazlarda sesi biraz yükseltip yakındaki kimselerin duymasında bir sakınca olmadığı anlaşılıyor.

741 nolu Cabir b. Semure hadîsi ise, dört rekâtli namazlarda ilk iki rekâtte kıraati uzatmak, diğer iki rekâtte kısa kesmek konu edi­liyor ki, bunun müstehab olduğu anlaşılıyor.

742 nolu Ebu Saîd el-Hudrî hadîsi de ilk iki rekâtte kıraati uzat­manın, son iki rekâtte ondan biraz az, yarısı kadar uzatmanın müs­tehab olduğu, ikindi namazında ise öğle namazında okunanın yarısı­nın okunmasının müstehab olduğu anlaşılıyor.

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- Namazda Fâtiha'dan sonra bir sûre okumak sünnettir. Bu Şâfiilere göredir. Hanefilere göre, vâcib, Hanbelîlere göre müstehab, Mâlikîlere göre de sünnettir.         

2- Fâtiha'dan sonra ilk iki rekâtte sûre okumak vâcib, son iki rekâtte ise okunmaz. Bu, Hanefilere göredir. Şafiilere göre, ilk iki re­kâtte Fâtiha'dan sonra sûre okumak sünnettir. İmama uyanlar ise, sadece Fatiha okumakla yetinirler, sûre okumazlar.

3- Dört rekâtli namazlarda kıraati ilk iki rekâtte uzatmak, son iki rekâtte kısa tutmak müstehabdır. Bu, Hanefîlerin dışında üç mezhebe göredir.

4- Öğle namazının ilk iki rekâtinde otuz âyet, son iki rekâtın­da onbeş âyet; ikindi namazının ilk iki rekâtinde ve son iki rekâtınde öğleninkine nisbetle kıraatin yarısını okumak müstehabdır.

 

Her Rekatte İki Sureyi Aynen Tekrarlamak

 

Namazda Kur'ân'dan muhtelif sûre ve âyetleri okumak sûretıyle ezberi çoğaltmak müstehabdır. Böylece değişik sûre ve âyetleri okudukça manası üzerinde durulup dikkatin dağılması önlenir, ay­nı zamanda Allah'ın kitabıyla günde beş defa yüzyüze gelinerek iç huzuruna kavuşma imkânları elde edilir.

Namazda sadece bir sûreyi her rekâtte aynen tekrarlamakta bir sakınca var mıdır? Yine her rekâtte iki ayrı sûreyi peşpeşe okumak­ta bir beis görülmüş müdür? Kısa sûreleri okumakla yetinmek elve­rir mi? Bütün bu soruların cevaplarını, ilgili hadisleri ve müctehidlerin tesbit ve ictihatlarını naklettikten sonra vermiş olacağız.

İlgili hadîsler:

Enes (r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Ansardan bir adam Küba mescidinde onlara imamlık yapıyor­du; ne var ki ne kadar bir sûreye başlarsa, onlar için namazda yine aynı sûreyi okurdu. Şöyle ki, Kul Huvallahu Ahad süresiyle başladı ve namaz bitinceye kadar hep ona devam etti, sonra da onun­la beraber bir sûrede okuyordu. O bunu hemen her rekâtte yapıyor­du. Peygamber (a.s.) Efendimiz'e geldiklerinde olup biteni ona ha­ber verdiler. Bunun üzerine Peygamber (a.s.) ona sordu:

"Her re­kâtte bu sûreyi okumana seni iten nedir?"

O şöyle cevap verdi:

"Şüp­hesiz ki ben o sûreyi seviyorum!" Peygamberimiz (a.s.):

"Onu sevmen seni Cennet'e sokacaktır!"[121]

Huzeyfe (r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Bir gece Peygamber (a.s.) Efendimizle beraber namaz kıldım; Bakara sûre­sine başladı. Ben, yüz âyeti tamamlayınca rükû'a varır dedim, sonra o devam edip geçti. Ben, herhalde bir rekâti Bakara ile kılacak, dedim. O yine devam edip geçti ve ben onunla rükûa varır dedim, O yine devam edip geçti, sonra Nisa sûresine başladı ve okudu; sonra da Âl-i İmrân sûresine başladı ve onu müteressilen okudu: İçinde tesbih bulunan bir âyete gelince tesbihte bulundu. İçinde istek ve dilek bulunan bir âyete gelince dilekte bulundu, teavvüze gelince Al­lah'a sığındı. Sonra rükû'a vardı ve rükûda Sübhane Rabbiye'l-Azîm dedi. Rukû'u kıyamına yakın idi. Sonra Semi'allahu Limen Hamidehü Rabbena Leke'l-Hamd dedikten sonra kıyama kalk­tı ve rükû’a yakın bir uzunlukta bekledikten sonra secdeye vardı ve Sübhane Rabbiye'l-A'lâ dedi. Secdesi kıyamına yakın (bir uzunlukta) idi."[122]

Cüheyna kabilesinden bir adamdan yapılan rivayette, o, Pey­gamber (a.s.) Efendimiz'den şöyle işitmiştir:

"Peygamberimiz (a.s.) sabah namazında Zilzal sûresini her iki rekâtte de okumuştur. An­cak bilemiyorum, Resûlüllah (a.s.) unuttuğu için mi öyle yaptı, yok­sa bilerek kasden mi yaptı?"[123]

İbn Abbas (r.a.)’dan yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efen­dimiz sabah namazının iki rekâtinden birincisinde Kulu Amenna Billahi Vema Unzile Îleyna âyetini -ki bu Bakara'dadır-, diğer rekâtinde ise Amenna Billahi Veşhed Bien Müslimun âyeti­ni okudu."

Diğer bir rivayette ise şöyle denilmiştir:

"Peygamber (a.s.) sa­bah namazının iki rekâtinde, Kulu Amenna Billahi, Vema Ünzile İleyna âyetini ve bir de Âli îmrân'daki Tealev İla Kelimetin Sevaün Beynena Ve Beyneküm.. âyetini okudu."[124]

Hadislerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Namazda her rekâtte aynı süreyi okumak caizdir. Örneğin, birinci ve ikinci veya Şafiî mezhebine göre, her dört rekâtte Fatiha'dan sonra İhlâs sûresini okuyarak namazını kılan kimsenin bu na­mazı tamamdır.

2- Namazda -yalnız başına kılıyorsa- istediği kadar kıraati uzatmasında bir sakınca yoktur.

3- Fâtiha'dan sonra bir sûre okuduktan sonra onu takip eden sûreyi değil ondan sonraki sûreyi ekliyerek okuyan kimsenin nama­zı da sahihtir. Ancak ara yerdeki sûrenin uzun olması matluptur.

4- Namazda sûreyi okurken teavvüz gelince, Allah'a sığın­mak, dilek bahsi gelince Allah'a dilek arzetmek gibi teressülde bu­lunmak caizdir. Ancak bunu kendi nefsinde söylemesi uygun olur.

5- Yalnız başına namaz kılan kimsenin rükû'unu ve secdele­rini kıyam kadar uzatması da caizdir. Çünkü bu yerler Allah'ı zikir, tesbih ve tazim yerleridir.

6- Namazda birinci rekâtte Bakara sûresinden birkaç âyet, ikinci rekâtte Âl-i İmrân sûresinden birkaç âyet okumakta bir sa­kınca yoktur.

Hadîslerin ışığında müctehit imamların görüş, ictihat ve istid­lalleri:

a) Hanefîlere göre:

Namazlarda Kur'ân'dan belli bir sûreyi veya birkaç âyeti özel­likle belirleyip okumak ve bunu lüzumlu görmek mekruhtur. Ama sırf hoşuna gittiği veya o kısımları daha iyi bildiği veya okuduğu için öyle yapıyorsa, bunda kerahet yoktur. Nitekim et-Tahavî el-Isbîcabî de aynı görüştedirler.[125] Ne var ki zaman zaman başka sû­re veya âyetleri okuması şarttır, tâki konuyu bilmeyenler başkasını okumanın caiz olmadığını sanmasınlar.

Bu hususta afdal olanı şudur: Farz namazlarda Fâtiha'dan son­ra bir sûrenin tamamını okumaktır. Bundan âciz olduğu takdirde, bir sûreyi iki rekâtte okuyabilir. Buna mekruh diyenler olmuşsa da, sahih olan kavle göre mekruh değildir.

Bir rekâtte bir sûrenin ortasından, diğer rekâtte başka bir sûre­nin ortasından veya son kısmından okumakta bir sakınca yoktur. Ancak böyle yapılmaması daha uygun görülmüştür.

Bir rekâtte bir sûrenin son kısmından, diğer rekâtte kısa bir sû­re okumak da mekruh değildir.[126]

Bir rekâtte, aralarında birkaç sûre veya bir sûre bulunan iki sû­reyi birleştirip okursa, bunda kerahet olduğunu söyleyenler olmuş­tur. Ama iki rekâtte ise bunda kerahet yoktur.

Bazısına göre, bir rekatte bir sure okuduktan sonra ya o rekatte veya ondan sonraki rekatte ilk okuduğu sureden önceki sureyi okursa, kerahet işlemiş olur.

Bütün bu kayıtlar farz namazlarla ilgilidir. Sünnet namazlarda ise sözü edilen hususların hiçbiri mekruh değildir.[127]

b) Şâfiilere göre:

Fatiha'dan sonra bir sure okumak müstehabdır. Surenin bir kısmını okursa yine de kafi gelir. Sadece fatiha’yı okur da arkasından bir şey okumazsa, namazı iade etmesi gerekmez ama sünneti terketmiş olur.[128]

c) Hanbelîlere göre:

Farz namazlarda Fâtiha'dan sonra sadece bir sûre okumak müstehabdır. Çünkü Peygamber (a.s.) Efendimiz ekseri böyle yapmıştır. Aynı zamanda Muâz'a namazında öyle yapmasını emretmiştir. Şüphesiz; ki bu emir, tavsiye mahiyetindedir.

Bir rekâtate iki süreyi birleştirip okursa, bunda iki rivayet vardır: Birincisi mekruh, ikincisi gayr-i mekruh şeklindedir. el-Hilâl'in İbn Ömer'den yaptığı rivayete göre, adı geçen bir rekâtte iki sûreyi birleştirip okurmuş.[129]

Birinci rekatte okuduğu sûreyi aynen ikinci rekâtte iade ederse, bunda bir sakınca yoktur.[130]

Hanbeliler bu meselede Ebû Davud'un Cüheyneli bir adamdan yaptığı rivayetle istidlal etmişlerdir.

İkinci rekatte okuyacağı sûrenin, birinci rekâtte okuduğu sûreden sonra tertip bakımından gelen bir sûre olması müstehabdır. Zira bu, Peygamber (a.s.) Efendimiz'den nakledilmiştir. O bakımdan İbn Mes'ûd'dan (r.a.) sûreleri menkûs (sondakini öne almak suretiyle) okuyan vermiş kimse hakkında ne düşündüğünü sorduklarında, o şu cevabı vermiştir:

"O adamın kalbi menkûstür." Ama İmam Ahmed b. Hanbel böyle yapmakta bir sakınca olmadığını söylemiştir.[131]

d) Mâlikîlere göre:

Farz namazlarda Fâtiha'dan sonra Kur'ân'dan bir sûre veya âyet okumak sünnettir. Aynı zamanda bir sürenin bir kısmını veya uzun bir âyetin bir bölümünü okumak ta kâfi gelir.[132]

Mâlikiler aynı rekâtte iki sûreyi birleştirip okumak veya aynı sureyi bütün rekâtlerde iade etmek hakkında fazla bir görüş izhar etmemişlerdir. Bu husustaki rivayetlerden, aynı sûrenin iade edilmesinde veya bir rekâtte iki süre arasını birleştirmekte bir sakınca görmedikleri anlaşılıyor.

Diğer rivayetler, yorumlar ve tahliller:

751 nolu Enes (r.a.) hadîsini Tirmizî "hasen, sahih, garip" şek­linde açıklamıştır. Aynı zamanda Hafız Bezzar, Beyhaki ve Taberânî tahric etmişlerdir.

Cüheyneli adamın Külsüm olduğunu İbn Mende rivayet etmiş­tir.[133]

Hadiste "Kul Huvallahu Ahad ile başlardı", sözünden Fatiha’nın mutlaka vacib olmadığını göstermektedir. Nitekim namaz­da mutlak kıraatin yeterli olduğunu söyleyenler daha çok bu hadîs­le istidlal etmişlerdir. Oysa râvi, Fâtiha'nın herhalde okunmasının gereğini bildiğinden onu anmaya gerek görmeden sûreden söz et­miştir.

752 nolu Huzayfe hadisinden sûreleri Kur'ân'daki tertibine göre okumanın, yazmanın ve okutmanın şart olmadığı anlaşılıyor. Yaz­maktan maksat, Kur'ân'dan bazı âyet veya sûreleri nakledip başka bir yere yazmaktır, yoksa Mushafı olduğu gibi yazmak demek değil­dir. Çünkü o takdirde Kur'ân'daki tertibe göre yazılması şarttır. Çünkü  ilim  adamlarının cumhuruna göre, sûrelerin  mushaftaki tertibi tevkifidir. Hz. Osman'ın hazırlattığı Mushaf'taki tertip asıl­dır. Peygamber (a.s.) Efendimiz'in gece namazında önce Bakara'yı ardından Nisa sûresini ve onun ardından Âl-i İmrân süresini okudu­ğu hakkındaki rivayete gelince, namaz da bu tertibe riâyet etmenin şart olmadığına delâlet etmektedir. İkinci bir ihtimal, sûre tertiple­ri henüz Peygamber (a.s.) Efendimiz tarafından tam tevkifi yapıl­madan böylesine bir takdim ve tehir olmuş olabilir.

Namazda sûreyi okurken teressülde bulunmak, yani zikir ve tesbihi ifade eden yerlerde zikir ve tesbihte bulunmak, teavvüz beyân eden yerlerde Allah'a sığınmak hem imam, hem ona uyanlar, hem de yalnız başına kılanlar için müstehaptır, diyenler olmuştur. Nitekim İmam Şafii de ayni görüştedir.[134]

Rükû' ve secdelerdeki tesbihleri üç defa tekrarlamanın müstehab olduğunda üç mezhep imamının ittifakı vardır. İmam Mâlik'e göre, müstehab değildir.

Rükû' ve secdelerin uzatılması, gece kılınan nafile namazlarla igilidir.

753 nolu Cüheyneli adamın hadisini rviâyet eden Ebu Dâvud ve el-Münzirî susup bir şey söylememişlerdir. Şüphesiz ki, Ebû Dâvud'un bir hadis hakkında susması, onun ihticaca elverişli   olduğunu gösterir. Nitekim hadîsin isnadında bir noksanlık yoktur, ricalinin hepsi sahihtir.

Hadis, Fâtiha'dan sonra kısa bir sûrenin okunmasının istihbabına delâlet etmektedir. Râvînin, bilemiyorum, unuttuğu için mi tekrarladı, yoksa bilhassa mı öyle yaptı? şeklindeki sözü üzerinde durulmuş ve Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in şu hadîsleriyle bağdaştırılmak istenmiştir:

"Ben de ancak bir beşerim, sizin unuttuğunuz gibi unutabilirim."

Bu uzak bir ihtimaldir, Resûlüllah'ın öyle yapması, bunun cevazına delildir. Çünkü O, hemen her konuda ümmetine fiil-î sünnetleriyle de açıklamalarda bulunmuştur.

754 nolu İbn Abbas hadisi ve diğer ilgili rivayetleri biraraya getirdiğimizde göreceğiz ki, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz sabah namazının iki rekâtinde muhtelif sûreler okumuştur; bazan İbn Abbas'ın naklettiği gibi kısa ve değişik olmuştur; bazan de Ebû Hüreyre'nin naklettiği gibi, Peygamber (a.s.) birinci rekâtte Kul Ya Eyyühe'l-Kafirûn sûresini, ikinci rekâtinde Îhlas sûresini okumakla yetinmiştir. Buhari ve Müslim'in Hz. Aişe (r.a.)’dan yaptıkları rivayette ise, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in sabahın farzından önce kıldığı iki rekât sünnet namazı öylesine hafif tutardı ki, Fâtiha'yı okuyup okumadığı bile anlaşılmazdı.

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- Namazda Fâtiha'dan sonra bir sûre veya birkaç âyet okumak, müctehitlerin çoğuna göre sünnet, İmam Ebû Hanife'ye göre, vâcibdir.

2- Üç ve dört rekâtli namazlarda ilk iki rekâtte Fâtiha'dan sonra sûre veya birkaç âyet okumak, yine müctehitlerin çoğuna gö­re, sünnet, Ebû Hanîfe'ye göre vâcibdir.

3- Üçüncü ve dördüncü rekâtlerde sûre veya âyet okunmaz. Nafile namazlar müstesna.

4- İki, veya üç ve dört rekâtli farz namazlarda ilk iki rekâtte Fâtiha'dan sonra aynı sûreyi okumakta bir sakınca yoktur.

5- Farz namazlarda devamlı bir iki sûreyi belirleyip okumak kimine göre mekruhsa da çoğuna göre mekruh değildir, ancak o sû­relerden başkasının okunmasını tasvip etmiyorsa, o takdirde mek­ruh sayılır.

6- Namazda birinci ve ikinci rekâtlerde sûreleri takdim te'hir ederek okumak, yanı ikinci rekâtte okuduğu sûrenin Kur'ân'daki yeri, birinci rekâtte okuduğu sûreden önce ise, müctehitlerden bir kısmına göre, mekruhtur, bir kısmına göre mekruh değildir. İkinci­lerin ictihadının dayanağı, 752 nolu Huzayfe hadîsidir. Birincilerin delili ise, Mushaf'taki sûrelerin tertibi tevkifidir, takdim te'hir yapıl­maz diyen cumhurun görüşüdür. İmam Ahmed birincileri tasvip ede­rek bir sakınca olmadığını belirtmiştir.

7- Bir rekâtta ardarda iki sûre okumakta bir sakınca yoktur. İbn Ömer'in böyle yaptığı sahih rivayetle sabit olmuştur. Huzeyfe hadîsi de buna delâlet etmektedir, ancak Resûlüllah'ın üç sûreyi bir rekâtte okuması, gece kılınan nafileyle ilgilidir.

8- Birinci rekâtte okuduğu sûre ile, ikinci rekâtte okuduğu sû­re arasında kısa bir sûre bulunursa, bazısına göre bunda kerahet vardır. Uzun bir sûre bulunursa bir sakınca yoktur. Müctehitlerin çoğuna göre, her iki durumda da bir sakınca yoktur.

 

Farz Namazda Okunan Sureler

 

Bu konuyla ilgili rivayetlerin tamamı biraraya getirildiğinde, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in şu ve şu sûreler okunsun diye bir tayin yapmadığı görülür. Çünkü Kur'ân'ın tamamı Allah kelâmıdır, hangi sûre veya âyet okunsa, O'nun kelâmı tilâvet edilmiş olur.

İlgili hadîsler:

Câbir b. Semûre (r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Peygamber (a.s.) Efendimiz sabah namazında Kaf Ve'l-Kurâni'l-Mecîd ve benzeri sûreleri okurdu. Onun bu namazdan sonraki namazları daha hafif tutulurdu.

Diğer bir rivayette ise şöyle demiştir:

"Peygamber (a.s.) öğle namazında Ve'lleylî İza Yağşa'yı, ikindi namazında da buna benzer bir sûreyi; sabah namazında ise, ondan daha uzununu okurdu."

Bir başka rivayette, demiştir ki:

"Güneş batıya meyledince öğle namazını kılar ve Ve'lleyli Îza Yağşa'yı ve benzeri bir sûreyi okurdu; ikindi namazında da ona benzer sûre okurdu. Hulâsa O'nun bütün namazları böyle idi, ancak sabah namazı müstesna.. Resûlüllah (a.s.) sabah namazının kıraa­tini uzun tutardı."[135]

Cübeyr b. Mut'un (r.a.)’dan yapılan rivayette, demiştir ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in akşam namazında Va't-Turi sûresini okuduğunu işittim."[136]

İbn Abbas (r.a.)’dan yapılan rivayette, Ümmu'1-Fazl bint Haris, o Ve'l-Mürselatı Urfen sûresini okurken işitmiş ve şöyle demiş­tir:

"Oğulcağızım! sen bu süreyi okumanla bana, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in akşam namazında onu okuduğunu hatırlattın.."[137]

Hz. Aişe (r.a.)’dan yapılan rivayette, demiştir ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz akşam namazında A'raf sûresini iki rekâte tefrik ederek okurdu."[138]

İbn Ömer (r.a.)’dan yapılan rivayette demiştir ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz akşam namazında Kul Ya Eyyühe'l-Kafîrun ile İhlas sûrelerini okurdu."[139]

Câbir (r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Peygamber (a.s.) Efendimiz şöyle buyurdu:

"Ya Muâz! sen fettan mısın veya sen fatin misin? Sebbih İsme Rebbike'l-A’la Ve's-Şemsi Ve Duhaha Ve'lleyli İza Yağşa ile namazı kılsaydın ya.."[140]

Fettan, çok fitneci; fâtin ise sadece fitneci anlamına gelir. Bun­dan maksat, imamın namazı fazla uzatmamasını tenbih içindir. Çün­kü cemaat arasında çok yaşlı, hasta ve âcil ihtiyaç sahipleri bulunabilir. Onları üzmek, işlerinden alıkoymak bir bakıma nefret uyandır­mak ve fitneye sebep olmaktır.

Süleyman b. Yesar (r.a.)’den, o da Ebu Hüreyre (r.a.)’den yap­tığı rivayette, Ebu Hüreyre (r.a.) demiştir ki:

"Falan adamdan namaz hususunda Resûlüllah'a en çok benzeyen başka bir kimse görmedim ki o adam Medine'de imamlık yapıyordu. Süleyman diyor ki, ben onun arkasında namaz kıldım: Öğle namazının ilk iki rekâtini uzatıyordu, son iki rekâtini ise hafif tutuyordu. İkindi namazını da hafif tutuyordu; akşamın ilk iki rekâtinde kısar-i mufassaldan okuyordu; yatsı namazının ilk iki rekâtinde vasat-i mufassalden oku­yordu; sabah namazında ise, tival-i mufassaldan okuyordu."[141]

Hadislerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Sabah namazında tival-i mufassaldan okumak müstehabdır. 744. dibnottada belirttiğimiz gibi, bu Hücurat'tan başlar veya ona kadar devam eder.

2- Diğer dört vakitte kılınan namazlarda ise kıraati tival-i evsattan seçip okumak müstehabdır.

3- Akşam namazında ise, kısa sûreleri okumak müstehabdır. Bununla beraber yalnız başına kılan kimse onda da tival-ı mufassal­dan veya evsattan okuyabilir. Uzun bir süreyi iki rekâte tefrik edip okumasında da bir sakınca yoktur.

4- Öğle namazının ilk iki rekâtini biraz uzun, son iki rekâti­ni kısa tutmak müstehaptır.

Hadislerin ışığında müctehit imamların görüş, ictihat ve istidlâlleri:

a) Hanefîlere göre:

Eyleşik durumda olan kimsenin sabah namazının iki rekâtinde 40 ilâ 50 âyet okuması sünnettir. Tabii Fatiha sûresi bu sayıya dahil değildir. Öğle namazında da buna yakın uzunlukta okumak sünnettir. İkindi ve yatsı namazlarının iki rekâtinde yirmi âyet okumak, akşam namazının her rekâtında kısa bir âyet okumak sünnettir. Eyleşik durumda olanlar için tival-i mufassaldan okumalarının müstehab olduğu söylenmiştir ki, bunlar Hücurat'tan Bürûc'a kadar olan sûrelerdir. Evsât olanları ise, Bürûc'dan Lem yekün'a kadar olanlar­dır. Kısar (kısa) olanları ise, Lem yekûn'dan Kur'ân'ın sonuna kadar olan sûrelerdir. Nitekim el-Muhit ve el-Vikaye kitaplarında da böy­le açıklanmıştır.[142]

Ancak Hanefîlerden bir kısmının bu konuda farklı görüş ve ic­tihatları olmuştur. el-Hasen diyor ki: "Sabah namazında altmış ile yüz arasında âyet okumak en çoğu, kırk âyet okumak en azı sayılır. Tabii bu sayı iki rekâte tefrik edilir, şöyle ki, birinci rekâtte yirmi beş âyet, ikinci rekâtte onbeş âyet okunur. Bazısı da sabahın iki rekâtinde kırk âyet, zayıf ve tembeller için, elli ilâ altmış arası vasat durumda olanlar için, altmışla yüz arası çok istekli ve gayretliler için uygundur. Bazısı da uzunluk ve kısalık, gecenin uzunluk ve kı­salığına göre ayarlanır, demiştir. Çok kısa gecelerde az uyku uyun­duğu için sabah namazı vasat ölçüde tutulur. Uzun gecelerde ise ti­val-i mufassaldan okunur."[143]

b) Şâfiîlere göre:

İster imam, ister münferit olsun sabah namazında tival-i mufassaldan, öğle namazında ona yakın uzunluktaki sûreleri; ikindi ve yatsı namazlarında ortalama uzunlukta olan sûreleri okumak sünnettir. Eğer imamın arkasında kendisine uyanlar belli bir sınır­da olup başkasının gelip yetişmesi söz konusu değilse, onların rıza­sını alması uygun olur. Akşam namazında ise kısa sûre okumak sün­nettir.[144]

c) Hanbelilere göre:

Öğle namazının ilk iki rekâtında Fatiha'dan sonra birincisi uzun, ikincisi ondan biraz kısa olmak üzere iki sûre okumak; ikindi nama­zının da ilk iki rekâtinde, birincisinde uzun ikincisinde biraz kısa olmak üzere iki sûre okumak; sabah namazının birinci rekâtinde uzun bir sûre, ikincisinde ona nisbetle kısa bir sure okumak sünnet­tir.

Hanbelîler bu konuda Ebu Katâde hadisiyle istidlal etmişlerdir. Ayrıca Ebu Berze'den yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz'in sabah namazının iki rekâtinde 60-100 arasında âyet okuduğu belirtilmiştir ki, Hanbelîler bunu sabah namazı için bir ölçü olarak benimsemişler.

Ayrıca bu konuda Resûlüllah'ın (a.s.) Muâz'a şöyle tavsiyede bulunduğu sahih rivayetle sabit olmuştur:

"Ve'ş-Şemsi Ve Duhaha ve Sebbih İsme Rabbike'l-Ata sûrelerini oku!"[145]

Buharî ve Müslim'in ittifakla aldığı bu hadîs de Hanbelîlerin is­tidlal ettiği dayanaklardan biridir.

d) Mâlikîlere göre:

Cübeyr b. Mut'im'in babasından yaptığı rivayete göre, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in akşam namazında ve't-Tûr sûresini okuduğunu işittiğini kaydetmiştir. Ebu Abdıllah es-Sunabihî'den yapılan riva­yette de, Medine'ye gelip akşam namazını Ebu Bekir Sıddık (r.a.)’ın arkasında kılmış ve Fâtiha'dan sonra halîfenin kısa sûrelerden okuduğunu işittiğini belirtmiştir. Mâlikîler bu rivayetle istidlal et­mişlerdir.[146]

Sabah namazında ise, Hişam b. Urve'nin babasından yaptığı ri­vayete göre, Ebu Bekir Sıddîk (r.a.) sabah namazını kıldırırken Ba­kara sûresini iki rekâtte okuyup tamamlamıştır.

Âmir b. Rebi'a da diyor ki:

"Hz. Ömer'in arkasında sabah nama­zını kıldım, birinci rekâtte Yusuf, ikinci rekâtte Hac sûresini okudu." Mâlikîler bu hususta ilgili rivayetle istidlal ederek, sabah namazla­rında tival-i mufassaldan okunmasının mûstehab olduğunu söyle­mişlerdir.

Sonuç olarak öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarında kıraati cemaatın durumuna ve ortamın mevcut ölçülerine göre, uzun veya kısa tutmakta fayda vardır. Nitekim Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in bazan akşam namazında Ve'ş-Şemsi ve bir de Sebbih İsme Rabbike'l-A'la sûrelerini, bazan da en kısa sûreleri okuduğu; sabah namazında bazan uzun sûreleri, bazan da kısa sûreleri okuduğu vakidir. Bütün bunları mevcut ortama ve cemaatin durumuna göre ayarlamıştır. Nitekim daha önce de naklettiğimiz gibi, Muâz (r.a.) akşam namazını imam olup cemaate kıldırınca Fâtiha'dan sonra Bakara ve Nisa sürelerini okumaya başlamıştır. O yüzden bir adam namaza niyete başladığı halde, uzatıldığını görünce imamdan ayrı­lıp yalnız başına kılmıştır. Muâz onun bu davranışını münafıklıkla vasıflarken durum Hz. Peygamber'e (a.s.) bildirilmiş ve Peygambe­rimiz (a.s.), Muâz'a şöyle buyurmuştur:

"Ya Muâz sen fitneci mi­sin? Sebbih İsme Rabbike ve Ve'ş-Şemsi ve Duhaha sûrele­rini okusaydın ya.. Çünkü sana uyanlar arasında hacet sahibi, zayıf, küçük ve büyük kimseler bulunuyor.."[147]

Ayrıca Ebu Hüreyre'den yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in akşam namazında kısa sûrelerden okuduğu rivayet edil­miştir.[148]

Birinci ve ikinci rekâtlerde okunacak sûrelerin aynı uzunlukta mı, yoksa birincisinin daha mı uzun olması sünnettir? Bu hususta Ebu Katâde el-Ansarî'den yapılan rivayette demiştir ki:

"Resûlüllah (a.s) Efendimiz öğle namazının ilk iki rekâtinden birincisinde uzun, ikincisinde kısa sûre okur ve âyetleri işittirecek kadar bazan sesi­ni hafif yükseltirdi. İkindi namazında Fâtiha'dan sonra birinci rekâtte sûreyi uzatır, ikinci rekâtte biraz kısa tutardı. Sabah namazın­da da birinci rekâtın kıraatini uzatır, ikinci rekâtinkini ona nisbetle biraz kısa tutardı."[149]

İbn Dakik el-Iyd bu hadîsin açıklamasında diyor ki: Şafiiler, Peygamber (a.s.) Efendimiz'in birinci rekâtlerde kıraatin uzun tut­masını, gelecek olan cemaatin namaza yetişmesiyle yorumlamışlar­dır. Kurtubî ise, bu hususta kesin bir delil yoktur, diyor.[150]

765 nolu Câbir b. Semüre hadisinde Resûlüllah'ın sabah nama­zında Kaf ve benzeri sûreleri okurdu, ifadesi, devamlılık arzeden "kâne" fiiliyle belirtilmiştir. Bundan, çoğu zaman bu ve benzeri sûreleri okuduğu anlaşılıyorsa da, bazan bu, fiilin sadece vukuunu da ifade eder. O bakımdan ikinci mânaya hamli daha uygundur. Nite­kim Tirmizî ve Nesâî'nin Amir b. Hars'ten yaptıkları rivayette, Resû­lüllah (a.s.) Efendimiz'in bazan sabah namazında Îza'ş-Şemsü Küvvîrat sûresini okuduğu da olurdu. Ayrıca Müslim'in Abdullah b. Sâib'den yaptığı rivayette, Resûlüllah (a.s.) Mekke'de sabah na­mazını kıldırırken Mü'minin süresiyle kıraate başladığı belirtiliyor. Buharî'nin yaptığı tesbite göre, bazan da Ve'ttûr sûresini okudu­ğu vakidir.

Yine Buhari ve Müslim'in Ebû Berze'den yaptıkları rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimizin sabah namazında 60 ilâ 100 âyet ara­sında okuduğu ifade edilmektedir. Nesâi'nin ashabdan bir adamdan yaptığı rivayette ise, sabah namazında Rum sûresini ve aynı zaman­da sadece Muavvazateyn'i okuduğu tesbit edilmiştir. Yine Nesâî'nin Akabe b. Âmir'den yaptığı rivayete göre, Peygamberimiz (a.s.) sa­bah namazında İnna Fetehna sûresini okumuştur.

Buna benzer daha birçok sahîh rivayetler vardır. Sonuç olarak hepsini dikkate aldığımızda, Peygamber (a.s.) Efendimiz gerek sa­bah namazında, gerekse diğer namazlarda devamlı belirli bazı sû­releri okumakla yetinmemiş, muhtelif sûreleri okumak suretiyle belli bir kaç sûrenin belirlenerek devamlı onların okunmasının müstehab olmadığını belirtmek istemiştir.

766 nolu Cübeyr b. Mut'im hadisinde, Resûlüllah (a.s.) Efendi­miz'in akşam namazında Tür sûresini okuduğu yine "kâne" fiiliyle ifâde edilmiştir. Yukarıdaki açıklama burada da geçerlidir. Çünkü Resûlüllah'ın akşam namazlarında yalnız Tûr sûresini değil, muh­telif sûreleri muhtelif günlerde okuduğu vakidir. O bakımdan İmam Mâlik, akşam namazında uzun sûreleri okumak mekruhtur, demiş­tir. İmam Şafiî ise, bunda kerahet görmediği gibi, müstehab da saymamıştır.[151]

767 nolu Ümmu'1-Fazl hadîsi, akşam namazında 50 âyetten iba­ret olan Murselât sûresini okuduğunu belirtiyor. Bu, akşam nama­zında uzun sûre okumanın hem mekruh olmadığını, hem de bu hu­sustaki hükmün kaldırılmadığını göstermektedir. Zira Resûlüllah'ın bu sûreyi vefatından birkaç gün önce okuduğu tesbit edilmiştir. O halde cemaatın, ortamın elverişli olup olmadığına bakılarak   uzun veya kısa sûreler okumakta bir sakınca yoktur. Ne var ki, Peygam­berimizin (a.s.) ekseriya kısa sûre okuduğuna bakılırsa, karşımıza müstehab ölçü çıkmış olur.

768 nolu Hz. Aişe (r.a.) hadîsinin isnadı Nesâî'de tesbit edilmiştir. İsnadında zayıf sayılan Bakiye bulunuyorsa da, Ebû Hayat'ın ona tabi olduğuna bakılınca, mahzur kendiliğinden ortadan kalkıyor, çünkü Ebû Hayat sika (güvenilir ve doğru) bir zat olarak bilin­mektedir.

Bu hadîsin bir benzerini İbn Ebî Şeybe, kendi Musannaf’inde Ebu Eyyûb'dan şu lafızla rivayet etmiştir:

"Peygamber (a.s.) Efen­dimiz akşam namazında iki rekâtte Araf sûresinin tamamını okudu." Ayrıca Hafız İbn Huzayme, Zeyd b. Sabit hadîsinden bunun bir ben­zerini tahrîc etmiştir ki, sıhhatına, Buharî, Ebû Dâvud ve Tirmizî'nin Zeyd b. Sâbit'ten (r.a.) yaptıkları şu rivayet delâlet ve şahitlik et­mektedir: "Peygamber (a.s.) Efendimiz akşam namazında uzun sû­relerden okudu." Ebû Dâvud şu fazlalığı da rivayet etmiştir:

"Ona sordum, uzun sûrelerden okuduğu hangisidir? A'rafdır diye cevap verdi..."

769 nolu İbn Ömer hadîsinin isnadının zahirine bakılınca, sahih olduğu görülürse de ma'lûl olduğu tesbit edilmiştir. Nitekim Darekutnî, bu hadîsin rivayetinde râvilerinden bazısının hatâ yaptığını söylemiştir. Aynı hadisin bir benzerini İbn Hibbân ve Beyhakî Cabir b. Semure'den rivayet etmişse de isnadında Saîd b. Simak bulu­nuyor ki, bu zat metruktür. Zehebî, Ebû Hatim er-Râzî'nin onun hak­kında "metrukü'l-hadîs" dediğini nakletmiştir.[152]

770 nolu Câbir hadîsine gelince, el-Feth kitabında olayın yatsı namazıyla ilgili olduğu kaydedilmiştir. Nitekim Buharî, Câbir hadîsiyle ilgili rivayetinde bunu tasrîh etmiştir.[153]

Hadîsin, yatsı namazında orta uzunlukta olan sûrelerin okun­masının meşruiyetine delâlet ettiğini söyliyebiliriz. Aynı zamanda ortama göre, yatsı namazını hafif tutmanın, yani kıraati uzatmaksızın kısa sûrelerle kılmakta bir sakınca olmadığı anlaşılıyor. Özel­likle imam olacak kimsenin bu hususlara dikkat etmesi sünnettir.

771 nolu Süleyman b. Yesar hadîsini İbn Huzayme ve başka hadis hafızları sahîhlemişler. Bülûğü’l-merâm'da Nesâî'nin bu hadîsin isnadını sahih olduğuna dikkat çekilmiştir.[154]

el-Hafız el-Feth'de diyor ki, kıraatin uzunluk ve kısalığıyla ilgi­li muhtelif rivayetleri biraraya getirdiğimizde, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in şartlara ve ortamlara göre, bazan uzattığı, bazan kısa tuttuğu, bazan orta uzunluktaki sûreleri okuduğu ortaya çıkar ve bun­da ümmet için kolaylık söz konusudur.

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- Sabah namazının birinci rekâtinde, durum müsaitse uzun sûrelerden birini, ikinci rekâtte orta uzunluktaki sûrelerden birini okumak müstehabdır.

2- Yine sabah namazında her iki rekâtte 60 ilâ 100 âyet ara­sında okumak meşru'dür.

3- Durum müsait olmadığı takdirde sabah namazını orta uzunluktaki sûrelerle, daha da müsait olmadığı zaman kısa sûreler­le kılmakta bir sakınca yoktur.

4- Öğle ve ikindi namazlarında orta uzunluktaki sûreleri oku­mak müstehabdır. Durum müsait değilse, yani cemaat arasında has­ta, zayıf, iş sahibi gibi kimseler bulunuyorsa, biraz daha kısa sûrele­ri okumakta hiçbir sakınca yoktur.

5- Öğle namazındaki kıraati ikindiye nisbetle biraz uzun tut­mak müstehabdır.

6- Akşam namazını kısa sûrelerle kıldırmak müstehabdır. Bu­nunla beraber yalnız başına kılan kimse, uzun sûrelerle de kılabilir. Bunda da bir sakınca yoktur. Yatsı namazı da öyle...

 

Rüku’, Sücud Ve Refi’ İçin Tekbir Getirmek

 

Ayakta kıraati bitirdikten sonra rükû'a eğilmek istendiğinde Allahu Ekber denilerek tekbir getirmek, rükû'dan kalkıldığı zaman yine Allahu Ekber deyip tekbîr getirmek, secdeye gidildiğinde, sec­deden kalkıldığında da Allahu Ekber deyip tekbir getirmek sünnet­tir. Bu, namazın her bölümünde Allah'ın büyüklüğünü kalbden dile aktarmak suretiyle kendi aczimizi ve küçüklüğümüzü ifade etmek ve tam bir mahviyet içinde namazı eda etmenin açık belirtisidir.

Konuyla ilgili hadîsler:

İbn Mes'ûd (r.a.)’den yapılan.rivayette, demiştir ki:

"Resülüllah (a.s.) Efendimiz'in, namazda her kalkıp doğrulma­sında, her eğilmesinde ve her ayakta durması ve oturmasında tekbîr getirdiğim gördüm."[155]

İkrime (r.a.)’den yapılan rivayette, İbn Abbas'a şöyle dediğini haber vermiştir:

"Batha'da ahmak bir şeyhin yani yaşlı bir adamın arkasında öğ­le namazını kıldım. Namazda 22 tekbîr getirdi; secdeye vardığında, başını kaldırdığında tekbîr getiriyordu." Bunun üzerine İbn Abbas (r.a.) şöyle dedi:

"İşte o, Ebu'l-Kasım Efendimizin (a.s.) namazı­dır."[156] 

Ebû Musa (r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Resülüllah (a.s) Efendimiz bize hitapta bulunarak sünnetimi­zi bize açıkladı namazımızı bize öğretti, o sebeple şöyle buyurdu:

"Namaz kıldığınız zaman saflarınızı doğrultun, sonra sizden biri önü­nüze geçip imam olsun. İmam tekbîr getirince siz de tekbîr getirin, imam okumaya başlayınca siz susun, okumayın. İmam Gayri'l-Mağdubi Aleyhim Vala'd-Dâllîn deyince, siz âmîn deyin, Al­lah sîzin âmin demenizi ve duanızı kabul eder. İmam tekbîr getirip rükû'a varınca siz de tekbîr getirip rukûâ varın. Çünkü imam sizden önce rükû' yapar ve sizden önce başını kaldırır."

Resülüllah (a.s.) Efendimiz devamla buyurdu ki:

"İşte bu ona karşılıktır (yani imamın dediğine karşılık sizin aynı şeyi söylemenizdir). İmam, semiallahü limen hamidehü deyince, siz, Allahümme Rabbena Leke'l-Hamd deyin ki, Allah sizi işitir  (dediğinizi kabul buyurur). Çünkü Allah Teâlâ, Peygamberinin diliyle şöyle de­miştir: Allah kendisine hamd edenleri işitip kabul eder.

İmam tekbîr getirip secdeye varınca, siz de tekbîr getirip secde­ye varın. Çünkü imam sizden önce secdeye varır ve sizden önce ba­şını kaldırır."

Resülüllah (a.s.) Efendimiz devamla buyurdu ki:

"İşte bu ona karşılıktır (yani imamın dediklerine karşılık sizin aynı şeyleri söylemenizdir. Oturma durumu olunca, sizden her birinizin ilk sözü: Et-Tahiyyatü Et-Tayyibatü Essalavatü Lillahi, Es-Selamü Aleyke Eyyühe'n-Nebiyyü Ve Rahmetü'llahi Ve Berekatühü, Es-Selamü Aleyn Ave Alâ İbadillahi's-Sâlihîne, Eşhedü Ellâ İlahe İllâllahu Ve Eşhedü Enne Muhammed'den Abdühü Ve Resûlühü."[157]

Hadislerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Namazda her rekâtte rükû'a eğilirken, secdeye varılırken, secdeden kalkılırken Allahu Ekber deyip tekbîr getirmek sünnettir. Böylece her rekâtte, iftitah Tekbîri dışında beş tekbir getirilir.

2- Namazda safları düzgün bir hizada tutmak sünnettir.

3- İki veya daha fazla müslüman birarada bulunur da namaz vakti girerse, onlardan okumasını en iyi bilen birinin imam olması, diğerlerinin de ona uyması sünnettir.

4- İmam tekbîr getirince, ona uyanların da tekbîr getirmesi, İftitah Tekbiri ise farz, diğer tekbirler ise sünnettir.

5- İmam Fatihayı bitirince cemaatin de âmîn demesi sünnettir.

6- Rükû'dan kalkılınca İmam Semi’ Allahu Limen Hamîdehü deyince cemaatin Allahümme Rabbena Lekel'hamd demesi sünnettir.

Hadislerin ışığında müctehit imamların görüş, istidlal ve ihticacları:

a) Hanefîlere göre:

Namazda îftitah Tekbîri dışında beş yerde tekbîr getirmek sünnettir: Rükû'a varılırken, secdeye gidilirken, secdeden kalkılırken, ikinci secdeden ayağa kalkılırken..[158]

Ancak bu mezhebe göre, bayram namazlarında ikinci rekâtte Fatiha ve sûre okunduktan sonra ardarda getirilen üç bayram tek­birinden sonra rükû'a varmak üzere getirilen tekbir vâcibdir. Çün­kü orada vâcib olan bayram tekbirlerine tabi kılınarak aynı hükmü alır.

b) Şafiîlere göre:

İftitah Tekbiri dışında her rekâtte beş tekbir getirmek sünnettir: Rükû'a varılırken, secdeye gidilirken, birinci secdeden kalkılırken, ikinci secdeye varılırken ve ikinci secdeden kıyama kalkılırken..[159]

c) Hanbelîlere göre:

Namazda belirtilen beş yerde de tekbîr getirmek vâcibdir. An­cak imama rükû'da yetişen kimsenin rükû' için getirdiği tekbir sün­nettir. O bakımdan imama rüku'da yetişen kimse sadece İftitah Tek­bîri alıp rükû'a giderse, namazı sahih ve caiz olur.[160]

Kudreti yeten kimseye rükû'a varmanın vâcib olduğunda üm­metin icma'i söz konusudur. İlim ehlinin çoğuna göre, rükû'a tekbîr ile başlamak da vâcibdir. Aynı zamanda her eğilip kalkıldığında da tekbîr getirmek böyledir.[161]

d) Mâlikîlere göre:

İftitah Tekbiri dışında beş yerde tekbîr getirmek sünnettir.[162] Sahnûn'un yaptığı rivayette ise, İmam Mâlik'in belirtilen beş yerde tekbîr getirileceğini söylediği açıklanmış, ancak bu tekbirlerin sün­net veya vâcib olup olmadığı hakkında bir beyanda bulunulmamış­tır.[163]

Diğer rivayetler, yorumlar ve tahliller:

Tirmizî'nin yaptığı rivayete göre, Resûlullah (a.s.) Efendimiz namazda her eğildiğinde ve her kalktığında tekbîr, getirirdi.

Nesâî'nin Ebu İshak'tan, onun da Abdurrahman b. Esved'den, onun da Alkame'den ve yine Esved'in İbn Mes'ûd'dan yaptığı riva­yette, deniliyor ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz her eğildiğinde, başını kaldırdığında, oturduğunda ve ayağa kalktığında tekbîr getirirdi. Ebubekir ile Ömer (r.a.) da öyle yaparlardı."

Tirmizî bu hadîs için hasen ve sahih demiştir. Ayrıca aynı ha­disi Ahmed b. Hanbel ve İbn Ebi Şeybe ve İshak b. Rahuye ile Daremî kendi müsnetlerinde; Taberânî ise, Mu'cem'inde rivayet etmişler­dir. Ancak bunların rivayeti şu lâfızla belirlenmiştir:

"Peygamber (a.s.) Efendimiz namaza kalkınca, ayakta durduğu zaman tekbîr getirirdi, sonra rükû'a varınca da tekbîr getirirdi. Sonra Semi'allahu Limen Hamidehü deyip rukû'dan kalkarak belini doğrultunca Rabbena Leke'l-Hamd derdi. Sonra secde için eğilince tekbîr getirir, secdeden başını kaldırınca yine tekbîr getirir, sonra tekrar sec­deye eğilince tekbîr getirir, sonra secdeden başını kaldırınca yine tekbîr getirirdi. Sonra da bunu namazın her rekâtinde namazı biti­rinceye kadar yapardı. İkinci rekâtin sonunda oturup et-Tehiyyattan sonra kalkınca yine tekbîr getirirdi."[164]

Buhari bu rivayeti şu fazlalıkla nakletmiştir:

"İşte bu Resûlül­lah (a.s.) Efendimizin vefat edinceye kadar kıldığı namazdır."

Ayrıca Buharî ve Müslim'in Ebû Hüreyre'den Ebu Seleme'nin şöyle rivayet ettiğini nakletmişlerdir: Ebu Hüreyre halka namaz kıldırırken ne kadar eğilse ve başını kaldırsa tekbîr getirirdi. Nama­zı bitirince de şöyle demiştir:

"Sizden en çok Resûlüllah'ın (a.s.) namazına benim namazım benzemektedir."

İki şeyhin Ebû Hüreyre'den yaptıkları bir diğer rivayette, Ebu Hüreyre (r.a.) ne kadar eğilir ve başını kaldırırsa tekbîr getirirdi. Kendisine, "bu ne tekbîrlerdir ya Ebâ Hüreyre?!" diye sorduğumuz­da şu cevabı verdi:

"Şüphesiz ki bu, Resûlüllah'ın namazıdır."[165]

İmam Mâlik'in el-Muvatta'da İbn Şihab ez-Zührî'den, onun da Ali b. Hüseyin b. Ali b, Ebî Tâlib'den yaptığı rivayete göre:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz namazda ne kadar eğilse ve başını kaldırsa tekbîr getirirdi ve O, Aziz ve Celîl olan Allah'a kavuşuncaya kadar hep böyle yapardı."[166]

785 nolu İbn Mes'ûd hadîsinin bir benzerini Buharî ile Müslim İmrân bin Husayn'den rivayet etmişlerdir ve yine bunun bir benzerini Ebû Hüreyre'den rivayet ettiklerini görmekteyiz. İmam Ahmed ve Nesâî ise, İbn Ömer'den, İbn Ebî Şeybe, Ebu Mâlik el-Eş'âri’den rivayet etmişlerdir. Ayrıca Ebu Dâvud, Ahmed, Nesâî ve İbn Mâce, Vâil b Hücür'den rivayet etmişlerdir. Böylece hadîsin birçok tariklerle rivayet edilmesi, onun hem sıhhatına, hem meşhur derecesine yaklaştığına delâlet etmektedir.

Böylece namazda rüku’dan kalkıldığı dışında diğer her eğilmede ve kalkmada tekbîr getirmenin meşruiyeti ortaya çıkmış oluyor. O bakımdan İmam Nevevî Müslim Şerhinde diyor ki:

"Bu, bugün de, geçen asırlarda da üzerinde icma' vâki olan dinî hükümlerden biri­dir."[167] Nitekim dört halîfe ve tabun devrinde de namaz aynı şekilde belirtilen tekbîrlerle kılınmıştır. el-Beğavî, Şerhu's-Sünne'de diyor ki:

"Ümmet bu tekbîrlerin meşruiyeti üzerinde ittifak etmiştir."

786 nolu İkrime hadîsinde 22 tekbîr söz konusu edilmiştir ki, bu dört rekâtli namazda gerçekleşir, şöyle ki: İftitah Tekbîri dışında her rekâtte beş tekbîr yer almaktadır. Bir de ikinci rekâtin celsesin­den kalkıldığı zaman bir tekbir getirilir, böylece İftitah Tekbîriyle birlikte 22'ye ulaşmış olur.

787 nolu Ebu Musa hadîsinde safların düzgün tutulmasıyla ilgili emrin nedb üzere olduğunu yine Nevevî söylemiştir.

Sizden biriniz imam olsun, emrine gelince, bunun üzerinde fark­lı görüşler ortaya çıkmıştır: Kimine göre, nedeb, kimine göre vücub ifâde eder. Diğer bazı ilim adamları da sünnet olduğuna delâlet eder, demişlerdir. İleride bu konuya geniş yer verileceğinden burada üze­rinde durmak istemiyoruz.

"Tilke bi-tilke" yi "Bu ona karşılıktır yani imamın dediğine kar­şılık sizin aynı şeyi söylemenizdir." şeklinde yorumlamıştık. Ancak bazı ilim adamları bu cümleyi değişik şekilde tefsir etmişlerdir. Şevkanî diyor ki:

"İmam sizden az önce rükû'a eğilir, siz de rükû'dan, ondan biraz sonra başınızı kaldırırsınız, böylece sizin rükû'nuz za­man itibariyle, onun rükû'una denk gelmiş olur. Secdelere de gidil­diğinde aynı durum meydana gelir ve bir denkleşme gerçekleşir."[168]

Rükû'dan kalkıldığında Semi'allahü Lîmen Hamidehü'nun manası, Allah hamdinizi kabul eder, demektir.[169]

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- Namazda her rekâtte beş yerde tekbîr getirmek sünnettir.

2- İftitah Tekbîri getirmek farzdır.

3- İmam Mâlik'e göre, belirtilen yerlerde getirilen beş tekbîr vâcibdir.

4- Birinci oturuştan kalkıldığında da tekbîr getirmek sün­nettir.

5- Dört rekâtli bir namazda 22 defa tekbîr getirilir. Bunlar­dan biri farz, diğerleri, üç imama göre, sünnet; İmam Mâlik'e göre ise, vâcibdir.

6- Tekbir, Allahü Ekber sözüyle söylenir. Buna yakın ta­zim ifade eden sıfatlarla da söylenebileceğine cevaz verilmiştir.

 

İmamın, Arkasındakilere Duyurmak İçin Tekbirleri Sesli Söylemesi

 

Cemaatin uydukları imamı iyice takip edebilmeleri için, imamın getireceği tekbîrleri duymalarına bir bakıma ihtiyaç vardır. Özellik­le çok büyük camilerde ve kalabalık bir cemaatin önünde namaz kılındığında bu ihtiyaç biraz daha kendini hissettirir. O bakımdan imamın namaz süresince getireceği tekbîrleri aşikâr söylemesi meş­ru kılınmıştır.

İlgili hadîsler:

Saîd b. el-Hâris (r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Ebu Saîd (r.a.) bize namaz kıldırdı ve başını secdeden kaldırırken tekbîr getirdi, secdeye giderken yine tekbir getirdi, secdeden kalkarken yine tekbîr getirdi; iki rekâti kılıp üçüncü rekâte kalktığın­la yine tekbîr getirdi. Sonra da şöyle dedi: Ben, Resûlüllah (a.s.) Efendimizi (namaz kılarken) böyle gördüm."[170]

Câbir (r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz hasta idi, oturduğu halde bize na­maz kıldırdı ki arkasında bulunuyorduk. Ebubekir Siddîk de O'nun tekbîrini bize (intikal ettirerek) duyuruyordu."[171]

Diğer bir rivayette, şöyle demiştir:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz bize öğle namazını kıldırdı ki, Ebubekir (r.a..) da O'nun arkasında bulunuyordu. Peygamber (a.s.) tekbîr getirince, o da tekbîr getiri­yor ve bize duyuruyordu."[172]

Hadîslerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- İmam namaz kıldırırken her rekâtte beş yerde tekbîr getir­mesi ve arkasında kendisine uyanlara duyuracak kadar sesli söylemesi sünnettir.

2- Bir rahatsızlıktan dolayı imamın oturarak namaz kıldır­ması caizdir.

3- İmamın getirdiği tekbîri, cemaat duyamıyorsa, o takdirde imama yakın olan birinin tekbîrleri işitilecek kadar yüksek sesle in­tikal ettirmesi caizdir.

Hadislerin ışığında müctehit imamların görüş, istidlal ve ictihat­ları:

a) Hanefîlere, Şâfiîlere ve Hanbelilere göre, imamın aşikâr tek­bîr getirmesi sünnettir.

b) Mâlikilere göre, müstehabdır.[173]

Az yukarıda da belirttiğimiz gibi, her rekâtte beş tekbîr getir­mek üç mezhebe göre, sünnet, Hanbelilere göre, vâcibdir. İmamın bu tekbîrleri cemaatin duyabileceği bir sesle aşikâr söylemesi ise, çoğuna göre sünnettir.

İmam tekbîr getirirken sesini duyuramıyorsa, imama yakın yer­de olan cemaatten birinin o tekbîrleri intikal suretiyle tebliğ etmesi caizdir. Ancak bununla namaza ihram niyeti getirmesi uygun olur. Sadece tebliğ niyetiyle intikale çalışırsa, Şâfiilere göre, namazı hü­kümsüz olur. Hanefilere göre de böyledir.[174]

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- İmamın namaz kıldırırken tekbirleri aşikâr söylemesi sün­nettir.

2- Cemaatın çokluğunda veya imamın sesinin az çıkmasın­dan dolayı duyulmuyorsa, o takdirde cemaattan biri tekbîrleri du­yurmaya çalışır, bu da müstehabdır. Sünnet diyenler de var.

3- Mübelliğ yüksek sesle tekbîr getirirken, yalnız tebliğe ni­yet etmiş olmayacak, aksi halde bazı mezheplere göre, namazı hü­kümsüz olur.

 

Rüku’un Şekil Ve Sureti

 

İslâm, ibâdeti hem âdetten, hem keyfi hareket ve sözlerden ayır­mak, ona ciddiyet ve resmiyet kazandırmak için birtakım ölçüler koymuş, kurallar getirmiştir. O bakımdan hemen her ibâdette o ölçü ve kurallara riâyeti gerekli kılmış ve ibâdetin kabul olunması için onların bir kısmını şart, bir kısmını rükün, bir kısmını vâcib, bir kıs­mını da sünnet ve adâb çerçevesi içine almıştır.

O bakımdan rükû'un şekil ve sureti de belirlenmiş, Resûlüllah'ın (a.s.) kavli ve fiili sünnetiyle bunun sınırları çizilmiştir.

