2 — Resûlullah (Sallallahü Aleyhi Ve Sellem) İn Hadîsine Tazim Ve Ona
Muarız Olanı Tehdid Babı
4— Peygamber (Sallallahü Aleyhi Ve
Sellem) Üzerine Yalan Uydurmanın Ağır Vebalinin Beyanı Babı
Bu Babda Geçen Hadislerin İzahı
Hidayete Erdirilmiş Olan Hulefâ-Yı Başidînin Sünnetine İttiba Babı
Altıncı Babda Geçen Üç Hadisin Açıklaması
Rey Ve Kıyas (İn Bir Kısmın) Dan Kaçınmanın Beyan Babı
— Resûl-İ Ekrem (Sallallahü Aleyhi Ve Sellemvin Sahabîleri (Rıdvanullahi Aleyhim Ecmaîn)'in
Hz, Ebü Bekir Sıddîk (Radiyallahü Anhi) 'İn Fazileti
Hz. Ömer (Radiyalahü Anh)In Fazileti
Hz. Osman (Radiyallahü Anh)In Fazileti
Ali B. Ebî Tâlib (Radiyallahü Anh) 'İn Fazileti
Zübeyr B. Avvâm (Radiyallahü Anh)'İn Fazileti
Talha B. Ubeydullah (Radiyallahü Anh)'In Fazileti
Sa'd B. Ebî Vakkas (Radiyallahü Anh) İn Fazileti
Aşere-İ Mübeşşere (Radiyallahü
Anhüm)'Ün Faziletleri
Ebû Ubeyde B. Cerrah (Radiyallahü
Anh)'In Fazileti
Hz. Abdullah B. Mes'ûd (Radiyallahü Anh)' İn Fazileti
Hz. Abbâs B. Abdülmuttalib (Radiyallahü Anh) 'İn Fazileti
Hz. Ali B. Ebî Talibin Oğulları Hasan Ve Hüseyin (Radiyallahü Anhüm)'Ün
Fazileti
Ammâb B. Yâsir (Radiyallahü Anh)'In
Fazileti Tercemesî
Selman, Ebû Zer Ve Mikdad (Radiyallahü Anhüm)'Ün Faziletleri
Hz. Bilâl-İ Habeşî (Radiyallahü Anh)'İn Fazîletî
Hz. Habbâb (Radiyallahü Anh)'İn Fazileti
Hz.Ebu Zer (Radiyallahü Anh)’In Fazileti
Hz. Sa'd B. Muâz (Radiyallahü Anh) 'İn Fazileti
Hz. Cerir B. Abdillah El-Becelî (Radiyallahü Anh)'İn Fazileti
Ensâr-I Kiram (Radiyalîahü Anhüm)'İn Fazileti
Abdullah Îbn-İ Abbâs (Radiyallahü Anh)'İn Fazileti
12 — Haricîler Hakkındaki Hadislere Âit Bir Bab
13 — Cehmiyye'nin İnkâr Ettiği Şeylerin Beyânı Babı
14 — İyi Veya Fena Çığır Açanların Beyanı Babıdır
15 — İhmal Edilen Bir Sünneti İhya Edenin Beyânı Babı
16 — Kur'an-I Öğrenen Ve Öğretenin Faziletinin Beyânı Babı
17 — Âlimlerin Fazileti Ve İlim Talebine Teşvik Babı
18 — Bir İlmi Tebliğ Edenin Faziletinin Beyân Babı
19 — Hayra Anahtar Olanın Beyânı
Babı
20 — İnsanlara Hayrı Öğretenin Sevabının Beyânı Babı
21 — Arkasında Gidilmekten Hoşlanmayanın -İn Beyânı Babı
22 — İlim Talipleri İçin Tavsiye Beyan Babı
23 — İlimden Faydalanmak Ve Onunla Amel Etmek Babı
24 — Kendisine Sorulan Bir Bilgiyi Gizleyenin Beyânı Babı
Rahman ve Rahîm olan
Allah'ın adıyla
Salât ve selâm
Efendimiz Hz. Muhammed'e, Âline, Ashabına ve sevenlerine olsun.
Sünnet, Arab dilinde
yol- tabiat siret gibi mânâlara gelir. Burada ise şu iki İstılahı mânâya
muhtemeldir:
1. Resûlullah (Sallallahu Aleyhi ve SellemVin gittiği
yol. Bu yol din yolu olduğuna göre Sünnet, gerek Kur'an-ı Kerimle ve gerekse
Hadîs-i Şeriflerle sabit olan tüm Şer'î hükümlerin gösterdiği yol olmuş olur.
Bu mânâda Sünnet'e ittiba, bu yolu izlemek ve ondan sapmamaya dikkat etmek
demektir.
2. Resûlullah (Sallallahu Aleyhi ve SellemJ'in
akvalî(sözleri), ef ali (işledikleri) ve takriri (gördüğü veya duyduğu bir
duruma karşı susması) nın tümü
anlanunacbr.
Bilindiği gibi
Edille-i Şer'îyye (Şer'-i Şerif kaynakları), Kitab, Sünnet, İcma' ve Kiyâs-ı
Fukaha olmak üzere dörttür. Sünnet kelimesi burada Şer'î delil mânâsında
kullanılmış olur.Sünnet'e İt-Tiba' da farz, vâcib, sünnet, mubah, haram ve
mekruh gibi mükellefin fiillerine medar olan Şer'î hükümlerin muktazası ile
amel etmek mânâsına gelir.
Bu babta geçen
hadîsler, Sünnet kelimesinin her iki mânâsına uygundur. Yalnız 11 numaralı
hadis ve onun sonunda Resûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) tarafından
okunduğu rivayet edilen En'am suresinin 153'üncü âyeti ilk mânâya daha muvafık
olur.
Sünnet kelimesi ister
tüm dinî hükümler, ister Şer'î delillerin biri olarak alınmış olsun, sahih
hadislerin tesbiti yolunda ele alınan bir Hadis kitabına Sünnete İttiba Babı
ile başlamış olması cidden çok yerinde ve güzel bir iştir.
Bu bâbm Sünnet
kelimesinin ikinci mânâsı ile olan yakın münâsebeti izahtan varestedir. İlk
mânâsı ile olan yakın alâkasına gelince, gerek Kitâb ve gerekse Hadisle sabit
olan bütün Şer'i hükümleri öğrenmek isteyenler, hadislere muhtaçtır. Zira
hadisler, Kitab'ın açıklaması durumundadır, denilebilir. Aşağıdaki Nazm-ı Celil
bu gerçeği ifâde eder.
«...ve sana da
Kur'an'ı indirdik ki, kendilerine indirilmiş olan emir ve nehiyleri insanlara
açıkça anlatasm...» (Nahıl 44)
Görüldüğü gibi
Resûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'in Kur'-ân-ı Kerîm'de bulunan bir
kısım mücmel âyetlerin hükümlerini beyan etmek ve açıklamakla görevli olduğu,
bu âyet-i celile ile anlaşılıyor Bu itibarla hadisler, Kitab'ın bazı mücmel
hükümlerin izah ve tefsiri durumundadır. Bu nedenle Kitab, Şer'î hükümlerin
kaynağı olarak, yeterdir, Sünnet-i Nebeviyye kaynağına ihtiyaç yoktur», denemez.
Mukaddime'nin ikinci babında bu konuya geniş yer verildiği için burada kısa
keselim.
[1]
1) ... Ebû Hüreyre[2]
(Radiyallahu anh)'den:
Resûlullah (Sallallahu
Aleyhi ve Sellem)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir :
«Size ne emrettimse
onu alınız 1= ona sarılınız) ve sizi neden nehiy ettimse ondan vazgeçiniz.»
[3]
it»İ-Bazı hadîs
âlimleri, «burada geçen emir'den maksad, yapılması mecburî olan farz ve
vâciblerdir. Mecburi olmamakla beraber yapılması mükâfata vesile olan ve
mendûp diye tabir edilen ibadetlere şümulü yoktur. Keza, hadiste geçen nehiy
ile de haram kılman şeyler kasdedilmiş olup mekruhu kapsamıyor.» demişler ise
de mute-med olan kavle göre emir ve nehiy kelimeleri umumî mânâda kullanılmıştır.
Dolayısı ile emir, mendubu, nehiy de mekruhu içine alır.
Resûlullah (Sallallahu
Aleyhi ve Sellem)'in hadisteki muhâtab-ları muayyen zatlar ise de bu gibi
hükümleri belirli muhatablara inhisar etmeyip tüm mükelleflere yönelik olduğu
hususunda âlimler ittifak halindedirler.
Bu hadis-i şerif Haşir
suresinin 7'nci ayetinde geçen aşağıdaki İlâhi nazmın tefsiri gibidir.
= «...ve size
Resûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) mal vesaireden ne verirse onu alınız
ye_sizi O Peygamber neden menet-ti ise hemen ona son veriniz..."
[4]
2) Ebû
Hüreyre (Radtyallahu anh)'âen :
Resûlullah (Sallallahu
Aleyhi ve Sellem)'m şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir :
«Ben size bir şey
teklif etmedikçe ve sizi bıraktıkça siz de beni bırakınız (=bana soru
sormayınız). Çünkü sizden önceki (ümmet) ler, lüzumsuz yere Peygamberlerine çok
soru sormaları, sonra da onlara muhalefet etmeleri yüzünden helak oldular.
Bunun için ben size bir şey emrettiğim zaman ondan gücünüzün yettiğini yapınız
ve sizi bir şeyden nehiy ettiğim zaman ona son veriniz.»
[5]
Hadiste geçen «Ben
sizi bıraktıkça siz de beni bırakın» cümlesinden maksad, her hangi bir kayıtla
kayıtlanmamış ve mutlak olarak Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
tarafından bildirilen emir ve yasakların kayıtlanması için O'na müracaat
edilmemesidir. İlk bakışta sanıldığı gibi Peygambsr'e ilmî mes'elelerin
sorulması yasaklanmıyor. Nitekim Sahihi Müslim'in «Babu Farzi'l-Hacci
Merre-ten Fi'I-Ömri» babında ve Sahih-i Buharî'nin «El-Î'tisam» kitabında Ebû
Hüreyre (Radiyallahu anh)'den naklettikleri bu hadis-i şerif daha
tafsilatlıdır. Mufassal olan metnin baş kısmı hadis'in maksadını açıklığa
kavuşturuyor. Şöyle ki:
Buharı ve Müsli m'de
sahih senedleri ile Ebû Hüreyre (Radiyallahu Anh) 'den: Kendisinin şöyle
söylediği rivayet edilmiştir.
«Resûlullah
(Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bize irad buyurduğu bir vaazda:
«Ey Nas! Allah Taâlâ
üzerinize haccı farz kıldı. Hac ibadetini ifa ediniz.» buyurdu. Bir sahabî[6]
Kâ'be'yi hac etme farziyeti her yıl için mi? diye
sordu.
Resûlullah (Sallallahu
Aleyhi ve Sellem) bu soruyu cevaplandırmadı. Adam sorusunu iki kere daha
tekrarladı. Üçüncü defa sorduktan sonra Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve
Sellem) :
«Hayır, her yıl için
farz değildir. Eğer ben (bu soruya cevaben) evet deseydim her yıl hac etmek
farz olurdu. Farz olunca da her sene hac etmeye gücünüz yetmeyecekti. Ben sizi
kendi halinize bıraktığım müddetçe siz de beni kendi halime bırakın. Sizden
evvel gelenler, hep soru sormaları ve netice itibariyle Peygamberlerine muhalefet
etmeleri sebebiyle helak oldular. Size bir şey emrettiğim zaman ondan gücünüzün
yettiği miktarı yerine getirin. Sizi bir şeyden nehiy ettiğim vakit de ondan
sakınınız.» Buyurdular.
Tirmizi'nin «Babu kem
farzü'I-Hac» bölümünde ve îbn-i Maceh'in «Babu Farzi'1-Hac» babında (2884
sayılı sırada) aldığı hadis-i şerifin Hz. Ali {Radiyallahu anh)'den rivayetleri
şöyledir:Hz.A1i buyurdu ki:
«Oraya yol bulabilen
insanlara, Allah için Kâ'be'yi haccetmek gereklidir...» (Al-i îmran 97)
âyeti nazil olup
Resûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) tarafından tebliğ edilince Ashab-ı
Kiram :
— Yâ Resûlullah, her
yıl mı? hac yapmak farz kılındı! diye sordular. Resûlullah sustu. Ashab
sorularını tekrarladılar. Resûlullah (Sallaîlahu Aleyhi ve Sellem) :
«Hayır, her sene
değil. Fakat ben evet diye cevap verseydim gerçekten her sene hac etmek
gerekirdi.» buyurdu. Bunun üzrine şu ayet indi:
«Ey îman edenleri Öyle
şeyleri sormayın ki, eğer size açıklanırsa sizi üzer ve eğer siz Kur'an
indirildiği sırada sorarsanız onlar size açıklanır. Allah Taâlâ onları af
etmiştir. Allah gafur ve halimdir.» (Maide 101)
Hadis-i Şerifin:
«Size bir şey
emrettiğim zaman ondan gücünüzün yettiği miktarı yapınız» kısmını biraz
açıklayalım :
Bu emir, önemli İslâm
kaidelerinden olup içine sayısız hükümler girer. Meselâ: Bütün şart ve
rükünlerine riayet edilmek suretiyle yapılması emredilen namazın bazı
rükünlerine veya bir kısım şartlarına gücü yetmeyen mükellef, gücünün
dahilindeki şart ve rükünlerle namazını kılmakla yükümlüdür. Gücünün yetmediği
rükün ve şartlan yerine getirmekle me'mur değildir. Kıyam (= ayakta durmak)
namazın bir rüknüdür. Kollan yıkamak abdestin bir rüknüdür. Ayakta duramayan
veya kolları kesilmiş olan kişi bu rükünlerle yükümlü değildir. Çünkü buna
gücü yetmez. Verdiğimiz örneğe benzer binlerce şer'î mes'ele hadisin bu genel
kaidesiyle çözülür. Bu hadis «Gücünüz yettiği nisbette Allah'tan ittika
edin...» (Teğabün 16) ayetinin bir nevi tefsiri gibidir. Zaten Cenâb-ı Hak
kuluna gücünün yetmedği şeyleri teklif etmediğini ve dinde güçlüğe yer
vermediğini aşağıdaki âyetlerde beyan buyurmuştur:
«Allah Taâîâ hiç
kimseye gücünün yetmediği bir şey teklif etmez...» (Bakara 286)
*Ve sizin üzerinize
dinde her hangi.bir güçlük kılmadı...»
(Hac 78)
Hadis-i Şerifin:
«Sizi bir şeyden nehiy
ettiğim zaman ondan vazgeçin, yapmayın» ifadesi gücün yetmesiyle
kayıtlanmamıştır. Çünkü bir şeyi yapmak gücün dışında kalabilir ise de yapmamak
öyle değildir. Bir şeyi bırakmak ona yanaşmamak ve ondan sakınmak insan
gücünün dahilindedir. Ancak zaruret hâlinde murdarın etini yemek, tazyik ve
tehdid altında küfrü mucip söz söylemek veya içki içmek gibi hususlar, bu
şartlar altında olunca yasaklanmış menhiyyattan sayılmazlar.
[7]
3) Ebû Hüreyre (Radtyallahu anh)'den yapılan rivayete
göre Resûlullah (Sallaîlahu Aleyhi ve Sellem) buyurdular ki:
«Her kim bana itaat
ederse hakikatta Allah'a itaat etmiş olur ve her kim bana isyan ederse
gerçekten Allah'a isyan etmiş olur...>
[8]
Bu hadis-i şerif'de
Resûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'e itaat, Allah'a itaat ve O'na isyan
Allah'a isyan sayılmıştır. Çünkü Peygamber, Allah'dan aldığı emirleri halka
tebliğ etmeye me'murdur. Onun tebliğ ettiği hususlarda O'na itaat edenler,
aslında hakiki âmir olan Allah'a itaat etmiş olur. İsyan bakımından da durum aynıdır
Bu hadis, Nisa suresinin aşağıda yazılı 80. ayetinin mealini ihtiva eder.
Ancak şu fark var ki ayet-i kerîme Resûlullah'a isyan eden kişilerin
raasiyetlerinden doğan vebalinin tamamen kendilerine ait olduğu ve bundan
dolayı Resûlullah için her hangi bir sorumluluğun bahis konusu olmadığı, zira
onun görevinin halkı günah işlemekten korumak olmadığı ve ona düşen hizmetin
sadece Allah'ın emirlerini tebliğ etmek olduğu durumunu bildirmek amacını
taşıyor.
«Her kim Peygambere
itaat ederse muhakkak Allah Taâla'ya itaat etmiş olur ve her kim yüz çevirirse
aldırma. — Çünkü seni onların üzerine (günahlardan) koruyucu olarak göndermedik.»
Âyet-i Celilenin
mealini yukarıdaki hadis-i şerifin tercemesiyle karşılaştırdığımız zaman
aralarındaki yakın münasebetleri görmek mümkündür. Biz burada ayeti celilenin
izahına girmiyeceğiz. Yalnız bir noktayı belirtmek lüzumunu hissediyorum. O da
şudur:
Ayet-i Kerîme'de:
«Her kim yüz çevirirse
ey Resul! sana uymaktan i'raz ederse aldırma. O, seni mahzun etmesin.»
anlamını ifade eden ilâhî emir tefsir kitablarında beyan edildiği veçhiyle
cihadın farz kılınmasından öncedir. Bilâhare inen cihad ayetleriyle bu tip
insanlarla mücadele ve savaşma emri verilmiştir.
4) Ebû Ca'fer (Radtyallakü anh)fden, şöyle söylediği
rivayet edilmiştir.
«îbn-i Ömer (Abdullah)
(Radiyallahü anh), Peygamber (Sallal-Iahü Aleyhi ve Sellem)'den bir hadis
işittiği zaman o hadis'i işittiği gibi aynen tutardı. Onda ifrat ve tafritte
bulunmazdı.»
[9]
Bu hadis, Sihah-ı
Sitte sahiplerinden yalnız Musannifin rivayet
ettiği hadislerdendir.
Abdullah İbn-i Ömer
[10](Radıyallâhü
anh) hazretleri hadislere ittiba etmekle meşhur idi. Tirmizi' nin rivayet ettiğine
göre Şam halkından birisi Hacc-ı Temettü' (önce yalnız ömreye niyetlenip onu
ikmal ettikten sonra hac yapma) şeklini ona sorup bu şekil haccın caiz olduğu
yolunda cevap alınca,Şam'h şahıs Ona «Baban hacc-ı Temettü'ü yasaklamıştı» diye
karşılık veriyor. Bunun üzerine İbn-i Ömer (Radıyallâhü anh) adama şu soruyu yöneltiyor
:
— Söyle bakalım! Eğer
babam temettü' haccını yasaklarsa ve Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)
temettü' haccını bizzat yapmışsa babamın emrine mi uyulacak yoksa Resûlullah (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem)'in emri mi tutulacaktır? diyor. Adam :
— Elbette Resûlullah
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in emri tutulacaktır, diye cevap veriyor. Ibn-i Ömer:
Resûlullah (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem) 'in temettü' haccım yaptığı sabittir, diyerek fetvasını
kesinlikle Resûlullah'a ittiba bağlıyor.
Tirmizi,bu olayı
naklettikten sonra Resûlullah (Sallaliahü Aleyhi ve Sellem)'in temettü' haccım
ifa ettiğine dair İbn-i Ömer' den rivayet edilen hadisin hasen sahih olduğunu
söyler.
Hadis-i Şerife bağlılığı
ile haklı olarak şöhret kazanan Ibn-i Ömer' in babasına nasıl muhalefet ettiği
burada görülüyor. Hal-fcaıki Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem'in temettü'
haccım yaptığına dair olan hadis'in babasına ulaştığına ve o hadisten daha
kuvvetli bir delil babasının elinde bulunmadıkça bu hadise muhalefet etmediğini
bildiği halde babasının fetvası hilafına fetva veriyor ve bilinen bu hadis
muvacehesinde babasının sözüyle amel etmenin uygun olmadığını rahatlıkla ifade
ediyor.
îbn-i Ömer'in
hadislerin inceliklerine riayeti hususundaki tutum ve davranışları hadis
kitaplarında yazılı olup hadisçiler arasında meşhurdur. Sindi, îbn-i Maceh'in
haşiyesinde bundan bir nebze bahsetmiştir.
[11]
5) Ebü'd-Derdâ'[12]
(Radıyallahu anh)'den :
Şöyle dediği rivayet
edilmiştir : Biz fakirliği anlatırken ve ondan duyduğumuz endişeleri
belirtirken, Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) çıkıp bu konuşmamız
üzerine geldi ve :
«Fakir düşmekten mi korkuyorsunuz? Nefsim kudret elinde olan Allah Taâlaya yemin ederim ki, muhakkak surette dünya malı üzerinize akıtılacaktır. (bol bol verilecektir.) Öyle (zengin olacaksınız) ki servetten başka hiçbir şey her hangi birinizin kalbini hak yoldan sapitmıyacaktır. (Servetinin bolluğu kişinin hak yoldan inhiraf etmesine sebebiyet verebilecektir.) Allah Taâlâya yemin ederim ki, ben sizleri gecesi ve gündüzü apaydın olması bakımından eşit olan tertemiz gönüllere sahib olarak bıraktım.» buyurdu.
Ebü'd-Derdâ' diyor ki:
«Vallahi Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) doğru söyledi. Vallahi gecesi
ve gündüzü aydınlık olması bakımından eşit olan tertemiz gönüllere sahib
olarak bizi bıraktı.[13]
Hadîs-i Şerifte geçen
gündüzden maksat bolluk ve ferahlık halidir. Geceden maksat ise fakirlik ve
sıkıntı durumudur. Gecesi ve gündüzü eşit olan gönüllerden maksad da gerek
bolluk ve ferahlık zamanında ve gerekse sıkıntı ve yokluk zamanında, daima
hakka bağlı ve haksızlığa eğilmekten çok uzak duran pak ve nezih müs-lümanların
kalbleridir.
6) Kurret b. Eyas (Radtyallahu anh)'den :
[14]
Resûlullah (Sallallahu
Aleyhi ve Sellem)'in şöyle söylediği rivayet edilmiştir :
-Benim ümmetimden,
daima Allah Taâlâ tarafından desteklenen ve onlara yardımcı olmayan halkın
zarar veremiyeceği bir cemâat kıyamet kopuncaya kadar hiç eksik olmayacak
(Ümmetim içinde daima böyle bir taife bulunacak) tır.»
[15]
Bu hadis-i şerif, İslâm âleminde Allah Taâlâ'nın sevgi ve yardımına mazhar olan bir cemaatın her devirde bulunacağını
ve kıyamete kadar bu halin devam edeceğini müjdeliyor.
Bu cemâatin Allah
Taâlâ tarafından alacakları yardımı: «Münkirlere karşı kullandıkları susturucu
hüccetler, hak ve hakikatları isbatlayıcı burhanlar ve ikna edici deliller»
diye yorumlayan hadis âlimlerine göre bu cemaat ilim ehlidir. Yardım ve desteği
kılıçlar, mızraklar ve benzeri silâhlar ile açıklayanlara göre ise; bu cemaat
gazilerdir. Yetkili âlimlerin çoğu birinci görüştedirler. İbn-i Mâ-ceh de
hadis-i şerifi bu konuya almakla ilk görüşe temayül etmiş oluyor.
El-Hâkim,
Ulûmü'l-Hadîs adlı kitabında, îmam Ahmed b.HanbeI in bu taife hakkında şöyle
söylediğini nakleder:
«Eğer bu taife hadis
ehli değil ise hangi zümre olduğunu bilemem.» Kadı Iyâzda: «Resûlullah
(Sallallahu Aleyhi ve Sel-lem). bu taife ile Ehl-i Sünnet ve'1-cemaatı ve hadis
ehlinin mezhebine inananları kasdetmiştir», diyor. Buharı de Sahih'inde «Bu
taife ilim ehlidir», demiştir. Imam-ı Suyûtî ise bu hadisi naklettikten sonra:
«Bu taife ile müctehidler kaydedilmiştir. Çünkü mukallide âlim denmez. Bu
hadis ictihad kapısının kıyamete kadar açık olduğuna delalet eder», diyor.
İmam-ı Nevevîdebu taifenin muayyen bir zümre olmayıp, Allah Teâlâ yolunda
hizmet eden mücahitler, fıkıhçılar, hadisçiler, tasavvufçular ve ma'rûfu
emredip münkeri nehiyedenler gibi zümreler içerisinde dağınık halde bulunması
muhtemeldir. Bu taifenin muayyen bir yerde ve toplu halde bulunmaları gerekli
değildir. Muhtelif ülkelerde yek diğerinden ayrı olabilirler.» der.
[16]
Hadis-i şerifte,
kıyamet kopuncaya kadar böyle bir taifenin bulunacağını bildirmektedir.
Kıyametten maksad asıl kıyamet olmayıp O'na yakın bir zamandır çünkü,
hadislerle sabit olduğu veçhile kıyamet yaklaşınca esen bir rüzgâr ile beraber
bütün mü'minlerin ruhları kabzedilecek, yer yüzünde ehl-i iman var oldukça
asıl kıyamet kopmayacak. Ne zaman ki mü'min kimse kalmaz, hepsi vefat eder ve
yer yüzü kâfirlerden ibaret olursa o zaman asıl kıyamet kopar.
[17]
7) Ebû Hüreyre (Radiyallahu anh) şöyle söylemiştir:
Resûlullah (SaUallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdular ki;
-Ümmetimden bir taife
daima Allah Taâlâ'nın enirine bağlı kalacak (= ondan katiyyen ayrılmıyacak)tır
ve kendilerine muhalefet edenler, onlara zarar veremiyecektir.»
[18]
Bu hadis-i şerifte de
Ümmet-i Muhammediyyeden bir grub'her devirde İslâm dinini ve Şer-i şerifi
dosdoğru ve tam manasıyla yaşıyacak, yaşatacak, sünnet-i seniyyeyi ihya edecek,
ehl-i küfür ile ci-had edecektir, diye îslâm âlemine müjde veriliyor.
8) Ebâ İnebe el-Havlânı (Radiyallahu anh) 'den şöyle
demiştir: Ben Resûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Seltem)'den işittim, buyurdular
ki:
«Allah Taâlâ bu dinin
mensubl arını ilâhî emirlere itaat etme uğrunda çalıştıracak adamı daima
onların içinden çıkarır. Böyle adamı eksik etmez.»
[19]
Hadis-i Şerifin her
devirde bulunduğunu haber verdiği rehber ve yönetici, her yüz yılda bir, çıkan
Müceddid olabilir. Yâhud da halkı İslâmî yaşantıya, Allah'a itaat etmeye ve
Resûlullah'm sünnet-i seniyyesine davet etme durumunda olan herkes kasdedilmiş
olabilir.
Hadis-i şerifin ilk
râvisi olan Ebâ İ.nebe' nin her iki kıbleye müteveccihen Peygamberin arkasında
namaz kılanlardan olduğu, bu hadis'in senedinde İbn-i Mâceh tarafından rivayet
edilmiştir. Sindi haşiyesi bu hadisin izahı bahsinde, bu zâtın adının Abdullah
olduğunu bir rivayete göre de Ammar
olduğunu belirttikten sonra E1- Bağavî'nin Mu'cem adlı eserinde bu zatın
Muâz b.Cebel' in arkadaşı olduğunu ve Resûlullah hayatta iken müslüman
olduğunu ifade ettiğini söyler. Sindî bu arada Ebâ înebe' nin peygamberi
gördüğünü inkârla ancak Tabiilerin ileri gelenlerinden olduğunu söyleyenler de
vardır, diyor.
9) Şuayb
[20]
(Radiyallahu anh)'den, şöyle söylediği rivayet edilmiştir:
Muâviye [21](Radiyallahu anh) irad ettiği bir hutbede:«Alimleriniz nerededirler, âlimleriniz nerededirler? (söyliyeceği sözlerin âlimlerce doğrulanması için bu soruyu yöneltiyor) Ben Resûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) 'den işittim buyuruyordu ki:
«Kıyamet ancak
ümmetimden bir taife, insanlara galip olduğu halde kopacaktır. Bu taife ne
kendilerine yardımcı olmayanlara nede yardımcı olanlara bakmıyacaklar (onların
davranışlarına ehemmiyet vermiyecekler) dır.»
10) Sevbân (Radiyallahu anh)'den :
Resûlullah (Sallallahu
Aleyhi ve Sellem)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir :
«Benim ümmetimden, hak
üzerinde, düşmanlarını yener ve muhaliflerinden zarar görmez bir cemaat, Allah
(Azze ve Celle) 'nin emri (kıyamet
günü) gelinceye kadar eksik olmıyacaktır.»
[22]
Bu hadis-i şerifte
geçen kıyamet gününden maksadın ne olduğu 6 nolu hadis-i şerifin izahında
geçtiği için oraya müracaat edilebilir, îmam-ı Süyûti, altıncı hadisin
izahında belirttiğimiz veçhiyle 6 ve 9 nolu hadislere dayanarak ictihad
kapısının açık olduğu görüşünü savunmuştur. Hanbe1i mezhebine mensup âlimlerin
çoğu ve onların dışında kalan bazı âlimler bu hadislere istinaden her zamanda
müctehidlerin bulunmasının gerekli olduğu ve herhangi b»r zamanın müctehidsiz
kalmasının caiz olmadığını söylemişlerdir.Cumhur-ı Ulemâ ise zamanın
müctehidsiz kalmasının caiz ve mümkün olduğu görüşünü
benimsemişlerdir.Cumhur'un delillerinden birisi şudur:
Buharî, Müslim ve diğer sahih hadis kitap sahiplerinin «Kitabü'1-İlim» bahsinde ve musannifimizin 52 numarada rivayet ettikleri aşağıdaki sahih hadis-i şerif, ilmin kalkacağını, âlimlerin tükeneceğini, cahillerin âlimlerin yerlerine geçirileceklerini bildiriyor, îlim ve âlimlerin yokluğu ictihad ve müctehidin yokluğunu gerektirir. Su halde bir zamanın müctehidsiz kalması mukadderdir. [23]
= Abdullah b.
Amri'bni'1-As (Radiyallahu anh)'den şöyle dediği rivayet edilmiştir.
Resûlullah (Sallallahu
Aleyhi ve Settem)'den (Veda haccında) işittim. Buyurdular ki:
-Allah Taâlâ ilmi,
kullarının göğüslerinden söküp çıkarmak suretiyle değil, âlimlerin ruhlarını
kabzetmek suretiyle alıp neticede hiç bir âlim bırakmayınca halk bir takım
cahil kimseleri kendilerine reis kılarlar. Bunlara dînî sorular sorulur. Bu
cahiller de bilmedikleri halde fetva vermeğe girişirler. Dolayısıyla dalalete
düşerler. Halkı da dalalete sürüklerler.»
11) Câbir b. Abdillah (Radiyallahu anh)Jâen şöyle
söylediği rivayet
edilmiştir:
Biz peygamber
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in yanında idik. Bir çizgi çizdi. O'nun sağına
ve soluna da ikişer çizgi çizdikten sonra mübarek elini ortadaki çizginin
üzerine bırakıp; «Bu, Allah'ın yoludur»
buyurdu. Sonra bu ayeti okudu:
«Gerçekten bu benim
dosdoğru yolumdur. Artık O'na uyunuz. Başka yollan takip etmeyiniz. Sonra
bunlar sizi Allah Taâlâ'-nm yanından ayırır...» (En'am 153)
[24]
Bu ayeti cehle ve
hadis-i şerifte işaret edilen Allah'ın yolu Kur'-an-ı Kerim ve Sünnet-i
Seniyye'nin göstermiş olduğu din yoludur. Mü'minlerin, bütün durum ve
davranışlarında, söz ve yaşantılann-da bu doğru ilâhi yolu takip ile mükellef
oldukları ayette apaçık olarak bildirilerek buyuruluyor ki; Ey Resûlullahın
ümmeti! Artık siz de bu dosdoğru yolu izleyiniz. Bütün imkân ve gayretlerinizi
bu yolu takip etmeğe harcayınız. Sakın başka yolları izlemeyiniz. İslâm dinine
aykırı batıl ve dalalet yollarına girmeyiniz. Aksi takdirde Allah Taâlâ'nm
sizler için seçmiş olduğu dosdoğru ve mutluluk hedefine ulaştırıcı Sırat-i
Müstakim'den ayrılır da sapıklıklara dü-şüverirsiniz.
Resûlullah (Sallallahü
Alehyi ve Sellem)'de ilk çizdiği çizginin sağ ve solunadört çizgi çizmekle ve
bu gerçekleri ifade eden ayet-i celileyi tilâvet buyurmakla İslâm dininin ve bu
dine sülük edenlerin durumunu belirtmiş oluyor ve müslümanlarm sırat-ı müstakimden
en ufak bir inhirafa meydan vermemelerinin lüzumuna, dalalete götürücü
yolların görünüşte doğru yola çok yakın olup O'na benzediği için az bir
dikkatsizlik yüzünden bile batıl yollara saplanma tehlikesine dikkatleri çekmiş
oluyor.
[25]
12) El-Mikdam b. Ma'dîkerib el-Kindiy (Radiyallahu
anh)'den rivayet edildiğine göre Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)
buyurdular ki :
«Süslü tahtına
—koltuğuna— yaslanmış adama, benim hadislerimden birisi okunur da o (kişi)nin,
vaziyetini hiç bozmadan «Bizlerle sizler arasında Allah Teâlâ'nm Kitabı
vardır. Ondan bulduğumuz helâl şeyleri, helâl sayıyoruz, haram olarak
bulduğumuz şeyleri de haram kabul ediyoruz.» (Yani bu hadis Kur'an'da bulunan
hükümlerin dışındadır. Onun için bu hadise itibar etmeyiz.) diyebilme zamanı
yaklaşmıştır. Sizleri ikaz ediyorum! (Kur'an-ı Kerim'-de bulunan bütün hükümler
haktır.) Ve Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in haram kıldığı şeyler
Allah Taâlâ'nm haram kıldığı şeyler gibidir. (Kitab ve Sünnet arasında bir
ayırım yapılamaz.)»
[26]
Hadis-i şerifin baş
kısmı hadisi dinleme âdabına riâyet etmemeği kınıyor. Hadis-i şerifi
dinliyenin edebli, saygılı, inançlı bir tarzda ve kendine bir çekidüzen vermek
suretiyle dinlemesinin lüzumuna işaret ediyor.
Hadisin son kısmı da
dînî kaynak olması bakımından hadislerin ayetler hükmünde olduğunu, mü'minlerin
dikkatini çekerek bildiriyor. Çünkü gerek ayetleri ve gerekse hadisleri tebliğ
eden, Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'dir. Hepsini O'ndan alıyoruz.
Hakikatte ise Resûlullah'm tebliğ ettiği bilumum hükümler ilâhidir. Şâri
Hakiki Allah Taâlâ'dır.
[27]
Hadis-i şeriflerle
amel etmek ve onlara tâbi olmak mecburiyeti vardır.Hattabî diyor ki:Kur'an-ı
Kerim'de bulunmayan mes'e-lelerde sünnet-i seniyye'ye muhalefet etmenin
tehlikesi bu hadis'te belirtiliyor, gerekli ikaz yapılıyor. Haricîler ve
Râfızîler, Kur'an'ın zahirini tutup O'nun beyanı mahiyetindeki sünneti
terket-tiler Bu yüzden şaşırıp dalalete düştüler.Hattabî,sözlerine devamla
diyor ki: Bir sahih hadise rastlandığı zaman, Kur'an'da bulunmayan bir hüküm
ifade eder gerekçesiyle red edilemiyecektir. Çünkü sabit olan hadis'in kendi
başına hüccet olduğu bu hadis-i şeriften anlaşılıyor.
13) Ebu Râfî'[28]
(Radiyallahu anh)ıden rivayet edildiğine göre Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve
Sellem) şöyle buyurdular :
«Herhangi birinizi tahtına koltuğuna yaslanmış olup benim emrettiğim
veya yasakladığım bir husus ona intikal edince (umursamadan) bilemem
(Kur'an'dan başka bir şey tanımam ve tabi olmam)
Biz Kitabullah'da ne bulduksa ona tâbi olduk.(Artık hadîse tâbi olmayız) söyler durumda bulmıyayım.»
14) Âişe (Radiyallahu anhâ)'<\an rivayet edildiğine
göre Resûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdular ki:
Kim bu dinden olmayan
bir şeyi onda ihdas ederse onun îcat ettiği şey merdûd ve batıldır.»
[29]
Bu hadîs-i şerifi Buharî
Sulh kitabının 4. babında,Müs-1im de Kadâlar kitabının 8. babında
almışlardır. Diğer sahih ki-tablarda da mevcuttur. İbn-i Mâce'nin Sindî adlı
haşiyesinin müellifi bu hadis'in izahında, Masâbîh şârihi El- Kadı_dan naklen şöyle der:
Kim, Kitab ve Sünnette
bulunan açık veya kapalı bir delile dayanmayan bir re'yi (görüşü) İslâm dinine
sokmak isterse o re'yi reddetmek, onun bâtıl olduğunu bildirmek müslümanlara
düşen vacip bir görevdir. Hiç kimse o re'ye tabi olamaz, onu taklid edemez.
îmam-i Nevevî de
Müslim'in şerhinde bu hadisi izah ederken şu rivayeti de alıyor:
«Kim, hakkında emrimiz
olmayan bir amel işlerse, o ameî batüdır.»
Daha sonra diyor ki,
bu hadis, İslâm dininin muazzam kaidelerinden ve Peygamber (Sallallahü Aleyhi
ve Sellem)'in Cevami-i Kelim'lerindendir. Çünkü dine sokulmak istenen her türlü
icadlan ve bid'atları reddediyor. Hele ikinci rivayet daha açıktır. Zira geçmişten
devam edegelen bir bid'ata bağlanan inatçı adama ilk hadis-i şerif gösterildiği
zaman, «Ben bunu icad etmiş değilim», diye kaçamaklı'cevap verebilir. Fakat
ikinci rivayete karşı hiç bir şey söyliyemez.
Camiü's-Sağir'in
şârihi El-Azizî, bu hadisi açıklarken, Edille-i Şer'iyye olan Kitab, Sünnet,
İcma' ve Kıyas-ı Fukaha'dan bir mesnede dayanmadan dine sokulmak istenen
şeyler merduttur, geçersizdir, der.
[30]
15) Abdullah b. Zübeyr (Radtyallahu anh)'den:
Şöyle dediği rivayet edilmiştir: Ensar'dan bir adam Harre denilen mevkideki hurmalıkları suladıkları su arklarından ve su nöbetinden dolayı Peygamber Sallâllahü Aleyhi ve Sellemî'e Zübeyr b, Avvam aleyhinde şikâyette bulundu. (Bu arklardan geçen su önce Zübeyr'in hurma bahçesine varıyordu. Sonra da şikâyetçi Ensarî'nin tarlasına uğruyordu. Bir defa Zübeyr hurmalığını sulamak üzere suyu tuttuğu sırada) müşteki ona :
— Suyu serbest bırak
ki bize gelsin, diye talepte bulundu. Fakat Zübeyr, kendi tarlasını sulamadan
suyu bırakmak ve nöbetini ona vermekten imtina edince iki taraf Resûlullah
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e mes'elelerini intikal ettirdiler. Resûlullah'm
huzurunda isteklerini karşılıklı olarak arz ettiler. Resûlullah (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem) :
«Ey Zübeyr! Tarlanı
sula sonra suyu komşuna salıver.» buyurdu. Müşteki hiddetlenerek:
«Zübeyr, halan oğlu
olduğu için mi?» demek suretiyle Resûlullah' tarafgirlikle itham etmek
istemişti. Bu sözden üzülen Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in mübarek
yüzü değişti. (Çünkü fahr-ı Kâinat efendimize tarafgirlik ithamı ile büyük bir
saygısızlıkta bulunmuştu.) Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
«Ey Zübeyr, tarlanı
sula sonra suyu hapset, tâ ki, su hurma ağaçlarının köklerine erişsin, (su hakkını
tam mânası ile kullan)» buyurdu.
Ravi demişti ki:
Zübeyr şöyle dedi:
«Vallahi öyle
sanıyorum ki şu ayet bu olay hakkında indi.»
Hayır (Resulüm),
Rabbime yemin olsun onlar (mü'miniz diyenler) aralarında çıkan anlaşmazlıkta
seni hakem yapıp sonra verdiğin karardan
hükümden nefislerinde hiç bir
güçlük duymaya-rak tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.
(Nisa suresi, ayet: 65)
[31]
Kütüb-i Sitte
sahiblerinin muhtelif bahislerde zikrettikleri bu hadisin ihtiva ettiği
hükümlerden birisi şudur:
Derelerde akan ve
«Mubah Nehirler» denilen sulardan halk nöbet usulü ile istifade eder.
İstifadede nehrin akışı takip edilerek yukardan başlamak suretiyle tarlalar
sulanacaktır. Nöbeti gelen tarla sahibi kendi tarlasını suladıktan sonra
suyualt tarâfındakikomşu-suna bırakır. O da sulama işini bitirince altındaki
komşu tarlaya suyu salıverecektir. Bu durumda, görüldüğü gibi bir üstekinin,
sulamada öncelik hakkı vardır.
Hadiste önce sulh yolu
ile sonra şer'î hakka dayalı hüküm ile hasımlar arasındaki ihtilafın halli
öngörülüyor. Şöyle ki:
İki hasım müracaat
ettiklerinde Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) başlangıçta Zübeyir
[32](Radiyallahü
anh)'in hasmının biran önce tarlasını
sulayabilmesi için Zübeyr
(Radiyallahü
anh)'in asgari
ihtiyacını gidermesi ile yetinüerek sulh yolu ile aralarındaki nizaı gidermek
istemişti. Onun için
Zübeyr'e «Tarlanı
sula sonra suyu komşuna salıver.» emri verildi. Ensarinin vaki itirazı üzerine
tarafların normal haklarını kullanmalarını hükme bağlayan Peygamber (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem) Hz.Zübeyr'e,örf ve adete göre kana kana su hakkını tam
kullandıktan sonra suyu bırakmasını emretmişti.
Hz. Zübeyr' in
hasmının ismi hadiste geçmiyor. Onun kimliği hakkında değişik rivayetler vardır.
Fakat hiç bir rivayet kesinlik ifade etmediği için kimliği vuzuha
kavuşmamıştır. Bunun kimliği, vaki itirazla işlediği saygısızlık veya içine
düştüğü hata dolayısı ile teşhir edilmesin diye kapalı tutulduğu ihtimali
vardır. Dâvanın bir tarafım teşkil eden ilk ravî Hz. Zübeyr olsun diğer râviler
olsun ondan-Ensarî diye bahsederler.
Ensarî diye tâbir
edilen bu şahsın sahabî olup olmaması hususu da açıklık kazanmamıştır. Bir
sahabinin Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in hükmüne itiraz etmesi pek
düşünülmediği için bazı âlimler ve rivayetler onun münafıklardan olduğu yolunda
bilgi verirler. İbn-i Maceh'in Sindî adlı haşiyesinin müellifi: «Bu adamın
münafıklardan olması muhtemeldir. Ensar kabilesine mensup olduğu için Ensarî
diye anılmış olabilir», diyor. Sindî daha sonra bu şahsın sahabi olduğu
ihtimali üzerinde durarak, Nesaî'nin bu adamın Bedir savaşında hazır
bulunduğunu rivayet ettiğini ifade eder.Buharı
de Sulh kitabında :
«İ'tiraz eden şahıs
Ensardandır. Bedir savaşında bulundu.» mealinde kuvvetli bir rivayette
bulunuyor.
Hz. Zübeyr
(Radiyallahü anh) 'in, rivayet ettiği bahis konusu hadis metninde, hasmından,
Ensarî diye bahsetmesi ve hasmının Peygamber'e, Yâ Resûlullah diye hitab
etmesi onun sahabîlerden olduğu ihtimalini kuvvetlendiriyor.
Müs1im'in şârihi
Nevevî de :
«Bir insan bugün böyle
bir söz sarfederse onun hakkında mür-ted'in hükümleri tatbik edilir. Peygamber
(Sallaîlahü Aleyhi ve Sellem)'in bu şahsı cezalandırmaması âlimlerce şu
şekilde yorumlanıyor:
Hâdise, İslâm dininin yeni
çıktığı zamana rastlıyordu. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) halkın
İslama ısınmasına çalışıyordu. Her olayın iyi bir şekilde halledilmesi
gerekiyordu. Bunun için o şahıs hakkında cezaî hüküm tatbik edilmemiştir»,
diyor.
16) İbn-i Ömer (Radiyallahü anh)'den rivayet edildiğine
göre kendisi Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu demiş:
«Kadınları mescidde
namaz kılmaktan menetmeyiniz.» (Bunun üzerine) İbn-i Ömer (Abdullah'ın bir
oğlu, bir rivayete göre ismi Vakid'dir.) babasına: 'Biz kesinlikle onlara mani
olacağız, deyince îbn-i Ömer çok kızdı ve ona dedi kii 'Ben sana Resûlullah
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in hadîsini okuyorum sen: 'Biz kesinlikle onlara
mâni oluruz' dersin... dedi.»
[33]
Bu hadis-i Şerifi
Buhari, Cum'a kitabının 12. Babında, Müslim
de Namaz kitabının 29. Babında zikrediyorlar.
Bu hadis-i şerif
kadınların mescidlere gitmelerine cevaz veriyor. Bu cevazın geceye mahsus
olduğuna dair bir kayıt da yoktur. Kadınların namaz için mescidlere gitmeleri
hakkında yukarıda zikrettiğim bablara Buharî ve Müslim müteaddit hadisleri almışlardır.
Bazı hadislerde gece kaydı var. Buharı' nin yukarıda yazılı babında İbn-i Ömer'
den rivayet edilen başka bir hadis-de Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve
SellemJ'in şöyle buyurduğu naklediliyor :
«Geceleyin mescidlere
gitmek için kadınlara izin veriniz.»
Müslim de aynı babda
yine İbn-i Ömer' den şu hadisi rivayet ediyor:
Resûlullah (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem) buyurdular ki:
«Geceleyin mescidlere
gitmek üzere kadınların evden çıkmalarına mani olmayınız.»
Bazı rivayetlerde
«Geceleyin» kaydı bulunduğu için bir kısım hadis âlimleri, İbn-i Mâceh'in
buraya aldığı rivayetteki metinde olduğu gibi kayıtsız olan (geceleyin kaydı
olmayan) hadisleri kayıtlı olan hadisler gibi yorumlamışlardır. Yani kadınların
geceleyin mescidlere gitmeleri engellenmemeli, fakat gündüz menedilebi-lir
demişlerdir. Ehl-i üsk-u iücûr akşam, yatsı ve sabah namazı zamanında sefahat
veya uyku ile meşgul oldukları için kadınlar rahatlıkla mescidlere gidebilirler.
Fakat gündüz öğle ve ikindi zamanı bu rahatlığı bulamazlar. Onun için yalnız
geceleyin camiye çıkmaları caiz kılınmıştır, diye yorumda bulunurlar.
Bir kısım hadis
âlimleri ise, geceleyin kadınların evden çıkmaları gündüze nisbeten daha çok
şüphelere yol açar. Geceleyin çıkmaları tecviz edildiğine göre, gündüz de
çıkmalarına izin verilmiş sayılır. Zaten bazı rivayetlerde (îbn-i Mâceh'in
rivayeti gibi «gece» kaydı yoktur. Kayıtsız olan bu rivayetleri olduğu gibi kabul
etmek gerekir, derler.
[34]
Müs1im'in yukarıda
anılan babmdaki hadisleri açıklayan şârih Nevevî de diyor ki:
Bu babda geçen
hadislerden kadınların mescidlere
gitmelerine
mâni olunamıyacağı açıkça anlaşılıyor.Ancak
âlimlerin hadislerden aldıkları şu şartlara riayet edilirse gitmeleri engellenmez.
Aksi takdirde gitmeleri caiz değildir.
[35]
1. Güzel koku sürünmeyecekler
2.
Süslenmiyecekler
3.
Sesi duyulan bilezik ve benzeri zinet eşyasını
takınmış olmayacaklar
4. Pek kıymetli elbiseleri giyinmiş olmayacaklar
5. Erkeklerle karışık gidip gelmiyecekler
6. Erkeklerin şehvet duygusunu tahrik edecek genç yaşta
ve benzeri durumda olmayacaklar
7.
Yolda sarkıntılık gibi herhangi bir tehlike olmayacak[36]Bu
şartlara tam mânasiyle riayet edildiğinde kadınlar (evli ve câriye hariç)mescidlere gitmelerine
mani olmak haramdır. Evli kadınlara ve cariyelere kocalarının ve efendilerinin
mani olmaları ise tenzihen mekruhtur.
[37]
Burada kadınların
mescidlere gitmeleri hususunda Hanefî ve Şafiî mezheb görüşlerini kısaca
belirtmek uygun olur, mülâhazası ile kısaca anlatayım:
Hanefi mezhebine göre;
kadınların mescidlere gitmeleri mekruhtur. Ancak İmam-ı A'zam'a göre şehvet
edilmeyecek yaşa varmış ihtiyar kadınların öğle, ikindi ve Cuma namazına gitmeleri
mekruh değildir. Ebû Yûsuf ve Muhammed'e göre böyle kadının geceleyin de
mescide gitmesi mekruh değildir.
[38]
Şafiî mezhebinde ise
İmam-ı Nevevi' nin de yukarıda zikrettiği şartlar tahakkuk ettiği takdirde
kadınların mescidlere namaz için gitmeleri caizdir. Fakat evde namaz kılmaları
efdaldır. Kadın şehvet edilecek yaşta ise, veya bu yaşta olmamakla beraber
süslenmiş veya güzel kokular sürünmüş ise camiye gitmeleri mek-JFuhtur. İmam
veya naibi onlara mani olabilir. Kadının kocasından veya velisinden veyahut
cariye olup efendisinden izin almamış ise veya izin almakla beraber bir fitne
korkusu varsa camiye gitmeleri haramdır.
[39]
17) Abdullah bin Mugaffel[40]
(Radiyattahu anh)'âen rivayet edildiğine göre yeğeni (erkek kardeşinin oğlu)
onun yanında oturuyordu. Yeğeni sapan ile fiske taşını attı. Abdullah onu taş
atmaktan menetti ve dedi ki :
Resûlullah (Sallallahu
Aleyhi ve Sellem), sapanla fiske taşını atmayı yasakladı ve :
«Sapanla atılan taş
ile av avlanmaz, düşman da yaralanmaz kırılmaz- öldürülmez ve muhakkak diş
kırar, göz yaralar çıkarır.» buyurdu.
Abdullah'ın yeğeni
tekrar sapanla taş atınca Abdullah ona:
«Ben sana Hesûlullah
(Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'in sapanla taş atmayı yasakladığına dair hadis-i
şerif okuyorum sen yine taş atmaya başladın artık bundan sonra ilelebed seninle
konuşmayacağım», dedi.
[41]
Bu hadis-i şerifin
ihtiva ettiği önemli şer'i hüküm Abdullah b. Mugaffel 'in «Bundan sonra
ilelebed seninle konuşmayacağım» sözüdür.Demek ki,Resûlullah (Sallallahu
Aleyhi ve Sellem)'in sünnet-i seniyyesine muhalefetle onun yasakladığı bir şeye
İsrar ve devam eden kişiyi terketmek ve ona küs durmak caiz ve uygundur.
«Mü'min kişinin din kardeşinden üç günden fazla küs kalması caiz değildir.»
mealindeki hadis-i şerifin böyle bir dinî mes'eleden dolayı küs kalmaya şümulü
yoktur.
Diğer bir Şer'î hüküm
de «Bununla av avlanmaz.» buyuruğudur. Şu halde sapanla atılan fiske taşı ile
vurulan ve öldürülen hayvan eti yenmez. Bu çeşit hayvan eti, yenmesi haram olan
etler hakkındaki M a i d e suresinin 3. ayetinde geçen «Mevkûze» (sopa ve
benzeri şeylerle vurulup öldürülen hayvan) kelimesinin şümulüne girdiği bu
hadisle açıklanmış olur.
18)
Kabîsa oğlu İshak,babası Kabîsa (Radiyallahu anhümâ)şöyle söylediğin rivayet
etmiştir :
Nakîbü'l-Ensar (=
Akaba görüşmelerinde Ensar'ın temsilcisi) ve Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve
Sellem)'in (yakın) arkadaşı Ubâ-de b. Sâmit el-Ensârî (Radiyallahü anh)
Bizanslarla yapılan savaşta Muâviye (Radiyallahü anh) ile beraber savaş
seferine katıldı. Halkın, sikkeli altın paranın kesilmiş parçalarını Dinar (=
kesilmemiş, sikkeli, altın para) lar ile mübadele ettiklerine, keza sikkeli,
gümüş paranın kesilmiş parçalarını Dirhem ( = kesilmemiş, sikkeli gümüş
parallarla değiştirmekte olduklarına şahit oldu. (Bu mübadelenin tartı ile
değil tane hesabı ile yapıldığını görünce) şöyle dedi >. Ey Nâs! Siz bu
mübadale ile kesinlikle faiz yemiş olursunuz. Ben Resûlullah (Sallallahü Aleyhi
ve Sellem)'den işittim: Buyurdular ki:
«Altını altınla
mubayaa etmeyiniz. Ancak değiştirilmek istenen altınların her ikisi de (ağırlık
ölçüsü ile) eşit ve peşin olsa... (bu şartla mübadele edebilirsiniz.)»
Muâviye (Radiyallahü
anh), Ubade b. Sâmit
[42](Radiyallahü
anh)'in böyle söylediğini duyunca : 'Yâ Ebe'l-Velid! (Uba-de'nin künyesidir)
Ben bu mübadelede bir faiz durumunu görmüyorum. Ancak değiştirilenlerin birisi
veresiye olsa o zaman faiz olur,'
diye Ubade'nin
fetvasına katılmadığını beyan etti. Ubade :
— Ben sana Resûlullah
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'ın hadisini okuyorum. Sen de bana şahsî görüşünü
anlatıyorsun. And olsun eğer Allah Teâla (bu savaştan) beni çıkarırsa, senin
hakimiyetin altındaki bölgede seninle oturmıyacağım, dedi.
Ubade savaştan geri
dönünce doğruca Medine'ye vardı. Halife Ömer b. Hattab (Radiyallahü anh), O'na:
'Neden buraya geldin. Ya Ebe'l-Velid?' diye geliş sebebini sorunca, Ubade
(Radiyallahü anh) hadiseyi anlattı ve Muâviye (Radiyallahü anh) ile bundan
böyle aynı bölgede oturmıyacağma yemin ettiğini beyan etti.
Halife O'na: Yâ Ebe'lVelid, ikamet ettiğin yere dön.
Allah Teâla, senin ve emsalinin bulunmadığı yerin hayrını alsın', dedi ve
Muâviye'ye de şu
mealde bir mektup yazdı:
'(Yâ Muâviye!) (Senin
Ubade'ye hüküm etme salahiyetin yoktur. (Bahis konusu mes'elede) O'nun sözü
(fetvası) doğrudur. Halkı O'nun beyan ettiği fetvaya yönelt. (Yani yukarda
beyan edilen mübadele usulünde faizcilik vardır.[43]
Bu konu , Faiz babında
inşaallah etraflıca izah edileceğine göre burada izahat vermeye lüzum yoktur.
Çünkü mevzuumuz, faiz mevzuu değil, Sünnete saygı hakkındadır. Bu olayda
Ashab-ı ki-râm'ın dini hükümlerin beyanı hususunda nasıl bir söz hürriyetine
sahip oldukları ve böyle durumlarda âmir - memur münasebetlerinin nasıl tâli
derecede kaldığı görülmektedir. Allah Teâla cümlesinden razı olsun ve bizleri
onların şefaatına kavuştursun, âmin.
19) İbn-i Aclân'm Avn b. Abdillah (Radiyallahü
anküma)'dan rivayet ettiğine göre Abdullah b. Mes'ûd (Radiyallahü anh) şöyle
buyurdu :
«Ben size Resûlullah
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'den hadis rivayet ettiğim zaman O'nun, hakka en
uygun, hidâyete en iyi eriştiren ve takvaya en yaraşan söz olduğuna inanın.»
20) Ebü'i-Bahterî'nin Ebu Abdirrahman Es-Sülemî'den
rivayet ettiğine göre Ali b. Ebi Tâlib (Radiyallahü anhiim) şöyle buyurmuştur
:
-Ben size Resûlullah
CSallallahü Aleyhi ve Sellem)'in hadisini okuduğum zaman O'nun hadisinin hakka,
hidayete ve takvaya en uygun, en liyakatli söz oldu&ûna inanın.»
[44]
Kütüb-i Sitte'den
yalnız bu Sünen'de bulunan 19 ve 20 nolu yu-kardaki hadislerin metinleri (bir
zamir durumu hariç) aynıdır. Fakat senedleri değişiktir.
Birinci senedeki
raviler: Ebû Bekir b. el-Kallâd e1-Bâhi1î,Yahya b. Saîd, Şu'be, İbn-i Aclân,
Avn b. Abdillah ve Abdullah b. Mes'û d'dur. Allah Taâla hepsinden razı olsun,
âmin.
İkinci seneddeki
raviler ise, Muhammed b. Beşşâr, Yahya b. Saîd, $u'be (son iki zat birinci
senedde de geçer) . Amr b. Mürre, Ebü'l-Bahterî, Ebu Abdir-rahman Es-.Sülemi
ve Ali b. Ebi Tâli b'dir. (Radi-yallahü anhüm). Müellifin Amr b. Mürre'ye
ulaştırdığı 3. senedi de var onu belirtmedim.
Bu iki hadis-i şerif,
sünnet-i seniyye hakkında müslümanlarm nasıl bir saygı, duygu ve inanç
beslemelerinin gerekliliğini öğütlü-yor. Ehl-i İman, şuna inanmalıdır ki,
âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Peygamber en kolay yolu izlemiş,
(kolaylaştırın, güçleş-tirmeyin. Müjdeleyin, nefret ettirmeyin.) buyurmakla
'akip ettiği yolu göstermiştir. O'nun sünnet'i kolayca intibak edilebilen
hükümleri ihtiva eder. Sünnet-i seniyye'de intibak edilemeyen veya intibakı
güç olan bir hüküm yoktur. İnanmayan veya imanı çürük olanlara göre durum
değişik olabilir.
Resûlullah (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem) beşeriyet âleminin eşsiz mürşidi olduğu için mutluluğa,
hakka ve ilâhi rızaya götürücü sırat-ı müstakim (dosdoğru yol) in tek
rehberidir. Dolayısı ile gösterdiği yolu izleyenler gerçek hidayete erişmiş
olurlar.
Keza, takvanın timsali
olan yüce Peygamber'in sünnetine sarılanlar takvanın zirvesine ve en üstün
şuuruna yükselmiş olurlar.
Netice itibarı ile
bu iki hadisin Özeti şudur :
Peygamber'in hadisleri
ilâhîdir, doğrudur, O sadece tebliğ edicidir. Eksiksiz ve ziyadesiz olarak insanlara
iletir. Öyle ise O'nun sözleri ile amel etmek, saadet nazmedleri için
zorunludur.
21) Ebû Hüreyre (Radiyallahü anh) 'den :
Resûlullah (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir :
«Kıraat olunan
hadisimi, koltuğuna yaslanmış (edep ve saygıya aykırı) olarak her hangi
birinizin dinlemesini, sonra da okuyucuya t Sfen hadisi bırak, onun doğru veya
yalan olduğunun anlaşılması için Kur'an'dan bir şeyler oku, dediğini katiyyen
bilmiyeyim,(= sakın hiç biriniz hadislerime karşı böyle tutarsız ve saygısız
davranış içerisine girmesin, böyle durumu bulmıyayım). Söylenen o güzel söz
(hadis) i ben söyledi.[45]
Bu son cümle
Peygamber'in sözünün devamıdır. Saygısız şahsın söylediklerinin şiddetle reddi
için kullanılmıştır.
Burda da sünnet-i
seniyye'ye karşı gösterilmesi gerekli saygının önemi ve başka türlü
davranmanın Peygamber'in nasıl bir azarına maruz kalmayı mucip olduğu açıkça
belirtiliyor. (Birinizin şöyle yaptığını bilmiyeyim.) sözü anlıyanlar için
büyük bir ihtar değil
22) Ebu Seleme'[46]
(Radiyallahü anh)'âen rivayet edildiğine göre Ebu Hüreyre (Radiyallahü anh),
bir adama buyurdular ki:
«Ey yeğenim, ben sana
Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sel-JemJ'den hadis rivayet ettiğim zaman, sen
ona karşılık olarak darb-ı meselleri anlatma.»
[47]
Bu hadis-i şerif
Abdest bahsinde 485 numarada daha tafsilatlı olarak geçmektedir. İbn-i Maceh'in
haşiyesi Sindi, bu hadisin izahında diyor ki: Ebu Hüreyre (Radiyallahü anh)
'nin muhatabı İbn-i Abbas (Radiyallahü anh)'dır. Aralarındaki konuşma şöyle
cereyan ediyor: Ebu Hüreyre (Radiyallahü anh) Resıüullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'den,
«Ateşin te'sir edip
değiştirdiği maddeden dolayı abdestinizi yenileyiniz (yani abdestiniz
bozulmuştur, yeniden abdest almanız gerekir) »
Hadîsi rivayet edince,
İbn-i Abbâs diyor ki,: (buna göre) Ateşte ısıtılmış su ile abdest almış
olursak tekrar soğuk su ile abdest almamız mı gerekecektir? (yani anlattığın bu
hadîse göre sıcak su ile alman abdest geçersizdir.)
Ebû Hüreyre,
hadîsle kast edilen manayı şöyle açıklıyor:
Ateşte pişirilmiş
yemeğin yenmesi, abdestin yenilenmesini gerektirir. Sıcak su ile alman
abdestin yenilenmesi hadîste istenmemiştir.
Hadîste kast edilen
manayı izah ettikten sonra Ebû Hüreyre (Radiyallahü anh), İbn-i Abbâs'a yukarda
ter-cemesini verdiğimiz hadisi söyliyerek, şunu demek istiyor: Hadis-i
şeriflerden kastedilen-manaları iyice bilmeli, Re'ye dayalı sözlerle hadis-i
şeriflere karşı çıkılmamalıdır.
[48]
23) Amr b. Meymûn
[49](Radiyallahü
ankyâen şöyle söylediği rivayet
edilmiştir :
İbn-i Mes'ûd
(Abdullah) (Radiyallahü anh) ile her perşembe günü akşamı buluşup görüşmeyi hiç
kaçırmazdım. Her hangi bir şey hakkında hiç bir kimseye 'Kale Resülullahi
(Sallaüahü Aleyhi ve Sellem' dediğini işitmedim. Yalnız bir akşam 'Kale
Resülullahi (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)' dedi. (Kendisinin bir hadis rivayet
edeceği beklenirken susuverdi) ve hemen başını öne eğdi. Biraz sonra ona
baktım ki (ne bakayım) gömleğinin ilikleri çözülmüş, gözleri yaşlarla dolup
taşmış ve boyun damarları şişmiş vaziyettedir. Biraz sonra, Resûlullah
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) (öyle) veya aşağı, yahut yukarı, ya da ona yakın
yahut ta ona benzer buyurdu' dedi.[50]
Abdullah İbn-i Mes'ûd
Radiyallahü anh), Ashab'ın ileri gelen âlimlerinden olduğu gibi ilk
müslümanlardan ve Peygamberin sohbetine hayatını vakfeden bir zat olduğu için
hadis-i şeriflere vukufiyeti her türlü takdirin üstünde olduğu halde
hadis-rivayetinde nasıl ihtiyatlı davrandığı ve bir hadis-i şerifte tek bir kelimenin
eksik veya fazla olmasından doğacak mes'uliyetin ağırlığını ne derece
düşündüğü bu hadis râvisi Amr b. Meymûn (Radiyallahü anh) tarafından tasvir edilmektedir.
Ebû Amr-i Şeybanîde
demiştir ki: «İbn-i Mes'ud'un yanında bir yıl kaldım.Hiç Kale Resûlullah
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) demez idi.
Bir ihtiyaç halinde dediği zaman vücudu bir titre-
tutardı ve «Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) böyle
veyahut bunun gibi, yahut buna yakm buyurdu» derdi.
İbn-i Mes'ûd
(Radiyallahü anh) 'un bu ihtiyatı ve titizliği O'nun az hadis rivayetine
vesile olmuştur. Aynı zamanda O'nun bu vüce prensibi kendisinden ilim ve
fazilet alan tilmiz (talebe) len ve bir çok muhaddis için gayet güzel bir ilmî
düstûr haline gelmiştir.
24) Muhammed b. Sîrin
[51](Radiyallahü
anh)'den şöyle dediği rivayet edilmiştir:Enes b. Malik
[52](Radiyallahü
anh), bir hadis rivayet edip bitirdiği zaman:
Yâhud da Resûlullah
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in buyurduğu gibi, derdi.
[53]
Bu hadis-i şerifte
Enes b. Mâlik (Radiyallahü anh) in, rivayet ettiği hadislerin lâfızlarında her
hangi bir hata veya sehiv yapmış olduğu ihtimalini göz önünde tuttuğu, bunun
ağır mesuliyetinin altından çıkması için hadis okuyuşu hitâmında yukarıda
yazılı sözü söylemeyi itiyad haline getirdiği belirtiliyor. Burada, hem
sahabîlerin hadis rivayetinde gösterdikleri ihtiyat ve tevakki derecesi ifade
edilmiş oluyor. Hem de hadis rivayet ve okuyuşu ile iştigal edenlere ışık
tutulmuş oluyor. Bunun için muhaddisler bir hadisi rivayet ederken, metnindeki
kelimeler iyice hıfzedilmiş değil ise hadisin bitiminde Enes b. Malik'in
kullandığı «Ev Kemâ Kal» C = yahut Peygamberin dediği gibi) cümlesini veya
benzerini kullanırlar.
[54]
Hadisin metni aynen
okunmayıp başka kelimeler karıştırılarak veya tamamen ayrı kelimelerle aynı
manayı ifade etmek caiz midir? Bu konuda yetkili âlimler şöyle demişlerdir:
Hadis rivayet eden
kişi, hadisin lâfızlarını, lâfızlardan kasdedi-ien manaları ve istenen mananın
bozulma inceliklerini bilmezse, mâna itibariyle hadis rivayet edemiyeceği
hususunda âlimler müttefiktir. Hadisi aynı lâfızlarla nakletmek
mecburiyetindedir. Bu hususları bildiği takdirde bile Hadis, Fıkıh ve Usul
âlimlerinden bir taifeye göre; mâna itibariyle hadis nakli caiz değildir. Diğer
bir taife Resûiullah (Sallallahü Aleyh ve Sellem)'in buyurduğu hadisler için
caiz görmemekle beraber Sahabîlerin ve Tabiin'in sözleri için mâna itibarı ile
hadis nakline cevaz vermişlerdir.
Selef ve halef
cumhur-ı ulema'ya göre gerek Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Selleml'in
sözleri ve gerekse Ashab ve Tabiîn'in sözlerini, istenen manayı tam ifade
ettiğine kesin kanaat getirmek şartıyle âlimlerin mana itibarı ile hadis
rivayetini caiz görmüşlerdir.
İbn-i Mace h'in şerhi
Miftahü'1-Hace müelifi bu hadis'in şerhinde, yukarıdaki malumatı verdikten
sonra diyor ki: «Doğrusu da budur. Çünkü Ashab-ı Kiram ve Tabiin-i Fiham, aynı
mes'ele hakkındaki bir hadis'i, muhtelif lâfızlarla ayrı ayrı rivayet etmişlerdir.»
Alimlerin (yukarıda)
beyan edilen fetvaları, işitmek suretiyle hıfzedilen hadislere mahsustur.
Te'lif edilmiş bulunan hadis kitaplarında yazılı hadis-i şeriflerde mânâya
halel getirmese bile en ufak bir tebdilat, katiyyen caiz değildir. Rivayette
veya yazılışta kesin bir yanlışlık vuku bulunsa gene kitap içinde bir tashihe
asla girişilemez. Cumhur diyor ki, okuyucu doğrusunu rivayet etsin. Kitabı
tashihe kalkışmasın. Kitabın ilgili sahifesinin kenarında yazacağı not ile durumu
belirtsin.
Râvi veya okuyucu
hadis'in bir kelimesinde tereddüt duyar da araştırmalara rağmen doğruluğundaki
şüphesi giderilmezse Sahabîlerin yaptığı gibi o da hadis sonunda «Ev Kemâ Kal
= yahut da Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in dediği gibi» ifadesini
kullansın.
[55]
Ravinin hadis metninde
takdim, te'hir değişikliği yapması da ihtilaflıdır. Mana itibarı ile hadis
naklini kabul edenler bu değişikliği de kabul etmişlerdir. Onu caiz
görmeyenler bunu da caiz görmemişlerdir. Nevevî diyor ki: «Ravinin takdim
ettiği kısım, tehir ettiği kısma bağlı değilse kesinlikle cevaz vermek
gerekir.»
25) Abdurrahman b. Ebî Leyla
[56](Radiyallahü
anhyâen: Şöyle dediği rivayet edilmiştir :
Biz Zeyd b. Erkam
[57]{Radiyallahü
anh)'den, Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in hadis-i şeriflerinden bir
şey anlatmasını rica ettik. Buyurdular ki:
«Biz artık yaşlandık,
bizde unutkanlık baş gösterdi. Resûlullah (Salîallahü Aleyhi ve SellemJ'den
hadis nakletmek de çok zor (mes'-uliyeti ağır) dır.»
[58]
Ashab nazarında hadis
rivayetinin önemini Zeyd b. Erkâm (Radiyallahü anh) 'in cevabından da anlamak
mümkündür. Bu öneme binâen az hadis rivayet etmeyi prensip edinen Sahabîler
arasında Zeyd b. Erkâm bulunduğu gibi Ebû Bekr es-Sıddîk, Zübeyr b. el-Avvâm,
Ebû Ubeyde b. el-Cerrah veAbbas b. Abdi'l-Muttalib (Radiyallahü anhüm) ve
emsali yüce sahabîleri de görüyoruz. Aşere-i Mübeşsere'den olan Said b. Zeyd hemen hemen rivayette bulunmamış
gibidir.
26)
Şa'bî[59]
(Rahimehullahyden rivayet edildiğine göre kendisi demiştir ki:
«Ben İbn-i Ömer
(Radiyallahü anhî ile bir yıl beraber oturdum. Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve
Sellem)'den hiç bir hadis naklettiğini işitmedim.»
[60]
Ashab-ı kiram, hadis-i
şeriflere büyük önem verirlerdi.«Hazır bulunanlar, benim dediklerimi burada
bulunmayanlara tebliğ etsinler» hadis'i, onların iştiyakını kat kat
artırmıştı. Fakat hadîsin sıhhatinin tesbiti için de büyük titizlik
gösterirlerdi. Bir hadîsin sıhhat derecesinin anlaşılması için gerektiğinde
aylarca araştırma ve yolculuk ederlerdi. Bu nedenle Ashab-ı kirâm'm çoğu
Iklal'ı yani az hadis rivayet etmeyi tercih ederlerdi. Çok hadis rivayet eden
sahabîler azdır. Hadis dilinde onlara Müksirîn (= çok hadis rivayet edenler)
denir. 1000'den fazla hadis rivayet eden Müksirîn 7 zat olup 5374 hadis
rivayet etmekle Ebû Hüreyre
(Radiyallahü anh) birinci ve
Ibn-i Ömer (Radiyallahü anh) de 2630 hadis rivayet etmekle ikinci olur.
Bunlardan Enes b. Mâlik 2286, Hz, Âişe 2210,1bn-i Abbâs 1660, Câbir b. Abdullah
el-Ensarî 1540 ve Ebû Sâid-i Hudrî 1170 hadis rivayet etmişlerdir. (Radiyallahü
anhüm.)
Görüldüğü gibi İbn-i
Ömer (Radiyallahü anh) Müksi-rin'in 2'ncisi olmakla beraber, gerekmedikçe hadis
rivayet etmediği Şa'bî (Radiyallahü anh) nin yukarda dediği gibi bir yıl
beraber oturdukları halde onun hadis rivayet etmesini müşahede etmemiştir.
îbn-i Ömer
(Radiyallahü anh) bir gün Kâ'be'yi tavaf ederken Ebû Şa'sa Cabir b. Ze.yd'e
rastlayıp Ona -Sen Basra'nın fıkıhçılarmdansın. Tabii halk senden fetva sorar
Fetvada dayanağın Kur'ari'm apaçık ayetleri veya sıhhati kesinlikle &abit
sünnet olmadıkça sakın fetva vermiyesin. Eğer başka türlü hareket edersen hem
sen helak olursun, hem başkalarını he-laka götürürsün» dediğini Ha-fız Zehebi
Tezkiretü'1-Huf-faz'da naklediyor.
27) Tavus[61]
(Rahimehullahyfan şöyle dediği rivayet edilmiştir:İbn-i Abbas (Radiyallahü anh)
'dan işittim. Buyurdu ki:
«Gerçekten biz (itina
ile) hadisi hıfzederdik. Hadis de, Resûlul-lah (Sallallahü Aleyhi ve
SellemJ'den hıfzedilir. (Hıfz edilmesine önem ve kıymet verilmelidir.) Fakat
siz hırçın deveye de uysal deveye de binmeye başlayınca
[62]
artık hadis almaya itimad etmek ve bellemek işi uzaklaştı.»
[63]
îbn-i Abbâs
(Radiyallahü anhümâ)'nın buyruğu iki şekilde yorumlanabilir.
1. Biz hadis râvilerinin sadakatma itimad eder, her
râviden hadis alır, bellerdik.
Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve
Sellem)'in hadisleri gayet tabii hıfzedilmeye ve önem verilmeye, değer. Fakat
halk hadis nakletme işinde ifrat ve tefrite, eksik ve fazla nakletmeye girişince
ve bu durumda naklettikleri hadislerin doğruluğuna itimad kalmayınca artık
onlardan hadis almak ve bellemek işi uzaklaştı, yanaşılmaz oldu.
2. Biz
hadisleri belleyerek halka
rivayet ederdik. Fakat halk
hadislere gerekli önemi vermiyerek doğru
yanlış rivayete
girişmekle hiyanet etmeye başlayınca artık onlara hadis rivayet etmemiz
uzak bir ihtimal halini aldı.
İkinci şekilde
yorumlanınca, yalan, yanlış hadis rivayetinden halkın menedilmesi neticesine
varılıyor. Fakat halkın hadis öğrenmemeleri manası çıkmıyor; Bilakis cehalet
yüzünden fazla hata ve yanılmalara düşüldüğünden hadis nakletmek isteyen
kimselerin köklü bir öğrenime mecbur oldukları anlaşılıyor.
[64]
Müslim, bu hadisi
Sahihinin Mukaddime'sine almıştır. Ayrıca aynı mealde daha mufassal
rivayetleri de almıştır. Bunlardan birisi şöyledir:
Tavus
(Rahİmehullahy'den, şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Bu zat (yani Büşeyr b.
Kâ'b), İbn-i Abbas (Radiyallahü anhüma)
'ya geldi ve ona hadîs rivayet etmeğe başladı. İbn-i Abbâs (Radiyallahü anh)
kendisine:
— Şu ve bu hadise dön (yeniden oku)! dedi.
Büşeyr de tekrarladı ve rivayete devam etti. İbn-i Abbâs (Radiyallahü anh)
yine:
— Falan ve falan hadisi tekrarla! dedi. O da
yeniden okudu ve İbn-i Abbâs
(Radiyallahü anh) 'a şöyle dedi s
— Bilmiyorum; acaba okuduğum bütün hadislerimi
tanıyıp kabullendin de yalnız bunu (tekrarlananı) mı tanımadınız? yoksa hiç
birisini tanımadın da sadece tekrarlanmasını istediğin hadisleri mi kabul ettin?
— İbn-i Abbâs
(Radiyallahü anh) ona s
— Gerçekten biz
Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) üzerine hadis uydurulmadığı müddetçe
O'ndan hadis rivayet ederdik. Fakat halk serkeş ve uysal develere binmeye
(yani insanlar iyi ve kötü her çeşit yola sülük etmeye) başlayınca biz O'ndan hadis rivayet etmeyi
terk ettik, dedi.»
Bu rivayet, 27
numaralı îbn-i Mâceh
hadisine ait be-yrn ettiğim 2'nci yoruma daha uygun olur kanaatmdayım.
Müs1im'in Mukaddime'ye
aldığı bir başka hadis de şöyledir :
— Mücahid
(Rakimehullah)'den rivayet edilmiştir ki:
Büşeyr el-Adevi İbn-i
Abbas (Radiyallahü anhümaJ'ya geldi ve hadis rivayet etmeye başlıyarak : «Kale
Resûlullahi (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), Kale Resûlullahi (Sallallahü Aleyhi
ve Sellem) = Peygamber şöyle söyledi böyle söyledi.) demeye girişti. Îbn-İ
Abbas (Radiyallahü anh) ise onu dinlemiyor ve ona bakmıyordu. Biraz sonra
Büşeyr:
— Yâ İbn-i Abbâs: Acaba ne için benim rivayet
ettiğim hadisleri dinlediğini görmüyorum? Ben Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve
Sellem) in hadîslerini sana naklediyorum sen dinlemiyorsun, dedi. İbn-i Abbâs:
— (Eskiden) bir adam Resûlullah (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu, dediği zaman gözlerimiz suratla ona yönelir,
tüm kulaklarımızı ona verirdik. Fakat insanlar serkeş ve uysal deveye
binince (yani hadislerin sıhhat
durumunu dikkata almadan, rast-gele her çeşit hadisi rivayet etmeye girişince)
biz de onlardan, hadisleri almaz olduk. Ancak (bilip) tanıdığımız hadisleri
alırız, dedi.
Bu rivayetin de 27
numaralı hadisin ilk yorumuna daha muvafık düştüğü kanısındayım.
28) Şa'bî
(Rafıimehullah)'âen:
Karaza b. Kâ'b[65]
(Radiyallahü anh)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir :
Ömer (Rdiyallahü anh)
bizi Kufe'ye gönderdi. (Bizi yolcu ederken) Teşyi edip (Medine dışındaki)
Sirâr denilen yere kadar beraberimizde yürüdü. Sonra 'beraberinizde buraya
kadar ne için yürüdüğümü bilir misiniz?' diye sordu. Biz: 'Resûlullah
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in sohbetinde bulunduğumuz (sahabi olduğumuz) ve
Ensar'dan olduğumuz içindir, dedik. Ömer
{Radiyallahü anh) :
«Ben size bir hususu
anlatmak için (buraya kadar) beraberinizde yürüdüm. Ve yürüyerek gelmekliğimin
hatırı için (yapacağım tavsiyeyi) iyice belliyeceğinizi umarak yürüdüm. Siz
ateşte kaynayan tencere gibi Kur'an için gönülleri fokur fokur kaynayan (yani
Kur'an okumaya çok hararetli ve pek düşkün) bir kavme varıyorsunuz. Onlar sizi
gördükleri zaman (problemlerinde sizleri hakem yapacakları, bütün işlerinde
emirlerinize itaat edecekleri ve dini bilgileri sizden alacakları için)
sizlere boyun eğecekler ve Bunlar Hz. Muhammed (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in
Ashabıdır, diyeceklerdir. Siz Resûlullah (Sallallahü Aleyh ive Sellem)'den az
hadis rivayet ediniz. (Yani onların sizden hadis almak için duydukları iştiyaka
ve fazla istekli olmalarına bakarak fazla rivayette bulunmayınız.) Ben de
(sevabta) sizin ortağınızım, (Çünkü kendisi onları hayra delâlet etmiş
oluyor.)» dedi.[66]
[67]
(Parantez içindeki
kelimeler hadîs-i şerifin açıklanması için mütercim tarafından kullanılmıştır.)
Ömer (Radiyallahü anh) hadis rivayeti hususunda gösterilmesi gereken tazim, saygı, önem ve ihtiyatı dikkatten uzak tutmamak için yahut giden hey'etin hadis rivayeti ile fazla meşgul olmaları halinde esas görevleri olan halkın daha önemli görülen irşad hizmetinin aksaması ve halkın irşad sahasındaki istifadelerinin gevşemesi endişesi nedeni ile hey'etin rivayetle fazla meşgul olmamalarını istemiştir.
29) Es-Sâib b. Yezid
[68](Radiyallahü
anhyden:
Demiştir ki: «Ben Sa'd
b. Malik (bu zat Ebû Saîd-i Hudrî künyesi ile meşhurdur.) (Radiyallahü anh)
ile Medine'den Mekke'ye kadar yolda arkadaşlık ettim. Bir tek hadis rivayet
ettiğini işitmedim.»
[69]
Ebû Saîd-i Hudrî
(Radiyallahü anh), 26'ncı hadisin izahında belirttiğim gibi Müksirîn-i
Sahabe'dendir. O'nun rivayet ettiği hadislerin toplamı 117 O'dir. Burada ise
Sâib b.Yezid (Radiyallahü anh) ile beraber uzun bir yolculuk yaptığı halde tek
bir hadis rivayet etmediği anlaşılıyor.
Sindi, Haşiyesi
Müellifi Ebü'l-Hasan Muhammed b.
Abdi1hâdi bu hadis üzerine diyor ki :[70]
«Âshab-ı kiram
(Radiyallahü anh)'m çoğunun fazla hadis rivayeti ile meşgul olmayı
istemedikleri anlaşılıyor. Onların ihtiyaç duydukları veya hadis talihlerinin
iştiyaklarını gördükleri zaman hadis rivayet ettikleri ve başka zamanlarda
rivayette bulunmadıkları muhtemeldir. Bu takdirde Ashab-ı kiram (Radiyallahü
anh)'den alman meşhur hadisler hep bu şekilde rivayet edilmiş olur. Hadis-
lerin tebliğini
emreden «Hazır olanlar hazır olmayanlara tebliğ etsinler.» hadis-i şerifini
gözönünde bulundurdukları muhakkak olan Sahabîler bu emri Peygamberîyi ya ihtiyaç
olduğu zaman hamletmişler, yahut her Sahabî, aldığı hadisleri, duymayanların
bazısına rivayet etmiş ve bununla Peygamber'in emrini yerine getirmiş olduğu
görüşünde idiler veyahut da tebliğ ile ilgili bu emr-i Peygamberiyi farz-ı
kifaye türünden kabul ederek Ebû Hüreyre (Radiyallahü anh) gibi bir kısım
sahabîlerin rivayette bulunması île tebliğ sorumluluğunun kalkmış olduğu neticesine
varmışlardır.[71]
30) Abdullah
İbn-i Mes'ud (Radiyallahü anh)'den, şöyle dediği rivayet
edilmiştir :
Resûlullah (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem) buyurdular ki:
«Kim bilerek benim
üzerimde yalan uydurursa cehennemdeki yerine hazırlansın.»
31) Alî (Radiyallahü anhyden şöyle dediği mervidir :
Resûlullah (Sallallakü Aleyhi ve Sellem) buyurdular ki:
«Benim ağzımdan
(kasden) yalan uydurmayınız. Çünkü benim namıma (bilerek) yalan uydurmak
muhakkak (uyduranı, bilerek rivayet edeni, buna rıza göstereni ve her hangi
bir ilişkisi olanı) cehenneme sokar.*
32) Enes b. Mâlik (Radiyallahü anh)'den rivayet
edildiğine göre Re-sûîullah (Sallollahü Aleyhi ve Sellem) :
«Kim benim adıma —
ravi diyor ki zanmmca «bilerek» kaydını kullandı. — yalan uydurursa
cehennemdeki yerine yerleşsin!» buyurdu, demiştir.»
33) Cabir (bin Abdillah)[72]
(Radiyallahü anh)'den rivayet edildiğine göre Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve
Sellem)'in şöyle buyurduğunu söylemiştir.
«Kim kasden benim
üzerimde yalan söylerse cehennemdeki yerine hazır olsun.»
34) Ebû Hüreyre (Radiyallahü anh)'den : Şöyle demiştir :
Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) buyurdular ki «Benim söylemediğim bir
şeyi kim bana bile bile isnad ederse cehennemdeki yerine hazırlansın.»
35)
Ebu Katade
[73](Radiyallahü
ank)'âen: Şöyle demiştir:
Resûlullah (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem) bu minber üzerinde iken şöyle buyurduğunu (bizzat)
işittim:
«Benden çok hadis
rivayet etmekten kaçının. Her kim benim üzerimde (benim ağzımdan) bir şey
söylemek isterse hak veya doğru (bu tereddüt ravidendir) söylesin. Kim benim
söylemediğim bir sözü kasden uydurup bana isnad ederse cehennemdeki yerine yerleşsin.»
36) Abdullah İbn-i Zübeyr (Radiyallahü anh)'den şöyle
dediği rivayet edilmiştir :
Ben (Aşere-i Mübeşşere'den
olan babam) Zübeyr bin el-Avvam (Radiyallahü anh) 'a dedim ki:
(Abdullah) tbn-i Mes'ud
(Radiyallahü anh), falan ve filan sa-habinin hadis rivayet ettiklerini
işittiğim gibi neden senin, Peyganv
ber (Sallallahü Aleyhi
ve Sellem)'in hadislerinden bir şey haber verdiğini işitmiyorum.
Zübeyr (Radiyallahü
anh) şöyle cevap verdi:
— İyi bil ki ben
müslüman olduğum andan beri Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in
yanından hiç ayrılmadım (yani benim bu tutumum, uzun zamandan beri sahabîlik şerefine
mazhar olduğum halde O'nun yanında az bulunduğumdan ileri gelmiyor.) Fakat
ben Resûlullah'ın: «Kim benim ağzımdan kasden yalan söylerse cehennemdeki
oturağını hazırlasın!» buyurduğunu işittim. (Yani hadis rivayetinde bulunmama
mani budur. Çünkü eksik veya fazla söyleme hatasına düşebilirim.
37) Ebû Saîd
(Radiyallahü anhyderv;
Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve
Sellem)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir.
«Her kim ki taammüden
üzerimde yalan uydurursa ateşten oturağına hazır olsun.»
[74]
Peygamber (Saîlallahü
Aleyhi ve Sellem) üzerine yalan uydurmanın ağır ve çetin cezaları mucip
olduğuna dair bu bab'a alınmış bulunan 8 hadisin mânâları hemen hemen aynı
olduğu gibi metinleri arasında da pek çok fark yoktur. Fakat senedleri tamamen
ayrıdır Müteaddit senedlerin bulunuşu ve özellikle çokluğu hadisin kuvvet
bakımından değer üstünlüğünü gösterir. Merhum Müellif bu nedenle, takriben ayni
mânâyı ifade etmekle beraber senedleri ayrı olan bu hadislerin hepsini zikretmiştir.
«Her kim bilerek benim
ağzımdan yalan uydurursa cehennemdeki yerini hazırlasın.» mânâsını ifade eden
hadis-i şerif mütevâtır hadislerdendir. îmanı Şafii (Radiyallahü anh)'nin
«Er-Ri-sale» adlı eserinin şerhinde Sayrafî, bu hadisin 70 sahabi tarafından
merfûan rivayet edildiğini yazar. Bunlar arasında «Aşere-i Mübeşşere =cennetle
müjdelenen 10 sahabenin hepsi mevcuttur
Bu hadisin ravilerinin sayısını 200'e çıkaranlar da vardır.
Hadisin «cehennemdeki
yerini hazırlasın» cümlesi bazı âlimler-ce bed dua olarak yorumlanmıştır. Yani
*AIlah onu cehennemde yerleştirsin.» diğerlerine göre müfterinin hak etmiş
olduğu akıbeti bildirir. Yani «O kimse cehenneme müstahak olmuştur. Ona hazır
olsun.»
Hadisin gerekli
açıklanması için 3 nokta üzerinde durmak isterim.
1. Yalanın mahiyeti
2. Peygamber üzerinde yalan uydurmak
3. Bu suçu işleyenin cehennemlik olması
1— Ehl-i Sünnete göre gerçeğe aykırı haber vermeye yalan
denilir. Muhbir ister kasden ister sehven yalan söylesin. Yalan söylemiş
olması bakımından fark yoktur. Ancak hilaf-ı hakikat olduğunu bildiği halde
kasden yalan söylerse günah işlemiş olur. Sehven söylerse günaha girmez.
Mu'tezile mezhebine göre hilaf-ı hakikat söylenen bir sözün yalan sayüabilmesi
için kasden ve bile bile söylenmiş olması şarttır. Yanılarak söylenen gerçek
dışı söz yalan sayılmaz. Ehl-i Sünnet mezhebinin görüşü delillerle isbat
edilmiş ve mu'tezile'nin iddiaları reddedilmiştir. Bu husus konumuzun dışında
olup uzun izah istediği için ona girmiyeceğim. Sadece şunu belirtmek isterim :
Bu babda geçen
hadisler de Ehl-i Sünnet mezhebinin görüşünü teyid eder. Çünkü kasıtlı ve
kasıtsız söylenen hilafı- hakikat sözlerin her ikisi de yalan sayılmamış
olsaydı ve Mu'tezile'nin iddia ettiği gibi gerçeğe aykırı bir sözün yalan
sayılabilmesi için kasden söylenmiş olması şart olsaydı Resûlullah (Sallallahü
Aleyhi ve Sel-lem) bu hadislerde «Kim kasden yalan söylerse...» demiyecekti.
Çünkü «Kasden» kelimesi zâid olurdu.
2— Peygamber (Sallallehü Aleyhi ve Sellem) üzerinde
yalan uydurmak ve bile bile yahut da yanılarak yapılır. Yanılarak yapılırsa
belirtilen ağır cezaya mucip değildir. Çünkü Kitab, Sünnet ve İcma-ı Ümmetle
sabittir ki, unutma veya yanılma ile işlenen kusurlar günah sayılmazlar. Fakat
bile bile Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in ağzından yalan uydurmak,
bilerek böyle uydurulmuş hadisi nakletmek, her ne suretle olursa olsun buna
aracı olmak ağır vebali ve büyük cezayı muciptir.
Peygamber (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem)'in söylemediği bir sözün veya yapmadığı bir işin ona isnad
edilmesi «O'nun üzerinde yalan uydurma» şumulüna girer. Demek ki kavli
sünnette olduğu gibi fi'lî sünnette de gerekli titizliği göstermek zorunluğu
vardır. Diğer taraftan hiç bir konuda Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e
uydurma hadis isnadı caiz değildir.
Dalâlet fırkalarından
biri olan «Keramiye»ye göre Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in
getirmiş olduğu dinin lehinde ve onun neşri yolunda irşad, teşvik, korkutma ve
benzeri amaçlarla hadis uydurmak caizdir. Fakat ahkâm hakkında caiz değildir.
Bu görüşten hareketle onlar mevize konularında hadis uydurma cihetine
gitmişlerdir.
Keramiye’nin iddiası tamamen yersiz ve mesnedsizdir. Her hangi bir insanın yapmadığı ve söylemediği bir şeyi ona isnad etmek yüce dinimize göre büyük günahlardan sayılırken Fahr-i Kâinat efendimize uydurma söz ve fiil isnadı her ne maksadla olursa olsun nasıl caiz olabilir? Oysa ki Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in ağzından çıkan, din ile ilgili her sözün ilâhî oluşu «O, havadan konuşmaz; Konuştukları, ancak kendisine bildirilen vahy'-dir.»[75]ayeti ile tescil edilmiştir. Bu babda geçen hadislerin tümü her çeşit yalanı uydurmayı şiddetle yasaklar. Din ve Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) aleyhinde veya lehimde diye bir ayırım yoktur. Müs1im'in Mukaddime'sinin şerhinde Nevevi ve İbn-i Maceh'in bu babının haşiyesinde Sindi derler ki : Keramiye'lerin bu iddiaları büyük bir gaflet ve apaçık bir cehalettir. Arap lügatim bilen hiç bir kimsenin böyle bir iddiayı ileri sürmesi bağışlanamaz.
Daha geniş tafsilat
isteyenler, Nevevi' nin şerhine müracat etsinler.
3— Kasden hadis uyduran veya uydurma olduğunu bildiği hadisi
rivayet edenin cehennemlik olması hususu :
Sindi bu konuda
Nevevi'den naklen diyor ki :
«Resûlullah
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) üzerinde kasden yalan uyduranın hakettiği ceza
cehennem'dir. Cenab-ı Allah Tâalâ dilerse cezasını çektirir, dilerse afveder.
Böyleleri katiyyen afv edilmiyecekler, diye bir mana çıkmaz. Zaten küfürden
başka her hangi bir günahı işleyen kişinin mutlaka cehennemde tazip
edileceğine
dair bir hüküm yoktur.
Allah'ın dilemesine kalmış, O'nun bileceği bir sırdır. Bunlar cehennemde tazib
edilseler bile cezalarını bitirdikten sonra cehennemden çıkacaklar. Çünkü
dinimize göre yalnız küfür üzerinde ölenler ebedi cehennemliktirler. Ölürlerken
zerre kadar imanı olanlar bile neticede cehennemden kurtulmuş olurlar.
ResûluUah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) adına yalan uydurmanın büyük günah
olduğu bu hadisten anlaşılıyor. Fakat bu suçu işleyen adam kâfir olmaz.
îmamü'I-Haremeyn'in babası Ebû Muhammed el-Cüveynî bu iftirayı irtikab eden
kişi dinden çıkmış olur, demişti. Fakat İmamü'l-Haremeyn bu fetvayı zayıf görerek,
babasından başka hiç bir âlimin böyle bir şey söylemediğini ve babasının
yanıldığını ifade etmiştir.
Hadis uydurma suçunu
işledikten sonra tevbe eden suçlunun tevbesi ve tevbeden sonra rivayeti makbul
mudur?
Bu hususta âlimler
ikiye ayrılmışlar: Bir kısmı hayır kabul değil, demişlerdir. Fakat sahih ve
umumî kaidelere uygun olan kavle göre tevbesi hem rivayeti makbuldür. Çünkü
kâfir bile tevbe ederse (îman ederse) onun tevbesi ve rivayeti makbuldür.
Hadis uydurma suçunu işleyen kişi kâfirden aşağı değildir.»
Sindi' nin Nevevi' den
naklettiği parça burada bitti.
[76]
Bu babda geçen hadislerden
çıkan hükümler yukarıda verilen izahtan çıkarılabilir. Fakat özlü ve maddeler
halinde belirtmekte fayda görüyorum :
1— Ehl-i Sünnet mezhebine göre bilerek veya bilmeyerek
söylenen hilaf-ı hakikat söz yalan sayılır. Bu hadisler, Ehl-i Sünnet'in görüşünü
teyid eden delillerdendir.
2— Resûlullah (Sallellahü Aleyhi ve Sellem) üzerinde kasden yalan uydurmak korkunç,
şiddetle kaçınılması gereken büyük günahlardandır. Hadis uydurmayı mubah görmedikçe bu suçu
işlemekle kişi dinden çıkmaz. Cumhurun görüşü budur.
3— Bir tane hadisi uyduran kişi fasık olur. Bütün rivayetleri reddedilir.Hiç bir hadisi
ile ihticac yapılamaz. Şayet tevbe etse
bile bir çok âlime göre rivayetleri yine tutarsız sayılır.Fakat mutemed kavle
göre nasuh tevbe ile tevbe ederse tevbe ve rivayeti kabul edilir.
4— Hadis uydurmak işi ister ahkâm ile ilgili olsun ister
tergib terhib (korkutmak) mevize ve benzeri konularda olsun hepsi en
büyük günahlardandır.
5— Hadis uydurmak
büyük günah olduğu gibi uydurma hadisi
bile bile rivayet etmek veya uydurma olduğundan şüphe edilen hadisi nakletmek de büyük günahtır.
Âlimler: «Hadis
rivayet etmek isteyen adam önce tetkik etmelidir. Eğer sahih veya hasen ise
«Kale Resûlullahi (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) = Resûlullah (Sallaîlahü
Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu», veya buna benzer kesin bir ifade kullansın.
Hadisin zayıf olduğu ihtimali varsa kesinlik ifade etmeyen «rivayet edildiğine,
anlatıldığına, söylendiğine göre» ve benzeri bir ta'bir kullansın.» diye
tavsiyede bulunmuşlardır.
6— Peygamber adına yalan uydurmanın yasaklığı
hakkındaki hadislerin çoğunda «kasıtlı uydurma» kaydı mevcuttur. Bazılarında ise yoktur.
Olmayanlar da olanlar gibi yorumlanır.
Aksi takdirde sehven yapılan rivayetin de günah olması gerekecektir.
Oysa ki sehven yapılan işler muaftır.
[77]
Yalan Olduğunu Bildiği Veya Sandığı Halde Bir Hadisi Resûlullah
(Sallallahü Aleyhî Ve Selem) Den Rivayet Edenin Beyan Babı
38)
Hz. Ali (Radİyallahü anh)'den:
Resûlullah (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem) " şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir :
«Herkim, yalan
olduğunu sandığı bir hadisi benim hadisim olmak üzere rivayet ederse iki
yalancıdan birisi de odur.»
39) Semûre b. Cündüb[78]
(Radiyallahü anh)'den rivayet edildiğine göre Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve
Sellem) buyurdular ki :
«Kim yalan olduğunu
bilerek veya zan ederek bir hadîsi benden rivayet ederse iki yalancıdan birisi
de odur.»
40) Ali
(Radiyallahü anh)'den
rivayet edildiğine göre Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle
buyurdular :
«Kim bir hadisin
uydurm a olduğunu bildiği veya zan ettiği halde onu benden rivayette bulunursa
iki yalancıdan birisi de kendisidir.»
41) El-Müğîre b. Şu'be[79]
(Radiyallahü anh)'den Rslûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'m şöyle
buyurduğu rivayet edilmiştir :
«Kim bir hadisin
uydurma olduğunu bildiği veya zan ettiği halde benden rivayette bulunursa iki
yalancıdan birisi de kendisidir.»
[80]
Bu Babda Geçen 4 Hadisin İzahı
Burada geçen 4 hadisin
manası aynıdır. Dikkat edilecek olursa manayı hiç etkilemiyen bir iki kelime
hariç, metinleri arasında da hir fark yoktur.
Fakat senedleri tamamen değişiktir.
Hadisin kuvvet
derecesinin tescili için musannif, kendisine intikal eden bütün rivayetleri
nakletmiştir.
4'üncü babda geçen hadisler Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) üzerinde bile bile yalan u/durmanın ağır vebal olduğunu ifade ediyor. Bu tabda geçen hadisler ise, böyle olan hadisleri rivayet etmenin yasaklığmı beyan ediyor. Uydurma olduğu bilinen veya sanılan hadisleri rivayet etmek, yalancılığın en çirkini ve iftiranın en şenîidir. Küfür ve şirkten sonra gelen en büyük günahlardandır. Çünkü bu babdaki hadislerden anlaşıldığı veçhile uydurma hadisleri rivayet eden kişi uyduran kişinin suç ortağı durumundadır.
Mevzu' ve muhtalak
diye isimlendirilen uydurma hadis ile amel etmek mutlaka haramdır. Böyle bir
hadis, ister ahkâma ait olsun ister tergib, terhib, irşad gibi din lehinde
yapılan çalışma ile ilgili olsun uydurma olduğu bilinir veya sanılırsa onu
rivayet etmek katiyetle haram ve yukarıda belirtildiği gibi en büyük günahlardandır.
Hadisin metninde geçen kelimesi tesniye
(EI-Kâzibeyn = iki yalancı) ve çoğul (El-Kâzibîn = yalancılar) olarak
okunabilir. İbn-i Maceh'in bu nüshasını inceleyerek bastıran Muhammed Fuad
Abdülbaki bu kelimeyi tesniye şeklinde harekelemiştir. Ebû Naim el-Asbahânî,
Sahih-i Müslim üzerinde yazdığı El Mustahraç adlı eserinde rivayet ettiği
Semûre hadisinde «El-Kâzibeyn» kelimesini tesniye şeklinde naklettikten sonra
uydurma hadis rivayet edenin o hadisi uyduranın suç ortağı olduğunun bu
hadisle isbat edildiğini beyan eder. «Uydurma hadis rivayet eden kişi iki
yalancıdan birisidir.» diye buyurulunca şu mana çııkyor: İki yalancıdan birisi
hadis uyduran, diğeri de onu rivayet edendir.
Ebû Naim daha sonra
rivayet ettiği E1-Muğîre hadisinde
kelimesinin tesniye ve çoğul olduğunda tereddüt ettiğini açıklar.
Nevevi ise bu kelimeyi
çoğul olarak tesbit ettiğini ve meşhur olamn de bu olduğunu ifade eder. Bu
arada Kadı Iyaz'm da bizce bu kelime çoğul olarak mervîdir, dediğini nakleder.
Hadisin metninde
geçen kelimesi de malum ve mechûl (Yerâ
ve Yürâ) olarak rivayet edilmiştir. 38 nolu rivayette mechûl, diğer 3 rivayette
malum olarak harekelenmiştir.Nevevi,meçhul olan rivayetin meşhur olduğunu ve
bunu tesbit ettiğini yazar. Daha sonra malum için olabildiğinin bazı hadis
âlimleri tarafından ifade edildiğini beyan ettikten sonra :
«Meçhul okunduğu zaman
«Yüra = sanılır» demektir. Malum olarak okunduğu zaman «Yera = bilir veya
sanır» demektir. Uydurma olduğunu bilerek veya sanarak hadis rivayeti
yasaklandığı-
na göre uydurma
olduğunu bilmeyen ve zannetmeyen kişinin rivayette bulunmasında sakınca
yoktur. Başka adamlar o hadisin uydurma olduğunu bilseler veya zan etseler
bile bu durumdan haberi olmayan râvi için vebal yoktur.» der.
[81]
İbn-i Maceh'in
haşiyesi Sindi, hadisin açıklamasını yaparken
Nevevi' nin sözlerini
naklettikten snra der ki:
Hadisin metninde
geçen kelimesini zan manasına yorumlamak
daha şümullü ve ihtiyatlıdır. (Zira bu takdirde bir hadisin uydurma olduğu
kesinlikle bilinmese bile rivayetinin yasak-lîğı hükme bağlanmış oluyor.)
Diğer taraftan hadisin
uydurma olduğundan şüphelenen veya uydurma olup olmadığını düşünmeyen râvinin
günaha girmediği Nevevi' nin sözlerinden çıkıyor. Bence bu mana hadisten anlaşılmıyor.
Ancak bu durumdaki ravînin Peygamber üzerinde yalan söyleyenlerden sayılmadığı
anlaşılır. Şüphe ve gaflet halindeki rivayet mes'uliyetten hali değildir.
[82]
Uydurma hadisi rivayet
eden kimse şayet onun uydurma olduğunu belirtirse rivayet etmesinde bir
sakınca yoktur.
[83]
42) Yahya bin Ebi'l-Mutâ'dan rivaye t edildiğine göre
kendisi İrbâd İbn-i Sâriye'den şöyle söylediğini işitmiştir : (Radiyallahü
anhütna).
Resûlullah (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem) bir gün bizde kaldı. Kalbleri titreten ve gözleri yaşartan
çok korkutucu bir mev'ize ile bize vaaz etti. O'na denildi ki: «—Yâ
Resûlullah! (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) vedalaşan kimsenin yaptığı vaaz gibi
nasihat ettin. Bize tavsiyelerde bulun.» Bunun üzerine Rslû-lullah (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem) buyurdular ki :
«Takvaya yapışınız ve
başınızdaki Halîfe siyah bir köle dahî olsa onu dinleyip itaat etmeye
sarılınız. Siz benden sonra şiddetli ihtilafı göreceksiniz. Onun için benim
sünnetime ve hidayete m az har kılınmış olan Hulefâ'yı Raşidîn'in sünnetlerine
yapışınız. Bu sünnetleri dişlerinizle sıkıca tutunuz. (Yahut karşılaştığınız
eziyetlere tahammül için dişlerinizi sıkınız.) İhdas edilen (dinde dayanağı
oî-madan dîne sokulmak istenen) şeylerden sakının. Çünkü her bid'at
dalâlettir.»
43) Abdurrahman bin Amr es-Selemî'nin, İrbad b. Sariye
(Radiyallahü anhümaydan şöyle söylediğini işittim, dediği rivayet edilmiştir:
Resûlullah (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem) bize öyle bir vaaz etti ki ondan gözler (imiz) yaşardı ve
kalbler(imiz) titredi. Bunun üzerine biz dedik ki: «—Ya Resûlullah! (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem) Bu vaazınız veda eden bir kimsenin vaazına benzer, bize
neleri tavsiye edersiniz?» Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) buyurdular
ki :
«Ben sizi, gecesi
gündüzü gibi apaydın olan (en küçük bir şüpheyi kabul etmeyen gayet açık) bir
din üzerinde bıraktım. Benden sonra ancak helak olanlar, o dinden (başka
yönlere) sapar. Sizden kim yaşarsa fazla ihtilafa şahid olacaktır. Onun için
bilip tanıdığınız sünnetime ve hidayete erdirilmiş olan Hulefâ'y» Raşidîn'in
sünnetlerine yapışınız. Bunları dişlerinizle sıkıca tutunuz (ya tia musibetlere
karşı dişlerinizi sıkınız.) Başınızdaki halîfe siyah bir köle bile olsa ona
itaattan ayrılmayınız. Çünkü mümin, (tavazu' ve uysallığı bakımından) burnuna
yular takılmış deve gibidir hangi tarafa sevkedilirse uyar.»
44) İrbad b. Sariye (Radiyallahü anh)'dea söyle dediği
rivayet edilmiştir :
«Resûlullah
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bize sabah namazını kıldırdı. Sonra (mübarek)
yüzünü bize döndürüp çok te'sirli bir vaaz irad buyurdu. (Ravi îrbad, bundan
sonra 42 ve 43 nolu hadiste anlattığımızın benzerini anlattı.)»
[84]
Hulefâ'yı Raşidîn'in
sünnetlerine ittiba etmenin beyanı hakkında bu babta rivayet edilen hadislerin
3'ünü de Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'den rivayet eden sahabi
îrbad b.Sâriye (Radiyallahü anh)'dir.[85]Fakat
bunlar üç ayrı sened ile İbn-i Maceh'e ulaşmıştır.Hadislerin hepsinde Hulefâ'yı
Raşidîn'in sünnetlerine yapışma emri verilmekle beraber başka hususları ihtiva
etmeleri bakımından yek diğerinden farklıdır.
Hadislerde geçen
Bulefâ'yı Raşidîn'den maksadın ilk 4 halife (Radiyallahü anhüm) olduğunu
söyleyenler vardır. Bâzı âlimler ise, bundan nıaksad 4 büyük halife ve onların
siretini takınıp izlerini takip eden başka halifeler ve müctehid olan büyük
imamlardır. Zira hakkın daima üstün tutulması, îslâmiyetin yaşatılması ve
halkın dosdoğru yola irşadı bakımından bunlar da ResûluIİah (Sallallahü Aleyhi
ve-Sellem)'in halîfeleridir, demişlerdir.
Hadîslerin metninde
geçen «Bu sünnetler üzerinde dişlerinizi sıkınız» cümlesi iki şekilde
yorumlanmıştır. Bâzı âlimler,bu cümle ile mezkûr sünnetlere sımsıkı sarılmak
ve kaçırılmaması için azami gayreti sarfetmek isteniyor, demişler.Diğer bir
kısım âlimlere göre bununla halkın ihtilafa düştükleri ortamda sünnetlere
sarılmak uğrunda karşılaşılacak güçlükler ve musibetler muvacehesinde tahammül
etmek ve dişleri sıkmak tavsiye edilmiş oluyor.
42 nolu hadisin
sonunda geçen «İhdas edilen şeylerden sakınınız» cümlesi ile sakınılması
istenen şeyler, dinde aslı olmayan ve dinî kaynaklara aykırı düşen
hususlardır.Dinî kaynaklara uygun olan hususlar Peygamberimiz (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem)'den sonra ihdas edilmiş olsa bile bu yasağın şümulüne girmez.
Hadisin «Benim sünnetime ve Hulefâ'yı Raşidîn'in sünnetlerine yapışınız» emr-i
Nebevisi bunu gösteriyor.Zira eğer halifelerin sünnetleri Peygamberin
sünnetinin aynısı olmuş olsaydı «halifelerin sünnetlerine yapışınız» sözü fazla
olurdu.[86]
Bidat hakkında 7'nci
babta geniş tafsilat yapılacaktır.
[87]
Bidatlardan[88]
Ve Mücadeleden[89]
Uzak Kalmanın Beyan Babı
45) Câbir b. Abdillah (Radiyallahü anhyden rivayet
edildiğine göre kendisi şöyle demiştir:
ResûluIİah (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem) hutbe okuduğu zaman gözleri kızarır, sesi yükselir ve öfkesi
şiddetlenirdi. Sanki, kendisi, düşman ordusunu gözetleyen «Muhakkak düşman,
size sabahleyin baskın yapacak, akşam hücum edecektir», diyen bir gözcü idi.
(Tehlikeye karşı halkı uyarır), ve «Kıyamet günü ile ben bunlar gibi
gönderildim» derdi. Böyle söylerken şehâdet parmağı ile onun yanındaki orta
parmağını birleştirirdi. Sonra derdi ki: «Konuşulan sözlerin en hayırlısı Allah
Teâlânm Kitabıdır. Yolların en güzeli Mu-hammed (Sallallahü Aleyhi ve
Sellem)'in yoludur. İşlerin en kötülerinden birisi de (Peygamber (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem) 'den) sonra ihdas edilen (Dine sokulmak istenen) asılsız
şeylerdir. Bid'at-lar (in çoğu) dalâlettir.» Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve
Sellem) hutbelerinde şöyle de derdi: «Kim (ölüp de) mal bırakırsa, (bıraktığı
mal) onun mirasçılarınadir. Kim (ölüp de karşılıksız) borç bırakırsa veya
(bakıma muhtaç) çoluk çocuk bırakırsa onun borcunu ödemek ve aile efradına
bakmak bana aittir.»
[90]
Hutbe îrad ederken
Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in gözlerinin kızarması, sesinin
yükselmesi ve öfkesinin şiddetlenmesinin sebebini. Sindi
şöyle açıklar:
Peygamber (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem) hitabet esnasında dikkatini temas ettiği konuya teksif
edince O'na tecelli eden ilâhi heybet ve azametin izleri belirgin bir şekilde
mübarek vücudu üzerinde görülürdü. Diğer taraftan O'nun heyecanlı konuşması
sayesinde sözleri etkin bir tarzda dinleyicilerinin kalbine iyice yerleşmiş
olurdu.
Sahih-i Müslim'in,
cuma bahsine alınan bu hadisin şerhinde İmam-ı
Nevevi der ki:
«Resûlullah
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in hutbede takındığı bu tavırdan mülhem olarak
hatibin, hutbesini heyecanlı, etkili ve gürsesli okuması, konusuna uygunluğunu
göz önünde tutması müs-tehap kılınmıştır. Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve
Sellem)'in, hutbede halkı büyük günahlara ve tehlikeli durumlara karşı
uyardığı zaman öfkesinin artmış olması muhtemeldir.
Kâdi Iyâz'a göre,
Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şahadet parmağı ile onun yanındaki
orta parmağını birleştirerek söylediği: «Ben ile kıyamet günü bunîar gibi
gönderildim.» sözü ile bu iki parmak arasında başka parmak bulunmadığı gibi
kendisi ile kıyamet günü arasında bir peygamber bulunmadığını veyahut iki parmak
arasında az bir fark olduğu gibi kendisi ile kıyamet günü arasında da az bir
süre bulunduğunu kasdetmiştir.
Resûlullah (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem)'in hutbesinde sözünü kullandığı bu hadisle sabit olduğu
için Cuma, Bayram ve sair
hutbelerde olsun, vaazların girişinde ve kitabların mukaddimesinde olsun bu
cümleyi kullanmak müstahabtır. Sahîh-i Buhari'-de bunun müstahablığı hakkında
açılan müstakil bir babta konuya ait bir kaç hadis de zikredilmiştir. Bu
cümlenin ilk olarak Hz.Dâvud (Aleyhis'salâtü ves'selâm) tarafından
kullanıldığını söyleyenler vardır. Umumiyetle besmele, hamd ve salât'dan sonra
söze başlanırken kullanılan bu cümle, bir konudan diğer bir konuya geçiş
işareti olarak kullanılır. Özlü tercemesi:Amma geçen sözlerden sonra...
tmam-ı Nevevi
sözlerine devamla der ki, hadisin metninde geçen = Her bid'at dalâlettir, cümle
si amm-ı mahsustur.
Yani umumi görülmekle beraber kasdedilen mana umumi değildir. Bu cümle
'Bid'atların çoğu dalâlettir .anlamı-nadır. Buna benzer hadisler de aynı
şekilde yorumlanır. Hz. Ömer
(Radiyallahü anh) 'in
teravih namazı hakkında = Teravih güzel bid'attır) sözü bu yorumu te'yid eder. Cümlenin
4 .-Yabasında
kullanılan ve umumilik ifade eden = Küllü kelimesi bu yoruma mani değildir.
Zira aynı kelimenin kullanıldığı bazı ayet ve hadisler de tahsisli
kullanılmıştır. Meselâ Ahkâf sûresinin 25. ayetinde geçen = O azab razgân her şeyi yani bir çok şeyi
helak eder, cümlesinde geçen kelimesi bu şekilde yorumlanır. Zira Hûd
(Aleyhis'salâtü ves'selâm) ve mü'minler o rüzgârdan zarar görmediler.
îmam-ı Nevevî
bu arada şöyle söyler:
«Âlimler demişler ki,
bid'at şu beş çeşite ayrılır: Vacib, menlûb, haram, mekruh ve mubah.
Meselâ mülhidelere ve
benzeri taifelere karşı kelâmcıların delilleri tanzim etmeleri vacib olan
bid'atlardandır. İlmî kitabları tas-_nif_etmek, medreseleri (okulları),
fakirler için yurtları ve benzeri müesseselerini açmak mendub olan
bid'atlardandır. Çeşitli yemekleri almak hususunda açılmak mubah sayılan
bid'atlardandır. Mekruh ve haram olan bid'atlar bellidir. Tehzibü'1-Esmâ
ve'1-Lügat adlı eserimde bu konuyu tafsilatlı delilleri ile birlikte izah
etmişim.»
îmam-ı Nevevî hadisin,
«Kim (ölüp de karşılıksız) borç bırakırsa veya (bakıma muhtaç) çoluk çocuk
bırakırsa...» metnini açıklarken de âlimlerin şöyle dediklerini nakleder:
Borçlu ölüp de borcunu
karşılayacak mal bırakmayan ölülerin cenaze namazını Resûlullah (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem) kılmazdı. Böylece müslümanlarm borçlanmayı küçümsemelerini
ve borç ödeme işini ihmal etmelerini önlemek isterdi. Cenâb-ı Hakk'ın yardımı
ile müslümarilar zaferler kazanarak Fütuhatta bulununca Resûlullah (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem) :
«Kim ölüp de
(karşılıksız) borç bırakırsa borcunu ödemek bana aittir.» buyurdular ve borçlan
ödemeye başladılar. Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) tarafından bu
borcun ödenmesi vacip mi idi yoksa bir ikram mahiyetinde mi idi? Bunda âlimler
ihtilaf etmişlerdir. En kuvvetli kavle göre; vacip idi. Diğer taraftan bu
mecburiyet Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e mahsûs mudur, değil
midir? Bâzı âlimler, bu durum Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e mahsus
idi. Halîfeler ve diğer devlet yetkilileri buna mecbur değildir, demişlerdir.
Bâzı âlimler de eğer devlet hazinesi buna müsaid ise ve daha önemli harcama
yeri yoksa devlet adamları böyJe borçları ödemekle mükelleftirler, demişlerdir.
46) Abdullah İbn-i Mes'ud (Radiyallahü ank)'den,
Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'m şöyle buyurduğu mervidir :
— Kitab ve Sünnetten
başka uyulması gerekli 3'üncü bir şey yoktur. (Yani insanların mükellef
bulundukları hususlar Kitab ve Sünnette derli toplu olup kolayca bilinebilir.
İçine başka şeylerin katılmamasına dikkat edilmelidir.) Sözlerin en güzeli
Allah Taalâ'-nın kelamı ve yolların en güzeli Hz. Muhammed (Sallaliahü Aleyhi
ve Sellem)'in yolu, sîretidir. (İrşadların en güzeli ve hedefe ulaştırıcısı
Hz. Muhammed (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in irşadıdır. O'nun dini ve sünnet-i
seniyyesi dinlerin ve sünnetlerin en fazîletlisidir).
Dikkat! (sonradan)
dinde ihdas edilmek istenen şeylerden sakının. Çünkü şer işlerden birisi de
ihdas edilen şeylerdir. (Dinde) icad edilen her şey bid'attır. Bid'atlardn
çoğu) dalalettir. Dikkat! emel ve arzularınız uzayıp size ecelinizi
unutturmasın. Aksi takdirde kalble-riniz katılaşır. Dikkat! Gerçekten gelici
olan (ölüm ve ondan sonraki diriliş ve âhiret ahvali gibi) şey der) yakındır.
Hakikaten gelmı-yecek - olmıyacak olan şey, uzak sayılır.
Dikkat! Şakavetli
(bedbaht), ancak o kimsedir ki annesinin karnında iken şaki olur, mes'ud adam
da ancak o kimsedir ki başkasından ibret alır. (Günahları işlemek yüzünden
kötü duruma düşenlerin feci akibetlerinden ders alır aynı vaziyete düşmemek
için günahlardan kaçınır.)
Dikkat! Mü'minle
döğüşmek küfür ehlinin ve ona sövmek fâsik-ların işidir. (Gerçek müslümana
yaraşmaz.) Müslüman için 3 günden fazla süre ile (din) kardeşini bırakması
(ona küs durması) helâl değildir.
Dikkat! Yalancılıktan
şiddetle kaçının. Çünkü ne ciddi ne de şaka yollu yalancılık mubah değil,
müslümanın şanına yakışmaz. Sakın kimse, yerine getirmiyeceği bir şeyi (küçük
yaştaki) çocuğuna (bile) vadetmesin (yani bu davranış bile yalancılığa girer).
Çünkü yalancılık gerçekten (insanı) fücûre (şerre) sürükler. Şer de cehenneme
götürür. Doğruluk da muhakkak (insanı) hayra yöneltir, hayırlı işler de
cennete kılavuz olur. Doğru adam için «O, doğru söyledi hayır işledi» denir.
Yalancı kişi için de «O, yalan söyledi şer işledi» denir.
Dikkat! Kul gerçekten
yalan söyleye söyleye bu hali kendisine
şiar edinir. Nihayet
yalancılığı itiyad haline getiren bu idmanlı yalancı, Allah Tealâ'nın
divanında «Kezzab» olarak yazılır.»
[91]
Hadîsin baş kısmı
bid'attan kaçınmayı emretmektedir. 45 nolu hadisin izahında bid'at ile ilgili
gerekli bilgi verildi. Hadiste daha sonra bitip tükenmek bilmeyen ihtirasların
ve bunun sebep olduğu katı yürekliliğin önüne set çekilmesi için ölümün ve
âhiret ahvalinin hatırlanması ve uzak tutulmaması istenmekte ve ebedî saadet
ve şakavetin ana rahminde iken belirlendiğine dikkati çekerek bunu tefekkür
etmek halinde katı yüreklilik ve aşırı ihtiras şöyle dursun, derin teessür
duymanın ve akıbetten endişeli olmanın gerekliliğine işaret buyuruluyor. Daha
sonra mü'minle döğüşmenin ancak kâfirlerden beklendiği ve ona sövmenin de
fâsıkların kârı olduğu belirtiliyor. Mü'minle döğüşenin kâfir ve şovenin fasık
olduğu kasde-dilmemiştir.
Hadisin müteakip
cümlesi müslümanm 3 güne kadar küs kalmasında cevaz veriyor. Sindi
diyor ki:
'Üç günden fazla küs
kalmanın haramlığı yabancılar içindir ve küsmenin dinî bir husustan dolayı
olmaması şartına bağlıdır. Ev halkının te'dip ve terbiyesi için daha fazla küs
kalınabilir. Nitekim Resülullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bir ara bir ay
müddetle hanımları ile konuşmadı. Keza dinî bir konudan dolayı küs kalmak için
bu süre esas değildir. Meselâ dine aykırı davranışlarından dolayı terk edilen
müslüman, o kötülüğü bırakmadıkça ona küs kalınabilir. Nitekim Tebuk savaşma
özürsüz katılmayan 3 saha-bî 50 gün süre ile Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve
Sellem)'in emri ile sahabiler tarafından terk edildiler. Nihayet tevbeleri
Allah Tealâ tarafından kabul edilince onlarla konuşma izni verildi.
Birisi ile konuşulduğu
ve temas kurulduğu takdirde ondan dinî yönden veya dünya bakımından zarar
geleceğinden endişe duyan müslümanm ondan uzak durması ve kaçınması âlimlerce
caiz görülmüştür.'
Hadisin son kısmı da
yalancılığın her çeşidinden, sakınmayı, bunun kişiyi çeşitli fenalıklara ve
dolayısıyle cehenneme sürüklediğini belirtmekte ve doğruluktan ayrılmamayı,
zira onun da insanı hayırlı işlere yönelttiğini ve bu sayede cennette
kılavuzluk ettiğini bil-dirivor.
