Uzak Mesafede Olanların Kıblesi
Namaza Tekbir İle Başlamak Farzdır
İmam Saflar Düzene Girdikten Ve İkamet De Bittikten
Sonra Tekbir Getirir
Namazda Sağ Eli Sol El Üzerine Koymak
Tekbirle Kıraat Arasında İstiftah
Kıraat Farzını İyice Yerine Getirmeyenler
Fatihadan Sonra Îlk İki Rekatte Süre Okumak
Her Rekatte İki Sureyi Aynen Tekrarlamak
Rüku’, Sücud Ve Refi’ İçin Tekbir Getirmek
İmamın, Arkasındakilere Duyurmak İçin Tekbirleri Sesli
Söylemesi
Rüku’ Ve Secdelerde Zikir Ve Tesbih
Rüku’ Ve Secdelerde Kur’an Okunmaz
Rükü’dan Kalkınca Ne Söylenir?
Rükü’dan Kalkınca Beli Doğrultup Durmak Farzdır
Üstünde Taşıdığı Elbisesinin Üzerine Secde Etmesi Caiz
Midir ?.
İkinci Rekatte Doğrudan Kıraate Başlamak
Birinci Teşehhüdün Emredilmesi Ve Yanılma Sebebiyle
Sakıt Olması
Teşehhütte Ve İki Secde Arasında Oturmak
Teşehütte Şehadet Parmağıyla İşarette Bulunmak
Teşehhüden Sonra Peygambere (a.s.) Salat Getirmek
Teşehhütten Sonra Peygember’in (a.s.) Âl Ve Ezvacına
Da Salat Getirmek.
Namazın Sonunda Yapılacak Dualar
Selam Verdikten Sonra Az Bir Süre Oturup Bulınduğu
Yerden Biraz Sapmak.
Namazdan Sonra
Tesbihi Parmaklarla Veya Tohum Ve Benzeri Bir Şeyle Yapmak
Namazda Konuşmak, Namazı Bozar Mı?
Namazda Öksürrmek Ve Öf Diye Püflemek
Namazda Allah Korkusundan Dolayı Ağlamak
Namazda İken Aksırıp El-Hamdu Lillah Demek
Namazda Kıraat Esnasında Takılıp Kalan İmama Fetihte
Bulunmak.
Bilindiği gibi,
namazda kıbleye yönelmek namazın 12 farzından biridir. Zaruri haller dışında
kıbleye yönelmeden namaz kılmak caiz ve sahih olmaz. Çünkü kıble birliğin
sembolüdür. Aynı zamanda ibâdeti âdetten ayıran şartlardan biridir.
Konuyla ilgili
hadîsler:
Ebû Hüreyre (r.a.)'den
yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu
bildirmiştir:
"Namaza kalkmak
istediğinde tastamam abdest al, sonra da kıbleye yönel ve arkasından tekbîr
getir."[1]
İbn Ömer (r.a.)'dan
yapılan rivayette, demiştir ki:
"İnsanlar Kuba'da
sabah namazını kılarlarken bir kimse onlara geldi ve şöyle dedi: Şüphesiz ki,
Peygamber (a.s.) Efendimizin üzerine bu gece Kur'ân'(dan âyet) indi ve kıbleye
yönelmekle emrolundu o sebeple kıbleye yöneldiler ki, o esnada yüzleri Şam
cihetine yönelik bulunuyordu, oldukları yerde (namazlarını bozmadan) yüzlerini
(Kabe cihetine) döndürdüler."[2]
Enes (r.a.)'den
yapılan rivayette şöyle demiştir:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz Beytümakdis'e doğru yönelip namaz kılardı. Sonra, "Şüphesiz
ki biz yüzünü, (ilâhî buyruğu bekleyerek) göğe doğru çevirip durduğunu
görüyoruz. Artık seni -and olsun ki- hoşnut olacağın bir kıbleye döndürüyoruz:
(Bundan böyle namazda) yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir..." mealindeki
âyet indi. Benî Seleme kabilesinden bir adam, onlar sabah namazından bir rekât
kılmış bulunuyorlardı ki, yanlarına vardı ve şöyle seslendi: Haberiniz olsun
ki, kıble değiştirildi. Bunun üzerine onlar bulundukları vaziyeti bozmadan
kıbleye (Kabe) doğru döndüler."[3]
Hadislerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Namaz
kılabilmek için tastamam (şartlarına,
vaciblerine, sünnetlerine uygun) abdest almak farzdır.
2- Namazda kıbleye
yönelmek farzdır. Kıble, bilindiği gibi, Mekke'deki Mescid-i Haram'dır.
3- Namaza
tekbir getirerek başlamak farzdır.
4- Araziyi
bilmemekten veya karanlıktan dolayı kıbleden başka bir cihete -kıble sanarak-
yönelip namaza başladıktan sonra ya kendisi yanlış cihete yöneldiğini farkeder,
ya da başka biri doğru haber verirse, namazı bozmadan bulunduğu hal üzere
kıbleye doğru dönüp namazını tamamlar.
Hadîslerin ışığında
müctehid imamların görüş, istidlal ve ihticacları:
a)
Hanefîlere göre:
Allah, yüzünüzü
Mescid-i Haram cihetine çevirin buyurduğu ve Resûlüllah (a.s.) Efendimiz hem
fiiliyle, hem kavliyle namazda kıbleye yöneldiği ve mü'minlerin de
yönelmelerini emrettiği için, namazda kıbleye yönelmek farzdır.
Mekke'de oturanlar
veya orada müsafir olarak bulunanların kıblesi, gözünün Kabe'ye isabet
etmesiyle gerçekleşir. Öyle ki, evde, otelde veya benzeri kapalı bir yerde
namaz kılarken önündeki duvarlar ve engeller kaldırılınca gözlerinin Mescid-i
Haram'a isabet etmesi gerekir. Mekke dışında olanlar için kıble, o cihete
isabet etmesiyle gerçekleşir. Çünkü teklif imkânla orantılıdır.
Namazda kıbleye
yöneldiği takdirde mal ve cana bir zarar gelmesinden korkulduğu zaman, hangi
cihete mümkünse oraya yönelip namaz kılar. Çünkü ortada tıpkı kıble hakkında
şüpheye düşen gibi bir özür bulunuyor.
Kıble'nin ne yanda
olduğunda şüphe eder de soracak kimse bulamazsa o takdirde kendi rey ve
ictihadına göre, kıbleyi belirleyip namaz kılar.[4]
b) Şâfiilere
göre:
Kudreti yeten kimse
için namazda kıbleye yönelmek şarttır. Hasta kimse kıbleye yönelemiyor ve
kendisini yönlendirecek de bulunmuyorsa, o takdirde bulunduğu hal üzere yüzü
hangi yana çevrili bulunursa bulunsun, namazını kılar. Korku hissedilen
durumda ister farz, ister nafile olsun, kıbleye yönelmek şart değildir. Bunun
dışında yolculuk halinde bulunan kimse, ister süvari, ister yaya yürüsün
nafile namaz için kıbleye yönelmesi şart değildir. Bu durumda yolculuğunun
uzun olması, kasr-i salât yapacak mesafede bulunması gerekli değildir.[5]
Kıbleyi tayinde zorluk
çeker de şüpheye düşerse, rey ve ictihadına göre, belirleyip namazını kılar,
sonra da isabet etmediği anlaşılırsa, o namazı iade eder.
c)
Hanbelîlere göre:
Namazın sıhhati için
kıbleye yönelmek şarttır. Bu konuda temel hüküm Bakara sûresi 144. âyettir. Sonra
da tahvili kıbleyle ilgili, Peygamber (a.s.) Efendimizle namaz kılan bir
adamın, gelip Ansardan namaz kılmakta olanlara haber vermesidir. Ancak korkulu
anlarda bu şart kakar, hangi tarafa yönelip kılmak mümkünse öyle yapar.[6]
d)
Mâlikîlere göre:
Namazda kıbleye
yönelmek şarttır. Ancak diğer üç mezhebden farklı bir ictihatları söz
konusudur: Mekke'de bulunan kimse Kabe'nin kendisine yönelip namaz kılar.
Bulunduğu yer yüksek olup Kabe'nin tavanını aşıyorsa, o takdirde Mâlikîlere
göre, namaz sahih olmaz. Çünkü bu durumda Kabe'nin kendisine değil, o cihete
ama boşluğa yönelmiş sayılır. Diğer üç mezhebe göre, bu durumda da bir
sakınca yoktur.
Yine İmam Mâlik'e
göre, bilmeyerek Kabe'den başka bir cihete yönelip namaz kılarken, yanlış
cihete döndüğünü farkederse, o takdirde namazı bozup yeniden kılması gerekir.
Namazı bitirdikten sonra farkederse, vakit çıkmamışsa iade eder, çıkmışsa
iadesi gerekmez.[7]
Rivayetler, yorumlar
ve tahliller:
Kıble cihetinden başka
bir yana yönelip namaz kıldıktan sonra, durum farkedilirse, diğer üç mezhebe
göre, namazı iade etmek gerekmez denilmişti. Onlar bu meselede şu hadîsle
istidlal etmişlerdir: "Amir b. Rebi'a (r.a.) diyor ki:
"Çok karanlık bir
gecede Resûlüllah (a.s.) Efendimizle beraber bulunuyorduk. Kıble'nin ne yanda
olduğunu bilenimiz yoktu. Bizden herkes kendi tahminine ve ictihadına göre,
bir cihete yönelip namaz kıldık. Sabah olunca durumu Resûlüllah'a (a.s.)
arzettik. Bunun üzerine, "Ne yana yönelirseniz, Allah'ın vechi
oradadır..." mealindeki âyet indi."[8]
Eğer bu durumda namazı iade
etmek vâcib olsaydı, herhalde, ya vakit içinde veya daha sonra iade etmeleri
için Resûlüllah (a.s.) emrederdi. Böyle bir emir vermediğine göre, belirtilen
durumlarda namazı iade gerekmez.
Gerçi, bu konuda diğer
bir şahit olarak birkaç hadîs daha vardır. Onlardan birini Beyhakî, Câbir
(r.a.)'den şöyle rivayet etmiştir:
"Kapalı ve
karanlık bir gecede namaz kıldık ve kıble hakkında endişelendik. Namazı
bitirdikten sonra dikkat edip baktığımızda başka bir cihete yöneldiğimizi
anladık. Durumu Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'e bildirdik. O bize şöyle buyurdu:
"İyi
etmişsiniz."
Namazı iade etmemizi
emretmedi."
Diğer bir tarikle
yapılan rivayette ise Resûlüllah (a.s.) Efendimiz şöyle buyurdu:
"Gerçekten
namazı yeterli buluyorum!"
Ne var ki, bu hadîsin
senedinde Muhammed b. Salim ile Muhammed b. Abdullah el-Arzemî bulunuyor ki,
bu iki zat da zayıf kabul edilmişlerdir. Nitekim Ata'da ayni görüştedir.
Dârekutni de bu görüşe katılmıştır.[9]
Zehebî bu iki râvi
hakkında kısaca şu bilgileri vermiştir:
"Onu cidden zayıf
olarak tesbit etmişlerdir." Yahya el-Kattan ise, "o kayde değer bir
şey değildir" demiştir. İmam Ahmed ise onun hadîslerini rivayet
etmemiştir. Muhammed b. Abdullah el-Arzemî ise, Ahmed b. Hanbel'de onun
hadîsini terkedip yazmamıştır. İbn Maîn ise şöyle demiştir: "Onun hadîsi
yazılmaz." Fellas ise, "o metruktür" diyerek tesbitini
belirtmiştir.[10]
Ancak bütün bu görüş
ve tesbitlere rağmen Zehebî diyor ki:
"O Allah'ın sahih
kullarından idi..."
553, 554 nolu
hadîsleri aynı zamanda Ebû Dâvud dışında kalan beşler Berâ' (r.a.)'den; Ahmed
b. Hanbel, Hafız Bezzar ve Taberânî, İbn Abbas (r.a.)'dan rivayet etmişlerdir.
el-Irakî bunun isnadının sahih olduğunu söylemiştir. Ebû Yala ise Ammare b. Evs
(r.a.)'de kendi Müsned'inde, Taberânî de ayrıca el-Kebîr'de rivayet etmişlerdir.
Beyhakî de Sa'd b. Ebî Vakkas (r.a.)'den rivayet etmiş ve isnadının sahih
olduğunu belirtmiştir. Taberânî ve Darekutnî ise, Sehl b. Saîd'den (r.a.)
rivayet etmişler ve ayrıca Taberânî ile Bezzar Ebû Sa'd el-Muallâ'dan rivayetle
hadîsin bir çok tariklerden nakledildiğine dikkatleri çekmişlerdir.[11]
Kıblenin tahvili
hakkında ilâhî emir inince Peygamber (a.s.) ve ashabı hangi vaktin namazını
kılıyorlardı? Bu husutaki rivayetler farklı bilgiler vermektedirler:
a) Sahîh-i
Müslim'in Enes (r.a.)’den yaptığı rivayette, sabah namazı olarak
belirlemiştir. Rükû'da iken tahvil emri inmiş ve namazlarını bozmadan kıbleye
yönelmişlerdir. Taberânî'nin de Sehl b. Sa'd'den yaptığı rivayette de sabah
namazı kılınırken ifadesi kullanılmıştır.
b) Tirmizî'nin Berâ' (r.a.)'den yaptığı rivayette ise,
ikindi namazı vaktinde tahvilin gerçekleştiği açıklanıyor. Ammare b. Evs hadîsinde
ise Resûlüllah'ın (a.s.) Kabe'ye yönelip kıldığı namaz, öğle ve ikindi
namazlarından biri idi, deniliyor. Nitekim Ammare b. Rüveybe ve Tevliye
hadîsleri de bu anlamda bir ifade taşımaktadır.
c) Ebû Saîd el-Muallâ hadîsinde ise, öğle namazı
olduğu belirtiliyor.
Küba halkının sabah
namazında bulundukları bir sırada tahvil haberi onlara ulaştırıldı, rivayetine
gelince, haberi onlara geç ulaştığı mümkündür.
Kıblenin değiştiği
gerçekleşince, gerek Resûlüllah (a.s.) ile ashabı, gerekse Küba halkı namaz
içinde bulunuyorlardı. Bulundukları yerde namazlarını bozmadan yüzlerini
Mekke'deki Kabe cihetine döndürdüler. Bu durumda bir kaç husus hatıra
gelebilir:
a) Beytü'l-makdis, Medine'nin kuzey batısına, Mekke ise
güneyine düşmektedir. O takdirde namaz içinde 180 dereceye yakın bir dönme söz
konusudur. O halde namazda kıble hususunda şüpheye düşen kimse yanlış cihete
yöneldiğini namaz içinde farkederse, böyle bir hareket namazı bozar mı? Bu
hususta müctehit imamların farklı tesbit ve görüşleri vardır ki, yeri gelince
"amel-i kesir" bahsinde açıklanacaktır.
b) Cemaat halinde namaz kıldıkları anlaşılıyor ki, 180
derecelik bir dönüşle, arka saflarda bulunan kadınlar ön saflara, ön saftaki
erkekler arka saflara geçmiş oluyor. Böyle bir durumda erkeklerin namazı
bozulmaz mı? Hadislerin açık delâletinde buna işaret dahi mevcut değildir. O
halde bu, ya kadın-erkek muhazat meselesi henüz belirlenmeden öncedir, ya da
cemaat içinde kadın bulunmuyordu. Bu iki ihtimal üzerinde durulabilir.
c) Üçüncü
bir ihtimal, Kabe'ye yüzlerini çevirirken, yine erkekler ön saflarda, kadınlar
geri saflarda yerlerini almak için çok hareket göstermişlerdir ki, bu
doğruysa, ya o sırada böyle hallerde
amel-i kesir ile namaz bozulmuyordu, ya
da kıblenin tahviline has bir ameldir ki, diğer ameller ona kıyas edilmez.
Diğer bir husus da,
haber-i vahitle amel etmenin cevazı söz konusudur. Çünkü kıblenin değiştiğini
ashab-ı kiramdan bir zat gidip Küba halkına haber vermiş, onlar da hiç tereddüt
etmeden yüzlerini namaz içinde Beytü'l makdis'ten Mescid-i Haram'a doğru çevirmişlerdi.
Ashab arasında ve Peygamber (a.s.) Efendimizin hayatta olduğu bir dönemde
haber-i vahit ile amel edildiği anlaşılıyor.
İlim adamlarından
bazısı bunu şöyle yorumlamıştır: Resûlüllah (a.s.) Efendimiz zaman zaman yüzünü
göğe çevirip kıblenin değişmesini arzu ediyordu. Ashab-ı kirâm’ın bundan
haberleri vardı ve hemen hepsi de böyle bir olayın bir gün gerçekleşeceğini
bekliyorlardı. O bakımdan Küba halkına haber verilince, bekledikleri emrin
indiğini anladılar ve şüpheye kapılmadan Kabe'ye yöneldiler.
el-Iraki ise, bu
yorumu pek uygun görmemiş ve kendine göre ayrı bir yorum ortaya koymuştur,
şöyle ki: Resûlüllah (a.s.) Efendimiz zamanında haber-i vahit'le amel etmek
caizdi. Çünkü ashabın hepsi de âdil, muttaki ve ve müctehit idi. Peygamber
(a.s.) Efendimiz'den sonra artık haber-ı vahit'le amel edilmedi.
Taberânî'nin yaptığı
rivayette, Küba halkı, haber-i vahit'le amel edip Kabe'ye yönelince, Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz, "Onlar öyle adamlardır ki, gaybe imân
etmişlerdir." buyurmuştur.
1- Namazda
kıbleye yönelmek şarttır.
2- Korku ve
benzeri hallerde bu şart kalkar.
3- Hastalık
ve benzeri durumlarda da kıbleye yönelme imkânı yoksa, başka bir cihete
yönelip namaz kılmak caizdir.
4-
Karanlıktan veya yabancı bir yerde olduğundan kıbleyi tam tayin etme imkânı
olmayan kimse, kendi reyine göre, bir cihete yönelip namaz kılar. Buna cevaz
verilmiştir. Ancak ya namaz içinde, ya da namazdan sonra bunun farkına varırsa,
Hanefîlere göre, namazın içinde fazla bir hareket göstermeden kıbleye döner ve
namazını tamamlar. Mâlikîlere göre, namazı olduğu yerde keser ve yeniden
kılar. Vakit çıktıktan sonra farkına varırsa, artık kazası gerekmez.
Mekke'den uzak ülkelerde oturanların kıblesi, Hicaz
cihetidir. Kabe veya Mekke'nin tam kendisine isabet farz değildir; çünkü genellikle
böyle bir isabette bulunmak mümkün değildir. Gerçi gelişen teknik imkânlarla
Mekke'yi belirleyip yönelmek bir bakıma mümkünse de bu herkes için söz konusu
değildir. İslâmiyet ise, her konuda olduğu gibi, kıble konusunda da kolaylığı
âmirdir. Müctehid imamlar dinimizin bu genel kaidesi ile, mezkur hadîslerin
ışığında -esası zedelememek şartıyla- birtakım kolaylıklar getirmişlerdir.
İlgili hadîsler:
Ebû Hüreyre (r.a.)'den
yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğunu söylemiştir:
"Doğu ile batı
arası kıbledir."[12]
Ebû Eyyüb (r.a.)'den
yapılan rivayette ise, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, "Tabii ihtiyacınızı
giderirken ön ve arkanızı Kıbleye çevirmeyin, ya doğuya ya da batıya
çevirin!" buyurmuştur.[13]
Hadîslerin açık
delaletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Kabe'den uzak yerlerde oturanların kıblesi, o
cihettir, Kâbe veya Mekke'nin kendisi değildir; çünkü isabet etmek çok
zordur.
2- Doğu ile batı arası denilince bu konuda ilk akla
gelen Arap Yarımadasıdır. O halde uzak mesafede bulunanlar Hicaz kesimine isabet
ederlerse, kıbleyi bulmuş sayılırlar.
Hadislerin ışığında
müctehid imamların görüş, istidlal ve ictihatları:
a)
Hanefîlere göre:
Kur'ân'da kıble
konusunda "şatır" tabiri kullanılmıştır ki, bu, daha çok Mekke
dışında olanların o cihete yönelmesinin yeterli olduğuna delâlet eder. O
bakımdan Mekke'den uzakta bulunan kimselerin o cihete yönelmesiyle farz yerine
gelmiş sayılır. Hanefî fukahasının çoğunun görüş ve ictihadı böyledir. Kerhî ve
er-Râzi gibi fıkıhta söz sahibi ilim adamları da aynı şeyin sıhhatini
belirtmişlerdir Ancak Ebu Abdillah el-Basrî ve benzeri birkaç ilim adamı, Kabe'nin
kendisine isabet etmek şarttır, bu da ictihad ve araştırma ile sağlanır,
demişlerse de, onların bu görüşünde ümmet için zorluk söz konusu olduğundan pek
itibar görmemiştir.[14]
b) Şâfiilere göre:
Mekke'de bulunduğu
yerde Beytullah'ı göremiyorsa veya Mekke dışında ise, farz namaz vakitlerinde
Kabe'ye isabet etmek için, yıldızlar, güneş, ay, rüzgâr, dağ ve kıbleyi
belirlemeye yarayacak şeylerden yararlanmaya çalışması gerekir.[15]
Kıble'yi araştırdıktan
sonra kendi ictihadına göre namaz kıldıktan sonra hatâ ettiği belli olursa,
vakit içinde ise iade etmesi, vakit çıkmışsa kaza etmesi gerekir.[16]
c) Hanbelîlere göre:
Kabe'yi görecek
durumda ve yerde ise, Kabe'nin kendisine yönelip namaz kılması gerekir. Mekke
dışında ise, araştırıp o ciheti belirlemesi, ictihatta bulunması söz
konusudur. Şehir ve kasabalarda ise, mihraplara minare kapılarına bakmak
suretiyle kıbleyi tayin eder. Başka bir yerde ise, Kabe'nin kendisine isabet
etmesi şart değildir. İctihat edip kendi reyine göre, belirliyerek namazını
kılar. Namazda hata ettiğini anlarsa, iadesi gerekmez. Bu, İmam Ahmed'den
yapılan bîr rivayete göredir.[17]
d)
Mâlikîlere göre:
Kabe'yi gözle
görebilecek bir yerde ise, Kabe'nin kendisini belirleyerek namaz kılar. Mekke
dışında ise, bazı alâmetlere bakar. Mihrap ve benzeri şeyler birer delil
sayılır. Onlar yoksa ictihat edip araştırır ve bu durumda Kabe'nin kendisine
isabet ettirmesi şart değildir, o ciheti belirleyip yönelmesi yeterlidir.
Diğer rivayetler,
yorumlar ve tahliller:
565 nolu Ebû Hüreyre
hadîsini, dipnotta belirttiğimiz gibi, Tirmizî ve İbn Mâce, Ebu Ma'şer
tarikiyle rivayet etmişlerdir. Bu rivayette Ebu Ma'şer'e, Ali b. Zebyân (Halep
kadısı) da tabi olmuştur ki, İbn Adıy el-Kâmil'de bu hususu belirtmiş
bulunuyor. Ancak Ali b. Zebyân hakkında hayli şeyler söylenmiştir. İbn Main,
"o bir şey değildir" derken, Nesâî onun için
"metrukü'l-hadîs"tir demiştir. Ancak Ebû Hatim'in onu sıka saydığı
söylenir. Ahmed b. Hanbel ise, onun kaviy olmadığına dikkatleri çekmiştir.
Aynı hadîsi el-Hâkim
ile Darekutnî de rivayet etmişlerdir. Tirmizi de onu Ebu Ma'şer'den başka bir
tarikle ikinci defa tahrîc ettikten sonra hasen ve sahih olduğunu
kaydetmiştir. Beyhakî ise, aynı isnadı zayıf kabul etmiştir. Nitekim isnadı
incelendiğinde Osman b. Muhammed b. Muğîre b. Ahnes bulunuyor ki, bu zat
üzerinde hayli durulmuştur. Ali b. el-Medenî, onun birçok münker hadîs rivayet
ettiğinden bahsetmiştir. Ancak İbn Main ile İbn Hibban onun sıka (güvenilir)
olduğunu söylemişlerdir. O halde bu hususta en isabetli tesbit, Tirmizî'nindir.
566 nolu hadîse
gelince, onu tabi ihtiyacı giderme bölümünde yeterince açıklamış bulunuyoruz.
Bu hadîsi kuvvetlendiren
bir diğer rivayeti Beyhakî İbn Abbas (r.a.)'den şöyle yapmıştır. Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz buyurdu ki:
"Beytullah,
Mescid ehlinin kıblesidir. Mescid, Harem ehlinin kıblesidir. Harem ise,
yeryüzünün doğularında ve batılarında (yaşayan) ümmetimin kıblesidir."
Ancak Beyhakî bu
rivayeti naklettikten sonra, isnadında Ömer b. Hafs el-Mekkî'nin teferrüd
ettiğini ve o zatın zayıf olduğunu belirtmiştir.
Ashab-ı Kiram da kıble
tayini konusunda birtakım kolaylıklar ortaya koymuşlardır:
a) İbn Ömer
(r.a.) şöyle demiştir:
"Kıbleye
yönelirken batı cihetini sol tarafına, doğu cihetini sağ tarafına aldığın zaman
bu ikisinin arası kıbledir."[18]
b) İbn
Mübarek ise şöyle demiştir:
"Doğu tarafında
oturanlar için doğuyla batı arası kıbledir. "Şüphesiz ki, İbn Mübarek'in
bu belirlemesi genel anlamda değildir, Irak ve benzeri taraflarda oturanlarla
yakından ilgilidir, ancak bir kolaylık getirme bakımından dikkat çekicidir.
Nitekim Beyhaki'nin el-Hilâfiyat'ta yaptığı şu rivayet, İbn Mübarek'in görüşüne
dayanak gösterilebilir: Ebu Hureyre (r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki:
"Doğuyla batı arası Irak halkı için kıbledir."
c) İbn Ebi Şeybe'nin yaptığı rivayette ise, İbn Ömer
(r.a.) bir başka defa şöyle demiştir:
"Batıyı sağ
tarafına, doğuyu sol tarafına aldığın zaman ikisi arası doğulu kimseler için
kıbledir."
1- Mekke'de
oturanlar için, Beytullah'a isabet ettirip yönelmek farzdır.
2- Mekke
dışındakiler için, Beytullah'ın kendisi değil de o cihet kıbledir.
3- Mekke
dışında kıbleyi tayin için ictihat edip araştırmada bulunmak gerekir. Şehir ve
kasabalarda cami ve mescitlerin mihrabına bakmak, ona göre belirlemek
yeterlidir.
4- Şehir
dışında sağlam bir pusula varsa, onunla belirlenir. Yoksa güneş, yıldızlar, ay
ve benzeri şeylerle belirlemeye çalışılır.
5- Mekke'den
uzak yerlerde şehir dışında kıbleyi kendi ictihadıyla belirleyip namaz
kıldıktan sonra hata ettiğini anlarsa, artık iade etmesi gerekmez. Ancak
Mâlikîlere göre, gerekir.
Farz, vâcib, sünnet,
nafile hangi namaz olursa olsun, tekbir ile başlamak farzdır. Bu hususta farklı
bir görüş ortaya koyan olmamıştır.
Tekbir, bir yandan
Allah'ın sınır, ölçü, nisbet, zaman ve mekân kabul etmez büyüklüğünü bütün
ihtişamıyla yansıtırken, diğer yandan O'nun huzurunda kendi küçüklüğümüzü,
acizliğimizi ve her dem muhtaç durumda bulunduğumuzu dile getirmek ve öylece en
büyük kudretin karşısında kulluk görevini bu niyet ve duygularla yerine
getirmeyi terennüm eder. Tekbirle birlikte ellerimizi kaldırmamız, Allah'ın
sınırsız büyüklüğü karşısında dünyevî bütün şeyleri arkamıza atıp kalbimizle,
kalıbımızla Hakk'ın divanına yönelmemizin kavli ve fiilî belirtisidir.
İlgili hadîsler:
Ali b. Ebi Tâlib
(r.a.)'den yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğunu
belirtmiştir:
"Namazın
anahtarı tuhur (abdest ve temizlik) dir; tahrimî tekbîrdir, tahlîli ise,
teslimdir."[19]
Mâlik b. el-Huveyric
(r.a.)'den yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu
söylemiştir:
"Benim nasıl
namaz kıldığımı görüyorsanız öyle namaz kılın!"[20]
Hadislerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1-
Necasetten temizlenmek ve abdest almak namazın anahtarıdır. Yani bu ikisi
yerine getirilmedikçe namaza başlamak caiz ve sahih değildir.
2- Namaz
dışında mübah olan şeyler, Allahu Ekber deyip tekbîr getirildiğinde işlenmesi
haram olur ve bu namaz bitinceye kadar devam eder. Buna bir-iki misal verelim:
Namaz dışında dünyâ kelâmı etmek, bir şey yemek veya içmek mübahtır. Namaza
durup Allahu Ekber diyerek ellerini kaldırıp bağlayınca artık bunlar namaz
bitinceye kadar haram olur. O bakımdan namaza giriş tekbîrine, "Tekbîr-i
Tahrim" de denilmiştir.
3-
Et-Tehiyyattan sonra selâm vermekle namaz kılınmış olur ve tahrîm kalkar, yani
tekbîr ile haram olan şeyleri işlemek selâm vermek suretiyle mübah olur.
4-
Resûlüllah (a.s.) Efendimiz taharet-i kâmile üzere olup tam edeb ve huşu ile
namaza dururdu. O bakımdan Resûlüllah'ın namazı nasıl kıldığını ashab-ı kiramın
yaptıkları tarif ve nakillerden öğreniyoruz. O halde sahîh rivayetle sabit olan
hadîslere göre, müctehid imamlar ciddi bir tesbite gider Resûlüllah'ın (a.s.) nasıl namaz
kıldığını belirlemişlerdir.
Hadîslerin ışığında
müctehid imamların görüş, tesbit, ictihat ve istidlalleri:
a)
Hanefilere göre:
Namazın şartlarından
biri de "tahrîm"dir. Bu, İmam Ebû Hanife ile İmam Ebû Yusuf'a göre
rükün değildir. İmam Muhammed'e göre, kıraat gibi o da rükündür. Buna
"tahrîm tekbîri" denildiği gibi, "iftitah tekbiri" de
denir.
Tahrim Tekbîrinin şart
kılınması, Kitap, Sünnet ve İcma' ile sabit olmuştur. Ancak tahrimin sıhhati
için 12 şart vardır ki, onlar fıkıh kitaplarında açıklanmıştır.[21]
Tekbîr, Allahu Ekber
lafzıyla olabileceği gibi, tazime ve senaya delâlet eden Allahu'l-Kebîr, Allahu
Eceli, Allahu A'zam veya el-Hamdu lillâh Sübhanellah, La ilahe illallah gibi
lâfızlarla da olabilir.[22]
b) Şâfiilere
göre:
Namazın rükünleri 13
tanedir... İkincisi "ihram tekbîri"dir. Onu telâffuza kudreti yeten
kimse için Allahu Ekber demek taayyün eder. Buna bir sıfat daha eklemek
suretiyle "Allahu'l-Celilü'l-Ekber" demekte bir sakınca yoktur. Ancak
sıfatı öne alıp "Ekberullah" demek sahîh olmaz. Bunları telâffuzdan
âciz olan kimse, kendi diline tercüme ederek söyleyebilir, ancak Arabcasını
öğrenmesi ona vâcibdir.[23]
c)
Hanbelilere göre:
Namaz ancak
"Allahu Ekber" sözüyle bağlantı yapar. Bu, hem İmam Ahmed'in, hem İmam
Mâlik'in kavlidir. Hanbeliler, "Namazın tahrîmi, tekbîrdir" mealindeki
hadîsi ile, "Namaza kalktığın zaman tekbîr getir" mealinde
sahîh rivayetle ve ayrıca Hz. Rıfâa'dan rivayet edilen şu hadîs ile istidlal
etmişlerdir:
"Allah bir
kişinin namazını, abdesti (lâyık olduğu) yerlerine koymadıkça, sonra da kıbleye
yönelîp Allahu Ekber demedikçe, kabul etmez."[24]
Yapılan ciddi tesbitlere
göre, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, hiçbir namazda Allahu Ekber lâfzından
ayrılmamıştır. Ebû Hanîfe'nin bu husustaki görüşü rivayetlere muhalif
düşmektedir.
Tekbîr, namazın
rükünlerinden biridir ki, namaz ancak onunla gerçekleşir. Kasden veya unutarak
terkedildiği takdirde namaz sahih olmaz. Bu aynı zamanda Rabi'a, İmam Mâlik,
İmam Sevrî, İmam Şafii, İshak b. Rahuye, Ebû sevr ve İbn Münzir'in görüş ve
ictihadıdır. Saîd b. Müseyyeb, el-Hasen, Katade, Zührî ve Evzâî'ye göre
namazda iftitah tekbirini unutan kimseye, rükû'a varış tekbiri kâfi gelir.[25]
d) Mâlikilere göre:
Az yukarıda
Hanbelî'lerin görüşünü aksettirirken İmam Mâlik'in görüşüne atıfta bulunmuştuk.
Bununla beraber es-Sahnûn'un tesbitini yansıtmakta yarar görmekteyiz:
İmam Mâlik, Hz. Ali
(r.a.) hadîsine dayanarak şöyle demiştir:
"Namazın tahrîmi,
tekbîrdir, tahlili ise selâmdır." İbn Kâsım'ın İmam Mâlik'ten yaptığı rivayete
göre yine bu konuda şöyle dediği anlaşılıyor: "Namazda ihram ancak Allahu
Ekber lafzıyla kâfi olur ve namazdan çıkmak için verilen selamda da ancak
"es-Selâmü âleyküm" yeterlidir. Aynı zamanda Mâliki'lere göre, namaza
tekbîr ile başladıktan sonra "sübhaneke" okunmaz, doğrudan kıraate
başlanır."[26]
Diğer rivayetler,
yorumlar ve tahliller:
573 nolu Ali b. Ebi
Tâlib hadîsini aynı zamanda İmam Şafiî, Hafız Bezzar ve Hâkim tahrîc
etmişlerdir. Bezzar hadîsin isnadını Abdullah b. Muhammed b. Akıl'den o da İbn
Hanîfe'den, o da Ali'den rivayet yolunu ortaya koyarak belirtirken, "biz
bu hadîsi ancak bu vech ile biliyoruz" demiştir. Ebû Nuaym ise "bu
hadîsi rivayette İbn Akil teferrüd etmiş, (yalnız kalmıştır)" diyerek
şüphe izhar etmiştir. el-Akîlî'ye göre, hadîsin isnadında az da olsa bir
gevşeklik söz konusudur. İbn Arabî ise, Câbir hadisinin daha sahîh olduğuna
dikkat çekmiştir. İbn Hibban ise, "Bu sahih olmayan bir hadîstir",
diyerek görüşünü ortaya koymuş ve sebebini ise şöyle açıklamıştır:
"Hadisin iki
tarikle geldiği kesindir. Birinci tarik Hz. Ali'den (r.a.) rivayetle
belirlenmiştir ki, isnadında İbn Akil bulunuyor, bu zatın zayıf olduğu
bilinmektedir." İkinci tarik Ebu Nara'dan, o da Ebu Saîd'den rivâyetle
belirlenmiştir. Bu rivayette Ebû Saîd'den rivayet eden Ebû Süfyan yalnız
kalmıştır.[27]
Yine bu babda rivayet
edilen hadîslerden birini de İmam Ahmet, Bezzar, Tirmizî ve Taberânî Câbir
(r.a.)'den rivayet etmişlerdir. Bunun isnadında Ebu Yahya el-Kattat bulunuyor
ki, bu zat zayıftır. Nitekim Yahya b. Main de aynı görüştedir. Alımed b.
Hanbel ise, Şerîk'in onun hakkında şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Ebû Yahya
el-Kattat zayıftır."[28] İbn
Adiy ise, "onun hadisleri benim tesbitime göre hasendir", demiştir.
Tirmizî ile İbn Mâce'nin Ebû Saîd'den yaptıkları rivayetin isnadında ise Tarif
b. Şihab bulunuyor ki, bu zat da zayıftır. Hakim'in Saîd b. Mesruk es-Sevrî
tarikiyle Ebû Said'den yaptığı rivayet malûl sayılmıştır.
Bunların dışında
birkaç tarikten daha rivayetler yapılmışsa da çoğunun isnadında zayıflık söz
konusudur. Sadece Ebu Nuaym'in İbn Mes'ud'dan rivayet ettiği hadîsin isnadı
sahîhse de hadîs mevkuftur.
Bu babda Hz. Aişe'den
yapılan rivayette ise, Resûlüllah (a.s.) namaza tekbîr ve hemen arkasından
el-Hamdü lillahi Rabbi'l-âlemîn diyerek kıraate başlardı......... Ve namazı
selâm ile bitirirdi." Müslim'in bu rivayetini Darekutnî Ebu İshak
tarikiyle, Beyhaki Şu'be tarikiyle rivayet etmişlerdir. Böylece bütün bu
tarikler birbirini kuvvetlendirmekte ve hadîsin ihticaca elverişli olduğunu
ortaya koymaktadır.
574 nolu Mâlik hadisi,
namaz hususunda Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'den sübut bulan söz ve
davranışların hepsinin vacib olduğuna delâlet ediyorsa da, gerçek öyle
değildir. Çünkü namazında isaette bulunan kimseye namazı tâlim edip öğretirken,
kendisinin bütün kavl ve fiilini anmamış, devam ettiği bazı şeyler üzerinde
durmamıştır. Bundan anlıyoruz ki, Mâlik hadîsi, Peygamber (a.s.) Efendimizin
namazda izhar ettiği her söz ve davranışının vâcib olmadığını göstermektedir.[29]
Zeylâî bu konuda Ali
b. Ebî Talib, Ebu Saîd ve Abdullah b. Zeyd hadîslerini bir bir yorumlerken
birinci rivayet veya tarik üzerinde,
yukarıda naklettiğimiz hususları
naklederek görüşleri belirtmiştir. İkinci tarikle rivayet edilen Ebû Said
hadîsi hakkında İmam Tirmizi'nin görüşünü naklederken şöyle dediğini
nakletmiştik:
"Hz. Ali'nin
hadîsinin isnadı daha Ceyyîddir ve Ebu Saîd hadisinden daha sahihtir. Ebu Saîd
hadîsini ayrıca Hakim el-Müstedrek'te rivayet ettikten sonra şöyle demiştir:
"Hadisin isnadı,
Müslim'in şartına göre sahihtir."[30]
Buhari ile Müslim bu hadisi tahrîc etmemişlerdir.
Abdullah b. Akîl'in
İbn Hanîfe'den yaptığı rivayette naklettiği hadîsin isnadı daha çok meşhurdur,
ne var ki Buharî ile Müslim İbn Akîl'în hadîsine iltifat etmemişlerdir.
Abdullah b. Zeyd
hadîsi üzerinde de hayli durulmuş ve isnadında Vâkîdî yalnız kalmıştır ki, İbn
Hibban bu zatı "Kitabü'd-duâfâ"da anmış, yani onu zayıf ravîler
arasında zikretmiştir.
1- Namaza,
"tahrîm tekbîri" ile başlamak kimine
göre şart, kimine göre rükündür.
2- Tahrim
Tekbiri "Allahu Ekber" lafızıyla olabileceği gibi, İmam Ebu
Hanifi’yegöre Allah’ın başka sıfatlarıyla da olabilir. Diğer üç İmama göre,
ancak "Allahu Ekber" lafzıyla namaz sahih olur.
3- Tahrîm
Tekbîri ile namaz dışındaki söz ve davranışlar haram olur.
4- Namaz
selâm ile son bulur ve daha önce haram olan şeyler mübah olur.
Namazda safları
düzenli ve düzgün tutmak hep tavsiye edilmiştir. Bunun sayılmayacak kadar
yarar ve hikmetleri söz konusudur.
a)
Mü'minleri disiplinli ve düzenli bir hayata alıştırmak,
b) İman
gücünün ancak mü'minlerin omuz omuza vermesiyle gerçekleşebileceğini belirtmek,
c) Kuvvet ve
başarının birlikten doğduğunu öğretmek,
d) Baştaki
mü'min lidere fire vermeksizin, açıklık bırakmaksızın uymayı telkin etmek.
e) İbadeti
de disiplinli ve düzenli bir şekilde yerine getirmek,
f) Yüce
âlemlerde meleklerin Allah'ın huzurunda saf bağlatıkları gibi, yeryüzünde de
ona benzer saflar oluşturmak...
O halde saflar
arzulanan şekilde doldurulup düzene sokulmaları imamın iftitah tekbiri
getirmesi sünnete uygun değildir. Ayrıca ikametin bitmesini beklemek de uygun
olur.
Bununla ilgili
hadisler:
Nu'man b. Beşir
(r.a.)'den yapılan rivayette demiştir ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz, namaza kalktığımız zaman saflarımızı düzeltirdi, safları
düzgün ve düzenli tuttuğumuz zaman O, tekbîr getirirdi."[31]
Ebu Musa (r.a.)'den
yapılan rivayette demiştir ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz bize şunları öğretti:
"İkamet
getirilip namaz kılmaya kalktığınız zaman sizden biriniz imam olsun; imam
okumaya başlayınca siz susup dinleyin."[32]
Yapılan rivayete göre,
Hz. Ömer (r.a.), namaz kıldırmaya kalkığında önce safları düzene sokmak için
birkaç adamı görevlendirirdi. Onlar saflar düzelip düzgün hale gelmiştir, diye
haber verdiklerinde Ömer (r.a.) tekbir getirirdi."[33]
Aynı şeyi Hz. Osman
ile Hz. Ali (Allah ikisinden de razı olsun) ihmal etmez yaparlardı. Hz. Ali
(r.a.) zaman zaman, "sen az ilerice doğru gel, sen biraz geriye
çekil!" diyerek safları düzeltirdi.
İbn Seyyid en-Nâs
diyor ki:
"Süveyd b. Gafle
(r.a.) bize şöyle haber verdi:
"Bilâl (r.a.)
namaza durduğumuzda ayaklarımıza dokunup aynı hizada tutmamızı ve omuzlarımızın aynı doğrultuda olmasını
sağlardı."
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz okları bir dizi halinde dizer gibi (namaza kalktığımızda)
saflarımızı öylece dizip düzene
koyardı."[34]
Nu'man b. Beşîr (r.a.)'den
yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğunu haber
vermiştir:
"Ya
saflarınızı iyice düzeltirsiniz, yoksa yüzleriniz arasında Allah'a muhalefet
edersiniz!."[35]
Enes b. Mâlik (r.a.)'den
yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu haber
vermiştir:
"Saflarınızı
iyice düzeltiniz. Çünkü gerçekten safların düzeltilmesi namazın tamamından
sayılır."[36]
Resûlüllah (a.s.)
Efendimiz şöyle buyurdu:
"Şüphesiz ki
ben önümdeki şeye bakıp gördüğüm gibi, arkamdaki şeye de bakıp görüyorum.
Saflarınızı iyice düzeltin, rükû' ve secdelerinizi güzelce yerine
getirin!"[37]
Hadîslerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Namazda
safları düzgün ve düzenli tutmak müekked sünnettir.
2- Safları
gayr-i muntazam şekilde tutmak mekruhtur.
3- Saflar
düzeltildikten sonra imamın tekbîr getirmesi müstehabdır.
4- İmam'ın
ikamet bitince tekbîr getirmesi sünnettir.
5- Birkaç
kişi biraraya geldiğinde, namaz vakti girince içlerinden birinin imam olması
müstehabdır.
6- Namazda
imam okumaya başlayınca ona uyanlar bir şey okumayıp susarlar.
7- İmamın
bizzat safları düzene koyması müstehabdır.
8- Safları
düzgün tutmak, namazın faziletini ve sevabını tamamlar.
9- Rükû' ve
secdeleri dinin talim ettiği şekilde yerine getirmek vâcibdir.
Hadislerin ışığında
mezhep imamlarının görüş, ictihat ve istidlalleri:
Müctehid imamların
hemen hepsi safların düzenli ve tertipli tutulmasının sünnet olduğunda ittifak
etmişlerdir. Ayrıca Hanefî imamlarından bazısı dışında diğer bütün imamlar
imam, ikamet bitince tekbîr getirilmesinde birleşmişlerdir. Cumhurun da görüşü
bu doğrultudadır.
O halde cemaat halinde
namaz kılarken safları düzgün ve tertipli tutmak müekked sünnettir, ikametin
bitiminde imamın tekbir getirip namaza başlaması müstehabdır.
Diğer rivayetler,
yorumlar ve tahliller:
576 nolu hadîsi Ebû
Dâvud naklettiğimiz lâfızla tahrîc etmiştir. Semmak b. Harb tarikiyle yaptığı
rivayette ise şu lâfızla hadîsi nakletmiştir:
"Resülüllah
(a.s.) Efendimiz, okları bir dizi haline dizip tertiplediği gibi, bizim
saflarımızı düzenleyip tertiplerdi."
578 nolu Hz. Ömer'den
yapılan rivayet, ikamet bitmeden, saflar düzeltilmeden imamın namaza
başlamamasına delâlet etmektedir Hz. Ömer (r.a.) bu hususta sadece
Resülüllah'ın (a.s.) sünnetini uygulamıştır. Nitekim Kadı Iyaz diyor ki:
"Safları
düzeltmenin cemaatla namaz kılmanın sünnetlerinden olduğunda hiç kimse muhalif
bir görüş ortaya koymamıştır."[38]
İbn Hazm ise, Buharî'nin
rivayet ettiği şu hadisle istidlal ederek safları düzeltmenin farz olduğunu
söylemiştir:
"Çünkü gerçekten
safları düzeltip tertiplemek namazı yerine getirmenin bir bölümüdür."
Çünkü farzdan olan
kısım da farzdır. Diğer ilim adamları İbn Hazm'in bu istidlâlinâ itiraz ederek
şöyle, demişlerdir:
"Bu hususta iki
rivayet tesbit edilmiştir: Birincisi, namazı yerine getirmenin bir bölümü
şeklindedir, diğeri ise, namazın (faziletinin) tamamlanmasından, şeklinde
nakledilmiştir. O halde sözü edilen hadîsle istidlal edebilmek için,
"ikame" lâfzını "tamam" lafzıyla biraraya getirmek gerekir.
Oysa İbn Hazm böyle yapmamış, sadece "ikame" lafzıyla rivayet edilen
hadîsi dikkate alarak istidlalde bulunmuştur.
577 nolu Ebû Musa (r.a.)
hadîsinin, saf ve ikamet bahsinde nakledilmesinin sebebi, hadîsten ikâmet
okunmadan imamın namaza başlamadığı anlaşıldığı içindir. Ayrıca aynı hadîs
namazda kıraat bahsinde de nakledilerek delâlet ettiği hükümler açıklanacaktır.
1- Cemaat
halinde namaz kılınmak istendiğinde, imam tekbîr getirmeden önce safların
düzeltilip tertiplenmesi sünnettir.
2- İkamet
bittikten sonra imamın tekbîr getirmesi müstehabdır.
3- İmanın
bizzat saflarla meşgul olması ve düzene sokması müstehabdır.
Namaza başlarken
tekbîrle birlikte eller kaldırıldığı gibi, bazı mezheplerin ictihat ve
istidlallerine göre, rüku'dan kalkıldığı zaman da eller kaldırılır. Ancak
elleri ne kadar kaldırmak ve ne ölçüde kaldırmak gerekir? Müctehit imamların
görüş, tesbit ve ictihatları farklıdır. Nitekim az aşağıda onların görüşleri
nakledilmiştir.
Konuyla ilgili
hadîsler:
Ebu Hüreyre (r.a.)'den
yapılan rivayette, demiştir ki:
"Resülüllah
(a.s.) Efendimiz namaza kalktığı zaman ellerini kaldırıp uzatırdı."[39]
Vâil b. Hücür
(r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz tekbîrle birlikte ellerini kaldırırdı."[40]
İbn Ömer (r.a.)'dan
yapılan rivayette, demiştir ki:
"Peygamber
(a.s.) Efendimiz namaza kalktığı zaman ellerini omuz seviyesini buluncaya
kadar kaldırdıktan sonra tekbîr getirirdi. Rüku'a eğilmek istediğinde yine
ellerini aynı şekilde kaldırır ve rüku'dan başını kaldırdığı zaman yine
ellerini aynı şekilde kaldırır ve semi’allahu limen hamidehü Rebbenâ
leke'I-hamd derdi."[41]
Buharî'de aynı rivayet aynı
lâfızla yapıldıktan sonra şu ilâveye yer verilmiştir:
"Secdeye
gidince ve secdelerden başını kaldırınca öyle yapmazdı, yani ellerini
kaldırmazdı." Müslim'de ise
hadîsin son kısmında şu ilâveye yer verilmiştir.
"Secdelerden
başını kaldırınca artık öyle yapmazdı..."
Nâfi'den yapılan
rivayette, demiştir ki: İbn Ömer (r.a.) namaza girdiği zaman tekbîr getirip
ellerini kaldırır, rûku'a gidince yine ellerini kaldırırdı. Semi'allahu limen
hamidehü deyince yine ellerini kaldırır ve iki rekât kılıp kalkınca yine
ellerini kaldırır ve İbn Ömer (r.a.), bu el kaldırmayı Peygamber (a.s.)
Efendimiz'e kadar ref'eder, yani Resûlüllah'ın da öyle yaptığını söylerdi.[42]
Ali b. Ebî Tâlib
(r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki:
"Resûlüllah (a.s.)
Efendimiz farz namaza kalkınca tekbîr getirip ellerini omuz hizasına kadar
kaldırırdı; kıraatini yerine getirdikten sonra da öyle yapardı; rüku'a gitmek
istediğinde ve rüku'dan kalktığında yine öyle yapardı. Oturduğu zaman böyle
bir şey yapmazdı, iki secdeden kalktığı zaman yine ellerini kaldırıp tekbîr
getirirdi."[43]
Ebu Kalâbe'den yapılan
rivayete göre, o, Mâlik b. Huveyris'i (r.a.) namaz kılarken şöyle yaptığını
görmüştü: Namaz kılarken tekbir getirip ellerini kaldırıyordu. Rüku'a gitmek
istediğinde de ellerini kaldırıyordu. Başını rüku'dan kaldırınca yine ellerini
kaldırıyordu.[44]
Diğer bir rivayette,
Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in namazda şöyle yaptığı belirtilmiştir:
"Tekbîr getirdiği
zaman ellerini kulak yumuşakları hizasına kadar kaldırırdı. Rüku'a gittiğinde
yine ellerini kulak yumuşaklarına kadar kaldırırdı. Rüku'dan kalkıp
semi'allahu limen hamidehü deyince yine ellerini aynı şekilde kaldırırdı."[45]
Ebû Humayd
es-Sâidî'den yapılan rivayete göre, adı geçen şöyle demiştir: Aralarında Ebû Katade'nin
de bulunduğu 10 sahabiyle beraber birarada idik. Onlara:
"Ben,
Resûlüllah'ı (a.s.) nasıl namaz kıldığı hususunda sizden daha
bilgiliyimdir," dedim. Diğerleri ise, "Sen bizden önce Resûlüllah'ın
sohbetinde bulunmuş değilsin ve bizden daha çok da Resûlüllah (a.s.)
Efendimize gidip gelen değilsin", diye itirazda bulunduklarında, cevap
olarak şöyle dedim:
"Hayır, Onun namazını
sizden daha iyi bilirim" diye
tekrarladım. Onlar da,
"Öyle ise bize
anlat bakalım", diye teklifte bulundular. Bunun üzerine şöyle söze
başladım: "Resûlüllah (a.s.) Efendimiz namaza kalktığında belini iyice
doğrultup ellerini omuz hizasına kadar kaldırırdı; sonra rüku'a varmak istediği
zaman tekbir getirip ellerini omuz seviyesine kadar kaldırırdı. Sonra da
Allahu Ekber der ve rüku'a varırdı, sonra rüku'da itidal üzere durup başını ne
yukarı kaldırır, ne de aşağı indirirdi, ellerini de iki dizi üzerine koyardı.
Sonra Semi'allahu limen hamidehü der ve ellerini kaldırırdı, itidala riâyet
eder, her kemik yerini alacak şekilde doğrulurdu, sonra eğilip secdeye
varırdı. Sonra Allahu Ekber der, ayağını yanlamasına yere yatırıp üzerinde
oturur, sonra her kemik yerini alıncaya kadar durur, sonra kalkıp birinci
rekâttekileri aynen ikinci rekâtte yapar, tâki iki secdeden kalktığında tekbir
getirip ellerini omuzları seviyesine kaldırır, tıpkı namaza başlarken tekbir
getirdiğinde yaptığı gibi. Sonra son rekâtı de öyle yapar, böylece namaz
tamamlanırdı, ancak teşehhütte sol ayağını geriye çekip sol kalçası üzerine
oturur, sonra da selâm verirdi."
Beni dinleyen dokuz
sahabi,
"Doğru söyledin,
Resûlüllah (a.s.) Efendimiz öyle yapardı."[46]
Hadîs ve rivayetlerden
şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Namaza
durup tekbîr getirirken elleri kaldırmak ya vâcib, da sünnettir.
2- Namazda
tekbîr getirirken elleri omuz seviyesine kadar kaldırmak ya vâcib ya da
sünnettir.
3- Rüku'a
varılacağı zaman tekbîr getirilirken yine elleri omuz hizasına kadar kaldırmak
sünnet veya müstehabdır.
4- Rükü'dan
kalkıldığında yine tekbir getirilir ve elleri omuz hizasına kadar kaldırmak
sünnet veya müstehabdır. İki secdeden kalktığında yine tekbîr getirip elleri
omuz hizasına kadar kaldırmak sünnet veya müstehabdır.
5- Namaza
giriş tekbiri getirirken, rüku'a varmak için tekbîr getirirken ve rükü'dan
kalkıldığında tekbîr getirilirken elleri kulak yumuşaklarına kadar kaldırmak
sünnet veya müstehabdır.
6- Rüku' ve
secdelerde, secdeler arasında, ayakta durulduğunda ta'dîl-i ekâna rivayet
etmek vâcib veya sünnettir.
7- Son
oturuşta teverrük etmek, sağ ayağı dikip solayağı az geri çekip sol kalça
üzerine oturmak sünnet veya müstehabdır.
Hadislerin ışığında
müctehit imamların görüş, tesbit, istidlal ve ictihatları:
a)
Hanefilere göre:
Namazın sünnetlerinden
biri de, "tahrîm tekbir"i getirirken elleri kaldırmaktır. Bunun
seviyesi, kulak yumuşakları hizasına kadar yükseltmektir. Aynı şekilde bayram
ve kunut tekbirlerinde de elleri kaldırmak sünnettir. Bunu terketmeyi itiyat
haline getiren günakâr olur. Muhtar olan görüş de budur. Ellerini belirtilen
hizaya kadar kaldırmaktan âciz olanlar, kudretleri nisbetinde kaldırırlar,
bunda bir sakınca yoktur; zira ortada özür söz konusudur.
Henefîler, İmam
Şafiî'nin İbn Ömer (r.a.)'dan rivayet ettiği şu hadisin özür haline
hamledileceğini söylemişlerdir:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimizi namaza başlarken tekbîr getirerek ellerini omuzları
seviyesine kadar yükselttiğini gördüm."[47]
b) Şâfiîlere
göre:
İmam Şafiî'nin Salim
b. Abdullah'dan, onun da babasından yaptığı rivayete göre, demiştir ki:
"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'i, namaza başlarken tekbîr getirdiği zaman
iki elini omuzları hizasına kadar kaldırdığını, rüku'a gitmek istediğinde,
başını rükü'dan kaldırdığında da ellerini omuz hizasına kadar kaldırdığını
gördüm." Resûlüllah (a.s.) Efendimîz'in hemen her namazda böyle yaptığını
ashabdan 12 kişi rivayet etmiştir; ayrıca İbn Ömer (r.a.) dan da bu anlam ve
hükümde sahîh rivayet yapılmıştır..
İmam Şafii diyor ki:
"İşte biz bu
rivayetlere dayanarak imam olsun, me'mum olsun, münferit olsun, cemaat halinde
bulunsun, kadın veya erkek olsun her namaz kılana, namaza başlarken, tekbîr
getirip rüku'a giderken, rükü'dan
başını kaldırırken ellerini omuzları hizasına kadar kaldırmasını
emrediyoruz."[48]
c)
Hanbelîlere göre:
Namaza başlarkan
iftitah tekbirinde, rüku'a gidilmek istediğinde ve rükü'dan kalkıldığında
elleri ya kulak yumuşaklarına, ya da omuz seviyesine kadar kaldırmak
müstehabdır. Çünkü Resûlüllah (a.s.)
Efendimiz bazan kulak yumuşağına, bazan da omuz seviyesine kadar
ellerini kaldırmıştır. O halde namaz kılan kimse belirtilen yerlerde ellerini
iki seviyeden birine göre kaldırmakta serbesttir. Ancak el-Esrem diyor ki:
"İmam Ahmed'e
sordum, eller nereye kadar kaldırılsın? O şöyle cevap verdi: Ben iki omuz
seviyesine kadar kaldırmak hakkındaki İbn Ömer rivayetini seçiyorum. Kulak
seviyesine kadar kaldırmak da güzel bir şeydir. Ne var k, omuz seviyesine
kadar kaldırmak hakkındaki rivayetler daha çoktur.[49]
d)
Mâlikîlere göre:
Namaza başlarken
"ihram tekbîri"ni getirirken elleri omuz seviyesine kadar kaldırmak
menduptur. Başka yerlerde kaldırmak mekrûhtur. Elleri kaldırırken iç kısmı
yere, üst kısmı göğe yönelik bir vaziyette tutulur. Meşhur olan da budur.[50]
Diğer rivayetler,
yorumlar ve tahliller:
Ebû Cafer et-Tahâvî,
tekbîr getirirken ellerin kaldırılmasıyla ilgili rivayetleri tesbit ederek
şöyle belirlemiştir: Ellerin omuz seviyesine kadar kaldırılması hakkında 6,
kulak yumuşağı seviyesine kadar kaldırılması hakkında 4-5 rivayet naklettikten
sonra Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in soğuk günlerde omuzlarına kadar, normal
günlerde kulak yumuşaklarına kadar kaldırıldığını iddia edenlerin ve
üzerindeki elbisenin durumuna göre de ellerini kaldırmasının farklı olduğunu
ileri sürenlerin görüşlerinin isabetli olup olmadığı üzerinde durmuş ve sonra
da İbn Ömer (r.a.) hadîsini esas kabul edip çoğu sahih rivayetlerin o anlamda
varit olduğuna dikkatleri çekerek Hanefi imamlarının ictihadını benimsediğini
ortaya koymuştur.[51]
Bu durumda Tahavî'nin
naklettiği hadîsleri kitabımıza almaya gerek görmedik.
Zeylâî, Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz'in tekbîr getirirken ellerini omuz seviyesine kadar
kaldırdığıyla ilgili İbn Ömer, Ebû Humayd es-Sâidî ve Ali b. Ebû Tâlib
hadîslerini naklettikten sonra Şeyh Takıyüddin'in el-İmam adlı eserinde İbn
Münzir'den naklen şöyle dediğini belirtiyor:
"İlim ehlinden
kiç kimse Resûlüllah (a.s.) Efendimizin iftitah tekbirinde ellerini kaldırdığı
hakkında muhalif görüş ortaya koymamıştır."[52]
Farklı tesbit ve görüş ise, ellerinin omuz seviyesine kadar mı, yoksa kulak
yumuşağına kadar mı olduğunda ve bir de rukü'a gidildiğinde ve rükû'dan kalkıldığında,
iki secde yapılıp ayağa kalkıldığında ellerin kaldırılıp kaldırılmayacağında
ortaya çıkmıştır.
584 nolu Ebû Hüreyre
hadîsinin isnadının sıhhati üzerinde kimse şüphe izhar etmemiştir. Çünkü Ebû
Dâvud onu Müseddid'den, Nesâî Amir b. Ali'den rivayet etmiştir ki, bu iki zat
da onu Yahya el-Kattan'dan o da İbn Ebî Zi'b'den rivayet etmiştir. Bunların
hepsi de hadîs imamlarının imamları sayılırlar.
Bu hadîsle istidlal
eden İbn Hazım, İbn Münzir, İbn Sübkî Evzaî, Buharî'nin şeyhi el-Humeydî ve İbn
Huzayme iftitah tekbirinde elleri kaldırmanın vâcib olduğunu söylemişlerdir.
Kadı Hüseyn'in İmam Ahmed b. Hanbel'den yatığı rivayete göre, o da bunun
vücübuna kail olmuştur.[53] Ebû
Hanîfe'den yapılan rivayette ise, tekbir getirirken ellerini kaldırmayanın
günahkâr olacağı belirtilmiştir. Kaffal'ın Ahmed b. Yesar'dan yaptığı rivayete
göre, iftitah tekbirinde elleri kaldırmanın vâcib olduğu, kaldırmayanın
namazının sahih
olmayacağı ifade
edilmiştir ki bu tamamiyle Ahmed b. Yesar'ın görüş ve ictihadıdır. Çünkü bu hususta
kesin bir delil ortaya koymak mümkün değildir.
585 nolu Vâil b. Hücür
hadîsini aynı zamanda Beyhakî, Abdurrahman b. Amir tarikıyla Vâil'den rivayet
etmiştir. Ahmed b. Hanben ile Ebû Dâvud aynı hadîsi Abdulcebbar b. Vâil
tarikıyla rivayet etmişlerdir. el-Münzirî ise, bu hadîsi, Abdulcebbar
babasından işitmemiştir ve onun aile durumu meçhuldür, demiştir.[54]
586 nolu hadîsi,
Beyhakî şu fazlalıkla tahrîc etmiştir:
"Resûlüllah'ın
(a.s.) bu namazı (kıldığı namazdaki fiilleri) Allah'a kavuşuncaya kadar hep
devam etti."
İbn Medenî diyor ki:
"Halktan bu
hadisi duyan herkesin aynı şekilde amel etmesi gerekir. Çünkü hadîsin
isnadında hiçbir şüphe ve ta'n yoktur. Nitekim İmam Buhari bu mesele hakkında
tek başına bir cüz tasnif etmiş ve onda el-Hasen, Humayr b. Hilâl'dan şunu
nakletmiştir: Ashab-ı kiram hep öyle amel ederlerdi, yani üç yerde ellerini
kaldırırlardı. el-Hasen bunu söylerken ashabdan hiç birini istisna etmemiştir.
Nitekim el-Mervezî diyor ki:
"İslâm
ülkelerindeki ilim adamları bu üç yerde elleri kaldırmanın meşruiyetinde icma,
etmişlerdir, ancak Küfe âlimleri müstesna. İmam Mâlik'ten ise, sadece İbn
Kasım, rükû'a varılırken ve rükû'dan kalkılırken ellerinin kaldırılmaması
hususunu rivayet etmiştir."
Böylece İmam Şafiî ve
İmam Ahmed b. Hanbel, sözü edilen üç yerde ellerin kaldırılmasının müstehab
olduğuna kail olmuşlardır ki ashab-ı kiramdan da bu görüşte olanlar hayli
çoktur. Ayrıca İmam Şafiî, birinci teşehhüdden kalkıldığında, yani ikinci
rekâtten üçüncü rekate kalkıldığı zaman da elleri kaldırmanın müstehab olduğunu
söylemiştir.[55]
587 nolu Nâfi' hadîsi
hakkında Ebu Dâvud şöyle demiştir:
"Râvilerinin
hepsi sıka (güvenilir) dir." Ancak Darekutnî bu hadîsin merfu' ve mevkuf
olduğu üzerinde durmuş ve el-Ilel adlı eserinde buna geniş yer vermiştir.
Ancak hadîsin sıhhatına delâlet eden birçok şevahid mevcuttur. Böylece ilgili
hadîs, namazda dört yerde elleri kaldırmanın meşruiyetine delâlet etmektedir.
Nitekim İmam Şafiî ile İmam Mâlik de ictihat ve görüşlerini ortaya
koyarken bu rivayeti dikkate almışlardır.
588 nolu Ali b. Ebî
Tâlib hadîsini Ahmed b. Hanbel sahihlemiştir. Bu da dört yerde elleri
kaldırmanın meşruiyetine delâlet eden sahîh hadîslerden biridir.
Müctehitler bu
hadîslere dayanarak elleri kaldırma hususunda kadınla erkek arasında bir fark
olmadığını belirtmişlerdir, ancak İmam Ebu Hanîfe ikisi arasında bir ayrım
yaparak şöyle demiştir: Erkekler, ellerini kulaklarına kadar kadınlar ise
omuzlarına kadar kaldırırlar. İmam Ebu Hanîfe kulaklara kaldırma meselesini
589, 590 nolu' hadîsleri de dikkate alarak ortaya koymuştur.
591 nolu Ebu Humayd
hadîsini aynı zamanda İbn Hibban da tahrîc etmiştir. et-Tahavî ise bu hadîsin
malûl olduğunu belirterek şöyle demiştir:
"Zira râvilerden
Muhammed b. Ata', Ebu Katade'ye ulaşmamıştır."[56]
Oysa İmam Buharî onun
kesinlikle Ebu Humayd'den işittiğini belirtmiştir. Çünkü Ebu Katade'nin hicrî
54. yılda vefat ettiği söylenir ki, bu durumda Muhammed'in ona ulaştığı
muhakkaktır. Yapılan tesbitlere göre, Muhammed b. Amir ise hicrî 120 yılında 80
yaşında iken vefat etmiştir.
1- Namaza
başlarken iftitan tekbiri getirince elleri kaldırmak kimine göre sünnet, kimine
göre vâcibdir. Çünkü Resûlüllah’ın (a.s.)
bunu terkettiği tesbit edilememiştir.
2- Rükû'a
varılırken, rükû'dan kalkılırken ve bir de üçüncü rekâta kalkıldığında elleri
kaldırmak müstehabdır.
İmam Ebû Hanîfe ve
arkadaşlarına göre, kaldırılmaz, sadece İftitah tekbirinde kaldırılır. İmam
Mâlik'e göre de öyle... İmam Şafiî ve İmam Ahmed'e göre belirtilen yerlerde
elleri kaldırmak meşru'dür ve müstehabdır.
3- Elleri
hem kulak yumuşaklarına kadar, hem omuz seviyesine kadar kaldırmak caizdir.
Namaz kılan bunlardan birini tercih edebilir. Nitekim Hanefîler erkekler için
kulak yumuşaklarına kadar kaldırmayı, diğer imamlar omuz hizasına kadar
kaldırmayı müstehab saymışlar.
Namazın farzlarından
biri de kıyam, yani ayakta durmaktır. Namaza niyet edip tekbîr getirdikten
sonra kıraat süresince ayakta durmak farzdır. Bu aynı zamanda bir rükündür.
Hikmetine gelince,
bizi iki ayak üzerine yürüten ve dimdik ayakta durma kudretini veren, böylece
ahsen-i takvim üzere yaratıldığımızı bu özelliğimizle de belirginleştiren
Rabbımıza hamdediyor, bu nimetine karşı şükür borcumuzu huzurunda el bağlayarak
yerine getirmek istiyoruz. Hem Fâtiha'yı okumak, bir bakıma Allah'a hitap edip
O'nunla konuşmak demektir. O bakımdan da ayakta edeple durup el bağlayarak
O'nun huzurunda kulluğumuza yakışanı yapmamız kadar tabii ne olabilir?
Namazda kıyam, yani
ayakta durmanın farz olduğuna muhalefet eden olmamıştır, bunda icma' vardır.
Ancak kırat süresinde erkeklerin göbek altında, kadınların göğüsleri üzerinde
el bağlamaları müctehid imamların hepsi tarafından sünnet sayılmamıştır. Konuyu
bu açıdan incelemek istiyoruz.
İlgili hadîsler:
Vâil b. Hücür
(r.a.)’den yapılan rivayette, o, Peygamber (a.s.) Efendimiz'in namaza giriş
yaptığında tekbîr getirerek ellerini kaldırdığını, sonra da elbisesini (ön
kısmını bitiştirerek) kapadığını, sonra da sağ elini sol elinin üzerine
koyduğunu; rükû' yapmak istediğinde ellerini çıkarıp kaldırdığını, tekbîr
getirerek rükû'a vardığını, semi'allahu limen hamidehü dediği zaman yine
ellerini kaldırdığını, secde ettiğinde iki eli arasına secde ettiğini
görmüştür.
Ayni hadîsi Ahmed ve Ebû
Dâvud şu cümleyi de fazla olarak rivayet etmişlerdir:
"Sağ elini sol
elinin ayası üzerine, bileğinin iç kısmını, sol bileğinin üst kısmına
koyduğunu..."[57]
Ebu Hâzim'den, o da
Sehl b. Sa'd (r.a.) den rivayet etmiştir:
"İnsanlara
namazda adamın sağ elini sol bileği üzerine koyması emrediliyordu. Ebu Hâzim
şöyle dedi: "Bunu bilmiyorum, ancak Peygamber (a.s.) Efendimize kadar
refedildiğini (biliyorum)."[58]
İbn Mes'ûd (r.a.)’den
yapılan rivayete göre, adı geçen, namaz kılarken sol elini sağ eli üzerine
koyardı. Cenâb-ı Peygamber (a.s.) onu böyle yaptığını görünce, sağ elini tutup
sol eli üzerine koydu.[59]
Ali (r.a.)’den yapılan
rivayette, şöyle demiştir:
"Namazda eküffü
eküff üzerine koyup göbek altında bağlamak sünnettir."[60]
Eküff,
"keff"ın çoğuludur, kelime olarak elin ayası demektir. Bundan
maksat, sağ elin ayasını sol elin üzerine koymaktır; Arapçada bazan birbirine
yakın iki ayrı şeyden söz edilirken her ikisi için galip olanın ismi
kullanılır. O bakımdan Hz. Ali (r.a.) de el ayası ile elin üst kısmı için
birden "eküff" ismini kullanmıştır.
Hadîslerin açık
delâletinden anlaşılan hükümler:
1- Namaza
başlarken tekbîrde elleri kaldırmak sünnettir.
2- Namaza
niyet edip tekbîr getirdikten sonra hırka, üstlük, pardüsü ve benzeri bir
elbisenin açık bulunan ön kısmındaki iki kanadını el ile bitiştirip biraraya
getirmekte bir sakınca yoktur.
3- Namazda
kıyam rüknü yerine getirilirken sağ eli sol el üzerine koymak sünnettir.
4- Rükû'a
varırken tekbîr getirip elleri kaldırmak ve rükû'dan kalkılırken yine elleri
kaldırmak sünnet veya müstehabdır.
5- Secde
ederken alın ve burnu iki elin arasında koymak müstehabdır.
6- Kıyamda
sağ eli sol elin bileği üzerine koymak müstehabdır.
7- Sol eli
sağ el üzerine koymak mekruhtur.
8- Elleri
göbek altında bağlamak sünnet veya müstehabdır.
Hadîslerin ışığında
müctehit imamların görüş, tesbit ictihat ve istidlalleri:
a)
Hanefîlere göre:
Namazda ayakta
dururken erkeklerin sağ ellerini sol elleri üzerine koyup göbek altında
bağlamaları sünnettir. Bu da, niyet edip iftitah tekbirini alırken ellerini
kaldırınca artık yanlarına sarkmayarak bağlamakla gerçekleşir. İmam Muhammed'e
göre, kıraate başlamadan ellerini bağlamaz. Sübhanekeyi okuyup eûzü besmele çekinceye
kadar ellerini yanlarına sarkıtır, kıraate başlayınca bağlar. Ayrıca sağ elinin
serçe ve baş parmaklarıyla sol elinin bileğini hafif kavrayıp tutar. Gerçi bunu
hanefî fukahasından çoğu istihsanen uygun görmüşse de muhalefet eden de
olmuştur.
Kadınlar ise, kıyamda
sağ ellerini sol elleri üzerine koyup göğüsleri üzerinde bağlarlar, onlar hakkında
müstehab olan böyle yapmaktır. Ancak serçe ve baş parmaklarıyla sol elin
bileğini kavramazlar.[61]
b) Şâfiîlere
göre:
Namazda erkek ve
kadının sağ ellerini sol elleri üzerine koymaları ve ellerini göğüsleriyle
göbekleri arasında bağlamaları sünnettir. Bu durumda sağ elinin parmaklarını
bitişik tutması veya sol elinin bileği üzerine yayması hususunda muhayyerdir.[62]
c)
Hanbelilere göre:
Erkek ve kadının
namazda sağ elinin içini sol elinin üzerine koyup göbekleri altında
bağlamaları sünnettir.[63]
Hanbeliler bu mesele
hakkında Kubayse, Sehi b. Sa'd ve Ebu Hâzim hadîsleriyle istidlal etmişlerdir.
Ayrıca Vâil b. Hücür'den rivayet edilen hadîsle de istidlal ederek, sağ eli
sol elin bileği üzerine koymanın da müstehab olduğunu belirtenler olmuştur.[64]
Yine İmam Ahmed'e
göre, kadın ve erkeğin ellerini göbekleri üzerinde bağlamaları sünnettir.
Nitekim Saîd b. Müseyyeb'in de kavli böyledir.[65]
d)
Mâlikîlere göre
Mezhebin zahirine
göre, namazda eller bağlanmayıp yan tarafa sarkıtılır. Aynı zamanda bu görüş,
İbn Zübeyir ile el-Hasen'den rivayet edilmiştir.[66]
Abdurrahman
el-Cezîri’nin tesbitine göre, Mâlikîler bu mesele hakkında şöyle demişlerdir:
Sağ eli sol el üzerine koyup göbek üzerinde bağlamak menduptur sünnet
değildir, şu şartla ki, namaz kılan böyle yapmakla Peygamber (a.s.)