İlgili hadîsler:

Ebû Mes'ûd Ukbe b. Amîr'den yapılan rivayette:

"Ebu Mes'ûd rükû'a vardığında ellerini (kollarını) yanlarından biraz uzaklaştırıp uzak tutar, iki elini dizlerinin ön kısmının üzeri­ne koyar, parmaklarının arasını açık tutar ve şöyle derdi:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'i böyle namaz kılarken gördüm."[175]

Diğer bir rivayette, Rîfaâ b. Râfi'in (r.a.) Peygamber (a.s.)’den naklettiği haberde, Peygamber (a.s.) buyurdu ki:

"Rükû'a vardığın­da iki elinin iç kısmını dizlerin üzerine koy!"[176]

Mus'âb b. Sa'd (r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Baba­mın yanıbaşında namaz kılıyordum, iki elimin içini üstüste getir­dikten sonra iki uyluğumun arasına koyuyordum. Babam beni böy­le yapmaktan men'etti ve şöyle dedi: Biz de öyle yapıyorduk, ama ellerimizi dizler üzerine koymakla emrolunduk."[177]

Hadîslerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Rükû'a eğildiğinde kolları biraz açık tutmak, parmaklar arasını hafif açık bulundurarak elleri dizlerin ön kısmını kaplar şe­kilde koymak sünnettir.

2- Rükû'da ellerinin iç kısmını birleştirip uyluk arasına koy­mak mekruhtur.

Hadîslerin ışığında müctehit imamların görüş, istidlal ve ihticacları:

a) Hanefîlere göre:

Rûkü'da elleri diz kapakları üzerine koymak sünnettir. Bu, Ashab-ı-Kiram’ın hemen hepsinin görüş ve amelidir. İbn Mes'ud (r.a.) ise, iki elin içini biraraya getirip uyluklar arasında koymanın sünnet olduğunu söylemişse de, sahîh kabul edilmemiştir.

Hanefîler bu konuda Enes (r.a.)’den yapılan şu rivayetle istid­lal etmişlerdir:

"Rükû'a gittiğinde iki elin içini dizlerin üzerine koy, parmakların arasını açık tut.."[178]

b) Şafiîlere göre:

Rükû'da iki elin içiyle diz kapaklarını tutmak ve parmaklar ara­sını açık bulundurarak kıbleye tevcih etmek sünnettir..[179]

c) Hanbelilere göre:

Rükû'a giden kimseye, ellerini dizleri üzerine koyması vâcibdir. Bu, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'den rivayet yoluyla sabit olmuştur. Aynı zamanda Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Sa'd, İbn Ömer ve Tabiinden önemli bir cemaat de böyle yapmışlardır. İmam Sevrî, İmam Mâlik, İshak b. Rahuye ve rey tarafdarları da aynı görüştedirler.[180] An­cak ismi geçenlerden bir kısmına göre, vâcib, bir kısmına göre sün­nettir.

Seleften bir gruba göre, ellerinin içini birbirine kavuşturup uy­luk arasında tutmak vâcîb veya sünnettir. Ancak İslâm'ın ilk yılla­rında bu böyle idi, sonra neshedildi, yani böyle yapmak kaldırıldı. Mus'ab hadîsi de buna delâlet etmektedir.[181]

d) Mâlikilere göre:

Sahnûn'un İbn Kasım'dan naklen tesbitine göre, İmam Mâlik rükû' hususunda bir had koymamış, bunu bid'a saymış ve herkes nasıl rükû' yapıyorsa öyle rükû' yapılır, demiştir.[182]

Abdurrahman el-Ceziri ise, bu meseleyle ilgili Mâliki mezhebi­nin görüşünü şöyle nakletmektedir: "Elleri dizlerin üzerine koy­mak, kolları yanlardan biraz açmak menduptur, sünnet değildir. Rükû'da parmakların arasını açmak veya kapamak söz konusu de­ğildir, kendi haline bırakılır, sadece temkini sağlamak için eller iyi­ce diz kapaklarına dayatılır."[183]

Diğer üç mezhebe göre, kadınlar rükû'da kollarını yanlarından açık tutmazlar, bilâkis tam yanlarına bitiştirerek rükû' yaparlar. Bunda, ittifak vardır.                                                                  

Diğer rivayetler, yorumlar ve tahliller:                              

Ebu Cafer et-Tahavi bu meseleyle ilgili, farklı rivayetleri nakle­derek rükû'da elleri nasıl tutmanın sünnet olduğunu belirtmeye ça­lışmıştır. Önce, iki elin içini birbirine dayayıp uyluk arasında tutan­ların istidlal ettikleri rivayetleri şöyle sıralamıştır:                        

Alkame ve el-Esved'den yapılan rivayette, bu iki zat, Abdullah'­ın yanına girmişler. Abdullah onlara, "bunlar sizin arkanızda namaz kıldılar mı?" diye sormuş, onlar da "evet..." diye cevap vermiş­ler. Bunun üzerine Abdullah kalkıp namaza dururken birini sağına, diğerine soluna almıştır. Alkame ile Esved devamla diyorlar ki, biz­ler ellerimizi dizlerimiz üzerine koyup rükû'u yerine getirdik. O eliy­le ellerimize vurdu ve ellerimizin içlerini bitiştirdi, sonra da kendi ellerini bitiştirip uylukları arasına koyduktan sonra şöyle dedi:

"İş­te Peygamber (a.s.) da böyle yapardı."

Aynı rivayet iki ayrı tarikden daha yapılmıştır. Bazıları bu ri­vayetlerle ihticac ederek rükû'da ellerin içlerini bitiştirip uyluk ara­sına konulması görüşünü savunmuşlardır.[184]

Ebu Abdurrahman'ın yaptığı rivayete göre, Ömer (r.a.) şöyle demiştir:

"Ellerinizle dizlerinize iyice tutunun, çünkü diz kapakla­rına iyice tutunmak size sünnet kılınmıştır."

Ata' b. Sâib, Salim el-Birad'dan rivayet ediyor ve "Salim benim yanımda kendi nefsimden daha sika (güvenilir) dir" diyor. Salim şöyle demiştir: Ebu Mes'ud el-Bedrî bize dedi ki:

"Size Resulüllâh'ın (a.s.) nasıl namaz kıldığını göstereyim mi?" Bunu müteakip uzun bir hadis nakletti ve sonra şöyle dedi:

"Resûlüllah (a.s.) rükû'a vardı, iki elinin içlerini dizleri üzerine koydu ve parmaklarını diz kapaklarının altına doğru açık bir vaziyette bulundurdu."[185]

Amir b. Atâ' da diyor ki:

"Ebu Humayd es-Sâidî'den işittim, o, biri Ebu Katâde olmak üzere on tane ashabın yanında belirtilen şe­kilde rükû' yapıldığını söylemiş, hepsi de doğru söylüyorsun diye onu tasdik etmişlerdir."

Mus'ab b. Sa'd'in de kendi babasından buna benzer bir rivayet yaptığı, namazda ellerinin içini üstüste koyup uylukları arasında tutunca, babası ona mani olmuş ve "oğulcağızım, biz de öyle yapı­yorduk. Sonra Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, ellerimizin içini dizleri­mizin üzerine koymamızı emretti," demiştir.

Ebu Cafer bu mana ve hükümde birkaç rivayet naklettikten sonra rükûda elleri dizlerin üzerine koymanın sünnet olduğu neti­cesini istidlal ederek aksine olan rivayetlerin hükmünün kaldırıldı­ğını belirtiyor.

Enes b. Mâlik (r.a.) diyor ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'e on yıl hizmet ettim, hiçbir gün beni dövüp azarlamadı, eliyle beni itmedi ve ağır bir söz söylemedi ve yüzünü bile olsun ekşitmedi..." Enes anlattıklarını uzun uzadıya ifade ettikten sonra şöyle dedi:

"Peygamber (a.s.) bana:

"Oğulcağızım, rükû'a vardığında ellerin içini dizlerin üzerine koy ve parmakların aralarını açık bulundur, kollarını da iki yanından açıp biraz yüksekçe tut..."

Bu hadîsi Taberâni el-Mucemü's-Sağîr'inde, Ebu Ya'lâ el-Mevsalî kendi Müsned'inde rivayet etmişlerdir.

Bu manada bir diğer hadîsi İbn Adiy el-Kâmil'de, el-Akiylî ve İbn Hibban Kitabu'z-Zuafa'da Kesir b. Abdullah Ebu Hâşim el-Âmâli'den rivayet etmişlerdir. Ancak İbn Adiy ve el-Akiylî hadisin zayıf olduğunu belirtmişler; râvilerinden Kesir b. Sâlim'in hadîs uydur­duğunu İbn Hibban söyleyerek güvenilir bir kişi olmadığına dikkat­leri çekmişlerdir.[186]

Ebu Velîd Muhammed b. Abdullah el-Erzakî Mekke Tarihi'nde İsmail b. Râfi' tarikiyle Enes b. Mâlik'in şöyle dediğini rivayet etmiş­tir:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimizle birlikte Mescid-i Hayf'de bulu­nuyordum. İki adam O'na geldi. Biri Ansardan, diğeri Sakîf kabile­sinden idi, Sakifli öne geçip bir şey sormak isteyince Peygamber (a.s.) ona:

"Sakifli kardeş! hacetin ne ise sor, ama ister sen ne sor­mak istediğini ben sana haber vereyim?"

O da, bu benim için çok da­ha uygun olur, diye cevap verdi. Peygamber (a.s.):

"Namazından sor­mak üzere geldin, değil mi?" O da:

"Evet, seni hak peygamber olarak gönderen Allah hakkı için öyledir", dedi. Peygamber (a.s.) ona şöyle buyurdu:

"Gecenin evvelinde ve sonunda namaz kıl, sonra gecenin ortasında uyu. Namaza kalktığın zaman, rükû'a vardığında ellerini dizlerin üzerine koy, parmakların arasını açık tut, sonra başını kal­dır ve eklemlerinden her biri yerini alıncaya kadar doğrulup bekle.."

Bu hadîsin bir benzerini de İbn Hibban kendi Sahîh'inde riva­yet etmiştir. Taberânî ise el-Mu'cem'inde naklederek hadîsin tama­mını zikretmiştir.[187]

Zeylaî, rüku'da ellerin dizler üzerine konulmasıyla ilgili ona ya­kın hadîs rivayet etmiştir ki, çoğu sahihtir. Böylece namazda rükû'­da elleri dizler üzerine koymak, parmaklar arasını biraz açık tut­mak sünnettir. Aksine bir şekil ise mekruhtur.

794 ve 795 nolu Ebu Mes'ud ve Rifa'a hadîslerinin ricali sikat (gü­venilirler) dir. O bakımdan her iki hadisin sıhhati üzerinde şüphe eden çıkmamıştır.

796 nolu Mus'ab hadisini ise Tirmizî sahîhlemiştir. Aynı zaman­da bu manada ona yakın hadis rivayet edilmiştir.

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- Rükû'a gidildiğinde elleri dizler üzerine koymak ve par­maklar arasını biraz açık tutmak sünnettir.

2- Rükû'da ellerin içlerini birbirine yapıştırıp uyluk arasına konulması ile ilgili hüküm kaldırılmıştır. O bakımdan yapılmasında kerahet vardır.

3- Rükû'da kolları biraz yükseltip açık tutmak müstehabdır. Kadınların ise, kollarını yanlarına bitiştirmeleri müstehabdır.

 

Rüku’ Ve Secdelerde Zikir Ve Tesbih

 

Namaz baştan sonuna kadar duâ, zikir ve tesbihten ibarettir. O bakımdan rükû' ve secdelerde de sadece şekle bağlı kalınmayıp zi­kir ve tesbih yapılır.

İlgili hadîsler:

Huzayfe (r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Peygamber (a.s.) ile beraber namaz kıldım. Rükû'a da Sübhane Rabbiye'l-Azîm diyordu. Secdelerde ise,  Sübhane Rabbiye'l-A'lâ diyordu. Peygamberimiz (a.s.) namazda ne ka­dar bir rahmet âyetine gelirse, durup orada rahmet ister, ne kadar azâb âyetine gelirse, ondan (Allah'a) sığınırdı."[188]

Ukbe b. Âmir (r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir ki Fesebbih İsme Rabbike'l-Azîm âyeti indiğinde, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz bize, "bunu rükûunuzda yerine getirin", diye buyurdu. Sebbih İsme Rabbike'l-A'lâ âyeti inince, Resûlüllah  (a.s.), "bu­nu da secdelerinizde yerine getirin", buyurdu."[189]

Hz. Aişe (r.a.) yapılan rivayette:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz rükû' ve secdelerinde şöyle derdi:

"Sübbuhun- Kuddüsun Rabbü'l-Melâiketi Ve'r-Ruh.."[190]

Yine Hz. Aişe (r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Resû­lüllah (a.s.) Efendimiz, rükû' ve secdelerinde çokça Sübhane'lla-Hümme Rabbena Ve Bihamdike, Allahümme'ğfir Lî.. Böy­lece Resûlüllah Kur'ân'ı te'vîl ederdi."[191]

Kur'ân'ı te'vilinden maksat, Fesebbih Bî-Hamdî Rabbike Ve'steğfirhu âyetini yorumlayarak adı geçen şekilde duâ ederdi.

Avn b. Abdullah b. Utbe'den, o da İbn Mes'ud'dan (r.a.) yaptığı rivayette, Resûlüllah (a.s.)  Efendimiz şöyle buyurmuştur:

"Sizden biriniz rükû' yaptığı zaman, rükû'unda üç defa Sübhane Rabbîye'l-Azîm derse, gerçekten rükû'u tamamlamış olur. Bu da (orada­ki tesbihin) en aşağı (sayısıdır). Secde ettiği zaman, secdesinde üç defa Sübhane Rabbiye'l-A'lâ derse,  gerçekten secdesi tamam­lanmış olur ve bu da (secdede yapılan tesbihin) en aşağı (sayısıdır)."[192]

Saîd b. Cübeyr (r.a.)’den, o da Enes b. Mâlik (r.a.)’den yaptı­ğı rivayette, Enes (r.a.) şöyle demiştir:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in arkasında namaz kıldıktan sonra, şu gencin namaz kıldırma­sından daha çok ona benzeyenini görmedim. Bununla Ömer b. Abdülaziz'i kasdediyordu. Enes devamla diyor ki:

"Biz onun rükûunda on tesbîh, secdesinde de on tesbih söylediğini takdir edip (saydık)."[193]

Hadîslerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Rükû'da Sübhane Rabbîye'l-Azîm demek sünnettir.

2- Secde de ise, Sübhane Rabbiye'l-A'lâ demek sünnettir.

3- Namazda kıraat esnasında rahmet âyetlerine gelince, Al­lah'tan rahmet dilemek, azap âyetlerine gelince, Allah'a sığınmak müstehabdır.

4- Ayrıca rükû ve secdelerde Sübbuhun, Kuddusün Rabbü'l-Melaiketi Ve'r-Ruh demek müstehabdır.

5- Rükû' ve secdelerde yapılan tesbihleri üçer defa söylemek sünnettir.

Hadislerin ışığında müctehit imamların görüş, ictihat, istidlal ve ihticacları:

a) Hanefîlere göre:

Rükû'da üç defa Sübhane Rabbiye'l-Azîm demek sünnettir. Bu, aynı zamanda ilim adamlarının çoğunun kavlidir. Hanefiler bu konuda Akabe b. Âmir (r.a.)’den yapılan şu rivayetle istidlal etmişlerdir:

"Fesebbîh Bîsmi Rabbike'l-Azîm âyeti inince, Resûlül­lah (a.s.) Efendimiz, "bunu rükû'unuzda yerine getiriniz", buyurdu. Sebbih İsme Rabbike'l-A'lâ âyeti inince, Resûlüllah (a.s.) Efen­dimiz, "bunu da secdenizde yerine getiriniz," buyurdu.

Rükû' ve secdelerde sözü edilen tesbihleri üçer defa söylemek sünnettir ve bu en aşağı sayıdır.[194] Ayrıca Hanefîler İbn Mes'ûd (r.a.)’den yapılan şu rivayeti de kendilerine senet olarak seçmişler­dir: "Sizden biriniz namaz kıldığı zaman rükûunda üç defa Süb­hane Rabbiye'l-Azîm desin. Secdesinde ise, üç defa Sübhane Rabbiye'l-A'lâ desin. Bu, en aşağı sayıdır.

O bakımdan İmam Muhammed'den yapılan bir rivayette, rükû' ve secdelerde sözü edilen tesbîhi sadece bir defa söylemek mekruh­tur, dediği belirtilmiştir. Çünkü hadîs bunun en aşağı sayısını üç olarak belirlemiştir. Üç defadan fazla söylemek ise daha faziletli­dir.[195]

b) Şâfiîlere göre:

Rükû'da bir defa Sübhane Rabbîye'l-Azîm demekle sünnet yerine gelmiş olur. İkinci ve üçüncü defa tekrarlamak menduptur. İmam üçten fazla söylemez, ama münferit (yalnız başına namaz kı­lan) söyleyebilir.

Ayrıca yalnız başına namaz kılan kimse rükû'da tesbihten son­ra şu duayı okuması müstehabdır: "Allahümme Leke Rekâ'tü Ve Bike Amentü Ve Leke Eslemtü Haşaa Leke Semi Ve Basari Ve Muhhî Ve Azmî Ve Asabi Vema'stekalet Kademî."[196]

Kâsâni ise, bu konuda Şafiî'nin görüşünü belirtirken, rükû'da sa­dece bir defa tesbih söyler, diyerek bir sınırlamaya yer vermiştir. İl­let olarak da bu mezhebin şöyle dediğini nakletmiştir:

"Çünkü bir fiil ile emir tekrarı gerektirmez. O bakımdan bir defa yerine getiri­lince emre imtisal gerçekleşmiş olur."[197] Oysa az önce de belirtti­ğimiz gibi, bir defa söylemek, sünnet, ikinci ve üçüncü defa söylemek menduptur. İhtimal Kâsânî, sadece sünnet olanı yansıtmakla yetin­mek istemiştir.

Ayrıca İmam Şafiî bu mesele hakkında şöyle demiştir:

"Rükû'a eğilenin o vaziyette üç defa Sübhane Rabbiye'l-Azîm demesini müstehab görüyorum. Yapılan rivayete göre Resûlüllah (a.s.) Efendimiz rükû' ve secdelerinde ne demişse, onu kısaltmamamız bence müstehabdır, ister namaz kılan imam, ister münferit olsun.."[198]

Anlaşılan İmam Şafiî rükû'da söylenecek tesbîh hususunda İbn Mes'ûd hadisini dikkate almış ve onunla istidlal etmiştir. Ancak el-Ümm'de, "eğer hadîs sahihsa..." ifadesini kullandığına bakılırsa, bu mesele üzerinde ictihatta bulunurken hadîsi tesbit edebilmiş, sadece sıhhati üzerinde yeterli bir araştırmada bulunma imkânı elde edemediğini ima etmek istemiştir.

c) Hanbelîlere göre:

Rükû'da üç defa Sübhane Rabbîye'l-Azîm söyler ve bu ke­mal derecesinin en aşağısıdır. Şayet bir defa söylerse kafi gelir.

Hanbeliler bu konuda Akabe b. Âmir hadîsiyle istidlal etmişler­dir. Ayrıca el-Esrem'in Hüzayfe (r.a.) den yaptığı şu rivayeti de kendilerine senet seçmişlerdir:

"Rükû'a eğildiğinde üç defa Süb­hane Rabbiye'l-Azîm söyler..."

Ayrıca İmam Ahmed'in Hasan el-Basrî'den yaptığı rivayette, adı geçen şöyle demiştir:

"Tam olan tesbîh yedi defadır, ortalama olanı beş, en aşağı olanı üç defadır..."[199]

d) Mâlikîlere göre:

Rükû ve secdelerde tesbih menduptur ve onun belirli bir lafzı yoktur. Ancak zikredilen lâfzı söylemek afdaldır. Aynı zamanda be­lirtilen iki yerde tesbîh için belirlenmiş bir sayı da söz konusu değil­dir.[200]

İbn Kudame de İmam Mâlik'in bu konuda şöyle dediğini nakletmiştir:

"Bize göre, rükû' ve secde de sınırlanmış bir tesbîh yoktur. Sa­dece ben rükû' ve secdede tesbîh olduğunu işittim."[201] İmam Mâlik'in "işittim" sözünden maksat, bu husustaki rivayetler kulağıma kadar ulaştı, demektir.                                                               

Haber-i vahid olarak rivayet edilen hadîslerin delil olabilmesi için, İmam Mâlik'e göre, o haberin Medinelilerin ameline uyması şarttır. Aksi halde yani onların ameline uymayan haber-i vahid'le amel edilmez. Burada da İmam Mâlik hadîslerden ziyade Medineli'lerin amelini dikkate almış ve "üç defa Sübhane Rabbiye'l-Azîm söyler" mealindeki haber-i vahidle istidlal etmemiştir.

Diğer rivayetler, yorumlar ve tahliller:

Rükû'da belirtilen tesbihten başka Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in birtakım dualar yaptığı rivayet yoluyla sabit olmuştur. Bunlar­dan birkaç örnek verelim:

Abdullah b. Ebî Râfi'in Hz. Ali (r.a.)’den yaptığı rivayette, de­miştir ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz rükû'da bulunduğunda şöy­le diyordu:

"Allahümme Leke Rekâ'tü Ve Bike Âmentü Ve Leke Eslemtü Ve Ente Rabbî, Haşaa Leke Sem'î Ve Basa­ri Ve Muhhî Ve Azmî Ve Asabî Lillahi Rabbi'l-Âlemîn."[202]        

Mesruk'un Hz. Âişe (r.a.)’dan yaptığı rivayette, demiştir ki:

"Resûlülah (a.s.) Efendimiz rükû'unda (duaları) çoğaltır ve şöyle derdi:

"Sübhaneke'llahümme Ve Bi-Hamdike Estağfirüke Ve Etübu İleyke, Fağfir Lî İnneke Ente't-Tevvab."[203]

Mutarrif’in Hz. Âişe (r.a.)’dan yaptığı rivayette, Hz. Aişe demiştir ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz rükû' ve secdelerinde şöyle derdi:

"Sübbuhun  Kuddusün Rabbü'l-Melâiketi Ve'r-Ruh."[204]                                                                

Yine Hz. Aişe (r.a.)’dan, Rebi'u'l-Müezzin tarıkıyla yapılan rivâyette, Resûlüllah (a.s.) Efendimizin bir gece secdede şöyle dua ettiğini işitmiştir:

"Allahümme İnnî Eûzü Bi-Rıdake Min Sahatike Ve Eûzü Bi-Avfike Min İkabîke Ve Eûzü Bike Minke, Lâ Uhsî Senâen Aleyke Ente Kema Esneyte Ala Nefsike."[205]

Ebû Cafer et-Tahavî bu ve benzeri rivayetleri sıraladıktan sonra şöyle diyor: Bir topluluk bu haberleri dikkate alarak, adamın rü­kû' ve secdelerde hoşuna gittiği duaları yapmasında bir sakınca yoktur, demişler ve onlara göre, bu iki yerde belirlenmiş bir dua ve tesbîh yoktur. Delilleri de yukarıdaki rivayetlerdir.                            

Diğer bir topluluk onlara muhalefet ederek şöyle demişlerdir:

"Namaz kılan kimsenin rükû'unda Sübhane Rabbiye'l-Azîm tes­bihinden başkasını söylemesi uygun olmaz, ama bunu istediği kadar tekrarlayabilir, üç defadan aşağı söylemesi de uygun olmaz Aynı zamanda secdesinde de, Sübhane Rabbiye'l-A'lâ dan başka bir şey söylemesi uygun olmaz. Ama bunu istediği kadar tekrarlayabi­lir, üç defadan aşağı olması da uygun değildir. Bunlar konumuzun başında naklettiğimiz Akabe b. Âmir hadîsiyle istidlal ve ihticac et­mişlerdir. Ayrıca bu grup, Akabe b. Âmir hadîsinde geçen iki âyet inmeden önce, Resûlüllah'ın (a.s.) değişik dualar okuduğu oluyor­du, ama o âyetler inince artık rükû'da sadece Sübhane Rabbiye'l-Azîm ve secdede Sübhane Rabbiye'l-A'lâ tesbihlerini söylemiştir.

Bu âyetler inince Resûlüllah (a.s.) Efendimiz ashabına rükû'da ve secdede bu iki tesbihin söylenmesini emretmiş, böylece bu emir önceki dua ve tesbihleri neshetmiştir."[206]

Sonra da Ebû Cafer et-Tahavî, Resûlüllah'ın (a.s.) rükû'da Sübhane Rabbiye'l-Azîm ve secdede Sübhane Rabbiye'l-A'lâ dediğine dair rivayetleri nakledip sıralamıştır. Sonuç olarak da görüşünü şöyle belirtmiştir:

"Bu açıdan biz tekbîri kendine has yerlerde, teşehhüdü kendine ait yerde, istiftahı kendine has yerde, teslimi kendine has yerde anıp başka bir şeye geçmemeyi belirttik. Bunlar gibi rükû' ve secdelerde de has bir zikir vardır, başkasına geçmek uygun değildir."[207]

Zeylaî rükû'da tesbih konusuyla ilgili rivayetleri muhtelif tariklerden naklederek şöyle sıralamıştır:

"Sizden biriniz rükû'a eğildiğinde, orada üç defa şöyle desin: Sübhane Rabbîye'l-Azîm ve bu en aşağı olanı (sayıca en aşağı derecede bulunanı) dır."[208]

İbn Mace ise, Avn b. Abdullah tarikiyla İbn Mes'ud (r.a.)’den, Resûlüllah'ın (a.s.) şöyle buyurduğunu tahrîc etmiştir:

"Sizden bi­riniz rükû'a eğildiğinde üç defa Sübhane Rabbiye'l-Azîm desin ve bu en aşağı (sayısı) dır. Secde ettiğinde ise, üç defa Sübhane Rabbiye'l-A'lâ desin ve bu da en aşağı (sayısı) dır."

Aynı rivayeti Ebû Dâvud da yapmıştır.

Tirmizî ise şu lâfızla rivayet etmiştir:

"Sizden biriniz rükû'a eğildiğinde, orada üç defa Sübhane Rabbiye'-Azîm derse, gerçek­ten rükû'u tamamlanmıştır... Secde ettiği zaman, orada üç defa Sübhane Rabbiye'l-A'lâ derse, gerçekten secdesi tamamlanmış olur. Bu da en aşağı (sayısı) dır."

Ebu Dâvud, bu hadîsin mursel olduğunu, çünkü Avn b. Abdul­lah'ın İbn Mes'ûd'a ulaşmadığı bilinmektedir, demiştir. İmam Tirmizî de, "bu hadîsin isnadı muttasıl değildir; zira Avn, Abdullah'la buluşmamıştır," der. Beyhakî de aynı görüştedir.[209]

807 nolu Huzayfe hadîsinde rükû ve secdelerde hangi tesbihin söylenmesi gerektiği belirtiliyor, ancak bu vâcib değil, sünnettir. Ni­tekim müctehit imamlar da aynı görüştedirler. Sadece İmam Mâlik bunun mendup olduğunu söylemiştir.

Peygamberimiz namazda ne kadar bir rahmet âyetine gelirse, durup orada rahmet ister, ne kadar bir azap âyetine gelirse, ondan Allah'a sığınırdı, bölümüne gelince, İmam Şafiî, bunun mendup ol­duğunu belirtmiştir. İshak b. Râhuye ise, rükû ve secdelerdeki tesbi­hin vâcib olduğunu söylemiş ve o bakımdan kasden terkedenin namazı bozulur, diye ilâve etmiştir. Davud ez-Zahirî de aynı görüşte­dir. İmam Ahmed'den yapılan bir rivayette ise, namazdaki bütün tekbîrler, rükû ve secdelerdeki tesbihler ve rükû'dan kalkıldığında Semî'allahu Limen Hamidehu demek vâcibdir. Bunlardan bi­rini kasden terkedenin namazı hükümsüz olur. İmam Ahmed'den bunların sünnet olduğuna dair rivayetler de yapılmıştır.

808 nolu Akabe b. Âmir hadîsini ayrıca el-Hâkim kendi Müstedrek'inde tahrîc etmiş, İbn Hibban da sahîhlemiştir.[210]

809 nolu Hz. Aişe (r.a.) hadîsinde Sübbuh Ve Kuddüs tabir­leri geçmektedir. Birincisinin mânası, noksanlıklardan,  şirkten ve ulûhiyetine lâyık olmayan her şeyden berî; ikincisinin mânası, yara­tana lâyık olmayan her şeyden pâk ve temiz olan demektir. Hadîs sahihtir.

810 nolu yine Hz. Aişe (r.a.) hadîsine gelince, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in rükû' ve secdelerde belirtilen tesbîh ve tahmidi, Îza Cae Nasrullah âyeti indikten sonra devam ettiğini Şevkanî nakletmektedir.[211]

811 nolu Avn b. Abdullah b. Utbe hadîsinin mürsel olduğunu Ebu Dâvud söylemiştir ki buna daha önce de işaret etmiştik. Çünkü yapılan tesbitlere göre, Avn, Abdullah b. Mes'ûd'a (r.a.) yetişme­miştir. Aradan bir sahabinin düşürüldüğü anlaşılıyor. Tirmizî de bu­nun isnadı muttasıl değildir, demiştir. Bundan, hadîsin senedinde bir kesiklik tesbit edildiği anlaşılıyor.

Avn b. Abdullah'a gelince, sika (güvenilir) kabul edilmiş ve ashabdan bir cemaatten rivayet yapmıştır. Müslim de onun hadîsleri­ni tahrîc etmiştir.

812 nolu Saîd b. Cübeyr hadîsinin ricalinin hepsi sikat (güveni­lirler) dir. Ancak Abdullah b. İbrahim b. Amir b. Keysan Ebu Yezîd as-San'ânî üzerinde durulmuştur: Ebû Hatim, onun salihü'l-hadîs olduğunu; Nesâi, onun rivayetinde bir beis yoktur, demişlerdir. Ay­nı zamanda Nesâî onun bir hadîsini kendi kitabına almıştır.[212]

Hadîsin açık delâletinden, rükû ve secdelerde, yalnız başına na­maz kılan kimse tesbihleri istediği kadar çoğaltabilir, yani üçten fazla tekrarlamasında bir sakınca yoktur. Ömer b. Abdülaziz'in 10 defa söylemesi tahdidi değildir. İmama gelince, cemaati bıkkınlık hissetmiyor da memnun kalıyorlarsa, tesbihleri üçten fazla tekrarlayabilir.

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- Rükû’da üç defa Sübhane Rabbiye’l-Azîm demek sün­nettir. Bir defa da söylendiği takdirde sünnet yerine gelmiş olur.

2- Secdede üç defa Sübhane Rabbî'l-A'lâ demek sünnet­tir. Bir defa söylendiği takdirde de sünnet yerine gelmiş sayılır.

3- Rükû ve secdelerde tesbihleri üçten fazla söylemekte bir sakınca yoktur. Ancak imamlık yapan kimsenin cemaatin durumu­nu bilmesi, üçten fazla söylediğinde sıkılıp sıkılmadıklarını tesbit etmesi uygun olur. O bakımdan yalnız başına namaz kılan kimse üç­ten fazla söyleyebilir. İmamın üç defa ile yetinmesi daha uygun olur.

4- Rükû ve secdelerde tesbihten başka dua ve benzeri şeyler söylemek hakkında müctehitler arasında ittifak yoktur. Mendup di­yenler olmuşsa da çoğu muhalefet etmiştir. Ancak yalnız başına na­maz kılan kimsenin vakti müsaitse, me'sur dua ve tesbihleri söyleye­bilir. Buna cevaz verilmiştir.

5- Namazda kıraatte rahmet âyetlerine gelince, gönülden rah­met dilemek, azap âyetleri gelince yine gönülden Allah'a sığınmak menduptur. Dil ile söylenmesi hakkında ittifak yoktur.

6- İmam Mâlik'e göre, rükû ve secdelerde tesbih söylemek menduptur. Bir rivayette İmam Ahmed'e göre, vâcibdir.

 

Rüku’ Ve Secdelerde Kur’an Okunmaz

 

Namazda kıraatin yeri belirlendiği gibi, zikir ve tesbihlerin de yeri belirlenmiştir. Tesbîh söylenecek yerlerde Kur'ân'dan bir şey­ler okumak yasaklanmıştır.

Konuyla ilgili hadîsler:

İbn Abbas (r.a.)’dan yapılan rivayette demiştir ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz (hasta iken) perdeyi açtı, insanlar da o sırada Ebu Bekir'in (r.a.) arkasında saf bağlamış durumda idiler. Peygamberimiz (a.s.) şöyle buyurdu:

"Ey insanlar! peygam­berlik mübeşşiratindan bir şey kalmadı, ancak sâlih rüya kaldı ki Müslüman onu görür veya ona gösterilir. Haberiniz olsun ki, ben rükû' ve secdelerde kıraatten men'olundum. Rükû'a gelince, orada Rabbinıza tazimde bulunun, secdede ise, orada duâ hususunda gay­ret sarfedin, lâyıktır ki dualarınız kabul oluna.."[213]

Hadîsin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'den sonra artık vahiy inmiyecektir. O yoldan yapılan tebşiratların kapısı kapanmış oluyor.

2- Salih rüya, o tebşiratların ayrı bir tecellisidir ki, müslüman onu görür veya ona gösterilir.

3- Rükû' ve secdelerde Kur'ân'dan sûre veya âyetler okumak men'edilmiştir.

4- Rükû'da Allah'a tazim edilerek Sübhane Rabbiye'l-Azîm denilir.

5- Secdelerde duâ yapılmasında bir sakınca yoktur.

Hadîsin ışığında müctehit imamların görüş, tesbit, ictihat ve is­tidlalleri:

a) Hanefilere göre:

Kıraati tamamladıktan sonra rükû'a gidilir. Sahîh olan budur.

Tekbîri ise tam eğilirken söyler.[214] Bu ifadeden de rükû'da Kur'ân'dan bir şeyler okumanın mekruh olduğu anlaşılıyor.

b) Şâfillere göre:

İmam Şafiî bu konuda 832 nolu İbn Abbas hadîsiyle istidlal et­miştir. O bakımdan el-Ümm'de şöyle belirtmiştir:

"Bir kimsenin rü­kû' ve secdelerde Kur'ân okumasını müstehab görmüyorum; çünkü Resûlüllah (a.s.) Efendimiz bunu men'etmiştir. Rükû ve secdeler kıraatın ötesinde zikir yerleridir. Bunun gibi, teşehhüt yerinde de bir kimsenin Kur'ân okumasını müstehab görmüyorum."[215]

c) Hanbelilere göre:

Rükû' ve secdelerde Kur'ân okumak mekruhtur. Hanbelîler bu meselede Tirmizî'nin hasenleyip sahîhlediği Hz. Ali'nin (r.a.) şu hadîsiyle istidlal etmiştir:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz rükû' ve secdelerde Kur'ân okumamı men'etmiştir." Ayrıca İbn Abbas'ın riva­yet ettiği hadîsi de kendilerine mesned seçmişlerdir:

"Doğrusu ben rükû' ve secdede Kur'ân okumaktan men'olundum!..."

Ebu Davud'un rivayet ettiği bu hadîsin tamamı şöyledir:

"Şüphesiz ki ben, rükû' ve secdede Kur'ân okumaktan men'olundum. Rükû'a gelince, orada Rabbınıza ta'zimede bulunun, Secdede ise duâ etmek için gayret sarfedin ki duanız kabul olunsun."[216]

d) Mâlikilere göre:

İmam Mâlik'in rükû'da duâ edilmesini mekruh saydığını, ama bunu secdede mekruh görmediğini Sahnûn kendi eserinde nakletmiştir.[217] Bundan, kıraatin da rükû' ve secdede yapılmasının mek­ruh olduğu anlaşılıyor.

Böylece rükû' ve secdelerde Kur'ân okumanın mekruh olduğun­da müctehit imamların ittifakı vardır. Buna muhalefet eden olma­mıştır.

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- Rükû'da sadece Allah'a ta'zîm edilerek belirtilen tesbîh söylenir. O bakımdan rükû'da Kur'ân okumak veya ayakta iken baş­lanılan kıraati rükû'da tamamlamak mekruhtur.

2- Rükû'da Şâfiilere göre, bazı me'sur dualar yapılabilir. Mâlikîlere göre, bu da mekruhtur.

3- Secdede hem tesbih, hem duâ etmek müstehabdır. Sadece belirtilen tesbîhi söylemek sünnettir.

 

Rükü’dan Kalkınca Ne Söylenir?

 

Bu hususta da müctehit imamların farklı tesbit ve ictihatları ol­muştur. Rivayetler de biraz farklıdır.

Ebu Hüreyre (r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz namaza kalkınca, ayağa kalkınca tekbîr getirirdi, sonra rükû'a gidince yine tekbîr getirirdi ve sonra­da o rek'atten kalkıp belini doğrultunca Semi'alahu Lîmen Hamidehü derdi. Sonra ayakta iken şöyle derdi: Rabbena Ve Leke'l-Hamd. Sonra secde için eğilirken tekbîr getirirdi, sonra başını kaldırınca yine tekbîr getirirdi, sonra tekrar secdeye gidince tekbîr getirirdi, sonra yine secdeden başını kaldırınca tekbîr getirirdi ve sonra da bunu her rekâtinde yapardı ve bir de ikinci rekâte oturup üçüncü rekâte kalkınca yine tekbîr getirirdi."[218]

Enes (r.a.)’den yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğunu haber vermiştir: "İmam Semi'allahu Limen Hamidehü dediği zaman siz Rabbena Ve Leke'l-Hamd deyin."[219]

İbn Abbas (r.a.)’dan yapılan rivayette, demiştir ki:

"Resûlüllah Efendimiz başını rükû'dan kaldırınca, "Allahümme Rabbena Leke'l-Hamdu Mil'e's-Semavati Ve Mil'e'l-Arzi Ve Mil'e Mabeynehüma Ve Mil'e Ma Şi'te Min Şey'in Ba'dü Ehle's-Senâi Ve'l-Mecdi, Lâ Mâni'a Lima A'tayte Vela Mu'tiye Lima Mena'te Vela Yenfeu Za'l-Ceddî Minke'l-Cedd."[220] derdi.

Hadiselerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Rükû'dan kalkıldığı zaman Semî'allahu Limen Hamîdehü demek sünettir.

2- Rükû'dan kalkılıp beli doğrulttuğunda Rabbena Ve Le­ke'l-Hamd demek sünnettir. Bazı rivayetlerde ise, Rabbena Le­ke'l-Hamd şeklinde bir ibare nakledilerek Leke'nin başında (vav) kullanılmamıştır.

3- Namaza başlarken, rükû'a  eğilirken, secdeye gidilirken, secdeden başı kaldırırken, yine ikinci   secdeye gidilirken ve ikinci secdeden başı kaldırırken tekbîr getirmek sünnettir.

4- İkinci rekâte oturup üçüncü rekâte kalktığında yine tekbir getirmek sünnettir.

5- İmama uyup cemaat halinde namaz kılınırken, İmam rü­kû'dan Semî'allahu Lîmen Hamidehü diyerek kalktığında ona uyanların Rabbena Ve Leke'l-Hamd Veya Rabbena Leke'l-Hamd demeleri sünnettir.

6- Rükû'dan kalkılıp Rabbena Leke'l-Hamd'den sonra 839 nolu hadîste geçen duayı okumak müstehabdır.

Hadîslerin ışığında müctehit imamların görüş, ictihat ve istidlal­leri:

a) Hanefilere göre:

Namaz kılan kimse imam olarak bulunuyorsa, başını rükû'den kaldırdığında sadece Semî'allahu Limen Hamidehü der, Rab­bena Leke'l-Hamd demez. Bu, İmam Ebû Hanîfe'nin kavlidir. İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed'e göre, her ikisini de söyler.

Ancak Ebû Hanife'den yapılan bir rivayete göre ise, o da imamın her ikisini söyleyebileceğini belirtmiştir.[221]

Hanefîler bu meselede Ebu Hüreyre hadîsiyle istidlal etmişler­dir. Yalnız başına namaz kılan kimse sözü edilen iki duayı birlikte söyler. İmam Ebû Hanîfe'nin bilinci kavline gelince, Kâsânî'nin tesbitine göre, imam bu görüş ve ictihadında Ebu Musa el-Eş'arî ile Ebû Hüreyre'den rivayet edilen şu hadîsle istidlal ve ihticac etmiş­tir:

"İmam ancak kendisine uyulsun diye imamdır, o halde ona mu­halefet etmeyiniz; O tekbîr getirince siz de tekbîr getirin, o okuma­ya başlayınca siz susun; o, Vela'd-Dallîn dediği zaman, siz Âmîn deyin. İmam Rükû'a varınca siz de varın, imam Semî'allahu Lî­men Hamidehü deyince siz, Rabbena Leke'l-Hamd deyin.."[222]

b) Şâfiilere göre:

Namaz kılan kimse başını rükû'dan kaldırdığı zaman Semî'allahu Lîmen Hamidehü der, belini   doğrultunca da Rabbena Leke'l-Hamd veya Rabbena Veleke'l-Hamd der. Veya Alla­hümme Rabbena Leke'l-Hamd de diyebilir. Buna ilâveten me'sur duayı okuyabilir. Yalnız başına namaz kılan kimse, daha fazla dua ve senada bulunabilir.[223]

c) Hanbelîlere göre :

Rükû'u tamamlayıp başını kaldırdığı zaman Se'mîallahu Lî­men Hamidehü söyler. Hem rükû'dan kalkmak, hem de beli doğ­rultmak vâcibdir. İmam ise Tesmî'î aşikâr söyler. Sonra belini doğ­rultunca da Rabbena Lekel-Hamdu Mîl'e's-Semavati Ve Mil'e'l-Arzı Ve Mil'e Ma Şi'te Min Şey'în Ba'dü.. der.

İmam Ahmed'den yapılan bir rivayette ise, yalnız başına na­maz kılan bu son kısmı söylemez. Her ikisini birarada söylemek imam için meşru'dür.[224]

Tabii bunları söylemek sünnettir.

d) Mâlikîlere göre:

İmam Mâlik, Rabbena Leke'l-Hamdı yalnız imama uyanlar söylerler. İmam ise, Semi'allahu Lîmen Hamidehü ile yetinir, demiştir.

Böylece bu iki duâ hakkında müctehit imamlar arasında bazı farklı yorum ve ictihat söz konusudur.

Diğer rivayetler, yorumlar ve tahliller:

et-Tahavî bu konuda Ebu Musa el-Eş'ârî hadîsini ve bir de Ebû Hüreyre hadîsini birkaç tarikten rivayet ettikten sonra şöyle demiş­tir:

Sözü edilen hadîsler, imam ve me'mumun neler söyleyeceğine açık şekilde delâlet etmektedir: İmam Semi'allahu Lîmen Hamîdehü deyince, siz Allahümme Rabbena Leke'l-Hamd de­yin, mealindeki hadîsin bu bölümü, Semi'allahu Limen Hamîdehü'yü sadece imamın söyliyeceğine, me'mumun demiyeceğine delildir; Rabbena Leke'l-Hamd'i ise me'mumun söyliyeceğine, imamın söylemiyeceğine delildir, diyenler vardır.

Bu görüşte olanlar arasında İmam Ebû Hanîfe ile İmam Mâlik de bulunuyor, yani bu aynı zamanda onların da kavlidir.

Diğer bir grup onlara muhalefet etmiştir. Bunlara göre, İmam hem Semi'allahu Lîmen Hamidehü, hem de Rabbena Le­ke'l-Hamd söyler. Ona uyanlar da sadece Rabbena Leke'l-Hamd derler. Zira bu ikinci gruba göre, Resûlüllah (a.s.) Efendi­mizin hadîslerinde, "İmam Semi'allahu Limen Hamidehü de­diği zaman siz Rabbena Leke'l-Hamd deyin" şeklinde bir emir yoktur.[225]

Buna cevap verecek olursak, diyebiliriz ki, Resûlüllah'ın hadî­sinden eğer imamın Rabbena Leke'l-Hamd demiyeceği anlaşılıyorsa, o takdirde yalnız namaz kılan kimsenin de aynı şeyi söyle­memesi anlaşılıyor demektir. Oysa yalnız başına namaz kılanın hem Semi'allahu Limen Hamidehü, hem de Rabbena Le­ke'l-Hamd demesine muhalefet eden olmamıştır. Buna kıyasla imamın da söylemesini engelleyen bir kayıt yoktur, demektir. Nite­kim et-Tahavî de aynı hususa bilhassa değinerek ikincilerin görü­şünün isabetli olmadığım belirtmiştir.

Ebû Hüreyre (r.a.), ben aranızda Resûlüllah'ın (a.s.) namazına en çok benzer şekilde namaz kılanınızım, der ve o namazda rükû'dan başını kaldırınca hem Semi'allahu Limen Hamîdehü, hem de Rabbena Leke'l-Hamd derdi.

Urveden yapılan rivayette ise, şöyle demiştir: Hz. Aîşe (r.a.) bana şöyle haber verdi:

"Resûlüllah'ın (a.s.) hayatında güneş tu­tuldu. O da insanlara namaz kıldırdı, başını rükû'dan kaldırınca, Semi'allahu Limen Hamidehü, Rabbena Leke'l-Hamd dedi."[226]

Kaldı ki, 837 nolu Ebu Hüreyre hadîsi, imamlık yaparken Resû­lüllah (a.s.) Efendimiz'in sözünü ettiğimiz tesmi' ve tahmîdin iki­sini de söylediği, yalnız başına kılarken de aynı şeye devam ettiği kesinlik kazanmıştır.

Zeylâi de Ebu Hüreyre hadîsini naklettikten sonra İbn Ömer'­den ve Abdullah b. Ebî Evfâ'dan iki ayrı rivayete yer vererek mese­leye ağırlık kazandırmıştır. İki ayrı rivayeti meâlen naklediyoruz:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz namaza başlarken tekbîr getirip iki elini omuzları seviyesine kadar kaldırırdı ve Rükû'dan başını kaldırınca, Semi'allahu Limen Hamidehü, Rabbena Veleke'l-Hamd derdi."[227]

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz başını rükû'dan kaldırınca, Se­mi'allahu Limen Hamidehü, Allahümme Rabbena Leke’l-Hamdü Mil'e's-Semavati...............derdi."[228]

Bu mealde daha uzun bir hadîsi Sahîh-i Müslim'de Hz. Ali (r.a.)’den rivayet edilmiştir ki, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in rükû' ve sec­delerde tesbihlerden başka birtakım dua ve zikirlerde bulunduğu, rükû'dan başını kaldırdığında ise, Semî'allahu Limen Hamide­hü Rabbena Ve Leke'l-Hamdü Mil'es-Semavati Ve'l-Arzi Vema Beynehüma Ve Mil'e Ma Şi'te Min Şeyin Ba'du dedi­ği belirtilmiştir.[229]

İbn Dakiyk el-Iyd, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in rükû'dan ba­şını kaldırınca ellerini omuz seviyesine kadar yükseltip Semi'alla­hu Lîmen Hamidehü Rabbena Ve Leke'l-Hamdü dediğiyle ilgili Abdullah b. Ömer hadîsini açıklarken bu hadîse Buharî, Müslim ve Nesâi'nin yer verdiğini belirtmiş, sonra da açıklamanın tama­mını rükû'dan kalkınca elleri omuz seviyesine kadar kaldırma me­selesine teksif etmiş, diğer husus üzerinde durmamıştır.[230]

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- İmam başını rükû'dan kaldırınca Semi'allahu Limen Hamidehü, Rabbena Leke'l-Hamdü der, bunu söylemesi sün­nettir. Şafiîler de aynı görüştedirler. Hanbelîler de buna yakın ictihatta bulunmuşlarsa da, İmam Ahmed'den yapılan bir rivayette, bu ikisini imamın söylemesi sünnettir, yalnız başına kılan ise, sadece tesmi' söylemesi sünnettir.

İmam Mâlik ise, imama uyanlar sadece Rabbena Leke'l-Hamd derler, İmam ise sadece tesmi' ile yetinir. Onlara göre, belir­tilen şekilde hareket etmek sünnettir.

2- Rükû' ve secdelerde me'sür duâ ve zikirleri söylemek müstehabdır.

 

Rükü’dan Kalkınca Beli Doğrultup Durmak Farzdır

 

Namaz her ne kadar duâ, tesbih, zikir ve tehlilden ibaretse de, ibâdeti âdetten ayırmak için ona resmiyet verilerek belli ölçülere bağlanmıştır. O bakımdan namazı kılınıp belirlendiği, tarif edilip  öğretildiği şekilde kılmamız gerekmektedir. Laubali şekilde namaz kılmak mutlaka mekruhtur. Hele bir de farz ve vaciplerden birini ihlâl edecek derecede ise, haramdır, aynı zamanda kılınan namaz makbul değildir. Her rükünde aza yerini almalı, vücut dengesini bul­malıdır. Buna "ta'dîl-i erkân" denir. Müctehit imamlar, ta'dîl-i erkân farz ya da vacip olduğu üzerinde durup farklı ictihatlarda bulunmuşlardır. Yeri gelince açıklayacağız.

Bu konuda bizi en çok aydınlatan ve en sağlam ölçüyü veren ha­dislerden birini Ebu Hüreyre (r.a.)  şöyle anlatmıştır:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, Mescid'e girdi, arkasından bir adam da gelip girdi ve namaz kılmaya başladı. Namazını bitirdikten sonra gelip Resûlüllah'a  (a.s.)  selâm verdi. Resûlüllah (a.s.) onun selâmını alıp cevapladı ve:

"Dön yeniden namaz kıl, çünkü sen namaz kılmadın!" buyurdu. Adam dönüp yemden namaz kıldı ve bu hal üç defa tekrarlanınca adam şöyle dedi:

"Seni hak peygamber olarak gönderene yemin ederim ki, bundan daha iyisini bilemiyorum, onun için bana (nasıl kılınacağını) öğret." Resûlüllah (a.s.) ona dedi ki:

"Namaza kalktığın zaman tekbîr getir, sonra da Kur'ân'dan yanında (ezberinde) bulunandan sana kolay geleni oku, sonra rükû'a var, vü­cudun tam istikrar buluncaya kadar bekledikten sonra başını kaldır ve ayakta tam doğruluncaya kadar dur, sonra secde et ve secdede vücudun her organı istikrar buluncaya kadar bekle ve sonra başını kaldırıp otur, vücudun istikrar buluncaya kadar bekle ve bunu na­mazın her rekâtinde yerine getir ve işte böyle yapacak olursan na­mazın gerçekten tam ölçüsünü bulmuş olur. Bunlardan bir şey nok­san bıraktığın nisbette namazını noksan bırakmış olursun."[231]

Ancak Ebu Dâvud bu hadîsi ayrıca Rifaa b. Râfi'den daha uzun şekilde rivayet etmiştir ki Zeylaî onu hem nakletmiş, hem kısmen açıklamasını yapmıştır.[232]

İlgili diğer hadîsler:

Ebu Hüreyre (r.a.)’den yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu haber vermiştir:

"Rükû' ve secdeleri arasında belini doğrultmayan adamın nama­zına (kabul) nazarıyla bakmaz."[233]

Ali b. Şeyban (r.a.)’dan yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu haber vermiştir:

"Rükû’ ve secdelerde belini doğrultmayan kimsenin gerçekte makbul bir namazı yoktur."[234]

Ebu Mes'ûd (r.a.)’den yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu haber vermiştir:

"Rükû' ve secdelerde belini doğrultmayan adamın namazı ye­terli değildir."[235]

Hadîslerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Namazda rükû'a varınca itmi'nan buluncaya, yani her aza istikrar buluncaya kadar beklemek farzdır.

2- Rükû'dan kalkıldığı zaman beli doğrultup ayakta itmi'nan sağlanıncaya kadar beklemek farzdır.

3- Secdeye varıldığında her aza itmi'nan sağlaynıcaya kadar beklemek farzdır.

4- Secdeden başı kaldırınca, yine oturup itmi'nan sağlayınca­ya kadar beklemek farzdır. İkinci secdeye varıldığında da öyle..

5- Belirtilen yerlerde itmi'nan sağlayıncaya kadar beklemeyen kimsenin namazı kabul değildir.

Hadislerin ışığında müctehit imamların görüş, tesbit, ictihat ve istidlalleri:

a) Hanefîlere göre:

Namazın aslî vâciblerînden biri de, rükû'da tuma'nine ve karar­dır, yani rükû'a varıldığında her organın yerinde karar kılacağı ka­dar beklemek vâcibtir. Bu, İmam Ebû Hanîfe ile İmam Muhammed'in kavlidir. İmam Ebû Yusuf'a göre, rükû'da bir tesbih miktarı tu­ma'nine farzdır. İmam Şafiî de aynı ictihattadır. O kadar ki namaz kılan kimse rükû'da tuma'nineyi terkedecek olursa, İmam Ebû Hanife ile İmam Muhammed'e göre, namazı (kerahetle) caizdir. İmam Ebu Yusuf ile İmam Şafiî'ye göre, namazı caiz olmaz. Gerçi bu hilaf Zahiri'r-Rivâye de zikredilmemiş tir, sadece el-Muallâ kendi Nevadir'inde belirtmiştir.

Bu açıdan bakılarak rükû'dan sonraki doğrulmayı ve iki secde arasındaki oturmayı terkedecek olursa, İmam Ebu Hanîfe'ye göre, onun bu durumu ayakta durmaya daha yakınsa, namazı caiz olmaz, ama rükû'a daha yakın olursa, kâfi gelir. Çünkü burada ekseri ma­kamı küllde ikamet etmek söz konusudur.

Böylece ta'dîl-i erkânın İmam Ebû Hanîfe ile İmam Muhammed'e göre vacip, İmam Ebû Yusuf ile İmam Şafiî'ye göre farz olduğu ne­ticesi ortaya çıkıyor.

İmam Ebû Hanîfe ile İmam Muhammed, Kur'ân'da: "Ey imân edenler! rükû' ediniz, secde ediniz!" mealindeki âyetle ihticac etmiş­lerdir. Burada mutlak emir vardır, o da rükû' ve secde için eğilmek­tir. Deve secde etti, denilince, otlamak için başını yere kadar eğdi demektir. İtmi'nan ve karar ise fiilin aslı üzere devam demektir ki, emir böyle bir devama delâlet etmemektedir. İmam Ebû Yusuf ile İmam Şafiî, ise 850 nolu Ebû Hüreyre hadîsiyle istidlal etmişlerdir.[236]

Nitekim Şafiî mezhebinin ileri gelen fakihlerinden Şerefüddin Yahya en-Nevevi bu konuyu şöyle belirtmiştir:

"Namazın beşinci farzı rükû'dür. Bunun en azı, iki elinin içinin diz kapaklarına kadar ulaşmasıdır ki, kalkması eğilmesinden ayrılacak kadar az bir karar kılmakla gerçekleşir."[237]

Rükû'un ekmel şekli ise, şöyledir: Bel ve boynu aynı seviyeye, getirmek ve bacakları dimdik tutup elleri diz kapaklarının üzerine parmakları hafif açık bulundurup kıbleye müteveccih bulundurmak.[238]                                                                                                           

İmam Şâfi de el-Ümm'de diyor ki:

"Başını rükû'dan kaldırıp belini doğrultarak ayakta dik durmaya kudreti yeten kimsenin böy­le yapmayıp da bu şekilden bir şey noksan bırakıp yerine getirmiyecek olursa, (kıldığı namaz) yeterli sayılmaz."

b) Hanbelilere göre:

Rükû'da organlar yerli yerince yatışıncaya, yani karar kılıncaya kadar beklemek vaciptir. Bu da, namaz kılan kimse rükû sınırı­na vardıktan sonra söz konusudur, şöyle ki: Rükû' sınırına vardık­tan sonra organların yerli yerince az da olsa karar kılması gerekir, aksi halde vacip terkedilmiş olur. İmam Şâfi de ayni görüştedir.

Hanbelîler bu meselede yukarıda naklettiğimizüç hadîsle istidlal etmişlerdir.[239]

c) Mâlikîlere göre:

İmam Mâlik, rükû' ve secde için belirli bir duâ olmadığını belirtikten sonra, rükû, ellerin diz kapakları üzerine konulmasıyla, secdenin de alnın yere konulup karar kılmasıyla gerçekleşeceğini söylemiştir.[240]

Farz ve vacip ölçü dışında sünnete uygun rükû'un şöyle yapıl­masında bütün müctehitler görüş birliği izhar etmişlerdir: Namaz kılan kimse rükû'a eğildiğinde belini bir köprü gibi dümdüz tutar, başıyla arka kısmını aynı seviyeye getirip yatay bir düzlem meyda­na getirir. Nitekim Peygamber (a.s.) Efendimiz rükû'da aynı şeyle­re dikkat eder, başını ne yere doğru eğer, ne de yukarıya doğru kaldırırdı.[241]

Konuyla ilgili diğer rivayetler, yorumlar ve tahliller:

Ali b. Şeyban'dan yapılan rivayette demiştir ki:

"Resûlüllah (a.s.), Efendimiz'in arkasında namaz kılıyorduk, rükû' ve secdeler­de belini doğrultmayan bir adamı gözünün ucuyla bakıp gördü. Na­maza bitirince şöyle buyurdu:

"Ey Müslümanlar cemaati! Rükû ve secdelerde belini doğrultmayan kimsenin namazı (makbul) değildir."[242]

İbn Maîn, Ebu Zer'a ve İbn Hibban bu hadîsi sahihlemişlerdir.