Bu bölümde geçen
'Birr' kelimesi her çeşit hayrı ihtiva eder. Ona karşılık kullanılan 'Fücur'
kelimesi de her türlü şer ve fesadı ihtiva eder (Birr) kelimesi ihlaslı ve tertemiz
salih amel diye de açıklanmıştır. Fücur da bunun karşıtı olmuş olur.
Îbnü'l-Arabî der ki: Doğruluktan ayrılmamayı prensip haline getiren kişi Allah
Tea-lâ'ya isyan etmez. Çünkü günah işlemek istediği zaman şunu düşünür. Durum
kendisine sorulduğu takdirde, yapmadım dese prensibini bozmuş olur, yaptım
dese mahcup duruma düşer, sükût etse töhmet altında kalır.
47) Âişe
[92](Radiyallahü
anha)'den : Şöyle dediği rivayet edilmiştir. Resülullah (Sallallahü Aleyhi ve
Sellem) şu ayeti (AI-i
İmran sûresinin 7'nci ayeti)
okudu.
Âyetin meali:
«Sana Kitâb-ı gönderen
O'dur. O'nun bir kısım âyetleri muhkem (açık ve kesinidir. Kur'an'ın esası
bunlardır. Diğer bazı âyetlerde müteşabihler
[93]manaları
sizce bilinmezidir. İşte, kalblerinde şüphe bulunanlar, fitne aramak ve te'vil
yoluna gitmek için müteşabih âyetlere uyarlar.
Halbuki onların te'villerini Allah'tan başkası bilemez. İlimde otorite
olanlar ise 'Biz ona (= müteşa-bihlere) inandık hepsi Rabbimiz indindendir'
derler. Bunları ancak kâmil akıl sahipleri düşünür.»
Sonra Resûluilah
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) buyurdular ki: «Yâ Âişe! Müteşabih âyetleri tutup
muhkem ayetleri bırakmak sureti ile Kur'an-ı Körim'de mücâdele etmek
isteyenleri gördüğünüz zaman Allah
Tealâ'nın;
'İşte kalblerinde
şüphe bulunanlar...' kavl-i celili ile kasdettigi insanlar onlardır! İşte böyle
adamlardan sakının, (= onlarla oturup konuşmayın. Zira, onlar bid'at ehlinin
ta kendileridir. Sapık akidelerinin sizlere bulaşmaması ve müstahak oldukları
tahkir ve ihanet için onları terkediniz.)»
48) Ebû Ümâme (Radyallahü ankyden Resûluilah (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem)'in şöyle buyurduğu nakledilmiştir:
«Hiç bir kavim
hidâyete erdikten sonra, bâtıh hak ve hakkı bâtıl göstermek süretile mücadele
ve çekişmelerde bulunmadıkça dalalete gitmemiştir. (= Sapmış olanlar hep batıl
yolunda cidal ve çekiştirme yüzünden dalalete gittiler.)»
Sonra Resûluilah
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şu âyeti (= Zuh-ruf sûresinin 58'inci âyeti)
okudu:
Ayet-i celilenin
tamamının meâh:
«Ve (senin kavmin)
dediler ki 'Bizim ilahlarımız (olan melekler) mı daha hayırlı, yoksa O (Meryem
oğlu tsa) mı?' (Ey Muhammedi) onlar (gerçeği anlamak için değil) sırf bir
mücadele olarak sana bu misali veriyorlar. Doğrusu onlar çok çekişici bir
kavimdir.»
[94]
Âyet-i celile Kureyş
hakkındadır. Kureyş'ler vakıa hidâyete erdikten sonra dalâlete düşenlerden
değil, onlar hidâyete hiç yanaşmamış olmakla beraber aralarından hidayet
rehberi olan Hz. Muhammed (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in çıkıp en kat'î
delillerle hak yola davet etmesi ile Kureyş için hidayet yolu açılmış olup bu
yola girmelerine her hangi bir engel bulunmadığından hidayete ermiş kavimler
durumunda idiler. Buna rağmen batılı savunmadaki İsrarlı inatları yüzünden
ellerine geçen hidâyet fırsatını kaçırdılar ve dalaletin çukurlarına
yuvarlandılar. Bu bakımdan Kureyş kabilesi, hidayete erdikten sonra bâtıl
yolundaki mücadelesi yüzünden dalâlete düşen kavimlere benzer.
49) Huzeyfe (Radiyallakü anh)'âen edilen rivayete göre
Resûluilah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) buyurdular ki:
«Allah Tealâ, bid'at
sahibinden oruç, namaz, sadaka, hac, ömre, cihad, tevbe ve fidyeden hiçbir şey
kabul etmez. Kıl hamurdan çıktığı gibi o da İslâm'dan çıkar.»
50) Abdullah İbn-i Abbas (Radiyallahü anh)'den,
Resûluilah (Sallallahü Aleyhi ve Sellemy'm böyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
«Bid'at sahibi,
bid'atını bırakmadıkça, (şefaatçılar şefaat etseler bile) Allah Taalâ onun
amelini kabul etmiyecektir.[95]
Sindi bu hadisin
şerhinde diyor ki, buradaki bid'attan maksad bozuk itikad olsa gerek. Çünkü
ilim ehli fâsid akide ehline bid'atçı der. îtikadı sağlam olup amel yönünden
bid'atı olanlar burada mü-rad değildir. Zaten âlimler böylelerine fâsık derler,
bid'atçı demezler. Hadisten anlaşıldığı veçhile bozuk akide sahibi,
bid'at'inden rü-cu' edip tevbe ederse Cenâb-ı Hak, amelini kabul eder.
51) Enes bin Malik (Radiyallahü ank)'den Resûlullah
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in şöyle buyurduğu mervidir.
«Bâtıl ve haksız yolda
iken mücadeleyi bırakana cennetin kenar-lannda, hak yolda iken cidal Cve
çekişmeleri) terk edene cennetin ortasında ve huyunu güzelleştirene cennetin en
a'lâ mevkiinde köşk yapılır.[96]
Sindi bu hadisin şerhinde der ki:cumlesi muhtelif
manalara muhtemeldir. Tirmizi1 nin şerhindeki İbin-i Arabi' nin sözünden anlaşıldığına
göre burada (Kezib)den maksad cidal ve çekiştirmedir. Yukarıdaki terceme ona
göre yapıldı.Kitabın sarihlerinden İbn-i Receb ise (Kezib) kelimesini
yalancılık manasına almıştır. Bu durumda cümlenin manası şu olur.«Batıl yolda
yani bir maslahat olmaksızın yalancılığı terke-dene...» Çünkü Buharî ve
Müslim'in ittifakla rivayet ettikleri «insanların arasını bulmaya çalışan kişi
(maslahat icabı söylediği yalan sözlerden dolayı) yalancı sayılmaz» hadis-i
şerifinden de anlaşıldığı veçhile maslahat için yalan söylenebilir.
Sindi daha sonra Ebû
Davud'un Ebû Ümâme' den nierfu'an rivayet ettiği şu hadisi nakleder:
= «Haklı bile olsa
cidali terkedene cennetin kenarlarında, mizahçı dahi olsa kezibi (= yalanı
veya cidali) bırakana cennetin ortasında ve ahlakını güzelleştirene cennetin
en yüksek yerinde bir evin verilmesi için ben kefilim.»
Sindi bundan sonra der
ki: 'Bu hadis-i şerif de dikkate alınırsa yukardaki hadîste geçen (bâtıl)
kelimesinin mizah anlamına yorumlanması gerekir. Ancak bir hadiste cennetin
kenarlarında köşk verileceği bildirilene diğer hadise göre cennetin ortasında
köşk verilir. Bu değişiklik bâzı ravîlerin cümle yerini tebdil etmesinden ileri
gelmiş olabilir.
[97]
Burada kaçınılması
istenen re'yden maksad Kitab, Sünnet ve İcmâ'a dayanmayan şahsi arzudur. Mezkûr
şer'î kaynaklardan birisine istinad eden ve ictihaddan olan re'y murad
değildir.
Kıyastan murâd da bû
üç temelden hiç birisine tatbik edilmeyen şahsi kanâat ve sanılardır ki;
bunlara fâsid kıyas denir. Bahis konusu kaynaklar (Kitab, Sünnet, İcmâ'Jdan
birisine dayanan kıyâs ise şer'i şerifin 4'üncü kaynağını teşkil eder
ve;"Ev görüp anlamak gücüne sahip olanlar! Olaylardan ibret alınız,
görülmeyen olayları görülen hadiselere kıyaslayınız.» (Haşır, 2) âyet-i celilesine dayanır.
Sahîh-i Buhari
«Kitâbü'l-İ'tısam»Bölümünde «Babu ma ytiz-kerü min zemmi'r-Re'y ve
Tekellüfi'l-Kıyas» unvanı ile bir bâb açıp Abdullah b. Amr b. el-As' tan 52
nolu hadîsi, mânâya etki etmeyen az bir değişiklikle rivayet ediyor Bu h a r i
bu babın gerisinde îsra süresinin 37'nci ayetinden;«Bilmediğin bir
şeyi söyleme» nazm-i celili zikrediyor. Gerek babın unvanında «Tekellüfü'l-Kıyâs»
tabirini kullanması ve gerekse girişte bu ayeti alması kıyas ve Re'yin bir
kısmının yani şer'î delillere dayanmayan çeşitinin mez-mûm olduğunu belirtmek
istediğini gösteriyor. Şârih K as talanı bu beyânı yaptıktan sonra diyor ki bu
âyetrı celile ictihad'ın reddi yolunda deiil olarak gösterilemez.Çünkü içtihada
liyakat kazanmış olan âlimler, Kitab, Sünnet veya İcmâ'a dayalı ilmî
hükümler verirler.[98]Sarih
müteakip babta da derki: Resûlullah (Sallalla-hü Aleyhi ve Sellem) şer-i
şerifte dayanağı olmayan ve ancak vahiy yolu ile çözümlenebilen bâzı müşkil
mes'eleler sorulduğunda sükût etmiş ise de ümmeti için kıyası da meşru kılmış
ve şer-i şerifte dayanağı elan mes'elelere ait şer'i hükümleri çıkarmak
keyfiyetini öğretmiş, böylece hakkında nass bulunmayan sorulara karşı nasıl
davranmalarının gerekliliğini göstermiş olur. Meselâ: Babasının hac yapmadan
öldüğünü ve yerine hac yapıp yapamıyacağım soran kadına Resûlullah (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem: «Eğer babanın bir borcu olsaydı ödiyecek mi idin, ödemiyecek
mi idin? Allah'a ait borcu ödemek gerekir» buyuruyor. Bu cevab, kıyasın ta
kendisidir. Buharı, Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in bazı şeylerde
sustuğunu ve bazı şeyler hakkında Re'y ile cevap verdiğini söylemek istiyor ve
her iki durum için birer bab açıyor. Bu babtan sonra gelen babların 4'üncüsü
buna aittir.[99]
52) Abdullah bin Amr b. el-As (Radiyallahü
anküma)'d&n, Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellemyin (veda hacemda)
şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
«Allah Taalâ, ilmi
insanları (in göğüslerin) dan sökmek (silmek) suretiyle almaz. Lâkin âlimlerin
ruhlarını kabzetmek suretiyle alır. Neticede hiç bir alim bırakmayınca halk bir
takım cahilleri (âlimlerin yerinde) reis edinirler. Onlara (dini sorular)
sorulur. Onlar da bilmeden fetva verirler ve böylece hem kendileri dalalete
giderler hem de halkı dalalete düşürürler.»
[100]
Bu hadîsi şerifi
Buharı, Kitabü'1-İlim ve KitâbüT-İtteanT-da, Müslim, Kadâ kitabında ve Tirmizi
de İlim kitabında zikretmişlerdir. Cumhur bu hadis-i şerifle zamanın
müctehidsiz kalabileceğini tevsik etmişler. Çünkü bu hadis-i şerif, âlimlerin
vefatı ile ilmin ortadan kalkacağını ve câhillerin âlimlerin yerini işgal
edeceğini, dolayisıyle bilmeden fetva vereceklerini haber veriyor. İctihad ve
müctehidin bulunması ilmin varlığına bağlı olduğuna göre ilim olmayınca
ictihad ve müctehid de olamaz.
Tecrid-i sarih
mütercimi Kâmil Miras 2174 numarada kayıtlı aynı mealdeki hadisin izahında
şöyle söyler:
'Öyle sanıyorum ki,
îslâmi ilimlerin, bunları bilenlerin âhirete gitmeleriyle zevale uğrayacağı ve
bunların yerlerini cahil bir zümre alarak hem kendileri dalâlete düşecekleri,
hem de halkı idlal edecekleri bu hadiste bildirilen dalâlet zamanı gelmiştir.
Bugün gazete sütunlarına geçen dini mevzulara dair yazılar tam bir anarşi halindedir.'
Kâmil Miras zamanında
gazetelerde görülen anarşi günümüzde daha acıklı bir durumda dinî neşriyat
alanında esefle müşahede edilmektedir. Ehliyetsiz yüzlerce kişi dinî kitaplar
yazmakta yeyâ yazılmış olan dini eserleri ulu orta terceme etmekte ve yanlış
bilgiler vermekle din namına büyük cinayetler işlemektedir. Diğer taraftan
Fıkıh kitaplarından fetva çıkarmaktan uzak olduğu halde din konusunda fetva
vermek üzere halkın huzurunda bu yükümlülüğü rahatlıkla sırtlamış olan
yüzlerce adama rastlamak mümkündür.
Teberanî' nin Ebû
Ümame' den naklettiği rivayete göre bu hadisi şerifi Peygamber (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem) Veda Hacc'inde buyurmuştur.
53) Ebu Hüreyre Radiyallahü anhyden Resûlullah
(Sallallakü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu, dediği rivayet edilmiştir :
«(Bir âlimin verdiği)
yanlış fetva yüzünden hatâya düşen kişiye günah yoktur. Bütün vebal, yalnız
fetva veren (âlim) in boynundadır.»
[101]
Bu hadis-i şerif fetva
mevkiinde oturup halka fetva veren ilim adamlarının titiz davranmalarını, bir
hatâya düşmemek için a'zamî gayreti sarfetmelerini istemekte ve yanlış fetva
yüzünden halkın hatalı yola düşmesinin bütün sorumluluğunun fetva verene âit
olduğunu bildirmektedir. Tabii ictihad mertebesine ermiş olan müctehidin
ictihad dolayısı ile işleyebileceği hata bunun şümulüne girmez. Fakat ictihad
şartlarım haiz olmadığı halde kendisine ictihad süsünü verip yanlış fetva
verenler veya müctehid fıkıhçıların fetvalarını iyice tetkik etmeden onlar
namına yanlış bilgi verenler veya onların bırakmış oldukları fıkıh
kitablarından fetva çıkarmak (verilmiş olan fetvayı öğrenmek) için ilmi kudreti
haiz olmadan cahilane fetva verenlerin hepsi bu hadisin şümulüne girerler.
Sindi' nin beyânına
göre hadis'e şöyle mânâ verenler de olmuştur :
«Kim yanlış fetva
verirse bütün günah ona fetva için müracaat edenin boynundadır.»
Fetva vermek
mevkiindeki şahsın yetersizliğini ve yanlış fetva verebileceğini bile bile
müracaat eden kişinin, ehliyetsiz olduğunu bildiği adamın fetvası ile amel
edemiyeceği ve amel etmesi halinde sorumluluk altında kalacağı gayet tabiidir.
Aslında ferdlerin ve cemi-
yetlerin böyle
cahillere müracaat etmek ve onları fetva mevkiinde saymakla da günaha girmiş
oldukları bu hadis-i şeriften anlaşılıyor.
54) Abdullah b. Artır (Radiyallahü anhüma)'dan :
Resûlullah (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem)'in şöyle buyurduğunu söylemiştir :
Dinî ilim derin aslı)
üçtür. Bunlar (ve bunları bilebilmek için bilinmesi gerekli ilimler ile
bunlardan çıkarılan ilimler) in ötesinde kalan ilimler (in bilinmesi) fazla
(zarurî değil) dir.
(Bu üç ilim) muhkem
âyet (ler), sabit sünnet ve adil fariza (miras payı) ile ilgili ilimlerdir.
[102]
Bu hadis-i şerifte
dinî ilimlerin esasının önemi belirtiliyor. Din sahasında önemle üzerinde
durulacak ilimlerin başında gayet tabii muhkem olan ayetlerle ilgili bilgiler
gelir. Çünkü muhkem ayetler dinî hükümlerin önde gelen kaynağını teşkil eder.
Sindi' nin beyanına göre; muhkem'den maksad mensuh olmayan ayetlerdir. Muhkem
ayetlerden sonra 2. kaynak olan sabit sünnet önem kazanır. Sabitten murad da
mensuh olmayan ve isnad bakımından sahih olan hadislerdir. Hadis'te geçen
«Fariza-i adile» iki şekilde ma-nalandınlmıştır.»
Birincisi s îlahî
adalete uygun olarak tayin ve tesbit edilmiş bulunan miras hissesidir. Tereke
taksimine ait «Feraiz İImî»nin dindeki önemli mevkii burada belirtilmiş
oluyor. Başka bir hadis-i şerifte «Feraiz, ilmin yansıdır» tabiri bile
kullanılmıştır. Burada Feraiz ilminin kasdedilmiş olduğu kuvvetle muhtemeldir.
İkinci ihtimal:
«Fariza» onunla amel edilmesi gerekli olan her şeye, -Adile» de denk demektir.
Yani bu fariza Kitab ve Sünnetle sabit olan farizaya denktir. Bu ihtimale göre
«Fariza-i âdile» ile ic-ma' ve kıyas kasdedilmiş olur.
İbn-i Mâceh bu hadis-i
şerifi burada zikretmekle kişilerin dinî kaynaklara dayalı olmayan ve şahsî
arzularından ibaret re'ylerinin dinde yeri olmadığını te'yid etmek istemiştir.
Eğer îbn-i Mâceh fıkıhçılar arasında kullanılan istilanı manadaki re'yi kabul
etmiyenlerden ise ve bu maksadla hadisi, buubaba almış ise o zaman «Fariza-i
âdile» ilk mana ile yorumlamış olur. îstilahî manadaki re'ym makbul olmadığı
manasının bu hadîsten çıkarılması da itiraz konusu bir husustur. Çünkü hadiste
sayılan 3 ilmin dışında kalan ilimlerin lüzumsuzluğu veya geçersizliği anlamı
çıkarılmaz.
Şöyle ki: Hadisin metninde geçen cümlesinin manası şudur:
«Bu üç ilmin ve
bunlarla ilgili ilimlerin ötesinde kalan ilimlerin bilinmesi mecburi değildir.»
Fıkıhçılarm makbul görüp kullandıkları
re'y bu ilimler
(Kitab, Sünnet ve Feraiz) ile alâkalı olup bunlara dayanır. Bu durum
düşünülmese bile re'y veya;Lbaşka ilimlerin mer-dut olduğu neticesi hadisten,,
çıkmaz. Yukarda işaret ettiğim gibi eğer «Farîza-i âdile» îcmâ' ve makbul olan
re'y anlamına alınırsa dinî ilimler sahasında şahsi arzuların yeri olmadığı
sonucu çıkar ki, bu takdirde hadis-i şerifin bu babta zikredilmesi gayesi de
malum olur.
55) Muâz b. Cebbel
[103] (Radiyallahü
anh)'den: Söyle dediği rivayet edilmiştir:
Resûlullah (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem) beni Yemen'e (Vali olarak) gönderdiği zaman buyurdular ki :
«Sakın, bildiğin (şer'î
kaynaklar) den başka bir şeyle hüküm verme ve mes'eleleri hal etme. Eğer bir
müşkülün olursa onu aydınlığa kavuşturuncaya kadar veya nies'ele hakkında bana
mektup yazınca fve cevap alınca)ya kadar dur (bekle).[104]
Kitabın haşiyesi
Miftâhü'I-Hace'de deniliyor ki, Muâz b.Cebe1'in bu hadisi bir mes'ele hakkında
âyet veya hadîs varken re'y ve kıyastan kaçınmanın gerekliliğine delalet eder.
Sindi' nin beyânına
göre bu hadis Kütüb-i Sitte'den yalnız bu Sünen'de vardır. Hadîsin râvilerinden
Muhammed b. Said b.Hasan, Metrûkü'l Hadîs (= rivayet ettiği hadisler kabul
edilmediği için ravilerce terkedilen hadisler) dir. Sünen'in bazı nüshalarında
bu durum belirtiliyor. Çünkü bâzı Sünen nüshalarında hadis rivayetinden sonra
müellif şöyle diyor: «Ebu îshak bu hadisin zayıf olduğunu ve terk edilmesinin
gerekliliğini ve ravi Muhammed b.
Saîd'in zındık olduğunu söyledi.»
Sindî daha sonra diyor
ki: Bu zayıf hadis, halk arasında meşhur olan şu hadis'e de ters düşer.
«Resûlullah
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Muaz b. Cebel'i Yemen'e gönderdiği zaman ona.-
— Sen nasıl
hükmedersin? Muaz :
— Allah Taalâ'nın
Kitabı ile... Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
— Eğer Allah'ın
kitabında bir delil bulamazsan? Muâz:
—Resûlullah
(Sallallahü Aleyhi ve SellemJ'in sünnetiyle... Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
— Eğer onda da bir
delil bulamazsan? Muâz:
— İçti had ederim.
Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve
Sellem) :
— Resulünün elçisini
bana (Resulü tarafından uygulanan prensibe muvaffak kılan Allah'a hamd olsun.»
Bu hadisi Ebü Davud ve
Tirmizî rivayet etmişlerdir. Bunun senedinde de meçhul raviler vardır.
Îbnü'l-Cevzî bu hadisi mevzu hadisler arasına almıştır.Suyutî ise bu hadisin
mevkuf olduğunu söylemiştir. Hulasa bu hadis 55 nolu hadisten ahsendir."
56) Abdullah b. Amr
[105]u.
el-Âs (Radiyallahü anküma)'mn şöyle dedi-ği^rivayet edilmiştir: Ben Resûlullah
(Sallallahü Aleyhi ve 'Sellem)'den işittim buyurdular kî:
«Beni İsrail'in işi
mutedil olarak devam ediyordu. Nihayet muhtelif milletlerden aldıkları esir kadınlardan
doğma nesil türedi ve bu nesil re'y (= kişisel arzu) Ue hüküm vermeye
başlayınca kendileri dalalete gittiler ve Benî İsrail'i dalalete götürdüler,
onların işleri anormale dönüş.[106]
Îman Babı
57) Ebû Hüreyre (Radiyallahü anh)'den:
Şöyle demiştir :
Resûîullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: «İman altmış veya
[107]yetmiş
küsur bab (bölüm) dür.Bu derecelerin en
aşağısı, yoldan zahmet verecekleri şeyi uzaklaştırmak gidermek ve en yüksek mertebesi lâ ilahe
illallah demektir.Hâyâ da imandan bir şu'bedir.
[108]
Bu hadisin
râvilerinden Ebû Hüreyre, Ebû Salih ve Abdullah bin Dinar' dan sonra 3 ayrı
senedle îbn-i Mâceh'e kadar intikal ettiği burada zikredilen sened-lerden
anlaşılıyor. Bu durum, hadisin kuvvetini gösterdiği için musannif bütün senedleri
rivayet ediyor.
Sindî diyor ki: İmanın
bab ve şu'belerinden maksad, imanın meziyet ve dereceleridir. Altmış veya
yetmiş küsur tabiri çokluktan kinayedir. Arab lisanında sayılar bu manada
kullanılır. Yani imanın hasletleri ve dereceleri pek çoktur.
*La ilahe illallah»
demekten maksad da tevhid kelimesini samimi ve içten inanarak
söylemektir.*Muhammedün Resûîullah» ayrı bir şu'be olmuş olur. Yahud «La İlahe
İllallah» ile kelinıe-i şehadetin tamamı muraddır. Çünkü tevhid edip Hz.
Muhammed (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'e inanmıyan kişinin imanlı sayamadığı
katı delillerle sabittir. «Hâyâ» : Arab dilinde kınama endişesi ile insanda
görülen utanma halidir. Şer-i şerifte ise çirkin söz ve fiillerden kaçınmaya
zorlayıcı ve hak sahiplerinin hukukuna tecavüz etmeye engelleyici huydur. Bu
huyun şer'i kaidelere göre kullanılması esastır. Dince çirkin görülen
şeylerden, iman dolayısı ile kişiyi uzak tutan utanmaya «dinî hâyâ huyu»
denir.
58) Abdullah b. Ömer (Radiyallahü anhütna)'dan : Şöyle
demiştir : Resûîullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bir adamın, kardeşini haya
dolayısı ile kınadığını işitti. Resûîullah buyurdu ki:
«Gerçekten hâyâ
imandan bir şu'bedir.»
[109]
Buharı' nin iman
bahsinde Abdullah bin Ömer (Radiyallahü anhüma)'den rivayet ettiği hadisin
metni şöyledir:
"(Abdullah) b.
Ömer (Radiyallahü anhüma)'dan rivayet edildiğine göre Resûlullah (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem) Ensar'dan bir adamın yanından geçiyordu. Ensari, kardeşini
hâyâ etmekten men ediyordu. Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
«Onu bırak, hâyâ
imandandır», buyurdu."
Hâyâ konusunda nasihat
eden zatın Ensar'dan olduğu ve bu zatın gayesinin, muhatabını hayadan
vazgeçirmek olduğu bu rivayetten anlaşılıyor. Kendisine vaaz edilen kişinin,
Ensari'nin kan kardeşi olduğu muhtemeldir.Din kardeşi olması ihtimali de
vardır. Galiba çok utangaç bir kimse olduğu için Ensari onu kınıyordu.
59) Abdullah (Radiyallahü ankyden:
Resûlullah (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu, dediği rivayet edilmiştir :
«Kalbinde hardal
zerresi ağırlığınca kibir bulunan kimse cennete girmiyecek ve kalbinde hardal
tanesi ağırlığınca iman bulunan kimse
(ebedî) ateşe girmiyecektir.»
[110]
«Kalbinde zerre
miktarı kibir bulunan kişinin cennete girmiye-ceği» tabiri, çeşitli şekillerde
yorumlanmıştır. Söyle ki:
Hadis metninde kibir
imana karşı kullanıldığı için buradaki kibirden maksad imana tenezzül etmemek,
hakka karşı eğilmemek ve küfürde İsrar olabilir. Bu takdirde manası açıktır.
İkinci ihtimal: Kibir
bilinen manada olup «Cennete girmiyecek» tabirinden «Önce cennete girmiyecek»
manası melhuzdur. Kibrinin cezasını çektikten sonra cennete girebilecek anlamı
taşır.
Üçüncü ihtimal şudur:
Cennete girenlerde hiç kibir kalmaz, kibirden tamamen arınmış tertemiz bir
kalble cennete girilir. Nitekim :«Biz onların göğüslerindeki kin ve hasedi
söküp atmışız. (Kaîbleri her türlü gill-u ğişten pâk olmuş olur.)»[111]
«Kalbinde zerre
miktarı iman olanlar cehenneme girmiyecekler>
cümlesinden maksad
ise; böyîelerin ebedi kalmak üzere cehenneme girmemeleridir. Çünkü ehli imandan
bir kısmının, günahları dolayısı ile cehenneme girecekleri, fakat zerre kadar
imanı olanların neticede cehennemden çıkarılıp cennete girecekleri nasslarla
sabittir.
60) Ebû Saîd-i Hudrî (Radiyallahü anhyden yapılan
rivayete göre kendisi Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in şöyle
buyurduğunu söylemiştir :
«Allah Taalâ, kıyamet
günü mü'minleri cehennem ateşinden kurtarınca ve onlar güvenç içine girince
birinizin, dünyada iken hakkını almak uğrunda arkadaşı ile yaptığı çekişmeden
daha şiddetli bir tarzda mü'minler ateşe atılmış olan (din) kardeşleri için
Rable-ri ile mücadeleye girişirler. Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)
buyurdu ki: Mü'minler diyecekler ki 'Ey Rabbimiz! Kardeşlerimiz bizlerle namaz
kılarlar, beraberimizde oruç tutarlar ve bizimle beraber hac ederlerdi. Sonra
sen onları ateşe ithal ettin.'
(Cevaben) Allah
buyuracak ki: 'Gidin onlardan tanıdıklarınızı (Cehennemden) çıkarınız'
Mü'minler, bunun üzerine onlara varacaklar ve yüzlerinden onları tanıyacaklar.
Çünkü ateş onların yüzlerini (yaptıkları secde sayesinde)
yakmıyacaktır.Onların bir kısmı aşık kemiklerine, bir kısmı da bacaklarına
kadar ateş içinde tutuşmuş vaziyettedir. Bunları çıkaracaklar sonra 'Ey
Rabbimiz! Bize emrettiğiniz adamları (tanıyabildiklerimizi) çıkardık.'
diyecekler. Sonra Allah (Taâla) buyuracak ki 'Kalbinde bir dinar ağırlığınca
iman olanları çıkarınız. Sonra kalbinde yarım dinar ağırlığınca, onları
mü-tekip de kalblerinde hardal tanesi ağırlığında iman olanları çıkarınız.'
Ebû Saîd-i Hudrî dedi ki: Kim bunu doğrulamazsa bu ayeti okusun.
= «Şüphe yok ki Allah
(TaâlaJ zerre miktarı zulüm etmez. Eğer zerre kadar bir iyilik olursa onun
ecrini kat kat artırır ve kendi katından da büyük mükâfat ihsan eder.» (Nisa, 40)
61) Cündüb
[112] b.
Abdillah (Radiyallahü anhyden yapılan rivayete göre kendisi şöyle söylemiştir
:
«Biz erginlik çağma
ermek üzere birer genç iken Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ile
beraber idik. Biz Kur'an-ı Kerimi öğrenmeden önce imanı öğrendik. Ondan sonra
Kur'an'ı öğrendik. Kur'an sayesinde de imanımız fazlalaştı, (daha da kuvvetlendi) .»[113]
îmanın ziyade ve
noksanlık kabul ettiği 60 nolu hadisten anlaşılıyor.75 nolu hadisi açıklarken
bu hususta biraz izahat vermeyi düşünüyorum.
62) (Abdullah) İbn-i Abbâs (Radiyallahü anhüma)'âan rivayet
edildiğine göre şöyle demiştir :
Resûlullah (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem) buyurdular ki:
«Bu ümmetten iki sınıf
vardır ki müslümanlıkta onlar için nasib (pay) yoktur. Bu zümreler Mürciye ve
Kaderiye (mezheblerine mensup[114] olanlardır.»
[115]
Mürciye, kâfir adamın
işlediği ibâdetin bir faydası bulunmadığı gibi mü'min kimsenin yaptığı günahın
da zararı olmadığını itikad eden bir fırkadır.Mürciye kelimesi lügatta
geciktirici mânâsına gelir.Bu fırka masiyetler dolayısı ile ilahi azabın
geciktirileceği ve uzaklaştırılacağını itikad ettikleri için onlara bu isim
verilmiştir.Kulun elinde hiç bir irâdenin bulunmadığına inanan Cebriye
fırkasına Mürciye denildiğini söyleyenler de vardır.
Kaderiye veya Kadriye
fırkası ise kaderi inkâr eder ve kulun tam iradeye sahip olduğuna
inanırlar.Bunlar kaderin olmadığı konusu ile fazla meşgul oldukları için
onlara bu isim verilmiştir.Halbuki kaderin varlığına inanan ve kulun cüzi
iradesini inkâr eden zümreye bu ismin verilmesi daha uygun gibi gelir.Fakat
bunlar diğerleri gibi konuyu fazla dillerine dolamadıkları için bu isim diğerlerine
verilmiştir.
Sindi bu hadisin açıklamasında diyor ki:
*Bu iki sınıf için
müslümanlıktan nasib yoktur» tabirine ve bazı hadislerdeki benzeri ifadelere
dayanarak bunların kâfir olduğunu söyliyenler vardır.Fakat âlimler demişler ki
ehl-i kıbleyi tekfir etmekte acele etmemelidir.Bilhassa îslâmın akaid
konularında hak ve gerçeği bulmak yolunda olanca gücünü harcayarak bir takım
ayet ve hadislerden delil getirmeye çalışan ve fakat delillerin yorumlanmasında
ve savundukları itikadı mes'elelerde ilmî hatâya düşenlerin hemen küfrüne
hüküm etmemelidir. Bunlar küfrü ihtiyar etmiş değillerdir. Bütün çabalarına
rağmen, Ehl-i Sünnet'in görüşje-rinin haklılığı onlarca belirlenmemiş ve kendi
görüşlerinden kurtulamamışlardır. Netice itibarı ile bunlar içtihadında hatâya
düşen müctehid veya' gerçeği bilemeyen cahil durumundadırlar.Gün ışığına
çıktığı söylenebilen ehl-i sünnetin görüşlerine katılmayan bu bâtıl mezheblerin
savunucularından ve mensuplarından, zaruret-i diniyyeden olan bir hükmü inkâr
eden olursa onun küfrüne hükmedilir.Böyle bir durum olmadıkça bunların tekfiri
yapılmamakla beraber fışkına hüküm verilir.Şahidlikleri kabul edilmez.«İslâmdan
nasibleri yok» tabiri, onların durumlarının kötülüğüne, yanlış yola
saptıklarına ve dolayısı ile İslâmdan kazançlarının yok denecek derecede az
olduğuna işaret eder, diye yorumlanmıştır.Örneğin cimri adam için 'malından
nasibi yoktur', denilir. Sindi bu izahatı naklen verdikten sonra diyor ki,
«Hasen Garib» olan bu hadis furû (fıkhı hükümler) konularında bile delil
olamazken Usûl (dinin iman sisteminle ait bir konuda hiç bir surette delil
olamaz. Çünkü bu sahada kafi delilin bulunması şarttır. Usûl'e âit tekfir
konusunda zanni olan böyle delillerle istidlal edilemez.'
Tirmizi bu hadisi
burdaki senedle ve başka bir senedle rivayet ettikten sonra bunun «Hasen
Garib» olduğunu söylemiştir, îbn-i Mâceh de 73 numarada aynı hadisi başka bir
yolla rivayet etmiştir. Hafız Siraceddin, Hadisin «Mevzu» olduğunu
söylemiştir. Fakat Hafız Selâhaddin ve Hafız îbn-i Hacer, hadisin «Hasen»'e
yakın olduğunu, çünkü mü-taaddit senedlerle rivayet edildiğini söylemişlerdir.
63) Ömer tbn-î Hattab (Radiyallahü anh)'den rivayet
edildiğine göre kendisi söylemiş ki : Biz Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve
Sellem)'in yanında oturuyorduk. Elbisesi bembeyaz, saçı simsiyah bir zat
aniden yanımıza geliverdi. Üzerinde yolculuk eseri görülmüyor; bizden de hiç
kimse kendisini tanımıyordu. Ömer (Radiyallahü anh) demiş ki: Bu yabancı zât,
hemen Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellemy'm. yanma oturdu ve dizlerini
onun dizlerine dayadı. Ellerini de uylukları üzerine koydu. Sonra dedi ki:
— «Yâ Muhammed
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)! İslâm nedir?» Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve
Sellem) :
— «İslâm, Allah'tan
başka ilâh olmadığına ve benim, Allah'ın Resulü (son elçisi) olduğuna şehâdet etmek, namazı dosdoğru kılmak,
zekât vermek, Ramazan orucunu tutmak ve Kâ'be'yi hac etmektir* buyurdu. Soru
soran zat:
— «Doğru söyledin», dedi. Ömer (Radiyallahü
anh) dedi ki:
'Biz buna hayret
ettik. (Çünkü) hem soruyor hem de doğruluyordu.' Sonra bu zât:
— Yâ Muhammed (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) İman nedir? dedi. Resûlullah (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem)
—«İman, Allah'a, O'nun
meleklerine, peygamberlerine, kitabla-rına. âhiret gününe ve kadere - hayrine
ve şerrine inan m an dır.» buyurdu.
Soru sahibi:
— Doğru söyledin,
dedi. Ömer (Radiyallahü anh) dedi ki: 'Biz buna şaştık. (Zira)
hem soruyor hem de tasdik ediyordu.'
Soru soran zât daha
sonra:
— «Yâ Muhammed
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) İhsan nedir?»
diye sordu. Resûlullah
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
—«(İhsan), Allah'a,
Onu görüyorsun gibi ibadet etmendir. Çünkü gerçekten sen onu göremiyorsun da
O, muhakkak seni görüyor* buyurdu.
Soru sahibi (bu defa)
:
— Kıyamet ne zaman
(kopacak)? dedi. Resûlullah
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
— «Soru sorulan (adam)
soru soran (kişi) den (bu hususta) daha bilgili değildir.» buyurdu. O zât:
__ O halde kıyametin
alametleri nelerdir? dedi. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
— «Cariyenin kendi
sahibesini doğurması (Vekî, dedi ki;
yani Arab olmayan kadının Arab çocuğu doğurması) ve yalın ayak, çıplak,
yoksul, küçükbaş hayvanların çoban (bedevi) laruıın yüksek bina yapmak
(hususun) da birbiriyle yarıştıklarını
görmendir.» buyurdu.
(Hadisin ikinci
derecedeki râvisi Abdullah bin Ömer (Radiyallahü anh) dedi" ki, bir süre
sonra ilk râvi (Ömer b. Hattâb (Radiyallahü anh) şöyle dedi:
Üç gün sonra
Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bana rastladı ve:
— «(Yâ Ömer) O
(soruları soran) zâtın kim olduğunu
biliyor-musun? dedi. Ben:
— Allah ve Resulü
bilir, dedim. Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
— «O Cibril'dir. Size dininizin mes'elelerini öğretmeye geldi.»
buyurdu.
[116]
Peygamber (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem)'e soru sormak üzere aniden çıkagelen zâtın orada bulunan
sahabîler tarafından tanınmaması, onun yabancı olmasını gerektiriyordu. Fakat
üzerinde yolculuk eserinin bulunmayışı, bilakis elbisesinin tertemiz, bembeyaz
oluşu ve saçlarının tozlanmayıp simsiyah görülüşü onun yolculuk etmediğini
gösteriyordu ki, bu durum ordaküerin hayretini mucip olmuştu. Râvi H z . Ömer
(Radiyalîahü anh) bu hayretini, onun bu durumunu anlatmakla ifade
ediyor.Cümlesindeki «Fahzeyhi» zamirinin mercii Resûlullah (Sallallahü Aleyhi
ve Sellem) veya gelen zât olabilir.
Sindi bunu şöyle anlatır :
Nevevi’ye göre,
zamirin mercii zâttır. Cümlenin mânası
şudur:
«Gelen zât her iki
elini kendi uylukları üzerine koydu.»
Bazı âlimler, «Bu
mânanın edeb ehline daha uygun olduğunu ve bu takdirde soru sahibinin bir
talebe gibi diz çökerek oturduğunu, ellerini kendi uylukları üzerine bıraktığı
ve saygılı bir tavır takındığını ifade eder» demişlerdir.
Bağavî ve başkaları,
zamir Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e racidir, demişlerdir. Buna
göre mânâ şöyledir:
Gelen zât her iki
elini Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'-ın uylukları üzerine koydu».
Bu şekil mânâlandırma
bir önceki cümlenin mânasına daha* münasip olur. Çünkü bu takdirde iki
cümlenin mânası şu olur:
«Dizlerini Resûlullah
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in dizlerine dayadı, ellerini de Resûlullah
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in uylukları üzerine koydu.»
îbn-i Hacer de bu
ihtimali tercih ederek İbn-i Huzeyme'nin rivayetinde «Sonra ellerini
Resûlullah'ın dizleri üzerine koydu» buyurulmuş olmasını tercih sebebi olarak
gösteriyor ve Cibril (Aleyhis'salâtü ves'selâm) bu kaba hareketi ile orada bulunanların
kendisini tam bir çöl bedevisi sanmaları ihtimalini kuvvetlendirmek ve hakiki
durumunu iyice gizlemek istemiş olsa gerek, diyor
Cibril
(Aleyhisselâm)'m, «Yâ Muhammedi» diye Resûlul-lah'a mübarek ismi ile hitab
etmesi de kendisini gizlemek ve kaba göstermek içindir. Sonra Resûlullah'ı,
ismen çağırmak insanlar için mekruh ise de melekler için mekruh değildir.
Bu hadis-i şerifi
Kütüb-i Sitte sahihleri cüz'î bir lafız değişikliği ile tahric
etmişler.Cibri1'in kendisini tanıtmak istemediği bütün rivayetlerden
anlaşılmıştır.
Hadisin bütün rivayetlerinde
Cibril (Aleyhisselâm)'m îslâm, İman, İhsanı sorduğu, daha sonra kıyametin kopma
zamanını ve alâmetlerini sorduğu görülür.
[117]
İman: Arab dilinde bir şeye inanmak, bir şeyi tasdik etmek
ve kabullenmek manasınadır. Teslim olmak ve inkiyad etmek mânasını da içine
alır.
İman: Şer-i şerifte ise; Hz. Muhammed (Sallallahü Aleyhi ve
Sellem) 'in Allah tarafından getirdiği kesinlikle bilinen şeylerin tümünde
icmalen O'nu kalben tasdik etmek ve verdiği haberlere teslim olmaktır.
Sadeddin-i Tef tâzâni Şerhü'l-Akâid kitabında iman bahsinde diyor ki:
«Cumhûr-i Mühakkikin'e
göre iman, kalb ile tasdikten ibarettir. Dil ile ikrar imanın bir parçası
değil, sadece dünyevî hükümlerin icrası bakımından imanın şartıdır. (Yani
kişinin insanlarca mü'min sayılması ve ona göre hakkında muamele yapılması için
dil ile ikrar aranıyor.) Çünkü kalb ile tasdik gizli bir şeydir. Onun bir alâmeti
gereklidir.
Bu duruma göre kalbi
ile tasdik ettiği halde dili ile ikrar etmeyen kişi, dünya hükümleri
bakımından mü'min sayılmamakla beraber Allah indinde mü'mindir. Cehennemde ebedî kalmaz.
Dil ile ikrara mâni
olacak dilsizlik ve hayatî tehlike gibi bir özür yok iken ikrarı terketmek
haramdır. Şayet böyle bir özre binâen ikrar yok ise; bunun hiç bir mahzuru
yoktur. Yani dil ile ikrarı istediği halde bir mani dolayısı ile ikrar
edemiyen kişi için ikrar şartı aranmıyor. Dolayısı ile böyle bir adamın dünya
hükümleri bakımından da mü'min sayıldığı icma' ile sabittir.
Dili ile ikrar edip,
kalbi ile tasdik etmiyen, münafık ise; dünya hükümleri yönünden mü'min
sayılır. Fakat Allah katında kâfirdir.
îmanın bu tarifi, Matüridi' ye mezhebinin imamı Ebû Mansur-i Matüridi, İmam-ı A'zam Ebû Hanife ve bir çok Matüridîye ve Eş'ariye mezheb-lerinin ileri gelen âlimleri tarafından tercih edilmiştir. Nasslar da bu tarifi te'yid eder mahiyettedir. Nasslardan birkaç tanesini alalım :
Âyetler:
= «Onlar, Allah, kalbi
eri ne iman oturttu.[118]
= «...ve kalbi imanla mutmain olduğu halde..[119] ama
kalbleri iman etmedi..
[120]gibi
ayetler.
Hadisler:
= Allahım! kalbimi
senin dinin üzerine sabit kıl.»
= «Onun kalbini
yarsaydın ya!»
Üsâme bin Zeyd
(Radiyallahü anhüma) bir gazvejle bir adamı öldüreceği zaman adam kelime-i
tevhid getiriyor. Fakat Üsame onun samimiyetine inanmadığı için öldürüyor.
Bilahare durum Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'e intikal edince
Üsâme «O, tevhid kelimesini kalbten söylemedi» diyerek savunmada bulunduğu
zaman Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bu hadisi buyurdu.
Bazı âlimlere göre;
iman kalb ile tasdik ve dil ile ikrardan ibarettir. Dil ile ikrar imanın bir
parçasıdır. $emü'l-Eimme Serahsî, Fahrü'l-îslâm Pezdevî ve bir çok fıkıhçı bu
tarifi benimsemişlerdir. Bu görüşte olanlar derler ki: îmanın tasdik rüknü
mutlaka bulunacak, hiç bir surette rükün olmaktan düşmez. Fakat dil ile ikrar
bazen rükün olmaktan çıkar. Meselâ zorlama anında veya dilsizlik halinde ikrar
aranmaz. Yani böyle hallerdeki adam, ikrar etmediğine rağmen mü'min sayılır.
Özürsüz olarak ikrarı
terkeden, bu tarife göre tasdik etse bile, Allah indinde de mü'min sayılmaz,
ebedî cehennemlik olur.
Bunların delilleri:
= «Kalbi imanla tatmin olduğu halde küfür
etmeye mecbur kalan müstesna.[121]
= «Allah'tan başka
ilah yoktur deyinceye kadar insanlarla çarpışmaya memur oldum...»
Selef, hadis âlimleri,
Şafiî, Mâlik ve Ahmed b. Hanbe1:'Kâmil iman, tasdik, ikrar ve amelden
ibarettir. Ameli olmayan kimse mü'min olmakla beraber imanı, kâmil değildir.'
demişlerdir. Fakat Mu'tezile ile Haricî ler'e göre mutlak iman, tasdik, ikrar
ve amelden ibarettir. Dolayısı ile namaz, oruç, zekât gibi ameli olmayan kimse
mü'min sayılmaz. Çünkü imanın temel rükünü (parçası) olan amel yoktur.
îmanın makbul ve sahih
olması için 3 şart vardır:
1. îman ye's halinde olmıyacaktır. Eğer Allah'ın azabını
veya ahirete ait her hangi bir hali gözleri ile müşahade ettikten sonra bir
kimse iman ederse onun imanı makbul değildir. Bunun içindir ki, sekeratta son
nefesini verirken iman eden kâfirin imanı sahih değildir. Nitekim Cenâb-ı Hak
(Azze ve Celleî :
«Bizim azabımızı,
gördükleri zaman ettikleri imanları onlara menfaat verecek değildir.»
buyuruyor.
[122]
2. İnanan kişi, dinden olduğu kesinlikle bilinen bir
hükmü inkâr veya tekzib etmiyecektir.
Meselâ : Bir kimse dinin tüm hükümlerine iman ettiği halde namaz, oruç,
zekât ve hac gibi zarurât-ı di-niyyeden birisini inkâr veya tekzib ederse
mü'min sayılmaz. Çünkü böyle bir adam,
dolaylı yolla Kur'ân-ı ve Hz. Muhammed (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'i inkâr
veya tekzib etmiş olur.
3. Dinin bütün hükümlerini beğenerek kabul edecek,hiçbir
hükmünü küçümsemiyecektir. Meselâ: Namazı beğenmiyen veya Allah'a karşı inad
olsun diye kasden ifa etmeyen kimse mü'min olmaktan çıkar.
[123]
İslâm î Arab dilinde inkiyad, teslimiyet ve ihlâs
demektir. Şer-i şerifte çeşitli mânâlarda kullanılmıştır.
Cumhûr'a göre îslâm :
Şer'î hükümleri kabul etmek, Allah'a inkiyad ve teslim olmaktır. Buna göre
İslâm İmandan, îman da İslâm'dan ayrılmaz. Başka bir deyimle, her mü'min
müslümandır ve her müslüman mü'mindir.
Bâzı âlimlere göre
îslâm: Allah'ın emir ve nebilerine, imanla beraber kalben inkiyad etmektir,
demişlerdir
«Şüphesiz Allah
indinde (makbul)
din ancak İslâmdır.»[124]
âyetinde olduğu gibi îslâm, Hz. Muhamed (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in
getirmiş olduğu din mânasında da kullanılmıştır.
İzahını yapmakta olduğumuz
ve «Hadîsi Cibril* ismi ile meşhur olan 63 nolu hadiste olduğu gibi îslâm
kelimesi: «îman etmek şartı ile kelime-i şehadet, namaz, oruç, zekât gibi din
şiarlarını (= alâmetlerini) açıkça yapmak anlamına da gelmiştir.
Bu durumda îslâmm
alâmetleri ve semereleri, kalbde gizli olan imanı, kelime-i şehadetie ve farz
ibadetlerle izhar etmektir, denilmiş oluyor.
Akaid'e ait Kasıde-i
Nunîyye'nin sarihi Dâvud b. Muhammed Karsı İman ve îslâm kelimelerinin izahını
yaparken şöyle der:
'Halk arasında meşhur
olan «İslâm'ın şartı beştir» sözü galattır. Veya dini vecibelere sıkı bir
teşvik için kullanılmıştır. Filhakika şart olarak sayılan şeyler şart değil,
îslâmm yüce alâmetleri ve büyük semereleridir.'
Çünkü eğer bunlar
hakîki mânada şart olsaydı bunları tam yapmayan kişinin müslüman sayılmaması
gerekirdi. Halbuki farziyet-lerini kabul etmekle beraber meselâ : Ramazan
orucunu özürsüz tutmayan kimse büyük bir günaha girmiş olur ise de, dinden
çıkmış olmaz.
İslâm ve İman
mefhumlarının birbirinden ayrılmadığını beyân eden Cumhur'un delillerinden
birisi şu ayet-i kerimedir:
= «Bunun üzerine biz
oradaki mü'minleri çıkardık. Ama o yerde, bir evden başka müslüman bulmadık.[125]
Şer'i şerife göre
makbul olan İslâm mefhumunun iman mefhumundan ayrılmadığını yukarda belirttik.
Makbul olmayan ve zahirî bir teslimiyetten ibaret kalan mânadaki îslâm,
imandan tamamen ayrı bir durum arzeder, ki daha çok böyle kullanılan İslâm kelimesi
lügat mânasında istimal edilmiş olur. Nitekim Hücürât suresinin 14'üncü
ayetinde îslâm kelimesi bu mânada kullanılmıştır:
= «Bedeviler dediler
ki: İman ettik. Sen (onlara) söyle ki t Siz iman etmediniz ve lakin : Biz
(zahiren) İslâm olduk, deyiniz. Henüz iman kalbinize girmemiştir.[126]
îman ve İslâm hakkında
"verdiğimiz izahattan anlaşıldığı gibi Cibril (Aleyhisselâm)'m «İslâm
nedir?» sorusu ile İslâmm mahiyeti değil, onun alâmetleri ve semerelerinin ne
olduğu soruluyor, îtesûlullah (Sallallahü Aleyhi ve SeüemVda verdiği cevapta,
İslâmm şi'âr (= alâmet) leri ve semerelerinin Allah ve Resulüne olan inancı
kelime-i şehâdeti (açıkça) getirmek ve farz ibadetleri dosdoğru eda etmek
olduuğnu beyan buyurmuş oluyor.
Peygamber (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem) 'in yanında oturan Sa-habüer soru sahibini tanımıyorlar idi.
Onun bir taraftan soru sorması, diğer taraftan aldığı cevabı tasdik etmesi
sahabîlerin hayretini mucip oluyordu. Çünkü, normal olarak soru, bilinmeyen bir
şeyin öğrenilmesi için sorulur. Alınan cevabı tasdik ise doğru cevabın soru
sahibi tarafından daha önce bilindiğini gösteriyor. Bu sebeple râ-vi Hz. Ömer
(Radiyallahü anh) «Biz buna şaştık (çünkü) hem soruyor hem de doğruluyordu.»
demekle duydukları hayreti ifade ediyor.
Cibril (Aleyhisselâm)
'in «İman nedir?» sorusu ile de imanın mahiyeti soruluyor ve Resûlullah
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) tarafından, imanın 6 şartı diye bilinen mahiyeti
özlü olarak bildiriliyor. Bunların tafsilatı Akaid ilmine ait kitablarda
mevcuttur. Biz gayet özlü olarak şunu söylemekle yenitelim :
1. Allah Taâlâ'ya
iman: O'nun varlığına, birliğine,
ortak ve benzerinin olamıyacağma, O'nun kemal sıfatları ile muttasif
olup her türlü noksanlıklardan pâk ve nezih olduğuna inanmaktır. Allah Teâla hakkında vacip olan sıfatları
öğrenmek her müslümana farzdır. Bu
sıfatlar:
Vücûd, Kıdem, Beka,
Hadis olan şeylere muhalefet, Kıyam bi zatih, Vahdaniyet, (bunlara sıfat-ı
Selbiye denir.) Hayat, ilim, irade, kudret, semi', basar, kelam ve tekvin
(bunlara da sıfat-ı sübutiye denir) dir. Bu sıfatların zıddı (karşıtı) ile
Cenâb-ı Allah'ın vasıflanması muhal (imkânsız)dır.
2. Meleklere îman: Allah Teâlâ'nın nurdan yarattığı, masum, verilen
emirleri aynen yerine getiren, sayıları da ancak Allah tarafından bilinen ve
melek ismi verilen bir çeşit yaratıkların varlığına inanmaktır.Melekler yemez,
içmez, evlenmez, günah işlemez, uyumazlar.Melekler yerde, göklerde, göklerin
fevkinde ve bilmediğimiz yerlerde bulunurlarEn büyükleri Cebrail,Mikâil,
İsrafil ve Azrail' dir.Hafaza,
Müdebbirât, Kirâmen Kâtibin gibi kısımları vardır.Bir kısmının isimleri
ve görevleri Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)tarafından bildirilmiştir.
3. Resullere İman: Allah
Taâlâ'mn, insanların iman ve irşadı için görevlendirdiği ve mucizelerle
davalarını isbatlarnak imkânım bahşettiği elçilerine inanmaktır. Bazı peygamberlere Allah tarafından Kitab
veya Suhuf gönderilmiş ve onlara şeriat verilmiştir.
Adem,Şît, İbrahim,Davut,Musa (Aleyhis-saiâ-tü ves'selâm) gibi. Böylelerine «Nebi»
denildiği gibi «Resul» de denilir.Kitab ve şeriatı olmayan peygamberlere resul
denmez, yalnız Nebî denilir. Bazı âlimler de resûl'ün mânasını daha geniş
tutmuşlar ve «Şer'î hükümleri insanlara tebliğe me'mur kılınan peygamberlere
Resul denilir. Tebliğ ettikleri şeriat ve kitab ister onlara inmiş olsun ister
onlardan önceki bir peygambere nazil olmuş olsun fark etmez.» Peygamberlerin
sayısını ancak Allah bilir. Kur'an'da 25 peygamberin ismi geçmektedir Üzeyr,
Lokman ve Zükarneyn'in peygamber
oldukları ihtilaf konusudur.
Bütün peygamberlerde
bulunması gerekli vasıflar da şunlardır. Hepsi çok zekî, masum, emin, sadık
olup kendilerine inen emirleri aynen tebliğ etmişlerdir.
4. Kitaplara İman: Allah (Celle CelâlühûKın resuller vasıtasıyle
insanların irşadı için gönderdiği ve kitab denilen ilahî kanunlara inanmaktır.
Bunlar, 100 adet küçük olup «Suhuf» ismi ile meşhur olan kanunlar ile 4 büyük
kitabdan ibarettir. Büyük kitablar-dan Tevrat Hz. Mûsa'ya , Zebur Hz. Davud'a,
İncil H z. İsa 'ya ve Kur'ân-ı Kerim Peygamberimiz Hz. Muham-m e d (Sallaalahü
Aleyhi ve Sellem)'e gönderilmiştir. Allah'ın sa-lât ve selâmı cümlesinin
üzerine olsun. Suhuflar olsun, büyük kitab-lar olsun hepsinin hak olduğuna,
bunların en sonuncusunun Kur'an olduğuna ve Kur'an'm indirilişi ile hepsinin
hükmünün lağv edildi ğine, dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın duyan her insanın
buna iman etmek zorunda olduğuna inanmak farzdır. Zaten diğer kitab-larm asıl
nüshaları yoktur. Mevcut olan Tevrat ve İnciller tahrife uğramış ve ilahî olmak
vasfını bile yitirmiş birer beşer, eseri olmak durumuna düşmüştür. Asıl
nüshaları Hz. Muhammed (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'i müjdelemişlerdir.
5. Ahiret Gününe
İman: Ölen insanların ve cinlerin
tekrar dirileceklerine, imanlı olanların cennete ve imansızların cehenneme
gireceklerine inanmaktır. Kabir halleri, Sûr'un üfürülmesi, ölülerin
kabirlerinden çıkması, Hesap, Mizan, Kitapların ellere verilmesi, Kevser
havzı, Cennet, Cehennem gibi nasslar ile sabit olan ve ölümden sonraki hayat
ile ilgili durumların hepsi âhiret gününün şümulüne girer ve tümüne iman etmek
zarureti mevcuttur.
6. Kaderin Şer ve
Hayrına İman: Var olacak her şeyin ne
zaman, nerede, ne gibi durumlarda meydana geleceğinin Allah Taâlâ'-nın daha
önceden takdir etmesine inanmak ve hayır olsun, şer olsun hiç bir şeyin
Allah'ın takdir ve bilgisinin dışında meydana gele-miyeceğine iman etmektir.
Kader ile ilgili geniş malûmat inşâallah Mukaddime'nin 10'uncu babında
verilecektir.
Hulâsa iman: Bu altı hususu kalben tasdik etmek ve
dilsizlik, veya zorlama gibi bir özür yoksa bu tasdiki dil ile ikrar etmektir.
[127]
Cebrail (Aleyhisselâm)
'in (İbadette) İhsan nedir? sorusunu Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)
şöyle cevaplamıştır.
«İhsan: Allah'a, O'nu görüyorsun gibi ibadet
etmendir...»
Bundan maksad, Allah'a
ibadet etmeye başlarken bu halin gerçekleştirilmesini intizar etmek ve bu,
olmadıkça ibadete durmamak değildir. Bütün gaye bu hâlet-i ruhiye içinde ibadet
etmek için gayret etmektir. Kul ibadet ederken eğer Allah Teâlâ'yı görseydi,
yüce Rabbinin onun durumuna muttali, içini ve dışını bilici ve onu mürakaba
etmekte olduğunu düşünürdü, dolayısı ile gafletten ve dünya meşguliyetlerinden
kalbini uzak tutmaya, huşu', huzur ve te-zellüle riayet etmeye olanca gücünü
harcardı. Kul Allah'ı görmüyor ise de Allah Teâlâ'nın onu gördüğünü ve
gözetlediğini düşünürse aynı duygu ile ibadet etme imkân ve zevkini
bulabileceğine işaretle «İhsan» mahiyeti tanıtılmış oluyor.
'Kıyamet ne zaman
kopacaktır?' sorusuna cevaben Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in:
«Kıyametin kopma
zamanı kendisinden sorulan (Resûlullah), soran (Cebrail) den (bu konuda) daha
bilgili değildir.» buyruğu fetva vermek durumunda olan ilim adamlarına ışık
tutan bir düsturdur. Cevabı bilinmeyen bir soru sorulduğunda «Bilmiyorum» demek
insanın değerini küçültmez, bilakis yüceltir. İlmi değerini, samimi takvasını
ve ihlasını perçinleştirir.
[128]
'Kıyametin alâmeti
nedir?' sorusunun cevabında Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) iki
alâmeti bildiriyor: Aşağıya metnini aldığım birinci alâmet, çeşitli mânalarda
yorumlanmıştır:
«Câriye'nin kendi
sahibesini doğurmasıdır.»
Musannifin Vekî' den
naklettiği ve âlimlerinin çoğunun yaptığı yoruma göre bu cümleden maksad,
İslâm dininin yayılması,müslümanlarm geniş çapta fütuhatta bulunması ve
düşmanlardan çok sayıda esir almasıdır.
Müslümanların mâlik olacakları cariyelerden doğma çocukları hür
sayıldıkları için babalarının tüm malına olduğu gibi anneleri olan cariyelere
de bir bakıma sahip olmuş olurlar.
İbrahim el-Harbî
demiştir ki: «Bu cümle ile cariyelerin hükümdarları doğurması ve anne olan bu
cariyelerin herkes gibi hükümdar evlâdının teb'ası durumuna düşmesi mânası
kasdedilmiştir.[129]
Sindi' nin aldığı
yoruma göre bu cümle, anne ve babaya itaatsizliğin çoğalması anlamını ifâde
ediyor. İtaatsizlik ve isyan yüzünden evlad, annesini bir câriye mesabesinde
tutacak, câriye için reva görülebilen muameleler annelere yapılacaktır.
Bu cümle başka
şekillerde de yorumlanmış ise de Nevevî' nin buyurduğu veçhile bunlar zayıf
görüldüğü için buraya alınmamıştır.
«Ve (ikinci alâmet de)
yalın ayak, çıplak, fakir, koyun - keçi çobanlarının binaları yükseltmek
hususunda yek diğeri ile yarışmalarını ve böbürlenmelerini görmendir.»
Bu cümle ile
fakirlerin ve Bedevilerin servet sahibi olacakları ve yüksek apartmanları
yaptırarak bu binalarla iftihar edecekleri kaydedilmiştir. Bâzı ilim adamları
bu cümlede İslâmiyetin yayılacağına işaret olduğunu söylemişlerdir.
Hadîsin :
= «O .Cibril'dir.
Dininizin mes'elelerini size öğretmek için yanınıza geldi.» parçası Müs1im' in
başka bir senedle yine H z . Ömer
(Radiyallahü anh) 'den rivayet ettiği metinde şöyle geçiyor.
«Şüphesiz O,
Cibril'dir. Size dininizi öğretmeye geldi.»
Nevevi der ki: Bu
cümle, İslâm, îman ve thsan'ın hepsine birden Din denilebileceğine delâlet
eder. Yani bu üç mefhûmun îs-lâmiyetteki yerinin çok önemli olduğu anlaşılmış
oluyor.
Nevevî daha sonra:
'Bu hadîs-i şerif ilim, marifet, edeb ve dinî inceliklere ait bir çok
mühim noktaları ihtiva ediyor. Hattâ îs-lâmiyetin temelini teşkil ediyor. İzah
esnasında sırası geldikçe mühim noktaları belirttik. Bizim zikretmediğimiz
noktalardan birisi de şudur ki: Bir âlimin meclisine giren kişi orada
oturanların öğrenmelerini gerekli gördüğü ve hiç birisinin sormak niyetinde
olmadığı şer'î mes'eleyi kendisi sormalı ve böylece mecliste bulunanların
hepsinin öğrenmelerini sağlamalıdır.
Diğer bir nokta da budur:
Âlim, soru sormak
isteyene karşı yumuşak davranmalı, onu yakınma almalı, sıkılmadan, çekinmeden
ve rahatlıkla sorusunu açıkça sormak imkân ve fırsatını vermelidir. Soru soran
adam da sorusunu nezaketle sormalıdır.' diyor.
64) Ebû Hüreyre (Radiyallahü ank)'den:
Demiştir ki: Bir gün, Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve
Settem) halk(m yararlanması) için açık bir yere çıktıydı. Bir adam O'na gelerek:
— Yâ Resûlullah! İman
nedir? diye sordu. Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
— «İman : Allah'a Meleklerine, Kitablarına,
Peygamberlerine, Allah'a kavuşmaya inanman, bir de son dirilmeye inanmandır.»
buyurdu. Adam :
— Yâ Resûlullah! İslam
nedir? diye sordu. Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
— «İslam î
Allah'a ibâdet etmen, O'na hiç bir şeyi ortak etmemen farz namazı
dosdoğru kılman, farz kılman zekâtı eda
etmen ve Ramazan orucunu tutmandir.» cevabını verdi. Adam:
— Yâ Resûlullah! İhsan
nedir? dedi. Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
— «İhsan: Allah'a O'nu görüyorsun gibi ibâdet etmendir.
Çünkü sen O'nu görmüyorsun da O,
şüphesiz seni görür.» buyurdu. Adam :
— Yâ Resûlullah!
Kıyamet ne zaman kopacaktır? sorusunu sordu. Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve
Sellem) :
— «Bu hususta sorulan,
sorandan daha bilgili değildir. Ve lâkin ben sana kıyametin alâmetlerinden
haber vereyim:
Câriye, kendi
sahibesini doğurduğu zaman işte kıyametin alâmetlerinden birisi budur. (Kim
oldukları belirsiz) koyun çobanları yüksek bina yapmakla yekdiğeri ile yarıştığı
zaman işte bu da kıyametin alâmetlerindendir. Kıyametin kopma zamanı Allah'dan
başka kimsenin bilmediği beş şeye dahildir.» buyurduktan sonra şu âyeti
(Lokman sûresinin 34'üncü ayeti) okudu:
«Kıyametin kopma
zamanı hakkındaki ilim, şüphesiz Allah indindedir. Gerçekten, yağmuru
(dilediği vakit ve istediği yere) O, yağdırır. Kadınların rahimlerindeki
yavruları (tüm durumlarıylel O, bilir, hiç kimse yarın ne kazanacağını bifemez,
hiç bir kimse nerede öleceğini bilemez. Muhakkak Allah hakkiyle bilen ve haberdar
olandır.»
[130]
Bu hadiste «İman»
tarifinde geçen «Likaihi = Allah'a kavuşmak» tabiriyle ne kasdedildiği ihtilaf
konusudur. «Lika» kelimesi Kitab ve
Sünnette sevab, hesap,
ölüm, dirilme ve Allah'ı görmek mânalarında yorumlanmıştır. Sindi diyor ki:
Burada dirilme mânasına yorumlanamaz. Çünkü; «Lika» dan sonra dirilmek de
zikredilmiştir. Birisi fazla kalır. Şayet «Lika» ile ölüm mânası alınırsa
bundan maksad kişinin, şahsının öleceğine inanması değil, tüm alemin öleceğine
ve dünyanın yıkılacağına inanması yükümlülüğü konulmuş olsa gerek. Çünkü;
herkes kendisinin öleceğine zaten inanıyor. Mükelleflerin buna inanma
mecburiyetinin konulması uygun düşmez. Fakat dünyanın yıkılması ve kâinatın
hayâtının sona ermesi inkâr ve imana konu edilebilir.
«Lika» kelimesi burada
hesap veya sevap manasına da yorumlanabilir. Çünkü; bu iki mefhum dirilmekten
tamamen ayrı şeylerdir. Nevevî diyor ki; «Lika» kelimesi ile Allah'ı görmek
manası mu-rad değildir. Çünkü Allah'ı görmek mü'minlere mahsustur. Hiç kimse
âkibetinden (son nefesini nasıl vereceğinden) emin olamıyacağm-dan kesinlikle
Allah'ı göreceğini garanti edemez, dolayısı ile buna yüzde yüz inanamaz. Sindi
diyor ki; Allah'ın dilediği insanların O'nu muhakkak göreceğine inanmak
şeklinde yorumlanması mümkündür. Zâten hadîste her şahsın Allah'ı göreceğine
inanmak mecburiyeti görülmüyor. Nasıl ki, ahiret günündeki hesaba, sevaba ve
cezaya iman ediliyor. Halbuki, bunların tümü herkes için değildir. Çünkü hesap
görmeden cennete girenler olacaktır. Diğer taraftan nice insanlar azap
görmiyecek veya sevap alamayacaktır.
Hadisteki «Son
dirilme» tabiri ile öldükten sonraki dirilme kas-dedilmiştir. Bazı ilim
adamları: İlk dirilme dünyaya gelmektir. Onun için esas dirilmeye son dirilme
denmiştir, derler. Diğer bir kısım âlimler de dirilmenin «Son» vasfı ile
vasıflandırılması onun önemini belirtmek içindir, demişlerdir.
İslam: Allah'a"ibâdet etmen ve O'na hiç bir şey ortak
koşmaman...» ifadesi 63 nolu hadisteki İslâm tarifinin bir benzeridir.
Burada İbadet'ten
maksad Allah'ı tanımak O'na kul olmayı kabullenmek ve bunu dil ile itiraf
etmektir. Bu takdirde İbadet, teslimiyet ve şehâdet kelimesini getirmektir.
Namaz, oruç ve zekât da İslâm'm mânâsına dahil, başka ibâdet çeşitleri
oldukları için tarifte zikredilmiştir, denilir. Diğer ibâdetler ise bunların
devam ve ekleri durumunda oldukları için temel ibâdetlerle vetinilmiş oluyor.
«İbadet» ile mutlak
kulluk ve itaatin kasdedilmiş olması da muhtemeldir. Bu durumda; namaz, oruç ve
zekât, ibadetin içinde olmakla beraber önemlerine bina'en ayrıca alınmışlardır,
denilir.
«Allah'a ortak
koşmamak» kaydı, müşriklerin ibadetlerinin geçersizliğini belirtmek
içindir. Çünkü müşrikler sözde Allah'a ibadet ederlerdi. Bir de Allah'a
yaklaşmak için putları aracı kılarak onlara da tapmak sureti ile Allah'a ortak
koşuyorlardı.
«Namazı İkame» den maksad, 5 vakit namazı 'zamanında kılmak ve kazaya bırakmamaktır, diyenler olmuştur. Bâzıları da, Îkame'den maksad rükünlerine ve şartlarına riâyet etmek sureti ile namaz kılmaktır, demişlerdir.
Resûlullah (Sallallahû
Aleyhi ve SellemVin tilâvet buyurduğu Lokman sûresinin 34. âyetinde
«Muğayyebat-ılHamse» denilen şu 5 şeye yer verilmiştir:
1. Kıyametin kopma vaktinin ilmi, Allah katmdadır.
2. Allah, nerede, ne zaman ve ne kadar yağmurun
yağmasını takdir etti ise; onu ancak Allah yağdırır ve bilir.
3. Annelerin rahmindeki yavrunun erkek mi,kız mı,tamam
mı, eksik mi ve sair durumunu, kesinlikle ancak Allah bilir.
4. Hiç kimse, yarın hayır mı şer mi kazanacağını ve ne
gibi durumlarla karşılaşacağını kesinlikle bilemez.
5. Hiç kimse nerede öleceğini kestiremez. Âyet-i
Celilenin sebebi nüzulü şudur:
Rivayete göre El-Hâris
bin Amr, Resûlullah (Sallallahû Aleyhi ve Sellem) 'e gelerek: «Yâ Resûlallah!
Kıyamet ne zaman kopacak, [ben yere tohum attım yağmur ne zaman yağacak, hâmile
olan eşimin hamli erkek mi kız mı, yarın ne kazanacağım ve ben nerede
öleceğim?» diye sordu. Bunun üzerine bu âyet-i kerime indi.
Bu beş şeyi kesinlikle
ancak Allah bilir. Vahiy veya ilham yolu olmaksızın hiç kimse bunlardan
birisini bildiğini iddia edemez. Allah'ın ihsan ettiği bir takım alâmetlerle
bunların tahmin edilmesi veya kısmen bilinmesi ayete ters düşmez. Çünkü o
alâmetleri veren ve belirtilerden neticeleri çıkarmak kabiliyeti varsa onu da
ancak Allah verir.
65) Ali b. Ebî Tâlib (Radiyaliahü anh)}den :
Resûlullah (Sallallahu
Aleyhi ve Sellem)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir :
İmSh: Kalb ile tasdik,
dil ile (kelime-i şehâdet-i söylemek sureti ile) ikrar ve (namaz, oruç, zekât,
hac gibi) organlar ile amel etmektir.»
Râvîlerden Ebü's-Salt
dedi kî; eğer bu sened bir deli üzerinde okunmuş olsaydı deli şifa[131]
bulurdu.
[132]
Bu hadisin sıhhati
hususunda âlimler arasında ihtilâf vardır. Îbnü'l-Cevzî, bunu mevzu'
hadîslerden sayarak, râvîlerden Ebu's-Sal t'uı rivayetlerinin tutarsız olduğunu
söylemiştir. Sünen'in bâzı sarihlerinin de dahil olduğu bir grup âlim,
Îbnü'l-Cevzî' nin bu görüşüne katılmışlar. Zavâid'de deniliyor ki: âlimler
,râvi Ebü's-Salt'm zayıf olduğuna ittifak ettikleri için bu hadîsin isnadı
zayıftır.
Süyûtî ise, hadisin
mevzu olmadığını ve Ebu's-Sal t'ın îbn-i Main tarafından sika görüldüğünü
söylemiştir.El-mî-zanül' İtidal' da şöyle söyleniyor:Ebü's-Salt sâlih bir adamdır.Nesâi
ve İbn-i Mâceh, onun rivayetlerini almışlar, îbn-i Maîn ve Darekutnî onu sika
saymışlar.Ahmed de; Ben onu sadık görürüm, demiştir.Ne var ki Ebü's-Salt
Şiî' dir.Hatib'in
dediğine göre Şiîlikte aşırı gidiyordu. Fakat rivayetinde onu sadık olarak
vasıflandırırlardı.[133]
Bu hadîsin
râvilerinden Ebü's- Sa11'm; «Eğer bu hadîs, delirmiş bir adam üzerinde okunmuş
olsaydı hasta şifâ bulurdu.» dediği mervîdir. Böyle söylemenin sebebi bu
hadisin senedinde insanların en hayırlısı olan Ehl-i Beytin mümtaz simalarının
içtima etmiş olmasıdır.
Bu hadisi şerifin
sahih olup olmadığı hususundaki ihtilâfı yukarıda belirttik. Şayet sahih
olarak kabul edilirse burada kâmil bir imanın amelsiz tahakkuk edemiyeceği
ifâde edilmiş oluyor. Çünkü 63 nolu hadisin izahında belirtildiği gibi namaz,
oruç ve zekât gibi ameller, Ehl-i Sünnet âlimlerine göre mutlak iman'm bir
parçası değildir. Mâlik, Şafii, Ahmed b. Hanbel ve Selef hadis âlimlerine göre
amel ancak kâmil imanın parçasıdır.
66) Enes bin Mâlik (Radiyaliahü ank)'den:
Resûlullah (Sallallahu
Aleyhi ve Sellemyin şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir :
«Sizin hiç biriniz
kendi nefsi için arzuladığını (din) kardeşi için de yahut buyurdu ki komşusu
için de istemedikçe (tam) iman etmiş olamaz.»[134]
Hadîsin metninde geçen
«Kardeşi için veya komşusu için» ifa-desindeki tereddüt ravîdendir. Başka bir
rivayette bu ifadeden yalnız «Kardeşi için» kısmı olup şek durumu yoktur.
Sahîh-i Buharı'-nin «iman» kitabına alman rivayet seksiz olanıdır.
Hadîsten maksad, bu
meziyet olmadıkça iman kemâle ermiş olmaz Diğer bâzı hadislerde de başka
meziyetler için aynı tâbir kullanılmıştır. Bu meziyetler iman'ın kemâle ermesi
için şarttır. Şartlardan her hangi birisinin veya bir kaçının bulunması
mutlaka kâmil imanın bulunduğunu gerektirmez. Şu halde farz olan ibadetleri
tam yapmadığı halde bu meziyetleri taşıyan kişinin kâmil bir mü'-min olduğu
anlamı bu ve benzeri hadislerden çıkarılamaz. Keza, bu meziyeti taşımıyan
kişinin imansız olduğu manası da murad değildir. İmanlı olduğu halde bu
meziyetleri olmıyabilir. Böylesinin imansız, olduğu hükmü çıkarılamaz.
Mü'min'in din kardeşi
için istemek durumunda tutulduğu şeyler, din ve dünya ile alâkalı olan her
türlü meşru arzular ve hayırlı işlerdir. Mü'min, elindeki nimetin kendisinden
alınmasını dilemek durumunda değil, onda mevcut nimetin benzerinin diğer
müslüman-larda da bulunmasını arzulamakla yükümlü tutulmuş oluyor.
67) Enes bin Mâlik (Radiyallahü ank)'den :
Şöyle dediği mervîdir
: Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve
Sellem) buyurdu ki :
«Hiç biriniz, ben
kendisine evlâdından, babasından ve bütün insanlardan daha sevgili
olmadıkça (tam) iman etmiş olamaz.»
[135]
Müslim, bu hadisin
metnini ayni senedle rivayet etmiştir. Sahihi Buhârî'nin aldığı aynı manadaki
rivayet:
«Nefsim kudret elinde
olan Allah'a yemin ederim ki...» sözü ile başlar. Resûlullah (Sallallahü Aleyhi
ve Sellem) yemin etmekle bu sevginin ehemmiyetini belirtmiş oluyor. «İman etmiş
olamaz.» cümlesi ile bu derece sevgisi olmayan kişinin kâmil bir îman sahibi
olmadığı ifade edilmiş oluyor.
Sahih-i Müslim'in
Sarihi Nevevi der ki: İbn-i Battal, Kadıî Iyâz ve başka âlimler muhabbet
hakkında şöyle demişlerdir :
Mahabbet üç çeşit
olur:
1. Ta'zîm, yüceltmek ve saygı duymak sûretile olan
mahabbet. Buna misal:Evlâdın, babasına karşı duyduğu mahabbet.
2. Babanın, evlâdına karşı gösterdiği şefkat ve merhamet
şeklindeki mahabbet.
3. Küçüğün büyüğünü sayması ve büyüğün küçüğüne şefkat
etmesi dışında kalan ve insanların birbirlerini beğenmeleri, sevmeleri ve
saymaları tarzında görülüp duyulan mahabbet.
Resûlulîah,
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) mahabbetin tüm çeşitlerini burada toplamış ve
«Beni çocuğundan, babasından ve tüm insanlardan daha ziyade sevmedikçe hiç
birinizin imanı kemale ermiş olmaz» buyuruyor.
tbn-i Battal diyor ki;
Kemâl-i imana kavuşmuş olan kişi, üzerindeki Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve
Sellem)'in hakkının, babasının, evlâdının ve bütün insanların hakkından daha
fazla olduğunu bilir. Çünkü biz ancak O'nun sayesinde dalâletten kurtulup
hidayete ermiş ve cehennem azabından sakınma yolunu tutmuş oluyoruz.
Kadıî Iyâz da demiştir
ki; Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in sünnet-i seniyyesine bağlanıp
onu ihya etmeye çalışmak. İslâmiyete vâki saldırılara göğüs gerip müdâfaa
etmek ve ona muasır olup uğrunda canını ve malını feda etmek temennisinde bulunmak,
O'nu sevmekten sayılır.[136]
Sahih-i Buhârî'nin
şerhleri Kastalânî ve Tuhfetü'I-Bârî'de bu hadîsin izahı yapılırken; «bu
hadiste istenen mahabbet imana dayalı olan muhabbettir, ki bu tür muhabbet,
sevenin sevilene uymasını gerektirir, trade dışında duyulan ve fıtrî olan
muhabbetin beslenmesi ön görülmemiştir.Zaten irade dışında kalan şeylerle
insanlar mükellef değildir ve ihtiyari olmayan muhabbet makbul sayıl-madığı
için Ebû Ta1ib'in Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Seîlem)'e muhabbeti bulunduğu
halde iman ettiğine hükmedilmemiştir» deniliyor.
[137]
Sahîh-i Buharî'nin
Sarihi Aynî, Resûlullah CSallallahü Aleyhi ve Sellem) hakkında duyulması
gerekli olan muhabbetin varlığı için yalnız O'nu saymak ve yüceliğine inanmanın
yeterli olmadığını ve içtenlikle O'nu sevmenin ve O'na karşı kaibî bağlantının
duyulmasının gerekliliğini belirttikten sonra Hz. Ömer ve Amr b. Â s
(Radiyallahü Anhümâ)'a ait bu iki rivayeti almıştır:
Ömer (Radiyallahü anh) bir gün:
«—Yâ Resûlallah! Sen
bana nefsimden başka her şeyden fazla sevgilisin» dedi. Resûlullah (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem) :
«Yâ Ömer! Senin
nefsinden de daha ziyade sevgili olmam gerekir.- buyuranca, Ömer {Radiyallahü
anh) : «Nefsimden de daha çok» dedi. Bunun üzerine Resûlullah (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem) : *îşte yâ Ömer şimdi oldu» buyurdu.
Amr bin el-Âs
(Radiyallahü anh) 'den: şöyle dediği mer-vîdir:
Hiç bir kimse bana
Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) '-den daha sevgili değildi ve benim
nazarımda ondan daha yüce ve büyük bir kimse yoktu. O'na karşı duyduğum ta'zim
ve yücelikten dolayı gözlerimi o mübarek zata bakmakla doyurmaya gücüm yetmezdi,
doyunca bakamazdım.»
68) Ebû Hüreyre
(Radiyallahü anh)'âen: şöyle
dediği rivayet edilmiştir.
Resûlullah (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem) buyurdular ki : «Nefsim, kudret elinde olan Allah'a kasem
ederim ki siz îman etmedikçe Cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de
(kâmil) îman etmiş olamazsınız. Size bir şey göstereyim mi? (öyle bir şey ki)
onu yaptığınız zaman yek diğerinizi seversiniz? Selamlaşmayı aranızda
yayınız.»
[138]
Müs1im'in, birisi
yeminsiz, diğeri de yeminle başlayan iki rivayetle aldığı bu hadisin şerhinde
Nevevî der ki:
«Birbirinizi
sevmedikçe îman etmiş olamazsınız» cümlesi ile: 'İmanınızın kemâle ermesi ve
iman hususundaki halinizin düzelmesi ancak sevişmenizle mümkündür', manası
kasdedilmiştir.
«İman etmedikçe
Cennete giremezsiniz» cümlesi ise; zahiri mânâsı ile alınır. Her hangi bir
yoruma ihtiyaç yoktur. Çünkü Cennete, ancak iman üzerinde ölenler girer.
Cennete girebilmek için kâmil iman da şart değildir.
Nevevî' nin
açıklamasına göre hadisin metninde iki defa geçen îman kelimesinin birincisi
ile mutlak iman ve ikincisi ile kâmil iman muraddır.
Nevevî, daha sonre Ebû
Amr'm 2 yerde de iman kelimesi ile kâmir iman manasını aldığını ve bu şekilde
de yorumlanabileceğini belirtiyor. îbn-i Mâceh'in haşiyesi Sindi de bu yorumu
tercih ediyor. Buna göre mana şöyle olur:
«Siz kemâl-ı iman ile
inanmadıkça imanları kemâle ermiş olanlar Cennete girdikleri zaman Cennete
giremezsiniz ve birbirinizi sevmedikçe imanınız kemâle ermiş olamaz.»
«Selâmı aranızda
yayınız», cümlesi ile tanıdık olsun olmasın her müslümana selâm verilmesi
isteniyor. Selâm birleşme ve kaynaşmanın başlıca sebebi, sevişmenin anahtarı,
Ehl-i îmanın şiarı, tavâzu ve saygılı olmanın belirtisidir. Küskünlüğün,
ilgisizliğin ve yanlış anlamların bertaraf edilmesine iyi bir vesiledir.
Müslümanların aralarını bozmak isteyenlerin isteklerine karşı bir dereceye
kadar sed mahiyetindedir.
Hadîsin metninde geçen
fiillerinin başındaki «Lâ» harfi nehiy
değil, nefî içindir. Ehlinin malûmu olduğu üzere nefi edatı olan «Lâ» câzim
değildir. Fiillerin sonundaki nun tahfif için düşmüştür. Nevevî'nin de beyan
ettiği gibi nun'un düşmesi sahih ve
malûm bir lügattir. Bazı rivayetlerde nun-lar mevcuttur.[139]
69) Abdullah (İbn-i
Mes'ûd) Radiyallahü anh)'den:
Resûlullah (Sallallakü
Aleyhi ve Sellemyin şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir.
«Müslümana sövmek
fısktir ve onunla çarpışmak küfürdür.»
[140]
Bu hadis müttefekun
aleyhtir. Buhari İman, edeb ve Fiten kitablarmda rivayet etmiş, Müslim de
açtığı özel bir babta rivayette bulunmuştur. Ayrıca Tirmizî, Nesâi, Ahmed bin
Hanbe1 ve başkaları da tahriç etmişlerdir.
Fısk ve Fusuk : Hak
yoldan ve itâattan ayrılmaktır. Kitâl da savaşmak, çarpışmak, dövüşmek ve
düşmanlık etmek manalarına gelir. Küfür de dinden çıkmak, nimeti inkâr etmek,
bir şeyi örtmek ve gizlemek manalarına gelir.
Hadisi şerif çeşitli
şekillerde yorumlanmıştır.
Bâzı âlimlere göre
murad şudur: Müslüman ile sövüşmek fısk ve fücur ehlinin ve müslümanla
çarpışmak da küfür ehlinin şanıdır. Müslümana yakışmayan çirkin şeylerdir. Bir
müslümana hakkı olmadığı halde söven kişinin, haram işlediği icmâ' ile
sabittir. Hadiste buyurulduğu gibi bu fiili işleyen fâsık olur. Fakat haksız
yere müslümanla çarpışan kişi dinden çıkmaz. Ancak çarpışmayı mubah telâkki
ederse; haramı helâl saydığı için küfre gidebilir. Bâzı ilim adamları hadisi bu
şekilde yorumlamışlardır. Yâni müslümanla dövüşmeyi helâl sayarak onunla
çarpışmak dinden çıkmaktır. Diğer bir kısım âlimler de küfürden maksad küfran-ı
nimet, nankörlüktür. Buna göre murad şudur :
Müslümanla dövüşmek
onun haklarını inkâr etmektir. Çünkü Allah Teâla müslümanları kardeş
kılmış, birbirlerini sevmelerini,
saymalarını, iyilikle
muamelede bulunmalarını birer hak olarak onlara tevdi etmiştir.
Küfür burada örtmek
manasına da alınabilir. Çünkü müslümanla dövüşmek, onun haklarını örtbas
etmek, gizlemek ve görmemez-likten gelmek demektir, denilebilir.
Hulâsa: Küfür kelimesi
hangi manaya almırsa alınsın hadis, müslümanm hakkının büyük ve yüce olduğuna
bu hakka saygılı olmanın gerekliliğine ve buna riâyet etmeyenin vahîm
neticelere uğrayacağına dikkatları çekiyor.
70) Enes bin Mâlik (Radiyallahü an*)'den:
Şöyle demiştir:
Resûlullah (Saüallahü Aleyhi ve Sellem) buyurdular ki:
«Her kim ki, Allah'a
hiç bir şeyi ortak koşmadan, tam bir ihlâs ile O'nıuı birliğine inanmak, O'na
ibadet etmek, namazı dosdoğru kılmak ve zekâtı (gereği gibi) vermek hali
üzerinde dünyadan ayrıhrsa, Allah (Tealâ)
kendisinden râzi iken ölmüş olur.»
Enes dedi ki: O (din)
de Resullerin getirmiş oldukları ve Rabb-lan tarafından tebliğ eyledikleri
Allah'ın dinidir. (Öyleki) Henüz hadisler çoğalmamış, uydurma hadîsler
yaygınlaşıp sahih hadislere karışmamış ve kişiler ulu orta arzularına göre
rivayetlere girişmemişlerdi.
Kur'an-i Kerim'in son
inen sûre (Tevbe) sinde bu hadisi tasdik ve teyid eden âyetler vardır. Allah
buyuruyorki:
«Eğer (o müşrikler)
tevbe eder, (Enes dedi ki: Tevbeden murad, putları ve bunlara tapmayı
bırakmaktır.) namazı dosdoğru kılar ve zekâtlarım öderlerse...» Bu âyetin,
hadis'te zikredilmeyen devamında meâlen «Kendilerini serbest bırakın.
Gerçekten Allah Gafur'dur, Rahim'dir.» buyuruluyor.) (Tevbe 5) ve başka bir
âyette buyurdu ki:
«Artık (o
putperestler) eğer tevbe ederler, namazı dosdoğru eda ederler ve zekâtı
verirlerse, dinde kardeşleriniz olurlar.»
(Tevbe 11)[141]
îbn-i Mâceh bu hadisi
iki sened ile rivayet etmiştir. Se-nedlerin ilk 3 ravisi Enes bin Mâlik,
Er-Rabî1 bin Enes ve Ebû Ca'fer Er-Râzi' dir. Bunlardan sonra birinci senedde
sırayle Ebu Ahmed ve Nasr bin Ali el-Cahdemî, ikinci senedde de Ubeydullah bin
Musa el-İbsî ve Ebû Hatim bulunur.
Zevâid'de; bu şened
zayıftır. Çünkü ravi Er-Rabî bin Enes burada zayıftır, deniliyor. İbn-i Hibbân
da: Ebû Ca'fer'in Er-Rabî bin Enes' ten rivayet ettiği hadisler umumiyetle
zayıftır, demiştir.EI-Hâkîm ise bu hadisi Ebû Ca'fer aracılığı ile Er-Rabî' den
rivayet ederek isnadının sahih olduğunu söylemiştir. Sindi, bunları
naklettikten sonra, Bence:Ebû Ca'fer,Er-Rabî' den rivayet ettiği zaman Er -Rabi zayıftır,
denileceğine Ebû Ca'ferEr-Rabî'-den
yaptığı rivayetlerde zayıftır, denmelidir, der.[142]
Hadîsin metninde geçen
«İbadet» kelimesi itaat ve herçeşit kulluk görevleri manasına alınabilir. Bu
takdirde ibadetin şümuluna girmekle beraber önemine oina'en namaz ve zekât
zikredilmiş olur. İbâdet bu manaya alındığı zaman açık olan hadisin manası şu
olur :
«İhlash bir tevhid,
sağlam bir iman, Allah'a karşı kulluk görevini yapmak, bilhassa namaz ve zekât
vazifesini tam yapmak hali üzerinde dünyadan ayrılan kişi Allah'ın rızasını
kazanarak ölür.» Şayet «İbâdet» kelimesi tevhid mânasına alınırsa, o zaman daha
önce geçen «İhlas» kelimesinin tefsiri durumunda olmuş olur. Bu takdirde
zahiren iman, namaz ve zekâtın ilahî rızayı kazanmaya yeterli olduğu manası çıkıyor.
Oysa kulun mükellef bulunduğu oruç, zekât gibi bir çok önemli ibadetler ve
kulluk görevleri yapılmadan bu mutlu akibete kolay kolay erişilemiyeceği
nasslarla sabittir. Onun için hadis şu şekilde yorumlanır :
îhlaslı bir tevhid,
sağlam bir iman ve namaz ile zekâtı gereği gibi ifa ederek dünyadan ayrılan
kişi, Allah'ın rızasını (şu sebeple) kazanarak ölür. Çünkü iman, namaz ve
zekât ibadetlerine bağlananlar, bu sayede hayırlı işlere, kötülükleri
terketmeye ve ölüm döşeğinde makbul bir tevbeye muvaffak olurlar. Dolayısı ile
ilahi rızaya da erişirler.
71) Ebû Hüreyre
(Radiyallahü ank)'âen:
Şöyle demiştir:
Resûlulİah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki:
«Şüphesiz, Allah'tan
başka ibadete müstahak ilah olmadığına ve gerçekten benim, Allah'ın Resulü
olduğuma şahadet (dilleri ile ikrar) edip namazı dosdoğru ve zekâtı gerektiği
şekilde ifa edinceye kadar insanlar ile savaşmam bana emredildi.»
72) Muâz bin Cebel (Radiyallahü anh)'den :
Şöyle
demiştir:Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: «Şüphesiz,
Allah'tan başka ibadete müstahak ilah olmadığına ve gerçekten benim, Allah'ın
Resûlu olduğuma şehâdet edip namazı dosdoğru ve zekâtı gerektiği şekilde ifa
edinceye kadar insanlar ile savaşmam bana emredildi.»
[143]
71 ve 72 nolu hadislerin
metni aynı olup senedleri değişiktir. Birincisinde Ebû Hüreyre, El-Hasan,
Yûnus, Ebû Ca'fer, Ebü'n-Nadr ve Ahmed bin el-Ezher; ikincisinde ise Muâz bin
Cebel, Abdtırrahmanbin G a d e m , Şehr bin Havsab, Abdülhamid bin Behrânı,
Muhmmed bin Yû suf ve Ahmed bin e1 - Ezher bulunur. İbn-i Mâceh' in iki senedi
de son ravi Ahmed bin el-Ezher' den aldığı anlaşılıyor. Buharı ve Müslim
«Kitabü'I-İman» bölümünde aldıkları bu hadisi îbn-i Ömer' den rivayet
etmişlerdir. Ayrıca Müslim, Ebû Hüreyre, Câbir ve başka zatlardan da rivayette
bulunmuştur. Ancak müteaddit senedlerle rivayet edilen hadis metninde bazı
rivayetlerde ilâve ve bazılarında kısalma vardır. Meselâ: Müslim'in Ebü
Hüreyre' den aldığı bir rivayet şöyledir :
« Ebû Hüreyre
(Radiyallahü ank)'den : Şöyle dediği rivayet edilmiştir :
Resûlullahf'Sallalalhü Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki :
«Kelime-i Tevhid-i
getirinceye kadar insanlarla savaşmaya emredildim, lâilâhe illa'llah diyen
kimse canını ve malını benden korumuş olur. Ancak öldürülmeyi hak etti ise o
ayrı, O'nun hesabı da Allah'a aittir.»
Diğer taraftan Müslim
ve Buharı' nin ittifakla İbn-i Ömer (Radiyallahü anh) 'den rivayet ettikleri
metinde İbn-i Maceh' in aldığı metnin aynısı bulunmakla beraber şu ilâve de
vardır.
«Bunları yaptıkları
zaman kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Ancak İslâmm hakkı (olan
cezalar) müstesna. (Gizli kalan durumlar ile ilgili) hesapları da Allah'a
aittir.» Müs1im in rivayetindeki bu ilâvede «Bihakki'l-İslâm» tabiri yerinde
«Bihak-kıha» ifadesi kullanılmıştır ki mânaya bir farklılık getirmez.
Tabari1 nin, «Evsat»
adlı eserinde Hz. Enes (Radiyallahü anh)'den rivayet ettiğine göre bu hadiste
istisna edilen İslâm haklarından maksadın neler olduğu Peygamber (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem)'e soruldu? Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) de
«Evlendikten sonra zina etmek, müslümanlığı kabul ettikten sonra mürted olmak
ve adam öldürmek, kasdedilmiştir. Bu suçlara karşılık Öldürülebilir» diye
cevap verdi.
Görüldüğü gibi
Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in insanlarla savaşması bâzı
rivayetlerde onların Kelime-i Tevhid'i getirmelerine, diğer bazı rivayetlerde
ise Kelime-i Şehadet, namaz ve zekâtı ifa etmelerine bağlanmıştır. Bundan
anlaşılıyor ki insanların müslümanlığı kabul etmeleri ve îslâm alâmetlerinin
onlarda görülmesi hedef tutulmuştur. Bu hedefe varılıncaya kadar Resûlullah
(Sallahü Aleyhi ve Sellem) cihadla me'mur kılınmıştır. Ama halkın, kainlerinde
neler gizlediklerini öğrenmekle emrolunmamıştır. Gönülde saklanan sırlardan
dolayı hesaba çekmek Allah'a aittir.
73) İbn-i Abbâs ve Câbir bin Abdillah (Radiyallahü
anhümâ)'dan : şöyle söyledikleri rivayet edilmiştir : Resûlullah (Sallallahü
Aleyhi ve Settem) buyurdu ki:
«Ümmetimden iki sınıf
vardır ki, onlar için İslâm'da nasip yoktur.Bu sınıflar Mürciye ve Kaderiye
(mezheblerine mensub) olanlardır.»
74) Ebû Hüreyre ve İbn-i Abbâs (Radiyallahü anhümâ)'âan
: şöyle dedikleri rivayet edilmiştir.
«İman fazlalaşır ve
eksilir.[144]
75) Ebü'd-Derdâ (Radiyallahü ank)'den: Şöyle söylediği
rivayet edilmiştir :
«İman ziyâdeleşir ve
noksanladır.»
[145]
Bu iki hadis, imanın
fazlalaşma ve eksilmeyi kabul ettiğini ifâde ediyor.60 nolu hadisteki:
«Bir dinar, yarım
dinar ve bir hardal tanesi ağırlığınca imanı olanları cehennemden çıkarınız»
tabiri de imanın çok ve az olabildiğini gösteriyor. Sahih-i Buharı ve Sahihi
Müslim sahibleri İMAN kitabından birer babı buna ayırmışlardır.İmanın
fazlalaşabildiğine delâlet eden âyetlerin bir kısmı şunlardir:«Taki imanları
ile beraber imanı arttırsmlar...» (El-Feth 3)
«Ve iman etmiş
olanlara da iman arttırsın...»(El-Müddessir 3)
= «Bu, onların imanını
arttırdı...» (Al-i İmran 173)
=« Ve bir sûre
indirildiği zaman onlardan kimi diyor ki: «Bu hanginizin imanını arttırdı?
Fakat iman etmiş olanlar ise (indirilen) sûre onların imanını arttırdı ve onlar
müjdelenirler.» (Tevbe 124)
= «Ve bu durum ancak
onların iman ve teslimiyetlerini arttırdı.» (Ahzab sûresi, âyet 22)
Buhari bu âyetlerin bir kısmını alır ve bu arada:
«Kemâlinden bir şey
terkedilince iman haliyle eksilmiş olur.» der.
Ashab-ı Ki ram'dan,
Ömer, Ali, îbn-i Mes'ud, îbn-i Abbâs, Muâz, İbn-i Ömer,Ebû Hüreyre,
Ebü'd-Derdâ, Huzeyfe, Âişe, Selman, Abdullah b. Revâha, Ebû Ümâme ve başka
zatlar (Radiyallahü anhüm) hazretleri imanın ziyade ve noksanlık kabul ettiğini
söylemiştir. Tabiin' den de Urve, Ata, Tavus, M ü -cahid, Saîd b. Cübeyr,
Hasan-ı Basrî, Zührî, Katâde,
İbrahim Nahâi, İbn-i Ebî Leyla, İbn-i Mübarek,Ebû Davud ve
benzeri nice âlimler (Radiyallahü anhüm)
aynı görüşü paylaşmışlardır.
Matüridiye mezhebine
mensup âlimler «iman ziyade ve noksanlık kabul etmez» demişlerdir. Onlar imanın
aslı olan tasdiki kasdetmişler. Tasdik, kesin inançtan ibaret olduğu için
eksilmez. Çünkü eksilirse kesin olmaktan düşer ve şüphelere mâruz kalır. Kesin
inancın fazlalaşıp kesinlik kazanması da düşünülemez. Zira zaten kesindir,
derler.
İmam Nevevi,
Müslim'in şerhinde şöyle söyler :
«Selef mezhebine
mensup âlimler ile hadisçilere göre iman ziyade ve noksanlık kabul eder.
Kelâmcılardan bir cemaat da aynı görüştedir. Fakat kelâmcıların çoğu iman bunu
kabul etmez demişler. Muhakkikin olan kelâmcı arkadaşlarımız ise asıl tasdikin
ziyade ve noksanlığı kabul etmediğini ve lâkin amellerin çokluğu ve azlığı
do-layısıyle iman semerelerinin ve şer'î imanın ziyade ve eksikliği kabul
ettiğini söylemişlerdir.
Muhakkikinin sözü açık
ve güzel ise de bence tefekkürle ve bir çok delilin bir araya gelerek yek
diğerini takviye etmesi ile tasdikin de artması mümkündür. Bunun içindir ki
sıddîkların imanı başkaların imanından daha kuvvetli ve üstündür. Onların
imanı hiç bir ortamda zedelenmez. Ve her hangi bir tehlike veya telkin karşısında
sarsılmaz. Fakat diğer insanların imanı bu derece güvence içinde ve muhkem
değildir. Akl-ı Selim sahibi hiç kimse şüphe etmez ki müslümanlardan her hangi
bir kimsenin imanı Ebû Bekr-i Sıddik (Radiyallahü anh)'m imanına denk değildir.
Nevevi aynı bahiste şunu da nakleder:
Şafiî mezhebine mensup
Ebû Abdillah Muham.med bin İsmail el-İsfahani et-Temimî, Müslim üzerine
yazdığı «Et-Tahrîr» adlı şerhinde diyor ki: Eğer İman tasdik mânasına alınırsa
tasdik parçalanmaya elverişli olmadığı için fazlalaşma ve eksilmeyi kabul
etmez. İman Şeriat dilinde kalb ile tasdik ve vücud organları ile amelden
ibarettir. Böyle tefsir edilirse haliyle amel durumuna göre fazlalık ve
eksiklik hali olabilir. Eh1-i Sünnet'in
mezhebi de budur.
Ma1ikî mezhebine
mensup îmam Ebü'l-Hasan Ali b. Halef b. Battal el-Mağribî de Buharı üzerine
yazdığı şerhte:
«Ümmetin halef ve
selefinden Ehl-i Sünnet mezhebine mensup camaatın mezhebi budur ki; îman söz ve
fiil olup fazlalaşır ve eksilir. Bunun delili de Buhar î'nin zikrettiği
ayetlerdir. Mü'min, tâat ve ibadetini artırdıkça imanı da artar ve kemal
yolunda ilerleme kaydeder. Taat ve ibadette eksilme ve gerileme olunca da imanın
kemalinde eksilme olur. İman hakmda söylenen sözlerin orta yolu budur»,
demiştir.[146]
Sindi de bu konuda geniş izahat verdikten sonra
şöyle der:
«Ashab-ı Kiram ve
Tabiin'in sözlerinden ve Ki-tab ile Sünnetin beyanlarından anlaşılıyor ki
«İmanın fazlalaştığını söylemek caizdir.»Azalma da fazlalaşmadan ayrılmayan bir
mefhum taşır. (Çünkü fazlalaşan iman fazlalaşmayan iman ile karşılaştırıldığında
birisi fazla olunca diğeri haliyle ona oranla eksik olur.) Neticede, şer-î
şerifte iman'm ziyade ve noksanlıkla vasıflandığı sabit olmuş olur. Ama bu
vasıflanma imanın mahiyetine göre mi, yoksa onun mahiyeti dışında kalan
şeylerden dolayı mı olduğu önemli değildir? Zira selef âlimleri, vârid olan
Ayet ve Hadislere uyarlardı. Onların halefi olan âlimlerin çıkardıkları ve
kelâm ilminde yer alan mes'elelere pek iltifat etmezlerdi. Bu itibarla «îmanın
ziyade ve noksanlık kabul ettiğini söylemek küfürdür» gibi sözler bazı fıkıh
kitab-larına yanlış anlama neticesinde girmiş olsa gerek.»
[147]
Kader : (Kadr diye de okunabilir.) Arap dilinde miktar,
değer, kuvvet, kudret ve kısmak gibi müteaddit mânâlarda kullanılmıştır.
Kader: Şer-i Şerifte ise varolacak şeylerin ne zaman,
nerede, nasıl ve ne gibi durumlarda meydana geleceğinin Allah tarafından
ezelden beri bilinmesi ve bu bilgiye göre tesbit ve takdir edilmesidir.
Kaza ise, takdir edilmiş olan şeylerin zamanı gelince Allah tarafından
aynen yaratılmasıdır. Buna göre Kader Allah'ın İlim ve İrade sıfatına, Kaza da
Tekvin sıfatına rücû' edip buna inanmak, Allah'ın sıfatlarına iman etmeye
dahildir. Allah'ın sıfatlarına inananlar kaza ve kadere de iman etmiş olurlar.
Ancak Kader konusu önemli olduğu için ayrı bir konu haline getirilmiştir.
Kelâm âlimleri de bunu ayrıca ele almışlardır. Bâzı kelâmcılar kader diye
tarif ettiğimiz manaya kaza ismini vermişler ve kaza diye gösterdiğimiz manaya da kader demişlerdir. Tabii bu farklı ta'bir
neticeyi değiştirmez.
Kader mes'elesi,
öteden beri gerek felsefeciler ve gerekse din âlimleri arasında münakaşa konusu
edilmiştir. Aslında bu mes'ele-nin mahiyetinin tamamen haledilmesi güçtür.
Bunun için, müslü-manların kadere inanmaları emrolunmuş ve bu konunun derinliğine
inilmesi ile ilahî sırrın çıkarılmasına çalışılması yasak kılınmıştır. Bu
yasağa rağmen kader mes'elesi üzerine lüzumundan fazla duranlar olmuş ve
neticede KADERİYE ve CEBRİYE isimli batıl mez-hebler meydana çıkmıştır.
Kaderiye mezhebine
mensup olanlar Kaderi tamamen inkâr etmişler ve «Kul işlediği fiillerin
yaratıcısıdır», diyecek derecede işi ileri götürmüşlerdir. Kadere ilk defa dil
uzatan, Ma'bede1-Cühenî' dir. Onlara göre Allah ilerde olacak şeyleri bilmez.
Hiç bir şey önceden mukadder değildir. Allah olmuş olan şeyleri bilir. Nevevî'
nin naklen verdiği bilgiye göre bu çok çirkin ve batıl görüş pek taraftar
bulamadığı için çabuk inkıraz etmiştir. Kalan Kaderiye mensupları bu kere şöyle demeye
başlamışlardır:
«Hayır Allah'tan şer
ise başkasındandır.»
Onlar bu sözleri ile
adeta Mecûsilere benzemekten kurtulamamışlardır. Çünkü Mecusîler «Hayrın
yaratıcısı Yezdan, şerrin yaratıcısı da Ehremen' dir», demekle iki ilâha
inanmışlardır. Nitekim Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'den şu hadis
rivayet olunmuştur.
= «Kaderiye mensupları
bu ümmetin Mecâsîleridir. Hastalanırlarsa onlara uğramayın, ölürlerse
cenazelerinde bulunmayın.»Bu hadis
İbn-i Ömer (Radiyallahü anlı)'den
mervîdir.
[148]
Kaderiye mensupları bu
batıl görüşleri yüzünden Ehl-i Sünne t'in büyük hücumlarına maruz kalmakla
beraber kâfir olduklarına hüküm edilmemiştir. Çünkü onlar şer-i şerifi tazim etmek
gayesini gütmüşler. Ama sapıtmışlar.
Cebriye'ye gelince
bunlar Kaderiye'nin aksine her şeyi kadere bağlayarak kulun cüz'î iradesini
inkâr etmişlerdir. Onlara göre kul
iman etmeye bile kadir değildir. Kulun elinde hiç bir kudret ve salâhiyet
yoktur. Bunlar da sözde Allah Tealâ'yı tenzih etmeye çalışırken büyük bir
dalâlete saplanırlar ve Allah'a haşa zulüm is-nad etmiş olurlar. Şöyle ki;
kâfir adam âhiret günü cehennemlik kılınırken «Allah'ım! benim ne kabahatim
var? sen beni kâfir yarattın, bana hiç bir irade vermedin, benim müslüman
olmama sen mani oldun» demez mi?
Cebriye mezhebi de pek
yaşıyamamıştır. Hicrî 4. asrın başlarında ortadan kalkmıştır.
Bâtıl olan bu iki
mezhebin delillerini çürüten Ehl-i Sünnet mezhebine göre kaza ve kader haktır.
Bunlar bu iki kelimenin tarifini yukarda açıkladığımız gibi yapmışlardır. Kaza
ve Kader Allah'ın kullarını zorlaması ve ellerinden iradelerini alması demek
değildir. Kulun kendi irade ve isteği ile yaptığı işin daha önceden bilinmesine
kadr ve kulun yapmak istediği anda Allah tarafından o şeyin yaratılmasına da
kaza denir.
Kitap ve Sünnetin
nasslan (= kafi delilleri), Ashab-ı Kiram'm icmâ'ı, Selef ve Halef âlimlerin
beyanları ile Kadere iman gerekliliği sabittir. Kaza ve Kader konusunda âlimler
pek çok kitap yazmışlardır.Nevevi' nin beyânına göre en güzel ve en çok faydalı
olan eserlerden birisi de El-Hâfız el-Fakîh Ebû Bekr el-Beyhakî' nin yazdığı
kitabtır.
Gerek Ehl-i Sünnet'in
ve gerekse Kaderiye ve Cebriye mezh'ebleri hakkında geniş malûmat almak
isteyenler Kelâm kitab-larına müracaat etsinler. Biz bu kadarlık bilgiyi
vermekle yetinmek durumundayız.
76) Abdullah îbn-i Mes'ûd
(Radiyallahü ankyâen:
Şöyle demiştir: Resûlullah (SallaÜakü Aleyhi ve Sellem) bize (insanin yaratılışından) haber verdi. O, daima doğru söyleyen ve (Rabbi tarafından) kendisine doğru bilgiler vahiy edilen zattır. Buyurdu ki:
«Şüphesiz, biriniz
(yaratılırken) asıl maddesi kırk gün anasının karnında toplanır(yaratılmaya
elverişli bir hale gelir). Sonra bir o kadar (40 günlük) süre içinde bu madde,
kan pıhtısı haline" dönüşür. Bundan sonra da o kadar zaman zarfında mudğa
(= bir çiğnem et) olur. Daha sonra Allah ona bir melek gönderir de (tekâmül
eden mudğa için şu) dört kelimeyi yazması emrolunur: Allah, meleğe : «— Onun
amelini, ecelini, rızkını, şakı veya saîd olduğunu yaz» der. (= Meleğe bu
malûmatı verip yazdırır).
Nefsim kudret elinde
olan Allah'a yemin ederim ki: Gerçekten sizden bir kişi Cennet ehlinin işlediği
(iyi) şeyleri işler. Hatta kendisi ile Cennet arasında yalnız bir arşın mesafe
kalır. Bu esnada (Meleğin, ana karnında yazdığı) yazı gelir,o kişiyi önler. Bu
kere o şahıs Cehennem ehlinin işlediğini işlemeye başlar ve Cehenneme girer.
Sizden bir (başka) kişi de Cehennemlik olanların işlediği (fenalıkları) işler.
Hattâ kendisi ile Cehennem arasmda bir kulaç mesafe kalır. Bu sırada (Meleğin
yazdığı) kitabı gelir onu önler. Bu defa da o kişi Cennetlik olanların (hayır)
işlerini yapar ve Cennete girer.
[149]
Bu hadisi; Buhari,
Kitabü'l-Kader ve Bed'ü'1-Halk (ilk yaradılış)Kitabında Meleklerin memur
oldukları yaratma ile ilgili görevlerine dair açtığı bir babta rivayet
etmiştir.
Müslim de Kader
kitabında rivayet etmiştir. Bu hadîsde, bir kısım meleklerin, insanların
amelini, ecelini, rızkını, saadet ve şe-kâvetini yazmakla vazifeli bulundukları
bildirilmiştir.
Hadis metninin
tamamının Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'e ait olduğu, Buharî, Müslim
ve İbn-i Mâ-c eh'in rivayet üslûbundan anlaşılıyor. Çünkü metnin her hangi bir
cümlesinin râvi îbn-i Mes'ûd'a ait olduğuna dair bir belirti yoktur.Nevevî bu
hadisin izahını yaparken hadiste geçen yemin ve ondan sonraki ifadenin
Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e ait olduğunu tasrih ediyor. Fakat
başka bir rivayette «Abdullah dedi ki:Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin
ederim...» ifadesi bulunduğu için yemin ve onun altındaki cümlelerin râvi
İbn-i Mes'ûd'a ait olduğunu söyleyenler de vardır. Mamafih îbn-i Mes'ûd,
(Radiyallahü anh) Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in buyurduğu yemin
ve onu takibeden cümleleri tekrar etmiş olabilir.
İnsanoğlunun yaratılış
safhaları Kur'an'ı Kerim'in Mü'minûn sûresinin 12 - 14'üncü ayetlerinde daha
genişçe meâlen şöyle beyan buyuruluyor:
«And olsun ki biz,
insanı (Âdem'i) çamurun özünden yarattık. Sonra Âdem'in neslini muhkem ve
sağlam bir yerde (rahimde) az bir su yaptık. Daha sonra o suyu kan pıhtısı
haline getirdik. Bundan sonra da kan pıhtısını bir parça et durumuna koyduk.
Bunun sonunda et parçasını insan iskeleti haline soktuk. Bunun ardından da
kemiklere et giydirdik. Daha sonra ona başka bir yaratılış (ruh) verdik. Bu
sebeple bak, şekillendirenlerin en güzeli olan Allah'ın şanı ne yücedir.»
Nutfe üzerinde 120 gün
geçtikten sonra Meleğin gönderilip cenin hakkında ilm~i ezelî'de mevcud 4
hususun yazılması emri verildiği hadisten anlaşılıyor. Ceninin dünyaya
geldikten sonra yapacağı her türlü iş, elde edeceği rızık, dünyada yaşayacağı
süre ve hayatının sonunda saadet veya şakavet üzerine öleceği Allah katında
malûm olduğu gibi görevli meleğe de O'nun tarafından bildirildiği belirtiliyor.
Diğer taraftan insanın Cennetlik veya Cehennemlik oluşu için hayatın son
safhasının daha önemli olduğuna işaret ediliyor. Bu nedenle, sâlih kişi, taât
ve takvası ile mağrur olmamalı, kendi-
sini güvence içinde
görmemeli, fasık adam da Allah'ın rahmetinden ümidini kesmeyip; bir an önce
tevbe etmeli ve ölümün her an gelebildiğini unutmamalıdır.
İman edip sâlih amel
işleyenlerin amellerinin zayi edilmeyip karşılığının verileceğini bildiren
âyetler ve hadîslerle verilen vaadlar iman üzerinde ölüm şartına bağlı olduğu
için bu hadîsin o nasslara ters düşmesi söz konusu değildir. Allah tüm
müslümanlara hüsn-ü hatimeler nasîp kılsın. Âmin.
Nevevi diyor ki: «Bu
hadîsin zahirine göre Meleğin gönderilmesi nufte üzerinde 120 gün geçtikten
sonra vuku bulur. Bunu izleyen rivayetlere göre Nufte üzerinde 40 - 45 gün
geçince Melek gönderilir. Enes {Radiyallahü anh)'in rivayetinden de Nuftenin
rahme girmesini takiben Meleğin, görevine başladığı anlaşılıyor. Rivayetler
arasında görülen zahirî farkın bertaraf olduğunu söyleyen âlimler durumu şöyle
belirtmişler: Melek, nuftenin halini ve uğradığı değişiklikleri izler ve «Yâ
Rabbî! Bu bir Nuftedir, (daha sonra) bu bir Alâka (= kan pıhtısı) dır, sonra
da bu bir mudğa (= bir çiğnem et) dır», der ve Allah'ın emri ile Nuftenin
uğradığı değişiklikleri bir bir söyler. Nufte, Alâka'ya dönüşünce Melek, onun
bir cenin olduğunu anlar ve cenîn'in bundan sonraki safhalarında da zamanı
geldikçe tasarruflarını sürdürür.
Hadisin son kısmında
geçen «Bir kulaç mesafe»den maksad Cennet veya Cehennem'in kapısı durumunda
olan ölüme yaklaşmaktır. Hayatını Cennetliklerin işlediği hayırlı işlerle
sürdürüp son anlarında Cehennemlik işlere dalmak halinin az bile olsa bazı
insanlarda görülebildiği bu hadiste bildiriliyor. Ama çok insanların bu durumda
olduğu kaydedilmemiştir. Esasen Allah'ın lütuf ve inayetiyledir ki insanların
hayır yolundan şer yoluna sapmalarına az rastlanır. Ve bunun aksine fena yoldan
iyi yola yönelenler çok olur.
Ömrünün sonunda
fenalıkları işleme yüzünden Cehennemlik olduğu bildirilenlerden murad,
kâfirler ve günahkâr mü'minlerdir. Ancak iman üzerinde ölenler bilâhare
Cehennemden çıkacaklar. Kâfirler ise; nasslarla sabit olduğu gibi ebedi olarak
Cehennemde kalacaklardır.
Bu hadiste, Kader'in
varlığı, (nasûh) tevbenin geçmiş günahları yıktığı, kişi hayır ve serden hangi
hal üzerinde ölürse o hale göre hakkında hüküm verildiği açıkça
belirtilmiştir. Ancak küfürden başka günah işleyenlerden tevbe etmeden bu hal
üzerinde ölenlerin durumu Allah'ın dilemesine kalmıştır. Biz insanlarca
meçhuldür.
77) Îbnü'd-Deylemî (Radiyallahü anh)'den gelen rivayete
göre kendisi şöyle demiştir.
Kader konusunda bir
şey Cşübhe) benim içime girdi. Ben bunun, dinimi ve durumumu bozmasından korktum.
Bunun üzerine Ubey bin Kâ'b (Radiyallahü anh)'e vardım ve «Ey Ebe'l-Münzir! Bu
Kader mes'elesi hakkında gerçekten bir şey (şübhe) kalbime girdi. Ben de dinim
ve halimden korktum. Kader mes'elesi
ile ilgili
aydınlatıcı bir şeyler
bana söyle. Senin sözlerinden istifade ettirmesini Allah'tan umarım.» dedim.
Übeyy (Radiyallahü anh) :
«Eğer Allah, sahip
olduğu göklerin halkını ve yer (küresin) in halkını tazip etseydi onlara zulüm
etmiş olmadan azab vermiş olurdu. Eğer onlara merhamet etseydi Allah'ın
rahmeti, onlar için kendilerinin işledikleri amellerinin karşılığından daha
hayırlı olurdu ve eğer senin Uhud dağı kadar altının veya Uhud dağı kadar
(malın) olup hepsini Allah yolunda harcasaydın sen Kadere inanmadıkça ve senin
basma gelmiş olan şeylerin gelmemesinin imkânsızlığını ve başına gelmemiş olan
bir şeyin gelmesinin imkânsız olduğunu bilmedikçe; harcadığın hayratın kabul
edilmiş olmazdı. Şayet bu itikad-dan başka bir inanç üzerinde ölürsen muhakkak
Cehenneme gireceğini bilmedikçe bu hayratı yapmış olsaydın bile kabul
edilmezdi. Kardeşim Abdullah İbn-i Mes'ud'a varıp ona (da Kader meselesini)
sormanda senin için mahzur yok», dedi.
(Ibnü'd-Deylemi diyor
ki) : Bunun üzerine ben Abdullah İbn-i Mes'ûd (Radiyallahü anh)'a vardım. Ona
sordum. O da Ubeyy bin Kâ'b'ın söylediklerinin benzerini anlattı ve «Huzeyfe
(Radiyallahü anh)'e gitmen fena olmaz» dedi. Bundan sonra Huzeyfe (Radiyallahü
anh) *in yanma gidip (bu mes'eleyi) ona sordum. Kendisi de Ubeyy ve îbn-i
Mes'ûd (Radiyallahü anh) 'in sözlerine benzer sözler söyledi ve: «Zeyd bin
Sâbit'e git ona sor.» dedi. Bunun üzerine Zeyd (Radiyallahü anh)'e vardım. Ona
da sordum. Zeyd (Radiyallahü anh) : Ben Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve
Sellem) 'den işittim. Şöyle buyurdu :
Eğer Allah, sahip
olduğu göklerin halkını ve yer (küresin) in halkını tazib etseydi onlara zulüm
etmiş olmadan azab vermiş olurdu. Eğer onlara merhamet etseydi Allah'ın
rahmeti onlar için kendilerinin işledikleri amellerinin karşılığından daha
hayırlı olurdu ve eğer senin Uhud kadar altının veya Uhud dağı kadar altının
olup hepsini Allah yolunda harcasaydın, sen Kader'in hepsine inanmadıkça ve
senin başına gelmiş olan şeylerin gelmemesinin imkânsızlığını ve başına
gelmemiş olan şeylerin gelmesinin imkânsız olduğunu bilmedikçe (inanıp kabul
etmedikçe); keza anlatılan bu itikaddan başka bir akide üzerinde ölürsen
şüphesiz Cehenneme gireceğini kesinlikle kabullenerek bilmedikçe (yaptığın
harcama) senden kabul edilmezdi.»
[150]
Tikravi İbnü'd-Deylemi (Radiyallahü anh)'in Zeyd
bin Sabit (Radiyallahü anh) 'den rivayet ettiği Resûlullah (Sallallahü Aleyhi
ve Sellem)'in buyruğunu aynen Ubey bin Kâ'b, Abdullah İbn-i Mes'ûd ve Huzeyfe
CRa-diyallahü anhüm)'den işittiğini, fakat bu 3 sahabî'nin, metni Resûlullah'a
isnad etmedikleri anlaşılıyor. Râvi bu mümtaz zatlarla ayrı ayrı görüşüp
hepsinden aldığı aynı cümlelerden ibaret cevâbı en son müracaat ettiği Zeyd bin
Sabit (Radiyallahü anh) 'den Resûlullah'ın hadisi olarak almış oluyor.
Hadis, Kader'in
varlığını, onun değişmesinin bahis konusu olmadığını, Allah tarafından takdir
ve tesbit edilmiş olan bir şeyin aynen vuku bulacağını, bildiriyor; Kader'e
inanmayan kimsenin Cehennemlik olduğunu ve Uhud dağı miktarıncâ altını olup
hepsini Allah yolunda sarfetse bile Allah katında hiç bir kıymet ifade etmediğini
belirtiyor ve böylece Kader'e iman etmenin önemini açık bir şekilde ifade etmiş
oluyor. Hadiste geçen:
«Eğer Allah gökler ve
yer ehilni tazib etmiş olsaydı zulüm etmiş olmazdı.» cümlesi, Sindi'nin Tıybi'
den naklen söylediği gibi Kader mes'elesindeki şübheyi gideren büyük bir
irşaddır. Şöyle ki:
Zulüm ve haksızlık
başkasının sahip olduğu bir şeye tecavüz etmek ve onun mülkünde tasarruf
etmektir. Bir kimse kendi mülkünde dilediği gibi tasarruf edebilir. Sahibi
bulunduğu mülkünde yaptığı tasarruftan dolayı zalimlikle ithamı düşünülemez.
Hadîste, göklerin, yerin ve buralarda yaşayan yaratıkların kayıtsız, şartsız
mâlikinin Allah olduğu, dolayısı ile O'nun dilediği gibi mülkünde tasarruf
edebildiği ve her hangi bir tasarrufundan ötürü zulümle ithamının tasavvur
edilemiyeceği bildiriliyor.