Efendimiz'in sünnetine uymayı kasdetmiş olacak; bunun aksine daha rahat durmak
ve bir bakıma ellerini bağlamak suretiyle kendine destek sağlamak için yaparsa,
mekruh sayılır. Nafile namazlarda ise, ne maksatla bağlarsa bağlasın, mendup sayılır.[67]
Diğer rivayetler,
yorumlar ve tahliller:
602 nolu Vâil b. Hücür
hadîsini aynı zamanda İbn Hibban ile İbn Huzeyme de tahrîc etmişlerdir. Aynı
babda bir diğer hadîsi Ahmed ile Tirmizî de Kubeyse b. Helb tarikiyle rivayet
etmişlerdir. Semmak'tan başkası ondan rivayet etmemiştir. Bununla beraber sıka
olduğunu kabul edenler vardır. İbn Medenî ile Nesâî onun meçhul olduğunu,
Tirmizî ise hasen sayıldığını söylemiştir.
Darekutnî, Beyhaki ve
İbn Hibban ise İbn Abbas'dan (r.a.) rivayet etmişlerdir. el-Akılî ise, İbn
Ömer'den (r.a.) rivayet etmiş ve zayıf olduğuna dikkatleri çekmiştir. Ayrıca
Darekutnî Huzayfe'den rivayet etmiştir. Beyhakî ise Hz. Âişe (r.a.)’dan rivayet
etmiş ve hadîsi sahîhlemiştir. Hafız Bezzar ise, Şeddad b. Şurahbîl'den rivayet
etmiştir, ancak isnadında Abbas b. Yunus bulunuyor ki, bu zat üzerinde duranlar
olmuştur. Zehebî'nin onu zayıflar arasında anmadığına bakılırsa, sıka olduğu
ağırlık kazanır. Taberânî ise, Ya'lâ b.Merre'den rivayet etmişse de isnadında
Abdullah b. Ya'lâ bulunuyor ki, bu zat zayıf kabul edilmiştir.
Rivayetlerin çokluğu
dikkate alınınca, hadîsle istidlal ve ihticacın doğru olacağı neticesi ortaya
çıkmaktadır. Böylece hadîs, namazda elleri belirtilen şekilde bağlamanın
meşruiyetine delâlet ediyor.
Şevkanî'nin tesbitine
göre, bu babda yirmi rivayet, onsekiz sahabî ve tabiîden yapılmıştır. O
bakımdan İbn Abdülber şöyle demiştir:
"Bu babda
belirtilen hususun hilâfına Peygamber (a.s.)’dan başka bir rivayet
yapılmamıştır."[68]
603 nolu Ebu Hâzim
hadîsi hakkında Nevevî şöyle demiştir:
"Bu hadîs sahih
ve merfu'dür."
604 nolu İbn Mes'ud
hadîsi hakkında ise İbn Seyyid'in-nâs şöyle demiştir:
"Ricali, rical-i
sahihtir yani senedi ve ricali sahîh tesbit edilmiştir." Bu konuda Ahmed
b. Hanbel ve Darekutnî, Câbir (r.a.)’den şu lâfızla rivayet yapmışlardır:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz namaz kılmakta olan bir adamın yanından geçerken, o adamın sol
elini sağ eli üzerine koyduğunu gördü ve tutup kaldırdı, sağ elini sol eli
üzerine koydu."
Bu rivayet de, namazda
sağ eli sol el üzerine koymanın meşru'iyetine aksinin meşru' olmadığına delâlet
etmektedir. Cumhur da aynı görüştedir.
605 nolu Hz. Ali
hadîsinin isnadında Abdurrahman b. İshak el-Kûfî bulunuyor ki, Ebû Dâvud diyor
ki, Ahmed b. Hanbel'in onu zayıflar arasında andığını duydum. Buhârî ise, onun
hakkında şüpheyle durulmuştur, derken İmam Nevevî onun zayıf olduğunu
belirtmiştir. Bu bapta ayrıca Ebû Davud'un Ebû Cerîr'den onun da babasından
yaptığı bir rivayet daha var ki, şu lâfızla tesbit edilmiştir:
"Hz. Ali'yi
gördüm, namazda sağ eliyle sol elinin bileğini tutup göbeğinin üzerinde
bağlamıştı." Ancak bunun isnadında Ebu Tâlût Abdusselâm b. Ebî Hâzim
bulunuyor ki, bu zat üzerinde de durulmuştur. Ebû Dâvud, onun hadîsinin
yazılabileceğini kaydetmiştir.[69]
Ayrıca Ebû Dâvud bu
bapta Tâvus'tan yaptığı rivayette, şöyle denildiğini tesbit etmiştir:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz namazda sağ elini sol eli üzerine koyar, sonra da ikisini
göğsü üzerinde bağlardı." Bu hadis, mürseldir, yani senedinden bir sahabi
düşmüştür.
Namazda elleri göbek
altında bağlamanın müstehab olduğunu söyleyen İmam Ebû Hanîfe, İshak b.
Râhuye, Ebu İshak el-Mervezî ve İmam Şafiî'nin arkadaşları 605 nolu Hz. Ali
(r.a.) hadîsiyle istidlal etmişlerdir. İmam Şafiî ise bu husustaki diğer
rivayetleri de dikkate alarak ellerin göbekle göğüs arasında bağlanmasının
müstehab olduğunu söylemiştir. Cumhur da aynı görüştedir. İmam Şafiî daha çok
İbn Huzeyme'nin kendi Sahîh'inde, Vâil b. Hücür'den naklettiği şu hadîsle
ihticac etmiştir: "Resûlüllah (a.s.) Efendimizle beraber namaz kıldım. O,
sağ elini sol eli üzerine koyup göğsü üzerinde bağlamış bulunuyordu."
Oysa bu rivayet, İmam Şafiî'nin görüşünü destekler mahiyette bir hüküm ifade
etmemektedir. Çünkü Şafiî göğüsle göbek arası derken hadîste göğüs üzerine
bağlandığı belirtilmektedir.
Vâil'in bu rivayetini,
Hz. Ali'nin şu yorumu kuvvetlendirmektedir: Kevser sûresinde
"venhar", elleri göğüs üzerinde bağlamak demektir. Diğer bir yoruma
göre, rükû'dan kalkıldığında elleri göğüs hizasına kadar kaldırmak demektir.
Bunu deve kesme manasına hamledenler de olmuştur.
1- Namazda
sağ eli sol el üzerine koymak sünnet veya müstehabdır.
2- Elleri
erkeklerin göbek altında, kadınların ise göğüsleri üzerinde bağlamaları
müstehabdır. Bu, Hanefilere göredir.
3- Sağ eli
sol el üzerine koyup göğüsle göbek arasında bağlamak sünnettir. Bu İmam
Şâfiîye göredir.
4- Sağ elin
içini, sol elin üzerine koyup göbek altında bağlamak hem erkeklere, hem
kadınlara sünnettir. Bu, Hanbelilere göredir. İkinci bir rivayete göre, göbekleri
üzerinde bağlamaları sünnettir.
5- Namazda
elleri bağlamayıp yan taraflara sarkmak müstehabdır. Bununla beraber göbek
üzerinde bağlamak da müstehab
sayılmıştır, şu şartla ki, sünnete uyma kasdiyle yapılmış olsun. Bu, Mâlikîlere
göredir.
Namaz, huzur, dikkat, saygı
ve edep makamıdır. Bir bakıma vuslat zamanıdır. Fâtiha'yı okumak suretiyle
Allah ile konuşma makamına yükselme dönemidir. Göğüs ve alın kıbleye yönelik,
gözler secde yerine bakar vaziyette kemal-i edeple durup ibâdet etmek, şüphesiz
ki büyük bir bahtiyarlıktır. Dikkatin başka bir yana dağılması, insanı asıl
dikkat edeceği noktadan uzaklaştırır. O bakımdan namazda gözle de olsa sağa
sola iltifat etmek, duvarlardaki yazı ve nakışlarla, halı ve kilimlerdeki renk
ve motiflerle meşgul olmak namazın feyiz ve faziletini düşüreceğinden mekruh
sayılmış tavana doğru kaldırmak da
doğru değildir.
Konuyla ilgili
hadisler:
İbn Sirîn'den yapılan
rivayete göre "Resûlullah (a.s.) Efendimiz (bazan, gözlerini semaya doğru
çevirirdi. O sebeple, "Onlar ki namazlarında saygıyla
korkarlar..." mealindeki âyet indi. Resûlüllah (a.s.) Efendimiz,
başını eğdi."[70]
Açıklama:
Resûlüllah (a.s.)
Efendimizin zaman zaman namazda olsa bile gözlerini semaya doğru çevirmesi,
Allah'a olan aşk ve üstün saygısından kaynaklanır, inen ilâhi tecellilere
hayranlık duymasının ayrı bir tezahürü hikmetini taşırdı. Diğer insanların
böyle bir mazhariyete ermeleri söz konusu olmayacağına göre, Resûlüllah'ın
(a.s.) o davranışı, namazın sünnetlerinden sayılarak ümmeti tarafından taklîd
edilmesini önlemek için, ilgili âyetle, secde yerine bakmak suretiyle ümmetine
namaz adabından birini daha öğretmesi tavsiye edilmiştir.
Ebu Hureyre (r.a.)’den
yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Bazı
topluluklar namazda ya gözlerini göğe doğru kaldırmaktan vazgeçerler, ya da
gözleri herhalde kapılıp alınır."[71]
Enes (r.a.)’den
yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğunu söylemiştir:
"Bazı
topluluklara ne oluyor da namazda gözlerini göğe doğru kaldırıyorlar?"
Sonra da Resûlüllah (a.s.)
bu husustaki sözünü biraz daha tesirli kılarak buyurdu ki:
"Ya
vazgeçerler, ya da gözleri (bakışları) kapılıp alınır."[72]
Abdullah b. Zübeyir
(r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz teşehhütte oturunca sağ elini sağ uyluğunun üzerine, sol
elini de sol uyluğu üzerine bırakır, şehadet parmağıyla işarette bulunur ve
bakışı parmak işaretini aşmazdı, (yani teşehhütte önüne bakar, başka tarafa
gözlerini kaydırnıazdı.)"[73]
Hadîslerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Namazda
gözleri sağa sola kaydırmak, çevreyi taramak mekruhtur.
2- Namazda
daha çok secde yerine bakılır, böyle yapmak
müstehabdır.
3- Namazda
gözleri göğe doğru kaldırmak mekruhtur.
4- Teşehhüde
oturulduğunda elleri uyluklar üzerine koymak sünnettir.
5- Teşehhüt
esnasında diz kapaklarına bakmak, etrafı gözle taramamak müstehabdır.
Hadîslerin ışığında
müctehit imamların görüş, tesbit, istidlal ve ihticacları:
a)
Hanefîlere göre:
Namazda başıyla
sağa-sola iltifat etmek mekruhtur. Göğüsüyle sağa-sola çevrilmek ise namazı
bozmasa bile hem mekruh, hem de fazileti gidericidir. Ancak göz ucuyla çevreye
iltifatta bulunmak mekruh değildir. Nitekim Resûlüllah (a.s.) Efendimiz
gözünün ucuyla ashabının davranışlarını bazan tarardı.[74]
Namazda ayakta iken
secde yerine bakmak, rükû'da ayaklara, otururken uyluklara bakmak namazın
adâbındandır.[75]
b) Şâfiîlere
göre:
İlgili hadislerle
istidlal edip namazda ayakta iken secde yerine bakıp etrafa iltifat etmemek,
teşehhüde otururken şehadet parmağına bakıp yine ileriye ve etrafa iltifatta
bulunmamak sünnettir. Aksini yapmak mekruhtur.[76]
Göğsüyle kıbleden ayrılan kimsenin namazı bozulur.[77]
c)
Hanbelilere göre:
Namazda sağa-sola
iltifat mekruhtur. Vücudunu bütünüyle kıbleden başka yana çevirirse namazı
bozulur. Ancak Kabe'de veya aşırı korkulu anlarda böyle yapmasıyla namaz
bozulmaz. Yüzüyle veya göğsüyle sağa-sola iltifat namazı bozmaz.[78]
Gözleri göğe kaldırmak ise, mekruhtur.
d)
Mâlikîlere göre:
Namaz kılanın ayakları
kıbleye yönelik bulunduğu takdirde sağa-sola iltifat mutlaka mekruhtur, bu
ister baş ve göğüsle, isterse vücudun bütünüyle olsun farketmez. Ancak
ayakları da kıbleden çevrilirse, o takdirde namazı bozulur.[79]
Namazda gözleri göğe
doğru kaldırmak, eğer öğüt ve ibret almak içinse, mekruh değildir.[80]
Diğer rivayetler,
yorumlar ve tahliller:
615 nolu İbn Sirin
hadisi murseldir. Çünkü bu zat tabiîndendir, Peygamber (a.s.) Efendimize
ulaşmamıştır. Bundan, onun hadîsi rivayet ettiği sahabinin ismini atladığı
anlaşılıyor. Ancak ricali sıkat (güvenilirler) dir. Beyhakî ise hadisi mevsulen
tahrîc etmiştir. el-Hâkim ise Müstedrek'te Ebû Hüreyre'den (r.a.) şu lâfızla
tahrîc etmiştir:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz namaz kıldığı zaman gözünü göğe doğru kaldırırdı. "Onlar
ki namazlarında saygıyla korkarlar..." âyeti inince, başını eğmeye
başladı."
İbn Zübeyr'in hadîsini ise,
İbn Hibban kendi sahihinde tahrîc etmiştir. Aslı ise Müslimde geçer, ancak
orada şu cümleye yer verilmemiştir:
"Gözleri
işaret parmağını aşmazdı."
Gözlerin kapılıp
alınmasından maksat, kör olmasıdır. Bu, zahirî bir körlük değil, manevî
körlüktür, yani gözler namazın nurundan mehrûm kalır, demektir.
Ezvac-ı tahirattan
Ümmü Seleme (r.a.) şöyle anlatmıştır:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz zamanında namaz kılmaya kalkan kimsenin gözlerinin bakış
açısı ayaklarını aşmazdı. Resûlüllah (a.s.) Efendimiz vefat ettikten sonra,
namaz kılan kimsenin bakış açısı alnını
koyduğu secde yerini aşmazdı. Ebûbekir (r.a.)
vefat etti, Hz. Ömer zamanında namaz kılan
kimsenin namazdaki bakış açısı kıble yerini aşmazdı. Hz. Osman (r.a.) zamanında
ise, fitneler baş gösterdi, o yüzden insanlar namazda sağa-sola iltifat etmeye
başladılar."[81]
İbn Hazım hadîsin
zahirine bakarak, sağa-sola iltifat edenin namazı bozulur demiştir. Yine bu
zata göre, namazda gözleri göğe doğru kaldırmak da namazı bozar.
1- Nazmada
sağa-sola baş ile veya göğüsü çevirerek iltifat etmek mekruhtur, namazın
faziletini düşürür.
2- Namazda
ayakta iken secde yerine, otururken diz kapaklarına veya uyluğa bakmak
adâbdandır. (Bu Hanefîlere göredir).
3- Namazda
ayakta iken secde yerine bakmak, otururken şehadet parmağına bakmak sünnettir.
Sağa-sola iltifat mekruhtur. Ayrıca namazda göğüsü kıbleden çevirmek namazı
bozar. (Bu Şafiîlere göredir).
4- Sağa sola
iltifat etmek mekruhtur. Namazda vücudu bütünüyle kıbleden çevirmek namazı
bozar. (Bu, Hanbelîlere göredir).
5- Namazda
ayaklar kıbleden başka bir cihete çevirilmedigi takdirde göğüsün veya vücudun
tamamının kıbleden çevrilmesi taamazı bozmaz. (Bu, Mâlikîlere göredir).
6- Namazda
gözleri göğe doğru kaldırmak mekruhtur.
Namaza niyet edip
tekbir getirdikten sonra hemen kıraate geçilmez, me'sur dua okunur, sonra
Euzü-Besmele çekilir ve öylece kıraate başlanır.
Konuyla ilgili
hadisler:
Ali b. Ebî Tâlib
(r.a.)'den yapılan rivayette, demiştir ki:
Resûlüllah (a.s.)
Efendimiz namaza namaza kalktığı zaman şu duayı okurdu:
Veccehtü Vechiye
Lillezi Ve'l-Arza, Hanîfen Müslimen Vema Ene İnnesalatı Ve Nüsüki Ve Mehyaye Ve
Mematilillahi Rabbi'l-Alemin, La Şerike Lehu Ve Bizalike Ümirtu Ve Ene Mine'l-Müslimîn.
Allahümme Ente'l-Melikü La
İlahe Ente, Ente Rabbî Ve Ene Abdüke, Zalemtü Nefsi Ve'tereftü Bi-Zenbi, Feğfir
Lî Zünûbî Cemî'an
Meali:
"Şüphesiz ki ben
yüzümü, bâtıldan uzak, Hakk'a tamamen yönelmiş müslim olarak gökleri ve yeri
örneksiz ve benzersiz yaratana çevirdim ve ben müşriklerden değilim. Şüphesiz
ki benim namazım, diğer ibâdetlerim, dirimim ve ölümüm, âlemlerin Rabbi Allah'a
aittir; O'nun hiçbir ortağı yoktur ve ben bununla emrolundum, ben
müslümanlardanım.
Allahım! Sen yegâne
sahipsin senden başka hiçbir ilâh yoktur, ancak sen varsın, sen benim Rabbimsin
ve ben de senin kulunum. Nefsime zulmettim ve günahımı itiraf ettim, artık
benim bütün günahlarımı bana bağışlayıp affet, günahları ancak sen bağışlayıp
affedersin. Beni en güzel ahlâka eriştir, çünkü ahlâkın en güzeline ancak sen
eriştirirsin. Ahlâkın kötüsünü benden çevirip uzaklaştır, çünkü onun kötüsünü
benden ancak sen çevirip uzaklaştırırsın. Buyur, emrine hazır bekliyorum.
Hayrın hepsi senin elindedir, şer ise senden yana değildir. Ben seninle (varım)
ve sana yöneliğim. Sen çok mübarek ve çok yücesin. Senden mağfiret dilerim ve
sana tevbe ederim."
Resûlüllah (a.s.)
Efendimiz rüku'a varınca şöyle duâ ederdi:
Allahümme Leke Reka'tü
Ve Bike Amentü Ve Leke Eslemtü. Haşea Leke Semî Ve Basari Ve Muhhî Ve Azmi Ve
Asabi.
Meali:
"Allahım! senin
için rükû' ettim, ancak sana inandım ve ancak sana teslim oldum. Kulağım,
gözüm, iliğim, kemiğim ve damarlarım sana saygı duyup ürperdi."
Başını rükû'dan
kaldırınca şu duayı yaptı:
Allahümme Rebbena
Leke'l-Hamdu Mil'e's-Semavati Ve Mil'e Ma Beynehüma Ve Mil'e Ma-Şi'te Min Şeyin
Ba'du.
Meali:
"Ey Allahım! Ey
Rabbımız! Sana gökler dolusu, yer dolusu, gökle yer arası dolusu ve bunlardan
sonra dilediğin şey dolusu hamd olsun."
Secdeye vardığında
şöyle duâ ederdi:
Allahümme Leke Secedtü
Ve Bike Amentü Ve Leke Eslemtü. Secede Vechi Lillezî Halakahu Savverehu Ve Şakka
Sem'ahü Ve Basarehü, Fe-Tebareke'llahü Ahse Nü'lhalikîn.
Meali:
"Allahım! Ancak
sana secde ettim ve ancak sana imân ettim ve ancak sana teslim oldum. Yüzüm
kendini yaratana, tasvir edene, işitme ve görme hissini yarıp ortaya çıkarana
secde etti. Yaratanların en güzeli olan Allah çok yüce çok mübarektir!"
Sonra da Resûlüllah'ın
(a.s.) teşehhütle selâm arasında en son yaptiğı duâ şu idi:
Allahümme'ğfir Lî
Ma-Kaddemtü Vema Ehhartü Vema Esrertü Vema A'lentü Vema Esreftü Vema Ente
A'lemü Bîhi Minni, Ennete'l-Mukaddemu, Ente'l-Müehharü, La İlahe İlla Ente.
Meali:
"Allahım, önden
gönderdiğim, geriye bıraktığım gizlediğim, açıkladığım ve israf ettiğim
şeyleri ve senin benden bildiğin şeyleri bağışlayıp temizle. En ön sensin ve en
son da sensin. Senden başka hiçbir ilâh yoktur, ancak sen varsın."[82]
Hz. Aişe (r.a.)'den
yapılan rivayette, demiştir ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz namaza başladığı zaman şöyle dedi:
Sübhaneke’llahümme Ve
Bi-Hamdike Ve Tebareke İsmuke Ve Teala Ceddüke Vela İlahe Gayruke.
Meali:
"Allahım! Seni
hamdinle tesbîh ve tenzih ederini; ismin çok mübarektir, ululuk ve azametin
çok yücedir ve senden başka hiçbir ilâh yoktur."[83]
Hadîslerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Tekbîr
ile kıraat arasında duâ etmek sünnettir.
2- Rukû'a varınca
yine me'sür duayı okumak müstehabdır.
3- Rükû'dan
kalkınca yine me'sür duayı okumak müstehabdır.
4- Secdeye
varıldığında yine rivayet edilen me'sür duayı okumak müstehabdır.
5-
Teşehhütle selâm arasında zikredilen duayı okumak da müstehabdır.
6- Tekbîr
getirdikten sonra Sübhaneke'yi okumak sünnettir.
Hadîslerin ışığında
müctehit imamların görüş, ictihat, istidlal ve ihticacları:
a)
Hanefilere göre:
Namaz için tekbir
getirip eller bağlandıktan sonra Sübhaneke'yi okumak namazın sünnetlerinden
biridir. Namaz kılan ister imam, ister ona uyan cemaat olsun ister yalnız
başına kılan olsun hepsi için sünnettir. Bazı rivayetlerde "Vecelle
Senâüke" de ilâve edilmişse de, meşhur rivayetler arasında bu yoktur.
İmam Ebû Hanife ile
İmam Muhammed'e göre, Veccehtü Vechiye...duası ne tekbîrden önce, ne de sonra
okunmaz, İmam Ebû Yusuf önceleri bu duânın da okunmasını müstehab saymış, sonra
bu görüşünden rücu, etmiştir.[84]
Rükû'da ise üç defa
Sübhane Rabbiye'l-Azîm demek sünnettir. İmam Şafiî'ye göre bir defa kâfidir.
Çünkü bu husustaki emir tekrarı gerektirmez. Bunun dışında Hanefîlerce başka
duâ okunması sünnet veya müstehab sayılmamıştır.[85]
Rüku'dan kalkıldığında
Semi'allahu Limen Hamidehu demek de sünnettir. İmam Ebû Hanîfe'ye göre, İmam
böyle söylerken cemaat de Rebbena Leke'l-Hamd der. İmam Ebû Yusuf, İmam Muhammed ve İmam
Şafiî'ye göre, imam hem Semi'allahu Limen Hamidehü, hem de Rabbena Leke'1-Hamd
der.
Bazı rivayetlerde ise,
Rabbena Ve Leke'l-Hamd şeklinde belirtilmişse de meşhur olanı, (VE) siz
söylenmesidir.[86]
Bunun gibi, secdede üç
defa Sübhane Rabbiye'l-A'lâ demek de sünnettir. İmam Ebû Hanîfe bunun dışında
başka bir duanın yapılmasını müstehab veya sünnet saymamıştır.
b) Şâfiîlere
göre:
Tahrim takbîrinden
sonra iftitah duasını okumak sünnettir. Hz. Ali'nin hadîsinde ifade edilen
Veccehtü Vechîye... duası okunur.[87]
Rüku'da ise imam üç defa, yalnız başına kılan ise arzu ederse daha fazla
Sübhane Rabbiye'l-Azîm demesi ve Hz. Ali hadîsinde rivayet edilen Allahümme
Leke Reka'tü... duasını yapması sünnettir.[88]
Rükû'dan kalktığında
Semi'allahu Lîmen Hamîdehü der ve tam dağrulunca da Rabbena Leke'l-Hamd diye
ilâve ederek şu duayı Mil'e's-Semavati Ve Mil'el-Arzi... sonuna kadar okur.
Yalnız başına kılıyorsa, şu lâfızları da ilâve eder:
Ehle's-Senai
Ve'l-Mecdi Ehakku Ma Kale'l-Abdü Ve Kulluna Leke Abdün,
c)
Hanbelilere ve Mâlikîlere göre:
İstiftah, yani
tekbirden sonra Sübhaneke duâsıyla namaza başlamak ilim ehlinden çoğuna göre,
sünnettir. İmam Mâlik ise, istiftah duasını sünnet olarak görmemiş ve tekbirden
sonra kıraate başlanır, demiştir. O, bu hususta Buharî ve Müslim'in ittifakla
Enes (r.a.)'den yaptıkları şu rivayetle istidlal etmiştir:
"Peygamber (a.s.)
Ebûbekir (r.a.) ve Ömer (r.a.), namaza El-Hamdulîllahi Rabbi'l-Alemîn ile
başlarlardı.
Hanbelîler ise, Peygamber
(a.s.) ile ashabının istiftah duası okuyarak namaza başladıklarına dair birçok
rivayetlerle istidlal etmişlerdir. Hatta Hz. Ömer'in (r.a.) tekbirden sonra
istiftah duasını, çevresindeki insanlar da işitsinler diye aşikâr okuduğu
rivayet
302-335 EKSİK
amin demesiyle
birlikte cehren amîn derler. Bu en zahir kavle göredir.[90]
Abdurrahman el-Cezîrî
bu konuyu şöyle açıklamıştır:
"Namazın
sünnetlerinden biri de, Fâtiha'yı okuduktan sonra amîn demektir. Bu da,
Fâtiha'yı okuduktan sonra uzun süre susup beklemediği takdirde sünnettir. Amîn
demek hem imama, hem ona uyanlara,
hem yalnız başına namaz kılana sünnettir. Buraya kadar
belirttiğimizde üç müctehit imam müttefiktirler. Ancak İmam Mâlik, bunun sünnet
değil mendup olduğunu söylemiştir. Şâfiilerle Hanbelîler, gizli okunan
namazlarda aminin gizli söylenmesi, aşikâr okunanlarda aşikâr okunması
hususunda aynı görüşü izhar etmişlerdir."[91]
Yine aynı zat,
Hanefilerin görüş ve ictihadını şöyle nakletmiştir: "Gizli ve aşikâr
kılınan bütün namazlarda amîn gizli söylenir."[92]
c) Hanbelilere göre:
Bu mezhebin görüş ve
ictihadını az yukarıda kısmen nakletmiş idik. Ancak mezheple ilgili en kuvvetli
kaynak kitabı kabul edilen İbn Kudame'nin el-Muğnî'sinde bu meseleye ait bölümü
özetleyerek nakletmeyi faydalı gördük: "Fâtiha'nın okunması bitince imam
ve ona uyan kimsenin amîn demesi sünnettir. Hanbeliler bu hususta Ebu Hüreyre
hadîsiyle istidlal etmişler ve ashab, tabiîn ve müctehitlerden de şu zatların
görüşüyle uyum sağlamışlar: İbn Ömer, İbn Zübeyr, es-Sevrî, Atâ', îmam Şafiî,
Yahya b. Yahya, İshak, Ebu Hayseme, İbn Ebî Şeybe, Süleyman b. Dâvud ve rey
tarafdarlarından da amîn demenin sünnet olduğu rivayet yoluyla sabit olmuştur.
Aşikâr okunan
namazlarda hem imamın, hem ona uyanların amîn'i aşikâr söylemeleri, gizli
okunan namazlarda ise, gizli okumaları sünnettir. Nitekim İmam Ebû Hanîfe'den
de yapılan iki rivayetten birinde böyle dediği anlaşılmaktadır."[93]
Diğer rivayetler,
yorumlar ve tahliller:
714 nolu hadîsi aynı
zamanda İbn Mâce, Hz. Ali (r.a.)’den; Ebu Dâvud, Bilâl'dan; Ebu Avâne, Ebû
Musa'dan; Ahmed b. Hanbel, Taberânî ve İbn Mâce, Hz. Aişe (r.a.)’den ve yine
İbn Mâce, İbn Abbas (r.a.)’dan rivayet
etmişlerdir. Ancak isnadında Talha b. Amir
bulunuyor ki, bu zat hakkında bazı sözler
söylenmiştir. Zehebî şu bilgiyi vermektedir: İbn Main ve başka hadîs âlimleri
onun zayıf olduğunu belirtmişler; Ahmed b. Hanbel ile Nesâi, "o,
metrukü’l-hadîstir" demişlerdir. Buharı ile İbn Medenî, "o, bir şey
değildir" derken, el-Fellas, Yahya ile Abdurrahman'ın ondan hadîs rivayet
etmediklerine dikkat çekmiştir.[94]
Taberânî aynı hadîsi
el-Kebir'de Selman'dan rivayet etmiştir; isnadında Saîd b. Beşîr bulunuyor ki,
bu zat üzerinde durulmuştur. Katade, Zührî ve bir cemaatten rivayet etmiştir.
Hadîs hıfzında başarılı sayılırsa da, münkerü'l-hadîs olduğu söylenir.[95]
Yine Taberâni
el-Kebîr'de Ümmu'l-Husayn'den rivayet etmiştir. Ancak isnadında İsmail b.
Müslim bulunuyor ki, bu zat zayıftır. Ebu Zür'a da onun zayıf olduğunu
belirtmiş, Ahmed ve diğer hadîs âlimleri onun münkerü'l-hadîs olduğunu
söylemişlerdir.[96]
Araştırıldığında bu
bapta daha birkaç tarikten rivayet edilen hadisler vardır. Hepsi biraraya
gelince kuvvet kazandırmaktadır. Böylece yukarıda mealini verdiğimiz 714 nolu
hadisin istidlal ve İhticaca elverişli olduğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Hadîsin zahirinden,
imamın gizli okunan namazlarda aşikâr amîn demiyeceği anlaşılmakta ise de,
bunun imam hakkında meşru olduğunu, diğer rivayetlere dayanarak ifade edenler
bulunuyor. O halde ister gizli, ister aşikâr okunan namazlar da imam âmin
dediği ve sesi işitildiği takdirde cemaat de amîn der. Mezhep imamların görüş
ve ictihatları ise, bu hususta da farklıdır.
716 nolu Ebû Hüreyre
hadîsini Darekutnî de tahrîc etmiş ve isnadının hasen olduğunu söylemiştir.
el-Hâkim ise bunun iki şeyhin şartına göre sahihtir, diyerek ihticaca elverişli
olduğunu belirtmiştir. Beyhakî de bu hadîs için, "sahîh-hasen"
tabirini kullanmıştır.
Bu hadîs de, imamın
amîn demesinin ve onu işitilecek bir sesle söylemesinin meşruiyetine delâlet
etmektedir. Nitekim amini aşikâr söylemenin meşruyetine delâlet eden iki
rivayet daha söz konusudur. Birincisini İmam Ahmed, İbn Mâce ve Taberânî, Hz.
Aişe (r.a.)’den şu lafızla rivayet etmişlerdir: "Yahudiler, sizin selâm
ve amin demenize haset ettikleri kadar hiçbir şeye haset etmemişlerdir."
Diğerini ise İbn Mâce, İbn Abbas (r.a.)’dan şöyle rivayet
etmiştir:
"Yahudiler,
sizin âmîn demenize haset ettikleri kadar hiçbir şeye o kadar haset
etmemişlerdir."
717 nolu Vâil b. Hücür
hadîsini aynı zamanda Darekutni ve İbn Hibbân tahric etmişlerdir. Ancak Ebû
Dâvud bu hadîsi şu fazlalıkla rivâyet etmiştir:
"Peygamber
bununla sesini yükseltirdi.."[97]
Hadîsin senedi
sahihtir. Nitekim Darekutnî onu sahihlemiş, ancak İbn Kattan onu Hücür b. Anbes
sebebiyle muallel saymıştır, yani sıhhatını zedeleyen bir kusur bulunduğunu
belirtmiştir. O da, Hücür b. Anbes'in iyice tanınmadığıyla yorumlanmıştır. Ne
var ki, Yahya b. Maîn onun sıka (güvenilir) olduğunu söylemiştir.
Aynı hadisi İbn Mâce,
Ahmed ve Darekutnî başka bir tarikten şu lafızla rivayet etmişlerdir:
"Peygamber (a.s.) âmîn derken sesini alçaltıyordu."
Ancak bunun isnadında
ızdırap bulunduğu üzerinde durulmuştur. Çünkü Şu'be ile Süfyan farklı
mânalarla rivayette bulunmuşlar ve böylece hadîsin muzdarip olduğu intibaını
uyandırmışlardır. Ancak İbn Hibbân, Hücür b. Anbes'in sıka olduğunu belirttiğine
göre, hadisin sıhhati ağırlık kazanıyor.
1- Namazda
imam olsun, ona uyanlar olsun, Fatiha'dan sonra çok alçak sesle âmin derler,
bu sünnettir. Hanefîler'in ictihadı bu doğrultudadır.
2- İmam
aşikâr âmîn deyince, cemaat de aşikâr âmîn derler. Bu sünnettir; Şâfiîlerin de
ictihadı bu doğrultudadır.
3- Gizli
okunan namazlarda âmîn'in gizli söylenmesi sünnettir. Müctehit imamların
çoğunun ictihadı bu doğrultudadır.
Namaz, kul ile Allah
arasında en işlek yol, en sağlam, köprülerden biridir. Daha önce belirttiğimiz
gibi, kul ile Mevlasını konuşturan ve kulu Mevlası huzuruna yükselten bir
ibadettir. Allah sözü ise,
Arapçadır, yani Kur'ân Arapça indirilmiştir. İndirildiği gibi yazılmış,
yazıldığı gibi korunması emredilmiştir. O bakımdan namazda Fatiha ve sûreyi
Kur'ân'da yazılı olduğu gibi okuyamıyan ve dili Arapçaya bir türlü yatmıyan
kimse ne yapmalıdır? Çünkü namazda Kur'ân'dan kolay gelen sûre veya âyetleri ve
tabii Fâtiha'yı okumak farz veya vâcibdir. Bu vücup veya farz yerine
getirilmediği takdirde namaz sahih olur mu?
Bunu cevaplıyabilmek
için hem ilgili hadisleri, hem müctehit imamların görüş, tesbit ve
ictihatlarını bilmemiz gerekir.
İlgili hadîsler:
Rıfaâ b. Râfi'
(r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir ki :
"Resûlüllah (a.s.)
Efendimiz bir adama namaz kılınmasını öğretti ve şöyle buyurdu:
"Yanında
Kur'ân'dan (bildiğin) bir şey varsa onu oku; yoksa Allah'a hamd et, tekbîr
getirerek Onu ulula ve tehlîl getir, sonra da rükû'a var.."[98]
Abdullah b. Ebî Evfâ
(r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir:
"Bir adam
Peygamber (a.s.) Efendimize geldi ve şöyle dedi:
"Doğrusu ben,
Kur'ân'dan bir şey alıp öğrenmeye takat getiremiyorum, o bakımdan bana yetecek,
şeyi öğret!" Bunun üzerine Resûlüllah (a.s.) ona:
"Sübhanellahi
ve'1-hamdu lillahi vela ilahe illallahu vallahu ekber velâ havle velâ kuvvete
illâ billah, söyle..." diye
emretti![99]
Hadîslerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Namazda
Kur'ân'dan bir şeyler bilenler, ezberleyenler onu okur, bilmeyenler ise, hamd,
tekbîr ve tehlîl getirmekle yetinir, yani kıraat yerine bunları okur ve öylece
rüku'a varır. Bu bir ruhsat ve cevaz kapısıdır.
2- Kur'ân'dan
bir şey öğrenmeye gücü yeten, yani böyle bir yeteneği olan kimsenin herhalde
Kur'ân öğrenmesi vâcibdir. Aksi hem günahkâr olur, hem de namazı sahih olmaz.
3- Buna gücü
yetmeyen, dili yatmayan ve öğrenecek yeteneği
olmayan kimsenin namazı terketmesi caiz
olmaz, kıraat yerine belirtilen şeyleri okumakla yetinir.
Hadislerin ışığında
müctehit imamların görüş, ictihat ve istidlalleri:
a)
Hanefîlere göre:
İmam Ebu Hanîfe'ye
göre, farz olan kıraat miktarı, tam bir âyet okumaktır, bu uzun da olabilir,
kısa da olabilir. İmameyn'e göre, en az üç kısa âyet veya o uzunlukta olan uzun
bir âyet okumaktır.[100]
Meseleyi bu açıdan ele
alınca, Arapçayı beceremeyenler için cevaz yolu nedir? sorusu karşımıza
çıkmaktadır. İmam Ebu Hanîfe'ye göre, kıraat farzı, nasıl Arapça diliyle sübut
buluyorsa, öylece başta dille de sübut bulur; kişi bu durumda ister Arapçayı
iyice telaffuz edebilsin, isterse etmesin fark etmez. İmam Ebû Yusuf ile İmam
Muhammed'e göre, Arapçayı teleffuz edebilen kimsenin namazda kıraatı başka bir
dille okuması caiz olmaz, ama Arapçayı iyice beceremiyorsa, o takdirde caiz
olur. İmam Ebû Hanîfe diyor ki: Namazda kıraatın vâcib olması, Arapça lafız
olması demek değildir, Allah kelâmına delâlet eden lafızdır ki bu Arapça
olabileceği gibi, başka dille le olabilir.[101]
İbn Âbidîn bu konuya
geniş yer verip ilim adamlarının farklı görüş ve yorumlarını naklettikten sonra
tetimme olarak şu açıklamayı yapmıştır:
"Namazın caiz
olduğu Kur'ân, ilim adamlarının ittifakıyla, Hz. Osman tarafından zapt ve
tesbit edilip İslâm ülkelerindeki imamlara (eyalet valilerine) gönderdiği
Mushaftır ki eimme-i aşare onun üzerinde icma' etmişlerdir..."[102]
Menar ve benzeri bazı
kitaplarda İmam Ebû Hanife'nin bu görüşünden vaz geçip imameynin kavline
döndüğünden söz edilir.
Yine İmam Ebû Hanîfe'ye
göre, namazda Tevrat veya İncil veya Zebur'dan bir şey okursa, bakılır: Eğer
okuduğu şeyin tahrife uğramadığına yakın hâsıl ederse, caizdir. Diğer Hanefî
imamları ise, yakîn hasıl etsin etmesin, caiz değildir, demişlerdir.[103]
b) Şafiilere
göre:
Fatiha'yı bilmeyen
kimsenin birbirini takip eden yedi âyet okuması, ardarda olan yedi âyet
beceremiyorsa, dağınık vaziyette yedi âyet okuması farzdır. Bununla beraber
İmam Şerefüddin Yahya Nevevî diyor ki:
"Birbirini takip
eden yedi âyet bildiği halde dağınık vaziyette yedi âyet okuması da caizdir.
Allah daha iyisini bilir." Bunu da beceremiyorsa, âhiretle ilgili zikirde
bulunur. Ancak yaptığı zikrin kapsadığı harfler Fâtiha'nın kapsadığı harflerden
noksan olmaması gerekir, aksi halde caiz olmaz. Hiçbir şey beceremiyorsa,
Fatiha okunacak süre kadar durur ve öylece rükû'a varır.[104]
c)
Hanbelîlere göre:
Namazda Mushaf-i
Osman'da yazılı olan okunur. İmam Ahmed'den yapılan rivayete göre, kendisi daha
çok Nâfi' kıraatini beğenip seçermiş ki bu İsmail b. Cafer tarikiyle
gerçekleşmiştir. O olmadığı takdirde Ebubekir b. Iyaş tarikiyle gelen Âsim
kıraati seçilir. Ayrıca Ahmed b. Hanbel, Ebu Amir b. el-Alâ' kıraatını da
överdi. Bununla beraber on kıraatten hiçbirini mekruh görmezdi, sadece Haraza
ve el-Kissaî kıraatleri seçmezdi, çünkü onlarda kesre, idğam ve tekellüf, bir
de fazla med vardır.[105]
Mushaf-ı Osman dışında
kalan İbn Mes'ûd ve diğerlerinin kıraatini namazda okumak caiz değildir. Çünkü
Kur'ân tevatür yoluyla sübut bulmuş, o kıraatler ise tevatür yoluyla sübut bulmamıştır.[106]
Abdurrahman el-Cezîrî
Hanbelilerin bu hususla ilgili görüş ve ictihatlarını daha geniş biçimde şöyle
açıklamıştır:
"Şafiîlerle
Hanefiler şunda ittifak etmişlerdir: Namazda Fatiha okumasını beceremeyip âciz
olan kimse, Kur'ân'dan Fatiha miktarı âyet okuyabiliyorsa, onları okuması vâcib
olur. Sadece bir âyet biliyorsa, onu Fâtiha âyetleri sayısınca tekrarlayarak
okuması gerekir. Kur'ân'dan hiçbir şey okuyamıyor da âciz durumda kalıyorsa,
Fâtiha'yı okuma süresi kadar Allah'ı zikretmekle yetinir, böyle yapması da
vâcibdir. Zikir de yapamıyorsa, o takdirde Fatiha okunacak süre kadar susup
beklemesi gerekir.[107]
Anlaşıldığı gibi,
Hanbelîler de bu hususta Şâfiîler gibi ictihatta bulunmuşlardır.
d)
Mâlikîlere göre:
Namazda Fatiha
okumasını beceremiyen kimseye onu öğrenmek vâcibtir. Bu mümkün olmadığı
takdirde, Fâtiha'yı güzel okumasını beceren kimseye uyması vâcib olur. Böyle
bir kimse bulamadığı takdirde, tekbîrle rükû' arasına bir fasıla koyması mendup
olur. Bu süre içinde Allah'ı anması da menduptur.[108]
Diğer rivayetler,
yorumlar ve tahliller:
728 nolu Rıfaa
hadisinin hasen olduğunu Tirmizî kaydetmiştir.
729 nolu Abdullah b.
Ebî Evfâ hadîsini ise, aynı zamanda İbn Carud, İbn Hibbân ve el-Hâkim tahrîc
etmişlerdir. Ancak isnadında İbrahim b. İsmail es-Seksekî her ne kadar
Buharî'nin ricalinden sayılırsa da bazı hadîs âlimlerince kusurlu görülmüş,
Nesâî onu zayıflar arasında zikretmiştir. İbn Kattan ise onun hakkında şöyle
demiştir:
"Birkaç kişi onu
zayıf saymışsa da bunu isbatlar mahiyette bir hüccet gösterememişlerdir."[109]
Nitekim İbn Adiy, "metni münker olan bir hadîsin ondan nakledildiğine
rastlayamadım" demiştir. Nevevi ise, el-Hulasa'da zayıflar bölümünde onun
ismini de anmıştır.
Ancak bu hadîsin
rivayetinde İbrahim yalnız kalmamıştır. Taberânî kendi eserinde, İbn Hibban
kendi Sahih'inde Talha b. Musarrıf tarikiyle İbn Ebî Evfâ'dan rivayet
etmişlerdir. Ne var ki, bu rivayetin isnadında el-Fazl b. Muvaffak bulunuyor
ki, Ebû Hatim onun zayıf olduğunu belirtmiştir.
Sonuç olarak,
yukarıdaki hadîslerle istidlal eden üç mezhep imamı okumasını beceremiyen, dili
Arapçaya bir türlü yatmayan ve öğrenme kabiliyeti olmayan kimselere kolaylık
getirmişlerdir. Özellikle Şafiî ve Hanbeli imamları... Hanefîlere gelince,
onlar bu meselede ittifak edememişlerdir. Diğer yandan başka bir dile
çevrilerek Fatiha ve sûrenin okunmasına İmam Ebû Hanîfe cevaz vermiştir. Ne
var ki, onu bu bapta destekleyen pek olmamıştır. Hem bazı ilim adamlarının
tesbitine göre, İmam bu görüş ve ictihadından rücu' etmiştir.
1- Namazda
farz olan mutlak kıraattir. O halde Kur'ân'dan bir âyet bile okuyunca farz
yerine gelmiş olur. Fâtiha'yı okumak ise vâcibdir. Aynı zamanda Fâtiha'yı başka
dile çevirip okumakta bir sakınca yoktur. Bu, İmam Ebû Hanîfe'nin ictihadıdır.
İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed'e göre, Arapçayı öğrenip belleme yeteneği
olduğu takdirde, Fâtiha'yı nazil olduğu dil üzere okuması gerekir.
2- Fâtiha'yı
bilen kimsenin onu aynen okuması farzdır. Okuyamıyorsa, yedi kısa âyet
okuması farzdır. Onu da beceremiyorsa,
Fatiha kelimelerine denk gelecek ölçüde Allah'ı zikretmesi gerekir. Bu İmam
Şafii ile İmam Ahmed'e göredir.
3- Fatiha
okumasını beceremiyen kimsenin onu öğrenmesi vâcibdir. Mümkün olmadığı takdirde
Fâtiha'yı okuyan birine uyması gerekir. Bu da mümkün olmadığında tekbirle
rükû' arasında bir süre beklemesi menduptur. Bu, Mâlikîlere göredir.
Namazda Fatiha
sûresini okumak hakkındaki hadîsleri, ictihatları ve rivayetleri gördük.
Fâtiha'dan sonra bir sûre okumak farz mıdır, değil midir? Sûrenin uzunluk ve
kısalığı, onun yerine geçecek üç âyetin kâfi gelip gelmiyeceği? Ayrıca üç ve
dört rekâtlı namazda sûre okumanın vacip olup olmadığı gibi birçok sorular ve
konular hatıra, gelebilmektedir? Bütün bu soruların cevabını, ilgili hadîsleri
ve müctehit imamların görüş ve ictihatlarını nakledince vermiş olacağız.
İlgili Hadîsler:
Ebû Katade (r.a.)’den
yapılan rivayette, demiştir ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz öğle namazının ilk iki rek'âtinde Ümmu'1-kitab (Fâtihay) ı ve
iki sûre, son iki rekâtte ise Fâtiha'yı okur ve bazı vakitlerde âyeti bize
îşittirirdi; birinci rekâtte uzatır, ikinci rekâtte uzatmazdı. İkindi namazında
da öyle, sabah namazında da öyle..."[110]
Aynı hadîs şu
fazlalıkla da rivayet edilmiştir:
"Birinci rekâtte
kıraati uzatmasından, gelecek olan kimselerin birinci rekâte yetişmesini arzu
ettiğini tahmin ediyorduk."
Cabir b. Semure
(r.a.)’den, demiştir ki:
"Ömer, Sa'de dedi
ki:
"And olsun (Küfe
halkı) namaza varıncaya kadar her şey hakkında senden şikâyetçi oldular."
Bunun üzerine Sa'd (r.a.) şöyle dedi:
"Bana gelince,
ilk iki rekâtte uzatıyorum, son iki rekâtte hazfediyorum (fazla uzatmıyorum);
Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in namazından iktida ettiğimden daha noksan (fazla)
tutmadım (veya herhangi bir taksirat yapmadım)". Hz. Ömer onu dinledikten
sonra, "doğru söyledin, bu senin hakkındaki zandır, veya benim seninle
ilgili zannımdır" dedi.[111]
Ebu Saîd el-Hudrî
(r.a.) den yapılan rivayette:
"Peygamber (a.s.)
Efendimiz öğle namazının ilk iki rekâtinden her birinde otuz âyet kadar okurdu,
son iki rekâtte ise, onbeş âyet kadar okurdu (veya ilk iki rekâtte okuduğunun
yarısı kadar okurdu). İkindi namazında ilk iki rekâtın her rekâtinde onbeş âyet
kadar okurdu, son iki rekâtinde onun yarısı kadar okurdu."[112]
Hadîslerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Öğle ve
ikindinin farzlarında önce Fatiha ve bir veya birkaç sûre okunur.
2- İmamın
gerek Fatiha, gerekse arkasından okuduğu sûreleri yakınındakilerin işiticeği
kadar hafif sesle okumasında bir sakınca yoktur.
3- Fâtiha'dan
sonra, ilk iki rekâtte sûre okumak vâcibdir.
4- Birinci
rekâtte biraz uzun sûre okumak müstehabdır.
5- Birinci
rekâtteki sûreyi, arkadan gelecek cemaatin de yetişmesi için uzatmakta bir
sakınca yoktur.
6- İlk iki
rekâtte uzatmak, son iki rekâtte kısa tutmak müstehabdır.
7- Öğle
namazının ilk iki rekâtinde otuz âyet kadar, son iki rekâtinde onbeş âyet kadar
okumak da müstehabdır.
Hadîslerin ışığında
müctehit imamların görüş, ictihat ve istidlalleri:
a)
Hanefilere göre:
Yolculukta zorunlu
hallerde sadece Fatiha ve beraberinde herhangi bir sûre okumakla yetinir.
Eyleşik durumda zorunlu bir hal varsa, namaz sahih olacak kadar okumakla
yetinir.
Yolculukta zorunlu bir
durum yoksa, vakit de müsaitse, kendisi emniyette ise, sabah namazında Bürûc
veya benzeri uzunlukta bir sûre okur, böylece hem sünnete uymuş olur, hem de
yolculuk halinde namazı hafif tutma istihbabı yerine gelmiş olur.
Öğle namazında da
bunun gibi ölçü izlenir. İkindi ve yatsı namazlarında bunlardan biraz daha az
bir kıraate yer verilir. Akşam namazında ise kısa sûre okumakla yetinir.
Eyleşik halde sünnet
ölçüsüne uygun kıraate gelince, sabah namazının her rekâtinde 40 veya 50 âyet
kadar okur. Tabii Fâtiha'yı okuduktan sonra bu nisbeti gözetir. Öyle namazında
ise, buna yakın bir uzunlukta kıraatte bulunur. İkindi ile yatsı namazlarında
ilk iki rekâtte Fâtiha'dan başka yirmi âyet okur. Akşam namazında her rekâtte
kısa bir sûre okur.[113]
Hanefilerin yaptığı bu
tesbit sünnet doğrultusundadır.
b) Şafiîlere
göre:
Fatihadan sonra bir
sûre okumak sünnettir. Üç ve dört rekâtli namazlarda ise, sadece birinci ve
ikinci rekâtlerde sünnettir. Mezhebin en zahir kavli de budur. İmama uyanlar
Fâtiha'yı okurlar, ama sûre okumazlar, onu dinlemekle yetinirler. Ama imamdan
uzak bulunurlar veya kıraat gizli okunuyorsa, o takdir de en sahih kavle göre,
onlar da okurlar.
Sabâh ve öğle
namazlarında tivâl-i mufassal'dan, yani uzun sûrelerden, ikidi ve yatsı
namazlarında ise evsattan, yani orta uzunlukta olanından, akşam namazında kısa
sûrelerden okumak sünnettir.
Tival-i mufassalın
evveli Hücurat süresidir, evsatı eş-Şems süresidir. Kısa olanı ise, Asır
süresi gibi olanlarıdır.[114]
Ancak müctehidlerin bu, husustaki tesbit ve görüşleri farklıdır. İleride buna
geniş yer verilecektir.
c) Hanbelîlere
göre:
Farz namazlarda Fatiha
ile birlikte bir sûre okumakla yetinmek,
başka fazla bir şey okumamak müstehabdır.
Çünkü Resûlüllah (a.s.) Efendimiz çoğu namazlarını böyle kılmıştır. Aynı
zamanda Muaz'a da böyle yapmasını emretmiştir.
Bir rekâtte iki sûre
arasını birleştirmek, yani aralarda iki sûreyi okumak hakkında iki ayrı rivayet
vardır: Birincisi, mekruhtur, ikincisi mekruh değildir, şeklindedir.
el-Hilâl'ın İbn Ömer'den yaptığı rivayette ise İbn Ömer (r.a.) farz namazlarda
bir rekâtte bazan iki sûre peşpeşe okurdu.
Aynı sûreyi birinci
rekâtte okuduktan sonra onu ikinci rekâtte okumasında bir sakınca yoktur. Zira
Ebû Davud'un Cüheyne kabilesinden bir adamdan yaptığı rivayete göre, o adam,
Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in sabah namazının her iki rekâtinde de Zilzal sûresini
okuduğunu işitmiştir.
Ancak birinci rekâtte
okuduğu sûreden sonra gelen sûreyi ikinci rekââtte okuması müstehabdır, yani
önceki sonraki sırayı gözetmek müstehab sayılmıştır.[115]
d)
Mâliküilre göre:
İki rekâtli
namazlarda, üç rekâtli ve dört rekâtli namazların ilk iki rekâtında Fatiha’dan
sonra Kur'ân'dan bir şey okumak sünnettir. Nitekim Şâfiîlerle Hanbeli'ler de
aynı görüştedirler. Matlub olan kıraat miktarı ise, kısa bir sûredir. Bununla
beraber bir âyet veya bir âyetin bir kısmını okumakla da matlup hâsıl olur.[116]
Sabah ve öğle
namazlarında tival-i mufassaldan; ikindi ve akşam namazlarında kısa
sûrelerden; yatsı namazında evsattan okumak menduptur. Bu mezhebe göre, tival-i
mufassal, Hücurat'tan Nazıat'ın sonuna kadar olanlardır. Evsat olanları,
Nazıat’ın bitiminden sonra başlayıp Duha sûresine kadar olanlardır.[117]
Anlaşıldığı üzere,
Hanefîlerin dışında diğer mezhepler, Fâtiha'dan sonra sûre okumanın sünnet
olduğuna kaildirler. Hanefîler ise, onun vâcib olduğunu belirtmişlerdir.
Diğer rivayetler,
yorumlar ve tahliller:
et-Tahavî öğle ve
ikindi farzlarında kıraat bahsinde birbirine zıt ve muhalif hayli rivayetleri
toplayıp nakletmiştir. Biz onlardan önemli bir kısmını kendi kitabımıza almayı
uygun gördük:
Abdullah b. Ubeydullah
b. Abbas (r.a.)’dan yapılan rivayette demiştir ki:
"Bizler Hâşim
oğullarının gençlerinden bir grup İbn Abbas'ın (r.a.) yanında oturuyorduk. Bir
adam şöyle dedi: Resûlüllah (a.s.) Efendimiz öğle ve ikindi namazlarında
okurdu (veya okur muydu?) diye sorunca, İbn Abbas (r.a.), hayır diye cevap
verdi."
İkrime'den yapılan
rivayette, biri İbn Abbas'a (r.a.) demiştir ki:
"Doğrusu bazı
insanlar öğle ve ikindi namazlarında Kur'ân okuyorlar." İbn Abbas (r.a.)
ona şu cevabı vermiştir:
"Eğer onlara
karşı bir yol, bir imkân bulabilseydim, herhalde dillerini koparırdım. Çünkü
Resûlüllah okudu; O'nun (a.s.) kıraati bize kıraat, sükûtu bize sükûttur."
Velîd b. Kays diyor
ki:
"Süveyd b,
Ğafele'den sordum, dedim ki:
"Öğle ve ikindi
namazlarında Kur'ân okunur mu?"
"Hayır",
diye cevap verdi.
Bu rivayetlerin
hilâfına şunlar nakledilmiştir:
Ayzar b. Hars'ın İbn
Abbas (r.a.)’dan yaptığı rivayette, İbn Abbas şöyle demiştir:
"Öğle ve ikindi
namazlarında imamın arkasında oku!"
Yine aynı zat İbn
Abbas'dan (r.a.) şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Ne kadar bir
namaz kılarsan mutlaka onda, Fâtihatü'1-Kitap bile olsa (Kur'ândan bir şey)
oku!"
Ebu'1-Âliye el-Bera'ın
İbn Abbas (r.a.)’dan yaptığı rivayette, diyor ki:
"Ondan sordum
veya ondan soruldu: Öğle ve ikindi namazında kıraatten.. O şöyle cevap verdi:
"Kur'ân senin imamındır, ondan az veya çok bir şey oku. Aslında Kur'ân'da
az diye bir şey yoktur."[118]
Ebu Cafer Tahavi diyor
ki:
"İşte bu İbn
Abbas'tır ki onun reyine göre, imama uyan kimse onun arkasında öğle ve ikindi
namazlarında Kur'ân'dan bir şeyler okur. Oysa biz araştırmalarımızla gördük
ki, imam, kendisine uyanların da kıraatini taşımaktadır, ama kendisine
uyanların imamın kıraatini taşıdığını görmedik..
Ebu'l-Âliye diyor ki:
"İbn Ömer'den
(r.a.) sordum. Bana şu cevabı verdi:
"Ben doğrusu
içinde Ümmu'l-Kur'ân'i ve Kur'ân'dan kolay gelen kısmı okumadan bir namaz
kılmaktan utanırım!"
Abdullah b. Ebî
Katade'ye babası şu haberi vermiştir:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz öğle ve ikindi namazında okurdu ve zaman zaman bize duyaracak
kadar sesini yükseltirdi."
Abdullah b. Ebî
Râfi'in Hz. Ali'den (r.a.) yaptığı rivayete göre, Hz. Ali öğle namazının ilk
iki rekâtinde Ümmu'l-Kur'ân'ı, ikindi namazında da onun benzerini, son iki
rekâtlerinde ise sadece Ümmu'l-Kur'ân'ı; akşam namazında ilk iki rekâtinde
Ümmu'l-Kur'ân'ı ve Kur'ân'dan bir kısmı, üçüncü rekâtinde ise sadece
Ümmu'l-Kur'ân'ı okurdu.[119]
Buna benzer birçok
rivayetler mevcuttur. İbn Abbas'tan (r.a.), öğle ve ikindi namazlarında Kur'ân
okunmaz şeklinde yapılan rivayetler iki yorum istemektedir: Birincisi, sözü
edilen namazlarda imama uyanlar bir şey okumazlar; çünkü imamın kıraati onlar
için de kıraattir. Bu biraz uzak ihtimale dayalı bir yorumdur. Zira
rivayetlerin zahirinden bu mana anlaşılmamaktadır. İkincisi ise, bu
rivâyetlerin tamamı zayıf ve mualleldir. O bakımdan müctehit imanlardan
hiçbiri onlarla istidlal ve ihticac etmemiştir.
İkinci grupta rivayet
edilenler ise, sahîh bilinen hadîslerle uyum halindedirler.
Nitekim Abdullah b.
Mıksem'in Cabir b. Abdullah'tan (r.a.) yaptığı rivayette, öğle ve ikindi
namazlarında kıraatten kendisinden sordum, bana şöyle cevap verdi:
"Bana gelince,
ilk iki rekâtinde Fâtihatü'l-Kitab'ı ve birer süre, son iki rekâtlerinde ise,
sadece Fatihatü'1-Kitab'ı okuyorum."
Ebu Râfi'in Hz.
Ali'den (r.a.) yaptığı rivayette, demiştir ki:
"Hz. Ali (r.a.)
emreder veya arzu ederdi ki imamın arkasında öğle ve ikindi namazlarında ilk
iki rekâtte Fatihatü'l-Kitab ve birer sûre okunsun, son iki rekatte ise,
sadece Ümmu'l-Kitap (Fatiha) okunsun..."[120]
Zeylai Nasburraye'de
namazda Fâtiha'dan sonra bir sûre veya Kur'ândan bir kısım okunacağı hakkında
yedi kadar rivayeti nakletmiş ve üzerinde gerekli incelemeyi de yapmış, ancak
üç ve dört rekatli namazların ilk iki rekâtinde ve son bir ve iki rekâtlerinde
sûrenin okunup okunmayacağına dair rivayetlere yer vermemiştir.
740 nolu Ebu Katade
hadîsinde "öğle namazının ilk iki rekâtinde Ümmu'l-Kitabı ve iki
sûre..." cümlesinde geçen iki sûreden maksadın, her rekâtte bir sûre
okuduğu anlamında olduğunu Şevkanî Neylü'l-evtar'da belirtmiştir.
Şüphesiz ki bu hadîsi,
Fâtiha'dan sonra Kur'ân'dan bir sûrenin okunmasının gereğine delâlet
etmektedir, hem de ilk iki rekâtte..
Bu bapta Ebû Dâvud ile
Nesâî, İbn Abbas (r.a.)’dan şöyle sorulduğunu tahrîc etmişlerdir:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz öğle ve ikindi namazlarında okur muydu? O da, hayır, hayır
...diye cevap verince, denildi ki: Herhalde Peygamber (a.s.) içinden okurdu. Bunun
üzerine İbn Abbas (r.a.) beş defa üstüste hayır demiş ve şöyle ilâve etmiştir:
Bu evvelkinden de şiddetlidir. Peygamber (a.s.) emrolunmuş bir kul idi,
gönderildiği şeyi tebliğ etmiştir."
el-Hattabi bu konuda
diyor ki:
"Bu, İbn
Abbas'tan sadır olan bir vehimdir. Çünkü gerçekten gerek Ebu Katade, gerekse
Habbab b. Eret ve diğer sahabi, öğle ve ikindi namazlarında kıraatın gizli okunduğunu isbat eder
mahiyette rivayetlerde bulunmuşlardır. Bir şeyi isbat ise, onu nefyetmekten
önde gelir. Nitekim bazı rivayetlerde İbn Abbas'ın sorulan şeyi cevaplamakta
tereddüt geçirdiği de ayrıca belirtilmiştir. Ebû Davud'un yaptığı bir başka
rivayette İbn Abbas (r.a.) şöyle demiştir:
"Bilemiyorum,
Resûlüllah (a.s.) Efendimiz öğle ve ikindi namazlarda okudu mu, okumadı
mı?..."
Yine Ebu Katade'nin
rivayetinde geçen, "bazı vakitlerde kıraati bize işittirirdi.."
cümlesinden gizli okunan namazlarda sesi biraz yükseltip yakındaki kimselerin
duymasında bir sakınca olmadığı anlaşılıyor.
741 nolu Cabir b.
Semure hadîsi ise, dört rekâtli namazlarda ilk iki rekâtte kıraati uzatmak,
diğer iki rekâtte kısa kesmek konu ediliyor ki, bunun müstehab olduğu
anlaşılıyor.
742 nolu Ebu Saîd
el-Hudrî hadîsi de ilk iki rekâtte kıraati uzatmanın, son iki rekâtte ondan
biraz az, yarısı kadar uzatmanın müstehab olduğu, ikindi namazında ise öğle
namazında okunanın yarısının okunmasının müstehab olduğu anlaşılıyor.
1- Namazda
Fâtiha'dan sonra bir sûre okumak sünnettir. Bu Şâfiilere göredir. Hanefilere
göre, vâcib, Hanbelîlere göre müstehab, Mâlikîlere göre de sünnettir.
2-
Fâtiha'dan sonra ilk iki rekâtte sûre okumak vâcib, son iki rekâtte ise
okunmaz. Bu, Hanefilere göredir. Şafiilere göre, ilk iki rekâtte Fâtiha'dan
sonra sûre okumak sünnettir. İmama uyanlar ise, sadece Fatiha okumakla
yetinirler, sûre okumazlar.
3- Dört
rekâtli namazlarda kıraati ilk iki rekâtte uzatmak, son iki rekâtte kısa tutmak
müstehabdır. Bu, Hanefîlerin dışında üç mezhebe göredir.
4- Öğle
namazının ilk iki rekâtinde otuz âyet, son iki rekâtında onbeş âyet; ikindi
namazının ilk iki rekâtinde ve son iki rekâtınde öğleninkine nisbetle kıraatin
yarısını okumak müstehabdır.
Namazda Kur'ân'dan
muhtelif sûre ve âyetleri okumak sûretıyle ezberi çoğaltmak müstehabdır.
Böylece değişik sûre ve âyetleri okudukça manası üzerinde durulup dikkatin
dağılması önlenir, aynı zamanda Allah'ın kitabıyla günde beş defa yüzyüze
gelinerek iç huzuruna kavuşma imkânları elde edilir.
Namazda sadece bir
sûreyi her rekâtte aynen tekrarlamakta bir sakınca var mıdır? Yine her rekâtte
iki ayrı sûreyi peşpeşe okumakta bir beis görülmüş müdür? Kısa sûreleri
okumakla yetinmek elverir mi? Bütün bu soruların cevaplarını, ilgili hadisleri
ve müctehidlerin tesbit ve ictihatlarını naklettikten sonra vermiş olacağız.
İlgili hadîsler:
Enes (r.a.)’den
yapılan rivayette, demiştir ki:
"Ansardan bir adam
Küba mescidinde onlara imamlık yapıyordu; ne var ki ne kadar bir sûreye
başlarsa, onlar için namazda yine aynı sûreyi okurdu. Şöyle ki, Kul Huvallahu
Ahad süresiyle başladı ve namaz bitinceye kadar hep ona devam etti, sonra da
onunla beraber bir sûrede okuyordu. O bunu hemen her rekâtte yapıyordu.
Peygamber (a.s.) Efendimiz'e geldiklerinde olup biteni ona haber verdiler.
Bunun üzerine Peygamber (a.s.) ona sordu:
"Her rekâtte
bu sûreyi okumana seni iten nedir?"
O şöyle cevap verdi:
"Şüphesiz ki ben o
sûreyi seviyorum!" Peygamberimiz (a.s.):
"Onu sevmen
seni Cennet'e sokacaktır!"[121]
Huzeyfe (r.a.)’den
yapılan rivayette, demiştir ki:
"Bir gece
Peygamber (a.s.) Efendimizle beraber namaz kıldım; Bakara sûresine başladı.
Ben, yüz âyeti tamamlayınca rükû'a varır dedim, sonra o devam edip geçti. Ben,
herhalde bir rekâti Bakara ile kılacak, dedim. O yine devam edip geçti ve ben
onunla rükûa varır dedim, O yine devam edip geçti, sonra Nisa sûresine başladı
ve okudu; sonra da Âl-i İmrân sûresine başladı ve onu müteressilen okudu:
İçinde tesbih bulunan bir âyete gelince tesbihte bulundu. İçinde istek ve dilek
bulunan bir âyete gelince dilekte bulundu, teavvüze gelince Allah'a sığındı.
Sonra rükû'a vardı ve rükûda Sübhane Rabbiye'l-Azîm dedi. Rukû'u kıyamına yakın
idi. Sonra Semi'allahu Limen Hamidehü Rabbena Leke'l-Hamd dedikten sonra kıyama
kalktı ve rükû’a yakın bir uzunlukta bekledikten sonra secdeye vardı ve
Sübhane Rabbiye'l-A'lâ dedi. Secdesi kıyamına yakın (bir uzunlukta) idi."[122]
Cüheyna kabilesinden
bir adamdan yapılan rivayette, o, Peygamber (a.s.) Efendimiz'den şöyle
işitmiştir:
"Peygamberimiz
(a.s.) sabah namazında Zilzal sûresini her iki rekâtte de okumuştur. Ancak
bilemiyorum, Resûlüllah (a.s.) unuttuğu için mi öyle yaptı, yoksa bilerek kasden
mi yaptı?"[123]
İbn Abbas (r.a.)’dan
yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz sabah namazının iki rekâtinden
birincisinde Kulu Amenna Billahi Vema Unzile Îleyna âyetini -ki bu
Bakara'dadır-, diğer rekâtinde ise Amenna Billahi Veşhed Bien Müslimun âyetini
okudu."
Diğer bir rivayette
ise şöyle denilmiştir:
"Peygamber (a.s.)
sabah namazının iki rekâtinde, Kulu Amenna Billahi, Vema Ünzile İleyna âyetini
ve bir de Âli îmrân'daki Tealev İla Kelimetin Sevaün Beynena Ve Beyneküm..
âyetini okudu."[124]
Hadislerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Namazda
her rekâtte aynı süreyi okumak caizdir. Örneğin, birinci ve ikinci veya Şafiî
mezhebine göre, her dört rekâtte Fatiha'dan sonra İhlâs sûresini okuyarak
namazını kılan kimsenin bu namazı tamamdır.
2- Namazda
-yalnız başına kılıyorsa- istediği kadar kıraati uzatmasında bir sakınca
yoktur.
3-
Fâtiha'dan sonra bir sûre okuduktan sonra onu takip eden sûreyi değil ondan
sonraki sûreyi ekliyerek okuyan kimsenin namazı da sahihtir. Ancak ara yerdeki
sûrenin uzun olması matluptur.
4- Namazda
sûreyi okurken teavvüz gelince, Allah'a sığınmak, dilek bahsi gelince Allah'a
dilek arzetmek gibi teressülde bulunmak caizdir. Ancak bunu kendi nefsinde
söylemesi uygun olur.
5- Yalnız
başına namaz kılan kimsenin rükû'unu ve secdelerini kıyam kadar uzatması da
caizdir. Çünkü bu yerler Allah'ı zikir, tesbih ve tazim yerleridir.
6- Namazda
birinci rekâtte Bakara sûresinden birkaç âyet, ikinci rekâtte Âl-i İmrân
sûresinden birkaç âyet okumakta bir sakınca yoktur.
Hadîslerin ışığında
müctehit imamların görüş, ictihat ve istidlalleri:
a)
Hanefîlere göre:
Namazlarda Kur'ân'dan
belli bir sûreyi veya birkaç âyeti özellikle belirleyip okumak ve bunu lüzumlu
görmek mekruhtur. Ama sırf hoşuna gittiği veya o kısımları daha iyi bildiği
veya okuduğu için öyle yapıyorsa, bunda kerahet yoktur. Nitekim et-Tahavî
el-Isbîcabî de aynı görüştedirler.[125] Ne
var ki zaman zaman başka sûre veya âyetleri okuması şarttır, tâki konuyu
bilmeyenler başkasını okumanın caiz olmadığını sanmasınlar.
Bu hususta afdal olanı
şudur: Farz namazlarda Fâtiha'dan sonra bir sûrenin tamamını okumaktır. Bundan
âciz olduğu takdirde, bir sûreyi iki rekâtte okuyabilir. Buna mekruh diyenler
olmuşsa da, sahih olan kavle göre mekruh değildir.
Bir rekâtte bir sûrenin
ortasından, diğer rekâtte başka bir sûrenin ortasından veya son kısmından
okumakta bir sakınca yoktur. Ancak böyle yapılmaması daha uygun görülmüştür.
Bir rekâtte bir
sûrenin son kısmından, diğer rekâtte kısa bir sûre okumak da mekruh değildir.[126]
Bir rekâtte,
aralarında birkaç sûre veya bir sûre bulunan iki sûreyi birleştirip okursa,
bunda kerahet olduğunu söyleyenler olmuştur. Ama iki rekâtte ise bunda kerahet
yoktur.
Bazısına göre, bir
rekatte bir sure okuduktan sonra ya o rekatte veya ondan sonraki rekatte ilk
okuduğu sureden önceki sureyi okursa, kerahet işlemiş olur.
Bütün bu kayıtlar farz
namazlarla ilgilidir. Sünnet namazlarda ise sözü edilen hususların hiçbiri
mekruh değildir.[127]
b) Şâfiilere
göre:
Fatiha'dan sonra bir
sure okumak müstehabdır. Surenin bir kısmını okursa yine de kafi gelir. Sadece
fatiha’yı okur da arkasından bir şey okumazsa, namazı iade etmesi gerekmez ama
sünneti terketmiş olur.[128]
c)
Hanbelîlere göre:
Farz namazlarda
Fâtiha'dan sonra sadece bir sûre okumak müstehabdır. Çünkü Peygamber (a.s.)
Efendimiz ekseri böyle yapmıştır. Aynı zamanda Muâz'a namazında öyle yapmasını
emretmiştir. Şüphesiz; ki bu emir, tavsiye mahiyetindedir.
Bir rekâtate iki
süreyi birleştirip okursa, bunda iki rivayet vardır: Birincisi mekruh, ikincisi
gayr-i mekruh şeklindedir. el-Hilâl'in İbn Ömer'den yaptığı rivayete göre, adı
geçen bir rekâtte iki sûreyi birleştirip okurmuş.[129]
Birinci rekatte
okuduğu sûreyi aynen ikinci rekâtte iade ederse,
bunda bir sakınca yoktur.[130]
Hanbeliler bu meselede
Ebû Davud'un Cüheyneli bir adamdan
yaptığı rivayetle istidlal etmişlerdir.
İkinci rekatte
okuyacağı sûrenin, birinci rekâtte okuduğu sûreden sonra tertip bakımından
gelen bir sûre olması müstehabdır. Zira bu, Peygamber (a.s.) Efendimiz'den
nakledilmiştir. O bakımdan İbn Mes'ûd'dan (r.a.) sûreleri menkûs (sondakini öne
almak suretiyle) okuyan vermiş kimse hakkında ne düşündüğünü
sorduklarında, o şu cevabı vermiştir:
"O adamın kalbi
menkûstür." Ama İmam Ahmed b. Hanbel böyle yapmakta bir sakınca olmadığını
söylemiştir.[131]
d) Mâlikîlere
göre:
Farz namazlarda
Fâtiha'dan sonra Kur'ân'dan bir sûre veya âyet okumak sünnettir. Aynı zamanda
bir sürenin bir kısmını veya uzun bir âyetin bir bölümünü okumak ta kâfi gelir.[132]
Mâlikiler aynı rekâtte
iki sûreyi birleştirip okumak veya aynı sureyi bütün rekâtlerde iade etmek
hakkında fazla bir görüş izhar etmemişlerdir. Bu husustaki rivayetlerden, aynı
sûrenin iade edilmesinde veya bir rekâtte iki süre arasını birleştirmekte bir
sakınca görmedikleri anlaşılıyor.
Diğer rivayetler,
yorumlar ve tahliller:
751 nolu Enes (r.a.)
hadîsini Tirmizî "hasen, sahih, garip" şeklinde açıklamıştır. Aynı
zamanda Hafız Bezzar, Beyhaki ve Taberânî tahric etmişlerdir.
Cüheyneli adamın
Külsüm olduğunu İbn Mende rivayet etmiştir.[133]
Hadiste "Kul
Huvallahu Ahad ile başlardı", sözünden Fatiha’nın mutlaka vacib olmadığını
göstermektedir. Nitekim namazda mutlak kıraatin yeterli olduğunu söyleyenler
daha çok bu hadîsle istidlal etmişlerdir. Oysa râvi, Fâtiha'nın herhalde
okunmasının gereğini bildiğinden onu anmaya gerek görmeden sûreden söz etmiştir.
