HZ. PEYGAMBER SAKALINI BOYADI MI?
KIYAFET VE KIYAFETTE CİNSLERİN AYRIMI
ZİNETLE İLGİLİ ÇEŞİTLİ MESELELER
NAKIŞLAR, SÛRETLER VE ÖRTÜLER HAKKINDA:
RESSAMLARIN ZEMMİ, RESİM VE ÖRTÜLERİN KERÂHETİ
SÛRET VE PERDELERLE İLGİLİ KERÂHET
MÜNKER OLAN ZİYAFETE KATILMALI MI?
BEDİÜZZAMAN'A GÖRE "YASAK RESİM VE HEYKEL" ZULÜM, RİYA VE HEVA
VASITASIDIR:
(Bu bölümde yedi bâb vardır)
BİRİNCİ BÂBT
AKILAR HAKKINDA
*
İKİNCİ BÂB
SAÇ BOYAMASI HAKKINDA
*
ÜÇÜNCÜ BÂB
HALÛK HAKKINDA
*
DÖRDÜNCÜ BÂB
TÜYLER HAKKINDA
SAÇ
TRAŞ
İGRETİ SAÇ (PERUK) TAKMA
SALMA VE AYIRMA AKLARI YOLMA BIYIGIN KESİLMESİ
*
BEŞİNCİ BÂB
KOKU VE YAG HAKKINDA
*
ALTINCI BÂB
ZÎNETLE İLGİLİ ÇEŞİTLİ MESELELER HAKKINDA
*
YEDİNCİ BÂB
NAKIŞLAR, RESİMLER, ÖRTÜLER HAKKINDA
RESSAMLARIN ZEMMİ
RESİM VE ÖRTÜLERİN KERÂHETİ
Zînet,
güzelleşmek mânasına gelen tezeyyün'den gelir, kendisi ile güzelleşilen şey
demektir. Dilimizdeki karşılığı süstür. Nitekim, güzellik kazanmak için
kullanılan şeye süs demekteyiz.
Gerek
bedenimize ve gerekse kullandığımz eşyalara (âlet, mesken, hayvan vs.)
güzelleşme veya güzelliğini artırmak için bir kısım maddî unsurlar ilâve etmek
bidâyetten beri bütün insanların müşterek bir vasfıdır. Bir başka ifâde ile
zînet, beşeriyetin maddî kültüründe mühim bir yer işgal eder. Öyle ki, günlük
olarak her an kullandığımız giyimkuşamdan defterkaleme, üzerinde oturduğumuz
sandalyeye veya minderden bineklerimize, evimizin iç ve dışından sokaklarımıza,
caddedelerimize varıncaya kadar herşeyde, sâdece göz zevkimize hitâb eden
tezyînî bir unsur vardır. Başka bir fonksiyonu olmadığı için eşyalarımız o
unsurlar bulunmadan da kendilerinden beklenen hizmeti eksiksiz yerine
getirebilirler. Buna rağmen azımsanmayacak külfet, zahmet ve masrafına
katlanarak tezyînî unsurdan vazgeçmeyiz.
Öyle
ise zînet, ferdî veya millî şahsiyetimizin en mühim parçalarından biri
olmalıdır. Zîra ferdleri ve cemiyetleri birinden diğerine tefrîk eden
sebeplerden bir kısmı dış görünüşle, hâricî tezahürle ilgilidir. Hem hep
biliriz ki, dış, için aynasıdır.
Teknikte
cihanşümûl değerleri benimsemekle berâber, kültürde müstakillik, ümmetîlik ve
nev-i şahsına münhasırlık'ı esas alan İslâm dininin[1]
bir bakıma iç dünyanın ve medenî hayatın hâricî tezahürü olan zînet ve zînetle
ilgili meselelerde sessiz kalması, görüş beyan etmemesi olamazdı. Nitekim
dînimizin iki semâvî kaynağını teşkîl eden Kur'an ve Sünnet'te zînetle ilgili
meselelere geniş yer verildiğini görmekteyiz.
Her
şeyden önce Kur'ân-ı Kerîm, zînet'e yer verir. O kadar ki, Rabbimizin dilinde,
yeryüzünde insanla ilgili olarak mevcut her şey, onun imtihan edilmesi için
yeyüzüne takılmış bir süsten ibârettir:
إنَّا
جَعَلْنَا
مَا عَلى
اَرْضِ زِينَةً
لَهَا
لِنَبْلُوَهُمْ
اَيُّهُمْ
اَحْسَنُ
عَمًَ "İnsanların
hangisinin daha iyi amelde bulunacağını ortaya koyalım diye yeryüzünde olan
herşeyi, yeryüzünün süsü yaptık" (Kehf 7 ). Bir âyette, mal ve evlatların
dünya hayatının zîneti olduğu (Kehf 46) belirtilirken, bir diğerinde atlar,
katırlar ve merkebler'in (Nahl 8); bir diğerinde insana verilen herbir şeyin
"bir süs, bir geçimlik" olduğu (Kasas 60), bir çok âyette gökteki
yıldızların da insanlar için semâyı tezyîn edici olarak yaratıldığı (Hicr 16,
Saffât 6, Mülk 5) belirtilir.
Şu
âyet sadece yeryüzünde yaratılan "eşya"yı değil, bir bütün olarak
"hayat"ı süs olarak ifâde eder:
وَاعْلَمُوا
اَنَّمَا
الْحَيَاةُ الدُّنْيَا
لَعِبٌ
وَلَهْوٌ
وَزِينَةٌ وَتَفَاخُرٌ "Bilin ki, (âhiret için yaşanmayan) dünya
ancak bir oyundur, bir eğlencedir, bir "süs" dür, aranızda bir
öğünüşdür, mallarda ve evlatlarda bir çoğalıştır..." (Hadîd 20).
Meşrû
dairede bu yeryüzü zînetlerinden istifâde etmek her mü'minin hakkıdır, kimse
onu haram edemez; قُلْ
مَنْ حَرَّمَ
زِينَةَ
اللّهِ الَّتِى
اَخْرَجَ
لِعِبَادِهِ
وَالطَّيِّبَاتِ
مِنَ
الرِّزْقِ
"De ki: "Allah'ın kulları için
çıkardığı "zînet"i temiz ve hoş rızıkları kim haram etmiş?" De
ki: "Onlar dünya hayatında îman
edenler içindir..." (A'raf 32). Bir başka âyette de "denizden
çıkarılan süslerin de insanların takınması için yaratıldığı" (Fâtır 12)
ifâde edilir.
Uzunca
bir âyet ise kadın tezyinatı ile ilgilidir. "Süslerini kimlere
gösterebilirler, kimlere gösteremezler" (Nur 31) belirtilir.
Hülasa,
Kur'ân-ı Kerîm, zînet meselesine birçok
âyetlerinde yer vermiştir.
Dînimizin
ikinci kaynağı olan Resûlullah'ın Sünnet'i bu meseleyi daha da açmış, pek çok
teferruata inip beyanlarda bulunmuş, hükümler vaz'etmiştir.
Sadedinde
olduğumuz bahiste, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın kılık kıyâfete, evin
tezyinatına giren meselelerle ilgili beyanları görülecektir.[2]
ـ1ـ عن أنس
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]كَتَبَ النَّبىُّ
# كِتَاباً
فَقيلَ لَهُ:
إنَّهُمْ َ
يَقْرَءُُونَ
كِتَاباً إَّ
مَخْتُوماً،
فَاتَّخَذَ
خَاتَماً
مِنْ فِضَّةٍ،
وَنَقَشَ
فِيهِ
مُحَمَّدٌ
رَسُولُ اللّهِ،
وقَالَ
لِلنَّاسِ:
إنِّى
اتَخَذْتُ خَاتَماً
مِنْ
فِضَّةٍ،
وَنَقَشْتُ
فِيهِ مُحَمَّدٌ
رَسولُ
اللّهِ فََ
يَنَقُشُ
أحَدٌ عَلى
نَقْشِهِ[.وفي
رواية: ]أنَّ
رسولَ اللّهِ
# لَبِسَ خَاتَمَ
فِضَّةٍ في
يَمِينِهِ،
وَكانَ فَصُّهُ
حَبَشِيّاً،
وَكانَ
يَجْعَلُ
فَصَّهُ مِمَّا
يَلِى
كَفَّهُ[.
أخرجه
الخمسة.»الْفَصُّ
الحَبَشِىُّ«:
الجزع، أو
العقيق، أو
ضرب منهما يكون
بالحبشة .
1. (2093)- Hz. Enes (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) (İran Kisrasına göndermek
için)bir mektub yazmıştı. Kendisine: "Onlar mühürlü olmayan mektubu
okumazlar" denildi. Bunun üzerine gümüş bir mühür yaptırdı. Üzerine
Muhammed Resûlullah cümlesini kazdırdı. Cemaate de:
"Ben
bir mühür yaptırdım. Üzerine Muhammed Resûlullah kazdırdım, kimse bunu yüzüğüne
kazdırmasın" buyurdu."
Bir
rivâyette şöyle gelmiştir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sağ (eli)
ne gümüş bir yüzük taktı. Kaşı Habeşî idi. Karşı avucunun içine
geliyordu." [Buhârî, Libâs 46, 50, 51, 54, 55; Müslim, Mesâcid 222, (640);
Libâs 55-63, (2092-2095); Ebû Dâvud, Hâtim 1-2, (4214-4217, 4221); Tirmizî,
İsti'zân 25, (2719), Libâs 14-17, (1739-1748); Nesâî, Zînet 48-82, (8,
173-195); İbnu Mâce, Libâs 39, (3639), 41, (3645).][3]
ـ2ـ وعن ابن
عمر رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال
]اصطَنَعَ
رسولُ اللّهِ
# خَاتَماً
مِنْ ذَهَبٍ
فَصَنَعَ
النَّاسُ
خَوَاتِمَ
الذَّهَبِ،
ثُمَّ إنَّهُ
جَلَسَ عَلى
المِنْبَرِ
فَنَزَعَهُ
وَقالَ
واللّهِ: َ
ألْبَسُهُ
أبَداً فَنَبَذَ
النَّاسُ
خَواتِيَمُهُمْ[.
أخرجه الستة.وزاد
في رواية:
]وَجَعَلَهُ
فِي يَدهِ
اليُمْنى[وفي
أخرى: ]اتخَذَ
رسولُ اللّهِ
# خَاتَماً
مِنْ وَرِقٍ
فَكَانَ فِي
يَدِهِ،
ثُمَّ كانَ في
يَدِ أبى
بَكْرٍ،
ثُمَّ في يَدِ
عُمَرَ،
ثُمَّ في يَدِ
عُثْمَانَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهمْ حَتَّى
وَقَعَ في
بِئْرِ
أرِيس،
نَقْشُهُ مُحَمَّدٌ
رَسُولُ
اللّهِ[.»بِئْرُ
أرِيسِ«: عند
مسجد قبا .
2. (2094)- İbnu Ömer (radıyallâhu
anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kendisine altından
bir yüzük yaptırdı. Bunun üzerine halk da altın yüzükler yaptırdı. Bilâhare
aleyhissalâtu vesselâm minbere çıkıp oturdu, yüzüğü çıkardı ve:
"Vallâhi
bunu ebediyen takmıyacağım!" dedi. Halk da yüzüklerini çıkarıp
attılar." [Buhârî, Libâs 45, 46, 50, 53, Eymân 6, İ'tisâm 4; Müslim, Libâs
53, 55, (2091); Muvatta, Sıfatu'n-Nebî 37, (2, 936); Ebû Dâvud, Hâtem 1-2,
(4218, 4219, 4220); Tirmizî, Libâs 16, (1741); Nesâî ,Zînet 43, 53, (8, 165,
178); İbnu Mâce, Libâs 40, (3642-3644).]
Bir
rivâyette şu ziyâdeyi yaptı: "Yüzüğü sağ eline takmıştı. "Bir
diğerinde de şu ziyâde vardır: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
gümüşten bir mühür edindi, eline takmıştı. Sonra Hz. Ebû Bekir'in eline intikal
etti, sonra Hz. Ömer'e, sonra da Hz. Osmana (radıyallâhu anhüm)'a intikal etti.
Erîş kuyusuna düşünceye kadar onun elinde kaldı. Üzerindeki yazı Muhammed
Resûlullah idi."[4]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis bir çok yönden
faydalı bilgiler vermektedir.
*
Bazı rivâyetlerde sarîh olarak belirtildiği üzere Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) İran kralına mektup yazmak istediği zaman, beynelmilel protokol
kaidelerini bilen bazılarınca, devletlerarası resmî yazışmalarda mektupların
mühürlenmesinin bir âdet olduğu, mühürsüz mektuplara îtibâr edilmediği
söyleniyor. Resûlullah bu îkâz üzerine derhal bir mühür kazdırarak, üzerine
Muhammed Resûlullah yazdırıyor. Üç kelimelik bu ibâre alt alta üç satırdan
meydan gelir. Yani "Muhammed", "Resûl" ve "Allah"
kelimeleri alt alta yazılıyor.
*
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bu mührü parmağına taktığı bir yüzünün
kaşına kazdırmıştır. Şu halde, rivâyetten de anlaşılacağı üzere, yapılan iş öncelikle "yüzük yaptırmak"
değildir, mühür kazdırmak'tır. Ancak mührün en pratik taşıma şekli yüzük olarak
parmağa takmaktır. Böylece Resûlullah'ın bir zînet olan yüzüğü takması hadisesi
mevzubahis olmuştur.
*
Dârakutnî'nin el-Efrâd'ında gelen bir rivâyete
göre , bu mührü kazan Ya'lâ İbnu Ümeyye adında bir sahâbidir.
*
Yapılan amelin öncelikle mühür kazdırma işi olduğunu şuradan da öğreniyoruz:
Resûlullah ashâbın, kendisini taklîden yüzük ittihâz edeceklerini bildiği için
yüzüğün kaşına Muhammed Resûlullah ibâresini kadırmamalarını tembihliyor. Aksi
takdir de o mührün Resûlullah'a aidiyeti kalmazdı . Çünkü mühür ferde ait,
ferdi gösteren taklîd edilmemesi gereken bir alâmettir. Ashâb bu yasağa uyar.
İbnu Ömer. mührüne : "Abdullah İbnu Ömer" diye isim kazdırır. Ebû
Ubeyde ve Huzeyfe'nin Elhamdülillah diye, Hz. Alli'nin Alahu'l -Melik diye,
İbrahim Nehâî'nin Billâh diye, Mesrûk'un
Bismillah diye, Ebû Ca'fer el-Bâkır'ın el-Gurretulillâh diye yüzüklerine
yazılar kazdırdıkları rivâyet edilmiştir. Yüzüğe zikrullahın kazılabileceği
çoğu alimlerce kabul edilmiştir.
*
Peygamberimiz, yüzüğün mühür kısmını, yani kaşını parmağın avuç tarafına
getiriyor.
*
Bu mührü önce altından yaptırıyor. Herkes altından yüzük yaptırmaya kalkınca,
altını atıp gümüşten yaptırıyor. Çünkü altın ve ipek erkeklere haramdır.
2-
Habeşî kaş, sedef veya akîk taşı veya bunlar gibi Habeşistan'da îmâledilen ve
yüzüklere kaş olarak takılan bir süsleme taşı.
3-
Resûlullah'ın bu yüzüğü, vefatından sonra, İslâm devletinin resmî mühürü olarak
arkadan gelen üç halîfe tarafından da kullanılmıştır: Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer
ve Hz. Osmân (radıyallâhu anhüm). Ancak Hz. Osman zamanında, yüzük Kuba
Mescidine yakın bir bahçenin içinde bulunan Erîş kuyusuna düşmüş, bütün
aramalara rağmen bulunamamıştır. Bazı rivâyetler ise, Said İbnu Ebî'l-Âs'ın
azadlısı olan Muaykıb (radıyallâhu anhümâ)'ın elinden düştüğünü söyler. Muaykıb
ilk müslüman olanlardandır. Önce Habeşistan'a sonra Medîne'ye hicret etmiştir.
Bedir gâzilerindendir. Daha sonra başta Bey'atu'r-Rıdvan olmak üzere pek çok
gazvelere katılmıştır. Üsdü'l-Gâbe'de, "Resûlullah'ın mührüne nezâret
ederdi" denir. Bu işi Resûlullah'ın sağlığından îtibâren mi yaptığı tasrîh
edilmez. Ancak el-İsâbe'de Hz. Ömer zamanında Beytülmâl'a, Hz. Osman zamanında
mühüre nezâret ettiği tasrih edilir. Cüzzamlı idiyse de Hz. Ömer, doktorlar
temin ettirir, hastalığın ilerlemesi önlenir. Resûlullah'tan bazı rivâyetlerde
bulunmuştur. Hz. Osman'ın hilâfetinin sonlarında vefat etmiştir. Mamafih Hz.
Ali devrinde vefat ettiği de söylenmiştir.[5]
4-
HADİSTEN ÇIKARILAN BAZI HÜKÜMLER
*
Erkeklerin gümüş yüzük takmaları câizdir. Bu hususta fukahâ icma eder.
Şârihlerin belirttiğine göre bazı Şamlı âlimler: "Yüzük sadece hükümdarlar
için câizdir" demiş ise de, Nevevî ve başka âlimler bunu reddederler ve bu
görüşün şâz olduğunu belirtirler.
*
Yüzüğe sahibinin ismi veya zikrullah kazılabilir. Gerçi zikrullah'ın kazılıp
kazılamayacağı münakaşa edilmişir. Başta Hz. Hasan ve Hüseyin (radıyallâhu
anhümâ) olmak üzere çoğunluğun bunda bir beis görmediği, İbnu Sîrîn'in
Hasbiyallah ve benzeri ibârelerin yazılabileceğini söylediği belirtilmiştir.
İbnu Hacer,"caiz değil" görüşünün bu ibarelerin yazıldığı yüzüğü,
cünüb ve hayızlı kimselerin taşıyabileceği, istinca sırasında parmakta
bulundurulabileceği endişesinden ileri geldiğini, binaenaleyh bu durumlara yer
verilmeyince kerâhetin ortadan kalkacağını belirterek ihtilâfı te'lîf eder.
Müslüman âlimler, tahâret sırasında ismullah yazılı yüzüğün elde bulunmasını
mekruh ve edebe aykırı bulmada ittifak ederler.
*
Bu hadis, yüzük takınmanın ve sâlihlerin eserleriyle teberrükün câiz olduğuna
delildir.
