1- Allah Yolunda Cihâd Etmenin Fazîleti Babı
3- Bir Gaziyi
(Savaşa Gidecek Müslümanı) Techizatlandıranın (Sevabının Beyânı) Babı
4- Allah Teâlâ Yolunda Mal Harcamanın Fazileti (Nın Beyânı)
Babı
5- Cihâdı Bırakmak Hakkındaki Tehdid Babı
6- Mazeret Kendisini Cihâddan Alakoyan Kimse (Hakkında Gelen Hadisler) Babı
7- Allah Yolunda Rıbat (Sınır Ve Önemli Mevkilerde
Düşmana Karşı Bekleme) Fazileti Cnîn Beyânı) Babı
8- Allah Yolunda Nöbet Beklemenin Ve Tekbir Getirmenin
Fazileti Babı
9- Nefir
(Kâfirlerle Savaşmaya Gîden Topluluk) İçinde (Cihada) Çıkmak Babı
10- Deniz Savaşı Fazileti (Nin Beyânı) Babı
Resûl-İ Ekrem
(Aleyhi's-Salâtü Ve's-Selâm) İn; Bu Hadîsten Çıkan Mucizeleri
11- Deylem
(Bölgesinin Fethedileceğin) İ Bildirmek Ve Kazvin'in Fazileti (Nin
Beyânı) Babı
12- Baba Ve Anast Hayatta Olduğu Halde Savaşa Giden Adam
(Hakkında Gelen Hadîsler) Babı
14- Allah Yolunda Savaş İçin At Bağlayıp Hazırlamak Babı
15- Allah Sübhânehu Ve Teâlâ Yolunda Savaşma (Nın
Faziletinin Beyânı) Babı
16- Allah Yolunda
(Savaşıp) Şehîd Olmanın Fazileti
Babı
17- (Sevab Bakımından) Şehîdlik (Hükmünde) Olması Umulan
(Ölüm Çeşitleri) Babı
19- Allah Yolunda Ok Atmak Babı
20- Büyük Bayraklar Ve Küçük Bayraklar Babı
21- Savaşta İpek Ve Dîbâc (Denilen İpekli Kumaş) Giymek Babı
22- Savaşta Sarıklar Giymek Babı
24- (Allah Yolunda) Cihâda Gidenleri Uğurlamak Ve Onlarla
Vedalaşmak Babı
25- Seriyye (Savaşa Giden Askerî Müfreze) Leh Babı
26- Müşriklerin Tencerelerinde (Ve Dîğer Kablar1nda) Yemek Yeme Babı
27- Müşriklerden Yardım İstemek Babı
31- (Savaşta) Düşman Ülkesinde (Binaları,
Ağaçları Ve Ziraatları) Yaktırmak
Babı
Benî Nadir Yahudileri Hakkında Özlü Bilgi
32- Esirleri Fidye Karşılığında Kurtarmak Babı
34- Gülul (Yânî Ganimet Malını Çalmak) Babı
35- Nefel (Yâni
Mücâhid'e Ganimetteki Payından Fazla Olarak Verilen Mal) Babı
36- Ganimet Mallarını (Gaziler Arasında) Taksim Etmek
Bâbı
37- Köleler Ve Kadınlar, Müslümanların Refakatinde
Savaşta Hazır Bulunurlar, Babı
Savaşa Giden Kadın İçin Ganimetten Sehim Verilir Mi ?
38- Devlet Başkanının (Savaşa Giden Mücâhidlere) Tavsiyesi, Babı
Alınacak Cizye Miktarı Hakkındaki Görüşler
39- İmâm (Devlet Başkanın) A İtaat Babı
40- Allah'a İsyan Hususunda (Hiçbir Yaratığa) İtaat Etmek
Yoktur, Babı
42- Biate Vefa (Yâni Bîatla Verilen Söze Sadakat
Göstermek) Babı
43- Kadınların Biat Etmesi Babı
44- Koşu Yarışması İçin Konulan Ödül Ve Ödüllü At
Yarıştırmak Babı
Ödüllü At Yarışma Şekilleri Ve Bunlardan Meşru Olanlar
İle Meşru Olmayanlar
45- Düşman Toprağına Mushaf İle Sefbr Edilmesinin
Yasaklığı Babı
46- Ganimet Malının Beşte Birinin Taksimi Babı
Cihâd : Arab dilinde güçlük mânâsına gelen Cehd kelimesinden alınmadır. Şeriat ıstılahında ise, Allah adını yüceltmek için kâfirlerle savaşmak mânasına geiir. Allah yolunda cihâd, nefisle mücâdele mânâsına da gelir. Bu Kitâbda Allah yolunda savaşma ile ilgili hadisler rivayet edilmiştir. Allah'ın adını yüceltmek maksadıyla kâfirlerle savaşmak veya buna hazırlanmak farz-ı kifâye'dir. Fakat din düşmanı olan kâfirler İslâm ülkesine girdikleri zaman onlarla savaşmak farzı ayn olur. Biz bu kadarlık bilgi ile yetinelim. Kimlere farz olduğu, kimlerin bundan muaf tutulduğu hususu ve benzeri meseleler fıkıh kitablarında etraflıca anlatılmaktadır. [1]
2753) Ebû Hüreyre (Radtyallâhü anhj'den rivayet edildiğine göre; Resûiullah (SaliallaJıü Aleyhi ve Seli eni)- şöyle" buyurdu, demiştir :
«Allah, kendi yolunda (cihâd'a) çıkan (müslüman) kimseye «Benim yolumda cihâd, bana imân ve peygamberlerimi tasdikten başka bir neden onu (evinden) çıkarmıyor» diye (büyük ikram ve çok se-vâb) hazırlamıştır. (Allah) "O kimseyi cennete dâhil etmek veya elde ettiği sevâb veya ganimete nail olarak, çıktığı evine (selâmetle) geri getirmek benim kefaletim altındadır» (diye taahhüdde bulundu.)» Sonra Resûl-i Ekrem (Saîlallahü Aleyhi ve Sellem) (sözüne devamla) :
«Nefsim (kudret) elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki müs-lümanlara güçlük çıkarmam (endişesi) olmasaydı, Allah yolunda (cihâda) çıkan hiç bir seriyye (yâni savaş müfrezesine katılmak)dan katiyen geri kalmazdım. Ve lâkin ben bir bolluk bulamıyorum ki onları (binit hayvanlarına) bindireyim. Onlar da bir bolluk bulamıyorlar ki (binici olarak) beni tâkib edebilsinler. Ben (savaşa gittik)den sonra (savaştan) geri kalmalarına da gönülleri razı olmaz. Muham-med'in nefsi (kudret) elinde olan (Allah)a yemin ederim ki Allah yolunda savaşıp öldürülmeyi, sonra (dirilerek) savaşıp katlolunmayı, sonra (tekrar dirilerek) savaşıp öldürülmeyi arzularım» buyurdu."
2754) Kbû Said-i Hudrî (Radtyallâhü anfı)'âen rivayet edildiğine gQre; Peygamber (Saîlallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
«Allah yolunda cihâd eden (müslüman) kimse, Allah'ın (şu) garantisi altındadır: Allah ya onu mağfiretine ve rahmetine katar veya onu sevâb ve ganimetle (evine selâmetle) geri döndürür. Allah yolunda cihâd eden (müslüman) kimse, (evine) dönünceye kadar durumu, (bu sürece) -gevşeklik etmeksizin (gündüzleri) oruçlu ve (geceleyin) ibâdete devamlı kimsenin durumu gibidir.»"
Not: Zevâid'de şöyle denilmiştir : Bunun senedinde Atiyye bin Saîd el-Avfi bulunur. Bu râvîyi Ahmed, Ebû Hatim ve başkaları zayıf saymışlardır. [2]
Ebû Hüreyre (Radıyallâhü anh) 'in hadisini B u h â r i, Müslim, Nesâî ve Mâlik de rivayet etmişlerdir. Bu hadîsin bâzı cümleleri kudsi hadis şeklinde ifâde edilmiştir. Bu nedenle bâzı ifâdeleri parantez içinde ilâve etmek durumu oldu.
Mücâhidin cennete girmesinin Allah'ın kefaleti altında olmasından maksad, Allah'ın ikram ve ihsanı ile cennete kavuşturulmasıdır. Mücâhidin selâmetle ve bol ecirle veya bol ecirle beraber ganimetle evine döndürülmesi ile ilgili cümleden maksad da onun hem maddî hem de mânevi veya yalnız mânevi mükâfatla evine dönmesidir.
Mücâhidin bu mutluluğa erişebilmesi için, cihâdını, nâm ve şöhret gibi dünyevi maksadlarla değil, sırf Allah rızâsı için ve ihlâslı yapması gereklidir. Hadis bu duruma da işaret etmektedir.
İhlâslı mücâhid'in şehîd edilmesi hâlinde cennetlik olduğuna dâir cümle ile ilgili olarak Kadı Iyâz: Bu cümleden maksad savaş şehidinin ölür ölmez derhal cennete dâhil edilmesi olabilir. Nitekim Allah Teâlâ şehîdlerle ilgili bir âyette
*OnIar Rableri yanında dirilerdir, nzıklanırlar...» buyurmuştur. Anılan cümle ile şu mânâ kasdedilmiş olabilir: Mücâhid, hesaba çekilmeden, azab edilmeden ve hiç bir günahtan dolayı müâhaza görmeden, Allah'a çok yakın kullarla beraber Öncelikle cennete girer. Çünkü sahih bir hadîsle sabit olduğu gibi şehîdlik, günahlara kefaret olur.
Hadîste geçen "Seriyye" savaş müfrezesi demektir. Nevevi: Seriyye, askerî müfrezedir. Bazen ordudan ayrılarak düşmana saldırıp tekrar orduya katılır. İbrahim el-Harbî demiş ki:
Seriyye, yaklaşık dörtyüz kişilik müfrezedir. Bu müfreze genei-likle gece yürüyüş yaptığı için ona seriyye ismi verilmiştir, diye bilgi verir.
Hadîsin son kısmında Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm), savaşa giden her askerî müfrezeye katılma iştiyakını beyân buyurarak, ancak müslümanlara olan şefkat ve merhameti dolayısıyla bâzı küçük savaşlara katılmadığım belirtmektedir. Şöyle ki, Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-seîâm) herhangi bir savaşa katıldığı zaman tüm müslümanlar refakat etmek ister ve geri kalmaya gönülleri razı olmaz. Tüm müslümanların savaş araç ve gereçlerini, özellikle binit hayvanlarını sağlamaya ne Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) 'in ne de müslümanların o günlerdeki güçleri yetmiyordu. Savaşa gidecek olanların bir kısmının yaya olarak, süvarileri takip etmesi güçlüğü açıktır. Binit hayvanı temin edemiyenleri savaşa götür-memek, gidemeyenleri derin üzüntüye sevk eder. İşte bu güç durumu dikkate aîan Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) bâzı savaşlara bizzat katılmamayı uygun bulmuştur.
Hadîsin en son fıkrası da gaziliğin ve şehidliğin faziletini, şehıd-liği temenni etmenin ve güç yetmez hayırlı işleri dilemenin meşruluğunu belirtir.
Cihâdın farz-ı ayn olmayıp farz-ı kifâye olduğu hükmü de bu hadisten çıkarılır.
E b û S a i d (Radıyallâhü anh) 'm hadîsi ise Zevâid türün-dendir. Bu hadis de cihâdın üstün faziletini beyân eder.
Mücâhid, şehid edildiği takdirde ilâhi mağfiret ve rahmete, edilmediği takdirde, sevab ve ganimete kavuşma garantisine sahiptir. Ayrıca cihâd süresi boyunca, gündüzleri oruçla ve geceleri ibâdetle İhya etmişçesine sevap kazanır. [3]
2755) Ebû Hüreyre (Radıyallâhü anhyûen rivayet edildiğine göre: Resûlullab (Sallallahü Aleyhi ve Sel/em) şöyle buyurdu, demiştir :
-Sabahleyin veya akşamleyin herhangi bir vakitte Allah yolunda (cihâd için) bir kere yürüyüş, dünyadan ve dünyadaki şeylerin hepsinden hayırlıdır.»"
2756) Sehl bin Sa'd es-Sâidî (Radtyallâhü anhümâ)'âan rivayet edildiğine göre; Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Seli em) şöyle buyurdu, demiştir :
-Sabahleyin veya akşamleyin herhangi bir vakitte Allah yolunda Icihâd için) bir kere yürüyüş, dünyadan ve dünyadaki şeylerin hepsinden hayırlıdır.»"
2757) Enes bin Mâlik (Radtyallâhü anhyden rivayet edildiğine güre: Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ît Seltem) şöyle buyurmuştur:
-Sabahleyin veya akşamleyin herhangi bir vakitte Allah yolımdfe (cihâd için) bir kere yürüyüş, şüphesiz dünyadan ve dünyadaki şeyhlerin hepsinden hayırlıdır."" [4]
Ebû Hüreyre (Radıyallâhü anh) 'in hadîsini Buhâri, Müslim ve Tirraizi, Sehl (Radıyallâhü anh)'m hadîsini
bunlar ile N e s â i ve E n e s (Radıyallâhü anhümâ) 'nınkini yine bunlar ve A h m e d de rivayet etmişlerdir.
Hadîste geçen "Ğadve" ve "Ravha" kelimelerinin anlamlarıyla ilgili olarak el-Hâf iz, el-Fetih'te: "Ğadve, Guduv"dan alınmadır. Guduv, gündüzün başlangıcından ortasına kadar olan sürenin herhangi bir zamanında çıkmaktır. Ravha da Ravâh'tan alınmadır. Ravâh, gündüzün ortasından gün batmcaya kadar olan sürenin herhangi bir zamanında çıkmaktır, der. Bu çıkışlar Allah yolunda savaşmak amacıyla olduğu için yürüyüş sözcüğü ile terceme ettim. Çünkü bilindiği gibi askeri harekât için çevremizde, yürüyüş kelimesi kullanılmaktadır.
Böyle bir yürüyüşün dünyadan ve dünyadaki bütün şeylerden hayırlı olması ile kasdedilen mânâ ile ilgiîi olarak da el-Hâfız, İbn-i Dakiki'1-îyd' den naklen şu bilgiyi verir:
Bilindiği gibi bütün dünya ve içindekiler, cennetteki nimetlerin bir zerresine bile denk değildir. Fakat cennet nimetleri dünyada görülemiyor. Dünya nimetleri ise görülüyor. Görülemeyen cennet nimetleri ile görülebilen dünya nimetleri arasında bir mukayese yapıldığı takdirde cennet nimetlerinin değeri daha iyi anlaşılır. İşte bu nedenle hadîste bu mukayese yapılmıştır. Kasdedilen mânâ şöyle olur: Allah yolunda savaşmak için gündüzün herhangi bir zamanında yapılan bir yürüyüş karşılığında verilecek cennet nimeti, dünyadan ve dünyadaki bütün nimetlerden üstündür.
Hadisteki cümle ile şu mânâ da kasdedilmiş olabilir: Anılan bir yürüyüş ile elde edilen sevab, bütün dünyayı, içindeki bütün varlıklarla beraber Allah yolunda harcamakdan kazanılacak sevabtan daha fazladır.
El-Hâf iz, daha sonra ikinci yorumu teyîd eden mürsel bir hadîsi nakleder. [5]
2758) Ömer bin el-Hattâb (Radıyallâhü anhyden; Şöyle demiştir:
Ben, Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyururken işittim:
«Kim Allah yolunda savaşan bir gaziyi mükemmel bir biçimde teçhizattandınrsa, o gâzî ölünceye veya (savaştan) dönünceye kadar (kazandığı) sevabın bir misli onu techizatlandıran kimseye-olur.»"
Not: Zevâid'de şöyle denilmiştir: Eğer Osman bin Abdİllah, Ömer bin el-Hattâb (R.A.)'den hadîs işitmiş ise sened sahihtir. Çünkü el-Tehzîb'te müellif, bunun Ömer'den olan rivayetinin mürsel olduğunu söylemiştir.
2759) Zeyd bin Hâlid el-Cühenî (Radıyallâhü anh)'den rivayet edildiğine göre; Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu, demiştir:
«Kim, Allah yolunda savaşan bir gaziyi teczihatlandınrsa, o gazinin sevabından hiç bir şey eksiltmeksizin sevabının bir misli o kimseye olur.»" [6]
Zevâid türünden olan Ömer (Radıyallâhü anh)'ın hadisini İbn-i Hibbân da rivayet etmiştir. Zeyd (Radıyallâhü anh) 'm hadîsinin birer benzerini, Buhâri, Müslim., T i r -mizî ve Nesâî de rivayet etmişlerdir.
Gazinin techizatlandırılması, onun binek hayvanını ve savaş için gerekli araç ve gereçleri ile diğer ihtiyaçlarını temin etmek, demektir.
Birinci hadiste geçen istiklâl masdarından alınma fiilin mânâsı gazinin savaş araç ve gereçlerinden hiç bir şeye muhtaç olmayacak biçimde savaşabilir duruma gelmesidir.
Her iki hadis de bir gaziyi savaşa hazırlamanın sevabının yüceliğine delâlet eder. Asr-ı Saadette müslümanlardan fakir olanlar, Re-sûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) ve zengin olan sahâbiler tarafından techizatlandırılırdi. Techizatlandınlamayanlar savaşa katı-lamıyorlardı. Bu gibi sahâbiler bazen Medine-i Münevvere ' de kalıp savaşa giden müslümanUırın işlerine ve hizmetlerine bakarlardı. [7]
2160) Sevbân (Radıyallâhü anh)\\cn rivayet edildiğine göre; Re-Jffilullah (Sallallahü Aleyhi ve Seli em) şöyle buyurdu, demiştir :
«Adamın harcadığı dinarın en faziletlisi (sevabça en üstün olanı) , onun çoluk çocuğuna harcadığı dinar, Allah yolunda bir at için harcadığı dinar ve adamın Allah yolunda (savaşan) arkadaşlarına harcadığı dinardır.»"
2761) Ali bin Ebi Tâlib, Ebü'd-Derdâ, Ebû Hüreyre, Ebû Ümâme el-Bâhilî, Abdullah bin Ömer, Abdullah bin Amr, Câbir bin Abdillâh ve İmrân bin el-Husayn (Radıyallâhü anhüm)'den rivayet edildiğine göre bu zâtların hepsi Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellemyden :
-Kim evinde oturup (yâni savaşa katılmayıp) da Allah yolun (da savaşanlarla bir nafaka (mâlî yardım) gönderirse ona beher dirhem karşılığında yediyüz dirhem (sevabı) vardır. Kim de Allah yolunda bizzat savaşır ve bu uğurda mal harcarsa ona beher dirhem karşılığında yediyüz bin dirhem (sevabı) vardır» buyurduğunu sonra;
= ("... Ve Allah dilediğine kat kat (sevâb) verir...) âyetini okuduğunu rivayet etmişlerdir."
Not: Zevâid'de şöyle denilmiştir : Bunun senedinde Halil bin Abdillâh bulunur. Zehebî: O, tanınmıyor, demiştir, İbn-i Abdühâdi de böyle demiştir. [8]
Sevbân (Radıyallâhü anh) 'in hadîsini Müslim, T i r -mizi, Nesâi ve Ahmed de rivayet etmişlerdir, tbnü'l-Melik bu hadisin şerhinde: Yâni bu üç yere yapılan harcama, diğer hayırlı işlere yapılan harcamalardan faziletçe üstündür. Hadiste anılan üç yer arasında da fazilet açısından bir sıralama vardır. Bu da hadisteki sıra durumudur, demiştir. Yâni en faziletli dinar adamın çoluk çocuğuna harcadığı dinardır. Bundan sonra en faziletli dinar, adamın savaş ve benzeri hayırlı yollar için hazırladığı binit hayvanı uğruna harcadığı dinardır. Üçüncüsü; adamın, Allah yolunda savaşan arkadaşları için harcadığı paradır.
Bâzıları: Hadiste bir sıralama durumu yoktur. Anılan üç şey sayılmış, fakat birisinin diğerinden sonra olduğuna dâir bir kayıd yoktur. Ancak şöyle söylenebilir: Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm)'in anılan üç şeyi sırayla sayması hikmetsiz değildir, demişlerdir.
Sekiz sahâbî (Radıyallâhü anhüm) 'den rivayet edilen ikinci hadîs ise Zevâid türündendir. Bu hadis de savaşa katılmayıp, savaşanlara maddî yardımda bulunan müslümanın harcadığı meblâğın ye-diyüz kat ve savaşa katılıp da bu uğurda mâlî harcamada bulunan müslümanın harcadığı meblâğın yediyüz bin kat artırılarak, yâni bu kadar harcama yapmışcasma sevâb kazandığına delâlet eder. Re-sûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm)'in bu hadisi buyurduktan sonra okuduğu âyet, Bakara sûresinin 261. âyetinin bir bölümüdür ve Allah yolunda harcanan malın sevabının kat kat arttırılmasının Allah'ın dilemesine bağlı bulunduğuna delâlet eder. Resûl-i Ekrem-bu âyeti, hadiste haber verdiği üstün fazileti teyid için okumuştur. Bu âyetin tamamının meali şöyledir:
«Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, (ekilen) öyle bir tanenin durumu gibidir ki, yedi başak bitirmiş ve beher başakta yüz tane bulunmuş olur. Allah Teâlâ dilediğine kat kat artırır. Allah vâsi' (lûtfu geniş) dir, (her şeyi) bilendir.» (261).
Yukarıya mealini aldığım âyetin izahı için tefsir kitablarma başvurmayı tavsiye etmekle yetineyim. [9]
2762) Ebû Ümâme (Radıyallâhü ank)'den rivayet edildiğine göre; Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şüyle buyurmuştur :
«Kim savaşmaz, veya bir gaziyi techizatlandırmaz, ya da savaşa £İden bir askerin çoluk çocuğuna namusluca bakıp (işlerini görmekle) yerini tutmaz ise Allah sübhâne kıyamet gününden önce onun başına ansızın bir felâket getirir.»"
2763) Ebû Hüreyre (Radıyallâhü anh)'den rivayet edildiğine göre; Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu, demiştir:
«Kim Allah yolunda (cihâdla ilgili) bir eseri (ameli) bulunmadığı halde Allah'a kavuşur (yâni ölür)se, o kimse (kıyamet günü) bir eksiği olduğu halde Allah'ın huzuruna çıkar.»" [10]
Ebû Ümâme (Radıyallâhü anh)'ın hadisini Ebû D â-vûd, Ebû Hüreyre (Radıyallâhü anh)'ın hadisini ise Tirmizî ve Hâkim de rivayet etmişlerdir.
Birinci hadîste geçen "Karia" beklenmedik belâ, âfet ve musibet mânâsına gelir. Bu hadîse göre, savaşa gitmek, savaşa gideni techi-zatlandırmak ve savaşa giden bir müsîümanm geride bıraktığı çoluk çocuğuna namusluca bakıp işlerini görmek, diye sayılan üç şeyden hiç birisini yapmayan bir kimse, hayatta iken büyük ve ânî bir belâya uğrar. S i n d î bu hadîsin izahı bölümünde : İ b n ü' 1 -Mübarek' ten. rivayet edildiği gibi bu durumun Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm)'in dönemine mahsus olduğu umulur, demiştir.
İkinci hadiste geçen "Eser"den maksad, alâmettir. Sülme de noksanlık ve eksiklik demektir. E 1 - K â r i, el-Mirkat'ta : Hadîsteki eser'den maksad alâmettir. Yâni yaralanma, yürüyüş nedeniyle tozlanma, bedenin yorulması, mâlî yardımda bulunma, savaş araç ve gereçlerini temin etme, savaşa hazırlanma gibi savaş alâmetlerinden hiç biri olmaksızın ölen kimse, şehîdlik ve cihâd etme mutluluğuna eren kimselere nazaran eksikliği bulunduğu halde Kıyamet günü gelir. Bu hadîsin, cihâda gitmesi farz olan kimseler hakkında olması muhtemeldir. Yâni savaşa gitmesi farz olan bir kimse bunun hazırlığına girişmeyip görevini ihmal eder ve bu durumda ölürse kıyamet günü eksikli olarak Allah'ın huzuruna çıkar, demiştir.
T ı y b î de: Bu hadîs düşmanla savaşmaya, nefisle ve şeytanla mücâdeleye şümullüdür. Cihâd eseri de buna göre değişik olur, demiştir. [11]
2764) Enes bin Mâlik (Radtyallâhü anh)'den; Şöyle demiştir:
Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Tebûk savaşından dönüp Medîne-i Münevvere'ye yaklaşınca (sahâbîlere) :
— «Şüphesiz, Medine'de öyle bir (erkek) cemaati var ki, yürüdüğünüz yol boyunca ve geçtiğiniz her derede sizlerle (sevâb bakımından) beraber idiler» buyurdu. Sahâbîler:
— Yâ Resûlallah! Onlar Medine'de oldukları halde (mi?) diye sordular. Resûl-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
-(Evet). Onlar Medine'de oldukları halde. (Hastalık ve güçsüzlük gibi meşru) mazeret, onları (savaşa katılmaktan) alakoydu- buyurdu."
2765) Câbir (bin Abdillah) (Radtyallâhü anhümâ)'da.n rivayet edildiğine göre; Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) föyle buyurdu, demiştir:
«Medine'de bir takım erkekler var ki, geçtiğiniz her derede ve yürüyüş yaptığınız her yolda şüphesiz onlar (bu savaşa âit) sevâbta sizlere ortak oldular, (Çünkü hastalık ve güçsüzlük gibi meşru) mazeret, onları (savaşa katılmaktan) alıkoydu.»
(Müellifimiz) Ebû Abdillah bin Mâcete dedi ki: (Hadîs'in metni ya böyledir) veya Resül-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in buyurduğu gibidir. Ben bu hadîsin metnini aynen yazdım." [12]
Enes (Radıyallâhü anh)'ın hadîsini Ebû Dâvûd da az bir değişiklikle rivayet etmiştir. Ordaki rivayete göre meşru mazeretleri nedeniyle savaşa katılamayıp Medîne-i Münevvere ' de kalanlar, savaş seferine katılan sahâbilerin harcadıkları malın sevabını da kazanmışlardır.
Câbir (Radıyallâhü anh) 'in hadisini Müslim ve İbn-i Hib ban da rivayet etmişlerdir. Buhâri de talikan naklet-miştir.
Müellifimiz bu hadîsi rivayet ettikten sonra, bunu şeyh'inden rivayet elliği şekilde yazdığını belirtmekle beraber bir ihtiyat olmak u/.ere «Veya Resul i Ekrem (Aleyhi's-saîâtü ve's selâm)'in buyurduğu gibidir.» sözünü söylemiştir. Bu sözü söylemek bir çok âlimlerce prensip hâline getirilmiştir. Bundan amaç, mânevi mes'uliyetten kurtulmaktır. Çünkü Resül-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm)'in bir hadisini rivayet ederken en ufak bir hatâya düşmemek gerekir. Bu noktayla ilgili bilgiler Sünenimizın başlangıç kısmında verilmiştir.
Tebûk savaşma katılamadıkları halde bu sefere katılan mü-câhidler gibi sevaba eriştikleri bildirilen Medîne-i Münevvere' deki erkek sahâbilerin mazeretlerinin hastalık olduğu, M ü s 1 i m ' in bir rivayetinde belirtilmiştir. Fakat hadîs sarihleri bu mazeretin yanında mâlî veya bedeni güçsüzlük mazeretinin de bulunduğunu diğer bazı rivayetlerden yararlanarak nakletmişler-dir.
Nevevi, Câbir'in hadîsinin şerhinde : Bu hadîs, hayır işlerine niyet etmenin faziletine ve savaşa ya da başka ibâdete katılma kararında olmakla beraber meydana gelen bir meşru mazeret nedeniyle katılamayan kimsenin katılmışcasma sevâb kazandığına delâlet eder, demiştir.
Medine-i Münevvere'de kalan özürlü sahâbîlerin, mücâhidlerin sevabına ortak olmalarının mânâsı, mücâhidlerin sevabından hiç bir şey eksilmeden bunun bir mislinin onlara ihsan edilmesidir. [13]
2766) Abdullah bin ez-Zübeyr (Radıyattâhü ankümâ)'âan; Şöyle demiştir :
Osman bin Affân (Radıyallâhü anh), cemaata bir hitabede bulundu ve (bu arada) şöyle söyledi:
Ey insanlar! Ben Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'den şüphesiz bir hadîs işittim. Sizlere ve arkadaşlığınıza olan tutkunluğumdan başka hiç bir şey bunu size rivayet etmeme mâni olmadı
(Yâni benden ayrılarak serhadde nöbet tutmaya gideceğiniz endişesiyle şimdiye kadar size rivayet etmedim). Artık dileyen kimse kendisine (rıbâtı) seçsin veya bıraksın. Ben Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'i şöyle buyururken işittim:
«Kim Allah Sübhâneh yolunda bir gece rıbât (yâni serhadde ve önemli yerlerde düşmana karşı bekleme) de bulunursa, o bekleyişi( bir günün (nafile) orucu ve gecesinin ibâdeti gibi olur.»"
Not: Zevâid'de şöyle denilmiştir : Bunun senedinde Abdurrahman bin Zeyd bin Eşlem vardır. Ahmed, İbn-i Muîn ve başkaları bu râvîyi zayıf saymışlardır. [14]
Bu bâbta rivayet edilen hadîslerde ve bu babın başlığında geçen "Ribât" kelimesinin mânâsını özlü olarak yukarda belirttim.
Kastalânİ bu kelime ile ilgili olarak şu bilgiyi verir: "Ribât", düşman sınırlarına yakın önemli yerlerde müslümanla-rm ikâmet edip sınırları korumaları ve düşmanları gözetlemeleridir. Ribât'm asıl mânâsı cihâd üzerinde durmaktır. Bir kavle göre Ribât, devamlılık ve ayrılmamak manasınadır. Diğer bir kavle göre Ribât, eşyayı bağlamakta kullanılan bağ manasınadır. Serhadde düşmana karşı bekleyen kimse kendisini bu işe bağladığı veya savaş atını bağladığı ve her an savaşa hazır vaziyette durduğu için bu bağlılığına Ribât ismi verilmiştir."
Zevâid yazarı bu hadîsi Zevâid türünden saymıştır. Ama T i r -m i z î bunun bir benzerini Osman bin Affân (Radıyallâhü anh) 'm mevlâsı E b û Salih aracılığıyla Osman (Radıyallâhü anh) 'den rivayet etmiştir. Ordaki rivayete göre; O s -mân (Radıyallâhü anh) minber üzerinde cemaata hitaben:
Benim etrafımda dağılırsınız (yâni serhadde gidip nöbet tutarsınız) endişesiyle, Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve SeîlemKden işittiğim bir hadîsi şüphesiz sizden gizledim. Sonra kişi arzu ettiğini kendine seçsin diye bu hadîsi size anlatmayı uygun buldum. Ben Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'i şöyle buyururken işittim:
«Allah yolunda bir gün rıbât, başka yerlerdeki bin günden hayırlıdır.»
Tuhfe yazan da bu hadîsin şerhinde: Bu hadisi, Ahmed, Nesâî ve İbn-i Mâceh de rivayet etmiştir, der. Şu durumda bu hadîs Zevâid türünden sayılmayabilir. Ancak yukarda işaret ettiğim gibi rivâyetlerdeki kelime farklılığı ve biraz da mânâ değişikliği vardır. Bununla beraber hasen - garîb olan Tirmizî'-nin hadîsi burdaki hadîsi teyid ve takviye etmiş olur.
Hadîste geçen "Dınn" kelimesinin asıl mânâsı cimriliktir. Sahabet de refakat ve arkadaşlıktır. Osman (Radıyallâhü anh), etrafındaki sahâbîlerin ve diğer cemâatin kendisinden ayrılıp, serhad şehirlerine rıbâtın yüce sevabını elde etmek amacıyla gitmelerinden endişe duyduğu için bu hadîsi bir süre rivayet etmediğini belirtmek istemiştir. Daha sonra hadîsi rivayet etmiştir.
Bir farz namazı edâ ettikten sonra diğer farz namazı beklemek de Ribât'm bir çeşitidir. Buna dâir hadîsler vardır. Ancak bunun ci-
hâd için olan ribât'a benzetildiği ve asıl ribât'ın cihâd için serhadde olan ribât ve bekleme olduğu âlimlerce beyân edilmiştir.
M ü s 1 i m ' in rivayet ettiği bir hadiste bir günlük ribât'ın bir aylık (nafile) oruçtan ve Buharı' nin rivayet ettiği başka bir hadiste bir günlük ribât'ın dünyadan ve dünyadaki bütün şeylerden hayırlı olduğu rivayet edilmiştir.
2767) Ebû Hüreyre (RadıyaUâhü ank)'den rivayet edildiğine £öre: Resûltıllah (Sallallahü Aleyhi ve Selimi) şöyle buyurmuştur :
«Kim, Allah yolunda ribât (yâni serhadde veya önemli bir yerde düşmana karşı beklemek)te iken ölürse, dünyada işlemiş olduğu iyi amelinin sevabı (ölümünden sonra da) üzerine akıtılır (yâni ameline devam ediyormuş gibi sevabı devam ettirilir), rızkı da ona akıtılır (yâni ölümünden sonra da rızıklanir), imtihan ediciler (kabir meleklerin)den emin olur ve Allah onu kıyamet günü korkudan emin olarak diriltir.»"
Not: Zevâid'de şöyle denilmiştir : Bunun senedi sahihtir. Râvi Mabed bin AbdiIIah bin Hişâm'ı İbn-i Hibbân sıka (güvenilir) râviler arasında anmıştır. Râ-vî Yûnus bin Abdi'l-A'lâ'nm rivayetini Müslim almıştır. Senedin kalan râvileri Buhâri'nin şartı üzerinedir. [15]
Zevâid türünden olan bu hadisi Tabarani'de el-Evsat'ın-da rivayet etmiştir.
Hadiste geçen; öUâJl kelimesi "el-Füttân" diye okunabilir. Bu takdirde "Fâtin"in çoğuludur. Fâtin imtihan eden, kişiyi fitneye sokan gibi mânâlar.a gelir. Burada, kabirde ölüyü sorguya çeken melekler kasdedilmiştir. Şu halde kâfirlerin saldırılarını engellemek ve İslâm ülkesini düşmandan korumak amacıyla serhadde veya önemli başka yerlerde bekleyen bir mü'min bu durumda iken ölürse, kabir meleklerinin sorgularından emin olur.
Bu kelime "el-Fettân" şeklinde de okunabilir. Bu takdirde "Fâ-tin"in mübalağası olur, yâni çok fitneci mânâsını ifâde eder. Sin-d i' ye göre bu takdirde bundan kasdçdilen mânâ insanı kabir fitnesine sokan şeytân ve benzerleridir. Şu halde, ribâtta iken ölen bir mü'min, kabir fitnesine sebebiyet veren şeytân ve askerlerinin şerrinden emin olarak ölür, mânâsı kasdedilmiştir.
Bu kelime hangi şekilde okunursa okunsun, bundan maksad insanı kabir azabına sokan şeytânlar, askerleri, şer insanlar ve kabir sorgu melekleri ile azâb melekleri olabilir, Böylece umumi bir mânâ ile yorumlayanlar olmuştur. Hülâsa bu cümleden, ribât hâlinde iken Ölen bir mü'minin kabir azabından emin olduğu sonucu çıkar. Bu cümlenin zahirine göre sözü edilen mü'min kabir sorgusundan da emin kılınır. Bâzı âlimler ise: Savaş hâlinde kâfirler tarafından şehid edilenler kabir sorgusundan emindirler. Bunların dışında kalan mükellefler kabir sorgusuna tâbidir. Ancak bâzı mü'minler sorguya tabi olmakla beraber azâbtan muaftırlar. Mürâbıtlar, yâni ribât hâlinde olanlar da bu durumda iken ölürlerse kabir sorgusuna tabi olmakla beraber kabir azabından, eziyet ve işkenceden emindirler, demişlerdir.
Hadiste geçen " Feza'" kelimesini korku mânâsına terceme ettim. Bundan maksad "Fezâ-i ekber" olabilir. Nitekim bâzı rivayetlerde bu tâbir kullanılmıştır. "Fezâ-i ekber = En büyük korku", kıyamet günü yapılacak hayır ve günah hesaplan neticesinde kişiyi cehenneme sevketmek mânâsına yorumlanmıştır.
Ribât hâlinde iken ölen bir mü'minin kıyamet korkusundan veya cehenneme sevk edilme korkusundan emin olarak dirileceği müjdesi verilmiştir.
Hadîste verilen diğer müjdeler ise, ribât hâlinde iken ölen bir mü'minin hayatta iken işlemiş olduğu ibâdetler, hayırlar ve tüm iyi amel ne ise ölümünden sonra da kıyamete kadar bunları işliyormuş gibi sevabının kesintisiz devam etmesidir. N e v e v i ' nin dediği gibi bu fazilet başka kimseye verilmemiştir. Yararlı ilim, sadaka-i câriye, yâni devamlı yarar sağlayıcı köprü, çeşme, mescid gibi hay-
rat bırakan ve takva sahibi evlâd yetiştiren mü'minlerin defterinin kapanmayacağı ve ölümlerinden sonra da kendileri için sevâb yazılacağı hususunda sahih hadîs mevcuttur. Ama o hadîste sözü edilenlerin dünyada iken işlemiş oldukları eserler ölümlerinden sonra da durduğu için bu nevi ameller henüz kesilmiş sayılmazlar. Bu nedenle sahipleri yararlanır. Fakat ribât hâlinde iken ölen bir mü'min'in geriye bıraktığı bir eser olmasa bile ve amelleri sona ermiş olmasına rağmen, sona ermemiş gibi sevâb işi devam eder. Meselâ, hayatta iken namaz kılmış, oruç tutmuş, zikir ve teşbihlerde bulunmuştur, ölümle bu nevî ameller sona ermiş olur. Yâni geriye bırakılan ilim, sadaka ve evlâd gibi devam etmez. Fakat devam etmişçesine sevabı devam ettirilir.
Bir diğer müjde de ribât hâlinde iken ölen mü'minin şehîd gibi ölümünden sonra da Allah tarafından cennet nimetleri ile rızıklan-masıdır. Savaş şehidlerinin ölü olmayıp Allah katında diri oldukla-
ve rızıklandıklari; -[16] âyetiyle sabittir. Ribât hâlinde ölen mü'min de şehîd gibi Allah tarafından rızıklanıyor ve hayatı devam ediyor. Allah bizleri bunlardan eylesin.
Bu hadîsin birer benzerini Müslim, Selmân (Radı-yallâhü anh) 'den ve başka hadîsçüer de başka sahâbüerden rivayet etmişlerdir. Bu rivayetler de hadîsin sıhhatini teyid etmektedir.
2768) Übey bin Kâ'b (Radtyallâhü a«A)'den rivayet edildiğine göre: Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Seltem) şöyle buyurmuştur :
«Müslümanların avreti (yâni düşmanların sızmasından korkulan tehlikeli mevzi veya serhaddilnin arkasında, Ramazan ayı dışında sırf Allah rızâsı ve sevabı için Allah yolunda bir günlük ribât, ecir yönünden şüphesiz yüz yılın orucundan ve gecesini tâatla İhya etmekden daha muazzamdır. Müslümanların avreti arkasmda, Ramazan ayında sevabı Allah'tan bekleyerek, Allah yolunda bir günlük ribât, Allah katında ve sevâb açısından IZannımca buyurdu ki) bin yılın ibâdetinden, orucundan ve gecelerini taatla ihya etmekten şüphesiz daha üstün ve daha muazzamdır. Eğer Allah o kimseyi selâmetle çoluk çocuğuna geri getirirse, bin yılın günahı onun aleyhinde yazılmayacak, ona hayratı yazılacaktır ve ribât sevabı kıyamete kadar onun için akıtılacaktır (yâni kıyamete kadar bu yerde nöbet beklemiş gibi sevaba nail olacaktır.)»"
Not: Zev&İd'de şöyle denilmiştir : Bu, zayıf bir seneddir. Çünkü seneddfi Muhammed bin Ya'la bulunuyor. Bu râvi zayıftır. Râvi Ömer t>in Subayh da böyledir. MekhÛI de Übey bin KâTs'a ulaşmamıştır. Bununla beraber tedlîsçidir ve bu hadîsi an'ane ile rivayet etmiştir. [17]
Süyûtî de: El-H.âfız Zekiyü'd-Din el-Mün-ziri, et-Terğîb'te şöyle demiştir, der: Uydurma alâmetleri bu hadis üzerinde parlamaktadır. Ömer bin Subayh'm rivayeti de hiç bir zaman delil olamaz. El-Hâfız, t mâdü'd-Din bin Kesir de Câmiü'l-Mesânîd'de şöyle demiştir: Bu hadîste bulunan ölçüsüzlük ve İslâm'ın genel hükümlerine aykırılık sebebiyle en yakışır şey, bunun mevzu (uydurulmuş) olmasıdır. Diğer bir sebep de bu hadîsin, hadîs uydurmakla tanınan ve kezzâb-lardan biri olan Ömer bin Subayh'm rivayetinden olmasıdır. [18]
2769) Ukbe bin Âmir el-Cüheni (Radıyallâhü anh)'den rivayet edildiğine göre; Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu, demiştir:
«Allah, askerlerin nöbetini tutan kimseye rahmet eylesin (veya eylemiştir).»"
Not: Zevâid'de şöyle denilmiştir : Bunun senedi zayıftır. Çünkü râvilerin-den Salih bin Muhammed bin Zaide Ebû Vâkıd el-Leys zayıftır.
2770) Enes bin Mâlik (Radıyallâhü anh)'den; Şöyle demiştir:
Ben, Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'i şöyle buyururken işittim.
«Allah yolunda bir gece nöbet tutmak, adamın kendi çoluk çocuğu içinde (yâni ikâmet ettiği yerde) bin yıl (nafile) oruç tutmasından ve gece ibâdetinden (sevabça) üstündür. (Anılan) yıl üçyüz altmış gündür. Gün de bin yıl gibidir.»"
Not: Zevâid'de şöyle denilmiştir : BuhârI ve Ebû Abdillah el-Hâkim : Râvi Said bin Hâlid bin Ebi't-Tavîl, Enes (R.A.)'den bir takım mevzu hadîsler rivayet etmiş, demişlerdir. Ebû Naim de : O, Enes'den bir takım münker hadîsler rivayet etmiş, demiştir. Ebû Hatim de : O'nun Enes'den rivayet ettiği hadîsler tanınmaz, demiştir.
2771) Ebû Hüreyre (Radtyallâkü anh)'den rivayet edildiğine göre:
Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) (yolculuğa çıkmak istediğini söyleyen) bir adama:
«Sana, Allah'tan korkmayı ve her yüksek yerde tekbîr getirmeyi tavsiye ederim» buyurdu." [19]
Ukbe (Radıyallâhü anh)'ın hadisini Hâkim de rivayet etmiştir. Bu hadîste geçen "Hares", hâris'in çoğuludur. Haris, nöbetçi ve bekçi mânâsına gelir. Askerler, vatan ve müslümanların bekçiliğini yaptıkları için onlara haris denilebilir. Burada askerler kasde-dilmiştir. Hadis askerlerin nöbetini bekleyenlerin Allah'ın rahmetine kavuştuklarını müjdeler. Hadîs, bir duâ mâhiyetinde olabilir. Yâni Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) bunlara rahmet duasında bulunmuştur.
Bâzı âlimlere göre düşmana karşı gözetleme görevini yapanlar bu hadisin şümulüne girer. Çünkü bunlar da serhaddeki veya cephedeki asker için nöbet tutma durumundadır.
Zevâid yazarı bu hadîsin senedinin zayıf olduğunu söylemiştir. Fakat Câmiü's-Sağîr şerhinde bunun sahîh bir hadîs olduğu ifâde edilmektedir. H â k i m ' in rivâyetindeki senedin sahih olması ihtimâli hatıra gelir.
E n e s (Radıyallâhü anh)'den rivayet edilen hadîsin zayıf olduğu, notta belirtilmiştir. Câmiü's-Sağîr şerhinde bu hadîsin münker olduğu teyid edilmiştir. Zehebî de el-Mizân'da : Bu hadisin ifâdesi hayret vericidir. Eğer bu ifâde sahih olsaydı, bir gecelik nöbet, üçyüz altmış milyon yıllık nafile oruç ve gece namazından üstün olurdu, demiştir.