Ashabdan Hz. Huzayfe (r.a.), rükû' ve secdeleri tamamlamıyan, noksan bırakan bir adam gördü. Adam namazını bitirince, Hz. Huzayfe onu çağırdı ve sordu.

"Ne zamandan beri böyle namaz kılarsın?"

O da:

"Şu kadar zamandan beri", diye cevap verdi.

"Doğrusu sen Allah için bir namaz kılmamışsın. Eğer bu vazi­yette ölecek olursan, Muhammed'in  (a.s.) sünnetinden başka bir şey üzerine ölmüş olursun."[243]

852 nolu hadisi rivayette İmam Ahmed teferrüd etmiştir. Mecmau'z-Zevaid sahibi diyor ki:

"Bu hadîsin râvilerinden Abdullah b. Zeyd el-Hanefî'nin tercüm-i hayatına rastlayamadım." İbn Hacer onun bu sözünü garip karşılamış ve o râviyi Abdullah b. Zeyd diye adlandırması vehimden başka değildir, diyerek onun Abdullah b. Bedir olduğuna dikkatleri çekmiştir ki, bu zat sika olarak tanınır. An­cak Abdullah b. Bedir doğrudan Ebû Hüreyre'den değil, aradaki bir râvi vasıtasiyle rivayet ettiği sanılmaktadır.

853 nolu Ali b. Şeyban hadîsini İbn Mâce, Ebu Bekir b. Ebi Şeybe'den o da Mülazım b. Amir'den rivayet etmiştir ki bu zatın sika ol­duğunu Ahmed b. Hanbel, Yahya ve Nesâî belirtmişlerdir. Ebu Davud ise, onun rivayetinde bir beis yoktur, demiştir. İbn Maîn, Zer'â ise onun sika olduğunu kaydetmişlerdir. Râvilerinden Abdurrahman b. Ali b. Şeyban'ın da sika olduğunu İbn Hibban söylemiş ve böylece hadîs ile istidlal etmekte bir sakınca söz konusu olmadığına atıflar yapılmıştır.

854 nolu Ebu Mes'ûd hadîsinin isnadı sahihtir. Nitekim Tirmizî de onu sahîhlemiştir.

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- Rükû'da karar kılmak, yani her aza yerini alıp karar kıla­cak kadar durmak vaciptir. O bakımdan organlar karar kılmadan eğilip kalkanın namazı kerahetle caizdir. İmam Ahmed'in de ictiha­dı bu doğrultudadır.

Bu, İmam Ebû Hanîfe ile İmam Muhammed'e göredir.

2- Rükû'da her aza yerini alıp karar kılacak kadar beklemek farzdır. O bakımdan bir tesbih miktarı durmadan kalkan kimse far­zı yerine getirmediğinden namazı bozulur. Bu, İmam Şafiî ile İmam Ebû Yusuf'a göredir.

3- Ellerin diz kapaklarına kadar ulaşmasıyla rükû', başın (al­nın) yere değmesiyle secde gerçekleşmiş olur, yani farz yerine gel­miş sayılır. Bu, İmam Mâlik'e göredir.

4- Rükû'dan kalkınca beli iyice doğrultmak da vâcibdir.

5- İki secde arasında beli doğrultarak oturmak da vâcibdir.

6- Özetle: Namazda "tadil-i erkân" kimine göre vacip, kimi­ne göre farzdır.

 

Secdenin Şekli Ve Keyfiyeti

 

Kulun Allah'a en yakın bulunduğu an, secdede olduğu zaman­dır. Çünkü secde, kulluğun en yüksek mertebesi, teslimiyet ve mah­viyetin en açık belirtisi, kula kul olmamanın en belirgin belgesidir. O bakımdan Resûlüllah (a.s.) Efendimizin secde durumu ve sureti, tek ve değişmeyen ölçüdür. Çünkü O, kulluğun da en üst derecesin­de bulunuyordu.

İlgili hadîsler:

Vâil b. Hücür (r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimizi secde ederken gördüm, iki dizini iki elinden önce yere koyuyordu ve secdeden kalkınca da ellerini diz­lerinden önce kaldırıyordu."[244]

Ebu Hüreyre (r.a.)’den yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğunu haber vermiştir:

"Sizden biri secde ettiği zaman deve çöker gibi çökmesin; önce ellerini yere koysun, sonra dizlerini..."[245]

Abdullah b. Buhayne (r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz secde ettiği zaman, koltuklarının be­yazlığı gözükecek şekilde kollarını açardı."[246]

Enes (r.a.)’den yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz’in şöyle buyurduğunu haber vermiştir:

"Secdede mu'tedil olun; siz­den biriniz kollarını, köpeğin dirseklerini yere yaydığı gibi yayma­sın."[247]

Ebu Humayd, Resûlüllah'ın (a.s.) namazının sıfatı hakkında şöyle demiştir:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz secde ettiği zaman, iki uyluğu arasını biraz açık tutar, göbeğinden hiçbir şeyi uylukları üzerine yüklemezdi."[248]

Yine Ebu Humayd'den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Peygamber (a.s.) Efendimiz, secde ettiğinde burnunu ve alnı­nı iyice yere koyup üzerinde sağlamca tutardı. Ellerini (dirseklerini) yanlarından biraz açık tutar, ellerini omuzları hizasına gelecek şe­kilde yere koyup o vaziyette tutardı."[249]

Hadîslerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Secdeye eğilirken önce dizleri, sonra elleri yere koymak sünnettir.

2- Secdeden kalkarken önce elleri, sonra dizleri kaldırmak sünnettir.

3- Secdeye eğilirken deve çöker gibi çökmek, yani önce elleri, sonra dizleri yere koymak mekruhtur.

4- Secdede kolları yanlardan biraz açık tutmak sünnettir.

5- Secdede kolları, dirsekleri yere yaymak mekruhtur.

6- Secdede uyluk arasını biraz açık bulundurmak ve göbeği uyluklardan biraz ayırıp arada açıklık bırakmak sünnettir.

7- Uylukları bitiştirmek ve göbeği uyluklar üzerine yüklemek mekruhtur.

8- Secdede burnu ve alnı yere koymak sünnettir. Yalnız alnı yere koymak vâcibdir.

9- Secdede elleri omuz hizasına gelecek şekilde yere koymak sünnettir.

Hadîslerin ışığında müctehit imamların görüş, tesbit, istidlal ve ictihatları:

a) Hanefîlere göre:

Namazın sünnetlerinden biri de secdeye eğilirken önce dizleri, sonra elleri yere koymaktır. İmam Mâlik ile İmam Şafii'ye göre, ön­ce elleri, sonra dizi yere koymak sünnettir. Hanefîler 863 nolu (Malikîlerle Şafiiler, Ebu Hüreyre 1864 nolu) hadisiyle istidlal etmişler­dir. Konuyla ilgili diğer rivayetler ise, Hanefîlerin görüşünü kuvvetlendirmektedir.[250]

Secdeye gidilirken önce alnını, sonra burnunu yere koymak, ba­zısına göre önce burnunu, sonra alnını yere koymak sünnettir. Böy­lece secdede hem burnu, hem alnı yere koymakta birleştirmek sün­nettir. Çünkü yedi aza üzerine secde edilmekle emredilmiştir. İmam Şafii'ye göre, alnı yere koymak vâcib olduğu gibi, burnu da koymak vaciptir. Şafiî bu meselede şu hadisle istidlal etmiştir:

"Alnını yere dokundurduğu gibi, burnunu da yere dokundurmayanın Allah na­mazını kabul etmez."[251]

Secdede elleri kulak hizasına gelecek şekilde yere koymak sün­nettir. Çünkü yapılan sahih rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz secde ettiğinde ellerini kulakları hizasına gelecek şekilde yere koyar­dı, denilmektedir.[252]

Secdede itidal üzere olup dirsekleri yere yaymamak sünnettir. Hanefîler 866 nolu Enes hadîsiyle istidlal etmişlerdir. İmam Mâlik ise, nafile namazda dirsekleri yere yaymakta bir sakınca görmemiş­tir. Farz namazda ise, öyle yapmak namazı bozar.

Bütün bunlar erkekler hakkındadır. Kadınlara gelince, onlar secdede dirseklerini yere yayarlar, göbeklerini uylukları üzerine ko­yarlar.[253]

b) Şâfiîlere göre:

Secdeye gidilirken önce dizler, sonra eller yere konulur, bunun gibi önce alnını, sonra burnunu yere koyar. Bu tertibin aksini yap­mak ise mekruhtur.[254]

Görüldüğü gibi, İmam Kâsânî, el-Bedayi'de Şâfiîlerin görüş ve ictihadını biraz farklı şekilde yansıtmıştır. Oysa bu mezhepte en yetkili fakîhlerden biri olan Minhac müellifi Şerefüddin Yahya en-Nevevî, Kâsânî'nin hilâfına, secdeye Hanefîlerde olduğu gibi, önce diz­leri, sonra elleri yere koymanın sünnet olduğunu belirtmiştir. Ka­naatimce Yahya en-Nevevî'nin tesbiti daha sahihtir.

Secdede elleri omuzlar hizasına gelecek şekilde yere koymak sünnettir. Eller de parmaklar bitişik halde kıbleye yönelik olarak tutulur. Dizler de birbirinden açık vaziyette tutulur ve göbek uyluk­lardan, kollar da yan taraflardan açık tutularak aralarında boşluk bırakılır. Kadınlar ise, bunun aksini yaparlar.[255]

Yahya en-Nevevî'nin tesbitinin isabetini el-Ümm'deki beyânda görüyoruz. İmam Şafiî diyor ki: "Secdeye gidilirken önce dizler, sonra eller yere konulur. Onun gibi, iki elden sonra yüz yere konu­lur. Bunların aksini yapmak mekruhsa da namazı iade etmeyi ge­rektirmez. Aynı zamanda yanılma secdesine de gerek yoktur."[256]

c) Hanbelîlere göre:

Secdeye gidilirken önce dizleri, sonra elleri, sonra da alnı yere koymak mezhebin meşhur kavline göre, müstehabdir. Nitekim Müs­lim b. Yesar en-Nahaî, es-Sevrî ve İmam Şafiî de aynı görüştedirler. İmam Ahmed'den bir başka rivayette ise, ellerini dizlerinden önce yere koyar, şeklindedir. Nitekim İmam Mâlik'in tesbit ve ictihadı bu doğrultudadır. İmam Mâlik bu meselede Ebû Hüreyre (r.a.)’den yapılan şu rivayetle istidlal etmiştir:

"Sizden biri secde ettiği zaman ellerini dizlerinden önce yere koysun ve deve çöker gibi, çökmesin."[257]

Hanbeliler ise bu meselede Vâil b. Hücür hadîsiyle istidlal etmiş­lerdir. Nitekim konunun baş kısmında 863 numarayla o hadîsi nak­letmiş bulunuyoruz. el-Hattabî de bu konuda şöyle demiştir: Bu, Ebû Hüreyre hadîsinden daha sahihtir.[258]

Ebu Saîd'den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Bizler önceleri na­mazda secdeye varırken dizlerden önce elleri yere koyardık. Son­ra ellerimizden önce yere koymakla emrolunduk." Şüphesiz ki bu, birinci şeklin neshedildiğine delâlet etmektedir. Aynı zamanda el-Esrem de Ebu Hüreyre'nin hadîsini şu lâfızla rivayet etmiştir:

"Sizden biriniz secde ettiğinde önce dizlerini, sonra ellerini yere koysunda deve çöker gibi çökmesin."[259]

Ayrıca burun dışında diğer bütün zahirî azalar üzerine secde etm­ek vaciptir. Çünkü burnun yere konulması hakkında farklı görüş ve ictihatlar vardır. Çoğu şu hadise dayanarak burnun yere konulmasının vâcib olmadığını istidlal etmişlerdir:

"Yedi aza üzerine secde etmekle emrolundum: İki el, iki diz, iki ayak ve alın...."[260]

Secdede kolları, dirsekleri yere yaymayıp yüksekçe tutmak, karınla uyluk arasında açıklık bırakmak sünnettir. Nitekim. Resûlüllah'ın (a.s.) böyle yaptığı sahih rivayetle sabit olmuştur. Hanbeliler bu meselede Enes ile Ebu Humayd hadîsleriyle istidlal etmişlerdir.

Secdede elleri omuz hizasına gelecek şekilde yere koymak müstehabdır.[261] Aynı zamanda secdede iki diz ve iki ayak arasını açmak da müstehabdır. Bu meselede de Ebû Humeyd hadisiyle istidlal etmişlerdir.[262]

d) Mâlikilere göre:

Yukarıda yer yer Mâlikîlerin görüş ve ictihatlarını kısmen de olsa açıklamış olduk. Ancak Salmun'un yaptığı nakilerden birkaç parça vermekte yarar, görüyoruz. Şöyle ki: İmam Mâlik'e soruldu, "adam namazda secdeye vardığında göbeğini uyluklarından ayrı tutup arada bir boşluk meydana getirir mi?" O da, "evet, öyle yapar ancak fazla miktarda arayı açık tutmaz, mutekarip bir tefrîç yapar." Ona, "Farz namazda dirsekleri uyluklar üzerine koymak caiz midir?" diye sorulunca, şöyle demiştir:

"Hayır, caiz değildir, bu ancak nafile namazlar da caiz olabilir, o da secde çok uzun tutulduğu için.."

Yine İmam Mâlik:

"Adamın secdede dirseklerini yere yaymasını mekruh görüyorum" demiştir.[263]

Konuyla ilgili diğer rivayetler, yorumlar ve tahliller:

Ebu Cafer et-Tahavî secdenin suret ve keyfiyeti hakkında 20 ka­dar rivayet tesbit edip sıralamıştır. Biz onlardan birkaç tanesini teberrüken kitabımıza naklediyoruz.

Nâfi'in İbn Ömer'den (r.a.) yaptığı rivayete göre, İbn Ömer secdeye eğildiği zaman dizlerinden önce ellerini yere koyardı ve şöy­le derdi:

"Peygamber (a.s.) Efendimiz böyle yapardı..."

A'rac'ın buna benzer bir rivayeti Ebû Hüreyre (r.a.)’den yap­tığı tesbit edilmiştir ki, Ebû Hüreyre (r.a.) de secdeye giderken ön­ce ellerini yere koyar ve Peygamber (a.s.) Efendimiz'in böyle yap­tığını söylerdi. Hadis şu lâfızla rivayet edilmiştir:

"Sizden biriniz secde ettiği zaman, deve çöker gibi çökmesin, ama önce ellerini, son­ra da dizlerini yere koysun."

Böylece secdeye gidildiğinde elleri dizlerden önce koymanın sün­net olduğunu söyleyenler, bu rivayetlerle ihticac etmişlerdir.

Onların hilâfına ictihatta bulunup ellerden önce dizlerin yere konulmasının sünnet olduğunu söyleyenler ise, şu hadîs ve rivayet­lerle istidlal ve ihticac etmişlerdir :

Abdullah b. Sa'd'ın dedesinden, onun da Ebû Hüreyre'den (r.a.) yaptığı rivayette, Ebu Hüreyre demiştir ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efen­dimiz secde ettiği zaman ellerinden önce dizlerini yere koyardı.."

Rebi'u'l-Müezzin'in Esed b. Musa tarikiyle Abdullah b. Sa'd'dan, onun da dedesinden, onun da Ebû Hüreyre'den (r.a.) yaptığı riva­yette, Peygamber (a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğunu söylemiş­tir: "Sizden biri secde ettiği zaman ellerinden önce dizleriyle başla­sın (önce onları yere koysun); erkek deve çöker gibi çökmesin."

Âsim b. Kelib el-Ceremi'nin kendi babasından, onun da Vâil b. Hücür'den yaptığı riyâyette, Peygamber (a.s.) secde ettiği zaman, ellerinden önce dizlerini (yere koymakla) başlardı.[264]

Peygamber (a.s.) Efendimiz'den secdeye gidilirken farklı riva­yetlerin yapıldığını görüyoruz. Bunun tashih yolu ise şöyledir: Vâil'in rivayetinde ihtilâf meydana gelmemiş ve Vâil farklı rivayetler­de bulunmamıştır. Ebû Hüreyre (r.a.)’den yapılan farklı rivayetler söz konusudur. O bakımdan Vâil'in rivayetini bu meselede delil seçmek daha uygundur.

Secdede elleri omuz hizasına gelecek şekilde mi, yoksa kulaklar hizasına gelecek biçimde mi tutmak sünnettir? Bu hususta da farklı rivayetler vardır:

İbrahim b. Merzuk'un Ebû Âmir tarikıyla Abbas b. Sehl'den yapığı rivayette deniliyor ki:

"Ebu Humayd, Ebu Said, Sehl b. Sa'd biraraya gelip Resûlüllah (a.s.)  Efendimiz'in namazını andılar. "Ebu Humayd şöyle dedi: Ben sizden daha çok Resûlüllah'ın (a.s.) namazını bilirim. Resûlüllah (a.s.) Efendimiz secde ettiği zaman burnuyla alnını iyice yere koyar ellerini (kollarını) yanlarından açar ve iki elini omuz hizasına gelecek şekilde yere bırakırdı."

Ebu Cafer bu rivayetleri naklettikten sonra şöyle diyor:

"Bir grup bu rivayetlerle istidlal ederek, namaz kılan kimsenin secdede ellerini omuzları hizasına gelecek şekilde yere koyması gerekir, demişlerdir. Başka bir grup onlara bu konuda muhalefet ederek, elleri kulak seviyesine gelecek şekilde koyar, demişlerdir. Bu ikinciler, Vâil b. Hücür'ün (r.a.) şu hadîsiyle ihticacda bulunmuşlardır:

"Reslüllah (a.s.) Efendimiz secde ettiği zaman iki elini kulakları hiza­na gelecek şekilde yere koyardı."

Yine ayrı bir tarikle Vâil b. Hücür'den (r.a.) yapılan rivayette şöyle dediği tesbit edilmiştir:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in arka­sında namaz kıldım; secde ettiği zaman yüzünü iki eli arasına koyardı."

Ebu İshak da el-Bera'dan, Resûlüllah'ın (a.s.) secde ettiği zaman alnını nasıl nereye koyardı? diye sorduğunda, ona şu cevabı vermiştir:

"İki eli arasına koyardı."

Namazda elleri kulak veya omuz seviyesine kaldırıp tekbir getirme hakkındaki ihtilâf, secdede de meydana gelmiş bulunuyor. İmam Ebû Hanîfe, İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed, ellerin kulaklar seviyesine gelecek şekilde yere konulmasını benimsemişlerdir.[265]

İbn Dakiyk el-İyd İbn Abbas'ın (r.a.) Peygamber (a.s.) Efendimiz'den, "Yedi aza üzerine secde etmekle emrolundum: Alın (derken eliyle burnuna işaret etti), iki el, iki diz ve iki ayağın etrafı..." [266] mealinde rivayet ettiği hadîsi açıklarken şöyle diyor:

"Şâfiîlerden el-Mahamilî, alın ile burnu yere koymanın vâcib olduğuna kail olmuştur. Bu, vacip olmadığını tercih edenlerin kavlinden bizce daha güzeldir. Ebu Hanîfe ise, sadece burnunu yere koyup secde ederse, bu kâfi gelir, demiştir. Bu aynı zamanda İmam Mâlik'in ve arkadaşlarının mezhebinde de yer alan bir kavildir. İmam Mâlik ise, alın ve burun ile secde etmenin vâcib olduğunu belirtmiştir.[267] 

863 nolu Vâil b. Hücür hadisi hakkında Tirmizî şöyle demiştir:

"Hadîs hasen ve gariptir. Serik'ten başka birinin rivayet ettiğini bil­miyoruz." Nesâî ise hadisi ta'lilde bulunarak Yezîd b. Harun'un Se­rik'ten rivayet ettiğini ve bu rivayetinde teferrüd ettiğini belirtmiş­tir. Darekutni, Şerîk'in teferrüd ettiği rivayette kaviy olmadığına dikkatleri çekmiştir.

Ebu Davud aynı hadîsi Muhammed b. Cehhade'den, o da Abdülcebbar b. Vâil'den, o da babasından rivayet etmiştir. el-Münzirî, Abdülcebbar b. Vâil'in bu hadîsi babasından işitmediğini söylemiş, İbn Main de aynı görüşü izhar etmiştir.[268]

Aynı hadis, Hümam b. Şakik tarikıyla Âsim b. Kelîb'den, o da babasından, o da Peygamber (a.s.) Efendimiz'den rivayet edilmiş­tir. Ancak bu mursel derecesindedir. Çünkü Kelîb b. Şihab, Peygam­ber (a.s.) Efendimiz'e ulaşmamıştır.

Bu babda Enes'den (r.a.) yapılan rivayette, demiştir ki:

"Pey­gamber (a.s.) tekbîr getirerek (secdeye) eğildi, dizleri ellerinden önce yere dokundu."[269]

Hadisin senedinde el-Alâ' b. İsmail teferrüd etmiştir ki bu zat meçhuldür. Zehebi ise, Mizanül-İ’tidal'da bu zatın ismini bile anma­mıştır. İbn Ebi Hatim, babasından yaptığı rivayette, onun münker olduğunu bildirmiştir.[270]

Bu farklı tesbitlerle beraber hadîs muhtelif tariklerden rivayet edildiği için kuvvet kazanmıştır. O bakımdan cumhur bu ve benzeri hüküm taşıyan rivayetlere dayanarak, namazda secdeye gidilirken ellerden önce dizleri yere koymanın meşruiyetine kail olmuştur. Nitekim Kadı Ebu't-Tayyib, hemen birçok fukahadan bunun meşruiyeti hakkında rivayet yapmıştır. İbn Münzir, Hz. Ömer'den böyle yaptığını nakletmiştir. Nahaî, Müslim b. Yesar, Süfyan es-Sevrî, Ahmed b. Hanbel, İshak b. Rahuye ve rey tarafdarları da hu görüşte­dirler.

Resûlüllah'ın (a.s.) secdeye varırken ellerini dizlerinden önce koyduğu rivayetine gelince, sahih bile olsa mensûhtur, yani hükmü kaldırılmıştır. Nitekim Mus'ab b. Sa'd b. Ebî Vakkas'ın babasından yaptığı rivayet böyle olduğunu belirtmektedir.

864 nolu Ebu Hüreyre hadîsine gelince: Tirmizî bunu tahrîc et­tikten sonra, "gariptir, Ebu Zennad'dan sadece bu rivayeti biliyoruz" demiştir. Dârekutnî ise, bu hadîsin rivayetinde Deraverdî, Muhammed b. Abdullah'tan tahdîste teferrüd etmiştir, diyerek hadîsin ga­rip olduğunu belirtmek istemiştir.

Aynı hadîsi Ebu Dâvud, Tirmizî ve Nesâî de tahric etmişlerdir. Ebu Bekir b. Ebî Dâvud es-Sicistanî diyor ki:

"Secdeye varırken ön­ce elleri yere koymak, bir sünnettir ki, Medine halkı bununla tefer­rüd etmişlerdir. Onların delil olarak da iki isnatları söz konusudur: Biri Ebu Hüreyre'den rivayet edilen yukarıdaki hadîs, diğeri ise, Abdullah b. Nâfi'dan, o da İbn Ömer'den, o da Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'den rivayet ettiği hadîstir. Dârekutnî ile Hâkim tahric etmiş­ler, İbn Hüzeyme ise, onu sahîhlemiştir.[271]

865 nolu Abdullah b. Buhayne hadîsi sahihtir. Bu manada Taberânî isnad-i sahihle şu hadîsi rivayet etmiştir:

"Yırtıcı hayvanlar gibi kollarını yere serip yatma, iki avucunu yere koyup onlara dayan, iki pazunu göster. İşte böyle yaparsan sendeki her aza secde yapmış olur."

Sahîh-i Müslim'in Hz. Aişe (r.a.)’dan yaptığı rivayette, demiş­tir ki:

"Peygamber (a.s.) Efendimiz adamın yırtıcı canavarların kollarını yayıp yüzükoyun yattığı gibi (secdede) kollarını yere serip dayamasını men'etti."

866 nolu Enes hadîsinin zahiri, secdede kolları yüksekçe tutup yere dokundurmamanın vâcib olduğuna delâlet ediyorsa da, burada­ki nehyin istihbab ifade ettiği birçok ilim adamlarınca belirtilmiştir. Müctehitlerin de çoğu aynı görüştedirler.

867 nolu Humayd hadîsi, secdede uylukların arasını açık tutma­nın ve göbeği uyluklara dokundurmayarak biraz yüksekte bulun­durmanın meşruiyetine delâlet etmektedir. Bu hususta muhalif bir görüş ortaya koyan olmamıştır.

868 nolu Ebu Humayd hadîsi, secdede elleri omuz hizasına gelecek şekilde koymanın meşruiyetine delâlet etmektedir. Ancak bunun hilâfına bazı sahih rivayetler daha vardır.

Zeylaî ise secdenin suret ve keyfiyeti hakkındaki rivayetleri hem nakletmiş, hem de yorum ve tahlilde bulunmuştur:

Ebu Kutaybe'den, o da Süfyan es-Sevrî'den, o da Âsim el-Ahvel’den, o da İkrime'den, o da İbn Abbas (r.a.)’dan rivayetle, Resûlüllah (a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğunu haber vermiştir:

"Namazda alnını yere dokundurduğu gibi burnunu yere dokundurmayalım na­mazı namaz değildir."[272]

İbn Cevzî, et-Tahkik adlı eserde, Ebu Kutaybe'nin sıka (güveni­lir) olduğunu ve Buharî'nin ondan tahrîc yaptığını kaydetmiştir.

İkrime'den, onun da İbn Abbas (r.a.)’dan yaptığı rivayete gö­re, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

"Kim secde etti­ği zaman burnunu alnıyla birlikte yere yapıştırmazsa, namazı caiz olmaz."

Hadisin râvileri arasında Dahhak b. Hümre bulunuyor ki, bu za­tın sika (güvenilir) olmadığı belirtilmiş, İbn Maîn, onun bir şey ol­madığına dikkatleri çekmiştir. Zehebî bu zattan bahsederken Nesâî'nin onun hakkında "sika değildir" dediğini ve Buharî'nin de "münkerü'l-hadîs ve meçhul" diye vasıflandırdığını nakletmiştir.[273]

Nâşib b. Amr eş-Şeybanî'den, onun da Mukatıl b. Hayyan'dan, onun da Urve'den, onun da Hz. Aişe (r.a.)’dan yaptıkları rivayete göre, Hz. Aişe şöyle demiştir:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, kendi ehlinden bir kadının namaz kıldığını ve burnunu yere koymadığını gördü. Bunun üzerine ona şöyle dedi:

"A kadın! (secdede) burnunu da yere koy. Çünkü secdede alnıyla birlikte burnunu yere koymaya­nın namazı namaz değildir."[274]

Dârekutnî bu hadîsi rivayet ettikten sonra râvilerinden Naşib'in zayıf olduğunu, Mukatil'in Urve'den rivayetinin sahîh olmadığını belirtmiştir.

"Yedi kemik üzerine secde etmekle emrolundum: Alın, iki el, iki diz ve ayakların etrafı..."[275]

Kütüb-i Sitte'de rivayet edilen bu hadiste burundan söz edilmeyip sadece alın anılmıştır. O bakımdan müctehit imamlardan, bazısı secdede alnı yere koymanın farz veya vâcib, burnu yere koyma­lı sünnet veya müstehab olduğunu söylemişlerdir.

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- Namazda secdeye eğilirken önce dizleri, sonra elleri yere sünnettir.                                       

2- Secdede önce alnı, sonra burnu yere koymak veya bunun aksini yapmak sünnettir.

3- Secdede elleri kulak hizasına gelecek şekilde yere koymak sünnettir.

4- Secdede kolları yere yaymayıp yüksekçe tutmak sünnettir.

5- Secdede kolları yan tarafa yapıştırmayıp biraz açık tutmak sünnettir.

6- Secdede göbeği uyluktan ayrı tutup arada boşluk bırakmak sünnettir.

7- Son üç madde erkeklere hastır. Kadınların kollarını yanlarına bitişik tutup göbeklerini uylukları üzerine koymaları sünnettir.

 

Üstünde Taşıdığı Elbisesinin Üzerine Secde Etmesi Caiz Midir ?

 

Secde ancak Allah'a yapılır. Kulun O'na en yakın olduğu zaman, secdede bulunduğu anlardır. O bakımdan kul bu durumda mahviyetin kemal mertebesine erişme niyetiyle başını kuru bir zemin üzerine, üstünde örtü bulunmayan toprak ya da taş üzerine koymalıdır. İlk hatıra gelen budur. Çünkü toprak tevazu ve mahviyeti ifade eder.

Ancak müctehit imamların ve diğer ilim adamlarının bu konudaki tesbit, istidlal ve yorumlan hem farklı, hem de değişiktir. O ba­kımdan önce ilgili hadîsleri nakletmemiz, sonra da tesbit, yorum ve ictihatları sıralamamız gerekmektedir.

İlgili hadîsler:

Enes (r.a.)’den yapılan rivayette demiştir ki:

"Bizler çok sıcakta Resûlüllah (a.s.) Efendimizle beraber na­maz kılıyorduk. Bizden birimiz (fazla sıcaktan dolayı) alnını iyice yere koymaya güç getiremeyince, elbisesini serip onun üzerine sec­de ederdi."[276]

İbn Abbas (r.a.)’dan yapılan rivayette, demiştir ki:

"And olsun ki, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'i çok yağmurlu bir günde çamurdan sakınmak için secde edince üzerindeki elbiseyi ellerinin önüne gelir şekilde koyarak (üzerine) secde ettiğini gördüm."[277]

Abdullah b. Abdurrahman'dan (r.a.) yapılan rivayette, demiş­tir ki:                                                                                      

"Peygamber (a.s.) Efendimiz bize geldi ve Mescidi Benî Eşhel’­de bize namaz kıldırdı. Secde ettiği zaman elerini elbisesinin içine koyduğunu gördüm."[278]

Hadislerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Secdede asıl olan, toprak üzerine alnı koyup secde etmektir.

2- Fazla sıcaktan dolayı secde yerine elbisesinin bir ucunu serip üzerine secde etmek caizdir.

3- Üzerindeki elbisenin bir ucunu secde yerine koyup üzerine secde etmek caizdir.

4- Özellikle çok sıcak veya yağmurlu günlerde açık havada namaz kılındığı zaman sıcaktan ve çamurdan korunmak için secde yerine bir elbise veya benzeri bir şey üzerine hem elleri, hem alnı koyup secde etmek caizdir.

5- Namaz kılarken üzerindeki elbisenin bir ucunu ellerin al­tına gelecek şekilde serip öyle secde etmek de caizdir.

Hadîslerin ışığında müctehit imamların görüş, tesbit, istidlal, ic­tihat ve yorumları:

a) Hanefîlere göre:

Topraktan korunmak için yenini secde yerine serip üzerine secide etmek mekruhtur. Ama sarığını ve elbisesini topraktan korumak için sermesinde bir kerahet söz konusu değildir. Bunun gibi, toprak üzerinde namaz kılan adamın, alnını yerin sıcağından korumak için secde yerine bir parça kumaş sermesinde kerahet yoktur.[279]

b) Şâfiîlere göre:

Alnının üzerinde bir yara bulunmadığı halde bir bez sarıp üzerine secde ederse, caiz olmaz. Ama bir yara veya hastalıktan dolayı sarmışsa, o bir özür sayılacağından bir sakınca yoktur. Sıcak ve so­ğukta ellerini örtmeyip o vaziyette secde etmesi müstehabdır. Ama bu iki sebepten dolayı ellerini bir şeyle örtüp üzerine secde ederse, hem namazını iade etmesi, hem de yanılma secdesi yapması gerek­mez.[280]

c) Hanbelîlere göre:

Başındaki sarığın sargısı üzerine veya yeni üzerine veya eteği üzerine secde ederse, namaz bir tek rivayetle sahihtir. İmam Mâlik ile İmam Ebu Hanîfe'nin de mezhebi budur. Namazda, sıcak ve so­ğuk günlerde elbise üzerine secde etmeye ruhsat verenler şu zatlar­dır: Ata', Tavus, Nahâî, Şa'bî; Evzâî, İmam Mâlik, İshak b. Rahuye ve rey tarafdarı olanlar. Sarığın sargısı üzerine secde etmeye ruhsat verenler ise şu zatlardır: el-Hasan, Mekhul, Abdurrahman b. Yezîd ve arkadaşları.

Hanbelîler bu meselede Enes (r.a.) hadîsiyle istidlal etmişler­dir.[281]

Rivayetlerin tamamından anlaşılıyor ki: Üç mezhebe göre, fazla bir hareket göstermeden, soğuk veya sıcaktan korunmak için el­bisenin yeni veya eteği üzerine secde etmekte bir sakınca yoktur. Ayrıca secde yerine bir şey serip üzerine secde etmeye de cevaz ve­rilmiştir. Şâfiiler ise, bu hususta sadece eller üzerine secde etme ko­nusu üzerinde durmuş ve böyle yapıldığı takdirde namazın sahih olmayacağını belirtmişlerdir. İbn Kudâme, Şâfiîlerden belirtilen me­sele hakkında tek rivayet vardır, diyerek muhalif bir görüş olmadı­ğını anlatmak istemiştir.[282]

d) Mâlikilere göre:

Yukarıda kısmen onların görüşünü belirtmiş bulunuyoruz. An­cak bu mezhepte söz sahibi kabul edilen Sahnûn'un yaptığı nakle yer vermemizde yarar görüyoruz :

İmam Mâlik şöyle demiştir:

"Adam alnını neyin üzerine koyu­yorsa, ellerini de onun üzerine koymasını uygun görüyorum. Ama sıcak veya soğuk durumu söz konusu ise, bir elbise serip üzerine sec­de etmesinde ve bu esnada ellerini onun üzerine koymasında bir sa­kınca yoktur. Nitekim Hz. Ömer ile oğlu Abdullah'ın öyle yaptıkları bize kadar rivayet yoluyla ulaşmış bulunuyor."[283]

Şâfiilerden Şeyhülislâm Ebu Yahya Zekeriya el-Ansarî, İmam Şafii'nin el-Ümm'deki ictihadını şöyle yorumlayarak meseleye açık­lık getirmiştir:

"Namazda iki defa ardarda (her rekâtte) secde eder ve her secdede azaları yerini alıp karar kılacak kadar bekler. Bu, üzerinde taşıyıp kıyam ve kuudda kendi hareketiyle hareket etmiyen bir elbise üzerine de yapılabilir. Çünkü bu durumda o elbise on­dan ayrı sayılır. Ama onun kıyam ve kuud hareketiyle elbise de ha­reket ediyorsa, o zaman ondan ayrı değil, bir cüz' sayılır ve tahrimini bilerek o elbisenin bir ucu üzerine secde ederse namazı hüküm­süz olur, tahrîmini bilmediği halde üzerine secde ederse, namazı hü­kümsüz olmaz, ama o secdeyi iade etmesi vâcib olur.[284]

Zeylâî bu konuyla ilgili şu rivayetlere yer verip bazı yorumlarda bulunmuştur:

İkrime'nin İbn Abbas (r.a.)’dan yaptığı rivayette; İbn Abbas demiştir ki:

"Resûlüllah  (a.s.)  Efendimiz bir tek elbise ile namaz kıldı ve elbisenin fazla olan kısmıyla yerin sıcaklık ve soğukluğun­dan korunuyordu."[285]

Aynı hadîsi İbn Adiy el-Kâmil'de rivayet etmiş ve râvilerinden Hüseyn b. Abdullah sebebiyle hadîsin malûl olduğunu söylemiştir. İbn Maîn de bunun zayıf olduğunu belirtmiş, İbn Medenî de aynı gö­rüşü izhar etmiştir. Sonra da İbn Adiy, Hüseyn'in hadîsleri yazılabi­lir, çünkü ona ait münker bir hadîse rastlayamadım diye ilâve et­miştir.

Nitekim yukarıdaki hadîsin mânasına uygun bir diğer hadîsi al­tı hadîs imamı kendi kitaplarında rivayet etmişlerdir. Hadis şu lâ­fızla tesbit edilmiştir:

"Bekir b. Abdullah el-Müzenî'den o da Enes (r.a.)’den rivayetle Enes şöyle demiştir:

"Biz çok şiddetli sıcakta Resûlüllah (a.s.) Efendimizle namaz kılıyorduk, bizden birimiz yü­zünü tam yere koymaya takat getiremeyince, elbisesini (secde) ye­rine serip öyle secde ediyordu."[286]

Diğer rivayetler, yorumlar ve tahliller:

895 nolu Enes hadîsi, secdede bedene bitişik olan elbisenin bir ucu üzerine secde etmenin cevazına delâlet etmektedir. İmam Nevevi, Ebu Hanife ile cumhurun da ictihatlarının böyle olduğunu, Şa­fiî'nin ise, bu cevazı bedene bitişik olmayan elbiseye hamlettiğini be­lirtmiştir.

İbn Dakiyk el-Iyd diyor ki:

"Yerin sıcaklık ve soğukluğundan korunmak için namaz kılan kimsenin secde edeceği yer ile alnı ve elleri arasında elbise kullanmasının caiz olduğu biliştidlâl anlaşılı­yor. Saniyen secdede alın ve ellerin doğrudan yere dokunması asıl­dır. Ara yere elbise serilmesi ise soğuk ve sıcağa dayanamamakla il­gili bir hususiyettir. Böylece secdede asıl ve mutad olanı, ara yere bir şey konulmamasıdır."[287]

Diğer yandan Enes hadisi Habab b. Eret'in rivayet ettiği şu ha­dîs ile tearuz etmekte, yani birbirine karşıt bulunmaktadır:

"Biz, Resûlüllah'a (a.s.) alın ve ellerimizi dokunan yakıcı bir sıcaktan şikâ­yet ettik ama o bize (bundan dolayı) şikâyette bulunmadı."[288]

Şevkanî bu iki hadîs arasını telifle şöyle bir yorum getirmiştir:

"Sıcaktan şikâyet, ara yerde elbise kullanmayı arzusundan değil, na­mazın ortalık biraz serinlemesine kadar geciktirilmesiyle ilgilidir. Çünkü eğer şikâyet elbiseyi secde yerinde kullanmakla ilgili olsay­dı, herhalde Resûlüllah (a.s.) Efendimiz bedene bitişik olmayan bir elbiseyi hâil olarak kullanmalarına izin verirdi. Nitekim Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in küçük bir seccade üzerinde namaz kıldığı tesbit edilmiştir. Nitekim daha önce bu hususu belirtmiştik."[289]

Ebu Davud'un el-Merasil'de Salih b. Hîvân es-Sibaî'den yaptığı şu rivayete gelince, "Resûlüllah (a.s.) Efendimiz bir adamı kendi canibine doğru alnını sarık ile kapamış bir halde secde ettiğini görü­yor, o sebeple onun alnını açıyor, (sarığı o kısımdan gideriyor.)"

Ayrıca İbn Ebî Şeybe'nin Iyaz b. Abdullah'tan yaptığı rivayette, adı geçen şöyle demiştir:

"Resûlüllah (a.s.) bir adamı başındaki sarığın (alnı kapatan) sargısı üzerine secde ettiğini gördü, ona eliy­le işarette bulunarak sarığını kaldır, (buyurdu)."

Bu iki hadîsin hilâfına, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in sarığının alın kısmına gelen sargısı üzerine secde ettiği rivayet edilmiştir.

Beyhakî bu farklı rivayetler hakkında şöyle demiştir:

"Resûlüllah'ın belirtilen şekilde secde ettiği merfuân sabit olmamıştır. Ebu Naym'in Hilye'de birçok ashabdan ve bilhassa İbn Abbas'tan yaptı­ğı rivayetlerin hemen hepsi zayıftır.

896 nolu İbn Abbas hadîsini aynı zamanda İbn Ebî Şeybe şu lâ­fızla tahrîc etmiştir:

"Peygamber (a.s.) Efendimiz bir tek elbiseyle namaz kılıyor ve onun fazla kısmıyla yerin sıcaklık ve soğukluğun­dan korunuyordu." İmam Ahmed ve Ebu Ya'lâ da aynı lâfızla tahric etmişler, Taberâni da el-Evsat ve el-Kebîr'de rivayet etmiştir.[290] Mecmau'z-Zevâid'de, İmam Ahmed'in bu rivâyetindeki ricalin hepsi sahihtir, deniliyor.

Hadîs, sıcak ve soğuk gibi bir sebepten dolayı namaz kılan kim­senin üzerindeki elbisenin bir ucunu secde yerine serip üzerine hem ellerini, hem alnını koyup secde etmesinin cevazına delâlet etmektedir. 897 nolu Abdullah b. Abdirrahmân hadîsini, İbn Mâce, Ebu Be­kir b. Ebî Şeybe'den rivayetle tahrîc etmiştir. Ayrıca aynı hadîsi, Abdülaziz b. Muhammed ed-Derâverdî, İsmail b. Ebî Habibe'den, o da Abdullah b. Abdirrahman'dan rivayet etmiştir.

Ancak hadîsin isnadında farklı tesbit ve yorumlar ortaya çık­mıştır: İbn Ebî Evs'in İsmail b. Ebî Habîbe'den o da Abdullah b. Abdurrahman b. Sabit b. Sâmit'ten, o da babasından, o da dedesinden rivayet ettiği de tesbit edilmiştir ki isabetli olanı da budur. Hadîs, namaz kılarken soğuk ve sıcaktan dolayı elleri elbisenin bir kısmı­nın içine koyup öylece kapalı bir vaziyette secdeye varmanın ceva­zına delâlet etmektedir. Nitekim Buhari, el-Hasen'den naklen diyor ki:

"Kavm (ashab-ı kiram) sarık, külah üzerine secde ediyorlar ve elleri de yenlerinin içinde bulunuyordu." Saîd ise kendi Sünen'inde İbrahim'den naklen diyor ki:

"Ashab-ı kiram uzun yenli gömlek, uzunca takye ve uzunca sarık ile namaz kılarlar, ellerini de dışarı çıkarmazlardı."

Beyhakî bu rivayet üzerinde durup diyor ki:

"Secde hakkında ashabdan mevkufen rivayet edilenlerin en sahihi budur."

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- Yerin sıcaklık veya soğukluğundan korunmak için namaz kılan kimsenin önünde seccade bulunmuyorsa, üzerinde taşıdığı ge­nişçe elbisenin bir ucunu secde yerine serip üzerine hem ellerini, hem alnını koyup secde etmesi caizdir.

2- Toprak üzerine seccade serip namaz kılmakta bir sakınca yoktur.

3- Temiz toprak üzerinde durup namaz kılmak, yine toprak üzerine alnı koyup secde etmek asıldır.

4- Kalkıp otururken kendisiyle birlikte hareket eden bir el­bise üzerine secde etmek -tahrîmi bilinerek yapılırsa- namazın sıh­hatini bozar. Bu, Şafiîlere göredir.

 

İki Secde Arasında Oturmak

 

İki defa secde edilir. İki secde arasında biraz oturmak, vacip midir, yok sünnet midir? Terkedildiği takdirde namaz bozulur mu? Bunların cevabını ancak ilgili hadîsleri nakledip müctehit imamların tesbit ve istidlallerini, ictihad ve ihticaclarını belirt­tikten sonra verebiliriz.

İlgili hadîsler:

Enes (r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz (namazda) Semi'allahu Lîmen Hamidehü deyip ayakta (belini doğrultarak) dururdu, o kadar ki, biz "Peygamber namazı terketti veya yanıldı" derdik. Sonra secdeye eğilip iki secde arasında otururdu, o kadar ki, biz "Peygamber namazı terketti veya yanıldı" derdik."[291]

Buharî ve Müslim'in ittifakla rivayet ettikleri hadîste ise, Enes (r.a.) demiştir ki:

"Doğrusu size namaz kıldırırken, Resûlüllah (a.s.) Efendimizi bize namaz kıldırırken gördüğüm gibi, (O'nunkinden) kısa (ve noksan) yapacak değilim: Resûlüllah (a.s.) başını rükû'dan kaldırdığında doğrulup ayakta dururdu, o kadar ki, insanlar, Peygamber unuttu, derlerdi. Başını secdeden kaldırdığında bir süre dururdu, o kadar ki, insanlar, Peygamber unuttu derlerdi."

Huzayfe (r.a.)’den yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in iki secde arasında şu duayı okuduğunu söylemiştir:

"Rabbi'ğfir lî, Rabbi'ğfir lî (Rabbım! beni mağfiret eyle, Rabbım! beni mağ­firet eyle..."[292]

İbn Abbas'dan (r.a.) yapılan rivayette, demiştir ki:

"Peygamber (a.s.) Efendimiz iki secde arasında şöyle derdi:

"Rabbi'ğfir lî verhamnî vecbürnî vehdinî verzuknı (Allahım! beni mağfiret eyle, bana merhamet eyle, beni ıslâh edip düzelt, beni doğru yola eriştir ve be­ni rızıklandır)."[293]

Hadîslerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Rükû'dan kalkıldığında beli doğrultup ayakta bir süre dur­mak vaciptir.

2- Birinci secdeden başı kaldırıp oturmak ve bir süre bekle­mek vaciptir.

3- İki secde arasında hadîste belirtilen şekilde dua etmek sün­nettir.

Buna 'ta'dîl-i erkân" denir. Nasıl rükû'dan kalkıldığında beli doğrultup her organ yerini bulup istikrar sağlayıncaya kadar ayak­ta durmak bazı müctehitlere göre farz, bazısına göre vâcipse, iki secde arasında beli doğrultup oturmak da ya farz, ya da vaciptir. 51. hadîsin açıklamasında mezheplerin bu konuyla ilgili görüş, tesbit ve ictihatlarını naklettiğimizden burada tekrar etmek istemiyoruz.

Özetliyecek olursak, şöyle sıralayabiliriz:

İmam Ebû Hanîfe ile İmam Muhammed'e göre, ta'dil-i erkan vaciptir. Hanbeliler de aynı görüştedirler.

İmam Şâfii ve İmam Ebû Yusuf'a göre, farzdır. Mâlikiler bu konu üzerinde fazla durmamışlardır. Onlara göre, rükû'dan kalkıp beli biraz doğrultmak kâfidir. Diğer yerlerdeki durum da öyle..

Diğer rivayetler, yorumlar ve tahliller:

Buhari ve Müslim'in ittifakla rivayet ettikleri Berâ' hadîsinde, adı geçen şöyle demiştir:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimizin rükû'ü ve secdesi, rükû'dan başını kaldırdığı zaman iki secde arasındaki (celseye) yakın eşitlikte idi."

Buharî'nin tesbit ettiği lâfızda ise, şöyle denilmektedir:

"Peygam­ber (a.s.) Efendimiz'in rükû' ve secdeleri, iki secde arasındaki (celsesi) ve başını rükû'dan kaldırdığında -kıyam ve kuud müstesna- bir­birine yakın bir eşitlikteydi."

Böylece, rükû'dan ve birinci secdeden kalkıldığında beli doğrul­tup her organ yerini bulup karar kılıncaya kadar beklemek vacip­tir. Şâfiîlerden bazısı, i'tidali ve iki secde arasında oturmayı uzatmak namazı bozar, çünkü rükünlerin ardarda yapılmasına engel olur, demişlerse de, onların bu görüş ve ictihadı ilim çevresinde pek tarafdar bulmamıştır. Zira muvalat, yanı rükünleri ardarda yapmaktan maksat, ara yere başka bir şeyin girmemesi demektir. Rüknü kendi özelliği doğrultusunda uzatmakta bir sakınca yoktur. Meselâ kıraati istediğimiz kadar uzatabiliriz, bu hiçbir zaman namazın muvalatına engel olduğundan namazı hükümsüz kılar, denilemez.

911 nolu Huzayfe hadîsini aynı zamanda Tirmizî ve Ebû Dâvud daha uzun şekliyle tahrîc etmişlerdir. Yukarıdaki lâfız, Nesâî ile İbn Mâce'nin tahrîcleridir.

912 nolu İbn Abbas hadisini Hâkim tahrîc etmiş, Beyhakî sahîhlemiştir. Ancak İbn Mâce ile onların tahrîcleri arasında bazı farklar varsa da esasta bir değişiklik söz konusu değildir.

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- İki secde arasında, organlar karar kılacak kadar oturmak vaciptir.

2- Rükû'dan kalkıldığında beli doğrultup ayakta her organ karar kılacak kadar durmak vaciptir.

3- İki secde arasında me'sür duayı okumak sünnet veya müstehabdır.

 

İkinci Rekatte Doğrudan Kıraate Başlamak

 

Bilindiği gibi, birinci rekâtte Sübhaneke okunduktan sonra Euzü Bîllahî Mîne'ş-Şeytani'r-Racim denildikten sonra Besmele söylenir ve öylece kıraate başlanırdı. Gerek Sübbaneke'yi okumak, gerekse eûzü-besmele çekmek sünnettir. Ancak ikinci ve müteakip rekâtlere kalkıldığında yine eûzü-besmele çekmek sünnet midir? Bu hususta tesbit edilen bir hadîs mevcuttur. Önce onu, sonra da mez­heplerin tesbit ve istidlallerini nakledelim.

İlgili hadîs:                                                 

Ebu Hüreyre (r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz  (namazda) ikinci rekâte kalkınca, doğrudan El-Hamdü Lillahi Rabbi'l-Âlemîn diyerek kıraate başlardı ve bu arada bir sekte yapmazdı."[294]

Hadîsin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- İkinci rekâte kalkıldığında sübhaneke okunmaz.

2- İkinci rekâtte kıraatten önce eûzü-besmele çekilmez.

Hadîsin ışığında mezhep imamlarının tesbit ve istidlâllleri:

a) Hanefîlere göre:

Namaza başladıktan sonra kıraatten önce teavvüzde bulunmak, yani Eûzü Billahi Mîne'ş-Şeytanî'r-Racîm demek sünnettir. Bu sadece farz ve sünnet namazlarda birinci rekâtte söylenir. Nâfile namazlar dört rekât halinde kılınıyorsa ikindinin ve yatsının dörder rekât gayr-i müekked sünnetleri gibi üçüncü rekâte kalkıldığında da kıraatten önce eûzü-besmele çekmek sünnettir.

Namazın birinci rekâtinde teavvüzde bulunmak imam ve münferit için sünnettir, muktedi, yani imama uyan kimse için sünnet değildir. Bu İmam Ebu Hanîfe ile İmam Muhammed'in kavlidir. İmam Ebu Yusuf'a göre, muktedi hakkında da sünnettir, çünkü teavvüz senâya, yani Sübhaneke'yi okumaya tabi'dir.[295]

b) Şafiîlere göre:

Namazın her rekâtinde teavvüz'de bulunmak, yani kıraatten önce Eûzü Billahi Mine'ş-Şeytani'r-Racîm demek sünnettir. Çünkü her rekâtte kıraata başlanır ve kıraatten önce de teavvüzde bulunulur. Hem iftitah duası, hem teavvüz gizli okunur. Bu, aşikâr ve gizli okunan bütün namazlarda böyledir.[296]

Kur'ân'daki ilgili âyete dayanarak namazda Fatiha'dan sonra teavvüzde bulunmak sünnettir, diyenler olmuştur. İmam Şafii, Fâtiha'dan önce söylenmesini müstehab görmekte ve lafız olarak da, Eûzü Billahî Mineş'ş-Şeytani'r-Racîm denilmesini, daha uygun bulmaktadır.[297]

c) Hanbelilere göre:                                   

Bu konuda İmam Ahmed'den iki farklı rivayet yapılmıştır. Bir rivayete göre, her rekâtte teavvüzde bulunmak sünnettir. Diğer ri­vayette ise, sadece birinci rekâtte teavvüzde bulunulur. Nitekim bu ikinci rivayete Atâ', el-Hasan, Nahai ve Sevrî de katılmışlardır, yani onların da ictihatları bu doğrultudadır. Hepsi de yukarıdaki Ebu Hüreyre hadîsiyle istidlal etmişlerdir.[298]

İbn Kudame bu konuyu işlerken şöyle diyor: Zira namazın hep­si bir bütündür... Birinci rekâtte istiazeyi terkeden kimse onu ikin­ci rekâtte okur. Istiftah duasını terkederse onu ikinci rekâtte oku­maz. Çünkü istiâze kıraat içindir. Ama istiazeden önce kıraate baş­larsa, artık o rekâtte istiâze okumaz. Zira yerini kaçırmış bulunuyor.

Şafiî ile İbn Sirin, bu hususta Nahl: 16/98. âyete dayanarak her rekât­te istiâzede bulunmak sünnettir, demişlerdir.[299]

d) Mâlikilere göre:

Farz namazlarda kıraatten önce istiâze getirmez, ancak Ramazan'da (teravih) namazı kıldıklarında teavvüzde bulunurlar. Namaz dışında Kur'ân okuyan kimse, isterse kıraatten önce istiâzede bulu­nur.[300]

İmam Mâlik'in bu ictihat ve görüşünden anlaşılıyor ki, namaz­da kıraatten sonra teavvüzde bulunulabilir.

Tahliller:

Ebu Hüreyre hadisini Nesâî ve İbn Mâce de tahrîc etmişlerdir. Ayrıca Ebû Dâvud da tahrîc etmiş, ancak sekte lafzını nakletmemiştir.

 

Çıkarılan  Hükümler:

 

1- Namaza başlandığında istiftah duasından sonra istiâzede bulunmak sünnettir.

2- Namazda sadece birinci rekâtte teavvüzde bulunmak sün­nettir. Bu, Hanefîlere göredir. Şafiîlere ve bir rivayette Hanbelîlere göre, her rekâtte sünnettir.

3- İkinci ve diğer rekâtlerde kıraatten önce sekte meşru' de­ğildir.

4- Kıraatten önce teavvüzde bulunulmaz, namaz dışında Kur'an okununca kıraatten önce teavvüzde bulunmak müstehabdır. Bu, Mâlikî'lere göredir. Çünkü Nahl: 16/98, âyette Kur'ân okunduktan sonra teavvüzde bulunulması emredilmiştir.

 

Birinci Teşehhüdün Emredilmesi Ve Yanılma Sebebiyle Sakıt Olması

 

Bilindiği gibi, üç ve dört rekâtli namazlarda iki teşehhüd vardır. Birinci teşehhüt vacip, ikincisi farz sayılmıştır. Bu duruma göre, bi­rinci teşehhüdü unutup üçüncü rekâte kalkan kimseden bu sakıt olur mu? İkinci teşehhüdü unutup yerine getirmeyen kimsenin na­mazı bozulur mu?

Bu hususta ilgili hadîsleri nakledip müctehit imamların görüş, tesbit ve ictihatlarını belirttikten sonra mesele açıklığa kavuşmuş olur.

İlgili hadîsler:

İbn Mes'ûd (r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Şüphesiz ki Muhammed (a.s.) şöyle buyurdu:

"Her iki rekâtte oturduğunuz zaman, Et-Tehiyyatu Lillahi Va's-Salavatü Vat-Tayyibatü, Es-Selamü Aleyke Eyyühennebiyyü Ve Rahmetüllahî Ve Berekâtühü Es-Selâmü Aleyna Ve Alâ İbadillahi's-Salihîn. Eşhedü Ellâ İlahe İllallah Ve Eş-Hedü Enne Muhammed'en Abdühü Ve Resülühü, söyle­yin, sonra da sizden herbiri kendisince hoşuna giden dualardan se­çip onunla Aziz ve Celîl Rabbına duâ etsin."[301]

Rifaa b. Râfi' (r.a.)’den yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğunu haber vermiştir:

"Namazına kalktığın zaman tekbîr getir, sonra Kur'ân'dan sana kolay geleni oku. Namaz ortasında oturduğun zaman itmi'nan sağla (organların yerini alıp karar kılsın), sol uyluğunu yere döşe, sonra Teşehhüdde bulun."[302]

Abdullah b. Buhayne (r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Peygamber (a.s.) Efendimiz öğle namazına kalktı ve üzerinde bir oturma (birinci ka'de) kaldı. Namazını tamamlayınca, ardarda iki secde yaptı ve her secde için tekbîr getirdi, oturmuş vaziyette idi, selâm vermeden önce (yanılma secdesini yerine getirdi), insanlar (cemaat) de onunla beraber secde ettiler ki bu Peygamber'in (a.s.) unuttuğu cülusa karşılıktı."[303]

Hadislerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- İki rekâtli namazlarda ikinci rekâtin sonunda et-Tehıyyat'a, diğer bir tabirle Teşehhüd'e oturmak farzdır.