*
Yüzük kaşının akik taşından olması sünnettir.[6]
ـ3ـ وعن
بريدة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]جَاءَ
رَجُلٌ إلى
رسولِ اللّهِ
# وَعَلَيْهِ
خَاتَمٌ مِنْ
حَدِيدٍ.
فقَالَ:
مَالِى أرَى عَلى
أحَدِكُمْ
حِلْيَةَ
أهْلِ
النَّارِ فَطَرَحَهُ
ثُمَّ
جَاءَهُ
وَعَلَيْهِ
خَاتَمَ مِنْ
صُفْرٍ،
فقَالَ:
مَالِى أجِدُ
مِنْكَ رِيحَ
ا‘صْنَامِ،
ثُمَّ أتَاهُ
وَعَلَيْهِ
خَاتَمٌ مِنْ
ذَهَبٍ،
فقَالَ:
مَالِى أرَى عَلَيْكَ
حِلْيَةَ
أهْلِ
الجَنَّةِ؟
فقَالَ مِنْ
أىِّ شَىْءٍ
أتَّخِذهُ؟
قالَ: مِنْ
وَرِقٍ، وََ تُتِمَّهُ
مِثْقَاً[.
أخرجه أصحاب
السنن .
3. (2095)- Büreyde (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yanına, parmağında
demir yüzük bulunan bir adam uğramıştı. (Yüzüğü görünce): "Niye bazılarınızın
üzerinde ateş ehlinin süsünü görüyorum!" buyurdu. Adam derhal onu çıkarıp
attı. Sonra parmağında sarı renkli (pirinç) yüzük taşıyor olduğu halde geldi.
Bu sefer.
"Niye
sende putların kokusunu hissediyorum?" dedi Bilahare adam altın yüzük
takmış olarak geldi? Bu sefer de:
"Sende
niye cennet ehlinin süsünü görüyorum?" dedi. Bunun üzerine adam:
"Öyleyse
yüzüğüm neden olsun?" diye sordu.
"Gümüşten
dedi, ancak ağırlığı bir miskale ulaşmasın." [Tirmizî, Libâs 43, (1786);
Ebû Dâvud, Hâtem 4, (4223); Nesâî, Zînet 47, (8, 172).][7]
AÇIKLAMA:
Bu
rivayet, müslümanların parmağında taşıyacağı yüzüğün madenini ve rengini
belirlemektedir:
*
Demirden olmamalıdır. Bazı alimlere göre, O, kâfirlerin zîneti olduğu için veya
cehennemde bağlanacakları zincirler ve boyunlarına takılacak laleler suretinde
ahirette de süslerini teşkil edeceği için yasaklanmıştır. Diğer bir kısım
alimler de, "Saldığı pis koku sebebiyle demir yüzük yasaklanmıştır"
demişlerdir. Hadisin üslubu, başka açıklamalara da müsaittir.
*
Pirinçden de olmamalı. Hadiste sufr yani sarı diye ifade edilmiştir. Ebû
Dâvud'un rivâyetinde şebeh'den yüzük şeklinde şebeh kelimesiyle ifâde
edilmiştir. Maksad bakırdır. Renk
itibariyle altına benzediği için şebeh denmiştir. Bakır yüzükle ilgili yasağın
put kokuyor diye gerekçeye bağlanması putların bakırdan yapılması sebebiyledir.
*
Altından da olmamalı. Altın cennet ehlinin süsüdür, dünyada erkeklere haram
kılınmıştır. Altın ve ipeğin tahrimiyle ilgili rivâyetler mütevâtirdir.
*
Erkeklerin yüzüğü gümüşten olmalıdır. Gümüşün helal olduğu hususunda başka
rivâyetler de vardır.Bir miskalden hafif olmalıdır. Ulemâ bu tahdidi israfla
îzah eder.
*
Bir miskali bulur veya geçerse malın israf edilmiş olacağını belirtir. Bazı
âlimler bunu tenzihî bir yasaklama anlayarak daha ağır yüzüklerin câiz
olabileceğini söylemiştir. Şâfiîlerden bir grup ise ağırlığı bir miskali aşan
yüzüğün haram olduğuna hükmetmiştir.[8]
ـ4ـ وعن ابن
عباس رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال: ]رَأى
رَسُولُ
اللّهِ # في
يَدِ رَجُلٍ خَاتَماً
مِنْ ذَهَبٍ
فَنَزَعَهُ
وَطَرَحَهُ
وقَالَ:
يَعْمِدُ
أحَدُكُمْ
إلى جَمْرَةٍ
مِنْ نَارٍ
فَيَجْعَلُهَا
في يَدِهِ
فَقِيلَ
لِلرَّجُلٍ:
بَعْدَ مَا
ذَهَب رَسولُ
اللّهِ # خُذْ
خَاتَمَكَ
انْتَفِعْ
بِهِ فقَالَ:
َ وَاللّهِ َ
آخُذهُ
أبداً،
وَقَدْ طَرَحَهُ
رَسولُ
اللّهِ #[.
أخرجه مسلم .
4. (2096)- İbnu Abbas (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir adamın elinde altından
bir yüzük gördü. Onu çıkarıp attı ve:
"Biriniz
tutup ateşten bir parçayı alıp eline koyuyor!" buyurdu. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) gidince adama: "Yüzüğünü al (başka sûrette) ondan
faydalan" dediler. O:
"Hayır!
Vallâhi ebediyen almayacağım, onu Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
attı" dedi." [Müslim, Libâs 52, (2090).][9]
ـ5ـ وعن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]قَدِمَتْ
هَدَايَا
مِنْ النَّجَاشِيِّ
فِيهَا
خَاتَمٌ مِنْ
ذَهَبٍ فِيهِ
فَصٌّ
حَبَشِىٌّ،
فَأَخَذَهُ
رَسولُ اللّهِ
# بِعُودٍ،
أوْ بِبَعْضِ
أصَابِعِهِ
مُعْرِضاً
عَنْهُ،
ثُمَّ دَعَا
أُمَامَةَ
بِنْتَ أبِى
الْعَاصِ
بِنْتَ
بِنْتِهِ
زَيْنَبَ،
فقَالَ:
تَحَلِّى
بِهذِهِ يَا
بُنَيَّة[. أخرجه
أبو داود.
5. (2097)- Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a Habeş kralı Necâşî'den
hediyeler geldi. İçerisinde Habeşî kaşlı bir de altın yüzük vardı. Resûlullah
onu bir çöple veya tiksinerek bir parmağıyla aldı. Kızı Zeyneb'in kızı Ümâme
Bintu Ebî'l-Âs'ı çağırıp: "Yavrucuğum al şunu, takın!" dedi."
[Ebû Dâvud, Hâtem 8, (4235).][10]
ـ6ـ وعن سعيد
بن المسيب
قال: ]قالَ
عُمَرُ لِصُهَيْبٍ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما:
مَالِى أرَى عَلَيْكَ
خَاَتَمَ
الذَّهَبِ؟
فقَالَ: قَدْ
رَآهُ مَنْ
هُوَ خَيْرٌ
مِنْكَ
فَلَمْ
يَعِبهُ قال:
مَنْ هُوَ؟
قالَ: رَسولُ
اللّهِ #[.
أخرجه
النسائى .
6. (2098)- Saîd İbnu'l-Müseyyeb
anlatıyor: "Hz. Ömer, Süheyb (radıyallâhu anhümâ)'e: "Niye parmağında
altın yüzük görüyorum?" dedi. Beriki: "Onu senden daha hayırlı olan da
gördü, ama ayıplamadı" deyince, Hz. Ömer:
"O
da kimmiş?" dedi. Süheyb: "Resûlullah!" cevabını verdi."
[Nesâî, Zînet 42, (8, 164, 165).][11]
AÇIKLAMA:
Son
üç hadis altın yüzüğün tahrimiyle ilgilidir. Birinci hadis, Hz. Peygamber'in,
yasağın ciddiyetinin kavranması için, altın yüzüğü takan kimsenin parmağından
eliyle çıkarıp atmaktadır. Âlimler, burada münkere elle müdâhalenin bir
örneğini de bulmaktadırlar. Yüzüğün atılması, telef edilmesi mânasına değildir,
zecr içindir. Zîra Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) mal israfını
yasaklamıştır. Adamın "ebediyen almam!" demesi, Resûlullah'a son
derece bağlılığının ifâdesidir. Bir takva olarak yüzüğü almayıp, muhtaçlara
tasadduk etmesi takdîr edilecek bir durumdur.
İkinci
hadis Habeş kralı Necâşî'nin hediyelerinden bahsetmektedir. Başka rivâyetlerde
bu hediyeler meyanında bir çift sâde mest, bir cam bardak, üç aded baston da
sayılır. Hz. Peygamber'e bazı komşu krallardan hediyeler gelmiş idi. Bu mevzu
ileride müstakil bir bölüm olarak gelecektir (5783-5790). Sadedinde olduğumuz
rivâyet, Habeş kralının hediyeleri arasında çıkan altın yüzüğü, Resûlullâh'ın
kız torunu Ümâme'ye taktığını belirtmektedir. Yüzüğü çöple ve tiksinti ile
alması, altın zînetin erkeklere haram olması sebebiyledir. Ulemâ, altın zînetin
kadınlara helâl olduğu husûsunda nass kabul etmişlerdir.
Üçüncü
hadis, erkeklerin altın yüzük kullanabileceklerini ifâde etmektedir. Ancak
Nesâî'nin, es-Sünenü'l-Kübrâ'da hadisi kaydettikten sonra "Bu hadis
münkerdir" demiştir.
Berâ
İbnu'l-Âzib (radıyallâhu anh)'in de parmağında altın yüzük taşıdığı, niçin
böyle yaptığını soranlara: "Bu yüzük, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın bana bahşettiği bir armağandır. Bunu bana Resûlullah takmıştır.
Ve: "Allah'ın ve Resûlullah'ın sana ihsan ettiği bu yüzüğü kullan" buyurdu!"
demiştir. Tahâvî'nin Meâni'l-Âsâr'da kaydettiği bu rivâyet de erkeklere altın
yüzüğün cevazını sarîh olarak ifâde eder.
Altın
yüzüğün erkeklere haram olduğunu söyleyen âlimler, bu itiraza şu cevabı
verirler:
1-
Mübah kılıcı bir rivâyetle, haram kılıcı bir rivâyet teâruz ederse, ihtiyaten
haram kılıcı râcih addedilir, mübah kılıcı da metrûk ve mercûh addedilir.
2-
Altın yüzük kullanmayı erkeklere helâl kılan rivâyetler, tahrimden önceki
durumu aksettirebilir. Ancak şurası da açık ki, Berâ'ya yüzüğün sorulmuş
olması, hâdisenin tahrîmden sonra cereyan ettiğini gösterir.
Şu
halde, bu meselede birinci cevap daha ikna edicidir.
Hemen
belirtelim ki, bazı âlimler, "lüzûm olmadığı durumlarda yüzük taşımayı
terketmek evladır" demiştir. Hanefî fakihlerinden Hulvânî, talebelerine
yüzük takmayı yasaklamıştır. İhtiyâr'da "yüzük takmak, bir ihtiyaçtan
neşet ediyorsa sünnettir" denir. Tatarhâniye'de mutlak sûrette caiz olduğu
ifâde edilir. Hanefîlerin görüşü de bu merkezdedir.
Kâmil
Miras, Tecrid-i Sarîh tercümesinde bu bahsi işlerken, örfe müstenîd bir zaruret
gerekçesiyle nişan yüzüklerinin altından olmasını câiz görür. Ne var ki, nişan
yüzüğü takmanın zarûret olması su götürür bir keyfiyettir.[12]
ـ7ـ وعن عليّ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]نَهَانِى
رَسولُ
اللّهِ # أنْ أجْعَلَ
خَاتمِى في
هذهِ،
وَأشَارَ إلى
الوُسْطَى
وَالَّتِى
تَلِيهَا[.
أخرجه الخمسة
إ البخارى.وفي
رواية أبى
داود
والترمذي: ]
نَهَانِى
عَنِ
القَسِّىِّ،
وَالمِيْثَرَةِ
الحَمْرَاءِ،
وَأنْ
ألْبَسَ
خَاَتَمِى في
هذِهِ، أوْفى
هذِهِ،
وَأشَارَ إلى
السَّبَّابَةِ
وَالوُسْطَى[
.
7. (2099)- Hz. Ali (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yüzüğümü şu parmağa
koymamı yasakladı -ve eliyle orta ve ondan sonra gelen (şehadet) parmağına
işaret etti- buyurdu." [Müslim, Libâs 64, (2078); Tirmizî, Libâs 44,
(1787); Nesâî, Zînet 53, (8, 177); Ebû Dâvud, Hâtem 4, (4225).][13]
ـ8ـ وعن
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
] أنَّ
النَّبىَّ #
كانَ
يَتَخَتَّمُ
فِي
يَمِينِهِ[.
أخرجه أبو
داود
والنسائى.
8. (2100)- Yine Hz. Ali (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah yüzüğünü sağ eline takardı." [Ebû Dâvud,
Hâtim 5, (4226); Nesâî, Zînet 49, (8, 175).][14]
ـ9ـ وعن جعفر
بن محمد عن
أبيه: ]أنَّ
الحَسَنَ وَالحُسَيْنَ
كانا
يَتَخَتَّمانِ
في يَسَارِهِمَا[.
أخرجه
الترمذي
وصححه .
9. (2101)- Cafer İbnu Muhammed,
babasından naklen anlatıyor: "Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (radıyallâhu
anhümâ), yüzüklerini sol ellerine takarlardı." [Tirmizî, Libâs 16,
(1743).][15]
ـ10ـ وعن ابن
عمر رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]كانَ
النَّبىُّ #
يَتَخَتَّمُ
فِي
يَسَارِهِ وكانَ
فَصُّهُ فِي
بَاطِنِ
كَفِّهِ:
وَكانَ ابنُ
عُمَرَ
يَفْعَلُهُ[.
أخرجه أبو
داود .
10. (2102)- İbnu Ömer (radıyallâhu
anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yüzüğü sol eline
takardı ve kaşını avucunun içine getirirdi. İbnu Ömer de böyle yapardı. [Ebû
Dâvud, Hâtem 5, (4227, 4228).][16]
AÇIKLAMA:
Son
dört hadis, yüzüğün takılması gereken el ve parmaklar hakkında bilgi
vermektedir. Bunlardan birincisinde orta parmakla ondan sonra gelen şehâdet
parmağına yüzük takmanın yasaklandığı anlaşılmaktadır.
Müteakip
rivâyetlerin bazısı yüzüğün sağ ele takılacağını belirtirken, bazısı da sol ele
takılacağını ifâde etmektedir. Her iki ele de yüzük takılabileceğini ifâde eden
başka sahîh rivâyetler de vardır. Ulemâ, rivâyetlerden hareketle yüzüğün her
iki ele de takılabileceğine hükmetmişlerdir. Hangisinin tercîh edilmesi
gerektiği yani efdal olduğu hususunda ihtilaf edilmiştir. Ancak sağla ilgili
rivâyetler daha fazladır. İbnu Hacer, tezeyyün yani bir süs unsuru olarak takan
sağa, mühür olarak takan sola takmalıdır, dedikten sonra sağa takmanın tercîh
edilmesinin gereğine dikkat çeker. "Çünkü der, sol el istincada
kullanıldığı için, necaset değmekten korunmuş olur." Ona göre mühür olarak
kullanılınca sağ elle soldan çıkarılması kolay olur.
Ayrıca
erkeklerin küçük parmağa takmaları efdaldir, zira işe mani olmaz. Kadınlar ise,
parmaklarına müteaddid yüzükler takabilirler.[17]
ـ11ـ وعن أنس
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كانَ النَّبىُّ
# إذَا دَخَلَ
الخََءَ
نَزَعَ خَاَتَمَهُ[.
أخرجه
الترمذي
وصححه
والنسائى.
وزاد رزين:
]وكَانَ فِى
يَدِهِ
الْيُسْرَى[.
11. (2103)- Hz. Enes (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) helâya girdiği zaman
yüzüğünü çıkarırdı." [Tirmizî, Libâs 16, (1746); Nesâî, Zînet 54, (8,
178). Rezin şu ilâvede bulunmuştur: "Yüzük Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın sol elinde idi."][18]
AÇIKLAMA:
Aliyyü'l-Kâri
helaya girerken Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın, yüzüğü parmağından
çıkarmasını, yüzüğün kaşına kazılmış olan Muhammed Resûlullah ibâresi sebebiyle
olduğunu belirtir. Bu rivâyetten hareketle, yüzükte Allah'ın veya Resûlü'nün
ismi veya Kur'ân bulunması halinde helaya girerken çıkarılması gerektiğine
hükmedilmiştir. İbnu Hacer gibi diğer bir kısım âlimler, daha da ileri giderek
herhangi bir peygamber veya melek ismi bulunsa çıkarması gerektiğine, aksi
davranışın mekruh olduğuna hükmederler. Bu hükmün Hanefî mezhebine de uygun
olduğu belirtilmiştir.[19]
ـ12ـ وعن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]أتَتِ
امْرَأةٌ
النَّبىَّ #
فقَالَتْ يَا
رَسُولَ
اللّهِ:
سِوَارَيْنِ
مِنْ ذَهَبٍ؟
فقَالَ:
سوَارَيْنِ
مِنْ نَارٍ،
فقَالَتْ:
طَوْقٌ مِنْ
ذَهَبٍ؟
قَالَ: طَوْقٌ
مِنْ نارٍ
قَالَتْ:
قُرْطَيْنِ
مِنْ ذَهَبٍ؟
قالَ:
قُرْطَيْنِ
مِنْ نَارٍ،
فكَانَ
عَلَيْهَا
سِوَارَانِ
مِنْ ذَهَبٍ
فَرَمَتْ
بِهَما
وَقالَتْ: إنَّ
المَرْأةَ
إذَا لَمْ
تَتَزَيَّنُ
لِزَوْجِهَا
صَلِفَتْ
عِنْدَهُ
فقَالَ: مَا
يَمْنَعُ
إحَدَاكُنَّ
أنْ تَصْنَعَ
قُرْطَيْنِ
مِنْ فِضّةٍ:
ثُمَّ
تُصَفِّرُهُ
بِزَعْفَرَانٍ،
أوْ
بِعَبِيرٍ[.