Ebû Hüreyre (Radıyallâhü anh) 'in hadîsini Kütüb-i Sit-te'nin kalanlarında göremedim. Câmiü's-Sağir şerh ve haşiyelerinde belirtildiğine göre Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) bu tavsiyeyi, yolculuğa çıkmak isteyen ve yolculuğuyla ilgili tavsiye talebinde bulunan bir adama yapmıştır.
Hadîste geçen "Takva" kelimesini korkmak ile terceme ettim. Takva, korkmak, sakınmak mânâsına gelir. Takva din ıstılahında çeşitli mânâlara gelir. Burada kasdedilen mânâ, Allah'ın emirlerine uymak ve O'nun yasaklanndan kaçınmak suretiyle O'ndan korkmak, azabından sakınmaktır. El-Alkami: Takva, Allah'ın farz, vâcib veya sünnet kıldığı şeyleri ihmâl etmekten sakınmak olduğu gibi O'nun haram veya mekruh kıldığı şeylerden kaçınmak da olabilir. Şu halde takvaya sarılmak için yapılan uyan hem emrolunan şeyleri ihmal etmekten, hem de yasaklanan şeyleri işlemekten sakınmayı ihtiva eder, demiştir.
Hadîste, her yüksek yerde tekbîr alınması tavsiye edilmiştir. Hadîste geçen "Şeref" yüksek yer manasınadır. Yine el-Alkamî: Yolculuk esnasında yüksek yerlere çıkıldıkça tekbîr getirmek müs-tehabtır. Çünkü tekbir şeytân'ı yolcudan uzaklaştırır ve yolculuk hararetini, sıkıntısını giderir, demiştir. S i n d î de yüksek yere çıkıldıkça tekbîr getirmenin hikmeti ile ilgili olarak: Çünkü yaratığın irtifâı, yaratıcının irtifâını, yâni yüceliğini ve azametini hatırlatır, demiştir.
Bu hadîsin benzerini Buharı, Müslim, Ebû Dâvûd' ve Nesâî, Abdullah bin Ömer (Radıyallâhü anh)'-den rivayet etmişlerdir. O rivayete göre Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) bir savaş veya hac, ya da ömre yolculuğundan döndüğü zaman yolculuk esnasında vardığı her yüksek yerde üç kez tekbîr getirir ve sonra belirli bir zikir ederdi. Rivayetler, O'nun oku-, duğu zikri de beyân etmişlerdir. Öğrenmek isteyenler anılan kitab-lara başvurabilirler. [20]
2772) Enes bin Mâlik (Radtyallâhü anh)yden rivayet edildiğine göre; (bir kere) Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Seîlemyden söz edildiğinde kendisi şöyle demiştir :
«O, insanların en güzeli idi, insanların en cömerdi idi ve insanların en cesûrü idi. Bir gece Medîne-i Münevvere halkı bir düşman baskını korkusuyla sesin geldiği tarafa doğru gittiler. Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), Ebû Talha'nın çıplak, egersiz bir atı üstünde, boynunda kılıç bulunduğu vaziyette vte herkesten önce sesin olduğu yere varmış olarak (geri dönüp geldiğinde) onlara (yâni sesin olduğu yere gitmekte olan Medînelilere) rastladı ve onları geri çevirip:
«Ey insanlar korkutulmayacaksınız,» buyuruyordu. Sonra at için de:
«Biz onu bir derya (gibi akıcı) bulduk» veya «o, bir derya (gibi akıcı) dır» buyurdu.
(Râvîlerden) Hammâd demiştir ki: Sabit veya başkası bana bu hadîsi rivayet ederek dedi ki: O, Ebû Talha'nın bir atı idi. Ağjr gidişli olduğu söyleniyordu. Fakat o günden sonra önüne hiç geçilmedi."
2773) İbn-i Abbâs (Radıyallâhü anhümâyâ&n rivayet edildiğine göre ; Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
«(Kâfirlerle) cihâda çıkmanız (devlet yetkililerince) istendiği zaman cihâda çıkınız."
Not: Bunun senedinin sahih ve râvîlerinin sıka
(güvenilir) zâtlar olduğu, Zevâid'de belirtilmiştir
2774) Ebû Hüreyre (Radıyallâhü anh)Jden rivayet edildiğine göre; Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
«Allah yolundaki bir toz ve cehennem dumanı müslüman bir kulun içinde toplanmaz.»"
2775) Enes bin Mâlik (Radıyallâhü anh)'6en rivayet edildiğine göre Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu, demiştir:
«Kim öğle ile akşam arasındaki zaman içinde Allah yolunda (ci-had için) bir yürüyüş yaparsa, (o yürüyüş dolayısıyla) kendisine konan tozun misli kıyamet günü ona misk olur.»"
Not: Zevâid'de şöyle denilmiştir : Bu, hasen bir seneddir. Hâvileri hakkında ihtilâf vardır. [21]
Bu babın ilk hadisi Kütüb-i Sitte'nin hepsinde rivayet edilmiştir. Enes (Radıyallâhü anh) bu hadîste Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâ-tü ve's-selâm) 'in bâzı üstün meziyyetlerini dile getirmiştir.
Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm)'in insanların en güzeli olmasından maksad sâdece maddî ve şekil yönünden oları güzellik değildir, her yönden olan güzelliktir. Yâni yaratılışı, huyu, sureti, sireti, soyu, beşerî münâsebeti, arkadaşlığı ve diğer yönleri bakımından insanların en güzeli idi. Cömertliği ve cesareti ile ilgili cümleyi de ayni şekilde yorumlamak gerekir.
Enes O'nun üstün cesaretine dâir bir örneği açıklamıştır. Şöyle ki:
Medîne-i Münevvere'ye düşmanın baskın düzenlediği haberi geceleyin yayınlanınca Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) Ebû Talha' mn çıplak bir atma binerek düşman sesi sanılan semte hızla ve herkesten önce koşturup varıyor. Yâni zaman kaybı endişesiyle ata eğer bile koymaya fırsat bırakmıyor. Sonra düşman baskını haberinin asılsız olduğunu anlayıp oradan dönüşünde Medîne-i Münevvere halkının o semte doğru gitmekte olduklarım görüyor ve onları geri çevirip, korkulacak bir şeyin bulunmadığını bildiriyor.
Hadîste geçen "Bahr" kelimesi deniz, derya ve su mânâlarına gelir. Resûi-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm), Ebû Talha' nın atını deryaya, suya benzetiyor. Yâni bu at su gibi aktı ve çok hızlı koştu, demek istiyor. Ağır yürüyüşlü olduğu söylenen bu atın böyle hızlı koşması Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) 'in bir mûci-zestâir. [22]
1. Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm)'in insanların en güzeli, en cömerdi ve en cesaretlisi olduğu belirtilmiştir.
2. Başkasına ait atı emaneten ve eğreti olarak almak meşrudur.
3. Hayırlı bir iş için eğreti istenen atı ve benzerini vermek müs-tehabtır.
4. Bir islâm beldesine düşman baskım olduğunda buna karşı koymak için cihâda çıkmak gereklidir. Devlet adamları da bu hizmete bizzat katılabilirler.
5. Cihâda giden müslüman silâhlanarak gitmelidir.
6. Hadîs Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-seiâm)'in üstün te-vâzuunu (gönül alçaklığını) n bir örneğini verir. Çünkü eğersiz bir ata binerek gitmiştir.
İbn-i Abbâs (Radıyallâhü anh) 'm hadisi Zevâid türünden-dir. Bu hadîs, devlet yetkilileri tarafından kâfirlerle cihâda çıkmaya çağırılan müslünıanlann cihâda çıkmalarının farz-ı ayn olduğuna delâlet eder.
Ebû Hüreyre (Radıyallâhü anh) 'm hadisini N e s â i de rivayet etmiştir. Ayrıca Tirmizî, Hâkim ve Beyhakî de birer benzerini rivayet etmişlerdir.
E n e s (Radıyallâhü anh)'m son hadîsi ise Zevâid türündendir. Bu iki hadîs de Allah yolunda savaşa gitmenin faziletini bildirmektedirler. [23]
2776) Enes bin Mâlik'in teyzesi Ümmü Haram bint-i MÜhân (Ra-dtyallâhü anhümâydan; Şöyle demiştir:
Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bir gün benim yakınımda uyudu. Sonra gülümsiyerek uyandı. Ben:
Yâ Resûlallah! Seni ne güldürdü? diye sordum. Resûl-i Ekrem
(Salîallahü Aleyhi ve Sellem) :
«Rü'yâmda bana ümmetimden bir grup şu deniz üstünde padişahların tahtlarına kuruldukları gibi vapurlara binerek (Allah yolunda savaşa) gittikleri durumda bana gösterildi (de ona güldüm)» buyurdu. Ümmü Haram:
(Yâ Resûlallah!) Benim de o deniz gazilerinden ohnakhğım için Allah'a duâ et, diye ricada bulundu. Enes demiştir ki:
Resûl-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) onun için duâ etti. Sonra Resûl-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) tekrar uyudu. Bir süre sonra yine gülümsiyerek uyandı. Ümmü Haram da (ilk) sözünün mislini söyledi. Resûl-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) de birinci cevâbının mislini ona söyledi. Ümmü Haram da:
(Yâ Resûlallah!) Beni o gazilerden eylemesi için Allah'a duâ et, dedi. Resûl-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) (ona) : «Sen birincilerdensin» buyurdu.
Enes demiştir ki: Hakikaten Ümmü Haram, kocası Ubâde bin es-Sâmıt ile beraber Muâviye bin Ebî Süfyân'ın kumandasında (ve Şâm valiliği zamanında) müslümanlarm düzenledikleri ilk deniz savaşına katıldılar. Müslümanlar savaşlarından (zaferle) dönüp (denizden) Şâm (toprakların) a çıkınca Ümmü Haram binsin diye kendisine bir hayvan (katır) yaklaştırıldı. (Ümmü Haram bineceği esnada) hayvan onu (yere) düşürdü ve o böylece şehid oldu." [24]
Bu hadîsi Kütüb-i Sitte sahiplerinin hepsi ve A h m e d de rivayet etmişlerdir.
Ümmü Haram (Radıyallâhü anh), Enesbin Mâ-1 i k (Radıyallâhü anh)'m annesi Ümmü Süleym (Radıyallâhü anhâ) 'nın ana baba bir kız kardeşidir. N e v e v i bu hadîsin şerhinde özetle şu bilgiyi verir:
Âlimler, Ümmü Haram'm Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-sa-lâtü ve's-selâm) 'e mahrem olduğu hususunda ittifak etmişlerdir (Mahrem, nâmahrem'in karşıtıdır, nikâhlanması ebedî olarak haram olan manasınadır. Adamın, anası, teyzesi, halası gibi.) Fakat, Ümmü H a r â m' in O'na mahrem olması yönü hususunda ihtilâf vardır. İbn-i Abdi'1-Ber ve başkaları: Ümmü Haram O'nun süt teyzelerinden idi, demişlerdir. Diğer bir kısım âlimler: Ümmü Haram, O'nun bab'asımn veya baba babasının teyzesi idi. Çünkü Peygamber (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) 'in dedesi Abdülmut-t a 1 i b ' in anası, Ensâr-i Kirâm'dan olan Benî Neccâr kabilesinden idi, demişlerdir.
Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm)'in, ümmetinin kendisinden sonra da devamını ve deniz aşın ülkelere bile cihâda gitmelerini rü'yada görmekle istikbâle ait bu gelişme nedeniyle sevinmiş ve gülümseyerek uyanmıştır.
Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) deniz savaşma katılacak roüslümanları tahtlarına kurulmuş padişahlara benzetmiştir. Bâzıları bu benzetişin deniz gazilerinin cennetteki durumlarına âit olduğunu söylemişler ise de en sıhhatlisi, bunun dünyadaki vasıflan olmasıdır. Yâni müslümanlar, maddî imkânlarının genişlemesi, işlerinin düzene girmesi ve sayılarının çoğalması sebebiyle padişahların bindikleri muhteşem vapurlara binecekleri bildiriliyor.
Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) ikinci kez gördüğü rü'-yayı Ümmü Harâm'a anlattığı zaman Ümmü Haram yine dua talebinde bulununca Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) : «Sen birincilerdensin» buyurmuştur. Bu cevab, ikinci rü'ya-nm birinci rü'yadan ayrı olduğuna delâlet eder. Yâni ikinci rü'yada Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm)'e gösterilen müslümanlar, birinci rü'yada gösterilen müslümanlardan başka bir gâzî-ler cemaatidir. [25]
N e v e v î bu hususta da özetle şöyle der:
Bu hadîs, şu mucizeleri ihtiva eder: Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-sa-Iâtü ve's-selâm) ümmetinin kendisinin vefatından sonra da varlığını muhafaza edip güçleneceğini, muhteşem ve kuvvetli olacağım, sayıca çoğalacağını, savaşacaklarını, deniz aşın ülkelere savaş için gideceklerini, Ümmü Haram" m o zamana kadar yaşıyaca-ğını ve deniz gazileri içinde yer alacağını haber vermiş ve Allah'a şükür bunların hepsi aynen gerçekleşmiştir.
Âlimler, Ümmü Haram'in vefat ettiği deniz savaşının ne zaman vuku bulduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu hususta Kadı Iyâz: Siyer ve İslâm tarihçilerinin ekserisi demişler ki: Bu savaş Hz. Osman (Radıyallâhü anh)'m halifeliği döneminde vuku bulmuş, Ümmü Haram ile kocası Ubâ-de bin es-Sâmit bu savaşta vapura binerek Kıbrıs'a gitmişler, Ümmü Haram, Kıbrıs'ta binek hayvanından düşüp orada vefat etmiş ve orada toprağa verilmiştir, * der." ( N e v e v i' den yapılan nakil bitti.)
V â k ı d i ve diğer bir çok siyer yazarlarının dediklerine göre bu deniz savaşı H. 28. yılı vuku bulmuştur.
Müellifimizin rivayetine göre savaştan dönülüp denizden Suriye topraklarına çıkılmca Ümmü Haram, binek hayvanına bindiği zaman yere düşüp vefat etmiştir. Bâzı rivayetlere göre denizden Kıbrıs'a çıkıldığında Ümmü Haram hayvana bindiği sırada yere düşüp vefat etmiştir. Hişâm bin Ammâr, Ümmü Haram'm kabrinin Kıbrıs sahilinde olduğunu ve ziyaret ettiğini yazar. B u h â r i sarihlerinden Aynî de : Bu hatunun kabri Kıbrıs' tadır. Halk tarafından hürmet edilir ve kuraklık olduğu zaman yağmur duasına çıkıldığında onun ruhunun da duacı olması taleb edilir. Bu kabir ermiş bir hatun kabri olarak anılır, demiştir.
N e v e v i : Bâzı ilim adamları bu hadîsi delil göstererek: Allah yolunda savaşmak ve bu yolda Ölmek, yâni düşman tarafından şehid edilmeyip başka nedenle ölmek sevab bakımından eşittir. Çünkü Ümmü Haram öldürülmeyip ölmüştür, derler. Lâkin hadis bunu ifâde etmez. Çünkü Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-saiâtü ve's-selâm) Ümmü Harâm'a ve o savaşa gidenlere: Onlar şehidler-
dir, dememiş «onlar Allah yolunda gazilerdir» buyurmuştur. Fakat Müslim'in Ebû Hüreyre' den rivayet ettiği bir hadîste meâlen:
«Allah yolunda öldürülen kimse şehid'dir, Allah yolunda ölen kimse de şehid'dir» buyurulmuştur, diye bilgi verir.
Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) 'e ikinci rü'yasında gösterilen gazilerin îstanbul fethi için hicretin 52. yılı düzenlenen savaş seferine katılanlar olduğu, hadis sarihleri tarafmdan beyân edilmektedir. Çünkü yine Ümmü Haram' dan yapılan bâzı rivayetlerde, Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) Ümmü H a r â m' m ilk deniz savaşma katılan gazilerden olduğunu beyân buyurduktan sonra: «Ümmetimden Kayser'in (Doğu Roma İmparatorluğu 'nun merkezi olan İstanbul) şehrinin savaşma giden ilk muhâribler mağfirete erdirilmişlerdir» buyurmuş ve Ümmü Haram: Yâ Resûlallah! Ben onların içinde (mi) yîm? diye sorunca «Hayır.» cevâbını almıştır.
2777) Ebü'd-Derdâ (Radıyallâhü anh)'den rivayet edildiğine göre,; Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu, demiştir.
Ümmü Haram (R.A.)'in Hâl Tercemesi
Ümmü Haram bint-i Milhârt, Ensâr-i Kirâm'm Benî Neccâr kahîlesindendir. Bir kaç hadîsi vardır. Buhârî ile Müslim onun bir hadîsini —ki bu hadistir — ittifakla rivayet etmişlerdir. Râvîleri kız kardeşinin oğlu Enes bin Mâlik ve Ya'lâ bin Şeddâd'dır. Peygamber zaman zaman onun ziyaretine gider ve öğle istirahatını onun yanında geçirirdi. Hicretin yirmi yedinci yıh yapılan deniz savasından dönüşünde vefat etmiştir. Mezarı Kıbrıs'tadır. Kütüb-İ Sitte yazarlarından Tirmizî'nin dışındakilerin hepsi onun hadislerini rivayet etmişlerdir. (Hülâsa : 497)
«Bir deniz savaşı (sevab bakımından) on kara savaşının mislidir. Ve deniz (savaşın) da başı dönen (gazi), yüce Allah yolunda (savaşta) kam içinde kıvranan kimse gibidir.»"
Not: Zevâid'de şöyle denilmiştir : Bunun senedinde Muâviye bin Yahya bulunur ve bu râvî zayıftır.
2778) Ebi Ümâme (RadtyaUâhü anh)'den; Şöyle demiştir:
Ben, Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'i şöyle buyururken işittim:
-Deniz (savaşı) şehidi (sevab bakımından) iki kara (savaşı) şehidinin mislidir. Ve deniz (savaşın)da başı dönen (gazi), kara (savaşın) da kanı içinde kıvranan kimse gibidir. Denizin iki dalgası arasındaki mesafe (yi kateden gazi) de Allah'a ibâdet (yolun) da dünyayı (bir baştan bir başa) kateden kimse gibidir. Şüphesiz Allah (Azze ve Celle), ruhları almak görevini ölüm meleğine — Azrail'e — vermiştir. Ancak deniz şehidini bu hükmün dışında tutmuştur. Çünkü deniz şehidlerinin ruhlarım bizzat Allah alır. Ve Allah, kara şehidinin bütün günahlarım bağışlar, yalnız borç (unu ödememe) günahım bağışlamaz. Deniz şehidinin de tüm günahlarını ve borç (unu ödememe) günahım bağışlar.»" [26]
Ebü'd-Derdâ (Radıyallâhü anh) 'in hadîsi Zevâid türün-dendir. Ebû Ümâme (Radıyallâhü anh) 'in hadisi Zevâid türünden sayılmamış ise de Kütüb-i Sitte'nin diğerlerinde göremedim. Ancak Sindi' nin S u y û t i' den naklen verdiği bir ifâde bu hadîsin T i r m i z î tarafından da rivayet edildiğine işaret eder.
Mâid ve Sâdir denizde başı dönen anlamını ifâde eder. Bilindiği gibi deniz bâzı kimseleri tutar. Böylelerinde baş dönmesi, bulantı ve kusma görülebilir. Her iki hadîs deniz savaşma katılan müslümanın geçirdiği baş dönme sıkıntısının savaşta yaralanıp kan içinde kıvranmaya benzediğine delâlet eder. Yâni baş dönme sıkıntısı da gaziler için büyük sevablara vesile olur.
Yine her iki hadîs, deniz şehidinin sevabının kara şehidinin sevabından fazla olduğuna delâlet eder. Deniz savaşının üstün faziletine dâir diğer hususlar tercemeden rahatlıkla anlaşıldığı için ayrıntılarına girmeye gerek görmüyorum. Ancak şu noktayı belirtmekle yetineceğim:
Son hadîs kara şehidinin kullara âit borcunu ödememesi günahının bağışlanmadığına, fakat deniz şehidinin bu tür günahı dâhil tüm günahlarının bağışlandığına delâlet eder. Sindi' nin dediği gibi açık olan hüküm şudur ki, kişi kul borcunu ödemeye güçlü olup durumu buna müsâid olduğuna rağmen borcunu ödememesi günahtır. Hadîsten bu mânanın kasdedildiği umulur.
Sindî' nin beyânına göre; Suyütî, Tirmizi' nin haşiyesinde bâzı ilim adamlarından şunu nakletmektedir:
Bu hadis, yâni Ebû Ümâme' nin hadisi kul haklarının bağışlanmayacağına dikkatları çekmektedir. Çünkü kul hakları çekişme ve sıkıştırma konusudur. İlgili hak sahipleri dâvâcı durumundadır. Bu hadîsin günah sayılan borçlar mânâsına yorumlanması mümkündür. Bu nevi borçlar, gayri meşru yollarla zimmete geçirilmiş borçlardır. Meselâ dolandırıcılık, hırsızlık, gasp gibi yollarla tecâvüz edilen kul hakkı bu nevî borçlardandır. Keza ödememek niyet ve karanyla alman borçlar da böyledir. Fakat meşru yollarla alınan borçlar ise bu yoruma göre söz konusu edilmemiş olur. Artık bu nevî borcu bulunan kara şehidi veya diğer müslümanlarm bundan dolayı muâhaza edilip edilmiyeceği belirtilmemiş olur. Allah dilerse alacaklıların alacaklarını kendi hazînesinden ödemek suretiyle borçluları kurtarır.
Borçlu olarak ölen kimsenin durumu hakkındaki gerekli bilgi 2412 - 2416 nolu hadîsler bölümünde verilmiştir. Geniş bilgi için oraya bakılabilir.
Deniz şehidinin kullara olan borcunun da bağışlandığına dâir bu hadîs, alacaklı durumundaki kimselerin haklarının zayi edileceği mânâsını taşımaz. Böyle bir şey hatıra da gelmemelidir. Çünkü Allah hiç bir. kuluna zulüm etmez. Şu haîde Allah. Teâlâ deniz şehidinin kullara olan borcunu bağışlayınca alacaklılara kendi hazînesinden haklarını öder ve böylece şehidi de borçlu durumundan kurtarır. [27]
2779) Ebû Hüreyre (Radıyallâhü ank)Jden rivayet edildiğine göre; Resûlullah (Salîallahü Aleyhi ve Selîetn) şöyle buyurdu, demiştir :
«Eğer dünya (mn ömrün) den yalnız bir gün (bile) kalsa, benim ehli beytim'den bir adam Deylem dağına ve Kostantiniyye'ye (İstanbul1) a mâlik oluncaya (yâni fethedinceye) kadar Allah (Azze ve Cel-\leî o günü uzatacaktır.»"
Not: Zevâid'de şöyle denilmiştir : Bunun senedinde Kays bin er-Rabi bulunur. Bu râvîyi Ahraed, İbnü'l-Medenî ve başkaları zayıf görmüşlerdir. Ebû Hatim de: O, kuvvetli olmamakla beraber dürüsttür, demiştir. El-İclî de : O, hadîsle tanınan, rivayetinde çok doğrudur, demiştir. İbn-i Adî de : Onun rivayetleri doğrudur ve hakkında söylenen söz, rivayetlerinde bir beisin olmamasıdır, demiştir.
2780) Enes bin Mâlik (Radıyallâhü anh)'den rivayet edildiğine göre; Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu, demiştir :
«Dünyanın etrafını fethetmek siz (müslümanlara) nasib kılınacak ve Kazvîn denilen belde siz (müslümanlar) a fethedilecektir. Kim o beldede kırk gün veya kırk gece rıbât eder (yâni düşmana karşı bekler) ise o kimse için cennet'te, üstünde yeşil bir zeberced taşı bulunan altından mamul bîr sütun üzerine kurulu ve kırmızı yakut taşlarından yapılan bir kubbe (köşk) vardır. O kubbenin altından mamul yetmiş bin kapı kanadı bulunur. Beher kapı kanadının başında Hurü'1-İyn denilen bir zevce vardır.»"
Not: Zevâid'de bu hadisin senedinin zayıf râvîler zincirinden ibaret olduğu belirtilmiştir. Buna âit gerekli bilgi izah bölümünde verilecektir. [28]
Bu babın iki hadisi de Zevâid türündendir. Birincisinin senedi hasendir. İkinci hadîs ise mevzu hadîslerden sayıldığı e 1 - C e v z İ tarafından ifâde edilmiştir. Bunun senedi ile ilgili bilgi sonradan verilmek üzere diğer hususlara geçelim.
Birinci hadîste sözü edilen zâtın beklenen Mehdi olması muhtemeldir. Sindi böyle yorum yapıldığını ifâde etmektedir. Bununla beraber Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm)'in bir mucize olarak beyân buyurduğu fetihler bilindiği gibi gerçekleşmiştir. Şöyle ki:
Deylem; îrân'ın Ceylân eyâletinde bir şehir ismi olduğu gibi bu bölgenin dağlık kesimine de denilir. Ayrıca ekseriyeti bu bölgede yaşayan bir insan topluluğuna da Deylem ismi verilmiştir. İkinci hadîste sözü edilen Kazvîn de Deylem şehrine komşu bir ilin ismidir. Deylem ve Kazvîn bölgesi hicretin 22. yılı H z. Ömer (Radıyallâhü anh) 'm halifeliği döneminde Berâ bin Âzib (Radıyallâhü anh)'in kumandasındaki askerî bir kuvvet tarafından fethedilmiştir.
Kostantiniyyc ise tercemede belirttiğim gibi İstanbul'un eski ismidir. Hicretin 52. yılı Hz. Muâviye (Radıyallâhü anh) 'm hilâfeti döneminden itibaren müslümanlar defalarca bu beldeyi muhasara altına alıp fethedilmesine çalışmışlar ise de nihayet bu şeref Osmanlı padişahlarından Fâtih Sultan Mehmed'e ve şerefli ordusuna M. 1453 yılında nasib olmuştur.
İkinci hadîsin senedi ile ilgili olarak Zevâid yazarı özetle şu bilgiyi vermiştir:
Bu hadîsin senedinde bulunan Yezîd bin Ebân e r -Rakkaşî, Rebî bin Sabih ve Dâvûd bin el-Muhabber zayıf oldukları için bu sened zayıf râvîler zincirini teşkil eder. İbnü'l-Cevzî bu hadîsi mevzu hadisler arasında anmış ve : Bu hadîs şüphesiz mevzudur. Yezid bin Ebân'-dan başkasının bu hadisi uydurduğunu sanmıyorum. İ b n - i Mâ-c e h' in, bilgisine rağmen bu hadisi kendi sünenine alıp hakkın» da bir şey söylememesine hayret ediyorum, demiştir. Suyûtî de Îbnü'l-Cevzi' den naklen : Bu hadîs mevzudur. Çünkü râvî Dâvûd çok hadîs uydurmuştur ve burda da kendisi itham altındadır. Râvi Rebî de zayıftır. Yezîd ise terkedilmiş bir kimsedir. S u y û t i daha sonra şöyle der: R â f i î bu hadîsi kendi târihinde zikrederek: Bu hadîs, meşhurdur, bir cemâat tarafından Dâvûd' dan rivayet edilmiştir. İbn-i Mâceh de bunu kendi süneninde rivayet etmiştir. Hadîs hafızları I b n-i M â c e h' in sünenini Buhârî ve Müslim1 in sahîhayn ismi verilen kitablan ve Ebû Dâvûd ile Nesâi' nin sü-nenleriyle beraber ve denk kabul ederler. Ayni zamanda İbn-i Mâceh'in sünenindeki hadîsleri delil sayarlar. Ancak şu var ki A h m e d ve başkasının Davud'u zayıf saydıkları anlatılmaktadır. [29]
2781) Muâviye bin Câhime es-Selemî (Radtyallâhü Şöyle demiştir:
Ben, Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in yanma gelerek:
— Yâ Resûlallah! Allah rızâsını ve âhiret mutluluğunu dileyerek seninle beraber cihâda cidden niyetlenmişimdir. (Yâni cihâda çıkmama müsaade et) dedim. Resûl-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
— «Bağışlanasın. Annen hayatta mıdır?» buyurdu. Ben:
— Evet, dedim. Resûl-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
— «Geriye dön de annene itaat, iyilik et» buyurdu. Sonra ben Resûl-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'e diğer taraftan giderek:
— Yâ Resûlallah! Ben Allah'ın rızâsını ve âhiret mutluluğunu dileyerek seninle beraber cihâd etmeye cidden niyetlenmişimdir, (yâni cihâd'a çıkmama müsade et) dedim. Resûl-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
— «Bağışlanasın. Annen hayatta mı?» diye sordu. Ben:
— Evet, Yâ Resûlallah, dedim. Resûl-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
— «O halde sen annenin yanına geri dön ve ona itaat et» buyurdu. Sonra ben Resûl-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in önüne çıkıp i
— Yâ Resûlallah! Ben Allah'ın rızâsını ve âhiret mutluluğunu dileyerek seninle beraber savaşa çıkmaya gerçekten niyetlendi idim, demiş. Resûl-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ;
— «Vah sana, vah sana. Annen hayatta mı? diye sordu. Ben:
— Evet. Yâ Resûlallah, dedim. Resûl-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
— «Allah seni yarlığasm. Sen annenin ayağına sarıl. Çünkü cennet oradadır» buyurdu.
,.. Muâviye bin Câhime es-Selemî (Radıyallâhü anhümâ)'dar yapılan (diğer bir) rivayete göre Câhime, Peygamber (SallaHanü Aleyhi ve Sellem) 'in yanma gitmiş ve bunun mislini anlatmıştır.
Ebû Abdillah İbn-i Mâcete dedi ki: Bu Câhime, Huneyn (savaşı) günü Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'i ayıplayan Abbâs bin Mirdas es-Selemî'nin oğlu olan Câhime'dir."
2782) Abdullah bin Amr (bin el-Âs) (Radtyallâhü ankümâj'dan rivayet edildiğine göre bir adam Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Selletn)'m ya-mna gelerek:
— Yâ Resûlallah! Ben Allah'ın rızâsını ve âhiret mutluluğunu dileyerek seninle cihâda gitmek niyetiyle geldim. Ve (and olsun ki) Babam ve annem (gelişim nedeniyle) ağlamakta oldukları halde ben geldim, dedi. Resûl-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
— «O halde sen onların yanma geri git de onları ağlattığın gibi güldür» buyurdu." [30]
Bu babın ilk hadîsini Nesâî, Ahmed ve Beyhakî de rivayet etmişlerdir. Onların rivayetlerine göre savaşa gitmek üzere Peygamber (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm)'e müracaat eden zât Câ-hime (Radıyallâhü anhâl'dır. Müellifimiz ise bu hadisi iki senedle rivayet etmiştir. İkinci rivayet onların rivayetlerine uygundur. Müellifimizin birinci rivayetinin zahirine göre Peygamber (Aley-hi's-salâtü ve's-selâm)'e cihad için müracaat eden zât Câhi-m e ' nin oğlu M u â v i y e (Radıyallâhü anh) 'dır, İ b n - i A b -di'1-Berr'de cihâd için izin isteyen zâtın Muâviye bin C â h i m e olduğuna dâir bir rivayeti tahriç etmiştir.
Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) 'in müracaatçıya: «Sen annenin ayağına sanl. Çünkü cennet ordadır» mealindeki cümlesi yerine N e s â i' nin rivayetinde;
«O halde sen annene sarıl (ondan ayrılma) çünkü cennet şüphesii onun ayakları altındadır.» cümlesi bulunur. Yâni cennetten nasibin ancak annenin rızâsını kazanman hâlinde sana ulaşır. Sanki o na-sib, annenin emrindedir ve anne onun üstünde oturmuştur. Artık ancak anne tarafından sana ulaştırılır. Çünkü bir şey bir kimsenin ayağı altında olunca, artık başkasına ulaşması ancak onun müsaadesi ve izniyle olabilir. Sindi bu cümleyi böyle yorumlamıştır.
Cümleden maksad, anneye karşı mütevâzi davranmanın cennete girmeye vesile olduğu anlamı olabilir.
Abdullah bin Amr (Radıyallâhü anh)'m hadîsini Ebû Dâvûd ve İbn-i Hibbân da rivayet etmişlerdir. Hattâbi bu hadîsin şerhinde; "Kişinin çıkmak istediği cihâd kendisi için farz olmayıp nafile ise baba ve annesinin izni olmadıkça cihâda çıkması caiz değildi. Fakat cihâd kişiye farz-ı ayn olmuş ise, (meselâ kâfirlerle dövüşmek için, devlet tarafından savaşa çağırılmış ise), böyle bir cihâda katılmak için baba ve annenin müsaadesine gerek yoktur. Yukarda anlatılan hüküm müslüman baba ve anneye mahsustur. Eğer baba ve anne gayri müslim iseler müslüman evlâd bunlardan izin almadan nafile veya farz cihâda katılır, diye bilgi vermiştir.
El-Fetih yazarı Abdullah'ın hadîsini açıklarken: Bu hadîste sözü edilen sahâbî'nin Câhime bin Abbâs olması muhtemeldir, demiş ve bu babın ilk hadîsini delil göstermiştir. El-Fetih yazarı daha sonra: Cumhura göre müslüman baba veya anne evlâdını cihâda gitmekten men ettikleri zaman evlâdın cihâda gitmesi haramdır. Çünkü baba ve anneye itaat etmek farz-ı ayndır. Cihâda gitmek ise farz-ı kifâyedir. Şayet cihâda gitmek evlâd üzerine farz-ı ayn durumuna gelirse artık, onun babasmdan veya annesinden izin alması söz konusu değildir, diyerek buna dâir delileri beyân etmiştir.
İlk hadis râvîleri hakkında özlü bilgi:
Muâviye bin Câhime es-Selemî (Radıyallâhü anhümâ) sahâbidir. Râvîsi İ k r i m e ' dir. Hadîslerini Nesâî ve îbn-i Mâceh rivayet etmişlerdir. Bâzı rivayetlere göre cihad için izin isteyen zât kendisidir.
Câhime (Radıyallâhü anh) bin Abbâs bin Mir-dâs es-Selemî ise, yukarda durumu anlatılan Muâviye bin Câhime 'nin babasıdır. Bâzı rivayetlere göre cihâda çıkmak için müsaade isteyen zât budur.
H u n e y n savaşında Peygamber (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) 'i ayıpladığı müellifimiz tarafından bildirilen kişi ise Câhime (Radıyallâhü anh) 'in babası Abbâs bin Mirdâs es-Selemî' dir. Ayıplama mes'elesi şöyledir: H u n e y n savaşından elde edilen ganimet malının bir kısmı, gönülleri İslâmiyet'e yatışsın diye yeni müslümanlara verilince bâzı kimseler dedikodu ettiler ve Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm)'in bu takdiri aleyhinde konuştular. El-Mudmarât'ta gönülleri henüz İslâmiyet'e yatışmamış olup H u n e y n savaşı ganimetinden kendilerine büyükçe hisse verilen insanların üç sınıf olduğu belirtilerek şöyle denilmiştir: Bunlardan bir kısmı müslümanhğı kabul etmekle beraber gönülleri henüz İslâm'a yatışmamıştı. Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-se-lâm) gönüllerini tatmin ve İslâmiyet'e yatıştırmak istedi. İkinci sınıf ise müslümanliğı kabul etsinler ve dolayısıyla kendilerine bağlı kabileler de İslâmiyet'e erişsinler diye taltif edildiler. Üçüncü bir kısım vardı ki, serleri defedilsin diye kendilerine bir şeyler verildi. A b -bâs bin Mirdâs, yâni C â h i m e' nin babası da bu nevîdendir. [31]
2783) Ebû Musa (el-Eş'arî) (Radıyallâhü anh)'den rivayet edildiğine göre:
Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e, kahramanlık için savaşan adam, hamiyyet (yâni taassub ve yakınlarını desteklemek) niyetiyle savaşan adam ve gösteriş amacıyla savaşan adamın durumu (hakkında ne buyuruiur? diye) soruldu. Bunun üzerine Resûlul-îah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
«Kim yalnız tevhîd kelimesinin izzeti, yücelmesi için cihâd ederse ancak o kimsenin cihâdı Allah yolundadır» buyurdu."
2784) Acemlerden bir âzadlı olan Ebû Ukbe (Radtyallâkü cnAJ'den; Şöyle demiştir:
Ben Uhud (savaşı) günü Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in beraberinde savaşa katıldım. (Savaşta) müşriklerden bir adamı vurdum ve :Bu darbeyi benden al, ben fârisî gencim, dedim. Sonra bu olay Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'e ulaştı. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) (bana:
«Niçin sen: Bu darbeyi benden al, ben ensârî gencim, demedin-buyurdu."
2785) Abdullah bin Amr (bin el-Âs) (Radıyatlâhü ankümâydzn; Şöyle demiştir:
Ben, Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'i şöyle buyururken işittim:
Allah yolunda savaşıp da ganimetle (ve sağlıkla) dönen her gâzî grubu (âhiret) ecrinin üçte ikisini dünyada almış olurlar. Eğer hiç ganimet elde edemezlerse (âhiret) ecirleri tam olur." [32]
Ebû M û s â (Radıyallâhü anh)'m hadîsi KütÜb-i Sitte'nin hepsinde rivayet olunmuştur. Bu hadîste geçen "Hamiyyet" kelimesinin mânâsı: Aşireti, kabilesi ve yakınları için gayretkeş ve mutaassıp olmaktır. Hamiyyet için savaşmaktan maksad, aşireti ve yakınları hakkında duyduğu gayret ve taassup için bunlar uğrunda savaşmaktır.
Bu hadîste işaret edildiği gibi bir adam Peygamber (Aleyhi's-sa-lâtü ve's-selâm) 'a bâzı kimseler kahramanlıkla övülsün diye savaşırlar. Bir kısım kimseler de yakınları uğrunda ve onlar için savaşırlar. Diğer bir kısım adamlar da riyakârlık ve gösteriş için savaşırlar. Bunların hangisinin savaşı Allah yolunda savaş sayılır? diye sormuştur.
T i r m i z i' nin rivayetinde; «Bunların han-j* gisi Allah yolundadır?» ilâvesi vardır.
Resûl-i Ekrem ise verdiği cevapta ancak tevhid kelimesinin yüce olması için savaşanların cihâdının Allah yolunda olduğunu bildirmiştir. Yâni diğer amaçlarla yapılan cihâd Allah yolundaki savaşlardan sayılmaz.
Hamiyyet ve gayretkeşlik bazen din için olur. Şayet din için olursa yine tevhîd kelimesinin yücelmesi için olmuş olur.
E b û U k b e (Radıyallâhü anh) 'm hadîsini Ebû Dâvûd da rivayet etmiştir. Fâris, ana dili Farsça olan milletin ismidir. Bunlara Acem de denilir. Bu millet toplu olarak İ r â n' da bulunur. Ebû U k b e aslen I r â n ' lı olup Hâşira bin Abd-i M e n â f oğullarının âzadlısı idi. E 1 - M ü n z i r î bu zâtın B a s r a' lı olduğunu söylemiştir. Ana dili Farsça olanlardan I r â k' ta ikâmet edenler de bulunduğu için bu zâtın ilk zamanlarda B a s r a ' da ikamet etmiş olduğu anlaşılıyor. Ebû D â -v û d' un rivayetinde bu zâtın Fâris halkından olduğu belirtilmiştir. Müellifimizin rivayetinin zahirine göre bu zât Fâris halkının âzadlısı idi. Fakat gerek Ebû Dâvûd'un rivayeti ve gerekse el-Hülâsa ile Avnü'l-Mabûd'da verilen bilgi bu zâtın H â ş i m oğullarının âzadlısı olduğuna ve kendisinin aslen Fâris halkından olduğuna delâlet eder. Bu nedenle müellifimizin rivâyetindeki ifâdeyi bunlara uygun terceme ettim. Zâten müellifimizin rivâyetindeki ifâde böyle terceme edilmeye de müsâiddir. Acemler savaşırken düşmanlarına darbe indirdikleri zaman kahramanlıklarını açıklamak maksadıyla isimlerini ve mensubu bulundukları soyu dile getirirlerdi. Bu onların bir âdeti hâlinde idi. Bu nedenle Ebû Ukbe alıştığı âdet uyarınca fârisli bir genç olduğunu belirterek U h u d savaşında düşmana darbe indirmiştir. Bir kavmin âzadlısı hangi soydan olursa olsun o kavme mensup olduğu için Resûl-i Ekrem (Aley-hi's-salâtü ve's-selâm) kendisine, ensârî genç olarak kendisini tanıtmasının uygunluğunu beyân buyurmuştur.
El-Kâri bu hadîsin açıklaması bölümünde: Yâni Ey Ebû U k be! Sen düşmana darbe indirdiğinde öğündüğün zaman yanlarına hicret ettiğin ve bana yardımcı olan Ensâr'a mensub olduğunu söyle. İran* hlar o dönemde kâfir oldukları için Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm), Ebû Ukbe' nin kendisini İranlı' lara mensub etmesini hoş karşılamamış ve onun kendisini Ensâr-i Kirâm'a mensub etmesini emretmiştir. Çünkü Ensâr'a intisab etmek, müslümanlara intisab etmek demektir, der.
El-Hülâsa'nin 455. sahîfesinde Ebû Ukbe (Radıyallâhü anh) hakkında şu bilgi verilmiştir: Ebü Ukbe el-Fârisi, H â ş i m oğullarının âzadlısı olup sahâbi'dir. Adının R e ş i d olduğu söylenmiştir. Râvisi, oğlu Abdurrahman bin Ebî Ukbe' dir. Ebû Dâvûd ve îbn-i Mâceh onun hadîslerini rivayet etmişlerdir.
Bu babın son hadîsini Müslim, Ebü Dâvüd, Tir-mizi, Nesâî ve Ahmed de rivayet etmişlerdir. Bu hadîs muhtelif şekillerde yorumlanmıştır. N e v e v i : Hadisin yegane doğru mânâsı şöyledir ve başka türlü yorumlanması yanlıştır: Gâ-zîler sağ, salim evlerine döndükleri veya ganimetle döndükleri zaman ecirleri selâmetle dönmeyen veya selâmetle dönüp de ganimet elde edemeyen gazilerin sevabından az olur. Ganimet savaş sevabının bir parçasının karşılığıdır. Bu itibarla gaziler ganimetle döndükleri zaman savaştan dolayı müstehak oldukları sevabın üçte ikisini dünyada almış olurlar. Ganimet de sevabın bir parçasıdır, demiştir.
Şu halde ganimet, sevabın üçte birisine ve selâmetle dönmek de sevabın üçte birisine tekabül eder. Böylece sevabın üçte ikisi dünyada alınmış olur. [33]
2786) Urve el-Bârıkî[34] (Radıyallâhü anhyâtn rivayet edildiğine göre; Resûlullah (Sattallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu, demiştir :
«Hayır, atın alnına dökülen saçlarında kıyamet gününe kadar düğümlüdür, (Hayır, kıyamette sevab ve dünyada ganimettir.)»"
2787) Abdullah bin Ömer (Radtyallâhü anhümâydan rivayet edildiğine göre; Resûlulîah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
«Atın alnına dökülen saçlarında kıyamet gününe kadar hayır düğümlüdür.»" [35]
U r v e (Radıyallâhü anh) 'in hadîsini Buharı, Müslim, Tirmizî, Nesâî, Ahmed ve Tahâvî de rivayet etmişlerdir.
Abdullah (Radıyallâhü anh)'m hadîsini Buharı, Müslim, Nesâi ve Mâlik de rivayet etmişlerdir. Hadislerde anılan hayrm ganimet ve sevab olduğu, bâzı rivayetlerin hadîs metninde bulunduğu için bunu parantez içinde belirttim. Hayrın ganimet ve sevab olduğu belirtilen rivayetler, attan maksadın Allah yolunda savaş için hazırlanan at olduğuna delâlet eder. Bu babın üçüncü hadîsi de buna delâlet eder.