752 nolu Huzayfe
hadisinden sûreleri Kur'ân'daki tertibine göre okumanın, yazmanın ve okutmanın
şart olmadığı anlaşılıyor. Yazmaktan maksat, Kur'ân'dan bazı âyet veya
sûreleri nakledip başka bir yere yazmaktır, yoksa Mushafı olduğu gibi yazmak
demek değildir. Çünkü o takdirde Kur'ân'daki tertibe göre yazılması şarttır.
Çünkü ilim adamlarının cumhuruna göre, sûrelerin mushaftaki tertibi tevkifidir. Hz. Osman'ın
hazırlattığı Mushaf'taki tertip asıldır. Peygamber (a.s.) Efendimiz'in gece
namazında önce Bakara'yı ardından Nisa sûresini ve onun ardından Âl-i İmrân
süresini okuduğu hakkındaki rivayete gelince, namaz da bu tertibe riâyet
etmenin şart olmadığına delâlet etmektedir. İkinci bir ihtimal, sûre tertipleri
henüz Peygamber (a.s.) Efendimiz tarafından tam tevkifi yapılmadan böylesine
bir takdim ve tehir olmuş olabilir.
Namazda sûreyi okurken
teressülde bulunmak, yani zikir ve tesbihi ifade eden yerlerde zikir ve
tesbihte bulunmak, teavvüz beyân eden yerlerde Allah'a sığınmak hem imam, hem
ona uyanlar, hem de yalnız başına kılanlar için müstehaptır, diyenler olmuştur.
Nitekim İmam Şafii de ayni görüştedir.[134]
Rükû' ve secdelerdeki
tesbihleri üç defa tekrarlamanın müstehab olduğunda üç mezhep imamının ittifakı
vardır. İmam Mâlik'e göre, müstehab değildir.
Rükû' ve secdelerin
uzatılması, gece kılınan nafile namazlarla
igilidir.
753 nolu Cüheyneli
adamın hadisini rviâyet eden Ebu Dâvud ve el-Münzirî susup bir şey
söylememişlerdir. Şüphesiz ki, Ebû Dâvud'un bir hadis hakkında susması, onun
ihticaca elverişli olduğunu gösterir.
Nitekim hadîsin isnadında bir noksanlık yoktur, ricalinin hepsi sahihtir.
Hadis, Fâtiha'dan
sonra kısa bir sûrenin okunmasının istihbabına delâlet etmektedir. Râvînin,
bilemiyorum, unuttuğu için mi tekrarladı, yoksa bilhassa mı öyle yaptı?
şeklindeki sözü üzerinde durulmuş ve Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in şu
hadîsleriyle bağdaştırılmak istenmiştir:
"Ben de ancak
bir beşerim, sizin unuttuğunuz gibi unutabilirim."
Bu uzak bir
ihtimaldir, Resûlüllah'ın öyle yapması, bunun cevazına delildir. Çünkü O, hemen
her konuda ümmetine fiil-î sünnetleriyle de açıklamalarda bulunmuştur.
754 nolu İbn Abbas
hadisi ve diğer ilgili rivayetleri biraraya getirdiğimizde göreceğiz ki,
Resûlüllah (a.s.) Efendimiz sabah namazının iki rekâtinde muhtelif sûreler
okumuştur; bazan İbn Abbas'ın naklettiği gibi kısa ve değişik olmuştur; bazan
de Ebû Hüreyre'nin naklettiği gibi, Peygamber (a.s.) birinci rekâtte Kul Ya
Eyyühe'l-Kafirûn sûresini, ikinci rekâtinde Îhlas sûresini okumakla
yetinmiştir. Buhari ve Müslim'in Hz. Aişe (r.a.)’dan yaptıkları rivayette ise,
Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in sabahın farzından önce kıldığı iki rekât sünnet
namazı öylesine hafif tutardı ki, Fâtiha'yı okuyup okumadığı bile anlaşılmazdı.
1- Namazda
Fâtiha'dan sonra bir sûre veya birkaç âyet okumak, müctehitlerin çoğuna göre
sünnet, İmam Ebû Hanife'ye göre, vâcibdir.
2- Üç ve
dört rekâtli namazlarda ilk iki rekâtte Fâtiha'dan sonra sûre veya birkaç âyet
okumak, yine müctehitlerin çoğuna göre, sünnet, Ebû Hanîfe'ye göre vâcibdir.
3- Üçüncü ve
dördüncü rekâtlerde sûre veya âyet okunmaz. Nafile namazlar müstesna.
4- İki, veya
üç ve dört rekâtli farz namazlarda ilk iki rekâtte Fâtiha'dan sonra aynı sûreyi
okumakta bir sakınca yoktur.
5- Farz
namazlarda devamlı bir iki sûreyi belirleyip okumak kimine göre mekruhsa da
çoğuna göre mekruh değildir, ancak o sûrelerden başkasının okunmasını tasvip
etmiyorsa, o takdirde mekruh sayılır.
6- Namazda
birinci ve ikinci rekâtlerde sûreleri takdim te'hir ederek okumak, yanı ikinci
rekâtte okuduğu sûrenin Kur'ân'daki yeri, birinci rekâtte okuduğu sûreden önce
ise, müctehitlerden bir kısmına göre, mekruhtur, bir kısmına göre mekruh
değildir. İkincilerin ictihadının dayanağı, 752 nolu Huzayfe hadîsidir. Birincilerin
delili ise, Mushaf'taki sûrelerin tertibi tevkifidir, takdim te'hir yapılmaz
diyen cumhurun görüşüdür. İmam Ahmed birincileri tasvip ederek bir sakınca
olmadığını belirtmiştir.
7- Bir
rekâtta ardarda iki sûre okumakta bir sakınca yoktur. İbn Ömer'in böyle yaptığı
sahih rivayetle sabit olmuştur. Huzeyfe hadîsi de buna delâlet etmektedir,
ancak Resûlüllah'ın üç sûreyi bir rekâtte okuması, gece kılınan nafileyle
ilgilidir.
8- Birinci
rekâtte okuduğu sûre ile, ikinci rekâtte okuduğu sûre arasında kısa bir sûre
bulunursa, bazısına göre bunda kerahet vardır. Uzun bir sûre bulunursa bir
sakınca yoktur. Müctehitlerin çoğuna göre, her iki durumda da bir sakınca
yoktur.
Bu konuyla ilgili
rivayetlerin tamamı biraraya getirildiğinde, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in şu
ve şu sûreler okunsun diye bir tayin yapmadığı görülür. Çünkü Kur'ân'ın tamamı
Allah kelâmıdır, hangi sûre veya âyet okunsa, O'nun kelâmı tilâvet edilmiş
olur.
İlgili hadîsler:
Câbir b. Semûre
(r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir ki:
"Peygamber (a.s.)
Efendimiz sabah namazında Kaf Ve'l-Kurâni'l-Mecîd ve benzeri sûreleri okurdu.
Onun bu namazdan sonraki namazları daha hafif tutulurdu.
Diğer bir rivayette
ise şöyle demiştir:
"Peygamber (a.s.)
öğle namazında Ve'lleylî İza Yağşa'yı, ikindi namazında da buna benzer bir
sûreyi; sabah namazında ise, ondan daha uzununu okurdu."
Bir başka rivayette,
demiştir ki:
"Güneş batıya
meyledince öğle namazını kılar ve Ve'lleyli Îza Yağşa'yı ve benzeri bir sûreyi
okurdu; ikindi namazında da ona benzer sûre okurdu. Hulâsa O'nun bütün
namazları böyle idi, ancak sabah namazı müstesna.. Resûlüllah (a.s.) sabah
namazının kıraatini uzun tutardı."[135]
Cübeyr b. Mut'un
(r.a.)’dan yapılan rivayette, demiştir ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz'in akşam namazında Va't-Turi sûresini okuduğunu işittim."[136]
İbn Abbas (r.a.)’dan
yapılan rivayette, Ümmu'1-Fazl bint Haris, o Ve'l-Mürselatı Urfen sûresini
okurken işitmiş ve şöyle demiştir:
"Oğulcağızım! sen
bu süreyi okumanla bana, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in akşam namazında onu
okuduğunu hatırlattın.."[137]
Hz. Aişe (r.a.)’dan
yapılan rivayette, demiştir ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz akşam namazında A'raf sûresini iki rekâte tefrik ederek
okurdu."[138]
İbn Ömer (r.a.)’dan
yapılan rivayette demiştir ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz akşam namazında Kul Ya Eyyühe'l-Kafîrun ile İhlas sûrelerini
okurdu."[139]
Câbir (r.a.)’den
yapılan rivayette, demiştir ki:
"Peygamber (a.s.)
Efendimiz şöyle buyurdu:
"Ya Muâz! sen
fettan mısın veya sen fatin misin? Sebbih İsme Rebbike'l-A’
Fettan, çok fitneci;
fâtin ise sadece fitneci anlamına gelir. Bundan maksat, imamın namazı fazla
uzatmamasını tenbih içindir. Çünkü cemaat arasında çok yaşlı, hasta ve âcil
ihtiyaç sahipleri bulunabilir. Onları üzmek, işlerinden alıkoymak bir bakıma
nefret uyandırmak ve fitneye sebep olmaktır.
Süleyman b. Yesar
(r.a.)’den, o da Ebu Hüreyre (r.a.)’den yaptığı rivayette, Ebu Hüreyre (r.a.)
demiştir ki:
"Falan adamdan
namaz hususunda Resûlüllah'a en çok benzeyen başka bir kimse görmedim ki o adam
Medine'de imamlık yapıyordu. Süleyman diyor ki, ben onun arkasında namaz
kıldım: Öğle namazının ilk iki rekâtini uzatıyordu, son iki rekâtini ise hafif
tutuyordu. İkindi namazını da hafif tutuyordu; akşamın ilk iki rekâtinde
kısar-i mufassaldan okuyordu; yatsı namazının ilk iki rekâtinde vasat-i
mufassalden okuyordu; sabah namazında ise, tival-i mufassaldan okuyordu."[141]
Hadislerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Sabah
namazında tival-i mufassaldan okumak müstehabdır. 744. dibnottada belirttiğimiz
gibi, bu Hücurat'tan başlar veya ona kadar devam eder.
2- Diğer
dört vakitte kılınan namazlarda ise kıraati tival-i evsattan seçip okumak
müstehabdır.
3- Akşam
namazında ise, kısa sûreleri okumak müstehabdır. Bununla beraber yalnız başına
kılan kimse onda da tival-ı mufassaldan veya evsattan okuyabilir. Uzun bir
süreyi iki rekâte tefrik edip okumasında da bir sakınca yoktur.
4- Öğle
namazının ilk iki rekâtini biraz uzun, son iki rekâtini kısa tutmak
müstehaptır.
Hadislerin ışığında
müctehit imamların görüş, ictihat ve istidlâlleri:
a)
Hanefîlere göre:
Eyleşik durumda olan
kimsenin sabah namazının iki rekâtinde 40 ilâ 50 âyet okuması sünnettir. Tabii
Fatiha sûresi bu sayıya dahil değildir. Öğle namazında da buna yakın uzunlukta
okumak sünnettir. İkindi ve yatsı namazlarının iki rekâtinde yirmi âyet okumak,
akşam namazının her rekâtında kısa bir âyet okumak sünnettir. Eyleşik durumda
olanlar için tival-i mufassaldan okumalarının müstehab olduğu söylenmiştir ki,
bunlar Hücurat'tan Bürûc'a kadar olan sûrelerdir. Evsât olanları ise, Bürûc'dan
Lem yekün'a kadar olanlardır. Kısar (kısa) olanları ise, Lem yekûn'dan
Kur'ân'ın sonuna kadar olan sûrelerdir. Nitekim el-Muhit ve el-Vikaye kitaplarında
da böyle açıklanmıştır.[142]
Ancak Hanefîlerden bir
kısmının bu konuda farklı görüş ve ictihatları olmuştur. el-Hasen diyor ki:
"Sabah namazında altmış ile yüz arasında âyet okumak en çoğu, kırk âyet
okumak en azı sayılır. Tabii bu sayı iki rekâte tefrik edilir, şöyle ki,
birinci rekâtte yirmi beş âyet, ikinci rekâtte onbeş âyet okunur. Bazısı da
sabahın iki rekâtinde kırk âyet, zayıf ve tembeller için, elli ilâ altmış arası
vasat durumda olanlar için, altmışla yüz arası çok istekli ve gayretliler için
uygundur. Bazısı da uzunluk ve kısalık, gecenin uzunluk ve kısalığına göre
ayarlanır, demiştir. Çok kısa gecelerde az uyku uyunduğu için sabah namazı
vasat ölçüde tutulur. Uzun gecelerde ise tival-i mufassaldan okunur."[143]
b) Şâfiîlere göre:
İster imam, ister
münferit olsun sabah namazında tival-i mufassaldan, öğle namazında ona yakın
uzunluktaki sûreleri; ikindi ve yatsı namazlarında ortalama uzunlukta olan
sûreleri okumak sünnettir. Eğer imamın arkasında kendisine uyanlar belli bir
sınırda olup başkasının gelip yetişmesi söz konusu değilse, onların rızasını
alması uygun olur. Akşam namazında ise kısa sûre okumak sünnettir.[144]
c)
Hanbelilere göre:
Öğle namazının ilk iki
rekâtında Fatiha'dan sonra birincisi uzun, ikincisi ondan biraz kısa olmak üzere
iki sûre okumak; ikindi namazının da ilk iki rekâtinde, birincisinde uzun
ikincisinde biraz kısa olmak üzere iki sûre okumak; sabah namazının birinci
rekâtinde uzun bir sûre, ikincisinde ona nisbetle kısa bir sure okumak sünnettir.
Hanbelîler bu konuda
Ebu Katâde hadisiyle istidlal etmişlerdir. Ayrıca Ebu Berze'den yapılan
rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz'in sabah namazının iki rekâtinde 60-100
arasında âyet okuduğu belirtilmiştir ki, Hanbelîler bunu sabah namazı için bir
ölçü olarak benimsemişler.
Ayrıca bu konuda
Resûlüllah'ın (a.s.) Muâz'a şöyle tavsiyede bulunduğu sahih rivayetle sabit
olmuştur:
"Ve'ş-Şemsi Ve
Duhaha ve Sebbih İsme Rabbike'l-Ata sûrelerini oku!"[145]
Buharî ve Müslim'in
ittifakla aldığı bu hadîs de Hanbelîlerin istidlal ettiği dayanaklardan
biridir.
d)
Mâlikîlere göre:
Cübeyr b. Mut'im'in
babasından yaptığı rivayete göre, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in akşam
namazında ve't-Tûr sûresini okuduğunu işittiğini kaydetmiştir. Ebu Abdıllah
es-Sunabihî'den yapılan rivayette de, Medine'ye gelip akşam namazını Ebu Bekir
Sıddık (r.a.)’ın arkasında kılmış ve Fâtiha'dan sonra halîfenin kısa sûrelerden
okuduğunu işittiğini belirtmiştir. Mâlikîler bu rivayetle istidlal etmişlerdir.[146]
Sabah namazında ise,
Hişam b. Urve'nin babasından yaptığı rivayete göre, Ebu Bekir Sıddîk (r.a.)
sabah namazını kıldırırken Bakara sûresini iki rekâtte okuyup tamamlamıştır.
Âmir b. Rebi'a da
diyor ki:
"Hz. Ömer'in
arkasında sabah namazını kıldım, birinci rekâtte Yusuf, ikinci rekâtte Hac
sûresini okudu." Mâlikîler bu hususta ilgili rivayetle istidlal ederek,
sabah namazlarında tival-i mufassaldan okunmasının mûstehab olduğunu söylemişlerdir.
Sonuç olarak öğle,
ikindi, akşam ve yatsı namazlarında kıraati cemaatın durumuna ve ortamın mevcut
ölçülerine göre, uzun veya kısa tutmakta fayda vardır. Nitekim Resûlüllah (a.s.)
Efendimiz'in bazan akşam namazında Ve'ş-Şemsi ve bir de Sebbih İsme
Rabbike'l-A'la sûrelerini, bazan da en kısa sûreleri okuduğu; sabah namazında
bazan uzun sûreleri, bazan da kısa sûreleri okuduğu vakidir. Bütün bunları
mevcut ortama ve cemaatin durumuna göre ayarlamıştır. Nitekim daha önce de
naklettiğimiz gibi, Muâz (r.a.) akşam namazını imam olup cemaate kıldırınca
Fâtiha'dan sonra Bakara ve Nisa sürelerini okumaya başlamıştır. O yüzden bir
adam namaza niyete başladığı halde, uzatıldığını görünce imamdan ayrılıp
yalnız başına kılmıştır. Muâz onun bu davranışını münafıklıkla vasıflarken
durum Hz. Peygamber'e (a.s.) bildirilmiş ve Peygamberimiz (a.s.), Muâz'a şöyle
buyurmuştur:
"Ya Muâz sen
fitneci misin? Sebbih İsme Rabbike ve Ve'ş-Şemsi ve Duhaha sûrelerini
okusaydın ya.. Çünkü sana uyanlar arasında hacet sahibi, zayıf, küçük ve büyük
kimseler bulunuyor.."[147]
Ayrıca Ebu Hüreyre'den
yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in akşam namazında kısa
sûrelerden okuduğu rivayet edilmiştir.[148]
Birinci ve ikinci
rekâtlerde okunacak sûrelerin aynı uzunlukta mı, yoksa birincisinin daha mı
uzun olması sünnettir? Bu hususta Ebu Katâde el-Ansarî'den yapılan rivayette
demiştir ki:
"Resûlüllah (a.s)
Efendimiz öğle namazının ilk iki rekâtinden birincisinde uzun, ikincisinde kısa
sûre okur ve âyetleri işittirecek kadar bazan sesini hafif yükseltirdi. İkindi
namazında Fâtiha'dan sonra birinci rekâtte sûreyi uzatır, ikinci rekâtte biraz
kısa tutardı. Sabah namazında da birinci rekâtın kıraatini uzatır, ikinci
rekâtinkini ona nisbetle biraz kısa tutardı."[149]
İbn Dakik el-Iyd bu
hadîsin açıklamasında diyor ki: Şafiiler, Peygamber (a.s.) Efendimiz'in birinci
rekâtlerde kıraatin uzun tutmasını, gelecek olan cemaatin namaza yetişmesiyle
yorumlamışlardır. Kurtubî ise, bu hususta kesin bir delil yoktur, diyor.[150]
765 nolu Câbir b.
Semüre hadisinde Resûlüllah'ın sabah namazında Kaf ve benzeri sûreleri okurdu,
ifadesi, devamlılık arzeden "kâne" fiiliyle belirtilmiştir. Bundan,
çoğu zaman bu ve benzeri sûreleri okuduğu anlaşılıyorsa da, bazan bu, fiilin
sadece vukuunu da ifade eder. O bakımdan ikinci mânaya hamli daha uygundur.
Nitekim Tirmizî ve Nesâî'nin Amir b. Hars'ten yaptıkları rivayette, Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz'in bazan sabah namazında Îza'ş-Şemsü Küvvîrat sûresini okuduğu
da olurdu. Ayrıca Müslim'in Abdullah b. Sâib'den yaptığı rivayette, Resûlüllah
(a.s.) Mekke'de sabah namazını kıldırırken Mü'minin süresiyle kıraate
başladığı belirtiliyor. Buharî'nin yaptığı tesbite göre, bazan da Ve'ttûr
sûresini okuduğu vakidir.
Yine Buhari ve
Müslim'in Ebû Berze'den yaptıkları rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimizin
sabah namazında 60 ilâ 100 âyet arasında okuduğu ifade edilmektedir. Nesâi'nin
ashabdan bir adamdan yaptığı rivayette ise, sabah namazında Rum sûresini ve
aynı zamanda sadece Muavvazateyn'i okuduğu tesbit edilmiştir. Yine Nesâî'nin
Akabe b. Âmir'den yaptığı rivayete göre, Peygamberimiz (a.s.) sabah namazında
İnna Fetehna sûresini okumuştur.
Buna benzer daha
birçok sahîh rivayetler vardır. Sonuç olarak hepsini dikkate aldığımızda,
Peygamber (a.s.) Efendimiz gerek sabah namazında, gerekse diğer namazlarda
devamlı belirli bazı sûreleri okumakla yetinmemiş, muhtelif sûreleri okumak
suretiyle belli bir kaç sûrenin belirlenerek devamlı onların okunmasının
müstehab olmadığını belirtmek istemiştir.
766 nolu Cübeyr b.
Mut'im hadisinde, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in akşam namazında Tür sûresini
okuduğu yine "kâne" fiiliyle ifâde edilmiştir. Yukarıdaki açıklama
burada da geçerlidir. Çünkü Resûlüllah'ın akşam namazlarında yalnız Tûr
sûresini değil, muhtelif sûreleri muhtelif günlerde okuduğu vakidir. O
bakımdan İmam Mâlik, akşam namazında uzun sûreleri okumak mekruhtur, demiştir.
İmam Şafiî ise, bunda kerahet görmediği gibi, müstehab da saymamıştır.[151]
767 nolu Ümmu'1-Fazl
hadîsi, akşam namazında 50 âyetten ibaret olan Murselât sûresini okuduğunu
belirtiyor. Bu, akşam namazında uzun sûre okumanın hem mekruh olmadığını, hem
de bu husustaki hükmün kaldırılmadığını göstermektedir. Zira Resûlüllah'ın bu
sûreyi vefatından birkaç gün önce okuduğu tesbit edilmiştir. O halde cemaatın,
ortamın elverişli olup olmadığına bakılarak
uzun veya kısa sûreler okumakta bir sakınca yoktur. Ne var
ki, Peygamberimizin (a.s.) ekseriya kısa sûre okuduğuna bakılırsa, karşımıza
müstehab ölçü çıkmış olur.
768 nolu Hz. Aişe
(r.a.) hadîsinin isnadı Nesâî'de tesbit edilmiştir. İsnadında zayıf sayılan
Bakiye bulunuyorsa da, Ebû Hayat'ın ona tabi olduğuna bakılınca, mahzur
kendiliğinden ortadan kalkıyor, çünkü Ebû Hayat sika (güvenilir ve doğru) bir
zat olarak bilinmektedir.
Bu hadîsin bir
benzerini İbn Ebî Şeybe, kendi Musannaf’inde Ebu Eyyûb'dan şu lafızla rivayet
etmiştir:
"Peygamber (a.s.)
Efendimiz akşam namazında iki rekâtte Araf sûresinin tamamını okudu."
Ayrıca Hafız İbn Huzayme, Zeyd b. Sabit hadîsinden bunun bir benzerini tahrîc
etmiştir ki, sıhhatına, Buharî, Ebû Dâvud ve Tirmizî'nin Zeyd b. Sâbit'ten
(r.a.) yaptıkları şu rivayet delâlet ve şahitlik etmektedir: "Peygamber
(a.s.) Efendimiz akşam namazında uzun sûrelerden okudu." Ebû Dâvud şu
fazlalığı da rivayet etmiştir:
"Ona sordum, uzun
sûrelerden okuduğu hangisidir? A'rafdır diye cevap verdi..."
769 nolu İbn Ömer
hadîsinin isnadının zahirine bakılınca, sahih olduğu görülürse de ma'lûl olduğu
tesbit edilmiştir. Nitekim Darekutnî, bu hadîsin rivayetinde râvilerinden
bazısının hatâ yaptığını söylemiştir. Aynı hadisin bir benzerini İbn Hibbân ve
Beyhakî Cabir b. Semure'den rivayet etmişse de isnadında Saîd b. Simak bulunuyor
ki, bu zat metruktür. Zehebî, Ebû Hatim er-Râzî'nin onun hakkında
"metrukü'l-hadîs" dediğini nakletmiştir.[152]
770 nolu Câbir
hadîsine gelince, el-Feth kitabında olayın yatsı namazıyla ilgili olduğu
kaydedilmiştir. Nitekim Buharî, Câbir hadîsiyle ilgili rivayetinde bunu tasrîh
etmiştir.[153]
Hadîsin, yatsı
namazında orta uzunlukta olan sûrelerin okunmasının meşruiyetine delâlet
ettiğini söyliyebiliriz. Aynı zamanda ortama göre, yatsı namazını hafif
tutmanın, yani kıraati uzatmaksızın kısa sûrelerle kılmakta bir sakınca
olmadığı anlaşılıyor. Özellikle imam olacak kimsenin bu hususlara dikkat
etmesi sünnettir.
771 nolu Süleyman b.
Yesar hadîsini İbn Huzayme ve başka hadis hafızları sahîhlemişler.
Bülûğü’l-merâm'da Nesâî'nin bu hadîsin isnadını sahih olduğuna dikkat çekilmiştir.[154]
el-Hafız el-Feth'de
diyor ki, kıraatin uzunluk ve kısalığıyla ilgili muhtelif rivayetleri biraraya
getirdiğimizde, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in şartlara ve ortamlara göre,
bazan uzattığı, bazan kısa tuttuğu, bazan orta uzunluktaki sûreleri okuduğu
ortaya çıkar ve bunda ümmet için kolaylık söz konusudur.
1- Sabah
namazının birinci rekâtinde, durum müsaitse uzun sûrelerden birini, ikinci
rekâtte orta uzunluktaki sûrelerden birini okumak müstehabdır.
2- Yine
sabah namazında her iki rekâtte 60 ilâ 100 âyet arasında okumak meşru'dür.
3- Durum
müsait olmadığı takdirde sabah namazını orta uzunluktaki sûrelerle, daha da
müsait olmadığı zaman kısa sûrelerle kılmakta bir sakınca yoktur.
4- Öğle ve
ikindi namazlarında orta uzunluktaki sûreleri okumak müstehabdır. Durum müsait
değilse, yani cemaat arasında hasta, zayıf, iş sahibi gibi kimseler
bulunuyorsa, biraz daha kısa sûreleri okumakta hiçbir sakınca yoktur.
5- Öğle
namazındaki kıraati ikindiye nisbetle biraz uzun tutmak müstehabdır.
6- Akşam
namazını kısa sûrelerle kıldırmak müstehabdır. Bununla beraber yalnız başına
kılan kimse, uzun sûrelerle de kılabilir. Bunda da bir sakınca yoktur. Yatsı
namazı da öyle...
Ayakta kıraati bitirdikten
sonra rükû'a eğilmek istendiğinde Allahu Ekber denilerek tekbir getirmek,
rükû'dan kalkıldığı zaman yine Allahu Ekber deyip tekbîr getirmek, secdeye
gidildiğinde, secdeden kalkıldığında da Allahu Ekber deyip tekbir getirmek
sünnettir. Bu, namazın her bölümünde Allah'ın büyüklüğünü kalbden dile aktarmak suretiyle
kendi aczimizi ve küçüklüğümüzü ifade etmek ve tam bir mahviyet içinde namazı
eda etmenin açık belirtisidir.
Konuyla ilgili
hadîsler:
İbn Mes'ûd (r.a.)’den
yapılan.rivayette, demiştir ki:
"Resülüllah
(a.s.) Efendimiz'in, namazda her kalkıp doğrulmasında, her eğilmesinde ve her
ayakta durması ve oturmasında tekbîr getirdiğim gördüm."[155]
İkrime (r.a.)’den
yapılan rivayette, İbn Abbas'a şöyle dediğini haber vermiştir:
"Batha'da ahmak
bir şeyhin yani yaşlı bir adamın arkasında öğle namazını kıldım. Namazda 22
tekbîr getirdi; secdeye vardığında, başını kaldırdığında tekbîr
getiriyordu." Bunun üzerine İbn Abbas (r.a.) şöyle dedi:
"İşte o,
Ebu'l-Kasım Efendimizin (a.s.) namazıdır."[156]
Ebû Musa (r.a.)’den
yapılan rivayette, demiştir ki:
"Resülüllah (a.s)
Efendimiz bize hitapta bulunarak sünnetimizi bize açıkladı namazımızı bize
öğretti, o sebeple şöyle buyurdu:
"Namaz kıldığınız
zaman saflarınızı doğrultun, sonra sizden biri önünüze geçip imam olsun. İmam
tekbîr getirince siz de tekbîr getirin, imam okumaya başlayınca siz susun,
okumayın. İmam Gayri'l-Mağdubi Aleyhim Vala'd-Dâllîn deyince, siz âmîn deyin,
Allah sîzin âmin demenizi ve duanızı kabul eder. İmam tekbîr getirip rükû'a
varınca siz de tekbîr getirip rukûâ varın. Çünkü imam sizden önce rükû' yapar
ve sizden önce başını kaldırır."
Resülüllah (a.s.)
Efendimiz devamla buyurdu ki:
"İşte bu ona
karşılıktır (yani imamın dediğine karşılık sizin aynı şeyi söylemenizdir).
İmam, semiallahü limen hamidehü deyince, siz, Allahümme Rabbena Leke'l-Hamd
deyin ki, Allah sizi işitir (dediğinizi kabul
buyurur). Çünkü Allah Teâlâ, Peygamberinin diliyle şöyle demiştir: Allah
kendisine hamd edenleri işitip kabul eder.
İmam tekbîr getirip
secdeye varınca, siz de tekbîr getirip secdeye varın. Çünkü imam sizden önce
secdeye varır ve sizden önce başını kaldırır."
Resülüllah (a.s.)
Efendimiz devamla buyurdu ki:
"İşte bu ona
karşılıktır (yani imamın dediklerine karşılık sizin aynı şeyleri söylemenizdir.
Oturma durumu olunca, sizden her birinizin ilk sözü: Et-Tahiyyatü Et-Tayyibatü
Essalavatü Lillahi, Es-Selamü Aleyke Eyyühe'n-Nebiyyü Ve Rahmetü'llahi Ve
Berekatühü, Es-Selamü Aleyn Ave Alâ İbadillahi's-Sâlihîne, Eşhedü Ellâ İlahe
İllâllahu Ve Eşhedü Enne Muhammed'den Abdühü Ve Resûlühü."[157]
Hadislerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Namazda
her rekâtte rükû'a eğilirken, secdeye varılırken, secdeden kalkılırken Allahu
Ekber deyip tekbîr getirmek sünnettir. Böylece her rekâtte, iftitah Tekbîri
dışında beş tekbir getirilir.
2- Namazda
safları düzgün bir hizada tutmak sünnettir.
3- İki veya
daha fazla müslüman birarada bulunur da namaz vakti girerse, onlardan okumasını
en iyi bilen birinin imam olması, diğerlerinin de ona uyması sünnettir.
4- İmam tekbîr
getirince, ona uyanların da tekbîr getirmesi, İftitah Tekbiri ise farz, diğer
tekbirler ise sünnettir.
5- İmam
Fatihayı bitirince cemaatin de âmîn demesi sünnettir.
6- Rükû'dan
kalkılınca İmam Semi’ Allahu Limen Hamîdehü deyince cemaatin Allahümme Rabbena
Lekel'hamd demesi sünnettir.
Hadislerin ışığında
müctehit imamların görüş, istidlal ve ihticacları:
a)
Hanefîlere göre:
Namazda îftitah
Tekbîri dışında beş yerde tekbîr getirmek sünnettir: Rükû'a varılırken, secdeye
gidilirken, secdeden kalkılırken, ikinci secdeden ayağa kalkılırken..[158]
Ancak bu mezhebe göre,
bayram namazlarında ikinci rekâtte Fatiha ve sûre okunduktan sonra ardarda
getirilen üç bayram tekbirinden sonra rükû'a varmak üzere getirilen tekbir
vâcibdir. Çünkü orada vâcib olan bayram tekbirlerine tabi kılınarak aynı hükmü
alır.
b) Şafiîlere
göre:
İftitah Tekbiri
dışında her rekâtte beş tekbir getirmek sünnettir: Rükû'a varılırken, secdeye
gidilirken, birinci secdeden kalkılırken, ikinci secdeye varılırken ve ikinci
secdeden kıyama kalkılırken..[159]
c)
Hanbelîlere göre:
Namazda belirtilen beş
yerde de tekbîr getirmek vâcibdir. Ancak imama rükû'da yetişen kimsenin rükû'
için getirdiği tekbir sünnettir. O bakımdan imama rüku'da yetişen kimse sadece
İftitah Tekbîri alıp rükû'a giderse, namazı sahih ve caiz olur.[160]
Kudreti yeten kimseye
rükû'a varmanın vâcib olduğunda ümmetin icma'i söz konusudur. İlim ehlinin
çoğuna göre, rükû'a tekbîr ile başlamak da vâcibdir. Aynı zamanda her eğilip
kalkıldığında da tekbîr getirmek böyledir.[161]
d) Mâlikîlere göre:
İftitah Tekbiri
dışında beş yerde tekbîr getirmek sünnettir.[162]
Sahnûn'un yaptığı rivayette ise, İmam Mâlik'in belirtilen beş yerde tekbîr
getirileceğini söylediği açıklanmış, ancak bu tekbirlerin sünnet veya vâcib
olup olmadığı hakkında bir beyanda bulunulmamıştır.[163]
Diğer rivayetler,
yorumlar ve tahliller:
Tirmizî'nin yaptığı
rivayete göre, Resûlullah (a.s.) Efendimiz namazda her eğildiğinde ve her
kalktığında tekbîr, getirirdi.
Nesâî'nin Ebu
İshak'tan, onun da Abdurrahman b. Esved'den,
onun da Alkame'den ve yine Esved'in İbn
Mes'ûd'dan yaptığı rivayette, deniliyor ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz her eğildiğinde, başını kaldırdığında, oturduğunda ve ayağa
kalktığında tekbîr getirirdi. Ebubekir ile Ömer (r.a.) da öyle
yaparlardı."
Tirmizî bu hadîs için
hasen ve sahih demiştir. Ayrıca aynı hadisi Ahmed b. Hanbel ve İbn Ebi Şeybe
ve İshak b. Rahuye ile Daremî kendi müsnetlerinde; Taberânî ise, Mu'cem'inde
rivayet etmişlerdir. Ancak bunların rivayeti şu lâfızla belirlenmiştir:
"Peygamber (a.s.)
Efendimiz namaza kalkınca, ayakta durduğu zaman tekbîr getirirdi, sonra rükû'a
varınca da tekbîr getirirdi. Sonra Semi'allahu Limen Hamidehü deyip rukû'dan
kalkarak belini doğrultunca Rabbena Leke'l-Hamd derdi. Sonra secde için
eğilince tekbîr getirir, secdeden başını kaldırınca yine tekbîr getirir, sonra
tekrar secdeye eğilince tekbîr getirir, sonra secdeden başını kaldırınca yine
tekbîr getirirdi. Sonra da bunu namazın her rekâtinde namazı bitirinceye kadar
yapardı. İkinci rekâtin sonunda oturup et-Tehiyyattan sonra kalkınca yine
tekbîr getirirdi."[164]
Buhari bu rivayeti şu
fazlalıkla nakletmiştir:
"İşte bu Resûlüllah
(a.s.) Efendimizin vefat edinceye kadar kıldığı namazdır."
Ayrıca Buharî ve
Müslim'in Ebû Hüreyre'den Ebu Seleme'nin şöyle rivayet ettiğini nakletmişlerdir:
Ebu Hüreyre halka namaz kıldırırken ne kadar eğilse ve başını kaldırsa tekbîr
getirirdi. Namazı bitirince de şöyle demiştir:
"Sizden en çok
Resûlüllah'ın (a.s.) namazına benim namazım benzemektedir."
İki şeyhin Ebû
Hüreyre'den yaptıkları bir diğer rivayette, Ebu Hüreyre (r.a.) ne kadar eğilir
ve başını kaldırırsa tekbîr getirirdi. Kendisine, "bu ne tekbîrlerdir ya
Ebâ Hüreyre?!" diye sorduğumuzda şu cevabı verdi:
"Şüphesiz ki bu,
Resûlüllah'ın namazıdır."[165]
İmam Mâlik'in
el-Muvatta'da İbn Şihab ez-Zührî'den, onun da Ali b. Hüseyin b. Ali b, Ebî
Tâlib'den yaptığı rivayete göre:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz namazda ne kadar eğilse ve başını kaldırsa tekbîr getirirdi ve
O, Aziz ve Celîl olan Allah'a kavuşuncaya kadar hep böyle yapardı."[166]
785 nolu İbn Mes'ûd
hadîsinin bir benzerini Buharî ile Müslim İmrân bin Husayn'den rivayet
etmişlerdir ve yine bunun bir benzerini Ebû Hüreyre'den rivayet ettiklerini
görmekteyiz. İmam Ahmed ve Nesâî ise, İbn Ömer'den, İbn Ebî Şeybe, Ebu Mâlik
el-Eş'âri’den rivayet etmişlerdir. Ayrıca Ebu Dâvud, Ahmed, Nesâî ve İbn Mâce,
Vâil b Hücür'den rivayet etmişlerdir. Böylece hadîsin birçok tariklerle rivayet
edilmesi, onun hem sıhhatına, hem meşhur derecesine yaklaştığına delâlet
etmektedir.
Böylece namazda
rüku’dan kalkıldığı dışında diğer her eğilmede ve kalkmada tekbîr getirmenin
meşruiyeti ortaya çıkmış oluyor. O bakımdan İmam Nevevî Müslim Şerhinde diyor
ki:
"Bu, bugün de,
geçen asırlarda da üzerinde icma' vâki olan dinî hükümlerden biridir."[167]
Nitekim dört halîfe ve tabun devrinde de namaz aynı şekilde belirtilen
tekbîrlerle kılınmıştır. el-Beğavî, Şerhu's-Sünne'de diyor ki:
"Ümmet bu
tekbîrlerin meşruiyeti üzerinde ittifak etmiştir."
786 nolu İkrime
hadîsinde 22 tekbîr söz konusu edilmiştir ki, bu dört rekâtli namazda gerçekleşir,
şöyle ki: İftitah Tekbîri dışında her rekâtte beş tekbîr yer almaktadır. Bir de
ikinci rekâtin celsesinden kalkıldığı zaman bir tekbir getirilir, böylece
İftitah Tekbîriyle birlikte 22'ye ulaşmış olur.
787 nolu Ebu Musa
hadîsinde safların düzgün tutulmasıyla ilgili emrin nedb üzere olduğunu yine
Nevevî söylemiştir.
Sizden biriniz imam
olsun, emrine gelince, bunun üzerinde farklı görüşler ortaya çıkmıştır: Kimine
göre, nedeb, kimine göre vücub ifâde eder. Diğer bazı ilim adamları da sünnet
olduğuna delâlet eder, demişlerdir. İleride bu konuya geniş yer verileceğinden
burada üzerinde durmak istemiyoruz.
"Tilke
bi-tilke" yi "Bu ona karşılıktır yani imamın dediğine karşılık sizin
aynı şeyi söylemenizdir." şeklinde yorumlamıştık. Ancak bazı ilim adamları
bu cümleyi değişik şekilde tefsir etmişlerdir. Şevkanî diyor ki:
"İmam sizden az
önce rükû'a eğilir, siz de rükû'dan, ondan biraz sonra başınızı kaldırırsınız,
böylece sizin rükû'nuz zaman itibariyle, onun rükû'una denk gelmiş olur.
Secdelere de gidildiğinde aynı durum meydana gelir ve bir denkleşme
gerçekleşir."[168]
Rükû'dan kalkıldığında
Semi'allahü Lîmen Hamidehü'nun manası, Allah hamdinizi kabul eder, demektir.[169]
1- Namazda
her rekâtte beş yerde tekbîr getirmek sünnettir.
2- İftitah
Tekbîri getirmek farzdır.
3- İmam
Mâlik'e göre, belirtilen yerlerde getirilen beş tekbîr vâcibdir.
4- Birinci
oturuştan kalkıldığında da tekbîr getirmek sünnettir.
5- Dört
rekâtli bir namazda 22 defa tekbîr getirilir. Bunlardan biri farz, diğerleri,
üç imama göre, sünnet; İmam Mâlik'e göre ise, vâcibdir.
6- Tekbir,
Allahü Ekber sözüyle söylenir. Buna yakın tazim ifade eden sıfatlarla da
söylenebileceğine cevaz verilmiştir.
Cemaatin uydukları
imamı iyice takip edebilmeleri için, imamın getireceği tekbîrleri duymalarına
bir bakıma ihtiyaç vardır. Özellikle çok büyük camilerde ve kalabalık bir
cemaatin önünde namaz kılındığında bu ihtiyaç biraz daha kendini hissettirir. O
bakımdan imamın namaz süresince getireceği tekbîrleri aşikâr söylemesi meşru
kılınmıştır.
İlgili hadîsler:
Saîd b. el-Hâris
(r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir ki:
"Ebu Saîd (r.a.)
bize namaz kıldırdı ve başını secdeden kaldırırken tekbîr getirdi, secdeye giderken
yine tekbir getirdi, secdeden kalkarken yine tekbîr getirdi; iki rekâti kılıp üçüncü
rekâte kalktığınla yine tekbîr getirdi. Sonra da şöyle dedi: Ben, Resûlüllah
(a.s.) Efendimizi (namaz kılarken) böyle gördüm."[170]
Câbir (r.a.)’den
yapılan rivayette, demiştir ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz hasta idi, oturduğu halde bize namaz kıldırdı ki arkasında
bulunuyorduk. Ebubekir Siddîk de O'nun tekbîrini bize (intikal ettirerek)
duyuruyordu."[171]
Diğer bir rivayette,
şöyle demiştir:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz bize öğle namazını kıldırdı ki, Ebubekir (r.a..) da O'nun
arkasında bulunuyordu. Peygamber (a.s.) tekbîr getirince, o da tekbîr getiriyor
ve bize duyuruyordu."[172]
Hadîslerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- İmam
namaz kıldırırken her rekâtte beş yerde tekbîr getirmesi ve arkasında
kendisine uyanlara duyuracak kadar sesli söylemesi sünnettir.
2- Bir
rahatsızlıktan dolayı imamın oturarak namaz kıldırması caizdir.
3- İmamın
getirdiği tekbîri, cemaat duyamıyorsa, o takdirde imama yakın olan birinin
tekbîrleri işitilecek kadar yüksek sesle intikal ettirmesi caizdir.
Hadislerin ışığında
müctehit imamların görüş, istidlal ve ictihatları:
a)
Hanefîlere, Şâfiîlere ve Hanbelilere göre, imamın aşikâr tekbîr getirmesi
sünnettir.
b)
Mâlikilere göre, müstehabdır.[173]
Az yukarıda da
belirttiğimiz gibi, her rekâtte beş tekbîr getirmek üç mezhebe göre, sünnet,
Hanbelilere göre, vâcibdir. İmamın bu tekbîrleri cemaatin duyabileceği bir
sesle aşikâr söylemesi ise, çoğuna göre sünnettir.
İmam tekbîr getirirken
sesini duyuramıyorsa, imama yakın yerde olan cemaatten birinin o tekbîrleri
intikal suretiyle tebliğ etmesi caizdir. Ancak bununla namaza ihram niyeti
getirmesi uygun olur. Sadece tebliğ niyetiyle intikale çalışırsa, Şâfiilere
göre, namazı hükümsüz olur. Hanefilere göre de böyledir.[174]
1- İmamın
namaz kıldırırken tekbirleri aşikâr söylemesi sünnettir.
2- Cemaatın
çokluğunda veya imamın sesinin az çıkmasından dolayı duyulmuyorsa, o takdirde
cemaattan biri tekbîrleri duyurmaya çalışır, bu da müstehabdır. Sünnet
diyenler de var.
3- Mübelliğ
yüksek sesle tekbîr getirirken, yalnız tebliğe niyet etmiş olmayacak, aksi
halde bazı mezheplere göre, namazı hükümsüz olur.
İslâm, ibâdeti hem
âdetten, hem keyfi hareket ve sözlerden ayırmak, ona ciddiyet ve resmiyet
kazandırmak için birtakım ölçüler koymuş, kurallar getirmiştir. O bakımdan
hemen her ibâdette o ölçü ve kurallara riâyeti gerekli kılmış ve ibâdetin kabul
olunması için onların bir kısmını şart, bir kısmını rükün, bir kısmını vâcib,
bir kısmını da sünnet ve adâb çerçevesi içine almıştır.
O bakımdan rükû'un
şekil ve sureti de belirlenmiş, Resûlüllah'ın (a.s.) kavli ve fiili sünnetiyle
bunun sınırları çizilmiştir.
İlgili hadîsler:
Ebû Mes'ûd Ukbe b.
Amîr'den yapılan rivayette:
"Ebu Mes'ûd
rükû'a vardığında ellerini (kollarını) yanlarından biraz uzaklaştırıp
uzak tutar, iki elini dizlerinin ön kısmının üzerine koyar, parmaklarının
arasını açık tutar ve şöyle derdi:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz'i böyle namaz kılarken gördüm."[175]
Diğer bir rivayette, Rîfaâ
b. Râfi'in (r.a.) Peygamber (a.s.)’den naklettiği haberde, Peygamber (a.s.)
buyurdu ki:
"Rükû'a
vardığında iki elinin iç kısmını dizlerin üzerine koy!"[176]
Mus'âb b. Sa'd
(r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir ki:
"Babamın
yanıbaşında namaz kılıyordum, iki elimin içini üstüste getirdikten sonra iki
uyluğumun arasına koyuyordum. Babam beni böyle yapmaktan men'etti ve şöyle
dedi: Biz de öyle yapıyorduk, ama ellerimizi dizler üzerine koymakla
emrolunduk."[177]
Hadîslerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Rükû'a
eğildiğinde kolları biraz açık tutmak, parmaklar arasını hafif açık
bulundurarak elleri dizlerin ön kısmını kaplar şekilde koymak sünnettir.
2- Rükû'da
ellerinin iç kısmını birleştirip uyluk arasına koymak mekruhtur.
Hadîslerin ışığında
müctehit imamların görüş, istidlal ve ihticacları:
a)
Hanefîlere göre:
Rûkü'da elleri diz
kapakları üzerine koymak sünnettir. Bu, Ashab-ı-Kiram’ın hemen hepsinin görüş
ve amelidir. İbn Mes'ud (r.a.) ise, iki elin içini biraraya getirip uyluklar
arasında koymanın sünnet olduğunu söylemişse de, sahîh kabul edilmemiştir.
Hanefîler bu konuda Enes
(r.a.)’den yapılan şu rivayetle istidlal etmişlerdir:
"Rükû'a
gittiğinde iki elin içini dizlerin üzerine koy, parmakların arasını açık
tut.."[178]
b) Şafiîlere
göre:
Rükû'da iki elin
içiyle diz kapaklarını tutmak ve parmaklar arasını açık bulundurarak kıbleye
tevcih etmek sünnettir..[179]
c)
Hanbelilere göre:
Rükû'a giden kimseye,
ellerini dizleri üzerine koyması vâcibdir. Bu, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'den
rivayet yoluyla sabit olmuştur. Aynı zamanda Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Sa'd, İbn
Ömer ve Tabiinden önemli bir cemaat de böyle yapmışlardır. İmam Sevrî, İmam
Mâlik, İshak b. Rahuye ve rey tarafdarları da aynı görüştedirler.[180] Ancak
ismi geçenlerden bir kısmına göre, vâcib, bir kısmına göre sünnettir.
Seleften bir gruba
göre, ellerinin içini birbirine kavuşturup uyluk arasında tutmak vâcîb veya
sünnettir. Ancak İslâm'ın ilk yıllarında bu böyle idi, sonra neshedildi, yani
böyle yapmak kaldırıldı. Mus'ab hadîsi de buna delâlet etmektedir.[181]
d)
Mâlikilere göre:
Sahnûn'un İbn
Kasım'dan naklen tesbitine göre, İmam Mâlik rükû' hususunda bir had koymamış,
bunu bid'a saymış ve herkes nasıl rükû' yapıyorsa öyle rükû' yapılır, demiştir.[182]
Abdurrahman el-Ceziri
ise, bu meseleyle ilgili Mâliki mezhebinin görüşünü şöyle nakletmektedir:
"Elleri dizlerin üzerine koymak, kolları yanlardan biraz açmak menduptur,
sünnet değildir. Rükû'da parmakların arasını açmak veya kapamak söz konusu değildir,
kendi haline bırakılır, sadece temkini sağlamak için eller iyice diz
kapaklarına dayatılır."[183]
Diğer üç mezhebe göre,
kadınlar rükû'da kollarını yanlarından açık tutmazlar, bilâkis tam yanlarına
bitiştirerek rükû' yaparlar. Bunda, ittifak vardır.
Diğer rivayetler,
yorumlar ve tahliller:
Ebu Cafer et-Tahavi bu
meseleyle ilgili, farklı rivayetleri naklederek rükû'da elleri nasıl tutmanın
sünnet olduğunu belirtmeye çalışmıştır. Önce, iki elin içini birbirine dayayıp
uyluk arasında tutanların istidlal ettikleri rivayetleri şöyle
sıralamıştır:
Alkame ve el-Esved'den
yapılan rivayette, bu iki zat, Abdullah'ın yanına girmişler. Abdullah onlara,
"bunlar sizin arkanızda namaz kıldılar mı?" diye sormuş, onlar da
"evet..." diye cevap vermişler. Bunun üzerine Abdullah kalkıp namaza
dururken birini sağına, diğerine soluna almıştır. Alkame ile Esved devamla
diyorlar ki, bizler ellerimizi dizlerimiz üzerine koyup rükû'u yerine
getirdik. O eliyle ellerimize vurdu ve ellerimizin içlerini bitiştirdi, sonra
da kendi ellerini bitiştirip uylukları arasına koyduktan sonra şöyle dedi:
"İşte Peygamber
(a.s.) da böyle yapardı."
Aynı rivayet iki ayrı
tarikden daha yapılmıştır. Bazıları bu rivayetlerle ihticac ederek rükû'da
ellerin içlerini bitiştirip uyluk arasına konulması görüşünü savunmuşlardır.[184]
Ebu Abdurrahman'ın
yaptığı rivayete göre, Ömer (r.a.) şöyle demiştir:
"Ellerinizle
dizlerinize iyice tutunun, çünkü diz kapaklarına iyice tutunmak size sünnet
kılınmıştır."
Ata' b. Sâib, Salim
el-Birad'dan rivayet ediyor ve "Salim benim yanımda kendi nefsimden daha
sika (güvenilir) dir" diyor. Salim şöyle demiştir: Ebu Mes'ud el-Bedrî
bize dedi ki:
"Size Resulüllâh'ın
(a.s.) nasıl namaz kıldığını göstereyim mi?" Bunu müteakip uzun bir hadis
nakletti ve sonra şöyle dedi:
"Resûlüllah
(a.s.) rükû'a vardı, iki elinin içlerini dizleri üzerine koydu ve parmaklarını
diz kapaklarının altına doğru açık bir vaziyette bulundurdu."[185]
Amir b. Atâ' da diyor
ki:
"Ebu Humayd
es-Sâidî'den işittim, o, biri Ebu Katâde olmak üzere on tane ashabın yanında
belirtilen şekilde rükû' yapıldığını söylemiş, hepsi de doğru söylüyorsun diye
onu tasdik etmişlerdir."
Mus'ab b. Sa'd'in de
kendi babasından buna benzer bir rivayet yaptığı, namazda ellerinin içini
üstüste koyup uylukları arasında tutunca, babası ona mani olmuş ve
"oğulcağızım, biz de öyle yapıyorduk. Sonra Resûlüllah (a.s.) Efendimiz,
ellerimizin içini dizlerimizin üzerine koymamızı emretti," demiştir.
Ebu Cafer bu mana ve
hükümde birkaç rivayet naklettikten sonra rükûda elleri dizlerin üzerine
koymanın sünnet olduğu neticesini istidlal ederek aksine olan rivayetlerin
hükmünün kaldırıldığını belirtiyor.
Enes b. Mâlik (r.a.)
diyor ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz'e on yıl hizmet ettim, hiçbir gün beni dövüp azarlamadı,
eliyle beni itmedi ve ağır bir söz söylemedi ve yüzünü bile olsun
ekşitmedi..." Enes anlattıklarını uzun uzadıya ifade ettikten sonra şöyle
dedi:
"Peygamber (a.s.)
bana:
"Oğulcağızım,
rükû'a vardığında ellerin içini dizlerin üzerine koy ve parmakların aralarını
açık bulundur, kollarını da iki yanından açıp biraz yüksekçe tut..."
Bu hadîsi Taberâni
el-Mucemü's-Sağîr'inde, Ebu Ya'lâ el-Mevsalî kendi Müsned'inde rivayet
etmişlerdir.
Bu manada bir diğer
hadîsi İbn Adiy el-Kâmil'de, el-Akiylî ve İbn Hibban Kitabu'z-Zuafa'da Kesir b.
Abdullah Ebu Hâşim el-Âmâli'den rivayet etmişlerdir. Ancak İbn Adiy ve
el-Akiylî hadisin zayıf olduğunu belirtmişler; râvilerinden Kesir b. Sâlim'in
hadîs uydurduğunu İbn Hibban söyleyerek güvenilir bir kişi olmadığına dikkatleri
çekmişlerdir.[186]
Ebu Velîd Muhammed b.
Abdullah el-Erzakî Mekke Tarihi'nde İsmail b. Râfi' tarikiyle Enes b. Mâlik'in
şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimizle birlikte Mescid-i Hayf'de bulunuyordum. İki adam O'na
geldi. Biri Ansardan, diğeri Sakîf kabilesinden idi, Sakifli öne geçip bir şey
sormak isteyince Peygamber (a.s.) ona:
"Sakifli
kardeş! hacetin ne ise sor, ama ister sen ne sormak istediğini ben sana haber
vereyim?"
O da, bu benim için
çok daha uygun olur, diye cevap verdi. Peygamber (a.s.):
"Namazından
sormak üzere geldin, değil mi?"
O da:
"Evet, seni hak
peygamber olarak gönderen Allah hakkı için öyledir", dedi. Peygamber
(a.s.) ona şöyle buyurdu:
"Gecenin
evvelinde ve sonunda namaz kıl, sonra gecenin ortasında uyu. Namaza kalktığın
zaman, rükû'a vardığında ellerini dizlerin üzerine koy, parmakların arasını
açık tut, sonra başını kaldır ve eklemlerinden her biri yerini alıncaya kadar
doğrulup bekle.."
Bu hadîsin bir
benzerini de İbn Hibban kendi Sahîh'inde rivayet etmiştir. Taberânî ise
el-Mu'cem'inde naklederek hadîsin tamamını zikretmiştir.[187]
Zeylaî, rüku'da
ellerin dizler üzerine konulmasıyla ilgili ona yakın hadîs rivayet etmiştir
ki, çoğu sahihtir. Böylece namazda rükû'da elleri dizler üzerine koymak,
parmaklar arasını biraz açık tutmak sünnettir. Aksine bir şekil ise mekruhtur.
794 ve 795 nolu Ebu
Mes'ud ve Rifa'a hadîslerinin ricali sikat (güvenilirler) dir. O bakımdan her
iki hadisin sıhhati üzerinde şüphe eden çıkmamıştır.
796 nolu Mus'ab
hadisini ise Tirmizî sahîhlemiştir. Aynı zamanda bu manada ona yakın hadis
rivayet edilmiştir.
1- Rükû'a
gidildiğinde elleri dizler üzerine koymak ve parmaklar arasını biraz açık
tutmak sünnettir.
2- Rükû'da
ellerin içlerini birbirine yapıştırıp uyluk arasına konulması ile ilgili hüküm
kaldırılmıştır. O bakımdan yapılmasında kerahet vardır.
3- Rükû'da
kolları biraz yükseltip açık tutmak müstehabdır. Kadınların ise, kollarını
yanlarına bitiştirmeleri müstehabdır.
Namaz baştan sonuna
kadar duâ, zikir ve tesbihten ibarettir. O bakımdan rükû' ve secdelerde de
sadece şekle bağlı kalınmayıp zikir ve tesbih yapılır.
İlgili hadîsler:
Huzayfe (r.a.)’den yapılan
rivayette, demiştir ki:
"Peygamber (a.s.)
ile beraber namaz kıldım. Rükû'a da Sübhane Rabbiye'l-Azîm diyordu. Secdelerde
ise, Sübhane Rabbiye'l-A'lâ diyordu.
Peygamberimiz (a.s.) namazda ne kadar bir rahmet âyetine gelirse, durup orada
rahmet ister, ne kadar azâb âyetine gelirse, ondan (Allah'a) sığınırdı."[188]
Ukbe b. Âmir
(r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir ki Fesebbih İsme Rabbike'l-Azîm âyeti
indiğinde, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz bize, "bunu rükûunuzda yerine
getirin", diye buyurdu. Sebbih İsme Rabbike'l-A'lâ âyeti inince,
Resûlüllah (a.s.), "bunu da
secdelerinizde yerine getirin", buyurdu."[189]
Hz. Aişe (r.a.)
yapılan rivayette:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz rükû' ve secdelerinde şöyle derdi:
"Sübbuhun-
Kuddüsun Rabbü'l-Melâiketi Ve'r-Ruh.."[190]
Yine Hz. Aişe (r.a.)’den
yapılan rivayette, demiştir ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz, rükû' ve secdelerinde çokça Sübhane'lla-Hümme Rabbena Ve
Bihamdike, Allahümme'ğfir Lî.. Böylece Resûlüllah Kur'ân'ı te'vîl
ederdi."[191]
Kur'ân'ı te'vilinden
maksat, Fesebbih Bî-Hamdî Rabbike Ve'steğfirhu âyetini yorumlayarak adı geçen
şekilde duâ ederdi.
Avn b. Abdullah b.
Utbe'den, o da İbn Mes'ud'dan (r.a.) yaptığı rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Sizden biriniz
rükû' yaptığı zaman, rükû'unda üç defa Sübhane Rabbîye'l-Azîm derse, gerçekten
rükû'u tamamlamış olur. Bu da (oradaki tesbihin) en aşağı (sayısıdır). Secde
ettiği zaman, secdesinde üç defa Sübhane Rabbiye'l-A'lâ derse, gerçekten secdesi tamamlanmış olur ve bu da
(secdede yapılan tesbihin) en aşağı (sayısıdır)."[192]
Saîd b. Cübeyr
(r.a.)’den, o da Enes b. Mâlik (r.a.)’den yaptığı rivayette, Enes (r.a.) şöyle
demiştir:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz'in arkasında namaz kıldıktan sonra, şu gencin namaz kıldırmasından
daha çok ona benzeyenini görmedim. Bununla Ömer b. Abdülaziz'i kasdediyordu.
Enes devamla diyor ki:
"Biz onun
rükûunda on tesbîh, secdesinde de on tesbih söylediğini takdir edip
(saydık)."[193]
Hadîslerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Rükû'da
Sübhane Rabbîye'l-Azîm demek sünnettir.
2- Secde de
ise, Sübhane Rabbiye'l-A'lâ demek sünnettir.
3- Namazda
kıraat esnasında rahmet âyetlerine gelince, Allah'tan rahmet dilemek, azap
âyetlerine gelince, Allah'a sığınmak müstehabdır.
4- Ayrıca
rükû ve secdelerde Sübbuhun, Kuddusün Rabbü'l-Melaiketi Ve'r-Ruh demek
müstehabdır.
5- Rükû' ve
secdelerde yapılan tesbihleri üçer defa söylemek sünnettir.
Hadislerin ışığında
müctehit imamların görüş, ictihat, istidlal ve ihticacları:
a)
Hanefîlere göre:
Rükû'da üç defa Sübhane
Rabbiye'l-Azîm demek sünnettir. Bu, aynı zamanda ilim adamlarının çoğunun
kavlidir. Hanefiler bu konuda Akabe b. Âmir (r.a.)’den yapılan şu rivayetle
istidlal etmişlerdir:
"Fesebbîh Bîsmi
Rabbike'l-Azîm âyeti inince, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, "bunu
rükû'unuzda yerine getiriniz", buyurdu. Sebbih İsme Rabbike'l-A'lâ
âyeti inince, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, "bunu da secdenizde yerine
getiriniz," buyurdu.
Rükû' ve secdelerde
sözü edilen tesbihleri üçer defa söylemek sünnettir ve bu en aşağı sayıdır.[194]
Ayrıca Hanefîler İbn Mes'ûd (r.a.)’den yapılan şu rivayeti de kendilerine senet
olarak seçmişlerdir: "Sizden biriniz namaz kıldığı zaman rükûunda üç defa
Sübhane Rabbiye'l-Azîm desin. Secdesinde ise, üç defa Sübhane Rabbiye'l-A'lâ
desin. Bu, en aşağı sayıdır.
O bakımdan İmam
Muhammed'den yapılan bir rivayette, rükû' ve secdelerde sözü edilen tesbîhi
sadece bir defa söylemek mekruhtur, dediği belirtilmiştir. Çünkü hadîs bunun
en aşağı sayısını üç olarak belirlemiştir. Üç defadan fazla söylemek ise daha
faziletlidir.[195]
b) Şâfiîlere
göre:
Rükû'da bir defa
Sübhane Rabbîye'l-Azîm demekle sünnet yerine gelmiş olur. İkinci ve üçüncü defa
tekrarlamak menduptur. İmam üçten fazla söylemez, ama münferit (yalnız başına
namaz kılan) söyleyebilir.
Ayrıca yalnız başına
namaz kılan kimse rükû'da tesbihten sonra şu duayı okuması müstehabdır:
"Allahümme Leke Rekâ'tü Ve Bike Amentü Ve Leke Eslemtü Haşaa Leke Semi Ve
Basari Ve Muhhî Ve Azmî Ve Asabi Vema'stekalet Kademî."[196]
Kâsâni ise, bu konuda
Şafiî'nin görüşünü belirtirken, rükû'da sadece bir defa tesbih söyler, diyerek
bir sınırlamaya yer vermiştir. İllet olarak da bu mezhebin şöyle dediğini
nakletmiştir:
"Çünkü bir fiil
ile emir tekrarı gerektirmez. O bakımdan bir defa yerine getirilince emre
imtisal gerçekleşmiş olur."[197]
Oysa az önce de belirttiğimiz gibi, bir defa söylemek, sünnet, ikinci ve
üçüncü defa söylemek menduptur. İhtimal Kâsânî, sadece sünnet olanı yansıtmakla
yetinmek istemiştir.
Ayrıca İmam Şafiî bu
mesele hakkında şöyle demiştir:
"Rükû'a eğilenin
o vaziyette üç defa Sübhane Rabbiye'l-Azîm demesini müstehab görüyorum. Yapılan
rivayete göre Resûlüllah (a.s.) Efendimiz rükû' ve secdelerinde ne demişse, onu
kısaltmamamız bence müstehabdır, ister namaz kılan imam, ister münferit olsun.."[198]
Anlaşılan İmam Şafiî
rükû'da söylenecek tesbîh hususunda İbn Mes'ûd hadisini dikkate almış ve onunla
istidlal etmiştir. Ancak el-Ümm'de, "eğer hadîs sahihsa..." ifadesini
kullandığına bakılırsa, bu mesele üzerinde ictihatta bulunurken hadîsi tesbit
edebilmiş, sadece sıhhati üzerinde yeterli bir araştırmada bulunma imkânı elde
edemediğini ima etmek istemiştir.
c) Hanbelîlere göre:
Rükû'da üç defa
Sübhane Rabbîye'l-Azîm söyler ve bu kemal derecesinin en aşağısıdır. Şayet bir
defa söylerse kafi gelir.
Hanbeliler bu konuda
Akabe b. Âmir hadîsiyle istidlal etmişlerdir. Ayrıca el-Esrem'in Hüzayfe
(r.a.) den yaptığı şu rivayeti de kendilerine senet seçmişlerdir:
"Rükû'a
eğildiğinde üç defa Sübhane Rabbiye'l-Azîm söyler..."
Ayrıca İmam Ahmed'in
Hasan el-Basrî'den yaptığı rivayette,
adı geçen şöyle demiştir:
"Tam olan tesbîh
yedi defadır, ortalama olanı beş, en aşağı olanı üç defadır..."[199]
d)
Mâlikîlere göre:
Rükû ve secdelerde
tesbih menduptur ve onun belirli bir lafzı yoktur. Ancak zikredilen lâfzı söylemek
afdaldır. Aynı zamanda belirtilen iki yerde tesbîh için belirlenmiş bir sayı
da söz konusu değildir.[200]
İbn Kudame de İmam
Mâlik'in bu konuda şöyle dediğini nakletmiştir:
"Bize göre, rükû'
ve secde de sınırlanmış bir tesbîh yoktur. Sadece ben rükû' ve secdede tesbîh
olduğunu işittim."[201]
İmam Mâlik'in "işittim" sözünden maksat, bu husustaki rivayetler
kulağıma kadar ulaştı, demektir.
Haber-i vahid olarak
rivayet edilen hadîslerin delil olabilmesi için, İmam Mâlik'e göre, o haberin
Medinelilerin ameline uyması şarttır. Aksi halde yani onların ameline uymayan
haber-i vahid'le amel edilmez. Burada da İmam Mâlik hadîslerden ziyade
Medineli'lerin amelini dikkate almış ve "üç defa Sübhane Rabbiye'l-Azîm
söyler" mealindeki haber-i vahidle istidlal etmemiştir.
Diğer rivayetler,
yorumlar ve tahliller:
Rükû'da belirtilen
tesbihten başka Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in birtakım dualar yaptığı rivayet
yoluyla sabit olmuştur. Bunlardan birkaç örnek verelim:
Abdullah b. Ebî
Râfi'in Hz. Ali (r.a.)’den yaptığı rivayette, demiştir ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz rükû'da bulunduğunda şöyle diyordu:
"Allahümme
Leke Rekâ'tü Ve Bike Âmentü Ve Leke Eslemtü Ve Ente Rabbî, Haşaa Leke Sem'î Ve
Basari Ve Muhhî Ve Azmî Ve Asabî Lillahi Rabbi'l-Âlemîn."[202]
Mesruk'un Hz. Âişe
(r.a.)’dan yaptığı rivayette, demiştir ki:
"Resûlülah (a.s.)
Efendimiz rükû'unda (duaları) çoğaltır ve şöyle derdi:
"Sübhaneke'llahümme
Ve Bi-Hamdike Estağfirüke Ve Etübu İleyke, Fağfir Lî İnneke
Ente't-Tevvab."[203]
Mutarrif’in Hz. Âişe
(r.a.)’dan yaptığı rivayette, Hz. Aişe demiştir ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz rükû' ve secdelerinde şöyle derdi:
"Sübbuhun Kuddusün Rabbü'l-Melâiketi Ve'r-Ruh."[204]
Yine Hz. Aişe
(r.a.)’dan, Rebi'u'l-Müezzin tarıkıyla yapılan rivâyette, Resûlüllah (a.s.)
Efendimizin bir gece secdede şöyle dua ettiğini işitmiştir:
"Allahümme
İnnî Eûzü Bi-Rıdake Min Sahatike Ve Eûzü Bi-Avfike Min İkabîke Ve Eûzü Bike
Minke, Lâ Uhsî Senâen Aleyke Ente Kema Esneyte Ala Nefsike."[205]
Ebû Cafer et-Tahavî bu ve
benzeri rivayetleri sıraladıktan sonra şöyle diyor: Bir topluluk bu haberleri
dikkate alarak, adamın rükû' ve secdelerde hoşuna gittiği duaları yapmasında
bir sakınca yoktur, demişler ve onlara göre, bu iki yerde belirlenmiş bir dua
ve tesbîh yoktur. Delilleri de yukarıdaki rivayetlerdir.
Diğer bir topluluk
onlara muhalefet ederek şöyle demişlerdir:
"Namaz kılan
kimsenin rükû'unda Sübhane Rabbiye'l-Azîm tesbihinden başkasını söylemesi
uygun olmaz, ama bunu istediği kadar tekrarlayabilir, üç defadan aşağı
söylemesi de uygun olmaz Aynı zamanda secdesinde de, Sübhane Rabbiye'l-A'lâ dan
başka bir şey söylemesi uygun olmaz. Ama bunu istediği kadar tekrarlayabilir,
üç defadan aşağı olması da uygun değildir. Bunlar konumuzun başında
naklettiğimiz Akabe b. Âmir hadîsiyle istidlal ve ihticac etmişlerdir. Ayrıca
bu grup, Akabe b. Âmir hadîsinde geçen iki âyet inmeden önce, Resûlüllah'ın
(a.s.) değişik dualar okuduğu oluyordu, ama o âyetler inince artık rükû'da
sadece Sübhane Rabbiye'l-Azîm ve secdede Sübhane Rabbiye'l-A'lâ tesbihlerini
söylemiştir.
Bu âyetler inince
Resûlüllah (a.s.) Efendimiz ashabına rükû'da ve secdede bu iki tesbihin söylenmesini
emretmiş, böylece bu emir önceki dua ve tesbihleri neshetmiştir."[206]
Sonra da Ebû Cafer
et-Tahavî, Resûlüllah'ın (a.s.) rükû'da Sübhane Rabbiye'l-Azîm ve secdede
Sübhane Rabbiye'l-A'lâ dediğine dair rivayetleri nakledip sıralamıştır. Sonuç
olarak da görüşünü şöyle belirtmiştir:
"Bu açıdan biz
tekbîri kendine has yerlerde, teşehhüdü kendine ait yerde, istiftahı
kendine has yerde, teslimi kendine has yerde anıp başka bir şeye geçmemeyi
belirttik. Bunlar gibi rükû' ve secdelerde de has bir zikir vardır, başkasına
geçmek uygun değildir."[207]
Zeylaî rükû'da tesbih
konusuyla ilgili rivayetleri muhtelif tariklerden naklederek şöyle
sıralamıştır:
"Sizden
biriniz rükû'a eğildiğinde, orada üç defa şöyle desin: Sübhane Rabbîye'l-Azîm
ve bu en aşağı olanı (sayıca en aşağı derecede bulunanı) dır."[208]
İbn Mace ise, Avn b.
Abdullah tarikiyla İbn Mes'ud (r.a.)’den, Resûlüllah'ın (a.s.) şöyle
buyurduğunu tahrîc etmiştir:
"Sizden biriniz
rükû'a eğildiğinde üç defa Sübhane Rabbiye'l-Azîm desin ve bu en aşağı (sayısı)
dır. Secde ettiğinde ise, üç defa Sübhane Rabbiye'l-A'lâ desin ve bu da en
aşağı (sayısı) dır."
Aynı rivayeti Ebû
Dâvud da yapmıştır.
Tirmizî ise şu lâfızla
rivayet etmiştir:
"Sizden biriniz
rükû'a eğildiğinde, orada üç defa Sübhane Rabbiye'-Azîm derse, gerçekten
rükû'u tamamlanmıştır... Secde ettiği zaman, orada üç defa Sübhane
Rabbiye'l-A'lâ derse, gerçekten secdesi tamamlanmış olur. Bu da en aşağı
(sayısı) dır."
Ebu Dâvud, bu hadîsin
mursel olduğunu, çünkü Avn b. Abdullah'ın İbn Mes'ûd'a ulaşmadığı bilinmektedir,
demiştir. İmam Tirmizî de, "bu hadîsin isnadı muttasıl değildir; zira Avn,
Abdullah'la buluşmamıştır," der. Beyhakî de aynı görüştedir.[209]
807 nolu Huzayfe
hadîsinde rükû ve secdelerde hangi tesbihin söylenmesi gerektiği belirtiliyor,
ancak bu vâcib değil, sünnettir. Nitekim müctehit imamlar da aynı
görüştedirler. Sadece İmam Mâlik bunun mendup olduğunu söylemiştir.
Peygamberimiz namazda
ne kadar bir rahmet âyetine gelirse, durup orada rahmet ister, ne kadar bir
azap âyetine gelirse, ondan Allah'a sığınırdı, bölümüne gelince, İmam Şafiî,
bunun mendup olduğunu belirtmiştir. İshak b. Râhuye ise, rükû ve secdelerdeki
tesbihin vâcib olduğunu söylemiş ve o bakımdan kasden terkedenin namazı
bozulur, diye ilâve etmiştir. Davud ez-Zahirî de aynı görüştedir. İmam
Ahmed'den yapılan bir rivayette ise, namazdaki bütün tekbîrler, rükû ve
secdelerdeki tesbihler ve rükû'dan kalkıldığında Semî'allahu Limen Hamidehu
demek vâcibdir. Bunlardan birini kasden terkedenin namazı hükümsüz olur. İmam
Ahmed'den bunların sünnet olduğuna dair rivayetler de yapılmıştır.
808 nolu Akabe b. Âmir
hadîsini ayrıca el-Hâkim kendi Müstedrek'inde tahrîc etmiş, İbn Hibban da
sahîhlemiştir.[210]
809 nolu Hz. Aişe
(r.a.) hadîsinde Sübbuh Ve Kuddüs tabirleri geçmektedir. Birincisinin mânası,
noksanlıklardan, şirkten ve ulûhiyetine
lâyık olmayan her şeyden berî; ikincisinin mânası, yaratana lâyık olmayan her
şeyden pâk ve temiz olan demektir.
Hadîs sahihtir.
810 nolu yine Hz. Aişe
(r.a.) hadîsine gelince, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in rükû' ve secdelerde
belirtilen tesbîh ve tahmidi, Îza Cae Nasrullah âyeti indikten sonra devam
ettiğini Şevkanî nakletmektedir.[211]
811 nolu Avn b.
Abdullah b. Utbe hadîsinin mürsel olduğunu Ebu Dâvud söylemiştir ki buna daha
önce de işaret etmiştik. Çünkü yapılan tesbitlere göre, Avn, Abdullah b.
Mes'ûd'a (r.a.) yetişmemiştir. Aradan bir sahabinin düşürüldüğü anlaşılıyor.
Tirmizî de bunun isnadı muttasıl değildir, demiştir. Bundan, hadîsin senedinde
bir kesiklik tesbit edildiği anlaşılıyor.
Avn b. Abdullah'a
gelince, sika (güvenilir) kabul edilmiş ve ashabdan bir cemaatten rivayet
yapmıştır. Müslim de onun hadîslerini tahrîc etmiştir.