Bir şeyin güzel veya
çirkin olduğuna hükmetmek için aklın yeterli olduğunu söylemenin geçersizliği
de bu hadisten anlaşılıyor. Küçük aklımıza göre zulüm ve çirkin sayılan azabın
Allah katında adalet ve güzel olduğu ifade edilmiş oluyor.
Hadîsin «Eğer Allah
onlara merhamet etseydi...» kısmı da azab-tan kurtuluşun, amellerle değil,
ancak ilahî merhamet sayesinde olabildiğini ve bu sebeple rahmet-i ilahîyenin
onların amellerinden hayırlı olduğunu ifade ediyor. Miftâhü'1-Hace de :
«Buradan anlaşılıyor ki Allah, irade ve dilemesi ile kullarına merhamet eder;
buna mecbur değildir; bütün yaratıklara merhamet etmesi de O'nun kudreti
dahilindedir.» deniliyor.
78) Ali
(Radiyallahü ankyden :Şöyle
söylediği rivayet edilmiştir :
Biz (bir defa
Bakiü'l-Garkad kabristanında bir cenaze dolayısı ile)' Resûlullah (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem)'in yanında oturuyorduk. O'nun elinde bir asa dal parçası
vardı. Asası ile yere vurdu. Sonra başım kaldırdı ve buyurdu ki:
— «Sizden hiç bir
kimse yoktur ki, onun Cennetteki veya Cehennemdeki yeri takdir ve tesbit
edilmemiş olsun! (Şaki veya saîd olduğu
belirtilmemiş olsun!)» Bunun üzerine O'na
(bir sahabî tarafından) denildi
ki:
— Yâ Resûlullah! Öyle ise amel ve ibadetleri
bırakıp Cenabı Hakk'ın takdirine dayanmıyalım mı? Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) cevaben:
— «Hayır. Çalışınız ve
(amelleri bırakıp) kadere dayanmayınız. Çünkü herkes ne için yaratıldı ise o iş
için kendisine kolaylık sağlanmış oluyor.
(Kişi said ise ona, saadet ehline ait amellerin ifası ko-Iaylaştırıhr.
Şaki ise şakavet ehlinin işleri kolaylaştırılır)» buyurdu ve şu (mealdeki)
âyetleri okudu:
= Ama kim (Allah
yolunda malım) verir, Allah'tan korkar, o güzel kelimeyi (Lâ ilahe illallah
sözünü) tasdik eder ise muhakkak biz onu (Allah'ın rızasına uygun) en kolay
yola muvafık kılarız. Fakat kim cimrilik eder ( Allah hakkını ödemez),
Allah'ın yardımına ihtiyaç duymaz (kendisini müstağni sayar) ve en güzel sözü
(Tev-hid kelimesini) inkâr eder ise biz de onu en şiddetli (Cehenneme götürücü)
yola hazırlarız.» (Leyi 5 - 10)»
[151]
Buharı bu hadîsi Kader, Tefsir, Edeb ve Cenaze
bahislerinde ayrı ayrı senedler ile tahric etmiştir. Müslim
de Kader bahsinde böyle müteaddit senedlerle,Tirmizi,Kader
bahsinde,Nesaî Tefsir bölümünde ve Ebû Davud da Sünnet kısmında rivayet
etmişlerdir.Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve
Sellem)'in nerede bu hadisi buyurduğu
İbn-i Mâceh'in rivayetinde belirtilmiyor ise de Buharı ve Müs1im'in
rivayetlerinde A1i (Radiyallahü anh), «Bakiü'l-Garkad» adlı kabristanda bir
cenaze münasebeti ile bulunulurken; Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in
çevresinde oturduklarını ve burada Resûlullah (Salîallahü Aleyhi ve Sellem)'in
bu hadisi buyurduğunu belirtmiştir. Adı geçen kabristan Medine-i Münevvere'
dedir.Garkad burada yetişen dikenli bir çeşit ağacın ismidir.Türkçemizde buna
Sincan dikeni dendiğini Kamus mütercimi Âsim efendi naklediyor. Halen
Anadolu'da bağ ve bahçe çevresinde görülür.Burada ilk defa Osman İbn-i Maz'ûn
ve ondan sonra da Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in oğlu
Hz.İbrahim defnedildi. Bu definler
esnasında kabristan garkad ağaçlarından temizlenmiştir. Bu ağacın türü
görülmüyor. Sadece ismi kalmıştır.
Hadisten anlaşıldığına
göre Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) : «Her insanın Cennetlik ve
Cehennemlik olduğu, saadet veya şakavet ehli olduğu ezelde Allah tarafından
biliniyor ve bu bilgiye göre herkesin Cennet veya Cehennemdeki yeri takdir ve
tesbit edildi» buyuruyor, Ashab-ı Kiramdan bir zât: «Öyle ise Yâ Resûlallah!
Dünyada çalışmanın, bir sürü zorlukları yenmek zahmetine kati anma-pim ve
ibadetle hayratın ne faydası ve etkisi kalıyor? Herkes mukadder akibetini
bekleyip dursun!» diyor. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bu soruya
«Hayır! Böyle mukadder akibeti bekleyip durmakla kadere dayanmak diye bir şey
yapmayın, çalışınız. Cennetlik olan herkes saadet ehlinin işlerini kolaylıkla
ve seve seve yapmaya koyulur. Cehennemlik olan kimse de şakavet ehlinin işlerini
işlemeye kolayca ve isteyerek yönelir. Hiç kimse iradesi dışında bir iş yapmaya
Allah tarafından icbar edilmiyor.» şeklinde cevap vermiş oluyor.
Resûlullah (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem)'e bu mühim soruyu hangi sahabînin sorduğu
araştırılmıştır.Buhari, soru sahibinin Hz. Ali (Kerremallahü veçhe) olduğunu
söylemiştir.Müslim ve Tirmizi de Sürâka İbn-i
Mâlik'in soru
sahibi olduğunu beyan
etmişlerdir. Başka sahabîlerin ismini söyleyenler de vardır. Müs1im'in bir
rivayetinde soru soranlar için *Kalû = dediler» tabiri kullanıldığına göre soru
sahibinin bir kaç zat olduğu mânası çıkıyor.
Resûlullah (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem)'in bu güzel cevabı ile insanların kendilerini saadet namzedi
sayabilmeleri için ibadetlere devam etmelerini, bu uğurda çalışmalarını ve
hayır yolunda ilerlemenin saadet alâmeti olduğunu, ama hiç kimsenin kendi
ibâdetlerine güvenip aldanmamasmın lüzumunu belirtmiş olduğu söylenebilir.Tıybî
diyor ki: Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) cevâbında özetle şunu da
belirtmek istiyor:
«Ey Ashabım! İbadeti,
Cennete girmek ve ibadetsizliği Cehennemlik olmak için yeter sebep olarak
telakki etmeyiniz. Ama ibadeti, saadet alâmeti sayınız. İbadet yapmamayı da
şakavet belirtisi olarak biliniz.»
Şu halde kula düşen
görev, niçin yaratıldıysa onun gereğini ifa etmek ve yaratana karşı kulluk
vazifesini hayatının sonuna kadar sürdürmektir.
Bir soru: İnsanın said
veya şaki olması, ezelî takdirin eseri olduğuna göre kişinin serbest hareketi
ve irade sahibi olarak davranması mümkün mü, hakkındaki takdir onun için bir
özür değil mi?
Cevap: Ezeli takdir
kulun iradesini engellemez ve onun için özür değildir. Çünkü ezelî takdir
Allah'ın ilim ve iradesinin eseridir. Allah, insanın dünyada kendi irade ve
isteği ile iman veya küfrü seçmekle saîd veya şakî olacağını ezelde bildiği ve
böyle irade ettiği için o insanın veya şakî olacağını ezelde bildiği ve böyle
irade ettiği için o insanın saîd veya şakî olacağını ezelde takdir buyurmuştur,
îlim vasfı bilinen şeyi baskı altında tutmaz. Sâdece onun mahiyet ve durumunu
aydınlığa çıkarır. Onun için Kelâmcılar ve Felsefeciler «İlim mâlüma tabidir.»
demişlerdir. Bu gerçeği bir misal ile açıklayalım.
Rasathane uzmanları
yaptıkları ilmi hesaplar neticesinde bir yıl sonra Güneş'in veya Ay'ın
tutulacağını, tutulma şeklini, gününü, saatini ve izlenebileceği ülkeleri
bilebilirler. Uzmanların, ilmin ışığında tesbit ettikleri istikbale ait bu
olayı rapor ettikten bir yıl sonra olayın aynen meydana geldiğini görüyoruz.
Uzmanların, olaydan bir yıl önce yaptıkları takdir ve tesbitin veya tanzim
ettikleri raporun te'siriyle bir yıl sonra Güneş veya Ay'ın tutulma olayının
meydana geldiği iddia edilebilir mi? Elbette böyle bir iddia gülünçtür.
Güneş'in ve Ay'ın tutulmasının sebebi uzmanların takdir ve rapor tanziminden
tamamen ayrı bir takım tabiî sebeplerdir. Eğer uzmanlar bu ilmi hesapları
yapmamış olsaydılar, tutulma olayları olmıya-cak muydu? Burada uzmanların ilim
ve tespitlerinin tutulma olaylarına baskı yapmadığı, zorlayıcı olmadığı açıkça
biliniyor.
Allah Teâla'nın kul
hakkındaki.ezelî takdiri kul için suçluluktan kurtarıcı bir mazeret olamaz ve
onu baskı altında tutmaz,Ebü'l-Muzaffer
es-Sem'âni der ki:
Kaza ve Kader
mes'elesinde en doğru bilgi kaynağı Kitab ve Sünnettir. En doğru hareket de
bunlardan ilham alarak bilgi edinmektir. Bu iki kaynakla yetinmeyerek akıl ve
mantık yolu ile bir takım kıyaslamalar yapmak sureti ile ileri gitmek insanı
hayret ve dalâlete düşürür. Çünkü kaza ve kader bilgisi ilâhî sırlardandır.
Bilinmeyen hikmetlere binâen bu sırrı insanlara bildirmemiş ve akıl yolu ile
bunu çözme imkânını kullarına vermemiştir. Kader'in iç yüzünü ne bir Peygamber
ne de bir Melek bilebilmiştir. Biz Kitab ve Sünnet ile kader mes'elesine
çizilmiş olan sınırları tecavüz etmemek mecburiyetindeyiz. Mü'minlerin, Cennete
girdikleri zaman, kaderin sırrını anlıyacakları ve Cennet'e girmeden bunu idrak
edemiyecek-leri söylenmiştir.
[152]
Fıkıh ve Hadis
âlimlerinin meşhurlarından olan Semânî'nin bu görüşü bütün hadisçilerin
mezhebidir. Hadisçiler Kaza ve Kader bahsine dair mantıki kıyasları ve
mücadeleyi Kelâmcılara bırakmışlardır.
Nevevi'nin belirttiği
gibi bu hadis de kader'in yarlığını isbat eder ve hayır olsun, şer olsun bütün
olayların kaza ve kaderle meydana geldiğini belirtir.
Resûl-i Ekrem'in
Hadîs'in bitiminde yukarıda mealini verdiğimiz ayetleri okuması, saadet ve
şakavet ehlinin gitmek istedikleri Cennet ve Cehennem yollarına gitmelerinin
Allah tarafından kolaylaştırılmış olduğunu Kur'an ile te'yid içindir.
79) Ebû Hüreyre (Radyallahü anh)'ûen :
Şöyle dediği rivayet
olunmuştur: Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki :
«Kuvvetli mü'min zayıf
mü'minden daha hayırlı ve Allah'a daha sevimlidir. Her ikisinde de hayır
vardır. Sana menfaati olan şeylere düşkün ol. Allah'tan da yardım dile ve
(faydalı şeyleri istemek, Allah'tan da yardım dilemek hususunda) gevşeklik
etme. Eğer (hoşlanmadığın) bir şey sana isabet ederse (başına gelirse) ben şunu
isteseydim, bunu yapsaydım (bu iş başıma gelmezdi) söyleme ve lâkin : «Allah
(böyle) takdir buyurdu ve dilediğini yapar.» demelisin. Çünkü Lev (= şunu
yapsaydım, böyle olsaydı kelimesi) şeytan (vesvesesine ve) işine yol açar. (=
kader'e karşı gelmek düşüncesini kalbe sokar.)»
[153]
Müslim, Kader
kitabında aynı senedle bu hadisi almıştır.Nevevî bunun izahında der ki:
Kuvvetli mü'minden
murâd, âhiretle ilgili işler hakkında tam bir şuur sarsılmaz bir azîm ve kesin
bir karar gücüne sâhib olan uyanık mü'mindir. Bu evsafı hâiz kimse cesaretle
cihâda koşar, hiç kimseden çekinmeden iyilikleri emretmek ve fenalıkları
yasaklamak görevini tam bir ciddiyetle ifa eder; bu uğurda karşılaştığı
eziyetlere
sabırla katlanır;
namaz, oruç, zikir vesair ibadetlere sarılır; zevkle hayratın çeşitlerini
işlemek ister...
«Her ikisinde de hayır
vardır» cümlesinin mânası şudur: «Kuvvetli olan mü'min ile zayıf olan mü'min
imanda ortak oldukları için ikisinde de hayır vardır. Ayrıca zayıf olan mü'min
yukarda belirttiğimiz güce sahip olmamakla beraber işlediği ibadetler
bakımından da onda hayır olduğu malûmdur.»
«Sana menfaati olan şeylere
düşkün ol. Allah'tan da yardım dile ve gevşek olma» buyruğunun mânası da
şudur: «İbadete, Allah'a itaat etmeye, yasaklarından sakınmaya ve O'nun
katındaki sonsuz mükâfatı kazanmaya ihtiraslı ol.Bunları kaçırmamak için
dikkatli ve gayretli ol.Bu sahada başarılı olmak için Allah'ın yardımını dile.
Gerek kulluk görevini ifa edip ilâhî mükâfatı elde etmeye düşkünlük hususunda
ve gerekse Allah'ın yardımını istemek konusunda gevşeklik etme, geri durma.
«... Ben bunu, şunu
işlemiş olsaydım, deme» emr-i Nebevinin açıklamasında Kadi Iyâz demiştir ki:
«Bâzı âlimlere göre
böyle konuşmanın yasaklığı umumî değildir. Başından, hoşlanılmayan bir hâdise
geçmiş olan kişi «Ben şöyle yapsaydım, böyle davransaydım bu olay başımdan
geçmezdi» derken kader'i engelliyebildiğine inandığı veya kader'in aslına
inanmadığı için söyler ise böyle söylemesi ve düşünmesi burada
yasaklanıyor.Kader (in mecrasını ve seyrini değiştirmek mümkün olmadığı için
böyle hatalı sözlerin söylenmemesinin gerekliliği ifade edilmiş oluyor. Fakat kişi
bu sözü söylerken; Kadere karşı gelinebildiğin! asla düşünmeyip sadece maksadı:
«Eğer böyle yapsaydım belki ilâhi takdir başka türlü tecelli ederdi» demek ise
ve işi tamamen Allah'ın irade ve takdirine döndürüyorsa bu tip konuşma hadisin
yasağına girmiyor.Kadî Iyâz, hadisteki yasağı böyle yorumlayanların delilini
de beyan ettikten sonra bu görüşe katılmadığını ve gösterilen delilin pek
isabetli olmadığını nedenleri ile belirtip kendi görüşünü şöyle anlatır:
Bence hadîsteki «Böyle
yapsaydım, şöyle etseydim (başıma şu iş gelmezdi) deme!» yasağı haram anlamında
değil tenzihen mekruh mânasını taşıyor. Yani böyle söylemek uygun değildir.
Hesûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in:
«Çünkü böyle söz
şeytan işini açar (= Kadere karşı koyma vesvesesini insanın kalbine atar.)»
tabiri bu yoruma daha uygundur. Zira bu tâbirden şu netice çıkıyor: Böyle
sözler söylemek, sahibini
şeytan işine ve günaha
sürükler. Demek oluyor ki bu sözün kendisi günah değildir. Onun için «Tenzihen
mekruhtur» demek uygundur.»
Nevevi, Kadî Iyâz'm
görüşünü de böylece naklettikten sonra kendi görüşünü şöyle beyan eder:
Zahir budur ki;
hadisteki yasaklama umumîdir ve tenzihen ke-râhat içindir. Geçmiş olup telâfisi
imkânsız olan olaylarla ilgili olarak boş ve faydasız yere böyle sözlerin
söylenmesinin uygun olmadığı bildirilmiş oluyor. Ama kaçırdığı ibâdet veya
yapamadığı hayrat için duyduğu üzüntü dolayısı ile kişinin bu tip sözler
söylemesinde bir mahzur yoktur. Hadîslerde geçen bu gibi sözler genellikle bu
şekilde vorumlanır.
80) Ebû Hüreyre (Radiyallahü anhyden rivayet edildiğine
göre kendisi, Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'m şöyle buyurduğunu
söylemiştir :
«Âdem ve Musa
(Aleyhiseslâm) münâkaşa ettiler. Musa (Aley-hisselâm) Âdem
(Aleyhiseslâm)'a:
— Yâ Âdem! (Aleyhisselâm) Sen babamizsın. İşlediğin
günâhla bizi zarara soktun ve bizi Cennetten çıkarttın, dedi. Âdem (Aleyhisselâm)
da Ona:
— Yâ Musa! (Aleyhisselâm) Allah, insanlar içinden seni seçip kelâmını
sana verdi. Senin için Tevrat'ı eliyle
yazdı.Allah'ın, beni yaratmadan 40 yıl önce hakkımda takdir buyurmuş olduğu bir
şey (günah) üzerinde sen beni kınıyor musun? dedi.
Böylece Âdem, Musa'yı
yendi. Böylece Âdem, Musa'yı yendi. Böylece Âdem, Musa'yı yendi. (Bu cümleyi 3 defa tekrarladı.)
[154]
Müslim, Kader
kitabından özel bir baba aldığı bu hadisi, kısmen değişik bir sened ile İbn-i
Mâceh gibi, Ebû Hüreyre (Radiyallahü anh) 'den rivayet ediyor.
Nevevi bu hadîsin izahında şöyle söyler:
Ebü'l-Hasan el-Kabisî
demiştir ki: «Âdem ve Musa Peygamberlerin ruhları gökte buluştu ve orada
aralarında bu münâkaşa geçti.»
Kadı Iyâz ise : «Bu
hadîs zahirine göre mânalandırılabi-lir. Bu iki Peygamber şahsen görüşmüş
olabilirler. İsrâ hadisi ile sabittir ki Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve
Sellem) efendimiz Miraç gecesi Mescid-i Aksa'da ve göklerde bütün Peygamberlerle
içtimâ etti ve onlara namaz kıldırdı. Şehidlerin yaşamakta oldukları nasslarla
sabittir. Allah Tealâ'nın Âdem ve Mûsa' yi diriltip görüştürmüş olması
mümkündür. Musa, hayatta iken böyle bir görüşmeyi Allah'tan istemesi üzerine o
zaman görüşmüş olmaları da muhtemeldir» demiştir.
Musa (Aleyhisselâm)'m
Âdem (Aleyhisselâm)'a söylediği sözler bir rivayete göre şöyledir:
«İnsanları Cennet'ten
çıkartan ve onları zarara sokan Âdem sensin!» Bir başka rivayette ise:
«Sen, işlediğin hatâ
ile insanları yere indirttin!» Bütün bu rivayetlerin mânası şudur:
Sen Cennette iken,
işlediğin hatâ yüzünden Cennetten çıkarıldın. Senin işlediğin hatâ bizi de
zarara soktu. Çünkü bu hatan olmasaydı bütün insanlar Cennette kalırdı. Diğer
taraftan yere indirilmiş olan biz insanlar şeytanların şerrine muhatap olmuş
olduk.
Hadîsin bu parçasından
Cennetin Âdem (Aleyhisselâm)'m yaratılmasından önceki zamandan beri mevcut
olduğu anlaşılıyor. Hak olan mezheblerin görüşü de bu merkezdedir.
«Tevrâtı eliyle yazdı»
cümlesinde geçen «El» tabirine gelince, bilindiği gibi Allah Teâlâ için uzuv
mânasında el yoktur. Kur'an ve hadiste geçen bu gibi kelimeler hakkında Ehl-i
Sünnet âlimleri iki görüş ve yol seçmişlerdir.
1. Bu kelimelerin zahiri mânaları murad
değildir.Onlardan kasdedilen mâna hakkında her hangi bir yoruma girişilemez.
Allah'ın kasdettiği mâna ne ise o kabulümüzdür.Ona inanıyoruz.
2. El kelimesi kudret mânasına yorumlanır.Diğer
kelimeler de yerinde açıklandığı gibi yorumlanır.
«Allah, beni yaratmadan 40 yıl önce hakkımda takdir buyurduğu cümlesinde geçen takdirden murad, Levh-i Mahfuz'a ve Tev-râtın sahifelerine bu malûmatın geçirilmesidir. Nitekim, Müs-1im'in bu hadisten sonra, yine Ebû Hüreyre (Radiyal-lahü anh)'den rivayet ettiği konu ile ilgili bir hadiste, Âdem (Aleyhisselâm) 'in sorusu üzerine Musa, (Aleyhisselâm) Âdem (Aleyhisselâm)'a:
«Tevrat, senin
yaratılışından 40 yıl önce yazılmıştır ve O'nda senin Cennette işlediğin
masiyet olayına ait yazı vardır» diye cevap verdiği belirtiliyor. Buradaki
takdir ile, bildiğimiz kader mahiyetinin kasdedilmiş olması mümkün değildir.
Çünkü Allah Taâlâ'nm ilmi, iradesi ve takdiri, ezelîdir.
Âdem (Aleyhisselâm)'in
Musa (Aleyhisselâm)'a vçrdiği cevâbın mânası da şudur :
«Yâ Musa!Bu olayın,
yaratılışımdan önce yazılıp hakkımda takdir edilmiş olduğunu ve behemehal vuku
bulmasının kaçınılmazlığını şüphesiz biliyorsun. Eğer ben ve bütün mahlûkat,
bunun bir zerresini önlemeye gayret etseydik; önlemeye gücümüzün yetmediğini
de biliyorsun. Artık ne diye beni kınıyorsun?» Diğer taraftan kınama aklî değil
şer'î olmalıdır. Allah Taâlâ Âdem (Aleyhisselâm) 'in tevbesini kabul ederek
hatâsını bağışladıktan sonra onu kınamak din yönünden yersiz sayılır.
Bir soru Eğer bir günahkâr da Âdem (Aleyhisselâm) gibi
«Ne yapayım? Allah bu günahı benim hakkımda takdir etti» der ise biz onu
kmamıyacak mıyız? Şer'in emrettiği cezaları tatbik etmiyecek miyiz?
Cevap Günahkâr adam dünyada yaşamakta olduğu için
Dini emir ve yasaklara saygılı olmak ve elindeki iradeyi iyi kullanmak
sorumluluğunu ve yükümlülüğünü taşımaktadır. Mükelleflere uygulanması gerekli
olan kınama, tekdir ve her türlü şer'î cezaların bu kimseye uygulanması icap
eder. Onu sorumlu tutup cezalandırmak hem onu hem de benzerlerini kötülüklerden
men'etmeye yarar. Fakat Âdem (Aleyhisselâm) dünyadan ayrılmış olup sorumluluğu
ve dünyevî yönden cezalandırılması söz konusu değildir. Bu durum-
da Musa (Aleyhisselâm)
'in bu olayı ona açmasında hiç bir fayda yoktur. Bilâkis bu söz ile ona eziyet
etmiş ve onu mahcup bırakmış olur.
[155]
81) Ali (Radiyallahü ank)'den Resûlullah (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem), şöyle buyurdu, dediği rivayet olunmuştur.
«Kul, (şu) dört şeye
inanmadıkça iman etmiş olmaz. Allah'ın varlığına, birliğine, ortağının
olmadığına; şüphesiz benim, Allah'ın Resulü olduğuma; öldükten sonra dirilmeye
ve kader'e (iman etme-si gerekir.)»
[156]
Hadîste sayılan 4 şeye
inanmayan kimsenin -îman etmiş olmaz» sözünden «Hiç imanı yoktur» mânasının
murad olduğu söylenmiştir. Bu mânaya göre 4 şeyden birisine inanmayan kişi
kâfir olur. Buna göre Kader'e inanmayan kadercilerin kâfir olması gerekir ki;
bu hüküm, Cumhur'un görüşüne ters düşer.
82) Hz. Âişe (Radiyallahü anhâyûsn, rivayet edildiğine
göre kendisi şöyle demiştir :
Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), Ensar'dan erginlik çağına ermiyen bir erkek çocuğun cenazesine davet edildi. Ben de :
«Yâ Resûlallah! ne
mutlu buna. Hiç bir kötülük (günah) işlemedi, günah işleme çağına ermedi.
(Onun için bu çocuk) Cennet kuşlarından bir kuştur.» dedim. Resûlullah
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
«Yâ Âişeî Şu
söylediğin sözden başka şey (yani susman) daha uygun olur. Şüphesiz Allah
Cennet için bir kısım insanlar yarattı. Onları babalarının bellerinde iken
Cennet için yarattı. Cehennem için de bazı insanları yarattı. Onları
babalarının bellerinde iken Cehennem için yarattı.»
[157]
Ensar'dan bulûğ çağma
ermemiş olan bu çocuğun Cennetlik olduğunu söyliyen Hz.Âişe (Radiyallahü anhâ)
annemiz, burada Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) efendimiz tarafından
ikay ediliyor ve durup susmasının daha iyi olduğu işaret ediliyor.Daha sonra
da Cennetlik ve Cehennemlik olmak durumunun insanların yaratılmasından önce
takdir edilmiş olduğu bildiriliyor.
Müslim, bu hadisi ayni
isnad ile Kader bahsinde tahriç etmiştir.Nevevi bu hadisin geçtiği bab'ta diyor ki:
Bâzıları,
müslümanların erginlik çağına varmadan ölen çocuklarının Cennetlik olup
olmadıkları hususunda bu hadise dayanarak susmayı tercih etmişlerdir. Fakat bu
görüş tutarsızdır. Sözü muteber olan İslâm âlimleri, müslümanların, küçük
yaşta iken ölen çocuklarının Cennetlik olduğuna icmâ' etmişlerdir. Çünkü henüz
mükellef değillerdir. Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in Hz. Aişe
(Radiyallahü anhâ)'yi ikaz etmesine gelince, âlimler şöyle yorumlamışlardır:Keskin
bir delili yok iken çarçabuk hüküm verip kat'î konuşmaktan Âişe (Radiyallahü
anhâ) 'yi sakındırmak için Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) öyle
söylemiş olması umulur. Yahut da Resûlullah (Sallalahü Aleyhi ve Sellem) :
Müslümanların çocuklarının
Cennetlik olduğunu bilmeden Önce Âişe (Radiyallahü anhâ)'ye bu sözü söyledi.
Bilâhare bunların Cennetlik olduğunu bilince durumu şu ve benzeri hadislerle
belirtti, denilebilir.
= Erginlik çağına
varmadan 3 çocuğu ölen hiç bir müslüman yoktur ki Allah onu, çocuklarına
bahşettiği rahmet sayesinde Cennete dahil etmiş olmasın.»
Kâfirlerin küçük yaşta
ölen çocukları hakkında ise 3 görüş vardır: Âlimlerin çoğu bunların, babaları
gibi Cehennemlik olduğunu söylemiştir. Bir gurup âlim, bu mes'elede kesin bir
şey söylememiştir. Muhakkik âlimlerin söylediği ve en sıhhatli sayılan görüşe
göre bunlar da Cennetliktir.
Muhakkiklerin
delillerinden birisi Buhari' nin rivayet ettiği İbrahim Halil (Aleyhis'salâtü
ves'selâm) 'in şu hadisidir: Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem),
Cennette Hz. İbrahim (Aleyhis'salâtü ves'selâm) ile görüşürken İbrahim
(Aleyhis'salâtü ves'selâm)'in çevresinde insanların çocuklarını oturmuş olarak
gördüğünü bildirince, Sahabîler:
«Yâ Resûlallah!
Müşriklerin çocukları da mı?» diye sordular. Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve
Sellem) «Evet müşriklerin çocukları da (onun etrafında idiler)» diye cevap
veriyor.
Delillerinden bir
başkası da:Ve biz Resul göndermedikçe (kimseyi) tâzib edici değiliz.[158]Erginlik
çağma varmamış olan çocuk mükellef sayılmaz.[159]
Sindi de hadisin
açıklamasını yaparken Nevevî' den naklen kısa bir malûmat verdikten sonra diyor
ki: «Bir ölünün durumu hakkında en ihtiyatlı olanı susmaktır. Çünkü mes'ele
insanların meçhulüdür. İbadet durumu ile pe"k çözülecek gibi değildir. En
basît neden şudur: Ölen çocuğun baba ve annesinin îman üzere öldükleri sabit
midir?»
83) Ebû Hüreyre (Radiyallahü anh)'den, şöyle dediği
rivayet edilmiştir :
Kureyş kabilesine
mensup müşrikler gelip Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ile kader
konusunda mücadele ve çekişmeye giriştiler, (Müşrikler kader'i inkâr
ediyorlardı.) Bu hâdise üzerine şu (iki) âyet indi :
«O gün ki mücrimler
yüzleri üzerine (Cehennem) ateşi içinde sürükleneceklerdir. (Ve onlara) :
tadın Cehennemin (şiddetli) dokunuşunu! (denecektir.) Şüphesiz her şeyi bir
kader ile yarattık.[160]
84) Ebû Müleyke (Radiyallahü ank)'âen rivayet edildiğine
göre kendisi Âişe (Radiyallahü anhâ) giderek kader konusunda ona bir şeyler
anlattı Âişe : Ben
Resûlullah (Satlallah üAleyhi ve Sellem)'den işittim buyurdular ki:
-Kim kader mes'elesine
ait az bir konuşma (bile) yaparsa Âhiret günü bu konuşmasından sorumlu tutulur.
Ve kim bu konuda hiç konuşmaz ise niçin konuşmadı diye sorguya çekilmez.
[161]
İbn-i Mâceh bu hadîsin
senedindeki ravîleri zikrederken; râvîîerden Yahya bin Osman' dan iki koldan
rivayette bulunur. İlk rivayette Malik bin İsmail ve EbûBekr bin Şeybe,ikinci
kolda ise Abdülmelik bin Sinan ve Hazım bin Yahya vardır. Müellif, ikinci kolu
Ebü'l-Hasan el-Kattan* dan naklediyor. Zavaid'de bu hadîsin isnadının zayıf
olduğu söylenmiştir, deniliyor. Sindi diyor ki, çünkü hadisçiler Yahya bin
Osman'in zayıf olduğunda ittifak etmiştir ve îbn-i Maîn, Buharı ve îbn-i
Hib-ban da «Yahya bin Osman'm hadisleri münkerdir» demişlerdir. Ravilerden
Yahya bin Abdillah bin Müleyke hakkında ise İbn-i Hibban
şöyle söyler:
«Yahya bin Abdillah
bin Müleyke Sika'dır, hadisleri muteberdir. Ama râvisi Yahya bin Osman olunca
durum tam tersinedir.»
Metinde, kader
konusunda az dahi konuşmanın iyi olmadığı ve konuşmacıların Âhirette sorumlu
tutulacakları veya yaptıkları konuşmaların tetkik edileceği belirtiliyor.Diğer
taraftan kader mes'e-lesi üzerinde hiç konuşma yapmıyan kimsenin Âhiret günü,
sükûtundan dolayı hesaba çekilmiyeceği bildiriliyor. Şu halde kader konusunda
konuşmamak daha hayırlı olur.
85) Şuayb (Radiyallahü anh)'den, babası Muhammed b.
Abdillah (Radiyallakü atıhüm)'ün şöyle dediği rivayet edilmiştir :
Ashab-ı Kiram,
(Radiyallahü anhüm) kader mes'elesİni tartışırken; Re-sûlullah (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem) onların yanına aniden geldi. Tartıştıklarını anlayınca
Öfkesinden (mübarek) yüzünde nar tanesi yarılmış gibi kıpkırmızı oldu. Biraz
sonra onlara dedi ki :
«Bununla mı
emrolundunuz veya bunun için mi yaratıldınız? Kur'an'ın bir kısım âyetlerini
diğer bir kısım âyetlerle vuruşturuyorsunuz. Sizden önceki ümmetler ancak bu
tip (lüzumsuz) tartışma ile helak oldular.» Râvi (Muhammed) dedi ki: (Babam)
Abdullah bin Amr şöyle söyledi:
«Resûlullah
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'m (bazı) meclislerinden nefsimin beni geri
bıraktığını beğenirdim. Hele bu meclisten beni geri bıraktığını çok beğendim.
[162]
Hadîsin metninden
anlaşıldığına göre Sahabîler, bahis konusu mecliste Kader'in varlığı ve yokluğu
hususunda münâkaşa etmişler ve iki taraf da savundukları görüşü te'yid için
ilgili gördükleri âyetleri delil olarak göstermek istemişlerdir. Hadîsin
metninde geçen :
«Siz Kur'an'ın bir
kısım âyetlerini diğer bir kısım âyetlerle vuruşturuyorsunuz», cümlesi bu
sebeple kullanılmıştır.
Hadîsin metnindeki
«Siz bununla mı emrolundunuz veyahut bunun için mi yaratıldınız» tâbirinden
maksad budur:
Siz kader mes'elesi
ile uğraşmak ve bu sahada tartışmalarda bulunmak ile mükellef tutulmamışsınız.
Mükellef olduğunuz kulluk ve-sâir görevler besbellidir. Yükümlü bulunduğunuz
hizmetlerinizi yerine getirmekle meşgul olunuz. Keza, kader mes'elesi ile
zamanınızı geçirmek için de yaratılmış değilsiniz. Öyle ise bununla meşgul olmaya
ne lüzum ve ihtiyaç vardır?
Ashâb-ı Kiram'in kader
mes'elesi hususunda münâkaşaya giriştiklerine Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve
Sellem)'m öfkelendiğini haber alan Abdullah bin Amr (Radiyallahü anh) Resûl-i
Ekrem'in öfkelenmesine sebep olan bu mecliste bulunmadığına memnun oluyor.Daha
önce de benzer bazı meclislerde Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)
hoşlanmadığı durumların vuku bulduğu ve o meclislerde kendisinin bulunmadığı
anlaşılıyor.Fakat bu tip meclislerden en çok bu meclisin Peygamber efendimizi
kızdırdığı belirleniyor. Bu durum da kader mes'elesi hakkında münâkaşa ve
tartışmanın Fahr-i Kâinat efendimizi üzen bir hareket olduğunu ve en azından
faydasız bir enerji israfı olduğunu bizlere sezdiriyor.
Zevâid'de bu isnadın
Sahih olduğu ve Ricalinin Sika zatlar olduğu bildiriliyor. Sindi,
bunu naklettikten sonra diyor ki:
«Ravi Amr bin Şuayb'in
babasından ve babasının da dedesinden yaptığı rivayetin zayıflığına dair
konuşulan sözler iştihar etmiştir. Hatta bazıları bunların rivayeti ile
teşekkül eden isnad mutlaka «Mevzu» cinsindendir, demişler. Bu sebeple Buharı
ve Müslim bu isnad ile hiç rivayette bulunmamışlardır.Zevâid bu konuşmalara
itibar etmiş olsaydı bu isnadın sahih olduğunu söylemezdi. Eğer bu isnad «Hasen»'dir, deseydi daha iyi olurdu.»
Tirmizi bu hadîs
metnini Ebû Hüreyre (Radiyallahü anh) 'nin rivayeti ile tahriç etmiştir.
86) (Abdullah) tbn-i Ömer (Radiyallahü anhümâ)'dan :
Şöyle dedi-i rivayet edilmiştir: Resûl-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
«(İslâm dininde)
hastalığın (kendiliğinden) bulaşması yok, kuşlarda uğursuzluk yok, baykuş ve
Ükey'in (ötmesi veya evin damına konmasının) uğursuzluğu da yoktur.» buyurdu.
Bir a'rabi ayağa kalkarak:
Yâ Resûlallah! Sen,
(hastalığın bulaşması yoktur, buyurdun. Ama) uyuz olan bir devenin deve
sürüsünün tümünü uyuz ettiğini gördün mü (buna ne dersin)?» dedi. Resül-i Ekrem
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
«İşte; O (onların uyuz
edilmeleri), kaderdir. (Yoksa) kim ilk deveyi uyuz etti?»buvurdu.
[163]
Kader'in varlığını
isbatlayan bu hadis müteaddit senedler ile ve mânayı değiştirmeyen biraz lâfız
değişikliği ile Buhar! ve Müslim'de de rivayet edilmiştir.
Bu hadîs câhiliyet
devrinin kökleşmiş hurafe ve efsanelerinden bir dizisini yıkmıştır. Şöyle ki:
Câhiliyet devrinde
bulaşıcı hastalıkların ilâhi takdirin etkisi olmadan kendiliğinden bulaştığına
inanılıyordu. İslâm dinine göre sebeplerin etkisi zahirîdir. Asıl müessir
Allah'tır. Meselâ ateş yakar. Fakat ateşe yakma gücünü veren ve yaktıran
Allah'tır. O, dilerse yakma gücünü ateşten alır. Nitekim Hz. ibrahim
(Aley-his'salâtü ves'selâm) için Nemrud'un koca ateşini gül bahçesine
dönüştürdü. Bulaşıcı hastalıkların sirayeti de ancak Allah'ın kaza ve kader
hükmü ile olabilir. Kâinatta hiç bir olay kaderin dışında meydana gelmediğine
göre bu sirayet olayı da kendiliğinden olamaz. Bununla beraber bulaşıcı
hastalıklardan korunmak ve gerekli tedbirlerde kusur etmemek yolunda da
Resûl-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) buyurduğu hadîslerle ışık
tutmuştur.
Buharı' nin Tıb
kitabında Ebû Hüreyre (Radiyallahü anh)'den rivayet ettiği bu hadisin.sonunda geçen;
«Bulaşıcı olan,cüzzâm
hastasından aslandan kaçar gibi kaç» cümlesi, Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve
Sellem) 'in bulaşıcı hastalıklara karşı nasıl bir tavır takınılmasının
gerekliliğini emrettiğini göstermektedir.
Keza,
Buhari'nin «Tıb Kitabında Ebü Hüreyre (Radıyaüâhü anh)
"den rivayet ettiği «Sakın hasta deveyi sağlam devenin yanına
uğratmayınız!» hadîsi de bulaşıcı hastalıklara karşı gerekli tedbiri almanın
lüzumunu bildiriyor. Ebû Nuaym'ın İbn-i Ebî Evfa (Radiyallahü anh) 'dan rivayet
ettiğine göre," Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
«Cüzzamlı ile
görüşürken aranızda bir veya iki süngü boyu mesafe bulunsun», buyurmuştur.
Buhari ve Müslim'in
Tıb kitabına aldıkları bir ha-dis-i şerife göre, Resûl-i Ekrem (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem) :
«Bir yerde taun
olduğunu duyarsanız oraya girmeyiniz. Bulunduğunuz bir yerde taun hastalığı
çıkarsa oradan çıkmaymiz» buyurmuştur.Bu ve benzeri hadîsler, bulaşıcı
hastalıklara karşı uygulanan karantina usulünün en güzel şekilleridir.Keza,
Buharı ve Müslim, Tıb bölümünde rivayet ettiklerine göre Hz. Ömer (Radiyallahü
anh) halife iken Şam'a gittiğinde, varacağı mıntıkada taâun hastalığı olduğunu
duyunca Ashâb-ı Kiram ile istişare ettikten sonra Şam'a girmemeye karar verip
oradan geri dönmüştür.Tafsilâtı inşaallah Tıb kitabında göreceğiz.
Hadîs metnindeki
«Advâ» kelimesi hastalığın bulaşması demektir.Yukardan beri belirttiğimiz gibi
hastalığın bulaşması ancak Allah'ın takdiri ile olur, kendiliğinden olmaz.
Hadiste geçen «Tıyere»
de bir işe gitmek için evinden çıkan yolcunun, önünden kuş veya başka hayvanın
geçmesini uğursuzluk telâkki ederek işine gitmekten vazgeçmesi ve yolundan
geri dönmesidir. Bu da câhiliyet devrinin batıl âdetlerindendir. Hiç kimseye
yarar veya zarar sağlıyamayan hayvan geçişini uğursuz saymak insanların
çalışma azmini kırar; iradesine olumsuz yönden etki yapar, şahsî teşebbüslerini
engeller. Hadis, bu kötü âdet ve inanışı kökünden yıktı.
«Hâme» tabiri ise
Türkçe Ükey denilen ve geceleyin uçan kuştur.Câhiliyet devrindeki Araplar bu
kuşu da uğursuz sayarlardı. Ca-hiliyetin anlayış ve inanışına göre katil malûm
olup kısas cezası görmeyince maktulün ruhu «Hâme» kuşu kalıbına girerek
geceleri gelir:Beni sulayınız!Beni sulayımz! diye ötermiş.Katil kısas edilince
uçar gidermiş.Hadîs bu hurafeyi de menediyor. Bâzı âlimler de «Hâme» ile baykuş
kaydedilmiştir, derler. Bu kuş öteden beri bir çok ülkede uğursuz
sayılagelmiştir.Baykuşun bir evin dam veya yakınında ötmesi ev halkına
uğursuzluk getiriyormuş. Hadis bunun da yersiz olduğunu belirtir.
Buharı ve Müslim'in
bazı rivayetlerinde «Ve lâ safara - safar da yoktur.» ibaresi de mevcuttur.
Müellifin 43. bab'ta rivayet ettiği 3535 nolu hadîste de bu ilâve vardır.
Safer: Hicrî takvimin
hesabına göre yılın 2'nci ayıdır. Yılın ilk ayı olan Muharrem, Eşhûr-i Hürüm (=
haram aylar) dendir. Araplar cahiliyet devrinde Eşhür-i Hürüm'e saygılı oldukları
için bıa aylarda savaş, katil ve soygunlar yapmak istemezlerdi, Bir de bunun
hilesini çıkarırlardı. Meselâ Muharrem ayında savaşmak isteyenler bu ayın
haramlığını «Nesî» dedikleri usûlle bir sonraki Safer ayma sözde aktarırlardı.
Artık savaşma yasak-lığı Safer ayına ait olurdu. Resûl-i Ekrem bunu da geçersiz
sayarak Safer ayının Eşhür-i Hürüm'den olamıyacağını burada bildiriyor. Asr-ı
Saadetten zamanımıza kadar devam edegelen bir anlayışa göre bu ayda kıyılan
nikâh devamsız olur. «Safer'de uğursuzluk yoktur» buyurulmakla böyle
telâkkilerin tamamen yanlış ve yersiz olduğu belirtilmiş oluyor.Hz.Âişe
(Radiyallahü anhâ) : «Benim nikâhım ve zifaf un Safer ayında oldu» buyurduğuna
göre Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bu hurafenin kaldırılmasına
bizzat fiilleri ile de çalışmıştır.
Zevâid'de bu hadîsin
senedinin zayıf olduğu, zira ravîler içinde zayıf sayılan Yahya bin Ebî
Hayye'nin bulunduğu belirtildikten sonra Tirmizi' nin de bu hadisi İbn-i
Mes'ûd yolu ile rivayet ettiği ifade ediliyor. Sindi, bu nakli yaptıktan sonra
diyor ki: Tirmizî, tbn-i Mâceh gibi bu hadîsi «Kader» bahsinde almıştır. Fakat
Buhari, Müslim ve Ebû Dâvud bu hadisi Tıb bahsinde Ebû Hüreyre (Radiyallahü
anhl'den rivayette bulunmuşlardır.
87) Şa'bî (Radiyallahü anhyden rivayet edildiğine göre
kendisi şöyle demiştir :
Adiy bin Hatim
[164]Kûfe'ye
geldiği zaman Küfe halkının fıkıhçılarından bir grupla yanına vardık ve ona :
Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'den işittiğim hadîsleri bize naklet,
dedik. Kendisi de dedi ki :
Ben Resûlullah
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e vardım. Resûl-i Ekrem, bana :
— «Ey Hatim oğlu Adiy!
Müslüman ol ki selâmete eresin.» buyurdu. Ben de O'na:
— «İslâm nedir?» diye
sordum. Kendileri:
— «(îslâm) Allah'tan başka ilâh olmadığına ve
benim şüphesiz Allah'ın Resulü olduğuma şehâdet etmen ve kader'in
hayrine, şerrine, tatlısına, acısına, tümü ile iman etmendir», dedi.[165]
Hadîsin metnindeki
«Müslüman ol ki selâmete eresin» tâbirinden murâd kalben iman ve tasdik etmek
ile beraber İslâm alâmeti olan kelime-i şehâdeti getirmektir. Çünkü iman
bahsinde izah edildiği gibi önemli olan kalbin tasdikidir. Selâmete erişmek de
ebedî Cehennemlikten korunmak ve kurtulmaktır: Yoksa zahirinden sanıldığı gibi
her türlü azaptan emin olmak kasdedilmemiştir. Çünkü müslüman kişi, işlediği
günahlardan dolayı tazib edilebilir; Allah'ın dilemesine kalmış bir şeydir.
Zevâid, bu hadîsin
isnadının zayıf olduğunu, çünkü râvî Abdü'1-A'1â'nin zayıflığında hadîs ehlinin
müttefik olduğunu belirtiyor. Fakat Tirmizî. bu hadîsi Câbir'in rivayeti ile
tahriç etmiştir.
88) Ebû Mûsa'l-Eş'arî
[166](Radiyallahü
anh)'den:
Resûlullah (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem), şöyle buyurdu, dediği mervîdir : «Kalbin durumu, bomboş
arazide rüzgârların döndürdüğü kuşun yeleği haline benzer.»
[167]
Bomboş ve dümdüz
arazide muhtelif yönlerden esen rüzgârlar, kuş yeleğini nasıl evirip çevirir,
çeşitli istikâmetlere sürükler, artık tüy taneciğinin istikrar ve sebatı söz
konusu olmaz ise kalb de çeşitli yönlerden gelen etkenler muvacehesinde kolay
kolay tutunamaz . ve muhtelif doğrultulara yöneltilir. Bu sebeple kalbin iman üzerinde istikrarlı
durması için Allah'a sığmmah ve inayetini dâima dilemelidir. Nitekim
Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bile:
Allah'ım! Kalbimi dinin (olan İslâmiyet)
üzerinde sabit kıl» diye dua eder ve böylece bizim de bu nevi duaya devam
etmenizi sünnet kılar. Allah tüm ehl-i imanın kalblerini her türlü olumsuz etkilerden
ve imanlarını tüm tehlikelerden saklasın. Âmin.
89) Câbir (Radiyallahü anh)'âen rivayet edildiğine göre
kendisi şöyle demiştir:
Ensar'dan bir adam
Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e gelerek : Yâ Resûlallah! (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem) benim bir cariyem vardır. Ben ondan azıl ediyorum? (Bu
hareketim caiz mi?), diye sordu. Resûl-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)
Ona :
«Cariyen için takdir edilmiş olan şey (çocuk) kendisine gelecektir.» dedi, Bundan bir süre sonra Ensarî zât, Resûl-i Ekrem'e geldi ve: O cariyem hâmile oldu! dedi. Bunun üzerine Resûlullah (Sal-lallahü Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki:
«Bir nefis için takdir
edilmiş olan şey mutlaka olur.
[168]
Sindi diyor ki bu
hadisi Müslim ve Ebû Dâvud, Nikâh kitabında, kendi senedleriyle Câbir'den
rivayet etmişlerdir.
Buharî ve Müslim Nikâh
kitabında azıl için özel birer bab açmışlardır.
Aziî: Çocuk olmaması
için cinsi temas yapılırken inzal anında meninin dışarda akıtılması demektir.
Bu konuda çok hadîs mevcuttur.
Sahîh-i Müslim Sarihi
Nevevi bu bab'm gerisinde şöyle der:
Azil; bizce mutlaka
mekruhtur. Yani kadın hür olsun, câriye olsun- onun muvafakati alınsın;
alınmasın bu işte kerâhat vardır.Çünkü bu, neslin kesilmesine yol açar. Azlin
haramhğına gelince, arkadaşlarımız demişler ki:
Kişinin sahib olduğu
cariyesinden veya nikahladığı cariyeden izin almadan bile azıl yapması haram
değildir. Çünkü sahip olduğu cariyeden çocuğu olunca, câriye ümmü'l-Veled olur.
Artık satılamaz.Nikâhlı cariyeden doğan çocuk ise annesine uyarak köle
sayılır.Her iki mes'elede zevç mutazarrır olur. Onun için azıl yapması haram
sayılmaz.
Kişinin hür olan
karısının müsaadesi ile azıl yapması da haram değildir.' Karısının izni
olmadığı takdirde ise en kuvvetli kavle göre azil yine haram değildir.
Bu konuda vârid olan
hadislerin bir kısmı azli yasaklarken; diğer bir kısmı izin veriyor. Âlimler
bu hadîsler arasında görülen zahiri ihtilâfın hakikatta bulunmadığını izah
ederek; yasaklama, tenzihen kerahet anlamında ve izin vermek de haram olmadığı
mânasında yorumlanır, demişlerdir.
Konu ile ilgili şer'î
hükümler ve hadîslerin yorumu özetle bundan ibarettir.
Hür olan karısından
izin almadan azilde bulunmanın haram olduğunu söyleyenler, azil işinde kadın
mutazarrır olduğundan caiz sayılması için onun izni şarttır, demişlerdir.[169]
Müellif de Nikâh
-kitabında azil için müstakil bir bâb ayırmıştır. 1926, 1927 ve 1928 No.lu
hadîsler buna aittir. İnşaallah orada daha geniş izahat vereceğiz.
90) Sevbân[170]
(Radiyallahü anh)'den, Resûl-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle
buyurdu, dediği rivayet edilmiştir :
«Birr (= hayır,
iyilik, ihsan) den başka bir şey ömrü arttırmaz ve dua'dan başka bir şey
kader'i geri döndürmez. Şüphesiz adam, İşlediği günah yüzünden de rızkından
mahrum kılınır.[171]
Hadîsin metninden
hayır ve iyiliğin ömrün artmasına vesile olduğu anlaşılıyor. Âlimler bunu
çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır. Bâzılarına göre maksad şudur: Hayır ve
iyilik eden kişi, kısa bile olsa ömründen bol bol yararlanır.» Başkasının ömrü
daha uzun olsa bile onun kadar yararlanamaz. Bir kısım âlimler de şöyle
yorumlamışlardır : Aynı şahıs hayır ve ihsanda bulunmazsa ömrü kısa olur.
Bunları işlerse hakîkatan ömrü uzatılır. Tabiî bu farklı durum, muallak olan
takdir'de tahakkuk eder. Kader'e memur edilen melek bu muallâk kaderi bilir.
Bunun ötesinde ne olduğunu bilemez. Ama îlm-i İlâhîde kesin durum bellidir.
Yani ilgili şahsın cüzi iradesini
hayırda kullanıp uzun ömürlümü olacağı veya iradesini hayırda kullanamayıp kısa
olan ömrümü yaşayacağı Alah katında malûmdur.
«Allah dilediğini
mahveder, dilediğini isbat eder.Değişikliğe hiç uğramıyan Ümmü'I-Kitab ancak
O'nun katandadır.» (Ra'd 38)
Metindeki «Duadan
başka bir şey kaderi geri çevirmez» tabiri de aynı şekilde yorumlanır.Metnin
iki fırkası birlikte ele alındığında, ömrün uzamasına ait kader'in değişmesinin
hem dua ile hem de ha- -yır ve iyilik ile mümkün olduğu, diğer mukadderatın
ancak dua ile değişebileceği anlaşılıyor. Tabii bu kader değişikliği yukarda
anılan mânaya yorumlanır.
Sindi' nin İmam Gazali'
den naklen aldığı bir soru ve cevap :
Soru: Kaza ve Kader'in gerçek mânada değişmesine imkân olmadığına
göre dua'nm ne gibi faydası olur?
Cevap: Dua'nın yardımı ile belâların def edilmesi kaza ve kader
cümlesindendir.Çünkü dua etmek belânın reddine ve ilâhî rahmetin gelişine
sebeptir.Nasıl ki tohum, yerden bitkilerin çıkmasına ve kalkan, okun define
sebeptir.
Sindi diyor ki:Bence, duanın tâat, ibadet oluşu ve kulun dua etmekle emrolunmuş olması duanın faydalı oluşu için kâfidir.
«Adam işlediği günah yüzünden
de rızkından mahrum kılınır» fırkası da şu şekilde yorumlanmıştır. Günah
işlemediği takdirde kendisine tahsis ve takdir edilmiş olan bol rızık günah
işlemesi ile kısıtlanmış olur. Veyahut kendisi için tahsis ve takdir edilmiş
olan rızık kısıtlanmadan eline geçirilmekle beraber günah işlemesi yüzünden
her hangi bir yol ile elinden çıkar gider, dolayısı ile o rızıktan mahrum
kılınmış olur.
Zevâid sahibi der ki:
Bu hadîsin sıhhat durumunu şeyhimiz Ebü'1-Fadl el-Karafi'ye sordum. «Hadîsin
*Hasen» olduğunu ve üçüncü fıkrasının Nesai tarafından da rivayet edildiğini»
söyledi.İlk iki fıkrayı da Tirmizi, Selman' dan rivayet etmiştir.
91)
Süraka bin Cü'şüm[172]
(Radiyallakü a» A)'den. rivayet edildiğine göre kendisi şöyle demiştir :
Ben Resûl-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e
dedim ki :
—Yâ Resûlallah! Amel,
kaderleri çizen kalemin yazdığı mukadderatın cümlesinde mi ki artık kalem onun
işini tamamlamış ve kurumuştur? yoksa amel (için geçmişte bir kader oluşu
bahis konusu olmayıp kişinin) istikbalde takınacağı tavra göre mi (tahakkuk
eder) ? Resûl-İ Ekrem buyurdu ki:
«Amel, kader ile
tesbit edilmiş olan mukadderattan olup kalemin yazıp kuruduğu hususlar
içindedir. Herkes ne için yaratıldı ise ona müyesser kılınır.[173]
Sindî itiraz sebebini
şöyle açıklar:Havilerden Mücâhid ,Sürâka'dan hadîs işitmemiştir. Bu sebeple
senedde bir kesiklik olsa gerek. Diğer taraftan râvilerden Ata' nın durumu da
ihtilaflıdır Sindi diyor ki bu hadisi Ebû Dâvud, İbn-i Ömer yolu ile rivayet
etmiştir.
Hadîsin metninden
anlaşıldığına göre kulun her türlü amel ve çar lışması tamamen mukadderatın
şümulüne dahil olup hepsi kaza ve kadere dahildir. Kader dışında bir şey
yoktur. Mukadderatı çizen kalem kurumuştur. Yeniden bir şey değiştirecek
değildir.
Buharî'nin sarihlerinden
Kastalânî' nin nakline göre Halife Me'mun'un Horasan valisi Abdullah bin
Tahir, Hüseyin Bin Fazl’a «Rahman
sûresinin:ner Sün ve ner zaman bir emirde, bir iştedir.» 29. âyeti ile «Birşeye Allah'ın ilim, kudret ve idaresi
taallûk ettf. mi artık kader çizen kalem kurur, (ezeli hüküm değişmez olur)»
hadîsi bana müşkil geldi. Bunlar arasında görülen zahirî farkın sırrını
çözemedim diye soru sormuş.
Hüseyin İbn-i Fazl;l5 Ayetteki işler Allah Teâlâ'nın her
an açıkladığı ve yarattığı şeylerdir. Ezelde takdir buyurduğu şeyler
değildir.» demekle aydınlatıcı cevap verince bu ilmi ve veciz cevaptan
duygulanan Emir, kalkarak İbn-i
Faz1'ın alnından
öpmüştür.
[174]
92) Câbir bin Abdillah (Radiyallahü anh >'den :
Resûl-i Ekrem
(Sallallakü Aleyhi ve Seilem), şöyle buyurdu; dediği rivayet edilmiştir.
«Bu ümmetin mecûsîleri
Allah'ın kaderlerini tekzib edenlerdir. Hastalanırlarsa onları ziyaret
etmeyiniz, ölürler ise cenazelerinde bulunmayınız ve onlara rastlarsanız
onlara selâm veriniz.»
[175]
İbn-i Mâceh'in
haşiyesi Miftahü'1-Hace bu hadîs üzerinde şunları yazar:
«Kaderi inkâr
edenlerin mecûSîlere benzetilmesi sebebi budur ki: Mecûsîler Nur (ışık) ve
zulmet (karanlık) diye iki ilâha inanırlar. Hayırlı şeylerin Nur'dan ve
serlerin Zulmet'ten meydana geldiğine itikad ederler. Kaderciler de hayrı
Allah'a, şerri de insan ve şeytana isnad ederler. Halbuki hayır olsun şer
olsun her şeyin yaratıcısı ve mucidi Allah'tır. Öyle ise yaratılış ve icad
yönünden her şeyi Allah'a, isnad etmek gerekir. Ama hayır ve şerri işleme ve
kazanma bakımından insana isnad etmek gerekir. Çünkü ikisinin de faili insandır.»
Ebû Dâvud bu hadisi
Huzeyfe (Radiyallahü anh) 'den ve ayrıca İbn-i Ömer (Radiyallahü anh)'den
rivayet etmiştir.Tirmizî de hadîsi tahriç ederek «Hasen» olduğunu söylemiştir.
Hâkim ise sahih olduğunu beyan etmiştir. İbn-i Hacer de Müs1im'in şartı
üzerine bunun «Sahih» olduğunu tahkik etti.
[176]
Sahabî: Peygamber
(Sallallahü Aleyhi ve Seilem)'i mü'min olarak gören veya âmâ olduğu için
göremeyip Peygamber (Saîlallahü Aleyhi ve Seilem) tarafından görülen ve iman
üzerinde ölen kimsedir
Sahabî: Başka türlü de
tarif edilmiş ise de en meşhur tarif budur. Abdullah İbn-i Ümmi Mektûm, âmâ
olduğu için Peygamber'i görmediği halde sahabî tarifine girer. Peygamber'!
görüp müslümanhğı kabul ettikten sonra irtidad eden İbn-i Hata,Rebia İbn-i
Ümeyye ve Mikyas gibi kişiler de sahabî tarifinden çıkmış olurlar. Çünkü
müslüman olarak ölmek sahabîliğin önemli bir şartıdır.
Bâzı âlimler sohbet
esnasında erginlik çağına varmış olmayı da sahabîlik için şart koşmuşlar ise de
bu şart rivayet âlimlerinin Cumhuru tarafından reddedilmiştir.
Diğer bir kısım ilim
adamları şahabı sayılabilmek için uzun zaman Peygamberin sohbetinde bulunmayı;
hatta, bazıları bu arkadaşlığın 1-2 yıl devam etmesini ve 1 - 2 savaşta
beraber bulunmayı gerekli görmüşler ise de bu da şayân-ı kabul görülmemiştir.
Hele bir kısım âlimler sahabîlik için Peygamber'den hadîs rivayeti de aramışlardır.
Fazilet:Eksiklik,
kusur ve rezaletin karşıtıdır. Bu duruma göre fazilet, kişiye yükseklik ver,en
olgunluk, dolgunluk, güzel huy ve yapıcı hal ve harekettir.
[177]
93) Abdullah (Radiyallahü anhyden : Resûl-i Ekrem
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem), şöyle buyurdu, dediği rivayet edilmiştir :
«Dikkat ediniz!
Kendisini halil edindiğimi sanan her halilin hainliğinden beriyim. Ben bir
halil ittihaz etmiş olsaydım Ebû Bekr'i halîl edinirdim. Hakîkatta sizin
arkadaşınız, Allah'ın halilidir. (Ra-vilerden) Vekî' dedi ki («Arkadaşınız»
tabiri ile) Resûlullah kendi nefsini kasdediyor.»
[179]
Hadîsin metninde geçen
«Hullet» (= halillik) : Sevenin kalbinde yerleşen öyle bir sadâkat ve
mahabbettir ki gönülde mevcut sırları, sevilen adama açıklamaya sahibini
zorlar. «Halîl» böyle sadâkat ve mahabbet besleyen dost demektir. Bu duruma
göre:
«Ben bir halil ittihaz
etseydim Ebû Bekr'i halîl edinirdim» fırkasından murad şu olur: Sırlarıma
muttali olacak bir tarzda içime mahabbeti kökleşecek bir insanı sevgili ittihaz
etmem benim için caiz olsaydı, ben Ebû Bekr'i seçerdim. Fakat bu vasıfta tek
mahbu-bum ancak Allah'tır.
Bâzı ilim adamlarına
göre «Halîl» kendisine ihtiyaç duyulan dost demektir. Buna göre de yukardaki
fırkanın mânası şöyle olur:
«ihtiyaçlarımda baş
vuracağım ve önemli işlerimde dayanacağım bir dost edinseydim bu iş için Ebû
Bekr'i ittihaz ederdim. Lâkin her şeyde tek dayanağım ve mercîim yalnız
Allah'tır.»
Metindeki «Arkadaşınız
Allah'ın halîlidir» cümlesinden maksad da budur: «Arkadaşınız (olan ben)
Allah'ı halîl ittihaz etti. Artık başkasını halîl edinemez. Zira bu işte
ortaklık olamaz» veyahut «Allah arkadaşınızı (beni) kendi zatına münasip
anlamda halîl ittihaz etti. Bu sebeple arkadaşınızın tamamen ona yönelmesi
gerekirken başkasını nasıl halîl edinebilir?»
Hadiste belirtilen Ebû
Bekr (Radiyallahü anh)'in fazileti apaçık görülmektedir. Çünkü, Resûl-i Ekrem
için Allah'tan başka bir halîlin ittihazına cevaz verilseydi Ebû Bekir'i halîl
edinilirdi, demek aklın düşünebildiği en yüce bir takdir ve övgüdür.
94) Ebû Hüreyre (Radiyallahü anhyden rivayet edildiğine
göre, kendisi Resûl-i Ekrem (Saltallakü Aleyhi ve Sellem)'in şöyle buyurduğunu
söylemiştir :
«Ebû Bekr'in malı bana
yaradığı kadar hiç bir mal bana yararlı olmadı.» Ebû Hüreyre (Radiyallahü anh)
dedi ki: Ebû Bekr ağladı ve dedi ki:
— Yâ Resûlallah! Ben
ve malım yalnız senindir. Yâ Resûlallah:[180]
Resul-i Ekrem
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in yüce huzurunda Ebû Bekr'in
gösterdiği edeb ve tevâzua balon. Nasıl kendisini köle gibi düşünerek
nefsinin ve malının şahsına ait olmayıp Re-sûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Selleml'in
malı olduğunu içtenlikle teyid ediyor.Ve Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve
Sellem)'in teveccühünden duygulanarak ağlıyor...
Zevaid müellifi diyor
ki:Tirmizî bu hadisin baş kısmını yani yalnız Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve
SellemVin buyruğunu rivayet etmiştir. Ebû" Bekr'in ağlaması ve ona âid
kısmı rivayet etmemiştir.Nesâide «Menâkıh» bölümünde böylece rivayette
bulunmuştur.
Sindî, bu izahatı
yaptıktan sonra der ki: Zâten Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in
buyurduğu kısım mâna bakımında Sahîh-i Buharî'de de vardır.
95) Ali (Radiyallahü anh)Jden rivayet edildiğine göre,
Resûl-i Ekrem O'na şöyle buyurmuştur :
Ebû Bekr ve Ömer
Nebiler ve Resullerden başka, önce gelen ve sonra gelen tüm Cennetliklerin
kühûl (= saçları ağarmaya başlayanlar) m seyyidleri ( efendileri) dirler. Yâ
Ali! Hayatta oldukları müddetçe onlara (Ebû Bekr ve Ömer'e) haber verme.»
Tirmizi'nin beyânına
göre bu hadis müteaddit senedlerle rivayet edilmiş olup bazı cihetlerden
«Hasen» kısmmdandır.
[181]
Cennette herkesin genç
olduğu nasslarla sabittir. «Cennetteki Kühûl» tâbirinden maksad, yaşlanmaya
başladıktan sonra vefat eden müalümanlardır.
Bunların efendileri durumunda olan bu iki H*
fe'nin, haliyle genç
yaşta ölen mü'minlerin de efendileri oldukları anlaşılmış olur. Âlimler böyle
yorumlamışlardır.[182]
Bazıları da metinde geçen «Kehl» kelimesi yaşlı demek olmayıp tam akıllı ve baliğ
anlamındadır. Cenab-ı Allah herkesi bu vasıfta Cennete kavuşturacağına göre
hadîsin mânası: İki Halife'nin Peygamberlerden başka türlü Cennet ehlinin
efendileri oluşlarıdır, demişlerdir.
96) Ebû Saîd-i Hurdî (Radiyallahü anhyden :
Kendisi, Resûlullah
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem), şöyle buyurdu, dediği rivayet edilmiştir.
«Gök ufuklarının
birisinde doğan yıldız, (yerdeki insanlar tarafından, aradaki mesafe uzaklığı
dolayısı ile güçlükle) görülebildiği gibi. Cennete yüksek derecelere
kavuşanları da, kendilerinden aşağı mertebelerde bulunanlar, (aralarındaki
mesafe farkı itibarı ile) zor görebilirler. Şüphesiz Ebû Bekr ve Ömer de o
(yüce mertebelere ka-vuşa) nlardandırlar. Hem de daha yüksektedirler.»
[183]
Hadîs metninin
sonundaki «Hem de daha yüksektedirler» lâfzı başka türlü de
mânalandırılmıştır. Sindi diyor ki: Verilen mânalardan birisi şudur :
«Ebû Bekir ve Ömer
(Radiyallahü anhümâ) Cennetin nimetlerine girdiler.»
Tirmizî'nin
haşiyesinde Suyûti' nin rivayet ettiğine göre îbn-i Asâkir, Ebû Said'e, bu
cümlenin mânasını sormuş. Ebû Said
de:
«Ebû Bekir ve Ömer
mezkûr derecelere ehildirler- diye yorumlamıştır.
Başka bir rivayette bu
cümle yerine 'O yüce derece onların hakkıdır-, ifadesi kullanılmıştır, ki bu
rivayet Ebû Sa id' in yorum şeklini teyid eder. Süfyân bin Uyeyne'den de bu
şekilde bir rivayet yapılmıştır.
97) Huzeyfe bin el-Yemân[184]
(Radiyallahü anhümâ)'ya şöyle dediği rivayet edilmiştir. Resûlullah
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
«Şüphesiz ben aranızda
ne kadar kalacağımı (yaşıyacağımı) kesinlikle bilmem. Bunun için benden
sonraki (şu) iki zâta uyun» buyurdu. Ve Ebû Bekir ile Ömer (Radiyallahü
anhümâ)'ya işaret etti.
[185]
Hadîs Ebû Bekir ve Ömer (Radiyallahü anhümâ)
hazretlerinin Resûl-i Ekrem (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem) katında ne kadar
değerli, ne derece din yönünden otoriter ve nasıl bir itimada mazhar
olduklarını açıkça ispatlıyor.Sindi: Hadîste iki zâtın hilâfetine işaret
bulunduğunu yazar.
Muhacirlerin
faziletlerinin beyanı için Buhari' nin ayırdığı bölümde Ebû Bekr (Radiyallahü
anh)'in fazilet babında Cübeyr bin
Mut'im (Radiyallahü anh) 'den rivayet ettiği bir hadîste, Cübeyr şunu
anlatıyor:
«Bir kadın Peygamber
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in huzuruna geldi, kadın geri dönerken Resûl-i
Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve bellem) onun tekrar bir ara uğramasını istemesi
üzerine, kadın, Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in vefatını kasdeder
gibi:
—Ben gelir de seni
bulamazsam? diye sordu. (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) efendimiz de:
Şayet beni bulamazsan
Ebû Bekr'e baş vur! diye cevapladı.» Miftahü'l-Hâce'de deniliyor ki:
«Ehl-i Sünnet
mezheblerine mensup olanlar ittifak etmişlerdir ki; Ashâb-ı Kiram'm en efdalı
(üstünü) Ebû Bekr-i Sıddik' tır. Ondan sonra da sırayla Ömer bin Hattab, Osman
bin Affan ve Ali bin Ebî Tâ-1ib gelir. Hulâfa-i Raşidîn olan bu dört zâttan
sonra Aşere-i Mübeşşere (Cennetle müjdelenen 10 zat) m kalanları gelir. Ebû
Mansur-i Bağdadi demiştir ki: Arkadaşlarım4 halifeden sonra Aşere-i Mübeşşere'
nin kalanları onlardan sonra da sırası ile Bedir ehli,Uhud ehli, Bey'a
tü'r-Rıd v an ehli Ümmet-i Muhammediye'nin en faziletlileri olduklarında
ittifak etmişlerdir. Ama bu üstünlüğün zahiri veya bâtmî oluşunda âlimler
arasında farklı görüşler vardır.»
Bu konuda geniş
tafsilât, Akaid ve Kelâm kitablannda mevcuttur. Onlara müracaat edilebilir.
98) Îbn-İ Ebî Müleyke (Radiyallahü anh)'den rivayet
edildiğine göre kendisi İbn-i Abbâs (Radiyallahü anhümâ)'ûan şöyle işittim,
demiştir :
Ömer bin Hattâb
(Radiyallahü anhiimâ) vefat ettikten sonra, naşı Teneşir tahtası üzerine konup
henüz kaldırılmadığı zaman halk onun etrafında toplanarak, dua ediyorlar ve
rahmet diliyorlar idî. Veyahut İbn-i Abbâs dedi ki O'nu iyilikle anıyorlar ve
rahmetle yâd ediyorlar İdi. Ben de bu cemaat içinde idim.
Bu esnada birisi beni
sıkıştırıp omuzumu tutmakla dikkatimi çekti. Ona doğru dönünce bir de baktım ki
Ali bin Ebî Talib (Radiyallahü anhytir. Ömer (Radiyallahü anhyt rahmet
okuduktan sonra şöyle dedi :
— (Yâ Ömer!) Ben
Allah'ın huzuruna senin işlediğin amel gibi bir amel ile çıkmaktan çok
hoşlanırım. Senden başka, ameline bu kadar imrendiğim kimseyi bulamadım.
Allah'a yemin ederim ki, ben Allah'ın muhakkak seni, iki dostunla (Resul-i
Ekrem ve Ebû Bekir'le) beraber kılacağını kuvvetle ümid ederdim. Çünkü ben
gerçekten çok defa Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Selleml'den:
«Ben Ebû Bekir ve Ömer
ile gittim. Ben Ebû Bekir ve Ömer ile girdim. Ben Ebû Bekir ve Ömer ile çıktım»
dediğini ışitirdim. Bunun
için ben Allah'ın seni
(Ravza-i Mutahhara'ya gömülmekle veya kutsal âlemde) iki dostunla beraber
bulunduracağını kuvvetle ümid ederdim.»
[186]
Buharı bu hadîsi Ebû
Bekir ve Ömer (Radiyal-lahü anhümâ) hazretlerinin faziletlerine ait açtığı
bab'larda az bir farkla İbn-i Abbâs (Radiyallahü anhl'den rivayet etmiştir.
Hadis her iki zâtın faziletine delâlet eder.Fakat Ebû Bek r'in her şeyde kıdemi
bulunduğu ve konuşmalarında Resûl-i Ekrem'in Ebû Bekr'i takdim ettiğini gösterir.
Hadîste geçen *Naşı
taht üzerine...1 cümlesinin izahında S i n d î diyor ki:
«Cenazeyi yıkamak için
hazırlık yapılırken, Ali bin Ebî Tâ1ib' in yaptığı bu konuşmayı İbn-i Abbâs
işitmiştir, denilmiş ise de; bence bu konuşma, naşm kabristana götürülmek üzere
tabuta konulduğu zaman cereyan etmiştir. Metindeki 'henüz kaldırılmadığı
zaman' ifadesi bu mânaya daha uygun olur.»
Metinde geçen
«Yusallûn» Fiilinin «Rahmet diliyorlar» mânasına yorumlanması Sindîye göre
daha uygundur. Ama «Cenaze namazını kılıyorlar» şeklinde de yorumlanması
muhtemel görülüyor.
99) (Abdullah)
İbn-i Ömer (Radiyallahü ankümâydan rivayet edildiğine göre kendisi
şöyle demiştir :
Resûl-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem),(bir ara)Ebû
Bekir ve Ömer (Radiyallahü anhümâ)
arasında olduğu halde çıkıp geldi.Ve : «Biz (Âhiret günü) böylece
dirileceğiz», buyurdu.
100) Ebü Cuhayfe (Radiyallahü ank)'den:
Resûlullah (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu, dediği rivayet edilmiştir :
«Ebû Bekir ve Ömer
(Radiyallahü anhümâ) Nebiler ve Resullerden başka Evvelin ve Âhirin (öncekiler
ve sonrakiler) tüm Cennetliklerin Kuhûlünün efendileridir.»
Bu hadis başka bir
senedle 95 numarada az bir ilâve ile geçti.
101) Enes (Radiyallahü anh))der\ rivayet edildiğine göre
kendisi şöyle söylemiştir :
Resûlullah (Sallallahü
Aleyhi ve Sellemye :
— Yâ Resûlallah!
İnsanlar içinde sana en sevimli olan kimdir?» diye soruldu. Resûlullah
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
— Aişe'dir» diye cevap
verdi. Bu kerre:
— Erkekler içinde
kimdir? diye soruldu. Resûl-i Ekrem i
— «Âişe'nin babası!»
buyurdu.
[187]
102) Abdullah b. Şakîk (Radiyallahü anh)'den rivayet
edildiğine göre kendisi şöyle söylemiştir :
Ben Âişe (Radiyallahü
anhâ)'ya.: Ashab-ı Kiram'dan en çok hangisi Re-sûl-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi
ve Sellem)'e daha sevimli idi? diye sordum. Âişe (Radiyallahü anh) :
__ Ebû Bekir idi! diye cevap verdi bu defa:
— Sonra hangisi? dedim. Âişe (Radiyallahü anhâ),
— Ondan sonra Ömer'di! diye cevapladı. Bu kere:
— Daha sonra hangisi? dedim. Bunun üzerine:
— Bunlardan sonra Ebû Ubeyde idi! dedi.»
[189]
Sindi diyor ki, bu
hadiste beyan edilen muhabbet genel olmayıp bazı yönler itibarı iledir.
Dolayısı ile bu muhabbetin mesnedi olan fazilet de özeldir. Onun için Hz.
Ömer'den sonra Hz. Osman ve ondan sonra da Hz. Ali'nin üstünlüğü Eh1-ı Sünnet
mezhebince kabul edildiği halde bu hadîste Hz.Ömer'den Sonra Hz. Ebû Ubeyde
zikredilmiştir. (Radiyallahü anhüm)
103) İbn-i Abbâs (RadiyaUahü anh)'den rivayet edildiğine
göre kendisi şöyle söylemiştir :
Ömer (Radiyallahü
anh), müslümanlığı kabul edince Cebrail (Aleyhisse-lam) inerek :
«Yâ Muhammed! Gök ehli
Ömer'in müslüman oluşu dolayısı ile müjdelettiler, dedi.[190]
Mekke' nin nüfuzlu ve
cesur adamlarından ve Kureyş'in ulularından olan Ömer {Radiyallahü anh)'in
müslüman olması ile hak dinin kuvvet bulmasından ötürü Semâdakilerin ferah ve
sevinçlerini yekdiğerine açıklamakla müjdeleşmede bulundukları hadîste
belirtilmek isteniyor.
104) Übeyy bin Kâ'b
[191](Radiyallahü
ank)'âen rivayet edildiğine göre kendisi: Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve
Sellem) şöyle buyurdu, demiştir :
«Hakk'ın, musafaha
ettiği (toka lastiği) ve selâm verdiği ilk adam Ömer'dir. Hakkın, elinden tutup
Cennet'e koyduğu ilk kişi de O'dur.»
Not : Hadisin
isnadmdaki râvilerden Dâvud bin Atâ el-Medeni'nin zayıflığına ittifak edildiği
için bu isnadın zayıf olduğu ve diğer ravilerin sika oldukları ve Hafız
Îmamü'd-Din bin Kesîr'in Câmiü'l-Mesânid adlı eserinde : Bu hadisin cidden
Münker olup Mevzu olmaktan uzak olmadığını ve bunun tek nedeninin ravi Davud
bin Atâ olduğunu söylediği Zevâid'de belirtilmiştir.
[192]
Hadîsin metninde geçen
«Hak» kelimesi çeşitli şekillerde yorumlanmıştır. Sindi
bu muhtemel mânaları şöyle anlatır :
Hak'tan murad hak
sahibidir. O da hakkı ve doğruyu ilhama memur kılınan Melektir. Hak ve doğruyu
insanların kalbine atmakla görevli memurun herkesten önce Ömer (Radiyallahü
anh) ile tokalaşması, selamlaşması,
elinden tutup Cennet'e idhal etmesinin
mânası Ö m e r' in
herkesten önce hak ve doğruyu duyup söylemesi, uygulaması ve bunun neticesinde
Cennetle mükâfatlanmasında ilerde oluşudur.
Hak'tan maksad,
batılın karşıtı da olabilir. Buna göre hakkın Ömer (Radiyallahü anh) ile
tokalaşması ve selamlaşması, istişare ve sairede isabetli görüş ve sözün
herkesten önce onun tarafından zuhur etmesidir.
Hak ve doğru söz ve
hareketlerin Âhiret günü güzel bir suret şeklinde tecessüm ederek Cennet'e
götürücü bir rehber olacağı mânası da muhtemeldir. «Elinden tutup...»
tabirinden murad da rehberliktir.
Hak hangi mânaya
yorumlanırsa yorumlansın burada belirtilen, Ömer (Radiyallahü anh)'in üstünlüğü
genel anlamda değildir. Ancak isabetli konuşmadaki başarısı yönü iledir.
Hak'tan, Allah
Teâlâ'nın kasdedilmesi ihtimali uzak olmakla beraber sakıncalıdır. Zira bu
takdirde, Ömer (Radiyallahü anh)'in peygamberlerden üstünlüğü gibi bir mâna
çıkarılabilir, ki bunun imkânsızlığı besbellidir.
105) Âişe (Radiyallahu anh)dan ;
Resûlullah (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem), şöyle buyurdu, dediği rivayet edilmiştir:
«Allah'ım! İslâmiyeti
bilhassa Hattab oğlu Ömer (in müslüman-lığı kabul etmesi) ile aziz kıl.[193]
«İslâmiyeti aziz kıl»
demekten maksad, dini kuvvetlendir; küfre galip kıl ve yardımını lütfet. Bu duâ
hemen kabul olundu. Nitekim Ömer (Radiyallahü anh) müslüman oluncaya kadar
gizli tutulan İslâmiyet O'nun, dine girdiği gün açığa kavuşturuldu.
Metnin sonunda
«Hassaten = bilhassa» kelimesi müellifin rivayetidir. Bu rivayete göre îslâmm
aziz kılınması hususunda Resûl-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in
yaptığı dua da yalnız Ömer (Radiyallahü anh)'in adı anılmıştır.
Tirmizî,bu hadîsi iki
sened ile rivayet etmiştir:
îbn-i Abbâs
(Radiyallahü anh) 'dan yaptığı rivayet şöyledir :
«Allah im! islâmiyeti
Ebû Cehil veya Ömertin müslüman olması) ile azîz kıl.»
İbn-i Ömer
(Radiyallahü anh) 'den aldığı rivayet de böyledir:
= Allah'ım! İslâmiyeti
Ebû Cehil ve Ömer'den en sevimli olanı İle azız kıl.» Râvi diyor ki: Bu iki
şahıstan Resûlullah'a daha sevimli olanı Ömer idi.»
Sindi bunları naklettikten sonra diyor ki:
Muhtemelen Resûl-i Ekrem
ilk zamanlarda bu nüfuzlu iki kişiden birisinin müslümanhğı kabul etmesi için
duada bulunmuş; daha sonra yalnız
Ömer (Radiyallahü anh) için dua
etmiştir.
Tirmizi, İbn-i Ömer
(Radiyallahü anh) 'in rivayet ettiği hadîsin Hasen ve Sahih olduğunu, fakat
Ibn-i Abbâs (Radiyallahü anh)'in rivayetinin Garip olduğunu söylemiştir.
106) Abdullah bin Selime[194]
(Radiyallahü anh)'den rivayet edildiğine göre kendisi, Hz. Ali (Radiyallahü
anh)'âen şöyle söylediğini işittim, demiştir :
— Resûlullah
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'den sonra insanların en hayırlısı Ebû Bekir'dir
ve Ebû Bekir'den sonra da nâsın en hayırlısı Ömer'dir.
107) Ebû Hüreyre (Radiyallahü anh)'den rivayet edildiğine
göre kendisi şöyle demiştir:
Biz Resûlullah
(SallaUahü Aleyhi ve Sellem) meclisinde oturuyor idik. O, bize şöyle buyurdu :
-Ben bir ara uyurken
kendimi Cennette gördüm. O esnada bir kadın bir köşkün yanında abdest alıyordu.
Ben (orada bulunanlara) «Bu köşk kim için (yapılmış) dir?» diye sordum. Kadın
j Ömer (Ibn-i Hattab) için! dedi. «(Buraya girip bakmak istedim. Fakat) Ömer'in
gayretini (kıskançlığını) hatırladım da hemen geri döndüm.» Ebû Hüreyre dedi
ki:
«(Resûl-i Ekrem'in
müjdesinden duygulanan) Ömer (Radİyallahü anh) (sevincinden) ağladı da! Yâ
Resûlallah! Babam, anam sana feda olsun, sana karşı mı kıskançlık edeceğim?
dedi.»
[195]
Buharı, hadisi Hz.Ömer
(Radİyallahü anh)'in mena-kıbı için açtığı babta, ayrıca Cennetin halen mevcut
olduğuna tahsis ettiği babta müteaddit senedlerle ve bazı rivayetlerin metni
bur-dakinden daha uzun olarak almıştır. Müslim de Hz. Ömer'in faziletleri için
açtığı bir babta müteaddit senedlerle rivayet etmiştir.
Buharî' nin Ebû
Hüreyre' den rivayet ettiği metnin şerhinde Kasta1âni:
«Peygamber (SallaUahü
Aleyhi ve Sellem)'in karşılaştığı kadın, Ümmü SÜleym olup o esnada hayatta
idi», diyor. Hz. Ömer (Radiyallahü anh) 'in menkıbelerine dahil olan babta
Buharı' nin, Câbir bin Abdullah (Radİyallahü anh) 'dan rivayet ettiği benzer
hadîste de köşk civarında bir câriye bulunduğunu belirtir.
Kadının aldığı
abdestin mükellef olunmamakla beraber, bilinen şer'i abdest olması veya sırf
güzelleşmek için yıkanmak anlamında olması muhtemeldir. - Kadının dünya
hayatında abdeste düşkünlüğü ve devamlılığının semeresi olarak da
yorumlanabilir.[196]
Peygamber (SallaUahü
Aleyhi ve Sellem)'in «Bu köşk kim İçindir?» sorusunu kime sorduğuna dair bir
sarahat a rivayetlerde rastlamadım. Bu sorunun cevabı hususunda ise
rivayetlerde «Yanında bulunan Cebrail veya başka Melek dedi.»
«Yanındaki Melekler
dediler» ve «Melekler veya köşk yanında abdest alan kadın dedi.» olmak üzere üç
şekil ifâde vardır. Bunlar arasında bir çelişki yoktur. Hepsinin, aynı cevâbı
vermiş olması mümkündür. Bu durumda Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)
'in sorusunun muhatabı da hepsi olabilir. Fakat bâzı âlimler sorudaki muhatabın
Melekler olduğunu söylemişlerdir.
Metinde geçen «Ben
Ömer'in kıskançlığım hatırladım» cümlesi
Buharı' nin bir rivayetinde :
«Ben senin
kıskançlığını hatırladım» tabiri kullanılmıştır. Kastalânî, Ömer (Radİyallahü
anh)'in menkıbeleri bahsinde bu cümleyi izah ederken «Nikâh» bahsindeki
rivayette ise:
«Köşküne girmeme sırf
senin kıskançlığını bilmem engel oldu» ifadesi vardır» diyor.
Terceme için elimde
mevcut Sünen nüshasmdaki bu cümle nedense «Kadın, Ömer'in kıskançlığını
zikretti»
mânasını verecek bir
tarzda harekelenmiştir. Böyle irab eden hadis-çilerin bulunduğuna rastlamadım.
Mamafih bu harekeleme matbaa hatâsı olabilir. Bu takdirde «Fezekertû = ben
hatırladım» kelimesi mutekellim sığası olur ve diğer rivayetlere uygun düşer.
Bu hadis, Hz.Ömer'in
Cennetlik olduğuna, Cennetin halen mevcut olduğuna ve Ömer (Radiyallahü
anh)'in faziletine delâlet eder.
108) Ebû Zerr (Radiyallahü ank)'den :
Resûlullah (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem)'âen işittim : Şöyle buyurdu, dediği rivayet edilmiştir:
«Şüphesiz Allah
(Teâlâ) hakkı, Ömer'in dili üzerine koydu. (Onun dili ile icra kıldı.) Ömer hak
ile hükmeder.»
[197]
109) Ebû Hüreyre (Radiyallahü ank)'den : şöyle dediği
rivayet edilmiştir :
Resûl-i Ekrem
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki:
«Cennette her
peygamberin bir arkadaşı olur. Orada benim arkadaşım da Osman bin Affan'dır.[199]
Metinde geçen «Refik»
kelimesi: genellikle yol arkadaşı mânasında kullanılır. Bazen de sadece arkadaş
anlamında kullanılır. Burada ikinci mâna kasdedilmiştir.
Sindi, Hz.
Osman (Radiyallahü anh)'ın,
Cennette Resûl-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e refîk oluşunun sebebi şu
âyeti celile'nin işaret ettiği ilâhi müjdedir :
(Dünyada) zürriyetleri
iman edip kendilerine uyan mü'minlere, (Âhirette) zürriye ti erini
kavuştururuz. (Onları da, baba ve dedeleri gibi Cennet'e idhal ederek
büyüklerinin derecelerine yükseltiriz.) Bununla beraber (baba ve dedelerinin)
amellerinden hiç bir şey eksiltmeyiz.»
(Tûr sûresi, âyet: 21)
Çünkü; bu âyet'e göre
Resûl-i Ekrem'in muhterem kızları Cennette Peygamberin yanında olacaklardır.
Hz. Osman da bu iki kerimenin eşi olduğu için onlara tâbi olacak, dolayısı ile
o da Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in yanında bulunacaktır.
Hz.Ali (Radiyallahü
anh) de Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in damadı olduğu halde ondan
bahsedilmeyip,Pey-gamber'e arkadaşlığın Hz.Osman'a veriliş sebebine gelince,Hz.Osman
Peygamberin zürriyetinden sayılmazdı. Fakat Hz.Ali, Peygamber'in çok yakın
akrabası oluşu ve onun eğitiminde nevş-ü nema bulması dolayısı ile
zürriyetinden sayılmaktadır Âyet.'in muktezasmca onun arkadaşlığı da tabiî
görülür. Artık bunu belirtmeye hacet kalmamış olur. Diğer taraftan hadiste
Cennette Peygamberle arkadaşlığın Hz. Osman'a inhisar ettiğine dâir her hangi
bir belirti veya işaret bile yoktur, der.
110) Ebû Hüreyre (Radiyallahü anhyden rivayet edildiğine
göre şöyle söylemiştir:
Nebî (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem) Mescidin kapısı yanında Osman (Radiyallahü anh) 'a rastladı
ve :
-Yâ Osman! Bu,
Cebrail'dir. Kızım Rukiyye'nin mihr-i misli ile ve onunla yaptığın hayat
arkadaşlığı gibi bir arkadaşlık yapmak Üzere Allah'ın (kızım) Üramü Gülsüm'un
nikâhım sana kıydığını bana haber verdi» buyurdu:[200]
Sindi diyor ki: Ahzâb
sûresinin 37'nci âyeti, Resûl-i Ekrem'in annemiz Hz. Zeyneb (Radiyallahü anh)
ile nikâh akdinin Allah tarafından yapıldığını bildirdiği gibi bu hadîsin
zahirine göre Ümmü Gülsüm'un nikâh akdi de aynı şekilde Allah tarafından yapılmıştır.
Sindi daha sonra bu hadîsin isnadı, bir önceki hadisin isnadmdaki nedenle
zayıftır- der.
Miftahü'I-Hâce
müellifi diyor ki: Peygamber 33 yaşında iken kızı Rukiyye doğdu. En kuvvetli
rivayete göre Zeyneb' den sonra en büyük kerimesi Rukiyye idi. Bu kerime-i
Muhtereme Ebû Leheb'in oğlu Utbe'nin nikâhı altında idi. Kardeşi Ümmü Gülsüm de
Utbe'nin kardeşi Uteybe'nin nikâhlısı idi. Ebû Leheb hakkında «Tebbet yedâ Ebî
leheb» sûresi nazil olunca, Ebû Leheb oğullarına: «Eğer Muhammed (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem)'in kızlarını boşamazsanız sizlerle ilişkimi keserim- dedi.
Bunun üzerine boşadılar. Zaten ikisi de duhûl yapmamış idi. Hz.Osman bundan
sonra Rukiyye (Radiyallahü anhâ) ile Mekke'de evlendi. Birlikte Habeşistan'a
hicret ettiler. Resûl-i Ekrem, Bedir savaşında iken Rukiyye (Radiyallahü anhâ)
vefat etti.
Ummü Gülsüm'e gelince,
rivayete göre Utbe onu boşadıktan sonra Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)
'in yanına vararak : Ben senin dinini inkâr ettim; kızını da boşadım. Ne sen
beni sev, ne de ben seni seveyim dedi ve saygısızlıkta bulundu. Hattâ mübarek
gömleğini yırttı. Resül-i Ekrem de Allah'ın ona bir canavarı musallat etmesi
yolunda bed duada bulundu. Kısa bir zaman onra Şam seferine çıkan bu hâin, bir
arsîan tarafından kervan arasından seçilerek alınıp parçalandı ve böylece
cezasını buldu.
Hz. Rukiyye' nin
vefatından sonra Resûlullah bu hadîste belirttiği gibi Allah'ın emri ile Ü m
mü Gülsûm'u Hz. Osman ' a verdi. Ümmü Gülsüm de hicretin 9. yılı vefat etti.
Resûl-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bizzat cenaze namazını kıldırdı.
111) Kâb bin Ücra
[201]
(Radiyallahü anhyden, rivayet edildiğine göre kendisi şöyle demiştir :
— Resûlullah
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem), (meydana gelecek) bir fitneyi zikretti ve pek
yakın bir zamanda olacağını bildirdi. O sırada ridası İle başı örtülü bir adam
oradan geçti. Resûl-i Ekrem de:
«Bu adam o fitne günü
hidayet (doğru yol) üzerinde (olacak) tır.» buyurdu. Ben hemen yerimden
sıçradım ve Osman (orada geçmekte olan adam) iki pazısından tutum: Sonra Resûl-i
Ekrem'in karşısma çıkıp: Bu adam mı?» diye sordum. Resûlullah (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem)'de «Bu adam»dır, buyurdu.[202]
Hadisin metninde geçen
*Ridâ» elbise üzerinde giyilen cübbe, hırka, abâ ve benzeri libasın adıdır.
Metindeki «Mukanna» kelimesi de
(60)
-Taknî* masdanndan
alınma «İsm-i mefûl»'dür. Araplar zaman zaman ridalarınm yakasını başlarına
geçirip kenarlarını omuzlarının önünden aşağıya sarkıtırlar. Bu durumda arka ve
yandan bakıldığında adam tanınmayabilir. Çünkü başı örtülü olup yalnız yüz
kısmı açık kalır. Bu türlü giyinişe «Taknî» ve böyle giyinene de
«Mukan-naü'r-Re's» denir. H z. Osman (Radiyallahü anh) o gün bu giyinişte
oradan geçtiği ve onun için ravî Kâ'bb.Ücra koşup onun kollarından tutup
teşhis ettikten sonra «Bu adam mı?» diye Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve
Sellem)'e sorup gerçeği öğrenmeye çalıştığı anlaşılır.
112 Nu'man bin Beşîr[203]
(Radiyallahü anhümâ)'âen rivayet edildiğine göre Aişe (Radiyallahü anh)'a.
şöyle söylemiştir:
Resûlullah (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem) :
-Yâ Osman! Eğer Allah sana bir gün bu (halifelik) işi verir de münafıklar Allah'ın sana giydirdiği (halifelik) gömleğini soymaya kalkışırlarsa sakın sen o gömleği soyma, (halifelikten çekilme)» buyurdu. Bu sözü üç defa tekrarladı.Râvi Numan dedi ki: Ben Âişe'ye: Resûl-i Ekrem'in bu sözlerini (zamanında) halka bildirmeden seni engelleyen şey neydi?» diye sordum. O da r Bu hadis bana unutturuldu, diye cevap verdi.» [204]
Miftâhü'1-Hace yazarı
diyor ki, hadîs Hz,Osman (Radi-yallahü anh) 'ı şehid edenlerin münafık
olduklarına delâlet eder. Hadîste geçen gömlekten maksad özel bir elbise ve
maddî bir sembol olmayıp halifelik görev ve yetkisidir.Hz.Âişe (Radiyallahü
anhâ) 'nin bildiği hadîsin lüzumu hâlinde ona unutturulması ve İslâm
cemaatının açık ve seçik olan bu emr-i Nebevi'den habersiz kalışı ancak ilâhî
takdirin böyle tecelli etmesi ile izah edilebilir.
113) Kays bin Ebî Hazım[205]
(Radiyallahü anh)'den rivayet edildiğine göre Âişe (Radiyallahü anhâ) şöyle
demiştir:
«Resûlullah
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem), (son) hastalığında (bize hitaben) :
— «Ashabımın bâzısının
yanımda bulunmasına sevinirim», buyurdu. Biz (O'na) :
— Yâ Resûlallah! Senin
için Ebû Bekr'i çağırmıyalım mı? dedik.
O, (bizim bu sözümüz
üzerine) sustu. (Bu kerre biz O'na) :
— Ömer'i senin için
çagırmıyahm mı? söyledik. O, yine sustu.
(Bunun üzerine biz
O'na) :
— Senin için Osman'ı
çağırmıyalım mı? dedik. Resül-i Ekrem :
— «Evet!» buyurdu, (da
gereği yapıldı.)
Biraz sonra Osman
geldi. Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) onunla yalnız kaldı, (özel
görüştü.) Artık Resûl-i Ekrem onunla konuşmaya devam ediyordu. Osman'ın yüzü
de (gittikçe) değişiyordu.
Râvi Kays dedi ki:
«Hz. Osman
(Radiyallahü anh)'in mevlâsı Ebû Sehle, bilâhare (Hz. Osman'ın şehîd edilmesi
olayından sonra) bana şöyle söyledi:
Hz. Osman bin Affân
(Radiyallahü anh); «Yevme'd-Dar 5= Ev günü:
— Gerçekten Resûlullah
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem), bana bir ahit (söz) söyledi, tşte ben buna
dönüşücüyüm, dedi.
(İbn-i Mâceh'e, isnadı
ileten 2 raviden birisi olan) Ali (bin Mu-hammed'in rivayet ettiği) hadîsinde
(Osman (Radiyallayü anh)'m son cümlesi hakkında) dedi ki: «Ben de bu ahit
üzerinde sabredici-yim»
Râvî Kays: Jşte
âlimler, hadîste geçen «Yevme'd-Dar Ev gününün» (Hz.) Osman'ın evinde muhasara
edildiği gün olduğu kanaa-tmda idiler.[206]
Bu hadis de Hz. Osman
(Radiyallahü anh) 'in Resûl-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) katındaki
mevkiini göstermektedir.Efendimizin son hastalığında onunla görüşmeyi tercih
etmesi, ev hplkmdan bile gizli tuttuğu özel görüşmede bulunup gelecekte vuku
bulacak bazı fitneleri ona açıklaması ve bu fitnelerde hareket tarzını t£.yin
ve tesbit etmek lutfünü bahşetmesi her türlü takdirin fevkinde, üstün sevginin
büyük bir tezahürü değil mi?
Hadîste geçen
cümlesinin Tıybî tarafından şöyle yorumlandığını Sindi nakleder:
Osman (Radiyallahü
anh) bu sözü ile şunu demek istemiştir: «Resûl-i Ekrem, meydana geleceğini
bana bildirdiği fitne vuku bulduğunda benim sabretmemi ve savaş yapmamamı
buyurdu.»
«Zevâid» müellifi,
hadîsin isnadının sahih ve râvilerinin sika olduğunu söylemiştir. İbn-i Hibban
da hadîsi, İbn-i Mâceh'in beyân ettiği seneddeki râvilerden V e k î yolu ile
aynı se-ned ve metin ile Sahih'inde tahriç etmiştir.
İbn-i Mâceh'in son
râvî Muhammed bin Abdillah bin Nümeyr' den rivayet ettiği ve Hz. Osman
(Radiyallahü anh)'in mevlâsı Ebû Seh1e'nin naklettiği Hz.Osman'in sözü :
«Şüphesiz Resûlullah
(Sallallahü Aleyhi ve SellemJ bana bir ahit (söz) söyledi. İşte ben buna
dönüşücüyüm» şeklindedir.
İbn-i Mâceh'in yine
son râvi olarak hadis aldığı 2’inci zat Ali bin Muhammed'in rivayet ettiği ve
yine Hz. Osman (Radiyallahü anh)'m mevlâsı Ebû Sehle' nin naklettiği Osman
(Radiyallahü anh)'m sözü ise :
«Şüphesiz Resûlullah
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bana bir ahit (söz) söyledi ve ben ona sabrediciyim*
şeklindedir.
Görüldüğü gibi iki
rivayetle alman metinin yalnız son cümlesi ayrıdır. Bu ayrılık mâna bakımından
da bir fark teşkil etmez.
Tirmizi de yalnız Ebû
Sehle' nin sözünü ikinci ifade ile ve sadece «ve ene» tabiri yerine «fe ene»
tabiriyle rivayette bulunarak; bu hadîs «Hasen sahih»tir demiştir.
[207]
114) Zirr bin Hubeyş[208]
(Radiyallahü;anh)'den, Ali (bin Ebî Talib Radiyallahü anhym şöyle söylediği
rivayet edilmiştir :
— «Gerçekten, mü'min'den
başkasının beni sevmiyeceğine ve münafıktan başkasının bana buğzetmiyeceğine
Ümmî Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), bana kesin bir ahid ve teminat
v^rdi.»
[209]
Ümmî: Okuma yazma
bilmiyen kimseye denir. Resûl-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in Ümmi
olduğu halde geçmiş ümmetlerin, peygamberlerin, inananların ve iman
etmeyenlerin hallerini, Tevrat, Zebur, İncil ve suhufların hakiki nüshalarında
mevcut malûmatı bilip haber vermesi; geçmişteki tüm olayları aynen anlatması;
bütün Arap edebiyatçılarının en dâhi olanlarını şaşkına döndüren beşer üstü
belagatı ihtiva eden Kur'an-1 Kerim ' i tebliğ edişi büyük bir mucizedir. Bu
sebeple Kur'an-ıKerim,de O yüce Resûl-ü Ümmîlik ile vasıflandırmıştır.
Hz.Alî (Radiyallahü
anh)
[210]'yi sevmek veya ona
buğzetmek mes'elesine gelince; Ehl-i Sünnet1 in görüşüne göre; Ebû Bekir, Ömer
ve Osman (Radiyallahü anhüm)'den sonra ümmetin en üstün şahsiyeti, Resûl-i
Ekrem'in 4. halifesi, damadı, küçük yaştan itibaren Islâmiyete sarılarak bütün
gücü ile dine yaptığı büyük hizmet ve fedakârlığı bilinen bu mübarek zâtı
sevmek elbette mü'min'in şîârı ve O'na buğzetmek de münafık olanın işi olur.
Esasen bütün sahabileri sevmek müslümanların kutsal görevi olduğu gibi onlara
buğzetmek de münafıklığın belirtisidir. Çünkü Kur-anı Kerim Ashâb'ın değerini
bildirdiği gibi sahih hadis ki-tablarında yer alan yüzlerce sahih hadis,
Sahabilerin yüceliğini ve' onların mertebelerine erişilemiyeceğini ortaya
koymuştur. Allah, cümlesinin mertebelerini daha da yüceltsin ve bizi onların
şefâatına mazhar kılsın.
Gerek Hz. Ali ve
gerekse diğer Sahabileri (Radiyallahü anh) sevmek veyâbuğzetmeniniman veya
münafıklığın alâmeti sayıldığına dair hadisler Buhâri, Müslim ve diğer hadis
kitabla-nnda yer almıştır. Tabiî bahis konusu sevgi veya nefret Sahabîlerin
İslâmiyet uğrundaki hizmet ve yararlıklarından dolayı olduğu takdirde iman ve
nifak alâmeti oluşu muraddır. Kurtubî bu hususta şöyle der:
«Ama, bir kişi
(yukarda belirtilen nedenle değil de) özel bir sebeple, meselâ bir maksada
muhalefet, bir zarar veya benzeri bir şeyden ötürü, bir Sahabî'ye buğzederse
bundan dolayı münafık ve kâfir olmaz. Ashâb arasında bir çok muhalefet, hattâ
savaş bile meydana gelmiştir. Bununla beraber hiç kimse diğerinin küfrüne veya
münafıklığına hükmetmemiştir. Onların bu husustaki halleri şer'î hükümler
hususundaki müctehidlerin durumuna benzer. Bir kavle göre hepsi isabet
etmiştir. Diğer bir kavle göre birisi isabet etmiş, diğeri de hata etmiştir.
Ancak hata eden mazur sayılır. Çünkü o da kanaat ve içtihadına göre hareket
etmiştir. İşte bu nedenle hiç birisine buğzetmek caiz görülmez...»
Sindi, de hadisin izahında şunları söyler:
Hadiste Ali
(Radiyallahü anh) için istenen sevgi, ifrat derecesine vardırılmayan ve lâyıkı
veçhiyle beslenen mahabbettir. Çünkü aşırı sevgi, matlup olmayıp iman
alâmetlerinden de sayılmaz. Bilâkis sapıtmaya ve küfre yol
açabilir.Nitekim,Hz.İsa (Aleyhisselâm)'a aşırı sevgilerinden dolayı küfre giden
kavim olmuştur Keza, yasaklanan buğz, dünyevi bir sebebe dayanmayan ve sırf
dînî olan nefrettir. Çünkü muamelelerden doğan ve her zaman karşıîaşı-labüen
buğz insanların yaratılışında mevcut olup münafıklıkla ilgisi yoktur.
Meselâ:Hz.Ömer'in yanında Hz.Abbas,kendisi ile Hz. Ali arasında cereyan eden
bir mes'ele yüzünden Hz.A1i'yi seb ettiği rivayet edilmiştir. Bu rivayet
meşhurdur Müslim bu rivayeti tahriç
etmiştir. (62)
115) Sa'd bin Ebî Vakkâs (Radiyalalhü ankyden, rivayet
edildiğine göre Resûl-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Ali (Radiyallahü
anh)fa şöyle buyurmuştur :
(Yâ Ali!) Bana
nisbeten sen, Musa'ya oranla Hârûn mevkiinde olmaya râzi olmaz mısın?»
[211]
Buharı 'nin, Mağazî
bölümünün Tebûk savaşı bahsinde yine Sa'd bin Ebî Vakkâs (Radiyallahü anh)'dan
rivayet ettiği bu hadis, daha tafsilâtlı ve uzundur. Biz buraya terceme-sini
almakla iktifa edelim :
«Sa'd bin Ebî Vakkâs
(Radiyallahü anh)'den rivayet edildiğine göre kendisi şöyle söylemiştir:
Resûlullah (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem), Tebûk savaşma çıktı ve Ali (Radiyallahü anh)'ı (Medine'de)
vekil bıraktı. Bunun üzerine Ali = «Yâ Resûlullah! Beni çocuklar ve kadınlar
arasında vekil mi bırakıyorsun?» dedi. Resûl-İ Ekrem de :
— Yâ Ali! bana
nisbeten sen, Musa'ya oranla Hârûn mevkiinde olmaya râzi olmaz mısın? şu farkla
ki, benden sonra Peygamber yoktur buyurdu.
Sindi Sah. 28
Miftâhü'l-Hace'de
deniliyor ki:Müslim ve Tirmizi'de yine aynı râviden rivayet edilen bu mânadaki
hadis şöyledir
«Bana oranla sen,
Musa'ya oranla Hârûn gibisin. Şu kadar ki, benden sonra Peygamber yoktur.»
Buhârî. Müslim ve
Müellifin Hz. Sa'd (Radiyallahü anh)'den rivayet ettikleri metinler aynı
mânayı ifâde etmektedirler.
Hadisteki benzetmeden
maksad şudur :
«Yâ Ali! Musa
Peygamber Tûr'a giderken Harun'u vekil bıraktığı gibi ben de Tebûk seferine
çıkarken, seni vekil bırakmış oluyorum. Bu vekâlet Peygamberlik görevine ait
bir vekâlet değil, daha önce savaşlara çıkıldığında Medine'de bir Emir
bırakıldığı gibi bu kere sen bırakılmış oluyorsun.»
Rivayet edildiğine
göre Hz.Ali (Radiyallahü anh) vekil bırakılıp Resûl-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi
ve Sellem)'de ordu ile hareket, ettikten sonra münafıklar Hz.Ali gibi büyük
bir kahramanın Medine'de bırakılmasını dedikodu konusu edince; durumu duyan
Hz.Ali (Radiyallahü anh)'de silâhlanarak Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve
Sellem)'in arkasından yetişerek savaşa katılma iznini istedi ve bu karşılıklı
sohbet bu esnada cereyan etti
Miftâhü'1-Hace Kadı
Iyâz' dan şunu nakleder:
«Rafizîler, İmamiye
vesair Şiî mezhebine bağlı fırkalar, hilâfetin Hz. Ali (Radiyallahü anh)'in
hakkı olduğu ve Peygam-ber'in bunu tavsiye ettiğine dair ileri sürdükleri
delillerinden biri de bu hadistir. Bilindiği gibi yolunu tamamen sapıtan
Rafızîler, öncelikle Hz.A1i' yi halîfe seçmedikleri nedeniyle bütün Sahâbîleri
maazallah tekfir etmişler; bir kısmı da neden hakkını aramadı diye Hz.Ali' nin
kâfir olduğuna kail olmuşlardır. Aslında böyle bir söz söylemek küfrü muciptir.
Aşırı gitmiyen İmamiye ve bazı fırkalar ise, Ashâb-ı Kiram'a küfür isnad
etmeyip Hz. A1i'-yi ilk halife seçmedikleri için Sahâbîlerin hataya
düştüklerini iddia etmişlerdir. Hakikatta ise onların iddiaları tamamen
yersizdir. Hadiste hiç bir Şii fırkaya yarıyacak bir yön yoktur. Onda sadece
"z Ali' nin fazileti vardır. Ama Hz.Ali' nin başka sa-nabîden üstünlüğüne
veya eşitliğine dair bir girişim yoktur. Keza, Resûl-i Ekrem'in vefatından
sonra Hz.Ali* nin halifeliğine dair
bir delâlet de yoktur.
Çünkü bu hadis, H z. Ali (Radiyallahü anh) 'nin Tebûk savaşma katılma isteği
karşısında Medine'de kalıp savaş dönüşüne kadar idari işlerde vekillik yapması
için bu vurulmuştur.Hz. Ali' nin benzetildiği Harun'un, Musa Peygamber'den
sonra kalıp onun yerine halîfe olmadığı da bir gerçektir.Çünkü meşhur olan
haberlere göre Musa peygamber henüz hayatta iken ve ondan 40 yıl önce Hârûn
vefat etmiştir.Hârûn'un .vekilliği Musa'nın münacata çıktığı muvakkat süre için
olduğu gibi Hz.Ali' nin vekilliği de
geçicidir.»
Miftâhü'1-Hâce
müellifi daha sonra şöyle söyler:
Âlimler demişler ki :
Bu hadis, İsa Peygamberin gökten indiği zaman İslâm şeriatı ile hüküm
edeceğine delâlet eder. Zira «Ben-dfen sonra Peygamber yoktur.» emri açıktır.
116) Berâ' bin Âzib[212]
(Radiyallahü ank)'den, kendisinin şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Bİz Resûl-i Ekrem
(Sallallakü Aleyhi ve Sellem)'m ifa etmiş olduğu hac seferinde beraberinde yola
çıkmıştık. O, yolun bir semtinde, konakladı da cemaatla namaz kılma emrini
verdi. Daha sonra Ali (Radiyallahü anh)'\n elini tuttu ve (Ashabına) :
— (Ashabım!) Ben
mü'minlere, kendi nefislerinden evlâ değil mi yim? dedi. Orada bulunan
sahabîler:
— (Yâ Resûlallah!) Evet
(evlâsın), dediler. Resûl-i Ekrem:
__Ey Ashabım!)Ben her
mü'mine, kendi nefsinden evlâ değilmi-
yim? dedi. (Ashâb-ı
Kiram) da s
__ Evet, (evlâsın Yâ
Resûlallah! diye) cevap verdiler. (Bu konuşmalar cereyan ettikten sonra elini
tuttuğu Hz. Ali (Radiyallahü anh)'ı işaret ederek) Resûl-i Ekrem (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem) :
__ «İşte bu (Ali), beni seven herkesin mahbubudur. AHahıml
O'nu (Ali'yi) seven
kimseleri, sev. O'na buğuz edenlere, sen de buğz et» dedi.[213]
Hadisin metninde
geçen:
«Ben mü'minlere kendi
nefislerinden evlâ değil miyim?» emr-i Nebevi. Ahzâb
sûresinin 6. âyetine işarettir.
«Peygamber, mümirilere
(din ve dünyaya ait olan her işte ve her hususta) nefislerinden evlâdır...»
İbn-i Abbâs'a göre âyetten murâd şudur: Peygamber mü'minleri bir işe çağırır ve
nefisleri de onları başka bir şeye davet ederse, mü'minlerin, nefsî arzularını
bırakıp Peygamberin isteğini tutmaları, onlar için daha iyidir. Bâzı
müfessirlere göre de m aksa d şudur:
Her hususta mü'minler
yek diğerinin arzu ve emirlerine değil de öncelikle ve tercihen Peygamber'in
emir ve arzusuna itaat etmek mecburiyetindedirler.
Âyet-i kerîme başka
şekillerde de tefsir edilmiştir. Hepsinin neticesi Peygamber'in emir ve
arzularına uymanın lüzum ve faydasını belirtmektir, denilebilir.
Hadîste, Peygamber
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in soru şeklinde irad buyurduğu ilk iki fıkra,
O'nun emir ve tavsiyelerinin önemine Sahâbilerin dikkatini çekmek ve ondan
sonra Hz.Ali (Radiyallahü anh) ile ilgili olarak irad ettiği hususları sahâbîlerine
duyurmak için buyurulmuş olsa gerek.
Soru şeklinde
Sahabîlerin dikkati çekilen ilk iki fıkrada Peygamber'in tavsiye ve talimatına
itaatin, Kur'an âyeti ile tescili hatırlat-
tınldıktan sonra Hz.Ali
(Radiyallahü anh) 'in faziletini belirten şu son iki fırka buyuruluyor.
«Ben kimin mahbûbu
isem Ali de onun mahbubudur.» Yâni beni seven
A1i'yi de sevmelidir.
«Allahım! Ali'yi seven
adamları sen de sev, (onları mükâfatlandır) .Ali'ye buğzeden kimselere sen de
buğzet. (Onlara hak ettikleri cezayı ver.»)
Bu fıkralar, Peygamber
(Sallallahü Aleyhi ve Seîlem)'in Hz. A1i' ye karşı beslediği sevgi ve ona
verdiği değeri en güzel bir şekilde ifade etmektedir.
Yemen'de Hz.Ali
(Radiyallahü anh) 'in beraberinde bulunan bazı kişilerin O'nun aleyhinde konuşmaları
üzerine Resûl-i Ekrem'in bu hadis ile aleyhtarlık edenlere onu sevdirmek
istediği söylenmiştir. Kim tarafından söylendiğini belirtmeden bu sözleri
nakleden Sindi diyor ki:
Tirmizi'nin Sünen'inde
şöyle rivayet ediliyor:
Berâ' (Radiyallahü anh)'dan
rivayet edildiğine göre kendisi demiştir ki: Peygamber (Sallalîahü Aleyhi ve
Sellem) iki askerî birliği sefere çıkardı. Birisinin başına A1i (Radiyallahü
anh)'yi. diğerinin başına da Hâ1id (Radiyallahü anh)'i kumandan tayin buyurarak
:
«Savaşıldığı zaman iki
birliğe Alî kumanda edecektir.» buyurdu Sefere çıkıldıktan bir süre sonra Hz.
Hâlid b. Velid (Radiyallahü anh) bir kal'ayı fethetti ve oradan bîr câriye
aldı. Hâlid (Ra-dıyallâhü anh) ise bu durum karşısında, Hz. Ali (Radiyallâhü
anh)'yi tenkid edici bir mektup yazarak Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve
Sellem)'e götürmek üzere beni memur etti. Ben de yola çıkıp Peygamber
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in yanma vardım ve Hz. Hâlid (Radıyallâhü anh)'in
mektubunu Peygamber (Sallallahü' Aleyhi ve Sellem) 'e takdim ettim. ResCılullah
Sallallahü Aleyhi ve Sellem) mektubu okuyunca rengi değişti ve bana hitaben :
«Sen! Allah'ı ve
Resulünü seven; Allah ve Resulü tarafından da sevilen bir adam (Ali) hakkında
ne dersin, nasıl bir görüş sahibisin?» buyurdu. Râvi
Berâ' dedi ki, ben:
— Allah'ın gazabından
ve Resulünün gazabından, Allah'a sığı-mnm; ben ancak bir elçiyim, dedim. Bu
sözüm üzerine O, sükût buyurdu.
Tirmizî,bu hadisin
*Hasen' olduğunu söyledi.
Sindi, Tirmizî den bu
nakli yaptıktan sonra şunları söyler:
Bu durumda Râfizilerin
sandığı gibi hadisin halifelikle hiç bir ilgisi yoktur. Hz. Abbâs ile Hz. Ali
(Radiyallahü an-hümâ)'nm da hadisten halifelikle ilgili hiç mâna çıkarmadıkları
ve böyle bir yoruma gitmedikleri de meydandadır. Şöyle ki:
Hz. Abbâs (Radiyallahü
anh)'m, Hz;. Ali (Radiyallahü anh) 'ye : Peygamber'e müracaatla halifeliğin
bize mi, başkala-nnamı ait olduğunu sormasını emretti. Hz. Ali (Radiyallahü
anh) ise Hz, Abbâs (Radiyallahü anh)'a şöyle karşılık verdi: «Eğer sormanı
üzerine O, bizi menederse artık hiç kimse halifelik için bize bir hak vermez.»
veya dediği gibi cevap verdi.
Bu yüce iki zât eğer
hadisten halifelik anlamını çıkarsaydılar aralarında böyle bir görüşmeye yer
kalmazdı.
Hadisin râvîlerinden
Ali bin Zeyd bin Ced'ân' mn zayıf olduğu gerekçesi ile Zevâid, bu hadîsin
isnadının zayıf olduğunu söylemiştir. Fakat Sindî diyor ki; hadîsin mânasını
aynen ifade eden metinler müteaddit şekil ve isnadlar ile de rivayet edilmiştir.
[214]
117) Abdurrahman bin Ebî Leylâ (Radİyallahü ankümâ)'da.n
rivayet edildiğine göre kendisi demiştir ki: (Babam) Ebû Leylâ (Radİyallahü
anh), Ali (Radİyallahü anh) ile akşamlan görüşüp sohbet ederlerdi. Ali
(Radİyallahü anh), kışın yazlık elbise, yazın da kışlık elbise giyerdi. Biz
(onun bu haline şaştığımız için kendisi ile iyi görüşen Ebû Leylâ'ya) : 'Keski
o'na sorsaydın (Neden mevsimlerin şartlarına göre giyinmiyor?)' dedik. Bu
talebimiz Üzerine (Radİyallahü anh)
şöyle dedi :
«Hayfaer günü
(Kal'a'nın fethi uzayınca) Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) haber
göndererek beni huzuruna çağırttı. Halbuki, Hayber' (in fethi için
çalışıldığı) günü benim gözlerim ağrıyordu. Ben:
— «Yâ Resûlallah!
Gerçekten gözüm fena ağrıyor» dedim. Bunun üzerine Resûlulalh (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem), gözüme tükür-dü. Sonra:
«Anahım! Sıcaklığı ve
soğukluğu ondan (Ali'den) izâle et diye dua etti. Ali (Radİyallahü anh) : Artık
ben o günden sonra ne sıcaklık ne de soğukluk duymadım, dedi. Ve Resûlullah
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in şöyle buyurduğunu anlattı:
«Hayber halkı ile
savaşmak için artık öyle bir adam göndereceğim (ona müslümanlarm sancağını
vereceğim) ki o, Allah'ı ve Resulünü sever, Allah ve Resulü de onu sever, o,
geri çekilecek adam da değildir.» Bu emir üzerine orada bulunan Sahabiler artık
bu övülen zâtın kim olduğunu merak ve umutla düşünüp beklemeye başladılar. Daha
sonra Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) müslümanların sancağım vermek
üzere Ali (nadıyallahü anh)'e haber gönderip huzura çağırttı ve Sancağı ona
verdi.[215]
Bu isnâd zayıf ise de
Hayber fethinin uzadığı günlerde Hz.A1i (Radİyallahü anh) 'in gözlerinin
ağrıdığı, Resûl-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) tarafından huzura
çağırıldığı, göz hastalığının beyan edildiği, Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve
Sellem)'in mübarek tükürüğü ile Ali (Radİyallahü anh)'in şifaya kavuştuğu,
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) tarafından övülen bir kişiye Sancağın
verileceğinin Peygamber efendimiz tarafından açıklandığını ve daha sonra Ali
(Radİyallahü anh) 'in huzura alınarak Sancağın ona verildiğini ifade eden,
fakat lâfızlar bakımından az çokftrkh metinler müteaddit senedler ile Buhar
î'de Hz.Ali (Radİyallahü anh) 'nin menkıbeleri babında rivayet edilmiştir.
Bunlardan bir tane sinin tercemesini almakla iktifa edelim:
Ashâb-ı Kiram' dan Sehl
bin Sa'des-Sâidı (Radİyallahü anhümâ)'den, kendisinin şöyle söylediği rivayet
edilmiştir.Hayber'in fethi uzayınca Resûl-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve
Sellem) 'in şöyle buyurduğunu kendisinden işittim :
«Artık müslümanlarm
sancağını yarın öyle bir adama vereceğim ki Allah onun iki elile fetih ve
zaferi ihsan edecektir.»
Peygamber'in bu emri
üzerine orada bulunan Sahâbîler, sancağın ertesi gün kime verileceğini
düşünerek gecelediler. Sabahleyin herkes sancağın kendisine verileceği ümidi
ile Resûl-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in huzuruna vardı. Biraz sonra
Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
—«Ali bin Ebî Tâlib
nerdedir?» diye sordu. Ashâb :
—Ali iki gözünden
şikâyetçidir (hastadır) Yâ Resûlallah! diye cevap verdiler. Bunun üzerine
Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
—«Ona haber gönderin,
onu bana getirin!» buyurdu.
Ali gelince Peygamber
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) onun gözlerinin içine tükürdü ve ona dua etti.
Ali sanki hiç hastalık hali geçir-memiş gibi derhal tamamen şifa buldu. Bundan
sonra Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) sancağı ona verdi.[216]
Miftâhü'1-Hâce
müellifi bu hadîs ile ilgili olarak şöyle söyler : Bu hadiste Hz.Ali' nin
apaçık faziletleri, cesareti, Resûl-i Ekrem'in talimatına kesin riayeti, Allah
ve Resulünü sevdiği, Onların da kendisini sevdikleri beyan ediliyor. Diğer
taraftan hadiste,Resûlullah'ın sözlü ve fiilî mucizeleri vardır. Kavli
mucizesi,Hayber Kal'a'sının Ali' nin
elleri üzerinde bir gün sonra fethedileceğini açıklaması ve bunun aynen
gerçekleşmesidir. Ffflî mucizesi ise
Hz.Ali' nin hasta gözlerine
tükürmesi ile derhal şifasını sağlamasıdır.
118) (Abdullah) İbn-i Ömer (Radiyallahü atık)'den :
İki Hâl Tercemesi
«Ebû Leylâ» künyesi
ile meşhur olan Sahabİ, Ensâr'dandır. Adı Bilâl veya Dâvud bin Bilâl'dir. Uhud
ve ondan sonraki savaşlara katıldı. Kûfe'de yerleşti. 13 hadisi vardır. Râvisi
oğlu Abdurrahman'dir. Sıffîn'de öldürüldüğü söylenir. Allak razi olsun. (Bak :
Hulâsa Sah. 458)
Abdurrahman tbn-i Ebî
Leylâ yukarda adı geçen zatın oğludur. «Ebû îsa», onun künyesîdir. Ensari olan
bu zat da babası gibi Kûfe'de yerleşti. Fıkıhta imamdı. Ömer, Osman, Ali,
İbn-i Mes'ûd, Bilâl, Muaz, Ebû Zer (R.A.) ve bir cemaata tan hadis rivayet
etti. Hz. Ömer'in hilâfeti devrinde Medine'de doğdu. İbn-i Şîrîn diyor ki : Ben
onun ilim meclisinde bulundum. Onun arkadaşları bir Emîr gibi onu ta'zim
ederlerdi.