2- Üç ve dört rekâth namazlarda ikinci rekâtin sonunda Teşeh­hüd'e oturmak vaciptir.

3- et-Tehiyat'tan sonra birkaç duâ okumak sünnettir. Ancak üç ve dört rekâtli farz ve müekked sünnetlerde durum değişiktir.

4- Namaza tekbîr getirerek başlanır. Daha önce bu husus açık­lanmıştı.

5- Kur'ân'dan kolay gelen bir parça okumak farzdır. Bu da daha önce yeterince açıklanmıştı.

6- Namaz ortasında ikinci rekâtin sonunda sol kalça ve uylu­ğu yere döşeyip öyle oturmak sünnettir.

7- İkinci rekâtin sonunda Teşehhüt okumak vâcibdir.

8- İkinci rekâtin sonunda ilk celseyi unutup yerine getirme­mekten dolayı yanılma secdesi yapmak vâcibdir.

9- Yanılma secdesi, selâm vermeden önce iki secde olarak ar­darda yerine getirilir.

Hadîslerin ışığında müctehit imamların tesbit, ictihat ve istidlâlleri:

a) Hanefilere göre:

Üç ve dört rekâtli farz ve müekked sünnet namazlarda ikinci rekâtin sonunda oturmak vâcibdir. Bu, her iki rekâti birbirinden ayırmak üzere meşru kılınmıştır.

Her iki oturuşta da sol ayağın yan ve üst kısmını yere döşeyip üzerine oturmak, sağ ayağı, parmaklar kıbleye gelecek şekilde dik­mek sünnettir.[304]

Hanefîler oturuş şekli hakkında Hz. Aişe (r.a.) ile Enes b. Mâ­lik (r.a.) hadîsleriyle istidlal etmişlerdir. Hz. Aişe (r.a.) şöyle de­miştir:

"Şüphesizki Resûlüllah (a.s.) Efendimiz namazda oturdu­ğu zaman sol ayağını yere döşeyip üzerine oturur ve sağ ayağını di­kerdi." Enes b. Mâlik (r.a.) de diyor ki:

"Peygamber (a.s.) Efen­dimiz namazda teverrükü men'etti."[305]

Ancak sözünü ettiğimiz oturuş şekli erkeklere mahsustur. Ka­dınlar ise teverrük ederler. Teverrük, sol kalçayı uylukla birlikte ye­re döşeyip üzerine oturmaktır.

Namazda ilk oturuşta et-Tehiyat'tan fazla bir şey okumak mek­ruhtur. Bu hususta icma' vâki olmuştur. et-Tahavî de aynı hususu belirtmiştir.[306]

b) Şâfiilere göre:

Namazda iki rekâtın sonunda hem teşehhüt, yanı et-tahiyat oku­mak, hem oturmak, eğer selâm verilecekse, rükündürler. Selâm ve­rilmeyip üçüncü rekâta kalkılacaksa, ikisi de sünnettir. Teşehhüde oturmak nasıl gerçekleşirse öyle oturmak caizdir. Ancak birinci cel­sede sol ayağın topuğu üzerine oturup sağ ayağı dikmek; ikinci otu­ruşta teverrük etmek sünnettir. İkinci oturuşta Peygamber (a.s.) Efendimiz'e salât'ü selâm getirmek farz, birinci oturuşta ise, sünnet­tir. Ancak birinci oturuşta Peygamber'in âl ve ashabına salâvat ge­tirmek sünnet değildir, ikinci oturuşta sünnettir. Bazısına göre, vâcibdir.[307]

İmam Şafii, teşehhütte oturma şekliyle ilgili görüş ve ictihadını Ebu Humayd es-Sâidî (r.a.) hadîsine dayamış, yani onunla istidlal etmiştir. Adı geçen şöyle demiştir:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz iki secdeden sonra oturunca sol ayağını yere yatırıp üzerine oturur, sağ ayağını ise dik tutardı. Dört rekâtin sonunda oturunca, sol kalça ve uyluğunu yere döşeyip üzerine oturur, sağ kalça ve ayağını dik tu­tardı.[308]

c) Hanbelîlere göre:

İki rekât namaz kılınca teşehhüde oturur. Hem oturmak, hem et-Tahiyat okumak meşru'dur, buna muhalefet eden olmamıştır. Çün­kü Peygamber (a.s.) Efendimizden mütevatiren nakledilmiştir. Üm­met de aynı şeyi namazlarında yapmaktadırlar. Akşam namazı veya dört rekâtli bir namaz ise, hem oturmak, hem et-Tahiyat okumak vâ­cibdir. Ancak bu iki rivayetten birine göredir. Nitekim Leys ve İshak'ın da mezhebi böyledir. Diğer rivayete göre, vâcib değillerdir. Birinci rivayet daha sıhhatlidir. Çünkü Peygamber'in (a.s.) buna devam ettiği kesindir.[309]

Teşehhüd'ü belirtilen şekilde okumak, ona bir şey eklememek daha uygundur. İmam Ahmed'e göre, müstehab olan şekli, İbn Mes'ud'dan rivayet edilenidir ve birinci oturuşta sadece onu okumakla yetinilir.

d) Mâlikilere göre:

Gerek birinci oturuş, gerek ikinci oturuşta et-Tehiyat'tan sonra Peygamber (a.s.) Efendimiz'e salâvat getirmek sünnet veya müstehabdır. Her iki oturuşta da teverrük şeklinde oturmak sünnettir.[310]

Diğer rivayetler, yorumlar ve tahliller:

Ebu Cafer, et-Tahavi, namazda birinci ve ikinci oturuş arasında fark bulunduğunu konu edinerek bunlarla ilgili ashab ve tabiinin söz ve fiillerini nakletmiştir. Müctehitlerin de bu konuda ikiye ayrıldıklarını belirterek, bir kısmına göre, birinci oturuşta sağ ayak diki­lir, sol ayak üzerine oturulur; ikinci oturuşta ise, sol kalça ve uyluk yere döşenerek üzerine oturulur ve sağ ayale dikilir. İkincilere göre her iki oturuşta da sağ ayak dikilir, sol ayak yere serilerek üzerine oturulur.

et-Tahavi bu konuda daha çok Vâil b. Hücür (r.a.) rivayetinin sıhhatı üzerinde durmuş ve şöyle bağlamıştır:

"Bununla sabit oldu ki, Vâil b. Hücür'ün rivayeti dikkate alınmış ve Ebu Hanîfe, Ebu Yu­suf ve Muhammed'in kavli de buna göre gerçekleşmiştir."[311]

920 nolu İbn Mes'ûd hadîsini Ahmed b. Hanbel, farklı lâfızlarla farklı yollardan rivayet etmiştir, ama hepsinin de ricali sahihtir, sikattır. Nesâî ve Ahmed hadîsin baş kısmında "Her iki rekâtte otur­duğunuz zaman.." ibaresiyle tesbitte bulunmuşlardır. Tirmizî ise, hadise şu lâfızla başlandığını rivayet etmiştir:. "Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, iki rekâtte oturduğumuz zaman bize şunu öğretti..." Nesaî'nin bir diğer rivayetinde ise hadîs şu lafızla rivayet edilmiştir:

"Siz her celsede şöyle deyin..."

Hadîsin son kısmını ise, Buhârî ve Müslim şu lafızla tesbit etmiş­lerdir:

"Sonra da sizden biriniz hoşuna giden duadan seçip onunla dua etsin."

Diğer bir rivayette ise, "Sonra da sena anlamında olanlardan istediğini seçsin." şeklindedir. Nesâî'nin Ebû Hûreyre'den yaptığı bir başka rivayette ise, şu cümle nakledilmiştir:

"Sonra da kendi nefsi için hatırına geldiği şekilde duâ etsin.."

Böylece bu rivayetlere dayanıp istidlal edenler, teşehhüdün vâcib olduğuna kail olmuşlardır. Meşhur olan rivayete göre, İmam Ah­med de aynı görüştedir. Leys, İshak ve İmam Şafii'nin de ictihatları böyledir.

Taberi ise, teşehhüdün vücubunu istidlal ederken şöyle demiştir:

"Namaz önceleri iki rekât olarak farz kılınmıştı, teşehhüd de o iki rekâtin sonunda vâcib idi. Namaz rekâtları fazla kılınınca, yani üç ve dört rekât olunca, fazlalık o vücubu gidermedi."[312]

Birinci teşehhüdün vâcib olmadığına kail olanlar ise, Resûlüllah'ın (a.s.) bazan bunu terkettiği ve dönüp yerine getirmediği, sadece yanılma secdesiyle tamir ettiğiyle istidlal ve ihticac etmişlerdir. Ancak birincilerin kavli daha sıhhatlidir.

921 nolu Rıfaa hadîsini Tirmizî hasenlemiştir. Hadîs, namazda birinci oturuşun vücubuna delâlet etmektedir.

922 nolu Abdullah hadîsinde "üzerinde bir oturma (birinci ka'de) kaldı" tabirinden; birinci oturuşun vâcib olduğu istidlal edilmiştir.

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- Üç ve dört rekâtli namazlarda birinci ka'de (oturuş) vâcibdir. Müctehitlerin bu hususta görüş birliği söz konusudur.

2- Birinci oturuşta et-Tahiyyat okumak, Hanefîlere göre, sün­net; Şafiî ve Hanbelilere göre vâcibdir.

3- Namazda birinci ve ikinci oturuş şekline gelince, sağ ayağı dikmek, sol ayağı yere yatırıp üzerine oturmak sünnettir. Bu, İmam Ebû Hanîfe ve arkadaşlarına göredir. Diğer müctehit imamlara gö­re, son oturuşta teverrük şeklinde oturmak sünnettir.

4- Birinci oturuşta et-Tahiyat'tan sonra salavat ve dua oku­mak meşru değildir. Bu, Hanefîlere göredir. Diğer imamlara göre, sünnet veya müstehabdır.

5- Birinci ka'deyi (oturuşu) unutup veya yanılarak yerine ge­tirmeyen kimseye yanılma secdesi gerekir.

 

Teşehhütte Ve İki Secde Arasında Oturmak

 

Namazda her iki rekâtin sonunda oturmak ve her rekâtte yapı­lan iki secde arasında oturmakla ilgili birçok rivayetler mevcuttur. Çoğu bu iki yerde oturmanın sıfatı üzerinde durmuş ve Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in daha çok nasıl oturduğunu belirtmiştir.          

"Vâil b. Hücür (r.a.)’den yapılan rivayette, o, Peygamber (a.s.) Efendimiz'in namaz kıldığını, kılarken de secde ettiğini, sonra sol aya­ğını yere döşeyip üzerine oturduğunu görmüştür."[313]

Saîd b. Mansur (r.a.)’den yapılan rivayette, konu şu lâfızla nakledilmiştir:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in arkasında namaz kıldım: Oturduğu ve teşehhüt ettiği zaman, sol ayağını döşeyip üze­rine oturdu."[314]

Ebu Humayd (r.a.)’den yapılan rivayette, o, Resûlüllah'ın (a.s.) ashabı arasında bulunan bir kişi olarak şöyle demiştir:

"Ben, Resû­lüllah'ın (a.s.) namazını sizden daha çok hafızamda tutmaktayım. Resûlüllah tekbir getirdiğinde ellerini omuzları hizasına kadar kal­dırıyordu, rükû'a eğildiğinde elleriyle iyice dizlerini tutup karar kı­lıyor, sonra da belini dümdüz tutuyordu. Başını rükû'dan kaldırdı­ğında her omurga yerine dönünceye kadar doğruluyordu. Secde et­tiğinde ellerini tabi halinde tutup öylece yere koyuyordu, ayaklarının parmaklarını da kıbleye çeviriyordu, iki rekâtin sonunda oturunca, sol ayağının üzerine oturuyor, sağ ayağını dikiyordu. Son rekâtte oturunca, sol ayağını öne doğru kaydırıp diğerini dik tutmak suretiyle mak'âdı üzerine oturuyordu."[315]

Hz. Aişe (r.a.)’dan yapılan rivayette, demiştir ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz namaza tekbir ve bir de El-Hamdü Lillahi Rabbi'l-Alemîn'i okuyarak başlardı. Rükû'a vardığında başını ne kal­dırır, ne de eğerdi, bu ikisi arasında bir ölçüde tutardı. Rükû'dan ba­şını kaldırdığında, iyice doğrulup ayakta durmadıkça secde yapmazdı. Secdeden başını kaldırınca, iyice oturmadan ikinci secdeyi yapmazdı. Her iki rekâtte et-Tahiyatı okurdu; aynı zamanda sol aya­ğını yere koyup sağ ayağını dik tutardı, kalçaları yere koyup bacak­ları dikmeyi men'ederdi, (buna akibi'ş-şeytan oturuşu denir). Aynı zamanda kolları, yırtıcı hayvanların ön ayaklarını yere yayıp uzat­tığı gibi yayıp uzatmayı de men'ederdi. Ve namazı selam vermek suretiyle tamamlardı."[316]

Ebu Hureyre (r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Resû­lüllah (a.s.) Efendimiz beni üç şeyden men'etti: (Namaz kılarken secde ettiğimde) horoz yeri gagalar gibi, başımı kaldırıp indirmemi, kalçayı yere koyup dizleri dikerek elleri yere koymak suretiyle kö­pek oturur gibi oturmamı, tilki gibi etrafa bakınıp iltifat etmemi..."[317]

Hadîslerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Teşehhüde otururken, sol ayağı yere yayıp üzerine otur­mak sünnettir. Sağ ayağı ise dik tutmak sünnettir.

2- Namazda tekbîr getirirken elleri omuz seviyesine kadar kaldırmak sünnettir. (Bu konu daha önce açıklanmıştır).

3- Rükû'da ellerle diz kapaklarını iyice kavrayıp istikrar sağ­lamak sünnettir. (Bu konu da daha önce açıklanmıştır).

4- Rükû'da beli düz tutmak sünnettir. (Buna da daha önce yer verilmiştir).

5- Rükû'dan kalkıldığında beli iyice doğrultup ayakta dimdik durmak sünnet veya vâcibdir. (Bu konuyu da daha önce açıklamış bulunuyoruz).

6- Secdede elleri normal vaziyette tutup yere koymak sünnet­tir. (Bunu da daha önce açıklamış bulunuyoruz).

7- Secdede ayakları dikip parmakları kıbleye çevirmek sün­nettir. 

8- Birinci oturuşta, az önce belirttiğimiz gibi, sol ayağı yere döşeyip üzerine oturmak, sağ ayağı dikmek sünnettir. İkinci oturuş­ta ise, sol ayağı biraz öne kaydırıp sol kalça üzerine oturmak ve sağ ayağı belirtilen şekilde dikmek sünnettir.

9- Namaza tekbîr ile başlamak farzdır. (Bu konuyu da daha önce açıklamış bulunuyoruz).

10- Tekbirden sonra kıraate başlanır. Bu konu hakkındaki tesbit ve ictihatları daha önce açıklamış bulunuyoruz).

11- Her iki rekâtin sonunda et-Tahiyat okumak sünnet veya vâcibdir.

12- Namazda kalçayı yere koyup dizleri dikmek mekruhtur.

13- Namazda secdeye varıldığında kolları yere sermek mek­ruhtur. (Bu erkekler hakkındadır. Kadınlar kollarını yere dokundu­rarak secdeyi yerine getirirler).

14- Namaz, selâm vermekle tamamlanır.

Hadîslerin ışığında müctehit imamların görüş, tesbit, ictihat ve istidlalleri:

Mezhep imamlarının tesbit ve ictihatlarını daha önce kısa­ca belirttiğimiz için burada tekrar etmeye gerek görmüyoruz. Konuyla ilgili diğer rivayetler, yorumlar ve tahliller. 932 dibnotlu Vâil hadîsi hakkında Tirmizi, hasen ve sahih kay­dını koymuştur.

Bu konuda Rıfaâ b. Râfi' (r.a.)’den yapılan rivayette ise, şöyle demiştir:

"Peygamber (a.s.) Efendimiz, bedeviye dedi ki:

"Secde ettiğin zaman secden için iyice temekkün eyle, her azan karar kılıp sakinleşsin. Oturduğun zaman, sol ayağın üzerine otur."

Ahmed b. Hanbel'in kendi Müsned'inde naklettiği bu hadîsi, ay­nı zamanda İbn Ebî Şeybe ve İbn Hibban da tahrîc etmişlerdir. Bu iki hadîsle ihticac edenler, namazda sol ayağın üzerine oturmanın,  sağ ayağı dik tutmanın müstehab olduğuna kail olmuşlardır. Nite­kim Zeyd b. Ali, Ebû Hanîfe ve arkadaşları, İmam Sevrî ve arkadaş­ları aynı görüştedirler. İmam Mâlik, İmam Şafiî ve arkadaşları, son oturuşta teverrükün müstehab veya sünnet olduğuna kail olmuşlar­dır. İmam Âhmed b. Hanbel ise, bir rivayete göre, teverrükün sade­ce iki oturuşu olan namazlarda son oturuşta müstehab olduğunu, iki rekâtli namazların sonunda ise, sol ayak üzerine oturup sağ ayağı dik tutmanın müstehab olduğunu söylemiştir.

Birinci grup, İmam Tirmizî'nin hasen ve sahîh kabul ettiği Ebû Humayd hadîsiyle istidlal etmişlerdir ki onu 934 numara ile naklet­miş bulunuyoruz. Ayrıca 935 nolu Hz. Aişe (r.a.) hadîsi de onlar için delil teşkil etmektedir.

Müslim'in kendi sahihinde İbn Zübeyr hadîsini naklederek Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in üçüncü bir oturuş şeklini belirtmiştir ki o da şöyledir: Resûlüllah (a.s.) Efendimiz namazın son oturu­şunda sol ayağını uyluğuyla bacağı arasına alıp sağ ayağını yayıp üzerine oturmuştur.. Nitekim Ebû Bekir el-Harakî bu rivayeti ihti­yar etmiştir. Ancak yapılan bütün araştırmalardan ve ilgili hadisler­den, Resûlüllah'ın (a.s.) bir defaya mahsus böyle yaptığı ortaya çı­kıyor. O bakımdan müctehit imamlardan hiçbiri bu rivayetle ihticac etmemiştir.

Namazda son teşehhüt için oturmak vacip midir? Bu hususta farklı ictihat ve görüşler vardır. Onları da şöyle özetliyebiliriz:

a) Ömer b. Hattab (r.a.), Ebu Mes'ud ve Ebû Hanîfe'ye göre vaciptir. İmam Şafii de aynı görüştedir. Ancak buradaki vücuptan maksat farzdır. O bakımdan Hanefî mezhebiyle ilgili fıkıh kitapla­rında son teşehhütte oturmak farzdır diye yazılıdır.

b) Hz. Ali (r.a.), İmam Sevrî, Zührî ve İmam Mâlik'e göre, va­cip değildir.

Birinciler, Resûlüllah'ın (a.s.) buna devam ettiğini dikkate ala­rak istidlal etmişlerdir. İkinciler ise, namaz kılmasını dosdoğru bil­meyen adama Peygamber (a.s.) Efendimizin namaz kılmayı öğre­tirken son oturuştan söz etmediğini dikkate alarak istidlal etmişlerdir.

934 nolu Ebû Humayd hadîsinde, Resûlüllah’ın (a.s.) namazı tarif edilirken secdeye vardığında iki ayağının parmaklarını kıbleye çeyirdiği belirtilmiştir. Nitekim müctehitlerin çoğu bu hadîsle istid­lal ederek secdede ayak parmaklarını kıbleye çevirmenin sünnet ol­duğunu söylemişlerdir.

935 nolu Hz. Aişe hadîsine gelince: Bunu Ebu'l-Cevzâ'nın Hz. Aişe (r.a.)’dan rivayet ettiği bilinmektedir. İbn Abdilber, Ebû'1-Cevzâ'nın bunu Hz. Aişe'den işitmediğini söyleyerek mursel olduğunu belirtmiştir. Böylece hadisin senedinden bir sahabinin düştüğü an­laşılıyor. Bununla beraber sıhhatında pek şüphe edilmemiş ve o bakımdan istidlale uygun görülmüştür.

936 nolu Ebu Hüreyre (r.a.) hadîsini Beyhakî de tahrîc etmiş­tir ki, Leys b. Ebî Selim rivâyetiyle bilinmektedir. Ebu Ya'lâ ve Taberânî'nin de tahrîc ettikleri rivayetler arasında yer almaktadır. Mecmau'z-Zevâid'de, Ahmed'in isnadının hasen olduğu kaydedilmiştir.[318]

"Karga yeri gagalar gibi" cümlesini Ebu Dâvud, Nesâî ve İbn Mâce, "Horoz yeri gagalar gibi" cümlesinin yerine zikrederek tahrîcde bulunmuşlar ve bu rivayeti Abdurrahman b. Şibl tarikiyle nakletmişlerdir. Namazda köpek oturur gibi oturmayı men'eden rivaye­ti aynı zamanda Tirmizi, Ebû Dâvud, Nesâî ve İbn Mâce tahrîc et­mişlerdir.. Ancak hadîsin isnadında el-Hars el-A'ver bulunuyor. Şevkani Neylü'l-evtar'da bu râviye dikkatleri çekmişse de, Zehebî Mîzanü'l-î'tidal'da böyle bir isim üzerinde durmamıştır.

Ancak İbn Mâce'nin Enes (r.a.)’den yaptığı rivayetin isnadın­da el-Alâ' Ebû Muhammed bulunuyor ki, bu zatın zayıf olduğunu bazı hadîs imamları tesbit etmişlerdir.[319] Ancak Beyhakî değişik bir lafızla yine onun rivayetinden bu manada bir hadîs tahrîc etmiş ve ayrıca Cabir b. Semure'den de buna yakın bir rivayet nakletmiştir. İbn Mâce ise şu mânada bir hadîsi Hz. Aişe (r.a.)’dan rivayet et­miştir: "Resûlüllah (a.s.) Efendimiz secde ettiği zaman, başını kal­dırınca iyice oturup belini doğrultmadan ikinci secdeye eğilmezdi ve sol ayağını yayıp üzerine otururdu."

 

İbn Mes'ud'un (r.a) Teşehhüdü

 

Bilindiği gibi, namazın birinci ve ikinci oturuşlarında teşehhüt okunur, buna et-Tahiyat da deriz. Ancak bu konuda Ashab-ı Kirâm'dan dört, beş kadar ayrı metin rivayet edilmiştir. Onlardan biri, İbn Mes'ud'un (r.a.) naklettiği teşehhüttür. Yapılan sahih tesbitlere göre, rivayet şu lâfızlarla nakledilmiştir:

İbn Mes'ud  (r.a.)’den yapılan rivayette demiştir ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz bana, Kur'ân'dan nasıl bir sûre öğretiyorduysa, öylece teşehhüdü öğretti:

Et-Tehiyyatü Lillahî Va's-Salavatu Va't-Tayyîbatü, Es-Selamü Aleyke Eyyühen-Nebiyyü Ve Rahmetü'llahi Ve Berekatuhü, Es-Selamu Aleyna Ve Alâ İbadillahi's-Salihine, Eşhedü Ella İlahe İllallah Ve Eşhedü Enne Muhammed'en Abduhü Ve Resuluhu.[320]

Diğer bir lafızla Peygamber (a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuş­tur:

"Sizden biri namazda oturduğu zaman şöyle desin: Et-Tehîyyatü Lîllahî... Ve Ala İbadillahî's-Salîhın dediğiniz zaman, gökte ve yerde Allah'ın her sâlih kulu üzerine selâm vermiş olursu­nuz. et-Tahiyat'ın sonunda ise, istediğinizi seçip isteyin."[321]

Ahmed b. Hanbel'in Ebu Ubeyde'den yaptığı rivayette, Abdullah (r.a.) şöyle demiştir:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz ona teşehhüdü öğretti ve insanlara öğretmesini emretti: Et-Tehiyyatü......"[322]

İmam Tirmizî, teşehhüt hakkında en sahîh hadîs İbn Mes'ud'un (r.a.) hadîsidir ki, ilim ehlinin çoğu onunla amel etmektedir, demiştir.

Rivayetlerin ışığında müctehit imamların ihticac ve istidlalleri:

a) Hanefî mezhebine göre:

Üç ve dört rekâtli namazlarda birinci oturuş vaciptir. Kasden terkeden isâet işlemiş olur, yanılarak terkedene yanılma secdesi ge­rekir. Çünkü Resûlüllah (a.s.) hayatı boyunca buna devam etmiş­tir ki, onun bu devamı vücuba delâlet eder.

Birinci oturuşun farz olmadığı ise, şu rivayetten anlaşılmaktadır:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz birinci oturuşu yapmadan üçüncü rekâte kalktı, sübhanellah denildiği halde geri dönmedi.."[323] Hane­fî fukahasından çoğu bunu dikkate alarak birinci oturuş sünnettir, demişlerdir. Bundan maksat, birinci oturuşun vücubu sünnet ile an­laşılmıştır veya vâcib derecesinde kuvvetli bir sünnettir demektir.

Namazın ikinci (son) oturuşunda Teşehhüt okumak vaciptir. İmam Şâfiîye göre, farzdır. Çünkü Resûlüllah (a.s.) Efendimiz ha­yatı boyunca buna devam etmiştir. Bu da İmam Şafiî'ye göre, onun farz olduğuna delil sayılır.

Abdullah b. Mes'ud (r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Teşehhüt henüz farz kılınmadan önce biz namazda otururken Es-Selamü Ala Cibrîle ve Mikile derdik. Peygamber (a.s.) Efen­dimiz (bir gün) bize dönerek şöyle buyurdu: Et-Tehiyyatü Lillahi... deyin ve böylece Teşehhüt ile bize emretti. Bu da Teşehhüd'ün farziyetine delâlet eden bir diğer delil olarak bulunuyor.[324]

Hanefîlerin bu husustaki delili ise, Peygamber (a.s.) Efendimiz'in bedeviye:

"Başını son secdeden kaldırdığın ve teşehhüt miktarı oturduğun zaman namazın cidden tamamlanmış olur.."

Böylece na­mazın mücerret oturmakla tamam olacağı sübut bulmuş oluyor, o bakımdan Hanefilere göre, Teşehhüt okumak farz değil vaciptir. İbn Mes'ud'un Teşehhüd'ü okunur.

b) Şafiî mezhebine göre:

Az yukarıda Şafiî mezhebinin görüşünü kısa belirtmiş olduk. An­cak önemi bakımından o mezhepte kaynak sayılan kitaplardan bir iki parça nakletmemizde yarar görüyoruz.

Namazın 11. rüknü, Teşehhüt ve kuuddür. Eğer bu ikisinden son­ra selâm veriliyor, yani namaz bitiyorsa, ikisi de rükündür, selâm verilmiyorsa o takdirde sünnettirler. Bunun gibi son oturuşta Peygamber (a.s.) Efendimiz'e salât getirmek de farzdır. Birinci oturuş­ta ise, mezhebin en zahir kavline göre, sünnettir.[325]

Birinci ve ikinci oturuşta okunacak Teşehhüdü İmam Şâfii, İbn Abbas'dan (r.a.) rivayet edilen şekliyle daha uygun görmüştür ki şu lafızlarla okunur:

Et-Tehiyyatü Lillahi, Selamün Aleyke Eyyühe'n-Ne-Biyyü Ve Rahmetüllahî Ve Berakatühü, Selamün Aleyna Ve Ala İbadi'llahi's-Salihıne, Eşhedü Ella İlahe İl­lallah Ve Eşhedü Enne Muhammeden Resülüllah.[326]

c) Hanbelî mezhebine göre:

Diğer mezheplerde olduğu gibi, namazın sonunda oturmak farz­dır. Ancak Hanbeli'lere göre, teşehhüt ve iki selâm miktarı oturmak­la bu farz gerçekleşir. Şafiî mezhebinde ise, son oturuş teşehhüt ve salâvat miktarı oturmakla gerçekleşir.

Okunan teşehhüde gelince, Hanefilere göre, vacip, Mâlikilere göre, sünnet Şâfiîlere göre farzdır. Hanbeli'lere göre, bir rivayete göre vacip, bir rivayete göre sünnettir. Onlar da lafız olarak, İbn Mes'ud (r.a.)’un rivayetini seçmişlerdir.[327]

d) Malikî mezhebine göre:

Bu mezhebin görüş ve ictihadını kısmen açıkladık. İmam Mâlik, Teşehhüt efazında Hz. Ömer'den (r.a.) yapılan rivayeti seçmiştir.

Farz olan selâm miktarı oturmak farzdır, teşehhüt miktarı oturmak sünnettir. Peygamber'e (a.s.) salât-ü selam getirecek kadar otur­mak menduptur. Sahih olan da budur.[328]

Konuyla ilgili diğer rivayetler, yorumlar ve tahliller:

İbn Mes'ud hadîsini aynı zamanda Hafız Bezzar da hem rivayet etmiş, hem de bu konuda en sahihidir, demiştir. Yapılan tesbitlere göre, sözü edilen hadîs, yirmi küsur tarikle ele alınıp nakledilmiştir. el-Bağavi Şerhü's-Sünnet'te bunun üzerinde durmuş ve kesin ifade­ler kullanmıştır. İmam Müslim ise, insanların daha çok İbn Mes'ud (r.a.)’ın rivayet ettiği teşehhüdü seçip üzerinde icma' etmesinin sebebini, İbn Mes'ud'un (r.a.) arkadaşlarının ve kendisine tabi olan­ların bu hususta birbirine muhalefet etmediklerinde görmektedir. Diğer ashaptan rivayet edilen Teşehhütler hakkında ise, onların arkadaşları ve kendilerine tabi' olanların farklı görüşleri bulunduğu tesbit edildiğinden, insanların çoğu o rivayetleri seçmemişlerdir.

Teşehhüdü, İbn Mes'ud'dan başka birçok ashab-ı kiram, Resûlüllah'tan rivayet etmişlerdir. Onları şöyle sıralayabiliriz:

1- Câbir (r.a.)

Bunu Nesâî, İbn Mâce, Tirmizi ve Hâkim rivayet etmişlerdir. Ri­cali sikat (güvenilirler) dir.

2- Hz. Ömer (r.a.)

Hz. Ömer'in (r.a.) bu konudaki hadîsini İmam Mâlik, İmam Şa­fii, Hâkim ve Beyhakî rivayet etmişlerdir. Dârekutnî Hz. Ömer ha­dîsinin mevkuf olduğunu belirtmiş ve bu hususta farklı görüş ortaya koyan olmamıştır, demiştir.

3- İbn Ömer (r.a.)

Onun hadîsini Ebû Dâvud, Dârekutnî ve Taberânî tahrîc etmiş­lerdir.

4- Hz. Ali (r.a.)

Onun hadîsini sadece Taberâni, isnad-i zayıf ile tahrîc etmiştir.

5- Ebû Musa (r.a.)

Onun hadîsini Müslim, Ebû Dâvud, Nesâî ve Taberânî rivayet etmişlerdir.

6- Hz. Aişe (r.a.)

Onun hadîsini Hasan b. Süfyan kendi Müsned'inde tahric etmiş, Beyhakî de ona yer vermiştir. Dârekutni onun mevkuf olduğunu be­lirterek bu yönüyle ağırlık kazandığını, söylemiştir.

7- Hz. Semüre (r.a.)

Onun hadîsini Ebû Dâvud tahrîc etmişse de isnadı zayıf kabul edilmiştir.

8- İbn Zübeyr (r.a.)

Onun hadîsini Taberâni tahrîc etmiştir. Ancak rivayet zincirin­de İbn Lühay'a teferrüt etmiştir.[329]

9- Muaviye (r.a.)

Onun hadîsini Taberâni isnad-i hasen ile tahrîc etmiştir.

10- Selmân (r.a.)

Onun bu konudaki hadîsini Taberâni, Bezzar ve Ebû Nuaym ri­vayet etmişlerdir. İsnadı zayıftır.

11- Ebu Humayd (r.a.)

Onun hadîsini Taberâni tahric etmiş, Hafız Bezzar isnad-i hasen ile rivayet etmiştir. Ayrıca İbn Ebî Şeybe mevkufen rivayet etmiştir.

12- Hüseyin b. Ali (r.a.)

Onun bu konudaki rivayetini Taberâni tahric etmiştir.

13- Talha b. Ubeydullah (r.a.)

el-Hafız tahrîc etmiş ve isnadının hasen olduğunu belirtmiştir.

14- Enes (r.a.)

Yine el-Hafız onu rivayet etmiş ve isnadının sahih olduğunu söy­lemiştir.

15- Ebû Hüreyre (r.a.)

Onun hadîsini yine el-Hafız tahrîc etmiş ve ve isnadının sahih ol­duğunu belirtmiştir.

16- Ebû Saîd (r.a.)

el-Hafız onun da isnadının sahih olduğunu kaydetmiştir. Bunlardan başka Ümmü Seleme, Huzayfe ve Muttalib b. Rabi'a ile İbn Ebî Evfâ (Allah hepsinden razı olsun) Teşehhütle ilgili riva­yetler yapmışlardır. Ancak bir kısmının isnadı üzerinde bazı şeyler söylenebilir.

Teşehhüt'te yer alan bazı kelimelerin açıklanması:

et-Tehıyyat, "tehiyye" nin çoğuludur. Selâm, Baka, Azamet. Se­lâmet ve Mülkü saltanat gibi manalara delâlet eder. Bütünüyle tâ'zimi müşirdir.

es-Salâvat, beş vakit namaz, bütün namazlar, Hakk'a yapılan her türlü ibâdet ve dualar demektir. Ayrıca rahmet manasına da de­lâlet eder.

Bazı ilim adamlarına göre, et-Tehiyyat, sözlü ibâdete; es-Salâvat, fiilî ibâdetlere; et-Tayyibat malî ibâdetlere işarettir.

et-Tayyibat, güzel ve uygun sözler, Allah'ı anmalar, salih amel­ler gibi manalara delâlet eder.

Teşehhütle ilgili diğer iki hadis:

İbn Abbas (r.a.)’dan yapılan rivayette demiştir ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz bize Kur'ân'dan sûre öğrettiği gibi, Teşehhüd'ü de öğretti. Resûlüllah şöyle buyurdu:

"et-tahıyyatü el-mubarekâtü es-salavatü et-tayyibatü es-selamü aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetü'llahi ve berekâtühü, es-selâmü aleyna ve ala ibadîllahi's-salihîne, eşhedü ella îlahe illallah ve eşhedü enne muhammeden resûlül­lah."[330]

Tirmizi bu hadisi sahihlemiş ve içinde geçen "es-Selâm" kelime­sini "selâmün" şeklinde elif-lâmsız rivayet etmiştir. İbn Mâce de bunu Müslim gibi rivayet etmiş, ancak "Resûlüllah" yerine, "abdühü ve resulühü" lafızlarını zikretmiştir. İmam Şafiî ile İmam Ahmed b. Hanbel de "es-Selâm" lafzını nekre, yani elif-lâmsız ve sonunda "eşhüdü" lâfzını zikretmeyip sadece "ve enne Muhammed'en.." şek­linde rivayet etmişlerdir. Nesâi de Müslim gibi rivayet etmiş, sadece "es-selâm" yerine "selâm" lafzını koymuştur.

Hz. Ömer'den (r.a.) yapılan rivayette, demiştir ki:

"Namaz ancak teşehhütle yeterli olur."[331]

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- Namazın son oturuşunda Teşehhüt okumak vaciptir.

Bu, İmam Ebû Hanîfe'ye göredir. İmam Şafiî'ye göre, farzdır.

2- Namazın birinci oturuşunda Teşehhüt okumak sünnettir. Mâlikîlere göre, her iki oturuşta da Teşehhüt sünnettir.

3- Üç ayrı Teşehhüt şekli rivayet edilmiştir. En sahih, İbn Mes'ûd'un ki kabul edilmiştir. Bununla beraber gerek İbn Abbas'tan, gerekse Hz. Ömer'den (Allah ikisinden de razı olsun) rivayet edilen şekilleri okumakta bir sakınca yoktur.

 

Teşehütte Şehadet Parmağıyla İşarette Bulunmak

 

Namaz bütünüyle zikir, dua, niyaz ve teslimiyettir. O bakımdan teşehhüt için oturulduğunda kalbimiz Allah'ın varlığını tasdik, dili­miz ikrar, parmağımız tanıklık edip işarette bulunur. Ancak bunun­la ilgili rivayetler üzerinde durup istidlal ve ihticacda bulunan ilim adamlarının tesbitleri farklı, ictihatları değişik olmuştur.

İlgili hadîsler:

Vâil b. Hücr (r.a.)’den yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimizin namazını vasfederken bellediklerini söyledikten sonra şöyle dedi:

"Peygamber (a.s.) oturdu, sol ayağını yere yayıp sol eli­nin içini sol uyluğu ile dizi üzerine koydu; sağ dirseğinin ucunu sağ uyluğunun üzerine koyduktan sonra parmaklarından ikisini kapa­dı, baş parmağıyla orta parmağını halka şeklinde tuttu ve sonra da şehadet parmağını kaldırdı. Onu hareket ettirip onunla dua ettiğini gördüm."[332]

İbn Ömer (r.a.)’dan yapılan rivayette demiştir ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz namazda oturduğu zaman iki elini iki dizi üzerine koyar, sağ elinin baş parmaktan sonraki parma­ğını kaldırıp onunla duâ ederdi. Sol elini de açık bir vaziyette sol dizi üzerine koyardı."

Diğer bir lafızla şöyle rivayet etmiştir:

"Resûlüllah (a.s.) Efend,miz namazda oturunca, sağ elinin içini sağ dizi üzerine koyar ve bütün parmaklarını yumar, sadece baş parmağından sonraki parma­ğıyla işarette bulunurdu. Sol elinin içini sol dizi üzerine koyardı."[333]

Hadîslerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Namazda teşehhüde oturulduğunda ellerin içini dizlerin üzerine koymak sünnettir.

2- Serçe parmakla bitişiğindeki parmağı kapayıp orta par­makla baş parmağı halka yapmak ve şehadet parmağıyla işarette bulunmak müstehabdır. Tabi bu sağ ele mahsustur.

3- Namazda teşehhüde oturulduğunda sağ elin bütün parmak­larını kapayıp sadece şehadet parmağıyla işarette bulunmak müs­tehabdır.

4- Şehadet parmağıyla işarette bulunmak, "illallah" lafzı söy­lenirken gerçekleştirilir. Böylece Allah'ın varlığını ve birliğini isbatta söz, fiil ve itikat birleşmiş olur.

Mezhep imamlarının görüş, tesbit ve istidlalleri:

a) Hanefi mezhebine göre:

Teşehhütte "eşhedü ellâ ilahe illallah" denildiğinde parmakla işa­rette bulunma hususunda meşayihin farklı görüşleri olmuştur: Bir kısmı, işarette bulunmak müstehab değildir, çünkü elin içini açık bir vaziyette diz üzerine koymak sünnettir. Parmakların kapanıp işaret parmağının hareket ettirilmesi bu sünnete muhalif düşer. Bir ikisini ise, işaret parmağı kaldırılarak hareket ettirilir. Nitekim İmam Muhammed Kitabü'l-Müsebbihe'de, Peygamberin (a.s.) parmağıyla işarette bulunduğunu rivayet ederek Peygamber (a.s.) Efendimizin yaptığı gibi yapmanın müstehab olduğunu söylemiştir. Ebû Hanife'nin de kavli bu doğrultudadır.

Ancak teşehhütte parmakla işarette bulunmanın keyfiyeti hak­kında iki ayrı tesbit söz konusudur: Medine halkı parmaklan ka­payıp 53 rakamını ifade eder bir şekil üzerinde durmuştur, yani ser­çe parmakla bitişiğindeki parmak kapatılır, orta parmakla baş par­mak halka edilir ve şehadet parmağıyla işaret yapılır. el-Fakıh Ebû Cafer el-Hendevânî de bu şekli uygun görmüştür.[334]

Bununla beraber hanefi fukahası, elleri açık bir vaziyette dizler üzerine koymanın daha uygun olacağı üzerinde durmuşlardır. O ba­kımdan bu mezhebe bağlı olanların çoğu teşehhütte hem parmak­larını kapamazlar, hem de işarette bulunmazlar.

b) Şafiî mezhebine göre:

Teşehhütte sağ elinin serçe ve bitişiğindeki parmakları kapa­mak, onlarla birlikte orta parmağı da kapayıp müsebbiha (şehâdet parmağı) serbest bırakılır ve "illallah" lafzı söylenirken yukarıya kaldırılır, başka hareket ettirilmez. En zahir kavle göre, baş parmak da orta parmakla birlikte halka edilip kapatılır ve el, 53 rakamını ifade edenin şekline sokulur.[335]

c) Hanbeli mezhebine göre:

Namazda teşehhüde oturulduğunda sol eli açık vaziyette, sağ eli de hadiste belirtilen 53 rakamının ifade eder şekilde diz üzerine koymak müstehabdır. Hanbeliler bu konuda yukarıda naklettiğimiz iki hadîsi delil seçip istidlalde bulunmuşlardır. Şafii mezhebinde ol­duğu gibi, şehadet parmağını sadece kaldırmakla yetinir, başka bir hareket ettirmez.[336]

Teşehhütte her iki eli de açık bir vaziyette dizler üzerine koy­makta bir sakınca olmadığı gibi, sağ eli 53 rakamını ifade eder şek­le sokup koymak daha uygun olur. Medine halkının ameli de hep böyle olmuştur.

Konuyla ilgili diğer rivayetler, yorumlar ve tahliller:

951 nolu Vâil b. Hücr hadisini aynı zamanda İbn Huzayme ve Beyhakî de tahrîc etmişlerdir. Ancak hadîste Vâil, "Peygamber (a.s.) Efendimizin şehadet parmağını kaldırdığını, hareket ettirdiğini gördüm" demiştir ki, bu konuyla ilgili diğer hadîslere uymamaktadır. Nitekim Ahmed b. Hanbel, Ebû Dâvud, Nesâî ve İbn Hibban'ın İbn Zübeyr'den (r.a.) rivayet ettikleri hadiste, adı geçen şöyle demiştir: "Peygamber (a.s.) sebbabe (şehadet) parmağıyla işaret ediyor, ha­reket ettirmiyordu ve gözleri işaret sınırını aşmıyordu."

Müslim ise, İbn Zübeyr'in hadîsinin sadece "Sebbabe (şehadet) parmağıyla işaret ediyor.." bölümünü nakletmiştir.

O  halde Vâil hadîsinde "hareket ettirdiğini gördüm" sözünden maksat, işaret için kaldırmak olabilir. Çünkü parmağı kaldırmak, onu hareket ettirmek demektir.

952 nolu İbn Ömer hadisini Taberâni şu lâfızla tahrîc etmiştir:

"Peygamber (a.s.) namazda teşehhüt için oturduğu zaman elini sağ dizi üzerine koyar, sonra şehadet parmağını kaldırır, diğer parmak­larını yumardı."

Teşehhütte sağ elin şehadet parmağını kaldırma ve diğer par­makları kapama konusuna Ebu Cafer et-Tahavî, Zeylaî ve İbn Da­kik el-Iydi gibi, ahkâm hadîslerini nakleden ilim adamları yer vermemişlerdir. Ancak Şevkanî Neylü’l-Evtar'da konuya geniş yer ayır­mış ve birçok rivayetleri nakletmiştir.

Aynı zamanda Mâliki mezhebinde mutemed fıkıh kitaplarından el-müdevvenetü'1-Kübra'da da bununla ilgili herhangi bir açıklama yapılmamıştır. Abdurrahman el-Cezîrî ise, Kitabu'l-Fıkhı Alâ'l-Mezahıbi'l-Arbaa adlı eserinin birinci cilt "Teşehhüdü’l-Ahîr" başlığı al­tında kısmen bilgi vermiştir.

 

Çıkarılan Hükumler:

 

1- Namazda teşehhüde oturulduğunda et-Tahiyyat'ın şehadet bölümüne gelindiği zaman, yani "eşhedü ella ilahe illallah" denildi­ğinde sağ elin şehadet parmağını kaldırmak müstehabdır. Şafiî mezhebine göre, sünnettir. Hanefiler de bunun istihbab olup olmadığın­da farklı görüşler ortaya koymuşlardır.

2- Parmağı sadece kaldırmakla yetinmek, başkaca hareket ettirmemek müstehabdır.

 

Teşehhüden Sonra Peygambere (a.s.) Salat Getirmek

 

Allah'ı bize tanıtan, kulluğumuzu öğreten, bizimle Allah ara­sındaki engeleri kaldıran, insan ruhunun ancak ibâdetle arınabile­ceğini ve yeterli gıda alabileceğini beyân eden Resûlüllah (a.s.): Efendimizi salât ü selâmla anmamız Müslüman olarak terbiyemiz, nezaketimiz ve kadir bilirliğimizin gereğidir. O bakımdan namazda teşehhüde oturduğumuzda, Onun talim ettiği şekilde ibâdetimizi ta­mamlarken kendisini salât ü selâm ile yadetmemiz sünnet sayılmış­tır.                        

İlgili hadisler:

Ebû Mes'ud (r.a.)’den yapılan rivayette demiştir ki:

"Sa'd b. Ubade'nin (r.a.) meclisinde bulunduğumuz bir sırada Resûlüllah (a.s.) Efendimiz çıkageldi. Beşir bin Sa'd (r.a.), Pey­gamberimize dedi ki:

"Allah bize sana salât getirmemizle emretti; sana nasıl (han­gi lâfızlarla) salât getirelim?"

Bunun üzerine Resûlüllah (a.s.) Efendimiz sustu, o kadar ki, keşke Beşîr O'ndan sormasaydı diye temenni ettik. Sonra Resûlüllah (a.s.) şöyle buyurdu:

"Deyin ki: Allahümme Salli Alâ Muhammed'în Ve Alâ Âlî Mu­hammed'in Kema Salleyte Alâ İbrahim'e Ve Barik Alâ Muhammed'în Ve Alâ Âli Muhammed'in Kema Barekte Alâ Âli İbrahim'e, İnneke Hamîdün Mecîd. Selâm vermeyi daha önce öğrenmiş bulunuyorsunuz."[337]

Kâb b. Ucre (r.a.)’den yapılan rivayette demiştir ki:

"Bizler, Ey Allah'ın Peygamberi! dedik, sana nasıl selâm verilir, onu bize öğret veya tanıt. Şöyle buyurdu:

"Deyin ki: Allahümme Sallî Alâ Muhammed'in Ve Alâ Âlî Muhammed'în Kema Sallayte Alâ Âli Îbrahîm'e İnneke Hamîdün Mecîd. Al­lahümme Bârik Alâ Muhammed'in Ve Alâ Âli Muhammedin Kema Barekte Alâ Âli Îbrahîm'e İnneke Hamîdün Mecîd"[338]

Ancak Tirmizî bunu rivayette, her iki yerde de ayrıca İbrahim ismini kullanmış, âli'ni zikretmemiştir.

Fezale bin Ubeyd (r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Peygamber (a.s.) Efendimiz, bir adamın namazda dua edip Peygamber'e (a.s.) ve âline salât getirmediğini işitti. Bunun üzerine şöyle buyurdu:

"Bu adam acele etti."

Sonra da onu çağırıp ona ve­ya başka birine dedi ki:

"Sizden biri namaz kıldığı zaman, önce Al­lah'a hamd sena ile başlasın, sonra Peygamber'e (a.s.) ve âline sa­lât getirsin, ondan sonra da dilediği kadar dua etsin."

Aynı hadîsi Tirmizî rivayet edip sahîhlemiştir:

Hadîslerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Namazın sonunda teşehhütten sonra Peygamber (a.s.) Efendimiz ile âline salât-ü selâm getirmek, yani hadîste belirtilen elfazı söylemek sünnettir.

2- Namazın birinci oturuşunda da aynı şeyin söylenmesinin müstehab olduğu anlaşılıyorsa da müctehit imamların farklı görüş­leri söz konusudur.

3- Duada müstehab olan tertip şöyledir: Önce Allah'a ham ve sena edilir; sonra Peygamber (a.s.) Efendimiz'e salât-ü selâm ge­tirilir; sonra da meşru sınırlar içinde duâ edenin arzusu doğrultusun­da dilek ve hacetler arzedilir.

Hadîslerin ışığında müctehit imamların istidlal, ihticac ve icti­hatları:

a) Hanefî mezhebine göre:

Namazda birinci oturuşta sadece İbn Mes'ud (r.a.)’den rivayet edilen teşehhüt okunur, başkaca ne bir duâ, ne de salâvat söylenir. Nitekim et-Tahavî bu konuda şöyle demiştir:

"Kim bundan fazla bir şey okur veya söylerse, gerçekten o, icmaa muhalefet etmiş sa­yılır." Şüphesiz ki, Ebû Cafer et-Tahavî selefin mezhebini en iyi bi­lenlerden biridir.[339]

O halde birinci oturuşta teşehhütten sonra unutarak Allahümme Salli Ala Muhammed'in derse, îmanı Ebû Yusuf ile İmam Muhamnıed'e göre, yanılma secdesi gerekmez. Hasan b. Ziyat ise el-Amâlî'sinde İmam Ebû Hanîfe'den yaptığı rivayette, yanılma secde­sinin gerektiğini belirtmiştir.[340]

Namazda ikinci oturuşta ise, teşehhütten sonra, kişi kendi hace­tini ifade eder, ancak bunlar insan sözüne benzer ölçüde olmamalı­dır. et-Tahavî ise, teşehhütten hemen sonra Peygamber (a.s.) Efendimiz'e salât-ü selâm getirilir ve sonra hacetini dile getirip birtakım dileklerde bulunur, demiştir. Bu arada kendisi, ana-babası ve bütün mü'minler için istiğfarda bulunur. Sahih plan da budur. Nitekim Resûlüllah (a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

"Sizden biri namaz kıldığı zaman önce Allah'a hamd ve sena ile başlasın, sonra bana sa­lât-ü selâm versin, sonra duâ etsin ve Peygambere (a.s.) salât getir­sin."

İşte ümmet için maruf olanı budur.[341]

b) Şafii mezhebine göre:

İkinci veya son oturuşta Peygamber'e (a.s.) salât-ü selâm getir­mek farzdır. Mezhebin en zahir kavline göre, birinci oturuşta Pey­gambere salât getirmek sünnettir. Birinci oturuşta Peygamberin Âli­ne salât getirilmez, sahîh olan budur. İkinci oturuşta getirmek sün­nettir.

Peygamber'e (a.s.) salâtın en kısa şekli şöyledir: Allahümme Sallî Alâ Muhammed'în Ve Âlihi.. Fazla olarak İnneke Hamidün Mecîd'e kadar uzatmak ise, son oturuşta sünnettir. Salâttan sonra duâ etmek de sünnettir, ancak me'sür olanını seçip söy­lemek af daldır.

Salât ve me'sur duaları söylemekten âciz olanlar kendi dillerine çevrilmiş olanını söyleyebilirler.[342]

İmam Şafiî de şöyle demiştir:

"Peygambere (a.s.) salât getir­menin en uygun farz olduğu yer namazda teşehhütten sonra olanı­dır. Ayrıca İmam Şafiî teşehhütten sonra, yani ikinci oturuşta söy­lenecek salât elfazını, Kâb b. Ucre ile Ebû Hüreyre'den (Allah ikisin­den de razı olsun) rivayet edilenin daha uygun olduğunu söylemiş­tir.[343]

c) Hanbelî mezhebine göre:

İmam Ahmed b. Hanbel'e göre, teşehhütten sonra -son oturuş­ta- Peygambere (a.s.) salât getirmek vâcib değil, sünnettir. Nitekim el-Mervezî diyor ki:

"Bir adam, İmam Ahmed'e dedi ki: Efendim, İbn Râhuye diyor ki:

"Eğer bir adam teşehhütte Peygambere (a.s.) salât getirmeyi terkederse, namazı bâtıl olur, siz ne buyurursunuz? İmam ona şu cevabı verdi: Ben böyle demeye cesaret edemem.."[344]

d) Mâliki mezhebine göre:

Birinci oturuşta teşehhütten sonra sadece Peygambere (a.s.) salât getirmek, ikinci oturuşta yine teşehhütten sonra hem Peygam­bere (a.s.), hem onun âline salât getirmek sünnettir.[345]

Konuyla ilgili diğer rivayetler, yorumlar ve tahliller:

Ihkâmü’l-Ahkâm sahibi İbn Dakiyk el-Iyd, Kâb b. Ucre (r.a.) hadîsini açıklarken şöyle diyor: Buhari bunu birden fazla yerde muhtelif lafızlarla tahric etmiştir. Ayrıca Müslim, Ebû Dâvud, Nesâî, Tirmizi ve İbn Mâce de aynı hadîsi tahrîc edenler arasında bulu­nuyorlar. Bu bapta bir çok, sahih değişik ibareler varit olmuştur.

İmam Nevevî el-Mühezzeb Şerhi'nde diyor ki:

"Salâtla ilgili va­rit olan sahih hadislerdeki lâfızları toplayıp şöyle demek daha uygun olur: Allahümme Salli Ala Muhammed'îni'n-Nebîyyi'l-Ümmiyyî Ve Alâ Âli Muhammed'în Ve Ezvacihi Ve Zühriyyetîhi Kema Sallayte Alâ İbrahim'e Ve Alâ Âli İbrahim'e Fi'l-Âlemîne İnnneke Hamîdun Mecîd.

el-Irakî ise, bu hususta diğer sahih hadîslerle varit olan bazı lâ­fızlar daha kaldı ki onlar beş tanedir, hepsini şöyle demek suretiyle biraraya toplamış oluruz: Allahümme Salli Alâ Muhammed'în Abdike Ve Resûlîke'n-Nebiyyî'l-Ümmîyyi Ve Alâ Âlî Muhammed'in Ve Ezvacihi Ümmehâti'l-Mü'minîne Ve Zürriyetihi Ve Ehli Beytihî Kema Sallayte Alâ İbra­him'e Ve Alâ Âlî İbrahim'e İnneke Hamîdün Mecîd."[346]

el-Münteka Şehr'inde diyor ki:

"Hadîste Resûlüllah'ın (a.s.) "deyin.." emri, namazda salât getirmenin vücubuna delâlet et­mektedir ki bu teşehhütten sonra söylenir. Nitekim Hz. Ömer, oğlu Abdullah, İbn Mes'ud ve Câbir b. Zeyd de aynı görüştedirler. Allah hepsinden razı olsun. İmam Şa'bî, Muhammed b. Kâb el-Kurezî, Ebu Cafer el-Bakır, el-Hâdî, el-Kasım, Şafiî, Ahmed b. Hanbel, İshak da bu görüştedirler."[347] Ancak az yukarıda da açıkladığımız gibi, İbn Kudâme el-Muğnî'de İmam Ahmed'in görüşünü belirtirken, teşeh­hütten sonra salât getirmenin sünnet olduğuna kail bulunduğunu söylemiştir. el-Münteka sahibi ise, onun hilâfına bir tesbitte bulun­muştur. Kanatimce, İbn Kudâme'nin tesbiti daha sıhhatlidir.

Nitekim Cumhur da teşehhütten sonra salât getirmenin vâcib olmadığını belirtmiştir ki İmam Mâlik, İmam Ebû Hanîfe ve arka­daşları, İmam Sevri, İmam Evzaî ve arkadaşları cumhurun bir ka­nadını oluşturmaktadırlar. Taberi ile Tahavî de önce gelen ilim adam­larıyla, sonra gelenler de salâtın adem-i vücubuna kail olmuşlardır, demişlerdir.[348]

Aynı konuyu Sıddîk Hasan Han, Bülûğü'l-Meram şerhinde ele alıp üzerinde durmuş ve teşehhütten sonra salât getirmenin vâcib olup olamadığıyla ilgili görüşleri naklederek araştırıcılara malzeme, vermiştir. Ayrıca Peygamberin âline salât getirmenin gereği üzerin­de durmuştur ki, ileride o konuyu ayrıca işleyeceğimizden burada üzerinde durmak istemedik.[349]

Zeylai ise İbn Mes'ud hadîsini tahlil ederek diyor ki: Hadîsin son kısmında "böyle dediğiniz" veya "böyle söylediğiniz zaman..." cümlesi üzerinde durulmuş, Peygambere (a.s.) ait olup olmadığı hakkında farklı görüşler izhar edilmiştir. Eğer Peygambere ait ol­duğu sıhhat kazanırsa, o takdirde teşehhütte Peygambere salât ge­tirmenin vacib olmadığı ortaya çıkar.[350]

956 nolu Ebû Mes'ud hadîsiyle istidlal edenler ise, teşehhütten sonra Peygambere (a.s.) salât getirmenin vâcib olduğunu söylemiş­lerdir. Nitekim Hakim bunu el-Müstedrek'te tahrîc edip, Müslim'in şartı üzerine sahihtir, demiştir. Dârekutnî de kendi sünen'inde riva­yet etmiştir.