أخرجه
النسائى.»الْقُرْطُ«:
من حلى ا‘ذن
معروف.و»وَصَلِفَتِ
المَرْأةُ
عِنْدَ
زَوْجِهَا«:
إذا لم تحظ
عنده.و»وَالْعَبِيرُ«:
أخط من الطيب
تجمع
بالزعفران
12.
(2104)- Ebû
Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Bir kadın Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a gelerek sordu:
"İki
altın bilezik hakkında ne dersiniz, (takayım mı?)"
"Ateşten
iki bileziktir, (takmayın!)" deyip cevap verdi. Kadın devamla:
"Pekâlâ
altın gerdanlığa (ne dersiniz?)" diye sordu. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'dan yine:
"Ateşten
bir gerdanlık!" cevabını aldı. O, yine sordu:
"Bir
çift altın küpeye ne dersiniz?"
"Ateşten
bir çift küpe!"
Kadında
bir çift altın bilezik vardı. Onları çıkarıp attı ve:
"(Ey
Allah'ın Resûlü), kadın kocası için süslenmezse, onun yanında kıymeti
düşer" dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Sizden
birine, gümüş küpeler takınmasından, bunları za'feran veya abîr ile
sarartmasından kimse engel olmaz!" cevabını verdi." [Nesâî, Zînet 39,
(8, 159).][20]
AÇIKLAMA:
1-
Abîr'e za'ferân da denmiş ise de bunun za'ferânla karıştırılan bir sürünme
maddesi (tîb) olduğu ifâde edilmiştir. en-Nihâye'de: "Farklı maddelerin
karışımıyla elde edilen renkli bir tîb çeşididir" diye açıklanır. Gümüş,
bunlarla muamele edilince sarararak altın görünümünü kazanmaktadır.
2-Bu
hadis, altının zînet olarak kullanılmasının kadınlara da haram olduğunu ifâde
ediyorsa da, daha önce açıklandığı üzere, muayyen şartlar çerçevesinde
kadınların altın tezyinat kullanmaları helâldir.[21]
ـ13ـ وعن
ثوبان رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]جَاءَتْ
فِاطِمَةُ
بِنْتُ
هُبَيْرَةَ
إلى رَسُولِ
اللّه # وفي
يَدِهَا
فَتْخٌ مِنْ
ذَهَبٍ. »أىْ
خَوَاتِيمُ
ضِخَامٌ«،
فَجَعلَ
رسولُ اللّه #
يَضْرِبُ
يَدَهَا،
فَدَخَلَتْ
عَلى فَاطِمَةَ
بِنْتِ رَسُولِ
اللّهِ #
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها
تَشْكُو إلَيْهَا
الَّذِى
صَنَعَ بِهَا
رَسُولُ اللّهِ
#،
فَانْتَزَعَتْ
فَاطِمَةُ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْها
سِلْسِلةً في
عُنُقِهَا
مِنْ ذَهَبٍ،
فقَالَتْ:
هذِهِ
أهْدَاها
إلىَّ أبُو حَسَنٍ،
فَدَخَلَ
النَّبى #
وَالسِّلْسِلَةُ
في يَدِهَا،
فقَالَ يَا
فَاطِمةُ:
أيَسُرُّكِ
أنْ تَقُولَ
النَّاسُ:
ابْنَةُ
رَسُولِ
اللّهِ # في
يَدِهَا
سِلْسِلَةٌ
مِنْ نارٍ:
ثُمَّ خَرَجَ
فَلَمْ
يَقْعُدْ:
فَأرْسَلَتْ
فَاطِمَةُ
بِالسِّلْسِلَةِ
فَبَاعَتْهَا
وَاشْتَرَتْ
بِثَمَنِهَا
عَبْداً
فَأعْتَقَتْهُ:
فََحُدِّثَ رَسولُ
اللّهِ #
بِذلِكَ،
فقَالَ:
الْحَمْدُللّهِ
الَّذِى
أنْجى
فَاطِمَةَ
مِنَ
النَّارِ[. أخرجه
النسائِى.»الْفَتْخُ«:
جمع فتخة، وهى
حلقة
فصّ فيها
تجعلها
المرأة في
أصابع يديها،
وربما وضعتها
في رجلها .
13. (2105)- Sevbân (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yanına Fâtıma Bintu
Hübeyre, elinde altından iri yüzükler (Feth) olduğu halde gelmişti. Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), kadının ellerine vurmaya başladı. Fâtıma da
hemen (oradan sıvışıp) Resûlullah'ın kerîmeleri Fâtımatu'z-Zehrâ (radıyallâhu
anhâ)'nın yanına girdi. Ona Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın kendisine
olan davranışını anlattı. Bunun üzerine Hz. Fâtıma (radıyallâhu anhâ)
boynundaki altın zinciri çıkarıp: "Bunun bana Hasan'ın babası Hz. Ali
(radıyallâhu anhümâ) hediye etti" dedi. Zincir daha elinde iken Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) yanlarına girdi ve şunu söyledi:
"Ey
Fâtıma! Halkın: "Resûlullah'ın kızının elinde ateşten bir zincir
var!" demesi seni memnun eder mi?" dedi ve böyle diyerek oturmadan
geri dönüp gitti. Bunun üzerine Fâtıma (radıyallâhu anhâ) zinciri çarşıya
gönderip sattırdı, parasıyla bir köle satın aldı ve onu âzad etti.
Bu
olanlar Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a anlatılınca: "Fâtıma'yı
ateşten kurtaran Allah'a hamdolsun!" buyurdular." [Nesâî, Zînet 39,
(8, 158).][22]
AÇIKLAMA:
1-
Feth, "fetha"nın cem'idir. Fetha iri, kaşsız yüzüğe denir. Daha
ziyâde kadın süsüdür, el parmaklarına veya ayağa takınır.
2-
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Fâtıma Bintu Hübeyre'nin eline vurması
zecr maksadına mâtuftur. Yani altınla süslendiği, parmaklarına altın yüzükler
taktığı için, ellerine vurmak sûretiyle memnuniyetsizliğini izhâr edip, altın
takınmaktan zecr etmiştir.
Hadisin
mânası bu olmakla beraber, İslâm'ın altın süsler hususundaki hükmü bu değildir.
Bu ve buna mümasil, kadınlara altını haram kılan hadislerin mensuh olduğu kabul
edilmiştir. Nevevî, bu hususta icma olduğunu söyler. Zikri geçen neshedici
hadis şudur: إِنَّ
هَذَيْنِ
حَرَامٌ
عَلَى ذُكُورِ
اُمَّتِى
حِلٌّ
‘ُِنَاثِهَا "...Şu iki madde (altın ve ipek)
ümmetimin erkeklerine haramdır, kadınlara helâldir."
Bu
mesele üzerine gelen rivâyetleri İbnu Şâhin şöyle açıklığa kavuşturur:
"İslâm'ın bidayetinde erkekler de altın yüzükler takarlar (ipekliler
giyerlerdi). Sonra bunlar hakkında umûmî bir yasak geldi, kadına da erkeğe de
şâmil bir yasaklama. Daha
sonra Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) erkekleri hariç kılarak, kadınlar
hakkında mübah hükmü getirdi. Böylece kadınlar üzerindeki yasak hükmü,
haklarında ibâheye dönüştü ve ibâhe, yasağı neshetti. Nevevî, Müslim Şerhi'nde
bu hususta müslümanların icma ettiğini kaydeder."[23]
ـ14ـ وعن أخت
لحذيفة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]قال رسولُ
اللّهِ #: يَا
مَعْشَرَ
النِّسَاءِ،
أمَا لَكُنَّ
في الفِضَّةِ
مَا تَحَلَّيْنَ
بِهِ، أمَا
إنَّهُ
لَيْسَ
مِنْكُنَّ
امْرأة
تَتَحَلَّى
ذَهَباً وَتُظْهِرُهُ
إَّ
عُذِّبَتْ
بِهِ[. أخرجه
أبو داود
والنسائى .
14. (2106)- Huzeyfe'nin kız kardeşi
(radıyallâhu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Ey kadınlar cemaati! Süs eşyanız gümüşten olmalıdır.
Sizden hangi kadın altınla süslenir ve onu izhâr eder (yabancıya gösterirse),
mutlaka onunla azaba maruz kalır." [Ebû Dâvud, Hâtem 8, (4237); Nesâî,
Zînet 39, (8, 156, 157).][24]
AÇIKLAMA:
1-
Burada Huzeyfe'nin kız kardeşi diye zikri geçen kadının ismi Fâtıma'dır, Havle
de denmiştir.
2-
Hadisin sıhhati eksiktir. Sahih olsa bile önceki hadiste belirtildiği üzere
altın, gümüş ve ipek gibi maddeleri kadınlara mutlak şekilde haram kılan
rivâyetler mensuhtur veya "yabancıya göstermek" "iftihar ve tekebbür"
için giymek gibi kayıdlarla kayıtlıdır.[25]
ـ15ـ وعن عقبة
بن عامر
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كانَ
رَسُولُ
اللّه #
يَمْنَعُ
أهْلَهُ الحِلْيَةَ
وَالحَرِيرَ
وَيَقُولُ:
أنْ كُنْتُمْ
تُحِبُّونَ
حِلْيَةَ
الجَنَّةِ
وَحَرِيرَهَا
فََ
تَلْبَسُوها
فِي
الدُّنْيَا[.
أخرجه
النسائى.وفي
أخرى له عن
ابن عمر قال:
]نَهى رَسولُ
اللّهِ # عَنْ
لُبْسِ
الذَّهَبِ إَّ
مُقَطَّعاً[.»المُقَطع«:
الشئُ اليسير
نحو الشنف،
والخاتم
للنساء، وكره
الكثير للسرف
والخيء، وعدم
إخراج الزكاة
منه.
15. (2107)- Ukbe İbnu Âmir (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ehline takı ve ipeği
yasakladı ve: "Eğer sizler cennet takılarını ve cennetin ipeğini
seviyorsanız, bunları dünyada takınıp giymeyin" buyurdu." [Nesâî,
Zînet 39, (8, 156).]
Nesâî'nin
İbnu Ömer'den yaptığı bir diğer rivâyette: "Resûlullah, altın takınmayı,
mukatta' yani az bir parça olmak kaydıyla tecvîz etti" denilmiştir.
Mukatta:
Az bir şey demektir, kulağın üst kısmına takılan küçük halka, kadın yüzüğü
gibi. İsraf, kibir ve zekât vermekten kaçınmak gibi durumları[26]
mekruh addetmiştir.[27]
AÇIKLAMA:
Hadisin
zâhiri, Sindî'ye göre Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın zevcelerine, gümüş
olsun, altın olsun takıyı mutlak şekilde yasakladığını göstermektedir. Ancak,
gerek altın ve gümüşün ve gerekse ipeğin kadınlara helal edildiği göz önüne
alınacak olursa şu söylenebilir: "Âhireti dünyaya tercih etmeleri için, bu
yasağın sadece onlara mahsus olması mümkündür." Sindî, hadisin zâhirinden
çıkabilecek bir başka te'vîle daha yer verir: "Hadiste geçen "ehli"nden
muradın Ehl-i Beyt'e mensup erkekler olması da muhtemeldir." Bu mâna esas
alınınca, hadise mensuh demeye veya başkaca te'vîl etmeye gerek kalmayacağı
açıktır.[28]
ـ16ـ وعن
بنانة موة عبد
الرحمن بن
حبان ا‘نصارىّ
قالت: ]دُخِلَ
عَلى
عَائِشَةَ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْها
بِجَارِيَةٍ
لََهَا
جََجِلُ
يُصَوِّتْنَ،
فقَالَتْ: َ تُدْخِلْنَهَا
عَلَىَّ إَّ
أنْ
تُقَطِّعْنَ
جََجِلَهَا،
وَقَالَتْ
سِمِعْتُ
رَسُولَ
اللّهِ #
يَقُولُ: َ
تَدْخُلُ
المََئِكَةُ بَيْتاً
فِيهِ
جَرَسٌ[.
أخرجه أبو
داود .
16. (2108)- Bünâne Mevlâtu Abdirrahman
İbnu Hayyân el-Ensârî anlatıyor: "Hz. Âişe'nin yanına, üzerinde ziller
bulunan bir kız getirildi. Kızın zilleri çıngır çıngır ses çıkarıyordu. Hz.
Âişe (radıyallâhu anhâ): "Sakın ha! zillerini koparmadan onu yanıma
getirmeyin!" dedi ve ilâve etti: "Ben Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın: "Zil bulunan eve melâike girmez" buyurduğunu
işittim." [Ebû Dâvud, Hâtem 6, (4231).][29]
AÇIKLAMA:
1-Bu
hadisi, Müslim'de merfu olarak kaydedilmiş olan: َ
تَصْحَبُ
الْمََئِكَةُ
رُفْقَةً فِيهَا
كَلْبٌ وََ
جَرَسٌ
İçinde köpek
ve zil bulunan yolculara (rahmet) meleği arkadaşlık etmez" veya: اَلْجَرَسُ
مَزَامِيرُ
الشَّيْطَانِ
"Zil
şeytanın mizmârıdır (düdüğüdür)" veya Nesâî'de geçen َ
تَدْخُلُ
الْمََئِكَةُ
بَيْتاً فيهِ
جُلْجُلٌ وََ
جَرَسٌ
"Melâike, içerisinde zil ve çan bulunan
eve girmez" gibi hadisler te'yîd eder.
2-
Hadiste geçen cülcül (cem'i: celâcil) hayvanların boynuna takılan küçük çan'a
denir. İnsanlar takınca dilimizde zil denir. Ceres de yerine göre zil veya çan
veya çıngırak mânalarına gelir.
3-
Çan ve zil gibi şeylerden meleklerin memnun kalmaması, bazı âlimlere göre,
kilise çanını hatırlattıkları içindir. Bazı âlimler, onların çıkardığı sesin
çirkinliği sebebiyle meleklerin nefret ettiğini söylemiştir. Bazı âlimler de
kerâhetin sadece büyük çanlarla ilgili olduğunu söylemişlerdir. Ancak sadedinde
olduğumuz hadiste küçük çan yani zil mevzubahis olmalıdır.
Ancak
bu hadislerde ifâde edilen kerâhet tahrimî değil, tenzihîdir:[30]
ـ17ـ وعن
عرفجة بن أسعد
قال: ]أصِيبَ
أنْفِى يَوْمَ
الكَُبِ في
الجَاهِلِيَّةِ،
فَاتَّخَذْتُ
أنْفاً مِنْ
وَرِقٍ
فَأنْتَنَ
عَلَىَّ،
فَأمَرَنِى
رَسُولُ
اللّه # أنْ
أتخَذَ
أنْفاً مِنْ
ذَهَبٍ[.
أخرجه أصحاب
السنن.»الكَُبُ«:
بضمّ الكاف
وتخفيف الم:
اسم ماء كان
به: يوم معروف
من أيام العرب
.
17. (2109)- Arfece İbnu Es'ad
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Cahiliye devrinde cereyan eden Külâb
savaşında burnum isabet almış, bu sebeple gümüşten bir burun taktırmıştım.
bilahare kokmaya başladı. (Durumu kendisine açınca), Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm), bana altından bir burun yaptırmamı söyledi." [Ebû Dâvud, Hâtem
7, (4232, 4233, 4234); Tirmizî, Libâs 31, (1770); Nesâî, Zînet 41, (8, 163,
164).][31]
AÇIKLAMA:
1-
Külâb, bir su ismidir. Burada, cahiliye devrinde iki ayrı vak'a cereyan
etmiştir. Külâbu'l-evvel ve Külâbu's-Sânî diye isimlenir. Türbüştî merhum, bu
suyun Cebele ve Şam adındaki iki dağın sağ tarafında yer aldığını, mezkur
vak'aların Eksem İbnu Sayfî zamanında cereyan ettiğini kaydeder.
2-
Ulemâ, bu rivâyete dayanarak, hîn-i hacette altından burun takılabileceğine ve
dişlerin altın telle rabtedilebileceğine hükmetmiştir. Hattâbî şöyle der:
"Bu hadiste, az miktarda altını zaruret halinde kullanmanın erkeklere
mübah olduğu hükmü vardır, dişlerin altınla rabtedilmesi gibi. Altından başka
bir maddeyi kullanmanın mümkün olmadığı yerlerdeki kullanımı da diş rabtındaki
kullanımı gibidir."[32]
ـ18ـ وعن أنس
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ قَبِيعَةَ
سَيْفِ
رَسولِ
اللّهِ #
كَانَتْ مِنْ
فِضَّةٍ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي.وفي
رواية للنسائى
عن أنس قال:
]كانَ نَعْلُ
سَيْفِ
رَسُولِ
اللّهِ #
فِضَّة،
وَقَبِيعَةُ
سَيْفِهِ فِضَّةً،
وَمَا بَيْنَ
ذلِكَ حِلَقُ
الْفِضَّةِ[ .
18. (2110)- Hz. Enes (radıyallâhu anh)
bildiriyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın kılıncının kabzasının
üst kısmı (kabîa) gümüştendi."Nesâî'nin Enes'ten bir rivayetinde,
"Resûlullah'ın kılıncının pabuç kısmı gümüştü, kabzasının baş kasmı
(kabîa) da gümüştü. Bunlar arasında gümüş halkalar vardı" denmiştir. [Ebû
Dâvud, Cihâd 71, (2583, 2584, 2585); Tirmizî, Cihâd 16 (1691); Nesâî, Zînet
121, (8, 219).][33]
AÇIKLAMA:
1-
Kabîa: Kılıncın kabzasının üst kısımıdır. Duruma göre gümüş ve demirden olur.
2-
Bagavî bu hadiste, kılınçların az miktarda gümüş kullanılarak süslenebileceğine
cevaz olduğunu belirtir. Eyer ve gem husûsunda aynı şeyin yapılıp
yapılamayacağında ihtilâf edilmiştir. Bazı âlimler tıpkı kılınçta olduğu gibi,
mübah olduğunu söylerken bazıları da: "Bu, hayvanı tezyin etmektir,
haramdır" demiştir. Kasatura ve benzeri harp techizatının gümüşle tezyîni
hususu da aynı şekilde ihtilâflıdır. Bunların altından süslenmesinin haramlığı
husûsunda ittifak vardır.