Hadîslerde geçen "Nevâsî" kelimesi "Nâsiye"nin çoğuludur. Nâ-siye, başın ön kısmı ve kâkül mânâsına gelir. Burada atın alnına sarkan saçların kasdedildiği, H a t t â b i ve başkaları tarafından ifâde edilmiştir.
Savaş için hazırlanan at, sahibinin dünyada ganimet, âhirette de sevab kazanmasına vesile olduğu için sanki hayır, atın alnına dökülen saçlarına bağlıdır. Yüz ve alın en şerefli uzuv olup hayrın bu uzva bağlanması ancak kâkülde düğümlenmesi yoluyla tasvir edilmesi uygun olduğundan bu ifâde tarzı seçilmiştir, denilebilir.
Savaş atının hayrının kıyamet gününe kadar devam etmesi, İslâmiyet'in ve İslâmiyet uğrundaki cihâdın kıyametin kopmasına yakın günlere kadar devam edeceğine delâlet eder. N e v e v i bu durumu belirtmektedir.
2788) Ebû Hüreyre (Radıyallâhü ank)Jden rivayet edildiğine göre; Resûlulîah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu, demiştir:
«Atm alnına dökülen saçlarında kıyamet gününe kadar hayır vardır veya düğümlüdür (Râvî Süheyl: Bunda ben tereddüd ediyorum, demiştir.) At, (sahiplerinin durumlarına göre) üç nevidir: Şöyle ki, at bâzı kimseler için sırf sevabtır, bâzı kimseler için de (fakirliğe karşı) bir perdedir. Bâzılarının da boynunda bir vebaldir. At, kendisi için sırf sevab olan kişi, o kimsedir ki, atı Allah yolunda Ecihad için) edinir ve (savaşa) hazırlar. Artık at karnına dâhil ettiği her (yiyecek ve içecek) şeye karşılık sahibi için bir sevab yazılır. Sahibi onu bol otlu geniş bir sahada otlatırsa, atın yediği her şeye karşılık onun için bir ecir yazılır. Ve sahibi onu akar bir nehirden suvarırsa, atın karnına dâhil ettiği beher su damlasına karşılık onun için bir ecir olur. (Hattâ, atın idrarlarında ve gübrelerinde olan sevabı da anlattı.) Ve eğer at şahlanarak (ön ayaklarını kaldırıp) neş'e ile bir veya iki tur koşsa, attığı beher adım karşılığında sahibi için bir ecir yazılır. At kendisi için (fakirliğe karşı) bir perde olan kişi, o adamdır ki, (geçimini sağlamakla) şerefini, iffetini korumak ve güzel rızik yemek maksadıyla at edinir ve atların sırtlarına ve karınlarına âit hakkını onların darlık ve genişlik (zamanların) da unutmaz. At kendisinin boynunda bir vebal olan kimseye gelince, bu da o kimsedir ki, böbürlenmek, taşkınlık etmek, kibirlenmek ve halka karşı riyakârlık için at edinir. İşte, boynunda atın vebal olduğu adam böyle olan kimsedir.»" [36]
Bu hadisi Buhâri, Müslim, Tirmizi, Nesâî ve B e y h a k î de rivayet etmişlerdir. Bu hadisin metni bâzı rivayetlerde kısa, bâzılarında uzundur. M ü s 1 i m' in rivayet ettiği metin, müellifimizin rivayet ettiği metin gibi uzundur. Müellifimizin rivayetinde geçen bâzı kelimelerin mânâlarını açıklayalım:
Merc: Otu bol geniş araziye denilir.
Ebvâl: Bevl'in çoğuludur. Bevl, idrar demektir.
Ervâs: Revs'in çoğuludur. Revs, gübre demektir.
Şeref: Arazinin yüksekçe yerine denildiği gibi at koşusunun bir turuna veya son merhaleye de denilir. Bir kavle göre atın bir mil mesafe mikdarı sıçrayarak seğirtmesine denilir ve burada bu mânâ kas-dedilmiştir. Biz bu kelimeyi bir tur mânâsına terceme ettik. Diğer şekillerde terceme edilmesi de mümkündür.
İstinân: Atın, binicisiz ve yüksüz olarak, ön ayaklarını yerden kaldırıp atmak suretiyle neş'e ile koşmasıdır.
Atların sırtlarının hakkından maksad, onların güçlerinin dışında yük yükletilraemesidir. Atların karınlarının hakkı ise onlara iyi bakmak ve yemleri ile suvarma işlerini ihmal etmemektir.
Eşer: Böbürlenmek, kendini beğenmek, azmak, taşkınlık göstermek gibi mânâlara gelir.
Batar: Şımarmak, hakkı kabul etmemek, azmak, beğenmemek ve böbürlenmek mânâlarına gelir,
Bezah: Eşer ve batar mânâlarını ifâde eder. Görüldüğü gibi bu üç kelimenin mânâları birbirine yakındır.
Riya: Gösteriş manasınadır. Yâni zahiren Allah için görünüp, içte dünya ile ilgili bâzı amaçlan gütmektir.
Tekerrüm: Şeref ve izzeti korumak, iffetli olmak gibi mânâlara gelir. Burada geçimini sağlamak ve kimseye muhtaç olmamak niyetiyle ve şerefini korumak maksadıyla at edinmek mânâsı ifâde edilmek istenmiştir. Nitekim bâzı rivayetlerde; "Taâffüf = İffetini korumak" ifâdesi bulunur.
Tecemmül: Ziynetlenmek, güzel rızık yemek gibi mânâlara gelir. Burada son mânâ kasdedilmiş olabilir. Allah'ın nimetlerinden yararlanmak ve nimetlerin eserlerinin kulun üstünde görülmesi dînen meşru olduğu cihetle bir kibir ve gurur olmaksızın at ziynetiyle ziynet-lenmekte bir beis olmadığı cihetle Tecemmül kelimesi belirttiğim sınırlar dâhilinde ziynetlenme mânâsına da yorumlanabilir.
Hadis, Allah yolunda savaşmak için at edinmenin faziletini beyân eder. Hadîste atın bol otlu geniş arazide yediği her şey ve akar nehirden içtiği her damla su karşılığında sahibi için âhirette ecir ve sevab bulunduğunu ifâde etmektedir. Yâni atın yiyeceğini ve içeceğini rahatlıkla bulduğu ortamda sahibi için bu kadar sevâb varken müsâid olmayan ortamlarda gaza atına yedirilen yem ve içirilen su karşılığında sahibine verilecek sevâb miktarı çok daha fazla ve üstün olacaktır.
Geçim ve kazanç için edinilen atın ise sahibinin fakirliğine bir perde ve engel olduğu ifâde edilmiştir. Kibir, gurur, bencillik, böbürlenme, taşkınlık göstermek, hakka karşı baş kaldırmak, azmak gibi kötü amaçlarla edinilen at ise sahibinin boynunda bir vebal olur.
E 1 - H â f ı z : At ırkının sahiplerinin durumlarına göre üç kısma ayrılması yönü şudur: Kişi ya binmek veya ticâret maksadıyla at edinir. Bu iki maksaddan hangisi olursa olsun bunun beraberinde Allah'a itaat etmek var ise birinci nevi at kısmı olur. Şayet bunun beraberinde günah işleme işi varsa üçüncü nevi at kısmı olur. Eğer bunun beraberinde ne itaat ne de günah işleme yok ise atın ikinci kısmı olur, demiştir.
2789) Ebû Katâde el-Ensârî (Radtyalîâhü anh)'den rivayet edildiğine göre; Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem} şöyle.buyurmuştur :
«Atın en hayırlısı, yağız, alnında ufacık beyaz nişan bulunan, ayaklarında beyazlık olan, burnu ve üst dudağı beyaz ve sağ ön ayağı mutlak (nişansız) attır. Eğer yağız olmazsa, bu alâmetti doru at
(da hayırlıdır.)»" [37]
Bu hadisi, Tirmizî, Hâkim, îbn-i Hibbân, Ahmed ve Dârimi de rivayet etmişlerdir. Bu hadiste geçen ve atın renklerine âit bâzı kelimeleri açıklayalım:
Edhem: Siyah demektir. Buna yağız at denilir.
Akran: Alnında ufacık bir beyaz nişan bulunan attır. Bu nişan bir dirhem küçüklüğünde bile olabilir. Tuhfe yazarının beyânına göre bu nişan atın yüzünün herhangi bir yerinde olabilir.
Muhaccel: İki veya üç ya da dört ayağında bilek kemiklerinin yukarısına kadar uzanan ve diz kapaklarını geçmeyen az veya çok miktarda beyazlık bulunan ata denilir. Bu beyazlığa da Tahcil denilir.
Ersem: Burnu ve üst dudağı beyaz olan attır. Bâzılarına göre yalnız üst dudağı beyaz olan, diğer bir kavle göre yalnız burnu beyaz olan ata denilir.
Tulk i Mutlak mânâsına kullanılmıştır. Atın falan ayağı Tulk'tur, denilince o ayağın renginin atın vücûdunun ekserisinin rengine uygunluğu kasdedilir.
Kümeyt; Doru manasınadır.
Şiyet: Bu kelimenin asıl mânâsı, atın vücûdunun çoğundaki renge muhalif olan her hangi bir renge denilir. Burda ise alâmet mânâ-1 smda kullanılmıştır.
Bu hadis en hayırlı atın, hadîste anlatılan alâmetleri taşıyan yağız at olduğuna ve bundan sonra da ayni alâmetleri taşıyan doru at olduğuna delâlet eder.
T i r m i z i' nin rivayetine göre hayırlı at edhem, akran ve ersem olan, sonra edhem, akrah, muhaccel ve bir ayağı tulk olan attır. Eğer at edhem değil ise bu alâmetleri taşıyan kümeyt at hayırlı attır.
2790) Ebû Hüreyre (Radıyallâhü <mh)'dcn; Şöyle demiştir:
Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem). atın şikâl (yâni ayağındaki çapraz seki) den hoşlanmazdı." [38]
Bu hadîsi Müslim ve sünen sahiplerinin hepsi rivayet etmişlerdir. Müslim ile Ebû Davud'un rivayetlerinde Şikâl'ın tefsiri tercemede parantez içine aldığım şekilde geçmektedir. Yâni atın sağ ön ile sol arka ayaklarında veya sol ön ile sağ arka ayaklarında bulunan beyazlığa Şikâl denilir.
Avnü'l-Mabûd yazarı e 1 - K a r i : Hadîste geçen Şikâl tefsirinin Peygamber (Aîeyhi's-salâtü ve's-selâm)'in sözünden olmayıp râvîye âit olması açık olan ihtimaldir. Çünkü bu açıklama Peygamber (Aleyhi's-salâtü ve's-se]âm)'in sözünden olmuş olsaydı Şikâl kelimesinin mânâsını beyân eden bir nass olurdu ve artık bu kelimenin tefsiri hususunda ihtilâf olmazdı, demiştir, der.
H a 11 â b î de: Şikâl bâzı rivayetlerde böyle açıklanmıştır. Bu kelime, atın bir ön ayağı ile bir arka ayağının tahcilli, yâni diz kapağından aşağı kısmında beyazlık bulunması ve diğer arka ayağın mutlak olması şeklinde de yorumlanmıştır, der.
N e v e v î şikâl kelimesinin tefsiri hususunda gelen başka ka-viîîeride nakletmiştir. Oraya bakılabilir.
Resûl-i Ekrem (Aîeyhi's-salâtü ve's-selâm)'in atın şikâlından hoşlanmaması sebebi hakkında bâzı görüşler beyân edilmiş ise de en uygun olanı bunu O'nun bilgi ve takdirine bırakmaktır. Bâzıları şöyle derler: Belki Resûl-i Ekrem (Aîeyhi's-salâtü ve's-selâm) bu nevi atlan denemiş ve verimli olmadıklarım görmüş olduğu için hoşlan-mamıştır.
2791) Temîm ed-Dârî (i) (Radıyallâkü ö«A)'den rivayet edildiğine göre kendisi; Resûluİlah (Sallattahü Aleyhi ve SeUem)}den şöyle buyururken işittim, demiştir :
«Kim Allah yolunda (savaşmak için) bir at (edinip) bağlar, sonra onu kendi eliyle yemlerse, beher yem tanesine karşılık o kimse için bir hasene (sevab) olur.»"
Not: Zevâid'de şöyle denilmiştir: Bunun senedinde Muhammed, babası Uk-be ve dedesi bulunur. Bunlar meçhul kimselerdir. Muhammed'in dedesinin İsmi de belirtilmemiştir. [39]
2792) Muâz bin Cebel (RadtyaUâkü onk)yâen rivayet edildiğine göre; kendisi Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Selleftt)'den şu hadîsi işitmiştîr :
«Müslüman bir adam Allah Azze ve Celle yolunda bir dişi demezsin iki sağımı arasındaki süre kadar savaşırsa o kimse için cen- Allah'ın ikramıyla girmesi) vâcib olur.»" [40]
Bu hadîsi Tirmizi, Ebû Dâvûd ve Nesâî de rivayet etmişlerdir. Hadiste geçen "Fuvâk" hayvanın iki sağımı arasındaki müddet mânâsına yorumlanmıştır. Bu kelime "Fevâk" olarak da okunabilir. Sindi bu kelimeyi böyle açıkladıktan sonra : Çünkü sağım devesi .sağılır. Sonra sağıma ara verilerek yavrusu salıverilir. Deve yavrusuna süt vermeye başlar. Biraz sonra tekrar süt sağılır. İşte bu iki sağım arasmdakı süreye Fuvâk denilir. Bir kavle göre Fuvâk: Sabah sağımı ile akşam sağımı arasındaki süredir. Bir başka kavle göre süt sağılırken bir kab dolunca bunu kaldırıp diğer bir kaba sağılmcaya kadar geçen zamana Fuvâk denilir. Diğer bir kavle göre ard arda sağılan iki hayvanın sağımı arasındaki süreye Fuvâk denilir, demiştir.
Hülâsa bu kelime hangi şekilde yorumlanırsa yorumlansın, en kısa bir sürece Allah yolunda ve ihlâslı olarak savaşan bir müslü-man bu hizmetinden dolayı Allah'ın lütfü ile cennete girmeye müs-tehak olur. Onun cennete girmesinin vâcibliğinden maksad Allah'ın lütfü ile cennete girmeye lâyık olmasıdır. Çünkü Allah, hiç kimseyi cennete dâhil etmeye mecbur değildir. Bütün tasarrufları onun irâdesi ve düemesiyledir.
2793) Enes bin Mâlik (Radıyallâkü anh)\\cv\; Şöyle demiştir:
Ben bir savaşta hazır bulundum. Abdullah bin Revana (Radıyal-lâhü anh) (kâfirlerle savaşırken) şöyle dedi:
Yâ nefsim! Seni uyarıyorum. Ben, seni cennet Ce girmeye sebep olan savaş) tan hoşlanmaz olarak görüyorum. Allah'a yemin ederim ki, sen ya itaatkâr (uysal) olarak (savaşmak suretiyle) muhakkak cennete gireceksin ya da şüphesiz buna zorlanacaksın."
Not: Zevâid'de şöyle denilmiştir : Bunun senedi hasendir. Çünkü râvî Dey-lem bin Gazvân halUunda ihtilâf vardır. [41]
Bu hadîs Zevâid türündendir. Abdullah bin Revâha (Radıyallâhü anh) Ensâr-i Kiram'm Hazreç kabilesinden ve Akabe biatuıda bulunan meşhur sahâbîlerdendir. Kısa bir hâl tercemesi 1820 nolu hadisin izahı bölümünde geçti. Bu zât, bir taraftan kumciyle, diğer taraftan kalemiyle İslâm'a hizmet eden ve şâir tabiatlı bir şahsiyet idi. Hicret-i Nebeviyye esnasında şâir Hassan bin Sabit (Radıyallâhü anh) ile beraber Peygamber (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm)'in M e d î n e-i Münevvere'ye teşrifine dâir kasideler söylemiştir. Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâmî'e en yakın sahâbîler arasında yer alan bu zât, Bedir, Uhud, Hendek, Hudeybiye ve H a y b e r savaşma katılmıştı. Savaşlarda şiir ve kasidelerinin şu mısraını devamlı tekrarladığı rivayet olunmuştur:
"Ey nefsim eğer sen katledihnezsen (şehîd edilmezsen) öleceksin."
Katıldığı bütün savaşlarda kahramanca savaşan İ b n - i Revâha, nihayet hicretin sekizinci yılı katıldığı M û t e savaşında şehîd edildi. Ib.n-i R e v â h a' nm bu sefere çıktığı andan şehîd edildiği ana kadar irticalen söylemiş olduğu bütün şiirleri Siyret-i îbn-i Hişâm'da bulunur. Bu şiirlerinin hepsinde onun şehîd olmak için can attığı görülmektedir.
Yukardaki mısra bir şiirinin birinci mısrâıdır. İkinci mısraı da şöyledir: "İşte bu, ölüm ecelidir. Sen buna mâruzsun."
İzahını yaptığım bu hadîste E n e s (Radıyallâhü anh)'m rivayet ettiği şiirin İbn-i Revâha tarafından M û t e savaşında söylendiği bâzı siyer kitablarmdan anlaşılmaktadır. Ama ayni şiiri başka savaşlarda da söylemiş olması muhtemeldir.
M û t e savaşma katılan İslâm ordusu üç bin kişilikti. Şam dolaylarında vuku bulan bu savaşta düşman ordusu iki yüz bin kişilikti. İslâm ordusu yola çıktığında Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) ordu kumandanlığına Zeyd bin Harise'yi tâyin etmiş ve şayet Zeyd şehîd olursa Ca'fer bin Ebi Tâ 1 i b' in kumandan olması, bunun da şehid olması hâlinde Abdullah bin Revâha' nm kumandanlığa geçmesi emrini vermişti. İslâm ordusu hareket edip nihayet M û t e ' ye vardığı zaman iki yüz bin kişilik bir Rum ordusuyla karşılaştı. Üç bin kişilik bir kuvvetin iki yüz bin kişilik bir kuvvetle savaşması cidden büyük bir mesele olduğuna rağmen parolası ya şehâdet veya gâzîlik olan ve birer arslan gibi olan sahâbîler, yılmadan ve korkmadan büyük bir cesaretle savaşa başladılar. Hakikaten bu üç kumandan da sırayla şehîd edildi ve nihayet İslâm sancağına toz kondurmama azim ve kararında bulunan kahraman sahâbîlerden H â -lid bin el-Velid (Radıyallâhü anh) sancağı alarak savaşa devam edildi ve zafer İslâm ordusuna ve H â 1 i d (Radıyallâhü anh) 'a nasib oldu.
Ş a m' m mülhakatından olan B e 1 k a bölgesinde cereyan eden M û t e savaşının vuku bulduğu gün Medîne-i Münevvere' nin Mescid-i Nebevi' sinde sahâbüeri ile sohbet eden Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm)'e M û t e savaşı bir sinema filimi gibi Allah tarafından arz edildi ve artık Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) savaş meydanına hâkim ve pek yakın bir tepeden savaşı tâkib eder gibi durumu görmeye başladı. İşte bu arada Resûl-i Ekrem (Aîeyhi's-salâtü ve's-selâm), yanındaki sahâbîlerine; «Zeyd (bin el-Hârise) sancağı aldı, sonra şehîd oldu» buyurdu ve şehâdet getirip, şehide salât ve selâmdan sonra:
«Siz de Zeyd için istiğfar ediniz, Zeyd cennet'e girdi. Orada mutludur. Şimdi sancağı Ca'fer bin Ebî Tâlib aldı» buyurdu. Biraz sonra buna da şehâdet, salât ve duâ edip: «Siz de istiğfar ediniz» buyurduktan sonra: «İşte Ca'fer de cennet'e girdi, istediği tarafa iki ka-nadla uçuyor. Bu defa sancağı Abdullah bin Revâha aldı, o da şehîd oldu» buyurdu. Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) bunu söylerken mübarek gözlerinden yaş akıyordu. Abdullah hakkında da şehâdete, salât ve duadan sonra :
«Siz de onun için istiğfar ediniz, bu da cennet'e dâhil oldu» buyurdu. Resûl-i Ekrem sözlerine devamla:
«Bundan sonra sancağı emirsiz olarak Hâlid bin el-Velîd aldı. Ona fetih ve zafer nasib kılındı» buyurdu.
Bu üç kumandanın savaş esnasında şehid düştüğünü ve H â I i d
bin e 1 - V e 1 î d' in eliyle zafer kazanıldığını savaşın cereyan ettiği gün Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) 'in Medine-i Münevvere'de ashabına haber verdiğine dâir E n e s bin Mâlik (Radıyallâhü anhl'ın hadîsini B u h â r î rivayet etmiştir. Bu, Peygamber (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm)'in bir mücizesi-dir.
2794) Amr bin Abese[42] (RadtyaUâhü anhyden; Şöyle demiştir:
Ben (bir kere) Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in yanına vararak;
— Yâ Resûlallah! Cihâdın hangisi efdal (üstün) dür? diye sordum. Buyurdular ki:
— «Kanı dökülen ve iyi cins atı yaralanan mücâhid (in cihâdı en üstün cihaddır).»"
Not: Zevâid'de şöyle denilmiştir: Râvî Muhammed bin Zekvân zayıf olduğu için bunun senedi zayıftır. [43]
Bu hadîs Zevâid türündendir. Cevâd: İyi cins at demektir. Hadîsten kasdedilen mânâ şudur: Canını ve malını Allah yolunda savaşmakla feda edinceye kadar çarpışan müslümanm cihâdı sevab bakımından en üstün olan cihaddır. Allah böyle cihâdı bizlere de na-sib eylesin.
2795) Ebû Hüreyre (Radıyallâhü anh)'den rivayet edildiğine göre Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu, demiştir :
«Allah yolunda yaralanan her yaralı — Allah kendi (rızâsı) uğrunda yaralanan kişiyi herkesten ziyâde bilendir ya — kıyamet gününde, yarası yaralandığı günkü vaziyette (kan fışkırıyor gibi görünüyor halde) gelir: Rengi kan rengi, fakat kokusu misk kokusu.»"
Not: Bunun senedinin sahih olduğu, Zevâid'de bildirilmiştir.
2796) Abdullah bin Ebî Evfâ (RadtyaUâhü anhümâ)'âan; Şöyle demiştir :
Resûlullah (Sallaîlahü Aleyhi ve Sellem) (Hendek savaşı günü) Ahzâb (yâni düşmanlar) aleyhine dua ederek şöyle buyurdu:
«Ey Kur'an'ı gönderen, düşmanlarla hesabı hızlı olan Allah! (Medine önünde toplanan) Ahzâbı {yâni şu Arap kabilelerini) sen dağıt. Allahım! Onların topluluklarını sen hezimete uğrat ve irâdelerini sen sars (ki yerlerinde tutunamasmlar).»" [44]
Bu hadîsi Buhârî, Müslim, Tirmizi ve Nesâî de rivayet etmişlerdir.
Ahzâb: Hizb'in çoğuludur. Bu savaşa Mekke müşrikleri, Ğ a t f â n müşrikleri, yahûdîler ve onların yandaşı durumundaki kâfir kabileler müslümanlarla savaşmak üzere toplandıkları için bu savaşa Ahzâb ismi verilmiştir. Bu savaşa Hendek savaşı da denilir. Çünkü bu savaştan önce Selmân-i Fârisi (Radıyallâhü anh)'m işareti ve tavsiyesi üzerine Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) 'in emri ile Medine-i Münevvere şehri etrafında hendek kazıldı ki şehrin savunması kolaylaşsın. Bu savaşın vuku bulduğu târih hususunda ihtilâf vardır. Buhârî' nin tercih ettiği kavle göre savaş hicretin 4. yılı Şevval ayında vuku bulmuştur. Bir kavle göre hicretin 5. yılı vuku bulmuştur. Bu savaşta müslüman ordusu 3 bin kişilikti. Düşman kuvveti ise 12 bin kişilikti. Müslümanlar bu savaşta Medîne-i Münevve-r e şehrinin dışına çıkmayıp şehri savunma taktiğini kullanmayı tercih ettiler. Müşrik kuvvetleri şehri muhasara ettiler. Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) 'in bu duası kabul olundu ve şarktan kopan bir fırtına bir gecede düşman kuvvetlerini alt üst etti. Gönüllerine bir ümitsizlik yerleşti ve paniğe kapılarak bir başıboşluk içinde Mekke yolunu tuttular. Böylece düşman ordusu bir hezimet ve hüsran içinde dağılıp gitti.
2797) Sehl bin Huneyf (bin vâhib)[45] (Radıyallâhü anhyden rivâ-' ' yet edildiğine göre; Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuş-
tur :
«Kim şehîd olarak ölmeyi Allah'tan içtenlikle dilerse, yatağı üzerinde (yâni şehîd olmaksızın) bile ölse Allah onu şehîdlerin makamlarına ulaştırır.»" [46]
Bu hadîsi Müslim, Tirmizi, Ebû Dâvûd, Nesâî ve Hâkim de rivayet etmişlerdir. Hadîs, şehîd olmayı samimiyetle dileyen bir müslümanm şehîd olmayıp başka bir şekilde ölmesi hâlinde de şehîdlik mertebesine eriştiğine delâlet eder. Yâni böyle bir kimse şehîdler hükmündedir ve onlar gibi sevab kazanmış olur. E 1 - M ü n â v î: Çünkü şehîd de bu kimse de hayra niy-yetlenmiş ve gücü dahilindeki işi yapmıştır. Bu nedenle sevabın aslında eşittirler, demiştir. [47]
2798) Ebû Hüreyre (Radıyallâhü anh)3den rivayet edildiğine göre: Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) "in huzurunda şehîdIerden söz edildi. Bunun üzerine Peygamber (Sallallahü Aleyhi veSellem) şöyle buyurdu, demiştir:
«Yeryüzü şehidin kanından kurumadan önce (hurilerden) iki karısı bitkisiz, geniş bir arazide (emzikli) yavrularını gaybeden (sonra aniden bulan) iki süt anne gibi ve her birinin elinde dünyadan ve
dünyadaki bütün şeylerden hayırlı birer kat cennet elbisesi bulunduğu halde hızla ona koşuşurlar.»"
Not: Zevâid'de şöyle denilmiştir : Bu hadîsin senedi zayıftır. Çünkü râvi Hilâl bin Ebİ Zeyneb zayıftır.
2799) El-Mıkdâm bin Madîkerib[48] (Radıyallâhü anh)'den rivayet edildiğine göre; Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Seîlem) şöyle buyurmuştur :
«Allah katında, şehîd
için altı haslet vardır: Dökülen ilk kanı ile beraber günahları bağışlanır,
cennetteki mevkii kendisine gösterilir, kabir azabından korunur, en büyük
korkudan emin olur, îman hüllesi (elbisesi) kendisine giydirilir, Hurü'1-îyn
ile evlendirilir ve akrabalarından yetmiş (müslüman) insan hakkında şefaat
etmesi kabul olunur.»"
[49]
Ebû Hüreyre (Radıyallâhü anh)'m hadisi Zevâid türün-dendir. Bu hadîste geçen "Zı'r" süt anne manasınadır. Fasıl, deve yavrusu demektir. Berâh da bitkisiz geniş arazi manasınadır. Bu hadis, Allah yolunda şehid olan kimsenin Allah katındaki üstün değerini ve can vermekle cennet nimetlerine kavuştuğunu bildirir.
M i k d â m (Radıyallâhü anh) 'm hadîsini T i r m i z î de rivayet etmiştir. Bu hadîs de Allah yolunda şehîd olan kimsenin Allah katındaki altı meziyyetini bildirir. Yâni bu meziyyetlerin tümü ancak şehîd için vardır, başkası için bunların hepsi yoktur.
Bu hadîste geçen "Düf'a" döküntü, akıntı manasınadır. Bu kelime "Defa" şeklinde de okunabilir. Yâni bir defa demektir. Burada kasdedilen mânâ şehidin dökülen ilk kan damlasıyla günahlarının bağışlanmasıdır.
E 1 - K a r i : Şehidin günahlarının bağışlanın asıyla cennetteki makamının kendisine gösterilmesi birleştirilerek tek haslet sayılmalıdır ki hasletlerin sayısı altıyı geçmesin ve şehidin kabir azabından korunması hasleti, bir önceki hasletin tekrarlanması mâhiyetinde olmasın, demiştir.
En büyük korku diye terceme ettiğim "Feza-i ekber" hakkında da el-Kari: bu ifâdede; 'JŞ*İ\ £>âJI ^y^ ^ = «En büyük korku onlan üzmeyecektir...» (I) âyetine işaret vardır. Fezâ-i Ekber'in açıklanması hakkında değişik rivayetler vardır: Bir kavle göre bundan maksad, cehennem azabıdır. Diğer bir kavle göre ateşe arz edilmektedir. Bir başka kavle göre cehennemlik olanların cehenneme girmelerinden kurtuluş olmadığına kesinlikle inandıkları zamana denilir. Bununla, S û r' un son üflenmesi kasdedilmiştir diyenler de vardır, der ve bu arada başka rivayetleri de nakleder.
Şehide ikram edilen hasletlerden birisi de Hurü'1-îyn denilen cennet kızlarıyla evlendirilmesidir. Tirraizî' nin rivayetinde şehide H û r ü " 1 - î y n ' den 72 kız ihsan edileceği bildirilmiştir.
Hür: Havrâ'nın çoğuludur. Havra, gözünün beyaz kısmı bembeyaz ve siyah kısmı da simsiyah olan kızdır. îyn de Aynâ'nın çoğuludur. Ayna, geniş gözlü kız manasınadır.
2800) Câbir bîn Abdillah (Radıyallâhü anhümâyâan; Şöyle demiştir:
(Babam) Abdullah bin Amr bin Haram {Radıyallâhü anh), Uhud (savaşı) günü şehîd edilince Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sel-lem) (bana) :
— «Yâ Câbir! Allah Azze ve Celle'nin babana söylediği sözü sana haber vermiyeyhn mi?» diye sordu. Ben:
— Evet, (bildir) dedim. Resûl-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sel-lem) buyurdu ki:
— «Allah, hicâb (perde) ardından olmaksızın (şehidlerden) hiç kimse ile katiyen konuşnıamıştir. Ve (lâkin) babanla perdesiz ve doğrudan doğruya Celçisiz olarak) konuştu ve ona:
— Ey (sevgili) kulum! Benden ikram iste, sana vereyim, buyurdu. Baban (da) :
— Yâ Rabbim! (Arzum şudur :î Beni diriltirsin (dünyaya geri gönderirsin), ben de ikinci defa senin uğrunda şehîd edilirim, dedi. Allah (da) :
— İnsanların dünya'ya hiç dönmeyecekleri hükmü şüphesiz benim tarafımdan Önceden verilmiştir, buyurdu. Baban:
Yâ Rabbî! O halde (bizim durumumuzu) arkamda kalanlara ulaştır (bildir), dedi. Bunun üzerine Allah (Azze ve Celle) : âyetini(n tamamım) indirdi.»" [50]
Bu hadîsi Tirmizi, Hâkim ve Ahmed de rivayet etmişlerdir. Bu hadis, sünenimizin Mukaddime bölümünde 190 numarada da geçti. Hadîs ile ilgili gerekli bilgi orada verildi. Hadîste anılan âyet  1 - i İ m r â n sûresinin 169. âyetidir. Şunu da belirteyim : Hadîsin zahirine göre bu olay üzerine 169. âyet inmiştir. Fakat bunu tâkib eden 170 -171. âyetler de şehidlerin faziletine dâirdir ve Tefsîr-i Kebîr'de verilen bilgiye göre 169, 170 ve 171. âyetlerin tamamı Bedir ve Uhud savaşlarında şehîd düşmüş olan muhterem zâtlar hakkında indirilmiştir. Bu itibarla mezkûr üç âyetin mealini sunmayı uygun buluyorum, Zâten 170 ve 171. âyetler mânâ bakımından 169. âyetin devamı durumunda olduğu için hadîs bu âyetlerin tamamının bu olay hakkında indirildiğini bildirir şekilde yorumlanabilir.
*Ve Allah uğrunda öldürülmüş olanları ölmüşler sanma, bilâkis Rab'Ieri katında dirilerdir, (cennet nimetlerinden) nzıklanırlar. (169)
Onlar kendilerine Allah'ın fazlından verdiği şeylerle sevinçlidirler. Onlar arkalarından varıp kendilerine yetişmemiş olan (müslü-man)Iara bir korku olmadığı ve üzülmeyecekleri ile de müjdelenmiş bulunurlar. (170)
Ve onlar Allah'ın bir nîmetiyle, bir ikramıyla ve mü'minlerin mükâfatmı Allah'ın şüphesiz zayi etmeyeceği ile de müjdelenip sevinçli bir durumda bulunurlar.» (171)
Câbir (Radıyallâhü anh)'m hâl tercemesi 190. hadîs bölümünde geçti.
2801) Mesrûk (Radıyallâhü ank)'den rivayet edildiğine göre Allah'ın;
âyetinin mânâsı hakkında (sorulan bir soru üzerine) Abdullah (bin Mes'ûrî) (Radtyallâhü anh) şöyle demiştir:
Bilmiş olunuz ki şüphesiz biz bunu ftesûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'e sorduk. Bunun üzerine (Resûl-i Ekrem) (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki:
«Şehîdlerin ruhları yeşil kuşlar gibidir, hangi cennette dilerlerse orada rıziklanırlar. Sonra Arş'a asılı kandillere dönerler. Onlar bu durumda iken senin Rabb'in ansızın onlara bir bakışla bakar ve onlara:
— (Başkaca) dilediğinizi benden isteyiniz, buyurur. Onlar:
— Ey Rabb'ımız! Hangi cennette istersek orada rızıklandığımız halde senden ne isteyeceğiz? diye (hiç bir ihtiyaçlarının olmadığını beyânla) cevab verirler. (Allah dileklerini üç kez sorar) Onlar (bir şey) istemedikçe bırakılmayacaklarım (yâni mutlaka bir' dilekte bulunmalarının istendiğini) görünce:
— (Ey Rabb'ımız!) Senin yolunda (bir kez daha) şehîd edilmemiz için senden ruhlarımızı cesedlerimize iade edip dünyaya gönderilmemizi istiyoruz derler. Allah onların bundan başka hiç bir şey istemediklerini görünce, onlara artık bir şey sorulmaz.»" [51]
Bu hadisi Müslim, Tirmizî ve Nesâî de rivayet etmişlerdir.
Hadiste anılan  1-i İ m r â n sûresinin 169-171. âyetlerinin mânâsının Abdullah bin Mes'ûd (Radıyallâhü anh)'a sorulduğu ve kendisinin: "Biz bunu sorduk da bize şöyle haber verildi" şeklindeki ifâde tarzı Tirmizi'nin rivayetinde mevcuttur.
N e v e v î şöyle der: Bu hadîs merfûdur. Çünkü î b n - i Mes'ûd: "Biz bunu sorduk da şöyle söyledi" demektedir. Yâni Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu, der. Kadı I y â z da: Kendisine soru sorulan ve cevab veren zât Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) 'dir 3tî = "Dedi" zamiri Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) 'e râcidir. Durum da bunu gösterir. Çünkü sahâbî'nin durumu, sorusunu Peygamber (Aleyhi's-salâ,tü ve's-selâm) 'e sorması ve aydınlatıcı bilgiyi O'ndan alması, açık olanıdır. Özellikle Müteşâbih bir âyetin yorumu ve âhiret hayatma dâir bir bilgi ancak Peygamber (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) 'e sorulur.
Çünkü âhiret hayâtına dâir bilgi gayba aittir, ancak vahiy yoluyla Öğrenilebilir. Bu durum açık olduğu için îbn-i Mes'ûd bunu rivayet ederken Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm)'in ismini belirtmeye gerek görmemiştir, der.
Şehidlerin ruhları, müellifimizin rivayetinde kuşlara benzetilmiştir. Sindi: Bu hadîsin zahirine göre şehîdlerin ruhları kuşlar şekline girer. Bir kavle göre şehîdlerin ruhları hızlı uçuş bakımından kuşlara benzetilmiştir. Bu bakımdan olmazsa insan şekli kuş şeklinden daha güzeldir, der,
M ü s 1 i m' in rivayetinde «Şehîdlerin ruhları yeşil bir takım kuşların içindedir» şeklinde buyurulmuştur. Tirmizî' nin rivayetinde ise «Şehîdlerin ruhları yeşil bir takım kuşlardadır» şeklinde ifâde edilmiştir. Bu cümle diğer bâzı rivayetlerde bunlara benzer başka şekildedir.
Kadı Iyâz: Rivayetlerin ekserisine göre şehîdlerin ruhları kuşlar şeklindedir. Bu ruhların Arş'a asılı kandillere döndüklerine dâir cümlede bu rivayetlere daha uygundur, der. Çünkü kandiller kuşların yuvalarını andırır.
Tirmizî' nin şerhinde el-Ahvezî de.- Yâni şehîdlerin ruhları cesedlerinden ayrıldıktan sonra kuşlar suretinde yaratılan heykellere girerler ve bu heykeller onların cesedieri yerine geçer. Allah'ın «Onlar bilâkis Rab'ları katında dirilerdir, rızıklanırlar» âyetinde buna işaret var. Artık bu ruhlar, kuşlar şekline dönüştükten sonra arzuladıkları rızıklara kavuşup nîmetlenirler, demiştir.
N e v e v i bu hadîsin şerhinde uzun izahatta bulunmuştur. Ben bunun bir kısmını özetleyerek buraya aktarmakla yetinmeyi uygun buluyorum:
"Cennet'in yaratılmış olup hâlen mevcûd olduğu bu hadîste beyân buyurulmuştur. Ehl-i Sünnet mezhebi de budur. İçinden Âdem (Aleyhisselâm) 'in çıkarıldığı cennet de budur. Mü'-minlerin âhirette nimetlendirileceği cennet de budur. Ehl-i Sünnet mezheblerinin icmâ ettikleri hüküm budur. Mutezile mezhebi ile bidatçılardan bir grub ve başkaca bâzı kimselerin görüşüne göre ise Cennet hâlen mevcud değildir ve ancak kıyamet koptuktan sonra yaratılacaktır. Bunlara göre içinden Âdem (Aleyhisselâm)'m çıkarıldığı cennet başka bir cennettir. Kur'an-ı Kerim'in ve Sünnet'in zahir ve açık hükümleri ise Ehl-i Sünnet mezhebine delâlet eder.
Bu hadis, ölülerin kıyamet kopmadan önce de mükâfat veya ceza gördüklerini de ispatlar.
Kadı Iyâz: Bu hadîs, ruhların kalıcı olup yokluğa gitmediğine, iyi ruhların nîmetlendirildiğine ve kötü ruhların azabîandı-rıldığma delâlet eder, Kur'an-ı Kerîm ve hadisler de bu durumu bildirirler. E h 1 - i Sünnet'in mezhebi budur. Bidatçılardan bir grub ise buna muhalefet ederek ruhların yokluğa gittiği görüşündedirler. Şehidlerin dışında kalanlara gelince, bunların cennet veya cehennemdeki yerleri her gün sabah ve akşam kendilerine gösterilir. İ b n-i Ömer (Radıyallâhü anhl'ın bir hadîsi buna delâlet ettiği gibi F ı r ' a v n ' m yakınları hakkında inen;
"Onlar sabah, akşam ateşe arz edilirler»[52] âyeti de buna delildir, demiştir.
Kadı Iyâz daha sonra: Âlimler ruhun mâhiyeti konusunda sayılmayacak kadar değişik görüşler beyân etmişlerdir : Kelâm-cılar ile meânî ehli ve batini âlimlerden çok kimse demiş ki, ruhun mâhiyeti bilinemez ve vasıflandırılamaz. İnsanların bilemiyeceği bir
sırdır. Bunlar; *(Ey Muhammed) sana ruhun ne olduğunu da soruyorlar, de ki: Ruh, RabbV mm emrindendir.» [53]âyetini delil gösterirler. Felsefeciler ise rûh'un varlığını inkâr etmişlerdir. Tabiblerin cumhuruna göre ise rûh, akıcı ve latif bir buhardır. Üstâdlarımızdan çok zâtlar, ruhun hayattan ibaret olduğunu söylemişlerdir. Diğer bir gruba göre ruh, canlının bedeninin her tarafına yaygın latif cisimciklerdir. Bu cisimciklerin cesedden ayrılmasıyla ölüm vuku bulur. Allah bu âdeti uygulamaktadır. Diğer bir kavle göre rûh, bir cisimdir. Onun içindir ki, çıkmak, alınmak ve boğaza gelmek gibi vasıflarla vasıflanıyor. Bâzı mü-tekaddim (öncü) imamlarımıza göre de ruh, insan suretinde olup latif bir cisimdir. İnsan cesedinin içinde yerleşmiş durumdadır. Rûh'un kandan ibaret olduğunu söyleyenler de vardır, demiştir,
Nevevî, Kadı Iyâz'ın yukardaki sözlerini naklettikten sonra: Bizim arkadaşlarımız yanında en sahih olan görüş şudur: Rûh, latif (yâni incecik, şeffaf) cisimler olup bedenin içine yayılmış durumdadır. Bu cisimler bedenden ayrılınca ölüm meydana gelir, der.
Nevevî daha sonra Kadı Iyâz'm: Tenasüh itikadında olan mülhidler, inkarcılar, sözde bu hadîsi ve benzeri hadîsleri kendilerine delil göstermeye kalkışırlar. Onlara göre ruhlar bir canlının bedeninden diğer bir canlının bedenine geçerler. İyi, güzel ve mutlu bedenlerde nimetlendirilip mükâfatlanırlar ve kötü, çirkin, mutsuz bedenlerde de tazîb edilirler. Bu görüşte olan inkarcılara göre Allah'ın bildirdiği sevab ve ceza bundan ibarettir. Bu görüş apaçık bir sapıklıktır. Çünkü insanların öldükten sonra dirilmesi, haşir, neşir, cennet, cehennem ve ateş gibi hususlar hakkında âyetler ve hadîsler vardır (ve bunlara îman etmek, îman'ın temel şartlarından biridir, diye bilgi verdiğini söyler." (Nevevî' den alınan bilgi bitti).
Allah'ın şehidlerin ruhlarına : Dilediğinizi benden isteyin, şeklindeki hitabı onlara olan ikram derecesinin yüceliğini ifâde eder. Çünkü Allah onlara insanın hatırına gelemeyecek nimetleri bile ikram ve ihsan buyurur. Buna rağmen başkaca bir isteklerinin bulunup bulunmadığını İsrarla sorar. Fakat şehidlerin ruhları isteyecekleri hiç bir şeyi bulamayınca ve Allah'ın kendilerinin mutlaka bir şey istemelerini taleb ettiğini görünce, dünyaya geri gönderilmelerini ve böylece tekrar Allah yolunda savaşıp şehîd edilme isteğinde bulunurlar.
2802) Ebû Hüreyre (Radıyallâhü anh)*den rivayet edildiğine göre; Kesûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu, demiştir:
«Şehîd, öldürülme (acısın) dan, ancak sizden birisinin çimdik-lenmeden bulduğu acı gibi bir şey bulur.»" [54]
Bu hadisi Tirmizî, Nesâî ve İbn-i Hibbân da rivayet etmişlerdir. T i r m i z i, hadisin hasen - sahih olduğunu söylemiştir. Hadîsten kasdedilen mânâ şöyledir: Allah Teâlâ şehidi korur. Bu nedenle şehid, öldürülmeden dolayı acı ve ızdırab duymaz. Onun duyduğu bütün acı ancak bir çimdiklenme dolayısıyla duyulan bir acı gibidir. Hadîs, Allah'ın mücâhidlere olan ikramını ve yardımını ifâde eder. [55]
2803) Câbir bin Atik- (bin Kays) (Radıyallâhü anh)'den rivayet edildiğine göre :
Kendisi (bir ara) hastalandı. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) de kendisini hastalığı dolayısıyla ziyaret etti. Bu esnada kendisinin aile ferdlerinden biri:
— Biz onun vefatının Allah yolunda şehid edilmek suretiyle olmasını cidden umuyorduk, dedi. Bu söz üzerine Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
— «O zaman (yâni sandığınız gibi şehidlik ancak cihadda öldürülmekten ibaret olunca) ümmetimin şehidîeri şüphesiz azdır. Allah yolunda öldürülmek şehîdliktir. Veba hastalığıyla ölen şehîddir, cü-mu ile (yâni hâmile iken) ölen kadın şehîddir ve suda boğulan, ateşte yanarak ölen ve mecnûb (yâni zâtü'1-cenb hastalığıyla) ölen kimseler de şehîddirler.» buyurdu."