Vücubuna kail olanların ikinci delili şu hadîstir:

Abdülmuheymin b. Abbas b. Sehl b. Sa'd es-Sâidi'den, o da ba­basından, o da dedesinden, o da Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'den ri­vayet etmiştir ki, Efendimiz (a.s.) şöyle buyurmuştur:

"Abdesti ol­mayanın namazı caiz değildir. Allah'ın ismini anmayanın abdesti caiz değildir. Peygambere (a.s.) salât getirmeyenin namazı caiz de­ğildir. Ansarı sevmeyenin namazı namaz değildir."[351]

İbn Mâce'nin tahrîc ettiği bu hadîs üzerinde hayli durulmuş, Hakim el-Müs­tedrek'te nakledip Buharî ve Müslim'in Abdülmuhaymin'den tahrîc yapmadıklarına dikkatleri çekmiştir. Dârekutnî kendi Sünen'inde rivayet ettikten sonra, "Abdülmuhaymin kaviy değildir" demiştir. İbn Hibban ise, onunla ihticac olunmaz, diyerek zayıf olduğunu belirtmiştir. Taberâni bunun bir benzeri hadisi Ubey b. Abbas b. Sehl b. Sa'd'den, o da babasından, o da dedesinden merfuan rivayet et­miştir ki, bu durumda Abdülmuhaymin'in hadîsi sevaba daha müşa­bih görülmüştür. Bununla beraber ilim adamlarından bir topluluk Ubey b. Abbas üzerinde hayli şeyler söylemişlerdir ki İmam Ahmed onlardan biridir. Nesâî ile İbn Maîn de onun zayıf olduğuna kail ol­muşlardır. Nitekim Zehebî bu zat hakkında şöyle yazmıştır: "İbn Maîn onun zayıf olduğunu, Ahmed b. Hanbel münker olduğunu, Nesâî ve Dolabi onun kaviy olmadığını söylemişlerdir."[352]

Zeylai'nin işaret ettiği Abdülmühaymin hakkında ise Zehebi şu sözleri yazmıştır:

"Buharî, onun münkerü'l-hadîs olduğunu, Nesâî onun sika olmadığını Dârekutni onun kaviy olmadığını söylemişler­dir."[353]

Namazda Resûlüllah'a (a.s.) salât getirme hakkında bir diğer hadîsi Dârekutnî Câbir ec-Cu'fî'den, o da Ebû Cafer'den, o da Ebû Mes'ud el-Ansarî'den rivayet etmiştir ki, adı geçen, Peygamber (a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğunu haber vermiştir:

"Kim bir namaz kılar da onda bana salât getirmezse ve ehl-i beytime de salât getir­mezse, o namaz ondan kabul olunmaz."

Dârekutnî bu hadîsi rivayet ettikten sonra râvi Cabir ec-Cu'fî'nin zayıf olduğunu belirtmiştir. Bu hadîs bazan mevkuf, bazan da merfu' rivayet edildiğine ve adı geçen râvinin de zayıf olduğuna gö­re, ihticaca uygun görülmemiştir. Zeylai'nin tesbitine göre, adı ge­çen râvinin sika olmadığı anlaşılmıştır.[354]

Bu konuda bir diğer hadîsi Beyhaki, Yahya b. es-Sebbak'dan, o da Beni Hâris'ten bir adamdan, o da İbn Mes'ud (r.a.)’den rivayet etmiştir. Reslüllah (a.s.) şöyle buyurmuştur:

"Sizde biri namazda teşehhüt okuduğu zaman şöyle desin: Allahümme Salli Ala Muhammed'in Ve Alâ Âli Muhammedin Ve Bârik Alâ Muhammedin Ve Alâ Âlî Muhammed'in Verham Muhammed'den Ve Âla Muhammedin, Kema Sallayte Ve Barekte Ve Terhamte Alâ Îbrahîm'e Ve Alâ Âli İbrahim'e İnneke Hamîdun Mecîd."

Hâkim bunu Müstedrek'te riyâyet  etmiş ve "isnadı sahih ve mühmeldir" demiştir. Bu hadisin senedinde meçhul bir râvi vardır; o bakımdan ihticaca uygun görülmemiştir. Nitekim müctehit imamlar bununla istidlal etmemişlerdir.[355]

956 nolu Ebû Mes'ud hadîsini aynı zamanda İbn Huzayme, İbn Hibban ve Dârekutnî tahric etmişler, Hakim ile Beyhakî onu sahîhlemişlerdir. Ancak birkaç tarikten rivayet edilen bu hadîsin metni bazı farklarla ve ilâvelerle nakledilmiştir. Meselâ, Muhammed is­minden sonra en-Nebî el-Ümmî kelimeleri ve Alâ Âli Îbrahîm'den sonra Fi'l-Alemîn kelimesi eklenmiş halde rivayetler mevcuttur. Az yukarıda da kısmen bu hususa temas etmiştik.

957 nolu Kâb b. Ucre hadîsinden Peygambere (a.s.) salâtın Te­şehhütten sonra meşru olduğuna delâlet vardır.

958 nolu Fedale b. Ubeyd hadîsi ise, namazda teşehhütten sonra Peygambere (a.s.) salâtı, duadan önce getirmenin meşru olduğu­na delâlet etmektedir.

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- Namazda birinci oturuştan sonra sadece teşehhüt okunur, ardından salât getirilmez ve duâ yapılmaz. Bu, Hanefîlere göredir.

2- Namazda birinci oturuşta teşehhütten sonra sadece Pey­gambere (a.s.) salât getirmek sünnettir. Bu, Şâfiilere göredir.

3- Namazda ikinci oturuşta teşehhütten sonra Peygambere (a.s.) salât getirmek, sünnet veya vaciptir. Bu, Hanefîlere göredir.

4- Namazda teşehhütten sonra son oturuşta salât getirmek farzdır. Bu, Şâfiilere göredir.

5- Her iki oturuşta da Peygambere salât getirmek sünnettir, ancak ikinci, oturuşta onun âline de salât getirmek sünnettir veya müstehabdır. Bu, İmam Mâlik'e göredir.

6- Birinci ve ikinci oturuşta teşehhütten hemen sonra, ikinci oturuşta yine teşehhütten hemen sonra ve duadan önce salât getir­mek meşrudur.

7- İkinci oturuşta teşehhütten ve salâttan sonra duâ yapmak meşrudur.

 

Teşehhütten Sonra Peygember’in (a.s.) Âl Ve Ezvacına Da Salat Getirmek

 

Bu konuda varit olan rivayetlerin bir kısmını Peygamber'e (a.s.) salât bahsinde nakletmiştik. Burada önemine binaen daha çok hadîsi nakletmek suretiyle müstehap veya sünnet olduğunu belirtmek istiyoruz.

Âl, kelimesi Arapçadır. Bir bölük asker, kişinin etba'ı, çoluk-çocuğu ve ev halkı gibi mânalara gelir. Terim olarak çok Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in eş ve çocukları, ev halkı, kendisine dosdoğru uyan arkadaşları gibi mânalara delâlet eder. Bunu daha geniş kapsamlı tefsir edenler de olmuştur.

Ebu Humayd es-Sâidi (r.a.)’den yapılan rivayette, onlar şöyle demişlerdir:

"Ya Resûlelllah! sana nasıl salât getirelim?" O da şöyle buyurmuştur:

"Deyin ki: Allahümme Sallî Alâ Muhammed'in Ve Alâ Ezvacihi Ve Zürrîyetîhi Kema Salleyte Alâ Âli İbrahim'e Ve Barik Alâ Muhammedin Ve Ezvaci­hi Ve Zürriyetihi Kema Barekte Alâ Âlî İbrahim'e, İnneke Hamîdün Mecîd."[356]

Ebu Hüreyre (r.a.)’den yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğunu haber vermiştir:

"Kim tastamam ölçekle ölçmeği sevip arzu ederse, bize ehl-i bey­te salât getireceği zaman şöyle desin: Allahümme Sallî Alâ Muhammed'înî'n-Nebiyyî Ve Ezvacîhi Ümme-Hatî'l-Mü'minîne Ve Zürrîyetihi Ve Ehli Beytıhi, Kema Salleyte Ala Âlî İbrahim'e İnneke Hamîdün Mecid."[357]

Hadîslerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Namazda teşehhütten sonra önce Peygamber'e (a.s.), son­ra da O'nun zevcelerine, zürriyetine salât getirmek sünnettir.

2- Peygamber'e (a.s.) ve ehl-i beytine dalâttan sonra İbrahim Peygamberi ve âlini de zikretmek sünnettir.

3- Namazda Peygamber'in (a.s.) ehl-i beytine salât getirmek sünnettir.

Hadîslerin ışığında müctehit imamların istidlal ve ihticacları:

a) Hanefî mezhebine göre:

Namazda ikinci oturuşta teşehhütten sonra Peygamber (a.s.) Efendimiz'e ve O'nun Âline salât getirmek sünnettir. Zira hanefîlere göre, Âl tabiri, hem Peygamberin (a.s.) zevcelerini, hem zürriyetini, hem kendisine uyan arkadaşlarını kapsamaktadır. Nitekim İmam Muhammed'den salât'ın keyfiyeti sorulduğunda şöyle tarif etmiştir: Allahümme Salli Alâ Muhammedin Ve Alâ Âli Muham­medin Kema Sallayte Alâ İbrahim'e Ve Alâ Âlî İbrahîm'e Ve Barik Alâ Muhammedin Ve Alâ Âlî Muhammed'în Kema Barekte Alâ İbrahim'e Ve Alâ Âlî İbrahim'e Înneke Hamîdün Mecîd..[358]

b) Şafiî mezhebine göre:

Daha önce de belirttiğimiz gibi, namazda birinci oturuşta Pey­gamber'e (a.s.) salât getirmek sünnettir. Âline ise, sünnet değildir. İkinci oturuşta ise, Peygamber'e (a.s.) salât getirmek farz, âline ge­tirmek ise, sünnettir. Mezhebin en zahir kavli budur. O bakımdan sahih diye belirlenmiştir.[359]

c) Hanbelî mezhebine göre:

Teşehhütten sonra hem Peygamber'e (a.s.), hem âline salât ge­tirmek sünnettir. İmam Ahmed'den yapılan bir rivayette ise, vacip­tir. Birinci tesbit daha sahihtir.[360]

d)  Mâliki mezhebine göre :

Birinci oturuşta teşehhütten sonra Peygamber'e (a.s.) salât ge­tirmek sünnettir. İkinci oturuşta hem Peygamber'e, hem âline salât getirmek sünnettir.[361]                                                             

Konuyla ilgili diğer rivayetler, yorumlar ve tahliller:

Ebû Humayd hadîsiyle ihticac edenlerden bir grup ilim adamı, hadiste geçen Âl'dan maksat, Peygamber (a.s.) Efendimizin zevce­leri ve zürriyetidir. Bunlar aynı zamanda şu âyeti delil olarak göstermişlerdir:

"Ey Ehl-i beyt! Allah elbette sizden her türlü çirkinli­ği gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister."[362]

Çünkü hitap o gün için Ehl-i beyt'e yapılmıştır ki, bu tabir Pey­gamberin (a.s.) eşlerini, evlâdını ve torunlarını kapsamaktaydı.

Diğer bazı ilim adamlarına göre, Âl'dan maksat, kendilerine ze­kât verilmesi haram olan Hâşim oğullandır. İmam Yahya da aynı görüştedir.[363] Bunlar Zeyd b. Erkam'ın (r.a.) şu yorum ve tefsîriyle de istidlal etmişlerdir:

"Peygamberin (a.s.) Âl’i, Hz. Ali'nin, Hz. Cafer'in, Hz. Akiyl'in ve Hz. Abbas'ın ev halkıdır." Şüphesiz ki, Ashab-ı Kiram, Peygamberin (a.s.) bu gibi konularda maksat ve muradmı daha bilirlerdi.

Diğer bazı ilim adamlarına göre, Âl'dan maksat, Hâşim oğulla­rıyla, Abdülmuttalib oğullarıdır. Nitekim İmam Şafiî de aynı görüştedir. Bazısına göre ise, Hz. Fatıma, Hz. Ali ve Hasan ile Hüseyin'dir. Ehl-i beyt'in cumhuru bu görüştedir.[364]

Bunlar şu hadîsle istidlal etmişlerdir:

"Allahım! şüphesiz ki bunlar (Fâtıma, Ali, Hasan ve Hüseyin -Allah hepsinden razı- olsun) ehl-i beytimdir."[365]

Peygamber (a.s.) Efendimizin Ehl-i beyti, bunlarla sınırladığı söylenemez. Çünkü diğer bazı hadîslerde bunun kapsamını hayli geniş tuttuğu bilinmektedir.

Kimi de Âl'dan maksat, ümmetin tamamıdır, demişlerdir. Nite­kim İmam Nevevî, Müslim Şerhinde bu yorumun daha zahir olduğu­nu belirtmiştir. Tahkik ehlinden el-Ezheri ve diğerleri bu görüşü ih­tiyar etmişlerdir.

Ehl-i salibin âli denilince, sadece onların etba'ı kasdedilir. Nite­kim Kur'ân'da Fir'avn'ın âlinden söz edilirken şöyle buyurulmuştur:

"Kıyametin kopuşu meydana gelince Fir'avn'ın âlini (yandaş ve etbaını) azâbın en şiddetlisine sokun!"[366]

Peygamber (a.s.) Efen­dimiz de bu manayla şöyle buyurmuştur:

"Muhammed'in âli, takva sahibi olan herkestir."[367]

Ebu Hüreyre hadîsini tahrîc eden Ebû Dâvud ve Münzirî, hadîs hakkında susup bir şey dememişlerdir. Ebu Cafer tarikiyle rivayet edilmiş ve bu zat üzerinde farklı görüş ve tesbitler ortaya konulmuş­tur. Nesâî ise, Müsned-i Ali'de Amr b. Âsim tarikiyle Hibban b. Yesar'dan rivayet etmiştir ki Hibban da Abdurrahman b. Talha'dan, o da Ebu Cafer'den, o da Muhammed b. Hanefiye'den o da babasından ve o da Peygamber (a.s.)'dan rivayet etmiştir. Sonuç olarak ilim adamları hem Ebû Cafer, hem de Hibban b. Yesar üzerinde durmuş­lardır. Zehebî, Ebû Cafer'in meçhul olduğunu kaydetmiştir.[368] Yine Zehebi Hibban b. Yesar üzerinde durmuş ve biri Hibban b. Züheyr, diğer Hibban b. Yesar diye iki hibban birbirine karıştırılmış ve o bakımdan onların rivâyetiyle ihticac yapılamıyacağına dikkat­leri çekmiştir.[369]

Buna rağmen hadîs ile istidlal edenler, zevcat-i tahiratın ve zürriyetinin Âl'dan olduğunu söylemişlerdir.

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- Namazda teşehhütten sonra Peygamber (a.s.) Efendi­mize salât getirmek farzdır veya sünnettir.

2- Birinci oturuşta salât getirmek, Şâfiîlere, Hanbelî ve Mâlikîlere göre sünnettir. Hanefilere göre, sünnet değildir.

3- İkinci oturuşta teşehhütten sonra salât getirmek farzdır. Bu Şâfiîlere göredir. Âline ise, sünnettir.

4- İkinci oturuşta hem Peygamber'e (a.s.) hem âline salât getirmek sünnettir. Bu, Hanefîlere, Mâlikîlere ve Hanbelîlere göre­dir. İmam Şafiî'ye göre, Peygamber'e (a.s.) salât getirmek farz, âline getirmek sünnettir.

5- Âl tabiri hem ezvacı, hem zürriyeti, hem erbaı içine  al­maktadır.

 

Namazın Sonunda Yapılacak Dualar

 

Namaz bizatihi tesbîh, dua ve niyazdan ibarettir. O bakımdan onun her bölümünde bu üçünün yeri ve anlamı söz konusudur. Bu konuda birçok rivayetler vardır. Biz müctehit imamların seçip üze­rinde durduklarını nakletmekle yetinmek istiyoruz. Çünkü onların ciddi araştırma ve incelemesi, bize yetecek kadar malzeme vermek­tedir.

Ebu Hüreyre (r.a.)’den yapılan rivâyette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu haber vermiştir:

"Sizden biri son teşehhütten fariğ olunca, şu dört şeyden Allah'a sığınsın: Cehennem azabından, kabir azabından, hayat ve ölümün fitnesinden, Mesih Deccal'ın şerrinden.."[370]

Hz. Aişe (r.a.)’dan yapılan rivayette, demiştir ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz namazda şöyle dua ederdi:

"Allahım! kabir azabın­dan sana sığınırım.. Mesih Deccal’in fitnesinden sana sığınırım.. Ha­yat ve ölümün fitnesinden sana sığınırım. Allahım! borçtan ve gü­nahtan da sana sığınırım.."[371]

Ebu Bekir Sıddîk (r.a.)’den yapılan rivayette, adı geçen, Resû­lüllah (a.s.) Efendimize şöyle dediğini haber vermiştir:

"Bana, namazımda yapacağım bir dua öğret." Peygamber (a.s.) şöyle buyurmuştur:

"De ki: Allahım! Şüphesiz ki ben kendime çokça haksızlık ettim ve günahları da ancak sen bağışlarsın; beni kendi katından bağışlayan ve çok merhamet edensin."[372]                                       

Uhey b. Ka'ka' (r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir ki:       

"Bir adam, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz namaz kılarken şöyle hafif şekilde ona bakmış ve şöyle dua ettiğini farketmiştir:

"Allahım! günahımı bana bağışla, evimi bana genişlet ve bana rızık olarak verdiğini benim için mübarek eyle."[373]

Şeddad b. Evs (r.a.)’den yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimizin namazda şöyle dediğini haber vermiştir:

"Allahım! Şüphesiz ki işimde sebat etmemi, doğruyu arayıp bulmamda azimli olmayı senden dilerim. Nimetine şükretmedi, sana güzel ibâdette bu­lunmayı isterim. Senden selîm bir kalb, doğru bir dil dilerim. Senin bildiğin hayrı senden isterim. Senin bildiğin serden sana sığınırım ve senin bildiğin (günah ve kusurlarımdan dolayı), sana istiğfar eder (bağışlanmamı) dilerim."[374]

Ebu Hüreyre (r.a.)’den yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimizin secdede iken şöyle dediğini haber vermiştir:

"Allahım! benim küçük, büyük, önceki ve sonraki, açık ve gizli olan bütün günahlarımı bağışla.."[375]

Ammar b. Yâsir (r.a.)’dan, adı geçen namaz kıldı, onu hayli kısa ve hafif tuttu. O yüzden (onun böyle yapmasını) inkâr ettiler (beğenmediler). Bunun üzerine o, onlara:

"Ben rükû ve secdeleri tamamlamadım mı?" diye sordu. Onlar da,

"Evet" dediler. Ammar şöyle dedi:

"Doğrusu ben kıldığım bu namazımda, Resûlüllah'ın (a.s.) yaptığı duayı okudum:[376]

"Allahım! gaybe olan ilminle, halk üzerindeki kudretinle, haya­tın benim için hayırlı olduğunu bildiğin sürece beni hayatta tut; vefat benim için hayırlı olduğu zaman ruhumu al. Senden (halkın) hazır bulunduğunda da, hazır bulunmadığında da saygı ile korkmamı; gazap ve rıza hallerinde hak sözü söylememi; fakirlik ve zenginlik illerinden ifrat ve tefritten uzak dengeli bulunmamı; Senin vechine nazar kılma lezzetini, Sana ulaşıp kavuşma heves ve heyecanını istiyorum. Zarar veren sıkıntıdan, sapıttıran fitneden sana sığınırım. Allahım! bizi imân zînetiyle süsle, bizi doğru yolu bulmuş yol gösteriler eyle."

Muâz b. Cebel (r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Peygamber (a.s.) Efendimiz benimle karşılaştı ve şöyle buyurdu:

"Her namazda söylemen için sana birtakım kelimeler tavsiye diyorum: Allahım! Sana zikretmek ve şükretmek üzere bana yar­dım et, güzel ibâdette bulunmanı için inayette bulun."[377]

Hz. Aişe (r.a.)’dan yapılan rivayette, o, Peygamber (a.s.) Efendimizi döşeğinde bulamamış ve eliyle (etrafa) dokunup ararken eli Peygamber'e dokunmuş ki, o sırada Peyagmber (a.s.) secdede bulunuyormuş ve şöyle duâ ediyormuş:

"Rabbım, nefsime takvasını ve zekâsını ver. Sen nefsi tezkiye edenlerin hayırlısı ve onun velîsi ve mevlâsısın."[378]

Buradaki zekâdan maksat, nefs temizliği ve arınmışlığıdır.

İbn Abbas (r.a.)’dan yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz namazında veya secdesinde şöyle duâ ediyordu:

"Allahım! kalbimde bir nur, kulağımda bir nur, gözümde bir nur, sağımda bir nur, solumda bir nur, önümde bir nur, arkamda bir nur altımda bir nur lûtfedip kıl."

Veya "beni nur eyle" demiştir.[379]

Hadislerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Namazda son teşehhütte duâ okumak meşru'dür.

2- Namazda son oturuşta et-Tahiyyatı okuyup salât getirdik­ten sonra rivayet edilen dualardan birini veya birkaçını okumak sünnettir.

3- Namazda secdede duâ etmek merşû'dür.

Hadislerin ışığında mezhep imamlarının görüş, tesbit, istidlal ve ihticacları:                                                  

a) Hanefî mezhebine göre:

Son oturuşta teşehhütten sonra duâ eder, hacetin dile getirip is­tekte bulunur. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Namazdan boş kaldın mı hemen duâ et" buyurmuştur.[380]

Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, İbn Mes'ud'a (r.a.) "Bunu yaptı­ğında veya dediğinde, namazın cidden tamam olmuştur." buyurmuş­tur ki, bu namazda teşehhütten sonra duayla ilgilidir. Ne var ki, in­sanların sözlerine benzer şekilde duâ etmemesi daha uygundur, tâ ki namazdan çıkıncaya kadar sünnet üzere bulunmuş olsun.

İnsanların sözünü Hanefî imamları şöyle tefsir etmişlerdir: Baş­kasından istenmesi muhal olmayan şeylerdir. Meselâ bana şu malı ver, beni şu kadınla evlendir. İnsanların sözlerine benzemiyeni ise, başkasından istenmesi muhal olan şeylerdir. Meselâ Allahım beni bağışla..

Tahavî kendi Muhtasar'ında, duânın, Peygamber'e (a.s.) salât getirdikten sonra yapılacağını belirtmiştir. Salâttan sonra hacetini dile getirir, kendisi ve ana-babası, bir de bütün mü'minler için istiğ­far eder. Sahih olan tesbit de budur. [381]                                   

Böylece namazda teşehhüt ve salâttan sonra duâ yapmak müstehabdır.

b) Şâfi' mezhebine göre:

Namazda son oturuşta teşehhüt ve salâttan sonra din ve dün­ya ile ilgili duâ etmek, istekte bulunmak sünnettir. Nitekim Müs­lim'in rivayet ettiği hadiste şöyle buyurulmuştur:

"Sizden biriniz namazda oturduğu zaman, et-Tahiyyat'ı sonuna kadar okusun, son­ra da istediği duayı yapsın."

Buharî'de ise, şöyle rivayet edilmiştir:

"Sonra da hoşuna giden duayı seçip okusun."

Birinci teşehhütten sonra ise, dua okumak sünnet değildir.

Şafiîlere göre, sözü edilen yerde yapılacak me'sür duaların efdalı şudur:

"Allahım, önden gönderdiğim, geriye bıraktığım, gizle­diğim, açıkladığım, israf ettiğim ve Senin benimle ilgili bildiğin (gü­nah ve kusurlarımdan) dolayı beni bağışla. Sen her şeyden öndesin, sen her şeyden sonrasın (her şeyin önünde ve sonundasın). Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Ancak sen varsın.."[382]       

Ama imamlık yapan kişinin, namazın son oturuşunda teşehhüt­ten ve salâttan başka bir duâ yapmaması sünnettir. Ancak bunlara ilâve edip duâ yaparsa bir zararı yoktur. Ama uzatması mekruhtur, ancak mü'minlerin rızası olduğu takdirde uzatması mekruh değildir.[383]

c) Hanbelî mezhebine göre:

Namazda teşehhütten sonra şu dört şeyden Allah'a sığınılması müstehabdır: Cehennem azabından Allah'a sığınırım Kabir azabın­dan Allah'a sığınırım.. Mesih Deccal'in fitnesinden Allah'a sığınırım.. Dirilerin ve ölülerin fitnesinden sana sığınırım.. Nitekim Ebu Hüreyre'nin (r.a.) yaptığı rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz duâ edip bu dört şeyden Allah'a sığınmıştır.

Teşehhütte haberlerde varit olan dualarla duâ etmekte bir sa­kınca yoktur. Özet olarak, hadîslerde varit olduğu şekilde duâ etmek caizdir. el-Esrem diyor ki:

"Âhmed b. Hanbel'e,

"Şunlar diyorlar ki, farz namazlarda ancak Kur'ân'da geçen dualar yapılabilir." Bu hu­susta ne dersiniz? diye sordum. Öfkeli bir tavırla elini silkip,

"Kim bunu tesbit edip üzerinde duruyor? Oysa Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'den rivayet edilen hadisler onların söylediklerinin hilâfına teva­tür etmiştir."

Namazda insan sözüne benzer şekilde dünya levazımatı ve şehevatıyla ilgili şeyler istemek caiz değildir. Meselâ, Allahım, bana gü­zel bir cariye nasip eyle.. Bana genişçe bir ev ver.. Nefis bir yemek rızık eyle gibi..[384]

d) Mâliki mezhebine göre:

Namaz kılan adamın, farz namazlarda gerek ayakta, gerek oturduğunda, gerekse secdede dünya ve âhiretle ilgili hacetlerini dile ge­tirip duâ etmesinde bir sakınca yoktur. Ancak rükû'da duâ yapmak mekruhtur.

İmam Mâlik bu konuda Urve b. Zübeyir'den (r.a.) şöyle dediği­ni rivayet etmiştir:

"Doğrusu ben tuz da dahil olmak üzere bütün ihtiyaçlarını için namazda Allah'a duâ ederim."[385]

Böylece İmam Mâlik'e göre, ayakta (kunut duası), otururken ve secdede bulunurken dünya ve âhiret havaiciyle ilgili istek ve dua­larda bulunmak meşru'dur. Bunun mendup olduğu söylenebilir.

Secdede iken duâ etmenin meşruiyetine gelince, diğer üç mezhep imamları bunda bir beis olmadığını söylemişlerdir. Ancak bu cevaz imamla ilgili değildir. Çünkü onun namazı -cemaatin muvafakati olmaksızın- uzatması mekruhtur.

Ayakta duâ yapmanın meşruiyetine gelince, bu, sabah namazın­da ikinci rekâtte rükû'dan kalkıldığında ayakta iken okunan kunut duâsıdır. Bir de vitir namazının üçüncü rekâtinde fatiha ve zamm-ı sûre okunduktan sonra okunan kunut duâsıdır. Şafiîlere göre, sabah namazının ikinci rekâtinde rükû'dan kalkıldığında ayakta kunut duası okumak vâcibdir, ki buna ebâd-i salât denilir. Ayrıca Rama­zanın son yarısında vitir namazında da okumak onlara göre, ebâd-i salât olan sünnetlerden biridir ki, vâcib derecesindedir, terkinden dolayı yanılma secdesi gerekir. Diğer musibet ve felâket günlerinde namazda okunan kunut duası, ebâd-i salâttan değildir.[386]

Konuyla ilgili diğer rivayetler, yorumlar ve tahliller:

988 nolu Ebu Hüreyre hadisi, istiâze ve duanın teşehhütten son­ra okunacağını belirlemektedir. O bakımdan teşehhütten evvel is­tiâze ve duâ etmek meşru sayılmamıştır.

989 nolu Hz. Âişe hadîsinde ise, istiâze mutlak şekilde ifade edil­mişse de, Ebu Hüreyre (r.a.) hadîsinin sıhhati dikkate alınarak ona hamledilir ve böylece mutlak mukayyede bağlanmış olur. Diğer dua­lar ise, istiâzeden sonra edilir.

Ker iki hadiste "hayat ve ölümün fitnesi" tabirleri kullanılmış­tır. İbn Dakiyk el-Iyd diyor ki:

"Hayat fitnesinden maksat, insana hayatı boyunca arız olan dünyalık, şehvet ve cehaletle ilgili fitnelerdir ve bunun en fenası, ölüm anındaki son demdir. (Çünkü insan ya­şadığı hal üzerine ölür, öldüğü hal üzerine kalkar). Ölüm fitnesinden maksat, ölüm anındaki fitne olabilir; ölüme izafe edilmesi o hale yakın olduğuna nisbetledir."[387]

Diğer bir yorumcuya göre, hayat fitnesinden maksat, bir belâ ile karşı karşıya gelip sabrın elden gitmesidir. Ölüm fitnesinden maksat, kabirdeki sualdir kî meleklerin suali karşısında kişinin şaşkınlaşmasıyla yorumlanabilir.[388]

Deccal'ın Mesih veya Messîh diye vasıflanmasına gelince: Ebu Dâvud kendi Sünen'inde, "Deccal hakkında kullanıldığında şeddeli okunur, İsa Peygamber (a.s.) hakkında kullanılınca, şeddesiz okunur" demiştir. Ferberî ise, Halef b. Âmir'den naklederek şöyle de­miştir:

"m-s-y-h maddesi ister şeddeyle, ister şeddesiz okunsun aynı anlama gelir. Hem Deccal, hem de İsa Peygamber (a.s.) hakkında kullanılır, arada kelime kipi olarak bir fark yoktur."

el-Cevherî kendi Sıhah'ında diyor ki:

"Sözü edilen sıfatı şeddeşiz okuyan kimse, bununla o kimsenin yeryüzünü gezip dolaştığını; şeddeli okuyan ise, onun gözlerinin memsuh olduğunu ifade etmiş olur."[389]

990 nolu Ebu Bekir Sıddîk (r.a.) hadisi, Resûlüllah'ın (a.s.) tav­siye buyurduğu duanın namazda meşru' olduğuna delâlet etmekte­dir. Ancak namazın neresinde okunabileceği tasrîh edilmemiştir. O bakımdan İbn Dakiyk el-Iyd diyor ki:

"Bunun iki yerden birinde ya­pılmasının meşru olduğu umulur: Birincisi, secdede; ikincisi, Teşehhütte... Çünkü Resûlüllah (a.s.) bu iki yerde duâ yapılmasını (zaman zaman) emretmiştir. Nitekim Resûlüllah (a.s.), "secdede ise, duâ etmekte cehd ü gayret gösterin!" buyurmuştur."[390]

İmam Buharî ise, bu duanın yerine işarette bulunmuş ve Selâm'dan önce dua babında bunu belirtmiştir.

991 nolu Ubeyd b. el-Ka'ka'ın durumu pek bilinmiyor, onu Humeyd b. Ka'ka' diye adlandıranlar da var. Ondan bu hadîsi rivayet eden Ebu Mes'ud el-Cerîrî de marufu'1-hal değildir, yani durumu pek bilinmemektedir diyor. Zehebî bu iki isim üzerinde de durmamıştır. İbn Hacer, Ebu Musa hadîsi başta olmak üzere onun birtakım şevahidi söz konusudur. Ebu Mes'ud el-Cerîri ise, Saîd b. lyas'tır ve bu zatın ,sika (güvenilir)   olduğu tesbit edilmiştir, diyerek hadîsin öıh-hatına kail olmuştur.                                                                      

Hadîs, bir yer belirlemeksizin mezkûr duânın namazda yapılma­sının meşruiyetine delâlet etmektedir.

992 nolu Şeddad b. Evs  (r.a.)  hadîsine gelince, isnadında yer alan ricalin hepsi sika (güvenilir) dir. Nesâî bu hadisi namaz bah­sinde değil, Fi'1-yevmi ve'1-Leyle bölümünde zikretmiştir.

Bu duanın da belli bir yer gösterilmeksizin namazda yapılması tavsiye edilmiştir. Ancak diğer hadîslerle biraraya getirildiğinde, te­şehhütten sonra veya secde de yapılmasının uygun olacağı neticesi ortaya çıkar.

993 nolu Ebu Hüreyre (r.a.) hadîsiyle, Peygamberlere günah nisbet etmenin cevazını istidlal edenler olmuşsa da, konu ihtilaflıdır. Zira Peygamberler (salâtü selâm hepsine olsun) küçük ve büyük günahlardan korunmuşlardır. Resûlüllah  (a.s.) Efendimizin güna­hı kendine nisbet etmesi, ümmetine talîm maksadına yönelik bir ifadedir.

994 nolu Ammar b. Yasir (r.a.) hadîsinin isnadında yer alan ri­calin hepsi sika (güvenilir) dir.

Ammar'ın (r.a.) namazı kısa ve hafif tutması, diğer sahabenin itirazına sebep olmuştur. Bundan, onun namazı sünnete uygun şe­kilde kılmadığı anlaşılıyorsa da, Ammar gibi, Peygamber terbiyesin­de ve meclisinde yetişen bir sahabinin sünnete muhalefeti düşünü­lemez. Rükû ve secdeleri tamam yapmadım mı? sözü bunu doğrulamaktadır. Ancak bazı yorumcular onun bu sözünden şu neticeyi çıkarmışlardır: Rükû ve secdeleri tam olarak yerine getirmişse de diğer rükünleri tam olarak yerine getirmemiş ve o yüzden itiraz va­ki olmuştur. Bütün bu yorumlar birer ihtimalden öteye geçmemektedir. Allah daha iyisini bilir.

Biz şunu da ilâve edelim ki, Resûlüllah'ın (a.s.) namazını tarif eden ashabdan bir kısmı, "evceze" tabirini kullanmışlardır. Bu, na­mazı noksan bıraktı demek değil, kısa ve hafif tuttu, demektir. Am­mar hakkında da aynı tabir kullanıldığına bakılırsa, ashabın itirazı, onun namazı çok acele kılmasıyla ilgili olsa gerek.

995 nolu Muâz b. Cebel hadîsi üzerinde durulmuşsa da, İbn Ha­cer, senedinin kaviy olduğunu söylemiştir. Ayrıca farz ve nafile her namazda sözü edilen duanın yapılmasının meşru olduğu anlaşılıyor. Bazı rivayetlerde ise, sözü edilen duayla ilgili rivayette, "her namazda" değil de, "her namazın arkasında" cümlesi yer almıştır. Ni­tekim Ebu Dâvud, bu ikinci cümleyi rivayet etmiştir. Ne var ki, her namazın arkası tabirinden iki yer hatıra gelebilir: Birincisi, teşeh­hüt ve salâttan sonra; ikincisi, selâm verdikten sonra..

996 nolu Hz. Aişe (r.a.) hadisini az değişik lâfızlarla Müslim, Ebû Dâvud, Nesâî ve İbn Mâce de tahrîc etmişlerdir. Bunların tesbit ve zaptı şöyledir:

"Bir gece Resûlüllah (a.s.) Efendimizi kaybet­tim; secde yerini elimle dokunduğumda onu secde halinde buldum, iki ayağı (parmakları kıbleye müteveccih idi; şöyle duâ ediyordu: Senin gazabından, rızana sığınırım; Senin vereceğin cezadan affına iltica ederim.. Senden yine sana sığınırım. Seni övmekten âcizinı, sen kendini övdüğün gibisin."

İmam Ahmed'hı rivayet ettiği değişik lâfızlara gelince, o bu ha­dîsin az farklı rivayetlerinden biridir. Aynı zamanda olayın bir defa değil, birkaç defa cereyan etmiş olduğu intibaını da verir.

997 nolu İbn Abbas (r.a.) hadîsini, Müslim kendi Sahîh'inde hem uzun, hem kısa şekilleriyle rivayet etmiştir. İki rivayet arasın­da elfaz farkı da söz konusudur. Her iki rivayet de Resûlüllah'ın (a.s.) yaptığı o duanın gece namazında olduğunu gösteriyor.

Hadîste "namazında veya secdesinde" diye bir şek ortaya ko­nulmuştur, bu râviden vâki olan şektir. Başka bir rivayet ise, namaz ile kayıtlanmaksızın mezkûr duayı yaptığını ifade etmektedir. Nur­dan maksat, hakkın beyânı, ziyası ve hidayetidir.

Böylece Hz. Aişe'den farklı lâfızlarla yapılan iki rivayetten, Resû­lüllah (a.s.) Efendimiz'in secdede duâ ettiği anlaşılıyor. Nitekim Beyhakî, el-Marife'de bunu kuvvetlendirir mahiyette şu hadîsi riva­yet etmiştir:

"Kulun Rabbına en yakın olduğu hal, secdede bulun­duğu haldır. O halde siz secdede duayı çoğaltın, duanızın kabul olun­ması (o halde) uygun ve lâyıktır."

et-Tahavî ise, secdede duâ ile ilgili hadîslerin, Akabe b. Âmir hadîsiyle neshedildiğini iddia etmiştir. Akabe hadîsinde deniliyor ki: Fesebbîh İsme Rabbike'l-Azim âyeti inince, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz "bunu rükûunuza alıp orada söyleyiniz", buyurdu. Sebbih Îsme Rabbike'l-A'lâ âyeti inince, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, "bunu da secdenize alıp orada söyleyiniz", buyurdu.

Zeylaî bu rivayetleri biraraya getirdikten sonra şöyle bir tahlil­de bulunuyor:

"et-Tahavî, bu âyetin Peygamber'e (a.s.) secdede yaptığı duadan sonra inmiş olabilir, diye ilâve etmiştir. Oysa bu söz çok soğuk ve donuktur. Çünkü İbn Abbas (r.a.)’dan rivayet edilen hadisin, Resûlüllah'ın (a.s.) vefatına yakın pazartesi günü söyle­diğini bizzat İbn Abbas kaydetmiş ve şöyle demiştir: Peygamber (a.s.) hasta idi, mescide çıkamamıştı, insanlar Ebu Bekir Sıddîk'in arkasında durup saf bağlamışlardı. İşte o gün Resûlüllah'ın (a.s.) vefat ettiği gün idi."

Nitekim Buharî'nin tahrîc ettiği ve Teheccüt bahsinde yer ver­diği Hz. Enes (r.a.) hadîsi de bunun böyle olduğuna delâlet etmek­tedir. Ayrıca Berâ' b. Âzib'in (r.a.) rivayet ettiği hadîs de bu mana­yı kuvvetlendirmektedir.[391]

Fethü'l-allâm'da namazda teşehhütten sonra salât ve duâ okun­masıyla ilgili hadisler nakledilerek kısa açıklamalarda bulunulmuş, secdede duâ edilip edilmiyeceği hakkındaki rivayetlere yer verilme­miştir. Neylü’l-evtâr'da ise, ilgili birçok hadîsler nakledilerek konu­ya ağırlık kazandırılmış ve geniş tahliller yapılmıştır.

 

Çıkarılan Hükümler

 

1- Namazda ikinci oturuştan sonra Peygamber (a.s.) Efendimiz'e salât getirip duâ etmek mûstehabdır. Bu, Hanefîlere göredir. Şâfiîlere göre, kuvvetli sünnettir. Ancak imamlık yapan kimsenin, namazı uzatması, teşehhütten sonra uzun duâ yapması doğru değil­dir.

2- Teşehhütten sonra hadîste belirtilen dört şeyden Allah'a sı­ğınmak mûstehabdır. Bu, Hanbelîlere göredir.

3- Namazda gerek ayakta, gerek otururken teşehhütten son­ra, gerekse secdede dünya ve âhiret hacetleriyle ilgili isteklerde bu­lunup duâ etmekte bir sakınca yoktur. Bu, Mâlikîlere göredir. Rükû'dan ise duâ yapmak mekruhtur.

4- Yalnız başına namaz kılan kimsenin secdede Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'den rivayet edilen dualardan bir kısmını okumasında bir sakınca yoktur. Bu, diğer üç mezhep imamlarına göredir.

 

Namazdan Selam İle Çıkmak

 

Müminin miracı sayılan namaza Allahü Ekber denilerek başla­nır ve sonunda selâm verilerek çıkılır. Ancak nasıl Tekbir getirilip namaza başlanır konusu işlenirken, bunun şekli üzerinde durul­duğu gibi, namazdan selâm verilerek çıkılır denilirken nasıl selâm verilir ve nasıl bir hareket gösterilir, huhusunu da açıklamamıza ih­tiyaç vardır. Zira İslâm Dini, ibâdeti âdetten ayırmış, ibâdete bir resmiyet kazandırarak bizi kendi halimize ve arzumuza bırakma­mıştır. Bir olan Allah'a, aynı kıbleye yönelip aynı inanç, duygu ve dü­şüncelerle ibâdet ederken, ibâdeti aynı ölçüler içinde yapmamız ge­rekir. Şüphesiz ki, Resûlüllah (a.s.) Efendimizin nasıl ibâdet ettiği, nasıl namaz kıldığı, nasıl abdest aldığı ve ibâdetlerinde neler oku­duğu, nasıl bir resmiyet ortaya koyduğu en ince taraflarına kadar tesbit edilip bize kadar rivayet yoluyla aktarılmıştır. Yeter ki, o ri­vayetleri sıhhatli şekilde tesbit edip müctehit imamların istidlal, ihticac ve ictihatlarını bilmiş olalım; işte o zaman bir karışıklık, bir zorluk söz konusu olmuyor ve ibâdeti en doğru şekliyle manasıyla yapma imkânları elde ediliyor..

Konuyla ilgili hadisler:

İbn Mes'ûd (r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Peygam­ber (a.s.) Efendimiz sağına ve soluna selâm verir, Es-Selamü Aleyküm Ve Rahmetüllahi, Es-Selâmü Aleyküm Ve Rahmetüllahî der, o kadar ki (arkasında duranlarca) yanağının be­yazlığı görülürdü."[392]

Âmir b. Sa'd'den, o da babasından rivayet etmiştir. Babası şöyle haber vermiştir:

"Ben Resûlüllah (a.s.) Efendimizi (namaz kılarken) gördüm, yanağının beyazlığı gözükecek şekilde sağına ve solu­na selâm veriyordu."[393]

Câbir b. Semure (r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Biz­ler Resûlüllah (a.s.) Efendimizle beraber namaz kıldığımız zaman (namazdan çıkarken) (sağımıza ve solumuza Es-Selamü Aley­küm Ve Rahmetullah, Es-Selamü Aleyküm Ve Rahmetullah diyorduk." (Râvi bunları anlatırken eliyle iki yanına işa­ret ediyordu). Bunun üzerine Resûlüllah (a.s.) Efendimiz: "Neden ellerinizle işarette bulunuyorsunuz da sanki elleriniz serkeş huysuz atın kuyruğuna benziyor. Sizin için yeterli olanı şudur: Elini uyluğu üzerine bırakır, sağındaki ve solundaki kardeşine selâm verir."[394]

Diğer bir rivayette ise şöyle nakledilmiştir:

"Biz, Resûlüllah (a.s.) Efendimizin arkasında namaz kılıyorduk. Buyurdu ki:

"Şunlara ne oluyor ki elleriyle selâm veriyorlar, elleri huysuz serkeş atların kuyruklarına benziyor. Size elini uyluğunun üzerine koymak yeter ve sonra da Es-Selamu Aleyküm, Es-Selamu Aleyküm der."[395]

Semüre b. Cündeb (r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, imamlarımıza selâm vermemizi ve birbirimize selâm vermemizi bize emretti."[396]

Ebû Davud'un tesbit ettiği rivayette ise, şöyle denilmiştir:

"İmam'ın selâmını cevaplayıp çevirmemizi, birbirimizi sevmemizi ve birbirinize selâm vermemizi bize emretti."

Ebu Hüreyre (r.a.)’den yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğunu haber vermiştir:

"Selâm lâfzını uzatmamak, çekmemek sünnettir."[397]

Hadîslerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Namazın sonunda önce sağa, sonra sola selâm vermek meş­ru'dür.

2- Selâm verildiğinde, arkada duran kimsenin selâm verenin yanağını görecek şekilde başı sağ ve sol omuza doğru çevirmek sün­nettir.

3- Namazın sonunda selâm verirken Es-Selamü Aleyküm Ve Rahmetullah demek sünnettir.

4- Selâm verirken el işaretinde bulunmak mekruhtur.

5- Selâm verirken de elleri dizler üzerine konulmuş bir halde bulundurmak sünnettir.

6- Namazın sonunda selâm vermek için Es-Selamü Aleyküm demek kâfidir.

7- Namazın sonunda selâm verirken imamı kasdetmek müstehabdır.

8- Yine cemaat halinde namaz kılınırken müslümanlar sağ ve sol taraflarına selâm verdiklerinde bununla birbirlerini kasdetmeleri müstehabdır.

9- Selâm lâfzını çekip uzatmadan, yani med yapmadan teleffuz etmek sünnettir.

Hadîslerin ışığında mezhep imamlarının istidlal, ihticac ve ictihatları:

a) Hanefî mezhebine göre:

Namazın sonunda selâm vermek ve "selâm" lâfzını kullanmak vâcibdir.[398]                                                                              

Namazdan "selâm" lafzıyla çıkmak farz değildir.[399] Sağ ve sol tarafa selâm verilirken selâm lâfzını kullanarak "es-Selâmu aleyküm ve rahmetullah" demek ve yanaklar görülecek şekilde başı sağ ve sol omuzlara doğru çevirmek, sağa selâm verince sağındaki me­lekleri ve insanları kasdetmek, sola selâm verirken yine sol tarafta­ki melekleri ve insanları kasdetmek sünnettir. İmamın bulunduğu cihette bulunanlar selâm verirken aynı zamanda imamı da kasdederler.

Yalnız başına namaz kılan kimsenin ise, selâm verirken sadece Hafeze denilen melekleri kasdetmesi yeter.                                   

Peygamber (a.s.) Efendimiz, "Namazın tahlili, çözülüp sona er­mesi, teslimdir." buyurduğu için selâm lafzıyla namazdan çıkmak vâcib oluyor.[400]

Selâmda önce sağa, sonra sola selâm vermek sünnettir. O bakım­dan İmam Ebu Hanîfe'ye göre, önce sola selâm veren kimse, sağına selâm verir ve soluna verdiği selâmı iade etmez. Ancak böyle yap­mak mekruhtur. Bunun gibi önce ön cephesine, sonra da sol tarafı­na selâm veren de, birinci selâmı iade etmez.[401]

Selâm verirken başı iyice sağ ve sol tarafa çevirip arka safta duranların onun yanağını görecek şekilde olması da sünnettir. Hanefiler bu konuda İbn Mes'ud (r.a.) hadisiyle istidlal etmişlerdir.

Selâmı aşikâr söylemek de sünnettir.[402]

b) Şafiî mezhebine göre:

Namazın on ikinci farzı, selâm vermektir. Nitekim Sahîh-i Müs­lim'de, "Namazın tahrîmi tekbirdir, tahlili ise selâmdır" buyurulmuştur. Selâm'm en kısa şekli "es-Selâmü aleyküm" dır. Bunun ak­si de olabilir, yani "Aleykümü's-Selâm" da demek kâfidir. Ancak bu ikinci şekilde selâm vermek mekruhtur. En kâmil şekli ise, "es-Selâ­mu aleyküm ve rahmetullah" dır. Selâm bir defa sağa, bir defa da sola verilir ve tekrar edilmez. Sağ yanağı görülecek şekilde iltifatta bulunur ve verdiği selâmla iltifat ettiği cihetteki melekleri, mü'min olan insanları ve cinleri kasdeder. Bu da sünnettir. Ayrıca cemaat halinde kılınan namazlarda, imam ve cemaatten kendisine selâm verenleri de kasdeder. Şafiîler bu meselede Semüre b, Cündeb (r.a.) hadisiyle istidlal etmişlerdir.[403]

c) Hanbeli mezhebine göre:

Namazın sonunda, namazdan çıkmayı irâde ederken sağ tarafına ve sol tarafına iltifat ederek Es-Selamü Aleyküm Ve Rahmetullah der. Bu şekil selâm vermek vâcibdir, başka bir lâfız bunun yerine geçmez. İmam Mâlik ile İmam Şafii'nin de görüşü budur. İmam Ebû Hanife'ye göre, namazdan çıkmak için "selâm" lâfzı taayün edilmiyebilir, herhangi bir amelle namazdan çıkılabilir. Ancak selâm vermek suretiyle çıkmak vâcibdir diğer bir rivayete göre, sünnettir.

Hanbeliler bu konuda şu hadîsle istidlal etmişlerdir:

"Namazın anahtarı abdesttir; tahrîmi tekbirdir; tahlili ise, teslimdir."[404]

Hem Resûlüllah (a.s.) Efendimiz her namazında sağa ve sola selâm vermiş ve buna devam etmiş ve: "Benim nasıl namaz kıldığımı görü­yorsanız öylece namaz kılın!" diye emretmiştir.[405]

Birinci defa sağ tarafa selâm vermek vâcib, sol tarafa vermek se sünnettir. Diğer bir rivayette sol tarafa da selâm vermek vâcibdir. Daha sahîh olanı da budur. Hanbeliler bu meselede Cabir b. Semüre (r.a.) hadisiyle istidlal etmişlerdir.[406]

Selâmda sünnet olan lafız, Es-Selamü Aleyküm Ve Rahmettullah'dır. Zira Peygamber (a.s.) böyle selâm vermiştir. Han­beliler bu meselede, İbn Mes'ud ile Câbir b. Semüre (Allah ikisinden de razı olsun) hadîsleriyle istidlal etmişlerdir. Bununla beraber, sadece "Es-Selamü Aleyküm" demek de kâfi gelir.[407]

Belirtilen şekli tersine çevirip "Aleykümü's-Selam" demek yeterli olmaz. İmam Şafiî'ye göre yeterli olur.

İbn Kudame namazın sonunda selâm verme konusu üzerinde hayli rivayet toplayarak buna geniş yer ayırmıştır. Arzu edenlere el-Muğnî kitabını tavsiye ederiz.

d) Mâliki mezhebine göre:

Sahnun diyor ki, imamın nasıl selâm vereceğini İbn Kasım'dan sorduğumda bana şu cevabı verdi:

"Bir defa hafif sağa meylederek ön cihetine verir." Ya yalnız başına namaz kılan kimse nasıl verir? diye sorduğumda, "o da aynı şekilde bir defa verir" dedi.           

İmamın arkasında bulunan kimse, eğer sol cihetinde bir kimse varsa, ona da redd-i selâmda bulunur. Namazda erkek ve kadının selâm verme şekli ve ölçüsü aynıdır.                                           

İmam Mâlik diyor ki:

"Namaz kılan imamın arkasında bulunu­yorsa, sağ tarafına selâm verdikten sonra imama redd-i selâmda bu­lunur. Bunun üzerine İbn Kasım, İmam Mâlik'e sormuş, demiş ki:

"İmama nasıl redd-i selâmda bulunur, Aleyke's-Selâm mı der, yoksa es-Selâmu aleyke mi der?" İmam şöyle karşılık vermiştir:

"Bu ikisi de caizdir, ama benim için daha müstehab olanı, Es-Selamü Aleyküm'dür."

İmam Mâlik bu meselede, bazan Peygamber (a.s.) Efendimiz'in ve sonra da Ebû Bekir, Ömer, ve Ömer b. Abdülaziz'in namazdan çı­karken bir defa selâm verdiklerini dikkate alarak istidlalde bulunmuştur.[408]

Özetliyecek olursak:

Mâliki mezhebine göre, namazdan çıkmak için sağ tarafa selâm vermekle yetinilir. Ancak bu imama ve bir de yalnız başına namaz kılana has bir sünnettir. Cemaatla namaz kılan kimse, hem hafif sağına, hem de soluna selâm verir, böylece sağ ve sol tarafındaki mü'minlerin selâmını karşılayıp cevaplamış olur.

Yine bu mezhebe göre, ön cihete doğru selâm verilir, cümlenin sonuna geldiğinde, yani (mim) harfini teleffuz ederken hafif sağ tarafa iltifat etmesi menduptur.[409]

Diğer rivayetler, tahliller ve yorumlar:

1010 nolu İbn Mes'ud (r.a.) hadîsini aynı zamanda Darekutnî ve İbn Hibban rivayet etmişlerdir. Hadîsin az farklı lâfızları nakle­dilmiştir, aslı ise, Sahîh-i Müslim'dedir. el-Akiylî diyor ki:

"Hadîsin isnadları sahihtir ve İbn Mes'ud hadîsine göre, namazın sonunda iki tarafa selâm vermek sabit olmuştur. O halde bir selâm vermek sahih olmaz."[410]

1011 nolu Âmir b. Sa'd hadîsini Hafız Bezzar, Darekutnî ve İbn Hibban tahrîc etmişlerdir.

Bu babda birçok hadîsler vardır ki hepsi de namazın sonunda biri sağa diğeri sola olmak üzere iki selâm vermeye delâlet etmek­ledirler. Nitekim İbn Mâce'nin Ammar'dan, Darekutnî'nin de Ammar'dan, İbn Ebi Şeybe'nin Berâ' b. Âzib'den Ahmed b. Hanbelin Sehl b. Sa'den, yine İbn Mâce'nin Hz. Hüzeyfe'den ve Adiy b. Umeyre’den rivâyet ettikleri hadîsler bu cümledendir. Yapılan ciddi tesbitlere göre bunların isnadı hasendir. Bunlardan başka birkaç hadîs daha rivayet edilmişse de çoğunun zayıf olduğu görülmüştür.

Nitekim. İbn Münzir'in Ebu Bekir Sıddîk'dan, Ali'den, İbn Mes'ud'dan, Ammar b. Yasir'dan ve Nâfi' b. Abdülharsden (Allah hep­sinden razı olsun) yaptığı rivayette, hepsinin de namazın sonunda iki tarafa selâm verdikleri tesbit edilmiştir. Tabundan Ata b. Ebî Rebah, Alkame, Şa'bi ve Abdurrahman es-Sülemî de ayni görüştedir­ler ve uygulamaları da öyle olmuştur. Müctehitlerden, İmam Mâlik'in dışında olanların da istidlal ve ictihatları bu doğrultudadır. İshak Ebû Sevr de aynı paralel de yer almışlardır. İbn Münzir de aynı gö­rüştedir, Şevkani de aynı şeyi ifade etmiştir.[411]

Namazdan çıkışta sadece bir defa selâm vermenin meşruiyetini söyleyenlere gelince, onlar bu meselede daha çok İbn Ömer, Enes, Seleme b. el-Ekva' (Allah hepsinden razı olsun) uygulamalarını dik­kate almışlardır. Hz. Aişe'nin de (r.a.) aynı paralelde olduğu sabit olmuştur. Tabiînlerden Hasan el-Basri, İbn Sirin ve Ömer b. Abdülaziz'in de görüşü bu doğrultudadır. İmam Evzaî de bu meselede İmam Mâlik'in görüşüne katılmıştır. Ehl-i Beyt'ten ise, Abdullah b. Musa b. Cafer, namazın sonunda öne, sağa ve sola olmak üzere üç selâm verip çıkmak vâcibdir, demiştir.

İki selâmın meşruiyetine kail olanlara göre, her iki tarafa selâm vermek vâcib midir, yoksa sağa selâm vermek vâcib, sola vermek sünnet veya müstehab mıdır? Cumhura göre, ikinci selâm müstehabdır. O bakımdan İbn Münzir diyor ki:

"İlim adamları, namazdan çıkarken bir selâmla yetinmenin caiz olduğuna kail olmuşlardır, bu hususta onların icma'ı vardır."

İmam Nevevî de Müslim'in şerhinde buna yakın bir ifade kul­lanmıştır.

Özetliyecek olursak, namazın sonunda iki veya bir selâm mese­lesi hayli geniş tutulmuş ve ilim adamları birçok rivayetlere yer vermişlerdir. O bakımdan konuyu burada fazla uzatmaya gerek görmüyor, onu bundan sonraki fasılda ilgili hadîsleri de nakletmek suretiyle açıklamak istiyoruz.

1012 nolu Cabir b. Semüre hadîsi, hem sahihtir, hem de namazın sonunda iki tarafa selâm vermenin meşruiyetine açık biçimde delâ­let etmektedir. Ayrıca selâm verirken sadece "Es-Selâmu aleyküm" demekle yetinmenin caiz olduğunu ifade etmektedir.