812 nolu Saîd b.
Cübeyr hadîsinin ricalinin hepsi sikat (güvenilirler) dir. Ancak Abdullah b.
İbrahim b. Amir b. Keysan Ebu Yezîd as-San'ânî üzerinde durulmuştur: Ebû Hatim,
onun salihü'l-hadîs olduğunu; Nesâi, onun rivayetinde bir beis yoktur,
demişlerdir. Aynı zamanda Nesâî onun bir hadîsini kendi kitabına almıştır.[212]
Hadîsin açık
delâletinden, rükû ve secdelerde, yalnız başına namaz kılan kimse tesbihleri
istediği kadar çoğaltabilir, yani üçten fazla tekrarlamasında bir sakınca
yoktur. Ömer b. Abdülaziz'in 10 defa söylemesi tahdidi değildir. İmama gelince,
cemaati bıkkınlık hissetmiyor da memnun kalıyorlarsa, tesbihleri üçten fazla
tekrarlayabilir.
1- Rükû’da
üç defa Sübhane Rabbiye’l-Azîm demek sünnettir. Bir defa da söylendiği
takdirde sünnet yerine gelmiş olur.
2- Secdede
üç defa Sübhane Rabbî'l-A'lâ demek sünnettir. Bir defa söylendiği takdirde de
sünnet yerine gelmiş sayılır.
3- Rükû ve
secdelerde tesbihleri üçten fazla söylemekte bir sakınca yoktur. Ancak imamlık
yapan kimsenin cemaatin durumunu bilmesi, üçten fazla söylediğinde sıkılıp
sıkılmadıklarını tesbit etmesi uygun olur. O bakımdan yalnız başına namaz kılan
kimse üçten fazla söyleyebilir. İmamın üç defa ile yetinmesi daha uygun olur.
4- Rükû ve
secdelerde tesbihten başka dua ve benzeri şeyler söylemek hakkında müctehitler
arasında ittifak yoktur. Mendup diyenler olmuşsa da çoğu muhalefet etmiştir.
Ancak yalnız başına namaz kılan kimsenin vakti müsaitse, me'sur dua ve
tesbihleri söyleyebilir. Buna cevaz verilmiştir.
5- Namazda
kıraatte rahmet âyetlerine gelince, gönülden rahmet dilemek, azap âyetleri
gelince yine gönülden Allah'a sığınmak menduptur. Dil ile söylenmesi hakkında
ittifak yoktur.
6- İmam
Mâlik'e göre, rükû ve secdelerde tesbih söylemek menduptur. Bir rivayette İmam
Ahmed'e göre, vâcibdir.
Namazda kıraatin yeri
belirlendiği gibi, zikir ve tesbihlerin de yeri belirlenmiştir. Tesbîh
söylenecek yerlerde Kur'ân'dan bir şeyler okumak yasaklanmıştır.
Konuyla ilgili
hadîsler:
İbn Abbas (r.a.)’dan
yapılan rivayette demiştir ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz (hasta iken) perdeyi açtı, insanlar da o sırada Ebu Bekir'in
(r.a.) arkasında saf bağlamış durumda idiler. Peygamberimiz (a.s.) şöyle
buyurdu:
"Ey insanlar!
peygamberlik mübeşşiratindan bir şey kalmadı, ancak sâlih rüya kaldı ki
Müslüman onu görür veya ona gösterilir. Haberiniz olsun ki, ben rükû' ve
secdelerde kıraatten men'olundum. Rükû'a gelince, orada Rabbinıza tazimde
bulunun, secdede ise, orada duâ hususunda gayret sarfedin, lâyıktır ki
dualarınız kabul oluna.."[213]
Hadîsin açık delâletinden
şu hükümler anlaşılmaktadır:
1-
Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'den sonra artık vahiy inmiyecektir. O yoldan
yapılan tebşiratların kapısı kapanmış oluyor.
2- Salih
rüya, o tebşiratların ayrı bir tecellisidir ki, müslüman onu görür veya ona
gösterilir.
3- Rükû' ve
secdelerde Kur'ân'dan sûre veya âyetler okumak men'edilmiştir.
4- Rükû'da
Allah'a tazim edilerek Sübhane Rabbiye'l-Azîm denilir.
5-
Secdelerde duâ yapılmasında bir sakınca yoktur.
Hadîsin ışığında
müctehit imamların görüş, tesbit, ictihat ve istidlalleri:
a)
Hanefilere göre:
Kıraati tamamladıktan
sonra rükû'a gidilir. Sahîh olan budur.
Tekbîri ise tam
eğilirken söyler.[214] Bu
ifadeden de rükû'da Kur'ân'dan bir şeyler okumanın mekruh olduğu anlaşılıyor.
b) Şâfillere
göre:
İmam Şafiî bu konuda
832 nolu İbn Abbas hadîsiyle istidlal etmiştir. O bakımdan el-Ümm'de şöyle
belirtmiştir:
"Bir kimsenin rükû'
ve secdelerde Kur'ân okumasını müstehab görmüyorum; çünkü Resûlüllah (a.s.)
Efendimiz bunu men'etmiştir. Rükû ve secdeler kıraatın ötesinde zikir
yerleridir. Bunun gibi, teşehhüt yerinde de bir kimsenin Kur'ân okumasını
müstehab görmüyorum."[215]
c)
Hanbelilere göre:
Rükû' ve secdelerde
Kur'ân okumak mekruhtur. Hanbelîler bu meselede Tirmizî'nin hasenleyip
sahîhlediği Hz. Ali'nin (r.a.) şu hadîsiyle istidlal etmiştir:
"Resûlüllah (a.s.)
Efendimiz rükû' ve secdelerde Kur'ân okumamı men'etmiştir." Ayrıca İbn
Abbas'ın rivayet ettiği hadîsi de kendilerine mesned seçmişlerdir:
"Doğrusu ben
rükû' ve secdede Kur'ân okumaktan men'olundum!..."
Ebu Davud'un rivayet ettiği
bu hadîsin tamamı şöyledir:
"Şüphesiz ki
ben, rükû' ve secdede Kur'ân okumaktan men'olundum. Rükû'a gelince, orada
Rabbınıza ta'zimede bulunun, Secdede ise duâ etmek için gayret sarfedin ki
duanız kabul olunsun."[216]
d)
Mâlikilere göre:
İmam Mâlik'in rükû'da
duâ edilmesini mekruh saydığını, ama bunu secdede mekruh görmediğini Sahnûn
kendi eserinde nakletmiştir.[217]
Bundan, kıraatin da rükû' ve secdede yapılmasının mekruh olduğu anlaşılıyor.
Böylece rükû' ve
secdelerde Kur'ân okumanın mekruh olduğunda müctehit imamların ittifakı
vardır. Buna muhalefet eden olmamıştır.
1- Rükû'da
sadece Allah'a ta'zîm edilerek belirtilen tesbîh söylenir. O bakımdan rükû'da
Kur'ân okumak veya ayakta iken başlanılan kıraati rükû'da tamamlamak
mekruhtur.
2- Rükû'da
Şâfiilere göre, bazı me'sur dualar yapılabilir. Mâlikîlere göre, bu da
mekruhtur.
3- Secdede
hem tesbih, hem duâ etmek müstehabdır. Sadece belirtilen tesbîhi söylemek
sünnettir.
Bu hususta da müctehit
imamların farklı tesbit ve ictihatları olmuştur. Rivayetler de biraz
farklıdır.
Ebu Hüreyre (r.a.)’den
yapılan rivayette, demiştir ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz namaza kalkınca, ayağa kalkınca tekbîr getirirdi, sonra rükû'a
gidince yine tekbîr getirirdi ve sonrada o rek'atten kalkıp belini doğrultunca
Semi'alahu Lîmen Hamidehü derdi. Sonra ayakta iken şöyle derdi: Rabbena Ve
Leke'l-Hamd. Sonra secde için eğilirken tekbîr getirirdi, sonra başını
kaldırınca yine tekbîr getirirdi, sonra tekrar secdeye gidince tekbîr
getirirdi, sonra yine secdeden başını kaldırınca tekbîr getirirdi ve sonra da
bunu her rekâtinde yapardı ve bir de ikinci rekâte oturup üçüncü rekâte
kalkınca yine tekbîr getirirdi."[218]
Enes (r.a.)’den
yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğunu haber
vermiştir: "İmam Semi'allahu Limen Hamidehü dediği zaman siz Rabbena Ve
Leke'l-Hamd deyin."[219]
İbn Abbas (r.a.)’dan
yapılan rivayette, demiştir ki:
"Resûlüllah
Efendimiz başını rükû'dan kaldırınca, "Allahümme Rabbena Leke'l-Hamdu
Mil'e's-Semavati Ve Mil'e'l-Arzi Ve Mil'e Mabeynehüma Ve Mil'e Ma Şi'te Min
Şey'in Ba'dü Ehle's-Senâi Ve'l-Mecdi, Lâ Mâni'a Lima A'tayte Vela Mu'tiye Lima
Mena'te Vela Yenfeu Za'l-Ceddî Minke'l-Cedd."[220] derdi.
Hadiselerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Rükû'dan
kalkıldığı zaman Semî'allahu Limen Hamîdehü demek sünettir.
2- Rükû'dan
kalkılıp beli doğrulttuğunda Rabbena Ve Leke'l-Hamd demek sünnettir. Bazı
rivayetlerde ise, Rabbena Leke'l-Hamd şeklinde bir ibare nakledilerek Leke'nin
başında (vav) kullanılmamıştır.
3- Namaza
başlarken, rükû'a eğilirken, secdeye
gidilirken, secdeden başı kaldırırken, yine ikinci secdeye gidilirken ve ikinci secdeden başı
kaldırırken tekbîr getirmek sünnettir.
4- İkinci
rekâte oturup üçüncü rekâte kalktığında yine tekbir getirmek sünnettir.
5- İmama
uyup cemaat halinde namaz kılınırken, İmam rükû'dan Semî'allahu Lîmen Hamidehü
diyerek kalktığında ona uyanların Rabbena Ve Leke'l-Hamd Veya Rabbena
Leke'l-Hamd demeleri sünnettir.
6- Rükû'dan
kalkılıp Rabbena Leke'l-Hamd'den sonra 839 nolu hadîste geçen duayı okumak müstehabdır.
Hadîslerin ışığında
müctehit imamların görüş, ictihat ve istidlalleri:
a)
Hanefilere göre:
Namaz kılan kimse imam
olarak bulunuyorsa, başını rükû'den kaldırdığında sadece Semî'allahu Limen
Hamidehü der, Rabbena Leke'l-Hamd demez. Bu, İmam Ebû Hanîfe'nin kavlidir.
İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed'e göre, her ikisini de söyler.
Ancak Ebû Hanife'den
yapılan bir rivayete göre ise, o da imamın her ikisini söyleyebileceğini
belirtmiştir.[221]
Hanefîler bu meselede Ebu
Hüreyre hadîsiyle istidlal etmişlerdir. Yalnız başına namaz kılan kimse sözü
edilen iki duayı birlikte söyler. İmam Ebû Hanîfe'nin bilinci kavline gelince,
Kâsânî'nin tesbitine göre, imam bu görüş ve ictihadında Ebu Musa el-Eş'arî ile
Ebû Hüreyre'den rivayet edilen şu hadîsle istidlal ve ihticac etmiştir:
"İmam ancak
kendisine uyulsun diye imamdır, o halde ona muhalefet etmeyiniz; O tekbîr
getirince siz de tekbîr getirin, o okumaya başlayınca siz susun; o,
Vela'd-Dallîn dediği zaman, siz Âmîn deyin. İmam Rükû'a varınca siz de varın,
imam Semî'allahu Lîmen Hamidehü deyince siz, Rabbena Leke'l-Hamd deyin.."[222]
b) Şâfiilere
göre:
Namaz kılan kimse
başını rükû'dan kaldırdığı zaman Semî'allahu Lîmen Hamidehü der, belini doğrultunca da Rabbena Leke'l-Hamd veya
Rabbena Veleke'l-Hamd der. Veya Allahümme Rabbena Leke'l-Hamd de diyebilir.
Buna ilâveten me'sur duayı okuyabilir. Yalnız başına namaz kılan kimse, daha
fazla dua ve senada bulunabilir.[223]
c)
Hanbelîlere göre :
Rükû'u tamamlayıp
başını kaldırdığı zaman Se'mîallahu Lîmen Hamidehü söyler. Hem rükû'dan
kalkmak, hem de beli doğrultmak vâcibdir. İmam ise Tesmî'î aşikâr söyler.
Sonra belini doğrultunca da Rabbena Lekel-Hamdu Mîl'e's-Semavati Ve
Mil'e'l-Arzı Ve Mil'e Ma Şi'te Min Şey'în Ba'dü.. der.
İmam Ahmed'den yapılan
bir rivayette ise, yalnız başına namaz kılan bu son kısmı söylemez. Her
ikisini birarada söylemek imam için meşru'dür.[224]
Tabii bunları söylemek
sünnettir.
d)
Mâlikîlere göre:
İmam Mâlik, Rabbena
Leke'l-Hamdı yalnız imama uyanlar söylerler. İmam ise, Semi'allahu Lîmen
Hamidehü ile yetinir, demiştir.
Böylece bu iki duâ
hakkında müctehit imamlar arasında bazı farklı yorum ve ictihat söz konusudur.
Diğer rivayetler,
yorumlar ve tahliller:
et-Tahavî bu konuda
Ebu Musa el-Eş'ârî hadîsini ve bir de Ebû Hüreyre hadîsini birkaç tarikten
rivayet ettikten sonra şöyle demiştir:
Sözü edilen hadîsler, imam
ve me'mumun neler söyleyeceğine açık şekilde delâlet etmektedir: İmam
Semi'allahu Lîmen Hamîdehü deyince, siz Allahümme Rabbena Leke'l-Hamd deyin,
mealindeki hadîsin bu bölümü, Semi'allahu Limen Hamîdehü'yü sadece imamın
söyliyeceğine, me'mumun demiyeceğine delildir; Rabbena Leke'l-Hamd'i ise
me'mumun söyliyeceğine, imamın söylemiyeceğine delildir, diyenler vardır.
Bu görüşte olanlar
arasında İmam Ebû Hanîfe ile İmam Mâlik de bulunuyor, yani bu aynı zamanda
onların da kavlidir.
Diğer bir grup onlara
muhalefet etmiştir. Bunlara göre, İmam hem Semi'allahu Lîmen Hamidehü, hem de
Rabbena Leke'l-Hamd söyler. Ona uyanlar da sadece Rabbena Leke'l-Hamd derler.
Zira bu ikinci gruba göre, Resûlüllah (a.s.) Efendimizin hadîslerinde, "İmam
Semi'allahu Limen Hamidehü dediği zaman siz Rabbena Leke'l-Hamd deyin"
şeklinde bir emir yoktur.[225]
Buna cevap verecek
olursak, diyebiliriz ki, Resûlüllah'ın hadîsinden eğer imamın Rabbena
Leke'l-Hamd demiyeceği anlaşılıyorsa, o takdirde yalnız namaz kılan kimsenin de
aynı şeyi söylememesi anlaşılıyor demektir. Oysa yalnız başına namaz kılanın
hem Semi'allahu Limen Hamidehü, hem de Rabbena Leke'l-Hamd demesine muhalefet
eden olmamıştır. Buna kıyasla imamın da söylemesini engelleyen bir kayıt
yoktur, demektir. Nitekim et-Tahavî de aynı hususa bilhassa değinerek
ikincilerin görüşünün isabetli olmadığım belirtmiştir.
Ebû Hüreyre (r.a.),
ben aranızda Resûlüllah'ın (a.s.) namazına en çok benzer şekilde namaz
kılanınızım, der ve o namazda rükû'dan başını kaldırınca hem Semi'allahu Limen
Hamîdehü, hem de Rabbena Leke'l-Hamd derdi.
Urveden yapılan
rivayette ise, şöyle demiştir: Hz. Aîşe (r.a.) bana şöyle haber verdi:
"Resûlüllah'ın
(a.s.) hayatında güneş tutuldu. O da insanlara namaz kıldırdı, başını rükû'dan
kaldırınca, Semi'allahu Limen Hamidehü, Rabbena Leke'l-Hamd dedi."[226]
Kaldı ki, 837 nolu Ebu
Hüreyre hadîsi, imamlık yaparken Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in sözünü
ettiğimiz tesmi' ve tahmîdin ikisini de söylediği, yalnız başına kılarken de
aynı şeye devam ettiği kesinlik kazanmıştır.
Zeylâi de Ebu Hüreyre
hadîsini naklettikten sonra İbn Ömer'den ve Abdullah b. Ebî Evfâ'dan iki ayrı
rivayete yer vererek meseleye ağırlık kazandırmıştır. İki ayrı rivayeti meâlen
naklediyoruz:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz namaza başlarken tekbîr getirip iki elini omuzları seviyesine
kadar kaldırırdı ve Rükû'dan başını kaldırınca, Semi'allahu Limen Hamidehü,
Rabbena Veleke'l-Hamd derdi."[227]
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz başını rükû'dan kaldırınca, Semi'allahu Limen Hamidehü,
Allahümme Rabbena Leke’l-Hamdü Mil'e's-Semavati...............derdi."[228]
Bu mealde daha uzun
bir hadîsi Sahîh-i Müslim'de Hz. Ali (r.a.)’den rivayet edilmiştir ki,
Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in rükû' ve secdelerde tesbihlerden başka birtakım
dua ve zikirlerde bulunduğu, rükû'dan başını kaldırdığında ise, Semî'allahu
Limen Hamidehü Rabbena Ve Leke'l-Hamdü Mil'es-Semavati Ve'l-Arzi Vema
Beynehüma Ve Mil'e Ma Şi'te Min Şeyin Ba'du dediği belirtilmiştir.[229]
İbn Dakiyk el-Iyd,
Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in rükû'dan başını kaldırınca ellerini omuz
seviyesine kadar yükseltip Semi'allahu Lîmen Hamidehü Rabbena Ve Leke'l-Hamdü
dediğiyle ilgili Abdullah b. Ömer hadîsini açıklarken bu hadîse Buharî, Müslim
ve Nesâi'nin yer verdiğini belirtmiş, sonra da açıklamanın tamamını rükû'dan
kalkınca elleri omuz seviyesine kadar kaldırma meselesine teksif etmiş, diğer
husus üzerinde durmamıştır.[230]
1- İmam
başını rükû'dan kaldırınca Semi'allahu Limen Hamidehü, Rabbena Leke'l-Hamdü
der, bunu söylemesi sünnettir. Şafiîler de aynı görüştedirler. Hanbelîler de
buna yakın ictihatta bulunmuşlarsa da, İmam Ahmed'den yapılan bir rivayette, bu
ikisini imamın söylemesi sünnettir, yalnız başına kılan ise, sadece tesmi'
söylemesi sünnettir.
İmam Mâlik ise, imama
uyanlar sadece Rabbena Leke'l-Hamd derler, İmam ise sadece tesmi' ile yetinir.
Onlara göre, belirtilen şekilde hareket etmek sünnettir.
2- Rükû' ve
secdelerde me'sür duâ ve zikirleri söylemek müstehabdır.
Namaz her ne kadar
duâ, tesbih, zikir ve tehlilden ibaretse de, ibâdeti âdetten ayırmak için ona
resmiyet verilerek belli ölçülere bağlanmıştır. O bakımdan namazı kılınıp
belirlendiği, tarif edilip öğretildiği
şekilde kılmamız gerekmektedir. Laubali şekilde namaz kılmak mutlaka mekruhtur.
Hele bir de farz ve vaciplerden birini ihlâl edecek derecede ise, haramdır,
aynı zamanda kılınan namaz makbul değildir. Her rükünde aza yerini almalı,
vücut dengesini bulmalıdır. Buna "ta'dîl-i erkân" denir. Müctehit
imamlar, ta'dîl-i erkân farz ya da vacip olduğu üzerinde durup farklı
ictihatlarda bulunmuşlardır. Yeri gelince açıklayacağız.
Bu konuda bizi en çok
aydınlatan ve en sağlam ölçüyü veren hadislerden birini Ebu Hüreyre (r.a.) şöyle anlatmıştır:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz, Mescid'e girdi, arkasından bir adam da gelip girdi ve namaz
kılmaya başladı. Namazını bitirdikten sonra gelip Resûlüllah'a (a.s.)
selâm verdi. Resûlüllah (a.s.) onun
selâmını alıp cevapladı ve:
"Dön yeniden
namaz kıl, çünkü sen namaz kılmadın!" buyurdu. Adam dönüp yemden namaz kıldı ve bu hal üç defa tekrarlanınca
adam şöyle dedi:
"Seni hak
peygamber olarak gönderene yemin ederim ki, bundan daha iyisini bilemiyorum,
onun için bana (nasıl kılınacağını) öğret." Resûlüllah (a.s.) ona dedi ki:
"Namaza
kalktığın zaman tekbîr getir, sonra da Kur'ân'dan yanında (ezberinde)
bulunandan sana kolay geleni oku, sonra rükû'a var, vücudun tam istikrar
buluncaya kadar bekledikten sonra başını kaldır ve ayakta tam doğruluncaya
kadar dur, sonra secde et ve secdede vücudun her organı istikrar buluncaya
kadar bekle ve sonra başını kaldırıp otur, vücudun istikrar buluncaya kadar
bekle ve bunu namazın her rekâtinde yerine getir ve işte böyle yapacak olursan
namazın gerçekten tam ölçüsünü bulmuş olur. Bunlardan bir şey noksan
bıraktığın nisbette namazını noksan bırakmış olursun."[231]
Ancak Ebu Dâvud bu
hadîsi ayrıca Rifaa b. Râfi'den daha uzun şekilde rivayet etmiştir ki Zeylaî
onu hem nakletmiş, hem kısmen açıklamasını yapmıştır.[232]
İlgili diğer hadîsler:
Ebu Hüreyre (r.a.)’den
yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu haber
vermiştir:
"Rükû' ve
secdeleri arasında belini doğrultmayan adamın namazına (kabul) nazarıyla
bakmaz."[233]
Ali b. Şeyban
(r.a.)’dan yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu
haber vermiştir:
"Rükû’ ve
secdelerde belini doğrultmayan kimsenin gerçekte makbul bir namazı
yoktur."[234]
Ebu Mes'ûd (r.a.)’den
yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu haber
vermiştir:
"Rükû' ve
secdelerde belini doğrultmayan adamın namazı yeterli değildir."[235]
Hadîslerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Namazda
rükû'a varınca itmi'nan buluncaya, yani her aza istikrar buluncaya kadar
beklemek farzdır.
2- Rükû'dan
kalkıldığı zaman beli doğrultup ayakta itmi'nan sağlanıncaya kadar beklemek
farzdır.
3- Secdeye
varıldığında her aza itmi'nan sağlaynıcaya kadar beklemek farzdır.
4- Secdeden
başı kaldırınca, yine oturup itmi'nan sağlayıncaya kadar beklemek farzdır.
İkinci secdeye varıldığında da öyle..
5-
Belirtilen yerlerde itmi'nan sağlayıncaya kadar beklemeyen kimsenin namazı
kabul değildir.
Hadislerin ışığında
müctehit imamların görüş, tesbit, ictihat ve istidlalleri:
a)
Hanefîlere göre:
Namazın aslî vâciblerînden
biri de, rükû'da tuma'nine ve karardır, yani rükû'a varıldığında her organın
yerinde karar kılacağı kadar beklemek vâcibtir. Bu, İmam Ebû Hanîfe ile İmam
Muhammed'in kavlidir. İmam Ebû Yusuf'a göre, rükû'da bir tesbih miktarı tuma'nine
farzdır. İmam Şafiî de aynı ictihattadır. O kadar ki namaz kılan kimse rükû'da
tuma'nineyi terkedecek olursa, İmam Ebû Hanife ile İmam Muhammed'e göre, namazı
(kerahetle) caizdir. İmam Ebu Yusuf ile İmam Şafiî'ye göre, namazı caiz olmaz.
Gerçi bu hilaf Zahiri'r-Rivâye de zikredilmemiş tir, sadece el-Muallâ kendi
Nevadir'inde belirtmiştir.
Bu açıdan bakılarak
rükû'dan sonraki doğrulmayı ve iki secde
arasındaki oturmayı terkedecek olursa,
İmam Ebu Hanîfe'ye göre, onun bu durumu ayakta durmaya daha yakınsa, namazı caiz
olmaz, ama rükû'a daha yakın olursa, kâfi gelir. Çünkü burada ekseri makamı
küllde ikamet etmek söz konusudur.
Böylece ta'dîl-i
erkânın İmam Ebû Hanîfe ile İmam Muhammed'e göre vacip, İmam Ebû Yusuf ile İmam
Şafiî'ye göre farz olduğu neticesi ortaya çıkıyor.
İmam Ebû Hanîfe ile
İmam Muhammed, Kur'ân'da: "Ey imân edenler! rükû' ediniz, secde
ediniz!" mealindeki âyetle ihticac etmişlerdir. Burada mutlak emir
vardır, o da rükû' ve secde için eğilmektir. Deve secde etti, denilince,
otlamak için başını yere kadar eğdi demektir. İtmi'nan ve karar ise fiilin aslı
üzere devam demektir ki, emir böyle bir devama delâlet etmemektedir. İmam Ebû
Yusuf ile İmam Şafiî, ise 850 nolu Ebû Hüreyre hadîsiyle istidlal etmişlerdir.[236]
Nitekim Şafiî
mezhebinin ileri gelen fakihlerinden Şerefüddin Yahya en-Nevevi bu konuyu şöyle
belirtmiştir:
"Namazın beşinci
farzı rükû'dür. Bunun en azı, iki elinin içinin diz kapaklarına kadar
ulaşmasıdır ki, kalkması eğilmesinden ayrılacak kadar az bir karar kılmakla
gerçekleşir."[237]
Rükû'un ekmel şekli
ise, şöyledir: Bel ve boynu aynı seviyeye, getirmek ve bacakları dimdik tutup
elleri diz kapaklarının üzerine parmakları hafif açık bulundurup kıbleye
müteveccih bulundurmak.[238]
İmam Şâfi de el-Ümm'de
diyor ki:
"Başını rükû'dan
kaldırıp belini doğrultarak ayakta dik durmaya kudreti yeten kimsenin böyle
yapmayıp da bu şekilden bir şey noksan bırakıp yerine getirmiyecek olursa,
(kıldığı namaz) yeterli sayılmaz."
b)
Hanbelilere göre:
Rükû'da organlar yerli
yerince yatışıncaya, yani karar kılıncaya kadar beklemek vaciptir. Bu da, namaz
kılan kimse rükû sınırına vardıktan sonra söz konusudur, şöyle ki: Rükû'
sınırına vardıktan sonra organların yerli yerince az da olsa karar kılması
gerekir, aksi halde vacip terkedilmiş olur. İmam Şâfi de ayni görüştedir.
Hanbelîler bu meselede
yukarıda naklettiğimizüç hadîsle istidlal etmişlerdir.[239]
c)
Mâlikîlere göre:
İmam Mâlik, rükû' ve
secde için belirli bir duâ olmadığını belirtikten sonra, rükû, ellerin diz
kapakları üzerine konulmasıyla, secdenin de alnın yere konulup karar kılmasıyla
gerçekleşeceğini söylemiştir.[240]
Farz ve vacip ölçü
dışında sünnete uygun rükû'un şöyle yapılmasında bütün müctehitler görüş
birliği izhar etmişlerdir: Namaz kılan kimse rükû'a eğildiğinde belini bir
köprü gibi dümdüz tutar, başıyla arka kısmını aynı seviyeye getirip yatay bir
düzlem meydana getirir. Nitekim Peygamber (a.s.) Efendimiz rükû'da aynı şeylere
dikkat eder, başını ne yere doğru eğer, ne de yukarıya doğru kaldırırdı.[241]
Konuyla ilgili diğer
rivayetler, yorumlar ve tahliller:
Ali b. Şeyban'dan
yapılan rivayette demiştir ki:
"Resûlüllah
(a.s.), Efendimiz'in arkasında namaz kılıyorduk, rükû' ve secdelerde belini
doğrultmayan bir adamı gözünün ucuyla bakıp gördü. Namaza bitirince şöyle
buyurdu:
"Ey
Müslümanlar cemaati! Rükû ve secdelerde belini doğrultmayan kimsenin namazı
(makbul) değildir."[242]
İbn Maîn, Ebu Zer'a ve
İbn Hibban bu hadîsi sahihlemişlerdir.
Ashabdan Hz. Huzayfe
(r.a.), rükû' ve secdeleri tamamlamıyan, noksan bırakan bir adam gördü. Adam
namazını bitirince, Hz. Huzayfe onu çağırdı ve sordu.
"Ne zamandan beri
böyle namaz kılarsın?"
O da:
"Şu kadar
zamandan beri", diye cevap verdi.
"Doğrusu sen
Allah için bir namaz kılmamışsın. Eğer bu vaziyette ölecek olursan,
Muhammed'in (a.s.) sünnetinden başka bir
şey üzerine ölmüş olursun."[243]
852 nolu hadisi
rivayette İmam Ahmed teferrüd etmiştir. Mecmau'z-Zevaid sahibi diyor ki:
"Bu hadîsin
râvilerinden Abdullah b. Zeyd el-Hanefî'nin tercüm-i hayatına
rastlayamadım." İbn Hacer onun bu sözünü garip karşılamış ve o râviyi
Abdullah b. Zeyd diye adlandırması vehimden başka değildir, diyerek onun
Abdullah b. Bedir olduğuna dikkatleri çekmiştir ki, bu zat sika olarak tanınır.
Ancak Abdullah b. Bedir doğrudan Ebû Hüreyre'den değil, aradaki bir râvi
vasıtasiyle rivayet ettiği sanılmaktadır.
853 nolu Ali b. Şeyban
hadîsini İbn Mâce, Ebu Bekir b. Ebi Şeybe'den o da Mülazım b. Amir'den rivayet
etmiştir ki bu zatın sika olduğunu Ahmed b. Hanbel, Yahya ve Nesâî
belirtmişlerdir. Ebu Davud ise, onun rivayetinde bir beis yoktur, demiştir. İbn
Maîn, Zer'â ise onun sika olduğunu kaydetmişlerdir. Râvilerinden Abdurrahman b.
Ali b. Şeyban'ın da sika olduğunu İbn Hibban söylemiş ve böylece hadîs ile
istidlal etmekte bir sakınca söz konusu olmadığına atıflar yapılmıştır.
854 nolu Ebu Mes'ûd
hadîsinin isnadı sahihtir. Nitekim Tirmizî de onu sahîhlemiştir.
1- Rükû'da
karar kılmak, yani her aza yerini alıp karar kılacak kadar durmak vaciptir. O
bakımdan organlar karar kılmadan eğilip kalkanın namazı kerahetle caizdir. İmam
Ahmed'in de ictihadı bu doğrultudadır.
Bu, İmam Ebû Hanîfe
ile İmam Muhammed'e göredir.
2- Rükû'da
her aza yerini alıp karar kılacak kadar beklemek farzdır. O bakımdan bir tesbih
miktarı durmadan kalkan kimse farzı yerine getirmediğinden namazı bozulur. Bu,
İmam Şafiî ile İmam Ebû Yusuf'a göredir.
3- Ellerin
diz kapaklarına kadar ulaşmasıyla rükû', başın (alnın) yere değmesiyle secde
gerçekleşmiş olur, yani farz yerine gelmiş sayılır. Bu, İmam Mâlik'e göredir.
4- Rükû'dan
kalkınca beli iyice doğrultmak da vâcibdir.
5- İki secde
arasında beli doğrultarak oturmak da vâcibdir.
6- Özetle:
Namazda "tadil-i erkân" kimine göre vacip, kimine göre farzdır.
Kulun Allah'a en yakın
bulunduğu an, secdede olduğu zamandır. Çünkü secde, kulluğun en yüksek
mertebesi, teslimiyet ve mahviyetin en açık belirtisi, kula kul olmamanın en
belirgin belgesidir. O bakımdan Resûlüllah (a.s.) Efendimizin secde durumu ve
sureti, tek ve değişmeyen ölçüdür. Çünkü O, kulluğun da en üst derecesinde
bulunuyordu.
İlgili hadîsler:
Vâil b. Hücür
(r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimizi secde ederken gördüm, iki dizini iki elinden önce yere
koyuyordu ve secdeden kalkınca da ellerini dizlerinden önce
kaldırıyordu."[244]
Ebu Hüreyre (r.a.)’den
yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğunu haber
vermiştir:
"Sizden biri
secde ettiği zaman deve çöker gibi çökmesin; önce ellerini yere koysun, sonra
dizlerini..."[245]
Abdullah b. Buhayne
(r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz secde ettiği zaman, koltuklarının beyazlığı gözükecek şekilde
kollarını açardı."[246]
Enes (r.a.)’den
yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz’in şöyle buyurduğunu haber
vermiştir:
"Secdede
mu'tedil olun; sizden biriniz kollarını, köpeğin dirseklerini yere yaydığı
gibi yaymasın."[247]
Ebu Humayd, Resûlüllah'ın
(a.s.) namazının sıfatı hakkında şöyle demiştir:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz secde ettiği zaman, iki
uyluğu arasını biraz açık tutar,
göbeğinden hiçbir şeyi uylukları üzerine yüklemezdi."[248]
Yine Ebu Humayd'den
yapılan rivayette, demiştir ki:
"Peygamber (a.s.)
Efendimiz, secde ettiğinde burnunu ve alnını iyice yere koyup üzerinde
sağlamca tutardı. Ellerini (dirseklerini) yanlarından biraz açık tutar,
ellerini omuzları hizasına gelecek şekilde yere koyup o vaziyette
tutardı."[249]
Hadîslerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Secdeye
eğilirken önce dizleri, sonra elleri yere koymak sünnettir.
2- Secdeden
kalkarken önce elleri, sonra dizleri kaldırmak sünnettir.
3- Secdeye
eğilirken deve çöker gibi çökmek, yani önce elleri, sonra dizleri yere koymak
mekruhtur.
4- Secdede
kolları yanlardan biraz açık tutmak sünnettir.
5- Secdede
kolları, dirsekleri yere yaymak mekruhtur.
6- Secdede
uyluk arasını biraz açık bulundurmak ve göbeği uyluklardan biraz ayırıp arada
açıklık bırakmak sünnettir.
7- Uylukları
bitiştirmek ve göbeği uyluklar üzerine yüklemek mekruhtur.
8- Secdede
burnu ve alnı yere koymak sünnettir. Yalnız alnı yere koymak vâcibdir.
9- Secdede
elleri omuz hizasına gelecek şekilde yere koymak sünnettir.
Hadîslerin ışığında
müctehit imamların görüş, tesbit, istidlal ve ictihatları:
a) Hanefîlere
göre:
Namazın sünnetlerinden
biri de secdeye eğilirken önce dizleri, sonra elleri yere koymaktır. İmam Mâlik
ile İmam Şafii'ye göre, önce elleri, sonra dizi yere koymak sünnettir.
Hanefîler 863 nolu (Malikîlerle Şafiiler, Ebu Hüreyre 1864 nolu) hadisiyle
istidlal etmişlerdir. Konuyla ilgili diğer rivayetler ise, Hanefîlerin
görüşünü kuvvetlendirmektedir.[250]
Secdeye gidilirken
önce alnını, sonra burnunu yere koymak, bazısına göre önce burnunu, sonra
alnını yere koymak sünnettir. Böylece secdede hem burnu, hem alnı yere
koymakta birleştirmek sünnettir. Çünkü yedi aza üzerine secde edilmekle
emredilmiştir. İmam Şafii'ye göre, alnı yere koymak vâcib olduğu gibi, burnu da
koymak vaciptir. Şafiî bu meselede şu hadisle istidlal etmiştir:
"Alnını yere
dokundurduğu gibi, burnunu da yere dokundurmayanın Allah namazını kabul
etmez."[251]
Secdede elleri kulak
hizasına gelecek şekilde yere koymak sünnettir. Çünkü yapılan sahih rivayette,
Resûlüllah (a.s.) Efendimiz secde ettiğinde ellerini kulakları hizasına gelecek
şekilde yere koyardı, denilmektedir.[252]
Secdede itidal üzere
olup dirsekleri yere yaymamak sünnettir. Hanefîler 866 nolu Enes hadîsiyle
istidlal etmişlerdir. İmam Mâlik ise, nafile namazda dirsekleri yere yaymakta
bir sakınca görmemiştir. Farz namazda ise, öyle yapmak namazı bozar.
Bütün bunlar erkekler
hakkındadır. Kadınlara gelince, onlar secdede dirseklerini yere yayarlar,
göbeklerini uylukları üzerine koyarlar.[253]
b) Şâfiîlere
göre:
Secdeye gidilirken
önce dizler, sonra eller yere konulur, bunun gibi önce alnını, sonra burnunu
yere koyar. Bu tertibin aksini yapmak ise mekruhtur.[254]
Görüldüğü gibi, İmam
Kâsânî, el-Bedayi'de Şâfiîlerin görüş ve ictihadını biraz farklı şekilde
yansıtmıştır. Oysa bu mezhepte en yetkili
fakîhlerden biri olan Minhac müellifi Şerefüddin Yahya en-Nevevî, Kâsânî'nin
hilâfına, secdeye Hanefîlerde olduğu gibi, önce dizleri, sonra elleri yere
koymanın sünnet olduğunu belirtmiştir. Kanaatimce Yahya en-Nevevî'nin tesbiti
daha sahihtir.
Secdede elleri omuzlar
hizasına gelecek şekilde yere koymak sünnettir. Eller de parmaklar bitişik
halde kıbleye yönelik olarak tutulur. Dizler de birbirinden açık vaziyette
tutulur ve göbek uyluklardan, kollar da yan taraflardan açık tutularak
aralarında boşluk bırakılır. Kadınlar ise, bunun aksini yaparlar.[255]
Yahya en-Nevevî'nin
tesbitinin isabetini el-Ümm'deki beyânda görüyoruz. İmam Şafiî diyor ki:
"Secdeye gidilirken önce dizler, sonra eller yere konulur. Onun gibi, iki
elden sonra yüz yere konulur. Bunların aksini yapmak mekruhsa da namazı iade
etmeyi gerektirmez. Aynı zamanda yanılma secdesine de gerek yoktur."[256]
c)
Hanbelîlere göre:
Secdeye gidilirken önce
dizleri, sonra elleri, sonra da alnı yere koymak mezhebin meşhur kavline göre,
müstehabdir. Nitekim Müslim b. Yesar en-Nahaî, es-Sevrî ve İmam Şafiî de aynı
görüştedirler. İmam Ahmed'den bir başka rivayette ise, ellerini dizlerinden
önce yere koyar, şeklindedir. Nitekim İmam Mâlik'in tesbit ve ictihadı bu
doğrultudadır. İmam Mâlik bu meselede Ebû Hüreyre (r.a.)’den yapılan şu
rivayetle istidlal etmiştir:
"Sizden biri
secde ettiği zaman ellerini dizlerinden önce yere koysun ve deve çöker gibi,
çökmesin."[257]
Hanbeliler ise bu
meselede Vâil b. Hücür hadîsiyle istidlal etmişlerdir. Nitekim konunun baş
kısmında 863 numarayla o hadîsi nakletmiş bulunuyoruz. el-Hattabî de bu konuda
şöyle demiştir: Bu, Ebû Hüreyre hadîsinden daha sahihtir.[258]
Ebu Saîd'den yapılan
rivayette, demiştir ki:
"Bizler önceleri
namazda secdeye varırken dizlerden önce elleri yere koyardık. Sonra
ellerimizden önce yere koymakla emrolunduk." Şüphesiz ki bu, birinci
şeklin neshedildiğine delâlet etmektedir. Aynı zamanda el-Esrem de Ebu
Hüreyre'nin hadîsini şu lâfızla rivayet etmiştir:
"Sizden
biriniz secde ettiğinde önce dizlerini, sonra ellerini yere koysunda deve çöker
gibi çökmesin."[259]
Ayrıca burun dışında
diğer bütün zahirî azalar üzerine secde etmek vaciptir. Çünkü burnun yere
konulması hakkında farklı görüş ve ictihatlar vardır. Çoğu şu
hadise dayanarak burnun yere konulmasının vâcib olmadığını istidlal
etmişlerdir:
"Yedi aza
üzerine secde etmekle emrolundum: İki el, iki diz, iki ayak ve alın...."[260]
Secdede kolları, dirsekleri
yere yaymayıp yüksekçe tutmak, karınla uyluk arasında açıklık bırakmak
sünnettir. Nitekim. Resûlüllah'ın (a.s.) böyle yaptığı sahih rivayetle sabit
olmuştur. Hanbeliler bu meselede Enes ile Ebu Humayd hadîsleriyle istidlal
etmişlerdir.
Secdede elleri omuz
hizasına gelecek şekilde yere koymak müstehabdır.[261]
Aynı zamanda secdede iki diz ve iki ayak arasını açmak da müstehabdır. Bu
meselede de Ebû Humeyd hadisiyle istidlal etmişlerdir.[262]
d)
Mâlikilere göre:
Yukarıda yer yer
Mâlikîlerin görüş ve ictihatlarını kısmen de olsa açıklamış olduk. Ancak
Salmun'un yaptığı nakilerden birkaç parça
vermekte yarar, görüyoruz. Şöyle ki: İmam Mâlik'e soruldu, "adam namazda
secdeye vardığında göbeğini uyluklarından ayrı tutup arada bir boşluk meydana
getirir mi?" O da, "evet, öyle yapar ancak fazla miktarda arayı açık
tutmaz, mutekarip bir tefrîç yapar." Ona, "Farz namazda dirsekleri
uyluklar üzerine koymak caiz midir?" diye sorulunca, şöyle demiştir:
"Hayır, caiz
değildir, bu ancak nafile namazlar da caiz olabilir, o da secde çok uzun
tutulduğu için.."
Yine İmam Mâlik:
"Adamın secdede
dirseklerini yere yaymasını mekruh görüyorum" demiştir.[263]
Konuyla ilgili diğer
rivayetler, yorumlar ve tahliller:
Ebu Cafer et-Tahavî
secdenin suret ve keyfiyeti hakkında 20 kadar rivayet tesbit edip
sıralamıştır. Biz onlardan birkaç tanesini teberrüken kitabımıza naklediyoruz.
Nâfi'in İbn Ömer'den
(r.a.) yaptığı rivayete göre, İbn Ömer secdeye eğildiği zaman dizlerinden önce
ellerini yere koyardı ve şöyle derdi:
"Peygamber (a.s.)
Efendimiz böyle yapardı..."
A'rac'ın buna benzer bir
rivayeti Ebû Hüreyre (r.a.)’den yaptığı tesbit edilmiştir ki, Ebû Hüreyre
(r.a.) de secdeye giderken önce ellerini yere koyar ve Peygamber (a.s.)
Efendimiz'in böyle yaptığını söylerdi. Hadis şu lâfızla rivayet edilmiştir:
"Sizden
biriniz secde ettiği zaman, deve çöker gibi çökmesin, ama önce ellerini, sonra
da dizlerini yere koysun."
Böylece secdeye
gidildiğinde elleri dizlerden önce koymanın sünnet olduğunu söyleyenler, bu
rivayetlerle ihticac etmişlerdir.
Onların hilâfına
ictihatta bulunup ellerden önce dizlerin yere konulmasının sünnet olduğunu
söyleyenler ise, şu hadîs ve rivayetlerle istidlal ve ihticac etmişlerdir :
Abdullah b. Sa'd'ın
dedesinden, onun da Ebû Hüreyre'den (r.a.) yaptığı rivayette, Ebu Hüreyre
demiştir ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz secde ettiği zaman ellerinden önce dizlerini yere
koyardı.."
Rebi'u'l-Müezzin'in
Esed b. Musa tarikiyle Abdullah b. Sa'd'dan, onun da dedesinden, onun da Ebû
Hüreyre'den (r.a.) yaptığı rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimizin şöyle
buyurduğunu söylemiştir: "Sizden biri secde ettiği zaman ellerinden önce
dizleriyle başlasın (önce onları yere koysun); erkek deve çöker gibi çökmesin."
Âsim b. Kelib
el-Ceremi'nin kendi babasından, onun da Vâil b. Hücür'den yaptığı riyâyette,
Peygamber (a.s.) secde ettiği zaman, ellerinden önce dizlerini (yere koymakla)
başlardı.[264]
Peygamber (a.s.)
Efendimiz'den secdeye gidilirken farklı rivayetlerin yapıldığını görüyoruz.
Bunun tashih yolu ise şöyledir: Vâil'in rivayetinde ihtilâf meydana gelmemiş ve
Vâil farklı rivayetlerde bulunmamıştır. Ebû Hüreyre (r.a.)’den yapılan farklı
rivayetler söz konusudur. O bakımdan Vâil'in rivayetini bu meselede delil
seçmek daha uygundur.
Secdede elleri omuz
hizasına gelecek şekilde mi, yoksa kulaklar hizasına gelecek biçimde mi tutmak
sünnettir? Bu hususta da farklı rivayetler vardır:
İbrahim b. Merzuk'un
Ebû Âmir tarikıyla Abbas b. Sehl'den yapığı rivayette deniliyor ki:
"Ebu Humayd, Ebu
Said, Sehl b. Sa'd biraraya gelip Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in namazını andılar. "Ebu
Humayd şöyle dedi: Ben sizden daha çok Resûlüllah'ın (a.s.) namazını bilirim.
Resûlüllah (a.s.) Efendimiz secde ettiği zaman burnuyla alnını iyice yere koyar ellerini (kollarını) yanlarından
açar ve iki elini omuz hizasına gelecek şekilde yere
bırakırdı."
Ebu Cafer bu
rivayetleri naklettikten sonra şöyle diyor:
"Bir grup bu
rivayetlerle istidlal ederek, namaz kılan kimsenin secdede ellerini omuzları
hizasına gelecek şekilde yere koyması gerekir, demişlerdir. Başka bir grup
onlara bu konuda muhalefet ederek, elleri kulak seviyesine gelecek şekilde
koyar, demişlerdir. Bu ikinciler, Vâil b. Hücür'ün (r.a.) şu hadîsiyle
ihticacda bulunmuşlardır:
"Reslüllah (a.s.)
Efendimiz secde ettiği zaman iki elini kulakları hizana gelecek şekilde yere
koyardı."
Yine ayrı bir tarikle
Vâil b. Hücür'den (r.a.) yapılan rivayette şöyle dediği tesbit edilmiştir:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz'in arkasında namaz kıldım; secde ettiği zaman yüzünü iki eli
arasına koyardı."
Ebu İshak da
el-Bera'dan, Resûlüllah'ın (a.s.) secde ettiği zaman alnını nasıl nereye
koyardı? diye sorduğunda, ona şu cevabı vermiştir:
"İki eli arasına
koyardı."
Namazda elleri kulak
veya omuz seviyesine kaldırıp tekbir getirme hakkındaki ihtilâf, secdede de
meydana gelmiş bulunuyor. İmam Ebû Hanîfe, İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed,
ellerin kulaklar seviyesine gelecek şekilde yere konulmasını benimsemişlerdir.[265]
İbn Dakiyk el-İyd İbn
Abbas'ın (r.a.) Peygamber (a.s.) Efendimiz'den, "Yedi aza üzerine secde
etmekle emrolundum: Alın (derken eliyle burnuna işaret etti), iki el, iki diz
ve iki ayağın etrafı..." [266]
mealinde rivayet ettiği hadîsi açıklarken şöyle diyor:
"Şâfiîlerden
el-Mahamilî, alın ile burnu yere koymanın vâcib olduğuna kail olmuştur. Bu,
vacip olmadığını tercih edenlerin kavlinden bizce daha güzeldir. Ebu Hanîfe
ise, sadece burnunu yere koyup secde ederse, bu
kâfi gelir, demiştir. Bu aynı zamanda İmam Mâlik'in ve arkadaşlarının
mezhebinde de yer alan bir kavildir. İmam Mâlik ise, alın ve burun ile secde
etmenin vâcib olduğunu belirtmiştir.[267]
863 nolu Vâil b. Hücür
hadisi hakkında Tirmizî şöyle demiştir:
"Hadîs hasen ve
gariptir. Serik'ten başka birinin rivayet ettiğini bilmiyoruz." Nesâî ise
hadisi ta'lilde bulunarak Yezîd b. Harun'un Serik'ten rivayet ettiğini ve bu
rivayetinde teferrüd ettiğini belirtmiştir. Darekutni, Şerîk'in teferrüd
ettiği rivayette kaviy olmadığına dikkatleri çekmiştir.
Ebu Davud aynı hadîsi
Muhammed b. Cehhade'den, o da Abdülcebbar b. Vâil'den, o da babasından rivayet
etmiştir. el-Münzirî, Abdülcebbar b. Vâil'in bu hadîsi babasından işitmediğini
söylemiş, İbn Main de aynı görüşü izhar etmiştir.[268]
Aynı hadis, Hümam b.
Şakik tarikıyla Âsim b. Kelîb'den, o da babasından, o da Peygamber (a.s.)
Efendimiz'den rivayet edilmiştir. Ancak bu mursel derecesindedir. Çünkü Kelîb
b. Şihab, Peygamber (a.s.) Efendimiz'e ulaşmamıştır.
Bu babda Enes'den
(r.a.) yapılan rivayette, demiştir ki:
"Peygamber
(a.s.) tekbîr getirerek (secdeye) eğildi, dizleri ellerinden önce yere
dokundu."[269]
Hadisin senedinde
el-Alâ' b. İsmail teferrüd etmiştir ki bu zat meçhuldür. Zehebi ise,
Mizanül-İ’tidal'da bu zatın ismini bile anmamıştır. İbn Ebi Hatim, babasından
yaptığı rivayette, onun münker olduğunu bildirmiştir.[270]
Bu farklı tesbitlerle
beraber hadîs muhtelif tariklerden rivayet edildiği için kuvvet kazanmıştır. O
bakımdan cumhur bu ve benzeri hüküm taşıyan rivayetlere dayanarak, namazda
secdeye gidilirken ellerden önce dizleri yere koymanın meşruiyetine kail
olmuştur. Nitekim Kadı Ebu't-Tayyib, hemen birçok fukahadan bunun meşruiyeti
hakkında rivayet yapmıştır. İbn Münzir, Hz. Ömer'den böyle yaptığını
nakletmiştir. Nahaî, Müslim b. Yesar, Süfyan es-Sevrî, Ahmed b. Hanbel, İshak
b. Rahuye ve rey tarafdarları da hu görüştedirler.
Resûlüllah'ın (a.s.)
secdeye varırken ellerini dizlerinden önce koyduğu rivayetine gelince, sahih
bile olsa mensûhtur, yani hükmü kaldırılmıştır. Nitekim Mus'ab b. Sa'd b. Ebî
Vakkas'ın babasından yaptığı rivayet böyle olduğunu belirtmektedir.
864 nolu Ebu Hüreyre
hadîsine gelince: Tirmizî bunu tahrîc ettikten sonra, "gariptir, Ebu
Zennad'dan sadece bu rivayeti biliyoruz" demiştir. Dârekutnî ise, bu
hadîsin rivayetinde Deraverdî, Muhammed b. Abdullah'tan tahdîste teferrüd
etmiştir, diyerek hadîsin garip olduğunu belirtmek istemiştir.
Aynı hadîsi Ebu Dâvud,
Tirmizî ve Nesâî de tahric etmişlerdir. Ebu Bekir b. Ebî Dâvud es-Sicistanî
diyor ki:
"Secdeye varırken
önce elleri yere koymak, bir sünnettir ki, Medine halkı bununla teferrüd
etmişlerdir. Onların delil olarak da iki isnatları söz konusudur: Biri Ebu
Hüreyre'den rivayet edilen yukarıdaki hadîs, diğeri ise, Abdullah b. Nâfi'dan,
o da İbn Ömer'den, o da Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'den rivayet ettiği
hadîstir. Dârekutnî ile Hâkim tahric etmişler, İbn Hüzeyme ise, onu
sahîhlemiştir.[271]
865 nolu Abdullah b.
Buhayne hadîsi sahihtir. Bu manada Taberânî isnad-i sahihle şu hadîsi rivayet
etmiştir:
"Yırtıcı hayvanlar
gibi kollarını yere serip yatma, iki avucunu yere koyup onlara dayan, iki
pazunu göster. İşte böyle yaparsan sendeki her aza secde yapmış olur."
Sahîh-i Müslim'in Hz.
Aişe (r.a.)’dan yaptığı rivayette, demiştir ki:
"Peygamber (a.s.)
Efendimiz adamın yırtıcı canavarların kollarını yayıp yüzükoyun yattığı gibi
(secdede) kollarını yere serip dayamasını men'etti."
866 nolu Enes
hadîsinin zahiri, secdede kolları yüksekçe tutup yere dokundurmamanın vâcib
olduğuna delâlet ediyorsa da, buradaki nehyin istihbab ifade ettiği birçok
ilim adamlarınca belirtilmiştir. Müctehitlerin de çoğu aynı görüştedirler.
867 nolu Humayd
hadîsi, secdede uylukların arasını açık tutmanın ve göbeği uyluklara
dokundurmayarak biraz yüksekte bulundurmanın meşruiyetine delâlet etmektedir.
Bu hususta muhalif bir görüş ortaya koyan olmamıştır.
868 nolu Ebu Humayd
hadîsi, secdede elleri omuz hizasına gelecek
şekilde koymanın meşruiyetine delâlet etmektedir. Ancak bunun hilâfına bazı
sahih rivayetler daha vardır.
Zeylaî ise secdenin
suret ve keyfiyeti hakkındaki rivayetleri hem nakletmiş, hem de yorum ve
tahlilde bulunmuştur:
Ebu Kutaybe'den, o da
Süfyan es-Sevrî'den, o da Âsim el-Ahvel’den, o da İkrime'den, o da İbn Abbas
(r.a.)’dan rivayetle, Resûlüllah (a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğunu haber
vermiştir:
"Namazda
alnını yere dokundurduğu gibi burnunu yere dokundurmayalım namazı namaz
değildir."[272]
İbn Cevzî, et-Tahkik
adlı eserde, Ebu Kutaybe'nin sıka (güvenilir) olduğunu ve Buharî'nin ondan
tahrîc yaptığını kaydetmiştir.
İkrime'den, onun da İbn
Abbas (r.a.)’dan yaptığı rivayete göre, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz şöyle
buyurmuştur:
"Kim secde
ettiği zaman burnunu alnıyla birlikte yere yapıştırmazsa, namazı caiz
olmaz."
Hadisin râvileri
arasında Dahhak b. Hümre bulunuyor ki, bu zatın sika (güvenilir) olmadığı
belirtilmiş, İbn Maîn, onun bir şey olmadığına dikkatleri çekmiştir. Zehebî bu
zattan bahsederken Nesâî'nin onun hakkında "sika değildir" dediğini
ve Buharî'nin de "münkerü'l-hadîs ve meçhul" diye vasıflandırdığını
nakletmiştir.[273]
Nâşib b. Amr
eş-Şeybanî'den, onun da Mukatıl b. Hayyan'dan, onun da Urve'den, onun da Hz.
Aişe (r.a.)’dan yaptıkları rivayete göre, Hz. Aişe şöyle demiştir:
"Resûlüllah (a.s.)
Efendimiz, kendi ehlinden bir kadının namaz kıldığını ve burnunu yere
koymadığını gördü. Bunun üzerine ona şöyle dedi:
"A kadın!
(secdede) burnunu da yere koy. Çünkü secdede alnıyla birlikte burnunu yere
koymayanın namazı namaz değildir."[274]
Dârekutnî bu hadîsi
rivayet ettikten sonra râvilerinden Naşib'in zayıf olduğunu, Mukatil'in
Urve'den rivayetinin sahîh olmadığını belirtmiştir.
"Yedi kemik üzerine
secde etmekle emrolundum: Alın, iki el, iki diz ve ayakların etrafı..."[275]
Kütüb-i Sitte'de
rivayet edilen bu hadiste burundan söz edilmeyip sadece alın anılmıştır. O
bakımdan müctehit imamlardan, bazısı secdede alnı yere koymanın farz veya
vâcib, burnu yere koymalı sünnet veya müstehab olduğunu söylemişlerdir.
1- Namazda
secdeye eğilirken önce dizleri, sonra elleri yere sünnettir.
2- Secdede
önce alnı, sonra burnu yere koymak veya bunun aksini yapmak sünnettir.
3- Secdede
elleri kulak hizasına gelecek şekilde yere koymak sünnettir.
4- Secdede
kolları yere yaymayıp yüksekçe tutmak sünnettir.
5- Secdede
kolları yan tarafa yapıştırmayıp biraz açık tutmak sünnettir.
6- Secdede
göbeği uyluktan ayrı tutup arada boşluk bırakmak sünnettir.
7- Son üç
madde erkeklere hastır. Kadınların kollarını yanlarına bitişik tutup
göbeklerini uylukları üzerine koymaları sünnettir.
Secde ancak Allah'a
yapılır. Kulun O'na en yakın olduğu zaman, secdede bulunduğu anlardır. O
bakımdan kul bu durumda mahviyetin kemal mertebesine erişme niyetiyle başını
kuru bir zemin üzerine, üstünde örtü bulunmayan toprak ya da taş üzerine
koymalıdır. İlk hatıra gelen budur. Çünkü toprak tevazu ve mahviyeti ifade
eder.
Ancak müctehit
imamların ve diğer ilim adamlarının bu konudaki tesbit, istidlal ve yorumlan
hem farklı, hem de değişiktir. O bakımdan önce ilgili hadîsleri nakletmemiz,
sonra da tesbit, yorum ve ictihatları sıralamamız gerekmektedir.
İlgili hadîsler:
Enes (r.a.)’den
yapılan rivayette demiştir ki:
"Bizler çok
sıcakta Resûlüllah (a.s.) Efendimizle beraber namaz kılıyorduk. Bizden birimiz
(fazla sıcaktan dolayı) alnını iyice yere koymaya güç getiremeyince, elbisesini
serip onun üzerine secde ederdi."[276]
İbn Abbas (r.a.)’dan
yapılan rivayette, demiştir ki:
"And olsun ki,
Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'i çok yağmurlu bir günde çamurdan sakınmak için
secde edince üzerindeki elbiseyi ellerinin önüne gelir şekilde koyarak
(üzerine) secde ettiğini gördüm."[277]
Abdullah b.
Abdurrahman'dan (r.a.) yapılan rivayette, demiştir ki:
"Peygamber (a.s.)
Efendimiz bize geldi ve Mescidi Benî Eşhel’de bize namaz kıldırdı. Secde
ettiği zaman elerini elbisesinin içine koyduğunu gördüm."[278]
Hadislerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Secdede
asıl olan, toprak üzerine alnı koyup secde etmektir.
2- Fazla
sıcaktan dolayı secde yerine elbisesinin bir ucunu serip üzerine secde etmek
caizdir.
3- Üzerindeki
elbisenin bir ucunu secde yerine koyup üzerine secde etmek caizdir.
4- Özellikle
çok sıcak veya yağmurlu günlerde açık havada namaz kılındığı zaman sıcaktan ve
çamurdan korunmak için secde yerine bir elbise veya benzeri
bir şey üzerine hem elleri, hem alnı koyup secde etmek caizdir.
5- Namaz
kılarken üzerindeki elbisenin bir ucunu ellerin altına gelecek şekilde serip
öyle secde etmek de caizdir.
Hadîslerin ışığında
müctehit imamların görüş, tesbit, istidlal, ictihat ve yorumları:
a)
Hanefîlere göre:
Topraktan korunmak
için yenini secde yerine serip üzerine secide etmek mekruhtur. Ama sarığını ve
elbisesini topraktan korumak için sermesinde bir kerahet söz konusu değildir.
Bunun gibi, toprak üzerinde namaz kılan adamın, alnını yerin sıcağından korumak
için secde yerine bir parça kumaş sermesinde kerahet yoktur.[279]
b) Şâfiîlere
göre:
Alnının üzerinde bir
yara bulunmadığı halde bir bez sarıp üzerine secde ederse, caiz olmaz. Ama bir
yara veya hastalıktan dolayı sarmışsa, o bir özür sayılacağından bir sakınca
yoktur. Sıcak ve soğukta ellerini örtmeyip o vaziyette secde etmesi
müstehabdır. Ama bu iki sebepten dolayı ellerini bir şeyle örtüp üzerine secde
ederse, hem namazını iade etmesi, hem de yanılma secdesi yapması gerekmez.[280]
c)
Hanbelîlere göre:
Başındaki sarığın
sargısı üzerine veya yeni üzerine veya eteği üzerine secde ederse, namaz bir
tek rivayetle sahihtir. İmam Mâlik ile İmam Ebu Hanîfe'nin de mezhebi budur.
Namazda, sıcak ve soğuk günlerde elbise üzerine secde etmeye ruhsat verenler
şu zatlardır: Ata', Tavus, Nahâî, Şa'bî; Evzâî, İmam Mâlik, İshak b. Rahuye ve
rey tarafdarı olanlar. Sarığın sargısı üzerine secde etmeye ruhsat verenler ise
şu zatlardır: el-Hasan, Mekhul, Abdurrahman b. Yezîd ve arkadaşları.
Hanbelîler bu meselede
Enes (r.a.) hadîsiyle istidlal etmişlerdir.[281]
Rivayetlerin
tamamından anlaşılıyor ki: Üç mezhebe göre, fazla bir hareket göstermeden,
soğuk veya sıcaktan korunmak için elbisenin yeni veya eteği üzerine secde etmekte
bir sakınca yoktur. Ayrıca secde yerine bir şey serip üzerine secde etmeye de
cevaz verilmiştir. Şâfiiler ise, bu hususta sadece eller üzerine secde etme konusu
üzerinde durmuş ve böyle yapıldığı takdirde namazın sahih olmayacağını
belirtmişlerdir. İbn Kudâme, Şâfiîlerden belirtilen mesele hakkında tek
rivayet vardır, diyerek muhalif bir görüş olmadığını anlatmak istemiştir.[282]
d)
Mâlikilere göre:
Yukarıda kısmen
onların görüşünü belirtmiş bulunuyoruz. Ancak bu mezhepte söz sahibi kabul
edilen Sahnûn'un yaptığı nakle yer vermemizde yarar görüyoruz :
İmam Mâlik şöyle
demiştir:
"Adam alnını
neyin üzerine koyuyorsa, ellerini de onun üzerine koymasını uygun görüyorum.
Ama sıcak veya soğuk durumu söz konusu ise, bir elbise serip üzerine secde
etmesinde ve bu esnada ellerini onun üzerine koymasında bir sakınca yoktur.
Nitekim Hz. Ömer ile oğlu Abdullah'ın öyle yaptıkları bize kadar rivayet
yoluyla ulaşmış bulunuyor."[283]
Şâfiilerden
Şeyhülislâm Ebu Yahya Zekeriya el-Ansarî, İmam Şafii'nin el-Ümm'deki ictihadını
şöyle yorumlayarak meseleye açıklık getirmiştir:
"Namazda iki defa
ardarda (her rekâtte) secde eder ve her secdede azaları yerini alıp karar
kılacak kadar bekler. Bu, üzerinde taşıyıp kıyam ve kuudda kendi hareketiyle
hareket etmiyen bir elbise üzerine de yapılabilir. Çünkü bu durumda o elbise ondan
ayrı sayılır. Ama onun kıyam ve kuud hareketiyle elbise de hareket ediyorsa, o
zaman ondan ayrı değil, bir cüz' sayılır ve tahrimini bilerek o elbisenin bir
ucu üzerine secde ederse namazı hükümsüz olur, tahrîmini bilmediği halde
üzerine secde ederse, namazı hükümsüz olmaz, ama o secdeyi iade etmesi vâcib
olur.[284]
Zeylâî bu konuyla
ilgili şu rivayetlere yer verip bazı yorumlarda bulunmuştur:
İkrime'nin İbn Abbas
(r.a.)’dan yaptığı rivayette; İbn Abbas demiştir ki:
"Resûlüllah (a.s.)
Efendimiz bir tek elbise ile namaz kıldı ve
elbisenin fazla olan kısmıyla yerin sıcaklık ve soğukluğundan
korunuyordu."[285]
Aynı hadîsi İbn Adiy
el-Kâmil'de rivayet etmiş ve râvilerinden Hüseyn b. Abdullah sebebiyle hadîsin malûl
olduğunu söylemiştir. İbn Maîn de bunun zayıf olduğunu belirtmiş, İbn Medenî de
aynı görüşü izhar etmiştir. Sonra da İbn Adiy, Hüseyn'in hadîsleri yazılabilir,
çünkü ona ait münker bir hadîse rastlayamadım diye ilâve etmiştir.
Nitekim yukarıdaki hadîsin
mânasına uygun bir diğer hadîsi altı hadîs imamı kendi kitaplarında rivayet
etmişlerdir. Hadis şu lâfızla tesbit edilmiştir:
"Bekir b.
Abdullah el-Müzenî'den o da Enes (r.a.)’den rivayetle Enes şöyle demiştir:
"Biz çok şiddetli
sıcakta Resûlüllah (a.s.) Efendimizle namaz kılıyorduk, bizden birimiz yüzünü
tam yere koymaya takat getiremeyince, elbisesini (secde) yerine serip öyle
secde ediyordu."[286]
Diğer rivayetler,
yorumlar ve tahliller:
895 nolu Enes hadîsi,
secdede bedene bitişik olan elbisenin bir ucu üzerine secde etmenin cevazına
delâlet etmektedir. İmam Nevevi, Ebu Hanife ile cumhurun da ictihatlarının
böyle olduğunu, Şafiî'nin ise, bu cevazı bedene bitişik olmayan elbiseye
hamlettiğini belirtmiştir.
İbn Dakiyk el-Iyd
diyor ki:
"Yerin sıcaklık
ve soğukluğundan korunmak için namaz kılan kimsenin secde edeceği yer ile alnı
ve elleri arasında elbise kullanmasının caiz olduğu biliştidlâl anlaşılıyor.
Saniyen secdede alın ve ellerin doğrudan yere dokunması asıldır. Ara yere
elbise serilmesi ise soğuk ve sıcağa dayanamamakla ilgili bir hususiyettir.
Böylece secdede asıl ve mutad olanı, ara yere bir şey konulmamasıdır."[287]
Diğer yandan Enes
hadisi Habab b. Eret'in rivayet ettiği şu hadîs ile tearuz etmekte, yani
birbirine karşıt bulunmaktadır:
"Biz,
Resûlüllah'a (a.s.) alın ve ellerimizi dokunan yakıcı bir sıcaktan şikâyet
ettik ama o bize (bundan dolayı) şikâyette bulunmadı."[288]
Şevkanî bu iki hadîs
arasını telifle şöyle bir yorum getirmiştir:
"Sıcaktan
şikâyet, ara yerde elbise kullanmayı arzusundan değil, namazın ortalık biraz
serinlemesine kadar geciktirilmesiyle ilgilidir. Çünkü eğer şikâyet elbiseyi
secde yerinde kullanmakla ilgili olsaydı, herhalde Resûlüllah (a.s.) Efendimiz
bedene bitişik olmayan bir elbiseyi hâil olarak kullanmalarına izin verirdi.
Nitekim Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in küçük bir seccade üzerinde namaz kıldığı
tesbit edilmiştir. Nitekim daha önce bu hususu belirtmiştik."[289]
Ebu Davud'un
el-Merasil'de Salih b. Hîvân es-Sibaî'den yaptığı şu rivayete gelince,
"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz bir adamı kendi canibine doğru alnını sarık
ile kapamış bir halde secde ettiğini görüyor, o sebeple onun alnını açıyor,
(sarığı o kısımdan gideriyor.)"
Ayrıca İbn Ebî
Şeybe'nin Iyaz b. Abdullah'tan yaptığı rivayette, adı geçen şöyle demiştir:
"Resûlüllah
(a.s.) bir adamı başındaki sarığın (alnı kapatan) sargısı üzerine secde
ettiğini gördü, ona eliyle işarette bulunarak sarığını kaldır,
(buyurdu)."
Bu iki hadîsin
hilâfına, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in sarığının alın kısmına gelen sargısı üzerine
secde ettiği rivayet edilmiştir.
Beyhakî bu farklı
rivayetler hakkında şöyle demiştir:
"Resûlüllah'ın
belirtilen şekilde secde ettiği merfuân sabit olmamıştır. Ebu Naym'in Hilye'de
birçok ashabdan ve bilhassa İbn Abbas'tan yaptığı rivayetlerin hemen hepsi
zayıftır.
896 nolu İbn Abbas
hadîsini aynı zamanda İbn Ebî Şeybe şu lâfızla tahrîc etmiştir:
"Peygamber (a.s.)
Efendimiz bir tek elbiseyle namaz kılıyor ve onun fazla kısmıyla yerin sıcaklık
ve soğukluğundan korunuyordu." İmam Ahmed ve Ebu Ya'lâ da aynı lâfızla
tahric etmişler, Taberâni da el-Evsat ve el-Kebîr'de rivayet etmiştir.[290]
Mecmau'z-Zevâid'de, İmam Ahmed'in bu rivâyetindeki ricalin hepsi sahihtir,
deniliyor.
Hadîs, sıcak ve soğuk
gibi bir sebepten dolayı namaz kılan kimsenin üzerindeki elbisenin bir ucunu
secde yerine serip üzerine hem ellerini, hem alnını koyup secde etmesinin
cevazına delâlet etmektedir. 897 nolu Abdullah b. Abdirrahmân hadîsini, İbn
Mâce, Ebu Bekir b. Ebî Şeybe'den rivayetle tahrîc etmiştir. Ayrıca aynı
hadîsi, Abdülaziz b. Muhammed ed-Derâverdî, İsmail b. Ebî Habibe'den, o da
Abdullah b. Abdirrahman'dan rivayet etmiştir.
Ancak hadîsin
isnadında farklı tesbit ve yorumlar ortaya çıkmıştır: İbn Ebî Evs'in İsmail b.
Ebî Habîbe'den o da Abdullah b. Abdurrahman b. Sabit b. Sâmit'ten, o da
babasından, o da dedesinden rivayet ettiği de tesbit edilmiştir ki isabetli
olanı da budur. Hadîs, namaz kılarken soğuk ve sıcaktan dolayı elleri elbisenin
bir kısmının içine koyup öylece kapalı bir vaziyette secdeye varmanın cevazına
delâlet etmektedir. Nitekim Buhari, el-Hasen'den naklen diyor ki:
"Kavm (ashab-ı
kiram) sarık, külah üzerine secde ediyorlar ve elleri de yenlerinin içinde
bulunuyordu." Saîd ise kendi Sünen'inde İbrahim'den naklen diyor ki:
"Ashab-ı kiram
uzun yenli gömlek, uzunca takye ve uzunca sarık ile namaz kılarlar, ellerini de
dışarı çıkarmazlardı."
Beyhakî bu rivayet
üzerinde durup diyor ki:
"Secde hakkında
ashabdan mevkufen rivayet edilenlerin en sahihi budur."
1- Yerin
sıcaklık veya soğukluğundan korunmak için namaz kılan kimsenin önünde seccade
bulunmuyorsa, üzerinde taşıdığı genişçe elbisenin bir ucunu secde yerine serip
üzerine hem ellerini, hem alnını koyup secde etmesi caizdir.
2- Toprak
üzerine seccade serip namaz kılmakta bir sakınca yoktur.
3- Temiz
toprak üzerinde durup namaz kılmak, yine toprak üzerine alnı koyup secde etmek
asıldır.
4- Kalkıp
otururken kendisiyle birlikte hareket eden bir elbise üzerine secde etmek
-tahrîmi bilinerek yapılırsa- namazın sıhhatini bozar. Bu, Şafiîlere göredir.
İki defa secde edilir.
İki secde arasında biraz oturmak, vacip midir, yok sünnet midir? Terkedildiği
takdirde namaz bozulur mu? Bunların cevabını ancak ilgili hadîsleri nakledip
müctehit imamların tesbit ve istidlallerini, ictihad ve ihticaclarını belirttikten
sonra verebiliriz.
İlgili hadîsler:
Enes (r.a.)’den
yapılan rivayette, demiştir ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz (namazda) Semi'allahu Lîmen Hamidehü deyip ayakta (belini
doğrultarak) dururdu, o kadar ki, biz "Peygamber namazı terketti veya
yanıldı" derdik. Sonra secdeye eğilip iki secde arasında otururdu, o kadar
ki, biz "Peygamber namazı terketti veya yanıldı" derdik."[291]
Buharî ve Müslim'in
ittifakla rivayet ettikleri hadîste ise, Enes (r.a.) demiştir ki:
"Doğrusu size namaz
kıldırırken, Resûlüllah (a.s.) Efendimizi bize namaz kıldırırken gördüğüm gibi,
(O'nunkinden) kısa (ve noksan) yapacak değilim: Resûlüllah (a.s.) başını
rükû'dan kaldırdığında doğrulup ayakta dururdu, o kadar ki, insanlar, Peygamber
unuttu, derlerdi. Başını secdeden kaldırdığında bir süre dururdu, o kadar ki,
insanlar, Peygamber unuttu derlerdi."
Huzayfe (r.a.)’den
yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in iki secde arasında şu duayı
okuduğunu söylemiştir:
"Rabbi'ğfir
lî, Rabbi'ğfir lî (Rabbım! beni mağfiret eyle, Rabbım! beni mağfiret
eyle..."[292]
İbn Abbas'dan (r.a.)
yapılan rivayette, demiştir ki:
"Peygamber (a.s.)
Efendimiz iki secde arasında şöyle derdi:
"Rabbi'ğfir lî
verhamnî vecbürnî vehdinî verzuknı (Allahım! beni mağfiret eyle, bana merhamet
eyle, beni ıslâh edip düzelt, beni doğru yola eriştir ve beni
rızıklandır)."[293]
Hadîslerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Rükû'dan
kalkıldığında beli doğrultup ayakta bir süre durmak vaciptir.
