Şeytan İle Nefsin, Duygu ve Düşüncelerimiz Üzerine
olan Etkileri................................. 83
1-
Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Amellerin değeri niyete göredir Ve her kişi için
ancak, niyet ettiği şey vardır. Öyle ise; Allah ve Resulü için memleketini terk
eden kimse, Allah ve Resulü için göç etmiştir. Dünyalık bir şey elde etmek veya
bir kadınla evlenmek için yurdunu terk eden kimse tse; dünyalık bir meta, veya
bir kadınla evlenmek için göç etmiş olur.” [1]
2-
Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Şüphesiz Hz. Allah, herkesin yaptığı işin karşılığını,
onun niyetindeki samimiyet kadar verir.” [2]
3-
Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“İyi niyet, sahibini cennete sokar.” [3]
Cenâb-ı Hak buyuruyor
ki:
“Halbuki onlar Allah'a, onun dininde ihlâs (ve
samimiyyet) erbabı ve muvahhidler olarak ibadet etmelerinden, namazı dosdoğru
kılmalarından, zekâtı vermelerinden başkasıyla emrolunmamışlardı. En doğru din
de bu idi.”
Ey saadet yolunun
yolcusu kardeşim!.. -Ulu Allah, cümlemize yardımıyla güç kuvvet versin-
Gideceğin aydınlık yol belli olmuştur.
Şimdi bu yol boyunca yol alırken işlediğin güzel amelleri, ettiğin ibadetleri
fesada uğramaktan ve kaybolmaktan korumalısın. Bu, “samimiyet” ve “Allah'a
karşı şükür ve minnet borcunu ödemek” ile olur. İşlenen amellerde samimiyet
insanoğluna iki büyük fayda sağlar:
a) Samimi
kalble edilen ibadetler Allah katında iyi kabul görür; büyük sevap ve mükâfatlara yol açar. Yalnız
Allah rızası için yapılmayan ibadetler ise ya tamamı ile ya da çoğu
ile redde uğrar, kabul görmez. Bu konuda
sevgili peygamberimiz (s.a.s.) bir sözlerinde şöyle buyurmaktadır:
“Ulu Allah şöyle buyurur: Ben kendisine eş-ortak koşul
maktan en çok uzak olanım. Yaptığı herhangi bir amelde bana bir başkasını
ortak eden kimseyi. Kıyamet günü bana ortak koştuğu kimse ile başbaşa
bırakacağım. Amelinin mükâfatını ondan alsın. Ben samimiyet taşımayan bir ameli
asla kabul etmem.”
İslam, niyeti, ibadet
ve muamelatta temel kabul etmiş, ceza ve mükafaat için şart kılmıştır.
Dünyada iken
samimiyetten uzak kalarak işlediği amellerine karşılık sevap ve derece istemeğe
kalkışan kimselere ulu Allah şöyle seslenecektir;
“Dünyada istediğin
gibi oturup kalkmadın mı, bir yere baş olmadın mı? Dilediğin gibi alıp satmadın
mı? Canının istediği gibi izzet ve ikramda bulunmadın mı? Bütün bunları hep
gönlünce yaptın, hiç bir zaman bizim hoşnutluğumuzu kazanmayı düşünmedin. Hiç
bir hareketinde bize bağlılık göstermedin. Şimdi de kalkmış bizden ne
istiyorsun?”
Bu ve bunun benzeri
örnekler, edilen ibadetlerin, işlenen amellerin
Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak gayesinden uzak, samimiyetsiz hareketler olduğu
zaman nice tehlike ve zararlar doğuracağını bize açıkça göstermektedir. [4]
4-
Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Halis niyyet, Arşa asılıdır... Kul, niyyetine sadık
kalınca Arş-ı Ala, o kul affedilinceye kadar sallanır.” [5]
5- Rasulullah
(s.a.v.) buyuruyor ki:
“Bir kimse toplum arasında, (aşikarda ) namaz kıldığı
zaman, namazını (farz, vacip ve sünnetine riayet ederek) güzelce kılar, gizli
kıldığı zaman da aynı şekilde namazını güzel kılarsa Yüce Allah: “Şü benim
hakkıyla bir kulumdur, buyurur.” [6]
6-
Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Yüce Allah bir Kudsi Hadiste şöyle buyurmaktadır:
Ben ortakların ortaklığından, uzağım, Bir kimse
başkasını benimle ortak tutarak bir amel işlerse, ben o kimseyi ve ortak
koştuğunu terkederim. (Amelinin ecrini ortak koştuğundan alsın.)” [7]
7-
Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Kulumun bana yaptığı ibadetlerden en çok sevdiğim
ihlas ile başkasına nasihat etmektir.” [8]
8-
Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Yalnız Allah için yapılan bir Hacc, başka gayeler
için yapılan on cihaddan üstündür; yalnız Allah için yapılan bir cihad ise on
defa hacc etmekten daha da üstündür.” [9]
9-
Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Cenab-ı Hak, hitabette bulunan her hatipten hitabesi
ile ne kasdettiğini, ne gibi bir gaye ile hitabette bulunduğunun hesabını
soracaktır.” [10]
10-
Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Kıyamet gününde kişiye (dünyada) attığı her adımın
hesabı Sorulacaktır.” [11]
Bu hadisi şerif İslam
dininde mes'uliyet duygusunun önemini belirtmekte, hadisin ihlas bölümünde yer
almasının hikmeti de inanç yönünden kişinin düşünce ve kanaatinden de Sorumlu
tutulacağını anlatmak içindir. [12]
11-
Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Gösteriş, Şaşaa uğruna batılı yükseltip, hakkı küçük
düşüren her makam sahibi, bu tutumu devam ettikçe Allah'ın gazabındadır.” [13]
Gösteriş ve alayışın
ihlasla bağdaşmayacağı ifham edilmektedir. Özellikle makam sahiplerini gösteriş
için halkı ezmemesi öğüt lenmekte ve böyle davrananların Allah'ın gazabında
olacakları ifade buyurulmaktadır. [14]
12- Rasulullah
(s.a.v.) buyuruyor ki:
“Birisine yaranmak maksadiyle, bir şey verilmediği
halde -bana şunu şunu verdi- diyerek övücülük yapan kimse iki kat yalancılık
kıyafetine bürünmüş gibidir.” [15]
Hadisin tahdis sebebi:
“Resulullah'a gelen
bir kadın:
“Ya Rasulallah, kocam
bana bir şey almadığı halde onun bana şunu şunu aldığını söylememde bir günah
var mıdır?” diye sorması üzerine peygamber efendimiz bu hadislerini buyurdular
ve bunun da günah olduğunu söylemiş oldular. [16]
13-
Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Kuşkusuz, Allah (c.c.) ancak kendi rızasını kazanmak
gayesiyle halisane olarak yapılan amelleri kabul eder.” [17]
14-
Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Muhakkak ki, Allah (c.c) sizin şeklinize ve
servetinize bakmaz fakat, işinize ve içinize bakar.” [18]
15-
Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Şüphesiz, her işin başında neşe, heyecan vardır ve bu
heyecanın sonunda da gevşeme ve bıkkmlık vardır. Amel sahibi, amelinde ifrata
kaçmadan sevap kazanmak ve Allah rızasını kazanmak için işe itidalle başlarsa,
o kimsenin gayesine ulaşacağına kanaat ediniz. Böyle itidalle değil de parmakla
gösteriliyor, ifrat derecede gisterişe yer veriyorsa o kimseyi salih kullardan
saymayınız.” [19]
16-
Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Bir kimse halkın gözü önünde namazını güzelce kılar
da, yalnız başına namaz kılarken namazı güzel kılmazsa o kimse bu davranışı ile
rabbini hor görmüştür.” [20]
17-
Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Kim Allah ile kendi arasındaki hukuka güzelce riayet
ederse, Allah o kul ile insanlar arasındaki hakların yerine getirilmesinde o
kula yardımcı olmaya yeter… Kim gizli işlerini islah ederse, Allah da o
kimsenin aşikar olan işlerini yoluna koyar.” [21]
18-
Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“İnsanlar kıyamet gününde (dünyadaki ) niyyetleri
üzere dirilirler.” [22]
19-
Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Gizli şirk: Kişinin başkasının görmesi için yaptığı
ibadettir. (Farkına varmadan,
amellerde Allah’a ortak koşmak anlamına gelir.)” [23]
20-
Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Gizli şirk, düz kaygan taş üzerinde yürüyen karıncanın
bırakacağı izden daha da gizlidir... Sana, öyle bir şey göstereceğim ki, bunu
yaptığın takdirde senden şirkin büyüğü de gider. Üç defa şöyle de: “Allah'ım
ben bilerek sana ortak koşmaktan sana sığınırım. Bilmeyerek yaptıklarımdan da
sana istiğfar ederim.” [24]
Hadiste şirkin, tıpkı
bir mikroba benzetildiğini görmekteyiz. Bir mikrobun sağlam vücudu alil hale
getireceği gibi, şirkin de sağlam bir akideyi ifsat edeceği beyan edilmiştir. [25]
21-
Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Gizli şirk, ümmetimde karanlık gecede kaygan taş
üzerinde yürüyen karıncanın izinden daha gizlidir. Bu şirkin en küçüğü ise; Toplumun herhangi bir ferdine yapılan
bir haksızlığı hoş görmek veya hakkaniyete uygun adaletli bir hükme (herhangi
bir saikle) buğz etmektedir.
Din
Allah için sevmek ve Allah için buğz etmekten başka bir şey midir? Yüce mevla:
“De ki, ey habibim. Siz Allah'ı seviyorsanız bana tabi olunuz ki, Allah da sizi
sevsin, buyurmuştur.” [26]
22-
Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Şüphesiz ki, kıyamet gününde derece bakımından en
kötü durumda olan kul: Başkasının dünyası uğruna dinini yok eden kimse
olacaktır.” [27]
23-
Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Başkasını memnun edebilmek için Allah'ın gazabını
kazanmak, Allah’ın verdiği rızka karşı başkasına şükür etmek, Allah'ın (c.c.)
sana vermediği şeyler için insanlara kızmak imanın zayıf olmasındandır.” [28]
24-
Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Her kim şöhret elbisesi giyerse, Cenab-ı Hak kıyamet
günü o kimseye öyle bir elbise giydirir ki, sonra onunla ateşi alevlendirir.” [29]
25- Rasulullah
(s.a.v.) buyuruyor ki:
“(Erkeklerden) her kim dünyada ipek elbise giyerse,
kıyamet günü Allah {c.c.) ona ateşten bir elbise giydirecektir.” [30]
26-
Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Kim duyurmak isterse, Allah (c.c.) onun gerçek
niyetini herkese duyurur; kim ki, gösteriş isterse Yüce Allah onun bu halini
herkese teşhir eder.” [31]
Gösteriş, gizli ve
açık olmak üzere iki rezilliğin doğmasına, sebep olur.
1- Gizli rezillik: İnsanoğlu bir amel işlediği zaman melekler sevinerek o ameli alıp ulu
Allah'ın huzuruna götürürler. Fakat gösteriş için yapılan bu amel hakkında
Allah meleklere hemen emir verir:
“Çabuk, götürün o ameli kirli ve kötü amellerin
atıldığı hücreye tıkın. Çünkü sahibi o ameli benim hoşnutluğumu kazanmak
gayesini güden samimî bir yürekle işlemedi. Başkalarına gösteriş olsun diye
yaptı!”
2- Açık rezillik: Bu, kıyamet günü Mahşer kalabalığı arasında vuku’ bulacaktır. Bu
konuyu sevgili Peygamberimizin mübarek ağzından dinleyelim:
“Dünyada iken
başkaları duysun diye ibadet eden kimseler, mahşer topluluğu tarafından şu dört
ayrı kötü adlarla çağırılıp takdim edileceklerdir: Ey kâfir, ey günahkâr, ey
hâin ve ey hüsrana düşen!... Bütün emeklerin boşa gitti.[32]
27-
Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Sadece Allah için olan ve sevabı da ondan beklenilen
ibadetlerin karşılığı vardır ve ameller niyyete bağlıdır.” [33]
28-
Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Bu ümmeti, iman nuruyla, doğru yolla, şerefle,
yardımımla ve yer yüzünde sürecekleri hakimiyetle müjdele. Kim âhirete ait bir
ameli dünyalık için yaparsa, onun ahirette hiç bir nasibi yoktur.” [34]
29-
Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Camiye giren kimsenin gayesi ne ise ancak nasibi odur.” [35]
30-
Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Gece namazını kılmak niyyetiyle yatağına giren
kimseyi uyku galebe çalıp, uyur ve kalkamazsa o kimse için yine niyyetinin
sevabı yazılır ve uykusu kendisine rabbi tarafından verilen bir sadaka olur.” [36]
Soru: Samimiyet
ve gösteriş (ihlas ve riya) ne demektir, bunların hükmü nedir? İşlenen
amellere ne gibi tesirleri olur? Cevaplandırır mısınız?
Cevap: Yetkili
din bilginlerimize göre samimiyet (İhlâs) iki kısma ayrılır:
1- Amelde Samimiyet: Amelde samimiyet, Allah'a bir
adım daha çok yaklaşmayı dilemek, O'nun
buyruklarına derin saygı duymak ve çağrısına koşmak demektir. Sağlam ve sarsılmaz
bir inanca sahip olmak sahibini amelde samimiyet ve Allah'a bağlılığa götürür.
Samimiyetin zıddı,
nifaktır. Nifak, Allah'tan başkasına yakınlaşmayı dilemek ve başkaları duysun
diye ibadet etmek ve amel işlemek demektir.
2- Sevap Beklemede Samimiyet: Sevap
beklemede samimiyet, hayırlı işler işleyerek karşılığında öbür dünyada menfaat
ummak demektir.
Havariler İsâ
Peygamber'e sorarlar:
“Samîmi (hâlis) amel
nedir? Allah bağlısı kişi kimdir?” İsâ Peygamber buna şu ibret dolu cevabı
verir:
“Samimi amel, katıksız
ameldir. Yani yalnız Allah'ın hoşnutluğunu kazanmayı gaye güden ameldir. Allah
bağlısı kişi ise yaptığını sadece Allah için yapan, O’ndan başka kimsenin
işlediği ameli bilmesini istemeyen kişidir.” [37]
Ululuk taslama iç ve
dışda bâzı hareketleri gerektirir ki, buna kibirlenmek denir.
Bilmiş ol ki; kibir,
bâtını ve zahirî olmak üzere ikiye ayrılır. Bâtınî kibir,- nefisdeki bir
ahlâktır. Zahirî kibir ise a'zâlarda görülen kibirdir. Esasen içdeki ahlâka
kibir demek en doğrusudur, Görünüşdeki hareketler bu iç duygudan meydâna
gelir. Zâten bu hareketleri meydâna getiren içdeki kibir ahlâkıdır. Bunun için
bu hastalık a'zâlarda” kendisini gösterdiği zaman “Kibirlendi” denir.
Görünmediği zaman, o, “Kibirlidir” derler. Demek ki, kibrin aslı insan
tabîatinde bulunan ahlâktır. Bu da kendisini başkalarına karşı üstün gösterme
isteğidir.
Hz. Allah buyuruyor
ki:
“Kalbinde zerre kadar kibri olan Cennet'e giremez.”
Kibrin Cennet'e
girmeğe engel olması, kul ile bütün mü'minlerin arasına girdiği içindir.' O
ahlâklar ki, onlar Cennet kaplılarıdır, inşâna Cennet yolunu açarlar. Kibir ve
izzet-i nefis ise Cennet kapılarını kaparlar. Zira kibirli insan, ululuk demek
olan, kendisi için sevdiğini başkası için sevme vasfına sahip olamadığı gibi.
Yine ululuk demek olan ve müttakîlerin ahlâkının başı sayılan tevazu' da
kendisinde bulunmaz. Yine terkedilmelerinde izzet ve şeref bulunan; kin,
hiddet, çekememezlik gibi hastalıklardan da kurtulamaz. Tatlı nasihatte
bulunamaz. Nasihati kabul edemez. İnsanları çekiştirmekten kendini alıkoyamaz.
Uzun sözün kısası, kibirli insanlar kibirliliklerini muhafaza için her kötülüğe
başvurur ve bütün iyi hasletleri kaybeder. Bunun için içinde zerre kadar kibir
hastalığı bulunan kimse, Cennet'e giremez. [38]
Dıştaki kibrin üç
sebebi vardır. Bu sebeblerden biri kibirlenende; diğeri kibirlendiği kimseye
karşı; üçüncüsü de başkalarına karşı olan sebeblerdir.
Kibirlenenin
kendisindeki sebeb: Ucub, yani kendini beğenmedir. Kibirlendiği kimseye karşı
olan sebeb: Kin ve çekememezliktir. Başkaları ile alâkalı olan sebeb de: Riya
ve gösteriştir.
Bu “bakımdan kibrin
sebebleri dörttür. Bunlar da:
a) Ucub
(kendini beğenme),
b) Hıkd
(kin),
c) Hased
(çekememezlik)
ç) Riya
(gösteriş)tir.
a) Ucub:
Ucbun gizli kibri doğurduğunu, gizli kibrin söz, iş, tavır ve davranışlarda
tezahür ettiğini zikretmiştik.
b) Hıkd: Bu, ucubsuz da kendini gösterir.
Her hangi bir sebebden dolayı kızdığı zaman, emsaline ve hattâ kendisinden
üstün kabul ettiği kimseye karşı da kibirlenebilir. Hiddet, kin hâlini alır,
adama içerler ve bu bakımdan, tevâzua lâyık kimse olduğunu bildiği hâlde ona
karşı kibreder. Nice ayak takımları vardır ki, kızdıkları büyük kimselere karşı
tevazu göstermek için nefisleri kendilerine isyan eder, ona karşı kibirlenir
ve hak ondan gelse de onu kabul etmez, öğütlerini dinlemez. Hakkı olmadığını
bile bile onu geçmek ister ve ondan özür dilemez.
c) Hased: Bu da hased ettiği kimseye kızar, hattâ onun
tarafından hiddetini gerektirecek bir tavır ve davranış olmasa bile yine ona
kızar ve bu kızması, onu hakkı inkâra kadar sürükler, öğütlerini dinlemez, ondan
ilim öğrenmez. Nice ilme haris câhiller vardır ki, bu hususta kendisinden
istifâde edebileceği kimseye hased ettiği için ondan faydalanmaz da câhil
kalır. Hasedi, ona karşı kendini kibirlendirir. İçinden bunu irtikâb ettiği
hâlde, bile bile böyle yapar.
ç) Riya: Bu
da kibri doğurur. Aralarında hased ve kin bulunmayan ve kendini daha üstün
kabul etmediği kimseler ile de münazara eder. Karşısındakinin daha üstün olduğu
söylenmesin diye ona karşı tevazu' göstermez ve hakkı kabul etmez. Bu suretle
kibirlenmeğe başlar. Bu kibrin sebebi riyakârlıktır. Hattâ yalnız kalsalar,
bâzan kendisinin üstün olmadığını bildiği hâlde yalandan asalet iddiasında bulunur
ve diğerini hakîr görür. Bu iddiasında yalancı olduğunu bildiği için içinde
kibir yoktur. Ancak riyakârlık, kibirliliğine sebeb olmaktadır. Umumiyetle bu
nevî davranışlarda bulunanlara içindeki kibrinden dolayı mütekebbir denir.[39]
Bilmiş ol ki; kibir,
kulun şekil ve şemailinde gözükür. Surat asıklığı, göz ucu ile bakmak, başını
dikerek kimseye bakmamak, bağdaş kurup oturmak veya yaslanmak gibi. Ayrıca
kibir sözde olur; ses tonunda, konuşurken doldurup atmasında olduğu gibi.
Ayrıca yürümesinde, oturup kalkmasında, duruş ve hareketlerinde ve bütün
işlerinde belli eder. Bütün bu hâllerde kibredenler bulunduğu gibi, bunların
bâzılarında kibredip, bâzılarında tevazu' gösterenler de vardır. Ayrıca
kendisine kıyam edilmesini ve karşısında ayakta durulmasını sevmek suretiyle
kibredenler de vardır.
Kibrin kökünü kalbden
söküp atmanın ilâcı ilim ve ameldir. Tam şifâ, bunları kullanmaktadır.[40]
Birincisi: İlimdir. Kibir, sür'atli olarak ulemâ
arasında yayılır.
Resulullah (s.a.v.)
buyuruyor ki:
“İlmîn âfeti, sallana sallana kibretmektir.”[41]
Âlim, hemen ilmin
şerefiyle şereflenmek ister. İlmin cemâl ve kemâliyle süslendiğine inanır.
Kendi kendini büyük görerek insanları hakir görmeğe başlar. Onları techîl eder,
hattâ onlara hayvan nazarı ile bakmağa başlar. Onlardan her yerde hürmet ve
saygı bekler. Gördüğü hürmet ve saygıyı kendi hakkı olarak telâkki eder. Onlar
onun hakkında iyi dedikleri hâlde o, onlar hakkında iyi demez. Onlar
ziyaretine geldikleri hâlde, o gitmez. Onları kendi işinde çalıştırır.
Tembelleşen olursa ona kızar ve onlardan muhtelif kargılıklar bekler. Bu,
ilmiyle dünyalık hususundaki kibridir. Ahiret ile alâkalı olarak da' ilmi
sayesinde kendini herkesten daha ziyâde Allah'a yakın ve kendini üstün kabul
ederek başkaları hakkında daha çok endişeli ve kendini daha çok emniyetli
hisseder. Bu gibilere âlim demektense câhil demek daha doğrudur. Gerçek ilim,
inşânın kendisini ve Rabbini bilip son nefes tehlikesinden korkması, Allah'ın
âlimlere hücceti ve ilmin tehlikelerini bilmesidir. Bunlar; ilim ile kibri
tedavi kısmında anlatılacaktır. Bu hakiki ilim, inşânın emniyette olmasını
değil, kulun Allah'tan korkusunu, tevazu ve huşûunu arttırır. İlim nimetinin
şükrünü ödemediği ve Allahu Teâlâ'nın: “Bu ilim ile ne yaptın?” diye kendisini
sorguya çekeceğini düşünerek herkesi kendinden hayırlı görmesini gerektirir.
Bunun için Ebû'd-Derdâ (r.a.): “İlmi çoğalan kimsenin sancıları çoğalır.”
demiştir ki bu, dediği gibidir.
O hâlde bâzı kimselerin
bilgilerinin çoğalması ile kibir ve emniyetlerinin de artmasının sebebi nedir?
Dersen:
Bilmiş ol ki; bunun da
iki sebebi vardır:
1- Meşgul
olduğu ilmin asıl ilim olmamasıdır. Asıl ilim, kulun, kendini ve Rabbini
bildiği ve Allah'a mülakat arzu ve korkusunu bildiren ilimdir. Bu ilim, kibir
ve emniyeti değil, haşyet ve tevazuu artırır.
2- Ahlâkı
bozuk ve kalitesi düşük olduğu hâlde ilme dalmaktır. Kula her şeyden önce lâzım
olan, nefis mücâhedesiyle ahlâkını güzelleştirmektir. Bu adam çeşitli mücâhede
yolları ile nefsini düzeltip kalbini temizlememiş, Allah'a kulluğa razı
olmamış, kalbi pislik içinde kalmış, bu hâli ile hangi ilim ile meşgul olursa
olsun, elde ettiği ilim pis bir kaba girer. Bu sebeble iyi bir semere vermez,
eseri iyilikte görülmez.
Ibn Abbâs (r.a.) diyor
ki:
“Bel'am'e ilim
verildi. O, yeryüzündeki şehvetlere dadandı. İşte o, köpek gibidir. Terk
ederse de ürer, kovalarsan da ürer, yani hikmet versen de vermesen de o
şehvetini terk etmez.”
İşte âlime bu tehlike
yeter. Acaba şehvetine uymayan hangi âlimdir? Yapmadığı iyilikleri emretmeyen
bir âlim var mıdır? Ne zaman ki, bir âlim câhile nisbetle kendisini üstün
görmeğe başlarsa, içinde bulunduğu şu büyük tehlikeyi düşünsün. Bunu
düşününce, câhile nisbetle mevkii üstün olduğu gibi, tehlikesinin de o nisbette
büyük olduğunu anlar. Bu âlim, hayâtı tehlikede olan bir hükümdar gibidir
Hükümdarı yakalayıp öldürecekleri zaman: “Keşke yoksul bir ayak takımı olaydım
da bu tehlike ile karşılaşmayaydım.” der. Allah korusun, nice âlimler var ki
Kıyamet günü karşılaşacağı cezayı göreceği zaman: “Keşke câhil olsaydım.”
diyecektir.
İşte bu tehlike, âlimi
kibirden men'eder. Zîra cehennemlik ise domuz ondan kıymetlidir. Daha nasıl
kibredebilir? Bir defa bir âlim, bir in olsun, kendini sahabelerden üstün
görmeğe yeltenmemelidir. Hâlbuki sahabenin bâzıları: “Keski annem beni
doğurmasaydı.”, diğeri eline aldığı çer-çöpü göstererek:
“Keşke böyle bir çöp
olsaydım”, başka biri de:
“Keşke hiç bir şey
olmasaydım.” demiş ve bütün bunlar, akıbetin tehlikesinden dolayı sarf
edilmiştir. Onlar kendilerini hayvanâttan ve topraktan daha âdî görürler. Bir
âlim bu tehlikeleri inceden inceye düşünürse, kendiliğinden kibir hastalığından
kurtulur. Zira kendisini en âdî bir insan görür. Bu da efendisi kendisine bâzı
şeyler yapmasını emrettiği hâlde, bunlardan bir kısmını terk edip, bir kısmını
karıştıran, bunları efendisinin emrettiği şekilde yapıp yapmadığını bilemeyen,
nihayet efendisinin kendi hakkında bütün elbisesini soyunarak çıplak bir
vaziyette güneşin altında beklemesini emrettiğini haber alan ve uzun zaman
böyle bekledikten sonra yaptıklarından hesaba çekilip sonunda işkenceli bir
ceza evine atılan, efendisinin isyan edenlerin bir kısmını af edip dilediğini
cezalandırdığını bilen ve kendisinin hangi tarafta olduğunu kestiremiyen
kölenin hâline benzer. Bütün bunları düşününce, kibri kırılır, kendisi düşünceye
dalar, korku ve heyecan içinde kalır. Kibir şöyle dursun, bağışlanırım ümîdi
ile alçak gönüllü olmağa başlar. Âlim de böyle olmalıdır. Bâtınî ve zahirî kusurlarını
düşünüp Allah'ın emirlerindeki kendi noksanlıklarını hatırladığı ve önündeki
tehlikeleri düşündüğü takdirde elbette kibrinden vazgeçer.
Bir gün Huzeyf e
cemâate namaz kıldırıp selâm verdikten sonra: “Artık bundan sonra ya başka imam
bulur veya namazınızı münferid kılarsınız. Ben bir daha imamlık yapmam. Çünkü
namaz kıldırırken aklımdan: “Bu cemâatte benden daha liyakatlisi yok” diye bir
şey geçti. Bu ise kibir alâmetidir. Binâenaleyh bu vazifeyi bir daha yapmam.”
dedi.
Huzeyfe gibi bir zât
bu tehlike ile kendini karşı karşıya görürse, ya sonradan gelen bu zayıf
karakterli insanların hâli ne olur?
“Kula, din kardeşini
hakîr görmesi kötülük olarak yeter.”
Benî İsrail'den biri
yolda giderken bir âbidin boynuna bastı.Âbid:
“Kaldır ayağını,
vallahi, Allah seni afvetmez, dedi. Allahu Teâlâ ona:
“Ey benim adıma yemîn eden âbid, onu değil, seni
afvetmem” buyurdu. Hasan-ı Basrî de
bir sohbetinde böyle dedi. Hattâ sof giyen sofilerin kibri, işlemeli kumaş
giyenlerin kibrinden daha şiddetlidir, işlemeli ve kıymetli kumaşlar giyen,
kendini sof giyenden üstün görürken, sof giyen de kendini ondan daha üstün
görür. Âbidlerin çoğu bu âfetlerden kurtulamaz. Birisi kendisiyle alay ettiği
veya kendisine eziyyet ettiği vakit:
“Benimle alay ve bana
eziyyet edenleri elbette Allah afvetmez” der de bu sebeble Allah'ın gazabına
uğrar. Çünkü aynı eziyet başkasına yapılsa bunu aynı seviyede görmez. Zîra
kendisine üstün bir mevkî tanımaktadır. Bu ise kibir, ucbu ve gururu bir araya
toplayan bir cehalettir. Hattâ bâzılarının ahmaklık ve cehaleti o dereceye
yükselir ki, kendisine eziyet edenler hakkında:
“Onların başına gelecek
felâketi yakında görürsünüz.” diyecek kadar ileri gider. Bu arada adam
gerçekten bir felâkete uğrarsa onu kendi kerametine hamleder ve Allahu Teâlâ'nın
kendi nâmına ondan intikam aldığını sanır. Hâlbuki diğer taraftan Allah ve
Resulüne sövenler, peygamberlere eziyet edenler, hattâ onları dövüp öldürenler
olduğu hâlde çoklarına mühlet verip onları dünyâda muazzeb etmediğini ve hattâ
bu cürümlerden sonra müslümân olanları afvedip dünyâda cezalandırmadığı gibi,
Âhirette de cezalandırmayacağını görür ve bilir de Allah katında kendisini
peygamberlerden üstün saymağa yeltenir. Allah peygamberlerinin intikamını almadığı
hâlde kendi intikamını aldığını sanır. Bu haliyle, yani kibir ve ucbu ile
Allah'ın gazabına uğramışken ondan habersiz kalır. İşte aldanmışların hâli
budur.
Amelî ilâcına gelince;
kibrin ameli cihetden tedavisi, Allah için ve bütün insanlar için tevazu'
göstermektir. Bu da Peygamber Efendimiz ve diğer sâlihlerin hâllerinden hikâye
ettiğimiz gibi, onların gösterdikleri tevazu' ahlâkına devamla mümkündür.[42]
Bilmiş ol ki; kendini
beğenmenin âfetleri büyüktür. Yukarda anlattığımız gibi, kibrin sebeblerinden
biri ucub olduğuna göre, ucub kibre davet eder ve ucubdan kibir doğar. Kibirden
ise, sayılamayacak kadar âfetler meydâna gelir. Bu, ucbun kullar arasındaki
kötülüğüdür.
Bilmiş ol ki; ucub ve
kendini beğenme, mutlak surette kemâl sayılan bir vasıf ile olur.
Allah'a karşı kötülüğüne
gelince; ucub, günahları unutturur ve onlara karşı ihmâl etmeğe, onları
hatırlayıp araştırmamağa sebeb olur. Çünkü ucub, kendini bu gibi araştırmadan
müstağni kılar, hatırladıklarına da ehemmiyet vermez olur. Telâfisine çalışmaz.
Onların bağışlanmış olduğunu sanır.
İbâdet ve amellere
gelince; onları beğenir, ibâdet yapıyorum diye böbürlenir. Allah'ın tevfîkıyle
ibâdet ettiğini unutur. İbâdetini beğendikçe de âfetlerini görmez olur. Amelin
âfetlerini araştırmayanın gayretlerinin çoğu boşa gider. Zira zahirî amelleri
hâlis olmadıkları vakit faydaları azalır. Bu hâlleri, kendini beğenenler
değil, korku içinde olanlar araştırır. Ucub sahibi kendini ve fikrini beğenir,
Allah'ın mekrinden emin olur, Allah katında mevki sahibi olduğunu sanır,
Allah'a karşı kendini hak sahibi iddia eder. Ucub, kendini övüp tezkiye etmeğe
kadar sürükler. Kendini beğenmek, istişare, istifâde ve suâlden kendisini
alıkor. Hatâ da olsa kendi buluşlarına sevinir, âdeta bir diktatör, müstebit
hâline gelir. Söz dinlemez, nasîhata kulak asmaz olur. Herkesi câhil görür,
kendi hatâsında ısrar eder. Bu görüşü dünyalık ise, onu tahakkuk ettirmeğe
çalışır. Akaaid ile alâkalı dinî bir mes'ele ise hatalı görüşünde ısrar ettiği
için helâke gider. Eğer bu hususlarda kendini tasdik etmezse, Kur'ân'ın nuru
ile nurlansa, din âlimlerinden istifâde etse, ilim meclislerine devam etse de
basiret sahihlerinden müşkillerinin hâiline çalışsa hakkı bulurdu. İşte bunlar ve benzerleri ucbun âfetleridir.
Bunun için tehlikelidirler. Artık ben müstağnî oldum, aradığımı ve istediğimi
buldum, diyerek sa' yu gayretten tenbellik ile geri kalması, ucbun en büyük
tehlikelerindendir. Bu, şübhe getirmeyecek şekilde açık bir helaktir.
Bilmiş ol ki; her
hastalığın tedavisi, onu, sebebinin zıddı ile karşılaştarmaktır. Ucub
hastalığının illeti, sırf cehalet olduğu için tedavisi de an cak cehaletin
zıddı olan ilimdir. Meselâ, ucbu, kulun irâdesi ile yapılan bir işde tatbik
edelim. Bu da ibâdet, sadaka, cihâd ve halkı sevk u idare gibi, inşânın kendi
irâdesi altında olan bu gibi işlerle ucublanması, kendi irâdesi dışında kalan
güzellik, kuvvet ve neseb gibi şeylerle ucublanmasından daha kuvvetlidir.
Şayet ucublandığın
sıfat başkasından ise, bu sıfat ile ucublanmak uzak bir ihtimâl değildir. Bu,
hükümdarlar hakkında düşünülebilirse de, mevsûf ile sıfatı îcâd eden Allah
hakkında düşünülemez. Sen kendi ibâdetine ucublanırken, ben Allah'ı sevdiğim
için Allah beni muvaffak kıldı, dersen, deriz ki; Allah sevgisini sana veren
kimdir? Yine O değil midir? Demek ki, sevgi de ibâdet de Onun ni'metidir,
karşılıksız bunları sana vermiştir.
Soru:
Kendini beğenmişlik ne demektir, işlenen amellere ne gibi tesiri olur ve bunun
hükmü nedir, açıklar mısınız?
Cevap:
Kendini beğenmişlik, kişinin işlediği güzel amelleri gözünde büyütmesi ve dolayısı
ile kendine karşı haddinden fazla güven beslemesidir. İlim adamlarımız bu
konuyu daha derinlemesine incelemişler ve şu tarifi yapmışlardır:
“Kendini beğenmişlik,
kulun işlediği güzel amellerin kendisine sağladığı şeref ve itibarı Allah'tan
başkasından bilmesi, onu ya kendinin becerikliliğinin eseri, ya da kendisini
başarıya götüren başkalarının eseri sanmasıdır.”
Halbuki işlenen güzel
amellere şeref ve itibarı ancak Allah verebilir. O'nun değer vermediği amel
hiç bir şeref ve itibar kazanamaz, insanoğlunun bunu böyle bilmesi gerekir.
Ama nerede? Öylesine kimseler vardır ki, kendini çok beğenmişliğı yüzünden
yaptığı iyi bir işin sadece kendi marifetinin eseri olduğuna inanır. Bazan da başarısının ya bir
insanın yardımıyla, ya da her hangi bir varlığın yol gösterisiyle meydana
geldiğini ileri sürer. Aslında bütün bunların birer yan sebep olabileceğini,
gerçek sebebin Allah olduğunu unutmaktadır.
Kendini beğenmişliğin
zıddı, Allah'ın nimetini hatırlamaktır. Bunu şu şekilde açıklayabiliriz. insanoğlunun
başarısı ancak Ulu Allah'ın lütuf ve yardımı ile mümkündür, işlenen ameller
ancak O'nun biçeceği değere göre şeref ve itibar kazanır. Bir kimsenin kendini
beğenmişliğe kapılacağı anda Allah'ın verdiği sayılara sığmaz, nimetlerini
hatırlaması farz derecesinde bir borçtur. Ufukta böylesine bir tehlike
belirmediği anlarda ise nafiledir.
Ey saadet yolunun
durmaz yolcusu!.. Bundan önceki çetin ve tehlikeli geçitleri aşa aşa buraya
kadar geldin. Onların bütün çile ve sıkıntılarına göğüs gerdin, güçlük ve
zorluklarını yendin. Şimdi korkulu bir geçitte bulunuyorsun. Bu zorlu geçidi de
mutlaka aşmalısın. Daha önceki geçitleri aşarken elinde sana yardımcı olarak
sermayen yoktu. Sadece kötü huylarını terk etmek ve ibadet etmek suretiyle
sermaye edinmeye çalışıyordun. Şu anda bunu başarmış bulunuyorsun. Elinde
sermayen var.
Bu zorlu geçitte yol
kesiciler boldur; seni soyabilirler; kötü huylarından sıyrılarak ve ibadet
ederek alın teriyle kazanıp biriktirdiğin sermayeni elinden alabilirler. Hemen
bildirelim ki bu yol kesicilerin en tehlikelileri gösteriş ve kendini
beğenmişliktir.
“Ey insanoğlu,
gökleri, yeri ve bunlar üzerinde mevcud olan canlı cansız tüm varlıkları ben
yarattım. Neden? İlâhî kudret fırçamdan dökülen bu eşsiz sanat tabloma baktığım
vakit, kudretimin hudutsuz, ilmimin sınırsız ve sonsuz olduğunu idrâk edesin
diye. Ama sen ne yapıyorsun? Güya idrâk eder görünmekte, buna karşılıkta
yalan-yanlış iki rek'atlık namaz kılmakta veya sözüm ona hayır islemektesin.
İşte başkaları duysun
diye ibadet ederek gösterişe kaçmak, yukarda vermeğe çalıştığımız örnekleri
boyuna tekrarlamaktan başka bir şey değildir, ötekinin berikinin sevgisini,
övgüsünü ve rızasını kazansak bile neye yarar? Allah'ın rızasına kavuşmanın ve
O'nun vereceği mükâfatlara boğulmanın yanında insanların övgüsüne, sevgisine
erişmeğe yeltenmek kelimenin tam manasıyle boşuna bir çabadır; bir milyonun
yanında bir kaç lira bile değildir.
Sözün burasında
kendini beğenmişliğin ameller üzerinde açtığı yaralara dokunmak yerinde
olacaktır. Bazı ilim adamlarımıza göre işlediği herhangi iyi bir amelde
kendini beğenmişliğe düşen bir kişi, eğer ölmeden önce tövbe kapısını çalarsa,
ameli kabul görür. Yok, eğer tövbesiz ölüp giderse işledikleri ameller
muameleye girmez, geri teper. Amelin muamele görmemesi sevap ve derece almağa
hak kazanamaması demektir.
“İnsanların en kötüsü,
iki yüzlü olanları bulursun; zîrâ onlar: birine başka diğerine de başka yüz ile
giden iki yüzlü kimselerdir.” Yine bunun gibi insanlar arasına katılmakta en
az onlara hevesli olduğunu göstermek ve bu hususta mübalâğa etmektir. Bu kimse
yalandan kurtulamaz. Mutlaka ya aslında veya mübalâğa etmesinde yalan vardır.
Yine bu gibi içinde olmadığı hâlde güya onun derdi ile alâkadar oluyormuş gibi
bir tavır takınarak: “Nasılsınız, çoluk çocuk inşâallah afiyettedir?” diye hâl
hatır sormak hâli de vardır. Bu hareket sırf nifaktır. Seriyyü's-Sakatı şöyle
diyor:
“Dostlarımdan birisi
ziyaretime geliyor diye elimle sakalımı düzeltmeğe çalışırsam, münafıklar
listesine kaydolmaktan korkarım.” Fudayl, Mescîd-i Harânrda tek başına
otururken dostlarından birisi yanına geldi. Fudayl:
“Niye geldin” diye
sordu, dostu:
“Ya Ebâ Ali! Seni
sevdiğim için geldim,” dedi. Fudayl:
“Vallahi bu yaptığın
dostluktan ziyâde vahşeti ve ayrılığı gerekli kılan bir harekettir. Çünkü bu
hareketin, senin bana ve benim sana karşı yaldızlı sözler söylememizi ve
karşılıklı yalan konuşmamızı ve neticede, ya senin bırakıp gitmeni veya benim
kalkıp gitmemi gerektirir ki bir yakınlıktan ziyâde uzaklaşmaktır,” dedi.
Şâir diyor ki:
Ey riyakârlık
bataklığına dalarak sevap peşinde koşan insan!,. İyi bil ki mümkün olmayan bir
şey peşinde koşmaktasın. Çünkü Ulu Allah riyakâr kimselerin umutlarını mutlaka
boşa çıkarır; işledikleri amelleri hükümsüz kılar; yanlarına kâr olarak sadece
çalışıp çabalamaları ve ağır yorgunlukları kalır.
Bir adam vardı; bir
ara kendini Allah'a ibadete adayarak ün salmayı düşündü. Bunun için de namaz
vakitleri girince camiye herkesten önce gelir; bitince de herkesten sonra çıkardı.
Namaz vakitleri yaklaştı mı, o hep namaz kılar; bütün günlerini de oruç
tutmakla geçirirdi. Hele zikir ve tesbih meclislerinden hiç mi hiç ayrılmazdı.
Adamcağız epey bir
süre böylece devam ettikten sonra kendisini görenler;
“Amma da riyakâr
adammış ha!” demeye başladılar; adamcağız da bir köşeye çekilerek iyice bir tövbe
etti ve bütün ibadetlerini başkalarının gözlerinden uzak, sırf Allah'ın
hoşnutluğunu kazanmak maksadıyla yapmağa karar verdi. Böylelikle riyaya açılan
bütün kapıları sımsıkı kapatmış oldu.
Öyleyse ey insan,
O’nun aydınlık yolundan git ki, sana hem dünyalık, hem de âhiretlik azığını
versin. Şunu iyi bil ki insanlar hiç bir şeye hakkıyle sahip değildir; onların
elinden bir şey gelmez. Görüyorsun ki çoğu sapıklığın koyu bataklığında
yuvarlanıp durmaktadırlar. Ulu Allah sevdirmedikçe seni sevemezler. Ulu Allah
yardım ettirmedikçe sana yardım ellerini uzatamazlar.
Ama yüce Allah'ın
rızasına kavuşmayı düşünen insan, bütün söz ve davranışlarında sırf o yüce
yaratanın gözüne girmeyi ve sadece O’na yaranmayı birinci plânda tutar; O'nun
rızasını kazanmak niyetini taşımayan bütün amellerin boşuna çalışmalardan
ibaret olduğunu bilir. Çünkü Cennet de, Cehennem de, her şey, Allah'ın kudret
eli altındadır.
Ölüm döşeğinde yatan
bir kişiye nasıl olduğunu sorduklarında azıksız olarak yolculuğa çıkan, tek
başına ıssız kabre giren, hiç bir güç ve kuvvete sâhib olmadan âdil Melik'in
huzuruna çıkacak kimsenin hâli nasıl olur? Diye cevâb vermiştir. Hasan b. Ebû
Sinan'a, ne hâldesin? Diye sorduklarında, öldükten sonra dirilip de hesaba
çekilen adamın hâli nasıl olur? Demiştir.
Ey insan şimdi iyi
düşün! Bizim rabbimiz öyle büyük ve kudretli bir baş hükümdardır ki, gökler,
yer ve bunların içinde bulunan canlı-cansız bütün varlıklar O'nu zikreder.
Yine bizim rabbimiz
öyle bir ula mabuddur ki, göklerde ve yerde ne varsa tüm varlıklar O'na
isteyerekte olsa, istemeyerekte olsa secde eder. Cebrail, Mikail, İsrafil,
Azrail gibi baş melekler ve gerçek sayısını sadece Cenabı Hakk'ın bildiği nice
büyük melekler kendilerini O'nun hizmetine adamışlardır. Burada zikretmeğe
çalıştığımız bu melekler, üstün derece ve mevkilerin sahibidirler. Günah
işlemekten uzak, tertemiz yaratıklardır. Onlar Ulu Allah'a ölçüsüz derecede büyük
ibadet ederler.
Kâinattaki tüm
varlıkların en seçkini olan sevgili Peygamberimizden tutun da aydınlık yolda
yiğitçe hizmet vermiş bütün peygamberler ellerinde Kur'an ve imanın şerefli
bayrağını dalgalandıran ve gerçeğin yayılması uğruna temiz varlıklarını feda
etmekten sakınmayan bütün âlimler; dünyanın geçici ve aldatıcı güzelliklerine
kapılmayarak ibadet ve zikri elden bırakmayan âbidler, zâhidler hep
kendilerini Allah'a adamışlar. O'nun hizmetine koşmuşlardır.
Ey Hak yolunun yılmaz
yolcusu!.. Bu çetin geçidi aşarken çok dikkatli ol, derin gaflet uykusundan
uyan! Yoksa hüsrana düşenlerden olursun. Çünkü bu geçit, saadet yolculuğun boyunca
karşına çıkacak olan geçitlerden en tehlikelisidir. Bundan önce geçtiğin
geçitlerde kazandıklarını kaybetmeden kazasız belâsız buradan geçebilirsen,
işte o vakit ele geçmez bir ganimete kondun ve eşsiz bir kazanç sağladın
demektir.
Yok, eğer bu önemli
geçidi aşamazsan bütün çalışmaların bir
anda yok olacak, umutların suya düşecek ve hayatın rayından kayacaktır.
Burada, yani kendini beğenmek ve gösterişe kaçmak konusunda dikkat ve titizlik
isteyen üç önemli mesele vardır ki, bunlarla daima yüz yüze gelebiliriz.
Allah'a hizmet yolunda
en arkada kalanlar, yeryüzünün hükümdar ve devlet adamlarıdır. Bunlar Allah'ın
huzurunda yüzlerini toprağa sürerler; acizliklerini itiraf ederek O'ndan
af dilerler; O da onların Özrünü yerinde
görüp affederse, o vakit mutluluğa erişirler. Yoksa rezil ve perişan bir duruma
düşerler, sonları felâkette biter.
Ey insan, işte bizim
rabbimiz bunca kudret ve ululuk sahibi olduğu halde yine de senin eksik ve
kusurlu ibadet ve tâatini kabul etmekte; huzuruna varmağa hak kazanmadığın,
halde seni huzuruna almakta; istediğin zaman dua ve niyazda bulunduğunda, bu
seslenişini dinlemekte ve sana tüm rahmet kapılarını açmaktadır.[43]
Bilmiş ol ki; gururdan
kurtulmanın üç yolu vardır. Bunlar akıl, marifet ve ilimdir. Kurtuluş için bu
üç şey lâzımdır.
1. Akıl:
Yaradılıştaki bir garize ve kendisiyle eşyanın hakikati idrâk edilen asıl bir
nurdur. Zekâ ve zeyreklik, ahmaklık ve gabâvet fıtrîdir, Bunlar,
yaradılıştadır. Ahmak ve gabi insan, kendisini aldanmaktan koruyamaz. Akıl ve
fehm, insanın yaradılışında olacak. Yaradılışında akıl ve fehimden mahrum
olanlar, bunları sonradan te'mîn edemezler. Ancak bunların asılları kimde
varsa, o, tecrübe ve denemelerle bunları inkişâf ettirebilir, geliştirebilir.
Demek ki, bütün saadetlerin esâsı, akıl ve zekâdır.
2. Marifet:
Marifetten maksadımız, dört şey'i bilmektir. Bunlar da nefsi, Rabbi, dünyâsı ve
Âhireti dir.
Nefsini kulluk ve
zillet ile ve bu âlemde garîb ve behimî şehvetlerinden kaçınmak ile bilerek
tab'an kendisine yaraşan, Allahu Teâlâ'yı bilip yalnız Ona, Onun emirlerine ve
rızâsına bakmaktır. Nefsini bilmeyen Rabbini de bilemez.
Rabbini bilmeyene
gelince: O da Mahabbet, Kalb, Tefekkür ve Şu konularda anlattıklarımızdan
yardım alarak Rabbini öğrensin. Zira orada nefsin vasıflarına ve Allahu
Teâlâ'nın Celâlinin vasfına işaret edilmiştir. Onları okumakla kısa da olsa bir
malûmat edinir. Kemâl-i marifet ise bundan sonradır ve aynı zamanda mükâşefe
ilmidir. Biz bu konuda muamele ilmi üzerindeyiz.
3. İlim: Ne
zaman ki, kâmil aklı ile Allah ve nefsini bilerek Allah sevgisi kendisinde
galebe çalarsa, o zaman üçüncü bir şey'e muhtaç olur ki, o da ilimdir. Yâni
Allah'a giden yola nasıl sülük edilir, onu bilmesi ve Allah'a kendini
yaklaştıran ve Allah'tan uzaklaştıran şeyleri öğrenmesi, bu yolun âfet, ukubet
ve gaailelerini anlamasıdır.
Son nefesde şeytan
Allah'ın bir velîsine giderek:
“Benden kurtuldun”
deyince, velî:
“Yok daha bir nefes
var, henüz tamamen senden kurtulmuş değilim.” dedi. Bu hususta şöyle
denilmiştir:
“İnsanlar hep
helaktedir yalnız âlimler helakten kurtuldu. Âlimler de helaktedir yalnız
ilmîyle âmil olanlar kurtulmuştur, ilmiyle âmil olanlar da helaktedir yalnız
ihlâs sahihleri kurtulmuştur, ihlâs sahibleri de büyük tehlikededir. Mağrur
helakte, gururdan kaçan muhlis de tehlikededir.” Bunun içindir ki Evliyâullah
dâima korku üzerindedir.
Ey saadet yolunun
yolcusu!.. İnsaflı ve şuurlu düşündüğün vakit, Ulu Allah'ın kuvvet ve kudretinin
ululuğunu, buna karşılık insanoğlunun acizliğini ve koyu cahilliğini görecek
ve bunlara asla gönül vermeyeceksin. Sakın ha, fani varlıkları överken çok
dikkatli ol. Çünkü onları övmekle, onlara büyük değer vermekte hiç bir fayda
yoktur. Yaptığın bir iyiliğe, bir ibadete karşılık onların da seni övmelerini
asla isteme!
Yine insafla ve şuurla
düşündüğün vakit geçici dünya yatının ne derece aşağı ve bayağı olduğunu, hızla
yok olmaya doğru gittiğini yakından görecek ve Ulu Allah'a ibadet ederken asla
dünyalık arzu ve istekler peşinde koşmayacaksın. Sakın ha, ibadet ve tâat
ederken dünyanın geçici ve aldatıcı güzelliklerine gönül vererek dünyaya
tapanların durumuna düşme. Nefsine şu fikri aşıla:
“Ey nefsim!.. Kâinatın
ortaksız sahibi olan Allah'ı övmek verdiği sayısız nimetlere karşılık O'na olan
şükür borcunu yerine getirmek; aciz, cahil, senin amelinin gerçek değerini
takdir edip mükâfatını veremiyen, senin gerçek değerini bilemeyen, hatta bazan
derecesi çok düşük olan birisini sen den yüksek gösteren; ihtiyaç ânında seni
bırakıp kaçan fanî yaratıkları övmekten daha hayırlıdır.
Şimdi düşün ey nefsim,
O yaratıklar ki, senin işlediğin amelin gerçek karşılığını veremezler;
kendilerine muhtaç olduğun vakit derdine derman bulamazlar .'Şu halde bunların
elinden ne gelir? Bunların gücü neye yeter?
Dahası var ey nefsim,
onların canı da Allah'ın kudret elindedir. Allah dilediği zaman dilediği gibi
onlar üzerinde hükmeder. Öyle ise kendine gel ey nefsim!.. Fani varlıkların
sevgisine gönlünde yer vererek değerli amellerini mahva uğratma. Sana en büyük
iftihar vesilesi ve en büyük azık olacak olan bir övmeyi kaçırma. Bu, ulu Allah
ı övmektir. Ezel ve ebed sıfatlarının sahibi olan Allah'ı övmek sana en büyük
iftiharı, en büyük ihsanı sağlıyacaktır.
Saadet yolcusu, ömrünü
bu gösterdiğim prensiplere uygun geçirirsen, işlediğin amelleri sırf Alah
rızası için işlemiş, O nun korkusunu kalbinde kökleştirmis ve O'na olan minnet
ve şükran borcunu hatırlamış olursun. Artık bu durumda sen bu korkulu geçiti
aşmış, onun felâketlerinden paçayı kurtarmış aynı zamanda sermayeni de
eşkıyalardan korumuş oluyorsun
Bol ve yaygın lütuf ve
keremiyle hidayete eriştiren ancak Ulu Allah'tır. O’nun kuvvet ve kudretine
son yoktur.[44]
1-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Şüphesiz, Şeytan içimizden birinin kalbine girerek
şöyle bir Soru sorar:
Semayı kim yarattı? Kul, Allah yarattı cevabını verir.
Yeryüzünü kim yarattı? Kul, Onu da Allah ( c.c. ) yarattı. Şeytan, “ Peki ama
Allah'ı kim yarattı” diye sorar. Biri böylesine sapık bir düşüncenin,
vesvesesini kalbinde bulursa, Allah'a ve Hz. Muhammed'in onun hak
peygamberi olduğuna iman ettim, desin.”[45]
Ulu Allah buyuruyor
ki:
Allah'ı bırakarak sana ne faydası ve nede zararı
dokunmayan (aciz ve fani) şeylere tapma. Eğer böyle yaparsan, şüphesiz ki öz
nefsine yazık etmişlerden olursun. Çünkü Allah senin başına bir belâ verirse bu
musibeti yine ancak kendisi giderebilir. Ve yine O, sana bir iyilik dileyecek
olursa O'nun bu (cömertlik ve) faziletine hiç bir kimse engel olamaz. O,
iyiliği kulları arasından dilediklerine verir. O çok bağışlayıcı ve
esirgeyicidir. [46]
2-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Şüphesiz her şeyin bir hakikati vardır. İman da bir
hakikattir. Kişi imanın gerçeğine varabilmesi için kendisine verilen bir şeyin
ezelde hükmü ilahiye dayandığını ve onu geri çevirmenin mümkün olmadığını,
başına gelen hallerden de kaçınmanın imkansızlığına inanmalıdır.”[47]
Ulu Allah buyuruyor
ki:
De ki: biricik Allah'tır. Her şey varlığını ve
hayatını O'na borçlu olduğu halde O, hiçbir şeye muhtaç olmayan Ulu'dur. O, ne
doğurmuş ve ne de doğurulmuştur. Hiç bir şey O'nun dengi ve benzeri olmamış ve
olamıyacaktır.
İhlas:
“De ki: Allah'la beraber, dedikleri gibi ilâhlar
olsaydı, o takdirde bu ilâhlar Arş'ın sahibine (Allah'a üstün gelmek için)
muhakkak ki bir yol ararlardı. Allah, onların söyledikleri şeylerden çok büyük
bir yükseklikle münezzehtir. Yedi gök ve yer, bir de bunlar içinde bulunanlar
(insan, cin ve melekler) Allah'ı tesbih ederler. Hiç bir varlık yoktur ki. Onu
hamd ile tesbih etmesin. Fakat siz, onların tesbihini (dillerini
bilmediğinizden) anlamazsınız. O, gerçekten Halim'dir, Gafur’dur.”[48] buyurulmuştur.[49]
3-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Hakkıyle İslâm dinini kabul ederek ona samimiyetle
bağlanan kimse, İslâmîyeti kabul etmeden önce (Cahiliyet devrinde) yapmış
olduğu kötülüklerden dolayı muahaza edilmez, azap görmez.
İslamiyeti kabul ettikten sonra irtidat etmek
suretiyle eski dinine dönen kimse ise hem İslâmiyetten evvel yaptığı
kötülüklerden hem de sonraki yaptığı fenalıklardan dolayı ceza görecektir.”[50]
Bu hadisi şerifin
yukarki hadisle manen irtibatı vardır: Yukardaki Hadisi şerifte dünya için dini
terkeden kınanmakta bun da ise bunun ölçüleri anlatılmaktadır. Bunun kiriteri
olarak da:
Allah ve resulünü her
şeyden çok sevmek, bu sevgiyi her şeyde görmek ve imanı sevip, küfürden nefret
etmek, gösterilmiştir. Bu esasa sarılanlar artık imanın hazzına varmış
kimselerdir. Bu duygulara malik olmayanlar da kendilerini aldatmasınlar. Zira
onlar henüz imanın istediği müminler olamamışlardır.[51]
4-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Her kim Allaha şirk koşmadan (imanla) ölürse cennete
girer.”[52]
5-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Kim ki, Allah (c.c) nın kazasına (kişinin leh ve
aleyhine verdiği hükümlere) teslim olmaz ve kadere (alın yazısına) inanmaz ise
Allah'tan başka bir ilah arasın.”[53]
6-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Bu ümmetin evvelkileri yekin ve zühtle (Dünyalığı
hiçe sayıp, ahirete önem vermekle) kurtuluşa ermişlerdir; sonrakiler ise cimrilik
ve uzun emelle (dünyaya lüzumundan fazla önem vererek) helak olacaklardır.”[54]
Bu hadisi şerifteki
tulu emelden murat: Dünya sevgisinin şuur altına yerleşmesi ve artık bir nevi
mal delisi olurcasına imanın gereğini ve ibadetleri ihmal etmek demektir. Yoksa
dinimizde dünya için çalışmak suç değildir. Dünya için hiç ölmeyecekmiş gibi
çalış, ahiret için de yarın ölecekmiş gibi hazır ol buyuran peygamberimiz ve
onun getirdiği din dünyayı ihmal etmemiş, ancak dünya için dinini ihmal edenin
kınanması gerektiğini bildirmiştir.[55]
7-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Üç şey kendilerinde bulunan kimseler imanın tadını
tadarlar:[56]
a- Allah ve resulünü her şeyden çok sevmek,
b- Kişiyi ancak Allah için sevmek,
c-
Allah,(c.c.)ın küfrün karanlığından çıkarıp iman nuruna kavuşturduğu kimsenin,
ateşe atılmaktan hoşlanmadığı gibi, tekrar küfre girmekten de o derece
hoşlanmaması.”
8-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Hiç biriniz, beni evladından, babasından ve bütün
insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olamaz.”[57]
9-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Biriniz, kendisi için sevdiği bir şeyi diğer din
kardeşleri için de sevmedikçe hakkıyle iman etmiş olamaz.”[58]
10-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Cebrail (a. s.), bana dedi ki: Allah şöyle buyuruyor:
Lailahe illallah cümlesi benim muhkem Kal'emdir. Bu
kaleye kim girerse azabımdan korunur.”[59]
11-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Nerede bir kâfir kabrinden geçersen onu cehennem
azabı ile müjdele.”[60]
12-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Ümmetimden iki sınıf vardır ki, onların İslamiyetten
nasipleri yoktur:
a) Mürci’e: İman ettikten sonra işleyeceği küçük-büyük
bütün günahların hiçbir zararı olmadığına ve küfürle taatm faydalı olmadığına
kani olan kimseler,
b) Kaderiyye:
“Kul fiilinin hâlikidir” diye inanan yani
kulun işlediği fiilleri kendisinin yarattığına ve Allah'ın bir yaratması bulunmadığına
inanan kimseler.[61]
13-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Ümmetimden öylesine iki grup vardır ki, kıyamet günü
bunlara şefaatim ulaşmayacaktır: Mürci'e ve Kaderiyedir bunlar.”[62]
14-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Ümmetimden öylesine iki sınıf Kimse vardır ki,
kıyamet gününde havzımın kenarına gelemiyecekler ve cennete giremiyeceklerdir.
Bunlar da Mürci'e ile Kaderiyedir.....”[63]
15-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Mutlak iman,bir mü'minin hile ile diğer mü’mini
öldürmesine engel olacak mânevi bir kötektir; hakiki bir mü'min, hile yapmak
suretiyle bir din kardeşini öldüremez. (Şayet bir kimse hile ve desise ile bir
mü'mini öldürse bu hakiki manada bir mü'min olamaz.”[64]
16- Resulullah
(s.a.v.) buyuruyor ki:
“İman ile amel aynı ipte bağlanan iki ortaktır, biri
olmaz ise diğeri kabul olunmayacaktır.”[65]
17-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Samimi bir yürekle, Allah'tan başka hak bir mabud
olmadığına şehadet eden kimse Cennet'e girer.”[66]
18- Resulullah
(s.a.v.) buyuruyor ki:
“Bir kimse samimi bir kalble, Lailahe illallah
Muhammedün Resulüllah (Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Hz. Muhammed'in de
onun Resulü olduğuna) iman ederse Allah ( c, c.) Cehennem'i o kimseye haram
kılar.”[67]
19-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“İslâm dini artacaktır ve (hiç bir zaman)
eksilmeyecektir. (Bu Hadis-i Şerif Peygamberimizin bir mucizesidir. Çünkü:
Peygamber imiz bu Hadisi ile çok insanların İslam Dinine gireceğini ve
İslâmiyetten ayrılacaklar olsa da bunlarla İslama herhangi bir noksanlık
gelmiyeceğini işaret buyurmuştur. Tarih bunu teyit etmiştir.)[68]
“Onun imparatorluğu
küçük bir şehir devletinin bazı dar sokaklarından ibaret olarak başlamış, günde
ortalama bir hızla 274 mil kare genişlemiştir. On sene gibi kısa bir zaman
içinde son nefesini verdiği sırada bir buçuk milyon kilometre kare
genişlemiştir. Rusya hariç bugünkü Avrupa büyüklüğünde (Hz. Peygamberin Savaşları,
Prof. Muhammet Hamidullah).”[69]
20-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“İslamiyet, daha önceki küfür ve günahı yok eder.”[70]
21-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“İman iki kısımdır:
a) Biri
(Kötülüklere karşı) sabır,
b) Diğeri
ise (Emrolunan dini hükümlere karşı) şükür'dür.[71]
22- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Kemali iman, Yemenlilerin imanıdır.”[72]
23-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“İmanın alameti Medineli Sahabeleri sevmek,
Münafıklığın alameti de Ensar denilen bu kimseleri sevmemektir.”[73]
Medineli olup da oraya
göç eden müslüman muhacirlere yar dunda bulunan kimselere ensar denilmiştir.
Peygamber efendimiz bu
hadisi şerifinde, ilk günlerde müslümanlara maddi ve manevi yardımda bulunan bu
kimseleri sevmenin her mümine vacip olduğunu hatta imanlı olup olmadığının
alameti olduğunu beyan buyurmuşlardır.
Mekke'de iman edip de
orada din hürriyeti olmadığından Medine’ye göç eden kimselere de muhacir
denilir.
Gerek muhacir gerekse
ensarın İslama hizmetleri büyüktür. Onları sevmek sonradan gelecek olan
müminlere vaciptir.[74]
24-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Ey sahabilerim, Yemenliler, (İslam dinini öğrenmek
için) yanınıza gelmişlerdir. Onların kalpleri katı değildir, onların kalbleri
şefkat ve merhametle doludur. İslam hikmet ve bilgileri Yemenlilere mahsustur.”[75]
25-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Münafıkın alameti üçtür:
a- Konuştuğu zaman yalan söyler,
b- Verdiği sözde durmaz,
c- Kendisine bırakılan emanete ihanet eder.”[76]
Münafık: İmanlı
göründüğü hâlde gerçekte inanmayan kimselere denir. Yani; kalbinde başka iman
taşıyan kimse demektir. İman bir kalp işi ve inandım diyen kimseye “Sen
inanmıyorsun...” deme hakkı, peygamber dahil hiç kimseye verilmediğinden bu
kimseler ancak davranışları ile bilinebilirler.[77]
26-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
Bid'at sahibi, bid'atını terk etmedikçe Cenab-ı Hak
onun amelini kabul etmez.”[78]
27-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Mü'minin keskin anlayışından sakınınız, çünkü o
Allah'ın nuru ile bakar.”[79]
Müminin keskin
zekasından sakınınız, buyurulmak suretiyle bazı gafil kimselerin sandığı gibi,
müslüman adam saf adam aldatmışlar, sözlerinin yersiz ve yanlış olduğunu
anlamak kolaydır.
Müslüman kimse her
şeyden Önce akıllı ve dirayetli kimsedir. Müslümanlık akılsız kimseleri mümin
saymamıştır.[80]
28-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Mü'minin benzediği bir ağacı söyleyiniz, o öyle bir
ağaçtır ki yaprakları hiç dökülmez, meyvaları bir vakit yok olmaz. O işte Hurma
ağacıdır.” (Mü'min de her yönüyle başkalarına faydalı olmalı ve özviyle
meyvasını dağıtmalı)[81]
29- Resulullah
(s.a.v.) buyuruyor ki:
“Bir kişinin camiye gitmeyi alışkanlık haline
getirdiğini gördüğünüz takdirde onun imanına şehadet ediniz.”[82]
30-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“İyiliklerinden sevinç, kötülüklerinden üzüntü
duyduğunuz zaman sen gerçekten bir mü'minsin.”[83]
31-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“İnsanlar ile Allah'tan başka ilah olmadığını ve benim
de Allah' in resulü olduğumu söyletinceye kadar uğraşmakla emr olundum. Bunu
söylediklerinde, hakkın dışında, mal ve canlarını benden korumuş olurlar.”[84]
32-
Resulullah (s.a.v.)buyuruyor ki:
“Beş şey İslamdandır:
a) Sünnet olmak,
b) Etek tıraşı olmak,
c) Bıyıkları kesmek,
d) Tırnakları kesmek,
e) Koltuk altlarını temizlemek.[85]
33-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Cenab'ı Allah Himyerilere, (Yemen halkına) rahmet
eylesin. Çünkü onların sözleri güzel, elleri cömert, tam güvenilir ve
imanlıdırlar.”[86]
34-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Bu dinin başı teslimiyettir. Allah'a teslim olan
selamete erişir. Namaz, dinin direğidir. Ama en yüksek şeref ve derece
Cihattır. Bu dereceye ancak en üstün Mü’minler ulaşır.”[87]
Esefle görüyoruz ki,
İslam alemindeki müslümanların çoğu, cihadı fiilen terk etmiş vaziyettedir.
Onların defterinin cihat faslı yoktur. Dinsizler, kafirler ve mürtedlerle
mücadeleyi terk etmişler; onların dediklerine boyun bükmüşlerdir. En ufak
muhalefet, direnme, itiraz yoktur.[88]
35-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Şüphesiz, Allah (c.c.) bu dini ahlaken güzel olmayan
bir takım kimmseler ile de kuvvetlendirir.”[89]
36-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Bu ümmetin varlığı kötü olan kimseler ile kaimdir.”[90]
37-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“(Ey ashabım), bugün siz hak dini olan İslamiyet
üzerindesiniz. Ben sizin çokluğunuzla diğer ümmetlere iftihar ederim. Benden
sonra geri bir dönüşle (Körler gibi) dinden ayrılmayınız.[91]
Allah saklasın
kafirler mürtedler namaz kılmayı men etseler, bu yüreksiz müslümanlar:
“Ne yapalım başımıza
bu musibet de geldi. Artık camilerde namaz kılamıyacağız. Ne yazık, eh biz de
evlerimize kapanır, ses seda çıkarmadan namazı dolapların içinde, kömürlüklerde
kılarız” diyeceklerdir. Rusya'daki milyonlarca müslümanın bugünkü feci duruma
düşmelerinin sebebi bu uyuşuk zihniyetten gelmiştir. Onlar vaktiyle Çarlık
Rusya zamanında, 1917'den beri de Sovyet Rusya devrinde Allah yolunda gerektiği
gibi cihat yapmamışlar, mallarıyla, canlarıyla meydanı mücadeleye atılmamışlar
ve sonunda bu hale düşmüşlerdir.[92]
Bütün kainatı yoktan
var eden, kalblerimizi iman nuru ile aydınlatan, bizleri İslam nimetiyle
şereflendiren Rabbimize sonsuz hamdü senalar olsun. Yüce dinimiz ilahi vahye
dayanan hak dinlerin sonuncusu ve en mütekamilidir. Gerçekte bütün semavi
dinler tevhid akidesine dayanan ve insanları hakka, hakikate ve güzel ahlaka
yönelten ilahi bir düsturdur. Bu sebeple hepsine, Allah'a iman ve teslimiyet
manasına gelen İslam adı verilir.
İslam dinine girmek ve
Müslüman olmak, ancak iman esaslarını, öğrenmek ve onlara inanmakla mümkündür.
Şu halde her şeyden önce İslam da imanın ve esaslarının ne olduğunu bilmemiz
gerekir.[93]
İmanın lügat manası:
Mutlak tasdiktir. Yani bir şeye tereddütsüz, kesin olarak yürekten inanmak,
haber verilen bir şeyi tasdik etmek, onun doğru olduğunu kabul edip, haber
verenin doğru söylediğine inanmaktır.
İyi ameller imanın
etrafında bulunan kaleler gibidir. Adap ve müstehapları terk eden, imanın
etrafında ve en dışta bulunan birinci (topraktan ) kaleyi şeytana açmış olur.
Sünnetleri terk eden İmanın etrafındaki ikinci (taştan yapılmış ) kaleyi,
vacipleri terk eden; üçüncü (demirden) kaleyi şeytana açmış olur. Farzları terk
edip haramları işleyen de, imanı kuşatan (altın ve gümüşten olan) en iç kaleyi
şeytana teslim etmiş olur. Böylelikle şeytan imana el uzatır.
Münafıklık alameti
olan emanete hiyanet, yalan söz, vadinde dumamaktan ve dargınlık halinde haktan
ayrılmaktan korkmamak da münafıklık alametidir. Çok yemin ve mü'mine iftira
etmek imana zarar verdiği gibi, yalan yemin de imanın elden çıkmasına sebep
olur Kalbimiz de parlatmış olduğumuz iman ışığının hiç sönmeden daima
parlaması ve bu nurun her an bir kat daha kuvvetini artırması ve böylece bütün
muhitini aydınlatması için ibadet lazımdır. İnsan, sadece inanılması gereken
şeyleri tasdik ederek ibadet ve taat yapmaz, sonra da Allah'ın yasak
ettiklerini işlerse, dine ve Allah'a olan kalbi bağılılığı da yavaş yavaş
zayıflar ve günün birinde sönüp gider. Böylelikle Allah'ın azabını üzerine
çeker. Binaenaleyh ibadet hem imam kuvvetlendirir, hem de mu'minin ahiret
azabından kurtulmasına ve nimetlerine
erişmesine vesile olur.
Namaz, oruç, zekat
gibi Allah'ın emreylediği güzel işler ve ibadetler kalbde parlamış olan iman
nurunu daha ziyade parlatır, Mü’minin ahiret azabından kurtulmasına, Allah'ın
lütuf ve inayetlerini kazanmasına vesile olur. Tembellikle, nefsani arzular
peşinde koşmak suretiyle bu ibadetleri bırakan kimseler de günah islemiş
sayılırlar.[94]
Dinimizin inanç
köklerinden biri de, ölüm sonrası tekrar dirilişe ve ahiret alemine inançtır.
Ahiret gününe inanmayan müslüman değildir. Allah Teala, bu dünyayı ve içindeki
yaratıkları geçici bir zaman için bu aleme göndermiştir. Ahiret günü, bu
dünyanın ömrü tükenince başlayacaktır. Başlangıcı bu dünyanın sonudur. Bir gün
olacak, ne bu dünyadan, ne de üzerindeki yaratılmışlardan bir eser kalmayacaktır.
Bu alem başka bir alem olacak, bu hayat başka bir hayata dönüşecektir. Her
şeyin bir ölümü olduğu gibi, bu dünyanın da bir ölümü vardır. Erinde geçince,
bu dünyanın, bu yerin ve göğün tetibi bozulacak, yerde, gökte olanlar hep
ölecek, kıyamet kopacaktır. İşte dünyanın ölümü ve sonu budur.[95]
Allah'a ve Hz.
Muhammedin haber verdiği şeylerin doğru olduğuna tereddütsüz inanmak, bunların
hak ve doğru olduğunu kalben tasdik etmektir. Bu alemi ilmiyle bilen iradesi ve
kudretiyle yaratan Hz. Allah'ı bilmedikçe, Peygamberlerin doğru olduklarını
bilmek yolu açık değildir.
Allah'a iman, bütün
hükümlerin aslına imanı ihtiva eder. Onu bilmeyen bir kimse, ne Peygamberleri,
ne melekleri, ne kitapları ne öldükten sonra dirilmeyi ne cenneti ve ne de
cehennemi bilir. Binaenaleyh her şeyden önce Allah'ı bilmek şarttır.
İslamiyet tevhid
akidesi üzerine kurulmuştur. Bu inanç, her çeşit iyilik ve faziletin, her türlü
müsbet hareketin kaynağı ve temel dayanağıdır. Bunun içindir ki; İslamiyet
insanların gönüllerine tevhid akidesi yerleştirmeyi hedef tutmuş, iki cihan
mutluluğunun elde edilmesinin bu inanca bağlı olduğunu bildirmiştir. Gönlüne
bu inanç hakim olan insan, kendi gücü ve istidadı ölçüsünde iyiliklerin
hayırların anahtarı; kötülüklerin kilidi haline gelir. Kalbi bu inanç
meşalesiyle aydınlanmayan kimse ise en azından huzursuzluğun ve karar sizliğin
girdabına düşer. İnsan inanmak zorundadır. Çünkü o, bu istidad üzerine
yaratılmıştır. Bütün peygamberler tevhid akidesine bağlı oldukları gibi
insanları da bir Allah'a iman etmeye ve yalnız ona, kulluk yapmaya davet
etmişlerdir. Haddi zatında inanmak zorunda olan insanları bu davetleriyle
yanlış inanç ve kanaatlara saplanmaktan korumaya çalışmışlardır.
İslamiyet, insan
fıtrasına uygun olan en yüce hakikati öğretirken, aklıselime hitap etmiş ve
aklı hakem kılmıştır. Bir de ilim ve burhanı esas almıştır. Yüce kitabımız
Kur'an-in insanları aydınlatmada takip ettiği düstur budur. Bundan dolayıdır
ki, Kur'an-ı Kerim Hz. Peygamberin (a.s.) en büyük ve ebedi mucizesi olmuştur.
İslamiyet, aklıselime
hitap eden bir dindir. Nerede aklıselim var, İslamiyet oradadır. Aklı selime
arka çeviren bir kimseye, İslam Dininin güzelliklerini ve yüce hakikatlarını
anlatma imkanı kalmamış demektir.
Kainatı bu nizam
üzerine yaratan Allah Teala birdir. O ilim ve hikmet sahibidir. Bilgisi ve
kudreti hudutsuzdur. Onu hiç bir şey aciz bırakamaz. Onun bilgisinden göklerde
ve yerde hiç bir şey gizli kalamaz. Yegane yaratıcı O' dur. Ondan başka İlah
yoktur. Zatı kibriyasından başka bütün varlıklar, O’nun dilemesi ve yaratması
ile vücut bulmuştur. Yüce Allah yaratılmışlardan hiç birine benzemez...
Kendisi alemlerden
müstağnidir. Her şey O'na muhtaçtır. Fakat O hiç kimseye muhtaç değildir. O’nun
eşi ortağı ve yardımcısı yoktur.
Dinin temeli Allah'ın
birliği esasına dayanır. Dindarlığın kemali, Allah'ın birliğine inanmak, ona öz
yürekle bağlanmakla mümkün olur, İman esaslarının düğümlendiği nokta da budur.
Allah'ın birliği ve varlığı inancı benimsemedikten sonra, diğer iman
prensipleri kurulamaz ve gelişemez. Bu esas prensibe İslam da “tevhid” denir. Ve bu Allah'tan başka ilah yoktur,
sözü ile formüle edilir. Bunun manası da zatı bir tek olan, ikincisi olmayan,
Allah'tan başka Allahlık ile vasıflanmış, ilah ismine layık bir zatın
olmadığını ikrardır. İlahlık O'nun zatına mahsustur. O, kendisiyle kaim
olandır. Zatında, sıfatında ve efalinde eşi ve benzeri olmayandır. Tevhit Öyle
bir esastır ki, kendisinden gayriyi üzerinde bırakmayan bir seibi sıfattır.
Allah’ın birliğindeki vahdet, sayılardaki bir dediğimiz kesrette olan vahdet içindir.
O, ikincisi olmayan tek birdir. O, Öyle bir birdir ki, ne içinde ve ne de
dışında çokluk ve misli mümkün olmayan her manasıyla şirk ve çokluğu nefyeden
bir birliktir.
İhlas güresi, Allah'ın
birliğini apaçık anlatıp en kesin delillerle ispat ettiği için, bu sureye
“tevhid” suresi adı da verilmiştir. Bu surede İslam’ın temeli olan tevhid
anlatıldıktan sonra, İslam inancına aykırı düşen diğer bütün inançlar da
reddedilmektedir. Bu sürenin esası Allah'ın birliğini anlatmaktadır. Allah
Teala, biz insanların aciz idrakinin üstünde olan müteali bir varlıktır. Onun
varlığına inanmanın yegane yolu, onun varlığını hissetmektir. Zatını idrakten
aciz olduğumuz “O” birdir, hakiki birdir, yegane birdir. Birlik ve teklik ona
münhasırdır. Hiç birşey O'na iştirak edemez. O, her bakımdan birdir ve tektir.
O, öyle bir Allah'tır ki, ikileşmesi, yok olması, değişmesi ihtimali olmayan
birdir. Altında, üstünde, Önünde, ardında ve beraberinde O'na eş ye benzer
olacak yoktur. Olması da mümkün değildir. Böyle bir inanca sahip olmak, ondan
başka bir Allah tanımak olur ki, işte İslam’ın temeli de bu olmaktadır.[96]
İman iyi amellerle
muhafaza, kötü amellerle kaybedilir. İyi amellerle kalb nurlanır, günahlarla da
kalb manevi noktalar peyda olup bunlar çoğaldıkça kalb kararır. Rabbı Tealayı
anmak ve hakkı söylemekten başka boş sözler kalbi katılaştırır. Bu da rahmetten
uzaklaşmağa sebep olur. Her şeyde hayırlı niyyette bulunmak da hayırlı iş
yapmak gibi imanın kemaline sebep olur. Müslüman, din için yaşamayı kalbinden
çıkarmamalıdır.
Dünya1 da bulunan her
canlı öldükten ve bu alemin nizamı bozulup yepyeni bir nizam kurulduktan sonra,
Allah insanları tekrar diriltecektir. İşte buna da öldükten sonra diriliş,
“Basu ba'del mevt” denir. Haşir ve neşir, hesap sual, mizan, sırat, cennet ve
cehennem hep o günde, yani ahiret gününde olacaktır. İnsanlar tekrar dirilip
kalkınca herkes bu dünyadaki hesabını verecektir. Bu dünyada yapılan en küçük
hayrın mükafatı, en ehemmiyetsiz kötülüklerin de cezası o gün görülecektir.
“İnsan öldükten sonra
nasıl dirilir? İnsan hayatı bu dünya hayatından ibarettir.” demek büyük
gaflettir. Çünkü alemlerin yaratıcısı olan yüce mevla için bunu yapmakta hiç
bir güçlük yoktur. İnsanı yoktan var eden Allah, öldükten sonra tekrar
diriltmeye elbette kudretlidir. “Öldükten sonra nasıl dirileceğiz? Böyle şey
olur mu? Buna aklimiz ermiyor.” diyenler, her şeyden önce bu dünyaya nasıl
geldiklerini düşünmelidirler. Nitekim, Kur'an-ı Kerim de insanların dikkatini
bu konu üzerine çekiyor ve Allah Yasin süresinde:
“O, kendi yaratılışını unutarak bize bir misal
getirdi: “Bu çürümüş kemiklere kim can verecekmiş?”dedi. Habibim de ki:
“Onları ilk defa yaratan diriltecek. O, her yaratmayı hakkıyla bilendir. O,
yemyeşil ağaçtan sizin için bir ateş çıkarandır. İşte bakın ateşi çakıp
alıyorsunuz. Gökleri ve yeri yaratan Allah, onlar gibisini yaratmaya kadir
değil midir? Elbette kadirdir. O, kainatı yaratandır, her şeyi hakkıyla
bilendir. Onun işi, bir şeyi dilediği zaman, ona ancak “Ol” demesinden
ibarettir. O da oluverir. Demek her şeyin mülkü tasarrufu kudretinde bulunan
Allah'ın şanı ne kadar yücedir,
münezzehtir Siz ancak O'na döndürülüp götürüleceksiniz.” buyuruyor.