1014 nolu Semüre b. Cündeb (r.a.) hadîsini aynı zamanda Hâ­kim ve Bezzar tahrîc etmişlerdir. Hafız Bezzar'a göre, isnadı hasen­dir. Ancak el-Hasen'in bu hadîsi Semüre'den işittiği ihtilaflıdır, bu hususta dört görüş ve tesbit ortaya çıkmıştır: Mutlaka ondan işitmiştir. -Mutlaka ondan işitmemiştir- Ondan sadece el-Akiyka hadîsini işitmiştir. - Ondan üç hadîs işitmiştir..

Hadîste "sonra birbirinize selâm verin" emri, namazdaki selâm­la ilgilidir. Nitekim Hafız Bezzar bunu belirterek kesinlik ifade eden bir cümle kullanmıştır. Böylece hadîsin zahirî delâletinden şu husus anlaşılmaktadır: Namazın sonunda sağa ve sola selâm verirken, bununla imam, cemaat birbirini kasdeder, biri diğerine selâm vermeye niyetlenir.

1015 nolu Ebû Hüreyre hadîsini aynı zamanda Hâkim tahrîc et­miş ve "Müslim'in şartı üzere sahihtir" demiştir. Ancak yapılan cid­di tesbitlere göre, isnadında Kurre b. Abdurrahman b. Hivîl bulunu­yor ki, İmam Ahmed'e göre, münkerü'l-hadîstir. Yahya ise, onun için "hadîsi zayıftır" demiştir. Ebu Hâtim'e göre, kaviy değildir. İbn Adiy diyor ki:

"el-Evzaî, Kurre'den onun üstünde hadîs rivayet et­miştir. O bakımdan onun rivayetinde bir beis olmadığını umuyo­rum."[412]

Müslim ise kendi Sahîh'inde onu Amr b. el-Hâris'e makrun olarak zikretmiş; İbn Hibban onu sikat (güvenilirler) arasında anmıştır.[413]

Tirmizî ise, yukarıda naklettiğimiz hadisi sahihlemiş ve mevkuf olmadığını belirtmiştir. Ancak Tirmizî'nin rivayetinde "Hazfü't-teslîm" yerine, "Hazfü's-selam.." denilmiştir.

Nitekim İbrahim en-Nahaî'den yapılan rivayette, onun şöyle de­diği tesbit edilmiştir:

"Tekbir cezmdir, selâm da cezmdir." Bundan maksat, Allahü Ekberu yerine çekmeden ve sonuna hareke koy­madan Allahü Ekber; Es-Selamü Aleykümü yerine yine çek­meden Es-Selamü Aleyküm demektir. İbn Seyyid en-Nas da di­yor ki:

"Selâm'ın uzatılmayacağı hakkında âlimlerin görüş birliği vardır, buna muhalefet edeni bilmiyorum."

Namazın sonunda selâm verirken, Es-Selamü Aleyküm Ve Rahmetullah demek, yani sağa ve sola başı çevirip bu cümleyi söylemek hakkında birçok rivayetler vardır. Darekutnî'nin Fezale b. Fazl'dan yaptığı rivayette, Ammar b. Yâsir (r.a.)’ın şöyle dediği tes­bit edilmiştir:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz sağına selâm verdiği zaman, sağ yanağının beyazlığı görünürdü; sol tarafına selâm ver­diği zaman sol yanağının beyazlığı görünürdü. Selâm vermesi ise şöyle idi: Es-Selamü Aleyküm Ve Rahmetullah.."

Râvî Fezale b. Fazl üzerinde biraz durulmuş, Ebû Hatim onun "sadûk" doğru ve güvenilir olduğunu kaydetmiştir. İbn Mâce kendi Sünen'inde zikretmiştir.[414]

Diğer bir hadîsi de İmam Ahmed kendi Müsned'inde, Taberâni kendi Mu'cem'inde Mülazim b. Amr'den, o da Hevde b. Kays b. Talk'den, o da babasından, o da dedesinden rivâyet etmiştir ki, adı geçen şöyle haber vermiştir:

"Resûlüllah (a.s.) sağına ve soluna selâm verirdi, öyle ki, sağ ve sol yanağının beyazlığı görülürdü." Burada nasıl selâm verdiği, yani hangi lâfızlarla söylediği rivayet edilme­miştir.

Bir başka hadisi Beyhaki el-Ma'rife'de İmam Şafii tarikiyle riva­yet etmiştir ki, Şafiî'ye İbrahim b. Muhammed haber vermiş, o da İshak b. Abdullah'tan o da Abdülvahhap b. Baht'tan, o da Vasile b. el-Eska' (r.a.)’den rivayet etmiştir. Adı geçen şöyle haber vermiştir:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz yanağının beyazlığı görünecek şekilde sağ ve soluna selâm verirdi."                                            

İki tarafa selâm vermekle ilgili bir başka hadisi Ebû Dâvud, Vâil b. Hücür (r.a.)’den rivayet etmiştir. Adı geçen şöyle demiştir:

"Pey­gamber (a.s.) Efendimizle beraber namaz kıldım. O, başını sağına çevirip Es-Selâmü Aleyküm Ve Rahmetullah soluna çevirip Es-Selamü Aleyküm Ve Rahmetü'llah derdi."

İmam Nevevî el-Hülasa'da, bu hadisin isnadının sahih olduğunu kaydetmiştir.

Darekutni ise kendi Sünen'inde Hüreys b. Ebî Matar'dan, o da eş-Şa'bî'den o da Berâ' b. Âzib (r.a.)’den rivayet etmiştir ki, adı ge­çen şöyle demiştir:

"Peygamber (a.s.) Efendimiz, iki selâm verirdi.."

Ancak bu hadîsin râvisi Hüreys hakkında bazı sözler söylenmiş­tir. Buharî onlardan biridir. Ebu Hatim, İbn Main ve Nesâî de Buharî'ye katılmışlardır. Zehebî, onun birçok kimseler tarafından zayıf kabul edildiğini kaydeder ve Nesâî'nin onun hakkında "metrukü'l-hadîs" dediğini nakleder. Buharî, onun kaviy olmadığını belirtmiş­tir.[415]

Tirmizî ve İbn Mâce'nin Züheyr b. Muhammed'den, o da Hişam b. Urve'den, O da Hz. Aişe (r.a.)’dan rivayet ediyor. Adı geçen demiş­tir ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz (namazın sonunda) bir defa yüzünün istikametine selâm verirdi."

Aynı hadîsi Hâkim el-Müstedrek'te rivayet etmiş ve "Şehayn'in şartı üzere.." demiştir. et-Tenkih sahibi diyor ki: 

"Züheyr b. Mu­hammed, her ne kadar sahih ricaldan sayılırsa da onun birçok münker rivayetleri vardır. Bu hadîs de o münkerlerden biridir." Nitekim Ebû Hâtim de, "Bu hadîs münkerdir" demiştir.[416]                     

Bilindiği gibi, münker hadîs, zayıf bir râvinin sika (güvenilir) bir râviye muhalif olarak rivayet edilen hadîstir.

et-Tahavî ise, Züheyr b. Muhammed hakkında şöyle demiştir:

"Bu zat her ne kadar sika (güvenilir) se de, Amr b. Ebî Seleme'nin rivayeti onun zayıf olduğunu ortaya koymaktadır."[417] İbn Maîn de aynı görüştedir.

Nevevi, Hâkim'in bu hadîsi sahihlemesi kabule şayan değildir, zira, namazın sonunda bir tek selâmla yetinmenin hiçbir şekilde sabit olmadığı bilinmektedir, demiştir.[418]

Bir selâmla yetinmekle ilgili bir başka rivayeti İbn Mâce, Abdülmüheymin'den, o da babası Abbas'dan, o da kendi babasından, o da dedesi Sehl b. Sa'd (r.a.)’den yapmıştır. Adı geçen demiştir ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimizin bir tek selâm verdiğini işittim, on­an fazlasını yapmadı."

Darekutnî bu rivayet üzerinde durarak, "Abdülmüheymin kaviy değildir" derken, İbn Hibban, onunla ihticac bâtıldır, diye kaydetmiştir.[419]

Zehebî bu zat üzerinde durarak şunları nakletmiştir:

"Abdülmuhaymın b. Abbas'ın on kadar rivayet ettiği hadis vardır. Buhari, onun münkerü'l-hadîs olduğunu söylemiş; Nesâî, sika olmadığına dikkat çekmiş, Darekutnî ise, onun kaviy olmadığını belirtmiştir."[420]

Bu konuda bir başka rivayeti İbn Mâce, Yahya b. Râşid'den, o da Yezid Mevlâ Seleme'den, o da Seleme b. el-Ekva' (r.a.)’den yap­mıştır. Adı geçen şöyle demiştir:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimizi na­maz kılarken gördüm, bir defa selâm verdi."

Ne var ki, râvi Yahya b. Râşid üzerinde durulmuş, İbn Main, onun kayda değer bir şey olmadığını söylerken, Nesâî onun zayıf ol­duğunu belirtmiştir.[421]

Aynı konuyla ilgili bir hadîsi İbn Adiy el-Kâmil'de, Atâ' b. Ebî Meymune'den, o da Ebu Hafs'dan , o da el-Hasen'den, o da Semüre (r.a.)’den rivayet etmiştir. Adı geçen şöyle demiştir:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz (namazın sonunda) bir tek defa selâm verirdi, o da yüzü istikametine.."

Abdülhak bunu kendi Ahkâm'ında İbn Adiy cihetiyle zikret­miş ve Atâ'ın zayıf olduğunu belirtmiştir.[422] İbn Maîn onun sika olduğunu belirtmişse de Ebû Hatim onun hadîsiyle ihticac edilmez demiştir. Aynı zamanda bu zatın Kaderi mezhebinin baş eleman­larından olduğunu Ebu İshak el-Cevzecânî söylemiştir.[423]

Böylece namazın sonunda Peygamber (a.s.) Efendimiz'in yüzü istikametine bir selâm vermekle yetindiğiyle ilgili rivayetlerin he­men hepsi istidlal ve ihticace elverişli olmadığı, çoğunun zayıf ve metruk olduğu anlaşılmaktadır. O bakımdan iki tarafa belirtilen şekilde ve zikredilen elfaz ile selâm vermenin sahîh olduğu ihticaca uygun görüldüğü kesinlik kazanmış oluyor. O bakımdan müctehit imamların çoğunun istidlal ve ictihatları bu doğrultudadır.

Nitekim Ebu Cafer et-Tahavî bir selâmla yetinmekle ilgili iki rivayete yer verdikten sonra iki tarafa selâm vermekle ilgili yirmi­den fazla rivayeti toplamış ve böylece konuya ağırlık kazandırarak araştırıcılara yeteri kadar malzeme hazırlamıştır. Onları buraya nakletmemiz, -kitabımızın hacmini büyüteceğinden- mümkün olma­mıştır. O, bu rivayetleri topladıktan sonra Mâliki mezhebi dışında üç mezhebin görüşüyle birleşmiştir. [424]

 

Çıkarılan Hükümler

 

1- Namazın sonunda selâm vermek ve "selâm" lafzını kullan­mak vâcibdir.

2- Başı sağa ve sola çevirip selâm vermek sünnettir. Bu, Hanefîlere göredir.

3- Selâm verirken sağdaki ve soldaki melekleri ve mü'minleri kasdetmek müstehabdır.

4- Önce sağa, sonra sola selam vermek sünnettir. Bu da Hanefilere göredir.

5- Selâm verirken başı iyice sağa ve sola, yanaklar görüne­cek şekilde çevirmek sünnettir. Bu Hanefi, Şafîi, ve Hanbeli mezhebi­ne göredir.

6- Namazın sonunda selâm vermek farzdır.

7- Selâm verirken Es-Selamü Aleyküm Ve Rahmetullah demek sünnettir ve selâmın kâmil şeklidir.

8- Sağ tarafa selâm vermek vâcib, sol tarafa vermek sünnet­tir. Bu, Hanefîlerle Hanbelilere göredir.

9- Namazın sonunda sadece ön cihete selâm verip başı ha­fifçe sağa çevirmek kâfidir. Bu, Mâlikîlere göredir.

10- Selâm'ı cezm şeklinde teleffuz edip uzatmamak sünnettir.

 

Namazdan Sonra Zikir Ve Dua

 

Namaz bütünüyle zikir, tesbih, tehlîl ve duâ olmakla beraber, onu kılmaya bizi muvaffak kılan Allah'a ne kadar duâ etsek ve onu ne kadar ansak, ne kadar tesbîh etsek yine azdır. Cenâb-ı Hakk'ın hidâyet nasip ederek bizi huzuruna kabul buyurması ve günde beş vakit bizi buna davet etmesi, iltifatların en güzeli, nimetlerin en büyüklerinden biridir.

Sevbân (r.a.)’den yapılan rivayette demiştir ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz namazdan fariğ olunca üç defa istiğfar eder ve şöyle derdi:

"Allahümme Ente's-Selâm Ve Minke's-Selâm, Tebarekte Ya Ze'l-Celâlî Ve'l-İkrâm."[425]

Abdullah b. Zübeyir (r.a.)’dan yapılan rivayette, adı geçen her namazın arkasından selâm verince şöyle derdi: La İlahe Îllallahü Vahdehü La Şerike Leh, Lehü'l-Mülkü Ve Lehü'l-Hamdü Ve Hüve Alâ Külli Şey'in Kadîr Vela Havle Kuvvete İlla Billahi'l-Aliyyi'l-Azim, Vela Na'bdü İlla Iyyaihü, Lehü'n-Ni'metü Ve Lehü'l-Fazlü Ve Lehü's-Senaü's-Senaü'l-Hasen. La İlahe İllallahü Muhlisine Lehü'd-Dîne Velev Kerihe'l-Kâfîrûn.                                                           

Abdullah devamla dedi  ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz her namazın arkasında bunlarla tehlîlde bulunurdu."[426]

Muğire b. Şu'be (r.a.)’den yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimizin her farz namazın arkasında şöyle dediğini haber ver­miştir: La İlahe İllallahü Vahdehü La Şerike Lehü, Le­hü'l-Mülkü Ve Lehü'l-Hamdü Ve Hüve Ala Külli Şey'in Kadir Allahümme La Mani'a Lima A'tayte Vela Mu'tiye Lima Mene'te Vela Yenfe'ü Ze'l-Ceddî Mînke'l-Cedd..[427]

Abdullah b. Amr (r.a.)’dan yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğunu haber vermiştir:

"İki haslet var ki, hangi bir müslüman adam onları (zikredip) sayarsa, mutlaka Cennet'e girer. O iki haslet çok kolaydır, ama onlarla amel eden pek azdır: Her namazın arkasında on defa Allah'ı tesbîh eder, on defa tekbir eder, on defa da hamd eder."

Râvi devamla diyor ki:

"Resûlüllah'ı (a.s.) gördüm, eliyle (on­ları sayıp parmaklarını bükerek) bağlıyordu ve (şöyle diyordu):

"İş­te bu, dil ile yüz ellidir, terazide ise binbeşyüzdür."

"Döşeğine gelip uyumak istediğinde yüz defa tesbîh, hamd ve tekbîr getirirdi ve (şöyle buyururdu):

"Bu dil ile yüzdür, terazide ise, bindir."[428]                                                                                 

Sa'd b. Ebî Vakkas (r.a.)’2d(n yapılan rivayete göre, adı geçfen kendi oğullarına, öğretmenin küçük çocuklara yazmayı öğretir gibi, şu kelimeleri öğretiyordu. Şüphesiz ki Resûlüllah (a.s.) Efendimiz namazın arkasında o kelimelerle (Allah'a sığınır) teavvüz ederdi:

"Allahım! cimrilikten sana sığınırım, korkaklıktan sana sığınırım, öm­rün en rezil (dönemine) döndürülmekten sana sığınırını, dünya fit­nesinden sana sığınırım ve kabir azabından da sana sığınırını."[429]

Ümmü Seleme (r.a.)’dan yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimizin sabah namazını kıldığı zaman şöyle dua ettiğini haber sermiştir:

"Allahım senden faydalı bir ilim, kabul olunan bir amel isterim." [430]

Ebu Ümame (r.a.)’den yapılan rivayette, şöyle haber vermiştir:

"Ey Allah'ın Resulü! Hangi duâ daha çok makbuldür?" diye soruldu. Resûlüllah (a.s.):

"Gecenin ortasının son bölümünde ve bir de farz namazların arkasında (yapılan duâ)..." diye buyurdu.[431]

Hadîslerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Her namazdan sonra, Abdullah b. Zübeyir'in (r.a.) riva­yet ettiği duayı okumak sünnettir.

2- Her namazın ardında Muğîre b. Şu'be'nin (r.a.) rivayet ettiği tehlîl anlamındaki duayı okumak da sünnettir.

3- Her namazın ardından on defa Sübhanellah, on defa Allahu Ekber, on defa da el-Hamdü lillah çekip tesbih, tekbîr ve tahmîdde bulunmak sünnettir. Aynı zamanda her tesbih, tekbir ve tahmid on misliyle karşılık görür.

4- Akşamlayın uyumak üzere yatağa uzanıldığında yüz defa tesbîh, tekbir ve tahmîdde bulunmak müstehabdır. Bu da bire on karşılık görür.

5- Her namazdan sonra Sa'd b. Ebî Vakkas'dan (r.a.) rivayet edilen hadîste belirtilen şekilde teavvüzde bulunmak sünnettir.

6- Sabah namazından hemen sonra Ümmu Seleme'den riva­yet edilen duayı yapmak müstehabdır.

7- En çok kabule şayan olan duâ, gece yarısının son bölümün­de ve bir de farz namazlardan sonra yapılanıdır.

Böylece namazdan sonra birçok tesbih, tekbîr, tahmîd ve dualar tavsiye edilmiştir. Herkes zamanın elverdiği nisbette bunlardan bi­rini veya birkaçını yerine getirmekte muhtardır. Rivâyetlerin tama­mı dikkate alınınca, Resûlüllah (a.s.) Efendimizin her namazın ar­kasından bunların hepsini bir dizi halinde yapmadığı, ama mutlaka bir iki tanesini ihmal etmediği görülür. Dua ve tesbihlerin çokluğu bir bahçedeki, renkleri, kokuları ve şekilleri farklı yüzlerce gül ve çiçeğe benzetilebilir. Hepsi de aynı bahçenin toprağında yer almış­tır. Bu bahçeye bakan herkes en çok hoşuna giden gül ve çiçeklerden birini veya birkaçını seçer. Biz de yüzlerce duâ ve tesbih arasından birini veya birkaçını seçebilir ve onlara devam edebiliriz. Bunda bir sakınca yoktur.

Hadislerin ışığında mezhep sahibi imamların görüş, tesbit, is­tidlal ve ihticacları:

Önce şunu belirtelim ki, müctehit imamlar namazdan sonra ya­pılacak duâ ve tesbîh üzerinde fazla durmamışlar, sadece me'sur duâ ve tesbihlerin yapılmasının müstehab olduğunu söylemişlerdir. Nitekim İmam Ahmed b. Hanbel bu hususa temasla şöyle demiştir:

"Selâm verdikten sonra Allah'ı anmak ve duâ etmek müstehabdır. Daha çok Resûlüllah (a.s.) Efendimizden rivayet edilenlerle zikir ve duâ etmek müstehab sayılmıştır."

Nitekim İmam Ahmed b. Hanbel bu hususa temasla şöyle demiştir ve Evzaî'den rivayet edilen hadîslerle istidlal edildiğini söyler. Ayrı­ca Sa'd. b. Ebî Vakkas hadîsiyle de istidlal edildiğini nakleder.[432]

O nedenle mezhep imamlarının görüş ve istidlallerini ayrı ayrı nakletmeyi gerek görmüyoruz.

Konuyla ilgili yorumlar, rivayetler ve tahliller:

1043 nolu Sevban (r.a.) hadîsi sahihtir. Namazın arkasından üç, defa istiğfar etmenin meşruiyetine delâlet etmektedir.

1044 nolu Abdullah hadîsi de sahihtir. Namazdan hemen sonra belirtilen zikri bir defa yapmanın meşruiyetini ifade etmektedir.

1045 nolu Muğîre hadîsi, Buharî ve Müslim'in ittifakıyla sahih­tir. Ancak Taberânî bu rivayeti şu fazlalıkla tesbit etmiştir:

"Yuhyi Ve Yümîtü Ve Hüve Hayyün Lâ Yemut, Bi-Yedîhi'l-Hayrü Ve Hüve Alâ Külli Şeyin Kadir.."

Hadîsin râvilerinin hepisi sikat (güvenilir) dirler. Buna benzer bir rivayeti Hafız Bezzar, Abdurrahman b. Avf (r.a)’dan sahîh bir senetle rivayet etmiştir.

Hadîsin zahiri, namazdan sonra sözü edilen zikrin meşruiyetine ve bir defa söylenmesine delâlet etmektedir. Ancak Ahmed b. Hanbel, Nesâî ve İbn Huzeyme bunun üç defa söylenmesinin daha uy­gun olacağını belirtmişlerdir.

Ancak şunu  hatırlatmamızda fayda vardır: Hadîste belirtilen zikir, az değişik lâfızlarla çeşitli tariklerle rivayet edilmiştir. Her­hangi birini virt edinmekte bir sakınca yoktur.

1046 nolu Abdullah b. Ömer (R.A.) hadîsi sahihtir. Ancak sözü sdilen tesbîh, tekbîr ve tahmîdin sayısıyla ilgili rivayetler muhtelif­tir :

a) Naklettiğimiz hadîste onar defa tavsiye edilmiştir. Tirmizî ve Nesâî'nin Enes (r.a.) hadîsinde, Nesâî'nin Sa'd b. Ebî Vakkas (r.a.) hadîsinde, Ahmed b. Hanbel'in Ali b. Ebî Tâlib (r.a.) hadîsinde, Taberâni'nin Ümmu Mâlik hadîsinde sözü edilen tesbihlerin onar defa yapılması belirtilmiştir.

b) Tirmizî ve Nesâî'nin İbn Abbas (r.a.) hadîsinde; Müslim, Tir­mizî ve Nesâî'nin Kâb b. Ücre hadîsinde; Buharî ve Müslim'in Ebû Hüreyre hadîsinde; Nesâî'nin Ebû Derdâ hadîsinde her birinden otuz beş defa söylenmesi tavsiye edilmiştir.

c) Nesâî'nin Zeyd b. Sabit (r.a.) hadîsinde, yine Nesâî'nin Ab­dullah b. Ömer hadîsinde yirmi beş defa söylenmesi tavsiye edil­miştir.

d) Hafız Bezzar'ın İbn Ömer (r.a.) hadîsinde onbir defa söy­lenmesi tavsiye edilmiştir.

Ayrıca altı defa ve bir defa tavsiye edilen bazı rivayetler de mev­cuttur: Taberânî ise el-Kebir'de Ebû Zümeyl hadîsini naklederek yet­miş defa söylenmesini belirtmiştir. Ancak bu hadîsin isnadında bir cehalet vardır. Diğer yandan Nesâî'nin Ebû Hüreyre (r.a.) hadîsin­de yüz defa tavsiyesi yer almıştır Ancak bu rivayetin zayıf olduğu tesbit edilmiştir.

Günümüzde namazdan sonra tesbih, tahmîd ve tekbîrin 33'er defa söylenmesi, Buhari ve Müslim'in Ebû Hüreyre'den (r.a.) riva­yet ettikleri sahih hadîse dayanmaktadır. Ayrıca Nesâî aynı riva­yetin bir benzerini "Amelü'l-yevmi ve'lleyle" bölümünde ashabdan bir zattan naklen rivayet etmiştir.[433]

1047 nolu Sa'd b. Ebî Vakkas (r.a.) hadîsi sahihtir. Resûlüllah'ın (a.s.) sözünü ettiğimiz altı şeyden Allah'a sığınması, onların öne­mine binaendir. Ayrıca ümmetini o altı hususta uyanık tutmaya yö­nelik bir tavsiyedir.

1048 nolu Ümmu Seleme (r.a.) hadîsini aynı zamanda İbn Ebi Şeybe tahric etmiştir. İbn Mâce ise kendi Sünen'inde Ebu Bekir b. Ebî Şeybe'den rivayet etmiştir ki, ricalinin hepsi sikat (güvenilirler) dir. Sadece Ümmu Seleme'nin azatlı kölesi pek bilinmemektedir.

1049 nolu Ebu Ümâme (r.a.) hadisini Tirmizî hasenlemiştir. Hadîs duaların daha çok, gece ortasında ve bir de farz namazların arkasında makbul olduğuna delâlet etmektedir.

Öteden beri farz namazların arkasında tesbihlerden önce Ayete’l-kürsî okunmaktadır. İlim adamları bunu belirtilen yerde okun­masını tavsiye ederlerken şu hadîsle istidlal etmişlerdir:

"Kim her farz namazın arkasında Âyete’l-kürsî'yi okursa, ölümden başka onun Cennet'e girmesine engel olacak bir şey yoktur."

Nesâî'nin Ebû Ümame (r.a.)’dan rivayet ettiği bu hadîsi, İbn Hibban sahîhlemiştir. Taberânî aynı rivayeti şu fazlalıkla rivayet etmiştir:

"Kim her farz namazın arkasında Âyete'l-kürsi ve Kul huvallahu ahadi okursa..."

Bunların dışında namazdan sonra birçok duâ, zikir, tesbih ve teavvüzler tavsiye edilmiştir. Hepsini buraya nakletmemize hacmi­miz müsait değildir.                                                                        

 

Selam Verdikten Sonra Az Bir Süre Oturup Bulınduğu Yerden Biraz Sapmak              

 

İmam farz namazı kıldırdıktan sonra ne yapmalıdır? Bulundu­ğu yerde oturup tesbih ve duâ ile mi meşgul olmalıdır, sünnet na­maz varsa kalkıp onu mu kılmalıdır, bulunduğu yerden biraz sağa ve ya sola mı sapmalıdır?

İmama uyup namaz kılanlar, selâmdan sonra safları bozmalı mıdırlar, yoksa safları bozmadan sünnet namaza veya duâ ve tes­bihleri yerine mi getirmelidirler?

Bütün bu soruların cevabını, ilgili hadîsleri ve onlarla ilgili ilim adamlarının tesbit ve görüşlerini naklettikten sonra vermiş olacağız.

İlgili hadîsler:

Hz. Âişe (r.a.) Validemizden yapılan rivayette, demiştir ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz (namazın sonunda) selâm verince, Allahümme Ente's-Selâm Ve Minke's-Selâm Tebarekte Ya Ze'l-Celâlî Ve'l-İkram diyecek kadar otururdu."[434]

Semüre (r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Peygamber (a.s.) Efendimiz bir namaz kıldığı (kıldırdığı) zaman dönüp yüzüyle bize yönelirdi."[435]

Berâ b. Âzib (r.a.)’den, demiştir ki:

"Bizler Resûlüllah (a.s.) Efendimizin arkasında namaz kıldığımız zaman, Onun sağında bulunmayı ve (selâm verince) yüzüyle bize yönelmesini çok arzu eder­dik."[436]

Yezîd b. Esved (r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Veda haccında Resûlüllah (a.s.) Efendimiz ile birlikte haccetmiş bulu­nuyorduk. O bize sabah namazını kıldırdıktan sonra bulunduğu yer­den biraz saptı ve yüzünü çevirip insanlara yönelerek namaz kılma­yan iki adamın kıssasını anlattı. Bu sırada hazır bulunanlar yerle­rinden kalkıp Resûlüllah'a (a.s.) doğru yürüdüler; ben de yerimden kalkıp onlarla beraber yürüdüm ki o gün ben oradakilerin en genci ve en yakışıklısı idim. Durmadan kalabalığı yarıp Resûlüllah'a (a.s.) ulaştım ve elinden tutup ya yüzünün, ya da göğsünün üzerine koy­dum. Hemen belirteyim ki, Resûlüllah'ın (a.s.) elinden daha temiz ve güzel, daha serin bir el görmedim. Resûlüllah o gün Mescid-i Hayf de bulunuyordu."[437]

Ebu Cuhayfe (r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz gün ortasında Betha'ya doğru çıktı, abdest aldıktan sonra öğle namazını iki, ikindi namazını da iki rekât olarak kıldı ki o esnada önünde kısa bir harbe bulunuyordu, o harbenin ön kısmından da kadın geçiyordu.. (Namazı müteakip) oradaki insanlar kalkıp Resûlüllah'ın (a.s.) ellerini tutarak yüzle­rine sürdüler."

Râvi devamla diyor ki:

"Ben de Peygamber (a.s.)’ın elinden tuttum ve yüzümün üstüne koydum da onu kardan daha soğuk, misk kokusundan daha güzel ve hoş buldum."[438]

İbn Mes'ud  (r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Sizden hiç kimse namazını kılınca mutlaka sağ tarafa ay­rılmayı kendi üzerine bir hak olarak görüp ondan şeytan için bir şey ayırmasın. And olsun ki, Resûlüllah (a.s.) Efendimizi daha çok sol tarafına ayrılırken gördüm."

Diğer bir rivayette, "daha çok insirafı (ayrılması) sol tarafına id" denilmiştir.[439]

Kabisa b. Hilb'den o da babasından rivayet etmiştir. Babası şöy­le haber vermiştir:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz bize imam olur­du da (namazı kıldırınca)  hem sağına, hem soluna ayrılırdı." Yani bazan sağına, bazan da soluna ayrılırdı.[440]

Hadislerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Namazı kılıp selâm verdikten sonra, Allahümme Ente's-Selamü Ve Minke's-Selâmü    Tebarekte Ya Ze'l-Celâl'î Ve'l-İkrâm diyecek kadar oturmak sünnettir.

2- Namazdan sonra Allahümme Ente's-Selâm...... söylemek de sünnettir.

3- İmam namaz kıldırdıktan sonra, farzı müteakip sünnet yoksa, yüzünü cemaate döndürmesi sünnettir.

4- İmam namazı kıldırdıktan sonra sağ tarafına doğru dönüp yüzünü cemaate çevirmesi sünnettir.

5- Farz namazı kılan kimse, mescide geldiğinde imamın cemaate aynı namazı kıldırdığını görürse, onun da imama uyması sünnettir. Çünkü aynı namazı ikinci defa kılması onun için nafile sayılır.

6- İlim ve irfan sahibi sâlih kişilerin elini tutup yüze sürmek müstehabdır.

7- Açık yerde namaz kılarken secde mahalline mızrak ve ben­zeri bir sütre dikmek sünnettir.

8- Kadınların sütrenin önünden geçmesinde bir sakınca yok­tur.

9- İmam namaz kıldırdıktan sonra bulunduğu yerden biraz kayıp veya sağından veya solundan dönüp yüzünü cemaate çevirmesi sünnettir.

Hadîslerin ışığında mezhep imamlarının görüş, tesbit, istidlal ve ihticacları:

a) Hanefilere göre:

İmam farzdan sonra sünnet namazı olmayan sabah ve ikindi namazlarından birini kıldırdığı zaman isterse kalkıp ayrılır, isterse yerinde oturup duâ ile meşgul olur. Ancak kıbleye yönelik bir halde oturması mekruhtur. Bunun bid'a olduğunu söyleyenler de olmuş­tur.[441]

Hanefîler bu meselede 1052 nolu Hz. Aişe (r.a.) hadîsiyle istid­lal etmişlerdir.

İmam selâm verdikten sonra az durup arkasında namaz kılan yoksa yüzünü cemaate çevirir. Böyle yapması müstehabdır. Arka­sında namaz kılan varsa, yüzünü ona çevirmesi mekruhtur.

İmamın yerinden az ayrılıp sağından veya solunda dönerek yü­zünü cemaate çevirmesi müstehabdır. Bu hususta imam muhayyer­dir, yani istediği veya uygun gördüğü tarafından dönüp yüzünü cemaate çevirir.                                                                               

İbn Ömer (r.a.), "İmamın farz namazı kıldırdıktan sonra hiç yerinden inhiraf etmeyip aynı yerde nafile veya sünnet namaz kıl­ması mekruhtur" demiştir.[442]                    

Yine hanefilere göre, açık havada namaz kılan kimseye, bir parmak kalınlığında ve bir zira' (yaklaşık 60-70 cm.) boyunda bir sütreyi secde yerinin önüne dikmesi müstehabdır. Nitekim Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, şehir dışına çıkınca beraberinde kısa bir mızrak taşırdı ki onu namaz kılarken secde yerinin önüne dikerdi.     

Dikilen sütrenin önünden geçmekte bir beis yoktur.[443]

Namaz kılanın önünden kadının, eşeğin ve köpeğin geçmesi namazı kesmeyi gerektirmez. İlim adamlarının çoğu bu görüştedir. Zahirilere göre, namazı kesmeyi gerektirir. Onlar bu meselede Ebû Zerr'in (r.a.) "Kadının, eşeğin ve köpeğin geçmesi namazı keser" mealindeki hadisle istidlal etmişlerdir. Hanefiler ise, Ebu Cuhayfe hadîsiyle istidlal etmişlerdir. Ayrıca Ebu Said el-Hudrî'nin (r.a.) rivayet ettiği, "Hiçbir şeyin geçmesi namazı kesmez" mealindeki ha­dîsi dayanak seçmişlerdir. Nitekim Hz. Aişe (r.a.) Urve'ye Irak ehlinin bu mesele hakkında ne dediklerini sormuş, onların, kadın, eşek ve köpeğin geçmesiyle namaz kesilir, dediklerini öğrenince üzülmüş ve şöyle demiştir:

"Ne kötüdür Irak, nifak, şikak ehli ki, biz kadın­ları o iki hayvanla bir tutuyorlar! Oysa Resûlüllah (a.s.) Efendimiz geceleyin benim hücremde kalkıp namaz kılardı, ben de onun ön kıs­mında cenaze gibi uyur halde bulunurdum.."[444]

b) Şâfiilere göre:

Namaz kıldırdıktan sonra sağa veya sola inhiraf etmek sünnettir. Onlar bu meselede Ebu Hüreyre'nin (r.a.), "Peygamber (a.s.) Efendimiz namazı kılıp bitirince sağına veya soluna inhiraf eder, (yerinden az ayrılıp sağından veya solundan dönerek yüzünü ce­maate çevirirdi)." mealindeki hadîsiyle istidlal etmişlerdir.[445]

Nitekim İmam Şafiî bu konuda, şöyle demiştir:

"İster imam olsun, ister yalnız başına namaz kılan veya cemaatle bulunan kimse olsun, namazı kılıp kalkınca, arzu ettiği şekilde sağdan veya soldan dönüp yüzünü sağa, sola veya arkasındakilere çevirebilir, isterse ayrılıp gidebilir. Ama ben, imamın sağa doğru teveccüh etmesinin müstehab olduğunu söylüyorum.[446]

Yine Şâfiîlere göre:

Açık yerde namaz kılınırken sütre kullanmanın dört mertebesi vardır; birinci mertebe mevcut iken diğerlerine gidilmez:

Birinci mertebe, sabit olan temiz eşyadır, duvar, sütun ve ben­zeri şeyler bu cümledendir. İkinci mertebe, dikilen değnek ve ben­zeri şeylerdir. Üçüncü mertebe, üzerinde namaz kılmak içine edindi­ği seccade, aba ve benzeri şeylerdir. Tabii o seccadenin cami mefru­şatından olmaması şarttır. Aksi halde sütre için yeterli sayılmaz. Dördüncü mertebe, yere uzunlamasına veya enine çekilen hattır. Uzunlamasına çekilmesi evlâdır.

Birinci ve ikinci mertebedeki sütrenin yüksekliğinin bir zira'ın üçte ikisi kadar veya daha fazla olması şarttır. Aynı zamanda o sütreyle namaz kılan kimse arasında üç zira'dan fazla bir mesafenin bulunmaması da şarttır. Üçüncü ve dördüncü mertebedeki sütrenin kıble cihetine doğru, en az bir zira'ın üçte ikisi kadar veya daha faz­la uzun olması şarttır ve ayak parmaklarından itibaren kıble cihetine doğru çekilen hattın üç zira'dan daha uzak bir mesafede olma­ması gerekir.[447]

c) Hanbelilere göre:

Cemaat erkek ve kadınlardan oluşuyorsa, o takdirde gerek imam, gerekse erkek cemaatı kadınların kalkıp dışarı çıkmalarına imkân vermek için bulundukları yerde biraz oturmaları müstehabdır, yani namaz kılıp selâm verdikten sonra hemen kalkmayıp kadınların kalkıp çıkmasını beklerler. Nitekim Ümmu Seleme (r.a.) diyor ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz zamanında, namaz kılınınca kadınlar oturmayıp hemen kalkarlardı."

Cemaat arasında kadın yoksa, namazı bitirince fazla oturmak müstehab değildir. Hanbeliler bu meselede 1052 nolu Hz. Aişe hadisiyle istidlal etmişlerdir. O halde imam veya münferit selâm verdikten sonra Allahümme Ente's-Selâm Ve Minke's-Selâm, Tebarekte Ya Ze'l-Celâli Ve'l-Îkram der veya bunu söyleyecek kadar bekler de öylece yerinden kalkar.

Farzdan sonra sünnet namaz yoksa, kıbleye yönelik oturmak mekruhtur. Sağa veya sola dönülerek az bir inhiraf yapılır. Nitekim Resûlüllah (a.s.) Efendimiz öyle yapmıştır.[448]

Hanbeliler bu meselede 1057 nolu İbn Mes'ud (r.a.) hadîsiyle istidlal etmişlerdir.

İmam Ahmed b. Hanbel de şöyle demiştir:

"İmam farz namazı kıldığı yerde sünnet ve nafile namaz kılmaz. Nitekim Ali b. Ebî Tâlib (r.a.) de öyle demiştir. Ancak imamın arkasında namaz kılanla­rın aynı yerde sünnet ve nafile kılmalarında bir sakınca yoktur. Ni­tekim İbn Ömer (r.a.) de öyle yapmıştır. İshak da aynı görüştedir."

Ahmed b. Hanbel bu meselede, Muğire b. Şu'be'nin (r.a.) riva­yet ettiği şu hadîsle istidlal etmiştir:

"İmam, insanlara namaz kıl­dırdığı yerde, sünnet ve nafile namaz kılmasın!"[449]

d) Mâlikîlere göre:

Sahnun'un İbn Vehb'den onun da Said b. Ebi Eyyûb'dan, onun da Zehre b. Muabbid'den yaptığı rivayete göre, İbn Müseyyeb na­mazın sonunda hem sağına, hem soluna selâm verir, sonra da ima­mın selâmına karşılık verirdi. İmam Mâlik de bu rivayeti benimse­miştir. Sonra da İbn Vehb Yunus b. Yezid'den rivayetle Ebu Zennad'ın, Hârice b. Zeyd b. Sâbit'in, imamların selâm verdikten sonra oturmalarını kınadığını haber vermiş ve şöyle demiştir: "İmamlar selâm verdikleri zaman artık yerlerinden ayrılırlar." İbn Vehb di­yor ki:

"Bana ulaşan bilgiye göre, İbn Şihab selâm verdikten son­ra bulunduğu yerden ayrılmanın sünnet olduğunu söylemiştir." Yine İbn Vehb diyor ki:

"İbn Mes'ûd (r.a.) selâmdan sonra oturmaktansa, iyice ısıtılmış taş üzerinde oturmak hayırlıdır, demiştir."

Yine aynı zat diyor ki:

"Bize kadar gelen haberden, Ebû Bekir Sıddık’ın (r.a.) selâm verdikten sonra sanki kızgın taş üzerinde duruyormuş gibi bir hali olurdu, vakit kaybetmeden yerinden kalkıp ayrılırdı. Hz. Ömer (r.a.) ise, selâmdan sonra bulunduğu yerde oturmak bid'attır, demiştir."[450]

Diğer rivayetler yorumlar ve tahliller:

1052 nolu Hz. Aişe (r.a.) hadîsi sahih kabul edilmiştir. Mâlikiler bu hadîsle de istidlal ederek, selâmdan sonra oturmanın mekruh olduğunu belirtmişlerdir. Bu hadîsi kuvvetlendirir manada Abdurrezzak'ın Enes (r.a.)’den yaptığı şu rivayeti de dikkatten uzak tut­mamak gerekir:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimizin arkasında namaz kıldım. Selâm verdiği saatte (anda) kalkardı. Sonra Ebu Bekir Sıddîk'ın (r.a.) arkasında namaz kıldım, o da selâm verince hemen yerinden kalkar, sanki kızgın bir taş üzerinde duruyormuş gibi dav­ranırdı."[451]

Bunu kuvvetlendiren bir diğer rivayette şudur:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz selâm verdikten sonra az bir süre oturup kadınla­rın ayrılmalarını bekler ve öylece kalkardı." Bu da selâm verdikten sonra vakit kaybetmeden bulunduğu yerden kalkmak asıldır ve meşru'dür.

1053 nolu Semüre (r.a.) hadisini Buhari salât bahsinde kısa, cenâiz bahsinde uzun olarak rivayet etmiştir. Sahih hadîslerden bi­ri sayılan bu rivayet de namazdan sonra imamın yüzünü cemaate döndürmesinin meşruiyetine delâlet etmektedir. Aynı zamanda bu­na devam edildiği de anlaşılıyor. Çünkü (kâne) fiiliyle anlatılmıştır, bu fiil muvazebet (devamlılık) ifade eder. Ancak İmam Nevevi bu fiilin geçmişle ilgili bir kip olduğunu devam ve tekrarı gerektirme­diğini söylemiştir.

Birincilerin görüş ve tesbiti daha uygun kabul edilmiştir. Çün­kü Resûlüllah'ın (a.s.) farzdan sonra sünnet olmayan namazlarda ekseri böyle yaptığı bilinmektedir.

1054 nolu Berâ' (r.a.) hadîsi ise, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in selâm verdikten sonra sağına meyledip o cihette bulunanlara yüzü­nü çevirdiğine delâlet etmektedir. O halde bu iki hadîsin arasını te'lif ve cem'etmek gerekir: Resûlüllah  (a.s.)  Efendimizin bazan yüzünü iyice cemaate döndürdüğü, bazan da sadece sağ tarafındaki cemaate çevirdiği olmuştur. Her ikisi de meşru'dur. Aynı zamanda Berâ' Hazretlerinin rivayeti, Semüre Hazretlerinin rivayetini tefsir ettiğini de söyleyebiliriz, "Peygamber (a.s.) namazı kılınca yüzünü bize çevirirdi" sözünden, biz sağında bulunan cemaate çevirirdi, manası çıkabilir.

1055 nolu Yezîd b. Esved hadisini Ebu Dâvud, Nesâî ve Tirmizî tahrîc etmişlerdir. Ayrıca Tirmizî bu hadîsin hasen ve sahîh olduğu­nu kaydetmiştir. Ancak Tirmizi'nin rivayetinde hadis şu lâfızla başlamıştır:

"Peygamber (a.s.) Efendimizin haccında ben de hazır bulundum ve Onunla birlikte Mescid-i Hayf'de sabah namazını kıl­dım. Namazını bitirince yerinden ayrıldı..."

Hadîsin isnadında Câbir b. Yezid b. Esved hakkında farklı tesbitler ortaya çıkmışsa da Nesâî onun sika (güvenilir) olduğunu söy­lemiştir.

1056 nolu Ebu Cuhayfe (r.a.)  hadîsini Buharî hem kısa, hem de uzun şekliyle rivayet etmiştir. Hadîs, kadınların namaz kılan er­keğin önünden geçtiği takdirde onun namazını kesmiyeceğine de­lâlet etmektedir.

Diğer 1057 ve 1058 nolu hadisler de, imamın selâm verdikten sonra sağ veya sol tarafına dönmesinin veya tam dönüş yapıp yüzü­nü olduğu gibi cemaate çevirmesinin meşru olduğuna delâlet etmek­tedir.

 

Çıkarılan Hükümler

 

1- İmamın selâm verdikten sonra kıbleye müteveccih bir şe­kilde oturması mekruhtur. Bu, İmam Ebû Hanîfe'ye göredir.

2- İmam Namazı kıldırdıktan sonra, farzı müteakip sünnet namaz yoksa, yüzünü cemaate çevirir, bu müstehabdır.

3- İmam Selâm verdikten sonra arkasında henüz namaz kı­lan varsa, dönüp yüzünü ona çevirmesi mekruhtur.

4- İmamın farz namazı kıldırdıktan sonra sünnet namaz yok­sa, sağına veya soluna dönüp o cihetteki cemaate yönelmesi müste­habdır.

5- Açık yerde namaz kılan kimsenin secde edeceği yerin az önüne bir parmak kalınlığında bir cisim dikmesi müstehabdır.

6- Namaz kılan kimsenin önünden kadın, köpek ve eşek ge­çecek olursa, namazı kesmeyi gerektirmez. Bu da Hanefilere göre­dir.

7- İmamın namazı kıldırdıktan sonra sağına veya soluna doğru kayması sünnettir. İmam Şafiî, namazı kılıp bitiren kimse, sa­ğına, soluna kaymak veya ayrılıp gitmekte serbesttir, demiştir.

8- Açık yerde namaz kılan kimse, önüne dikecek bir sütre bulamadığı takdirde, yere bir çizgi çekilmesi sünnettir. Bu, Şâfiî'lere göredir.

9- Cemaat arasında kadın da bulunuyorsa, o takdirde gerek imamın selâm verdikten sonra, gerekse cemaatin, kadınların kalkıp çıkmalarına imkân vermek için bulundukları yerde az bir süre otur­maları müstehabdır. Bu, Hanbelilere göredir.

 

Namazdan  Sonra Tesbihi Parmaklarla Veya Tohum Ve Benzeri Bir Şeyle Yapmak

 

Bilindiği üzere, tesbîh, Allah'ı her türlü noksan sıfatlardan, be­şeri vasıflardan (tenzih etmek, onun büyüklüğünü, yüceliğini dile getirip övülmeyi her zaman lâyık olduğunu düşünerek  hamd et­mektir.               

Ancak Resûlüllah (a.s.) Efendimiz tesbih, tekbir ve tahmid hu­susunda bazı rakamlar üzerinde durmuştur. Her sayının ayrı bir hikmeti ve başka bir feyiz ve bereketi bulunduğundan belirtilen rakamlara aynen uymak sünnettir. Sayıda bir yanlışlık yapmamak için de ya parmaklardaki boğumları dikkate alarak hesaplamak, ya da tohum ve benzeri bir şeyle onu gerçekleştirmek caizdir. Günü­müzde kullanılan 99'luk tesbihler, sonraları Hindistan ve benzeri yerlerden bize geçmiştir. Resûlüllah (a.s.) Efendimiz zamanında mü'minler tesbihlerini daha çok parmak hesabıyla yerine getirir­lerdi.

Konuyla ilgili hadîsler:

Büseyre (r.a.)’den yapılan rivayette -ki bu zat muhacirattandır-, demiştir ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz bize şöyle buyurdu:

"Size gereken tehlîl, tesbih ve takdistir. Sakın bunları yapma hu­susunda gaflet etmeyin (yeri ve zamanı gelince herhalde yapın). Aksi halde rahat hususunda unutulur (ondan mahrum kalırsınız). Par­mak uçlarını bağlayıp (sayınız). Çünkü parmaklar sorumludurlar; konuşturulacaklardır."[452]

Sa'd b. Ebî Vakkas (r.a.)’dan yapılan rivayette, onun şöyle de­diği tesbit edilmiştir: Hz. Sa'd, Peygamber (a.s.) Efendimizle be­raber bir kadının yanına girdiklerinde, kadının önünde tohum veya küçük taş bulunuyormuş, kadın tesbihlerini onlarla (sayıp) yapı­yormuş. Bunun üzerine Resûlüllah (a.s.) ona,

"Bundan daha kolay ve daha faziletli olanını sana haber vereyim mi: Sübhanellahi Adede Ma Halaka Fi's-Semaî Ve Sübhane'llahî Adede Ma Halaka Fi'l-Ardi Ve Sübhanetlahî Adede Ma Beyne Zalike Ve Sübhane'llahî Adede Ma Huve Hâlikun, Vallahu Ekber Mîsle Zalike Ve'l-Hamdu Lillahî Misle Zali­ke Vela İlahe İlla'llahu Misle Zalîke Vela Havle Vela Kuvvete İlla Billahi Misle Zalike."[453]

Hz. Safiyye (r.a.)’dan yapılan rivayette, adı geçen sahabiye, diyor ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz yanıma girdi. Önümde 4000 tohum bulunuyordu ki, onlarla tesbîh ediyordum. Resûlüllah (a.s.) bana,

"Gerçekten sen bunlarla tesbih ettin, ama bundan daha çok sa­yılacak bir tesbihi sana öğreteyim mi?" diye sordu. Ben de:

"Evet öğretiniz" dedim. Bunun üzerine şöyle buyurdu:

"De ki: Sübhane'llahi Adede Halkıhi."[454]                                            

Hadislerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Namazdan sonra tehlîl, tesbîh ve tasdîste bulunmak müstehabdır.                                                                                         

2- Tesbihi parmak uçlarıyla yapmak müstehabdır. Kıyamet gününde parmaklar konuşturulup lehte veya aleyhte şahitlik ede­ceklerdir.

3- Çok tesbîh yapmak isteyenlerin, Sa'd b. Ebî Vakkas hadîsinde belirtilen tesbih ve duayı yapmaları meşru'dur. Aynı zaman­da Hz. Safiyye hadîsindeki tesbih de bunun bir benzeridir.

Yorumlar ve tahliller:

1070 nolu Büseyre (r.a.) hadîsini aynı zamanda Hâkim tahric etmiş, Tirmizî ise, hadisin garip olduğunu, çünkü bu rivayeti ancak Hânı' b. Osman hadisiyle bildiğini kaydetmiştir. İmam Süyutî ise bunun isnadını sahihlemiştir.

1071 nolu Sa'd b. Ebi Vakkas (r.a.) hadisini, Nesâî, İbn Mâce, İbn Hibban ve Hâkim tahric etmişlerdir. Aynı zamanda Hâkim onu sahîhlemiş, Tirmizi de hasenlemiştir.

1072 nolu Hz. Safiyye (r.a.) hadîsini Hâkim tahric etmiş, Süyu­tî de sahihlemiştir.

Birinci hadîs, tesbihte parmak uçlarıyla saymanın meşruiyeti­ne delâlet etmektedir. Bu manada bir diğer hadîsini Ebû Dâvud, Tir­mizi, Nesâî ve Hâkim tahrîc etmişler, Tirmizî onu "hasen" ile kayıtlarken Nesâi ile Hâkim sahîhlemişlerdir.[455] Bu ikinci rivayet şöyledir:

"Peygamber (a.s.) Efendimizi gördüm, tesbihte parmak­larını bağlayıp (hesaplıyordu)." Ebû Davud'un rivayetinde ise, şu fazlalık vardır: "Sağ elinin parmaklarını..."

Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, parmakla tesbih sayısını belirle­menin illetini de açıklamıştır ki, bu bize parmakla yapılan tesbihin evlâ ve afdal olduğunu gösterir.

Diğer iki hadis ise; bu hesabın tohum veya küçük taş ile de ya­pılmasında bir sakınca olmadığına delâlet etmektedirler. Buna kı­yasla bildiğimiz tesbihlerle aynı şeyi yapmakta bir sakınca olmadığı anlaşılıyor. Nitekim Peygamberimizin azatlı kölesi Ebu Safiyye (r.a.)’dan yapılan rivayette, bu zatın önüne bir zenbil dolusu kü­çük taş konulurdu ve o da öğleye kadar onlarla tesbihlerini yerine getirirdi. Bazan da öğle namazını kıldıktan sonra aynı taşlarla akşa­ma kadar tesbihini sürdürürdü. Bu rivayeti Ahmed b. Hanbel kendi müsnedinde zühd bahsinde nakletmiştir. Ayrıca İbn Sa'd'ın Hakim b. Deylemî'den yaptığı rivayette Sa'd b. Ebî Vakkas'ın (r.a.) da kü­çük çakıl taşlarıyla tesbih ettiğini nakletmiştir.

Ayrıca İbn Sa'd'ın kendi Tabakat'ında Abdullah b. Musa tari­kiyle Cabir'den, o da kendisine hizmet eden bir kadından, o da Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hüseyn'in kızı Fatıma'dan rivayet etmiştir ki, adı geçen Fatıma, düğüm düğüm yapılmış bir sicimle tesbih edermiş. İmam Ahmed'in oğlu Abdullah'ın Zevâidü'z-Zühd'de yaptığı rivayet­te, Ebu Hüreyre'nin (r.a.) içinde bin düğüm bulunan bir cisim tesbihi varmış, onunla tesbihini bitirmeden uyumazmış. Başka bir ri­vayette o sicimde ikibin düğüm bulunuyormuş..[456]             

Ahmed b. Hanbel'in Zühd bölümünde Kasım b. Abdurrahman’dan yaptığı rivayette, adı geçenin şöyle dediğini nakletmiştir:

"Ebû Derdâ (r.a)’ın bir kese içinde hurma çekirdekleri bulunuyordu. Sa­bah namazını kılınca onları bir bir çıkarıp bitinceye kadar tesbihi­ni sürdürürdü.

Buna benzer altı yedi kadar başka rivayetler daha vardır. Hep­si de düğüm, tohum, çekirdek, çakıl taşı ve benzeri şeylerle tesbih etmenin caiz olduğuna delâlet etmektedir.

Nitekim mezhep sahibi imamlar da bu konuda farklı bir ictihat ve görüş ortaya koymadıkları anlaşılıyor.

 

Çıkarılan Hükümler                                           

 

1- Gerek namazdan sonra, gerekse başka vakitlerde tehlil, tesbih, tekbîr ve tahmîdi parmak uçlarını bağlayıp hesaplamakla yapmak müstehabdır.

2- Aynı şeyleri içinde düğüm bulunan cisimle veya tohum, çekirdek ve küçük çakıl taşı gibi maddelerle yapmak da caizdir.

 

Namazda Konuşmak, Namazı Bozar Mı?              

 

Namaz bütünüyle zikir, duâ, tesbîh, tahmîd ve tehlîlden ibaret­tir. İlk farz kılındığı günlerde Ashab-ı Kiram'dan bazısının namaz kılarken birbirlerine selâm verdikleri ve konuştukları vakidir. Son­ra Melek Cebrail'in işareti üzerine Resûlüllah (a.s.) Efendimiz on­ları böyle yapmaktan men'etmiştir. O bakımdan namaz kılarken ko­nuşmak, namazı bozar, hükmü konulmuştur.

Zeyd b. Erkam (r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir ki: Biz­ler (önceleri) namazda iken konuşurduk. Öyle ki bizden bir adam yanıbaşında namaz kılan arkadaşıyla konuşurdu. Bu hal, Ve Ku­mu Lillahi Kanitîn "Ve Allah'a saygı ve korku dolu bir gönül ile el bağlayıp durun!" [457] âyeti ininceye kadar devam etti. Bu âyet inince susmakla emrolunduk, (namazda) konuşmaktan men'olunduk."

Aynı rivayeti Tirmizî şu lâfızla nakletmiştir:

"Bizler, Resûlüllah'ın (a.s.) arkasında namaz kılarken konuşurduk.."

İbn Mes'ud (r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Bizler, Peygamber (a.s.) Efendimiz namazda iken kendisine selâm verir­dik, o da selâmımızı alıp cevaplardı. Necaşî'nin yanından (Medine'­ye) döndüğümüzde yine kendisine o vaziyette iken selâm verdik, se­lâmımızı alıp cevaplamadı. Bunun üzerine kendisine dedik ki:

"Ey Allah'ın Resulü bizler daha önce sana namazda iken selâm verirdik sen de selâmımızı alıp cevaplardın." Bize şöyle buyurdu:

"Şüphesiz ki namazda (kendine has) bir meşguliyet vardır."[458]

Diğer bir rivayette aynı hadis şöyle nakledilmiştir:

"Bizler Mek­ke'de bulunduğumuz sıralarda, henüz Habeş diyarına gitmeden ön­ce Peygamberimiz (a.s.) Efendimize (namazda iken) selâm verir­dik. Habeş diyarından dönüp geldiğimizde yine (namazda iken) Ona selâm verdik, fakat o selâmımızı alıp cevaplamadı. O sebeple yakın ve uzak kalma duygusu beni aldı, tâki O namazını kılıp bitirdi. Bu­nun sebebini sorduğumda buyurdu ki:

"Şüphesiz ki Allah kendi emrinden dilediğini ortaya çıkarır, şimdi de namazda konuşmama­mız için yeni bir emir ortaya koymuştu."[459]

Muâviye b. Hakem'den (r.a.) yapılan rivayette, şöyle demiştir:

Bir ara Resûlüllah (a.s.) Efendimizle beraber namaz kılıyordum, ansızın hazır bulunanlardan bir adam aksırdı, ben de Yerhamu-Kellah dedim. Cemaat göz uçlarıyla bana bakmaya başladılar. Ben de, ananız sizi yitirsin, size ne oluyor ki durup bana bakıyorsu­nuz?! dedim. Bunun üzerine onlar ellerini uylukları üzerine vurma­ya başladılar. Beni susturmak istediklerini görüp anlayınca sustum. Resûlüllah (a.s.) Efendimiz selâm verip namazdan çıkınca, anam-babam ona feda olsun, ne önce, ne de sonra Ondan daha güzel eği­ten ve öğreten bir muallim görmüş değilim. Allah'a yemin ederim ki, ne bana yüzünü ekşitip isteksizlik gösterdi, ne beni dövdü, ne de kinci bir dil kullandı, sadece şöyle buyurdu:

"Şüphesiz ki bu na­mazda insanların sözlerinden hiçbiri yakışmaz ve uygun düşmez. Namaz ancak tesbih, tekbîrdir ve Kur'ân okumaktır."