2- Birinci
secdeden başı kaldırıp oturmak ve bir süre beklemek vaciptir.
3- İki secde
arasında hadîste belirtilen şekilde dua etmek sünnettir.
Buna 'ta'dîl-i
erkân" denir. Nasıl rükû'dan kalkıldığında beli doğrultup her organ yerini
bulup istikrar sağlayıncaya kadar ayakta durmak bazı müctehitlere göre farz,
bazısına göre vâcipse, iki secde arasında beli doğrultup oturmak da ya farz, ya
da vaciptir. 51. hadîsin açıklamasında mezheplerin bu konuyla ilgili görüş,
tesbit ve ictihatlarını naklettiğimizden burada tekrar etmek istemiyoruz.
Özetliyecek olursak,
şöyle sıralayabiliriz:
İmam Ebû Hanîfe ile
İmam Muhammed'e göre, ta'dil-i erkan vaciptir. Hanbeliler de aynı
görüştedirler.
İmam Şâfii ve İmam Ebû
Yusuf'a göre, farzdır. Mâlikiler bu konu üzerinde fazla durmamışlardır. Onlara
göre, rükû'dan kalkıp beli biraz doğrultmak kâfidir. Diğer yerlerdeki durum da
öyle..
Diğer rivayetler,
yorumlar ve tahliller:
Buhari ve Müslim'in
ittifakla rivayet ettikleri Berâ' hadîsinde, adı geçen şöyle demiştir:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimizin rükû'ü ve secdesi, rükû'dan başını kaldırdığı zaman iki
secde arasındaki (celseye) yakın eşitlikte idi."
Buharî'nin tesbit
ettiği lâfızda ise, şöyle denilmektedir:
"Peygamber
(a.s.) Efendimiz'in rükû' ve secdeleri, iki secde arasındaki (celsesi) ve
başını rükû'dan kaldırdığında -kıyam ve kuud müstesna- birbirine yakın bir
eşitlikteydi."
Böylece, rükû'dan ve
birinci secdeden kalkıldığında beli doğrultup her organ yerini bulup karar
kılıncaya kadar beklemek vaciptir. Şâfiîlerden bazısı, i'tidali ve iki secde
arasında oturmayı uzatmak namazı bozar, çünkü rükünlerin ardarda yapılmasına
engel olur, demişlerse de, onların bu görüş ve ictihadı ilim çevresinde pek
tarafdar bulmamıştır. Zira muvalat, yanı rükünleri ardarda yapmaktan maksat,
ara yere başka bir şeyin girmemesi demektir. Rüknü kendi özelliği doğrultusunda
uzatmakta bir sakınca yoktur. Meselâ kıraati istediğimiz
kadar uzatabiliriz, bu hiçbir zaman namazın muvalatına engel olduğundan namazı
hükümsüz kılar, denilemez.
911 nolu Huzayfe
hadîsini aynı zamanda Tirmizî ve Ebû Dâvud daha uzun şekliyle tahrîc
etmişlerdir. Yukarıdaki lâfız, Nesâî ile İbn Mâce'nin tahrîcleridir.
912 nolu İbn Abbas
hadisini Hâkim tahrîc etmiş, Beyhakî sahîhlemiştir. Ancak İbn Mâce ile onların
tahrîcleri arasında bazı farklar varsa da esasta bir değişiklik söz konusu
değildir.
1- İki secde
arasında, organlar karar kılacak kadar oturmak vaciptir.
2- Rükû'dan
kalkıldığında beli doğrultup ayakta her organ karar kılacak kadar durmak
vaciptir.
3- İki secde
arasında me'sür duayı okumak sünnet veya müstehabdır.
Bilindiği gibi,
birinci rekâtte Sübhaneke okunduktan sonra Euzü Bîllahî Mîne'ş-Şeytani'r-Racim
denildikten sonra Besmele söylenir ve öylece kıraate başlanırdı. Gerek Sübbaneke'yi
okumak, gerekse eûzü-besmele çekmek sünnettir. Ancak ikinci ve müteakip
rekâtlere kalkıldığında yine eûzü-besmele çekmek sünnet midir? Bu hususta
tesbit edilen bir hadîs mevcuttur. Önce onu, sonra da mezheplerin tesbit ve
istidlallerini nakledelim.
İlgili hadîs:
Ebu Hüreyre (r.a.)’den
yapılan rivayette, demiştir ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz (namazda) ikinci rekâte
kalkınca, doğrudan El-Hamdü Lillahi Rabbi'l-Âlemîn diyerek
kıraate başlardı ve bu arada bir sekte yapmazdı."[294]
Hadîsin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- İkinci
rekâte kalkıldığında sübhaneke okunmaz.
2- İkinci
rekâtte kıraatten önce eûzü-besmele çekilmez.
Hadîsin ışığında
mezhep imamlarının tesbit ve istidlâllleri:
a)
Hanefîlere göre:
Namaza başladıktan
sonra kıraatten önce teavvüzde bulunmak, yani Eûzü Billahi
Mîne'ş-Şeytanî'r-Racîm demek sünnettir. Bu sadece farz ve sünnet namazlarda
birinci rekâtte söylenir. Nâfile namazlar dört rekât halinde kılınıyorsa
ikindinin ve yatsının dörder rekât gayr-i müekked sünnetleri gibi üçüncü rekâte
kalkıldığında da kıraatten önce eûzü-besmele çekmek sünnettir.
Namazın birinci
rekâtinde teavvüzde bulunmak imam ve münferit için sünnettir, muktedi, yani
imama uyan kimse için sünnet değildir. Bu İmam Ebu Hanîfe ile İmam Muhammed'in
kavlidir. İmam Ebu Yusuf'a göre, muktedi hakkında da sünnettir, çünkü teavvüz
senâya, yani Sübhaneke'yi okumaya tabi'dir.[295]
b) Şafiîlere
göre:
Namazın her rekâtinde
teavvüz'de bulunmak, yani kıraatten önce Eûzü Billahi Mine'ş-Şeytani'r-Racîm
demek sünnettir. Çünkü her rekâtte kıraata başlanır ve kıraatten önce de
teavvüzde bulunulur. Hem iftitah duası, hem teavvüz gizli okunur. Bu, aşikâr ve
gizli okunan bütün namazlarda böyledir.[296]
Kur'ân'daki ilgili
âyete dayanarak namazda Fatiha'dan sonra teavvüzde bulunmak sünnettir, diyenler
olmuştur. İmam Şafii, Fâtiha'dan önce söylenmesini müstehab görmekte ve lafız
olarak da, Eûzü Billahî Mineş'ş-Şeytani'r-Racîm denilmesini, daha uygun
bulmaktadır.[297]
c)
Hanbelilere göre:
Bu konuda İmam
Ahmed'den iki farklı rivayet yapılmıştır. Bir rivayete göre, her rekâtte
teavvüzde bulunmak sünnettir. Diğer rivayette ise, sadece birinci rekâtte
teavvüzde bulunulur. Nitekim bu ikinci rivayete Atâ', el-Hasan, Nahai ve Sevrî
de katılmışlardır, yani onların da ictihatları bu doğrultudadır. Hepsi de
yukarıdaki Ebu Hüreyre hadîsiyle istidlal etmişlerdir.[298]
İbn Kudame bu konuyu
işlerken şöyle diyor: Zira namazın hepsi bir bütündür... Birinci rekâtte
istiazeyi terkeden kimse onu ikinci rekâtte okur. Istiftah duasını terkederse
onu ikinci rekâtte okumaz. Çünkü istiâze kıraat içindir. Ama istiazeden önce
kıraate başlarsa, artık o rekâtte istiâze okumaz. Zira yerini kaçırmış
bulunuyor.
Şafiî ile İbn Sirin,
bu hususta Nahl: 16/98. âyete dayanarak her rekâtte istiâzede bulunmak
sünnettir, demişlerdir.[299]
d)
Mâlikilere göre:
Farz namazlarda
kıraatten önce istiâze getirmez, ancak Ramazan'da (teravih) namazı
kıldıklarında teavvüzde bulunurlar. Namaz dışında Kur'ân okuyan kimse, isterse
kıraatten önce istiâzede bulunur.[300]
İmam Mâlik'in bu
ictihat ve görüşünden anlaşılıyor ki, namazda kıraatten sonra teavvüzde
bulunulabilir.
Tahliller:
Ebu Hüreyre hadisini
Nesâî ve İbn Mâce de tahrîc etmişlerdir. Ayrıca Ebû Dâvud da tahrîc etmiş,
ancak sekte lafzını nakletmemiştir.
1- Namaza
başlandığında istiftah duasından sonra istiâzede bulunmak sünnettir.
2- Namazda
sadece birinci rekâtte teavvüzde bulunmak sünnettir. Bu, Hanefîlere göredir.
Şafiîlere ve bir rivayette Hanbelîlere göre, her rekâtte sünnettir.
3- İkinci ve
diğer rekâtlerde kıraatten önce sekte meşru' değildir.
4- Kıraatten
önce teavvüzde bulunulmaz, namaz dışında Kur'an okununca kıraatten önce
teavvüzde bulunmak müstehabdır. Bu, Mâlikî'lere göredir. Çünkü Nahl: 16/98,
âyette Kur'ân okunduktan sonra teavvüzde bulunulması emredilmiştir.
Bilindiği gibi, üç ve
dört rekâtli namazlarda iki teşehhüd vardır. Birinci teşehhüt vacip, ikincisi
farz sayılmıştır. Bu duruma göre, birinci teşehhüdü unutup üçüncü rekâte
kalkan kimseden bu sakıt olur mu? İkinci teşehhüdü unutup yerine getirmeyen
kimsenin namazı bozulur mu?
Bu hususta ilgili
hadîsleri nakledip müctehit imamların görüş, tesbit ve ictihatlarını
belirttikten sonra mesele açıklığa kavuşmuş olur.
İlgili hadîsler:
İbn Mes'ûd (r.a.)’den
yapılan rivayette, demiştir ki:
"Şüphesiz ki
Muhammed (a.s.) şöyle buyurdu:
"Her iki
rekâtte oturduğunuz zaman, Et-Tehiyyatu Lillahi Va's-Salavatü Vat-Tayyibatü,
Es-Selamü Aleyke Eyyühennebiyyü Ve Rahmetüllahî Ve Berekâtühü Es-Selâmü Aleyna
Ve Alâ İbadillahi's-Salihîn. Eşhedü Ellâ İlahe İllallah Ve Eş-Hedü Enne
Muhammed'en Abdühü Ve Resülühü, söyleyin, sonra da sizden herbiri kendisince
hoşuna giden dualardan seçip onunla Aziz ve Celîl Rabbına duâ etsin."[301]
Rifaa b. Râfi'
(r.a.)’den yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğunu
haber vermiştir:
"Namazına
kalktığın zaman tekbîr getir, sonra Kur'ân'dan sana kolay geleni oku. Namaz ortasında
oturduğun zaman itmi'nan sağla (organların yerini alıp karar kılsın), sol
uyluğunu yere döşe, sonra Teşehhüdde bulun."[302]
Abdullah b. Buhayne
(r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir ki:
"Peygamber (a.s.)
Efendimiz öğle namazına kalktı ve üzerinde bir oturma (birinci ka'de) kaldı.
Namazını tamamlayınca, ardarda iki secde yaptı ve her secde için tekbîr
getirdi, oturmuş vaziyette idi, selâm vermeden önce (yanılma secdesini yerine
getirdi), insanlar (cemaat) de onunla beraber secde ettiler ki bu Peygamber'in
(a.s.) unuttuğu cülusa karşılıktı."[303]
Hadislerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- İki
rekâtli namazlarda ikinci rekâtin sonunda et-Tehıyyat'a, diğer bir tabirle
Teşehhüd'e oturmak farzdır.
2- Üç ve
dört rekâth namazlarda ikinci rekâtin sonunda Teşehhüd'e oturmak vaciptir.
3-
et-Tehiyat'tan sonra birkaç duâ okumak sünnettir. Ancak üç ve dört rekâtli farz
ve müekked sünnetlerde durum değişiktir.
4- Namaza
tekbîr getirerek başlanır. Daha önce bu husus açıklanmıştı.
5-
Kur'ân'dan kolay gelen bir parça okumak farzdır. Bu da daha önce yeterince
açıklanmıştı.
6- Namaz
ortasında ikinci rekâtin sonunda sol kalça ve uyluğu yere döşeyip öyle oturmak
sünnettir.
7- İkinci
rekâtin sonunda Teşehhüt okumak vâcibdir.
8- İkinci
rekâtin sonunda ilk celseyi unutup yerine getirmemekten dolayı yanılma secdesi
yapmak vâcibdir.
9- Yanılma
secdesi, selâm vermeden önce iki secde olarak ardarda yerine getirilir.
Hadîslerin ışığında
müctehit imamların tesbit, ictihat ve istidlâlleri:
a)
Hanefilere göre:
Üç ve dört rekâtli
farz ve müekked sünnet namazlarda ikinci rekâtin sonunda oturmak vâcibdir. Bu,
her iki rekâti birbirinden ayırmak üzere meşru kılınmıştır.
Her iki oturuşta da
sol ayağın yan ve üst kısmını yere döşeyip üzerine oturmak, sağ ayağı,
parmaklar kıbleye gelecek şekilde dikmek sünnettir.[304]
Hanefîler oturuş şekli
hakkında Hz. Aişe (r.a.) ile Enes b. Mâlik (r.a.) hadîsleriyle istidlal
etmişlerdir. Hz. Aişe (r.a.) şöyle demiştir:
"Şüphesizki
Resûlüllah (a.s.) Efendimiz namazda oturduğu zaman sol ayağını yere döşeyip
üzerine oturur ve sağ ayağını dikerdi." Enes b. Mâlik (r.a.) de diyor ki:
"Peygamber (a.s.)
Efendimiz namazda teverrükü men'etti."[305]
Ancak sözünü ettiğimiz
oturuş şekli erkeklere mahsustur. Kadınlar ise teverrük ederler. Teverrük, sol
kalçayı uylukla birlikte yere döşeyip üzerine oturmaktır.
Namazda ilk oturuşta
et-Tehiyat'tan fazla bir şey okumak mekruhtur. Bu hususta icma' vâki olmuştur.
et-Tahavî de aynı hususu belirtmiştir.[306]
b) Şâfiilere
göre:
Namazda iki rekâtın
sonunda hem teşehhüt, yanı et-tahiyat okumak, hem oturmak, eğer selâm
verilecekse, rükündürler. Selâm verilmeyip üçüncü rekâta kalkılacaksa, ikisi
de sünnettir. Teşehhüde oturmak nasıl gerçekleşirse öyle oturmak caizdir. Ancak
birinci celsede sol ayağın topuğu üzerine oturup sağ ayağı dikmek; ikinci oturuşta
teverrük etmek sünnettir. İkinci oturuşta Peygamber (a.s.) Efendimiz'e salât'ü
selâm getirmek farz, birinci oturuşta ise, sünnettir. Ancak birinci oturuşta
Peygamber'in âl ve ashabına salâvat getirmek sünnet değildir, ikinci oturuşta
sünnettir. Bazısına göre, vâcibdir.[307]
İmam Şafii, teşehhütte
oturma şekliyle ilgili görüş ve ictihadını Ebu Humayd es-Sâidî (r.a.) hadîsine
dayamış, yani onunla istidlal etmiştir. Adı geçen şöyle demiştir:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz iki secdeden sonra oturunca sol ayağını yere yatırıp üzerine
oturur, sağ ayağını ise dik tutardı. Dört rekâtin sonunda oturunca, sol kalça
ve uyluğunu yere döşeyip üzerine oturur, sağ kalça ve ayağını dik tutardı.[308]
c)
Hanbelîlere göre:
İki rekât namaz
kılınca teşehhüde oturur. Hem oturmak, hem et-Tahiyat okumak meşru'dur, buna
muhalefet eden olmamıştır. Çünkü Peygamber (a.s.) Efendimizden mütevatiren
nakledilmiştir. Ümmet de aynı şeyi namazlarında yapmaktadırlar. Akşam namazı
veya dört rekâtli bir namaz ise, hem oturmak, hem et-Tahiyat okumak vâcibdir.
Ancak bu iki rivayetten birine göredir. Nitekim Leys ve İshak'ın da mezhebi
böyledir. Diğer rivayete göre, vâcib değillerdir. Birinci rivayet daha
sıhhatlidir. Çünkü Peygamber'in (a.s.) buna devam ettiği kesindir.[309]
Teşehhüd'ü belirtilen
şekilde okumak, ona bir şey eklememek daha uygundur. İmam Ahmed'e göre,
müstehab olan şekli, İbn Mes'ud'dan rivayet edilenidir ve birinci oturuşta
sadece onu okumakla yetinilir.
d)
Mâlikilere göre:
Gerek birinci oturuş,
gerek ikinci oturuşta et-Tehiyat'tan sonra Peygamber (a.s.) Efendimiz'e salâvat
getirmek sünnet veya müstehabdır. Her iki oturuşta da teverrük şeklinde oturmak
sünnettir.[310]
Diğer rivayetler,
yorumlar ve tahliller:
Ebu Cafer, et-Tahavi,
namazda birinci ve ikinci oturuş arasında fark bulunduğunu konu edinerek
bunlarla ilgili ashab ve tabiinin söz ve fiillerini nakletmiştir. Müctehitlerin
de bu konuda ikiye ayrıldıklarını belirterek, bir kısmına göre, birinci
oturuşta sağ ayak dikilir, sol ayak üzerine oturulur; ikinci oturuşta ise, sol
kalça ve uyluk yere döşenerek üzerine oturulur ve sağ ayale dikilir. İkincilere
göre her iki oturuşta da sağ ayak dikilir, sol ayak yere serilerek üzerine
oturulur.
et-Tahavi bu konuda
daha çok Vâil b. Hücür (r.a.) rivayetinin sıhhatı üzerinde durmuş ve şöyle
bağlamıştır:
"Bununla sabit
oldu ki, Vâil b. Hücür'ün rivayeti dikkate alınmış ve Ebu Hanîfe, Ebu Yusuf ve
Muhammed'in kavli de buna göre gerçekleşmiştir."[311]
920 nolu İbn Mes'ûd
hadîsini Ahmed b. Hanbel, farklı lâfızlarla farklı yollardan rivayet etmiştir,
ama hepsinin de ricali sahihtir, sikattır. Nesâî ve Ahmed hadîsin baş kısmında
"Her iki rekâtte oturduğunuz zaman.." ibaresiyle tesbitte
bulunmuşlardır. Tirmizî ise, hadise şu lâfızla başlandığını rivayet etmiştir:.
"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, iki rekâtte oturduğumuz zaman bize şunu
öğretti..." Nesaî'nin bir diğer rivayetinde ise hadîs şu lafızla rivayet
edilmiştir:
"Siz her celsede
şöyle deyin..."
Hadîsin son kısmını
ise, Buhârî ve Müslim şu lafızla tesbit etmişlerdir:
"Sonra da
sizden biriniz hoşuna giden duadan seçip onunla dua etsin."
Diğer bir rivayette
ise, "Sonra da sena anlamında olanlardan istediğini seçsin."
şeklindedir. Nesâî'nin Ebû Hûreyre'den yaptığı bir başka rivayette ise, şu
cümle nakledilmiştir:
"Sonra da kendi
nefsi için hatırına geldiği şekilde duâ etsin.."
Böylece bu rivayetlere
dayanıp istidlal edenler, teşehhüdün vâcib olduğuna kail olmuşlardır. Meşhur
olan rivayete göre, İmam Ahmed de aynı görüştedir. Leys, İshak ve İmam
Şafii'nin de ictihatları böyledir.
Taberi ise, teşehhüdün
vücubunu istidlal ederken şöyle demiştir:
"Namaz önceleri
iki rekât olarak farz kılınmıştı, teşehhüd de o iki rekâtin sonunda vâcib idi.
Namaz rekâtları fazla kılınınca, yani üç ve dört rekât olunca, fazlalık o
vücubu gidermedi."[312]
Birinci teşehhüdün
vâcib olmadığına kail olanlar ise, Resûlüllah'ın (a.s.) bazan bunu terkettiği
ve dönüp yerine getirmediği, sadece yanılma secdesiyle tamir ettiğiyle istidlal
ve ihticac etmişlerdir. Ancak birincilerin kavli daha sıhhatlidir.
921 nolu Rıfaa
hadîsini Tirmizî hasenlemiştir. Hadîs, namazda birinci oturuşun vücubuna
delâlet etmektedir.
922 nolu Abdullah
hadîsinde "üzerinde bir oturma (birinci ka'de) kaldı" tabirinden;
birinci oturuşun vâcib olduğu istidlal edilmiştir.
1- Üç ve
dört rekâtli namazlarda birinci ka'de (oturuş) vâcibdir. Müctehitlerin bu
hususta görüş birliği söz konusudur.
2- Birinci
oturuşta et-Tahiyyat okumak, Hanefîlere göre, sünnet; Şafiî ve Hanbelilere
göre vâcibdir.
3- Namazda
birinci ve ikinci oturuş şekline gelince, sağ ayağı dikmek, sol ayağı yere
yatırıp üzerine oturmak sünnettir. Bu, İmam Ebû Hanîfe ve arkadaşlarına
göredir. Diğer müctehit imamlara göre, son oturuşta teverrük şeklinde oturmak
sünnettir.
4- Birinci
oturuşta et-Tahiyat'tan sonra salavat ve dua okumak meşru değildir. Bu,
Hanefîlere göredir. Diğer imamlara göre, sünnet veya müstehabdır.
5- Birinci
ka'deyi (oturuşu) unutup veya yanılarak yerine getirmeyen kimseye yanılma
secdesi gerekir.
Namazda her iki
rekâtin sonunda oturmak ve her rekâtte yapılan iki secde arasında oturmakla
ilgili birçok rivayetler mevcuttur. Çoğu bu iki yerde oturmanın sıfatı üzerinde
durmuş ve Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in daha çok nasıl oturduğunu
belirtmiştir.
"Vâil b. Hücür
(r.a.)’den yapılan rivayette, o, Peygamber (a.s.) Efendimiz'in namaz kıldığını,
kılarken de secde ettiğini, sonra sol ayağını yere döşeyip üzerine oturduğunu
görmüştür."[313]
Saîd b. Mansur
(r.a.)’den yapılan rivayette, konu şu lâfızla nakledilmiştir:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz'in arkasında namaz kıldım: Oturduğu ve teşehhüt ettiği zaman,
sol ayağını döşeyip üzerine oturdu."[314]
Ebu Humayd (r.a.)’den
yapılan rivayette, o, Resûlüllah'ın (a.s.) ashabı arasında bulunan bir kişi
olarak şöyle demiştir:
"Ben, Resûlüllah'ın
(a.s.) namazını sizden daha çok hafızamda tutmaktayım. Resûlüllah tekbir
getirdiğinde ellerini omuzları hizasına kadar kaldırıyordu, rükû'a eğildiğinde
elleriyle iyice dizlerini tutup karar kılıyor, sonra da belini dümdüz
tutuyordu. Başını rükû'dan kaldırdığında her omurga yerine dönünceye kadar
doğruluyordu. Secde ettiğinde ellerini tabi halinde tutup öylece yere
koyuyordu, ayaklarının parmaklarını da kıbleye çeviriyordu, iki rekâtin sonunda
oturunca, sol ayağının üzerine oturuyor, sağ ayağını dikiyordu. Son rekâtte
oturunca, sol ayağını öne doğru kaydırıp diğerini dik tutmak suretiyle mak'âdı
üzerine oturuyordu."[315]
Hz. Aişe (r.a.)’dan
yapılan rivayette, demiştir ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz namaza tekbir ve bir de El-Hamdü Lillahi Rabbi'l-Alemîn'i
okuyarak başlardı. Rükû'a vardığında başını ne kaldırır, ne de eğerdi, bu
ikisi arasında bir ölçüde tutardı. Rükû'dan başını kaldırdığında, iyice
doğrulup ayakta durmadıkça secde yapmazdı. Secdeden başını kaldırınca, iyice
oturmadan ikinci secdeyi yapmazdı. Her iki rekâtte et-Tahiyatı okurdu; aynı
zamanda sol ayağını yere koyup sağ ayağını dik tutardı, kalçaları yere koyup
bacakları dikmeyi men'ederdi, (buna akibi'ş-şeytan oturuşu denir). Aynı
zamanda kolları, yırtıcı hayvanların ön ayaklarını yere yayıp uzattığı gibi
yayıp uzatmayı de men'ederdi. Ve namazı selam vermek suretiyle
tamamlardı."[316]
Ebu Hureyre (r.a.)’den
yapılan rivayette, demiştir ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz beni üç şeyden men'etti: (Namaz kılarken secde ettiğimde)
horoz yeri gagalar gibi, başımı kaldırıp indirmemi, kalçayı yere koyup dizleri
dikerek elleri yere koymak suretiyle köpek oturur gibi oturmamı, tilki gibi
etrafa bakınıp iltifat etmemi..."[317]
Hadîslerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Teşehhüde
otururken, sol ayağı yere yayıp üzerine oturmak sünnettir. Sağ ayağı ise dik
tutmak sünnettir.
2- Namazda
tekbîr getirirken elleri omuz seviyesine kadar kaldırmak sünnettir. (Bu konu
daha önce açıklanmıştır).
3- Rükû'da
ellerle diz kapaklarını iyice kavrayıp istikrar sağlamak sünnettir. (Bu konu
da daha önce açıklanmıştır).
4- Rükû'da
beli düz tutmak sünnettir. (Buna da daha önce yer verilmiştir).
5- Rükû'dan
kalkıldığında beli iyice doğrultup ayakta dimdik durmak sünnet veya vâcibdir.
(Bu konuyu da daha önce açıklamış bulunuyoruz).
6- Secdede
elleri normal vaziyette tutup yere koymak sünnettir. (Bunu da daha önce
açıklamış bulunuyoruz).
7- Secdede
ayakları dikip parmakları kıbleye çevirmek sünnettir.
8- Birinci
oturuşta, az önce belirttiğimiz gibi, sol ayağı yere döşeyip üzerine oturmak,
sağ ayağı dikmek sünnettir. İkinci oturuşta ise, sol ayağı biraz öne kaydırıp
sol kalça üzerine oturmak ve sağ ayağı belirtilen şekilde dikmek sünnettir.
9- Namaza
tekbîr ile başlamak farzdır. (Bu konuyu da daha önce açıklamış bulunuyoruz).
10-
Tekbirden sonra kıraate başlanır. Bu konu hakkındaki tesbit ve ictihatları daha
önce açıklamış bulunuyoruz).
11- Her iki
rekâtin sonunda et-Tahiyat okumak sünnet veya vâcibdir.
12- Namazda
kalçayı yere koyup dizleri dikmek mekruhtur.
13- Namazda
secdeye varıldığında kolları yere sermek mekruhtur. (Bu erkekler hakkındadır.
Kadınlar kollarını yere dokundurarak secdeyi yerine getirirler).
14- Namaz,
selâm vermekle tamamlanır.
Hadîslerin ışığında
müctehit imamların görüş, tesbit, ictihat ve istidlalleri:
Mezhep imamlarının
tesbit ve ictihatlarını daha önce kısaca belirttiğimiz için burada tekrar
etmeye gerek görmüyoruz. Konuyla ilgili diğer rivayetler, yorumlar ve
tahliller. 932 dibnotlu Vâil hadîsi hakkında Tirmizi, hasen ve sahih kaydını
koymuştur.
Bu konuda Rıfaâ b.
Râfi' (r.a.)’den yapılan rivayette ise, şöyle demiştir:
"Peygamber (a.s.)
Efendimiz, bedeviye dedi ki:
"Secde ettiğin
zaman secden için iyice temekkün eyle, her azan karar kılıp sakinleşsin. Oturduğun
zaman, sol ayağın üzerine otur."
Ahmed b. Hanbel'in
kendi Müsned'inde naklettiği bu hadîsi, aynı zamanda İbn Ebî Şeybe ve İbn
Hibban da tahrîc etmişlerdir. Bu iki hadîsle ihticac edenler, namazda sol
ayağın üzerine oturmanın, sağ ayağı dik
tutmanın müstehab olduğuna kail olmuşlardır. Nitekim Zeyd b. Ali, Ebû Hanîfe
ve arkadaşları, İmam Sevrî ve arkadaşları aynı görüştedirler. İmam Mâlik, İmam
Şafiî ve arkadaşları, son oturuşta teverrükün müstehab veya sünnet olduğuna
kail olmuşlardır. İmam Âhmed b. Hanbel ise, bir rivayete göre, teverrükün sadece
iki oturuşu olan namazlarda son oturuşta müstehab olduğunu, iki rekâtli
namazların sonunda ise, sol ayak üzerine oturup sağ ayağı dik tutmanın müstehab
olduğunu söylemiştir.
Birinci grup, İmam
Tirmizî'nin hasen ve sahîh kabul ettiği Ebû Humayd hadîsiyle istidlal
etmişlerdir ki onu 934 numara ile nakletmiş bulunuyoruz. Ayrıca 935 nolu Hz.
Aişe (r.a.) hadîsi de onlar için delil teşkil etmektedir.
Müslim'in kendi
sahihinde İbn Zübeyr hadîsini naklederek Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in üçüncü
bir oturuş şeklini belirtmiştir ki o da şöyledir: Resûlüllah (a.s.) Efendimiz
namazın son oturuşunda sol ayağını uyluğuyla bacağı arasına alıp sağ ayağını
yayıp üzerine oturmuştur.. Nitekim Ebû Bekir el-Harakî bu rivayeti ihtiyar
etmiştir. Ancak yapılan bütün araştırmalardan ve ilgili hadislerden,
Resûlüllah'ın (a.s.) bir defaya mahsus böyle yaptığı ortaya çıkıyor. O
bakımdan müctehit imamlardan hiçbiri bu rivayetle ihticac etmemiştir.
Namazda son teşehhüt
için oturmak vacip midir? Bu hususta farklı ictihat ve görüşler vardır. Onları
da şöyle özetliyebiliriz:
a) Ömer b. Hattab (r.a.), Ebu Mes'ud ve Ebû Hanîfe'ye
göre vaciptir. İmam Şafii de aynı görüştedir. Ancak
buradaki vücuptan maksat farzdır. O bakımdan Hanefî mezhebiyle ilgili fıkıh
kitaplarında son teşehhütte oturmak farzdır diye yazılıdır.
b) Hz. Ali
(r.a.), İmam Sevrî, Zührî ve İmam Mâlik'e göre, vacip değildir.
Birinciler,
Resûlüllah'ın (a.s.) buna devam ettiğini dikkate alarak istidlal etmişlerdir.
İkinciler ise, namaz kılmasını dosdoğru bilmeyen adama Peygamber (a.s.)
Efendimizin namaz kılmayı öğretirken son oturuştan söz etmediğini dikkate
alarak istidlal etmişlerdir.
934 nolu Ebû Humayd
hadîsinde, Resûlüllah’ın (a.s.) namazı tarif edilirken secdeye vardığında iki
ayağının parmaklarını kıbleye çeyirdiği belirtilmiştir. Nitekim müctehitlerin
çoğu bu hadîsle istidlal ederek secdede ayak parmaklarını kıbleye çevirmenin
sünnet olduğunu söylemişlerdir.
935 nolu Hz. Aişe
hadîsine gelince: Bunu Ebu'l-Cevzâ'nın Hz. Aişe (r.a.)’dan rivayet ettiği
bilinmektedir. İbn Abdilber, Ebû'1-Cevzâ'nın bunu Hz. Aişe'den işitmediğini
söyleyerek mursel olduğunu belirtmiştir. Böylece hadisin senedinden bir
sahabinin düştüğü anlaşılıyor. Bununla beraber sıhhatında pek şüphe edilmemiş
ve o bakımdan istidlale uygun görülmüştür.
936 nolu Ebu Hüreyre
(r.a.) hadîsini Beyhakî de tahrîc etmiştir ki, Leys b. Ebî Selim rivâyetiyle
bilinmektedir. Ebu Ya'lâ ve Taberânî'nin de tahrîc ettikleri rivayetler
arasında yer almaktadır. Mecmau'z-Zevâid'de, Ahmed'in isnadının hasen olduğu
kaydedilmiştir.[318]
"Karga yeri
gagalar gibi" cümlesini Ebu Dâvud, Nesâî ve İbn Mâce, "Horoz yeri
gagalar gibi" cümlesinin yerine zikrederek tahrîcde bulunmuşlar ve bu
rivayeti Abdurrahman b. Şibl tarikiyle nakletmişlerdir. Namazda köpek oturur
gibi oturmayı men'eden rivayeti aynı zamanda Tirmizi, Ebû Dâvud, Nesâî ve İbn
Mâce tahrîc etmişlerdir.. Ancak hadîsin isnadında el-Hars el-A'ver bulunuyor.
Şevkani Neylü'l-evtar'da bu râviye dikkatleri çekmişse de, Zehebî Mîzanü'l-î'tidal'da
böyle bir isim üzerinde durmamıştır.
Ancak İbn Mâce'nin
Enes (r.a.)’den yaptığı rivayetin isnadında el-Alâ' Ebû Muhammed bulunuyor ki,
bu zatın zayıf olduğunu bazı hadîs imamları tesbit
etmişlerdir.[319] Ancak Beyhakî değişik
bir lafızla yine onun rivayetinden bu manada bir hadîs tahrîc etmiş ve ayrıca
Cabir b. Semure'den de buna yakın bir rivayet nakletmiştir. İbn Mâce ise şu
mânada bir hadîsi Hz. Aişe (r.a.)’dan rivayet etmiştir: "Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz secde ettiği zaman, başını kaldırınca iyice oturup belini
doğrultmadan ikinci secdeye eğilmezdi ve sol ayağını yayıp üzerine
otururdu."
Bilindiği gibi,
namazın birinci ve ikinci oturuşlarında teşehhüt okunur, buna et-Tahiyat da
deriz. Ancak bu konuda Ashab-ı Kirâm'dan dört, beş kadar ayrı metin rivayet
edilmiştir. Onlardan biri, İbn Mes'ud'un (r.a.) naklettiği teşehhüttür. Yapılan
sahih tesbitlere göre, rivayet şu lâfızlarla nakledilmiştir:
İbn Mes'ud (r.a.)’den yapılan rivayette demiştir ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz bana, Kur'ân'dan nasıl bir sûre öğretiyorduysa, öylece
teşehhüdü öğretti:
Et-Tehiyyatü Lillahî
Va's-Salavatu Va't-Tayyîbatü, Es-Selamü Aleyke Eyyühen-Nebiyyü Ve Rahmetü'llahi
Ve Berekatuhü, Es-Selamu Aleyna Ve Alâ İbadillahi's-Salihine, Eşhedü Ella İlahe
İllallah Ve Eşhedü Enne Muhammed'en Abduhü Ve Resuluhu.[320]
Diğer bir lafızla
Peygamber (a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Sizden biri
namazda oturduğu zaman şöyle desin: Et-Tehîyyatü Lîllahî... Ve Ala
İbadillahî's-Salîhın dediğiniz zaman, gökte ve yerde Allah'ın her sâlih kulu
üzerine selâm vermiş olursunuz. et-Tahiyat'ın sonunda ise, istediğinizi seçip
isteyin."[321]
Ahmed b. Hanbel'in Ebu
Ubeyde'den yaptığı rivayette, Abdullah (r.a.) şöyle demiştir:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz ona teşehhüdü öğretti ve insanlara öğretmesini emretti:
Et-Tehiyyatü......"[322]
İmam Tirmizî, teşehhüt
hakkında en sahîh hadîs İbn Mes'ud'un (r.a.) hadîsidir ki, ilim ehlinin çoğu
onunla amel etmektedir, demiştir.
Rivayetlerin ışığında
müctehit imamların ihticac ve istidlalleri:
a) Hanefî mezhebine göre:
Üç ve dört rekâtli
namazlarda birinci oturuş vaciptir. Kasden terkeden isâet işlemiş olur,
yanılarak terkedene yanılma secdesi gerekir. Çünkü Resûlüllah (a.s.) hayatı
boyunca buna devam etmiştir ki, onun bu devamı vücuba delâlet eder.
Birinci oturuşun farz
olmadığı ise, şu rivayetten anlaşılmaktadır:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz birinci oturuşu yapmadan üçüncü rekâte kalktı, sübhanellah
denildiği halde geri dönmedi.."[323]
Hanefî fukahasından çoğu bunu dikkate alarak birinci oturuş sünnettir,
demişlerdir. Bundan maksat, birinci oturuşun vücubu sünnet ile anlaşılmıştır
veya vâcib derecesinde kuvvetli bir sünnettir demektir.
Namazın ikinci (son)
oturuşunda Teşehhüt okumak vaciptir. İmam Şâfiîye göre, farzdır. Çünkü Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz hayatı boyunca buna devam etmiştir. Bu da İmam Şafiî'ye göre,
onun farz olduğuna delil sayılır.
Abdullah b. Mes'ud
(r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir ki:
"Teşehhüt henüz
farz kılınmadan önce biz namazda otururken Es-Selamü Ala Cibrîle ve Mikile
derdik. Peygamber (a.s.) Efendimiz (bir gün) bize dönerek şöyle buyurdu:
Et-Tehiyyatü Lillahi... deyin ve böylece Teşehhüt ile bize emretti. Bu da
Teşehhüd'ün farziyetine delâlet eden bir diğer delil olarak bulunuyor.[324]
Hanefîlerin bu husustaki
delili ise, Peygamber (a.s.) Efendimiz'in bedeviye:
"Başını son
secdeden kaldırdığın ve teşehhüt miktarı oturduğun
zaman namazın cidden tamamlanmış olur.."
Böylece namazın
mücerret oturmakla tamam olacağı sübut bulmuş oluyor, o bakımdan Hanefilere göre,
Teşehhüt okumak farz değil vaciptir. İbn Mes'ud'un Teşehhüd'ü okunur.
b) Şafiî
mezhebine göre:
Az yukarıda Şafiî
mezhebinin görüşünü kısa belirtmiş olduk. Ancak önemi bakımından o mezhepte
kaynak sayılan kitaplardan bir iki parça nakletmemizde yarar görüyoruz.
Namazın 11. rüknü,
Teşehhüt ve kuuddür. Eğer bu ikisinden sonra selâm veriliyor, yani namaz
bitiyorsa, ikisi de rükündür, selâm verilmiyorsa o takdirde sünnettirler. Bunun
gibi son oturuşta Peygamber (a.s.) Efendimiz'e salât getirmek de farzdır.
Birinci oturuşta ise, mezhebin en zahir kavline göre, sünnettir.[325]
Birinci ve ikinci
oturuşta okunacak Teşehhüdü İmam Şâfii, İbn Abbas'dan (r.a.) rivayet edilen
şekliyle daha uygun görmüştür ki şu lafızlarla okunur:
Et-Tehiyyatü Lillahi,
Selamün Aleyke Eyyühe'n-Ne-Biyyü Ve Rahmetüllahî Ve Berakatühü, Selamün Aleyna
Ve Ala İbadi'llahi's-Salihıne, Eşhedü Ella İlahe İllallah Ve Eşhedü Enne
Muhammeden Resülüllah.[326]
c) Hanbelî
mezhebine göre:
Diğer mezheplerde
olduğu gibi, namazın sonunda oturmak farzdır. Ancak Hanbeli'lere göre,
teşehhüt ve iki selâm miktarı oturmakla bu farz gerçekleşir. Şafiî mezhebinde
ise, son oturuş teşehhüt ve salâvat miktarı oturmakla gerçekleşir.
Okunan teşehhüde
gelince, Hanefilere göre, vacip, Mâlikilere göre, sünnet Şâfiîlere göre
farzdır. Hanbeli'lere göre, bir rivayete göre vacip, bir rivayete göre
sünnettir. Onlar da lafız olarak, İbn Mes'ud (r.a.)’un rivayetini seçmişlerdir.[327]
d) Malikî
mezhebine göre:
Bu mezhebin görüş ve
ictihadını kısmen açıkladık. İmam Mâlik, Teşehhüt efazında Hz. Ömer'den (r.a.)
yapılan rivayeti seçmiştir.
Farz olan selâm
miktarı oturmak farzdır, teşehhüt miktarı oturmak sünnettir. Peygamber'e (a.s.)
salât-ü selam getirecek kadar oturmak menduptur. Sahih olan da budur.[328]
Konuyla ilgili diğer
rivayetler, yorumlar ve tahliller:
İbn Mes'ud hadîsini
aynı zamanda Hafız Bezzar da hem rivayet etmiş, hem de bu konuda en sahihidir,
demiştir. Yapılan tesbitlere göre, sözü edilen hadîs, yirmi küsur tarikle ele
alınıp nakledilmiştir. el-Bağavi Şerhü's-Sünnet'te bunun üzerinde durmuş ve
kesin ifadeler kullanmıştır. İmam Müslim ise, insanların daha çok İbn Mes'ud
(r.a.)’ın rivayet ettiği teşehhüdü seçip üzerinde icma' etmesinin sebebini, İbn
Mes'ud'un (r.a.) arkadaşlarının ve kendisine tabi olanların bu hususta
birbirine muhalefet etmediklerinde görmektedir. Diğer ashaptan rivayet edilen
Teşehhütler hakkında ise, onların arkadaşları ve kendilerine tabi' olanların
farklı görüşleri bulunduğu tesbit edildiğinden, insanların çoğu o rivayetleri
seçmemişlerdir.
Teşehhüdü, İbn Mes'ud'dan
başka birçok ashab-ı kiram, Resûlüllah'tan rivayet etmişlerdir. Onları şöyle
sıralayabiliriz:
1- Câbir
(r.a.)
Bunu Nesâî, İbn Mâce,
Tirmizi ve Hâkim rivayet etmişlerdir. Ricali sikat (güvenilirler) dir.
2- Hz. Ömer
(r.a.)
Hz. Ömer'in (r.a.) bu
konudaki hadîsini İmam Mâlik, İmam Şafii, Hâkim ve Beyhakî rivayet
etmişlerdir. Dârekutnî Hz. Ömer hadîsinin mevkuf olduğunu belirtmiş ve bu
hususta farklı görüş ortaya koyan olmamıştır, demiştir.
3- İbn Ömer
(r.a.)
Onun hadîsini Ebû
Dâvud, Dârekutnî ve Taberânî tahrîc etmişlerdir.
4- Hz. Ali
(r.a.)
Onun hadîsini sadece
Taberâni, isnad-i zayıf ile tahrîc etmiştir.
5- Ebû Musa
(r.a.)
Onun hadîsini Müslim,
Ebû Dâvud, Nesâî ve Taberânî rivayet etmişlerdir.
6- Hz. Aişe
(r.a.)
Onun hadîsini Hasan b.
Süfyan kendi Müsned'inde tahric etmiş, Beyhakî de ona yer vermiştir. Dârekutni
onun mevkuf olduğunu belirterek bu yönüyle ağırlık kazandığını, söylemiştir.
7- Hz.
Semüre (r.a.)
Onun hadîsini Ebû
Dâvud tahrîc etmişse de isnadı zayıf kabul edilmiştir.
8- İbn
Zübeyr (r.a.)
Onun hadîsini Taberâni
tahrîc etmiştir. Ancak rivayet zincirinde İbn Lühay'a teferrüt etmiştir.[329]
9- Muaviye
(r.a.)
Onun hadîsini Taberâni
isnad-i hasen ile tahrîc etmiştir.
10- Selmân
(r.a.)
Onun bu konudaki
hadîsini Taberâni, Bezzar ve Ebû Nuaym rivayet etmişlerdir. İsnadı zayıftır.
11- Ebu
Humayd (r.a.)
Onun hadîsini Taberâni
tahric etmiş, Hafız Bezzar isnad-i hasen ile rivayet etmiştir. Ayrıca İbn Ebî
Şeybe mevkufen rivayet etmiştir.
12- Hüseyin
b. Ali (r.a.)
Onun bu konudaki
rivayetini Taberâni tahric etmiştir.
13- Talha b.
Ubeydullah (r.a.)
el-Hafız tahrîc etmiş
ve isnadının hasen olduğunu belirtmiştir.
14- Enes
(r.a.)
Yine el-Hafız onu
rivayet etmiş ve isnadının sahih olduğunu söylemiştir.
15- Ebû
Hüreyre (r.a.)
Onun hadîsini yine
el-Hafız tahrîc etmiş ve ve isnadının sahih olduğunu belirtmiştir.
16- Ebû Saîd
(r.a.)
el-Hafız onun da
isnadının sahih olduğunu kaydetmiştir. Bunlardan başka Ümmü Seleme, Huzayfe ve
Muttalib b. Rabi'a
ile İbn Ebî Evfâ (Allah hepsinden razı
olsun) Teşehhütle ilgili rivayetler yapmışlardır. Ancak bir kısmının isnadı
üzerinde bazı şeyler söylenebilir.
Teşehhüt'te yer alan
bazı kelimelerin açıklanması:
et-Tehıyyat,
"tehiyye" nin çoğuludur. Selâm, Baka, Azamet. Selâmet ve Mülkü
saltanat gibi manalara delâlet eder. Bütünüyle tâ'zimi müşirdir.
es-Salâvat, beş vakit
namaz, bütün namazlar, Hakk'a yapılan her türlü ibâdet ve dualar demektir.
Ayrıca rahmet manasına da delâlet eder.
Bazı ilim adamlarına
göre, et-Tehiyyat, sözlü ibâdete; es-Salâvat, fiilî ibâdetlere; et-Tayyibat
malî ibâdetlere işarettir.
et-Tayyibat, güzel ve
uygun sözler, Allah'ı anmalar, salih ameller gibi manalara delâlet eder.
Teşehhütle ilgili
diğer iki hadis:
İbn Abbas (r.a.)’dan
yapılan rivayette demiştir ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz bize Kur'ân'dan sûre öğrettiği gibi, Teşehhüd'ü de öğretti.
Resûlüllah şöyle buyurdu:
"et-tahıyyatü
el-mubarekâtü es-salavatü et-tayyibatü es-selamü aleyke eyyühennebiyyü ve
rahmetü'llahi ve berekâtühü, es-selâmü aleyna ve ala ibadîllahi's-salihîne,
eşhedü ella îlahe illallah ve eşhedü enne muhammeden resûlüllah."[330]
Tirmizi bu hadisi
sahihlemiş ve içinde geçen "es-Selâm" kelimesini "selâmün"
şeklinde elif-lâmsız rivayet etmiştir. İbn Mâce de bunu Müslim gibi rivayet
etmiş, ancak "Resûlüllah" yerine, "abdühü ve resulühü"
lafızlarını zikretmiştir. İmam Şafiî ile İmam Ahmed b. Hanbel de
"es-Selâm" lafzını nekre, yani elif-lâmsız ve sonunda
"eşhüdü" lâfzını zikretmeyip sadece "ve enne Muhammed'en.."
şeklinde rivayet etmişlerdir. Nesâi de Müslim gibi rivayet etmiş, sadece
"es-selâm" yerine "selâm" lafzını koymuştur.
Hz. Ömer'den (r.a.) yapılan
rivayette, demiştir ki:
"Namaz ancak
teşehhütle yeterli olur."[331]
1- Namazın
son oturuşunda Teşehhüt okumak vaciptir.
Bu, İmam Ebû Hanîfe'ye
göredir. İmam Şafiî'ye göre, farzdır.
2- Namazın
birinci oturuşunda Teşehhüt okumak sünnettir. Mâlikîlere göre, her iki oturuşta
da Teşehhüt sünnettir.
3- Üç ayrı
Teşehhüt şekli rivayet edilmiştir. En sahih, İbn Mes'ûd'un ki kabul edilmiştir.
Bununla beraber gerek İbn Abbas'tan, gerekse Hz. Ömer'den (Allah ikisinden de
razı olsun) rivayet edilen şekilleri okumakta bir sakınca yoktur.
Namaz bütünüyle zikir,
dua, niyaz ve teslimiyettir. O bakımdan teşehhüt için oturulduğunda kalbimiz
Allah'ın varlığını tasdik, dilimiz ikrar, parmağımız tanıklık edip işarette
bulunur. Ancak bununla ilgili rivayetler üzerinde durup istidlal ve ihticacda
bulunan ilim adamlarının tesbitleri farklı, ictihatları değişik olmuştur.
İlgili hadîsler:
Vâil b. Hücr
(r.a.)’den yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimizin namazını vasfederken
bellediklerini söyledikten sonra şöyle dedi:
"Peygamber (a.s.)
oturdu, sol ayağını yere yayıp sol elinin içini sol uyluğu ile dizi üzerine
koydu; sağ dirseğinin ucunu sağ uyluğunun üzerine koyduktan sonra
parmaklarından ikisini kapadı, baş parmağıyla orta parmağını halka şeklinde
tuttu ve sonra da şehadet parmağını kaldırdı. Onu hareket ettirip onunla dua
ettiğini gördüm."[332]
İbn Ömer (r.a.)’dan
yapılan rivayette demiştir ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz namazda oturduğu zaman iki elini iki dizi üzerine koyar, sağ
elinin baş parmaktan sonraki parmağını kaldırıp onunla duâ ederdi. Sol elini
de açık bir vaziyette sol dizi üzerine koyardı."
Diğer bir lafızla
şöyle rivayet etmiştir:
"Resûlüllah
(a.s.) Efend,miz namazda oturunca, sağ elinin içini sağ dizi üzerine koyar ve
bütün parmaklarını yumar, sadece baş parmağından sonraki parmağıyla işarette
bulunurdu. Sol elinin içini sol dizi üzerine koyardı."[333]
Hadîslerin açık delâletinden
şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Namazda
teşehhüde oturulduğunda ellerin içini dizlerin üzerine koymak sünnettir.
2- Serçe
parmakla bitişiğindeki parmağı kapayıp orta parmakla baş parmağı halka yapmak
ve şehadet parmağıyla işarette bulunmak müstehabdır. Tabi bu sağ ele mahsustur.
3- Namazda
teşehhüde oturulduğunda sağ elin bütün parmaklarını kapayıp sadece şehadet
parmağıyla işarette bulunmak müstehabdır.
4- Şehadet
parmağıyla işarette bulunmak, "illallah" lafzı söylenirken
gerçekleştirilir. Böylece Allah'ın varlığını ve birliğini isbatta söz, fiil ve
itikat birleşmiş olur.
Mezhep imamlarının
görüş, tesbit ve istidlalleri:
a) Hanefi
mezhebine göre:
Teşehhütte
"eşhedü ellâ ilahe illallah" denildiğinde parmakla işarette bulunma
hususunda meşayihin farklı görüşleri olmuştur: Bir kısmı, işarette bulunmak
müstehab değildir, çünkü elin içini açık bir vaziyette diz üzerine koymak
sünnettir. Parmakların kapanıp işaret parmağının hareket ettirilmesi bu sünnete
muhalif düşer. Bir ikisini ise, işaret parmağı kaldırılarak hareket ettirilir.
Nitekim İmam Muhammed Kitabü'l-Müsebbihe'de, Peygamberin (a.s.) parmağıyla
işarette bulunduğunu rivayet ederek Peygamber (a.s.) Efendimizin yaptığı gibi
yapmanın müstehab olduğunu söylemiştir. Ebû Hanife'nin de kavli bu doğrultudadır.
Ancak teşehhütte
parmakla işarette bulunmanın keyfiyeti hakkında iki ayrı tesbit söz konusudur:
Medine halkı parmaklan kapayıp 53 rakamını ifade eder bir şekil üzerinde
durmuştur, yani serçe parmakla bitişiğindeki parmak kapatılır, orta parmakla
baş parmak halka edilir ve şehadet parmağıyla işaret yapılır. el-Fakıh Ebû
Cafer el-Hendevânî de bu şekli uygun görmüştür.[334]
Bununla beraber hanefi
fukahası, elleri açık bir vaziyette dizler üzerine koymanın daha uygun olacağı
üzerinde durmuşlardır. O bakımdan bu mezhebe bağlı olanların çoğu teşehhütte
hem parmaklarını kapamazlar, hem de işarette bulunmazlar.
b) Şafiî
mezhebine göre:
Teşehhütte sağ elinin
serçe ve bitişiğindeki parmakları kapamak, onlarla birlikte orta parmağı da
kapayıp müsebbiha (şehâdet parmağı) serbest bırakılır ve "illallah"
lafzı söylenirken yukarıya kaldırılır, başka hareket ettirilmez. En zahir kavle
göre, baş parmak da orta parmakla birlikte halka edilip kapatılır ve el, 53
rakamını ifade edenin şekline sokulur.[335]
c) Hanbeli
mezhebine göre:
Namazda teşehhüde
oturulduğunda sol eli açık vaziyette, sağ eli de hadiste belirtilen 53
rakamının ifade eder şekilde diz üzerine koymak müstehabdır. Hanbeliler bu
konuda yukarıda naklettiğimiz iki hadîsi delil seçip istidlalde bulunmuşlardır.
Şafii mezhebinde olduğu gibi, şehadet parmağını sadece kaldırmakla yetinir,
başka bir hareket ettirmez.[336]
Teşehhütte her iki eli
de açık bir vaziyette dizler üzerine koymakta bir sakınca olmadığı gibi, sağ
eli 53 rakamını ifade eder şekle sokup koymak daha uygun olur. Medine halkının
ameli de hep böyle olmuştur.
Konuyla ilgili diğer
rivayetler, yorumlar ve tahliller:
951 nolu Vâil b. Hücr
hadisini aynı zamanda İbn Huzayme ve Beyhakî de tahrîc etmişlerdir. Ancak
hadîste Vâil, "Peygamber (a.s.) Efendimizin şehadet parmağını
kaldırdığını, hareket ettirdiğini gördüm" demiştir ki, bu konuyla ilgili
diğer hadîslere uymamaktadır. Nitekim Ahmed b. Hanbel, Ebû Dâvud, Nesâî ve İbn
Hibban'ın İbn Zübeyr'den (r.a.) rivayet ettikleri hadiste, adı geçen şöyle
demiştir: "Peygamber (a.s.) sebbabe (şehadet) parmağıyla işaret ediyor, hareket
ettirmiyordu ve gözleri işaret sınırını aşmıyordu."
Müslim ise, İbn
Zübeyr'in hadîsinin sadece "Sebbabe (şehadet) parmağıyla işaret
ediyor.." bölümünü nakletmiştir.
O halde Vâil hadîsinde "hareket
ettirdiğini gördüm" sözünden maksat, işaret için kaldırmak olabilir. Çünkü
parmağı kaldırmak, onu hareket ettirmek demektir.
952 nolu İbn Ömer
hadisini Taberâni şu lâfızla tahrîc etmiştir:
"Peygamber (a.s.)
namazda teşehhüt için oturduğu zaman elini sağ dizi üzerine koyar, sonra
şehadet parmağını kaldırır, diğer parmaklarını yumardı."
Teşehhütte sağ elin
şehadet parmağını kaldırma ve diğer parmakları kapama konusuna Ebu Cafer
et-Tahavî, Zeylaî ve İbn Dakik el-Iydi gibi, ahkâm hadîslerini nakleden ilim
adamları yer vermemişlerdir. Ancak Şevkanî Neylü’l-Evtar'da konuya geniş yer
ayırmış ve birçok rivayetleri nakletmiştir.
Aynı zamanda Mâliki
mezhebinde mutemed fıkıh kitaplarından el-müdevvenetü'1-Kübra'da da bununla
ilgili herhangi bir açıklama yapılmamıştır. Abdurrahman el-Cezîrî ise,
Kitabu'l-Fıkhı Alâ'l-Mezahıbi'l-Arbaa adlı eserinin birinci cilt
"Teşehhüdü’l-Ahîr" başlığı altında kısmen bilgi vermiştir.
1- Namazda
teşehhüde oturulduğunda et-Tahiyyat'ın şehadet bölümüne gelindiği zaman, yani
"eşhedü ella ilahe illallah" denildiğinde sağ elin şehadet parmağını
kaldırmak müstehabdır. Şafiî mezhebine göre, sünnettir. Hanefiler de bunun
istihbab olup olmadığında farklı görüşler ortaya koymuşlardır.
2- Parmağı
sadece kaldırmakla yetinmek, başkaca hareket ettirmemek müstehabdır.
Allah'ı bize tanıtan,
kulluğumuzu öğreten, bizimle Allah arasındaki engeleri kaldıran, insan ruhunun
ancak ibâdetle arınabileceğini ve yeterli gıda alabileceğini beyân eden
Resûlüllah (a.s.): Efendimizi salât ü selâmla anmamız Müslüman olarak
terbiyemiz, nezaketimiz ve kadir bilirliğimizin gereğidir. O bakımdan namazda
teşehhüde oturduğumuzda, Onun talim ettiği şekilde ibâdetimizi tamamlarken
kendisini salât ü selâm ile yadetmemiz sünnet sayılmıştır.
İlgili hadisler:
Ebû Mes'ud (r.a.)’den
yapılan rivayette demiştir ki:
"Sa'd b.
Ubade'nin (r.a.) meclisinde bulunduğumuz bir sırada Resûlüllah (a.s.) Efendimiz
çıkageldi. Beşir bin Sa'd (r.a.), Peygamberimize dedi ki:
"Allah bize sana
salât getirmemizle emretti; sana nasıl (hangi lâfızlarla) salât
getirelim?"
Bunun üzerine
Resûlüllah (a.s.) Efendimiz sustu, o kadar ki, keşke Beşîr O'ndan sormasaydı
diye temenni ettik. Sonra Resûlüllah (a.s.) şöyle buyurdu:
"Deyin ki:
Allahümme Salli Alâ Muhammed'în Ve Alâ Âlî Muhammed'in Kema Salleyte Alâ
İbrahim'e Ve Barik Alâ Muhammed'în Ve Alâ Âli Muhammed'in Kema Barekte Alâ Âli
İbrahim'e, İnneke Hamîdün Mecîd. Selâm vermeyi daha önce öğrenmiş
bulunuyorsunuz."[337]
Kâb b. Ucre (r.a.)’den
yapılan rivayette demiştir ki:
"Bizler, Ey
Allah'ın Peygamberi! dedik, sana nasıl selâm verilir, onu bize öğret veya
tanıt. Şöyle buyurdu:
"Deyin ki:
Allahümme Sallî Alâ Muhammed'in Ve Alâ Âlî Muhammed'în Kema Sallayte Alâ Âli
Îbrahîm'e İnneke Hamîdün Mecîd. Allahümme Bârik Alâ Muhammed'in Ve Alâ Âli
Muhammedin Kema Barekte Alâ Âli Îbrahîm'e İnneke Hamîdün Mecîd"[338]
Ancak Tirmizî bunu
rivayette, her iki yerde de ayrıca İbrahim ismini kullanmış, âli'ni zikretmemiştir.
Fezale bin Ubeyd
(r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir ki:
"Peygamber (a.s.)
Efendimiz, bir adamın namazda dua edip Peygamber'e (a.s.) ve âline salât
getirmediğini işitti. Bunun üzerine şöyle buyurdu:
"Bu adam acele
etti."
Sonra da onu çağırıp
ona veya başka birine dedi ki:
"Sizden biri namaz
kıldığı zaman, önce Allah'a hamd sena ile başlasın, sonra Peygamber'e (a.s.)
ve âline salât getirsin, ondan sonra da dilediği kadar dua etsin."
Aynı hadîsi Tirmizî
rivayet edip sahîhlemiştir:
Hadîslerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Namazın
sonunda teşehhütten sonra Peygamber (a.s.) Efendimiz ile âline salât-ü selâm
getirmek, yani hadîste belirtilen elfazı söylemek sünnettir.
2- Namazın
birinci oturuşunda da aynı şeyin söylenmesinin müstehab olduğu anlaşılıyorsa da
müctehit imamların farklı görüşleri söz konusudur.
3- Duada
müstehab olan tertip şöyledir: Önce Allah'a ham ve sena edilir; sonra Peygamber
(a.s.) Efendimiz'e salât-ü selâm getirilir; sonra da meşru sınırlar içinde duâ
edenin arzusu doğrultusunda dilek ve hacetler arzedilir.
Hadîslerin ışığında
müctehit imamların istidlal, ihticac ve ictihatları:
a) Hanefî
mezhebine göre:
Namazda birinci
oturuşta sadece İbn Mes'ud (r.a.)’den rivayet edilen teşehhüt okunur, başkaca
ne bir duâ, ne de salâvat söylenir. Nitekim et-Tahavî bu konuda şöyle demiştir:
"Kim bundan fazla
bir şey okur veya söylerse, gerçekten o, icmaa muhalefet etmiş sayılır."
Şüphesiz ki, Ebû Cafer et-Tahavî selefin mezhebini en iyi bilenlerden biridir.[339]
O halde birinci
oturuşta teşehhütten sonra unutarak Allahümme Salli Ala Muhammed'in derse,
îmanı Ebû Yusuf ile İmam Muhamnıed'e göre, yanılma secdesi gerekmez. Hasan b.
Ziyat ise el-Amâlî'sinde İmam Ebû Hanîfe'den yaptığı rivayette, yanılma secdesinin
gerektiğini belirtmiştir.[340]
Namazda ikinci
oturuşta ise, teşehhütten sonra, kişi kendi hacetini ifade eder, ancak bunlar
insan sözüne benzer ölçüde olmamalıdır. et-Tahavî ise, teşehhütten hemen sonra
Peygamber (a.s.) Efendimiz'e salât-ü selâm getirilir ve sonra hacetini dile
getirip birtakım dileklerde bulunur, demiştir. Bu arada kendisi, ana-babası ve
bütün mü'minler için istiğfarda bulunur. Sahih plan da budur. Nitekim
Resûlüllah (a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Sizden biri
namaz kıldığı zaman önce Allah'a hamd ve sena ile başlasın, sonra bana salât-ü
selâm versin, sonra duâ etsin ve Peygambere (a.s.) salât getirsin."
İşte ümmet için maruf
olanı budur.[341]
b) Şafii
mezhebine göre:
İkinci veya son
oturuşta Peygamber'e (a.s.) salât-ü selâm getirmek farzdır. Mezhebin en zahir
kavline göre, birinci oturuşta Peygambere salât getirmek sünnettir. Birinci
oturuşta Peygamberin Âline salât getirilmez, sahîh olan budur. İkinci oturuşta
getirmek sünnettir.
Peygamber'e (a.s.)
salâtın en kısa şekli şöyledir: Allahümme Sallî Alâ Muhammed'în Ve Âlihi..
Fazla olarak İnneke Hamidün Mecîd'e kadar uzatmak ise, son oturuşta sünnettir.
Salâttan sonra duâ etmek de sünnettir, ancak me'sür olanını seçip söylemek af
daldır.
Salât ve me'sur
duaları söylemekten âciz olanlar kendi dillerine çevrilmiş olanını
söyleyebilirler.[342]
İmam Şafiî de şöyle
demiştir:
"Peygambere
(a.s.) salât getirmenin en uygun farz olduğu yer namazda teşehhütten sonra
olanıdır. Ayrıca İmam Şafiî teşehhütten sonra, yani ikinci oturuşta söylenecek
salât elfazını, Kâb b. Ucre ile Ebû Hüreyre'den (Allah ikisinden de razı
olsun) rivayet edilenin daha uygun olduğunu söylemiştir.[343]
c) Hanbelî
mezhebine göre:
İmam Ahmed b. Hanbel'e
göre, teşehhütten sonra -son oturuşta- Peygambere (a.s.) salât getirmek vâcib
değil, sünnettir. Nitekim el-Mervezî diyor ki:
"Bir adam, İmam
Ahmed'e dedi ki: Efendim, İbn Râhuye diyor ki:
"Eğer bir adam
teşehhütte Peygambere (a.s.) salât getirmeyi terkederse, namazı bâtıl olur, siz
ne buyurursunuz? İmam ona şu cevabı verdi: Ben böyle demeye cesaret
edemem.."[344]
d) Mâliki
mezhebine göre:
Birinci oturuşta
teşehhütten sonra sadece Peygambere (a.s.) salât getirmek, ikinci oturuşta yine
teşehhütten sonra hem Peygambere (a.s.), hem onun âline salât getirmek
sünnettir.[345]
Konuyla ilgili diğer
rivayetler, yorumlar ve tahliller:
Ihkâmü’l-Ahkâm sahibi
İbn Dakiyk el-Iyd, Kâb b. Ucre (r.a.) hadîsini açıklarken şöyle diyor: Buhari
bunu birden fazla yerde muhtelif lafızlarla tahric etmiştir. Ayrıca Müslim, Ebû
Dâvud, Nesâî, Tirmizi ve İbn Mâce de aynı hadîsi tahrîc edenler arasında bulunuyorlar.
Bu bapta bir çok, sahih değişik ibareler varit olmuştur.
İmam Nevevî
el-Mühezzeb Şerhi'nde diyor ki:
"Salâtla ilgili
varit olan sahih hadislerdeki lâfızları toplayıp şöyle demek daha uygun olur:
Allahümme Salli Ala Muhammed'îni'n-Nebîyyi'l-Ümmiyyî Ve Alâ Âli Muhammed'în Ve
Ezvacihi Ve Zühriyyetîhi Kema Sallayte Alâ İbrahim'e Ve Alâ Âli İbrahim'e
Fi'l-Âlemîne İnnneke Hamîdun Mecîd.
el-Irakî ise, bu
hususta diğer sahih hadîslerle varit olan bazı lâfızlar daha kaldı ki onlar
beş tanedir, hepsini şöyle demek suretiyle biraraya toplamış oluruz: Allahümme
Salli Alâ Muhammed'în Abdike Ve Resûlîke'n-Nebiyyî'l-Ümmîyyi Ve Alâ Âlî
Muhammed'in Ve Ezvacihi Ümmehâti'l-Mü'minîne Ve Zürriyetihi Ve Ehli Beytihî
Kema Sallayte Alâ İbrahim'e Ve Alâ Âlî İbrahim'e İnneke Hamîdün Mecîd."[346]
el-Münteka Şehr'inde
diyor ki:
"Hadîste
Resûlüllah'ın (a.s.) "deyin.." emri, namazda salât getirmenin
vücubuna delâlet etmektedir ki bu teşehhütten sonra söylenir. Nitekim Hz.
Ömer, oğlu Abdullah, İbn Mes'ud ve Câbir b. Zeyd de aynı görüştedirler. Allah
hepsinden razı olsun. İmam Şa'bî, Muhammed b. Kâb el-Kurezî, Ebu Cafer
el-Bakır, el-Hâdî, el-Kasım, Şafiî, Ahmed b. Hanbel, İshak da bu
görüştedirler."[347]
Ancak az yukarıda da açıkladığımız gibi, İbn Kudâme el-Muğnî'de İmam Ahmed'in
görüşünü belirtirken, teşehhütten sonra salât getirmenin sünnet olduğuna kail
bulunduğunu söylemiştir. el-Münteka sahibi ise, onun hilâfına bir tesbitte
bulunmuştur. Kanatimce, İbn Kudâme'nin tesbiti daha sıhhatlidir.
Nitekim Cumhur da
teşehhütten sonra salât getirmenin vâcib olmadığını
belirtmiştir ki İmam Mâlik, İmam Ebû Hanîfe ve arkadaşları, İmam Sevri, İmam
Evzaî ve arkadaşları cumhurun bir kanadını oluşturmaktadırlar. Taberi ile
Tahavî de önce gelen ilim adamlarıyla, sonra gelenler de salâtın adem-i
vücubuna kail olmuşlardır, demişlerdir.[348]
Aynı konuyu Sıddîk
Hasan Han, Bülûğü'l-Meram şerhinde ele alıp üzerinde durmuş ve teşehhütten
sonra salât getirmenin vâcib olup olamadığıyla ilgili görüşleri naklederek
araştırıcılara malzeme, vermiştir. Ayrıca Peygamberin âline salât getirmenin
gereği üzerinde durmuştur ki, ileride o konuyu ayrıca işleyeceğimizden burada
üzerinde durmak istemedik.[349]
Zeylai ise İbn Mes'ud
hadîsini tahlil ederek diyor ki: Hadîsin son kısmında "böyle
dediğiniz" veya "böyle söylediğiniz zaman..." cümlesi üzerinde
durulmuş, Peygambere (a.s.) ait olup olmadığı hakkında farklı görüşler izhar
edilmiştir. Eğer Peygambere ait olduğu sıhhat kazanırsa, o takdirde teşehhütte
Peygambere salât getirmenin vacib olmadığı ortaya çıkar.[350]
956 nolu Ebû Mes'ud
hadîsiyle istidlal edenler ise, teşehhütten sonra Peygambere (a.s.) salât
getirmenin vâcib olduğunu söylemişlerdir. Nitekim Hakim bunu el-Müstedrek'te
tahrîc edip, Müslim'in şartı üzerine sahihtir, demiştir. Dârekutnî de kendi
sünen'inde rivayet etmiştir.
Vücubuna kail
olanların ikinci delili şu hadîstir:
Abdülmuheymin b. Abbas
b. Sehl b. Sa'd es-Sâidi'den, o da babasından, o da dedesinden, o da
Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'den rivayet etmiştir ki, Efendimiz (a.s.) şöyle
buyurmuştur:
"Abdesti olmayanın
namazı caiz değildir. Allah'ın ismini anmayanın abdesti caiz değildir.
Peygambere (a.s.) salât getirmeyenin namazı caiz değildir. Ansarı sevmeyenin
namazı namaz değildir."[351]
İbn Mâce'nin tahrîc
ettiği bu hadîs üzerinde hayli durulmuş, Hakim el-Müstedrek'te nakledip Buharî
ve Müslim'in Abdülmuhaymin'den tahrîc yapmadıklarına dikkatleri çekmiştir.
Dârekutnî kendi Sünen'inde rivayet ettikten sonra, "Abdülmuhaymin kaviy
değildir" demiştir. İbn Hibban ise, onunla ihticac olunmaz, diyerek zayıf
olduğunu belirtmiştir. Taberâni bunun bir benzeri hadisi Ubey b. Abbas b. Sehl
b. Sa'd'den, o da babasından, o da dedesinden merfuan rivayet etmiştir ki, bu
durumda Abdülmuhaymin'in hadîsi sevaba daha müşabih görülmüştür. Bununla
beraber ilim adamlarından bir topluluk Ubey b. Abbas üzerinde hayli şeyler
söylemişlerdir ki İmam Ahmed onlardan biridir. Nesâî ile İbn Maîn de onun zayıf
olduğuna kail olmuşlardır. Nitekim Zehebî bu zat hakkında şöyle yazmıştır:
"İbn Maîn onun zayıf olduğunu, Ahmed b. Hanbel münker olduğunu, Nesâî ve
Dolabi onun kaviy olmadığını söylemişlerdir."[352]
Zeylai'nin işaret
ettiği Abdülmühaymin hakkında ise Zehebi şu sözleri yazmıştır:
"Buharî, onun
münkerü'l-hadîs olduğunu, Nesâî onun sika olmadığını Dârekutni onun kaviy
olmadığını söylemişlerdir."[353]
Namazda Resûlüllah'a
(a.s.) salât getirme hakkında bir diğer hadîsi Dârekutnî Câbir ec-Cu'fî'den, o
da Ebû Cafer'den, o da Ebû Mes'ud el-Ansarî'den rivayet etmiştir ki, adı geçen,
Peygamber (a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğunu haber vermiştir:
"Kim bir namaz kılar
da onda bana salât getirmezse ve ehl-i beytime de salât getirmezse, o namaz
ondan kabul olunmaz."
Dârekutnî bu hadîsi
rivayet ettikten sonra râvi Cabir ec-Cu'fî'nin zayıf olduğunu belirtmiştir. Bu
hadîs bazan mevkuf, bazan da merfu' rivayet edildiğine ve adı geçen râvinin de
zayıf olduğuna göre, ihticaca uygun görülmemiştir. Zeylai'nin tesbitine göre,
adı geçen râvinin sika olmadığı anlaşılmıştır.[354]
Bu konuda bir diğer
hadîsi Beyhaki, Yahya b. es-Sebbak'dan, o da Beni Hâris'ten bir adamdan, o da
İbn Mes'ud (r.a.)’den rivayet etmiştir. Reslüllah (a.s.) şöyle buyurmuştur:
"Sizde biri namazda
teşehhüt okuduğu zaman şöyle desin: Allahümme Salli Ala Muhammed'in Ve Alâ Âli
Muhammedin Ve Bârik Alâ Muhammedin Ve Alâ Âlî Muhammed'in Verham Muhammed'den
Ve Âla Muhammedin, Kema Sallayte Ve Barekte Ve Terhamte Alâ Îbrahîm'e Ve Alâ
Âli İbrahim'e İnneke Hamîdun Mecîd."
Hâkim bunu
Müstedrek'te riyâyet etmiş ve
"isnadı sahih ve mühmeldir" demiştir. Bu
hadisin senedinde meçhul bir râvi vardır; o bakımdan ihticaca uygun
görülmemiştir. Nitekim müctehit imamlar bununla istidlal etmemişlerdir.[355]
956 nolu Ebû Mes'ud
hadîsini aynı zamanda İbn Huzayme, İbn Hibban ve Dârekutnî tahric etmişler,
Hakim ile Beyhakî onu sahîhlemişlerdir. Ancak birkaç tarikten rivayet edilen bu
hadîsin metni bazı farklarla ve ilâvelerle nakledilmiştir. Meselâ, Muhammed isminden
sonra en-Nebî el-Ümmî kelimeleri ve Alâ Âli Îbrahîm'den sonra Fi'l-Alemîn
kelimesi eklenmiş halde rivayetler mevcuttur. Az yukarıda da kısmen bu hususa
temas etmiştik.
957 nolu Kâb b. Ucre
hadîsinden Peygambere (a.s.) salâtın Teşehhütten sonra meşru olduğuna delâlet
vardır.
958 nolu Fedale b.
Ubeyd hadîsi ise, namazda teşehhütten sonra Peygambere (a.s.) salâtı, duadan
önce getirmenin meşru olduğuna delâlet etmektedir.