Harp
techizâtının altın ve gümüş dışındaki maddelerle tezyînin evlâ olduğunu
söyleyenlere karşı gelenlerden: "Kılınçların altın ve gümüşle tezyîni
düşmanı korkutmak için meşru kılınmıştır. Resûlullah'ın ashâbı bundan müstağni
idiler. Çünkü onların kendilerinde müstesna bir şiddet, imanlarında başka bir
kuvvet vardır" diyenler olmuştur.[34]
Hidâb'ı
İbnu Hacer "saç ve sakaldaki beyazlığın rengini değiştirmek" diye
târif eder. Hadislerde, kına yoluyla el ve ayakların boyanmasının da hidâb
kelimesiyle ifâde edildiği görülür. Şu halde daha çok saç boyaması mevzubahis
olduğu için, bu kelime ile öncelikle saçın rengini değiştirmek kastedilmiş de
olsa, insan bedeni ile alâkalı muhtelif boyamaların hidâb'-la ifade edildiği
söylenebilir.
Hidâb
dinin müdâhalesine giren bir meseledir. Kullanılacak renkten, boyanacak uzva ve
hatta kadın ve erkek arasında riayet edilip, korunması gerekecek farklılıklara
kadar bir kısım hususlarda dinimizin vaz'ettiği görüşleri vardır. Bunlardan
bazılarında ulema ittifak ederken, bazılarında ihtilaf eder. Bir meselede
ihtilaf, o konuda dinin kesin ve sert bir tavır takınmayıp, sühûleti esas
aldığını gösterir.
Şunu
da belirtelim: Hadislerde, ihtiyarlıkla ortaya çıkan beyazlıkların boyanması
mevsubahis olduğu halde, zamanımızda bilhassa kadınlar, henüz gençken saçların
tabiî renklerini değiştirmek için meç denen kırçıllaştırma, röfle denen
sarartma ameliyelerine başvurmaktadırlar. Bu boyamalar, İslâm'ın vâzıh
emirlerinden olan tesettüre uymayan bir espiri ile icrâ edildiğinden başka,
tabiî hali bozma, israf, teşebbüh gibi yönleri, meseleye boyama bahsinin
dışında başka buutlar getirmektedir.Şu halde İslâm'ın hidâb bahsi günümüzde her
zamankinden daha canlı, daha aktüel bir mahiyet arzetmektedir. Bir kısım
teferruat, görüleceği üzere takva ve teslimiyetle ilgili kalmaktadır. Biz
burada hadislerde gelen hususları, ulemânın fetvaları çerçevesinde sunacağız.
Hayatını Resûlü'nün sünnetine göre yönlendirilmek isteyenlerce bunların
bilinmesi faydalı olacaktır.[35]
ـ1ـ عن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رَسُول
اللّهِ #: إنَّ
الْيَهُودَ
وَالنَّصَارى
َ
يَصْبُغُونَ
فَخَالِفُوهُمْ[.
أخرجه الخمسة
إ الترمذي
بهذا
اللفظ.ولفظ
الترمذي: ]غَيِّرُوا
الشَّيْبَ،
وََ
تَشبَّهُو
بِالْيَهُودِ[.
1. (2111)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Yahudîler ve hıristiyanlar (saçlarını) boyamazlar. Siz onlara muhâlefet
edin." [Buhârî, Libâs 67, Enbiya 50; Müslim, Libâs 80, (2103); Ebû Dâvud,
Tereccül 18, (4203); Nesâî, Zînet 14, (8, 137); Tirmizî, Libâs 20, (1752).]Bu
hadis Tirmizî'de "(Saçınızdaki) aklıkların rengini değiştirin, yahudîlere
benzemeyin!" şeklinde gelmiştir.[36]
AÇIKLAMA:
Hadis
muhtelif tarîklerden gelmiştir. Ahmed ibnu Hanbel'in bir rivâyetinde, Ensâr'dan
yaşlanmış, sakalları aklaşmış bir ihtiyarlar grubuna rastladığı vakit: يَا
مَعْشَرَ
اَنْصَارِ
حَمِّرُوا وَصَفِّرُوا
وَخَالِفُوا
اَهْلَ
الْكِتَابِ "Ey Ensar topluluğu (saçlarınızı) kızıla
boyayın, sarıya boyayın ve Ehl-i Kitâb'a muhâlefet edin!" tavsiyesinde
bulunur.
Taberânî'nin
bir rivâyetinde: "Saçların renginin değiştirilerek yabancılara (eâcim)
muhâlefet edilmesi" emredilir. Bu rivâyette "beyaz rengin
değiştirilerek muhâlefet edilmesi" emredildiği ve boyanacak renk tahsisi
yapılmadığı için bu rivâyete dayanarak siyah rengi de câiz görenler olmuştur.
Ancak İbnu Abbâs ve Câbir (radıyallâhu anhümâ)'den rivayet edilen iki hadis
saçların siyaha boyanmasını yasaklamaktadır. Hz. Câbir'in Müslim'de gelen
hadisi şöyle: غَيِّرُوا
هَذَا
بِشَىءٍ
وَاجْتَنِبُوا
السَّوَادُ "Bunun sakalının rengini değiştirin,
siyahtan sakının." İbnu Abbâs'ın Ebû Dâvud'daki rivayeti şöyle: يكُونُ
قَوْمٌ
يَحْضِبُونَ
في آخِرِ الزَّمَانِ
بِالسَّوَادِ
كَحَواصِلِ
الْحَمَامِ َ
يَرِيحُونَ
رَائِحَةَ
الْجنَّةِ "Ahir zamanda, güvercin havsalası[37]
gibi siyah renkle saçını boyayacak insanlar zuhur edecek. Onlar var ya cennetin
kokusunu bile koklayamazlar." Bu iki rivâyeti esas alan Nevevî saçı siyaha
boyamanın tahrîmen mekruh olduğuna hükmetmiştir. Taberânî'nin Ebû'd-Derdâ'dan
yaptığı bir hadiste de: "Kim siyahla (saçlarını) boyarsa, Allah onun
yüzünü Kıyamet günü siyah kılsın" buyurulmuştur.
El
Halîmî, saçı siyaha boyamanın erkekler hakkında mekruh olduğuna, kocası
sebebiyle kadının siyaha boyamasının mekruh olmadığına hükmetmiştir.
İmâm
Mâlik: "Kına ve ketem ile boyamak câizdir, ancak siyahtan başka bir şeyle
boyamak bence daha iyidir" demiştir. Ketem, bir bitki olup, saçlara siyah
renk vermede boya maddesi olarak kullanılır. düşmanla cihad eden kimsenin
saçlarını siyaha boyamasında kerâhet yoktur, ulemâ bu hususta ittifak eder.
Şunu
da belirtelim ki, sadedinde olduğumuz hadiste mevzu bahis edilen
"boyama", ne elbise ile ne de el ve ayaklarla ilgilidir. Çünkü,
yahudîler bunların boyanmasını terketmiş değiller.
El
ve ayakların boyanması, erkekler hakkında tedavî maksadı dışında câiz
görülmemiştir.
Sahâbe,
saç boyaması hususunda ihtilaf etmiş, kimisi boyamış, kimisi boyamamıştır.
Resûlullah'ın boyayıp boyamadığı da ihtilâflıdır.
Görüldüğü
üzere, saç boyama meselesinde, hem hadislerde hem de ulemâ arasında farklı
durumlar gözükmektedir.
Bu
mevzuyu Nevevî, Müslim Şerhi'nde şöyle açıklar: "Kadı İyâz der ki:
"Sahâbe ve Tâbiîn'den selef büyükleri, boyama ve kullanılacak boyanın
cinsi husûsunda ihtilaf etmişlerdir. Bir kısmı: "Boyamayı terketmek efdaldir"
demişler ve Resûlullah'ın saçlardaki akların rengini değiştirmeyi yasaklayan
hadisini delil olarak göstermişlerdir. Çünkü Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) aklarının rengini değiştirmemiştir. Bu husus Hz. Ali, Hz. Ömer, Hz.
Übey ve diğer bazılarından (radıyallâhu anhüm) rivâyet edilmiştir. Bir kısmı
da: "Boyamak efdaldir" demiştir. Nitekim sahabe, Tâbiîn ve arkadan
gelenlerden bir kısım büyükler saçlarını boyamışlar, kendilerine delil olarak
da Müslim ve diğer hadis imamlarının kaydettiği hadisleri göstermişlerdir.
İşte
bu sonuncu grup aralarında, boyanın cinsi husûsunda ihtilâf etmişlerdir.
Bunların çoğu sarıya boyamayı uygun bulmuşlardır. Hz. Ali, İbnu Ömer, Ebû
Hüreyre vs. bunlardandır. Bir kısmı kına ve ketem ile, bir kısmı za'feran ile
bir kısmı siyah boya ile boyamışlardır. Siyahı tercih edenler arasında Hz.
Osman Hz. Hasan, Hz. Hüseyin (yani Hz. Ali'nin iki oğlu), Ukbe İbnu Âmir, İbnu
Sîrîn, Ebû Bürde vs. zikredilir."
Kadı
İyâz (bu ihtilafları kaydettikten sonra) Taberânî'nin şu açıklamasına yer
verir: "Doğrusu şudur: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın saçtaki
akları boyamayı emreden ve yasaklayan rivâyetlerin hepsi sahîhtir. Aralarında
tenâkuz da mevzubahis değildir. Hadislerdeki boyama emri Hz. Ebû Bekir'in
babası Ebû Kuhâfe kadar yaşlanıp saçı sakalı ziyadesiyle ağarmış olanlar
içindir. Yasak da henüz yeni ağarmaya başlayanlar içindir."
Kadı
İyâz devamla der ki: "Seleften bazılarının saç boyamasına yer verip,
bazılarının yer vermemesi meselesine gelince, bu da onların belirtildiği gibi ahvallerinin
farklılığına bağlıdır. (Yani iyice ağaranlar boyamış, yeni ağarmaya başlayanlar
boyamamıştır). Şurası muhakkak ki, boyama hususunda vârid olan emir ve nehiy
bi'l-icma, vücûb ifâde etmez. Bundandır ki, bu konuda farklı görüşleri iltizam
edenler birbirlerini tenkîd etmemişlerdir. Emir -nehiy ifade eden hadislerden
birinin nâsih, diğerinin mensûh olduğunu söylemek de câiz değildir.
Gerek
Kadı İyâz ve gerekse diğer ulemâ, meseleyi iki duruma irca ederek
özetlemişlerdir:
1-
Bir yerde saç boyama adeti varsa, buna uymamak dikkatleri çekeceğinden, şöhrete
sebep olur, bu ise mekruhtur. Aksi de böyledir, yani boyama adetinin olmadığı
bir yerde boyamak dikkat çekeceğinden mekruhtur.
2-
Hüküm, ağaran saçın manzarasına bağlıdır. Yani, bir kimsenin ağaran saçı güzel
bir manzara arzediyor, boyanma halinden daha nazif ve nezih görünüyorsa,
boyamamak evladır, aksine akları çirkin ve iğrenç bir manzara arzediyorsa
boyanması evlâdır.
Şâfiî
mezhebinden olan Nevevî, Kadı İyâz'dan bu nakli yaptıktan sonra: "Doğru ve
sünnete uygun olanı, mezhebimizin görüşü olarak kaydettiğim hükümdür" der.
(Yani: "Kadın olsun, erkek olsun saçlarını kızıla veya sarıya boyamaları
müstahabtır, siyaha boyamaları haramdır."[38]
ـ2ـ وعن ابن
عباس رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال: ]مَرَّ
رَجُلٌ
وَقَدْ
خَضَبَ
بِالخِنَّاءِ،
فَقَالَ
النَّبىُّ #: مَا
أحْسَنَ
هذَا،
وَمَرَّ
آخَرُ وَقَدْ
خَضَبَ
بِالْحِنَّاءِ
وَالْكَتَمِ
فقَالَ: هذَا
أحْسَنُ مِنْ
هذَا، ثُمَّ
مَرَّ آخَرُ وَقَدْ
خَضَبَ
بِالصُّفْرَةِ،
فقَالَ: هذَا أحْسَنُ
مِنْ هذَا
كُلهُ[. أخرجه
أبو داود. »الْكَتَمُ«:
نبت يخلط
بالوسمة
يختضب به .
2. (2112)- İbnu Abbâs (radıyallâhu
anhümâ) anlatıyor: "(Saçlarına) kına yakmış bir adam gelmiştir. Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Bu ne güzel!" buyurup takdir
etti. (Az sonra) kına ve ketem ile boyanmış biri geldi.
"Bu
evvelkinden de güzel!" buyurdu. Sonra (saçlarını) sarıya boyamış biri daha
gelmişti ki:
"Bu
öbürlerinden de güzel!" buyurdu." [Ebû Dâvud, Tereccül 19, (4211);
İbnu Mâce, Libâs 34, (3627).][39]
AÇIKLAMA:
1-
Ketem, bir bitki olup, kına gibi saç boyamasında kullanılır. Daha ziyade siyaha
çalan bir renk bırakır.
2-
Bu hadis, tek başına kına yakılmasının güzelliğine delil olmaktadır. Ancak kına
ketem ile karışırsa daha da güzel ve makbul olmaktadır. Bazı şârihler, kına ile
ketemin karışımından siyah renk hâsıl olacağını söyleyen İbnu'l-Esîr, Hattâbî
gibi bir kısım âlimlerin yanıldığına bu hadisten delil gösterirler. "Çünkü
derler, erkekler kına ve ketem ile boyanırlar, Resûlullah da bunu takdir
etmektedir, öyle ise bunların
karışımından hâlis siyah ortaya çıkmamaktadır, zira siyah yasaklanmış bir
renktir, (Resûlullah, nasıl olur da yasakladığı bir rengi takdir eder?)"
Yine
hadis göstermektedir ki, saçı sarıya boyamak, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) nazarında, kınadan da, kına ile ketem'in karışmasından da muteber bir
ameldir.[40]
ـ3ـ وعن ابن
عمر رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما:
]أنَّهُ كانَ
يُصَفِّرُ
لِحْيَتَهُ
بِالصُّفْرَةِ
وَيَقُولُ:
رَأيْتُ
رَسُولَ
اللّهِ # يَصْبُغُ
بِهَا وَلَمْ
يَكُنْ
شَىْءٌ
أحَبَّ إلَيْهِ
مِنْهَا،
وَقَدْ كانَ
يَصْبُغُ بِهَا
ثِيَابَهُ[.
أخرجه أبو
داود
والنسائى.»وفي
رواية لهما عن
أنس قال: ]مَا
خَضَبَ
رَسُولُ
اللّه #،
وَإنَّهُ لَمْ
يَبْلُغْ
مِنْهُ
الشّيْبُ إّ
قَلِيً قالَ: وَلَوْ
شِئْتُ أنْ
أعُدَّ
شَمَطَاتٍ
كُنَّ في
رَأسِهِ
لَفَعَلْتُ،
وكانَ أبُو
بَكْرٍ وَعُمَرُ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما
يَصْبُغَانِ بِالحِنَّاءِ
وَالْكَتَمِ[.»الشَّمَطُ«:
الشيب.»وَالشَّمَطَاتُ«:
الشعرات
البيض .
3. (2113)- Hz. İbnu Ömer (radıyallâhu
anh)'den rivâyete göre, sakalını sufra denen sarı boya ile boyar ve derdi ki:
"Ben, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı gördüm, sakalını bununla
boyamıştı, en çok sevdiği boya da bu idi. Bununla elbisesini boyadığı da
olurdu." [Ebû Dâvud, Libâs 18, (4064), Tereccül 19, (4210); Nesâî, Zînet
17, (8, 140).]
Buhârî
ve Müslim'de, Hz. Enes'ten gelen bir rivâyette şöyle denir: "Resûlullah
hiç saçını boyamadı. Çünkü ondaki beyazlar çok azdı. Başındaki akları saymak
istesem sayabilirdim. Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer (radıyallâhu anhümâ)
(saçlarını) kına ve ketem ile boyarlardı." [Buhârî, Libâs 66, Menâkıb 23;
Müslim, Fedâil 100-105, (2341); Ebû Dâvud, Tereccül 18, (4209); Nesâî, Zînet
17, (8, 140, 141).][41]
AÇIKLAMA:
1-
Bu rivâyet, sadece Hz. Ömer'in değil Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
sarı renkle (za'ferân'la) sakalını boyadığını ifâde etmektedir. Hadisin burada
yer almayan ziyâdesinde elbisesinin
tamamını ve hatta sarığını da za'ferân'la (sarı) boyadığı belirtilir.
2-
Burada bir noktaya dikkat çekmemiz gerekmektedir. Bir rivâyette, za'ferân'la
boyanmış olanın cenâzesinde (rahmet) meleklerinin hazır bulunmayacağı ifade
edilmiştir. Halbuki sadedinde olduğumuz rivâyet, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın sarık, elbise, sakal hep za'ferânla boyandığını ifâde etmekte ve
ortada bir teâruz gözükmektedir.
İbnu
Battâl ve İbnu't-Tîn'in meseleye getirdikleri açıklama şöyle: "Za'ferân
ile boyanmakla ilgili yasak, bedenle ilgilidir ve kerâhete hamledilir, harama
değil. Zira, bedenin za'feranlanması, Şâriin haram etmeksizin yasaklamış olduğu
tereffühe girer: Abdurrahman'ın rivâyetine göre, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın yanına gelir, bir rivâyette tasrîh edildiği üzere üzerinde
za'ferândan hâsıl olan sarılık izi mevcuttur. Resûlullah bunu görür, ancak ne
tenkîd eder, ne de yıkanmasını emreder."[42]
3-
Hz. Peygamber sakalını boyadı mı?
Sahiheyn'in
Hz. Enes'ten kaydettikleri rivâyette -ki Teysîr, "ziyâde" nâmıyla
almıştır- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sakalını boyamadığı
"zîra, sakalındaki akları sayılacak kadar az miktarda olduğu, -hattâ bazı
rivâyetlerde boyanacak miktarı bulmadığı- belirtilmektedir.
Bazı
rivâyetler Resûlullah'ın ağarmış olan kılları hakkında rakama yer verir. 15'den
30'a kadar farklı sayılar zikredilmiştir. Şurası kesin ki, altmışüç yaşında
vefat eden Hz. Peygamber'in saçlarında az da olsa ağarma başlamış idi.
Kendisinden gelen rivâyetlerde onbeş, onyedi ve hatta onsekiz adet beyaz kıl
bulunduğunu belirten Hz. Enes, Müslim'deki bir rivâyette, azlığı belirtme
sadedinde مَا
شَانَهُ
اللّهُ
بِبَيْضَاءَ "Allah onu beyazlıkla
lekelememiştir" der.