Ölüm sonrası hayata ve
ahiret alemine inanç prensibi bütün ilahi dinlerin ortak prensibidir. İslam
dininde de bu inanç ehemmiyetli olan bir iman prensibi olarak tespit
edilmiştir. Dinimizin ehemmiyetle bize telkin ettiği bu inanç, bizi saadete
erdirir. Ruhumuzu yüceltir. Bu inançtan mahrum olanlar, sapıklığa düşer, her
çeşit fenalığa sürüklenir. Dünyada da ahir ette de bedbaht olur. Öldükten sonra
tekrar dirileceğimize ve yepyeni bir alemde yeni bir hayata kavuşacağımıza, her
şeyin dünya hayatından ibaret olmayıp, bu hayatın ötesinde de bir hayatın
varlığına inanç Rabbimizin bize en büyük lutüflarından biridir. Zira, inanan
insan gerçek ve mes'ud hayatın ahiret aleminde başlayacağına, kalpten ve tam
bir huzur ile inanmıştır. Onun için ölüm, bir vuslatın yolculuğudur. O, ölümden
korkmaz, ölümü, beklenilen sevgiliye kavuşma sayar.
İnancımıza göre insan
hayatının üç safhası vardır. Bunlar, dünya, kabir ve ahiret hayatıdır, Kur'an-ı
Kerim'e göre; insanın hayatı doğumla başlayan ve ölümle biten bir hayat
değildir, İnsanoğlu için doğum geçici bir hayata gelişir, ölüm ise ebedi
hayata gidişin yoludur. Geçici dünya hayatı, bir gaye değil, sadece sonsuz
hayata geçisin, ebedi mükafat veya cezaya hak kazanışın vasıtasıdır. İçinde
bulunduğumuz hayat sadece bir imtihan yeri ve bu dünya bir imtihan dünyasıdır.
İçinde bulunduğumuz hayat sadece bir imtihan yeri ve bu dünya bir imtihan
dünyasıdır. Mezar hayatı, arkasında cennetlerin huzuru veya cehennemlerin
ızdırabı dolu bir hayattır. Ölüm insan için bir yokluk veya çıkmazlık bataklığı
değildir. Yeniden ve pırıl pırıl açaçak olan aydınlık hayatının ilk sabahıdır.
Halbuki, imansız için,
öldükten sonraki zamanın bir hiç olduğuna inanmış insan için böyle midir?
İnançsız insanın dünyada iken sıkı sıkıya bağlandığı değerlerin bir anda yok
olması cidden elem vericidir. Hiç beklenilmeyen bu felaketle karşılaşmak ne kadar
hicranlı bir sonuçtur. Öldükten sonraki hayata inanmayan insan elbette karanlık
bir yolun yolcuğudur.
Ölüm sonrası hayata ve
ahiret alemine iman dinin temel müeyyidesidir de. Toplum hayatında ahlaki
kuralların geçerliliğinde, Allah sevgisi ve Allah korkusu yanında bir hesap ve
ceza gününe imanın değeri pek yüksektir. İnsana günahtan ve her çeşit
fenalıklardan alıkoyan bu inançtır. Zira bu inanç, insanda geniş bir mes'uliyet
duygusu meydana getirir. Her yapılan işin bir hesabı ve bu hesap sonunda da iyi
veya kötü bir karşılığı bulunacağını insanın zihnine yerleştirir. İnançlı insan
bir gün gelip de, Allah'ın huzuruna çıkacağını, O'nun adil mahkemesinde hesap
vereceğini bilir. Bu sebeple, ölüm sonrası hayata inanan insan, dünya işlerini
bu inancın verdiği mes'uliyet şuuru içinde düzenler. Bu inanç, insanda vazife
aşkını, yurt ve millet sevgisini doğurur. Böylesinin sözü, işleri dosdoğru
olur. Yalan, hile, hiyanet, kin, haset, fitne ve fesat bilmez. İnsanlığa
faydalı olmaktan başka şey düşünmez. İnançsız insanlar ise, yalnız kendi
nefisleri için yaşarlar.
Kendi zevklerinden
başka bir şey düşünemezler. Hak, hukuk, ahlak ve fazilet tanımazlar. Yalan,
doğru, helal ve haram ayırmazlar. Kendi menfaatlarından başka bir şey
bilmezler.[97]
Geçmiş peygamberlerin
kitaplarında, insan hitabeden şu söz meşhurdur:
Ey insan, Rabbini
tanımak için kendini tanı “insanın kendisi bir aynadır, ona bakan hakkı görür.
Birçok insanlar kendilerine bakar fakat hakkı göremezler. O halde kendini
bilmek, Allahü Tealayı bilmeye hangi yolla vesile olduğunu bilmek lazımdır.
İnsan önce kendini bilince anlar ki; bundan önce nice yıllar geçmiştir,
kendisinin namı nişanı yok idi. Şimdi ise akıllara durgunluk veren haller onda
meydana geldi. Ama bütün bu azaları kendisi mi, yoksa başkası mı meydana
getirdi? İnsan zaruri olarak bilir ki, her azası yerinde olduğu halde bir kıl
ucu yaratmaktan acizdir. Demek ki, bir su damlası iken daha aciz ve noksan idi.
Böylece kendini yaratanın kudretini görür ve bilir ki, her bakımdan tam bir
kudret vardır. İstediğini istediği gibi yaratır. Bundan daha üstün hangi kudret
olabilir ki, böyle hakir ve aşağı bir damla sudan, olgun, güzel, hikmetli ve şaşılacak
bir şahıs yaratıyor.
Kendinde olan akıl
almaz bu inceliklere ve organların faidelerine ve her birinin ne hikmetle
yaratıldığına, el, ayak, göz ve dil gibi zahiri organlarına bakınca, kendini
yaratanın ilmini bilip, her şeyi kuşatmakta olduğunu ve yine böyle bir alimin
bilmediği hiç bir şeyi olmadığını anlar.
Çünkü bütün
akıllıların aklı bir araya gelse, onlara uzun ömür verilse bu organlardan
birini daha iyi yapmayı düşünseler, asla yapmazlar. Mesela, yenilen şeyleri
kesmek için keskin olan ön dişlerini kesmek için uçları düz olan azı dişlerini,
değirmene öğütebileceği şeyleri atan dil küreğini, yemekleri hamur haline
getirecek salgı kuvvetini, sonra boğaza gidip orada kalmamasını, bütün
akılları, bundan daha iyi bir şekilde yapamazlar.
İnsanın her parçasında
bunun gibi hikmetler vardır. Bir kimse bu hikmetleri ne kadar çok bilse,
Allah'ın ilminin azametine hayranlığı o kadar çok olur. İnsan kendi zatının
zuhurundan Allahü Teala’nın zatını görür. Etrafındaki şaşılacak hikmetler ve
faydalarda, hakkın ilminin kemalini görür. İşte bunun için kendini tanımak
Allahü Tealayı bilmenin anahtarı olur.[98]
İçinde yaşadığımız bu
alem boşuna yaratılmış değildir. Hayat ve ölümün hikmetlerini kavramak ve
kendisini ona göre ayarlamak her insanın başlıca vazifesidir. Yaratılan her şey
onun yüzü suyu hürmetine vücuda gelmiş ve onun hizmetine tahsis edilmiştir.
Bütün varlıklar gayesinin yolcusu olunca, insan için gayesiz yaşama
düşünülebilir mi? Dünya hayatının Allah'a giden ince yollarında gaflet ayaklarının
kaba izleri ayıp ve günah değil midir?
O halde kainat
karşısında yüceliği ile uygun yaşamak isteyen insana ilahi gaye yoluna girmek
zaruri bir hayat şartı oluyor.
Hakikatte yüksek
hayat, ancak iman ışığı altında, İslami neş’elerle takip olunabilir. Bunun
içindir ki, ilk insan ve Peygamber Adem, (a.s.) dan itibaren asırlar boyunca
insanlar din mükellefiyeti karşısında kalmış, imanlı ve faziletli yaşamaya
davet olunmuşlardır. Din hilkatle başlayan bir ihtiyaç ve zarurettir. İnsan
hayatının en kuvvetli tezahürüdür.
Cehalet ve
bozgunculuklarla kaybolan ilahı hakikatleri yenilemek, insanları daldıkları
imansızlık ve ahlaksızlık karanlıklarından hak ve fazilet nuruna çıkarmak için
zaman zaman peygamberler gönderilmiş ve kitaplar indirilmiştir. Bu Allah’ımızın
biz kullarına en büyük lutfu ihsanıdır. Nihayet beşeriyetin ebedi mürşidi, son
peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) efendimiz geldi, bu suretle nübüyvet nuru
sonsuzluğu gölgesine almış oldu, İslam dini ve Kur'an gelince başka dinlere ve
kitaplara lüzum kalmamış, ruhani hakimiyet, hak saltanatı Müslümanlığa nasip
olmuş ve onda karar kılmıştır. Artık dindar yaşamak isteyenler için başka din
aramağa ihtiyaç kalmadığı gibi, İslam dininden başka dinlere davet
propagandaları da lüzumsuz ve abes bir meşgale halini almıştır.
İslam dini, haiz
olduğu ilahi nur sayesinde hayatı beşikten mezara, oradan da ahiret aleminin
esrarengiz hakikatlarına kadar aydınlatmakta ve hakiki hayat yolcularına ruhani
rehberlik etmektedir. Müslümanlık, cihana hikmet gözüyle bakmayı emretmekte ve
hayatın takip olunmasını istemektedir.
İnsan her zaman
düşünmeli, kendi kendine Sorular sormalı ve kainata bakıp ibret almalıdır.
Ben, yüz sene önce neredeydim. Yüz sene sonra nerede olacağım? Yaratılmam için
dilekçemi verdim? Ölümden rüşvetle kurtulabilir miyim? Ben kadir miyim, aciz
miyim? Kadir olsam, mademki kadirim kuvvetliyim, yedeğe, içmeye, havaya neden
ihtiyaç duyuyorum? Niçin sıcakta yanıyor soğukta donuyorum? Niçin
hastalanıyorum ve hemen doktora koşuyorum? Doktor her hastalığa çare
bulabiliyor mu? Böbreğin aklı mı var, kandan idrarı nasıl ayırıyor?
Gözümü, kulağımı yapan
usta, Asya'da mı, Avrupa'da mı, Amerika'da mı, nerede, nasıl yaptı? Bugün
insanlar aya çıkıyor niçin insanın tırnağını bile yapamıyorlar? Gökten yağan
yağmur aynı, yerden fışkıran su aynı, güneş aynı fakat yerden çıkan bitkiler,
ağaçlar niçin başka başka? Renkler ayrı şekiller ayrı, kokular çeşit çeşit Ayı,
güneşi, yıldızları yaratan, dünyayı güneşin etrafında döndüren kim?
Mademki her şey
tesadüfi, dünya niçin bir gezegene çarpıp duman olmuyor? Alemde bir nizam,
intizam var, tesadüfi diye asla bir şey yoktur.
Sağır ateşe, kör
toprağa, aciz suya, ruhsuz havaya tabiat deniyor. Birbirinden aciz olan bu
maddeler hiç bir şey yaratabilir mi? Bir basit ilaç uzun yıllar okuyan
kimyagerin derin derin düşünerek ince hesabıyla, yaratılmış hazır maddelerden,
üç gram birinden beş gram birinden alıp bir araya getirmekle meydana gelir.
Öyleyse bu muazzam mahlukatı kör, sağır, akılsız tabiat yaratabilir mi?
Hayır, beni bir yaratan
var. Kainatı idare eden bir idareci var. Kuran- ı Kerim tam düşünceme uygun,
bana doğru yolu gösteriyor ve beni tefekküre sevk ediyor. Hem dünya ve hem de
ahir et için saadet kaynağı, yaratıcının kelamı olduğu lafzıyle, manasıyle ve
her yönüyle apaçık. İşte bu yüce kitabın sahibi olan Allah bir gün beni ahir
ete davet edecek, tekrar diriltecek ve bana verdiği nimetlerin hesabını teker
teker soracak, öyle ise ben Cenab-ı hakkın yolundan nasıl çıkarım. İnsan
düşünüp demeli: Ben aciz Allah kaadir, ben cahil Allah alim, ben mahluk Allah
halik, o halde ben mi iyi bilirim, yoksa beni yaratan mı? Elbette ki Yüce
Allah her şeyi daha iyi bilir. Belki güneş ile mum ışığını mukayese etmek
mümkündür, fakat Cenab-ı Hak ile O'nun kulu katiyyen mukayese edilemez.
Nefsiyle caniyle cihat
denilince, eski zaman savaşlarında olduğu gibi, eline bir kılıç alıp düşmanın
üzerine yürümek anlaşılmasın. Cihat çok geniş manalı bir mefhumdur. Lügat
itbarıyle aşırı gayret göstermek, cehit sarf etmek demektir. Allah yolunda
yapılan her çalışma cihattır.[99]
Soru: İmanın
şartı nedir ve kaç tanedir?
Cevap: İslâm
dininde inanılması, tasdik edilmesi gereken ve dince zarurî şeyler olarak
sayılan altı temel esasa, imanın şartları diyoruz. İmanın altı şartı vardır:
1- Ulu Allah'a
inamak,
2- Meleklere
inanmak,
3- Kitaplara
inanmak,
4- Peygamberlere
inanmak,
5- Âhiret
gününe inanmak.
6- Kaza ve
kadere inanmak.
Soru: İmanın
şartlarından birini inkâr eden hakkındaki hüküm nedir?
Cevap:
Yukarıda saymış olduğumuz, imanın altı şartından birini bile -Allah korusun-
İnkâr eden, dinden çıkar (kâfir olur).
Soru: Allah'a
iman nedir ve kaç sıfatı vardır?
Cevap:
Yukarıda da yazdığımız gibi, imanın altı şartından birincisi, âlemin
yaratıcısı ve sahibi Yüce Allah'a inanmaktır.
Pırıl pırıl parıldayan
yıldızlarıyle üstümüzde muhteşem gök kubbe; çeşitli güzellikleri, yeraltı ve
yerüstü zenginlikleriyle altımızda yeryüzü; bu yeryüzünde yaşayan milyonlarca
canlı ve bu canlılar arasında yaratanın kendisine üstün vasıflar bahşettiği
bir insanoğlu.
Acaba bu düzen, bu
âlem, şaşmaz prensiplerle birbirini izleyen çeşitli tabiat olayları
gelişigüzel bir rastlantının eseri olabilir mi? Bütün bunlar, akıldan ve
mantıktan mahrum bir tabiatın mahsulü olabilir mi? Saat gibi çalışan bu düzenin
bir ustası yok mu?
Bu Sorulara muhatap
olduğumuzda, kendi kendimize deriz ve düşünürüz ki: Gerçekten bütün bunları
yaratan, onlara intizam veren ve yöneten birinin bulunması lâzımdır. Ve bu
sonuca vardıktan sonra, aklımıza ikinci bir Soru gelir: “Evet, bütün bunları
yaratan, yaşatan ve büyüten biri vardır, fakat bu, kimdir ve neyin nesidir?”
İşte kısır insan
mantığının kendiliğinden Cevaplandırmayacağı bu Soruyu, biz Cevaplandıralım:[100]
Soru:
Allah'ın varlık ve birliğine dair delil gösterilebilir mi?
Cevap: Evet.
Hem de pek çok. Bunun için Allah'ın Kitabı Hz. Kur'an'ın şu âyeti yeteri kadar
her şeyi açıklıyor: “Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile
gündüzün ard arda gelişinde, uzayıp kısalmasında, salim akla sahip olanlar
için Yüce Allah'ın varlığını ilân edici ibretli ve büyük deliller vardır. O
salim akıl sahibi insanlar ki, ayaktayken, otururken ve yatarken Allah'ı
hatırlayarak göklerin ve yerin yaratıcısını inceden inceye düşünürler ve kendi
kendilerine şöyle derler:
“Ey Rabbimiz; Sen
bunları boşuna yaratmadın. Seni her türlü noksan sıfatlardan uzak tutarız. Bizi
Cehennem azabından koru.”
Bu âyetlerin ışığı
altında düşünen her akıl sahibi kişi, gözlerinin önünde Allah'ın varlığına ve
büyüklüğüne dair yüz binlerce delilin belirdiğini görebilir,
Soru: Allah'ın
varlık ve birliğine inanmak aklî kidir, şer'i midir?
Cevap: Maturidilere
göre, aklîdir. Yani, Yüce Allah, kendi varlığını Peygamberleri vasıtasıyle
insanlara bildirmemiş olsaydı bile, insanın kendi akliyle O'nun varlığını
bulup, birliğine inanması farz olur.
Eş'arilerin
savundukları ikinci görüşe göre ise, bu farz oluş, şer'idir. (Yani, Yüce Allah,
varlık ve birliğini Peygamberleri vasıtasıyle insanlara bildirmemiş olsaydı,
O'nun varlık ve birliğine inanmak farz olmazdı. Bu görüşe göre Peygamberlerden
habersiz olan bir kimsenin Allah'a inanması farz değildir.
Soru: Bu
duruma göre, bugün bütün insanların Allah'a inanmaları farz mıdır?
Cevap: Evet.
Her iki görüşe göre de farzdır. Zira Maturîdilere göre Allah'a inanmak,
aklîdir; ki bu görüşe göre, bütün insanların Allah'a inanmaları farzdır.
Eşarilere göre de
şer’idir. Yani, Allah'ın varlığını Peygamberler vasıtasıyle bilmiş olmak
lâzımdır ki, farz olsun. Bu duruma göre de bugünkü bütün insanların Allah'a
inanmaları farzdır. Zira bugünkü dünyada Peygamberlerden haberi olmayan bir
insan pek düşünülemez.
Soru: Allah
için bir yer ve şekil düşünmek mümkün müdür?
Cevap: Hayır.
Allah için hiç bir şekilde -şöyledir veya böyledir diye- düşünülemez. Ve
tahayyül bile edilemez. Yine Allah için, “önde, arkada veya herhangi bir
yerdedir.” diye bir mekân da belirtilemez.
Allah, zatiyle hiç bir
yerde mevcut değildir. Fakat sıfatlarıyle her yerde hazır ve nazırdır.
Soru: Allah
bir kül (birkaç şeyden müteşekkil bir varlık)
mıdır?
Cevap: Hayır.
Allah, birkaç şeyin birleşmesiyle meydana gelmiş bir varlık değildir.
Soru: Allah,
bir cüz (bütünün bir parçası) mıdır?
Cevap: Hayır.
Allah, bütünün bir parçası değildir.
Soru: Allah'ı
dünyada görmek mümkün müdür?
Cevap: Bu
hususta iki görüş mevcuttur. Birinci görüşe göre Allah'ı bu dünyada görmek
mümkün değildir.
İkinci görüşe göre
ise, bazı Velî ve Peygamberlerin Allah'ı görmeleri mümkündür. Bu görüş fazla
taraftar bulmuştur. Zira hepimiz biliriz ki, Hz. Muhammed (s.a.s.) Mir'ac
hadisesiyle bu şerefe nail olmuştur.
Soru: Cennet'e
girenler, Allah'ı görebilecekler midir?
Cevap: Evet.
Âyet ve hadîslerle sabittir ki Cennet'e giren halis kullar, Allah'ın cemalini
görmek şerefine nail olabileceklerdir.
Soru: Sonradan
var olan bir şey, Allah olabilir mi?
Cevap: Hayır.
Sonradan var olan bir şey, Allah olamaz. Çünkü yukarıda da anlattığımız gibi,
Allah kadîmdir. Yani, öncesi yoktur. Gördüğümüz şu âlem, milyarlarca
asırlardan beri var olsalar da, yine Allah'ın ezeli oluşu yanında en küçük bir
ölçü değerine bile sahip olamazlar.
Soru: Sonu
olan (yok olacak) bir varlık, Allah olabilir mi?
Cevap: Asla.
O, bir var edicinin kendisini yaratmasına muhtaç değildir. Bundan münezzeh ve
uzaktır. Çünkü, Allah-ı -hâşâ- var eden
bir yaratıcı olsaydı, o zaman Allah, yaratılan olurdu. Halbuki, O'nun
varlığı, kendinedir. Ve zaten yaşadığımız
âlemin varlığını izah edebilmek için bu gerçekleri kabul ve teslim etmek
zorundayız.
Soru: Acaba
iki veya daha fazla Allah'ın varlığı düşünülebilir mi?
Cevap: İlmî
deliller, bunu reddetmiştir. Bir an iki Allah'ın –hâşâ- var olduğunu farz
edelim;
Var sayılan iki
Allah'tan biri, başlı başına mümkünler (var ve yok olabilir şeyler) cümlesi
diye adlandırdığımız şu varlıklar âlemini yaratmaya muktedir olabilecektir. Bu
takdirde, ikinci bir Allah'ın varlığına muhtaç kalmayacaktır. Şayet bir Allah
bu âlemi tek başına yaratmaya muktedir değilse, bu takdirde O, aciz ve zayıf
kalır. Kendisine ihtiyaç duyulmayan aciz ve zayıf bir varlığın ise Allah
olamayacağını en basit bir akıl ve izan sahibi insan bile takdir ederler.
Soru: Allah'ın kudretine bir misal gösterebilir
Cevap: Evet.
Buna en güzel örneğini İnce ve hikmetli tablolarıyla önümüzde duran muhteşem
kâinat manzumesi teşkil eder. O'nun büyük kudreti dışında hiç bir kuvvet böyle
bir eseri meydana getiremez.
Soru: Bugünkü İlim, bize Allah'ın varlığı hususunda
bir fikir veriyor mu?
Cevap: Evet.
Bugün fen ilminde ispatlandığına göre; tabiatta hiç bir şey kendiliğinden var
olmaz, var olan bir şey de, yok olmaz. Bu İspatın neticesine göre bu koca
kâinat kendiliğinden var olamaz. Demek ki, bu âlemi yaratan bir varlık
mevcuttur ki, o da Yüce Allah'tır.
Soru: Allah
kanunu ile beşer kanunu arasındaki fark nedir?
Cevap: Hak
dinin gerçek koyucusu, Yüce Allah'tır. Hiç bir insan ve hatta hiç bir
Peygamber, din ve şeriat koyamaz ve getiremez. Allah kanunu ile beşer kanunu
arasında aranılacak en önemli fark kanunun tecellisinde insan iradesinin rol
alıp almadığı meselesidir. Şunu bilmek gerekir ki, Allah'ın indirdiği tebliğler
asla insanoğlunun emeği mahsulü değildir. Bunlar bizzat Yüce Allah'ın
iradesiyle zarurî olarak önce Peygamberin vicdanında sabit olur, zarurî bir
ilimle açığa çıkar.
Bundan da anlıyoruz
ki, Allah'ın kanunu olan hak dini, beşerin, yani Peygamberlerin koyduğu bir
din değil, doğrudan doğruya Yüce Allah'ın insanları dosdoğru yola sevk edici
ilâhî kanunudur. Burada Peygamberler, aracı ve elçi olmaktan başkaca bir
göreve sahip değildir.
Soru: Bir
damla suyun İlâhi hikmetleri nelerdir?
Cevap: Hepimizin
bildiği gibi insanoğlu ilkin bir damla sudur ve bu sudan kemikler teşekkül
eder. Yüce Allah'ın belirli miktarda, belirli şekilde yarattığı kemikler,
vücudumuzun âdeta çatısını kuran direklerdir. Bu kemiklerin bazıları kısa,
bazıları uzundur. Yumuşak meniden nasıl oluyor da böyle kendisinden apayrı bir
madde meydana geliyor?
İşte gerçekten bizi
düşündürmesi gereken ve daima hayranlığımızı üzerine çekmesi icab eden bir
husus. Ve biz, gene burada da Yüce Allah'ın sonsuz gücünün açık-seçik
delillerini görmekteyiz.
Soru: Allah'ın
varlığının belirtilmesi bakımından göğün hikmetleri nelerdir?
Cevap: Dünyamıza
hayat veren güneşi, ayı ve pırıl pırıl parlayan yıldızları ile gök, Allah'ın
sonsuz hikmetlerini bağrında saklayan bambaşka bir âlemdir. Burada sayısız
yıldızlar, ay ve güneş hareket eder, doğar ve batarlar. Bu varlıkları hareket
ettiren, doğuran ve batıran hangi kuvvettir? Bu kuvvetler ilâhî kanunun ve
düzenin dışında hareket edebilirler mi? Elbette hayır... Bütün bunları yapan ve
yaratan Yüce Allah'tır. En büyük delil de, onların düzgün hareketlerinin,
belirli zamanlarda doğuş ve batışlarının tâbi olduğu ilâhî düzenin tek oluşu
ifadesidir.
Soru: Allah'ın
varlığına delil olması bakımından yerin hikmetleri nelerdir?
Cevap: Yeraltı
ve yerüstü zenginlikleriyle yeryüzü, apayrı bir âlemdir. Türlü-çeşitli
nimetleri ve sayısız varlıkları barındıran uçsuz bucaksız yeryüzü, insanoğlunun
hizmetine sunulmuş birçok hikmetlerle doludur. Acaba bu âlemde var olan yüce
hikmetler az mıdır?
Gerek yerde, gerekse
gökte, kişioğluna Yüce Allah'ın ebedî ve ezelî yaratıcı gücünü açıklayan,
açık-seçik sayısız hikmet ve deliller mevcuttur. Yeter ki biz bu ilâhî sırları
görebilecek basirete sahip olalım.
Soru: Allah'ın
sonsuz güç ve iradesini belirtmesi bakımında çocuğun beslenmesindeki hikmetler nelerdir?
Cevap: Çocuk
dünyaya geldikten sonra onun hemen annesinin memelerine sarılarak emmeye
başladığını hepiniz biliyoruz. Ona bu ihtiyacı duyuran bu hareketleri yaptıran
kimdir? Elbette ki Yüce Allah'tır. Çocuk alınan gıdaların hülasası ve beslenmeye
en elverişli besin olan sütle beslenir. Ananın süt dolu, ağzına uygun iki
göğsünün uçlarından büyük bir keyifle şakır şakır süt emen çocuk, bu
hareketlerini Yüce Allah'ın daha doğuştan kendisine bahşettiği içgüdüleri ile
yapar. Meme uçları öyle ayarlanmıştır ki, uçlan hem çocuğun ağzına uyacak ve
ayrıca sütün hep birlikte gelip çocuğu boğmayacak şekilde ayarlanmıştır. Çocuk
neden sütle beslenir, süt nasıl meydana gelir ve bütün bu teşkilât nasıl
ayarlanmıştır? Bu Sorulara vereceğimiz Cevaplara daima Yüce Allah'ın sonsuz
gücünün tezahürlerini zevkle seyretmekteyiz.
Soru: Allah'ın
varlığını mantıkla nasıl isbat ederiz?
Cevap: Mantıkçılar,
Allah’ın varlığını isbat için şöyle bir muhakeme yürütürler:
“Kâinat sonradan
meydana gelmedir. Çünkü daima değişikliğe uğruyor. Değişikliğe uğrayan her şey
sonradan meydana gelmedir. Öyle ise kâinat da sonradan meydana gelmedir.
Sonradan meydana gelen her şey bir yaratıcıya muhtaçtır. Kâinat da sonradan
meydana geldiğine göre, onun da bir yaratıcıya ihtiyacı vardır, İşte bu
yaratıcı, Yüce Allah'tır.”
Soru: Kâinatın
varlık ve nizamı yaratanın varlık ve birliğine delil olabilir mi?
Cevap: Evet,
Bunun ispatı için İmam-ı Âzam ile bir tabiatçı arasında geçen şu konuşmayı
yazmak kâfidir.
Tabiatçı, nehrin karşı
kıyısındadır İmam-ı Âzam kararlaştırılan saatten biraz geç gider. Tabiatçı onu
görür görmez, kızarak:
“Bizi niçin
beklettiniz?” diye sorar. İmam-ı Âzam:
“Dağdan ağaçlar
kesildi; geldi; biçildi, tahta oldu; kendi kendine çivilenip kayık oldu; ben de
bindim geldim; bunun için geciktim.” cevabını verir. Tabiatçı:
“Behey akılsız!
Dağdaki ağaçlar hiç kendi kendine sandal olur mu?” deyince, İmam-ı Âzam:
“Bir ağaç kendi
kendine sandal olamaz da; şu koskocaman sema, sayılamayacak kadar çok yıldız,
ay ve güneş, nasıl olur da kendi kendine meydana gelebilir?” demiş. Tabiatçı:
“Peki, Allah’ın şimdi
ne yapıyor?” diye sormuş. İmam-ı Âzam, Sorunun cevabını vermek için tabiatçıyı
kürsüden indirip, kendisi oraya çıkarak:
“İşte Allah senin gibi
bir kâfiri kürsüden indirdi ve benim gibi bir kulunu kürsüye çıkardı.” der.
Bunun üzerine tabiatçı cevap vermekten aciz kalarak, müslümanlığı kabul etmiş.
Netice; kâinatın
varlığı, yaratanın varlığına; kâinattaki nizam ve intizam da yaratanın
birliğine delildir.
Soru: Allah'ın
varlığına delil olması bakımından tabiattan örnek gösterilebilir mi?
Cevap: Evet.
Hem de pek çok. Bunları sırasıyla yazalım:
1- Bir
kadın, irade sahibi olduğu halde, çocuk doğurmakta hiç bir fonksiyona sahip
değildir. Rahminde ne meydana, gelirse o doğar. Bu çocuğun herhangi bir şekil
veya renkte olmasına hiç bir şekilde tesir edemez. Onu meydana getirip
getirmemek de kendi elinde değildir. Olanlardan haberi de yoktur. Bütün bunlar,
gözle görülmeyen, fakat varlığı akıl yoluyla hissedilebilen sonsuz ilim ve
kudretin tesiriyle oluyor.
2- Küçük ve
güçsüz bir böcek olan arının, eşsiz bir çalışma örneği göstererek çeşitli
bitkilerden toplayıp yaptığı bal, ilâhî kudretin bir tecellisinden başka bir
şey olamaz. Bugünkü ilim, bütün imkânlarına ve aralıksız çalışmalarına rağmen,
bu küçük hayvanın meydana getirdiği balı yapmaktan acizdir. Koskoca insanlık,
ilerlemiş fennine rağmen, böyle bir besini meydana getirmekten acizken, küçük,
zayıf bir böceğin böyle bir şey yapması, yaratanın ilhamından başka ne ile
izah edilebilir?
3- Minik bir
kurtçuğun (ipekböceği) koza içinde, ağzından çıkardığı salya ile meydana
getirdiği ipek de Allah'ın kudret ve tecellisinden başka ne ile izah
edilebilir?
4- Odun
halinde bulunan ağaçtan, bizi hayran bırakan renk, renk çiçeklerin ve çeşit
çeşit meyvelerin meydana gelmesi de yine Allah kudretinden başka bir şeyle
izah etmek mümkün değildir.
Demek ki içinde
yaşadığımız âlemi ve bu âlemde meydana gelen sayısız tabiat olaylarını
yaratan, onlara intizam veren Allah kudretinin tecellisinden başka bir şey
değildir.
Soru: Allah'ın
varlık ve birliğini delillerle gösteren ayetler var mı?
Cevap: Evet.
Birkaç tanesini buraya nakledelim:
1- “Hepsi
bir su ile sulandığı halde, muhtelif şeyler yaratıyorum.”
2- “Deve,
sığır, koyun gibi hayvanların karnından kırmızı ve başka başka renkli suları
arasından ayırıp süt maddesini memeye indirerek halis beyaz renkli, güzel
kokulu ve nefis çul alı süt çıkarırım ki (siz) ondan içersiniz.”
3- “Allah-ü
Teâlâ, sizi ananızın karnında yaratıp çıkardı.
Hiç bir şey bilmezdiniz. Zaman geçtikçe size görme, işitme duygularını
ve anlama kabiliyetini ihsan etti. Şükretmeniz lâzım gelmez mi?”
Soru: Tabiatçılara;
her şeyin tabiattan değil de, Allah'tan olduğunu nasıl ispat ederiz?
Cevap: Her
şeyi rastlantıya bağlayan bir tabiatçıya, aşağıdaki Soruları sorarak, mantık
yoluyla Allah'ın varlığını ispat edebiliriz:
Soru: Tabiat
dediğin nedir?
Cevap: Tabiatçı,
bu soruya ancak çeşitli mantıksız cevaplar verebilir. Halbuki, bir müslüman,
Allah'ın bütün üstün sıfatlarıyla kesin olarak bilir.
Soru: :
Tabiatın hayatı var mıdır?
Cevap: Yoktur,
derse, hiç hayatı olmayan ölü bir tabiat bu kadar canlıyı nasıl yaratabilir?
Vardır derse;
Soru: İlmi
var mıdır?
Cevap: Yoktur,
derse; ilimsiz bir tabiat, bu kadar ilim sahibi insanı ve bu ilmin neticesi
olan çağımızın korkunç fennini nasıl meydana getirebilir?
Vardır derse;
Soru: Tabiat,
görme ve işitme duygularına sahip midir?
Cevap: Yoktur,
derse; böyle bir kör ve sağır bir tabiat, gören ve işiten canlıları nasıl
yaratabilir?
Vardır derse;
Soru: Tabiat
konuşabilir mi?
Cevap: Hayır,
derse; o takdirde, konuşamayan bir tabiat nasıl olur da konuşan insanı veya
öten kuşu yaratabiliyor?
Evet derse;
Soru: Tabiat
ebedî midir, yoksa bir sonu var mıdır?
Sonu vardır, derse;
sonlu b:r şey, sonsuz ilmi ve sonradan meydana gelebilecek yaratıkları nasıl
meydana getirebilir?
Sonu yoktur, derse;
biz o zaman deriz ki: O sonsuz olan ve yukarıda sorduğumuz bütün sıfatlara
sahip olan Allah'tır.
Tabiatçı bunun üzerine
susmak zorunda kalacak ve inandığı şeyini saçma ve tutarsız olduğunu idrak
ederek, Yüce Allah'ın birliğini tasdik etmek mecburiyetinde kalacaktır.
Görünen ve görünmeyen,
bilinen ve bilinmeyen bütün âlemleri yoktan var eden Yüce Allah vardır ve
birdir. Her şeyi yaratan, yaşatan ve öldüren O'dur. O, zamandan, mekandan ve
bütün noksan sıfatlardan münezzehtir. O, hiç bir şeye muhtaç değildir, fakat
her şey O'na muhtaçtır.
Yüce Allah'ın birçok
kutsal isimleri ve çok büyük sıfatları vardır, isimlerinden bazıları şunlardır:
Rahman, Rahîm, Halik, Razzak, Hakim, Aziz, Gaffar, Cebbar, Tevvap, Muhdi, Rabb,
Hakk gibi.
Soru: Allah'ın
kaç sıfatı vardır ve nelerdir?
Cevap: Yüce
Allah'ın birçok sıfatları vardır. Biz bunları üç bölümde inceliyoruz:
a) Sıfat-ı
Selbiye,
b) Sıfat-ı
Zatîye,
c) Sıfat-ı
Subutîye.
Soru: Sıfat-ı
Selbîye kaç tanedir?
Cevap: Sıfat-ı
Selbiye, altı kısımda incelenir:
a) Vücut,
b) Kadim,
c) Beka,
d)
Muhalefetün lil havadis,
e)
Vahdaniyet,
f) Kıyam bi
nefsihi.
Bunları sırasıyle
teker teker açıklayalım:
a) Vücut:
Yüce Allah'ın varlığı demektir? Gerçekte Yüce Allah vardır, birdir ve en büyük
varlık O'na mahsustur. O'nun yüce varlığına her şey şahittir ve varlığı görüp
dokunabildiğimiz, işittiğimiz, kokladığımız ve hattâ kendi varlığımızdan bile
daha ayan beyandır. Çünkü O olmasaydı hiç bir şey olmayacaktı.
Hepimiz iyi biliriz
ki, şu âlemde hiç bir şey kendi kendisine var olamaz ve var olan bir şey de
kendi kendine yok olamaz. Ve yine hepimiz biliriz ki, hiç bir mahlûk, ne bir
zerreyi yaratabilir ve ne de bir zerreyi yok edebilir. Halbuki, yaşadığımız
dünyada idrak ettiğimiz sonsuz âlemler var.
Her gün bu âlemlerin
binlercesi var olurken, binlercesi de yok olup gidiyor. Demek ki bunları var
eden, yok eden üstün bir kuvvetin sahibi vardır ki, biz buna Allah diyoruz. Ve
varlığını da hiç bir şüpheye yer bırakmayacak bir kesinlikle kabul etmek
mecburiyetindeyiz.
Soru: Kadim
sıfatı ne demektir?
Cevap: Kadim,
öncesi olmamak demektir, öncesi olmayana kadim denir, sonradan olana da hadis
denir. Ulu Allah, kadimdir, varlığının başlangıcı ve sonu yoktur. O, ezelîdir,
varlığına ve evveline asla yokluk geçmemiştir.
Soru: Beka ne demektir?
Cevap: Beka,
sonu olmamak demektir. Sonu olana fani, sonu olmayana baki denir. Allah da
bakidir, ebedîdir, evveli olmadığı gibi, sonu da yoktur. Kâinattaki bütün
varlıklar fanidir. Bir gün Allah'ın, “Yok ol!” emri ile yok olacaktır.
Soru: Muhalefetün
lil havadis ne demektir?
Cevap: Yüce
Allah sonradan yaratılmış varlıklardan hiç birine benzemez. O, varlıklar
âleminde gördüğümüz, bildiğimiz, duyduğumuz ve hayal ettiğimiz şeylere hiç bir
şekilde benzemez. Yüce Allah, insan hafızasının hatırlayabileceği her şeyden uzak
ve başkadır.
Kâinatta her şey
sonradan var olmuştur. Ve Allah bunlardan hiç birine asla benzemez. Aynı
zamanda yaratıkların muhtaç olduğu (yiyip içme, yatıp kalkmaya, v.s.) şeylere
asla muhtaç değildir ve bunlardan münezzehtir.
Soru: Kıyam
bizatihi ne demektir
Cevap: Yüce
Allah'ın var olması ve durması, kendi kendinedir. Kimse O'nu var etmemiş, O'nun
varlığı kendi kendinedir.
Soru: Vahdaniyet
ne demektir?
Cevap: Vahdaniyet;
birlik, yalnızlık, benzeri olmamak mânâlarına gelir. Artmamak, parçalanmayı kabul
etmemek ve eksilmeyi reddetmek gibi mânâları da ifade edebilir. Bu sıfatı
taşıyana vahit denir. Yüce Allah, vahit'tir, zatında ve sıfatında birdir,
benzerden uzak ve münezzehtir.
Soru: Sıfat-ı
zatiye kaç tanedir?
Cevap: Sıfat-ı
Zatiye:
1- Hayat,
2- İlim,
3- Semi,
4- Basar,
5- İrade,
6- Kudret,
7- Kelâm,
8- Tekvini
olmak üzere sekiz tanedir.
Soru: Hayat
ne demektir?
Cevap: Hayat,
dirilik demektir. Yüce Allah diridir. Bu sıfat kendisinde bulunmayan bir
varlık hiç bir eser meydana getiremez. Halbuki, bu dünyayı Allah yaratmıştır. O
halde Allah, hayat sahibidir.
Soru: İlim
ne demektir?
Cevap: İlim,
bilmek ve anlamak manasınadır: Yüce Allah, ilim sıfatı ile mevsuftur. O, bilir
ve O'nun bilgisi, yaratıklarının bilgisi gibi basit ve sınırlı değildir. Her
sırra vakıf olan Allah, eğer ilim sahibi olmasaydı, türlü-çeşitli bu âlemi ne
yaratabilir, ne de idare edebilirdi.
Soru: Semi
ne demektir?
Cevap: Semi,
işitmek demektir. Yüce Allah, işitmek sıfatı ile mevsuftur. O, her şeyi işitir.
En gizli ve kısık sesleri, en sessiz ve gürültüsü:
hareketleri O, daima duyar. Yalnız Yüce
Allah'ın duyuşu, duyguların tesiri olmadan, havasız ve kulaksız, yani maddi
bir araca ihtiyaç kalmadan olmaktadır.
Soru: Basar
ne demektir?
Cevap: İrade,
dilemek ve seçmek demektir. Yüce Allah'ın iradesi ezelidir. O, her şeyi
dilediği zaman ve mekânda, istediği şekilde hikmetine göre yaratmıştır. O'nun
irade buyurduğu bir şey hemen olur. iradesi dışında hiç bir şey vücut bulamaz
ve var edilemez.
Soru: Kudret
ne demektir?
Cevap: Kudret;
güç, kuvvet ve zenginlik mânâlarına gelir. Yüce Allah, önü ve sonu olmayan bir
güce ve kuvvete sahiptir. Her istediği şeyi dilediği gibi tasarruf edebilir.
Soru: Kelâm
ne demektir?
Cevap: Kelâm,
bir mânâsı olan ve bir maksadı anlatan söz demektir. Yüce Allah, kelâm
sıfatıyla muttasıftır. Yalnız O, harfsiz, sessiz ve sözsüz konuşur. Yüce
Allah'ın, Peygamberlerine dilediği şeyleri vahy ve ilham etmiş olması, kelâm
sıfatının tecellisinden başka bir şey değildir. Kur'an'ın inişi de, Yüce
Allah'ın kelâm sıfatının tecelli edişi sonudur.
Soru: Tekvin
ne demektir?
Cevap: Tekvin;
var etmek, icat etmek manasınadır. Bu sıfat da ancak Yüce Allah'a mahsustur.
Yüce Allah'ın bu kâinatı yoktan var etmesi, yaşatması ve öldürmesi bu sıfatın
tecellisinin neticesinden ibarettir”.
Soru: Sıfat-ı
subutiye kaç tanedir ve nelerdir?
Cevap: Sıfat-ı
Subutiye, sekiz tanedir. Bunları sıra ile açıklayalım
1- Hay: Ulu
Allah, yayıcıdır.
2- Alim: Yüce Allah, bilicidir.
3- Semî: Allah duyucu ve işiticidîr.
4- Basir: Yüce Allah her şeyi görücüdür.
5- Mürid: Yüce Allah, dileyip yaratan ve
gene isteyip öldürendir.
6- Kadir: Yüce Allah'ın gücü, her şeyi
kaplayıcıdır,
7- Mütekellim: Yüce Allah
konuşucudur.
8- Mukevvin: Yüce Allah yaratıcıdır.
Soru: Îmanın
ikinci şartı nedir?
Cevap: İmanın
ikinci şartı, meleklere inanmaktır.
Soru: Melekler
nasıl şeylerdir?
Cevap: Melekler,
Yüce Allah'ın nurdan yapmış olduğu ve gerçek kimliğini sadece kendisinin
bildiği, üstün güçte yaratıklardır.
Soru:
Meleklerin ne gibi sıfatları vardır?
Cevap: Melekler,
erkeklik-dişilik gibi cins ayrılıklarından uzaktırlar. Yemezler, içmezler,
doğmaz ve doğurmazlar. Her biçime girebilirleri
Soru: Meleklerin
vazifesi nelerdir?
Cevap: Meleklerin
vazifeleri sadece Yüce Allah'ın emirlerini yerine getirmektir. Bazıları yerde,
bazıları gökte vazife görür. Kimisi, daima ibadetle meşguldür, kimisi de
kulların sevap ve günahlarını kaydetmek gibi yazıcılıkla uğraşırlar.
Soru: Meleklerin
varlığı ne ile sabittir?
Cevap: Şimdiye
kadar gelmiş geçmiş bütün Peygamberler, inmiş olan ilâhî kitaplar, meleklerin
var olduğunu bildirmişlerdir. Hz. Kur'an'da meleklerin varlığından bahseder.
Soru: Melekleri
inkâr eden ne olur?
Cevap: Melekleri
inkâr etmek, Peygamberleri, kitapları reddetmek olacağı için, kâfirliktir.
Soru: Duyu
organları- ile meleklerin varlığı fark edilir mi?
Cevap: Hayır.
Şimdiye kadar bütün âlimlerin üzerinde görüş birliğine vardığı gerçek, beş
duyu organının (göz, kulak, burun, deri ve dil) ile tam olarak âlemi
tanıyamayacağımız ve meleklerin varlığını fark edemeyeceğimizdir.
Soru: Bugünkü
hayatta bize meleklerin varlığını izah eden şeyler mevcut mudur?
Cevap: Evet.
Her gün ruh, şuur, akıl, vicdan ve elektrik kablosundan geçen cereyan
(elektrik enerjisi) gibi, varlıkların sözünü ettiğimiz halde kendilerini bir
türlü göremeyiz. Şu halde, duyu organlarıyla farkına varamadığımız melekler
vardır.
Soru: Meleklerin
yaradılışındaki hikmet ne olabilir?
Cevap: Yüce
Allah insanlarda olduğu gibi, melekleri de, varlığına, sonsuz kudretine ve
azametine, birliğine ve gücüne şahitlik etsinler diye yarattı. Ayrıca insanlar,
kendilerini bu yüksek gizli kuvvetler sayesinde daima göz hapsi altında
tuttuğunu bilerek, Yüce Yaratan'ına karşı saygılı ve uyanık olurlar. Yaradılışının
başka bir hikmeti de bu olabilir.
Soru: En
büyük dört meleğin adları nelerdir?
Cevap: En
büyük dört melek şunlardır: Azrail, Cebrail, Mikail, İsrafil.
Soru: Azrail'in
görevi nedir?
Cevap: Azrail
(a.s.) vadeleri dolduğu zaman insanların ruhlarını almakla mükelleftir.
Soru: Acaba
Azrail, bir anda ölen yüz binlerce insanın canını birden nasıl alabiliyor?
Cevap: Günümüzde
bu sorunun cevabı, çok kolaydır. Çünkü koskoca bir şehrin elektrik şebekesi, o
şehrin elektrik santralindan bir düğmeye basmak ve çevirmekle idare ediliyor.
Düğmeye bir basmakla şehrin bütün lâmbalarını yakıyor veya söndürebiliyoruz. Bu
misalden sonra Azrail'in binlerce canı birden nasıl aldığı anlatılmış oluyor.
Soru: Cebrail'in görevi nedir?
Cevap: Cebrail'in
görevi; Yüce Allah'ın kitaplarını, Peygamberlere tebliğ etmektir.
Soru: Mikaîl'in vazifesi nedir?
Cevap: Yağmur,
rüzgâr, ekin gibi bazı tabiat olaylarının meydana gelmesiyle vazifelidir.
Soru: İsrafil'in
ne vazifesi vardır?
Cevap: İsrafil,
kıyamet gününün meydana gelmesi ve insanların öldükten sonra tekrar dirilmesi
ile vazifelidir.
Yüce Allah insanlara
doğru yolu gösterecek birtakım Peygamberler göndermiştir. Bu Peygamberler,
insanlar arasından çıkmıştır. Yüce Allah, bazı Peygamberlere de kitaplar
indirerek, insanlara emirlerini, yasaklarını, hülâsa gerçek hak yolunu
göstermiştir.
Bu kitaplardan
bazıları sayfalar halindedir. Dört tanesi de büyük kitaplardır.
Soru: Sayfalar
kaçar tane ve hangi peygamberlere gelmiştir?
Cevap: On
sayfa Âdem Peygambere, elli sayfa Şit Peygambere, otuz sayfa İdris Peybambere,
on sayfa da İbrahim Peygambere verilmiştir.
Soru: dört
büyük kitabın adları nelerdir?
Cevap: Bu
dört büyük kitap: Tevrat, Zebur, İncil ve Kur'an'dır.
Soru: Bu
Kitaplar hangi Peygamberlere gelmiştir?
Cevap: Kitaplar
sırayla şu Peygamberlere gelmiştir: Tevrat Hz. Musa'ya, Zebur Hz. Davud'a,
İncil Hz. İsa'ya, Kur'an-ı Kerim de Muhammed'e (s.a.s.) gelmiştir.
Soru: Bu
Kitaplar Peygamberlere nasıl inmiştir?
Cevap: Yüce
Allah bu semavî kitapları vahy yoluyla Peygamberlerine indirmiştir.
Soru: Kitaplar
vahy yoluyla nasıl indirilir?
Cevap: Vahy,
ya Cebrail (a.s.) adındaki büyük melek aracılığıyla ya da ilham yolu ile olur.
Soru: Bütün
Kitaplara inanmak şart mıdır?
Cevap: Yüce
Allah'ın Peygamberlerine indirdiği bütün kitaplarına, her müslümanın inanması
gerekir.
Soru: Bu
Kitaplara inanmayanlar ne olur?
Cevap: Bu
kitaplardan herhangi birisine inanmayanlar, İslâm çerçevesinin dışındadırlar,
Soru: Bugünkü
İlâhî Kitaplara inanmalı mıyız?
Cevap: Kur'an
dışında bugünkü ilâhî kitaplara inanmayız. Çünkü bunlar, şahıslar tarafından
değişikliğe uğratılmış ve asıllarını kaybetmişlerdir. Bu kitaplar indiği zaman,
ilâhî vasıf taşıyorlardı. Fakat izah edildiği gibi, sonradan değişikliğe
uğratılmışlardır.
Soru: Diğer
ilâhî Kitaplar değiştirilmiş olmasaydı Kur'an indikten sonra onlarla amel
edilebilir miydi?
Cevap: Hayır.
Diğer ilâhî kitaplar hiç bir değişikliğe uğratılmış bulunmasalardı bile,
Kur'an-ı Kerim indikten sonra onlarla amel edilmez.
Soru: Kur'an-ı
Kerim neden diğer İlâhî Kitapların hükmünü bozdu?
Cevap: Çünkü
Kur'an-ı Kerim, on dört asırdan beri en ufak bir değişikliğe uğramamış. Ve de
kendi zamanına kadar inmiş olan bütün ilâhî semavî kitapların esaslarını en
mükemmel ihtiva etmekte olup, kıyamete kadar en modern toplumların ihtiyacına
cevap verebilecek zenginliktedir.
Soru: İlâhî
Kitaplardan birini inkâr eden ne olur?
Cevap: İlâhî
kitaplardan hiç birisi inkâr edilemez. Çünkü birisini inkâr etmek, hepsini
inkâr etmek demektir. Gerçek bir müslüman, bütün İlâhî kitaplara inanır, fakat
yalnız Kur'an-ı Kerim'le amel eder.
Soru: Kur'an-ı
Kerîm ne gibi konuları îhtîva eder?
Cevap: Kur'an-ı
Kerim çok çeşitli ve zengin konulan içine alır. Denilebilir ki, Kur'an-ı Kerim
derecesinde konulan ve muhtevası bakımından zengin bir kitap mevcut değildir.
Kur'an-ı Kerim,
insanlara kurtarıcı olarak gönderilen Peygamberlerin hayat hikâyelerini
anlatır. Onların yaptığı vazifeleri ve verdikleri mücadeleleri bildirir.
Geçmiş milletlerin hayatı ve tarihî olaylar nakledilir. Bunlardan insanların
ibret dersi almaları için ilâhî davet yapılır,
Soru: Kur'an-ı
Kerim'in bize emirleri nelerdir?
Cevap:Kur'an-ı
Kerim, müslümanların daima uyanık, dinlerine saygılı, hakkı müdafaa eden
kişiler olmasını isteyen büyük kitabımız, gene müslümanların maddi ve manevî
bakımdan güçlü olmalarını, her çeşit modern teknik araçlara sahip bulunmalarını
ve asla düşmana boyun eğmemelerini emreder. Allah'a karşı ibadet etmeyi, doğru
olmayı, yardımcı ve misafirperver olmak gibi insanî hareketlerde bulunmamızı
emreder.
Soru: Kur'an-ı
Kerîm’in nefis hakkındaki görüşleri nelerdir?
Cevap: İnsanoğlunun
en püf noktası olan nefsî duygularını, diğer bir deyimle; duygusal hayatını ele
alarak bunların mutlaka frenlenmesini emreden Kur'an-ı Kerim, kişiyi baştan
çıkaranın nefs olduğunu bildirmekle, gerçeğin ta kendisini ifade etmiştir.
Bu duygular, kimisini
meyhaneye, bazısını kumarhaneye, bir kısmını hapishaneye tıkabiliyor. Hele
içki, kumar ve zina insanı maddî ve manevî bakımdan mahveden, idam sehpasının
üçayağıdır. Bu bakımdan, Hz. Kur'an, müslümanların daima akıl ve mantık
kaidelerine uygun, duygulardan uzak, temkinli ve tedbirli hareket etmeye davet
eder.
Soru: Kur'an-ı
Kerîmin ilme verdiği değer nedir?
Cevap: Kur'an-ı
Kerim, ilme büyük değer vermiştir. “Hiç bilenlerle
bilmeyenler bir olur mu?” âyeti celilesiyle bilginlere ve dolayısıyla ilme
verdiği değeri belirtmiştir. Ayrıca başka bir âyet-i celîlede; bilgiyi
aydınlığa, cahilliği de karanlığa benzeterek bilgililik ile cahillik arasındaki
farkı karanlık ve aydınlık arasındaki büyük tezatla izah etmiştir.
Soru: Kur'an-ı
Kerim değişikliğe uğratılmış olabilir mi?
Cevap: Hayır.
Zira Kur'an-ı Kerim'in âyetleri nazil olduktan sonra, bunlar sahabelere
ezberlettirilmiş, Hz. Ebu Bekir zamanında ehliyetli bir heyet tarafından bir
nüshası yazılmış, Hz. Osman zamanında ise bu nüshalar çoğaltılıp çeşitli
yerlere gönderilmiştir. Ve bugüne kadar da değil bir kelimesi, tek bir
harekesi bile değiştirilmiş değildir.
Soru: Bundan
sonra değiştirilebilir mi?
Cevap: Buna
imkân ve ihtimal yoktur. Zira, bugün hemen hemen her müslümanın evinde bulunmak
üzere milyonlarca aslının aynı Kur'an'lar mevcuttur. Bu itibarla, Kur'an'da
yapılacak en ufak değişiklik, hemen fark edilecek ve bundan dolayı da Kur'an'
da herhangi bir değişikliğin yapılabileceğine ihtimal verilemez.
Ayrıca Yüce Allah, “Kur'an-ı Kerim'i biz indirdik, kıyamete
kadar da biz koruyacağız.” diyerek, bu ilâhî kelâmı değiştirmeye kimsenin
gücünün yetmeyeceğini ilân etmiştir.
Soru: Kur'an-ı
Kerim ile diğer kitaplar arasında ne gibi farklar vardır?
Cevap: Kur'an-ı
Kerim'den başka diğer kitaplar mevziîdirler. Yani, belirli milletlere
gönderilmiştir. Bu kitaplarla ancak o milletler belirli bir süre için amel
etmekle mükelleftirler. Halbuki, Kur'an-ı Kerim, bütün insanlık için
gönderilmiş, kıyamete kadar devam edecek ve en medenî ihtiyaçları karşılayacak
yollar gösteren muhtevada bir kitap olarak gönderilmiştir.
Soru: Kur'an-ı
Kerim'in değiştirilmiş olduğunu söyleyenler var mıdır?
Cevap: Çağımızda
tarafsız Avrupa bilginleri de Kur'an-ı Kerim'in bir noktasının bile değişmemiş
olduğu gerçeğini rahatlıkla söyleyebilmektedirler.
Masonluk, siyonist -ve
komünizm gibi düşmanlıkları belli bazı teşkilâtlar tarafından söylenilmiş
sözler, zaten nazarı itibare alınamaz.
Soru: Kur'anı
Kerim tercüme edilebilir mi?
Cevap: Bugün
Kur'an-ı Kerim dünyanın belli başlı bütün dillerine tercüme edilmiştir.
Çeşitli mütercimler tarafından hazırlanmış birkaç çeşit Türkçe tercümesi de
mevcuttur.
Soru: Tercümeler
Kur'an'ın asıl mânâsını verebilir mî?
Cevap: Asla.
Kur'an-ı Kerim çok geniş anlamlı bir kitaptır. Onun için hiç bir mütercim O'nun
kasd etmiş olduğu bütün mânâları vermeye muktedir değildir.
Soru: Tercümeler, Kur'an-ı Kerim sayılabilir mi?
Cevap: Hayır.
Yukarıda izah ettiğimiz gibi, tercümeler Kur'an-ı Kerim'in anlatmak istediği
bütün mânâları hiç bir zaman veremezler. Bundan dolayı da tercümeler, Kur'an-ı
Kerim'in yerini tutamazlar ve bunlara Kur'an-ı Kerim denilemez.
Soru: İlâhî
Kitaplara ihtiyaç var mıdır?
Cevap: Kişioğlunu
yoktan vat eden Yüce Allah, onun dünyada takip etmesi gereken doğru yolu en iyi
bilendir. Ve gene kişioğlu, hak yolunda yürüyerek Yüce Allah'ın, rızasını
kazanabilmek için O'nun talimatına göre hareket etmelidir. Yüce Allah'ın
kullarından istediği birtakım hak ve vazifeler olmalıdır. Bu yüzden, Yüce
Allah'ın kanunlarını bildiren kutsal kitaplara ihtiyaç vardır.
Soru: İlâhî
Kitaplar inmeseydi ne gibi zararlarımız olurdu?
Cevap: İlâhi
kitaplar, insanların manevî ve maddî hayatlarını, düzene sokan birer ilâhî
kanundur. Yüce Allah, insanlara bak ve vazifelerini bu kitaplarda
bildirmiştir. Bu kitaplar inmeseydi, kişioğlu nereden geldiğini, nereye
gideceğini, niçin geldiğini, niçin gideceğini; âhiret hayatı ve onun çeşitli
nimetlerini bilemezdi. Yine bu kitaplar sayesinde insanlar, “Yüce Allah'a
karşı hak ve vazifelerini, yaradılışlarının hikmetlerini öğrendiler.
Soru: Bu
kitapların inanç yönünden faydaları nelerdir?
Cevap: Kitapların
inanç yönünden faydası çok büyüktür. İnsanları; taşlara, ağaçlara, insanlara,
tabiat kuvvetlerine ve kendi eli ile yapmış olduğu putlara tapmaktan kurtarmış,
Allah'a badet et öğüt alma, doğru yoldan yürüme hakikatine erdirmiştir.
Soru: Öz
olarak bu Kitaplar ne için inmişlerdir?
Cevap: İlâhî
kitaplar, insanların dünyada selâmetlerini, âhir saadetlerini sağlamak için
inmişlerdir ve karanlıkta körleşmiş insanları maddî ve manevî yönden üstün
hayata kavuşturmuşlardır.
Soru: Kur'an-ı Kerim'in hukuk anlayışı nedir?
Cevap: Kur'an-ı
Kerim tarih boyunca insanlığın arzu ettiği çek adaleti, tam eşitliği, büyük
sevgi ve saygıyı, siyasî ve iktisadî riyeti, insana insan olduğu için iyi
davranılmasını emreder. Hak ve hukuk anlayışını, “Bütün müslümanlar
birbirlerinin kardeşidir.” diyerek
üstün insanî kardeşliği, ancak bu kitapta bulabiliriz.
Soru: Kur'an-ı
Kerim'e uyanlar ne gibi bir kazanç elde ederler?
Cevap: Kur'an-ı
Kerim'in gösterdiği aydınlık ilâhî hak yol gidenler, birlik ve beraberlik
içinde yaşayarak, üstün çalışkanlıkla sosyal ve iktisadî bakımdan kalkınırlar.
Tam bir ahenk ve dostluk içinde
hayat sürerler.
Çünkü Hz. Kur'an,
insanları; “Allah birdir” hakikati etrafında toplayarak onlara, siyasî,
iktisadî ve sosyal alanlarda en medenî ihtiyaç giderecek esas ve prensipleri
bildirir. Bunun için insanların Allah'a ve birbirlerine karşı olan hak ve vazifelerini
belirtir. Onları zulümden, bencillikten, dalâletten, hıyanetten, gafletten,
cimrilikten, kincilikten, düşmanlıktan, tembellikten ve her çeşit kötülüklerden
kurtarır. Yüce Allah'ın varlık, birlik ve büyüklüğünü ilân eden Hz. Kur'an,
amansız çalışmayı emreder. Kişioğluna, çalışmasının karşılığını elde
edildiğini, kendi emeği mahsulünü yiyebileceğini ve harama asla el uzanmaması
gerektiğini söyler.
Yüce Allah'ın
buyurduğu gibi hak ile bâtılı, yalanla doğruyu birinden ayırt eden Kur'an-ı
Kerim, müslümanlar için şifa ve rahmettir. Hz. Kur'an sayesinde kişioğlu,
dünyasını da, âhiretini de dörtbaşı mamur bir şekilde öğrenerek kendisini
bekleyen kollarını açmış ebedî saadete doğru büyük bir aşkla yol almaktadır.
Yüce Allah, he Kur'an'dan ve imandan ayırmasın, âmin.[101] .
İslâm dİninde
Peygamberlere inanmak, imanın dördüncü şartıdır. Peygamber, lûgatta haber
getiren ve bildiren demektir. Şeriat dilinde ise, Yüce Allah'ın kullarına
dinini bildirmekle görevlendirdiği olgun ve sayın kişilere, “Peygamber” denir.
Bu kişiler, Yüce Allah'ın birer elçisidir.
Soru: Peygamberlik
nasıl anlaşılır?
Cevap: Allah'ın
birer elçisi olan şahısların Peygamber olduğunu, Yüce Allah'ın ihsan ettiği,
onlardan çıkan bazı büyüklüklerin ve harikulade olayların mucizelerin
yardımıyla anlıyoruz.
Soru: Bu
harikulade olaylar nelerdir?
Cevap: Bu
harikulade olaylar, mu'cize ve kerametlerdir.
Soru: Mu'cize
nedir?
Cevap: Mu'cize,
ancak Peygamberlerden çıkabilen olağanüstü olaylardır.
Soru: Keramet
ne demektir?
Cevap: Yukarıda
anlattığımız olağanüstü olaylar, Allah'ın en yakın dostları olan velîler
tarafından açığa çıkar. Bu olaylar, evliyanın tâbi bulunduğu, ümmeti oluğu
Peygamberler için birer mu'cize sayılır. Çünkü velîlerin tâbi bulunduğu
Peygamber, gerçekten Peygamber olmasaydı, o evliyadan bu türlü, olağanüstü
olay çıkmayacaktı.
Demek ki, keramet
olayı, evliya denen, Allah'ın yakın dostlarında görülen olağanüstü haller ve
durumlardır.
Soru: Maunet
ne demektir?
Cevap: Maunet:
İstidraç; ne Peygamber, ne de velî olmayıp da alelade bazı kimselerden çıkan
fevkalâde durumlardır.
Soru: Bu
gibi haller sahibinin büyüklüğüne delil olabilir mi? .
Cevap: Hayır.
Bu gibi haller, sahibinin büyüklüğüne delil olmadığı gibi, mu'cize ve
kerametde olamaz.
Soru: Peygamber
ve Velîlerden başka kimseler mu'cize veya keramet gösterebilirler mî?
Cevap: Hayır.
Sahte Peygamberlerden ve yalancı velîlerden ne mu'cize, ne de keramet çıkamaz.
Şunu belirtelim ki, bazı illizyonist gösterilerin ve göz bağcılık adı altında
harikulade şeylermiş gibi takdim edilen hayret uyandırıcı numara ve olaylar, ya
göz yanıltmaları sonucu, ya da bazı ilmî kaidelere dayanan sanat eserleridir.
Soru: Son
Peygamber kimdir ve bundan sonra bir Peygamber gelebilir mi?
Cevap: Son
Peygamber, Allah'ın kâinatı, yüzü suyu hürmetine yaratmış olduğu sevgili kulu,
efendimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) dır.
Sevgili Peygamberimiz
Hz. Muharamed'le (s.a.s.) Peygamberlik kurumu artık şanlı ve kutsal tarihini
kapatmıştır. Ondan sonra artık Peygamber gelmeyecektir. Bunun için çağımızda
kim olursa olsun, “Ben Peygamberim” diyen şüphesiz yalan söylemiş olur.
Soru: Peygamberlerin
başka ne gibi adları vardır?
Cevap: Peygamberlere,
Nebi, Resul ve Mürsel adları da verilir. Ancak bu deyimler arasında fark
vardır.
Soru: Nebi
kimlere denir?
Cevap: Kendinden
önceki Peygamberin kitap ve şeriatını ümmetine bildirmeye memur olan zata,
yalnızca (Nebi) ya da (Peygamber) denir.
Demek ki kendisine
yeni bir kitap yeni bir şeriat verilmeyip de kendinden önceki olan
Peygamber'in şeriatını devam ettirmekle memur, zata sadece Nebi ya da
Peygamber diyebiliriz.
Soru: Resul
kime denir?
Cevap: Kendisine
yeni bir kitap ile yeni bir şeriat verilen zata “Resul” denir.
Yeni bir şeriat yeni
bir kitap ile ortaya çıkarak, kendinden önceki Peygamber'in şeriatını tekâmül
(Evrim) kanununa bağlı bir şekilde getiren zata Nebi, Peygamber, Resul ve
Mürsel adlarının hepsini yerebiliriz.
Soru: İlk
Peygamber kimdir?
Cevap: Yüce
Allah'ın büyük kitabı Hz. Kur'an’ın bize bildirdiğine göre ilk Peygamber,
insanlığın babası Hz. Adem'dir.
Soru: Peygamberlerin
kesin sayısı biliniyor mu?
Cevap: Peygamberlerin
kesin sayıları bilinmiyor. İlk Peygamber Hz. Adem'den son Peygamber Hz.
Muhammed'e kadar sayılarını yalnız Yüce Allah'ın bildiği binlerce Peygamber
gelip gitmiştir.
Soru: Kur'anı
Kerim'de adları geçen Peygamberler hangileridir?
Cevap: Kur'anı
Kerim'de adlan geçen yirmi beş Peygamber şunlardır:
Adem, İdris, Nuh, Hüd,
Salih, İbrahim, Lut, İsmail, İshak, Yakup, Yusuf, Eyyüb, Suayb, Musa, Harun,
Davud, Süleyman, Üyas, Ilyesa, Zülkifl, Yunus, Zekeriyya, Yahya, İsa, Muhammed.
Yüce Allah’ın) sonsuz salât ve selâmı onlar üzerine olsun Amin...
Soru: Bunlardan
başka Kur'anda adları geçen zatlar mevcut mudur?
Cevap: Yukarıda
saydıklarımızdan başka Kur’an’da adlan geçen ve kendileri hakkında malûmat
verilen üç zatın Peygamber veya Evliya olduğu ihtilâf konusudur. Yalnız
bunların Yüce Allanın katında Ulu birer kişi olduğunu bütün İslâm bilginleri
tereddüde bırakmayacak şekilde teslim etmişlerdir. Bu zatlar; Üzeyr, Lokman ve
Zülkarneyn'dir.
Soru: Peygamberlerin
sıfatları nelerdir?
Cevap: Peygamberlerin
sıfatlan şunlardır:
a) Sıdk,
b) Emanet,
c) Fetanet,
d)
İsmet,
e) Tebliğ.
Soru: Sıdk
sıfatı ne demektir?
Cevap: Peygamberler
Sıdk sıfatı ile muttasıftırlar. Onlar sadıktırlar, toksözlü, doğru
sözlüdürler. Hiç bir şekilde, hiç bir yerde asla yalan söylemezler.
Soru: Emanet
sıfatı ne demektir?
Cevap: Peygamberler
emirdirler, kendilerine her hususta tam bir güvenle bağlanılabilir. Onların
hainlik yapacağı, hiç bir zaman düşünülemez.
Soru: Fetanet
sıfatı ne demektir?
Cevap: Peygamberler
son derece fatin, yani akıllı, geniş ve uzak görüşlü olağanüstü zekâya sahip,
tek kelimeyle birer dahi insanlardır. Onların bir an gafil avlanabileceğini
yüksek seçiş ve duyuşlarından mahrum bulunabileceğini ve birtakım meleklerini
yitirebileceğini düşünebilmek gerçekle taban tabana zıt bir durum olur.
Soru: İsmet
ne demektir?
Cevap: Peygamberler,
İsmet sıfatı ile muttarıflar, yani onlar masumdurlar. Gizli açık her çeşit
günahtan, ahlâkı düşürücü ve karakteri zayıflatıcı bayağı durumlardan uzak ve
münezzehtirler. Peygamberler yeni doğmuş bir çocuk gibi temiz ve
günahsızdırlar.
Soru: Tebliğ
ne demektir?
Cevap: Peygamberler,
Yüce Allah’ın kendilerine indirmiş olduğu kitap ve şeriat hükümlerini
ümmetlerine olduğu gibi tebliğ etmekle memur ve güvenilirler.
Soru: Peygamberler
ilahı emirleri tebliğ ederken bir kısmını saklamış veya unutmuş olabilirler mi?
Cevap: Peygamberler
ilahi emirleri tebliğ ederlerken onların bir kısmını saklamış veya unutmuş
olamazlar.
Böyle bir durum
Peygamberlik müessesesine yakışmadığı ve uygun düşmediği gibi Yüce Allah'ın
ezelî ve ebedî iradesine de aykırıdır.
Soru: İnsanlar
Peygamberlere muhtaç mıdırlar?
Cevap: Evet...
İnsanlar Peygamberlere muhtaçtırlar.
Yüce Allah dünyayı
yaratıp insanoğlunun içine saldı. Tabiatın çoğunu onun emrine vererek ona
saygısı çeşitli nimetler ihsan etti. Onu ihya etti.
Bütün bu sonsuz
nimetlere karşı insanoğlu Allah’ın birliğini idrak etmeyecek mi? Bütün
bunların bir rastlantının eseri olmayıp, yüce yaratanın varlık ve birliğine
delil teşkil ettiklerini anlamayacaklar mı?
Şüphesiz ki insanoğlu
aklı ile bütün bunların bir yaratanın eseri olduğunu bulacaktır. Fakat
yaradılış sebebinin ne olduğunu, neler yaparsa hoşnut edeceğini, hangi
şeylerden sakınırsa mükâfat göreceğini, hülâsa nasıl hareket edeceğini
bilemezdi. Gene insanlar arasındaki hak ve dayanışmayı ilâhi yönden tayin
edemezdi. Ayrıca zaman zaman çirkefleşiyor, sapıtıyor, cehalet kanserine yakalanıyor,
ahlâksızlaşıyor ve taş, insan, ağaç gibi maddi varlıklara tapıyordu.
İşte insanları, çirkin
ve korkunç akıbetlerini kurtaracak, onlara dini' ve dünyevi yon ve metotlarını
öğretecek, dünyada selâmet, ahirette saadet yolunu gösterecek ilâhi birer önder
olan Peygamberlerin zuhuru lâzım ve zaruridir.
Soru: İnsanoğlu
Allah'ın emir ve yasaklarından habersizdim diye sorumluluktan kurtulabilir mî?
Cevap: Yüce
Allah insanlara Peygamberler göndermiş bu peygamberleri vasıtasıyle de emir ve
yasaklarından insanoğluna bildirmiştir. Ve böylelikle kişioğlunun kıyamette
“Allah emir ve nehileri hakkında bilgin yoktu, ne yapayım” diyerek
sorumluluktan kaçmayı sağlayacak açık kapı bırakmamıştır.
Soru: Peygamberlere
inanmayanın hakkındaki hüküm nedir?
Cevap: Yüce
Allah'ın arzu buyurduğu ve kabul edeceği iman etme yolunu insanlara, tebliğ ve
telkin edenin ancak Peygamberler olduğunu söylemiştik. Bu yüzden Peygamberlere
inanmayan bir kişi, Allah'a ne kadar inansa da iman etmiş sayılmaz.
Soru: Peygamberlerden
birini inkâr eden hakkındaki hüküm nedir?
Cevap: Peygamberlerden
birini inkâr etmek hepsini inkâr etmek demektir. Peygamberleri inkâr eden bir
kimsenin kâfir olduğunu söylemiştik.[102]
İçinde yaşadığımız
dünya fânidir. Çünkü Yüce Allah bu âlemi, içindeki türlü çeşitli varlıkları
geçici bir zaman için yaratmıştır. Ve buna göre dünya bir gün sona erecek, yok
olup gidecektir. Buna kıyamet diyoruz. İşte kıyametten sonra yeni bir sonsuz
hayat başlayacaktır. Buna ahi-ret denir. Her müslümanın buna inanması şarttır.
Soru: Ahîret
neye denir?
Cevap: Yukarıda
da açıkladığımız gibi içinde yaşadığımız bu dünya günün birinde mutlaka yok
olacak ve ondan sonra ebedî bir hayat başlayacaktır. Dünyadan sonra başlayacak
bu ebedî hayata Ahiret denir.
Soru: Ahîretîn
varlığı ne ile sabittir?
Cevap: Ahiret
aleminin varlığı kitap (Kur'an), sünnet ve icma ile sabittir.
Soru: Ahiretin
varlığını bütün gerçek dinler haber vermiş midir?
Cevap: Evet.
Yüce Allah Peygamberleri vasıtasıyla bize bildirmiş olduğu bütün hak dinlerde ahiretin
varlığından bahsedilmiştir.
Soru:Yok
olan bir şey-tekrar var olabilir mi?
Cevap: Sonsuz
gücün sahibi olan Yüce Allah her şeye kadirdir. Bu gördüğümüz alemi ve içindeki
insanı hiç yoktan var etme gücüne sahip olduğuna göre yok ettiği şeyleri de tekrar
var etmek O'nun için pek güç bir şey olmasa gerek.
Soru: Kıyamet
nedir?
Cevap: Kelime
manası ile iki ayak üzerine- dikilmek ve öylece kalmak, aynı zamanda bir yöne
doğru kopup hareket etmek manalarına da gelir. Dinimizdeki mânâsı ise dünyanın
içindeki canlı - cansız bütün varlıklarıyla birlikte havaya savrularak altüst
olması ve bir düzlük haline gelmesidir.
Soru: Kıyamet
ne zaman kopacaktır?
Cevap: Dinimize
göre kıyamet durup dururken kendiliğinden kc pacak değiidir. Bunu haber veren
bir takım alametler mevcuttur.
Soru: Kıyametin
alametleri nelerdir?
Cevap:
a) İlmin- yok olup cehaletin çoğalması,
b) Zinanın fazlalaşması,
c) Kadın sayısının erkeklere nazaran bire
seksen oranın da artması,
d) İçki içmenin salgınlaşıp alışkanlık haline
gelmesi,
e) Maddi refah ve zenginlik seviyesinin
alabildiğine yüselmesi,
f) Yeryüzünün koyu bir sisle kaplanması,
g) Deccal'ın ortaya çıkması,
h) Debbetül arzın görülmesi,
ı) Güneşin battığı yerden doğması,
i) Biri
doğuda, biri batıda, diğeri de Arap yarımadasında olmak üzere üç ay tutulması
hadisesinin görülmesi.
Soru: Deccal
kimdir?
Cevap: Hadislere
göre, Deccal, sol gözü kör, saçları gür, kıyamet alâmeti olan, fessadlığı ile
dünyayı ateşe bağlayacak bir insandır.
Soru: Deccal
nerelere giremeyecektir?
Cevap: Deccal
dünyanın her tarafını dolaşacak fakat Mekke i Medine'ye giremeyecektir.
Mekke-Medine'nin her sokak başında melekler nöbet tutacaklardır. Deccal, Medine
yakınlarındaki Sehba denilen yere gelince Medine şehri, üst üste üç kere
sarsılacaktır; buranın münafık ve kafirleri, şehri terk ederek Deccal’in
ordusuna katılacaklardır.
Soru: Deccal
ne kadar yaşamaktadır?
Cevap: Peygamberimiz
diyor ki: Ümmetim arasında Deccal çıkacak ve kırk gün, ya da kırk hafta veyahut
kırk yıl yaşayacaktır.
Soru: Hz.
İsa ne zaman inecektir?
Cevap: Deccal’in
ortaya çıkışından kırk gün, ya da kırk hafta veya kırk yıl sonra Hz. İsa yere
inecektir.
Soru: Hz.
Îsa’nın vazifesi nedir?
Cevap: Hz.
İsa'nın vazifesi Deccali öldürmektir ve O'nu öldürdükten sonra yeryüzünde büyük
bir adalet ve refah, kurulacaktır. İsa, Hz. Muhammed'in şeriatıyla amel edecek
ve bütün, dünyayı müslüman yapacaktır.
Soru: Dabbetül ard nedir?
Cevap: Dabbetül
ard, bir hayvandır. Kıyamet kopacağı zaman çıkarak kimin müslüman kimin kâfir
olduğunu yüzlerine haykıracaktır.
Soru: Ye'cüc
ve Me'cüc kimlerdir?
Cevap: Bunlar
iki millettir ki yeryüzüne dağılacaklar ve bütün yeryüzünü fesada
vereceklerdir. Bunların koministler olduğu kanaati mevcuttur.
Soru: Amel
defteri nedir?
Cevap: Kişinin
dünyada iken iyi veya kötü olarak yapmış olduğu her şeyin yazılı bulunduğu
defterdir. Bu defter, ayrı ayrı her insan için, ikişer yazıcı melek tarafından
tutulur.
Soru: Tartı
(Mizan) nedir?
Cevap: Yüce
Allah mahşer günü, her kişinin sevap ve günahlarını adalet tartışma vuracaktır.
Bu tartı sonunda, kişinin günahları mı, yoksa sevapları mı daha çok, iyice
anlaşılacaktır.
Soru: Sırat
Köprüsü nasıldır?
Cevap: Cehennemin
üzerinde kurulmuş bir köprüdür. Bu köprüden, her kişi, ameline göre geçecek
veya geçemeyecektir Allah, katında iyi amellere sahip olan kişiler bu köprüyü
şimşek hızıyla geçerler. Allah'ın geniş rahmetinden faydalanamıyan bazı
müslüman ve kâfirde köprüyü geçemiyerek cehenneme düşeceklerdir.
Soru: Cennet
nedir?
Cevap: Cennet,
bir mükâfat alemidir. Halen mevcuttur ve sekiz tabakaya ayrılmıştır. Gerçek,
yerini ancak Yüce Allah bilir.
Soru: Cennet'e
kimler girebilecektir?
Cevap: Cennet'e
Allaha ve Peygamberlerine inanan, onların dediklerine uyan Allah'ın halis
kulları girecektir.
Soru: Cehennem
nedir?
Cevap: Bir ceza
âlemidir. Halen mevcuttur ve yedi aşağı tabakaya ayrılmıştır. Nerede olduğunu
ancak Yüce Allah bilir. Bütün kâfirler ve bazı günahkâr mü'minler için
yaratılmış olan Cehennem, ebedî azap yeridir.
Burada kâfirler
küfrünün, müminler de günahlarının cezasını çekeceklerdir. Kâfirler Onun o
korkunç ateş alevleri arasında ebedî olarak yanacaklar, günahkâr müminler ise
cezalarını çektikten sonra çıkacak ve Cennet'e gireceklerdir.
Soru: Cehenneme
kimler girecektir?
Cevap: Cehenneme
kâfirler ebedî olarak, Allah'a ve Peygamberlerine inanıp da, onların da
emirlerini tam olarak dinlemeyenler ise cezalarının gerektirdiği kadar
kalacaklardır.
Soru: Kevser
nedir?
Cevap: Kevseri;
Ulu Allah'ın mahşer günü, Hz. Muhammed'e (s.a.s.) bahşedeceği büyük bir
havuzdur. Bu havuzun suyu gayet tatlı ve durudur. Mahşerin boğucu ve yakıcı
havasından bunalan müminler bu havuzun tatlı ve soğuk suyundan içerek
serinleyeceklerdir. Bu suyu içen bir daha susamayacaktır.
Soru: Şefaat
nedir?
Cevap: Peygamberimiz
(s.a.s) ve Ulu Allah katında üstün dereceye ulaşmış kişiler kıyamet günü
mahşerde günahkâr müminlerin affedilmesi ile imanını kurtarmışların
derecelerinin yükseltilmesi konusunda Yüce Allah'a dua ve ricada
bulunacaklardır. Ulu Allah da bu duaları kabul edecektir. İşte buna şefaat
denir.
Soru: Ahiret
hayatı ebedi midir?
Cevap: Yüce
Allah kâinatı yarattı ve insanoğluna en şerefli köşeyi ayırdı. İnsanoğluna
akıl ve fikir verdi. Kendisini birçok nimetlere gark etti. Bu verdiklerine
karşılık olarak da ona bir takım vazifeler yükledi.
İnsanoğlunun dünyada
yaptıkları karşılıksız mı kalacaktır? Elbette ki hayır; Mazlumun zalimden,
zayıfın kuvvetliden hakkını alacağı, müminin mükâfatını kâfirin de cezasını
çekeceği yani her şeyin hesabının görüleceği Âhiret hayatı vardır ve bu hayat
sonsuzdur.[103]
İmanın altıncı şartı
da kaza ve kadere inanmaktır. Her şeyin yaratıcısı ancak Yüce Allah’tır.
O'ndan başka yaşatma gücüne sahip bir kuvvet yoktur. Yaratıcılık vasfı, sadece
Yüce Allah'a mahsustur ve bu âlem de meydana gelen her şey Yüce Allah'ın
bilmesi, dilemesi ve yaratmasıyla var olur.
Soru: Kader
ne demektir?
Cevap: Herhangi
bir şeyin, belirli bir şekilde meydana gelmesini Yüce Allah'ın ezelde dilemiş
olmasına kader denir.