Veya Resû­lüllah (a.s.) nasıl buyurduysa öyledir.[460]

Hadislerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Mekke'de mü'minler henüz Habeşistan'a hicret etmeden önce namazda iken konuşmaya ve selâm vermeye ruhsat vardı. O bakımdan belirtilen dönemde namazda konuşmak veya selâm verip almak namazı bozmuyordu.

2- Bakara sûresinin 238 âyeti inince, namazda konuşmak, se­lâm verip almak yasaklandı.

3- O bakımdan namazda konuşmak, selâm verip almak, aksırana duâ etmek gibi namaz dışı sözler sarfetmek namazı bozar.

4- Namazda insan sözüne benzer sözler sarfetmek, konuşmak, selâm verip almak gibi namaz dışı söz ve davranışlar Allah'ın em­riyle yasaklanmıştır. O bakımdan mü'minlerin uyması farzdır, uy­mayanlar hem günahkâr olurlar, hem de namazları bozulur.

5- Namazda önemli bir olay karşısında göz ucuyla bakmak namazı bozmaz.

6- Namazda et-Tahiyyatta iken, birinin söz ve hareketini dü­zeltmesini veya konuşmasını kesmesini hatırlatmak için elleri diz­ler üzerine vurmak da namazı bozmaz.

7- Namaz belli tesbih, zikir, kıraat ve tahmid ile tehlilden olu­şur. Hz. Peygamber (a.s.) onu nasıl öğretmişse, aynen korunması ve uygulanması farzdır.

Hadislerin ışığında müctehit imamların görüş, tesbit, istidlal ve ictihatları:                           

a) Hanefilere göre:

Namazda huşu' (saygı dolu edeple, korku ve tazimle) durmak müstehabdır. Çünkü Cenâb-ı Hak, huşu' üzere olanları övmüştür. O bakımdan namaza duran kimsenin bakışları secde yerini aşmamalıdır.[461]

Namazda göz ucuyla sağa veya sola bakmak mekruh değildir. Ancak yüzünü de baktığı cihete çevirirse kerahet işlemiş olur.[462]

Namazda unutarak veya kasden veya yanılarak, az veya çok olsun, namazı düzeltmekle ilgili bulunsun konuşmak namazı bozar. İmamın yaptığı hatayı düzeltmek için de olsa hüküm yine böyledir. Meselâ, imam oturacağı yerde ayağa kalkar, o da ona "otur!" derse veya ayağa kalkacağı yerde oturursa, o da ona "kalk!" derse, nama­zı bozulur. Belirtilen hususta konuşulan söz az olsun, çok olsun fark etmez. Ancak teşehhüt miktarı oturduktan sonra belirtilen ölçü ve anlamda konuşursa, namazı bozulmaz.[463]

Konuşmanın sınırı:

Konuştuğu sözü yanındakiler tarafından duyulmasa bile, kendi­si işitecek seste ise, yine namazı bozulur. Kendisi de işitmiyecek ka­dar sessiz bir konuşma (fısıldama) ise, namazı kerahetle caiz olur.[464]

Namazda selâm vermek veya verilen selâmı alıp cevaplamak -bile bile yapılıyorsa- namazı bozar. Ama selâm vermekle namazın bozulmayacağını sanıyor veya unutarak selâm veriyorsa, namazı bozulmaz. Ancak unutarak verilen selâm, namazdan çıkma selâmı ise, hüküm böyledir. Başkasına selâm vermek ya da almak niyetini taşıyor ve unutarak ağzından çıkıyorsa, ilim adamlarının çoğuna gö­re, o da namazı bozar.[465]

b) Şafiilere göre:

Namazda iki harf teleffuz etmek veya manası anlaşılan bir harf teleffuz etmek (duyulacak kadar sesli söylemek) en sahih kavle gö­re, namazı hükümsüz kılar. Ancak elde olmayarak dili kayar da az bir söz söyler veya namazda olduğunu unutarak bir söz ağzından çıkar veya İslâm'a yakın zamanda girdiği için onun haram kılındığı­nı bilmeden söylerse namazı bozulmaz. Ama konuşulan söz çok olur­sa, en sahih kavle göre bozulur.[466]

c) Hanbelîlere göre:

Namazda ondan olmayan yabancı bir söz, bir kelime söylemek, bütün imamların ittifakıyla namazı hükümsüz bırakır. Çünkü Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, "Şüphesiz ki bu namaza, insan sözünden hiçbir şey yakışmaz, uygun düşmez." buyurmuştur.

Namazda bir manaya delâlet etmese bile en az iki harften mey­dana gelen bir kelime veya bir manaya delâlet eden bir harften mey­dana gelen bir kelime konuşmak, üç imama göre de namazı bozar. Mâlikîlerin bu husustaki görüşü farklıdır.

Namazda, namazdan olmayan yabancı bir kelime konuşmak, is­terse unutularak söylenmiş olsun namazı bozar. Şafiî ve Mâlikîlere göre, unutularak söylenirse, bozmaz.

Namazı bozup bozmayacağını bilmediğinden namazda bir kelime konuşursa, namaz bozulur. Şâfiilere göre, bozulmaz. Namazda zorla konuşturulan kimsenin de bu suretle namazı bozulmuş olur.[467]

Bunun gibi, namazda yanılan imama, "unuttun", veya kalkaca­ğı yerde oturan imama, "ayağa kalk" derse, Mâlikîlerin dışında üç imama göre namazı bozulur.

d) Mâlikîlere göre:

Namazda, namazdan olmayan yabancı bir söz, bir kelime kul­lanmak, namazı bozar. Namazda konuşulan şeyin sınırı, mana ifa­de eden bir kelime olmasıdır. Mana ifade etmiyen veya bir kelime ölçüsünde olmayan bir şey teleffuz etmek namazı bozmaz.

Yanılarak az bir kelime söylemek namazı bozmaz. Ayrıca na­mazı düzeltmek niyetiyle gerek imamdan, gerekse ona uyan kimse­den sadır olan bir söz de namazı bozmaz. Bu, ister selâm'dan önce, ister sonra olsun fark etmez. Ancak bu sözün örfen çok olmaması şarttır.[468]

Yorumlar, rivayetler ve tahliller:

1076 nolu hadîsi Tirmizî sahîhlemiştir. Aynı konuda Buhari ile Müslim Câbir b. Abdullah'tan (r.a.), Taberânî ise Ammar (r.a.)’dan rivayet etmişlerdir. Hafız Bezzar, Ebû Saîd'den tahrîc ederek rivayete ağırlık kazandırmışlardır.

Hadîs, namazda konuşmanın haram kılındığına delâlet etmek­tedir ki, bu hususta ilim adamları arasında pek farklı bir görüş or­taya çıkmamıştır. Ancak kelime üzerinde durulmuş ve sınırları belirlenirken az farklı ictihatlar ortaya çıkmıştır.

İlim adamlarının çoğu, namazda meydana gelen konuşma ister unutularak, ister kasden, isterse bilmeyerek gerçekleşsin, her üç halde de namazı bozacağına hükmetmişlerdir. İmam Sevrî, İbni Mübarek İmam Nahaî, Hammad b. Ebi Süleyman ve İmam Ebû Hanîfe de aynı görüş ve ictihattadırlar. Katade'den yapılan iki rivayetten biri bu manadadır.

İlim adamlarından bir kısmı ise, unutarak ve bilmeyerek konu­şulan sözün farklı hüküm taşıdığını söylemişlerdir. Nitekim İbn Münzir aynı hususu İbn Mes'ûd, İbn Abbas ve Abdullah b. Zübeyir'den (Allah hepsinden razı olsun) rivayet etmiştir. Tabiînden Urve b. Zübeyir, Ata' b. Ebî Rebah, Hasan el-Basrî, Katade de aynı görüştedir­ler. el-Hâzimî ise, bu manada bir rivayeti Amr b. Dinar'dan yapmış­tır.

Müctehit imamlardan İmam Mâlik, İmam Şafiî, İmam Ahmed, İmam Ebu Sevr ve arkadaşları da bu rivayetleri benimsemişlerdir. Nevevî ise, bunun cumhurun görüşü olduğunu belirtmiştir.

Birinci gruba dahil olanlar, konunun başında naklettiğimiz ha­dîslerle istidlal etmişlerdir. Şöyle: Namazda konuşmak mutlaka namazı bozar, ister kasden, ister unutarak, isterse bilmeyerek vaki olsun, fark etmez.

İkinci gruba dahil olanlar, unutarak konuşanın namazı bozul­maz derken, Resûlüllah'ın (a.s.) yanılarak konuştuğu, fakat nama­zını bozmayıp devam ettiği rivâyetiyle istidlal etmişlerdir. Ayrıca Taberânî'nin Ebu Hüreyre (r.a.)’den yaptığı şu rivayeti de delil olarak göstermişlerdir:

"Peygamber (a.s.) Efendimiz unutarak na­mazda iken konuştu ve namazını öylece bina edip tamamladı." Hem Resûlüllah (a.s.), "Ümmetimden hata ve nisyan kaldırılmıştır", ya­ni bu iki şeyden dolayı muahaza edilmiyeceklerdir, buyurmuştur.[469] Diğer bir rivayette, ise hadîs şu lafızla tesbit edilmiştir: 

"Şüp­hesiz ki Allah, benim ümmetimin hata ve nisyanından vazgeçip (gü­nah saymamıştır)."

Aynı rivayeti İbn Hibban, Dârekutni, Taberânî, Beyhakî ve Hâ­kim de tahric etmişlerdir.

İkinci grup diğer yandan Muaviye b. Hakem'in hadîsiyle istid­lal edip namazda namaz dışı konuşmasından dolayı Resûlüllah (a.s.) ona namazını iade etmesini emretmemiştir.

Birinci grup, yukarıda "Ümmetimden hata ve nisyan kaldırıl­mıştır" mealindeki hadîsi şöyle yorumlamışlardır: Buradaki kaldı­rılmıştır, sözünden maksat günahı kaldırılmıştır, hükmü ise bakidir, yani günahı gerektirmez ama namazı bozar hükmü söz konusudur. Nitekim Hatâ ile adam öldürene keffaretin vâcib olduğu şer'î bir hüküm olarak yer almaktadır. O halde hatâ ile adam öldüren gü­nahkâr olmasa bile, keffaret ödemek zorundadır.

Konumuzu oluşturan Zeyd b. Erkam hadîsinde "kanitin" sıfatı, "susmak"la yorumlanmıştır. Bunu, Zeynüddin, Tirmizî şerhinde belirtmiştir. İbnü'l-Arabî ise, bu kelimenin on kadar mânası bulunduğuna dikkatleri çekmiştir. Namazda susup konuşmamak o on ma­nasından biridir.

1077 nolu İbn Mes'ud hadisi ikinci bir rivayetle Ebu Dâvud ve İbn Hibban tahric etmişlerdir. İbn Hibban aynı zamanda bunu sahihlemiştir. Ebu Davud'un tesbit ettiği rivayette, namazdan sonra Resûlüllah'ın (a.s.) onun selâmını cevapladığı kaydedilmektedir ki bu, namazda bulunduğumuz bir sırada bize selâm verenin selâmı namazdan sonra cevaplamamızın müstehab olduğuna delâlet eder. Nitekin aynı görüş ve ictihat, Ebû Zer, Atâ', Nahai ve Sevri'den ri­âyet edilmiştir.[470]

İbn Reslân ise, namazda verilen selâmı işaretle cevaplamanın müstehab olduğunu belirterek Şafii'nin de mezhebinin buna cevaz verdiğini, cumhurun da bu görüşte olduğunu söylemiştir. Nitekim Hz. Suhayb (r.a.) diyor ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimize uğradığımda namaz kılıyordu, selâm verdim, o da selâmımı işaretle alıp cevapladı."

İleride bu meseleye tekrar dönülecektir.

1078 nolu Muaviye b. Hakem es-Sülemi hadîsini aynı zamanda İbn Hibban ile Beyhakî tahric etmişlerdir.

Namazda, konuşan kişinin susması için ashabın ellerini dizleri­ne vurmaları, yanılanı sübhanellah demek suretiyle ikaz etme henüz meşru kılınmadan önceki zamana ait bir uyarı şeklidir. Hadîs, namazda konuşmanın haram kılındığına delâlet etmektedir. İmam Evzaî ise, namazda meydana gelen bir aksaklığı düzeltmek için konuşmakta bir sakınca yoktur, demiştir.

Namazın tesbih, tekbir ve Kur'ân okumaktan ibaret olduğu belirtilmiştir. Bu bir hasır ifade eder mi? Ettiğini söylersek, o takdirde namazda bu üçünün dışında başka bir şeyin yeri yoktur, dememiz gerekir. O bakımdan ilim adamlarından bir kısmı, namazda duâ ya­pılmaz demişlerdir. Oysa namazda bazı duaların yapılacağına dair sahih hadisler ve rivayetler mevcuttur. O halde hadîste belirtilen üç şey, duayı içine almaktadır.

Nitekim yapılan ciddi tesbitlere göre, namazda konuşmanın ha­ram kılınması Mekke'de meydana gelmiştir. Dua ve zikirlerin namazda yapılmasıyla ilgili tavsiyelerin çoğu ise, Medine'de vuku' bulmuştur.

Zeylaî, namazda unutarak veya yanılarak konuşan kimsenin namazı bozulmaz diyenlerin delil olarak seçtikleri, "Ümmetimden hatâ ve nisyan kaldırıldı" mealindeki hadis üzerinde durarak şu bilgileri vermektedir

Hadîs her ne kadar birçok fakîh tarafından bu lafızla rivayet edilmişse de aslında bundan farklı olarak tesbit edilmiştir. Bizim en yakın olarak rastladığımız rivayette şu lâfızla nakledilmiştir:

"Allah bu ümmetten üç şeyi kaldırdı..."

İbn Adiy el-Kâmil'de Ebû Bekre'den (r.a.) rivayet etmiştir. Daha çok yaygın olan şekli ise şöyledir: "Şüphesiz ki Allah, benim ümmetimin hata ve nisyanından dolayı (günah yazmayıp) geçmiştir." Nitekim İbn Abbas, Ebu Zer, Ebu Derdâ, İbn Ömer ve Ebû Bekre (Allah hepsinden razı olsun) den rivâyet edileni bu ölçü ve anlamdadır.                                                   

İbn Mâce'nin talâk bölümünde Evzâi'den, onun da Atâ' b. Ebî Rebah'dan, onun da İbn Abbas'dan, Onun da Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'den rivayet ettiği hadîsin meali şöyledir:

"Şüphesiz ki Allah ümmetimden hatâ, nisyan ve bir de zorlandıkları şeyi (in günahını) kaldırmıştır."

İbn Hibban aynı rivayeti kendi Sahîh'inde 3/68 bölümünde İbn Abbas'tan merfuân rivayet etmiştir. Hakim ise el-Müstedrek'inde talak bahsinde tahrîc etmiş ve "Şeyhayn'in şartına göre sahihtir" demiştir.

Buharî ile Müslim bu hadisi tahric etmemişlerdir.[471] Aynı hadîsi Taberânî kendi Mu'cem'inde Hz. Sevban (r.a.)’dan merfuân şöyle rivayet etmiştir:

"Şüphesiz ki Allah, ümmetimin hatâ, nisyan ve bir de zorlandıkları şeyin (günahını affedip) geçmiş­tir."

Ayrıca Taberânî Ebû Derdâ'dan da, sözü edilen hadîsi biraz de­ğişik lafız ve anlamda şöyle rivayet etmiştir:

"Şüphesiz ki Allah, ümmetimin nisyan ve bir de zorlandıkları şeyin (günahını affedip) geçmiştir."

Ebu Nuaym'ın ise, Muhammed b. el-Musaffa tarikiyle Velid b. Müslim'den, onun da Mâlik'ten, onun da Nâfi'den, onun da İbn Ömer'den, onun da Resûlüllah (a.s.) Efendimizden yaptığı rivâyette "Şüphesiz ki Allah, ümmetimden hata ve nisyanın (günahını) kaldırmıştır." denilmektedir. Ancak el-Ukiylî bunu kendi kitabında ele almış İbn Musaffa'nın malûl olduğunu söylemiş, Ahmed b. Hanbel de onun zayıf olduğunu belirtmiştir.[472]

Zehebî bu zat üzerinde durmuş ve hem sadûk, hem meşhur olduğuna dikkatleri çekmiştir. Salih Cezere ise, onun birçok menakîrleri olduğunu, ancak kendi kanaatince onun sadûk bulunduğunu söylemiştir. Ahmed b. Hanbel'in oğlu Abdullah ise, yukarıda mealini naklettiğimiz hadisi Muhammed b. el-Musaffa'nın rivayet ettiğini bunun güvenilir olup olmadığını babasından sorduğunu, baba­nın onu münker görüp zayıf saydığını söylemiştir.

Zehebî tekrar kendi tesbit ve görüşünü şöyle belirterek konuyu noktalıyor:

"İbn Musaffa sikadır, Sünnete bağlı bir kişidir ve aynı imanda hadîs âlimlerindendir."[473] Nitekim Ebu Hatim de onun saduk olduğuna dikkatleri çekmiş, Muhammed b. Avf de onun vefatından sonra onu rüyasında görmüş ve "nereye gittin?" diye sormuş. O da "hayra ve iyiliğe..." diye cevap vermiş, sonrada şunu ilâve etmiştir: "Biz her gün Rabbımızı iki defa görmekteyiz.."[474]

Ayrıca Zeylaî, 1078 nolu Muaviye b. Hakem hadîsini tahlil ettikten sonra metinde geçen "lâ yaslehu" cümlesini şöyle yorumlamıştır:

"Burada lâ yaslehu butlana delâlet etmez, namazda namaz dışı konuşmanın mahzurlu olduğunu ve her mahzurlu şeyin namazı hükümsüz bırakmıyacağını söyleyebiliriz. Ayrıca hadîsi böyle yorumlayıp istidlal edenler, ikinci delil olarak, Resûlüllah'ın (a.s.) Muaviye'ye namazda konuşmasından dolayı onu iade etmesini emretmediğini göstermişlerdir.

Bu başta Buhari ve Müslim'in Câbir'den (r.a.) yaptıkları riva­yet birincilerin görüş ve ictihadını kuvvetlendirmektedir. Şöyle ki; Câbir (r.a.) diyor ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz beni elçi olarak Beni Mustalık kabilesine gönderdi. Dönüp geldiğimde bir tarafa gi­diyordu; Onu devesi üzerinde namaz kılar bir halde buldum. Konuş­tum, eliyle işarette bulundu, sonra yine konuştum, hem okuyordu, hem başıyla (bana) işarette bulunuyordu. Namazını bitirince, "seni gönderdiğim hususta ne yaptın?" diye sordu ve şöyle ilâve etti:

"Se­ninle konuşmaktan beni ancak namaz kılmam alıkoydu.."

Sahih olduğu kabul edilen bu hadis, namazda dünya kelâmı et­menin haram olduğuna delâlet etmektedir. Nitekim Dârekutnî'nin Ebu Şeybe'den, onun da Yezid Ebû Hâlid ed-Dâlâni'den, onun da Ebû Süfyan'dan, onunda Câbir (r.a.)’dan yaptığı rivayette, Pey­gamber (a.s.) şöyle buyurmuştur:

"Konuşmak namazı bozar, abdesti bozmaz."

Ancak bu hadîsin râvîleri arasında Ebu Şeybe İbrahim b. Os­man bulunuyor ki, onun zayıf olduğunu söyleyenler çoğunluktadır. Aynı zamanda Yezid ed-Dâlâni de zayıf kabul edilmiştir. İbn Hibban onunla ihticac caiz değildir, demiştir. Tabii rivayette infirad et­tiği zaman onunla ihticac doğru olmaz, demek istemiştir. Zehebî, Yezîd Ebû Hâlid'in meçhul olduğunu belirtmiştir.[475]

Namazda konuşmanın namazı bozup bozmayacağı hakkında ilim adamlarının farklı görüş ve tesbitleri olmuştur. İbn Dakiyk el-Iyd, ilgili hadîslerin açıklamasında özetle diyor ki:

"İbn Münzir di­yor ki: İlim ehli, namazı düzeltmek niyeti olmaksızın namaz için­de bile bile kasden konuşan kimsenin namazının fasit olduğunda icma’ etmişlerdir."

Yanılarak veya bilmeyerek konuşan kimsenin namazının bozu­lup bozulmayacağı hakkında da ilim adamlarının görüş ve tesbitle­ri farklı olmuştur. İmam Tirmizî kendi Sünen'inde birçok ilim adamlarının bu konuda unutanla, bilmeyen ve kasden konuşan arasında bir fark olmadığını, her üç halde de namazın bozulacağını söyledik­lerini belirtmiştir. İbn Mübarek, Sevrî, Nahaî, Hammad b. Ebî Sü­leyman, Ebu Hanîfe ve başka ilim adamları aynı görüşü izhar et­mişlerdir.

Bir diğer grup, unutanla, bilmeyen ve bilerek konuşan arasında fark bulunduğunu ileri sürmüşlerdir. Nitekim İbn Münzir, İbn Mes'ud'un, Abdullah b. Zübeyr'in ve İbn Abbas'ın (Allah hepsinden ra­zı olsun) ictihat ve görüşleri bu cümledendir, demiştir. Tabiînden de Urve b. Zübeyir, Atâ b. Ebî Rebah, Hasan el-Basrî ve Katade de bu paralelde yer alanlardandır.

Birinciler Zeyd b. Erkam'ın (r.a.) hadisiyle, ikinciler ise, Peyamber (a.s.) Efendimizin yanılarak konuştuğu, fakat namazı kesmeyip kalan kısmı tamamladığıyla ilgili rivayetlerle ihticac etmişlerdir. Aynı zamanda "Şüphesiz ki ümmetimden hata ve nisyan kaldırılmıştır" mealindeki hadisle de istidlal etmişlerdir.[476]

 

Çıkarılan Hükümler

 

1- Namazda hüşû üzere bulunmak sünnettir.

2- Namazda secde yerine bakıp dikkati başka tarafa çekmemek de sünnettir.

3- Namazda bazı dikkat çekici olaylardan dolayı göz ucuyla sağa veya sola bakmak mekruh değildir. Yüzü sağa veya sola çe­virmek mekruhtur.

4- Namazda konuşmak, az olsun çok olsun, kasden veya ya­nılarak ya da unutarak olsun mutlaka namazı bozar. Bu, Hanefîlere göredir.

5- Namazda ister etrafındakiler, isterse kendisi duyacak kadar sesli konuşmak namazı bozar.

6- Namazda verilen selâmı alıp cevaplamak veya birine selâm vermek de namazı bozar.

7- Şâfiîlere göre, namazda konuşulan kelime iki harf olur ve­ya mâna taşıyan bir harf olursa, yine de namazı bozar. Ancak yanı­larak veya namazda olduğunu unutarak az bir kelimeyle konuşur veya İslâm'a yeni girdiği için namazda konuşmanın haram olduğu­nu bilmediğinden konuşursa, namazı bozulmaz. Konuşulan söz çok olursa, mutlaka namazı bozar.

8- Namazda zorla konuşturulan kimsenin de namazı bozulur.

9- Mâlikîlere göre, mana ifade etmiyen bir kelime söylemek namazı bozmaz.

10- Namazda namazı düzeltmek için konuşmak da Mâlikîlere göre namazı bozmaz. Ancak bu konuşmanın örfen çok olmaması şarttır.

 

Namazda Öksürrmek Ve Öf Diye Püflemek

 

Namaz edep makamıdır. Kulun Mevlâsıyla konuştuğu anlardır ki mutlak mahviyet ve teslimiyeti gerektirir. Ancak bazan elde ol­mayarak öksürme, öfleme ve püfleme gibi sesler zuhur edebilir. Bu durumda namaz bozulur mu veya kerahet işlenmiş sayılır mı? Şüp­hesiz ki, diğer konularda olduğu gibi, bu konu hakkında da az fark­lı tesbit ve ictihatlar vardır.

İlgili hadîsler:

Hz. Ali (r.a.)’den yapılan rivayette şöyle demiştir:

"Benim için gece ve gündüz Peygamberin (a.s.) yanına gir­mem imkânı vardı. Namaz kılarken yanına girdiğim zaman benim için hafif öksürürdü."[477]

Abdullah b. Amr (r.a.)’dan yapılan rivayette, şöyle demiştir:

"Şüphesiz ki Peygamber  (a.s.) Efendimiz güneş tutulma na­mazında öf, uf diyerek ses çıkarıyordu."[478]

Hadîslerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Namazda öksürmek namazı bozmaz.

2- Namazda öf, uf ve benzeri şekilde ses çıkartmak da nama­zı bozmaz.          

Hadîslerin ışığında mezhep imamlarının tesbit, görüş, istidlal ve ihticacları:

a) Hanefilere göre:

Namazda kasden öksürmek veya benzeri sesler çıkarmak mekruhtur. Ancak elde olmayarak öksürük gelir de onu önleyemezse, o halde kerahet söz konusu değildir.[479]

b) Şâfiilere göre:         

Tutmak mümkün olmadığı takdirde az öksürük namazı bozmayacağı gibi, mekruh da sayılmaz. Bir hastalıktan dolayı öksürüyor kendine hâkim olamıyorsa, o takdirde çok öksürmek de namazı bozmaz Onun gibi, kıraati mahreçlerinden çıkarıp dosdoğru teleffuz etme imkânı kalmadığında, boğazı açmak için öksürmekte bir sakınca yoktur. Tabii farz ve vacip olan kıraat esnasında bir tıkanıklık olursa, öksürmeye cevaz vardır. Sünnet olan kısımlarda buna cevaz verilmemiştir.[480]

c) Hanbelîlere göre:

Bir sıkıntı olmaksızın, ihtiyaç duyulmaksızın iki veya daha fazla harfi içine alan öksürme namazı bozar. Ama kıraatte sesi gü­çleştirmek veya imama doğru olanı telkin etmek için öksürmek namazı bozmaz. Bir rahatsızlık veya benzeri bir sebepten dolayı öksürmek de namazı bozmaz.[481]

d) Mâlikîlere göre:

Namazda öksürmek namazı bozmaz, bu ister bir ihtiyaçtan dolayı meydana gelsin, isterse hiçbir ihtiyaç olmaksızın ortaya çıksın fark etmez. Muhtar olan görüş budur. Ancak çok öksürmek veya eğlence olsun diye öyle yapmak namazı bozar.[482]

Diğer yorumlar, rivayetler ve tahliller:

1095 nolu Hz. Ali (r.a.) Hadîsini İbn Seken sahîhlemiştir. Ancak Beyhaki, bunun hem isnadında, hem metninde ihtilâf vardır: Bir rivayete göre, Peygamber (a.s.) öksürmemiş de sübhanellah demiştir. Râvîleri arasında Abdullah b. Nüccâ bulunuyor. Buhari ona dikkat çekmiştir. Zehebî, Cabir ec-Cu'fî ondan rivayet etmiştir ki, nekâret bu zatla ilgili bulunuyor, demiştir. Nesâî ise, Abdullah'­ın sika olduğunu söylemiştir.[483] İbn Hibban da aynı görüştedir.

Yahya b. Maîn'a göre, Abdullah bizzat Hz. Ali'den (r.a.) değil, ba­basından, babası da Hz. Ali'den işitmiştir.[484]

Böylece hadîs, öksürüğün namazı ifsat etmiyeceğine delâlet et­mektedir. Nitekim İmam Ebû Yusuf ile İmam Şafii'nin mezhepleri­ne göre de hüküm böyledir. İmam Ebû Hanîfe ile İmam Muhammed'e göre, namazı bozan sebeplerden biridir.

1096 nolu Abdullah b. Ömer (r.a.) hadîsini Tirmizi tahric etmiş­tir. Ebu Davud'un tesbitinde ise, değişik bir anlatım yer almıştır, şöy­le ki:

"Sonra secdesinin sonunda öf, uf etti.. Sonra da şunu söyledi: Ya Rab! ben onların içinde bulunduğum sürece onlara azap etmiyeceğini bana va'detmedin mi? Onlar istiğfar ettiği sürece kendilerine azap etmiyeceğini bana va'detmedin mi? Az sonra güneş tutulma olayı geç­mişti ki Resûlüllah (a.s.) Efendimiz bu sırada hayli korkup endişe­lenmişti."

Ancak Ebû Davud'un bu rivayetinde Ata' b. Sâib bulunuyor. Bu zat için Ahmed b. Hanbel şöyle demiştir:

"Ondan daha önce duyu­lan hadîs sahihtir, sonra duyulanlar ise bir şey ifade etmez." Yahya b. Maîn "Onunla ihticac olunmaz" derken Buhari de ondan daha ön­celeri işitilen hadîsler sahihtir, diyerek onun hakkında en sağlam kıstası vermiştir. Nesâi de aynı görüştedir. Zehebî onunla ilgili gö­rüşleri toplayıp özetini vermiştir.[485]

Hadisin Arapça metninde Resûlüllah'ın (a.s.) namazda öflemesi nefh kelimesiyle ifâde edilmiştir. Nefh'in sözlük mânası, ağız­dan hava çıkarmaktır. Nitekim Kamus ve diğer lügatlerde de ay­nı husus belirtilmiştir. Hadîste ise bu, öf, uf olarak tefsir edilmiştir.

Böylece hadîs, namazda öf, uf, üf demenin namazı bozmayaca­ğına, ayrıca bir takım dualar yapmanın da bir sakıncası olmadığına delâlet etmektedir.

Öf, üf, uf demenin namazı bozacağını söyleyenler ise, namazda konuşmanın men'edildiğini dikkate alarak kıyas yapmışlar ve böy­lece bunun da bir konuşma olduğunu belirtmişlerdir. İbn Abbas (r.a.) da aynı görüştedir.

Diğer ilim adamları ise, bu gibi şeylerin ağızdan çıkmasıyla na­mazın bozulmayacağını, zira bunların mutad kelime harflerinden mürekkep olmadığını söylemişlerdir. Birinciler ayrıca Taberâni'nin el-Kebîr'de Zeyd b. Sabit (r.a.)’den rivayet ettiği şu hadîsle istidlal etmişlerdir:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz secdede üflemeyi, su içer­ken de üflemeyi men'etmiştir." Oysa bu hadîsin isnadında Hâlid b. İlyas bulunuyor ki, Buhari "O bir şey değildir", yani rivayetine iti­bar edilmez, demiştir. Ahmed b. Hanbel ile Nesâi, onu metruk say­mışlardır. İbn Maîn de, "O kayde değer bir şey değildir, hadîsi ya­zılmaz" diyerek dikkatleri o isme çekmiştir.[486]

Birinci grupta olanlar bir de Ebû Hüreyre'nin (r.a.) hadîsiyle istidlal etmişlerdir:

"Peygamber (a.s.) Efendimiz namazda önüne üflemeyi ve bir de suya üflemeyi men'etmiştir."

Zeynüddin el-Irakî diyor ki:

"Bu hadîsin isnadında, üzerinde konuşulan birkaç kişi vardır." Hafız Bezzar'ın rivayet ettiği şu ha­disi de kendilerine delil olarak seçmişlerdir:

"Üç şey cefadır: Ada­mın secdesinde üflemesi, namazı bitirmeden alnına el sürüp silme­si..."

Hafız Bezzar rivayeti burada kestikten sonra şöyle demiştir:

"Üçüncüsü hafızamdan silindi, unuttum.."[487]

Beyhaki'nin yaptığı rivayette bu manayı kuvvetlendirir mahi­yette şöyle denilmiştir:

"Kimi namazda iken bir şey oyalarsa, işte o onun payıdır, nefh (öf, uf..) de sözdür."

Bunun isnadında Nuh b. Ebi Meryem bulunuyor ki, bu zat met­ruktür, hadîsiyle ihticac edilmez. Nitekim Ahmed b. Hanbel, "Hadîs konusunda ehil değildir, ancak Cehmiyye'ye karşı oldukça şiddetlidir" derken, Müslim ve diğer hadîs âlimleri de onun metrukü'l-hadis olduğunu belirtmişlerdir. İmam Buharî de "O, münkerü'l-hadîstir" diyerek ilim adamlarını onun hakkında uyarma ihtiyacını duymuş­tur. İbn Adiy ise, daha farklı bir görüş ortaya koymuştur:

"Zayıf ol­makla beraber hadîsleri yazılabilir!"[488]

Bu konuda Hafız Bezzar, Büreyde (r.a.)’den şu hadîsi de riva­yet etmiştir:

"Üç şey cefadandır: Adamın ayakta durup idrar etmesi, namazı bitirmeden alnına el sürüp meshetmesi ve secdede iken üflemesi."

el-Irakî bu hadîsin ricalinin sahih olduklarını söylemiştir. Buna itiraz edenler de olmuştur. Aynı mânada birkaç rivayet daha söz konusudur ki hepsini buraya nakletmeye gerek görmedik. Sonuç olarak bu konudaki rivayetlerin çokluğu, mana ve delâlet ettiği hük­mü kuvvetlendirmektedir. Ancak öf, uf, uf gibi sesler kelâm (söz) olup olmadığı ihtilâf konusudur. Sözdür diyenlere göre, namazı bo­zar, değildir diyenlere göre bozmaz.

 

Çıkarılan Hükümler

 

1- Namazda özürsüz öksürmek veya benzeri öf, üf gibi sesler çıkarmak mekruhtur. Bir özürden dolayı olursa kerahet kalkar. Bu daha çok Hanefîlere göredir.

2- Az öksürük namazı bozmayacağı gibi, mekruh da sayıl­maz. Bir rahatsızlıktan dolayı çok da olsa öksürmek namazı boz­maz. Özürsüz çok öksürmek namazı bozar. Bu daha çok Şâfiîlere gö­redir.

3- Namazda kıraat esnasında boğazın tıkanıklığını gidermek için öksürmekte bir sakınca yoktur. Ancak bu cevaz, farz ve vâcib olan kıraatla ilgilidir. Sünnet olan kıraatlerde buna cevaz veril­memiştir. Bu daha çok Şâfiîlere göredir.

4- Özürsüz iki veya daha fazla harften meydana gelen bir ök­sürme (öf, üf, uf... gibi seslerin çıkması) namazı bozar. Bir özür­den dolayı ise, bozmaz. Bunun gibi, kıraatteki yanlış teleffuzu doğ­rultmak içinde öksürmek namazı bozmaz. Bu, Hanbelilere göredir.

5- Namazda çok olmamak kaydıyla özürlü, özürsüz, bir ihti­yaç hissedilsin, edilmesin öksürmek namazı bozmaz. Bu, Mâlikîlere göredir. Ancak çok öksürmek namazı bozar.

 

Namazda Allah Korkusundan Dolayı Ağlamak

 

Namazda Allah'ın huzurunda bulunduğumuzu düşünerek edep ve huşu' üzere olmamız çok önemlidir. Mü'minin Allah'a en yakın olduğu an, secdede bulunduğu anlardır. O'na olan üstün saygı ve korkudan dolayı ağlamak namazı bozmaz. Dünyevî bir maksattan dolayı ağlamak ise, ilim adamlarının çoğuna göre, bozar.

İlgili hadîsler:

Şanı Yüce Allah buyurdu:

"Rahmân'ın âyetleri onlara okunduğu zaman ağlayarak secde­ye kapanırlar."[489]

Abdullah b. eş-Şahhîr (r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimizi gördüm, namaz kılarken göğsünde ağlamaktan dolayı bakır tencerenin (kaynarken çıkardığı) sese ben­zer ses çıkarıyordu."[490]

İbn Ömer (r.a.)’dan yapılan rivayette, demiştir ki:

"Resûlüllah'ın (a.s.) ağrı ve sızısı şiddetlenince, kendisine "namaza.." denildi. O da:

"Ebû Bekir'e söyleyin de insanlara na­maz kıldırsın!" diye emretti. Bunun üzerine Hz. Âişe (r.a.): "Doğru­su Ebû Bekir yufka yürekli bir adamdır, okumaya başlayınca mü­teessir olup ağla" dedi. Peygamber (a.s.) yine:

"Söyleyin de o na­maz kıldırsın!" buyurdu. Hz. Aişe (r.a.) tekrar aynı sözleri söyle­yince, Peygamber (a.s.):

"Ona söyleyin de namaz kıldırsın. Doğ­rusu sizler (ey kadınlar) Yusuf'un arkadaşlarısınız!" buyurdu.[491]

Hadîslerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Namazda, Allah korkusundan, O'nun huzurunda bulun­manın verdiği ürperti ve üstün saygıdan dolayı ağlamak, namazı bozmaz. Hattâ bu sesli bile olsa..

2- Ebu Bekir Sıddîk'ın namazda Kur'ân okurken zaman za­man duygulanıp ağladığı olmuş ve namazı iade etmemiştir.

Hadîslerin ışığında meshep imamlarının tesbit, istidlal ve ihticacları:

a) Hanefîlere göre:

Namazda inlemek, âh, vâh etmek, sesli ağlamak, Allah korku­sundan dolayı değil de başka bir sebepten ise, namaz bozulur. Bir de vücutta meydana gelen bir rahatsızlıktan dolayı da inlemek ve ağlamak namazı bozmaz. Ancak kendine hâkim olabiliyorsa, o takdirde bir hastalık ve sıkıntıdan dolayı da olsa ağlamak namazı bo­zar.[492]

b) Şâfiilere göre:

Namazda inlemek, ağlamak ve benzeri sesler çıkarmak suretiy­le iki veya daha fazla harf oluşuyorsa, bu durumda üç husus söz konusudur: Birincisi, duygulanıp inlemek veya ağlamak üstün ge­lip ona engel olunamıyorsa, o takdirde örfen az sayılanı affedilir türden kabul edilir, yani namazı bozmaz. Örfen çok sayılanı ise, na­mazı bozar, isterse âhiret korkusundan olsun, fark etmez, ikincisi, inlemek, duygulanıp ağlamak üstün gelmiyorsa, yani ona engel olabiliyorsa, o takdirde azı da, çoğuda affedilmez, namazı bozar, ister­se bu âhiret korkusundan dolayı olsun fark etmez. Üçüncüsü, örfen çok kabul edilenidir ki azı da af edilmez. Ancak kaçınılması zor bir hastalıktan dolayı ise, o takdirde zarurete binaen namazı bozmaz.[493]

c) Hanbelilere göre:

Bu meselede Hanbelîlerle Hanefiler birleşmektedir.

d) Mâlikilere göre:

Namazda inlemek, ağlamak ve benzeri sesler çıkarmak bir has­talıktan veya Allah korkusundan ise, namazı bozmaz. Ancak bir acı ve sıkıntıdan dolayı çokça ağlamak namazı bozar.[494]

Konuyla ilgili yorumlar, rivayetler ve tahliller:

1107 nolu Abdullah b. eş-Şahhîr hadîsini aynı zamanda İbn Hibban ile İbn Huzayme tahric etmişler ve Tirmizî de sahihlemiştir. Ha­dîs, namazda ister iki harf, isterse fazla harfleri ihtiva etsin ağlamanın namazı bozmayacağına delâlet etmektedir. Bunu kuvvetlendiren bir diğer rivayeti ise İbn Hibban şu sözlerle Hz. Ali (r.a.)’den nakletmiştir:

"Bedir günü içimizde Mikdad b. el-Esved'den başka süvari yoktu. And olsun ki o gün bizim içimizde Resûlüllah (a.s.) Efendimizden başka ayakta duran kimse yoktu. Resûlüllah (a.s.) bir ağacın altında hem namaz kılıyor, hem ağlıyordu, onun bu ha­li sabaha kadar sürdü."

Bu rivayet de namazda Allah korkusundan dolayı ağlamakta sakınca olmadığına delâlet etmektedir. Nitekim Buharî'nin, Saîd b. Mensur'un ve İbn Münzir'in yaptıkları rivayette, Hz. Ömer'in (r.a.) sabah namazını kıldırırken Yusuf sûresini okuduğu ve "Ben keder ve üzüntümü ancak Allah'a şikâyet ederim..." mealindeki âye­te gelince sesli ağladığı işitüdiği belirtilmektedir.

1108 nolu İbn Ömer (r.a.) hadîsinde Ebu Bekir'in (r.a.) yufka yürekli olup namazda ağlayacağı Resûlüllah'a (a.s.) haber verildi­ği halde onun namaz kıldırmasını ısrarla söylemesi ve ağlaması hususunda bir şey söylememesinden, namazda Allah korkusundan ağ­lamanın namazı bozmayacağı istidlal edilir.

 

Çıkarılan Hükümler

 

1- Namazda ya Allah korkusundan, ya da vücuda arız olan bir sıkıntı ve hastalıktan dolayı inlemek, ağlamak, ah ve öf demek, namazı bozmaz.

2- Namazda bir hastalık veya sıkıntıdan dolayı ağlayan ve­ya inleyen kimse, kendine hâkim olabiliyorsa, o takdirde ağlayıp inlemesi namazı bozar.

3- Namazda bir hastalık veya sıkıntıdan dolayı elde olmaya­rak ağlıyor veya inliyorsa, bu namazı bozmaz. Bunun dışında ister Allah korkusundan, ister dünyevî bir maksattan dolayı ağlayan ve­ya inleyen kimse bununla iki veya daha fazla harf çıkarıyorsa, na­mazı bozulur.

Bu, Şâfiîlere göredir.

4- Namazda Allah korkusundan veya bir hastalıktan dolayı ağlamak veya inlemek namazı bozmaz. Ancak bir sıkıntı veya acı­dan dolayı fazla ağlamak namazı bozar. Bu, Mâlikîlere göredir.

 

Namazda İken Aksırıp El-Hamdu Lillah Demek

 

Her ne kadar el-hamdu lillah namazda söylenen zikirlerden bi­riyse de, namaz dışı bir olaydan dolayı söylenmesi doğru değildir. O halde namazda iken ne kendi aksırmasından dolayı hamdedilir, ne de başkasının,aksırıp el-hamdu lillah demesine karşılık "yerhamukellah" denilir.

İlgili hadîsler:

Rıfa'a- b. Râfi' (r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimizin arkasında namaz kılarken aksırdım ve o sebeple El-Hamdulillahi Kesiren Tayyıben Mübareken  Fihi Kema Yuhubbi Rabbuna Ve Yerda dedim.

Peygamber (a.s.) Efendimiz namazı kılıp bitirince,

"Namazda ko­nuşan kim idi?" diye sordu. Hiç kimse konuşmadı, yani cevap ver­medi. Peygamber (a.s.) ikinci defa sordu, yine kimse cevap verme­di. Üçüncü defa sorunca, Râvi diyor ki:

"Ben konuştum ya Resûlellah!" diye cevap verdim. Bunun üzerine Peygamber (a.s.) şöyle bu­yurdu:

"Canımı kudret elinde tutan zata yemin ederim ki, 33 me­lek birden harekete geçti de hangisi o sözü daha önce (ilâhî huzu­ra) yükseltirim diye acele etti."[495]

Hadîsin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Namazda iken me'sur olmayan bir zikir veya tesbîh ve tahmîdi söylemekte bir sakınca yoktur.

2- Namazda namazdan olmayan zikir, tesbîh ve tahmidi, çev­resindekilerin duyacağı bir sesle söylemek namazı bozmaz.

3- Namazda zikir, tesbih ve tahmîdde bulunmak, ilâhî rızaya yaklaştırıcıdır.

4- Namazda aksıran kimsenin "el-hamdu lillah" demesi meşru'dur.

Hadislerin ışığında müctehit imamların tesbit, görüş, ictihat, istidlâl ve ihticacları:

a) Hanefîlere göre:

Namazda iken başkası aksırır da o "yerhamukellah" derse, na­mazı bozulur. Yine kendisi namazda iken aksırır da bir başkası ona "yerhamukellah" der, o da "âmin" derse, yine namazı bozulur.

Bunun gibi, kendisi namazda iken bir başkası aksırır, o da "el-hamdu lillah" derse, namazı bozulmaz. Çünkü bu bir cevap sayıl­maz. Ancak böyle derken bir cevap verme niyetini taşırsa, o takdir­de sahih kavle göre, namazı bozulur.

Namazda iken kendisi aksırır da el-hamdu lillah derse, namazı bozulmaz. Ancak başkası işitmiyecek kadar hafif söylemesi çok da­ha uygun olur. Daha güzel olanı da susup bir şey söylememesidir.

Namazda aksırır da el-hamdu lillah demezse, namazdan sonra demesi, sahih kavle göre uygun olur. Aksıran kimse imama uymuş bir halde ise, ne gizli, ne aşikâr hamd etmez.[496]

b) Şâfiîlere göre:

Namazda iken bir başkası aksırır da o da ona "yerhamukellah" derse, namazı bozulur. Ancak ikinci şahsa değil de üçüncü şahıs za­miri kullanarak "yerhamuhü'llahü" veya birinci şahıs çoğul zamiri kullanarak "yerhamuna'llah" derse, namazı bozulmaz.[497]

c) Hanbelilere göre:

Bu meselede Şâfiîlerle aynı görüş ve ictihattalar.

d) Mâlikîlere göre:

Aksıranı dil ile teşmîtte bulunmak, yerhamukellah demek mut­laka namazı bozar. Kendisi aksırır da kimse işitmiyecek şekilde el-hamdu lillah derse, namazı bozulmaz, ancak demeyip susması hayırlıdır.[498]

Bu ifadeden, namazda aksırıp sesli şekilde "el-hamdulüllah" der­se, namazının bozulacağı anlaşılıyor.

Diğer rivayetler ve yorumlar:

1112 nolu Rıfa'â (r.a.) hadisini aynı zamanda Buhari tahrıc et­miştir, lafzı ise şöyledir:

"Bu gün Peygamber (a.s.) Efendimizin ar­kasında namaz kılıyorduk, başını rükû'dan kaldırdığında, Semi'allahu Lîmen Hamîdehü dedi. Bunun üzerine arkasında kendisi­ne uyup namaz kılanlardan biri şöyle dedi: Rabbena Ve Leke'l-Hamdu Hamden Kesîren Tayyiben, Mübareken Fîhi. Pey­gamber (a.s.) namazı kılıp selâm verince sordu:

"Kim konuştu?".

Rıfa'â da:

"Ben konuştum" diye cevap verince Efendimiz şöyle bu­yurdu:

"Otuz üç meleğin önce yazayım diye acele ettiklerini gör­düm!"

Buhari bu rivayette aksırmadan söz etmemiştir. Aynı zamanda Kema Yuhibbu Rabbuna Ve Yerda sözlerini de nakletmemiştir. Çünkü onun tesbitine göre, bunlar hadîsin metninde yer alma­mıştır.

Müctehit imamların farklı tesbit ve görüşleri ise, hem hadîsle­rin haber-i vahit şeklindeki rivayetinden, hem de bu konuda rivayet edilen diğer farklı hadîslerden kaynaklanmaktadır.

Rıfa'â'nın Peygamber (a.s.) Efendimiz'in sorusuna cevap ver­meyip susması, saygısızlığından değil, yanlış bir şey söylemiş oldu­ğunu sanıp korkmasındandır. Böylece vaki yanlıştan dolayı affedi­lirim umuduyla cevap vermemiş ve kınanırım endişesiyle susmayı bir süre tercih etmiştir. Cenâb-ı Peygamber (a.s.), konuşan kimse­nin endişesini anlamış ve üç defa sormayı tekrarlıyarak cevap ver­me fırsatını tanımıştır.

 

Çıkarılan Hükümler

 

1- Namazda iken aksırır da el-hamdu lillah derse, namazı bo­zulmaz. Ancak kendisi işitecek kadar bir tonda söylemesi hayırlıdır. Bazı ilim adamlarına göre hiçbir şey söylemeyip susması daha uygundur.

Bu, Hanefîlere göredir.

2- Namazda aksırır da hiçbir şey demezse, namazdan sonra el-hamdu lillah demesi tavsiye edilmiştir.

3- Namazda iken başkasının aksırmasını cevaplıyarak yerhamukellah derse, namazı bozulur. Ancak Şâfiîlere göre, bunu üçüncü şahıs veya birinci şahıs çoğul zamiriyle söylerse, namazı bozulmaz.

 

Namazda İken Önemli Bir Olay Meydana Gelirse, Sübhannellah Denilir. Kadınlar İse, Sağ Ellerini Sol Ellerinin Üzerine Vururlar

 

Namazda iken, yanılan imamı uyarmak, yanlış okuduğu kıraati düzeltmek veya önemli bir olayı duyurmak, uyarıda bulunmak için erkeklerin "sübhanellah" demesi, kadınların ise, sağ ellerini sol el­lerinin üzerine vurması tavsiye edilmiştir. Bu tarz söz ve hareketle namazın bozulmayacağı belirtilmiş ve bunun dışında başka bir söz söylenmesinin veya başka bir harekette bulunmasının doğru olmayacağına dikkatler çekilmiştir.

İlgili hadisler:

Sehl b. Sa'd (r.a.)’den yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendi­mizin şöyle buyurduğunu haber vermiştir:

"Kime namaz kılarken önemli bir olay vaki olur (ve bunu başkasına duyurmak isterse) tesbîh getirsin, (sübhanellah desin). Tasfiyk ise kadınlara mahsus­tur."[499]

Ali b. Ebî Tâlib (r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir ki:

"Seher vakti bana ayrılmış bir saat vardı ki, o saatte Resûlüllah (a.s.) Efendimizin yanına girerdim. Girdiğimde ayakta namaz kılıyorsa, benim için tesbîh getirip sübhanellah derdi ve bu O'nun bana izin verdiği anlamına gelirdi. Namazda değilse, bana izin ve­rirdi."[500]

Ebu Hüreyre (r.a.)’den yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğunu haber vermiştir:

"Namazda tesbih (sübhanellah demek) erkeklere, tasfiyk de kadınlara mahsustur."[501]

Hadîslerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Namazda iken, içeri girmeye izin istendiği veya bir tehli­keyle karşılaşan âmâyı veya başka birini   uyarmak gerektiğinde tesbihte bulunmak, yani sübhanellah demek sünnettir.

2- Belirtilen durumlarda kadınların se tasfiyk yapmaları, yani sağ ellerini sol ellerinin üzerine vurmak suretiyle uyarıda bu­lunmaları sünnettir.

3- Bunun gibi cemaatle namaz kılınırken imamın yanıldığını hatırlatmak için de aynı şey yapılır, yani erkekler sübhanellah, derler, kadınlar el çırparlar. Böyle yapmak veya söylemek kimine göre sünnet, kimine göre müstehabdır.

Hadîslerin ışığında mezhep imamlarının görüş, tesbit, istidlal ve ihticacları:

a) Hanefîlere göre:

Birinin içeri girmek için izin istemesi veya imamın bir hata yap­ması halinde namazda olan kimsenin konuşmayıp sadece sübhanel­lah demesinde bir sakınca yoktur, yani namaz bozulmaz. Hanefîler bu meselede Sehl b. Sa'd'ın (r.a.) 1116 nolu hadîsiyle istidlal etmiş­lerdir.[502]

b) Şâfiîlere göre: Namazda önemli bir olaydan, dolayı, meselâ hata yapan imama hatırlatmak, içeri girmek isteyene izin vermek ve tehlikeyle karşıkarşıya gelen amayı uyarmak için erkeğin sübhanellah demesi, ka­dının da sağ eliyle sol eline vurup el çırpması sünnettir.[503]

c) Hanbelîlere göre:

Namazda iken herhangi bir maksada yönelik olarak Sübhanellah veya Lâilâhe illallah demek veya benzeri bir zikirde bulunmak namazı bozmaz. Meselâ hayretini mucip bir şey gördüğünde "süb­hanellah" der veya başına bir musibet gelir de "İnna lillahi..." der veya bir ağrı ve sızı hisseder de "bismillah" derse, namazı bozul­maz, ancak kerahet işlemiş olur. Bunun gibi namazda herhangi bir maksada yönelik olarak Kur'ân'dan bir âyet okuması da namazı boz­maz. Ancak Kur'ân'dan bir kelime söyler de o insanların sözünden ayırt edilmezse, meselâ "ya İbrahim!" derse, namazı bozulur.[504]

d) Mâlikîlere göre:

Namazda olan kimse, namaz dışındaki kimseye bir şey anlat­mak için veya hatırlatmak için kıraat mahallinde bir âyet okursa, namazı bozulmaz. Ama bunu rükû' veya secdede okursa, namazı bozulur, çünkü kıraat mahallinin dışında okunmuş olur. Buna bir misal verelim  İçeri girmek için izin isteyen adama, "Udhuluha Bi-Selâmin Âmînin" âyetini kıraat mahallinde okursa, namazı bozulmaz, onun dışında bir yerde okursa namazı bozulur.

Önemli bir olayı hatırlatmak veya anlatmak için namazda iken "sübhanellah" veya "lâilâhe illallah" ya da "la havle velâ kuvvete illâ billah" derse namazı bozulmaz. Çünkü namazın her bölümü tesbîh, tehlil ve la havle'ye mahal sayılır.[505]

Diğer rivayetler, yorumlar ve tahliller:

1116 nolu Seni b. Sa'd (r.a.) hadîsini Ebû Dâvud şu lafızla ri­vayet etmiştir:

"Namazda iken sizce önemli sayılan bir olay zuhur ederse, erkekler tesbihte bulunsun, kadınlar da tasfiyk yapsınlar."

Hadisin ricali sahihtir. Hemen hemen bütün müctehitler bu ha­dîsle istidlal etmişlerdir.

1117 nolu Hz. Ali Hadîsini Nesâi ve Beyhakî de tahrîc etmişler­dir. Ancak isnadında ve metninde ihtilâf söz konusudur. Bazı rivâyette "tesbihte bulundu", bazısında ise, "hafif öksürdü" denilmiştir. Bu da daha çok râvîlerinden Abdullah b. Nücca bulunuyor ki, bu zatla ilgili hadîs âlimlerinin görüşlerini 1100 nolu kısımda açıklamış bulunuyoruz.

1118 nolu Ebû Hüreyre (r.a.) hadîsinin merfu' veya mevkuf olduğu hakkında ihtilâf vardır. İsnadında ise Ebû Harun Umare b. Cüveyna bulunuyor ki, Hammad b. Zeyd onun yalancı bir kişi oldu­ğunu söylemiştir. Şu'be onun hakkında şöyle demiştir:

"Ebû Ha­run'dan hadîs rivayet etmektense boynumun vurulmasını tercîh ede­rim." Zehebi onunla ilgili birçok görüş ve tesbitleri toplamıştır. İbn Maîn, onun zayıf olduğunu, Nesâi ise, metrukü'l-Hadîs olarak tanın­dığını belirtmiştir.[506]

Zeylaî Sehl b. Sa'd (r.a.) hadîsinin tamamını naklederek hadi­sin asıl söyleniş sebebini belirtmek istemiştir. Rivayetin tamamı şöy­ledir: Peygamber (a.s.) Efendimiz, aralarında barışı gerçekleştir­mek üzere Benî Amr b. Avf kabilesine gitti. Namaz vakti girmiş ol­du. Müezzin, Ebû Bekir Sıddîk'a (r.a.) gelip, "cemaate namaz kıl­dırmaz mısın?" diye teklifte bulundu. O da olumlu cevap verdikten sonra kalkıp namaz kıldırmaya başladı, derken Resûlüllah (a.s.) Efendimiz dönüp geldi. Cemaat namazda bulunuyordu. Peygamber (a.s.) ilerleyip safta yerini aldı. Cemaat O'nun geldiğini görünce el çırpmaya başladılar. Ebû Bekir ise namazda bir yana dönüp bak­madı, ancak cemaat el çırpmayı artırınca, etrafına dönüp baktı, Pey­gamber (a.s.) Efendimizi gördü. Peygamberimiz ona, yerinde dur, diye işarette bulundu. Bunun üzerine Resûlüllah'ın (a.s.) kendisine vaki bu emrinden dolayı Allah'a hamd etti ve sonra geri çekilip saf­ta aynı hizada durdu. Resûlüllah (a.s.) öne geçip namaz kıldırdık­tan sonra Ebû Bekir'e şöyle dedi:

"Ya Ebâ Bekir! Sana emrettiğim halde neden yerinde kalmadın?"