Görüldüğü
üzere, rivâyetler, Hz. Peygamber'in saçını boyayıp boyamadığı meselesinde
ihtilaflıdır ve bu durum ulemâyı da ihtilafa sevketmiştir. Çoğunluk, Hz. Enes
(radıyallâhu anh)'in rivâyetine binâen boyamadığına kâil olmuştur.
Aradaki
ihtilafı te'lîf edenler de olmuştur. Bunlar Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın çok koku kallanmasından hareket ederek: "Efendimiz çok koku
kullanırlardı. Başa sürülen koku saçın siyahlığını giderdi. Bu durumu görenler
Resûlullah'ın saçını boyadığını zannederek öyle rivâyette bulundular...."
demişlerdir. Müslim şârihi Nevevî de şu kanaattedir: "Muhtar olan kavle
göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bazan saçını boyamış, çoğu zaman da
boyamamıştır. Her râvi kendi gördüğünü rivâyet ederek, kimisi
"boyadı", kimisi de "boyamadı" demiştir."[43]
ـ4ـ وعن
كريمة بنت همام:
]أنَّ
امْرَأةً
سَألَتْ
عَائِشَةَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها عَنْ
خِضَابِ
الحنَّاءِ فقَالَتْ:
َ بَأسَ بِهِ،
وَلكِنِّى
أكْرَهُهُ ‘نَّ
حَبِىبى #
كانَ
يَكْرَهُ
رِيحَهُ[.
أخرجه أبو
داود
والنسائى .
4. (2114)- Kerîme Bintu Hümâm
anlatıyor: "Bir kadın, Hz. Âişe'ye kına yakma hususunda sormuştu, şu
cevabı aldı:"Bunda bir beis yok (kına yakılabilir). Ancak ben bundan
hoşlanmam. Çünkü sevdiğim (aleyhissalâtu vessellâm), onun kokusunu
sevmezdi." [Ebû Dâvud, Tereccül 4, (4164); Nesâî, Zînet 19, (3, 142).][44]
AÇIKLAMA:
1-
Bu rivâyette Kerîme Bintu Hümâm'ın meçhul ve dolayısıyle rivâyetin senet
yönüyle zayıf olduğu belirtilmiştir.
2-
Rivâyet, kınanın bir boyama maddesi olarak mübah olduğunu ifade eder. Ancak,
kınanın mübahlığını takrîr eden yegâne rivâyet bu değildir. Müteâkiben
görüleceği üzere, pek çok rivâyet kınayı mübah addetmektedir.
3-
İmam Şâfiî, bu rivâyete dayanarak kınanın koku maddesi olmadığını söylemiştir.
Çünkü Hz. Peygamber kokuyu severdi. Keza rivâyet, kınanın Resûlullah'ın hoşuna
gitmeyen bir koku çeşidi olma ihtimalini de ortadan kaldırmaktadır.[45]
ـ5ـ وعن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]أوْ مَأَتِ
امْرَأةٌ
مِنْ وَرَاءِ
سِتْرٍ بِيَدِهَا
كِتَابُ إلى
رَسُولِ
اللّه #،
فَقَبَضَ #
يَدَهُ
فقَالَ: مَا
أدْرِى أيدُ
رَجُلٍ أمْ
يَدُ
امْرَأةٍ؟
فقَالَتْ:
بَلْ يَدُ
امْرَأةٍ،
فقَالَ: لَوْ
كُنْتِ
امْرَأةً
لَغَيَّرْتِ
أظْفَارَكِ،
يَعْنِى
بِالْحِنَّاءِ[.
إخرجه أبو
داود
والنسائى .
5. (2115)- Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ)
anlatıyor: "Bir kadın, perde gerisinden Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a eliyle bir mektup uzattı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) elini
derhal geri çekip:"Ne bileyim, bu el kadın eli midir, erkek eli
midir?" buyurdu. Kadıncağız:"Kadın elidir!" deyince Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):"Sen kadın olsaydın, tırnaklarının rengini
değiştirirdin" buyurdu. Bununla kına yakmayı kastetmişti." [Ebû
Dâvud, Tereccül 4, (4166); Nesâî, Zînet 18, (8, 142).][46]
AÇIKLAMA:
Rivâyet
kınanın, kadınlar için mümeyyiz bir şiar teşkîl ettiğini ifâde etmektedir.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kendisine mektup uzatan şahsı göremediği
için, kadın veya erkek olduğuna hükmedememiştir. Elinde de kadın veya erkek
olduğuna delâlet eden bir alâmet göremeyince, kendisine perde gerisinden
uzatılan mektubu almamış, bu vesîle ile bir düstur beyan etmiştir. Kadın ve
erkek iki cins arasında mümeyyiz bir kısım alâmetler bulunmalıdır. Nitekim,
başka rivâyetlerde kadının erkeğe, erkeğin kadına benzemesinin şiddetle
yasaklandığını göreceğiz: لَعَنَ
اللّهُ
الْمُتَشَبِّهَاتِ
مِنَ
النِّسَاءِ
بِالرِّجَالِ
وَالْمُتَشَبِّهِينَ
مِنَ الرِّجَالِ
بِالِنّسَاءِ
"Allah,
erkeklere benzeyen kadınlara, kadınlara benzeyen erkeklere lânet etsin."
Şârih İbnu Ebî Cemre, diğer deliller muvâcehesinde değerlendirerek bu ve
benzeri hadislerin süste (ziyy), bazı sıfat ve davranışta benzemeyi
yasakladığını, yasağın her hususa şâmil olmadığını söyler. Söz gelimi hayır
yapmada birbirlerini taklid yasak değildir. Âlimler zamana, mekâna ve örfe göre
de yasağa dahil olan benzemelerin değişebileceğini kabûl ederler.
Hadisin
sonunda gelen "...Bununla kına yakmayı kastetmişti" cümlesi Hz.
Âişe'nin veya diğer râvilerden birinin ilâve ettiği bir açıklamadır. Yani
Resûlullah şunu demek istemiştir: "Sen kadın olsaydın tırnaklarına kına
yakıp rengini değiştirirdin."
Ulemâ,
hadisten, kadınlara kına yakmanın ısrarla tavsiye edilmiş olduğu hükmünü
çıkarmıştır.[47]
ـ6ـ وعنها
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها: ]أنَّ
هِنْدَ
بِنْتَ
عُتْبَةَ
قالتْ يَا
رسُولَ
اللّهِ: بَايِعْنِى،
فقَالَ: َ
أُبَايِعُكِ
حَتَّى تُغَيِّرِى
كَفّيْكِ
كَأنَّهُمَا
كَفّا سَبُعٍ[.
أخرجه أبو
داود .
6. (2116)- Yine Hz. Âişe (radıyallâhu
anhâ) anlatıyor: "Hint Bintu Utbe, Hz. Peygamber'e:
"Ey
Allah'ın Resûlü, bana biat ver!" diye talepte bulunmuştu. Kendisine:
"Hayır,
şu ellerini değiştirmedikçe senden biat almayacağım. Ellerin tıpkı vahşi
hayvanların ayağı gibi!" cevabını verdi." [Ebû Dâvud, Tereccül 4,
(4165).]
Rivâyette
adı geçen Hint, Ebû Süfyân'ın zevcesi ve Hz. Muâviye (radıyallâhu anhüm)'nin
annesidir. Mekke'nin fethi sırasında kocası ile birlikte müslüman olmuştur. Hz.
Peygamber eski nikâhları ile evliliklerini ikrâr etmiş, yeni bir nikahı
gereksiz görmüştür. Ancak, görüldüğü üzere, ellerine kına vurmadan biat
almamıştır.
Âlimler
bu hadisten hareketle, erkeklerin kına yakmasını mekruh addetmişlerdir. Kadının
elleri, kınasız iken erkeğin ellerine benzemektedir. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bu benzemedeki kerâheti ifâde için teşbîhe başvurup, vahşî
hayvanların ayaklarına teşbîh etmiştir.[48]
ـ7ـ وعن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]أُتِىَ
رَسُولُ
اللّه #
بِمُخَنَّثٍ
قَدْ خَضَبَ
يَدَيْهِ
وَرِجْلَيْهِ
بِالْحِنَّاءِ،
فقَالَ: مَا
بَالُ هذا.
قالُوا:
يَتَشَبَّهُ
بِالنِّسَاءِ،
فَأُمِرَ
بِهِ
فَنُفِىَ إلى
النّقِىعِ،
فَقيلَ: أَ
نَقْتُلُهُ
يَا رَسُولَ اللّهِ؟
فَقَالَ:
إنِّى نُهيتُ
عَنْ قَتْلِ المُصَلِّينَ[.
أخرجه أبو
داود.»النّقِيعُ«
بالنون: موضع
بالمدينة كان
حمى .
7. (2117)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a el ve ayaklarına
kına yakmış bir muhannes getirdiler.
"Bunu
niye getirdiniz, nesi var?" diye sordu. Kendisine:
"Kendisini
kadınlara benzetmiştir!" dediler. Bunun üzerine Efendimiz emretti ve Nakî'
nâm mevkiye sürgün edildi.
"Ey
Allah'ın Resûlü, onu öldürmeyelim mi?" diye soranlar olmuştu ki:
"Hayır!
dedi, ben namaz kılanları öldürmekten men edildim." [Ebû Dâvud, Edeb 61,
(4928).][49]
AÇIKLAMA:
1-
Muhannes, kendini kadınlara benzeten erkeğe denir. Dinimiz bunu şiddetle
yasaklamış ve haklarında sürgün cezası getirmiştir.
2-
Nâkî, Medîne'ye iki gece mesâfede Müzeyne yurdunda bir yerin adıdır. Hz. Ömer
orayı devlet himâsı (koruluğu) ilan etmiştir.
3-
Namaz kılanları öldürmekten men edildim cümlesi, mü'minleri öldürmekten...
demektir. Mü'minin en mümtaz vasfı namaz olması haysiyetiyle, namaz kılan
(musallî) kelimesiyle zikri uygun görülmüştür. Hz. Peygamber irtidad, kısas,
yol kesme ve isyan durumu gibi hudud'a giren belli haller dışıda mü'mine ölüm
cezası vermeyi reddeder.[50]
Son
rivâyet, kıyafet hususunda kadınla erkeğin ayrılması meselesine temas etmekte,
kendisini kıyafetiyle kadınlara benzeten kimsenin Medîne'den sürgün edildiğini
belirtmektedir. Bunun başka örnekleri de var.[51]
Kıyafetle
ilgili olarak sünnette vârid olan hadisler incelenecek olursa, buna büyük bir
ehemmiyet verildiği, kişinin şahsiyetinin gerek cinsi ve gerekse dini
hüviyetinin vazgeçilmez bir parçası telakki edildiği görülür. Hatta bir kısım
rivâyetlerde, kıyafetin insan ruhuna tesiri bile söz konusudur.[52]
Ancak burada söylenenlere delâlet eden hadislere sadece atıfta bulunarak,
sebebini bu zikrettiğimiz mülâhazalardan almak üzere, Hz. Peygamber'in daha
doğuştan başlamak üzere kadın ve erkek arasında kıyafet ayrımına verdiği
ehemmiyeti belirtmeye çalışacağız.
Araştırmamızın
bidâyetinde belirttiğimiz üzere torunu Hasan'a doğduğu gün sarılmış olan sarı
renkli kundak bezini öfke ile atarak yerine beyaz renkli bir bez kullanmış
olması bu ayırımın doğuşla başlatıldığının bir örneği olarak
değerlendirilebilir. Hz. Peygamber erkekler için yasakladığı cins ve renkteki
(ipekliler, sarı, kırmızı renkteki kumaşlar) giyecekleri çocuklar üzerinde
görünce memnûniyetsizlik izhâr edip, onlara müdahale ederek değiştirmiştir. Şu
halde sünnet, kadın ve erkek için kıyafetleri ayırmakla kalmamış, çocukların
daha küçük yaştan itibaren kendi cinsleri için tecviz edilen kıyafetlere
alıştırılmalarını emretmiş olmaktadır.
Rivâyetler,
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in "Kadınların süssüz oluşlarını
kerih bularak" ipekli kumaş, parlak renkler ve kına, halhal, küpe,
bilezik, gerdanlık gibi örfte mevcut çeşitli süs unsurlarıyla daha câzib ve
erkeklerinkinden farklı bir kıyafeti tecviz ettiğini göstermektedir. Bu
cümleden olarak: "Fâtıma'nın sürünme maddesini (tîb) çok yapın, zira o da
diğer hemcinsleri gibi bir kadındır" dediğini, "eliyle inci
dizerek" ehlinden birine verdiğini, evlenme sırasında kızı Zeyneb'e kolye
hediye ettiğini, Necâşî'den hediye gelen bir altın yüzüğü kız torunu Ümâme'ye
verdiğini vs. görmekteyiz. Kezâ Hz. Âişe'nin meşhur ifk hadisesine maruz
kalmasına sebep olan "kaybolan kolyesini arama hadisesi" bizzat
Zevcât-ı Mutahharât'ın zînet ve süs eşyalarını kullandıklarını göstermektedir.
Kadınla
erkeği ayıran süs unsurlarından biri de sürünme maddesidir. Bu, erkeklerde koku
saçıcı fakat renksiz, kadınlarda renkli fakat kokusuz olmalıdır; Rengi dışarı
akseden sürünme maddesini kullanan erkekleri ve hatta erkek çocuklarını Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) hoş karşılamamış bunu, biat taleplerini
reddetme ve kendisine gelenlerden esirgemediği mûtâd iltifatlarda bulunmamak
gibi bir kısım fiili davranışlarıyla ifâde etmiştir.
Kına
da kadınla erkeği ayıran bir unsurdur. Rivâyetler Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in herhangi bir kadının ellerinde kına izi olmayışını normal
karşılamadığını belirtir. Ebû Dâvud'un bir tahricinde Hz. Âişe, biat için Hz.
Peygamber'e müracaat eden Utbe'nin kızı Hind'in Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
tarafından, "Ellerini (kınalayarak) değiştirmedikçe biatını kabul
etmiyorum..." diye reddedildiğini haber verir. Hz. Âişe diğer bir
rivâyette de Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in perde gerisinden
kendisine uzatılan bir mektubu almak için elini uzattığı sırada, "Bu kadın
eli mi erkek eli mi bilemiyorum" diyerek mektubu almaksızın elini geri
çektiğini, uzatan kimsenin: "Kadın eli yâ Resûlallah" demesi üzerine
de: "Eğer kadın olsa idin tırnaklarını (kına ile) değiştirirdin"
cevabında bulunduğunu haber verir.
İki
kıble'ye müteveccihen namaz kılanlardan bir kadına, Hz. Peygamber'in:
"Kına yakınan herhangi birinizin, elleri erkek eli gibi oluncaya kadar
kınayı terketmesi hoş değildir" demesi üzerine, kadının seksen yaşına
basmış olmasına rağmen kınayı terketmediğini öğreniyoruz.
Bu
misaller sünnet nazarında kınanın kadınlar için alâmet-i fârika durumunda
olduğunu ifâde eder. Nitekim diğer bir kısım rivâyetler de bunun erkekler için
tahannüs (kadınlaşma) belirtisi kabul edilerek haklarında yasaklandığını göstermektedir.
Ebû Hüreyre huzûr-u nebevîye getirilen elleri ayakları kınalı bir muhannesin
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) tarafından Medîne'nin Nakî' denen bir
nahiyesine sürüldüğünü rivâyet etmektedir.
Kına
ile alakalı olarak gelen bu rivâyetler, kadınların her an kına yakmaları
hususunda bir vecîbe ifade etmez, ancak erkeklerden süslenme noktasında
farklılık arzetmeleri gereğini te'yîd eder.
Bu
husûsta bir diğer delil, Hz. Peygamber'in henüz çocuk olan Üsâme'nin ellerini
ve yüzünü yıkarken söylediği: "Üsâme kız olsaydı onu giydirir, süsler
câzib ve sevimli yapardım" cümlesidir. Bu ifade kızların oğlanlardan
farklı bir kıyafete tâbi tutularak daha cazib, daha süslü, daha dikkat çekici
kılınmaları gereğine işaret etmektedir. Enes, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın kızı Ümmü Gülsüm üzerinde sîra denen ipekli bir kumaştan elbise
gördüğünü söyler. Hz. Câbir de Ashâbın ipekliyi oğlan çocuklarına yasak
ettikleri halde kız çocuklarına serbest kıldıklarını belirtir. Malik'in bir
tahricinde sünnete ittibâsıyla maruf Abdullah İbnu Ömer'in kızlarını altınla
bezediğini ve bunlardan zekât da vermediğini öğrenmekteyiz.
Hülasa
sünnette gelen bütün bu rivâyetlere dayanarak âlimler: "Haklarında tergib
için, süs ve zînetlerle kızları bezemek sünnettir" hükmünü vermiştir.
Mesleğinin, kadınları kocaları için tezyîn etmek olduğunu söyleyerek bunda
devam edip edemeyeceğini soran Ümmü Ra'le'ye Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm): "Onları kocaları için tezyîn et ve süsle" cevabını
vermiştir.[53]
Kadın
ve erkeğin kıyafette ayrılmaları, terbiyelerinde mühim bir esas olarak
vaz'edilmekten başka bunun bazı müeyyedilerle korunduğunu görmekteyiz. İbnu
Abbâs'dan gelen bir rivâyette: "Hz. Peygamber kadınlardan erkeğe
benzeyenlerle, erkeklerden kadına benzeyenlere lânet etti" denir. Ebû
Hüreyre'nin bir rivâyetinde: "Kadın elbisesini giyen erkekle, erkek
elbisesini giyen kadına lânet etti" denir. Müsned'de İbnu Ömer'den,
Buhârî'de İbnu Abbâs'dan yapılan tahriclerde: "Kadınlaşan erkekle, erkekleşen
kadına" lanet edildiği belirtilir. Hâkim'in bir tahricinde, "cennete
giremeyecek üç grup" sayılırken: "Ebeveyn hukûkunu çiğneyen, deyyus,
kadınların erkekleşenleri" denir.