2804) Ebû Hüreyre (Radıyallâhü ank)'den rivayet edildiğine göre; Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) (sahâbîlerine) :
— «Şehîd hakkında siz kendi aranızda ne dersiniz?» diye sordu. Onlar:
— (Şehidlik) Allah yolunda Öldürülmektir, dediler. Peygamber
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
— «O zaman benim ümmetimin şehîdleri cidden azdır. Kim Allah yolunda (cihadda) katledilirse, o kimse şehîddir. Kim Allah yolunda Ölürse o kimse şehîddir. Karın hastalığıyla ölen kimse şehîddir ve veba hastalığıyla ölen kimse şehîddir,» buyurdu.
Süheyl dedi ki: Ubeydullah bin Mıksem, Ebû Salih'ten bana rivayet etti ve rivayetinde; "Suda boğulan da şehîddir" ilâvesinde bulundu." [56]
Câbir (Radıyallâhü anh) 'm hadîsini Ebû Dâvûd, Nesâî, Mâlik ve İbn-i Hibbân da rivayet etmişlerdir. Ancak Ebû Dâvûd'un rivayetinde Abdullah bin Sabit (Radıyallâhü anh) 'in hastalığı esnasında ziyaretine giden Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) 'in bu arada bu hadîsi buyurduğu ifâde edilmektedir. Peygamber (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm)'in bu hadisi hem C â b i r ' in 'hem de Abdullah'ın hastalığı esnasında iki ayrı zamanda buyurmuş olması mümkündür. Ebû Dâvûd'un rivayetinde karın hastalığıyla veya enkaz altında kalmak suretiyle ölenlerin de şehîd hükmünde olduğu beyân buyurulmuştur.
Hadîste geçen bâzı kelimeleri açıklayayım :
Mat'ûn : Tâûn, yâni veba hastalığıyla ölen demektir.
Cümû : Mecmu, yâni toplam demektir. Bu kelimenin kullanıldığı cümleden kasdedilen mânâ karnında cenin bulunduğu halde ölen kadının da şehid hükmünde olmasıdır. Bir kavle göre ise karnında cenin bulunduğu veya bakire olduğu halde ölen kadının şehîd hükmünde olmasıdır. Şu halde Cümû kelimesi ile kadının beraberindeki bekârlık veya hamilelik hâli kasdedilmiştir. Kadının bekârlığı veya karnındaki cenin henüz kendisinden ayrılmamış olduğu için bu duram, toplam mânâsını ifâde eden Cümû kelimesiyle belirtilmiştir.
Ğarik : Suda boğulan demektir.
Harik: Ateşte yanarak ölen demektir.
Mecnûb : Zatü'1-Cenb denilen hastalıkta ölen demektir.
Ebû Hüreyre (Radıyallâhü anh)'ın hadîsini Müslim de rivayet etmiştir. Bu hadîste Mebtân yâni kann hastalığıyla veya savaşa katılmış iken düşman tarafından öldürülmeyip başka bir nedenle ölen kimsenin de şehîd hükmünde olduğu beyân buyurulmuştur. Karın hastalığı, ishal, istiska ve benzen hastalıklarla yorumlanmıştır.
Nesâî ve Ahmed'in rivayet ettikleri bâzı hadislerde doğum hastalığıyla ölen kadının da şehîd hükmünde olduğu belirtilmiştir.
Yukarda sayılanların dışında kalan bâzı ölüm vukuatının da şe-hidlik hükmünde olduğuna dâir rivayetler vardır. Biz bu kadarını belirtmekle yetinelim.
Nevevi, Ebû Hüreyre (Radıyallâhü anhJ'ın hadisinin izahı bölümünde özetle şöyle der:
"Allah yolunda öldürülenin dışında kalan ve hadîste şehîd olduğu bildirilen kimselerin şehîdliğinden maksad bunların şehîdlik se-ı vâbma kavuşmalarıdır. Ama dünyada bunlar hakkında şehid işlemi görülmez. Yâni bunların cenazeleri yıkatılır ve cenaze namazları kılınır. Teçhiz ve tekfin gibi cenaze işleri bakımından diğer müs-lümanlar hükmündedir. Âiimler böyle demişlerdir.
Şchîdler üç kısma ayrılır:
1. Dünya ve âhiret bakımından şehîd sayılanlar. Bunlar kâfirlerle yapılan savaş esnasında öldürülen kimselerdir.
2. Âhiret bakımından şehid olmakla beraber dünya hükümleri bakımından şehid sayılamayanlardır. Bunlar burada sayılan kimselerdir.
3. Dünya hükümleri bakımından şehîd sayılmakla beraber âhi-rette şehîd hükmünde olmayanlardır. Bunlar ise savaştan kaçarken Öldürülen veya ganimet malında hiyânet eden gazidir." [57]
2805) Enes bin Mâlik (Radtyallâhü anh)'<\en rivayet edildiğine «öre:
Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) fetih günü, başında miğfer olduğu halde Mekke'ye girdi."
2806) Sâib bin Yezîd (Radtyallâhü
İnşâallah Tealâ, Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Uhud (savaşı) günü iki zırh (elbise) almış, bana öyle geiiyor ki bunları üst üste giymiştir."
Not: Zevâid'de şöyle denilmiştir : Bu hadisin isnadı Buhâri'nin şartı üze rine sahihtir. [58]
E n e s (Radıyallâhü anh)'m hadisi Kütüb-i Sitte'nin hepsinde rivayet edilmiştir. Sindi bu hadisin şerhinde: Diğer bir rivayete göre:
"Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), fetih günü başında siyah bir sarık olduğu halde Mekke'ye girmiştir." Bu iki hadis arasında bir çelişki yoktur. Çünkü miğferin sarık altında veya üstünde olmuş olması veya M e k k e ' ye girdiğinde başında miğfer bulunup, sonra miğferi çıkarıp siyah sarık giymiş olması muhtemeldir, demiştir.
S â i b (Radıyallâhü anh)'ın hadîsinin bir benzerini E b û D â v û d rivayet etmiştir. Ebû Davud'un rivayetine göre S â i b bu hadîsi, ismini açıkladığı bir başka sahâbîden rivayet etmiştir. Bu hadîste geçen "Zâhere" fiili "Müzâharat" masdarm-dan alınmadır. Müzâharatın asıl mânâsı yardımlaşma ve dayanışmadır. Burada ise iki zırhlı elbisenin üst üste giyilmesi anlamı kas-dedilmiştir. Çünkü üst üste giyilen iki zırhlı elbise, sanki biribiriyle yardımlaşır ve aralarında bir dayanışma vardır.
El-Kari, bu hadîsle ilgili olarak: Bu hadis, savaş araç ve gereçleri konusunda azami tedbir almanın câizliğine ve meşruluğuna işaret eder ve bu gibi tedbirleri almanın mukadderata tevekkül etmeye ve kadere teslim olmaya ters düşmediğine delâlet eder. de-
mistir. Zâten Allah Teâlâ; âyetinde kâfirlere karşı gücümüzün yettiği kuvveti hazırlamamızı emreder. Âyette geçen kuvvet kelimesini Resûl-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):
«Bilmiş olunuz ki kuvvet, ok atmaktır»
demekle kuvveti ok atmakla tefsir etmiş ise de, Tuhfe yazarının dediği gibi bu tefsir, kuvvetin o gün için en önemli olan nevini belirtmek mahiyetindedir. Düşmanla savaşmak için günün şartlarının gerektirdiği her nevî araç ve gereçler kuvvet kelimesinin kapsamı içindedir. Zırh, miğfer ve benzeri şeyler de bu kelimenin şümulüne dâhildir.
S â i b (Radıyallâhü anh), sahâbî oğlu sahâbîdir. Hâl terceme-si 29. hadîs bölümünde geçmiştir. Bu sahâbî yedi yaşında iken babasıyla beraber veda haccmda bulunmuştur. Bu itibarla bu zât U h u d savaşı vuku bulduğunda henüz doğmamıştı veya yeni doğmuştu. Bu
nedenle Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) 'in U h u d savaşında iki zırhlı elbiseyi üst üste giymiş olmasını başka sahâbiden duymuştur. Ebû Davud'un rivayeti de bu yoldadır. Müellifimizin rivayetinde bulunan "İnşallah teâlâ" ifâdesi bu maksadla ve ihtiyat amacıyla kullanılmış olabilir. Çünkü S â i b (Radıyallâhü anh) U h u d savaşma katılıp bu durumu görmüş değildir.
2807) Süleyman bin Habîb (Radtyallâhü ank)'den; Şöyle demiştir:
Biz (bir gün Humus'ta) Ebû Ümâme (Radıyallâhü anh) 'm yanına girdik. Kendisi, kılıçlarımızda gümüşten bir parça süs görünce kızdı ve:
(And olsun ki) kılıçlarının süsü altından ve gümüşten olmayıp kalay, demir ve sırım olan bir cemâat (ki Peygamber (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) 'in sahâbîleridir) bir çok fetihleri başardılar, dedi.
Ebü'l-Hasan el-Kattân dedi ki: El-Alâbî, (bir nevî) sinirdir." [59]
Bu hadisi Buharı de rivayet etmiştir. Hadîsin râvîsi S ü -leymân bin el-Habîb el Muharibi, halife Ömeı bin Abdilazîz zamanmda Şam kadısı idi. Hicretin 120 yılı veya daha sonra vefat etmiştir. E 1 - H â f ı z' m beyân etö ğine göre Süleyman'm EbûÜmânıe ile mülakat H u m u s' ta vuku bulmuş ve bu hadîs o mülakat esnâsmda rivâ yet olunmuştur.
Hadiste geçen bâzı kelimeleri açıklayayım:
Anük: Beyaz kalaydır. Bir kavle göre siyah kalaydır. Diğer bir kavle göre katkısız kalaydır,
Hadîd ; Demirdir.
Alâbi: İlbâ'ın çoğuludur. İlbâ:.Devenin boynunda bulunan san renkli bir sinirdir. Devenin boynunda iki tane sarı renkli sinir bulunur. Bu sinir taze ve yaş iken kılıçların kabzalarına ve kınlarına sarılır. Keza çatlayan mızraklara sarılır. Sonra kuruyunca sabitlesin Bu bir süs olduğu gibi sarıldığı kılıç kabzasını, kınım ve mızrakı kuvvetlendirir. Ebü'l-Hasan el-Kattân da Alabî'yi bu şekilde açıklamıştır.
E 1 - H â f i z ' in beyânına göre E v z â i bu kelimeyi tabaklanmamış deri, diye yorumlamıştır. H a t t â b i ise bunu devenin boynundaki san sinir, diye yorumlamıştır. D â v û d i ise bunu kalayın bir nevi olarak yorumlamıştır.
E 1 - H â f ı z bu hadîsten çıkarılan hükümler konusunda özetle şu bilgiyi verir:
"Bu hadîs, kılıç ve diğer savaş âletlerinin altın ve gümüşten başka şeylerle süslenmesinin daha iyi olduğuna delâlet eder. Silâhların altın ve gümüşle süslenmesinin mubah olduğuna hükmeden âlimler bu hadise cevaben demişler ki: Kılıçların altın ve gümüşle süslenmesi düşmanları korkutmak için meşru kılınmıştır. Ashâb-i kiram iman bakımından çok kuvvetli, kahraman ve cesur olduklarından dolayı düşmanlarını korkutmak için kılıçlarını altın ve gümüşle süslemeye ihtiyaç duymuyorlardı.
Hanefi âlimler savaş silâhlarının altın ve gümüşle kaplanmasında ve süslenmesinde sakınca görmemişlerdir. Ancak kılıç kabzasının elle tutulan kısmına altın veya gümüş parçalarının takılmasını sakıncalı görmüşlerdir. Daha ayrıntılı bilgi için fıkıh kitablarına baş vurulmalıdır.
Şâ f i İl e r de savaş silâhlarının gümüşle kaplanmasında ve süslenmesinde bir sakınca görmemişlerdir.
M â 1 i k î 1 e r ise kılıcın altın ve gümüşle süslenmesinin caiz olduğuna fakat diğer silâhların altın veya gümüşle süslenmesinin haram olduğuna hükmetmişlerdir,
2808) (Abdullah) bin Abbâs (Radıyallâhü unhihıuı)\\ıın rivayet edildiğine
Resülullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Zü'1-Fakar (isimli) kılıcını Bedir (savaşı) günü ganimet hissesinden fazla olarak almıştır." [60]
Bu hadisi T i r m i z i ve A h m e d de rivayet etmişlerdir. Hadiste geçen Teneffele fiili Nefel kökünden türemedir. Nefel, ganimet manasınadır. Teneffüî ise ganimet malından hisse dışında bir şey almak mânâsımı yorumlanmıştır. Sindi ve Tuhfo yazan :
Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salât-ü ve's-selâm), Zü'1-Fakar isimli kılıcı Bedir ganimetinden kendisine ait hisseden fazla olarak almıştır, diye yorum yapmışlar ve hadisi bu şekilde mânâlandırmiş-lardır. Ş e v k â n i ise Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-saîâtü ve's-selâm)'in ganimet malından aldığı şeyin ganimetin tümünden mi, sarf yeri Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm)'e ait humus (beşte bir) hissesinden mi, yoksa humusun humusundan mı veya humustan ayrı mı olduğu hususunda âlimler arasında ihtilâf bulunduğunu söylemiştir. T i r m i z i ' nin beyânına göre Mâlik: Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm)'in bâzı savaşlarda Teneffüî ettiğine dâir rivayetler bana ulaşmıştır. Bu teneffüî, yâni hisseden fazla olarak bir şeyi almak meselesi O'nun içtihadına dayanır. Devlet başkanı bunu ganimet malının taksiminden önce veya sonra ietihad yoluyla yapabilir, demiştir.
Zü'1-Fakar denilen kılıç kâfirlerden Âs bin Müneb-b i h ' in idi. İbn-i Hişâm'm nakline göre bu kâfir, B e -d i r savaşında Ali bin Ebi Tâli b (Radıyallâhü anh) tarafından öldürüldü. Bu kılıç Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm)'e intikal etti. Daha sonra A 1 i (Radıyallâhü anh))'e intikal etti.
2809) Ali bin Ebî Tâlib (Radtyallâkü anh)}den; Şöyle demiştir:
EI-Müğîre bin Şu'be[61] (Radıyallâhü anh), Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ile beraber savaşa gittiği zaman beraberinde bir mızrak taşıyordu ve savaştan döndüğü zaman başkası onun için taşısın diye mızrakını yere atıyordu. Sonra Ali (bin Ebi Tâlib bir gün) kendisine dedi ki:
Ben bu durumu Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e muhakkak anlatacağım. (Sonra Ali anlatınca) Resûl-i Ekrem:
«(Ey Müğîre öyle) yapma. Çünkü sen (öyle) yaparsan yere attığın mızrak, yitik mal olarak kaldırılmaz» buyurdu."
Not: Zevâid'de şöyle denilmiştir : Bunun senedinde Ebü'l-Halîl bulunur. Bu adam, Abdullah bin Ebi'l-Halîl'dir. tbn-i Hibbân onu sıka (£üvenilir)ler arasında anmiştır. Buhârî de : Onun rivayeti başka râvüerce teyid edilmemiştir, der. Se-neddeki râvilerden Ebû İshâk ise tedlisçidir ve ömrünün sonlarında hafızası zedelenmiştir. [62]
Zevâid türünden olan bu hadisten çıkarılan hüküm şudur:
Bir kimse bir malım bile bile yere atar ve başkası bu durumu görüp .de o malı yerden kaldırırsa, sahibine iade etmekle mükellef değildir. Çünkü o mal terkedilmiş sayılır. Yitik mal hükmünde değildir. Bilindiği gibi yitik bir malı bulan kimse, mal sahibini araştırıp iade etmekle mükelleftir. Bu nevi mala Dalle ve Lukata ismi verilir. Ama sahibi tarafından bilerek atılan mal terkedilmiş sayılır. Kim onu kaldırıp götürürse kendisi için helâl sayılır.
2810) Ali (bin Ebî Tâlib). (Radtyallâhü an*;'den; Şöyle demiştir:
(Bir gün) Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in elinde bir arabî yay vardı. Resûl-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) (bu arada) bir adamın elinde fârisî bir yay gördü ve adama:
«Şu (elindeki yay) nedir? Onu atıver-, buyurdu ve (mübarek elindeki yaya işaretle) -Sizler bunu, bunun benzerlerini ve mızraklar edininiz. Çünkü Allah şüphesiz bunlarla sizler için dini geliştirir ve sizleri beldelerde yerleştirir.»"
Not: Zevâid'de şöyle denilmiştir : Bunun senedinde Abdullah bin Bişr el-Ci-yani bulunur. Onu Yahya bin el-Kattan ve başkası zayıf saymışlardır. İbn-i Hibbân da onu sıka (güvenilir )ler arasında anmış fakat iyi etmemiştir. [63]
Bu hadîs Zevâid türündendir. Sindi, arabî yay ve fârisi yay ile ilgili olarak şu bilgiyi verir. Arabî yay okların atılmasında kul-lamlan yay demektir. Fârisî yay ise küçük taşları ve benzeri şeyleri atmakta kullanılan yay demektir.
Hadîsten kasdedilen mânâ şudur:
Düşmanları mağlûb etmek için savaşmaya elverişli silâhlarla ci-hazlanmak gerekir. Zafer kazanmaya müsâid olmayan basit araç v« gereçlerle meşgul olunmamalıdır. [64]
2811) l'kbe bin Amir el-Cüheni (Radıyailâhü anh)\\en rivayet edildiğine göre; Peygamber (SaHallahü Aleyhi ve ScUcnı) şöyle buyurmuştur:
«Allah, bir ok (un kâfirlere atılması) sebebiyle üç (müslüman) kişiyi şüphesiz cennete dâhil edecektir:
Onu sevab niyetiyle yapan san'atkânm, atıcısını ve atıcısına yardımcı olanı.» Resülullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyie de buyurmuştur :
«Ok atınız ve bininiz. Ok atıcılığınız biniciliğinizden bana daha sevimlidir. Müslüman adamın eğlendiği her eğlence bâtıldır (sevab-sızdır), ancak yayı ile ok atması, atını eğitmesi ve zevcesiyle oynaşması bu hükmün dışındadır. Çünkü bunlar hak (sevabh eğlenceler) dendir.»" [65]
Bu hadisi E b û Dâvûd, Nesâi, Hâkim ve Bey-ha-ki de rivayet etmişlerdir. Hadis, kâfirlere atılan bir ok sebebiyle üç müslümanın cennete girmeye müstehak olduğunu beyân öder. Bunlardan :
1. Sevab kazanmak niyetiyle oku imâl eden san'atkârdır.
2. Sevab kazanmak niyetiyle oku kâfirlere atan mücâhiddir.
3. Sevab kazanmak niyetiyle ok atıcısının yanında veya arkasında durup ona ok veren ve böylece yardımda bulunan mücâhiddir.
Yardımcı olan mücâhid, ya atılan okları geri getirip atıcıya verir veya orada bulunan okları peyderpey verir.
Hadisin; cümleleri değişik şekillerde yorumlanmıştır.
Tuhfe yazarı bu yorumları şöylece anlatır :
Yâni, siz müslümanlar, sâdece yaya olarak ok atmakla yetinmeyin, bunun yanında binici olarak da ok atmayı ihmal etmeyiniz.
Bu cümlelerin mânâsı şöyle de olabilir : Atıcılık ve binicilik faziletini biliniz ve hem ok atıcılığı hem de ata biniciliği iyice öğreniniz, kendinizi alıştırınız.
Tıybi de : Bu iki cümle ile kasdedilen mânâ ayrı şeylerdir. Çünkü ikinci cümlenin birinci cümleye atıf edilmesi mânâlarının değişik olmasını gerektirir. Şu halde ok atıcısı yaya olur. Binici de mızrak atıcıyıdır. Bu iki cümlenin mânâsı böyle olunca bunları tâkib eden; cümlesinin mânâsı da şöyle olur: «Ok atmakla savaşmak, mızrakla savaşmaktan bana daha sevimlidir» demiştir.
El-Kari ise bu son cümlenin en açık mânâsı şöyledir, der : Ok atıcılığı Öğrenip buna alışmak, at eğitip atıcılığa alışmaktan ef-daldir. Çünkü binicilik kibir ve gurura sebep olabilir. Ok atıcılığında ise böyle bir endişe yoktur. Diğer tarafta ok atıcılığında genel bir yarar vardır. Bunun içindir ki E n f â 1 sûresinin 60. âyetinde ok atıcılığı at edinmeden önce geçmektedir. Kaldı ki, hadis mızraka delâlet etmiyor.
Hadîsin son kısmında ise ok atıcılığı, binicilik ve at eğitimi ile adamın eşiyle oynaşmasının meşru ve sevablı eğlenceler olduğu, diğer eğlencelerin bâtıl ve sevabsız olduğu bildirilmiştir.
Tuhfe yazarının beyânına göre el-Kari: Yayaların ve atlıların koşusu, zihnin dinlenmesi ve bedenin kuvvetlenmesi için idman ve yürüyüş yapmak gibi mubah fiil, hareket ve bilgiler için çalışmak da bu hadîste meşruluğu bildirilen eğlenceler hükmündedir, demiştir.
2812) Amr biri Abese[66] (Radiyattâhü anh)'den; Şöyle demiştir:
Ben, Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'den şöyle buyururken işittim:
«Kim (Allah yolunda savaşırken) düşmana bir ok atar da oku düşmana ulaşırsa (hedefe) isabet etsin veya etmesin o oktun sevabı) bir köle (yi âzadlama) sevâbma eşittir.»"
2813) Ukbe bin Âmir el-Cühenî (Radıyallâhü anh)'âen Şöyle demiştir :
Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem); «Siz de düşmanlarınıza karşı gücünüzün yettiği kuvveti hazırlayınız» âyetini minber üzerinde okurken üç kez:
İyi biliniz ki (bu devirde) kuvvet de ok atmaktır» buyurdu. Bunu kulağımla işittim." [67]
Amr (Radıyallâhü anh)'m hadisini T i r m i z î de rivayet etmiş ve bunun hasen - sahih olduğunu söylemiştir. Tuhfe'de beyân edildiğine göre bu hadisi Ebû Dâvûd ve Hâkim de rivayet etmişlerdir. Hâkim bu hadîsin senedinin Buharı ile Mü s 1 im'in şartları üzerine sahih olduğunu belirtmiştir.
Hadîs, Allah yolunda düşmana atılan bir oktan hâsıl olan sevabın bir köle veya cariyeyi âzadlama sevabına eşit olduğunu beyân eder.
Ukbe (Radıyallâhü anh) 'm hadîsini Müslim ve Ebû Dâvûd da rivayet etmişlerdir.
Bu hadîste anılan âyet-i kerîme E n f. â 1 sûresinin 60. âyetidir. Âyetin tamamının meali şöyledir:
"(Ey mü'minler!) Siz de düşmanlarınıza karşı gücünüzün yettiği kuvveti ve bağlanıp beslenen atlan hazırlayınız. Onunla hem Allah'ın düşmanlarını hem de kendi düşmanlarınızı korkutursunuz. Onlardan başka sizin bilmediğiniz ve Allah'ın bildiği diğer düşmanları da korkutursunuz. Allah yolunda harcadığınızın sevabı tam olarak size Ödenir ve siz hiç aldatılmazsınız."
Bu âyette geçen kuvvet, bu hadiste ok atmak diye açıklanmıştır. Hadîs ok atıcılığının önemini beyân eder. Asr-ı Saadette savaşlarda en önemli silâh ok olduğu için ok atıcılığına büyük teşvik yapılmıştır. Bilindiği gibi zaman geçtikçe ve savaş vâsıtaları ile silâhlan tekâmül ettikçe müslümanlarm da din, vatan ve istiklâllerini korumak ve gerektiğinde Allah düşmanlarıyla başarılı bir savaş vermek için en mütekâmil silâhlarla ve savaş araç ve gereçleriyle mücehhez olmaları dinî bir zarurettir.
2814) Ukbe bin Âmir el-Cühenî (Radtyallâhü anh)'den; Şöyle demiştir :
Ben, Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'den işittim, şöyle buyurdu:
«Kim ok atıcılığı öğrenip de sonra terkederse bana isyan etmiş olur.»" [68]
Bu hadîsi Müslim, Ebû Dâvûd ve Nesâi de rivayet etmişlerdir. Ok atıcılığı öğrenip de sonra bırakıp unutan kimsenin günahkâr sayılması tehdid mahiyetindedir. E b û D â-v û d ' un rivâyetinde«Ok atıcılığından yüz çevirmek niyetiyle» ilâvesi mevcuttur. Bu ilâve dikkate alınırsa günahkârlık anlamı daha açık olur. Çünkü Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâmî ok atıcılığı öğrenmeyi emretmiş ve bir ibâdet saymıştır. Bir ibâdetten yüz çevirmek elbet günah sayılır. Bu kayıt mülâhaza edilmese bile devam edilen nafile bir ibâdeti sebebsiz yere bırakmak mekruhtur. Günahkârlıktan mekruhluk mânâsı kasdedilmiştir, diye yorum yapanlar vardır. Nitekim Nevevi, Müslim'in şerhinde bu hadîsi açıklarken : Bu hadis, şiddetli bir tehdiddir. Ok atıcılığı, bilip de özürsüz bırakıp unutmak şiddetle mekruhtur, der.
2815) (Abdullah) bin Abbâs (Radıyallâhü anfıümâ)'âan; Şöyle demiştir :
Peygamber (Saliallahü Aleyhi ve SellemJ (bir kere Eşlem kabilesinden) ok atan bir cemâatin yanma uğradı da:
«Ey İsmail oğulları ok atmaya devam ediniz. Çünkü babanız (İsmail Peygamber) de (mehâretli) bir ok atıcı idi» buyurdu."
Not: Zevâid'de şöyle denilmiştir. Bu hadisin senedi sahihtir. Buhârl bu hadîsi Seleme bin el-Ekva (R.A.)'den rivayet etmiştir. [69]
Bu hadisi Buhyi, İ b :. - i Hibbân ve Tabarâni de Seleme bin el-Ekva (Radıyallâhü anh) 'den rivayet etmişlerdir. Ok atanların Beni Eşlem isimli meşhur kabileden olduğu ve ok atma müsabakasını yaparken Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm)'in onların yanma vardığı Buharı' nin rivayetinde belirtilmiştir. Hattâ Buharı' nin rivayetinde Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm)'in de onların müsabakasına katıldığı belirtilmektedir.
İbn-i Sa'd'ın Ali bin Rebâh' tan rivayetine göre Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) Arabların tümünü İ s -m â î 1 (Aleyhisselâm)'m evlâdından saymıştır. Bu nedenledir ki Eşlem oğullarına Ey İsmail oğullan, diye hitab buyurmuştur.
E 1 - H â f ı z bu hadisin şerhinde özetle şöyle der : [70]
1. Dedeye baba denilebilir.
2. Meşru bir san'atta mehâretli olan bir kimsenin faziletini dile getirmekle onu övmek meşrudur.
3. Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm)'in güzel huylulu-ğu ve savaş işlerine âit bilgisi ifâde ediliyor.
4. Baba ve dedelerin güzel hasletlerine uymaya ve onunla amel edilmeye davet ediliyor. [71]
Bu bâbtaki hadislerin tercemesine geçmeden önce babın başlığında geçen Râyât ve Elviye kelimelerini açıkhyayım :
Râyât: Râyet'in çoğuludur. Elviye de Livâ'nın çoğuludur. Bir kavle göre râye ve liva bayrak demektir. Diğer bir kavle göre râye, büyük bayraktır, liva ise küçük bayraktır. Bu bâbm 3. hadîsi râye ile liva arasında bir fark olduğuna delâlet eder. Müellifimizin de bâbm başlısında her iki kelimeyi kullanması kendisinin de bu görüşte olduğuna bir işaret sayılabilir. Râye'yi. bayrak ve livâ'yı, sancak diye tercen. ■ etmek de mümkündür. Miftâhü'I-Hâce yazarı bu kavilleri ve başka kavilleri rivayet etmektedir. Biz bu bâbtaki hadisleri ter-ceme ederken râye'yi bayrak ve livâ'yı sancak şeklinde terceme edeceğiz.
2816) El-Hâris bin Hassan (Radıyallâkü anh)'den; Şöyle demiştir:
Ben Medîne-i Münevvere'ye geldim. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'i minber üzerinde ayakta iken gördüm. Bilâl da O'nun önünde ayakta idi, bir kılıç kuşanmıştı. Bir de siyah bir bayrak gördüm ve bu (bayraklı adam) kimdir? diye sordum. Dediler ki: Bu, Amr bin el-Âs'dır, bir savaştan geldi."
2817) Câbir bin Abdillah (Radtyaîlâhü anhümâydan rivayet edildiğine göre :
Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) fetih günü beyaz sancaklı olarak Mekke'ye girdi."
2818) (Abdullah) bin Abbâs (Radtyaîlâhü anhümâydsn rivayet edildiğine göre :
Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in bayrağı siyah ve sancağı beyaz idi." [72]
Haris (Radıyallâhü anh)'in hadisinin müellifimizden başka kim tarafından rivayet edildiğini tesbit edemedim. Bu duruma bakılmalıdır. Câbir (Radıyallâhü anh)'in hadîsini Tirmi-zî, Ebû Dâvûd ve Nesâi de rivayet etmişlerdir. î b n - i Abbâs (Radıyallâhü anh) 'in hadîsini Tirmizî ve Hâkim de rivayet etmişlerdir. Ebû Dâvûd'un rivayet ettiği bir başka hadîste Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm)'in bayrağının sarı renkli olduğu bildirilmiştir. Tuhf e yazarı Tirmizî' nin şerhinde bu rivayetleri anlattıktan sonra; Rivayetler arasında bir ihtilâf söz konusu değildir. Çünkü değişik zamanlarda değişik renkli bayrak kullanılmış olabilir, demiştir.
îlk hadîsin râvisi el-Hâris bin Hassan (Radıyallâhü anh) el-Bekri Ebû Kelde sahâbidir. Kûf e'ye yerleşmiştir. Yedi aded hadisi vardır. Tirmizî, Nesâî ve îbn-i Mâceh onun hadislerini rivayet etmişlerdir. Râvîleri Eyâd bin Lakit ve Asım bin Behdele1 dir.[73]
2819) Ebû Bekr-i Sıddîk'ın kızı Esma (Radıyallâhü anhümâ)yd&n rivayet edildiğine göre:
Kendisi yenlerinde ve yakasında bulunan düğmeleri dîbâc (denilen ipek kumaş) tan mamul bir cübbeyi çıkardı ve:
Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) düşmanla savaştığı zaman bunu giyerdi, dedi."
2820) Ömer (bin el-Hattâb) (Radıyallâhü anh)'dtn rivayet edildiğine göre:
Kendisi, dört parmak mikdan hâriç, ipek ve dibâc (denilen ipek kumaş) tan menederdi ve:
Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bizi bundan menederdi, dedi." [74]
Esma (Radıyallâhü anhâ) 'nin hadisinin bir benzeri 3594. numarada gelecektir. Oradaki hadisi Müslim, Ebü Dâvûd ve N e s â î de rivayet etmiştir. O hadis metni uzuncadır ve oradaki metinde Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm)'in bir cübbesinin yenlerine, yakasına ve yakanın kenarlarına dibâc denilen ipekli kumaşın geçirilmiş vaziyette olduğu belirtilmekte ve Esma' nin bu cübbeyi hâtıra olarak yanmda sakladığı anlaşılmaktadır.
Harîr; îpek demektir. Dibâc: Argacı ve erişi ipek olan bir nevi kumaştır. Dilimizde buna Dîbâ ve atlas denilir.
Müzerrer: Düğmeleri takılı elbiseye denildiği gibi vücut üzerine sımsıkı bağlanıp yaka kenarları birleştirilmiş elbiseye de denilir. Bu kelime Zerr masdarmdan alınmadır. Zerr ise elbiseyi düğümlemek, sımsıkı birleştirip kapamak gibi mânâlara gelir. Zirr ise yakaya ve yenlere takılan düğmeye denilir. Hadiste sözü edilen cübbe-nin, yakasındaki ve yenlerindeki düğmelerin dibâc denilen ipek kumaştan mamul olduğu mânâsı kasdedilmiş olabilir. Tercemede bu mânâyı tercih ettim. Çünkü cümlenin açık mânâsı bu olsa gerek. İkinci bir ihtimal cübbenin yenlerinin ve yakasının dibâc denilen ipek kumaş ile süslü olmasıdır. Allah daha iyi bilir.
İlerde gelecek olan 3594. hadîs son ihtimâli teyid eder.
Ömer (Radıyallâhü anh)'m hadisi Libâs kitabında 3593. numarada da aynen gelecektir. Bu hadise göre bir, iki, üç veya dört parmak evinde ipek bulunan bir eibiseyi giymek caizdir. Fakat bu miktardan fazla ipek bulunan bir elbiseyi giymek caiz değildir.
îpek ile keten, veya pamuk ya da yün karışımı olan elbiseyi giymek konusundaki hükümleri İnşâallah Libâs kitâbmda yeri gelince anlatacağım. Burada e İ-H â f ı z'm sırf ipekten mamul elbiseyi giymek konusunda verdiği özlü bilgi ile yetineceğim :
Buharı1 nin "Savaşta ipek (giymek)" başlığı altında rivayet ettiği hadîs ve sünenimizin 3592 nolu E n e s {Radıyallâhü anh) 'm hadisi ile benzeri hadîsin izahı bölümünde e 1 - H â f ı z şöyle der:
T a b e r i, kaşıntı mazereti hâlinde ipek elbise giymeye verilen ruhsatı dikkate alarak: Savaşta da ipek elbise giymek caizdir, demiştir,
Ebû Hanîfe ile Mâlik: îpek elbise giymek mutlaka haramdır. Ne savaşta ne de kaşıntı gibi bir mazeret dolayısıyla caiz olmaz, demişlerdir.
Ebû Yûsuf ile Şafii'ye göre zaruret hâlinde giymek caizdir.
îbn-i Habib'in anlattığına göre M âlikîl er' den îbn-i Mâcişûn: îpek elbiseyi savaşta giymek müstehabtır, demiştir.
El-Mühelleb ise: Savaşta ipek giymek düşmanı korkutmak içindir. Bu ruhsat savaşta düşmana hiyle etmek ruhsatı gibidir, demiştir.
Tabii bu ihtilâf sırf ipekten mamul elbise hakkındadır. İpek ile başka ürünlerden yapılan elbise hakkındaki hüküm yukarıda işaret ettiğim gibi Libâs kitabında beyân edilecektir. [75]
2821) Amr bin Hureys (Radıyallâhü anh)'deî\\ Şöyle demiştir:
Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) (mübarek) başında bir siyah sarık olduğu, sarığın iki tarafım (ucunu) omuzlan arasında sarkıttığı vaziyette sanki (hâlâ) gözlerimin önündedir."
2822) Câbir (bin AbdiIIah) (Radıyallâhü anhümâ)'d&n rivayet edildiğine göre:
Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem}, (mübarek) başında siyah sarık olduğu halde (fetih günü) Mekke'ye girdi." [76]
Amr (Radıyallâhü anh) 'm hadîsini Müslim, Tirmi-zi, Ebû Dâvûd ve Nesâi de rivayet etmişlerdir. En-Neyl'de belirtildiği gibi bâzı rivayetlere göre Resûl-i Ekrem (Aley-hi's-salâtü ve's-selâm) sarığının bir ucunu omuzları arasında sarkıt-mıştır. Burada olduğu gibi bâzı rivayetlerde ise sarığın iki ucunu sar-kıtmiştır. Avnü'l-Mabûd yazarının dediği gibi bu hadîs sarığın ucunu omuzların arasında sarkıtmanın müstahab olduğuna delâlet eder. Hadîs siyah sarık giymenin müstehab olduğuna da delâlet eder.
Ebû Dâvûd1 un rivayetine göre Amr (Radıyallâhü anh), Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm)'i minber üzerinde iken siyah sarıklı ve sarığın uçlarını omuzlan arasında sarkıtmış olarak görmüştür. Bu ilâve. ise hutbe okurken bu şekilde sarıklı olmanın müstehabhğma delâlet eder.
Câbir (Radıyallâhü anh) 'm hadîsini Müslim, Ebû Dâvûd ve Nesâi de rivayet etmişlerdir. Bu hadîs ise savaşta siyah sarık giymenin müstehabhğma delâlet eder. 2805 nolu hadiste Enes bin Mâlik (Radıyallâhü anh) Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm)'in, başında miğfer bulunduğu halde fetih günü M e k k e' ye girdiğini belirtmiştir. O hadisin izahı bölümünde belirttiğim gibi bu iki hadis arasında ihtilâf ve çelişki yoktur. Çünkü miğfer ile sarıktan birisinin altta diğerinin üstte giyilmiş olması mümkündür. [77]
2823) Hârice bin Zeyd (bin Sabit) (Radıyallâhü anhümâydzn; Şöyle demiştir:
Ben bir adamı, "Kişi savaşa gider de savaş (seferi esnas)ında alım satım eder ve ticâret yapar (Bunun hükmü nedir)?" sorusunu babama sorarken gördüm. Bu soru üzerine babam adama dedi ki ı
Biz Tebûk (savaşın) da Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in beraberinde idik, (mal) satın alır ve (mal) satardık ve Re-sul-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bizi görüyordu da bizi (bu işten) men etmiyordu."
Not: Zevâid'de şöyle denilmiştir: Râvîlerden Ali bin Urve el-BânJcİ ile Süneyi bin Dâvûd zayıf oldukları İçin bu hadîsin senedi zayıftır. [78]
Bu hadîs Zevâid türündendir. Zeyd (Radıyallâhü anh) 'a soru soran adamın maksadı şudur: Allah yolunda savaşmaya giden bir müslüman savaş seferinde ticâret maksadıyla bir mal satar veya satın alırsa bu durum onun savaşa çıkma sevabını giderir mi, gider-mez mi? Zeyd (Radıyallâhü anh)'m cevâbından çıkan sonuç, Allah rızâsı için savaşa giden bir müslümamn bu sefer esnasında ticarî nıaksadla bir alış verişte bulunmasının caiz olmasıdır. Ancak ti-
câretle meşguliyetin cihad hizmetini gölgelememesi gerekir. Aksi halde asıl hizmet olan savaşma faaliyeti baltalanacağından bu gibi meşguliyetler meşrû sayılmaz. Fakat notta belirtildiği gibi hadîsin senedi zayıftır. [79]
2824) Muâz bin Enes (el-Cühenî) (Radtyattâhü anhyâen rivayet edildiğine göre; Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Seüenı) şöyle buyurmuştur :
«(And olsun ki) Allah yolunda cihâda giden birisini uğurlayıp da sabahtan öğleye veya öğleden akşama kadar olan zamandan bir sürece onun eşyasına nezâret etmem bana dünyadan ve dünyadaki bütün şeylerden daha sevimlidir.»"
Not: Zevâid'de şöyle denilmiştir: Bunun senedinde İbn-i Lehla ve onun şeyhi Zebbân bin Fâid vardır. Bunların ikisi de zayıftır.
bin Sabit bin Dahhâk bin Zeyd bin Levzân bin Amr Ensâr-İ Kİrâm'in Hazreç kabilesinin Benî Neccâr kolundan olup meşhur sahâbîlerdendir. Vahiy kâ-übliğl şerefine eren bu zât Rıdvan biatmda bulunan bahtiyarlardandır. Resûl-i Ekrem (S.A.V.)'in huzurunda Kur'an-i Kerîm okumuştur. Ebû Bekr-i Siddİk (R.A.)'ın hilâfeti döneminde Kur'an-ı Kerîm'i bir arada toplamıştır. Yermûk savaşından elde edilen ganimet malının taksim işi kendisine tevdi edilmiştir. Doksan üâ hadisi vardır. Buhârî ile Müslim onun beş hadîsini birlikte rivayet ek mislerdir. Ayrıca Buhâri onun dört hadîsini, Müslim de bir hadîsini rivayet etmişlerdir. Râvîlermin başında gelenler İbn-i Ömer, Enes bin Mâlik, Süleyman bin Yesâr ve oğiu Hârice'dir. Hicretin 45 veya 48 ya da 51. yılı vefat etmiştir. Kütüb-i Sitte'nin hepsinde onun hadîsleri rivayet olunmuştur. (Hülâsa: 127)
Hârice (R.A.) ise Zeyd (R.A.)'m oğludur. Medîne-i Münevvere'nin meşhur yedi fikıhçılanndandır. Sıka olan bu zât, babasından ve Üsâme bin Zeyd ile Üm-mü'1-AIâ'dan rivayette bulıonmuştur. Kendisinden de Zühri ve Ebû Zinâd rivayet etmişlerdir. Hicretin 100. yılında veya bundan bir yıl önce vefat etmiştir. (Hülâsa: 99)
2825) Ebû Hüreyre (Radıyallâhü anhyâen; Şöyle demiştir:
Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) (bir kere) beni uğurladı da bana şöyle buyurdu:
-Seni, kendisine emânet edilen şeyler zayi olmayan Allah'a emânet ediyorum.»"
Not: Bunun senedinde İbn-i Lehîa'nin bulunduğu, Zevâid'de bildirilmiştir.
2826) (Abdullah) bin Ömer (Radıyallâhü anhümâydan; Şöyle demiştir :
Resûlullah (Saliallahü Aleyhi ve Sellem) seriyye (küçük askerî müfreze) leri (savaşa) uğurladığı zaman giden (asker) e şöyle buyururdu :
«Senin dinini, emânetini (yâni geride bıraktığın şeyleri) ve amelinin sonuncularını Allah'a emânet ediyorum.»" [80]
Bu babın ilk iki hadisi Zevâid türündendir. Birinci hadîs, Allah yolunda cihâda giden bir müslümamn malına yarım günden az bir süre bile nezâret etmenin sevabının dünyadan ve dünyadaki şeylerin hepsinin sevabından üstün olduğuna veya dünyadaki bütün nimetlerden üstün olduğuna delâlet eder. Bunun dünyadan ve dünyadaki bütün şeylerden daha sevimli ve daha hayırlı olması ile kas-dedilen mânâ hakkında geniş bilgi almak isteyenler 2755 - 2757 nolu hadîslerin izahı bölümüne bakmalıdır. Çünkü orada da buna benzer ifâde kullanılmıştır.
İkinci hadîs uğurlanan bir kimseye dua etme şeklini bildirir. Uğurlanan müslümanı Allah'a emânet etmenin mânâsı, onun Allah tarafından* muhafaza edilmesini dilemektir.
Üçüncü hadîsin benzerini Ebû Dâvûd ve Nesâi de rivayet etmişlerdir. Bu da uğurlanan mücâhidler için edilen dua şeklini bildirir. Bu hadîste; cihâda gidenin dininin, geride bıraktığı çoluk çocuk ve mal gibi her türlü şeylerinin ve ömrünün sonlarına doğru işleyeceği amellerin Allah tarafından himaye ve muhafaza edilmesi için duâ edilmektedir. [81]
1. Allah yolunda cihâda giden müslümanı uğurlamak ve onun eşyasına bakmak çok sevabtır. Mücâhidlere yapılan her türlü yardım da böyledir.
2. Mücâhidleri uğurlarken hadislerde beyân buyurulduğu şekilde onlar için duâ etmek müstehabtır. [82]
2827) Enes bin Mâlik (Radtyallâhü anhyden rivayet edildiğine göre :
Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Eksem bin el-Cevn el-Huzâî CRadıyaîlâhü anh)'a şöyle buyurmuştur:
«Yâ Eksem! Kavminden başka kavimlerle beraber (kâfirlerle) savaş ki huyun güzelleşsin ve arkadaşların yanında kıymetli olasın. Yâ Eksem! (Yolculukta) arkadaşların en hayırlısı dört (kişi)dir, se-riyye (askerî müfreze) ierin en hayırlısı dört yüz (kişilik) tir ve ceyş (büyük askeri birlik) Ierin en hayırlısı dört bin (kişilik) tir. On iki bin (kişilik askerî kuvvet) azlık nedeniyle mağlûp edilemeyecektir.»"