Soru: Kaza
ne demektir?
Cevap: Yüce
Allah'ın ezelde dilemiş olduğu şeyi, istediği zaman varetmesine kaza
denir. '
Soru: Kaza
nedir?
Cevap: Kaza;
Ezelde takdir olunan şeyin takdir gereğince varlık
âlemine çıkarılması (yaratılmasıdır).
Soru: Kader
nedir?
Cevap: Kaderin
birçok tarifi vardır. Biz burada sadece ikisini vereceğiz:
a) Kader:
Cenabı Hakkın ezeli iradesi gereğince her şeye kendi hususiyetini tahsis
etmesidir.
b) Kader:
Cenab-ı Hak tarafından bütün eşyanın, kâinatın ve hadiselerin ezelde
(yaratılmadan evvel) durumları,
vasıfları, sebepleri ve şartları; zaman ve mekânlarıyla hudutlandırılmasıdır.
Soru: Kaza
ve Kadere inanmak İmanın şartı mıdır?
Cevap: Evet.
İslâm dininin altı iman esasından biridir. Peygamberimiz, kendine bir ihsan
şeklinde gelerek sualler soran Cebrail aleyhisselâmın; (iman nedir ya
Resulullah) sualine:
“İman; Allah'a, Meleklerine, kitaplarına,
peygamberlerine, ahiret gününe ve kadere; hayrına ve şerrine inanmandır” buyurmuştur.[104]
Soru: Kur’anı
Kerim’de Kader ile ilgili Ayetler var mıdır?
Cevap: Bu
hususta birçok ayetler vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:
“Biz her şeyi bir kader ile yarattık.” [105]
Soru: Kadere
inanmak şart mıdır?
Cevap: Evet.
Daha evvelki Sorulara verdiğimiz Cevaplarda belirttiğimiz gibi Âyet ve hadisle
sabit olan kadere inanmak her müslüman için şarttır.
Cevap: Hayır.
Kader sadece insanlarla ilgili olan bir şey değildir. Aksine insanlarla beraber
canlı ve cansız, yaratılmış ve yaratılacak her varlık ile yakından ilgilidir.
Soru: Kaderin,
insandan başka var olan her şeyle ilgili bulunduğuna birkaç örnek vermek
mümkün müdür?
Cevap: Mümkündür.
İşte bunlardan bazı örnekler:
a) Suyun
akıcılığı, taşın sertliği, ateşin yakıcılığı gibi bütün eşyaların hususiyetleri
bu takdirin neticesidir.
b) Varlık
aleminde bulunan yer çekimi rüzgârın meydana gelmesi, ısınan maddelerin belli
bir kanuna göre genişlemesi gibi bütün tabii kanunlar bu ezeli takdire
bağlıdır.
c)
Hayvanlarda görülen içgüdüler: Ördeklerin yüzmesi, kuşların uçması, Arının bal
yapması Allah'ın takdiri ile olmaktadır.
Soru: kadere
karşı gelmek mümkün müdür?
Cevap: Kâinatta
en küçük parça olan atomdan tutun da güneşe ve en büyük varlıklara varıncaya
kadar her şeyin hareketi ve onlarda meydana gelecek değişiklikler, ilâhi
takdirle tesbit edilmiştir. Hiç bir varlığın bu takdire en ufak bir sekide
karşı gelmesi mümkün değildir. Her varlık kendisi için ne takdir edildi ise
tamamen ona uygun durumda olmağa mecburdur.
“De ki her şey kendi yaratılışı üzere hareket eder.” [106]Ayeti
ile ve Güneş de kendine tayin edilen karargâhta (mahrekde) seyr ve cereyan
etmektedir.
“Bu Aziz ve Alim (her şeye galip, her şeyi bilen)
Allah'ın takdiridir.”[107] Ayetleri bu hususu anlatırlar.
Soru: İnsanın
kader bakımından diğer yaratıklardan farkı var mıdır?
Cevap: İnsanın
diğer yaratılmışlar arasındaki müstesna yeri ve yaptıklarından sorumlu olma
durumu onu takdir bakımından da diğer yaratılmışlardan ayırmaktadır.
Soru: İnsanın
kendi kaderini tayin etmesinde bir rolü var mıdır?
Cevap: İnsan
diğer yaratılmışların tabi olduğu (mecbur kılan bir kader) yerine, iradesine
bağlı olarak yürüyen bir kaderi vardır. Şayet insanın iradeye bağlı olan
işlerinde de kaderin mecbur kılan bir hükmü cereyan etseydi o zaman insandan,
diğer varlıkların hiç birinden istenmemiş olan yüce vazifelerin bir tanesini
bile istemek adalet anlayışına uymazdı. Bundan dolayı diyoruz k, insan; iradeye
bağlı olan işlerinde kaderini kendi tayin eder. Yani kendi hür iradesi ile
isterse iyilik tarafını, isterse fenalık tarafını seçer, iyiyi isteyen kötüye
sevk edilmediği gibi, fenayı isteyen de Allah'ın hususi bir ikramına uğramadan
iyiye sevk edilmez.
Soru: Allah
insanların ilerde ne yapacaklarını bilip evvelce yazmış mıdır?
Cevap: Evet.
Allah bütün insanların hayatlarında yapacakları her şeyi en ince noktasına
varıncaya kadar bilir ve yazmıştır da.
Soru: İnsanın
kendi kaderini tayininde bir etkisi var mıdır?
Cevap: Evet.
Bu soruyu cevaplandırmak için alttaki soruların cevabını dikkatle okuyunuz.
Soru:
Kaderin kaç çeşidi var?
Cevap: Kader
iki çeşittir:
a) Muallak
kader,
b) Mübhem
kader.
Soru: Muallak
kader nedir?
Cevap: İnsan
iradesi ve kudretinin dışında kalan hadiselere ait kaderdir. Aniden meydana
gelen afetlerin neticesi olan zarar ve ziyanlar, fırtınalar ve depremler, ölüm
halleri bazı insanların zayıf, bazılarının sağlam bünyeli yaratılmaları hepsi
kaderin bu çeşidine girer.
Soru: Mübrem
kaderle uğraşmak doğru mudur?
Cevap: Mübrem
kaderden bahsetmeyi Peygamber Efendimiz yasaklamıştır. Kendisine “Kıyamet ne
zamandır” Sorusunu sorana;
“Kıyamet için ne hazırlığın vardır” diye sorarak, bilinemiyeceğini, bilinmesinde bir
fayda sağlanamıyacağını ifade etmek istemişlerdir.
Soru: İnsanın
mübrem kaderden olan tabiat olaylarıyla uğraşması, onu değişikliğe uğratmaya
çalışması doğru mudur?
Cevap: Kader
konusunun bu kısmı çok önemlidir. İnsanlar Allah'ın yaratmış olduğu tabiat
kanunlarını hiç bir zaman değiştirmeye yeltenmemelidir. Zira bunu becermek
imkânsız olduğu gibi, buna kast etmekte büyük bir günah ve -haşa- Allah'a karşı
isyandır. Zaten bir insan\n gece ile gündüz gibi mübrem kaderden olan bir şeyi
değiştirmesinde hiçbir etki yaratamayacağı apaçık ortadadır,
Soru: İnsanların
bu kanunlar karşısındaki durumu ne olmalıdır?
Cevap: İnsanlar
bu kanunlara karşı “gücüm yetmiyor, öyleyse yapacağım bir şey kalmadı” diyerek
yatmaları büyük bir hüsrandır. Bu durumda fertlere düşen vazife uyumak değil bu
kanunları öğrenip, ona göre hareket ederek insanlığa hizmet etmektir.
Soru: Tabiat
kanunlarından faydalanılarak insanlığa nasıl hizmet edilebilir?
Cevap: İnsanoğlu
bu çalışmasını birçok şekilde tatbik edebilir. Meselâ: Paratoner ile yıldırımın
belli bir sahaya düşmesi sağlanır, barajlar kurarak su taşmaları bir dereceye
kadar zararsız hale sokabilir, depremler, fırtınalar bir an önce haber
alınarak bunlardan korunma çareleri bulunabilir.
Soru: Kaderin
insan işlerine olan tesiri nedir?
Cevap: Allah
her hadiseyi bir sebebe bağlamıştır. O sebepler meydana gelmeden o hadiselerin
olması mümkün değildir. Meselâ bir şey yemeden doyulmaz. Evlenmeden çocuk
sahibi olunmaz v.s. insan,
bütün şartlarını yerine getirmeden başarıya ulaşamaz. Yani bir işi yapmak
istediği zaman onu başaramazsa bilmeli ki bütün şartlarını yerine
getirememiştir.
Soru: İnsanın
iman veya küfür yolunu seçmesinde kaderin etkisi var mı?
Cevap:
Hayır. Kader, iradesini iman yoluna sarf eden kimseyi küfre, küfür yoluna sevk
eden kimseyi de -Allah'ın hususî bir ikramı olmadan- iman yoluna sevk etmede
tesir etmez. Şayet maksat yerine gelmişse bu, yapmak istediğimiz şeyin şartlarını
tamamladığımızdan dolayıdır.
Soru: Takdir
değişir mi?
Cevap: Takdir
Allah'ın ilmine bağlıdır. Onun sonsuz ilminin neticesi olduğu için de asla
değişmez.
Soru: Şayet
-haşa- Allah'ın takdiri değişiyor denirse bir çelişiklik ortaya, çıkar mı?
Cevap: Şayet
takdir değişmiş olsa -haşa- Allah'ın o şeyi olduğu gibi bilmemesi lâzım gelir.
Bu ise, yani Allah'ın her şeyi olduğu gibi bilmemesi İslâm inancına uymayan
batıl bir inançtır. İslâm inancında Allah’ın sonsuz bir ilme sahip olduğu
gerçeği biliniyor. Takdirin değişmesi O'nun bu sonsuz ilmiyle bir çelişiklik
ortaya koyuyor.[108]
1-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Muhakkak ki, yolun aydınlatma lambası ve trafik
işaretleri olduğu gibi, İslam Dininin de yolunu aydınlatan lamba ve alametleri
vardır.”[109]
Hz. Allah buyuruyor
ki:
“Bugün sizin için dininizi kemâle erdirdim,
üzerinizdeki ni'metimi tamamladım-ve size dîn olarak “İslâm'ı” ihtiyar ettim.”[110]
2-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Şüphesiz ki, yolun aydınlatma lambaları ve trafiği
düzenleyen işaretleri olduğu gibi, İslam dininin de yolunu gösteren ve düzenini
sağlayan lamba ve işaretleri vardır. Bunların başında Allah'tan başka ilah
olmadığına ve Hz. Muhammedin onun kulu ve elçisi olduğuna kesinlikle inanmak,
namaz kılmak, zekat vermek ve abdest-gusül gelir.[111]
“Doğrusu Allah katında makbul olan din, İslâm’dır.
Kendilerine kitap verilen Hıristiyan ve Yahudiler hakikat, bildikten sonra,
aralarındaki ihtirasdan dolayı, İslâm dini hakkında ihtilâfa düştüler.”[112]
3-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Ey sahabilerim, sizden kim Allah m emirlerinden onda
birini yaparsa helak olur; sonra öyle kötü bir zaman gelecek ki, o zamanda
ilahi emirlerden onda birini yerine getirenler dahil necat bulacaklardır.”[113]
“Ey müminler! Gerçek takvaya yaraştığı gibi, Allah'dan
sakının ve her halde müslüman olarak-can verin
Korkup sakının ve her halde Müslüman olarak can
verin.”[114]
4-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Ey mü’minler, kafirin elinde bulunan esirleri
(tutsakları) kurtarın, sizi bir yere davet edenlerin davetlerini kabul ediniz,
açları doyurun, hastalarınızı ziyaret ediniz.”[115]
“Kim İslâmdan başka bir din ararsa, o istediği din
asla kendisinden kabul olunmaz ve ahirette de ebedî zarar çekenlerdendir.”[116]
5-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“İnsan vücudunda üç yüz altmış mafsal (eklem) uzuvlar
vardır. Bu uzuvlara sahip olan herkesin her bir azası için sadaka vermesi
gereklidir. Caminin içine atılan balgam gibi, pislikleri temizlemen, yolda
olan engebeleri kaldırman, bunları
yapmaya da gücün yetmezse kuşluk zamanını kılman senin için her birisi bir
sadakadır.”[117]
“Allah, kime hidayet etmeği dilerse, İslama onun
göğsünü açar,
gönlüne
genişlik verir. Her kimide sapıklığa bırakmak İsterse, onun kalbini öyle
daraltır sıkıştırır ki, iman teklifi karsısında göğe çıkacakmış gibi (zorlukta)
olur. Allah, iman etmeyenler üzerine, böyle azab bırakır.”[118]
6-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“(Ey Abdullah oğlu Süfyan), önce Allah'a iman ettim
de! Sonra imanın gösterdiği şekilde doğru ol.”[119]
Allah'ın İslâm nuru ile kalbine genişlik verdiği
kimse, kalbi mühürlü nursuz gibi midir? Elbette o Rabbinden bir hidayet
üzeredir. O halde vay o Allah in zikrini terk eden kalbleri katılara!.. Onlar
apaçık bir sapıklık içindedir ler.
Sadece kendimizin
müslüman olması yetmez. Hanımımız çocuklarımız da koyu müslüman olacaklar,
dinin emirlerine dikkat edeceklerdir. Evlatlarımızı birer İslam mücahidi olarak
yetiştirmeliyiz Zira İslam davasının bayrağını bizden sonra onlar
yükleneceklerdir.[120]
7-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“İnsanın iskeletini teşkil eden kemiklerin sayısı
kadar sadaka vermesi gerekir. Her gün biri birine dargın iki kimsenin arasını
bulmak da bir sadakadır. Bineğine binemeyen bir kimseye yardım etmek veya
eşyasını yüklemek de bir sadakadır. Güzel ve faydalı söz söylemek de bir
sadakadır. Namaza giderken atacağın her adımın senin için bir sadakadır. Yol
göstermek, yolda eziyet veren şeyleri atmak da bir sadakadır.”[121]
8- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Faydalı olan her şeyi söyleyip, öğretmek birer
sadakadır.”[122]
9-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“İmanlı kişilerin fakire veya zengine yaptığı faydalı
işler o kimse için birer sadakadır.”[123]
10-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Faydalı olan şeyi söyleyip, öğretmek birer sadakadır.
Müslümanın alın teri ile çalışıp kazandığı malından, mülkünden kendisi ve çoluk
çocuğuna harcadığı da birer sadakadır. Müslüman kişinin ırz ve namusunu korumak
için yaptığı harcamalar da sadaka sayılır.
Mü'minin meşru ve helal yollarda harcadığı, infakta
bulunduğu mallarının yerine Cenab-ı Hak yenisini koyacaktır. Çünkü Hz. Allah bu
türlü meşru harcamaların kefilidir. Ancak, kişinin günah veya bina yapımı için
yaptığı harcamalar bu hükmün dışındadırlar.”[124]
11-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Hayırlı şeyleri söylemek, öğretmek birer sadakadır.
Bir hayra delalet eden onu yapmışcasına sevap kazanır. Cenab-ı Hak, mağdur ve
sıkıntıda olanların seslerini sever.”[125]
12-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Adamın birini Cennette salına salına yürürken gördüm, sebebi ise
dalları ile gelen geçen yolculara eziyet veren
bir ağacı kesmesidir, (buyurdu peygamberimiz).”[126]
13-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Eşine yedirdiğin senin için bir sadakadır. Çocuğuna,
hizmetçine (işçine) yedirmen senin için bir sadaka sayılır, Nefsin için
çalışıp yiyip içmen de senin hakkında bir sadakadır.”[127]
14-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Kim, kitap sünnet ve sahabilerin amellerinde
bulunmayan bir şeyi ihdas ederse vebaliyle birlikte kendisine reddolunacaktır.”[128]
15- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“ Üç şey imandandır:
a- Haya; (Çirkin ve günah olan şeyleri yapmaktan utanç
duymak),
b- İffet: (Helal olmayan ve insana yakışmayan hallerden
imtina etmek),
c- Lisanın korunması, fıkıh ve ilmi konular dışında
lisana sahip olmak.
Bu üçü dünyalık kazançları azaltır, ahiretteki
mükafatı çoğaltır. Ahiret mükafatını artıran dünyalık kazancı azaltandan daha
da fazladır.
Üç şey de nifaktandır:
a- Çirkin söz söylemek,
b- Çirkin davranışlarda bulunmak,
c- Harcanılması gereken yerlerde Cimrilik etmek; Bu üç
huy da dünyalık kazancı çoğaltır ve ahiret mükafatını azaltır. Ahiretten
azaltılan dünyadaki kazanılandan daha da çoktur.”[129]
16-
Resulullah (s.a.v.) Buyuruyor ki:
“Yalnız Allah'a kulluk et ona başkasını ortak koşma,
Farz namazları tam kıl, farz olan zekatı ver, Hac ve Umre yap, Ramazan (orucunu
tut), insanların sana yaptıkları iyi hareketleri sen de başkasına yap,
sevmediğin şeyleri de başkasına da yapma.”[130]
17-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Ortak koşmayarak sadece Allah'a kulluk et, onu görür
gibi olduğun halde ona ibadet et, nefsini daima ölümde say, her taş ve ağacın
yanında Allah'ı an. Bir günah işlersen onun akebinden hemen bir sevap işle;
yaptığın günah şayet gizli ise yapacağın sevap da gizli olsun, işlemiş olduğun
günah işakir ise yapacağın sevap da aşikar olmalıdır.”[131]
18-
Resulullah (s.a.v.) Buyuruyor ki;
“Muhakkak ki, din nasihattir, (Ya Resulellah bu
nasihat kimin diye sorulduğunda) Allah ve Kur'an, bütün peygamberler ve
müslümanlar içindir, diye cevap verdiler.”[132]
İslamiyet, Hz.
Allah'ın Cebrail vasıtasıyla sevgili peygamberimize (s.a.s.) gönderdiği,
insanların dünya ve ahirette rahat ve mesud olmalarını sağlayan ilahi usul ve
kaidelerdir.Bütün üstünlükler ve faziletler İslamiyetin içindedir. Eski
şeriatların görünür görünmez bütün iyiliklerini İslam kendinde toplamıştır.
Yanılmayan, şaşırmayan akılların kabul edeceği esaslardan ve ahlaktan
ibarettir.
Yaradılışında kusursuz
olanlar, onu reddetmez ve ondan nefret etmez. Onun için de hiçbir zarar
olmadığı gibi, dışında da hiçbir menfaat yoktur. İslam; Allah'ın emirlerine
saygı göstermeyi, mahlukata karşı merhametli olmayı hayalı ve iffetli olmayı,
başkalarının haklarına saygı göstermeyi, boş vakit geçirmeyi, böylece dünya ve
ahirette saadete ermeyi istemektedir.
İslam dini, insanların
hem ruhi, hem de maddi refahını temin edecek bir şeriat getirmiştir. Bu nizam,
sadece fertle Allah arasında rabıta kurmakla kalmayıp, ferdin topluma, hatta
insanlık camiasına karşı haklarını ve vazifelerini şümullü olarak tanzim eder.
O hep ileriyi gösterir, ilericiliğin ve dinamizmin mümessilidir. Şeriat, insan
ruhunu ve bütün insanlığı sevk ve idare edecek prensiplerden ibarettir. Her şey
sosyal adalet esasları üzerine kurulmuştur. Sınıflama yoktur ve herkes eşit
haklara, aynı itibara sahiptir. Yalnız müslümanların değil, bütün insanlığın
hür ve medeni bir hayat seviyesine ulaşmasını emretmekte, bunun için de sosyal
adaleti esas tutmaktadır.
İslam dini:
Geçmiş asırlardan beri sürüklene gelen batılları; evham ve efsaneleri yıkmış;
her türlü karanlık telkinler yerine hakkı, fazileti, hürriyet ve adaleti
getirmiş, fikir ve vicdanların aradığı gerçekler baharını tüllendirmiştir.
Fanilikte ebedi hakikatlere su sayanların yanık bağrına cennet ırmaklarını
çağlatmıştır.
İslam dini, insana
kendisini kendinde buldurur, yaratılmışlar m inceliklerine ve güzelliklerine
erdirir; kalb aynasını parlatır, canı canana kavuşturur. İlmi, kolaylığı
yardımlaşmayı, sevişmeyi, huzur ve sükunu emreder.
Sözde, özde, dışta
içte hak ve hayır arar.
Hiç şüphe yok ki İslam
dini hangi cemiyette olursa olsun Allah’ın beşeriyete
bahşettiği bir varlıktır. Bu varlık ancak insanların kudret ve imkanları
çevresinde ve yine onların çalışma nisbetlerine göre elde edilerek, ondan
istifadeleri mümkün olabilir. Dinin beşeriyete hizmeti, insanların ona teslimiyeti
ile başlar ve onları, maddi im kanları dahilinde sarf ettikleri gayret ve
çalışmaları gayelerine ulaştırır.
Bu dinin en önemli
meziyeti; onun hiçbir zaman ve mekanda, bir lahza olsa bile insan fıtratından
mahdut kudret ve imkanlarından ve maddi varlıklarından gafil olmayışındadır.
Bunun için İslam dini insaniyeti en yüksek gayelere kolayca rahat adımlarla ye
kemali sükunet içinde ulaştırmış ve her zaman da ulaştırmağa müsait bir
dindir. Tabi ki bu da insanların çalışmalarına bağlıdır. Fakat bütün hata bu
dinin hakiki mahiyetini anlamamaktan, unutmaktan veya ondan meçhul sebeplere
dayanan harikalar beklemekten doğuyor.
Bazı kimseler, bu
dinin beşer hayatında sanki bir sihir gibi harikulade gizli vasıtalarla işler
görmesini beklerler. Beşerin tabiatını, hiç itibara almazlar. İnsan, dinin bu
şekilde tesirini göremeyince ve mahdut beşeri kudretlerle ve insan hayatındaki
maddi varlıklarla bazen imtizaç ettiğini ve açık bir surette uylaştığını ve
bazen de kudretlerinin ve imkanlarının dinin istikametine aksi tesirler
uyandırdığını görünce, şehvet ve ihtiraslarının esiri olarak zaaf ve
noksanlarını gösterirler. Ve böylece dinin feryatlarına iltifat etmeyerek yolundan
ayrılırlar.
Dinin bu hakikatini
anlayamayan insanlar, hiç beklenmedik bir ümitsizliğe düşerler. Neticesinde
sukutu hayale uğrarlar. Dinîn insan hayatına ve bu hayatın prensiplerine tam
manasıyla elverişli olduğundan şüphe ederek itimatları azalır, güvenleri
sarsılır ve ona şüpheli nazarlarla bakmağa başlarlar. Bütün bu hatalı
düşüncelerin başlıca bir sebebi vardır: O da dinin ilk hakikatini ve
istikametini iyice anlamamak veya unutmaktır.
Bizler, tek saadet
yolu olan İslam Dinini beşeriyet hayatında gerçekleştirmek için çalışmağa
mecburuz. Çünkü o beşeri zaafların doğurduğu neticelerden beri olduğu kadar,
cehalet ve nakısların doğurduğu neticelerden de beridir. Onu vazeden bütün
insanların halikı Cenabı Allah'tır. O insanı islah eden onun için faydalı
şeyleri bilen, hilkat ve terkibindeki esrara vakıf olan ve bütün hayat boyunca
kürrei arzın ve bütün kainatın bilinmeyen sırlarına vakıf olan bir Allah’tır.
Bizler İslam dinini
tahakkuk ettirmek için çalışmakla emrolunduk. Çünkü İslam nizamı beşeriyet
hayatının tabii temelleri üzerine bina edilebilmesi için, eşsiz ve en sağlam
bir nizamdır. Beşer hayatı için vaz olunan her hangi bir nizam, varlıkları
şümullü bir surette, tefsir esasına dayanmazsa, tabii temelleri üzerine bina
edilmemiş olur. Ve O, uzun müddet yaşamasına imkan olmayan yapmacık bir nizam
sayılar. İnsan fıtratı bir gün onu yıkıp da, sağlam esaslara bina olunan hakiki
nizamına avdet edinceye kadar, o beşeriyet için şekavet kaynağıdır.
İlahi nizamın ihtiva
ettiği bu tefsir, bütün mevcudatın ve insan varlığının hakikatlerini çok iyi
bilen Halikın tefsiri olduğundan en doğru tefsirdir. Bundan başka, insan
tarafından bütün varlıkları, insan varlığının kıymetini ve insan varlığından
gayeyi bilmen için yapılan her tefsir eksiktir ve yanlıştır. Çünkü insanın
kendinden çok büyük olan varlığa şümullü bir tefsir yapmasında imkansızlık
vardır. Ve Allah'ın mahlukatından neler istediğini ve insan varlığından gayeyi
tayın ve tahdit edebilmek için, insanı yaratan Allah'ın ilmine ihtiyaç olduğu
gibi, bu gayeyi tayin ederken de nefis ve hevadan tecerrüt etmek lazımdır. Bu
da hiç bir zaman insanoğluna müyesser değildir. İşte bütün bu sebeplerden
dolayı, insan hayatı için Cenabı Hakkın vazettiği nizamı yeryüzünde
gerçekleştirmek gayesiyle çalışmaya mecburuz. Çalışalım ki, insanlık hakiki
yaratanını bulsun. Çalışalım ki beşeriyet, bütün kainata şamil olan ilahi
nizama avdet etsin.
Geniş ve derin
manasıyla İslamiyet sadece son Peygamber ve Allah’ın en sevgili kulu Hz.
Muhammed'in bize getirip öğrettiği dinin adı değildir. İslamiyet gerçekte ilk
insan ve birinci Allah Resulü Hz. Adem’den günümüze ve hatta dünyanın son
gününe kadar devam eden ve edecek olan biricik dosdoğru Allah yolunun adıdır.
Bu yol ne cüce insan
mantığının mahsulü ve ne de doymak bilmez insan hırslarını perde arkasında
taşıyan aldatıcı bir kurtarıcının temelsiz buluşudur, O esirgeyiciliği sonsuz
ve kudreti hudutsuz olan Yüce Allah'ın insanlara sunduğu en değerli hediyedir.
Hz. Adem 'den başlayıp basamak basamak yükselerek Kainatın efendisi
Peygamberimizle mümkün olan yüksekliklerin son noktasına ulaşmış ve artık değişmez şeklini kazanmıştır. Hz. Adem
ve Peygamberimiz arasında insanların idrakleri gelişip ihtiyaçları değiştikçe
bu dinî yeniden öğretmeye gönderilen peygamberlerin gerçek sayısını yalnız Ulu
Allah bilmektedir. Kur'anı Kerim de bize adları bildirilen peygamberler insanlığın sapıklığa
fazlasıyla gömüldüğü devirlerde yeni ve
kurtarıcı bir nizam müjdeleyen bir ilahi kitapla birlikte
gönderildikleri için ve hakikat davası uğruna çetin mücadeleler, vermek zorunda
kaldıkları için bize ibret dolu hikayeleri anlatılan kahramanlardır.
İslam dininin zuhur ve
yayılma tarihleri göz önüne getirilirse, o çağlardaki milletlerin halleri
nazara alınırsa bu yüksek dinin, ne mes'ut neticelere sebep olduğu, insanlık
aleminde ne kadar muazzam bir inkilap vücuda getirmiş olduğu pek güzel anlaşılır.
Malum dur ki, İslam’ın zuhurundan evvel bütün yeryüzü din bakımından büyük bir
cehalet içinde kalmıştı. Hakiki dinler sönmüş, ilahi ilim ve irfan güneşi
batmış, bütün ufukları bir zulmet kaplamıştı. İnsanlar yalnız kendi hırsları
uğrunda çalışıyor, çarpışıyor, birbirini esir ediyorlardı. Elleriyle
yaptıkları putlara tapıyorlardı da bu hareketlerinden
hiç sıkılmıyorlardı.
Kendi kız çocuklarını
diri diri kumlara gömerek öldürüyorlardı da hiç bir acı duymuyorlardı.
Asırlardan beri başka milletlerin hakimiyeti altında zilletle yaşıyorlardı da
bundan hiç üzülmüyorlardı. Hasılı, hiçbir yerde güzel itikattan güzel amelden
ve duygulardan e ser kalmamıştı.
Ne zaman İslam güneşi
doğmaya başladı, derhal alemin seyri değişti, alem başka bir alem oldu.
İnsanlık haktan, adaletten, müsavattan ve kardeşlikten haberdar oldu. Putların
ve kendileri gibi insanların ayaklarına eğilip tapman başlar, kainatın
ortaktan, benzerden münezzeh olan Haliki için secdelere kapanmak şerefine erdi.
Böylece ruhlar yükseldi diller Hak Teala’nın zikriyle bezendi. Gözler büyük
yaratıcının bed'i eserlerini temaşadan hasıl olan uyanıklık nurları içinde
kaldı.
Tarihen sabit bir
hakikattir ki, İslam Dini ilahi dinlerin son halkasıdır. Bu dini tebliğ eden
Muhammed Aleyhisselam da peygamberlerin sonudur. Peygamberliği hususi değil,
umumidir. Bütün beşeriyete gönderilmiştir. Teliğ etmiş olduğu dinin hükümleri,
her zaman ve mekanda yaşayacak
olan insanların ihtiyaçlarına kafidir.
İslam dini, hilkatten
beri dünyanın herhangi bir yerinde gelmiş) geçmiş olan peygamberlerin hepsini,
herhangi bir lisan ile vahyolunan mukaddes kitapları tasdik eder. Sonra olan
şeyler, kendisinden evvelkilere nazaran daha mütekamil ve daha şümullü olacağı
şüphesizdir. Nasıl ki tekamül kanunu da bunu iktiza eder. Aksini iddia etmek,
tekamül kanunlarını inkar etmek demektir. İşte bunun içindir ki; bütün dinlerin
sonu ve hepsinin en mükemmeli olan İslam Dini, kendisinden evvel gelen
şeriatların ahkamını ilga ve nesh etmiştir. Güneş doğduğu zaman ay ve
yıldızların ışığına nasıl ihtiyaç kalmaz ve güneşin ziyası karşısında onlar
nasıl sönük ve hükümsüz kalırsa Müslümanlığa nisbetle diğer şeriatlar da
böyledir. Onlar hususi birer kandil idi. Güneş çıkıncaya kadar bulundukları
yeri bir müddet aydınlatacaklardır. Hakikat güneşi İslamiyet doğduktan sonra
onlara ihtiyaç kalmayacağı tabiidir. Güneşi bırakıp ta yıldızların ışığı ile
yol bulmağa çalışmak, şüphe yok ki bir dalalettir.
Ulu Allah'ın dinine
sadece din denildiği gibi İslâm, şeriat, millet ve İslâm dini gibi birçok adlar
da verilmiştir. İslâm dini, bazen güzel ameller, bazen de iman mânâlarında
kullanılır. Şeriat dilinde İslâm ile iman eş manâlı kelimelerdir. Kişi dili ile
tasdik edipte kalbi ile inanmazsa, münafıktır. Bu kimse görünürde İslâm
muamelesine tabi olup gerçekte kâfirdir. Münafıklığı açığa çıkarsa kâfir
muamelesi görür.[133]
Sayın okuyucu: Hayat
hızla geçen bir fırtına ya da az bir zaman içersinde menzili kat eden bir su
veya rüzgara, insan da bunların karşısında koşmakta bulunan bir kervana benzer.
Bütün kuvvetiyle ilerlemekte, güvendiği yol yok, vahşet ve karanlık vadisinde
kalarak inim inim inlemekte.
Bunun yanında
yardımcısı ve yol göstericisi yok. Bastığı toprakların altında şehid düşen
babası, kendisini güçlüklerle büyüten kahraman ve vefakar annesi ile kardeşleri
yatıyor. Bu ızdırap içersinde kıvranan insanlar, İslam diyarında bulunan
kimselerdir...
Bunlar, Allah’ın,
peygamberin, din ve Kur'an’ın yolunda savaşan, İslam kahramanlarının diyarında
geziyor, . Ruhu sızlıyor içindeki manevi boşluğu dahi dolduramıyor. Yıllardır
geceli gündüzlü, hiç durmadan ağladığı halde, bir an dahi olsun yüzüne ışık
gelmiyor ve gülmüyor. Kirli ve zehirli fikirlerin karşısında büsbütün eziliyor.
Kötü insanların elinde bulunan basın ve dergilerin karşısında artık iyiden
iyiye susuyor. Sanki başlarına tokmaklar indirilmiş, bir kere dahi- olsun
başını kaldırıp da İslam müdafasını yapamıyor... Acaba bir kurtarıcı yok mu?
Diye feryatlarla yalvarıp yakarıyor. Ailesinin yerine, ahlakı, çöküşmüş, keçi gibi
bir tarafı açık, reklamını yapan ve İslam kıyafetinden tamamıyla çıkmış, belde,
şeytanın birinci tuzağı olan gaflete düşmüş kadınlar tutuyor. Bu masum ve
suçsuz yavrularımız, acı ile tatlıyı, hak ile batılı, eğri ile doğruyu
birbirinden ayıramayan, Kur'an-ı bir kere dahi olsun açıp okumayan ve Allah
kelimesini ağzına almayan sapık insanların ellerinde kalıyor. Ahlaksızlık ve
sapıklık derecesinden bu küçük yavrularımızı kim çıkarır? İman aydınlığına ve
selamet yoluna kim ulaştırır?
Ey şuurlu ve imanlı kardeşlerimiz!...
Dinsizlik ve sapıklık çamuruna düşmüş ve gömülmüş binlerce soydaşlarımıza
karşı, inlemek bize yaraşır mı?. .Rahmet hazinesi olan O peygamber; ağlayan
gönlü, sızlayan ruhu, harap ve bozuk kafaları, eli kirli, yüzü kara, düşünceleri
bozuk, hakikati görmekte gözlerinin kapakları kırık olan insanlar için bir
vesile kaynağı olarak getirildi.
Nitekim yüce Allah, bu
konuda şöyle buyurmaktadırlar:
“Ey sevgili Habibim! Bütün beşere de ki: Eğer siz,
samimi bir yürekle Allah'ı seviyorsanız, benim peşimden geliniz. Çünkü Allah da
sizi sever ve günahlarınızı af eder…
Soru: Ey
Kur'an bahçesinden fikir incilerini çıkarmak isteyen şuurlu ve imanlı
kardeşim!.. Bu ayetin altında yatan ne gibi gül fikirleri vardır?..
Cevap:Ey
müslüman kardeşlerim!.. Şunu unutmayınız ki, sevmeden hiçbir zaman
sevilemezsin. Bu yüzden de Allah'a karşı olan sevginde samimi ol. Allah’ın aşk
çeşmesinden içmedikçe, kendini kirli ve zehirli benliğin hastalıklarından
kurtaramazsın. Gururunu kırarak Allah’ın huzurunda secdeye eğilmedikçe, sen
gerçek müslümanlardan olamazsın. Zira gerçek müslümanlar Allah'ın büyüklüğünü
ve güçlülüğünü tasdik ederek O'nun önünde secdeye varıyorlar. Sevdiği uğrunda
her şeyi göze alan ve canını feda ederek onun önünde diz çöküp yalvaran
aşıkları düşün. Ve aşkı uğrunda kendisini, kurban ederek ateşin içine doğru
menavra yaparak düşen rengarenk güzel kelebekleri düşün. Sevgilisi Leyla
uğrunda çöllerde inleyen perişan ve sıkıntılı günler geçiren bahtsız mecnun'u
düşün. Çünkü o aşk uğrunda çölleri
divane divane dolaşarak mecnun, olmuştur. İşte, bütün bunları düşün de bir ibret dersi al.
Fani varlıklara canını
feda eden aşıklar gibi, sende bütün kainatın sahibi olan Hz. Allah uğruna
canını feda etmekten niçin çekiniyorsun. Bu tutumun sana yaraşır mı?..
Ey nurlu kardeşim!...
Yüce Allah'ın tufsir edilmeyecek kadar büyük olan adını söylemekten korkma.
Çünkü canlı ve cansız her varlık onun hakimiyeti ve idaresi altındadır. Bütün
gücünle haykırarak açık bir dille bütün dünyaya ilan ederek de ki: “Ben bir
müminim”
Evet, sayın din
yoldaşlarım!... İslam hedefine kirli düşünce oklarını atanların arasına hiçbir
zaman katılma. Hakiki bir dost olduğunu herkese karşı isabet et.
Putları kırdığından ve
ilahlarına karşı geldiğinden Nemrut tarafından ateşe atılan Hz. İbrahim
karşıdan koşa koşa bir bal arısının gelmekte olduğunu görünce, niçin geliyorsun
diye sual sorar. Bal
arısı:
“Ey Allah’ın resulü!..
Seni kurtarmak amacıyla bu ateşi söndürmeye geldim”. Bunun üzerine Hz. İbrahim:
“Sen, o bir damlacık
su ile mi bu koskoca dağ ateşini söndüreceksin?”
Bal arısı:
“Eğer ben bu ateşi
söndüremezsem Allah'a ve size karşı dost olduğumu isbat ederim” diyen bal
arısından ibret al...
Nerede ve hangi yerde
olursan ol dinine sahip çık, dinini lekeleyecek herhangi bir harekette bulunma.
Çünkü İslam dini sana teslim edilen namusundan daha üstün ilahi bir emanettir.
Ey şuurlu kardeşim'...
Sağlam bir İslam kalesine girerek, kuvvetli imanını elinde bir kalkan gibi tut.
Sağ ve solunda, ön ve arkanda küfür karabulutlar ile zehirli şimşekle yüzüne
bir kamçı gibi çarpıyor. Seni yolundan ayırmaya çalışıyor. Küfür yobazlığını
yapan köpek sürüleri ahlaksızlık salmalarını dimağına akıtmak istiyor.Uyanık
ol!.. Fani dünyanın lezzetine aldanma. Zira dünya gerek malıyla ve gerekse
eğlenceleriyle seni birkaç dakikalık eğlendiriyorsa da ondan sonra seni kapana
kıstırıp tokmaklarını şiddetle yüzüne indiriyor.
Ey imanlı gençler!..
Bugünkü karşılaşmış bulunduğum gençlik, peygamberin ahlakına uygun bir gençlik
değildir. Bu gençliğin içerisinde küfrün zehirli ahlaklarıyla yoğrulmuş, imanlı
gençlere yakış mayan kirli metotlarıyla senin gibi1 imanlı gençleri yoldan
çıkararak kötü fikir uçurumuna yuvarlayan bir organ haline getirilmiştir.
Sana verilen
gençliğin, güzelliğin, kudret ve kuvvetin günün birinde toz olarak ortadan
kaybolacaktır.
Yüzünde iman nuru
yoksa tersine küfür lekeleri bulunuyorsa hiçbir kimsenin bakamayacağı bir hale
geleceksin. İnanmak istemiyorsan ihtiyar babana sor. Şimdi babanı dinleyelim.
Evladım kaybettiğim
gençliğimi her yerde aradım ama bir türlü bulamadım. Çünkü anladım ki giden bir
gençlik bir daha geri gelmiyor. Başıma oklarını indiren ihtiyarlık artık bana
yaptırmadığı hiç bir dert bırakmadı. Ben gençliğimde annem ile babamın emir ve
nasihatlerine karşı isyan ediyordum. Onlar huşu içinde namazlarını kılıp,
ellerini açarak Allah'a karşı olan muhabbet, sevgi ve saygılarını dua ederek
gösterirlerken, ben bir yarasa kuşu gibi sokak sokak dolaşarak meyhanelerin
karanlık köşelerinde, altından çok daha değerli paha biçilmez kıymetli dakikalarımı
ve ömrümü bir su gibi geçiriyordum.
Evladım!.. Şimdi ise
ihtiyarım. Allah'ın emirlerini yerine getirmekten aciz, kötürüm içinde yaşayan
zavallı bir insanım. Bir kedi gibi boynu bükük ailelerime karşı bir dilenci
gibi ellerimi açıp onlara yalvarıp yakarıyorum.
Evladım!... Şimdi aklım başıma geldi. Fakat ne yazık ki
iş işten geçti. Buna rağmen beni affeder ümidiyle kalan zamanımı Rabbime,
adadım. İçki, kumar ve haram sayılan her şeyi bıraktım. Helal sayılan her şeye
koparılmayacak bir bağ gibi sarıldım. Fakat elimden ne gelir. Nihayet aciz ve
perişan bir kimseyim. Ben bu fani dünyaya kapılarak aldandım. Bari sen aldanma.
Delikanlılık çağında iken, gençliği, güzelliğimi, kuvvetimi, elime geçen tüm
servetimi şeytanın yolunda harcadım. Onu kendime kumar edinip tuzağının esiri
oldum. Dünyanın eğlence ve güzelliğine aldandım. Yolumu şaşırarak perişan bir
hale düştüm. Haktan ayrılıp batıl yolu kendime bir kurtarıcı olarak seçtim.
Fakat aldandım. Çünkü o kötü yol beni karanlık dünyanın zindanlarında esir
ederek uçuruma yuvarlanmama sebeb oldu.
Nitekim Hz. Allah bu
konuda şöyle buyuruyordu:
“Dünya hayatı, aldatıcı bir oyuncak ve gelip geçici
bir oyalamadır.” [134]
Soru: Ey
Kur'an deryasında şuur incilerini çıkarmak isteyen imanlı kardeşim!... Bu
ayetin altında yatan ne gibi ibret dersleri vardır?..
Cevap: Allah'ın
fermanın ortaya koyduğu ibret incilerine kulak ver. Sonra pişman olursan “şöyle
dedim” deme.
Allah'ın emirlerini
okudum, fakat inci gibi ibret derslerine kulak verip dinlemedim. İmanımın
yolunu bırakıp kötü yola saptım. Dişlerim dökük, dilim tutuk, ateşi bir nur
sanan gözlerim artık görmez oldu. Emri Kur'an’ın karşısında bir isleket gibi
kaldım. Ve artık gaflet ve bataklık çamurlarına batarak kurtarılması güç bir
kimse haline geldim. Ama bunların acısını şimdi ihtiyarladıktan sonra
çekiyorum. Gençliğime, dünyanın lezzet ve eğlencelerine harcadığım gaflet
içersindeki geçen zamanlarımı ve ömrümü düşündüm de kendi kendime lanet edip
acıyorum. Bari sen kendini kurtar. Aleme rahmet olarak gönderilen Hz.
Muhammed'in prensiplerine sıkıcı bir kuvvetle bağlan. İslâm yolunda hızla
ilerle. Şunu bilmiş ol ki dinsiz hiç bir kimse yoktur. Fakat şuurlu olmak, hak
dini bulmaktır. Çünkü yücelerin en yücesi olan Hz. Allah kuranı kerimde şöyle
buyuruyor:
“Kim İslam dininden
başka bir din aradığı takdirde, aradığı o din kendisine kabul olunmayacaktır.
Çünkü İslam dininden daha güzel bir din yoktur. Aynı zamanda o kimse ahirette
büyük bir zarara uğrayacaktır.
Evladım!.. Bugünkü
gençlerin gidişatı, İslamiyete uymayan bir harekettir. İslamiyete karşı bulunan
Avrupa köpek sürüleri kirli ve zararlı fikir salyalarıyla İslamiyete saldırmak
cüretinde bulunmuşlardır. Ancak İslam dininin yıkılmaması mümin İslam
ailelerinin davranışına bağlıdır. Fakat Avrupalı köpek sürüleri bununla da
kalmayarak açık ve saçık resimlerle yayınlanmış bulunan basın organlarını
aralarımıza sokarak İslam ailelerini insanlıktan çıkarıp, tıpkı bir hayvan
haline getirmişlerdir. Bugünkü İslam ülkesinde yaşayan kız, kadın, çoluk ve
çocuklarımız Avrupalıların ahlaksızlık reklamını yapmaktadırlar.
Evladım!... İnsan
dünyaya niçin geldiğini ve yarın ne olacağını kesinlikle bilmeli ve kutsal
vazifesini yapmaya çalışmalıdır. Çünkü insanlar, yük taşıyan deve, Kurnazlık
yapan tilki, gurur içersinde yürüyen kaplan, hayasızca hareket yapan domuz ve
sağa sola saldıran canavar kurtlar gibi hayvan olarak yaratılmış değil ki,
bunlar yapmış olduğu vazifelerini yapsın.
İnsanlar söz, kıyafet
ve ahlaklarıyla örnek olacak nitelikte olmalı. Ve yaratıldığı vazifelerinin ne
olduğunu bilip öyle yapmalıdır. Sevgili Peygamber efendimiz (s.a.s.) şöyle
buyuruyorlar: “Benden sonra, İslamiyete karşı en zararlı olanlar kızlarımız
kadınlarımız olacaktır.”
Evladım!... Bu hadisin
altında yatan zehirli yılanlara bakarak derin derin düşüncelere dal. Bugün
Avrupa hayranı olan kız ve kadınlarımız zehirli birer yılan ve akrep haline
getirilmiştir.
Sevgili kızım!.. Sen
Avrupa hayvanı olan bedbahtlardan olma. Zehirli propagandaya kapılarak müslüman
olduğuna pişman olma, Müslüman olmanın şerefiyle iftihar et. Maymunlar gibi
oynamak, keçi gibi açılmak, namusuna, dinine ve milletine yakışır mı?
Hz. Allah, seni yılan,
akrep, keçi ve maymun olarak yaratmış değildir ki; bunların yapmış oldukları
vazifelerini yapasın. İşte, kardeşim!.. Gençliğinin kıymetini değerlendirip de
bilmeyen ancak ihtiyarladıktan sonra gerçeği anlayan ve yaşlı gözlerle
pişmanlığını anlatan şahsı dinledin.
Sen madde aleminin
İslam diyarında manevi bir kahramanı olmak için yaratıldın. Bir gün ya da yarın
dost ve dost ve düşmanlarının karşısında bütün kainatın hakimi olan Hz.
Allah'ın önünde hesap vermek zorunda kalacaksın.
Gençliğin, güzelliğin,
içinde bulunduğun cilveli hayatın bir rüya gibi canlanacak ve günün birinde
dünyâya geliş gayemizi söyleyecek ve büyük bir imtihan vereceksin.
Nitekim Hz. Allah bu
konuda şöyle buyuruyor:
“Sizi boş yere yarattığımızı (ve kıyamet günü)
huzurumuza gelmeyeceğinizi mi sanıyordunuz?”
Soru: Ey
dünya güzelliğiyle aldanmayan şuurlu kişi!.. Ayetin dile getirdiği inci
hakikatlerini açıklar mısınız?..
Cevap:
İmanlı kardeşim!.. Ayeti celilenin bizim için dile getirdiği birçok hakikat
incileri vardır. İnsan başıboş bir varlık değildir. Her zaman Allah'ın murakkabası
altındadır. Bitki gibi gelip geçici, bir varlık değildir. Yaptığı her şeyden
sorumludur. Günün birinde Allah’ın) huzuruna gelecek ve yaptıklarının hesabını
vermek zorunda kalacaktır. Cehennem ateşine atılmayı hak ediyorsa cebren oraya
atılacaktır. Cennet'teki mükafatlarını almayı hak ediyorsa oraya
gönderilecektir...
Öyle ise Cennet'te
saadet bahçesi olan temiz yerlerde bülbül ol!. Yarın Allah'ın huzurunda
hesabını vermek zorunda kalacağın hayat defterinin sayfalarına iyi notlar
doldurtacak iyilikler yap. Yaşamakta bulunduğun güller filmini iyi çevir.
İslam dinine uy, Kur'an’ın gösterdiği değerli meyvelerini ye. Son olarak
vereceğin imtihanının cevabını vermeye hazır ol!..
İnsaf elini kalbinin
üzerine koy. Hakiki bir mümin olduğunu açık bir delille isbat et. Çünkü bu
konuda yücelerin en yücesi olan Hz. Allah, hakiki bir müminin alametini şu
ayetle dile getiriyor:
“Hakiki bir mümin, Allah anıldığı vakit yüreği
titreyen, karşısında ayetleri okununca imanı artan, Rabbine dayanıp güvenen
kimselerdir.”
Şuurlu kardeşim!..
Gerçek bir müminin kalbinin titremesi için imanlı olması” şarttır. Ruhun
gıdası, bedenin lambası olan iman, nurlandırmadığı bir kalb kokmuş bir mezara,
yarasının barındığı rutubetli, karanlık yuvasına benzer.
Böylesine bir kalbde
Allah korkusu yok ki, titresin ve gerçek bir mümin olsun. Kalbinde iman lambası
bulunmayan bir insanın topluma karşı fenalığından başka ne yararı dokunabilir.
Çeşitli kara bulutlarla kaplanmış olan dünya semasından insanların kafasına
yıldırım ve şimşekler indiği gibi, kalbi kararmış olan kimselerden de kirli
zehirli fikirler ve yıldırım, şimşek gibi düşünceler gelir. Böyle insanlar
elleriyle taşlar, kalemleriyle kötü sözler, dilleriyle çirkin kelimeler,
kafalarıyla tehlikeli düşünceler, dinin zararına çalışmaktan başka ne işe
yarar. Günden güne hapishaneler kuruluyor, binlerce yuvalar yıkılıyor ve masum
insanların boş yere kanları dökülüyor. Birbirlerine karşı güvenleri yok.
Allah'a ve dine karşı yapılan isyanlar çok. Bunların hepsi iman lambasının
bulunmadığı kişilerin zehirli mahsulleri değil de başka ne olabilir?
Şuurlu kardeşim!..
Ahlaksızlığın ve bütün felaketlerin baş sebebi namaz kılmamaktır. Namaz
kılmayan bir insan günde beş vakit Allah'ın davetini ret ediyor demektir.
Dolayısıyla Allah (c.c.) ile ilgisini kesip, din ile manevi bağlantısının
bağlarını koparıyor ve böylece şeytanın amansız zehirli tuzağına düşerek bütün
kuvveti, malı ve canıyla onun hesabına çalışmış oluyor.
Soru: Namaz
bahçesinde ilahi mükafat güllerini derlemek isteyen imanlı kardeşim!.. Hüviyet
cüzdanında müslüman yazanın neden camiye gitmediğini, ilahi ve manevi ibadet
sofrasından niçin faydalanmadığını bize açıklar mısınız?..
Cevap: Aziz
okuyucu!.. Hüviyet cüzdanında müslüman yazılı olanların bazılarının camiye
girmemesinin başlıca sebebleri şunlardır:
a) Zamanında
din düşmanlığını yapan bedenen ve ruhen satılmış olan kimseler tarafından
gericilik damgası vurulduklarından dolayı, onlarda böylece camiye gitmekten
çekiniyorlar. Oysa küfür yobazlığını yapan ve müslümanlara gericilik damgasını
vurmakta bulunanlar bilakis kendilerinin sapık ve girici oldukları Kur'an
diliyle ifade edilmektedir.
Giricilik damgasını yiyen müslümanlar, bütün kainatın sahibi, yücelerin en
yücesi olan Hz. Allah tarafından şuurlu ve nurlu kimseler oldukları ve ahiret
aleminde mükafata kavuşacakları
kesinlikle ifa edilmektedir.
b) Camiye
girmekten çekinenlerin Allah'a, peygambere ve Kur’an’a karşı iman ve manevi
bağlarının zayıf olmasındandır. Bu kötü derdin tek ilacı, ancak imanla
sağlanabilir. İnsanlar Allah'a iman edip, peygambere ve Kur'an-a bağlanıp
sarıldığı an, huzur ve selamete kavuşacaktır. Küfür yobazlığını yapan ve
müslümanlara giricilik damgasını vuran
sapık insanlar, zehirli salyalarını akıtmaktan hiç bir zaman çekinmezler.
Çünkü, Allah'dan korkmayan,hakikati görmeyecek kadar gözleri körleşmiş, ateşi
bir nur sanan bu sapık insanlar, zehirli
salyalarını akıtmaktan hiç çekinirler mi?.. Fakat maddi, manevi ve varlığın
gerçek sahibi ve bütün
miislümanların hakiki dostu olan Hz. Allah oldukça müslümanlar hiçbir
zaman o sapık insanlardan korkmayacaklardır.
Aziz okuyucu!.. Bütün
kötülüklere engel olacak olan iman, hayasızlıkla yapılacak bütün hareketlere
karşı bir kalkan gibi siper olacaktır. Allah'dan haya etmek zihniyeti
insanların kalbinde amirlik vazifesi yapmadıkça insanlık bugün gördüğümüz
hayvani yaşamaktan asla kurtulamayacaktır. Aynı zamanda kalblerine Allah
korkusu yerleşmedikçe bugünkü gördüğümüz manevi zehirli tehlikelerden hiçbir
zaman selamete ve iman saadetine kavuşamayacaktır. Bunun yanında
memleketimizin her köşesinde bulanan sapık insanların dilleriyle,
kalemleriyle, basın organlarıyla, İslamiyete karşı zehirli fikir tenkidinde
bulunmakta ve zehirli küfür rüzgarlarını estirmektedir.
Çünkü her gün
milyonları çalan bedbaht gangasterleri, selahiyetini kötüye kullanan memurları,
hunharca işlenilen akibeti feci cinayetleri, hayasızca yapılan fuhuşları,
okuyup görmekteyiz. Özet olarak şunu söyleyebiliriz ki, bugün İslam
memleketinde yaşayan şikayetçi, kadın kocasından, koca karısından, amir
memurundan, memur amirinden memnun değildir...
Maddi hastalığın
belirtisi olan bu gibi şeyler, maneviyata yer vermeyen, teknik aleminin sahte
vücudu arasında inim inim inleyen beşeriyat, sayfaları açık olan bir defterin
yazı yazılmayan yaprakları gibi, imanın yerini dolduramamıştır. Kalbler,
yanlız bütün alemlerin biricik Rabbi olan Allah'a yönelmeli. Diller onun adını
zikretmeli, gözler onun Hz. Muhammed’in vasıtasıyla gönderdiği İslam yoluna
büyük bir istekle bakmalıdır. Kalbinde Allah korkusunun zerresi kadar
bulunmayanlar, bizim imanımız yok mu? Biz de müslüman değil miyiz? Diyecekler.
Öyleyse buyursunlar imtihana. Allah deyince kalpleri bile titremeyen, sözünde
durmayan, emrine sadık olmayan, Allah'ın huzurunda cevap bile veremeyen bu
insanlar, nasıl bu kelimeyi ağızlarına alabilirler. İsterseniz size emrine
sadık, sözünde duran, hakikati bilen birisinin hadisesini anlatayım.
Bir hoca talebeleri
arasında bulunan bir çocuğu, diğer talebelerinden daha çok severmiş. Tıpkı
Yakup peygamberin on iki çocuğu arasından Yusuf'u sevdiği gibi. Hocalarının
sevdiği bu çocuğu kıskanan çocuklar hocalarına giderek:
“Hocam, onunla bizler
arasında ne fark var. Biz de onun gibi değil miyiz? Onu bizden üstün
tutmanızın sebebini açıklar mısınız?”
Bunun üzerine
hocaları:
“Yavrularım!.. Madem
öyle, arkadaşınızı da sizi de imtihan edeyim de, neden onu bu kadar çok
sevdiğimi o zaman anlarsınız.”
Ve böylece hocaları
sevdiği çocukla arkadaşlarına bir miktar para vererek bunları hiçbir kimsenin
göremeyeceği bir yere saklamalarını emreder. Bütün çocuklar hocalarının
verdiği paraları hiçbir kimsenin görmediği zannıyla saklayıp sevinçle
hocalarının yanına gelir. Hocalarının sevdiği çocuk ise paralar aynen elinde
olduğu gibi geriye gelir. Hocanın neden bu paraları saklamadan geldin sorusuna,
çocuk:
“Hocam aradım fakat
hiçbir kimsenin göremeyeceği bir yer bulamadım. Çünkü karanlıkta gezen
karıncayı gören, içimizden geçenleri bilen Allah'ın görmediği ve bilmediği
hiçbir yer yoktur. Çünkü o,her şeyi bilen ve görendir. Affedin hocam,
huzurunuzda af dilemekten başka çare bulamadım. Çünkü siz hiçbir kimsenin
göremeyeceği bir yere saklayın, bütün kainatın gerçek sahibi olan Hz. Allah'ı
kast etmiştiniz. Oysa onun görmeyeceği ve bilemeyeceği herhangi bir şey yok ki,
dediğiniz gibi, bir yere saklayayım. Onun için size imanımın sesini dinleyerek
bir suçlu gibi geldim...
Bunun üzerine hocaları
sevdiği çocuğu arkadaşlarına işaret ederek:
“Görüyorsunuz ya
evlatlarım!... Onu niçin bu kadar sevdiğimi.”
Çocuklar gördükleri
manzara karşısında mahcup, boyunları bükük, yaptıklarından utandıkları halde
hocalarından özür dilediler.
Evet, imanlı
kardeşlerim'... Verdiğim misal gibi, senin de Allah'a karşı olan imanın böyle
olsaydı senin her yaptığını Allah'ın gördüğünü bilip de O'ndan haya etseydin
hiç günah işler miydin? Elbette ki hayır.[135]
Ey veliler!.. Size
emanet olarak verilen yuvalarınızın gülü kalplerinizin meyvesi,
saltanatlarınızın bekçileri olan çocuklarınız ahlaksızlık çamuruna düşmekten
koruyunuz. Çünkü gelecekte millet için çırpınarak çalışacak, yetişecek büyük
mevki ve makamlara geçecek olanlar, elbette ki bugünün küçüğü, yarının büyüğü
olacaktır Bu itibarla memleketimizi bir Cennet diyarı haline getirecek veya
Cehennem durumuna sokacak ve başında zebaniler gibi bekleyecek olanlar, yine
onlar olacaktır. Öyleyse bunlara karşı din, terbiye ve ahlak hususunda ihmalkar
olarak hareket etmeniz sizi ve memleketinizi perişan edecektir.
Ey cehalet gafletinden
uyanan şuurlu veliler!.. İnci gibi gerçekleri taşıyan Allah'ın şu ayetine kulak
veriniz.
“Ey iman edenler!..
Mallarınıza karşı hırsınız,
çocuklarınıza karşı olan şefkatiniz, sizi Allah'ı anmaktan ve faydalı
şeyleri yapmaktan alıkoymasın. Bunu yapanlar, hüsrana uğrayan kimselerdir
Dünyaya sarılan ve dünya lizzetlerini tercih ederek Allah'ın emirlerine sırt
çevirerek hüsrana uğramış Allah'dan uzaklaşarak ebedi saadete mahrum kalmış
kimseler sizi şaşırtmasın.”
Evet, evladının dini
terbiyelerini vermemekle ona yapmış olduğu zulmün vebalinden nasıl kurtulur?
Yücelerin yücesi olan Hz. Allah'ın huzurunda nasıl hesap verebilir. Çünkü böyle
yetiştirilen bir evlat, yarın dinine, namusuna karşı bir canavar kesilecek ve
bunun mesulu de siz olacaksınız.
Ey veliler. İçinde
bulunduğunuz cehalet gafletinden uyanın ve Allah'ın (c.c.) gelecek şu ayetine
dikkat ediniz:
“Ey iman edenler, mallarınız, evlatlarınız her an
sizlere bir imtihan örneğidir.”
Ayeti Celileden öyle
gerçekler anlaşılıyor ki, imtihan için sizlere verilmiş olan evlatlarınıza
karşı din ve terbiyesini öğretmeye hazır olun. Senelerce üzerinde titrediğiniz
evlatlarımızı imansız, elleri ise Kur'an’sız, kulakları ezansın olarak büyütüp
yetiştirmeyiniz. Ve saldırgan canavarlar gibi masum kimselere musallat
etmeyiniz. suratmızı asmayınız. (Ben ne
yapayım?) demeyiniz.
Ey veliler işte size
bir misal:
Hocanın biri mahallede
karşılaştığı delikanlıya şöyle sordu:
“Yavrum seni çok
heyecanlı görüyorum, nereye gidiyorsun?”
“Maça gidiyorum,
efendim.”
( Aksi ya, bu sırada
ezan okunur.) Hoca yeniden sorar:
“Yavrum bu ses nedir
bilir misin?”
“Ezan sesidir,
efendim.”
Ezan okuyanlar o kadar
aksi kimselerdir ki, tam maça giderken avaz avaz bağırıyorlar. Sabahleyin yine
bağırıp çağırarak bizi tatlı uykumuzdan uyandırıyorlar. Babam da bu duruma
oldukça sinirleniyor.
“Yavrum, siz namaz
kılmıyor musunuz? Bu ezan, Müslümanları Allah'ın evine davet etmektedir. Siz
Müslüman değil misiniz? Bu davete karşı nasıl isyan ediyorsunuz?”
“Öyle ama ben her
zaman camiye gitmiyorum. Çünkü orada
namaz kılmak için dakikalarca yatıp kalkıyorlar. Tam akşam sinama tiyatro
zamanında camiye gidiyorlar.”
Sayın anne ve babalar:
Bu tipte olan bir
çocuğun olmadığından emin misiniz?
Bu soruya elbette ki
hayır demek gerekir. Çünkü kirli havanın içersinde dinsizlik yağmurlarını
yağdıran kötü düşüncelerin arasında yetiştirilen çocuklarınız kafadan hasta,
Kur'an’a karşı sağır gerçeklere karşı dilsiz ve imansız bir vücudu taşıyarak
sarhoş olmaktan başka ne olabilir?
Sayın Veli:
Bütün maddi ve manevi
kuvvetinle çocuğunu yetiştir. Ve böyle kirli bir havanın içerisinde kafadan
sakat ve hasta olmaktan korumaya çalışınız.
Gelecek ayeti
celilenin taşıdığı fikir ağaçlarının inci dallara konarak dikkatle dinleyiniz:
Ey iman edenler,
hanımlarınız, kızınız, oğlunuz ve idarenizin altında bulunan kimseleri
kendinizle birlikte yakacağı taş ve insan olan cehennemden koruyunuz.
Ey Veliler:
Akşamleyin tertemiz
çocuklarınızı yanınıza alarak sinema, tiyatro ve barlara koşmaktasınız. Bu
masum yavrularınızla birlikte Allah'ın evi olan camilere niçin
götürmüyorsunuz? Yoksa şeytanların, yavusa ve savaş meydanı olan sinema ve
tiyatro Allah'ın evinden sizce daha mı iyidir? Halbuki, kişinin attığı
adımlardan yarın kıyamette hesabını vermek için sorguya çekilecektir. Siz
evinizden çıkıp şeytanın yuvası olan sinema ve tiyatroya giderken bir adım
değil, belki binlerce adımlar atmaktasınız. Bunların hesaplarını verip cezasını
çekecek olan yine sizler olacaksınız. Bunun yerine ibadet yeri olan Allah'ın
evine ve daha nice faydalı olan yerlere adımlarınızı atacak olursanız, ceza
değil, ancak atacağınız her adımın karşılığı olarak, mükafat atıp ebedi saadete
nail olacaksınız.
“Hepiniz idareniz
altında bulunan herkese karşı birek çobansınız. Yaptıklarınızın da hesabını
vermek zorunda kalacaksınız.”
Ey Müslüman çobansın,
çoban.
Ehlini etme kurban
Bak ne diyor Hz.
Kur'an,
Sende var ise iman ile
izan.
Biraz olsun Allah’dan
utan utan.
Evet, Sayın Müslüman
Kardeşlerim. İşte, bugün görmüş olduğunuz masum yavruların hali budur.
Mahalleden gençlerden birisi laubali bir hareketle bizim caminin imamına şöyle
dedi:
“Merhaba Hocam,”
diyerek selam verdi. Hoca da çocuğun yaptığı bu saygısızca hareketine karşılık
ona bir ders vermek istedi
“Oğlum, bana bir türkü
söyler misin?”
“Hemen, hayhay efendim
ve içten gelen bir arzu ile “ Kızım seni Aliye vereyim mi” türküsünü söyledi.
Yine sordum:
“Müslüman mısın?”
“Elbette efendim.”
“Mademki öyle bana
bir “Kulhuvallahu ahed” süresini oku.” Çocuk utanarak başını eğdi.
“Niçin sustun?” Fakat
çocuk yine aynı sükut halini almıştı.
“Yoksa abdestsiz
okumaktan mı çekiniyorsun?”
“Şey, hayır efendim.
Ben Evet, şey ben...”
Evet yavrum. Neden
yüzün kızardı. Bir şey mi oldu sana?” Neden sonra on yedi ile on sekiz yaşları
arasında görünen genç delikanlı hemen kendisini toparladı. Ve:
“Hayır, efendim,
bilmiyorum,” dedi. Ama kabahat bende değil, annem ile babamdadır. Onlar bana
İslam dinini ve terbiyesi öğretmediler. Böylece ben ona Hz. Muhammed’in doğum
yerini ve tarihini daha sonra anne ve babasının adlarını sordum. Fakat alacağım
cevap yine hayır olmuştu. Şaşırmıştım. Fakat hayretimi gizleyerek ona:
“Galiba fazla soru
sordum. Sen bunları biliyorsun da mahsustan, söylemiyorsun.” dedim.
Delikanlı bana:
“Gerçekten
bilmiyorum,” dedi. Bana Kur'an, peygamber ve din nedir? Hakkında hiç bir şey öğretmediler. İçimde her
an bir suçluluk duygusu taşıyorum. Sanki içimde doldurulması mümkün olan bir
boşluk hissediyorum. Her daima kulağıma ezan sesleri geliyor. O ses gide gide
bütün benliğimi sarıyor ve ruhum ile bedenimi sıkıyor. Zira bana hocaları
yalancılıkla suçlayarak dinimi yanlış tanıttılar. Güya hocalar, kalkınmanın ve
din terakkinin manisidir. Sözlerle beni doğru yoldan ayırıp kötü yola
şevkettiler. Ah, akılsız başım. Nasılda anlayamamışım.
Beni gitgide cehalete sürüklediler. Ve
ben, bugün bataklık çamuruna batmış ve gömülmüş bir cehennem Zebanisi oldum.
Yazıklar olsun bana. Annem ile babam böyle yapmakla kendirine olan ailevi
sevgimi sarstılar. Şimdi kumara, içkiye
ve yalana dadandım. Mahvoldum hocam. Mahvoldum! Bu on sekiz senelik zamanım
boşu boşuna geçti. Babamın dikkati, annemin şefkati bir kuş kadarda mı yoktu?
Halime hiç mi acımadılar. Kendilerini
mahvettikleri gibi, şimdi de beni mahvetmek istiyorlar. Ama bu böyle devam
edemez. Ben masumum, masumum... Haksız mıyım hocam? Ama hakkımı alacağım.”
Zavallı bedbaht genç
can evinden vurulmuş, vicdansız bir babanın elinde kaldığı için hıçkıra hıçkıra
ağlıyordu. Belki de acısını bir pınar gibi akan gözyaşlarıyla dindirmek
istiyordu. Bu gibi bazı gençlerin candan ağlayıp pişman olmaları bana çok
dokunurdu. Ve kendimi tutamayarak haykırdım:
“İmanlı milletin asil
evladı. Her Müslüman gibi senin de imanın, Kur'an’ın ve insanların en yücesi
olan Hz. Muhammed gibi bir peygamberin var. Meyus olma. Biliyorum. Seni tuzağa
düşürüp aldattılar. Fakat şeytanın tuzağından kendini kurtarmalısın.[136]
İmanlı, aziz
kardeşlerim. İslam aleminde diyar diyar gezerken bu günkü Avrupa ahlaksızlık
çamurlarına gömülmüş kafirlerin tuzağına düşmüş, zelil hakir olmuş, milyonlarca
müslümünları görmektesiniz. Daha önce bütün dünyaya kahramanlık bayrağını açan
ve İslam şerefine kavuşmuş iman sancaklarını dalgalandıran, her taraftan
kafirlere saldırarak kalplerine korku yağmurlarını yağdıran o necib aziz ve
asil atalarımız nerede kaldı? Onların bizlere emanet ettikleri İslam izinden
ayrılarak küfür yoluna neden saptık? Bunun sebebi nedir?
Sebebi:
İslam nurunu görmeyen
yarasa kuşu gibi küfür karanlıklarını tercih eden Avrupa'dan gelen bütün
ahlaksızlıklara karşı kuçak açan ve hoş geldiniz diye karşılayan, küfür
yobazlığını yapan kimselerdir. Senelerden beri dünya aleminde İslamiyete karşı
bulunan fikir birliğine varan kafirler İslamiyeti ortadan kaldırmak için
çalışmaktadırlar.
Aynı zamanda şöyle
düşünmekteydiler:
“Biz, bugün etrafında
toplanan ve büyük bir şerefe kuvuşan İslamiyetin nurunu söndürürsek ve bunun
etrafında toplanmış olan milyonlarca insanları küfür karanlığına düşürdüğümüz
takdirde kanatları kırılmış kuşlar gibi, gözleri görmeyen, amalar gibi
ellerimize geçirmeye ve bunları kendilerimize köle yapmak bizler için gayet
kolay
Bir iştir.
Aziz okuyucu:
Bugün Avrupa alemi
arzularına kavuşmuş küfür salyalarını sözde Müslüman bir kaç kişinin ağzına
akıtmış, iman nurundan ayırarak kendilerine hizmetçi yapmaya muvaffak
olmuşlardır.
İşte size bir örnek:
Almanya'da çalışan ve
kafirlerin kucağına bir bebek gibi düşmüş kız ve kadınlardan % 80 kadarı
kafirlerin altında ezilmekte ve kölelere yapılan muameleyi çekmekte olduklarını
görmektesiniz.
Evet, Sayın Müslüman
kardeşlerim. Gözlerimiz önüne serilen bu acı gözler yaşartıcı manzara
karşısında dillerimiz kenetlenmiş gibi başımızı eğim sukut etmekteyiz. Daha
önce medeni toprakları üçte ikisine sahip olan bizler, bu gün böyle kanatları
kırılmış, yol kenarına atılmış, zillet ve perişanlık içinde kıvranan kuşlar
haline geldik.
Sayın Müslüman Din
Kardeşlerim:
Umudunu kesme. Zira
Allah'ın rahmeti bol ve geniştir. Elbette bir gün bize yardım edib yüzümüzü
gülderecek ve bizleri tekrar İslam şerefine kavuşturacaktır. Umutsuz olma.
İstek ve arzu kanatlarını aç. Yanık bir yürekle yücelerin en yücesi olan Ulu
Allah'a yalvar. Elbette onun rahmeti sana herkesten çok daha yakındır. Gelecek
ayetin taşıdığı inci hakikatlerine dikkat buyur.
“Kafirler küfür
salyalarıyla Allah'ın seçmiş bulunduğu İslam nurunu söndürmeye yelteniyorlar.
Kafirler hoş görmezse bile Hz. Allah, İslam nurunu tamamlayacaktır.”
Aziz Okuyucular:
Cehalet devrinde
peygamberimizin devrine varıncaya kadar bir sürü firavunlar, Ebu Cehiller,
bugün de vardır. Onlar İslamiyete karşı küfür silahlarını kullandıkları gibi,
bunlar da kullanmakta ve bütün kuvvetleriyle İslam hedefine kirli fikir
kurşunlarını saplamaktadırlar. Diğerlerine kalmadığı gibi, bunlara da
kalmayacaktır.
Çünkü küçücük pirenin
karıncanın mide fibrasının ağıtlarını birbirlerine taban, göz kulak gibi duyu
organlarıyla teçhiz eden ve inceden inceye bu küçücük aletlerin niçin
yaratıldığını bilen Hz. Allah (c.c.) küfür yobazlığını yapan kimselerin neler
yaptıklarım bilmeyecek ve bunları cezasız mı bırakacaktır. Elbette ki hayır.[137]
Hz. Allah buyuruyor
ki:
“Allah'ın camilerinde onun adına yapılan ibadetlere
engel olmaya çalışan ve tahrip etmeye koyulan kimselerden daha zalim başka kim
olabilir?”[138]
Sayın okuyucu:
Bütün ruhunla dinle,
aklınla üzerinde dur ve bu ayetin kutsal manalarının altında yatan gerçek
hazinelerine dal ve fikir incilerini çıkarmağa çalış. Allah'a karşı gelmek,
evlerini tahrip edip şeytanları memnun etmeye çalışan kimselerin arasına
katılma.
Çünkü Allah'a karşı
gelecek, onu yenecek ve seni de her türlü tehlikeden kurtaracak olan kuvvet,
silah ve askerlerin yoktur. Zira Allah’ın yaratmış olduğu, görünen ve
görünmeyen, maddi ve manevi, canlı-cansız yerde ve gökte mevcut olan yirmi dört
bin varlık Allah’ın (c.c.) in askeri olup ve her an için seni bu askerlerinden
biriyle mağlup etmeye kadir olan Hz. Allah'a karşı gelmeye nasıl cesaret
edebiliyorsun?
Camilere girip Allah'a
kulluk edenlere katılmıyorsun. Neden gitmiyorsun? Diye sorulduğunda:
“Efendim, benim kalbim
temizdir, diyorsun ve zayıf bir cevap vermekle mesul olmaktan kurtulduğunuzu mu
sanıyorsunuz?”
Meyve vermeyen bir
söğüt ağacını, bu bir hurma ağacıdır diye iddia etmek serserilikten başka ne
olabilir? Senin kalbince bir iman ağacı varsa ve vardır diye iddia ediyorsun.
Dalları nerede ve meyveleri nelerdir?
Evet, kalbindeki meyve
ağacını kötü düşünce ateşiyle tutuşturarak, tahrip edenlerin hali budur. Hiç
bir şey yapmaz ve sonradan kalbim temizdir. Namaza lüzum yoktur. Kör gözleriyle
gerçekleri görmez hakikat şimşeklerini işitmez, gerçek sözleri söylemez, kör,
sağır, dilsiz, düşüncesiz yarasa kuşu gibi yobazlık küfür kayalarının yerine
girmiş, benden daha iyisi yoktur diye saçma sözler söyler..
Sayın Okurum:
Böyle insanların
hakkında yücelerin en yücesi olan Hz. Allah şöyle buyuruyor:
“Böyle düşünenler sağır, dilsiz, kör ve hakka
dönmezler.”
Ey şuurlu ve imanlı
kardeşim. Ellerinden pislik ağızlarından leş kokan, kalplerinde iblislerin
cirit attığı, Allah düşmanlarını tanı, tanı da onlar gibi yobaz olup başımıza
canavar kesilme. Evladını, efradını, bu sapıkların şirketine ortak etme. Bu
gibi insanlar ağızlarından kuduz köpekler gibi salyalar akan kudurmuş ve
milletine faydası olmadığı gibi, kendisini de yararı olmayan zavallı
mahluklardır.
Ey İmanlı Kardeşlerim:
Bunların aksine olarak
sen, ellerinden temizlik, ağızlarından iman kokuları fışkıran ve kalplerinde
iman nuru sönmeyen Allah kulu yüce
kişilerden ol.
Ağızdan etrafa güneş
gibi saçana faydalı bilgiler ve inciler gibi sözler yayılsın. Sen de bunlar
gibi bedbaht olup dinine ve vatanına isyankar olma. Onlar bir kere bataklığa
saplanmış, yollarını şaşırmış, gerçeği görmeyen gözleriyle yobazlaşmışlar. Bari
sen onlardan olma. Gözleri kör değil, fakat gerçeği görmediklerinden
kendilerine kör gözlü denilmiştir.
Sana da böyle desinler
ister misin? Sen de Allah'a isyan edip onun| kutsal evlerini tahrip etme ki,
kafir olmayasın.
Sayın Okuyucu:
Bir Müslüman Türk
çocuğunun bir Yuhudiye verdiği dersi düşünde ibret al. Yahudinin birisi şehire
gelir ve bir çocuğa havranın nerede olduğunu sorar:
“Yavrum havarinin
yerini bana gösterir misin? Ben buraya geldiğim için bilmiyorum. Şayet
biliyorsan bir gösteriver.”
“Peki efendim.”
Böylece çocuk Yahudiye gösterir. Bu
sırada Yahudi çocuğa:
“Oğlum, ben, seni çok
cana yakın buldum. Senden çok hoşlandım. Şu parayı al ve yarın gel de sana
cennetin yollarını göstereyim, öğren,
der.”
Bunun üzerine çocuk,
Yahudinin bir haham olduğunu anlar ve bir ders vermek için şöyle der:
“Peki, Haham Efendi,
Havranın yolunu bulamayan bir kimse, cennetin yerini nasıl gösterebilir.”
Ey imanlı Kardeşlerim:
Dinle de kulak ver.
Gökyüzüne doğru yükselen minarelerde, Allah’ın ilahi emirleri söylenirken,
müezzin:
“Ey cami yolunu
bulamayanlar, cami varken meyhaneye gitmeyin. İşte Allah'ın kutsal evi burada,
diye söylerken camiye gelemeyenler düşünmezler mi? Durumunu bilmediği, hiç
görmediği o dehşetli kıyamet gününde cennetin yollarını nasıl bulacaklardır.[139]
Sayın Okuyucu:
Allah'ın varlığını
ispatlayan 24 bin varlığın her birerleri birer sahifa gibi üzerinde yazılmış
olan yazılarıyla ve lisan-ı halleriyle onun var olduğunu bütün beşere
duyurmakta ve ilan etmektedir. Bunları gören insanların iki tane gözleri
olduğunu, her şeyin mahiyet ve hüviyetini gören bir beşeriyet gözleri vardır.
Yüzlerin sahasında bulunan gözler, insanlarda olduğu gibi hayvanlarda da
bulunur. Bunun değeri hiç yoktur. İnsanların değerini ortaya koyan kalp (
basiret ) gözlerindir. Basiret gözleri kör olan bir insanın diğer gözleri kör
olsa bile yine ama sayılır. Bu hususta Hz. Allah şöyle buyurmaktadır:
“ Kim dünya aleminde kör olursa, o kimse, ahirette
kördür ve yine oraya kör olarak gelir.”
Sayın Okuyucu:
“Benim gözlerim
sağlamdır. Çünkü doktorun raporu vardır ve bu ayetin dile getirdiği körlerden
değilim.” deme. Çünkü doktorun verdiği rapor, yüz sahasındaki gözler için der.
Oysa Allah' in verdiği rapor, kalbinde ki îman sahasında bulunan ve her şeyi
gören gözler içindir. Eğer basiret gözlerin kör ise, öbür gözlerinde kördür.
Fakat bunun tersine olarak dünya aleminde yüzündeki gözlerin kor olsa bile
kalbindekiler daima sağdır.
Sayın Kardeşim:
Hakikati gördüğün
halde, Ebu Cehil ve Ebu Leheb gibi inatçı olup küfür maskesini başına çekme.
Her varlığın üzerinde ki manevi yazıları oku. Allah'ın varlığını kabullen.
Peygambere bağlı ol. İslama bağlı ol. İslama hizmetçi olup Kur'an’ın yolundan
ayrılma. Sonra ilahi tokadın altında inlersin. Hiç bir şeyden korkma. Çünkü
sana karşı herhangi bir varlığın faaliyetine geçme yetkisi Allah'ın kuvvet ve
kudreti elindedir. Gelecek hadisi dinle ve bu hadisin altından çıkan fikir
incilerini toplayıp kulağına küpe yap.
“ Ya Ali, fani
varlıklardan korkma. Ancak işleyeceğin günahlarının karşılından kork. “
“ Ya Ali, hiç bir
kimseye yalvarma, ancak Allah'a yalvar. Çalış ve muhtaç olduğun her şeyi
Allah'dan iste.”
Dünya menfaati için
Allah'ı tanımayanların karşısına geçip yüzsuyu dökme. Seni, malini perişan
eden günahlarındır. Kendi elinle dünyada iken cehennem dilekçesini yazma.
Allaha karşı gelmekle mezarını kazma. Dünya nimetlerine alt anarak azma. Çünkü
nimetler, seni azdırmak için değil, Allaha karşı kulluk yapmanız
yaratılmışlardır.
Kardeşim. Gelecek
ayetin altında yatan hikmet incilerine bak.
“Ey müminler, öz
nefsine zulüm etmiş zalimlere ve kafirlere meyil edip onları dost edinme.
Küfürlerinden dolayı gelecek Allah m azabı sana da çarpar. Ve seni kurtaracak
Allahtan başka hiç bir yardımcı olmayacaktır.”
Sende bulunan mal,
servet, makam, para ve rütbe gibi hiç bir şeye güvenme. Bunlar, sana emanet
olarak verilmiş ve yarın yine senden alınacaktır ve sen anandan doğduğun gibi
yine ona gideceksin.
Aziz Kardeşim:
Besiret ( kalbi )
gözleri kör olanlar, yalnız dünya hayatına inanır, ahret elimine inanmakla
beraber İslamiyete dil uzatır. Türlü türlü iftiralar atarak isyan bayrağını
açar ve küfür maskesini başına çekerek, hayat yoktur diye iddiada bulunur.