Ensâr'dan 120 sahabî
ile görüştü. Râvileri : Oğlu İsa, Mücahid, Amr b. Mey-mun ve bir çok zattır.
Abdullah bin el-Hars : Annelerin onun mislini doğurduğunu sanmıyorum,
demiştir. İbn-i Muin onu sıka saymıştır. îbn-i Husayn'den rivayet edildiğine
göre Haccac, O*nu kadılığa tayin etti .Bir süre sonra da kadılıktan azletti.
Haccac bununla da durmadı. Hz.Ali (R.A.)'yi seb'etmesi için O'na baskı yaptı.
Doğdurdu. Fakat emeline muvaffak olamadı. Abdurrahman (R.A.) hazretleri
lastikli ve yuvarlak sözlerle dövülmesine ara verdirmeye çalışıyordu. Nihayet
bir fırsatını bulup Haccac'ın elinden kurtuldu. Hicri 82 veya 83 yılında vefat
etti. (Bak : Tezkire Sah. 58 ve Hulâsa 234)
Resülullah (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu, dediği rivayet edilmiştir :
«Hasan ve Hüseyin
[217](Radiyallahü
anhümâ), Cennet ehlinin gençlerinin seyyid (büyük) leridir. Babaları (olan Ali
bin Ebi Talib) (Radiyallahü anh) 'de ikisinden daha hayırlıdır.»
[218]
Sindi, hadîsin
izahında diyor ki, metinde geçen «Şebâb» kelimesi 'Şâbb'ın çoğuludur. Şâbb:
Erginlik çağı ile 30 yaş arasındaki gence denir. Cennet ehlinin hepsinin genç
olacağı malûmdur. Bu duruma göre; Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in
torunları Hasan ve Hüseyin (Radiyailahü anhümâ) 'in bütün Cennetliklerinden
üstün oldukları ifade edilmiş olur. Ancak Peygamberlerin ve Hu1efâ'yi Râşidîn'
in, bu hükümden müstesna olduğu dikkate alınır. Hadis başka şekillerde de
yorumlanmıştır, diyen Sindi,bu yorumlardan birisinin şöyle olduğunu söyler:
«Hasan ve Hüseyin,
(Radiyallahü anhümâ) genç yaşta ölen Cennetliklerin büyükleridir.» Gençlerin
büyükleri olmaları için onların da genç yaşta ölmüş olmaları gerekmez. Ancak şu
var ki; bu iki zat, yaşlı iken ölen müslümanların çoğundan da üstün oldukları
halde bu durum ifade edilmemiş olur. Bunun nedeni de şöyle izah edilebilir.
Bunlar pek yaşlanmadan şehid oldukları hasebi ile gençler gibi düşünülmüş ve
onun için gençlerin büyükleri oldukları belirtilmek istenmiştir. Ma'mafih,
yaşlı müslümanlardan üstün olmadıkları mânası da çıkarılamaz.
Resûl-i Ekrem
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bu hadisi buyururken Hasan ve Hüseyin
(Radiyallahü anhümâ) hazretleri çocuk oldukları ve henüz gençlik çağma varmadıkları
için onların genç sayılması yolunda bir yorumlama caiz görülmemektedir.
Zevâid müellifi
hadîsin isnad durumunu belirtirken şöyle der:
Hâkim de El~Müstedrek»
adlı kitabında bu hadîsi, îbn-i Mâceh gibi râvi El-Muallâ bin Abdurrahman yolu
ile rivayet etmiştir. Râvi El-Muallâ ise, İbn-i Muin'in dediği gibi Hz.Ali
(Radiyallahü anh) 'nin fazileti hakkında 70 adet mevzu hadîsi ile itirazlara
hedef olmuştur. Bu nedenle hadîsi mezkûr senedi zayıftır. Hadîsin asa Tirmizi veNeseî'de Huzeyfe (Radiyallahü anh)
rivayeti ile tahriç edilmiştir.»
Sindi,daha sonra diyor
ki:Hâkim'in «Hadisin aslı...» tabirinden maksad,Tirmizî ve Nesâi'nin
rivayetlerinde hadisin sonundaki «Ve
onların babası (Ali) onlardan daha hayırlıdır.» cümlesi yoktur.
Tirmizi, bu son cümle hariç, aynı metni Ebû Said
{Radiyallahü anh) 'in yolu ile de rivayette bulunmuştur.
[219]
119) Hubşiy bin Cenâde (Radiyallahü anh)'den rivayet
edildiğine göre kendisi demiştir ki: Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve
Sellem)'âen şöyle buyurduğunu işittim :
«Ali (Radiyallahü anh)
bana bağlıdır. Ben de O'na bağlıyım. Ali (Radiyallahü anh)'den başka hiç kimse
(yapmak durumunda olduğum bir şeyi) benim yerime eda edemez.»
[220]
Metinde geçen «Min»
cer harfi olup iki şeyin birbirine bağlılığını ifade ettiği için buna «İttisal
Min'i» denilir. Hadîste belirtilen bağlılık akrabalık anlamına yorumlanmıştır.
Hadîsin edâ etmekle ilgili ikinci fıkrası bu yorumu teyid eder.
Sin di' nin beyanına
göre, Hac ibadeti farz kılınınca Resûl-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)
Ebû Bekir (Radiyallahü anh) 'in başkanlığında halkın hacca gitmelerini emretti.
Bunlar yola çıktıktan sonra, müşriklerle yapılmış olan andlaşmaların tadil
edil miş olduğunu ilgililere bildirmek ve inen Beraat sûresini halka duyurmak
üzere Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), Hz.Ali (Radiyallahü anh) 'yi
hacı adaylarının arkasından yola çıkardı. Arabların örf ve âdetlerine göre,
aralarında her hangi bir hususta antlaşma yapmak, yapılan antlaşmayı
değiştirmek, antlaşma gereğini uygulamak, ahitleri bozmak veya yürürlükten
kaldırmak görev ve yetkisi yalnız kavmin başkanına veya görevlendireceği bir
yakın akrabasına aittir. Bu yetki sahasında başkası kabul edilmezdi. Peygamber
Sallallahü Aleyhi ve Sellem ile müşrikler arasında yapılmış olan antlaşmalar
hakkında nazil olan Beraat sûresinin müşriklere okunması ve dolayısı ile
yapılmış olan antlaşmaları tadil edilmiş olduğunu arabların âdeti veçhile ya
bizzat Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) veyahut en yakın bir akrabası
vasıtası ile bildirmesi icap ediyordu. İşte bu nedenle A1i (Radiyalalhü anh)
görevlendiriliyor.
Sindi' nin verdiği bu
beyanla Ebû Bekir (Radiyallahü anh) eliyle bu görevin ifa edilmeyişinin sebebi
de belirtilmiş oluyor.
Beraat sûresinin ilk
âyetlerinin tefsiri bahsinde Medârik müellifi şöyle nakleder:
Mekke müşrikleri ve
antlaşmalara katılan diğer müşriklerin çoğu antlaşma hükümlerini ihlâl etmişler
idi. Yalnız Beni ki -nane ve Beni Damîre kabileleri ahitlerini bozmamışlar idi.
İnen âyetler, ahitlerini bozmuş olan müşriklerin serbestçe dolaşmaları için 4
aylık bir süre tanıyor ve Haram olan bu 4 ay bitince müşriklerle savaşma emrini
veriyor. Bu âyetler Mekke fethinden bir yıl sonra, hicretin 9. yılı nazil
oldu.Bu yıl Ebû Bekir (Radiyallahü anh)'in riyasetinde müslümanlarm hac yapmaları
emrini veren Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Ebû Bekir (Radiyallahü
anh)'in hareketinden sonra bu âyetleri Hac mevsimi dolayısı ile Mekke ' de
toplanacak halka okumak ve duyurmak üzere A1i (Radiyallahü anh)'yi
görevlendirdi ve O'nu «El-Adbâ» adlı devesine bindirerek yolcu etti. Bu esnada
Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e:
«Bu görevin ifası Ebû
Bekir (Radiyallahü anh) e birakılsaydı...?»
denilince Resûl-i
Ekrem hadîsin ikinci fıkrasını buyurdu. Hz.Ali, (Radiyallahü anh) Ebû Bekir ve
arkadaşları (Radiyallahü anhüm)'na iltihak etti.Terviye ( Arefeden bir önceki)
günü Ebû Bekir (Radiyallahü anh) hac ibadeti konusunda hal ka hitap etti. A1i
(Radiyallahü anh) de Bayram günü Mina'da Akabe cemre'si yanında halka Beraat
sûresinin 30 veya 40 âyetini okudu. Sonra Ben şu dört hususu tebliğe memur
edildim, dedi.
1. Bu yıldan sonra hiç bir müşrik Kâ'be'ye yaklaşamaz.
2. Hiç kimse çıplak olarak Kâ'be'yi tavaf edemez.
3. İmanlı olanlardan başka kimse Cennet'e giremez.
4. Antlaşmasını bozmamış olan kabileler, antlaşma
süresini doldurabilirler.
Tefsirû'l-Hâzîn
müellifi de Berâat sûresinin ilk âyetlerinin açıklaması bahsinde.Ebü Bekir
(Radiyallahü anh)'in başkanlığında müslümanlarm yaptığı hac seferine geniş yer
vermiştir. Hz.A1i (Radiyallahü anh) 'in Mekke'ye gönderilmesi hususunu da
Medârik tefsirinde beyan edilen ve yukarıya alman şekilde izah etmiştir. Bu arada:
Hz.Ali' nin Beraat
sûresini okumakla görevlendirilmesinden Hz. Ebû Bekir'in Emirlikten
uzaklaştırılması mânası çıkarılamaz. Nitekim Ebû Hûreyre' den rivayet edilen
başka bir hadisten anlaşıldığı veçhile bu seferin başlangıcından nihayetine
kadar Ebû Bekir kafile reisliğini yapmış; Emîr'in emri ile kendisi de Hz, Ali'
nin halka tebliğ ettiği bazı yasakları halka duyurmuş; Hz.Ali kafileye iltihak
ettikten sonra Ebû Bekir'in maiyetine girmiş; onun arkasında namaz kılmıştır.
Ancak arabların âdetine riâyet edilmek üzere, zamanında akdedilmiş olan
antlaşmaların gözden geçirilmesi için müslümanları temsil eden Peygamber
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in en yakın akrabası olan Hz.Ali
görevlendirilmiştir», der. Allah cümlesinden razi olsun ve bizleri onların
şefaatına nail eylesin.
Geniş malûmat
isteyenler, Beraat sûresinin ilk âyetlerine ait tefsiı kitablarma müracaat
etsinler.[221]
120) Abbâd bin Abdillah[222]
(Radiyallahü anh)'den rivayet edildiğine göre kendisinin, Ali bin Ebî Tâlib
(liadiyaitakü anlı) şöyle söyledi, dediği rivayet edilmiştir:
—Ben Allah'ın kuluyum,
O'nun Resulü (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in Kardeşiyim. Sıddîk-i Ekber de
benim. Benden sonra Kez-zâb (çok yalancı) adamdan başka hiç kimse bunu (=
Sıddîk-i Ekber olduğunu) söyliyemez. Halktan 7 yıl önce namaz kıldım.[223]
Hz.Ali (Radiyallahü
anh) 'in «Ben Allah'ın kuluyum» sözünden maksad: «Ben ihlâsla Allah'a kulluk
eden ve bunda muvaffak olanlardanım.» Riya korkusu olmadığı takdirde, gerektiği
zaman Allah'ın verdiği nimetleri dile getirmek ve bununla övünmek dînen sakıncalı
değildir. Bu bir şükür mahiyetindedir. Allah Duhâ sûresinin ıı. âyetinde
meâlen:
«Fakat Rabb'ınm
nimetini de anlat» buyurmakla nimetleri yâd etmeyi istemektedir. îşte Hz.Ali
(Radiyallahü anh) gerek bu cümle ile ve gerekse bu cümleyi izleyen diğer
fıkraları ile Allah'ın kendisine ihsan buyurduğu nimetleri yâd etmiş oluyor.
A1i (Radiyallahü
anh)'in «Ben Resûlullah'ın kardeşiyim» sözüne gelince,Tirmizî'nin Sa'd'bin Ebî
Vakkas (Radiyallahü anh)'dan rivayet ettiği bir hadis-i şerife göre, Resûl-i
Ekrem sahabiler arasında kardeşlik akdini yaptığı zaman Hz.Ali (Radiyallahü
anh) 'i her hangi bir kimseye kardeş yapmamış idi. A1i (Radiyallahü anh)
Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e müracaatta bulunarak:
«Ashabın arasında
kardeşlik akdini yaptın da beni kimseye kardeş yapmadın!» deyince, Sa'd diyor
ki, ben Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellenı) 'den şu sözü buyurduğunu
işittim.
«Yâ Ali)! Sen dünyada
ve Âhirette benim kard e simsin.»
Resûl-i Ekrem'in bu
emrinden sonra Ali (Radiyallahü anh), «Ehû Resûlillah» künyesini de almış oldu.
Burada da Ali o kardeşlik nimetini yâd etmiş oluyor.
«Sıddîk-i Ekber benim»
cümlesinin izahında Sindi şöyle söyler:
Sıddik çok doğru
söyleyen, tereddütsüz olarak hakkı kabul eden kimseye denir. Ebû Bekir
(Radiyallahü anh) tereddütsüz ve derhal Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve
Sellem)'i tasdik ettiği için O'na 'Sıddîk' lâkabı verilmiştir. Hz.Ali
(Radiyallahü anh)'in «Sıddîk-i Ekber benim» sözü ile Peygamber (Sallallahü Aleyhi
ve Sellem)'e Ebû Bekir (Radiyallahü anh)'den bile önce iman ettiğini ifade
etmek istediği muhtemeldir. 'El-İsabe' adlı kitabta Hz. Ali (Radiyallahü anh)
'in hayatı anlatılırken; «Âlimlerin çoğunun beyanına göre Ali (Radiyallahü
anh) İslânüyeti kabul eden ilk insandır» denilmiştir.
Hz.Ali (Radiyallahü
anh) 'in «Halktan 7 yıl önce namaz kıldım» sözü ile de şunu kasdettiği umulur,
diyen Sindi, sözlerine şöyle devam eder:
Hz.Ali (Radiyallahü
anh) çocuk iken îslâmiyeti kabul etti.Ve o yaştan itibaren namaza başladı.
Çağdaşlarından hiç kimse onun yaşında müslüman olmadı. En az onun yaşından 7
yıl büyük iken müslümanlığı kabul. edenler olmuştur. Bu itibarla, sanki o
herkesten 7 yıl önce namaza başlamış ve diğerleri ondan 7 yıl sonra namaz
kılmış olurlar. Yoksa Ali (Radiyallahü anh) bu sözü ile kendisinin
müslümanlığı kabul edip 7 yıl namaz kıldıktan sonra başkalarının iman etmeye ve
namaz kılmaya başladıklarını kasdetmemiştir.
Nesâi'nin de, bu
hadisi Hz.Ali (Radiyallahü anhî 'in faziletleri bahsinde rivayet ettiğini İbn-i
Receb söylemiştir.
Zehebi ise 'El-Mizân'
adlı eserinde «Bana öyle geliyor ki, bu sözler Ali (Radiyallahü anh) 'e bir
yakıştırma ve uydurma gibidir» demiştir.
Zevâid müellifi ise
«Bu isnâd sahihtir; Ravileri sıka zâtlardır; Hâkim, EI-Müstedrek'inde
El-Minhâl'den bu hadisi rivayet ederek Şeyheyn şartları üzerine, sahihtir,
demiştir.» diyor.
Sindi, bunu naklen
beyan ettikten sonra diyor ki: Bu durumda hadîsin mevzu olduğuna hükmedenler,
hadisin mânası kendilerine belirgin olmadığı için bu hükme varmışlardır.
îsnadındaki herhangi bir bozukluktan dolayı değildir. Bizim yukarda yaptığımız
yoruma göre hadîsin mânası da açıklığa kavuşmuştur.
[224]
121) Abdurrahman İbn-i Sabit (Radiyallahü anh)'den rivayet
edildiğine göre kendisi Sa'd bin Ebî Vakkas (Radiyallahü anhy&en şöyle
nakletmistir.
Hac seferlerinden
birisinde, Muâviye (Radiyallahü anh) gelince, Sa'd (Ra-diyallahü anh) onun
yanına vardı. Bir ara Ali (Radiyallahü anh) 'den bahsettiler. Muâviye
(Radiyallahü anh) Ali (Radiyallahü anh) aleyhinde konuştu. Sa'd (Radiyallahü
anh) bundan öfkelendi ve : Sen! (nasıl) bu sözü Öyle bir adam için söylüyorsun?
ki onun hakkında Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)' den şöyle
buyurduğunu işittim :
«Ben kimin m ah bu bu
isem Ali (Radiyallahü anh) de onun mahbubudur.»
Efendimiz'den şöyle
buyurduğunu da işittim:
«(Yâ Ali!) Senin bana
bağlılığın Harun'un Musa'ya bağlılığı mesabesindedir.Şu farkla ki benden sonra
peygamber yoktur.»
Resûl-i Ekrem'den şunu
da buyurduğunu işittim:
«Bugün sancağı öyle
bir adama vereceğim ki Allah'ı ve O'nun Resulünü sever.»
[225]
Bu isnad ile Resûl-i
Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'den rivayet edilen hadîs fıkraları, 115,
116 ve 117 nolu hadîslerde az bir lafız farkı ile rivayet edilmiş ve oralarda
gerekli izah yapılmış olduğu için burada aynı fıkraları izah etmeye lüzum
kalmamıştır.
Sindî bu hadisin
açıklaması bahsinde diyor ki: Muâviye (Radiyallahü anh)'m bu mecliste A1i
(Radiyallahü anh) hakkında neler söylediğini kesinlikle bilmiyoruz.Müslim ve
Tirmizî'de naklen söylendiğine göre bu mecliste Muâviye (Radiyallahü anh), Ali
(Radiyallahü anh) aleyhinde konuşmuş, hattâ Sa'd (Radiyallahü anh) 'm da
kendisini teyid etmesini istemiştir. Bütün sahabîler hakkında iyi zan beslemek
durumunda olduğumuz için bu mecliste Muâviye (RadiyaHahü anh) tarafından
söylenen sözlerin Ali (Radiyallahü anh)'i hatalı göstermekten ibaret olduğuna
hamlederiz. Bu sözlerin sanıldığı gibi uygunsuz lâflar ve tahkir edici
kelimeler olduğu ihtimalini vermeyiz.
îbn-i Hacer,
«El-İsa'be»'de demiştir ki: Hz.Ali (Radiyallahü anh) 'in menkıbeleri çoktur.
îmanı Ahmed'in beyanına göre hiç bir sahabi hakkında bu kadar çok rivayet
yapılmamıştır.»Nesai, onun hakkında vârid olan hadîsleri tesbit etmeye çalışarak
bir hayli rivayetlerde bulunmuş olup beyan ettiği senedlerin çoğu güzeldir.-
Bâzı âlimlerin dediğine göre Ali (Radiyallahü anh)'in Emevîler tarafından
tenkid edilmesi onun hakmda bu rivayetlerin nakline ve yüce şerefinin
belirtilmesine sebep olmuştur.
Sahabîler arasında
zamanında vuku bulmuş olan ve zerre kadar sorumluluğunu taşımadığımız olayları
dile getirmek doğru değildir. Sorumsuz iken mes'uliyet altına girmeye yol açar.
Ehl-i Sünnet mezhebine göre sahabîlerin hepsi en yüce mevkileri ihraz etmişlerdir.
Allah cümlesinden razi olsun.
122) Cabir
(Radiyallahü anh)'den rivayet
edildiğine göre Kurayza günü ( Mekke müşrikleri ile birlikte bütün Arab
kabilelerinin İslâm aleyhin-
de hareket etmesi,
Benî Kurayza yahudilerinin de antlaşmayı ihlâl ederek düşmanla işbirliği
yapması üzerine durumun ciddileştiği gün) Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve
Sellem) :
— «Bize Benî
Kurayza'nın (durumu hakkında) kim haber getirir?» diye sordu. Zübeyr:
— Ben (Yâ Resûlallah!
haber getiririm), dedi. Sonra (savaş şiddetlenince) Resûlullah (tekrar) :
— «Bize Benî Kurayza
hakkında kim haber getirir? diye sordu. Zübeyr:
— Ben diye cevap
verdi. Bu soru ve cevap 3 defa tekrar edildi. Bunun üzerine Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
— «Her peygamberin bir havarisi vardır.
Şüphesiz benim havarim de Zübeyr'dir» buyurdu.
[226]
Buharı, bu hadîsi
Talîa'nm fazileti hakkında açtığı bir bab-da rivayet etmiştir. Talîa, savaş
esnasında düşmanın durumu ve davranışım anlamak için gönderilen casusa
denir.Nesâî'nin rivayetine göre,Zübeyr üç defa Benî Kurayza'ya giderek
durumlarını gözetleyip dönmüş ve Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e
onlar hakkında malûmat vermiştir.
Uhud savaşından istedikleri kesin neticeyi alamadan geri dönen Mekke müşrikleri, Mekke dolaylarındaki bütün Arap kabilelerini müslümanlar aleyhinde harekete getirerek önemli bir ordu ile Hicret'in 4. yılı Şevval ayında Medine-i Münevvere üzerine yürüdüler ve Medine civarında Fedek ve Hayber' de oturan Benî Kurayza yahudileri ile müslümanlar arasında daha önce yapılmış olan antlaşmanın yahudiler tarafından ihlâlim da sağladılar. Yahudilerin antlaşmayı bozduklarını haber alan Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), bu haberin doğruluk derecesinin tesbiti ve diğer vaziyetlerini öğrenmek için Zübeyr (Radiyallahü anh)'i defalarca onların arasına casus olarak gönderdi.
Havari; elbiseyi
beyazlatan, yardımcı, nasihatçı, dost ve peygamberlerin yardımcısı gibi çeşitli
mânalara gelir. İsa (Aleyhisse-lâm)'m ashabı beyaz elbise giydikleri için
onlara havari denildiği de söylenmiştir,
Hadîsin son fıkrasının mânası şu olmuş olur:
«Her Peygamber'in
hâlis bir dostu ve yardımcısı vardır. Benim samimi yardımcım ve dostum da
Zübeyr'dir.»
Buharı1 nin
rivayetinde bu hadisin «Ahzab günü» buyurul-duğu kaydedilmiştir. Ahzab gününden
maksad Hendek savaşıdır. Bu savaşta Beni Kurayza yahudileri antlaşmayı bozarak
Mekke müşriklerine yardım ettikleri için ve Hendek savaşını müteakip Beni
Kurayza' mn üzerine gidildiği için hepsi bir savaş gibi düşünülür, bu değişik
ifadeler ile ayni gün kas-dedilmiş olur.
123) Zübeyr[227]
(bin el-Avvam (Radtyallahü anh)'den rivayet edildiğine göre kendisi şöyle
söylemiştir :
And olsun ki,
Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Uhud savasının olduğu gün benim için
babasını ve anasını beraber andı. (Babam, anam sana kurban olsun! buyurdu.
[228]
Buhari'nin
ravîlerinden Dâvudî der ki: Peygamber, bir sahabî'yi yüceltmek için «Babam sana
feda olsun» derdi. Yahut -Anam sana feda olsun» buyururdu. Ashab'mdan yalnız
Zübeyr bin Aw am ve
Sa'd bin Ebi
Vakkas için «Babam,anam sana
feda olsun» buyurmakla onları mümtaz bir tarzda yüceltmiştir.
Bu cümle bir dua
mahiyetinde değildir. Sırf yüceltmek için kullanılan bir sözdür.
Buharı' nin, Zübeyr
(Radiyallahü anh) 'in menkıbeleri bahsinde Abdullah bin Zübeyr (Radiyallahü
anh) 'den rivayet ettiği başka bir hadiste Benî Kurayza günü Zübeyr
(Radiyallahü anh) 'in:
Ben, Beni Kurayza dan
dönünce Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), bana babası ile anasını bir
arada yâd ederek: «Babam, anam sana feda olsun!» buyurduğunu söylemiştir. Bu
duruma göre Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) !in hem Hendek savaşında
hem de Uhud harbinde Zübeyr için bu cümleyi kullandığı anlaşılır
Sindi diyor ki: Övgüye
liyakatli olan kişiyi gerektiğinde huzurunda övmenin caiz olduğu bu hadîsten
anlaşılır. Tabii taraflar için mânevi yönden bir sakınca doğurursa övmek caiz
olmaz.
124) Urve bin Zübeyr (Radiyallahü ankümâydan rivayet
edildiğine göre (teyzesi) Âişe (Radiyallahü anhâ), kendisine şöyle demiştir :
Yâ Urve! Baban Zübeyr
ve baban Ebû Bekir (Radiyallahü anhü-ma), yaralandıktan sonra yine Allah'ın ve
Peygamber'in çağrısına koşanlardandır.»
[229]
Hz. Âişe (Radiyallahü
anhâ)'nin hadîste okuduğu ibare, Al-i îmrân sûresinin 172'nci âyetinin baş
kısmıdır. Âyetin tamamının meali şudur:
«O mü'minler ki,
yaralandıktan sonra yine Allah'ın ve Peygamber'in çağrısına koştular. İyilik
eden ve Allah'tan korkan bunlar için pek büyük mükâfat vardır.»
Bu âyeti kerîme
«Hamraü'1-Esed» savaşı hakkında idi. Şöyle ki : Uhud savaşında düşman ordusu
savaş meydanından ayrılarak Medine-i Münevvere ile Mekke-i Mükerreme arasında
bulunan «Revhâ» denilen yere vardı. Sonra savaştaki başarılarını az görerek
müslümanları tamamen imha etmeden dönüşlerine pişman oldu ve tekrar
müslümanlarm üzerine yürümek istedi. Resûl-i Ekrem düşmanların bu düşünce ve
hareketlerinden haberdar olunca İslâm ordusunun cesaretini ve güçlülüğünü
düşmana göstermek için tekrar Medine' den ayrılarak mücâhit ordusu ile düşman
üzerine yürüdü. Halbuki bu mücahitler Uhud savaşında yaralanmışlardı. Yaralı
bir halde ve birbirine tutunarak güçlükle yola devam ediyorlardı. Bu ağır
şartlar altında bile İslâm'ın azamet ve yüceliğini göstermekten geri durmak
istemezler idi. Kuvvetli bir orduya sahip olan düşman, içine Allah/tarafından
korku düştüğü için müslüman mücahitlerin hareket haberini alır almaz onlarla
karşılaşmamak için kaçıp gittiler. Müslüman mücahitler de şan ve şerefle Medine'ye avdet ettiler.
Uhud savaşından aldıkları yaraların kanları henüz dinmemiş iken, Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in çağrısına derhal icabet ederek perişan halleri ile savaşmaya giden îslâm müca-hidlerinin, her türlü takdirin üstündeki bu örnek kahramanlıkları ve fedakârlıkları, inen bu âyetle övülüyor.Hz.Âişe (Radiyalla-hü anhâ) 'de kız kardeşi Esma' nın oğlu Urve'ye diyor ki: Senin baban Zübeyr ve ana tarafından büyük baban Ebû Bekir bu âyetle övülen mücâhidlerdendirler. Allah cümlesinden râzi olsun. Âmin. [230]
125) Câbir (bin Abdiîlah) (Radiyallahü anh)'den rivayet
edildiğine göre kendisi demiştir ki: Talha (Radiyallahü anh) (bir ara)
Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in yanından geçtikten sonra Resûlullah
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
«(Talha) yer yüzünde
yürüyen bîr şehiddir» buyurdu.
[232]
Sindi, hadisin çeşitli şekilde yorumlandığını şöyle
anlatır:
1. Talha hayatta iken Allah yolunda Ölümü tatmıştır.Yani
Melekût âlemine ve Allah'ın azamet ve cemal deryasına dalarak dünya ile alâkası
kesilmiştir.Bu yoruma göre ölümden maksad dünya âleminden kalbin kesilmesi ve
ilâhî cezbeye dalmaktır.«Sizler ölmezden önce
ölünüz» sırrına mazhar olmuştur.
2. Talha Allah yolunda yaptığı cihad esnasında bir çok
çetin elem ve acılar çekmek suretiyle ölen kişinin duyduğu acı gibi ıztırab
duymuştur.
3. Talha şehid olarak ölecektir.
Son yoruma göre hadîs
peygamberin bir mûcizesidir. Çünkü yukarda belirtildiği gibi Cemel vak'asında
şehid edilmiştir.
Tirmizi'nin Câbir bin
Abdiîlah' tan rivayet ettiği metnin tercemesi şöyledir:
«Kim, yer yüzünde
yürüyen bir şehide bakmaktan hoşlanırsa Talha bin Ubeydillah'a baksın.»
126) Muaviye bin Ebi Süfyan (Radiyallahü anhümâydan,
kendisinin şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Resûlullah (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem) bir ara Talha (Radiyallahü anhyya. baktı ve biraz sonra (ona
işaret ederek) :
«Bu adam (Allah yolunda şehid oluncaya kadar
döğüşecegine dair) adağını ödeyenlerdendir», buyurdu.
[233]
Hadiste,Ahzab
sûresinin 23'üncü âyetine işaret vardır. Nitekim Kastalânî Buharı şerhinin
menkıbeler bölümünde -Talha'nın menkıbelerine dair- bahiste diyor ki hakkında
bu âyet nazil olan sahabîlerden birisi de Talha1 dır. Âyetin meali:
«Mü'minlerden öyle erkekler
vardır ki, Allah'a verdikleri söze sâdık kaldılar. Kimisi (şehid edilinceye
kadar savaşacağına dair) Taptığı adağı ifa etti" (şehid oldu). Kimisi de
(şehid olmayı) intizar ediyor. Onlar verdikleri sözü asla değiştirmediler.»
Ayetin açıklamasını
yapan müfessirlerin beyânına göre A s -hâb-ı Kiram'dan Osman bin Affan, Talha,
S a i d bin Zeyd, Hamza, Mis'abve başka bir kısım zatlar, (Alah cümlesinden
râzî olsun) Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ile beraber bir savaşta
karşılaştıkları takdirde sebat göstermeyi ve şehid oluncaya kadar savaşmayı
adadılar. Bunlardan Hamza ve Mis'ab (Radiyallahü anhümâ) gibi bazı mübarek
zatlar şehadet şerbetini içtiler. Osman ve Talha (Radiyallahü anhüm) gibi bir
kısım zatlar da böyle bir günü intizar ediyorlar idi.
Âyet ve hadîste geçen
«Nahb» kelimesi adak demektir. Burada murad Allah uğrunda ölünceye kadar veya
olanca gücü ile savaşmaktır.
127) Musa bin Talha (Radiyallahü anhümâ)'dan rivayet
edildiğine göre kendisi şöyle demiştir: Biz Muâviye (Radiyallahü anh)'mn
yanında bulunuyorduk. Muaviye (Radiyallahü anh) dedi ki: Ben Resûlullah
(Sallallahü Aleyhi, ve Sellem)'den şunu işittiğime şüphesiz şehâdet ederim:
«Talha (Allah yolunda
şehid oluncaya kadar savaşacağına dair. olan) adağını ödeyenlerdendir.»
128) Kays (b. Ebî Hâzim) (Radiyallahü anh)Jden rivayet
edildiğine göre kendisi şöyle demiştir :
—Ben Talha
(Radiyallahü anh)'in elini çolak olarak gördüm. Talha Uhud savaşında Peygamberi
düşman saldırısından eliyle koru muştu. (Bu esnada eline isabet eden bir ok ile
eli sakatlanmıştı.
[234]
Ebû Dâvud Tayalisî1
nin, Müsned'inde rivayet ettiğine göre Ebû Bekir, Uhud savaşında biz Ta1ha'
nın yanına vardığımız zaman onun vücudunda yetmiş küsur yara ve bere
gördük. Bu arada şahadet parmağı da
düşmüştü, demiştir.Ta1ha düşman saldırısına karşı elini ve Sindi' nin dediği
gibi bazı rivayetlere göre bütün vücudunu Peygamber için siper yaptığından
bunca yaralar almıştı. Peygamber'i hedef tutan bir oka karşı elini kalkan yapan
Ta1ha nın eli de bu okla yaralanmış ve netice itkbari ile çolak olmuştu.
[235]
129) Ali (bin Ebî Tâlib)
(Radiyallahü anh)'den şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Resûlullah (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem)'m Sa'd bin Ebî Vakkâs (Radi-yallahu ank)'dan başka hiç bir
kimse için babasını ve anasını topladığını (= babam, anam sana feda olsun
dediğini) görmedim. Fakat Uhud savaşının vuku bulduğu gün Resûlullah
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ona :
«Ey Sa'd! (düşmana) Ok
at. Babam ve anam sana feda olsun»,
buyurdu.
130) Saîd bin el-Müseyyeb
[237](Radiyallahü
anh)'den rivayet edildiğine göre kendisi Sa'd bin Ebî Vakkas'tan şöyle
söylediğini işittim, demiştir :
Şüphesiz Peygamber
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem), Uhud günü benim için babasını ve anasını
birlikte zikrederek :
«Ey Sa'd (durma ok)
at! Babam, anam sana feda olsun» buyurdu.
[238]
Müellifin iki sened
ile rivayet ettiği Sa'd ' in bu hadîsi rivayet tariki (yolu) çok olan meşhur
hadîslerdendir. Buha rî bu hadîsi yalnız
Uhud savaşı bahsinde 4 sened ile rivayet etmiştir.
Buharî'nin bu babında
rivayet ettiğine göre Uhud savaşının devam ettiği bazı saatlarda Peygamber
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) "in yanında Talha ile Sa'd bin Ebi Vakkastan
başka kimse kalmamıştır.Sa'd o gün ok kuburluğunda ne kadar ok varsa sarf
etmiş, Resûl-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) kendi kuburluklarındaki
okları yere döküp Haydi bunları da at», buyurmuşlardır. O gün düşmana bin ok
attığı mervîdir. Her birini atarken de Peygamber'in *At! babam, anam sana
kurban olsun» ifâdesindeki üstün iltifat ve teşvike mazhar olmuştur. Bir günde
bini bulan bu yüce teveccüh kimseye nasip olmamıştır. Bütün savaşlarda arslan
gibi çarpışan S a'd'm bilhassa Uhud
harbindeki can siperane çarpışması her türlü takdirin fevkinde cereyan
etmiştir. Çünkü o günün en buhranlı anında ve İslâm ordusunun darmadağın
edildiği bir ortamda Sa'd, Peygamber'in önünde oturup vücudunu O'na siper
etmiş, hem de binlerce ok atışı ile düşmana göz açtır-mamıştır. Sa'd oklarını
savururken şöyle dua ederdi: «Allahım! Bu senin okundur. Düşmana yetiştir.»
Resûl-i Ekrem de :
«İlâhî, sana dua
etitgi zaman Sa'd'ın duasını kabul et. İlâhî atışını doğrult, dâvetine icabet
et» buyurmuş.
123 nolu hadîsin
izahında belirttiğim gibi arablar yüceltmek maksadı ile «babam, anam sana feda
olsun» şeklinde hitabta bulunurlardı. Bununla bir temenni veya dua
kasdetmezlerdi. Resûl-i Ekrem'in Zübeyr bin el-Avvam için de böyle bir hitabta
bulunduğu mezkûr hadîsten anlaşılıyor. 129 ve 130 nolu hadislerden Peygamber'in
Sa'd bin Ebî Vakkâs için de aynı hitabta bulunduğunu anlıyoruz. Râvi Hz.Ali
(Radiyallahü anh)'in, Fahr-i Kâinat efendimizin Hz. Zübeyr için böyle hitabta
bulunduğunu görmediği anlaşılıyor.
Sindi diyor ki: Sa'd
hazretlerinin, Resûl-i Ekrem'in kendisi için kullandığı bu ifadeyi anlatması
ya böyle hitab etmenin dinen caiz olduğunu bildirmek içindir, yahut şer'an
gerekli gördüğü bir yerde övgü maksadı ile olmuştur.
131) Kays bin ebi Hâzim (Radiyallakü anh)'den rivayet
edildiğine göre kendisi Sa'd bin Ebi Vakkas (Radiyallakü anh)'den şöyle
söylediğini işittim, demiştir :
—Ben Allah yolunda ok
atmış olan Arab mücâhidlerin gerçekten birincisiyim.»
[239]
İslâm uğrunda ilk
ok'un onun tarafından atılmış olması büyük bir meziyettir. Çünkü bütün sosyal
hareketlerde ve inkılâblarda ilk faaliyet çok değerlidir. Sahibini şan ve şeref
sahibi kılar. Bahis konusu ilk ok'un atılışı mes'elesi de şudur:
Hicretin birinci yılı
Peygamber efendimiz,Ubeyde bin Haris kumandası altında muhacirlerden 60 kişilik
bir süvari müfrezesini kurmuştu. Bu mücahidler arasında Sa'd de bulunuyordu.
Bu birlik Râbiğ
[240]deresine
gönderilmişti. Gaye Ebû Süfyan' in idaresinde Şam' dan dönmekte olan Mekke
kejrva-nını yakalamak idi. Bu savaş müslümanları memleketleri olan Mekke den
uzaklaştıran Mekke müşrikleri ile muhacir müs-lümanlarm ilk karşılaşması idi.
Resûhüah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bu müfrezeye bir bayrak da vermişti ki,
bu da müslümanların ilk bayrağı oluyordu. Ubeyde, Ebû Süfyan ile karşılaşınca
ilk ok'u Sad'd bin Ebî Vakkâs atmıştı ki, bu, îs-lâm uğrunda şeref ve cesaretle
atılan ilk ok idi.[241]
Buharı de Sa'd bin Ebi
Vakkâs'm menkıbeleri bahsinde aynı hadisi rivayet etmiştir.
132) Saîd bin El-Müseyyeb
(Radiyallakü ank)'den rivayet edildiğine göre kendisi şöyle demiştir:
«Sa'd bin Ebî Vakkas
(Radiyallahü anh) dedi ki: Benim müslüman olduğum gün hiç kimse müslüman
olmadı. Ben müslümanların üçte biri olarak bir hafta durdum.»
(Yâni müslüman olduğum
günden itibaren bir haftaya kadar kimse müslüman olmadı. Ondan sonra oldu.
[242]
Sa'd bin Ebî Vakkâs (Radiyallahü
anh)'in müslüman olduğu gün başkası müslüman olmamış olabilir. Ama daha önceki
günlerde müslümanlığı kabul edenler olmuştu. İbn-i Mâceh'in rivayeti
açıktır.Fakat Buhari'nin, Sad' in menkıbeleri bahsinde rivayet ettiği metin
şöyledir:
=Hiç kimse benim
müslümanlığı kabul ettiğim günden önce müslüman olmamıştır.» Başka bir
rivayette: «Benden önce kimse müslüman olmamıştır», tabiri vardır. Halbuki
bilindiği gibi Ebû Bekir, Ali, Zeydve başka zâtlar kendisinden önce müslüman
olmuştur. Buharı şerhleri ve Sindi, bu rivayeti şöyle yorumlamışlardır. H z .
Sa'd kendi itikadına ve bildiğine göre konuşmuştur.Çünkü ilk günlerde,
müslümanlığı kabul edenler îslâmi-yetlerini gizli tutuyorlar idi.Bu sebeple
Sa'd hakiki durumu o an için bilmiyordu.Hadd-i zâtında Sa'd müslümanların yedincisidir.
«Ben müslümanların
üçte biri olarak...» sözüne gelince, bu da çeşitli şekillerde yorumlanmıştır.
Şöyle ki, Sahih-i Buharı' nin Ebû Bekr'in fazileti hakkında açtığı babta «
Ammar bin Yâsir (Radiyallahü anhümâ)'dan rivayet ettiği bir hadîste Ammâr
demiştir ki:
«Ben Resûlullah'ı ilk
gördüğümde, beraberinde müslüman olarak beş köle, iki kadın ve Ebû Bekir
bulunuyordu. (Başka müslüman yoktu.)» Sarihler 5 kölenin şunlar olduğunu beyan
ederler :Bi1â1-i Habeşî, Zeyd bin Harise, Âmir İbn-i Füheyre, Ubeyd ibn-i Zeyd
ve Ebû Fükeyhe' dir. Bazı siyer kitabları Fükeyhe yerine Şokran' ı gösterirler.
îki kadın ise Hz. Hadîce ile Ümm-i Eymen, veya Sümeyye'dir. Şu duruma göre :
Hz.Sa'd3'üncü müslüman
oluşu, erkek, baliğ ve hür olarak müslüman olanların üçüncüsü şeklinde
yorumlanabilir ki: Birincisi Resûl-i Ekrem, ikincisi Ebû Bekr ve üçüncüsü S a'
d olmuş olur. Müslümanların gizli bir cemiyet halinde ilk zamanlarda yaşamış
olması dolayısı ile Sa'd ' in yalnız bir aracısı olan Ebû Bekr'i ve Peygamberi
tanımış olması ve diğerlerinden haberdar olmayışı kuvvetle muhtemeldir. Sa'd '
in, 3 kişi derken Peygam-ber'in dışında Ebû Bekr ve Hatice'yi, bir de kendisini
hesaplamış olması da muhtemeldir. Diğer taraftan 5 köle ve E b û Bekr 6 kişi
hesaplanırsa S a' d yedinci müslüman olmuş olur. Hangi şekilde yorumlanırsa
yorumlansın Hz.Sa'd ilk müslüman-lardan ve büyük mücahidlerdendir. Allah
cümlesinden râzî olsun ve bizleri şefâatlarına nail eylesin.
[243]
133) Saîd bin Zeyd (Radiyallaâvanh)'den rivayet edildiğine
göre kendisi şöyle söylemiştir: Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)
Aşere-i Mübeşşere'nin 10'uncusu idi. Çünkü :
«Ebû Bekr Cennettedir,
Ömer Cennettedir, Osman Cennettedir, Ali Cennettedir, Talha (bin Ubeydillah)
Cennettedir, Zübeyr Cennettedir, Sa'd (bin Ebi Vakkas) Çenettedir ve
Abdurrahman (bin Avf) Cennettedir.» buyurdu.
Râvi Riyan bin
el-Hâris diyor ki Said bin Zeyd'e «dokuzuncu zât kimdir?» diye soruldu. O da
«dokuzuncu benim» diye cevap verdi.»
[244]
Aşere-i Mübeşşere
(Cennetle müjdelenmiş olan 10 sahabO'nin faziletine dair olan bu hadîste
görüldüğü gibi 9 sahabî'nin ismi geç-
miştir. Ebû Ubeyde
[245]zikredilmemiş
tir. Bunu takip eden hadiste de Ebû Ubeyde' nin ismi geçmediğine göre
musannif, burada Aşere-i Mübeşşere'nin çoğunun fazileti hakkında vârid olan 2
hadisi rivayet etmek istemiş olur. Hadiste bu zâtların Cennetlik olduğu
Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) tarafından müjdelen miş olduğu için
onlara «Aşere-i Mübeşşere» ismi verilmiştir.
134) Saîd bin Zeyd[246]
(Radiyallahü ankyden rivayet edildiğine göre kendisi : Ben Resûlullah
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'den şunu buyurduğunu şüphesiz işittiğime şehadet
ederim, demiştir :
— Resûlullah
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) arkadaşları ile Hirâ dağı üstünde bulunduğu
sırada dağ deprendi. Bunun üzerine Resûlullah dağa hitaben:
Uslu dur ey Hira!
Çünkü senin üstünde ancak Peygamber veya Sıddik (= çok dürüst) veya şehîd
bulunur. (Başka kimse bulunmaz)» buyurdu ve Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)
onları şöyle saydı •. Ebû Bekr, Ömer, Osman, Ali, Talha, Zübeyr, Sa'd, İbn-i
Avf ve Saîd bin Zeyd. (Radiyallahü anhüm.)
[247]
Hirâ dağı Mekke
civarındadır.Resûl-i Ekrem Peygamber olmadan evvel bu dağa çıkar, oradaki
meşhur mağarada Allah'a ibâdet ederdi. Sindî diyor ki: «Oradaki Ebû Bekr-i
Sıd-dîk' dan sonra anılan bütün zâtlar şehid olarak vefat etmişlerdir.
Yalnız Sa'd İbn-i
Vakkas , Medine'ye yakın Akîk köyünde vefat etmiş ve Bakî denilen Medine
mezarlığına def-nedilmiştir. Bu itibarla Sa'd da Ebû Bekr gibi «Sıddik»m
şümulüne girer, denilebilir. Zira «Sıddîk» ismi genellikle; Ebû Bekr için
kullanılmakla beraber mâna itibari ile ona münhasır değildir. Nitekim 120 nolu
hadîste Hz.Ali: «Sıddîk-ı Ekber benim» demiştir. Yahut da «Şehîd»den murad şehîdlerin
sevabına erişendir, diye yorum yapılabilir.
Sahih-i Buhari'nin,
Ebû Bekr'in fazileti bahsinde Enes bin Mâlik' ten rivayet ettiği bir hadîste de
şöyle buyurulu-yor:
«Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bir ara Ebû Bekir, Ömer, ve Osman {Radiyallahü
anhüm) ile birlikte Uhud dağına çık mışti.Orada iken Uhud dağında bir deprem
vuku buldu. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem:
—Ey Uhud dur! Çünkü
senin üstünde bir Peygamber, bir Sıd-düt (çok doğru) ve iki şehîd vardır-
buyurdu.
Uhud dağı Medine' nin
şimalinde bir dağdır. Uhud savaşı bu dağın eteğinde cereyan etmiştir. Resûl-i
Ekrem Te bûk seferinden dönerken Uhud '
u görünce :
«işte dağcağız, o bizi
sever, biz de onu severiz.» sözü ile bu dağa büyük şeref vermiştir.
Her iki hadîsin
sıhhatmda şüphe yoktur. Uhud dağı Medîne' de ve Hirâ dağı da Mekke'de olduğuna
göre bu olayın iki defa vuku bulduğunu kabul etmek neticesine varılır.
[248]
135) Huzeyfe İbn-i Yemân (Radiyallahü anh)'der\ şöyle
dediği rivayet edilmiştir :
Resûlullah (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem) Necrân ehline buyurdu ki :
«Ben hakkıyla
güvenilen ve itimada lâyık bir adamı sizlerle göndereceğim!» Bu söz üzerine*
Sahabîler (bu yüce emniyete kimin maz-har olacağını anlamak için) intizar
etmeye başladılar. Biraz sonra Peygamber (Salîallahü Aleyhi ve Sellem) Ebû
Ubeyde bin el-Cerrah'ı (onlarla) gönderdi.»
136) Abdullah (İbn-i Mes'ûd)
[249] (Radiyallahü anh)'den rivayet edildiğine
göre kendisi şöyle demiştir :
Şüphesiz Resûlullah
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem), Ebû Ubeyde bin el-Cerrah'ı göstererek onun
haklında:
«İşte bu adam, İslâm
ümmetinin eminidir» buyurdu.
[250]
Necrân; Yemen
tarafında ve Mekke'ye 7 konak mesafede bir şehirdir. Halkı hıristiyan idi.
Aralarında yahûdiler de var idi. Yahudi olan Yemen Meliki Ebû Nuvâs,
hıristiyanlan baskı ile kendi dinine döndürmek istedi. Direnenlere işkence yapmak
için hendekler kazdırıp onları bu hendekler içinde yakmak suretiyle
cezalandırdı. Kur'an-i Kerîm bu zâlimlere Ashâbı Uhdûd ( uzun hendekler
sahibleri) ismini veriyor. Ve B'urûç sûresinin 4 - 7'nci âyetlerinde bu fecî
olayı zikrediyor.
İbn-i Sa'd 'ın
beyanına göre; Resûl-i Ekrem Necrân hıristiyanlarma yazdığı bir mektup ile
onları Medîne' ye davet ediyor* Bu davet üzerine emirleri Abdülmesih Âkib'in
başkanlığında 14 kişilik bir hey'et Medine'ye geliyor. Hey'et içinde en büyük
bilginleri Ebü'l-Hâris Alkarna ile Seyyid Eyhemde var idi. Bunlar Resûl-i
Ekrem'in huzuruna çıktılar Selamlaşmadan sonra İslama davet edildiler. Fakat
hey'et İslâmiyete girmeyi kabul etmedi. Resûl-i Ekrem onlara Kur'an okudu. İsa
(Aleyhisselâm) hakkında uzun konuşmalar ve tartışmalar oldu. Buna rağmen bir
türlü hakkı kabul etmediler. Bunun üzerine Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve
Sellem) onlara:
«Benim tebliğimi kabul
etmiyorsunuz, gidiniz! Ailenizle geliniz, sizinle mulâana[251]
edelim» buyurdu. Mulâana teklifi ve uygulama sı Âl-i îmrân sûresinin 61'inci
âyetinde meâlen şöyle bildiriliyor:
«İsa'nın Allah'ın kulu
ve Resulü olduğuna dair sana ilim geldikten sonra onun hakkında kim seninle
münâkaşaya kalkışırsa şöyle de:
Geliniz oğullarımızı
ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, bizleri ve sizleri çağıralım,
sonra hepimiz dua edip 'yelva^alım da Allah'ın lanetini yalancıların üzerine
okuyalım.»
Hey'et teklif edilen
mülâaneden de çekindi ve Necrân' hlar cizye vermeye rızâ gösterdiler.
Buharı' nin yine
Huzeyfe (Radiyallahü anh) 'den naklettiği hadîs metni daha geniştir. Buharı
-Kıssatü Ehl-i Necrân» başlığı altında zikrettiği hadis uzundur. Baş kısmında
Necrân'in iki liderinin Peygamber'e gelişleri ve mulâana etmemeyi kararlaştırdıkları
anlatılıyor. Daha sonra buyuruluyor ki:
"Necrân'ıni
başkanı Peygamber'e gelerek:
—(Hıristiyan kalacağız. Fakat) bizden istediğin vergiyi ödiyeceğiz! Ancak bizimle itimada şayan bir memur gönderiniz! Göndereceğiniz zât muhakkak emîn olsun, dediler. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) de:
—«Ben şüphesiz,
hakkıyle emîn ve itimada lâyık bir kişiyi gönderirim» buyurdu. Peygamber'in bu
sözü üzerine Sahabîler (anılan emniyet ve itimad kime âid olacak diye)
beklediler. Bundan sonra Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
-Kalk yâ Ebâ Ubeyde
bin Cerrah!» buyurdu. Ebû Ubeyde ayağa kalkınca da Peygamber onu göstererek :
«İşte bu gördüğünüz
sîmâ İslâm ümmetinin eminidir» buyurdu." îbn-i Sa'd'in beyânına nazaran
yapılan antlaşmaya göre Necrân halkı yılda 2 bin kat elbise, 80 dirhem nakid
verecektir; Yemen'de bir karışıklık olursa Necrân' lılar emaneten zırh, kargı,
at ve deveden otuzar âdet vereceklerdi. Bu antlaşma Hz.Ömer (Radıyallâhü
anh)'in hilâfeti zamanına kadar yürürlükte kaldı.Hz.Ömer (Radiyallahü anh)
devrinde Arab yarımadası gayr-i müslimlerden temizlenince bunların emlâk ve
arazilerinin normal bedelleri verilerek Küfe civarında yine Necrân adı verilen
bir yere nakledildiler.
[252]
137) Ali (bin Ebi Talib)
(Radiyallahü anh)'den rivayet edildiğine göre kendisi Resûlullah
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu, demiştir.
«Eğer (Ashabım ile)
istişare etmeksizin bir kimseyi kendime halîfe seçseydim, İbn-i Ümm-i Abd'i
seçerdim.
[253]
Ümm-i Abd,
Abdullah'm anasının ismi olduğu
için Abdullah'a İbn-i Ümm-i
Abd künyesi verilmiştir.
Hadis,Abdullah İbn-i
Mes'ûd'un Resûl-i Ekrem nez-dindeki
değerini belirtir.Bâzı hadîs âlimleri :«Buradaki halîfeden maksad,
müslümanlarm başkanı değildir. Çünkü
hakikî mânadaki halîfenin Kureyş1
ten olması gerekliliği nassla sabittir.
İbn-i Mes'ûd ise
Kureyş' ten değildir. Bu sebeple-halîfeden murad, muayyen bir
ordu kumandanı veya belirli bir kısım işlerde yahut bir bölgede idare âmiri
demektir, demişlerdir.» Sindi bu yorumu
naklettikten sonra diyor ki: «Bence Resûl-i Ekrem'in maksadı hakikî mânadaki
Halîfe olabilir. Halîfe'nin Kureyş' ten
olmasına dair bir ilâhî emir olmadan önce
İbn-i Mes'ûd'un ilmi liyâkati,
isabetli görüşleri, üstün idarecilik kabiliyeti ve sayısız meziyetleri dolayısı
ile Peygamber (Salîallahü Aleyhi ve Sellem) efendimiz O'nu hilâfete
liyakatli görmüş, bu sözü söylemiş ve bilâhare Halife'nin Kureyş' ten olması hükmü gelmiş olabilir. Diğer
taraftan şu maksadın ifade edilmek istenmesi de muhtemeldir: Kişinin halîfe
seçilebilmesi için bulunması gerekli her türlü olgunluk ve dolgunluk İbn-i
Mes'ûd'de mevcuttur. Bu durum bilindiği için böyle bir tayine gidilmiş olsaydı
istişareye lüzum yoktu. Çünkü yapılacak istişareden gaye, bu liyakat ve
kemalâtın olup olmadığının tesbitidir. Ama Kureyş'ten olmadığından halifelik
için aranan bir niteliğinin olmayışı ve bu sebeple hâlife olamayışı başka bir
husustur.»
138) Abdullah İbn-i Mes'ûd (Radiyallahü anh)'den rivayet
edildiğine göre Ebû Bekir ve Ömer (Radiyallahü anhütnâ) kendisini Resûlullah
(Sallalla-hu Aleyhi ve Sellemyin şu buyruğu ile müjdelediler:
«Kim, yeni indiği gibi
Kur'an'ı okumağa heves ederse, İbn-i Ümm-i Abd'in kıraati üzerine onu okusun.
[254]
İlk Müslümanlardan ve
bir rivayete göre 8'ncı müslüman olan lbn-i Ümm-i Abd (Radiyallahü anh)
müsİüman olur ol- hemen Peygamber'e hizmet etmeye başlamış, bütün savaşlara katılmış,
hazerde ve seferde ondan ayrılmamıştır. Böylece daima Efendimizin sohbetinde
bulunduğu için fıkıhta ve Kur'an-ı Kerim kıraati hususunda en yüksek mevkii
ihraz etmiştir. Kelimelerin zabtına ve rivayetin iyice alınmasına âzami
titizlik ve önem göstermiştir. Bizzat Resûl-i Ekrem'in mübarek ağzından 70
sûre hıfzetmiştir. Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) onun hafızlık ve
kıraat hususundaki mahareti ve ehemmiyet verişini zaman zaman takdir ederlerdi.
Hadîs de bu takdirin bariz bir örneğidir.
Hadis metninde geçen
«Gadd» kelimesi; lügatta tab taze ot, yeni yağan ve hiç değişmeyen yağmur,
hurmanın çiçek yerinde çıkan yeni tomurcuk, yeni doğan buzağı vesair mânalara
gelir. Burda da «taze ve yeni» manasınadır.
İbn-i Ümm-i Abd'in
kırâatından maksad, onun kıraat yolu ve okurken takındığı tavırdır. Yahut da
Peygamber'in huzurunda bir ara okumuş olduğu Nisa sûresinin başından 41. âyete
kadar olan parçadır.
139) Abdullah İbn-i Mes'ûd (Radiyallahü anh)'den rivayet
edildiğine göre Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) kendisine şöyle
buyurmuştur:
«(Ey Abdullah) Ben seni men edinceye kadar (müsâade almadan)
odamın kapısının örtüsünü kaldırabilir ve sırrımı işitebilirsin!»
[255]
Müs1im'in Selâm
kitabının 6'ncı babına aldığı hadîsin metni şöyledir:
«Ben seni men edinceye
kadar kapımın Örtüsünü kaldırman ve sırrımı işitmen için sana izin veriyorum.»
Müs1im'in bazı
nüshalarında «Tesmaa = işitmen» fiili yerine «Testemia = dinlemen» fiili
bulunuyor.Tabii Resûlullah'm sırrını dinleyebilmek, işitebilmekten daha
önemlidir.
Metinde geçen «Sivad»
kelimesi lügatta karaltı, kalıb ve şahıs anlamına gelir.Bu kökten alınan
müsâvede : iki şahsın baş başa verip gizli konuşmalarıdır.Burada «Sivâd» ile
sır mânasının kasdedil-diği hususunda âlimler ittifak halindedirler.
Hadîs, İbn-i Mes'ûd
(Radiyallahü anh)'ın Peygamber'in yanındaki itibar ve itimadını bildirmektedir.
Esved bin Yezid
en-Nahai diyor ki: Ebû Musa el-Eş'arî' den şöyle işittim : Ben ve kardeşim
Yemen' den Medine ' ye geldiğimizde Peygamber'in durum ve davranışlarını tetkik
etmek üzere bir süre bekledik. En çok vâkıf olduğumuz husus îbn-i Mes'ûd'un
Resûlullah'm hane halkından birisi olmasıdır. Çünkü Resûlullah'm huzuruna daima
İbn-i Mes'ûd ile anası Ümm-i Abd'in
girdiğini görüyorduk.
tbn-i Mes'ûd,
Peygamber'in odasına girer, ayakkabısını giydirir, beraberinde ve gerektiğinde
önünde yürürdü. Peygamber, boy abdestini aldığı zaman İbn-i
Mes'ûd O'nu beklerdi.
Müslim şârihi Nevevi
der ki: Bu hadîs, bir eve girmenin serbest olduğuna dair görülen alâmete
dayanarak; oraya girmenin caiz olduğuna delâlet eder. O halde büyük devlet
adamları olsun, başka kimseler olsun, yanlarına girmenin muayyen kişiler, zümreler
veya bilumum halk için serbest olduğunu gösterir bir belirti bulunduğu
takdirde bu belirtiye dayanarak izin istemeden onların yanına girmek caizdir.
Keza; kişi; hizmetçileri, köleleri, cariyeleri, büyük çocukları ve ev halkı
ile kendisi arasında böyle bir alâmet koyduğu, zaman hüküm aynidir. Serbestlik
alâmeti olunca izinsiz girilebilir. Aksi takdirde izin almadan odasına
girilemez.
[256]
140) Abbâs bin Abdülmuttalib[257] (Radiyallahü anAJ'den rivayet edildiğine göre kendisi şöyle demiştir :
Kureyş'ten olan her hangi bir gurup, kendi aralarında konuşurken biz onlara rastladık. (Biz onların yanına varınca) konuşmalarını keserlerdi.Nihayet bu durumu Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e anlattık. Bunun üzerine Resûîullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
«Birbirleri ile konuşurlar da benim ehli Beytimden bir adamı görünce konuşmalarını kesen kavimlerin (bu) durumu nedir? Allah'a yemin ederim ki Allah için ve bana yakınlıkları için onları (Ehl-i Beytim'i) sevmedikçe kişinin kalbine îman girmez», buyurdu.[258]
Sindi diyor ki:Hz. Abbas'm «Biz onların yanına varınca konuşmalarını keserlerdi» sözünden maksadı: Kureyş, bize karşı beslediği öfke ve düşmanlıktan dolayı böyle hareket ederlerdi Halbuki, konuşmalarının konusu bizden gizli tutulması gerekli bir sır değildi, demek istemiş. Çünkü sırların gizli tutulması yadırganacak bir şey değildir.
Sindi'nin bu yorumu, Resûiullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)' in sert konuşması ile teyid buluyor. Zira; eğer öfke ve düşmanlık dola-yısı ile değiî de, sır olduğu için Kureyş, Ehl-i Beyt'ten birisim gördüğünde konuşmalarını kesmiş olsaydılar bundan dolayı Resûlullah, bu hallerini kınamaz ev Ehl-i Beyt'i sevmenin önemini belirtmezdi.
Sindi daha sonra diyor ki: Rivayete göre, Abbâs (Radiyallahü anh) öfkeli bir halde Resûl-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in huzuruna çıktı. Resûlullah, ona :
— «Seni öfkelendiren şey nedir?» diye sordu. Abbâs:
—Bizimle Kureyş'in arasında ne var? bilmiyorum.Birbirine rastladıkları zaman muhabbet ve güler yüzle konuşurlar.Bize rastlayınca başka türlü davranırlar, diye cevap verdi. Bunun üzerine Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) o derece öfkelendi ki mübarek yüzü kıp kırmızı oldu.» Sonra da bu hadisi buyurdu. Sindi bunu söyledikten sonra hadisin Tirmizî [259] tarafından da rivayet edilerek sahih gösterildiğini nakleder.
Hadisin metninde geçen «Allah için ve bana yakınlıkları için...»
cümlesinden çıkan istek aşağıya meali alman Şûra sûresinin 23'ün-cü âyeti ile teyid edilmiştir:
«... (Ey Resulüm! Emirlerimi tebliğ etmekte olduğun kimselere) de kî: «Ben (bu tebliğ hizmetinden dolayı) sizden yakınlarımı sevmekten başka bir mükâfat istemiyeceğim...»
141) Abdullah bin Amr (Radİyülalhü anhümâ)'âan rivayet edildiğine göre Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu, demiştir:
«Şüphesiz Allah, İbrahim (Aleyhısselâm)'ı halil ittihaz ettiği gibi beni de halil edindi. Bu sebeple kıyamet günü Cennette benim yerim ile İbrahim'in yeri karşı karşıyadır.Abbâs da aramızda olup iki halil arasında bir mü'mindir.» [260]
Hadis, Hz.Abbâs (Radiyalahü anh) 'm Cennetlik makamının ne kadar yüksek olduğunu bildirir. O, Resûl-i Ekrem'in öz amcası ve ibrahim peygamberin sülâlesinden gelen bir torunu olduğu için Cennetteki makamı iki peygamber'in makamları arasında yer alır.
«Zevâid» sahibi, bu hadisin senedinin zayıf olduğunu şöyle beyan eder:
Hadis âlimleri, râvi Abdülvahhab'ın zayıflığı hususunda ittifak etmişlerdir. Hattâ Ebû Dâvud, onun hadîs uydurduğunu söylemiştir. El Hâkim de o'nun mevzu hadisleri rivayet ettiğini söylemiştir, ibn-i Receb ise; bu hadîsin yalnız îbn-i Mâceh tarafından alındığını,diğer sahih hadîs kitaplarında yer almadığını, zira bu hadîsin, Abdülvahhab'ın mevzu hadîslerinden olduğunu ve Ebû Dâvud'un da Abdülvah-hab'ın hadislerinin zayıf olduğunu söylediğini beyan eder.
Sahih-i Buharî'nin menkıbeler bölümünden Hz. Abbâs'm fazileti için ayırdığı babta Enes (Radiyalalhü anh)'den rivayet ettiğine göre kuraklık olduğu zaman Hz.Ömer yağmur duasını ederken Abdülmuttalib'in oğlu Abbâs ile tevessül ederek:
«Allah'ım! Biz Peygamberimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ile sana tevessül ederdik. Sen de bize yağmur verirdin. Biz (Peygam-ber'den sonra) Nebimizin amucası (Abbas) ile sana tevessül ediyoruz. Bize yağmur ihsan eyle», diye dua ederdi. Onun duası hemen kabul olup yağmur verilirdi. [261]
142) Ebû Hüreyre (Radiyallahü anh)'den rivayet edildiğine göre Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Hasan (bin Ali) için şöyle dua etti :
«Allah'ım! Gerçekten ben bunu seviyorum. Bunu, şen de sev ve bunu seveni de sev.» Ebû Hüreyre dedi ki: Ve Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) onu bağrına bastı.
143) Ebû Hüreyre (Radiyallahü anh)'âen rivayet edildiğine göre Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
«Hasan ve Hüseyin! seven kimse şüphesiz beni sevmiş olur. Ve onlara buğz eden kimse şüphesiz bana buğz etmiş olur» buyurdu.[262]
144) Saîd bin Ebî Râşid (Radiyallahü anh)'den rivayet edildiğine göre Ya'la bin Murre (Radiyallahü anh) onlara : Kendileri (bir cemaat halinde Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ile davet edildikleri bir yemeğe giderlerken ; sokakta oynayan Hüseyin ile aniden karşılaşıldı. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) beraberindeki cemâatin önüne geçti ve iki kolunu açU. {Hüseyin'i yakalamak istedi) Çocuk ise yakalanmamak için şuraya buraya kaçıyordu. Resûlullah çocukla gülüşerek (onu kovalıyordu.) Nihayet onu yakaladı sonra bir elini çocuğun çenesinin altına diğer elini onun ensesine koydu bunun akabinde onu öptü ve şöyle buyurdu, demiştir :
«Hüseyin benden bir parçadır. Ben de Hüseyin'denim. Kim Hüseyin'i severse Allah da onu sevsin. Hüseyin'i Asbât (torunlar)'dan bir sıbt (torun)'dır.»
Ali bin Muhammed, Vekî ve Süfyan'dan rivayet edilen ikinci bir sened ile aynı hadis bize (îbn-i Mâceh'e) intikal etmiştir.[263]
145) Zeyd bin Erkam[264] (Radiyallahü anh)'den rivayet edildiğine göre
Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Ali, Fâtime, Hasan ve Hüseyin (Radiyallahü anhüm)'e hitaben şöyle buyurdu:
«Sizler, barış halinde bulunduğunuz kimse ile bende barış halinde olurum ve harp halinde bulunduğunuz kimse ile ben de harp halinde olurum.» [265]
Hasan ve Hüseyin (Radiyallahü anhümâl'nın menkıbelerinin çoğu müşterek olduğu içm müellif bu iki zâtın faziletine dair hadîsleri bir başlık altında topladı.
Müslim, ilk hadîsi 4 sened ile Sahîh'inde rivayet etmiştir. Ebû Hüreyre (Radiyallahü anh)'den rivayet ettiği metinlerden birisi biraz uzuncadır. Bu rivayet şöyledir :
Ebû Hüreyre {Radiyallahü anh)'den rivayet edildiğine göre kendisi şöyle demiştir:
«Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) (bir kere) gündüz bir ara (evinden) çıkıp ne o bana, ne de ben ona bir şey söyîemiyerek Kaynuka' çarşısına varıncaya kadar (yürüdü.) Sonra dönüp Fâtime (Radiyallahü anhâ) 'nra evinin önünde bir kenara oturdu ve (Hz. Hasan'ı kasdederek) :
—Küçük! Orda mısın, küçük orda mısın? diye sordu. Fâtime (Radiyallahü anhâ) çocuğun hemen evden çıkmasını biraz durdurdu. Bu esnada ya çocuğu giydiriyordu, yahut saçını başını yıkayıp tarıyordu, sanıyorum. Sonra çocuk koşarak geldi. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) çocuğu kucakladı ve öptü. Daha sonra:
«Allah'ım! Sen bu çocuğu sev, bunu seveni de sev.»"
Müs1im'in sarihi Nevevî, bu hadisi açıklarken ondan istifade edilen hususları şöyle sıralar:
Çocukları iyi giyindirmenin, temizlemenin, saçlarını taramanın, özellikle büyük adamların yanına gidecekleri zaman üst ve başlarının tertemiz tutulmasının müstehap olduğu,
Peygamber'in çarşıya gidip dolaşması, Fâtime' nin evinin önünde bir tarafa oturması, çocukla şakalaşması ve onu kucaklaması ue Peygamber'in yüce bir tevâzua sahip olduğu,Resûl Ekrem'in ahlâkı ile ahlâklanmak durumunda olan mü'- bu örnek tavâzudan ders alması için ışık tuttuğu,Çocukları öpmek, ucaklamak ve onlarla şakalaşmanın müste-hap olduğu anlaşılıyor.
Erginlik çağına varmış olan iki erkeğin kucaklaşması ve birbirinin boynuna sarılması mes'elesi hususunda ise âlimler arasında ihtilâf vardır. Şöyle ki:
Muhammed İbn-i Şîrîn,
Abdullah İbn-i Avn, Ebû Hanîfe ve Muhammed, kucaklaşmanın mekruh olduğunu
söylemişlerdir. Bunların delili Tirmizî'nin rivayet edip Hasen olduğunu
söylediği Enes bin Mâli k' in hadisidir.
Hz.Enes diyor ki: Bir adam, Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e :
—Biz müslümanlardan birisi mü'min kardeşine veya bir dostuna -astlayınca ona hürmeten eğilmeli midir? diye sordu.Resûl-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Seîlem) :
—«Hayır! (eğilmemelidir.)» diye cevap verdi. Adam:
—Onu kucaklayıp öpmeli midir? diye sorunca Resûiullah .
—«Hayır», diye cevap verdi. Bu defa soru sahibi:
—Musafaha (tokalaşma) etmeli mi? dedi. Resûiullah:
—«Evet», diyerek musafahayi uygun buldu.
Diğer tarafta Şa'bî.Ebû Miclez, Lâhık bin Humeyd, Amr îbn-i Meymûn, Esved İbn-i Hilâl ve Ebû Yûsuf, kucaklaşmada bir beis yoktur, demişlerdir. Bu görüş Hz. Ömer'den de nakledilmiştir. Onların delili şu hadîstir:
"Ca'fer bin Ebî Tâlib demiştir ki: Biz Habeşistan'dan döndüğümüzde Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) beni kucakladı."
Bu hadîsin de râvileri tamamen sıka'dır. Tahâvî:Bir çok sahâbî'nin bir biriyle kucaklaştıklarını rivayet ederek onların bu hareketleri kucaklaşmanın mübahlığı hakkında Peygamber'den rivayet edilen hadîslerin kucaklaşmasının yasaklanmasına dâir olan hadîslerden sonra olduğuna delâlet eder, diyor.İki erkeğin giyinmiş kuşanmış vaziyette iken kucaklaşması Hanefî mezhebine göre caizdir.
Kİtabü'l-Edeb'de inşaallah bu hususta daha geniş izahat verilecektir.
Sahîh-i Müslim'in Ebû Hüreyre' den rivayet ettiği ve yukarıya tercemesini aldığımız hadîste Peygamberin Hüseyin'i öptüğü bildiriliyor.îbn-i Mâceh'in Ya'lâ bin Mürre'den rivayet ettiği 144 nolu hadiste de aynı durum belirtiliyor.
Hanefi mezhebinin büyük fıkıhçılarından olan Ebü'l-Leys-i Semerkandî «Camiu's-Sağîr» şerhinde öpme mes'e-lesini şöyle izah etmiştir:
Öpmek; ta'zim, şefkat, rahmet, şehvet ve mahabbet için olmak üzere 5 çeşittir.
1) Ta'zim için öpmek : Mü'min'in saygı değer gördüğü zatların elini öpmesi gibi.
2) Şefkat için öpmek; çocuğun kendi baba ve anasını öpmesi gibi.
3) Merhamet için öpmek; Baba ve ananın kendi çocuğunun yanağını öpmesi gibi.
4) Şehvet için öpmek; kişinin eşinin ağzını öpmesi gibi.
5) Mahabbet için öpmek, kardeşlerin birbirlerinin yanağını öpmesi gibi.
Bazı fıkıh âlimleri bu çeşitlere dinî öpmek çeşidini de ilâve etmişlerdir.Bu da Hacer-i Esved'i öpmektir.
Öpmenin cevazı hususunda bir çok hadîs varid olmuştur. Ancak bu hadîsler saygı ve ikram için olan öpme çeşitleri ile yorumlanmıştır. Şehvet maksadı ile olursa caiz değildir. Yalnız zevç ve zevce hakkında mubahtır.
Hadiste geçen «Hasan ve Hüseyin'i seven..» cümleleri Resûl-i Ekrem ile torunları arasında ittihad ve bütünlüğü ifade eder.Peygamber'in birer parçası oldukları için onları sevmek Peygamberi sevmek oluyor.Ve onlara buğzetmek Peygamber'e buğzetmek sayılıyor. Sindi bu hadîsi açıklarken diyor ki:Hadis, Hasan ve Hüseyin'i sevmenin farz olduğunu, onsuz imanın tamamlanmadığını belirtiyor.Çünkü Peygamber'i sevmenin hükmü budur. Peygamber'i sevmek de onları sevmekle kayıtlanmıştır.Kişi, onları sevmedikçe Peygamber'i sevmiş sayılamaz.
144 nolu hadîste geçen «Hüseyin bendendir. Ben de Hüseyin'denim», ifadesi ile Resûl-i Ekrem, kendi zâti ile Hüseyin arasındaki ittihad, birlik ve bütünlüğü kasdediyor. Bir vücud halinde bulundukları için her birisi diğerinin bir parçasıdır, denilebilir.
Hadîsteki «Hüseyin Asbât'tan bir sıbt'tır» cümlesinde geçen sıbt torun demektir. Bu cümle, Peygamber ile Hüse yin'in yek vücûd olduğunu teyid için kullanılmıştır.Bu cümlenin, Hüseyin'in ResûM Ekrem'e torun olmaya lâyık ve takdire şayan bir şahsiyet olduğunu beyan etmek için getirilmiş olduğu muhtemeldir.
Sıbt: Kabile mânasında da kullanılmıştır.Burada bu mânanın murad olduğunu söyleyenler de vardır. Buna göre maksad, H z Hüseyin'in neslinin devam edip çoğalacağını bildirmektir.
Sıbt:Ümmet anlamında da kullanılmıştır.Burada bu mâna da düşünülebilir.Yani Hüseyin hayır sıfatlarının tümünde kemale erdiği için kendi başına bir ümmettir. Nitekim Nah1 sûresinin 120'nci âyetinde Cenâb-ı Allah İbrahim tAleyhisselâm) 'in bir ümmet olduğunu şöyle beyan buyurmuştur:
«Şüphesiz İbrahim hak dine yönelen, Allah'a itaat a devam eden, bütün hayırlı vasıfları şahsında taplıyan bir ümmet idi. Hiç bir zaman Allah'a ortak koşanlardan olmadı.»
Râvi Ya'la bin Mürre es-Sakafî Ebü'l-Mürazim Sahabîdir.îbn-i Siyâbe künyesi ile tanınmıştır.Hudeybiye ve Hayber seferinde bulunmuştur.Kendisinden bir miktar hadîs rivayet edilmiştir.Râvileri, oğulları Abdullah ve Osman'dır.[266]
146) Ali bin Ebî Tâlib (Radiyallahü anh)'âen rivayet edildiğine göre kendisi demiştir ki: Ben Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellemy'm yanında oturuyordum. Ammâr bin Yâsir huzura çıkmak için (kapıda) izin istedi. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
Ammâr'a (içeri girmesi için) izin veriniz! Tayyib aslında güzel olan ve) Mutayyab (=daha da güzelleştirilen Ammâr)'a merhaba»[268]
Hadîsin metninde geçen «Tayyib» güzel, iyi, tatlı ve lezzetli mânalarında kullanılır. Metindeki «Mutayyab» ise : güzelleştirilmiş, iyi kılınmış, tatlı yapılmış ve lezzetli edilmiş anlamlarına gelir.Sindi bu hadisin izahında diyor ki: Ammâr için «Tayyib ve Mutayyab» sıfatları kulanılmış olduğu için bana öyle geliyor ki Ammar'm doğuştan istikamet ve selâmet gibi güzel meziyetler üzerine yaratılmış olduğu ve sonra Kur'an ve Hadis ilmi ile daha. da güzelleştirilmiş olduğu muraddır.
147) Hâni' bin Hâni'[269] (Radiyallahü anh)'den şöyle dediği mervîdir .
Ammâr (Hz.) Ali'nin yanına girdi. Ali (Radiyaîlahü anh) onu kasdederek) : Tayyib (= aslında güzel olan ve) Mutayyab (daha çüzelleştirilenje merhaba! Ben Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Scllem)'den işittim buyuruyordu ki :
«Ammâr, kemiklerinin uçlarına kadar (bütün vücudu) iman ile doldurulmuştur.» [270]
Sindî diyor ki: Bu hadîs, bir önceki hadîste geçen *Tayyıb»ın doğuştan güzel mânasında kullanıldığına delâlet eder, denilebilir.Aslında güzel olan Ammâr Allah'ın iradesi ile kemiklerinin uçlarına kadar, (tabiri caiz ise tepeden tırnağa) iman ile doldurulmuştur.
Ammâr (Radiyallahü anh) 'm, Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in hadîsteki yüce iltifat ve medhine mazhar olmasına sebep olan olay şudur:
Mekke müşrikleri; Ammâr'ı, babası Yâsir'i anası Sümeyye'yi, Suhayb'ı Bilâl'ı,Habbâb'ı ve Sâ1im'i yakahyarak İslâmiyetten döndürmek için bunlara işkence yapmaya başladılar.Ammâr'm babası ve anası hiç bir zahirî taviz bile vermeyince fecî bir şekilde şehid edildiler. İslâm'ın ilk iki şehidi oldular.Ammâr ise müşriklerin azabından kurtulmak için dil ile onlara bir tâviz vermekle beraber kalbi iman ile dolup taşıyordu.Ammâr'm dil ile verdiği taviz üzerine onun kâfir olduğu haberi Peygamber'e ulaşınca Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bu hadisi buyurdu. Katad e'nin naklettiğine göre Ammâr ağlıya ağlıya Resûl-i Ekrem'in yanma vardı.Peygamber'e kalbinin iman ile dolu olduğunu söyledi. Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Ammâr'in göz yaşlarını mübarek eliyle silerek:
«Yâ Ammâr! Sana ne oluyor? Eğer müşrikler tekrar sana işkence yaparlarsa sen yine söylediklerini söyle», demekle Ammâr'ı teselli buyurdu.Nihayet meali aşağıya alman Nah1 sûresinin 106. âyeti bir rivayete göre Ammâr hakkında nazil oldu.
«Kalbi iman ile kararlaşmış olduğu halde (küfür kelimesini söylemeye) zorlananlar müstesna, kim Allah'a küfrederse onlara şiddetli azâb var; Lâkin küfre bağrını açanlar üzerine Allah'tan bir öfke ve kendilerine çok büyük bîr azab vardır.»
148) Âişe (Radiyallahü anhâ)'ûa.n rivayet edildiğine göre kendisi Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), şöyle buyurdu, demiştir :
-Ammâr, kendisine arzolunan iki şeyden daima en doğrusunu seçmiştir.»
Miftâhü'I-Hâce'de rivayet edilen başka bir hadîs şöyledir:
Ammâr iki şey arasında muhayyer kılınırken daima en kolay olanı seçmiştir.
iki rivayet de Ammâr (Radiyallahü arın) in üstün bir meziyetini belirtmiştir. Bu meziyet Ammâr'm daima hedefe kolayca götürücü en isabetli ve doğru yolu seçmeyi prensip haline getirmiş olmasıdır. [271]
149) Büreyde [274](bin el-Husayb el-Eslemî) (Radiyaüahü anh)'den rivayet edildiğine göre Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur :
— «Şüphesiz Allah dört kişiyi fazla sevhıemi emretti. Ve onları sevdiğini bana haber verdi.»
— (Ashâb tarafından) : Yâ Resul ali ah! Bu dört zât kimlerdir? diye soruldu. Resul-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) buna cevaben t
— «Ali onlardandır. Peygamber bu cümleyi üç defa tekrarladı. (Ve kalan üç zâtı şöyle sıraladı) : Ve Ebû Zer(-i Gıfarî), Seimân(-ı Farisî) ve Mikdad (bin Esvedîdir- buyurdu.» [275]
Sindi diyor ki: Hadiste anılan dört kişiyi sevmek için Allah tarafından verilen emir zahiren vücub içindir. Yani emri yerine getirmek mecburidir. Muhtemelen emir mendubluk içindir. Yani em-rin yerine getirilmesi zorunlu olmamakla beraber ifası sevâbtır. İster vücup, ister mendubluk için olsun, Resûl-i Ekrem'e verilen emir, onun ümmetine de verilmiş oluyor. Bu itibarla mü'minlerin, bu zatları faylasıyle sevmeleri beklenir.
Tirmizi, bu hadîsi Ebû Hüreyre (Radiyallahü anh) 'den rivayet etmiştir. «Câmiü's Sağır» Sarihi Azizi ile Haşiyesi sahibi Muhammed Hafnî, hadîsin açıklamasını yaparlarken derler ki:
Resûl-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bütün sahabîleri severdi. Burada istenen mahabbet, mezkûr zâtların taşıdığı meziyetler, menkıbeler ve eserleri itibariyle özel ve fazla sevgidir. Ama fazla sevmek emri bunların diğer sahabîlerden mutlaka üstünlüğünü gerektirmez.
Hz. Ali (Radiyallahü anh)'in üstün sevgiye liyakati mucip menkıbeleri çok ve malûmdur. Sâbikîn-i Evvelin (= ilk müslüman-lar) dendir. Hattâ ilk müslüman zat olduğu söylenmiştir. Resûl-i Ekrem'in amucası oğlu ve damadıdır. Muhacirler ve Ensâr arasında kardeşlik akdi yapılırken, Peygamber ona: «Sen benim dünyada ve âhirette kardeşimsin» demekle onu kendi zâtına kardeş kılmıştır.[276] Ehl-i Sünnet mezhebine göre Ebû Bekr, Ömer ve Osman' dan sonra ümmetin efçlalıdır. Hatta bazı Ehl-i Sünnet âlimleri O s m a n' m ondan efdal olduğu görüşüne katılmamışlardır. Allah cümlesinden râzi olsun. Kitabın 114 ilâ 121 nolu hadisleri onun faziletine dairdir. Bu arada kısa hâl tercemesini de verdik.
Diğer zâtlara gelince; bunların kısa hâl tercemesini yazmakla faziletlerine kısmen göz atmış oluruz.
150) Abdullah İbn-i Mes'ûd (Radiyallahü an*)'den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
«Müslüman olduğunu ilk açıklayan (şu) yedi zat idi: Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), Ebû Bekir, Ammâr, anası Sümeyye,[277] Suhayb,[278] Bilâl (-i Habeşî) ve Mikdad (bin el-Esved).
(Müşriklerin bunlara karşı takındığı tavıra gelince), Allah, Resûl-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sel!em)'i amcası Ebû Taîib (in himayesi) ile (müşriklerden) korudu. Ebû Bekr'i de kavminin nüfuzu ile korudu. Fakat diğer müslümanlar ise, müşrikler, onları yakaladı. Demirden (mamul gömlekler giydirip vücûtlarının yağlarını eritmek sureti ile tazib etmek için onları (Mekke'nin) kızgın güneşi altında yatırdılar, tslâmiyetten döndürmek için sürdürdükleri bu azablara dayanamayan bu müslümahlarm hepisi müşriklerin istediğini (zahiren) kabullendiler. Fakat Bilâl müstesna (o zahiren bile müşriklere en ufak bir tâviz vermedi.) Çünkü, Bilâl, Allah uğrunda canını feda etmeşini gerçekten küçümsedi. Tazib eden kavmi de onu öldürmeyi küçümsediler. Bu yüzden müşrikler (Bilâl'dan istediklerini koparama-yınca) onu tutup çoluk çocuklara (ayak takımına) teslim ettiler. Bu (serseri) takım onu Mekke sokaklarında ve çevresindeki dağ yollarında süründürdüler. Bilâl ise: (Allah) birdir birdir, diyordu.[279]
Hadis'in metninde geçen Fiilinin aslıdır.
Bunun masdari olan «Muatat- muvafakat ve itaat mânasında kullanılır. Sindi' nin, Sihâh adlı lügat kitablanndan naklen verdiği bilgiye göre Araplar bu masdardan yapılan mazi fi'İini hadîste kullanıldığı gibi bazen «Vâtâ» diye kullanırlar. Sindi' nin yine bir lügat kitabı olan Misbah'tan naklen beyan ettiğine göre bu kullanış Yemen halkının lügatidir.
Müşriklerden en fecî işkence gören ve hadiste anılan zatlardan Ammâr (Radiyallahü anhVm hâl tercemesini 146 nolu hadîsin izahında ve Mikdad (Radiyallahü anh)'ın hâl tercemesini 149 nolu hadîs bahsinde verdik. Bilâl (Radiyallahü anh)'ın hâl tercemesini de 152 nolu hadîsin açıklamasını yaparken inşaallah vere ceğiz. Suhayb ve Sümeyye (Radiyallahâ anhümâ)'mn hâl tercemesine kısaca temas edelim. Zira bu mübarek zatların hayat hikâyelerine bir göz atılacak olursa bunlara reva görülen mezâlim ve işkencs durumu biraz anlaşılmış olur.
Hadiste isimleri anılan zatlar ile Fükeyhe ve Amr İbn-i Fuheyre gibi masum müslümanlann Mekke müşrikleri tarafından gördükleri acıklı azablara mâruz kalmaları, sonra hicret etmek mecburiyetinde kalmaları ve hicretten sonra da cihad ederek direnmeleri karşılığında ilâhî mükâfata mazhar oldukları aşağıda meali yazılı Nah1 sûresinin 110. âyeti ile bildirilmiştir.
«Şüphesiz Rabbin (Mekke'de) işkencelere mübtelâ olup bunun arkasından (Medine'ye) hicret edenlerin, bundan sonra da savaşanların ve (her çeşit sıkıntılara) sabredenlerin yardımcisıdır. Bun dan sonra Muhakkak Rabbin Gafur'd ur. Rahim'dir.
Mekke müşriklerinin akıl almaz bu mezâlimine ve ateşle tazib işkencesine son verilmiyeceğini anlıyan bu masum müslüman-lar azabtan kurtulmak için müşriklere yalnız dil ile uymak ve sözde müslümanlıktan ilgilerini kestiklerini söylemekle canlarım kurtarabileceklerini anlamıştılar. Hadîste isimleri geçen zâtlardan Bilâl (Radiyallahü anh) müstesna, diğerleri bu yolu tuttular. Ama kalbleri iman ile karar 1 aşmıştı. En ufak bir şüphe hatırlarının kenarından bile geçmezdi. Bilâhare Resûl-i Ekrem'e durumları intikal etti.Ve durum hakkında Nah1 sûresinin 106'ncı âyeti nazil oldu. Kalbi iman ile tatmin edildiği halde zorlama neticesinde istemiyerek küfür kelimesini söyleyenlerin müslümanhk la rina bir zarar gehniyeceği tescil edildi.
Ebû Ta1ib Resûl-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'e yardımcı olmuştur. Müşrikler Ebû Tâ1ib'ten çekiniyorlar idi. Fakat buna rağmen Fahr-i Kâinat Efendimize de çok eziyet etmişlerdir 151 nolu hadîsde buna işaret ediyor.
151) Enes bin Mâlik (Radiyallahü anh)'den, Resûlullah (SallaUahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu, dediği rivayet edilmiştir:
«(Andolsun ki) Allah uğrunda gerçekten bana eziyet edildi. (O esnada benden başka) hiç kimseye eziyet edilmiyordu ve Allah uğrunda hakîkaten ben korkutuldum ( tehdit edildim.) (O zamanlarda benden başka) hiç kimse korkutulmuyordu. Bilftl'in; kendi koltuğu altında sakladığı bir parça azıktan başka ne bende ne de Bi-lâl'de [280]bir canlının yiyebileceği bir şey bulunmadığı halde üçüncü gece üzerime gelip (bastı).[281]
Hadîste işaret edilen eziyet ve tehditler Mekke müşrikleri tarafından yapılmıştır. Resûl-i Ekrem'e akıl almaz haksızlıkları, hakaretleri ve tecâvüzleri reva gören müşriklerin yaptıkları eziyetler cildleri doldurur. Buharîve Müslim sahihlerinden Mekke müşrikleri tarafından Peygamber'e yapılan eziyetler için özel bablar açılmıştır.
Buharı ve Müslim'in bu babta beyan ettikleri eziyetlerden birisi şudur:
Resûl-i Ekrem bir gün Ka'be nin yanında secde'de iken azgın müşriklerden Ukbe bin Ebi Muayt, yeni boğazlanmış bir devenin işkembesini veya döl eşini getirip Peygamber'in mübarek sırtına attı. Resûlullah başını secdeden kaldırmadı. Haber alan Fâtima (Radiyallahü anhâ) gelip o pisliği atıverdi.Ve bu çirkin işi yapana beddua etti. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem :
«Allahım! Ebû Cehil bin Hişam'ı, Utbe bin Rabîa'yı, Şeybe bin Rebîa'yı, Umeyye bin Halefi veya Ubeyy bin Halefi (Râvi Şube, bu iki kişiden hangisinin anıldığında tereddüt etmiştir), Sana havale ediyorum» diye bed duâ etti. İlk râvi Abdullah diyor ki: Bir müddet sonra vuku bulan Bedir savaşında bu şahısların öldürüldüğünü ve bir kuyuya atıldığını gördüm. Yalnız son şahıs (ki ya Ümeyye veya Ubeyy bin Halef tir) kuyuya atılmadı. Çünkü cesedi dağılmıştı.
Yine Buharı' nin Urve bin Zübeyr (Radiyallahü an-hümâ) 'den rivayet ettiğine göre kendisi: Abdullah bin Amr bin el-As (Radiyallahü aııhümâVa, müşriklerin Peygamber'e yaptıkları en şiddetli eziyetin ne olduğunu sordum. Abdullah şöyle demiş :
Resûl-i Ekrem
Kâ'be'nin bitişiğindeki Hicri İsmail denilen yer de bir ara namaz kılarken
aniden oraya gelen Ukbe bin Ebî Muayt Peygamber'in ridasmı O'nun boynuna
dolayarak (mübarek) boğazım şiddetle sıktı. Bu esnada Ebû Bekir
(Radiyallahü anh) geldi ve Ukbe'nin omuzundan tutup onu defetti ve şu mealdeki
âyeti okudu:
Rabbim Allah'tır, dediği için adamı öldürecek misiniz?...» (Mü'min sûresi, âyet: 28)
Müslim'in Urve bin Zübeyr (Radiyallahü anh) 'den rivayet ettiğine göre Hz.Âişe Radiyallahü anhâ), Resûlullah (SallaUahü Aleyhi ve Sellem)'e :
«Yâ Resûlallah (SallaUahü Aleyhi ve Sellem)! Uhud (savaşının vuku bulduğu) günden daha zor ve çetin bir gün başınızdan geçti mi? diye sordu. Resûl-i Ekrem, O'na cevaben:
«Yâ Âişe! Gerçekten senin kavmin tarafından (daha şiddetli eziyetlere) uğradım. Bunlardan gördüklerimin en şiddetlisi Akabe günü oldu. O gün ben kendimi İbn-i Abdi Yaleyl'e takdim ettim. İstediğimi yapmadı. Ben oradan ayrılıp gittim. Ama nereye gittiğimi ve nerede olduğumu bilemiyecek durumda üzüntü ve keder içinde idim. «Karnü's-Saâlib» de kendime geldim.(Bu yer, Mekke'ye iki konak mesafede olup Necd halkı için hacce giderken ihrama girmek yeri ve mikatıdır.)Başımı kaldırdım. Bir de gördüm ki bir bulut par-Çası beni gölgelemiş, bulut arasında gördüğüm Cebrail (Aleyhisse-lâm) bana seslenerek:
«Allah, senin kavminin sana söylediklerini ve teklifini reddettiklerini şüphesiz işitti, dağlara âmir meleği, dilediğin şekilde onlara ceza vermek üzere senin emrine verdi» dedi. Bundan sonra dağlar meleği bana seslendi, selâm verdi. Sonra:
Yâ Muhammedi Şüphesiz Allah, senin kavminin sana söylediklerini işitti. Ben dağların meleğiyim. İstediğin şekilde onları tazib etmek üzere Rabbin beni senin emrine verdi. Artık ne istiyor isen emret. Arzu edersen şu iki dağı onların üzerine yığdırır birleştiririm,
dedi. (Meleğin işaret ettiği iki dağ Mekke şehrinin bitişiğindeki «Ebû Kubeys» dağı ile onun karşısında ve şehrin diğer kenarındaki dağ'-dır.Bu iki dağın birleştirilmesi tüm Mekke şehrinin yok edilmesi demektir.)Resûl-i Ekrem dağlar meleğine:
— Hayır böyle bir ceza istemiyorum.Fakat müşrik olmıyacak ve yalnız Allah'a ibâdet edecek kullarını bu kavmin sulbünden çıkarmasını Allah'tan umarım» buyurdu.
Müşriklerin Resül-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e yaptıkları eziyetler yıllarca sürdürüldü. Amaç, îslâmiyeti Mekke'de boğmak ve putperestliği devam ettirmek idi.Ama bunca eziyetler, hakaretler, ithamlar, tehditler, saldırılar, su-i kastlar ve akıl, mantık dışı kaba kuvvetlerin hiç birisi büyük Peygamberi dâvasından geri bırakmadı.Bilâkis O, dâvasını bütün haşmeti ile sürdürdü. İlk zamanlar yalnız olduğu veya çok az kişi müslüman olduğu için müşriklerin bütün hücumları O'nun mübarek zâtına yönelik idi.Hiç kimseye eziyet edilmezken ve hiç kimseye tehditler savuruîmazken O'na eziyet ediliyor ve tehditler yağdırılıyordu.Hadis o günlerin manzarasını yansıtıyor.
Hadîs'in ilk 2 fıkrası şöyle de yorumlanabilir:
— «Ey Ashabım! Allah uğrunda bana yapılan eziyet kadar hiç birinize eziyet edilmiş değil, bana yapılan tehditler kadar ağır bir tehdit hiç birinize yapılmamıştır.»
Evet ilk müslümanlara da çok eziyet edilmişti. Fakat Peygam-ber'e yapılan eziyet ve tehditler daha ağır idi. Çünkü Sahabîlere yapılan işkence ve tehditler sayılı günler içindi. Diğer taraftan onlara düşmanlık edenler mahdut kişiler idi. Düşmanlar, müslüm anlığı kabul eden kişilere eziyet etmenin, hattâ onları öldürmenin bile mes'-eleyi hâl etmiyeceğini, başka bir deyimle müslümanhk dînini ortadan kaldırmaya kâfi gelmediğini biliyorlar idi. Fakat Resûl-i Ekrem'e eziyet yapılması yıllarca sürdürüldü, tüm müşrikler O'na düşmanlık ediyorlar idi. îslâmyetin nurunu söndürmek ve bu gür sesi boğmak için Peygamber'i yıldırıp bu dâvadan vazgeçirmek veya O'nu öldürmekten başka bir çarenin bulunmadığını bildikleri için on-
ların en büyük hedefleri Fahr-i Kâinat Efendimiz idi. Bu sebepte ona yöneltilen tehditlerle eziyetlerin benzeri başka kimseye yöneltüme-miştir.
Hadisin son fıkrasında Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sel-lem)'in Bilâl ile birlikte çok cüz'î bir azık ile üç gün yemek sıkıntısı çektikleri belirtiliyor.
Sindî'de belirtildiğine göre Tirmizî bu hadîsi Zühd bablarınm sonlarında rivayet ederek Hasen Sahih olduğunu söyledikten sonra hadisin mânasının şöyle olduğunu beyan etmiştir:
Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) hicret etmek niyetiyle Mekke' den çıkarken beraberinde Bilâl bulunuyordu. Bilâl' in yanında azık olarak kendi koltuğu altında taşıdığı pek az yiyecek maddesi var idi.»
«Câmiü's-Sağîr» şerhi El-Azizî'de A1kamî'den naklen beyan edilen yorum da Tirmizi' nin yorumu gibidir. Câmiü's-Sağîr haşiyesi yazarı el-Hafni de diyor ki: Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ve Bilâl, Mekke' den çıktıkları zaman beraberlerinde Ebû Bekir (Radiyallahü anh)'in bulunmaması ve bilâhare onlara iltihak etmiş olması muhtemeldir. Yahut Ebû Beleir (Radiyallahü anh) bunların beraberinde idi. Fakat onların azığını Bilâl taşıdığı için hadîste yalnız Bi1â1'in ismi geçmiş olabilir.
Tirmizi ve Câmiü's-Sağîr'deki rivayetinde: cümlesi yerinde,
— «30 gün ve gece üzerime geldir..* cümlesi mevcuttur.
Bu rivayete göre Resül-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in Bilâl (Radiyallahü anh) ile beraber geçirdikleri sıkıntılı günler daha fazladır, Esasen Resûl-i Ekrem'in hayatının hemen hemen tamamı böyle sade ve sıkıntılı geçmiştir. Eğer ferahlık ve bolluk isteseydi, dilediğini Allah kabul buyururdu. Fakat O, istemedi. Ümmetine sabır ve tahammülü öğretti. [282]
152) Salim (Radiyallahü anh)'den rivayet edildiğine göre bir Şâir Bilâl bin Abdillah (bin Ömer bin el-Hattab) (Radiyallahü anhüm)'ü överek:
— «Bilâl bin Abdillah, Bilâller'in en hayırlısıdır» dedi. îbn-i Ömer, (Bilâl'ın babası) Şair'e :
— «Sen yalan söyledinl Hayır. (Bilâller'in en hayırlısı oğlum olan Bilâl değildir). Fakat Resûlulah fSallallahü Aleyhi ve Sellem)'in Bilâl'i en hayırlı Bilâl'dır., dedi. [283]
Şâir, Abdullah bin Ömer1 in Bilâl ismindeki oğlunu övüyor ve onun Bilâl adlı bütün şahıslardan üstün olduğunu söylüyor. Övülen Bi1â1'm babası Abdullah ise Şâiri yalanlıyor, Resûlullah'ın Bilâl'i olan Bilâl-i Habeş î'nin Bilâl isimli bütün insanlardan daha hayırlı olduğunu beyan buyuruyor.
Sahihi Müslim'in Namaz kitabının 29'uncu babında müteaddit senedler ile Abdullah îbn-i Ömer (Radiyallahü anhî '-den rivayet ettiğine göre İbn-i Ömer (Radiyallahü anh) «Geceleyin kadınların mescidlere gitmelerine mâni olmayın» mânasındaki Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in hadîsini naklettiği zaman onun bir oğlu bu emre itiraz edercesine Biz kadınlarımızı men edeceğiz...» demiş, îbn-i Ömer (Radiyallahü anh)'de oğlunu azarlamıştır, İbn-i Ömer'in bu hususta azarladığı oğlunun ismi hususunda ihtilâf vardır. Müs1im'in bu babta beyan ettiği senedlerin birisinde Vakid , diğer bir senedde Bilâl ismindeki oğIu olduğu rivayet edilmiştir. Bahis konusu hadis Ibn-i Mâceh'de 18 numaralıdır. Bunun izahına müracaat edilebilir.
150 ve 151 nohı hadislerde de Bilâl-i Habeşî' nin faziletleri anılıyor İbn-i Mâceh (Rahimahullah)'m «Bîlâl'ın Faziletleri- başlığını neden bu hadîslerden sonra ve yalnız 152 nolu hadîsin başında getirdiğini anlıyamadım. [284]
153) Ebû Leylâ el-Kindî [286] (Radiyallahü anh)'den rivayet edildiğine göre Habbâb (bin el-Eret) (Radiyallahü anh Ömer Radiyallahü anh)'İn yanına geldi. Hz Ömer ona :
«Yakınıma gel. Çünkü, Ammâr (Radiyallahü anh) müstesna, bu meclise senden daha fazla hak kazanmış (liyakatli) kimse yoktur, dedi. Bunun üzerine Habbâb, müşriklerin yaptıkları işkence ve azabın kendisinin sırtında bıraktığı izleri Ömer'e göstermeye başladı.[287]
Hadis, Habbâb (Eadiyallahü anh)'m müşriklerin elinden çektiği işkence ve azabların onun sırtında silinmez izler bırakacak derecede vahşiyâne olduğunu işaret eder ve Habbâb'm îslâ-miyetini açıklaması üzerine düşmanların verdikleri eziyetlere mâruz kaldığı için îslâmî meclislerin en mutena köşesine ve Hz. Ömer(Radiyallahü anh) gibi büyük bir şahsiyetin yanında yer almaya hak kazandığını tescil etmiş olur. Böyle fedâkârlık ve sabırla düşmanlara karşı direnenlerin ne derece kıymetli olduğunu da hadisten çıkarmak mümkündür.
Hz. Ömer (Radiyallahü anh) 'in Hab.bâb'ı takdir edici sözler buyurması üzerine, onu tasdik etmek maksadı ile Habbâb (Radiyallahü anh) sırtındaki dağlama izlerini göstermeye başlamıştır. Yoksa sanıldığı" gibi bu azab izlerini göstermekle Ammâr' dan bile daha fazla eziyet gördüğünü ve dolayısı ile meclise Ammâr'-dan da daha liyakatli olduğunu iddia etmek gibi bir maksadı gütmemistir.
Habbâb (Radiyallahü anh)'m müşriklerin elinden çektiği ıztırabm bir parçasını, yukarda beyan ettiğimiz hal tercemesinde anlattık. Hepsini buraya almak bir hayli yer alır.Habbâb ve ilk müslüman arkadaşlarının uğradıkları eziyetler siyer kitablarında tafsilâtı ile anlatılmıştır.
154) Enes bin Mâlik Radiyallahü anhyden rivayet edildiğine göre Söyle demiştir:
Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şüphesiz buyurdular ki: «Benim ümmetime mensup insanlar içinde ümmetime en çok merhametli olan (zat) Ebû Bekir'dir. Allah'ın dini (hükümlerin tatbiki) hususunda onların en şiddetlisi Ömer'dir. Onların samimî olarak en çok haya edeni Osman'dır. Hak ve bâtılı ayırd etmek bakımından onların en isabetli hüküm vereni Ali bin Ebî Tâlib'dir. Kur'an okuyuşu bakımından onların en üstünü Übeyy bin Kâ'b'dır. Helâl ve haramı en iyi bilenleri Muâz bin Cebel'dir. Ferâiz ilmini en iyi bilenleri Zeyd bin Sâbit'tir. Dikkat! Şüphesiz her ümmetin bir emini vardır. Bu ümmetin emini de Ebû Ubeyde bin el-Cerrâh'tır.»
155) Enes bin Mâlik (RadiyaÜahü anh)\n bu (yukarıdaki) hadîsinin mislini senediyle rivayet etti. Ancak Zeyd bin Sabit (RadiyaÜahü anh) hakkındaki cümleyi;
«Ve ferâizi en iyi bilenleri şeklinde söyler.» [288]
Müellif ikinci bir sened ile hadisi rivayet etmiştir. Yalnız bu se-nedde Zeyd bin Sabit[289] hakkındaki cümle; diye başlar, diyor. îki rivayet mâna bakımından aynıdır.
Hadiste isimleri anılan mübarek ve seçkin sahabîlerin birer me-ziyaretleri burada ifade buyuruluyor. Hulaf â'yı Râşidîn' in faziletlerine ait bölümlerdeki 93 ilâ 121 nolu hadisler izah edilirken kısaca hal tercemeleri verildi. Hal tercemelerini vermediğimiz ve bu hadiste isimleri geçen mübarek sahabîlerden bir nebze bahsedelim. Hadiste Habbâb'ıû ismi geçmed'ğinden, hadis, ismi geçenlerden birisinin faziletine ait bir bölüme alınmalı idi. Bir kalem hatası olarak buraya geçmiş olabilir. 55 ve 104 nolu hadis izahında Muâz b.Cebel ve Ubeyy b. Kâ'b'ın hal tercemeleri verildi. Ebû Ubeyde' nin fazileti ve hayâtı 135 -136 nolu hadisler bahsinde açıklandı.
156) Abdullah bin Amr bin el-As (Radiyallahü Q.nkümâ)'da.n rivayet edildiğine göre : «Ben Resûlulîah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'den şöyle buyurduğunu işittim» demiştir :
«Ebû Zer'den daha doğru ve düzgün sözlü bir adamı yer (küresi) taşımamış ve gök (yüzü) gölgelememiştir,» [291]
Hadis, Ebû Zer (Radiyallahü anh) 'in doğru ve hakkı söylemek ile lehçesinin düzgünlüğünü ve güzel konuşma kabiliyetim ifade ediyor. Yukarda kısaca hal tercemesini verdiğimiz bu mübarek sahabi'nin meziyetleri pek çoktur.Bu zat müslüman olduğu günden itibaren doğru sözlülüğü, gerçekçiliği, üstün cesareti ve faziletleri, dikkatları çekicidir.Buharı Menâkıp Kitâbm'dan «Kıssatu îs-lâmî Ebî Zer» başlığı altında Ebû Zerr'in müslümanlığı kabul ettiğine dair kıssa hakkında İbn-i Abbâs' tan rivayet ettiği uzunca hadiste olay izah edilmektedir. Bunu buraya alırsak çok uzar Müslümanlığın gizli tutulduğu ve müslüman sayısının bir rivayete göre 4 kişi olduğu gün müslüman olan Ebû Zerr'in azgın Mekke müşriklerine karşı ertesi gün takındığı tavır ve gösterdiği cesaretle hakkı söyleyişini belirtmek için, bahis konusu îbn-i Abbas (Radiyallahü anh) 'm uzunca hadisinin yalnız bir kısmının sadece tercemesini buraya almak ile yetineîim.
Ebû Zer (Radiyallahü anh) diyor ki: Ben Resûlullah'a: Ey Allah'ın Resulü! Bana İslâmiyeti öğret, dedim. Bunun üzerine Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) İslâmiyeti telkin buyur-
du. Ben de hemen müslümanhğı kabul ettim. Bundan sonra Resü-lullah:
— Yâ Ebâ Zer! Müslüman olduğunu gizle ve memleketine dönüp git. Bizim durumumuzun açığa vurulduğunu duyduğun zaman hemen gel- buyurdu. Fakat ben :
— Ey Allah'ın Resulü! Seni hak Peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, ben bu (şahadete ait) kelimeyi en azgın müşriklerin ortasında behemehal ve kesinlikle haykıracağım, dedim. (Râ-vi İbn-i Abbas Radiyallahü anh) der ki. Müşrikler Mescidi Haram' da toplanmış iken; Ebû Zer (Radiyallahü anh) oraya geldi ves
— Ey Kureyşler! Bütün varlığımla bilir ve size de bildiririm ki ı Allah'tan başka ibadet edilecek hiç bir ma'bûd yoktur. Ancak Allah vardır. Ve içtenlikle ilân ederim ki,, Mu^ammed (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Allah'ın kulu ve Resulüdür, dedi. Kureyş müşrikleri de t
— Saldırın şu din değiştirene! dediler ve bana hücum ederek öldürülmek kasdı ile dayağa çekildim. Bu esnada Abbâs üzerime atıldı ve onlara:
— Helak olasınız! Gıfâr'dan bir kişiyi öldürüyorsunuz. Halbuki bu kabile hem ticaretinizin bir merkezi hem de ticâret güzergâhınız dır, diyerek müşriklerin benden vazgeçmelerini sağladı. İkinci gün sabahleyin ben yine mescide giderek bir gün önceki sözleri tekrarladım. Aynı şekilde bana hücum ederek linç etmek istediler.Öldüresiye beni hırpaladılar. Yine Abbas bana yetişti de beni müşriklerin elinden güçlükle kurtardı ve bir gün önce söylediği sözleri tekrarladı.
(Râvi) Abdullah
İbn-i Abbâs (Radiyallahü anh) :
— Allah Ebû Zerre rahmet eylesin, onun m üs 1 uman oluşu işte böyle oldu, demiştir.
Hadiste geçen «Ebû Zer'den fazla doğru sözlü...' cümlesinin yorumu hakkında Sindi şöyle söyler :
Bundan maksad, Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) dahil, Ebû Zer (Radiyallahü anh)'in doğrulukta herkesten üstün olduğunu ifade etmek değildir. Çünkü peygamberlerin doğruluğunun üstünlüğünde şüphe yoktur. Bu herkesçe malum bir şeydir. Gaye, Ebü Zer (Radiyallahü anh)'in son derece doğru olduğunu, bu hususta zirveye çıktığını ve bu sebeple doğruluk alanında peygamberler müstesna, kimsenin onu geçmediğini belirtmektir. Bazıları da şöyle yorum yapmışlardır:
Ebû Zer, dâima
apaçık, kesin ve dosdoğru konuşur. Yuvarlak lâfı, lastikli söz, tevriye,
vaziyeti idare etmek ve benzeri tarzlarda konuşmazdı. Hakkı, gerçeği ve
doğruyu kesin ve açıkça söylerdi.
[292]
157) El-Berâ' bin Âzîb (Radiyallahü ank)'den rivayet edildiğine göre şöyle söylemiştir:
Bir kere Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Seilem)'e (Ükeydir tarafından) ipekli kumaştan bir parça hediye edildi. Sahabîler, (güzelliğine ve yumuşaklığına hayret ettikleri) kumaşı bir birinin elinden almaya (elleyip incelemeye) başladılar. Bunun üzerine Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem). oradaki sahabîlere :
«Siz bu kumaşın güzelliğine ve yumuşaklığına taaccüp mü ediyorsunuz?» diye sordu. Sahabîler de :
— Evet Yâ Resûlallah! diye cevap verdiler. Bu cevap üzerine Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
«Nefsim, kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki: Sa'd İbn-i Muaz'ın Cennetteki mendilleri (çok beğendiğiniz) bu ipekli kumaştan şüphesiz daha hayırlı (ve güzel) dir.» [294]
Buharı, Kitâbu Bed'il-Halk»'ın 8'inci babında bu hadisi iki senedle rivayet etmiştir. Bir sened, burada olduğu gibi Berâ bin Azib (Radiyallahü anh) tarafından, diğeri de Enes bin Mâli k (Radiyallahü anh) tarafından rivayet edilmiştir. Berâ bin Azib'den Buhari' nin aldığı metinde Sahabîlerin kumaşın güzelliğine ve yumuşaklığına taaccüp ettikleri açıkça belirtilmiştir. Kastalâni de bu rivayetin izahında şunu naklen anlatır. Cennetteki nimetlerin ve elbiselerin üstünlüğünün beyanı için mendillerin örnek gösterilmesinin sebebi budur ki, mendil çeşitli temizlik işlerinde kullanılan bir bez parçasıdır. Mendili bu kadar güzel o!an Cennetin giyim eşyasının artık ne kadar güzel olacağını kimse tasavvur ve takdir edemez.
Buharı' nin Enes' ten aldığı rivayetteki Resûlullah'ın sözü aynidir.Şu farkla ki Berâ'in rivayetinde geçen «Afdal = daha üstün- kelimesi yerine Enes' in rivayetinde «Ahsen = daha güzel» tabiri kullanılmıştır. İbn-i Mâceh'in Berâ1 dan olan rivayetinde ise bu kelimeler yerine *Hayr = daha hayırlı» kelimesi kullanılmıştır. Üç kelimenin ifade ettiği mânalar arasında pek bir fark yoktur. Fakat Enes'in sözü ile Berâ'in sözü arasında biraz iark vardır, Şöyle ki: Berâ'in sözünden, Sahabilerin kumaşın güzelliğine ve yumuşaklığına hayret ettikleri açıkça anlaşılıyor. Enes'in sözünden anlaşıldığına göre Resûhıîlah daha önce ipekli elbiseyi erkekler için yasakladığı halde hediye edilen ipekli kumaştan mamul olan cübbe'yi kabul etmesi halkın hayretini mucip olmuştur. Mamafih iki sahabînin sözleri arasında bir çelişki yoktur. Erkekler için giyilmesi yasak kılınmış bir elbisenin kabul bu-yurulması hayreti mucip olabildiği gibi elbisenin güzelliği de hayrete sebep olabilir.
Resûl-i Ekrem'e hediye edilen ipekli kumaş'ın dikilmiş elbise olduğu Buhari' nin Enes ve Berâ' dan aldığı rivayetlerden anlaşılıyor. Hattâ Enes 'in rivayetine göre hediye edilen elbise Cübbe idi. İbn-i Mâceh'in Berâ' dan aldığı rivayette «Saraka» tabiri kullanılmıştır. Saraka ise beyaz renkli ipekli kumaş parçası veya rengi ne olursa olsun her türlü ipekli kumaş pa'rçası demektir. Cübbe bir parça elbise olduğu için bir parça mânasını ifade eder. «Saraka» kelimesinin cübbe mânasında kullanılmış olması mümkündür.
Buhari' nin Kastalânî ve diğer şerhlerinin beyânına göre: bu cübbe Devmetü'l-Cende1 [295]şehrinin Meliki Ükeydir İbn-i Abdilmelik tarafından Peygamber'e hediye edildi. Meşhur Tebûk seferinde Ükeydir Resûhıl-lah'a müracaat ederek belirli bir cizye vermek üzere sulh yapmıştı. Bu arada mezkûr. elbiseyi de hediye etmişti. Enes'in rivayetinde cübbe'nin «Sündüs» olduğu belirtilmiştir. Sündüs ince ipekli kumaşa denir. Bunun kalın çeşidine de «İstebrak» denir. Ebû Ya'lâ'nın nakline göre; bu kumaşta altın da varmış. Bu rivayete göre Resûî-i Ekrem önce bu hadiyeyi kabul etmek istememiştir. Fakat Melik'in üzüldüğünü görünce kabul etmiştir. Buharı' nin «Hibe» bahsindeki rivayetine göre bilâhare Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bu cübbeyi Ali (Radiyallahü anhî'ye hediye etmiş, Ali bir defa giymiş, ama Resûl-i Ekrem'in mübarek yüzünde bir öfke görünce; bunu derhal soyup 4 parçaya bölmüş ve başörtü olarak kullanılmak üzere Fâtime adlı 4 yakınma hediye etmiştir. Bunlar :
Hz.A1i' nin anası Fâtime bint-i Esed, hanımı Hz. Fâtime, Hz. Hamza' mn kızı Fâtime ve Üm-mi Hâni diye meşhur olan Fâtime bint-i Abdilmüt-ta1ib'dir.Yalnız 4'üncü kadında ihtilâf vardır.Hz.Ali (Ra-diyailahü anhi'den rivayet edilen hadis de şöyledir :
Ali (Radiyallahü anh)'den rivayet edildiğine göre, kendisi şöyle demiştir.
«Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) (bir defa) bana 3i-yerâ' (denilen ipekli) bir hülle hediye etmişti. Ben de bir defa onu giymiştim. Bunun üzerine Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in (mübarek) yüzünde öfke (eserini) gördüm. Ben de onu parçaladım. (Yakınım olan) kadınlarım arasında taksim ettim.»
Bu hadisi, Buharî «Hibe» bahsinden başka «Nafaka» ve «Elbise» bahislerinde de tahriç etmişlerdir. Müslim «Elbise» ve Nesai de «Zînet- bahsinde rivayet etmişlerdir. «Siyerâ» kelimesi lügat kitablannın beyanına göre bir nevi alaca kumaştır. Çubuklu ve bol ipekli olur. İpek kısmı az olan elbise erkekler için mubah ise de ipeği çok olan elbiseyi giymek erkekler için haram olur. Bunun tafsilâtını inşaallah «Eîbise» bölümünde veririz.
158) Câbir (Radiyallahü anh)den rivayet edildiğine göre Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), şöyle buyurdu, dediği rivayet olunmuştur.Rahman'm Arşı, Sa'd bin Muâz'ın ölümü için titredi.» [296]
Sa'd bin Muâz (Radiyalalhü anh) 'in vefatı dolayısı ile Arş'ın titremesi, Allah'ın Arş'a o anda bir duygu vermesi ile mümkündür. Yahud Arş'm titremesi ile mecazen Arş'ta t ılunan meleklerin titremesi muradchr. Bu titreyiş Sa'd bin Muâz'ın yüce ruhunun gelişine olan sevincinden meydana gelen bir titreşimdir. Sindî de: Sa'd'in ölümü dolayısı ile hayratının Arş'a çıkışı son bulduğu için duyulan üzüntüden bu titreşimin vuku bulmuş olması da muhtemeldir, deniliyor.
Sa'd bin Muâz (Radiyalahü anh)'m hayâtını kısaca yukarda anlatırken ölümüne sebep olan yaralanmaya da işaret etmiştik. Burada biraz açıklıyalım :
Sa'd (Radiyallahü anh)? Hendek savaşında Kureyş müş riklerinden Hibbân b.el-Arika-el-Âmîri' nin attığı bir ok ile yaralanmıştı. Kâfir oku attığı zaman Arap âdetine binaen; A1 sana, benim de Ibnü'l-Arîka olduğumu bil» demişti. Hz . Sa'd, bir rivayete göre de Resûl-i Ek-rem buna cevaben; «Allah senin yüzünü ateşte terletsin» buyurmuşlardır. Kâfir'in künyesi,1bnü'l-Arika olduğu için aynı kelimenin kökünden alınma «Arraka = terletsin» fiili ile bed dua yapılması uygun görülmüştür.
Rivayete göre Sa'd'm yarası iyileşmeye yüz tutmuştu. Hendek savaşında Beni Kurayza yahudîleri müslü-manlarla evvelce yapmış oldukları saldırmazlık ve Medîne'yi ortak savunma antlaşmasını ihlâl ederek Kureyş müşriklerini destekledikleri için Hendek savaşından hemen sonra Benî Kurayza yahudîlerinin üzerine gidildi ve beklenen zafer kazanıldı Beni Kurayza yahudîleri eskiden Evs kabilesinin dostları oldukları için savaş neticesinde yahudîler hakkında tatbik edilecek ceza ve işlem hakkında yahudiler Evs kabilesinin reisi olan Sa'd hazretlerini hakem yaptılar.O da erkeklerinin öldürülmesini, mallarının taksimini ve çocukları ile kadınlarının esir edilmesi hükmünü verdi. Bu hükmün ilâhi emre uygunluğu Peygamber (Sallalla-hü Aleyhi ve Sellem) tarafından da sonradan bildirildi. Sa'd hazretleri bu hakemliği yapmadan bir gün önce şöyle dua etmişti:
«Allahım, sen bilirsin ki, Resulünü yalanlıyan, Onu vatanından çıkaran müşriklerle savaşmak istediğim kadar hiç kimse ile döğüşmek istemem, ilâhî! Bizim bundan sonra Kureyş müşrikleri ile yapacağımız savaşın kalmadığını sanıyorum. Şayet bunlarla yapılacak savaş kaldı ise senin yolunda onlarla savaşmak için beni yaşat! Eğer aramızda yapılacak bir savaş kalmamış ise bu yaramı deş de bu yüzden bana şehâdet nasip eyle ve Benî Kurayza'dan gerekli intikamın alınması ile müslümanların yüzünü güldürmedikçe ruhumu alma!»
Hz.Sa'd' m bu duası kabul oldu. Rivayete göre yarası onulmaya başlamış olup hasta yatarken yanından geçen bir keçi, tırnağı ile yarasına dokunup deşmesi neticesinde yara yeniden kanamış ve fazla kan zayiatından şehîd olmuştur.
Hadîste geçen «Arş» kelimesine gelince bu kelime çok şeylerde kullanılmıştır. Kullanılan her şeyde yücelik ve yükseklik mânası görülüyor. Padişahların tahtına arş demenin sebebi taht'taki yükseklik ve yücelik anlamıdır. Allah'ın ilk yarattığı ve yücelik, yükseklik vasfını taşıyan varlığa Allah'ın arşı denmiştir. Çünkü Allah'ın kudret ve azametinin tecelli ettiği ilk yaratık Arş'dır. Eski hikmet âlimleri ve kelâmcılar:
Arş, kâinatı içine alan kürre şeklinde bir felektir, diye tarif etmişlerdir. Buna dokuzuncu felek ve atlas feleki de derler. Rivayet âlimleri de bu arşın ayaklarının da bulunduğunu söylemişlerdir. Muhakkik âlimler ise; şer-i şerifte anılan arşın mahiyetini anlatmak ve takdir etmek beşer aklının işi değildir. Ancak kâinata nisbeten daha büyük olduğu bildirilmiştir. Meselâ: Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Ebû Zer (Radiyallahü anh) 'e hitaben :
Ey Ebâ Zer! Yedi kat gök ile yedi kat yerin Kürsî'ye göre büyüklükleri, bir çölün ortasına atılan bir kapı veya yüzük halkası gibidir. Arşın Kürsî'ye nisbeten büyüklüğü de çölün, yüzük halkasına göre olan büyüklüğü gibidir, buyurmuştur. [297]
159) Cerîr bin Abdillah el-Becelî (RadiyaÜahü anft)'den şöyle söylediği rivayet edilmiştir:
Ben, müslüman olduğum zamandan beri Resûlullah (Sallailahü Aleyhi ve Sellem)'m yanına girmek istediğimin her defasında O, beni kabul buyurdu. (Hiç beni geri çevirmemiştir) ve beni gördükçe yüzüme gülümserdi. At üzerinde duramadığımı (kendimi tutamadığımı) bir ara Resûlullah'a arzetmekle halimden şikâyetçi oldum. Bunun üzerine Resûlullah (Mübarek) elile göğsüme (şiddetli bir darbe) vurdu. Sonra :
-Allahım! Sen Cerîr'i (at üstünde) sabit kıl, onu hâdî (hidayete erici. erdirici) ve mehdi (hidayete erdirilmiş) kıl» diyerek dua buyurdu.» [299]
Hadîsin ilk iki fıkrası, Resûl-i Ekrem katında Cerir (Radi-yallahü anhl'in yerini ve değerini belirtmektedir. Müteakip cümleler de Cerir'in Resûlullah'a müracaatını ve bunun üzerine mazhar olduğu Peygamber'in özel duasını beyân ediyör.Cerîr'in ne zaman ve ne münâsebetle at üzerinde kendisini tutamadığına dair olan şikâyetini Peygamber'e arz ettiği ve bu vesile ile onun makbul duasını kazandığı hususu buradaki rivayette belirtilmemiştir.