Not: Zevâid'de şöyle denilmiştir : Bunun senedinde Abdülmelik bin Muham-med es-San'âni ve Ebû Seleme el-Âmili bulunur. Bunlar zayıftır. Suyûtî de, İbn-i Ebî Hâtim'in şöyle dediğini nakletmiştir: Babamdan şunu işittim: El-Âmilî, terkedilmiş, hadisi de bâtıldır. [83]
Zevâid türünden olan bu hadîsin izahı ile ilgili olarak Sindi şu bilgiyi verir:
Kişinin kendi kavmiyle beraber değil de başka kavimlerle beraber savaş yolculuğu yaptığı zaman huyunun güzelleşmesinin sebebi şudur: İnsanın kendi kavmi insanı gözetir, korur ve riâyet eder. Nazını da çeker. Fakat başka kavimler böyle değildir. Bilâkis başka kavimlere katılan yabancı kişi katıldığı kavimle iyi geçinmek için onların gönüllerine riâyet eder ve dolayısıyla huyunu güzelleştirir.
Keza insan kendi kabilesi ve çevresi içinde pek takdir edilmez. Fakat yabancı bir çevre ve kabile araşma girdiği zaman daha iyi takdir ve saygınlık kazanabilir.
Hadisin; «Ve arkadaşların yanında kıymetli olasın» cümlesindeki fiil kerem kökünden türeme muzari fiili olarak zabtedüdiği gibi tekerrüm masdarından muhâtab emri şeklinde de zabtedilmiştir. Bu takdirde; şeklinde okunur ve meali «Ve arkadaşlarına ikram ve iyilik et» olur.
Hadîsin bundan sonraki bölümünün bir benzerini Tirraizl ve Ebû Dâvûd, îbn-i Abbâs (Radıyallâhü anh) 'den rivayet etmişlerdir.
Hadîste geçen bâzı kelimeleri açıklayalım:
Seraya: Seriyye'nin çoğuludur. Seriyye, askeri birlikten bir kıt'a-dır, düşmana ani baskın yapıp geri döner, birliğine iltihak eder. N e v e v î seriyye'yi böyle açıklamıştır.
Avnü'l-Mabûd yazarının beyânına göre İbn-i Reslân şöyle demiştir:
İbrahim el-Harbî: Seriyye dört yüz civarındaki su-vârî müfrezedir. Buna seriyye denilmesinin sebebi ise geceleyin sey-retmesidir, demiştir.
î b n - i Esir ise bu görüşü zayıf sayarak: Seriyye düşmanla savaşmaya gönderilen ve azamî dört yüz kişilik olan askerî müfrezedir. Buna seriyye ismi verilmesinin sebebi ise bu birliğin seçkin askerlerden teşkil ettirilmesidir, demiştir.
îbn-i Reslân: Seriyye'nin dört yüz kişilik kuvvete denilmesi sebebinin şu olması kuvvetle umulur: Seriyyelerin en hayırlısı olan Bedir mücâhidlerinin üç yüz on küsurdan ibaret olmasıdır. Bu durumda seriyyelerin en hayırlısı üç yüzden dört yüze ve dört yüzden beş yüze kadar olan müfrezedir, demiştir.
Rüfeka: Refik'in çoğuludur, yol arkadaşları mânâsında kullanılmıştır. Hadis, yol arkadaşlarının en hayırlı sayısının dört olduğunu bildirmiştir.
Avnü'l-Mabûd yazarı Gazali' nin bu konuda şöyle dediğini nakleder:
Yolcu kimse kendisini koruyacak bir arkadaşa muhtaçtır. Ayrıca sağda solda görülecek işler için ikinci bir arkadaşa ihtiyaç duyar. Yolculuk edenler üç kişi oldukları takdirde işleri görmeye bir kişi gidecek olursa o kişi arkadaşsız ve yapayalnız kalmış olur. Dolayısıyla sıkılır. Eğer bunlardan ikisi işleri görmeye gidecek olursa eşyalar başında bekleyen yolcu yalnız ve arkadaşsız kalmış olur ve bu kere kendisi sıkıntıya düşebilir. Şu duruma göre yolculukta en az dört arkadaş olmalıdır. Beşinci arkadaş ise ihtiyaç fazlası ve ihtiyat için olur.
Hadîs, yolculuğa çıkan kimsenin dört kişiyle yol arkadaşlığı etmesinin hayırlı olduğunu ifâde eder.
Hadis on iki bin kişilik askeri kuvvetin azlık sebebiyle mağlûb edilemeyeceğini bildirir. Bundan maksad şudur: On iki bin kişilik bir askerî kuvvet mağlûb edilirse yenilgiye uğraması sebebi kuvvetin azlığı değildir, başka şeyîerdir. Meselâ, sayı çokluğuyla mağrur olmak ve Allah'tan yardım dilemeyi unutmak yenilgiye uğramaya sebeb olabilir. Nitekim H u n e y n savaşında îslâm ordusu yaklaşık olarak on iki bin kişilikti. Müslümanlar kuvvetlerinin çokluğuyla mağrur oldular, çokluklarına güvendiler ve: Bugün yenilmi-yeceğiz, dediler. Fakat bu nedenle mağlûb oldular.
Âlimler bu hadîsi delil göstererek : îslâm ordusu on iki bin kişilik olduğu zaman düşman kuvveti onların iki katından fazla olsa bile savaş cephesinden geri çekilmeleri haramdır, demişlerdir, K u r-tubi : Cumhûr'un görüşü böyledir, demiştir,
2828) Berâ bin Âzib (Radtyallâhü anhyden; Şöyle demiştir:
Biz (sahâbîîer) Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Selîemî'in Bedir günü (savaşa katılan) arkadaşlarının Tâlût ile beraber nehri geçen arkadaşlarının sayısı gibi üç yüz on küsur olduğunu anlatırdık. Tâlût ile beraber (nehri) yalnız mü'min olan geçti." [84]
Bu hadîsi Buhâri de rivayet etmiştir. Hadîste geçen "Bıdı" üçten dokuza kadar olan sayılar için kullanılır. Hadis sarihleri bu kelimeyi üç sayısı anlamında yorumlamışlardır. Yâni Bedir savaşma katılan sahâbîlerin 313 zât olduğunu ifâde etmişlerdir.
Hadiste beyân edildiği gibi Bedir savaşındaki müslümanîar bu kadar iken düşman ordusu bunların üç dört katı idi. İki ordu arasında maddi güç bakımından muazzam fark bulunduğuna rağmen Allah'ın yardımıyla İslâm mücâhidleri düşmanlarını bir kaç saat içinde büyük yenilgiye uğratıp dillere destan olan zaferle ve bol ganimetle Medlne-i Münevvere'ye döndüler. Bedir
savaşı nedenleri, safhaları ve sonuçlan hususunda geniş bilgi için siyer kitablarına müracaat edilmelidir.
Hadîste sözü edilen Tâlût, İbrahim (Aleyhisselâm) fın neslindendir. Onun Câlût ile ilgili kıssası bir ibret dersi mâ-hiyyetinde Bakara sûresinin 246-251. âyetlerinde beyân buyu-rulmuştur. Bu kıssa hakkında geniş bilgi almak isteyenler bu âyetlerin tefsirlerine müracaat edebilirler. Kıssanın özeti şöyledir:
İsrail oğulları peygamberleri olan Ş e m u i 1' e baş vurarak A m â 1 i k a' nın yaptıkları zulümden şikâyet ederler ve onlarla savaşabilecek bir kumandan tâyinini isterler. Peygamberleri Ş e m u i 1 de ilâhî vahiy sonucunda Tâlût isimli bir zâtı İsrail oğullarına melik tâyin eder. T â 1 û t' un etrafında seksen bin kişilik İ s r â i I1 li mücâhid toplanır. O sıralarda A m â -lika' nın başında ise Câlût isimli bir kumandan ve melik vardı. Ş e m u i 1 peygamber, İsrail' lilerin dönekliğini bildiği için T â 1 û t' a : Sen bunları şöyle bir imtihana tâbi tut: Kim şu Filistin nehrinden su içerse o kimse benim dînimden değildir. Ancak bir avuç su içmek müstesna. Sonra mücâhidlerin hepsi bu emri dinlemeyip nehirden su içerler. Sâdece içlerinde D â -v û d Peygamber'in de dâhil bulunduğu 313 kişi emre itaat eder. Bu sayı Bedir mücâhidlerinin sayısı kadardır. Filistin nehrini geçen bir avuçluk mücâhid C âl û t' la savaşa tutuşur ve D â v û d (Aleyhisselâm) Câlût'u öldürür. Bir süre sonra Ş e m u i 1 (Aleyhisselâm) da vefat eder ve Tâlût kırk yıl süreyle adaletle hükümdarlık eder.
2829) Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in sahâbîsi Ebü'I-Verd (Harb el-Mâzinî) (Radtyallâkü ank)'dea; Şöyle demiştir :
(Düşmana) rastlarsa kaçar ve (savaşsız olarak) ganimet elde ederse elde ettiği ganimette hiyânet eder durumdaki seriyye (askeri müfreze) den uzak durunuz (Yâni böyle bir seriyyeye katılmayınız)." [85]
Bu hadisin Zevaid türünden olduğuna dâir bir kayıt yoktur. Fakat bunu diğer Kütüb-i Sitte'de bulamadım. Zâten Hülâsa'dan anlaşıldığına göre sahâbîlerden olan Ebü'1-Verd (Radıyallâhü anh)'m hadisini yalnız müellifimiz rivayet etmiştir. Bu bilgiye göre bu hadîs kalan Kütüb-i Sitte'de yoktur. Bu itibarla herhalde bu hadîs Zevâid türündendir. Hülâsa yazarı bu sahâbî'nin isminin Harb olduğunu, bir hadîsinin bulunduğunu ve râvîsinin Lehia bin U k b e olduğunu beyân etmiştir.
Düşmanla karşılaşınca geri kaçmak ve ganimet malında hiyânet etmek haramdır. Bu karakterde olduğu önceden bilinen bir müfrezede görev almanın doğru olmadığı ifâde edilmiştir, [86]
2830) Hülb (et-Tâî) (Radtyallâkü anh)'âen; Şöyle demiştir:
Ben, Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve SellemVe hıristiyanlann yemeğini (yemenin hükmünü) sordum. Resûl-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki:
«Her hangi bir yemekten dolayı sakın kalbine şüphe girmesin (Aksi takdirde) yemek hususunda Hristiyanlara benzersin.»" [87]
Bu hadîsi Tirmizî ve Ebü Dâvûd da rivayet etmişlerdir. İhtilac'ın mânâsı hareket ve depreşmektir. Tahallüc de
böyledir. Tirmizî' nin rivayetinde; ' gelmiştir. Bu iki rivayete göre kasdedilen mânâ şudur: "Şüphe senin kalbinde hareket etmesin, dolaşmasın." Yâni yemek hususunda şüphe ve tereddüdün olmasın. Bir rivayette Taam kelimesi yerine "Şey'ün" kelimesi bulunur. Mânâ aynidir. Tuhfe yazarının beyânına göre Turbüşti : Bir rivayette; gelmiştir. Bunun mânâsı "Senin kalbine bir şey girmesin. Çünkü yemek temizdir." Tirmizi1 nin rı-vâyetindeki; cümlesinin mânâsı ise "Şüphe senin kalbinde hareket etmesin, dolaşmasın" demektir, demiştir.
Hadisin; cümlesinin mânâsı hakkında Tuhfe yazarı şunlan söyler: Yâni yemek hususunda şüpheye düşmekle sen Hristiyanlara benzemiş olursun. Çünkü bir yemeğin haram veya mekruhluğu hususunda birisinin kalbine bir şüphenin gelmesiyle Hristiyanlar o yemekten imtina ederler. Hadisin bu cümlesi birinci cümledeki nehyin sebebini teşkil eder. Hadîsin mânâsı da şöyle olur: Sen onların yemekleri hakkında şüpheye düşme. Çünkü şüpheye düşersen bu noktada Hristiyanlara benzemiş olursun. Zira yemeklerden şüphelenmek onların huyu ve âdetidir. T ı y b i de.- Hadîsin ikinci cümlesi mukadder bir şartın cevâbıdır ve şart ile cevâbı hadisin birinci cümlesinin gerekçesi mahiyetindedir. Hadisin meali şöyledir: Hristiyanlarm yemeği hususunda senin kalbine bir şüphe girmesin. Çünkü sen, müsamaha ve kolaylık üzerine kurulan İslâm dînine mensubsun. Bu hususta kendine sıkıntı verirsen bu noktada râhiblere benzemiş olursun. Zira bu noktada nefse sıkıntı vermek ruhbanlığın yolu ve âdetidir, demiştir.
Hadîsin râvisi H ü İ b (Radıyalîâhü anh) e t-T â i sahâbî-dir. Bazıları: H ü 1 b bu zâtın lâkabıdır ve ismi Y e z i d bin C e r v e T dir, demişlerdir. Hadisini Tirmizi, Ebû Dâvûd ve îbn-i Maceh rivayet etmişlerdir. Râvîsi de oğlu Kabî-s a'dır.[88]
Hadis, müslüman olmayanların yemeklerinin müslümanlara helâl olduğuna delâlet eder. Cumhurun görüşü de böyledir.
2831) Ebû Sa'Iebe el-Hüşenî (Radtyallâhü anA/den; §öyle demiştir:
Ben, Eesûlullah (Sallaîlahü Aleyhi ve Sellem)'in yanına gelerek: Yâ Resûlallah! Müşriklerin tencerelerinde yemek pişiriyoruz, diyerek bunun hükmünü sordum. Resûl-i Ekrem (Sallaîlahü Aleyhi ve
Sellem) :
«Onların tencerelerinde pîsirmeyiniz,» buyurdu. Ben; Eğer onların tencerelerine muhtaç olup da başka kab bulamaz-sak? diye sordum. Resûl-i Ekrem (Sallaîlahü Aleyhi ve Sellem) :
O takdirde onların tencerelerini güzelce yıkayınız. Sonra yemeğinizi pişirip yiyiniz,» buyurdu." [89]
Bu hadisi Buhâri, Müslim, Tirmizi ve Ebü Dâvûd da rivayet etmişlerdir. Hadîsteki "Kudûr" kelimesi Kıdr'ın çoğuludur. Kıdr, tencere, kazan ve çömlek mânâlarına gelir. Burada kablar mânâsı kasdedilmiştir. Nitekim bâzı rivayetlerde bu kelime yerine Aniye kelimesi bulunur. Aniye kelimesi ise İnâ kelimesinin çoğuludur, kablar manasınadır. Müellifimizin rivayetinde olduğu gibi diğer bâzı rivayetlerde müşrikler tâbiri kullanılmıştır. Buhâri ve M ü s 1 i m ' in rivayetinde ise E h 1 - i Ki t âb tâbiri kullanılmıştır.
Ebû Dâvûd'un rivâyetindeki soru şekîi şöyledir: "Biz Ehl-i Kitâb'a komşuyuz. Onlar tencerelerinde domuz etini pişirirler ve kablarmda şarab içerler."
Hadiste verilen ayrıntılı cevâba göre başka kab varken E h 1 - i K i t â b' m kablarını kullanmak mekruhtur. Halbuki fıkıhçılara göre, başka kab bulunsun veya bulunmasın onların kablannı yıkadıktan sonra kullanmakta bir mekruhluk yoktur. N e v e v I bu hususla ilgili olarak özetle şöyle der:
Bu hadîs fıkıhçıların beyân ettikleri hükme muhaliftir, denilebilir. Çünkü fıkıhçiîar: Müşriklerin kablan yıkandığı zaman kullanılabilir ve kullanılmasında bir mekruhluk yoktur. Başka kab bulunsa da bulunmasa da hüküm budur, demişlerdir. Bu hadîse göre başka kab varken müşriklerin kablarını kullanmak mekruhtur ve bu takdirde onların kablarını yıkamak mekruhluğu gideremez. Ancak başka kab bulunmazsa onlarm kablan yıkandığı zaman kullanılabilir.
Hadis ile fıkıhçıların görüşleri arasmda görülen ihtilâfa cevaben şöyle denilir: Müşriklerin kablannda yemek yeme yasağı onların domuz etini pişirdikleri ve şarab içtikleri kablara aittir. Nitekim Ebû Davud'un rivayetinde bu duruma değinilmiştir. Domuz etinin pişirildiği ve şarabın içildiği kablarda yemek yemenin veya pişirilmesinin yasaklanması sebebine gelince bu kablar yıkandıktan sonra da müslümana tiksinti ve nefret verir. Çünkü bu nevî kablar devamlı surette domuz eti ve şarap gibi necis ve pis şeylerde kullanılmış durumdadır. Bu nedenle böyle kablarm yıkatılsa bile yemek işinde kullanılması mekruh sayılmıştır. Nasıl ki, hacamet işinde kullanılan bir kabı yemek işinde kullanmak mekruhtur.
Fıkıhçılann maksadı ise kâfirlerin necis işlerde kullanmadıklarıdır. Bu nevî kablan yıkamadan yemek işlerinde kullanmak mekruhtur. Güzelce yıkandıktan sonra mekruhluk kalmaz. Çünkü paklanmış olur ve tiksinti verecek durum da yoktur. Fıkıhçılar, kâfirlerin domuz eti ve şarap gibi necis ve pis işlerde kullandıklan kabların yıkatılması hâlinde müslümanlann bunlan yemek işlerinde kullanmalarının mekruh olmadığını kasdetmemişlerdir. [90]
2832) Âişe (Radtyallâhü anhâ)'dan rivayet edildiğine göre Resûlullah (Saltattahü Aleyhi ve Sellem) :
«Biz hiç bir müşrikten şüphesiz yardım istemeyiz* buyurdu. (Râvî) Ali kendi rivayetinde dedi ki ^ (Râvi) Abdullah'ın babası Yezîd veya Zeyd'dir." [91]
Bu hadîsi Müslim, Tirmizi, Ebû Dâvûd, N e -sâî ve Ahmed de rivayet etmişlerdir. Müslim' deki rivayet uzuncadır ve meali şöyledir:
"Âişe (Radıyallâhü anhâ) 'dan rivayet edildiğine göre Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Bedir tarafına çıktığı zaman (Me-dîne-i Münevvere'ye yaklaşık dört mil mesafedeki) Harretü'l-Vebre (denilen semte) vardığı zaman cesur ve kahraman olduğu anlatılan bir adam arkadan gelip Peygamber {Sallallahü Aleyhi ve Sellemî'e yetişti. Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Seîlem)'in arkadaşları o adamı görünce sevindiler. Adam Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve füellemJ'e yetişince O'na:
Sana tabi olmak (yâni seninle beraber düşmanlarınla savaşmak) ve seninle beraber ganimet kazanmak için geldim, dedi. Resûlullah
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem), adama:
-Sen Allah'a ve Resulüne inanıyor (mu)sun?» buyurdu. Adam: Hayır, dedi. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) : Öyle ise geri dön. Çünkü ben hiç bir müşrikten yardım istemeyeceğim, dedi. Âişe demiştir ki:
Sonra Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem} geçti. Nihayet biz eş-Şecere'de iken adam (tekrar) Resûl-i Ekrem (Sallallahü Aley hi ve Sellem) e yetişti ve O'na ilk defa söylediği gibi teklifte bulundu. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)de ilk defa söylediği gibi ona:
O halde geri dön. Çünkü ben bir müşrikten yardım istemeyeceğim, buyurdu, Râvî demiştir ki:
Sonra adam geri döndü. Daha sonra el-Beydâ'da (yine gelip) Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e ulaştı. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ilk defa buyurduğu gibi (tekrar) adama:
Sen Allah'a ve Resulüne inanıyor (mu)sun, diye sordu. Adam: Evet, diye cevab verdi. Bunun üzerine Resûlullah (Sallallahü Aieyhi ve Sellem) adama:
O halde yürü (yâni bize katıl), buyurdu."
Bu hadis müslümanlarm savaş için müşriklerden yardım istemelerinin mekruhluğıma delâlet eder.
Nevevi, Müslim'in şerhinde şu bilgiyi verir: "Diğer hadîste Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in Saf-vân bin Ümeyye' den müslüman olmadan önce yardım istediği rivayet olunmuştur. Âlimlerden bir cemâat birinci hadisi her durumda tutmuşlardır. Yâni durum ne olursa olsun müşriklerden yardım istenmez. Şafii ve başka âlimler : Eğer kâfir kişinin görüşleri müslümanlarca beğenilir ve onun yardımına ihtiyaç duyulursa ondan yardım istenir. Aksi takdirde ondan yardım istemek mekruhtur, demişlerdir. Bu âlimler bu iki hadisi anılan iki duruma yorumlamışlardır. Kâfir kişi verilen izin sonucunda müslümanlarla beraber savaşa katılırsa, ona müslüman mücâhidler gibi ganimet hissesi verilmez. Fakat ganimetten uygun görülecek bir mikdar verilir. Ebû Hanîfe, Şafiî, Mâlik ve cumhurun görüşü böyledir. Zührİ ve E vzâi'ye göre kâfire de müslüman mücâhid gibi ganimet hissesi verilir." [92]
2833) Âişe (Radıyallâhü anhâ)'dan rivayet edildiğine göre; Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
«Harb hiledir,- buyurmuştur."
2334) (Abdullah) bin Abbâs (Radtyallâh.ü anhütnâydan rivayet edildiğine göre; Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) : «Harb hiledir.» buyurmuştur. [93]
Buhâri ile Müslim ayni hadîs metnini C â b i r (Radıyallâhü anh) ile Ebû Hüreyre (Radıyallâhü anh)'den ayrı ayrı senedlerle rivayet etmişlerdir. T i r m i z î "Savaşta yalan söylemek ve hile etmek hakkında gelen hadîsler" başlığı ile açtığı bâbta C â b i r (Radıyallâhü anh) 'm hadîsini rivayet ettikten sonra Ali, Zeyd bin Sabit, Âişe, İbn-i Abbâs, Ebû Hureyre, Esma bint-i Yezîd, Ka'b bin Mâlik ve Enes bin Mâlik (Radıyallâhü anhüm) 'den de bu hadîsin rivayet edildiğine beyân eder ve bunun sahih - hasen olduğunu söyler.
Bu hadisi müellifimizden başka kimin İbn-i Abbâs ve Âişe' den rivayet ettiğine dâir bir bilgi edinemedim.
Hadîste geçen; acj±. kelimesinin okunuşu hakkında üç şekil bu-
lunduğu Nevevi tarafından şöylece ifâde edilmiştir: Bu kelimenin okunuşu hakkında üç meşhur lügat vardır: Âlimler en fasih lügatin "Had'a" olduğu noktasında ittifak etmişlerdir. S a ' 1 e b ve başkası, Peygamber (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm)'in lügat ve okuyuşunun böyle olduğunu söylemişlerdir. İkinci lügat "HudVdir. Üçüncüsü ise "Huda"dır. Âlimler, savaşta kâfirlere mümkün olan her çeşit hile ve aldatmanın câizliği hususunda ittifak etmişlerdir. Ancak yapılacak hile ile düşmana verilmiş bulunan güvence veya sözleşme, andlaşmayı bozma durumu var ise caiz değildir. Yalan söylemenin üç şeyde caiz olduğuna dâir sahih hadîs vardır. Bu üç şeyden birisi de savaştır.
Üç şekilde okunduğunu yukarda belirttiğim bu kelimenin üç okunuşunun da ayni mânâyı ifâde ettiğini söyleyenler olduğu gibi değişik şekilde mânâlandıranlar olmuşlardır. Kadı I y â z gibi bâzı âlimler özetle şöyle yorum yapmışlardır:
Had'a şeklinde okunduğu zaman mânâ şöyle olur: "Savaş bir kez aldatmaktır." Yâni savaşta düşman, düşmanını bir defa aldatır ve ikincisine ihtiyaç kalmaz. Çünkü birinci hile ile işini bitirmiş olur.
Hud'a şeklinde okunduğu zaman mânâ şöyle olur: "Savaşın en önemli taktiği hile ve aldatmadır. Başka bir deyimle hile ve aldatma savaşın en büyük bölümünü teşkil eder.
Huda şeklinde okunduğu zaman mânâ şöyledir: Savaş aldatıcıdır, savaşçıları sürprizlerle karşılaştırabilir. Daha geniş bilgi için T i r m i z i' nin şerhi Tuhfe'ye başvurulabilir.
Savaşta yapılacak hile, aldatma ve oyunlar müslümanlar tarafından kullanıldığına göre Peygamber (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) bu hadîsle mücâhidleri bu nevî taktik ve manevraları kullanmaya teşvik buyurmuş olur. Diğer tarafta Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) mücâhidleri uyararak, düşmanlarının kurabilecekleri tuzaklara düşmemeleri için dikkatlerini çekmiş oluyor. [94]
,
2835) Ebû Zerr(-i Gifârî) (Radıyallâhiİ anhyfen rivayet edildiğine göre :
Kendisi yemin ederek şöyle demiştir:
âyeti Bedir (savaşı) günü şu altı kişilik topluluk hakkında indi: Bunlar Hamza bin Abdilmuttalib, Ali bin Ebî Tâlib, Ubeyde bin el-Hâris (Radıyallâhü anhüm) ile (hasımları olan) Utbe bin Rebîa, Şeybe bin
Rebîa ve el-Velîd bin Utbe'dir. Bunlar Bedir (savaşı) günü din uğrunda cedelleştiler." [95]
Bu hadîsi Buharı ve Müslim de rivayet etmişlerdir. Hadîste isimleri geçen üç sahâbî ile onlarla döğüşen üç kâfir K u-r e y ş kabilesindendir. Hamza (RadıyaUâhü anh) ile Ali {Radıyallâhü anh) H â ş i m' in oğullarındandır. Ubeyde (RadıyaUâhü anh) da Muttalib'in oğullarındandır. Müşrik olan hasımları ise Abd-i Şems bin Abd-i Menâfin oğullarındandır.
Ebû Dâvûd "Mübâreze" babında Ali (Radıyallâhü anh)'den rivayet ettiği bir hadiste Bedir savaşında bunların döğüşmeleri ile ilgili olarak şu bilgi verilmiştir: Hadîsin meali şöyledir :
"Ali (RadıyaUâhü anh)'den rivayet edildiğine göre (Bedir savaşı günü) Utbe bin Rebîa (kâfirlerin saffından çıkarak) ileri geldi. Arkasında oğlu (Velîd) ve kardeşi (Şeybe) geldi. Sonra Utbe
(meydan okuyarak) :
Kim (bizimle) cenkleşmeye çıkacak? diye bağırdı. Bunun üzerine Ensâr-i Kirâm'dan üç genç (onlarla cenkleşmek üzere) meydana fırladılar. Utbe:
Siz kimsiniz? diye sordu. Gençler kimler olduklarım ona bildirdiler. Utbe:
Sizle görülecek bir işimiz yok. Biz amca oğullarımızı istiyoruz
(yâni Kureyş'ten olan emsalimiz meydana çıksın), dedi. Bunun üzerine Peygamber (Saliallahü Aleyhi ve Sellem)
Kalk Yâ Hamza, kalk yâ Alî, kalk yâ Ubeyde bin el-Hâris (bin el-Muttalib), buyurdu. Bunun üzerine Hamza, Utbe'ye doğru gitti, ben de Şeybe'ye yöneldim. (îkimiz hasımlarımızı öldürdük) Ubeyde ile Velîd biribirine birer darbe indirip ikisi de biribirini yaraladılar. Sonra biz, Velid'e yönelip onu da öldürdük ve (yaralanan) Ubeyde'-yi taşıdık."
Avnü'l-Mabûd yazarı bu hadîsin şerhinde özetle şu bilgiyi verir: "Şerhü's-Sünne'de : Bu hadîs, kâfirlerle yapılan savaşta mübâreze, yâni hasmı ile döğüşmek üzere mücâhidin meydana çıkıp
döğ üş m esinin câizliğine delâlet eder. Mübâreze, kumandanın izniyle olduğu zaman bunun câizliği hususunda ihtilâf yoktur. Fakat kumandanın izniyle olmadığı zaman bunun câizliği hususunda ihtilâf vardır : Bir cemaata göre yine caizdir. Mâlik ile Şafiî de bu görüştedir, diye bilgi verilmiştir.
H a t t â b i de özetle şöyle der: Hadîs, kumandanın izni olsun yeyâ olmasın mübârezenin câizliğine delâlet eder. Çünkü Ham-za (Radıyallâhü anh) ile Ali CRadıyallâhü anh)'ın mübâreze-ye çıkmaları Peygamber (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) 'in izniyle idi. Ensâri gençlerin mübârezesi, yâni meydana çıkmaları Peygamber (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm)'in izniyle değildi. Buna rağmen Peygamber (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm), o gençlerin çıkmalarına itiraz etmedi.
Hadiste anılan âyet Hac sûresinin 19. âyetidir. Bu âyetin meali şöyledir:
"Bu iki zümre (mü'min, kâfir) iki hasımdır ki, kendi Rabteri hakkında cedelleştiler. O küfreden zümre için ateşten elbise biçilmiştir. Başlarına da kaynar su dökülecektir."
Bu hadise göre anılan âyet, Bedir savaşında döğüşen ve isimleri hadîste anılan üç sahâbî ile üç hasımları hakkında nazil olmuştur. Âyetin iniş sebebi hakkında başka rivayetler de vardır. Tef-sîr kitablarında geniş bilgi mevcuttur.
Bir noktayı belirteyim : Hadîste bu âyetin devamı gibi görülen; "Şüphesiz, Allah istediğini yapar" nazm-i celîli ayni sûrenin 14. âyetinin sonudur. Bunun 19. âyet ile beraber anılmasının hikmetini ve sebebini bilemedim. Ancak şu ihtimal hatıra gelir: Bilindiği gibi âyetlerin iniş sırası Mushaf daki sıraya göre değildir. Bu itibarla 14. âyet 19. âyetle beraber ve ayni sebeple inmiş olabilir. Bu durum incelenmelidir. Allah en iyi bilendir.
2836) Seleme bin el-Ekva (Radtyallâhü anA/den; Şöyle demiştir:
Ben (bir kere kâfir) bir adamla savaşıp onu öldürdüm. Bunun üzerine Besûlullah (Sailallahü Aleyhi ve Sellem) onun selebini (beraberindeki eşyasını) bana verdi."
Not: Zevâid'de şöyle denilmiştir : Bunun senedi sahih olup râvîîeri sıka (güvenilir) zâtlardır.
2837) Ebû Katâde (Radtyallâhü ank)\\eu rivayet edildiğine göre:
Kendisinin Huneyn (savaşı) günü öldürdüğü (kâfir) bir maktulün selebini (yâni beraberindeki eşyayı) Resûlullah (Sailallahü Aleyhi ve Sellem) kendisine vermiştir."
2838) Semüre bin Cündüb (Radtyallâhü anh)'den rivayet edildiğine göre; Resûlullah (Sailallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu, demiştir:
«Kim (bir kâfiri) öldürürse seleb (yâni o kâfirin beraberindeki eşya) o kimseyedir.»"
Not: Zevâid'de şöyle
denilmiştir : Bunun senedinde Süleyman bin Semüre bin Cündüb bulunur. İbn-i
Hibbân onu sıka (güvenilir) zâtlar arasında anmıştir. İbnü'l-Kattân da: Onun
hâli meçhuldür, demiştir. Senedin kalan râvileri güvenilir zâtlardır.
[96]
Seleme (Radiyallâhü anh) ile S e m ü r e (Radıyallâhü anh) 'm hadîsleri Zevâid türündendir. Ebû Katâde CRadı-yallâhü anh) 'm hadisi ise Buharı, Müslim ve Tirmizî tarafından da rivayet edilmiştir.
Seleb: Savaşan kimsenin beraberinde bulunan giyecek, silâh ve diğer eşyalardır. Cumhur böyle tarif etmiştir. Ah m e d ' e göre savaşan kişinin beraberinde bulunan hayvanı selebten sayılmaz. Ş â f i i' ye göre ise seleb silâhtan ibarettir. Yâni savaşçının beraberinde bulunan diğer eşya selebe dâhil değildir.
Bu hadîslere göre savaşta müslüman mücâhidin öldürdüğü düşman üzerinde ve beraberinde bulunan eşya ganimet malına dâhil edilmeyip öldüren mücâhide verilir.
Tirmizi, Ebû Katâde (Radıyallâhü anh) 'in hadisini rivayet ettikten sonra : Peygamber (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) 'in ashabından ve başkalarından teşekkül eden âlimlerden bir grub bu hadisle amel etmişlerdir. Evzâi, Şafii, ve Ahmed'in fetvaları da böyledir. İlim adamlarından bâzıları da: Devlet başkanı seieb'den beşte bir hisseyi çıkarabilir, yâni dilerse seleb'in beşte dördünü katil mücâhide verir ve kalan beşte birini uygun gördüğü yolda harcayabilir, demiştir. S e v r İ de der ki: Nefel: Devlet başkanının : Kim (savaşta düşmanların malından) ne elde ederse o mal, o kimseyedir ve kim bir kâfiri öldürürse onun selebi, yâni beraberindeki mal o kimseyedir, demesidir. Bu hüküm caizdir ve bu nevî maldan humus, yâni beşte bir hisse, çıkarılmaz. İ s h â k da şöyle demiştir,:
Seleb, katilin hakkıdır. Ancak büyük bir meblâğ tutarsa devlet başkam onun beşte birini alakoyabilir. Nitekim Ömer b i n -e 1 -H a t t a b (Radıyallâhü anh) öyle yapmıştır, diye bilgi verir. ,
Tuhfe yazarının beyânına göre Hanefîl-er ile Mâliki 1 e r: Kâfiri öldüren mücâhid, selebi alma hakkına sahip değildir. Ancak devlet başkanı selebin öldürene âit olduğunu söylemişle o zaman seleb katilin hakkı olur, demişlerdir.
Tuhfe yazan bu arada şöyle der : Cumhura göre katil mücâhid, seleb'i alma hakkına sâhibtir. Mücâhidlerin başında bulunan kumandan selebin katile âit olduğunu önceden söylemiş olsun veya olmasın netice değişmez. Cumhur, bu görüşünde Ebû Katâde (Radıyallâhü anh) m hadîsine dayanır. Açık olan hüküm de budur. [97]
2839) Es-Sa'b bin Cessâme (Radıyallâhü anh)'der\; Şöyle demiştir: (Bir kere) Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e müşrik -1 (muhârib)Ierden aile sahibi olanlara (İslâm mücâhidleri tarafından) .. geceleyin baskın düzenleniyor ve (bu arada ayırd edilemeyerek) on-| ların kadınları ve erginlik çağına varmamış çocukları da isabet alı-„ yor (yaralanıyor, öldürülüyor), diye soru soruldu. Peygamber (Sal-i lallahü Aleyhi ve Sellem) :
«Onlar da müşrikler (toplumun) dandır» buyurdu." [98]
Bu hadîsi Kütüb-i Sitte sahiplerinin hepsi rivayet etmişlerdir. ^Soru sahibinin râvî e s-S a'b (Radıyallâhü anh) olduğu, Ebû 'D â v û d ile İ b n-i H i b b â n' in rivayetlerinde belirtilmiştir.
K a s t a 1 â n î: Peygamberin maksadı müşriklerin kadınla-' nnı ve çocuklarını bile bile öldürmenin mübahlığı değildir. Maksad, müşriklerin erkeklerini öldürebilmek için kadınlarını ve çocuklarını öldürmek zarureti olduğu zaman bunların öldürülmesinin câizliğidir. Müşriklerin kadınlarını ve çocuklarını öldürmeden erkeklerini öldürmek mümkün ise kadınlarını ve çocuklarını öldürmek caiz değildir. \r Çünkü diğer bâzı hadisler, müşriklerin kadınlarım ve çocuklarını A öldürmeyi yasaklamıştır, der.
Kastalâni1 nin işaret ettiği hadîslerden ikisi bu babın 2841 ve 2842 nolu hadîsleridir.
H a t t â b î de şöyle der: Peygamber (Aleyhi's-salâtü ve's-se-lâm) in : "Müşriklerin kadınları ve çocukları onların cam i asm d andır"
hadîsinden maksadı, kadın ve çocukların dînî hükümler konusunda aile reisine tâbi olmasıdır. Yoksa Peygamber (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm), müşriklerin çoluk çocuklarını kasden öldürmeyi mubah kılmış değildir. Bunun mübahlığı ancak ayırd etmenin mümkün olmadığı durumlara ve zamanlara aittir. Meselâ, müşrikler çoluk çocuklarıyla birlikte bir vapurda veya bir kaie'de iken ve müşrikler ile müslümanlar arasında savaş devam ederken bu gibi durumlarda va--puru batırmak ve kale'yi yıkmak mubahtır.
Müslümanlarla savaşan müşriklerin kadınlarını ve çocuklarım öldürme konusuna ait ilim ehlinin görüşlerini bu babın son hadisinin izahı bölümünde inşâallah vereceğim.
2840) Seleme bin el-Ekva' (Radtyallâkü anh)'den; Şöyle demiştir:
Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), hayatta iken biz Ebû Bekir (Radıyallâhü anh)'ın kumandasında Hevâzin savaşına gittik ve Benî Fezâre kabilesine ait bir suya varıp gecenin sonunda konakladık. Nihayet fecir zamanı olunca onlara yaygın bir baskın yaptık. Sonra biz başka bir su sahibi olan ailelerin olduğu yere vardık. Bunlara da geceleyin baskın yapıp dokuz veya yedi aşiret olan bunları da öldürdük."
Bir Hâl Tercemesi
Es-SaT) bin Cessâme <R.A,) el-Leysl el-Hic&zi, sahâbîdir. Hadîsleri vardır. Buhârî ile Müslim onun iki hadîsini müştereken rivayet etmişlerdir. Buhârî, ayrıca onun bir hadîsini rivayet etmiştir. Râvîsi İbn-i Abbâs (R-A.)'dır. Başka râ-vîsi yoktur. Kütüb-i Sitte sahipleri onun hadislerini rivayet etmişlerdir. (Hülâsa : 173)
2841) (Abdullah) bin Ömer (Radıyallâhü anhümâydan rivayet edildiğine göre :
Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem} (Mekke'nin fetih seferinde) yolda öldürülmüş bir kadın cesedini buldu. Bunun üzerine kadınları ve erginlik çağına varmamış çocukları öldürmeyi yasak-j lad»."
2842) Hanzala el-Kâtib (Radıyallâhü a»*)'den; Şöyle demiştir:
Biz (bir kere) Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in bera-,P berinde bir savaşa gittik. Sonra başında halkın toplandığı öldürülmüş J bir kadın cesedine uğradık. Halk Resûl-i Ekrem (Sallalîahü Aleyhi
ve Sellem) için dağıldı. Sonra Resûî-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve
Sellem) :
«Bu kadın savaşanlar içinde savaşmış değildi», buyurdu. Sonra bir adama:
«Hâlid bin el-Velîd'e git ve ona de ki: Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) sana emrederek diyor ki:
Sakın hiç bir kadını ve (savaştan başka iş için) kiralanan hiç bir adamı öldürme.»
... Rebâh bin er-Rebî (Radıyallâhü anh) de Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'den bunun mislini rivayet etmiştir.
Ebû Bekir bin Şeybe dedi ki: Sevrî kendi rivayetinde yanılıyor." [99]
Seleme (Radıyallâhü anh)'in hadîsini Ebû Dâvûd ve Nesâi de rivayet etmişlerdir. Ebû Dâvûd'un rivayetinde :
"Seleme (Radıyallâhü anh) : 6 gece müşriklerden yedi aşiret halkını ben kendi elimle öldürdüm", demiştir.
Bu hadîs de savaş hâlinde müşriklerin evlerine gece baskını düzenlemenin ve baskın esnasında kadınları ve çocukları ayırcl etmek mümkün olmadığı takdirde ev halkından erkekleri öldürürken bu me-yanda kadınları ve çocukları da öldürmenin câizliğine delâlet eder. 2839. hadîsin izahında bu durum belirtilmişti.
I b n-i Ömer (Radıyallâhü anh)'in hadisini Buhâri, Tirmizi, Ebû Dâvûd ve Nesâî de rivayet etmişlerdir. Bu hadîs savaşta kadınları ve çocukları bile bile öldürmenin ya-saklığma delâlet eder. Avnü'l-Mabûd yazarı bu hadîsin şerhinde: Bu hadîs, savaşta kadınları ve çocukları öldürmenin caiz olmadığına delildir. Mâlik ve Evzâî de böyle hükmetmişlerdir. Bu iki âlimin görüşüne göre bunlar hiç bir durumda Öldürülemezler. Ş â-f i î ve Küfe âlimlerine göre ise kadın, savaşa katıldığı zaman öldürülmesi caizdir, der.
Bu babın son hadîsini Ebû Dâvûd ve Nesâî de rivayet etmişlerdir. Müellifimiz bu hadîsi iki senedle rivayet etmiştir. Birinci senede göre Peygamber (Aleyhi's-saîâtü ve's-selâm) ile beraber savaşa katılıp hadîsi rivayet eden sahâbî Hanzala e 1 -K â t i b (Radıyallâhü anh) 'dır. İkinci senede göre savaşa katı-
lıp hadîsi rivayet eden sahâbî Rebâh bin er-Rebi (Radıyallâhü anh) 'dır. Müellifimizin şeyhi Ebû Bekir bin Ebî Şeybe demiş ki: Birinci senedde Süfyâni Sevrî yanılmıştır. Yâni savaşa katılıp olayı anlatan zât Hanzala değil, Rebâh' tır. Ebû Dâvûd da bu hadîsi Rebâh bin er-Rebî (Radıyallâhü anh)'den rivayet etmiştir.
Hattâbî bu hadîsin izahında: Bu hadîs, kadının savaştığı zaman öldürülmesinin câizliğine delâlet eder. Çünkü görüldüğü gibi Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bu kadının öldürülmesinin haramlığma gerekçe olarak kadının savaşmamasını göstermiştir. Şu halde kadın savaşa katıldığı zaman öldürülmesi caizdir. Hadîsten bu netice çıkarılır.
Asîf: Kiralanan ve tâbi olan demektir, der.
S i n d î: de : Hadîste öldürülmesi yasaklanan kiralık adamdan maksad çobanlık gibi hizmetler için kiralanan kimse olsa gerek. Savaşmak üzere kiralanan kimse kasdedilmiş değildir, der.
Zürriyyet: İnsan nesli demektir Burada kadınlar mânâsında kullanılmıştır. Çünkü hadîs, öldürülen kadın hakkındadır. [100]
Hâl Tercemeleri
Seleme (R.A.)'m hâl tercemesi 688. hadîs bölümünde geçmiştir.
Hanzala el-Kâtib (R.A.) bin er-Rebî bin Sayfi et-Temimi el-Üseyyidi Ebfı Rebi el-Kûfî sahâbidir. Sekiz hadîsi vardır. Müslim onun bir hadisini rivayet etmiştir. Tirmizi, Nesâi ve İbn-i Mâceh de onun hadîslerini rivayet etmişler. Râ-vîleri Yezid bin eş-Şİhhîr ve Ebû Osman en-Nehdî'dir. Bu sahâbi Hâİid bin el-Ve-lid (R.A.) ile berabtrtrâk fetihlerine katılmıştır. İbnü'l-Berkî, onun vahiy kâtib-liği ettiğini söylemiştir. Ali (R.A.)'den sonra vefat ettiği söylenmiştir. (Hülâsa : 9B)
Rebâh bin er-R'.'oî (R.A.) el-Üseyyidî Ebû Hanzala sahâbidir. Bunun adının Reyyâh veya Riyâh olduğu da söylenmiştir. Ebû Dâvûd, Nesâî ve fbn-i Mâceh onun bir hadisini rivayet etmişlerdir. İki tane hadîsi vardır. Râvisi el-Mürakks bin Sayfî'dir. (Hülâsa : 114)
Rebâh ile Hanzala isimli bu iki sahâbî, kardeştir.