Meslekleri olmadığı halde hoca kılığına bürünüp İslam’ın çekiklerini cüce
mantığıyla yorumlayıp kör fareler gibi İslam ahlakını kemirir ve Müslüman
dinsizlik şüphelerine iterek hak yolundan saptırır.
Sayın Okuyucu:
|
Dikkatli ol. Vücudunu
idare eden kafanı bozma. Vücudunu idare eden kafan bir arabayı idare eden
şoföre benzer. Aklını kullanmayarak arabasını uçuruma deviren bir şoförün
arabasını oradan çıkarması ne kadar zorsa, vücudu idare eden kafa bozulup,
küfür uçurumlarına yuvarlandıktan sonra onu iman yoluna kavuşturmakla o kadar
zordur.
Aziz Kardeşim:
Dünya eğlencelerine
aldırma. Gelecek ayetin inci gibi sözlerine bir kulak ver. Ve bundan bir ibret
dersi al.
“Bu dünya hayatı bir
eğlence ve olunacaktır. ( Bir imtihan mektebidir ) Ahiret alemi ebedi ve asil
hayatın bir karargahıdır,”
Bu konuda sevgili
peygamber efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır:
“Dünya, cazibeli ve
hayatı tatlı olan bir yeşilliktir. Şüphesiz Hz. Allah sizleri kuşlar gibi
salıverir. Dünyada nasıl işler yapacaktır?
Şükranı nimet mi,
yoksa küfrani nimete (nimete) doğru hareket edeceksiniz. Dünyanın cazibeli ve
hayatının tatlı olmasından kork. Zira İsrail milletinin yok olmasının başlıca
sebebi kadınların fitnesi olmuştur. Dikkat ediniz. İnsanoğlu çeşitli olarak
yaratılıyor. Bu yaratılan insanları başlıca dört grupta toplayabiliriz
a) Mümin
doğar, mümin yaşar, mümin olarak ölür.
b) Kafir
doğar, kafir yaşar, kafir olarak ölür.
c) Mümin
doğar, mümin yaşar, kafir olarak ölür.
d) Kafir
doğar, kafir yaşar, mümin olarak ölür.
Uyanık olun. Her
zalimin kıyamet günü eline bir bayrak verilir... Bayrağın üzerinde:
“Bu adam bu kadar
kişiyi küfre saptırarak zulüm etmiştir.” Cümlesi bulunur.
Caminin imamı vaaz
veriyordu. Fakat cemaate bir ibret dersi olması için şöyle bir soru sordu:
Sayın Kardeşlerim:
“Ben üç gün sonra
emekliye ayrılıp buradan gideceğim. Eğer beni seviyorsanız, dediğimi yapmanızı
istiyorum. Bana derhal bir iki gün içinde bir apartman yapınız. O binada
yatmadan da gitmeyeceğim.”
Cemaat şöyle bir
dalgalandı. Neye uğradıklarını bilemediler. Şaşırıp kaldılar. Acaba bu hoca
tımarhaneden mi, yoksa meyhaneden mi geldi? Diyecek hale geldiler. Fakat
içlerinden biri bu şaşkınlığı yarıda bıraktı:
“Sayın hocam, dedi.
İki gün kalacak iseniz apartman istemek hakkınız değildir. Seni bütün
kalbimizle seviyoruz. Evlerimizin kapıları sana açıktır. İstediğiniz ev
sizindir. Lakin biz, sizin iki gün için apartman isteyişinize çok şaştık.”
Cemaat haklı idi. İki gün kalacak diye apartman istemesi, vaaz karşılığı olarak
bu teklifi yapması bir delilikti.
Bunun üzerine hoca
cemaate dönerek şöyle dedi:
“İki gün kalacağım
diye bana bir apartman yaptırmayı lüzumsuz olarak görüyorsunuz da, fani olan
dünya hayatınızı, ahiret günü içinde ebedi olarak kalacağınız cennet köşklerine
niçin tercih ediyorsunuz?”
Ey gençlik ve ömrünü
Allah için harcayan imanlı millet. Bu yurtta seninle gurur duyuyoruz. Yüce
Allah’ın selamını almanın saadeti içer sinde olmak kadar zevkli acep ne
olabilir?
İşte Allah aşığı
tembel bir adamla evli olan salinane bir kadın. Her gün kocası uyuduktan sonra
yatağından kalkarak yaşlı gözlerle secdeye kapanarak yalvaran kalp. Bu durum
her gün devam ediyor. Bundan kocasının haberi yok. “Karım beni aldatıyor,
yazıklar olsun.” Diye kalbine şüphe gelen sarhoş koca bir gün uyur gibi yapıyor
ve karısının arkasından takip etmeye koyuluyor. Gece yarısı uykusunu bırakıp
kıbleye doğru yönelmiş, elleri, dili Allah'a yalvarıp yakarıyor. Kocası
peşinde, şüphe içinde gizli olarak dinliyor. Karısı feryadını artırıyor.
Kocasından habersiz olan bu salihane kadın:
“Ey Allah 'un
huzurunda günahkar gözlerimden akan gözyaşlarını senin yanında makbul ise,
benim ve şimdi uyuyup benden şüphe eden ayyaş kocamın günahlarını af eyle. Onu
hidayete erdir. Allah'ım o da benim gibi başını secdeye koysun. O zehirin
ikrahını ver. Hanim ve rahman olan Yüce Rabbim, duamı kabul eyle.” Diye
gözlerinden pınar gibi yaşlar akarak ağlar.
Bunu duyan kocası da ağlar.
“Ey Allah'ım beni
affet. Bu karım benim için ağlarken, ben
nasıl ağlamayayım. Nasıl yal varmayayım.
Beni İslâmiyet yolundan, iman nurundan
mahrum eyleme. Allah'ım şu günahkâr
yüzümle yalvarıyorum”.
Kardeşim, gördün mü hakiki bir aşık kadının gözyaşları
sapık bir erkeği nasıl yola getirdi.
Yeryüzünde Hz. Fatma gibi ahlaklı
kadınlar ve kızlarımız pek çoktur. Sende
insanlığını bir kadın kadar da mı göstermeyeceksin? Hak aşıklarına ne mutlu!...[140]
Şuurlu ve İmanlı
Kardeşim: Dünyada üç şeyden titizlikle sakın,
a) Paralar: İkiyi ayrılır.
1- Haram Para:
Harama uzanan insanın el ve ayaklarına benzer Harama uzanan el ve yürüyen
ayaklar, sahibinin namına ne kadar zararlıysa, haramdan kazanılan ve halal
olmayan yerlerde harcanan paralar da bu kadar zararlıdır. Elleri kesik,
ayakları kopuk olan nasıl ellerini harama uzatmaktan ayaklarıyla meyhane gibi
haram yerlere gitmekten acizse, parası olmayan bu kişi de haram şeyleri işlemekten
acizdir.
2- Faydalı Paralar: Helaldan kazılan ve muşru olan yerlere harcanılan para, faydalı
yerlere koşar ayaklar gibidir. Böyle paralar sahibinin namına sevabı
kazandıran ve onu cennet “gibi mükafatlara kavuşturan değerli sebeplerdir.
b) Şehevi arzular: Bu da iki gruba ayrılır.
1- Zararlı şehevi arzular: Şeriat gemiyle gemlenmiyen sahibini peşinden
koşuşturan ve tehlikeli şeylere kavuşturan kendisine hizmetçi yapan, şeytanla
birleşip onun namına çalışan sahibinin ismini onun kayıt defterine geçirerek
asker yaptıran ve uçurumlara sürükleyip Allah'a karşı getiren, iman ve hidayet
yolundan saptıran, göl demetleri gibi şeytan sancaklarını eline veren ve türlü
türlü günah rüzgarlarıyla isyan bayraklarını dalgalandıran ve sahibini
hakimiyeti altına geçiren haram olan şehvi arzulardır.
2- Faydalı arzular: Ruhumuzu taşıyan vücudumuz bir araca benzer. Araçlar ne kadar
bakılmaya muhtaç ise, vücudumuzun da bütün arzuları, dinin gösterildiği şekilde
yerine getirilmeye ve beslenmeye muhtaçtır. Yedirilmeyen, içirilip bakılmayan
tedavi edilmeyen ve tehlikeli şeylerden korunmayan ve haram olan yerlerde
çalıştırılan, bir vücut her an için yıpranmaya tehlikelere yuvarlanmaya
eğimlidir. Bir ehliyetsizin idaresi altında bulunan ve uçurumlara yuvarlanarak
parçalanmış olan bir arabaya benzer.
Şuurlu, imanlı ve
bilen kişi, ehliyetini bir şoför gibi kendi vücut aracını Hz. Allah'ın haram
kıldığı uçurumlara yuvarlanmasından korur. Ve böylece vücut aracı ile Allah'a
karşı kulluk görevini yapar. Hakikat hedefine ulaşır. İman ve saadet makamı
olan cennete varır.
c) Kadınlar: Allah ve dine
karşı fitne olan kadınlardır. İslamiyete göre hareket etmeyerek açılıp saçılan
ve çıplaklığıyla şeytanın namına çalışan kötü ahlak hareketleriyle İslam
hedefine terbiyesizlik kurşunlarını yağdıran, erkekleri zina ağına düşürmeye
çalışan tehlikeli muhluklardır. Bütün bunlara karşı uyanık olup haram sayılan
her şeyden yüz çeviren, gönülleri yalnız Allah aşkı ile çarpan hakiki aşıklar
onlara ne mutlu. Dünyanın zehirli havasını içine çekmeyen şeytan gibi şehevi
arzularını yenerek ebedi hapse mahkûm edenlere ne mutlu; Sizler çok
bahtiyarsınız, Allah sizlere gelecek ayeti celilesinde şöyle buyuruyor:
“Ey sevgili habibim. Kur'an’ımıza iman edenlerden kim
yanınıza gelirse, onlara şöyle diyin: Sizlere selam olsun Rabbiniz sizlere merhametiyle
muamele etmesini vacip kılmıştır.”[141]
Yakıp kavuran,
insanlığı inleten, İslam ahlakını çürüten, iman meyvasını kemiren, canıyla,
malıyla kalemiyle Avrupa kötülüklerinin bariz reklamını yazıp yaymaya çalışan,
ve Avrupa'nın kötü ve zehirli ahlaklarıyla çocukların masum yavruların
damaklarını zehirleyerek keçi yavrusu gibi mahrem yerlerini açan, sokaklarda utanmadan gezen kadın ve kızlar
vicdanları sızlamayan anne ve babalar, iyi ahlakın katilleridirler.
Müslüman kardeşlerim.
Bunları inceden inceye biliyorsunuz. Sizin bitişikteki bir komşu, son yılların
modasını benimseyerek kendilerine bir numune olarak kabul eden bir münevver
taslağı. Oysa sizde, gördüğüm halde onların kucağında hiç bir çocuk görmüyorum.
Nesillerimi tükendi? Yoksa Allah mı vermedi? İşte sana sunduğum bu sorularımın
cevabını ver.
Bunu yapan kimseler
iyi insan güzel kalmak isteyen ve bunun karşısında maddi sıkıntısı yüzünden
çocuk yapmadıklarını veya canlan -diktan sonra düşürdüklerini ileri sürmüştür.
Çocuk yaparak çok zor
yetiştirmek sıkıntılı olduğunu söylemişsin.
Peki, gizlisini niçin
söylemiyorsun? De ki, madem öyle kalan yarısında ben tamamlayayım. Onlar
hayvani ve nefsani duygularını tatmin etmek şehevi arzu ve isteklerinin peşinde
koşan, yalnız dış güzelliği ile yetinenlerdir.
Ne luzumu var, gençliğimi
ve güzelliğimi çocuk büyütmek uğruna yıpratayım, derler.
Bebek annesinin
karnında 2 -3 aylık oldu mu, doktorluk şerefini lekeleyen 20-30 senelik
tahsilden sonra canavar ruhuna bürünen, cemiyet hayatını söndüren, vicdansız
doktordur.
Kendi öz yavrusunu
dünya yüzü görmeden aldıran canavar, kalpsiz anne razı olup da yapılan cinayete
ortak olan ruhsuz cani baba. Ve bunda en büyük rolü olan cellatlık damgasını
yiyen canavar doktorlar. Göz göre göre Allah'ın verdiği bu masum yavruyu dünya
gözü görmeyen toprağa verdikten sonra, milletin adaletini ayaklar altına alan
bu üç ana, doktor olan katiller, halk masum ve suçsuz mu sanıyorlar. Hayır.
Çünkü onlar şu Allah'ın (c. c.) gelecek ayeti celilesini, apaçık ki
unutuyorlar:
“Çocuklarınızı yoksulluk korkusuyla öldürmeyiniz. Çünkü sizi doyuran biz onları da
rızıklandırırız. Gerçekten onları öldürmek büyük bir suçtur.”
Çünkü bu ayette
belirtildiği gibi Hz. Allah nasıl sizleri rızıklandırırsa, yavrularınıza da
rızıklarını verecektir.
Şayet gayeniz
Avrupa'yı taklit ederek yükselmek ve bu memleketi kavanoz mezarlığı yapmak ise
yazıklar olsun sizlere. Ve yaratılan medeniyete bu canavarlık ve katliamın
sonu gelmeyecek mi?
Sayın Okuyucu:
Dünyaya gelmeden evvel
çocuğun ruhuna kast ederek aldırmak bir cinayet sayıldığı gibi, dünyaya
geldikten sonra İslam ahlakı dışındaAv-rupalılarm kirli ahlaklarıyla
yetiştirilmek, dimağlarını zehirlemek , kıyafetiyle kötü ahlaklarının reklamını
yaptırmak ve böylece İslamiyetten uzaklaştırarak küfrün kucağına atmak, aynı
prensip kılıcıyla boğazlamak daha büyük cinayettir.
Hatta eline aldığı bir
hançerle yirmi yaşma girmiş dünya hayatına gözlerini yeni açmış olan bir
delikanlıyı öldürmek ne kadar günahsa, İslam ahlakını küfür ve dinsizlik
hançeriyle, öldürüp evladını sapıklık ve dinsizlik rejimine teslim etmek daha
büyük günahtır. Zira birinci maddi olan cinayet sadece fani hayatına mal
olmaktadır. Oysa ikinci manevi olan cinayet ebedi olan hayatına mal olduğu
gibi, saadetini de bir kurşunla öldürmüş olur.
Aziz Kardeşim:
Gözlerine nefret
perdelerini indirme. Cehalet perdelerinin arkasında şuurunu asla kaybetme.
Hayvanların seviyesine değil, meleklerin seviyesine ulaşmak için bütün gücünle
çalış. Kainatta mevcut her varlığın üstünde ki yazıyı oku. Allah'ın varlığını
kabul et, bu gerçekleri kabul etmekten sana zarar değil, ancak inkarcılık
çamuruyla kirlenmekten zarar gelir.
Fakat bu öyle bir hal
olmuş ki, hiç bir kanun bu caniliği önleyemeyecektir. Çünkü her hanenin
sırrına vakıf olmak yalnız Hz. Allah'a mahsustur. Bundan dolayıdır ki daha
Peygamberimiz doğmadan evvel Allahsız kalan dünyanın zevk ve sefasına gömülen
Araplar çocuklarını diri diri gömerlerdi. Peki, ama bizimkilere ne oldu?
Zevkten kaçmayan vücudunun şekli ve cildi bozulur diye evladım öldüren bir ana
ve baba acaba hangi yolun yolcusu?
Ey Müslüman kardeşim.
Bir gün sende annen ve baban gibi bir anne ya da bir baba olacaksın. Sakın
sende bunlar gibi olup da kendi ellerinle yavru nu öldürüp de yarının canisi
olma...[142]
1-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Allah'tan hakkıyla ediniz.” Orada
bulunanlar:
Ya Resulallah, biz
Allahtan haya deriz. Hamd ona mahsustur.
Resulullah (s.a.v.) cevaben buyurdu ki:
“Öyle değil, lakin gerçekten Allah'tan hakkıyle haya
eden bir kimse baş çevresinin göz, kulak ve burun gibi, Allah'ın haram kıldığı
şeylerden korusun. Karnını ve de karnını kapsayan diğer uzuvlarım da Allah'ın
yasaklarından korusun. Ölümü ve yarın ne olacağını düşünün.
Kim, ahireti isterse dünyanın zinetini terk eder. İşte
böylece hareket eden kimse Allah'tan hakkıyle haya etmiş olur.”[143]
2-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Her dinin kendine göre bir takım ahlak prensipleri
vardır, bu dinin ana prensibi ise haya dır.”[144]
3-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Geçmiş peygamberlerden biz insanlara şu söz
müştereken söylenmiş ve biz insanlara ulaşmıştır: “Haya etmezsen her kötülüğü
yap.”[145]
4-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“İnsanlardan utanmayan Allah'tan da utanmaz.”[146]
5-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“İman, yetmiş kusur dalı bulunan bir ağaca benzer. Bu
dallardan en üstünü Kelime'i Şehadet getirmektir. En zayıfı ise gelip geçen
yolculara eziyet veren, tasdiken ve çalı gibi şeyleri yoldan temizlemektir.
Haya îman ağacının, en kuvvetli dallarından biridir.”[147]
9- Resulullah
(s.a.v.) buyuruyor ki:
Bu ümmetten en önce kalkacak olan Haya ve emanete
riayettir.”[148]
Resûl-i Ekrem
(s.a.v.) insanların en yumuşağı, en
şecaatlisi, en âdili, en çok iffet ve namus sahibi idi. Mahremi olmayan veya
nikâhında bulunmayan veya cariyesi olmayan hiçbir kadın üzerine el
değdirmemiştir.
Resûl-i Ekrem en
cömerdi idi. Onun yanında para akşamlamazdı. Şayet elinde para bulunsa onu
dağıtmadan evine gitmezdi. (Bâzı zevceleri nezdinde) azamî bir senelikten fazla
nafaka bulundurmamıştır. Bu da hurma ve arpa gibi sâde bir yiyecekten ibaret
idi. Eline geçen dîğer serveti Allah rızâsı uğrunda infâk ederdi. Kendisinden
istenilen ve kendisinde bulunan her şeyi verirdi.
İnsanlarla güzel
geçinmek ve onlara iyi muamelede bulunmak, alçak gönüllü olmak, elinden geldiği
kadar herkese iyilik etmek, yemek yedirmek, selâm vermek, kötü adam da olsa
müslümân bir hastayı ziyaret etmek, müslümân cenazesini teşyi, müslim ve
gayr-ı müslim komşuları ile iyi geçinmek, yaşlı müslümânlara saygı göstermek,
davete icabet etmek, davet sahibine duâ etmek, bağışlamak, ara-bulmak,
cömertlik, kerem ve semahat, selâm vermeğe önce başlamak. hiddetini yenmek,
insanların kusurlarını bağışlamak, İslâm’ın haram ettiği şeylerden kaçınmak,
(oyun, kumar, türkü, şarkı vesaire gibi.) gıybet,.yalan, cimrilik, eziyet,
hile, hıyanet, söz gezdirmek, ara bozmak, akraba ile alâkasını kesmek, kötü
ahlâk, kibir, böbürlenmek, kendini beğenmek, insanlara karşı sallanmak, dil
uzatmak, fazla övmek, fahiş sözler konuşmak, kusur araştırmak, kin,
çekememezlik, teşe'um, azgınlık,
düşmanlık ve zulm gibi kötü hâllerden sakınmak, iyi ahlâktandır.
Enes (r.a.) anlatıyor:
“Hiç bir iyilik yok
ki, Resûl-i Ekrem bizi ona davet edip onu yapmamızı emretmemiş olsun. Hiç bir
ayıp, kötü ve çirkin iş yok ki, Resûl-i Ekrem bizi onunla korkutup ondan men
etmemiş olsun. Yâni dâima bize her türlü iyilikleri yapmamızı teşvik ve
emreder, her türlü kötülükten bizi korkutur ve men ederdi.
Misafirine kendi
minderini de verdiği ve oturuncaya kadar isrâr ettiği de olurdu.
Karşısına çıkan adama
öyle samimi davranırdı ki, herkes kendisinin onun katında en sevimli kimse
olduğunu zannederdi. Meclisde bulunan herkese ayrı ayrı yönelir ve sohbetten
nasibini verirdi. Herkese teveccüh eder, onunla konuşur, ayrı ayrı hâl ve
hatırını sorardı oturması, konuşması ve dinlemesi, güzel davranışları çok
samimî idi Bununla beraber meclisi bir haya; tevâzû ve huzur meclisi idi.
İnsanlara en çok
acıyan, en hayırlı ve en faydalı olan idi. Onun meclisinde asla sesler
yükselmez ve yüksek sesle konuşulmazdı,
Meclisden kalktığı
zaman:
“Allah'ım, sana hamd eder ve seni noksan sıfatlardan
tenzih ederim. İbâdete lâyık olan ancak sen olduğuna şehâdet eder, sana tevbe edev
ve senden mağfiret dilerim.” der ve “Bunu bana Cebrail öğretti” derdi.
Bir gün Resûl-i Ekrem
sıkıntın idi. Bedevinin biri bir şey sormak üzere huzuruna girmek istedi.
Ashâb-ı Kiram bedeviye:
“Bırak, bu gün Resûl-i
Ekrem'in canı sıkıntılı, bir şey sorma,” dediler. Adam:
“Beni bırakın, ben onu güldürmeden bırakmam,” dedi ve
Resül-i Ekrem'e:
“Ey Allah'ın elçisi,
duydum ki Deccal insanlara Tirid yedirecek yemeyen insanlar acından ölecek. Ne
buyurursun, ben onunla karşılaşırsam yemeyerek acımdan mı öleyim, yoksa yiyip
karnımı doyurduktan sonra, yine onu inkâr ve Allah'a imanım üzerine mi
kalayım?” dedi. Bunu duyan Resûl-i Ekrem gülümsedi ve dişleri görüldü, sonra
da:
“Hayır sen ondan yeme,
Allahu Teâlâ seni acından öldürmez,” buyurdu.
Resûl-i Ekrem insanların
en neşeli ve güler yüzlü olanı idi. Ancak Kur'ân-ı Kerîm'in nüzulü veya Âhireti
hatırladığı veya va'z u nasihat ettiği zaman çehresi değişirdi.
Onun gönül hoşluğu en
güzel bir şekilde idi, va'zı ise çok ciddî idi. O yalnız Allah için gazab eder
ve gazabı hâlinde bir şey yapmazdı. Bütün işlerinde hal ve tavrı bu idi.
Bir sıkıntı ile
karşılaştığı zaman; “Lahavle velâ kuvvete
illâ billâh” der ve işini Allah'a havale eder, O'ndan kurtuluş dilerdi.
Sonra da şöyle duâ ederdi:
“Allah'ım bana hakkı hak olarak göster ki, ben ona
uyayım. Bana kötüyü kötü olarak göster ve ondan uzak kalmağı nasîb et. Senin
hidâyetin hilâfına nefsimin arzusuna uyacak karışıklıklardan beni koru.
Arzularımı senin tâatine tâbi kıl, rızâm bana nasîb et. Beni hakka hidâyet et.
Sen dilediğini doğru yola ulaştırırsın.”
Resûl-i Ekrem
bulduğunu yerdi. En çok sevdiği kalabalıkla yemekti. Sofra kurulduğu zaman:
“Allah'ım, bu yemeği, kendisi ile Cennet nimetlerine
ulaşacak şükrü ödenmiş nimetlerden kıl.”
Derdi. (1067) Umumiyetle yemek yerken
Namazda olduğu gibi otururdu. Ancak ayaklarını arkada birbiri üstüne koyup:
“Ben ancak bir kulum, kölenin oturduğu gibi oturur ve
yediği gibi yerim.” (1068) Derdi.
Sıcak yemek yemez ve:
“Sıcak yemekte bereket olmaz, Allahu Teâlâ bize ateş
yedirmez, yemeği soğutunuz.” (1069)
buyururdu. Dâima önünden ve üç parmağı ile yerdi. Bazen dördüncü parmağını da
yardımcı olarak kullanırdı. İki parmağı ile yemez ve:
“O, şeytanca bir yemektir”, derdi.
“Yâ Âişe, tencere
kaynattığınız zaman oraya fazla kabak koyun, zira kabak kalbi takviye
eder. Buyurmuştur. Kendisi
avlanmaz, fakat avlanan kuş etini yer ve kendisine avlanan kuşlardan getirilmesini
arzu ederdi. Et yerken başını ete
eğmez, belki eti ağzına getirir ve ısırarak koparırdı. Ekmek ile yağ yerdi. Koyun
bacak ve butlarını severdi. Tencerede pişen kabağı, sirkeye doğranmış ekmeği
Acve hurmasını sever ve bu hurmaya bereket ile duâ ederdi.
“Bu hurma Cennet meyvelerindendir. Zehir ve sihire
karşı şifâdır.” derdi.
Yine Câbir'in (r.a.)
rivayetinde; Resûl-i Ekrem Hayber gününde Bilâl'ın elbisesi içinde toplanan
gümüşleri taksim ediyordu. Adamın biri:
“Ey Allah'ın Resulü,
taksimatını adaletle yap,” dedi. Resûl-i Ekrem:
“Yazık sana! Eğer ben adalet etmezsem, kim adalet edebilir? O zaman bu
hususta ziyan etmiş olurum!... Binaenaleyh nasıl adalet etmezmişim?”
Buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.):
“Bu adam münafıktır,
bunun boynunu vurayım, diye ayağa kalkınca, Resûl-i Ekrem:
“Allah korusun,
artık insanlar bunu dillerine dolar ve “Muhammed kendi adamlarını
öldürüyor” derler, (1086)
buyurdu.
Yine bir savaşta
fırsatını bulan bir düşman ekinde kılıcı olduğu hâlde Resûl-i Ekrem'e
yaklaşarak:
“ Şimdi seni benim
elimden kim kurtarabilir?” Dedi. Resûl-i Ekrem:
“Beni Allah korur,”
der demez adamcağızın elinden kılıç düştü ve Peygamberimiz hemen kılıcı alarak:
“Ya şimdi seni benim
elimden kim kurtarır?” Buyurdu. Şaşkına dönen adam:
“Sen kılıcı eline
alanların iyilerinden ol, yâni beni bağışla,” diye yalvardı. Resûl-i Ekrem
kendisine:
“Şehâdet getir,”
buyurdu. Adam:
“Hayır, bunu
söyleyemem, ancak senin tarafına geçmeyeceğim gibi seninle savaşanlarla da
arkadaş olmam ve seninle artık harb etmem,” dedi. Resûl-i Ekrem de kendisini
serbest bıraktı. Adamcağız, kendi adamlarına döndüğü zaman:
“İnsanların en
hayırlısının yanından geliyorum.” dedi.
Yine Enes'in (r.a.) rivayetinde, yahudi kadınlarından
birisi Resûl-i Ekrem'e zehirli koyun eti getirdi. Resûl-i Ekrem:
“Bu zehirli eti niçin bana getirdin?” diye sordu. Kadın:
“Seni öldürmek için
getirdim,” dedi. Resûl-i Ekrem:
“Allahu Teâlâ seni muvaffak etmez” buyurdu. Bu
kadını katledelim.” diyenlere de:
“Hayır, bırakın gitsin.” Buyurdu.
“Bu, Rabbimin
fazlındandır; beni imtihan etmek içindir. Şükür mü edeceğim yoksa nankörlük mü
yapacağım? Kim şükreder; kim de nankörlük ederse, muhakkak ki Rabbim
onun şükrüne muhtaç değildir, ona yine de nimet verir.”
“Ve düşünün ki, Rabbiniz şunu bildirdi: And olsun, eğer şükrederseniz elbette size
nimetimi artırırım ve eğer nankörlük ederseniz, haberiniz olsun, gerçekten
azabım çok şiddetlidir.”
“Ey Rabbim! Bana ilham et ki, hem bana, hem de
ebeveynime ihsan uğun nimetine şükredeyim; ve razı olacağın iyi bir âmel
yapayım. Rahmetinle salih kullarının arasına (Cennet’e) koy.”[149]
1- Resulullah
(s.a.v.) buyuruyor ki:
“Her kim, sağlımı yerinde mal ve namus güvenliği
içinde ve o günlük yiyeceği yanında sabahlarsa,
sanki bütün dünya onunmuş gibi, Allah'a şükretsin.”[150]
2-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Kim, (amalık, topallık, kötürümlük gibi ) belaya
müptela olan birisini görüp de Allah'a, bana sıhhat verdin diye hamd
ederse, her türlü belalardan korunur.”[151]
“Allah'dan korkun ve münafıkların kaçışından
kederlenmeyin. Ta ki, şükretmiş olasınız.”[152]
“Eğer küfre dalarsanız şüphe yok ki, Allah sizden
müstağnidir; (hiç bir şeyinize muhtaç değildir). 0 kadar var ki. kullar küfrüne
razı olmaz. Eğer şükreder de imana gelirseniz, sizin hesabınıza ona razı olur.”[153]
“Allah size bir güçlük dilemez, fakat sizi tertemiz
yapmak ve üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister; tâ ki şükredesiniz.”[154]
“Allah âyetlerini size böyle açıklıyor ki,
şükredesiniz.”[155]
Soru: Hamd
ve şükür ne demektir?
Cevap:
Alimlerimiz hamd ile şükrü farklı şekillerde açıklarlar. Bunlara göre hamd,
zahirî (görünür) amellerdendir. Meselâ dille Allah'ı tesbih etmek ve Kelime-i
tevhid getirmek gibi.. Şükür ise batinî (iç) amellerdendir.
3-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Emniyet ve sağlık, insanların çoğunun değerini
bilemedikleri iki nimettir.”[156]
4-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“İnsanların Allah'a en çok şükredeni, insanlara
teşekkürü en çok edenleridir.”[157]
5-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Altın ve gümüş,
Allah’ın yaratmış bulunduğu madenlerin arasında (Para gibi,) değer taşıyan bir madendir. Kim, bu madenlere konup, şükredip Allah’ın
huzuruna gelirse,(kıyamet gününde) her isteği yerine getirilir.”[158]
6-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Şükredip yiyip içen kimse, sabredip ( nafile ) oruç
tutan kimsenin kazandığı sevabı kazanır.”[159]
7-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“İmanlı kişilerin yaptığı işler sevindiricidir. Çünkü
imanlıların her işleri hayırlıdır. Ve böyle hayırlı işler müminlere mahsustur.
Zira mümine bir servet verilirse ona şükreder ve bu davranışı onun hakkında
hayırlı olur, şayet mü'mine bir sıkıntı isabet ederse ona da sabretmesini bilir
ve yine onun hakkında hayırlı olur.”[160]
8-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Müslümanların işine şaşıyorum: Müslümanın başına bir
musibet isabet ederse o ona sabreder. Ve bu hal onun için hayırlı sonuç
doğurur. Ona hayırlı bir servet isabet ettiği zaman da ona da sabreder ve bu da
onun hakkında sonuç itibariyle hayırlı olur.”[161]
Şükür; Allah'ın
verdiği nimetleri yerinde kullanmaktır.
Şükür; gizli-aşikâr
bütün azalarla tüm yaratıkların gerçek sahibi olan Allah'a itaat etmektir.
Şükür; Allah'a
yürekten saygı besleyerek çirkin günahlardan kaçınmaktır.
Şükür; nimeti verene
hürmet ve saygı duymak, ona karşı küfran-ı nimette bulunmamaktır.
“Allah ne dilediyseniz hepsini size vermiştir. Eğer
Allah’ın
bunca
nimetini birer birer saymaya kalkışırsanız bitiremezsiniz. Gerçekten insan pek
zâlim ve nankördür.”[162]
9-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Hülasa müslim, ağzına götürdüğü lokmaya varıncaya
kadar her şeyden sevap kazanıyor.”[163]
10-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Gerçekten ümmetimden biri pazara gidip de yarım veya
üçte bir altına bir gömlek aldığında ( Allah’ım bunu sen bana verdin ) diye hamdü sena ederse,
giyeceği gömlek dizlerine inmeden Cenab-ı Hak o kulunu mağfiret eder.”[164]
11-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Ey ümmetim, dünyalık bakımından sizden aşağı derecede
olanlara bakın, dünyada sizden üstün olanlara bakmayınız. Bunu yapmak sizin
için çok salim bir yoldur. Çünkü: Böyle düşünmekle hem Allah'ın size verdiği
nimetleri hakir görmemiş hem de böyle düşünmekle nimetin kıymetini daha iyi
anlamış olursunuz.”[165]
12-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Hz. Allah buyurur ki:
Gerçekten ben cin ve insandan büyük bir
haber vereceğim. Yaratan benim, o başkasına ibadet eder, rızkı ben veririm, o
yine bir başkasına şükreder.”[166]
13-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Allah'a şükreden bir kalb onu anan bir lisan, din ve
dünya işlerinde sana yardım eden Salih bir zevce ( eş ) alsın, kıymet verip
sakladıkları her türlü servet ve hazineden daha da hayırlıdır.”[167]
14-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Şükrünü eda edeceğin az bir mal, şükrünü eda
edemeyeceğin kadar çok bir maldan daha hayırlıdır.”[168]
Açıkça gözler önüne
serilmektedir ki, Ulu Allah'ın bahsetmiş bulunduğu kuvvet ve imkânları, kötü
yolda kullanmaktan kaçınmak, gerçek nimet sahibi olan Allah'a karşı şükür
borcunu ödemektir. Daha başka bir deyimle kişi, sahip olduğu her türlü kuvvet
ve imkânın kendisine Allah tarafından verilmiş bulunduğunu bilmeli, bu yüzden
de bu kuvvet ve imkânları nimeti verenin, kullanılmasını dilemediği yerlerde
kullanmamalıdır. İşte kişioğlunun böyle
hareket edişi nimeti veren gerçek sahibine (Allah'a) karşı şükür etmek demektir.
15-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Allah'a, verdiği nimetlerinden dolayı hamd etmek, o
nimetin elden çıkmamasını sağlar.”[169]
16-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“İçinizden birisi servet, evlat bakımından kendisinden
üstün olana baktığı zaman, (ona gıpta etmemek için ) derhal kendisinden bu
nimetler bakımından aşağı durumda olan birisine baksın.”[170]
17-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Her kim yeni bir elbise bulup giyince, giydiği elbise
vücudundan aşağı doğru indiği zaman: (Bu elbise ile hayatımı
süsleyen ve avrat yerlerimi kapayan Allah' a hamd olsun ) der ve elbiseyi
eskittiği zaman da başkasına tasaddük ederse o kimsenin ölüsü ve dirisi
Allah'ın emniyetinde olur. Ve bu kimse Allah'a yakın olur.” [171]
Soru:
Şükreden mi, yoksa sabreden mi daha
üstün derecelidir? .
Cevap: Bu
konuda çeşitli görüş ve fikirler vardır. Fakat benim kanaatıma göre, şükreden
gerçekten sabır da ediyor demektir. Aynı şekilde, sabreden kimse şükür de
ediyor demektir. Açıkçası sabırla şükür iç içe girmişlerdir.
Çünkü şükreden kimse
şüphesiz bir takım çile ve sıkıntılarla yüz yüze gelecek ve bunlara karşı sabır
gösterecek, var gücüyle dayanacak. Şükür, nimeti veren gerçek sahibine, isyan
tanımaz şekilde hürmet ve saygı göstermek demek olduğuna göre, içinde bu manâ
saklıdır. Çile ve sıkıntılara karşı dayanıklılık göstermemek, nimeti veren
gerçek sahibine isyan tanımaz şekilde hürmet ve saygı duymamak demektir.
Böylesine bir durumda ise kişioğlu şükretmiş sayılmaz.
Sabır, sırf Allah'a
hürmet ve saygı beslemek kasdiyle belâ ve musibetlere katlanmak, dayanıksızlık
göstermek demektir ki, bu da nimeti
veren gerçek sahibine, açıkçası Ulu
Allah'a karşı isyana kalkışmaya engel teşkil eder. Buna göre belâ ve
musibetlere karşı sabır gösteren, bu dayanıklılığı ile
nimete de kavuşuyor demektir.
'“Allah şükredenleri
daha iyi bilen değil mi?”
Bu Allah kelâmının
daha geniş manası şudur:
Ben şanı yüce Allah
nimetimi, onun kadru kıymetini bilene veririm. Nimetin kadr ve kıymetini ise
ancak ona yürekten istekli
olanlar ve onu her şeyin üstünde tutanlar bilir. Bu da
şekilde ortaya çıkar. Nimete gönülden
istekli olanlar, nimeti tin elde edilmesi için didinip çırpınır ve bu yolda
karşılarına çıkacak olan her
türlü sıkıntı ve çilelere katlanırlar; ellerine geçirdikten sonra da bunu
kendilerine bahşeden Ulu Allah'ına karşı şükür borcunu yerine getirirler ve bu
nimeti aziz bir emanet olarak kabul ederler.
Böyle kendilerine
verilen sayısız nimetleri takdir edenler, garip ve zayıf kimselerdir..
Böylesine kimselerin nimetimin kadr ve kıymetini bilecekleri ezelde benim
bilgim içindeydi.
O yüzden bu kimseler
benim nimetlerime daha lâyıktırlar. Sizin mal ve servet sahibi oluşunuzun,
soylu ve rütbeli kimseler olmanızın bir kıymeti yoktur.
Benim katımda malın,
servetin, soyluluğun, makam ve rütbenin hiç bir değeri yoktur; siz ise soya
sopa, makam ve rütbeye değer veriyor; onlarla övünüp gururlanıyorsunuz. Tekrar
ifade edeyim ki ben bunlara hiç, ama hiç kıymet vermem. Yine siz azgın
nefsinizin kötü havasına kapılmış gidiyorsunuz. Peygamberlerimin size
bildirmiş bulunduğu aydınlık dine karşı tereddüt besliyor, ona yan
çiziyorsunuz. Demek oluyor ki, sizin yanınızda benim hak dinim önem taşımıyor,
gönüllerinize gerçeğin aydınlığını yansıtmıyor.
Halbuki hak yolun
yılmaz yolcuları böyle midir? Sizin küçük görmeğe çalıştığınız bu kişiler,
benim aydınlık saçan dinimi gönüllerinde en ufak bir şüpheye yer vermemecesine
kabul ederler, öğrenme zahmetine katlanırlar, bu uğurda canlan bahasına da
olsa çetin bir mücadeleye girişirler.
Ya Allah'a yönelenler!
Onlar tüm gayret ve çabalarını azgın nefislerinin kötülük işlemesine engel
olmaya harcarlar. Bu gayeyle de nefislerini disiplin ve terbiye altına alırlar;
bütün şartlarını yerine getirerek iki rek'at namaz kılabilmek umudu ile tüm
hareketlerini kontrol ve baskı altında bulundurlar. Yine hiç değilse
ömürlerinde bir kerecik olsun, samimi ve katıksız bir gönülle Allah'a yalvarıp
yakarabilmek için yorulmaz bir gayret sarf ederler. Bir anlık da olsa Allah'a
saf bir yürekle duada bulunmaları onlar hesabına nimetlerin en büyüğüdür. O
yüzden uzun müddet bu hasret anının gelip çatmasını beklerler ve bundan da
asla usanç duymazlar.
Öylesine kimseler de
vardır ki, dindar olduklarını söylerler veya öyle gözükürler. Fakat bir
lokmalık menfaat söz konusu olduğu zaman iş değişiverir. O zaman dinlerini de
dindarlıklarını da bir lokmalık menfaat karşılığında satarlar. Bu tip kimseler
sağa sola, ileri geri boyuna konuşurlar; dinimizin şiddetle yasak ettiği
boşuna konuşmama prensibine ayak uydurmazlar. Yine bu kişilerin Allah rızası
uğruna bir saatlik olsun, uykularından vazgeçtikleri görülmüş değildir. Aslında
onlara göre bu nevi bir hareket, büyük bir nimet ve
saadet değil, sadece basit bir
davranıştır.
“Dileseydik o kişiyi ayetlerimizle yüceltirdik. Fakat
o, yeryüzüne (dünyaya) sarıldı ve nefsinin havasına uydu. Onun hali tıpkı
üstüne varıp kovsan da, kendi haline bıraksan da, dilini çıkarıp soluyan
köpeğin haline benzer. Sevgili kulum, artık sen onlara bu kıssayı anlat. Anlat
ki belki iyice düşünürler.” [172]
Bu âyetlerle dile
getirilmek istenen manayı, dana çok açıklığa kavuşturmak istersek, şu şekilde
gözler önüne serebiliriz:
Biz şanı yüce Allah, o
kulumuza öylesine büyük ve erişilmez nimetler bahşettik ki, bu sayede o, büyük
rütbelere yükseldi; yüksek derecelere kavuştu, bizim katımızda değer kazandı.
Fakat ne yazık ki bu kulumuz bizim bu nimetlerimizin kadrini bilmedi; geçici ve
aldatıcı dünyaya gönül kaptırdı, onun küçük ve düşük nimetleri peşinden koştu
nefsinin havasına uymayı, bizim ulu nimetlerimize erişmeye tercih etti. Tüm
dünyanın bile bizim en ufak bir nimetimize denk ve eş olamayacağını; onların
nazarımızda sivrisineğin kanadına eş bir değer bile taşımayacağını takdir
edemedi.
Sonra ne oldu? Ne
olacak, hiç. O bu kötü hareketi ve yanlış düşünüşü ile ikramla hakareti,
zilletle şerefliliği ayırt edemez bir durum içine düşmüş oldu. Tıpkı, bütün nimeti,
bütün yiyeceği bir lokma ekmek veya bir parça kuru kemikten ibaret olan köpek
gibi. -Ki köpeğe göre kendisinin de bir taht üzerine çıkartılması ile bir
pislik yığını üzerinde oturtulması arasında hiç bir fark yoktur. Köpek bunların
hangisinin yüksek, hangisinin düşük bir seviye olduğunu takdir edemez. Çünkü
şuuru yoktur. Burada Önemli olan, köpeğe bir lokma ekmeğin veya bir parça
kemiğin verilip verilmemesidir. -İşte tıpkı bunun gibi bu kulumuzda
gayretsizlik göstererek kendisine verdiğimiz nimetin kadir ve kıymetini
bilemedi; şükür borcunu yerine getiremedi.
İşte ey saadet
yolcusu, âlimler ilimlerini dünyalık mal ve servet biriktirmek uğruna
sattıkları, âbidler kötülük emreden nefislerinin havasına uydukları zaman, bu
düşük ve âdi hizmetçi durumuna düşerler Çünkü ulu Allah, onlara ilim vermiş,
dini ve din hükümlerini öğretmiş, sonra zevklerin en büyüğünü veren ibadet
nimetini bahsetmiştir. Böyle olduğu halde onlar bu üstün nimetin kadri
kıymetini bilmezler de, gönüllerinde barındırdıkları dünya sevgisini Allah
sevgisinden üstün tutarlarsa elbette ki en küçük duruma düşmüş olacaklardır.
Ulu Allah kullarına,
türlü türlü muvaffakiyetler bahşeder; onları çeşitli belâ ve musibetlerden
korur. İbadet ederek ve-hizmet vererek, hizmet ve ibadet nurları ile süslenip
bezenmelerini temin eder. O ulu, çoğu zaman kullarına merhamet nazarıyla
bakar.
Bu nimetleri daha da
çoğaltabiliriz. Hatta melekler bile Ulu Allah'ın kullarıyla övünürler; Allah
katında onlar adına şefaat edebilme haklarını kullanabilirler; Onları efendiler
derecesine yükseltebilirler. Öyle ki o melekler Allah'a yalvarıp yakardıkları
vakit, hemen bu temiz seslerine cevap verilir; dilediklerine kavuşturulurlar;
hatırlarından geçen bir şeyi dilleriyle söylemeden daha Allah verir.
Açıkça görülmektedir
ki insanlar nice nice nimetlerle donatılmışlardır; Allah bütün nimetlerini
onlar için yaratmış ve onların emrine vermiştir. İşte insanların Allah
karşısındaki durumu budur. Şimdi düşünelim. Bu durumda olan insanlar,
kendilerine verilen o üstün nimetlerin kıymetini bilmeseler de, geçici
şehvetlerine ve dünyalık zevklerine dalsalar, ne olur?
Ne kadar alçalmış ve
küçülmüş olurlar değil mi? Kaldı ki Ulu Allah'ın kullarına vermiş olduğu
nimetler sadece bu dünyadakilerden ibaret değil öbür dünyada da sunacağı
sayısız ve rengârenk nimetleri vardır.
Ulu Allah'ın
bahşettiği rengârenk nimetlerin kadri kıymetini bilmek, bu nimetlerin
karşılığında şükür borcunu yerine getirmek, dolayısı ile ebedi olan öbür dünya
hayatını kazanmak her fâniye nasip olmayan erişilmesi güç büyük bir nimettir,
işte gerçek kula düşen ve yaraşan bu büyük ve erişilmesi güç olan nimete
kavuşmaktır. İslâm davasının kahraman yiğitleri olan Peygamberler, bu büyük
nimete kavuşmanın ve kavuşturmanın lekesiz mücadelesini verdiler.
“Eğer bütün insanlar kâfirliğe imrenecek bir tek ümmet
hâline gelmeyecek olsalardı (ki öyle bir durumda gelecekleri muhakkaktır.) O
çok esirgeyici elan Allah'a küfredenlerin evlerinin tavanlarını, üstünden çıkacakları merdivenleri odalarının
kapılarını ve üzerlerine oturup yaslanacakları tahtları da hep gümüşten
yapardık.” [173]
Geçici dünya hayatının
geçici ve aldatıcı güzellikleri, çılgın zevk ve eğlenceleri, kadınlı içkili
ziyafetler Allah katında hiç bir değer taşımazlar. Bunlara kafir de
erişebilir, câhil de, ahlâksız da kavuşabilir, zındık da!.. Dünyalık nimet ve
servetlere herkes kavuşabilir. Ama unutmamak gerekir ki bunlar değersiz
nimetlerdir. Değersiz nimetlere ise kimler kavuşur? Ancak değersiz kişiler. Bazen
insanlıkta en yüksek noktaya, en üstün dereceye ulaşmış bir kişi, bu basit bir
dünya nimetinden mahrum kalırken küfrün doruğuna çıkmış nâra atanlar,
ahlaksızlık ve cahillik içinde bocalayanlar varlık
ve bolluk içinde yüzerler; bütün dünyalık
nimetler emirlerine amadedir. Ama bu onların hayrına mıdır? Hayır.
Bu konuda söylenecek
söz çoktur; hatta o kadar çoktur ki daha binlerce sayfa yazılsa gene de
biteceğini sanmam. Üstelik de vermeğe kalkışsak bile, yazmamız gereken
binlerce sayfalık bu bilgi, sadece denizden bir damladır. Varın şimdi siz bu
konunun derinliğini tasavvur ediniz. Bakınız Ulu Allah sevgili Peygamberimize
bu konuda ne buyurmaktadır:
“Ey Muhammed!.. İşte biz sana da böylece emrimizle
Cebrail'i gönderdik. Sen vahiyden önce kitap nedir, insan nedir, bilmezdin.
Fakat biz o vahyi bir nur kıldık ki, kullarımızdan dilediğimizi onunla doğru
yola eriştiririz. Şüphesiz ki sen de göklerde ve yerde bulunanların sahibi olan
Allah'ın yolunu, doğru yolu göstermektesin. İyi bilin ki bütün işler sonunda dönüp
dolaşıp Allah'a varacaktır.”[174]
“Ey Muhammed!.. Allah'ın sana lütfu ihsanı ve rahmeti olmasaydı, onlardan bir kısmı seni bile
şaşırtmayı kurmuştu. Fakat onlar kendilerinden başkasını saptıramazlar. Hiç bir
hususta sana zarar veremezler. Nasıl verebilirler ki, Allah sana kitap ve
hikmeti indirdi, önceden bilmediğin şeyleri öğretti. Allah'ın sana olan nimeti
büyüktür.”[175]
Ulu Allah bir kabile
topluluğuna şöyle buyuruyor:
“Ey Muhammed!.. Onlar İslam’a girdikleri için seni minnet
altında mı bırakmak istiyorlar? Onlara de ki: Müslüman olmanızı benim başıma
kakmayın. Tersine sizi imana muvaffak ettiği için size Allah minnet eder, eğer
siz imanınızda sadık iseniz.” [176]
Bir gün birisi
Peygamberimizin huzurunda, “Allah'a hamd olsun ki beni müslüman yarattı.” diye
övünür. Bunu duyan Peygamberimiz şöyle der:
“Rabbinin sana bahşettiği en büyük nimete şükrettin.”
Zûnnûn Hazretlerine,
“İnsanoğlu en çok hangi yüzden gurura kapılır, en çok neye aldanır?” diye
sorarlar. O da, “Eriştiği nimet ve servetler yüzünden mağrur olur ve en çok da
yine onlara aldanır.” diye cevap verir. Ve Zûnnûn arkadan da şu âyeti okur:
“Sen artık bu sözü (Kur'an'ı) yalan sayanları bana
bırak. Biz onları kendilerinin bilemeyecekleri bir yoldan yavaş yavaş azaba
yaklaştırıyoruz.” [177]
Marifet sahipleri bu
âyeti şöyle açıklamaktadır:
“Biz şanı yüce Allah,
bol bol nimetler veririz. Bu nimetlere erişenler de onların sarhoşluğu içinde
gurura kapılarak şükür borçlarını yerine getirmeyi unutup giderler.”
Ey kardeşim, nimetin
bolluğu, onun şükrünü yerine getirmeyi unutturur. Bol bol nimet içinde, onun
şükür borcunu ödemek güçtür. Hatta nimet bollaştıkça şükretmek, de zorlaşır.
Bir nimetten diğerine erişen, bir dereceden diğer bir dereceye ulaşan
kimselerin karşılaşacakları tehlikeler de gitgide artar. Açıkçası dereceleri
yüksek olanların maruz kaldıkları tehlike ve belâlar da büyüktür. O halde
yapılacak şey nedir? Tek çıkar yol şudur: Elde edilen nimet veya dereceyi kaçırmamak
için Allah'a yalvarıp yakarmak, onun şükür borcunu yerine getirmek, gafil
bulunmamak ve nihayet sonumuzun nasıl ve ne şekilde biteceğinden emin
olmamaktır. Evet, gerçek müslümana düşen ve yaraşan bu türlü hareket etmektir.
İbrahim Ethem diyor
ki:
Biz sonumuzun nasıl ve
ne şekilde biteceğinden nasıl emin olabiliriz ki, bir yanda İbrahim Peygamber;
“Rabbim, bu Mekke
şehrini emniyetli kıl. Beni de, oğullarımı da putlara tapmaktan uzak tut!”
demekte; diğer yanda, aynı şekilde Yû-
Ulu Allah sana
müslümanlığı nasip ettiğine göre şimdi O'nun katında gözde ve itibardasın; O'na
yakansın, O'na kavuşmuş durumdasın. Eğer sana verdiği bunca nimetlerine karşı
şükretmezsen; O'nun gözünden düşebilir, kapısından kovulabilir ve ondan ayrı
kalabilirsin.
Merhameti bol ve
yaygın olan Allah'tan dileğimiz odur ki, bizi
kendisinden uzak düşürmesin.
Buraya kadar
söylediklerimizi özetleyecek olursak şunları ortaya dökmemiz gerekir. Ey
saadet yolunun yılmaz yolcusu!.. Bu yedi çetin ve tehlikeli geçidi aştıktan
sonra, sayamayacağın ve aklının alamayacağı kadar bol olan Allah nimetlerini
düşünürsen gerçek ilme ulaşırsın. Basiretin açılır, günahlarından arınırsın.
Bütün engelleri yıkar, zafere erersin.
Artık senin için nice
güzel huylar, iyi meziyetler; nice yüksek mevki ve dereceler elde edilmiş olur.
Önce basiretin açılır, sonra Allah'a yaklaşırsın. Eğer dilinle bunca sayısız nimetlerin
sahibini, hamdü sena ederek zikreder, yüreğinde O’na karşı sarsılmaz sevgi ve
saygı besler, vücudunla da ibadet borcunu yerine getirirsen, kâinatın ortaksız
yaratıcısına şükretmiş olursun; hem de bu hareketin seninle günahlar arasına
bir yıkılmaz set çeker.
Ey saadet yolcusu!. Bu
tehlikelerle dolu çetin geçitleri bir bir aşarak boynuna borç olan şükür
vazifeni de yerine getirirsen, Ulu Allah seni her işinde muvaffak eder, sana
güç kuvvet verir. Umduğundan da daha çok rengârenk nimetlerle seni donatır.
Doğruluk ve nimetin artması gibi iki büyük hazineye kavuşursun.
Şimdiye kadar
eriştiğin nimetler hiç bir zaman geri alınmadığı gibi, üstelik daha da artar.
Yeni kavuştuğun nimetler de asla kaybolmaz. Artık sen bu noktadan sonra
ariflerden, âlimlerden ve ilmi ile âmil olanlardansın. Ahlaken tertemizsin.
Dünyanın fazilet timsâli kişilerindensin. Hak yolundasın. İçin-dışın bir,
tertemizdir. Geçici ve aldatıcı sonu gelmez arzu ve istekler peşinde koşmazlar.
Herkese iyiyi, kötüyü,
doğruyu, eğriyi gösterirsin. Alçak gönüllüsün. Allah'tan korkarsın. Tevekkül
sahibisin, kader ve kazaya razı olur, belâ ve musibetlere karşı sabredersin.
Hem Allah'tan korkar, hem de rahmetinden ümidini kesmezsin. İhlâs sahibisin.
Yaptığın her ibadeti, her iyiliği yalnız Allah'ın yüce rızasını kazanmak için yaparsın, Allah'ın senin
üzerinde minnet ve şükür hakkı olduğunu unutmazsın. Kâinatın ortaksız sahibi
olan Allah'ın sana vermiş olduğu sayısız nimetlerine karşı şükredersin. Ve
bütün bu haslet ve meziyetlere sahip olduğun için de Allah'ın yaygın iltifatına
mazhar olursun. İşte bütün bu saydığımız hususları göz önünde tut, ey saadet
yolcusu!..
Başarı yalnız
Allah'tandır.
Ey Hak yolcuları!..
İyi bilesin ki bu yol, uzunluk - kısalık bakımından, yaya olarak alınan ve
alınması da tamamen vücudun güçlülük ve zayıflılık durumuna bağlı bulunan
maddî mesafelere benzemez. Bu yol manevî ve ruhanî bir yoldur, onda yürüyen de
ayaklar ve bacaklar, açıkçası vücut değil, kalb ve kalbin beslediği
fikirlerdir. Kalb ve kalbin beslediği fikirler sağlam bir iman taşıyıp
taşımamasına ve basiret sahibi olup olmamasına göre bu Hak yolu ya alır, ya da
alamaz. Bu hak yolun aslı esası, kişinin gönlünde doğarak bütün varlığını
aydınlığa kavuşturan ilâhî bir nurdur; ilâhî bir nazardır. Kişi o nurla
baktığı zaman, ancak dünya ve âhiret hayatının perdesiz, gerçek yüzünü
seyredebilir. Dolayısı ile kendi öz nefsini de doğru yola sevk eder.
Bazan kişioğlu bu
ilâhî nuru ve ilâhî nazarı yüzlerce yıl arar arar bulamaz. Onun eserme bile
rastlayamaz. Bunun sebebi gayet basittir. Arayıştaki hata, çalışmadaki kusur ve
bilgisizlik... Bu aydınlık yolu böyle hiç bulamayanlar olduğu gibi, elli
yılda, on yılda, bir yılda... Hatta Allah'ın yardımı ile bir anda bulanlar da
vardır. Aslında hidayete eriştiren Allah’tır. Yalnız insan da çalışmak, doğru
yolu aramakla mükelleftir. Allah mutak hâkimdir. Dilediğini işler, dilediği
gibi hükmeder.
Imriül-Kays diyor ki:
“Arkadaşım sultanın
sarayının kapışım görünce ağlamaya koyuldu. Kendisine dedim ki:
“Dostum, hükümdar gibi
varlık sahibi olamadığımız için sakın tasalanma. Biz de mal ve servet sahibi
olmayı arzu ederiz. Sahip olmadan ölürsek mazur sayılırız.”
Şimdi aklımızı
başımıza alarak iyice düşünelim. Nasıl olur da bir kimse, iki rek'at namaz
kılarak veya bir kaç kuruş sadaka vererek veyahut da birkaç gecesini ibadetle
geçirerek karşılığında ebediyyen saltanat sürmeyi, ebediyen mutlu olmayı
isteyebilir veya kendisine verileceğini umabilir? Arada bir denge var mı?
İmrenilen istenilenin karşılığım tutuyor mu? Hayır, asla!
Değil böyle bir kaç
ibadet ederek birkaç hayır işleyerek karşılığında sonsuz mutluluğa kavuşmayı
istemek veya ummak insanoğlu binlerce ayrı ruh ve bedenden müteşekkil olsa
aynı zamanda dünya gibi milyarlarca yıllık bir ömre sahip bulunsa bu uzun zaman
süresi boyunca da ibadet etse, iyilik
İşlese, yine de
kendisine verilen bunca nimeti hak etmiş olamaz. Bu zaman içinde yaptıklarıyla
dünya ve âhiret kurtuluşuna hak kazanamaz.
Eğer insanoğlu kıt
kanaat işlediği birkaç ibadet ve iyilikten sonra ebedî mutluluğa erişirse, yani
aftan kendisine sonsuz hayatta ebedî saadeti ihsan ederse iyi bilmek gerekir
ki O, büyük bir ganimete konmuş demektir. Bu gerçek böyle biline!
Hz. Allah buyuruyor
ki:
“Artık onların yaptıklarına bir mükâfat olarak
gözlerin aydın olacağı nimetlerden neler gizlenmiş bulunduğunu kimse bilemez.” [178]
Aynı konuda sevgili
Peygamberimiz de (s.a.s.) şöyle sesleniyor:
“Cennette gözlerin göremeyeceği, kulakların
işitemeyeceği ve hiçbir insanın hatırından bile geçiremeyeceği renk renk
nimetler yaratılmıştır.”
Hz. Allah:
“Hakikat, sizin Allah'ı bırakıp taptıklarınız size bir
rızık vermeye muktedir olamazlar. O hâlde rızkı Allah katında arayın. O'na
ibâdet edin. O'na şükredin” [179]buyurmuştur.
Diğer âyette de şöyle buyurmuştur:
“Allah'ı bırakıp taptığınız da sizin gibi kullardır”[180]
Dil ile şükür de şükür
cümlesindendir. Nitekim rivayete göre hatife Ömer b. Abdülâziz'i ziyaret etmek
üzere bir cemaat gelmiş ve bunlardan bir gene söze başlamıştı Ömer b.
Abdülâziz:
“Sen dur, yaşlı
olanınız konuşsun” dedi. Bu genç:
“Eğer mutlak surette,
her iş yaşlıya verilmesi gerekiyorsa senden daha nice yaşlılar var, hilâfette
sana sıra gelmezdi” dedi. Bunun üzerine Ömer:
“O hâlde konuş
bakalım” dedi. Genç:
“Biz her hangi bir
şey'i isteyen veya her hangi bir şeyden korktuğumuz için sizi ziyarete gelmiş
değiliz. Çünkü senin üstün faziletin isteklerimize cevap vermiş, adaletin bizi
korkudan emin kılmıştır. Bizim ziyaretimiz bütün bunlara karşı bir
teşekkürdür. Size dilimizle teşekkür etmeğe geldik, hemen geri dönüyoruz”
dedi. İşte şükrün bütün hakikatini ihata eden mânalarının asılları budur. Fakat
şükür, in'âm edicinin nimetini saygı ile itiraftır, diyen, kalbin bâzı hâlleri
ile dilin işini nazar-ı İtibara almıştır. Şükür, ihsanını' anmak suretiyle
ihsan edeni övmektir, diyen de yalnız dilin işini nazar-ı itibâra almıştır.
“Şükür, hürmeti
korumağı devam ettirmekle şuhûd minderi üzerinde oturmaktır” diyen de şükrün
bir çok mânalarını bir araya toplayandır ki, yalnız dil ile ameli ortada
bırakmıştır. Hamdûn-ı Kassar, nimete şükrü, nefsini şükürde tufeyli görmektir,
demekle, marifetin yalnız şükrün mânalarından olduğuna işaret etmiştir.
Cüneydî'nin:
“Şükür, nefsini o
nimete lâyık görmemendir” demesi, özellikle kalbin hâllerinden bisine
işarettir. Bütün bu zatların şükür hakkındaki sözleri, kendi hâllerine işaret
olduğu için cevapları da ayrı ayrıdır. Aynı zamanda bunlardan birisinin aynı
Soruya ayrı cevap verdiği de olur. Bu da başka bir hâle intikal etmiş
olmasındandır. Zîra onlar, ancak kendilerine galebe çalan hâllerinden
konuşurlar. Tevfik Allah'tandır.[181]
1- Resulullah
(s.a.v.) buyuruyor ki:
“Her göz kıyamet gününde ağlayacaktır. Ancak: Allah
Teala’nın haramlarına bakmayan, Allah yolunda uyumayan ( Nöbet veya ibadet için
uyumayan ) bir de Allah korkusundan ( kimsenin bulunmadığı bir yerde ) sinek
başı kadar kendisinden yaş dökülen göz müstenadır.” (Yani bu gözler
ağlamazlar gülerler.)[182]
2-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Benim bildiklerimi siz bilseniz (başınıza gelecekleri
düşünür) ve az güler, çok ağlardınız”[183]
Bil ki havf (Allah'tan
korkmak) büyük makamlardandır. Fazileti, sebeb ve neticelerine bağlıdır. Sebebi
anlatılacağı gibi ilim ve marifettir. Bunun için Allahü Tealâ:
“Allah'tan ancak, âlim kulları korkar” buyuruyor.
Resûlüllah (saltâllahü aleyhi ve sellem):
“Hikmet ve ilmin başı Allah korkusudur” buyuruyor.
Neticesi ise, iffet, verâ' ve takvadır. Bunların hepsi de saadetin
anahtarıdır. Çünkü şehvet ve arzular terke dilmedikçe ve bu yolda
sabredilmedikçe, saadet yolu bulunamaz. Şehvet ve arzuları korku gibi hiç bir
şey yakıp yok edemez. Bunun için Allahü Teâlâ kendisinden korkanlar için
hidâyet, rahmet, ilim ve rızâyı üç âyette topladı ve:
“Hidâyet ve rahmet Allah için günahlardan kaçanlaradır”.
“Allah'tan ancak âlim kulları korkar Allah onlardan
razıdır, onlar da Allah'tan razıdır”
buyuruyor. Havfın neticesi olan takvayı Allahü Teâlâ kendine izafe ediyor ve;
(Kurbanınızda Allah'a ulaşan et ve kan değil, kurbanda) “Takva üzere olmanız Allah içindir” , buyuruyor. Resûlullah
(sallâllahü aleyhi ve sellem) buyurdu: “Kıyamette
insanları yüksek bir yerde topladıkları gün, uzak ve yakındakilerin
duyabilecekleri bir ses der ki, ey insanlar, sizi yarattığım günden beri bütün
sözlerinizi işittim. Şimdi siz beni dinleyin, dikkatli dinleyin ki,
yaptıklarınızı önünüze sereceğim, Ey insanlar! Kendi nesebinizi koydunuz. Ben
de nesebimi koydum. Su nefâbinizi çektiniz ve benim nesebimi bıraktınız. Ben?
Allah'ın katında en büyüğünüz, en mütteki olanınızdır, dedim. Siz, hayır,
büyük fite oğlu filândır. Bugün ben nesebimi tutarım ve sizin nesebinizi
atarım. Müttekiler (Takva sâhipleri, Allah'tan korkanlar) nerededir? Bunun
üzerine bir sancak açılır, ileri getirilir, müttekîler onun ardından gider.
Hepsi hesâbsız Cennete girerler”. Bu sebebtendir ki Allah'tan korkanların
sevabı kat kattır. Nitekim âyet-i
kerîmede:
“Hesaba çekileceğinden korkana Cennette iki derece
vardır” buyuruldu. Resulullah
(sallâllahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:
“Allahü Teâlâ buyuruyor:
“İzzetim hakkı için, bir kulda iki korku
ve iki emniyet bulundurmam. Dünyada benden korkarsa, âhirette onu emin ederim.
Âhiret hususunda emin ise korkuturum” Resûlüllah (sallâllahü aleyhi ve
sellem) buyurdu:
“Allahü Teâlâ’dan korkandan her şey korkar. Allah'tan
korkmayanı, her şey'le korkuturlar”
Yine buyurdu: “Sizin en akıllınız, Allah'tan
en çok korkanınızdır” Yine buyurdu:
“Sineğin başı kadar gözünden yüzüne yaş akan kimsenin
yüzünü Cehennem ateşi yakmaz” Yine
buyurdu:
“Allah korkusundan kulun tüyleri kalkarsa ve bu korkuyu
düşünürse, ağaçtan yaprak dökülür gibi günâhları dökülür.”
3-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Ey Ashabım. Benim bil diklerimi siz de bilseydiniz,
muhakkak ki, az gülüp, çok ağlardınız. Çünkü: Nifak zuhur edecek, emanet
kalkacak, merhamet kalmayacak, doğru ve dürüstler ayıplanacak, doğru ve emin
olmayanlara emniyet edilecek, karanlık geceler, vahşi develer gibi, fitne ve
fesat sizi saracak.”[184]
4-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Allah'ın rahmetinden ümit ve gazabından korku
kendisinde birleşen kalbe Allah ümit ettiğini verir ve korktuğundan da onu
korur.”[185]
5-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Ben, dünya ve dünyada olanlara şu ayet sebebiyle
sevmem: Çünkü Cenab-ı Hak bu ayette şu şekilde buyuruyor “Ey haddini aşarak
türlü türlü günah işleyen kullarım, benim rahmetimden ümidinizi kesmeyiniz.”[186]
6- Resulullah
(s.a.v.) buyuruyor ki:
“Allah rızası için geceleyin ibadete kalkan kimse
menziline erişir. Biliniz ki, Cennet ucuz değildir.”[187]
7-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Hikmetin başı Allah korkusudur.”[188]
8-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Allah, kendisinden başkasından korkanların başına
zalim kimseleri musallat eder. Şayet adem oğlu Allah'dan başkasından korkmazsa
Allah (c.c.) da onun başına kimseyi musallat etmez. Keza, Adem oğlundan
isteyeni Cenabı Hak ademoğluna muhtaç eder. Şayet adem oğlu Allah'tan isterse,
Allah'ta onu başkasına muhtaç etmeden, onun rızkını kendisi verir.”[189]
9-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Cennete ancak Allah rahmetinden ümitli olanlar
girecektir. Cehenneme de yalnız oraya girmekten korkan kimseler gireceklerdir.
Allah ancak, merhametli olanlara rahmet edecektir.”[190]
10- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“İnsanların en mükerremi, Allah’tan en çok
korkanıdır.”[191]
11-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Şüphesiz, Allah’tan en çok korkan ve onu en iyi
bileniniz benim.”[192]
12- Resulullah
(s.a.v.) buyuruyor ki:
“Eğer siz Allah'tan hakkıyla korksaydınız, kendisiyle birlikte cehaletin yeri olmayan
ilmi elbette ki tahsil ederdiniz. Şayet,
siz Allah'ı layıkıyla bilmiş olsaydınız, anlasaydınız, dualarınızla dağlar
yerinden oynardı.”[193]
13-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Allah, dünyada Allah korkusu ve ümidini, kalbinde
birleşmeyen kimseye cehennem korkusunu koklatacaktır. Kalbinden bu iki duyguyu
ayırmayana da Cennet kokusunu koklatacaktır.”[194]
Şiblî (rahmetullahi
aleyh) buyurur:
“Havfın (korkunun)
üzerimde gaalib olduğu bir günüm olmadı ki, o gün kalbime hikmet ve ibretten
bir pencere açılmamış olsun”. Yahya ibn Muâz (rahmetullahi aleyh) buyurur:
“Mü'minin günâhı
korku, ceza ve rahmet ümîdi arasında, iki aslan arasında kalmış tilki gibidir”.
Yine buyurdu: “Zavallı insan, Cehennemden fakirlik gibi korksaydı, Cennete
girerdi!” Kendisine kıyamette kim daha emindir dediklerinde:
“Bugün daha çok
korkandır”, buyurdu. Bir kimse Hasan-ı Basrî'ye:
“Bizi, kalblerimizi
parçalayacak şekilde korkutanların meclisi, sohbeti hakkında ne buyurursunuz?”
dedikte: “Bugün sizi korkutup yarın emîn edenlerin sohbetini; sizi bugün emîn
edip yarın korkuya düşüren kimselerin sohbetinden iyi biliniz ve böyleleri ile
sohbet' ediniz”, buyurdu. Ebû Süleyman-ı Darânî (rahmetullahi aleyh) buyurur:
“Korku olmayan
kalblerden, harâb olmayan bulunmamıştır”. Aişe (radıyallahü anhâ) buyurdu:
“Resûlüllah'a
(sailâllahü aleyhi ve seliem) Kur'ân-ı Kerîm'de; “Yaparlar ve korkarlar”, buyurulması ne içindir”? hrsızlık ve zina
mıdır? dedim.
“Hayır, namaz kılarlar, oruç tutarlar, zekât verirler
ve kabul olmadı diye korkarlar demektir”
buyurdu. Muhammed ibn Münkedir ağladığı zaman, vücûdunu gözyaşı ile siler ve:
“Duydum ki gözyaşı değen yeri Cehennem ateşi yakmaz”, derdi.
Sıddık (radıyallahü
anh) buyurur:
“Ağlayınız,
ağlayamazsanız, kendinizi zorla ağlatınız” Kâ'bü'l-Ahbâr buyurur:
“Allahü Teâlâ'ya yemin
ederim ki, ağlayıp gözyaşımın yüzüme akmasını, dağ kadar altın sadaka vermekten
çok severim” Abdurrahman İbn Ömer (radıyallahü anh) buyurur:
“Allah korkusundan
akan bir damla gözyaşını, bin altın sadaka vermekten çok severim.”[195]
Bil ki havf, kalb
hâllerinden bir hâldir. Kalbde meydana gelen uzaklık ateşidir. Bunun da bir
sebebi ve neticesi vardır. Sebebi ilim ve marifettir. Âhiret işlerinin
tehlikesini ve kendi helakinin sebeplerini hâzır ve kuvvetli görürse bu ateş
elbette can evinde meydâna gelir. Bu do iki marifetten doğar:
Birinci marifet, kendi
ayıplarını, günâhlarını, tâatteki kusurlarını, ve kötü ahlâklarını hakkıyla
görür. Bütün bu kusurları yanında Allahü Teâlâ'nın kendisine verdiği nimetleri
de görür. Böyle olan kimse, pâdişâhın nîmet ve iltifatlarına kavuşup, harem ve
hazînesine hıyanet eden kimseye benzer. Sonra aniden pâdişâhın, onun bu
hıyanetlerini gördüğünü anlar. Ve bilir ki pâdişâh çok gayyur, intikam alıcı
ve korkusuzdur
Korkunun dereceleri
çoktur. Arzulardan men ediyorsa iffet denir. Haramlardan men ediyorsa verâ1
denir. Şüphelilerden veyû haram korkusuyla helâllerden men ediyorsa takva
denir. Allah'a yaklaştıranların gayrisi olan her şey'den men ediyorsa, sidk
denir. Böyle kimseye sıddik denir. İffet ve verâ takvanın ve hepsi sıdkın
altında kalır. Havf da (korku) hakikatte budur. Amma gözyaşı akıtan ve silen
ve, “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhi'l-aliyyi'l-azîm”, deyip kalbi gaafil
olan kimseye, kadın gibi yumuşak kalbli denir. Bu, korku olmaz. Çünkü bir
şey'den korkan kimse, ondan kaçar. Bir kimse eteğinde bir şey saklar. Bunun
yılan olduğunu bilirse, “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh” ile yetinmez,
belki yılanı atar. Zinnûni Mısrî'ye Allah'tan korkan kul kimdir? dediklerinde:
“Kendini hasta görüp
ölüm korkusuyla bütün isteklerinden kaçandır”, buyurdu.[196]
Havfın üç derecesi
vardır: Zayıf, kuvvetli ve mutedil. Beğenileni mûtedil (orta) olanıdır. Zayıfı
kadınlar gibi ince kalbli olmak, kuvvetlisi de ümitsizliğe kapılmak olup, hasta
olma, kendini bilememe ve hattâ ölüm ihtimâli olabilir. İkisi de kötüdür. Çünkü
korkunun, kendi nefsinde bir kemâli, olgunluğu yoktur. Tevhîd, marifet ve
muhabbet gibi değildir. Bu sebeptendir ki, Allahü Teâlâ'nın bir sıfatı
olamamıştır. Zîra havf (korku) cahillik ve acizlik olmadan olmaz. Cahillik ve
acizlik olmazsa, sonu meçhul olmaz ve tehlikeden sakınmak acz ve korku olmaz.
Lâkin havfın gaafillerin hâline izafetle bir kemâli vardır. Zîra onlar için,
çocukları okuturken veya hayvanı yolda sürerken dövmek ve kamçılamak gibidir
Çocuğun hâtırına getirecek, çalıştıracak veya hayvanı korkutacak kadar kuvvetli
ise bunları yapması noksanlık olur. İkisi arasında olması gerekmektedir.
Günâhlardan sakındıracak tâatleri yaptıracak hâlde olmalıdır. Âlim olanın
havfı da o derece mutedil olur. Çünkü ifrata varınca recâ (ümîd) sebeblerini
düşünmemeye başlar. Zayıf olunca da işin zararını anlayamam. Korkmadığı hâlde
kendine âlim diyen, ilim elde etmemiş boşa zaman harcamıştı. Tıpkı çarşılarda
dolaşan, kendine hikmet sahibi diyen ve hikmetten hiç haberi olmayan falcılar
gibidir. Çünkü bütün marifetlerin başı, kendini ve Allahü Teâlâ'yı tanımaktır.
Kendini ayıplı ve kusurlu Allahü Teâla'yı ise, Celâl, Azamet ve Hâkimiyet
sahibi olarak bilmektir. Kendini ve Allahü Teâlâ'yı böyle bilmekten, korkudan
başka bir şey doğmaz.
Korkanların çoğu
akıbetinin kötü olmasından korkmuşlardır. Çünkü inşânın kalbi değişebilir. Ölüm
zamanı müdhiş bir zamandır. O vakitte kalbin neye karar kılacağı bilinemez.
Hattâ ariflerden biri şöyle der:
“Bir kimsenin elli
sene tevhîd üzere olduğunu bilsem, yanımdan bir duvarın arkasına gitmek kadar
uzaklaşsa, tevhîd üzere olduğuna şâhidlik edemem! Çünkü kalb hâli değişebilir
ve neye döndüğünü bilemem”. Bir başkası da der ki:
“Evin kapısında şehîd
olmayı mı, yoksa odanın kapısında müslümân olarak ölmeyi mi seversin deseler,
odanın kapısında ölmeyi istemem. Çünkü evin kapısına çıkıncaya kadar İslâm
üzere kalacağımı bilemem”. Ebû'd-Derdâ (radıyallahü anh) yemin etti ki:
“Hiç kimse, îmânın
ölüm zamanında geri alınmayacağına emîn olamaz”. Sehl-i Tüsterî buyuruyor ki:
“Sıddîklar her nefeste
sû-i hâtemeden korkarlar. Süfyân-ı Sevrî (rahmetullahi aleyh) ölüm zamanında
inledi ve ağladı. Allahü Teâlâ'nın afvının senin günâhından büyük olduğunu
bilmez misin? Dediler.
“Tevhîd üzere (îmânla)
gideceğimi bilsem, dağlar kadar günâhım olsa yine korkmam”, buyurdu. Büyüklerden
biri vâsîyet eyledi ve elinde olan şey'i bir kimseye verdi ve:
“Tevhîd üzere (îmânla)
ölmenin nişanı şöyle şöyledir. O nişanları görünce, bu para ile şeker ve badem
içi satın al ve şehirdeki çocuklara dağıt ve bugün filânın sevinç günü saadete
erdiği gündür de. Eğer bunu görmezsen, İnsanlara söyle namazımı kılmasınlar
benimle meşgul olmasınlar. Hiç olmazsa öldükten sonra mürât olmayayım”, dedi.
İsâ aleyhisselâm havarilerine:
“Siz günâhtan
korkarsınız biz peygamberler küfürden korkarız”, buyurdu. Peygamberlerden biri,
açlık, susuzluk, elbisesizlik ve daha birçok sıkıntılara mübtelâ oldu. Senelerce
sürdü. Nihayet Allahü Teâlâ'ya inliyerek yalvardı. Allahü Teâlâ:
“Kalbini küfürden koruyorum, buna razı olmuyorsun da,
hâlâ dünyâyı mı istiyorsun?” buyurdu.
Yâ Rabbît tevbe ettim, razı oldum, deyip dünyalık istediği için başına toprak saçtı. Su-i hâtemenin
işaretlerinden biri nifaktır Bunun için Ashâb-ı Kiram (aleyhimürrıdvân)
kendileri için dâima nifaktan korkarlardı. Hasan-ı Basri (rahmetullahi aleyh)
buyurur:
“Bende nifak
olmadığını bilseydim, bunu yeryüzünde olan her şey'den daha çok severdim”. Yine
buyurdu: “İçin dışa, kalbin dile uymaması nifaktan arzu ve şehvetlerinin
kendisinden alındığını, dünyâdan kahır ile çıkarıldığını ve istemediği yere götürüleceğini
görür ve kendisine böyle yapıldığını görünce, kotu düşüncesi artar, o az sevgi
de kalmaz. Tıpkı çocuğunu az seven bir babanın, çocuğundan çok sevdiği bir
şeyi bu çocuğu alırsa, çocuğun düşman olması gibi olup eskiden olan o az
sevgisi de kalmaz. Bunun için şehidlik mertebesi büyüktür. Çünkü o anda dünya
gözünden kalkmış- Allah sevgisi kalbini kaplamış, gönlü ölmeye hazırlanmıştır.
Böyle bir zamanda gelen ölüm büyük bir kazançtır. Zira böyle bir hâl çabuk
değişir, kalp her zaman o güzel hâlde kalmaz. O hâlde kalbinde Allahü
Teala'nın sevgisi her şeyden kuvvetli olanı bu sevgi, kendini bütün varlığı
ile dünyâya vermekten men eder. O bu tehlikeden daha emîn olur. Ölüm zamanı
gelince, sevgiliyi görmek zamanının geldiğini bilir, ölümü hakîr görmez. Allah
sevgisi daha da artar, dünyâ sevgisi büsbütün yok olur. Bu hüsn-i hâteme
(îmânla gitme)nin alâmetidir. Bu tehlikeden uzak olmak isteyen, bîd'atten, uzak
olmalıdır. Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadîs-i şeriflerde olanlara inanır, anladığını
kabul eder, anlamadığı için doğrudur der ve hepsine inanır. Allah sevgisinin
kendini kaplamasına, dünyâ sevgisinin azalmasına uğraşır. Bu da ancak, şerîatin
hududunu gözenekle olur. Böylece dünyâ kendisine aşağı gelir ve ondan kaçar;
Buna mukaabil- Allah sevgisi kalbinde kuvvetlenir. Dâima O'nu zikreder, O'ndan
konuşur. Dünyâyı sevenlerle değil, O'nu sevenlerle sohbet ve arkadaşlık eder.
Demek kî dünyâ sevgisi gaalib olunca tehlike başlamış demektir Nitekim Kur'ân-ı
Kerîm'de:
“Ey Muhammed, Hicreti terk edenlere de ki: Eğer
babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, kabileniz, elinize
geçirdiğiniz mallar, kesâddan korka geldiğiniz bir ticâret ve hoşunuza gitmekte
olan meskenler size Allah'dan, O'nun Peygamberinden ve O'nun yolundaki bir
cihaddan daha sevgili ise, artık Allah'ın emri gelinceya kadar bekleye durun.
Allah fâsıklar güruhunu hidâyete erdirmez.”
“Birinizin yaradılışı ana karnında kırk gün nutfe
olarak toplanılır. Sonra olusu kadar bir müddet pıhtılaşmış kana döner, sonra
o, bu kadar müddet bir çiğnem et paçası olur. Sonra ona bir melek gönderilir de
ona ruh üfler. Ve dört (şey)le emrolunur: Rızkını, ecelini, amelini, şakî veya
saîd olacağını yazar. Kendinden başka (ibadete lâyık) hiçbir ilâh bulunmayan
(Allah) a yemin ederim ki biriniz cennet ehlinin işini yapmaya devam eder,
nihayet kendisi ile cennet arasında ancak bir arşın (kadar açıklık) kalır da
(ana karnındaki) yazı (lan kader) onun önüne geçer (ek kendisini mağlûb eder)
de âteş(-i cehennem)
ehlinin
işini yaparak cehennemi boylar. Sizden bir kimse, cehennem ehlinin işlediğini
yapmaya devam eder, nihayet kendisi ile cehennem arasında ancak bir arşın
(kadar açıklık) kalır da (ana karnındaki) yazı(lan kader) onun önüne geçer (ek
kendisini maglûb eder) de cennet ehlinin işini yaparak cennete girer.”