Sahihi Buharî'nin «Gazalar» bölümünün 64'üncü babında Ce-rîr'den müteaddit senedler ile rivayet edilen bir hadiste Cerir (Radiyalîahü anh)'in Peygamber'e vaki müracaatı ve müşerref olduğu dua ile ilgili olay şöyle anlatılıyor.
«(Ahmesli) Cerir (İbn-i Abdillah) (Radiyallahü. ânh)'4en şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Resûlullah (Sallailahü Aleyhi ve Sellem) bana:
«(Ey Cerir!) Sen (bizi) Zü'I-Hulâsa (adlı puthane)den rahat et-tirmiyecek misin?» buyurdu. Zü'1-Hulâsa, Has'am, (kabilesi) dahilinde (Kâ'be'ye karşı inşa edilmiş, içi putlarla dolu) bir bina idi. Yemen halkının Kâ'besi diye anılırdı. (Bu yüzden Peygamber'in içini rahatsız ediyordu.)Cerir diyor ki:
Resûlullah'm bu emri üzerine Ahmes kabilesinden 150 suvârinin başında Zü'1-Hulasa'ya hareket ettim. Ahmes-1 i1eriyi binici idiler. Fakat ben bir türlü at üzerinde duramazdım.(Ben bu durumumu Resûlullah'a arz ettim). Bunun üzerine Resûlullah, göğsüme (şiddetli) bir darbe vurdu.Şiddetli vurduğu için (mübarek) parmaklarının izini göğsümde görmüştüm ve Resûlullah:
«Allah'ım! Cerir'i (at üstünde) sabit kıl, onu hadi ve mehdi kıl!» diye duâ buyurdu. Cerir, Zü'1-Hulas.a'ya hareket etti, o (put) binasını yıktı, yaktı. Sonra (Husayn tbn-i Rebîa ile) durumu Peygamber'e bildirdi. Cerîr'in gönderdiği elçi Resûlullah'a :
(Ey Allah'ın Resulü!) Seni hak Peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki; huzuruna boşuna gelmiş değilim.Zü'1-Hulasa (denilen puthane)yi uyuz deve gibi (bakımsız, harâb) bir halde bırakıp da öyle geldim, dedi. (Ravi dedi ki: Bu müjde üzerine) Resûl-i Ekrem:
«Ahmes kabilesinin atları ve atlıları mübarek ola!» diye beş defa duâ buyurdu.»
Tercemesini yukarıya aldığım hadis Cerîr'in binicilik hususundaki şikâyetinin ve Peygamber'in özel duasına mazhar oluşunun zamanını ve sebebini açıklar. [300]
Bedir, Medine' den deve yürüyüşü ile üç günlük mesafede bir köyün adıdır.Şâ'bi,bir putun adı olduğunu bildirir.
Bu yerin vaktiyle Kinâne, Cüheyne ve Gifâr kabilelerine âit olduğu hakkında muhtelif rivayetler vardır. Burası ca-hiliyet devrinde panayır yerlerinden bir yer idi. Akar suyu ve muz, hurma, üzüm gibi meyveleri boldu.
Küçük Bedir ve büyük Bedir olmak üzere iki Bedir gazası vardır. Küçük Bedir gazasının sebebi Kureyş müşriklerinin ileri gelenlerinden Kürz îbn-i Câbir'in bir müfreze ile Medine korularına kadar gelerek Medine* lile-rin hayvanlarını sürüp götürmesidir. Bu olay üzerine Resul i Ekrem Muhacirlerden bir fırka ile Kürz:ü takip ederek Bedir köyü yakınındaki Saffan adlı dereye kadar varmışsa da Kürz'ü bulamadığından Medine'ye dönmüştür. Hicret'ten sonra Eb-vâ, Buvât, Uşeyreve küçük Bedir adlı dört gaza vuku bulmuş ise de bunlarda kan dökülrnediği için hiç birisi hakiki mânada savaş sayılmamıştır. Bu sebeple büyük Bedir îslâm tarihinin ilk savaşı sayılmıştır. Biz, savaşın nedenlerini, safhalarını ve neticesini tafsilatıyla buraya alacak değiliz.Arzu edenler siyer kitaplarına müracaat etsinler. Bu sebeple çok özlü olarak bir kaç cümle ile.bu konuya temas etmek ile yetinelim.
Batn-ı Nahle'de Hadramî oğlu A m r' in öldürülmesi Mekke müşriklerini heyecana düşürdüğü gibi Şam'dan Mek ke'ye dönmekte olan kervanın kurtarılması için Ebû Süfyan'm da yardım istemesi Mekke' lileri bir hayli hiddetlendirmiş ti. Bu sebeple açıkça müslümanlara karşı savaş hazırlıkları hızlandırılarak teşkil edilen yaklaşık 950 kişilik bir ordu ile Kureyş ululan Medîne'ye hareket etti.Bu ordu, savasın araç, gereç ve silâhlan yönünden çok mükemmel ve baş kumandanı Ebû Cehil idi.
Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), Ashabı ile istişare ettikten sonra hicretin 2. yılı Ramazan'm 12. günü Ensâr'dan Ebû Lübâbe'yi Medine'de vekil bırakarak şehirden çıktı. İslâm ordusu 305 kişilik idi. Savaş için gerekli olan silâh, araç ve gereç bakımından düşman ordusuna nisbeten, îslâm ordusu çok zayıftı. Asker sayısı bakımından da düşmanın üçte birinden azdı. Nihayet ordu Bedir'de karşılaştı.Şam'dan Mekke'ye dönmekte olan Ebû Süfyan'ın başkanlığındaki Kureyş kervanı ise çoktan tehlikeli bölgeyi atlamıştı. Çünkü kervan kıyı yolunu tercih etmişti. îki ordu 17 Ramazan (13 Mart 624) Cuma günü karşılaştı. İslâm ordusunun üç katından fazla olan müşriklerin korkunç saldırılarına karşı sayıca az, ama îmanca çok üstün olan müslümanlar kahramanca dayanarak, büyük gayretler gösterdiler. A1-îmran sûresinin 123 ilâ 127. âyetlerinde belirtildiği gibi Allah'ın yardımı da müslümanlara yetişti. Bu âyetlerin mealleri şöyledir :
«Habibim! Bedir'de siz hor ve hakir bir müfreze iken Allah size yardım etti. (Zafere kavuştunuz.) O halde Allah'tan sakınınız! Tâ ki zafer ni'metine şükretmiş olasınız. O vakit (Bedir'de) mü'minlere şöyle diyordun: «Rabbinizin 300 melek indirmekle size yardım etmesi kâfi değil inidir?» Evet, eğer sabrederseniz ve Peygamber'e itaatsızhktan sakınırsanız, onlar da hemen üzerinize gelecek olurlarsa Rabbiniz size nişanlı, a! âmeli i, 5000 melekle (düşmana karşı) yardım edecektir. Bu yardımı da Allah size sırf bir müjde olsun ve kalb-leriniz bununla yatışsın diye yaptı. Yoksa zafer ancak Aziz ve Hakim olan Allah'tandır. (Meleklerden değildir.) Böylece Allah o kâfir olanlardan bir kolu kessin veya perişan etsin de geri kalanlar keder ve zarar içinde dönüp gitmiş olsunlar.»
Düşman ordusu Allah'ın inâyetiyle müthiş bir bozguna uğratıldı, baş kumandam Ebû Cehil dahil Kureyş'in ileri gelenleri savaş meydanında öldürüldüler. Savaş yerinde müşrikler 70 ölü ve 70 esir bırakarak kaçtılar. Ölenlerin 24 tanesi Kureyş'in büyüklerindendi. Müslümanlar ise sadece 14 şehid verdiler. Ellerine büyük bir ganimet geçti. Bedir savaşı îslâm ordusunun ilk parlak zaferi idi. Bu zafer İslâm dinini kuvvetlendirdiği gibi Medine'yi düşman saldırısından korumuş oldu. Mekke mateme bürünürken; Ebû Leheb üzüntüden ölürken, Medine büyük bir sevince kavuştu. Ganimetin beşte biri devlet hazinesine, kalanı da müslümanlar arasında eşit olarak paylaşıldı. Esirlere en iyi muamele yapıldı. Dört bin dirhem fidye karşılığında serbest bırakıldılar. Fidye ödeyemiyecek durumda olan her esirin Medîne'Ii 10 çocuğa okuma yazma öğreterek salıverilmeleri kararlaştırıldı.
Bedir savaşı aslında geniş izahat isteyen, nedenleri ve sonuçları itibariyle büyük bir olaydır. Ama takdir edileceği gibi burada o izahatı vermek okuyucuları asıl konudan uzaklaştırmış olur. Yukarda belirttiğim gibi geniş malûmat isteyenler Siyer ve îslâm tarihi kitablarına müracaat etsinler.
160) Râfi' bin Hadîc (Radiyallahü anh)'den şöyle dediği rivayet edilmiştir :
Cebrail (Aleyhisselâm) veya bir melek Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e geldi ve :
— «(Ey Allah'ın Peygamberi!) Bedir savaşına katılan sahabîleri sizler kendi aranızda nasıl (bir mertebe sahibi olarak) sayarsınız? diye sordu. Buna cevaben s
— Onları, müsl umanların en seçkin ve üstün simaları olarak sayarız, buyurdular. Soru sahibi melek :
Sizler o kahramanları üstün saydığınız gibi Bedir savaşına katılan melekler de bizce meleklerin en hayırlı olanlarıdır», dedi. [301]
Râfi' nin Cebrail veya bir Melek» tabirindeki tereddüd râ-viden olsa gerek. Yani Râfi, gelen melek Cebrail mi? veya başka bir melek mi? diye tereddütlü konuşmamıştır. Ancak se-neddeki bir râvi Râfi' in kullandığı kelimede tereddüt etmiştir :Acaba «Cebrail geldi» dedi yoksa «Melek geldi» dedi. Hadis Buha-r i' nin *Mağazî» bölümünün ll'inci babında müteaddit senedler-le rivayet edilmiştir. Bu senedlerin bir kısmında Cebrail (Aleyhisselâm) geldi deniliyor, diğer bâzı senedlerde ise melek geldi, deniliyor.Ancak gelen meleğin Cebrail olduğu Muâz bin Rifaâ tarafından açıklanıyor. Kastalâni de «Melek geldi» rivayeti naklederken meleğin Cebrail olduğunu belirtiyor.
«Miftâhü'1-Hâce» sahibi der ki: Bu hadis Bedir ehlinin diğer sahabîlerden üstün olduğuna delâlet eder.
Buhari' nin naklettiği rivayetlerden birisi Rifâa bin Râfi ez-Züreki (Radiyallahü anh) 'ye istinad etmektedir. Bu zat Ensâr'dan ve Bedir kahramanlarındandır.Bu zat Cebrail (Aleyhisselâm)'in gelerek Bedir savaşına katılan sahabiler ve melekler ile ilgili hususu Peygamber ile görüştüğünü rivayet eder Bu rivayetin şerhinde müellifler, yapılan bu görüşmenin Bedir günü cereyan ettiğini beyan ederler.
İbn-i Mâce'nin zikrettiği rivayetteki: Râfi bin Ha-dic'e gelince :
Bu zâtın künyesi Ebû Abdillah' tır. Babası Hadîc bin Râfi1 bin Adi bin Tezid bin Ceşm bin Harise1 dir. Râfi bin Hadîc, Evs kabilesine mensup olup sahabelerdendir. Bedir savaşma katılmak istedi ise de yaşı küçük olduğundan Resûl-i Ekrem'in emri ile geri çevrilmiştir.Ondan sonra vuku bulan Uhud vesâir savaşlara katılmıştır. Kendisinden alman 78 hadisten Buharı ve Müslim 5 tanesini müştereken ve Müslim ayrıca üç tanesini rivayet etmiştir. Râvileri ise oğlu Rifâa, Beşir bin Yesâr, Süleyman bin Yesâr ve tavus1 dur. Halîfe, onun 74. yılı vefat ettiğini söylemiştir. [302]
161) Ebû Hüreyre (Radiyallahü anh)'den Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), şöyle buyurdu, dediği rivayet edilmiştir:
«(Ey mü'minler!) sakın benim ashâb'ıma sövmeyiniz. Çünkü (onların şeref ve fazileti pek yüksektir) nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki sizden birisi Uhud (dağı) kadar altın sadaka verdiği farzedilse, bu (koca sadakanın sevabı) ashabımdan birisinin iki avuç (hurma) sadakası (nin sevabı) na erişemez. Hattâ bunun yarısına bile erişemez.[303]
Hadîste Resûl-i Ekrem'in muhâtabl arının kimler olduğu hususunda müteaddit yorumlar vardır. Sindi bu görüşleri şöyle sıralamıştır :
Bazı âlimler Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in hitabı sahabî olmayan müslümanlara aittir. Buna göre gelecekteki müslü-manlar Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve SellemJ'in sağlığında hazır farzedilerek hitab edilmiş oluyor, demişlerdir.
Bâzıları da: Hitap Asr-ı saadette yaşıyan ve Sahâbüik şerefine kavuşmamış olan avam tabakasına yöneliktir. Nassm delâleti ile gelecekteki müslümanlar da hitabın hükmüne tabi oluyor, demişlerdir.
D'ğer bir kısım ilim adamlarına göre : Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in muhatabı bazı sahabîlerdir. Zira rivayet edildiğine göre Hâîid b. el-Velid ile Abdurrahman bin A v f arasında bir soğukluk geçmişti. Bundan ötürü Ha1id b.el-Velîd, Abdurrahman'ı seb'etmişti. Allah ikisinden de râzî olsun. Bu mes'ele üzerinde hadis buyurulmuştur, denilmiştir. Bu yorum şekline göre metindeki «Benim ashâbım»dan mu-rad. muhatap tutulan sahabîlerden önce müslümanlığa giren sahabîlerdir.
Hitab edilen zatlar sahabîlerden olmakla beraber yüce makamlarına uygun düşmeyen soğuk lâf ettiklerinden dolayı sahabîlerden değilmiş gibi kendilerine hitap edildiğini söyliyenler de vardır. Şeyh Takiyü'd-Din-i Sübkı de demiştir ki:
«Benim ashabım» sözü ile Mekke fethinden önce müslüman olan sahâbîler kaydedilmiş ve muhatap tutulanlardan da Mekke fethinden sonra müslüman olan sahâbîler muraddır. Zahir olan yorum da budur. Resûl-i Ekrem'in :
«Sizden birisi Uhud (dağı) kadar altın sadaka...» buyruğu ile Hadid sûresinin 10'uncu âyetinde geçen ve meali aşağıya alınan nazm-i Celil bu yoruma irşad edicidirler.
«... (Mekke) fethinden önce Allah yolunda (malını) harcıyan ve savaşanlarınız diğerleri ile eşit değillerdir. Onlar, sonradan malını harcıyan ve savaşanlardan fazilet ve derece bakımından daha büyüktür...»
Sübkî sözlerine devamla : Hulâsa; hadîste mertebelerinin yüceliği belirtilerek saygı duyulması tavsiye edilmiş olan zâtlar ile muhatap tutulan kimselerin ayrı ayrı insanlar olması için bu şekilde veya başka türlü yorumlamak gerekir, demiştir.
Sindi ise, Sübki' nin görüşünü de böylece, beyân ettikten sonra diyor ki:
Hadisteki muhataplar ile tavsiye edilen zatların ayrı ayrı guruplar olmasına gerek yoktur.Her iki tarafın sahâbîlerin umumundan ibaret olması mümkündür. Çünkü sahâbîlerin yek diğerinin aleyhinde konuşmasının yasaklanması ve dolayısıyle sahâbî olmayanların, sahâbi olanlar aleyhinde konuşmalarının öncelikle yasaklanmış olması mümkündür. Hadîsin baş kısmı te'vile muhtaç değildir. Ama hadîsin son kısmı olan :
«Sizden birisi Uhud (dağı) kadar altın sadaka...» cümleleri yu karda beyan edilen te'villeri zorunlu kılıyor.
Hadiste geçen «Müd = iki avuç»un ölçüsü hususunda Irak âlimleri ile Hicaz âlimleri arasında ihtilâf vardır. İmam A'zam ve Irak fıkıhçılarına göre bir müd, iki Bağdat nth kadardır. Bir ntıl 130 dirhem olduğuna göre bir müd 260 dirheme denk gelir. Sâda 4 müd olduğu için bir Sâ' 1040 dirheme müsavi olmuş olur Nisâb ve Fıtır sadakası buna göre hesaplanır. Mâliki, Şafii, Hanbeli, imamları ve Hicaz fıkıhçılarına göre bir müd: Bir tam ve bir bolü üç rıtıla tekabül eder. Bir rıtıl 130 dirhem olduğuna göre bir sâ' 693 tam ve bir bolü üç dirhem olur. Şâfi i olan Nevevi' ye göre rıtıi 128 tam ve 4 bolü yedi dirhemdir. Bu hesaba göre bir sâ', 685 tam ve 5/7 dirhem olur. 1040 dirhem-i şer'î 2917 grama ve 1040 dirhem-i örfi de 3333 grama yaklaşık olarak tekabül ettiği için bir müdd'ün kaç gram tuttuğunu orantı hesabı ile çıkarmak kolay olur.
Hadisin metninde geçen «Nasîf» kelimesi «Nısıf = yarım* kelimesinin başka bir kullanış şeklidir.
Müslim'in Sarihi Nevevî, Kitâbü'l-Fazâil (Sahâbîlerin faziletlerine ait kitab)ın 54'üncü babında müteaddit sened-lerle rivayet edilen bu hadisin izahı münasebeti ile şöyle söyler:
«... Ashâb-ı Kiram devrinde meydana gelen üzücü olaylara ismi karışmış olan sahâbîler dahil, her hangi birisinin aleyhinde bulunup onu seb etmek çirkin haramlardandır.Olaylara katılanların hepsi birer müctehid idiler. Bölümün başında bu hususta gereken izahı verdim. Kadı Iyâz demiştir ki: Her hangi bir sahâbi'yi seb etmek büyük günahlardandır. Cumhurun ve bizim (Şafiî) mezhebimize göre bu suçu işleyenler tazir cezası ile tecziye edilir. Fakat öldürülmez, Bâzı Mâliki âlimlerine göre katledilir.Nevevi daha sonra sahâbilerin verdikleri sadakanın sevabının çok üstün olduğunun sebebini şöyle anlatır:
Ashâb-ı Kiram darlık, zaruret, sıkıntı ve imkânsızlıklar içinde in-fakta bulundular. Başkalarının sadaka verişleri böyle bir ortamda değildir. Diğer taraftan sahâbilerin yaptıkları bağışlar Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve SellemJ'e yardımcı olmak ve O'nun desteklenmesi ve himayesi uğruna verilmiştir. Resûl-i Ekrem'in vefatından sonra böyle bir fırsat kimsenin eline geçemez. Sahâbilerin mâli ibadetleri böyle olduğu gibi onların cihadı vesair taatlan da Resûl-i Ekrem'in beraberliğinde, maiyyetinde ve aynı şartlar altında cereyan etmiştir. Ayrıca sahâbiler; şefkat, sevgi, saygı, tevâzû, takva, yardımlaşma ve benzeri meziyetler sahasında hiç kimsenin erişemiyece-ği yüce mertebelere kavuşmuşlardır. Hele kısa bile olsa Resûl-i Ekrem'in sohbeti ile müşerref olmaya hiç bir amel denk olamaz.
162) Nüseyr bin Zu'lûk [304](Radiyalîahü anh)'den rivayet edildiğine göre (Abdullah) İbn-i Ömer (Radiyalîahü anhümâ) şöyle söylerdi:
«(Ey Müslümanlar!) Sakın (Hz.) Muhammed (Sallallahü Aleyhi ve SellemJ'in ashabına sövmeyin! Çünkü, onlardan birisinin bir saatlik kıyamı sizden birisinin ömür boyunca işlediği amelinden daha hayırlıdır.» [305]
Sindi, hadiste geçen -Bir saatlik kıyam»dan maksad: Sahâbi'nin bir saatlik olsun Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in yanında bulunması, onun sohbeti ile müşerref olmasıdır Kıyam ile ne şekil olursa olsun Resûl-i Ekrem tarafından verilen emri yerine getirmek için emre amade durmak, cihâd için hazır beklemek mânası da kasdedilmiş olabilir, demiştir. Kıyam kelimesi ile hangi mâna mu-rad olursa olsun Sahâbilerin küçük görülen hizmetlerinin, aslında pek büyük fedakârlık ve her takdirin üstünde tutulan müstesna emek olduğunun sebebi bir önceki hadisin izahında belirtildi. [306]
Ensâr kelimesi nâsır'm çoğuludur. Nasîr'in çoğulu da olabilir. Nâsir, ismi fail olup yardım edici demektir. Naşir ise fail ölçüsünde mübalâğa sığası olup çok yardım edici, mânasına gelir. Bu duruma göre «Ensar» yardımcılar veya çok yardım edici olanlar, demektir. Medîne'de oturan Evs ve Hazreç kabileleri hicret eden Resûl-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ve Mekke' den göç eden Muhacirlere büyük yardımda bulundukları için onlara Resûl-i Ekrem tarafından «Ensar» ismi verildi.Daha sonra Evs ve Hazreç kabilelerinin çocuklarına, yardımcılarına ve dostlarına da Ensâr denilmiştir. Buhar î'nitı, «Menakibü'l-Ensar» babında rivayet ettiği bir hadise nazaran mezkûr kabilelere Allah tarafından Ensâr adı takılmıştır. Şöyle ki: Gaylan îbn-i Cerîr, Basra' da E nes İbn-i Mâlik ((Radiyalîahü anhüm) ile görüştüklerinde îbn-i Cerîr, Enes'e:
— Siz Medine' liler Kur'an-ı Kerim1 de Ensâr adıyla anılmadan önce hakkınızda bu unvan kullanılır mıydı? diye sordu. Bunun üzerine Enes :
— Bu adı bize Allah verdi; diyerek cevapladı. Enes, verdiği cevapla Tevbe sûresinin 100. âyetine işaret, ediyor. Âyetin meali şöyledir :
«İslâm dinine ve dolayısıyle (Cennete girişte) ileri geçerek birinciliği kazanmış olan Muhacirler, Ensâr ve güzel amellerle onlara uyan mü'minler (var ya), Allah onlardan râzî olmuştur. Onlar da Allah'dan râzi olmuşlardır. Allah onlara altından ırmaklar akan cennetler hazırladı ki içinde ebedî olarak kalacaklardır. İşte bu, en büyük saadettir.»
Haşr sûresinin 9. âyeti de Ensâr'dan övgü ile bahsetmektedir.Âyetin meali şöyledir:
«Muhacirlerden evvel Medine'yi yurt ve îman evi edinenler, kendilerine hicret edip gelenleri severler. Onlara verilen yardımlardan dolayı içlerinde bir kaygı duymazlar. Kendilerinin ihtiyacı olsa bile (onları) nefislerine tercih ederler. Kim de nefsinin hırsından korunursa işte onlar (cezadan) kurtulanlardır.»
Meali yukarıya alman âyette bahis konusu edilen Medîne'ye hicret hazırlığı, hicretten önce meşhur Akabe denilen mevkide kararlaştırılmıştır. Siyer kitapları Akabe görüşmelerine geniş yer vermişlerdir. Biz bu görüşmelere kısa bir göz atmakla yetinelim:
Peygamber (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem), her yıl Hac münasebetiyle Mekke'ye gelen kabilelerle
gizlice temas kurup onlara Kur'an okur ve İslâm dinini telkin ederdi.
Peygamberliğinin onuncu yılı Akabe denilen mevkide
Hazrec kabilesine mensup bazı şahıslara rastlayıp onlara bir kaç âyet okumuş, bunlar da İslâmiyete girmişlerdi. Bunların 6 kişi olduğu rivayet edilmiştir.Ertesi yıl yapılan Akabe görüşmelerinde Medine'li 12 kişi müslümanlığı kabul etmişti.Ve müslüman olan Medîne' li-lere Kur'an-ı öğretmek ve İslâmiyeti etraflıca tanıtmak üzere bir zatın beraberlerinde Medine'ye gönderilmesini Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'den taleb ettiler. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz Mus'ab îbn-i Umeyr (Radiyallahü anhVi Medine'ye gönderdi.
Mus'ab'in Medine'de çalışması ve İslâmiyeti tanıtması neticesinde Medine'de müslümanlar her gün çoğalmaya başladılar. Ertesi yılı Medine' den 72 kişi yine Akabe mevkiinde geceleyin Resûl-i Ekrem'le görüşüp biat etmişler ve Medine' ye hicreti kararlaştırmışlardı. Bu biate İslâm tarihinde ikinci Akabe biati ve bir yıl önceki biata birinci Akabe biati adı verilmiştir, İkinci biat birinci biattan farklıdır.Çünkü ikincisinde Ensâr, mallarını, canlarını ve ailelerini nasıl muhafaza ve müdâfaa ederlerse, Peygamber'in hayatım da ayni şekilde koruyacaklarına söz vermişlerdi.
Hicreti müteakip Ensâr, Resûlullah'ı ve Muhacirleri nefislerine tercih ederek yukardaki âyette işaret edildiği gibi büyük yardımlarda bulundular. Ensâr Peygamber'e müracatla Medine hurmalıklarına muhacirleri ortak etmişlerdi. Buharı' nin «Hars Ve Muzâraa» bahsinde Ebû Hüreyre' den rivayet ettiği ha-dîs-i şerife göre Ensar, Medine hurmalıklarının kendileri ile muhacirler arasında taksimini Resûl-i Ekrem'e teklif etmişler.Fakat Resûhıllah bu teklifi kabul etmeyince Ensâr, Peygamber'in muvafakatiyle Muhacirlere: (Bakım ve sulama) işini siz deruhte ediniz, biz de mahsulüne sizi ortak yapalım, dediler. Bu şekilde anlaşmış olan Ensâr ve Muhacirler: (Peygamber'in emrini) işittik ve itaat ettik dediler. (80)
Ensâr-ı Kiram tarihte benzeri görülmemiş misafirperverlikle Muhacirleri her bakımdan kendi nefislerine tercih ettiler. Resûl-i Ekrem Muhacir ve Ensâr'dan 90 sahâbî arasında ikişer ikişer kardeşlik akdetti. Bunlardan bazıları Ibn-i Hişâm'ın sîret'inde îbn-i îshak'in rivayetiyle ismen belirtiliyor.Yapılan kardeşlik akdine göre kardeşler yek diğerine yardım, nasihat, rehberlik, iyilik ve yakın akrabaların birbirinden esirgememek durumunda oldukları her türlü sevgi, saygı ve ilgiyi göstermeleri öngörülüyordu.En önemli nokta Zevi'KErhâm'dan evvel birbirine mirasçr olmalarıydı. Bedir savaşında müslümanların eline geçen ganimetten sonra Muhacirlerin mali durumları düzelmiş, Ensâr'ın yardımına ihtiyaç kalmamış ve bunun üzerine Enfâ1 sûresinin son âyetlerindeki;
«Allah'ın kitabında miras hususunda ulü'l-erhâm bir birlerine daha yakındır.» İlâhi emirle kardeşlik akdindeki mirasçılık hususu neshedilmiştir.
Ensâr-ı Kiram Muhacirleri maddeten kalkındırdikları, sıcak ilgi ve samimi sevgi ile onların hicret acısını dindirmeye azamî gayreti harcadıkları gibi düşman saldırılarını geri püskürtmek ve müşriklere müstahak oldukları cezayı vermek yolunda da can siperane çarpışmışlar; îslâm dininin yücelmesi ve etrafa yayılması uğrunda büyük çabalar göstermişlerdir. Onların fedâkârlıklarını, yararlıklarını ve yardımlarını kalem ile tarif ve tasvir etmek gerçekten pek güçtür. Bunlar yukarda mealleri sunulan âyetler ile ilâhî medh-u sena şerefine mazhar olmuş en mutlu insanlardır, demekle sözlerime son vereyim.
163) Berâ' bin Âzib (Radİyallahü anh)den Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu, dediği rivayet edilmiştir :
-Kim Ensâr'ı severse Allah da onu sever ve kim onlara buğzeder-se Allah da ona buğzeder.»
Hadîsin senedindeki râvilerden Şu'be şöyle demiştir: (Bana bu hadisi nakleden) Adî (İbn-i Sabit)'e :
— Sen bu hadîsi bizzat Berâ' Bin Âzib'den işittin mi? diye- sordum. Adî :
— (Bu hadîsi) Berâ' bana nakletti, dedi. [307]
Hadisi, Müslim «İman» Kitabının 33. babında, Buharı de «Ensâr'ın Menâkıbı* bölümündeki yine Berâ' bin Âzib (Radİyallahü anh)'den rivayet etmişlerdir. Fakat Buharı ve Müslim' deki metnin başında şu cümle de vardır :
«Ensâr'ı ancak mü'min olan sever ve onlardan ancak münafık olan kimse buğzeder.» Bilindiği gibi tbn-i Mâceh'in rivayetinde bu cümle yoktur.
Bir önceki hadîsin izahını yaparken, islâmiyet uğrundaki hizmetlerine kısmen işaret ettiğim Ensâr-ı Kirâm'ı sevmek, saymak, pek tabii imanın sıhhat ve sadakatini gösterir. Zira bunları sevmek îslâm dininin gelişip yayılmasına ve müslümanların çoğalıp kuvvetlenmesine sevinmek demektir. Ensâr-ı Kirâm'a bu yararlıklarından dolayı buğzetmek ve îslâmiyetin yücelmesine çalıştıkları için onlara karşı düşmanlık ve nefret duymak da elbette münafıklığa delâ-
let eder. Böyleler! görünüşte müslüman olsalar bile kalben kâfirdirler. Ensâr hakkında bu mânada buğzetmek yasaklığı diğer sahâ-biler hakkında da aynen mevcuttur. Bütün sahâbüeri, hizmet ve fedâkârlıklarından dolayı sevmek her mü'min'in görevidir. Onlara bu nedenle buğzetmek de münafıkların işidir. Nitekim, Ensâr'dan olmayan Hz. Ali (Radİyallahü anh) hakkında vârid olan 14 nolu hadiste : Ali' nin ancak mü'minlerce sevildiği ve yalnız mü-nafıkîarca ona buğz beslendiği Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) tarafından bildirildiği belirtilmiştir.
Gerek Ensâr-ı Kirâm'dan ve gerekse diğer sahâbîlerden birisi hakkında yukarda belirtilen sebeplerle değil de başka bir nedenle geçici olarak memnuniyetsizlik, hattâ buğzetmek, nifak ve küfür alâmeti sayılmaz. Çünkü, çeşitli muameleler ve kişisel ilişkiler, bazen sevgi veya buğza yol açabilir. Bu konu 114 nolu hadîsin izahında biraz daiıa açıklanmıştır. Oraya bakılabilir.
Buhari ve Müslim'in rivayet ettikleri metinlerin baş kısmında geçen cümlelerin zahirine bakılarak Ensâr-ı Kirâm'ı sevmeyenlere kâfir denilebilir mi? diye bir soru hatıra gelebilir.
Cevap: Hayır, kâfir denilemez. Çünkü böylesinde imân alâmeti sayılan Ensâr sevgisi yok ise de; iman belirtisinin olmayışından imanın aslının olmayışı çıkarılamaz. Hadîste geçen iman'dan mak-sad kemâl derecesine ermiş olan imandır. Kâmil bir imanın olmayışı imanın aslının yokluğunu ifade etmez, şeklinde de cevap verilebilir1. «Miftâhü'1-Hâce» müellifi bu hadîsin açıklamasını yaparken îbnü't -tin' m şöyle yorum yaptığını nakleder:
Hadîsten kasdedilen mâna: Ensâr'ın tümünü sevmenin iman alâmeti ve hepsine buğzetmenin münafıklık alâmeti olmasıdır. Çünkü hepsini sevmek veya hepsine buğzetmek din için olur. Ama buğ-zetmeyi caiz kılan belirli bir sebepten dolayı Ensâr'm bir kısmına buğzeden kimse bu hükme dahil değildir.
«Miftâhü'1-Hâce» yazarı, bu yorum şeklinin güzel olduğunu ve EI-Hafız tbnü Hacer'in «El-Fethû-l'Bâri- adlı eserinde bu yorumu beğendiğini bildirir.
164) Sehl bin Sa'd [308](Radiyallahü ank)'den rivayet edildiğine göre Re-sûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur :
«Ensâr, şiar (= Bedene en yakın iç elbise) gibidir. Diğer insanlar da disâr (= nisbeten tenden uzak olan en üst elbise) gibidir. Eğer insanlar bir dere veya dağ yoluna yönelip ve Ensâr da t>aşka bir dere yoluna yönelmiş olsalardı şüphesiz ben Ensâr'm yöneldiği dere yolunda giderdim ve eğer hicret (in yüce şeref ve üstün fazileti) olmasaydı muhakkak ben (kendimi) Ensâr'dan bir kişi (saymış) olurdum.[309]
Hadisin metninde geçen «Şiar» kelimesi en altta giyilen ve insan cildine temas eden iç elbisedir. Ensâr-ı Kiram Resûl-i Ekrem'in sırdaşları, itimada şayan dostları olmaları ve verdikleri sözlere sadakat göstermeleri sayesinde öyle bir mertebeye yücelmişler ki, Pey-gamber'e olan yakınlıkları Şiar denilen iç elbisenin vücûda olan yakınlığı gibidir. Burada benzetme edatı ve benzetme yönü mezkûr olmadığı için teşbih-i beliğ san'atı vardır.
«Disâr» kelimesi ise insanın en üstte giydiği elbiseye denir. Diğer insanlar, Ensâr ve üstünlükleri malûm olan Muhacirler gibi Pey-gamber'e yakın olmadıkları için «Disâr» diye tabir edilen dış elbiseye benzetilmişlerdir.
Buharı, bu hadisi «Menâkıbü'l-Ensâr» babında Ebû Hü-revre'den rivayet etmiştir. Ancak oradaki metinde;
«Ensâr, şiar (gibiKve nas disâr (gibi) dır.» Parçası yoktur. Hadisin kalan kısmında biraz kelime değişikliği var ise de bu farklılık mânaya etki yapacak durumda değildirHadisin «Eğer insanlar bir dere veya dağ yoluna...» fıkrası ileResûlullah Ensâr'ı başkalarına tercih buyurduğunu en açık bir ifade ile belirtmiştir. Onun, Ensâr'ı Kirâm'ı tercih etmesinin sebebi de şüphesiz Ensâr'ın Akabe görüşmelerinde kabullendikleri taahhütleri aynen ve tamamen yerine getirmiş olmaları, fedakârlıkları, misafirperverlikleri, komşuluk hakkına ve arkadaşlık hukukuna fazlası ile riayetleri, feragatkârlıkları ve İslâmiyet uğruna mallarını ve canlarını feda etmeleri gibi meziyetleridir. Ensâr ve Muhacirler daima Peygamber'e uymuşlar. Peygamber'in bunlara uyması bahis konusu değildir. Bu nedenle ilk bakışta sanıldığı gibi Resûlullah En-sâr'a tâbi olmuş gibi yanlış bir mâna bu fıkradan çıkarılamaz.
Metinde geçen «Eğer ben Muhacirlerden olmasaydım kendimi Ensâr'dan sayardım», cümlesi ile de Ensâr'm faziletinin yüceliği ve hicretten sonra en üstün meziyetin İslama nusrat ve yardım etmek olduğu belirtiliyor. Ensâr'ın kazandığı bu şeref ve faziletin bir Peygamber'e bile lâyık bir meziyet olduğu ifade ediliyor.
Buharı' nin tahriç ettiği metnin sonunda râvî Ebû Hü-revre'nin «Babamı ve anamı feda ettiğim Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in Ensâr hakkındaki bu yüce tezkiyesi gerçeğin ta kendisidir. Çünkü hakikaten Ensâr Resûlullah'ı sinelerine bastılar, ona büyük yardımlarda bulundular» dediğini de nakleder.
Ensâr-ı Kiram hakkında bu hadîsin buyurulmasmm sebebine gelince; Buhari' nin Huneyn savaşı bahsinde Enes b.Mâlik' den rivayet ettiği hadis ile siyer yazarlarının verdikleri malûmata göre durum şöyle olmuştur :
Mekke' nin fethedildiği gün Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) yeni müslüman olan Kureyş'in ileri gelenlerinin her birisine kalbleri müslümanhğa iyice ısınsın diye Huneyn ve Hevazîn ganimet mallarından 100'er deve vermişti. Savaşan müslümanlara bu kadar hisse verilmemişti. Ensâr'dan sayılan bazı gençler bu durumu görünce hikmetini anhyamıyarak :
— Vallahi kılıçlarımızdan Kureyş kanı damlarken kazandiğımız ganimetlerin Kureyş ileri gelenlerine verilmesi gerçekten şaşılacak şeydir. Resûlulah artık kavmine kavuştu. Haliyle bizi artık bırakacaktır», demişlerdi. Halbuki Peygamber'in Kureyş'e dağıttığı develer ganimet malının umumundan çıkarılmamıştı.Tasarrufu tamamen Resûlulah'a ait olan ve Fey denilen ganimetin beşte bir hissesinden verilmişti.
Bu çirkin dedikodu Peygamber'e erişince Ensâr'ı bir çadır içinde toplayarak onlara şöyle hitabta bulundu :
— «Ey Ensâr! Sizden bana erişen sözler nedir?» diyerek yapılan dedikoduların mahiyetini sordu. Ensâr da gerçeği gizleyecek ve hâşâ yalan söyleyecek durumda olmadıklarından:
— Evet! Size ulaşan bu sözleri söyledik, diyerek itirafta bulunmaları üzerine Peygamber yaptığı taksimin sebeplerini izah ederek :
— Ey Ensâr! Nâs ganimet develeriyle, mallarıyla evlerine dö nüp giderken sizler de Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ile birlikte evlerinize dönmeye razı olmaz mısınız?» diye sordu. Heyecan verici bu soru üzerine Ensâr, Resûlullah'ın kendilerini bırakmı-yacağmı anlayarak ve duygulanarak hep bir ağızdan :
— Razıyız yâ Resûlallah! diye haykırdılar. Bunun üzerine Resûlullah :
— «Ensâr ne tarafa giderse ben de o tarafa giderim...» mealin deki bu hadisi buyurdu ve Ensâr ile yaptığı toplantı bu suretle sona ermiş oldu.
Hadîsin senedindeki râvilerden Abdü'l-Müheymin'in zayıf olduğu ve diğer râvılerin sika olduğunu belirten Zevâid yazarı, hadis metninin sahih olduğunu ifade ediyor. Zaten yukarda belirttiğimiz gibi ilk fıkra hariç, hadisin metni Buhari'de de rivayet edilmiştir.
165) Amr İbn-i Avf (81) (Radiyallahü ank)'den Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), şöyle buyurdu dediği rivayet edilmiştir :
«Allah Ensara, Ensar'ın oğullarına ve Ensar'ın oğullarının oğullarına (yani Ensar'ın torunlarına) rahmet eylesin.[310]
Sindi bu hadisi izah ederken şöyle diyor:
Hadisin zahirine göre Resûlullah tarafından yapılan bu duâ, En-sar-ı Kiram'ın üç kuşağına aittir. Çünkü Eğer Ensar'ın tüm neslini kapsıyan bir dua yapılmak istenseydi «Ve Ensar'ın oğullarının oğullan* demeye hacet kalmazdı. Diğer taraftan hadiste geçen «Oğullar» tabirinden maksad sırf erkek çocuklar olmayıp kızlar dahil tüm evlâttır. Zevâid, râvilerden Kesir bin Abdillah pek sıka olmadığı için senedin zayıf olduğunu kaydeder. Buharİ, Müslim ve Tirmizi bu hadisi Zeyd b. Er kam* dan su lafızlarla rivayfit. etmişlerdir :
«Allahım! Sen, Ensâr'ı, Ensar'ın oğullarını ve Ensar'ın oğullarının oğullarını mağfiret eyle.»
Buhar î' nin tahriç ettiği rivayette : Ensâr'm oğullarının oğulları hakkında duâ buyurulup buyurulmadığında râvinin şüphe ettiği belirtilmiştir. Sindi bu malûmatı verdikten sonra Tirmizi'-nin, hadisin Hasen-Garib olduğunu söylediğini nakletmiştir.
Buharı, Münafikün süresine ayırdığı bölümün 6. babında zikrettiği bu hadisin Zeyd îbn-i Erkam tarafından Enes İbn-i Mâlik'e acıklı bir olay münasebeti ile nakledildiğini bir sened ile rivayet etmiştir. Şöyle ki:
Yezîd îbn-i Muâviye' nin işlediği zulüm ve yaptığı yanhş hareketler Medine' deki Eshab-ı Kiram tarafından bilinince onlar Yezid'in hilâfetini tanımıyarak Abdullah 1bn-i Zübeyr'e biat etmişlerdi.Yezid'de Müslim İbn-i ukbe ' yi bir ordu ile Medine üzerine göndermişti. Bu ordunun geliş haberi Medine'ye ulaşınca savunmak için Ensâr-ı
Tır.Amr bin Avf bin Zeyd bin Milna el-Müzenî'nin künyesi Ebû Abdillah'-* Saûat>l'dir. Bedir ehlindfendir. Râvisi. oğlu Abdullah'tır.
Kiram, Abdullah îbn-i Hanzele'yive Muhacirler'den Abdullah İbn-i Muti'yi kendilerine kumandan edinmişlerdi. Muhacirler ve Ensar'm teşkil ettikleri kuvvet Harre mevkiinde Şam ordusunu karşıladı. Fakat Şam ordusu sayıca ve askeri teçhizat bakımından çok üstün olduğu için onlara karşı direnemeyen Medine ordusu dağıldı. Bununla yetinmiyen Şam ordusu Medine şehrinin içine kadar girerek katliâmı mubah görmüş, sahâbilerden ve Ensar'dan bir çok kimsenin kanını akıtmıştı. Hattâ Mescid-i Nebevî'ye süvari atlarını bağlamak gibi saygısızlıktan bile çekinilmediği rivayet edilmiştir. Bu olay hicretin 63. yılında cereyan etmiştir. Bu acıklı olaya «Harre» vak'ası denilmesinin sebebi Medine haricinde Harre denilen semtte elim savaşın cereyan etmiş olmasıdır. Burası karataşlık bir yer olduğu için Harre ismini almıştır.
Enes îbn-i Mâlik (Radiyallahü anh) Harre vak'a-sı sırasında Basra'da idi. Medine'de vuku bulan bu kanlı olayda Enes îbn-i Mâlik'in soyundan ve amucazadelerinden öldürülmüş olanların acısıyla fazla hüzün ve keder içinde idi.O esnada Kûfe'de bulunan Zeyd İbn-i Erkam (Radiyallahü anh) Enes hazretlerine gönderdiği ta'ziye mektubunda ezcümle şöyle demişti:
«Ey Enes! Sana müjde olsun.ki Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ;
— «Aliahım! Ensar'ı mağfiret eyle, Ensar'm oğullarım da mağ firet eyle ve Ensar'm torunlarım da mağfiret eyle* buyurmuştur.»
Mektub Enes îbn-i Mâlik'in eline geçip okunduğunda mecliste bulunanlar Enes îbn-i Mâlik'.e Zeyd İbn-i Erkâm ' in kim olduğunu sormuşlar. Oda:
— Bu mektubun sahibi öyle bir zattır ki Allah Teâlâ, onun kulağını, duyduğu şeyler bakımından tasdik buyurdu», demiştir.
Allah'ın Zeyd îbn-i Erkam'ı tasdik buyurması meselesine gelince:
Zeyd İbn-i Erkam, Abdullah İbn-i Übeyy adlı münâfıkın sözlerini Resûl-i Ekrem'e nakletmişti. Münafık Ab-du1 1ah ise söylediği sözleri inkâr ederek üstelik yemin de etmişti. Onun inkâr ve yemini üzerine Resûl-i Ekrem,Ze yd'e :
«Senin kulağın yanlış İşitmiş olabilir», buyurmuştu. Zeyd îbn-i Erkam bir yalancı durumuna düşmüş gibi olduğundan çok müteessir olmuştu. Nihayet meali aşağıya alınan Münâfi-kûn sûresinin birinci âyeti nazil olunca Peygamber Efendimiz İbn-i Erkâm'ın arkasından varıp kulağını tutarak ve ovalıyarak:
— Ey Oğul! Kulağın Allah tarafından tasdik edildi. (Senin kulağın doğru duymuştur), buyurdu. îşte Enes îbn-i Mâli k'in, meclisinde bulunanlara îbn-i Erkâm'i:
Kulağı, duyduğu şeyler itibariyle Allah tarafından tasdik edilmiş bir zât olarak tanıtmasının sebebi bu olaydır. înen âyetin meali:
«(Ey Resulüm) Münafıklar sana geldiği zaman: «Şehadet ederiz (kalbimizdeki inancı belirtiriz) ki, doğrusu sen gerçekten Allah'ın Peygamberisin» derler. Allah da biliyor ki muhakkak sen, onun şüphesiz Peygamberisin. Bununla beraber Allah şehadet ediyor ki, münafıklar tamamen yalancıdırlar. (Dedikleri sözleri inançlarına uymaz, yalan yere yemin ederler).»
Buhari' nin Şârihi, Kastalânî' nin bu bâbta beyan ettiğine göre Zeyd bin Erkanı' dan Nesai tarafından alınan rivayete göre; bu olay üzerine Münafikûn sûresinin meali yukarıya alınan birinci âyetile beraber sûrenin sekizinci âyeti dahil baş kısmı birlikte nazil olmuştur. Zeyd bin Erkam'ın kısa bir hal tercemesi 145 nolu hadîsin izahında geçmiştir. Oraya bakılabilir. [311]
166) îbn-i Abbâs[312] (Radiyallahü anhümâ)'ûan şöyle dediği rivayet olunmuştur :
Resûlullah (Sallallakü Aleyhi ve Sellem) bîr ara beni kucakladı ve :
«Allahım! Buna hikmet ve kitab (Kuran) te'vilini öğret» diye duâ buyurdu. [313]
Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in duâsındaki «hikmet-'in tefsiri hususunda bir çok rivayetler vardır. Buhari, Mena-kıb bölümünden İbn-i Abbâs (Radiyallahü anh)'m fazileti için ayırdığı bir babta rivayet ettiği bu hadisin metninin sonunda hikmeti şöyle tarif ediyor:
«Hikmet peygamberlik dışında kalan görüş ve ictihadlarda isabet etmektir.» Kastalânî, bu tefsirin Ebû Zerr'e ait olduğunu söyledikten sonra diğer tefsirleri şöyle nakleder:
îbn-i Veheb, Mâlik'e, hikmetin ne olduğunu sormuş olup îmam Mâlik de: Hikmet, dini tanımak, onu bilmek ve ona uymaktır, diye tarif etmiştir. îmam Şafii (Radiyallahü anh) de: Hikmet Resûl-i Ekrem'in Sünnet'idir. Çünkü Allah Teâlâ Kitab (Kur'an')m okunmasını ve öğretilmesini zikretmiş, sonra Kitaba hikmeti atfetmiştir. [314]Bunun için hikmetten maksadın, ki-tab'm haricindeki bir şey olması gerekir ki,o da ancak Resûlullah'm sünnet'idir.
Hikmet'in hak ile bâtılı bir birinden ayırd etmek olduğunu söy-liyenler de vardır. Kastalânî bundan sonra hikmetin diğer tariflerine devam ediyor. Biz artık onları nakletmeyelim. Hikmet'in Şâfii'nin beyân ettiği şekilde tefsiri daha uygun görülüyor. Çünkü bu takdirde Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) İbn-i Abbâs (Radiyallahü anh)'a, Kitab ve Sünnet'in öğretilmesi için Allah'tan niyazda bulunmuş oluyor.
Bağa vî'nin «Mu'cem»'inde îbn-i Abbâs hakkında rivayet, olunan:
«Allah'ım onu dinde fakîh kıl (Ona dini ahkâm ve kaidelerin bilgisini ver), Kur'an'ında da te'vil ve tefsirini öğret», hadisinden de îbn-i Abbâs'ın fıkıhçı ve müfessir olması için Resülullah'm duâ buyurduğu anlaşılıyor. Şafii' nin beyân ettiği gibi hikmet ile Sünnet kasdedilmiş olursa Resûl-i Ekrem İbn-i Abbâs'm tefsirci, hadisçi ve fıkıhçı olması için duâ etmiş olur. Bu duaların bereketi ile îbn-i Abbâs, İslâmî ilimlerin hepsinde en yüksek mertebeye çıkmıştır.
Buharı' nin «Tuhfetü'1-Barî» şerhinde: Hadîste Kur'an öğrenimine ve duâ yapmaya teşvik vardır, denilmiştir. Hikmet, Sünnet anlamında yorumlanırsa ona da teşvik yapıldığı malûmdur. [315]
Haricîler, îslâm âlemine ilk fitne, parçalanma ve müessif olayların tohumunu atan bir fırkanın teşkil ettiği mezheb mensuplarına verilen bir isimdir.Tarihçiler bunlardan «Havâriç» diye bahsederler.Haricilerin ilk nüvesini teşkil edenler Hz.Osman (Radjyallahü anh)'a karşı ayaklananlardır.İsyancılar,Hz.Osman'm idareciliğinin yetersizliğini ve bazı tasarruflarının yersizliğini iddia ederek önce ayaklanmayı, sonra da Halîfe'yi öldürmeyi mubah telâkki ettiler. Aynı gurup Hz.Osman'in şehadetin-den sonra Hz.A1i'ye biat ettiler.Halife Hz. Ali ile Şam Valisi Hz. Muâviye arasında içtihada dayalı bazı ihtilâflar zuhur etmişti. Bu ihtilâfların mahiyetini, nedenlerini ve safhalarını dile getirmek konumuzun dışında kaldığı gibi bunu anlatmanın kapanmış bir yarayı deşmekten başka bir şeye yaramıyacağı kanısında olduğum için buna temas etmiyeceğim. Sadece şunu söyliyeyim: Sahâbîler arasında bu olayların çıkacağını Resûl-i Ekrem (Sallalla-hü Aleyhi ve Sellem) önceden bildirdiğine göre bunun önüne geçilmezdi. Bu sebeple biz bu olayları ilâhî takdirin bir cilvesi olarak yorumlarız.
Hz. Ali ve Hz. Muâviye (Radiyallahü anhümâ) ve taraftarları arasındaki görüş ayrılığı gittikçe şiddetlendi ve nihayet îslâm âleminin bel kemiğini teşkil eden bu iki ordu arasında müessif Siffîn savaşı vuku buldu.
Hz. Muâviye ve taraftarları «Hakem» yolu ile bu ihtilâfın bertaraf edilmesini teklif edince Hz.Ali taraftarı olan Hariciler fırkası da önce buna rıza gösterdi sonra hakemlik mes'elesi aleyhinde bulunarak bunun küfür olduğunu ve;
= «Hüküm ancak Allah'ındır» demeye başladılar. Bunlar, hakem yoluna rıza gösterdi, diye Hz. Ali'ye de cephe aldılar.Sıffin'den Kûfe'ye dönülürken hariciler fırkası Hz. Ali' nin ordusundan ayrılarak Kûfe'ye bağlı Harura köyüne gittiler.Hz.Ali onları irşad etmek ve batıl yoldan döndürmek için harcadığı bütün çabalara rağmen arzuladığı sonucu alamadı.Bilâkis Havâric fırkası bir süre sonra Abdullah bin Veheber-Rasibyi îmam seçerek Nehrevan denilen yere yerleştiler.Hakemlik mes'elesine rıza gösterdiğinden dolayı Hz.Ali'-nin kâfir olduğuna dair iddialarını sürdürdüler. Kendilerinin de ilk zamanlarda hakemliğe rıza göstermekle küfre gittiklerini, fakat bilâhare hakemliğe karşı çıkmakla tekrar imana kavuştuklarım ileri sürerler. Nihayet isyan eden bu fırkanın hakka teslim olmayı şiddetle reddederek devlet içinde îslâmiyete ters düşen inançları taşıyan bir devlet haline gelmek isteyince; onların üzerine hareket eden Hz.A1i'nin ordusu Nuhay1e denilen yere geldi. Haricilerin mezalim ve halka reva gördükleri işkence haberleri Hz.A1i'ye gelmeye devam ediyordu.Durumu incelemek için Hz.Ali tarafından gönderilen Haris bin Mürret el-Abdi de Havâriç tarafından şehid edildi.Hz.Ali tekrar haricîlerle görüşüp onlara nasihat etti.Onların batıl yolda olduklarım bildirerek gerekli ikazlarını tekrarladı. Nihayet haricîlerin bir kısmı savaşmaktan vazgeçerek geri gittiler ise de iki bin kişilik bir kuvvet H z . Ali* nin ordusuna saldırmaya başladı. Kaçınılmaz hale gelen bu savaşta Hariciler saf dışı edildi. Onlardan az kişi kurtulabildi.Fakat haricîlerin kökü kazılmış değil idi. Hicretin 39. yılı Ramazan ayında Abdurahman îbn-i Mülcem ismindeki bir harici'nin zehirli hançeri ile Kûfe'de bir sabah namazı üzerinde Hz. Ali (Radiyallahü anh) derin yaralar aldı ve bir iki gün sonra şehid oldu.
Haricîler Osman, Ali ve Muâviye hazretlerinden şiddetle nefret ederler ve nefret etmeyen kimseleri müslüman saymazlar. Bu durumda onlar Cumhur'u müslümanlık dışında görüp öldürülmesini mubah telâkki ederler; her hangi bir büyük günah işleyen adamı tekfir ederler, zulüm eden Halife'ye karşı ayaklanmanın vacip olduğunu iddia ederler. Haricîlerin Cumhur'a ters düşen başka görüş ve inançları da vardır. Burada anlatmaya lüzum görmüyorum
Hariciler, Ebû Bekir ve Ömer (Radiyallahü anhü-nıâ) devrine ait olduğu bilinen hadisleri kabul ederler. Daha sonraki devirlerde rivayet edilen Cumhur'un rivayetine itibar etmezler. Fakat haricî olan râvîlerinkini kabul ederler.
Haricîlerin bir çok kolları vardır. En önemlileri: ilk Muhakkime,Ezarıka,Necedat,Acaride,Surfiye ve tba-ziyye' dir.
167) Abîde [316](bin Amr es-Selmanî (Radiyallahü anh)'den Hz. Ali.(Ra-diyallakü anh)'den haricîlerden bahs ederken; şöyle söyledi, dediği rivayet olunmuştur :
«Hâriciler arasında kolları doğuştan çok kısa olan bir adam vardır. Eğer sizlerin amelleri bırakacak ve günahları işlemeye cesaret edecek derecede sevinmeniz endişesi olmasaydı hâricileri öldüren kimseler için Allah'ın (Hz.) Muhammed (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in (mübarek) dili üzerinde söz verdiği mükâfata âit hadîsi size rivayet edecektim.»
(Râvî Abide diyor ki:) Ben (Hz.) Ali'ye:
— (Kasd ettiğin) hadisi Hz. Muhammed (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'den sen işittin (mi?) diye sordum. (Hz.) Ali, üç defa:
— Evet! (Ben bizzat Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'den işittiğime) Kâ'be Rabb'ine and olsun, dedi.»Hakemlik mes'elesine rızâ gösteren başta Hz.Ali olmak üzere bütün müslümanları, Osman. Ali ve Muâviye (Radiyallahü anhüm)'den nefret etmiyen Cumhuru ve her hangi bir büyük günahı işleyen kimseleri tekfir eden haricilerin sapık inanışları, batıl görüşleri ve İslâm âlemine ilk fitne, fesad ve tefrika^tohu-munu atan fırka oluşlarının Resûl-i Ekrem tarafından önceden bilinmesi onun bir mûcizesidir. Hadis bu mucizeyi bildiriyor. Ayrıca onları Öldürmenin çok muazzam mükâfatı mucip olduğuna işaret ediyor. Öyle ki; onların öldürmenin büyük ecrini insanlar duyarsa, bu ecir tüm günahların affına ve cennetlik olmaya kâfidir, diye ibâdetleri bırakmak ve günahlara dalmak endişesi Hz. Ali tarafından duyuluyor ve Allah tarafından Hz. Muhammed (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) aracılığı ile vâdedildiği bildirilen ilâhî mükâfat ve ecir, bu endişe nedeniyle Hz . Ali tarafından açıklanmıyor.
168) Abdullah İbn-i Mes'ûd (Radiyallahü anhyden Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), şöyle buyurdu dediği rivayet olunmuştur :
«Son zamanda (kıyamete yakın devirde) yaşları küçük, akılları noksan (tecrübeleri kıt) bir zümre çıkacaktır. Onlar (haricîler fırkası gibi) insanların sözlerinin en hayırlısı (olan Peygamber'in tebliğleri) nden bahsedecekler; Kur'an okuyacaklar; fakat okudukları Kur'an, onların boğaz çemberlerinden öteye geçmiyecektir. Bunlar, şiddetle atılan ok'un av (ı delip on)dan öte çıktığı gibi İslâm (dinin) -den hızla çıkıvereceklerdir. Bunun için .kim onlara rastlarsa (hemen) onları öldürsün. Çünkü onları öldürmek, Allah katında katilleri için ecir ve sevabtır.» [317]
Buharı' nin şerhlerinden Kastalânî'nin beyânına göre hadisin metnindeki «İnsanların sözlerinin en hayırlısı» tabiri ile Resül-i Ekrem tarafından tebliğ edilen Kur'an-ı Kerim kasdedil-miştir. Kastalâni diyor ki: Çünkü haricîlerin, hakemliği reddetmeye mesned olarak ilk tempo tuttukları «Hüküm ancak Allah tarafından verilir» sözünü Kur'an' dan almışlar idi. Ama ne var ki; bu sözü yanlış yorumlamakla yerini değiştirmişler idi:
Sindi de : Bu tâbirden maksadın, haricilerin hakemlik konusuna iti-raz ederken söyledikleri: «Hüküm ancak Allah'a mahsustur» sözü olduğunu söyleyenler vardır. Nitekim, onlar böyle söyleyince H z . Ali «Bu söz haktır. Ama onunla bâtıl bir şey kasdedilmiştir» demiştir.
Metinde geçen «Okudukları Kur'ân onların boğaz çemberinden geçmiyecektir» cümlesinden kasdedilen mâna hakkında Kastalâni diyor ki:
Yani; Allah onların Kur'an okuyuşlarını yükseltmiyecek ve kabul etmiyecektir. Çünkü onların bâtıl itikadîarını bilir. Yahut bundan maksad : Hariciler okudukları Kur'an ile amel etmezler; dolayısıyla kıraatlarmm karşılığında sevaplandırılmıyacaklardır. Şöyle de yorum yapılabilir: Onların Kur'an okuyuşundan aldıkları pay ancak dilleri üzerinde Kur'ân'm geçişidir. Onların boğazına bile ulaşmayan kıraat nasıl onların kalbine girip etki yapacaktır? Halbuki, kıraattan arzu edilen gaye Kuran'm kalbe nüfuz etmesiyle Kur'an'm içindekilerini düşünmek ve ondan etkilenmek, istifade etmektir.
Buhari'nin rivayet ettiği hadîsin açıklamasını yapan Kastalâni diyor ki: Hadisin:
«Bunlar, şiddetle atılan ok'un avı delip öteye geçtiği gibi dinden hızla çıkıvereceklerdir», fıkrası, haricîlerin kâfir olduğunu söyleyenler için bir delildir.Çünkü dinden murad İslâmiyettir.Bunların, ts-lâmiyetten bir nasib alamıyacaklan ifade ediliyor.Tirmizi' nin şerhinde Kadı Ebû Bekr bin e1-Arabide bu fıkrayı delil göstererek haricilerin kâfir olduğunu belirtmiştir. Şayet hadiste geçen «din» kelimesi ile îslâm dini kasdedilmeyip halife'ye itaat mânasına yorumlanırsa fıkra, haricilerin küfrüne delil gösterilemez.Hallabi (din) kelimesini bu şekilde yorumlamıştır.
Buharı' nin «Nübüvvetin alâmetleri» babında ve müellifin 169 numarada Ebû Said Hudrî (Radiyallahü anh)'den rivayet ettikleri metinde, keza müellifin rivayet ettiği 170 ve 172 nolu hadislerde «Onlar dinden çıkarlar» tabiri kullanılmıştır. Din kelimesi yukarda beyan ettiğimiz gibi iki şekilde yorumlanmıştır. Fakat müellifin, tercemesi yukarda geçen 168 nolu ve gelecek olan 171 nolu rivayetlerinde, keza Buharî' nin aynı babta Hz.Ali (Radiyallahü anhVden olan rivayetinde «Onlar îslâmdan çıkarlar» ifadesi kullanılmıştır. Hele 176 nolu hadiste «Onlar mü si uman idiler sonra kâfir oldular* fıkrası apaçıktır, Kastalâni' nin beyanına göre haricilerin kâfir olduğunu söyleyen îmam S üb kî: Cennetlik oldukları Resûl-i Ekrem'in şahitliği ile sabit olan Ashab-ı Kiram'm büyüklerine kâfir diyen hariciler, bu sözleri ile Resûl-i Ekrem'i yalanlamış olurlar. Bu sebeple küfre gitmiş olurlar, demek suretiyle görüşünün delilini beyan etmiştir. Kurtubî de aynı görüşü bu hadislere dayandırmıştır.
Fıkıhçüarın ve muhaddislerin cumhuruna göre haricîler kâfir değil ayaklanan asiler hükmündedir.[318]
169) Ebû Seleme (Radiyallahü anhy&en rivayet edildiğine göre kendisi şöyle demiştir : Ben Ebû Saîd Hudrî (Radiyallahü anh)'a.:
Sen! Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellentyin Harûrâîılar [319] (haricîler) hakkında bir şey anlattığını işittin mi ? diye sordum. Bunun üzerine Ebû Saîd:
Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellemyin külfetle ibâdet eden bir kavmi (şöyle) zikrettiğini (bizzat) işittim, dedi :
«Sizden her hangi birisi (türiyecek olan) o kavmin namazlarının yanında kendi namazını, onların oruçlarının yanında kendi orucunu
küçük görecektir. Onlar okun avdan (delip) çıktığı gibi dinden çıkacaklar. Okun sahibi Cavı delip geçen) okunu alır (tetkik eder) okunun demirine bakar (kan namına) bir şey göremez. Okun kirişine bakar, orada bir şey göremez. Sonra ağaç kısmına bakar, oradada bir şey göremez. Bundan sonra yelelerine bakar, bunda da (kan izinden) bir şey görüp görmiyeceğinden şüphelenir.» [320]
Haricîler hakkındaki bu hadisi az bir lafız farkı ile Buharıde «Alâmetü'n-Nübüvveti» babında yine Ebû Said-i Hudr.l (Radiyallahü anhVden rivayet etmiştir. Hadiste haricîlerin îslâmi-yetten hızla çıkmaları en beliğ bir mürekkeb teşbih ile ifade edilmiştir. Hadiste tasvir edildiği gibi bir ok hızla ava girip öte tarafından çıkar, öyle bir sür'atla hedefini delip geçiyor ki okun hiç bir tarafında kan izine rastlanmıyor: Nasl denilen demir kısmına, demirin geçirildiği yer üzerinde sarılan ve Rısaf denilen kirişlere, Kıdıh denilen ağaç parçasına ve Kuzez denilen yeleler bölümüne bakıhr, bir bir tetkik edilir, hiç birisi üzerinde en ufak bir kan izi görülmez. Oka benzetilen Haricîler de Islâmiyete hızla girip çıkarlar. Onların ruhunda ve şuurunda müslümanlığm feyizli nurundan hiç bir esere rastlanmaz. Teşbihin mürekkep oluşu, Haricîlerin, tasvir edilen halleri ile birlikte oka ve gözler önüne serilen durumuna benzetilmesinden ve okun parçalarının bir bir zikredilmesinden meydana gelir.
Hadis, Hâricilerin kendilerini ibadete zorladıklarını ve aşırı derecede şeklen namaz ve oruçla meşgul olduklarım belirtir. Bir mucize olan bu haber aynen tahakkuk etti. Şöyle ki: Haricîler içinde, secde etmekten alınları yara olanları, gece namaz kılmaktan, gündüz oruç tutmaktan bitab düşenleri pek çoktu. Durmadan Kur'an okuyorlardı. Ama Kuran'ı yanlış tefsir ettikleri için fikir ve inanç bakımından sapık olduklarından yaptıkları ibadetin hiç bir değeri yoktu. Dinin özünü ve mahiyetini ters anladıkları için bâtıl inançları onları felâkete sürükledi.
170) Ebû Zer (Radiyallahü anh)'den Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu, dediği rivayet olunmuştur.
«Şüphesiz benden sonra ümmetimden bir kavim vardır. (Râvi diyor ki Resûlullah ilk cümleyi ya böyle ifade buyurdu ve yâhud benden sonra ümmetimden bir kavim olacaktır, (dedi.) Bu kavim Kur'an okuyacaklar, fakat Kur*an(m feyzi) onların boğazlarını geçmiye-cektîr. Onlar, okun avdan (delip) çıktığı gibi dinden çıkacaklar. Sonra dine dönmeyeceklerdir. Onlar insanların ve hayvanların en kötüleridir.»
(Hadisi Ebû Zer'den rivayet eden) Abdullah bin es-Sâmıt şöyle dedi:
(Ben bu hadîsi Ebû Zer'den işittikten) sonra El-Hakem bin Amr el-Gifari'nin kardeşi Râfi bin Amr'e bunu anlattım. Kendisi:
«Ben de bunu Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'den işittim, dedi.»
171) İbn-i Abbâs (Radiyallahü ank)'âen rivayet edildiğine göre Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur :
-Ümmetimden bir kısım insanlar muhakkak Kur'an okuyacaklardır. Fakat okun avı delerek hızla çıktığı gibi onlar da sür1 atla İslâmiyetten çıkacaklardır.[321]
Hadîs, daha önce geçen hadîsler gibidir. Başkaca izaha ihtiyaç duyulan bir cihetini görmüyorum. Sindi, bu hadisin râvîleri arasında ismi geçen Simâk zayıf olduğu için bu isnadın zayıf olduğu Zevâid'de bildirilmiştir, diyor.Nesai ve Yakub bin Şebib de Simâk'in İkrime' den olan rivayetleri zayıf olup başkalarından aldığı rivayetler ise zayıf değildir, demişlerdir. S i n d î daha sonra diyor ki: Buharı, Müslim ve Ebû Dâ-vud bu hadîsin metnini îbn-i Abbâs (Radiyallahü anh)'in yolundan başka bir yol ile rivayet etmişlerdir. Zevâid yazarı da bu hususu kısmen belirtmiştir.
172) Câbir bin Abdillah (Radiyallahü anhyden rivayet edildiğine göre şöyle söylemiştir:
Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) (Mekke civarında) Cîrâne (denilen mevki) de külçe altın, gümüş ve ganimet mallarım taksim ediyordu. Mal Bilâl'ın eteği içinde idi. Bu esnada bir kişi (küstahça bir eda ile) :
—Yâ Muhammed (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) adalet et! Çünkü hakika-tan (şu taksim işinde) sen adalet etmedin; dedi. Bu söz üzerine Resûllulah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ona :
«Sana azap olsun! Ben adalet etmeyince benden sonra kim adalet edecektir?» diye cevap verdi. Bundan sonra Ömer (Radiyallahü anh) :
Yâ Resul ali ah! Bu münafıkın boynunu vurmam için beni (serbest) bırak, dedi. Resululalh (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Ömer (Radiyallahü anh) 'e cevaben:
«Şüphesiz bu adamın arkadaşları veya arkadaşçıklan vardır.
Bunlar Kur'an okuyacaklar, fakat Kur'an onların boyun çemberlerini geçmiyecektir. Ok suratla avı delerek öteye çıktığı gibi bunlar da dinden hızla çıkıvereceklerdir.» buyurdu. [322]
Bu olay Mekke' nin fethinden sonra Huneyin ve evazin savaşının ganimetinin taksimi sırasında cereyan etmiştir. Olayın vuku bulduğu yer Mekke yakınında Cirrâne ve Ci'râne denilen mevkidir.Bu hâdisede küstahça söz söyli-
yen şahsın Temim kabilesine mensup Zülhuveysı.ra olduğu İbn-i îshak tarafından zikredilmiştir.Zehebîde:Bu şahsın adının Herkus îbn-i Züheyr olduğunu, sonraları Hâricilerin başına geçtiğini ve Nehrevan savaşında öldürüldüğünü haber veriyor. Hevâzîn ganimeti daha önceki savaşlarda elde edilen ganimetlerle kıyaslanmayacak derecede çoktu. 6000 esir ganimet olarak alındığı gibi, sayısız deve, koyun, 4000 okiy-ye çümüş elde edilmişti. Hattâ Vâkıdi1 nin beyanına göre her mücahide 40 koyun ve 4 deve isabet etmişti.
Bu ganimetten en büyük hisse «Müellefe-I Kulüb» denilen ve yeni müslüman olup henüz kalblerinde îslâm sevgisi kökleşmemiş olan Mekke eşrafına tahsis edilmişti. Süfyân İbn-i Uyey-n e ' nin Raf i' den rivayetine göre Müellef e i Kulûb listesinde bulunan Ebû Süfyan İbn-i Harb'e, Safvan îbn-i Umeyye'ye, Uyeyne îbn-i Hısa'a, Akra' İbn-i Hâbis'e, Alkarna'ye ve Mâlik İbn-i Avf'a 100'er deve verilmişti. Bu bol ihsanlar mezkûr şahısların gönüllerini îslâm dinine ısındırmak içindi. Bunlara verilen kısım mücâhidlere dağıtılmak üzere ayrılan hisselerden ayrı idi. Harcanması Allah'ın emriyle Resülullah'ın arzusuna bırakılan, Humus denilen ganimetten beşte bir hissesinden idi.
Buharı'nin «Alâmetü'n-Nübüvveti fil İslâm- babında Ebû Said'ı Hudri' den rivayet ettiği hadîste buna benzer bir olay anlatılıyor. Ab durrahman bin Ebi Naîm'in Ebü Saîd'den -Meğâzî- bahsinde rivayet ettiğine göre H z . Ali Yemen' den bir miktar külçe altın ve gümüş göndermişti. Resû-lullah da bunu Uyeyne bin Bedr, Akra' bin Habis, Zeydü'1-Hayî ve A İkame veya Âmir bin Tufeyl arasında taksim etmişti. Bu dört kişi Necid - dolaylarından ve «Müellefei Kulûb»'dan idi. Müslümanlığa zarar vermeleri düşün-çeleri ile Resûl-i Ekrem tarafından müstesna yardımlara kavuşmuşlardı. Bunlara verilen mal, tasarrufu doğrudan doğruya Resûlullah'a ait olan humus olduğuna rağmen Zülhuveysıra denilen şahıs itirazda bulunmuştu. Kasta1âni'nin beyânına göre Ebû Saîd'i Hudri' nin rivayet ettiği olayın Huneyn savaşındaki olay olduğu Efîah bin Abdullah'm rivayetinde belirtilmiştir. Bu duruma göre benzer hâdisenin iki defa vuku bulduğu neticesine varılıyor. Önemli olan husus her iki olayda da münafıklardan olan bir kişinin küstahça Resûl-i Ekrem'i adaletsizlikle itham etmesi ve bu münafıkın öldürülmeği istendiğinde Resül-i Ekrem'in buna izin vermiyerek bu tip kişilerin bulunduğu ve ilerde emsalinin türeyeceğini mucize olarak haber vermesidir.
Ebû Saîd-i Hudri' den rivayet edilen metnin sonunda Resûl-i Ekrem'in:
*Bu tip insanların çoğaldığı zamana erişmek bana müyesser olsaydı onların topyekün helakini dilerdim», buyurması bu şahsın öldürülmeyi hakettiğine delâlet eder. Bununla beraber Peygamber'in o kişiyi öldürmeye izin vermemesi Kurtubi'nin beyanı veçhile halkın :Muhammed arkadaşlarını öldürüyor demelerinden sakınmak içindir. Kas talâni bu kişinin öldürülmesine izin verilmemesi için başka sebepler de naklediyor. El -îsmaiIî'-den naklen beyan ettiğine göre görünüşte müslüman olan bir kimseyi öldürmek halkın îslâm dinine girmesini engelliyebilirdi.«Şer-hü's-Sünne» müellifinden de naklen verdiği cevaba göre bu tip insanların çoğalıp silâhla kendilerini koruyabilir ve halka zarar verir duruma gelmeleri halinde öldürülmeleri Resûlullah tarafından mubah kılınmıştır. Resûlullah'a karşı mezkûr münafık itiraz ettiği zaman böyle bir durum yoktu.
Kastalânî daha sonra diyor ki: Bu tip insanlar îslâma ters düşen görüşlerini açığa vurur, îslâm cemaatından ayrılır ve imamlara muhalefet ederlerse onlarla savaşma gücü bulunduğu halde savaşmayı terketmek caiz değildir.
Müs1im'in rivayetine göre Resûlullah'a itiraz eden kişiyi öldürmek için önce Hz.Ömer izin istemiş ona izin verilmeyince Hz. Halîd bin Velid bunu öldürmek için müsaade istemişdir. Kastalânî bu rivayetleri naklettikten sonra; «Fet-hu'1-Bârî» müellifinin Hz.Ömer ile Hz. Hâlid'in bu şahsı öldürmek için Resûl-i Ekrem'den izin istemiş oldukları açıkça anlaşılıyor, dediğini beyan eder.[323]
Bu hadisin isnadının sahih olduğu «Zevâid» müellifi tarafından beyan edilmiştir.
173) İbn-i Ebî Evfâ [324](Radiyallakü anh)'den rivayet edildiğine göre Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu demiştir :
«Haricîler Cehennem'in köpekleridir.[325]
174) (Abdullah) İbn-i Ömer (Radiyallahü anhümâ)'den Resûlullah (Sallallakü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu, dediği rivayet olunmuştur :
«Öyle genç bir cemâat türeyecek ki Kur'an okuyacaklar. Fakat okudukları Kur'an onların boğazlarının çemberlerinden öteye geç-miyecektir. Onlardan bir grup çıktıkça hemen kökleri kazılmahdir.»
İbn-i Ömer dedi ki: Ben Resûlulah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'den
«Onlardan bîr grup çıktıkça hemen kökleri kazılmalıdır» fıkrasını 20 defadan fazla işittim. {Râvî İbn-i Ömer bundan -sonra Re-sûlullah'm buyurduğu hadisin son parçasını şöyle nakletti.) :
«Nihayet bu cemâatin sürdürdüğü hile ve aldatma esnasında veya onların askerleri arasında Deccal çıkıverecektir.[326]
Hadîsin metninde geçen kelimesi masdar veya Nâşi'in çoğuludur. Nasıl ki «Sahb» kelimesi Sâhib'in çoğuludur. Naşi, genç demektir.
«Onlardan bir grup çıktıkça hemen kökü kazılmahdır» fıkrası üzerine Sindi diyor ki: Çoğu zaman onların zuhur eden grupları silinmiştir. Örneğin, Hz. Ali, Hârûr alılan kılıçtan geçirmiştir.
Metinde geçen «Irad» kelimesi hile ve hudâ demektir. Bu kelime Sünen'in bazı nüshalarında «A'rad» olarak bulunur. A'rad, Ard'ın çoğuludur. Burada A'rad'dan murad muazzam ordudur.
Metnin sonlarına doğru geçen
parçası râvî îbn-i Ömer1 in sözüdür. Tercemeyi öyle yaptık. Miftahü'KHâce müellifi, bu parçanın Resûl-i Ekrem'e ait metinden olmasının muhtemel olduğunu söylemiştir. Eğer öyle olursa bu kısmın mânası şöyle olur:
«Onların çıkması ve köklerinin kazılması olayı 20 defadan faz la vuku bulacaktır.»
175) Enes bin Malik (Radiyallahü anh)'den Resûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu, dediği rivayet olunmuştur :
-Son zamanlarda veya bu ümmet arasında öyle bir kavim çıkacaktır ki Kur'an okuyacaklar. Fakat (okudukları) Kuran onların boğazlarının çemberlerini veya boğazlarını geçmiyecektir. Onların alâmeti (başlarını) kazımak suretiyle tıraş olmalarıdır. Siz onları gördüğünüz veya onlara rastladığınız zaman hemen onları öldürünüz.» [327]
Hadisin metninde bulunan «veya...» tabiri râvî'nin tereddüdünü ifade ediyor. Resûl-i Ekrem'in ifade buyurduğu söz ya budur ve ya sudur, demek oluyor. Tabiî bu değişiklik mânayı etkilemez.
Bâzı kimseler ustura ve benzeri şeylerle başın saçını kazımanın mekruh olduğunu söyleyerek bu hadîsi delil göstermişlerdir. Fakat Müs1im'in şârihi Nevevi:
«Hadis bu tip tıraşın kerahatine delâlet etmez.Çünkü bu tıraş şeklinin onların alâmeti olabilmesi için mubah olmaması gerekmez.Zira, alâmet haram bir şeyle olabildiği gibi helâl bir şeyle de olabilir.Nitekim bir hadiste Resûl-i Ekrem «Onların alâmeti siyah ve iki kolundan birisi kadın memesine benziyen bir adamdır», buyur muştur.Halbuki bu eşkâlin helâl veya haram olmadığı malûmdur. Diğer tarafta sahîh bir isnad ile «Sünen-i Ebî Davûd'da rivayet edilmiştir ki:Resûl-i Ekrem (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), başının bir kısmı kökünden tıraş edilmiş olan bir çocuğu görüyor ve : «Yâ tamamını böyle tıraş ediniz veya tamamını bırakınız» diye emir buyuruyor. Bu hadis, başın saçlarının kökünden tıraş edilmesinin mubah olduğunu sarahaten bildiriyor. Her hangi bir tevile muhtemel değildir», diyor.
«Miftahü'1-Hâce» müellifi diyor ki Şafii âlimleri, her türlü saç tıraşını mubah görmüşler. Ancak saçlarını temiz tutanlar için kökünden traş etmemeleri ve temiz tutmakta güçlük çekenler için kökünden traş etmeleri müstehabtır, demişlerdir. Ama saçın bir kısmını kökünden traş etmek ve diğer kısmını bırakmak mekruhtur.
176) Ebû Gâlîb (Radiyallahü an/r/den rivayet edildiğine göre Ebû Ümame (Radiyallahü anh) şöyle buyurmuştur :
«Öldürülen Haricîler, gök cildi (görülen tabakası) altında öldürülenlerin en kötüleridir. Öldürülen insanların en hayırlısı da Haricîlerin öldürdüğü kimselerdir. (Çünkü şehid olurlar.) Hâriciler Cehennem ehlinin köpekleridir. Bunlar müslüman idiler sonra kâfir oldular. (Râvi Ebû Galib diyor ki) : Ben Ebû.Ümâme'ye :
Bu söz, senin söylediğin bir şeydir! dedim. Ebû Ümame : Hayır! Ben bu sözü Resûİullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'den işittim, dedi. [328]
Sindi: Hadîsin «Haricîler Cehennem ehlinin köpekleridir» fıkrası onların kâfir olduğunu açıkça belirtiyor, «Onlar dinden çıkarlar» ve benzeri hadis fıkraları da bu hususu teyid ediyor, fakat cumhur onları tekfir etmiyor. Cumhur'un görüşüne göre onların kâfir olduğuna dair tabir küfran-ı nimet (nankörlük) mânasına yorumlanır. Keza «Dinden çıkarlar» cümlesi de, «Dinin kemâlinden çıkarlar» şeklinde tevil edilir, demiştir. [329]
Cehmiyye mezhebi Cebriyye mezhebinin tipik bir misalidir. Bu mezheb Cehm bin Safvân tarafından Tirmizi'de kurulmuştur.Cehm'in ileri sürdüğü görüşlere katılanlara Cehmiyye denilmiştir. Cehra hicri 128'de Nasr bin Seyyar'a isyan ettiği için Salim bin Ahvaz el-Mâzinî tarafından Merv’de öldürülmüştür.Cehmiyye' nin başlıca akideleri:
1) Kulun iradesi ve kudreti yoktur.Kulun işlediği fiil ve amelinde cebir ve zorlama vardır.Bu nedenle hakikatta her işin faili Allah'tır.
2) İnsanlarda bulunan ilim, hayat, kelâm gibi sıfatlar Allah'a is-nâd edilemez.Aksi takdirde Allah kullara benzetilmiş olur.Ama insanlarda bulunmayan halk (yaratma) ve icad gibi vasıflar Allah'a izafe edilebilir.Çünkü bunda benzetme ihtimali yoktur. Demek oluyor ki Cehmiyye fırkası Allah hakkında vâcib olan bazı sıfatları inkâr ederler.
3) îman Allah'ı bilmekten, küfür de O'nu bilmemekten ibarettir,îman ilim'den başka bir şey değildir.Allah'ı bilenler mü'min, bilmeyenler de kâfirdirler.
4) Allah'ın ilmi hadistir. (Sonradan var olur).Ezelî değildir.Bu sebeple Allah bir şeyi oluşundan önce bilmez.
5) Allah'ın kelâm sıfatı da hadistirBu nedenle Kur'an mahlûktur.
6) Âhirette Allah'ı görmek mümkün değildir.
7) Cennet ve Cehennem ebedî olmayıp fanidir.
Görüldüğü gibi Cehmiyye fırkası Allah'ın ezelî sıfatlarını ve âhirette O'nu görmeyi inkâr etmek ve Kur'an'ın mahlûk olduğunu söylemek bakımından Mûtezi1e'ye benzer.Aslında bu hususlar önce Cehm tarafından ortaya atılmış, sonra Mu-tezi1e'ye sirayet etmiştir.Kulun cüz'î iradesini inkâr ve cebir hususu Cehmiyye' nin inanç sisteminden bir akidedir.Dolayısı ile Cehmiyye'yi Cebriyye olarak telâkki etmek hatalıdır.
Cehmiyye mezhebi, Mutezile ve Cebriyye mezhebleri gibi ehl-i Sünnet mezhebine ters düşen bâtıl bir mez-hebtir.
177) Cerîr bin Abdillah (el-Becelî) Radiyallahü anh)'den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: Biz Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'m yanında oturuyorduk. Kendisi ayın on dördüncü gecesi (dolun) aya bakıp :
«Şu ay'ı nasıl hepiniz izdihamsız olarak ve sıkışıp üst üste yığılmanıza ihtiyaç kalmadan görüyorsanız şüphesiz Rabbinizi de (kıyamet günü) öylece göreceksiniz. Artık güneşin doğuşundan ve batışından önceki namazların bir birisinden alıkonmamaya gücünüz yeterse (onu) işleyiniz», buyurdu. Sonra şu (mealdeki) âyeti okudu:
«... Ve güneşin doğuşundan Önce de gurubundan önce de Rab bine hamd ile teşbih et.» (Kâf, 39) [330]
Hadîsin metnindeki fiili damm = sıkışma, yığılma,yapışma»dan alınmadır. «Lâ tadâmmûne...» cümlesinin mânası da: Dolun ay'ı görebilmek ve birbirinize gösterebilmek için üst üste yığılmanıza birbirinize yapışmanıza ve izdihama ihtiyaç duymazsınız.
Bu kelime olarak da rivayet edilmiştir. Bu takdirde onun kökü «ciaym = meşakkat, zulüm ve zorluk»tur. Buna göre «lâ tudâmune...» cümlesinin mânası şu olur: Dolun ay'ı görebilmek için meşakkat ve zorluk altına girmezsiniz, görmekten mahrum olmak zulmüne uğramazsınız.
Kameri ay başlarında hilâli arayanlar bakarken, zorluk çekerler, meşakkat altına girerler. Görme kabiliyeti kuvvetli olanlar hilâli görünce diğerlerine göstermek için birbirinin üstüne yığılırlar görebilenler ile göremiyenlerin teşkil ettikleri cemaatta bir izdiham duyulur. Kimisi görebilir, kimisi görmekten mahrum kalır. Fakat üzerinden 14 gün geçen hilâl dolunay haline gelince onu görmek içjn hiç bir sıkıntı, izdiham, zorluk ve eziyet çekmeden herkes rahatlıkla görebilir, hiç kimse görmekten mahrum kalmaz, Âhiret günü mü'minler böyle bir rahatlık içinde Allah'ın zatını ve cemalini görmek şerefine mazhar olacaklar, hiç bir mü'min O'nu görmekten mahrum kalmıyacaktır.
Hadiste Allah Teâlâ'nın görülmesi, dolunayın görülmesine rahatlık ve apaçıklık bakımından benzetilmektedir. Hâşâ Allah'ın zatının dolunaya benzetilmesi durumu bahis konusu değildir.
Ehl-i Sünnet mezhebine mensup müslümanların cumhuru, âhirette mü'minlerin Allah Teâlâ'nın cemâlini ve zatını göreceklerinde ittifak etmişlerdir. Mutezile, Hâriciler ve Cehmiyye ise bunu kabul etmemişlerdir.Allah'ın görüleceğine dair hadislerin râvileri arasında: Ebû Bekir, Ali, Muâz bin Cebel, İbn-i Mes'ûd, Ebû Musa el-Eş'arî, İbn-i Abbâs, İbn-i Ömer, Huzeyfe, Ebû Ümâme, Câbir bin Ab di İla h, Enes, Ammar, Zeyd bin Sabit ve Ubade bin es-Sa-mit CRadiyallahü anhüm) gibi Muhacir ve Ensâr'ın büyükleri bulunan 20'yi mütecaviz sahâbî vardır. Bu nedenle konuya ilişkin hadisler manen mütevatirdir. Ayrıca aşağıda yazılı âyetler de konuyu teyid eder mahiyettedir.
«Nice yüzler vardır ki; o gün (= kıyamet £ünü) güzelliği ile parıldar. (O yüzler) Rablerine bakarlar.» (Kıyâme, 22, 23)
«Hayır, (onlar iman etmezler.) Muhakkak ki onlar, o kıyamet günü Rablerinti görmek)den men edilmiş] erdir.» (Mutaffifin, 15)
«İman edip güzel amel işleyenlere Cennet ve bir de Allah'ın cemalini görmek var...» (Yûnus, 26)
«Hâzin» tefsiri yazarı, Kıya me sûresinin 22, 23. âyetlerinin tefsirinde der ki:
Ehl-i Sünnet âlimleri Allah Teâlâ'yı görmek aklen mümkündür demişler ve mü'minlerin âhirette Allah'ı göreceklerine, fakat kâfirlerin görmiyeceklerine icmâ' etmişler ve yukarıdaki âyetleri de delil göstermişlerdir. Mutezile, Hâriciler ve Mürcie'-nin bir kısmı ile Cehmiyye1er hiç kimsenin Allah'ı göremi-yeceğini ve O'nu görmenin aklen muhal olduğunu sanmışlardır. Onların bu sanısı açık bir hata ve çirkin bir cehalettir. Çünkü Kitab, Sünnet ve Sahâbîlerle onlardan sonra gelenlerin icmâ'ı kıyamette mü'minlerin Allah'ı göreceğini isbatlamıştır.Yirmi kadar sahâbî bu konunun isbatı hakkındaki hadisleri Resülullah'tan rivayet etmişlerdir. Buna âit âyetler de malûmdur. Bid'at ehlinin konuya ilişkin itirazları ve içine düştükleri şübheler Ehl-i Sünnet âlimleri tarafından bertaraf edilmiştir. Yapılan itirazlar, ileri sürülen şübheler ve bunların reddine âit cevâblar uzun yer istediği için buraya almayı uygun görmüyorum. Arzu edenler Kelâm kitabla-nna müracaat etsinler.
Hadisin «Güneşin doğuşundan ve batışından önceki namazları...»
fıkrası ile Sabah ve İkindi namazına ehemmiyet verilmesi, bu namazları bırakmak veya tehir etmek yolunda şeytana yenilmemeye dikkat edilmesi isteniyor. Ne sabah uykusu ne de gündüz alış veriş meşguliyeti gibi mü'minlerin gücünün yettiği engellerin namazdan alıkoymaması gereğine dikkatlar çekiliyor. Kul gücünün dahilindeki işlerden sorumludur. Takatinin dışında kalan şeylerle mükellef değildir. Meselâ : Bayılma, unutma, uykudan uyanmama gibi irade dışı mazeretler gücün dışında kalan şeyler olduğu için kul bu gibi hallerde namaz kılmakla mükellef değildir. Bu hallerin geçmesinden sonra sorumluluk tekrar başlar.
Hadîste itina edilmesi emredilen namazların sabah ve ikindi namazları olduğu, Müs1im'in rivayetinde açıkça belirtilmiştir. Esasen farz olan 5 vakit namazları arasında önem ve fazilet bakımından bir fark yoktur. Bununla beraber her birinin kendine has bir meziyeti ile diğer namazlardan mümtaz olmasında da bir sakınca yoktur. Sabah ve ikindi namazına özgü meziyet, gece ve gündüz meleklerinin bu iki namaz vaktinde buluşmaları, mü'minlerin amellerinin bu iki vakitte Allah'ın huzuruna arzedilmesidir.
Hadîsin baş kısmında Allah'ın görüleceği belirtildikten sonra, artık sabah ve ikindi namazına dikkat edilsin, şeklinde bir münasebet kurulduğuna göre bu iki namazı muntazaman vaktinde edâ eden mü Çin'in Allah Teâlâ'nın cemalini görmeye liyakatli olduğuna hadiste işaret ediliyor.
178) Ebû Hüreyre (Radiyallakü anh)'den rivayet edildiğine göre kendisi, Resûluilah (Saüallahü Aleyhi ve Sellem), şöyle buyurdu, demiştir:
«Ayın ondördüncü gecesi kamer'i (dolunayı) görebilmek İçin izdihama ve üst üste yığılmaya ihtiyaç duyuyor musunuz?» Sahâbî-ler-
Hayır! diye cevap verdiler. Resûluilah da:
«İşte öylece kıyamet günü Rabbinizi görebilmek için hiç bir izdihama ve üst üste yığılmaya ihtiyaç duymayacaksınız-, buyurdu.
179) Ebû Saîd-i Hudrî (Radiyallahü ank)'âen rivayet edildiğine göre kendisi şöyle demiştir: Biz (Resûlullah'a):
Yâ Resûlallah! (Kıyamet gününde) biz Rabbimizi görecek miyiz? diye sorduk, (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) efendimiz hazretleri bize cevaben) :
*Siz, güneş'i öğle zamanı ve hiç bir bulut yokken görmek için itişip kakışmaya, birbirinize zahmet vermeye ihtiyaç görür müsünüz?» diye sordu. Biz Hayır! diye cevap verdik. Bu kere:
«Ayın on dördüncü gecesi (dolun) ayı yine (hava ayaz iken ve) hiç bir bulut yok iken görmek için bir birinize izdiham etmeye hacet duyar mısınız?» diye sordu. Sahâbîler :
Hayır! diye cevapladılar. (Bunun üzerine) Resûluilah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
«Şüphesiz Allah'ı görmek hususunda ancak (durumu anlatılan) öğle güneşi ve dolunayı görmek için duyduğunuz izdiham kadar bir zahmet göreceksiniz. (Yani Güneş ve Ay'ı görmek için nasıl hiç bir zahmet çekmiyorsanız, âhiret günü Allah Teâlâ'yı görmek için de hiç bîr zahmet çekmiyeceksiniz.)» buyurdu. [331]
178 ve 179 nolu hadîslerin metninde geçen , fiili 177 nolu hadîsin izahında belirttiğimiz gibi «Tadâmmûne ve Tüdâmûne» olmak üzere iki şekilde rivayet edilmiştir. Mânaları orada beyan edildiği için burada tekrarlamaya lüzum yoktur. Keza 179 nolu ha-
dîsin metninde geçen fiili de «Tadârrûne ve Tudârûne» diye iki şekilde rivayet edilmiştir. Tadarrûne: Birbirinize zarar verirsiniz, zarara uğrarsınız demektir.
Buhar î'de" bu çeşitli rivayetlerden başka bir de rivayetleri de vardır. Bunların mânası ise «Siz şüphe ve ihtilafa düşer misiniz?»
Hadis öğle zamanı hava açıkken ve en ufak bir bulut parçası yok iken güneşin herkes tarafından çok rahat görüldüğ.ü, keza Kameri hesaba göre ayın 14'ncü gecesi yine hava açık olup en küçük bir bulut parçası bulunmaz iken dolunayın herkes tarafından gayet kolayca görüldüğü gibi mü'minlerin âhiret günü Allah Teâlâ'yı en ufak bir zahmet duymadan göreceklerini müjdeliyor.
180) Ebû Rezîn (Radİyallahü anh)'âen rivayet edildiğine göre kendisi şöyle demiştir :
Ben Resûlullah (SallaUahil Aleyhi ve Sellem)'e :
— Yâ Resûlallah! Kıyamet günü biz Allah'ı görecek miyiz? ve mahlûkatı içerisinde Allah'ı görebilmenin alâmeti nedir? diye sordum. Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
«Yâ Ebâ Rezîn! Hepiniz ayrı ayrı ve izdihamsız olarak Ay'ı görmüyor musunuz?» buyurdu.
Ebû Rezîn dedi ki Ben:
— Evet! (Buyurduğun gibi hepimiz izdihamsız olarak ayrı ayrı ay'ı görüyoruz), dedim. Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
«îşte, Allah her şeyden büyük ve yücedir. Ve rahatlıkla gördüğünüz Ay Allah'ın yaratıkları içinde bir alâmettir», buyurdu.
181) Ebû Rezîn (Radİyallahü anh)'den rivayet edildiğine göre Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu demiştir :
«Sıkıntılı durumlarının değişmesi yakın olmakla beraber kullarının ümitsizliğe kapılmalarına Allah güldü» buyurdu. Ebû Rezîn dedi ki ben:
— Yâ Resûlallah! Rab (Taâlâ Hazretleri) güler mi? diye sordum. Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
«Evet!» buyurdu." (Bunun üzerine) Ben :
Gülmek vasfını taşıyan bir Rab'ten daima hayır buluruz, dedim.[332]
-Gülmek Allah Taâlâ Hazretlerine göre sıfat-ı fi'liyye'dendir, ki bir çok âlim tarafından bu vasıf rıza ve hayır dilemesi şeklinde yorumlanmıştır. Bazılarına göre gülmek ile bol rahmet kasdedilmiştir. Diğer bir kısım âlimler : Allah'ın gülmesi, Meleklerine gülme emrini ve iznini vermesinden ibarettir. Nasıl ki; bir Padişah birisinin öldürülmesini emrettiği zaman Padşah onu öldürdü denilebiliyor. Bu nevi' tâbirlere Arap dilinde çok rastlanır, demişlerdir.Sindi'de deniliyor ki bazı muhakkik âlimlere göre infial (= bir şeyin te'siri altında kalmak) kabilinden olan gülmek ve benzeri vasıflar Allah Teâlâ'ya isnad edildiği zaman o vasfın sonucu ve gayesi kasdedilir.Veyahut o vasfı başkalarında yaratmak muraddır. Bu yoruma göre «Allah güldü» cümlesi Allah güldürdü veyahut gülmek vasfının sonucu olan Rahmet ve ikramını bahşetti, şeklinde yorumlanmış olur. Ehl-i Tahkîk'in mezhebine göre ise Dıhk {gülmek) vasfı Allah Taâlâ hakkında vârid olan sıfatlardandır. Bu sıfatın varlığını kabul etmek gerekir. Bununla beraber Allah'ın zatı her türlü benzetmeden tenzih edilir. Nitekim İmam Mâ1ik'e Allah Teâlâ için vârid olan «İstiva» vasfının mahiyeti sorulduğu zaman : İstiva kelime anlamı bakımından malûm bir şeydir.[333]Allah hakkında kullanılan isti-vâ'nın keyfiyeti bizce mâ'lûm değildir. Buna iman etmek vâcibtir.Ve bunu soruşturmak bid'attır, diye cevap vermiştir.İmam-1 Mâ-1ik'in bu cevabı Ehl-i Tahkik mezhebinin dıhk sıfatı hakkındaki görüşe uygundur.
Hadisin metninde geçen «Kullarının ümitsizliği» ile onların ihtiyaç ve fakirliği kasdedilmiş olabilir. Bu takdirde fıkranın mânası Şöyle olur :
Allah, kullarının fakirliğine, zayıflığına, zillet ve hakâretiyle, yokluk içinde kıvranmalarına baktığı zaman onlara rizasını ve ihsanını lütfeder.
Metindeki «Kullarının ümitsizliği» sanıldığı gibi rahmetinden ümitsizlik demek değildir. Çünkü; bu tür ümitsizlik Allah'ın rızâsını değil, gazabını gerektirir. Fakat kul amellerinin iyi olmayışına, günahlarının çokluğuna ve dinî vecibeleri yerine getirmeyişine bakarak buna göre kendisini çok âsi ve suçlu görüp ilâhi rahmetten pek ümitli olmazsa kulun bu hâli onu tevâzua, takvaya ve pişmanlığa sevkedici olduğundan bu nevi ümitsizlik ve pişmanlık Allah'ın rızâsını ve ihsanını celbedebilir. İşlediği günahlar yüzünden ilâhî mağfiretten ümidini kesince; ölümünden sonra vücudunun yakılmasını ev halkına vasiyet eden ve vasiyeti infaz edilen kişinin Allah tarafından af edilmiş olması yukarıda belirtilen sebepten olabilir.
Hadîsin metninde geçen kelimesi burada tağyir, tahvil,tebdil ve hal değiştirmek mânalarına yorumlanmıştır. Buna göre fıkranın mânası şöyle olur:
Kul, hoşlanmadığı bir durumla karşılaşınca hemen ümitsizliğe kapılır ve sıkıntılı halin devam edeceğini sanır. Halbuki Allah Ta-âlâ'nm kulunun halini serden hayra, hastalıktan şifâya, belâ ve sıkıntıdan ferah ve sevince değiştirmesi yakındır. İşte sıkıntıdan kurtulması yakın olmasına rağmen kulun bunu düşünmemesi gülünçtür.
Zevâid yazarı diyor ki: Hadîsin senedinde ismi geçen râviler-den Veki' hariç Müslim hepisini sika görmüştür.îbn -i Hibban ise Veki'i de sıka olan râvîler arasında zikretmiştir.Sindî bunu naklettikten sonra hadisin hasen olduğunu belirtiyor.[334]
182) Ebû Rezîn (Radiyallakü anh)'dea rivayet edildiğine göre kendisi şöyle söylemiştir :
Ben Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e:
__ Yâ Resûlallah! Rab bi m iz m ah Hı katı yaratmadan önce nerde
idi? diye sordum. Resûlulah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
«Rabbimiz, ne altında ne de üstünde hava bulunmayan bir amâ (bulut) da idi. Orada hiç bir yaratık yoktu. Rabbimizin arşı su üzerindedir», buyurdu. [335]
Sindi ve Miftâhü'1-Hâce müellifleri, âlimlerin çoğunun bu hadîsin sıfat hadîslerinden olduğunu, ona inandıklarını, fakat mânasını bilmediklerini ve çözüm işini bilenlere bıraktıklarını söylemişlerdir, diyorlar.Sindî, bu arada hadîsin yorumunu yapan âlimlerin tevillerini de şöyle beyân ediyor:
1. Bâzı âlimler, râvînin «Rabbimiz nerde idi?» sorusunda bir muzafın takdiri ile «Rabbimizin arşı nerde idi?» şeklinde yorumlamışlardır.Bu takdirde râvînin sorusundaki «Mahlûkat» mefhumundan «Arş» müstesna tutulur. Bu tevile göre; hadisin müşkil bir yönü kalmıyor.Çünkü soru ve cevap arş'a âit olmuş oluyor,
2. Diğer bir kısım âlimler de râvinin sözünü tevil etmezler de Hesûlulah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in verdiği cevâbı şöyle yorumlarlar :
Hadiste geçen «Amâ» bulut demektir.Bulut da bir yaratıktır. Soru sahibi hiç bir yaratık yok iken Rabbimiz nerde idi? diye sorduğuna göre, ona verilen cevapta hiç bir yaratık yok iken Rabbimiz bir yaratık olan bulut içinde idi, diye cevap verilmesinin sakatlığı malumdur.O halde «Rabbimiz amada idi» cümlesi, Rabbimizin beraberinde hiç bir şey yok idi diye yorumlanır. Bâzı rivayetler kelimesi yerinde kelimesi mevcuttur.Miftâhü'1-Hâce'nin beyânına göre; olunca fıkranın açık mânası «Rabbimiz ile beraber hiç bir şey yok idi» demek oluyor.Tirmizi ae aynı durumu naklen beyan ediyor.Verilen cevapların neticesi şudur: Allah için ne mahlûkatı yarattıktan sonra ne de önce mekân ve yer yoktur. Hele yaratıkları yaratmadan önce, mekân mefhumu yok iken nasıl Rabbimiz için bir yer düşünülebilir.
Miftâhü'1-Hâce müellifi diyor ki -Hadîsin metninde geçen :«Ne altında hava var ne de üstünde hava var» tabiri, Allah için hâşâ bir mekân durumunun hatıra gelmemesi için kullanılmıştır. Çünkü bildiğimiz mânadaki bulutun, bir yer olmaksızın var olması muhaldir. îSonra üstünde ve altında havanın olmayışı da düşünülemez.) Râ-vinin sorusu mekâna ait olduğu için cevap da mekân ile verilmiş oluyor Yani eğer şu tarif edilen tarzda bir mekân var ise; işte Rabbi-miz o mekânda idi. Böyle bir bulutun, hem de tüm yaratıklar yaratılmadan önce. aslında yaratık olan bir bulutun var olması mümkün olmadığına göre Allah için bir mekân düşünülemez.
183) Safvân hin Mııhriz [336]El-Mâzİnî (Radiyallahü anhyâen rivayet edildiğine göre şöyle demiştir :
Abdullah bin Ömer (Radiyallahü an hum) bir ara Kâ'be'yi tavaf ederken bizde onun beraberinde idik. Aniden bir adam ona çıkıp geldi ve:
—Yâ İbn-i Ömer! Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve SellemTin Necvâ (kıyamet günü Allah ile Mü'minler arasında cereyan edecek olan özel görüşme) hakkında buyurduğu (şeyleri) kendisinden sen nasıl işittin? diye sordu. Abdullah İbn-i Ömer:
Ben Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Selleirü'den şöyle buyurduğunu işittim :
«Mü'min (kul), kıyamet günü Rabbine öyle bir derecede yaklaştırılır ki; art'-k Rabbi onun sırrını mahşer ehlinden saklamış olur. Sonra Rabbi ona bütün günahlarını ikrar ettirir. Rabbi, (ona günahlarını itiraf ettirirken) şunu işlediğini sen bilir misin? diye sorar. Mü'min de : Yâ Rabbi! bilirim, der. Nihayet mü'minin işlediği günahlar hakkındaki itirafları Allah'ın dilediği miktara ulaşınca Allah Taâlâ ona «şüphesiz ben senin işlediğin günahları dünyada senin için örttüm. Bu gün de senin için o günahlarını mağfiret ediyorum» buyurur. Resûlullah buyurdu ki: Sonra onun hasenatının salıi-fesi veya defteri onun sağ eline verilir. Resûlullah buyurdu ki: Ama kâfir veya münafık ise şahitlerin başları üzerinde nida edilerek şöyle haykınhr :
Şunlar Rablerine karşı yalan söyleyenlerdir. Haberiniz olsun. Allah'ın laneti zâlimlerin üzerinedir.»
Râvilerden Hâlid (bin el-Hâris) dedi ki hadîs metninden;«Şahitlerin başları üzerinde» lafzı mün katı'dir. Bu lâfzın dışındaki metnin tamâmı mcvsûl'dur. [337]
Hadisin son fıkrası Hûd sûresinin 18. âyetinden bir parçadır.Âyetin tamamının meali şudur :
«Allah'a şerik veya çocuk isnad etmek suretiyle O'na iftira edenden daha zâlim kimdir? Bu zâlimler, Rablerine arzolunacaklar ve şahitler (melekler veya insanın kendi uzuvları)da şöyle diyecekler:
-Şunlar Rablerine karşı yalan söyleyenlerdir. Haberiniz olsun, Allah'ın laneti zâlimlerin üzerindedir.» (Hûd, 18)
Hadîsin metninde geçen Necva» gizli söz söylemektir, ki; buna fısıldamak tâbir edilir.Kasts1ân1,burada; Kıyamet günü Allah ile mü minler arasında cereyan eden gizli görüşme, diye açıklanmıştır. Si n d i ise kıyamet günü Allah ile kulu arasında cereyan eden gizli görüşme mânasında açıklamıştır. Hadîsin somjna göre mü'min olmayan ile gizli görüşülmiyecek, üstelik inkarcılar teşhir edilecektir.Bu duruma göre «Necvâ» mü'minlere mahsustur. Dolayısı ile Sindî'-nm «kul» tabirinden maksad mü'min olan kuldur.
Metindeki «Kenef» de lügatta : Kenar, yan ve görüp gözetmek demektir. Allah'ın zatı için kenar, kanad, yan bahis konusu olmadığına göre bunun ortak mânası olan himaye kasdedilmiştir.
Buharı bu hadîsi, mânayı etkilemeyen az bir lâfız farkı ile Tefsir, Edeb, Tevhid bahislerinde rivayet etmiş, Müslim, «Tevbe» bahsinde ve Nesâi, «Tefsir ve Rıkak» bahislerinde rivayet etmişlerdir.
Hadîsin birinci fıkrası, Allah Taâlâ'nm mü'min kulunu rahmet kanadı altına alıp mahşerdeki halktan gizliyeceğini ve ona günahlarım soru mahiyetinde hatırlatacağını ifâde ediyor.Tiybi demiştir ki: «Hadiste kenef ve himaye, kuşun kanadından istiare edilmiştir. Kuş, kanadı ile hayâtını koruduğu gibi yumurtasını da örtüp muhafaza altına alır. Kuşun bu durumu Allah'ın mü'min kulunu mahşer ehlinin gözlerinden saklıyarak rüsvay olmaktan koruması için istiare buyurulmuştur.»
Metinde geçen «Mü'min Rabbine yaklaştırılır» cümlesindeki yaklaştırılma ile hâşâ Allah'ın zâtına yakın kılınma mânası melhuz değil.Ancak onun rahmetine yaklaştırılmak anlamı kasdedilmiştir.
«Sonra mü'minin hasanât sahifesi veya defteri» fıkrasındaki şüphe râvidendir. Keza, «Ama kâfir veya münafık» fıkrasındaki tereddüt de râvîden ileri gelmiştir.Buharî'de bu fıkra «Ama diğerleri veya kâfirler» şeklinde vârid olmuş olup ordaki şüphe yine râviye
aittir.
Râvî Hâ1id :lâfzında bir inkıta'(senedde kesiklik) olduğunu söylemiştir.Fakat Buhari'de aynı lâfız mevcuttur. Ve bir inkıta' durumu da ordaki senedde bahis konusu edilmemiştir.
Buharî'nin rivayetinde hadîsin sonunda Hûd sûresinin 18. âyetinden yalnız;
— «Şunlar Rablerine karşı yalan söyleyenlerdir.» Nazmı Celili zikredilmiştir.
Buharı' nin İbn-i Ömer (Radiyallahü anh)'den olan bir rivayetinde hadisin son kısmı şöyledir:
= «Kâfir ve münafık olanlara gelince: Onlar için de Peygamberlerden ve Meleklerden bir çok sâhidler:
Ha şunlar, Rablerine (ortak koşarak) yalan söyleyenlerdir. Allah'ın laneti o zâlimler üzerine olsun, derler.»
Şâhidlerin kim olduğu âyet-i kerîmede bildirilmemiştir. Bâzı âlimler, şâhidleri peygamberler ile, bâzıları da melekler ile tefsir et-mislerdir. Sâhidler ile mü'minler veya insanın uzuvları kasdedilmiştir, diyenler de vardır.
Âyetteki zulüm ile küfür ve münafıklık kasdedilmiştir. Bununla her türlü haksızlık kasdedilmiş değildir. Çünkü zulüm bir şeyi yerinden başka bir yere koymak demek olduğuna göre; küçük günahlar da zulüm mânasına girer. Halbuki Allah'ın, rahmetinden uzaklaştırmak mânasına olan lanet, küçük günah işleyenler için kullanılmaz. Ehl-i Sünnnet mezhebine göre mü'minlerden günah işleyenler, günahkâr olduklarından dolayı küfre gitmiş olmazlar. Ve onlara lanet edilmez.
184) Câbir bin Abdillah (Radiyallahü anhy&va. Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu, dediği rivayet edilmiştir :
«Cennet ehli (kendilerine verilen) nimet içinde (yaşar) iken aniden onlara bir nur çıkıp yükselecektir. Bunun üzerine onlar başlarını kaldıracak (bu nura bakacaklar). İşte o anda Rab Taâlâ, şâ-mna lâyık bir yükseklik ve yücelikle onların fevkinde onlara zuhur edecektir. Sonra (onlara) :
— Ey Cennet ehli, Selâm sizlere olsun! buyuracaktır.
Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki:
İşte (Allah'ın Cennet ehline buyurduğu şu selâm,O*nun
«Allah tarafından bir söz olarak onlara «Selâm» vardır. Kavl-i (Celîli)dir.» (Yasin, 58)
(Bundan sonra) Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
«Allah Taâlâ (Selâm verdikten) sonra onlara bakar, onlar da Allah'a bakarlar da Allah'a baktıkları sürece hiç bir nimete iltifat etmiyecekler. Nihayet Allah zatını onlar tarafından görülmez kılar. Fakat Cennet ehlinin makamlarında ve onların üzerinde Allah'ın nuru ve bereketi devamlı kalır.[338]
Hadisin metnindeki «Rab Taâlâ onların fevkinde onlara zuhur...» fıkrası tevile muhtaçtır. Çünkü Allah için hâşâ hiç bir yön yoktur. Bu itibarla «Onların fevkinde» derken onların üstündeki semt ve
yer kasdedümemiştir. Burada Allah'ın zâtına lâyık bir yücelik ve Üstünlük muraddır.
Keza «Allah onlara bakar» cümlesi de tevil edilmelidir. Çünkü Allah daima kullarına bakar ve görür. O'nun bakışından hiç bir sev gizli kalmaz. Bu itibarla buradaki bakıştan maksad ya Cennet ehline evvelce bahşettiği lütuftan başka yeni bir rahmet bakışı ile bakmasıdır. Yahut da Allah'ın bakışı Cennet ehlince açıkça görülecek bir bakış olacaktır.
«Miftâhü'I-Hâce» müellifi: «Bu hadîste Allah Taâlâ'yı görenlerden Cennet ehli tâbiri ile bahsedilmiştir. Bu tâbir erkek ve kadınları kapsamına aldığına göre hadîs, Cennetteki kadınların da Allah'ı göreceklerine delâlet eder. Halbuki kadınların Allah'ı görüp görmemeleri aslında ihtilaflı bir mes'eledir, der.»
185) Adiyy bin Hâtim(-i Tâî) (Radiyallahü anh)'den rivayet edildiğine göre Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu, demiştir:
«Sizden hiç kimse yoktur ki Rabbı, (Âhiret günü) kendisi ile konuşacak olmasın. (Rabbiniz her biriniz ile ayrı ayrı konuşacakken de) Rab ile kul arasında tercüman bulunmayacaktır. Bu esnada kul sağına bakar, önceden sunmuş olduğu amelinden başka hiç bir şey görmez. Sonra sol tarafına bakar, takdim ettiği amelinden başka hiç bir şey görmez. Daha sonra Önüne bakar, Cehennem ateşi öna görünür.
Sizden kim Cehennem ateşinden bir hurma tanesinin yarısı ile de olsa korunabilirse bunu yapsın.» [339]
Buharı, hadisi «Rıkak» kitabında az bir lâfız farkı ile ve
Zekât kitabında daha uzun bir metin ile yine râvî Adiyy bin Hatim (Radiyallahü anh) 'den rivayet etmiştir. Müslim de «Zekât» kitabında aynı râvîden rivayet etmiştir.
Metinde geçen kelimesi burada «Tercüman» olarak harekelidir. Kastalâni ve Nevevî' nin beyanlarına göre bu kelime *Türcürnân» diye de okunabilir. Kamusa göre «Tircimân ve Tercemân» olarak da kullanılmıştır. Bilindiği gibi Terceman bir dili diğer bir dile çeviren kişiye denilir.
«Kul sağma bakar, sonra soluna bakar...» fıkraları ile ilgili olarak Kastalâni, îbn-i Hübeyre' den naklen şöyle söv-ler:
«însan bir tehlike ile karşılaştığı zaman yardıma çağırmak isteği ile sağma, soluna bakmaya başlar. (Veya acaba benim bu halimi görüp de yardımıma gelen yok mu? diye etrafına bakar.)
«EI-Fetih» sahibi: Veyahut kul, Cehennem ateşinden kurtulmak için bir çıkar yol bulmak ümidi ile sağına, soluna bakar, demiştir.
«Kul Önüne bakınca Cehennem ateşi ona görünür* fıkrasının açıklamasında Kastalâni diyor ki: Zira, kul sırat köprüsünden geçmek zorundadır. Köprü de Cehennem üzerinde gerili olduğuna göre Cehennem ateşi, kulun geçmek mecburiyetinde olduğu yoldadır. Artık bu ateşi karşılamamak mümkün olmuyor.
«Bir hurmanın yarısı ile de olsa Cehennem ateşinden...» fıkrası ile alâkalı olarak Kastalâni; El-Mazharî ve Tıybî'-den naklen iki şekil yorumu beyan eder : E1-Mazharî'ye göre mâna şöyledir:
Mahşerin böyle dehşetli olduğunu artık bilmiş olduğumuza göre; ateşten sakının ve bir hurmanın yarısı kadar küçük de olsa kimseye haksızlık ve zulüm etmeyiniz. Bu kadarcık zulüm bile ateşi mucip olabilir.
Tıybi ise fıkranın yorumu muhtemelen şöyledir, demiştir: Kıyamet günü sâlih amellerden başka hiç bir şeyin size yarar sağlıyamıyacağını ve önünüzde cehennem ateşinin bulunduğunu bilmiş olduğunuza göre bir hurma yarısı kadar küçük de olsa sadakayı kendiniz ile Cehennem ateşi arasında kalkan .yapınız.[340]
Müs1im ' in Şârihi Nevevî de fıkrayı Tıybî gibi sadakanın fazileti anlamında yorumlamıştır.
Buharı ve Müslim'in Zekât kitabındaki rivayetlerinde yukarda izahına çalıştığımız fıkranın sonunda hadîsin metninde şu cümle mevcuttur.«Eğer kişi hurma yarısını da bulamazsa güzel söz (söylemek) ile kendisini Cehen nem ateşinden korusun.»
Bu cümle, yukarda beyân ettiğimiz ve Nevevi ile Tıybi'ye âit ikinci yorumu teyid eder mahiyettedir.
Son cümlenin izahında Nevevi diyor ki:Bir insanın gönlünü hoş eden mubah veya taat olan bir sözün, Cehennemden kurtuluşa sebep olabildiği, hadîsin bu son cümlesinden anlaşılıyor.
186) Abdullah bin Kays (Ebû Musa) el-Eş'ârî (Radiyallahü anh)'den rivayet edildiğine göre Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu, demiştir:
«Kabları ve bütün eşyaları gümüşten olan iki Cennet vardır. Ve kablan ile bütün eşyaları altından olan iki cennet daha vardır. Adin (adlı) Cennet ehli ile bunların Rabları tebâreke ve teâlâ'ya bakmaları arasında, Allah'ın zâtı üzerindeki azamet ve kibriya rida (= vasfı) mdan başka bir engel yoktur.» [341]
Buhari,hadîsi Rahman sûresine âit bölümde ve Tevhîd kitabının 24'üncü babında aynı râvîden nakletmiş, Müslim de İman kitabının 76. babında aynı râvîden nakletmiştir. Taberî ve İbn-i Ebi Hatim'in rivayet ettikleri bir hadîse göre, altından olan iki cennet Mukarrabîn içindir ve gümüş Cennet de Eshâb-ı Yemin içindir.Kasta1â nî Tevhîd kitabındaki hadisini açıklarken diyor ki:
Ahmed ile Tirmizî' nin Ebû Hüreyre' den rivayet ettikleri ve İbn-i Hibbân tarafından sahih olduğu beyan edilen bir hadîse göre Ebû Hüreyre (Radiyallafaü anh) Resûl-i Ekrem'e Cennet'in yapısını soruyor.Resûlullah da; Cennet yapısının altın ve gümüş kerpiçlerden mamul olduğunu bildiriyor.Bu hadis, açıklamasını yaptığımız hadîslere zahiren uymamaktadır.Çünkü, açıklamakta olduğumuz hadîslerin zahirine göre iki Cennet sırf altından; ve iki Cennet de sırf gümüştendir. Görülen zahirî çelişkiye şöyle cevap verilmiştir:
Açıklamakta olduğumuz hadîsler Cennet'in yapısı değil, içindeki eşyalar hakkındadır. Ebû Hüreyre' den rivayet edilen hadis ise Cennet'in içindeki eşyalar değil, yapısı hakkındadır.
Kastalânî daha sonra şöyle söyler:
Hadîs, müteşâbih çeşidindendir.'Çünkü Allah hakkında metinde kullanılan «Vech = yüz» ve «Ridâ = Belden yukarı giyilen elbise» hakîkî mânasıyle düşünülemez.Bu durumda ya bunun izahı ehline bırakılır veyahut te'vil edilir:Meselâ Ridâ kelimesi Allah'ın Kibriya ve azameti anlamında kullanılmıştır.Çünkü elbise, ötesinde kalan eşyanın görülmesine mâni olduğu gibi, Kibriya ve azamet vasfı da insanların zayıf olan gözlerinin Allah'ı görmesine engel olur.Allah, insanların gözlerini ve kalblerini kuvvetlendirmeyi dilediği zaman kibriyâ ve azamet perdesini aralar ve cemâlini sevdiği-kullarına seyrettirir. Ebu'l-Abbâs el-Kurtubide Eidâ'nm azamet-den kinaye olduğunu söylemiştir.
Müs1im'in Şârihî Nevevî de, şöyle söyler:
Âlimler Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in araplarla konuşurken meramını onların seviyesine göre ve anlayabilecekleri sözlerle ifade buyururdu. Rahat ve iyi anlasınlar diye bazen çeşitli mecazları ve istiareleri kullanırdı. îşte burada kıyamet günü Cenriet ehlinin Allah Taâlâ'yı görmelerine engel olan maniin kalkmasını, Ridânm kaldırılması şeklinde ifade buyurmuştur, derler.
Hadîsin zahirine göre «Cennet-i Adin, ehli kibriyâ ve azamet
perdesi engeliyle Allah'ı görmiyeceklerdir.Kasta1âni nin El-Kevaâkib' den naklen verdiği cevap şöyledir :
«Hadîs Cennet ehlinin Allah'a bakmalarının çok yakm olduğunu, zira azamet perdesinin aslında bakmaya manî olmadığını ve bu perdenin aralanmasıyla Cennet ehlinin Allah'ı görmelerine hiç bir engel bulunmadığını ifâde etmiş oluyor.
Hafız İbn-i "Hâcer de verilen cevâbı özetlerken şöyle söyler:
Hülâsa Allah'ı görmeye tek engel kibriyâ ridâsıdır. Allah bu ridâyı aralama lütfunu bahşedince; Cennet ehli O'nun cemalini seyretmeye kavuşacaklardır. Mü'minler Cennetteki mevkilerinde yerleşince Allah'ın azamet ve kibriyâsının mü'minler üzerindeki heybeti olmasaydı Allah'ı görmelerine hiç bir engel bulunmazdı. Cenâb-ı Allah onlara ikram etmeyi dilediği zaman ilâhî heybete karşı dayanma gücünü lütfeder, ve cemâlini onlara seyrettirir.
Kastalânî bundan sonra diyor ki:
«Velhâsıl kıyamet günü bütün erkek ve kadınlar mahşerde Allah'ı göreceklerdir.Eh1-i Sünnet'in bir kısmı: Münafıklar, diğer bir kısmı:Kâfirler de Allah'ı mahşerde görecekler, sonra onlara ebedî hasret olsun diye bir daha göremiyeceklerdir, demişlerdir.
Cennet'te Allah'ı görme mes'elesine gelince, bütün Peygamberler, sıddiklar, Ümmet-i Muhammediyye' nin bütün erkekleri için Allah'ı görme nimetinin ikram edileceğine Ehl-i Sünnet icmâ' etmişlerdirÜmmet-i Muhammediyye' den kadınların Allah'ı görüp görmemeleri Ehl-i Sünnet âlimleri arasında ihtilâf konusudur.Bâzı âlimler konu hakkında vârid olan nasslarm umumîliğine bakıp kadınların da Allah'ı göreceklerini veyahut bayram günleri kadınlara da bu nimetin verileceğini söylemişlerdir.Çünkü Dârekutnî' nin Hz.Enes'ten rivayet ettiği merfu' bir hadiste Kurban ve Ramazan bayramlarında mü'min olan kadınların da Allah'ı görecekleri ve erkek mü'm inlerden Allah'ı en az görenlerin her Cuma günü O'nun ce-nıâlıyla müşerref olacakları bildirilmiştir.
Ehl-i Sünnet âlimlerinin diğer bir kısmı da mü'min kadınların Allah'ı görmiyeceklerini, zira konu hakkında vârid olan hadîslerde kadınların görmesine âid bir sarahat olmadığını söylemişlerdir.