2843) t'sâme bin Zeyd (Radıyallâhü (inhiimâ)'dan: Şöyle demiştir: Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) beni (bir askerî kuvvet başında) Übnâ denilen bir köye göndererek;
«Sabahtın erken saatlerinde aniden) Übnâ köyüne var (baskın yap)- Sonra (evlerini, ekinlerini ve ağaçlarım) yaktır,- buyurdu." [101]
Bu hadîsi Ebû Dâvûd da rivayet etmiştir. Übnâ, A s -kalan ile Remle arasında bir yerin ismidir. EJ-Kar i böyle demiştir. Bu yer Filistin bölgesindedir. Ebû D â -v û d' un rivayetinde "Übnâ'ya sabahleyin başlan yap" buyurul-muştur. Yâni onlar gafil ve hazırlıksız iken baskın yap.
Hadîste verilen yaktırma emriyle Übnâ halkının yakılması kasdedilmemiş, onların evleri, ekinleri ve ağaçlarının yakılması kas-dedilmiştir. Çünkü insanların yakılmasının yasakhğı B u h â r i, Tirmizi, Ebû Dâvûd ve Nesâî' nin H a m z a e 1 - E s 1 e m i (Radıyallâhü anh) 'den rivayet ettikleri bir hadîste bildirilmiştir. Düşman ülkesini yıkıp yakmak ise cumhura göre caizdir. Bu hususa ait geniş bilgi bundan sonra gelen hadîslerin izahı bölümünde verilecektir.
2844) (Abdullah) bin Ömer (Radıyallâhü anhümâ)'âan rivayet edildiğine göre:
Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve- Sellem) (muhasara esnasında) Benî Nadîr'in yaş hurma ağaçlarını (savaş gereği olarak) yaktırdı ve kestirdi. Bu mıntıka, (Benî Nadîr'in hurmalığı olan) Büveyre (denilen mevkî)dir. Bunun üzerine Allah (Azze ve Celle);
"(İnkarcı kitâb ehlinin yurtlarında) herhangi hurma ağacını kestinizse veya kökleri üzerinde dikili bıraktınızsa (bu hareketiniz) Allah'ın izniyledir ve fâsıkları perişan etmek içindir," âyetini indirdi."
2845) (Abdullah) bin Ömer (Radtyallâhü an hu mâ)'dan; Şöyle rlo mi^tir :
Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) (muhasara esnasında) Beni Nâdir'in yaş hurma ağaçlarını (savaş gereği olarak) yaktırdı ve kestirdi. Onların (durumunu dile getiren Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in şâiri Hassan bin Sabit (Radıyallâhü anh);
"(Beni Nadir yahüdîlerinin hurmalığı olan) el-Buveyrc (mevkiin)deki yaygın olan yangın (mü'min olan) Kureyş eşrafına kolayca gerçekleşti" şiirini bu olay hakkında söyledi." [102]
İ b n - i Ömer (Radıyallâhü anh)'in ilk hadîsi Kütüb-i Sitte'-nin hepsinde rivayet edilmiştir. İkinci hadis Buharı ve Müslim ' de de rivayet olunmuştur.
İkinci hadîsteki şiirin Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-se-lâm)'in şâiri Hassan bin Sabit (Radıyallâhü anh) tarafından söylendiği -B u h â r î ve M ü s 1 i m ' in rivayetinde belirtilmiştir. Bu itibarla îbn-i Ömer (Radıyallâhü anh)'m müellifimizin rivâyetindeki "Onların şâiri" ifâdesini B u h â r i ile M ü s 1 i m' in rivayetlerine uygun olarak terceme etmeye çalıştım. Hassan bin Sabit (Radıyallâhü anh)'a "Onların şâiri" demekten maksad onlar hakkında şiir yazan olmasındandır. Yoksa sanıldığı gibi Beni Nadir yahûdîlerinden olan şâir mânâsı kasdedilmemiştir. [103]
Medine-i Münevvere'de üç kısım yahûdîler vardı: Benî Nadir, Benî Kurayza ve Benî Kaynuka. Bunların bâzısı Medîne-i Münevvere içinde, bir kısmı da civarında ikâmet ediyordu. Benî Nadir ile Benî Kura y z a yahûdîlerinin müstahkem yurtları Medîne-i Münevvere'ye yaklaşık 10 kilometre mesafede idi. Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) hicret buyurduğu zaman bunlarla ayrı ayrı andlaşma akdetmişti. Andlaşmada yahûdîlere can ve mal emniyeti verilmişti. Buna karşılık gerektiğinde yahûdiler maddî yardımda bulunmayı taahhüt etmişlerdi. Peygamber(Aleyhi's-salâtü ve's-selâm), Âmir oğullarından iki kişinin diyetini, yâni kan bahasını ödemek için Benî N a d î r' den yardım istemek için bunların yurtlarına gitmişti. Beraberinde bir kaç sahâbî vardı. Peygamber (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) bunlardan yardım isteyince başlangıçta yahûdîler yardım etmeyi kabullendiler ve görüşme esnasında yahûdîler birer birer Peygamber (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) 'in yanından ayrılmaya başladılar. Daha sonra Peygamber (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) hakkında bir suikasd düzenlemeye başladılar. Bir duvarın dibinde oturan Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm)'in üzerine damdan bir taş atıp öldürmeyi plânladılar. Ama Cebrail (Aleyhisselâm) onların plânını derhal Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm)'e bildirince Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm), beraberindeki sahâbileriyle hemen orayı terkedip Medine-i Münevvere'ye salimen döndüler.
İbn-i Sa'd'ın rivayetine göre Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) bunların menfur suikasdlerini sahâbîlerine bildirdi ve Benî Nadîr'e on gün mehil vererek bu süre içinde bölgeyi terketmelerini, aksi takdirde öldürüleceklerine M u h a m -med bin Mesleme aracılığıyla ilgililere tebligatta bulundu. Benî Nadir yahûdîleri ilk günlerde göç etmeye hazırlandılar ise de Medine' deki münafıkların destekleme vaadine kapılarak gitmemeye karar verdiler. Sonra bu kararı Peygamber (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm)'e duyurarak: Biz yurdumuzu terketme-yeceğiz. Elinden ne gelirse yap. Biz buna karşı koymaya hazırız, diyerek üstelik meydan okudular. Bunun üzerine Peygamber (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm), yahûdîlere karşı savaş ilân ederek Beni N a -d i r üzerine yürüdü. Onların yurtlan on beş veya yirmi beş gün muhasara altında tutuldu. Ne Medine' deki münafıklar, ne de Benî Kurayza yahûdîlerin onların yardımına geldi, İşte bu
muhasara esnasında düşmanın siper etmesi kuvvetle muhtemel olan hurma bahçelerinin yakılması ve ağaçlarının kesilmesi savaş gereği olarak emredildi. Ağaçlar yakılıp kesilince yahûdiler :
Ey Muhammed! Sen halkı fesattan menettiğini iddia ediyorsun. Ama kendin yaş hurma ağaçlarını yaktırıp kestiriyorsun, diye bağırıp çağırdılar. Onların çıkardıkları feryad üzerine bâzı müs-lümanlann kaiblerine de şüphe ve tereddüd girmişti. Yahudileri ce-vablamak ve müslümanların kalbine gelen şüpheyi gidermek üzere birinci hadîste anılan âyet indirildi. Âyetin tamamının meali şöyledir:
"Herhangi hurma ağacım kestinizse veya kökleri üzerine dikili bıraktmızsa (bu hareketiniz) hep Allah'ın izniyledir ve fâsıkları perişan etmek içindir." (Haşr: 5)
Bu âyet-i kerime hakkında geniş bilgi edinmek için tefsir kitab-larına müracaat edilmelidir.
Dehşet verici muhasaranın devam etmesi karşısında dayanamayan yahûdîler Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm)'den bölgeyi terk etmek için güvence istediler. Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) de onlara güvence verdi. Bunun üzerine muhasaraya son verildi ve yahûdîler beraberlerinde götürebildikleri eşyalarla bölgeyi terkettiler. Bir kısmı Şam'a, bir kısmı da Filistin'e gidip yerleştiler. [104]
N e v e v î bu hadîsin izahı bölümünde özetle şöyle der: "Bu hadîs, savaş esnasında kâfir düşmanların yaş ağaçlarını kesmenin ve yakmanın câizliğine delâlet eder. E 1 - K â s ı m oğlu Abdurrahman, Nâfi Mevlâ îbn-i Ömer, Mâlik, Sevrî, Ebû Hanife, Şafiî, Ahmed, îshâk ve Cumhur bu hadîsle amel etmişlerdir. Ebû Bekr-i S ıd-dîk, el-Leys bin Sa'd, Ebû Sevr ve Evzâî ise bunun caiz olmadığını söylemişlerdir."
Avnü'I-Mabûd yazan da Sübülü's-Selâm'dan naklen şu bilgiyi verir:
"Cumhur, savaşta düşmanın yurdunu yakıp yıkmanın câizliğine hükmetmiştir. E v z â İ ile E b û Sevr ise bunun yasakhğına hükmederek, Ebû Bekr-i Sıddik (Radıyallâhü anhî'ın kendi askerlerine böyle bir şey yapmamalarını tavsiye etmesini delil göstermişlerdir. Ancak cumhur onlara şöyle cevab vermiştir: Ebû Bekir (Radıyallâhü anh) asker gönderdiği ülkenin müslüman-ların eline geçeceğini bildiği ve bu inançta olduğu için anılan tavsiyede bulunmuştu." [105]
2846) Seleme bin el-Ekva (Radıyallâhü anh)\\zn; Şöyle demiştir:
Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) hayatta iken biz Ebû Bekir (Radıyallâhü anhl'in beraberinde (yâni emrinde) Hevâzin (kabilesi) savaşına gittik. (Kumandanımız) Ebû Bekir Benî Fezâre (kabilesin) den olup Arabların en güzellerinden bir genç kızı bana ganimet payımdan ayrı olarak verdi. Kızın üstünde eski bir kürk vardı. Ben Medîne-i Münevvere'ye gelinceye kadar kızın elbisesini açmadım (yâni ona hiç yaklaşmadım). Sonra Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) çarşıda bana rastladı ve yemin ederek:
O kızı bana hibe et, buyurdu. Ben de kızı O'na hibe ettim. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Seilem) o kızı göndererek? Mekke'de esîr tutulan müslümanlan serbest bıraktırmak için onu fidye olarak verdi." [106]
Bu hadisi Müslim ve Ebû Dâvûd da rivayet etmişlerdir. Hadiste geçen "Kışı" eski kürk mânâsına yorumlandığı gibi deriden mamul elbise mânâsına da yorumlanmıştır. Seleme (Radıyallâhü anh) "Ben Medine'ye gelinceye kadar kızın elbisesini açmadım" sözü ile ona cinsel ilişkide bulunmadığını kasdetmiştir. Seleme' nin Medine-i Münevvere1 ye vardıktan sonra kızı Peygamber (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) 'e hibe edinceye kadar da kıza yaklaşmadığı Müslim ile Ebû Dâvûd'un rivayetinde belirtilmiştir. Yine Müslim ile Ebû Dâvûd'un rivayetlerinde bu kızın, annesiyle beraber esir edildikleri ifâde edilmiştir. O iki rivayete göre eski kürk veya deriden mamul elbise kı-zın annesinin üstünde idi. Rivayetler arasında zahiren görülen ihtilâfı bertaraf etmek için bu elbise veya eski kürkün hem annenin hem de kızın üstünde olması mümkündür, denilebilir. [107]
1. Kumandan mücâhidlerden herhangi birisine ganimet hissesinden ayrı olarak ganimet malından bir mikdar verebilir. Buna Ten-fîl denilir. Müslim ile Ebû Dâvûd'un rivayetlerine göre Seleme bu kızın dâhil olduğu bir topluluğu kendi eliyle esir etmişti. Böyle bir başarı gösteren mücâhide kumandan takdir ettiği bir mikdar ganimet malını hisseden ayrı olarak verebilir. Ten-fîl yoluyla verilen meblâğın o mücâhidin ganimet hissesine mahsub edilmesi görüşünde olan ilim ehli bu hadisi de bu yolda yorumlarlar.
2. Hadiste geçen; £y\ ââ ~ "Baban Allah içindir" sözünün yemin hükmünde olduğu E b ü ' 1 - B ak a tarafından ifâde edildiğinden tercemede bu yorumu dikkate aldım. Yeminlerle ilgili geniş bilgi sünenimizin 11. kitabından geçen hadîsler bölümünde verilmiştir. Şunu söyleyeyim: Hadis böyle söz söylemenin câizliğine delildir.
3. Müslümanlardan esir edilenleri fidye karşılığı kurtarmak meşrudur.
4. Esîr edilen müslüman erkeklerin esîr tutulan kâfir kadınlarla mübadelesi meşrudur.
5. Düşmandan esir edilen kadın ile yetişkin kızını birbirinden ayırmak caizdir. (Bu hüküm Müslim ile Ebû Davud'un rivayetinden çıkarılır.) N e v e v î, bu hususta âlimler arasında ihtilâf olmadığım beyân etmiştir.
6. Müslümanlardan esir tutulanları esaretten kurtarmak veya müslümanlarm genel yararlarını gerçekleştirmek için Devlet başkanı, mücâhidlerden fedakârlık ve elde etmiş oldukları ganimet malından bir mikdarını hibe mâhiyetinde isteyebilir. Bu istek, yem müs-lüman olmuş mühtedileri İslâmiyet'e ısındırmak gayesiyle bunlara verilmek için de olabilir. H u n e y n ganimet malında bu uygulama olmuştu. [108]
2847) (Abdullah) bin Ömer (Radıyallâhü anhümâ)'dan rivayet edildiğine göre ;
Kendisinin bir atı (düşman tarafına) gitmiş ve (savaşçı) düşman atı yakalamıştı. Sonra müslümanlar düşmanı mağlûb etmiş (ve at da ganimet meyânında geri getirilmiş) ti. Bunun üzerine Resûlul-lah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in zamanında atı kendisine iade edilmiştir.
Ibn-i Ömer: Ve kendisinin bir kölesi kaçarak Rumlara iltihak etmiş ve sonra müslümanlar Rumları mağlûb edince Hâlid bin el-VeIıd (Radıyallâhü anh) köleyi kendisine iade etmiş. Bu (olay) Resû-lullah (Sallallahü Aleyhi ve SellemJ'in vefatından sonra olmuş, demiştir." [109]
Bu hadisi Buharı de rivayet etmiştir. Ebû Dâvûd da bunun bir benzerini rivayet etmiştir,
Avnü'l-Mabûd yazan bu hadîsin şerhinde özetle şu bilgiyi verir:
"Bu hadis, savaşan kâfirlerin elde ettikleri müslümanlarm mallarına mâlik sayıîamıyacağmı ve mücâhidlerimiz bu malı geri aldıkları zaman ganimet malı taksim edilmeden önce veya sonra mal sahibinin bunu alma hakkına sahip olduğunu söyleyen Şafii ve bir grub âlim için bir delildir. Mâlik, Ahmed ve diğer bâzı âlimlere göre mal sahibi, malını ganimetin taksiminden önce alabilir. Fakat taksim işi bittikten sonra alamaz. Ancak kıymetini vermek suretiyle alabilir. Ebû Hanife de bu görüştedir. Şu farkla ki, kaçan köle bu hükmün dışındadır. Ebû Hanîfe'ye göre kaçan köleyi ganimetin taksiminden önce de sonra da sahibi alma hakkına hâizdir. K a s t a 1 â n î böyle demiştir." [110]
2848) Zeyd bin Hâlid el-Cühenî (Radıyallâhü ank)fden rivayet edildiğine göre :
Hayfaer (savaşın) da Eşca' (kabilesin) den bir adam öldü. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) (mücâhidlere) :
Arkadaşınızın cenaze namazını siz kılınız (yâni ben kılmayacağım) buyurdu. (Adamın hâlini bilmedikleri için) sahâbîler bu duruma şaştılar ve (üzüntüden) yüzleri değişti. Sonra Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), sahâbîlerinin vaziyetlerini görünce:
«Sizin arkadaşınız, Allah yolunda ganimet malından çalmıştır» buyurdu.
(Hadîsin râvisi) Zeyd demiştir ki: Bunun üzerine sahâbîler adamın eşyasında arama yaptılar. Yahudilerin boncuklarından iki dirhem (bile) etmeyen boncuklar buldular."
2849) Abdullah bin Amr (bin el-Âs) (Radıyaîlâhü anhümâyâan; Şöyle demiştir :
Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in (yol) ağırlığı (eşyası) üzerinde bekçilik eden, Kerkere isimli bir adam vardı. Bu adam (bir gün) öldü. Ölümünden sonra Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve
Seiîem) :
Bu adam cehennemdedir, buyurdu. Sahâbîler (bunun sebebini öğrenmek için) gidip baktılar ve adamın üstünde ganimet malından çaldığı bir elbise veya bir abâ buldular."
2850) Ubâde bin es-Sâmit (Radıyaîlâhü anftj'den; Şöyle demiştir:
I Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Huneyn (savaşı) günü ganimet maundan bir devenin yanında bize namaz kıldırdı. Namazdan sonra deveden bir tüy alıp mübarek iki parmağı arasına koydu. Sonra (cemaate hitaben) :
«Ey insanlar! Şüphesiz bu (tüy taneciği bile) sizin ganîmetleri-nizdendir. (Artık) ipliği, iğneyi, bundan değerli olanı ve bundan değerce düşük olanı ödeyiniz (yâni bana teslim ediniz). Çünkü ganimet malından bir şey çalmak kıyamet günü sahibine şüphesiz bîr utançtır, bîr ayıptır ve bir ateştir», buyurdu."
Not: Zevâid'de şöyle denilmiştir : Bu hadisin senedinde îsâ bin Sinan bulunur. İbn-i Muin onun hakkında muhtelif sözler söylemiş ve: Onun hadîsi gevşektir, kuvvetli değildir. Bir kavle göre zayıftır ve diğer bir kavle göre rivayetinde bir beis yoktur, demiştir. İbn-i Hibbân ise onu sıka (güvenilir) râviler arasında anmıştır. Senedin kalan râvîleri sıka zâtlardır. [111]
Zeyd (Radıyaîlâhü anh) 'in hadîsini Ebû Dâvûd, Ne-sâi, Mâlik ve Ahmed de rivayet etmişlerdir., Abdui-1 a h (Radıyaîlâhü anh)'m hadisini Buhârî ile Ahmed de rivayet etmişlerdir. Bu hadîste Peygamber (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm)'in eşyası başında bekçilik ettiği beyân edilen adamın isminin "Kerkere", "Kirkire" ve "Kerkire" şeklinde okunduğuna dâir rivayetler mevcuttur. Bu adamın cehennemde olduğuna dâir cümlenin manâsıyla ilgili olarak el-Fetih'te: Yâni bu adam ganimet malında hiyânet ettiği için tâzib edilir veya Allah kendisini bağışlamazsa cehennemliktir, diye yorum yapılmıştır.
Bu iki hadis, ganimet malından az veya çok herhangi bir şeyi çalmanın haramlığma delâlet eder. N e v e v î ganimet malında hiyânet etmenin büyük günahlardan sayıldığına dâir icmâ bulunduğunu söylemiştir.
Ubâde (Radıyallâhü anh)'in hadîsi ise Zevâid nevindendir. Bu da ganimet malından az veya çok herhangi bir şeyi çalmanın haramlığma delâlet eder. Bu hadîste geçen "Şenâr" ayıp ve âr manasınadır. Âr ve ayıp ise dilimizde kullanılan kelimelerdir. Noksanlık, eksiklik, utanç ve kusur anlamlarını ifâde ederler. [112]
Bu bâbtaki hadîslerin tercemesine geçmeden önce "Nefel" kelimesi hakkında özlü bilgi verelim :
H a t t â b î : Nefel, taksimatla kişiye düşen hisseden fazla olarak verilen maldır. Farzdan başka işlenen fazla ibâdete verilen Nâ-file ismi bu kökten türemedir, demiştir.
Kamûs'ta da: Nefel, ganimet malı ve bir şeyi hibe etmek, hibe edilen mal manasınadır. Bunun çoğulu Enfâl ve Nifâl'dır, denilmiştir.
En-nihâye'de ise: Nefel, ganimet malıdır. Çoğulu Enfâl'dir. Nefl ve Nefel fazlalıktır. Kumandan elde edilen ganimet malının tamamını taksim etmeden önce hiç bir mücâhid'e, hissesinden fazla olarak bir şey veremez. Taksimat işi bittikten sonra ganimetten ayrılan beşte bir hisseden dilerse bâzı mücâhidlere birşey verebilir. Ganimet malının taksiminden önce kimseye böyle bir şey veremez, denilmiştir.
Nefel ismi verilen mükâfatın ganimetin tümünden mi, yoksa hangi kısmından verileceğine dâir bilgiler bu bâbtaki hadîslerin izahı bölümünde verilecektir.
Bu hadîslerde geçen "Nefel" kelimesi mücâhid'e hissesinden fazla olarak verilen ganimet malı anlamında kullanılmıştır.
2851) Habî-b bin Mesleme (Radıyallâhü anh)'den rivayet edildiğine göre:
Peygamber (Sallailahü Aleyhi ve Sellem) (ganimetten) beşte bir hisse (yi çıkardık) dan sonra (kalanın) üçte birini nefel olarak mücâhidlere verdi."
2852) Ubâde bin es-Sâmit (Radtyallâkü anh)'den rivayet edildiğine göre :
Peygamber (Sallailahü Aleyhi ve Sellem) savaş seferinin başlangıcında (bir müfrezenin kazandığı ganimetin) dörtte birini ve savaş dönüşünde (bir müfrezenin kazandığı ganimetin) üçte birini nefel olarak (o müfrezeye) verdi." [113]
H a b î b (Radıyallâhü anh) 'in hadîsini Ebû Dâvûd ve ) A h m e d de rivayet etmişlerdir. Ubâde (Radıyallâhü anh) 'in ; hadîsini Tirmizî ve Ahmed de rivayet etmişlerdir.
U b â d e ' nin hadisinde bulunan "Bed'e" ve "Rac'a" kelimeleri ' ile hadisin izahı hakkında H a t t â b i şu bilgiyi verir:
Bed'e : Savaş seferinin başlangıcı demektir. Ordu savaş seferine çıktığı zaman bir askeri müfreze (kumandanın emriyle) ordudan ay-- rılarak bir düşman kuvvetine saldırıp ganimet elde ettiği zaman, bunun dörtte biri o müfrezeye olurdu ve kalan dörtte üçünde diğer askerler de onlara ortak olurdu. Savaştan dönüldüğü zaman bir askerî müfreze (kumandanın izniyle) tekrar geriye gider düşmana saldırır ve ganimet malını elde ederse, bu kere kazandıkları ganimetin üçte biri o müfrezeye olurdu ve kalan üçte ikisinde diğer askerler de onlara ortak kılınırdı. Savaş dönüşü tekrar geriye gidip tekrar savaşan müfrezeye hisselerinden ayrı olarak daha fazla mükâfat verilmesinin sebebi ise savaştan sonra tekrar düşmanla savaşmaya gitmekte zorluğun bulunmasıdır. Çünkü düşman başlangıçta gafil avlanabilir. Fakat savaş bitiminde derlenip toplanır ve dikkatli olur.
H a b î b (Radıyallâhü anh) 'm hadîsine göre böyle bir müfreze düşmana hücum ederse elde ettiği ganimet malından, önce humus yâni beşte bir hisse çıkarılır. Sonra kalanın üçte biri o müfrezeye hisselerinden ayrı olarak verilirdi. Humus olarak önceden ayırd edilen meblâğ Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) 'in emrine tahsis edilirdi.
H a b î b ' in hadîsi ile U b â d e ' nin hadisi arasında bir ihtilâf yoktur. Nitekim Ebü Davud'un bir rivayetinde H a -b i b , Resûl-i Ekrem f Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) 'in mücâhidlere savaş dönüşünde elde ettikleri ganimetin üçte birini nefel olarak verdiğini ifâde etmekle Ubâde' nin hadîsinin bir benzerini rivayet etmiş olur. Ancak bu nevî ganimet malından, önce humus hissesinin çıkarıldığına dâir H a b i b'in hadîsinde bulunan kayıt, Ubâde' nin hadisinde yoktur. [114]
Gerek savaş seferinin başlangıcında ve gerekse savaş dönüşü esnasında bir askerî müfreze düşmanla savaşıp ganimet malını elde ettiği zaman bunun beştebir nisbetindeki hisse diğer ganimetlerde olduğu gibi Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm)'in emrine tahsis edilirdi. Bu hisse çıkarıldıktan sonra müfreze savaş seferinin başlangıcında bunu elde ettiği takdirde dörtte biri ve savaş dönüşü elde ettiği takdirde üçte biri nefel olarak, yâni tüm ganimet maundaki belirli hisselerinden ayrı olarak verilirdi. Yerde kalan nıikdar ise bütün askerler arasında ve diğer ganimet malı meyânında taksim edilirdi.
Nefel demlen ikramın ganimetin aslından mı, yoksa belirli bir hissesinden mi verildiğine dâir ilmî görüşler:
Ne v evi, Müslim'in şerhinde şöyle der : "Nefeî, yâni mücâhidlerin bir kısmına hisselerinden fazla olarak ganimetten bir şeyin verilmesinin meşruluğu hususunda âlimlerin ic-mâ'ı vardır. Ancak hisse dışı verilen nefel'in nereden verileceği noktasında ihtilâf vardır: Bir kavle göre bu meblâğ ganimet malının tümünden ve taksimattan önce verilir. İkinci kavle göre ganimetten humus, yâni beştebir nisbetindeki hisse çıkarıldıktan sonra gâzîle-re verilmek üzere kalan meblâğdan ödenir. Üçüncü kavle göre ganimetten çıkarılan beştebir nisbetindeki hissenin beşte birinden ödenir. Yâni devlet başkanının emrine tahsis edilen meblâğdan ödenir. Şafiî' den bu üç görüş de nakledilmiştir. Bu üç görüşün her birisi birer cemaatten nakledilmiştir. Bizce en sıhhatli görüş sonuncu görüştür. Yâni nefel, devlet başkanının emrine verilen ganimetin beşte birinin beşte birinden ödenmesi görüşüdür. Ebû Hanife, Mâlik, İbnü'l-Müseyyeb ve diğer bir grub âlim de bu görüşü benimsemiştir. Ganimetin tümünden verilir, diyenler arasında Hasan-i Basrî, Evzâî, Ahmed, Ebû Sevr ve başkaları bulunur. Hisse dışı verilen nefel, ancak üstün başarı ve güzel yararlar sağlayan mücâhidlere verilir."
Ganimet malının tümü hakkında şunu da belirteyim: Düşmanla yapılan savaş neticesinde elde edilen ganimet malının humus, yâni beşte biri Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm)'in emrine verilirdi. Resûl-i Ekrem CAleyhi's-salâtü ve's-selâm) de bunu beş paya bölerdi. Bir hisse zâtının emrine tahsis edilirdi. İkinci hisse O'nun yakınlarına verilirdi. Üçüncü hisse yetimlere aitti. Dördüncü hisse fakirlere idi. Beşinci hisse de yolda kalmışlara tahsis edilirdi. Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm)'in vefatından sonra zâtına ve yakınlarına âit hisseler de diğer üç sınıfa verilmeye başlanmıştır. E n f â 1 sûresinin 41. âyeti bu konu hakkındadır.
Hattâbî, Habîb (Radıyallâhü anh) 'in hadîsinin şerhinde şu bilgiyi de verir:
Bu hadis, humus hissesi çıkarıldıktan sonra kalan meblâğ üçte bir oranında nefel verildiğine delâlet eder. Bâzı mücâhidlere hisseleri dışında nefel olarak verilecek mikdar hakkında âlimler ihtilâf etmişlerdir: Mekhûl ve Evzâî bu meblâğ üçtebir oranından fazla olamaz, demişlerdir. Şafiî ise: Nefel olarak verilecek mikdar hakkında bir tahdîd ve sınırlama yoktur. Bunun takdiri devlet başkanının ictihad ve görüşüne aittir, demiştir.
2853) Amr bin Şımyb'in dedesi (Abdullah bin Amr bin el-Âs) (Ra~ dıyallâhü anküm)'den; Şöyle demiştir:
Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellemî'fin vefatın) dan sonra nefel (yâni mücâhid'e hissesinden fazla bir şey vermek) yoktur. (Mü-câhid) müslümanlann kuvvetlileri (kazandıkları ganimetleri) zayıflarına (da hisseleri nisbetinde) verirler.
(Râvî) Recâ demiş ki: Ben Süleyman bin Musa'yı Amr bin Şu-ayb'a şöyle söylerken işittim: Bana Mekhûl, Habîb bin Mesleme (Ra-dıyallâhü anh) 'den rivayetle Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sel-lem)'in savaş seferi başlangıcında dörtte bir ve savaş dönüşünde üçte bir nisbetinde nefel (yâni bâzı mücâhidlere hisselerinden fazla olarak) verdiğini söyledi. Bunun üzerine Amr bin Şuayb (Süleyman bin Musa'ya) : Ben sana babam aracılığıyla dedemden hadîs rivayet ediyorum. Sen (hâlâ) da bana Mekhûl'den hadîs rivayet ediyorsun? dedi."
Not: Bu hadîsin senedinin hasen olduğu Zevâid'de belirtilmiştir.
Habîb bin Mesleme (R.A.)'ın Hâl Tercemesi
Habîb bin Mesleme el-Fehrî el-Mekkî Ebü Abdirrahman'in sahâbî olduğu, Şâm halkı, Mıs'ab &z-Zübeyri ve en-Necâdî tarafından ifâde edilmiştir. Râvîleri Dahhâk ve el-Fehrî ve Zeyd bin Câriye'dir, Rumlarla çok savaştığı için kendisine Rûm Habîb'i denilmiştir. İbn-i Sa'd : O, Ermenistan valisi iken orada vefat etmiş, demiştir. H. 41 veya 42. yılı vefat etmiştir. Ebû Dâvûd ile İbn-i Mâceh onun rivayetlerini almışlardır. (Hülâsa: 71) [115]
Bu hadis Zevâid nevindendir. Amr bin Şaayb'm dedesi Abdullah bin Amr b. in el-Âs (Radıyalîâhü anhüm) 'dır. A m r' m buradaki rivayetine göre nefel, yâni herhangi bir mücâhid'e hissesinden fazla olarak bir şey vermek Kesûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) 'e mahsustur. O'ndan başka hiçbir kumandan veya devlet başkanı böyle bir yetkiye sahip değildir. Hadisteki "Müslümanların kuvvetlileri..." cümlesinden kasdedilen mânâ şudur: Askerler kumandanla beraber düşmanla savaşa çıktıkları ve askerlerin kuvvetlileri muharebe ettikleri zaman elde ettikleri ganimet kuvvetliler ile zayıflar arasında taksim edilir ve savaşa çıkanların hepsi ganimette ortak olurlar.
Amr bin Şuayb, dedesinden bu mealdeki hükmü rivayet edince Süleyman bin Mûsâ da Peygamber (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) 'in mücâhidlere nefel olarak dağıttığı mikda-rın oranını beyân eden Habîb bin Mesleme' nin hadîsini Mekhûl' den rivayet etmiş. Fakat Amr; Ben sana babam aracılığıyla dedemden hadis rivayet ediyorum. Sen (hâlâ) bana, Mekhûl' den rivayette bulunuyorsun? demekle S ü 1 e y -m â n ' m rivayetine karşı çıkmıştır.
Sindi: Amr'm, kendisinin rivayet ettiği hüküm ile Süleyman'ın rivayet ettiği hüküm ve hadisler arasında bir muhalefet ve çelişki bulunduğunu sandığı için bu çıkışı yaptığı kanaatmda-yım. Böyle bir zan yoksa çıkış yapmaması gerekirdi. Çünkü iki hadîs ve ihtiva ettikleri hükümler arasında bir çelişki yoktur. Bana öyle geliyor ki, Amr bir çelişki olduğu zannıyla böyle çıkışmıştır, der.
Çelişki olmaması şu nedenledir: Amr, nefel işinin Peygamber (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) 'e mahsûs olduğunu ve başkasının böyle bir şeye yetkili olmadığını rivayet edince, Süleyman bin Mûsâ da Peygamber (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm)'in bâzı mücâhidlere verdiği nefel'in oranını beyân eden hadisi rivayet etmiştir.
Nefel hakkındaki ilmî görüşleri bundan önceki hadîslerin izahı esnasında verdim. Oradaki bilgiye sadece şunu ilâve edeyim : Amr bin Şuayb'e göre Nefel işi Peygamber (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm)'e mahsustur. Başkası böyle bir şeye yetkili değildir. [116]
2854) (Abdullah) bin Ömer (RadtyaHâkü ankümâ)'d&n rivayet edildiğine göre :
Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Haybcr (savaşı) günü (ganimet malından) suvârî'ye üç sehim verdi: At için iki sehim ve adam için bir sehim (tâyin etti.)" [117]
Bu hadisi Buhar î, Müslim, Ebü Dâvûd ve T i r m i z î de rivayet etmişlerdir. Bu hadise göre suvârî gâzi'ye ganimet malından üç sehim verilir, yâni süvari yaya gâzi'nin aldığı payın üç katını alır: Bunlardan bir sehim adam içindir. Diğer iki sehim binit hayvanı içindir.
Avnü'l-Mabûd yazan bu hadîsin şerhinde özetle şu bilgiyi verir: Cumhûr'a göre yaya gâzi'ye bir pay ve suvâri gâzi'ye üç pay verilir. Paylardan birisi adam için verilir. Diğer iki pay ise biniti sebebiyle verilir. Ebû Hanife'ye göre ise suvârî'ye ancak iki pay verilir: Birisi kendisi için, diğeri de biniti içindir. A 1 i ve Ebü M û s â ' dan bu görüş rivayet edilmiştir. Başkaca kimse bu görüşü benimsememiştir. [118]
2855) Abi'l-Lahm'ın âzadlı kölesi Umeyr (RadıyaUâhü ankümây dan: Şöyle demiştir :
Ben köle iken efendimle beraber Hayber savaşına katıldım. Fakat ganimetten benim İçin sehim verilmedi de bana eşyanın en adîlerinden bir kılıç verildi. Ben o kılıcı kuşandığım zaman (boyumun kısalığından veya yaşımın küçüklüğünden) kılıcı yerde sürüklüyor dum. (Râvî Vekî demiş ki; Umeyr'in efendisi et yemez —olduğu için ona Âbi'1-Lahm künyesi verilmiş— idi.)" [119]
Bu hadîsi Tirmizi ve Ebû Dâvûd da rivayet etmişlerdir. Hadiste geçen "Hursiyy" eskimiş ev eşyası, eski kab kaçak manasınadır. Bu gibi eşya ganimet malının en âdisi sayılır. Bu hadis, savaşa katılan köle için hür gaziler gibi sehim verilmeyeceğine, ancak sehimden az bir şey verilmesinin meşruluğuna delâlet eder. Ebû Hanife, Şafiî ve âlimlerin cumhuru bu görüştedir. M â 1 îk'e göre köleye sehim verilmeyeceği gibi başka bir şey de verilmeyecek. El-Hasan, İbn-i Şîrîn, Nahaî ve e 1-H a k e m ise :, Köle düşmanla çarpıştığı takdirde hür mücâ-
hidler gibi kendisi için de normal sehim verilecek, demişlerdir. Âlimlerin bu görüşlerini N e v e v î' den naklen verdim.
Umeyr (RadıyaUâhü anhl'ın kuşandığı kılıcı yerde sürüklemesinin sebebi; ya kendisinin yaşça küçük olması veya kısa boylu olması idi. Bu iki ihtimal Avnü'l-Mabûd yazarı tarafından belirtilmektedir. Tercemede bu durumu parantez içinde belirttim.
Umeyr (Radıyallâhü anh)'m hâl tercemesi 2297. hadîs bölümünde geçti.
2856) Ümmü Atiyye el-Ensâriyye[120] (Radtyallâhü anhâ)'dan; Şöyle demiştir:
Ben Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in beraberinde yedi savaşa gittim. Ben onların eşyaları başında bekler, yemeklerini yapar, yaralıları tedavi eder ve hastalara bakardım." [121]
Bu hadîsi Müslim ve Ahmed de rivayet etmişlerdir. N e v e v î' nin İbn-i Sa'd ve başkalarından naklen beyân ettiğine göre Peygamber (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) 27 savaşa katılmış ve 56 seriyye düzenlemiştir. Yâni mücâhidleri savaşa göndermekle beraber kendisi bu seferlere katılmamıştır. Resûl-i Ekrem (Aleyhi 's-salâtü ve's-selâm)'in kâfirlerle bizzat çarpıştığı savaş sayısı ise siyar ehlinin anlattığına göre dokuz olup şunlardır: B e -dir, Uhûd, Müreysî, Hendek, Kurayza, Hay-ber, Mekke fethi, H u n e y n ve T â i f. Bir kavle göre Mekke sulh yoluyla fethedilmiştir.
Ümmü Atiyye (Radıyallâhü anh) bu savaşların yedisinde bulunmuş ve hadîste saydığı hizmetleri görmüştür.
Hadîs, kadınların savaş seferlerine katılması, mücâhidlerin eşyalarına nezâret etmeleri, yemeklerini hazırlamaları, yaralıları tedavi etmeleri, hastalara bakmaları ve benzeri hizmetleri görmelerinin meşruluğuna delâlet eder.
N e v e v i Kadınların yaralıları tedavi etmeleriyle ilgili bu hüküm, kadınların mahremleri durumundaki erkekler ve eşleri hakkındadır. Yâni kadm babası, dayısı, amcası, yeğeni ve kardeşi gibi evlenmesi ebedi olarak haram olan erkekleri tedavi eder. Kocasını tedavi eder. Başka mücâhidleri tedavi edebilmesine gelince; zaruret olmadıkça, yaralının vücûduna el sürmemek şartıyla olabilir, demiştir. [122]
N e v e v î bu hususta da: Ebû Hanîfe, Sevrî, el-Leys, Şafiî ve âlimlerin cumhuruna göre kadm, mücâ-hidler gibi ganimetten senim alamaz. Fakat kendisine sehim meblâğından düşük bir mikdar mal verilebilir. E v z â î' ye göre kadın bizzat çarpışmaya katılır veya yaralanan mücâhidleri tedavi hizmetini görürse mücâhidler gibi sehim alır. M â 1 i k' e göre ise kadm hiç bir suretle ne sehim ne de bundan düşük bir meblâğ alır. Müslim'in İbn-i Abbâs (Radıyallâhü anh) 'den rivayet ettiği sahih ve apaçık olan bu bâbtaki hadîsi son iki görüşü reddeder, demiştir. [123]
2857) Safvân bin Assâl[124] (Radtyallâhü anhyâen; Şöyle demiştir:
Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bizi bir seriyye (askerî müfreze)de savaşa gönderdi ve (gönderirken) şöyle buyurdu:
Allah'ın isminden yardım dileyerek ve Allah yolunda (cihâd etmek üzere) yürüyünüz. Allah'ı inkâr edenlerle savaşmız. Fakat düşmanın vücûdundan parça kesmeyiniz, (varsa) ahdinizi bozmayınız, ganimet malında hiyânet etmeyiniz ve çocukları öldürmeyiniz."
Not: Bunun senedinin hasen olduğu, Zevâİd'de bildirilmiştir. :
2858) Büreyde (bin el-Husayb) (Radıyallâhü anh)'âen) Şöyle demiştir :
Eesûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bir seriyye (askerî müfreze) basma bir adamı kumandan olarak tâyin ettiği zaman adama kendi nefsi hakkında Allah'tan sakınmayı ve beraberindeki müslü-manlar hakkında hayrı (yâni iyi davranmayı) tavsiye buyurduktan sonra şöyle buyururdu:
(Ey mücâhidler) Allah'ın isminden yardım dileyerek, Allah yolunda cihâd ediniz. Allah'ı inkâr edenlerle muharebe ediniz. Savaşınız. Fakat (varsa) ahdinizi bozmayınız, ganimet malında hiyânet etmeyiniz, düşmanın vücûdundan parça, organ kesmeyiniz ve çocukları öldürmeyiniz.
(Ey kumandan!) Müşriklerden olan düşmanlarına vardığın zaman onları şu üç hasletten (seçenekten) birisini seçmeye davet et. Bunlardan hangisine icabet ederlerse sen onlardan kabul et ve onlardan vazgeç. (O üç haslet şunlardır: (Birincisi) Sen onları İslâmiyet'e çağır. Eğer müslüman olmaya icabet ederlerse (bunu) onlardan kabul et ve onlara dokunma. Sonra onları kendi yurtlarından Muhacirlerin yurduna (yâni Medine-i Münevvere'ye) göç etmeye çağır ve onlara şu durumu bildir : Eğer bunu yaparlarsa (yâni Medîne-i Münevvere'ye yerleşirlerse) muhacirler için olan (sevab ve ganimet malı gibi) şeyler onlar için de vardır ve (buna karşılık) muhacirler üzerindeki (savaşa gitmek gibi) yükümlülük onların üstünde de vardır. Şayet (Medine-i Münevvere'ye yerleşmekten) imtina ederlerse onlara şu durumu bildir: (Bu takdirde) onlar müslümanların bedevileri gibi olurlar, mü'minlere uygulanan (namaz, zekât, kısas ve diyet gibi) Allah'ın hükmü onlara da tatbik edilir ve müslümanlarla beraber cihâd etmeleri hâli dışında onlara fey' (kâfirlerden savaş-
sız alman mal) ve ganimet (kâfirlerden savaşla alman mal) da hiç bir şey (hak) olmaz. Eğer onlar müslümanlık dînine girmekten imtina ederlerse (ikinci haslet olarak) cizye vermeyi onlardan iste. Şayet (cizye denilen vergi ödeme işini) yaparlarsa, onlardan kabul et ve onlardan vazgeç (yâni savaşma). Eğer onlar (bundan da) imtina ederlerse (üçüncü haslet olarak muharebe için) onlar aleyhine Allah'tan yardım dile ve onlarla savaş. Sen bir kaleyi muhasara eder ve kale'dekiler senden kendileri için Allah ahdini ve Peygamberinin ahdini isterler ise sakın onlara Allah'ın ahdini ve Peygamberinin ahdini verme. Ve lâkin onlara kendi ahdini, babanın ahdini ve arkadaşlarının ahdini ver. Çünkü şüphesiz sizlerin kendi ahdinizi ve babalarınızın ahdini bozmanız Allah'ın ahdini ve Resulünün ahdini bozmanızdan sizin için ehvendir. Eğer sen bir kale'yi muhasara eder de kale'dekiler Allah'ın hükmüne uymayı (yâni ilâhî hükmün kendileri hakkında tatbik edilmesini) senden isterlerse, sakın onlara Allah'ın hükmünü uygulamayı kabullenme ve lâkin onlara kendi hükmünü uygula. (Yâni kendi içtihadına göre onlar hakkında hüküm ver). Çünkü sen onlar hakkında (vereceğin hükümde) Allah'm hükmüne isabet edip etmiyeceğini şüphesiz bilemezsin.
(Râvi) Alkarna demiştir ki: Ben bu hadîsi Mukatil bin Hayyân'a naklettim. Bunun üzerine Mukatil dedi ki: Müslim bin Heysam bana bunun mislini en-Numan bin Mukarrin (Radıyallâhü anh) aracılığıyla Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'den rivayet etti." [125]
S a f v â n (Radıyallâhü anh)'m hadîsi Zevâid türündendir. B ü r e y d e (Radıyallâhü anh) 'm hadîsi Müslim, Tirmizî, Nesâî ve Ebû Dâvûd tarafından da rivayet edilmiştir.
Her iki hadîste geçen; "Temsülû" fiili; "Tümessilû" şeklinde de rivayet edilmiştir. Bu iki okunuş arasında mânâ ba1 kurundan bir fark yoktur. Bu iki fiilin kökü olan "Müsle" bir canlının bir tarafını kesmek suretiyle tazib ve işkence yapmak, maktulün burun, kulak, tenasül uzvu gibi bir tarafını kesmekle cesedini bozmak mânâsına gelir. Her iki hadîste düşmanın bu şekilde tazibi, cesedinin tahribi, onlara verilen ahdi bozmak, ganimet malını çalmak, ve savaşamayacak yaştaki küçük çocukları öldürmek fiilleri yasak kılınıyor.