1- Namazda
birinci oturuştan sonra sadece teşehhüt okunur, ardından salât getirilmez ve
duâ yapılmaz. Bu, Hanefîlere göredir.
2- Namazda
birinci oturuşta teşehhütten sonra sadece Peygambere (a.s.) salât getirmek
sünnettir. Bu, Şâfiilere göredir.
3- Namazda
ikinci oturuşta teşehhütten sonra Peygambere (a.s.) salât getirmek, sünnet veya
vaciptir. Bu, Hanefîlere göredir.
4- Namazda
teşehhütten sonra son oturuşta salât getirmek farzdır. Bu, Şâfiilere göredir.
5- Her iki
oturuşta da Peygambere salât getirmek sünnettir, ancak ikinci, oturuşta onun
âline de salât getirmek sünnettir veya müstehabdır. Bu, İmam Mâlik'e göredir.
6- Birinci
ve ikinci oturuşta teşehhütten hemen sonra, ikinci oturuşta yine teşehhütten
hemen sonra ve duadan önce salât getirmek meşrudur.
7- İkinci
oturuşta teşehhütten ve salâttan sonra duâ yapmak meşrudur.
Bu konuda varit olan
rivayetlerin bir kısmını Peygamber'e (a.s.) salât bahsinde nakletmiştik. Burada
önemine binaen daha çok hadîsi nakletmek suretiyle müstehap veya sünnet
olduğunu belirtmek istiyoruz.
Âl, kelimesi
Arapçadır. Bir bölük asker, kişinin etba'ı, çoluk-çocuğu ve ev halkı gibi
mânalara gelir. Terim olarak çok Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in eş ve
çocukları, ev halkı, kendisine dosdoğru uyan arkadaşları gibi mânalara delâlet
eder. Bunu daha geniş kapsamlı tefsir edenler de olmuştur.
Ebu Humayd es-Sâidi
(r.a.)’den yapılan rivayette, onlar şöyle demişlerdir:
"Ya Resûlelllah!
sana nasıl salât getirelim?" O da şöyle buyurmuştur:
"Deyin ki:
Allahümme Sallî Alâ Muhammed'in Ve Alâ Ezvacihi Ve Zürrîyetîhi Kema Salleyte
Alâ Âli İbrahim'e Ve Barik Alâ Muhammedin Ve Ezvacihi Ve Zürriyetihi Kema
Barekte Alâ Âlî İbrahim'e, İnneke Hamîdün Mecîd."[356]
Ebu Hüreyre (r.a.)’den
yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğunu haber
vermiştir:
"Kim tastamam
ölçekle ölçmeği sevip arzu ederse, bize ehl-i beyte salât getireceği zaman
şöyle desin: Allahümme Sallî Alâ Muhammed'înî'n-Nebiyyî Ve Ezvacîhi
Ümme-Hatî'l-Mü'minîne Ve Zürrîyetihi Ve Ehli Beytıhi, Kema Salleyte Ala Âlî
İbrahim'e İnneke Hamîdün Mecid."[357]
Hadîslerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Namazda
teşehhütten sonra önce Peygamber'e (a.s.), sonra da O'nun zevcelerine,
zürriyetine salât getirmek sünnettir.
2-
Peygamber'e (a.s.) ve ehl-i beytine dalâttan sonra İbrahim Peygamberi ve âlini
de zikretmek sünnettir.
3- Namazda
Peygamber'in (a.s.) ehl-i beytine salât getirmek sünnettir.
Hadîslerin ışığında
müctehit imamların istidlal ve ihticacları:
a) Hanefî
mezhebine göre:
Namazda ikinci
oturuşta teşehhütten sonra Peygamber (a.s.) Efendimiz'e ve O'nun Âline salât
getirmek sünnettir. Zira hanefîlere göre, Âl tabiri, hem Peygamberin (a.s.)
zevcelerini, hem zürriyetini, hem kendisine uyan arkadaşlarını kapsamaktadır.
Nitekim İmam Muhammed'den salât'ın keyfiyeti sorulduğunda şöyle tarif etmiştir:
Allahümme Salli Alâ Muhammedin Ve Alâ Âli Muhammedin Kema Sallayte Alâ
İbrahim'e Ve Alâ Âlî İbrahîm'e Ve Barik Alâ Muhammedin Ve Alâ Âlî Muhammed'în
Kema Barekte Alâ İbrahim'e Ve Alâ Âlî İbrahim'e Înneke Hamîdün Mecîd..[358]
b) Şafiî
mezhebine göre:
Daha önce de
belirttiğimiz gibi, namazda birinci oturuşta Peygamber'e (a.s.) salât getirmek
sünnettir. Âline ise, sünnet değildir. İkinci oturuşta ise, Peygamber'e (a.s.)
salât getirmek farz, âline getirmek ise, sünnettir. Mezhebin en zahir kavli
budur. O bakımdan sahih diye belirlenmiştir.[359]
c) Hanbelî
mezhebine göre:
Teşehhütten sonra hem
Peygamber'e (a.s.), hem âline salât getirmek sünnettir. İmam Ahmed'den yapılan
bir rivayette ise, vaciptir. Birinci tesbit daha sahihtir.[360]
d) Mâliki mezhebine göre :
Birinci oturuşta
teşehhütten sonra Peygamber'e (a.s.) salât getirmek sünnettir. İkinci oturuşta
hem Peygamber'e, hem âline salât getirmek sünnettir.[361]
Konuyla ilgili diğer
rivayetler, yorumlar ve tahliller:
Ebû Humayd hadîsiyle
ihticac edenlerden bir grup ilim adamı, hadiste geçen Âl'dan maksat, Peygamber
(a.s.) Efendimizin zevceleri ve zürriyetidir. Bunlar aynı zamanda şu âyeti
delil olarak göstermişlerdir:
"Ey Ehl-i
beyt! Allah elbette sizden her türlü çirkinliği gidermek ve sizi tertemiz
kılmak ister."[362]
Çünkü hitap o gün için
Ehl-i beyt'e yapılmıştır ki, bu tabir Peygamberin (a.s.) eşlerini, evlâdını ve
torunlarını kapsamaktaydı.
Diğer bazı ilim
adamlarına göre, Âl'dan maksat, kendilerine zekât verilmesi haram olan Hâşim
oğullandır. İmam Yahya da aynı görüştedir.[363]
Bunlar Zeyd b. Erkam'ın (r.a.) şu yorum ve tefsîriyle de istidlal etmişlerdir:
"Peygamberin
(a.s.) Âl’i, Hz. Ali'nin, Hz. Cafer'in, Hz. Akiyl'in ve Hz. Abbas'ın ev
halkıdır." Şüphesiz ki, Ashab-ı Kiram, Peygamberin (a.s.) bu gibi
konularda maksat ve muradmı daha bilirlerdi.
Diğer bazı ilim
adamlarına göre, Âl'dan maksat, Hâşim oğullarıyla, Abdülmuttalib oğullarıdır.
Nitekim İmam Şafiî de aynı görüştedir. Bazısına göre ise, Hz. Fatıma, Hz. Ali
ve Hasan ile Hüseyin'dir. Ehl-i beyt'in cumhuru bu görüştedir.[364]
Bunlar şu hadîsle istidlal
etmişlerdir:
"Allahım!
şüphesiz ki bunlar (Fâtıma, Ali, Hasan ve Hüseyin -Allah hepsinden razı- olsun)
ehl-i beytimdir."[365]
Peygamber (a.s.)
Efendimizin Ehl-i beyti, bunlarla sınırladığı söylenemez. Çünkü diğer bazı
hadîslerde bunun kapsamını hayli geniş tuttuğu bilinmektedir.
Kimi de Âl'dan maksat,
ümmetin tamamıdır, demişlerdir. Nitekim İmam Nevevî, Müslim Şerhinde bu
yorumun daha zahir olduğunu belirtmiştir. Tahkik ehlinden el-Ezheri ve
diğerleri bu görüşü ihtiyar etmişlerdir.
Ehl-i salibin âli
denilince, sadece onların etba'ı kasdedilir. Nitekim Kur'ân'da Fir'avn'ın
âlinden söz edilirken şöyle buyurulmuştur:
"Kıyametin
kopuşu meydana gelince Fir'avn'ın âlini (yandaş ve etbaını) azâbın en
şiddetlisine sokun!"[366]
Peygamber (a.s.) Efendimiz
de bu manayla şöyle buyurmuştur:
"Muhammed'in
âli, takva sahibi olan herkestir."[367]
Ebu Hüreyre hadîsini
tahrîc eden Ebû Dâvud ve Münzirî, hadîs hakkında susup bir şey dememişlerdir.
Ebu Cafer tarikiyle rivayet edilmiş ve bu zat üzerinde farklı görüş ve tesbitler
ortaya konulmuştur. Nesâî ise, Müsned-i Ali'de Amr b. Âsim tarikiyle Hibban b.
Yesar'dan rivayet etmiştir ki Hibban da Abdurrahman b. Talha'dan, o da Ebu
Cafer'den, o da Muhammed b. Hanefiye'den o da babasından ve o da Peygamber
(a.s.)'dan rivayet etmiştir. Sonuç olarak ilim adamları hem Ebû Cafer, hem de
Hibban b. Yesar üzerinde durmuşlardır. Zehebî, Ebû Cafer'in meçhul olduğunu
kaydetmiştir.[368] Yine Zehebi Hibban b.
Yesar üzerinde durmuş ve biri Hibban b. Züheyr, diğer Hibban b. Yesar diye iki
hibban birbirine karıştırılmış ve o bakımdan onların rivâyetiyle ihticac
yapılamıyacağına dikkatleri çekmiştir.[369]
Buna rağmen hadîs ile
istidlal edenler, zevcat-i tahiratın ve zürriyetinin Âl'dan olduğunu
söylemişlerdir.
1- Namazda
teşehhütten sonra Peygamber (a.s.) Efendimize salât getirmek farzdır veya
sünnettir.
2- Birinci
oturuşta salât getirmek, Şâfiîlere, Hanbelî ve Mâlikîlere göre sünnettir.
Hanefilere göre, sünnet değildir.
3- İkinci
oturuşta teşehhütten sonra salât getirmek farzdır. Bu Şâfiîlere göredir. Âline
ise, sünnettir.
4- İkinci
oturuşta hem Peygamber'e (a.s.) hem âline salât getirmek sünnettir. Bu,
Hanefîlere, Mâlikîlere ve Hanbelîlere göredir. İmam Şafiî'ye göre, Peygamber'e
(a.s.) salât getirmek farz, âline getirmek sünnettir.
5- Âl tabiri
hem ezvacı, hem zürriyeti, hem erbaı içine
almaktadır.
Namaz bizatihi tesbîh,
dua ve niyazdan ibarettir. O bakımdan onun her bölümünde bu üçünün yeri ve
anlamı söz konusudur. Bu konuda birçok rivayetler vardır. Biz müctehit
imamların seçip üzerinde durduklarını nakletmekle yetinmek istiyoruz. Çünkü
onların ciddi araştırma ve incelemesi, bize yetecek kadar malzeme vermektedir.
Ebu Hüreyre (r.a.)’den
yapılan rivâyette, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu haber
vermiştir:
"Sizden biri
son teşehhütten fariğ olunca, şu dört şeyden Allah'a sığınsın: Cehennem
azabından, kabir azabından, hayat ve ölümün fitnesinden, Mesih Deccal'ın
şerrinden.."[370]
Hz. Aişe (r.a.)’dan yapılan
rivayette, demiştir ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz namazda şöyle dua ederdi:
"Allahım!
kabir azabından sana sığınırım.. Mesih Deccal’in fitnesinden sana sığınırım..
Hayat ve ölümün fitnesinden sana sığınırım. Allahım! borçtan ve günahtan da
sana sığınırım.."[371]
Ebu Bekir Sıddîk
(r.a.)’den yapılan rivayette, adı geçen, Resûlüllah (a.s.) Efendimize şöyle
dediğini haber vermiştir:
"Bana, namazımda
yapacağım bir dua öğret." Peygamber (a.s.) şöyle buyurmuştur:
"De ki:
Allahım! Şüphesiz ki ben kendime çokça haksızlık ettim ve günahları da ancak
sen bağışlarsın; beni kendi katından bağışlayan ve çok merhamet edensin."[372]
Uhey b. Ka'ka' (r.a.)’den
yapılan rivayette, demiştir ki:
"Bir adam, Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz namaz kılarken şöyle hafif şekilde ona bakmış ve şöyle dua
ettiğini farketmiştir:
"Allahım!
günahımı bana bağışla, evimi bana genişlet ve bana rızık olarak verdiğini benim
için mübarek eyle."[373]
Şeddad b. Evs
(r.a.)’den yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimizin namazda şöyle
dediğini haber vermiştir:
"Allahım!
Şüphesiz ki işimde sebat etmemi, doğruyu arayıp bulmamda azimli olmayı senden
dilerim. Nimetine şükretmedi, sana güzel ibâdette bulunmayı isterim. Senden
selîm bir kalb, doğru bir dil dilerim. Senin bildiğin hayrı senden isterim.
Senin bildiğin serden sana sığınırım ve senin bildiğin (günah ve kusurlarımdan
dolayı), sana istiğfar eder (bağışlanmamı) dilerim."[374]
Ebu Hüreyre (r.a.)’den
yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimizin secdede iken şöyle dediğini
haber vermiştir:
"Allahım!
benim küçük, büyük, önceki ve sonraki, açık ve gizli olan bütün günahlarımı
bağışla.."[375]
Ammar b. Yâsir
(r.a.)’dan, adı geçen namaz kıldı, onu hayli kısa ve hafif tuttu. O yüzden
(onun böyle yapmasını) inkâr ettiler (beğenmediler). Bunun üzerine o, onlara:
"Ben rükû ve
secdeleri tamamlamadım mı?" diye sordu. Onlar da,
"Evet"
dediler. Ammar şöyle dedi:
"Doğrusu ben
kıldığım bu namazımda, Resûlüllah'ın (a.s.) yaptığı duayı okudum:[376]
"Allahım! gaybe olan
ilminle, halk üzerindeki kudretinle, hayatın benim için hayırlı olduğunu
bildiğin sürece beni hayatta tut; vefat benim için hayırlı olduğu zaman ruhumu
al. Senden (halkın) hazır bulunduğunda da, hazır bulunmadığında da saygı ile
korkmamı; gazap ve rıza hallerinde hak sözü söylememi; fakirlik ve zenginlik
illerinden ifrat ve tefritten uzak dengeli bulunmamı; Senin vechine nazar kılma
lezzetini, Sana ulaşıp kavuşma heves ve heyecanını istiyorum. Zarar veren
sıkıntıdan, sapıttıran fitneden sana sığınırım. Allahım! bizi imân zînetiyle süsle,
bizi doğru yolu bulmuş yol gösteriler eyle."
Muâz b. Cebel
(r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir ki:
"Peygamber (a.s.)
Efendimiz benimle karşılaştı ve şöyle buyurdu:
"Her namazda
söylemen için sana birtakım kelimeler tavsiye diyorum: Allahım! Sana zikretmek
ve şükretmek üzere bana yardım et, güzel ibâdette bulunmanı için inayette
bulun."[377]
Hz. Aişe (r.a.)’dan yapılan
rivayette, o, Peygamber (a.s.) Efendimizi döşeğinde bulamamış ve eliyle
(etrafa) dokunup ararken eli Peygamber'e dokunmuş ki, o sırada Peyagmber (a.s.)
secdede bulunuyormuş ve şöyle duâ ediyormuş:
"Rabbım,
nefsime takvasını ve zekâsını ver. Sen nefsi tezkiye edenlerin hayırlısı ve
onun velîsi ve mevlâsısın."[378]
Buradaki zekâdan
maksat, nefs temizliği ve arınmışlığıdır.
İbn Abbas (r.a.)’dan yapılan
rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz namazında veya secdesinde şöyle duâ
ediyordu:
"Allahım! kalbimde
bir nur, kulağımda bir nur, gözümde bir nur, sağımda bir nur, solumda bir nur,
önümde bir nur, arkamda bir nur altımda bir nur lûtfedip kıl."
Veya "beni nur
eyle" demiştir.[379]
Hadislerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Namazda
son teşehhütte duâ okumak meşru'dür.
2- Namazda
son oturuşta et-Tahiyyatı okuyup salât getirdikten sonra rivayet edilen
dualardan birini veya birkaçını okumak sünnettir.
3- Namazda
secdede duâ etmek merşû'dür.
Hadislerin ışığında
mezhep imamlarının görüş, tesbit, istidlal ve ihticacları:
a) Hanefî
mezhebine göre:
Son oturuşta
teşehhütten sonra duâ eder, hacetin dile getirip istekte bulunur. Çünkü
Cenâb-ı Hak, "Namazdan boş kaldın mı hemen duâ et" buyurmuştur.[380]
Resûlüllah (a.s.)
Efendimiz, İbn Mes'ud'a (r.a.) "Bunu yaptığında veya dediğinde,
namazın cidden tamam olmuştur." buyurmuştur ki, bu namazda teşehhütten
sonra duayla ilgilidir. Ne var ki, insanların sözlerine benzer şekilde duâ
etmemesi daha uygundur, tâ ki namazdan çıkıncaya kadar sünnet üzere bulunmuş
olsun.
İnsanların sözünü
Hanefî imamları şöyle tefsir etmişlerdir: Başkasından istenmesi muhal olmayan
şeylerdir. Meselâ bana şu malı ver, beni şu kadınla evlendir. İnsanların
sözlerine benzemiyeni ise, başkasından istenmesi muhal olan şeylerdir. Meselâ
Allahım beni bağışla..
Tahavî kendi
Muhtasar'ında, duânın, Peygamber'e (a.s.) salât getirdikten sonra yapılacağını
belirtmiştir. Salâttan sonra hacetini dile getirir, kendisi ve ana-babası, bir
de bütün mü'minler için istiğfar eder. Sahih olan tesbit de budur. [381]
Böylece namazda
teşehhüt ve salâttan sonra duâ yapmak müstehabdır.
b) Şâfi'
mezhebine göre:
Namazda son oturuşta
teşehhüt ve salâttan sonra din ve dünya ile ilgili duâ etmek, istekte bulunmak
sünnettir. Nitekim Müslim'in rivayet ettiği hadiste şöyle buyurulmuştur:
"Sizden
biriniz namazda oturduğu zaman, et-Tahiyyat'ı sonuna kadar
okusun, sonra da istediği duayı yapsın."
Buharî'de ise, şöyle
rivayet edilmiştir:
"Sonra da hoşuna
giden duayı seçip okusun."
Birinci teşehhütten
sonra ise, dua okumak sünnet değildir.
Şafiîlere göre, sözü
edilen yerde yapılacak me'sür duaların efdalı şudur:
"Allahım,
önden gönderdiğim, geriye bıraktığım, gizlediğim, açıkladığım, israf ettiğim
ve Senin benimle ilgili bildiğin (günah ve kusurlarımdan) dolayı beni bağışla.
Sen her şeyden öndesin, sen her şeyden sonrasın (her şeyin önünde ve
sonundasın). Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Ancak sen varsın.."[382]
Ama imamlık yapan
kişinin, namazın son oturuşunda teşehhütten ve salâttan başka bir duâ
yapmaması sünnettir. Ancak bunlara ilâve edip duâ yaparsa bir zararı yoktur.
Ama uzatması mekruhtur, ancak mü'minlerin rızası olduğu takdirde uzatması
mekruh değildir.[383]
c) Hanbelî
mezhebine göre:
Namazda teşehhütten
sonra şu dört şeyden Allah'a sığınılması müstehabdır: Cehennem azabından
Allah'a sığınırım Kabir azabından Allah'a sığınırım.. Mesih Deccal'in
fitnesinden Allah'a sığınırım.. Dirilerin ve ölülerin fitnesinden sana
sığınırım.. Nitekim Ebu Hüreyre'nin (r.a.) yaptığı rivayette, Resûlüllah (a.s.)
Efendimiz duâ edip bu dört şeyden Allah'a sığınmıştır.
Teşehhütte haberlerde
varit olan dualarla duâ etmekte bir sakınca yoktur. Özet olarak, hadîslerde
varit olduğu şekilde duâ etmek caizdir. el-Esrem diyor ki:
"Âhmed b.
Hanbel'e,
"Şunlar diyorlar
ki, farz namazlarda ancak Kur'ân'da geçen dualar yapılabilir." Bu hususta
ne dersiniz? diye sordum. Öfkeli bir tavırla elini silkip,
"Kim bunu tesbit
edip üzerinde duruyor? Oysa Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'den rivayet edilen
hadisler onların söylediklerinin hilâfına tevatür etmiştir."
Namazda insan sözüne
benzer şekilde dünya levazımatı ve şehevatıyla ilgili şeyler istemek caiz
değildir. Meselâ, Allahım, bana güzel bir cariye nasip eyle.. Bana genişçe bir
ev ver.. Nefis bir yemek rızık eyle gibi..[384]
d) Mâliki
mezhebine göre:
Namaz kılan adamın,
farz namazlarda gerek ayakta, gerek oturduğunda, gerekse secdede dünya ve
âhiretle ilgili hacetlerini dile getirip duâ etmesinde bir sakınca yoktur.
Ancak rükû'da duâ yapmak mekruhtur.
İmam Mâlik bu konuda Urve
b. Zübeyir'den (r.a.) şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Doğrusu ben
tuz da dahil olmak üzere bütün ihtiyaçlarını için namazda Allah'a duâ
ederim."[385]
Böylece İmam Mâlik'e
göre, ayakta (kunut duası), otururken ve secdede bulunurken dünya ve âhiret
havaiciyle ilgili istek ve dualarda bulunmak meşru'dur. Bunun mendup olduğu
söylenebilir.
Secdede iken duâ
etmenin meşruiyetine gelince, diğer üç mezhep imamları bunda bir beis
olmadığını söylemişlerdir. Ancak bu cevaz imamla ilgili değildir. Çünkü onun
namazı -cemaatin muvafakati olmaksızın- uzatması mekruhtur.
Ayakta duâ yapmanın
meşruiyetine gelince, bu, sabah namazında ikinci rekâtte rükû'dan
kalkıldığında ayakta iken okunan kunut duâsıdır. Bir de vitir namazının üçüncü
rekâtinde fatiha ve zamm-ı sûre okunduktan sonra okunan kunut duâsıdır.
Şafiîlere göre, sabah namazının ikinci rekâtinde rükû'dan kalkıldığında ayakta
kunut duası okumak vâcibdir, ki buna ebâd-i salât denilir. Ayrıca Ramazanın
son yarısında vitir namazında da okumak onlara göre, ebâd-i salât olan
sünnetlerden biridir ki, vâcib derecesindedir, terkinden dolayı yanılma secdesi
gerekir. Diğer musibet ve felâket günlerinde namazda okunan kunut duası, ebâd-i
salâttan değildir.[386]
Konuyla ilgili diğer
rivayetler, yorumlar ve tahliller:
988 nolu Ebu Hüreyre
hadisi, istiâze ve duanın teşehhütten sonra okunacağını belirlemektedir. O
bakımdan teşehhütten evvel istiâze ve duâ etmek meşru sayılmamıştır.
989 nolu Hz. Âişe
hadîsinde ise, istiâze mutlak şekilde ifade edilmişse de, Ebu Hüreyre (r.a.)
hadîsinin sıhhati dikkate alınarak ona hamledilir ve böylece mutlak mukayyede
bağlanmış olur. Diğer dualar ise, istiâzeden sonra edilir.
Ker iki hadiste
"hayat ve ölümün fitnesi" tabirleri kullanılmıştır. İbn Dakiyk
el-Iyd diyor ki:
"Hayat
fitnesinden maksat, insana hayatı boyunca arız olan dünyalık, şehvet ve
cehaletle ilgili fitnelerdir ve bunun en fenası, ölüm anındaki son demdir.
(Çünkü insan yaşadığı hal üzerine ölür, öldüğü hal üzerine kalkar). Ölüm
fitnesinden maksat, ölüm anındaki fitne olabilir; ölüme izafe
edilmesi o hale yakın olduğuna nisbetledir."[387]
Diğer bir yorumcuya
göre, hayat fitnesinden maksat, bir belâ ile karşı karşıya gelip sabrın elden
gitmesidir. Ölüm fitnesinden maksat, kabirdeki sualdir kî meleklerin suali
karşısında kişinin şaşkınlaşmasıyla yorumlanabilir.[388]
Deccal'ın Mesih veya
Messîh diye vasıflanmasına gelince: Ebu Dâvud kendi Sünen'inde, "Deccal
hakkında kullanıldığında şeddeli okunur, İsa Peygamber (a.s.) hakkında
kullanılınca, şeddesiz okunur" demiştir. Ferberî ise, Halef b. Âmir'den
naklederek şöyle demiştir:
"m-s-y-h maddesi
ister şeddeyle, ister şeddesiz okunsun aynı anlama gelir. Hem Deccal, hem de
İsa Peygamber (a.s.) hakkında kullanılır, arada kelime kipi olarak bir fark
yoktur."
el-Cevherî kendi
Sıhah'ında diyor ki:
"Sözü edilen
sıfatı şeddeşiz okuyan kimse, bununla o kimsenin yeryüzünü gezip dolaştığını;
şeddeli okuyan ise, onun gözlerinin memsuh olduğunu ifade etmiş olur."[389]
990 nolu Ebu Bekir
Sıddîk (r.a.) hadisi, Resûlüllah'ın (a.s.) tavsiye buyurduğu duanın namazda
meşru' olduğuna delâlet etmektedir. Ancak namazın neresinde okunabileceği
tasrîh edilmemiştir. O bakımdan İbn Dakiyk el-Iyd diyor ki:
"Bunun iki yerden
birinde yapılmasının meşru olduğu umulur: Birincisi, secdede; ikincisi,
Teşehhütte... Çünkü Resûlüllah (a.s.) bu iki yerde duâ yapılmasını (zaman
zaman) emretmiştir. Nitekim Resûlüllah (a.s.), "secdede ise, duâ etmekte cehd ü gayret gösterin!" buyurmuştur."[390]
İmam Buharî ise, bu
duanın yerine işarette bulunmuş ve Selâm'dan önce dua babında bunu
belirtmiştir.
991 nolu Ubeyd b.
el-Ka'ka'ın durumu pek bilinmiyor, onu Humeyd b. Ka'ka' diye adlandıranlar da
var. Ondan bu hadîsi rivayet eden Ebu Mes'ud el-Cerîrî de marufu'1-hal
değildir, yani durumu pek bilinmemektedir diyor. Zehebî bu iki isim üzerinde de
durmamıştır. İbn Hacer, Ebu Musa hadîsi başta olmak üzere onun birtakım
şevahidi söz konusudur. Ebu Mes'ud el-Cerîri ise, Saîd b. lyas'tır ve bu zatın ,sika (güvenilir) olduğu tesbit edilmiştir, diyerek hadîsin
öıh-hatına kail olmuştur.
Hadîs, bir yer
belirlemeksizin mezkûr duânın namazda yapılmasının meşruiyetine delâlet
etmektedir.
992 nolu Şeddad b.
Evs (r.a.) hadîsine gelince, isnadında yer alan ricalin
hepsi sika (güvenilir) dir. Nesâî bu hadisi namaz bahsinde değil, Fi'1-yevmi
ve'1-Leyle bölümünde zikretmiştir.
Bu duanın da belli bir
yer gösterilmeksizin namazda yapılması tavsiye edilmiştir. Ancak diğer
hadîslerle biraraya getirildiğinde, teşehhütten sonra veya secde de
yapılmasının uygun olacağı neticesi ortaya çıkar.
993 nolu Ebu Hüreyre
(r.a.) hadîsiyle, Peygamberlere günah nisbet etmenin cevazını istidlal edenler
olmuşsa da, konu ihtilaflıdır. Zira Peygamberler (salâtü selâm hepsine olsun)
küçük ve büyük günahlardan korunmuşlardır. Resûlüllah (a.s.) Efendimizin günahı kendine nisbet
etmesi, ümmetine talîm maksadına yönelik bir ifadedir.
994 nolu Ammar b.
Yasir (r.a.) hadîsinin isnadında yer alan ricalin hepsi sika (güvenilir) dir.
Ammar'ın (r.a.) namazı
kısa ve hafif tutması, diğer sahabenin itirazına sebep olmuştur. Bundan, onun
namazı sünnete uygun şekilde kılmadığı anlaşılıyorsa da, Ammar gibi, Peygamber
terbiyesinde ve meclisinde yetişen bir sahabinin sünnete muhalefeti düşünülemez.
Rükû ve secdeleri tamam yapmadım mı? sözü bunu doğrulamaktadır. Ancak bazı
yorumcular onun bu sözünden şu neticeyi çıkarmışlardır: Rükû ve secdeleri tam
olarak yerine getirmişse de diğer rükünleri tam olarak yerine getirmemiş ve o
yüzden itiraz vaki olmuştur. Bütün bu yorumlar birer ihtimalden öteye
geçmemektedir. Allah daha iyisini bilir.
Biz şunu da ilâve
edelim ki, Resûlüllah'ın (a.s.) namazını tarif eden ashabdan bir kısmı,
"evceze" tabirini kullanmışlardır. Bu, namazı noksan bıraktı demek
değil, kısa ve hafif tuttu, demektir. Ammar hakkında da aynı tabir
kullanıldığına bakılırsa, ashabın itirazı, onun namazı çok acele kılmasıyla ilgili
olsa gerek.
995 nolu Muâz b. Cebel
hadîsi üzerinde durulmuşsa da, İbn Hacer, senedinin kaviy olduğunu
söylemiştir. Ayrıca farz ve nafile her namazda sözü
edilen duanın yapılmasının meşru olduğu anlaşılıyor. Bazı rivayetlerde ise,
sözü edilen duayla ilgili rivayette, "her namazda" değil de,
"her namazın arkasında" cümlesi yer almıştır. Nitekim Ebu Dâvud, bu
ikinci cümleyi rivayet etmiştir. Ne var ki, her namazın arkası tabirinden iki
yer hatıra gelebilir: Birincisi, teşehhüt ve salâttan sonra; ikincisi, selâm
verdikten sonra..
996 nolu Hz. Aişe
(r.a.) hadisini az değişik lâfızlarla Müslim, Ebû Dâvud, Nesâî ve İbn Mâce de
tahrîc etmişlerdir. Bunların tesbit ve zaptı şöyledir:
"Bir gece
Resûlüllah (a.s.) Efendimizi kaybettim; secde yerini elimle dokunduğumda onu
secde halinde buldum, iki ayağı (parmakları kıbleye müteveccih idi; şöyle duâ
ediyordu: Senin gazabından, rızana sığınırım; Senin vereceğin cezadan affına
iltica ederim.. Senden yine sana sığınırım. Seni övmekten âcizinı, sen kendini
övdüğün gibisin."
İmam Ahmed'hı rivayet
ettiği değişik lâfızlara gelince, o bu hadîsin az farklı rivayetlerinden
biridir. Aynı zamanda olayın bir defa değil, birkaç defa cereyan etmiş olduğu
intibaını da verir.
997 nolu İbn Abbas
(r.a.) hadîsini, Müslim kendi Sahîh'inde hem uzun, hem kısa şekilleriyle
rivayet etmiştir. İki rivayet arasında elfaz farkı da söz konusudur. Her iki
rivayet de Resûlüllah'ın (a.s.) yaptığı o duanın gece namazında olduğunu
gösteriyor.
Hadîste
"namazında veya secdesinde" diye bir şek ortaya konulmuştur, bu
râviden vâki olan şektir. Başka bir rivayet ise, namaz ile kayıtlanmaksızın
mezkûr duayı yaptığını ifade etmektedir. Nurdan maksat, hakkın beyânı, ziyası
ve hidayetidir.
Böylece Hz. Aişe'den farklı
lâfızlarla yapılan iki rivayetten, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in secdede duâ
ettiği anlaşılıyor. Nitekim Beyhakî, el-Marife'de bunu kuvvetlendirir mahiyette
şu hadîsi rivayet etmiştir:
"Kulun Rabbına
en yakın olduğu hal, secdede bulunduğu haldır. O halde siz secdede duayı
çoğaltın, duanızın kabul olunması (o halde) uygun ve lâyıktır."
et-Tahavî ise, secdede
duâ ile ilgili hadîslerin, Akabe b. Âmir hadîsiyle neshedildiğini iddia
etmiştir. Akabe hadîsinde deniliyor ki: Fesebbîh İsme Rabbike'l-Azim âyeti
inince, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz "bunu rükûunuza alıp orada
söyleyiniz", buyurdu. Sebbih Îsme Rabbike'l-A'lâ âyeti inince,
Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, "bunu da secdenize alıp orada
söyleyiniz", buyurdu.
Zeylaî bu rivayetleri
biraraya getirdikten sonra şöyle bir tahlilde bulunuyor:
"et-Tahavî, bu âyetin
Peygamber'e (a.s.) secdede yaptığı duadan sonra inmiş olabilir, diye ilâve
etmiştir. Oysa bu söz çok soğuk ve donuktur. Çünkü İbn Abbas (r.a.)’dan rivayet
edilen hadisin, Resûlüllah'ın (a.s.) vefatına yakın pazartesi günü söylediğini
bizzat İbn Abbas kaydetmiş ve şöyle demiştir: Peygamber (a.s.) hasta idi,
mescide çıkamamıştı, insanlar Ebu Bekir Sıddîk'in arkasında durup saf
bağlamışlardı. İşte o gün Resûlüllah'ın (a.s.) vefat ettiği gün idi."
Nitekim Buharî'nin
tahrîc ettiği ve Teheccüt bahsinde yer verdiği Hz. Enes (r.a.) hadîsi de bunun
böyle olduğuna delâlet etmektedir. Ayrıca Berâ' b. Âzib'in (r.a.) rivayet
ettiği hadîs de bu manayı kuvvetlendirmektedir.[391]
Fethü'l-allâm'da
namazda teşehhütten sonra salât ve duâ okunmasıyla ilgili hadisler
nakledilerek kısa açıklamalarda bulunulmuş, secdede duâ edilip edilmiyeceği
hakkındaki rivayetlere yer verilmemiştir. Neylü’l-evtâr'da ise, ilgili birçok
hadîsler nakledilerek konuya ağırlık kazandırılmış ve geniş tahliller
yapılmıştır.
1- Namazda
ikinci oturuştan sonra Peygamber (a.s.) Efendimiz'e salât getirip duâ etmek
mûstehabdır. Bu, Hanefîlere göredir. Şâfiîlere göre, kuvvetli sünnettir. Ancak
imamlık yapan kimsenin, namazı uzatması, teşehhütten sonra uzun duâ yapması doğru
değildir.
2-
Teşehhütten sonra hadîste belirtilen dört şeyden Allah'a sığınmak mûstehabdır.
Bu, Hanbelîlere göredir.
3- Namazda
gerek ayakta, gerek otururken teşehhütten sonra, gerekse secdede dünya ve
âhiret hacetleriyle ilgili isteklerde bulunup duâ etmekte bir sakınca yoktur.
Bu, Mâlikîlere göredir. Rükû'dan ise duâ yapmak mekruhtur.
4- Yalnız
başına namaz kılan kimsenin secdede Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'den rivayet
edilen dualardan bir kısmını okumasında bir sakınca yoktur. Bu, diğer üç mezhep
imamlarına göredir.
Müminin miracı sayılan
namaza Allahü Ekber denilerek başlanır ve sonunda selâm verilerek çıkılır.
Ancak nasıl Tekbir getirilip namaza başlanır konusu işlenirken, bunun şekli
üzerinde durulduğu gibi, namazdan selâm verilerek çıkılır denilirken nasıl
selâm verilir ve nasıl bir hareket gösterilir, huhusunu da açıklamamıza ihtiyaç
vardır. Zira İslâm Dini, ibâdeti âdetten ayırmış, ibâdete bir resmiyet
kazandırarak bizi kendi halimize ve arzumuza bırakmamıştır. Bir olan Allah'a,
aynı kıbleye yönelip aynı inanç, duygu ve düşüncelerle ibâdet ederken, ibâdeti
aynı ölçüler içinde yapmamız gerekir. Şüphesiz ki, Resûlüllah (a.s.)
Efendimizin nasıl ibâdet ettiği, nasıl namaz kıldığı, nasıl abdest aldığı ve
ibâdetlerinde neler okuduğu, nasıl bir resmiyet ortaya koyduğu en ince
taraflarına kadar tesbit edilip bize kadar rivayet yoluyla aktarılmıştır. Yeter
ki, o rivayetleri sıhhatli şekilde tesbit edip müctehit imamların istidlal,
ihticac ve ictihatlarını bilmiş olalım; işte o zaman bir karışıklık, bir zorluk
söz konusu olmuyor ve ibâdeti en doğru şekliyle manasıyla yapma imkânları elde
ediliyor..
Konuyla ilgili
hadisler:
İbn Mes'ûd (r.a.)’den
yapılan rivayette, demiştir ki:
"Peygamber
(a.s.) Efendimiz sağına ve soluna selâm verir, Es-Selamü Aleyküm Ve
Rahmetüllahi, Es-Selâmü Aleyküm Ve Rahmetüllahî der, o kadar ki (arkasında
duranlarca) yanağının beyazlığı görülürdü."[392]
Âmir b. Sa'd'den, o da
babasından rivayet etmiştir. Babası şöyle haber vermiştir:
"Ben Resûlüllah
(a.s.) Efendimizi (namaz kılarken) gördüm, yanağının beyazlığı gözükecek
şekilde sağına ve soluna selâm veriyordu."[393]
Câbir b. Semure
(r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir ki:
"Bizler
Resûlüllah (a.s.) Efendimizle beraber namaz kıldığımız zaman (namazdan
çıkarken) (sağımıza ve solumuza Es-Selamü Aleyküm Ve Rahmetullah, Es-Selamü
Aleyküm Ve Rahmetullah diyorduk." (Râvi bunları anlatırken eliyle iki
yanına işaret ediyordu). Bunun üzerine Resûlüllah (a.s.) Efendimiz: "Neden
ellerinizle işarette bulunuyorsunuz da sanki elleriniz serkeş huysuz atın
kuyruğuna benziyor. Sizin için yeterli olanı şudur: Elini uyluğu üzerine
bırakır, sağındaki ve solundaki kardeşine selâm verir."[394]
Diğer bir rivayette ise
şöyle nakledilmiştir:
"Biz, Resûlüllah
(a.s.) Efendimizin arkasında namaz kılıyorduk. Buyurdu ki:
"Şunlara ne
oluyor ki elleriyle selâm veriyorlar, elleri huysuz serkeş atların kuyruklarına
benziyor. Size elini uyluğunun üzerine koymak yeter ve sonra da Es-Selamu
Aleyküm, Es-Selamu Aleyküm der."[395]
Semüre b. Cündeb
(r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz, imamlarımıza selâm vermemizi ve birbirimize selâm vermemizi
bize emretti."[396]
Ebû Davud'un tesbit
ettiği rivayette ise, şöyle denilmiştir:
"İmam'ın selâmını
cevaplayıp çevirmemizi, birbirimizi sevmemizi ve birbirinize selâm vermemizi
bize emretti."
Ebu Hüreyre (r.a.)’den
yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğunu haber
vermiştir:
"Selâm lâfzını uzatmamak, çekmemek sünnettir."[397]
Hadîslerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Namazın
sonunda önce sağa, sonra sola selâm vermek meşru'dür.
2- Selâm
verildiğinde, arkada duran kimsenin selâm verenin yanağını
görecek şekilde başı sağ ve sol omuza doğru çevirmek sünnettir.
3- Namazın
sonunda selâm verirken Es-Selamü Aleyküm Ve Rahmetullah demek sünnettir.
4- Selâm
verirken el işaretinde bulunmak mekruhtur.
5- Selâm
verirken de elleri dizler üzerine konulmuş bir halde bulundurmak sünnettir.
6- Namazın
sonunda selâm vermek için Es-Selamü Aleyküm demek kâfidir.
7- Namazın
sonunda selâm verirken imamı kasdetmek müstehabdır.
8- Yine
cemaat halinde namaz kılınırken müslümanlar sağ ve sol taraflarına selâm
verdiklerinde bununla birbirlerini kasdetmeleri müstehabdır.
9- Selâm
lâfzını çekip uzatmadan, yani med yapmadan teleffuz etmek sünnettir.
Hadîslerin ışığında
mezhep imamlarının istidlal, ihticac ve ictihatları:
a) Hanefî
mezhebine göre:
Namazın sonunda selâm
vermek ve "selâm" lâfzını kullanmak vâcibdir.[398]
Namazdan
"selâm" lafzıyla çıkmak farz değildir.[399] Sağ
ve sol tarafa selâm verilirken selâm lâfzını kullanarak "es-Selâmu aleyküm
ve rahmetullah" demek ve yanaklar görülecek şekilde başı sağ ve sol
omuzlara doğru çevirmek, sağa selâm verince sağındaki melekleri ve insanları
kasdetmek, sola selâm verirken yine sol taraftaki melekleri ve insanları
kasdetmek sünnettir. İmamın bulunduğu cihette bulunanlar selâm verirken aynı
zamanda imamı da kasdederler.
Yalnız başına namaz
kılan kimsenin ise, selâm verirken sadece Hafeze denilen melekleri kasdetmesi
yeter.
Peygamber (a.s.)
Efendimiz, "Namazın tahlili, çözülüp sona ermesi, teslimdir." buyurduğu
için selâm lafzıyla namazdan çıkmak vâcib oluyor.[400]
Selâmda önce sağa,
sonra sola selâm vermek sünnettir. O bakımdan İmam Ebu Hanîfe'ye göre, önce
sola selâm veren kimse, sağına selâm verir ve soluna verdiği selâmı iade etmez.
Ancak böyle yapmak mekruhtur. Bunun gibi önce ön cephesine, sonra da sol
tarafına selâm veren de, birinci selâmı iade etmez.[401]
Selâm verirken başı
iyice sağ ve sol tarafa çevirip arka safta duranların onun yanağını görecek
şekilde olması da sünnettir. Hanefiler bu konuda İbn Mes'ud (r.a.) hadisiyle
istidlal etmişlerdir.
Selâmı aşikâr söylemek
de sünnettir.[402]
b) Şafiî
mezhebine göre:
Namazın on ikinci
farzı, selâm vermektir. Nitekim Sahîh-i Müslim'de, "Namazın tahrîmi
tekbirdir, tahlili ise selâmdır" buyurulmuştur. Selâm'm en kısa şekli
"es-Selâmü aleyküm" dır. Bunun aksi de olabilir, yani "Aleykümü's-Selâm"
da demek kâfidir. Ancak bu ikinci şekilde selâm vermek mekruhtur. En kâmil
şekli ise, "es-Selâmu aleyküm ve rahmetullah" dır. Selâm bir defa
sağa, bir defa da sola verilir ve tekrar edilmez. Sağ yanağı görülecek şekilde
iltifatta bulunur ve verdiği selâmla iltifat ettiği cihetteki
melekleri, mü'min olan insanları ve cinleri kasdeder. Bu da sünnettir. Ayrıca
cemaat halinde kılınan namazlarda, imam ve cemaatten kendisine selâm verenleri
de kasdeder. Şafiîler bu meselede Semüre b, Cündeb (r.a.) hadisiyle istidlal
etmişlerdir.[403]
c) Hanbeli
mezhebine göre:
Namazın sonunda, namazdan
çıkmayı irâde ederken sağ tarafına ve sol tarafına iltifat ederek Es-Selamü
Aleyküm Ve Rahmetullah der. Bu şekil selâm vermek vâcibdir, başka bir lâfız
bunun yerine geçmez. İmam Mâlik ile İmam Şafii'nin de görüşü budur. İmam Ebû
Hanife'ye göre, namazdan çıkmak için "selâm" lâfzı taayün
edilmiyebilir, herhangi bir amelle namazdan çıkılabilir. Ancak selâm vermek
suretiyle çıkmak vâcibdir diğer bir rivayete göre, sünnettir.
Hanbeliler bu konuda
şu hadîsle istidlal etmişlerdir:
"Namazın
anahtarı abdesttir; tahrîmi tekbirdir; tahlili ise, teslimdir."[404]
Hem Resûlüllah (a.s.)
Efendimiz her namazında sağa ve sola selâm vermiş ve buna devam etmiş ve: "Benim
nasıl namaz kıldığımı görüyorsanız öylece namaz kılın!" diye
emretmiştir.[405]
Birinci defa sağ
tarafa selâm vermek vâcib, sol tarafa vermek se sünnettir. Diğer bir rivayette
sol tarafa da selâm vermek vâcibdir. Daha sahîh olanı da budur. Hanbeliler bu
meselede Cabir b. Semüre (r.a.) hadisiyle istidlal etmişlerdir.[406]
Selâmda sünnet olan
lafız, Es-Selamü Aleyküm Ve Rahmettullah'dır. Zira Peygamber (a.s.) böyle selâm
vermiştir. Hanbeliler bu meselede, İbn Mes'ud ile Câbir b. Semüre (Allah
ikisinden de razı olsun) hadîsleriyle istidlal etmişlerdir. Bununla beraber,
sadece "Es-Selamü Aleyküm" demek de kâfi gelir.[407]
Belirtilen şekli
tersine çevirip "Aleykümü's-Selam" demek yeterli olmaz. İmam Şafiî'ye
göre yeterli olur.
İbn Kudame namazın
sonunda selâm verme konusu üzerinde hayli rivayet toplayarak buna geniş yer
ayırmıştır. Arzu edenlere el-Muğnî kitabını tavsiye ederiz.
d) Mâliki
mezhebine göre:
Sahnun diyor ki,
imamın nasıl selâm vereceğini İbn Kasım'dan sorduğumda bana şu cevabı verdi:
"Bir defa hafif
sağa meylederek ön cihetine verir." Ya yalnız başına namaz kılan kimse
nasıl verir? diye sorduğumda, "o da aynı şekilde bir defa verir"
dedi.
İmamın arkasında
bulunan kimse, eğer sol cihetinde bir kimse varsa, ona da redd-i selâmda
bulunur. Namazda erkek ve kadının selâm verme şekli ve ölçüsü aynıdır.
İmam Mâlik diyor ki:
"Namaz kılan
imamın arkasında bulunuyorsa, sağ tarafına selâm verdikten sonra imama redd-i
selâmda bulunur. Bunun üzerine İbn Kasım, İmam Mâlik'e sormuş, demiş ki:
"İmama nasıl
redd-i selâmda bulunur, Aleyke's-Selâm mı der, yoksa es-Selâmu aleyke mi
der?" İmam şöyle karşılık vermiştir:
"Bu ikisi de
caizdir, ama benim için daha müstehab olanı, Es-Selamü Aleyküm'dür."
İmam Mâlik bu
meselede, bazan Peygamber (a.s.) Efendimiz'in ve sonra da Ebû Bekir, Ömer, ve
Ömer b. Abdülaziz'in namazdan çıkarken bir defa selâm verdiklerini dikkate
alarak istidlalde bulunmuştur.[408]
Özetliyecek olursak:
Mâliki mezhebine göre,
namazdan çıkmak için sağ tarafa selâm vermekle yetinilir. Ancak bu imama ve bir
de yalnız başına namaz kılana has bir sünnettir. Cemaatla namaz kılan kimse,
hem hafif sağına, hem de soluna selâm verir, böylece sağ ve sol tarafındaki
mü'minlerin selâmını karşılayıp cevaplamış olur.
Yine bu mezhebe göre,
ön cihete doğru selâm verilir, cümlenin sonuna geldiğinde, yani (mim) harfini
teleffuz ederken hafif sağ tarafa iltifat etmesi menduptur.[409]
Diğer rivayetler,
tahliller ve yorumlar:
1010 nolu İbn Mes'ud
(r.a.) hadîsini aynı zamanda Darekutnî ve İbn Hibban rivayet etmişlerdir.
Hadîsin az farklı lâfızları nakledilmiştir, aslı ise, Sahîh-i Müslim'dedir.
el-Akiylî diyor ki:
"Hadîsin
isnadları sahihtir ve İbn Mes'ud hadîsine göre, namazın sonunda iki tarafa selâm vermek sabit olmuştur. O halde bir selâm
vermek sahih olmaz."[410]
1011 nolu Âmir b. Sa'd
hadîsini Hafız Bezzar, Darekutnî ve İbn Hibban tahrîc etmişlerdir.
Bu babda birçok
hadîsler vardır ki hepsi de namazın sonunda biri sağa diğeri sola olmak üzere
iki selâm vermeye delâlet etmekledirler. Nitekim İbn Mâce'nin Ammar'dan,
Darekutnî'nin de Ammar'dan, İbn Ebi Şeybe'nin Berâ' b. Âzib'den Ahmed b.
Hanbelin Sehl b. Sa'den, yine İbn Mâce'nin Hz. Hüzeyfe'den ve Adiy b.
Umeyre’den rivâyet ettikleri hadîsler bu cümledendir. Yapılan ciddi tesbitlere
göre bunların isnadı hasendir. Bunlardan başka birkaç hadîs daha rivayet
edilmişse de çoğunun zayıf olduğu görülmüştür.
Nitekim. İbn Münzir'in
Ebu Bekir Sıddîk'dan, Ali'den, İbn Mes'ud'dan, Ammar b. Yasir'dan ve Nâfi' b.
Abdülharsden (Allah hepsinden razı olsun) yaptığı rivayette, hepsinin de
namazın sonunda iki tarafa selâm verdikleri tesbit edilmiştir. Tabundan Ata b.
Ebî Rebah, Alkame, Şa'bi ve Abdurrahman es-Sülemî de ayni görüştedirler ve
uygulamaları da öyle olmuştur. Müctehitlerden, İmam Mâlik'in dışında olanların
da istidlal ve ictihatları bu doğrultudadır. İshak Ebû Sevr de aynı paralel de
yer almışlardır. İbn Münzir de aynı görüştedir, Şevkani de aynı şeyi ifade
etmiştir.[411]
Namazdan çıkışta
sadece bir defa selâm vermenin meşruiyetini söyleyenlere gelince, onlar bu
meselede daha çok İbn Ömer, Enes, Seleme b. el-Ekva' (Allah hepsinden razı
olsun) uygulamalarını dikkate almışlardır. Hz. Aişe'nin de (r.a.) aynı
paralelde olduğu sabit olmuştur. Tabiînlerden Hasan el-Basri, İbn Sirin ve Ömer
b. Abdülaziz'in de görüşü bu doğrultudadır. İmam Evzaî de bu meselede İmam
Mâlik'in görüşüne katılmıştır. Ehl-i Beyt'ten ise, Abdullah b. Musa b. Cafer,
namazın sonunda öne, sağa ve sola olmak üzere üç selâm verip çıkmak vâcibdir,
demiştir.
İki selâmın
meşruiyetine kail olanlara göre, her iki tarafa selâm vermek vâcib midir, yoksa
sağa selâm vermek vâcib, sola vermek sünnet veya müstehab mıdır? Cumhura göre,
ikinci selâm müstehabdır. O bakımdan İbn Münzir diyor ki:
"İlim adamları,
namazdan çıkarken bir selâmla yetinmenin caiz olduğuna kail olmuşlardır, bu
hususta onların icma'ı vardır."
İmam Nevevî de
Müslim'in şerhinde buna yakın bir ifade kullanmıştır.
Özetliyecek olursak,
namazın sonunda iki veya bir selâm meselesi hayli geniş tutulmuş ve ilim
adamları birçok rivayetlere yer vermişlerdir. O bakımdan konuyu burada fazla
uzatmaya gerek görmüyor, onu bundan sonraki fasılda ilgili hadîsleri de
nakletmek suretiyle açıklamak istiyoruz.
1012 nolu Cabir b.
Semüre hadîsi, hem sahihtir, hem de namazın sonunda iki tarafa selâm vermenin
meşruiyetine açık biçimde delâlet etmektedir. Ayrıca selâm verirken sadece
"Es-Selâmu aleyküm" demekle yetinmenin caiz olduğunu ifade
etmektedir.
1014 nolu Semüre b.
Cündeb (r.a.) hadîsini aynı zamanda Hâkim ve Bezzar tahrîc etmişlerdir. Hafız
Bezzar'a göre, isnadı hasendir. Ancak el-Hasen'in bu hadîsi Semüre'den
işittiği ihtilaflıdır, bu hususta dört görüş ve tesbit ortaya çıkmıştır:
Mutlaka ondan işitmiştir. -Mutlaka ondan işitmemiştir- Ondan sadece el-Akiyka
hadîsini işitmiştir. - Ondan üç hadîs işitmiştir..
Hadîste "sonra
birbirinize selâm verin" emri, namazdaki selâmla ilgilidir. Nitekim Hafız
Bezzar bunu belirterek kesinlik ifade eden bir cümle kullanmıştır. Böylece
hadîsin zahirî delâletinden şu husus anlaşılmaktadır: Namazın sonunda sağa ve
sola selâm verirken, bununla imam, cemaat birbirini kasdeder, biri diğerine
selâm vermeye niyetlenir.
1015 nolu Ebû Hüreyre
hadîsini aynı zamanda Hâkim tahrîc etmiş ve "Müslim'in şartı üzere
sahihtir" demiştir. Ancak yapılan ciddi tesbitlere göre, isnadında Kurre
b. Abdurrahman b. Hivîl bulunuyor ki, İmam Ahmed'e göre, münkerü'l-hadîstir.
Yahya ise, onun için "hadîsi zayıftır" demiştir. Ebu Hâtim'e göre,
kaviy değildir. İbn Adiy diyor ki:
"el-Evzaî,
Kurre'den onun üstünde hadîs rivayet etmiştir. O bakımdan onun rivayetinde bir
beis olmadığını umuyorum."[412]
Müslim ise kendi
Sahîh'inde onu Amr b. el-Hâris'e makrun olarak zikretmiş; İbn Hibban onu sikat
(güvenilirler) arasında anmıştır.[413]
Tirmizî ise, yukarıda
naklettiğimiz hadisi sahihlemiş ve mevkuf olmadığını belirtmiştir. Ancak
Tirmizî'nin rivayetinde "Hazfü't-teslîm" yerine,
"Hazfü's-selam.." denilmiştir.
Nitekim İbrahim
en-Nahaî'den yapılan rivayette, onun şöyle dediği tesbit edilmiştir:
"Tekbir cezmdir,
selâm da cezmdir." Bundan maksat, Allahü Ekberu yerine çekmeden ve sonuna
hareke koymadan Allahü Ekber; Es-Selamü Aleykümü yerine yine çekmeden
Es-Selamü Aleyküm demektir. İbn Seyyid en-Nas da diyor ki:
"Selâm'ın
uzatılmayacağı hakkında âlimlerin görüş birliği vardır, buna muhalefet edeni
bilmiyorum."
Namazın sonunda selâm
verirken, Es-Selamü Aleyküm Ve Rahmetullah demek, yani sağa ve sola başı
çevirip bu cümleyi söylemek hakkında birçok rivayetler vardır. Darekutnî'nin
Fezale b. Fazl'dan yaptığı rivayette, Ammar b. Yâsir (r.a.)’ın şöyle dediği tesbit
edilmiştir:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz sağına selâm verdiği zaman, sağ yanağının beyazlığı görünürdü;
sol tarafına selâm verdiği zaman sol yanağının beyazlığı görünürdü. Selâm
vermesi ise şöyle idi: Es-Selamü Aleyküm Ve Rahmetullah.."
Râvî Fezale b. Fazl
üzerinde biraz durulmuş, Ebû Hatim onun "sadûk" doğru ve güvenilir
olduğunu kaydetmiştir. İbn Mâce kendi Sünen'inde zikretmiştir.[414]
Diğer bir hadîsi de
İmam Ahmed kendi Müsned'inde, Taberâni kendi Mu'cem'inde Mülazim b. Amr'den, o
da Hevde b. Kays b. Talk'den, o da babasından, o da dedesinden rivâyet etmiştir
ki, adı geçen şöyle haber vermiştir:
"Resûlüllah
(a.s.) sağına ve soluna selâm verirdi, öyle ki, sağ ve sol yanağının beyazlığı
görülürdü." Burada nasıl selâm verdiği, yani hangi lâfızlarla söylediği
rivayet edilmemiştir.
Bir başka hadisi
Beyhaki el-Ma'rife'de İmam Şafii tarikiyle rivayet etmiştir ki, Şafiî'ye
İbrahim b. Muhammed haber vermiş, o da İshak b. Abdullah'tan o da Abdülvahhap
b. Baht'tan, o da Vasile b. el-Eska' (r.a.)’den rivayet etmiştir. Adı geçen şöyle
haber vermiştir:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz yanağının beyazlığı görünecek şekilde sağ ve soluna selâm
verirdi."
İki tarafa selâm
vermekle ilgili bir başka hadisi Ebû Dâvud, Vâil b. Hücür (r.a.)’den rivayet
etmiştir. Adı geçen şöyle demiştir:
"Peygamber
(a.s.) Efendimizle beraber namaz kıldım. O, başını sağına çevirip Es-Selâmü
Aleyküm Ve Rahmetullah soluna çevirip Es-Selamü Aleyküm Ve Rahmetü'llah
derdi."
İmam Nevevî
el-Hülasa'da, bu hadisin isnadının sahih olduğunu kaydetmiştir.
Darekutni ise kendi
Sünen'inde Hüreys b. Ebî Matar'dan, o da eş-Şa'bî'den o da Berâ' b. Âzib
(r.a.)’den rivayet etmiştir ki, adı geçen şöyle demiştir:
"Peygamber (a.s.)
Efendimiz, iki selâm verirdi.."
Ancak bu hadîsin
râvisi Hüreys hakkında bazı sözler söylenmiştir. Buharî onlardan biridir. Ebu
Hatim, İbn Main ve Nesâî de Buharî'ye katılmışlardır. Zehebî, onun birçok
kimseler tarafından zayıf kabul edildiğini kaydeder ve Nesâî'nin onun hakkında
"metrukü'l-hadîs" dediğini nakleder. Buharî, onun kaviy olmadığını
belirtmiştir.[415]
Tirmizî ve İbn
Mâce'nin Züheyr b. Muhammed'den, o da Hişam b. Urve'den, O da Hz. Aişe
(r.a.)’dan rivayet ediyor. Adı geçen demiştir ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz (namazın sonunda) bir defa yüzünün istikametine selâm
verirdi."
Aynı hadîsi Hâkim
el-Müstedrek'te rivayet etmiş ve "Şehayn'in şartı üzere.." demiştir.
et-Tenkih sahibi diyor ki:
"Züheyr b. Muhammed,
her ne kadar sahih ricaldan sayılırsa da onun birçok münker rivayetleri vardır.
Bu hadîs de o münkerlerden biridir." Nitekim Ebû Hâtim de, "Bu hadîs
münkerdir" demiştir.[416]
Bilindiği gibi, münker
hadîs, zayıf bir râvinin sika (güvenilir) bir râviye muhalif olarak rivayet
edilen hadîstir.
et-Tahavî ise, Züheyr
b. Muhammed hakkında şöyle demiştir:
"Bu zat her ne
kadar sika (güvenilir) se de, Amr b. Ebî Seleme'nin rivayeti onun zayıf
olduğunu ortaya koymaktadır."[417] İbn
Maîn de aynı görüştedir.
Nevevi, Hâkim'in bu
hadîsi sahihlemesi kabule şayan değildir, zira, namazın sonunda bir tek selâmla
yetinmenin hiçbir şekilde sabit olmadığı bilinmektedir, demiştir.[418]
Bir selâmla yetinmekle
ilgili bir başka rivayeti İbn Mâce, Abdülmüheymin'den, o da babası Abbas'dan, o
da kendi babasından, o da dedesi Sehl b. Sa'd (r.a.)’den yapmıştır. Adı geçen
demiştir ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimizin bir tek selâm verdiğini işittim, onan fazlasını
yapmadı."
Darekutnî bu rivayet
üzerinde durarak, "Abdülmüheymin kaviy değildir" derken, İbn Hibban,
onunla ihticac bâtıldır, diye kaydetmiştir.[419]
Zehebî bu zat üzerinde
durarak şunları nakletmiştir:
"Abdülmuhaymın b.
Abbas'ın on kadar rivayet ettiği hadis vardır. Buhari, onun münkerü'l-hadîs
olduğunu söylemiş; Nesâî, sika olmadığına dikkat çekmiş, Darekutnî ise, onun
kaviy olmadığını belirtmiştir."[420]
Bu konuda bir başka
rivayeti İbn Mâce, Yahya b. Râşid'den, o da Yezid Mevlâ Seleme'den, o da Seleme
b. el-Ekva' (r.a.)’den yapmıştır. Adı geçen şöyle demiştir:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimizi namaz kılarken gördüm, bir defa selâm verdi."
Ne var ki, râvi Yahya
b. Râşid üzerinde durulmuş, İbn Main, onun kayda değer bir şey olmadığını
söylerken, Nesâî onun zayıf olduğunu belirtmiştir.[421]
Aynı konuyla ilgili
bir hadîsi İbn Adiy el-Kâmil'de, Atâ' b. Ebî Meymune'den, o da Ebu Hafs'dan , o
da el-Hasen'den, o da Semüre (r.a.)’den rivayet etmiştir. Adı geçen şöyle
demiştir:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz (namazın sonunda) bir tek defa selâm verirdi, o da yüzü
istikametine.."
Abdülhak bunu kendi
Ahkâm'ında İbn Adiy cihetiyle zikretmiş ve Atâ'ın zayıf olduğunu belirtmiştir.[422] İbn
Maîn onun sika olduğunu belirtmişse de Ebû Hatim onun hadîsiyle ihticac edilmez demiştir. Aynı zamanda bu zatın Kaderi mezhebinin baş
elemanlarından olduğunu Ebu İshak el-Cevzecânî söylemiştir.[423]
Böylece namazın
sonunda Peygamber (a.s.) Efendimiz'in yüzü istikametine bir selâm vermekle
yetindiğiyle ilgili rivayetlerin hemen hepsi istidlal ve ihticace elverişli
olmadığı, çoğunun zayıf ve metruk olduğu anlaşılmaktadır. O bakımdan iki tarafa
belirtilen şekilde ve zikredilen elfaz ile selâm vermenin sahîh olduğu ihticaca
uygun görüldüğü kesinlik kazanmış oluyor. O bakımdan müctehit imamların çoğunun
istidlal ve ictihatları bu doğrultudadır.
Nitekim Ebu Cafer
et-Tahavî bir selâmla yetinmekle ilgili iki rivayete yer verdikten sonra iki
tarafa selâm vermekle ilgili yirmiden fazla rivayeti toplamış ve böylece
konuya ağırlık kazandırarak araştırıcılara yeteri kadar malzeme hazırlamıştır.
Onları buraya nakletmemiz, -kitabımızın hacmini büyüteceğinden- mümkün olmamıştır.
O, bu rivayetleri topladıktan sonra Mâliki mezhebi dışında üç mezhebin
görüşüyle birleşmiştir. [424]
1- Namazın
sonunda selâm vermek ve "selâm" lafzını kullanmak vâcibdir.
2- Başı sağa
ve sola çevirip selâm vermek sünnettir. Bu, Hanefîlere göredir.
3- Selâm
verirken sağdaki ve soldaki melekleri ve mü'minleri kasdetmek müstehabdır.
4- Önce
sağa, sonra sola selam vermek sünnettir. Bu da Hanefilere göredir.
5- Selâm
verirken başı iyice sağa ve sola, yanaklar görünecek şekilde çevirmek
sünnettir. Bu Hanefi, Şafîi, ve Hanbeli mezhebine göredir.
6- Namazın
sonunda selâm vermek farzdır.
7- Selâm
verirken Es-Selamü Aleyküm Ve Rahmetullah demek sünnettir ve selâmın kâmil
şeklidir.
8- Sağ
tarafa selâm vermek vâcib, sol tarafa vermek sünnettir. Bu, Hanefîlerle
Hanbelilere göredir.
9- Namazın
sonunda sadece ön cihete selâm verip başı hafifçe sağa çevirmek kâfidir. Bu,
Mâlikîlere göredir.
10- Selâm'ı
cezm şeklinde teleffuz edip uzatmamak sünnettir.
Namaz bütünüyle zikir,
tesbih, tehlîl ve duâ olmakla beraber, onu kılmaya bizi muvaffak kılan Allah'a
ne kadar duâ etsek ve onu ne kadar ansak, ne kadar tesbîh etsek yine azdır.
Cenâb-ı Hakk'ın hidâyet nasip ederek bizi huzuruna kabul buyurması ve günde beş
vakit bizi buna davet etmesi, iltifatların en güzeli, nimetlerin en
büyüklerinden biridir.
Sevbân (r.a.)’den
yapılan rivayette demiştir ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz namazdan fariğ olunca üç defa istiğfar eder ve şöyle derdi:
"Allahümme
Ente's-Selâm Ve Minke's-Selâm, Tebarekte Ya Ze'l-Celâlî Ve'l-İkrâm."[425]
Abdullah b. Zübeyir
(r.a.)’dan yapılan rivayette, adı geçen her namazın arkasından selâm verince
şöyle derdi: La İlahe Îllallahü Vahdehü La Şerike Leh, Lehü'l-Mülkü Ve
Lehü'l-Hamdü Ve Hüve Alâ Külli Şey'in Kadîr Vela Havle Kuvvete İlla
Billahi'l-Aliyyi'l-Azim, Vela Na'bdü İlla Iyyaihü, Lehü'n-Ni'metü Ve
Lehü'l-Fazlü Ve Lehü's-Senaü's-Senaü'l-Hasen. La İlahe İllallahü Muhlisine
Lehü'd-Dîne Velev Kerihe'l-Kâfîrûn.
Abdullah devamla
dedi ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz her namazın arkasında bunlarla
tehlîlde bulunurdu."[426]
Muğire b. Şu'be
(r.a.)’den yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimizin her farz namazın
arkasında şöyle dediğini haber vermiştir: La İlahe İllallahü Vahdehü La Şerike
Lehü, Lehü'l-Mülkü Ve Lehü'l-Hamdü Ve Hüve Ala Külli Şey'in Kadir Allahümme
Abdullah b. Amr
(r.a.)’dan yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğunu
haber vermiştir:
"İki haslet var ki,
hangi bir müslüman adam onları (zikredip) sayarsa, mutlaka Cennet'e girer. O
iki haslet çok kolaydır, ama onlarla amel eden pek azdır: Her namazın arkasında
on defa Allah'ı tesbîh eder, on defa tekbir eder, on defa da hamd eder."
Râvi devamla diyor ki:
"Resûlüllah'ı
(a.s.) gördüm, eliyle (onları sayıp parmaklarını bükerek) bağlıyordu ve (şöyle
diyordu):
"İşte bu, dil
ile yüz ellidir, terazide ise binbeşyüzdür."
"Döşeğine gelip
uyumak istediğinde yüz defa tesbîh, hamd ve tekbîr getirirdi ve (şöyle
buyururdu):
"Bu dil ile
yüzdür, terazide ise, bindir."[428]
Sa'd b. Ebî Vakkas
(r.a.)’2d(n yapılan rivayete göre, adı geçfen kendi oğullarına, öğretmenin
küçük çocuklara yazmayı öğretir gibi, şu kelimeleri öğretiyordu. Şüphesiz ki
Resûlüllah (a.s.) Efendimiz namazın arkasında o kelimelerle (Allah'a sığınır)
teavvüz ederdi:
"Allahım!
cimrilikten sana sığınırım, korkaklıktan sana sığınırım, ömrün en rezil
(dönemine) döndürülmekten sana sığınırını, dünya fitnesinden sana sığınırım ve
kabir azabından da sana sığınırını."[429]
Ümmü Seleme (r.a.)’dan
yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimizin sabah namazını kıldığı zaman
şöyle dua ettiğini haber sermiştir:
"Allahım senden
faydalı bir ilim, kabul olunan bir amel isterim." [430]
Ebu Ümame (r.a.)’den
yapılan rivayette, şöyle haber vermiştir:
"Ey Allah'ın
Resulü! Hangi duâ daha çok makbuldür?" diye soruldu. Resûlüllah (a.s.):
"Gecenin
ortasının son bölümünde ve bir de farz namazların arkasında (yapılan
duâ)..." diye buyurdu.[431]
Hadîslerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Her
namazdan sonra, Abdullah b. Zübeyir'in (r.a.) rivayet ettiği duayı okumak
sünnettir.
2- Her
namazın ardında Muğîre b. Şu'be'nin (r.a.) rivayet ettiği tehlîl anlamındaki
duayı okumak da sünnettir.
3- Her
namazın ardından on defa Sübhanellah, on defa Allahu Ekber, on defa da el-Hamdü
lillah çekip tesbih, tekbîr ve tahmîdde bulunmak sünnettir. Aynı zamanda her
tesbih, tekbir ve tahmid on misliyle karşılık görür.
4-
Akşamlayın uyumak üzere yatağa uzanıldığında yüz defa tesbîh, tekbir ve
tahmîdde bulunmak müstehabdır. Bu da bire on karşılık görür.
5- Her
namazdan sonra Sa'd b. Ebî Vakkas'dan (r.a.) rivayet edilen hadîste belirtilen
şekilde teavvüzde bulunmak sünnettir.
6- Sabah
namazından hemen sonra Ümmu Seleme'den rivayet edilen duayı yapmak
müstehabdır.
7- En çok
kabule şayan olan duâ, gece yarısının son bölümünde ve bir de farz namazlardan
sonra yapılanıdır.
Böylece namazdan sonra
birçok tesbih, tekbîr, tahmîd ve dualar tavsiye edilmiştir. Herkes zamanın
elverdiği nisbette bunlardan birini veya birkaçını yerine getirmekte
muhtardır. Rivâyetlerin tamamı dikkate alınınca, Resûlüllah (a.s.) Efendimizin
her namazın arkasından bunların hepsini bir dizi halinde yapmadığı, ama
mutlaka bir iki tanesini ihmal etmediği görülür. Dua ve tesbihlerin çokluğu bir bahçedeki, renkleri, kokuları ve şekilleri farklı
yüzlerce gül ve çiçeğe benzetilebilir. Hepsi de aynı bahçenin toprağında yer
almıştır. Bu bahçeye bakan herkes en çok hoşuna giden gül ve çiçeklerden
birini veya birkaçını seçer. Biz de yüzlerce duâ ve tesbih arasından birini
veya birkaçını seçebilir ve onlara devam edebiliriz. Bunda bir sakınca yoktur.
Hadislerin ışığında
mezhep sahibi imamların görüş, tesbit, istidlal ve ihticacları:
Önce şunu belirtelim
ki, müctehit imamlar namazdan sonra yapılacak duâ ve tesbîh üzerinde fazla
durmamışlar, sadece me'sur duâ ve tesbihlerin yapılmasının müstehab olduğunu
söylemişlerdir. Nitekim İmam Ahmed b. Hanbel bu hususa temasla şöyle demiştir:
"Selâm verdikten
sonra Allah'ı anmak ve duâ etmek müstehabdır. Daha çok Resûlüllah (a.s.)
Efendimizden rivayet edilenlerle zikir ve duâ etmek müstehab sayılmıştır."
Nitekim İmam Ahmed b.
Hanbel bu hususa temasla şöyle demiştir ve Evzaî'den rivayet edilen hadîslerle
istidlal edildiğini söyler. Ayrıca Sa'd. b. Ebî Vakkas hadîsiyle de istidlal
edildiğini nakleder.[432]
O nedenle mezhep
imamlarının görüş ve istidlallerini ayrı ayrı nakletmeyi gerek görmüyoruz.
Konuyla ilgili
yorumlar, rivayetler ve tahliller:
1043 nolu Sevban
(r.a.) hadîsi sahihtir. Namazın arkasından üç, defa istiğfar etmenin
meşruiyetine delâlet etmektedir.
1044 nolu Abdullah
hadîsi de sahihtir. Namazdan hemen sonra belirtilen zikri bir defa yapmanın
meşruiyetini ifade etmektedir.
1045 nolu Muğîre
hadîsi, Buharî ve Müslim'in ittifakıyla sahihtir. Ancak Taberânî bu rivayeti
şu fazlalıkla tesbit etmiştir:
"Yuhyi Ve Yümîtü Ve
Hüve Hayyün Lâ Yemut, Bi-Yedîhi'l-Hayrü Ve Hüve Alâ Külli Şeyin Kadir.."
Hadîsin râvilerinin
hepisi sikat (güvenilir) dirler. Buna benzer bir rivayeti Hafız Bezzar,
Abdurrahman b. Avf (r.a)’dan sahîh bir senetle rivayet etmiştir.
Hadîsin zahiri,
namazdan sonra sözü edilen zikrin meşruiyetine ve bir defa söylenmesine delâlet
etmektedir. Ancak Ahmed b. Hanbel, Nesâî ve İbn Huzeyme bunun üç defa
söylenmesinin daha uygun olacağını belirtmişlerdir.
Ancak şunu hatırlatmamızda fayda vardır: Hadîste
belirtilen zikir, az değişik lâfızlarla çeşitli tariklerle
rivayet edilmiştir. Herhangi birini virt edinmekte bir sakınca yoktur.
1046 nolu Abdullah b.
Ömer (R.A.) hadîsi sahihtir. Ancak sözü sdilen tesbîh, tekbîr ve tahmîdin
sayısıyla ilgili rivayetler muhteliftir :
a)
Naklettiğimiz hadîste onar defa tavsiye edilmiştir. Tirmizî ve Nesâî'nin Enes (r.a.)
hadîsinde, Nesâî'nin Sa'd b. Ebî Vakkas (r.a.) hadîsinde, Ahmed b. Hanbel'in
Ali b. Ebî Tâlib (r.a.) hadîsinde, Taberâni'nin Ümmu Mâlik hadîsinde sözü
edilen tesbihlerin onar defa yapılması belirtilmiştir.
b) Tirmizî ve Nesâî'nin İbn Abbas (r.a.) hadîsinde;
Müslim, Tirmizî ve Nesâî'nin Kâb b. Ücre hadîsinde; Buharî ve Müslim'in Ebû
Hüreyre hadîsinde; Nesâî'nin Ebû Derdâ hadîsinde her birinden otuz beş defa
söylenmesi tavsiye edilmiştir.
c) Nesâî'nin
Zeyd b. Sabit (r.a.) hadîsinde, yine Nesâî'nin Abdullah b. Ömer hadîsinde
yirmi beş defa söylenmesi tavsiye edilmiştir.
d) Hafız
Bezzar'ın İbn Ömer (r.a.) hadîsinde onbir defa söylenmesi tavsiye edilmiştir.