187) Suhayb (Radiyallahü anh)'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Selle?n) şu âyeti okudu :
«İmân edip güzel amel işleyenlere Cennet ve bir de Allah'ın cemâlini görmek vardır...» (Yûnus sûresi, âyet 261 ve şöyle buyurdu :
«Cennet ehli Cennete, Cehennem ehli de Cehenneme girdikleri zaman bir dâvetçi: Ey Cennet ehli! Şüphesiz Allah indinde sizler için bir vaad vardır. Allah o vaadi sizlere tam olarak ifâ etmek ister, diye çağırır. Bunun üzerine Cennet ehli:
O (va'd) nedir? Allah mizanlarımızı (hasanatla) ağırlattırmadı mı, yüzlerimizi ak etmedi mi, bizi Cennete dâhil etmedi mi, bizi (Cehennem) ateşinden kurtarmadı mı? diye cevap verirler. (Allah'ın onlara bahşettiği lütuflan bir bir sıralarlar.) Resûlullah buyurdu ki, bunun üzerine Allah, yüce zâtı ile kulları arasından hicap (perdesi) mı açar da Cennet ehli O'na bakar dururlar. Allah'a andolsun ki, Allah Cennet ehline, zâtına bakmaktan daha sevimli ve gözlerini daha doyurucu bir şey (nimet) onlara vermemiştir. [342]
Ayette geçen el-Hüsnâ ile Cennet ve Ziyadetün ile de Allah'ı görmek kasdedilmiştir.
Sindi: Cennet ehlinin «O va'd nedir?» sorusundan anlaşılıyor ki, Cennet ehli dünyada iken, Allah'ın cemâlini göreceklerine dâir bildikleri va'dı âhirette unutmuş oluyorlar, diyor. Keza, Cennet ehlinin bu sorudan sonra kendilerine ikram edilmiş olan nimetleri sıralamaları, Allah'ın onları fazl ve keremi ile râzi ve memnun ettiğine, başka nimetleri beklemediklerine ve kalblerinden hırs ve tamam çıkarılmış olduğuna delâlet eder, diyor.
Hadîsteki «Allah, yüce zâtı ile kulları arasından hicabı açar»,
fıkrası üzerine Sindi diyor ki: Rü'yet (Allah'ı görmek) hakkında vârid olan hadîslerde beyan edilen görme keyfiyetinin çeşitliliği ve farklılığı sakıncalı değildir. Çünkü görme nimeti bir defaya mahsus değildir. Defalarca vuku' bulacağına göre keyfiyeti değişik olabilir.
Hadîsin son fıkrası da Allah Teâlâ'nm cemâlini görmenin ehl-i Cennet için bütün nimetlerden daha lezzetli ve sevimli olduğunu ve onların gözlerini doyurucu olduğunu beyan buyuruyor. Allah cümlemizi «Rü'yet» nimetine mazhar olanlardan eylesin, âmin.
188) Âişe (Radiyallahü anhây'dan şöyle söylediği rivayet olunmuştur :
İşitmesi bütün sesleri ihata eden Allah'a hamd olsun.And olsun ki mücadeleci kadın Peygamber (Sûllallahü Aleyhi ve Sellem) geldi.Ben de odanın bir kenarında idim.O (kadın) eşini şikâyet ediyordu.Ben onun söylediklerini işitmiyordum.Biraz sonra Allah; ayetini indirdi. [343]
Hz.Âişe (Radiyallahü anhâ) 'nin hadîsin bitiminde okuduğu âyet «Mücâdele» sûresinin birinci âyetinin baş kısmıdır. Âyetin tamamanm meali şöyledir :
-Kocası hakkında seninle mücadele eden ve (kimsesizliği ile ihtiyacından dolayı) Allah'a şikâyet eden kadının sözünü şüphesiz Allah işitti. Allah zaten konuşmalarımızı işitir; Çünkü Allah şüphesiz her şeyi işitici ve görücüdür.»
Yukarıya mealini aldığımız âyet ile onu takip eden âyetlerin iniş sebebi şudur:
İslâm'dan önce câhiliyet devri denilen zamana âid âdetlerden birisine göre bir erkek karısını veya karısının bir organını annesi, bacısı gibi bir mahreminin uzvuna benzetirse, örneğin bir adam eşine:
«Sen bana bacımın sırtı gibisin» derse o karı ebedî olarak eşine haram olurdu. Buna zihar denirdi. İşte zihar denilen bu âdet hakkında îslâm dininde henüz bir hüküm inmeden önce Sahâbîlerden Evs İbn-i Sâmit böyle bir zihar yapmıştı. Bunun üzerine karısı Havle Bint-i Sa'lebe çok üzülmüş ve Resûlullah CSallallahü Aleyhi ve SellemVe başvurmuştu. Yaşlılığından, kimsesizliğinden, çocuklarının küçük yaşta oluşlarından ve maddî sıkıntılarından şikâyet ediyordu. Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sel-lem) ise ona ebedî bir ayrılık gerektiğini bildirdi. Fakat kadın is-rarla bu iş üzerinde duruyordu. İşte bu olay üzerine Zihar ile ilgili âyetler nazil oldu ve bir keffâret verdikten sonra tekrar karı koca olarak yaşamak imkânı hâsıl oldu. Ödenmesi gereken keffâret ise; aynı sûrenin üç ve dördüncü âyetlerinde belirtildiği gibi Zihar yapanların eşleriyle birleşmeden önce bir köle âzâd etmesi gerekir. Bu mümkün olmadığı takdirde aralıksız iki ay oruç tutmak kefareti vardır. Buna da gücü yetmeyen, sabah-akşam altmış yoksulu doyurma kefareti ödemek durum hâsıl olur.
Sindi diyor ki: Hz.Âişe Allah'ın işitme sıfatının sahasının genişliğini ve her şeyi ihata ettiğini, küçücük odasının bir tarafında yapılan ve aynı odada bulunduğuna rağmen işitmediği bir özel konuşmanın yüce Allah tarafından işitildiğini anlamış olması üzerine Allah'a hamd ve sena ediyor. Hz.Âişe (Radiyallahü anhâ) 'nin bu sözleri kendisinin daha önceleri Allah'ın işitme sıfatının her şeyi ihata ettiğinden habersiz olduğuna delâlet etmez. Bu nedenle Hz.Âişe (Radiyallahü anh) gibi büyük bir şahsiyetin Allah'ın işitme vasfının her şeyi kapsadığını bilmediği düşünülmez, diye bir itiraz yapılamaz.
189) Ebû Hüreyre (Radiyallahü anh)'den Resûlullah (Sallallahü Aley-hi ve Sellem) şöyle buyurdu, dediği rivayet olunmuştur :
«Rabbınız, mahlûkatı yaratmadan önce, kendi (kudret) elile kendi zâtı üstüne: «Benim rahmetim gazabıma sebkat etti.» (va'dını) yazdı.» [344]
Buharı, hadîsi «Bed'ül-Halk» kitabının baş kısmında ve «Tev-hîd» kitabının 15'inci babında yine Ebû Hüreyre (Radiyallahü anh) 'den rivayet etmiştir. Bu rivayetlerde metnin baş kısmı:
«Allah mahlûkatı yarattığı zaman kendi ulûhiyetine âit olmak üzere de bir kitabını yazdı. (Zâtına âit âhidleri, içine alan) bu kitabın ilmi de Arş'ın fevkinde O'nun nezdindedir.» şeklinde terceme edilebilir. Metnin son kısmı da şöyledir.
«Şüphesiz benim rahmetim gazabıma galebe eder.» Bâzı rivayetlerde de «Tağlibu» yerine «Galebet» kullanılmıştır. Yâni muzari' fi'li yerine mazî fili gelmiştir.
Hadiste geçen «Kendi elile» tâbiri mütesabitlerdendir. Miftâhü'l-Hâce» müellifi: «El Allah'ın sıfatlarındandır, keyfiyeti bizce meçhuldür Bunu kudret ile te'vil etmiyoruz. Bu sıfat Cehmiyye'nin görüşünü reddeder» diyor. Bilindiği gibi Ehl-i Sünnet âlimlerinin bir kısmı da EI'i kudret ile te'vil ederler.
«Zâtı üzerine yazdı...» fıkrasını Kasta1âni:Yani kaleme yazma emrini verdi, diye açıklar. Miftâhü'1-Hâce yazarı ise: Yani kesin âhid ve mîsâk ile üzerine aldı, diye yorumlar.
Metinde geçen «Gazab»dan maksad O'nun gereği olan azabı, gazaba uğrayana ulaştırmaktır. Çünkü rahmetin gazabı geçmesi veya onu yenmesi bu iki mefhumun kullara ilişkisi itibarı iledir. Zîra rah-
met Allah'ın zâtının gereğidir. Yani kulun hayrat işlemesine bağlı değildir. Sırf ilâhî lütuf ile meydana gelebilir. Fakat gazab öyle değildir. Ondan önce kulun bir günah işlemiş olması gerekir. Bu sebeple rahmet gazabı geçmiş veya yenmiş denilir.
Turbeştî de şöyle söylemiştir :
Rahmetin gazabı geçmiş olmasından halkın rahmetten alacağı hissenin gazabdan alacağı paydan daha çok olduğu, hak edilmeden rahmetin onlara bahsedildiği ve gazabın hak edilmeden kimseye verilmediği anlaşılıyor. Nitekim görüldüğü gibi rahmet, cenîn'e süt emen çocuğa, sütten kesilen yavruya ve gelişme çağında olup henüz erginlik çağma ermemiş olan insanlara da ikram ediliyor. Halbuki onlardan hiç bir ibadet ve tâat henüz sâdır olmuş değildir. Diğer taraftan insan oğlundan günahlar, ilâhî öfkeyi mucip olumsuz hareketler ve durumlar zuhur etmedikçe bir gazaba uğramaları söz konusu değildir.
El-Masâbîh yazarı da, Gazab: Allah'ın azâb dilemesidir. Rahmet de O'nun sevab dilemesidir. Sıfatlar galebe etmek ile vasıflanmazlar. Bir sıfat diğer bir sıfatı geçmez. Hadîste rahmetin gazabı geçmesi mecazîdir. Rahmet ve gazab sıfatı zatiyyeden değil, sıfat-ı tiliyyeden de olabilir. Buna göre rahmet: Sevab ve ihsan olur. Gazab da: İntikam ve azab olur. Böyle tarif edilince galebe etme durumu te'vile muhtaç değildir. Yani ilâhî rahmet, ilâhî gazabtan fazladır, denmiş olur,
Tıybî de hadîsin son fıkrası En'âm sûresinin 12'nci âyetinde geçen
«Va'd etmek yönünden onlara behemhâl rahmet etmeyi gerekli kıldı.» Nazm-ı Celîl'in bir te'yidi ve örneğidir. Rahmet konusunda hâl böyle iken gazab ve ikâbı gerektiren suçlara âit böyle kesin bir azâb misâkı yoktur. Allah keremi ile dilerse afv buyurur, diyor. [345]
190) Talha bin Hıraş (Radiyallahü anh)'âen rivayet edildiğine göre kendisi, Câbir bin Abdillah[346] (Radiyallahü ankümâydan şöyle söylediğini işittim, demiştir :
(Râvî Câbir'in babası olan) Abdullah bin Amr bin Haram, Uhud günü şehîd edilince, Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bana rastladı ve:
«Yâ Câbir! Babana Allah'ın söylediği sözü sana bildirmiyeyim mi?» diye sordu.
(Müellife hadîsi rivayet eden 2 râviden) Yahya da hadisinde (yukardaki fıkra yerine) şöyle söylemiştir: Resûlullah, Câbir'e rastlayınca :
«Yâ Câbir! Neden ben seni (kalben) kırgın (ve üzgün) görüyorum? diye sordu. Câbir dedi ki. Ben de:
Yâ Resûlallah! Babam şehîd edildi ve çoluk çocuk ile borç bıraktı, diye cevap verdim. Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)
«Ey Câbir! O halde Allah'ın babanı nasıl bir hitab ile karşıladığını sana müjdelemiyeyim mi?» buyurdu.[347]
Câbir de:
Buyur yâ Resülallah! (Allah'ın babama olan hitabını bildir, müjdele) dedi. Resûlulah (bunun üzerine) :
— Allah hicab (perde) ardından olmaksızın hiç kimse ile katiyen konuşmamıştır. Bununla beraber Allah babanla vicahen (perdesiz ve elçisiz) konuştu ve ona şöyle buyurdu s
«Ey (sevgili) kulum! Benden (ikram) iste. (Ne istersen) sana 'vereyim.» Baban da:
Yâ Rabbim! (Arzum şudur :) Beni diriltirsin (dünyaya iade edersin.) Ben de ikinci bir defa senin uğrunda şehîd edilirim, dedi. Bunun üzerine Rab Sübhanehû ve Teâlâ:
«İnsanların dünyaya hiç dönmiyecekleri hükmü şüphesiz benim tarafımdan önceden verilmiştir», buyurdu. Baban:
Yâ Rabbî! O halde (bizim durumumuzu) arkamda kalanlara tebliğ buyur, dedi.
Resûlullah buyurdu ki:
«İşte bunun üzerine Allah Teâlâ (meali aşağıya alman) şu âyeti indirdi» :
«Allah uğrunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Hakikatta onlar Rabları katında dirilerdir, Cennet meyvalarmdan rızıklanırlar.»
(Al-i İmrân sûresi, âyet 169) [348]
Sindî: Hadîs, ne metin, ne de sened bakımından îbn-i Mâ-ceh ' in tek başına rivayet ettiği bir hadîs değildir; Zira Tirmizi de «Tefsir» bölümünde tahriç ettikten sonra, hadîsin Yahya bin Habib bin Arabi'ye âit olduğunu söylemiş ve musannifin senedi ile zikretmiştir, daha sonra hadîsin Hasen ve Garîb olduğunu beyânla biz bunu ancak Musa bin İbrahim'in yolundan tanırız, hadîsçilerin ileri gelen büyük âlimleri bunu ondan rivâvette bulunmuşlardır, demiştir.Sindi bu arada Abdullah bin Muhammed' inde Câbir' den hadîsin bir kısmını rivayet ettiğini ifâde ediyor. İbn-i Hibbân da Musa bin İbrahim'i sıka'lardan saymıştır.
Müellife hadîsin sened ve metnini rivayet eden 2 râvî: İbrahim bin el-Münzir el-Hızâmî ve Yahya bin Habîb bin Arabi' dir. İki râvi, Câbir (Radiyallahü anh)'in Resûlullah'a hitaben: «Buyur yâ Resülallah!...» diyerek ba-
basının mazhar olduğu ilâhî iltifatı öğrenme talebi ve bunu takip eden metni aynı lâfızlarla rivayette bulunmuşlardır. Fakat terceme esnasında parentez içindeki ilâve ile belirttiğim gibi metnin baş kısmındaki rivayette uzunluk ve kısalık bakımından bir farklılık vardır. İbrahim bin el-Münzir1 in rivayetine göre bu kısım, Resûl-i Ekrem'e âit «Yâ Câbir! Babana Allah'ın söylediği...» fıkrasından ibarettir. Yahya bin Habîb'in rivayetine göre ise bu bölüm 3 fıkradan ibarettir. Bunlardan iki fıkra iki soru mahiyetinde olup Resûlullah'a aittir. Bir fıkra da cevap mâhiyetinde olup Câbir 'e aittir.
Hadîsin metninde geçen :
«Allah hicab ardından olmaksızın hiç kimse ile katiyen konuşmamıştır» fıkrası üzerine Sindi diyor ki: Yâni ne dünyada ne de berzah (dünya ile âhiret arasında geçen sürede ruhların yaşantı) âleminde perdesiz konuşmamıştır.
Miftâhü'1-Hâce müellifi, hadîsin haşiyesinde «Hicâb» kelimesinin tarifini El-Cürcân î' den naklen şöyle yapar: Hicab t Senin matlubunu örten her şeye denir. Ehl-i Hak indinde ise:
«Hale ehli yanında ise; Hicab -. Hakkın tecellisini kabule engel olan kâinata âit suret ve şekillerin kalbe nakşolması ve yerleşmesidir.»
Metnin «Allah babanla vicahen konuştu...» fıkrasının çözümü Şûra sûresinin 51'nci âyeti muvacehesinde müşküldür, denilmiştir. Çünkü bahis konusu âyette meâlen şöyle buyuruluyor:
«Hiç bir beşer yoktur ki,x Allah'ın onunla (doğrudan doğruya) konuşması olsun; ancak vahy ile, yahud perde arkasından, yahut bir peygamber gönderip de kendi izniyle dilediğini vahy etmesi suretiyle olur. Çünkü O, çok yücedir, hikmet sahibidir.»
Miftâhü'1-Hâce'de bu müşkül durum belirtildikten sonra buna Şöyle cevap verildiği belirtiliyor.
Ayetten murad, Allah'ın doğrudan doğruya hiç bir insan ile dünya hayatında konuşmamasıdır.Böyle bir konuşma durumu düşünülemez. Çünkü dünyadaki yaratıklar maddeten İlâhî tecelliye tahammül edemez.Nitekim A'raf sûresinin 143'ncü âyetinde buyuruluyor ki:
«Musa: Rabbim! Cemâlini bana göster, sana bakayım, deyince; Allah: (Yâ Musa) sen beni hiç bir zaman göremezsin, fakat şu dağa bak. Eğer o, yerinde durursa sen de beni görürsün, buyurdu. Sonra Rabbi o dağa tecelli edince, onu yer ile bir etti. Musa da bayılarak yere düştü. Nihayet ayılınca şöyle dedi: Allahım! Seni tenzih ederim. (Dünyada seni görmeyi istemekten) tevbe ettim...» Ama dünya hayâtından sonra başhyacak hayatta ve Âhirette İlâhî tecellî ruhlara hattâ cesedlere de hâsıl olabilir.»
Hadîsin «Benden iste vereyim» fıkrası hakkında şöyle bir soru hatıra gelebilir :
Bu fıkranın zahirine göre şehîd olan zâta, dünyaya gönderilmesi de dâhil ne isterse, istediğinin yerine getirileceği va'd edilmiş oluyor. Kul da tekrar dünyaya döndürülmesini isteyince Allah bu isteğini kabul etmemiştir. Halbuki Allah'ın va'dından caymadığı gereği biliniyor. Bu istifhama Sindi şöyle cevap veriyor : Allah'ın ölen kullarını dünyaya iade etmemesi hususunun O'nun tarafından önceden va'd ve hükme bağlandığı malumdur. Şehîd kuluna va'd ettiği şeylerden, hükme bağlanmış olan hususlar müstesna tutulur. Aksi takdirde yani Allah'ın o şehîd kulunu dünyaya geri göndermesi keyfiyeti esas olan ilâhi va'd ve hükme aykırı düşer.
Şehidin Allah'a cevaben «Beni diriltirsin» tâbirinden murad da terceme esnasında parantez içinde işaret ettiğim gibi «beni dünyaya geri gönderirsin» demektir. Çünkü şehidin hayatı devam ediyor. Hayatta olduğu içindir ki Allah ile konuşuyor. Hadisin sonundaki âyette şehîdlerin ölü olmadıkları ve yaşamaya devamla rızıklandıkları açıkça belirtiliyor.
Şehidin «O halde (hâlimizi) arkamda kalanlara tebliğ buyur»
fıkrasına gelince, Sindî'ye göre bundan maksad, şehîdlerin yüce mertebelerinin dünyadaki insanlara bildirilmesi ve onların cihada teşvik edilmesidir.Sindi'nin beysn ettiği husus asıl gaye olmakla beraber, şehidin durumunun kendisinden geri kalanlara tebliğ edilmesiyle onun yakınlarının ve sevenlerinin teselli edilmiş olmaları da ön görülmüş olabilir. Hadîsin baş kısmında bu gaye çıkarılabilir. Çünkü Yahya' nın rivayetine göre Resûlullah şehidin oğlu olan râvî Câbir'e rastlıyor, onu üzgün görüyor, bunun sebebini soruyor, Câbir de babasının şehîd edildiğini, borç ve çoluk çocuk bıraktığını söylüyor, bunun üzerine Resûlullah babasının mazhar olduğu ilâhi teveccühü ona müjdeliyor.Hadis,mü'minlerin âhirette Allah Teâlâ'yı göreceklerine,doğrudan doğruya onunla karşılıklı olarak konuşacaklarına ve şehîd olmanın faziletine delâlet eder.
191) Ebû Hüreyre (Radıyallahü ank)'den rivayet edildiğine göre Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) (bir ara) şöyle buyurdu :
-Birisi diğerini öldüren iki kişiyi şüphesiz Allah rczâsıyle karşılar. Her ikisi de Cennet'e girer.»
(Sahabîler buna şaşarak:
Yâ Resûlallah hem katil hem maktul ikisi birden nasıl Cennet'e girei? diye sorunca da Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
«Şu (müslüman) Allah yolunda çarpışarak şehîd düşer (ve Cen-net'e girer.) Sonra Allah katilini hidâyet eder o da müslüman olur sonra Allah yolunda cihad eder ve neticede o da şehîd edilir», (diye cevao verdi.) [349]
Hadîs metninin başında geçen «Yadhaku = güler» fiilinin Allah hakkında kullanılırken normal gülmek mânasında olmadığı ve çeşitli şekillerde yorumlandığı hususunu 181 nolu hadisi izah ederken belirtmiştim. Tekrar aynı husus üzerinde durmaya lüzum yoktur.Tercemede de bu fiili rızâ anlamına aldık.
Buharî bu hadîsi «Cihad» kitabının 28'nci babında hemen hemen aynı lâfızlarla rivayet etmiştir.Müslim de «Emaret» bölümünün 35. babında daha uzun bir metin halinde rivayet etmiştir.Terceme ederken parantez içindeki ilâveler Müslim'in rivayetinden istifade edilmekle yapılmıştır.
îbn-i Abdi'1-Berr: Bu hadisten Allah yolunda canını feda eden her mü'minin kesinlikle Cennetlik olduğu hükmü çıkarılır.
Bütün âlimlere göre; bu hadiste birinci katil kati suçunu işlerken kâfir olan bir kimsedir, demiştir. Nitekim, Buharı de hadisten bu mânayı anladığını hadis'in başlığındaki sözleriyle ifade etmiştir : «Bir kâfir bir müslümanı öldürür, sonra katil müslüman olur ve dininde samimî olur. En sonunda savaş meydanında şehîd edilir. Bu suretle ikisi de Cennet'e girmiş olur.»
Buharî'nin Şârihi Aynî ise : «Birinci katilin behemhal kâfir olmasını kabul etmek gerekmez.Çünkü bu hükmün müsîü-mana da şümullendirilmesine engel yoktur.Şöyle ki bir müslüman bir müslümanı amden öldrürse sonra tevbe edip Allah yolunda şehîd düşse o da Cennetlik olur» diyor.
Müs1im'de bu hadisin başlığında:«İki adamdan birisi diğerini öldürür de ikisi Cennetlik olur, beyanı» denilmiştir.Bu başlıkta birinci katilin kâfir olduğu belirtilmemiştir.Fakat gerek Müslim'de ve gerekse îbn-i Mâceh'in «Sünen»inde rivayet edilen metinlerde, birinci katilin kati hâdisesinden sonra müslüman-hğı kabul ettiği açıkça ifade edildiğine göre; bu hadisten çıkarılan hüküm, müslümanhğı şehîd eden kâfir katilin bilâhare îslâmiyeti kabul ederek Allah uğrunda yaptığı cihad esnasında şehid edilmekle Cennetlik olduğuna aittir. Bununla beraber bir kâfir, bilâhare müslümanhğı kabul ederek şehid edilince kendisine verilen Cennetlik mükâfatının bir benzerinin âsî mü'min şehide ihsan buyurulmasına Aynî' nin dediği gibi bir engel yoktur.Allah daha iyi bilir.
192) Ebû Hüreyre (Radiyallahü anh)'(\en Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu, dediği rivayet edilmiştir :
«Allah kıyamet günü bütün yer tabakalarını kudret eline alır. Gök (tabaklarını) da sağ eli içine dürer, büker. Sonra (mahşer halkına) : «İşte ben kâinâtm yegâne malikiyim! Hani yer yüzünün (düzme) padişahları nerede?» diye hitap eder.» [350]
Sindî'nin de dediği gibi bu hadis aşağıya meali alınan Zümer sûresinin 39. âyetinde geçen Nazm-ı Celîl'in tefsiri gibidir.
«O kâfirler Allah'ı gerektiği gibi takdir edemediler, (Yüceliğini anlıyamadılar.) Halbuki kıyamet günü, yer küresi tamamen O'nun tasarrufundadır.Gökler de kudret elinde dürülmüşlerdir.Allah onların ortak koştuklarından münezzehtir ve çok yücedir.»
Yukarıya meali alman âyet-i kerimede ve izahına çalıştığımız hadis-i şerifte Allah'ın büyüklüğü ve kudretinin kemâli, bundan dolayı da kâinat üzerinde tam ve mutlak tasarrufa sahip olduğu bildirilmiş ve mutlak kudreti içindir ki tasarrufunu elinde tuttuğu yerleri, gökleri bir anda değiştirmenin O'nun için pek kolay olduğuna işaret buyurulmuştur. Şunu da belirtelim ki; gerek âyet-i celîlede ve gerekse hadîs-i şerifte Allah Teâlâ için aklen muhal olan el, avuç gibi kelimeler kullanılmış ise de bunlar Ehl-i Sünnet âlimlerince müteşabih kısmından sayılmıştır. Müteşabihler hakkında tefviz ve te'vil diye tabir edilen iki ilmî yol bulunmaktadır. Tefviz yolunu seçen selef âlimleri Allah Teâlâ'yı uzuvlardan ve organlardan tenzih ederek nasslarda kullanılan el, avuç gibi kelimeler olduğu gibi kabullenmekle beraber bunların mânalarını ve hakiki mahiyetlerinin belirtilmesini Allah'a bırakmışlardır. Bunun ilmini ve izahını Allah'a bıraktıkları için onlara bu anlamı ifade eden «Tefviz» ehli denmiştir. Te'vil yolunu benimseyen halef denilen müteahhir âlimler de bu nev'i mü-teşâbih kelimeleri genellikle kudretle yorumlamışlardır. Bu âlimler ulu orta te'vile gitmeyi caiz görmemişler, yaptıkları şey, müteşa-bihleri muhkem nasslara döndürerek, onların delâlet ve irşadı ile müteşabihlerin delâlet ettiği mânaları tesbit etmektir.
Yukarda işaret ettiğim gibi mevzûumuz olan âyet ve hadisten maksad, beşer için akılları durdurucu ve baş döndürücü olan en büyük olayların, beyan edilen ilâhi azamet ve kudret karşısında ve ona nisbeten çok hakir ve basit şeyler olduğunun belirtilmesidir. Bu maksad hasıl olduktan sonra mes'ele kalmamış olur. Allah için sözlük mânası itibarı ile muhal olan"el, yeri avucunda tutması, gökleri sağ eliyle dürmesi"nin mahiyetinin ve keyfiyetinin bizce bilinmemesi maksadın anlaşılmasını gölgelemez. Bu sebeple anlatılmak istenen hususun dışında kalan müteşabihler üzerinde durmanın gereğini görmüyorum.
Buhari bu hadisi «Zümer» sûresinin tefsiri bahsinde, Müslim de «Sıfâtü'I-Münâfikîn» kitabının «Sıfâtü'I-Kıyâme» bâ-bmda yine Ebû Hüreyre (Radiyallahü anhl'den rivayet etmişlerdir. Buharı ve Müslim'de mânaca bu hadîse benzeyen daha uzun rivayetler de vardır. Onları buraya aktarmayı lüzumlu bulmadım.
193) Abbâs bin AbdilmuttaÜb (Radiyallahü anh)'den şöyle söylediği rivayet olunmuştur:
Aralarında Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellemyin de bulunduğu bir ısâbe (cemaat) içinde bir kere Bathâ'da idim. Bu esnada bir bulut parçası geçti. Resûlullah ona baktı. Sonra (buluta işaret ederek) :
— «Buna ne isim veriyorsunuz?» diye sordu. Oradakiler :
— Sehâb, diye cevap verdiler. Resûlullah (Saîlallahü Aleyhi ve Sellem) :
— «Müzn de», (deniliyor mu?)» buyurdu. Onlar:
— (Evet) Müzn (ismini) de (veriyoruz) dediler. Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
— «Anan de, (deniliyor mu?)» diye sordu. Ebû Bekir (Radiyallahü anh) dedi ki orada bulunanlar:
— (Evet) Anan (adını) da (veriyoruz) dediler. Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
— «Siz kendiniz ile semâ' (gök) arasında ne kadar mesafe bulunduğunu biliyor musunuz?» diye sordu. Onlar:
— Biz bilemeyiz, diye cevap verdiler. Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Seîlem) :
— «İşte şüphesiz sizler ile Semâ1 arasında 71 veya 72 veya 73 yıllık mesafe vardır. Onun üstündeki (2'nci) semâ' da öyledir.» (Yani iki gök tabakası arasındaki mesafe de bu kadardır.) (Resûlullah yedi semâ'yı böylece sayarak (her iki semâ'nın arasında bu kadar mesafe bulunduğunu) bildirdi.
«Sonra yedinci gök fevkinde öyle bir deniz vardır ki onun üstü ile dibi arasındaki mesafe iki gök arasındaki mesafe kadardır. Sonra onun daha yukarısında (yapı bakımından dağ keçisinin tekesine benziyen) öyle 8 melek bulunur ki onların çatal tırnakları ile sırtları arasında mesafe yine iki gök arası kadardır. Bu meleklerin
sırtında Arş bulunur. Arş'ın da altı ile üstü arası iki gök arası kadardır. Sonra Allah Tebâreke ve TeâlâCmn hüküm ve saltanatı) Arş'ın üstündedir.» [351]
Görüldüğü gibi hadîste buluttan, göklerden, göklerin sayısından, iki gök arasındaki mesafeden, göklerin ötesinde bulunan deryadan, arş hamili 8 melekten, Arş'dan ve nihayet ilâhî hâkimiyet ve azametin tüm kâinatı kuşattığından bahsedilmektedir.Bu ve benzeri hadislerde ön görülen maksad, kâinatta olup biten fiziksel, kimyasal ve tabiî olayların nedenleri, mahiyetleri ve sonuçları anlatmak değildir. Bu hususlar fen ilimlerinin konu ettiği mes'elelerdir.Din ise tabiat üstü konuları işler.Gayesi de insanlığın hem dünya hem âhiret saadetini sağlamaktır. Kur'an-ı Kerim' den ve Sünnet-i Nebe-viyye'de fiziksel, kimyasal ve çeşitli tabiat olaylarının konu edildiği âyetlere ve hadislere dikkatla bakıldığı zaman ön görülen gayenin olayların bizatihi kendileri değil bu olayların meydana gelmesi için gerekli şartları ve nedenleri sağlıyan; olayların bir düzen ve hesap içinde cereyan etmesini temin eden ve olaylardan belirli neticelerin çıkmasını gerçekleştiren tabiat üstü kuvvet sahibini düşünmek; O'nu bulup iman etmek ve O'nun gösterdiği saadet yoluna girmektir.Yoksa Kitap ve Sünnet ne fizik ve kimya kitabı, ne de astronomi ve jeoloji kitabıdır. Ama şunu da belirtmek gerekiyor ki; hiç bir ilmî keşif ve fenni gerçeğin Kur'an veya sahih hadîslere ters düştüğü tarih boyunca iddia edilememiş ve edilemez de. İslâmiyet daima müs-bet ilimle kucaklaşmıştır. Başka bir deyimle müsbet ilim daima İs-lâmî kaynaklara hizmet etmiştir. 20. asrın müsbet ilminin yeni ye-ni keşiflerinin kök ve kaynaklarının âyetlerde ve hadislerde olduğunu ilim dünyası müşahade etmektedir. Atom'un parçalanması, yüksek irtifalarda oksijenin azalması, yerin göklerden (güneşten) kopması, yerin yuvarlak oluşu, hayatın sudan başlaması, yerin kendi mihveri etrafında dönmesi birer örnek olarak gösterilebilir. Tabii bu hususlar konumuzun dışında kaldığı için üzerinde durmuyorum.
«Miftahü'1-Hâce» müellifi Tıybi'den naklen şöyle söyler: Hadisin başka bir rivayetinde, Bathâ'daki konuşmanın Hz.Abbâs' in henüz müslüman olmadan önce cereyan ettiğine dair işaret vardır.Konuşmanın Bathâ denilen Mekke yakınındaki derede vuku' bulmuş olması da bu işareti te'yid ediyor.Keza orada bulunan cemaat (Hz.Ebü Bekir hâriç) da henüz
man olmuş değil idi. Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), o cemâati, süflî âlemden uzaklaştırarak ulvî âleme yöneltmek, göklere yere ve melekût âlemine dikkatlarını çekmek, daha sonra da kâinatın yaratıcısı olan Allah hakkında tefekkür etmelerini sağlamak ve böylece onları putlardan kurtararak Allah'a iman etmeye irşad etmek istemiştir. Bunun içindir ki; Resûlullah önce buluta ait sorular sormuş, sonra göklere, daha sonra göklerin fevkinde denize, Arş'ı taşıyanlara, Arş'a ve nihayet sonsuz kudret sahibi Allah Teâlâ'ya dikkatlerini çekmiştir.»
Hadisin metninde geçen bâzı kelimeleri açıklayalım:
Sehâb, Anan ve Müzn kelimeleri bulutun isimleridir. Müzn kelimesinin beyaz bulut demek olduğunu söyleyenler de vardır. Resûlullah, muhatabların dikkatini buyuracağı hususlara çekmek için onlara soru şeklinde bulut'un isimlerini andırmış daha sonra gökler ve ötesi ile ilgili sözlerine geçmiştir.
Semâ: Her şeyin tavanına denir. Yağmur ve bulut mânalarında da kullanılır. Gök kubbesi mânasında- daha çok kullanılır. Bu kelimenin çoğulu «Semâvât»dır. Kur'an-ı Kerim'de ve hadîslerde kullanılırken genellikle bununla kasdedilen mâna: Yer küresini kuşatan, onun fevkinde görülen; sabit ve gezegen sayısız yıldızları, güneşleri ve ayları ihtiva eden tabakalardır. Biz bunların bir kısmım görebiliyoruz. İlim henüz çoğunu keşfedememiştir. Kur'an-ı Kerim ' in müteaddit âyetlerinde ve bir çok hadiste yedi gök tabakası ifadesi geçmektedir. Biz bu tabakaların varlığına inanıyoruz. Fakat bunların mahiyetini ve şeklini Allah'ın ilmine bırakıyoruz.
Bundan bir süre önce gökler, gezegenler, güneş sistemi hakkında astronomi âlimlerinin vermiş oldukları bilgiler, bu günkü keşifler muvacehesinde çok eksik hattâ yanlış bile çıkmaktadır. Gezegenler eskiden 7 iken bunların sayısı dokuza çıktı. Yarın ondokuza çıkrmyacağı ne malûm?. Düne kadar Ay'a gidilebilecek mi? diye tereddüt eden astronotlar bugün O'na ayak basmış ve onun hakkında gözlem ve labaratuvara dayalı daha kesin malûmat elde etmişlerdir. Yann Merih'e de, öbür gün de bir başka yıldıza gidilmiye-ceğmi kim iddia edebilir?.
Düne kadar güneş sistemi en büyük sistem görülüyordu. Bugün nice daha büyük sistemler keşfedilmiştir. Güneşin ışığı 8-9 dakikada bize ulaştığı halde öyle yıldızlar var ki dünyamıza olan uzaklıkları dolayısıyle henüz ışıkları bize ulaşmamıştır. Bu itibarla Kur'an ve hadislerin nassları ile sabit olan 7 gök tabakasının varlığına ina-
niyoruz. Ama mahiyetini ve keyfiyetini bilmiyoruz. Bunu Allah bilir, diyoruz.
Göklerin 7 tabaka olduğunu bildiren âyetlerin bâzısı şunlardır:Bakara 29,Isrâ 44,Mü'minûn 8e,Fussıiet 12, Talâk 12,Mülk 3 ve Nûh 15.âyeti.Yer küresi ile gök arasındaki mesafenin «71 veya 72...» fıkrasındaki tereddütün râvîden ileri geldiğinin umulduğu söylenmiştir. Şayet hadîsin metninde bu ifadenin bulunduğu kabul edilirse S i n d î'nin görüşüne göre yolcuların yürüyüş hızının farklılığı itibariyle mesafenin tesbiti değişik olarak belirtilmiş olabilir. Birisinin yürüyüş hızına göre yetmiş bir yıllık mesafe, başkası tarafından yetmiş üç yılda katedilebilir. Sindi: Ben bu yorumu yaptıktan sonra Suyuti'-nin yazmış olduğu Hâşiye'de Hafız İbn-i Hacer'in de aynı yorumu yaptığını naklettiğini gördüm. Bunun için Allah'a hamd olsun demiştir.
Sindi ve Miftâhü'l-Hâce'de belirtildiğine göre Tıybi: «Hadîste geçen yetmiş küsur yıldan maksad, tahdit değil, çokluktan kinayedir. Çünkü bir çok hadîslerde, yer ile gök arasındaki mesafe ve iki gök arasındaki mesafe beşyüz senedir, buyurulmuştur.» demiştir.
Hadîste yedinci gök tabakasının fevkmda büyük bir denizin bulunduğu ve onun derinliğinin iki gök arasındaki mesafe kadar olduğu bildiriliyor. Biz bunun varlığına inanıyoruz. Keyfiyetinin ilmini Allah'a bırakıyoruz.
Hadîsin metninde geçen Evâl, Veil'in çoğuludur. Veil: Dağ keçisinin teke kısmına denilir.
Azlaf da Zılf in çoğuludur. Züf: Sığır ve küçük baş hayvanda bulunan çatal tırnak demektir.
Yedinci gök tabakasının ötesinde bulunan denizin üstündeki Ev'al'dan murad : Dağ keçisi tekesi suretinde yaratılmış olan meleklerdir. Bunların arş'ı taşıdığı hadiste belirtiliyor, ki bunlar şer-i Şerif lisanında «Hamele-i Arş» ismini alırlar. Bâzı hadîslerde onların dünyadaki sayısının 4 olup kıyamette sekize çıkarılacağı bildiriliyor. E1-Hâkka sûresinin 17'nci âyetinde :
«Ve Rabbinin arşını kıyamet günü üzerlerinde (yahut) semâ'nın çevresinde bulunan meleklerin fevkinde olarak 8 melek taşır.- buyuru Imuştur
İbn-i Abbâs (Radiyallahü anh) 'dan rivayet olduğuna göre bu sekiz melekten murad, sekiz sınıf melektir. Onların sayısını Allah Teâlâ'dan başkası bilmez. Melek kelimesi cins isimdir, adam lafzı gibi bire de birden fazlaya da muhtemeldir.
Bu hususta geniş tafsilât isteyenler mezkûr âyetin tefsirlerine müracaat etsinler. .Ancak şunu söyliyeyim : Âyet-i Celîle hakkındaki izahat hadîsimiz hakkında da düşünülebilir.
Arş: Lügatta tavan, çadır, köşk, mülk, saltanat, izzet ve bunlara benzer yücelik ve yükseklik mânasını taşıyan pek çok şeylere ıtlak olunmuştur. Padişahların oturdukları tahta yüksek mertebesinden dolayı arş denilmiştir. Allah'ın ilk yarattığı, yükseklik ifade eden ve bu hadiste bahis konusu edilen varlığa da arş denilmiştir. İlâhî kudretin tecellî ettiği ilk yaratıklardandır. Kelâmcılar ile eski hikmet âlimleri Arş'ı kâinatı her yönden kuşatan yuvarlak bir felektir, diye tarif etmişler, buna 9. felek ve atlas felek ismini de vermişlerdir. Fakat Muhakkik âlimlere göre şer-i Şerîf İstılahında kullanılan yani Kur'an ve Hadiste vârid olan, bu hadiste de bahsi geçen arş'ın mahiyetini tesbit ve takdir etmek insan aklının idraki dışında kalır. Bu konuda vârid olan hadislerde Arş'ın hakikati değil, kâinata nisbetle büyüklüğü bildirilmiştir. İzahına çalıştığımız hadîste de görüldüğü gibi arş'ın azameti belirtiliyor.
H û d sûresinin 7. âyetinde
«Ve O'nun (Allah'ın) Arş'ı su üzerinde idi...» Yani göklerden ve yerden evvel Allah Teâlâ suları yaratmış suların üstünde de Arş denilen pek ulvî bir makamı yaratmıştır. Arş'ın su üzerinde olması, ona bitişik olmasını gerektirmez. Nitekim biz : Yer küresinin üstünde gök vardır, diyoruz. Bu âyette belirtildiği gibi hadislerde de Arş su üzerinde idi buyurulmuştur. Âyet ve hadislere göre ilk yarattığın su olması gerekir. Arş ikinci mahlûk olur.Hadisin sonunda «Allah Tebarek ve Teâlâ Arş'ın fevkmdadır»fırkasından maksad Allah Teâlâ'mn hâkimiyet ve kudretinin arş'ı kuşatarak bütün kâinatı içine aldığıdır. Yoksa hâşâ Allah için bir mekân ve makamın bulunduğu kasdedilmemiştir.
A' r â f sûresinin 54. ve Yûnus sûresinin 3. âyetinde bu fıkraya benziyen Nazm-ı Celil olan
«Sonra Allah Arş üzerinde istiva etti...» âyetinin tefsirinde âlimler, istivâ'yı bu mânaya yorumlamışlardır.
İstiva i Lügat bakımından istikrar, yerleşmek, bir seviyede bulunmak mânalarına gelir. Bu mânalar Allah Teâlâ için muhaldir. Çünkü Allah Teâlâ'mn mekândan münezzeh olduğu, O'nun ne mekâna ne de hiç bir şeye muhtaç olmadığı ve her şeyin O'na muhtaç olduğu sayısız delillerle sabittir. O halde İstivâ'dan maksad Arş'a ve tüm kâinata Allah Teâlâ'mn hâkimiyeti ve mâlik oluşudur En muazzam ve büyük yaratık olan arşa hâkim ve sâhib olduğu belirtilince artık arş'm aşağısmdaki âlemlere Allah'ın saltanat ve hâkimiyeti en beliğ bir şekilde ifade edilmiş oluyor.
Bâzı âlimler de: İstivâ'dan murad, Allah'ın zâtına âit olup keyfiyeti bizim meçhulümüz olan bir sıfattır, onun hakikatim Allah'ın ilmine bırakıyoruz, demişlerdir.
194) Ebû Hüreyre (Radiyallahü anh)'den rivayet edildiğine göre Resûlulah (Sallallahü Aleyhi ve Setlem) şöyle buyurdu, demiştir :
*Allah, gökteki meleklere bir şeyin infaz edilmesini emrettiği zaman, düz bir taş üstünde hareket ettirilen zincir sesi gibi heybetli olan bu ilâhî buyruğa (korku içinde) tam m ân a siyi e inkıyad etmek üzere melekler, kanadlarını birbirine vururlar. Kalblerinden bu kor; ku gidince de bunlar; Cebrail, Mîkâîl gibi mukarrabin meleklere: Rabbiniz ne söyledi? diye sorarlar. Mukarrebin melekleri:
Allah, hak ve söz söyledi, diye Allah'ın emir ve hükmünü bildirirler ve Allah yüce ve büyüktür, derler.Resul ullah buyurdu ki:
İşte bu suretle kulak hırsızı şeytânlar, Allah'ın verdiği emir ve hükümleri işitirler.Bu esnada kulak hırsızı o şeytânlar (yerden göğe kadar) birbirlerinin üstünde (zincirleme) sıralanmış (kulak hırsızlığına hazırlanmış) lardır. Bu durumda iken en üstteki şeytan melekler arasında cereyan eden konuşmayı işitir ve bu sözleri, altındaki şeytana hemen aktarır. Bazen üstteki şeytan, işittiği haberi al-tındakine ve o da kâhin veya sâhirin diline atmadan önce bir ateş parçası üstteki şeytana erişir (ve onu yakar).Bazen de haberi altta-kine ulaştırıncaya kadar ateş ona ulaşmaz. Nihayet kendisine haber ulaşan kâhin veya sâhir o haberle beraber yüz yalan uydurup (sağa sola söyler). Neticede gökten işitilmiş olan söz gerçekleşir. (Kâhin veya sâhir bunu istismar eder ve ettirir) .» [352]
Buhâri,bu hadisi daha uzun bir metin hâlinde yine Ebû Hüreyre (Radiyallahü anh) 'den «Hicr Sûresi Tefsiri» bölümünde rivayet etmiştir. Bundan önce de aynı sûrenin 18. âyetini almıştır. 17.nci âyet de konu ile ilgili olduğu için iki âyetin mealini buraya almayı uygun buluyorum:
«Göğü de, taşlanan (Allah'ın rahmetinden koğulan) her şeytandan koruduk. Ancak kulak hırsızlığı yapan şeytan vardır ki, ö'tıu apaçık bir Şihâb takip eder (ve üzerine düşerek onu yakar) .»
Bu âyetlerin tefsirinde,İbn-i Abbâs (Radiyallahü anh)'den rivayet edildiğine göre:«Şeytanlar, İsa (Aleyhisselâm)'ın doğuşuna kadar göklere çıkmaktan men edilmiyorlardı. O'nun doğum tarihinden itibaren 3 gök tabakasına çıkmak şeytanlar için yasaklandı. Hz. Muhammed (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in doğumu ile beraber bütün gökler şeytanlar için yasak edildi.»
Artık mel'un şeytanlar göklere çıkarak oradaki meleklerle görüşemezler. Melekler vasıtası ile sırlara muttali olamazlar. Ancak her hangi bir şeytan kulak hırsızlığı etmek üzere yer küresine en yakın olan birinci gök tabakasına doğru yükselerek melekler arasında yapılan konuşmalardan bâzı haberleri çalacak bulunursa artık o şeytanı da apaçık bir ateş parçası (yâni yıldızlardan ayrılan ve şihab denilen bir ateşin parlak alev'i) takip eder ve o şeytana çarparak onu parçalar. Çoğu zaman o şeytan, duyduğu haberi başka şeytana aktarmaya muktedir olamaz ve hak ettiği akıbeti boylar.
Hadisin metni Buharî'nin rivayetinde daha uzun olduğu için onun tercemesini buraya alalım :
«Ebû Hüreyre (Radiyallahü anhl'den rivayet edildiğine göre Re-sûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
Allah, gökteki meleklere bir emrin infaz olunmasına hükmettiği zaman düz bir taş üstünde hareket ettirilen zincir sesi gibi heybetli olan bu ilâhî hükme melekler tam mânası ile uyarak (korku ile) kanadlannı birbirine vururlar. Gönüllerinden bu korku gidince de melekler, mukarrabîn meleklere :
Eabbiniz ne söyledi? diye sorarlar. Mukarrabin melekler :
Allah'ın söylediği hak sözdür .diye Allah'ın hüküm ve emrini bildirirler ve Allah yücedir, büyüktür, derler. Bu şekilde kulak hırsızı şeytanlar Allah'ın o emir ve takdirini işitirler. O esnada kulak hırsızı şeytanlar (yerden göğe kadar) birbirlerinin üstünde (zincirleme) dizilmiş (ve kulak hırsızlığına hazırlanmış) bulunurlar. Şeytanlar bu halde iken bazen melekler arasında vuku bulan konuşmaları işiten en üstteki şeytana bir ateş parçası yetişip altındaki şeytana o konuşulanı işittirmeden onu yakar. Bâzı defalar da ateş erişmeden altındaki şeytana konuşulanı işittirir. O da aîtındakine vererek bu suretle tâ yere kadar haber ulaşır ve Sâhirin ağzına-veri-lir. Şimdi sâhir o haberle beraber yüz yalan uydurup (halka söyler.) Allah'ın emri yer yüzünde gerçekleşince sâhir doğru çıkmış olur. Ondan bu haberi duyanlar da :
— Sâhir, vaktiyle şöyle şöyle olacak diye bunları birer birer bize haber vermedi mi idi? İşte gördük ya sâhirin gök yüzünden işittim dediği sözünü hak ve doğru buluyoruz, derler.»
Yukarıya mealini aldığımız Hicr sûresinin 18'nci âyetinde ve izahına çalıştığımız hadiste belirtilen ve şeytanların semâya çıkmaları ile ilgili husus Saf f â t sûresinin aşağıya meali alınan 6 - 10'uncu âyetlerinde izah edilmiştir :
«Biz şu yakın göğü yıldızlarla süsleyip donattık. Ve inatçı her şeytandan koruduk. Onlar en yüksek melekler cemâatini dinliyemez-ler (sözlerine kulak veremezler) ve kovulmak için her taraftan (şi-hab yaylımına) tutulurlar. Onlar için (âhiret günü) sürekli azab vardır. Ancak o şeytanlardan, (haber) çalıp çırpan bulunur. Onu da (gökten yere doğru) delip geçen bîr alev takip eder.»
Bu âyetlerde belirtildiği gibi kulak hırsızı şeytanlar «Mele-i A'Iâ = en yüksek cemaat» denilen ve vahiy alan meleklerin yakınlarına sokulamazlar. Ancak birinci semâya yaklaşabilirler ve oradan çalabildikleri bir kaç kelimeyi yer yüzüne ulaştırmaya çalışırlar.Bunlar her taraftan kovulurlar. Bunlar içinde melekler arasında yapılan konuşmalardan bir şey kapan şeytana Şihab denilen bir parlak ateş parçası ulaşıverir ve onu yakar, öldürür veya delik deşik ediverir.
Yukarıda mealleri alınan âyetlerde ve hadiste geçen Şihab kelimesi lügatte parlak ateş alevine denir. Şeytanlar haber çalmak için semâya yükseldiklerinde onları kovmak için meleklerin attıkları alevli ateş mermileri mânasında çok kullanılmıştır. Astronomi dilinde buna Meteor (Akan yıldız) denir. Âyette,
«Gökten yere doğru karanlık tabakayı gelip geçen alev» diye tefsir edilmiştir.
Astronomi'de Meteor ve halk arasında yıldız kayması denilen Şihab olayının fiziksel mahiyeti henüz aydınlanmış değildir. Bu alandaki ilmî araştırmalar teorilerden ileri geçmemiştir. Bu araştırmacılar da görünüşte sanıldığı gibi yıldızın kendisi akmıyor, derler. Onlara göre bâzı cisimler yer atmosferine çok büyük bir hızla (saniyede 40-70 Km. sür'atla) girdikleri zaman sürtünme sebebiyle akkor hâline gelir ve parlak bir iz bırakarak bir iki saniye sonra yanıp tükeneceği ve atmosferden çıkacağı için gözden kaybolur.
Şihab olayının metafizik ilim sahasında vahiy yolu ile daha açık bir tarzda izah edilmiş olduğunu görüyoruz. İslâm âlimlerinin şu noktayı çok önceden belirttiklerini ve âyet ile hadisde Şihab tâbiri ile bu noktaya işaret görüldüğünü ifâde etmek isterim. Görünürde vıldjzın düştüğü sanılıyor. Halbuki yıldızın kendisi düşmüyor. Bir ateş parçası alev hâlinde mermi gibi şeytana fırlatılıyor.
Hadîs metninin baş kısmında, Heybetli ilâhi hüküm ve takdir fermanı karşısında korku ve dehşete kapılan meleklerin ürken kuşlar ffibi kanadlannı çırparak birbirine vurdukları belirtildikten sonra;
«Kalblerinden bu korku gidince..."
diye başlıyan fıkra, Sebe sûresinin 23. âyetindeki;
parçadan iktibastır. Müfessirlerin beyanına göre âyetteki nazm-i Celil aynı mâna ile tefsir edilmiş ve başka şekilde de yorumlanmıştır.
Hâzîn tefsirinde bu âyet izah edilirken; bu hadisin baş kısmından bu âyete kadar olan kısmı Tirmizi'den naklen alarak bunun sahih ve hasen olduğunu Tirmizi tarafından belirtildiği ifade ediliyor.
Hadiste bahsi geçen sâhir'in kelime anlamı malûmdur. Kâhin kelimesine gelince; Kâhin : Falcıya ve bakıcıya denilir.Kehânet de : Kâhinlik ve falcılık san'atma denir. Hadiste belirtildiği gibi İslâmi-yetten önce kâhinler geleceğe âit bâzı şeyleri haber verirler ve kâinatın sırlarına vakıf olduklarını iddia ederlerdi. Resûl-i Ekrem'in «Nübüvvetten sonra artık kâhinlik yoktur.» buyurduğu gibi peygamberimizin gelişi ile gök yüzü şeytanlara yasaklanmış, dolayısı ile eskisi gibi kâhinler şeytanlar vasıtası ile gökten bol bol haber alma imkânını kaybetmişlerdir. Ancak binde bir ihtimal ile, semalara yaklaşan şeytanın kulak hırsızlığı yaparak, çaldığı bir haberi başka bir şeytana, şihab denilen alevle yakılmadan aktarması mümkündür ki; bu da ilâhî bir imtihan olarak izah edilebilir.
Miftâhü'I-Hâce yazarı: Bu hadis şu hususlara delâlet eder, diyor.
-Alîah dilediğine hükmeder, O'nun hükmünü önce Hamele-i arş olan melekler işitir. Sonra sırası ile diğer melekler işitir. Şeytanlar kulak hırsızlığına çıkarlar, bu esnada alevle kovulurlar. Şeytanlar bâzı haberleri çalınca buna ilâveler yaparlar. Şeytanlar bu haberleri yardımcıları durumunda olan kâhinlere ve sâhirlere iletirler. Onlar da bir sürü ilâveler yaparlar. Müs1im'in rivayet ettiği bir hadiste, râvi:
«Yâ Resülallah! Gerçekte kâhinler bize bazı haberleri verirlerdi. Biz de onların verdikleri haberlerin doğru çıktığını görürdük, dedi. Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) buna cevaben s
«O hak kelimeyi şeytan çalıp onun kulağına fısıldar. Bu arada yüz yalanı da uydurur», buyurdu.
Miftâhü'1-Hâce, sözlerini şu cümle ile bitiriyor: Hadis, kâhinlere ve sâhirler'e varmayı yasaklıyor. O halde onlara varmak veya onları doğrulamak mubah değildir.»
Bilindiği gibi Ehl-i Sünnet mezhebine göre kâhinleri, gaybe âit söyledikleri sözlerle doğrulamak küfürdür.
195) Ebû Musa (el-Eş'ârî) (Radiyallahü anh)'âen şöyle dediği rivayet edilmiştir :
Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) beş hususu tebliğ etmek üzere, aramızda ayağa kalkarak (bir konuşma yaptı) ve :
«Şüphesiz Allah uyumaz. Zaten uyku O'nun şanına lâyık değildir. O, Kıst'ı (~ teraziyi) aşağı indirir yukarı kaldırır. Kullarının gündüz amelinden önce gece ameli ve gece amelinden evvel gündüz ameli O'nun katma yükseltilir. O'nun görülmesini perdeliyen hicab nurdur. Eğer Allah o hicabı (perdeyi) açsaydı, celâl ve cemâli, O'nun gördüğü bütün mahlûkatını yakardı», buyurdu. [353]
Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in ayakta konuşma yapması, tebliğ buyurduğu hususların önemini dinleyicilerine sezdirmek, herkesin kolaylıkla duymasını sağlamak için olsa gerek. Hutbelerini de bu maksadla ayakta okuduğu malûmdur. Râvî de rivayet ettiği hadisin ehemmiyetini belirtmek için Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in ayakta hitab buyurduğunu anlatmıştır.
Hadîsin «Allah uyumaz...» fıkrası hakkında Sindi; Çünkü uyku vücûd ve bedendeki organların dinlenmesi içindir. Yorgunluk ve istirahat etmek istiyacı Allah için muhaldir. Zayıflık ve muhtaçlığın bir gereği olan uyku her türlü eksikliklerden münezzeh olan Allah Teâlâ'nın şanına lâyık değildir, diyor.
Hadîsin ikinci fıkrası olan «O, Kıst'ı aşağı...» de ki «Kist» kelimesi çeşitli şekillerde yorumlanmıştır : Kist, lügatta; adalet ve pay demektir.
Kist» kelimesi ile Allah katındaki manevî terazinin murad olduğunu söyleyenler olmuştur. Terazi, bazı maddelerin adaletle taksimine yarayan bir araç olduğu için adalet anlamına gelen Kist kelimesi ile ifade edilmiş olur. Bu yoruma göre fıkranın mânası şöyledir :
«Huzuruna kullarının amelleri yükselen ve katından bütün canlıların rızıkları inen Allah Teâlâ amellere ve erzaka âit mânevi teraziyi indirip kaldırır.» Nasıl ki terazi sahibi eşyayı tartarken elini bir indirir bir kaldırır ve terazinin gözü bir alçalır bir yükselir.»
Kist kelimesi ile adalet terazisinin kasdedilmiş olması da muhtemeldir. Buna göre fıkranın mânası şudur :
Allah mahlûkaü hakkında adalet terazisine göre hüküm ve takdir buyurur. Onun adalet ölçüsü dahilindeki hüküm ve tasarrufları terazi sahibinin, elini indirip kaldırmasına benzer.» Bu yoruma göre Resûlullah bu fıkra iîe Bahmân süresinin 29'uncu âyetinde geçen «Hergün O, yeni bir icad (ve
yaratma) dadır.» nazmına işaret buyurmuş olur. Sindi diyor ki bu yorum bir Önceki fıkraya daha uygun olur. Sanki şöyle buyurul-muş oluyor: «Allah sürekli olarak mülkünde adalet terazisi ile tasarruf ederken O'nun için uyumak nasıl düşünülebilir?»
Kist kelimesi ile rızık mânasının murad olduğu da söylenmiştir. Çünkü kist kelimesi lügatta nasib ve pay mânasına gelmiştir. Rızık-da kişinin payı ve nasibi olduğuna göre burada rızık mânası kasdedilmiş olabilir. Fıkradaki indirme ve yükselmeden maksad da azaltmak ve çoğaltmaktır. Bu duruma göre fıkranın mânası budur:
«Allah rızkı azaltır ve çoğaltır.»
Metindeki «Kullarının gündüz amelinden önce gece ameli...» fıkrası, kulların gece işledikleri amellerin bekletilmeden sabahla beraber derhal Allah'ın huzuruna çıkarıldığını ve gündüz amellerinin de akşam olur olmaz hemen O'nun katma yükseltildiğini ifade ediyor. Bilindiği gibi kulların işledikleri amelleri, anında Allah görür ve bilir. Meleklerin bu amelleri sabah ve akşam Allah'ın katına arzetme-lerinden gaye her amel karşısında Allah'ın kul için ihsan buyurduğu mükâfatın melekler tarafından öğrenilmesi ve kulun defterinde hıfzedilmesidir.
«O'nun görülmesini perdeleyen hicâb...» cümlesindeki Hicâb; görmek isteyen ile görülmek istenen arasındaki perdeye denir. Burada ise dünyada yaratıkların Allah'ı görmelerine mâni olan şey demektir. Fıkra : Allah'ın görülmesine mâni olan perdenin, hatıra gelen ve bilinen perdeler cinsinden olmadığını belirtiyor ve izzet celâl, azamet ve kibriya nuru, dolayısı ile Allah Teâlâ'nın yaratıkları tarafından görülmediğini, yaratıkların gözlerinin O'na bakabilmek güç ve kabiliyetine sahib olmadığını, bu sebeple Allah Teâlâ'nın, cemâlini yaratıklarına göstermiş olsaydı bakmaya takati olmayan bütün yaratıkların yanıp mahvolmuş olacağını ifade ediyor. İşte gözleri mahveden, kalbleri şaşkına çeviren ve akılları dehşet içine sokan ilâhi hicap ve perde bu nurdur. Bu nur perdesi açılıp gideriî-
seydi Allah'ın azamet ve celâli bütün yaratıkları yakardı. Şöyle de yorum yapanlar vardır:
«Eğer Allah hicab olan nuru izhar edip açığa vursaydı...»
196) Ebû Musa (el-Eş'ârî) (RadiyallahÜ ank)'âen rivayet edildiğine göre kendisi, Resûlullah (Sallattahü Aleyhi ve Setlem) şöyle buyurdu, demiştir :
«Şüphesiz Allah uyumaz. Zâten uyku O'nun şanına lâyık değildir. O, kıstı, aşağı indirir, yukarı kaldırır. O'nun hicabı nurdur. Eğer Allah o hicabı açsaydı, celâl ve cemâli, O'nun gördüğü her şeyi ya-kardı.>
Sonra (Ebü Musa'dan hadisi rivayet eden) Ebû Ubeyde şu âyeti
« Ateş yerinde olan (Musa'ya) ve ateş etrafında bulunan meleklere bereket verildi. Âlemlerin Rabbi olan Allah (her türlü eksikliklerden ve ihtiyaçtan) münezzehtir.» (Neml sûresi, âyet 8). [354]
Râvi Ebû Ubeyde'nin, bir kısmını okuduğu âyetin tamamının nıeâli ile bir önceki âyet de bununla ilgili olduğu için mealini alalım:
*Bİr zaman Musa (sefere çıkıp yolunu şaşırdığı zaman beraberinde bulunan) ehline şöyle söylemişti s «—Ben gerçekten bir ateş gördünii Size ondan (ateşin yanında bulunanlardan yolumuz hakkında) bir haber getireceğim. Yahud parlak bir ateş koru getireceğim. Umulur ki, siz ateş yakar ısınırsınız.»
Musa, o ateşin yanına varınca ona şöyle nida edildi: *— Ateş yerinde olan Musa'ya ve etrafında bulunan meleklere bereket verildi. Âlemlerin Rabbi olan Allah (bütün noksanlıklardan) münezzeh tir.»(Neml sûresi, âyet 7, 8)
Bu hadîsin metni bir öncekinin metninin aynidir. Yalnız bir öncekinde bulunan ve kulların amellerinin Allah katına yükseldiğini ifade eden fıkra bunda mevcut değildir. Bir de görüldüğü gibi burda Ebû Ubeyde' nin Nemi sûresinin 8'inci âyetini kısmen okuduğu rivayet edilmiş ise de bu husus diğer rivayette yoktur. Hadisin senedindeki râvîlerin çoğu ayni zatlardır. Ancak burada'bulunan Veki' ve El-Mes'ûdi yerine orada Ebü Muâviye ve El-A'meş adlı râviler mevcuttur. Allah cümlesinden râzi olsun.
197) Ebû Hüreyre (Radiyallahü anh)den Resûlulah (Sallallahü Aleyhi ve, Sellem) şöyle buyurdu, dediği rivayet edilmiştir :
Allah'ın ikram hazinesi doludur. Hiçbir (harama veya başka) şey onu eksiltmez. O, gece gündüz devamlı akar. O'nun kudret elinde de Kist (= terazi, rızık) vardır. Yükseltir, alçaltır. Resûl-i Ekrem (sözüne devamla) buyurdu ki.
Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günden beri infâk ve ihsan buyurduğu nimetlerin mahiyetini ve miktarını bana bildirebilir misin? Şüphesiz O'nun harcamış olduğu meblağ kudret elinde ve hazînesinde bulunan nimetlerden hiç bir şey eksiltmemiştir.» [355]
Hadisin metninde geçen Yemin kelimesinin lügat mânası el demektir.Burada onunla nimet veya hazinenin murad olduğu rivayet edilmiştir.Keza hadiste geçen Yed de lügatta el manasınadır.Fakat o da Yemin gibi mecazi mânada kullanılmıştır.Daha evvel de belirttiğim gibi nasslarda geçen ve lügat mânası itibari ile Allah için muhal olan kelimelere iman ederiz, akıl ile çözümüne girişmeyiz. Allah, bununla ne kasdettiğini daha iyi bilir, deriz. Veyahut te'vil ehlinin yorumlarına katılırız.Örneğin el ile nimet, hazine veya kudret muraddır, denilmiştir.
Bu hadîste geçen kist kelimesi yine adalet ve rızık mânasına yorumlanabilir.Mizan kelimesi, kıst'ın adalet mânasına alınmasını te'yid eder. înfâk kelimesi ise rızık mânası ihtimaline kuvvet kazandırır.
198) Abdullah bin Ömer (Radiyalalhü ankümâyden rivayet edildiğine göre Resûlullah (Sallallakü Aleyhi ve Sellem) minber üstünde şöyle buyururken, işittim, demiştir :
«Cebbar (olan Allah kıyamet günü mülkü olan) gökleri ve yeri (kudret) eline (şöyle) alır.» Hâvi Abdullah bin Ömer dedi ki: Resûlullah böyle buyururken elinin parmaklarını kapadı sonra da parmaklarını açıp kapatmaya başladı.
(Resûlullah sözlerine devamla şöyle buyurdu) : «Sonra Allah buyuracak ki, Cebbar olan, ancak benim. Hani (dünyadaki) Cebbarlar nerede? Hani mütekebbirler nerede?»
Râvi Abdullah dedi ki: Resûlullah bu konuşmasını yaparken sa-
gına ve soluna eğiliyordu. Hattâ baktım minber, altından yukarısına kadar öyle bir derecede sallanıyordu ki ben artık minber Re-sûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ile beraber düşecek mi? diye endişelendim. [356]
Müslim «Kitâb-u SıfâtiT-Münâfikîn» bölümünün «Sıfatü'1-Kıyâme» babında bn hadîsi, kısmen değişik lâfızlarla rivayet etmiştir. Aynı mânayı ifade eden bir kaç hadis daha orada rivayet edilmiştir.
Müs1im'in Şarihî Nevevî'nin Bağavi'den naklen beyân ettiğine göre, Resûlullah'ın bu hitabeti esnafında (mübarek) parmaklarını açıp kapaması, Allah Teâlâ'nın yaratıkları dağıttıktan sonra toplamasının O'nun için ne kadar kolay ve basit olduğunu tasvir etmesi gayesi iledir. Hâşâ insan eline ve parmağına benziyen bir organın Allah için tasvir edilmesi gayesi düşünülemez. Minberin sallanmasına gelince; Resûlullah'ın hareketi, sağa, sola eğilmesi ve yaptığı işaretler dolayısı ile minber de hareket etmiş olabilir. Bununla beraber Resûlullah'ın buyurduğu hitabetin verdiği mehabet dolayısı ile ve bir mucize mahiyetinde minberin sallanmış olması da muhtemeldir. Bu ve benzeri hâdiselerde çözümü bizce müşkil olan ve hattâ imkânsız görülen kelimeler ile Resûlullah'ın ne mânayı kasdet-tiğini ancak Allah bilir. Biz Allah'a ve sıfatlarına iman ederiz. Ne O'nu bir şeye ne de bir şeyi O'na benzetiriz. Resûlullah'ın buyurduğu sabit olan her şey haktır, doğrudur. O'nun buyurduklarından bildiklerimiz olursa bu bilgi Allah'ın bir lütfudur. Meçhulümüz kalan kısım ise; biz ona inanır ve ilmini Allah'a havale ederiz.[357]
Sindi de bu hadîsin haşiyesinde, Bağavî' nin «Şerhü'sSün-ne» adlı kitabında şöyle söylediğini nakleder :
«Kur'an ve hadislerde Allah Teâlâ'nın sıfatları hakkında vârid olan: nefis, yüz, göz, parmak, el, ayak, varmak, gelmek, semâya inmek arş üstünde karar kıimak, gülmek, ferahlanmak ve benzeri kelimeler, nasslarla sabit olan, Allah'a âit bir takım sıfatlardır. Bu sebeple bunlara iman etmek, te'vili yoluna gitmeden, yaratıklara ben-zetmeksizin ve olduğu gibi kabul etmek gerekir ve Allah'ın zâtı yaratıklardan hiç bîr varlığa benzemediği gibi O'nun hiç bir sıfatının da her hangi bir yaratığın sıfatlarına benzemediğini itikad etmek vaciptir. Nitekim;
«Hiç bir şey Allah'a, benzemez ve O, işitici ve görücüdür» buyurulmuştur.[358] Ümmetin selefi ve hadis âlimleri bu görüşü benimsemişler; bu sıfatlar hakkında temsil ve te'vilden kaçınmışlar ve bunun ilmini Allah'a havale etmişlerdir. Allah Teâlâ da ilimde otorite olanların bu durumu A1-imrân sûresinin 7'nci âyetinde şöyle haber veriyor:
= İlimde kökleşmiş olan kimseler ise: «Biz ona (mânası anlaşılmayan müteşabihe) inandık; açık ve kapalı bütün âyetler Rabbi-miz tarafındandır, derler...»
Süfyân bin Uyeyne de: Kur'an'da Allah Teâlâ'nın, kendi zatı için buyurduğu bütün sıfatlarının tefsiri onu okumak ve üzerinde susmaktır. Allah ve Resulünden başka hiç kimse onları tefsire yetkili değildir, demiştir
Adamın biri, İmam Mâlik bin Enes (Radiyallahü anhümâVe: âyetindeki «Istiva»nın nasıl olduğunu sordu. İmam hazretleri:
— İstiva (= oturmak, karar kılmak gibi) lügat mânaları bakımından meçhul değildir. Âyetteki istivanın keyfiyeti akıl ile çözülemez, ona iman etmek gerekir, onu soruşturmak bid'attır. Ben seni ancak sapık olarak görürüm, diye cevap verdi ve meclisinden çıkarılmasını emretti.
Velîd bin Müslim demiştir ki: Ben İmam Ev-zâî'ye, Süfyân bin Üyeyne'ye ve İmam Mâlik'e Allah'ın sıfatlarına ve Allah'ı görmeye dâir vârid olan bu hadisleri sordum. Onlardan şu cevabı aldım : «Keyfiyetlerini düşünmeden on-ian olduğu gibi ikrar ve kabul ediniz.»
Zührî'de : Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ancak tebliğe m&murdur. Biz de teslim ve kabule memuruz, demiştir.[359]
Cebbar: îbn-i Abbâs (Radiyallahü anh)'e göre azametli ve yüce, demektir. Bâzılarına göre de, kulların hallerini ve ihtiyaçlarını düzeltendir, demişlerdir.Bir de Cebbar; dilediği her şeyi yapan ve hiç bir kuvvet tarafından engellenemeyen, diye tarif edilmiştir. Hangi şekilde tarif edilirse edilsin bu vasıf Allah'a mahsustur, O'na lâyıktır. Kulun böyle bir vasıf taşımaya kalkışması, gülünçtür.
Mütekebbir: Azamet, ululuk, büyüklük sahibi olduğunu açıklıyan, demektir. Bu hal kul için mezraumdur. Fakat her türlü eksiklikten münezzeh olan ve yücelik ile ululuğun bütün vasıflarına sahip olan Allah Teâlâ için övgüye lâyıktır.
199) En-Nevvâs[360] bin Sem'ân El-Kilâbî (Radiyallakü ank)'âzn rivayet edildiğine göre kendisi:Ben Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'den şöyle buyururken işittim, demiştir :
«Her kalb ancak Rahmân'ın parmaklarından iki parmak arasındadır.Eğer dilerse (hak üzerinde) durdurur ve şayet dilerse saptırır.»
(Râvî en-Nevvâs devamla:) ve Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle dua ederdi, (demiştir) -.
«Ey kalbleri (dilediği üzerinde) sabit kılan Allah! Kalblerimizi dinin (olan İslâmiyet) üzerinde sabit kıl.»
(Râvi bundan sonra da) Resûlullah şöyle buyurdu, demiştir:
«Terazi Rahmân'ın elindedir. Kıyamet gününe kadar bazı kavimleri yükseltir, diğer bir kısım kavimleri de alçaltır.[361]
Hadiste geçen parmak, el ve terazi kelimeleri hakkında bundan önceki 195 -198 nolu hadislerin izahında gerekli malûmatı verdim. Burada tekrar edilmesine mahal yoktur. Kalbin hidayetten dalâlete ve dalâletten hidayete döndürülme sinin Allah için çok basit olduğunu ve iman hali olsun küfür hali olsun her an değişebildiğim belirtmek İçin Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) «Kalb Rahmân'ın iki parmağı arasındadır» şeklindeki tabiri kullanmıştır.. Mü'min kişinin mağrur olmaması gereği hadisten anlaşılıyor. Hele Resûl Ekrem'in en yüce mertebeyi ihraz ettiği halde kalbinin İslâmiyet üzerinde sabit kılınması duasına devam etmiş olması, kişinin mağrur olmasının nasıl bir akılsızlık olduğunu açıkça gösteriyor. Allah cümlemizi Resûl-i Ekrem'in yapmış olduğu duâ'nm şümulüne girenlerden eylesin, âmîn.
200) Ebû Saâd-i Hudrî (Radiyallahü anh)'den, ResûiuÜah (Sallaf-lahü Aleyhi ve Sellem)'m şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: -
«Allah,'şu üç şeye şüphesiz yönelir, çok râzi olur: Namazda (teşkil edilen) saffa, geceleyin namaza duran adama ve cihâd eden kimseye.»
(Râvi dedi ki: Kanâatıma göre cihad eden kimse ile ilgili olarak) Resûlullah «Ordunun arkasında (ötesinde...)» kaydını koştu.[362]
Hadîsin metninde geçen «Dıhk = gülmek» kelimesi daha önce geçen hadislerin izahında belirttiğim gibi lügat mânasına olmayıp yönülme ve rızâ ile yorumlanır. Hadis, mü'minlerin cemaatla namaz
kılarken teşkil ve tanzim ettikleri saffın, gece namazına kalkmanın ilâhî rizâ ve teveccühe vesile olduğunu belirtiyor. Bir de savaşta zafer kazanıldığı halde ordunun arkasında (yani ötesinde) hâlâ çarpışan mücahidin halinin de Allah Teâlâ'nm rızasına vesile olduğu bildiriliyor. Râvî hadîsin metninde «Ordunun arkasında» kaydının bulunduğunu kesinlikle hatırlamadığı için kanaatımca bu kayıt vardır, diyor. Şayet bu kayıt varsa; mânası demin belirttiğim gibidir. İlk bakışta sanıldığı gibi savaş yapılırken ordunun arkasında kalıp orada savaşmaya yeltenen demek değildir. Bilindiği gibi bu hal takdiri değil, tekdiri muciptir.
Zevâid müellifi, bu hadisin isnadının sıhhati hususunda itiraz olduğunu şöyle belirtiyor : Çünkü râvîlerden Mücâ Iid'in rivayet ettiği hadislerin genellikle mahfuz olmadığı İbn-i Adî tarafından ifade edilmiştir.Yine seneddeki râvîlerden Abdullah bin İsmâi1'in durumunun meçhul olduğu Ebû Hatim ve Zehebî tarafından beyan edilmiştir.
201) Câbir bin Abdİllah (Radiyallahü anh)'âen şöyle söylediği rivayet edilmiştir :
Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), hac mevsiminde (Mekke'ye Qe" şitli yerlerden gelen) insanlara kendisini takdim ederek :
«Beni kavmine götürecek kimse yok mu? Çünkü gerçekte Kureyş beni, Rabbimin kelâmını tebliğ etmekten alıkoymak istediler», buyururdu.[363]
Mekke müşriklerinin Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e ve O'na iman edenlere reva gördükleri eziyete ve îslâmiye-tin yayılmasını engelleyici hareketlerine âit bilgiler cildleri doldurur.
Mekke müşriklerinin hakkı kabul etmelerinden ümidini kesen Resûl-i Ekrem, Hac münâsebetiyle etraftan gelen halkla görüşüyor, Resul olduğunu bildiriyor ve onları imana davet ediyordu. Islâmi-yetin Mekke'de gelişmesinin güçlüğünü de bilen Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Mekke'nin dışında müsâid bir yerin temini ve bir kavmin yardımını sağlamak için hadiste belirtilen arzusunu açıklıyordu. Nihayet Medine-i Münvvere1-den gelen mübarek zâtlar ile meşhur Akabe görüşmeleri başlamış oluyor Bu görüşme isteği, görüşmelerin başlaması, safhaları ve hayırlı sonucu Siyer kitaplarında izah edilmiştir. Burada izah edecek değilim.
Sindi diyor ki; hadis Allah'ın Mütekellim konuşmacı vasfına sahip olduğuna ve Kur'an-ı Kerim’in Allah'ın kelâmı olduğuna delâlet eder, diyor.
202) Ebü'd-Derdâ' (Radiyallahü ankyden rivayet edildiğine göre Resûlullah (SaUallahii Aleyhi ve Set/em), Allah Teâlâ'nm;Her gün Allah yeni bir icaddadır.[364] buyruğu hakkında şöyle buyurdu :
«Bir günahı örtmesi, bir üzüntüyü gidermesi, bir kavmi yükseltmesi ve bir kavmi alçaltması O'nun (yeni yeni) icadlarındandır.[365]
Hadîste anılan âyetin iniş sebebi tefsir kitablarmda şöyle anlatılıyor :
Yahudiler, Allah Teâlâ'nın Cumartesi günü hiç bir emir ve hüküm vermez olduğunu iddia ediyorlar idi. Âyet onların bu iddialarını red etmek üzere nazil olmuştur.
Medârikü't-Tenzîl tefsirinde nakledildiğine göre Resûl-i Ekrem, bu âyeti bir ara okuyunca Ona: Allah'ın her gün yaptığı yeni icad nedir? diye sorulmuş, Resûlullah da bu hadisi buyurmuştur.
Süfyân İbn-i Uyeyne de: Bütün zaman Allah yanında iki günden ibarettir. Dünyanın devam ettiği süre bir gün sayılır. Diğer gün de âhiret günüdür. Dünya günü Allah Teâlâ'nın Şe'niİ = icadı emir ve yasak kuralları koymak, halkı imtihan etmek, ihya etmek, öldürmek, ikramda bulunmak, ikramını kısmaktır. Âhi-retteki şe'n'i = icadı ise kullarını hesaba çekmek, cehennemlikleri cezalandırmak, Cennetlik olanları mükâfatlandırmaktır, demiştir. Tefsir kitablarının bu âyet ile ilgili izahları uzundur. Biz bu kadarı ile iktifa edelim. [366]
203) Cerîr (bin Abdillah) (Radiyallahü ank)'den rivayet edildiğine göre Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu, demiştir :
«Kim iyi bir çığır açar da o çığıra gidilirse ona, açtığı çığırın sevabı verileceği gibi o yolda gidenlerin sevabının bir misli de verilecek ve bu (adam), onların sevablarmdan bir şey eksiltmiyecektir.
Kim kötü bir çığır açarsa ona da, açtığı çığırın günahı yükletileceği gibi o yolda gidenlerin günahlarının bir katı da yükletilecek ve bu (adam), onların günahlarını eksiltmiyecektir.»
204) Ebû Hüreyre (Radiyallahü anh)'âen rivayet edildiğine göre şöyle söylemiştir:
Bir (fakir) adam Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellemy'm yanına geldi. Resûlulah da ona yardım etmek üzere (sahâbîleri) teşvik etti. Bunun üzerine bîr sahâbî:
— Benim yanımda şöyle şöyle mal vardır, dedi (ve o malları getirip adama verdi.)
Râvi (Ebû Hüreyre) dedi ki: Bunun üzerine mecliste bulunan herkes az çok bir şeyler sadaka olarak adama verdi. Bundan hemen sonra Resûlullah (SaUallahü Aleyhi ve Sellem) :
«Kim hayırlı bir iş yaparak (örnek olur) ve halk tarafından o hayırh iş yapılırsa, ona yaptığı işin sevabı tam olarak verileceği gibi o hayırlı işi yapan insanların sevapların (çeşitlerin) den de verilecek ve bu (adam), onların sevablarmdan bir şey eksiltmiyecektir. Kim fena bir çığır açar da o çığırda gidilirse ona da açtığı çığırın günahı tam olarak yükletileceği gibi o yolda gidenlerin günahların (çeşitlerin) den de yükletilecek ve bu (adam), onların günahlarından bir şey eksiltmiyecektir.[367]
205) Enes bin Mâlik (Radiyallahü anh)'den rivayet edildiğine göre Resûlullah (Sallallakü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur :
«Her hangi bir dâvetçi (insanları) dalâlete çağırır da ona uyulursa şüphesiz, dâvetine icabetle ona uyanların günahlarının bir misli kendisine verilecektir. Ve bu (adam), uyan insanların günahlarından bir şey eksiltmiyecektir. Her hangi bir dâvetçi (insanları) hidâyete çağırır da ona uyulursa, uyan insanların sevablarınm bir misli şüphesiz ona verilecek ve bu (adam), uyanların sevablarından bir şey eksiltmiyecektir.[368]
206) Ebû Hüreyre (Radiyallahü ank)'öen Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir :
«Kim, hidâyete çağrıda bulunursa, kendisine uyanların sevabla-nnın bir katı ona verilecek ve bu (adam), uyanların sevablarından bir şey eksiltmiyecektir.Kim de dalâlete davet ederse, kendisine tâbi olanların günahlarının bir misli ona verilecek ve bu (adam), tâbi olanların günahlarından bir şey eksiltmiyecektir.»
207) Ebû Cuhayfe [369] (Radiyallahü anhyden rivayet edildiğine göre, Resûlulah (Sallallakü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu, demiştir :
«Kim iyi bir çığır açar ve kendisinden sonra o çığırda gidilirse ona, kendisinin sevabı verileceği gibi, açtığı çığırda giden insanların sevablarından hiç bir şey eksiltmeden o scvabların bir katı da verilecektir. Kini de kötü bir çığır açar ve kendisinden sonra o çığırda gidilirse, ona kendisinin günahı yükletileceği gibi, açtığı yolda gidenlerin günahlarından hiç bir şey eksiltmeden o günahların bir misli de yükletüecektir.[370]
208) Ebû Hüreyre (Radiyallahü anh)x\en rivayet eri ildiğine göre.Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur :
«Her hangi bir şeye çağıran her dâvetçi kıyamet günü durdurularak (dünyada) davet ettiği şeye olan çağrısını sürdürecektir. Yalnız bir adamı davet etmiş olsa bile kişinin durumu böyle olacaktır.[371]
Bu babta geçen ilk beş hadisin sened ve metinleri ayrı ise de mâ naları bir birini teyid eder mahiyettedir. Nitekim Sindi şöyle diyor:
«Râvilerinden Sa'd bin Sinan'in zayıflığı nedeni ile (205 nolu) hadise ait senedin, keza râvî İsrâî1'in zayıflığı do-layısı ile (207 nolu) hadisin senedinin zayıf olduğu, Zevâid'de bildirilmiş ise de aynı mânayı ifade eden sahih hadisler, senedleri zayıf olan hadislerin metinlerinin kuvvetli olduğuna delâlet ederler.»
Müslim, «İlim» kitabının bir babında, buradaki 206 nolu hadîsi yine Ebû Hüreyre' den ve kısmen değişik bir sened ile rivayet etmiştir. Ayrıca râvî Cerîr bin Abdillah' tan ri vâyel ettiği hadisin metni burada rivayet edilen 203 nolu metinden daha geniştir. Mâna bakımından da 203, 204 ve 207 nolu hadislerin metinlerini teyid ediyor.
Hadîslerde geçen «İyi çığır ve «Kötü çığır»m, tesbit ve tayini hususundaki ölçü İslâmî esaslardır. Başka bir ölçü düşünülemez. $er-i Şerifin iyi saydığı şeyler iyi kabul edildiği gibi kötü saydığı şeyler de kötü kabul edilir.
Müs1im'in Sarihi Nevevi:«Bu hadisler, iyi işleri ya pıp güzel çığır açmanın müstehab olduğunu ve kötü işler yapıp fena çığır açmanın da yasak ve haram olduğunu açıkça belirtmektedirler. Keza iyi bir çığır açan kimsenin, kıyamet gününe kadar o çığırda yürüyen bütün insanların kazanacakları sevabın bir mislini alacağını ve kötü bir çığır açan kişinin de, kıyamet gününe kadar o yolda giden bütün insanların boyladıklan günahların bir katını sırtlıyacağım sarahaten bildiriyor. Keza hidayete çağıran adam, kendisine uyan insanların elde ettikleri sevabın bir mislini kazanır.Dalâlete davet eden şahıs da, kendisine uyan insanların yüklendikleri günahların bir katını yüklenmiş olur.Kişinin kılavuzluk ettiği hidavet veya dalâlet yolu ister daha önco açılmış olsun ister ilk olarak o kişi tarafından açılmış olsun farketmez. Kişi, ettiği kılavuzluk dolayısı ile anılan büyük sevab veya büyük günah almış olur.
Hadislerde bahsedilen çığır açma veya kılavuzluk etme mes'elesi muayyen bir sahaya mahsus değildir.Bu durum iman, ibâdet, ahlâk, eğitim, öğretim vesair alanlarda da olabilir», demiştir.[372]
208 nolu hadisin metninde «Her hangi bir şeye çağıran...» tabirinin zahirine göre; çağrılan yol iyi de olabilir fena da olabilir. Fakat cümlenin son kısmı olan «Kıyamet günü durdurulacak...» tabiri bu hadisin fena yola davet edenlere âit olduğuna işaret eder, ka-naatındayım. Çünkü kıyamet günü durdurmak, tevkif etmek, hapsetmek işlemi sorguya çekilenler hakkında uygulanır.Nitekim bu hadîste durdurma mânasını ifade eden fiilinin masdarmdan alınma fiillerin kullanıldığı ve aşağıya mealleri yazılı âyetler kâfirler hakkındadır:
«Ve onları ateşin üzerinde durdurulup da:«Eyvah bize ne olurdu bir geriye çevrilseydik ki, Rabbimizin âyetlerini tekzib etmeseydik ve mü'minlerden olsaydık» dedikleri zaman bir görecek olsan.» (En'âm sûresi, âyet 27)
«Ve kafir olanlar dediler ki: Elbette biz ne Kur'an'a inanırız ve ne de O'nun önündekine. Eğer o zalimleri, Rablerinin huzurunda tevkif edilmiş oldukları zaman görecek olsan...» (Sebe' sûresi, âyet 31)
«Ve o müşrikleri tevkif ediniz (durdurunuz). Şüphesiz onlar sorguya çekilecek kimselerdir.» (Saffât sûresi, âyet 24)
Bu âyetlerde geçen : durduruldular, durdurulmuş olanlar, onları durdurunuz* fiillerin hadisde geçen «durduruldu» fiili gibi = «durdurmak» masdarından alınmadır.
Saffât sûresinin 24'üncü âyetinin açıklaması bahsinde Hâzin tefsirinde Tirmizi'den naklen bu hadis alınırken, Tirmizi'nin Enes'ten olan rivayetine göre, Resûlullah'm, hadisi buyurduktan sonra bu âyeti okuduğu da ifade ediliyor. Bu rivayette hadîsin, kötü yola çağıranlar hakkında olduğu görüşünü teyid edi yor. Mamafih hadisin iyi yola davet edenlere şümulü de muhtemeldir. Böyle olunca iyi yola davet eden kimselerin ise; bu yüce ve şerefli hizmetlerinden dolayı mahşer halkına tanıtılmaları ve ulvî çalışmalarını temsil etmeleri maksadı ile durmalarına ve davetlerini tekrarlamalarına izin verilecek şeklinde hadisin yorumlanması akıldan uzak değildir.
Kötü yola davet edenlerin durdurulmaları mahşerde olabildiği gibi Cehennemde de olabilir.Ancak yukarıda belirttiğimiz Tirmizi'-nin Enes'ten olan rivayetine göre hadisin bitiminde Resülullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Saffât sûresinin 24'üncü âyetini okumuştur.Bu âyet mahşerdeki durdurmaya âit olduğuna göre hadisteki durdurma ile mahşerdeki durdurma kasdedilmiş olur. [373]
209) Amr İbn-i Avf El-Müzenî[374] (Radiyallahü a»/r)'den rivayet edildiğine göre Resülullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
«Kim benim bir sünnetimi ihya ederek insanların onunla amel et-meîerine vesile olursa, o insanların kazanacağı sevabîardan hiç bir şey eksiltmeden onların sevablarının bir katını almış olacaktır. Kim de bir bid'at icad ederek onunla amel edilmesine vesile olursa, o bid'at ile amel edenlerin yüklenecekleri günahlardan hiç bir şey eksiltmeden onların günahlarının bir katını yüklenmiş olacaktır.
210) Amr İbn-i Avf (Radiyallahü ank)'âen rivayet edildiğine göre Resûkülah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur :
-Kim benden sonra ihmal edilmiş ol&n bir sünnetimi ihya ederse, o sünnetle amel eden insanların sevablarmdan hiç bir şey eksiltmeden onların sevablarının bir mislini şüphesiz almış olacaktır. Kim de Allah ve Resulünün râzi olmadıkları bir bid'atı İcad ederse o bid'at ile amel eden insanların günahlarından hiç bir şey eksiltmeden onların günahlarının bir mislini yüklenmiş olacaktır.» [375]
Lâfız bakımından bir birine çok benziyen bu hadislerin ifade ettikleri mâna ve hüküm aynidir. Senedlerine gelince: îlk hadisin senedinde Ebû Bekir bin Ebî Şeybe ve Zeyd bin E1-Hubâb,diğerin senedinde bunlara karşılık Muhammed bin Yahya ve İsmail bin Uveys bulunur. Sened-lerdeki diğer râvîler aynidir. Hadisin metninin kuvvetini belirtmek için müellif iki senedi de zikretmiştir.
Hadîslerde geçen «Sünnet»den maksad, Sindi ve «Miftâhü'l-Hâce.'de naklen beyan edildiği gibi Resülullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in va'zetmiş olduğu hükümlerdir. Fitre, zekâtı gibi farz ibâdetler ve bayram namazı, vakit namazlarını cemaatla kılmak, namaz dışında Kur'an okumak, ilmi çalışma ve benzeri farz olmayan ibâdetler Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) tarafından konulmuş hükümler olduğu için hepsi Sünnet»in şümulüne girei. Şu halde burdaki «Sünnet» farz ve vâcib'in dışında kalan ibâdet demek değildir.
Hadîste geçen «Sünnetin ihyası* Resûlullah tarafından konulmuş olan hükümler ile amel etmek, bunları nefsinde tatbik etmek ve insanların bu hükümlerle amel etmelerini gerçekleştirmek için gerekli tahrik ve teşvikte bulunmak, demektir.
Metindeki «Bid'at»dan maksad ise şer-i şerifin esaslarına aykırı düşen söz, fiil ve hareketlerdir. Bid'at bu mânaya yorumlandığı takdirde:Allah ve Resulünün râzi olmadığı bid'at...» tâbiri bidatin takbihi için kullanılmıştır, denilir. Çünkü îslâmiyetin esaslarına ters düşen bid'atlardan Allah ve Resulünün râzi olduğu bir bid'at düşünülemez.
Şayet Bid'at: îslâmi esaslara ters düşsün, düşmesin Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'den sonra ihdas edilen şeydir, diye tarif ediHrse o zaman «Allah ve Resulünün râzi olmadığı...» tabiri takbih için değil, tahsis içindir. Yâni Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'den sonra ihdas edilen bid'atlar arasında ilmî eserlerin yazılması, okulların açılması gibi Allah ve Resulünün râzî oldukları bir çeşit bid'atın bulunduğuna hadis işaret etmiş olur.
«Bid'at» ile ilgili geniş izahat 45 nolu hadîsin açıklaması bahsinde verildi. Oraya müracaat edilebiilr. [376]
211) Osman bin Affân (Radiyallahü anhyden rivayet edildiğine göre Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur :
«(Şu'be'nin rivayetine göre) Sizin en hayırlınız, (Süfyan'ın rivayetine göre ise) sizin en faziletliniz Kur'an-ı öğrenen ve Öğretendir.»
212) (Yine) Osman bin Affân (Radiyallahü anh)'dent Resûlullah (Sal-lallahü Aleyhi ve Seüem)'m :
«Sizin en faziletliniz Kur'an-ı öğrenen ve öğretendir» buyurduğu rivayet edilmiştir.
213) Sa'd bin Ebî Vakkas (Radiyallahü ank)'âen, Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu dediği rivayet edilmiştir:
«Sizin en hayırlılarınız Kur'an-ı öğrenenler ve öğretenlerdir.» (Seneddeki bir râvî) dedi ki ve (Bana hadisi rivayet eden zat) eli-ntf tuttu ve beni bu oturduğum (Kur'an öğretme) mevkiine oturttu, Kur'an okutuyorum.[377]
Birinci hadisin senedindeki râvilerden Yahya bin Sâid E1-Kattan,iki zattan rivayette bulunmuştur : Şu'be' den
aldığı rivayette hadisin metni: «Sizin en hayırlısınız...» diye başlar. Süf yan' dan aldığı rivayette ise metin: «Sizin en faziletliniz...» şeklinde başlar. Bu husus hadisin rivayetinde belirtildiği için biz de parentez içi ifadelerle durumu belirttik.
Son hadiste Resûlullah'ın buyruğu bittikten sonraki sözün hangi râviye ait olduğu belirtilmemiştir.Eldeki îbn-i Mâceh «Sünen* nüshasının dip notunda Muhammed Fuad Abdül-Baki: Bu sözün râvî Asım bin Behdele'ye âit olması umulur. Çünkü kendisi zamanının Kur'an okuyucularının imamı idi.Fıkranın mânası da şöyle olur: Mus'ab bin Sa'd elimi tutup beni Kur'an öğreticiliği mevkiine oturttu» demiştir.
Buharî «Fadâilü'l-Kur'an» kitabının 21'nci babında ilk iki metni yine Osman bin Affân (Radiyallahü anhVden rivayet etmiştir. Senedlerindeki râvilerine bir kısmı burdaki râvilerdir.
Hadisler Kur'ân-ı Kerim'i öğrenmenin ve öğretmenin faziletini beyan ederek bu ulvi hizmeti ifa eden kimsenin en hayırlı ve faziletli insanlardan olduğunu ifade ediyor.Çünkü böyle bir mü'min hem kendi nefsini hem de başkalarını olgunlaştırıyor.Kendisi yararlanıyor, halkı da yararlandırıyor.
Bir soru hatıra gelebilir:Hadîslerin zahirine göre Kur'an öğrenimi ve öğretimi ile iştigal edenler en hayırlı ve en faziletli insanlardır.Bu duruma göre bunlar fıkıh ilminin öğrenim ve öğretimi ile meşgul olanlardan daha mı üstündürler?
Cevab: Hayır. Fıkıhçı bir kimse Kurrâ' olanlardan üstüı tdür.Bu hadislerdeki muhatablar Sahâbilerdir.Ashâb-ı kiram ise fıkı.hçı idiler.Şu halde hadisten alınan netice şudur:Fıkıh bilgisi yanında kıraatla da iştigal eden kimseler daha hayırlı ve faziletlidirler.Buhari'nin şerhi Kastalâni bu soru ve cevabı belirttikten sonra şöyle sö.yler:
« Kur'an öğrenmek ve öğretmekle meşgul olan kimse, cihad eden veya cephede nöbet bekleyen veyahut mârufu emredip münkeri meneden kimseler gibi ağır ve tehlikeli yükler altına girenlerden üstün mü? diye sorulsa buna cevaben denilecek ki: Bu hususta ölçü yararlı olmaktır. Hangisi cemiyete daha çok yararlı olursa o daha hayırlıdır. Diğer bir açıdan şunu da belirtelim ki kanaatımca hadislerden kasdedilen mâna Kur'an-ı öğrenmek ve öğretmekle meşgul olan kimsenin en hayırlı ve en faziletli insan olduğunu belirtmek değildir.Gaye böyle bir kimsenin en hayırlı ve en faziletli insanlardan sayıldığını belirtmektir.
Hadisler Kur'an öğretimini teşvik eder.İbn-i Ebi Davud'un rivayetine göre Sevri'ye cihad ile Kur'an öğretiminden hangisinin daha sevab olduğu sorulduğunda, Sevri, Kur'an öğretimini tercih etmiştir.»
214) Ebû Musa el-Eş'ârî (Radiyallahü anh)'den rivayet edildiğine göre Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur :
«Kur'an okumayı îtiyad eden (ve onunla amel eden) mü'minin durumu turunç (meyvesi) durumu gibidir. Tadı güzel, kokusu güzeldir. Kur'an okumayı îtiyad etmiyen (fakat onunla amel eden) mü'minin hali de hurmanın haline benzer. Tadı güzel, fakat kokusu yoktur. Kur'an okuyan münafığın vaziyeti de reyhâne (fesleğen otu)nun vaziyeti gibidir. Kokusu güzel fakat tadı acıdır. Kur'an okumayan münafığın hali de Ebû Cehil karpuzunun haline benzer, tadı acı, kokusu da yoktur.» [378]
Buharı bu hadisi, bundan önceki hadislerle beraber «Fedâ-ilü'I-Kur'ân» kitabının 21'inci babında zikretmiş, ayrıca «Tevhid» kitabında da rivayet etmiştir.Müslim «Namaz» bahsinde, Ebû Dâvud Edeb bölümünde,Tirmizi Emsal bahsinde ve Nesâi de «Velîme» bahsinde rivayet etmişlerdir.Hadis,Kur'an okumaya devam eden mü'minin faziletini beyan etmektedir. Hadîsin bir özelliği de Tabii olan Katâde ' nin Sahâbîlerden Enes b.Mâlik' ten, O'nun da yine bir sahâbî olan Ebû Musa (Ra-diyallahü anhüm)'den rivayet etmiş olmasıdır.
Hadîste iman, güzel tada benzetilmiştir. Çünkü iman derûni bir hayırdır, herkes onun halavetini açıkça duymaz. Kur'an okuyuşu da güzel kokuya benzetilmiştir. Çünkü Kur'an'ı işiten herkes faydalanır, onun güzelliklerini her işitici duyar.
Parentez içindeki amel etme kaydı Buharı' nin bir rivayetinden alınmıştır.
215) Enes bin Mâlik (Radiyallahü ankyden Resûlullah (Sallaîlakü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu, dediği rivayet edilmiştir :
«Şüphesiz insanlardan Allah'a yakın olanlar vardır.» Sahâbiler: — Yâ Resûlallah! Allah'a yakın insanlar kimlerdir? diye sordular. Resûlulah:
«Onlar Kur'an ehli, Allah ehli ve Allah'ın has kullarıdır.» buyurdu. [379]
Hadîsin baş kısmı Allah'a yakınlık bakımından insanların ayni derecede bulunmadıklarına ve bâzı kimselerin O'na yakın olduğuna delâlet ediyor. Tab'ii bu yakınlık maddî değil, manevîdir. Bundan maksad Allah'ın rızâsına, sevgisine, lütuf ve rahmetine yakınlıktır. Sahâbîlerin sorusuna cevap olan hadisin son kısmı da Aîlaha yakın olan zatların Kur'an ehli ve Allah ehli olduğu bildiriliyor.Kur'an ehlinden murad :Kur'an-ı Kerim'i hıfzedip gece gündüz tilâvet eden ve onun hükümleri ile amel eden ihlâsh nıü'minlerdir. Allah ehlinden maksad ise: Allah Teâlâ'nm velîleri ve has kullarıdır.
216) Ali bin Ebî Tâlib (Radiyallakü anhyden rivayet edildiğine çöre Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur :
«Allah, Kur'an'ı okuyup hıfzeden kimseyi Cennet'e idhal eder ve Cehennem'e kesinlikle müstahak olan ev halkından on kişi hakkında şefaat etmesini kabul eder.» [380]
Bu hadis Kur'ân-ı Kerira'i okuyup hıfzetmenin fazi-letin beyân ediyor.Böyle bir mü'min'in Cennetle mükâfatlandın-lacağı gibi onun aile efradından Cehennem azabına kesinlikle müstahak olmuş olan on kişi için yapacağı şefaatin Allah tarafından kabul buyurulacağmı müjdeliyor.Ancak şu var ki; Kur'an'ı okuyup hıfzetmekle beraber onunla amel etmek, emir ve yasaklarına riâyet etmek şartı da hatırdan uzak tutulmamalıdır. Bu şart olmayınca,Kur'an'ı okuyup hıfzetmek ile bu ve benzeri hadisler ile va'd edilen mükâfatlara pek kavuşulamaz.
Hadîsteki: «Cennet'e idhal eder» fıkrasından maksad Cehenneme girmeden Cennetlik kılmaktır. Aksi takdirde bilindiği gibi zerre miktarı imanı olan herkes netice itibarı ile Cennet'e girecektir.
Metindeki-. «Cehennem'e kesinlikle müstahak olan...» fıkrasından maksad da küfürden başka günahlar dolayısı ile Cehennem'e müstahak olmak durumudur. Çünkü küfür üzerinde ölen kimseler
için şefaatin kabulü ve Cehennem'den kurtarılmaları söz konusu değildirZira böylelerin ebedi olarak Cehennemde kalmaları ve onlar için şefaatin kabul edilmiyeceği nasslar ile sabittir.
«Miftâhü'1-Hâce» müellifi diyor ki: Bu hadis Mu'tezi1e'nın görüşünü reddeder.Çünkü onlara göre büyük bir günah işliyen mükellef ebedî olarak Cehennemliktir.Ona şefaat da edilemez.Şefaat yalnız derecelerin yükseltilmesi içindir.»
217) Ebû Hiireyre (Radiyallahü anhyâen rivayet edildiğine göre Re-sûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur :
«Kur'an'ı öğreniniz, (devamlı) okuyup (onunla amel ediniz) ve uyuyunuz (dinleniniz). Çünkü Kur'an'ın durumu ile onu öğrenip hakkını ödemeye çalışan mü'min'in durumu için misk dolu tuluğun durumuna benzer ki; misk'in kokusu her tarafa yayılır. Kur'an'i öğrenip, içinde Kur'an bulunduğu halde uyuşup gaflete dalanın durumu da içinde misk bulunup ağzı sıkıca bağlanmış olan tuluk gibidir. (Misk'in kokusundan yararlanılmıyor.)» [381]
Hadîsin ilk fıkrasında Kur'an'ın öğrenilmesi, okunması emrediliyor. Sindi diyor ki; okunmasından maksad devamlı okunması ve onunla amel edilmesidir. Öyle ya! Eğer kişi ayda bir veya bir kaç ayda bir Kur'ân-ı Kerim'i okusa buna Kur'an okuyucusu denmez. Diğer taraftan Kur'an okumadan maksad, onun emir ve nehiylerini imkân nîsbetinde öğrenmeye çalışmak ve Kur'an'ın hükümleri ile amel etmektir.Kur'an'in hükümleri ile amel etmeyen, emir ve yasaklarına saygılı olmayan kişi ondan pek feyiz almış sayılır mı?
Bu fıkrada Kur'an okuyucusunun dinlenmesi ve uyuması da isteniyor.Şu halde Kur'an'in hakkını ödeyen okuyucunun gerekli uykusunu alması ve istirahatını sağlaması rnes'uliyeti mucip bir hâl değildir.
Hadisin ikinci fıkrasında Kur'an'ı öğrenip hakkını eda eden yâni devamlı okuyarak onunla amel eden mü'min, içi misk dolu ve ağzı açık tuluğa benzetiliyor. Kur'ân-ı Kerim de tuluğun içini dolduran misk'e benzetiliyor. İçi misk dolu ve ağzı açık tuluktan güzel misk kokusu her tarafa yayıldığı gibi ruhu ve bedeni Kur'an-ı Kerim'i okumak ve onunla amel etmekle süslenmiş olan mü'minden de her tarafa nur ve feyiz yayılır.
Hadîsin son fıkrasında da Kur'an'ı öğrenip de devamlı okumayan, onunla amel etmeyin, uyuşup kalan ve gaflet içine dalan kişi, içinde misk bulunan, fakat ağzı sıkıca bağlanmış olan tuluğa benzetiliyor.Onun öğrenmiş olduğu Kur'an da tuluk içine hapsedilmiş olan ve kokusundan faydalanılmayan misk'e benzetiliyor. Bu misk'in kokusundan nasıl istifade edilmiyor ise böyle adamın Kur'an öğreniminden hattâ göğsündeki mahpus Kur'an bilgisinden istifade edilmiyor.
218) Âmir bin Vasile Ebî't-Tufeyl (Radiyallahü anh)'den şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Nâfi' bin Abdi'l-Hâris (Radiyallahü ank) Usfân[382] da Ömer bin el-Hat-tâb (Radiyallahü ank)'a rastladı. O sıralarda Ömer onu Mekke valisi tâyin etmiş îdi. Ömer onu Usfan'da görünce ona :
— Mekke halkı başında, yerine kimi vekil bıraktın? diye sordu. Nâfi':
— Onların başında İbn-i Ebzâ'yı kendime vekil bıraktım, diye cevap verdi. Bu kere Ömer:
— İbn-i Ebzâ kimdir? diye sordu. Nâfi':
— İbn-i Ebzâ bizim mevâlî'mizdendir, dedi. Ömer:
— Sen Mekke halkının başında mevâliî'den birisini mi bıraktın? diye sordu. Nâfi':
— O adam gerçekten Allah Teâlâ'nın kitabını devamlı okur (onunla amel eder), dînî farizaları bilir ve (hak ile) hükmeder, diye cevap verdi. Ömer:
— Biliniz ki sizin Peygamberiniz (Sallallahü Aleyhi ye Sellem) şüphesiz şöyle buyurdu:
Allah Teâlâ bu kitab (Kur'an')la bâzı kavimleri yükseltir diğer bâzı kavimleri de alçaltır.» [383]
Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bu hadiste Kur'an'ı okuyup onunla amel eden kavimlerin Allah'ın inayetine rnazhar kılınacaklarını ve yükseltileceklerini,Kur'an'a sırt çevirerek onun hükümleri ile amel etnıiyen kavimlerin Allah tarafından hakîr ve alçak kılınacaklarını bildiriyor. Arabistan yarım adasının en önemli merkezlerinden birisi olan Mekke ve dolaylarında yüzlerce köklü aile ve Kureyş’in eşrafı varken, ailesi, mensup olduğu kabile ve memleketi çevresinde pek bilinmeyen hattâ ismi dahî Halîfe Hz.Ömer (Radiyallahü anh) tarafından bilinmeyen bir şahıs Mekke valisine vekâlet ediyor.Onun Kur'an ile amel ettiği, hak ile hüküm verdiği ve dini vecîbelere vâkıf olduğu Halîfe Hz.Ömer'e anlatılınca bu göreve liyakatli olduğu tasdik edilmek üzere Resûlullah'ın buyurduğu hadis-i şerif Halîfe tarafından rivayet ediliyor.
Evet Kur'an'a iman ederek, şanını yücelten ve onunla amel eden insanların Allah indindeki mertebeleri yükseltilir.Aksine hareket edenler ise; Allah tarafından tahkir edilerek alçaltılırlar.
Müs1im'de bu hadisi «Fedailü'l-Kur'an» kitabının 15'inci bâ-bmda iki ayrı sened ile rivayet etmiştir. Senedlerdeki râvîîerin bir kısmı burdaki râvilerdir.
Hadiste Nâfibin Abdi'l-Hâris: «İbn-i Ebzâ bizim mevâlîmizden bir adamdır», demiştir.
Mevâlî; mevlâ'nm çoğuludur. Mevlâ Rab, sahib, dost, arkadaş, ortak, komşu, köle sahibi, köle, azadlı köle, tâbi, andlaşmalı ve başka mânalara da gelir. Burada hangi mânada kullanıldığına dâir bir açıklamaya rastlamadım. Hz.Ömer ile Hz. Nâfi' arasında cereyan eden konuşma ve Hz.Ömer'in Resûlullah'tan mezkûr hadisi rivayet etmesi İbn-i Ebzâ'm Nâfi'in âzad-lı kölesi veya tabii yahut da andlaşmahsı olduğu ve mevlâ'nm bu mânalardan birisinde kullanıldığı ihtimaline kuvvet kazandırıyor.
Adı Abdurrahman olan îbn-i Ebzâ, Huzâ' kabilesine mensuptur. 12 hadisi vardır. Ebû Bekir,Ubey bin Kâ'b ve Ammâr' dan rivayette bulunmuştur.Onun râvileri ise oğlu Saîd ve Şa'bî' dir. Buhari, onun sa-hâbî olduğunu söylemiştir.Müs1im'in şârihi Nevevi de aynı şeyi söylemiştir.
İbn-i Ebî Dâvud ise onun tabiî olduğunu söylemiştir. Allah cümlesinden ve bizden de râzî olsun.[384]
Nafi' bin Abdi'l-Hâris de Huzâ' kabilesine mensuptur. Sahâbîdir. Müslim onun bir hadisini rivayet etmiştir. Râvileri: Ebû Tufayî ve Ebû Seleme' dir.[385]
219) Ebû Zer(-i Gıfarî) (Radiyallahü anh)'âen rivayet edildiğine göre Resûlullah (Sallaltahü Aleyhi ve Sellem) şöyle söylemiştir :
«Ey Ebâ Zer! Sabahleyin evinden çıkıp Kur'an'dan bir âyet Öğrenmen senin için yüz rek'at nafile namaz kılmandan daha hayırlıdır. Yine sabahleyin evinden çıkıp mükellefin ameli ile ilgili olan veya olmayan ilimden bir babı öğrenmen (senin için) bin rek'at nafile namazdan daha hayırlıdır.[386]
Hadîs Kur’an'dan bir âyet öğrenmenin yüz rek'at nafile namazdan daha çok sevab olduğunu, keza yararlı olan ilimden bir babın öğrenilmesinden hâsıl olan sevabın bin rek'at nafile namazın sevabından daha fazla olduğunu bildiriyor. Öğrenilmesine çahşıla^ cak ilmin mükellefin fiillerine âit olması yâni fıkıh ilmi olması şart değildir. îster amel'e İster akâid'ş âit olsun farketmez. Sindî, hadîste geçen ilmi bu şekilde amelî ve itikadî diye izah etmiştir. Benim şahsî kanaatıma göre hadiste ilim kayıtsız olarak kullanıldığına göre; bunu fıkıh ve akâid ilimlerine tahsis etmeye bir mecburiyet yoktur, îslâm kurallarının ölçülerine göre yararlı sayılan tüm ilimlere hadîsin teşmili mümkündür. Allah daha iyi bilir. [387]
220) Ebû Hüreyre (Radiyallahü anhyden rivayet edildiğine göre Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
-Allah (Teâlâ) kim hakkında (büyük veya her çeşit) hayır dilerse ona İslâm dini hususunda fıkıh bilgisini verir.[388]
221) Muâvjye bin Ebî Süfyân (Radiyallahü anhümâydan rivayet edildiğine göre Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur :
«Hayırlı şey bir alışkanlıktır. Şerli iş de bir düşmanlıktır. Allah (Teâlâ) kim hakkında (büyük bir) hayır dilerse ona İslâm dini hususunda fıkıh bilgisini verir.[389]
Hadislerde geçen «Fıkıh» kelimesi Arap dilinde anlamak, bilmek demektir. Din lisanında ise şeriat ilmine tahsis edilmiştir. Şer-i şerife «Fıkıh» adının verilmesinin sebebi ise şer'î hükümlerin bir takım kaideler, deliller, kıyaslar, derin ictihadlar ile ve büyük bir anlayış kabiliyeti ile meydana çıkarılmasıdır.
Kasta1ânî:«Hadîste, fıkıh kelimesinin lügat mânası ile yorumlanması daha uygundur. Çünkü dinî ilimlerin hepsine şâmil olmuş olur. Aksi takdirde yalnız şeriat ilmine münhasır kalır», der.
Sindî diyor ki: Din hususundaki fıkıh bilgisi, kalbe Allah korkusunu veren ve o korkunun etkisini kişinin dış organlarında gösteren öyle bir ilimdir ki; artık sahibi, kendi çevresini uyarmağa girişir.Tevbe sûresinin meali aşağıya alınan 122'nci âyeti buna işaret buyurur:
«Bununla beraber mü'minlerin hepsinin toplanıp birden savaşa gitmeleri doğru değildir. Her kabileden büyük bir kısım savaşa çıkmalı, onlardan bir kısmı da, din hususunda fıkıh bilgisini ögfenmek ve kabileleri savaştan geri döndüğü zaman, onları Allah'ın azabı ile korkutmak için geri kalmalıdır. Olur ki; Allah'ın azabından sakınırlar.»
Dârirai' nin İmran 'dan rivayet ettiğine göre kendisi Hasan hazretlerine bir mes'ele ile ilgili olarak:
Yâ Ebâ Said! Fıkıhçılar böyle söylemiyorlar? deyince, Hasan: Vah vah! Sen şu ana kadar tek bir fıkıhçı gördün mü? Fı-kıhçı, ancak dünyayı bırakan, âhirete gönül veren, dini hususlarda basiret sahibi olan ve Rabbine ibâdet etmeye devam eden kimsedir, dedi »
Hadislerde geçen Hayır ile büyük hayır veya hayırların hepsi kasdedilirse fıkıh bilgisi olan kimsenin büyük hayra veya hayırların hepsine mazhar olduğu, fıkıh bilgisi olmıyan kimsenin bu büyük hayırdan mahrum kaldığı veya hayırların hepsini alamadığı ifade edilmiş olur.
İkinci hadîsin «Hayırlı şey bir alışkanlıktır...» fıkrası ile kas-dedilen mânayı S i n d î şöyle açıklar :
«Yani sağlam bir iman ve muhkem bir takva üzerinde duran mü'minin göğüsü hayırlı şeylere açılır, içtenlikle ve seve seve hayırlı hizmetlere koşar, artık bu çalışma onun için bir âdet ve alış-
kanlık hâline gelir. Fakat gönlü şerre ve kötülüklere açık değildir, böyle, şeyleri yapmak istemez. Ancak şeytan ve kötülüğü şiddetle emredici olan nefsin amansız düşmanlığı neticesinde onun kalbine şer girebilir.»
Buharı yukardaki fıkra hariç, hadîsi, «İlim» kitabının ll'in-ci ve «İ'tisâm» kitabının 10'uncu babında Hz. Muâviye' den rivayet etmiştir. Buharı' deki rivayete göre Hz. Muâviye bu hadîsi bir hutbe esnasında rivayet etmiştir. Oradaki metin uzundur.
Müslim de «Zekât» kitabının 33'üncü babında rivayet etmiştir. Zevâid müellifi de,Tirmizî'nin, birinci hadisi İbn-i Ab-bâs'tan rivayet ettiğini ve Ibn-i Hibban'm da ikinci hadîsi Hişâm bin Ammar yolu ile rivayette bulunduğunu ifade etmiştir.
Sindi ise şöyle söylemiştir :
Nesâi, ilk hadîsi Şuayb, Zührî, Ebû Seleme ve Ebû Hüreyre senedi ile rivayet etmiştir. En sıhhatlisi Buhari ve Müslim'de olduğu gibi Zührî' nin Hu-mayd bin Abdirrahman bin Avf vâsıtası ile Muâviye' den yaptığı rivayettir. İbn-i Maceh'in Ebû Hüreyre' den olan rivayeti zahiren sahihtir. Fakat Zührî'-nin rivayeti üzerinde ihtilâf edilmiştir.
222) İbn-i Abbas (Radiyallahü anhümâ)'dan rivayet edildiğine göre Resûluilah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
«Şeytan'a bir fıkıhçı (yi aldatmak) bin âbid(i aldatmak) tan daha zordur.» [390]
Şeytan, fıkıh bilgisi olmıyan kimseleri sapıtırken pek zorluk çek-miyebilir. O kimseler âbid de olsalar durum pek değişmez.Çünkü âbid adamın bütün gayreti nefsini şeytanın hilelerinden kurtarmak ve korumaktır.Fıkıh bilgisi olmadığı için bazen bilmiyerek şeytanın kurduğu tuzağa düşer ve şeytan uzun boylu bir zorluk ile karşılaşmadan onu sapıtır.Fakat fıkıhçı adam, şeytanın oyunlarına kolay kolay gelmez ve onun kurduğu tuzağa düşmez.Şeytan bâtıl şeyleri ne kadar süslü ve parlak olarak ona göstermeye gayret ederse etsin, fıkıhçı onun bâtıl olduğunu bilir, görüşüne aldanmaz.Bu sebeple şeytan bir fıkıhçıyı hak yoldan saptırmak için çok zorluk çeker.Fıkıhçı şahsen istikâmetini koruduğu gibi icabında onun irşadı sayesinde nice mü'minler de şeytanın hilelerinden kendilerini kurtarır ve aldatmasından sakınırlar.
Hadîs, ilmin faziletini açıkça beyân etmektedir.
223) Kesîr bin Kays [391](Radiyallahü anhyden rivayet edildiğine göre şöyle söylemiştir:
Ben Dımışk (Şam)'m camiinde Ebü'd-Derdâ (Radiyallahü ank)'m yanında oturuyordum. Bu esnada bir adam onun yanına gelerek :
Ey Ebe'd-Derdâ! Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)yden rivayet ettiğini luıber aldığım bîr hadisi (senden dinlemek) için ben Rcsûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Scllnn)"m şehri olan Medine(-i Münevvere)den sana geldim, dedi. Ebü'd-Derdâ ona':
Senin (Şam'a) gelişin ticaret için değil mi? diye sordu. Adam : Hayır! diye cevap verdi. Ebü'd-Derdâ ona :
Senin gelişin bu hadisten başka hiç bir iş için de değil mi? diye sordu. Adam:
Hayır! (Hadîsi dinlemekten başka bir iş için değil) dedi. Ebü'd-Derdâ :
Ben Resülullah (Sallaliahü Aleyhi ve Sellem)'den şüphesiz şöyle buyururken işittim:
«Kim bir yola ilim aramak üzere giderse Allah onun için Cennete giden bir yolu kolaylaştırır ve şüphesiz melekler ilim öğrencisinin rızasını istedikleri (veya) ondan râzi oldukları için kanadlan-nı indirirler. Yine şüphesiz göktekiler ve yerdekiler, hattâ sudaki balıklar bile ilim talibi için istiğfar ederler. Keza gerçekte âlim adamın âbid kişiden üstünlüğü gök ayının diğer yıldızlardan üstünlüğü gibidir. Muhakkak, âlimler peygamberlerin mirasçılarıdır. Şüphesiz peygamberler ne altın ne de gümüşü mîras bırakırlar. Peygamberler miras olarak ancak ilim bırakırlar. Bu itibarla kim, peygamberlerin mirası olan ilmi elde ederse tam bir hisse almış olur.» [392]
Sindi diyor ki: Me dine-i Mûnvvere' den Şam'a gelen adamın Ebü'd-Derdâ {Radiyallahü anh) 'den dinlemek istediği hadîsin bu hadis olması muhtemeldir. Şayet onun istediği hadis bu değil ise, adamın bir hadis için bu kadar uzun yolculuk zahmetine katlanması dolayısı ile Ebü'd-Derdâ (Radiyallahü anh) bu hadis ile onu müjdelemiş ve bu nevî çalışmayı sürdürmeye teşvik etmiş oluyor.
Hadîste geçen -Allah onun için Cennet'e giden bir yolu kolaylaştırır», fıkrasından maksad, ya onun dünyada hayırlı işlere muvaffak kılınmasıdır, yahut da âhirette bir zorluk çekmeden ve kolayca Cennet'e ithâl edilmesidir.
Hadisteki «... Melekler kanadlarım indirirler.» fıkrası da müteaddit, şekillerde yorumlanmıştır. Sindi ve Miftahü'l-Hâce'de bu yorumlar şöyle beyan edilmiştir:
1. Melekler kanadlarım ilim talihlerinin yoluna indirip yere gererler ki, kanadları tâlibler için âdeta yolluk olsun.
2. Melekler ilim tâliblerinin ilmî çalışmalarını izlemek için kanadlarım indirirler ve uçmazlar.
3. Melekler, ilim öğrencilerini yüceltmek ve ilme karşı sevgilerini açıklamak için saygı ve tevazu ifâdesi olarak kanadlarım indirirler.
4. Melekler ilim öğrencilerini gölgelemek için kanadlarmı indirirler.
Metinde: Göktekiler ile yerdekilerin ilim tâlibleri için istiğfar ettikleri bildiriliyor. İlmî çalışmanın faydası umumî olup beşeriyetin hayır ve mutluluğunu hedef aldığı için Cenâb-ı Allah'ın verdiği bir ilham ile gökteki ve yerdekiler, ilmi çalışmalarına bir karşılık, büyük memnuniyet ve teşekkürün ifâdesi olarak, tâlibler için istiğfar ederler, bir hata işledikleri takdirde o hatadan dolayı tazib edilmemeleri için Allah'a dua ederler. İstiğfar: Günahın örtülmesini talep etmektir.
«Âlim'in âbid'e üstünlüğü gök ayının yıldızlara olan üstünlüğü gibidir.» fıkrasına gelince, âîim'den maksad, zaruri amelleri yapmakla beraber, zamanının çoğunu ilimle geçiren kimsedir. Âbid'den mak-dar ise bilinmesi zarurî olan şeyleri bilmekle beraber, vaktinin çoğunu ibâdetle dolduran kimsedir. Bunların dışında kalan kimselerin üstünlüğü pek söz konusu edilmez. Âlim, bilgisi ile çevresini aydınlattığı ve topluma ışık tuttuğu için dünyamızı aydınlatan aya benzetilmiştir. Âbid'in yaptığı ibâdet daha çok kendi şahsına yönelik olup, ibâdeti ile çevresini ve toplumu aydınlatmadığı için ışığı ile dünyamızı pek aydınlatmayan yıldıza benzetilmiştir. Sindi diyor ki âlimin aya benzetilmesinde şu incelik de vardır:
Ay'ın kendisinde ışık bulunmadığı ve ışığım güneşten aldığı gibi âlimde görülen olgunluk nuru da saadet güneşi olan Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve SellemJ'den alınmadır. Çünkü dinî ilimlerin tek kaynağı O'dur. Her ilim sahibinin edindiği bilgi O'na dayanır.