H a 11 â b i "Müsle" sözcüğü ile ilgili olarak özetle şöyle der : "Müsle, bir kimseyi öldürmeden önce veya sonra azalarını kesmek ve cesedini bozmak suretiyle tazîb etmektir. Adamın burnunu veya kulağım kesmek, gözünü çıkarmak ve buna benzer bir organını veya herhangi bir tarafım kesmek Müsle'dir. Hadîsler kâfiri öldürmeden önce veya sonra böyle tazib etmeyi yasaklamıştır. Ancak bir müslümanı bu şekilde tazib eden kâfire misilleme yapılır ve bunu yapmak caizdir, yasağm dışında kalır. Çünkü Peygamber (Aley-hi's-salâtü ve's-selâm)'in çobanlarına bu nevî tazibi yapan mürted-lere ayni ceza verildi. Keza müslüman katil, bir müslümanı öldürme- den önce böyle tazîb etmiş ise yâni meselâ elini bilekten kestikten sonra öldürmüş ise katile ayni şekilde misilleme yapılır."
Seriyye: Daha önce de defalarca belirttiğim gibi yaklaşık dört- yüz kişilik süvari müfreze veya ordudan ayrılıp düşmana baskın yap- tıktan sonra orduya iltihak eden askerî müfreze anlamlarına gelir. Burada birinci mânâ kasdedilmiştir.
Her iki hadîs düşmana müsle yapmayı, ahdi bozmayı, ganimet malını çalmayı ve savaşmayan çocukları öldürmeyi yasaklar. N e - v e v i, ahdi bozmak, ganimet malını çalmak, savaşmayan çocukla- rı öldürmek fiillerinin haramlığı ve gereksiz yere müsle yapmanın mekruhluğu hususunda icmâ bulunduğunu nakleder.
B ü r e y d e (Radıyallâhü anh) 'in hadîsi, devlet başkanının ku- mandanlara ve maiyetindeki mücâhidlere takva üzerinde olmaları, kumandanın mücâhidlere iyi davranması için tavsiyede bulunmasının müstehablığına delâlet eder. Keza Reisin mücâhidlerin savaşta ihtiyaç duyacakları şeyleri, kendilerine vâcib helâl, haram, mekruh ve müstehab olan şeyleri öğretmesinin müstehablığına da delâlet eder.
Bu hadîse göre İslâm ordusu savaşa gittiği zaman düşmanı önce müslüman olmaya davet eder. Düşman bunu kabul etmezse cizye ismi verilen vergiyi ödemeye davet eder. Şayet düşman bunu da kabul etmezse o zaman İslâm ordusu muharebe gereği habersiz bas- kın düzenlemek dâhil her taktiği kullanabilir.
Düşmanı baskınla tehdîd etmeden ansızın hücum ve saldırıda bu Ummanın caiz olup olmadığı yolunda üç görüş vardır: En sahîh olar görüşe göre îslâm dîninden haberdar olan düşmanı önce müslümar, olmaya davet etmek müstehabtır. Dînimizden habersiz ise hücum dan önce İslâm'a davet etmek vâcibtir. Nâfi Mevlâ İbn-Ömer, Hasan-i Basri, Sevrî, el-Leys, Şafiî
Ebû Sevr, Îbnü'l-Münzir ve Cumhur böyle hükmetmişler. İbnü'1-Münz-ir: İlim ehlinin ekserisinin kavli budur, demiştir. N e v e v î: Sahîh hadîsler bu görüş ve hükmü te'-yid eder, demiştir. N e v e v i "Cihâd" kitabının başmda bu konuda geniş bilgi vermiş ve diğer iki görüşü de zikretmiştir. Diğer iki görüşü zayıf sayıldığı için buraya aktarmaya gerek görmüyorum.
B ü r e y d e (Radıyallâhü anh) de bu hadîste Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) 'in bir askerî müfrezeyi savaşa gönderdiği zaman kumandana verdiği talimatta düşmanı önce müslüman olmaya davet etmeyi emrettiğini rivayet eder.
Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm)'in savaşa gönderdiği kumandanlara verdiği talimatta düşmana gösterilen üç seçenekle ilgili paragrafların özlü izahına geçelim:
1. Düşmanı müslüman olmaya davet etmektir. Düşman bunu kabul ettiği takdirde mesele kalmamış olur. Artık onların can ve mal emniyeti garanti altındadır. Onlar yurtlarından M e d i n e - i Münevvere'ye gidip yerleşmek veya yurtlarında ikâmet etmeye devam etmek hususunda serbest bırakılmakla beraber bu iki şıktan hangisini tercih ederlerse yararları ve yükümlükleri bildirilir: Şöyle ki:
Onlar müslümanlığı kabul edince Medîne-i Münevvere ' ye yerleşmeye davet edilir. Bu davet ve çağrı müstehabtır. Eğer bu çağrıya uyarlarsa kendilerinden önce M e d î n e ' ye hicret etmiş olan muhacirler gibi ganimet malından fey1 yâni muharebe yapılmaksızın fethedilen yerlerden alman maldan ve diğer maddi ve manevî kazançlardan istifâde edecekler. Diğer taraftan muhacirlerin yükümlü oldukları görevler onlara da yüklenir. Bu görev gerektiğinde savaşa katılmak, düşmana baskın düzenlemektir. H a t t â b î bu görevin cihâd olduğunu belirterek: Yâni savaşa çağırıldıkları takdirde geri kalınamaz. Muhacirler savaşa katılmak mecburiyetinde idiler. Fakat bedevi Arablar savaşa çağırıldıkları zaman buna icabet etmek mecburiyetinde değillerdi. Davete icabet edenler gidip savaşır ve düşmandan alman mallardan kendisine düşen hisseyi alırlardı. Savaşa gitmeyen bedevi ganimet ve fey'den bir şey alamazdı. Buna karşılık, savaşa katılmadığı için de kınanmaz, günahkâr sayılmazdı. Ancak mücâhidlerin sayısının savaş için yeterli olması şarttır. Afc-si takdirde bedeviler çağırıldıkları savaşa katılmak mecburiyetindedir, der.
Bu paragrafta geçen "Darü'l-Hicre" sözü ile Medîne-i Mü-' n e v v e r e kasdedihniştir. Avnü'l-Mabûd yazarının beyânına göre Mekke fethinden önceki dönemde Medîne-i Münevvere' ye hicret etmenin İslâm'ın rükünlerinden olduğunu söyleyenler vardır. Yine ayni müellifin beyânına göre H a t t â b î muhacirler hakkında özetle şu bilgiyi vermiştir:
"Muhacirler, Allah yolunda ve İslâmiyet uğrunda vatanlarını terkedip Medîne-i Münevvere'ye göçeden ve muhtelif kabileler ve kavimlerden oluşan bir topluluktu. Muhacirlerin ekserisinin geçimini sağlayacak bir gelirleri yoktu. Medîne-i Münevvere'de bunların ekserisinin ne zirâatı ne de hayvanı vardı. Resûlullah (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) hayatta iken ganimetten bunları yararlandırırdı. Bedevi Arablar, yâni köylerde ikâmet eden Arablara gelince; bunlardan savaşa katılanlar ganimetten hisselerini alıp evlerine dönerlerdi. Katılmayanlara ganimetten bir şey yoktu."
Düşman müslüman olmayı kabul etmekle beraber Medîne-i Münevvere'ye yerleşmeyi kabul etmeyip yurdunda kalmayı tercih ettiği takdirde kendilerine şu durum bildirilecek: Onlar diğer bedevi müslümanlar gibi namaz, zekât, oruç ve hac gibi ibâdetlerle mükelleftir. Suç işlemeleri hâlinde ise İslâm dînine göre cezalandırılırlar. Ganimet ve benzeri gelirlerden yararlanmaları ise onların savaşa katılmalarına bağlıdır. Cihâda katılanları bundan yararlanır, katılmayanı yararlanmaz.
2. Düşmanın müslüman olmayı kabul etmediği takdirde Cizye denilen vergiyi ödemeye davet edilmesidir. Düşman bu teklifi kabul ettiği takdirde savaş açılmayacak ve alman cizye her yıl düzenli bir şekilde tahsil edilecektir.
N e v e v î bu nokta ile ilgili olarak özetle şu bilgiyi verir:
"Cizyenin her çeşit kâfirden alınmasının câizliğine hükmeden Mâlik, Evzâî ve onların görüşünde olanlar bu hadîsi de delil göstermişlerdir. Bu gruba göre kâfirler Arab olsun, başka milletlerden olsun, Hristiyan ve Yahudi gibi Ehl-i kitâb olsun, Mecûsî olsun başka çeşit kâfirlerden olsun hepsi bu hükme tâbidir. EbûHa-n î f e ' ye göre cizye bütün kâfirlerden alınır. Ancak Arablann müşriklerinden ve mecûsîlerinden alınmaz. Ş â f i î' ye göre ise cizye yalnız ehli kitab ve mecûsîlerden alınır. Bunlar Arab olsun, başka milletten olsun fark etmez. Diğer kâfirlerden alınamaz. [126]
N e v e v î sözüne devamla bu husus hakkında da şöyle der: Âlimler cizye mikdarı hakkında ihtilâf etmişler:
1. Ebû Hanîfe, Küfe' nin diğer âlimleri ve Ahin e, d' e göre cizye zengin için kırk sekiz, orta halli için yirmidört ve fakir için oniki dirhemdir.
2. Ş â f i î' ye göre cizyenin en azı yılda bir dinar altındır. En çoğu ise anlaşmaya bağlıdır. Cizyenin en azı olan bir dinar hususunda zengin kâfir ile fakir kâfir arasında bir fark yoktur.
3. M â 1 i k' e göre altını bulunan kâfir dört dinar altın ve gümüşü bulunan kâfir kırk dirhem gümüş cizye verecek," (Neve-v î' nin sözü bitti.)
4. Düşman müslüman olmayı kabul etmediği gibi cizye ödeme işini de kabullenmediği takdirde savaş açmaktır.
Hadîsin bundan sonraki kısmı bir kale'yi muhasara etmek hâlinde düşmanın ahid ve mîsâk istemesiyle ilgilidir. Bu paragrafta geçen Zimmet ahid ve mîsâk manasınadır. Bu paragrafta düşman Allah ve Resul (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm)'m ahdini istediği takdirde bunun kabul edilmemesi, fakat kumandanın kendi şahsı, babası ve askerleri adına ahid vermesi talimatı verilmekte ve gerekçesi açıklanmaktadır : Gerekçenin özeti şudur: Allah ve Resulü adına verilen teminatı ve ahdi bozmak ağırdır. Kumandan ve asker adına verilen ahdî bozmak nisbeten ehvendir. Bu paragraftaki yasak tenzihen mekruhluk manasınadır. Yasağın hikmeti ise şudur: Kumandan düşmana Allah ve Resûlü'nün ahdini verir. Sonra bu ahdin önemini ve hakkını kavrayamayan bâzı askerler ahde aykırı davranabilir.
Hadîsin son kısmında da muhasara altına alman düşman kendileri hakkında Allah'ın hükmünün uygulanmasını kumandandan istedikleri takdirde bunun kabul edilmemesi ve fakat kumandanın hükmünün uygulanması talimatı verilmekte ve bu talimatın gerekçesi beyân edilmektedir. Gerekçe şudur : Kumandan düşman hakkında bir hüküm verdiği zaman bunun Allah'ın hükmüne uygunluğunu kesin olarak bilemez. Şu halde Allah'ın hükmüdür, diye düşman hakkında uygulanacak hüküm de bir yanılma vuku bulursa bir isabetsizlik ve hatâ işlenebilir. N e v e v i : Bu paragraftaki yasak, tenzihen mekruhluk ve ihtiyat içindir, der. Çünkü ehil ve liyakatli bir müc-tehid dînî bir konuda olanca gücüyle ictihad ettiği takdirde onun vardığı hüküm Allah katındaki hükme uygun düşmese bile müctehid vebal altına girmiş olmaz. Bilâkis içtihadından dolayı sevâb kazanmış olur.
N e v e v î: Bu hadîs her müctehidin, yaptığı ictihadda mutlaka isabetli karar verdiği söylenemez, diyen âlimler için bir delildir. Yâni bir konu hakkında muhtelif ictihadlar yapıldığı zaman bunlardan birisi Allah katındaki hükme uygun olur ve diğerleri uygun olmaz, diyen âlimler için bu hadîs bir delil sayılır. Bütün ictihadlar isabetli ve Allah katındaki hükme uygundur, diyen âlimler ise bu hadîse şöyle cevab verirler: Yâni, Ey kumandan! Sen düşman hakkında bir hüküm verdiğin zaman senin bu hükümde yanıldığına dâir bana Allah tarafından bir vahyin gelmesi mümkün ve muhtemeldir. Bu itibarla onlar hakkında hüküm verirken kendi hükmünü ver, Allah adına hüküm verme. Bu durum Resûl-i Ekrem (Aley-hi's-salâtü ve's-selâm) 'in dönemine mahsustur. O'nun vefatından sonra böyle bir durum söz konusu değildir. Çünkü müctehidin verdiği hükümde yanıldığına dâir bir vahyin gelmesi söz konusu değildir. Bu nedenle her müctehid yaptığı ictihadda isabetli karar vermiş sayılır.
Hâl Tercemesi
Büreyde bin el-Husayb (R.A.)'in hâl tercemesi 149. hadis bölümünde geçti. Hadîsin ikinci senedindeki râvî Numân bin Mukarrin (R.A.)'m hâl tercemesi hakkında Hülâsa sahibi 403. sahifede şu bilgiyi verir:
Numân bin el-Mukarrin
el-Müzenî (R.A.) sahâbîdir. Râvîleri oğlu Muâviye ve Ma'kıl bin Yesâr'dır.
Mus'ab (R.A.)'ın dediğine göre bu zât yedi kardeşiyle beraber hicret etmiştir.
Asbahân fethinde bulunmuş ve Nehâvend olayında hicretin yirmi birinci yılı
şehîd edilmiştir. Kütüb-i Sitte sâhibleri onun hadîslerini rivayet etmişlerdir.
[127]
2859) Ebû Hüreyre (Radtyallâhü ankyden rivayet edildiğine
göre; Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu, demiştir:
Kim bana itaat ederse
şüphesiz Allah'a itaat etmiş olur ve kim bana isyan ederse şüphesiz Allah'a
isyan etmiş olur. Her kim imâma ^devlet reisine) itaat ederse şüphesiz bana
itaat etmiş olur. Her kim isyan ederse
şüphesiz bana İsyan etmiştir."
2860) Enes bin Mâlik (Radtyallâhü anhyden rivayet
edildiğine göre; Resûlullah (SaUallahü Aleyhi ve Seîlem) şöyle buyurdu,
demiştir :
(Ey mü'minler!
Valilerinizin ve kumandanlarınızın emirlerini) dinleyiniz ve (onlara) itaat
ediniz; üzerinize tâyin edilen vali (veya âmir) başı kuru üzüm gibi saçlı,
siyah bir köle olsa bile."
2861) Ümmü'l-Husayn (el-Ahmesiyye) (Radtyallâhü
an&î/dan; Şöyle demiştir:
Ben Resûlullah
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'den şöyle buyururken işittim;
Eğer üzerinize habeşî ve burunu, kulağı kesik bir köle
emir tâyin edilse, o sizi Allah'ın Kitabı ile sevk ve idare ettiği sürece siz
onun emirlerini dinleyiniz ve (ona) itaat ediniz."
2862) Ebû Zerr(-i Gifârî) (Radtyallâhü ank)'den rivayet
edildiğine göre:
Kendisi er-Rebeze'ye
vardı. O sırada namaz için ikâmet ediliyor ve bir köle (cemaata) namaz
kıldırmaya hazırlanıyordu. Bu (gelen zât) Ebû Zer'dir denilince köle (Ebû Zer
namaz kıldırsın diye) geri çekilmeye başladı. Bunun üzerine Ebû Zer
(Radıyallâhü anh) şöyle dedi:
İmâm (burnu ve kulağı
gibi) etrafı kesik habeşi bir köle bile Olsa onun emirlerini dinlememi ve ona
itaat etmemi, dostum (Peygamber)
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bana tavsiye buyurmuştur."
[128]
Ebû Hüreyre
(Radıyallâhü anh) 'm hadisini B u h â r I ve Müslim de rivayet etmişlerdir.
Enes (Radıyallâhü anh)' in hadisi ise B
u h â r i' de de rivayet edilmiştir.
Ümmü'l-Husayn
(Radıyallâhü anhâ) 'nın hadisi ile E b ü Zer (Radıyallâhü anh)'m hadisleri yine
Müslim tarafından, ayrıca Ümraü'1-H u s a yn (Radıyallâhü anhâ)'nın hadisi T i
r m i z î tarafından da rivayet
edilmiştir.
Bu hadîsler İslâm
devlet başkanına, valisine, kumandanına ve diğer âmirlerine itaat etmeyi ve
emirlerini dinlemeyi vâcib kılar. Müslüman olan âmirlerin Allah ve Resulünün
emirlerine aykırı olmayan talimatlarına uymanın vâcibhği hususunda icmâ
bulunduğunu Ne-v e v î nakletmiştir. Allah'a isyan ve günah sayılan
talimatlarda ise âmirlerin emirlerine itaat edilmesinin haramlığı hususunda da
icmâ bulunduğu Kadı Iyâz tarafından nakledilmiştir. Günah olan talimatlara
uyulmamasına âit hadîsler bundan sonra gelen bâbta rivayet edilmiştir. Bu
itibarla âmirlere itaat edilmesine dair bu bâbtaki hadîsler Şer-i Şerife aykırı
olmayan emir ve talimatlar hakkındadır.
Peygamber
(Aleyhi's-salâtü ve's-selâm)'e itaat veya isyanın Allah'a itaat veya isyan
sayılmasının sebebi Allah'ın Peygamber (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) 'e itaat
etmeyi emretmiş olmasıdır. İslâm devlet başkanına itaat etmenin Peygamber
(Aleyhi's-salâtü ve's-selâm)' in emrine itaat, keza devlet reisinin emrine
isyan etmenin Peygamber (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm)'in emrine isyan sayılması
sebebi ise Peygamber (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm)'in devlet reisine itaat etmeyi
emretmiş olmasıdır. Bu itibarla İslâm devlet başkam tarafından verilen ve dîne
aykırı olmayan emirlere itaat etmek Allah ve Resû-lü'nün emirlerine itaat
sayılır. Keza onun emirlerine isyan etmek Allah ve Resûlü'nün emirlerine isyan
sayılır.
E n e s (Radıyallâhü
anh)'ın hadisinden de âmir durumunda olan kişi siyah bir köle de olsa onun
emirlerini dinlemenin ve ona itaat etmenin vâcibliği hükmü çıkarılıyor. El-Hâf
ız'ın da beyân ettiği gibi bu hadîste geçen "İstimal" ifâdesi umûmî
bir mânâyı taşır. Yâni vali, kumandan, cami imâmı ve benzeri âmirler bu hükmün
içine giriyor.
Bu hadîste âmir
atanacak kölenin başı kuru üzüm taneciğine benzetilmiştir. Yâni âmir
durumundaki şahıs süreten çirkin, önemsiz ve aklı, zekâsı noksan bir köle bile
olsa ona itaat edilecektir.
N e v e v i de: Bir
kölenin âmir, vali, kumandan olması iki şekilde düşünülebilir: Devlet başkanı
tarafından böyle bir kimse bir göreve atanmış olabilir. Ya da bir köle herhangi
bir yolla memleket idaresini eline geçirir. Yoksa normal bir seçimle bir
köleyi emir ve devlet başkam yapmak caiz değildir. Çünkü emirin, yâni devlet
reisinin hür olması şarttır, der.
H a t t â b i : de:
Vuku bulması düşünülmeyen misaller bazen verilir. Bu ve benzeri hadîsler de bu
nevîdendir. Yâni dinen düşünülmüyor ise de faraza başa geçen imâm, devlet
başkanı, böyle bir kimse bile olsa mutlaka itaat edilmesi gereklidir. îtâatin
önemi mâhiyetinde bu misâl verilmiş, der.
E 1 - H â f ı z' in
beyân ettiği bir kavle göre E n e s (Radıyallâhü anh) 'in hadîsinden maksad
şudur: Devlet başkanı habeşî bir köleyi bir yere vali - kaymakam tâyin ettiği
zaman o köleye itaat edilmesidir. Maksad kölenin devletin başına getirilmesi
değildir. Hadiste böyle bir ifâde yoktur. Şöyle de denilebilir: Devletin
başına usûlü dâiresinde getirilen kişi önceden köle iken âzadlanmış ve hür bir
kimse hâline gelmiş ise ona itaat edilmesi vacibtir.
Ümmü'l-Husay n (Radıyallâhü
anhâ)'nın hadîsini Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm)'in Veda haccı
esnasında buyurduğu. M ü s 1 i m ' in rivayetinde belirtilmiştir. Yine M ü s 1
i m' in bir rivayetine göre bu hadis M i n â veya Arafat'ta bu-yurulmuştur. Bu
hadîste de E n e s ' in hadîsinde olduğu gibi bir göreve atanan devlet
yetkilisine itaat edilmesi emrolunmuştur. Ancak o âmirin toplumu Allah'ın
kitabı olan Kur'an-ı Kerime uygun biçimde sevk ve idare etmesi şart koşuluyor.
Bu hadîste geçen "Mü-cedda" burnu ve kulağı kesik kişi mânâsına
yorumlanmıştır. Bâzıları ise bu kelime vücudunun herhangi bir tarafı kesik
olandır, diye yorumlamışlardır.
Tuhfe yazarı bu
hadisin şerhinde özetle şöyle der: "Bu hadîs, Ulü'I-Emr, yâni devlet
yetkilileri ile iyi geçinmeyi, onların talimatlarına uyulmayı ve fitne ile
parçalanmadan sakınmayı emreder. El-Mecma'de deniliyor ki: Şöyle bir soru
sorulabilir: İmamın hür olması, K u r e y ş ' ten olması ve vücûdunda bir
sakatlığın bulunmaması şartı vardır. Oysa bu hadise göre bu şartlar olmasa da
itaat edilecek ve bu şartları taşımayan kimse de imâm olabilir? Bu soruya
şöyle cevab verilir: Evet normal şartlar içinde dinen imamı seçme yeteneğine
sâhib kimselerin görüşleriyle imam seçildiği takdirde anılan şartlar aranır.
Fakat böyle değil de cebir ve baskı kullanmak suretiyle imâm olan bir kimse
köle veya fâsık bir müslüman da olsa ona muhalefet edip memlekette isyan
çıkarmak haramdır. Onun verdiği talimatlar geçerlidir. Diğer taraftan şunu da
belirtmek gerekir: Hadiste böyle bir kimsenin imâm, yâni devlet başkanı
olmasından söz edilmemiştir. Hadîste devlet başkanı böyle bir kimseyi bir işe
âmir tâyin ettiği zaman onun emrine itaat edilmesi isteniyor."
E b û Zer (Radıyallâhü
anh)'in hadîsinde geçen "Rebeze" Medine-i Münevvere ile Mekke arasında
ve M e -dine-i Münevvere'ye yaklaşık üç konak mesafede bir köyün ismidir. Ebû
Zerr-i Gifârî (Radıyallâhü anh), Hz. Osman (Radıyallâhü anh) tarafından bu
yerde ikâmete memur edilmişti. Ebû Zer, bu münâsebetle R e b e z e' ye vardığı
zaman o köyde bir kölenin imamlık ettiğini görmüş ve imâm namaz kıldıracağı
zaman Ebû Zer (Radıyallâhü anh)'in teşrifi dolayısıyla imâm uyaı^lmış. Bunun
üzerine imâm geri çekilmek
istemiş ve E b û Zer
(Radıyallâhü anh) bu esnada bu hadisi rivayet etmiştir. N e v e v i bu hadîsin
şerhinde özetle şöyle der: E b û Zer şunu demek istemiş: Emir kim olursa olsun,
hattâ vücûdunun herhangi bir tarafı kesik, siyah bir köle de olsa ben onun
emirlerini dinler ve itaat ederim. Çünkü itaati vâcibdir.
E 1 - H â f ı z da
el-Fetih'te E n e s (Radıyallâhü anh) 'm hadîsini izah ederken" bir
münâsebetle E b û Zer (Radıyallâhü anh) 'in bu hadîsini naklederek: Bu hadîs,
Peygamber (Aleyhi's-sa-lâtü ve's-selâm) 'in E b û Z e r r' e özel mâhiyette
böyle bir tavsiyede bulunmasının hikmetini beyân eder, demiştir. Yâni Ey E b â
Zer! Günün birinde bir köleye uymak durumu ile karşılaşırsan onu dinle ve ona
itaat et.
Ebû Zer (Radıyallâhü
anh)'in hâl tercemesi 149-156. hadisler bölümünde verildi.
[129]
Ümmül-Husayn
<R.A.)ın Hâl Tercemesi
Ümmü'I-Husayn bint-i
İshâk el-Ahmesiyyc sahâbidir. Veda haccında hazır bulunmuştur. Müslim onun iki
hadîsini rivayet etmiştir. Râvlsi Yahya bin el-Hu-sayn'dır. Sünen sahihleri de
onun hadislerini rivayet etmişlerdir. (Hülâsa: 4OT)
2863) Ebû Saîd-İ Hudrî (Radtyallâhü anh)'den Şöyle
demiştir:
Resûlullah (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem) Alkarna bin Mücezziz (Radiyallâhü anhî'ı bir müfrezenin
başında (savaşa) gönderdi. Ben de o müfrezede idim. Kumandan savaşın başına
vardığı veya yolculuk ettiği sıralarda askerlerden bir grub (ayrı gitmek için)
kumandandan izin istedi. Kumandan da onlara izin vererek başlarına Abdullah
bin Huzâfe bin Kays es-Sehmî (Radıyallâhü anh)'ı kumandan tâyin etti. Ben de
bu kumandanla beraber savaşa gidenler arasında idim. Abdullah bin Huzafe
(beraberindeki grub ile) yolun bir yerinde (konaklamış) olduğu sırada
mücâhidler ısınmak veya üzerinde bir yemek yapmak için muazzam bir ateş
yaktılar. (Kumandanımız) Abdullah — Kendisinde şaka etme huyu vardı —:
(Ey asker)! Sizin
üzerinizde benim emirlerimi dinlemek ve bana itaat etmek hakkı yok mu? diye
sordu. Mücâhidler:
— Evet (var), dediler. Kumandan:
— Şu halde ben size neyi emredersem behemehal
yapacaksınız (değil mi?) dedi. Mücâhidler:
—• Evet, dediler.
Kumandan %
— Şu halde ben size şu (alev alev yanan) ateşe
atılmanızı emrediyorum, dedi. Bunun
üzerine mücâhidlerin bâzısı ayağa kalkarak ateşe atılmaya hazırlandılar.
Kumandan bunların kendilerini cidden ateşe atacakları kanâatına varınca
(onlara) :
Kendinizi tutunuz
(yâni ateşe atılmayınız). Çünkü ben sizlerle şaka ettim, dedi.
Ebû Saîd-i Hudrî
demiştir ki: Sonra biz (savaştan dönüp Medine'ye* gelince mücâhidi er bu
durumu Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e anlattılar. Bunun üzerine
Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu:
— Onlar (yâni
başınızdakiler) den kim size Allah'a isyan etmeyi emrederse sakın (o hususta) o
kimseye itaat etmeyiniz."
Not: Bunun senedinin sahih olduğu, Zevâid'de
bildirilmiştir.
2864) (Abdullah) bin Ömer (Radtyallâhü anhümâ)'dan rivayet
edildiğine göre Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur :
Müslüman kişinin bir
günah işlemekle emrolunması durumu dışında hoşlandığı veya hoşlanmadığı
hususlarda (müslüman âmirle-rinin emirlerine) itaat etmesi vâcibtir. Bir günah
işlemekle emrolun-duğu zaman (hiçbir âmiri) dinlemek ve itaat etmek
yoktur."
[130]
Ebû S a î d
(Radıyallâhü anhümâ)'nın hadîsi Zevâid nevilidendir ve senedi sahihtir. İ b
n-i Ömer (Radıyallâhü anhî'ın hadisi Buhâri, Müslim, Tir m izi ve Ebû Dâvûd
tarafından da rivayet edilmiştir
Birinci hadiste geçen
"Duâbet" şaka etmek ve oynamak manasınadır. Burada saka etmek mânası
kasdedilmiştir. Buhâri,Müslim, Ebû
Dâvûd ve Nesâî bu hadîsin benzerini Ali bin Ebi Tâlib (Radıyallâhü anh)'den
rivayet etmişlerdir.
H a t t â b i : Bu
hadis, Ülü'1-Emr, yâni devlet yetkililerinin emirlerine itaat etme vâcibliğinin
ancak dinen mâruf, yâni meşru işlere mahsus olduğuna delâlet eder. Meselâ
savaşa çağrı, dinen ibâdet ve tâat sayılan hizmetler ve kamu yararına olan
işler gibi. Fakat öldürülmesi haram olan insanları öldürmek gibi meşru sayılmayan
görev ve hizmet için verilen emirlere itaat edilmeyecek, demiştir.
Şu halde Ülü'l-Emr'e
itaat etmek hususunda gelen genel hadisler meşru emirler mânâsına yorumlanır.
Sünenimizin 2859 - 2862 nolu hadisler devlet yetkililerinin emirlerine itaat
etmeyi emreder ve bu hadislerde verilen emirlerin meşru olup olmadığına dâir
bir kayıt yok ise de bu bâbta rivayet edilen hadîsler ve benzeri hadisler verilen
emirlerin dînen meşru görev ve hizmetlere mahsus olduğunu bildirirler. Diğer
hadîsler de buna uygun bir tarzda yorumlanır.
2865) Abdullah bin Mes'ûd (Radıyallâhü anfı)X\en rivayet
edildiğine göre; Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) (bize) :
Benden sonra sünneti
(yâni yolumu) söndüren, bid'at ile amel eden ve namazları vakitlerinden
geciktiren bir takım adamlar sizlerin işlerinizi tedvir edecekler (yâni
başınıza geçecekler) dir, buyurdu. Bunun üzerine ben:
Ya Hesûlallah eğer ben
onların zamanına ulaşırsam nasıl yapayım? diye sordum. Peygamber (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem) (bana) :
Yâ İbn-i Abdi Üm! Sen
bana nasıl yapacağını soruyorsun? Allah'a isyan eden kimseye itaat etmek
yoktur, buyurdu."
[131]
2866) I"bade bin es-Sâtnıt (Radıyal/âhü anfı)'ı\er\; ŞÖyîe demiştir:
Biz (Ensârîler Akabe
gecesi) Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) e şöyle biat ettik:
Zor ve kolay
hallerimizde, neş'eli ve kederli zamanlarımızda ve başkalarının biz
(Ensâriler)e tercih edilmesi durumunda (bile Re-sûl-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi
ve Sellem) tarafından verilecek) emirleri dinlemek vo itaat etmek, ehil emir'c
karşı emirlik konusunda nizâ-laşmamak ve nenle olursak hakkı söyleyip Allah
uğrunda hiçbir kıyanın kınamasından korkmamak (yâni bu korkuyla hakkı bırakmamak)
üzere. (Fakat emirin açık küfrünü görüp, küfrü hakkında Allah'ın kitab'ından
elinizde kuvvetli deliliniz olursa o takdirde emirliği konusunda niza
edersiniz.)"
Bir Hâl Tercemesi
Birinci hadiste ismi
anılan Abdullah bin Huzâİe bin Kays es-Sehmİ el-Kureşî EbÛ Huz&fe (R.A.),
Habeşistan'a hicret eden ilk müslümanlardandır. Bu zât Bedir savaşına da
katılmış ve Resûl-i Ekrem (S.A.V.) tarafından Kisra'ya gönderilmişti. Birkaç
hadîsi var. Müslim onun bir hadîsini rivayet etmiştir. Râvileri Ebû Vâil ve
Süleyman bin Yesâr'dır. Beğavİ'nin dediğine göre Osman (R.A.)'ın hilâfeti
döneminde vefat etmiştir. Müslim ve Nesâi onun hadislerini rivayet etmişlerdir.
(Hülâsa: 194)
[132]
Bu hadîsi Buharı,
Müslim, Nesâî, Ahmed ve İbn-i Hibbân da rivayet etmişler. Hadiste geçen bâzı
kelimeleri açıklayalım :
Ösr: Zorluk, darlık ve
sıkıntı manasınadır.
Yüsr: Kolaylık,
genişlik ve bolluk, manasınadır.
Menşat: Neş'e zamanı,
yeri ve neş'eli olmak mânâlarına gelir.
Mekrah: Hoşnutsuzluk
zamanı, yeri, hoşnutsuzluk işi, kederli olmak zamanı, yeri ve kederli olmak
işi gibi mânâlara gelir. Burada Menşat ile beraber anıldığı için kederli zaman
mânâsına terceme ettim. Çünkü Menşat'ı neş'eli zaman şeklinde terceme ettim.
Esere: İstisâr
masdarından isimdir. İstisâr bir şeyi tercih etmek istemek demektir. Bu
kelimenin kullanıldığı cümleden maksad: Emir, halife ve yetkili devlet adamları
başkalarını veya kendi arzularını bize tercih etseler, maddi yardım, ikram,
devlet hizmetlerine atama ve diğer haklar hususunda farklı muamele etseler bile
bu duruma sabretmeye ve isyan çıkarmamaya söz vermektir. Sindi, bu mânâyı
tercih ederek : Çünkü bir hadîste buyurulduğu gibi Resûl-i Ekrem
(Aleyhi's-salâtü ve's-selâm), Ensâr'a şöyle bir tavsiyede bulunmuştu:
"Benden sonra size karşı bir takım tercihler yapılacaktır. Siz bu duruma
sabrediniz." Yâni emirler maddî yardımlar, hediyeler, ikramlar amirlikler
ve bir takım haklar hususlarında başka kimseleri siz Ensâr'a tercih edecekler.
Siz bu durumlara karşı sabrediniz. Nitekim Hulefâ-i Râşidin yâni hak yolda
yürüyen halîfeler devrinden sonraki emirler'in dönemlerinde bu durum vuku
buldu ve Ensâr-i Kiram (Radıyallâhü anhüm) bu duruma karşı sabrettiler, diye
bilgi vermiştir.
Bu hadis, seçimle
iktidar olan devlet adamlarına itaat etmek ve isyan ile ihtilâl çıkarmamak,
kardeş kanının dökülmesine sebep olmamak hususunda bir nassdır. Ancak bu
itaatin bir sınırı vardır kibu sınır B u h â r i' nin rivayetinde
belirtilmiştir. Biz de bu ilâveyi parantez içinde ifâde ettik. Bu sınır,
emîrin apaçık kâfir olması sınırıdır. Yâni böyle kâfir bir emire itaat ve
emirlerine uymak yoktur. Zâten bu bâbtan önceki bâbta rivayet edilen hadislerde
Allah'a isyan hususunda hiçbir yaratığın emrine uyma ve itaatin söz konusu
olamayacağı belirtilmiştir.
Hadisin; cümlesinin
mânâsı hakkında da Sindi: Yâni devletin bir yetkilisi ehil bir kimseye verilmiş
iken o yetkinin ondan alınarak ehil olan bir başkasına verilmesi için de nizâa
girmemeye söz veriyoruz, diye bilgi vermiştir.
Kötü ve zâlim devlet
adamlarına karşı takınılacak tavrın ne olacağı hususunda D â v û d İ özetle
şöyle der: Âlimlerin bu nokta hakkındaki görüşleri şöyledir: Bir fitne ve
zulüme sebebiyet ve meydan vermeden o devlet yetkilisinin işine son verilmesi
ve işgal ettiği mevkiden indirilmesi mümkün ise bu yola gidilir. Fakat bu yolla
görevden alınması mümkün görülmediği takdirde yapılacak şey, sabretmektir.
Bâzıları da şu görüşü beyân etmişlerdir: Fâsık ve zâlim bir kimsenin emirlik
gibi devlet makamına baştan seçilmemesi gerekir. Kendisine bîat edilirken
adaletli olup, sonradan sapıtıp zulüm ve haksızlık yapmaya başlayan emir küfrü
benimsemedikçe ona karşı isyan ve ihtilâl yoluna gidilemez. Dinsizliği ve küfrü
kabullenince artık ona karşı çıkmak ve onu o mevkiden indirmek için başka
çârelere başvurmak vâcib ve meşru olur.
Hadisin son kısmında
ise hakkı ve gerçeği söylemek hususunda hiç kimseye tâviz verilmemesi ve hiç
kimsenin kınaması, ayıplaması endişesiyle bundan geri kalınmaması emrediliyor.
Şartlar ne olursa olsun, yâni hayati tehlike olmadıkça, müslüman, hakkı ve
gerçeği söylemelidir.
2867) Avf bin Mâlik el-E§caî (Radtyallâhü a»*)'den; Şöyle
demiştir:
Biz yedi veya sekiz ya
da dokuz kişi olarak Peygamber (Sallal-lahü Aleyhi ve Sellem) 'in yanında idik.
Peygamber (Sallallahü Aley-hive Sellem)
(bize) :
Allah'ın Resulüne bîat
ediniz, buyurdu. Bunun üzerine biz ellerimizi (Ona) uzattık. Bu arada bir
konuşmacı:
Yâ Resûlallah! Biz
şüphesiz size bîat etmiştik. Şimdi sana ne üzerine biat ediyoruz, diye sordu?
Resûl-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
Allah'a kulluk
etmeniz, O'na hiçbir şeyi ortak koşmamanız, beş vakit namazı (usûl ve âdabına
uygun olarak) dosdoğru edâ etmeniz, (başınızdaki müslüman âmirlerinizin meşru)
emirlerini dinlemeniz, (onlara) itaat etmeniz —Resûl-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi
ve Sellem) bu arada bir kelimeyi gizli söyledi — ve insanlardan hiçbir şey
istememeniz üzerine, diye cevab verdi. Avf (Radıyallâhü anh) demiş kî:
And olsun sonra ben o
cemaatın bâzısını kamçısı (elinden yere) düşüyor da yerden kaldırıp kendisine
verilmesini hiç kimseden istemiyor gördüm."
2868) Enes bin Mâlik (Radtyallâhü anh)'den; Şöyle demiştir:
Biz Resûlullah
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e emirlerini dinlemek ve itaat etmek üzere biat
ettik. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) (bize acıyarak) :
«Gücünüz yettiği
kadar,» buyurdu."
[133]
Avf bin Mâlik
(Radıyallâhü anhî'ın hadîsini Müslim de rivayet etmiştir. Bu hadis İslâm
devlet başkanına bîatın tekrarlanmasının meşruluğuna, biat edilirken biat eden
ile biat edilenin el ele vermelerinin müstehablığma, biatin Allah'a kulluk etmek,
O'na ortak koşmamak, farz ibâdeti düzenli bir şekilde ifâ etmek, Ülü'l-Emr'in
emirlerini dinlemek ve onlara itaat etmek üzere yapıldığına delâlet eder.
Ayrıca kimseden bir şey istememek için de biat edilmesinin müstehabhğı hükmü
buradan çıkarılır. Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) 'e biat eden bu
cemâatin kimseden bir şey istememeye söz vermeleri üzerine bu hükmü genel
mânâda tuttukları da hadîsten çıkarılıyor. Halbuki yapılan bîatta dilencilik
etmemeleri için kendilerinden söz istenmişti. Onlar ise tâlim edilen sözü genel
mânâya yorumlamışlar ki yere düşen kamçıyı yerden almak için bile kimseden
yardım istememişler. Hadîs en değersiz bir şeyi bile istemekten sakınmayı ve
tenezzül etmemeyi teşvik eder.
Enes (Radıyallâhü
anbj'ın hadîsini Kütüb-i Sitte'nin kalanlarında bulamadım. Ancak, Buhâri,
Müslim, Ebû D â -vûd, Tirmizi ve Nesâi bunun mislini İ b n - i Ömer
(Radıyallâhü anh)'den, merfû olarak rivayet etmişlerdir.
Bu hadis, Resûl-i
Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm)'in ümmetine olan şefkat ve acımasının kemâl
derecesinde olduğuna delildir. Çünkü Ashâb-i Kiram (Radıyallâhü anhüm) O'na
emirlerini dinlemek ve itaat etmek üzere biat ederken güçlerinin yetmediği
işler için de biat etmiş olmasınlar diye Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü
ve's-selâm) onlara telkinde bulunarak : "Güçlerinin yettiği kadar"
kaydını ekliyor ve bu kayıtla biat etmelerini arzuluyor. Hattâ bi1 nin dediği
gibi cebir ve zor kullanma altında tutulan bir müslümanm biata aykırı
davranması, yapılan biati zedelemez. Çünkü irâde dışı bir davranış olmuş olur.
2869) Câbir (Radtyallâhü a«A)'den; Şöyle demiştir:
Bir köle gelip hicret
etmek üzere Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e biat etti. Peygamber
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) onun köle olduğunu bilmiyordu. Sonra kölenin
efendisi gelip onu istedi. Bunun üzerine Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve
Sellem), efendisine 1
Bu köleyi bana sat,
buyurdu ve onu iki siyah köle karşılığında satın aldı. Bu olaydan sonra
Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) (biat için gelen) herhangi bir kimseye
köle olup olmadığını sormadıkça onun biatim kabul etmedi."
[134]
Bu hadisi Müslim,
Tirmizi ve Nesâi
de rivayet etmişler, N e v e v
i bu hadisin şerhinde özetle şu bilgiyi
verir:
"Hadîste sözü
edilen köle sahibinin ve kölesine karşılık olarak aldığı siyah kölelerin
müslüman kişiler olması muhtemeldir. Bunların üçünün kâfir kimseler olması da
muhtemeldir. Çünkü bilindiği gibi müslüman köleyi kâfir köle karşılığında satmak
müslüman bir kimse için caiz değildir.
Hicret etmek üzere
Peygamber (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) 'e biat eden köleye sâhib çıkarak, bu
benim kölemdir diyen adamın iddiasını ya şâhidlerle veya kölenin itirafıyla
isbatlaması gereklidir. Hattâ köle olduğu iddia edilen kimse hür olduğunu
söyledikten sonra ifâdesini değiştirerek köle olduğunu itiraf etse onun son
itirafı geçerli sayılamaz. Ancak efendisi onun köle olduğunu şâhidlerle
is-batlarsa o zaman köleliğine hükmedilir.
Hadîsten çıkarılan
diğer bir hüküm de bir köleyi iki köle karşılığında satmanın câizliğidir.
Satılan ve satın alınan köleler peşin olarak teslim ve tesellüm edilirse bu
akid âlimlerin icmâı ile sahihtir. Hayvanların alım satımı da böyledir. Yâni
bir koyun iki koyuna karşılık satılabilir. Bu takdirde satılan ve satın alınan
koyunların derhal teslim ve tesellümü yapılacaktır. Eğer bir adam bir köleyi
iki köleye veya bir deveyi iki deveye karşılık vadeli olarak satarsa bu tür
satış Ebû Hanife ile Küfe âlimlerine göre caiz değildir. Şafii ve cumhura göre
caizdir. Bu mes'ele hakkında başka görüşler de vardır."
Hadîsten çıkarılan bir
başka hüküm de şudur: Bir kimse emir'e müracaatla hicret etmek üzere biat etmek
istediğinde, emir o kimsenin köle mi hür mü olduğunu bilmediği takdirde önce
bu durumu soracak. Eğer adam köle olduğunu söylerse, emir onun biatini kabul
etmeyecek. Şayet hür olduğunu söylerse o zaman biati kabul edilecek. Tuhfe
yazan bu hükmü beyân etmiştir.
[135]
2870) Ebû Hüreyre (Radtyallâhü anh)'den rivayet edildiğine
göre; Resûlullab (Satlallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu, demiştir :
«Üç kişi vardır ki
kıyamet günü Allah onlarla konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları temize
çıkarmayacaktır. Onlar için elim bir azab da vardır:
(Onlardan birincisi)
çölde ihtiyacından fazla suyu bulunup da (susamış) yolcudan esirgeyen adamdır.