İblis mel'ûn olduğu
zaman, Cebrail ve Mîkâil dâima ağlıyorlardı. Allahü Teâlâ onlara vahiy gönderdi
ve:
“Niçin ağlıyorsunuz?” buyurdu. “Mekrinden emîn değiliz,” dediler. “Böyle olmak gerek, emin olmama) lı”, buyurdu. Muhammed İbn
Münkedir der ki:
“Cehennem yaratıldığı
zamân, bütün melekler ağlamaya başladı. İnsanlar yaratılınca, ağlamayı
kestiler. Cehennemin kendileri için yaratılmadığını anladılar. Resûlullah
(sallâllahü aleyhi ve seüem) buyurdu:
“Cebrail aleyhissslâm bana her geldiği zaman, Allah
korkusundan titriyor görürdüm”. Enes
(radıyallahü anh) der ki,
Resûlüllah (aleyhisselâm)
buyurdu:
“Cebrail'e Mîkâil'ın (aleyhisselâm) hiç güldüğünü görmedim. Sebebi
nedir? Diye sordum. Cehennem yaratılandan beri hiç gülmedi dedi”. İbrahim aleyhisselâm
namaza durduğu vakit, kalbinin coşması, kaynaması, iki mil uzaktan duyulurdu.
İmâm-ı Mücâhid (rahmetullahi aleyh) der ki:
Dâvud aleyhisselâm
başını secdeye koyup kırk gün ağladı. Gözyaşının aktığı yerde otlar büyüdü.
“Yâ Dâvûd, niçin ağlıyorsun?
Açsan, sana yemek vereyim, elbisen yoksa elbise göndereyim” diye bir ses
geldi. Hazîn bir sesle inledi. Nefesinin ateşi oradaki odunu yaktı. Sonra
Allahü Teâlâ tevbesini kabul etti. Yâ Rabbî, kusurumu elime yaz da,
unutmayayım, dedi. Duası kabul edildi. Elini yemeye ve içmeye uzatmadı ki, önce
o kusuru görmesin ve ağlamasın. Bâzen kendisine bardakla su verirlerdi. Bardak
dolu olmazdı. Gözyaşları ile dolardı. Anlatırlar ki, Dâvûd aleyhisselâm o kadar
ağladı ki, takati kalmadı ve:
“Yâ Rabbî, ağlamama
merhamet etmez misin?” dedi. Vahiy geldi ki: Ağlamaya âit sözler söylersin,
kusurunu unuttun mu?
“Yâ Rabbî, nasıl
unuturum, kusurumdan önce Zebur okuduğum vakit, akan sular durur, kuşlar başıma
toplanır, dağlardaki vahşî hayvanlar mihrabımı, etrafımı sarardı. Bugün
bunlardan hiçbirisi olmuyor. Yâ Rabbî bu ne büyük korku ne müthiş iştir” dedi.
Allahü Teâlâ buyurdu ki:
“O tâattaki ünsten, bu ise kusurun korkusundandır. Ey
Dâvûd! Âdem benim kulum idi. Onu kudret elim ile yarattım. Ona kendi ruhumdan
üfledim. Meleklerin ona secde etmesini emrettim. Ona keramet hil'atını verdim.
Vakar tacını başına koydum. Yalnızlığından yakındı, Havva'yı yarattım. İkisini de Cennete koydum. Bir kusur
işledi. Mahcûb ve çıplak huzurumdan uzaklaştırdım. Ey Dâvûd! Dinle, doğru dinle! Bana tâat ettin. İstediğini
verdim. Kusur ettin, mühlet verdim. Şimdi bütün bunlarla bana
geldin, kabul ettim”. Yahya İbn Ebî
Kesîr der ki:
“Bildirdiler ki Dâvûd
aleyhisselâm kusuru için seste ağlamak istediği zaman, yedi gün bir şey
yemedi, hanımlarının yanına gitmedi.
Sonra sahraya çıktı. Oğlu Süleyman aleyhisselâma, Davud'un (aieyhis-selâm) ağlamasını duymak isteyen
mahlûkatın toplanması için, seslenmesini söyledi. Alî İbn Hüseyin
Zeynelâbidîa abdest aldığı zaman, yüzünün
rengi sararırdı. Sana ne oldu?
Dediklerinde:
“Kimin huzuruna
çıkacağımı biliyor musunuz?” derdi. Müsevver ibn Muhrebe Kur'ân-ı Kerîm okumaya
dayanamazdı. Bir gün tanımadığı bir
kimse:
“Hatırla o günü ki,
müttekîleri binekler üzerinde Cennette bulundururuz, mücrimleri susuz olarak
Cehennem ateşini tatmaya
göndeririz” âyet-i kerîmesini
okuyordu. Ben müttekîlerden değil, mücrimlerdenim, deyip bu âyeti bir daha oku
dedi. Bir daha okudu. Feryâd etti ve can verdi. Hâtem-i Âsem der ki:
“Güzel, süslü yerlere
aldanma. Cennetten daha iyi yer yoktur. Adem aleyhisselâmın ne gördüğünü
biliyor musun? Çok ibâdet ediyorum diye övünme. İblis'in ne gördüğünü biliyor
musun? Binlerce sene ibâdet etti.
İlminin çokluğuna güvenme.
Bel'am-i Baur ilimde o derecede idi ki, İsm-i Âzami bilirdi. Hakkında
ise:
“Onun gibiler köpek
gibidir” buyuruldu. İyi dostlara güvenme. Resulüllah'ın (sallâllahü aleyhi ve
sellem) akrabası, yakınları, onu çok gördüler, onun sohbetinde bulundular ve
fakat müslümân olmadılar. Sırrî Sekâtî buyurur:
“Her gün birkaç defa
burnuma bakar, yüzüm karardı mı diye düşünürüm”. Atâ Sülemî, çok korkanlardan
idi. Kırk sene gülmedi. Gökyüzüne bakmadı. Bir defa göğe baktı ve korkusundan
düştü. Her gece birkaç defa kendini yoklar, insanlık şeklinden çıkıp
çıkmadığını araştırırdı. İnsanlara kıtlık ve bir belâ gelse, benim yüzümden
geliyor derdi. Ahmed İbn Hanbel der ki:
“Korkudan bir kapının
bana açılması için duâ ettim. Kabul edildi. Korktum ve aklımı yitireceğimi
sandım. Yâ Rabbî, dayanabileceğim kadar ver, dedim. Sonra sükûnet buldum”.
Kullardan birini ağlarken gördüler.
“Niçin ağlıyorsun?”
Dediler.
“Kıyamette insanları
suâle çektikleri saatin korkusundan ağlıyorum” dedi. Hasan-i Basrî'ye bir kimse,
nasılsın? dedi.
“İnsanlarla beraber bir
gemide bulunan ve gemi parçalanıp deniz ortasından herkesin bir tahta üzerinde
kaldığı kimsenin hâli nasıl olur?” Buyurdu. Çok korkunç olur, dedi. İşte benim
hâlim öyledir, buyurdu. Yine buyurdu ki: Haberde geldi ki bir kimseyi bin sene
sonra Cehennemden çıkarırlar. Keşke ben o kimse olsaydım. Bunu son nefeste
îmânsız gitmek ve ebedî Cehennemde kalmak korkusundan söyledi.[197]
Hz. Allah buyuruyor
ki:
“Hakikat şudur ki, kafirler güruhundan başkası
Allah'ın rahmetinden ümidini kesmez.”
Cenâb-ı Hak buyuruyor
ki:
“O günde ki nice yüzler bembeyaz olacak; nice yüzler
de kapkara kesilecek.”
Mevlâ-i Zül-Cemâl
buyuruyor ki: .
“Şübhe yok ki, Rabbin cezayı çabuk verendir. Muhakkak
ki, çok yarlığayıcı, çok esirgeyicidir de.”
Cenâb-ı Hak buyuruyor
ki:
“İyiler, hiç şübhesiz Naiym (cennetin) de, kötüler ise
muhakki ateşdedirler.”
Allah Teâlâ buyuruyor
ki:
“Şimdi siz bu söze mi şaşıyorsunuz? Ve (istihza
ederek) gülüyorsunuz, (günâhlarınıza)
ağlamıyorsunuz?
“İşte (o gün) kimin tartılan ağır gelirse, artık o,
hoşnud (olacağı) bir yaşayıştadır. Amma kimin de tartılan hafif gelirse, artık
onun anası: Hâviye
(uçurum)
dur.”
Ulu Allah buyuruyor
ki:
1- “(Sevgili Peygamberim, Muhammed!...) de ki:
Kendisinden (bucak bucak) kaçtığınız ölüm (günün birinde) sizi mutlaka
yakalayacaktır. Sonra gizli - aşikâr (her yer) i bilen (Allah) a
döndürüleceksiniz de O, yaptıklarınızı
(bir bir) önünüze serip anlatacaktır.”[198]
Ulu Allah buyuruyor
ki:
1- “(Tüm varlığa dilediği gibi tasarruf etmek
kudretini) elinde bulunduran (Allah)'in şanı ne yücedir!... Şüphesiz ki O, her
şeye kadirdir; “hanginiz daha iyi ameller işleyecek” diye sizi denemek için yaşamayı
ve ölümü yaratmıştır. O, Ulu ve çok affedicidir.”[199]
1-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Dikkat ediniz. Eğer siz dünya zevkü safa ve
eğlencelerine son verdiren ölümü çok hatırlayıp anlasaydınız şimdi gördüğüm
durumdan ölüm sizi vaz geçirirdi. Öyle ise lezzetleri kesen ölümü çok
hatırlayınız. Çünkü her gün kabir (
lisanı hal ile ) şöyle der:
Ben yalnızlık, gariplik, toprak ve haşereler eviyim.
İmanlı kul kabre konduğu zaman kabir ona şöyle
seslenir: Merhaba, hoş geldin. Sen yeryüzünde yaşayan insanların en
iyisi olanısın. Çünkü sen bütün kainatı yaratan Allah'a iman etmiş bir kimsesin,
seni bir dost gibi içime aldığım zaman sana lütuf edeceğim, benden iyilikler
göreceksin.”[200]
Bütün işlerin sonunun
ölüm, duracağı yerin mezar, kendisine gelenlerin Münker ve Nekir, gideceği
yerin kıyamet, ebedî kalacağı yerin, Cennet veya Cehennemden biri olduğunu
bilen bir kimse için, ölümü düşünmekten daha mühim, ölüm için azık toplama
çaresinden daha yüksek bir tedbir olamaz. Bunu yapanlar ancak akıllı
olanlardır. Nitekim Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem):
“Akıllı şu kimsedir
ki, nefsini emre uydurur ve ölümden sonrası için amel işler, hazırlık yapar” ,
buyurdu. Ölümü hatırlayan bir kimse, bunun için azık toplamakla elbette meşgul
olur. Kabrini Cennet bahçelerinden bir bahçe bulur. Ölümü unutup bütün maksadı
dünyâ olan, âhiret azığını aklına bile getirmeyenin mezarı Cehennem
çukurlarından bir çukur olur. Bunun için ölümü hatırlamak büyük fazilettir.
Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem):
“Ey dünyâ lezzetlerine dalmış olanlar, bütün
lezzetlerin yağma edildiği, yok edildiği zamanı düşünün” , buyurdu. Ve yine buyurdu:
“Ölüm hakkında sizin bildiklerinizi koyun ve sığırlar
bilse idi, hiçbir zaman yağlı et yiyemezdiniz.” Âişe
(radıyallahü anhâ): Yâ Resûlâllah, bir kimse şehidler derecesinde olabilir mi?
diye Sorunca:
“Evet, günde yirmi defa ölümü hatırlayan kimse
şehidler derecesinde olur” buyurdu.
Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) yüksek sesle gülen insanlar
gördü. Buyurdu ki:
“Bu toplantınızı bütün lezzetleri bozan ile karıştırınız”. O nedir
dediklerinde:
“Ölümdür”
buyurdu. Enes (radıyallahü anh) der ki:
Resûlullah (sallâllahü
aleyhi ve seilem) buyurdu ki:
“Ölümü çok hatırla,
seni dünyâda zâhid yapar, günâhlarına kefaret olur” Ve yine buyurdu:
“İnsanlara nasihat için ölüm kâfidir”. Ashâb-ı Kiram (aleymümdvân) bir kimseyi çok övdüler.
“Kalbinde ölüm için ne vardır?” buyurdu. Ölümden bahsettiğini duymadık dediler.
“O hâlde sandığınız gibi değildir”, buyurdu.
Bunu müteakip kabir
geniş bir alan halini alır ve kabirden cennete bir kapı açılır.
Böyle bir kul cennetin
her nimetinden kıyamete kadar faydalanır.
Yalancı, dinsiz ve
facir düşünce ve fiilini taşıyan bir kimse kabre konulduğa zaman kabir ona
hitaben şöyle seslenecektir.
Ne diye geldin senden
memnun olan var mı ki? Yüzünü bile görmek istemiyorum. Çünkü sen yeryüzündeki
insanların en fenası ve en kötüsüsün. Seni içime aldığım zaman yapacağım azap
ve eziyetleri, göreceksin. Bundan sonra kabir onu sıkıştırmaya başlar, ta ki
kaburgalarını bir birine geçirir. Ve de Hz. Allah o kafir veya facire yetmiş
tane zehirli yılanı musallat eder. Kafire türlü türlü eziyetler verir kabir. Bu
eziyet ve azaplar ona kıyamete dek devam eder. Çünkü kabir, ölü için ya cennet
bahçelerinden bir bahçe ya da Cehennem derelerinden bir çukurdur.”
2- Resulullah
(s.a.v.) buyuruyor ki:
“Herhangi bir kimse dünya hayatında iken tanıdığı bir
kimsenin kabri yanından geçerken, ona selam verirse, selam verdiği ölü selam
vereni tanır ve salamını alır.”[201]
3-
Resulullah (s.a.v.)buyuruyor ki:
“Kim, Allah'tan korkarak Allah'ın emirlerine itaat
ederse, Allahu Teala o kimseyi bulunduğu insanlar arasında heybet ve azametli
kılar, herkes o kimseye hürmet hissi duyar. Kim de Allah'ın emirlerine itaat
etmez, Rabbini saymazsa, Allahu Teala o kimseyi her şeyden korkak ve rezil eder.”[202]
4-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Allahtan korkmalısın. Bütün mevcudiyetinle onun
emirlerine itaat etmelisin. Çünkü: Allah korkusu bütün mükemmel ve hayırlı olan
şeyleri toplayan bir varlıktır. Nefsin insaf bilmeyen şehevi arzularına ve din
düşmanlarına karşı, dinini kalem ve geçerli her türlü silah ile savunmalısın.
Müslümanlar için en makbul ibadet budur.
Allah'ı çok an ve Kur'an-ı Kerim-i okumaya devam et.
Bunlar yeryüzünde senin için bir nur, semada da Rabbinin ve meleklerinin seni
anma sebebidir.
Dilini hayırsız şeylerden korumalısın. Çünkü lisanına
sahip olmakla şeytanı yenilgiye uğratırsın.”[203]
5-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Ey insan oğlu, kainata ibret nazarı ile bak. Çünkü,
sen dış görünüşlü ve güzellik bakımından
kırmızı veya siyah renkli insanlardan hayırlı değilsin, İyi olman ancak Allah
korkusuna sahip olmanda, yani takva sahibi bulunmandadır.”[204]
6-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Ey insanoğlu. Gizli ve aşikar bütün yapacağın
işlerinde Allah korkusu ve takvalı olmanı sana tavsiye ederim. Cahillik yaparak
bir kötülük yaparsan, arkasından hemen onu silecek bir sevap ve iyilik işle,
başkasından dilencilik suretiyle bir şey isteme, emanet olarak bir şeyi, zaruret olmadıkça, yanına alma, çünkü nefsin
zaafı sonucu onu korumaya muktedir olamazsın, herhangi bir davada iki kişi
arasında hakemlik yapma. Çünkü, Allah'ın emirlerine aykırı bir hüküm verirsen
büyük bir günah işlemiş olursun. Bununla beraber, Allah'ın emirlerini hakir
görerek başka türlü hükme varırsın ve bunun için küfür sandalyesine oturmuş
olursun. Cezası ise türlü pişmanlık ve
üzüntü içinde kalıp başını dağlara ve taşlara vurmaktır.”
7-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Ey insanoğlu, sana
Allah’a karşı gelmekten sakınmanı tavsiye ederim. Çünkü Allah korkusu her şeyin
başıdır.
Cihada devam
etmelisin. Çünkü Cihad, ibadettin en yüksek mertebesidir. Allah'ı anmaya devam
etmelisin. Kur’anı Kerim'i tilavete devam etmelisin. Bu ikisi seni semada
melekler ile buluşturur. Allah'ın rahmetine kavuşturur. Ve de yeryüzünde bulunan
herkes seni rahmetle anar.”[205]
Ölüm büyük bir iştir
büyük bir tehlikedir, İnsanlar bunu bilmiyorlar. Hatırlasalar da kalplerine
fazla te'sîr etmiyor. Çünkü kalpleri dünya meşgalesine öyle dalmıştır ki,
kalplerinde başka bir şey'e yer kalmamıştır. Bunun için zikir ve teşbihten de
lezzet almazlar. Bundan kurtuluş çaresi yalnız bir yere çekilmek ve bir saat
kadar kalbini dünya meşgalelerinden uzak tutmaktır. Nitekim ıssız sahralarda
dolaşan bir kimse başkalarından kendisine bir yardım geleceğini düşünmez,
başının çaresine bakar, önceden tedbir alır. İşte yalnız bir yerde oturup,
kendi kendine demelidir ki: Ölüm yaklaştı, belki bugün gelir. Eğer sana
bilmediğin karanlık bir dehlize gir deseler, içerisinde kuyu var mı? Yoksa
köpeğe rastlar mıyım veya ne var ne yok bilmiyorum? Deyip dizlerinin bağı
çözülür. Ölümden sonraki işin mezardaki korkulu hâlinin bundan aşağı olmadığı,
gün gibi meydândadır. Bunu düşünmemek ne biçim bir cesarettir Bunun en güzel
çaresi ölen arkadaşlarına bakmak onları düşünmektir Onları hatırlayıp dünyâda
her birinin mevkisini, İşlerini, sıkıntılarını, neş'elerini dünyâda neye
kavuştuklarını ölümü nasıl unuttuklarını ve beklemedikleri bir zamanda, âhiret
için ellerinde azık yokken ölümün gelip onları götürdüğünü düşün! Şimdi
mezardaki şekillerin nasıl olduğunu, âzalarının birbirinden nasıl ayrıldığını,
etlerini, derilerini, gözlerini ve dillerini böceklerin, kurtların nasıl
yediğini, onlar bu hâlde iken, vârislerinin mallarını taksim edip rahat rahat
nasıl yediğini, hanımlarının kendilerini unutup başka koca aradıklarını, göz
önüne getir! Sonra teker teker bütün arkadaşlarını düşün, seyretmekten,
gülmekten, gafletten ve onların meşguliyetinden vazgeç! Onlar bu hâlde yirmi
seneden fazla kalmadılar ve bunlar için çok sıkıntılar çektiler. Kefeni
dokunurken, yıkanırken haberleri yoktu, düşünmelidir. Sonra yine kendi kendine
demelidir ki, sen de onlar gibisin, gafletin, hırsın, ahmaklığın, onların
gafleti, hırsı, ahmaklığı gibidir. Halbuki sana, onların senden önce
gitmesiyle ibret alıp kurtulmak saadeti verildi.
“Ne bahtiyardır o
kimse ki, bir başkasını ona nasîhata gönderirler”, buyuruldu. Böylece elini,
ayağını, parmaklarını, gözünü, dilini düşünmeli, birbirinden ayrılacaklarını,
böceklere, kurtlara yem olacaklarını göz önüne getirmeli. Mezarda pis kokulu
bir leş, çürümüş birbirinden ayrılmış bir yığın olduğunu hatırlamalıdır. Bu ve
bunun gibi sözleri her gün bir saat kendisine söylemelidir. Belki böylece kalbi
ölüme karşı uyanık olur. Çünkü zahiren hatırlamak kalbe tesîr etmez.
Ağzıma koyduğum bir
lokmanın ölüm sebebiyle boğazımda kalmayacağını bir kere düşünmemiş değilim”,
buyurdu. Sonra buyurdu:
“Ey insanlar! Aklınız
varsa kendinizi ölü kabul ediniz. Nefsim, kudretinde olan Allahü Teâlâ'ya yemin
ederim ki, sizin için vâd olunan elbette gelecektir. Ondan kurtulamazsınız”
Resûlüllah (sallâllahü aleyhi ve sellem) küçük abdest bozunca arkasından hemen
teyemmüm ederdi. Su yakındır dediklerinde:
“O zamana kadar yaşayacağımı bilmiyorum”, buyurdu. Abdullah İbn Mes'ûd (radıyallahü anh)
diyor ki: Resûlüllah (aleyhisselâm) bir kare çizdi. İçerisinde doğru bir
çizgi, her iki tarafında, balıksırtı gibi girintili çıkıntılı küçük çizgiler
çizdi ve buyurdu ki:
“Bu karenin içerisindeki bir insandır. Etrafında
bulunan bu kare eceldir. Onu kuşatmıştır, ondan kurtulamaz. İki tarafındaki
küçük çizgiler yolundaki âfet ve belâlardır. Birinden kurt ulursa, diğerinden
kurtulamaz. Sonra düşer, bu düşüş ölüm düşüşüdür. Karenin dış çizgisi onun amel
ve ümitleridir. Dâima Allahü Teâlâ'nın ilminde, ölümünden sonra olacak işleri
düşünür” Yine buyurdu:
“İnsan her gün biraz daha ihtiyarlıyor, fakat iki
şey'i gençleşiyor. Mal hırsı ve yaşamak arzusu” Haberde geldi ki: İsâ aleyhisselâm bir ihtiyar gördü,
elinde sapanı, tarlada çalışıyordu.
“Ya Rabbî,
onun kalbinden emeli çıkar,” diye duâ
etti. Sapan elinden düştü ve uyudu. Bir müddet geçince:
“Yâ Rabbî emelini ona
ver”, dedi. İhtiyar, kalkıp işine devam etti. İsâ aleyhisselâm, hayrola ne
oldu, buyurdu. İhtiyar, kalbime geldi ki, niçin böyle çalışırsın?
İhtiyarladın, bugün yarın öleceksin, sapanı bıraktım. Sonra yine kalbime geldi
ki, ölünceye kadar yemek lâzımdır. Tekrar kalktım. Resûlüllah (sallâllahü
aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Cennete
gitmek ister misiniz?”
“İsteriz” dediler.
“Kısa emelli olun, ölümü dâima göz önüne getirin ve
Allahü Tealâ'dan nasıl haya edilecek ise öyle haya ediniz” Rey şehrinden bir ihtiyar, bir kimseye mektup yazdı
ve dedi ki:
“Dünyâ rüyadır, âhiret
uyanıklıktır. Arada ölüm vardır. Bizim içinde bulunduğumuz hâl, dağınık boş
rüyalardır vesselam.”[206]
İnsanın kalbinden çok
yaşamayı geçirmesi iki sebebledir. Biri câhillik, ikincisi dünya sevgisidir.
Dünya sevgisi gaalib olunca, ölüm sevdiği şey'i ondan alır. Bunun için ölmeyi
sevmez. Kendine uygun bulmaz. İnsan kendine uygun bulmadığı şey'i, kendinden
uzaklaştırmak ister. Kendini yemeye, içmeye, eğlenmeye ve oyuna verir. Hepsi
kendi kalbinde, kendi arzusuna uygun bir şekil alır.
İnsanlar tûl-i emelde
farklıdırlar. Bâzısı devamlı dünyâda kalmak ister. Nitekim Allahü Teâlâ buyurun
“Onlardan biri, bin sene yaşasaydım ne olurdu der” Bâzısı ihtiyarlamak ister,
bâzısı da bir seneden fazla yaşamayı düşünmez, bir sene sonrası için hazırlıkta
bulunmaz. Bâzısı da bir günden fazla yaşamayı ümîd etmez, ertesi günü aklına
getirmez. Nitekim İsâ aleyhisselâm buyurdu: Yarınki gün için üzülmeyin. Yaşarsanız
rızkınız da devam eder. Yaşamazsanız yarınki gün için niye üzülmüş
olacaksınız. Bâzısı da bir saatten, bir ândan fazlasını düşünmez. Nitekim
Resûlüllah (sallâllahü aleyhi ve sellem) küçük abdest bozunca, suyun yanına
gidinceye kadar yaşayıp yaşamayacağımı bilmem buyurup. teyemmüm eylerdi. Bâzıst
da ölümü dâima gözünün önünde bulundurur, hiç unutmaz. Nitekim Resûlullah
(sallâllahü aleyhi ve sellem) Muâz ibn Cebel'e (radıyallahü anh) îmânın
hakikatini sorduğu zaman, bir adımımı atınca, diğerini atacağımı düşünemiyorum,
dedi. Esved-i Habeşî namaz kılıyordu. Nereye baksa, ne için baktın? Diye
sorarlardı. Ölüm meleğinin hangi taraftan geleceğini kolluyorum, derdi.
Velhâsıl insanlar
tûl-i emelde farklıdırlar. Bir ay yaşamak isteyen, kırk gün yaşamak isteyenden
daha faziletlidir. Bunun te'sîri işlerinde belli olur. Bir kimsenin uzakta iki
kardeşi olsa, biri bir aya kadar, diğeri de bir seneye kadar gelecek olsa, önce
bir ay sonra gelecek olan kardeşi İçin hazırlık yapıp, diğerini te'hir eder.
Herkes kendini kısa emelli sanır. Kısa emelli olmanın alâmeti, amel etmeye
başlamak, bunun için çok acele etmek
ve kendisine verilen bir nefeslik zamanın kıymetini bilmekle olur. Nitekim
Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem):
“Beş şey'den evvel, beş şey'in kıymetini biliniz:
İhtiyarlamadan önce gençliğin, hasta olmadan önce sıhhatin, fakir olmadan önce
zenginliğin, meşguliyetten önce boş zamanın ve ölmeden önce hayatın kıymetini
biliniz” , buyurdu. Yine buyurdu:
“İki nîmet vardır ki, insanların çoğu bunda
aldanmıştır; Sıhhat ve boş zaman” ,
Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) eshâbında gaflet eseri
görseydi, aralarında:
“Ölüm geldi ve
götürdü, kimini şaki, kimini saîd” diye
söylettirirdi. Huzeyfe (radıyalfahü anh) diyor ki:
“Hiçbir gün yoktu ki,
sabahleyin bir kimse yüksek sesle bağırıp:
“Ey insanlar, göç için hazırlanın”, dememiş olsun. Dâvûd-i Tâî'yi
gördüler. Acele ile namaza gidiyordu. Bu acelelik nedir? Dediler. Askerler
şehirdedir beni gözlüyorlar, dedi. Yani kabristandaki ölüler, ben oraya
gitmeyince yerlerinden kalkmazlar demek istedi.[207]
Ölüm açısından önce üç
korkunç musibet karşısındadır. Birincisi, can alıcı meleği görmesidir. Hadîs-i
şerifte geldi ki:
“İbrahim aleyhisselâm
can alıcı meleğe, günahkârların canını aldığın şekilde seni görmek isterim,
deyince, melek:
“Dayanamazsın,” dedi.
“Olsun istiyorum,”
dedi. Kendini o surette gösterdi: Siyah yüzlü, tüyleri diken diken, siyah
elbiseler giymiş, burnundan ve ağzından ateşler çıkıyordu. İbrahim
aleyhisselâm kendinden geçip, düştü. Kendine gelince meleği kendi şeklinde
gördü ve ey can alıcı melek, bir günahkâr senin bu şeklini gördükten sonra bir
şey görmese ona yeter!” Dedi. İyi amel işleyen, Allahü Teâlâ'ya itaat eden
kullar için bu korku yoktur. O meleği, en güzel bir şekilde görürler. Onun
güzel yüzüne bakmaktan başka rahatlık bilmezler.
Süleyman İbn Dâvûd
(aleyhisselâm) can alıcı meleğe, insanlar arasında niçin eşitlik yapmıyorsun?
Birini çabuk götürüyor, diğerini bekletiyorsun, deyince: Bu benim elimde
değildir, Hepsi için elime ayrı, ayrı bir sahife veriliyor. Emrolunduğum gibi
yapıyorum, dedi. Veheb İbn Menbe diyor ki:
“Pâdişâhın biri bir
gün ata binmek istedi, elbise giyecekti. Yüz çeşit elbise getirdiler, hiç
birini beğenmedi. İçlerinden en iyisini giydi. Birkaç at getirdiler, en
güzeline bindi. Arkasında bir süvari birliği ile dışarı çıktı. Kibrinden,
gururundan kimseye bakmıyordu. Can alıcı melek bir fakir şeklinde, yırtık
elbiselerle önüne çıktı, selâm verdi, selâmını almadı. Atının dizginlerini
tuttu. Elini çek, ne yaptığını bilmez bir delimisin, dedi. Benim bir işim
var,” dedi. “Bekle attan ineyim,” dedi.
“Hayır şu anda,” dedi.
“Peki, söyle bakalım,”
dedi.
“Ağzını kulağına
yaklaştırdı ve ben can alıcı meleğim. Şu anda canını almak için geldim,” dedi.
Pâdişâhın rengi attı! Müsâade et ve gideyim; karıma, çocuklarıma veda edeyim
dedi. Mühlet vermedi, hemen canını aldı. Padişah attan düştü. Melekü'l-mevt
(can alıcı melek) aleyhisselâm oradan gitti. Bir mü'min gördü,
“sana bir
sözüm var?” dedi.
“Nedir?” diye sordu
“Ben
Melekü'l-mevt'im,” dedi.
“Hoş geldin, geç mi
kaldın? Senin yolunu gözlüyordum, bana gelenler içerisinde senden çok sevdiğim
yoktur. Hemen canımı al,” dedi.
“Önce işini bitir” buyurdu.
“Benim Allahü Teâlâ'yı
görmekten mühim hiçbir işim yoktur. Şimdi istediğin gibi canımı al, dedi. Amma
bekle abdest alayım, namaza durayım, başım secdede iken canımı al,” dedi.
Melek de dediği gibi yaptı. [208]
Resûlüllah (sallâllahü
aleyhi ve sellem) buyurdu ki;
“Kul ölünce yanına iki siyah ve gökyüzlü melek gelir.
Birine Münker, diğerine Nekîr denir. Peygamber hakkında ne dersin, derler. Eğer
mü'min ise Allahü Teâlâ'nın kulu ve Resûlü'dür, şehâdet ederim ki, Allahü Teâlâ
birdir. Muhammed (aleyhisselâm) onun Resulüdür, der. Mezarını enine boyuna
yetmiş arşın büyütürler. Nûr ile doldururlar. Bir gelin gibi neş'eli uyu, seni
en çok sevdiğinden başka hiç bir şey uyandırmaz, derler. Münafık ise bu suâle,
bilmiyorum, insanlardan işittim, bir şey'ler söylediler, ben de söylerdim, der,
Bunun özerine toprağa, onu sıkıştır, denir. Kaburga kemikleri birbirine geçer,
böylece azâb içinde kalır” Resûlullah
(sallâllahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Ömer'e (radıyallahü anh) buyurdu ki:
“Yâ Ömer, kendini nasıl görüyorsun? Ölünce sana eni bir arşın boyu dört arşın bir
mezar kazarlar, sonra seni yıkarlar, kefenlerler, mezara koyarlar, sonra
doluncaya kadar toprak doldururlar ve dönüp giderler. Münker ve Nekîr gelir.
Sesleri gök gürültüsü gibi, gözleri şimşek gibi, sakallarını yere sürerler,
dişleriyle mezarını eşerler, seni hareket ettirirler”. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh):
“Yâ Resûlâllah
(aleyhisselâm), o zaman aklım başımda mı olur?” Diye sordu.
“Evet” buyurdu.
Öyleyse korkmam, onlara yeterim”, dedi. Hadîs-i şerifte geldi ki:
“Kâfire mezarda iki azâb meleği musallat ederler.
İkisi de kör ve sağır olup, her birinin de elinde demirden, develerin su içtiği
kovalar gibi, topuzlar bulunur. Kıyamete kadar onu döverler, Gözleri yoktur
ki, hâlini görüp acısınlar, kulakları duymaz ki, acı feryâdlarını işitsinler”. Hazret-i
Âişe (radıyallahü anhâ) diyor ki:
“Resûlüüah (sallâllahü
aleyhi ve sellem) buyurdu ki:
“Kabir sıkması
vardır, ölüyü sıkar. Ondan bir kişi kurtulsa idi Saîd ibn Muâz
(radıyallahü anh) kurtulurdu”. Enes
(radıyallahü anh) diyor ki:
“Mustafa'nın (sallâllahü aleyhi ve selem) kızı Zeyneb (radıyallahü anhâ) vefat etti. Onu mezara koydu, mübarek
yüzü çok sarardı. Mezardan çıkınca yüzü
tekrar eski hâline geldi. Yâ Resûlâllah (aleyhisselâm), bu ne haldir? Dedim.
“Kabir sıkmasını ve kabir azabını hatırladım, ona
bunların çok az olacağını bana bildirdiler. Bu az kabir sıkması ile beraber
onun feryadını bütün âlem duydu”, buyurdu. Yine buyurdu ki:
“Kâfirin mezardaki azabı, doksan dokuz ejderha
iledir. Ejderhanın ne olduğunu bilir misin? Her birinin doksan dokuz başı olan
doksan dokuz yılandırlar. Onu
sokarlar,
emerler ve üflerler. Kıyamete kadar böyle devam eder”. Yine buyurdu:
“Mezar, âhiret yolculuğunun ilk konağıdır. Bu kolay
olursa sonrakiler daha kolay olur. Zor olursa sonrakiler daha zor ve çetin
olur”
Bundan sonra olanların
birincisi sûr'a üflendiği zamanki korkudur. Sonra kıyamet günü korkusu, Onun
uzunluğu, sıcaklığı çok ve şiddetlidir. Sonra hesâb ve günâhlardan Sorulma
korkusudur. Daha sonra amel defterlerinin sağdan veya soldan verilme
korkusudur. Sonra amel defterlerinde görünen kabahat ve kötülüklerin
korkusudur. Sonra terazinin sevap kefesi mi, yoksa günâh kefesi mi ağır gelecek
korkusudur. Sonra hakları yenen mazlumların ve onlar için verilecek cevâb
korkusudur. Sonra Sırat, Sonra Cehennem, zebaniler, bukağılar, zincirler,
zakkum, yılan, akrebler korkusudur.
Susuz çöller yahut
şimal kutbu, cenup kutbundaki azap verici yerler, yanardağlar, volkanlar
cehenneme alâmet ve remzdir. Oradan çıkan lâvlar cehennem derelerine alâmettir.
Korkunç denizler cehennemde bulunan ateş denizlerine işarettir. Acı, yenmez
meyveler cehennem meyvelerindeki zakkumları, kaynar sular da ma-i hamime
işarettir. Binlerce korkunç hastalıklar, cüzzamlar, firengiler, firengiden
dökülmüş yüzler, cehennemdeki azaplara işarettir. İnsanda bulunan irinler ve
cerahatler cehennemde bulunan derelerden akan pis sulara alâmettir. Dünyadaki
körler, kâfirlerin gözlerinin kör edilip cehenneme öylece atılacaklarına
işarettir. Dünyada sar'alı, nüzullü olanların hastalıkları, dünyada tefecilik
yapan, insan hakkına riayet etmeyenlerin sıfatlarına işarettir. Hapishane
cehenneme alâmettir, orada bulunan koğuşlar, derekâtı cehenneme işarettir.
Katiller, hırsızlar, ağır cezalılar, mahkûmlar cehennem ehline işarettir.
Hücreler, zincirler, cehennemde olan azap âletlerine işarettir.
Hapishane müdürü,
cehennemin baş meleği olan Malik namındaki meleğe, gardiyanlar cehennemde
vazife gören zebanî namlı on dokuz meleğe alâmettir. Kur'anı Kerim her
memleketin kendi kanununa alâmettir. Kanunları çiğneyen hâkimin huzuruna sevk
edilip ceza gördüğü gibi, hakkın kanununu çiğneyenin de ceza göreceğine
alâmettir. Suçluyu mahkemeye sevk ederken, o memleketin kanununu temsil eden
inzibat kuvvetleri, polis ve jandarmalar vazife görürler. Bunlar Allah’ın emri
ile vazife gören meleklere işarettir. Dünya âleminde bazı kimseleri, gizli
polis veya millî emniyet, takip edip yaptıklarını tespit eder ve vakti
geldiğinde kendilerine yaptıklarından sual sorarlar. İşte bunun gibi insanda da
iki melek vardır ki, onlar bizden ayrılmayıp “hayır ve şer” fiillerimizi tespit
ederler. Bu melekler de Allah’ın emniyet memurlarıdır. Bizimle beraber olan bu
melekler gizli polislere alâmettir. Bunlara (Kiramen Kâtibin) denir. Yaptığımız
hayır ve şer işlerimizi yazarlar. Bunları biz görmeyiz. Onlar bizimle
beraberdir, bizi takip ederler.
Bir memlekete
vardığımız zaman, o memleketin hududuna yaklaştığımızda, bizi hudutta o
memleketin polisi karşılayıp pasaport sorduğu gibi, kabre vardığımızda iki
melek gelir bizden pasaport sorar. Yani Allahtan, Peygamberden, dinden imandan
ve kitaptan sorarlar. Bir memleketten diğer bir memlekete gitmemiz, dünyadan
âhirete, memurların pasaport sormaları, meleklerin bize birtakım Sorular
soracağına alâmettir. Pasaportta gideceğimiz memleketin sefaretine tasdi
ettirmemize alâmet de, hükümet-i ilâhiyyenin sevgili sefir olan Muhammed (s.a.v.)’in
imanımızı tasdikidir, Pasaport tasdik mührü yoksa kabul edilmeyişimiz ve icap
ederse tevki edilmemiz imansızların kabirde tevkif olunacaklarına işarettir.
Zelzeleler kıyametin
şiddetine, ezan sûr'un üflenmesine mahkemeler mahşer yerine, hesap vermeye,
hâkimler Allah; müddeiumumiler Nebilere, suçlarımız dosyalara, mübaşiri münadî
olan meleklere, mîzan adalete işarettir. Mahkeme olup davayı kazananın
sevinmesi, beraat edenin meserre mü'min kulların hesaptan sonraki sürûruna,
cennete lâyık olanın beşaretine alâmettir. Mahkeme olup hapiste yahut idam
mahkûm olan kimsenin me'yusiyeti, nedameti âh-u figanı cehenneme sevk olunan
günahkârın ve cehennemde ebedî kalacak olan kâfirlerin nedamet ve helâkına
işarettir.
Ömür bahçesinin gülü
solmadan
Uyan hey gözlerim
gafletten uyan
Âcil bir gün bize
devran dönmeden
Uyan hey gözlerim
gafletten uyan
Nice gafletine mağrur
olursun
Kervan geçer gider
yolda kalırsın
Billahi sonra pişman
olursun
Uyan hey gözlerim
gafletten uyan
Derviş Yûnus söyler
sözü tutulmaz
Senin kumaşın bu yerde
satılmaz
Böyle yatmak ile Hakka
varılmaz
Uyan hey güzlerim
gafletten uyan..
Ey mü'minler!...
Ayaklarımız yürürken, hak için yürüsün. Dillerimiz, hakkı zikr eylesin. Ömür
bahçesinin gülleri solmadan, dillerimiz susmadan, çenelerimiz kilitlenmeden
gözlerimiz gaflet uykusundan uyansın. Zira ömür denilen o aziz nimet çok çabuk
gelir, geçer. Cansız binek bir gün olur, kapıya dayanır. Evin, yuvan matemlere
boyanır, Son pişmanlık fayda vermez. Kabrinde, karanlıkta ağlamanın sana hiç
faydası olmaz. Geçen ömrün geriye dönmez. Daha dün, çocuktuk. Sonra genç
olduk, delikanlı olduk. Bak, şimdi saçımıza, sakalımıza aklar düştü. Yakında,
amel sandığı olan kabire gireceğiz. Hakka lâyık ne amel işledik? Sonumuz ne
olacak, bir düşündük mü? Bu fâni dünya için, mirasçılarımıza mal ve mülk
bırakmak için, haram-helâl demeden mal ve para cem' ettik. Âhiretimiz için ise,
hiç bir hazırlığımız yok!... Ellerimiz boş, yüzlerimiz kara. belki de bir çok
suçu ve günahı beraberimizde götürüyoruz. Gelin; tövbe edelim. Hakka rücû
edelim. Ömür kuşu uçmadan, fırsat elden kaçmadan, ecel bize gelip çatmadan, hak
bizleri rahmet ve mağfiretine çağırıyor. Derdine deva, marazına şifa bul.
Geride bıraktığın zamanlara nazar eyle, neler oldu? İleriye bak, neler olacak?
Akıllı isen, ibret al!...
Dinleyin ahbaplar bir
mânâ gördüm
Bir yere vardım gömlek
biçerler
Bize de varandır
diyerek sordum
Dediler bir yakasızda
sana biçeriz bir gön
Kabir dünya gibi bol
mu sanırsın
Mindersiz yastıksız
yere konursun
Eriyip çürüyüp toprak
olursun
Karanlık kuyular
açarlar bir gün
Kabir diyorlar bu
karanlık yere
Girmeden uğrarsın âh
ile zâre
Şifası bulunmaz bir
derin yâre
Merhemsiz yâreler
açarlar bir gün
Ey Aşkî söylersin
ibret almazsın
Ahvali mevtadan haber
sormazsın
Hakkın rızasına suvar
olmazsın
Bu handan elbet
göçeriz bir gün.
Ey cenazeye hazır olan
imam ve cemaat efendiler! Cenaze namazını kıldığınızda, bunları düşünmeniz
lâzımdır. Bunları düşünmezsek, bizlere ölüm yokmuş gibi hareket edersek,
gaflette bulunursak ki bir gün de, bu halin bize gelmesi mukadderdir. Cenaze
namazı kılarken yüz bin türlü dalavere düşünen kimsede, iman var mıdır, Yok
mudur, size sorarım? Böyle gafletle namaz kıldıran imam efendinin, yakın bir
zamanda başındaki sarık yılan olup boynuna dolanacak. Onu nâra iletecektir. Ey
İmam Efendi! Senin azabın hiç bir kimsenin azabına benzemez. Sen, Nebi
(s.a.a.)’i temsil edensin. Yaptığın cürmün azabı çok büyüktür. İnsafa gel,
ölüden ibret al! İnsan olmaya bak. Keçi can kaygusunda, kasap et kaygusunda kabilinden
hareket etme. O sarık, o cübbe senin gibi çok imamdan kaldı. Daha nicesinden
kalacaktır. Bunu böyle bil de ona göre hareket et. Seni irşad ettiğim için bana
kızma. Aleyhimde bulunma. Bunları bana Allah söyletiyor. Söyleyene bakma söyleteni
gör. Sana nimeti verene bakma, verdirene nazar et. Sana sopayı vuranı nazar-ı
itibara alma, vurduranı anla!
Ey ölümü düşünmeyen,
öleceğini hatırına getirmeyen! İyi bil ki, bu ölüm denen korkunç hal senin ve
benim de başımıza gelecek, sinelerimizde umulmaz yaralar açacak. Sevgililerimiz
bizden kaçacak, sevdiğimiz mallarımız sevmediklerimize kalacaktır.
Bir gün Resul (a.s.)
ashabına nasihat ediyordu. Onun bu tatlı sözlerini dinleyen ashab
efendilerimiz, kimi hak korkusundan, kimi hak sevgisinden ağlıyorlardı.
İçlerinde yalnız Üsame (r.a.) ağlamıyordu. Resûlullah (s.a.) e halinden şikâyet
etti. Efendimiz onun göğsüne mübarek ellerini koyup:
“(Uhruc ya iblis)” dediler; yani “çık yâ şeytan!” demektir. Üsame ağlamaya başladı.
Sonra ashabına dönüp şöyle buyurdular: Gözün ağlayamaması kâlb katılığından,
kâlb katılığı günahın çokluğundan, günahın çokluğu ölümün unutulmasından,
Ölümün unutulması tûlu-u emelden, tûlu-u emelin sebebi dünya hayatını fazla
sevmekten ileri gelmektedir, buyurdular. Dünyayı İslâm dini, Kur'ani Kerim
zemmeyledi; dünya nedir? Dünya mal, mülk, masa, kasa, rütbe, kumaş, evlâd
değildir. Her ne şey seni Rabbinden men ederse işte dünya odur. Meselâ, bütün
dünyanın her nimetine sahip bir kişi Rabbini unutmaz, ona karşı kulluğunu tam
yaparsa bu kişi dünya perest olmayıp, hakkın sevgili kulu, Peygamberimizin ümmetidir.
Bir kişi fakir olup dilense o dilenciliği yüzünden Rabbine karşı olan kulluğunu
yapmasa, bu kişi dünya peresttir. Hak katında Resûlullah’ın indinde
makbuliyyeti yoktur. Sözün kısası elin kârda, gönlün yârda olacak. Bütün dünya
senin olacak, sen Hak'kın olacaksın. Hiç ölmeyecek gibi dünyaya çalışacaksın,
yarın ölecekmiş gibi âhirete hazırlanacaksın. Herkes senden iyilik görecek. Her
mahlûka merhametli olacaksın. Adil, sâdık, dürüst, çalışkan ve doğru olacaksın.
Böyle olman lâzım. Zira mü'minler böyle olur. Hem Rabbini, hem peygamberlerini
hem de insanları memnun eder. Mü'min demek Allaha inanmış, nebilere, kitaplara,
meleklere, kıyamete hayrın ve şerrin, kaderin haktan olduğuna, öldükten sonra
dirilip dünya hayatından Allaha hesap vermeğe iman eden kimsedir.
Peygamberimiz, Müslüman o kimsedir ki elinden ve dilinden kimseye zarar
vermez, buyurmuşlardır. İyilik edemezsen, hiç olmazsa kimseye zararın
dokunmasın. Bu sözleri söyleyip kalbiyle inanan kimse fiili ile ispat ederse
işte o, kâmil mü'mindir. Yalnız dili ile söyleyip kalbi ile de inanıp fiili bu
inandığına uymazsa fâsıktır, günahkârdır. Onun affı Allah’ın rahmetine
kalmıştır.
Mü'minler! nâr'dan
yani, cehennemden çıkmak var diye, bu nâr'a girişe ehemmiyet vermemezlik
yapmayalım. Elini bir defa ateşe daldır, ne kadar tahammül edebileceksin? Cehennem
denilen yer, hamam sıcağı kadar hararetli olsa, ne kadar tahammül edebiliriz?
Bir düşünelim. O ateşlerin içerisinde yaşayan bir takım hayvanlar var ki,
bunlar ehl-i nâr-ı sokacak incitecektir. Yaz geceleri sivrisinek, tahtakurusu,
pire ve karasinek gibi insanları ta'cîz eden hayvanların iz'acma tahammülümüz
yok, hem de bunlardan kurtulmak elimizde iken, gördüğümüz huzursuzluğu, bir
düşünün. Halbuki orada irademiz elimizde olmayıp korkunç azaplara nasıl
tahammül ederiz? Hele imansızlar hakkın nimetini yiyip, devletini sürüp, hakka
karşı gelen Resulleri tekzip edip, onlara iman etmeyenler ebediyyen orada
kalacaklar Allanın azabına dayanamayacaklardır. Fakat ne faydası var! Ciltleri
yanıp kül olduktan sonra tekrar ciltleri meydana gelecek ve bu azabı ebediyyen
tadacaklardır.
İsa aleyhisselâm, bir
gün otlakta otlayan bir sürüden bir koyun yakalayarak, kulağına bir şeyler
söyledi. Koyun, ot yemez, su içmez oldu.
Birkaç gün sonra, yine
aynı otlaktan geçen İsa aleyhisselâm, çobana o koyunu göstererek:
“Bu hayvan hasta mı?
Neden, diğerleri gibi ot yemiyor ve su içmiyor?” Diye sordu. Kendisini tanımayan çoban da:
“Geçenlerde, buradan
bir zat geçti ve bu koyunun kulağına bir şeyler söyledi. O günden beri, bu
hayvana bir durgunluk geldi,” cevabını verdi.
Acaba, Hazreti İsa
koyunun kulağına ne söylemişti?
İsa aleyhisselâm, o
koyunun kulağına: “(Ölüm var!)” demiş ve hayvan olduğu halde, ölümü işiten
koyun yemeden, içmeden kesilmiş ve bu hale gelmişti.
Ya, biz insanlar?
Gözlerimizin önünde, en sevdiklerimiz ölüp, göçtüğü halde sanki ölüm sırası
bize gelmeyecekmiş gibi, gülüp oynuyor, Allaha karşı yüz bin isyandan geri durmuyoruz.
Halbuki, bize hayvanlardan daha fazla yaslanmak, tasalanmak düşer. Çünkü ölüm
bize, hesap ve sual de bizedir. Ölümden ibret almayan, hiç bir şeyden ibret
alamaz. Böyle olanlar da, kendilerini çekip çeviremezler ve Allaha kulluk
edemezler. Âkil olan, ölümden ibret alır ve bir gün kendisinin de öleceğini
düşünür. O korkunç gün için hazırlık yapar. Yaşadığı her günü, Allaha ibadet
ve itaatle geçirir. Kıldığı her namazın, belki de son namazı olduğunu hatırına
getirir de, Rabbine öylece ibadet eder. Bu şekilde ibadet edenlerden, hiç bir
kimseye kötülük gelmez. Çünkü onlar Allah’ın emirlerinden dışarı çıkmazlar.
Allanın menettiği şeylere el uzatmazlar.
Bir düşünelim!... Hani
babalarımız? Hani dedelerimiz? Hani firavunlar, hani Nemrud'lar hani o dünyaya
sığmayanlar? Hani, o Allahlıklarını ilân edenler, hiç ölmeyeceklerini
zannedenler? Nereye gittiler, nice oldular?
Şimdi, onların hiç
yıkılmayacak sandıkları sarayları, kâşaneleri örümceklere, yılanlara,
akreplere mesken oldu. Ey âşık-ı-sâdık:
Bugün tövbe edeyim,
yarın tövbe edeyim diyerek ömürlerini nevaya verenler, bu nimetlerden mahrum
kalırlar. Yalancılıkla, düzenbazlıkla, hilekârlıkla nefeslerini ve nefislerini
tüketenler, ebedî hüsrana uğrarlar. Nefislerine zulmedenler o kimselerdir ki,
Allahu Teâlâ'yı inkâr ederler, Resullerine tâbi olmazlar, hiç ölmeyeceklerini,
dünya yüzünde baki ve ebedî kalacaklarını sanırlar. Bu gibiler, bütün bu
nimetlere erişemedikten başka, azap günü gelip çattığında pek korkunç azaba
uğrarlar ve o azap içinde ebediyyen kalırlar. Bu azabın dehşet ve şiddetinden
kurtulmaya çalışırlar ama bütün bu gayretlen boş ve beyhudedir. Zira onlar bu
azaba daha dünya hayatında iken istihkak kesbetmişler, ölümleri ânından itibaren
de ebedî azaba mahkûm olmuşlardır.
Ey mü'min:
Ölüm günü gelip
çatmadan tövbe et.. Yaptığın bütün kötülüklere, fenalıklara, kabahatlere,
suçlara ve günahlara tövbe et. Bir daha işlemeyeceğine söz ver, nadim ol, ağla
ve gözyaşı dök, bir daha kötülük yapmamağa azm-ü-cezm eyle. Allahu Teâlâ, tövbe
eden kullarını sever. Allahu Teâlâ, kötülüklerden kaçınan, mâ'nen ve maddeten
arınmasını bilen temiz ve tâhir kullarım sever. Ebedî saadet ve ni'metlerini de
böylece tövbe eden, arınan ve kötülüklerden sakınan kulları için
hazırlamıştır. Bunu bil, bu gerçeğe inan, Hakkın vâ'dine bağlan, gayret
kemerini beline kuşan. Tevhidi, tehlüi, temcidi, doğru konuşmayı, hak söylemeyi
diline vird edin. Yalandan, gıybetten, boş ve faydasız sözden, seb'den,
küfürden, haram yemekten, inciten ve kalp kıran acıt konuşmalardan, şahitliği
ketmetmekten dilini temizle ve koru. Gözlerinden gaflet ve hıyanet perdelerini
kaldır. Gözlerini, gördüklerinden ibret alır hale getir. İyiyi, güzeli ve
doğruyu görmeğe alıştır. Kulaklarını hak kelâmına ver, Allahu Teâlâ'nın
sevmediği sözlere kulaklarını tıka. Gıybete, kötü söze, boş ve faydasız konuşmalara
kulaklarını kapalı bulundur. Ağızdan alınan zehir; vücudu ifna ettiği gibi,
kulaktan alman zehirli kelâm da insanın ruhunu ifna eder. İki çenen arasındaki
et parçası ile iki budun arasındaki et parçasına sahip ol. Ayaklarım da daima
doğru yolda bulundur. Sapıkların, azmışların, fısk-ü-fesat yolunda gidenlerin
yollarına saptırma. Unutma ki, ölüm bir gün bize de gelecek, bize de
yetişecektir. Ölümden kurtuluş yoktur. Bir gün gelecek, bizi de alacaklar,
evlât ve ıyalimizi yetim koyacaklar, kabrimize bırakıp savuşacaklardır. Kabir
denilen yer, ya cennet bahçelerinden bir bahçe, yahut cehennem çukurlarından
bir çukurdur. İşte, o çukurda amellerimiz ile baş başa kalacak, ya feci bir
azaba uğrayacak veya rahat ve güzel yeni bir âleme kavuşacağız. Orada, bizlere
ihsan buyurulacak mükâfatları
bekleyeceğiz.
Dünya, âhiretin
tarlasıdır. Ebedî hayat, buradan kazanılır. Şu var ki, bu ebedî saadeti, bu
zevali olmayan baki mülkü; fâni âleme tercih edenler altını teneke ile değişen
gafiller gibidirler. Her gün yakınlarından dostlarından, ahbap ve
arkadaşlarından ölenleri gördükleri, dünya hayatının fâni ve
geçici olduğunu da bildikleri halde,
bundan ibret almayanlar, âhiretleri için hazırlık yapmayanlar bu gafletlerini
elbette nedametle ödeyecekler ve elbette bu gibilerin âkibetleri iyi olmayacaktır.
Allahu Teâlâ,
zâlimlerin mü'ini, yardımcısı değildir. Allahu, Teâlâ muhsinlerin,
müttekilerin yardımcısıdır ve onlarla beraberdir. Nereden gelip nereye
gittiğini, ne için gelip ne için gittiğini bilmeyen, ne için halk olunduğunu
sezemeyen, hilkatinin sebebini arayıp araştırmayan, nefsinin aczini
öğrenemeyen, Allahu Teâlâ'nın izzetine iyman etmeyen kişiler, elbette baki
âlemde sefil ve rezil olacaklardır.
Hakka gönül veren
âşıklar ise, sevdikleri ile haşrolacak, sevdikleri ile ebediyyen beraber
kalacaktır.
Kafile kalkacak,
günler yaklaştı;
Yakında çıkarsın bâb-ı
gafletten.
Yarandan, ihvandan
göçler sıklaştı;
Uyan ey gözlerim hâb-ı
gafletten.
Yaptığın hesaplar bir
gün bozulur
Kafile sessizce yola
düzülür.
Düşmanın sevinir,
dostun üzülür;
Uyan ey gözlerim hâb-ı
gafletten.
Çırçıplak ederler,
soyarlar seni;
Bembeyaz kefenle
boyarlar seni.
Bir tabut içine
koyarlar seni.
Uyan ey gözlerim hâb-ı
gafletten.
Cansız binek gelir o
gün kapıya.
Vârislerin gelir malın
yağmaya.
Var mı kimsen sana
Kur'an okuya
Uyan ey gözlerim hâb-ı
gafletten.
Üç beş dostun ağlar,
ağyar sevinir;
Anan saçın yolar,
ehlin döğünür;
Sessizlik evinin yolu
görünür.
Uyan ey gözlerim hâb-ı
gafletten.
“Fe-İzâ câ'e ecelühüm lâ yeste'hirûne sâ'aten ve la
yestakdimûn.”[209]
“(Ecel geleli mi, ne bir lâhza geri kalırlar, ne de
bir lâhza ileri gedebilirler.)”
Kâfirlerin, zâlimlerin
ölümleri çok acı, çok korkunç ve çok fecidir. Kâfirlerin ve zâlimlerin, ölüm
ânında çektikleri azabı, Kur'an-ı-kerim şu yolda haber vermektedir. (Allahu
Teâlâ'ya sığınırız).
Dünyayı alırsın
boynuna
Hiç ölüm korkusu
gelmez aynına
Azrail geldiğinde
yanına
Hazine dolu paran olsa
ne fayda?
Mü'minler ölmezler. Fâni ve geçici dünya evinden, baki
ve ebedî olan âhiret evine göç ederler.
“Herkese yaptığı işin karşılığı tastamam verilir.
Zaten Hak Teâlâ onların yaptığını en iyi bilendir.”
Allah celle,
Hadis-i-kudside:
“İzzet ve celâlime kasem ederim ki, kulumun kalbinde
iki korkuyu ve iki emniyeti cem'etmem. Benden dünyada korkanları ve her
işlerinde benim rızamı arayanları, kıyamet günü bütün korkularından emin
ederim, onu o müthiş gün korkutmam. Dünyada benden korkmayanları ve emin
olanları da, kıyamet günü korkuturum.”
buyurmuşlardır.
Bir adam, mescitte
namaz kılıyordu. Namazdan çıkınca, bir heybe içinde bıraktığı bin altının
yerinde yeller estiğini gördü. Aynı mescitte namaz kılmakta olan Hazret-i Ali
(Kerremallahu vechehu) Efendimizin hafidi İmam Cafer sadık efendimize:
“Mescitte ikimizden
gayrı kimse yok, paramı ve heybemi sen çaldın, diyerek iftira etti.
Hazret-i-İmam, her ne kadar:”
“Ben, Evlâd-ı
Resuldenim. Böyle şeylere tenezzül etmem,” dediyse de, dinletemedi:
“Mescitte senden başka
kimse yoktu ki başkası almış olsun,” diyerek diretti. Hazret-i-İmam
sordu:
“Heybende ne kadar para vardı?”
“Bin altın vardı.”
“Öyle ise gel benimle
beraber, diyerek parası kaybolan adamı saadet-hanesine götürdü ve şahsına ait
paradan kaybolduğu iddia olunan bin altını adama verdi. Parasını aldığı halde,
küstahlığı elden bırakmayan müfteri:”
“Almadınsa bana bu
parayı neden verdin?” Diye Sorunca da:
“Evlâd-ı-Muhammed'e
iftira ettiğinden nâra girmeni istemedim ve bu parayı sana helâl ettim,”
buyurarak adamı savdı.
Hazret-i-İmam, bir
müslümanı yalancı çıkarmak istememişti. Fakat gelin görün ki, parasının
çalındığını iddia eden adam, arkadaşlarının yanına gelince, gülerek kendisine:
“Geçmiş olsun, dediler
ve şaka olsun diye kendisi namaz kılarken, içinde bin altın bulunan heybeyi
gizlice alıp sakladıklarını söylediler ve heybeyi sahibine teslim ettiler.”
Adamcağız, yaptığı
hatayı anlayarak büyük bir üzüntüye kapıldı. Parasını kendi arkadaşları alıp
sakladıkları halde, hiç suçu olmayan ve mescitte kendisi gibi namaz kılan bir
zatı hırsızlıkla itham ettiğinden utandı. Şahsını tarif ederek bu zatın kim
olduğunu sordu. Kendisine:
“O zat, Peygamber-i
zişânın amcası oğlu Hazret-i Ali'nin torununun çocuğudur, denilince doğru
Hazret-i İmam Cafer Sadık'ın evine koştu, ellerinden öperek affını ve rızasını
diledi ve haksız olarak
aldığı bin lirayı iade etmek istedi. Hazret-i-İmam kabul etmedi ve adama şöyle
buyurdu:
“Bu hane,
Evlâd-ı-Muhammed hanesidir. Bu hane, mâ'den-i-nübüvvet, sırrı velayet, vâris-i
ulum-u Nebevi hanesidir. Bizim mülkimizden bir şey çıkarsa, tekrar bize avdet
etmez. Verdiğimizi geri almak, bizim şânımıza münasip ve lâyık değildir. O
altınlar, sana hediyemiz olsun, güle güle harca.
Fânî dünyaya meyleden,
dünyası için dinini terk eden, dünya malı için Hak binasını yıkan, ölümden
ibret almayan gafil!.. Artık, kötülüklerden elini, eteğini çek. Ölümünü düşün...
Neler gördün, daha neler göreceksin... İş, ölmekle bitmiyor. Asıl hayat, ondan
sonra başlıyor. Şimdi uykudasın; bu gördüklerin rü'yadan başka bir şey
değildir. Yalnız şu farkla ki, rü'yada yaptıklarından mes'ul değilsin amma,
dünyada yaptıklarından sorumlusun. Yakında uyanacaksın; bütün insanlar uykuda
öldüler mi, uyanırlar diyor Allah Resulü.
Yâ Rab. Bizi, ölmeden
uyandır, ibretle bakacak, gerçekleri görecek bir göze sahip kıl. Haya sahibi
bir yüz, ağzımıza tatlı bir dil ihsan eyle.. Bize hayatımızda dua edenleri,
mematımızda rahmet ve Fatiha ile ananları iki cihanda aziz eyle. Âmin diyen
dilleri nârından azad eyle. Âmin, bi-hürmeti seyyid-il-mürseliyn vel-hamdü
lillahi Rabbil-âlemiyn, kabul-üd-dua el-Fâtiha.
Her şeyin yaratıcısı,
ancak Ulu Allah'tır. O'ndan başka yaratma gücüne sahip bir kuvvet yoktur.
Yaratıcılık vasfı, sadece Yüce Allah'a mahsustur.
Bu âlemde meydana
gelen her şey Yüce Allah'ın bilmesi, dileme ve yaratmasıyla var olur. İşte herhangi bir şeyin,
belirli bir şekilde meydana gelmesini Ulu Allah'ın ezelde dilemiş olmasına
Kader denir. Ve Ulu Allah'ın dilemiş olduğu şeyi, istediği zaman var etmesine
de Kaza denir.
Ulu Allah'ın falan
kişiyi, filân günde yaratmayı ezelde dilemiş olması kader'dir. O kişinin takdir
edilen günde dünyaya gelmesi de yaratma, bir kaza'dır. Burada kader ile kaza
birbirinden ayrı şeylerdir.
Ulu Allah'ın takdir ve
kazasının dışında hiç bir şey düşünülmez. Gerçekten inanmak, aynı zamanda razı
olmaktır. Ancak, kaza kadere boyun eğmek, bizi Sorumsuzluğa ve miskinliğe sevk
edemez. Çünkü insanoğlunun da bir iradesi vardır. Bu irade ve çalışmanın sonucu
olan her şeyden insan,
sorumludur. Bu sebeple insan, Yüce Allah'ın rızasına
uygun hareket ederek, kötü yollara
düşmekten kaçınmak zorundadır. Bir insan günah işlemek ister ve iradesini bu
yolda kullanırsa, Ulu Allah da
o günahı yaratır. Fakat bundan memnun olmaz. Ve müslümanlara
yakışan,
en doğru hareket şekli, Yüce Allah'ın memnun kalmayacağı
emirlerine aykırı olan her şeyi
yapmamaktır. Kaza ve kadere inanmanın birçok fayda ve hikmetleri vardır.
Bir kere, kazaya ve
kadere inanan kişi, her şeyin tek yaratıcısı hâkimi olarak, sadece Ulu Allah'ı
tanır. Böylece, ruhu yükselir. Kabirlik için atar, karakteri ve ahlâkı düzelir.
Gene o kişi, hayatta her şeye girişir, başına gelene göğüs gerer. Ömrü boyunca
cesaret ve gücünü kaybetmediği için, basardan başarıya ulaşır. Çünkü kaza ve
kadere boyun eğen kimse, bir iş de başarısızlığa uğrarsa; “Bunda bir hikmet
ocak.” diyerek aynı şeyi başka yollardan başarmaya çalışır, bunu da yapamaz
ise: “Allah bana bu kadar güç vermiş, buna da çok şükürler olsun.” der ve
tevekkül eder.
Hemen belirtelim ki,
kaza ve kader, insanoğlunun mesuliyetine sorumluluğuna engel değildir.
İnsanlar, kendi irade ve güçlerine dayanarak çalıştıkları, kazandıkları,
kaybettikleri; tek kelime ile yaptıkları her şeyden, Ulu Allah'a karşı
sorumludurlar... [210]
1-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Kim, Rab olarak Allahı, din olarak İslamı, Peygamber
olarak da Hz. Muhammed'i kabul ederse imanın zevkini tadar ve dini vecibeleri
ifa ederken rahatlık duyar.”[211]
Gökleri ve yeri
yaratıp melekleri ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler yapan, (peygamberlere
gönderen) Allah'a hamd olsun. Allah yarattığı şeylerde dilediği kadar
(vasıflar) ziyade eder. Muhakkak ki Allah, her şeye kadirdir.[212]
2-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Kim, Hz. Allah'ın kaza ve kaderine razı olmazsa
kendisi için Allah'dan başka bir ilah arasın.”[213]
O Allah ki, göklerin
ve yerin tasarrufu hep onun. Hiç bir çocuk edinmemiştir, mülkünde de onun hiç
bir ortağı yok... Her şeyi yarattı da ona bir nizam verdi; onun mukadderatını
tayin buyurdu.[214]
3-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Bir kimse bir gece hastalanıp da bu hastalığın
Allah'tan olduğuna inanarak rıza gösterirse, günahından anasından doğduğu gibi
temizlenir.”[215]
4-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Nerde kaza ve kadere razı olanlar? Nerde cennet ve
cennetin içindeki saadete ulaşmak için çalışanlar? Ebedi saadet yurdu olan bir
cennetin varlığına inanıp da sadece aladatıcı dünya, servet ve saadeti için
çalışanlara şaşarım.”[216]
60- “Aranızda
ölümü (ve ecelleri)
biz
takdir ettik ve biz, dilediğimiz şeyi yerine getirmekten âciz de değiliz.”
61- “Kılıklarınızı değiştirmeğe ve
bilemeyeceğiniz bir surette sizi yaratmağa da gücümüz yeter.”
29- “İçinizdeki kâfir dostluğunu gizleseniz de,
açıklasanız da Allah onu bilir, diye söyle. Göklerde ve yerde ne varsa hepsini
O bilir ve her şeye hakkıyle kadirdir.”[217]
1-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Kula, Allah'tan yardım kulların ihtiyaçları
miktarında olur. Sabır da Allah tarafından kulun başına gelen musibetlere göre verilir.”[218]
2-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Size verilen ( Her nimet) Allah'ındır. Her şeyin
Allah'ın indinde bir eceli vardır.”[219]
3-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Benden sonra çok fitnelerle karşılaşacaksınız.
Havuzumun başında benimle buluşuncaya kadar o fitne ve fesada karşı sabırlı
olunuz. (dininizden ayrılmayın)”
“Innallahe mâ'as-sâbiriyn”[220]
“Sabır, insanı hayvanlıktan kurtarır. Bir maksûd için
sabır eyleyen, o maksuduna erer. Fakirliğe sabır eden zenginliğe, gedâlığa
sabır eden kişi, baylığa erişir. Düşman zahmetine sabır eden, düşmanına
muzaffer olur.”
“Kem min fietin kaliletin galebet fieten kesiyereten
biiznillahi vattahu
maassabiriyn”.[221]
“Birçok küçük kuvvetlerin, büyük ordulara sabır ile
galip oldukları muhakkaktır. Allah, sabırlılar ile beraberdir. Ayrılık
zahmetine sabr-u-tahammül gösteren de bir gün olur hasretine kavuşur. Bundan
dolayı, (Essabru miftahül-ferec)” denmiştir.
4-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Hz.Allah İsa Peygambere şöyle demiştir: Ya İsa, senden sonra yeryüzüne öyle bir ümmet
göndereceğim ki, onlara sevdikleri, hoşlandıkları bir şey isabet ederse, bana
hamd ve şükredenler, hoşlanmadıkları bir felaketle karşılaştıkları zaman da
sabrederek sevabını benden isteyeceklerdir. Onların hilm ve ilimleri de yoktur.
Hz. İsa, Allah'ın buyruklarına, hayret ederek şöyle sordu: Yarab, ilim ve hilm
olmadan bunlar nasıl böyle olabilirler Cenab-ı Hak cevaben şöyle buyurdular:
Ben onlara kendi hilm ve ilmimden vereceğim.”[222]
Bunlar Muhammed'e
ümmet olmak şerefine kavuşacak Müslüman olan kimselerdir.[223]
5-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Biz, (her kötülüklere karşı) sabredelim ve
cezalandırmayalım.”[224]
6-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Cenab-ı Hak Teala şöyle buyurmuştur: İmanlı olan
kullarımdan birine sıkıntı veren bir bela verdiğimde beni ziyaretçilerine
şikayet etmeyip sabır ederlerse ben onu, o hastalıktan şifaya kavuştururum.
Sonra da kaybettiği kanını, etini değiştirerek ona daha hayırlısını vererek
yepyeni bir vücutla ibadete başlatırım.”[225]
7-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Bir kimse için kendisine verilen en iyi ve hayırlı
şey sabırdır.”[226]
8-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Kimin başına bir bela, bir musibet gelip de o kimse
musibeti hatırlayıp, ey Rabbim, senden geldik ve sana gideceğiz, derse, zamanı
geçtiği vakit Cenab-ı Hak o kimseye başına gelen belalar kadar sevap yazar.”[227]
9-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Erginlik çağına varmadan üç çocuğu ölen bir Müslüman,
cennetin sekiz kapışında bu çocukları ile karşılaşır ve istediği kapıdan
cennete girer.”[228]
10-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Herhangi mü’minin ayağına diken ve benzeri bir şey
battığında Allah-ü Teala o mü'mine bir sevap yazar ve onun bir hatasını
bağışlar.”[229]
11- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Bir kimse belaya maruz kalır ve sabrederse, nimete
mazhar olur ona karşı şükranı nimette bulunur. Zulma uğradığı zalimin zulmünü
bağışlarsa, kötülük yaptığı zaman istiğfar ederse, böyle kimseler için
felaketlerden kurtuluş yolu vardır ve böyle kimseler hidayete ermişlerin ta
kendileridir.”[230]
12-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Rekub: ( Nesilsiz olan) Çocuğu yaşamayan değil,
hayatta iken çocuğu ölmeyen kimsedir.”[231]
13-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Rakub: Çocuğu olup da kendisinden önce ölen ve geriye
evladı kalmayan kimseleri denir.”[232]
14-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Rakub: evladı kendisinden önce ölen sonraya evladı
kalmayan kimsedir.”[233]
15-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Cebrail, bana taun ve veba hastalıkları ile geldi.
Ben de taun ( sıtma ) hastalığı Medine'de bıraktım, vebayı da Şam'a gönderdim.”
Çünkü sıtma hastalığı günahların af ve mağfiretine sebep olduğundan dolayı
ümmetim için bir rahmet, bir şehitlik vesilesidir. Kafirler hakkında ise bir
ikabdır.”[234]
16-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Kul, ibadeti kısalttığı zaman Cenab-ı Allah onu hüzün
ve kedere mübtela eder.”[235]
“Vel-asri innel-insâne lefiy husrin iltelleziyne âmenû
ve amiî-us-sâlihati ve
tevâ
sav bil-hakkı ve tevâ sav bis-sabr.”[236]
Meali hâkimi: “Asr'a yemin ederim ki; bütün insanlar hüsrandadırlar.
Ancak, îyman edip âmal-i-saliha işleyenlerle, hakkı ve sabrı tavsiye edenler
müstesna...”
“Innemâ yuveffes sâbirûne ecrehüm bigayri hisâb”[237]
17-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Hz. Allah bir kimsenin hayırlı olmasını dilerse, (
yaptığı kötülüklere keffaret olsun diye) onu dünyada üzecek hastalık ve
fakirlik gibi şeyleri verir. Kötü olmasını istediği bir kimse için de dünyada
sağlık ve esenlikler verir. Günahının bağışlanması için sebep olan şeyleri
vermez ki, kıyamette, hak ettiği cezayı tam olarak versin. Mükafatın büyüklüğü
cezanın büyüklüğü oranındadır. Cenabı Hak, bir kavmi severse onlara belalar
verir. Bu hale rıza gösterene Allah da rıza ve mağfiret eder, rıza göstermeyene
de Allah'ın gazabı vardır.”[238]
18-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“İmanlı bir kişi hastalandığı zaman, Allah (c.c.) onun
günahını, körüğün demirin pasını erittiği gibi eritir.”
19-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Mü'minin çocuğu öldüğü zaman, Cenab-ı Hak meleklere,
şöyle seslenir: (Ey ölüm melekleri kulumun çocuğunun canını aldınız mı?
Melekler evet, derler. Hz. Allah, kulumun kalbinin meyvasını kopardınız mı?
Diye sorar. Melekler, yine, evet derler. Bundan sonra Cenabı Hak şöyle sorar:
Kulum buna ne dedi? Melekler şu cevabı verirler: Sana hamd ve istirca etti. (
Yani, veren de Allah, alan da Allah, hepimiz ona varacağız, dedi, derler.)
Bunun üzerine Yüce Allah meleklerine şu emri verir: Derhal o kulum için
cennette bir köşk inşa edin ve o köşke ( Hamd Evi ) adını verin.”[239]
20-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“İmanlı bir kulun yolculuk veya hastalık sebebiyle,
ibadetlerinde bir eksiklik meydana gelirse Cenab-ı Hak o kuluna sağlık ve
ikamet halinde iken yaptığı noksansız ibadetlerin sevabını yazar.”[240]
21-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki;
“Benim üretim rahmeti ilahiye mazhar olmuş bir
ümmettir. Onlara ahirette azap yoktur, onların azabı ancak dünyada maruz
kalacakları fitne depremler ve belalardır.”[241]
“Sâbirlere ve
şâkirlere mükâfat ölçüsüz ve hesapsızdır.”
Ebu Aliyyul Dekkak.
(Allah ondan razı olsun). Sabır edenler dünya izzetini ve âhiret saadetini
kazandılar. Zira, Allahu zülcelâl hazretlerinin maiyetine nail oldular.
Bezm-i-lâhuti ilâhiye nail oldular.
22- Resulullah
(s.a.v.) buyuruyor ki:
“Gerçek sabır, musibetin, insanı ilk sarsmasına karşı
gösterilen sabırdır.”[242]
Bu hadisi şerifte,
musibetin ilk geldiği anda gösterilen sabrın önemi belirtilmekte ve aradan
zaman geçtikten sonra onun uhuneti azalacağından, sabrın mükafatı da o nisbette
azalacaktır.[243]
23- Resulullah
(s.a.v.) buyuruyor ki:
“Bir kimsenin malına, yahut cesedine bir musibet
gelir de, o kimse onu gizler ve kimseye şikayette bulunmaz ise Allah1 in onu
affetmesini hakk eder.”[244]
24-Resulullah
(s.a.v.) buyuruyor ki:
“Belanın büyüğü: Az kazançla beraber çok çoluk-çocuk
sahibi olmaktır.”[245]
Bu hadisi şerifte de
“Yoksulluk ateşten gömlektir” atasözünün en veciz şekli ifade buyurulmakta ve
özellikle nüfus kalabalığı karşısında aile reislerinin kuruz kalacakları geçim
derdinin ne büyük bir sabrı gerektiği ifade edilmekte ve bu hale sabredenlerin,
ecir ve mükafatlarının da büyük olacağı anlatılmaktadır.[246]
25-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Sabır imanın yarısıdır. Yekin ise ( Allah'tan
geldiğine kesinlikle kanaat etmektir.) imanın tamamıdır.”
26-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Sabrın manası rıza göstermektir. Yani: Bela ve
musibetin Allah'tan geldiğine inanmak ve rıza göstermektir.”
27-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Sabır, belâya maruz kalındığı ilk andaki sabırdır,
gözyaşı kimseye söylenmeden, dökülen gözyaşıdır ki kişi bunu kardeşi için
döker.”
Bu hadisi şerifte
Peygamber efendimiz, özellikle musibete ilk anda maruz kalındığı zaman duyulan
acının dehşet verici olduğunu ve bunun bir neticesi olarak gözden yaş
akacağını, ancak bunu dövünüp, vurunmadan sessizce akıtabilmenin büyük bir
sabrın mahsulu olacağını ve sevabının da büyük olacağını beyan buyurmaktadır.[247]
28-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Hangi kadının üç çocuğu ölürse, bu çocuklar onun için
cehennemden perde olurlar.” [248]
“Vallâhû yuhibbus-sâbiriyn”[249]
“Allah, sabredenleri sever”
buyurarak, sabredenlerin makamlarını ve
nail olacakları şerefi ebediyen ilân eylemiştir.
“Ya eyyühellezine amenu esteiynû bissabri vessalâh
innallahe maassairin”[250]
Bu âyetin meali
şerifinde: “Ey beni tevhid edenler, bana
ve benim Resulüme muhabbet edip, itaat edenler! Kıyamet gününe inananlar,
yapacağınız ve terk edeceğiniz her şey de sabır ve namaz ile benden yardım
isteyiniz. Muhakkak ki benim yardımım sabredenlerle beraberdir. Ben
sabredenlerle beraberim, ben namaz kılanlarla beraberim, benden yardım isteyenlerle
beraberim” buyuruluyor. Ne büyük şeref, ne büyük fazilet, hak ile beraber
olmak.
Âyeti kerime’de de
sabır ile namazın birbirinden ayrılmaması, beraberce zikredilmesi, sabrın
vücutta gizli amellerin en ziyade şiddetli olması, namazında vücudun zahirinde,
haricinde en ağırı ve türlü taatı toplayıcı olmasındandır. Sabır, ruh ve namaz
ise ceset oluyor. Ruhsuz cesedin kıymeti olmadığı gibi, sabırsızın kıldığı
namazın kıymeti de kalmaz. Zira, o kimse, yapacağı fenalıklar ve nefsin
arzularına uyması ile kıldığı namazın sevabını giderecektir.
“Yine Rabbül-âlemin, sabır edenleri, müttakilere,
Allah’tan korkanlara imam kıldığını beyan buyuruyor. Yâni, müttakilerin, en ön
safındakilerin sabreden kimseler olduğunu bildiriyor.”[251]
Her şeyin başı
sabırdır. İslâm’ın başı sabır, iymanın başı sabır, âmâli salihanın başı
sabırdır. Fenalıklardan korunmanın başı, nefsin ile mücadele edip harama sabır
eylemendir. Sabırsız kişide ne iyman, ne âmâli saliha ne de namus kalır.
Sabrın bir çok
nevileri vardır: Evvelâ iymâna sabır, sonra tâata sabır. Üçüncüsü musibete ve
mâ'siyyete sabır. Bir de eşek sabrı vardır ki, buna sabır diyemeyeceğim. Bu
ancak inaddır. Zira, sabır esmai-ilâhiden bir mübarek isimdir.
İymana sabır nedir?
Bizden evvel gelen ümmetlerden bazılarını, kâfirler îymândan döndürmek için
ateşlerde yaktılar, çarmıhlara gerdiler, Velhasıl yüz bin türlü eza ve cefalara
lâyık gördükleri halde bunlardan bir tanesini dahi dinlerinden ve hak yolundan
döndüremediler. Bunlardan, ashab Uhdud'u, Allah bizlere Kur'anı keriminde
bildiriyor. Yine ashabı-kiram-dan mazharı-nûr Bilâli-Habeşi ve Ammârın babası
Yaser ve Sümeyyeye yapılmadık eza ve cefa kalmamış, fakat bunlar dini
Ahmedîden, mahbubu rahman olan Muhammed'den yüz çevirmemişlerdir.