Ayrıca altı defa ve
bir defa tavsiye edilen bazı rivayetler de mevcuttur: Taberânî ise el-Kebir'de
Ebû Zümeyl hadîsini naklederek yetmiş defa söylenmesini belirtmiştir. Ancak bu
hadîsin isnadında bir cehalet vardır. Diğer yandan Nesâî'nin Ebû Hüreyre (r.a.)
hadîsinde yüz defa tavsiyesi yer almıştır Ancak bu rivayetin zayıf olduğu
tesbit edilmiştir.
Günümüzde namazdan
sonra tesbih, tahmîd ve tekbîrin 33'er defa söylenmesi, Buhari ve Müslim'in Ebû
Hüreyre'den (r.a.) rivayet ettikleri sahih hadîse dayanmaktadır. Ayrıca Nesâî
aynı rivayetin bir benzerini "Amelü'l-yevmi ve'lleyle" bölümünde
ashabdan bir zattan naklen rivayet etmiştir.[433]
1047 nolu Sa'd b. Ebî
Vakkas (r.a.) hadîsi sahihtir. Resûlüllah'ın (a.s.) sözünü ettiğimiz altı
şeyden Allah'a sığınması, onların önemine binaendir. Ayrıca ümmetini o altı
hususta uyanık tutmaya yönelik bir tavsiyedir.
1048 nolu Ümmu Seleme
(r.a.) hadîsini aynı zamanda İbn Ebi Şeybe tahric etmiştir. İbn Mâce ise kendi
Sünen'inde Ebu Bekir b. Ebî Şeybe'den rivayet etmiştir ki, ricalinin hepsi
sikat (güvenilirler) dir. Sadece Ümmu Seleme'nin azatlı kölesi pek bilinmemektedir.
1049 nolu Ebu Ümâme
(r.a.) hadisini Tirmizî hasenlemiştir. Hadîs duaların daha çok, gece ortasında
ve bir de farz namazların arkasında makbul olduğuna delâlet etmektedir.
Öteden beri farz
namazların arkasında tesbihlerden önce Ayete’l-kürsî okunmaktadır. İlim
adamları bunu belirtilen yerde okunmasını tavsiye ederlerken şu hadîsle
istidlal etmişlerdir:
"Kim her farz
namazın arkasında Âyete’l-kürsî'yi okursa, ölümden başka onun Cennet'e
girmesine engel olacak bir şey yoktur."
Nesâî'nin Ebû Ümame (r.a.)’dan
rivayet ettiği bu hadîsi, İbn Hibban sahîhlemiştir. Taberânî aynı rivayeti şu
fazlalıkla rivayet etmiştir:
"Kim her farz
namazın arkasında Âyete'l-kürsi ve Kul huvallahu ahadi okursa..."
Bunların dışında
namazdan sonra birçok duâ, zikir, tesbih ve teavvüzler tavsiye edilmiştir.
Hepsini buraya nakletmemize hacmimiz müsait değildir.
İmam farz namazı
kıldırdıktan sonra ne yapmalıdır? Bulunduğu yerde oturup tesbih ve duâ ile mi
meşgul olmalıdır, sünnet namaz varsa kalkıp onu mu kılmalıdır, bulunduğu
yerden biraz sağa ve ya sola mı sapmalıdır?
İmama uyup namaz
kılanlar, selâmdan sonra safları bozmalı mıdırlar, yoksa safları bozmadan
sünnet namaza veya duâ ve tesbihleri yerine mi getirmelidirler?
Bütün bu soruların
cevabını, ilgili hadîsleri ve onlarla ilgili ilim adamlarının tesbit ve
görüşlerini naklettikten sonra vermiş olacağız.
İlgili hadîsler:
Hz. Âişe (r.a.)
Validemizden yapılan rivayette, demiştir ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz (namazın sonunda) selâm verince, Allahümme Ente's-Selâm Ve
Minke's-Selâm Tebarekte Ya Ze'l-Celâlî Ve'l-İkram diyecek kadar otururdu."[434]
Semüre (r.a.)’den
yapılan rivayette, demiştir ki:
"Peygamber (a.s.)
Efendimiz bir namaz kıldığı (kıldırdığı) zaman dönüp yüzüyle bize
yönelirdi."[435]
Berâ b. Âzib
(r.a.)’den, demiştir ki:
"Bizler
Resûlüllah (a.s.) Efendimizin arkasında namaz kıldığımız zaman, Onun sağında
bulunmayı ve (selâm verince) yüzüyle bize yönelmesini çok arzu ederdik."[436]
Yezîd b. Esved
(r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir ki:
"Veda haccında
Resûlüllah (a.s.) Efendimiz ile birlikte haccetmiş bulunuyorduk. O bize sabah
namazını kıldırdıktan sonra bulunduğu yerden biraz saptı ve yüzünü çevirip
insanlara yönelerek namaz kılmayan iki adamın kıssasını anlattı. Bu sırada
hazır bulunanlar yerlerinden kalkıp Resûlüllah'a (a.s.) doğru yürüdüler; ben
de yerimden kalkıp onlarla beraber yürüdüm ki o gün ben oradakilerin en genci
ve en yakışıklısı idim. Durmadan kalabalığı yarıp Resûlüllah'a (a.s.) ulaştım
ve elinden tutup ya yüzünün, ya da göğsünün üzerine koydum. Hemen belirteyim
ki, Resûlüllah'ın (a.s.) elinden daha temiz ve güzel, daha serin bir el
görmedim. Resûlüllah o gün Mescid-i Hayf de bulunuyordu."[437]
Ebu Cuhayfe (r.a.)’den
yapılan rivayette, demiştir ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz gün ortasında Betha'ya doğru çıktı, abdest aldıktan sonra öğle
namazını iki, ikindi namazını da iki rekât olarak kıldı ki o esnada önünde kısa
bir harbe bulunuyordu, o harbenin ön kısmından da kadın geçiyordu.. (Namazı
müteakip) oradaki insanlar kalkıp Resûlüllah'ın (a.s.) ellerini tutarak yüzlerine
sürdüler."
Râvi devamla diyor ki:
"Ben de Peygamber
(a.s.)’ın elinden tuttum ve yüzümün üstüne koydum da onu kardan daha soğuk,
misk kokusundan daha güzel ve hoş buldum."[438]
İbn Mes'ud (r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir ki:
"Sizden hiç kimse
namazını kılınca mutlaka sağ tarafa ayrılmayı kendi üzerine bir hak olarak
görüp ondan şeytan için bir şey ayırmasın. And olsun ki, Resûlüllah (a.s.)
Efendimizi daha çok sol tarafına ayrılırken gördüm."
Diğer bir rivayette,
"daha çok insirafı (ayrılması) sol tarafına id" denilmiştir.[439]
Kabisa b. Hilb'den o
da babasından rivayet etmiştir. Babası şöyle haber vermiştir:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz bize imam olurdu da (namazı kıldırınca) hem sağına, hem soluna ayrılırdı." Yani bazan sağına, bazan da soluna ayrılırdı.[440]
Hadislerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Namazı
kılıp selâm verdikten sonra, Allahümme Ente's-Selamü Ve Minke's-Selâmü Tebarekte Ya Ze'l-Celâl'î Ve'l-İkrâm
diyecek kadar oturmak sünnettir.
2- Namazdan
sonra Allahümme Ente's-Selâm...... söylemek de sünnettir.
3- İmam
namaz kıldırdıktan sonra, farzı müteakip sünnet yoksa, yüzünü cemaate
döndürmesi sünnettir.
4- İmam
namazı kıldırdıktan sonra sağ tarafına doğru dönüp yüzünü cemaate çevirmesi
sünnettir.
5- Farz
namazı kılan kimse, mescide geldiğinde imamın cemaate aynı namazı kıldırdığını
görürse, onun da imama uyması sünnettir. Çünkü aynı namazı ikinci defa kılması
onun için nafile sayılır.
6- İlim ve
irfan sahibi sâlih kişilerin elini tutup yüze sürmek müstehabdır.
7- Açık
yerde namaz kılarken secde mahalline mızrak ve benzeri bir sütre dikmek
sünnettir.
8- Kadınların
sütrenin önünden geçmesinde bir sakınca yoktur.
9- İmam
namaz kıldırdıktan sonra bulunduğu yerden biraz kayıp veya sağından veya
solundan dönüp yüzünü cemaate çevirmesi sünnettir.
Hadîslerin ışığında
mezhep imamlarının görüş, tesbit, istidlal ve ihticacları:
a)
Hanefilere göre:
İmam farzdan sonra
sünnet namazı olmayan sabah ve ikindi namazlarından birini kıldırdığı zaman
isterse kalkıp ayrılır, isterse yerinde oturup duâ ile meşgul olur. Ancak
kıbleye yönelik bir halde oturması mekruhtur. Bunun bid'a olduğunu söyleyenler
de olmuştur.[441]
Hanefîler bu meselede
1052 nolu Hz. Aişe (r.a.) hadîsiyle istidlal etmişlerdir.
İmam selâm verdikten
sonra az durup arkasında namaz kılan yoksa yüzünü cemaate çevirir. Böyle
yapması müstehabdır. Arkasında namaz kılan varsa, yüzünü ona çevirmesi
mekruhtur.
İmamın yerinden az
ayrılıp sağından veya solunda dönerek yüzünü cemaate çevirmesi müstehabdır. Bu
hususta imam muhayyerdir, yani istediği veya uygun gördüğü tarafından dönüp
yüzünü cemaate çevirir.
İbn Ömer (r.a.),
"İmamın farz namazı kıldırdıktan sonra hiç yerinden inhiraf etmeyip aynı
yerde nafile veya sünnet namaz kılması mekruhtur" demiştir.[442]
Yine hanefilere göre,
açık havada namaz kılan kimseye, bir parmak kalınlığında ve bir zira' (yaklaşık
60-
Dikilen sütrenin
önünden geçmekte bir beis yoktur.[443]
Namaz kılanın önünden
kadının, eşeğin ve köpeğin geçmesi namazı kesmeyi gerektirmez. İlim adamlarının
çoğu bu görüştedir. Zahirilere göre, namazı kesmeyi gerektirir. Onlar bu
meselede Ebû Zerr'in (r.a.) "Kadının, eşeğin ve köpeğin geçmesi namazı
keser" mealindeki hadisle istidlal etmişlerdir. Hanefiler ise, Ebu
Cuhayfe hadîsiyle istidlal etmişlerdir. Ayrıca Ebu Said el-Hudrî'nin (r.a.)
rivayet ettiği, "Hiçbir şeyin geçmesi namazı kesmez"
mealindeki hadîsi dayanak seçmişlerdir. Nitekim Hz. Aişe (r.a.) Urve'ye Irak
ehlinin bu mesele hakkında ne dediklerini sormuş, onların, kadın, eşek ve
köpeğin geçmesiyle namaz kesilir, dediklerini öğrenince üzülmüş ve şöyle demiştir:
"Ne kötüdür Irak,
nifak, şikak ehli ki, biz kadınları o iki hayvanla bir tutuyorlar! Oysa
Resûlüllah (a.s.) Efendimiz geceleyin benim hücremde kalkıp namaz kılardı, ben
de onun ön kısmında cenaze gibi uyur halde bulunurdum.."[444]
b) Şâfiilere
göre:
Namaz kıldırdıktan
sonra sağa veya sola inhiraf etmek sünnettir. Onlar bu meselede Ebu Hüreyre'nin
(r.a.), "Peygamber (a.s.) Efendimiz namazı kılıp bitirince sağına veya
soluna inhiraf eder, (yerinden az ayrılıp sağından veya solundan dönerek yüzünü
cemaate çevirirdi)." mealindeki hadîsiyle istidlal etmişlerdir.[445]
Nitekim İmam Şafiî bu
konuda, şöyle demiştir:
"İster imam
olsun, ister yalnız başına namaz kılan veya cemaatle bulunan kimse olsun,
namazı kılıp kalkınca, arzu ettiği şekilde sağdan veya soldan dönüp yüzünü
sağa, sola veya arkasındakilere çevirebilir, isterse ayrılıp gidebilir. Ama
ben, imamın sağa doğru teveccüh etmesinin müstehab olduğunu söylüyorum.[446]
Yine Şâfiîlere göre:
Açık yerde namaz
kılınırken sütre kullanmanın dört mertebesi vardır; birinci mertebe mevcut iken
diğerlerine gidilmez:
Birinci mertebe, sabit
olan temiz eşyadır, duvar, sütun ve benzeri şeyler bu cümledendir. İkinci
mertebe, dikilen değnek ve benzeri şeylerdir. Üçüncü mertebe, üzerinde namaz
kılmak içine edindiği seccade, aba ve benzeri şeylerdir. Tabii o seccadenin
cami mefruşatından olmaması şarttır. Aksi halde sütre için yeterli sayılmaz.
Dördüncü mertebe, yere uzunlamasına veya enine çekilen hattır. Uzunlamasına
çekilmesi evlâdır.
Birinci ve ikinci
mertebedeki sütrenin yüksekliğinin bir zira'ın üçte ikisi kadar veya daha fazla
olması şarttır. Aynı zamanda o sütreyle namaz kılan kimse arasında üç zira'dan
fazla bir mesafenin bulunmaması da şarttır. Üçüncü ve dördüncü mertebedeki
sütrenin kıble cihetine doğru, en az bir zira'ın üçte ikisi kadar veya daha fazla
uzun olması şarttır ve ayak parmaklarından itibaren kıble cihetine doğru
çekilen hattın üç zira'dan daha uzak bir mesafede olmaması gerekir.[447]
c)
Hanbelilere göre:
Cemaat erkek ve
kadınlardan oluşuyorsa, o takdirde gerek imam, gerekse erkek cemaatı kadınların
kalkıp dışarı çıkmalarına imkân vermek için bulundukları yerde biraz oturmaları
müstehabdır, yani namaz kılıp selâm verdikten sonra hemen kalkmayıp kadınların kalkıp çıkmasını beklerler. Nitekim Ümmu Seleme (r.a.)
diyor ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz zamanında, namaz kılınınca kadınlar oturmayıp hemen
kalkarlardı."
Cemaat arasında kadın
yoksa, namazı bitirince fazla oturmak müstehab değildir. Hanbeliler bu meselede
1052 nolu Hz. Aişe hadisiyle istidlal etmişlerdir. O halde imam veya münferit
selâm verdikten sonra Allahümme Ente's-Selâm Ve Minke's-Selâm, Tebarekte Ya
Ze'l-Celâli Ve'l-Îkram der veya bunu söyleyecek kadar bekler de öylece yerinden
kalkar.
Farzdan sonra sünnet
namaz yoksa, kıbleye yönelik oturmak mekruhtur. Sağa veya sola dönülerek az bir
inhiraf yapılır. Nitekim Resûlüllah (a.s.) Efendimiz öyle yapmıştır.[448]
Hanbeliler bu meselede
1057 nolu İbn Mes'ud (r.a.) hadîsiyle istidlal etmişlerdir.
İmam Ahmed b. Hanbel de
şöyle demiştir:
"İmam farz namazı
kıldığı yerde sünnet ve nafile namaz kılmaz. Nitekim Ali b. Ebî Tâlib (r.a.) de
öyle demiştir. Ancak imamın arkasında namaz kılanların aynı yerde sünnet ve
nafile kılmalarında bir sakınca yoktur. Nitekim İbn Ömer (r.a.) de öyle
yapmıştır. İshak da aynı görüştedir."
Ahmed b. Hanbel bu
meselede, Muğire b. Şu'be'nin (r.a.) rivayet ettiği şu hadîsle istidlal
etmiştir:
"İmam,
insanlara namaz kıldırdığı yerde, sünnet ve nafile namaz kılmasın!"[449]
d)
Mâlikîlere göre:
Sahnun'un İbn Vehb'den
onun da Said b. Ebi Eyyûb'dan, onun da Zehre b. Muabbid'den yaptığı rivayete
göre, İbn Müseyyeb namazın sonunda hem sağına, hem soluna selâm verir, sonra
da imamın selâmına karşılık verirdi. İmam Mâlik de bu rivayeti benimsemiştir.
Sonra da İbn Vehb Yunus b. Yezid'den rivayetle Ebu Zennad'ın, Hârice b. Zeyd b.
Sâbit'in, imamların selâm verdikten sonra oturmalarını kınadığını haber vermiş
ve şöyle demiştir: "İmamlar selâm verdikleri zaman artık yerlerinden
ayrılırlar." İbn Vehb diyor ki:
"Bana ulaşan
bilgiye göre, İbn Şihab selâm verdikten sonra bulunduğu yerden ayrılmanın
sünnet olduğunu söylemiştir." Yine İbn Vehb diyor ki:
"İbn Mes'ûd
(r.a.) selâmdan sonra oturmaktansa, iyice ısıtılmış taş üzerinde oturmak
hayırlıdır, demiştir."
Yine aynı zat diyor
ki:
"Bize kadar gelen
haberden, Ebû Bekir Sıddık’ın (r.a.) selâm verdikten sonra sanki kızgın taş
üzerinde duruyormuş gibi bir hali olurdu, vakit kaybetmeden yerinden kalkıp
ayrılırdı. Hz. Ömer (r.a.) ise, selâmdan sonra bulunduğu yerde oturmak
bid'attır, demiştir."[450]
Diğer rivayetler
yorumlar ve tahliller:
1052 nolu Hz. Aişe
(r.a.) hadîsi sahih kabul edilmiştir. Mâlikiler bu hadîsle de istidlal ederek,
selâmdan sonra oturmanın mekruh olduğunu belirtmişlerdir. Bu hadîsi
kuvvetlendirir manada Abdurrezzak'ın Enes (r.a.)’den yaptığı şu rivayeti de
dikkatten uzak tutmamak gerekir:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimizin arkasında namaz kıldım. Selâm verdiği saatte (anda)
kalkardı. Sonra Ebu Bekir Sıddîk'ın (r.a.) arkasında namaz kıldım, o da selâm
verince hemen yerinden kalkar, sanki kızgın bir taş üzerinde duruyormuş gibi
davranırdı."[451]
Bunu kuvvetlendiren
bir diğer rivayette şudur:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz selâm verdikten sonra az bir süre oturup kadınların
ayrılmalarını bekler ve öylece kalkardı." Bu da selâm verdikten sonra
vakit kaybetmeden bulunduğu yerden kalkmak asıldır ve meşru'dür.
1053 nolu Semüre
(r.a.) hadisini Buhari salât bahsinde kısa, cenâiz bahsinde uzun olarak rivayet
etmiştir. Sahih hadîslerden biri sayılan bu rivayet de namazdan sonra imamın
yüzünü cemaate döndürmesinin meşruiyetine delâlet etmektedir. Aynı zamanda buna
devam edildiği de anlaşılıyor. Çünkü (kâne) fiiliyle anlatılmıştır, bu fiil
muvazebet (devamlılık) ifade eder. Ancak İmam Nevevi bu fiilin geçmişle ilgili
bir kip olduğunu devam ve tekrarı gerektirmediğini söylemiştir.
Birincilerin görüş ve
tesbiti daha uygun kabul edilmiştir. Çünkü Resûlüllah'ın (a.s.) farzdan sonra
sünnet olmayan namazlarda ekseri böyle yaptığı bilinmektedir.
1054 nolu Berâ' (r.a.)
hadîsi ise, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in selâm verdikten sonra sağına
meyledip o cihette bulunanlara yüzünü çevirdiğine delâlet etmektedir. O halde
bu iki hadîsin arasını te'lif ve cem'etmek gerekir: Resûlüllah (a.s.)
Efendimizin bazan yüzünü iyice cemaate döndürdüğü, bazan da sadece sağ
tarafındaki cemaate çevirdiği olmuştur. Her ikisi de meşru'dur. Aynı zamanda
Berâ' Hazretlerinin rivayeti, Semüre Hazretlerinin rivayetini tefsir ettiğini
de söyleyebiliriz, "Peygamber (a.s.) namazı kılınca yüzünü bize
çevirirdi" sözünden, biz sağında bulunan cemaate çevirirdi, manası
çıkabilir.
1055 nolu Yezîd b.
Esved hadisini Ebu Dâvud, Nesâî ve Tirmizî tahrîc etmişlerdir. Ayrıca Tirmizî
bu hadîsin hasen ve sahîh olduğunu kaydetmiştir. Ancak Tirmizi'nin rivayetinde
hadis şu lâfızla başlamıştır:
"Peygamber (a.s.)
Efendimizin haccında ben de hazır bulundum ve Onunla birlikte Mescid-i Hayf'de
sabah namazını kıldım. Namazını bitirince yerinden ayrıldı..."
Hadîsin isnadında
Câbir b. Yezid b. Esved hakkında farklı tesbitler ortaya çıkmışsa da Nesâî onun
sika (güvenilir) olduğunu söylemiştir.
1056 nolu Ebu Cuhayfe
(r.a.) hadîsini Buharî hem kısa, hem de
uzun şekliyle rivayet etmiştir. Hadîs, kadınların namaz kılan erkeğin önünden
geçtiği takdirde onun namazını kesmiyeceğine delâlet etmektedir.
Diğer 1057 ve 1058 nolu
hadisler de, imamın selâm verdikten sonra sağ veya sol tarafına dönmesinin veya
tam dönüş yapıp yüzünü olduğu gibi cemaate çevirmesinin meşru olduğuna delâlet
etmektedir.
1- İmamın
selâm verdikten sonra kıbleye müteveccih bir şekilde oturması mekruhtur. Bu, İmam Ebû Hanîfe'ye göredir.
2- İmam
Namazı kıldırdıktan sonra, farzı müteakip sünnet namaz yoksa, yüzünü cemaate
çevirir, bu müstehabdır.
3- İmam
Selâm verdikten sonra arkasında henüz namaz kılan varsa, dönüp yüzünü ona
çevirmesi mekruhtur.
4- İmamın farz
namazı kıldırdıktan sonra sünnet namaz yoksa, sağına veya soluna dönüp o
cihetteki cemaate yönelmesi müstehabdır.
5- Açık
yerde namaz kılan kimsenin secde edeceği yerin az önüne bir parmak kalınlığında
bir cisim dikmesi müstehabdır.
6- Namaz
kılan kimsenin önünden kadın, köpek ve eşek geçecek olursa, namazı kesmeyi
gerektirmez. Bu da Hanefilere göredir.
7- İmamın
namazı kıldırdıktan sonra sağına veya soluna doğru kayması sünnettir. İmam
Şafiî, namazı kılıp bitiren kimse, sağına, soluna kaymak veya ayrılıp gitmekte
serbesttir, demiştir.
8- Açık
yerde namaz kılan kimse, önüne dikecek bir sütre bulamadığı takdirde, yere bir
çizgi çekilmesi sünnettir. Bu, Şâfiî'lere göredir.
9- Cemaat
arasında kadın da bulunuyorsa, o takdirde gerek imamın selâm verdikten sonra,
gerekse cemaatin, kadınların kalkıp çıkmalarına imkân vermek için bulundukları
yerde az bir süre oturmaları müstehabdır. Bu, Hanbelilere göredir.
Bilindiği üzere,
tesbîh, Allah'ı her türlü noksan sıfatlardan, beşeri vasıflardan (tenzih
etmek, onun büyüklüğünü, yüceliğini dile getirip övülmeyi her zaman lâyık
olduğunu düşünerek hamd etmektir.
Ancak Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz tesbih, tekbir ve tahmid hususunda bazı rakamlar üzerinde
durmuştur. Her sayının ayrı bir hikmeti ve başka bir feyiz ve bereketi
bulunduğundan belirtilen rakamlara aynen uymak sünnettir. Sayıda bir yanlışlık
yapmamak için de ya parmaklardaki boğumları dikkate alarak hesaplamak, ya da
tohum ve benzeri bir şeyle onu gerçekleştirmek caizdir. Günümüzde kullanılan
99'luk tesbihler, sonraları Hindistan ve benzeri yerlerden bize geçmiştir.
Resûlüllah (a.s.) Efendimiz zamanında mü'minler tesbihlerini daha çok parmak
hesabıyla yerine getirirlerdi.
Konuyla ilgili
hadîsler:
Büseyre (r.a.)’den
yapılan rivayette -ki bu zat muhacirattandır-, demiştir ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz bize şöyle buyurdu:
"Size gereken
tehlîl, tesbih ve takdistir. Sakın bunları yapma hususunda gaflet etmeyin
(yeri ve zamanı gelince herhalde yapın). Aksi halde rahat hususunda unutulur
(ondan mahrum kalırsınız). Parmak uçlarını bağlayıp (sayınız). Çünkü parmaklar
sorumludurlar; konuşturulacaklardır."[452]
Sa'd b. Ebî Vakkas
(r.a.)’dan yapılan rivayette, onun şöyle dediği tesbit edilmiştir: Hz. Sa'd,
Peygamber (a.s.) Efendimizle beraber bir kadının yanına girdiklerinde, kadının
önünde tohum veya küçük taş bulunuyormuş, kadın tesbihlerini onlarla (sayıp)
yapıyormuş. Bunun üzerine Resûlüllah (a.s.) ona,
"Bundan daha
kolay ve daha faziletli olanını sana haber vereyim mi: Sübhanellahi Adede Ma
Halaka Fi's-Semaî Ve Sübhane'llahî Adede Ma Halaka Fi'l-Ardi Ve Sübhanetlahî
Adede Ma Beyne Zalike Ve Sübhane'llahî Adede Ma Huve Hâlikun, Vallahu Ekber Mîsle
Zalike Ve'l-Hamdu Lillahî Misle Zalike Vela İlahe İlla'llahu Misle Zalîke Vela
Havle Vela Kuvvete İlla Billahi Misle Zalike."[453]
Hz. Safiyye (r.a.)’dan
yapılan rivayette, adı geçen sahabiye, diyor ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz yanıma girdi. Önümde 4000 tohum bulunuyordu ki, onlarla tesbîh
ediyordum. Resûlüllah (a.s.) bana,
"Gerçekten sen
bunlarla tesbih ettin, ama bundan daha çok sayılacak bir tesbihi sana
öğreteyim mi?" diye sordu. Ben de:
"Evet
öğretiniz" dedim. Bunun üzerine şöyle buyurdu:
"De ki:
Sübhane'llahi Adede Halkıhi."[454]
Hadislerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Namazdan
sonra tehlîl, tesbîh ve tasdîste bulunmak müstehabdır.
2- Tesbihi
parmak uçlarıyla yapmak müstehabdır. Kıyamet gününde parmaklar konuşturulup
lehte veya aleyhte şahitlik edeceklerdir.
3- Çok
tesbîh yapmak isteyenlerin, Sa'd b. Ebî Vakkas hadîsinde belirtilen tesbih ve
duayı yapmaları meşru'dur. Aynı zamanda Hz. Safiyye hadîsindeki tesbih de
bunun bir benzeridir.
Yorumlar ve tahliller:
1070 nolu Büseyre
(r.a.) hadîsini aynı zamanda Hâkim tahric etmiş, Tirmizî ise, hadisin garip
olduğunu, çünkü bu rivayeti ancak Hânı' b. Osman hadisiyle bildiğini
kaydetmiştir. İmam Süyutî ise bunun isnadını sahihlemiştir.
1071 nolu Sa'd b. Ebi
Vakkas (r.a.) hadisini, Nesâî, İbn Mâce, İbn Hibban ve Hâkim tahric
etmişlerdir. Aynı zamanda Hâkim onu sahîhlemiş, Tirmizi de hasenlemiştir.
1072 nolu Hz. Safiyye
(r.a.) hadîsini Hâkim tahric etmiş, Süyutî de sahihlemiştir.
Birinci hadîs,
tesbihte parmak uçlarıyla saymanın meşruiyetine delâlet etmektedir. Bu manada
bir diğer hadîsini Ebû Dâvud, Tirmizi, Nesâî ve Hâkim tahrîc etmişler, Tirmizî
onu "hasen" ile kayıtlarken Nesâi ile Hâkim sahîhlemişlerdir.[455] Bu
ikinci rivayet şöyledir:
"Peygamber (a.s.)
Efendimizi gördüm, tesbihte parmaklarını bağlayıp (hesaplıyordu)." Ebû
Davud'un rivayetinde ise, şu fazlalık vardır: "Sağ elinin
parmaklarını..."
Resûlüllah (a.s.)
Efendimiz, parmakla tesbih sayısını belirlemenin illetini de açıklamıştır ki,
bu bize parmakla yapılan tesbihin evlâ ve afdal olduğunu gösterir.
Diğer iki hadis ise;
bu hesabın tohum veya küçük taş ile de yapılmasında bir sakınca olmadığına
delâlet etmektedirler. Buna kıyasla bildiğimiz tesbihlerle aynı şeyi yapmakta
bir sakınca olmadığı anlaşılıyor. Nitekim Peygamberimizin azatlı kölesi Ebu
Safiyye (r.a.)’dan yapılan rivayette, bu zatın önüne bir zenbil dolusu küçük
taş konulurdu ve o da öğleye kadar onlarla tesbihlerini yerine getirirdi. Bazan
da öğle namazını kıldıktan sonra aynı taşlarla akşama kadar tesbihini
sürdürürdü. Bu rivayeti Ahmed b. Hanbel kendi müsnedinde zühd bahsinde
nakletmiştir. Ayrıca İbn Sa'd'ın Hakim b. Deylemî'den yaptığı rivayette Sa'd b.
Ebî Vakkas'ın (r.a.) da küçük çakıl taşlarıyla tesbih ettiğini nakletmiştir.
Ayrıca İbn Sa'd'ın
kendi Tabakat'ında Abdullah b. Musa tarikiyle Cabir'den, o da kendisine hizmet
eden bir kadından, o da Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hüseyn'in kızı Fatıma'dan rivayet
etmiştir ki, adı geçen Fatıma, düğüm düğüm yapılmış bir sicimle tesbih edermiş.
İmam Ahmed'in oğlu Abdullah'ın Zevâidü'z-Zühd'de yaptığı rivayette, Ebu
Hüreyre'nin (r.a.) içinde bin düğüm bulunan bir cisim tesbihi varmış, onunla
tesbihini bitirmeden uyumazmış. Başka bir rivayette o sicimde ikibin düğüm
bulunuyormuş..[456]
Ahmed b. Hanbel'in
Zühd bölümünde Kasım b. Abdurrahman’dan yaptığı rivayette, adı geçenin şöyle
dediğini nakletmiştir:
"Ebû Derdâ
(r.a)’ın bir kese içinde hurma çekirdekleri bulunuyordu. Sabah namazını
kılınca onları bir bir çıkarıp bitinceye kadar tesbihini sürdürürdü.
Buna benzer altı yedi
kadar başka rivayetler daha vardır. Hepsi de düğüm, tohum, çekirdek, çakıl
taşı ve benzeri şeylerle tesbih etmenin caiz olduğuna delâlet etmektedir.
Nitekim mezhep sahibi
imamlar da bu konuda farklı bir ictihat ve görüş ortaya koymadıkları
anlaşılıyor.
1- Gerek
namazdan sonra, gerekse başka vakitlerde tehlil, tesbih, tekbîr ve tahmîdi
parmak uçlarını bağlayıp hesaplamakla yapmak müstehabdır.
2- Aynı
şeyleri içinde düğüm bulunan cisimle veya tohum, çekirdek ve küçük çakıl taşı
gibi maddelerle yapmak da caizdir.
Namaz bütünüyle zikir, duâ,
tesbîh, tahmîd ve tehlîlden ibarettir. İlk farz kılındığı günlerde Ashab-ı
Kiram'dan bazısının namaz kılarken birbirlerine selâm verdikleri ve
konuştukları vakidir. Sonra Melek Cebrail'in işareti üzerine Resûlüllah (a.s.)
Efendimiz onları böyle yapmaktan men'etmiştir. O bakımdan namaz kılarken konuşmak,
namazı bozar, hükmü konulmuştur.
Zeyd b. Erkam
(r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir ki: Bizler (önceleri) namazda iken
konuşurduk. Öyle ki bizden bir adam yanıbaşında namaz kılan arkadaşıyla
konuşurdu. Bu hal, Ve Kumu Lillahi Kanitîn "Ve Allah'a saygı ve korku
dolu bir gönül ile el bağlayıp durun!" [457]
âyeti ininceye kadar devam etti. Bu âyet inince susmakla emrolunduk, (namazda)
konuşmaktan men'olunduk."
Aynı rivayeti Tirmizî
şu lâfızla nakletmiştir:
"Bizler,
Resûlüllah'ın (a.s.) arkasında namaz kılarken konuşurduk.."
İbn Mes'ud (r.a.)’den
yapılan rivayette, demiştir ki:
"Bizler,
Peygamber (a.s.) Efendimiz namazda iken kendisine selâm verirdik, o da
selâmımızı alıp cevaplardı. Necaşî'nin yanından (Medine'ye) döndüğümüzde yine
kendisine o vaziyette iken selâm verdik, selâmımızı alıp cevaplamadı. Bunun
üzerine kendisine dedik ki:
"Ey Allah'ın
Resulü bizler daha önce sana namazda iken selâm verirdik sen de selâmımızı alıp
cevaplardın." Bize şöyle buyurdu:
"Şüphesiz ki
namazda (kendine has) bir meşguliyet vardır."[458]
Diğer bir rivayette aynı
hadis şöyle nakledilmiştir:
"Bizler Mekke'de
bulunduğumuz sıralarda, henüz Habeş diyarına gitmeden önce Peygamberimiz (a.s.)
Efendimize (namazda iken) selâm verirdik. Habeş diyarından dönüp geldiğimizde
yine (namazda iken) Ona selâm verdik, fakat o selâmımızı alıp cevaplamadı. O
sebeple yakın ve uzak kalma duygusu beni aldı, tâki O namazını kılıp bitirdi.
Bunun sebebini sorduğumda buyurdu ki:
"Şüphesiz ki
Allah kendi emrinden dilediğini ortaya çıkarır, şimdi de namazda konuşmamamız
için yeni bir emir ortaya koymuştu."[459]
Muâviye b. Hakem'den (r.a.)
yapılan rivayette, şöyle demiştir:
Bir ara Resûlüllah
(a.s.) Efendimizle beraber namaz kılıyordum, ansızın hazır bulunanlardan bir
adam aksırdı, ben de Yerhamu-Kellah dedim. Cemaat göz uçlarıyla bana bakmaya
başladılar. Ben de, ananız sizi yitirsin, size ne oluyor ki durup bana
bakıyorsunuz?! dedim. Bunun üzerine onlar ellerini uylukları üzerine vurmaya
başladılar. Beni susturmak istediklerini görüp anlayınca sustum. Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz selâm verip namazdan çıkınca, anam-babam ona feda olsun, ne
önce, ne de sonra Ondan daha güzel eğiten ve öğreten bir muallim görmüş değilim.
Allah'a yemin ederim ki, ne bana yüzünü ekşitip isteksizlik gösterdi, ne beni
dövdü, ne de kinci bir dil kullandı, sadece şöyle buyurdu:
"Şüphesiz ki
bu namazda insanların sözlerinden hiçbiri yakışmaz ve uygun düşmez. Namaz
ancak tesbih, tekbîrdir ve Kur'ân okumaktır."
Veya Resûlüllah
(a.s.) nasıl buyurduysa öyledir.[460]
Hadislerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Mekke'de
mü'minler henüz Habeşistan'a hicret etmeden önce namazda iken konuşmaya ve
selâm vermeye ruhsat vardı. O bakımdan belirtilen dönemde namazda konuşmak veya
selâm verip almak namazı bozmuyordu.
2- Bakara
sûresinin 238 âyeti inince, namazda konuşmak, selâm verip almak yasaklandı.
3- O
bakımdan namazda konuşmak, selâm verip almak, aksırana duâ etmek gibi namaz
dışı sözler sarfetmek namazı bozar.
4- Namazda
insan sözüne benzer sözler sarfetmek, konuşmak, selâm verip almak gibi namaz
dışı söz ve davranışlar Allah'ın emriyle yasaklanmıştır. O bakımdan
mü'minlerin uyması farzdır, uymayanlar hem günahkâr olurlar, hem de namazları
bozulur.
5- Namazda
önemli bir olay karşısında göz ucuyla bakmak namazı bozmaz.
6- Namazda
et-Tahiyyatta iken, birinin söz ve hareketini düzeltmesini veya konuşmasını
kesmesini hatırlatmak için elleri dizler üzerine vurmak da namazı bozmaz.
7- Namaz
belli tesbih, zikir, kıraat ve tahmid ile tehlilden oluşur. Hz. Peygamber
(a.s.) onu nasıl öğretmişse, aynen korunması ve uygulanması farzdır.
Hadislerin ışığında
müctehit imamların görüş, tesbit, istidlal ve ictihatları:
a)
Hanefilere göre:
Namazda huşu' (saygı
dolu edeple, korku ve tazimle) durmak müstehabdır. Çünkü Cenâb-ı Hak, huşu'
üzere olanları övmüştür. O bakımdan namaza duran kimsenin bakışları secde
yerini aşmamalıdır.[461]
Namazda göz ucuyla
sağa veya sola bakmak mekruh değildir. Ancak yüzünü de baktığı cihete çevirirse
kerahet işlemiş olur.[462]
Namazda unutarak veya
kasden veya yanılarak, az veya çok olsun, namazı düzeltmekle ilgili bulunsun
konuşmak namazı bozar. İmamın yaptığı hatayı düzeltmek için de olsa hüküm yine
böyledir. Meselâ, imam oturacağı yerde ayağa kalkar, o da ona "otur!"
derse veya ayağa kalkacağı yerde oturursa, o da ona "kalk!" derse,
namazı bozulur. Belirtilen hususta konuşulan söz az olsun, çok olsun fark
etmez. Ancak teşehhüt miktarı oturduktan sonra belirtilen ölçü ve anlamda
konuşursa, namazı bozulmaz.[463]
Konuşmanın sınırı:
Konuştuğu sözü
yanındakiler tarafından duyulmasa bile, kendisi işitecek seste ise, yine
namazı bozulur. Kendisi de işitmiyecek kadar sessiz bir konuşma (fısıldama)
ise, namazı kerahetle caiz olur.[464]
Namazda selâm vermek
veya verilen selâmı alıp cevaplamak -bile bile yapılıyorsa- namazı bozar. Ama
selâm vermekle namazın bozulmayacağını sanıyor veya unutarak selâm veriyorsa,
namazı bozulmaz. Ancak unutarak verilen selâm, namazdan çıkma selâmı ise, hüküm
böyledir. Başkasına selâm vermek ya da almak niyetini taşıyor ve unutarak
ağzından çıkıyorsa, ilim adamlarının çoğuna göre, o da namazı bozar.[465]
b) Şafiilere
göre:
Namazda iki harf
teleffuz etmek veya manası anlaşılan bir harf teleffuz etmek (duyulacak kadar
sesli söylemek) en sahih kavle göre, namazı hükümsüz kılar. Ancak elde
olmayarak dili kayar da az bir söz söyler veya namazda olduğunu unutarak bir
söz ağzından çıkar veya İslâm'a yakın zamanda girdiği için onun haram kılındığını
bilmeden söylerse namazı bozulmaz. Ama konuşulan söz çok olursa, en sahih
kavle göre bozulur.[466]
c) Hanbelîlere
göre:
Namazda ondan olmayan
yabancı bir söz, bir kelime söylemek, bütün imamların ittifakıyla namazı
hükümsüz bırakır. Çünkü Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, "Şüphesiz ki bu
namaza, insan sözünden hiçbir şey yakışmaz, uygun düşmez."
buyurmuştur.
Namazda bir manaya
delâlet etmese bile en az iki harften meydana gelen bir kelime veya bir manaya
delâlet eden bir harften meydana gelen bir kelime konuşmak, üç imama göre de
namazı bozar. Mâlikîlerin bu husustaki görüşü farklıdır.
Namazda, namazdan
olmayan yabancı bir kelime konuşmak, isterse unutularak söylenmiş olsun namazı
bozar. Şafiî ve Mâlikîlere göre, unutularak söylenirse, bozmaz.
Namazı bozup bozmayacağını
bilmediğinden namazda bir kelime konuşursa, namaz bozulur. Şâfiilere göre,
bozulmaz. Namazda zorla konuşturulan kimsenin de bu suretle namazı bozulmuş
olur.[467]
Bunun gibi, namazda
yanılan imama, "unuttun", veya kalkacağı yerde oturan imama,
"ayağa kalk" derse, Mâlikîlerin dışında üç imama göre namazı bozulur.
d)
Mâlikîlere göre:
Namazda, namazdan
olmayan yabancı bir söz, bir kelime kullanmak, namazı bozar. Namazda konuşulan
şeyin sınırı, mana ifade eden bir kelime olmasıdır. Mana ifade etmiyen veya
bir kelime ölçüsünde olmayan bir şey teleffuz etmek namazı bozmaz.
Yanılarak az bir
kelime söylemek namazı bozmaz. Ayrıca namazı düzeltmek niyetiyle gerek
imamdan, gerekse ona uyan kimseden sadır olan bir söz de namazı bozmaz. Bu,
ister selâm'dan önce, ister sonra olsun fark etmez. Ancak bu sözün örfen çok
olmaması şarttır.[468]
Yorumlar, rivayetler
ve tahliller:
1076 nolu hadîsi
Tirmizî sahîhlemiştir. Aynı konuda Buhari ile Müslim Câbir b. Abdullah'tan
(r.a.), Taberânî ise Ammar (r.a.)’dan rivayet etmişlerdir. Hafız Bezzar, Ebû
Saîd'den tahrîc ederek rivayete ağırlık kazandırmışlardır.
Hadîs, namazda
konuşmanın haram kılındığına delâlet etmektedir ki, bu hususta ilim adamları
arasında pek farklı bir görüş ortaya çıkmamıştır. Ancak kelime üzerinde
durulmuş ve sınırları belirlenirken az farklı ictihatlar ortaya çıkmıştır.
İlim adamlarının çoğu,
namazda meydana gelen konuşma ister unutularak, ister kasden, isterse
bilmeyerek gerçekleşsin, her üç halde de namazı bozacağına hükmetmişlerdir.
İmam Sevrî, İbni Mübarek İmam Nahaî, Hammad b. Ebi Süleyman ve İmam Ebû Hanîfe
de aynı görüş ve ictihattadırlar. Katade'den yapılan iki rivayetten biri bu
manadadır.
İlim adamlarından bir
kısmı ise, unutarak ve bilmeyerek konuşulan sözün farklı hüküm taşıdığını
söylemişlerdir. Nitekim İbn Münzir aynı hususu İbn Mes'ûd, İbn Abbas ve
Abdullah b. Zübeyir'den (Allah hepsinden razı olsun) rivayet etmiştir.
Tabiînden Urve b. Zübeyir, Ata' b. Ebî Rebah, Hasan el-Basrî, Katade de aynı
görüştedirler. el-Hâzimî ise, bu manada bir rivayeti Amr b. Dinar'dan yapmıştır.
Müctehit imamlardan
İmam Mâlik, İmam Şafiî, İmam Ahmed, İmam Ebu Sevr ve arkadaşları da bu
rivayetleri benimsemişlerdir. Nevevî ise, bunun cumhurun görüşü olduğunu
belirtmiştir.
Birinci gruba dahil
olanlar, konunun başında naklettiğimiz hadîslerle istidlal etmişlerdir. Şöyle:
Namazda konuşmak mutlaka namazı bozar, ister kasden, ister unutarak, isterse
bilmeyerek vaki olsun, fark etmez.
İkinci gruba dahil
olanlar, unutarak konuşanın namazı bozulmaz derken, Resûlüllah'ın (a.s.)
yanılarak konuştuğu, fakat namazını bozmayıp devam ettiği rivâyetiyle istidlal
etmişlerdir. Ayrıca Taberânî'nin Ebu Hüreyre (r.a.)’den yaptığı şu rivayeti de
delil olarak göstermişlerdir:
"Peygamber (a.s.)
Efendimiz unutarak namazda iken konuştu ve namazını öylece bina edip
tamamladı." Hem Resûlüllah (a.s.), "Ümmetimden hata ve nisyan
kaldırılmıştır", yani bu iki şeyden dolayı muahaza edilmiyeceklerdir,
buyurmuştur.[469] Diğer bir rivayette, ise
hadîs şu lafızla tesbit edilmiştir:
"Şüphesiz ki
Allah, benim ümmetimin hata ve nisyanından vazgeçip (günah saymamıştır)."
Aynı rivayeti İbn
Hibban, Dârekutni, Taberânî, Beyhakî ve Hâkim de tahric etmişlerdir.
İkinci grup diğer
yandan Muaviye b. Hakem'in hadîsiyle istidlal edip namazda namaz dışı
konuşmasından dolayı Resûlüllah (a.s.) ona namazını iade etmesini
emretmemiştir.
Birinci grup, yukarıda
"Ümmetimden hata ve nisyan kaldırılmıştır" mealindeki hadîsi
şöyle yorumlamışlardır: Buradaki kaldırılmıştır, sözünden maksat günahı
kaldırılmıştır, hükmü ise bakidir, yani günahı gerektirmez ama namazı bozar
hükmü söz konusudur. Nitekim Hatâ ile adam öldürene keffaretin vâcib olduğu
şer'î bir hüküm olarak yer almaktadır. O halde hatâ ile adam öldüren günahkâr
olmasa bile, keffaret ödemek zorundadır.
Konumuzu oluşturan
Zeyd b. Erkam hadîsinde "kanitin" sıfatı, "susmak"la
yorumlanmıştır. Bunu, Zeynüddin, Tirmizî şerhinde belirtmiştir. İbnü'l-Arabî
ise, bu kelimenin on kadar mânası bulunduğuna dikkatleri çekmiştir. Namazda
susup konuşmamak o on manasından biridir.
1077 nolu İbn Mes'ud
hadisi ikinci bir rivayetle Ebu Dâvud ve İbn Hibban tahric etmişlerdir. İbn
Hibban aynı zamanda bunu sahihlemiştir. Ebu Davud'un tesbit ettiği rivayette,
namazdan sonra Resûlüllah'ın (a.s.) onun selâmını cevapladığı kaydedilmektedir ki
bu, namazda bulunduğumuz bir sırada bize selâm verenin selâmı namazdan sonra
cevaplamamızın müstehab olduğuna delâlet eder. Nitekin aynı görüş ve ictihat,
Ebû Zer, Atâ', Nahai ve Sevri'den riâyet edilmiştir.[470]
İbn Reslân ise,
namazda verilen selâmı işaretle cevaplamanın müstehab olduğunu belirterek
Şafii'nin de mezhebinin buna cevaz verdiğini, cumhurun da bu görüşte olduğunu
söylemiştir. Nitekim Hz. Suhayb (r.a.) diyor ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimize uğradığımda namaz kılıyordu, selâm verdim, o da selâmımı
işaretle alıp cevapladı."
İleride bu meseleye
tekrar dönülecektir.
1078 nolu Muaviye b.
Hakem es-Sülemi hadîsini aynı zamanda İbn Hibban ile Beyhakî tahric
etmişlerdir.
Namazda, konuşan
kişinin susması için ashabın ellerini dizlerine vurmaları, yanılanı
sübhanellah demek suretiyle ikaz etme henüz meşru kılınmadan önceki zamana ait
bir uyarı şeklidir. Hadîs, namazda konuşmanın haram kılındığına delâlet
etmektedir. İmam Evzaî ise, namazda meydana gelen bir aksaklığı düzeltmek için
konuşmakta bir sakınca yoktur, demiştir.
Namazın tesbih, tekbir
ve Kur'ân okumaktan ibaret olduğu belirtilmiştir. Bu bir hasır ifade eder mi?
Ettiğini söylersek, o takdirde namazda bu üçünün dışında başka bir şeyin yeri
yoktur, dememiz gerekir. O bakımdan ilim adamlarından bir kısmı, namazda duâ yapılmaz
demişlerdir. Oysa namazda bazı duaların yapılacağına dair sahih hadisler ve
rivayetler mevcuttur. O halde hadîste belirtilen üç şey, duayı içine
almaktadır.
Nitekim yapılan ciddi
tesbitlere göre, namazda konuşmanın haram kılınması Mekke'de meydana
gelmiştir. Dua ve zikirlerin namazda yapılmasıyla ilgili tavsiyelerin çoğu ise,
Medine'de vuku' bulmuştur.
Zeylaî, namazda
unutarak veya yanılarak konuşan kimsenin namazı bozulmaz diyenlerin delil
olarak seçtikleri, "Ümmetimden hatâ ve nisyan kaldırıldı"
mealindeki hadis üzerinde durarak şu bilgileri vermektedir
Hadîs her ne kadar
birçok fakîh tarafından bu lafızla rivayet edilmişse de aslında bundan farklı
olarak tesbit edilmiştir. Bizim en yakın olarak rastladığımız rivayette şu lâfızla
nakledilmiştir:
"Allah bu
ümmetten üç şeyi kaldırdı..."
İbn Adiy el-Kâmil'de
Ebû Bekre'den (r.a.) rivayet etmiştir. Daha çok yaygın olan şekli ise şöyledir:
"Şüphesiz ki Allah, benim ümmetimin hata ve nisyanından dolayı (günah
yazmayıp) geçmiştir." Nitekim İbn Abbas, Ebu Zer, Ebu Derdâ, İbn Ömer
ve Ebû Bekre (Allah hepsinden razı olsun) den rivâyet edileni bu ölçü ve
anlamdadır.
İbn Mâce'nin talâk
bölümünde Evzâi'den, onun da Atâ' b. Ebî Rebah'dan, onun da İbn Abbas'dan, Onun
da Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'den rivayet ettiği hadîsin meali şöyledir:
"Şüphesiz ki
Allah ümmetimden hatâ, nisyan ve bir de zorlandıkları şeyi (in günahını) kaldırmıştır."
İbn Hibban aynı
rivayeti kendi Sahîh'inde 3/68 bölümünde İbn Abbas'tan merfuân rivayet
etmiştir. Hakim ise el-Müstedrek'inde talak bahsinde tahrîc etmiş ve
"Şeyhayn'in şartına göre sahihtir" demiştir.
Buharî ile Müslim bu
hadisi tahric etmemişlerdir.[471]
Aynı hadîsi Taberânî kendi Mu'cem'inde Hz. Sevban (r.a.)’dan merfuân şöyle
rivayet etmiştir:
"Şüphesiz ki
Allah, ümmetimin hatâ, nisyan ve bir de zorlandıkları şeyin (günahını affedip)
geçmiştir."
Ayrıca Taberânî Ebû
Derdâ'dan da, sözü edilen hadîsi biraz değişik lafız ve anlamda şöyle rivayet
etmiştir:
"Şüphesiz ki Allah,
ümmetimin nisyan ve bir de zorlandıkları şeyin (günahını affedip)
geçmiştir."
Ebu Nuaym'ın ise,
Muhammed b. el-Musaffa tarikiyle Velid b. Müslim'den,
onun da Mâlik'ten, onun da Nâfi'den, onun da İbn Ömer'den, onun da Resûlüllah
(a.s.) Efendimizden yaptığı rivâyette "Şüphesiz ki Allah, ümmetimden
hata ve nisyanın (günahını) kaldırmıştır." denilmektedir. Ancak
el-Ukiylî bunu kendi kitabında ele almış İbn Musaffa'nın malûl olduğunu
söylemiş, Ahmed b. Hanbel de onun zayıf olduğunu belirtmiştir.[472]
Zehebî bu zat üzerinde
durmuş ve hem sadûk, hem meşhur olduğuna dikkatleri çekmiştir. Salih Cezere
ise, onun birçok menakîrleri olduğunu, ancak kendi kanaatince onun sadûk
bulunduğunu söylemiştir. Ahmed b. Hanbel'in oğlu Abdullah ise, yukarıda mealini
naklettiğimiz hadisi Muhammed b. el-Musaffa'nın rivayet ettiğini bunun
güvenilir olup olmadığını babasından sorduğunu, babanın onu münker görüp zayıf
saydığını söylemiştir.
Zehebî tekrar kendi
tesbit ve görüşünü şöyle belirterek konuyu noktalıyor:
"İbn Musaffa
sikadır, Sünnete bağlı bir kişidir ve aynı imanda hadîs âlimlerindendir."[473]
Nitekim Ebu Hatim de onun saduk olduğuna dikkatleri çekmiş, Muhammed b. Avf de
onun vefatından sonra onu rüyasında görmüş ve "nereye gittin?" diye
sormuş. O da "hayra ve iyiliğe..." diye cevap vermiş, sonrada şunu
ilâve etmiştir: "Biz her gün Rabbımızı iki defa görmekteyiz.."[474]
Ayrıca Zeylaî, 1078
nolu Muaviye b. Hakem hadîsini tahlil ettikten sonra metinde geçen "lâ
yaslehu" cümlesini şöyle yorumlamıştır:
"Burada lâ
yaslehu butlana delâlet etmez, namazda namaz dışı konuşmanın mahzurlu olduğunu
ve her mahzurlu şeyin namazı hükümsüz bırakmıyacağını söyleyebiliriz. Ayrıca
hadîsi böyle yorumlayıp istidlal edenler, ikinci delil olarak, Resûlüllah'ın
(a.s.) Muaviye'ye namazda konuşmasından dolayı onu iade etmesini emretmediğini
göstermişlerdir.
Bu başta Buhari ve
Müslim'in Câbir'den (r.a.) yaptıkları rivayet birincilerin görüş ve ictihadını
kuvvetlendirmektedir. Şöyle ki; Câbir (r.a.) diyor ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz beni elçi olarak Beni Mustalık kabilesine gönderdi. Dönüp
geldiğimde bir tarafa gidiyordu; Onu devesi üzerinde namaz kılar bir halde
buldum. Konuştum, eliyle işarette bulundu, sonra yine konuştum, hem okuyordu, hem başıyla (bana) işarette bulunuyordu. Namazını bitirince,
"seni gönderdiğim hususta ne yaptın?" diye sordu ve şöyle
ilâve etti:
"Seninle
konuşmaktan beni ancak namaz kılmam alıkoydu.."
Sahih olduğu kabul
edilen bu hadis, namazda dünya kelâmı etmenin haram olduğuna delâlet
etmektedir. Nitekim Dârekutnî'nin Ebu Şeybe'den, onun da Yezid Ebû Hâlid
ed-Dâlâni'den, onun da Ebû Süfyan'dan, onunda Câbir (r.a.)’dan yaptığı
rivayette, Peygamber (a.s.) şöyle buyurmuştur:
"Konuşmak
namazı bozar, abdesti bozmaz."
Ancak bu hadîsin
râvîleri arasında Ebu Şeybe İbrahim b. Osman bulunuyor ki, onun zayıf olduğunu
söyleyenler çoğunluktadır. Aynı zamanda Yezid ed-Dâlâni de zayıf kabul
edilmiştir. İbn Hibban onunla ihticac caiz değildir, demiştir. Tabii rivayette
infirad ettiği zaman onunla ihticac doğru olmaz, demek istemiştir. Zehebî,
Yezîd Ebû Hâlid'in meçhul olduğunu belirtmiştir.[475]
Namazda konuşmanın
namazı bozup bozmayacağı hakkında ilim adamlarının farklı görüş ve tesbitleri
olmuştur. İbn Dakiyk el-Iyd, ilgili hadîslerin açıklamasında özetle diyor ki:
"İbn Münzir diyor
ki: İlim ehli, namazı düzeltmek niyeti olmaksızın namaz içinde bile bile
kasden konuşan kimsenin namazının fasit olduğunda icma’ etmişlerdir."
Yanılarak veya bilmeyerek
konuşan kimsenin namazının bozulup bozulmayacağı hakkında da ilim adamlarının
görüş ve tesbitleri farklı olmuştur. İmam Tirmizî kendi Sünen'inde birçok ilim
adamlarının bu konuda unutanla, bilmeyen ve kasden konuşan arasında bir fark
olmadığını, her üç halde de namazın bozulacağını söylediklerini belirtmiştir.
İbn Mübarek, Sevrî, Nahaî, Hammad b. Ebî Süleyman, Ebu Hanîfe ve başka ilim
adamları aynı görüşü izhar etmişlerdir.
Bir diğer grup,
unutanla, bilmeyen ve bilerek konuşan arasında fark bulunduğunu ileri
sürmüşlerdir. Nitekim İbn Münzir, İbn Mes'ud'un, Abdullah b. Zübeyr'in ve İbn
Abbas'ın (Allah hepsinden razı olsun) ictihat ve görüşleri bu cümledendir,
demiştir. Tabiînden de Urve b. Zübeyir, Atâ b. Ebî Rebah, Hasan el-Basrî ve
Katade de bu paralelde yer alanlardandır.
Birinciler Zeyd b.
Erkam'ın (r.a.) hadisiyle, ikinciler ise, Peyamber (a.s.) Efendimizin yanılarak
konuştuğu, fakat namazı kesmeyip kalan kısmı tamamladığıyla ilgili rivayetlerle
ihticac etmişlerdir. Aynı zamanda "Şüphesiz ki ümmetimden hata ve
nisyan kaldırılmıştır" mealindeki hadisle de istidlal etmişlerdir.[476]
1- Namazda
hüşû üzere bulunmak sünnettir.
2- Namazda
secde yerine bakıp dikkati başka tarafa çekmemek de sünnettir.
3- Namazda
bazı dikkat çekici olaylardan dolayı göz ucuyla sağa veya sola bakmak mekruh
değildir. Yüzü sağa veya sola çevirmek mekruhtur.
4- Namazda
konuşmak, az olsun çok olsun, kasden veya yanılarak ya da unutarak olsun
mutlaka namazı bozar. Bu, Hanefîlere göredir.
5- Namazda
ister etrafındakiler, isterse kendisi duyacak kadar sesli konuşmak namazı
bozar.
6- Namazda
verilen selâmı alıp cevaplamak veya birine selâm vermek de namazı bozar.
7- Şâfiîlere
göre, namazda konuşulan kelime iki harf olur veya mâna taşıyan bir harf
olursa, yine de namazı bozar. Ancak yanılarak veya namazda olduğunu unutarak
az bir kelimeyle konuşur veya İslâm'a yeni girdiği için namazda konuşmanın
haram olduğunu bilmediğinden konuşursa, namazı bozulmaz. Konuşulan söz çok
olursa, mutlaka namazı bozar.
8- Namazda
zorla konuşturulan kimsenin de namazı bozulur.
9-
Mâlikîlere göre, mana ifade etmiyen bir kelime söylemek namazı bozmaz.
10- Namazda
namazı düzeltmek için konuşmak da Mâlikîlere göre namazı bozmaz. Ancak bu
konuşmanın örfen çok olmaması şarttır.
Namaz edep makamıdır.
Kulun Mevlâsıyla konuştuğu anlardır ki mutlak mahviyet ve teslimiyeti
gerektirir. Ancak bazan elde olmayarak öksürme, öfleme ve püfleme gibi sesler
zuhur edebilir. Bu durumda namaz bozulur mu veya kerahet işlenmiş sayılır mı?
Şüphesiz ki, diğer konularda olduğu gibi, bu konu hakkında da az farklı
tesbit ve ictihatlar vardır.
İlgili hadîsler:
Hz. Ali (r.a.)’den
yapılan rivayette şöyle demiştir:
"Benim için gece
ve gündüz Peygamberin (a.s.) yanına girmem imkânı vardı. Namaz kılarken yanına
girdiğim zaman benim için hafif öksürürdü."[477]
Abdullah b. Amr
(r.a.)’dan yapılan rivayette, şöyle demiştir:
"Şüphesiz ki
Peygamber (a.s.) Efendimiz güneş tutulma
namazında öf, uf diyerek ses çıkarıyordu."[478]
Hadîslerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Namazda
öksürmek namazı bozmaz.
2- Namazda
öf, uf ve benzeri şekilde ses çıkartmak da namazı bozmaz.
Hadîslerin ışığında
mezhep imamlarının tesbit, görüş, istidlal ve ihticacları:
a)
Hanefilere göre:
Namazda kasden
öksürmek veya benzeri sesler çıkarmak mekruhtur. Ancak elde olmayarak öksürük
gelir de onu önleyemezse, o halde kerahet söz konusu değildir.[479]
b) Şâfiilere
göre:
Tutmak mümkün olmadığı
takdirde az öksürük namazı bozmayacağı gibi, mekruh da sayılmaz. Bir
hastalıktan dolayı öksürüyor kendine hâkim olamıyorsa, o takdirde çok öksürmek
de namazı bozmaz Onun gibi, kıraati mahreçlerinden çıkarıp dosdoğru teleffuz
etme imkânı kalmadığında, boğazı açmak için öksürmekte bir sakınca yoktur.
Tabii farz ve vacip olan kıraat esnasında bir tıkanıklık olursa, öksürmeye cevaz
vardır. Sünnet olan kısımlarda buna cevaz verilmemiştir.[480]
c)
Hanbelîlere göre:
Bir sıkıntı
olmaksızın, ihtiyaç duyulmaksızın iki veya daha fazla harfi içine alan öksürme
namazı bozar. Ama kıraatte sesi güçleştirmek veya imama doğru olanı telkin
etmek için öksürmek namazı bozmaz. Bir rahatsızlık veya benzeri bir sebepten
dolayı öksürmek de namazı bozmaz.[481]
d)
Mâlikîlere göre:
Namazda öksürmek
namazı bozmaz, bu ister bir ihtiyaçtan dolayı meydana gelsin, isterse hiçbir
ihtiyaç olmaksızın ortaya çıksın fark etmez. Muhtar olan görüş budur. Ancak çok
öksürmek veya eğlence olsun diye öyle yapmak namazı bozar.[482]
Diğer yorumlar,
rivayetler ve tahliller:
1095 nolu Hz. Ali
(r.a.) Hadîsini İbn Seken sahîhlemiştir. Ancak Beyhaki, bunun hem isnadında,
hem metninde ihtilâf vardır: Bir rivayete göre, Peygamber (a.s.) öksürmemiş de
sübhanellah demiştir. Râvîleri arasında Abdullah b. Nüccâ bulunuyor. Buhari ona
dikkat çekmiştir. Zehebî, Cabir ec-Cu'fî ondan rivayet etmiştir ki, nekâret bu
zatla ilgili bulunuyor, demiştir. Nesâî ise, Abdullah'ın sika olduğunu
söylemiştir.[483] İbn Hibban da aynı
görüştedir.
Yahya b. Maîn'a göre,
Abdullah bizzat Hz. Ali'den (r.a.) değil, babasından, babası da Hz. Ali'den
işitmiştir.[484]
Böylece hadîs,
öksürüğün namazı ifsat etmiyeceğine delâlet etmektedir. Nitekim İmam Ebû Yusuf
ile İmam Şafii'nin mezheplerine göre de hüküm böyledir. İmam Ebû Hanîfe ile
İmam Muhammed'e göre, namazı bozan sebeplerden biridir.
1096 nolu Abdullah b.
Ömer (r.a.) hadîsini Tirmizi tahric etmiştir. Ebu Davud'un tesbitinde ise,
değişik bir anlatım yer almıştır, şöyle ki:
"Sonra secdesinin
sonunda öf, uf etti.. Sonra da şunu söyledi: Ya Rab! ben onların içinde
bulunduğum sürece onlara azap etmiyeceğini bana va'detmedin mi? Onlar istiğfar
ettiği sürece kendilerine azap etmiyeceğini bana va'detmedin mi? Az sonra güneş
tutulma olayı geçmişti ki Resûlüllah (a.s.) Efendimiz bu sırada hayli korkup
endişelenmişti."
Ancak Ebû Davud'un bu
rivayetinde Ata' b. Sâib bulunuyor. Bu zat için Ahmed b. Hanbel şöyle demiştir:
"Ondan daha önce
duyulan hadîs sahihtir, sonra duyulanlar ise bir şey ifade etmez." Yahya
b. Maîn "Onunla ihticac olunmaz" derken Buhari de ondan daha önceleri
işitilen hadîsler sahihtir, diyerek onun hakkında en sağlam kıstası vermiştir.
Nesâi de aynı görüştedir. Zehebî onunla ilgili görüşleri toplayıp özetini
vermiştir.[485]
Hadisin Arapça
metninde Resûlüllah'ın (a.s.) namazda öflemesi nefh kelimesiyle ifâde
edilmiştir. Nefh'in sözlük mânası, ağızdan hava çıkarmaktır. Nitekim Kamus ve
diğer lügatlerde de aynı husus belirtilmiştir. Hadîste ise bu, öf, uf olarak
tefsir edilmiştir.
Böylece hadîs, namazda
öf, uf, üf demenin namazı bozmayacağına, ayrıca bir takım dualar yapmanın da
bir sakıncası olmadığına delâlet etmektedir.
Öf, üf, uf demenin
namazı bozacağını söyleyenler ise, namazda konuşmanın men'edildiğini dikkate
alarak kıyas yapmışlar ve böylece bunun da bir konuşma olduğunu
belirtmişlerdir. İbn Abbas (r.a.) da aynı görüştedir.
Diğer ilim adamları
ise, bu gibi şeylerin ağızdan çıkmasıyla namazın bozulmayacağını, zira
bunların mutad kelime harflerinden mürekkep
olmadığını söylemişlerdir. Birinciler ayrıca Taberâni'nin el-Kebîr'de Zeyd b.
Sabit (r.a.)’den rivayet ettiği şu hadîsle istidlal etmişlerdir:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz secdede üflemeyi, su içerken de üflemeyi men'etmiştir."
Oysa bu hadîsin isnadında Hâlid b. İlyas bulunuyor ki, Buhari "O bir şey
değildir", yani rivayetine itibar edilmez, demiştir. Ahmed b. Hanbel ile
Nesâi, onu metruk saymışlardır. İbn Maîn de, "O kayde değer bir şey
değildir, hadîsi yazılmaz" diyerek dikkatleri o isme çekmiştir.[486]
Birinci grupta olanlar
bir de Ebû Hüreyre'nin (r.a.) hadîsiyle istidlal etmişlerdir:
"Peygamber (a.s.)
Efendimiz namazda önüne üflemeyi ve bir de suya üflemeyi men'etmiştir."
Zeynüddin el-Irakî
diyor ki:
"Bu hadîsin isnadında,
üzerinde konuşulan birkaç kişi vardır." Hafız Bezzar'ın rivayet ettiği şu
hadisi de kendilerine delil olarak seçmişlerdir:
"Üç şey
cefadır: Adamın secdesinde üflemesi, namazı bitirmeden alnına el sürüp silmesi..."
Hafız Bezzar rivayeti
burada kestikten sonra şöyle demiştir:
"Üçüncüsü
hafızamdan silindi, unuttum.."[487]
Beyhaki'nin yaptığı
rivayette bu manayı kuvvetlendirir mahiyette şöyle denilmiştir:
"Kimi namazda
iken bir şey oyalarsa, işte o onun payıdır, nefh (öf, uf..) de sözdür."
Bunun isnadında Nuh b.
Ebi Meryem bulunuyor ki, bu zat metruktür, hadîsiyle ihticac edilmez. Nitekim
Ahmed b. Hanbel, "Hadîs konusunda ehil değildir, ancak Cehmiyye'ye karşı
oldukça şiddetlidir" derken, Müslim ve diğer hadîs âlimleri de onun
metrukü'l-hadis olduğunu belirtmişlerdir. İmam Buharî de "O,
münkerü'l-hadîstir" diyerek ilim adamlarını onun hakkında uyarma
ihtiyacını duymuştur. İbn Adiy ise, daha farklı bir görüş ortaya koymuştur:
"Zayıf olmakla
beraber hadîsleri yazılabilir!"[488]
Bu konuda Hafız
Bezzar, Büreyde (r.a.)’den şu hadîsi de rivayet etmiştir:
"Üç şey cefadandır:
Adamın ayakta durup idrar etmesi, namazı bitirmeden alnına el sürüp meshetmesi
ve secdede iken üflemesi."
el-Irakî bu hadîsin
ricalinin sahih olduklarını söylemiştir. Buna itiraz
edenler de olmuştur. Aynı mânada birkaç rivayet daha söz konusudur ki hepsini
buraya nakletmeye gerek görmedik. Sonuç olarak bu konudaki rivayetlerin
çokluğu, mana ve delâlet ettiği hükmü kuvvetlendirmektedir. Ancak öf, uf, uf
gibi sesler kelâm (söz) olup olmadığı ihtilâf konusudur. Sözdür diyenlere göre,
namazı bozar, değildir diyenlere göre bozmaz.
1- Namazda
özürsüz öksürmek veya benzeri öf, üf gibi sesler çıkarmak mekruhtur. Bir
özürden dolayı olursa kerahet kalkar. Bu daha çok Hanefîlere göredir.
2- Az
öksürük namazı bozmayacağı gibi, mekruh da sayılmaz. Bir rahatsızlıktan dolayı
çok da olsa öksürmek namazı bozmaz. Özürsüz çok öksürmek namazı bozar. Bu daha
çok Şâfiîlere göredir.
3- Namazda
kıraat esnasında boğazın tıkanıklığını gidermek için öksürmekte bir sakınca
yoktur. Ancak bu cevaz, farz ve vâcib olan kıraatla ilgilidir. Sünnet olan
kıraatlerde buna cevaz verilmemiştir. Bu daha çok Şâfiîlere göredir.
4- Özürsüz
iki veya daha fazla harften meydana gelen bir öksürme (öf, üf, uf... gibi
seslerin çıkması) namazı bozar. Bir özürden dolayı ise, bozmaz. Bunun gibi,
kıraatteki yanlış teleffuzu doğrultmak içinde öksürmek namazı bozmaz. Bu,
Hanbelilere göredir.
5- Namazda
çok olmamak kaydıyla özürlü, özürsüz, bir ihtiyaç hissedilsin, edilmesin
öksürmek namazı bozmaz. Bu, Mâlikîlere göredir. Ancak çok öksürmek namazı
bozar.
Namazda Allah'ın
huzurunda bulunduğumuzu düşünerek edep ve huşu' üzere olmamız çok önemlidir.
Mü'minin Allah'a en yakın olduğu an, secdede bulunduğu anlardır. O'na olan
üstün saygı ve korkudan dolayı ağlamak namazı bozmaz. Dünyevî bir maksattan
dolayı ağlamak ise, ilim adamlarının çoğuna göre, bozar.
İlgili hadîsler:
Şanı Yüce Allah
buyurdu:
"Rahmân'ın
âyetleri onlara okunduğu zaman ağlayarak secdeye kapanırlar."[489]
Abdullah b. eş-Şahhîr
(r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimizi gördüm, namaz kılarken göğsünde ağlamaktan dolayı bakır
tencerenin (kaynarken çıkardığı) sese benzer ses çıkarıyordu."[490]
İbn Ömer (r.a.)’dan
yapılan rivayette, demiştir ki:
"Resûlüllah'ın
(a.s.) ağrı ve sızısı şiddetlenince, kendisine "namaza.." denildi. O
da:
"Ebû Bekir'e
söyleyin de insanlara namaz kıldırsın!" diye emretti. Bunun üzerine Hz. Âişe (r.a.): "Doğrusu Ebû Bekir
yufka yürekli bir adamdır, okumaya başlayınca müteessir olup ağla" dedi.
Peygamber (a.s.) yine:
"Söyleyin de o
namaz kıldırsın!" buyurdu. Hz.
Aişe (r.a.) tekrar aynı sözleri söyleyince, Peygamber (a.s.):
"Ona söyleyin
de namaz kıldırsın. Doğrusu sizler (ey kadınlar) Yusuf'un
arkadaşlarısınız!" buyurdu.[491]
Hadîslerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Namazda,
Allah korkusundan, O'nun huzurunda bulunmanın verdiği ürperti ve üstün
saygıdan dolayı ağlamak, namazı bozmaz. Hattâ bu sesli bile olsa..
2- Ebu Bekir
Sıddîk'ın namazda Kur'ân okurken zaman zaman duygulanıp ağladığı olmuş ve
namazı iade etmemiştir.
Hadîslerin ışığında meshep
imamlarının tesbit, istidlal ve ihticacları:
a)
Hanefîlere göre:
Namazda inlemek, âh,
vâh etmek, sesli ağlamak, Allah korkusundan dolayı değil de başka bir sebepten
ise, namaz bozulur. Bir de vücutta meydana gelen bir rahatsızlıktan dolayı da
inlemek ve ağlamak namazı bozmaz. Ancak kendine hâkim olabiliyorsa, o takdirde
bir hastalık ve sıkıntıdan dolayı da olsa ağlamak namazı bozar.[492]
b) Şâfiilere
göre:
Namazda inlemek,
ağlamak ve benzeri sesler çıkarmak suretiyle iki veya daha fazla harf
oluşuyorsa, bu durumda üç husus söz konusudur: Birincisi, duygulanıp inlemek
veya ağlamak üstün gelip ona engel olunamıyorsa, o takdirde örfen az sayılanı
affedilir türden kabul edilir, yani namazı bozmaz. Örfen çok sayılanı ise, namazı
bozar, isterse âhiret korkusundan olsun, fark etmez, ikincisi, inlemek,
duygulanıp ağlamak üstün gelmiyorsa, yani ona engel olabiliyorsa, o takdirde
azı da, çoğuda affedilmez, namazı bozar, isterse bu âhiret korkusundan dolayı
olsun fark etmez. Üçüncüsü, örfen çok kabul edilenidir ki azı da af edilmez.