224) Enes bin Mâlik (Radiyallahü anh/den, rivayet edildiğine göre Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Scllem) şöyle buyurmuştur :
«İlim aramak her müslüman üzerine farzdır. Ehil olmayan insanların yanına ilim bırakan kimse, domuzların boynuna cevher, inci ve altın gerdanlık takan adama benzer.[393]
Hadiste aranmasının farz olduğu bildirilen ilim ve hangi bilgilerin kasdedildiği yolunda mütaaddit yorumlar yapılmıştır. Çünkü bu kelime ile bütün ilimlerin kasdedilmediği malûmdur.Zira kişinin her ilim dalına çalışması mümkün değildir.Farz olan bir şeyi yapmamak ise azabı mucip bir haramdır.Dolayısıyla bu takdirde bütün mü'minler farz olan bir ibâdeti terk etmekle haram işlemiş sayılırlar ve hepsinin azaba müstahak olması neticesi çıkmış oluyor.Allah Teâlâ kullarına takatları dışında bir yükümlük ve teklif vermediğine göre bu mânada ilim arama mükellefiyetini vermediği anlaşılıyor.Bu sebeple İslâm âlimleri buradaki ilim ile ne kasdedildi-
ği hususunda çşitli yorumlarda bulunmuşlardır.Sindi bu yorumlan şöyle naklediyor :
Abdullah lbünü'I-Mübârek' ten bu hadisin açıklamasını istemişler.Kendisi: Hadîsin mânası halkın sandığı gibi değildir.Maksad şudur: Kişinin dini bir mes'ele hakkında müşki-lâtı olduğu zaman bunu hâl etmek için soruşturması ve öğrenmesi farzdır, demiştir.
Beyzavîde:Buradaki ilimden murad, kâinatın yaratıcısını tanımak,O'nun birliğini ve Resûlullah'ın peygamberliğini bilmek ve namazın nasıl ve ne gibi hükümler çerçevesinde kılınacağına dâir bilgilerdir, demiştir.
Sevrî ise : Bu ilimden maksad; Bilmemesi halinde kulun mazur sayılmadığı bilgilerdir1 demiştir.
Bey haki de:Erginlik çağına varıp akıllı olan kişinin normal olarak bilmesi beklenen ve bilmemesi düşünülemeyen genel dinî bilgiler burada kasdedilmiş olabilir. Yahut da faydalı olan ve ihtiyaç duyulan ilimlerin hepsi kasdedilmiş olabilir. Her ilim dalında müslümanların ihtiyacını karşılıyabilecek bir kadro temini ve farzı kifâyenin ifâsının sağlanması, sorumluluğu bu hadîste bütün müs-lümanlara veriliyor. Herkes bu mes'ûliyet altındadır. Ancak işaret edilen kadro ve hizmetlerin ifâsı sağlanınca diğerlerinden farziyet ve sorumluluk kalkmış olur, demiştir.
Bâzı âlimler; helâl rızık talebi herkese farz olduğu için helâl ve haramı öğrenmek burada farz kılınmış, diye yorumlarken, bâzıları da: İsîâmın şartları ile ilgili bilgiler, şeklinde yorum yapmıştır. Bir kısmı da burada akâid ilminin murad olduğunu söylemiştir.
İlim İle bâtın ilmi kasdedilmiş, diyenler de vardır. Çünkü bâtın ilmi ile kulun imanı kuvvetlenir. Bu ilim, sâlihler, veliler ve Allah'a yakın kullarla iş birliği yapmak, onların sohbetlerinde bulunmak ve sıkı temas yapmakla kazanılır.
Hadisteki: «Her müslümana...» tâbirinden maksad, çocuk ve deli olmıyan mükelleflerdir. Mükellef, erkek olabildiği gibi kadın da olabilir. Sehâvi demiştir ki:Bâzı musannifler hadîsin sonuna «Müslime = müslüman kadın» kelimesini eklemişler, bu ilâve mâna yönünden sahih ise de hadîsin hiç bir rivayetinde bu ek yoktur.
Hadisin : «Ehil olmıyan insanların...» fıkrası hakkında Tıybi şöyle demiştir: Bu fıkra her müslümanın kendisine göre bir kabiliyeti bulunduğunu ve ilmin gerektirdiği özel kabiliyette olan ehil mü'-minlerin bulunduğunu bildiriyor. Bu kabiliyeti taşımıyan insanlara ilim aktarmaya çalışmak en âdi hayvanı en kıymetli mücevheratla süslemeye kalkışmaya benzetilmiş ve böyle davranışlardan nefret ettirilmiştir. Bir taraftan ilim talebi farz kılınırken diğer taraftan ehliyet ve kabiliyeti olmıyana ilim vermenin abesle iştigal olduğu belirtildiğine göre hadis şu yola rehberlik ediyor:
Müslümanlar lüzumlu olan genel dini bilgiyi kazandıktan sonra herkes seviyesine uygun ve kabiliyeti ile mütenasip sahaya yönelmelidir. Eğitimci ve öğretimci olan âlimler de öğrencilerini kabiliyetlerine göre branşlara ve işlere ayırmalıdır.
225) Ebû Hüreyre (Radıyalİahü anh)'den rivayet edildiğine göre Re-sûlulah (Sallallahü Aleyhi ve Sellcm) şöyle buyurmuştur :
«Kim bir müslümandan dünya kederlerinden bir keder giderir-se Allah ondan âhiret günü kederlerinden bir keder giderecektir. Kim de bir müslümanı örterse Allah onu dünya ve âhirette örtecektir. Ve kim bir fakir borçluya kolaylık gösterirse, Allah ona dünyada ve âhirette kolaylık gösterecektir. Kul, (din) kardeşinin yardımında olduğu müddetçe Allah da onun yardımcısıdır. Kim bir yola giderek
;onda ilim ararsa, bu çalışması sebebi ile Allah ona Cennet'e giden bir yolu kolaylaştıracaktır. Allah'ın evlerinden birisinde toplanıp Kur'an okuyarak onu birbirlerine öğreten her cemaatı melekler ziyaret eder, onların etrafında dönerler, o toplumun üzerine İç huzuru ve rahatı iner, ilâhî rahmet onları kaplar, katında bulunan me-ekler yanında Allah onları (övgü) ile) anar. Amelî yüzünden geri kalan bir kimse nesebi (nin şerefi) ile sür'at alamaz. [394]
Hadîsin: «Kim bir müslümam örterse...» fıkrasındaki örtmek ile muhtaç bir kimseyi giydirmek mânası kasdedilmiş olabilir. Kişinin kusur ve günah işlediğini görüp bunu gizlemek ve aybıriı örtmek şeklinde yorum yapılmıştır. Miftâhü'I-Hâce'de beyân edildiğine göre; kimseye zararı dokunmayan ve kötü bir örnek durum arzetmeyen kişinin bir aybını gizlemek ve anlatmamak men-duptur. Fakat bozgunculuk ve başkalarına eziyet etmekle tanınan veya kötü bir örnek olan veyahut da işlediği hatâyı tekrarlamak durumunda olan kişinin aybını örtmek şöyle dursun, ona karşı çıkmak, hâlini yetkili makamlara intikal ettirmek ve kötülüğü bertaraf etmek için mücadele etmek vâcibtir. Keza hadis râvilerinin, şâhidlerin ve devlet malına bakan memurların bilinen kusurlarını ve eksikliklerini açıklamak da vâcibtir.
Hadîsin: -Kim fakir borçluya kolaylık gösterirse...» fıkrasındaki kolaylıktan maksad, borcunu kısmen veya tamamen bağışlamak veyahut vâdesini uzatmak gibi ödeme'kolaylığını göstermektir.
Hadiste öngörülen yardımcılık işi maddi veya mânevi bir yarar sağlamak şeklinde olabildiği gibi, bu alanlardaki her hangi bir zararın defi yönünde de olabilir.
Hadîsteki: «Allah'ın evlerinden birisinde...» fıkrayı açıklayan Tıybi: Allah'ın evlerinden maksad, müslümanlar tarafından Allah'a yaklaşmak niyeti ile hazırlanan camiler, mescidler, medreseler, tekkeler ve benzeri yerlerdir,' demiştir.
Hadiste bahis konusu edilen Kur'ân-ı Kerimî tedris etmek; Kur'an ile ilgili her çeşit öğrenim, öğretim, tefsir ve K ur'an'm mâna ve incelikleri ile alâkalı bilgi alış verişlerin hepsine şâmildir, diye yorumlanmıştır.
Hadisin son fıkrası olan «Ameli yüzünden geri kalan...» cümleleri iki şekilde yorumlanmıştır:
1. Salih amel işlemek hususundaki ihmal ve kusurları yüzünden Allah'a karşı kulluk görevi bakımından geri kalan kişinin şerefli bir aileye mensup olması âhirette ona hiç bir yarar sağlamıya-caktır.
2. Kişi, ailesinin şerefi ve aşiretinin genişliği ile Allah'a yaklaşamaz.O'na yaklaşmak ancak sâlih amel ile mümkündür.Bu yolda Allah'a yaklaşmıyan kul, nesebinin şerefi ile O'na yaklaşamaz.
226) Zirr bin Hubeyş (Radiyallahü anhyden şöyle dediği rivayet edilmiştir :
Ben Safvân bin Assâl [395]el-Mürâdi'nin yanına uğradım.Kendisi bana :
Ne maksatla geldin? diye (geliş sebebini sordu.) Ben:
îlmi yayarım (veya tahsil ederim, dedim. Safvân bunun üzerine:
Şüphesiz ben Resülullah (Sallallahü Aleyhi Ve Sellem)'den şunu buyururken işittim:
«tüm talebi uğrunda evinden çıkan herkesin (mü'minin) bu davranışından melekler rıza ve hoşnutluklarını açıklamak üzere kanad 1 arını onun için indirirler.[396]
Hadîsin metninde bulunan cümlesi iki şekilde açıklanmıştır.Sindi bu cümleyi «Ben ilim taleb ederim, âlimlerin kalblerinden çıkartıp kendi kalbime yerleştiririm» diye açıklamıştır Bu arada tmam Suyuti'nin «Nihâye» müellifine uyarak cümleyi şöyle açıkladığını beyân etmiştir: «Ben ilmi açıkhyarak halk arasında yayarım.» Sindi daha sonra: Bu ikinci yorumun zahirine göre Zirr halka ilim öğretmek için evinden çıkmış oluyor.Halbuki bu mâna Resûlullah'a âit olan hadisin son kısmına pek uygun olmuyor. Çünkü hadis ilim öğretmek değil de öğrenmek için evinden çıkan kimsenin faziletini beyân buyuruyor.
Meleklerin kanadlarmı indirmeleri» tâbirinin yorumu hakkında 223 nolu hadisin izahı bahsinde gerekli açıklamayı yaptım.
Zevâid'de, hadisin isnadmdaki râvilerin sıka oldukları, ancak Âsim bin Ebi'n-Necûd'un hafızasının son zamanlarında zayıfladığı bildiriliyor.Sindi bu malumatı verdikten sonra hadîsin Ebü'd-Derdâ tarafından da rivayet edildiğini hatırlatıyor (223 nolu hadis)
227) Ebû Hüreyre (Radiyallahü anh)\]en : Ben Resûlullah (Sallal-lahii Aleyhi ve Sellew)\\en şöyle buyururken işittim:
-Hayırlı bîr şeyi öğrenmek veya öğretmekten başka hiç bir makşadı olmıyarak benim mescidime gelen kimse, Allah yolunda savaşan mücâhidin mertebesindedir. Bundan başka bir niyetle (mescidime) gelen kimse de başkasına âit eşyaya bakan adam durumundadır.[397]
Hadîste bahis konusu edilen mescid, Medîne-i Münevvere' deki Mescid-i Nebevi' dir. Sindi: Hadiste bu mescidin tahsisinin sebebi ya belirtilen faziletin buraya mahsus olmasıdır, yahut da hadîsin buyurulduğu esnadaki konuşma bu mescide âit olduğu için böyle buyurulmuş olup diğer mescidlerin hükmü de böyledir, diyor.
Yine Sindi diyor ki: Hadisin konusu namaz için gelenlerin dışında kalanlara aittir. Çünkü mescidlerin kuruluşunun asıl gayesi namazdır. İlim öğrenimi ve öğretimi ile meşgul olmanın cihada benzetilmesi sebebi ise ilmî çalışmada, dinin ihyası, şeytanin yenilgiye uğratılması, nefsin sıkıntıya düşürülmesi ve şehvani arzuların kırılması gayreti mevcuttur. Bu nedenledir ki; Tevbe sûresinin I22'nci âyetinde belirtildiği gibi bir cemâatin ilmî çalışmayı sürdürmek için savaştan geri kalmaları îslâmi bir emir mahiyetini arze-âer
Namazın dışında kalan maksadlar arasında ilmî çalışma için mescidlere ve benzerî yerlere gidenlerin sevabı belirtildikten sonra hadisin son fıkrasında başka maksadlarla bu kutsal yerlere gidenler, başka şahıslara âit eşyaya bakıp duran kişiye benzetiliyor. Yani çarşıya gidip her hangi bir alış - veriş yapmayıp sırf mağazalarda ve pazarda bulunan ticâret eşyasına bakmakla yetinen kimse nasıl bir kazanç sağlamıyorsa, camilere başka maksadlarla giden kişi de bir fayda elde edemez. Hadis gerek Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) mescidi ve gerekse şâir mescidlerin ilim alışveriş yerleri olduğunu, din eğitim ve öğretimi yönünden de mâbedlerden istifâde edilmesinin uygunluğunu belirtiyor.
Zevâid, hadîsin, Müs1im,'in şartı üzerine sahih olduğunu bildirmiştir.
228) Ebû Ümâme (Radiyallahü anh)'den Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu, dediği rivayet edilmiştir :
«Bu (din) ilmi yok edilmeden önce ona sarılmak, üzerinize borçtur. (Din) ilminin yok edilmesi, onun kaldırılmasıdır, tâlimlerin ölüp tükenmesidir.) Resûlullah bu arada elinin orta parmağı İle şahadet parmağını şöylece birleştirdi. Sonra buyurdu ki ı Âlim ve Öğrencisi sevapta ortaklardır. Sair İnsanlarda (bu) hayır yoktur.[398]
Hadîs din ilmini yaşatmanın, kollayıp gözetmenin ve ona sahip çıkıp geliştirilmesine çalışmanın müslüman için kutsal bir borç oi-duğunu ve Alimlerin ölüp yerlerinin boş kalması suretiyle din ilminin ortadan kaldırılmış olacağını bildirmektedir. Bu acı haberi verirken Resul ullah'm orta ve şahadet parmaklarını toplayıp birieştirm&-si, iki parmağın bir birine yakınlığı gibi onun zamanı He ilmin kaldırılacağı zamanın yekdiğerine yakınlığına işaret için olabilir. Yahut Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) parmaklarım havaya kaldırarak semâya işaretle ilmin şöyle kaldırılacağım belirtmek istemiş olabilir.
Hadîsin son fıkrasında: »Âlim ve Öğrencisinden başka insanlarda hayır yoktur», tâbiri ile şuna işaret edilmiştir: Fıkıh bilgisi olmayan ve bu bilgiyi aramıyan kimseler fıkıh âlimleri ve öğrencileri için va'dedılen hayırlardan mahrumdurlar. Bu muazam hayır ve sevab-tan mahrum kalan kimselerde artık hayır, yok denilebilir kadar azdır.
229) Abdullah bin Amr (Radiyallahü anhümâ)'dan şöyle söylediği rivayet edilmiştir:
Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bir gün odalarından birisinden çıkıp mescid'e girdi. Bu esnada iki halka (şeklinde oturmuş iki cemaat) ile karşılaştı. Bunlardan bir halka Kur'an okuyor ve Allah'a dua ediyordu. Diğer halka da ilim öğreniyor ve öğretiyorlardı. Bunun üzerine Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
«(Bunların) hepsi hayır üzerindedirler. Şunlar Kur'an okuyorlar ve Allah'a dua ediyorlar. Eğer Allah dilerse onlara (isteklerini) verir ve dilerse vermez. (Diğer cemaata işaretle) bunlar da (ilim) öğreniyorlar ve öğretiyorlar. Ben de ancak öğretici olarak gönderildim* buyurdu ve hemen bunların yanma oturdu.[399]
Hadîsin ilk fıkrası gerek Kur'an okumak ve dua etmekle meşgul olanların ve gerekse ilim öğrenimi ve öğretimi yapanların hayıı üzerinde olduklarını belirtiyor. Bunu takip eden cümlelerde ise Kur'an okumak ve duâ etmekle iştigal edenlerin Allah'tan dilediklerine kavuşmalarının malûm ve kesin olmadığı ifâde- ediliyor.Zaten bilindiği gibi Allah dilediğini yapar,hiç bir şeyi yapmaya mecbur değildir. İradesi neye taallûk öderse o olur.Hadiste Kur’an okuyan ve dua edenlerin, matlubuna erişip erişmemeleri Allah'ın dilemesi kaydına bağlanıyor. İlimle meşgul olanlara âit fıkrada ise bunların dilediklerinin yerine getirilip getirümiyeceği hususuna temas edilmemiştir. Sindi diyor ki: Bu hususa temas edilmemesi, ilim ehlinin dileklerinin Al-îah tarafından kabul edilmesinin muhakkak gibi olduğuna işarettir. Dolayısı ile hayırlı olan bu iki hizmet çeşidi arasındaki muazzam farka hadis işaret etmiş olur. Bâzı âlimler de 220 nolu «Allah kim hakkında hayır dilerse ona fıkıh bilgisini verir.» hadisi bu yolda yorum-lıyarak:Fıkıhçılardan başka hiç kimse, kendisi için Allah Teâlâ'nın hayır dilediğini bilemez. Fakat fıkıhçılar bu hadise dayanarak bilirler, demişlerdir. Amu şu var ki; bu yorum şer-i şerifin genel kaide ve hükümlerine uygun değildir. Fıkıh âlimleri dâhil, hiç bir kimse akıbetinden ve ilâhi azabdan kendisini emin göremez.
Resûl-i Ekrem'in:«-Ben ancak öğretici olarak gönderildim.» buyurması ve ilimle meşgul olan sahâbîler cemaatına katılması ilim ehlinin kıymetini, onlara karşı gösterdiği üstün muhabbetini ve özel ilgisini belirtiyor.
Zevâid müellifi hadisin kavilerinden Dâvûd, Bekr ve Abdurrahman'm zayıflığı dolayısı ile isnadın zayıf olduğunu beyan etmiştir. [400]
230) Zeyd bin Sabit (Radiyallakü anh)'den rivayet edildiğine göre Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), şöyle buyurmuştur:
«Benim sözümü işitip de (başkasına) tebliğ eden adamın yüzünü Allah ağartsın. Çünkü fıkıh (kaynağı olan hadisleri) ezberleyen nice adamlar fıkıhçı değillerdir. Ve fıkıhçı olan nice (hadis) hafızları kendilerinden daha kuvvetli fıkıhçılara (hadisleri) iletebilirler.»
(Seneddeki râvilerden) Ali bin Muhammed, hadisin metninde şu fıkranın da bulunduğnu rivayet etmiştir.
-Bir müslüman kişinin kalbi, (şu) üç meziyete sahib olduğu müddetçe hıyanet ,kîn ve husûmet beslemez. Bu meziyetler: Ameli, tam bir ihlâs ile Allah için yapmak, müslümanîarın başındaki insanlar için hayır dilemek ve müslümanîarın cemaatından ayrılmamaktır.» [401]
Hadisin baş kısmında Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellemî'in bir sözünü rivayet eden kimseler için «Yüzünü Allah ağartsın» şeklinde terceme ettiğim duâ cümlesi Sindi' nin beyânına göre şöyle açıklanmıştır :
Hattabi:Resûlullah bu hadiste râvi kimse için -Nadâret» dilemiştir. Nadâret kelimesinin sözlük mânası: Yüz güzelliği ve parlaklığıdır. Burada ise râvî kimsenin yüzünün ve değerinin güzelliği ve nimetlerle bezenmesidir. Duâ cümlesinin mânası: Benim bir sözümü işitip tebliğ eden kimseyi Allah süslesin, güzelleştirsin, Cennetin güzelliğine ve nimetlerine eriştirsin, yüzünü maddeten ve manen ağartsın, demek oluyor, demiştir.
Câmiü's Sağîr Sarihi e1-Azizi de : Hadîsleri tebliğ eden bir kimse ilmin parlamasına ve Sünneti Seniyyenin canlanmasına çalışmış olduğu için, çalışması ile mütenasip bir tarzda ona duâ edilerek, dünyada ak bir yüzle ve sağ duyu sahibi halk arasında itibarlı, değerli ve güzel bir şekilde yaşaması; âhirette de Cennetin parlak nimetleri ile taltif edilmesi ve böylece dünyada ve âhirette, mutlu, sevinçli, parlak, ak ve güzel yüzlü olması dilenmiştir, demiştir.
İbn-i Uyeyne do hadis talibi olan herkesin yüzünde bir mânevi parlaklığın bulunduğu bu hadis ile sabittir, demiştir.
Kadı Ebü't-Tayyib et-Tabarî de: Ben Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Selleml'i rüyamda gördüm ve: Yâ Resû-lallah! Bu duâ'yı sen yaptın mı? diye sordum. Ve hadisin tamamını O'nıın huzurunda okudum, O'nun mübarek ve nurlu yüzü parlıyordu. Ben hadisin tamamını okuduktan sonra Resûlullah (Sallallahü Aieyhi ve Sellem) bana cevaben: Evet ben onu söyledim, buyurdu, demiştir.
Hadisin: -Çünkü nice hadis ezberliyenler fıkıhçi değillerdir...»
fıkrasının mânası şudur: «Fıkıh kaynağı olan hadisleri hıfzeden nice adamlar, bu kaynaklardan fıkha âit hükümleri çıkarmaya muktedir değillerdir.»
Bu fıkra, hadis râvisinin fıkıhçı olmasının şart olmadığını, fıkıh bilgisi olmıyan kimsenin hadis rivayetinde bulunabildiğine, böyle adamlardan da hadis alınabildiğine ve bunların da tebliğe memur olduklarına delâlet eder. Hattabi diyor ki bu fıkra, kuvvetli fıkıhçı olmıyan bir kimsenin hadis metnini kısaltamiyacağma delâlet eder. Çünkü onun böyle bir kısaltma yoluna gitmesi, kendisinden sonra gelen fıkıhçıların o hadîsten fıkıh hükümlerini çıkarmalarına engel olabilir.
Hadisin son fıkrasında geçen kelimesi "şu iki şekilde okunabilir: «İğlal = hiyânet etmek» masdarından alınma «Yeğıllu = hıyanet eder» veya = kin ve düşmanlık» masdarından yapılma" kin ve düşmanlık eder».
Fıkranın mânası da yukarda belirttiğim gibi: Müslüman bir adamın kalbi anılan 3 meziyete sahip olduğu sürece o kalb hiyânet kin ve husumet beslemez, hak ve hukuktan ayrılmaz, duygusal hareket etmez.
Fıkrayı şu şekilde yorumlamak da mümkündür:
«(Şu üç meziyete tam mânası ile sahib olmak müslüman adamın kalbinin şiarıdır. Bu meziyetleri noksan yapmak hiyaneti, müslüman adamın kalbine yakışmaz.»
fhlâs'ın iki mertebesi vardır : Avamın ihlası, ibâdetlerin riya ve gösterişten uzak tutulmasıdır. Havasın ihlası ise ibâdetlerin sırf Allah rızâsı için yapılması ve amelden ne dünyaya âit ne de âhirete âit hiç bir karşılık ve mükâfat beklenmemesidir.
Fıkrada, müslümanların başındaki insanlar için hayır dilemek cümlesi üzerine Sindî diyor ki bu cümleden maksad herkes için hayır dilemektir. Çünkü haftakilerin iyi olması halinde toplum da iyi olur. Keza, toplumun bozulması baştakilere de etki yapar. Bu itibarla bunlar bir bütündür. Birisine hayır dilemek diğerine de hayır dilemeyi içine alır.
231) Cübeyr bin Mut'im [402](Radiyallahü ank)'den rivayet edildiğine göre §Öyle söylemiştir :
Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Mina'nm dağ eteğinde ayağa kalkarak şöyle buyurdu :
«Benim sözümü işitip de (başkasına) tebliğ eden adamın yüzünü Allah ağartsın. Çünkü fıkıh (hükümlerine delil olan hadisleri) hıfzeden nice adamlar fıkıhçı değillerdir. Ve fıkıhçı olan nice (hadis) hafızları, kendilerinden daha kuvvetli fıkıhçılara (hadisleri) iletebilirler.» [403]
Müellif, bu hadis metni için iki sened zikretmiştir. Birinci Sened ; îbn-i Mâceh, Muhammed bin Abdillah bin Nümeyr, Abdullah bin Nümeyr, Muhammed bin îshak, Abdüsselâm ve Zührî... diye devam eder' İkinci senedde ise îbn-i Mâce, Ali bin Muhammed , onun dayısı Ya'lâ, Muhammed bin îshak,Zühri ... yine îbn-i, Mâceh, Hişam bin Ammâr, Saîd bin Yahya, Muhammed bin Îshak, Zühri diye devam eder.
Hadiste geçen «Hayf»:Dağ eteğine denir.Minâ'daki Mescid dağ eteğinde olduğu için bu ismi almıştır. Peygamberin hadisi bu mescidde buyurmuş olması muhtemeldir.
232) Abdullah (İbn-i Mes'ucl) (Radiyalİaftü ank)'dçn Resûlullah (Sal-lalîahü Aleyhi ve SrUrmj'm şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir :
Bizden bir hadis işiterek onu tebliğ edenin yüzünü Allah ağartsın. Çünkü kendisine tebliğ edilmiş olacak olan nice adamlar, dirayet, anlayış ve gereğini yapmak bakımından hadisi işitenden daha kuvvetli olabilir.» [404]
Sindi diyor ki: «Bizden bîr hadîsi işiterek...- tâbirinden maksad yalnız bizzat Resûl-i Ekrem'den hadîs alan sahabiler değildir. İster bizzat O'ndan işitenler, ister bilvasıta hadîsi rivayet edenlerin hepsi muraddır. Âlimler bu tabiri böylece umumileştirmişler-dir. Burada kişinin, işittiği hadisi tebliğ etmesi isteniyor ve gerekçe olarak da kişiden hadîs alacak olan adamın, hadisin mânasına riâyet etmek, muktazası ile amel etmek, ondan şer'i hükümleri çıkarmak için gerekli anlayış, dirayet ve zekâ kabiliyeti yönünden daha üstün olabildiğine işaret buyuruluyor.
233) Ehû Kekr (Nufey1 bin el-Hars) (Radiyailahü anh)\\en şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Resûlullah (SailaHahü Aleyhi ve Srllctn) Kurban Bayramı günü (Veda
haca esnasında Minâ'da) bir hutbe irad buyurdu ve hutbenin sonunda şöyle buyurdu :
«Burada hazır olanlar, burada bulunmayanlara tebliğ etsinler. Çünkü muhakak kendisine tebliğ edilecek olan nice adamlar (burada olup) işiten adamdan daha anlayışlı (fıkıh hükümlerini çıkarmaya daha kabiliyetli) olabilirler »[405]
Buharî bu hadisi irad edilen hutbenin bir kısmı ile beraber -İlim» kitabında rivayet etmiştir.Kasta1âni'nin beyânına göre Buharı, ayrıca Hac, Tefsir, Fiten ve Bedü'1-Halk kitabla-rında rivayette bulunmuştur. Müslim ise Diyât kitabında ve Nesâi de Hac ve İlim bahislerine hadisi almışlardır.
Kastalânî:Bu hadisin zahirine göre tebliğ emri vücup içindir.Tebliği emredilen husus ya hutbede belirtilen hükümlerdir. Yahut da bütün îslâmi hükümlerdir.
234) Muâviye El-Kuşeyrî (Radiyailahü anh)'den rivayet edildiğine göre Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu :
«Sözüme dikkat ediniz! Burada bulunanlar, bulunmayanlara tebliğ etsin.»
235) (Abdullah) İbn-İ Ömer (Radiyallahü anhümâ)'dıın rivayet edildiğine göre Resûlullah (Satl-allahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
«Hazır bulunanlarınız, hazır olmıyanlarınıza tebliğ etsin.»
236) Enes bin Mâlik (Radiyallahü anh)'den Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu, dediği rivayet edilmiştir :
«Benim sözümü işitip belledikten sonra benim tarafımdan tebliğ edenin yüzünü Allah ağartsın. Çünkü fıkıh (delillerini teşkil eden hadisleri) belleyen nice adamlar fıkıhçı olmayabilir ve nice fıkıhçı-lar kendilerinden daha fıkıhçı olanlara hadisleri aktarabilirler.[406]
237) Enes bin Mâlik (Radiyallahü anhyden rivayet edildiğine göre Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur :
«Şüphesiz bâzı insanlar hayırlı işler için anahtar ve şer işlere karşı sürgü gibidirler. Diğer bir kısım insanlar ise (bilâkis) şer işler için anahtar ve hayırlı işlere karşı sürgü gibidirler. Ne mutlu o kimseye ki Allah Teâlâ hayırlı işlerin anahtarlarını onun ellerine vermistir. Ve yazıklar olsun o kişilere ki Allah Teâlâ şer işlerin anahtarlarını onun ellerine vermiştir.[407]
Hadis bâzı insanların hayırlı işlere sebep olduklarını, öncülük ettiklerini, hayırlı işlere ait kapılan açmaya muvaffak olduklarını, bunun yanında şer işleri kapadıklarını kötülük kapılarını sürgülediklerini belirtmekte ve böyle insanların mutlu, bahtiyar ve güzel olduklarını bildiriyor. Keza bâzı insanların da tamamen bunun tersine şer işlere sebep olduğunu, kötü yollara öncülük ettiğini, hayırlı işlere mâni olduğunu ve bu gibi kimselerin mutsuz, bedbaht ve mahvolduklanm haber veriyor.
238) Sehl bin Sa'd (Radiyallahü anh)’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Srl/nn) şöyle buyurmuştur :
-Şüphesiz bu hayır, hazineler doluşudur. O hazinelerin de bir takım anahtarları vardır. Ne mutlu o kula ki; Allah onu hayra anahtar ve şerre sürgü kılmıştır.Vay o kulun haline ki Allah onu şerre anahtar ve hayra sürgü kılmıştır.[408]
Hadiste geçen Bu hayır...» tâbiri ile muayyen bir hayır kasde-dilmeyip yararlı, dince yapılması istenen her tür hayırlı şeyler mu-Taddır. [409]
239) Ebü'd-Derdâ (Radiyallahü anh)'âen rivayet edildiğine göre kendisi : Ben Resûlulalh (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'den şöyle buyurduğunu işittim, demiştir :
«Şüphesiz göklerdekiler, yerdekiler, hattâ denizdeki balıklar bile âlim adam için istiğfar ederler.»
240) Muâz bin Enes [410]'ten şöyle dediği rivayet edilmiştir: Şüphesiz Nebî (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu;
*Bir ilim öğreten kimseye, öğrettiği ilimle amel edenlerin kazandıkları sevabtan bir şey eksilmeden bir misli verilir.[411]
241) Ebû Katade (Radiyallahü ank)'âen rivayet edildiğine göre ResÛ-lullah (Sdllatlahü Aleyhi ve Setlem) şöyle buyurmuştur:
«Adamın (ölüp) kendisinden geriye bıraktığı şeylerin en hayırlısı üç tanedir: Kendisine duâ eden sâlih çocuk, kendisine sevabı ulaşacak olan sadaka-i câriye ve kendisinden sonra onunla amel edilecek ilim.»
Ebü'l-Hasan dedi ki: Ebû Hatim Muhammed bin Yezid b. Sinan er-Rahâvi, Yezid bin Sinan (yâni Ebû Hâtim'in babası) vasıtası ile yine Zeyd bin Ebî Üneyse'ye ulaşan ikinci bir sened ile ayni hadis rivayet edilmiştir.[412]
Hadîs, insan oğlunun ölmekle geriye bıraktığı akraba, dost, mal vesair eşya ve hizmetler içerisinde en çok kendisine yarar ve sevab sağlıvan 3 şeyi haber vererek bunları sağlamayı ve değerlendirmeyi ön görüyor, evlâdın, baba ve anasına bol bol duâ etmesini, kişinin köprü, çeşme, cami, okul, hastane ve benzen tesisleri yaptırmasını, gücü dahilinde bu nevi hayrata katkıda bulunmasını, ilmî kitablar yazmak, talebe okutmak gibi yollarla ilmi eserler vermeyi teşvik ediyor,
Sindi diyor ki hadis,Müs1im'in ve başkasının Ebû Hürevre (Radiyallahü anh)'den rivayet ettikleri;
hadisinin anlamını ifade ediyor. Ancak senedi değişiktir. Mamafih, senedin sahih olduğu, Zevâid'in ifâdesinden anlaşılıyor.
242) Ebû Hüreyre (Radiyallahü anhydtn rivayet edildiğine göre Re-sûlulah (SaUallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur :
Mü'min kişinin öldükten sonra kendisine ulaşan amelinden ve
hayratından bir kaç tanesi: Öğrettiği ve yayınladığı ilim, geride bıraktığı salih evlâd, miras olarak bıraktığı mushaf, yaptırdığı mes-cid, yolcular için inşa ettirdiği ev, akıttığı su, sağlığı tam yerinde iken malından çıkardığı sadakadır. Bunlardan hangisini işlemiş ise ölümünden sonra kendisine (onun sevabı) ulaşır.[413]
Baba ile ana, çocuğunun dünyaya gelişine sebep oldukları ve ona din terbiyesini vermek suretiyle irşad ettikleri için onların bir nevi emeği, kazancı olduğu için hadiste evlâd da amellerin bir çeşidi sayılmıştır. Sindi diyor ki mushaf ve ondan sonra sıralanan hayırlı işler hakikatan veya hükmen sadaka-i câriye cinsînden oldukları için sanki bu hadis, bir önceki hadisin izahında andığımız Ebû Hüreyre (Radiyallahü anh)'in hadisinin tafsilâtıdır,
Hadîsin, sadaka ile ilgili cümlesinde «Sağlığı tam yerinde iken malından...» sağlığın tam yerinde oluşunun belirtilmesinin sebebi şudur:
tnsan sıhhati yerinde olduğu zaman, dünya malına hırsı fazla olur, çeşitli yönlerden ondan yararlanabilir, harcama sahası daha çok geniş olur, böyle bir ortamda sadaka vermek daha çok sevabı muciptir. Nitekim bir adamın ResûH Ekrem'e -Hangi sadaka daha efdaldır?» şeklindeki sorusuna şöyle cevap buyuruluyor: «Sen sağlıklı ve ihtiraslı iken sadaka vermen.»
Yoksa bir sadakanın câriye çeşidinden sayılması için sanıldığı gibi sağlık halinde verilmesi şart değildir.
243) Kbû Hüreyre (Radiyallahü anh)\\en rivayet .edildiğine göre Resûlullah (Salhîlakü Aleyhi ve Sellcm) şöyle buyurmuştur :
«Sadakanın en faziletlisi müslüman adamın bir ilim Öğrenmesi, sonra da o ilmi müslüman kardeşine öğretmesidir.[414]
244) Abdullah İbn-i Amr (Radiyallahü anfıümâydan şöyle dediği rivayet edilmiştir:
«Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in ne yaslanarak yemek yediği, ne de arkasında iki kişinin (bile) yürüdüğü görülmemiştir.» [415]
Tercemede «Yaslanarak» diye yorumladığım «Müttekien» kelimesi İttikâ» kökünden alınmadır.Sindi, îttikâ: Bağdaş kurarak oturmak, otururken sırtım bir şeye dayamak, yaslanmak, bir elini yere koyup ona dayanmak gibi oturuş çeşitleridir. Yemek yenirken bu oturuş çeşitlerinin hepsi adaba aykırıdır, bu oturuş şekillerinin bir kısmı kibirîi ve mağrur insanların, bir kısmı da çok yemek yiyenlerin şiarıdır. Kirmâni; İttikâ ile sağa veya sola eğilmek kasdedilmemiş ve bu mânaya yorumlıyanlar sıhhî yönü düşünmüşlerdir, demiştir. Mamafih adaba aykırı görülen bu nevi oturuşlar kibirli veya çok yiyici insanların kârı olduğu gibi sağlık bakımından da sakıncalı olduğu için Resûlullah'ın böyle oturmamış olduğu muhtemeldir.
Hadîsin -Ne de arkasında iki kişinin...» fıkrası ile Resûlullah'ın örnek tavazuu ifade edilmiş oluyor. Yani Resûl-i Ekrem son derece mütavazi olduğu için ashabının önünde yürümez ve arkasında iki kişinin bile yürümesine meydan vermezdi. Diğer hadislerle sabit olduğu üzere ya ashabının arasında ya da onların arkasında yürürdü. Hulâsa Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ne yemek işinde ne de gezilerinde padişah ve kıralların âdetine göre hareket ederdi.
245) Ebû Ümame (Radiyaflahü anhyden şöyle dediği rivayet edilmiştir :
Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) çok sıcak bir gün *Ba-kîü'l-Ğarkad»[416] tarafına uğradı. Halk da onun arkasında yürüyordu. Resûlullah, (arkasında) ayakların sesini işitince bu durum O'mın zoruna gitti ve hemen oturdu. Nihayet gelen halkı önüne geçirdi ki, kibirden en ufak bir şey onun hatırına gelmesin.[417]
Sindi diyor ki arkadan adamların geldiğini anlayınca; Resûl-i Ekrem'in oturmasının kibir endişesine bağlanması râvînin tahminine ve zannına göredir. Sebep bu değil de başka bir şey olabilir. Meselâ bu hadisi izliyen 246 nolu hadiste belirtilen sebep olabilir.$âyet râvi, işaret ettiği sebebi Resûl-i Ekrem'den almış ise, Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellemî'in böyle bir sebebi anması, beşerin zayıflığını bildirmek ve Allah'ın koruması ve yardımı olmazsa insanoğlunun her çeşit âfet ve tehlikelere mâruz olduğuna dikkatları çekmek içindir. Dolayısı ile hiç kimsenin aldanmaması, bilâkis ihtiyatı elden bırakmaması, daima korku üzerine yaşaması ve nefsin mağrur olmasına yol açan şeylerden uzak durması gereğine işaret buyu-rulmuş olur.
246) Câbir bin Abdillah (Radiyallahü ankj'âen rivayet edildiğine göre şövle söylemiştir :
Nebî (Sallallahü Aleyhi ve Sellem} yürüdüğü zaman sahâbîler O'nun önünde yürürlerdi ve O'nun arkasını melekler için boş bırakırlardı.[418]
Sindi diyor ki Ashab-ı Kiram meleklere hurmeten Resûl-i Ekrem'in arkasını boş bırakırlardı. Yoksa ilk anda sanıldığı gibi meleklere izdiham olmaması için değildir. Çünkü melekler için izdiham bahis konusu olmaz. [419]
247) Ebû Saîd-i Hurlrî (RadiyaHahü anh)'den rivayet edildiğine göre Resûlullah (Soliallahü Aleyhi ve Scllcm) şöyle buyurmuştur:
İlim talep eden topluluklar size gelecekler. Sizler onları gördüğünüz zaman onlara: Ey Resûlullah (Saîlallahü Aleyhi ve Sellem)'in tavsiye ettiği cemaat merhaba merhaba sizlere! deyiniz ve onları râ-zî ediniz.»
Ben râvî el-Hakem'e : -Onları râzî ediniz.» ne demektir? diye sordum.Kendisi: «Onlara ilim öğretiniz.» diye cevap verdi.»
248) İsmail (İbn-İ Müslim) (RadiyaHahü anhyden rivayet edildiğine göre şöyle söylemiştir :
Hasanı Basrî (RadiyaHahü anh) (Bir ara hasta olduğundan) ziyaretine gittik. Evi ziyaretçilerle dolunca (önceden uzatmış olduğu) ayaklarını kendisine doğru çekti ve : Biz (hastalanan) Ebû Hureyre (RadiyaHahü anh)'m ziyaretine gidip evini doldurduk. Ebû Hüreyre ayaklarını kendisine doğru çekti sonra, şöyle buyurdu, dedi:
Biz bir defa Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Selleml'in yanına girerek evini ziyaretçilerle doldurduk. Resûlullah, yan üstü yatıyordu. Bizi görünce ayaklarını kendisine doğru çekti sonra buyurdu ki :
«Muhakkak benden sonra bir takım topluluklar sizlere gelerek ilim talep edeceklerdir. Sizler onlara merhaba edip selâmlayınız ve onlara ilim öğretiniz.»
Hasan(-ı Basri) dedi ki: Bu tavsiyeye rağmen Allah'a yemin ederim biz böyle topluluklara yetiştik ki bize ne merhaba ettiler, ne selâm verdiler ve ne de ilim öğrettiler. Ancak biz onların (ayağına) kadar gittikten sonra bir şeyler alırdık. O zaman da bize cefa ediyorlar idi.[420]
Hasan-ı Basrî (Radiyalalhü anhî'ın hastalık dolayısı ile yatarken evini dolduran ziyaretçilerin içeri girmesinden sonra ayaklannı toplıyarak çekmesi ziyaretçilere hürmet için olabildiği gibi izdiham dolayısı ile de olmuş olabilir. Hasan-ı Basri (Radi-yallahü anh)'in şikâyetçi olduğu grubun sahâbilerden sonra meydana gelmiş olduğu, Sindi tarafından Fakih Ahmed bin Ebi'1-Hayr'dan naklen beyân edilerek, Hasan-ı Basrî (Radiyallahü anh)'in ilim almış olduğu zatların çoğunun sahâbî olmadığını ifade ediyor. Muhakkik Fuad, Abdülbaki de şöyle yazıyor:
Kanaatıma göre Hasan-ı Basrî zamanında bâzı kimseler ilim okutmaya girişmişler ve ders vermek hususunda ayırım yaparak fakir tabakaya ve kimsesizlere ders okutmaya tenezzül etmemişler. Kendisi de bu durumdan şikâyetçi olmuştur. Ashâb-ı kiram devrinde böyle bir hal vuku bulmadığı için tabiin dönemine âit olduğu anlaşılıyor.
249) Ebû Hârûn El-Abdî (Radiyallahü, anh)'den şöyle dediği rivayet edilmiştir.
Biz Ebû Said-i Hudrî (Radiyallahü anh)'in yanına uğradığımız zaman bize şöyle hitab ederdi:
Merhaba ey Resûlulah (Sallallahü Aleyhi ve Sellemî'in kendileri için tavsiye ettiği insanlar! Şüphesiz Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Selem) bize buyurdu ki:
-Muhakkak insanlar size tabidirler ve bchomhal onlar dinde fıkıh bilgisiin edinmek için dünyanın her tarafından sizin yanınıza geleceklerdir. Onlar size geldikleri zaman siz onlara hayrı tavsiye etmek isteyin. (İyiliklerini isteyiniz. [421]
250) Ebû Hüreyre (Radiyallahü anh)'den rivayet edildiğine göre şöyle söylemiştir :
Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in ettiği dualardan birisi de şu idi:
«Ailahım! Fayda vermeyen ilimden, kabul edilmeyen duadan, korkmayan kalbden ve (dünyadan) doymayan nefisten şüphesiz sana sığınırım.» [422]
Hadisin -Fayda vermeyen ilimden...» fıkrası ile ilgili olarak Sindi şöyle söyler :
Çünkü ilimlerin bir kısmı sahibine hiç fayda vermez. Bilâkis onun aleyhine dönüşür. Suyu ti, faydalı olmayan ilmi şöyle açıklar: Faydalı olmayan ilim kişinin gizli huyunu ve ahlâk duygularım temizlemeyen, bu nedenle onun durum ve davranışlarım olumlu yönden etkilemeyen ve dolayısı ile âhiret sevabını kazandı-ramıyan ilim türleridir. Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), Allah Teâlâ'nın azametini ifade etmek, kendi kulluğunu beyan etmek, kulun daima Ailah'tan korkmasının gereğini ve her zaman ona muhtaç olduğunu belirtmek için hadiste sayılan şeylerden Allah'a sığınmıştır. Ayrıca bu duada bulunmakla ümmetini teşvik ve tâlim buyurmuş oluyor.Anılan bu şeylerden Resûlullah'ın bir endişesi olduğu ihtimali düşünülemez.Çünkü Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in masum (günahsız) olduğu bilinmektedir.
Miftâhü'I Hâce müellifi de faydalı olmayan ilimleri şu kısımlara ayırır: Bilinip onunla amel edilmeyen ilim, bilinip başkasına öğretilmeyen ilim, sahibinin durum ve davranışlarını düzeltmeyen ilim, keza sahibinin huyunu temizlemeyen ilim, bilinmesine ihtiyaç duyulmayan ilim, dinin tasvip ve teçhiz etmediği (sihir ilmi gibi) ilim ve benzerleridir.
Hadisin «Doymayan nefisten...» fıkrası ile dünya hırs ve tamaı kasdedilmiştir. Yani «dünya malına ve nimetlerine aşın düşkünlüğü dolayısıyle doymak bilmeyen nefisten sana sığınırım Allahım!-Fakat ibâdete, sâlih amellere ve hayır işlerine düşkün olmak, bunlara doymamak ve ihtiraslı olmak dinen övgüye lâyık ve matlubtur. Nitekim Tahâ sûresinin 114. âyetinde:
Ve de ki ey Rabbim! benim ilmimi arttır» buyuruluyor.
251) Ebû Hüreyre (Radiyaîlahü anh)'dcn şöyle dediği rivayet edilmiştir :
Resûlullah (Sallaahü Aleyhi ve Selem) şöyle duâ ederdi:
«Allahım! Bana öğrettiğin ilimden beni yararlandır, faydalanacağım ilmi bana öğret, ilmimi arttır. Her hal (ilmimi arttırmadan önceki ve artırdıktan sonraki haller) üzerinde Allah'a hamd olsun.»
252) Ehû Hüreyre (Radîyallahü anh)\\cn rivayet edildiğine göre Resûlullah (Snllallahü Aleyhi ve, Scllcm) şöyle buyurmuştur :
«Allah rızâsının kazanılması için talep edilmesi gereken bir ilmi öğrenen bir kimse, sırf dünya menfaati için bu ilmi Öğrenecek olursa kıyamet günü Cennet kokusunu bulmıyacaktır.»
İbn-i Mâceh, Ebü'î-Hasan, Ebû Hatim, Said bin Mansûr, Fuleyh bin Süleyman... yolu ile de aynı hadisi rivayet etmiştir. [423]
Hadisteki : «Allah rızası için talep edilmesi gereken ilim» tâbiri ile dini ilimler kasdedilmiştir. Şu halde dîni ilimlerin dışında kalan bir ilimle sırf dünya menfaatini kazanmak isteyen bir kimse bu hadisle haber verilen tehdire tâbi değildir.S indi bu durumu belirttikten sonra: Hadîsten anlaşıldığına göre dini ilimleri öğrenmek isteyen bir kimse sırf dünya menfaatini amaçlarsa bu tahdite maruz kalır. Fakat Allah rızasını kasdetmekle beraber dünya menfaatim da düşünen bir kimse hadisin tahditine dahil değildir, demiştir.
Hadisin «...Cennet kokusunu bulmıyacaktır.» fıkrası çeşitli şekillerde yorumlanmıştır. Çünkü bilindiği gibi, İslâm dinine göre zerre miktarı imanı olan kişi neticede Cennet'e girecektir. Bu itibarla dinî ilimleri sırf dünya menfaati için öğrenen kişi iman sahibi olarak öldüğü takdirde sonuç itibarı ile Cennetliktir. Bunun için fıkra şöyle yorumlanmıştır:
Dinî ilimlerle yalnız dünya menfaatini kazanmak istiyen kimse Cennet kokusunu bulmaya ve Cennet'e girmeye müstahak ve lâyık delildir. Ama onu tazib etmek veya afv etmek Allah'ın iradesine bağlıdır, bizce meçhuldür.
Bâzıları da fıkranın mânası şudur: Böyle yapan adam Cennet'e girse bile güzel kokusunu duymayacak ve bu güzel kokudan mahrum kılınacaktır, demiştir. Diğer bir kısım âlimler ise fıkrayı mahşer zamanına tahsis ederek: Böyle olan kişi, kıyamet günü yani kabirlerden çıkılıp Cennet veya Cehenneme gidilinceye kadar geçen mahşer süresince Cennet kokusunu duymıyacaktır. Bu yorumlan beyan eden Sindî, sözlerini şöyle bitiriyor: Çünkü havas kısmı, özellikle âlimler, mahşere doğru gelişlerinde bile Cennet kokusunu duyarak onlar için bir endişenin bulunmadığını anlamış olurlar.
253) (Abdullah) îbn-i Ömer (Radiyallahü anhümâyûzn Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu, dediği rivayet edilmiştir:
«Cahillerle ve aklı noksan olanlarla münakaşa etmek veya âlimlere karşı böbürlenip övünmek, yahut da halkın teveccühünü kazanmak niyeti ile (dini) ilim talep eden kimse ateştedir.[424]
254) Câbir bin Abdillah (Radiyallahü anhyden Nebî (Sallallakü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu, dediği rivayet edilmiştir :
Ne âlimlere karşı iftihar ve övünmek için, ne de cahillerle münâkaşa etmek için ve ne de meclislerin seçkin köşelerinde yer almak için ilim talep etmeyiniz.
Bu yasağa rağmen kim böyle yaparsa ateşe (müstehaktır), ateşe
(müstehaktır).[425]
Bu iki hadis, Islâmi ilimlerden, basit ve süfli emellerin beslenmesinin yasak olduğunu ve böyle bir maksatla ilim talep eden kimselerin mükâfat alması şöyle dursun, ilmin yüceliği ile bağdaşmıyan kötü niyet ve davranışı yüzünden Cehennem ateşine müstahak olduğunu bildiriyor. Evet dini ilimler idraki kıt, iz'anı kısır, aklı zayıf olanlarla ve cahillerle münakaşa ve mücadele etmek için öğrenilmez. Keza, din âlimlerinin karşısına çıkarak bilgisi ile iftihar etmek, gururlanmak, böbürlenmek, övünmek ve kibirlenmek için de ilim öğrenilmez. Hele halkın itibar ve teveccühünü kazanmak, toplumun saygısına, kadr-ü kıymetine mazhar olmak, varılan meclislerde en üst köşeye geçmek, en yüksek yere oturmak, halkı hizmetçi gibi kullanmak ve dünya malını toplamaya ilmi aracı koyup istismar etmek gibi menfur emellere kavuşmak için dinî ilimleri basamak yapmak kesinlikle yasaklanmıştır. Hadisler böyle basit ve menfur emellere erişmek için dinî ilimleri talep edenlerin Cehenneme müstahak olduğunu hükme bağlıyor. Tabii Cehennemlik olmaları geçici olup ebedi değildir. Ayrıca onların afvedilmesi Allah'ın iradesine bağlıdır. Allah dilerse onları bağışlar.
253 nolu hadisin râvilerinden Hammâd ve Ebû Kerîb zayıf oldukları gerekçesiyle isnadının zayıflığı Zevâid'de belirtilmiştir.Tirmizi ise hadisi îbn-i Ömer yolu ile rivayet ederek Hasen olduğunu söylemiştir. 254 nolu hadisin isnadındaki râ-vilerin sika oldukları ve Ibn-i Hibbân tarafından kendi sa-hih'inde rivayet edildiği yine Zevâid'de bildirilerek, El-Hâki m tarafından da merfu' ve mevkuf olarak rivayet edildiği ifade ediliyor.
İkinci hadisin metninin sonundaki kelimesi muhakkik tarafından merfu' ve mensup olmak üzere iki şekilde (ötre
ve üstün ile) harekelenmiştir.Merfu' okunursa mübteda olur, haberi mahzuftur.Takdiri dır.Mensub okunursa mahzûf bir fiilin mef ûlüdür. Takdiri olur.
255) (Abdullah) tbn-i Ahbas (Radiyallahü anhümâ)'âan Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu, dediği rivayet edilmiştir:
«Şüphesiz benim ümmetimden bazı insanlar dinde fıkıh bilgisine sahip olduğunu iddia edecekler, Kur'an okuyacaklar ve diyecekler ki: Biz emirler sınıfına varıyor, dünyalıklarından yararlanıyoruz. Fakat dindarlığımız hususunda onlardan uzak durup (bu yönden bize bir zarar ilişmiyor) derler. Halbuki onların dediğinin gerçekleşmesi mümkün değildir. Katad (adındaki dikenli ve meyvesiz ağaçidan geven dikeninden başka (bir meyveyi) toplamak mümkün olmadığı gibi emirlere yaklaşmaktan, bir şey toplanamaz. Ancak...*
(îbn-i Mâceh diyor ki) Râvî Muhammed bin es-Sabbâh dedi ki: Zannımca Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) «hataları kasdetti.[426]
Miftâhü'I-Hâce yazan diyor ki hadisten kasdedilen mâna şudur :
Kuran okuyan fıkıh bilgisi olduğunu iddia eden bâzı kimseler, zaruri ihtiyaçları ve önemli bir işleri olmadığı halde emirler sınıfının yanına giderek, fazilet ve ilim sahibi olduklarını açıklar, bir takım mal ve makam koparmak isterler. Bu tip kimselere :«İlim ile bu nevi davranışlar birbiri ile bağdaşmaz, niçin böyle hareket ediyorsunuz"denildiği zaman şöyle cevaplarlar:Biz emirlere varıp onların dünyalıklarından yararlanırız.Ama dini vecibelerimiz bakımından onlardan uzak dururuz.» Halbuki yekdiğerine zıt iki şeyi toplamak imkânsızdır. Katad, dikenden başka meyvesi olmıyan bir ağaçtır. Bu ağaçtan meyve olarak dikenden başka bir şey toplamak mümkün değildir. Emirlere yakınlıktan bir semere beklenemez. Beklenen şey ne olabilir? Hadîste Peygamber'in sözünde emirlerden alınabilen şey yani müstesna amlmamıştır. Râvi anılmak istenen şeyin -hatalar» olduğunu sanıyorum, diyor. $u halde onlara yaklaşmaktan bekîenebilen semere hatâlar ve günahlar olmuş olur.
Miftâhü'I-Hâce müellifi diyor ki: Rivayet edildiğine göre Züh-ri'nin Padişahlarla oturup kalkmaya başladığını duyan bir din kardeşi ona yazdığı mektupta ezcümle demiştir:
Ey Zühri! Allah bizi ve seni fitneler hastalığından kurtarsın. Sen Öyle bir duruma düştün ki, seni tanıyan herkes sana duâ etmelidir. Çünkü Allah'ın kitabını ve Peygamber'in sünnetini bilmek nimetini Allah sana ihsan etti. Sen yaşlandıktan sonra bu yüce nimetlerin devrilmekle karşı karşıya geldi...
Sindi diyor ki: Emirlere yaklaşmanın katad ağacından diken toplamaya benzetilmesi ile onlara yaklaşmaktan dinî yönden zarar etmekten başka bir sonuç alınmıyacağına işaret ediliyor. Çünkü; kişi için Allah tarafından takdir edilmiş olan rızık ve menfaat-lar behemhal sahibini bulacaktır. İster emirlerin kapısına gidilsin ister gidilmesin netice değişmez. O halde onların kapılarına gidilmekle yeni bir kazanç sağlanacak değildir. Ama bununla beraber dinî yönden zarara uğramak da vardır. Şöyle de söylenebilir. İlâhi takdir meçhulümüz olup dış görünüşe göre emirlerin sohbetinde bulunmak ve onlarla ihtilat yapmak suretiyle elde edilen dünyalık menfaat, bu ilişkilerle uğranılan zarar muvacehesinde çok cüz'i olduğu için yok gibidir. Dolayısı ile zarardan başka bir şey kalmamış sayılır.
Muhammed bin Seleme' den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Pislikler üzerine konan kara sinek, bahis konusu zümrenin kapısına varıp okuyucu olduğunu söyliyenden daha iyidir.
Râvilerden Ubeydullah bin Ebî Bürde tanınmı-yan bir kimse olduğu için hadisin isnadının zayıf olduğu, Zevâid'de bildirilmiştir.
256) Ebû Hüreyre (Radiydiahü anA)'den rivayet edildiğine göre Re-sûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
Cübbü'1-Hüzn (veya) Cübbü'l-Hazan'den Allah'a sıkınınız-, buyurdu.
.Sahâbiler, Yâ Resûlallah!
Cübbü'1-Hüzn (veya Cübbü'l-Hazan nedir? diye sordular. Resû-lullah onlara cevaben:
«Cehennem'de öyle bir deredir ki Cehennem her gün dörtyüz defa ondan (Allah'a) sığınır., buyurdu. Sahâbiler:
—Yâ Resûlallah! Kimler bu dereye girer? diye sordular. Resülullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
«O dere, amelleri ile riyakârlık eden Kur'an okuyucuları içtn hazırlanmıştır. Allah'ın en çok öfkelendiği Kurrâlardan bir kısmı da şüphesiz emirleri ziyaret eden okuyuculardır, buyurdu. (Ravi) el-Mu-haribi dedi ki emirlerden maksad zâlim olan emirlerdir.» [427]
Sindi diyor ki hadiste geçen «Cübb* lügatta çevresi örülmemiş olan kuyu demektir. «Hazan ve Htizn* ise hüzün ve keder manasınadır. Hadiste kullanıldığı gibi iki kelimenin bir araya getirilmiş şekli ise özel isimdir. Bunun sözlük mânası düşünülürse :«Keder kuyusu» demek oluyor.Cehennem'in bu dereden Allah'a sığınması zahirine göre mânalandınlmıştır.Çünkü Cenâb-ı Allah her şeye kaadirdir. Cehennem'in diğer dereleri bu dereden Allah'a sığınabilirler.Yahut da bu sığınma, Cübbü'1-Hüzn denilen derenin azabının şiddetinden kinayedir, diye yorum yapılabilir.Her iki halde de Cehennem'den murad, müminlerin günahkârlarına âit olan Cehennem'dir. Zira kâfirlerin ve münafıkların Cehennemdeki yerleri Cübbü'l-Hüzn'den daha şiddetlidir.
İbn-i Mâceh, bu hadis için müteaddit senedler ve her senedde müteaddit haller zikretmek suretiyle hadisin kuvvetini belirtmek istemiştir. Senedlerin asıl arapçası mevcut olduğu için bir hayli yer alacak olan türkçesini yazmaya lüzum görmüyorum. Yalnız şunu belirteyim. Râvîlerden Ammar demiş ki senedlerde «tbn-i Şirin* diye geçen râvînin Muhammed lbn-i Sirîn mi, yoksa Enes lbn-i Şîrîn mi olduğunu bi-lemiyeceğim. Her iki zat kardeş olup Sirin'in oğullandır. (Ra-diyallahü anhüm)
257) Abdullah İbn-iMes'ûd (Radiyalîahü anh)'den şöyle söylediği rivayet edilmiştir :
Eğer ilim ehli, ilmitn değerini) koruyup onu liyakatli olanların yanma koymuş olsalardı, ilim sayesinde, zamanlarındaki insanların büyükleri olacaklardı.Lâkin âlimler, ilim vasıtası ile dünya ehlinden bir takım menfaatlar sağlamak için ilmi değerlendirmeden dünya ehline mebzulen vermeye giriştiler. Bu sebeple dünya ehli yanında âlimlerin değeri de düştü.Ben sizin Peygamberiniz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'den şöyle buyururken işittim :
«Kim çok arzulan tek arzu âhirete âit arzu haline döndü-rürse Allah, onun dünyaya âit arzusu için yeterdir. Ve kim ki, dünya ahvali hakındaki arzuları dağılırsa veya arzular kendisini dağıtırsa onun dünyanın hangi deresinde helak olduğuna Allah iltifat etmiyecektir.»
İbn-i Mâceh, Ebül'-Hasan'dan naklen ikinci bir sened ile de hadisi rivayet etmiştir.[428]
Hadisin metni iki parçadan ibarettir. İlk parça Ashab'tan A b-dullah îbn-i Mes'ûd'a aittir. Bu parça ilim adamlarının ilmin değerini korumalarına, rastgele insanlara ilim aktarmaya girişmemelerine, ehil ve liyakatli olan taliblere ilmi aktarmaya çalışmalarının gereğine dikkatları çekiyor. Ve böyle hareket edilmediği takdirde ilim adamlarının değerinin düşeceğine, hatta bilfiil düştüğüne parmak basıyor. Sindi' nin beyânına göre Tıybi demiş ki: İbn-i Mes'ûd'un «Ben sizin Peygamber'inizden...»
şeklinde hitabı, tevbih mahiyetinde olup muhatablarını Peygamber'in emrine muhalefet etmeleri dolayısı ile kınıyor.
Hadis metninin ikinci paragrafı ise; Resûl-i Ekrem'in buyruğudur. Burada insanlarda görülen arzuların birleştirilerek tek arzu hâline getirilmesi ve bu tek arzunun da âhiret saadetine âit arzu olarak tesbiti öngörülüyor ve böyle yapan bir kimsenin dünyasına âit istek ve arzularının gerçekleşmesi yolunda Allah'ın inayet ve yardımının ona erişeceğine işaretle Allah ona yeterdir, buyuruluyor. Böyle hareket etmiyerek dünya ahvali hakkında beslediği istekleri dallanıp budaklanan kimselerin, keza pek çok arzuların darbesi ile kendisini toparlamaktan âciz kalarak dağılan kişilerin dünyanın hangi vadisinde ve hangi arzunun tahakkuku peşinde koşarken helak olursa Cenâb-ı Allah ona iltifat edip bakmıyacak ve ona yardımcı olmı-yacak, diye uyan yapılıyor.
Hadisin râvilerinden Nehşel bin Said'in münker hadisleri ve bâzılarının dediğine göre mevzu hadisleri rivayet ettiği gerekçesi ile isnadın zayıf olduğu Zevâid'de belirtilmiştir. Sindi ise, E1-Hâkim'in sahih olduğunu tesbit ettiği İbn-i Ömer tariki ile ayni hadisin rivayet edilmiş olduğunu bildirmiştir.
258) İbn-i Ömer (Radiyalîahü atthütrtâydan rivayet edildiğine göre Nebî (Sallallahü Aleyhi ve Seltem) şöyle buyurmuştur:
Kim Allah'tan başka bir şey için (dini) ilim talep ederse veya o ilimle Allah rızasından başka bir maksad edinirse Cehennem'den olan üzerine hazırlansın. [429]
Hadis, gerek ilim talep edilirken ve gerekse elde edilen ilim işletilirken Allah rızâsının düşünülmesini emrederek buna ters düşen
niyet ve maksadlan besliyen kimselerin ilâhî azaba müstahak olduklarını bildiriyor.
Râmuzü'l-Ahadis'in şerhinde aynen şunlar söyleniyor: İlmi çalışmada niyetin düzeltilmesi için Allah rızası, âhiretteki azabtan kurtulmak, ilâhi sevablar düşünülmelidir.Dünya menfaati, mevki, makam, zenginlik, padişahların teveccühüne mazhar olmak, dost ve emsal arasında üstün bir değer kazanmak ve benzeri dünyadaki muvakkat zevkler ile safalar ilmi çalışmanın amacı olmamalıdır.Bâzı zâtlar da: İlim adamları niyetlerini tashih etmek isterlerse, cehaletten kurtulmak, eğitim ye öğretim yolu ile halka yararlı olmak ve âlimlerin azaldığı bir devirde ilmi ihya etmek niyetini düşünmelidir, demişlerdir.Tabii bu niyetin yanında yine Allah rızâsı melhuz olmalıdır.Şayet ilme çalışan kişi şeytanî vesveseler, şehvanî duygular ve nefsi arzulardan sıyrılarak niyetini arzulanan şekilde temizliyemezse ihlası gerçekleştiremedi, diye ilmi terketme-si tercih edilmez. Çünkü cehaletin zararı niyetin ihlaslı olmayışının zararından daha büyüktür. Ehveni şerri tercih etmek bir prensip olduğu gibi iki zararlı şey arasında kalan kişinin zararı nisbeten hafif olanı seçmesi gerekir.Diğer taraftan ilimle meşguliyetini sürdüren bir kimsenin zamanla niyetini tashih etmesi umulur. Nitekim Mücâhid: Biz ilme talip olduğumuz sıralarda uzun boylu ihlaslı niyetimiz yoktu. Sonra Cenâb-ı Hak bize niyetimizin tashihini nasîb eyledi, demiştir. Bâzı âlimler de : Biz ilmi Allah rızâsı için değil de başka maksadla talep ettik. Fakat ilim bizim Allah rızasından başka maksadları gütmemize engel oldu, demiştir.
Gazali de Muâz (Radiyallahü anhî'den rivayet edildiğine göre âlimlerden Cehennem'e müstahak olanlar şu gruplara ayrılırlar, der:
1. İlmini hazine gibi gizliyerek başkasının bilmesini istemiyen-ler. Bunlar Cehennem'in ilk tabakasmdadırlar.
2. İlimde padişah gibi kendisini eşsiz görür. İlminden bir mes'e-le reddedildiği gibi zaman hazmedemez ve öfkelenir. Bunlar Cehennem'in ikinci tabakasmdadırlar.
3. İlmini ve yabancı ilmi konulan zenginlere ve eşrafa açıklayan ve başka insanlara anlatmıyan grup da Cehennem'in üçüncü ta-bakasmdadır.
4. Kendisini fetva vermeye liyakatli göstererek halka yanlış fetva verenler. Bunlar da dördüncü tabakadadırlar.
5. Ehl-i Kitabın söylediklerini söyliyenler 5'inci tabaka ehlidir.
6. İlmini halk arasında bir büyüklük ve şahsının anılmasına, övülmesine araç kılanlar 6'ncı tabaka ehlinden olur.
7. İlmini dolayısı ile beslediği kibir, gurur ve böbürlenmesi yüzünden hoplayan ve hiç kimsenin nasihat ve ikazını kabul etmiye-rek kendisini müstağni sayan grup da Cehennemin 7'nci tabakasını
boylar.
Bir haberde rivayet edildiğine göre doğu ile batı arasın» dolduracak kadar yaygınlaşan bir şekilde, insanoğlu övgü toplar da bu övgüler Allah indinde bir sivrisinek kanadı ağırlığınca değer taşı-mıyabilir'[430]
259) Huzeyfe (Radiyallahü anh)'den rivayet edildiğine göre kendisi: Ben Resûlullah (Sallallakü Aleyhi ve Sellemyden şöyle buyururken işittim, demiştir :
«Alimlere karşı böbürlenerek övünmek veya cahillerle münakaşa etmek veyahut halkın teveccühünü kendinize çevirmek için (dinî) ilim Öğrenmeyiniz. Kim böyle yaparsa o kimse ateştedir.»
260) Ebû Hüreyre (Radiynllahu anh)\\cn Resûlullah (Salîallahü Aley-fıİ ve Sdlem) şöyle buyurdu dediği rivayet edilmiştir:
Kim âlimlere karşı böbürlenip övünmek, cahillerle münakaşa etmek ve halkın teveccühünü kentlisine yöneltmek için (dini) ilim öğrenirse Allah o kimseyi Cehenneme sokar.[431]
261) Ebû Hüreyre (Radiyaltahü anh)'den, Nebî (Salîallahü Aleyhi ve Selletn) şöyle buyurdu, dediği rivayet edilmiştir:
«Hıfzettiği bir ilim kendisine sorulup da onu gizleyen her adam kıyamet günü ateşten bir geril onun ağzına vurulmuş olduğu halde (mahşere) getirilir.»
Ebü'l-Hasean El-Kattân dedi ki: Ebû Hatim, Ebü'l-Velîd yolu ile Imâre bin Zâzân'dan bize gelen rivayete göre ayni metin buyurul-muştur.» [432]
Hadis, bellenmiş ve kesinlikle bilinen bir dini mes'elenin sorulduğu zaman malûm olan cevabı gizlemenin âhiretteki cezasını bil-
diriyor, verilen cezanın amel cinsinden olduğu belirtiliyor. Şöyle ki: O ilim adamı ihtiyaç duyulup sorulduğu zaman hak olan bir sözü söylemekten imtina ederek ağzını kapadığı için, mahşerde herkes amelinden dolayı soruşturmaya tabi tutulup konuşmaya ve cevap vermeye şiddetle ihtiyaç duyduğu bir ortamda Allah onun ağzına ateşten bir gem vurdurup susturma cezasına çarptırır. Sindi diyor ki: İlmî soru soran adam bunu kavramaya ehil ise ve o ilmi soru yararlı ise o zaman cevap vermek mes'uliyeti olsa gerek ve buna rağmen cevap vermezse hadisteki ceza terettüp eder kanaatında-yım Şayet soru sahibi konuyu kavrayamaz durumda ise veya o ilmi konu onun için yararlı değil ise cevap vermeyen ilim adamının hadisteki vebala tâbi olmadığını umarım.Hattabide : Hadisteki durum, öğrenilmesi mecburi olan zaruri ilim hakkındadır. Meselâ soru sahibi ilim adamına: Bana Islâmiyeti telkin et, veya vakti geçmiş olan farz namazın kılınış şeklini bilmiyorum bana öğret dese, ilim adamı bu sorunun gereğini yapmakla mükelleftir. Fakat halkın öğrenmesi zaruri olmayan ilmi mes'eleleri öğrenmek isteyen kimseye öğretmeyen âlim bu cezaya müstahak kılınmamıştır.
262) Abdurrahman bin Hürmüz El-A'rac [433](Radiyalalhü anh)'den rivayet edildiğine göre kendisi Ebû Hüreyre (Radiyallahü ank)'den şöyle söylediğini işİtmiştir :
Vallahi Allah Teâlâ'nın kitabındaki iki âyet olmamış olsaydı ben O'ndan (yâni Peygamber (Salîallahü Aleyhi ve Sellem)'den hayatımda hiç bir şeyi rivayet etmezdim. Allah'ın şu kavli olmasaydı.[434]
-Şüphesiz o kimseler ki, Allah'ın kitaptan indirmiş olduğu âyetleri gizlerler ve bunun karşılığında az bir bedeî alırlar. İşte onlar karınlarında ateşten başka bir şey yemezler. Allah kıyamet günü onlarla ^onuşmaz, onları temize çıkarmaz ve onlar için elim bir azap vardır.
Onlar öyle kimselerdir ki, hidâyet mukabilinde dalâleti, mağfiret mukabilinde azabı satın almışlardır. Onları ateşe karşı bu kadar sabırlı kılan nedir?» [435]
Âyetler, hakkı gizleyenlerin korkunç âkibetine işaret buyuruyor. Hadisler de dini hükümlerin kaynağı olmak bakımından âyetler gibi olduğu için Ebû Hüreyre (Radiyallahü anh) bu âyetler muvacehesinde bildiklerini gizliyemediğini ve Resûl-i Ekrem'den işittiği hadisleri rivayet etmesinin sebebini belirtiyor. Sindi diyor ki; ilmi gizlemeni-n mes'uHyetine dâir başka âyetler ve hadisler bulunduğuna göre Ebû Hüreyre (Radiyallahü anh) bu iki âyeti örnek olarak zikretmiştir. Çünkü; bu iki âyetin bulunmamış olduğunu farz etsek bile mevcut diğer âyetler ve hadisler ilmi gizlemenin yasaklığı ve bilinen hadisleri açıklamanın gerekliliği için kâfidir. Bu itibarla Ebû Hüreyre (Radiyallahü anh)'ı hadis rivayetine zorlayan sebebi yalnız bu iki âyetten ibaret sanmak hatadır. Nitekim :
Buharı «İlm» kitabının «Hıfzü'1-İlm» babında Abdül-aziz bin Abdillah El-Uveysi El-Medeni, Mâlik bin Enes, Zührî, Abdurrahman bin Hürmüz yolu ile Ebü Hüreyre (Radiyallahü anh)'den rivâ-ret ettiği bu hadis daha uzundur. Ve oradaki rivayete göre Ebû Hüreyre'nin okuduğu âyetler Bakara sûresinin 159 ve 160'nci âyetleridir. Oradaki hadis metninin tercemesi şöyledir:
...Ebû Hüreyre (Radiyallahü atık)'en: Şöyle demiştir: Halk Ebû Hüreyre çok (hadis rivayet) ediyor, derler. Halbuki Allah'ın kitabında (şu) iki ayet olmasaydı hiç bir hadis rivayet etmezdim. Sonra Ebû Hüreyre :
«O kimseler ki bizim indirdiğimiz beyyineleri ve hidâyeti halka açıkça biz beyân ettikten sonra, bunları saklarlar, muhakkak Allah onlara lanet eder ve lanet ediciler de lanet ederler.
Ancak bunlardan tevbe edip sâlih amel işleyen ve (gizlediklerini) açıklayanlar müstesna. İşte ben bunların tevbelerini kabul ederim. Tevvâb ve Rahim olan da ancak benim.»âyet-i kerimelerini okudu. (Daha sonra Ebû Hüreyre sözlerine devamla) Muhacirin kardeşlerimiz çarşılarda alış verişle, Ensâr kardeşlerimiz de mallan (ve topraklan) için çalışmakla iştigal ederlerken Ebû Hüreyre boğaz tokluğuna (kanaat ederek) Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Selleml'in yanından ayrılmazdı ve onların hazır bulunmadıkları meclislerde hazır bulunur, onların hıfzetmedikleri sözleri bellerdi.
Buharı' nin Târih'deki rivayetine göre Ebû Hüreyre (Radiyallahü anh) bir ara 10'dan fazla seçkin Sahâbi'nin bulunduğu bir meclisde bulunarak onların bilmedikleri bâzı hadîsleri rivayet etmiş, onlar da aralannda soruşturup sıhhatına kanaat etmişlerdi. O mecliste bu hal bir kaç defa tekerrür edince bâzı kimseler: «Muhacirler ve Ensâr Ebû Hüreyre gibi hadis rivayet edemesinler, bu nasıl olur?» demişler. Bunlara cevaben Ebû Hüreyre bu sözleri söylemiş oluyor.
263) Câbir (bin Abdillah) (Radiyallahü anh)'(\en Resûlullah (Sal-lallahü Aleyhi ve Sctlcm) şöyle buyurdu, dediği rivayet edilmiştir :
«Bu ümmetin son (kısmı) öncekilerini lanetlediği zaman kim bildiği bir hadisi gizlerse şüphesiz Allah'ın inzal buyurduğu hükümleri gizlemiş olur.[436]
Sindi'nin beyânına göre hadis iki şekilde yorumlanmıştır:
1. Ashâb-ı Kirâm'ın yüce faziletini bilmeyen ve onların aleyhinde konuşup lanetlemenin haramlığını idrak etmeyen kimselerin türediği zaman kim, Sahâbilerin faziletine ve onlara lanet etmenin haram olduğuna dâir bildiği bir hadisi gizlerse; Allah tarafından indirilmiş olan ilâhi kanunu gizlemiş sayılır.
2. îslâmî ilimleri bilenlerin sayısının azalıp cehaletin yaygınlaştığı ve selefi salihin'e lanet etmenin haram olduğunun bilinmemesi yüzünden sonradan gelen müslümanlarm öeceden gelip geçmiş din kardeşlerine lanet ettikleri zaman ilme şiddetle ihtiyaç duyulacak ve bu nedenle kim, bildiği bir hadisi gizlerse Allah tarafından indirilmiş olan ilâhi kanunu gizlemiş sayılır.
Her iki yorumun neticesinde, bilinen bir hadisi gizlemenin nasıl bir mes'uîiyeti mucip olduğu belirtilmiş oluyor. İlmi gizleyen bir kimsenin âhiret günü ateşten mâmûl gemle gemlendirileceği 261 ve 264 nolu hadislerle bildirilmiştir. Allah cümlemizi korusun.
264) Enes bin Mâlik (Radİyallahü anhyfan rivayet edildiğine gtfre kendisi : Ben Resûlulah (SaUaltahü Aleyhi ve Srllemyâen şöyle buyurduğunu İşittim, demiştir :
•Kendisine (dine âit) bir bilgi sorulup da bildiğini gizleyen kimse kıyamet günü ateşten bir gemle gemlendirilmiş olacaktır.[437]
Hadisin râvilerinden Yûsuf bin İbrahim'in zayıf olduğunda ittifak edildiği Zevâid'de bildirilmiştir. S i nd i diyor ki: «Zannımca bu sebeple Tirmizi bu hadisin metnini Ebû Hüreyre (Radİyallahü anhJ'den rivayette bulunarak senedinin ha-sen olduğunu bildirmiş, aynı metnin Câbir bin Abdillah'-tanve Abdullah İbn-i Ömer' den iki ayrı tarik ile de rivayet edildiğim açıklamıştır. Fakat Enes' ten olan senedden bahsetmemiştir. Hulâsa; hadisin metni sabittir. Yapılan konuşmalar sadece senedler ile ilgilidir.
265) Ehû Saîd-i Hudrî (Radİyallahü ankyâvn rivayet edildiğine göre Resûlullah (Sailatlahü Aleyhi ve Scllem) şüyle buyurmuştur:
Halkın din işleri hususunda Allah'ın faydalı kıldığı bir ilmi giz-liyen kimseyi Allah kıyamet günü ateşten bir gem ile gemlendirir.
(Ağzına ateşten imal edilmiş bir gem vurur.)[438]
266) Ebû Hüreyre (Radiyallahü anh)'âen Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu, dediği rivayet edilmiştir :
-Kendisine sorulan bir ilmi bilip de gizleyen kimse kıyamet günü ateşten bir gem ile gemlendirilir, (ateşten bir gem ağzma vurulur.) [439]
[1] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları:
1/5-6.
[2] Ebu Hüreyre
(R.A.)'in Hal Tercemesi
Ebu Hüreyre'nin meşhur adı Abdurrahman b. Sahr'dir. Eski ismi Abdu Şems
idi. Resûlulah (S.A.V.) tarafından Abdurrahman adı takıldı. İbn-i Hacer'in
el-îsa-be fi Temyiz-iş's-Sahabe adlı kitabında çeşitli kitablardan naklen beyan
ettiğine göre hem Ebû Hüreyre hem de pederinin adı hakkında çok ihtilaf vardır.
Ebû Hüreyre (kediciğin babası) lakabı ya Resûlullah veya ailesi tarafından ona
takılmıştır.
Ebû Hüreyre, Yemen'den
gelerek Hayber fethi esnasında peygamberi ziyaret edip müslümarıhğı kabul
etmiştir, Ehl-i Suffe'ye ilhak edilerek peygamber (S.A.V.)'den ilim ve irfan
almaya başlamıştır. Maddi sıkıntı ve açlığın en şiddetli İztirablarma dayanmış
da Suffe'den ayrılmayı düşünmemiştir. Resûlullah (S.A.V.)'den feyiz almak onun
büyük emeli olduğu için O'ndan hiç ayrılmamıştır. Bu sebeple kendisinin
malumatı nadir zatlarda bulunabilir. Resûlullah (S.A.V.V-den çok hadis rivayet
etmiştir. Ayrıca Ebû Bekir, Ömer, Übeyy b. Kâ'b (R.A.) gibi ileri gelen
Ashab'tan ilim almıştır. Kuvvetli hafızası sayesinde aldığı ilmi tutarak aynen
rivayet etmiştir. O'nun bu dehâ hafızası dolayısıyla Tabakat sahipleri ona,
(filim hazineleri» anlamına gelen «Ev'iyetü'1-îlim» demişlerdir. Muhtelif
ki-tablarda anlatıldığına göre kendisi şöyle söylemiştir :
«Ben Peygamber
(S.A.V.)'den iki kab dolusu ilim aldım. Bunlardan birisini halk arasına yaydım.
Öbür kabdakini de neşretmiş olsaydım benim boynumu vururdunuz.»
Ebû Hüreyre'nin sade
hayatı, üstün takvası ve zahidliği meşhurdur. Kadınlar için altın zinet
eşyasını kullanmak mubah olduğu halde kızını bundan men-ettiği bir vakıadır.
Muâviye (R.A.)
zamanında iki defa Medine valiliğine atanmıştır. Son valiliği esnasında Ebû
Hüreyre (R.A.) dağa çıkıp topladığı odunu mübarek sırtında taşıyarak Medine
çarşısına getirmiştir. Muasır valilerin bir kısmının muhteşem hayatlarını,
kendi yaşantısı ile yermiştir. O, bizzat odun taşır, çarşıda satarak geçimini
sağlar ve kazancının bir kısmını da sadakaya ayırırdı. Vali olmadan Önceki
hayatı ile vali olduktan sonraki hayatı arasında bir farklılık görülmezdi.
Hicrî 56-58 sıralarında
vefat ettiği mervîdir. (Bak : Hafız Zehebî'nin Tezkire-tü'I-Huffaz c. I, s. 32
Mekke-h. 1374)
[3] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/7.
[4] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/7.
[5] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/8.
[6] Süraka b. Malik'tir. Bazı
âlimlere göre el-Akra' b. Hâbıs'tır. (Bak :
Bu haii ve Müslim şerhleri.)
[7] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/9-11.
[8] Bu hadis-i şerif Sihah-i Sitte yazarlarından yalnız îbn-i Maceh'in rivayet
ettiği kısımdandır.
Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 1/11.
[9] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/11-12
Hz.
Ömer'in oğlu olduğu için İbn-i Ömer lakabını alan Abdullah, küçük yaşta iken
babası ile beraber müslümanlığı kabul etmiştir. Babası ve anası Zey-neb'le
beraber hicret etmiştir. O sıralarda henüz on yaşındaydı. Bedir ve Uhud
savaşları hariç olmak üzere bütün savaşlara katılmıştı. Adı geçen ilk iki savaşta
küçük yaşta olduğu için götürülmemişti.
Üçüncü savaş olan Hendek savaşına on beş yaşında iken
katıldı. Ashab'm en yüce âlimlerinden
ve seçkin müç-tehidlerinden idi. Müksirîni Sahabeden idi. Yani çok hadis
rivayet eden ashab arasında yer almıştır. Yukarıda bir nebze anlatıldığı gibi
Sünnetle amel eder, bid'at-tan son derece kaçınırdı. 60 yıl fetva vermekle ve
müslümanlarm dîni mes'ele-lerini çözmekle meşgul olduğu ve O'nun hemen hemen
bütün bilgilerini Nail' adlı kölesinin öğrenip yaydığı, İmam Mâlik tarafından
bildirilmiştir. Resûlullah'ın peygamberlikle görevlendirildiğinin ikinci veya
üçüncü yılında doğmuştu.Hicretin 73'üncÜ yılında da vefat ettiğine göre 84 sene
yaşamıştır.Haccac-ı Zâlim'in düzenlediği suikast neticesinde şehid edildiği
rivayet edilmiştir. Şöyle ki:Abdül-melik b.
Mervân'ın halifeliği
zamanında hicazda kumandan bulunan
Haccac'a halife tarafından gönderilen yazılarda
İbn-i Ömer'e saygı gösterilmesi
ve dînî konularda O'nun görüşlerinin haricine çıkılmamas tavsiye ediliyordu.Şehid edileceği yıl hac emîri
olarak görevlendirilen Haccac'a hac mes'elelerinde İbn-i Ömer'e muhalefet
etmemesi tavsiye edilmişti.Zalim vali ise sık
sık tavsiye yapılmasından hoşlanmıyordu,Haccâc, sünnet olan zamandan
sonra Arafat'a çıktı ve hutbe okumağa başladı. Bu duruma muttali' olan İbn-i
Ömer hutbe okuyan Haccac'a :«Beytullahi yıkan ve Allah'ın velilerini Öldüren
zâlim, bugün de peygamberin sünnetini tahrif ettin!» diye bağırdı. Bundan kızan
Haccac'm, Arafat'. tan dönüşte tertiplediği suikast neticesinde bir adamı
tarafından yaralandı.Zehirli hançer ile aldığı bu yaralama neticesinde şehit
oldu. İbn-i Ömer, Hicaz fıkhının temel
taşı idi.
[11] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/13-15
Adı
Uveymir olan Ebü'd-Derda'nın babasının adı hususunda 3 rivayet vardır. Zeyd, Abdullah ve SÜ'Iebe isimleri üzerinde
durulmuştur. Zeyd olması ihtimali
kuvvetlidir. Ensar'ın Hazreç kabilesinden olan Ebü'd-Derda', büyük âlim ve
mutasavvıflardandır. O'na, «Bu ümmetin hakimi» denilirdi. Bedir savaşı günü
müslüman olduğu söylenir. Uhud savaşına katılmıştır. Kur'an-ı Kerim'i Peygamberden
hıfzetti. Suriye halkının âlimi, Şam ehlinin fakîhi, kadısı ve karii idi.
Kendisinden
hadis rivayet edenlerin başında, oğlu Bilâl ve fıkıhçı olan karısı
Ümmü'd-Derda' gelir. Ayrıca Cübeyr b. Nefir, Alkame, Saîd b. el-Müseyyeb, Ebû
İdrîs el-Hulanî vesair zatlar kendisinden hadis almışlardır.
Kendisinin
şöyle söylediği, Amr b. Mürre'den rivayet edilmiştir :
«Resûlullah
(S.A.V.) peygamber olarak görevlendirildiği ve müslümanlığı kabul ettiğim
sıralarda ben tüccar idim. îbadet ve ticareti birlikte yürütmek istedim. Bunu
yapamadım, bunun üzerine ticareti bırakıp ibadete yöneldim...»
Yine
şöyle söylediği ayni râviden nakledilmiştir :
«Ben
Rabbıma iştiyaklı olduğum için Ölümü, Rabbıma karşı olan tevazuum dolayısı İle
fakirliği ve hatalarıma keffaret olması için hastalanmayı severim (bunlardan
hoşnut olurum).»
İlim
ve fazileti anlatmakla bitmeyen bu zat hakkında bu kısa bilgi ile iktifa
ediyorum. H. 32'de vefat etti. (Bak : Tezkiretü'l-Huffaz c. 1, s. 24 Mekke-h.
1374)
[13] Bu Hadis-i Şerif, Sıhah-ı
Sitte yazarlarından yalnız îbn-i Maceh'in rivayet ettiği kısımdandır.
[14] Kurret b. Eyas b. Hilal
el-Müzenî Ebu Muaviye el-Basrî'dir. 22 hadis rivayet etmiştir. Ravisi, oğlu
Muaviyedir. Hz. Muaviye (R.A.) zamanında harici-ler'tn bir kolu olan Ezraklar
tarafından şehid edildi. (Bak : Hulasatu Tezhib-i Tez-hibi'l Kemal, s.
315-316-Bulak h. 1301)
[15] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/15-16
[16] İbn-i Maceh'İn Es-Sindi
haşiyesi s. 4. Mısır h. 1313
[17] İbn-i Maceh'in Es-Stndi
haşiyesi s. 4. Mısır h. 1313
[18] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/16-18
[19] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/18
[20] Şuayb, b. Muhammed b.
Abdillah b. Amr b. el-As es-Sehmi'dir. Babasından, dedesinden, İbn-i Abbas ve
İbn-i Ömer'den hadis rivayet etmiştir. Kendisinden de oğulları Amr ile Ömer,
Sabit el-Bennanî ve başkaları rivayette bulunmuşlardır, îbn-i Hibban, O*nun
sika olduğunu söylemiştir. (Bak : Hulasatu Tezhib-i Tehzibi'l-Kemaİ Bulak
h. 1301)
[21] Muâviye (R.A.)'nin Hal
Tercemesi
Muâviye
(R.A.) Ebû Süfyan Sahr ibn-i Harb'm oğludur. Mekke fethi sıralarında
İslâmiyeti kabul etmişti. 20 yıl valilik ve bir o kadar yıl emirlik yaptığı
malumdur. Bir rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) ona şöyle söylemiştir : «Eğer
Melik olursan âdil ol.»
Kendisinden
130 hadis rivayet edilmiştir. Bunların bir kısmı Buhari ve Müslim sahihlerinde
mevcuttur. Hz. Muaviye (R.A.)'dan hadis rivayet edenler arasında Ebû Zerr-i
Gıfârî, İbn-i Abbas gibi Sahabîler bulunduğu gibi Tabiinden Cübeyr b. Nüfeyr,
Saîd bin Müseyyeb ve benzerleri vardır. Hicrî 60. yıl Receb ayında vefat
etmiştir.
[22] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/19-20
[23] Kastalani cilt 7, sh. 317
Mısır h. 1306
[24] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/20-22
[25] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/22
[26] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/23
[27] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/23-24
[28] Ebu Râfi' Peygamberin
mevlasidır. İsmi, İbrahim veya Eşlem veyahut Sabit'dir. Uhud ve Hendek savaşma
katılmıştır. 68 hadis rivayet etmiş olup bunlardan Buharî, bir Müslim'de üç
hadis almıştır. Kendisinden, oğlu Ubeydul-lah, Süleyman b. Yesar hadis rivayet
ederler. Vakıdî, O'nun Hz. Osman'ın şeha-detinden biraz sonra vefat ettiğini
söyler. Hz. Osman'dan önce vefat ettiğini ve bir başka rivayete göra Hz.
Ali'nin hilafeti devresinde vefat ettiğini söyleyenler de vardır. (Bak : Hulasatu Tezhibi Tehsribi'l-Kemal,
Mısır-Bulak h. 1301)
[29] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/24-25
[30] Camiü's-Sağir şerhi El-Azizî
eil. c, sh.,298 Mısır h. 1306
[31] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/25-27
[32] Abdullah b. Zübeyr'in Hal
Tercemesİ
İsminden
de anlaşıldığı gibi Abdullah'ın babası Zübeyr'dir. Zübeyr b. Av-vam, Cennet'le
müjdelenmiş olan 10 mübarek sahabî'dendir. Abdullah'ın anası da Hz. Ebü Bekr'm
kızı Zatünnitakayn Esmâ'dır. Hicreti müteakip Medine'de Muhacirlerin ilk doğan
çocuğu olan Abdullah, asil bir aileye mensup olduğu gibi şahsen üstün karakter
ve meziyetlere sahip idi. O'nun takvası, cesareti ve faziletleri Süyûtinin
Tarinü'l-Hülefâ adlı eserinde anlatılmıştır. Üstün faziletleri dolayısı ile
halk tarafından çok sevilen ye sayılan Abdullah, Hicaz, Irak, Horasan ve Yemen
halkını kendisine bağlamıştı. Yezid oğlu Muâ-viye ise Mısır ve Şam halkının
kendisine biat etmelerini temin etmişti. Bilahare bunun vefatı üzerine ona biat
edenler de Abdullah'a biat ettiler. Böylece Mısır ve Şam halkı da Hz.
Abdullah'a bağlanmış oluyordu. Fakat Mervan b. Hakem çıkıp Şam ve Mısır'ı
alınca durum değişti. Buraya alınmasını yeızsiz gördüğüm ve tarih kitablarmda
detayları ile yazılı çeşitli olaylar vuku' bulduktan sonra Haccâc-ı Zâlim, Hz.
Abdullah'ı Mekke'de muhasara ve tazyik edip hicri 73'de öldürdü. (Radiyallahü
anhu ve ardahu)
[33] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/27-29
[34] Kastalânî c. 3, s. 21 Mısır
h. 1306
[35] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/29-31
[36] Nevevi'nin asrında kadınlar
örtülü oldukları için örtünme şartım koş-mamıştır, kanısındayım. Bugün için
kadınların tamamen İslâmi
örtünmeye riayet etmeleri şartı
da koşulur, yoksa gitmesi haramdır.
[37] Müslim'in şerhi Nevevf c. 4,
s. 15-16, Mısır h. 1306
[38] İbn-i Âbîdîn c. 1, s.
418-419 Mısır
[39] Nihayetü'I-Muhtac
Şerhü'l-Minhac c. 1, s. 515 Mısır
[40] Abdullah b. Mugaffel'in Hal
Tercemesi
Abdullah
b. Mugaffel Mfözenîdir. Sahabilerin meşhurlarmdandır. Rıdvan bîa-tmdanda
bulunanlardandır. Hz. Ömer'in hilafet devrinde Basra'ya gönderilen 10 kişilik
Müderris hey'etine dahildir. Kendisinden 43 hadis mervidir. Tebûk savaşına
fakirliğinden ve binitsizîikten katılamıyan ve bu yüzden duydukları derin
üzüntüden ağladıkları için Bâkiyn (= ağlayanlar) lâkabını alan ve haklarında
Tevbe sûresinin 92.âyet inip savaşa katılmayışlarının meşru' mazerete dayalı
oluşu Kur'an'la tescil edilenlerdendir. Bu ayet O'nun ve arkadaşlarının savaşa
katıl-mamaktan duydukları üzüntü ve ağlayışlarının ihlashhğmı da tevsik eder.
Abdullah
b. Mugaffel (R.A.) h. 57'de başka bir rivayete göre 6ü'da vefat etti.
[41] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/31-32
[42] Ubade bin Sâmit (R.A.)'ın Hal
Tercemesi
Ebü'l-Velid
künyesi ile anılan UMde (R.A.) Ensar'ın Hazreç kabilesindendir. Hicretten evvel
vuku bulan meşhur Akaba'nm her iki görüşmesinde bulunmuş, Bedir savaşma katılmış,
Ensâr'm Nakîblerindendir. Resûlullah, hayatta iken Kur'-an-i Kerim'i hıfz
edenlerdendir. Hz. Ömer'in halifeliği devrinde Şam halkına Kur'-an-ı Kerim'i ve
İslâm dininin emirlerini talim etmek üzere kendisi, Muâz b. Cebel ve
Ebü'd-Derdâ Halife tarafından Suriye'ye gönderilmişti. Kendisinin bu seferde
Filistin'de görev yaptığı rivayet ediliyor. Remle'de bir rivayete göre de
Ku-dus'ta hicrî 45 yılında vefat etmiştir.
[43] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/33-35
[44] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/35-36
[45] Bu hadis, Kütüb-i Sitte
sahihlerinden yalnız müellifin rivayet ettiği hadislerdendir.
Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 1/36-37
[46] Ebû Seleme'nin Hal Tercemesi
îbn-i
Maceh'in Sünen'inde Abdest bahsinde geçen (485 no.lu) bu hadisin metninde daha
tafsilat olduğunu söylemiştim. Hadis'in senedinde râvi Ebû Seleme'nin,
Abdurrahman b. Avf'm oğlu olduğu tasrih edilmiştir. Bilindiği gibi aynı künyeyi
taşıyan başka sahabiler ve Tabiin vardır. Ebû Seleme, Abdurrahman b. Avf'ın
oğludur. (R.A.). Tabiin'in büyüklerinden ve Medine'nin meşhur alimlerindendir.
İmam Malik, Ebû Seleme künyesinin onun adı olarak kullanıldığını söyler. Fakat
adının Abdullah olduğunu söyleyenler de vardır. Ebû Seleme, babası
Abdurrahman'dan az hadis rivayet etmiştir. Hz. Osman, Hz. Âişe, Ebû Katade, Ebû
Hüreyre, Hassan b. Sabit (R.A.) gibi bir çok Sahabi'den hadis rivayeti vardır.
Kendisinden de Salim, Ebü'n-Nadr, Sa'd b. İbrahim el-Kadi, Ebü'z-Zinâd, Zührî,
Yahya b. Said, Yahya b. Ebi Kesir, Muham-med b. Amr ve başkaları hadis rivayet
etmişlerdir. Zühri diyor ki; Urve bin Zü-beyr Îbnü'l-Müseyyeb, Ebû Seleme ve
Ubeydullah b. Abdillah'ı birer derya olarak buldum.
Ebû
Seleme, çok kuvvetli fıkıh ilmine sahipti. İbn-i Abbâs (R.A.) ile ilmi münazara
yapardı. Hicrî 94 veya 104 tarihinde vefat etti. (Bak : Tezkiretü'l-Huffsz sh.
63 Mekke h. 1374)
[47] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/37-38
[48] Es-Senedî Sh. 8 Mısır . 1313
Sünen-i İbni Mâce
Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 1/38-39
[49] Âmr b. Meymûn (R.A.) nün Hal
Tercemesi
Amr
b. Meymûn Ebü Yahya el-Kufî el-Evdi'dir. Cahiliyet devrini İdrak etmiştir.
Fakat peygamber (S.A.V.) ile görüşmemiştir. Ömer, Muaz b^ Cebe1 gxw büyük
sahabilerden hadis rivayeti vardır. Kendisinden de ŞaT>ı, Saıd b Cubeyr ve
Ebû İshak rivayet etmiştir. Ebû İshale O'nun 60 ve bir rivayette 100 hacve Umre
ettiğini bildirmiştir, tbn-i Mum O'nun sika olduğunu söylemiştir edu Naim-in
dediğine göre h. 74 yılında vefat etmiştir. (Bak : Hulasatu Tez. Teh. Sah. 294
Bulak h. 1301)
[50] Bu hadis zevâid türündendir.
Bunun isnadının sahih olduğu ve Buharı ile Müslim'in bunun senedindeki bütün
ravileri hüccet saydıkları zevaid'de belirtilmiştir.
Sünen-i İbni Mâce
Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 1/39-40
[51] Muhammed b. Sîrîn'in Hal
Tercemesi
Muhammed
b. Sirîn Ebû Bekr Mevlâ Enes b. Malik (R.A.) yüce âlim ve^ üstün takva sahibi
olarak tanınır. Hz. Osman'ın hilafetinin bitimine iki yıl kala doğduğu, kardeşi
Enes b. Şîrîn tarafından haber verilmiştir. Ebu Hureyre, îmrân b. Hüseyn, İbn-i
Abbas, İbn-i Ömer (R.A.) gibi büyük Sahabiler'den hadis rivayet etmiştir.
Kendisinden de Eyyup, îbn-i Avn, Kurret b. Halil, Ebu Hilal Muhammed b. Selîm,
Avf, Hişam b. Hassan, -Yunus, Mehdi b. Me-nnun, Cerir b. Hazım ve başka bir çok
kimseler rivayette bulunmuşlardır. (R.A.). Kendisi fıkıhta imam, hadiste Sika,
ru'ya tabirinde allâme, Vera' ve takvada reis idi. İçli diyor ki : «Fıkıhta
İbn-i Sirin'den daha takvalı ve takvada ondan fazla fıkıhçı kimseyi görmedim.» îbn-İ
Avn da : gözlerim İbn-i Sîrîn'in mislini görmedi. İbn-i Avâne de : İbn-i
Sîrin'i gören herkes derhal Allah Taalâyı hatırlar,» demiştir. H. 110. yılın
Şevval ayında vefat etti. (Bak : Tezkiretü'l-Huffaz Sh. 77, 78 Mekke h. 1374)
[52] Enes b. Malik'in Hal
Tercemesi
Enes
(R.A.), Ensar-i Kiram'dan olup Medine'nin Benî Neccâr kabilesine mensuptur.
Hicretin başından peygamber (S.A.V.)ın vefatına kadar 10 yıl devamlı olarak
Besûlullah'm hizmetiyle müşerref olmuştur. Bedir savaşma da katıldığı İbn-i
Sa'd tarafından beyan edilmiştir. Peygamber (S.A.V.)in sohbetine uzun süre
devam ettiği için kendisinden 1286 hadis rivayet edilmiştir. Bunlardan 128 hadisi
Buharı ile Müslim ittifakla, 80 tanesini yalnız Buharı, 70'ini de Müslim tek
başına rivayet etmişlerdir. Enes (R.AJ, Ebu Bekr, Ömer, Osman, Übey b.
Kâ"b ve başka zatlardan rivayet etmiştir. Kendisinden de Hasan-ı Basrî,
Zührî, Kata-de, Sabit el-Bennâni, Hümeyd-i Tavil, Süleyman-i Teymi, Yahya b.
Saîd el-Ensârî ve emsali bir çok zat rivayette bulunmuşlardır.
Enes
(R.A.)in vefat tarihi (h. 90, 91, 92, 93) diye muhtelif rivayetler vardır.
Hulasa,
Enes'in 100 yaşı mütecaviz iken vefat ettiği ve Basra'da en son vefat eden
sahabî olduğu bildiriliyor. (Bak ; Tezkiretü'l-Huffaz sah. 44 Mekke h. 1374,
Huiasatu Tez. Teh. Sah. 40, 41 Bulak h. 1301)
[53] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/40-41
[54] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/41-42
[55] Miftahü'l-Haceh Şerhu İbn-i
Maceh Sah. 4
[56] Abdurrahman b. Ebî Leylâ
(R.A.)'ın Hal Tercemesi
Abdurrahman
b. Ebi Leyla Ebû İsa el-Ensârî el-Kûfi, fıkıhçilıkla tanınırdı. Osman, Ali,
îbn-i Mes*ud, Ebu Zer ve başkalarından hadis rivayet etmiştir. Hz. Ömer'in
hilafeti zamanında Medine'de doğmuştur. İbn-i Sirîn diyor ki: Bir ara onun ilim
sohbetine katıldım. Arkadaşları bir emîre gösterilebilen saygı ile ona hürmet
ederlerdi. Ebû HÜsaynVien rivayet edildiğins göre Haccac onu kadılığa tayin
etti. Sonra azletmekle de durmadı. Hz. Ali'yi kötülemeye zorladı ve bu sebb (=
kötülemenin gerçekleştirilmesi yolunda dövdürtdü. « Fakat İbn-i Ebi Leyla
Haccac'm hiç bir emeline alet olmadığı gibi baskı ve tehdidlere rağmen Hz. Ali
aleyhinde bir şey söylemedi. Bilahare İbnü'l-Eş'as ile çıkıp gitti. H. 82 veya
83 yılında vefat etti.
[57] Zeyd b. Erkam (R.A.)'m Hal
Tercemesi
Zeyd
b. Erkam b. Zeyd b. Kays b. Nu'man b. Malik b. Ağar b. Sa'lebe b. -Amr, Hazreç
kabilesindendir. Hendek savaşma ve bundan başka 17 savaşa fi'len katılmıştır.
Son zamanlarda Kûfe'de ikamet ederdi. 90 hadis rivayet etmiştir. Bundan
dördünü Buharî ve Müslim mtittefikan, ikisini yalnız Buharî ve altısını yalnız
Müslim almıştır. Kendisinden hadis rivayet edenlerin başında Abdurrahman b. Ebî
Leyla, Tavus, Muhammed b. KâT) ve Nadr b. Enes gelir. Bir ara gözlerinden
rahatsızlandığında Resûlullah (S.A.V.) ona uğramıştır. Kendisi Hz. Ali'nin çok
yakın ahbaplarından idi, Sıffîn'de Hz. Âli'ye refakat etmişti. H. 63 veya 68'de
vefat etmiştir.
[58] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/42-44
[59] Şa'bî'nîn Hal Tercemesi
Şa'bi
Eİm Arar Âmir b. Şerâhîl el-Hemedânî el-Kufî (R.A.) rivayete göre Hz. Ömer
(R.A.) in hilafeti devrinde doğmuştur. Hicri 17. yılda doğduğunu söylediği
rivayet edilmiştir. Fıkınçı, hadisci ve çeşitli ilim dallarında maharetli İdi.
Hadis
aldığı başlıca zatlar :
Ali,
İmran b. Huseyn, Cerir b. Abdillah, Ebû Hüreyre, İbn-i Abbas, Aişe. Abdullah
b. Ömer Adi b. Hatim, Muğire b Su*be ve Fatıma b. Kays : Radiyallahü anhüm.
Kendisinden
hadis alanların bashcalan :
İsmail
b* Bbî Halid, Eş'as b. Savvâr, Dâvud b. Ebi Hind, Zekeriyya b. Ebi Zaide,
Mücalid b. Said, el-A'meş, Ebu Hanife (O, Ebû Hanife'nin en büyük üstadıdır.),
İbn-i Avn, Yunus b. Ebi İshak ve Sırrı b. Yahya'dır. (Radiyallahü anhünı).
Vâkidi,
Şa'bî'nin Himyerilerden olduğunu söyler. Bir kardeşi ile ikiz doğmuştur.
Tabiinin âllâmesi olarak nam almiştır. 500 sahabl ile görüştüğünü söylemiştir.
Mekhul, «ben Sadî'den üstün âlim görmedim» der. Ebu Huseyn de Sadî'den daha
fıkıhçı kimseyi görmediğini söyler. Ebu Bekr el-Hüzeli diyor ki; îbn-i Şîrîn
bana Şa'bî'nin ilim sohbetine devam etmemi tavsiye edip dediki bir çok sahabi
varken fetva için ŞaTsi'ye müracaat ediliyordu.
İbn-i
Üyeyne de : «İbn-i Abbâs, Şa*bî ve Sevri'nin her birisi kendi zamanının en
üstün âlimi idi» demiştir.
İbn-i
Şîrîn de diyor ki ben Kufe'ye gittim. Bir çok sahabî bulunduğu halde Şa'bî'nin
etrafında büyük bir ilim halkasını buldum.
El
Heysem b. Adî*nin Mucalid'den rivayet ettiğine göre Şa'bi demiştir ki : İlk
salih zatlar fazla hadis rivayetinden hoşlanmazlar idi. Eğer eskiden de şimdiki
görüşte olsaydım hadis ehlinin ittifakla kabul ettiklerinden başka hadis
rivayet etmezdim.
Şa'bi'nin
faziletleri ve ilmî kudretinin değeri pek üstündür. Bunları gereği gibi burada
izah edemiyeceğimiz malumdur. Bu kadarla iktifa edelim. Geniş izahat
istiyenler Tezkiretü'l-Hüffaz'm 79-88 sahifelerine müracaat etsinler. Şa'bi'
bir rivayete göre h. 103'te vefat etmiştir.
[60] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/44-45
[61] Tâvus'un Hal Tercemesi
Tavus
b. Keysan Ebû Abdirrahman el-Yemânî'dir. Zeyd b. Sabit, Âişe, Ebu Hüreyre, Zeyd
b. Erkam İbn-i Abbas (R.A.) ve başka zatlardan hadis rivayet etmiştir
Kendisinden de oğlu Abdullah ile Zührî, İbrahim b. Meysere, Ebü'z-Zübeyr
el-Mekkî, Hanzala b. Ebi Süfyan ve başkaları rivayet etmişlerdir. Kendisi
Ye-men'in en büyük âlim ve âmili idi. Amr b. Dinar : «Tavus gibi görmedim.»
der. Kays b. Said de : «Basra'da İbn-i Şîrîn nasıl eşsiz idi ise Tavus da bizde
(Yemende) öyledir.» der. İlim yönünden üstün olduğu gibi zühd ve takvada da
üstün idi. Yemen emîri bir defa ona 500 altıii hediye gönderiyor, fakat kendisi
almıyor. Tavus Yemen ehlinin üstadı, müftüsü ve bereketi idi. Yüce bir mevkii
vardı. Çok hac yapardı. Hac mevsiminde Mekke'de iken terviye (arafeden bir
önceki güne terviye denir.) den bir gün evvel hicri 106 da vefat etti. Cenaze
namazı Emevîlerin halifelerinden Hişam b. Abdilmelik tarafından kıldırıldı.
Allah rahmet eylesin. (Bak :
Tezkiretü'l-Huffaz S. 90 Mekke 1374)
[62] Hırçın ve uysal deveye
binmekten maksad halkın hadis rivayeti hususunda ihtiyat-ı terkedip
sağlam-çürük, iyi-kötü demeden ulu orta hadisleri nakletmeye girişmeleri
demektir.
[63] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/45-47
[64] Es-Sindî S. 8 Mısır h. 1313
[65] Karaza b. Ka*b b. Su'lebe b.
Amr, Ensar'ın Hazreç kabilesindendir. Uhud ve ondan sonraki savaşlara
katılmıştır. Hz. Ali zamanında Küfe kadılığı yaptı ve onun devrinde irtihal
etti. Şa'bî ve Âmir b. Sa'd el-Bece!i kendisinden rivayet etmişlerdir. Hulasa
Sah. 315 Bulak 1301
[66] Bu hadîs yalnız müellifin
rivayet ettiği zevaid türündendir.
[67] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/47-51
[68] b. Yezîd (R.A.)ın Hal
Tercemesi
Saib
b. Yezid b. Said b. Sümame el-Kindi.
tbn-i
Uht-i Nemir diye tanınır. Sahabi oğlu Sahabî'dir. Rivayet ettiği hadislerden
bir tanesinde Buharî ve Müslim ittifak etmişlerdir. Buharî ayrıca 5 hadisini
almıştır. Kendisinden hadis rivayet edenlerin başında Yezid b. Haslfe, İbrahim
b. Karız, Zührî ve Yahya b. Said gelir. Babası Veda haccma giderken 7 yaşında
olan Saib'e de Hac yaptırdı. Hicrî 86 veya 91 yılında Medine'de vefat etti. Bir
rivayete göre Medine'de en son vefat eden Sahabi bu zattır. (Bak : Hulasa : S.
132)
[69] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/51-52
[70] Sindi s. 9 Mısır İ313
[71] Ebû Said-i Hudrî <R.A.)'ın
Hal Tercemesi
tsrai
Sa'd bin Mâlik olan Ebû Said Sahabî oğlu Sahabî'dir. Babası Mâlik b. Sinan
(R.A.) Uhud gazasının mübarek şehidlerindendir. Uhud savaşı vuku bulduğunda
Ebû Saîd henüz 13 yaşında olduğu için savaşa götürülmemişti. Fakat ondan
sonraki savaşlarda ve Hudeybiye Biatmda bulunmuştur. Kendisi sahabîlerin âlim
ve fakihlerindendir, O*ndan 1170 hadis rivayet edilmiştir. Bunlardan 26 hadisi
Buiıari ve Müslim ittifakla, 26 tanesini Buharî ve 52'sini Müslim yalnız rivayet
etmiştir. Tarık b. Şihab, Said İbn-i Müseyyeb, ŞaTsî ve Nafi gibi bir çok Tabii
kendisinden hadis rivayetinde bulunmuşlardır. Vakidi, h, 74'de vefat ettiğini
yazar. (Bak : Hulasa : S 135) Sünen-i İbni
Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 1/52-53
[72] Câfer b. Abdullah (R.A.)'m
Hal Tercemesi
Ebu
Abdillah Cabir (R.A.) Ensarî ve Selemî'dir. İkinci Akabe görüşmesine katılan 70
küsur Ensa* arasmda yer alır. Bizzat Peygamber (A.S.)'den ilim ve feyiz almış
zamanının Medine Müftüsü idi. Bedir savaşında bulunup bulunmadığında ihtilaf
vardır. Fakat Hendek'te ve Bîatü'r-Ridvan'da bulunduğu katidir. Ayrıca 19
savaşa katılmıştır. Müksîrin (çok "hadis rivayet eden) olan 6 sahabîden birisidir.
O"ndan 1540 hadis rivayet edilmiştir. Bunlardan 58 hadisi Buharî ve Müslim
ittifakla, 28'ini Buhari ve I2ö'sım da Müslim münferiden rivayet etmişlerdir.
Kendisinden
Şa'bî, Tavus, Ata, Said İbn-i Minâ, Ebu Zübeyr, Ebu Süfyân, Talha tbn-i Nafi,
Hasen-i Basrî, Muhammed İbn-i Münkedir ve başka pek çik zat ıivayetde
bulunmuşlardır. Bir asra yakın yaşamıştır. Hicri 78. yılda 94 yaşında iken
irtihal etmiştir. Medina'de en son vefat eden Sahabî kendisidir. Cenaze namazını
Medine Valisi Ebânİbn-i Osman kıldırmıştır. (Bak : Tezkiretü'l-Huffaz t. 43 ve
Hulasa s. 59)
[73]Ebü Katade'nin Hal Tercemesi
Ebû Katâde el-Ensari es-Selemî'nin adı
el-Haris b. Rıb'i'dir. Uhud ve diğer savaşlarda bulunmuştur. 170 hadis rivayet
etmiştir. Buharı ve Müslim birlikte onun 11 hadisini almışlar. Ayrıca Buharı 2
ve Müslim 8 hadisini rivayette bulunmuşlardır.Kendisinden hadis rivayet
edenlerin başında oğlu Abdullah, İbn'ü-1 Müseyyeb ve Mevlası Nafi' gelir.Vefat
tarihi hususunda muhtelif rivayetler vardır. En sıhhatli rivayete göre h. 54
yılında Medine-i Münevvere'de vefat etmiştir. (Bak : Hulasa s. 457)
[74] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/53-57
[75] Necm : 3,4
[76] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/57-60
[77] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/60-61
[78] Semûre b. Cündüb (R.A.) Hal
Tercemesi
Semûre
b. Cündüb b. Hilâl el-Ferazî, Basra'da otururdu. 123 hadis rivayet etmiştir.
Buhari ve Müslim onun iki hadisinde ittifak etmişler ayrıca yalnız Buharı 2
hadisi ve Müslim 4 hadisi münferiden rivayette bulunmuşlardır. Kendisinden
Abdullah b. Beride, Hasan-i Basrî ve Ebu Nadra hadis almışlardır. İbn-i
Abdi'1-Berr diyor ki : Semûre, Müksirin-i Huffaz (çok hadis belleyip rivayet
edenler) dandır. İbn-i Şîrîn de der ki: Semûre, çok güvenilir, hadiste fazlası
ile sadık, İslâmı ve müslümanları gerçekten seven bir zat idi. îbn-i
Abdi'1-Berr, onun Basra'da h. 58 veya 59 yılında vefat ettiğini söylemiştir.
Kûfe'de vefat ettiğini söyleyenler de vardır. (Bak : Hülasa Sah. 156)
[79] EI Muğîre b. Şube (R.A.)'ın
Hal Tercemesi
El-Muğîre
b. Şu'be b. Ebi Âmir es-Sakafi Ebu Muhammed, Hendek savaşı zamanında müslüman
olmuş Hudeybiye seferine katılmıştır. Rivayet ettiği 136 hadisten Buharî ve
Müslim müttefikan 9, Buharı 1 ve Müslim 2 hadisi münferiden almışlardır.
Kendisinden Hamza ve Urve ismindeki iki oğlu, Şatdi ve bir çok kişi rivayette
bulunmuşlardır. Kendisi Yemâme, Yermûk ve Kadisîye savaşlarına katılmıştır. Çok
akıllı, üstün zekâlı ve dâhi idi. El-Heysem'in dediğine göre h. 50. yılda vefat
etmiştir. (Bak : Hulâsa sah. 385 >
[80] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/61-63
[81] Nevevi'nin Müslim şerhi
mukaddime bahsi
[82] Sindi Sah. 10
[83] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/63-65
[84] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/65-67
[85] îrbad b. Sariye es-Selemî
Ebû Necih Suffe ehlindendir. Bilahare
Humusta ikamet etti. Hadis rivayet edenlerdendir. Kendisinden de Cübeyr b.
Nefir ve Halid b. Midan rivayette bulunmuştur. H. 75'te vefat ettiği rivayet
edilmiştir. Hulâsa Sah. 305
[86] ibn-i Maceh'in haşiyesi
es-Sindi s. 11
[87] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/67-68
[88] Bidat: Geçmişte örneği
olmaksızın yapılan her şeye denir. Şer-i Şerifte ise Resuiullah (S.A.V.)
zamanında olmayan bir şeyi ihdas etmektir,
hnaim Şafiî demiştir ki dinî sahada ihdas edilen şeyler iki
kısımdır.Eğer Kitap, Sünnet, Esef ye tcmâ'dan birisine ters düşerse bidat-ı^
Mezmume Jjçötüye sapıklık bid'atı) dir. Şayet bunlara aykırı olmayan birhayırlı
iş ise o, bidaü Memduha (güzel ve övgüye layık) bid'attır. Kastamnfc. 12^8. 227
Mısır h. 1306
[89] Burada yasaklanan mücadele-cedel,
bile bile batılı savunup hakkı batıl göstermeğe girişmektir. Hak ve doğruyu
araştırıp bulmak için usulü dairesinde fikir teatisinde bulunmak ve münazara
etmek bu yasağa girmez. es-Sindl sah. 13
[90] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları:
1/69-70
[91] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/70-74
[92] Hz. Aişe (R.A.)'nin hal
Tercemesi
Peygamber
(S.A.V.)'in muhterem zevcelerinden olan Âişe (R.A.) Hz. Ebûbekr-i Sıddık'm kızı
olup annesi Ümmü Rûman Bint-i Âmir'dir. Bir çok şer'î hüküm kendisinden
alınmıştır. Resûlullah (S.A.V.)'in irtihalinden sonra sahabîlerin bir müşkülü
olduğu zaman ona müracaat ederek mes'elelerini hallederlerdi Çünkü şer'ı
hükümlerin en çok konulduğu Medine devrinde kendisi Resûlullah (S.A.V.)'in yanından
hiç ayrılmadığı için herkesten daha çok dinî hükümleri bilirdi.Peygamber
(S.A.V.)'in irtihalini müteakip yarım asır yaşadığı ve bir fetva mercii
durumunda olduğu için şer'i hükümlerin dörtte birisinin ondan alındığı söylenmiştir.
Ata' îbn-i Ebi Rabah : Hz. Âişe kuvvetli fıkıhçi, üstün âlim, müslüman-lar
hakkında re'y ve içtihadında en güzel isabet eden simadır, der. Urve de : Fıkıh,
tıb, şiir ve eyyam-ı Arab konularında Âişe'den daha bilgili bir kimse görmedim
demiştir.
Sahabîlerden
bir cemaat ve Mesruk, İbnü'l-Müseyyeb, Urve. Kasım, Şa"bî, Ata, İbn-i Ebi
Müleyke, Mücâhid, İkrime, Nafi (Mevla İbn-i Ömer ve başka bir çok kimse
kendisinden hadis aldılar. Kubeyse b. Züeyb : Âişe nasın en âlimi idi. Büyük
sahabiler bile ona ilmi konularda baş vururlardı, der.
Menakibi cildleri dolduran, Resûlullah
(S.A.V.)'in haremi Hz. Âişe
(R.Â.) h. 57 veya 58'incİ yılında vefat etti. (Bak : Tezkiretü'l-Huffaz
S. 27-29)
[93] Müteşabih : Allah Taâla'nın kasdettiği mânası bilinmeyen
ayet'e denir.Meselâ «Allah'ın eli onların elleri üstündedir.» diye mana vermek
mahzurludur. Çünkü Allah'ın eli olmaz. El ile kudret veya başka biı şeyin
kasdedilmiş olması gerekir. Allah neyi kasdetmiş ise o mâna muraddır, denilir
ve böyle inanılır.(Sad) gibi bazı surelerin başında geçen ve mukatta' adı
verilen harfler de müteşabih ayetlerdendir.
[94] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/74-76
[95] Zevaid'de şöyle
denilmiştir.Zehebi bu hadisin isnadindaki bütün ra-vîlerin meçhul kimseler
olduğunu söylemiştir.
Sünen-i İbni Mâce
Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 1/77-78
[96] Tirmizi Hadîsi tahriç etmiş
ve hasen olduğunu söylemiştir.
Sünen-i İbni Mâce
Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 1/78
[97] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/78-79
[98] Kastalani : C. 12, S. 249
Mısır 1306
Bu
konuda geniş malumat isteyenler mütercimin İslâm Hukuku Tarihi adlı
tercemesinin 4. Bölümüne müracaat edebilirler.
[99] Re'y ve Kıyas hakkında vuku
bulan tartışmaya ait malumat isteyenler Mütercimin İslam Hukuku Tarihi adlı
tercemesinin 4'üncü bölümüne müracaat edebilirler.
[100] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/80-82
[101] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/82-83
[102] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/83-84
[103] Muâz bin Cebel 'ın hal
tercemesi
Muâz,
Ensar'ın Hazreç kabilesinden olup meşhur Akabe görüşmesinde 18 yaşlarında iken
bulundu. Bedir ve diğer savaşlara katıldı. Ashabın büyüklerinden,
fıkihçılanndan ve en zekî olanlarından idi.
Kendisinden
hadis rivayet edenlerin başında Enes b. Malik, Ebû Tufeyl, Eşlem Mevlâ Ömer,
Esved b. Hilâl, Esved b. Yezid, Ebu Müslim el-Hulanî ve bunlar gibi bir çok
zat gelir. Resûîullah (S.A.V.) tarafından «Helal ve haram bilgisi bakımından
Ümmetimin en bilgini Muaz'dir.» hadisi ile medh-u senaya mazhar olmuştur. Ebû
Müslim el-Hulanî diyor ki, ben Humus camiine vardım. 30 kadar yaşlı sahabî
orada ilmi konuşmalar yapıyordu. Aralarında bir genç vardı. O, hiç
konuşmuyordu. Sahabîler bir şeyde tereddüt edince o gence soruyorlardı. Ben bu
genç kimdir? diye sordum. Muaz, dediler. Hz. Ömer'in de «Fıkhî sorusu olanlar
Muaz'a varsınlar» dediği mervîdirr.
Muâz
(R.A.)'ın menakıbı çoktur. Bu kadarla yetinelim.
Hicrî
18 yılında 35 yaşmda iken Ürdün'de Taun hastalığı ile şehadet şerbetini içti.
(Bak : Tezkiretü'l-Huffaz Sah. 19-21)
[104] Bu hadis yalnız müellifin
rivayet ettiği zevâid türündendir.
Sünen-i İbni Mâce
Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 1/84-86
[105] Abdullah b. Amr b. el-Âs
(R.A.)'ın hal tercemesi
Kureyşten
olan Abdullah Mekke fethinden önce babası ile beraber hicret etmek şerefine
nail olan sahabîlerdendir. Peygamber (S.A.V.) onu babasından üstün tutardı.
Abdullah çok oruç tutar, gece namazını kaçırmaz, bol bol Kur'an-ı Kerim tilâvet
ederdi. İlme çok meraklı idi. Ebû Hüreyre (R.A.) : 'O'nun bilgisi çoktur, çünkü
o, Resûlullah (S.A.V.)'den işittiklerini yazardı ben yazmazdım.' demekle ilmî
kuvvetini ifade ederdi. Sahabiler arasında vuku bulan nizaa katılan babasını
kmardı. Diğer taraftan babası ile beraber bu işe katılmadığından baba hukukunda
kusurlu sayılması endişesini duyardı. Sıffîn'de bulundu. Fakat kılm-cını hiç
çekmedi. Ehl-i Kitabın bir hayli eserlerini ele geçirip tetkik etmiş ve çok
acaib şeylere rastlamıştı.