Birçoklarının
gözlerini çıkarmışlar, bir ayağını bir deveye, diğer ayağını başka bir deveye
bağlayıp, develeri başka başka istikametlere doğru kamçılayıp, bu mü'minlerin
ayaklarını yırtarak parçalamışlar; fakat onlar katiyyen iymanlarını terk
etmemiş, bilâkis onların eza ve cefalarına karşı sabır ile tahammül gösterip,
Allahu-ehad resül-Ahmed diyerek ve ölüm şerbetini yudumlayarak derecei-şehadeti
ihraz eylemişlerdir. Ebul-Hakemin cariyesi Zeyneb'de iyman uğruna Ebû
Ezcümle, ehli-salip seferlerinde
iymânları uğruna fedayı can eyleyen binlerce mü'minin ruhu adalet-i-İlâhiyyenin
tecellisi için, mahkeme-i-kübrayı, arşın altında beklemektedirler. Yine
İspanya’da, müslümanlara dinlerini terk etmeleri için yapılan ezâ ve cefâyı
tarih kitaplarında okumaktayız. Balkan harbinde, elimizden çıkan ülkelerde
oturan müslümanlara, dinlerinden dönmeleri için yapılan zulüm, küçümsenecek bir
şey değildir. Şimdi, bile birçok memleketlerde, müslümanları dinlerinden
çevirmek için yapılmadık zulüm kalmamakta ve buna tahammül ederek dinlerini ve
iymanlarını, namuslarını muhafaza eden din kardeşlerimizin, göğsümüzü
kabartacak derecede sabır ve tahammül göstermektedirler. Bu sabır ve
tahammüllerinin mükâfatım yakın bir zamanda vacibül-vücûddan alacaklardır.
Bu mazlum kimselere
zulm eyleyen kâfirler ise, pek yakın bir zamanda belâlarını bulacaklardır. Ey
aşıkı sadık! Gözünü açıp düşmana karşı savaşmazsan, Allah korusun senin de
dinin, iymanın, Kur'an’ın, mescidin, medresen, mektebin, türben, ana.ve babanın
kabri, ashabı-resülün kabri düşmanların pis çizmesi altında ezilecek, ailenin,
evlâdının, vatan evlâtlarının iffet, ırz ve namusu düşman tarafından
kirletilecektir.
Vaktiyle Rumeli
faciasını gözünün önüne getir. Bütün müslümanlara, bahusus Türk milletine
yapılan bu faciaya sebeb, bir avuç Allahsız insanların o günkü günde Türk
milletinin başında bulunup; adalet yerine, zulüm, ilim yerine cehil, Sadâkat
yerine yalan dolan ve kötülükle memleketi idare etmeleri, namerd düşmandan
hakaret görmemize ve masum ahalinin binlerce belâya duçar olup yerlerinden ve
yurtlarından; ırz, iffet, namus ve mukaddesatlarının ayak altında çiğnenmesine
sebep olmuştur.
Milletimiz bunca zulüm
ve hakareti gördüğü halde, dinde ve iymanda sabrü-sebat gösterip dinlerinden
dönmemişlerdir. Başımıza gelen bunca felâket, cehlimiz, dinden ve iymandan
uzaklaşmamız sebebiyledir.
îlim oku, Ahlâk sahibi
ol ki; dinine, devletine sahip bulunasın. Vatanını çok sev! Bu vatanda
yaşayanlarla dost ol! Tembelliği, adiliği terk eyle! Hakta ol! Hakkı tavsiye
eyle! Fenalara ve din, vatan, millet düşmanlarına göz açtırma! Benliğini
kaptırma! Evlâdını okut! Dindar insan, vatana bağlı, vatanını seven, doğruluk
önünde can verecek fertler yetiştir! Böyle yapmaz da bu tembellikte kalacak
olursak, Allah muhafaza buyursun düşman gelip bizleri dinimizden çevirmek isteyecektir.
Acaba böyle bir durumda aşağıda yazacağım hikâyedeki kadının gösterdiği sabır
ve metanet kadar bir sabır gösterebilecek miyiz?[252]
İbrahim Edhem, (Allah
sırrını takdis etsin) anlatıyor.
“Tevekkül edip yola
çıktım, yani yanıma yiyecek, içecek bir şey almadım. Param da yoktu. Olsa da
yolumda alınacak bir şey yoktu. Önüm çöldü. Bir gün, bir gece yol aldım. Ertesi
günü, iyice acıktım ve susadım. Sabır edip yoluma devam ettim, İkindi vakti
olduğunda, fenalıklar geçirmeye başladım O anda, karşıda uzaktan bir kervan
göründü. Nefsime bir ümit geldi. Yeniden hayata kavuşuyordum. Birden bire içimden
bir his: “Hani, Allaha tevekkül etmiştin, kervandan meded umuyorsun?” dediğinde
yolumu değiştirip beni görmesinler diye bir çukura sırt üstü yattım. Bir
müddet sonra bir deve
geldi, başım üzre durdu. Arkasında bir adam deveyi tutmak için koştuğunda,
kervana seslendi
“Burada bir zat var,
ölmek üzere. Yatıyor. Yetişin, su getirin” diye çırpınıyordu. Kervandan birçok
kimseler geldi. Ben mahsus gözlerimi kapamıştım. Çenemi kilitlemiştim.
Yattığım çukura indiler “Vah vah, zavallı açlıktan, susuzluktan ölmek üzere”
deyip zorla ağzıma sopa sokup, kilitli çenemi açarak, bal şerbeti, süt ve
kaymak yedirip içirdiler. Kervana alıp beni beraberlerinde Mekke'ye götürdüler.
Beni, orada nasıl bulduklarını sordum. Kervan, benim yakınlarıma geldiğinde bir
devenin ansızın köpürüp, ipini kopararak benim yattığım hendeğe doğru kaçtığını,
benim yanıma gelip durduğunu, deveyi tutmak için kovalayan zat da gelip beni
ona da bulduğunu ifade ettikleri zaman Rabbime hamdü senalar eyledim.”
Dinde yüksek dereceye
vasıl olan kişinin, işte böyle tevekkül etmesi şarttır. Dinde, avam olan
kişiler; böyle velilerin tevekkülü gibi tevekkül yapıp ta sabrı metanet
gösteremediklerinden, iymanları sarsılabilir. Onun için, Hz. Ömer “Biz tevekkülüz”
diyen kişilerin bu makamda olmadıklarım görüp, onlara tarlanızı ekin, devenizi
bağlayın, sonra Allaha tevekkül edin buyurdu. Zira, bazı kişiler tembel, ve
tembelliğini halka bildirmemek için dini kisveye sokup; bâtılı, hak ile
öterler. Hz. Ömer radiyallahu anh, işte bu zatlarda bu kemâli göremediğinden
hallerini Sorup, bu tavsiyede bulundu. Aynı mescitte, Oturan başka zatlar da
var idi. Onlara ne için orada oturduklarını sormadı? İnsan, nerede ne
yapılacağını, nerede evet, nerede hayır deneceğini bildi mi kemâle erdi
demektir.[253]
Sabır insana
mahsûstur. Hayvanlarda sabır yoktur. Çünkü çok noksandırlar. Meleklerin ise
sabra ihtiyaç, yoktur. Çünkü çok kamildirler ve şehvetten emindirler. O halde
hayvan şehvete, isteklere esirdir. Onu şehvetten, istekten başka hâli yoktur.
Melekler ise, Allahü Teala’nın aşkına gömülmüşlerdir. Onlar için bu aşka hiçbir
engel yoktur ki, o engeli def etmede sabretsinler. Amma insan başlangıçta,
hayvanlar sıfatında yaratılmıştır. Elbise, süs, oyun ve çalgı şehvetlerini
(arzularını) ona musallat eylediler. Sonra, bulûğ zamanında, kendisine
meleklerin nurundan bir nûr verilip, o nûr ile işlerin sonunu görür. Hattâ ona
iki melek de verildi. Hayvanlarda ise bu yoktur. Melek ona hidâyet eder ve
doğru yolu gösterir Bu onun nurundan kendisine geçen nûr sebebiyle, işlerin sonunu
anlar ve işlerin ne için olduğunu bilir. İşte bu nur ile kendini ve Rabbini
tanır ve bulunduğu anda tatlı iseler de, şehvetlerin sonunun helâk olduğunu
bilir. Yine bilir ki; rahat ve iyiliği
çabuk geçer ve uzun bitmeyen sıkıntılar kalır. Bu hidâyet hayvanda yoktur.
Fakat bu hidâyet de, yetişmez. Ziyan ve zararda olduğunu bilip, bunu giderecek
kudreti yoksa ne faydası olur? Tıpkı bir hastanın, hastalığın kendine zararlı,
olduğunu bildiği halde, bu hastalığı gidermemesine benzer. Bunun için Allahü
Teâlâ diğer meleği, kuvvet ve kudret vermesi ve kendisi için zararlı bildiği
şey'den sakınması için ona verdi. İçinde bir arzu, şehvetini yaptırmak istediği
gibi, gelecekteki bir zararı önlemek için şehvete muhalefet eden ikinci bir
arzu da meydana gelir. Karşı koyan bu arzu melektendir. Birincisi, yani
şehvetlerini yaptırmak arzusu şeytanın askerindendir. Biz bu şehvete uymayan ve
arzu ve kuvvete dînî sebeb diyoruz. Şehvet kuvvetine ve arzusuna da hevâ
diyoruz. O hâlde bu iki asker arasında daima kavga vardır. Biri yap, diğeri
yapma der. İnsan ise bu iki arzu ve kuvvet arasında kalmıştır. Eğer din
sebebi, yani dîn kuvveti hevanın, yâni nefsin arzularına kavgada diretirse ve
bunda devam ederse buna sabır denir.
Bil ki, îman tek şey
değildir. Birçok dalları ve kısımları vardır. Nitekim hadîs-i şerifte:
“İman yetmiş bu kadar babdır. En büyüğü “Lâilâhe
illallah” kelimesidir. En küçüğü de yoldaki dikenleri kaldırmaktır”. Bu kısımları çok ise de, aslı üç cinstir: Marifetler,
hâller ve ameller. Dinde hiçbir mertebe bu üç şey'in dışında kalmaz. Meselâ
tevbenin aslı, pişmanlıktır. Bu kalbe ait bir hâldir. Aslı marifettir. Günâhın
öldürücü zehir olduğunu bilmektir. Neticesi, günâhdan el çekmek ve hayırlı amellerle
meşgûl olmaktır. O halde, bu hâl, bu marifet (böyle bilmek) ve bu amelin üçü de
imandandır. İman da bu üçünden ibarettir. Fakat marifete, bilmeye tahsis
edebilir. Çünkü onun aslıdır. Hâl ise marifetten meydana gelir. Hâlden de amel
meydana gelir. O halde marifet ağaç gibidir. Kalbin marifet sebebi ile
değişmesi, ağacın dal vermesi; bu hâllerden meydana gelen ameller de,
meyveleri gibidir. O halde îmân iki şeydir Görme ve yapma. Yapma ise sabırsız
olmaz. O halde sabır îmânın yarısıdır. Sabır ise iki kısımdır: Biri şehvete
(arzulara) sabır, diğeri ise kızmaya sabırdır. Oruç ise arzûlar kısmından olan
sabırdır. O halde oruç da sabrın yarısıdır. Diğer taraftan olduğu gibi amelle
bakılırsa, îman ondan ibaret olur. Mü'minin ameli ise sıkıntılara sabır ve
nîmete şükürdür. Bu sebepten de sabır îmanın varışıdır. Şükür de îmânın
yarısıdır.[254]
Bil ki kul, her anda
nefsinin hoşuna giden veya gitmeyen bir işten ayrı değildir. Her iki halde de
sabra muhtaçtır. Fakat arzularına uygun olanlar, mal, nîmet, makam, sıhhat,
kadın, istediği çocuk ve buna benzer şeylerdir. Hiçbir halde sabır,
bunlardakinden mühim değildir. Çünkü kendini tutmayıp bu nimetlere dalar ve
kalbini bunlara bağlarsa ve bu halde olursa, onda nimetlere aşın derecede
dalmak ve haddi aşmak meydana gelir. Nitekim herkes mihnete katlanır amma
sıddîklar hâriç afiyete sabredilmez demişlerdir. Mal ve nîmet Ashâb-ı Kiram
zamanında çok olunca:
“Mihnet ve sıkıntı
içerisinde bulunduğumuz zamanlar sabretmek, bugün içerisinde bulunduğumuz
nîmet ve zenginliklere sabretmekten daha kolay idi”, dediler. Bunun için
Allahü Teâlâ:
“Mal ve çocuklarınız ancak imtihan içindir” buyurdu. Velhâsıl zenginliğe sabretmek zor olur.
Günâh işlememenin en büyük yolu zengin olmamaktır. Nîmete sabır ise, kalbi ona
bağlamamak, ona sevinmemektir. Ariyet olduğunu, çabucak elinden alınacağını
bilmelidir. Belki aslında bunu nîmet bilmemelidir. Çünkü kıyamette derecesinin
noksan olmasına sebeb olur. O halde, Allahü Teâlâ kendisine mal, sıhhat ve
elindeki her nimeti verdiği için şükür ile meşgul olmalıdır. Bunların her
birinde sabra ihtiyâç vardır. Amma nefsin arzularına uygun olmayanlar üç
kısımdır: Biri, kendi isteğiyle olanlardır. Hayırlı amelleri işlemek ve
günahlardan kaçmak gibi. Biri, kendi isteğiyle olmayanlar. Belâ ve musibetler
gibi. Biri de, aslı kendi isteğinde olmayan fakat defedilmesi ve karşılık
verilmesi isteğinde olanlardır. İnsanların kendisine sıkıntı vermesi gibi.
İyi ameller işlemek
gibi kendi isteği ile olan şeylerde, sabra ihtiyâç vardır. Çünkü ibâdetlerin
bir kısmı tembellikten dolayı zor gelir; namaz gibi. Bâzısı da cahillikten
dolayı zor gelir; zekât gibi. Bâzısı da her ikisinden dolayı zor gelir ve
sabırsız yapılamaz; hac gibi. Her iyi amelin başında, ortasında ve sonunda
sabra ihtiyâç vardır. Başında olan, niyeti ihlâsla yapmak, riyayı kalbinden
çıkarmak gibi. Bunlar ise zordur. Tâat esnasında sabretmek ise, şart ve
edeblerini hiçbir şeyle karıştırmamaktır. Meselâ namazda ise, hiçbir tarafına
bakmamalı, hiçbir şey düşünmemelidir. İbâdetten sonraki sabır da, yaptığını
izhâr etmekten, söylemekten kaçınmak ve bununla ucûbdan sabreylemektir.
Günâhlara gelince,
sabretmeksizin el çekmek imkânsızdır. Şehvet ne kadar kuvvetli ve günâh işlemek
ne kadar kolay olursa o günâhı işlememeye sabretmek o kadar zor olur. Bunun
için dil ile işlenen günâhlara sabretmek daha zordur. Çünkü din hareketi
kolaydır. Hele çok konuşursa âdet hâline gelir ve tabiatının âdeti olur.
Buraya kadar
olanlardan anlaşıldı ki, kulun her halde sabıra ihtiyâç vardır. Hattâ, bütün
şehvetlerinden kurtulup, uzlete çekilse, uzlette yüz binlerce vesvese ve
dağınık düşünce kalbinde doğar ve onu Allahü Teâlâ'nın zikrinden meşgul eder.
Bu düşünceler, mübâh olsa da, vakti geçiriyor ve sermayesi olan ömrünü ziyan
ediyor. Büyük üzüntü meydana gelir. Bundan kurtuluş çaresi evrâd ile meşgul
olmaktır. Eğer namazda iken böyle olursa, gayret edip o düşüncelere müsâade
etmemeli, kalbin karar kıldığı şeyler olmalıdır. Hadîs-i şerifte:
“Allahü Teâlâ boş duran genci sevmez” buyuruldu.
Bunun için buyurdu ki, boş oturan genç,
şeytânın vesvesesinden kurtulamaz ve şeytân onun arkadaşı olur Kalbi şeytânın
yuvası ojur. Ailahü Teâlâ'nın zikri hâriç onu bir şey oradan atamaz. Ya bir
meslekte, ya bir hizmette yahut da bir işte çalışmalıdır kî, kendisini
şeytândan meşgul etsin. Böyle bir kimsenin halvette (yalnız bir yerde) oturması
doğru olmaz. Kalb işinden âciz olan kimselerin, bedenlerini meşgul etmeleri
gerekir.[255]
Sabır bir kısım
değildir. Her birine sabretmek ayrı bir zorluktur ve her birinin ayrı ilâcı
vardır. Evet, hepsinde olduğu gibi bunun da ilâcı ilim ve amel terkibidir.
Mühlikât kısmında anlattıklarımızın dörtte biri sabrın ilâcıdır. Burada bir
misal ile bir ilâçtan daha bahsedelim. Diğerleri buna benzetilerek
anlaşılabilir. Sabır, şehvet kuvvetine karşı, din kuvvetinin dayanması,
direnmesidir demiştik. Bu da iki kuvvetin çarpışmasıdır. Bir kimse, iki kişiyi
çarpıştırırsa, kavga ettirirse, birinin vermesini ister. Onun yenmesi için çare
arar, ona kuvvet vermek ve yardım etmek ister. Bir kimsede şehvetini tatmin
isteği kuvvetli olursa yahut fercini koruyamazsa ve sabredemezse, gözünü
bakmaktan, kalbini düşünmekten, istediği halde koruyamazsa ve sabredemezse,
bunun ilâcı onun şehvet kuvvetini kırmamız, zayıf düşürmemizdir. Bu da üç şeyle
olur:
1- Biliyoruz
ki, şehvete yardım ve takviye iyi yemeklerden ve gıdalardan meydana gelir. O
halde, yardım etmeyiz ve oruç tutmasını söyleriz. Şöyle ki: Geceleri kuru
ekmek yer, et ve kuvvetli yemekleri kafiyen yemez.
2- Şehveti
harekete geçiren, uyaran yolları tıkarız. İkaz, güzel
yüzleri görmekle olur. O halde uzlet
etmeli, gözünü korumalı ve kadınların ve çocukların geçtiği yollarda
durmamalıdır.
3- Onu mübâh
ile yatıştırmaktır. Böylece haram istekler peşinde gitmez. Şehvetinin yatışması
için evlenmelidir. Ekseriya, evlenmeden bu şehvetten kurtulamaz. Nefis azgın
bir hayvan gibidir. Onu zapt etmek önce, yem vermemekle olur. İkincisi yemi
uzak tutarız, yemi görmez. Üçüncüsü, azgınlık yapmayacak kadar yem veririz. Bu
üç şey de şehvetin ilâcıdır ve bunlar şehvet kuvvetini kıran, zayıf düşüren
ilâçlardır.
Cesaret gelinceye
kadar, din kuvvetini ağır ağır şehvetlere muhalefete alıştırmalı ve bunu ödet
edinmelidir. Kuvvetlenmesini isteyen kimse, kuvvetini denemelidir. Kuvvetle
yapılacak işleri tedricen yapmalıdır ki, ağır ağır tamam olsun. Nitekim
Kuvvetli bir kimse ile güreşmek isteyen kimse, önceden ondan kuvvetsizlerle
güreşmeli, kuvvetini denemeli idman yapmalıdır. Çünkü bunlar kuvveti arttırır.
Bunun için ağır işlerde çalışanların kuvveti çok olur. Bütün işlerde sabır
ilâcını elde etmek böyledir.
Yarabbi! Bizleri,
ilâhi musibetlere sabırlı kullarından eyle! Allah’ım! Bizleri, şâkir
zümresinden eyle! Bizleri, nefsimize mahkûm eyleme, bizi nefsimize hâkim kılıp
nefsimizi bizlere mahkûm eyle! Buradan kalkmadan mağfiretinle şâd eyle! Âhir
ve âkimetimizi hayır eyle! Son nefeste habibinin cemali ile müşerref eyle!
Iyman ile göçür. Salihlere, âşıklara ilhak eyle! Ruhumuzu, habibinin ruhu ile
aşina eyle! Son. nefeste bizi korkutma. Ölüm acısı, kabir vahşeti, mahşer dehşeti,
hisabta hacâlet, mizanda nedamet, sıratta felâket verme ölümü sevinerek
bekliyenlerden, kabirleri cennet bahçesi olanlardan, mahşerde arşın gölgesinde
gölgelenenlerden, hesab defteri sağ tarafından verilenlerden, mizanda, sıratta
selâme te erenlerden, duhûlü-evvelin ile cennete girenlerden, cennet ten
cemalini görenlerden, firdevsten visaline erenlerden ey
Dünyamızı mâmur,
ahiretimizi mâmur, gönlümüzü, yüzümüzü pürnûr eyle! Cismimizi hafif, ırzımızı
afif, ahlâkımızı nezih eyle! Kalbimizde iyman, aklımızda irfan ve izan, dilimizde
Kur'ân, senin zikrinde her an vücudumuza derman ihsan eyle! Gözümüzde ibret,
gönlümüzde gayret, fuâdımızda lezzet din ve iymanımızda izzet ihsan eyle!
Amelimizi ihlâs ve takva ile ilbas, kalplerimizden ve kalıplarımızdan ihracı
vesvas eyle! Gazabtan, riyadan, hasedden, hülyadan, hubbu sıvadan, kibir ve
gururdan bizleri halâs eyle! Hisabı mürurda, edayı duyunda bizlere inayet eyle!
Mala gönül vermekten, Câha ehemmiyet kılmaktan, zâlime meyi etmekten, namerde
muhtaç olmaktan, tövbesiz ecel erişmesinden, amelsiz kabre girmekten rabbim
bizleri muhafaza eyle! Âsileri ıslah, gafilleri agâh, müznibleri affın ile şâd
eyle! Yurdumuzu âbâd, münafıkları ibâd, düşmanlarımızı berbâd eyle! Kâmilleri
teksir, salihleri tenvir eyle! Gariplere inayet, âşıklara vuslat nasib
eyle!
Vücudümüze sıhhat,
kalbimize şefkat, suçumuza rahmet eyle! Kâfirlere zillet, müminlere izzet,
taatında lezzet ihsan eyle! Cümlemizi canımızla, malımızla dini İslama hadım
eyle.
Âmin, bi
hürmeti-seyyidil-mürseliyn.[256]
1-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Kolay ve temiz olan bu dine sarılın. Meşru kılınan
dini emirlerin üzerine bir şey artırıp da dini zorlaştırmayın, zira sonra bu
zorluklara mağlup olursunuz.
Meşru olan emirleri de kısaltmayın, sonra yapılması
lazım gelen hususları yapmaktan mahrum kalırsınız, (Demek oluyor ki, İlahi müessese olan dinin
esası üzerine ne bir ilave, ne de eksiltme yapmaya kimsenin hakkı olmadığı
gibi, bu ikisini yapmak da tehlikeli yoldur.)”[257]
2-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Dîni ameli yaparken gücümüz yettiği kadar yapınız.
Kendinize meşakkat verecek şekilde ibadet yapmanız sizi usandırır. Sonunda
ibadeti terkedersiniz. O halde şunu biliniz ki, siz usanıp ibadeti
terketmedikçe Allah’da sevabı terk etmez.”[258]
3-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Bu din haddi zatında metin ve sağlam temeller
üzerine oturtturulmuştur. Mugalata ve zorlaştırmaya muhtaç değildir.
İbadetlerinizi zorlaştırmayın, nefsinizin yapamıyacağı ibadetlere koyulmayınız,
çünkü bu tutum sizi usanç ve amelin terkine zorlar.”[259]
4- Resulullah
(s.a.v.) buyuruyor ki:
“Ben ancak rahmet ve kolaylık yolu göstermek için
gönderildim.”[260]
5-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Ben başkalarına azap ve eziyet vermek için değil,
rahmet ve iyilik yapmak için gönderildim.”[261]
6-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Sizler insanlara kolaylık göstermek ve iyilik yapmak için
gönderildiniz, zorluk çıkarmak için değil.”[262]
7-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Dininizin en iyi tarafı kolay olmasındadır.”[263]
8-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Gücünüzün yettiği ameli işleyiniz. Çünkü siz usanıp
da ibadeti terketmezseniz Cenab-ı Hak da sevap yazmaktan vaz geçmez. Allah'ın
en çok sevdiği ibadet, azda olsa, devamlı yapılanıdır.”[264]
9-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“İslam kolay bir dindir, bu dinde taassuba ( zorluğa )
kaçan kimse bir gün usanır ve o zorluklara mağlup olur. O halde doğru yoldan
ayrılmayın, yaptıklarınızı iyi yaparak en mükemmelini yapmaya çalışınız, müjde
veriniz ( korkutmayınız ), sabah, akşam ve gecenin bir cüz'ünde ibadete
sığınınız çalışınız.”[265]
10-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Suyu bulamadığınız zaman sadece toprak sizi
temizleyicidir. -On haç da olsa- yani on sene devam etse de, Suyu bulduğunuz
zaman onunla abtest ve guslediniz.”[266]
11-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Düşmanla karşılaştığınız zaman orucu açmak sizin için
daha kuvvet ve dinçlik verici olur.(yani oruçlu iken düşmanla karşılaşırsanız
orucunuzu bozabilirsiniz.)”[267]
12 -
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Siz, dini emirleri zorluk çıkararak yapmış
olamazsınız.”[268]
13-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Dini emirlerden gücünüz yettiğine başvurunuz. Çünkü
siz ibadetten usanmadıkca Allah da sevap yazmaktan usanmaz.”[269]
14-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Dinde en doğru olam yapınız ve mükemmelini yapmaya
gayret ediniz ve kolaylık göstererek müjdeci olunuz. Ve biliniz ki: Biriniz
ameli ile cennete giremez hatta ben de. Ancak, Cenab-ı Hak benim bütün
günahlarımı af ve mağfiret etmiştir.”[270]
Yüce İslâm
mütefekkirleri (düşünürleri) din hakkında daima birbirini tamamlayan bir çok
tarifler ortaya atmışlardır. Biz burada aşağı yukarı bütün tarifleri içine
alabilecek bir tarifi sunmakla yetineceğiz:
“Din, akıl sahibi
insanları, kendi arzıı ve iradeleriyle bizzat hayrolan şeylere götüren,
Peygamberin tebliğine dayanan, kemâl gayesine ermek için en doğru ve nurlu yolu
gösteren ilâhî bir kanundur.”
Bu tariften açıkça
anladığımıza göre, dinin kurucusu ve koruyucusu, her şeyin yaratıcısı olan Ulu
Allah’tır. İnsanlar şöyle dursun, Peygamberler bile din kuramazlar. Din,
insanoğluna nereden geldiğini nereye gideceğini, niçin geldiğini niçin
gideceğini, hülâsa kendi mahiyetini başlangıç ve sonunu, yaratılışmdaki gayeyi, Ulu Allah'a karşı
yapmakla mükellef olduğu vazifelerini, insanlar arası hak ve vazifelerini,
iyiyi kötüyü, fazilet ve rezileti, kendi hür ve muhtar iradesine dayanarak
yaptığı işlerin doğuracağı iyi veya kötü sonucu, yâni sevap ve azabı tayin ve
tespit eder. Böylece din insana, hidayet ve saadetin nurlu ve ışıklı yollarını
gösterir. Hemen belirtelim ki, cehaleti, delâleti, zulmeti, meskeneti ve
zilleti kökünden söküp atan bu aydınlık ilâhî kanuna (dine) gerçekten uyanlar,
dünyada selâmete, ahirette saadete mutlaka kavuşacaklardır.[271]
Hak dinin bir terbiye
kanunu olduğunu söylemiştik. Bu itibarla yüce Hak dinin hedef ve gayesi,
kişioğlunu önce dünyada sonra da ahirette selâmet ve saadete ulaştırmaktır.
Gerçekte din, bizzat hayrolan
şeylere sevk eder. Bizzat hayrolan şey sonsuz saadet demektir. Bu saadet de hem
dünya ve hem de âhiret saadetini şümulü içine alır. Dinin hedef olarak aldığı
sadet yalnız dünya veya yalnız ahirete ait değildir, bu saadet, mutlaktır.
Bundan anlıyoruz ki Ulu Allah'ın koymuş olduğu din insanoğlunu dünyada da
ahirette de huzur ve mutluluğa kavuşturucu temel prensibe dayanmaktadır. Bu
yüzden, tüm ilâhî kitaplar âdemoğlunun huzur ve mutluluğu içindir.
Hak din, hayat ve
hayatı bizlere bahşeden yüce Allah hakkında en doğru bilgiyi veren ve insanları
yavaş yavaş dünyamızın nefsanî ve hayvanî aşağılık âlemlerinden alarak
insanlığın kutsal seviyesine yükselten en doğru ve en temiz yoldur. Bu bakımdan
ölçülemeyecek derecede hayatî değer taşır.
Ve esasta dindar
olmak, kamçılayıcı, şehvet duygularından, aldatıcı hayvanı yaşayıştan uzak
kalarak aydınlığa götürücü Hak dinin dosdoğru ve tertemiz yolunda koşar
adımlarla ilerlemek demektir. Bu gerçek ilâhî yaşayışı tüm benliğinde
duymaktır, insanoğlu, yüce yaratanı Ulu Allah’a karşı olan kopmaz bağlılığını
ve sonsuz sevgisini ne kadar sağlamlaştırsa, onun cüz'î iradesi (küçük iradesi)
ilâhî irade ile o nispette birleşir ve yükselir. İşte gerçek dinin vazifesi,
insanı bu yüksek dereceye eriştirmektir.
İnsanın Ulu Allah ile
münasebetinin yükseklik ve temliği onun insanlarla olan münasebetlerinin
yükseklik ve temliği ile doğru orantılıdır. Yani bir insan Ulu Allah'ı ne kadar
sever va sayarsa, insanları da o derece sever ve sayar. Hemen belirtelim ki
dinin insanları bu yüksek gayeye sevk edişi, yukarıda da söylemeye çalıştığımız
gibi cebri değil, tamamen insanın hür ve muhtar iradesine bağlı bir durumdur.
Ve akim bulunması da şarttır. Özet olarak gerçek saadete kavuşmak için insanın
bu gerçek aydınlık yolu kendi isteği ile tutması ve bu yolda sapmadan devamlı
yürümesi gerekmektedir. Demek oluyor ki, dinin sadete yöneltmesi şüphesiz,
onu yaşamamızda mümkün olacaktır. Bu sadetten de herkes ancak kabiliyeti
kadarlik çalışmaları ile hakettiği nasibini alacaktır.[272]
Yüce İslâm dininin
esasları üç bölümde incelenir. Bunlar; itikat, ilim
ve ameldir.
1- İtikat;
inanılması gerekli esaslardır.
2- İlim ve
iman; mahiyet ve hakikî anlamını etraflıca bilme zaruretini gideren, usûl
(temel) ve furu (talî) olmak üzere iki bölümde incelenen iman, koruyucusu ve
kalesi olarak bilinen, birbirine dayalı ve bağlı bir kaideler ve açıklamalar
zinciridir.
3- Amel;
işlenmesi veya işlenmemesi gerekli şeyler ve bunlara ait hükümler, Ulu Allah'a
ibadet ile insanlar arası münasebetleri düzenleyen hükümler.
Bu üç temel esas, tüm
semavî hak dinlerde mevcuttur. Gerçekte hak, bir dinde itikada, ahlâka ve
yaratıklara ait vazifeleri belirten esasların bulunması şart ve zorunludur.
Başka bir deyimle, insanların ilmî, amelî ve vicdanî vazifelerinin tayini dinin
esas temelini teşkil eder. Bunlar, o dinin prensip olarak asla değişmeyen temel
taşlarıdır. Ancak zamana ve mekâna göre değişen şeklî kısımlarıdır. Fakat şu
anlamda, meselâ ibadet bir esas ve tüm dinlerde ortaktır. Ama en son mükemmel
şeklini yüce islâm dininde bulmuştur. Bunu şu şekilde açıklayabiliriz: Dini,
bize öğettiği gerçekler (hakikatler),
iki bölümde özetlenebilir:
1-
İtkatımızı teşkil eden ezelî gerçekler,
2- Günlük
yaşayışımız ile ilgili gerçekler.
Birinci bölüm gerçekler,
mahiyetleri itibarı ile her dinde birdir. Zamana ve mekâna göre asla
değişikliğe uğramaz ve uğratılanıazlar.
Yüce İslâm dininde
zaman, mekân, kişi ve karakter mefhumları gözönünde bulundurularak, ikinci tip
gerçeklerin yalnız umumî (genel) çizgileri çizilmiş ve hususî (özel) seyirleri
ilme ve içtihada terk edilmiştir. Bunun için, yüce İslâm dini içtihada, büyük
din bilginlerinin tarafsız görüş ve buluşlarına müstesna bir yer ve değer
vermiştir. Ve gerçeğe ulaşabilmek için içtihada dayanan hükümlerde ilim metodu
ile münakaşa etmeyi bir vazife olarak kabul ve teslim etmiştir.[273]
İnsanoğlu öyle
devirler yaşamıştır ki, o zamanlar din namına inandığı ve tanıdığı sistem, hiç
bir zaman akıl ve mantıkla bağdaşamayacak birtakım safsatalardan ibaretti. Bu
sistemlerde insan, yaradılışına karşı direnmiş, kendi öz nefsine azap
çektirmiş, akıl ve sağduyusuna karşı inatta İsrar etmiş ve din diye bunları
telkin eden din adamlarına da boyun eğmişti. Tüm bu çileleri dolduran insanoğlu,
dünyada selâmeti, ahirette saadeti elde edeceğine inanıyordu. En sonunda Ulu
Allah, son elçisi Hz. Muhammed'i
(s.a.s.), insanlığı kurtarmak üzere Peygamber olarak gönderdi. 0, biricik
gaye-ufuk insan, Ulu Allah'ın, her yana ışık saçan ve iman hakikatine ulaştıran
kurtarıcı âyetlerini; insanlara okudu. Onlara kitap ve hikmeti öğretti,
insanları düştükleri sapıklık bataklığından çıkarıp, ışığa kavuşturdu. Ulu
Allah'ın son ve en mükemmel dini olan İslâm’ın ilim, fikir, akıl, vicdan
(hürriyet), eşitlik, adalet ve istiklâl dini olduğunu, insanın ruhu, aklı ve
vicdanı üzerinde hiç bir kişinin saltanat kuramayacağını herkesin insan olmak
bakımından eşit bulunduğunu, Peygamberlerin vazifelerinin bile yalnız tebliğ ve
yol göstericilik olduğunu, hiç bir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde açıkça beyan
etti.
İslâm’ın itikat, ahlâk
ve amel bölümleri üzerine buraya kadar vermiş olduğumuz klsa açıklamalardan
anlaşıldı ki, düşünen insanlığın aramakta olduğu, insan tabiatına en uygun
din, yüce islâmdan başka bir şey değildir. Tüm insanları tatmin edecek din,
yalnız İslâm'dır. Çünkü insanın ruhî ve bedenî bütün ihtiyaçlarını, birini
diğerine feda etmeksizin, birlikte temin ederek, madde ile mânâyı, beden ile
ruhu, dünya ile âhireti yanyana yürüten, hem akla, hem duyguya hitabeden, kişinin
mutluluğunu, toplumun mutluluğuna bağlayan din, yalnız ve yalnız yüce
ialâmdır. Biz bu dinin itikadında, ahlâkında, ibadetinde içtimaî ve iktisadî
alanlarında, akıl, mantık ve varlık âlemi ile çatışacak hiç bir yanmı göremiyoruz.
Yüce islâm dininin iman temelleri, hârikalar (akıl üstü şeyler) üzerine değil,
aklın alacağı açıklıklar üzerine atılmıştır. Demek istiyoruz ki; yüce İslâm
dini, pozitif (müsbet) ilimlerle, akılla, çağdaş fikirlerle asla çatışmaya
düşmez.[274]
Yüce İslâm dininin
dayandığı birinci temel esas, akıl ve muhakemedir. Müslümanhğa göre doğru ve
sarsılmaz bir imanm ilk şartı, akıldır. Çünkü, müslümanlığm birinci temel
direği, Yüce Allah'a inanmaktır. Ulu Allah'ı bilmek, tanımak ve O'na iman
etmek, her mükellef kişinin üzerine ilk farzdır. Bu bilginin doğru yolu, doğru
görüştür. Demek istiyoruz ki, tüm âlemi ibret gözü ile seyrederek ve bunlarda
cereyan eden terbiye ve tekâmül düzenin oluş şeklini düşünerek ve de fikrî bir
sonuca vararak Ulu Allah'ın varlığını, birliğini ve sonsuz gücünü anlamaya
çalışmak, aklın seçtiği doğru yoldur. Önce fikri işleterek, tam ve sarsılmaz
bir kanaat elde etmeksizin bir inancı yahut kendi esaslarından birine iman
müslümanlığm farzları arasında yoktur. İslâm dini, aklı hâkim tanıdığı için,
yüce yaratanı bulmaya yarayacak yegâne delil, ancak kâinatımız ve varlıklar
âlemi üzerinde gözlerimizi gezdirerek, derin derin düşünmektir. Evet,
müslümanlık, aklı hâkim tanıdığı için, hüküm ve tüm nüfuzunu ona teslim
etmiştir. Ve ona, kâinatımızın koca
kitabını; “Oku!” diye emretmiştir.
Akla ve düşünceye
verilen önemi anlatmak için Kur'an-ı Kerim den bazı âyetlerin mânâlarını
vermeye çalışalım:
“Yerin ve göklerin sahibine ve Allah'ın yarattığı
şeylere bakmıyorlar mı?”[275]
“İslâm'ın hak olduğu anlaşılıncaya kadar onlara, gerek
kendilerinde ve gerekse kendi dışlarında var olan delillerimizi, gücümüzü
ispat ve ilân edici hârikaları göstereceğiz.”[276]
“Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün
birbirini izlemesinde, insanların menfaatini yüklenerek, denizin üzerinde akıp
giden gemide, Allah'ın gökten indirerek kendisi ile ölmüş toprakları diriltip,
üzerinde her türlü yaratığa yaydığı su da, rüzgârların şevkin de, yerle gök
arasındaki bulutlarda akıllı bir kavim ve millet için, şüphesiz, hakkın
varlığına, birliğine ve sonsuz gücüne ait yığın dolusu deliller vardır.” [277]
“(Ey
Muhammed!) De ki: Göklerde ve yerde olanlara bir kere bakınız...”[278]
Kur'an-ı Kerim'de daha
birçok âyetler, insanları, varlıklar ve yaratıklara üzerinde mevcut olan ve
var edicinin varhğmu birliğini vej sonsuz gücünü ispatlayan birçok delilleri
düşünmeye ve incelemeye sevk
ediyor.
İşte tüm bunlar,
şüphesiz yüce İslâm dininde akla ve muhakemeye verilen yüksek dereceyi
göstermektedir, iman konusunda aklın hâj kim olması meselesi, islâm
düşüncelerini bakınız nereye kadar götürmüştür. Sünnet ehli bilginlerinden
birçoğu diyorlar ki: Gönlüne düşei şüpheyi kaydırıp atmak ve gerçeğe ulaşmak
için, tüm gücünü kullandığı halde maksadına erişmeden ölen, fakat tereddüt
içinde durmayarak, hakkı bulmak uğruna çalışmış olan kişi, selâmet ve saadeti
bulmuştur. Çünkü bu kişi, şüphe ettiği noktada durmayarak, gerçeği aramaya
koyulmuş ve aklını durmadan kullanmıştır. Şimdi insaflı vicdanlara sesleniyoruz:
gerçek uğrunda çalışan akıl ve fikir sahipleri için bundan daha büyük hoşgörü
ve daha geniş hürriyeti olur mu? Hangi din bu kadar geniş serbesti ve hoşgörü
tanımıştır?
“Allah, kimseye gücünün dışında bir şey teklif etmez.”[279]
“Allah, kimseye gücünün dışında bir şey teklif etmez.”[280]
“Dinde cebir ve zorlama yoktur.”[281]
Şu âyetlerde de açıkça
görüldüğü gibi, din ve Allah hakkında kalbine düşen şüpheyi defetmeye gücü
yetmeyen, bununla birlikte gerçeği, doğruyu araştırmaktan bir an bile geri
kalmayan bir müslümana, bir düşünüre böyle bir durum karşısında o zavallı
kalbin kurtulduğuna, mutluluk onun için olduğuna, yüce islâm dininden başka
hükmeden yoktur.
İman konusunda akıl en
önemli bir ölçü olduğu için, bir müslümanın, koca kâinat kitabım okuması ve
düşünmesi engellenmemiştir. Her müslüman, çevresindeki varlıklar ve yaratıklar
âlemine bakacak ve orada yüce yaratanın varlığını ilân edecek bir sürü
deliller bulacaktır. Bir insana, “Aklın alsın almasın, iman edeceksin!”
denemez. Aksine, kuru bir imanla kalarak, kendi iç gerçeği ile dış gerçek
üzerinde düşünmeyen, göklerin ve yerin gizlediği sırlan düşünmemek
tembelliğini gösteren kişileri yerici birçok âyet ve hadisler vardır. Kur'an-ı
Kerim, insanoğlunu, kendi yaratılışının ilâhî hikmetlerini, varlık âleminde
cereyan eden ilâhî gücü ispatlayıcı oluşları düşünmeye, böylece Yüce Allah'ı
bulabileceğine gönülden bağlanması için teşvik ediyor.
Göklerin ve yerlerin
akıllara durgunluk veren hârikalarını hatırlatan Yunus sûresinin 101’inci
âyetinden söz edilirken, yaratılışın hârikalarını düşünmeyenler hakkında
biricik gaye-ufuk, insan, Hz. Muhammed'in (s.a.s.): “Yazıklar olsun, bu âyeti dudakları arasında geveleyip de mânâsını
düşünmeyen basiretsizlere...” diye buyurması kafalarının mutlaka
çalışmasını öngören bir uyarmadır. Böylesine kişilerin okumalarına, okumak bile
denemeyeceğini açıkça söylemiştir. Peygamber'imiz Yüce İslâm dini, Ulu Allah'ın
sahipliği içinde bulunan tüm yaratıklar hakkında düşünmeyi Yüce Allah'a
yaklaştıran ibadetlerin en büyüklerinden sayar. Hz. Muhammed’in (s.a.s.); “Bir an düşünmek, bir yıl ibadet etmekten
daha yeğdir” diye buyurması düşünmenin yer ve değerini dolayisı ile
mevkihi en güzel belirten bir ifadedir.
Kâinat adını
verdiğimiz şu varlık âlemi üzerinde durmak ve bunu inceliyerek akim buluşları
ile ulu yaratan yüce gücünü anlamaya çalışmak her kişi için dini görevdir.
Düşünün... Kur'an-ı Kerim'in insanları böyle bir incelemeye ve ilmî araştırmaya
teşvik etmesi kitap ehlinin akıl ve ilim ile dinin birbirine zıt iki düşman
olduğunda görüş birliğine vardıkları bir zamandaydı. Evet, Hıristiyan dini,
iman esasları ile akıl ve ılım arasındabir, çelişme olmakla birlikte gene de
dinin ve imanın gösterdiklerine inanmak, akıl ve ilmi bir yana itmek,
gereklidir. Hiristiyan hkta akim en ufak bir rolü yoktur. Dinde akla uymayanlar
birer sırdır, bunlara düşünülmeden inanılır; din ve iman konularında düşünmek
ve akıl yürütmek, küfrü gerektirir.
Batıda dinleri
incelemekle meşgul olan bilginler, dinî ayrı şekil ve bi çimlerde tarif
etmişlerdir. Bu tariflerden bazılarını buraya alalım.
“Din, ruhun öyle bir
kuvvetidir ki, insana aklı ve duyu organların ayn olarak çeşitli isimler ve
değişik rumuzlarla sonsuzu idrâk kabiliyetini verir.” -Max Müler-
“Din, insan ruhunu
gerek kendisine ve gerekse tüm kâinata hâkim olduğuna inandığı sırra ait ruhu
birleştiren bir ihtisastır. Bu itibarla din, insan hayatını tehdit ve takyit
etmekten ibarettir.” –Beville-
“Din insanoğlunun
mutlak surette boyun eğmesini ve bağlılığına ait kalbinin derinliklerinde
beslediği içten bir duygusudur.” -Ş. Maker-
Bu tarifte diğer iki
tarife yaklaşan ve onlar gibi eksik olan bir tariftir.
“Din, insanın bilmesi
imkânsız olan Mutlak zat'ı bilmek zevkinden ibarettir.” –Fuerbach-
Buna göre din, bir
arzu bir şevk; Onun tezahürleri olan iman, ibadet ve kurban gibi vecibeler de
bu zevkin tecellisidir.
“Din, ruhanî
varlıklara inanmaktır.” Bu tarifin sahibi Dinler tarihinin yazarı Taylor'dur.
Büyük Filozof Kant,
dini şöyle tarif eder:
“Din, vazifelerimizin
ilâhi emirler olarak kabulü veya ahlâk kaidelerinin (kurallarının) koyucu suna
karşı korku ile karışık duyalan saygıdır.”
Son zamanlarda dinler
tarihine ait bir eser veren Salmon Reynah'a göre;
“Din, insanın manevi
gücünün serbestçe kullanılmasını engelleyen belirli bir takım kayıt ve
kuruntuların topudur.”
Bu tarif, ilhamını
Polonezyalıların bir takım tabulara dayanan dinlerinden almıştır. Ve ilmî bir
tarif olmaktan çok uzaktır. Çünkü diğer bütün tariflerde dinin konusu olan
Allah fikri, sonsuzluk mefhumunu ve ruhanî varlıklar tasavvurunu içine almayan
bu tarif, bu yönden ilmi olmaz. Çünkü dinler bir takım mânâsız kayıt ve
kuruntulardan doğan bir vicdan rahatsızlığından ibaret olamaz. İlkel dinler
bile insanların vicdanlarını huzurla dolduran bir kaynak görevi görmüştür.
Buraya kadar aktarmaya
çalıştığımız Batılı yazar ve bilginlerin içinde Reynahtan başka diğerlerin
hepsi dini, ruh ile ilgili bir kurum (müessese) olarak tanımışlardır.
Bununla birlikte en
tanınmış din tarihçileri tarafından yapılan bu tariflerden hiç biri itirazdan
uzak kalmamış ve daima yanlış olmakla itham edilmiştir.[282]
1-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Şeytanın üç türlü vesvese vasıtası vardır:
a) Sürme
b) Dudak Boyası
c ) Enfiye
(Şeytanın sürmesi, insanların gözlerini bürüyen gaflet
uykusu; Şeytanın boyası demek, yalan söylemektir. Yalan söyleyen kimse şeytanın
tuzağına düşmüştür; Şeytanın enfiyesi demek burada mecazi olarak burun dikliği
ve burun büyüklüğü anlamında kullanılmış benlik havasına kapılma manasına
kullanılmıştır.”)[283]
2-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Şeytanın yular ve kemendi vardır. Kement ve yular:
Allah'ın nimetini günah ve isyanda kullanmak, Allah'ın nimeti ile gurura
kapılmak, kullarını üstünlük taslamak. Allah'ın kullarını hakir gördüğü gibi,
Allah Taala'nın zatından gayrisinin havasına kapılmak.”[284]
3-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Şeytan (İblis ), karargahını su üzerine kurar, sonra askerlerini her tarafa
yayar. Bu askerlerin şeytana mevkii en yakın olanı fitne ve fesadı büyük
olanlarıdır.
Bundan sonra etrafa gönderdiği askerlerinden bazıları
gelerek ey reis, ben şu şu... Kötülüklerin yapılmasını sağladım, der. Şeytan
ona: Sen bir şey yapmış değilsin, der. Bir başkası gelir ve ben aralıksız
olarak yaptığım fitne ve fesat sonucu kişi ile ehlini yani karı ile kocasının
arasını bozdum. Tabii ki çocuklar da dağılmış oldular” der. Bu yapılanlardan
Şeytan çok memnun kalır ve sen çok önemli işler başardın, der. Ve ona bir rütbe
daha vererek kendisine yaklaştırır.”[285]
4-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Gençlik deliliğin bir türlüsüdür. Kadın Şeytanın
ipidir.”[286]
5- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Bir gün Şeytan görünerek namazımı bozmak için üzerime
yüklendi. Allah (c.c.) bana imkan vererek onu şiddetle def ettim. Bundan sonra
onu tutup mescidin bir direğine balamayı ve sabahtan hepinizin onu görmesini
istedim. Ama bu sırada aklıma Süleyman Peygamberin şu duası geldi; Ey Kabbim,
bana, benden sonra kimseye nasip olmayacak bir salahiyet ve kuvvet ver. Bunun
üzerine Cenabı Hak onu benden ebediyen uzaklaştırdı.”[287]
6-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Şeytan, namaz kılanların kendisine ibadet etmesinden
ümidini kesmiştir. Fakat, elinde kalan en müessir silahı: Namaz ehlini
birbirine düşürerek fitne ve fasat çıkarmaktır.”[288]
7-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Muhakkak ki, Şeytan insanoğlunun kanının dolaştığı
bütün damarlarında dolaşır.”[289]
8-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Yeni dünyaya gelen çocuğun feryat etmesi, onu
şeytanın sıkmasındandır.”[290]
9-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Gerçekten Şeytanın insanoğlunun kalbine attığı
vesvese ve hatırlatmaları vardır. Meleğin de keza hatırlatmaları vardır.
Şeytanın vesvesesi: İman ederseniz, namaz kılarsanız
ne çıkar? Gibi şer ve kötü işleri telkin ve hakkı tekzibe dayanır. Melek ise insana
hayrı telkin ve hakkı tasdiki ifham eder. Her kim, kalbimde meleğin telkinini
bulursa bunu Allah'tan bilsin ve Allah'a hamdetsin. Ötekini bulan da bunu
şeytandan bilsin ve şeytandan Allah'a sığınsın Sonra Resulullah şunları okudu:
Şeytan sizi farü zaruretle korkutur ve fuhşiyatı emreder.”[291]
Ey Saadet yolunun
yılmaz yolcusu!.. İbâdet yolunda hedefine varmak üzere ilerlerken önünü
kesecek olan üçüncü engel de lânetlik şeytandır. Bu pürüzü de temizleyebilmen
için onunla aman tanımaz bir savaşa girişerek onu tepelemeye bakacaksın. İki
sebep yüzünden lânetlik Şeytanla savaşa girişmen gerekiyor. Şimdi bu sebepler
üstünde duralım:
1- Şeytan,
insanoğlunun kendisini sapıklığa sürüklemek sevdasına düşen en amansız
düşmanıdır. Öyle bir düşmandır ki hiç bir vakit barış yapmağa yanaşmaz. Küfür
silâhını insan üzerine yöneltmiş kesintisiz savaşını devam ettirmektedir. Bu
süresiz savaşma onu helake sürükleyene kadar devam eder, başını helake soktuğu
zaman rahat bir nefes alır ve savaşına ara verir.
Açıkça görülüyor ki
mü'min uzlaşmaz düşmam olan lânetlik şeytana asla emniyet etmemeli, bir an
olsun gaflet uykusuna dalmaktan sakınmalıdır. Ulu Allah buyuruyor ki:
“Ey Âdemoğulları!.. Size;“Sakın şeytana tapmayın. O
sizin için apaçık bir düşmandır.”diye emretmedim mi?”[292]
“Şeytan sizin düşmanınızdır. Siz de onu düşman tanıyın.”[293]
Bu âyetlerde açık
seçik gözler önüne serilmektedir ki şeytan, kulun en amansız düşmanıdır. O
yüzden de ondan şiddetle sakınması gerekir,
Soru:
Şeytanla nasıl savaş edebilir, onu nasıl tepeleyebilirim?
Cevap: Bu
konuda başlıca iki ayrı görüş vardır. Birinci görüşe göre Şeytanın kurduğu
tuzaklardan ancak Allah'a sığınarak kurtulunabilir. Çünkü şeytan, Ulu Allah'ın
kullarına musallat ettiği dişli bir köpektir, Onu defetmeye çalıştıkça
kudurmuşçasına daha fazla saldırır. Ama sahibine başvurulursa köpeğini
susturur. Böylece de insan azgın köpeğin saldırısından kurtulmuş olur.
İkinci görüşe gelince
şeytanla amansız bir savaşa girişmek gerekir; açıktan kendisiyle savaşarak onu
baştan saymalıdır.
Bence en doğru yol,
adı geçen her iki görüşün de gösterdiği yolları birleştirmektir. Yani lânetlik
şeytandan hem Allah'a sığınmak, hem de onun akıl almaz tuzak ve hilelerine karşı
savaş açmaktır. Eğer mü'min hem Allah'a sığınıp hem de savaştığı halde onu
başından savamıyorsa bilmelidir ki sahibi olan Ulu Allah sırf kendisini
denemek için şeytanı üzerine musallat etmektedir. Böyle kritik durumlarda
sabırlı olmaya çalışmalı ve var gücümüzle karşı koymalıyız. Nitekim bazı
zamanlar Ulu Allah kâfirleri mü'minler üzerine saldırtmaktadır. İstese
kâfirlerin elinden bu güç ve imkânlarını alamaz mı? Alır, fakat almıyor. Gayesi
mü'minleri imtihana çekmek ve onlara cihad ve şehidliğin doyulmaz zevkini
tattırmaktır. Bizim güç ve kuvvetimizi, cesaret ve metanetimizi ortaya
dökmektir. Ulu Allah buyuruyor ki:
“Böylece Allah'ın ezeldeki ilmini açıklaması içinizden
sehidler edinmesi içindir. Allah zâlimleri sevmez.”[294]
“Yoksa siz, Allah İçinizden savaşanlarla savaşmıyanları;
hak yolda sebat edenlerle etmiyenleri ayırdetmeden Cennet'e girivereceğinizi
mi sandınız!.”[295]
“Şeytan insanın kalbine yerleşmiş durmadan ona kötü
duygu ve düşünceler telkin eder. Melek de insanın kalbine konmuş ona aydınlık Allah
yolunu telkin eder.”
Ayrıca Ulu Allah insan
varlığında öylesine bir hususiyet yarattı ki, onu daima kötülüklere sürüklemek
ister. Bunun adına Nefsin havası denir. Böylece insanoğluna yön vermek isteyen
çağırıcılar üçe çıkmış oluyor: İlhamcı melek, vesveseci şeytan ve nefsin
havası.
Buraya kadar vermiş
olduğumuz izahlar iîe kalbimize doğan çeşitli duygu ve düşüncelerin kök ve
kaynağını, nereden beslendiklerini ortaya koymuş olduk. Şöyle bir soru kafaları
kurcalıyabilir. Kalbe doğan duygu ve düşünceler nedir? Hemen cevap vererek
söyliyelim ki, bunlar öylesine tesir edici kuvvetlerdir ki insanoğlunu bazı
kusurları yapıp yapmamağa sürüklerler
ve insanoğluna aynı zamanda ıstırap kaynağı olurlar. Meydana gelişleri ve
beslenme kaynaklan görünürde yukarda adı geçen çağırıcılar aracılığı ile
gerçekleşir. Fakat gerçekte çağırıcılar sadece bir sebep durumunda olmaktan öte
gitmemekte, yanlız Ulu Allah'ın bilgisi altında O'nun sınırsız kuvvet ve
kudretiyle oluşmaktadırlar. Evet, duygu ye düşünceleri gönlümüze doğuran
kudreti sınırsız olan Allah'tır. Bu düşünceleri dört madde halinde dile
getirebiliriz.
1- Allah'ın
doğrudan doğruya insanın kalbinde doğurduğu duygu ve düşünceler.
2- Nefsin
havasına yani sonu gelmez arzu ve isteklerine uygun olarak Allah'ın kalbde meydana
getirdiği duygu ve düşünceler.
Bu çeşit duygu ve düşüncelerden doğacak sorumluluk nefse aittir.
3- İlhamcı
Melek'in çağrısı sonunda Allah'ın kalbde yarattığı duygu ve düşünceler. Bu
nevi duygu ve düşüncelere ilham denir.
4- Vesveseci
şeytan'ın çağrısı sonunda Allah'ın kalbde doğurduğu duygu ve düşünceler.
Şeytanın bu çağrısına vesvese
(kötü duygu ve düşünceler) adı verilir. Bu kötü duygu ve düşüncelerin gönülde
doğmasının sebebi şeytandır. O yüzden de bunların neticesinden başta şeytan,
sonra da sahibi sorumludur.
Ey mü'min, şunu iyi
bil ki, Ulu Allah tarafından doğrudan doğruya kalbe doğurulan duygu ve
düşünceler bazan kula bir izzet ve ikram olsun diye iyilik hususunda, bazan da
imtihan etmek gayesiyle kötülük hususunda olabilir.
İçimize doğan bir
duygu veya düşünce işlediğimiz bir günahın peşi sıra geliyorsa Allah'tandır.
İşlediğimiz günahın sebep olduğu bir uğursuzluk olarak kalbimize doğmuştur. Ulu
Allah buyuruyor ki:
“Hayır! Gerçek öyle değil. Onların işledikleri
günahlar yığıla yığıla gönüllerini pas bağlatmıştır.”[296]
Açıkça görülüyor ki
işlediğimiz günahlar gönüllerimizin kirlenmesine ve pas bağlamasına sebep olur.
Eğer içimize doğan
duygu ve düşünce işlediğimiz bir günah sonucu değilse umumiyetle şeytandan
gelir. Bizi kötülük işlemeğe
davet etmektedir.
İçimize doğan duygu ve
düşünce, Allah'ın anılmasından hoşlanmıyorsa onu şeytan telkin ediyor demektir.[297]
Şeytan, insanoğlunun
hedefine varmak üzere koyulduğu doğru yolda önünü kesmek için can atan baş
düşmanlarından biridir. Başlıca yedi türlü taktik ve tuzakla insanı doğru
yoldan sapıtmaya çalışır.
1- İbadetten
alıkoymak. Şeytan ilkin mü'mini ibadeti terk ettirmeye, Allah yolundan ayırmaya
gayret eder. Eğer
kişi, “benim ibadet
etmeğe ihtiyacım var, sonsuz hayatım için bu gelip geçici dünyada kendini
kurtaracak olan azığı hazırlamalıyım” diyerek şeytanın aşılamak istediği kötü
duygu ve düşünceleri reddederse, şeytan bu tuzağında başarıya ulaşamaz. Mü'min
de böylece ilk tehlikeyi atlatmış olur.
2- Oyalamak.
Kurduğu birinci tuzakta başarı elde edemeyen lânetlik şeytan bu defa mü'niine
şu zehirli fikirleri aşılamaya bakar:
Acelesi yok, daha
henüz ömrün çok. Nasıl olsa ibâdete çok vakit bulacaksın. Biraz da dünyadan
nasibini almaya
bak. Sonra tövbe eder;
tam mânasıyle Hak yola koyulursun.
Mü'min bu zehirli
telkinlere asla kanmamak, bütün basîretiyle onu susturmalıdır.
Ecelimin ne zaman geleceği
elimde olan bir şey değildir. Bugünün işini yarına bırakırsam yarının işini ne
zaman yapacağım. Çünkü her “günün
vaktini dolduracak, zamanını alacak bir işi bulunur diyerek de şeytana karşı
çıkmalıdır. Böyle hareket ederse bu tuzağı da atlatmaya muvaffak olur.
3-
Aceleciliğe sürüklemek. Şeytanın üçüncü tuzağı kulu
giriştiği her iyi işte acele etmeye
sürüklemektir. “Acele et; acele et” der. “Hemen bu hayırlı işi bitir, sonra bir
ikincisine başlarsın.” Şeytanın bu çirkin tuzağının farkına varan uyanık mü'min, onu asla
yutmıyacak ve bu tehlikeyi de atlatmasını bilecektir. “Eksiksiz olarak neticeye
vardırılan az iş, kusurlu
olarak yarıda bırakılmaya mahkûm olan çok işten hayırlıdır.” diyerek ayak
diretecektir.
4- Gösterişe
saptırmak. Şeytan uyanık mü'minin yukarıda verdiği cevaptan başka bir
kurnazlığa başvurarak faydalanmaya kalkışır. Riyaya bulamak! “Çok güzel ve
eksiksiz ibadet ediyorsun.” der. “Herkes bu dürüst ibadetini görse de
seni örnek alsa, ne iyi olur.” Lânetlik
şeytanın gayesi kulu riya bataklığına sokmaktır. Fakat uyanık mü'minin buna
karşı da cevabı sert ve susturucu olacaktır. “Ulu Allah'ın gördüğü
yetmez mi? İnsanların görmesiyle ne
kazanırım? Hayır, olmaz. Kimse beni Örnek almasın. Ben sırf Allah için kendimi
ibadete veriyorum.” Ama hiç şeytan durur mu?
5- Kendini
beğenmişlik taslatmak. Lânetlik Şeytanın kula karşı kurduğu beşinci tuzak onu
işlediği amellerden ötürü kendini beğenmeye zorlamaktır.
6- Gizliliğe
davet. Burada şeytan en büyük kozlarındar birini oynamaktadır. Bilhassa mü'min
şeytanın bu tuzağın-düşmemeğe bakmalıdır.
7- İbadetin
lüzumsuzluğuna inandırmak, işte şeytan, bütün kozlarım tek tek kullandıktan ve
başarıya ulaşamadıktan sonra son olarak bir daha şansını deneyecek ve açıktan
açığa mü'mini ibadet etmemeğe teşvik edecektir. “İbadete ne lüzum var?” diyerek
aldatmacasına son bir hamleyle devam edecektir. Dahası var. “Niye ibadet
edeceksin, buna ihtiyaç var mı? Diyecek. “Eğer sen gerçekten iyi bir kul olarak
yaratıldı isen ibadeti boşlamakla bir şey kaybetmiyeceksin. Yok, kötü bir kul
olarak yaratıldı isen ibadetinin zâten sana bir faydası olmaz.[298]
İlham Melek'inin
vasıtasıyla gönülde doğan duygu ve düşünceler sadece hayır ve iyilik
üzerinedir. Çünkü O, doğru yol gösterici ve bu yol hakkın öğüt çekici yolu
olarak tayin e-dilmiştir. Vazifesidir bu onun.
Vesveseci Şeytan'ın
doğmasına sebep olduğu duygu ve düşünceler mutlak kötülük üzerinedir. Fakat
bazan da tuzak kurmak için iyiliğe de davet edebilir. Kanmamak gerek.
Nefsin Havası'nın
doğmasına sebep olduğu duygu ve dü şünceler de kötülük işletmek içindir. Fakat
nefis de bazan bir taktik ve kurnazlık olarak iyiliğe davet edebilir.
Gönlümüze doğan
çeşitli duygu ve düşüncelerin kaynağını, nereden beslendiklerini ortaya dökmüş
bulunuyoruz. Burları böylece açıklığa kavuşturduktan sonra şimdi de şu üç hususu
bilmek gerekir:
a) Duygu ve
düşüncenin hayır mı, şer mi olduğu:
b) Eğer, şer
ise bunların Allah'tan bir imtihan için mi, yoksa şeytandan veya nefsin
havasından mı geldiği ve aralarındaki farkın ortaya dökülmesi;
c) Eğer
kalbe doğan duygu ve düşünce iyi ise buna Allah'ın mı, ilhama Melek'in mi,
yoksa Vesveseci Şeytan ile nefsin
havası'nın mı sebep olduğunun bilinmesi.
Duygu ve
düşüncelerimiz üzerinde şeytanın da nefsin de ayrı ayrı tesirleri vardır. Yine
ilim adamlarımız diyor ki: İçinize doğan bir duygu ve düşüncenin Allah'tan mı,
şeytandan mı yok nefsin arzu ve isteklerinden mi ileri geldiğini kavrayabilmek
için üç yola başvurmak gerekir:
1- İçimize
doğan duygu ve düşünce kesin olarak bir değişikliğe uğramıyor, aynı durumunu
muhafaza ediyorsa Allah'tan veya
nefsin havasından geliyor demektir. Eğer bir değişikliğe uğruyorsa
şeytandandır. Ermişlerden bazıları diyor ki:
“Nefsin havası yırtıcı
bir kaplana benzer. Saldırıya geçtiği vakit yaralamadıkça veya öldürmedikçe
vazgeçmez. Yahut haricî mezhebine tutkun bir kimseye benzer. İnancı uğruna
savaş verir; gerekirse başını ortaya koyar, fakat o bâtıl inancından caymaz.”
Şeytan azgın bir kurda
benzer. Bir yandan kovalarsanız, bir yandan dolaşıp yine gelir üstünüze
saldırır.
İşte insanoğlunun
nefis denen sinsi düşmanı bu derece korkunç ve tehlikeli. Öyle ise ona karşı
durabilmesi için aklı başında olan bir kimsenin şiddetli tedbirler alması
gerek. Uyanık olması gerek. Onun çirkin arzularına boyun eğmemesi gerek.
Hidayet sadece Allah'tandır.[299]
Şeytan, günlerden bir
gün köşkün bahçesinde bir kazığa bağlı olan koçun bağını gevşetmiş. Koç, sağa sola
çeke çekiştire kazığı yerden sökmüş ve sürükleyerek köşkün içine girmiş. Giriş
salonunda bulunan büyük endam aynasına bakınca, kendi hayalini görmüş ve başka
bir koç sanmış. Gerilemiş, gerilemiş olanca gücüyle bir kafa vurarak koskoca
aynayı parça parça ederek kırmış. Gürültüye evin hanımı yetişmiş ve
baba-dedesinden yadigâr ve antika aynanın koç tarafından kırıldığını anlayınca,
hemen bir kasap çağırtarak koçu kestirmiş. Akşam, evin beyi gelmiş ve evlât
gibi elinde büyüttüğü sevgili koçunun hanımı tarafından kestirildiğini
öğrenince, karısına Öyle bir tokat aşketmiş ki, kadıncağız hemen oracıkta
düşmüş ve ölmüş. Hanımın kardeşleri, ablalarının enişteleri tarafından bir
tokat darbesiyle öldürüldüğünü öğrenince, tabancalarını ateşlemişler ve onlar da
eniştelerini öldürmüşler. Öldürülen enişte beyin kardeşleri de intikam
kaygusuna düşmüşler ve onlar da elbirliği ile ağabeylerini öldürenleri
öldürmüşler. Neticede, daha bir gün öncesine kadar birbirlerine hısım-akraba
ve canciğer olan aynı dinden, aynı milletten ve hattâ aynı aileden bu zavallı
kişilerin kimisi kabre gitmiş, kimisi de zindanı boylamış.
Bütün bunlar olup
bittikten sonra, şeytan saf ve masum bir ifade ile boynunu bükerek:
“Bunlara ne oldu bir
türlü anlayamadım? Demiş. Hem, benim ne suçum var? Ben, yalnız koçun kazığını
gevşettim o kadar.”[300]
Günlerden bir gün; bir
ihtiyar, yanında genç bir delikanlı olduğu halde, Nuh'un yanına varıp:
“Oğlum! Bu adama sakın
aldanma. Bunun dinini kabul etme!” diye tenbih ettiğinde,
genç delikanlı dedesinin elindeki asayı,
yâni bastonu alıp Nuh Aleyhisselâmın başına kuvvetle vurdu. Dedesine dönüp
“Şimdi benden memnun
oldun mu?” dediğinde; ihtiyar:
“Şimdi bana lâyık
evlâd olduğunu isbat ettin” dedi. Hz. Nuh'un başından akan kan mübarek
sakallarından damlıyordu.
Allaha niyaz edip:
“Yarab! İlmi gayıptan
bana haber ver. Bu kavim bana iyman edermi?” dediğinde:
“Hayır ya Nuh! îyman
etmezler” cevabı geldi. “Peki yarabbi! Bunlar, bana iyman etmezler.
Bellerindeki sularından geleceklerden bana iyman eden olur mu?” dediğinde
“Hayır! İyman
etmezler” beyanı geldi. Bunun üzerine, Hazreti nebi şöylece beddua etti:
“Bu kâfirleri helak
eyle. Dünyada bir tek kâfir kalmasın.” dediğinde duası müstecâp olup:
“Artık onları davetten
vaz geç, Bir gemi inşa et!” emri zuhura geldi.
Nuh aleyhisselâm, bu
emri-ilâhiyyeyi yerine getirmek için hemen bir gemi inşa etmeye başladı. Fakat
kâfirler tecavüz etmeden durur mu? “Ne oldu sana ya Nuh. Risaleti bırakıp,
marangozluğa mı başladın?” derler, kendisine lâf atarlar ve taşa tutarlardı.
Arada da “Haydi gidelim; Nuh'un yaptığı gemiyi kirletelim” diye sözleşerek
gelip Hz. Nebinin gemisine lâyık olmayacak hakareti icra ederler,
kirletirlerdi. Hz. Nuh: bunlara mâni olmaya kalksa, onu döverlerdi. Mübarek
başını da birçok defalar yarmIşlardı.
Gemi tamam oldu, ilham
ile her cinsten bir çift hayvan gemiye gelip yerleşiyordu. Allah celle, Hz.
Nuh'a “Tandırında su çıktığında hemen gemiye bin.” diye vahy etmişti. Evet, bir
gün tandır su ile doldu. Bunu gören Nuh aleyhisselâm, kendine iyman edenlerle
beraber gemiye bindi. O anda, gökler kararıp, sema simsiyah oldu. Müthiş bir
yağmur yağmaya başladı. Sanki gökyüzü delinmiş, semadan deryalar dökülmeye
başlamıştı.
Bu arada, oğullarından
kendine iyman etmeyen Kenan'ı görüp, babalık şefkati taştığından:
“Kenan gemiye gel!” diye
seslendi. Fakat o, gemiye gelmedi
“Ben yüksek yerlere çıkar,
kendimi korurum.” dedi. Cenabı Hak:
“Ya Nuh! Ne yapıyorsun?
Kâfiri neden kurtarmak istiyorsun?” dediğinde:
“Yarap! Oğlum benim
ehlimdir.” dedi. Allah celle:
“O senin ehlin değil,
o ameli gayri sâlih bir kâfirdir.” dedi.
İşte mü'minler!
İnsanın sulbünden gelen değil, yolundan gelenin ehil olduğu bu âyet ile
sabittir.
Hazreti Nuh'un, kâfir
oğlu için “Ehlim” demesinin yevmi-kıyamette şefaati kübradan mahrumiyyetine
sebep olduğunu haber vermişlerdir.
Şurasını anlatmadan,
geçemiyeceğim: Gemiye, en son olarak eşek gelmiş. İblis, eşeğin kuyruğundan
tutunca; eşeğin bir türlü gemiye giremediğini gören Nuh:
“Gir. Ya Mel'un” der.
Bunun üzerine eşekle birlikte şeytan gemiye girmiş, bir müddet sonra gemide
iblisi gören Nebi aleyhisselâm
“Ya melun! Burada
işin ne? Ne hakla gemiye bindin?” dediğinde; İblis:
“Ya Nuh! Sen emir
verdin. Ben girdim” dedi. Nuh Aleyhisselâm:
“Hayret! Ben sana
müsaade vermedim” dediğinde “Eşeğe (Gir ya mel'un) demedin mi? Mel'un olan
benim. Bu benim için izindir” dedi. Buradan, anlaşılıyor ki, insan ağzından
çıkacak söze sahip olmalıdır.”
Cenabı Eba Bekir
sıddık, mübarek ağızlarında ufak bir taş bulundurur, söyleyeceği sözü düşünmek
için bu taşı, ağzı şeriflerinde dolaştırır, söz eğer indi-ilâhide makbul olacak
ise, cevap verir; değil ise sükût ederlermiş.
Gemide, şeytan ile Nuh
aleyhisselâmın arasında şöyle muhavere olduğunu “Kısası Enbiya” haber vermede.
Şeytan:
Hz. Nuh'a: “Bu belâ
insanların başına neden geldi?” diye sordu. Hz. Nuh Cevap verdi:
“Allah ve Resulü olan
bana iyman etmediler.” “Doğru ya Nuhî Fakat işin başı yalnız bu değil. Ben,
Âdem'e hased etmeseydim, husuru izzetten, rahmeti sübhaniyeden kovulmaz, bu
âdemoğullarını azdırmaz idim. Asil sebep Hased ile kibirdir” cevabını vererek
mübtelâ olduğu hastalığını beyan etmiştir.
10-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Şeytanın göze sürülen sürmesi ve ağzı boyayan boyası
vardır. İnsan onun sürmesi ile sürmelendiği zaman, gözleri Allah'ı görmeyecek
derecede uykuya dalar, Harama bakarken Allah'ı hatırlayamaz. Şeytanın boyası
ile boyanan kimselerin harama karşı dili açılır. Ve hakka karşı lisanı
tutulur.”[301]
1- Resulullah
(s.a.v.) buyuruyor ki:
“Bir yolcu bir kavme konuk olarak indiği zaman, şayet
ev sahipleri o kimseye bir şey etmezler ve o konuk aç olarak sabahlarsa, muztar
durumda kalan bu kimsenin ev sahiplerinin yiyecek ve içeceklerinden karnını
doyuracak kadar alıp, karnını doyurmasında dinen bir mahzur yoktur,”[302]
2-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Kişi misafir bulunduğu evde aç kaldığı takdirde, o
civarda bulunan her Müslümanın aç kalan misafirin, misafir bulunduğu evde
yiyecek ve içeceklerden alarak karnını doyurmasında, ona yardımcı olmaları
lazımdır.”[303]
Ey ehl-i aşk:
İyman, cesette ruh
gibi, günah ise cesette hastalık gibidir. Mademki ruhun var; cesedini bu
âlemde tedavi et. Hakka lâyık hale getir.
Ey hak yolcusu:
Dünya hayatı, yalnız
koşup kaçmak için değildir. İnsanoğlu dünyaya ancak mâ'buduna iyman ve ibadet
etmek, Allahu Teâlâ'ya doğru bir yol açmak için gelmiştir. Bu yolun hududu,
zaten mahduttur. Habl-i metin-i ilâhi olan Kur'an-ı kerime sarılan,
dâr-üs-selâm olan cennât-ı âliyata elemsiz kedersiz varır gider.
Başta Fahr-i âlem
sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz olmak üzere bütün Enbiyâ-i mürseliyn,
sahi ve câmert idiler.
3-
Resulullah (s.a.v.)buyuruyor ki:
“Üç huy kimde bulunursa, o kimse nefsinin cimrilik
hastalığından korunmuş olur:
a) Zekatı eda etmek,
b) Konuğu ağırlamak,
c) Din kardeşinin başına bir felaket geldiği zaman
yardımına koşmak.”[304]
4-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Zenginlik malla, iyi insan olmak tekva ile olur.”[305]
5-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyorki:
“Hz. Allah'ın sana nimetiyle ihsan ettiği gibi, sen de
o nimeti layık olduğu yere harcamak suretiyle,
kendi nefsine iyilik et.”[306]
6-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“(Ey Bilal), Allah'ın sana verdiği mallarından infak
et. Arş sahibi Allah'ın cömertliğine şüphe ve güvensizlik ederek, sakın malının azalacağından korkma.”[307]
7-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“( Ey Ebubekir kızı Esma) Allah yolunda malını harca.
( bu veya şu kadar kaldı diye ) sayma. Yoksa Cenab-ı Hak da sana harcadığın
malın yerine yenisini verirken sayılı verir. Ve malını hapsetmek ve harcamamak
için kapalı olan kaplara koyup, saklama.
Yoksa Hz. Allah da senden saklar.”[308]
8-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“İki kişi için hazırlanan yemek üç kişiye, üç kişi
için hazırlanan yemek de dört kişiye yeter. O halde yemeklerinizi ayrı ayrı
yemeyiniz, topluca yiyiniz. Toplu olarak yenilen yemekte bereket vardır.”[309]
9-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Bir kişi için hazırlanan, yemek iki kişiye, iki
kişinin yemeği dört kişiye, dört kişinin yemeği de sekiz kişiye yeter.
(Yemeklerinizi beraber yiyiniz.)”[310]
Cennât-ı âliyat,
cömertlerin evidir. Cömertlik, cennet-i âlâdan dünyaya uzanmış bir daldır. Her
kim o dala tutunursa, o dal kendisine tutunanı cennete çeker.
Ashab-ı kiram
efendilerimiz, aleyhissalâtü ve sellem
efendimiz hazretlerine:
“Yâ Resûlallah.
Dünyada yaşamanın hayırlı olduğu zaman,
ne zamandır? Dünyada yaşanmaktansa, ölümün
hayırlı olduğu zaman hangi zamandır?” diye sordular.
Resûl-ü zişân
efendimiz, saadetle buyurdular:
“Sizi idare eden âmirleriniz ve emirleriniz, sizlerin
en hayırlı olanlarınız bulundukça, zenginleriniz cömert oldukça, bütün
işleriniz şura ile görüldükçe, dünyada yaşamanız hayırlıdır. Ancak, böyle
oiduğu takdirde, toprağın yüzü içinden hayırlıdır. Kötüleriniz, âmirleriniz ve
emirleriniz ve tamahkâr ve hasisleriniz, zenginleriniz olunca, işleriniz
kadınlara kalınca ve sizler onların hükmü altına girince, dünyada yaşamanız, yaşamamanızdan
hayırlıdır. Bu takdirde de, toprağın içi size dışından daha hayırlıdır.”
Cömert, fâsık dahi
olsa, ehl-i cennettir. Tamahkâr ve hasis, zahit dahi olsa cennete giremez.
Malı, gerçekten
kendisine ebedî; olarak kalacak ve ebedî bir hayat verecek sanır.
İnsaf ile söyleyiniz;
içinde yaşadığımız cemiyette, bu tipte insanlar yok mudur? Bu gibiler,
zannederler ki, topladıkları bu mallar, onları dünyada ebedî kılacak ve ölümden
kurtaracaktır. Heyhat!.. Hiç te böyle değil. Onların topladıkları mal,
kendilerini ölümden kurtaramayacak, dünyada ebedî kılamayacak, hattâ
kendilerine dahi kalmayacaktır. Şeref ve fazileti malda ve parada vehmedenler,
cahil denîlerdir. İnsanın şerefi, fazileti ve haysiyyeti, hiç bir zaman mal ile
para ile değildir. İnsanın, ind-i Bâri'de şeref ve fazileti, tahsil-i
mâ'rifetullah ile yani Allahu teâlâ'yı bilmek, Allahu Teâlâ'yı bulmak ve Allahu
Teâlâ'yı anmakla gerçekleşir. Riza-i Bâriye nail olmayınca; ne malla, ne
güzellikle, ne mansabla, ne kasa ve kese ile şeref ve fazilet sahibi olunamaz.
Eğer, kadr-şeref para ile çok mal ile olsaydı; Hz. İsa aleyhisselâm
fakirliğinden ötürü semaya çıkmazdı. Karun da, zenginliği dolayısıyla yere
batmazdı. Hz. İsa aleyhisselâmın, semaya urucuna sebep, dünya malına
meyletmemesi, Karun'un yerin dibine batması da malının çokluğuna güvenmesi ve
şımarmasıdır. Fasit zanları olanlar, başkalarında kusur ve noksan ararlar. Bu,
tıpkı bir körün, diğer bir körün görmemesini ayıplaması gibidir.
İnsan-ı kâmil odur ki,
kendi ayıplarını görmekten, başkalarında ayıp aramaya fırsat ve imkân bulamaz.
Kendi ayıl gören ve bilen, başkalarının ayıplarını göremez;
Kimse takdir edemez
âlemde,
Kendi mahiyyetinî
re'yile,
Münhasır vasıta-i
rü'yet iken,
Göremez kendini dide
bile.
Ey hak yolcusu:
Fırsat elde iken,
iraden elinde iken, zikr-i Huda di iken, ruh kuşu beden kafesinde iken ve henüz
tövbe kapıları kapanmadan, çenen kilitlenmeden, nutkun tutulmadan gafletle
aylak aylak vakit geçirme!.. Sana emanetullah olan bu vücudunu mâ'siyyetlerle
göçürme!.. Ayağını, sırattan sürçtürme!. Vakitler geçiyor, geceler ve gündüzler,
durmadan ömür kuı şını biçiyor. Gün batıyor, şafak atıyor. Her gün, nice güneş
hilâller, hilâl kaşlılar, âhu bakışlılar batıyor. Selvi boylar devriliyor, taze
kabirler sivriliyor. Kaçtıkça ecel ardımızdan geliyor, kaçındıkça iradelerimiz
elden gidiyor. Gelin, Allahu Teâla’ya rücû edelim. İradelerimiz elde, zikr-ü
tevhidimiz dilde, kuvvet ve kudret belde iken, gaflete düşmeyelim,
aldanmayalım, dünyaya güvenmeyelim. Gün olur, iradelerimiz elden, zü tevhid
dilden, kuvvet ve kudret belden gidiverir. Son pişmaı fayda etmez. O zaman
ağlamanın ve çırpınmanın hayrı olmaz. Yalvarmak ve yakarmak, kaybettiklerimizi
geri getirmez, işten geçmeden, can kuşu beden kafesinden uçmadan, fırsat elden
kaçmadan hakka rücû edelim, tövbe ve istiğfarda bulunalım, doğru yolu bulalım.