Bu
mânevî müeyyideden başka fiilî müeyyideye de başvurulmuş olduğunu sünnette
görmek mümkündür. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), kıyafetiyle ilgili
yasağa riâyet etmeyenlere karşı daha zecrî tedbirler alarak meselenin
ehemmiyetini duyurmaya çalışmıştır. Bu cümleden olarak -mütehannis ve
mütereccîleri kastederek: "Bunları evlerinizden çıkarın" emrini
verdiğini göstermekteyiz. İbnu Abbâs: "Hz. Peygamber falancayı, Hz. Ömer
de falancayı (Medîne'den) sürdü" diye isim vermeksizin bu yasağa
uymayanlara uygulanan cezayı misâl verir. Hadisin şerhinde Kastalânî, Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Enceşe adında kadınlara benzemeye özenen
siyahî bir erkek köle ile Bâdiye Bintu Gaylan adındaki kadını Medîne'den
sürdüğünü belirtir. İbnu Hacer de Hz. Ömer'in Ebû Züeyb, Nasru'bnu Haccâc,
Ca'detu's-Sülemî, Ümeyyetu'bnu Yezîd el-Esedî ve Mevlâ Müzeyne ismindeki
şahısları Medîne'den sürdüğünü, Ebû'l-Hasan el-Medâyînî'nin Kitabu'l-Muğarrebîn
adındaki te'lifine dayanarak, kısaca sürülüş sebeplerini de vererek kaydeder.
Âmirî de Hz. Peygamber devrinde dört muhannis bulunduğunu bunlardan hiçbirinin
"kadınlara teşebbüh"ten başka fahiş bir cürüm işlemediklerini
belirtir.
Son
olarak teşebbühle sadece libâs veya süslenme unsurlarındaki benzemenin
kastedilmediğini de belirtelim. İbnu Hacer, Buhârî'nin İbnu Abbâs'tan tahrîcini
îzah sadedinde Taberî'nin memnu benzemeyi, "libâs ve zînette
benzemek" olarak yaptığı açıklamaya "konuşma ve yürümede de
benzeme"yi ilave eder ve der ki: "Libâsın şekli her beldenin âdetine
göre değişir. Bir yerde libâsta kadınla erkeğin kıyafeti aynı olabilir. Fakat
her hâl u kârda kadınlar iyice bürünmek ve örtünmekle (ihticâb ve istitâr)
temayüz ederler."
Rivayetler
kıyafet mefhumuna sadece libâs, zînet ve sürünme maddelerinin değil,
ayakkabılarının da girdiğini, her cinse, mukâbil cinse ait olan ayakkabıyı
giymesi yasaklandığını göstermektedir. Misâlimizde erkek ayakkabısı (na'l)
giyen kadın hakkında sorulunca Hz. Âişe'nin: "Resûlullah, erkek kadınlara
lânet etmiştir" diye cevap verdiği kaydedilir.[54]
Halûk
mürekkeb bir koku maddesidir (tîb). Za'ferân ve başka maddelerin karışımıyla
elde edilir. Renk olarak kızıllık ve sarılık hâkimdir. Esas itibariyle
kadınlara has bir sürünme maddesi olduğu için, erkekler hakkında ihtilaflı
rivâyetler gelmiştir; bazısına göre mübâh, bazısına göre gayr-ı mübâhtır.
İbnu'l-Esîr, nehyedici hadislerin nâsih olduğunu söyler.[55]
ـ1ـ عن أنس
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]نَهَى رَسُولُ
اللّه # أنْ
يَتََزَعْفَرَ
الرَّجُلُ[ أخرجه
الخمسة.وقال
الترمذي:
معناه أن
يتطيب به .
1. (2118)- Hz. Enes (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), erkeğin za'ferân
sürmesini yasakladı." [Buhârî, Libâs 33; Müslim, Libâs 77, (2101); Ebû
Dâvud, Tereccül 7, (4179); Tirmizî, Edeb 51, (2816); Nesâî, Zînet 74, (8,
189).][56]
AÇIKLAMA:
Burada
yasaklanan husus za'ferânın bedene sürülmesidir. Zîra, za'-ferân sürülmüş
elbisenin giyilmesini tecviz eden rivayetler mevcuttur. Ayrıca hadis, yasağın
erkeklere has olduğunu belirtir. Şu halde kadın, yasaktan istisna edilmiştir.
Za'ferân
sürünmek niçin yasaklanmıştır? Bunun sebebi hususunda ihtilaf edilmiştir:
*
Kadınlara mahsus koku olması, yani kokusu sebebiyle mi?
*
Rengi sebebiyle mi? Bu takdirde bütün sarı renkliler buna dahil mi edilmelidir?
İmam
Şâfiî: "İhramlı olmayan erkeğe, ne halde olursa olsun za'ferân sürünmeyi
yasaklarım, şâyet sürünmüşse, yıkanmasını emrederim" der. Ayrıca der ki:
"Sarı renkli giymesini câiz bulurum, zira ben bu konuda Hz. Ali'den
yapılan şu rivayetten başka bir şey söyleyen hiç kimse görmedim:
"Resûlullah sadece bana yasak etti, ben size yasaklamıyorum." Ancak
Beyhakî, bu yasağın, Hz. Ali'den başkasından da geldiğini kaydetmiştir.
Abdullah İbnu Ömer: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) üzerimde sarıya
boyanmış iki giyecek parçası gördü de: "Bunlar kâfirlerin libasıdır, sakın
bunları giyme" emretti" der. Müslim'in bir rivayetinde şu ziyade de
gelmiştir: "Yıkayayım mı?" diye sordum. "Hayır! onları yak"
emretti." Beyhakî der ki: "Bu rivayet Şâfiî'ye ulaşsaydı, sünnete
uymadaki âdeti üzere, mutlaka buna uyardı."
Hülâsa
sarıya boyanmış elbiseyi, seleften bir kısmı mekruh addederken bir kısmı da
câiz addetmiştir.
Nevevî'nin
Müslim Şerhi'nde belirttiği üzere İmam Mâlik evde câiz görmüş ise de
mahfillerde mekruh addetmiştir.
Bu
mevzuda kerâhet ifade eden rivayetlerden birini, müteakiben metni görüleceği
üzere, Hz. Enes yapmıştır. Ebû Dâvud'da Şemâilu't-Tirmizî'de ve Nesâî'nin
es-Sünenü'l-Kübrâ'sında geldiğine göre: "Resûlullah'ın yanına üzerinde
sarılık izi bulunan bir adam geldi. Onun bu manzarasından hoşlanmadı. Ancak,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), kişinin yüzüne karşı ayıbını nâdiren
vurduğu için (sesini çıkarmadı). Fakat, adam cemaatten ayrılıp gidince:
"Keşke bu adama söyleseydiniz de şu sarıyı terketseydi" der. Daha
önce de kaydettiğimiz üzere (2113) Hz. Peygamber: "Za'ferânla boyanmışın
ve kâfirin cenazesinde meleğin hazır olmayacağını" söylemiştir. Keza bir
başka rivayette Ammâr İbnu Yâsir (radıyallâhu anh)'in anlattığına göre za'ferân
sürülmüş olarak Hz. Peygamber'in yanına gelince, verdiği selamı almaz ve: اِذْهَبْ
فَاغْسِلْ
عَنْكَ هَذَا "Git bunu üzerinden yıka!" emreder.
Ammâr, gidip yıkar geri gelir. Ancak, lekesi kaldığı için yine selamını almaz
ve "git yıkan" diye emreder. İzi kalmayacak şekilde yıkayınca
selamını alır.
Şafiîler
Kûfîler (Hanefîler), za'ferân sürmeyi ihramlı ihramsız herkes için gayr-ı câiz
addetmişlerdir.
Ancak,
za'ferânı ihramlıya yasaklayan rivayeti esas alan İmam Mâlik ihramsızlar
hakkında câiz görür. Hz. Peygamber'in za'ferânla elbise giydiğine dair gelen
rivayetleri esas alan âimler de cevâzına hükmederler. Mühelleb der ki:
"Sarı, nefse en canlı ve çekici gelen renktir." Bu durumu İbnu Abbâs
(radıyallâhu anhümâ), Cenâb-ı Hakk, اِنَّهَا
بَقَرَةٌ
صَفْرَاءُ
فَاقِعٌ
لَوْنُهَا
تَسُرُّ
النَّاظِرِينَ "O, Ôonun, bakanların içini açan, parlak
sarı renkli bir sığır olduğunu söylüyor' dedi." (Bakara 69) ayetinde bu
hususu belirtmiştir" der.
Hülasa,
Şâfiîler ve Hanefîler za'ferânı hem elbise ve hem de bedende mekruh addederler,
ancak bedene sürmenin keraheti elbiseye sürmeden fazladır.[57]
ـ2ـ وعنه
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]أتى
رَجُلٌ إلى
النّبىِّ #
وَعَلَيْهِ
أثَرُ
صُفْرَةٍ،
وَكانَ #
قَلّمَا
يُوَاجِهُ
أحَداً
بِشَىْءٍ في
وَجْهِهِ
يَكْرَهُهُ،
فَلَمَّا
خَرَجَ قال:
لَوْ
أمَرْتُمْ هذَا
أنْ يَغْسِلَ
عَنْهُ هذَا[.
أخرجه أبو
داود .
2. (2119)- Yine Hz. Enes (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a üzerinde sarılık
izi bulunan bir adam geldi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hoşlanmadığı
bir hususu, insanların yüzüne nâdiren vurduğu için (sesini çıkarmadı). Adam
oradan kalkıp gidince: "Keşke bu adama, üzerindeki şu şeyi yıkamasını söyleseydiniz"
dedi." [Ebû Dâvud, Tereccül 8, (4182).][58]
ـ3ـ وعن يعلى
بن مرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]رَأى
رَسُولُ
اللّه # رَجًُ
مُتَخَلّقاً
فقَالَ:
أذْهَبْ
فَاغْسِلْهُ،
ثُمَّ
اغْسِلْهُ،
ثُمَّ َ
تَعُدْ[.
أخرجه
الترمذي
والنسائى .
3. (2120)- Ya'la İbnu Mürre (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) halûk sürünmüş bir
adam görmüştü ki:
"Git
bunu yıka, sonra gene yıka, sonra bir daha (za'ferân sürünmeye) dönme!"
dedi. " [Tirmizî, Edeb 51, (2817); Nesâî, Zînet 34, (8, 152, 153).][59]
AÇIKLAMA:
Hadis,
za'ferânın elbisede hasıl ettiği rengi çıkarabilmek için en az iki sefer
yıkanacağını göstermektedir. Nesâî'deki rivayette üç kere yıkaması emredilir.
Bazı âlimler üçden az yıkamakla za'ferânın elbiseden çıkmayacağını söylemiştir.
"Bir daha za'ferâna dönme" demesi, bunun erkeklere muvafık olmaması
sebebiyledir.[60]
ـ4ـ وعن أبى
موسى رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: َ
يَقْبَلُ
اللّهُ صََةَ
رَجُلٍ في
جَسَدِِهِ
شَىْءٌ مِنْ
خَلُوقٍ[. أخرجه
أبو
داود.»الْخَلُوقُ«:
ضرب من الطيب
ذو لون، يقال
تخلق: إذا
أطلى به .
4. (2121)- Ebû Mûsa (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Allah, bedeninde halûk'tan bir parça eser bulunan kimsenin namazını kabûl
etmez." [Ebû Dâvud, Tereccül, 8, (4178).][61]
AÇIKLAMA:
Bazı
âlimler, Halûk sürünme yasağını çok miktarda olan sürünmeye hamletmiş iseler de
Aliyyu'l-Kârî, bu rivâyetin o görüşte olanları reddettiğini, zira bunun, yasağı
aza da çoğa da teşmil ettiğine dikkat çeker. es-Seyyîd Cemâleddin:
"Hadisten murad, kadına benzeme sebebiyle kâmil mânadaki namazın sevabını
nefiydir" demiştir. İbnu'l-Melek de: "Bu hadiste halûk kullanmaktan
yasaklama ve kullananlara tehdîd vardır" der.
Tekrar
edelim: Halûk, renkli bir sürünme maddesidir. Daha ziyâde kadınlara mahsustur.[62]
ـ1ـ عن أبى
قتادة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قُلْتُ
يَا رسولَ
اللّهِ: إن
لِى جُمَّةً
أفَأُرَجِّلُهَا؟
قالَ: نَعَمْ
وَأكْرِمْهَا،
فكَانَ أبُو
قَتَادَةَ
رُبَّمَا
دَهَنَها في
الْيَوْمِ
مَرَّتَيْنِ
مِنْ
قَوْلِهِ #: نَعَمْ
وَأكْرِمْهَا[.
أخرجه مالك
والنسائى.»التَّرْجِيلُ«
تسريح الشعر .
1. (2122)- Ebû Katâde (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Ey Allah'ın Resûlü dedim, benim omuzlarıma kadar dökülen (gür)
saçlarım var, tarayıp tanzîm edeyim mi?"
"Evet
dedi, ona ikramda bulun."
Râvi
der ki: "Ebû Katâde, "Evet, ona ikramda bulun!" sözü sebebiyle,
günde iki sefer (bakım yapar ve) saçlarını yağlardı." [Muvatta, Şa'ar 6,
(2, 949); Nesâî, Zînet 60, (9 183).][63]
AÇIKLAMA:
Tercîl,
saç bakımı mânasına gelir. Taramak, yağlamak, tanzîm etmek gibi işler tercîl
ile ifade edilir.
Hadiste
geçen cümme, omuzlara kadar inen gür saça denir. Resûlullah'ın "saçına
ikramda bulun" demesi, Zürkânî'ye göre onu kirden, pislikten korumasını
emretmesi, yağlama ve tarama suretiyle nizam vermesini istemesi demektir.
Rivâyet,
Ebû Katâde'nin, iş ve tozlanma gibi sebeplerle, saçına günde iki kere bakım
yaptığını belirtmektedir. Müteakip rivayette de görüleceği üzere, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) saçı olanlara, bakımını yapmayı emretmiştir.[64]
ـ2ـ وعن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ
رَسولُ
اللّهِ #: مَنْ
كانَ لَهُ
شَعْرٌ
فَلْيُكْرِمْهُ[.
أخرجه أبو
داود
2. (2123)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Kimin saçı
varsa, ona ikram etsin!" buyurdu." [Ebû Dâvud, Tereccül 3, (4163).][65]
AÇIKLAMA:
Bu
rivayette de saça ikram edilmesi emir buyrulmaktadır. Saça ikram onu yıkayarak
temiz tutmak, yağlamak, taramak suretiyle bakımlı kılmak, gelişi güzel,
dağılmış ve düzensiz halde bırakmamak mânasına gelir, Dinimizde her hususta olduğu
gibi saçta da temizlik ve manzara güzelliği mahbûb ve makbûldür. Müteakip
hadiste de görüleceği üzere Hz. peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) saçını
bakımsız ve dağınık bırakanlara müdahale etmiştir.[66]
ـ3ـ وعن عطاء
بن يسار
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]أتَى
رَجُلٌ
النَّبىَّ #
ثَائِرَ
الرَّأسِ
وَالِّحْيَةِ،
فَأشَارَ
إلَيْهِ #:
كَأنَّهُ
يَأمُرُهُ
بِإصَْحِ
شَعَرِهِ،
فَفَعَلَ
ثُمَّ رَجَعَ،
فقَالَ #:
ألَيْسَ هذَا
خَيْراً مِنْ أنْ
يَأتِى
أحَدُكُمْ
ثَائِرَ
الرَّأسِ كَأنَّهُ
شَيْطَانٌ[.
أخرجه
مالك.»ثَائِرَ
الرَّأسِ« أى
شعث الرأس
بعيد العهد
بالدهن
والترجيل .
3. (2124)- Atâ İbnu Yesâr (rahimehullah
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a saçı sakalı karmakarışık
bir adam gelmişti. Efendimiz, ona (eliyle) işaret buyurarak, sanki saçını ıslâh
etmesini emretmişti. Adam bunu yapıp sonra tekrar geri geldi. Aleyhissalâtu
vesselâm:
"Şu
hal, sizden birinizin tıpkı bir şeytan gibi başı(ndaki saçlar) karmakarışık
vaziyette gelmesinden daha hayırlı değil mi?" buyurdular." [Muvatta,
Şa'ar 7, (2, 949).][67]
AÇIKLAMA:
1-Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın burada, saçı bakımsız karmakarışık olan kimseyi
şeytana benzetmesi, Arap dilinde kötü ve çirkin şeylerin şeytana nisbet
edilmesinin yaygın bir âdet olmasındandır. Aynı tarzda iyi şeyler de melek veya
imana nisbet edilerek ifade edilir. Kötü şeylerin şeytana benzetilmesi âyet-i
kerîmede de görülen bir metoddur. Cehennemdeki zakkum ağacı şeytana
benzetilir: طَلْعُهَا
كَاَنَّهُ
رْؤُوسُ
الشَّيَاطِينَ "O, cehennemin dibinde çıkan bir ağaçtır.
Tomurcukları şeytanların başları gibidir" (Saffât, 64-65). [68]
ـ4ـ وعن
عبداللّه بن
مغفل رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]نَهى
النبىُّ #
عَنِ
التَّرَجُّلِ
إَّ غِبّاً[.
أخرجه أصحاب
السنن.»الْغِبُّ«
مرة في أيام
ا‘سبوع .
4. (2125)- Abdullah İbnu Mugaffel
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) saç
bakımını gün aşırı yapmayı emredip, fazlasını yasakladı." [Ebû Dâvud,
Tereccül 1, (4159); Tirmizî, Libâs 22, (1756); Nesâî, Zînet 7, (8, 131, 132).][69]
AÇIKLAMA:
1-Hadiste
geçen gıbb tâbirini, en-Nihâye, haftada bir sefer diye açıklar. Ancak, Ahmed
İbnu Hanbel "bir gün tarayıp bir gün terketmek" şeklinde anlamış ve
sonraki âlimler de bu yorumu benimsemişlerdir. Bazıları, "ara sıra"
diye anlamak istemiştir. Ziyâret mevzuunda gıbb haftada bir kere yapılana denmiştir.
Hadis,
her gün saç bakımına zaman ayırıp meşgûl olmanın mekruh olduğunu ifâde
etmektedir. Zira bu, bir nevî tereffüh kabûl edilmiştir.
Önceden
de kaydettiğimiz bir kısım hadislerde saçın bakımı (yıkanması, taranması,
yağlanması vs.) emredilirken, burada tahdîd edilmiş olması, rivâyetler arasında
bir teâruz ihtimâlini nazarı dikkate vermektedir. İbnu Raslân bunu şöyle
açıklar: "Yasak, her an bu işlerle meşgul olmaya râcidir, zira bundan
fesâd hâsıl olur." Bazı âlimler de yasağı, başında hastalık olup, tarama,
yağlama gibi bakım ameliyesinden rahatsızlık duyanlara hamlederek aradaki
teâruzu gidermişlerdir. Bunlara göre, Resûlullah kişiye zarar veren şeyi
yapmaktan onları yasaklamıştır. Öyleyse, hergün saç bakımından rahatsız olanlar
bunu haftada bir defa veya duruma göre gün aşırı da yapsalar kifâyet edecektir.