(îkincisi) ikindiden sonra bir kimseye bir mal satıp bu malı şu ve bu fiyatla
aldığına dair Allah'a yemin eden, müşteri de (bu yemin üzerine) kendisine
inanan, halbuki yemininde yalancı olan (satıcı) adamdır. (Üçüncüsü) de o
adamdır ki, imâm (yâni devlet başkanınla sırf dünyalık için biat eder. İmâm ona
dünyalıktan verirse o adam biatinin gereğini îfâ eder (yâni itaat eder). Ona
dünyalık vermezse o adam biatinin gereğini îfâ etmez (yâni isyan eder)."
[136]
Bu hadis sünenimizin
2207. hadisimizin aynisidir. Orada belirtildiği gibi bu hadîsi Buharı ve
Müslim de rivayet etmişler. Ayrıca T i r m i z î de bunu kısa bir metinle
rivayet etmiştir. Hadisin izahı orada yapıldığı için burada tekrar izaha gerek
yoktur.
2871) Ebû Hüreyre (Radtyallâhü a»A)'den rivayet edildiğine
göre; Resûlullah (Sallallakü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu, demiştir:
(Devlet yetkilileri
toplumu idare ettiği gibi) İsrail oğullarını peygamberleri idare ederdi. Her
ne zaman bir peygamber gider (ölür)se, onun yerine başka bir peygamber geçerdi.
Benden sonra şüphesiz içinizde hiç bir peygamber olmayacaktır. Sahâbîler:
Şu halde (senden sonra) ne olabilir? diye sordular.
Peygamber
(Sallallahü Aleyhi ve
Sellem) :
(Benden sonra)
halîfeler olur ve sayıları çoğalabilir, buyurdu. Sahâbîler t
(Yâ Resûlallah)!
Halîfelerin sayısı taaddüd edince nasıl yapacağız? diye sordular. Peygamber
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
Birinciye ettiğiniz
biate bağlı kalınız (Çünkü ilk biat sahihtir) ve üzerinizdeki (emri dinleme ve
itaat etme) hakkı ödeyiniz. Onlara da Allah (Azze ve CelleJ riâyet etmeleri
gerekli haklarınızı soracaktır."
[137]
Bu hadisi Buhâri ve
Müslim de rivayet etmişlerdir. Peygamberlerin israil oğullarını idare etmeleri
ile ilgili cümlenin açıklaması bölümünde e 1 - H â f ı z . el-Fetih'te : Yâni
t s -r â i 1 oğullarında bir bozulma olduğu zaman Allah Teâlâ bu bozukluğu
giderip onları düzene sokacak ve değiştirilen Tevrat hükümlerini tashih edecek
bir peygamber gönderirdi. Bu hadis, toplumun işlerini sevk ve idare edecek,
onları iyi yola yöneltecek ve mazlumun hakkını zâlimden alacak bir liderin
bulunmasının gerekliliğine delâlet eder der. E 1 - H â f ı z daha sonra
hadisin "İlk halîfe'ye ettiğiniz bîat'e bağlı kalınız..." cümlesinin
açıklaması bölümünde de: "Yâni bir halîfe'ye biat edildikten sonra ikinci
bir halîfe'ye biat edildiği zaman birinci halîfe'ye yapılan bîat sahihtir,
diğer halîfe'ye ya-pılan biat bâtıl ve geçersizdir. N e v e v i demiş ki,
ikinci halîfe'ye bîat edenler birinci halîfe'ye bîat edildiğini bilsinler veya
bilme-sinler, biat edenlerin hepsi bir memlekette bulunsunlar veya muhtelif
memleketlerde bulunsunlar fark etmez. Hüküm aynidir. Cum-hûr'un da teyid ettiği
sahih görüş budur. Kurtubi de şöyle demiş: Bu hadiste birinci halîfe'ye yapılan
biatin hükmü beyân edilmiş, fakat ikinci halîfe'ye yapılan bîat'ın hükmü beyân
edilmemiştir. İkinci halife ile yapılan bîat'ın hükmü M ü s 1 i m' in rivayet
ettiği Arfaca hadîsinde;^.VI öit^^-» la 'Diğer halîfe'nin boynunu (kılıçla) vurunuz" cümlesiyle beyân edilmiştir,
diye bilgi verir.
Bu hadîs, dîn işinin
dünya işinden önce olduğuna delâlet eder. Çünkü Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü
ve's-selâm) önce halîfe'ye karşı olan görevlerin İfâsını emretmiştir. Çünkü
seçilen halîfe'rün emirlerini dinlemek ve itaat etmek dînin yücelmesine,
toplumun birlik ve beraberlik içinde yaşamasına ve her türlü fitne ve fesadın
önlenmesine vesile olur. Kişilerin kişisel haklarını halifeden isteme işi sonraya
bırakılmış olmakla beraber ihmal edilmemiş ve bu haklar dünyada
gerçekleştirilmemişse bile kıyamet günü bunun hesabı mutlaka halifeden
sorulacaktır. Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) bu durumu da
bildirmiştir.
N e v e v î' nin
dediği gibi halifelerin çoğalması haberi Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü
ve's-selâm)'in bir mucizesi mahiyetindedir. N e v e v i bu arada: Âlimler bir
devirde birden fazla halîfe'ye biat edilmesinin caiz olmadığı hususunda ittifak
etmişlerdir. İslâm memleketi ne kadar geniş olursa olsun hüküm budur,
demiştir.
2872) Abdullah (bin Mes'ûd) (Radtyallâhü ankydtn rivayet edildiğine
göre; Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu, demiştir:
Ahdîni bozan her kişi
için kıyamet günü (halk arasında teşhir edilmek üzere) bir alâmet dikilir ve:
Bu alâmet falan kişinin ahdini bozması (nın cezası) dır, denilir."
2873) Ebû Saîd-i Hudrî (Radtyallahü anhyûett rivayet
edildiğine göre; ResûluIIah (SaUallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu,
demi§tir:
Bilmiş olunuz ki
ahdini bozan her kişi için ahdini bozduğu oranda kıyamet günü (halk arasında
teşhir edilmek üzere) bir alâmet dikilir."
Kot: Zevâid'de şöyle
denilmiştir: Bu hadisin senedinde bulunan Ali bin Zeyd bin Ced'ân zayıftır.
[138]
Abdullah (Radıyallâhü
anh)'ın hadîsini B u h â r I de rivayet etmiştir. Ayrıca bunun mislini Buhârî,
Müslim, Ebû Dâvüd ve Nesâî, îbn-i Ömer (Radıyallâhü anh)'den rivayet
etmişlerdir. Ebû S a i d (Radıyallâhü anhJ'ın hadîsi ise Zevâid nevindendir.
Bu hadîsler de ahdini
bozan ve sözünde durmayan kimsenin kıyamet günü mahşer halkı huzurunda teşhir
ve tahkir edileceği ve içine düştüğü kötü durumun, arkasına takılacak bir
alâmetle belirtileceği bildirilmiştir.
El-Hafiz'ın
el-Fetih'te beyân ettiğine göre tbn-i Eb! Cemre: Bu hadisin zahirine göre her
ahid bozma İşi için bir alâmet takılır ve bu durumda bir kiçi için yaptığı ahid
bozma sayısınca alâmetler bulunur. Ahdini bozan kimsenin kıyamet günü bir takım
alâmetlerle teşhir edilmesi hikmetine gelince-, ahdi bozma işi genellikle gizli
ve kapalı kalır. Bu itibarla cezasının alenen olması uygun olur. Arablara göre
bir şeyin en iyi şekilde teşhiri bayrak asmak yoluyladır. Bu nedenle hadîste
bayrak dikme tâbiri kullanılmış, demiştir.
[139]
2874) Ümeyme bint-i Rukayka (Radıyallâhü anhâ)'dan; Şöyle
demiştir :
Ben birkaç kadın
içinde Peygamber (SaUallahü Aleyhi ve Sellem)'in yanına varıp O'na biat ettik.
Peygamber bize (acıması nedeniyle) ;
Gücünüz yettiği ve
takat getirebildiğiniz kadar. Şüphesiz ben kadınlarla tokalaşmam, buyurdu.**
[140]
Bu hadisi Tirmizt,
Nesâî ve Tabarî
de rivayet etmiştir. Tirmizi' nin rivayetinde, Ümeyme
(Radıyallâhü anhâ) şöyle demiştir:
"Resûl-i Ekrem
(Aleyhi's-salâtü ves-selâm) bize i Gücünüz yettiği ve takat getirebildiğiniz
kadar, buyurun ca ben Allah ve Resûl'ü bize bizden fazla merhametlidirler,
dedim. Sonra ı Ya Resûlallah! Bizimle biatle» (Süfyan demiş ki: Yâni biat
ederken elinizi bizim elimize ver), dedim. RetûM Ekrem (Aleyhi's-salâtü
veVselam): Benim
yüz kadına sözüm, tek
bir kadına sözüm gibidir (yâni kadınlarla tokalaşmam) , buyurdu."
Nesâî ve Tabari' nin
rivayetlerine göre Ü m e y m e ile beraber biat için Peygamber (Aleyhi's-salâtü
ve's-selâm)'e müracaat eden kadınlar:
Yâ Resûlaliah! Elini
açıp bize uzat, toka!aşalım (yâni ellerimizi senin elinin üzerine koymak
suretiyle biat edelim) dediler. Bunun üzerine Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve
Sellem) :
Ben kadınlarla
musafaha etmem (yâni tokalaşmam). Ancak sizden ahld alırım..., buyurdu.
Kadınlarla yapılan
biat'te halife kadınların elini tutmaz ve ancak onlardan söz ve ahid alır.
Hadis buna delildir.
ümeyme (R.A.)'ın Hâl
Tercemesi
Ümeyme bint-i Rukayka
(R.A.)'nın babası Abdullah bin Necâd bin Umeyr bin el-Hars bin Harise bin Sa'd
bin Teym et-Teymiyye'dir. Bu kadın sahâbilerdendir. Râvîlerİ kızı Hakime ve
Muhammed bin el-Münkedir'dir. Sünen sahibleri onun hadislerini rivayet
etmişlerdir. (Hülâsa : 489)
2875) Peygamber
(Sallallahü Aleyhi ve SeUem)'in zevcesi Âiçe (Ra~ d\yallâhü anhâ)'d&n;
Şöyle demiştir:
îmân eden kadınlar
(Fetih'ten önce Mekke'den Medine-i Münev-vere'ye) Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in
yanma hicret
ettikleri zaman
Allah'ın; = "EyNebî! İmân eden kadınlar sana biat etmek üzere yanma
geldikleri zaman..., âyeti ile imtihan (yâni biat) edilirlerdi. Âişe
(Radıyallâhü anhâ) demiş ki: İmân eden kadınlardan bu âyet'i ikrar (yâni âyetteki
ahidleri kabul) edenler imtihanı ikrar (yâni şer'i bîat) etmiş olurlardı.
Kadınlar bu (âyetteki) ahidleri sözleriyle ikrar ve kabul edince Resûlullah
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem} onlara : Gidiniz. Ben sizlerle bîatleştim (yâni
biatiniz tamamlandı), huyttnttâu. Hayır. Allah'a yemin ederim ki, Resûlullah
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in, (mübarek) eli hiç bir (yabancı) kadının eline
kat'iyyen temas etmedi. O, kadınlarla sadece konuşmak suretiyle (yâni ellerini
tutmadan) bîatleşirdi.
Âişe demiş ki:
Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Allah'ın kendisine emrettiği
ahidlerden başka hiç bir şey hakkında kadınlar dan söz almadı. Resûlullah
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem}'in (mübarek) eli hiç bir (yabancı) kadının eline
kat'iyyen temas etmedi. Re-sûi-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) (bîat
için) kadınlardan söz aldığı zaman onlara sözlü olarak: Ben sizlerle
bîatleştim, buyururdu."
[141]
Bu hadisi Buharı,
Müslim, Ebû Dâvûd ve N e s â i de rivayet etmişlerdir. Hadîste anılan Mümtehine
sûresinin 12. âyetinin tamamının meali şöyledir:
Bu Ümeyme, Ümeyme
bint-i Rukayka es-Sakafiyye'den başkadır. O kadın tabiilerdendir. Bu durum
Tuhfe yazan tarafından belirtilmiştir.
"Ey Peygamber!
İmân eden kadınlar, sana gelip Allah'a hiç bir şeyi ortak koşmayacakları,
hırsızlık yapmayacakları, zina etmeyecekleri, çocuklarını öldürmeyecekleri,
elleriyle ayaklan arasında uyduracakları bir iftira ile gelemeyecekleri ve
sana maruf (yâni dînen iyi sayılan) hiç bir hususta isyan etmeyecekleri üzerine
bîat'te bulunacakları zaman artık sen de onlarla biatleş (yâni biatlerini
kabul et) ve onlar için Allah'tan mağfiret dile. Şüphesiz Allah gafurdur, rahimdir."
Bu âyet. imân eden
kadınlarla yapılan biat'te onlardan hangi hususlar için söz ve ahid alındığını
beyân eder.
Ayni sûrenin 10. âyeti
de îmân ederek hicret eden kadınların gerçekten inandıkları için mi, dünyevî
bir takım yararlar ve amaçlarla mı hicret ettiklerinin tesbiti ve bu konuda
kanaat sahibi olmak üzere onların imtihan edilmelerini emreder. B u h â r î'
nin  i ş e (Radıyallâhü anhâ) 'dan olan bir rivayetine göre imân edip de
Peygamber (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm)'a hicret eden kadınları Peygamber
(Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) bu âyet hükmünce imtihan ederdi. Bu ikinci hadîste
de Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) 'in kadınlarla yaptığı biat'in
sözlü olarak yapıldığı ve O'nun mübarek elinin hiç bir yabancı kadının eline
temas etmediği belirtilmektedir.
Süneninıizin hadîs
metninde geçen ve İmtihan kökünden alınma kelimeler; hadis sarihlerinden Nevevi
tarafından bîat mânâsına yorumlandığı için tercemede bu durumu dikkate aldım.
N e v e v î bu hadîsin açıklaması bölümünde özetle şöyle
der: Yâni hicret eden kadınlar bu âyette belirtilen hususlar üzerine
Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü
ve's-selâm)'e biat edince kadınlar şer'î
biat
yapmış olurlardı.
[142]
1. Kadınların biati el tutmak suretiyle değil, ancak
sözledir.
2. Erkeklerin blat'ı ise hem el tutmak hem de sözle
yapılır (Yâni biat eden erkek sağ elini, biat ettiği zâtın sağ elinin üstüne
bırakıp biat ettiği hususları diliyle ikrar eder.)
3. İhtiyaç hâlinde kadının konuşmasını dinlemek erkeğe
mubahtır. Yâni kadının sesi ihtiyaç ve zaruret hâlinde avret sayılmaz,
dinlenebilir.
4. Yabancı kadının vücûduna dokunmak, onunla tokalaşmak haramdır. Ancak tedavi,
hacâmet, kan aldırmak ve diş çektirmek gibi işler için bunu yapabilecek kadın
bulunmadığı takdirde zaruret ölçüsü içinde elle temas etmek caizdir." (Nevevi' nin sözü bitti.)
Tuhfe yazarı da şöyle
der; Erkeklerin biat'ının musafaha, yâni tarafların birbirlerinin elini tutması
suretiyle yapılması sünm-rtir. Keza tarafların sağ elleriyle musafaha etmeleri
sünnettir. Çünkü Müslim'in "Amr bin ei-Âs (Radıyallâhü anhl'den rivayetine
göre Amr şöyle demiştir: Ben Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in yanına
vardam ve O'na : Sağ elini açıp ver ki, sana biat edeyim, dedim. O da sağ elini
açıp verdi..." El-Kari bu hadîsin şerhinde: Yâni sağ elini açıp uzat ki
ben de sağ elimi senin sağ elinin üzerine bırakıp biat edeyim. Nitekim bîât'te
usûl böyledir. demiştir.
Mü'minlerin birbirine
rastladıkları zaman sağ elleriyle tokalaşmaları da sünnettir. Bîat ederken
veya iki mü'min karşılaşırken her iki elleriyle tokalaşmalarının sünnetliği
hakkında sahih, açık ve mer-fû bir hadîsin rivayeti sabit değildir. (Tuhfe
yazarının sözü bitti.)
[143]
Sebakt Koşu
yarışmasını kazanan kişi için ödül olarak verilen mala denilir.
Rihân i At
yarıştırmak, ödüllü olarak at yarıştırmak ve bir konu hakkında bahse girip ödül
koymak gibi mânâlara gelir. Burada ödüllü olarak at ve deve yarıştırmak mânâsında
kullanılmıştır. Sebak da at ve deve yarışmasını kazanan kişi için konulan ödül
mânâsında kullanılmıştır. Ok ve benzeri silâhlarla yapılan nişan yarışması da
at ve deve ile yapılan koşu yarışması hükmündedir. Çünkü kâfirlerle yapılan
savaş ve cihâd için bu nevi yarışmalar yararlıdır. Bu yarışmalann ve
yarışmayı kazanım kimsenin ödüllendirilmesi ile ilgili bilgi bu bâbtaki
hadislerin izahı bu.ümünde verilecektir.
2876) Ebû Hüreyre (Radtyattâhü ank)'den rivayet edildiğine
göre; Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu, demiştir :
Kim önüne geçilmekten
emin olmadığı (yâni yarışmayı kazanacağını kesinlikle bilmediği) halde bir atı
(yarışacak) iki atın araşma koyar (ve böylece üç at arasında koşu yarışması
yapılır) sa bu ödüllü yarışma kumar değildir. Kim de önüne geçilmekten emin
olduğu (yâni yarışmayı kazanacağını kesinlikle bildiği) halde bir atı (yarışacak)
iki at arasına koyar (ve böylece üç at arasında koşu yarışması yapılır) sa bu
Ödüllü yarışma kumardır."
[144]
Bu hadisi Ebû
Dâvüd da rivayet etmiştir.
Sünen'imizin haşiyesi S i n d i'
de hadisin metninde geçen iki cümlenin;
şeklinde olduğu, yâni her
iki cümlede bulunan iki muzari
fiillerinin Binâ-i Mechûl olduğu belirtilmiştir. Ebû Davud'un rivâyetindeki
benzer cümlelerde bulunan fiillerin yine Binâ-i mechûl olduğu Avnü'l-Mabûd
yazan tarafından ifâde edilmektedir. Ebû Davud'un rivâyetindeki birinci
cümle Sindi" nin tesbît ettiği cümle şeklindedir. İkinci
cümle de; şeklindedir.
Tıybî ve
İbnü'l-Melik bu cümlelerle
kasdedilen mânânın şöyle olduğunu ifâde ederler: Yâni yarışacak iki atın
araşma kendi atını katan
üçüncü şahsın atının diğer iki atı geçip yarışmayı kazanacağı kesinlikle
bilinmiyor ise bu yarışma kumar değildir. Ortaya konulan ödülü almak da haram değildir.
Şu halde hadîsin birinci paragrafında geçen ve Sindi' nin tesbit ettiği
fiillerin bulunduğu cümlenin özlü mânâsı: "Üçüncü at sahibinin önüne
geçilmesinden emin olunmaması hâlinde."
Yarışacak iki atın
arasına kendi atını katan üçüncü şahsın atının diğer iki atı geçip yarışmayı
kazanacağı kesinlikle biliniyor ise bu yarışma kumardır ve ortaya konulan ödülü
almak haramdır. Şu halde hadîsin ikinci paragrafında bulunan ve Sindi' nin
tesbit ettiği fiillerin bulunduğu cümlenin özlü mânâsı şöyle olur: "Üçüncü
at sahibinin önüne geçilmesinden emin olunması hâlinde".
Avnü'l-Mabûd yazarının
beyânına göre e 1 - M a z h a r şöyle demiştir:
"Muhallil, yâni
atım iki at arasına koymak suretiyle yapılacak ödüllü at yarışmasını helâl hâle
getirmeye çalışan üçüncü şahıs öyle bir at getirmelidir ki, onun atı koşma
gücü bakımından diğer atların misli veya onlara yakın bir durumda olmalıdır.
Eğer onun atının diğer iki at'a koşu bakımından üstünlüğü ve mutlaka yarışmayı
kazanarak onların önüne geçeceği kesinlikle biliniyor ise bu yarışma caiz
değildir. Üçüncü atın varlığıyla yokluğu aynidir. Fakat mu-hallü'in yâni üçüncü
şahsın atının diğer iki atı geçmesi kesinlikle bilinmez ve onun yenilmesi
muhtemel ise bu yarışma caizdir. Yarışmayı kazananın ödül alması meşrudur."
[145]
Yine Avnü'l-Mabûd
yazarının beyânına göre Şerhü's-Sünne'de şu bilgi verilmiştir:
At yarışması işinde
yarışmayı kazanan tarafa verilecek mâli ödül devlet yetkilisi tarafından veya
yarışmacıların dışında kalan bir vatandaş tarafından verilirse; Ve verecek
olan kimse: Yarışmayı kazanan atlıya şu malı vereceğim, derse bu yarışma
caizdir ve yarışmayı kazanan atlının söz konusu ödülü alması meşrudur.
Şayet yarışmacı iki
atlıdan birisi rakibine: Eğer sen beni geçersen ben sana şu kadar mal vermeyi
taahhüt ediyorum. Şayet ben seni geçersem sen bana bir şey vermeyeceksin, derse
ve yarışma bu esas üzerine yapılırsa bu da caizdir. Rakip olan tarafın
yarışmayı kazanması hâlinde taahhüd edilen malı alması meşrudur.
Eğer yarışacak iki
taraf da mal ödemeyi taahhüd ederse bu takdirde yarışma caiz olmaz. Bu da şöyle
olur: Yarışmacı taraflardan birisi diğerine : Ben seni geçersem sen bana şu
kadar mal vereceksin. Sen beni geçersen ben sana şu kadar mal vereceğim, der.
Karşı taraf da peki diyerek böylece bahse girişirlerse bu nevi yarışma caiz
değildir, kumardır ve o mal alınıp verilmez.
Son şekil ancak üçüncü
bir atlının da yarışmaya katılmasıyla meşrûlaşabilir. (Bu üçüncü şahsın katılmasıyla
yarışmanın meşrulaşması için hadîste ve bunun yukarıda geçen izahında
belirtilen durum ve şartın bulunması da gereklidir. Yâni üçüncü atın diğer iki
at gibi olması gereklidir. Üçüncü atın üstünlüğü ve yarışmayı kazanması
kesinlikle biliniyor ise bu yarışma yine haramdır ve kumar sayılır.)
İki yarışmacının
ikisinden hangisi yarışmayı kazanırsa diğerine belirli bir malı vermeyi taahhüt
etmiş iken; yarışmayı meşrulaştırmak için yarışmaya katılan üçüncü şahsın atı
da diğer iki at gibi olunca ve üçü yarışma yapacakları zaman ödülü alma hakkı
kime ait olacak?
Yarışmaya katılan
üçüncü şahıs, yarışmada ikisini de geçtiği takdirde her ikisinin ödüllerini
kazanmış olur. Şayet üçüncü şahıs yarışmada yenilirse diğerlerine bir şey
vermez. Üçüncü şahıs diğerlerin önüne geçtiği zaman diğerleri ister beraber
olsun ister birisi diğerini geçsin fark etmez. Yâni ödüllerin ikisi de üçüncü
şahsa ait olur.
Şayet diğerleri
beraber kalıp üçüncü şahıs geride kalırsa hiç birisi ödül kazanmış olamaz.
Eğer asıl yarışmacılardan
biri öne geçse ve üçüncü şahıs ile diğer yarışmacı beraber kalsa veya
bunlardan biri ikinci, diğeri de sona kalsa, asıl yarışmacılardan öne geçen
adam diğer asıl yarışmacıdan ödül alır. İkinci sırada kalana bir şey verilmez.
Şayet asıl yarışmacılardan
birisi ile üçüncü şahıs berabere kalsalar ve diğer asıl yarışmacı geride
kalırsa, berabere kalanlar ödülü paylaşırlar, geride kalana ise bir şey
verilmez.
2877) (Abdullah) bin Ömer (Radtyaltâhü anhümâyd&n;
Şöyle demiştir :
Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve S e İle m) bâzı atlan
tadmîr etti (yâni idmana çekip zayıflattırdı). Sonra O, tadmîr (idman) edilen
atları Hafya'dan Seniyyetti'l-Vedâ'a kadar koşturur (yarıştırır) di. Ve tadmîr
(idman) edilmemiş olan atları (da) Seniyyetü'l-Vedâ'dan Benî Züreyka mescidine
kadar koşturur (yarıştırır) di."
[146]
Bu hadîs Kütüb-İ
Sitte'nin hepsinde rivayet edilmiştir.
İdmar ve Tadmîr: Bir
atı iyice kuvvetleninceye kadar bol miktarda yemlemek, sonra yemini azaltıp
sıcak bir ahırda çullu olarak tutup terletmek ve böylece etinin hafifletilmesi
suretiyle çok koşacak duruma getirmek manasınadır. El-Hâf iz bu iki kelimeyi
böyle açıklamıştır.
Sünenimizde Tadmîr
masdanndan türeme fiil kullanılmıştır. Bâzı rivayetlerde ise İdmâr masdanndan
türeme fiil kullanılmıştır. Yukarda belirttiğim gibi bu iki kelimenin mânâsı
aynidir.
Hadiste geçen Hafyâ,
Medîne-i Münevvere' nin yakınında bir semtin ismidir. Seniyyetü'1-Vedâ da yine
buraya yakın bir yerin adıdır. Medine1 den sefere çıkanlar bu semtte
uğur-landıklan için buraya bu isim verilmiştir. Seniyye sözcüğünün sözlük
mânâsı dağ yolu demektir. Müslim'in rivayetinde belirtildiği gibi bu iki semt
arasındaki mesafe altı mildir. Yine M ü
s1 i m' in rivayetinde belirtildiği
gibi Seniyyetü'1-Vedâ ile Beni Züreyka mescidi arasındaki mesafe de bir mildir.
Kurtubi: At ve diğer
hayvan yarışı ve yaya yarışının caiz-ligi hususunda ihtilâf yoktur. Ok yarışı
da böyledir, demiştir.
N e v e v i de bu hadisin şerhinde özetle şu bilgiyi
verir: "Bu hadis de Peygamber
(Aleyhi's-salâtü ve's-selâm)'in idman edilmiş atlar arasında ve idman
edilmemiş atlar arasında koşu yarışını düzenlediğini ifâde eder.
[147]
1. Atlar arasında koşu yarışmasını düzenlemek meşrudur.
2. Savaşa hazırlamak üzere hızlı koşmalarını temin etmek
maksadıyla atları idman etmek, tadmir etmek meşrudur.
Âlimler atlar arasında
koşu yarışmasını düzenlemenin hükmü hususunda ihtilâf etmişler: Bâzılarına
göre caiz, diğer bir kısmına göre müstehabtır. Bizim arkadaşlarımız bunun
müstehabhğına hükmetmişlerdir.
Atlar arasında ödülsüz
koşu yarışmasının meşruluğu hususunda icmâ var. Fakat ödüllü yarışmaya gelince
bu ödül iki yanşmacı tarafından ödenirse üçüncü bir atlının da yarışmaya
katılması gereklidir. Aksi takdirde yarışma kumar sayılır." N e v e v î
daha sonra yukardaki hadîsin izahı bölümünde Şerhü's-Sünne'den naklen verdiğim
bilginin benzerini anlatmaktadır. Bunu tekrarlamaya gerek görmüyorum.
2878) Ebû Hüreyre (Radtyallâhü anh)'âen rivayet edildiğine
göre; Resûlullah (SaUallakü Aleyhi ve Selletn) şöyle buyurdu, demiştir:
Müeabaka Ödülü yalnız
deve ve at (koşusun) da vardır. (Bir de ok yarışmasında bulunur.)"
[148]
Bu hadisi Tirmizi,
Ebû Dâvüd ve
Nesâî de
rivayet etmişlerdir.
Ok yarışması ile
ilgili cümle müellifimizin rivayetinde yok ise de diğer bâzı rivayetlerde
bulunduğu için bunu parantez içinde ilave etmeyi uygun buldum.
H a 11 â b î hadiste
geçen "Sebak" sözcüğünün yarışmayı kazanan kişiye verilen ödül ve
benzeri şey olduğunu belirttikten sonra hadîsten kasdedilen mânânın şöyle
olduğunu söyler;
"Yâni müsabakayı
kazanan kişiye verilmek üzere tâyin edilen mal ancak; deve, at ve benzeri
hayvanların koşu yarışması ve ok ile benzerî silâh atış yarışması suretiyle
hakedilebilir. Çünkü bu tür yarışmalar, savaşa bir nevî hazırlık
mahiyetindedir. Bu gibi yarışmalara ödül koymak cihâd için bir teşviktir.
Cihâda hazırlık ve savaşmaya güç kazandırma durumunda olmayan kuşların
yarışması gibi şeyler için konulan ödül meşru değildir. Bu gibi yarışmalara konulan
ödül kumardır ve sakıncalıdır."
Hadiste geçen
"Huff" deve ayağı, "Hâfir" ise at ayağı manasınadır.
Burada bu kelimelerle deve ve at mânâsı kasdedilmiştir.
[149]
2879) (Abdullah) bin Ömer (RadtyaUâhü ankümâ)'daM rivâytt
edil-e göre; (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) düşmanın eline geçmesi endişesiyle
Mushaf İle düşman toprağına sefer edilmesini yasak Udi,"
[150]
kısmen değişik iki senedle rivayet ettiği 1 b
n-i Ömer (Radıyallâhü anh) 'in hadîsini Buhâri, Müslim, Ebû Dâyûd ve Nesâi de
rivayet etmişlerdir. Hadîs, mü-câfîtöföFsit'föşa giderken beraberlerinde
Mushaf-i Şerifi götürmelerinin yalaklığına ve yasaklama hikmetinin mukaddes
kitabımızın düşmanın eline geçmesi korkusu olduğuna delâlet eder.
Avnü'I-Mabûd yazarının
beyânına göre îbn-i Abdi'1-Ber şöyle demiştir •" Küçük askeri birliklerin
savaşa gittiklerinde beraberlerinde Mushaf-i Şerifi götürmelerinin yasakladığı
hususunda fı-kıhçılar^ |*tifajt vardır. Çünkü küçük askeri kuvvetin elindeki
Mushaf'ın düşmanın eline geçmesinden korkulur. Büyük askerî kuvvetler
saj^şa^iîtikler^ntie beraberlerinde bulunan Mushaf'ın düşmanın eline geçmesi
Ttorkûsu olsun veya olmasın M â 1 i k' e göre yine ya-safib^.'^E/jb/tf t ÎJja n
i f e' ye göre Mushaf'ın düşmanın eline geçmesi korkusu olmayacak derecede
kuvvetli ordu teşkilâtında bulunan askerlerin Mushaf'ı beraberlerinde savaşa
götürmeleri caizdir.Ş â f i i' nin görüşü de Ebû H a -n I f e' nin görüşüne benzer.
Bu yasaklamanın sebebi
mukaddes kitabımızın düşmanın elinde hakarete uğramasını önlemektir. Hikmet bu
olunca kâfir'e Mushaf satmanın yasaklığı hükmü de çıkar. Çünkü kâfir'e Mushaf
satmakla onun mukaddes kitabımıza hakaret etmesi fırsatı verilmiş olur.
El-Hâfız: Bu hadîs,
kâfir'e Kur'ân-ı Kerim dersini vermenin yasaklısına da delil gösterilmiştir.
Mâlik bu görüştedir. Hanefiler bunun câizliğine hükmetmişlerdir. Şafiî' den her
iki görüş de rivayet edilmiştir, der.
[151]
2881) Cüb^eyT b|n AluVim, {Radtyallâhü
Osmâtı bin Affân (Radıyallâhü anh) ile beraber
ftMÛ- Aleyhi ve Sellem)'in yanına giderek CTmrt Htty-ber (savaşı ganimetinin)
humus (beşte bir) hissesinden Hafim i lan ye Mutt^ibrpftuUan arasında taksim
ejttifti JıUw
(Yâ Resûlallah!) Sen
Hâsim oğullan ve Muttalib oğullan kardef-Ierimize (ganimet malından) hl»«e
verdlrt (yAnL'bımdan bta» bir tty vermedin). Halbuki (onlann ve bizim sana
öfan*yaUıd4univ%ifdlr.
[152]
Bu hadisi Buhârî, Ebû
Dâvûd ve Nesâi derir vayet etmişlerdir. Bâzı rivâyetlerdeki metin uzuncadır.
Bilindiği gibi ganimet
malının beşte biri Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm)'in emrine, dörtte
biri de mücâhidlere dağıtılırdı. Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm)'in
emrine tahsis edilen hisse de E n f â 1 sûresinin 41. âyetinde belirtildiği
şekilde beş kısma ayrılırdı. Bu kısımlardan birisi Resûl-i Ekrem
(Aleyhi's-salâtü ve's-selâm)'in müslümanlığı kabul eden yakınlarından H â ş i m
oğullarına ve Muttalib oğullarına aitti.
Resûl-i Ekrem
(Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) H a y b e r savaşından elde edilen ganimet
malından O'nun emrine verilen humus, yâni beşte bir hisseden yakınlarına âit
olan kısmı H â ş i m oğullarına ve Muttalib oğullarına vermişti. Bunun üzerine
C ü -beyr bin Mut'im (Radıyallâhü anh) ile Osman bin Af fan (Radıyallâhü anh)
Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve'sse-lâm)'e müracaat ederek kendilerinin de
O'nun yakınlarından olduğu halde bu hisseden yararlanmadıklarını arz ettiler.
Bu iki zâtın Peygamber (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) 'e olan yakınlıkları
şöyledir :
Peygamber
(Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) 'in dördüncü dedesi Abd-ı Menâftır. Abd-i Menâfin
Hâşim, Muttalib, Abd-i Şems ve Nevfel isimli dört oğlu vardı. Resûl-i Ekrem
(Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) H â ş i m' in torunla-nndandır. Hadîsin râvîsi
Cübeyr, Nevfel'in torunlann-dandır. Hadîste sözü edilen Osman ise Abd-i Şems'in
torunlarındandır. Bu iki zâtın baba ve dedelerinin isimleri şöyledir:
Cübeyr bin Mut'im bin
Adî bin Nevfel bin Ab d-i Menâf.
Osman bin Affân bin
Ebi'l-Âs bin Ümey-ye bin Abd-i
Şems bin Abd-i
Menâf.
Bilindiği gibi Resûl-i
Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) de bin Abdillah bin A b d i'l-M u t t a H b
bin H â ş i m bin Abd-i Menâf tır.
Görüldüğü gibi bu iki zat Peygamber (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm)'in
dördüncü babası olan Abd-i Menâf'ta Peygamber (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) ile
birleşiyorlar.
Abd-i Menâfin oğulları
Muttalib, Hâşim ve Abd-i Şems'in anneleri Atikabin Mürre' dir. Abd-i Menâfin
diğer oğlu N e v f e 1' in annesi ise V â -kide bint-i
Ebi Adî'dir.
Resül-i Ekrem
(Aleyhi's-salâtü ve's-selâm)'e yakınlık derecesini yukarda belirttiğim Cübeyr
bin Mut'im ile Osman bin Affân; Nevfel oğulları ile Abd-i Şems oğullarının
Hâşim oğulları ve Muttalib oğulları gibi Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü
ve's-selâm)'in dördüncü dedesi Abd-i M e n â f in soyundan geldikleri cihetle
ganimet malından Resûl-i Ekrem (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) 'in yakınlarına
verilen hisseden hepsinin yararlanması beklenirken bu hissenin Hâşim oğullan
ile Mu t t a 1 i b oğullarına tahsis edilmesi hikmetini öğrenmek üzere
Peygamber (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) 'e müracaat etmişler ve Resûl-i Ekrem
(Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) Hâşim oğullan ile Muttalib oğullarım bir soy
olarak gördüğünü beyân buyurmuştur.
Resül-i Ekrem
(Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) 'in Hâşim oğullarını ve Muttalib oğullarını bir
soy saymasının hikmeti hakkında Şer-hü's-Sünne'de: Kureyş kabilesi ile Benî
Kinâne kabilesi Muttalib ve Hâşim oğullanna karşı boykot ilân ederek Hz.
Muhammed (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) kendilerine teslim edilmedikçe bu iki
sülâle ile alışveriş etmemeyi, onlara kız alıp vermemeyi kararlaştırdılar,
denilmektedir. Nevfel oğullan ile Abd-i Şems oğullan da Peygamber
(Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) 'in yakınları olduğu halde onlara karşı böyle bir
boykot ilân edilmedi ve onlar Peygamber (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) 'e
yardımcı olmadılar. Muttalib oğullan ile Hâşim oğullan ise İslâmiyet'in ilk
günlerinde bütün sıkıntılara katlanarak Peygamber (Aleyhi's-salâtü
ve's-selâm)'i savundular. Bu iki sülâleden müslüman olmayanlar bile bu yardımı
esirgemediler. Ayrıca bu iki sülâle gerek câhiliyet devrinde, gerekse İslâmiyet
devrinde birbirine tutkun olup yardımlaşma ve dayanışma içinde yaşadılar,
aralarında hiç bir ihtilâf çıkmadı. Dâima birlik ve beraberlik içinde kaldılar,
işte bu nedenle Peygamber (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) onlan bir soy saymışve
ganimetten O'nun yakınlarına verilmesi Allah tarafından emredilen hisse
bunlara verilmiştir.
El-Hâf iz, el-Fetih'te özetle şöyle der:
Bu hadîs, Peygamber (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm)'in yakınlarına tahsis edilmiş olan ganimet hissesinin H â ş i m oğullarına ve M u 11 a 1 i b oğullarına münhasır olduğu görüşünde bulunan Şafii ve diğerleri için bir delildir. Ömer bin Abdilaziz'e göre bu hisse H â ş i m oğullarına mahsustur. Z e y d bin Erkam ile Küfe âlimlerinden bir cemaat da böyle hükmetmişlerdir. Bu hadîs ise M u 11 a 1 i b oğullarının H â ş i m oğullan gibi sayıldıklarına delâlet eder. Bu hadîs anılan hissenin bu iki sülâleye tahsis edilmesi sebebinin, bunların Peygamber (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm)'e yardımcı olması ve müslümanlığı kabullenmeleri sebebiyle başlarına gelen sıkıntı ve musibetler olduğunu belirtir. Bu hâl müslümanlığı kabullenmeyen Kureyş'in başına gelmemişti. Hülâsa E n f â 1 süresinin 41. âyeti ganimetten bir hissenin Peygamber (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm)'in akrabalarına verilmesini emretmiştir. Bu akrabalık A b d - i Şems oğullarında mevcuttu. Çünkü Abd-i Şems Peygamber (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) 'in dedesi H â ş i m' in ana baba bir kardeşi idi. Ana tarafından olan akrabalık muteber sayılmadığı zaman ayni akrabalık N e v f e 1 oğullarında da mevcuttu. Çünkü Nevfel de Hâ-ş i m' in baba bir kardeşi idi. Abd-i Şems oğullan ile Nevfel oğullarının bu hisseden yararlandınlmamalan sebebi hakkında değişik görüşler var: Şâf iiler'e göre anılan hisseden yararlanma işi akrabalık ile islâm'a yardımcı olma sebebine dayanırdı. Bu iki sebeb H â ş i m oğullan ile M u 11 a 1 i b oğullarında mev-, cut olduğu için bunlar yararlandılar. Abd-i Şems ve N e v -f e 1 oğullan akraba olmakla beraber yardımcı olma durumlan olmadığı için hisseden yararlanmadılar. Diğer bir kavle göre anılan hisseden yararlanma sebebi sırf akrabalıktı. Bu sebeb, Nevfel ve Abd-i Şems oğullarında mevcut olmakla beraber yararlanmalarına şu engel vardı: Bunlar H â ş i m oğullarından ayrılarak onlarla savaştılar. Üçüncü bir görüşe göre sözü edilen âyette akrabalık sözü umumi İse de Sünnet, yâni hadis bu sözü husus!-leştiraılştlr. Yâni Ayetteki "Zl'l-Kurta" İfadesiyle yalnız H A « i m oğullan ve M u 11 a I i b oğullarının kasdedildiği Peygamber (Aley-U'ı-sal*tü vt'ı-Hl*m)'in bu hadisi ile afüclanimftır. [153]
[1] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/463
[2] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/463-465
[3] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/465-466
[4] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/466-467
[5] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/467-468
[6] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/468-469
[7] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/469-470
[8] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/470-471
[9] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/471-472
[10] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/472-473
[11] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/473
[12] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/474-475
[13] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/475-476
[14] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/476
[15] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/477-478
[16] Âl-i İmrân: 169
[17] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/478-481
[18] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/481
[19] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/482-483
[20] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/483-484
[21] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/485-487
[22] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/487
[23] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/488
[24] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/488-489
[25] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/490
[26] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/491-493
[27] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/493-495
[28] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/495-496
[29] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/496-497
[30] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/498-500
[31] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/500-502
[32] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/502-503
[33] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/503-505
[34] Bu sahâbt'nin hâl tercemesi
2305. hadîs bölümünde geçti.
[35] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/505-506
[36] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/506-508
[37] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/508-510
[38] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/510-511
[39] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/511-512
[40] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları:
7/512
[41] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/513-514
[42] Bu zâtın hâl tercemesi 283.
hadîs bölümünde geçti.
[43] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/514-516
[44] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları:
7/516-517
[45] Bu şarabînin hâl tercemesi
506. hadîsin izahı 'bölümünde geçti.
[46] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/518-519
[47] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/519
[48] Bu sahâbinin hâl tercemesi
442. hadîs bölümünde geçti.
[49] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/519-520
[50] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/520-522
[51] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/522-524
[52] Mümin: 46
[53] îsrâ: 85
[54] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/524-527
[55] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/527-528
[56] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/528-529
[57] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları:
7/529-531
[58] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/531
[59] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/532-533
[60] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/533-535
[61] Bu sahâbi'nin hâl tercemesi
41. hadis bölümünde geçti.
[62] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/535-536
[63] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/536-537
[64] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/537
[65] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/538
[66] Bu sahâbînüı hâl tercemesi
283. hadis bölümünde geçti.
[67] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/538-540
[68] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/540-541
[69] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/541-542
[70] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/542-543
[71] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/543
[72] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/543
[73] Hülftsa: 67
Sünen-i İbni Mâce
Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 7/543-544
[74] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/544-545
[75] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/545-546
[76] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/546-547
[77] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/547-548
[78] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/548
[79] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/549
[80] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/549-550
[81] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/550-551
[82] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/551-552
[83] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/552
[84] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/552-553
[85] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/553-555
[86] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/555-556
[87] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/557
[88] Hül&u: 414
[89] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/557
[90] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/557-559
[91] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/559-560
[92] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/560-561
[93] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/561-562
[94] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/562
[95] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/563-564
[96] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/565-567
[97] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/568
[98] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/569
[99] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/569-572
[100] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/572-573
[101] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/573-574
[102] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/574-575
[103] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/575
[104] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/576-577
[105] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/577-578
[106] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/578
[107] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/579
[108] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/579-580
[109] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/580-581
[110] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/581
[111] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/581-583
[112] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/583-584
[113] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/584-585
[114] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/585-586
[115] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/586-588
[116] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/589
[117] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/590
[118] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/590
[119] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/590-591
[120] Bu sahâbiye hatunun hâl
tercemesi 647. hadîs bölümünde geçti.
[121] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/591-592
[122] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/592-593
[123] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/593
[124] Bu sahâbînin hâl tercemesi
391. hadis bölümünde geçti.
[125] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/593-596
[126] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/596-599
[127] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 7/600-601
[128] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 8/5-7
[129] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları:
8/7-10
[130] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 8/10-12
[131] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 8/12-14
[132] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 8/14-15
[133] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 8/15-18
[134] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 8/18-19
[135] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 8/19-20
[136] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 8/20-21
[137] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 8/21-22
[138] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 8/22-24
[139] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 8/24-25
[140] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 8/25
[141] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 8/25-27
[142] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 8/27-28
[143] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 8/28-29
[144] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 8/29-30
[145] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 8/30-31
[146] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 8/31-33
[147] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 8/33-34
[148] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 8/34-35
[149] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 8/35
[150] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 8/35-36
[151] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 8/36-37
[152] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 8/37
[153] Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman
Yayınları: 8/38-40