10-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Cömert kimsenin yemeği devadır. ( ilaçtır ) cimrinin
yemeği ise zehirlidir, (Çünkü cömertin yemeğini yiyen kişi, ikramda bulunanın
hoşa giden güler yüzlü halini görünce yemeği rahat ve huzurla yiyeceği için o
yemeğin hazmı da kolay olur ve vücuduna bir ilaç misali fayda sağlar. Ama,
cimrinin somurtkan ve ekşi yüzünü gören misafir, o yemeği değil yemek, onu yer
ve asabı bozulduğundan yediği yemek kendisi için yararlı olmaz.)”[311]
1-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“İleri görüşlü ve akıllı kişi, nefsine hakim olan
kimsedir. Aciz ve beceriksiz kişi ise nefsine uyan ve sonra da Allah'tan
kurtuluşu hayal eder.”[312]
2-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“ Ammar, iki şeyi seçmek durumunda kaldığı zaman mutlaka
doğru ve en yakınını seçer.”[313] (Ammar ashabdan bir zattır.)
3-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Anlayışlı mü'min, yılan ve akrebin yuvasında iki defa
ısırılmaz.”[314]
4-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Kişinin ayakta durabilmesini sağlayan akıldır. (Yani
bir kimsenin dünyada ve dolayisiyle ahirette var olmasını ve huzur ve saadete
kavuşmasının tek sebebi aklın bulunmasıdır.)
Aklı olmayanın dini de olmaz.”[315]
5-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Beş şey vardır ki, bunlar kendisine verilen kimse
Ahiret amelini terketmeye hiç bir surette mazur olamaz.
1. Saliha bir eşe
sahip olan,
2. İtaatkar
evlada sahip bulunan,
3. Güzel bir aileyi geçime sahip olan,
4. Geçimini
kendi memleketinde sağlayan,
5. Peygamber
ailesini seven kimseler.”[316]
1- Resulullah
(s.a.v.) buyuruyor ki:
“ Beş şeyi Allah'tan başka kimse bilemez:
a ) Kıyametin ne zaman kopacağı,
b ) Yağmurun ne zaman yağacağı,
c ) Rahimlerde olan (erkek veya kız çocuğunun doğacağını)
d ) Herkes yarın ne kazanacağını,
e ) Her nefis nerede öleceğini bilemez.”[317]
2-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Alim ol, veya öğrencisi ol, yahut öğrenmek için
dinleyici ol, hiç olmazsa bunlardan birini seven ol. Sakın beşinci ola yoksa
helak olursun.”[318]
3-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Az da olsa başarılı olmak hiç başarı göstermeyen
akıllı olmaktan iyidir. Sadece dünya işlerinde akıllı ve anlayışlı olmak
zararladır. (Çünkü, bütün hayatını fani olan dünyayı kazanmaya hasreder,)
Ahiret işlerinde zeki ve anlayışlı olmak sevindirici,
ferahlık vericidir. (Çünkü, bu tür çalışma kişiyi ölümsüz saadete ve cemali
ilahiye eriştirir.)”[319]
4-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Bildiklerini gizleyen (öğretmeyen ve gerektiğinde
halkı uyarmak için söylemeyen ) kimse yarın kıyamet gününde, ağzına ateşten
bir gem vurulmak suretiyle ve acı bir şekilde gemlenir.”[320]
5-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Süleyman Peygamber, mal mülk ve ilim arasında
bunlardan birini tercih etmekle muhayyer kılındı. (Allah tarafından bunlardan
birini seçebilirsin denildi.)
Süleyman Aleyhisselam ilmi seçti. İlmi seçtiği için
ilim sayesinde kendisine mal ve mülk de verildi.”[321]
6-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Çok cahil abidler ve de çok facir alimler vardır. Siz
cahil abidden de facir alimden de sakınınız.”[322]
“De ki, hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”[323]
7-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Allah (c.c.) bize ve Musa ya rahmet etsin. Eğer Musa
peygamber Hızır ile arkadaşlık ettiği zaman gördüğü acaip olaylar karşısında
sabredebilseydi Hızır'dan daha çok şaşırtıcı bilgiler öğrenirdi.”[324]
8-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Cehennem Zebanileri, put-perestlerden daha önce fasık
kuralları (hafızları ) cehenneme koyacaklardır. Bunun üzerine o fasık
kurralar: Biz puta tapanlardan önce ha? Diye sorarlar. Onlara ( Bilenler
bilmeyenler gibi olamaz) denilir. Yani siz suçu bilerek ve isteyerek
yaptığınız için, bilmeden isteyerek yapanların suçu ne kadar büyük olursa
olsun, sizden fazla olamaz, denilecektir.”[325]
9-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“İlim öğrenmeye koşunuz. İlmin gereğini dosdoğru söyleyen
bir alimden bir mesele öğrenmek dünyadan ve dünyada bulunan bütün altın ve
gümüşten hayırlıdır.”[326]
10-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“İlim öğrenmek için yastığına dayanarak ilmi eserlere
bakan (masa başında oturup mütalaada bulunan öğrencilerin) bir saatlik zamanını
harcaması, ilim tahsil etmeden yapılan yetmiş sene ibadetten daha hayırlıdır.”[327]
11-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Sünneti Resulullah sahibi olan kişi, iyi bir amel
işlerse bu hayırlı işi kabul edilir. Şayet, o sünnete kötü bir şey katsa da
bağışlanır.”[328]
12-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Benim ümmetimden öyle bir kavim gelecek ki, onların,
fıkıhcıları ( hukukçuları) şöhret uğruna zor meseleleri kolaylaştırırlar. İşte
bunlar benim ümmetimin en kötüleridirler,”[329]
“Kendilerine îlim verilenler, yazık size dediler, inanıp iyi işler yapanlar için Allahu
Teâlâ'nın sevabı daha hayırlıdır.”[330]
13-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Ahir zamanda kurtçuklar misâli dünya hususunda hasis
hafızlar türeyeceklerdir. Onlara erişen bir mü'min şerlerinden Allah'a
sığınsın.”[331]
14-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Ahir zamanda ümmetimden öyle kimseler türeyecekler
ki: Ne sizin, ne de babanızın duymadıkları şeyleri, din ile ilgisi olmadığı
halde, dindenmiş gibi söyleyeceklerdir.
Onlardan şiddetle kaçınınız”[332]
15-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“ İlim sahibi için her şey hatta denizdeki balık dahi
istiğfar eder.”[333]
16-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Tam'a yani: Dünyayı yutma hırsı ulemanın kalbinden
hikmeti giderir.”[334]
17-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Kıyamette azabı en şiddetli olan insan, ilminden
fayda görülmeyen alim olacaktır.”[335]
18- Resulullah
(s.a.v.) buyuruyor ki:
“Her şeyin bir temel direği vardır. Bu dinin temel
direği ise fıkıh bilimidir. Elbetteki bir fıkıhçı şeytan hesabına bin abitten
daha çetindir.”[336]
19-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Ulema, Allah'ın (halk içerisinde insanlar ) arasında
güvenilir kullarıdır.”[337]
“Hakikaten biz onlara öyle bir kitâb gönderdik ki,
inanacak herhangi biri insan topluluğuna, doğru yolu göstermek ve rahmet olmak
için tam bir ilim üzere onu kısım kısım ayırdık.” [338]
“Kulları arasında Allahu Teâlâ’dan -en çok- korkanlar
âlimlerdir.”[339]
“De ki, benimle sizin aranızda Allah ve bir de
ııezdinizde kitâb bilgisi bulunanların şahadeti kâfidir.”[340]
20-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Size en cömerd olandan haber vereyim mi? Cömertlerin
en cömerdi Allah'tır. İnsanlara rızıklarını ivazsız olarak veren O 'dur. Ben de
Adem oğlunun en cömerdiyim. Benden sonra insanların en cömerdi: İlmi öğrenip,
insanların bir ümmet olarak var olabilmeleri için yayan kimsedir. Bir ek o
kimse ki:
Allah
yolunda katloluncaya kadar çalışan, çarpışan kimsedir.”[341]
21-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“İlim İslam in hayatı, imanın ana direğidir. Kim,
ilmi öğretirse Allah onun ecrini tam olarak verecektir. Kim de öğrenir ve
öğrendiği ile amel ederse ona bilmediğini de öğretir,”[342]
22-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“İlim mü'minin dostudur; akıl kılavuzudur. Amel
mü'minin bekçisidir. Yumuşak huyîuluk onun veziridir, sabır askerlerinin
komutanlarıdır. Rıfk mü’minin anasıdır. Yumuşaklık, kırmadan konuşmak mü’minin
kardeşidir.”[343]
23-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“İlim dindir. Namaz da dindir. Din ve tekva sahibi
için ilmi öğretmesi gerekir. Namazı da keza; İlmi öğrendiğiniz kimsenin hakkını
gözetin ve namazı nasıl kıldığınızı size öğretenin de hakukuna riayet ediniz.
Biliniz ki, kıyamet gününde bundan sorumlusunuz.”[344]
24-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“İki çeşit ilim vardır:
a) Kalbde olan ilim. Faydalı olur, onu amele
şevkedir,
b) Lisanda kalan ilim, bu ise sahibinin faydalı
olmayacağı gibi onun ıkab görmesi için aleyhine bir şahit olur,”[345]
“Fakat o Kur'ân kendilerine bilgi verilenlerin
sinelerinde yerleşmiş açık ve parlak âyetlerdir.”[346]
Hak Teâlâ yine
buyuruyor:
“İnsanı yarattı, ona açık söyemeyi belleti.”[347]
25-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“İlim ve mal insanın her türlü ayıbını örter. Cehalet
ile yoksulluk ise insanın her çeşit ayıbını ortaya koyar.”[348]
26-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“ Ulemâ ümmetimin güvenliğidir.”[349]
27-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Alimler peygamberlerin mirasçılarıdırlar. Gök ehli (
Melekler ) onları sever, öldüklerinde kıyamete kadar denizlerdeki balıklar
onlar için istiğfar ederler.”[350]
28-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“İlim adamları kendilerine uyulması lazım gelen
kimselerdir. Tekva sahipleri ise efendilerdir. Bunların meclisinde oturmak
dinin ve ilmin zirvesine tırmanmaktır.”[351]
29-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Ulema üç kısımdır:
a) İlmi ile kendisi ve nasm da kendisi ile birlikte
ondan faydalanarak yaşadığı alim,
b) Tahsil ettiği ilmi başkasına öğreten, onun
irşatlarından başkası faydalanıp, ilimli ahlaklı yaşadığı halde kendisi ilmiyle
amil olmadığından faydalanmayan ve kendisini helak eden alim,
c) İlmi ile kendisine faydalı olup, başkasına faydalı
olmayan alim.”[352]
30-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“İlim üçtür:
1) Her şeyi açıklayan kitap,
2) Geçmişlerin
doğru yolu,
3) Bilinmeyen
hususlarda susmak.”[353]
31- Resulullah
(s.a.v.) buyuruyor ki:
“İlim üç ana kaynaktandır, geri kalanı füzûlidir:
1) Mahkem Ayetler,
2) Yahut, sağlam Sünnet,
3) Kur'an ve sünnetten müstenbit olan adil hükümler.”[354]
“Okusunlar da diğerleri (muharebeden) döndüklerinde
onlan korkutsunlar. Umulur ki, çekinirler.”[355]
32-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Öğretmenle öğrenci sevapta ortaktırlar. Sair nasta
yani: bilmediği gibi, öğrenmek ihtiyacını hissetmeyenlerde, hayır yoktur.”[356]
33-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Alim, ilmi ile Allah rızasını talep ederse, yani:
Onun rızasını kazanmak için çalışırsa, herşey ona hürmet eder, böyle davranmaz
da ilmini dünyayı kazanmak için alet ederse o kişi herkesten korkak olur ve
başkaları yanında küçük de düşer. ( İlmi mehabetini kaybeder.)”[357]
34- Resulullah
(s.a.v.) buyuruyor ki:
“Alim yer yüzünde Sultan’dır. İlahi emir ve hikmetleri
tebliğ ve talim eder. Her kim alimin aleyhinde bulunur onu ayıplamaya
yeltenirse, helak olur, ilahi gazaba çarpılar adeta.”[358]
35-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“İlim bence ibadetten fazla faziletlidir. Dininizin
hayırlısı da: Şüpheli şeylerden kaçınmaktır.”[359]
36-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“(İlmi ile amil olan) alim, cahil abitten 70 derece
daha üstündür. Öyle ki, her derece arasında, yerle gök arasındaki kadar mesafe
vardır.”[360]
37-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“İlim tahsili için evinden çıkan talebeyi korumak için
melekler kanatlarını gererler. Onu korurlar.”[361]
“Onlardan bir kısmı din ve şerî'at ilimlerini öğrenmek
için geri
kalsın.” [362]
“Eğer bilmiyorsanız zikr ehlinden (âlimlerden)
sorunuz.”[363]
“Nezdinde kitâbdan
ilmî olan, dedi ki: Onu (Belkis'in tahtım sen gözünü kırpmadan sana
getiririm.”[364]
38-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“İlim öğrenmek isteyen kişi sabah akşam (can ve malı
ile) Allah yolunda savaşan kişi gibidir.”[365]
39-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“İlmi arayan, rahmet arayandır. İlmi öğrenmek
İslam’ın esasını teşkil eder. İlim öğrenenlerin ecirleri peygamberler ile
beraber verilir.”[366]
40-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Ümmetimin yaşadığı devirlerin özelliği beş tabakada
toplanmıştır. Bunların beheri 40 senedir:
Birincisi, benim ve ashabımın devrini teşkil eden ilim
ve iman devridir. Sonra ikincisi bunu takip eden kırk senede yaşayanların
devriki, sekseninci seneye kadar devam eder. Takva ve züht devridir. Üçüncüsü
bunu takip eder ve 120. seneye kadar devam eden kırk senedir ki, biri birlerine
karşı şefkat ve merhametli kişilerin yaşayacakları devirdir. Sonra bunu takip
eden ve 160. sene kadar sürecek olan kırk sene ki, bu devir biri birine sırt
çeviren ve tedbir alan kimselerin devridir. Bunları takip eden ve 200. sene
kadar sürecek olan beşinci devir ise harp, darp ve hile ve fesat devrini
yaşayacak olan kimselerin devridir. (Ümmetimin yaşacakları bütün devirlerin
özelliği bu beş devirde toplanmıştır.)”[367]
41-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“İlim tahsili her Müslümana farzdır. Şüphesiz ilim
tahsil eden için her şey dua ve istiğfar eder ta denizdeki balıklara kadar.”[368]
42-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“İlim öğrenmek her Müslümana farzdır. Cenab-ı Hak ilim
öğrenmek için zorluk çeken ve ses ve hareketleriyle gayret edenleri sever.”[369]
“Şu günü hatırla ki: Allah; Kitâb verilenlerden şöyle
bir söz almıştı. Elbette onu insanlara anlatacak ve gizlemiyeceksiniz.” [370]
43- Resulullah
(s.a.v.) buyuruyor ki:
“Öğretilmeyen ilim, infak edilmeyen hazineye benzer.”[371]
44-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“İlmi Batini, Allah'ın sırlarından bir sır ve
hükümlerinden bir hükümdür ki: Cenab-ı Hak onu kullarından dilediğinin kalbine
atar.”[372]
45- Resulullah
(s.a.v.) buyuruyor ki:
“Bizce bilinmesi
mümkün olamayan garip şeyler beş tanedir. Onları Allah'tan başka hiç kimse
bilemez:
a) Yarın ne olacağını,
b) Ana rahminde olanın ne olduğunu,
c) Kıyametin ne zaman kopacağını,
d) Kişinin ne zaman nerede öleceğini,
e) Yağmurun ne zaman ve nereye yağacağını, Allah'tan
başka kimse doğruyu bilemez.”[373]
46-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Öğretiniz ve kolaylaştırınız, sakın zorlaştırmaymız.
Müjdeleyiniz, korkutarak ürkütmeyiniz. İçinizden biriniz kızdığı zaman hemen
susun.”[374]
47-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Faydalı şeyleri öğreten kişi için her şey, denizdeki
balıklara varıncaya kadar istiğfar eder.”[375]
48-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Kıyamet gününde üç kimse şefaat edecektir. Bunlar:
1) Peygamberler,
2) ( Sonra ) Ulema,
3) ( Daha sonra ) Şehitler.”[376]
49-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“İstediğiniz kadar ilim öğreniniz, Allaha kasem ederim
ki: Siz öğrendiğiniz ilimle amel etmedikçe ilim toplamakla mükafat
alamazsınız.”[377]
50- Resulullah
(s.a.v.) buyuruyor ki:
“Öğrenilmesi farz olan şer-i hükümleri ve Kur'an-ı
Kerim'i öğreniniz. Ve bunları halka öğretiniz. Çünkü günün birinde ben
aranızdan ayrılacağım.”[378]
“Şüphesiz, onlardan
bir kısmı bilerek hakk'i gizlerler.”[379]
51-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Birinizin karnını cerahatla doldurup, onun kokusunu
duyması, içini şiirle doldurmasından daha iyidir.”[380]
52-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Herkese hayırlı şeyleri öğretip de kendisini unutan
alimin durumu etrafını aydınlattığı halde kendisini aydınlatmayan, yanıp giden
muma benzer.”[381]
53-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“İlim tahsil edip de onu başkasına söyleyip öğretmeyen
kimsenin durumu: Hazine sahibi olup da ondan kimseye vermeyen kişiye benzer.”[382]
54-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“İlim ve hikmet meclisin de oturup hikmetle ve faydalı
şeyler öğrenip de oradan ayrıldıktan sonra başkalarına duyduğu faydalı değil
zararlı şeyleri söyleyen kimse:
Bir çobanın yanına gelip de ondan kesmek için bir
koyun isteyen
ve
çobanın git en iyisinin kulağından tut ( kes ) demesi üzerine gidip sürünün
köpeğinin kulağından tutan, kimseye benzer.”[383]
55-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“İlme dayanmadan fetva veren kimseye yerin göğün tüm
melekleri lanet ederler.”[384]
56-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“İlimsiz fetva vererek yanlış yola saptırdığı
kimselerin günahı, fetvayı verene racidir. Kardeşinin bilmek istediği bir
meseleyi bildiği halde söylemeyen kimse kardeşine ihamet etmiştir.”[385]
“Ben müslümânim deyip iyi ameller işleyerek Allah'a
da'vet edenden daha güzel sözlü kimdir?”
[386]
“(İnsanları)
Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle davet et!”[387]
57-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Kim, meşru ve faydalıbir bilgiyi başkasına öğretirse,
o meşru bilgiyi öğrenip amel eden kimsenin sevabı kadar sevap kazanır. Amel
edenin sevabına bir eksiklik gelmeden”[388]
58-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Her kim, Allah'ın kitabı olan Kur'an-ı Kerim'den bir
ayet veya ilimden bir bölüm öğrenirse Cenab-ı Hak onun sevabını kıyamete kadar
daim kılar.”[389]
59-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Kim, öğrendiği bilgiyi ehli ıyalinden saklarsa;
kıyamet günü ağzına kızgın ateşten yapılmış bir gem vurulur.”[390]
60-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“İlim tahsil edebilmek için çıkan kimse, evine
dönünceye kadar Allah yolunda cihad etmiş gibidir.”[391]
61- Resulullah
(s.a.v.) buyuruyor ki:
“Doymak bilmeyen iki haris vardır:
a) Talibi ilim (ilim isteklisi)
b) Dünya isteklisi ( dünya aşıkı)”[392]
62-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Kendisine, rabbinden bir ilim, mevıze verilen kişi
bilsin ki, bu kendisine verilen bir nimettir. Bu öğüt ve bilgiyi kabul ederek
amel ederse şükrünü eda etmiş olur. Yok böyle yapmaz da aksine hareket ederse,
azap görmesi için aleyhinde bir delil
olur ve o kimse üzerine rabbin gazabının
artması için günahının çoğalmasına sebep olur.”
63-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“İlmi şeftat ve yumuşak huylulukla öğretiniz. Çünkü
şefkatli bir öğretmenden daha harılıdır. Öğretirken şiddet göstermeyiniz.”[393]
“Ve onlara kitâb ve hikmeti öğretecek...”[394]
Resulullah (s.a.v.)
buyuruyor ki
“İlim yolunu tutana, Allah Cennet yolunu açar.”[395]
64-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Erkeklerinize Maide suresini öğretiniz,, kadınlarınıza
da Nur suresini öğretiniz. ( Maide suresinde erkeklere ait dini hükümler, Nur
suresinde de kadınlara ait dini ahkam vardır.)”[396]
65-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Vay haline cahilleri öğretmeyen alimlerin, vay başına
alimlere itaat ederek öğrenmeyen o cahillerin.”[397]
66-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Kötü huylu alimlerin yüzünden, vay ümmetimin
haline.(Çünkü ilim adamları halkın örneğidir. Halk alimin davranışını örnek
alır. Onların yaptıklarını dine uygun sanarlar. Şayet ilim adamları sapıklıklar
gösterirse halk bunların yaptıklarının doğru olduğunu sanarak yoldan çıkar. Bu
hadisi şerifte ahir zamanda bir çok alimin kendi ihtirasları uğruna yanlış hareket
edecekleri ve bunun bir sonucu olarak halkın da sapıtmasına, sebep olacaklarına
İşaretler vardır.)”[398]
67-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Vay haline cahilin, eğer Allah dilese de onu bildirse
başına gelecek azabı görürdü. Vay haline alim olup da amel etmeyenin onun
başına yedi türlü azap gelecektir.”[399]
68-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“İsrail oğullarından, dini hükümlerin dışında, bahsedebilirsiniz.
Bunda bir sakınca yoktur.”[400]
69-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Benden duyduklarınızı, benden sudur ettiği doğru
olmak şartıyle, başkasına söyleyiniz. Doğru olduğunu araştırmadan bana isnat
ederek yalan uydurup başkasına nakleden kimse cehennemdeki yerine hazırlansın.”[401]
70-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Melekler, ilim öğrenmek için yola çıkan öğrenci
üzerine kanatlarını gererler. Yaptığı iyi işten dolayı onu hoşnut etmek isterler.”[402]
71-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Yeryüzünde alimlerin bulunması, gökteki yıldızlara
benzer. Nasıl ki yer ve denizin karanlığında yol bulmak için gökteki
yıldızlardan faydalanırsa, ulemanın var olduğunu da ümmetimin iman yolunda
şaşırmadan yürümesini sağlar. Keza, yıldızlar bulutların ardında kalınca yollar
ve izler karanlığa karışırsa, ilim adamları olmasa cahil kitleler de yollarını
şaşırır ve şuursuzca bir hayatın esiri olurlar.”[403]
72-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Alimin ( ilmi ile amel eden alimin ) cahile üstünlüğü
benim içinizde bulunanlardan en aşağı seviyedekine olan üstünlüğüm kadardır.
Şüphesiz, halka hayırlı şeyleri öğreten alime Allah Azze ve celle, melekler,
gök ehli ve yer sakinleri denizdeki balıklara varıncaya kadar rahmet ve
istiğfar ederler.”[404]
73-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Fukaha (İslam Hukukçuları yani fıkıhcılar), dünyaya
dalmayip mevki'e düşkünlük göstermedikçe peygamberin güvendikleri kimselerdir.
Onlar bu zaafa kapıldıkları zaman siz onlardan kaçınız.”[405]
74-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Fıkıh ilminden az daolsa bilmek çok ibadet etmekten
daha hayırlıdır. Kulun Rabbına ibadet etmesi fıkhi bilgi bakımından kendisine
yeter. Cahil olması içinde yap tıklarını beğenmesi kendisine yeterlidir.
İnsanlar iki kişi gibidirler:
a) Mümin,
b) Cahil,
Sakın mümine eziyet etme cahille de mücadele etme.”[406]
75-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“İnsanlar iki sınıftır:
a) Alim,
b) Öğrenmeye devam eden.
Bu iki vasa sahip olmayanlarda hayır yoktur.”[407]
76-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“İnsanlar üç kısma ayrılır:
a) Salimler: Kendisine ve başkasına zararı olmayan
kimseler.
b) Zenginler: Marufu emreden ve münkerden men1 eden
kimse. Yani: Dinen güzel ve yapılması faydalı olan şeyi herkese emreden,
yapılmasını söyleyen, çirkin ve kötü olan şeylerin de yapılmamasını başkasına
da söyleyen, onu da men eden kimse,
c) Helak da olan: Hem kendisine hem de başkasına
zararı dokunan kimse olup, kendisini helake götüren kimse.”[408]
Resulullah (s.a.v.)
buyuruyor ki:
“İlim öğrenmek, her Müslümâna farzdır.”[409]
“Kıyamet günü alimin mürekkebi ile Allah yolunda din
düşmanları ile çarpışarak can veren şehidin kanı amel terazisinin karşılıklı
kefelerinde tartılacak ve her ikisi de denk gelecek, biri diğerinden daha ağır
basamayacaktır. İlim öğrenmek gayesiyle bir kere sabahleyin erken kalkarak ilim
öğreten bir yere doğru yola çıkmak, Allah yolunda yüz kere savaşa katılmaktan
üstün derecelidir.” -Hz.
Muhammed (s.a.s.)-
“İlmi ile Allah'ın
hoşnutluğunu kazanmak isteyen kimseye Allah kucak kucak halkın sevgi ve
hayranlığım da nasip eder.
Meşhur olup halkın
saygı ve takdirlerini kazanmak için âlim olan kimseden Ulu Allah'ın kendisi yüz
çevirdiği gibi böyle bir kimseyi halkın saygı ve ilgisinden de mahrum
eder.”-Yezid İbn-i Meysere
“Alimin en ufak bir hatası davul zurna ile
duyurulurcasına çabucak halk arasında yayılırken cahilin kusurlarına caniliği
perde olur.” -Hz. Muhammed-
“Sana, en büyük cömertlik hangisidir söyleyeyim mi?”
“Buyur ey Allah'ın
Resulü” Bu Soruya peygamber şu cevabı verdi.
“Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak maksadı ile elde
edilen din ve dünya ilmidir.” Adam
yine sorar
“Ey Allah'ın resulü!..
Ben sizden amellerin en üstünü hangisidir diye sordum. Siz bana ilimdir diye
cevap veriyorsunuz. İlim amel değildir ki.” Allah Resulünün soru sahibine
verdiği cevap şudur.
“İlim, kıt amelin boşluklarını doldurabilir. Ama
iiimsiz amelin istediği kadar bol olsun, hiç bir faydası yoktur.”
-Hz. Muhammed -
Eğer ilim adamları,
üstün şeref ve haysiyetlerini koruyabilmeyi bilseler, küçültücü ve haysiyet
kırıcı davranışlardan sakınarak ilmin üstün değerine îeke sürmemeyi
becerebilseler şüphe etmemeli ki alimlerin önünde zorbalar boyun eğer. Halk da
onları üstünde tutardı.
Hazret-i Ömer (r.a.):
“Bu ümmet hakkında en çok korktuğum, ilim sahibi olan münafıktır” buyurdu.
“Bilgili münafık nasıl
olur?” suâline:
“Lisânlariyle âlim,
kalb ve amelleriyle câhil olmakla.” diye cevâb vermiştir.
Hasan (Allah rahmet etsin):
“Hukemâ'nın
yeniliklerini, âlimlerin ilmini toplayıp da, amel babında sözü işine uymayan
şefin kimselerden olma.” buyurmuştur. Ebû Hureyre'ye (r.a.) biri:
“İlim öğrenmek
isterim, fakat sonra kaybederim diye korkuyorum.” demesi üzerine Ebû Hureyre:
“Asıl ilmi kaybetmek
bu düşünce ile onu öğrenmemektir.” diye cevap vermiştir. İbrahim b. Uyeyne'ye:
“En çok pişman olan
kimdir?” diye sorulunca:
“Dünyâ'ca yaptığı
iyiliği takdir edilmeyen, âhirette ise, âlim olduğu hâlde ameli son derece noksan
olan kimsedir” diye cevâb vermiştir. Halîl b. Ahmed (Nahv âlimi):
“İnsanlar dört
kısımdır.” diyor.
1- Anlar ve
anladığını bilir (yâni bildiği ile amel eder); bu âlimdir, buna uyun.
2- Anlar
fakat anladığını bilmez. Bu gafildir. Bunu ikaz edin.
3- Bilmez
fakat bilmez olduğunu bilir (Buna cehl-i basit derler) ; bu yol arıyor, buna
doğru yoFu gösterin.
4- Anlamaz,
fakat anlamaz olduğunu bilmez (Bilirim
zanneder, buna cehl-i mürekkeb derler, tedavi kabul etmediği için); onu terk edin.
Süfyân-ı Sevrî (r.a.):
“İlim, ameli da'vet
eder; eğer amel geldiyse ne güzel, gelmezse ilim de göç eder.” buyurmuştur.
İbn Mübarek:
“Âlim, okumağa devam
ettiği müddetçe âlim dir. Ne zaman âlim olduğunu zanneder ve ilmini
arttırmaktan vaz ge çerse işte o zaman câhil olur.” demiştir.
Fuday1 ise şöyle diyor:
“Ben üç kişiye acırım:
1- Bir
kavim'in ulusu iken küçük düşenine,
2- Zengin
iken fakîr olana,
3- Dünyâ'nın
elinde oyuncak olan âlime.” Hasan:
“Ulemâ'nın azabı, kalblerinin ölümü iledir.
Kalplerinin ölümü de âhiret ilmiyle
dünyalık istemektir.” Bu husûsta şâir
şöyle diyor:
“Hidâyeti verip
sapıklığı alana şaşarım. Bundan daha şaşılacak dînini verip dünyâyı alandır.
Bunlardan da daha şaşılacak şey, başkasının dünyalığı için kendi dinini
satandır.”
Şeytânın kendilerini
aldatamayıp, dünyâ ziynetleri kendilerine zarar vermeyen kullardan olmamızı
Allah'dan dileriz.
“Ben, sizin için,
çocuğuna karşı bir baba gibiyim.”
(Anne baba çocuğunu
dünyâ ateşinden koruduğu gibi) Peygamber Efendimiz de ümmetini âhiret
ateşinden korur. Âhiret ateşinden korumak ise, daha mühimdir. Bu sebeptendir
ki, muallimin hakkı anne baba hakkından üstündür.[410]
İlim ve âlimlerin
faziletlerini bildiren bâzı âyet ve hadîsleri yukarıda zikr etmiştik.
Fena âlimler hakkında
da, Kıyamet gününde en ağır azâb'a uğrayacaklarını bildiren büyük korkutmalar vardır.
Mühim dâ'vâlardan
birisi de dünyâ âlimleri, yâni gayeleri yalnız dünyalık, servet, rütbe ve
mevkî' elde etmek olan maddiyatçılar ile âhiret âlimlerini ayırmaktır.
Peygamber Efendimizin şu mübarek sözleri, bunları ayırmaktadır:
“Kıyamet gününde en ağır azabı görecek olan, Allahu
Teâlâ'nın ilminden kendisini faydalandırmadığı âlimlerdir.”
Yine Peygamber
Efendimiz:
“Kul, bildiği ile amel etmedikçe, âlim olamaz.”
Buyurmuştur.[411]
Bilmiş ol ki, servet
kazanmakta olduğu gibi, ilimde de insânıd dört hâli vardır. Mal sahibinin,
istifâde hâli var, bu hâli ile servet kazanır. Tutumluluğu hâli var, bununla
zâtını ihtiyâcdan kürtarır, kendini bakması hâli var, bununla da kazancından
faydalanmış olur. İlim de, mâl gibi elde
edilir. İlmi aramak ve kazanmak hâli var, ilme sahip olma hâli var, bu sayede
başkasına sormaktan kurtarır, aydınlanma hâli var ki bununla öğrendiklerini
düşünür ve onlardan fâidelenir. Bir de başkasını öğretme hâli var, bu da en şereflisidir.
Kim, öğrenir, öğrendiği ile amel eder ve başkalarını öğretirse, manevî âlemde
saygı ile anılır. Bunlar: Güneş gibidir, hem kendisi nurludur ve hem de
başkalarını aydınlatır, misk gibidir kendisi de güzel kokar başkalarına da
güzel koku saçar. Bildiği ile amel etmeyenler: (Sahîfeleri ilimle dolu) defter
gibidir. Başkasına kârı var fakat kendisi bir şey anlamaz. Bileği-taşı gibidir.
Bıçağı biletil fakat kendisi kesmez. İğne gibidir. Başkasını giydirir fakat
kendisi dâima çıplak durur, lâmba fitili gibidir başkasına ışık verir fakat kendisi
yanar.
Nitekim ilminden
istifâde etmeyip başkalarına faydası dokunan kimse hakkında şâir:
“O ancak lâmba
fitilidir, kendisi yanarken başkasını aydınlatır.) demiştir,
(Kendisini ilimle
kemâle eriştirdikten sonra) öğreticilikle meşgûl olmağa başlayınca büyük bir
işi boynuna aldığını ve şerefli işe giriş tiğini bilmeli ve bumm için de
muallimliğe uygun olan edeb ve nezâ kete riâyet etmelidir.[412]
Allahu Teâlâ'ya
mülakatın saadetine ve avam tabakası ile kelâm cıların anladığı gibi değil de,
Peygamberlerin anlayıp istedikleri gibi zât'ın cemâline bakmak saadetine
hisbetle, ilimler üç mertebede dü şünülür. Vereceğimiz şu misâl ile bu
dereceler daha kolay aıüaşılıi
Köleye denildi: “Eğer
hacc edersen hem âzâd, hem de pâdişal olacaksın, yok eğer hacc için
hazırlandıktan sonra bir engel olur da hacc edemezsen kölelik bağından kendini
kurtaracaksın, fakat pâöi şah olmak saadetine ulaşamıyacaksm.” Şimdi bu
vazifeyi alan köle nin üç meşgalesi var:
1- Azık, su
ve binit gibi vâsıtaların tedâriki,
2- Yola
girmek ve konak konak mesafeleri kat'ederek ana yurl tan uzaklaşmak,
3- Haccın
erkâniyle meşgul olmak ve vazifeyi ifâ ederek ihramdan çıktıktan ve veda
tavafını yaptıktan sonra âzâd olup padişahlığa hak kazanmak. Şebeklerini
hazırlamağa başladığından tamamlayıncaya, yola girdiğinden Kabe'ye gidinceye,
Kabe'ye gittikten hacc ve zîfelerini tamamlayıncaya kadar her makamda bir çok
menziller vardır. Haccin rükünlerini ifâya başlayanın padişahlığa olan
yakınlığı daha yeni azık tedârik etmekte olan ile bir olmadığı gibi, yola çıkan
ile de bir değil, belki her ikisinden de daha yakındır. İlimler de aynen bunun
gibidir. Bir kısmı aynı azık ve vâsıta hazırlamaya benzer ki bunlar da tıb,
fıkıh ve dünyâda bedenin düzelmesine yarayan
diğer ilimler gibi. Diğer bir kısmı da, yola girip mesafeleri aşmağa
benzer. Bu da kalbi kötü huylardan temizlemek ve Allahu Teâlâ'nın tevfîk
ettiklerinden başkasının
erişemediği yüksek makamlara
erişmektir. İşte bu, tarîk'a sülük (Bâtınî-yola girmektir).
Kalbi temizlemenin
ilmini öğrenmek, yolların istikâmet ve mesafelerini öğrenmek kabîlindendir.
Yola girmeden yalnız yolları ve konak yerlerini bilmek bir kâr sağlamıyacağı
gibi, ahlâk düzeltmeğe çalışmadan yalnız ahlâk ilimlerini bilmek de bir değer
taşımaz. Bununla beraber bilgisiz bir işe başlamak da mümkün değildir.
Üçüncü kısım da
bi'1-fi'il hac işini icra gibidir. Bu da Allahu Teâlâ'nın zâtını, sıfatlarını,
ef'âlini ve meleklerini ve mükâşefe ilminin açıklamalarında anlattığımız
ilimlerin hepsini bilmektir.
Ey âhiret yolcusu,
işte kurtuluş ve ebedî saadete ulaşmak buradadır. Yalnız kurtuluş ise: Gayesi
hakka, selâmete ulaşmak olan her doğru yola giren için mümkündür. Fakat saadete
ulaşmak ise ancak Allahu Teâlâ'yı bilen ariflere mahsûstur. Civar-ı ilâhîde ve
Cennet-i Naîm'de huzûr'a kavuşup ebedî nimetlere ulaşan mukarrebler bunlardır.
Bu zirveye ulaşmayan yolculara yine necat ve selâmet vardır; fakat evvelkiler
gibi üstün derecede değildir. Nitekim Hak Teâlâ Kur'-ân-ı Kerîm’de şöyle
buyuruyor:
“Mukarreblerden olanlar için istirahat, temiz rızık ve
nî'metlerle dolu Cennet vardır.” [413]
Bu, üstün vasıflara ve
olgunlara işarettir.
“Defterleri sağlarından verilen veya iyilik sahibi
olanlar'a: Ey yemin sahipleri sizlere sağcılardan selâm.”[414]
Bu da ikinci sınıfa
girenlerin de selâmete ereceğini ifâde eder. Kim ki maksada yönelmez ye bütün
mevcûdiyyetiyle buna sarılmaz veya bu yola ubûdiyyet için değil, peşin gayeler
için girerse, bu solculardan yâni günahkârlardan, amel defteri solundan
verileceklerden ve sapıklıkta olanlardandır. Bunlara kurulacak sofrada “hamim”
(yutulamıyacak sıcak su) vardır; girecekleri yer de Cehennemdir.
Bilmiş ol ki
anlattığımız, hakîkî âlimler için hakîkî yakîn'dır. Yâni onlar basiret nuru
ile bunu görür ve bilirler ki, o basiret gözü, başımızdaki gözümüzden daha
kuvvetlidir. Onlar, yalnız dinlemek sayesinde tâbi' oldukları taklit
mertebesinden bu makâm'a yükselmişlerdir. Bunların hâli, verilen haberi tasdik
ettikten sonra müşahede ile gerçekleştiren kimsenin hâline benzer. Diğerleri
ise, hükmü güzelce tasdik ve îmân ile kabul etmiş, fakat görmekle hazzını alamamıştır.
Saadet, mükâşefe ilminden sonradır. Mükâşefe iîmi de âhiret yoluna giriş demek
olan muamele ilminden sonra gelir. Sıfatlann merhalelerini geçip, yerilen
nitelikleri atmak yoluna girmek, sıfatlar ile alâkalı ilimleri bildikten sonradır.
Bu kötü huyların tedavi yollarını bilmek ve bu yollara girmek, selâmet-i beden
ilminden sonra gelir. Sıhhî sebeblerin müsâadesi ve beden'in selâmeti için,
yiyecek, giyecek ve mesken gibi muhtaç olduğu şeyleri te'min etmek de bir araya
gelmek ve yardımlaşma ile mümkündür.[415]
İlmiyle dünyalık
istememek. Çünkü âlimlerin en küçük, derecesi, Dünyânın (Allah yanında) hakîr,
âdi ve lezzetlerinin geçici olduğunu, âhiret'in yüceliğini, devamını, nî'metlerinin
sâfîliğini ve mülkünün azametini, dünyâ ve âhiret'in, bir araya toplanması mümkün
olmayan iki zıd olduklarını bilmektir. Bunlar birer kuma gibidir: Birini memnun
ederken diğerini küstürürsün. Terazinin iki gözü gibidir: Birini ağdırırken
diğerini yeğnikletirsin. Doğu ile Batı gibidir: Birine yaklaşırken diğerinden
uzaklaşırsın. Birisi dolu diğeri boş iki bardak gibidir: Birinden öbürüne suyu
aktarırken diğeri boşalacaktır. Bütün bunları bilmelidir.
Dünyânın adîliğini,
mihnet ve meşakkatini, lezzetlerinin kederlerle karışık olduğunu, sonra
iyiliklerinin tez kaybolacağını bilemiyenler ahmaktır. Tecrübe ve
müşahedelerimiz işin iç yüzünün böyle olduğunu göstermektedir. (Elbette bunu
anlamayanın aklı yoktur.) Aklı olmayan âlim olabilir mi? Âhiret'in devamını ve
yüceliğini bilmeyen ise kâfirdir. İmânı olmayan âlim olabilir mi?
“Onlara o
herifin kıssasını da oku ki, ona âyetlerimizi sunmuştuk da o, onlardan
sıyrıldı çıktı; derken Şeytan kendisini arkasına takdı da sapıklardan oldu.
Eğer dileseydik, onu o âyetlerle yükseltirdik ve lâkin o, yere (alçaklığa)
saplandı ve nevasının ardına düştü, artık onun meseli şu köpeğin meseline
benzer ki: Üzerine varsan dilini salar solur, biraksan yine dilini salar
solur.” [416]
İşte fâcir âlim de
bunun gibidir. Be'lam'a Allahu Teâlâ'nın kitabından ilim verildiği hâlde
şehvetlere daldı da köpeğe benzetildi. Yâni bu gibilere hikmet verilsin
verilmesin, dâima şehvetlere susamıştır. İsâ
aleyhi's-selâm:
“Fena âlim, suyun
ağzındaki taş'a benzer. Kendisi suyu içmediği gibi bahçelere suyun akmasına da
engel olur. Yine kötü âlim pislik üzerinde biten ot'a benzer: Dışarısı parlak,
fakat içerisi pislik kokar. Yine fena âlim mezara benzer: Dışardan çiçekli
türbe fakat içerisi kemiklerle doludur.”
Bütün bu rivayetler,
yalnız dünyalık için bilgi edinenlerin câhillerden çok azâb göreceklerini
açıkça ortaya koymaktadır. Kurtuluşa erecek ve umduğunu bulacaklar ise âhiret
âlimleridir.
Dâvûd
aleyhi's-selâm'ın haberlerinde Allahu Teâlâ'dan hikâye olarak şöyle
buyuruluyor:
“Arzularını sevgim
üzerine tercih eden âlim'e vereceğim cezanın en küçüğü, bana yalvarmasının
tadını ona haram etmektir. Yâ Dâvûd, Dünyâ sevgisi kendisini mest eden âlimi
benden sorma, bu gibiler, bana muhabbetten insanlara mâni olurlar; kullarımın,
bana gelen yollarını keserler. Yâ Dâvûd, beni arayan birini görürsen yâni
bulursan ona hizmetçi ol. Yâ Dâvûd, bir kaçağı bana iade eden zâtı, basiretli
ve anlayışlı yazarım. Kimi anlayışlı yazarsam ona asla azâb etmem.”
Bu sebebten Hasan
(r.a.) diyor ki:
“Ulemânın cezası,
kalblerinin ölmesidir. Kalblerinin ölmesi ise, âhiret ameliyle dünyalık istemeleridir.”
Yine bu sebebten Yahya b. Muâz da şöyle buyuruyor:
“İlim ve hikmetin
nuru, kendileriyle dünyalığın istenmesi hâlinde kaybolur.”
Sa'd b. Müseyyeb (r.a.):
“Amirleriyle düşüp
kalkan âlim, eşkıyadır.” buyuruyor. “Hazret-i
Ömer (r.a.):
“Âlim'i dünya'ya
meyleder gördünüz mü, dininiz adına onu töhmetleyiniz. Çünkü herkes sevdiği
şeye dalar.” buyurmuştur. Mâlik
b. Dînar diyor ki:
“Bâzı eski kitâblarda
okudum ki: Allahu Teâlâ buyuruyor:
“Dünya'yı sevdiği
vakit âlim'e vereceğim en küçük ceza, kalbinden bana münâcât sevgisini
çıkarmaktır.”
Birisi kardeşliğine
yazdığı mektûbda:
“Sen âlim oldun, sakın
ilminin aydınlığını günah karanlığı ile söndürme, sonra ilim sahipleri ilmin
ışığı ile yol alırken sen karanlıkta kalırsın.” diye yazmıştır.
Yahya b. Muâzer-Razî,
dünya âlimlerine şöyle hitâb ediyor:
“Ey âlimler!
Köşkleriniz Kayserlerin sarayları, evleriniz Kisrâ'nın evi, elbiseleriniz Vezîr
Tâhir'in elbiseleri, ayakkabılarınız, Câ1ut'un ayakkabıları, binitleriniz
Karun 'un binitleri, kap-kacak, mefruşatınız Fir'avn'ın mefruşatı, yeyip
içmeniz Câhiliyet devrinde olduğu gibi. Tuttuğunuz yol şeytanet yolu, nerde
kaldı islâmiyet?”
Şâir de şöyle diyor:
“Çoban, koyun'u
kurttan korur, çoban kurd olursa koyun'un hâli ne olur?” Diğer
bir şâir de şunları söylüyor:
“Ey yemeğin tuzu demek
olan memleket âlimleri! Her şeyi bozulmaktan tuz korur, tuz bozulduğu zaman
onu hangi şey düzeltebilir?”
Bâzı ariflere
sordular:
“Günâhdan zevk alan
kimsenin Allahı bilmediğine hükmedebilir misiniz?” Cevâbında:
“Dünyâyı âhiretten üstün
tutanların, Allahu Teâlâ'yı (hakkıyle) bilmediklerinde asla şübhe etmem.” demişlerdir.
Salih b. Keysân
el-Basrî diyor ki:
“Birçok büyüklere
yetiştim; onlar sünneti bildiği hâlde
fenalık edenlerden Allahu Teâlâ'ya sığınırlardı.”
Ebû Hureyre (r.a.) Peygamber Efendimizden şöyle rivayet
ediyor:
“Kendisiyle Allahu Teâlâ'nın rızâsı kazanılacak olan
bir ilmi dünyalık için arayanlar kıyamette cennet kokusunu alamazlar.”
Allahu Teâlâ, fena
âlimleri, ilim ile dünyalık elde edenler diye vasıflandırdı. Âhiret âlimlerini
de huşu' ve zühd ile vasıfîandırmiştır. Dünyâ âlimleri hakkında şöyle
buyuruluyor:
“Vaktiyle Allah kendilerine kitâb verilen okur
yazarlann şöyle mîsâkını aldı: Celâlim hakkı için onu nâs'a anlatacaksınız, ket
m etmiyeceksmiz, derken onlar onu omuzlarının arkasına attılar da mukaabilînde
biraz para aldılar.”[417]
Allahu Teâlâ ilim
ehlini, “Âhireti Dünya ya tercih
edenler” diye tâ'rîf etmiştir.
Âhiret âlimlerinin
alâmetlerinden birisi de, işinin sözüne sidir. Kendisi yapmadığı şeyi başkasına
buyurmamalıdır.
“Yapmadığınız şeyi yaptık demeniz. Allah katında büyük
gazaba sebeb olur.”[418]
Kâ'b (Allah ona rahmet
etsin):
“Âhır zamanda öyle
âlimler olacak ki, insanları, zühd'e davet edecek, fakat kendilerinde zühd nâmına
bir şey olmıyacaktır; insanları korkutacak fakat kendilerinde korkudan eser
kalmıyacaktır; insanları büyüklere gönül vermekten men'edecek, fakat kendileri
büyüklerden ayrılmıyacaklardir; dilleriyle Dünyâyı yerecek, fakat zenginlere
yaklaşıp, fukaradan yüz çevireceklerdir; kadınların erkeklerine muhalefeti
gibi, ilimlerine muhalefet edecekler, dostlarını başkaları ile görseler, onlara
kızacaklardır. İşte bunlar, zâlimler ve Allahu Teâlâ'nın düşmanlarıdır.” diyor.
Peygamber Efendimiz:
“Muhakkak şeytan, çok kere sizi, ilim ile meşgul etmek
suretiyle amelden alıkor,”
buyurunca:
“Bu, nasıl olur? Diye
sordular. Peygamber Efendimiz de cevabında:
“Şeytan: İlim öğren, öğrenmeden amele lüzum yok, der
ve daima ilmi teşvik eder, ameli sona bıraktırır, derken adam amel etmeden
ölür gider,” buyurmuştur.[419]
İmâm Mâlik de (r.a.) .yukarıda açıklanan beş hasletle
süslenmiştir.
Kendisine :
“İlim talebine ne
dersin?” diye sorulunca:
“Çok güzeldir, fakat
öğreneceğin, günlük yaşayışında sana lâzım olan ilim olsun,” demiştir.
Dînî bilgilere o kadar
ehemmiyet verir ve saygı gösterirdi ki bir hadis rivayet edeceği zaman hemen
abdest alır, sakalını tarar koku sürünür, vakar içinde diz üstü oturur ve ondan
sonra hadisi rivâvet ederdi.
“Niçin böyle
yapıyorsunuz?”Diye kendisine Sorulunca:
“Peygamber
Efendimizin mübarek ağzından çıkan değerli sözlere saygı göstermek için.” Diye
cevâp verirdi.
İmâm M âl i k
buyuruyor ki:
“İlim, fazla okuyup
rivayet etmek değildir; belki Allahu Teâlâ'nın dilediği kimseye verdiği bir
nûr’dur.” İlme olan bu saygı ve hürmeti Allahu Teâlâ'nın yüceliğini kuvvetle
bildiğine bir delildir.
İlmiyle Allahu
Teâlâ'nın rızâsını kasdettiğine şu sözü açıkça delâlet eder:
“Dinde mücâdele (Din mes'elelerinde münâkaşa ve adâvet) hiç
bir değer taşımaz. (Mezmûm bir haslettir.)”
Yine faziletine, İmâm
Şafii'nin şu sözü de delâlet etmektedir:
“Ben Mâlik
hazretlerine kırk sekiz mes'eleden Sorulup da otuz iki tânesine “bilmiyorum”
diye cevâb vermiş olduğunu biliyorum.” İlmiyle, gayesi Allah rızâsı olmayıp
benlik olanlar “bilemiyorum” diyecek kadar semahat ve tevazu' gösteremez. Bu
sebebden yine İmâm Şâfiî:
“Âlimler arasında İmâm
Mâlik, parlak bir yıldız gibidir. Mâlik kadar minnetdârı olduğum kimse yoktur.”
demiştir.
Rivayet olundu ki:
(Halîfe) Mansûr, cebren karıyı boşamaktan bir şey lâzım gelmediğine dâir,
hadîs rivayetinden Mâlik hazretlerini men' etmişti. Sonra, bu mes'eleyi soran
bir adamı gizlice kendisine gönderdi, o da halk huzurunda:
“Cebren karısını
boşayanın karısı boş olmaz.” dedi. Bunun üzerine Halîfe, kendisini kamçı ile
döğdüğü hâlde yine rivayetinden vaz geçmemiştir. Yine Mâlik:
“Kişi rivayet ettiği
hadîsde yalancı olmaz, doğruyu söylerse, ihtiyarlığında hastalanmaz, aklı
kaybolmaz, hasseleri bozulmaz, ateh getirtmez.” demiştir.
İşte İmâm Mâlik'in
dünyâ'da zühdü böyle idi. Vaktâ ki ilmi etrafa ün saldı ve her taraftan bol
hediyeler gelmeğe başladı, bunları tamamen hayır işlere taksim ederdi. Bu
derece cömertliği, zühdünün ve dünyâya meyli olmadığının açık delilidir.
Esasen zühd, fakirlik demek değil, kalbin mal'a meyletmemesi demektir. Nitekim
Süleyman (a.s.) büyük bir varlık içinde yine zâhidlerden idi. İmâm Şâfiî 'den
rivayet edilen şu vak'a da onun dünyâya kıymet vermediğinin açık bir
misâlidir. İmâm Şâfi'î (r.a.) diyor ki:
“Mâlik'in kapısında
Horasan atlarının, Mısır katırlarının en güzellerini görünce: Mâlik'e:
“Bunlar ne güzel”
dedim. Mâlik:
“Benden sana hediye
olsun” dedi. Ben de:
“Bir tanesini olsun
kendine binek olarak bırak” dedim Mâlik:
“Resûlullah'ın
bulunduğu beldenin topraklarını ben atımın tırnağına nasıl çiğnetirim,” dedi.
Mâlik'in, bütün hayvanları birden Şâfiî'ye hediye edişindeki cömertliği ile
Peygamber Efendimiz'in medfûn bulunduğu Medine'ye olan saygısına bakın ki (saygıdan hayvana binmemiştir.)
Dünyalığa kıymet
vermeyip bilgisiyle Allah rızâsını kasdettiğine, kendisinden rivayet edilen şu
hikâye açıkça delâlet eder. Buyuruyor ki:
“Hârûnü'r-Reşîd'in
huzuruna çıktım. Hârûnü'r-Reşîd:
“Yâ Ebâ Abdullah
(Mâlik'in künyesi), buraya gelip çocuklarımıza, Muvatta' okutsan iyi olurdu”
dedi. Ben de: “Allahu Teâlâ Emîrimizi yüceltsin, bu ilim (hadîs) sizden yâni
Kureyş'den çıktı. Eğer siz bunu yüceltirseniz o yücelir, eğer kıymet
vermezseniz o da düşer; ilim kimsenin ayağına gitmez, ilmin olduğu yere
gidilir” dedim. Bunun üzerine Hârûnü'r-Reşîd:
“Doğru diyorsun”
dedikten sonra, çocuklarına:
“Siz de câmi'e gidin
ve diğer kimselerle bir arada dinleyin” diye emretmiştir.”[420]
Ebû Hanife de aynı
şekilde âbid, zâhid, Allahu Teâlâ'yı bilen ve ondan korkan ve Allah rızâsını
dileyen bir zât idi.
Âbid olduğu İbn
Mübârek'in şu rivâyetiyle bilinir: İbn Mübarek diyor ki:
“Ebû Hanîfe'nin
mürû'eti (her iyiliğe istidâdı) ve çok gece namazı var idi. Hammâd b. Süleyman:
“Geceyi tamamen namaz
ile geçirirdi.” diyor. Yine
rivayet olundu ki:
“Halîfe tarafından
Bağdâd'm baş kadılığına dâ'vet edildiğinde:
“Ben kadılığa selâhiyetli
değilim, senin de bu vazifeyi bana vermen doğru olamaz.” dedi.
“Niçin böyle dedin?”
diye kendisine sorulunca:
“Eğer doğru bir adam
isem bu vazife bana yaramaz, eğer yalancı isem, yalancılar kadı olamaz.” diye
cevâp verdi.”
Âhiret yoluna, dîn
ilmine ve Allahu Teâlâ'yı ma'rifetteki ilmine gelince:
“Dünyalıktan yüz
çevirmesi ve Allahu Teâlâ'dan son derece korkusu bunun açık delilidir. İbn
Cureyh:
“Ebû Hanîfe Nu.'mân b.
Sâbit'in Allahu Teâlâ'dan son derece korktuğunu sizin Kûfe'lilerden öğrendim.”
dedi. Şureyk-i Naha'î de:
“Ebû Hanîfe, daimî
düşünce ve uzun sükût sahibi, insanlarla az konuşan bir zât idi.” dedi. Bu
hasletler, bâtınî bilgisinin ve dînde mühim mes'elelerle uğraşmasının en açık
delilidir. Kim ki sükûtu iltizâm eder, dünyâya meyletmezse ilmin bütününe
sahip demektir. İşte bu saydıklarımız üç İmâm'm bir nebze terceme-i hâlidir.[421]
Ahmed b. Hanbel ile
Süfyân-ı Sevrî'ye (Allah onlara rahmet etsin) gelince: Bunlara uyanlar az, hele
Süfyân-ı Sevrî'nin tâbî'leri daha azdır. Fakat bunların harâm'dan kaçınmaları,
dünyâya arka dönmeleri, vera ve zühd'leri daha meşhurdur. Bu kitâb onların
işleri ve sözleriyle dolu olduğundan burada tafsilâta girişmeğe
lüzum yoktur. Sen bu anda şu üç İmâm'ın
ahlâk ve ahvâline bak vs düşün ki bu sözler, bu işler, bu hâl ve dünyâdan î'raz
etmek ve yalnız Allah'a yönelmek sâde fıkh'ın fürû'dan olan selem, icâre,
aifcâr. ilâ, li'ân gibi mes'eleleriyle
mümkün müdür? Yoksa başka bir ilim böyle bir netice verebilir mi? Bir bunlara
bak da “Biz bunlara uyduk” diyen i âlimlerin yalancı veya doğru sözlü olup
olmadıklarını düşün.[422]
“Eşyayı olduğu gibi bilmek ve tanımak olduğuna
ve bu da aynı zamanda Allahu Teâlâ'nın sıfatlarından bulunduğuna göre, nasıl
olur da ilim mezmûm olur”
dersen bilmiş ol ki, ilim bizatihi mezmûm değil, belki iki sebebden biriyle
insanlar hakkında mezmûmdur. Bunları açıklayalım:
1- Sahibini
veya başkasını zararlandırması bakımından mezmûm olur. Sihir ve Tılsımat
ilimleri gibi. Sihir vâki'dir. Kur'ân bunu haber
vermiştir; hattâ çok samimî olan karı-koca arasını açmak için bir vâsıta olarak
ona baş vurulur. Peygamberimize bile sihir yapılmış
ve kendisi hastalanmıştır. Cebrâi1
aleyhi's-selâm'ın haber vermesi üzerine kuyu dibinde taş altındaki sihir
vâsıtası çıkarılmıştır. (Buhârî ile Müslim, Hz. Âişe'den rivayet etmişlerdir.)
Sihir, yıldızların
doğuş yerlerini hesâb ederek maddelerdeki hassaları bilmekle istifade edilen
bir nevi' ilimdir. O maddelerden, sihir edilecek adam'ın heykeli yapılır, yıldızların
doğumunun muayyen saati beklenir, şerî'ate uymayan fahiş ve küfür sözler
söylenerek Şeytandan yardım istenir ve bütün bunlardan âdet-i ilâhî gereğince
sihir yapılan kişide acâib hâller görülür. İlim olmaları bakımından bunları
öğrenmek fena değilse de, bunlar insanları zararlandırmaktan başka bir şeye
yaramazlar. Fenalığa yol açan her şey, fena olduğu için bu ilim de mezmûmdur.
Hattâ, iyi bir adamı öldürmek isteyen bir zâlime, bulunduğu yeri göstermek,
bildiği şey'i olduğu gibi ifâde etmek bakımından
bir ilimdir, fakat zarar doğurduğu için mezmûmdur. Burada yalan söylemek
vâcibdir.
2 - Çok kere
sahibine zararı dokunması bakımından mezmûm olur. İlm-i Nücûm gibi. Bu ilim de zâti bakımından
mezmûm değildir. Çünkü bu iki kısımdır. Bir bölümü hisâbdır. Kur'ân-ı Kerîm, güneş
ve ayın hisâb ile seyrettiğini nâtıktır:
“Güneş ve Ay hisâb iledir.” [423]
Yine Peygamber
Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Az muvaffakiyyet çok bilgiden hayırlıdır.”
İsâ aleyhi's-selâm da
“Ağaçlar çok ama hepsi
meyve vermez. Meyveler çok ama hepsi tatlı olmaz, ilimler çok ama hepsi faydalı
olmaz” buyurmuşlardır.[424]
Bilmiş ol ki, mezmûm
ilimlerin şerî'at ilimleriyle karıştırılmalarının kaynağı, fena maksatlarla,
onların öğülen adlarını tahrif edip, birinci asırdaki iyi insanların murâd
ettikleri mânâların hilâfına nakletmektir. Bunlar da fıkh, ilim, tevhîd, tezkîr
ve hikmet olmak üzere öğülen beş isimdir. Bunlar ile bezenenler, dinde rütbe
sahibi kimselerdir. Ne yazık ki, bu lâfızlar şimdi verilen mânâlarda nakledilmiş
ve bu isimlerin onlara verilmesi şöhret bulduğu için, gönüller bunların
mânâlariyle vasıflanan kimseleri yermekten nefret etmektedir.
Birinci Lâfz:
Fıkh'dır. Bu sözü, başka mânâya aktarmadı ve değiştirmediler. Yalnız bu
kelimeyi fürû'-ı fıkhın fetvâlardaki garîb mes'elelerini bilmeğe, illetlerinin
inceliklerini anlamağa, bu husûsda sözü uzatmağa ve bunlarla alâkalı
makaaleleri ezberlemeğe isim vermekle husûsîleştirdiler. Kim ki, fürû'-ı
fıkhın inceliklerini bilir ve onlarla fazla meşgul olursa, ona daha fakîhdir
derler. Halbuki birinci asırda âhiret yolu ve nefsin âfetlerinin incelikleri
bilgileriyle amelleri bozan şeyleri bilmeğe, dünyalığa kıymet vermeyip, âhiret
nimetlerine bağlanmağa ve kalbini Allah korkusunun kaplamasına birden “Fıkh
ilmi” denirdi.
Ferkad es-Sencî
Hasan-ı Basrîye bir şey sordu ve cevabını aldıktan sonra, “Fakîhler, niçin
senin fetvâlarına itiraz ediyorlar?” diye sordu. Hasan:
“Annea seni kaybetsin
ey Ferkadcik sen şu gözlerinle fakîh mi gördün? Fakih dediğin dünyâya arka
verip âhirete yönelen dini koruyan,
kusurlarını görebilen Allahu
Teâlâ'ya karşı ibâdete devâm eden müslümânların
(ve hattâ bütün insanların) ırzına goz dikmekten kendini koruyacak derecede
hazer eden saman, insanların malına tamah
etmeyen ve halka nasihatte bulunur.
İkinci Lâfz:
İlim, lâfzıdır. Aslında, Allahu Teâlâ'nın zâtını âyetlerini ve yaratıklarına
olan muamelesini bilmeğe, ilim denirdi. Hattâ Hazret-i Ömer'in (r.a.) ölümünde
İbn Mes'ûd (k.a.):
“İlmin onda dokuzu
öldü.” dediği vakit ilim kelimesini “El-ilmu” şeklinde L (Lâm) ile ma'rife
olarak getirdi ve bu ilmi de Allahu Teâlâ'yı bilmek ile açıkladı. Halbuki onlar
bu kelimeyi de husûsî mânâda kullanmakla değiştirdiler. Çok kere ilim
kelimesini fıkıh ve dîğer mes'elelerde karşılıklı münazara mânâsında
kullandılar da, bu gibilere: Hakîkî
alim, fuhûl-i ulemâ (âlimlerin üstünü) dediler. Bu gibi mücâdeleye giremiyenler
ise gerçek bilginlerden sayılmayıp-alelâde bilginler meyâmnda kaldı. İşte bu da
ilim kelimesinde değişiklik ve onu husûsî mânâda kullanmaktır. Halbuki Kur'ân
ve hadîsde faziletlerinden bahsedilen bilgi ve bilginler Allahu Teâlâ'nın zâtını,
ahkâm, ef'âl ve sıfatlarını bildiren ilim ve âlimlerdir. Şimdi şerî'at
ilimlerini lâyıkiyle kavramamış, ancak mantık yoluyla mücâdeleye girip hasmını
ilzama kalkışan kimselere bu isim verildi. Tefsir, hadîs ve mezhep ilimlerinde
câhil olduğu hâlde, bu gibiler üstün bilgin mânâsında “âlimlerin erkeği” diye
sayıldı ve bu hâl pek çok ilim talibinin helakine sebeb oldu.
Üçüncü Lâfz:
“Tevhîd” dir. (Tevhîd, aslında bütün kemâl sıfatlariyle Allahu Teâlâ'nın
birliğini bilmek iken) şimdi kelâm ilminden ve mücâdele yollarını bilmekten,
hasmın delillerini çürütmeyi iyice anlamaktan, bir çok şüpheler ortaya koyacak
Soruları, çenelerini eğe-büke cevaplandıracak kudrette olmaktan ve hasmı ilzam
için deliller tertip etmekten ibaret olduğunu sandılar. Hattâ bunlarla uğraşanlardan
bir kısmı (Mu'tezile) kendilerine
“Adi ve tevhîd ehli” unvanım verdiler. Kelâmcılara da “Tevhîd bilginleri”
adını verdiler. Halbuki asr-ı evvelde (Sahabe ve Tâbi'în devrinde) kelâm
ilminin bütün hususiyetlerinden hiç biri bilinmiyordu. Hattâ böyle mücâdele
mevzuu açmak isteyenler şiddetle reddedilirdi. Ama Allahu Teâlâ'nın birliğini
ifâde eden ve ilk duyuşda kolaylıkla anlaşılan Kur'ân âyetleri ise hepsinin
malûmu idi. Kur'ân-ı Kerîmi bilmek, her şey bilmek demekti. Birinci
asırdakilere göre: Tevhîd, ekseri kelâmcılarm anlayamayacağı ve şayet anlayan
olursa onunla vasıflanamıyacağı başka bir mânâda idi. O da: Vâsıta ve
sebeblere yönelmiyecek şekilde her şeyi Allahu Teâlâ’dan bilmektir. Ehl-i
tevhîd hayrı da şerri de ancak Allahu Teâlâ'dan bilir.
Dördüncü Lâfz:
Zikr ve lezkîr'dir. Zikr hakkında Allahu Teala:
“Hatırlat,
hatırlatmak mü'minlere fayda verir.”[425] buyurmuştur.
Zikr meclislerini öğen bir çok hadîsler vardır. Nitekim bir hadis'inde
Peygamber Efendimiz şöyle buyurur:
“Cennet bahçelerine uğradığınızda faydalanın
-çiçeklerini koklayın” - buyurunca
sordular:
Cennet bahçeleri
hangileridir,”
“Zikr meclisleri,” buyurdular.”
(Horasanlı) Ibn Avn
diyor ki:
“İbn Sîrîn'i ziyaret
ettim.” İbn Şîrîn:
“Bu gün ne haber var,”
diye bana sordu. Ben de:
“Pâdişâh,
hikayecilerin hikâye anlatmalarını yasak etti”, dedim. İbn Şîrîn:
“Doğru harekette
bulundu,” dedi.”
A’m ş, Basra
camilerinden birine girdi. Orada bir hikayeci:
“A' meş bize böyle
anlattı, diyerek hikâyesine devam ediyordu. A' meş bunu görünce dinleyiciler
arasına girdi ve koltuklarını yolmağa başladı. Bunu gören hikayeci:
“Ey ihtiyar, (İlim
meclisinde bu hareketten) utanmıyor musun? Deyince, A'meş;
“Neye utanayım, ben
temizlik yapmakla sünneti işliyorum, sen ise yalan konuşuyorsun, işte A'meş
dediğin benim, ben sana ne zamân böyle bir şey anlattım, dedi. Ahmed (b.
Hanbel):
“En çok yalan
söyleyenler, kıssacılar ile fazla soru soranlardır” demiştir.
Hazret-i Ali (r.a.),
hikayecileri Basra câmi'lerinden çıkarmış, fakat Hasan-ı Basrî'yi dinleyince,
ona birşey dememiştir. Çünkü Hasan-ı Basrî, âhiret ilmini, ölümü düşünmeği,
kendi kusurlarını düzeltmeği, amellerin âfetlerini, Şeytan'ın vesvesesini ve
ondan korunma çârelerini anlatıyor, Allahu Teâlâ'nın nimetlerini ve bu
nimetlerin şükrünü edadaki kusurları hatırlatıyor, Dünyâ'nm adiliğini,
ayıplarını, devamı olamıyacağmı, vefasızlığını, âhiret'in tehlike ve çetinliklerini
açıklıyordu ki, işte şer'an öğülen ve Ebû Zerr'in rivâyetiyle teşvik edilen
va'z da budur.
“Okuyun öğrenin, zira
Allah için ilim edinmek Allah'a karşı ta'zim ve ibâdettir. Müzâkeresi tesbîh,
mübâhasesi mücâhededir. Bilmeyene öğretmek sadaka, liyakatlisine bolca okutmak
Allah'a yakınlıktır. İlim, yalnız ve kimsesiz yerlerde sıkıntıyı gideren bir
arkadaş, doğru yola kılavuz,
zorlukta kolaylık ve sabır merci'idir. İlim dostlar yanında vezîr, yabancılara
yakınlıktır. Cennet yoluna ışık tutar. İlim sayesinde Allahu Teâlâ bir kısım
insanları yükseltir, iyi işlerinde izlerinden gidilen rehber ve öncü yapar.
İyilikleri anılır, eserleri kalır. Melekler onları sever ve kanatlarını
üzerlerine gererler. Yaş ve kurudan her ne varsa, denizdeki balıklar, karadaki
canlı varlıklar ay ve yıldızlara varıncaya kadar her şey, âlimler için Allahu
Teâlâ'dan mağfiret dilerler. Çünkü ilim, kalb gözünü açar, karanlıkta gözlere
ışık saçar, zayıflıkta bedene kuvvet verir, insanı yüksek mertebelere ve ebrâr
derecesine ulaştırır. İlmî tefekkür, gündüz orucuna ve gece ibâdetine denktir.
Allahu Teâlâ'ya itaat, ibâdet, tevhid, saygı, şübheli şeylerden korunmak,
sılayı rahm'de bulunmak ilim ile olur. Helâl ve haram ilim ile bilinir. İlim
Öncüdür; amel ise ondan sonra gelir. İyilere ilham olur; fenalar ondan mahrum
olur.”
Hazret-i Ali (r.a.)
Kümeyl'e hitap ederek:
“Ey Kümeyl, ilim
mâldan hayırlıdır. Çünkü malı sen koruyacaksın, fakat ilim seni korur. İlim
hâkim, mâl mahkûmdur. Mâl sarf etmekle azalır, ilim sarfiyatla çoğalır.”
buyurmuştur. Yine Hazret-i Ali (r.a.):
“Bir âlim, gündüzleri
oruçlu olduğu hâlde harb eden, geceleri de ibâdetle geçiren mücâhid âbid'den
daha üstündür. Bir âlimin ölümü ile İslâm âleminde açılan boşluğu, onun gibi
yetişecek bir âlimden başkası dolduramaz.” demiştir. Yine Hazret-i Ali (r.a.)
bir manzumesinde şöyle buyuruyor:
“Övünmek ancak ehl-i
ilme mahsûstur. Çünkü onlar doğru yolda oldukları gibi arzu edenlere de doğru
yolu gösterirler.
Herkesin derecesi
bilgisi ile ölçülür. Câhiller ise, âlimlere düşmândırlar.
Âlim ol ki, ölmeyesin.
Çünkü insanlar ölür, fakat âlimler diridirler.”
Ebû'l-Esved:
“İlimden daha değerli
bir şey olamaz; çünkü sultânlar insanlara hükm ederken, âlimler sultânlara da
hâkimdir.” diyor. İbn
Abbâs (r.a.):
“Süleyman Aleyhisselâm
mal, ilim ve hükümdârlık arasında muhayyer iken ilmi tercih etti ve bu sayede
diğer ikisine de mâlik öldü.” buyuruyor.
İbn Mübârek'e
sordular:
“Kâmil insanlar
kimdir?” İbn Mübarek:
“Âlimlerdir,” dedi.
Yine sordular:
“Melikler kimlerdir?”
İbn Mübarek:
Zâhidler (Dünyâyı terk edip Allah için
çalışanlar)'dır, dedi.[426]
1-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Allah, bir kavim hakkında hayır murat ederse,
onların kin gazaba sahip olmayan yumuşak huylarını idari amirlik mevkiine
getirir, ilmi ile alim olanlarını da hakimlik mevkiini getirir ve bu kimseler
aralarından kazai hükümler verirler. Serveti de içlerinden cömert olanlara
verir.
Bir milletin kötü olmasını isterse, başlarına ahlaken
düşük, sefih kimseleri reis yapar. Cahil kimseler de aralarında zuhur edecek
ihtilafları hallatmek için hüküm verirler. Serveti de aralarında en cimri
olanlarına verir.”[427]
2-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Cenab-ıHak, bir devlet başkanı hakkında hayır dilerse
onun yanına özü ve sözü doğru bir vezir verir. Bu vezir, başkanın unuttukları
hususları hatırlatır, hatırladıkları hususlarda da kendisine yardımcı olur.
Şayet Hz. Allah devlet başkanına faydalı olmasını
dilemediği zaman yanına kötü bir adamı vezir ( Bakan ) yapar. Başkan bir
hususu unutursa ona hatırlatmada bulunmaz, hatırlarsa yardımcı olup doğrusunu
yapması için gayret göstermez.”[428]
3-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Benim ümmetimi zalimden korkar gördüğüm zaman, ona
“sen de zalimsin” demelisin. Onlar artık dirileri yanından ayrılmış, çöllerin
ortasında kalmış manevi olan bir ölü gibidirler.”[429]
4-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Başınıza, kafasının tüyleri üzüm tanesi gibi siyah
tüylü bir habeş köle dahi kumandan olursa (O hak ve adaletten ayrılmadıkça ),
onu dinleyip itaat ediniz,”[430]
5-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Ey Mikdat, sen bir amir, katip veya nakip olmadan
ölürsen kendini felaha kavuşmuş say, bil.”[431]
Bilmiş ol ki, âmirler,
memurlar ve zâlimlerle düşüp kalkmanın üç hâli vardır:
1.
Meclislerine giderek onlara yaklaşmandır ki, en kötüsü budur.
2. Onların
sana yaklaşması ve sana gelip gitmeleridir. Bu, birinciden ehvendir.
3. Ne onlar seni,
ne de sen onları görmiyecek şekilde onlardan uzaklaşmandır. En selâmetti yol
budur.
6-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Hain olan emniyet amiri yüz koyun cehenneme atılır.”
7-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Vergi toplamak için gönderdiğimiz tahsildarlara ne
oluyor? Vergileri topladıktan sonra yanıma gelerek şöyle diyorlar:
“Şunlar devlet için
topladığını vergiler, şunlar da bana verilen hediyeler.”
Sorarım size, bu adam anasının veya babasının evinde
otursa idi ve bekleseydi ona hediye veren olurmuydu? Olmaz mıydı? Nefsim yedi
kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki: Böyle devlet hesabına vergi topladığı
zaman kendisine hediye ismi altında gayri meşru menfaat temin eden kimse yarın
kıyamet gününde o mal sırtında ortaya çıkacak ve bunun hesabını verecektir.
Hediye ismi altındaki bu mal deve ise deve sesi çıkararak, sığır ise, sığır
gibi böğürerek, koyun ise koyun sesi çıkararak o hayvan sırtında mahşer halkına
bunun hesabını verecektir.”[432]
8-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Allah (c. c.) bir kimsenin müminlerin başına emir
olmasını murad ettiği zaman yardım elini onun alnına koyar ( yardım elini
onun yüzünün ak çıkması için uzatır.)”[433]
9-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Şüphesiz Hz. Allah, idare mevkiinde bulunan herkesten
hesap soracaktır. İdaresi altmdakilerin haklarını gözetip gözetmediğini, yoksa
zayi mi ettiğini muhasebe edecektir. Hatta kişiyi evi halkı hakkında muhasebe
ve gerekirse muaheze edecektir.”[434]
10-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Sen bir şehirde hükümdar yoksa oraya uğrama, çünkü
adil olan hükümdar Allah'ın rahmet gölgesi ve yer yüzünde kalkanıdır.”
Diğer rivayette: “(Her mazlum ona sığınır.)”[435]
Birincisi:
Bu gibilere yaklaşarak onlarla düşüp kalkmak, şerî'atin ciddî olarak çirkin
gördüğü bir harekettir. Bu hususta ağır ve şiddetli veîdler vardır. Bu gibi
hareketin şer'an mezmûm olduğunu bildirmek için önce bu hususa dâir rivayet
edilen hadîslerle büyüklerin sözlerini anlatalım.
11-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Hakimler üç kısımdır: İkisi cehennemde, birisi cennettedir.
Bu hakimlerin nitelikleri şöyledir:
a) Bir hakim ki, hissi tesirler ile hüküm verir, o
cehennemdedir.
b) İlimsiz olarak, yanlış hüküm veren cahil hakim de
cehennem dedir.
c) Hak ve adeletle hükmeden hakim ise cennetlik
hakimdir.”[436]
12-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Size, gecesi gündüzü gibi olan aydın bir din
bıraktım. Bu dinden ancak ve ancak kendisine felaket hazırlamak isteyen kimse
ayrılır. İçinizden yaşayacak olanlar yakında çok ihtilaflar görecektir.
Böyle karışık bir durumda karşılaştığınız takdirde
yapacağınız iş benim ve sünnetime sımsıkı bağlı olan hulefai Raşidi'nin
sünnetine sarılınız. Başınızda habeşi bir köle de kumandan olsa ona itaat
ediniz. Çünkü mümin, burnundan zincire bağlı ve nereye bağlanırsa ora ya
bağlanan deveye benzer.”[437]
13- Resulullah
(s.a.v.) buyuruyor ki:
“Her yetki sahibi idaresi altında bulunan insanların yönetiminden
kıyamet gününden Allah'a karşı sorumludur.”[438]
14-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Şüphesiz, Hz. Allah gönderdiği Nebi ve Halifeler ile
iki sırdaş gönderir. Sırdaşlardan birisi onu doğru yola sevkeder, kötülük
yapmaktan engeller, öteki ise ötekinin aksine her türlü kötü fikirleri, fitne
ve fesade müncer olacak icraatı onun
kalbine sokmaya çalışır.
Hangi, devlet reisi bu ikincisinin kötülüklerinden
sakmmasını başarırsa kendisini korumuş olur.”[439]
15-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Şüphesiz Allah, hakimlerle beraberdir. Adaletten
ayrımadıkca. Adaletten ayrılınca ondan uzaklaşır ve o hakimi Şeytan tesiri
altında tutar.”[440]
16-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Cenab-ı Hak sizden üç şeyde memnun olur, diğer üç
şeyden de nefret eder. Yüce Allah'ın memnun olacağı üç şey:
a) Yalnız Allah'a kulluk edip, ona ortak koşmayınız,
b) Hep beraber Allah'ın ipi mesabesinde olan İslam
dinine sarılın ve ayrıcalık yapmayınız,
c) İdareniz elinde olan amirler ile karşılıklı öğüt
vererek münasebette bulunmanız,
Allah'ın nefret ettiği üç şey ise:
a) Dedikodu yapmak,
b) Gereksiz ve maksatlı sorular sormak,
c) Boş yere, servet heba etmek. (Bu üç şey Allah'ın
sizden hoşlanmamasına sebep olur.)”[441]
17-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Adil bir devlet reisi sağ yanı üzerine kabre
konulunca, o hal üzre terkedilir, devlet başkanı zalim ise sağ tarafı üzerine
kabre konulsa dahi melekler tarafından, sol tarafa çevrilir. Yani Cenab-ı Hak
onu kötü duruma sokturur.”[442]
18-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Amir halkın kötü taraflarını aramaya koyulur.
Onlardan şüphe ederse, onları ifsat eder.”
19-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Adaletli yöneticiler, kıyamet gününde nurdan
minberler üzerinde oturturuîmuş oldukları halde Rahman'ın sağında, onun iki eli
arasındadırlar. Onlar öyle adil kimselerder ki, hükümleri dost, ehli ıyal ve
malları ile de olsa adalet üzredirler.”[443]
20-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Kıyamet gününde Allah’ın en sevgilisi ve ona en yakın
olan insan adaletli olan devlet başkanıdır, Allah'ın en çok gazap ettiği ve
kendisinden uzak tuttuğu kimse ise zalim devlet başkanıdır.”[444]
21-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“ Hüküm sahibi insanlar meşakkat kapısındadırlar.
Ancak Allah'ın korudukları müstesnadır.”[445]
22-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Biz memuriyet isteyene onu vermeyiz ve bu tür
kimseleri devlet işlerinde kullanmayız.”[446]
23-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Yakında hepiniz devlet hizmetinde bulunmayı arzu
edeceksiniz. Halbuki, o istediğiniz memurluk kıyamet gününde size pişmanlık ve
üzüntü kaynağı olacakatır. Devam eden sevinç ne iyi, sonunda kesilecek olan sevinç ise ne fena”[447]
24-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“İtaat marftadır. Yani: Başınızdaki amir habeş köle de
olsa, ona itaat ediniz, şeklindeki hadisten maksat, ilahi kanuna bağlı ve
adaletten ayrılmayan amire itaat ediniz demektir. Körü körüne itaat etmek
değildir.”[448]
25-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“En çok korktuğum ümmetimin başına gelecek sapık
devlet reisleridir.”[449]
26-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“İsterseniz size amir ve memurluğun sonuçlarından
haber vereyim. Memuriyetin evveli zorluk, ikincisi pişmanlık ve üçüncüsü de
kıyamet gününde azaba uğramaktır. Adalet üzre olanlar bundan müstesnadır.”[450]
27-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Adaletten ayrılan devlet büyüklerinin yüklenmiş
bulundukları günahlar kendilerine aittir, (onlar Allah'ın emirlerine ayakırı
hareket etmedikçe itaat etmeniz gerekir.) Ama onların yaptıkları zulme rıza
gösterip, zalim olmaları hususunda meydan verdiğinizden bu masiyete itaatin
cezası ise size aittir.”[451]
Bu husustaki hadîsler:
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), zâlim emirleri anlattıktan sonra şöyle
buyurmuştur:
“Onları inkâr edip onlarla mücâdele eden kurtulur.