Münzirî her gün saç bakımının da mubah olduğunu, dileyenin yapıp dileyenin
terkedibeleceğini söyler.[70]
ـ1ـ عن نافع
أن ابن عمر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]نَهى رسولُ
اللّه # عَنِ
الْقَزَعِ.
قِيلَ: وَمَا
الْقَزَعُ؟
قالَ: إذَا
حَلَقَ رَأسَ
الصَّبىِّ
تَرَكَ
هَاهُنَا
وَهَاهُنَا،
وأشَارَ
الرَّاوِى
إلى
نَاصِيَتِهِ
وَجَانِبَىْ
رَأْسِهِ[. أخرجه
الخمسة إ
الترمذي .
1. (2126)- Nâfi' (rahimehullah) İbnu
Ömer (radıyallâhu anh)'in şu sözünü nakleder: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) kaza'ı (yani çocuğun başının bir kısmını traş etmek) yasakladı"
deyince,
"Kaza'
nedir?" diye sordular. Şöyle açıkladı:
"Kişi
çocuğun başını traş eder, ancak şurada burada bazı yerleri kesmez, olduğu gibi
bırakır."Râvi, bunu söylerken alnına ve başının iki yanına işâret
etti." [Buhârî, Libâs 72; Müslim, Libâs 113 (2120); Ebû Dâvud, Tereccül
14, (4193, 4194); Nesâî, Zînet 5, (8, 130); İbnu Mâce, Libâs 38, (3637).][71]
AÇIKLAMA:
1-
Kaza' kelime olarak bulut parçası mânasına gelir. Baş traş edilirken bir
kısmının kesilip, bir kısmının bırakılması, dağınık haldeki bulut manzarası
arzettiği için, aradaki benzerlik sebebiyle buna da kaza' denmiştir. Ebû
Dâvud'un bir rivâyetinde, yasaklanan kaza' "çocuğun tepesini traş edip,
(aşağı kısımda) perçem (züâbe) bırakmaktır" diye tarif edilmektedir. Şu
halde sadedinde olduğumuz hadiste kesilmeyen kısmı göstermek üzere alın ve yan
tarafların işâret edilmesini göz önüne alarak, Resûlullah'ın çocuklarda, başın
tepe kısmını traş edip aşağı kısımlarını bırakma tarzında bir traş usûlünü
yasakladığı söylenebilir (Allahu a'lem).
2-
Müslim'in açıklamasında kaza' nedir? diye soranın kim olduğu belirtilmiştir:
Hadisin râvilerinden Ubeydullah İbnu Hafs'dır. Soruyu, Nâfi Mevla Abdillah'a
sormuştur. Eliyle göstererek alnına, başının yanlarına işarette bulunan
da, anlaşılacağı üzere Ubeydullah'tır.
3-
Hadis, çocukların başını traş ederken kısmen kesip, kısmen bırakma tarzını
yasaklamaktadır. Aynı bâbta Ebû Dâvud'un kaydettiği bir rivâyette, Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in başı kaza' tarzında traş edilmiş bir
çocuğa rastladığı, bunun üzerine, sahiplerine: "Ya tamamen kesin, ya
tamamen bırakın!" diyerek müdahale ettiği görülmektedir.
İbnu
Hacer bazı şârihlerin kaza' tarzında traşı çocuklara tahsis etmesine katılmaz.
Büyükler de olabilir, kadın veya erkek de olabilir der ve hepsi hakkında mekruh
olduğunu belirtir. Nevevî, tedâvi ve benzeri mâkul bir sebep olmadıkça başın
farklı yerlerden traş edilmesinin mekrûh olduğunu söyler, ancak tenzihî bir
kerâhet mevzubahistir. İmam Mâlik de kız ve erkek çocuk hakkında mekruh
addetmiştir.
Bu
tarz traşın yasaklanma sebebi husûsunda da ihtilaf edilmiştir. Bazıları:
"Hilkati çirkinleştirdiği içindir" der. Bazıları: "Bu, şeytanın
süsüdür (ziyy)" demiştir. Bazıları: "Bu yahudilerin süsüdür"
demiştir ki, bu Ebû Dâvud'un bir rivâyetinde de ifâde edilmiştir. Hemen
kaydedelim ki, yasaklanan herhangi bir şeyin şeytana nisbeti, umûmiyetle,
ondaki kerâhet veya tahrîm hükmünün takrîr ve tesbiti içindir. Buna hadislerde
pek sık yer verilir, âyette de örnekleri vardır. Kerâhet, bazan da yabancılara
nisbet edilerek ifade edilir.[72]
ـ2ـ وعن
عبداللّه بن
جعفر رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما:
]أنَّ رسولَ
اللّه #
أمْهَلَ آلَ
جَعْفَرٍ
حِينَ أتَى
نَعْيُهُ
ثََثاً
قَبْلَ أنْ يَأتِيَهُمْ،
ثُمَّ
أتَاهُمْ
فقَالَ َ
تَبْكُوا عَلى
أخِى بَعْدَ
الْيَوْمِ،
ثُمَّ قَالَ:
ادْعُوا لِى
بَنِى أخِى،
فَجِئَ بِنَا
كَأنَّا
أفْرُخٌ،
فقَالَ:
ادْعُوا لِى
الحََّقَ، فَأَمَرَهُ
فَحَلَقَ
رُؤُسَنَا[.
أخرجه أبو داود
والنسائى .
2. (2127)- Abdullah İbnu Ca'fer
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Hz.
Ca'fer (radıyallâhu anh)'in ölüm haberi gelince, Câfer ailesini üç gün (mâtem
yapmaya) terketti. Sonra yanlarına gelerek:
"Kardeşimin
üzerine artık bugünden sonra ağlamayın!" dedi ve:
"Bana
kardeşimin oğullarını toplayın!" emretti.
Biz
yanına getirildik, tıpkı civcivler gibiydik.
"Bana
bir berber çağırın!" dedi. (Gelince) berbere emretti, o da başlarımızı
traş etti." [Ebû Dâvud, Tereccül 13, (4192); Nesâî, Zînet 58, (8, 182).][73]
AÇIKLAMA:
Hadiste
zikri geçen Ca'fer, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın amcası Ebû Tâlib'in
oğlu olup Yermuk savaşında şehid düşmüştür.
Resûlullah,
Ca'fer âilesine matem tutmaları için üç gün müsaade buyurmuş, üçüncü geceden
sonra matemi kaldırmıştır. Bu rivayet, ölünün ardından bağırıp çağırmaksızın,
aşırı davranışlara yer vermeksizin üç gün matem tutmanın câiz olduğuna delâlet
eder. Üç günden sonraki mateme izin yoktur.
Resûlullah'ın
amca oğluna "kardeşim" demesi ona olan sevgisini ve duyduğu yakınlığı
ifâde etmek için olmalıdır.
Ca'fer'in
oğlanları Abdullah, Avn ve Muhammed'dir.
Abdullah
İbnu Ca'fer'in kendilerini civcive benzetmesi, küçük olduklarını belirtmek
içindir. Henüz tüyleri, civcivlerde yeni çıkan körpe ve ince tüyleri
andırmaktadır. Bu benzerlik, aradaki teşbîhi yapmaya sevketmiştir.
Aliyyü'l-Kârî,
çocukların başlarının traş ediliş sebebiyle ilgili olarak özetle şu yorumu
yapar: "Esasen saçın kesilmemesi efdaldir. Buna rağmen traşı
emredilmiştir. Zîra Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) anneleri Esmâ Bintu
Ümeys (radıyallâhu anhâ)'in kocasının Allah yolunda şehâdetiyle maruz kaldığı
üzüntü sebebiyle çocukların saçlarıyla meşgul olamadığını gördü. Onlara ârız
olabilecek bit ve kir gibi durumları önlemek gayesiyle traş emretti."
Ulema,
bu hadiste, başın tamamının traş edilmesinin caiz olduğu hususunda delil bulur.
Ancak hemen belirtelim ki, başın tamamının traş edilmesine cevaz veren başka
rivâyetler de vardır. Aliyyü'l-Kârî, bu hususta şu sonucu kaydeder: "Bu
rivâyetler delâlet eder ki, hacc ve umre dışında da başı traş etmek câizdir.
Kişi traş olmakla olmamak arasında muhayyerdir. Ancak efdal olanı, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın ve Ashâb'ının (radıyallâhu anhüm) yaptıkları gibi
iki nüsük'ten (yani hacc ve umreden) biri hâricinde traş olmamaktır. Bu
meselede sadece Hz. Ali (radıyallâhu anh) istisna teşkîl etmiştir. Bazı
şerhlerde geldiğine göre, hadis, ister önden ister arkadan, ne şekilde olursa
olsun başın bir kısmının traş edilip bir kısmının bırakılmasının
yasaklandığını, çocuklar hakkında ya tamamen bırakmanın, ya da tamamen kesmenin
caiz olduğunu ifade etmektedir."
Başı
traş etmenin mekruh olduğunu söyleyenler de olmuştur. Hatta bu görüşü müdafaa
edenler, hadislerden deliller de getirmişlerdir. Bu meselede esas olan yukarıda
kaydettiğimiz Aliyyü'l-Kârî merhumun açıklamasıdır. Diğer görüşün münâkaşasını
aktarmayı gereksiz görüyoruz.
ـ3ـ وعن عليّ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]نَهى رسولُ
اللّه # أنْ
تَحْلِقَ
المَرْأةُ
رَأسَهَا[.
أخرجه
النسائى .
3. (2128)- Hz. Ali (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kadınların başlarını traş
etmelerini yasakladı." [Nesâî, Zînet 4, (8, 130); Tirmizî, Hacc 74,
(914).][74]
AÇIKLAMA:
Hz.
Âişe ve Hz. Abdullah İbnu Ömer (radıyallâhu anhüm)'den de gelen rivayetler
kadınlara traş olmayı yasaklamaktadır. Hacc sırasında onlar taksîrde
bulunurlar, yani saçlarının ucundan bir miktar keserler. Sadedinde olduğumuz
hadis mutlak gelmiştir, hacc sırasındaki traşa da, onun dışındaki traşa da
şâmildir. Ulemâ hacc dışında da traşın onlar hakkında mekruh olduğunu
söylemekte ihtilaf etmezler.[75]
ـ1ـ عن أسماء
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]سَألتِ
امْرَأةٌ
النبىَّ #
فقَالَتْ
إنَّ ابْنَتِى
أصَابَتْهَا
الحَصْبَةُ
فَأمَّرَقَ شَعْرُهَا،
وَإنِّى
زَوَّجْتُهَا
أفَأصِلُهُ،
فقَالَ #:
لَعَنَ
اللّهُ
الْوَاصِلَةَ
وَالمُسْتَوْصِلَةَ[.
وفي رواية: »المَوْصُولَةَ«
أخرجه
الشيخان
والنسائى.
1. (2129)- Hz. Esmâ (radıyallâhu anhâ)
anlatıyor: "Bir kadın Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a gelerek:
"Kızım çiçek hastalığına yakalandı ve saçları döküldü. Ben onu
evlendirdim, iğreti saç takayım mı?" diye sordu. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Allah
takana da taktırana da lânet etmiştir?" diye cevap verdi." [Buhârî,
Libâs 83, 85; Müslim, Libâs 115, (2122); Nesâî, Zînet 71, (8, 187, 188).][76]
AÇIKLAMA:
1-
Vasl, iğreti saç takmak mânasına gelir, peruk takmak diye de tercüme etmek
mümkündür. Zîra, görüldüğü üzere, hastalık sebebiyle saçını kaybeden kadının,
saçlı gösterilmesi için başvurulan bir ameliyedir. Bugünkü dilimizde bu
maksadla takılan iğreti saça peruk denmektedir. Dilimizde, peruk için takma saç
da denir.
Vâsile,
kadına iğreti saç'ı takan kadına denir. Kendisine taksa da başkasına taksa da
bu adı alır.
Müstevsıle
veya mevsule, isteği üzerine kendisine iğreti saç takılan kadına denir. Bu
ameliyeye daha ziyade kadınlar başvurduğu için takan ve taktıran hep müennes
kelimelerle ifâde edilmiştir. Ne var ki, Batı menşeli olan "peruk"a,
tarihen erkekler de başvurmuştur.
2-
Hâdise Buhârî'nin iki ayrı rivâyetinde buradakinden biraz daha farklı
anlatılır. Evlendirilen kız hastalanmış ve saçları dökülmüştür. Bunun üzerine Resûlullah'a
başvurularak iğreti saç takma hususunda izin istenmektedir.
3-
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), saç takma işine müsâade etmez ve yasağı
Buhârî'de gelen muhtelif rivâyetlerde sert bir uslûbla dile getirir:
Lanet. لَعَنَ
اللّهُ
الْواصِلَةَ
وَالْمُسْتَوْصِلَةَ
"Allah
iğreti saçı takana da, taktırana da lânet etmiştir."
Ulemâ,
Allah'ın lânetine nisbet edilen bu yasağı işlemenin büyük günahlardan olduğunu
belirtmiştir. Mesele üzerine farklı görüşler beyan edilmiş ise de, onları,
müteakip hadisten sonra kaydedeceğiz.[77]
ـ2ـ وفي أخرى
للستة عن حميد
بن عبدالرحمن
بن عوف: ]أنَّ
مُعَاوِيَةَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
حَجَّ
فَخَطَبَ
النَّاسَ
عَلَى
المِنْبَرِ وَتَنَاوَلَ
قُصَّةً مِنْ
شَعَرٍ
كَانَتْ في
يَدِ
حَرَسِىٍّ،
فقَالَ: يَا
أهْلَ المَدِينَةِ
أيْنَ عُلَمَاؤُكُمْ،
سَمِعْتُ
رسُولَ
اللّهِ #
يَنْهى عَنْ
مِثْلِ هذِهِ
وَيَقُولُ:
إنّمَا
هَلَكَتْ
بَنُو
إسْرَاِئِيلَ
حِينَ
اتَّخَذَ هذِهِ
نِسَاؤُهُمْ[.
»الحَرْسِىُّ«
واحد الحرس، وهم
خدم السلطان
المرتبون
بحفظه
وحراسته.
2. (2130)- Humeyd İbnu Abdirrahman İbnu
Avf tarafından rivâyet edilen ve Kütüb-i Sitte'nin herbirinde yer alan bir
rivâyet de şöyle: "Hz. Muâviye (radıyallâhu anh) hacc yaptı. O zaman
minbere çıkarak halka bir hutbe îrad etti. (Hutbe sırasında), koruma polisinin
elinde bulunan bir tutam saçı alarak şunları söyledi:
"Ey
Medîneliler! Âlimleriniz nerede? Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı
işittim, bu çeşit şeyleri yasaklamış ve şöyle demişti:
"İsrailoğullarının
kadınları ne zamanki bunu taktılar helak oldular." [Buhârî, Libâs 83,
Enbiya 50; Müslim, Libâs 122, (2127); Muvatta, Şa'ar 2, Ebû Dâvud, Tereccül 5,
(4167); Tirmizî, Edeb 32, (2782); Nesâî, Zînet 21, (8, 144-147), 68, 69, (8,
186, 187); İbnu Mâce, Nikah (1987).][78]
AÇIKLAMA:
1-
Bazı rivayetler, Hz. Muâviye (radıyallâhu anh)'nin bu haccının tarihini
belirtirler: "Hz. Muâviye'nin halîfeliği zamanında yaptığı son haccdır ve
hicrî ellibir yılında cereyan etmiştir.
2-
Ulemânız nerede? sözü, bazılarınca Medîne'de ulemanın azaldığı şeklinde
yorumlanmış ise de makbul te'vile göre bundan maksad ulemânın emr-i bi'lma'rufu
terki sebebiyle peruk takma gibi haram yasakların yaygınlık kazanmış olduğuna
dikkat çekmedir. Hz. Muâviye, bu sözü ile, ulemaya sorumluluklarını hatırlatıp,
onları kınamaktadır.
3-
Saç takma meselesinde âlimler ihtilâf eder. İmam Mâlik, Taberî ve diğer bir
kısmına göre, her ne surette olursa olsun iğreti saç takmak haramdır.
Bunda, deliller Müslim'in Hz. Câbir'den
kaydettiği: زَجَرَ
النَّبِىُّ #
اَنْ تَصِلَ
الْمَرْأةُ
بِرَأسِهَا "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm),
kadının başına bir saç takmasını yasakladı" hadisidir.
Leys
İbnu Sa'd: "Bu yasak, saça saç takmayla ilgilidir; saça yün, ipek, bez
parçası gibi başka bir şey takmak câizdir" demiştir. Kadı İyaz da buna
yakın hükümler beyan eder. Ebû Ubeyd de fukahanın saç olmayan şeylerin
takılabileceğine fetva verdiğini nakleder. Şu halde bu meselede yasak, saça saç
takmadadır.
Şafiîler,
kocasının izni ile kadınlar, saçlarına temiz olmak şartıyla hayvan saçı
takabileceğini söylemiştir. Ancak kaydedilen bu hadisler mutlak olduğu için, kayıtlı
şekilde ruhsat verenlerin aleyhine delil olmaktadır.
Takma
saç kullanmanın haram kılınması umumiyetle üç illete bağlanır:
1-Kötü
kadınlara benzemek.
2-Allah'ın
yarattığı şekli değiştirmek.
3-Kadının
takma saçla gurura düşmesi.
Hâriçten
bakılınca ilave olduğu hemen anlaşılacak ve dolayısiyle kadını gurura
düşürmeyecek nevden yün, ipek, bez gibi saç dışı şeylerden yapılan takmalar
haram kabul edilmemiştir.[79]
4-
DİGER BAZI HÜKÜMLERH
Hz.
Muâviye'nin rivâyeti, saçın temiz olduğunu, toprağa gömmenin vâcib olmadığını,
onu muhafaza etmenin câiz olduğunu göstermektedir.
*
İmam minberde yasak ilan edebilir. Hususan yayılmakta olan bir yasak ise, bunu
alenen zecreder. Ta ki müessir şekilde, o yasaktan sakındırılmış olsun.