Ebû Bekîr şu cevabı verdi:

"Ebû Kahafe'nin oğluna, Resûlüllah'ın (a.s.) bulunduğu bir yerde öne geçip namaz kıldırmak yakışmaz." Sonra Reslüllah (a.s.) cemaate dönerek şöyle buyurdu:

"Neden tasfiyki artırdınız, sorabilir mi­yim? Kim namazda iken önemli bir olay görürse, tesihte bulunsun Çünkü o tesbihte bulununca kendisine iltifat vaki olur. Tasfiyk ise ancak kadınlara mahsustur."[507]

 

Çıkarılan Hükümler

 

1- Namazda iken bir olaydan dolayı "sübhanellah" demek na­mazı bozmaz. Bu, Hanefîlere göredir.

2- Namazda iken, önemli bir olaydan dolayı erkeklerin "sübhanellah" demeleri, kadınların tasfiykte bulunmaları sünnettir. Bu, Şafiîlere göredir.

3- Namazda iken herhangi bir maksada yönelik olarak tesbîh, tehlîl ve benzeri bir zikirde bulunmak namazı bozmaz. Bu Hanbelilere göredir. Mâlikîler de aynı görüştedirler.

4- Namazda iken, namaz dışında meydana gelen bir olay se­bebiyle, hatırlatmada bulunmak veya uyarmak veya cevap vermek, müsaade etmek niyetiyle kıraat mahallinde ise, Kur'ân'dan bir âyet okumakta da bir sakınca yoktur. Kıraat mahallinin dışında böyle yapmak ise, namazı bozar. Bu, Mâlikîlere göredir.

 

Namazda Kıraat Esnasında Takılıp Kalan İmama Fetihte Bulunmak

 

İmamın arkasında cemaat halinde namaz kılarken, imam kıraat­te takılıp kaldığı ve hemen hatırlayamadığı takdirde cemaatten biri­nin ona fetihte bulunması caizdir.

Konuyla ilgili hadisler:

Musavver b. Yezîd el-Mâliki'den (r.a.) yapılan rivayette, şöyle haber vermiştir: Resûlüllah (a.s.) Efendimiz namaz kılarken (veya kıldırırken) bir âyeti terketti. Bunun üzerine (namazdan sonra) bir adam:

"Ya Resûlellah! şu ve şu âyeti (atladınız)" dedi. Resûlüllah (a.s.) ona: 

"Bana hatırlatsaydın ya.." buyurdu.[508]

İbn Ömer  (r.a.)’dan yapılan rivayette, demiştir ki:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz bir namaz kıldı (veya kıldırdı) (kıraatte) okurken karışıklık meydana  geldiğinden durup kaldı.

Namazı kılıp bitirince babama, "bizimle beraber namaz kıldın mı?" diye sordu. O da "evet" diye cevap verdi. Peygamber (a.s.) ona, " (fetihte bulunmana) engel olan ne?" buyurdu.[509]               

Hadîslerin açık delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:

1- Namazda kıraat esnasında takılıp kalan imama fetihte bu­lunmak meşrudur. O bakımdan fetihte bulunan kimsenin namazı bozulmaz

2- Kıraatte farz olan miktar yerine geldikten sonra imam takılıp kalırsa, fetihte bulunmak caiz olur mu? Hadîsin zahirinden bu husus anlaşılmamaktadır

3- İmam takılıp kaldığında namaz harici bir kimsenin fetihte bulunması meşru mudur? Bu hususta hadislerden anlaşılmamaktadır

Hadîslerin ışığında müctehit imamların görüş, tesbit ve istidiâlleri:

a) Hanefilere göre:

İmam namaz kıldırırken âyeti unutur, veya biraz okuduktan sonra duraklayıp kalır veya tereddüt gösterirse, arkasında namaz kılan kimsenin ona fetihte bulunması caizdir. Ancak o bununla ima­mını irşada niyet eder, tilâvete niyet etmez. Zira imamın arkasında ona uyanların okuması mekruhtur.[510]

İmam takılıp kaldığında ona uyan kimsenin hemen acele fe­tihte bulunması mekruhtur. Çünkü imam bu durumda matlûp olan başka bir sûreye intikal edebilir veya farz miktarı okumuşsa, bek­lemeye gerek görmeden rukû'a varabilir.

İmama uyan kimse, kendi imamına değil de başka birine fetihte bulunursa, namazı bozulur. Ancak bu durumda tilâvete niyet edip irşadı niyet etmezse, namazı bozulmaz.[511]

b) Şafiîlere göre:

İmam kıraat esnasında takılıp kalır ve az bir süre beklerse, o takdirde kendisine uyanlardan birinin fetihte bulunmacı caizdir.

Ama imam takıldığı yerde tereddüt ederse, o takdirde fetih yapıl­maz. Aynı zamanda imama fetihte bulunan kimsenin, bununla sa­dece kıraati kasdetmesi gerekir veya kıraatle birlikte fetihte bulun­mayı kasdetmesi gerekir, sadece fetihte bulunmayı kasdeden veya hiçbir şey kadetmezse, namazı bozulu. [512]

c) Hanbelilere göre:

İmam kıraat esnasında durup kalır veya yanlış okursa, ona uyan kimsenin fetihte bulunması vaciptir. Çünkü namaz ancak kıraatle sahih olur; imamın kıraatte duraklayıp kalması veya Fâtiha'yı yan­lış okuması, namazın sıhhatına mani olur. O bakımdan cemaatten birinin fetihte bulunması gerekir. İmamından başka birine fetihte bulunması, o kimse ister namaz içinde olsun, ister dışında olsun, mekruhtur, fakat namazı hükümsüz bırakmaz, çünkü yaptığı fetih namaz içinde meşru bir sözdür.[513]

d) Mâlikîlere göre:

İmama fetihte bulunmak namazı bozmaz. Ancak me'mumun kendi imamına fetihte bulunması meşru'dür, o da imam kıraat esna­sında durup kalır ve tereddüt ederse, fetih caizdir. Sadece durakla­yıp kalır ama tereddüt etmezse, o takdirde fetihte bulunmak mek­ruhtur. İmamın Fatihada tereddüt etmesinden dolayı fetih vâcib olur; zamm-ı sürede tereddüt etmesinden dolayı fetihte bulunmak sünnettir. Eğer okumakta olan sûreyi tamamlamak üzere ise, fetih­te bulunmak menduptur. İmamından başkasına -ister o başkası na­mazda bulunsun, ister namaz dışında olsun- fetihte bulunmak na­mazı bozar.[514]

Rivayetler, yorumlar ve tahliller:

1125 nolu Musavver (r.a.) hadîsini aynı zamanda İbn Hibban ve el-Esrem tahric etmişlerdir. İsnadında Yahya b. Kesir el-Kâhilî bulunuyor ki, bu zat hakkında Ebû Hatim "Şeyhtir" demiştir. Bunun hadis âlimi olduğunu kasdetmiştir. Nesâî ise, onun zayıf olduğunu belirtmiştir. Sika olduğunu söyleyenler de olmuştur.[515]

el-Hatîb sahabeden olan Musavverin, Resûlüllah (a.s.) Efendimizden sadece bir hadîs rivayet etmiştir, diyerek bu zatın başka ha­dîs rivayet etmediğini hatırlatmıştır.

1126 nolu İbn Ömer (r.a.) hadîsini aynı zamanda Hâkim ve İbn Hibban tahrîc etmişlerdir. İsnadındaki ricalin hepsi sahihtir.

Ayrıca bu konuda bir diğer hadisi Hâkim, Enes (r.a.)’den riva­yet etmiştir ki, meâlen şöyledir:

"Bizler Resûlüllah (a.s.) Efendi­miz zamanında imamlara fetihte bulunurduk."

Buraya kadar naklettiklerimiz, namazda takılıp kalan imama fetihte bulunmanın caiz olduğunu ortaya koymaktadır. Bunun ak­sini iddia edenler veya ona göre ictihatta bulunanlar da vardır. On­ların istidlal ettiği hadîslerden biri, İbn İshak es-Sübey'i'nin el-Hâris'ten, onun da el-A'ver'den, onun da Hz. Ali (r.a.)’den yapılan şu rivayettir:

"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, Hz. Aliye şöyle buyurmuştur:

"Ya Ali! namazda imama fetihte bulunma."[516]

Ebû Dâvud bu hadîsin tahlilini yaparken diyor ki:

"Ebu İshak el-Sübey'î bunu el-Hâris'ten işitmemiştir. Ancak dört hadîs işitmiştir ki bu onlardan biri değildir." el-Münziri ise, el-Hâris el-A'ver hak­kında şöyle demiştir:

"İmamlardan birçoğu onun çok yalancı ol­duğunu belirtmişlerdir."[517]

el-Hâris'in hadisini Abdurrezzak kendi Müsannef'inde Hz. Ali'­den (r.a.) merfuân şu lafızla rivayet etmiştir:

"Ya Ali! namazda iken sakın imama fetihte bulunma."

Bu rivayetin münkati' olduğunu söyleyenler olduğuna göre, ha­dîs zayıf sayılır. O bakımdan müctehit imamların çoğu onunla is­tidlal etmemişlerdir.

Fethin cevazına delâlet eden hadîsler ise, hem istidlale, hem ihticaca elverişli görülmüştür.                                                 

 

Çıkarılan Hükümler                                          

 

1- Namaz kıldırırken kıraate takılıp kalan veya tereddüt eden imama, cemaattan birinin fetihte bulunması caizdir. Ancak fetihte bulunan bununla tilâvette bulunmayı kasdetmiyecektir, aksi halde kerahet işlemiş olur. Bu, Hanefilere göredir.

2- İmam takılıp kalınca, ona uyan kimse fetihte acele etme­melidir. Çünkü bu durumda olan imam ya farz miktarı okumuş ola­bilir, ya da başka bir sûreye geçebilir. Buda Hanefîlere göredir.

3- Kendi imamından başkasına fetihte bulunan kimsenin na­mazı bozulur. Ancak bu durumda tilâvete niyet ederse, namazı bo­zulmaz, kerahet işlemiş olur. Bu, Hanefîlere göredir. Mâlikîlere göre namazı bozulur.

4- İmama fetihte bulunan kimse, bununla kıraati veya hem kıraati, hem fetihte bulunmayı kasdetmesi gerekir. Sadece fetihte bulunmayı kasdederse namazı bozulur. Bu, Şâfiilere göredir.

5- Kıraat esnasında takılıp kalan ve yanlış okuyan imama fe­tihte bulunmak vaciptir. Bu, Hanbelilere göredir.

 

 

 

 



[1] Buhari, vudu': 29, salat: 46, ısti'zaran: 18, Ebû Dâvud, taharet: 46, 56, salât: 144, Nesâî, taharet: 55, 70, 88, 91, İbn Mâce, taharet: 44, Ahmed: 1/78, 2/164, 193, 201, 228, 409.

[2] Sahih-i Müslim, mesacid: 15.

[3] Müsned-i Ahmed Müslim, Ebû Dâvud: Enes (r.a.)'den.

[4] Şerhu Fethi’l-kadir: 1/190, 191.

[5] Es-Siracü’l-vahhac ala metni’l-Minhac: 39, Fethüvahhab bi-Şerhi Menheci’t Tullab: 1/35, 36.

[6] el-Muğni istikbal-i kıble: 1/431, 432.

[7] El-Müdevvenetü'l-kübrâ, kıble: 1/92, 93.

[8] Tirmizî, Müsned-i Ahmed, Tâberânî, Amir b. Rebi'a (r.a.)’dan.

[9] Neylü'l-evtar: 186.

[10] Mîzanü'l-i'tidal: 3/556-7571 nolu Muhammed b. Salim. 635-7905 nolu muhammed b. Abdullah.

[11] Neylü'l-evtar: 2/186.

[12] Tirmizî, salât: 139, Nesâî, Siyam: 43, İbn Mâce, ikâmet: 56, Tabernî, kıble: 8.

[13] Buharî, Müslim.

[14] Fazla bilgi  için bak: Bedayi'us-Sanayi' Fi-Tertibi'ş-Şerayi: 1/118-119.

[15] el-Ümm: 1/93.

[16] el-Siracü'l-vahhac: 1/40.

[17] Geniş bilgi için bak: el-Muğnî: 1/440, 444.

[18] el-Fıkhu alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/197'den özetlenerek.

[19] Ebu Dâvud, taharet: 31, salât: 73, Tirmizi, taharet: 3, mevakıyt: 62, İbn Mâce, taharet: 32, Dâremî, vudu': 22, Ahmed: 1/123, 129.

[20] Buhari, ezan: 18, edeb: 27, ahâd: 1, Dâremî, salât: 42, Ahmed: 5/53.

[21] Haşiyetü'l-Tahtâvî: 118, 119,

[22] Bedayi'u's-Sanayi' fi-Tertıbi'ş-Şerayi': 1/130.

[23] es-Siracü'1-vahhac: 41, 42.

[24] Birincisi hadisi Ebu Davud, ikincisi Buhari ile müslim rivayet etmiştir: Üçücü hadisi İbn Kudame nakletmiştir 

[25] el-Muğnî, tekbîr: 1/460, 481'den özetlenerek.

[26] el-Müdevvenetü'1-kübrâ, ihrâm: 1/62.

[27] Neylü'l-evtar: 2/192'den özetlenerek.

[28] Mîzanü'l-i'tidal: 4/586-10729 nolu Ebû Yahya.

[29] Neylü'l-evtar: 2/195.

[30] Nasburraye li-Ahadisi'1-Hidâye: 1/303.

[31] Ebü Dâvud, salât: 93.

[32] Müsned-i Ahmed: Ebu Musa (r.a.)'den.

[33] Tirmizî.

[34] Müslim, salât: 127, Ebû Dâvud, salât: 93, Tirmizî, İkamet: 50, Ahmed: 4/270, 276, 277.

[35] Buhari, ezan: 71, Müslim, salat: 127, 128, Ebû Davud, salat: 93, Tirmizi, mevakiyt: 53, İbn Mâce, ikamet: 50, Ahmed: 4/271, 272, 277.

[36] Buhari, ezan: 74, Müslim, salât: 124, Ebû Dâvud, salât: 93, Dâremî, salat: 48, 49, İbn Mâce, İkamet: 50, Ahmed: 2/234, 319, 505-3/177, 254, 274, 279, 291-5/262.

[37] Ahmed: 2/234, 319, 505.

[38] Neylü'l-evtar: 2/196.

[39] Buhari, salat: 3, 16, Müslim, salat: 119, Ebû Davud, salât: 115, 117, 136, 138, 140, Tirmîzî, salat: 63, 76, Nesâî, iftitah: 6, 11, 36, 37.

[40] Müsned-i Ahmed. Ebû Dâvud.

[41] Buharî, Müslim: İbn Ömer (r.a.)'dan.

[42] Buharî, Nesâî, Ebû Dâvud: Nâfi'dan.

[43] Müsned-i Ahmed, Ebû Dâvud, Tirmizî, Ali b.Ebı Tâlib (r.a)’den.

[44] Buharî, Müslim: Ebû Kalâbe'den.

[45] Müsned-i Ahmed, Sahîh-i Müslim: Ebu Kalebe’den.

[46] Buharî, Müslim, Tirmizî, Ebu Davut, İbn Mace: Ebu Humayd’den.

[47] Haşiyetü't-Tahtâvî alâ Meraki'l-felâh: 139.

[48] el-Ümm, refü'l-yedeyn fi't-tekbîr: 1/103, 104.

[49] el-Muğnî, yerfeu yedeyh, 1/469, 470'ten özetlenerek.

[50] el-Fıkhu Alâ'I-Mezahibi'l-Arbaa: 1/250.

[51] Fazla bilgi için bak: Şerhu Maani'l-Asâr: 1/195-197.

[52] Nasburraye: 1/309, 310.

[53] Neylü'l-evtar: 2/198.

[54] Neylü'l-evtar: 2/200.

[55] Fazla bilgi için bak: el-Ümm: 1/103-105.

[56] Neylü'l-evtar: 2/207.

[57] Müsned-i Ahmed, Sahîh-i Müslim, Vâil b. Hücür (r.a.)'den.

[58] Müsned-i Ahmed, Sahîh-i Buharî, Ebû Hâzim (r.a.)'den.

[59] Ebû Dâvud, Nesâi, İbn Mâce: İbn Mesûd (r.a.)'den.

[60] Müsned-i Ahmed, Ebû Dâvud: Ali (r.a.)'den.

[61] Hâşiyetü't-Tahtâvî ala Meraki'l-felâh: 140.

[62] el-Fıkhu alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/251.

[63] el-Fıkhu alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa, 1/251.

[64] el-Muğni, vazi'l yedi'l-yümnâ: 1/472.

[65] el-Muğni, vazi'l yedi'l-yümnâ: 1/473.

[66] el-Muğnî meseletün fi vazi'l yed: 1/472.

[67] el-Fıkhu Alâ'1-Mezahibi'l-Arbaa, Vaz'u'l-yed: 1/251.

[68] Neylü'l-evtar: 2/208.

[69] Neylü'l-evtar: 2/211.

[70] Müsned-i Ahmed.

[71] Müsned-i Ahmed, Müslim, Nesaî.

[72] Buhari, Ebû Dâvud, Nesâî.

[73] Nesâî, Ebû Dâvud, Müsned-i Ahmed.

[74] Şerhu Fethilkadîr, kerahat: 1/291.

[75] Fetâvâ-yi Hindiyye, adabü's-salât: 1/72.

[76] Fethülvahhab bi-Şerhi Menbeci't-Tullâb: 1/47.

[77] el-Fıkhu Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa, iltifat: 1/274.

[78] el-Fıkhu Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/274.

[79] el-Fıkhu Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/274.

[80] el-Fıkhu Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/274.

[81] İbn Mâce, Neylü'l-evtar: 2/212.

[82] Müsned-i Ahmed, Müslim, Tirmizî.

[83] Ebû Dâvud, Dârekutnî.

[84] Bedayi'us'-Sanayi’ Fi-Tertibi'ş-Şerayi, Sünen-ı salât: 1/202.

[85] Bedayi'u's'-Sanayi, Fi-Tertibi'ş-Şerayi, Sünen-i salât: 1/202.

[86] Bedayi'u's-Sanayi, Fi-Tertibi'ş-Serayi: 1/208.

[87] es-Siracü’lvahhac Alâ Metni'l-Minhac: 43.

[88] es-Siracü’lvahhac Alâ Metni'l-Minhac: 45.

[89] es-Siracü’lvahhac Alâ Metni'l-Minhac: 46.

[90] es-Siracü’l-vahhac Ala Metni’l-Minhac: 44.

[91] el-Fıkhu alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/250.

[92] el-Fıkhu alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/250.

[93] el-Muğnî 489, 490'dan özetlenerek.

[94] Mîzanü'l-i'tidal: 2/340-4003 nolu Talha b. Amir.

[95] Fazla bilgi için bak: Mîzanü'l-itadal: 2/128-3148 nolu Saîd.

[96] Mizanü'l-i'tidab 1/248- 945 nolu İsmail.

[97] Neyü’l-evtar: 2/250.

[98] Ebû Dâvud, Tirmizî, mevakıyt: 110.

[99] Ebû Dâvud, salât: 135, Nesâi, iftitah; 32, Ahmed: 4/353, 356.

[100] Bedayi'u's-Sanayi' fi-Tertibi'ş-Şerayi: 1/112.

[101] Bedayi'u's-Sanayfi’ fi-Tertibi'ş-Şerayi: 1/112'den özetlenerek.

[102] İbn Abidîn: 1/506.

[103] Bedayi'u's-Sanayi' fi-Tertibi'ş-Şerayi’: 1/113.

[104] es-Siracü'l-vahhac Alâ Metni'l-Minhac: 44.

[105] el-Muğnî, kıraat: 1/492.

[106] el-Muğnî, kıraat: 1/492.

[107] el-Fıkhu Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/230.

[108] el-Fıkhu Alâ'I-Mezahibi'l-Arbaa: 1/230.

[109] Neylü'l-evtar: 2/251.

[110] Buharî, ezan: 107, Müslim, salât: 170, 171, Ebû Dâvud, salat: 127, 135, Ahmed: 1/257, 5/86, 88, 101, 103, 106, 108, 111-6/395.

[111] Buharî, ezan: 103, Müslim, salât: 159, Nesâî, iftitah: 74, Ahmed:  1/175.

[112] Müsned-i Ahmed, Müslim.

[113] Fetâvâ-yı Hindiyye: 1/77'den özetlenerek.

[114] es-Siracü'1-vahhac Alâ Metni’1-Minhac: 14, 45.

[115] el-Muğnî: 1/393, 394.

[116] el-Fıkhu Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/254.

[117] el-Fıkhu Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/258.

[118] Şerhu Maani'l-Asar: 1/205, 206.

[119] Şerhu Maani'l-Asâr: 1/206.

[120] Şerhu Maani'l-Asar: 1/206.

[121] Buharî, ezan: 106, Tirmizî, sevabü'l-Kur'an: 11.

[122] Müslim, müsafırin: 203, Ahmed: 5/384, 397.

[123] Ebû Dâvud, salât: 130, 132, 212.

[124] Müslim, müsafirîn: 98, 99, 100, Ahmed: 2/35-6/184, 225.

[125] Fetâvâ-yi Hindiyye: 1/78.

[126] Fetavâ-yı Hindiyye: 1/78.

[127] Fetâvâ-yı Hindiyye: 1/78.

[128] el-Ümm, babü'l-kıraat: 1/109.

[129] el-Muğnî, Kıraat: 1/494.

[130] el-Muğnî, Kıraat: 1/495.

[131] el-Muğnî, Kıraat: 1/495.

[132] Fazla bilgi için bak: el-Müdevvenetü'l-kübrâ: 1/64-88, el-Fıkhu Alâ'l-Mezahibi'1-Arbaa: 1/254.

[133] Neylü'l-evtar: 2/255.

[134] Neylü'l-evtar: 2/256.

[135] Müsned-i Ahmed, Ebû Dâvud, Müslim.

[136] Buharî, Müslim, İbn Mâce, Ebû Dâvud, Nesâî.

[137] Buhari, Müslim İbn Mâce, Ebû Dâvud, Nesâî, Tirmizî.

[138] Nesâî.. Hz. Aişe (r.a.)'dan.

[139] İbn Mâce, İbn Ömer (r.a.)'dan.

[140] Buharî, Müslim, Câbir (r.a.)'den.

[141] Müsned-i Ahmed, Nesâi; Sülayman b. Yesar'dan.

[142] Fetâvâ-yı Hindiyye: 1/77.

[143] Geniş bilgi için bak: Haşiyetü't-Tahtâvî: 143.

[144] Fethülvahhab bi-Şerhi Menheci't-Tullâb: 1/41.

[145] el-Muğnî, kıraat: 1/491-492.

[146] Fazla bilgi için bak: el-Muvatta, 1/99, 100.

[147] Şerhu Maâni’l-Asâr: 1/213.

[148] Şerhu Maâni’l-Asâr: 1/214.

[149] İhkâmü'I-Ahkâm, Şerhu  Umdeti'l-Ahkâm, Buhari, Müslim, Nesa, İbn Mâce, Ebû Dâvud.

[150] İhkâmü'l-Ahkâm: 2/15'den özetlenerek.

[151] Neylü'l-evtar: 2/260.

[152] Mîzanü'l-i'tidâl: 2/143-3205 nolu Saîd b. Sımak.

[153] Neylü'l-evtar: 2/262.

[154] Bülüğü'1-merâm: 1/132

[155] Müsned-i Ahmed, Nesâi, Tirmizî.

[156] Müsned-i Ahmed, Buharî.

[157] Müsned-i Ahmed, Müslim, Nesâî, Ebû Dâvud.

[158] Hâşiyetü't-Tahtâvî Alâ Meraki'l-felâh: 145, 148.

[159] Fethülvahhab bi-Şerhi Menheci't-Tullab: 1/38-48.

[160] el-Fıkhu Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa, tekbirat: 1/253, el-Muğnî: 1/495, 496.

[161] el-Muğni, tekbîr: 1/495.

[162] el-Fıkhu Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/253.

[163] el-Müdevvenetü'1-kübrâ: 1/70, 71.

[164] Neylü'l-evtar: 2/269.

[165] Fazla bilgi İçin bak: Nasburrâye li-Ahadîsi'l-Hidâye: 1/372.

[166] el-Muvatta': 1/191.

[167] Şerhü'n-Nevevî Alâ Sahîhil-Müslim: 3/5-7.

[168] Neylü'l-evtar: 2/270.

[169] Neylü'l-evtar: 2/270.

[170] Buharî, salât: 145, 148, Ahmed: 1/100, 2/240, 284, 285, 301, 450- 3/18, 94, 179, 218- 4/39, 41, 318, 338, 5/322, 365- 6/65, 141.

[171] Buharî, salât: 82, 84, 91, Ebû Dâvud, salât: 68, Nesâî, sehv: 11, İbn Mace, ikamet: 144, Ahmed: 3/334- 4/312. 

[172] Müslim, salt: 48, Nesâî, Taberâni, nida: 16.

[173] el-Fıkhu Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/252.

[174] el-Fıkhu Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/252.

[175] Müsned-i Ahmed, Ebû Dâvud, Nesâi: Ebû Mes'ud'den.

[176] Sünen-i Ebî Dâvud: Rifaâ b. Râfi’den.

[177] Kütüb-i Sitte...

[178] Bedayi'us'-Sanayi’ Fi-Tertibi'ş-Şerayi': 1/208.

[179] Fethü'l-vahhab bi-Şerhi Menhec'it-Tullab: 1/42.

[180] el-Muğnî: 1/499.

[181] el-Muğnî: 1/499.

[182] el-Müdevvene'tü'l-kübrâ: 1/71, 72.

[183] el-Fıkhu Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/260.

[184] Şerhu Maâni'l-Asâr: 1/229.

[185] Şerhu Maânî'1-Asâr: 1/229.

[186] Fazla bilgi için bak: Nasburrâye: 1/373.

[187] Nasburrâye: 1/373.

[188] Buhari, Müslim, Ebû Dâvud, Nesâî, Tirmizî.

[189] Müsned-i Ahmed, Ebu Davud, İbn Mace.

[190] Müsned-i Ahmed, Müslim, Ebu Davud, Nesai.

[191] Buhari, Müslim, Ebû Dâvud, Nesâî, İbn Mace.

[192] Tirmizî, Ebû Dâvud, İbn Mace.

[193] Müsned-i Ahmed, Tirmizi, Ebu Davud.

[194] Bedayi'u's-Sanayi' Fi-Tertibi'ş-Şerayi, 1/208.

[195] Besayi'u's-Sanayi, Fi-Tertibi'ş-Şerayi, 1/208.

[196] es-Siracü’l-vahhac Ala Methi'l-Minhac: 45.

[197] Bedayi'u's-Sanayi' Fi-Tertibi'ş-Şerâyi: 1/208.

[198] el-Umm, el-kavlü fi'r-rükû: 1/208.

[199] el-Muğnî, rükû: 1/501.

[200] el-Fıkhu Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/260.

[201] el-Muğnî: 1/501.

[202] Şerhü Maani'l-Asâr: 1/233.

[203] Şerhü Maani'l-Asâr: 1/234.

[204] Şerhü Maani'l-Asâr: 1/234.

[205] Şerhü Maani'1-Asâr: 1/234.

[206] Şerhu Maani'l-Asâr: 1/236, 237.

[207] Şerhu Maani'1-Asâr: 1/237.

[208] Tirmizî, Ebû Dâvud tahrîc etmişlerdir.

[209] Nesburraye li-Ahadisi'l-Hidâye: 1/375, 376.

[210] Neylü'l-evtar: 2/275.

[211] Neylü'l-evtar: 2/275.

[212] Mîzanü'l-i'tidal: 2/389- 4191 nolu Abdullah.

[213] Müsned-i Ahmed, Müslim, Nesâî, Ebû Dâvud.

[214] Fetâvâ-yı Hindiyye: 1/74.

[215] el-Ümm: 1/111.

[216] Geniş bigi için bak: el-Muğnî: 1/503, 504.

[217] el-Müdevvenetü'1-kübrâ: 1/72.

[218] Buharî, Müslim: Ebû Hüreyre (r.a.)'den.

[219] Buhari, ezan:  52, 74, 82, 86, 117, daavat: 99, Müslim, salât: 25, 28, 55, 62, 64, 71, 77, Ahmed: 1/95, 102, 143- 2/18, 230- 3/3, 18 87 -5/343, 388, 400- 6/78.

[220] Müslim, salât: 21, 22, 24, 25, 28, 33, 114, 115, 133, 194, 195, 197, 199, 202, 205, 206, 240. Nesâî, ezan: 41, kıble: 16, imamet: 38.

[221] Bedayi'us'-Sanayi’ Fi-Tertibi'ş-Şerayi: 1/209.

[222] Buhari, salât: 18, ezan: 51, 74, 82, 128- taksîrü's-salât: 17, sehv: 9, merda: 12, Müslim, salât: 77, 82, 86, 89, Ebû Dâvud, salât: 68, Tirmizî, salât: 150, Nesâî, eimme: 18, 38, 40, iftitah: 30, tatbiyk: 22, İbn Mâce, ikamet: 13, 144, Dâremî, salât: 44, 71, Taberâni, nîdâ: 56, cemaat: 18, 17, Ahmed: 2/230, 314, 341, 441, 420, 438, 440  -3/110,  154,  162,  200, 217,  300- 4/401, 405-6/51, 58, 68, 148, 194.

[223] es-Siracü'1-vehhac Ala Metni'l-Minhac: 45, 46.

[224] el-Muğnî: 1/507, 508.

[225] Şerhu Maâni'1-Asâr: 1/238.

[226] Şerhu Maâni'l-Asar: 1/239.

[227] Buharî, refi yed: 102, İbn Ömer (r.a.)’dan.

[228] Abdullah b. Ebi Evfâ (r.a.)'den, Sahîh-ı Müslim, ref-i re's: 190.

[229] Nasburrâye li-Ahadisi'1-Hidâye: 1/377.

[230] İhkâmü'I-Ahkâm Şerhu Umdeti'l-ahkâm: 1/220.

[231] Ebu Dâvud, Buharî, eyman: 15, Tirmizî, salây: 110, isti'zan: 4, Nesâî, istiftah: 7, tatbiyk: 15, sehv: 67, İbn Mâce: 72.

[232] Nasburrâye: 1/279.

[233] Müsned-i Ahmed: 2/252- 4/22, 23.

[234] İbn Mâce, ikamet: 16, Nesâî, tatbiyk: 77, Ahmed: 4/23.

[235] Tirmizî, mevakiyt: 81, 91, Ebû Dâvud, salât:  44, Nesâî, tatbiyk: 54, iftitah: 88,  İbn Mâce, ikamet: 16, Daremî, salât: 78, Ahmed: 2/525-4/22, 23, 119, 122-5/310.

[236] Bedayi'u's-Sanayi' Fi Tertibi'ş-Şerayî: 1/162.

[237] es-Siracü'1-vahhac Şerhün Alâ Metni'l-Minhac: 44.

[238] es-Siracü'l-vahhac: 1/44.

[239] el-Muğnî: 1/500.

[240] el-Müdevvenetü'1-kübrâ: 1/72'den özetlenerek.

[241] Geniş bilgi için  bak: el-Fıkhu Alâl-Mezahibi'1-Arbaa: 1/261.

[242] Müsned-i Ahmed.

[243] Buhari, Nasburrâye: 1/380.

[244] Buhari, Müslim, Tirmizî, İbn Mâce.

[245] Ebû Dâvud, salât: 137, Ahmed: 2/381, Nesâî.

[246] Sahîh-i Buhari, Müslim, salât: 236, Ahmed: 5/345.

[247] Buharî, mevakiyt: 8, ezan: 141, Müslim, salât: 233, Ebû Dâvud, salât: 154, Tirmizî, salât: 89, İbn Mâce, ikamet: 21, Nesâî, if'titah: 86, tathiyk: 53, Ahmed: 3/109, 115, 177, 179, 191, 214, 274, 291, 315, 336, 389.

[248] Ebu Dâvud, salât: 116.

[249] Ebu Dâvud, salât: 116, Tirmizî, mevakıyt: 86.

[250] Bedayi'u's-Sanayi, Fi Tertibi'ş-Serayi: 1/210.

[251] Bedayi'u's-Sanayi, Fi Tertibi'ş-Şerayi: 1/210.

[252] Bedayi'u's-Sanayi' Fi Tertibi'ş-Şerayi: 1/210.

[253] Bedayi'u's-Sanayi, Fi Tertibi'ş-Şerayi: 1/210.

[254] es-Siracülvahhac Alâ Metni'l-Minhac: 47.

[255] es-Siracülvahliac Ala Metni'l-Minhac: 47.

[256] el-Ümm: 1/113.

[257] Nesâi, tatbiyk: 38.

[258] el-Muğnî: 1/514, 516.

[259] el-Muğni: 1/515.

[260] Buhari, ezan: 133,  134, 138, Müslim, salât: 58, İbn Mace, ikamet: 19, Dâremî, salât: 73, Ahmed: 1/279, 280, 286, 292, 305.

[261] el-Muğni: 1/520.

[262] el-Muğnî: 1/520.

[263] el-Müdevvenetü'1-kübrâ: 1/73.

[264] Şerhu Maâni'1-Asâr: 1/255’den özetlenerek.

[265] Geniş bilgi için bak:  Şerhu Maâni'I-Asâr: 1/257.

[266] Benzeri rivayeti ve kaynağını 879 nolu hadîste belirtmiş bulunuyoruz, ora­ya bakılması..

[267] İhkâmü'l-Ahkâm Şerhu Umdeti'I-Ahkâm: 1/224.

[268] Neylü'l-evtar: 2/282.

[269] el-Hakim-Beyhakî-Darekutnî

[270] Neylü'l-evtar: 2/282.

[271] Neylü'l-evtar: 2/285.

[272] Dârekutni, Ebu Kutaybe'den.

[273] Mîzanü'l-i'tidal: 2/322-3929 nolu Dahhak...

[274] Dârekutnî, Nasburrâye li-Ahâdisi'I-Hidâye: 1/383.

[275] Buharî, sücud: 112, Müslim, sücud: 136, Ebû Dâvud, sücud: 136, Nesâî, sücud: 166, Tirmizi, sücud: 37, İbn Mâce, sücud: 83.

[276] Buharî, amelü fi's-salât:  9, Müslim, mesacid: 191, İbn Mâce, ikamet: 64, Ahmed: 3/100.

[277] Ahmed: 1/265.

[278] İbn Mâce, ikamet: 64, Ahmed: 4/335.

[279] Fetâvâ-yı Hindiyye: 1/108.

[280] el-Ümm: 1/114.

[281] el-Muğnî: 517.

[282] el-Muğni: 518.

[283] el-Müdevvenetü'l-kübrâ: 1/74.

[284] Fethülvahhab bi-Şerhi Menheci't-Tullâb: 1/43.

[285] Müsned-i Ahmed, İshak b. Rahuye, Ebû Ya'lâ el-Mevsalî, Taberâni.

[286] Geniş bilgi için bak: Nasburrâye: 1/386.

[287] İhkâmü'l-Ahkâm Şerhu Umdeti'l-Ahkâm: 2/63.

[288] Beyhakî , Hâkim el-Erbain'de...

[289] Neylü'l-evtar: 2/290.

[290] Neylu'l-evtar: 2/291.

[291] Sahîh-i Müslim.

[292] Nesâî, İbn Mâce.

[293] Tirmizî, Ebû Dâvud.

[294] Müslim, mesacid: 148.

[295] Bedayi'u's-Sanayi'  Fi-Tertibi'ş-Şerayi’: 1/202, el-İhtiyar  li-Ta'lili’l-Muhtar: 1/49.

[296] Fethülvahhab bi-Şerhi Menheci't-Tullâb: 1/41.

[297] Fazla bilgi için bak: el-Ümm, 1/107.

[298] el-Muğnî: 1/531, 532.

[299] el-Muğnî: 1/532'den özetlenerek

[300] el-Müdevvenetü'1-kübrâ: 1/64.

[301] Müsned-i Ahmed, Nesâî, tatbiyk: 100.

[302] Sünen-i Ebu Davud.

[303] Buharî, sehv: 5, Nesâî, sehv: 21, 27, 28.

[304] Bedayi'u's-Sanayi, Fi Tertibi'ş-Şerayi: 1/211.

[305] Bedayi'u's-Sanayi, Fi Tertibi'ş-Şerayi: 1/211.

[306] Bedayi'u's-Sanayi, Fi Tertibi'ş-Şerayi: 1/212, 213'ten özetlenerek.

[307] es-Siracülvahhac Şerhün Alâ Metni'l-Minhac: 48, 49.

[308] el-Ümm: 1/116'dan özetlenerek.

[309] el-Mugnî: 1/529-532'den özetlenerek.

[310] Bedayi': 1/210.

[311] Şerhu Maâni'l-Asar: 1/261.

[312] Neylü'I-evtar: 2/303.

[313] Nesâî, iftitah: 11, sehv: 34, Dâremî, salât: 96, Ahmed:  4/218.

[314] Müslim, mesacid: 112, Ebû Dâvud, salât: 181. 

[315] Buhari, ezan: 120, 145, Ebû Dâvud, salât: 116.

[316] Ebû Dâvud, salât: 122, İbn Mâce, ikamet: 4, Ahmed: 6/31, 171, 194, 281.

[317] Ahmed: 2/311.

[318] Neylü'l-evtar. 2/308.

[319] Neylü'l-evtar: 2/309.

[320] Buharî, isti'zan: 27, 28, Müslim, salât: 59, 60, 61, Tirmizî, nikâh: 17, salât: 100, Nesâî, nikâh: 39, 40, tatbik: 100, 103, 104, sehv: 42, 45, İbn Mâce, ikamet: 24, Ahmed: 1/262, 394, 413, 414, 450-5/363.

[321] Müslim, salât: 56, Nesâî, sehv: 43.

[322] Ahmed: 1/276.

[323] Bedayi'u's-Sanayi'  Fi-Tertibi'ş-Şerayi': 1/163.

[324] Bedayi'u's-Sanayi' Fi-Tertibi'ş-Şerayi': 1/163.

[325] es-Siracü'1-vahhac  Ala Metni'1-Minhac: 48,  49, Fethülvahhab: 1/44.

[326] Fethülvahhab bi-Şerhi Menhaci't-Tullab: 1/45.

[327] Kitabü'l-Fıkhı Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/234, 235, el-Muğnî: 1/536, 537.

[328] Kitabü'l-Fıkhı Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/235.

[329] Neylü'l-evtar: 2/311.

[330] Müslim, Ebû Dâvud, Tirmizi.

[331] Saîd kendi Sünen'inde, Buharî kendi Tarih'inde rivayet etmiştir.

[332] Müsned-i Ahmed, Nesâi, Ebû Dâvud.

[333] Müslim, mesacid: 114, 118, Nesai, sehv: 23, 31, 33, 35, salât: 7, 20, Ahmed: 4/3.

[334] Bedayi'u's-Sanayi’ Fi-Tertibi'ş-Şerayi’: 1/214'den özetlenerek.

[335] es-Siracü'1-Vahhac Şerhün Ala Metni'l-Mincah: 48.

[336] el-Muğnî: 1/534.

[337] Müslim, salât: 65, Ebû Dâvud, salât: 179, Tirmizî, tefsir: 3, Nesâi, sehv: 49, 50, 51, Daremî, salât: 85, Ahmed: 5/27.

[338] Kütüb-i Sitte'den beşi rivayet etmiştir.

[339] Bedayi'u's-Sanayi’ Fi-Tertibi’ş-Şerayi,   1/212, 213.

[340] Bedayi'u's-Sanayi’ Fi-Tertibi'ş-Şerayi: 1/213.

[341] Bedayi'u's-Sanayi' Fi-Tertibi'ş-Şerayi: 1/213.

[342] es-Siracü'1-vahhac: 49.

[343] Fazla bilgi için bak: el-Ümm: 1/117.

[344] el-Muğnî: 1/541, 542.

[345] Bedayi'u's-Sanayi: 1/212, el-Muğni: 542.

[346] Ihkâmü'l-Ahkâm Şerhü Umdeti'l-Ahkâm: 2/72.

[347] Ihkâmü'1-Ahkâm Şerhü Umdeti'l-Ahkâm: 2/73.

[348] Geniş bilgi için bak: İhkâmü'l-Ahkâm: 2/73, 74.

[349] Fethü'I-Allâm li-Şerhi Bülüği'l-Meram: 1/146'ya bakılması tavsiye edilir.

[350] Nasbu'rrâye: 1/424'den özetlenerek.

[351] Nasbu'rrâye: 1/426.

[352] Mîzanü'l-İ'tidal: 1/78- 273 nolu Ubey b. Abbas.

[353] Mîzanü'l-İ'tidal: 2/671-5279 nolu Abdülmuhaymin.

[354] Nasbü'rrâye: 1/427.                                                                                                        

[355] Fazla bilgi için bak: Nasbu'r-râye: 1/427, 428.

[356] Buhari, enbiya: 10, daava: 31-32, Müslim, salât: 65-66-69, Ebû Dâvud, salât 179.

[357] Ebû Dâvud.

[358] Fetâvâ-yı Hindiyye: 1/76.

[359] es-Siracü'1-Vahhâc Alâ Metni'l-Minhâc: 40.

[360] Geniş bilgi için bak: el-Muğnî, 1/542, 543, 544.

[361] el-Bedayi': 1/212, Kitabü'l-Fıkhı Alâ'l-Mezahibi'I-Arbaa: 1/243.

[362] Ahzâb: 33/33.

[363] Neylü'l-evtâr: 2/324.

[364] Neylü'l-evtar: 2/324.

[365] Tirmizî, tefsîr-i sûre: 3, menakib: 20.

[366] Mü'min: 40/43.

[367] Taberânî.

[368] Mîzanü'I-İ'tidal: 4/511-10066, 10067 nolu Ebû Cafer.

[369] Mîzanü'l-İ'tidal: 1/448-1680 nolu Hibban.

[370] İbn Mâce, ikamet: 26, Dâremî, salât: 86, Nesâî, istiaze: 18, 21, Tirmizî, daavat: 88, Ahmed: 2/168, 198, 237, 340, 365, 451- 3/283.

[371] Buhari, daavat: 39, 44, 46, Müslim, zikir: 48, Nesâî, istiaze: 47, Ahmed: 6/200, 201.

[372] Buharî, daavat: 17, ezan: 149, tevhîd: 9, Müslim, zikir: 47, 48, Tirmizî, daavat: Nesâî, sehv: 57, 59, İbn Mâce, dua: 2, Ahmed: 1/4, 7.

[373] Ahmed: 4/55, 63, 329-5/375.

[374] Sünen-i Nesâî.

[375] Sahih-i Müslim, Sünen-i Ebû Dâvud.

[376] Nesâî, sehv: 62, Ahmed: 4/264.

[377] Ahmed: 5/247, Ebû Dâvud, vitir: 26, Nesâi.

[378] Ahmed: 6/209.

[379] Müslim, müsafirîn: 181, 187, 189, Ebû  Dâvud, tetavvû: 36, Tirmizî, daavat: 30, Ahmed: 1/284, 343, 352, 373.

[380] İnşirah: 94/7.

[381] Bedayi'u's-Sanayi’ Fi-Tertibi'ş-Şerayi': 1/213.

[382] Fethülvahhab bi-Şerhi Menheci't-Tullab: 1/46.

[383] Fethülvahhab bi-Şerhi Menheci't-Tullab: 1/46.

[384] el-Muğnî: 1/546- 548'den özetlenerek.

[385] el-Müdevvenetü'1-kübrâ: 1/102, 103.

[386] Kitabu'l-Fıkhı Alâ'1-Mezahibi'l-Arbaa: 1/244.

[387] Ihkâmü'l-Ahkâm Şerhu Umdeti'l-Ahkâm: 2/75, 76.

[388] Neylü'l-evtâr: 2/327.

[389] Neylü'I-evtâr: 2/327.

[390] Ihkâmü'l-Ahkâm Şerhu Umdeti'l-Ahkâm: 2/77.

[391] Fazla bilgi için bak: Nasburrâye: 1/428, 429.

[392] Müslim, ikamet: 28, Ebû Dâvud, salât: 41, 184, 188, Tirmizî, mevakiyt: 28, Nesâî, tatbiyk: 34, 83, sehv: 68, 71, İbn Mâce, ikamet: 28, Dâremî, salât: 41, 87, Taberanî, nida: 54, Ahmed: 1/172, 181- 2/72-1/183, 312, 317-5/60 86, 88, 102, 107, 238, 344.

[393] Müslim, ikamet: 28, Nesâî, tatbiyk: 34,  83, sehv: 68, 71, İbn Mâce, ikamet: 28, Ahmed: 1/172, 181- 2/72-4/193.

[394] Müslim, salât: 120, Nesâî, tatbiyk: 34, 83, sehv: 68, 71, İbn Mâce, ikamet: 28, Dâ­remî, salât: 41, Ahmed: 1/386, 390, 406, 408, 409, 414, 418, 427, 444, 465, 4/316, 317.

[395] Nesâî, tatbiyk: 34, 83.

[396] Müsned-i Ahmed, Ebû Dâvud.

[397] Tirmizî, salât: 107, Ebû Dâvud, salât:  186. Ahmed  2/532.

[398] Kaynaklarıyla İslâm Fıkhı, Celâl Yıldırım: 1/252.

[399] el-Ihtiyar Li-Ta'lîl'I-Muhter: 1/54.

[400] el-Ihtiyar Li-Ta'lîl'l-Muhter: 1/54.

[401] Bedayî's-Sanayi' Fi-Tertibi'ş-Şerayi’: 1/214.

[402] Fazla bilgi için bak: Bedayi: 1/214, 215.

[403] Fazla bilgi için bak: Fethülvahhab bi-Şerhi Menheci't-Tullab: 1/46.

[404] Ebû  Dâvud, taharet: 31, salât: 73, Tirmizî, taharet: 3, mevakiyt: 62, Mâce, taharet: 32. Daremî, vüdû’: 22, Ahmed: 1/123, 129.

[405] Buhari, ezan: 18, edeb: 27, âhad: 1, Dâremî, salât: 42, Ahmed: 5/33.

[406] Geniş bilgi için bak: el-Muğnî: 1/551, 553.

[407] el-Muğni: 1/554.

[408] el-Müdevvenetü'l-Kübra: 1/143, 144'den  özetlenerek.

[409] Kitabü'l-Fıkhı Alâ'I-Mezahibi'l-Arbaa: 1/265.

[410] Neylü'l-evtar: 2/333.

[411] Fazla bilgi için bak: Neylü’l-evtar: 2/333, 334.

[412] Mîzanü'1-İ'tidal: 3/388-6886 nolu Kurre.

[413] Neylü'l-Evtar: 2/336.

[414] Nesburrâye: 1/431.

[415] Mîzanü'l-İ'tidal: 1/474 -1700 nolu Hureys.

[416] Geniş bilgi için bak: Nasburrâye: 1/433.

[417] Şerhu Maâni'1-Asâr: 1/270.

[418] Zeylai, el-Hulasa'dan naklen belirtmiştir. Nesburraye: 1/433.

[419] Nesburrâye: 1/433.

[420] Mîzanü'l-İ'tidal: 2/671-5279 nolu Abdülmeheymin.

[421] Mîzanü'l-İ'tidal: 4/373-9499 nolu Yahya.

[422] Nasburrâye: 1/434.

[423] Mîzanü'l-İ'tidal: 3/76-5650 nolu Atâ.

[424] Geniş bilgi için bak: Şerhu Maâni'l-Asar: 1/266-277.

[425] Tirmizî, mevakiyt: 108, Ebû Dâvud, vitir: 25, Nesâî, sehv: 81, Ahmed: 4/88, 254.

[426] Müslim, Müsned-i Ahmed, Ebû Dâvud, Nesâî.

[427] Buharî, Müslim.

[428] Tirmizî, salât: 185, İbn Mâce, ikamet: 32, Ahmed: 2/205.

[429] Buharî, cihad: 25, Tirmizi Hadisün sahîhün.

[430] İbn Mâce, ikamet: 32, Ahmed: 6/294 305, 313, 32.

[431] Tirmizî, daavat: 78.

[432] Fazla bilgi için bak: el-Muğni: 1/559, 560.

[433] Geniş bilgi için bak: Neylü'l-evtar: 2/343, 344.

[434] Tirmizî, salât: 100, İbn Mâce, ikamet: 32, Müsned-i Ahmed, Müslim.

[435] Sahîh-i Buhari, Ahmed: 2/284, 285.

[436] Buharî, ezan: 149, 150, isti'zan: 3, Müslim, müsafirîn: 62, Ebû Dâvud, salât: 71, 184, Tirmizî, mevakiyt: 92, İbn Mâce, ikamet: 55, Nesâî, ikamet: 34, sehv: 69, 72, Ahmed: 4/291, 292, 300- 5/86, 88, 107.

[437] Müslim, hac: 311, 312, Ahmed: 4/161, 343- 5/262.

[438] Buharî, salât: 17, libas: 3, Müsüm, salât: 250, Ahmed: 4/307, 308, 309.

[439] Buharî, ezan: 159, Nesâî, sehv: 100, İbn Mâce, ikamet: 33, Ahmed: 1/384, 408, 429, 459, 464-2/178, 208, 5/228.

[440] Buhari, ezan: 159, Nesâi, sehv: 100, İbn Mace, ikamet: 33, Ahmed: 1/384, 408, 429, 459, 464, 2/178, 206-5/226.

[441] Bedayi'u's-Sanayi' Fi Tertibi'ş-Şerayi’: 1/159'dan özetlenerek.

[442] Fazla bilgi için bak: Aynı eserin 160. sahîifesine.

[443] Bedayi'us-Sanayi’: 1/217.

[444] Bedayi'us-Sanayi’: 1/241'den özetlenerek.

[445] Fazla bilgi için bak: el-Ümm: 1/127.

[446] Fazla bilgi için bak: el-Umm: 1/128.

[447] Kitabu'l-Fıkhı Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/270.

[448] El-Muğni, 1/560, 561'den özetlenerek.

[449] el-Muğnî, 1/562, Buharî, ezan: 157.

[450] el-Müdevvenetü'l-Kübra: 1/144.

[451] Neylü'l-evtar: 2/347.

[452] Ebû Dâvud, Tirmizî, duâ: 120, Ahmed: 6/371.

[453] Ebû Dâvud, vitr: 24, Tirmizi, duâ: 113.

[454] Tirmizî, duâ: 103.

[455] Neylü'l-evtar: 2/353.

[456] Neylü'l-evtar: 2/353.

[457] Bakara: 2/238, Buhari, amel: 2, tefsir: 2, 13, Müslim, mesacid: 35, Tirmizî, mevakiyt: 180, Ahmed: 1/377.

[458] Buhari, el-amelü fissalât: 2, tefsir: 2, 3, Müslim, mesacid: 35, Tirmizî, mevakıyt: 180, tefsir: 2, Ahmet: 1/435, 463- 4/368.

[459] Müslim, mesacid: 12, Ahmed: 6/2.

[460] Müslim, Nesâî, Ebû  Dâvud, salât: 167, Ahmed: 4/46- 5/448.

[461] Bedayi'u's-Sanayi' Fi-Tertibi'ş-Şerayi': 1/215.

[462] Bedayi'us'-Sanayi' Fi-Tertibi'ş-Şerayi': 1/215.

[463] Kanaklarıyla İslâm Fıkhı/Celâl Yıldırım: 1/341.

[464] Kanaklarıyla İslâm Fıkhı/Celâl Yıldırım: 1/341.

[465] Kanaklarıyla İslâm Fıkhı/Celâl Yıldırım: 1/341.

[466] es-Siracü’lvahhac, Şerhün Ala Metni'l-Minhac: 55, 58.

[467] Kitabü'l-Fıkhı Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/297, 298.

[468] Kitabü'l-Fıkhı Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/297, 298.   

[469] İbn Mâce, talâk: 16.

[470] Neylü'l-evtar: 2/357.

[471] Nasburrâye Li-Ahâdisi'l-Hidâye: 2/64.

[472] Nasburrâye Li-Ahâdisi'1-Hidâye: 2/65.

[473] Mizânü'l-I’tidal: 4/43-8181 nolu Muhammed b. el-Musaffa.

[474] Mizânü'l-I’tidal: 4/43-8181 nolu Muhammed b. el-Musaffa.

[475] Mizânü'l-İ'tidal: 4/443-9773 nolu Yezîd.

[476] İhkâmü’l-Ahkâm Şerhu Umdeti'l-Ahkâm: 2/30.

[477] Nesâî, sehv: 17, Ahmed: 1/80,107, İbn Mâce.

[478] Buharî, el-amelü fi's-salât: 12, Ebû Dâvud, Ahmed, Nesâî.

[479] Fetâvâ-yı Hindiyye: 1/107.

[480] Kitabu'l-Fıkhı Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/299, 300.

[481] Kitabu'l-Fıkhı Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/299.

[482] Kitabu'l-Fıkhı Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/298.

[483] Mîzanü'l-İ'tidal: 2/514-5650 nolu Abdullah.

[484] Neylü'l-Evtar: 2/360.

[485] Fazla bilgi için bak: Mîzanü'l-İ’tidal: 3/70, 71-5641 nolu Atâ'.

[486] Mizanü'1-İ'tidal: 1/627- 2408 nolu Halid...

[487] Neylü'l-Evtar: 2/361.

[488] Mizanü'l-İ'tidal: 4/279-9143 nolu Nuh b. Ebî Meryem.

[489] Meryem: 19/58.

[490] Ebu Davud, salât: 158, Nesâî, sehv: 18, Ahmed: 4/25, 26.

[491] İbn Mâce, ikamet: 142, Buhari, ezan: 46, 51, Müslim, salât: 90, 94, 101, Nesaî imamet: 40, Dademi, mukaddeme: 14, salat: 44, Ahmed: 2/52, 4/412- 5/361-6/34, 96, 159, 210, 229, 251.

[492] el-Fıkhu Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/300.

[493] el-Fıkhu Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/300.

[494] el-Fıkhu Alâ'l-Mezabibi'l-Arbaa: 1/300.

[495] Tirmizî, mevakiyt: 179, Nesaî, iftitah: 36.

[496] Fetava-yı Hindiye: 1/98.

[497] Kitabu'l-Fıkhı Alâ'l mezatübi'l-Arbaa: 1/304.

[498] el-Müdevvenetü'l-Kübrâ: 1/100.

[499] Buharî, amelün fissalâtî: 16, sehv: 9, Müslim, salât: 102, Ebû Dâvud, salât: 169, Nesâî, imamet: 7, 15, sehv: 4, Ahmed: 5/330, 332, 333.

[500] Tirmizi, mevakiyt: 155, Ahmed: 1/77, 79, 98, 103, 112-3/290.

[501] Buharî, el-amelü fissalât: 5, ezan: 48, sehv: 9, Müslim, salât: 107, Ebû Dâvud, salât: 169, 170,  Tirmizî, mevakiyt: 155, Nesâî, sehv: 15, 16, Taberânî, sefer: 61, Ahmed: 2/261, 317, 376, 412, 440, 473, 479, 492, 507, 529- 3/348, 357- 5/336, 338.

[502] Kitabü'l-Fıkhı Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/303.

[503] es-Siracü'lvahhac şerhün Alâ Metni'1-Minhac: 56.

[504] Kitabu'l-Fıkhi Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/304.

[505] Kitabu'l-Fıkhi Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/303.

[506] Fazla bilgi için bak: Mîzanü'l-İ'tidal; 3/173-6018 nolu Umare b. Cüveyn.

[507] Nasburrâye: 2/76.

[508] Ebû Dâvud, Müsned-i Ahmed.

[509] Ebû Dâvud, salât.

[510] el-Fıkhu Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/301'den özetlenerek.

[511] el-Fıkhu Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/301.

[512] el-Fıkhu Alâ'l-Mezahibil-Arbaa: 1/302.

[513] el-Fıkhu Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/302.

[514] el-Fıkhu Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/302.

[515] Bilgi için bak: Neylü'l-evtar: 2/365, Mîzanü'l-İ'tidal: 4/403-9609 nolu Yahya b. Kesîr.

[516] Ebü Dâvud, Ahmed: 1/146.

[517] Neylü'l-Evtar: 2/386.