Ancak kaçınılması zor bir hastalıktan dolayı ise, o takdirde zarurete binaen
namazı bozmaz.[493]
c)
Hanbelilere göre:
Bu meselede
Hanbelîlerle Hanefiler birleşmektedir.
d)
Mâlikilere göre:
Namazda inlemek,
ağlamak ve benzeri sesler çıkarmak bir hastalıktan veya Allah korkusundan ise,
namazı bozmaz. Ancak bir acı ve sıkıntıdan dolayı çokça ağlamak namazı bozar.[494]
Konuyla ilgili
yorumlar, rivayetler ve tahliller:
1107 nolu Abdullah b.
eş-Şahhîr hadîsini aynı zamanda İbn Hibban ile İbn Huzayme tahric etmişler ve
Tirmizî de sahihlemiştir. Hadîs, namazda ister iki harf, isterse fazla harfleri
ihtiva etsin ağlamanın namazı bozmayacağına delâlet etmektedir. Bunu
kuvvetlendiren bir diğer rivayeti ise İbn Hibban şu sözlerle Hz. Ali (r.a.)’den
nakletmiştir:
"Bedir günü
içimizde Mikdad b. el-Esved'den başka süvari yoktu. And olsun ki o gün bizim
içimizde Resûlüllah (a.s.) Efendimizden başka ayakta duran kimse yoktu.
Resûlüllah (a.s.) bir ağacın altında hem namaz kılıyor, hem ağlıyordu, onun bu
hali sabaha kadar sürdü."
Bu rivayet de namazda
Allah korkusundan dolayı ağlamakta sakınca olmadığına delâlet etmektedir.
Nitekim Buharî'nin, Saîd b. Mensur'un ve İbn Münzir'in yaptıkları rivayette,
Hz. Ömer'in (r.a.) sabah namazını kıldırırken Yusuf sûresini okuduğu ve "Ben
keder ve üzüntümü ancak Allah'a şikâyet ederim..." mealindeki âyete
gelince sesli ağladığı işitüdiği belirtilmektedir.
1108 nolu İbn Ömer
(r.a.) hadîsinde Ebu Bekir'in (r.a.) yufka yürekli olup namazda ağlayacağı
Resûlüllah'a (a.s.) haber verildiği halde onun namaz kıldırmasını ısrarla
söylemesi ve ağlaması hususunda bir şey söylememesinden, namazda Allah
korkusundan ağlamanın namazı bozmayacağı istidlal edilir.
1- Namazda
ya Allah korkusundan, ya da vücuda arız olan bir sıkıntı ve hastalıktan dolayı
inlemek, ağlamak, ah ve öf demek, namazı bozmaz.
2- Namazda bir
hastalık veya sıkıntıdan dolayı ağlayan veya inleyen kimse, kendine hâkim
olabiliyorsa, o takdirde ağlayıp inlemesi namazı bozar.
3- Namazda
bir hastalık veya sıkıntıdan dolayı elde olmayarak ağlıyor veya inliyorsa, bu
namazı bozmaz. Bunun dışında ister Allah korkusundan, ister dünyevî bir
maksattan dolayı ağlayan veya inleyen kimse bununla iki veya daha fazla harf
çıkarıyorsa, namazı bozulur.
Bu, Şâfiîlere göredir.
4- Namazda
Allah korkusundan veya bir hastalıktan dolayı ağlamak veya inlemek namazı
bozmaz. Ancak bir sıkıntı veya acıdan dolayı fazla ağlamak namazı bozar. Bu,
Mâlikîlere göredir.
Her ne kadar el-hamdu
lillah namazda söylenen zikirlerden biriyse de, namaz dışı bir olaydan dolayı
söylenmesi doğru değildir. O halde namazda iken ne kendi aksırmasından dolayı
hamdedilir, ne de başkasının,aksırıp el-hamdu lillah demesine karşılık
"yerhamukellah" denilir.
İlgili hadîsler:
Rıfa'a- b. Râfi'
(r.a.)’den yapılan rivayette, demiştir ki:
"Resûlüllah (a.s.)
Efendimizin arkasında namaz kılarken aksırdım ve o sebeple El-Hamdulillahi
Kesiren Tayyıben Mübareken Fihi Kema
Yuhubbi Rabbuna Ve Yerda dedim.
Peygamber (a.s.)
Efendimiz namazı kılıp bitirince,
"Namazda konuşan
kim idi?" diye sordu. Hiç kimse
konuşmadı, yani cevap vermedi. Peygamber (a.s.) ikinci defa sordu, yine kimse
cevap vermedi. Üçüncü defa sorunca, Râvi diyor ki:
"Ben konuştum ya
Resûlellah!" diye cevap verdim. Bunun üzerine Peygamber (a.s.) şöyle buyurdu:
"Canımı kudret
elinde tutan zata yemin ederim ki, 33 melek birden harekete geçti de hangisi o
sözü daha önce (ilâhî huzura) yükseltirim diye acele etti."[495]
Hadîsin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Namazda
iken me'sur olmayan bir zikir veya tesbîh ve tahmîdi söylemekte bir sakınca
yoktur.
2- Namazda
namazdan olmayan zikir, tesbîh ve tahmidi, çevresindekilerin duyacağı bir
sesle söylemek namazı bozmaz.
3- Namazda
zikir, tesbih ve tahmîdde bulunmak, ilâhî rızaya yaklaştırıcıdır.
4- Namazda
aksıran kimsenin "el-hamdu lillah" demesi meşru'dur.
Hadislerin ışığında
müctehit imamların tesbit, görüş, ictihat, istidlâl ve ihticacları:
a)
Hanefîlere göre:
Namazda iken başkası
aksırır da o "yerhamukellah" derse, namazı bozulur. Yine kendisi
namazda iken aksırır da bir başkası ona "yerhamukellah" der, o da
"âmin" derse, yine namazı bozulur.
Bunun gibi, kendisi
namazda iken bir başkası aksırır, o da "el-hamdu lillah" derse,
namazı bozulmaz. Çünkü bu bir cevap sayılmaz. Ancak böyle derken bir cevap
verme niyetini taşırsa, o takdirde sahih kavle göre, namazı bozulur.
Namazda iken kendisi
aksırır da el-hamdu lillah derse, namazı bozulmaz. Ancak başkası işitmiyecek
kadar hafif söylemesi çok daha uygun olur. Daha güzel olanı da susup bir şey
söylememesidir.
Namazda aksırır da
el-hamdu lillah demezse, namazdan sonra demesi, sahih kavle göre uygun olur.
Aksıran kimse imama uymuş bir halde ise, ne gizli, ne aşikâr hamd etmez.[496]
b) Şâfiîlere
göre:
Namazda iken bir
başkası aksırır da o da ona "yerhamukellah" derse, namazı bozulur.
Ancak ikinci şahsa değil de üçüncü şahıs zamiri kullanarak
"yerhamuhü'llahü" veya birinci şahıs çoğul zamiri kullanarak
"yerhamuna'llah" derse, namazı bozulmaz.[497]
c)
Hanbelilere göre:
Bu meselede Şâfiîlerle
aynı görüş ve ictihattalar.
d)
Mâlikîlere göre:
Aksıranı dil ile
teşmîtte bulunmak, yerhamukellah demek mutlaka namazı bozar. Kendisi aksırır
da kimse işitmiyecek şekilde el-hamdu lillah derse, namazı bozulmaz, ancak
demeyip susması hayırlıdır.[498]
Bu ifadeden, namazda
aksırıp sesli şekilde "el-hamdulüllah" derse, namazının bozulacağı
anlaşılıyor.
Diğer rivayetler ve
yorumlar:
1112 nolu Rıfa'â
(r.a.) hadisini aynı zamanda Buhari tahrıc etmiştir, lafzı ise şöyledir:
"Bu gün Peygamber
(a.s.) Efendimizin arkasında namaz kılıyorduk, başını rükû'dan kaldırdığında,
Semi'allahu Lîmen Hamîdehü dedi. Bunun üzerine arkasında kendisine uyup namaz
kılanlardan biri şöyle dedi: Rabbena Ve Leke'l-Hamdu Hamden Kesîren Tayyiben,
Mübareken Fîhi. Peygamber (a.s.) namazı kılıp selâm verince sordu:
"Kim
konuştu?".
Rıfa'â da:
"Ben konuştum"
diye cevap verince Efendimiz şöyle buyurdu:
"Otuz üç
meleğin önce yazayım diye acele ettiklerini gördüm!"
Buhari bu rivayette
aksırmadan söz etmemiştir. Aynı zamanda Kema Yuhibbu Rabbuna Ve Yerda sözlerini
de nakletmemiştir. Çünkü onun tesbitine göre, bunlar hadîsin metninde yer almamıştır.
Müctehit imamların
farklı tesbit ve görüşleri ise, hem hadîslerin haber-i vahit şeklindeki
rivayetinden, hem de bu konuda rivayet edilen diğer farklı hadîslerden
kaynaklanmaktadır.
Rıfa'â'nın Peygamber
(a.s.) Efendimiz'in sorusuna cevap vermeyip susması, saygısızlığından değil,
yanlış bir şey söylemiş olduğunu sanıp korkmasındandır. Böylece vaki yanlıştan
dolayı affedilirim umuduyla cevap vermemiş ve kınanırım endişesiyle susmayı
bir süre tercih etmiştir. Cenâb-ı Peygamber (a.s.), konuşan kimsenin
endişesini anlamış ve üç defa sormayı tekrarlıyarak cevap verme fırsatını
tanımıştır.
1- Namazda
iken aksırır da el-hamdu lillah derse, namazı bozulmaz. Ancak kendisi işitecek
kadar bir tonda söylemesi hayırlıdır. Bazı ilim adamlarına göre hiçbir şey
söylemeyip susması daha uygundur.
Bu, Hanefîlere
göredir.
2- Namazda
aksırır da hiçbir şey demezse, namazdan sonra el-hamdu lillah demesi tavsiye
edilmiştir.
3- Namazda
iken başkasının aksırmasını cevaplıyarak yerhamukellah derse, namazı bozulur.
Ancak Şâfiîlere göre, bunu üçüncü şahıs veya birinci şahıs çoğul zamiriyle
söylerse, namazı bozulmaz.
Namazda iken, yanılan
imamı uyarmak, yanlış okuduğu kıraati düzeltmek veya önemli bir olayı duyurmak,
uyarıda bulunmak için erkeklerin "sübhanellah" demesi, kadınların
ise, sağ ellerini sol ellerinin üzerine vurması tavsiye edilmiştir. Bu tarz
söz ve hareketle namazın bozulmayacağı belirtilmiş ve bunun dışında başka bir
söz söylenmesinin veya başka bir harekette bulunmasının doğru olmayacağına
dikkatler çekilmiştir.
İlgili hadisler:
Sehl b. Sa'd
(r.a.)’den yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğunu
haber vermiştir:
"Kime namaz
kılarken önemli bir olay vaki olur (ve bunu başkasına duyurmak isterse) tesbîh
getirsin, (sübhanellah desin). Tasfiyk ise kadınlara mahsustur."[499]
Ali b. Ebî Tâlib (r.a.)’den
yapılan rivayette, demiştir ki:
"Seher vakti bana
ayrılmış bir saat vardı ki, o saatte Resûlüllah (a.s.) Efendimizin yanına
girerdim. Girdiğimde ayakta namaz kılıyorsa, benim için tesbîh getirip
sübhanellah derdi ve bu O'nun bana izin verdiği anlamına gelirdi. Namazda
değilse, bana izin verirdi."[500]
Ebu Hüreyre (r.a.)’den
yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimizin
şöyle buyurduğunu haber vermiştir:
"Namazda
tesbih (sübhanellah demek) erkeklere, tasfiyk de kadınlara mahsustur."[501]
Hadîslerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Namazda
iken, içeri girmeye izin istendiği veya bir tehlikeyle karşılaşan âmâyı veya
başka birini uyarmak gerektiğinde
tesbihte bulunmak, yani sübhanellah demek sünnettir.
2-
Belirtilen durumlarda kadınların se tasfiyk yapmaları, yani sağ ellerini sol
ellerinin üzerine vurmak suretiyle uyarıda bulunmaları sünnettir.
3- Bunun
gibi cemaatle namaz kılınırken imamın yanıldığını hatırlatmak için de aynı şey
yapılır, yani erkekler sübhanellah, derler, kadınlar el çırparlar. Böyle yapmak
veya söylemek kimine göre sünnet, kimine göre müstehabdır.
Hadîslerin ışığında
mezhep imamlarının görüş, tesbit, istidlal ve ihticacları:
a)
Hanefîlere göre:
Birinin içeri girmek
için izin istemesi veya imamın bir hata yapması halinde namazda olan kimsenin
konuşmayıp sadece sübhanellah demesinde bir sakınca yoktur, yani namaz
bozulmaz. Hanefîler bu meselede Sehl b. Sa'd'ın (r.a.) 1116 nolu hadîsiyle
istidlal etmişlerdir.[502]
b) Şâfiîlere
göre: Namazda önemli bir olaydan, dolayı, meselâ hata yapan imama hatırlatmak,
içeri girmek isteyene izin vermek ve tehlikeyle karşıkarşıya gelen amayı
uyarmak için erkeğin sübhanellah demesi, kadının da sağ eliyle sol eline vurup
el çırpması sünnettir.[503]
c)
Hanbelîlere göre:
Namazda iken herhangi
bir maksada yönelik olarak Sübhanellah veya Lâilâhe illallah demek veya benzeri
bir zikirde bulunmak namazı bozmaz. Meselâ hayretini mucip bir şey gördüğünde
"sübhanellah" der veya başına bir musibet gelir de "İnna
lillahi..." der veya bir ağrı ve sızı hisseder de "bismillah"
derse, namazı bozulmaz, ancak kerahet işlemiş olur. Bunun gibi namazda
herhangi bir maksada yönelik olarak Kur'ân'dan bir âyet okuması da namazı bozmaz.
Ancak Kur'ân'dan bir kelime söyler de o insanların sözünden ayırt edilmezse,
meselâ "ya İbrahim!" derse, namazı bozulur.[504]
d)
Mâlikîlere göre:
Namazda olan kimse,
namaz dışındaki kimseye bir şey anlatmak için veya hatırlatmak için kıraat
mahallinde bir âyet okursa, namazı bozulmaz. Ama bunu rükû' veya secdede
okursa, namazı bozulur, çünkü kıraat mahallinin dışında okunmuş olur. Buna bir
misal verelim İçeri girmek için izin
isteyen adama, "Udhuluha Bi-Selâmin Âmînin" âyetini kıraat
mahallinde okursa, namazı bozulmaz, onun dışında bir yerde okursa namazı
bozulur.
Önemli bir olayı
hatırlatmak veya anlatmak için namazda iken "sübhanellah" veya
"lâilâhe illallah" ya da "la havle velâ kuvvete illâ
billah" derse namazı bozulmaz. Çünkü namazın her bölümü tesbîh, tehlil ve
la havle'ye mahal sayılır.[505]
Diğer rivayetler,
yorumlar ve tahliller:
1116 nolu Seni b. Sa'd
(r.a.) hadîsini Ebû Dâvud şu lafızla rivayet etmiştir:
"Namazda iken
sizce önemli sayılan bir olay zuhur ederse, erkekler tesbihte bulunsun,
kadınlar da tasfiyk yapsınlar."
Hadisin ricali
sahihtir. Hemen hemen bütün müctehitler bu hadîsle istidlal etmişlerdir.
1117 nolu Hz. Ali
Hadîsini Nesâi ve Beyhakî de tahrîc etmişlerdir. Ancak isnadında ve metninde
ihtilâf söz konusudur. Bazı rivâyette "tesbihte bulundu", bazısında
ise, "hafif öksürdü" denilmiştir. Bu da daha çok râvîlerinden
Abdullah b. Nücca bulunuyor ki, bu zatla ilgili hadîs âlimlerinin görüşlerini
1100 nolu kısımda açıklamış bulunuyoruz.
1118 nolu Ebû Hüreyre
(r.a.) hadîsinin merfu' veya mevkuf olduğu hakkında ihtilâf vardır. İsnadında
ise Ebû Harun Umare b. Cüveyna bulunuyor ki, Hammad b. Zeyd onun yalancı bir
kişi olduğunu söylemiştir. Şu'be onun hakkında şöyle demiştir:
"Ebû Harun'dan
hadîs rivayet etmektense boynumun vurulmasını tercîh ederim." Zehebi
onunla ilgili birçok görüş ve tesbitleri toplamıştır. İbn Maîn, onun zayıf
olduğunu, Nesâi ise, metrukü'l-Hadîs olarak tanındığını belirtmiştir.[506]
Zeylaî Sehl b. Sa'd (r.a.)
hadîsinin tamamını naklederek hadisin asıl söyleniş sebebini belirtmek
istemiştir. Rivayetin tamamı şöyledir: Peygamber (a.s.) Efendimiz, aralarında
barışı gerçekleştirmek üzere Benî Amr b. Avf kabilesine gitti. Namaz vakti
girmiş oldu. Müezzin, Ebû Bekir Sıddîk'a (r.a.) gelip, "cemaate namaz kıldırmaz
mısın?" diye teklifte bulundu. O da olumlu cevap verdikten sonra kalkıp
namaz kıldırmaya başladı, derken Resûlüllah (a.s.) Efendimiz dönüp geldi.
Cemaat namazda bulunuyordu. Peygamber (a.s.) ilerleyip safta yerini aldı.
Cemaat O'nun geldiğini görünce el çırpmaya başladılar. Ebû Bekir ise namazda
bir yana dönüp bakmadı, ancak cemaat el çırpmayı artırınca, etrafına dönüp
baktı, Peygamber (a.s.) Efendimizi gördü. Peygamberimiz ona, yerinde dur, diye
işarette bulundu. Bunun üzerine Resûlüllah'ın (a.s.) kendisine vaki bu emrinden
dolayı Allah'a hamd etti ve sonra geri çekilip safta aynı hizada durdu.
Resûlüllah (a.s.) öne geçip namaz kıldırdıktan sonra Ebû Bekir'e şöyle dedi:
"Ya Ebâ Bekir!
Sana emrettiğim halde neden yerinde kalmadın?"
Ebû Bekîr şu cevabı
verdi:
"Ebû Kahafe'nin
oğluna, Resûlüllah'ın (a.s.) bulunduğu bir yerde öne geçip namaz kıldırmak
yakışmaz." Sonra Reslüllah (a.s.) cemaate dönerek şöyle buyurdu:
"Neden
tasfiyki artırdınız, sorabilir miyim? Kim namazda iken önemli bir olay
görürse, tesihte bulunsun Çünkü o tesbihte bulununca kendisine iltifat vaki
olur. Tasfiyk ise ancak kadınlara mahsustur."[507]
1- Namazda
iken bir olaydan dolayı "sübhanellah" demek namazı bozmaz. Bu,
Hanefîlere göredir.
2- Namazda
iken, önemli bir olaydan dolayı erkeklerin "sübhanellah" demeleri,
kadınların tasfiykte bulunmaları sünnettir. Bu, Şafiîlere göredir.
3- Namazda
iken herhangi bir maksada yönelik olarak tesbîh, tehlîl ve benzeri bir zikirde
bulunmak namazı bozmaz. Bu Hanbelilere göredir. Mâlikîler de aynı
görüştedirler.
4- Namazda
iken, namaz dışında meydana gelen bir olay sebebiyle, hatırlatmada bulunmak
veya uyarmak veya cevap vermek, müsaade etmek niyetiyle kıraat mahallinde ise,
Kur'ân'dan bir âyet okumakta da bir sakınca yoktur. Kıraat mahallinin dışında
böyle yapmak ise, namazı bozar. Bu, Mâlikîlere göredir.
İmamın arkasında
cemaat halinde namaz kılarken, imam kıraatte takılıp kaldığı ve hemen
hatırlayamadığı takdirde cemaatten birinin ona fetihte bulunması caizdir.
Konuyla ilgili
hadisler:
Musavver b. Yezîd
el-Mâliki'den (r.a.) yapılan rivayette, şöyle haber vermiştir: Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz namaz kılarken (veya kıldırırken) bir âyeti terketti. Bunun
üzerine (namazdan sonra) bir adam:
"Ya Resûlellah! şu ve
şu âyeti (atladınız)" dedi. Resûlüllah (a.s.) ona:
"Bana
hatırlatsaydın ya.." buyurdu.[508]
İbn Ömer (r.a.)’dan yapılan rivayette, demiştir ki:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz bir namaz kıldı (veya kıldırdı) (kıraatte) okurken karışıklık
meydana geldiğinden durup kaldı.
Namazı kılıp bitirince
babama, "bizimle beraber namaz kıldın mı?" diye sordu. O da
"evet" diye cevap verdi. Peygamber (a.s.) ona, " (fetihte
bulunmana) engel olan ne?" buyurdu.[509]
Hadîslerin açık
delâletinden şu hükümler anlaşılmaktadır:
1- Namazda
kıraat esnasında takılıp kalan imama fetihte bulunmak meşrudur. O bakımdan
fetihte bulunan kimsenin namazı bozulmaz
2- Kıraatte
farz olan miktar yerine geldikten sonra imam takılıp kalırsa, fetihte bulunmak
caiz olur mu? Hadîsin zahirinden bu husus anlaşılmamaktadır
3- İmam
takılıp kaldığında namaz harici bir kimsenin fetihte bulunması meşru mudur? Bu
hususta hadislerden anlaşılmamaktadır
Hadîslerin ışığında
müctehit imamların görüş, tesbit ve istidiâlleri:
a)
Hanefilere göre:
İmam namaz kıldırırken
âyeti unutur, veya biraz okuduktan sonra duraklayıp kalır veya tereddüt
gösterirse, arkasında namaz kılan kimsenin ona fetihte bulunması caizdir. Ancak
o bununla imamını irşada niyet eder, tilâvete niyet etmez. Zira imamın
arkasında ona uyanların okuması mekruhtur.[510]
İmam takılıp
kaldığında ona uyan kimsenin hemen acele fetihte bulunması mekruhtur. Çünkü
imam bu durumda matlûp olan başka bir sûreye intikal edebilir veya farz miktarı
okumuşsa, beklemeye gerek görmeden rukû'a varabilir.
İmama uyan kimse,
kendi imamına değil de başka birine fetihte bulunursa, namazı bozulur. Ancak bu
durumda tilâvete niyet edip irşadı niyet etmezse, namazı bozulmaz.[511]
b) Şafiîlere
göre:
İmam kıraat esnasında
takılıp kalır ve az bir süre beklerse, o takdirde kendisine uyanlardan birinin
fetihte bulunmacı caizdir.
Ama imam takıldığı yerde
tereddüt ederse, o takdirde fetih yapılmaz. Aynı zamanda imama fetihte bulunan
kimsenin, bununla sadece kıraati kasdetmesi gerekir veya kıraatle birlikte
fetihte bulunmayı kasdetmesi gerekir, sadece fetihte bulunmayı kasdeden veya
hiçbir şey kadetmezse, namazı bozulu. [512]
c)
Hanbelilere göre:
İmam kıraat esnasında
durup kalır veya yanlış okursa, ona uyan kimsenin fetihte bulunması vaciptir.
Çünkü namaz ancak kıraatle sahih olur; imamın kıraatte duraklayıp kalması veya
Fâtiha'yı yanlış okuması, namazın sıhhatına mani olur. O bakımdan cemaatten
birinin fetihte bulunması gerekir. İmamından başka birine fetihte bulunması, o
kimse ister namaz içinde olsun, ister dışında olsun, mekruhtur, fakat namazı
hükümsüz bırakmaz, çünkü yaptığı fetih namaz içinde meşru bir sözdür.[513]
d)
Mâlikîlere göre:
İmama fetihte bulunmak
namazı bozmaz. Ancak me'mumun kendi imamına fetihte bulunması meşru'dür, o da
imam kıraat esnasında durup kalır ve tereddüt ederse, fetih caizdir. Sadece
duraklayıp kalır ama tereddüt etmezse, o takdirde fetihte bulunmak mekruhtur.
İmamın Fatihada tereddüt etmesinden dolayı fetih vâcib olur; zamm-ı sürede
tereddüt etmesinden dolayı fetihte bulunmak sünnettir. Eğer okumakta olan
sûreyi tamamlamak üzere ise, fetihte bulunmak menduptur. İmamından başkasına
-ister o başkası namazda bulunsun, ister namaz dışında olsun- fetihte bulunmak
namazı bozar.[514]
Rivayetler, yorumlar
ve tahliller:
1125 nolu Musavver
(r.a.) hadîsini aynı zamanda İbn Hibban ve el-Esrem tahric etmişlerdir.
İsnadında Yahya b. Kesir el-Kâhilî bulunuyor ki, bu zat hakkında Ebû Hatim
"Şeyhtir" demiştir. Bunun hadis âlimi olduğunu kasdetmiştir. Nesâî
ise, onun zayıf olduğunu belirtmiştir. Sika olduğunu söyleyenler de olmuştur.[515]
el-Hatîb sahabeden
olan Musavverin, Resûlüllah (a.s.) Efendimizden sadece bir hadîs rivayet
etmiştir, diyerek bu zatın başka hadîs rivayet etmediğini hatırlatmıştır.
1126 nolu İbn Ömer
(r.a.) hadîsini aynı zamanda Hâkim ve İbn Hibban tahrîc etmişlerdir.
İsnadındaki ricalin hepsi sahihtir.
Ayrıca bu konuda bir
diğer hadisi Hâkim, Enes (r.a.)’den rivayet etmiştir ki, meâlen şöyledir:
"Bizler
Resûlüllah (a.s.) Efendimiz zamanında imamlara fetihte bulunurduk."
Buraya kadar
naklettiklerimiz, namazda takılıp kalan imama fetihte bulunmanın caiz olduğunu
ortaya koymaktadır. Bunun aksini iddia edenler veya ona göre ictihatta
bulunanlar da vardır. Onların istidlal ettiği hadîslerden biri, İbn İshak
es-Sübey'i'nin el-Hâris'ten, onun da el-A'ver'den, onun da Hz. Ali (r.a.)’den
yapılan şu rivayettir:
"Resûlüllah
(a.s.) Efendimiz, Hz. Aliye şöyle buyurmuştur:
"Ya Ali!
namazda imama fetihte bulunma."[516]
Ebû Dâvud bu hadîsin
tahlilini yaparken diyor ki:
"Ebu İshak
el-Sübey'î bunu el-Hâris'ten işitmemiştir. Ancak dört hadîs işitmiştir ki bu
onlardan biri değildir." el-Münziri ise, el-Hâris el-A'ver hakkında şöyle
demiştir:
"İmamlardan
birçoğu onun çok yalancı olduğunu belirtmişlerdir."[517]
el-Hâris'in hadisini
Abdurrezzak kendi Müsannef'inde Hz. Ali'den (r.a.) merfuân şu lafızla rivayet
etmiştir:
"Ya Ali!
namazda iken sakın imama fetihte bulunma."
Bu rivayetin münkati'
olduğunu söyleyenler olduğuna göre, hadîs zayıf sayılır. O bakımdan müctehit
imamların çoğu onunla istidlal etmemişlerdir.
Fethin cevazına
delâlet eden hadîsler ise, hem istidlale, hem ihticaca elverişli görülmüştür.
1- Namaz
kıldırırken kıraate takılıp kalan veya tereddüt eden imama, cemaattan birinin
fetihte bulunması caizdir. Ancak fetihte bulunan bununla tilâvette bulunmayı
kasdetmiyecektir, aksi halde kerahet işlemiş olur. Bu, Hanefilere göredir.
2- İmam
takılıp kalınca, ona uyan kimse fetihte acele etmemelidir. Çünkü bu durumda
olan imam ya farz miktarı okumuş olabilir, ya da başka bir sûreye geçebilir.
Buda Hanefîlere göredir.
3- Kendi
imamından başkasına fetihte bulunan kimsenin namazı bozulur. Ancak bu durumda
tilâvete niyet ederse, namazı bozulmaz, kerahet işlemiş olur. Bu, Hanefîlere
göredir. Mâlikîlere göre namazı bozulur.
4- İmama
fetihte bulunan kimse, bununla kıraati veya hem kıraati, hem fetihte bulunmayı
kasdetmesi gerekir. Sadece fetihte bulunmayı kasdederse namazı bozulur. Bu,
Şâfiilere göredir.
5- Kıraat
esnasında takılıp kalan ve yanlış okuyan imama fetihte bulunmak vaciptir. Bu,
Hanbelilere göredir.
[1] Buhari, vudu': 29, salat: 46, ısti'zaran: 18, Ebû
Dâvud, taharet: 46, 56, salât: 144, Nesâî, taharet: 55, 70, 88, 91, İbn Mâce,
taharet: 44, Ahmed: 1/78, 2/164, 193, 201, 228, 409.
[2] Sahih-i Müslim, mesacid: 15.
[3] Müsned-i Ahmed Müslim, Ebû Dâvud: Enes (r.a.)'den.
[4] Şerhu Fethi’l-kadir: 1/190, 191.
[5] Es-Siracü’l-vahhac ala metni’l-Minhac: 39, Fethüvahhab
bi-Şerhi Menheci’t Tullab: 1/35, 36.
[6] el-Muğni istikbal-i kıble: 1/431, 432.
[7] El-Müdevvenetü'l-kübrâ, kıble: 1/92, 93.
[8] Tirmizî, Müsned-i Ahmed, Tâberânî, Amir b. Rebi'a
(r.a.)’dan.
[9] Neylü'l-evtar: 186.
[10] Mîzanü'l-i'tidal: 3/556-7571 nolu Muhammed b. Salim.
635-7905 nolu muhammed b. Abdullah.
[11] Neylü'l-evtar: 2/186.
[12] Tirmizî, salât: 139, Nesâî, Siyam: 43, İbn Mâce,
ikâmet: 56, Tabernî, kıble: 8.
[13] Buharî, Müslim.
[14] Fazla bilgi
için bak: Bedayi'us-Sanayi' Fi-Tertibi'ş-Şerayi: 1/118-119.
[15] el-Ümm: 1/93.
[16] el-Siracü'l-vahhac: 1/40.
[17] Geniş bilgi için bak: el-Muğnî: 1/440, 444.
[18] el-Fıkhu alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/197'den özetlenerek.
[19] Ebu Dâvud, taharet: 31, salât: 73, Tirmizi, taharet:
3, mevakıyt: 62, İbn Mâce, taharet: 32, Dâremî, vudu': 22, Ahmed: 1/123, 129.
[20] Buhari, ezan: 18, edeb: 27, ahâd: 1, Dâremî, salât:
42, Ahmed: 5/53.
[21] Haşiyetü'l-Tahtâvî: 118, 119,
[22] Bedayi'u's-Sanayi' fi-Tertıbi'ş-Şerayi': 1/130.
[23] es-Siracü'1-vahhac: 41, 42.
[24] Birincisi hadisi Ebu Davud, ikincisi Buhari ile müslim
rivayet etmiştir: Üçücü hadisi İbn Kudame nakletmiştir
[25] el-Muğnî, tekbîr: 1/460, 481'den özetlenerek.
[26] el-Müdevvenetü'1-kübrâ, ihrâm: 1/62.
[27] Neylü'l-evtar: 2/192'den özetlenerek.
[28] Mîzanü'l-i'tidal: 4/586-10729 nolu Ebû Yahya.
[29] Neylü'l-evtar: 2/195.
[30] Nasburraye li-Ahadisi'1-Hidâye: 1/303.
[31] Ebü Dâvud, salât: 93.
[32] Müsned-i Ahmed: Ebu Musa (r.a.)'den.
[33] Tirmizî.
[34] Müslim, salât: 127, Ebû Dâvud, salât: 93, Tirmizî,
İkamet: 50, Ahmed: 4/270, 276, 277.
[35] Buhari, ezan: 71, Müslim, salat: 127, 128, Ebû Davud,
salat: 93, Tirmizi, mevakiyt: 53, İbn Mâce, ikamet: 50, Ahmed: 4/271, 272, 277.
[36] Buhari, ezan: 74, Müslim, salât: 124, Ebû Dâvud, salât:
93, Dâremî, salat: 48, 49, İbn Mâce, İkamet: 50, Ahmed: 2/234, 319, 505-3/177,
254, 274, 279, 291-5/262.
[37] Ahmed: 2/234, 319, 505.
[38] Neylü'l-evtar: 2/196.
[39] Buhari, salat: 3, 16, Müslim, salat: 119, Ebû Davud,
salât: 115, 117, 136, 138, 140, Tirmîzî, salat: 63, 76, Nesâî, iftitah: 6, 11,
36, 37.
[40] Müsned-i Ahmed. Ebû Dâvud.
[41] Buharî, Müslim: İbn Ömer (r.a.)'dan.
[42] Buharî, Nesâî, Ebû Dâvud: Nâfi'dan.
[43] Müsned-i Ahmed, Ebû Dâvud, Tirmizî, Ali b.Ebı Tâlib
(r.a)’den.
[44] Buharî, Müslim: Ebû Kalâbe'den.
[45] Müsned-i Ahmed, Sahîh-i Müslim: Ebu Kalebe’den.
[46] Buharî, Müslim, Tirmizî, Ebu Davut, İbn Mace: Ebu
Humayd’den.
[47] Haşiyetü't-Tahtâvî alâ Meraki'l-felâh: 139.
[48] el-Ümm, refü'l-yedeyn fi't-tekbîr: 1/103, 104.
[49] el-Muğnî, yerfeu yedeyh, 1/469, 470'ten özetlenerek.
[50] el-Fıkhu Alâ'I-Mezahibi'l-Arbaa: 1/250.
[51] Fazla bilgi için bak: Şerhu Maani'l-Asâr: 1/195-197.
[52] Nasburraye: 1/309, 310.
[53] Neylü'l-evtar: 2/198.
[54] Neylü'l-evtar: 2/200.
[55] Fazla bilgi için bak: el-Ümm: 1/103-105.
[56] Neylü'l-evtar: 2/207.
[57] Müsned-i Ahmed, Sahîh-i Müslim, Vâil b. Hücür
(r.a.)'den.
[58] Müsned-i Ahmed, Sahîh-i Buharî, Ebû Hâzim (r.a.)'den.
[59] Ebû Dâvud, Nesâi, İbn Mâce: İbn Mesûd (r.a.)'den.
[60] Müsned-i Ahmed, Ebû Dâvud: Ali (r.a.)'den.
[61] Hâşiyetü't-Tahtâvî ala Meraki'l-felâh: 140.
[62] el-Fıkhu alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/251.
[63] el-Fıkhu alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa, 1/251.
[64] el-Muğni, vazi'l yedi'l-yümnâ: 1/472.
[65] el-Muğni, vazi'l yedi'l-yümnâ: 1/473.
[66] el-Muğnî meseletün fi vazi'l yed: 1/472.
[67] el-Fıkhu Alâ'1-Mezahibi'l-Arbaa, Vaz'u'l-yed: 1/251.
[68] Neylü'l-evtar: 2/208.
[69] Neylü'l-evtar: 2/211.
[70] Müsned-i Ahmed.
[71] Müsned-i Ahmed, Müslim, Nesaî.
[72] Buhari, Ebû Dâvud, Nesâî.
[73] Nesâî, Ebû Dâvud, Müsned-i Ahmed.
[74] Şerhu Fethilkadîr, kerahat: 1/291.
[75] Fetâvâ-yi Hindiyye, adabü's-salât: 1/72.
[76] Fethülvahhab bi-Şerhi Menbeci't-Tullâb: 1/47.
[77] el-Fıkhu Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa, iltifat: 1/274.
[78] el-Fıkhu Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/274.
[79] el-Fıkhu Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/274.
[80] el-Fıkhu Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/274.
[81] İbn Mâce, Neylü'l-evtar: 2/212.
[82] Müsned-i Ahmed, Müslim, Tirmizî.
[83] Ebû Dâvud, Dârekutnî.
[84] Bedayi'us'-Sanayi’ Fi-Tertibi'ş-Şerayi, Sünen-ı salât:
1/202.
[85] Bedayi'u's'-Sanayi, Fi-Tertibi'ş-Şerayi, Sünen-i
salât: 1/202.
[86] Bedayi'u's-Sanayi, Fi-Tertibi'ş-Serayi: 1/208.
[87] es-Siracü’lvahhac Alâ Metni'l-Minhac: 43.
[88] es-Siracü’lvahhac Alâ Metni'l-Minhac: 45.
[89] es-Siracü’lvahhac Alâ Metni'l-Minhac: 46.
[90] es-Siracü’l-vahhac Ala Metni’l-Minhac: 44.
[91] el-Fıkhu alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/250.
[92] el-Fıkhu alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/250.
[93] el-Muğnî 489, 490'dan özetlenerek.
[94] Mîzanü'l-i'tidal: 2/340-4003 nolu Talha b. Amir.
[95] Fazla bilgi için bak: Mîzanü'l-itadal: 2/128-3148 nolu
Saîd.
[96] Mizanü'l-i'tidab 1/248- 945 nolu İsmail.
[97] Neyü’l-evtar: 2/250.
[98] Ebû Dâvud, Tirmizî, mevakıyt: 110.
[99] Ebû Dâvud, salât: 135, Nesâi, iftitah; 32, Ahmed:
4/353, 356.
[100] Bedayi'u's-Sanayi' fi-Tertibi'ş-Şerayi: 1/112.
[101] Bedayi'u's-Sanayfi’ fi-Tertibi'ş-Şerayi: 1/112'den
özetlenerek.
[102] İbn Abidîn: 1/506.
[103] Bedayi'u's-Sanayi' fi-Tertibi'ş-Şerayi’: 1/113.
[104] es-Siracü'l-vahhac Alâ Metni'l-Minhac: 44.
[105] el-Muğnî, kıraat: 1/492.
[106] el-Muğnî, kıraat: 1/492.
[107] el-Fıkhu Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/230.
[108] el-Fıkhu Alâ'I-Mezahibi'l-Arbaa: 1/230.
[109] Neylü'l-evtar: 2/251.
[110] Buharî, ezan: 107, Müslim, salât: 170, 171, Ebû Dâvud,
salat: 127, 135, Ahmed: 1/257, 5/86, 88, 101, 103, 106, 108, 111-6/395.
[111] Buharî, ezan: 103, Müslim, salât: 159, Nesâî, iftitah:
74, Ahmed: 1/175.
[112] Müsned-i Ahmed, Müslim.
[113] Fetâvâ-yı Hindiyye: 1/77'den özetlenerek.
[114] es-Siracü'1-vahhac Alâ Metni’1-Minhac: 14, 45.
[115] el-Muğnî: 1/393, 394.
[116] el-Fıkhu Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/254.
[117] el-Fıkhu Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/258.
[118] Şerhu Maani'l-Asar: 1/205, 206.
[119] Şerhu Maani'l-Asâr: 1/206.
[120] Şerhu Maani'l-Asar: 1/206.
[121] Buharî, ezan: 106, Tirmizî, sevabü'l-Kur'an: 11.
[122] Müslim, müsafırin: 203, Ahmed: 5/384, 397.
[123] Ebû Dâvud, salât: 130, 132, 212.
[124] Müslim, müsafirîn: 98, 99, 100, Ahmed: 2/35-6/184,
225.
[125] Fetâvâ-yi Hindiyye: 1/78.
[126] Fetavâ-yı Hindiyye: 1/78.
[127] Fetâvâ-yı Hindiyye: 1/78.
[128] el-Ümm, babü'l-kıraat: 1/109.
[129] el-Muğnî, Kıraat: 1/494.
[130] el-Muğnî, Kıraat: 1/495.
[131] el-Muğnî, Kıraat: 1/495.
[132] Fazla bilgi için bak: el-Müdevvenetü'l-kübrâ: 1/64-88,
el-Fıkhu Alâ'l-Mezahibi'1-Arbaa: 1/254.
[133] Neylü'l-evtar: 2/255.
[134] Neylü'l-evtar: 2/256.
[135] Müsned-i Ahmed, Ebû Dâvud, Müslim.
[136] Buharî, Müslim, İbn Mâce, Ebû Dâvud, Nesâî.
[137] Buhari, Müslim İbn Mâce, Ebû Dâvud, Nesâî, Tirmizî.
[138] Nesâî.. Hz. Aişe (r.a.)'dan.
[139] İbn Mâce, İbn Ömer (r.a.)'dan.
[140] Buharî, Müslim, Câbir (r.a.)'den.
[141] Müsned-i Ahmed, Nesâi; Sülayman b. Yesar'dan.
[142] Fetâvâ-yı Hindiyye: 1/77.
[143] Geniş bilgi için bak: Haşiyetü't-Tahtâvî: 143.
[144] Fethülvahhab bi-Şerhi Menheci't-Tullâb: 1/41.
[145] el-Muğnî, kıraat: 1/491-492.
[146] Fazla bilgi için bak: el-Muvatta, 1/99, 100.
[147] Şerhu Maâni’l-Asâr: 1/213.
[148] Şerhu Maâni’l-Asâr: 1/214.
[149] İhkâmü'I-Ahkâm, Şerhu
Umdeti'l-Ahkâm, Buhari, Müslim, Nesa, İbn Mâce, Ebû Dâvud.
[150] İhkâmü'l-Ahkâm: 2/15'den özetlenerek.
[151] Neylü'l-evtar: 2/260.
[152] Mîzanü'l-i'tidâl: 2/143-3205 nolu Saîd b. Sımak.
[153] Neylü'l-evtar: 2/262.
[154] Bülüğü'1-merâm: 1/132
[155] Müsned-i Ahmed, Nesâi, Tirmizî.
[156] Müsned-i Ahmed, Buharî.
[157] Müsned-i Ahmed, Müslim, Nesâî, Ebû Dâvud.
[158] Hâşiyetü't-Tahtâvî Alâ Meraki'l-felâh: 145, 148.
[159] Fethülvahhab bi-Şerhi Menheci't-Tullab: 1/38-48.
[160] el-Fıkhu Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa, tekbirat: 1/253,
el-Muğnî: 1/495, 496.
[161] el-Muğni, tekbîr: 1/495.
[162] el-Fıkhu Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/253.
[163] el-Müdevvenetü'1-kübrâ: 1/70, 71.
[164] Neylü'l-evtar: 2/269.
[165] Fazla bilgi İçin bak: Nasburrâye li-Ahadîsi'l-Hidâye:
1/372.
[166] el-Muvatta': 1/191.
[167] Şerhü'n-Nevevî Alâ Sahîhil-Müslim: 3/5-7.
[168] Neylü'l-evtar: 2/270.
[169] Neylü'l-evtar: 2/270.
[170] Buharî, salât: 145, 148, Ahmed: 1/100, 2/240, 284,
285, 301, 450- 3/18, 94, 179, 218- 4/39, 41, 318, 338, 5/322, 365- 6/65, 141.
[171] Buharî, salât: 82, 84, 91, Ebû Dâvud, salât: 68,
Nesâî, sehv: 11, İbn Mace, ikamet: 144, Ahmed: 3/334- 4/312.
[172] Müslim, salt: 48, Nesâî, Taberâni, nida: 16.
[173] el-Fıkhu Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/252.
[174] el-Fıkhu Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/252.
[175] Müsned-i Ahmed, Ebû Dâvud, Nesâi: Ebû Mes'ud'den.
[176] Sünen-i Ebî Dâvud: Rifaâ b. Râfi’den.
[177] Kütüb-i Sitte...
[178] Bedayi'us'-Sanayi’ Fi-Tertibi'ş-Şerayi': 1/208.
[179] Fethü'l-vahhab bi-Şerhi Menhec'it-Tullab: 1/42.
[180] el-Muğnî: 1/499.
[181] el-Muğnî: 1/499.
[182] el-Müdevvene'tü'l-kübrâ: 1/71, 72.
[183] el-Fıkhu Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/260.
[184] Şerhu Maâni'l-Asâr: 1/229.
[185] Şerhu Maânî'1-Asâr: 1/229.
[186] Fazla bilgi için bak: Nasburrâye: 1/373.
[187] Nasburrâye: 1/373.
[188] Buhari, Müslim, Ebû Dâvud, Nesâî, Tirmizî.
[189] Müsned-i Ahmed, Ebu Davud, İbn Mace.
[190] Müsned-i Ahmed, Müslim, Ebu Davud, Nesai.
[191] Buhari, Müslim, Ebû Dâvud, Nesâî, İbn Mace.
[192] Tirmizî, Ebû Dâvud, İbn Mace.
[193] Müsned-i Ahmed, Tirmizi, Ebu Davud.
[194] Bedayi'u's-Sanayi' Fi-Tertibi'ş-Şerayi, 1/208.
[195] Besayi'u's-Sanayi, Fi-Tertibi'ş-Şerayi, 1/208.
[196] es-Siracü’l-vahhac Ala Methi'l-Minhac: 45.
[197] Bedayi'u's-Sanayi' Fi-Tertibi'ş-Şerâyi: 1/208.
[198] el-Umm, el-kavlü fi'r-rükû: 1/208.
[199] el-Muğnî, rükû: 1/501.
[200] el-Fıkhu Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/260.
[201] el-Muğnî: 1/501.
[202] Şerhü Maani'l-Asâr: 1/233.
[203] Şerhü Maani'l-Asâr: 1/234.
[204] Şerhü Maani'l-Asâr: 1/234.
[205] Şerhü Maani'1-Asâr: 1/234.
[206] Şerhu Maani'l-Asâr: 1/236, 237.
[207] Şerhu Maani'1-Asâr: 1/237.
[208] Tirmizî, Ebû Dâvud tahrîc etmişlerdir.
[209] Nesburraye li-Ahadisi'l-Hidâye: 1/375, 376.
[210] Neylü'l-evtar: 2/275.
[211] Neylü'l-evtar: 2/275.
[212] Mîzanü'l-i'tidal: 2/389- 4191 nolu Abdullah.
[213] Müsned-i Ahmed, Müslim, Nesâî, Ebû Dâvud.
[214] Fetâvâ-yı Hindiyye: 1/74.
[215] el-Ümm: 1/111.
[216] Geniş bigi için bak: el-Muğnî: 1/503, 504.
[217] el-Müdevvenetü'1-kübrâ: 1/72.
[218] Buharî, Müslim: Ebû Hüreyre (r.a.)'den.
[219] Buhari, ezan:
52, 74, 82, 86, 117, daavat: 99, Müslim, salât: 25, 28, 55, 62, 64, 71,
77, Ahmed: 1/95, 102, 143- 2/18, 230- 3/3, 18 87 -5/343, 388, 400- 6/78.
[220] Müslim, salât: 21, 22, 24, 25, 28, 33, 114, 115, 133,
194, 195, 197, 199, 202, 205, 206, 240. Nesâî, ezan: 41, kıble: 16, imamet: 38.
[221] Bedayi'us'-Sanayi’ Fi-Tertibi'ş-Şerayi: 1/209.
[222] Buhari, salât: 18, ezan: 51,
74, 82, 128- taksîrü's-salât: 17, sehv: 9, merda: 12, Müslim, salât: 77, 82,
86, 89, Ebû Dâvud, salât: 68, Tirmizî, salât: 150, Nesâî, eimme: 18, 38, 40,
iftitah: 30, tatbiyk: 22, İbn Mâce, ikamet: 13, 144, Dâremî, salât: 44, 71,
Taberâni, nîdâ: 56, cemaat: 18, 17, Ahmed: 2/230, 314, 341, 441, 420, 438,
440 -3/110, 154,
162, 200, 217, 300- 4/401, 405-6/51, 58, 68, 148, 194.
[223] es-Siracü'1-vehhac Ala Metni'l-Minhac: 45, 46.
[224] el-Muğnî: 1/507, 508.
[225] Şerhu Maâni'1-Asâr: 1/238.
[226] Şerhu Maâni'l-Asar: 1/239.
[227] Buharî, refi yed: 102, İbn Ömer (r.a.)’dan.
[228] Abdullah b. Ebi Evfâ (r.a.)'den, Sahîh-ı Müslim, ref-i
re's: 190.
[229] Nasburrâye li-Ahadisi'1-Hidâye: 1/377.
[230] İhkâmü'I-Ahkâm Şerhu Umdeti'l-ahkâm: 1/220.
[231] Ebu Dâvud, Buharî, eyman: 15, Tirmizî, salây: 110,
isti'zan: 4, Nesâî, istiftah: 7, tatbiyk: 15, sehv: 67, İbn Mâce: 72.
[232] Nasburrâye: 1/279.
[233] Müsned-i Ahmed: 2/252- 4/22, 23.
[234] İbn Mâce, ikamet: 16, Nesâî, tatbiyk: 77, Ahmed: 4/23.
[235] Tirmizî, mevakiyt: 81, 91,
Ebû Dâvud, salât: 44, Nesâî, tatbiyk:
54, iftitah: 88, İbn Mâce, ikamet: 16, Daremî, salât: 78,
Ahmed: 2/525-4/22, 23, 119, 122-5/310.
[236] Bedayi'u's-Sanayi' Fi Tertibi'ş-Şerayî: 1/162.
[237] es-Siracü'1-vahhac Şerhün Alâ Metni'l-Minhac: 44.
[238] es-Siracü'l-vahhac: 1/44.
[239] el-Muğnî: 1/500.
[240] el-Müdevvenetü'1-kübrâ: 1/72'den özetlenerek.
[241] Geniş bilgi için
bak: el-Fıkhu Alâl-Mezahibi'1-Arbaa: 1/261.
[242] Müsned-i Ahmed.
[243] Buhari, Nasburrâye: 1/380.
[244] Buhari, Müslim, Tirmizî, İbn Mâce.
[245] Ebû Dâvud, salât: 137, Ahmed: 2/381, Nesâî.
[246] Sahîh-i Buhari, Müslim, salât: 236, Ahmed: 5/345.
[247] Buharî, mevakiyt: 8, ezan: 141, Müslim, salât: 233,
Ebû Dâvud, salât: 154, Tirmizî, salât: 89, İbn Mâce, ikamet: 21, Nesâî,
if'titah: 86, tathiyk: 53, Ahmed: 3/109, 115, 177, 179, 191, 214, 274, 291,
315, 336, 389.
[248] Ebu Dâvud, salât: 116.
[249] Ebu Dâvud, salât: 116, Tirmizî, mevakıyt: 86.
[250] Bedayi'u's-Sanayi, Fi Tertibi'ş-Serayi: 1/210.
[251] Bedayi'u's-Sanayi, Fi Tertibi'ş-Şerayi: 1/210.
[252] Bedayi'u's-Sanayi' Fi Tertibi'ş-Şerayi: 1/210.
[253] Bedayi'u's-Sanayi, Fi Tertibi'ş-Şerayi: 1/210.
[254] es-Siracülvahhac Alâ Metni'l-Minhac: 47.
[255] es-Siracülvahliac Ala Metni'l-Minhac: 47.
[256] el-Ümm: 1/113.
[257] Nesâi, tatbiyk: 38.
[258] el-Muğnî: 1/514, 516.
[259] el-Muğni: 1/515.
[260] Buhari, ezan: 133, 134, 138, Müslim, salât: 58, İbn Mace,
ikamet: 19, Dâremî, salât: 73, Ahmed: 1/279, 280, 286, 292, 305.
[261] el-Muğni: 1/520.
[262] el-Muğnî: 1/520.
[263] el-Müdevvenetü'1-kübrâ: 1/73.
[264] Şerhu Maâni'1-Asâr: 1/255’den özetlenerek.
[265] Geniş bilgi için bak:
Şerhu Maâni'I-Asâr: 1/257.
[266] Benzeri rivayeti ve kaynağını 879 nolu hadîste
belirtmiş bulunuyoruz, oraya bakılması..
[267] İhkâmü'l-Ahkâm Şerhu
Umdeti'I-Ahkâm: 1/224.
[268] Neylü'l-evtar: 2/282.
[269] el-Hakim-Beyhakî-Darekutnî
[270] Neylü'l-evtar: 2/282.
[271] Neylü'l-evtar: 2/285.
[272] Dârekutni, Ebu Kutaybe'den.
[273] Mîzanü'l-i'tidal: 2/322-3929 nolu Dahhak...
[274] Dârekutnî, Nasburrâye li-Ahâdisi'I-Hidâye: 1/383.
[275] Buharî, sücud: 112, Müslim, sücud: 136, Ebû Dâvud,
sücud: 136, Nesâî, sücud: 166, Tirmizi, sücud: 37, İbn Mâce, sücud: 83.
[276] Buharî, amelü fi's-salât: 9, Müslim, mesacid: 191, İbn Mâce, ikamet:
64, Ahmed: 3/100.
[277] Ahmed: 1/265.
[278] İbn Mâce, ikamet: 64, Ahmed: 4/335.
[279] Fetâvâ-yı Hindiyye: 1/108.
[280] el-Ümm: 1/114.
[281] el-Muğnî: 517.
[282] el-Muğni: 518.
[283] el-Müdevvenetü'l-kübrâ: 1/74.
[284] Fethülvahhab bi-Şerhi Menheci't-Tullâb: 1/43.
[285] Müsned-i Ahmed, İshak b. Rahuye, Ebû Ya'lâ el-Mevsalî,
Taberâni.
[286] Geniş bilgi için bak: Nasburrâye: 1/386.
[287] İhkâmü'l-Ahkâm Şerhu Umdeti'l-Ahkâm: 2/63.
[288] Beyhakî , Hâkim el-Erbain'de...
[289] Neylü'l-evtar: 2/290.
[290] Neylu'l-evtar: 2/291.
[291] Sahîh-i Müslim.
[292] Nesâî, İbn Mâce.
[293] Tirmizî, Ebû Dâvud.
[294] Müslim, mesacid: 148.
[295] Bedayi'u's-Sanayi'
Fi-Tertibi'ş-Şerayi’: 1/202, el-İhtiyar
li-Ta'lili’l-Muhtar: 1/49.
[296] Fethülvahhab bi-Şerhi Menheci't-Tullâb: 1/41.
[297] Fazla bilgi için bak: el-Ümm, 1/107.
[298] el-Muğnî: 1/531, 532.
[299] el-Muğnî: 1/532'den özetlenerek
[300] el-Müdevvenetü'1-kübrâ: 1/64.
[301] Müsned-i Ahmed, Nesâî, tatbiyk: 100.
[302] Sünen-i Ebu Davud.
[303] Buharî, sehv: 5, Nesâî, sehv: 21, 27, 28.
[304] Bedayi'u's-Sanayi, Fi Tertibi'ş-Şerayi: 1/211.
[305] Bedayi'u's-Sanayi, Fi Tertibi'ş-Şerayi: 1/211.
[306] Bedayi'u's-Sanayi, Fi Tertibi'ş-Şerayi: 1/212, 213'ten
özetlenerek.
[307] es-Siracülvahhac Şerhün Alâ Metni'l-Minhac: 48, 49.
[308] el-Ümm: 1/116'dan özetlenerek.
[309] el-Mugnî: 1/529-532'den özetlenerek.
[310] Bedayi': 1/210.
[311] Şerhu Maâni'l-Asar: 1/261.
[312] Neylü'I-evtar: 2/303.
[313] Nesâî, iftitah: 11, sehv: 34, Dâremî, salât: 96,
Ahmed: 4/218.
[314] Müslim, mesacid: 112, Ebû Dâvud, salât: 181.
[315] Buhari, ezan: 120, 145, Ebû Dâvud, salât: 116.
[316] Ebû Dâvud, salât: 122, İbn Mâce, ikamet: 4, Ahmed:
6/31, 171, 194, 281.
[317] Ahmed: 2/311.
[318] Neylü'l-evtar. 2/308.
[319] Neylü'l-evtar: 2/309.
[320] Buharî, isti'zan: 27, 28,
Müslim, salât: 59, 60, 61, Tirmizî, nikâh: 17, salât: 100, Nesâî, nikâh: 39,
40, tatbik: 100, 103, 104, sehv: 42, 45, İbn Mâce, ikamet: 24, Ahmed: 1/262,
394, 413, 414, 450-5/363.
[321] Müslim, salât: 56, Nesâî, sehv: 43.
[322] Ahmed: 1/276.
[323] Bedayi'u's-Sanayi'
Fi-Tertibi'ş-Şerayi': 1/163.
[324] Bedayi'u's-Sanayi' Fi-Tertibi'ş-Şerayi': 1/163.
[325] es-Siracü'1-vahhac
Ala Metni'1-Minhac: 48, 49,
Fethülvahhab: 1/44.
[326] Fethülvahhab bi-Şerhi Menhaci't-Tullab: 1/45.
[327] Kitabü'l-Fıkhı Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/234, 235,
el-Muğnî: 1/536, 537.
[328] Kitabü'l-Fıkhı Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/235.
[329] Neylü'l-evtar: 2/311.
[330] Müslim, Ebû Dâvud, Tirmizi.
[331] Saîd kendi Sünen'inde, Buharî kendi Tarih'inde rivayet
etmiştir.
[332] Müsned-i Ahmed, Nesâi, Ebû Dâvud.
[333] Müslim, mesacid: 114, 118, Nesai, sehv: 23, 31, 33,
35, salât: 7, 20, Ahmed: 4/3.
[334] Bedayi'u's-Sanayi’ Fi-Tertibi'ş-Şerayi’: 1/214'den özetlenerek.
[335] es-Siracü'1-Vahhac Şerhün Ala Metni'l-Mincah: 48.
[336] el-Muğnî: 1/534.
[337] Müslim, salât: 65, Ebû Dâvud, salât: 179, Tirmizî,
tefsir: 3, Nesâi, sehv: 49, 50, 51, Daremî, salât: 85, Ahmed: 5/27.
[338] Kütüb-i Sitte'den beşi rivayet etmiştir.
[339] Bedayi'u's-Sanayi’ Fi-Tertibi’ş-Şerayi, 1/212, 213.
[340] Bedayi'u's-Sanayi’ Fi-Tertibi'ş-Şerayi: 1/213.
[341] Bedayi'u's-Sanayi' Fi-Tertibi'ş-Şerayi: 1/213.
[342] es-Siracü'1-vahhac: 49.
[343] Fazla bilgi için bak: el-Ümm: 1/117.
[344] el-Muğnî: 1/541, 542.
[345] Bedayi'u's-Sanayi: 1/212, el-Muğni: 542.
[346] Ihkâmü'l-Ahkâm Şerhü Umdeti'l-Ahkâm: 2/72.
[347] Ihkâmü'1-Ahkâm Şerhü Umdeti'l-Ahkâm: 2/73.
[348] Geniş bilgi için bak: İhkâmü'l-Ahkâm: 2/73, 74.
[349] Fethü'I-Allâm li-Şerhi Bülüği'l-Meram: 1/146'ya
bakılması tavsiye edilir.
[350] Nasbu'rrâye: 1/424'den özetlenerek.
[351] Nasbu'rrâye: 1/426.
[352] Mîzanü'l-İ'tidal: 1/78- 273 nolu Ubey b. Abbas.
[353] Mîzanü'l-İ'tidal: 2/671-5279 nolu Abdülmuhaymin.
[354] Nasbü'rrâye: 1/427.
[355] Fazla bilgi için bak: Nasbu'r-râye: 1/427, 428.
[356] Buhari, enbiya: 10, daava: 31-32, Müslim, salât:
65-66-69, Ebû Dâvud, salât 179.
[357] Ebû Dâvud.
[358] Fetâvâ-yı Hindiyye: 1/76.
[359] es-Siracü'1-Vahhâc Alâ Metni'l-Minhâc: 40.
[360] Geniş bilgi için bak: el-Muğnî, 1/542, 543, 544.
[361] el-Bedayi': 1/212, Kitabü'l-Fıkhı
Alâ'l-Mezahibi'I-Arbaa: 1/243.
[362] Ahzâb: 33/33.
[363] Neylü'l-evtâr: 2/324.
[364] Neylü'l-evtar: 2/324.
[365] Tirmizî, tefsîr-i sûre: 3, menakib: 20.
[366] Mü'min: 40/43.
[367] Taberânî.
[368] Mîzanü'I-İ'tidal: 4/511-10066, 10067 nolu Ebû Cafer.
[369] Mîzanü'l-İ'tidal: 1/448-1680 nolu Hibban.
[370] İbn Mâce, ikamet: 26, Dâremî, salât: 86, Nesâî,
istiaze: 18, 21, Tirmizî, daavat: 88, Ahmed: 2/168, 198, 237, 340, 365, 451-
3/283.
[371] Buhari, daavat: 39, 44, 46, Müslim, zikir: 48, Nesâî,
istiaze: 47, Ahmed: 6/200, 201.
[372] Buharî, daavat: 17, ezan: 149, tevhîd: 9, Müslim,
zikir: 47, 48, Tirmizî, daavat: Nesâî, sehv: 57, 59, İbn Mâce, dua: 2, Ahmed:
1/4, 7.
[373] Ahmed: 4/55, 63, 329-5/375.
[374] Sünen-i Nesâî.
[375] Sahih-i Müslim, Sünen-i Ebû Dâvud.
[376] Nesâî, sehv: 62, Ahmed: 4/264.
[377] Ahmed: 5/247, Ebû Dâvud, vitir: 26, Nesâi.
[378] Ahmed: 6/209.
[379] Müslim, müsafirîn: 181, 187, 189, Ebû Dâvud, tetavvû: 36, Tirmizî, daavat: 30,
Ahmed: 1/284, 343, 352, 373.
[380] İnşirah: 94/7.
[381] Bedayi'u's-Sanayi’ Fi-Tertibi'ş-Şerayi': 1/213.
[382] Fethülvahhab bi-Şerhi Menheci't-Tullab: 1/46.
[383] Fethülvahhab bi-Şerhi Menheci't-Tullab: 1/46.
[384] el-Muğnî: 1/546- 548'den özetlenerek.
[385] el-Müdevvenetü'1-kübrâ: 1/102, 103.
[386] Kitabu'l-Fıkhı Alâ'1-Mezahibi'l-Arbaa: 1/244.
[387] Ihkâmü'l-Ahkâm Şerhu Umdeti'l-Ahkâm: 2/75, 76.
[388] Neylü'l-evtâr: 2/327.
[389] Neylü'I-evtâr: 2/327.
[390] Ihkâmü'l-Ahkâm Şerhu Umdeti'l-Ahkâm: 2/77.
[391] Fazla bilgi için bak: Nasburrâye: 1/428, 429.
[392] Müslim, ikamet: 28, Ebû Dâvud, salât: 41, 184, 188,
Tirmizî, mevakiyt: 28, Nesâî, tatbiyk: 34, 83, sehv: 68, 71, İbn Mâce, ikamet:
28, Dâremî, salât: 41, 87, Taberanî, nida: 54, Ahmed: 1/172, 181- 2/72-1/183,
312, 317-5/60 86, 88, 102, 107, 238, 344.
[393] Müslim, ikamet: 28, Nesâî, tatbiyk: 34, 83, sehv: 68, 71, İbn Mâce, ikamet: 28,
Ahmed: 1/172, 181- 2/72-4/193.
[394] Müslim, salât: 120, Nesâî, tatbiyk: 34, 83, sehv: 68,
71, İbn Mâce, ikamet: 28, Dâremî, salât: 41, Ahmed: 1/386, 390, 406, 408, 409,
414, 418, 427, 444, 465, 4/316, 317.
[395] Nesâî, tatbiyk: 34, 83.
[396] Müsned-i Ahmed, Ebû Dâvud.
[397] Tirmizî, salât: 107, Ebû Dâvud, salât: 186. Ahmed
2/532.
[398] Kaynaklarıyla İslâm Fıkhı, Celâl Yıldırım: 1/252.
[399] el-Ihtiyar Li-Ta'lîl'I-Muhter: 1/54.
[400] el-Ihtiyar Li-Ta'lîl'l-Muhter: 1/54.
[401] Bedayî's-Sanayi' Fi-Tertibi'ş-Şerayi’: 1/214.
[402] Fazla bilgi için bak: Bedayi: 1/214, 215.
[403] Fazla bilgi için bak: Fethülvahhab bi-Şerhi
Menheci't-Tullab: 1/46.
[404] Ebû Dâvud,
taharet: 31, salât: 73, Tirmizî, taharet: 3, mevakiyt: 62, Mâce, taharet: 32.
Daremî, vüdû’: 22, Ahmed: 1/123, 129.
[405] Buhari, ezan: 18, edeb: 27, âhad: 1, Dâremî, salât:
42, Ahmed: 5/33.
[406] Geniş bilgi için bak: el-Muğnî: 1/551, 553.
[407] el-Muğni: 1/554.
[408] el-Müdevvenetü'l-Kübra: 1/143, 144'den özetlenerek.
[409] Kitabü'l-Fıkhı Alâ'I-Mezahibi'l-Arbaa: 1/265.
[410] Neylü'l-evtar: 2/333.
[411] Fazla bilgi için bak: Neylü’l-evtar: 2/333, 334.
[412] Mîzanü'1-İ'tidal: 3/388-6886 nolu Kurre.
[413] Neylü'l-Evtar: 2/336.
[414] Nesburrâye: 1/431.
[415] Mîzanü'l-İ'tidal: 1/474 -1700 nolu Hureys.
[416] Geniş bilgi için bak: Nasburrâye: 1/433.
[417] Şerhu Maâni'1-Asâr: 1/270.
[418] Zeylai, el-Hulasa'dan naklen belirtmiştir. Nesburraye:
1/433.
[419] Nesburrâye: 1/433.
[420] Mîzanü'l-İ'tidal: 2/671-5279 nolu Abdülmeheymin.
[421] Mîzanü'l-İ'tidal: 4/373-9499 nolu Yahya.
[422] Nasburrâye: 1/434.
[423] Mîzanü'l-İ'tidal: 3/76-5650 nolu Atâ.
[424] Geniş bilgi için bak: Şerhu Maâni'l-Asar: 1/266-277.
[425] Tirmizî, mevakiyt: 108, Ebû Dâvud, vitir: 25, Nesâî,
sehv: 81, Ahmed: 4/88, 254.
[426] Müslim, Müsned-i Ahmed, Ebû Dâvud, Nesâî.
[427] Buharî, Müslim.
[428] Tirmizî, salât: 185, İbn Mâce, ikamet: 32, Ahmed:
2/205.
[429] Buharî, cihad: 25, Tirmizi Hadisün sahîhün.
[430] İbn Mâce, ikamet: 32, Ahmed: 6/294 305, 313, 32.
[431] Tirmizî, daavat: 78.
[432] Fazla bilgi için bak: el-Muğni: 1/559, 560.
[433] Geniş bilgi için bak: Neylü'l-evtar: 2/343, 344.
[434] Tirmizî, salât: 100, İbn Mâce, ikamet: 32, Müsned-i
Ahmed, Müslim.
[435] Sahîh-i Buhari, Ahmed: 2/284, 285.
[436] Buharî, ezan: 149, 150, isti'zan: 3, Müslim,
müsafirîn: 62, Ebû Dâvud, salât: 71, 184, Tirmizî, mevakiyt: 92, İbn Mâce,
ikamet: 55, Nesâî, ikamet: 34, sehv: 69, 72, Ahmed: 4/291, 292, 300- 5/86, 88,
107.
[437] Müslim, hac: 311, 312, Ahmed: 4/161, 343- 5/262.
[438] Buharî, salât: 17, libas: 3, Müsüm, salât: 250, Ahmed:
4/307, 308, 309.
[439] Buharî, ezan: 159, Nesâî, sehv: 100, İbn Mâce, ikamet:
33, Ahmed: 1/384, 408, 429, 459, 464-2/178, 208, 5/228.
[440] Buhari, ezan: 159, Nesâi, sehv: 100, İbn Mace, ikamet:
33, Ahmed: 1/384, 408, 429, 459, 464, 2/178, 206-5/226.
[441] Bedayi'u's-Sanayi' Fi Tertibi'ş-Şerayi’: 1/159'dan
özetlenerek.
[442] Fazla bilgi için bak: Aynı eserin 160. sahîifesine.
[443] Bedayi'us-Sanayi’: 1/217.
[444] Bedayi'us-Sanayi’: 1/241'den özetlenerek.
[445] Fazla bilgi için bak: el-Ümm: 1/127.
[446] Fazla bilgi için bak: el-Umm: 1/128.
[447] Kitabu'l-Fıkhı Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/270.
[448] El-Muğni, 1/560, 561'den özetlenerek.
[449] el-Muğnî, 1/562, Buharî, ezan: 157.
[450] el-Müdevvenetü'l-Kübra: 1/144.
[451] Neylü'l-evtar: 2/347.
[452] Ebû Dâvud, Tirmizî, duâ: 120, Ahmed: 6/371.
[453] Ebû Dâvud, vitr: 24, Tirmizi, duâ: 113.
[454] Tirmizî, duâ: 103.
[455] Neylü'l-evtar: 2/353.
[456] Neylü'l-evtar: 2/353.
[457] Bakara: 2/238, Buhari, amel: 2, tefsir: 2, 13, Müslim,
mesacid: 35, Tirmizî, mevakiyt: 180, Ahmed: 1/377.
[458] Buhari, el-amelü fissalât: 2, tefsir: 2, 3, Müslim,
mesacid: 35, Tirmizî, mevakıyt: 180, tefsir: 2, Ahmet: 1/435, 463- 4/368.
[459] Müslim, mesacid: 12, Ahmed: 6/2.
[460] Müslim, Nesâî, Ebû
Dâvud, salât: 167, Ahmed: 4/46- 5/448.
[461] Bedayi'u's-Sanayi' Fi-Tertibi'ş-Şerayi': 1/215.
[462] Bedayi'us'-Sanayi' Fi-Tertibi'ş-Şerayi': 1/215.
[463] Kanaklarıyla İslâm Fıkhı/Celâl Yıldırım: 1/341.
[464] Kanaklarıyla İslâm Fıkhı/Celâl Yıldırım: 1/341.
[465] Kanaklarıyla İslâm Fıkhı/Celâl Yıldırım: 1/341.
[466] es-Siracü’lvahhac, Şerhün Ala Metni'l-Minhac: 55, 58.
[467] Kitabü'l-Fıkhı Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/297, 298.
[468] Kitabü'l-Fıkhı Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/297,
298.
[469] İbn Mâce, talâk: 16.
[470] Neylü'l-evtar: 2/357.
[471] Nasburrâye Li-Ahâdisi'l-Hidâye: 2/64.
[472] Nasburrâye Li-Ahâdisi'1-Hidâye: 2/65.
[473] Mizânü'l-I’tidal: 4/43-8181 nolu Muhammed b.
el-Musaffa.
[474] Mizânü'l-I’tidal: 4/43-8181 nolu Muhammed b.
el-Musaffa.
[475] Mizânü'l-İ'tidal: 4/443-9773 nolu Yezîd.
[476] İhkâmü’l-Ahkâm Şerhu Umdeti'l-Ahkâm: 2/30.
[477] Nesâî, sehv: 17, Ahmed: 1/80,107, İbn Mâce.
[478] Buharî, el-amelü fi's-salât: 12, Ebû Dâvud, Ahmed,
Nesâî.
[479] Fetâvâ-yı Hindiyye: 1/107.
[480] Kitabu'l-Fıkhı Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/299, 300.
[481] Kitabu'l-Fıkhı Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/299.
[482] Kitabu'l-Fıkhı Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/298.
[483] Mîzanü'l-İ'tidal: 2/514-5650 nolu Abdullah.
[484] Neylü'l-Evtar: 2/360.
[485] Fazla bilgi için bak: Mîzanü'l-İ’tidal: 3/70, 71-5641
nolu Atâ'.
[486] Mizanü'1-İ'tidal: 1/627- 2408 nolu Halid...
[487] Neylü'l-Evtar: 2/361.
[488] Mizanü'l-İ'tidal: 4/279-9143 nolu Nuh b. Ebî Meryem.
[489] Meryem: 19/58.
[490] Ebu Davud, salât: 158, Nesâî, sehv: 18, Ahmed: 4/25,
26.
[491] İbn Mâce, ikamet: 142, Buhari, ezan: 46, 51, Müslim,
salât: 90, 94, 101, Nesaî imamet: 40, Dademi, mukaddeme: 14, salat: 44, Ahmed:
2/52, 4/412- 5/361-6/34, 96, 159, 210, 229, 251.
[492] el-Fıkhu Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/300.
[493] el-Fıkhu Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/300.
[494] el-Fıkhu Alâ'l-Mezabibi'l-Arbaa: 1/300.
[495] Tirmizî, mevakiyt: 179, Nesaî, iftitah: 36.
[496] Fetava-yı Hindiye: 1/98.
[497] Kitabu'l-Fıkhı Alâ'l mezatübi'l-Arbaa: 1/304.
[498] el-Müdevvenetü'l-Kübrâ: 1/100.
[499] Buharî, amelün fissalâtî: 16, sehv: 9, Müslim, salât:
102, Ebû Dâvud, salât: 169, Nesâî, imamet: 7, 15, sehv: 4, Ahmed: 5/330, 332,
333.
[500] Tirmizi, mevakiyt: 155, Ahmed: 1/77, 79, 98, 103,
112-3/290.
[501] Buharî, el-amelü fissalât: 5, ezan: 48, sehv: 9,
Müslim, salât: 107, Ebû Dâvud, salât: 169, 170,
Tirmizî, mevakiyt: 155, Nesâî, sehv: 15, 16, Taberânî, sefer: 61, Ahmed:
2/261, 317, 376, 412, 440, 473, 479, 492, 507, 529- 3/348, 357- 5/336, 338.
[502] Kitabü'l-Fıkhı Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/303.
[503] es-Siracü'lvahhac şerhün Alâ Metni'1-Minhac: 56.
[504] Kitabu'l-Fıkhi Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/304.
[505] Kitabu'l-Fıkhi Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/303.
[506] Fazla bilgi için bak: Mîzanü'l-İ'tidal; 3/173-6018
nolu Umare b. Cüveyn.
[507] Nasburrâye: 2/76.
[508] Ebû Dâvud, Müsned-i Ahmed.
[509] Ebû Dâvud, salât.
[510] el-Fıkhu Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/301'den
özetlenerek.
[511] el-Fıkhu Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/301.
[512] el-Fıkhu Alâ'l-Mezahibil-Arbaa: 1/302.
[513] el-Fıkhu Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/302.
[514] el-Fıkhu Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa: 1/302.
[515] Bilgi için bak: Neylü'l-evtar: 2/365,
Mîzanü'l-İ'tidal: 4/403-9609 nolu Yahya b. Kesîr.
[516] Ebü Dâvud, Ahmed: 1/146.
[517] Neylü'l-Evtar: 2/386.