Kendisinden
hadis alanların başında tbnü'l-Müseyyeb, İkrime, Ebu Abdur-rahman el-Hablî, Urve-İbn-i Eb^
Müleyke ve Ebu Amr Şuayb b. Muhammed geli" Hicri 65. yılı Mısır'da vefat
etti. Tezkiretü'l-Huffaz Sah. 41-42)
[106] Zevaid'de verilen bilgiye
göre bu hadisin isnadı zayıftır.
[107] Bu tereddüt râvidendir.
[108] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/86-87
[109] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/88-89
[110] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/89
[111] Hicr, 47
[112] Cündüb ve Cündeb (iki
şekilde olabilir) bin Abdillah b. Süfyan el-Biclî el-Alakî'nin 43 hadisi var.
Buharî ve Müslim bu hadislerin 7 tanesini almışlar. Ayrıca Müslim 5 tanesini
almıştır. Kendisinden hadis rivayetinde bulunanların başında el-Hasan ve tbn-i
Şîrîn gelir. Hicrî 60. yıldan sonra vefat etmiştir. Hulasa sah. 64
[113] Zavaid'de bu hadisin
isnadının sahih ve ricalinin Sika olduğu bildiriliyor.
Sünen-i İbni Mâce
Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 1/90
[114] Tirmizi bunu tahric etmiş ve
hasen garibtir, demiştir.
[115] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/93-94
[116] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/94-97
[117] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/97-99
[118] Mücadele, 22
[119] Nahl, 106
[120] Maide, 41
[121] Nahıl, 106
[122] Mü'min, 85
[123] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/99-102
[124] Al-i îmran, 19
[125] Zariyat, 35-36
[126] Hücürat. 14
[127] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/102-105
[128] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/106
[129] Müslim'in Şerhi Nevevî
Kitabü'l-İman l. Bab.
[130] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/106-109
[131] Zevaid'de şöyle denilmiştir
: Alimler, râvî Ebü's-Salt'm zayıflığı üzerinde ittifak ettikleri için bu
hadîsin isnadı zayıftır.
[132] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/109-112
[133] Sindi 18, 19
[134] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/112-113
[135] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/113-114
[136] Müslim'in Şerhi Nevevî C, 1,
Sah. 437-438
[137] Kastalânî C. 1, Sah. 219-220
[138] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/114-116
[139] Müslimin şerhi Nevevî c. 2,
sah, 2,3
[140] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/117-118
[141] Zavâid'de bu senedin zayıf
olduğu yazılıdır.
Sünen-i İbni Mâce
Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 1/118-120
[142] Sindi Sah. 19
[143] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/120-122
[144] Hadisin isnadının zayıf
olduğu Zevâid'de beyan edilmiştir.
[145] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/122-124
[146] Müslim'in şerhi Nevevi C. 1,
Sah. 247-252
[147] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/125-127
[148] Sünen-i Ebi Davud
Kitabü's-Sünneti Kader babı
[149] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/127-130
[150] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/130-134
[151] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/134-136
[152] Müslimln Şerhi Nevevl Kader
kitabı
[153] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/137-140
[154] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/140-142
[155] Müslim'in Şerhi Nevevİ
Kitabü'l-Kader, Bab-u Hicâcİ Âdem ve Musa.
[156] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/143-145
[157] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/145-146
[158] isrâ, 15
[159] Müslim'in şerhî
Nevevî Kitabü'l-Kader Bab-u mâna Külli Mevludin.
[160] Kamer, 48,49
[161] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/146-149
[162] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/149-150
[163] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/150-152
[164] Adiy bin Hatim (R.A.)'in Hal
Tercemesi
Bu
zât, cömertliği ile dillere destan olan meşhur Hatem-i Tayy'in ahfadın-dandır.
Asîl ve necîb olan bu aile zincirinin beşinci halkasını da fasahat ve belagatı
ile iştihar eden İmriü'1-Kays teşkil eder. Bu Muallâka şairi İmri'1-Kays değildir.
Adiy bin Hatim hicretin 7'nci yılında kabilesi adına elçi olarak Medine'ye
gelmiş ve kabilesinin toplu halde müslümanhğı seçtiklerini Resûl-i Ekrem'e
ar-zetmiştir. Resûlullah (S-A.V.)'in huzuruna çıktığı zaman Peygamber, (S.A.V.)
üstünde oturmakta olduğu minderi asalet ve necabetine hürmeten sunarak Adiy'i
minder üzerinde oturtmuştur. Adiy de dedesi Hâtem-i Tay gibi cömertlikle meşhur
olduğu için onların hal tercemelerini yazanlar Adiy için «Cömert oğlu cömert»
ifadesini kullanırlar, Resûl-i Ekrem'in vefatından sonra Arap kabilelerinden
toplu ve dağınık halde irtidad edenler olduğu ortamda bile Adiy'in mensup
olduğu asil kabileden tek kişi irtidad etmedi. Tüm kabilesinin içtenlikle İslâmiyete
sarıldıkları bundan da anlaşılır. Peygamber (S.A.V.) zamanında zekâtını
verenlerin bir kısmı Hz. Ebû Bekr (R.A.)'in hilâfeti devrinde zekâtmı
esirgerken; Adiy ve kabilesi zekâtını kendi elleri ile Halife'ye getirip takdim
ederlerdi. Adiy, Medâ-yin'in fethine katılmıştır. Sıffîn olayında Hz. Ali
(R.A.) tarafında yer alanlardan idi.
Kendisi
Peygamber (S.A.V.) efendimizden 66 hadis rivayet etmiştir. Buhâri ve Müslim 6
hadisinde ittifak etmişlerdir. Ayrıca yalnız Buhârî 3 hadisini ve yalnız Müslim
2 hadisini rivayette bulunmuşlardır.
Kendisinden
rivayet edenlerin başında Hlşâm îbn-i Harîs Hayseme, tbn-i Ab-dirrahmân, Şa*bî
ve îbn-i Şîrîn gelir. Hülâsa'nın yazdığına göre 120 yıl yaşamakla en uzun
ömürlü Sahabîlerdendir. Kastalânî ise onun 180 yıl yaşadığına dair bir rivayeti
nakleder.
ibn-i
Sa'd, Tabakât adlı eserinde yazdığına göre Hicret'in 68'inci yılında vefat
etmiştir. (Bak : Hulâsa, sah. 261, 262)
[165] Bu hadisin isnadının zayıf
olduğu Zevâid'de bildirilmiştir.
Sünen-i İbni Mâce
Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 1/152-155
[166] Ebû Mûsa'l-Eş'arî (R.A.)nin
Hal Tercemesi
Asıl
adı Abdullah İbn-i Kays'tır. Hicretten önce Yemen'den Mekke'ye göç ederek
müslüman olmuştur. Habeşistan'a hicret edenlerden olup Hayber fethi esnasında
Ca'fer (R.A.) ile beraber oradan döndü. Resûl-i Ekrera tarafından Ye-men'e
zekât âmili olarak gönderildi. Hz. Ömer (R.A.) tarafından da Küfe ve Basra'ya
vali olarak atandı. îlim ve kıraat bakımından Ashab'in birinci tabakasına
dahildir. Güzel sesli Kur'an okuyuşu cihetiyle mümtaz bir kemâle ermiştir.
Hatta bir ara Peygamber (SJV.V.) onun kıraatim işitince, «Ebû Musa'ya Dâvud
Al-inin mizmarlarmdan bir hoş seda verilmiştir» buyurduğu mervîdir. Resûl-i Ekrem
hayatta İken fetva veren 4 büyük Sahabiden birisi Ebû Musa olup diğerleri,
Ömer, Ali ve Muâz hazretleridir. Allah cümlesinden razi olsun.
Sahih
rivayete göre Hicrî 44. yılında vefat etmiştir. (Bak : Tezkiretü'1-Huf-faz S.
23-24)
[167] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/155-156
[168] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/156-158
[169] Müslim şerhi Nevevi cilt 8
sah. 28,29 Buharî şerhi Kastalânî cilt 11. Sah. 204
[170] Sevbân'ın Hal Tercemesi
Sevbân
(Suban diyenler de vardır) künyesi Ebû Abdillah veya Ebû Abdirrah-man'dır.
Surat halkindandır. El-Hakem bin Sad'aşiretinden olduğu da söylenmiştır.
Resulullah (S.A.V.)'in âzadlisıdir. Hazer'de ve seferde Resûl-i Ekrem'den hiç
ayrılmazdı. Bilahare Şam'a yerleşti. 127 hadis rivayet etmiştir. Müslim 10 hadisini
rivayet etmiştir. Kendisinden rivayetde bulunanların başında Cübeyr bin
Nü-feyr, Halid bin Midan, Rüşdeyn bin Sa'd gelir. Hicrî 53 veya 44 yılında
Humus'ta vefat etti. (Bak: Hulasa, 58)
[171] Zevâid'de şöyle denilmiştir
: Ben Üstadımız Ebü'1-Fadl el-Karafî'ye bu hadîsin durumunu sordum. Hasen
olduğunu söyledi.
Sünen-i İbni Mâce
Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 1/158-159
[172] Sürâka bin Cüîşûm'ün Hal
Tercemesi
Sürâka
bin Malik bin Cü'şûm Ebû Süfyan Kadid'lidir. Mekke fetih günü müslüman
olmuştur. 19 hadîs rivayet etmiştir. Buharî, bir hadisini rivayet etmiştir.
Kendisinden
rivayet edenler : Cabir, İbn-i Ömer, İbnü'l-Müseyyeb, Mücahid ve oğlu Muhammed
bin Sürâka'dır. Hicrî 24. yılında vefat ettiği mervidir. Eğer bu rivayet sahih
ise İbnü'l-Müseyyeb ve ondan sonrakilerin Sürâka'dan yaptıkları rivayetler «Mürsel»
sayılır. (Bak : Kastalânî : Cild 11. Sah. 200; Hulasa : Sah. 161)
[173] Bu hadis'in senedinin sıhhat
durumunun ütraz konusu olduğu Zevâid'-de bildirilmiştir.
Sünen-i İbni Mâce
Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 1/159-161
[174] Kastalânî, cild 11. sah. 200
[175] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/161-163
[176] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/163
[177] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/163-164
[178] Hz.) Ebu
Bekri Sıddîk (Radiyallahü Anh)'İn
Fazileti Ve Kısa Hâl Tercemesi
Hz.
Ebû Bekr (R.A.), Peygamber (S.A.V.)'den 2 yıl sonra Mekke'de dünyaya şeref
vermiştir. Adı Abdullah, babası Ebû Kuhafe Osman'dır. Annesi de Üm-mü'1-Hayr
Selmâ'dir. Baba ve anne tarafından Kureyş kabilesine mensup olup KâT) oğlu
Mürre'de Resûl-i Ekrem'in nesebiyle birleşir.
Ebû
Bekr'in babası Ebû Kuhafe Mekke'nin eşrafındandır. Hz. Ebû Bekir, ilk müslüman
erkek iken; babası ancak Mekke fethinden sonra müslüman olmuştur.
Hz.
Sıddîk, müslüman olmadan önce yaşadığı 38 yıl zarfında içki içmemiş; putlara
tapmamış; hurafelerden nefret etmiş; dürüstlüğü, fazileti ve insanlığı ile
tanınmış bir şahsiyet idi.
Babası,
annesi, evlâdı ve ahfadı sahabîlik şerefine erişmiş mutlu bir aile olarak
tarihe geçmiştir. Bu yüce şeref kimseye nasip olmamıştır.
Hazret-i
Peygamber (S.A.V.)'in kayın babası ve ilk halifesidir. Hazerde ve seferde
Resûl-i Ekrem'in en sâdık ve fedai arkadaşı ve en samimî müşaviri idi.
Arkadaşlığı Kur'ân ile tescil edilmiştir. Peygamber son hastalığında namaz kıldırmak
için onu vekil etti ve bizzat onun arkasında namaz kıldı.
Sıddîk-ı
Ekber, hadislerin kabulünde çok ihtiyatlı davranırdı. İbn-i Şihab'ın Kubaysa
bin Züeyb'ten rivayet ettiğine göre ölen bir adamın cedde (= büyük an-ne)si
Halife Ebû Bekr'e gelerek mirasçı olmayı istedi. Halife, ona : «Ben senin için
Kitabü'llah'da bir hüküm bulmuyorum. Resûl-i Ekrem'in de senin için bir hisse
bulunduğunu anlattığını bilmiyorum» dedi. Ve halka sordu. Bunun üzerine Muğire
(R.A.) ayağa kalkarak: Resûl-i Ekrem'in cedde'ye südüs (1/6) hissesini
verdiğini müşahade ettim, dedi. Halife, ona : «Seninle beraber başka kimse var
mı» diye sorunca orada bulunan Muhammed bin Mesleme (R.A.) de aynı şekilde
şahadet etti. Halife de ceddeye südüs hissesini verdi. Bu olay O'nun hadise karşı
olan ihtiyatını ve saygısını göstermeye kâfidir,
Sıddîk-ı
Ekber'in hayat ve faziletleri cildleri doldurur. Bu kısa halini belirtmekle
yetinelim. Vefatı : H. 22/C. Âhir. 13, yıl (Bak : Tezkire, Sah. 5)
[179] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları:
1/165
[180] Zevaid'de şöyle denilmiştir
: Bunun Ebû Hüreyre (R.A.)'i isnadı itiraz konusudur. Çünkü ravi Süleyman bin
Mihran el-A'mes tedliscidir. Ebû Muâ-viye'de tedliscidir. Ama burada tahdis
şeklinde rivayet etmiştir. Artık tedlis gitmiştir. Senedin kalan ravileri
sıkadır.
Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/165-166
[181] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/166-167
[182] Matahti'l-Hace-nin beyanına
göre 30-4Û veya 30-50 yaş arasındakine denir.
[183] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/167-168
[184] Huzeyfe b. el-Yemân'ın Hal
Tercemesi
Huzeyfe
(R.A.) «Yemân lâkabı ile tanınan «HisI» veya Huseyl îbn-i Câbir-i Absi
(R.A.)'ın oğludur. Huzeyfe de babası gibi büyük sahabîlerdendir.Babası ile
beraber Yemen'den Medîne-i Münevvere'ye gelerek Evs kabilesinden Benû
Abdü'l-Eşhel'in yanında yerleşmişlerdir.Evs ve Hazreç kabileleri aslen Yemen'den
gelme oldukları için bunlara «Yemânî» denilir. Uhud savaşında baba,
müs-lümanlar tarafından hataen öldürülmüştür. Hz. Huzeyfe, bu katil hâdisesi
üzerine Resûl-i Ekrem tarafından kendisine ödenen diyeti bile fakirlere sadaka
olarak aağitma âli cenablığını göstermiştir.
Hz.
Huzeyfe (R.A.) Halife Hz, Ömer (R.A.) tarafından Selmân-ı Fârisî (R.A.)'den
sonra Medâyine vali olarak atandı ve ömrünün sonuna kadar bu görevde kaldı.
Hz. Osman (R.A.)'ın şehadetini müteakip Hz. Ali (R.A.Vye biat ettikten 40 gün
sonra vefat etti.
Huzeyfe
(R.A.) Hazretleri Resul-i Ekrem'in sırlarına vâkıf idi. Peygamber Efendimiz ona
sırlarını söylediği için O, herkesten fazla münafıkların ahvalini ve ilerde
meydana gelecek fitnelerin durumunu bilirdi. Hatta «Kıyâm.et gününe kadar
olmuş ve olacak, şeyleri Resûlullah bana söyledi», demiştir. Hz. Ömer (R.A.)
Medine-i Münevvere'de bir cenaze vuku bulduğunda, Huzeyfe (R.A.)'yi gözetlerdi.
Onu cemaat arasında bulunca cenaze namazına katılırdı. Huzeyfe"yi cemaat
içinde görmeyince ölünün münafıklardan olduğu şüphesini duyar ve cenaze namazını
kılmazmış.
Tirmizi de Hz. Huzeyfe (R.A.)'den rivayet edildiğine
göre Peygamber'e :
«Yâ
Resûlallah! Birisini halife etsen» diye teklif yapılmış, Resûlullah (S.A.V.) de
cevaben :
«Eğer
ben bir halife tayin etsem, siz de ona itaat etmezseniz azaba uğrarsınız. Fakat
Huzeyfe size ne söylerse dediğine inanınız. Abdullah b. Mes'ud da Kur'an'i
nasıl okutursa öylece okuyunuz» buyurmuştur.
Hz.
Ömer (R.A.), kendi zamanında fitne kapısının açılıp açılmıyacağım Hu-zeyfe'ye
sormuş ve ; Hayır senin halifeliğin devrinde açılmıyacaktır, cevabını almıştır.
[185] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/168-169
[186] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/169-172
[187] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/172-173
[188] (Hz.) Ömer (Radiyauahü
Anh)'In Fazlletî Ve Hâl Tercemes!
Hz.
Ömer (R.A.) Fil olayından 13 yıl sonra Mekke'de doğdu. Adı İslâmiyet-ten sonra
da değişmedi. Babası Hattab'tır. Annesi ise Hanteme veya Haysame binti
Haşim'dir. Kureyş kabilesinin ileri gelenlerindendir. Baba tarafından Resûl-i
Ekrem (S.A.V.) ile Kâ'b bin Lüey'de birleşir. Peygamber ile Kâ'b arasında 7,
Ömsr ile Kâ'b arasında 8 baba bulunur. Ebu Bekr-i Sıddık (R.A.) ise Kâ'b oğlu
Mür-re'de Peygamberle birleşiyor.
Bedir
savaşının vuku bulduğu gün Resûhıllah (S.A.V.) tarafından ona «Ebû Hafs»
künyesi verildi. Hafs, arslan yavrusu demektir. Darü'l-Erkam'da müslüman olduğu
gün de Resûl-i Ekrem ona «Faruk» lâkabını taktı. Faruk : Hak ile batılı
birbirinden ayırd eden anlamına alındı. Hz. Ömer'in hak dini seçmesi ile
müslü-manların sayısı kırkı buldu, o gün müslümanlar dışarı çıkarak
İslâmiyetlerini ilân ettiler.
Hz.
Ömer (R.A.) de Resûl-i Ekrem'in kayın pederi ve ikinci halifesidir. Cesareti,
kahramanlığı, adaleti ve dirayeti ile dünyaya nam salmıştır.
Hadis
rivayeti hususunda çok titiz idi. Ashab'tan yalnız bir kişinin rivayet ettiği
hadisin sıhhatında tereddüt ettiği zaman duraklar ve tetkik ederdi. Nitekim
Ashab'tan Ebu Musa el-Eş'arî (R.A.) Hz. Ömer (R.A.)'in kapışma varır, 3 defa
açıktan selâm vermekle içeriye alınması için izin ister. İzin verilmeyince geri
döner. Ömer (R.A.) arkasına adam göndererek çağırtır ve geri gidişinin
sebebini sorar Ebu Musa, (R.A.) Resûl-i Ekrem (S.A.V.)'in : «Biriniz 3 defa
selâm verip cevap alamayınca geri dönsün» buyurduğunu bildirince, Hz. Ömer
(R.A.) : «Be-hemhal ya sen bu hadis için şâhid getirirsin ya da ben sana
(bildiğimi) yaparını», dedi. Ravî Ebu Said (R.A.) diyor ki : Ebu Musa (R.A.)
yanımıza, rengi değişmiş olarak vardı. Sana ne oldu diye sorduğumuzda hadiseyi
anlattı ve içinizde bu hadisi işiten var mı? diye sordu. Biz, hepimiz işittik
dedik. Onlardan birisi kalkıp Ebu Musa (R.A.) ile Hz. Ömer (R.A.)'in yanına
giderek şâhidlik yaptı.
Hz.
Ömer, (R.A.) Ebu Musa'yı teyid edecek bir şahidin bulunmasını istemekle
hadisin sıhhati için titizliğini belirtmiş oluyor. Buna benzer örnekler pek çoktur.
Onun faziletleri ve hayat safhaları ile başarıları, ciltleri doldurur. Biz bu
kısa hal tercemesi ile iktifa edelim.
Hz.
Ömer, hicrî 23. yılın Zilhicce ayının sonunda şehid edildi. Kuvvetli rivayete
göre 63 yıl yaşadı. Allah ondan razı olsun. (Bak : Tezkire, sah. 8)
[189] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/173-175
[190] Hadisin râvilerinden
Abdullah bin Hirâs el-Havşabi'nin zayıf olduğunda ittifak edildiği gerekçesi
ile Zevaid müellifi Nuruddini'l-Heysemî yazan bu isnadın zayıf olduğunu, fakat
İbn-i Hibban'ın bu râviyi sika sayıp hadisi kendi sahihinde aynı sened ile
tahriç ettiğini söylemiştir.
Sünen-i İbni Mâce
Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 1/175
[191] Übeyy bin KâT>'ın Hal
Tercemesi
Übeyy
b. Kâ'b b. Kays Ebü'l-Münzir Hazreç kabilesinin Neccâr kulundandır. Ashab
içinde Kıraati en kuvvetli olan zat olduğunu söyleyenler vardır. Ona
Sey-yidü'l-Kurrâ denirdi. Bedir ve diğer savaşlara katıldı. Resûl-i Ekrem
(S.A.V.)'den Kur'an dersini aldı. İlim ve ameli şahsında toplıyan zatlardan
olup menkıbeleri çoktur.
Kendisinden
hadis alanların başında Ebü Eyyûb-i Ensârî, tbn-i Abbas, Suveyd bin Gufle ve
Ebu Hüreyre gelir. Ayrıca bir cemaat ondan hadis almıştır.
Rebi
bin Enes'in Ebü'l-Âliye'den rivayet ettiğine göre adamın biri Übeyy- Hazretlerine
: Bana tavsiyede bulun, dedi. Übeyy
(R.A.), ona :
«Kur'an-ı
kendine önder yap; Onun hâkimliğine ve hakemliğine râzî ol; Çünkü, şefaatçi,
dosdoğru şâhid ve uyulması gerekli olan Resulünüz (S.A.V.) gidince onu bıraktı.
Onda; sizden, sizden önceki insanlardan ve sizden sonra gelecek insanlardan
haber ve bahis var. Aranızda tatbiki gerekli hüküm de onda mevcuttur», dedi.
Hz.
Ömer, (R.A.) Übeyy'e hürmet ve ikramda bulunur ve ona fetva sorardı. Vefat
ettiği gün Ömer (R.A.) : «Bu gün müslümanlann seyyidi (büyüğü) vefat etti»,
dedi.
Übeyy
H. 19. ve bazı rivayetlere göre 22. yılında Medine-i MÜnevvere'de vefat etti.
Allah ondan râzî olsun. (Bak : Tezkire :
16)
[192] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/176
[193] Zevaid'de : Âişe (R.A.)
hadisinin zayıf olduğu, çünkü bazı alimlerin, ravi Abdülmelik b. el-Macişûn'u
zayıf saydıkları, fakat îbn-i Hibban'm onu sika saydığı, hadisin ravilerinden
ez-Zenci (Müslim) bin Halid'in, Buharî'ye göre hadisleri münker bir kişi
olduğu, Ebû Hatim, Nesâi ve diğerlerinin de mezkûr râ-viyi zayıf saydıkları,
ama İbn-i Hibban ve İbn-i Mûîn tarafından sika kabul edildiği ifade
edilmiştir.
Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/176-178
[194] Abdullah bin Selime
el-Müradî el-Kûfî, Ömer, Ali, Muaz ve Safvan bin Assai (R.A.)'dan rivayette
bulunmuştur. Kendisinden de Amr bin Mürre, Ebû Zübeyr el-Mekkî ve Ebu İshak
es-Sübey'î rivayet etmişlerdir. El-İclî onu sika saymıştır. Hulasa, sah. 200.
[195] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/178-180
[196] Kastalânî, cild 7, sah. 344
[197] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/180-182
[198] (Hz.) Osman (Bln Affan)
(Radiyallahü Anh)'M Fazîletî Ve Kısa Hal Tercemesî
Hz.
Osman (r.a)'ın meşhur künyesi «Ebû Amr»'dir. Ayrıca, Ebû Abdillah ve Ebû Leylâ
İle de künyelendiği olmuştur; («Zü'n-Nûreyn, = iki nur sahibi) de lâkabıdır. Bu
lâkabın kendisine veriliş sebebi; kendisinin, Peygamber (s.a.v)'in kızı Rukiyye
ile evlenmesi ve onun vefatı üzerine öbür kerîmesi Ümmü Gülsüm ile izdivacı
gibi hiç kimseye nasip olmayan bu yüce şerefe erişmiş olmasıdır.
Miftâhü'1-Hace,
bu lâkabın verilişi yolunda iki ayrı sebep daha zikretmektedir : Birisi,
kendisinin Nûr olan Kur'an-ı Kerim'i bir Vitir namazında hatmetmesi ve Teheccüd
(gece namazı) ibadetine devam etmesi; diğer sebep de Cennet'e gireceği zaman
şimşek gibi parlayan iki Nurun ona ihsan edilmesidir.
Hz.
Osman (r.a.)'da beşinci babası olan Abdi Menaf'ta Resûl-i Ekrem (s.a.v.) ile
birleşir. Resûlullah'm 3'üncü halifesi ve Ebû Bekir ile Ömer'den sonra ümmetin
en üstün simasıdır. Dâre-Kutnî'nin rivayet ettiğine göre Hz. Ali (R.A.)'nin
yanında bir ara Hz. Osman (r.a.)'dan bahsedildiğinde : «Osman öyle yüce bir
zattır ki; gökte bile ona 'Zün-Nûreyn' denilir» demiştir, Hz. Osman (r.a.),
Kur'an nüshalarını çoğaltıp merkezî illere gönderdi. Horasan ve Mağrip
mıntıkaları onun hilâfeti devrinde fethedildi. Cennetlik olduğu, Peygamber
(s.a.v.) tarafından müjdelendi. Habeşistan'a ve Medine'ye hicret buyurdu.
Kendisinden
hadis rivayet edenlerin başında; oğullan Amr, Ebân, Saîd ve mevlâsı Hamran ile
Enes bin Mâlik, Ebû Umâme b. Sehl, el-Ahnef bin Kays, Saîd bin
el-Müseyyeb,EbûVâil,EbûTârik bin Şihâb, Ebü Abdurrahman es-Selmî, Alka-me bin
Kays ve Mâlik bin Evs bin -Hadsan gelir. Bedir ehlinden sayılmıştır. Hilâfetten
çekilmesi için yapılan baskı \e tehditlere karşı sabretti. Nihayet kendi evinde
Kur'an tilâveti ile meşgul iken H. 35 yılı 18 Zi'1-Hicce Cuma günü 80 kusur
yasında iken şehid edildi. Hz. Ali'den yaklaşık olarak 18 yaş büyük idi. îlmi,
ameli, orucu, teheccüdü, cihadı, cömertliği, İslâm uğrunda büyük malî
fedâkârlığı, sıla-ı rahmi ve daha bir çok meziyetleri ile Üstün bir mevkii var
idi. Allah ondan râzî olsun. Ve Rafizîlerin cezasını versin.
Hz.
Osman (R.A.) için de diğer halifeler gibi müstakil eserler yazılmış olup
faziletleri, hizmetleri ve hayatı hakkında geniş malûmat isteyenler onlara
müracaat edebilirler.
[199] Hadisin isnadmdaki
râvilerden Osman b. Hâlid, hadisçilerin ittifakı İle zayıf sayıldığı için bu
isnadın zayıf olduğu Zevâid'de belirtilmiştir. Fakat Tirmizî bu hadisi, Talha
bin Ubeydullah yolu ile rivayet etmiş ve isnadının kuvvetli olmayıp «Garib»
olduğunu ifade etmiştir.
Sünen-i İbni Mâce
Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 1/183
[200] Bu hadisin senedinin bundan
öncekinin senedi gibi olduğu Zevâid'de bildirilmiştir.
Sünen-i İbni Mâce
Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 1/183-185
[201] Kâ"b bin Ücra bin
Ümeyye bin Adi, Ebu Muhammed, Medine'Iidir. 47 hadis rivayet etti. Sahihayn 2
hadisini ittifakla ve Müslim münferiden 2 hadisini almıştır. Oğullan Muhammed,
îshak ve Abdülmelik rivayet etmişler. Hulâsa sah. 321
[202] Seneddeki râvilerden
Muhammed bin Sirin'in Kâ/b bin Ucra'dan hadis işitmediği, Ebû Hâtem tarafından
beyan edildiği, oysa bu isnadda Muhammed bin Sirin'in Kâ*b'ten rivayette
bulunduğu görüldüğü için Zevâid müellifi, bu isnadın «Munkati» ( kesik)
olduğunu ve isnaddaki diğ*r bütün ravilerin sika olduğunu söylemiştir. Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/185-186
[203] Nu'man Bin Bestr'in Hal
Tercemesî
Nu'man
bin Beşir (R.A.) Ensar'm Hazreç kabilesine mensup olup hicrette ilk doğan
EnsârTdir. 124 hadîs rivayet etmiştir. Buhar! ve Müslim 5 hadisinde İttifak
etmişler. Ayrıca Buharı bir hadisini, Müslim de 4 hadisini münferiden rivayette
bulunmuşlardır.
Kendisinden
hadis rivayetinde bulunanların başında oğlu Muhammed, Mev-lâsı Habib b. Salim
ve Şa'bî gelir. Bunlardan başka da bir taife ondan hadis almıştır.
Çok
hatib bir zat idi. Küfe ve Dımışk valiliğinde bulundu. Hicri 64. yılı Dımışk'ın
doğusunda kalan 'Râhit' adlı mevkide öldürüldü. Allah ondan râzî olsun.
<Bk Hulâsa, sah. 402)
[204] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/186-188
[205] Kays Bin Ebî Hâzım'ın Hal
Tercemesi
El-İmam
Ebû Abdillah El-Ahmesi El-Beceli Kûfe'Ii olup bu yerin muhaddi-sidir. Resûl-i
Ekrem (S.Â.V.)'e kavuşup O'na biat etmek üzere yola düşen bu muhterem, henüz
yolda iken, Peygamber (S.A.V.) dünyasını değiştirdi. Sahabîlik şerefine
ulaşmamakla beraber, âşikı bulunduğu Fahr-i Kâinat efendimizin en yakın
arkadaşlarından feyiz alarak; Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali, Ebû Ubeyde, İbn-i
Mes'ûd ve nice büyük sahabîlerden hadis aldı. Hz. Osman (R.A.)m taraftarı idi.
Kendisinden
hadis rivayet edenlerin başında Beyân b. Bişr, cI-A'meş, İsmaii b. Ebî Halid ve
Mücalid gelir. Yahya bin Muin ve, başkaları onu sika saymışlardır.
İbnü'l-Medîni de : Kays'm hadisleri bütün çevrelerce hüccet kabul aiilmiştir,
der. Hicrî 97. yılda vefat etmiştir. 98'de vefat ettiğini söyleyenler de
olmuştur. Allah rahmet eylesin. Âmîn. (Bak : Tezkire Sah. 61)
[206] Zevâid'de şöyle denilmiştir:
Bunun senedi sahih olup ravileri sika zatlardır.
Sünen-i İbni Mâce
Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 1/188-189
[207] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/189-191
[208] Zirr bin Hubeyş (R.A.)'in Hâl
Tercemesi
Zirr
b. Hubeyş'in künyesi Ebû Meryem'dir. Kûfe'lidir. Cahiliyet devrini görüp, 120
veya 127 sene yaşadığı mervîdir. Ömer, Ubeyy, Ali, Huzeyfe, îbn-i Mes'ûd'-dan
rivayet etmiştir. Kendisinden de Asım b. Behdele, İbn-i Ebî Lübâbe, îbn-i Ebî
Hâlid, Adiy b. Sabit, Ebû İshak Eş-Şeybânı, el-A'meş ve başka zatlar hadis
almıştır. Hicrî 82. yılında vefat etti. Allah cümlesinden razi olsun. (Bak :
Tezkire Sah. 57)
[209] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/192
[210] (Hz.) Ali Bîn Ebî Talib
{Radiyallahü Anh)'In Fazileti Ve Hâl Tercemesi
Hz.
Ali (R.A.) b. Ebi Talih b. Abdilmuttalib b. Abdi Menaf-i Hâşimî'dir. Annesi
ise Fâtıma (R.A.) binti Esed İbn-i Haşim İbni Abdi Menaftır. Bilindiği gibi
Peygamberimizin amcası olan Ebû Talib'in oğludur. Ebü'l-Hasen künyesiyle anılan
Ali, (R.A.) Peygamber tarafından «Ebû Turâb» künyesiyîe de künyelenmiştir. Hz.
Muhammed (S.A.V.)'in risaletinin 2'nci günü 12 yaşında iken müslüman olmuştur.
Resûl-i Ekrem'in hicret ettiği gece Peygamberin yatağında hayati tehlikeyi
göze alarak büyük bir cesaretle yatmış ve kendisine tevdi edilen emanetleri
sahiplerine iade ederek bir gün sonra Resûlullah'ın talimatı gereğince hicret
etmiştir. Bedir, Uhud, Hendek vs. savaşlara katılarak üstün bir kahramanlıkla
savaşmıştır. Hemen hemen her savaşta yara alan Hz. Ali (R.A.) rivayete göre
Uhud savaşında 16 yara almıştır.
Diğer
taraftan ilmî bir dehâya sahipti. Hatipliği, edebiyatı müstesna bir derecede
idi. Hikmetli sözleri, hutbe
ve şiirleri meşhurdur.Hz. Ömer :
«Görüş ve hükmünde
en isabetli hukukçumuz ve kadımız
Ali'dir»,
buyurmakla bu sahadaki kudretini dile getirmiştir.
Kendisinden
hadis rivayet edenlerin başında oğulları Hasan, Hüseyin, eşi Fa-tıma, îbn-i
Ömer ve İbn-i Abbâs gelir.
Hz.
Ali'nin hükümleri ve fetvaları intişar etmiş ise de İbn-i Kayyim'm dediği gibi
aşırı Şiiler bu fetvalara çeşitli yalanlar karıştırarak çoğunu bozmuşlardır. Bu
sebeple Buharı, İbn-i Sîrîn'in Ali (R.A.)'den rivayet edilen fetvaların yalan
olduğunu rivayet etmiştir. Bu sebeple sahih hadis kitab sahipleri O'nun yal-ız
Ehl-i Beyt yahut Abdullah İbn-i Mes'ûd (R.A.)'m arkadaşları yoluyla rivayet
eaılen hadislerine ve hükümlerine itimad etmişlerdir.
damadı
ve 4" halifesi olan bu zatın 5 senelik halifelik devresi bilindiği gibi
çok hadiseli geçmiştir. Nihayet hicretin 40. yılı Ramazan ayının (fil Sabah namazmda İbn-i Mülcem adlı habis bir
haricî tarafından vurulmuş ve iki gün
sonra Kûfe'de 63 yaşında iken şehid olmuştur. Hz. Ali'nin, hayatı, menkıbeleri
için özel kitablar yazılmıştır. Onun hakmda geniş malûmat isteyenler o konudaki
eserlere müracaat etsinler. Biz bu kadarla yetinmek durumundayız. (Bak :
Tezkire : Sah. 10-13)
[211] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/192-194
[212] Berâ bin Azib (R.A.)'in Hâl
Tercemesi
Berâ'
bin Âzib bin el-Hars bin Adiy bin Ceşm el-Evsi, Ensâr'dandır. Künyesi îmâres'dir. Kûfe'de yerleşmiş ve 305 hadis
rivayet etmiştir. Bundan 22 hadîsi Buhari ve Müslim ittifakla, 15 hadisi Buharî
ve 5 hadisi Müslim münferiden rivayet etmişlerdir.
Kendisinden
hadis rivayet edenler : Abdurrahman bin Ebî Leylâ, Adiy bin Sâbİt. Sa'd bin
Ubeyde, Ebû îshak'dır. Ayrıca bir cemaat ondan rivayette bulunmuştur.
Kendisi
Uhud ve Hudeybiye seferlerinde bulunmuştur. Hicrî 71 veya 72. yılı vefat
etmiştir. (Bak : Hulâsa : Sah.46)
[213] Râvi Ali bin Zeyd bin
Ced'an'nm zayıflığı nedeni ile bu isnadın zayıf olduğu Zevâid'de
bildirilmiştir.
Sünen-i İbni Mâce
Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 1/194-197
[214] Sîndî Sah. 29
[215] Zevâid yazan, bu hadisin
ravilerinden Veki'nm Şeyhi olan Muhammed bin Ebî Leylâ'nın tek başına rivayet
ettiği hadisler hüccet sayılmamaktadır. Çünkü hıfzı zayıf idi demiştir.
Sünen-i İbni Mâce
Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 1/197-200
[216] Kastalanl cild 7, sah. 362
[217] Hz. Ali Bin Ebî Talibin
Oöulları Hasan Ve Hüseyin (Radiyallahü Anhüm)'Ün Fazileti
Hasan'm
babası Ali ve anası Fâtime {Radiyallahü anhümVdür. Peygamber'in büyük
torunudur. Hicretin 3. yılı Ramazan ayında doğmuştur. Enes (R.A.). onun
Peygamber'e şeklen çok benzediğini söylemiştir. Sabır, kerem vesâir bir çok faziletleri
nakledilmiştir. İbn-i Cüü'ân; Hasan'm 15 defa yaya olarak hac ettiğini, iki
defa malının tamamını, 3 defa da servetinin yarısını sadaka ettiğini
söylemiştir.
37
yaşında hilâfet makamına geçmiş, 7 ay kadar Irak, Hicaz, Horasan ve Yemen
taraflarına hâkim olduktan sonra kendisi ile Hz. Muâviye arasında bir çatışma
olmaması ve iki ordu arasında kan dökülmemesi için hilâfetten feragat etmiştir.
Bundan sonra da 7 sene kadar yaşamış olup hicretin 49. yılında zehirlenerek
Medine'de vefat etmiş ve Bakî mezarlığına defnedilmistir. Sa'lebe İbn-i Ebî
Mâlik, Hazret-i Hasan'ın defninde hazır bulunduk; Baki'de iğne atacak boş yer
kalmamıştı. Her taraf insanlarla dolu idi, demiştir.
Hz.
Hasan, dedesi olan Resûl-i Ekrem'den 13 hadis rivayet etmiştir. Ayrıca
babasından da hadis rivayetinde bulunmuştur. Kendisinden de oğlu Hasan,
Ebüfl-Havra Rabîa, Ebu Vâil ve İbn-i Şirin hadis almışlardır. (Bak : Hulâsa
Sah. 79)
Hz.
Hüseyin'in babası Ali ve anası Fâtima (Radiyallahü anhüm)'dür. Yaşça Hasan'dan
küçüktür. Dedesi olan Peygamber (S.A.V.)'den 8 hadis almıştır. Ay-nca babası,
anası ve Ömer (R.A.)'den hadis rivayetinde bulunmuştur. Kendisinden hadis
rivayetinde, bulunanlar: Oğlu Ali Zeynü'l-Abidin, onun oğlu Zeyd, kızları
Sekine ve Fâtime'dir. îbn-i Sa'd'ın dediğine göre hicretin 4. yılı doğmuştur.
Ebû
Dâvud Tayâlisî'nin Hz. Ali'den rivayet ettiğine göre Resûl-i Ekrem, kızı
Fâtime'ye :
«Şüphesiz
ben, sen, bu iki küçük ve bunların babası Ali Cennette bir yerde oluruz»
buyurmuştur.
Ümm-i
Seleme (R.A.)'den rivayet ettiğine göre bir kere Hasan'Ia Hüseyin, Resûl-i
Ekrem'in huzurunda oynarken Cebrail (A.S.) gelmiş ve Hz. Hüseyin'e işaret
ederek :
—Yâ
Muhammed! Senden sonra ümmetin senin şu oğlunu öldürecek demiş. Resülullah da
üzüntüsünden ağlamış ve çocuğu alıp bağrına basmıştır.Sonra Cebrail:
—Yâ
Resûlallah! Yanınıza şu toprağı bırakıyorum, demiş, Resülullah toprağı alıp
koklamiş, bu toprakta keder ve belâ kokuyor, buyurmuş ve Ümm-i Se-leme'ye
hitaben ;
«Ey
ümm-i Seleme! Bu toprak ne zaman kana dönüşürse bil ki o zaman b©- bu oğlum o
anda katledilmiştir» buyurmuştur. Ümm-i Seleme demiştir Ki : «Ben bu toprağı bir
şişenin içine koydum. Buna her gün baktım. O felâket günü gelince gerçekten
toprağın kana dönüştüğünü müşahade ettim.
Hz.
Hüseyin, Kerbelâ'da hicretin 61. yılı aşure günü 54 yaşında iken şehid
edilmiştir. (Bak : Hulâsa Sah. 83)
Hz.
Hasan ve Hz. Hüseyin (R.A.)'mn hayatları, menkıbeleri, karşılaştıkları siyasî
sıkıntılar ve çeşitli yönleri cildleri dolduracak kadar çok geniş yer ister.
Biz bu kadarı ile yetinir, onlara derin saygı ve sevgimizi ifade ederken
Sahabîler arasında cereyan etmiş ve tarihe mal olmuş olaylara dokunmaz
okuyucularımızdan da bu konulan okumakla zamanlarını geçirmemelerini âcizane
tavsiye ederiz.
[218] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/201-203
[219] Sindi Sah. 29
[220] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/204-205
[221] Hadisin ilk râvisi Hubşiy
bin Cenade Sahabelerdendir. Kûfe'de yerleşti, umumiyetle kendisinden ŞaT)i
hadis rivayet etmiştir. Buharî, onun hadis isnadı üze-nnde durmak gerekir,
demiştir. İbn-i Adiy ise, Hubşî'nin isnadında bir beis olmadığını umarım,
demiştir. Hulâsa: Sah. 97
[222] Abbâd bin Abdillah el-Esedî
el-Kûfî, Hz. Ali'nin râvisidir. Kendisinden
bin Amr rivayet etmiştir. îbn-i Hibban onu
sıka saymıştır. Buharî ise tereddüt etmiştir. Hulâsa : Sah. 186
[223] Zevâid'de şöyle denilmiştir
: Bu isnad sahih olup ravileri sıka zatlardır. EI-Hâkim, el-Mustedrek'te bu
hadîsi el-Minhal'dan rivayet edip Buhari ile Müslim'in şartları üzerine
sahihtir, demiştir.
Sünen-i İbni Mâce
Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 1/205-208
[224] Sindi: Sah" 30
[225] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/208-210
[226] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/210-211
[227] Hz. Zübeyr (R.A.)'in Hâi
Tercemesi
Zübeyr
bin el-Avvam Kureyş'tendir. Nesebi Kusay'da Peygamberin nesebi ile birleşir.
Anası Abdü'I-Muttalib'in kızı Safiyye'dir. Safiyye Peygamber'in halasıdır.
Zübeyr (R.A.) Cennet ile müjdelenen 10 zattan birisidir. Bir rivayete göre 16
yaşında iken müslüman olmuştur. Habeşistan'a, sonra da Medine'ye hicret
edenlerdendir. Bütün savaşlara katılmıştır. Allah yolunda ilk kılıç çeken
müsiümandır. Uhud savasında müslüman ordusu dağıldığı en sıkışık anda Peygamber
<S.A.V.)'in yanından ayrılmayan zatlardandır. Müslümanlığı kabul eden 4. veya
5. zattır. Kana Ebû Bekr (R.A.)'in kızı Zatü'n-Nitâkayn Esma (R.A.)'dır.
Zubeyr (R.A.) Ce-mel vak'asmda şehid olmuştur.
[228] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/211-212
[229] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/212-213
[230] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/213-214
[231] Hz. Talhâ (R.A.)'in Hâl
Tercemesi
Hz.
Talha Kureyş'tendir. Peygamberimizle Mürre îbn-i Kâ"b da birleşir. Ebû.
Bekr'in delâleti ile tslâmiyetin ilk günlerinde müslüman olmuştur. Ona
«Talhatü'l-Hayr = Hayır Talhası» ve «Talhatü'1-Cûd = Cömertlik Talhasi» da
denilirdi. Anası Hadrâmi kızı Es-Sa'ba müslümanlığı kabul ederek hicret
şerefine mazhar olmuş ve Talha (R.A.)'ın Cemei olayında hicri 36 yılında şehid
edilmesinden az sonra vefat etmiştir.
Cemel
olayında Talha*nın vurulduğunu duyan Hz. Ali (R.A.)'nin çok ağladığı ve :
—
Ey Talha! Benim ve senin şu âyette bildirilen mes'ûd müttakîlerden olmamızı
umarım, demiştir : «Biz o müttakilerin gönüllerindeki kini söküp atarız. Hepsi
kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşılıklı olarak otururlar.» (Bak : Sahih-i
Bu-harî şerhi Kastalanî cild 1, sah. 372)
Hz.
Talha, Cennetle müjdelenen 10 zattan ve ilk 8 müslümandandır. Uhud savaşında
bütün gücü ile Peygamber için vücudunu siper etmiştir. Mübarek eli bu can
siperâne savaşı esnasında sakat olmuştu.
Talha
(R.A.Vnm rivayet ettiği 38 hadisten bir tanesinde Buharî ve Müslim ittifak
etmişler. Aynca Buharî 2 hadis ve Müslim de 3 hadisi rivayette bulunmuşlardır.
Kendisinden hadis rivayet edenler: Mâlik bin Ebî Âmir, Sâib bin Yezid, Kays bin
Ebi Hâzim ve Ebû Osman en-Nehdî'dir. Ömrü hakkında 58 ilâ 75 yaş arasında olmak
üzere müteaddit rivayetler var. (Bak : Hulâsa : Sah. 180)
[232] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/214-216
[233] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/216
[234] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/216-217
[235] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/217-218
[236] (Hz.) Sa'd Bin Ebî Vakkas
(Radiyallahü Anh)'Ün Fazîletî Ve Hâl Tercemesi
Ebû
îshak Sa'd b. Ebi Vakkas Malik b. Veheb (veya Vuheyb) bin Abd-i Me-naf b.
Zühre'dir. Babası Ebû Vakkas Mâlik, Peygamber (S.A.V.)'in anası Amine bint
Veheb ile amcazadedir. Dolayısı ile Sa'd (R.A.) Peygamber (S.A.V.)'in dayısı oğlu
sayılır. îslâmiyeti kabullenen 7. zat olup Sa'd, «Aşere-i Mübeşşere = Cennetle
müjdelenmiş olan 10 zat»dan olup bunların en son vefat edenidir. Halife Hz.
Ömer, Ebû Lü'lüe'nin zehirli hançeriyle yaralandığı zaman «Aşere-i
Mübeşşere»den teşkil eylediği 6 kişilik Şûra'ya dahil ettiği Sa'd hakkında
Şûra'ya : «Eğer halifelik ona verilirse febiha, verilmezse halife olacak zat
onun yardımından kendisini müstağni saymasın, diye vasiyyet etti.
Sa'd
(R.A.) Peygamber efendimizin sevgilisi idi. Onunla iftihar ettiği şu hadisten
anlaşılıyor.
«İşte
benim dayım Sa'd, böyle bir dayısı olan varsa bana göstersin.»
Sa'd
bütün savaşlarda kahramanca çarpışan mücahid ve fütuhatı ile İslâm ülkesini
genişleten emirlerdendir. Irak'ın fatihi ve Sasani devletim ortadan kaldıran,
meşhur Kadisiye savaşımn muzaffer kumandanıdır. Hz. Ömer ve Hz. Osman zamanında
Küfe valiliğini yapmıştır.
Kendisinden
hadis rivayet edenlerin başında oğullan İbrahim, Âmir, Ömer, Muhammed ve Mis'âb
ile Âişe, Kays b. Ebî Hâzim, Said b. eî-Müseyyeb, Alkarna, Ebû Osman ve Mücahid
gelir. 200 hadisi, var. Buhari ve Müslim 15 hadisi ittifakla, Buharî 5 ve
Müslim 18 hadisi münferiden rivayet etmişlerdir.
Hicrî
55. yılda vefat etti. Bakî'a defnedildi. Allah ondan razi olsun. (Bak : Tezkire
: Sah. 22 ve Hulâsa 135)
[237] Saîd b. el-Müseyyeb
<R.A.)'in Hâl Tercemesi :
Medine
fıkıhçısı ve Şeyhü'l-İslâm olarak anılan Said b. el-Müseyyeb Ebû Mu-hammed
El-Mahzûmî tabiîlerin en yücelerindendir. Hz. Ömer'in hilâfetinin 3. yılı
doğmuştur. Hz. Ömer'in hutbelerini dinlemiştir. Osman, Zeyd bin Sabit, Âişe,
Sa'd b. Ebi Vakkâs ve Ebû Hüreyre CR.A.) hazretlerinden ve başka bir çok zattan
hadis almıştır. Geniş ilmi, daima hakkı söyleyişi, saygı değerliliği, takvası
ve frkıhçılığı üe nam salmıştır. İbn-i Ömer : Said b. el-Müseyyeb
müftülerdendir, demiştir. Katade, Zührî ve Mekhul : Said b. el-Müseyyeb'den
daha âlim kimse görmediklerini söylemişlerdir. Ticaretle geçimini sağlardı.
Devletin bahşişlerini almazdı. Kendisi; Resûl-i Ekrem, Ebü Bekir ve Ömer'in
verdikleri hükümleri benden daha iyi bilen yoktur, demiştir. Rivayetlerinin
çoğu Ebû Hüreyre'ye dayanır. 40 defa hac yaptığı mervidir. Bir hadis için
günlerce yol gittiği rivayet olunmuştur. Vefat tarihi hususunda çeşitli
rivayetler vardır. En kuvvetli rivayete göre hicretin "*• yılı vefat
etmiştir. (Bak : Tezkire : Sah. 54)
[238] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/218-219
[239] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/219-220
[240] Râğib Medine ile Mekke
arasında kızıl denize yakın bir vadinin adıdır. Orada aynı ismi taşıyan bir köy
de vardır.
[241] Kastalânî, cild 7, sah. 374
[242] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/220-222
[243] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/222-223
[244] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/223-224
[245] Ebû Ubeyde (R-A.)'nin Hâl
Tercemesi
Ebû
Ubeyde Âmir bin Abdillah bin Cerrâh'tır. Nesebi Resûl-i Ekrem'in nesebi ile
Fihr'de birleşir. Anası Ümeyye bintü'l-Hâris'dir. Ebû Ubeyde'nin babası Bedir
savaşında kâfir olarak ölmüştür. Rivayete göre Kureyş tarafından savaşa katılan
babasını Ebû Ubeyde kendisi öldürmüştür.
Kbû
Ubeyde büyük mücahidlerdendir. Bütün savaşlara Peygamber (S.A.V.)'in emrinde
cesaretle döğüşmüştür. Peygamberin vefatından sonra Ebû Bekir ve Ömer'in
hilâfetleri zamanında vuku bulan Şam fetihlerindeki hizmetleri ise; pek
büyüktür. Bu savaşlarda bazen kumandan bazen de Halid bin Velid'in emrinde
çarpışmıştır. Aldığı yerlerde halka karşı uyguladığı adalet ve gösterdiği
şefkat bölge sakini o zamanki Hıristiyan ve Bizanslıları hayran bırakmıştır.
Cennetle
müjdelenmiş olan 10 zattan olan Ebû Ubeyde'nin 14 hadisi bulunup Müslim yalnız
bir tanesini rivayet etmiştir. Kendisinden Câbir, Ebû Ümame ve Abdurrahman bin
öanem hadis rivayetinde bulunmuşlardır. Halife Hz. Ömer'in devrinde o, Şam
valisi iken Hicrî 18. yılda çıkan taunda vefat etmiştir. Cenaze namazım Muaz
bin Cebel kıldirmıştir. Kabri Amtâ köyü yakınındadır.
[246] Saîd bin Zeyd (R.A.)'in Hâl Tercemesi
Said
b. Zeyd Adevidir. Cennetle müjdelenmiş olan 10 zattan birisidir. İlk muhacirler
kafilesi ile hicret etmiştir. Bedir savaşından başka bütün savaşlara katılmıştır
Buhari, Bedir ehli arasında Hz. Said'i de zikretmiş ise de; hadis ve Tabakat
müelliflerinin çoğu Bedir'de bulunmadığını yazarlar. Kendisinden 38 hadis
rivayet edilmiştir. Bunlardan 2 hadisi Buhari ve Müslim ittifakla rivayet
etmişlerdir. Ayrıca Buhari bir hadisini almıştır. Kuvvetli rivayetlere göre
kendisi Bedir savaşına katılmadığı halde Peygamber (S.A.V.) tarafından
kendisine bir sehim ayrıldığı müteaddit yollarla rivayet edilmiştir. Vâkidl,
onun Akik mevkiinde hicrî 51. yı-mda vefat ettiğini ve cenazesinin Medine'ye
nakledildiğini bildirmiştir. (R.A.)
[247] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/224
[248] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/224-225
[249] Abdulah lİm-i Mes'ûd'un Hâl
Tercemesi
Künyesi
Ebû Abdirrahman olup Hüzelî'dir. İlk müslümanlardandır. Hatta müslümanların
6ncisı olduğu rivayet edilmiştir. Anası Ümm-i Abd'e izafeten İbn-İ Ümm-i Abd künyesi
ile tanınmaktadır.
îbn-i
Mes'ûd bütün savaşlarda Peygamber'e refakat etmiştir. Devamlı surette
Peygamber'in beraberinde bulunduğu için Kur'an kıraati ve fıkhî bilgide üstün
bilgiler almıştır.
tbn-i
Mes'ûd, doğrudan doğruya ve bizzat Resûlullah (S.A.V.Vden 70 sure-i celileyi
hıfz etmiştir. O'nun kıraattaki üstünlüğü şu hadîsle ortaya konuluyor : Peygamber
(S.A.V.) buyurdular ki :
«Kim
yeni indiği gibi Kur'an'ı kıraat etmek isterse tbn-i Ümmi Abd'ın oku-yusu
üzerinde okusun.» Tezkiretü'l-Huffaz.
Hz.
Ömer (R.A.) halife iken Ammar b. Yâsir ve Abdullah İbn-i Mes'ûd'u Kû-fe"ye
gönderdiğinde, Küfe halkına hitaben yazdığı bir mektupta aynen şöyle diyordu :
«Size
Anmıar İbn-i Yasir'İ Emîr, tbn-i Mes'ûd'u öğretmen ve vezir olarak gönderiyorum.
Bunlar Ashabın ehl-i Bedir'den iki yüce şahsiyetleridir. Bunlara Iktida ediniz,
emirlerine uyunuz. Bunları göndermek ile sizi kendi nefsime tercih ettim...»
Büyük
bilginlerden olduğu herkesçe bilinen İbn-i Mes'ûd, az hadis rivayet ederdi. Bu
da hadis metinleri hususundaki titizliğinden ve üstün takvasından ileri
gelirdi. Resûlulah (S.A.V.)'a devamlı refakati, kuvvetli hafızası ve üstün ilmine
rağmen hadis rivayetindeki titizliği sebebi ile kendisinden yalnız 840 hadis
rivayet edilmiştir. Bundan 120 hadisi Buharî ve Müslim kısmen beraber ve kısmen
ayrı rivayet etmişlerdir. Sahabilerden ve Tabiînden tanınmış bir çok zat kendisinden
hadis rivayet etmişlerdir.
Irak
fıkhı, Hz. Ali'nin hükümleri ve fetvaları ile kadı Şüreyh'in verdiği hükümler
yanında İbn-i Mes'ûd'un fetva ve mervilsrine dayanır, denilebilir.
îbn-i
Mes'ûd'un menakıb ve faziletleri ciltleri doldurur. Eğer bunları gereği kadar
yazmaya girişirsek yüzlerce sahife doldurmak gerekecektir. Bu kadarla iktifa
edelim.
tbn-i
Mes'ûd. bir rivayete göre, h. 33 yılında Medine'de 60 küsur yaşında iken vefat
etmiştir. Allah, cümlesinden razı olsun.
[250] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/225-226
[251] Mülaane : karşılıklı lanet
etmektir. Lanet Allah'ın rahmetinden uzaklık demektir. Mülaane edenler yek
diğerinin Allah'ın rahmetinden uzak kalması için beddua ederler.
[252] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/226-227
[253] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/227-230
[254] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları:
1/230
[255] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/230-231
[256] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/231-233
[257] Hz. Abbas'm Hâl Tercemesi
Abbas
(R.A.)'m künyesi Ebü'I-Fadl'dır. Peygamber (S.A.V.)'den 2 veya 3 yaş büyük idi.
İbn-i Ebî Hâtim'in rivayetine göre Abbas, Kureyş'in en cömerdi ve en şefkatlisi
idi. Ebû Ömer'in dediğine göre isabetli ve güzel görüşlü idi. Cahiliyet
devrinde Kureyş'in reisi idi.
Mescid-i
Harâm'm imaresi ve Sikâye işi Ebû Tâlib'den sonra ona aitti. Tarihçiler, onun
ilk zamanlarda müslümanhğı kabul ettiğini, Resûl-i Ekrem'in müsaadesi ile
îslâmlığıra gizlediğini ve Mekke fethinde tslâmiyetini açıkladığını söylerler.
Hûlâsa'nın
beyânına göre; 35 hadisi vardır. Buhari ve Müslim O*nun bir hadisinde ittifak
etmişler, ayrıca Buhari bir ve Müslim üç hadisini rivayet etmişlerdir.
Kendisinden
hadis rivayet edenler: Oğullan Abdullah, Kesir ve Ubeydullah ile Âmir bin
Sa'd'dır. Onun bir hayli faziletleri vardır.
Hicretin
32. yılı vefat etmiştir, tbn-i Sa'd, Abbas (R.A.)'ın 82 yıl yaşadığını
söylemiştir.
Hz. Osman (R.A.) onun cenaze namazını
kıldirmıştır. Bakî me^-vlığına def-nedilmiştir. Allah kendisinden râzî olsun.
[258] Zevâid'de şöyle denilmiştir
: Bunun ravileri sikadırlar. Ancak Muham-med bin Kaş'ın Abbâs (R.A.)'den
rivayetinin mürsel olduğu söylenmiştir.
Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 1/233-234
[259] Bak Tirmizi.
Ebvabû-l'Menakıb. Babu Menakıbı-l'Abbas b. Abdulmutta-lib. Hadis No : 3762
[260] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/234-236
[261] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/236
[262] Zevâid'de hadîsin senedinin
sahih ve râvilerinin sıka olduğu beyan edilmiştir.
[263] Zevâid'de hadisin senedinin
hasen ve râvilerinin sıka olduğu beyan edilmiştir.
[264] Zeyd b. Erkam (R.A.)'ın Hâl
Tercemesi
Râvi Zeyd bin Erkam bin Zeyd bin Kays (R.A.)
Ensar'dan olup Hazreç kabilesine mensuptur. Hendek'te ve 17 savaşta
bulunmuştur. Kûfe'de yerleşmiştir. 90 hadisi vardır. Buharî ve Müslim 4
hadisini müttefikan, Buharî 2 ve Müslim 6 hadisini münferiden rivayet
etmişlerdir. Ravileri : Abdurrahman bin Ebî Leylâ, Tavus, Muhammed bin KâT3,
Nadr b. Enes ve bir cemaattır. Gözlerinden bir ara rahatsızlandığında Peygamber
onu ziyaret etmişti. Hz. Ali'nin yakın dostlarından idi. Sıfıîn'de Hz. Ali ile
beraber idi. Hicrî 66 veya 68 yılı vefat etti. (Bak : Hulâsa : Sah. 126)
[265] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/237-239
[266] Hulâsa sah. 438
Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 1/239-242
[267] Ammâr (R.A.)'ın Hâl Tercemesi
Ammâr
bin Yâsir bin Âmir bin el-Husayn bin Kays bin Su'lebe bin Avî Mevlâ beni Mahzun
büyük şarabîlerdendir. Bedir vesair savaşlara katılmış ilk müslüman-Iardandir.
62 hadisi vardır. Buharî ve Müslim müttefikan 2 hadisini, Buhar! 3 ve Müslim 1
hadisini münferiden rivayet etmiştir. Râvileri : Oğlu Muhammed, İbn-i Abbâs ve
Ebû Vâil'dir, Ebû Saîd-i Hudrî'den rivayet edilen sahih bir hadiste
Pey-gamber'in Ammâr'a;
«Vah Ammâr! Kendisini bağı olan fırka
Öldürecektir. Ammâr, onlan Cen-net'e, onlar ise Ammâr'i Cehennem'e çağırırlar.»
buyurmuştur. Ammâr, Sıffîn'de Muâviye (R.A.)fnin arkadaşları tarafından
öldürüldü. Bir mucize olan bu hadis ile Muâviye taraftarlarının baği ve hatalı
olduğu sabittir.
[268] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/242-243
[269] Hâni bin Hâni el-Hemedânî
el-Kûfî, Hz. Ali'den rivayet etmiştir. Ravisi de Ebû îshak'tır. İbnü'I-Medenî,
Hâni'in mechûl, Nesaî de onun zararsız olduğunu söylemişlerdir. Hulâsa Sah. 408
[270] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/243-244
[271] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/244-245
[272] Selmân-ı Farisi (R.A.)'nin
Hâl Tercemesî
Selman
(R.A.)'ın İslâm olmadan önceki hayatı hakkındaki rivayetler pek uzun ve
çeşitlidir. Genellikle Siyer ve Tabakat yazarları ile bir kısım râviler, onun
aslen îran'lı bir mecûsi (ateş perest) olduğunu sonra hıristiyan dinine
girerek müteaddit papazlar yanında ve muhtelif kiliselerde kaldığını, bu
cümleden olarak Şam, Musul ve Nusaybin kiliselerini devrettiğini naklederler.
Bazı rivayetlere göre Ankara'da bulunan Hacı Bayram camii civarında halen
harabesi duran kilisede de bir müddet kaldıktan sonra Hicaz'a doğru gidiyor.
Çünkü hıristiyan papazları son Peygamber'in oralarda çıkacağını kendisine
söylemişlerdi. Nihayet katıldığı bir kafile ile Medine yakınındaki
vadi'l-Kurâ'ya varınca kafile adamları onu köle olarak bir yahudiye
satıyorlar.
Mİftahü'1-Hâce
müellifi bu hadisi açıklarken diyor ki : Tabarânî'nin Selman (R.A.)dan rivayet
ettiğine göre kendisi :
«Bir
tüccar kafilesi, bulunduğum yerden geçiyordu. Beni alıp götürdüler. Vadi'l-Kurâ'ya
vardığımız zaman bana zulmettiler, köle diye beni bir yahudiye sattılar»,
demiştir.
îbn-i
Hibbân, Hâkim, Tabarânl ve Müsned-i Ahmed'de Selman'ın İslâmiyet-ten Önceki
durumuna dair çeşitli rivayetleri vardır. Kendisinin köle olmadığı halde köle
gösterilerek zulmen satıldığı sabittir. Köle muamelesi reva görülen Selman'ın
elden ele devredilerek defalarca sahip değiştirdiği de malumdur.
Selman,
hicretten evvel Medine'de bir yahudinin kölesi idi. Aslında köle değil de esir
idi. Hicretten sonra Selman, Resûl-i Ekrem'i gördü. Hakiki İncil'deki son
peygamberin alâmetlerini aynen buldu ve büyük bir iştiyakla özlemini çektiği
Hz. Muhammed (S.A.V.) efendimize iman etmek şerefine mazhar oldu. Ama ne var ki
Selman köle muamelesine tâbi idi. Bu yüzden Bedir ve Uhud savaşma katılamadı.
Buharî'nin de rivayet ettiği gibi Resûl-i Ekrem bir gün ona:
Ey
selman! (Efendin ile) kitabet (Kitabet: Köle'-, belirli bir malı efendisine
vermek ve bunun karşılığında hürriyetine kavuşmakiçin efendisi ile yaptığı
akiddir.) akdini yap» diye emretti. Selmân, bu akdi yaptı ve kitabet bedeli
Sahâbiler tarafından temin edilerek ödendi. Böylece Selman kölelikten
kurtarıldı. Bu arada vuku bulan Hendek savaşmda ve bundan böyle yapılan bütün
savaşlara katıldı. Hatta Medine'nin savunması için şehrin etrafında hendeğin
kazılması işi onun hatırlatması neticesinde yapıldı.
Selmân,
bütün sahabîlerin derin sevgisini kazanmıştı. Bu sebeple Muhacirler : Selmân
bizdendir; Ensâr da, hayır bizdendir, diye onun muhabbetini
paylaşamı-yorlardı. Hele Resûl-i
Ekrem'in :
«Selmân
benim EhM Beytim'dendir», demesi Selmân'ın, Peygamber katında nasıl bir sevgiye
mazhar olduğunu gösteriyor. Resûlullah (S.A.V.)'in ona «Selnıa-nü'1-Hayr» lâkabını
bahşettiği rivayet olunmuştur.
Selmân
(R.A.)dan 60 hadis rivayet edilmiştir. Buharî ve Müslim üç hadisi ittifakla,
Buharî bir ve Müslim üç hadisi münferiden rivayet etmişlerdir. Kendisinden,
Ebû Osman en-Nehdi, Şürahbil bin es-Samt ve başkaları hadis almıştır.
Selmân,
Halife Hz. Ömer tarafından Medâyin'e vali olarak tayin edilmiştir. Hulâsa'nın
147'nci sahifesinde Hasan-i Basri'den rivayet edildiğine göre Selmân otuz bin
insanın Emir'i iken tek bir abası var idi, hem o abayı giyerek hutbe okurdu, hem
de yarısını altına yayarak, yansını Üstüne Örterek içinde yatardı.Vali olmazdan
önceki mütevazi ve sâde hayatı bu makama geçtikten sonra da aynen sürdürmüştür.
Daima kendi el emeği ile geçinirdi.
Selmân
(R.A.)m ömrü hususunda çeşitli rivayetler mevcuttur. Hafız Zehebi; Selmân'ın
ömrü hakkındaki kavilleri araştırdım. 250 yıl yaşadığı hususunda ihtilâf
olmadığını gördüm. 250'den fazla yaşadığına dair olan rivayetlerde ihtilâf
vardır. Fakat benim kanaatıma göre 80 yaşını geçmemiştir, diyor, îbn-i Kacer de
bu görüştedir. Seîmân, Hz. Osman (R.A.)'ın hilâfeti devrinde ve Ebû Ubeyde'nin
rivayetine göre hicri 36 yılında Medâyin'de vefat etmiştir. (Bak : Hulâsa sah.
147 ve TarihülHamîs sah. 397, 526 İstanbul 1302)
Ebû Zerr (R.A.)in Hâl Tercemesini 156 nolu
hadisi izah ederken sunacağız.
[273] Mikdad (R.A.)ın Hâl Tercemesi
Mikdad bin Amr bin Su'lebe Kûfelidir. Ebû Ömer
bin el-Esved'in evlâdlığı olduğu için ona Mikdad bin el-Esved denilirdi.
Mikdad ilk müslüman olan sahabîlerin ileri gelenlerindendir. Önce Habeşistan'a
daha sonra da Medine'ye hicret etmiştir. Bedir savaşında kahramanca
çarpıştığına herkes şahadet eder. Diğer bütün savaşlarda da Peygamber'in
maiyyetinden ayrılmamıştır. 42 hadisi vardır. Bunlardan bir tanesini Buhari ve
Müslim ittifakla, dört tanesini Müslim münferiden rivayet etmiştir. Râvileri :
îbn-i Abbas, Ubeydullah bin Adi bin el-Hiyâr ve bir cemaattır. Hicri 33 yılı 70
yaşında iken Medine-i Münevvere'de vefat etmiştir. (Bak : Hulâsa sah. 398)
[274] Râvî Büreyde bin el-Husayb'in
Hâl Tercemesi
Büreyde (R.A.) bin el-Husayb bin Abdillah bin
el-Hars Eslemi'dir. Önceleri Medine'de ikamet ediyordu. Sonra Basra'da oturdu.
Daha sonra oradan da Merv'e geçerek bu yerde yaşadı. Kendisinin 164 hadisi olup
Buhari ve Müslim bir tanesi-ni muttefikan, ayrıca Buharî 2 ve Müslim 11
hadisini münferiden rivayette bulunmuşlardır. Ravileri oğlu Abdullah ve
Ebül-Melih Âmir'dir. Hicretin 62 veya 63'ün-cü yıh Merv'de vefat etmiştir.
Sahabîlerden Horasan'da en son vefat eden zat Büfeyedir. (Bak : Hulâsa sah.
47)
[275] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/245-246
[276] 120 nolu hadisin izahına
bak.
[277] Hz. Sümeyye (R.A.)'ın Hâl
Tercemesi
Sümeyye (R.A.) Mahzûmîlerden Ebû Huzeyfe'nin
cariyesi idi. Aslen Yemenli olan Yâsir îbn-i Âmir (R.A.) Mekke'ye gelip
yerleşmişti. Ebû Huzeyfe, Sümeyye'-yi Yâsir ile evlendirdi. Ammâr (R.A.) ondan
doğdu. Ammâr (R.A.) aslında köle olmadığı halde anası câriye olduğu için köle
muamelesine tabi tutulmuştu. Bu baba, ana ve oğul birlikte müslümanlığı
seçtiler. Fakat hadiste işaret edildiği ve Vakidî'nin de belirttiği gibi bu
zavallıların Mekke'de kavmi ve aşireti olmadığı İçin en zalimane işkencelere
mâruz kaldılar. Sümeyye Ebû Cehil tarafından bir mızrak darbesi ile şehid
edilmiş ve müslümanlann İlk şehide kadını olmuştur. Kocası Yâsir de Kureyş'in
azablan altında sehid edilmiştir.
[278] Hz. Suhayb (R.A.)'ın Hâl
Tercemesi
Suhayb
(R.A.)'i Rumi'nin babasının adı Sinan'dır. Musul mıntıkasında oturan «Nemr
îbn-i Kasit» ailesine mensup olduğu için Ebû Yahya Nemrî diye ad-Isnmıştir,
Babası Musul tarafından Kisra'nm işlerini tedvirle görevli olduğu için küçük
yaşta iken Rumlar tarafından esir edilmiştir. Sonraları Abdullah Cud'ân
tarafından satın alınarak azad edildi. Mekke'ye gelen Suhayb, Aramâr bin Yâsir
ile aynı günde müslüman olmuştur. Suhayb (R.A.) ilk müslümanlardan ve Kureyş'in
ÇOk zalimce eziyet ve işkencelerine maruz olan mübarek zatlardandır. Medine'ye
hicret ederek Bedir Savaşı dahil; Peygamber'in emrinde bütün harplere katılmıştır.
Kendisinin rivayet ettiği bir hayli hadisleri vardır. Buharı, bir ve Müslim de
3 hadisini münferiden rivayet etmişlerdir. Kaviler : îbn-i Ömer, îbn-i Ebî
Leylâ ve Saîd bin el-Müseyyeb'dir.
Suhayb (R.A,) küçük yaşta esir edilip Rum
diyarında uzun zaman kaldığı İçin Arapçayı unutmuştu. Mekke'ye dönüşünde
yeniden öğrendi ise de rahat konuşamadığı için ona «Rumî» denilmiştir. îbn-i
Sa'd'ın Tabakâtında beyan edildiğine göre hicrî 38. yılda Medine'de vefat
etmiştir. Yakub İbn-i Süfyan ise Su-hayb'ın 34 yılında vefat ettiğini
söylemiştir. (Bak : Hulâsa sah. 175)
[279] Zevâid'de şöyle denilmiştir
: Bunun senedi sıkadır. îbn-i Hibban vo
el-Hakim de bu hadisi Âsim bin Ebi'n-Necud yolu ile rivayet etmişlerdir.
Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 1/246-250
[280] Bilâl (R.a.)'m Hâl Tercemesi
Bilâl
İbn-i Rebah Habeşî'dir. Ümeyye bin Halefin kölesi idi. Anası Haraame de câriye
idi. Bilâl, Ebû Bekr (R.A.)'in telkini ile müslümanlığı seçti. 150 nolu hadiste
bildirildiği gibi Mekke müşriklerine karşı korkmadan müslümenliğini ilân eden
ilk 7 müslümandan birisidir. Azgın İslâm düşmanlarından olan Ümeyye, kölesi
Bilâl'i İslâmiyetten döndürmek için işkencelere başladı, boynuna ip taktırıp
para ile tuttuğu çocuklara, onu Mekke sokaklarında ve dağlarda sürükletti. Güneşin
en hararetli zamanında kızgın kumlar üzerinde çıplak olarak yatırılan Bi-lâl'in
üstüne ağır taşlar konulur, vücudu dağlanır. Fakat O, «Allah birdir birdir»
demeye devam ederdi. Siyer kitablarınm rivayetlerine göre; bir gün Ümeyye yine
Bilâl1, tazib ederken Ebû Bekir (R.A.) uğramış ve :
— Ya Ümeyye! Sen şu zavallı hakkında Allah'tan
korkmuyor musun? ne zamana kadar ona azab çektireceksin? diyerek onu kınadı.
Bunun üzerine Ümeyye :
— İstersen sana satayım da onu kurtar! dedi.
Ebû Bekir (R.A.) daha güçlü bir köleyi vererek Bilâl'i o zâlimin elinden kurtardı.
Ve azad etti.
Bilâl
(R.A.) hazretleri Habeşistan'a, sonra da Medine'ye hicret etti. Hazerde ve
seferde Peygamber efendimizin maiyyetinden ayrılmadı. Bedir dahil, bütün
gazalara katılmıştır. Hz. Ömer (R.A.) :
—«Ebû
Bekir, Seyyidîmizdir ve bir ssyyidimizi azad etmiştir» diyor idi. Resûl-i-Ekrem'in
vefatından sonra Bilâl Şam'da ikamet etti. Resûl-i Ekrem'in müezzinliğini
yapan Bilâl Peygamber'den sonra ezan okumazdı. Bir ara Medine'ye «Rav-za-ı
Mutahhara»yı ziyarete gittiğinde umumî arzu ve İsrar üzerine Bilâl (R.A.) p*
gün sabah ezanını okudu. Herkes saadet asrını anarak ağladı. Bir rivayete göre
kendisi de aynı duyguların etkisi ile kendisini tutamadı ve ezan'ı bitiremedi.
BUâl (R-A->fın 44 hadisi olup Buharî ve
Müslim bir hadisini ittifakla, Buha-r 2 ve Müslim 1 hadisini münferiden rivayet
etmişlerdir. Hicrî 20. yılda Şam'da ve*at etmiştir. (Bak : Hulâsa sah. 53 ve
Tarihü'l-Hamis 2. cild, sah. 273)
[281] Tirmizî bunu Zühd babının
sonlarında rivayet ederek, bu hadisin ha-sen sahih olduğunu söylemiştir.
Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 1/250-252
[282] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/252-256
[283] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/256
[284] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları:
1/257-258
[285] Hz. Habbâb'ın Hâ! Tercemesi
Habbâb
(R.A.) ilk müslümanlardan ve müşriklerin mezalim ve İşkencelerine maruz kalan
simalardandır. Ümmü Enmar'ın azadlısı idi. Demircilikle geçimini sağlardı.
Ümmü Enmar, onun müslüman olduğunu duyunca, çok fena kızdı, onu Dağlatarak
kızgın demir parçaları ile başını dağlattı. Habbâb Resûl-i Ekrem'e gelerek
acıklı durumunu anlattı ve başının ıztırabmdan şikâyet etti. Resûl-i Ekrem de
: «cAUahun Habbâb'a yardımcı ol», diye dua etti. Aradan pek zaman geçmeden
Habbâb'm sahibesi Ümmü Enmar şiddetli bir baş ağnsma tutuldu. Iztıra-bmdan
köpek gibi ulumaya başladı. Ona, dağlanmanın iyi geleceği tavsiye edildi. Bu
kere kendisi Habbâb'a emreder. Habbâb ateşte kızdırdığı demir parçalan ile onun
başını dağlardı. Habbâb müşriklerden çektiği ıztırabm bir örneğini şöyle anlatır
:
Ben
öyle gün biliyorum ki benim için Özel ateş yakıldı. Korların bir tanesi sırtıma
kondu ve onu sırtımın yağları söndürdü idi.»
Habbâb
(R.Â.) Bedir vesair gazalara katılmış, büyük yararlıklar göstermiştir. Sıffin olayında Hz. Ali (R.A.)'in maiyyetinde bulunmuştur.
Ebû
Abdillah künyesi ile anılan Habbâb'tan 33 hadis rivayet edilmiştir. Bunlardan
3 tanesini Buharî ve Müslim müttefikan, 2 tanesini Buhari ve 1 tanesini
Mti&lim münferiden rivayet etmişlerdir. Ravileri : Alkame, Mesruk, Kays
îbn-i Ebl Hâzim gibi bir takım Tabiîlerin ileri gelenleridir.
Habbâb
(R.A.), hicri 37 yılında 73 yaşında Kûfe'de vefat etmiş, cenaze namazını Hz.
Ali (R.A.) kıldırmıştır.
Vefatından
sonra bir gün Hz. AH, Onun kabrinin yanından geçerken:
«Allah, Habbâb'a rahmet eylesin. îslâmiyete
olan iştiyakından dolayı müs-lğ seçti.
Gönül hoşluğu üe hicret etti. Yıllarca hastalık ıztırabıra çekti. Allah elbette
onun sevabını »ayi etmez», buyurmuştur.
[286] Ebû Leylâ eMOndfnin adı
Seleme bin Muâviye veya Muâviye bin Se-îeme'dir. Küfe'lidir. Osman ve Habbâb
(B.A.)'dan rivayet etmiştir. Raviîeri de EbÛ îshak ve Ebû Ca'fer el-Ferrâ'dır.
îbn-i Muîn, onun sıka olduğunu söylemiştir. Hulâsa: sah. 458
[287] Bu hadisin isnadının sahih
olduğu Zevâid'de bildirilmiştir.
Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 1/258
[288] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/258-260
[289] Hz. Zeyd bin Sabit (R-A.)Hâİ
Tercemesi
Zeyd
bin Sabit bin Dahhak bin Zeyd, Ensâr-ı Kiram'ın Hazrec kabilesine mensup Neccâr
kulundandır. Neccar sülâlesi Peygamber (S.A.V.)'in dayilan olurlar. Babası
hicretten evvel Hazreç ve Evs kabileleri arasında çıkan Buas savaşında
öldürülmüş idi. Hicret sırasında 11 yaşında bir çocuk olan Zeyd çok zeki ve
necabetli idi. Resûl-i Ekrem'i görür görmez hemen müslüman oldu. Peygamber,
onun yahudilerin yazısını öğrenmesini emretti, 15 günde öğrendi.
Zeyd
vahiy kâtipliğini yaptı. Kur'an'i hıfzederek çok kuvvetli bir hafız oldu.
Peralz ilmini pek iyi bir şekilde öğrendi.
Hendek
savaşından itibaren bütün savaşlarda Resûl-i Ekrem'in maiyetinde döğüştü.
Ebû
Bekr-i Sıddîk (R.A.) zamanında Kur'an-ı Kerim'i toplamaya memur kılındı.
Resûlullah hayatta iken yüzlerce sahabi Kur'an'm tamamını hıfzetmişti. En-sar-ı
Kiram'dan en kuvvetli hafızların Ubey b. KâT), Muaz b. Cebel, Zeyd b. Sabit ve
Ebû Zeyd olduğu Buharî-nin «Bab-u MenaMbi'I-Ensar» bölümünde Enes bin Mâlik'den
rivayet ettiği hadisten anlaşılıyor.
Ebû
Bekir (R.A.) zamanında kitap halinde toplanarak Hz. Hafsa'ya hıfzetmek üzere
tevdi edilen Kur'an'm bu orjinal nüshası Hz. Osman (R.A.) zamanında alınarak
ondan 5 veya 7 nüsha, seçkin bir hey'et tarafından kopye edilirken Zeyd
hazretlerine bu kurulda görev verilmişti.
Zeyd (R.A.)'den bir cemaat Kur'an dersini
almıştır. îbn-i Abbas ve Ebû Ab-dirrahman bin es-Süleml bunlardandır. 92 hadisi
vardır. Buharî ve Müslim 5 hadişini ittifakla, Buharı 4 ve Müslim 1 hadisini
münferiden rivayet etmişlerdir. Râ-vileri: Oğlu Harice, Enes, Süleyman bin
Yesâr, İbn-i Ömer ve bir cemaattır. Süleyman bin Yesâr: Hz. Ömer ve Hz. Osman;
Fetva, Feraiz ve kıraat'ta hic kimseyi Zeyd'e takdim etmezlerdi demiştir. Hz.
Ömer (R.A.) onu kadılığa atamıştı. Zeyd vefat ettiği zaman Ebû Hüreyre (R.A.)
ümmetin büyük âiimi vefat etti. demiştir. Hicrî 45 veya 48 veya 51 yılı vefat
etmiştir. (Bak : Tezkire sah. 30-32 ve Hulâsa 127)
[290] Hz. Ebû Zerr-T Gifari < Radiyaüahü Anh)'In Hâl Tercemesi
Adı
Cündüb İbn-i Cünade'dir. Gifâr kabilesine mensuptur. İlk müslümanla-rm
beşincisidir. îslâmiyeti seçmesi her hangi bir davet olmaksızın ksndi arzusu
ile kuvvetli bir irade mahsulü olmuştur. Onun İslâm oluşu müstesna bir şekilde
olduğundan dolayı İbn-i Abbas (R.A.) gibi büyük bir âlim sahabî, bunu tafsilâtı
ile rivayet etmiş, Buharî de bu rivayet
için özel bir bab ayırmıştır.
Zehebî
de, ilim, takva, zahidlik, savaşmak, dürüstlük, hakşinaslık, ihlas ve samimilik
gibi bir çok meziyetleri taşıyan Ebû Zerr'in bilgi yönünden İbn-i Mes'-ûd'un
seviyesinde olduğunu söylemiştir. Yalnız idari ve malî işlerde garib ictihad-ları
var idi. Meselâ : Kişinin mâlik olduğu 2 dirhem, 2 dinar bile Kur'an'm yerdiği
kenz (—mal biriktirip infak etmeme) hükmüne girer, derdi. Bu sebeple hazineden
kendisine tahsis edilen 400 dinarın hepsini aldığı gün fakirlere dağıtırdı.
İhtiyaç için bir şey alıkoymazdı. Ebû Zerr (R.A.) Peygamber (S.A.V.)'in vefatından
sonra Şam'da ikamet etmişti. Fakat Muaviye (R.A.)'in Şam valiliği zamanında bu
nevi ictihadları ve Valinin saltanat sistemli idaresini her vesile ile açıkça
tenkidinin halk üzerinde tesirini göstermesi neticesinde, Vali Muâviye (R.A.)
onun Medine'ye aldırılmasım Halife Hz. Osman (R.A.)'dan rica etti. Halifenin
çağrısı üzerine Ebû Zerr, Medine'ye gitti. Orada da tenkidlerini sürdürünce
Halife onu fetva vermekten menetti. Bir gün Ebû Zer sorulan bir soruyu
cevaplarken, Kureyşten bir genç başucuna dikilerek :
Halife
seni fetvadan men etmedi mi? dedi. Ebû Zerr :
Sen
gözcü müsün? Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, benim boynama
kılıç koysanız, siz boynumu kesmeden önce Resûlullah (S.A.V.)'den duyduğum bir
kelimeyi infaz edeceğimi sansam, derhal söylerim, diye karşılık verdi.
Neticede Halife onu Rebze'ye gönderdi.
Ebû
Zerr'in 181 hadisi vardır. Buharı ve Müslim 12 hadisini ittifakla, yalnız
Buhar! â ve yalnız Müslim 19 hadisini rivayet etmişlerdir. Râvileri: İbn-i Abbas,
Enes bin Mâlik, Zeyd bin Veheb, Cübeyr bin Nüfeyr, Ahnef bin Kays, Said bin
el-MÜseyyeb ve Tabiînden bir cemaattır.
Hicri 32. yılı Rebze de vefat etti. (Bak :
Tezkire sah, 17, 18 ve Hulâsa sah. 449)
[291] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/260-261
[292] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/262
[293] Sa'dbin Muâz (R-A.)in Hâl
Tercemesi
Hz.
Sa'd (R.A.) Ensâr'dan Evs kabilesinin en yüksek bir simasıdır. O, Re-sûl-i
Ekrem (S.A.V.)'in hicretinden önce Mus'ab îbn-i Umeyr'in delaletiyle müslüman
olmuş, sonra kabilesi halkına: Siz müslüman oluncaya kadar sizin erkeklerinizle
ve kadınlarınızla konuşmak bana haram olsun! demekle bütün Abdü'l-Eşhel
oğullarının hidayetine sebep olmuştur. Bedir ve Uhud savaşlarında bulunmuştur.
Bedir savaşma çıkılmadan önce ResûM Ekrem Muhacirlere ve Ensâr'a danışarak
Meleke istikametinden savaşmak İçin gelen düşmanı karşılamak veya-hut Şam'dan
Mekke'ye dönmekte olan kervanın yolunu kesmek hususundaki Sa-habîlerin görüşünü
sorduğunda Sahabîlerin çoğu kervan yolunu kesmeyi tercih edince, Peygamber buna
üzüldü. Bunun Üzerine söz alan Ebû Bekir, Ömer ve Mik-dad îbn-i Esved, Mekke
müşrikleri ile savaşmak görüşünü desteklediler. Muhacirler adına yapılan bu
konuşmalar Peygamber'I sevindirdi. Bundan sonra En-sâr'm kanaatini anlamak
istedi. Resûl-i Ekrem'in bu isteğini sezen Sa'd hin Mu&z
a
kalkarak:
— Yâ Resûlallah! Bu hitabınızla bizi
kasdettiğinizi sanıyorum, deyince; Re*
iah
(S.A.V.) :
— Evet sizleri kasdediyorum buyurdu. Bunun
Üzerine Sa'd:
—
Yâ Resûlallah (S.A.V.) biz sana inandık; tasdik ettik; tebliğ ettiğin
Kur*-an'ın hak olduğuna şehadet ettik; Sana itaat etmeye söz verdik. Ey
Allah'ın Resulü nasıl dilersen öyle hareket et! Biz seninle beraberiz. Yemin
ederim ki, sen bize denizi gösterip yürüsen biz de beraberinizde denize
dalarız. Ensâr'dan geri dönen olmaz. Ya Resûlallah! Harbte sebat etmeyi,
düşmana karşı direnmeyi bili-riü. tnşaallah zafere kavuşursun. Bu sebeple
buyurun Ey aziz Resul! Allah'ın bereket ve selâmetine dayanarak beraberce
düşman üzerine yürüyünüz diyerek Pey-gamber'i hoşnud etti.
Hz.
Sa'd Hendek savaşında aldığı bir ok yarası dolayısı ile bir ay Mescid'de tedavi
edildi. Fakat bu yaradan kurtulamıyarak şehid oldu. Cebrail (Aleyhisse-lâm)in
onun cenazesinde bulunduğu bildirilmiştir.
Resûl-i Ekrem, Muhacirler arasmda Ebû Bekr-i
Sıddtk (R.A.Vİ ne derece seviyor idi ise Ensâr içinde de Sa'd (R.A.) hazretini
de o derece severdi. Allah onlardan ve bizden râzl olsun. Âmin.
[294] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/262-264
[295] Devmetü'l-Cendel, Medine ile
Şam arasında ve Tebûk civanr *a bir şehrin adıdır. Lügat ehli bu şehre
«Dumetü'l-Cendel» derler.
[296] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/265-267
[297] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/267-269
[298] Cerîr (R.A.)'în Hâl Tercemesi
Cerir
bin Abdillah bin Câbir bin Mâlik bin Nasr El-Beceîî Ebû Amr, Hicretin 10. yıh
ve bir rivayete göre Peygamber'in vefatından 40 gün önce müslüman olmuştur.
Fakat Miftâhü'I-Hâce müellifi bu rivayeti zayıf görmektedir. Büceyle
kabilesinin reislerinden olduğu için Resûl-i Ekrem o'na kıymet vererek yere serdiği
bir kaftan üzerinde oturtmuş ve bu münasebetle :
«Bir kavmin kerem sahibi ileri geleni size
geldiği zaman ona ikramda bulunun» buyurmuştur. Resûlullah (S.A.V.), Cerîr'i
Yemen'e âmil olarak göndermiştir. Bu zat Medâyin'in fethinde bulunarak büyük
hizmetleri olmuştur. Kadisiye savaşında da İslâm ordusunun sağ cenahının
kumandanlığını yapmıştır. Hz. Ömer {Radiyallahü anh). Onu çok sever ve güzel
yüzlü olduğu için ona «İslâm ümmetinin Yûsufu» der idi. Hilâfeti zamanında
dağınık olan Büceyle kabilesini toplatarak Cerir'i onlara başkan tayin etti.
Cerîr
(R.A.)'in 100 hadisi vardır. Buhari ile Müslim sekiz hadisini ittifakla,
Buharî, bir ve Müslim altı hadisini münferiden rivayet etmişlerdir. Ravileri :
Oğlu tbrahim, Enes, Zeyd bin Veheb, Şa*bi ve ayrıca bir cemaattır.
Kûfe'de yerleşen bu muhterem Sahâbî, hicretin
51 veya 54 yılında vefat etmiştir. (Bak : Hulâsa : sah. 61)
[299] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/269-270
[300] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/270-271
[301] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/271-274
[302] Hulâsa : sah. 113
[303] Bunun isnadının sahih olduğu
Zevâid'de "bildirilmiştir.
Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 1/274-275
[304] Nüseyr bin Zu'lûk es-Sevri
Ebû Tu'ma el-Kûfi'dir. îbn-i Ömer'in ravi-sidir. Kendisinden de Sevri rivayette
bulunmuştur. îbn-i Hibbân onu sika saymıştır.
[305] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/276-278
[306] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/278-279
[307] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/279-282
[308] Sehl Bin Sa'd (R.A.)'ın Hâl
Tercemesi
Sehl Bin Sa'd bin Mâlik bin Hâlid bin Sa'Iebe
Hazreç kabilesine mensuptur. Künyesi Ebü'l-Abbas'tir. İsmi Hazn b. Sa'd iken
Resûlullah (S.A.V.) ona Sehl ismini bahsetmiştir. Hazn, sert ve sarp yer, Sehl
ise düz ve yumuşak yer demeK-tir. Peygamber'in vefatı sırasında onbeş yayında
olan Sehî b. Sa'd-i Sâidî'den 188 hadis rivayet edilmiştir. Buharı ve Müslim 28
hadisini ittifakla ve 21 hadisini yai-nıp Buharî rivayet etmiştir. Zûhrî, Ebû
Hâzim, Ebu Sehl-i Esbahî onun ravîlerin-endir.
Ebû Naim Sehl hazretlerinin 91 tarihinde vefat ettiğini haber veriyor.
Ta-akat sahibi îbn-i Sa'd de : Medine'de en son vefat eden sahabî Sehl
hazretleridir, demiştir. (Bak : Hulâsa :
sah. 157)
[309] Zevaid'de şöyle denilmiştir:
Râvi Abdülmuheymin yüzünden sened zayıftır,Diğer râviler sıkadır.
Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 1/282-284
[310] Bunun senedinin zayıf olduğu
Zevâid'de bildirilmiştir.
Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 1/284-287
[311] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/287-290
[312] İbn-i Abbas (R.a)ın Hâl
Tercemesi
İbn-i
Abbas, Abdulmufctalib'in torunu ve Peygamber'in amucazadesidir. Abbasi
halifelerinin de dedesidir. Anası Ümmü Fadıl da Resûl-i Ekrem'in hanımı Meymûne
(R.A.)'nın kız kardeşidir. îbn-i Abbas, Sahabîlerin en yüksek âlimlerin-dendir.
Bu sebeple Ö*na el-Hibr ve el-Bahr denilirdi, Kur'an tefsiri ve te'vili sahasında
müstesna bir kudreti haiz olduğundan dolayı terceman-ı Kur'an unvanı ile meşhur
olmuştur.
îbn-i
Abbâs hicretten üç yıl evvel Mekke'de doğmuş, Resûl-i Ekrem'in vefatı tarihinde
13 yaşındaydı. Peygamber'in özel dua ve teveccühlerine mazhar olmuştur. Bir
defasında Peygamber onu kucaklıyarak : «Allahım! Buna Kur'an öğret. (Yani
Kur'an ile ilgili ilimleri ver)» buyurmuştur. Başka bir defasında Peygamber
helaya girdiğinde îbn-i Abbas, abdest suyu hazırlayıp koymuştu. Peygamber çıkınca
: «Bu suyu buraya kim koydu?» diye sormuştu. İbn-i Abbas tarafından konulduğunu
haber alınca : «İlâhî! Bunun dindeki duygu, ve bilgisini arttır» diye duada
bulunmuştu. Resûl-i Ekrem'in yaptığı duzların bereketi ile o, sahabiler içinde
tefsir ve fıkıh alanında mümtaz bir sima olmuştur. İbn-i Mes'ûd (R.A.) bile :
«...
İbn-i Abbas Kur'an-ı Kerim'in en güzel tercümanıdır. Eğer bu genç bizim
yaşımıza erişirse hiç birimiz onunla ilmî sohbet ve tartışmaya muktedir olamayız»,
demiştir.
Halife
Hz. Ali (R.A.) bir yıl onu hac emîri olarak tayin etmişti. Bu seferinde Arafat
dağında irad ettiği hutbe'den ve okuduğu Nur sûresinin tefsirinden bahseden
Ebû Vâil şöyle demiştir :
—
Bu hutbeyi milletler işitseydi hidayete kavuşurlardı.
Abdürrezzak'm
Ma'mer'den rivayetine göre îbn-i Abbas derya gibi olan İlmini Ömer, Ali ve
Übeyy İbn-i KaT> (R.A.) hazretlerinden almıştır. Katâde de îbn-i Abbas'ın:
«Bir saat ilmî çalışma bir gecelik nafile ibadetten daha hayırlıdır» dediğini
rivayet etmiştir. Tavus demiştir ki : «Yetmiş sahabi'ye yetiştim. Bir mes'-ele
hakkında îbn-i Abbas bir görüş beyan eder de sahabiler muhalif kalırsa onları
ikna edene kadar uğraşırdı.» Onun bu yüce ilmî mertebeye nasıl kavuştuğu
kendisine sorulduğunda: «Soran bir dil ve düşünüp muhakeme eden bir kalb ile»
şeklinde cevap verdiği Mekhûl'den rivayet edilmiştir.
îbn-i
Abbâs ile îbn-i Mes'ûd kadar tefsire ait rivayetleri yaygın olan hiç bir sahabî
yoktur. Sahabilerin fıkıhçılarından en çok fetva veren ve en genç olan zat
îbn-i Abbâs'tir. Î'lamü'l-Muvakkıîn'de : İbn-i Abbas'm sonradan toplanan fetvalarının
yirmi cilde ulaştığı İbn-i Hazm'den naklediliyor. Kendisinden bin altı-yüz
altmış hadis rivayet edilmiş olup yetmiş beş hadisinde Buhari ve Müslim müttefiktirler.
Ayrıca Buhari yirmi yedi hadisi ve Müslim de kırk dokuz hadisi münferiden
rivayet etmişlerdir. Ravilerİ Ebu'ş-Şa'sâ, Ebu'l-Âliye, Said bin Cübeyr, İbn-i
Museyyeb, Atâ bin Yesar başta olmak üzere bir çok zatlardır. Musa bin Ubey de
Hz. Ömer'in bazı mes'elelerde îbn-i Abbas ile istişare ettiğini söylemiştir.
Mes-rûk da: «Ben İbn-i Abbas'ı gördüğüm zaman O, insanların en güzelidir; konuştuğu
zaman insanların en kuvvetli edebiyatçısıdır; hadisten bahsettiği zaman insanların
en büyük âlimidir, derdim» demiştir.
İbn-i Abbas hicretin 68. yılı Taif'de vefat
etmiş, cenaze namazı Muhammed bin el-Hanefiyye tarafından kıldırılmıştır. (Bak:
Tezkire sah. 40-41 ve Hulâsa sah. 202-203)
[313] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/290-291
[314] Bakara 129,151, Âl-i İmran
164, Cumua 2
[315] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/291-292
[316] Abîde (R.A.)'in Hâl Tercemesi
Abîde
bin Amr es-Selmanî el-Müradî el-Kûfi, Mekke fethi sırasında Yemen'de müslüman
olmuş ve Resûl-i Ekrem'i görüp feyz almak için yollara düşmüş ise ds henüz
Medine'ye yetişmemiş iken Resûlullah'ın vefatı dolayısı ile Sahabîlik mertebesi
ona nasip olmamıştır. Mamafi fıkıh sahasında geniş malûmat sahibi olmuş, şer'l
hükümleri vermek kudreti bakımından Kadı Şüreyh'e denk olduğu
Şab’î tarafından ifade edilmiştir. İclİ de :«Abide, Abdullah îbn-i
Mes'ud'un fetva veren ve müderrislik yapan arkadaşlarından birisidir»
demiştir.
Abîde, hadisleri Ali ve îbn-i Mes'ûd
(R.A.)'den almıştır. Râvileri ise; îbn-i Şîrîn. ŞaTji, Nahaî, Abdullah bin
Seleme, Müslim bin Hassan el-A'rac ve başkalarıdır. Ondan en çok hadis rivayet
eden zat îbn-i Sirîn'dir. Sahih rivayete göre hicri 72. yılında vefat etmiştir.
(Bak: Tezkire sah. 50; Hulasa sah. 256)
[317] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/292-294
[318] İbn-i Abidin, oild 3, sah.
339, Mısır
[319] Harûrâ : Küfe yakınında bir
köyün ismidir. Hakem mes'elesinden dolayı Hz. Ali'den ayrılarak ona karşı
çıkan 12 bin kişilik haricîler Sıffin dönüşü Hz. Ali nin ordusundan ayrılarak
bu köyde toplandılar. Bu nedenle haricîlere, Ha-rûrâhlar ismi verilmiştir.
[320] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/295-296
[321] Bu isnadın zayıf olduğu
Zevâid'de bildirilmiştir.
Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve
Şerhi, Kahraman Yayınları: 1/296-298
[322] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/298-300
[323] Kastalânİ cild 7, sah. 297
[324] İbn-i Ebî Evfa'nın Hâl
Tercemesi
RavI
îbn-i Ebî Evfâ'nm adı Abdullah'dır. Babası Alkame bin Halid el-Eslemi'-dir.
Sahabî oğlu Sahabî olan îbn-i Ebî Evfâ, Bey'âtü'r-Rıdvan'da bulunmuştur. 95
hadisi vardır. Buharî ve Müslim 10 hadisinde ittifak etmişlerdir. Ayrıca Buharî
5 ve Müslim 1 hadîsini almıştır. Râvileri: Arar bin Mürre, Talha bin Musarrif,
Adi bin Sabit ve el-Â'meş'tir. Zehebî diyor ki :
El-Â'meş'in
îbn-i Ebi Evfâ'dan rivayet ettiği hadislerin mürsel olduğu söylenmiştir.
Halbuki El-Â'meş, İbn-i Ebi Efvâ'dan önce vefat eden bazı zatlardan hadis
işitmiş iken El-Âmeş'den hadis işitmesine ne gibi bir mâni olabilir?
Vâkıdî, onun hicrî 86. yılı vefat ettiğini
söylemiştir. Ebü Naîm'e göre vefat tarihi 85'tir. Amr bin Ali: îbn-i Ebi Evfâ,
Kûfe'de en son vefat eden sahabi'dir, demiştir. (Bak : Hulâsa sah. 191)
[325] Zevaid müellifi hadisin
senedindeki râvilerin sika olduğunu fakat se-nedde inkıta (= kesinlik)
bulunduğunu, çünkü ravilerden el'A'meş'in İbn-i Ebî Evfâ'dan hadis işitmediğini
söylemiştir.
[326] Zevâid'de şöyle denilmiştir
: Bunun senedi sahihtir. Buharı bunun bütün râvilerini hüccet saymıştır.
Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 1/301-305
[327] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/305-306
[328] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/306-307
[329] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları:
1/307
[330] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/307-309
[331] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/309-313
[332] Zevâid'de şöyle denilmiştir
: İbn-i Hibbân, râvi Veki'i sıka râvilar arasında zikretmiştir. Senedin kalan
râvilerini Müslim hıiccct saymıştır.
Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 1/313-315
[333] Doğrulma düzelmek, kararlaşmak,
istilâ, taht üzerinde oturmak.
[334] Sindî, sah. 40
[335] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/315-317
[336] Safvan bin Muhrız (R.A.)'ın
Hâl Tercemesi
Safvan bin Muhrız, Basra'da yetişen Tabiî
âlimlerindendir. Aslen Mâzîn kabilesinden olup Basra'da ikamet etmiştir.
Hulâsa'da Abdullah İbn-i Mes'ûd ve Ebû Mes'ûd'dan, Tehzîb'de ise; îbn-i Abbas,
İbn-i Ömer, Ebû Musa el-Eş'âri, İm-ran bin Husayn ve Hâkim bin Hizâm'dan
rivayette bulunduğu beyan edilmiştir. Râvîleri : Sabit, Katade, Asım-ı Ahvel,
Muhammed İbn-i Vâsi', Cami' bin Şed-dad, Bekir el-Müzenî ve başka zatlardır.
îbn-i Sa'd, Safvan'm sika ve takva ile fazilet sahibi olduğunu söylemiştir.
Safvan, Tehzîb'e göre; Abdülmelik devrinde ve hicri 74 yılında vefat etmiştir.
Aynî ise; 94 yılında vefat ettiğini söylemiştir.
[337] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/317-319
[338] Hadîsin râvîlerinden El-Padl
Er-Rakkaşi'nin zayıflığına hadisçiler ittifak ettikleri için Sindî hadisin
isnadının zayıf, olduğunu söylemiştir. Suyûtî de Misba-hü'-Zücâce'de :
İbnü'l-Cevzi'nin bu hadisi mevzu hadisler arasında zikrettiğini beyan ettikten
sonra El-TJkayli'den naklen şunları söylemiştir : Hadisin râvîlerinden Abdullah
bin Ubeydillah Ebû Asım El-Abbâdânî'nin hadisleri münkerdir. Râvi El-FadFın da
Kaderiyye ehlinden olduğu rivayet olunmuş, hadisleri de zayıf sayılmıştı,.
Ancak EI-Lalâlî'l-Masnia»'da zikredildiğine göre hadis Ebû Hüreyre (R.A.V ye
ulaşan başka bir yol ile rivayet edilmiştir.
Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 1/319-322
[339] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/322-323
[340] Kastalâni cild 11, sah.
161-162
[341] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/323-325
[342] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/325-328
[343] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/328-329
[344] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/329-331
[345] Kastalânî cild. 7 sahife 7
[346] Câbir bin Abdîllah (R,A.)m
Hâl Tercemesi
Câbir
bin Abdillah bin Amr bin Haram Ensarî ve Selemî'dir. Künyesi Ebû Abdurrahman
veya Ebü Abdillah yahut da Ebû Muhammed'dir. İkinci Akaba biatinda hazır bulunan
70 kadar Ensârî arasında yer almıştır. Bizzat Resûlullah (s.a.V.)'den ilim
almış ve zamanında Medine-i Münevvere'de fetva veren meşhur bir Sahabi'dir.
Annesi Bint-i Akabe'dir. Bedir savaşında bulunup bulunmadığı mes'elesinde
ihtilâf vardır. Fakat Hendek savaşında Biat-ı Rıdvan'da bulunduğu kesindir.
Ayrıca 19 savaşa katılmıştır. Çok hadis rivayet eden 6 meşhur Sahâ-bi'den
birisidir. Kendisinden 1540 hadis alınmıştır. Buhârî ve Müslim 58 hadisinde
ittifak halindedirler. Ayrıca 26 hadisi Buharî ve 126 hadisi Müslim münferiden
rivayet etmişlerdir. Resûlullah'm onun için bir ara 25 defa istiğfar ettiği
kendisinden rivayet edilmiştir.
Başhca
râvileri : Said İbn-i Minâ, Ebû Zübeyr, Ebû Süfyan, Talha İbn-i Nâfi, Hasan-ı
Basri, Muhammed İbn-i Münkedîr'dir. Başkaca bir çok zat kendisinden hadis
almıştır. Bir asra yakın yaşamış olan bu zat hicretin 78. yılı 94 yaşında iken
vefat etmiştir. Medine'de en son vefat eden sahabî kendisidir. Cenaze namazı
Medine valisi bulunan Eban İbn-i Osman tarafından kılınmıştır.
Sahabîler arasında Câbir İbn-i Abdillah adlı
bu zattan başka iki zat daha vardır : i _ Câbir İbn-i Abdillah İbn-i Rebâb, 2 —
Câbir İbn-i Abdillah Râbisî'-dfr Yalnız
Câbir ismindeki sahâbi ise 24 zattır. (Bak : Tezkire Sah. 43, 44 ve Hulasa Sah. 59)
[347] Müellife rivayette bulunan 2
râvî (İbrahim ve Yahya) hadis metninin bundan sonraki kısmında birleşiyorlar.
[348] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/331-334
[349] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/334-338
[350] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/338-339
[351] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/339-342
[352] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/342-347
[353] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/347-351
[354] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/351-353
[355] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/353-354
[356] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/355-356
[357] Müslim'in şerhi Nevevî cild
12, sah. 216
[358] Şûra sûresi, âyet 11
[359] Sindi, Sah. 45
[360] Nevvâs : Sahâbî'dir. 17 hadisi vardır. Müslim 3
hadisini rivayet etmiştir.Râvîleri :
Ebû İdris el-Havlânî ve Cübeyr bin Nefîr'dir. (Hulasa, sah. 406)
[361] Zevâid, bu hadisin isnadının
sahih olduğunu belirtmiştir,
Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 1/356-358
[362] Bunun senedinin söz götürür
durumda olduğu Zevâid'da bildirilmiştir.
Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 1/359
[363] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/359-360
[364] Er-Râhmari sûresi, âyet 29
[365] Zevâid yazarı bu hadisin
isnadının hasen olduğunu söylemiştir.
Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 1/360-361-
[366] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/361-362
[367] Zevâid'de bu hadisin
isnadının sahih olduğu bildirilmiştir.
[368] Bunun senedinin zayıf oîduğu
Zevâid'de bildirilmiştir.
[369] Ebû Cuhayfe Vchsb bin
Abdillah Es-Suvâi el-Kufİ, Şahabıdır. Resûluî-laf vefat ettiğinde henüz
erginlik çakına varmamış idi. 45 hadisi var. Buharî ve Müslim iki hadisini
müttefikan, yalnız Buharî iki ve yalnız Müslim 3 hadisini almışlardır.
Râvileri: Oğlu Avn ve Şâ"bî ile Ebü îshak ve başkalarıdır. Hicri 74
yılında vefat etmiştir. Kendisi Hz. Ali'nin seçkin arkadaşlarından idi. Hulâsa
Sah. 418
[370] Bunun senedinin zayıf olduğu
Zevâid'de bildirilmiştir.
[371] Bunun senedinin zayıf olduğu
Zfevâid'de bildirilmiştir.
Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 1/362-366
[372] Müslim'in Nevevî şerhi, cild
12, sah. 79
[373] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/366-368
[374] Bu zat Bedir
ehlindendir.Künyesi Ebû Abdülah'tır.Râvisi oğlu Ab-dullah'dır. Hulâsa, sah. 292
[375] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/368-369
[376] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/369-370
[377] Bu hadisin isnadının zayıf
olduğu Zevâid'de bildirilmiştir.
Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 1/370-371
[378] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/371-373
[379] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/373-374
[380] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/374-375
[381] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/375-376
[382] Usfân: Mekke - Medine arasında ve Meke'ye 2 konak
mesafede bir yerin adıdır.
[383] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/376-378
[384] Hulâsa, sah. 223
[385] Hulâsa, sah. 399
[386] EI-Münziri hadisin isnadının
hasen olduğunu söylemiştir. Zevâid yazarı, seneddeki râvilerden Abdullah bin
Ziyâd ile Ali bin Zeyd'in zayıf oldukları söylendiğine beyan ettikten sonra
Tirmîzî'nin tahriç ettiği iki şahid ile hadisin takviye edildiğini
belirtmiştir.
Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 1/378-380
[387] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/380-381
[388] Bunun notunu almaya gerek
görmedim. İzah kısmında buna değinilecektir.
[389] Zevâid'de şöyle denilmiştir
: İbn-i Hibbân bu hadîsi aynı metin ve senedle Hişam bin Ammâr'dan kendi
sahihinde rivayet etmiştir.
Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 1/382-383
[390] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/383-385
[391] Bu zat Ebü'd-Derdâ'nm
râvîsidir. Onun râvîsi de Dâvûd bin
Cemil'dir. İbn-î Hibbân onu sika saymıştır. Hulasa, sah. 320
[392] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/385-387
[393] Zevâid yazan, hadisin
senedindeki râvîlerden Hafs bin Süleyman'ın zayıflığı nedeni ile isnadın zayıf
olduğunu bildirmiştir. îmam Suyûti : «Müslim'in Şârihi Muhyİddîn en-Nevevî'ye
bu hadisin durumu sorulmuş, İmam Nevevi: Bu hadis sened bakımından zayıf ve
mâna bakımından sahihtir» diye cevap vermiştir. Nevevi'nin tilmizi
Cemâlü'd-Dîn el-Mizzî de : Bu hadis Hasen mertebesine ulaşacak kadar yollarla
rivayet edilmiş, demiştir. Hakikaten dediği gibidir. Çünkü ben bu hadise ait
50 rivayet gördüm ve bu rivayetleri bir fasikülde topladım, demiştir.
Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 1/387-390
[394] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/390-391
[395] Safvân b. Assâl (R.A.)'m Hâl
Tcrcemesi
Râvî Safvân bin Assal el Muradı el-Cemelî
Resûlullah (S.A.V.) ile beraber 12 savaşa katılmıştır. 20 hadisi vardır.
Abdullah İbn-i Mes'ûd gibi yüce âlim ve.Zîrr bin Hubnyş kendisinden hadis
rivayetinde bulunmuşlardır. (Hulâsa, 174) Allah onlardan ve bizden râzi olsun.
[396] Zevâid'de şöyle denilmiştir:Bunun râvlleri sıka zatlardır.Ancak ravi Ebi'n
Necûd'un hafızası son zamanlarında karışmıştı.
Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve
Şerhi, Kahraman Yayınları: 1/391-393
[397] Bunun senedinin, Müslim'in
şartı üzerine sahih olduğu Zevâid'de bildirilmiştir.
Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 1/393-394
[398] Hadîsin râvilerinden Ah bin
Yezld'in Eayıflığı Cumhur tarafından beyân edildiği için.isnadın zayıf olduğu
Zevâid'de bildirilmiştir.
Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 1/394-395
[399] Zevâid'de şöyle denilmiştir
: Bu sened zayıftır. Çünkü râvilerden Dâ-vûd, Bekir ve Abdurrahman zayıflardır. Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/395-396
[400] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/396-397
[401] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/397-399
[402] Cübeyr b. Mut'im b. Adiy
(R.A.)'ın Hâl Tercemesi
Cübeyr
bin Mut'im bin Arîiyy bin Nevfel bin Abd-i Menaf, Hudeybiye ile Mekke fethi
arasındaki dönemde müslümanlığı kabul eden Kureyş ululanndan-dır. Abd-i
Menaf'ta Peygamber'in nesebi ile onun nesebi birleşir. Cüboyr, Mekke'nin en
nüfuzlu simalarından idi. Müslüman olmadan önceki yıllarda da Pcy-gamber'e
karşı insanca davranırdı, Nitekim Tâif seferinin dönüşünde Resûhil-lah'ı
müşriklerin saldırılarından korumaya çalışmıştı. Keza Beni Kureyş kabilesinin
Hâşim oğullarına karşı ilân ettikleri boykota âit yazılı sözleşmeyi bozmaya
çalışanlardan birisi de oydu. Mut'im Bedir savaşında müslümanlarm eline düşen
esirleri fidye karşılığında kurtnrmak üzere Kureyş tarafından Medine'ye
gönderilmişti.Bu husus için Resûlullah
(S.A.V.) ile görüştüfründe : «Senin ihtiyar baban Mut'im sağ olup da bu kokmuş
herifler için benimle görüşseydi hepsini bitden ona bağışlardım,
buyurmuşlardır.
Cübeyr.
Medine'ye yaptığı bu seferi şöyle anlatıyor :
Bedir
esirlerini fidye mukabilinde kurtarmak için görüşmeye gelmiştim. İkindiden
sonra Medine'ye vardım. Yorgun olduğum için Meseid-İ Şerif'de uzanıp yanını.
Akşam namazı vakti oldu. Resûlullah (S.A.V.Vİn (Tûr) sûresini akşam namazında
okuduğunu İşitince korku içinde kaldım. Mescidden çıkıncaya kadar
dinlendim. îslâm sevgisinin kalbime
ilk girdiği gün odur.
Cüheyr'in
60 hadisi olup Bııhari ve Müslim 6 hadisinde ittifak etmişler ve birer hadisini
münferiden rivayet etmişlerdir. Hâvileri iki oğlu Muhammed ile Nafi, Süleyman,
tbn-i Müseyyeb ve bir cemaattır. Kendisi halim, vekarh Arap ensabını iyi bilen
bir zât idi. jbnü'l-îshnk'm zikrettiğine göre Resûlullah ona 100 deve vermiştir.
Hicri 58 veya 59. yılı Mrdine'de vefat etti. Nııfay b. F.I-Hars F.s-Sakafî (R.A.)ın Hâl Tercemesi
Nufay bin el-Hars es-Snkafî Ebû Bekr'e,
Tâif'ten gelmedir. 132 hadisi vardır. Buharı ve Müslim 8 hadisinde ittifak
etmiştir. Ayrıca Buharî 5 ve Müslim bir hadisini almıştır. Hâvileri çocukları
Abdurrahman, Ubeydullah, Müsîim, Abdül-aziz ve bir cemaattır. Cemel ve Sıffin
olaylarından uzak kalmıştır. Hicri 51. yılı vefat etmiştir. (Bak : Hulasa sah.
60 ve 404)
[403] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/399-400
[404] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/400-401
[405] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/401-402
[406] Sindi diyor ki Zevâid
müellifi bu babta geçen bâzı hadislerin sıhhat durumu üzerinde durmuştur. Ama
hadislerin metinlerinin sıhhatli olduğu hadis âlimleri tarafından
belirtilmiştir.
Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 1/401-402
[407] Hadisin râvilerinden
Muhammed bin Ebi Humeyd metruk olduğu için isnadının zayıf olduğu Zev&id'de
bildirilmiştir.
Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 1/403
[408] Hadisin râvilerinden
Abdurrahman, zayıf olduğu için isnadın zayıf olduğu Zevâid'de belirtilmiştir.
Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 1/404
[409] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/405
[410] Bu zat sahâbî'dir. Mısır'da
yerleşmiştir. 30 hadisi vardır, R&visl yâlnız oğlu Sehl'dir. Terğıb ve
Fazilet'e ait hadisleri hasen'dir. Hulâsa sah. 379
[411] Hadis metni mâna itibarı ile
sabittir. Fakat senedinin zayıf olduğu söylenmiştir. Zevâid'de beyan edildiğine
göre îbn-i Muin, hadisin ravilerinden olan Seni bin Muâz'ı zayıf göstermiş,
el-İcli ise onu sika saymış, İbn-i Hıbbân da onu hem sikalar hem de zayıflar
arasında zikretmiştir. Hadisi Sehl'den rivayet eden Yahya bin Eyyûb'un da
Sehl'e ulaşmadığı söylenmiştir ki; bu duruma göre senedde bir inkıta olmuş
olur.
[412] İbn-i Hibban bu hadisi
Sahih'inde rivayet etmiş, Zevâid'de de hadisin sahîh olduğunu belirten bilgi
verilmiştir. Sünen-i İbni Mâce Tercemesi
ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 1/ 405406
[413] İbnü'l-Münzir'den
nakledildiğine göre kendisi bu hadisin isnadının ha-sen olduğunu söylemiştir,
Zevâid ise isnadın garip olduğunu, râvi Merzûk'un sıka olup olmadığında âlimler
arasında ihtilâf bulunduğunu ve İbn-i Huzeyme'nin kendi sahihine Muhammed bin
Yahya'dan ayni senedle rivayet ettiğini beyan etmiştir
Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 1/407-408
[414] Râvîlerden İshâk ve Yâkub
zayıf olduğu. Hasanı Basrî de Ebû
Hü-reyre'den hadis işitmediği için bu isnadın zayıf olduğu Zevâid'de
belirtilmiştir.
Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 1/408-409
[415] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/409
[416] Bakiü'l-Ğarkad Medine-i
Münevvere mezarlığının adıdır. Bu mezarlığa ilk gömülenler sahâbilerden Osman
bin Maz'ûn, Peygamber'in oğlu İbrahim ve muhterem zevceleridir.
[417] Ebû Ümame'den sonraki
râviler zayıf oldukları için h&disin isnadının zayıf olduğu Zevâid'de
belirtilmiştir. Sünen-i İbni Mâce
Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 1/409-411
[418] Bunun râvilerinin sıka
oldukları Zevâid'de bildirilmiştir.
Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 1/411
[419] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/411
[420] Hadisin râvilerinden
el-Muallâ bin Hilâl; fbn-i Main, Ahmed ve baş-kaian tarafından yalanlanmış ve
bâzı kimselerce mevzu hadislerle suçlanmıştır. Yine râvîîerden İsmail İbn-i
Müslim'in zayıf oluşunda âlimler ittifak etmişlerdir. Zevâid yazan râvilere âit
bu bileiyi vererek isnadın zayıflığını belirttikten sonra Resûltiîlah'a âit
metin kısmının bir Önceki hadis ile teyid edildiğini ve Tirmizi'nin de yalnız
Ebû Said-i Hudrî'ye dayanan Senedi kabul ettiğini ifâde ediyor. Zevııid yazan
bu arada bir önceki hadise âit. olup Ebû Saîd-i Hudri'ye ulaşan seneddeki râvî
Ebû Harun el-Abdiiıin de hadis âlimlerinin ittifakı ile zayıf görüldüğünü söylüyor.
Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve
Şerhi, Kahraman Yayınları: 1/412-413
[421] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/413-414
[422] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/415
[423] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/415-417
[424] Hammâd ve Kbl Kerib'in
zayıflığı nedeni İle bunun senedinin zayıflığı Zevâid'de bildirilmiştir.
[425] Zevâid'de şöyle denilmiştir
: Bunun râvileri sıkadır. îbn-i Hibbân da bu hadisi kendi sahihinde rivayet
etmiştir. Hâkim de bunu merfu ve mevkuf olarak rivayet etmiştir.
Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 1/417-419
[426] Zevâid'de şöyle denilmiştir
: Bunun senedi zayıftır. Râvi UbeyduHah bin Ebİ Bürde de meçhuldür.
Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 1/419-420
[427] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/420-423
[428] Zevâid'de şöyle denilmiştir
: Bunun senedi zayıftır. Çünkü râvi Nehsel bin Said'in münker hadisleri rivayet
ettiği söylendiği gibi mevzu hadisleri rivayet ettiği de söylenmiştir.
Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve
Şerhi, Kahraman Yayınları: 1/423-424
[429] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları:
1/424-425
[430] RamûzÜ'l-Ahâdis şerhi
Levamiü'1-Ukul cild 4, sah. 481, 462, Mısır, Amire
Matbaası yıl ?
[431] Zevâid'de bu iki hadisin
isnadının zayıf olduğu 'bildirilmiştir. Ancak bu iki hadis mâna itiban ile
râvilerinin sıka olduğu belirtilen 254 nolu hadise benzerler.
Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 1/425-428
[432] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/428
[433] Bu zat, Ebû Hüreyre, Muaviye
ve Ebû Sald'in râvisidir. Kendisinden rivayette bulunanların başında Zührl,
Ebu'z-Zübeyr ve Ebü'z-Zinad gelir. Bir cemaat onu sıka saymıştır. Ebû Ubeyd'in
dediğine göre hicri 117. yılı
İskenderiye'de vefat etmiştir. Hulâsa sah. 236
[434] Bakara sûresi, âyet 174, 175
[435] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/428-430
[436] Zevâld'in beyânına göre
hadisin râvilerinden Hüseyn bin Ebi's-Seri, kezzâbür. Râvi Abdullah bin es-Seri
de zayıftır. Ayrıca El-Etraf'ta belirtildiğine göre Abdullah bin es-Seri,
Muhammed bin el-Münkedir'e yetişmemiştir. Aralarında bir kaç râvi aracı vardır.
Bu duruma göre senedde inkıta da vardır.
Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 1/430-431
[437] Zevâid'de şöyle denilmiştir
: Bunun ravilerinden Yûsuf bin İbrahim'in acâib rivayetlerinin bulunduğunu
Buhar! söylemiştir . İbn-i Hibbân da : Enes'in bâzı hadislerine âit Yûsuf'un
rivayeti zararsızdır, demiştir. Âlimler Yûsuf'un zayıflığı üzerinde ittifak
etmişlerdir.
Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 1/432
[438] Hadisin râvilerinden Muhammet!
bin Dâb'ın mevzu hadisleri
rivayet ettiği söylenmiş olup Ebü Zur'a ve başkaları da onu
yalanlamışlardır.
[439] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 1/433-434