Onlardan uzaklaşan selâmet bulur veya selâmete yaklaşır. Dünyalıklarında
onların arasına katılıp, onlarla düşüp kalkanlar da onlardandır.”
Çünkü mücâdele etmeden
yalnız onlardan uzak kalmak, belki insanı mes'ûliyetten kurtarır, fakat onlarla
mücâdeleyi terkettiği için, nazil olacak umûmî belâ dışında kalamaz. Yine
Resûl-i Ekrem:
“Benden sonra, ileride yalan söyleyip zulmeden emirler
türeyecektir. Onların yalanlarını tasdik edip zulümlerinde onlara yardımcı
olanlar, benden değil ve ben de onlardan değilim. (Kıyamet günü) Havzıma
uşrayamazlar.” buyurmuştur.[452]
28-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Yüce Allah'ın büyüklüğündendir: Yaşlı ihtiyar
müslümanlara,(galatsıza) hakkını vererek Kur’an-ı Kerim'i ezber edenlere ve
adaletli kumandanlara ikram etmesi.”[453]
29-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Devlet Başkanı, müslümanların manevi bir kalkanıdır.
Din düşmanlarına karşı onunla savaşılır.”[454]
30- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Benden sonra bir çokdevlet adamı gelecek ki, onlar namazı
vaktinde kılmayacaklar. Siz namazınızı mutlaka vaktinde kılınız. Hatta onların
huzurlarında dahi olsanız namazını tehir etmeden vaktin de kılınız.”[455]
31-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Benden hemen sonra başınıza öyle devlet başkanları
geçecek ki, bunlar sizin ve dininizin iyi görmediği bir takım işlerin
yapılmasını emredecekler ve (sizin ve dininizin) çirkin gördüğünüz ahlak dışı
bir takını ameller işleyeceklerdir.
Bunlar sizin başınızda bulunması lazım gelen devlet
ricali değildirler.”[456]
32- Resulullah
(s.a.v.) buyuruyor ki:
“Yakında, benden sonra bir takım önderler gelecekler
ki, bunların her dediği olacak (kimse cevap vermeyecek.) onlar başını kaldırıp,
gözünü yumup giden maymunlar gibi, kendilerini ateşe atacaklardır.”[457]
33-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Benden sonra, ümmetimden bir kavim gelecektir.
Bunlar Kur'an okurlar ve dini ahkamı iyi anlarlar. Buna rağmen kendilerine
sokulan Şeytan şöyle der:
(Eğer siz sultanın yanına giderseniz hem dünyanızı
kazanırsınız hem de dini bilgilerinizin sayesinde onları da yola getirirsiniz
) Ama, hiç de böyle olmayacaktır. Çünkü çalışan dikenden başka bir şey
koparılamayacağı gibi, devlet adamına yakın bulunmak da insana hata ve günahtan
başka bir şey kazandırmaz.”[458]
34-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Adil ve alçak gönüllü bir devlet başkanı Allah'ın
yeryüzündeki gölgesi ve mızrağıdır. (Zayıfları himaye eder ve onlara
saldıranlara karşı korur.) Böyle müslümanlar ( Hükümdarlar ) için yetmiş
Sıddıkın sevabı yazılır.”[459]
35-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Günah işlemeye emridilmedikçe ( hoşa gidilsin veya
gidilmesin) mümin kişiye dinlemek ve itaat etmek gerekir. Zulüm ve masiyete
emrolunulduklarında da dinleme ve itaat etme yoktur.”[460]
36-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Sana kolay veya çetin hoşa gidecek veya gitmeyecek ve
başkalarını senden üstün tutacak bir hususta da olsa, kanun ve adaletten
ayrılmayan amire itaat etmek düşer.”[461]
37-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Yakın gelecekte bu din, Allah yanında dinden nasibi
olamayan kimseler ile kuvvetlendirilecektir.”[462]
38-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Ahir zamanda devlet başkanlarının yanlarında,
devletin disiplin işlerim yürütmekle görevli öyle memurlar geleceklerdir ki:
Allah'ın gazabı ile kalkar yine gazabı ile yatarlar.
Böyle kimselerle dost olmaktan kaçınınız.” [463]
39-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Benden sonra öyle devlet reisleri gelecektir ki:
Devlerin çoğaldığı gibi, fitne onların kapılarında çoğalıp toplanacaktır.
Onlar, halktan birisine, devlet hizmeti veya ihsanda bulunmaya görsünler, bunun
karşılığı olarak onun dininden tavizde bulunmasını isterler ve bunu yaparlar.”[464]
40-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Benden sonra, başmıza halkı adaletle yönetecek olan Halifeler (Yani,
halkı Allah ve Resulü adına yönetenler ) gelecektir. Halifelerden sonra
Emirler yer alacaktır. Emirlerden sonra melikler gelecektir” Meliklerden sonra
ise zalimler gelecek ve halka şiddetli zulüm yapacaklardır. Bundan sonra ehli
beytimden bir kişi çıkacak ve yeryüzünün daha önce zulümle dolduğu gibi, bu
defa onu adaletle dolduracak. Daha sonra Kahtanlı birisi idareyi ele alacak ve
daha önceki benim soyumdan olan adil hükümdar gibi yeryüzünü, Allah'a kasem
(yemin )ederim ki, ondan az olmak kaydiyle adaletle idare edecektir.”[465]
41-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Her biri büyük bir felaket olan üç kimse vardır:
a) Bir devlet başkanı ki, iyilik yaparsan bilmez, kusur
işlersen affetmez,
b) Kötü komşu; İyilik görürse inkar eder, bir kötülük
görmeye görsün, onu etrafa yayar,
c) Yanında bulunduğun zaman sana eziyet eden,
bulunmadığın zaman ihanet eden eş.”[466]
42-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Ümmetimi öldürecek kavgalardan, helak edecek
düşmandan korkmuyorum. Fakat sapık devlet başkanlarının getirecekleri
felaketlerden korkuyorum. Zira ona itaat etmiş olsalar fitneye maruz kalırlar,
karşı gelirlerse onlar ümmetimi katlederler.”[467]
43-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Benden sonra gelecek olan halifelerime; Allah'ın
gazabından korkup emirlerim eksiksiz yerine getirmelerini tavsiye ederim. Keza,
İslam camiasına da: Büyüklerine saygı, küçüklerine sevgi ve merhamet
etmelerini, mallarını artırmalarını, biri birlerine zarar vermemelerini,
zillete düzmemelerini, herhangi birini dövmemelerini hak ve hukuklarını
korumalarını, zayıfı kuvvetlinin yememesi için kapılarını zayıflara kapamamalarını
tavsiye ederim.”[468]
Sultânlar (devlet
idarecileri) zâlim olursa, iki hususa dikkat edilmelidir:
1. Zâlim
sultânın emri altında çalışmak caiz olur mu? Zâlim sultân, ya azledilmiş veya
da azli vâcibtir. Aslında sultân addedilmeyen bu gibi adamın elinden para
almanın câiziyeti üzerinde düşünmek gerekir.
2. Zâlim
Reis, herkesin hakkını vermediğine göre, ondan para almak, caiz olur mu, olmaz
mı? Şayet böyle bir sultândan para almak caiz olursa, hakkı kadar mı, yoksa
verdiği kadar mı almak caizdir. Bütün bunlar düşünülmelidir.
Birincisine gelince,
bize göre hakkını almasında beis yoktur. Nüfuzlu zâlim ve câhil sultânın
atılması güç olur veya azledilmesi karışıklıklara sebebiyyet verirse, onu
yerinde bırakmak, âmirlere itaat etmek vâcib olduğu gibi, ona da itaat etmek
vâcib olur. Hadîs'de, emirlere itaatle emrolunmuş ve onlara karşı gelmekten
men'edilmiştir. Bizim görüşümüz, hilâfet, Abbâsîlerindir. Velayet ise, her
taraft halîfeye bağlı olan sultânların nüfuzundadır. Sözün kısası şudur: Bizim,
sultânlarda aranacak şart ve vasıflara riâyetimiz, dinî ve dünyevî
maslahatların meziyyetini süslemek içindir. Şayet, şimdiki valilikler bâtıldır,
desek, o zaman süs ve ziynet şöyle dursun, âmme hizmeti kökünden
kaybolur.
44- Resulullah
(s.a.v.) buyuruyor ki:
“Benden sonra öyle devlet adamları gelecek ki,
dininizin ve sizin güzel gördüğünüz şeyleri çirkin, çirkin gördüğünüz şeyleri
güzel göreceklerdir. Yani onlar kendilerine göre iyilikleri ve kötülükleri
tayin edeceklerdir. Kim bunların isteklerine karşı gelerek onlara uymazsa iki
cihanda kurtulmuş olur. Bunları terkeden selamete ermiş olur, kim de bunların (
günah kervanına ) karışırsa felakete sürüklenir.”[469]
45-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Benden sonra öyle bir kavim gelecek ki, bir avuç
toprak için biribirlerini öldüreceklerdir.”[470]
46-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Benden idarenizin başına öyle adamlar gelecekler ki,
dininizin ve sizin kötü kabul ettiği şeyleri onlar iyi kabullenecekler, sizin
iyi ve güzel kabul ettiğiniz davranışları da kötü sayacaklardır.
Böyle bir kötü devre sizden hanginiz erişirse, Allah'a
isyan edene itaatin olmayacağını bilsin.”[471]
47-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Yakında idarenizin başına öyle amirler geçecektir ki,
Allah'ın islah ederim sizin için seçip gönderdiği dininizin bir takım ana
prensiplerini bozmaya çalışacaklar. O amirlerden kim Allah'ın emirlerine itaat
ederse onlara büyük bir ücret verilecek, size de düşen vazife bunlara karşı
şükür etmektir. Onlardan kim isyanla amel ederse onun için de büyük bir vebal
vardır. Size düşen de onlara itaat etmemekle beraber sabırla karşı koymaktır.”[472]
48-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Devlet reis ve hakimleri, yer yüzünde Allah'ın adalet
gölgesidir. Haksızlığa uğrayan herkes ona sığınır. Şayet devlet reisi adaletle
olursa, onun için büyük ecir ve sizin için de şükür söz konusudur. Onlardan
günah ve zulümle hareket edenler için büyük bir vebal halka düşen de sabırdır.
Devlet adamları adaletin ve hkkaniyetin hilafına
icraatta bulunurlarsa yağmurlar kıtlaşır, zekât verilmezse hayvanlar (hastalık
ve benzeri zahiri sebepler ile) helak olmaya başlar. Fuhuş ve zina zuhur ettiği
zaman yoksulluk artar, devletin idaresi altındaki ehli kitaba zaman İslamiyet
kuvvetini kaybeder.”[473]
49-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Hepiniz çobansınız ve her biriniz idarenizin altında
bulunanların yönetiminden sorumlusunuz.
Devlet başkanı da bir çobandır ve halkın yönetiminden
sorumludur. Aile reisi bir çobandır ve çoluk çocuğunun yetişme ve yönetiminden
mes'uldur, kadında bir çobandır ve evin idaresinden sorumludur, hizmetçi
efendisinin malının çobanıdır ve onun idaresinden sorumludur. Evlat, babasının
malının çobanıdır ve o malın idaresinden sorumludur. Hulasa hepiniz çobansınız
ve çobanlığınızdan hesap vereceksiniz.” [474]
50-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Her şeyi ifsat edecek bir bela vardır, bu dinin afeti
de kötü idarecilerdir.”[475]
51-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Kıyamet günü bir kişi şöyle bir temenni de
bulunacaktır:
Ne
olaydı, Süreyya yıldızından düşüp parça parça olsaydım da halkın başına idareci
olarak geçmemiş olsaydım.”[476]
52-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Kişi devlet adamlarına sokulduğu nisbette, Allah'tan
uzaklaşır. Devlet adamım saranlar çoğaldıkca, Şeytanları daçoğalır. Devlet
başkanının malı çoğaldığı nisbette hesabı da artar.”[477]
53-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“On ve de daha fazla insana emreden kimse, adaletten
ayrıldığı takdirde, kıyamet günü elleri-kelepçeli, boynu zincirli olarak hesap
yerine getirilir.”[478]
54-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Kim bu ümmetin başına amir olarak geçtikten sonra
adaletten şaşarsa, Hz. Allah onu yüzüstü cehenneme atacaktır.”[479]
55-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Bir devlet başkanı veya vali, kapısını yoksul, düşkün
ve iş sahiplerine kaparsa Cenab-a Hak da ona ihtiyaç ve dileklerine karşı
semanın kapısını kapatır.”[480]
56-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Öfkelendiği zaman tabâasını affeden devlet reisini
Cenab -ı Hak affedecektir.”[481]
57-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Herhangi bir idareci eli bağlı olarak kıyamet günü huzura
geldiğinde adil ise adalet onu kurtaracak, zalim ise zülüm onu felakete
sürükleyecektir.”[482]
58-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Kim, iltimas ve torpille hakim olmak isterse
(Allah'tan yardım görmez) kendi nefsine terk edilir, kim de istemediği halde
zorla hakim yapıldığı takdirde, Hz. Allah adalet işlerinde ona yardım edecek
bir belek gönderir.”[483]
59-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Kim, Müslümünların arasında hükmetmek mevkiinde
kalırsa onların aralarında işlerini bakma, işaret etme, yer gösterme ve her
türlü davranışları ile adaletli olsun. (Hükmün dışında kalan fakat hükümde de
adaletli olacağını ihsas eden tarafsız harekette bulunsun.)”[484]
60-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Halktan herhangi bir kimse, devlet adamlarını Allah'ın gazabına çeken
hareketler ile memnun etmeye çalışırsa o kimse dininden çıkmış olur.”[485]
Yani şart ve vasıflar,
kâr gibidir. Saltanat ise sermayedir. Kârı ararken sermayeyi kaybetmek
doğrumudur? Şimdi velayet ancak nüfuza, şevket ve azamete bağlıdır. Şevket ve
nüfuz sâhibleri kime bi'at ederse, o, halîfedir. Hutbesinde, parasında
halîfeyi, tanıyıp ona itaat eden şevket v,e nüfuz sahibi kimseler de hükmü
nafiz- sultânlardır.
Sultanların, etrafını
saran tebe'a ve işçilerin hepsi de onlar gibi, zalimdirler, Allah için onlara
buğz etmek vâcibdir. Sultanların yardımcılarından birisi gideceği yolu Osman b.
Zâide'ye (481) Sorunca, gideceği yerde zulüm yapacağını ve kendisinin yol
göstermekle ona yardımcı olacağını düşündüğünden, dilsizmiş gibi davrandı ve
cevâb vermedi. Tüccar, hamamcı, boyaca, kan alıcı, san'atkâr ve benzeri
kimselerden fâsik olanlarla yapılan bu gibi muamelelerde, bu kadar
mübalağa, seleften rivayet edilmemiştir.
Hatta zimmîlerle yapılan muamelelerinde bile bu mübalağa görülmemiştir. Bu
şekil muamele ancak yetim ve mazurların mallarını yiyenler ve müslümânlara
devamlı surette eziyet edip, Şerî'atin şi'annı bozmak isteyenlere tatbik
edilmiştir. Çünkü isyan, biri lâzım diğeri müteaddı yani birisi şahsa ait,
diğeri de başkalarına sirayet etmek üzere ikiye ayrılır. Fısk ve küfür, şahsa
râci' ve yalnız Allah'a karşı işlenmiş birer cinayettir. Bunların cezası
Allah'a aittir, fakat valilerin zulümleri müteaddı olup halka sirayet ettiği
için, onlara cephe alınır. Zulümlerinin şümulü nisbetinde Allah'tan uzaklaşır
ve azaba uğrarlar. Bunun için onlardan uzaklaşmak ve muamelelerinden kaçınmak
lâzımdır. Nitekim Resûl-i Ekrem (s.a.v.):
“(Zâlim) polislere: “Elinizdeki kamçıyı atın ve
Cehennem’e girin” denir.” buyurmuştur.
Diğer bir hadîs'de: “Kıyametin, alâmetlerinden birisi de, ellerinde sığırkuyruğu gibi
kamçıları bulunan bazı erkeklerin türemesidir.” buyurmuştur. İşte onların
hükmü budur. Bunu bilen onları da bilmiştir.
61-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Müslümünlarm işlerinin birinin başına geçen kimse
memuriyetine düşen vazifelerini yapıp, onların ihtiyaçlarını gidermedikce
Cenab-ı Hak o kimsenin yüzüne asla bakmaz, ona yardım etmez.”[486]
62-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Hüküm verirken adaletten ayrılan hakim, işkence
altında bıçaksın olarak kesilen canlıya benzer.”[487]
63-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Ümmetimin helaki, Kureyş Kabilesinden gelecen olan
bazı genç hakimler tarafından olacaktır.”[488]
64-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Vazifesini yerine getirmeyen bir devlet adamının
azabı, idaresi altında bulunan halkın intizarından ileri gelecektir. Ancak,
öğüt ve nasihat ile zor kullanmadan vazifesini yerine getiren idareciler
müstesnadır.”[489]
65-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Devlet reislerine sövmeyiniz, onların iyilikleri
için Allah'a dua ediniz. Zira onların iyiliği haddi zâtında sizin de
iyiliğinizdir.”[490]
66-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Kalbinizi, devlet adamlarına küfürle doldurmayınız,
onlara dua ederek Allah'a yaklaşınız ki, kalbleri de size karşı yumuşasın.”[491]
67-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Devlet başkanlarının kapılarına yanaşmayınız. Çünkü
onların kapılarına yarmak sizin için çetin bir kayba sebep olur.”[492]
68- Resulullah
(s.a.v.) buyuruyor ki:
“Allah'a itaat etmeyene itaat olmaz.”[493]
69-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Allah'a karşı günah işleyen fiillerde, kimseye itaat
yoktur. İtaat ancak dinen iyi cıduğu bilinen hususlardadır.”[494]
70-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Her kim bir kimseyi on kişi üzerine amir tayin eder
ve de o, on kişi içerisinde bu kimseden daha üstün bir kimsenin bulunduğunu
bilirse, o kimse Allah’a, Resulüne ve bütün İslam toplumuna ihanet etmiş olur.”[495]
71-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Müslümanların başına idareci olarak geçen kimse,
kendi için istediği şeyleri müslümünlar için istemez, onlara şefkat duygusu
taşımazsa, cennetin kokusunu koklayamaz. (Cennetin kokusunu bulamaz )”[496]
72-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“ Hangi idareci, idaresi altında bulunanlara ihanet
ederse cehennemdedir.”[497]
73-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Benden sonra ümmetimin idaresini üzerine alan her
idareci, kıyamet günü sırat teşrinde durdurulur. Ve amel defterine bakılır.
Şayet, adil bir idareci ise, adaletinin sayesinde köprüden geçer. Yok, öyle
değil de zalim ise üzerinde bulunduğu köprü şiddetle sarsılır. Öyle bir
sarsılma olur ki zalim idarecinin her uzvu yüz senelik mesafeye atılır. Sonra,
dağılan bu uzuvları toplayarak sıratın üzerinde yakılır. İlk olarak alevler
temas edecek olan uzuvları yüz ve burun kısımları olacaktır.”[498]
74-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Yönetiminde bulunan kim selere merhamet etmeyen,
yöneticiye Cenab -ı Hak, cennetine haram kılar.”
75-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Müslümanların işlerinden bir işin tedvirini üzerine
alan kimse, kendi nefsi için verdiği öğüdü onlara vermez ve kendisi için
gösterdiği gayreti onların işlerinde göstermez ise Cenab-ı Hak,
o kimseyi ( kıyamet günü ) yüzü koyun
cehennemine atacaktır.”[499]
76-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Sapıklığa davet eden kimseye, onun etkisi ile
sapıtanlarm vebalları kadar (Onların günahları ağırlığından bir şey eksilmeden)
günah vardır. Hidayete çağıranların, çağrılarına uyulduğu takdirde de, bu güzel
çağrıya uyanların toplam sevapları kadar sevap bu çağrıda bulunan kimse için
vardır. Hidayete kavuşanların sevaplarına bir eksilme olmaksazın.”
77-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Şu üç şarta riayet ettikleri takdirde idareciler
Kureyştendir:
a) Zayıflara karşı merhametli oldukları müddetçe,
b) Herhangi bir şeyi taksim ederken hak olan ölçüdan
ayrılmadıkça,
c) Hükümlerinde adaletten ayrılmadıkça ( adaletli
oldukça )”[500]
78-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Amirler Kureşten olmalıdırlar. Çünkü Kureyşin iyi
kumandanları, iyi insanlar için, kötü kumandanları da kötü insanlar içindir.
Kureyş, başınıza kıvırcık saçlı bir habeş köleyi
kumandan tayin etse dahi, bu kimse ya İslam dinînden dönünüz, ya da başınıza
vururum demedikçe, ona itaatte devam ediniz, sözünü dinleyiniz. Bir kimse
böyle bir teklifle karşı karşıya gelir ve birini yapmak zorunda kalırsa başını
vurdursun, dininden dönmesin.”[501]
Huzeyfe (r.a.):
“Fitne yerlerinden
sakının,” dedi. Kendisine:
“Fitne yerleri
nerelerdir?” diye sorulunca, Huzeyfe:
“Onlar, âmirlerin
kapularıdır. Sizden biriniz onların huzurlarına girer, yalanlarını tasdik eder
ve onlarda olmayan vasıfları, söyler,” buyurdu. Ebû Zer-i Gıfârî, Seleme b,
Kays'e:
“Sultânların
kapularına sokulma; zîrâ sen, dîninin çoğunu onlara vermedikçe, onların
dünyalığından bir şey alamazsın.” buyurdu. Süfyân-ı Sevrî:
“Cehennem'de bir dere
vardır. Orada, melikleri ziyaret eden okuyuculara azâb edilir.” demiştir.
Evza'î:
“Allah katında âlimin,
âmili ziyaretinden daha çirkin bir şey yoktur.” demiştir. (Buradaki âmil,
devlet memurlarıdır.) Semnûn:
“Bir âlim için, aranıp
bulunmadığı ve soruldukta: “Emîr'in yanındadır”, denmesi ne çirkin bir şeydir;
zîrâ ben hocalarımdan şöyle işittim:
“Dünyalığı seven âlimi
gördüğünüz zaman, onu dininiz adına itham edin.” Bunu bizzat, kendim
denedim. Dâima arzularına muhalefet ve
kendilerine karşı geldiğim hâlde yanlarına girip çıktıktan sonra, kendimde
onlara karşı bir temayül hissettim.” demiştir. Ubâde b. es-Sâmit (r.a.):
“Âlimlerin, âmirleri
sevmesi nifak, zenginleri, sevmesi ise riyadır.” dedi. Ebû Zer (Ş.A.):
“Zâlim bir kavmin
karaltısını çoğaltan (yâni zâlimler
arasına karışan) kimse onlardandır,” buyurdu. İbn Mes'ûd (r.a.):
“Bâzı kimseler,
sultânlar huzuruna dinli olarak girer, fakat dinsiz olarak çıkarlar.”
demiştir.
“Niye böyle oluyor?”
diyenlere, İbn Mes'ûd:
“Çünkü o, sultânı
memnun eder, Allah'ı gazablandırır.” şeklinde cevâb verdi. Ömer b. Abdülâzız,
bir kişiyi âmil tâyin etti. Sonra kendisine:
“Bu adam, Haccâc devrinde
de âmil idi.” dediklerinde, hemen adamı azletti. Adamcağız, Ömer b.
Abdülâzîz'e; “Haccâc'ın emrinde çok az vazife gördüm.” deyince, Ömer b.
Abdülâzîz:
“Şûm ve kötülük
bakımından, onunla yarını gün sohbette bulunman da senin için kâfidir.” dedi.
Fudayl:
“Kişi sultân'a ne kadar
yakın olursa, Allah'tan o kadar uzaklaşır.” demiştir. Saîd b. Müseyyeb,
zeytinyağı alır satar ve:
“Bu sayede sultânlara
muhtaç olmam.” derdi. Vüheyb:
“Meliklere
yaklaşanların bu ümmete verdikleri zarar, kumarcıların zararından daha çoktur”
demiştir. Muhammed b. Seleme de:
“Pislik üzerinde
sinek, melikler kapusundaki âlimlerden daha güzeldir.” dedi.
Zâlim sultânların
kadıları, valileri ve diğer memurları ile yalan muamele, aynen kendileri ile
yapılan muamele gibi olup, belki daha da ağır bir haramdır.
Kadılara gelince: Onlar, sultânların haram olduğu bilinen mâllarını alır ve bunları
biriktirirler. Ulemâ kılığına girdikleri için, insânlar onlara aldanır. Kadılar
sultânlarla ihtilât eder, mâllarından alır. İnsanın tabiatı, yaradılış
itibariyle haşmet ve mevki sâhiblerine heves eder ve onlar gibi olmayı arzu
eder. İnsanların onlara bağlanmalarının sebeb ve hikmeti budur..
İşçi ve hizmetçilerine
gelince: Zâten bunların kazançları, efendilerine dayanarak, vurgunculuktan
başka bir şey değildir. Bunların eline miras ve cizye gibi helâl para
geçmiyeceği gibi, helâl olmasına en küçük bir ihtimâl olacak şekilde de para
geçmez ki, helâl de karışmıştır, diye bir şübhe uyandırmış olsun. Nitekim
Tavus:
“Haklı olsalar da ben
onların nezdinde şehâdette bulunmam; çünkü şahide de kötülüklerinin sirayet
edeceğinden korkarım.” demiştir.
Hülâsa:
Çalıştırdıkları memurların bozulması, başlarındaki meliklerin bozulması;
meliklerin bozulması da âlimlerin bozulması iledir. Eğer kötü kadılar ve fâsid
âlimler bulunmasaydı, melikler de bozulmazdı. Çünkü onlardan çekinirlerdi.
Bunun için Resûl-i Ekrem:
“Okuyucular (âlimler) emirlere meyletmedikçe, bu
ümmet, Allah'ın himayesinde ve yed-i kudretindedir.”
buyurmuştur.
Bâzıları, zâlim
sultânlara karşı o kadar ileri gitmiş, onlara hakaret olsun diye, selâmlarını
almaktan bile çekinmişler ve bunu bir ibâdet saymışlardır. Fakat selâmlarını
almamak, doğru değildir. Çünkü verilen selâmı almak vâcibdir. Bu vücûb, zulüm
ile düşmez. Verdiği selâmı iade eder. Sultanların huzuruna giren kimse, bütün
bu hususlara riayet ederse, oturacağı minderlerin (koltukların) haram olma
ihtimali kuvvetli olduğu için, bunlara da oturması caiz değildir. İşte bunlar,
iş bakımından günah olan kısımlardır.
Sükûtuna gelince: Sultanlar meclisinde; gümüş kaplar, ipek minderler ve erkek
hizmetçilerde ipek elbiseler görülür ki; bunlar, haramdır. Fenalığı görüp sükût
edenler, ona ortak olurlar. Ayrıca, yalan, küfür ve sövüp sayma gibi kötü
sözleri de duyulur. Bütün bunlara sükût, haramdır. Yedikleri, giydikleri ve
ellerinde olanların hepsi haramdır. Bütün bunları görüp susmak, asla caiz
değildir. Eli ile bozmağa gücü yetmezse de, dili ile emr-i ma'rûf ve nehy-i
münker etmesi vâcibdir. Şayet, ne yapsın korkar, bu bakımdan ma'zurdur, dersen:
Bu doğrudur, fakat keyfî olarak aralarına girip bu hâle düşmesine de bir sebeb
yoktur. Çünkü sultanların yanlarına sokulup meclislerine katılmasa ve bu hâli
müşahede etmese, bu mes'ûliyet karşısında kalmaz ve mazeret aramağa da lüzum
olmazdı. Buna göre, ben derim ki:
“Önleyemiyeceği bu
gibi fesâd yerlerine bilerek gidip susması caiz değil, belki bunları görmekten
sakınması lâzımdır.”
Söze gelince:
Zalime dua etmek, onu övmek, asılsız ve çürük sözlerinde kavuk sallamak, güler
yüz göstermek veya açık ifade ile onu tasdik etmek, ona sevgi göstermek, ona
kavuşmağa heves etmeğe, üzün ömürlü olmasını dilemek gibi hâllerdir. Çünkü
sultanların sohbetine katılanlar, yalnız bir selâm ile kifayet etmez. Bütün bu
sözleri ile sultanları takviyeye çalışırlar.
Duâ'ya gelince:
Zâlimlere dua, helâl değildir. Ancak:
“Allah, seni ıslah
etsin, hayırlı işler yapmağa muvaffak kılsın, kendisine kulluk ve ibâdet etmek
suretiyle uzun ömürler versin.” diyebilir ve benzeri duaları yapabilir. Fakat:
“Sultânım, Allah sizi
korusun, başımızda dâim etsin, bol ni'metler ihsan etsin.” gibi dualar caiz
değildir. Nitekim Resûl-i Ekrem
(s.a.v,):
“Zâlime, bekası için dua eden, yeryüzünde Allah'a
isyan edilmesini seven kimsedir.”
buyurmuştur. Şayet daha da ileri giderek, kendisinde bulunmayan vasıflarla
övmeye başlarsa, yalancı, münafık ve zâlime ikram etmiş olur ki, bunların her
biri ayrı ayrı birer suçtur. Resûl-i Ekrem:
“Fâsık, övüldüğü zaman, Allahü Teâlâ muhakkak gariab
eder.” buyurmuştur. Diğer hadîs'de:
“Fâsık olana ikram eden, açıkça İslâmiyeti yıkmağa
cür'et etmiştir.” buyurulmuştur.
(464) Şayet bu hâli, zâlimi sözünde tasdik etmeye, işinde tezkiye ile medhu
senaya kadar vardırırsa, onu tasdik etmek ve yardımcı olmak suçları ile de âsi
olur. Zira zalimi tezkiye ve onu övmek, isyanda ona yardım etmektir. Bir yarım
kelime ile de olsa, isyana yardım, mâsiyettir. Süfyân-ı Sevrî'ye sormuşlar:
“Bir zâlimi, çölde
susuzluktan ölüme mahkûm olmuş görürsek, ona su verelim mi?” Süfyân:
“Vermeyin bırakın
ölsün. Çünkü ona su verip onu hayata kavuşturmak, yapacağı zulümde ona
yardımcı olmaktır.” dedi.
“Diğerleri ise
ölmeyecek kadar su verilir. Başka hiç bir suretle tarafına bakılmaz,”
demişlerdir.
Şayet, bu medh u sena
sevgi derecesine yükselir ve onun bekasını temenni ve ona mülakata iştiyak
derecesine varır ve bunu yalan yaparsa, yalancılık ve münafıklık suçu ile
suçlanır. Samimî ise, zâlimin bekaasını sevmekle cezalanır. Halbuki onun hakkı,
Allah için ona buğz etmektir. Bu ise, vâcibdir. Mâsiyeti sevip, rnâsiyete rızâ
gösteren, âsidir. Zâlimi, zulmünden dolayı seven, âsidir.[502]
Sultan Murad Han her
yıl Medine-i münevvere'de. Halil-ür-Rahman'da ve Kudüs'te bulunan sadata ve
fukaraya hediyyeler, atıyyeler gönderir, yoksullarını ve muhtaçlarım
sadakalariyle sevindirirdi. Kendi ülkesinde bulunan seyyidlere, şeriflere,
âlimlere, şeyhlere keza hediyyeler takdim eder fakirlere de yardımda bulunurdu.
Bir sene, parmağındaki
doksan bin altın değerindeki yüzüğünü de sattırmış, gerek bu parayı ve gerekse
Ankara civarındaki kâin Balık hisarı kariyyesinin gelirlerini Haremeyne
hediyye etmişti. Balık hisarı, devletin malı değildi. Harpte kendi hissesine
düşen ganimetti. O devirde padişahlar, harp ganimetlerinin beşte birine sahip
olurlardı. Çünkü Kur'an-ı Kerîm'in hükmü ve taksimi de böyle idi.
Bir sene, yine
Haremeyn'e hediyyeîer göndermek istiyordu. Fakat parası yoktu. Fazlı paşadan
borç almak istedi. Fazlı paşa, kendisine para yerine akıl vermeğe kalkıştı:
“Padişahım, dedi. Bu
iş böyle olmaz. Tebaan çok zengindir. Sen padişahsın, öyle olduğu halde paran
yok ve hazinen bomboştur. Bazı
kanunlar çıkarmalı, halktan para toplamalı ve hazinem doldurmalısın.”
Sultan Murad Han,
Fazlı Paşanın bu tavsiyelerine son derece sinirlendi ve öfkelendi:
“Fâzlı... Fazlı diye
haykırdı. Bu nasıl söz, bu nasıl tavsiye? Milletimin parasını ve malını zorla
elinden alacağım ve bu para ile
ordularımı besleyeceğim öyle mi? Bu haram parayı, askerlerime yedireyim de,
askerlerim haramzâde olsun mu
istiyorsun? Şunu iyi bil ki, haram ile
beslenen askerde itaat ve şecaat kalmaz. Haram yiyen asker, düşman karşısında
duramaz, düşmandan kaçar. Benim askerlerim, i'lâ-i-kelimetullah için savaşır
gazilerdir. Bize yalnız üç lokma helâldir: Birisi, düşmandan alman haraçtır.
İkincisi, harpte elde olunan ganimetlerdir. Üçüncüsü madenlerden, toplanan
vergilerdir.” (Padişahın bu sözünden anlaşılıyor ki, o devirde madenlerimiz
işletilmekteimiş.)
“Yoksa milletim karun
kadar zengin olsa, ellerinden zulüm ile mallarını alamam. Harama el süremem.
Askerlerime ve bendegânıma haram yediremem,” dedi ve kendisine zulme ve
haksızlığa, daha doğrusu padişahın tabiriyle haram yemeğe sevk ve teşvik etmek
isteyen Fazlı paşayı hemen oracıkta azletti.
Bu zevat-ı âli-kadr,
böyle dürüst, böylesine âdil, iyman ve irfan sahibi olduklarından, Allah celle bunların
oğullarını ve torunlarını dört kıt'ada hükmetmeye lâyık ve müstehak gördü ve
birçok milletlerin idarelerini onların namuskâr ellerine ve tertemiz
vicdanlarına havale etti. Onları, cihana sultan eyledi. İyi bilmelidir ki,
Allahu Teâlâ'ya kul olanlar ve kulluk görevlerini hakkıyle yerine getirenler,
cihana sultan olurlar. Nefislerine kul olanlar ise, önünde sonunda rezil ve
bednam olarak ebedî hüsrana uğrarlar.
İşte, böyle daima
helâl yiyen ve haramdan kaçınan babanın evlâdı da, Fatih Sultan Mehmed Han
gibi, ulu ve cihanşümul bir sultan olur.[503]
1-
Peygamberimiz buyuruyor ki:
“Cenab-ı Hak, bir kulunun felakete sürüklenmesini
isterse (önce) ondan hayayı kaldırır. Haya hislerinden yoksun olan bu kimseyi
müslümanlardan, müslümanların da ondan memnun kalmadıklarını görürsün. Bu tutum
devam ettikçe o kimseden bu kez de enamet duygusu kalkar ve hain olur. Kul,
tövbe edip kendini islah etmez, bu hal Üzere devam ve israr ederse, kendisinden
merhamet duyguları da alınır. Hiyanetten ayrılmadığı takdirde kendisinden
boynundan İslam halkası çıkartılır.”[504]
2-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Hz. Allah bir kulunu severse, Cebraili çağırır ve ben bu kulumu seviyorum,
onu kendime dost edindim sen de sev. Cebrail o kimseyi sever, sonra bütün semavet
ehline Allah'ın bu kulunu dost edindiğini ve onların da dost edinmesini söyler.
Bütün gök ehli bu kimseyi dost edinir. Daha sonra yeryüzüne de bu türbir sinyal
verildiğinden bütün yeryüzü sakinleri de bu kimseyi severler.
Bir kulu sevmediği zaman da, Cebraili çağırarak falan
kimseyi sevmediğini ve onun da bu kimseyi sevmemesini söyler. Bunun üzerine
Cebrail gök ehline Cenab-ı hakk’ın falan kimseden nefret ettiğini bunun için
onların da bu kulu sevmemeleri gerektiğini söyler. Bu kez, bütün gök ehli o kuldan
nefret eder. Daha sonra da o kimse için yeryüzüne nefret duyguları konulur (o
kimseyi fazla sevmez )”[505]
3-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Kıyamet günü Cenabı Hak şöyle buyurur: Nerde dünyada
iken benim için biribirini sevenler?
Onları bugün ben Arşımın gölgesinde (gölgenin bulunmadığı zaman)
gölgelendireceğim.”[506]
1. Allahü
Teâla'yı sevmek, makaamların en yükseğidir. Belki bütün makaamlardan maksad bu
sevgidir.
Allahü Teâlâ'nın
sevgisinden alıkoyacak şeylerden temizlenmek içindir. Bundan önce, münciyât
kısmında anlattığımız tevbe, zühd, sabır, havf ve diğerleri bu sevginin
başlangıçlarıdır. Bundan sonra anlatacağımız şevk ve rızâ, Allah sevgisinin
meyve ve neticeleri gibidir. Kulun kemâlinin sonu Allah sevgisinin kendinde
gaalib olmasıdır. Hattâ bu sevgi kendisini tamamen kaplar. Eğer bu olmazsa,
bari diğer şeylere karşı olan sevgiden çok olmalıdır. Muhabbetin hakikatini
anlamak o kadar zordur ki, kelâm âlimlerinden bir kısmı bunu kabul etmeyip,
kendi cinsinden olmayan bir kimse sevilemez. Allahü Teâlâ'yı sevmek demek,
O'nun emirlerini yapmak demektir, dediler. Böyle sanan, dinin aslından birşey
anlamamıştır. Bunu açıklamak çok mühimdir. Biz önce, Allah sevgisini isbat
etmek için şer'î delilleri, sonra hakikatini ve hükümlerini anlatacağız.
Bütün müslümânlar,
Allahü Teâlâ'yı sevmenin farz olduğunu sözbirliği ile bildirmişlerdir. Allahü
Teâlâ:
“Allah mü'minleri sever ve mü'mînler de Allah'ı sever” buyuruyor. Resûlüllah (sallâliahü aleyhi ve sellem)
buyuruyor ki:
“Allahü Tealâ'yı ve Resûlü'nü, herşey'inden çok sevmeyenin
îmânı sağlam değildir”.
“İman nedir?” diye
sorduklarında:
“Allah ve Resûlü'nü, bunlardan başkasından çok
sevmektir”, buyurdu. Yine buyurdu:
“Kul, Allahü Tealâ'yı ve Resûlü'nü, çoluk çocuğundan,
malından ve bütün mahlûkattan çok sevmedikçe, mü'mîn olmaz”[507]
Bu sevgi öyle zordur
ki, bâzıları Allahü Teâlâ sevilemez dediler. Bunu açıklamak çok mühimdir.
Bundan bahsederek sözün, çok ince olması icâbetttği ve herkesin bunu
anlayamayacağını bildiğimiz hâlde vereceğimiz misâllerle uğraşan
anlayabilecektir.
Evvelâ sevginin
aslının ne olduğunu öğrenmek lâzımdır.
Sevgi, iyi olan
birşey'e karşı kendiliğinden olan bir meyildir. Bu meyil kuvvetli olursa, aşk
denir. Düşmanlık da, iyi olmayan birşey'e karşı kendiliğinden olan nefrettir,
İyilik ve kötülüğün olmadığı yerde, sevgi ve düşmanlık da bulunmaz. O hâlde
iyiliğin ne olduğunu bilmek gerekiyor. İyi şey'ler herkesin yaratılış icâbı üç
kısımdır. Biri, tabiatına uygun olup yapar. Yaratılışına uygun olduğu için
iyidir der. Biri tabiatına uygun olmayıp, yapmaz. Yaratılış icâbı ondan kaçar.
Buna kötü der. Muvafık ve muhalif olmayana ise, ne iyi deriz, ne kötü. Buradan
anlaşılıyor ki, anlaşılmayan şey, hakkında iyi denmez. Bir şey'i anlamak his ve
akıl ile olur. Hisler (duygular) beştir. Her birinin bir lezzeti vardır. O
lezzet sebebi ile o şey'i sever. Yani tabiatı ona meyleder. Gözün lezzeti,
güzel yüzler, şekiller, suretler, yeşillikler, akarsular ve buna benzer
şey'lerdir. Elbette bunları sever. Kulağın lezzeti güzel ve vezinli seslerdir.
Elin lezzeti yumuşak şey-îeri tutmaktadır. Bütün bunları severler. Yani
tabiatın bunlara meyli vardır. Bunların hepsi hayvanlarda da vardır. Fakat
inşanın kalbinde, ruhunda, akıl, nûr veya basiret denen altıncı bir his
(duygu) vardır. Dilediği sözü, bununla söyler. İnsan hayvanlardan, bununla
ayrılmaktadır. Bir de müdrikesi (anlayış kuvveti) vardır. Bu insana iyi gelir
ve bunu sever. Diğer lezzetlerin duygu organlarına uygun olması ve onların
sevmesi gibi olur. Bunun için Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem)
buyurdu:
“Dünyadan bana üç şey sevdirdiler: Kadınları, güzel
kokuyu ve gözümün nuru olan namazı”
Namaza daha üstün derece verdi. Hayvan gibi olup, kalbden haberi olmayan,
hislerden başka birşey bilmez. Namazın iyi olduğuna ve sevilebileceğine
kat'iyyen inanamaz. Akılla iş yapan ve hayyan sıfatlarından uzak olan kimse,
kalb gözünü Allahü Teâlâ'nın cemâline çevirip, onun yarattıklarından nizâm ve
uygunluğu, zâtının cemâlini ve sıfatlarına bakmayı, baş gözü ile güzel
suretlere, yeşilliklere ve akar sulara bakmaktan daha cok sever. Hattâ Allahü
Teâlâ'nın Cemâli kendisine açılınca, bütün bu lezzetler, nazarında aşağı kalır.[508]
Aslında sevilmeye
Allahü Teâlâ'dan başka lâyık olan yoktur. O'ndan başkasını seven câhildir.
O'ndan başkasının sevilmesi ancak O'nunla olan münâsebeti sebebiyle
sevilebilir. Nitekim Peygamber efendimizi (sallâllahü aleyhi ve sellem) sevmek,
O'nu sevmek gibidir. Çünkü bir kimse, bir kimseyi severse; onun resulünü (elçisini)
ve mahbûbunu (sevgilisini) de sever. O hâlde âlimleri ve takva sâhiblerini
sevmek, Allahü Teâlâ'yı sevmek olur. Bu da sevgi sebeblerine dikkat etmekle
anlaşılır;
Birinci Sebeb:
İnsan kendini ve kendi kemâlini sever ve bu sebeble Allahü Teâlâ'yı sever.
Çünkü kendi varlığı, kemâli ve bütün sıfatlan Allahü Teâlâ'nın varliğındandır.
Eğer onu yaratmak ihsanında bulunmasaydı var olmazdı. O'nun fazlı olmasaydı
varlıkta duramazdı. O'nun lûîfu oimasaydı, azalarını, sıfatlarını ve kemâlini
elde edemezdi. O hâlde sıcaktan kaçıp bir ağacın gölgesinde serinlemek istemeyi
seven bir kimsenin yanında, ağaç altında serinlenenlerin, gölgeyi sevmemeleri
şaşılacak bir hâldir. Kendinin ve sıfatlarının Allahü Teâlâ ile varlıkta
durduğunu bilen kimse O'nu nasıl sevmez. Bunu bilmeyene sözümüz yoktur. Câhil
bir kimsenin O'nu sevmemesinde şübhe yoktur. Çünkü O'nun sevgisi, O'nu
tanımanın neticesidir.
İkinci Sebeb:
İnsan kendisine iyilik yapanı sever. Bunun için Allahü Teâlâ'dan gayrisini
sevmek cahillik olur. Çünkü kendisine Allahü Teâlâ'dan başka hiç kimse bir
iyilik edemez ve etmemiştir. O'nun kullarına ihsanları, iyilikleri sayıya,
hesaba gelmez. Nitekim şükür ve tefekkür kısmında buna temas etmiştik.
Başkalarından görünen ihsanları da O'ndan bilmek lâzımdır. Başkasından bilmek
cahillik olur. Çünkü O, bir şey'in sana verilmesini isteyince onu birisinin
eliyle gönderir. O kimse buna muhalefet edemez. Onun kalbine, sana verdiği bu
şey sebebi ile din ve dünya için sevâb ve faydaya kavuşma arzusunu vermiştir. O
da kendi maksadına böylece kavuşmak ister. Demek ki, o şeyi sana vermesi, senin
sebebinle âhirette sevaba kavuşmak veya medh edilmek, iyi isim bırakmak veya
bunun gibi şey'ler içindir. Fakat onu sana veren hakîkatta
Allahü Teâlâ olup, o kimseyi sebebsiz
yere aracı eylemiştir. Sana bunu vermesi için de ona sevâb isteği vermiştir.
Bunu şükür aslında anlatmıştık.
Üçüncü Sebeb:
Kendisine yapılmazsa da iyi işi sevmektir. Nitekim dünyanın bir tarafında
âdil, işleri iyi, insanlara şefkati çok, hazinelerini fakirlere dağıtan,
kimsenin kendi memleketinde kötülük ve zulüm yapmasına göz yummayan bir
padişahın bulunduğunu duysa, her ne kadar onu göremeyeceğini ve ondan bir
istifade etmeyeceğini bilse de, yaratılış icabı onu sever. Bu sebeble Allahü
Teâlâ'dan başkasını sevmek cahillik olur. Çünkü O'ndan başka ihsan eden yoktur.
Âlemde ihsan etmiş olanlar, O'nun zorlaması ve emri ile ihsan ederler.
Gerçekte Allahü Teâlâ'nın kullarının ellerindeki nîmetin değeri pek azdır.
İhsan, bütün mahlûkatı yaratıp hepsine lâzım olanları vermesidir. Hatta lâzım
olmayıp; süs ve zînet için olanları da vermiştir. Göğün ve yerin melekûtuna,
bitkilerdeki ve hayvanlardaki inceliklere dikkat edip, onlardaki akıllara durgunluk
veren hâlleri görmekle bunu anlayabilir. Nimetlerinin ve ihsanlarının sayısız
olduğunu görür.
Dördüncü Sebeb:
Bir kimseyi cemali (güzelliği) için sever. Yani kalb güzelliği için sever. Bir
kimsenin İmâm-ı Şafiî'yi ve Hazret-i Alî'yi (radıyallahü anhümâ) sevmesi bir
başkasının da Hazret-i Ebû Bekir'i ve Ömer'i (radıyallahü anhümâ) sevmesi, bir
başkasının da bunların hepsini sevmesi, hattâ bütün peygamberleri sevmesi böyle
olan sevgidir. Bu sevginin sebebi onların manevî güzellikleri ve zatlarının
sıfatları güzel olmasıdır. Dikkat edilirse buna kavuşmak üç şey'le oluyor. Birincisi,
ilim güzelliğidir. Çünkü ilim ve âlim sevgilidir. Bunlar iyi ve şereflidir.
İlim ne kadar çok olursa bilinenin şerefi o kadar anlaşılır ve güzelliği o
nisbette görünür. İlimlerin en şereflisi Allahü Teâlâ'yı tanımaktır. O'nun
meleklerini, kitâblarını, resullerini, gönderdiği dinleri ve peygamberlerini,
dünya ve ahiret mülk ve melekûtunu tedbir ve idare etmesini anlamak ve
bilmektir. Sıddîkların ve peygamberlerin sevgili olmasının sebebi bu
bilgilerinin çok olmasındandır. İkincisi, kudret güzelliğidir. Onların kendi
nefislerini islâh etme, insanları doğru yola getirme, idare etme, dünya ve
dinin hakikatini anlama ve bunlarda nizam üzere bulunma kudreti çoktur.
Üçüncüsü, ayıb, noksan, kusur ve çirkin huylardan kalbi temizleme güzelliğidir.
Bu büyüklerin sevgili olması bu sıfatlan sebebiyledir. Çünkü bu sıfatlar
sebebiyle olmayan işler beğenilemez. Nifak ve gaflet sebebiyle olan işler gibi
olurlar. O hâlde bu sıfatlarda üstün olanların sevgisi üstünlük derecelerine
göredir.
Beşinci Sebeb:
Sevgide münasebet vardır. İnsanın da Altahü Teâlâ ile hususî bir münasebeti
vardır.
“Ey habîbim, onlara de ki, rûh Rabbimin bileceği
şey'dir” buna işaret etmektedir.
“Allahü Teâlâ, Âdemi kendi suretinde yaratmıştır” bunu
bildirmektedir. Allahü Teâlâ buyuruyor ki:
“Kulum bana onu sevmem için yaklaşmak ister. Onu sevince
onun kulağı, gözü ve dili ben olurum”
Yine buyurdu:
“Yâ Mûsâ (aleyhisselâm), hasta oldum, hâlimi sormaya
gelmedin”. Sen âlemlerin Rabbisin, nasıl hasta olursun? deyince: “Filân kulum
hastalanmıştı, onun hâlini sorsa idin, benim hâlimi sormuş olurdun” buyurdu. Âdem'in,
Allhü Teâlâ'nın sureti
ile olan münâsebetini kitabımızın başında anlatmıştık. Diğer manaları
kitâblarda anlatılamaz. Çünkü insanlar bunu anlayamazlar. Birçok zeki kimseler
bunun hakkında birçok şey'ler söylemişlerdir. Bazısı benzetme yoluna saptılar
ve görünen suretten başka suret olmaz sandılar. Bazısı hulul ve ittihadı, yani
inşanın içerisine girer ve onunla birleşir, düşündüler. Bunu anlamak çok
zordur.
Maksadımız sevgi
sebeblerini bildikten sonra Allahü Teâlâ'nın sevgisinden başka sevgilerin
cahillikten olduğunu bildirmektir. Kelâm ilminden bahsedenin kendi cinsinden
başkasını sevemez, Allahü Teâlâ bizim cinsimizden olmadığına göre O'nu sevmek
olamaz sözü ne kadar zavallı olduğunu göstermeye yetişir. Sevgiye, emirieri
yerine getirmekten ibarettir diyen ve sevgi deyince, kadınları şehvetle
sevmekten başka bir şev anlamayan ahmağın aşağılığı meydandadır. Şübhesiz bu
şehvet cins ile ilgilidir, Fakat bizim açıkladığımız sevgi, suretteki aynı
sinsten olma değil, manadaki cemal ve kemaldir. Çünkü peygamberi seven onun da
kendisi gibi başı, yüzü, eli ve ayağı olduğu için sevmez. Onunla manevî münasebeti
olduğu için, kendisi gibi diri, âlim, irade sahibi, konuşan, işiten ve gören ve
bu sıfatların o peygamberde kemâl üzere bulunduğunu bildiği için sever. Bu
münasebetin aslı burada da vardır. Fakat aradaki fark sıfatların kemalinin
Allahü Teâlâ'da sonsuz olmasındadır. Kemalin çokluğu sebebiyle meydana gelen
ayrılık ve uzaklık sevgiyi arttırır. Münasebet üzere kurulmuş olan sevginin
aslını kesip atamaz. Herkes münasebetin iç yüzünü ve hakikatini bilmese de bu
münasebeti kadar bir şeyler söyler.
(İyi bilin ki, kalpler Allahü Teâlâ'nın zikriyle
mutma'in olur.)
“İn Tensurullhe yensurkûm.”[509]
“(Siz,
Allahü Teâlâ'ya yardım ederseniz, o da size yardım eder.)”[510]
“(Kim, Allahu Teâlâ'ya ve Resulüne itaat ederse,
Allah'u Teâlâ onu ağaçları altından ırmaklar akan cennetlere ithal eder. Ve her
kim, tâ'atinden yüz çevirirse, onu da elim bir azap ile azaplandırır.)”[511]
“(Onlar ki, o Nebiyyi tasdik ve ona tâ'zim ve yardım
ederler, onunla birlikte indirilen nur'a tâbi olurlar. İşte, onlar felah
bulanlar, azaptan kurtularak Allahu Tealâ'nın rahmetiyle cennete girmeye lâyık
olanlardır.)”[512]
Muhabbet en yüksek
makaam olunca, ilâcını bilmek de mühim olur Bir güzele âşık olmak isteyenin,
ondan başka herşey den kesilmesi, yüz çevirmesi lâzımdır. Onun yüzünü görünce
devamlı ona bakar. Eli ayağı, saçı örtülü olsa da, yine, güzeldir. Onları da
görmeye uğraşır. Gördüğü her güzellik, ona bağlılığını arttırır. Buna devam
edince, az veya çok bit meyil, kendisinde hâsıl olur. Allahü Teâlâ'yı sevmek de
böyledir.
Birinci şart, yüzünü
dünyadan çevirmek ve kalbini, dünya sevgisinden temizlemektir. Çünkü Allahü
Teâlâ'nın sevgisinden başka sevgi, O'nu sevmeğe mâni olur. Bu, ekin ekilecek
toprağı, dikenlerden ve zararlı otlardan temizlemek gibidir. Bundan sonra O'nu
tanımak ister. Kemâl ve Cemâl
kendiliğinden sevgili ise de, O'nu sevmeyen, tanımadığı için sevmez. Sıddîk ve
Faruk'u (radıyallahü anhümâ) tanıyan, onları sevmemezlik edemez. Çünkü onları
öven haberler ve onların menkıbeleri kendiliğinden sevgilidir. Marifete
kavuşmak temizlenmiş toprağa tohum ekmek gibidir Bundan sonra, devamlı zikir ve
fikir ile meşgul olmalıdır. Zikir ve fikir, tohumun açılması ve büyümesine
yardım eden su gibidir. Bir kimse, bir kimseyi severek çok anarsa, şübhesiz
onunla bir ünsiyet, yakınlık peyda eder.
Her mü'minde,
muhabbetin esasından bir şey vardır. Aralarındaki fark şu üç sebebten ileri
gelmektedir: Birincisi, dünya sevgisinde ve onunla meşgul olmada farklıdırlar.
Bir şey'in sevgisi, diğer bir şey'in sevgisine noksanlık verir. İkincisi,
marifette (tanımakta) ayrıdırlar. Bir câhîlirt Şafiî'yi sevmesi onu kısaca,
büyük âlim bildiği içindir. Fakat onu, cahilden daha iyi tanır. Üçüncüsü,
ünsiyetin elde edilmesine sebeb olan zikir ve ibadette farklıdırlar. Muhabbetin
farklı olmasının sebebi bunlardır. Fakat onu hiç sevmeyen, hiç tanımayandır.
Görünen güzellik, yaratılış icabı sevildiği gibi, kalb suretinin güzelliği de,
bunun gibi sevgilidir. O halde muhabbetin semeresi, meyvesi marifettir.
Marifeti tam olarak elde etmenin ise iki yolu vardır: Biri, tasawufçuların
yoludur. Bu da mücâhede etmek ve devamlı zikir ile kalbi temizlemek olup,
kendini ve Allahü Teâlâ'dan başka her şey'i unutur. Bundan sonra, onun kalbinde
öyle işler meydana gelmeye başlar ki, bunlara Allahü Teâlâ'nın azameti gaayet
açık olarok görünür. Müşahede makamına çıkar. O, kurulan bir tuzağa benzer.
Bâzan av düşer, yakalar bâzan da düşmez, yakalayamaz. Bâzan fare, bâzan da
kartal düşer. Aradaki fark büyüktür Saadet rızık miktarıncadır. İkinci yol,
marifet ilmini öğrenmektir. Kelâm ve diğer ilimleri öğrenmek değil. Bunun da
başlangıcı, tefekkür kısmında işaret etti ğimiz gibi, Allahü Teâlâ'nın
yarattıklanndaki, nizam ve hâlleri düşünmektir. Bundan sonra, ilerleyerek
zatının Celâl ve Cemalinde tefekkür edip, isim ve sıfatların hakîkatları
kendisine bildirilir. Bu uzun bir ilimdir. Fakat arif bir üstâd bulunca, zeki
olanların buna kavuşması mümkündür. Anlayışı az olanlar buna kavuşamaz. Bu
tuzak kurmak gibi değildir ki, bâzan av düşsün, bâzan da düşmesin. Ticaret ve
ziraat ve alışveriş gibidir. Şöyle ki, bir kimse bir erkek ve bir dişi koyun
alır. Bunların çiftleşmesinden, elbette malı artar. Ancak yıldırım gibi bir
şey'le malı helak olur. Muhabbet yolundan gayri bir yolla marifet arayanın,
araması boş olur. Marifeti de bu iki yolun dışında arayan, bulamaz. Allahü
Teâlâ'nın muhabbeti olmaksızın, âhirette saadete kavuşmayı sanan, yanılmıştır.
Çünkü âhiret, Allahü Teâlâ'ya kavuşmaktan başka bir şey değildir. Bir şey'e
kavuşan bir kimse, o şey'i önceden sevip ve bazı sebebierle ondan uzak
kaldıysa ve bir zaman onu elde etme şevki ile bulunduysa, ona kavuşunca,
engeller aradan kalkınca, büyük lezzete erişir ve saadeti bu olur. Önceden
sevmemişse, onda hiç lezzet bulmaz. Az sevmişse, az lezzet bulur. Demek ki
saadet, aşk ve muhabbet miktarıncadır. Eğer, Allah korusun, Allah sevgisinin
zıddına aşina olur, ona tutulur ve onunla ilgilenirse, âhirette karşısına
çıkan bunun tersi olur. Helak olup, üzüntü ve elem içinde kalır. Başkalannrn
saîd iyi olduğu şey'le, o Şaki ve kötü olur. Bu kimse şu çöpçüye benzer:
Attarlar çarşısına girer, güzel kokunun te'sîrinden düşer, bayılır. Ayıltmak
için gelip, başına gülyağı ve misk dökerler. Baygınlığı daha çok artar. Bir
zamanlar çöpçülük yapan bir kimse oraya gelinceye kadar öyle yatar. Ne
olduğunu sorar. Bir parça pislik getirir, ona koklatır. Kendine gelir ve güzel
koku, işte budur der. Dünya lezzetleri ile ünsiyet peyda edip onu kendine
maşuk, sevgili edinen bu çöpçü gibidir. Attarlar çarşısında bir güzellik
bulamaz. Oradaki herşey'i tabiatının alışkanlığının zıddı olarak bulur ve
sıkıntısı, bu sebeble artar. Sevdiği ve içinde yaşadığı pislikleri orada
bulamaz. Âhirette de böyledir. Dünya şehvet ve arzularından birini bulamaz.
Oradakilerin hepsi, tabiatının alışık olduğu şey'lerin zıddıdır. Hepsi
üzülmesine ve şakı olmasına sebeb olur.
Demek ki âhiret ruhlar
âlemidir ve Allahü Teâlâ'yı görmek âlemidir. Saîd (iyi) o kimsedir ki burada
iken, kendini onunla münasebette bulundurur. Orada da kendine uygun olana
kavuşur. Bütün riyazet, ibadet ve marifetler bu münasebet içindir. “Nefsini temizleyen kurtuldu” âyet-i
kerîmesi bunu bildirmektedir. Bütün günahlar, şehvetler ve dünyâ sevgileri bu
münâsebetin zıddıdır. “Nefsini doğru yoldan ayıran, helak eden ziyan etti”
bunu haber veriyor.
Muhabbeti kabul
etmeyen şevk'i de kabul etmez. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve selem)
bir duasında: “Yâ Rabbî! Senden seni
görmek şevkini ve zâtına bakmak lezzetini istiyorum”, buyurdu. Ve yine
buyurdu: “Allahü Teâlâ buyuruyor ki: İyi
kimselerin beni görmek için olan şevkleri, arzulan uzadı. Ben onları onların
beni istemelerinden daha çok istiyorum”. O hâlde Allahü Teâlâ için olan
şevkin ne olduğunu bilmek lâzımdır. Çünkü muhabbet şevksiz olmaz. Tanınmayan,
bilinmeyen kimseye karşı şevk olmaz. Yani arama isteği olmaz. Bilinip tanınıp,
yanında bulunana karşı da şevk olmaz. O hâlde şevk, bir bakımdan hazır, bir
bakımdan gaaib olana karşı olur. Tıpkı hayalinde bulunup, gözünden uzak olan
bir sevgili gibi; Şevk bir şey'i gözü ile görüp onu anlama isteğinin
tamamlanmasıdır. O hâlde buradan anlaşılıyor ki, dünyada Allahü Teâlâ'ya
kavuşmak olmadığına göre şevkin sonu yoktur. Marifeti hazır ise de, müşahedesi
gaaibdir. Görmek, hayalin en mükemmeli olduğu gibi, müşahede de, marifetin eri
mükemmelidir. Ölümden önce bu şevk kalkmaz. Hatta öldükten sonra da şevkin bir
çeşidi kalıp âhirette bile kalkmaz. Bu dünyada anlamaktan aciz olmak iki
sebebledir. Birincisi: Marifet görmeye benzeyen bir idraktir. O hâide ince bir
perdenin veya sabah beyazlığına benzeyen bir örtünün arkasındadır. Âhirette
perde açılır ve bu şevk biter. İkincisi: Bir kimsenin sevgilisi olur. Yüzünü
görmüş olup saçını, azalarını, görmemiş olur ve bütün bunların da çok güzel
olduğunu bilir ve görmek ister. Bunun qibi, Allahü Teâlâ'nın Cemâli nin sonu
yoktur. Bir kimse ne kadar çok bilirse, bilmediği o kadar çok oiur. Çünkü O'nun
bilinmesinin, sonu yoktur. Hepsi bilinmeyince, Allahü Teâjâ'mn Cemâli idrâk
edilemez. Bu ise insan için dünyâda da, ahirette de mümkün değildir. Çünkü
insanın ilmi sonsuz olamaz. Ahirette görme arttığı müdddetçe lezzet de artar.
Bu nihayetsiz olur. Kalbin bakması hazır olana olunca hâli dâima rahat ve
neş'eli olur. Buna ünsiyet denir. Kalbin bakışı bilemediklerine olursa kalb
istek üzere olur. Buna da şevk denir. Bu şevkin İse dünyada da ahirette de sonu
yoktur. Ahirette daima: “Yâ Rabbî, bizim nurumuzu tamamla” der. Çünkü Allahü
Teâlâ'nın Cemâlinden aşikâr olan her şey nurdur. Onlar da bunun tamamını isterler.
Fakat dayanamazlar. Çünkü Allahü Teâlâ'yı kendinden başka hiç kimse tam
bilemez. Tam bilinmeyince tam görülemez. Fakat arzu edenlerin yolu açıktır.
Onların devamlı keşif ve görmeleri artar. Cennetteki lezzetlerin sonsuz
olmasının esâsı budur. Böyle olmasa idi, daima aynı lezzet içerisinde kalırdı.
Çünkü devamlı olan ve kalbin alıştığı lezzet her zaman aynı zevki vermez. Bir
yenilik olursa lezzet artar. O hâlde Cennettekilerin kavuştukları nimetler her
an yenilenmekte bir an öncekini az görmektedir. Çünkü her gün artmaktadır.
Buradan ünsiyetin de ne demek olduğu anlaşıldı. Çünkü ünsiyet hazır olan bir
şey'e karşı kalbe izafe edilen bir hâldir. Kavuştuklarından başkasına
bakmayınca, ünsiyet değişmez. Kavuşamadıklarına bakınca, şevk hâli olur. Bundan
anlaşılıyor ki, Allahü Teâlâ'yı sevenlerin hepsi bu dünyada ve öbür dönyâda
ünsiyet ve şevk arasında bulunurlar. Allahü Teâlâ, Dâvûd aleyhisselâm'a buyurdu
ki:
“Yeryüzünde olanlara benden haber ver ve de ki: Beni
sevenleri ben de severim. Halvette (yalnız bir yerde) benimle beraber
oturanlarla beraberim; Beni zikir edenlerin ve zikrime alışanların munisi
(yakını) yım. Beni arkadaş kabul edenin arkadaşsyım. Beni seçeni ben de
seçerim. Emrimi yapanın emirlerini yaparım. Kullarımın kalbini bilirim.
Kullarımdan beni sevip de kendisini sevmediğim ve ona öncelik vermediğim kimse
yoktur. Beni arayan bulur. Başkasını arayan beni bulamaz. Ey insanlar! Tutulduğunuz,
atdandığınız bu işlere güvenmeyin; yüzünüzü benimle olmaya, benimle bulunmaya,
benimle ünsiyet peyda etmeye çeviriniz. Bana yakın olunuz, bana alışınız, ben
de size yakın olayım, ben de size alışayım. Çünkü ben kendi dostlarımın
tıynetini (yaratılış hamurunu) dostum olan İbrahim'in (aleyhisselâm)
tıynetinden yarattım. Musa (aleyhisselâm) benim sırdaşımdır ve Muhammed
(aleyhisselâm) benim en seçkin kulumdur. Bana müştak olanların kalbini kendi
nurumdan yarattım. Onları kendi Celâlim ile terbiye eyledim”.
4-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Şüphesiz Allah, İslamı ona itaat edenleri bu
davranışlarından dolayı sevmek, günahkarları da kötü davranışlarından dolayı
sevmemekle tavsif etmiştir. ( İslamiyetin en bariz vasfı budur.)”[513]
5-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Cennette, yakuttan sütunlar üzerine oturturulmuş
köşk ve otaklar vardır. Kapıları açık bulunan bu köşkler inci tanesi yıldızlar
gibi parlarlar. İşte bu köşklere, dünyada Allah için buluşup, oturup ve
birbirlerini sevenler gereceklerdir.”[514]
1-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Sahabelerden birinin,
ya Resulullah biz sizin meclisinizde bulunduğumuz zaman kalplerimiz, yumuşuyor,
dünya sizin için kıymetsiz oluyor. Ama sizin yanınızdan çıktığımızda eşlerimiz
yanımıza gelip, çocuklarımızı koklayınca o an hemen duygularımızı kaybediyoruz.
Bunun sebebi nedir?” Diye Sorunca:
Resulullah efendimiz
şu hadisi buyurdular:
“Şayet siz benim yanımda bulunduğunuz duygu ve halet
üzere devam etmiş olsanız melekler gelir ve sizinle musafaha ederler, sizi sık
sık ziyaret ederlerdi. Ancak, şunu da biliriz ki: Siz hiçgünah iş lememiş
olsanız ( kullarını affetmeyi seven yüce Allah) o zaman da sizi giderir ve bir
kavim getirir ki, onlar hata işlesinler de
onları affetsin. (Çünkü o affetmeyi sever.)”
Tevhid İlahisi
Hakkın metin
kal'ası Nefsi aşka
sevkeyle
Nur burcunun
balâsı Zikri dile
zevkeyle
Zikrullahın alası Gel diyelim şevk ile
Lâ ilahe
illallah..
Lâilahe illallah.
Dervişlerin
maksudu Tevhid kalbin
cilâsı
Âşıkların matlûbu Siler kalplerden pası
Zikirlerin
mahbubu Razı olur
Mevlâsı
Lâ ilahe illallah Lâ ilahe illallah
Halka-i-zîkre
otur Âşıkların
dermanı
Aşk badesini
doldur Mü'minlerin
fermanı
Zikrin ef dali
budur Hakkın bize
ihsanı
Lâ ilahe illallah Lâ ilahe
illallah[515]
1-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Eğer siz Allah'a layıkı ile tevekkül etmiş olsanız, o
sizi, nasıl ki sabah karnı aç olarak yuvasından ve akşam tok olarak dönen
kuşları rızıklandırıyor, Öyle rızıklandırır.”[516]
2- Resulullah
(s.a.v.) buyuruyor ki:
“Kim, insanların en kuvvetlisi olmayı arzu ederse,
Allah'a dayansın.”[517]
3-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Hz. Allah, Davut Peygambere vahy yolu ile şöyle
seslendi:
Ya Davut, hangi kulum yarattıklarıma değil de bana dayanırsa,
-Ben onu niyyetinden anlarım- ona bütün gök ve göktekiler hile yapmak
isteseler de ben ona kurtuluş yolunu açarım. Her hangi bir kulum da bana değil
de yaratıklarıma dayanırsa- Onu da niyyetinden bilirim- onun dayandığı bütün
dalları keserim. Ve ayağının altından güvendiği şeyleri kaydırırım.
Bana itaat eden kulumun isteklerin o talep etmeden
veririm, o istiğfar etmeden günahlarını bağışlarım.”[518]
4-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Herkes dayandığı şey ile terkedilir. (Allah'a
dayanan, Allah'la, kula veya maddeye dayanan madde ile )”[519]
5-
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“ Davut oğlu Süleyman peygamber şöyle demişti:
Ben bu gece nikahımda bulunan yüz kadınla münasebette
bulunacağım ve bunların hepsi Allah yolunda cihad edecek birer erkek çocuk
dünyaya getirecekler.”[520]
Allahü Teâlâ herkese
tevekkülü emreylemiştir. ve:
“Tevekkül îmanın şartıdır”, buyurmuştur. Sûre-i Mâide'de:
“Eğer îmanınız varsa, Allah'a tevekkül ediniz” . Sûre-i İmrân'da:
“Allahü Teâlâ tevekkül edenleri elbette sever”. Sûre-i Talâk'da:
“Bir kimse Allahü Teâlâ'ya tevekkül ederse, Allahü
Teâlâ ona kâfidir”. Sûre-i Zümer'de:
“Allahü Teâlâ, kuluna kâfi değil midir?” gibi daha nice âyet-i kerîme vardır.
Resûlüllah (sallâllahü
aleyhi ve sellem) buyuruyor ki:
“Ümmetimden bir kısmını bana gösterdiler. Dağları,
sahraları doldurmuşlardı. Böyle çok olduklarına şaştım ve sevindim. Sevindin
mi? dediler. Evet dedim. Bunlardan ancak yetmiş bin adedi hesâbsız Cennete
girer,” dediler.[521]
[1] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir Ve
Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/2.
[2] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/2.
[3] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/2.
[4] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/2-4.
[5] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/4.
[6] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/4.
[7] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/4.
[8] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/4.
[9] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/4.
[10] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/4.
[11] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/6.
[12] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/6.
[13] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/6.
[14] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/6.
[15] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/6.
[16] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/6.
[17] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/6.
[18] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/6.
[19] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/6.
[20] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/8.
[21] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/8.
[22] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/8.
[23] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/8.
[24] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/8.
[25] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/8.
[26] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/8.
[27] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/10.
[28] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/10.
[29] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/10.
[30] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/10.
[31] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/10.
[32] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/10.
[33] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/10.
[34] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/12.
[35] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/12.
[36] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/12.
[37] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/12.
[38] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/13.
[39] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/13-14
[40] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/14
[41] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/15
[42] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/15-17
[43] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/17-22
[44] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/23-24
[45] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/26
[46] Yunus: 10/107. İmam Suyuti,
Camiu’s-Sağir Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/26
[47] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/26
[48] İsrâ: 17/ 42-44
[49] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/26
[50] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/28
[51] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/28-29
[52] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/28
[53] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/28
[54] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/28
[55] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/28
[56] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/28
[57] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/30
[58] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/30
[59] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/30
[60] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/30
[61] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/30
[62] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/30
[63] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/30
[64] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/32
[65] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/32
[66] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/32
[67] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/32
[68] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/32
[69] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/32
[70] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/32
[71] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/32
[72] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/32
[73] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/34
[74] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/34
[75] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/34
[76] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/34
[77] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/34
[78] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/34
[79] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/34
[80] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/36
[81] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/34
[82] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/36
[83] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/36
[84] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/36
[85] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/36
[86] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/36
[87] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/36
[88] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/36
[89] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/38
[90] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/38
[91] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/38
[92] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/26-38
[93] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/38
[94] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/38-39
[95] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/39
[96] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/39-41
[97] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/ 41-43
[98] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/43-44
[99] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/44-46
[100] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/46/1
[101] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/46/2-60
[102] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/61-65
[103] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/65-68
[104] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/69
[105] Efl-Kamer: 54/49
[106] Isra: 17/84
[107] Yasin: 36/38
[108] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/69-72
[109] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/74
[110] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/74
[111] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/74
[112] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/74
[113] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/76
[114] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/74
[115] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/76
[116] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/74
[117] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/76
[118] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/74
[119] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/76
[120] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/74
[121] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/76
[122] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/78
[123] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/78
[124] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/78
[125] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/78
[126] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/78
[127] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/80
[128] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/80
[129] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/80
[130] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/80
[131] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/82
[132] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/82
[133] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/74/85
[134] En’am: 6/32
[135] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/86-93
[136] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/93-97
[137] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/97-98
[138] Bakara: 2/114.
[139] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/99-100
[140] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir Ve
Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/101-104
[141] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/104-106
[142] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/106-107
[143] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/109
[144] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/109
[145] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/111
[146] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/111
[147] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/111
[148] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/111
[149] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/109-115
[150] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/116
[151] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/116
[152] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/116
[153] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/116
[154] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/116
[155] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/116
[156] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/118
[157] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/118
[158] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/118
[159] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/118
[160] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/118
[161] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/118
[162] İbrahim: 14
[163] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/120
[164] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/120
[165] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/120
[166] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/120
[167] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/120
[168] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/120
[169] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/122
[170] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/122
[171] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/122
[172] A'raf: 7/175-176
[173] Zuhruf: 43/33-34
[174] Şûra: 26/52-53
[175] Nisa: 4/113
[176] Hucurat: 49/17
[177] Kalem: 68/44
[178] Secde: 32/17
[179] Ankebüt: 29/17
[180] A'raf: 7/194
[181] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/116-131
[182] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/132
[183] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/132
[184] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/134
[185] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/134
[186] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/134
[187] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/134
[188] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/134
[189] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/134
[190] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/136
[191] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/136
[192] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/136
[193] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/136
[194] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/136
[195] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/132-137
[196] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/137
[197] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/137-141
[198] Cuma: 62/8
[199] Mülk: 67/1-2. İmam Suyuti,
Camiu’s-Sağir Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/141-143
[200] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/144
[201] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/146
[202] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/146
[203] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/146
[204] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/148
[205] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/148
[206] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/148-150
[207] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/150-151
[208] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/151-152
[209] Â'raf: 7/34
[210] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/152-165
[211] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/166
[212] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/166
[213] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/166
[214] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/166
[215] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/166
[216] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/166
[217] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/166-167
[218] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/168
[219] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/168
[220] Bakara: 2/153
[221] Bakara: 2/249
[222] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/170
[223] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/170
[224] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/170
[225] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/170
[226] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/170
[227] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/170
[228] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/170
[229] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/172
[230] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/172
[231] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/172
[232] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/172
[233] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/172
[234] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/172
[235] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/172
[236] Asr: 103/1-3
[237] Zümer: 39/10
[238] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/174
[239] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/174
[240] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/174
[241] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/174
[242] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/176
[243] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/176
[244] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/176
[245] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/176
[246] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/176
[247] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/176
[248] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/176
[249] Âl-i-İmran: 3/146
[250] Bakara: 2/153
[251] Secde: 32/24
[252] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/170-179
[253] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/179-180
[254] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/180-181
[255] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/181-183
[256] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/183-185
[257] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/186
[258] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/186
[259] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/186
[260] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/186
[261] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/186
[262] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/186
[263] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/186
[264] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/186
[265] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/188
[266] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/188
[267] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/188
[268] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/188
[269] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/188
[270] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/186-188
[271] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/188-189
[272] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/189-190
[273] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/190
[274] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/190-191
[275] A’raf: 7/186
[276] Fussilet: 41/51
[277] Bakara: 2/165
[278] Yunus: 10/101
[279] Bakara: 2/276
[280] Taha: 20/6
[281] Bakara: 2//256
[282] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/191-195
[283] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/196
[284] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/196
[285] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/196
[286] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/198
[287] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/198
[288] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/198
[289] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/198
[290] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/198
[291] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/198
[292] Yasin: 36/60
[293] Fâtır: 35/6.
[294] Al-i İmrân: 3/140
[295] Al-i İmrân: 3/142
[296] Mutaffifin: 83/19
[297] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/196-201
[298] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/201-202
[299] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/202-203
[300] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/204
[301] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/204-207
[302] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/208
[303] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/208
[304] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/210
[305] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/210
[306] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/210
[307] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/210
[308] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/210
[309] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/210
[310] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/210
[311] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir Ve
Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/208-214
[312] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/214
[313] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/214
[314] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/214
[315] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/214
[316] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/214
[317] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/216
[318] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/216
[319] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/216
[320] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/216
[321] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/216
[322] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/216
[323] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/216
[324] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/218
[325] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/218
[326] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/218
[327] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/218
[328] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/218
[329] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/218
[330] Kasas: 28/80
[331] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/220
[332] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/220
[333] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/220
[334] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/220
[335] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/220
[336] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/220
[337] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/220
[338] A'raf: 7/52
[339] Fâtır: 35/28
[340] Ra'd: 13/43
[341] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/222
[342] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/222
[343] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/222
[344] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/222
[345] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/222
[346] Ankebut: 29/49
[347] Rahmân: 55/3-4
[348] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/224
[349] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/224
[350] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/224
[351] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/224
[352] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/224
[353] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/224
[354] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/224
[355] Tevbe: 9/122
[356] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/226
[357] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/226
[358] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/226
[359] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/226
[360] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/226
[361] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/226
[362] Tevbe: 9/122
[363] Nahl: 16/43
[364] Neml: 27/40
[365] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/228
[366] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/228
[367] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/228
[368] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/228
[369] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/228
[370] Âl-i İmrân: 3/187
[371] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/230
[372] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/230
[373] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/230
[374] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/230
[375] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/230
[376] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/230
[377] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/230
[378] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/230
[379] Bakara: 2/146
[380] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/232
[381] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/232
[382] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/232
[383] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/232
[384] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/232
[385] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/232
[386] Fussılet: 41/33
[387] Nahl: 16/125
[388] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/234
[389] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/234
[390] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/234
[391] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/234
[392] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/234
[393] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/234
[394] Âl-i İmrân: 3/48
[395] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/234
[396] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/236
[397] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/236
[398] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/236
[399] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/236
[400] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/236
[401] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/236
[402] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/236
[403] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/236
[404] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/238
[405] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/238
[406] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/238
[407] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/238
[408] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/238
[409] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/238
[410] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/216-241
[411] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/241
[412] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/242
[413] Vâkı'a: 56/88-89
[414] Vâkı'a: 56/90-91
[415] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/243-244
[416] A'râf: 7/175-176
[417] Âl-i İmrân: 3/187
[418] Saff: 61/3
[419] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/244-247
[420] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/247-249
[421] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/249
[422] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/249-250
[423] Rahman: 55/5
[424] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/250-251
[425] Zâriyat: 51/55
[426] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/251-256
[427] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/256
[428] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/256
[429] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/256
[430] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/256
[431] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/258
[432] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/258
[433] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/258
[434] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/258
[435] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/258
[436] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/260
[437] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/260
[438] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/260
[439] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/260
[440] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/262
[441] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/262
[442] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/262
[443] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/262
[444] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/262
[445] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/264
[446] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/264
[447] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/264
[448] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/264
[449] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/264
[450] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/264
[451] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/264
[452] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/264
[453] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/266
[454] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/266
[455] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/266
[456] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/266
[457] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/266
[458] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/266
[459] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/268
[460] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/268
[461] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/268
[462] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/268
[463] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/268
[464] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/268
[465] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/270
[466] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/270
[467] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/270
[468] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/270
[469] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/272
[470] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/272
[471] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/272
[472] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/272
[473] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/272
[474] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/274
[475] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/274
[476] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/274
[477] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/274
[478] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/274
[479] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/276
[480] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/276
[481] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/276
[482] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/276
[483] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/276
[484] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/276
[485] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/276
[486] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/278
[487] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/278
[488] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/278
[489] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/278
[490] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/278
[491] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/278
[492] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/278
[493] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/280
[494] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/280
[495] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/280
[496] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/280
[497] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/280
[498] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/280
[499] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/282
[500] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/282
[501] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/282
[502] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/256-285
[503] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/285-287
[504] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/288
[505] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/288
[506] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/288
[507] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/2288-289
[508] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/289-290
[509] Er-Ra'd: 13/28
[510] Muhammed: 47/7
[511] El-Feth: 48/17
[512] El-Araf: 7/157. İmam Suyuti,
Camiu’s-Sağir Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/290-293
[513] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/298
[514] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/293-298
[515] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/298-299
[516] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/300
[517] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/300
[518] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/300
[519] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/300
[520] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/300
[521] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir
Ve Tercümesi, Aydın Yayınevi: 1/300