*
Günah işleyenlerin, daha öncekiler gibi helâka uğrayacaklarını söyleyerek,
günahlarından vazgeçirmeye çalışılmalıdır. Bu metod âyet-i kerîmeye de
uygundur. Nitekim: "Buyurduğumuz gelince oraların altını üstüne getirdik,
üzerine de Rabbinin katından, işaretli olarak yığın yığın sert taş yağdırdık.
Bunlar zalimlerden hiçbir zaman uzak olmayacaktır" (Hûd 82-83)
buyurulmuştur.
*
Dînî bir maslahat için hutbede halka göstermek üzere bir şeyler ele alınabilir.
*
İsyan ettikleri hususlarda, müslümanları sakındırmak maksadıyla Benî İsrâil ve
diğer milletlerden söz edip örnekler vermek mübahtır.
*
NOT: Günümüzde, saç takmanın ötesinde bunun ticareti de yapılmaktadır. İnsan
bedenine ait hiçbir şey alınıp satılamayacağı için, bu işin ticaretini yapan
iki ayrı açıdan haram işlemiş olmaktadır. Mü'min kişinin bu ticarette aracı
olmaması gerekir.[80]
ـ1ـ عن ابن
عباس رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]كانَ أهْلُ
الكِتَابِ
يَسْدُلُونَ
أشْعَارَهُمْ،
وَكَانَ
المُشْرِكُونَ
يَفْرُقُونَ
رُؤُسَهُمْ،
وَكانَ #
يُحِبُّ
مُوَافَقَةَ
أهْلِ
الْكِتَابِ
فِيمَا لَمْ
يُؤْمَرْ
بِهِ،
فسَدَلَ
نَاصِيَتُهُ،
ثُمَّ فَرَقَ
بَعْدُ[.
أخرجه الخمسة
إ الترمذي .
1. (2131)- İbnu Abbâs (radıyallâhu
anhümâ) anlatıyor: Ehl-i Kitap, saçlarını alınlarına döküyorlardı, müşrikler de
ayırıyorlardı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) (vahiyle) emir gelmeyen
hususlarda Ehl-i Kitâb'a muvafakatı severdi. Saçını alnı üzerinde o da serbest
bıraktı. Sonra (ortadan) ayırarak (sağ ve sola) taradı." [Buhârî, Libâs 70; Müslim, Fedâil 90,
(2336); Ebû Dâvud, Tereccül 10, (4188); Nesâî, Zînet 62, (8, 164).][81]
AÇIKLAMA:
1-
Sedl, salmak, sarkıtmak demektir. Hadiste ise saçın alından aşağı serbest
bırakılmasıdır. Dilimizde bu, döküm, dökme kelimeleriyle ifade edilir. Fark da
saçı sağa sola ayırarak serbest sarkmasını önlemek mânasına gelir.
2-
Sadedinde olduğumuz hadis, ulemânın açıkladığı üzere Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in vahy gelmeyen hususlarda Ehl-i Kitâb'a uymayı
sevdiğini belirtir. Çünkü, onların ameli vahye dayanma ihtimaline sahiptir.
Ayrıca onları kazanma ümîdini taşıyordu. Bu mülâhaza ile Hz. Peygamber ilk
yıllarda saça vereceği şekilde Ehl-i Kitâb'a uymuş ve alnından düz salmıştır.
Ancak
zaman geçip, müşriklerin tamamıyle müslüman olmasına rağmen Ehl-i Kitâb'ın
küfründe devam etmeleri karşısında, Ehl-i Kitâb'a, imkan nisbetinde her hususta
muhalefet prensibini getirdi ve prensip gereğince, saçını eski Arap usulünce
ayırmaya rücû edip, böylece alnı üzerinde sarkıtmakdan vazgeçmiştir.
Hemen
belirtelim ki ulemâ, farklı rivâyetlerden hareketle bazı ihtilaflara düşmüştür.
Hâzimî, serbest bırakmanın ayırma ile neshedildiğini söyler. Nevevî:
"Serbest bırakmak da ayırmak da câizdir" der."
Ehl-i
Kitâba uymayı severdi" cümlesinin ifade ettiği mâna hususunda da ihtilaf
edilmiştir: "Onları kazanmak için" denmiştir, "onların
şeriatine, değiştirildiğini bilmediği ve vahiy gelmeyen hususlarda uymakla
emrolunmuştu" denmiştir. Bundan hareket edenler: "Eski şeriatler,
onların aksi şeriatımızda varid olmadıkça bize de şeriattır" hükmünü ileri
sürmüşlerdir. Bazıları da tam aksini söyleyerek, bu hadisten şu zıt hükme
ulaşırlar: "Eskilerin şeriatı bizim de şariatımız değildir, zîra öyle
olsaydı, "severdi" denmezdi, bilakis, "ittiba" ederdi"
denirdi. Gerçek şu ki, bu hadiste bu meseleye delil mevcut değildir. Zîra onu
söyleyen, şeriatımızca: "Onların şeriatıdır" diye belirtilenlerle
yetinecektir, onlarda görülenlerin hepsine el atamayacaktır, zîra
naklettiklerine îtimad edilmez."
Ma'mer'in
rivâyetinde: ثُمَّ
اُمر
بالْقَرْقِ
فَفَرق
"...Sonra ayırma emredildi o da
ayırdı" denir. Ayırma iki farklı tatbikatın sonuncusu olmuştur.
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın Ehl-i Kitâb'a muhalefet nev' inden verdiği başka
emirler de vardır:
*
Saçın önce boyanıp sonradan terkedilmesi,
*
Aşure orucu önceleri vecibe idi, Ramazan
orucu emredilince, vâcib olmaktan çıktı, nâfile olarak da bir gün öncesi ve bir
gün sonrası da oruç emredilerek Ehl-i Kitâb'a muhalefet sağlandı.
*
Hayızlı kadınlarla muhâlata helal kılındı. Ehl-i Kitâp hayızlıyı tercîd eder,
sofrasını ve yatağını ayırırdı.
*
Cumartesi ve pazar günleri orucu bazı kayıtlar altında câizdir, normalde mekruh
kılınmıştır.
Bazı
rivayetlerde Resûlullah: "Cumartesi pazar, küffarın iki bayram günüdür,
ben onlara muhalefeti severim" buyurmuş, orucu emretmiştir. Bazı âlimler
bu hadisten, oruç tutmamanın sünnet olduğunu anlarken, bazıları da cuma günü
tutmayıp, cumartesi pazar oruçlarını tutmanın sünnet olduğunu söylemiştir.
3-
Hz. Peygamber'in Ehl-i Kitâb'a uymasının sebebi hususunda Kurtubî'nin kesin
kanaati şudur: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Ehl-i Kitâb'ı kazanmak
(te'lif) için başlangıçta onlara muvâfakat etmiştir."
İbnu
Hacer Bu ihtimali kabul etmekle birlikte daha kuvvetli bir ihtimale dikkat
çeker: "Üçüncü bir ihtimali olmayan iki ihtimalli işlerde, vahiy inmemişse
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Ehl-i Kitâb'a uygun tarza uyuyor idi. Çünkü
onlar, putperestlerin hilafına, şeriat sahibi kimselerdi. Çünkü putperestlerin
hiçbir cihetle meşru yönü olan bir şeriatleri mevcut değildi. Müşrikler
Müslüman olunca, muhalefet sadece Ehl-i Kitâb'a münhasır kaldı. Resûlullah o
zaman derhal onlara muhalefeti emretti. Hadislerde Ehl-i Kitâb'a muhalefet
emreden meseleleri topladım ve "El-Kavlu's-Sebt fi'S-Savmi
Yevmi's-Sebt" adlı bir te'lifde kaydettim. İbnu Abbâs (radıyallâhu
anhümâ)'ın, hadiste geçen: "Ehli-i Kitâb'a muvâfakatı severdi"
cümlesi ve "sonra ayırdı" cümlesinden bu muvafakat hükmünün
neshedildiği neticesi çıkmaktadır: Nitekim açıkladım. Hamdimiz Allah'adır. Bu
hadisten, nâsih varid olmadıkça bizden öncekilerin şeriatının bizim için de
şeriat olduğu hükmü çıkarılır."[82]
ـ1ـ عن عمرو
بن شعيب عن
أبيه عن جده
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه قال:
]قال رسولُ
اللّهِ # َ
تَنْتِفُوا
الشَّيْبَ،
فإنَّهُ مَا
مِنْ
مُسْلِمٍ يَشِيبُ
شَيْبَةً في
ا“سَْم إّ
كانَتْ لَهُ
نُوراً
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ[.
أخرجه أصحاب
السنن،
واللفظ ‘بى
داود.وفي
رواية:
]كَتَبَ
اللّهُ لَهُ
بِهَا
حَسَنَةً،
وَحَطَّ
عَنْهُ بِهَا خَطِيئَةً[.
1. (2132)- Amr İbnu Şu'ayb an ebîhi an
ceddihî (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Saçtaki akları yolmayın. Zîra bir kimse müslüman iken tek
bir kıl bile ağarmış olsa, bu Kıyamet günü onun için mutlaka bir nur
olur." [Ebû Dâvud, Tereccül 17, (4202); Tirmizî, Edeb 56, (2822); Nesâî,
Zînet 13, (8, 136); İbnu Mâce, Edeb 25, (3721); Müslim, Fedâil 100, (2341). Hadisin
metni Ebû Dâvud'dan alınmadır.]
Bir
rivâyette şöyle denmiştir: "Allah ona bu sebeble sevap yazdı, onun
sebebiyle ondan günah affetti."[83]
AÇIKLAMA:
Saçtaki
beyazların boyanmasına izin verildiği halde yolunmasına izin verilmemektedir.
İbnu'l-Ârabî, ak kılların yolunma yasağını hilkati aslından değiştirme sebebine
bağlar. Yani boyamada hilkati değiştirme olmadığı halde, yolmada değiştirme
vardır. Bakan kimse, boyanmış saçta bir eksiklik (yani hilkat değişmesi)
görmez.
Tirmizî'nin
rivâyetinde saç ve sakaldaki ak kıllar "müslümanın nûru" olarak
tavsîf edilir. Muvatta'nın bir rivâyetinde ise (2151. hadise bak.) saçtaki
aklar vakar olarak ifade edilmiştir. Şârihler, bunu kişinin vakarı, yani nefsin
şehvânî arzulardan kırılması sebebiyle gurura, aldanmaya düşmesine mâni olan
bir vakarı olarak açıklarlar. Devamla derler ki: "Bu hal, sâlih amellerin
nurlanmasını sağlar, böylece kişinin kabrinde bir nur olur. Kıyamet günü
haşredildiği zaman içinde bulunacağı karanlıkta önünde ilerleyip yolunu
aydınlatan bir nur."
Müslim'in
bir rivâyetinde Enes İbnu Mâlik şunu söyler:
كُنَّا
نَكْرَهُ
اَنْ
يَنْتِفَ
الرَّجُلُ
الشَّعْرَةَ
الْبَيْضَاءَ
مِنْ رَأسِهِ
وَلِحْيَتِهِ "Biz kişinin saç ve sakalındaki beyaz
kılları yolmasını mekruh addederdik."[84]
ـ1ـ عن ابن عمر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]قال رسولُ
اللّهِ #:
أنْهِكُوا
الشَّواَربَ،
وَأعْفُوا
اللِّحى[.
أخرجه
الستة.وفي
رواية
للشيخين قال:
]مِنَ
الْفِطْرَةِ
حَلْقُ
الْعَانَةِ،
وَتَقْلِيمُ
ا‘ظْفَارِ،
وَقَصُّ
الشَّارِبِ[.
وفي أخرى:
]خَالِفُوا
المُشْرِكِينَ،
وَفِّرُوا اللِّحى،
وَأحْفُوا
الشِّوَارِبَ[.
»النَّهكُ
وا“حْفَاءُ«:
المبالغة في
القصّ.»وإعْفَاءُ
اللّحْيَةِ«:
تركها
تقصّ حتى
تعفو. أى تكثر.
1. (2133)- İbnu Ömer (radıyallâhu
anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Bıyıkları kazıyın, sakalları serbest bırakın." [Buhârî, Libâs 64,
65; Müslim, Tahâret 53, (259); Muvatta,
Şa'ar 1, (2, 947); Ebû Dâvud, Tereccül 16, (4199); Tirmizî, Edeb 18, (2764);
Nesâî, Tahâret 15, (1, 16).]
Sahîheyn'in
bir rivayetinde şöyle denmiştir: "Şu ameller fıtrattandır: Kasık traşı,
tırnakların kesilmesi, bıyıkların kesilmesi."
Bir
diğer rivâyette: "Müşriklere muhâlefet edin, sakallarınızı uzatın,
bıyıklarınızı kesin" denir.[85]
AÇIKLAMA:
1-
Farklı tariklerden gelen bu rivâyetler, müslümanların yüzlerine verecekleri
şekli tâyin etmektedirler:
*
Bıyıklar kesilecek.
*
Sakal uzatılacak.
Bıyığı
traş edip sakalı uzatma işi bir rivayette müşriklere muhâlefet için gerekli
kılınmış gözükmektedir. Müteâkiben göreceğimiz rivayette (2134), bıyığından
almayıp uzatan "bizden değil" tehdidine mâruz bırakılarak mânevi bir
müeyyide dahi getirilmiştir.
Kesmenin
miktarı ile ilgili ihtilafa müteakip hadiste yer vereceğiz.
2-
Hadis, bıyıkların kesilmesini fıtrat'tan bir amel olarak tavsif etmektedir.
Buradaki "fıtrat" kelimesini âlimler: "Sünnet, yani uymamız
emredilen eski peygamberlerin sünneti" diye açıklamışlardır. Müslim'in
bir rivayetinde "fıtrat'tan olan
şeylerin ona kadar olduğu belirtilir: "Bıyığı kesmek, sakalı uzatmak,
misvak kullanmak, burna su çekmek, ağza su çekmek, tırnak kesmek, parmak
aralarını ovalamak, koltuk altını yolmak, kasık traşı, su ile
tahâretlenmek." (2147 ve 2148 numaralı hadislere ve açıklamalarına
bakınız.)[86]
ـ2ـ وعن زيد
بن أرقم
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رَسُولُ
اللّه #: مَنْ
لَمْ يَأخُذْ
مِنْ شَارِبِهِ
فَلَيْسَ
مِنَّا[.
أخرجه
الترمذي
وصححه النسائى
.
2.
(2134)- Zeyd
İbnu Erkâm (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Bıyığından kim almazsa bizden değildir."
[Tirmizî, Edeb 16, (2762); Nesâî, Tahâret 13, (1, 15).][87]
AÇIKLAMA:
1-
Kaydedilen bu iki rivâyet bıyıkların kesilip sakalın uzatılmasını âmirdir.
Sonuncu da, Resûlullah bıyığından almayanı (kesmeyeni) bizden değildir diye
şiddetli bir te'dibe tabi tutmaktadır.
2-
Âlimler, bıyıktan alınması gereken miktar hususunda ihtilaf etmişlerdir.
Selef'ten bir çoğu bıyıkların dipten kesilmesi gereğine hükmetmiştir. Bunlar
hadislerde gelen اَحْفُوا
وَانْهَكُوا gibi emirlere dayanırlar. Bu kelimeler kesmede
mübâlağa ifade eder. Bu görüşte olan Kûfîlere (Ebû Hanîfe, Züfer, Ebû Yûsuf ve
Muhammed) (rahimehümullah) göre saç ve bıyıkların kazınması, kısaltılmasından
efdaldir.
Bir
kısım âlimler de bıyığın kökten traş edilmesini yasaklamıştır. İmam Mâlik
bunlardandır. O, bıyığını traş edenleri cezalandırmak (te'dîb etmek) gerektiğine
hükmetmiştir. İbnu'l-Kâsım'ın rivâyetine göre İmam Mâlik, "Bıyığın
kazınması bir nevi müsle'dir" demiştir. Müsle, bilindiği üzere, düşman
tarafından ölülerin cesedlerine yapılan tasalluttur: Gözlerin oyulması, burun,
kulak gibi uzuvların koparılması, iç organların deşilmesi vs. Bütün bunlar
hakaret için yapılır. İslâm bu çeşit saldırıları yasaklamıştır. İmam Mâlik'in
bıyığı kazımayı müsle'ye benzetmesi, onun bu işi ne derece sünnete aykırı
bulduğunu ifade eder. Muvatta'da: "Dudakların uçları görülecek şekilde
bıyıklardan alınır" der.
Şafiî
hazretlerinden, bazı Mâlikîlerin rivâyetine göre, bıyığın traş edilmesi
meselesinde o da Ebû Hanîfe gibi hükmetmiştir. Ancak Tahâvî bu mevzu üzerine,
Şâfiî'nin ashabından el-Müzenî ve er-Rebî gibi gördüğüm kimseler, bıyıklarını
dipten kesmekte idiler. Bu durum, onların bu sünneti Şâfiî'den aldıklarına
delâlet eder."
el-Esrem'in
İmam Ahmed'den rivayet ettiğine göre, o da bıyığını son derece kısa keserdi.
Kendisine bıyık hususunda sorulunca da kısa kesileceğini söylemiştir.
Nevevî,
Müslim Şerhi'nde bir kısım ulemânın: "Kişi, dipten kazımakla biraz uzatmak
arasında muhayyerdir" diye hükmettiğini kaydeder. Tahâvî, Ashab'tan Ebû
Saîd, Ebû Esyed, Râfi' İbnu Hudeyc, Sehl İbnu Sa'd, Abdullah İbnu Ömer, Câbir,
Ebû Hüreyre (radıyallâhu anhüm ecmaîn) gibi bir cemaatin, bıyıkları dipten
kestiklerini belirtir.
Bıyıkların
dipten kesilmemesi kanaatinde olanlar Hz. Âişe ve Ebû Hüreyre (radıyallâhu
anhümâ) tarafından rivâyet edilen "Fıtratta on (Ebû Hüreyre rivâyetinde
beş) şey vardır: "...Bıyığın kesilmesi" hadisleri ile istidlâl
ederler. Dipten kesilmesine hükmedenler kaydettiğimiz üzere kısa kesilmesi
(ihfâ) ile ilgili emriuhtevî sahih hadisle istidlâl ederler. Ayrıca İbnu
Abbâs'ın bir rivâyeti de Hz. Peygamber'in kısa kestiğini belirtir.
Taberî'ye
göre, "Sünnet her iki tarza da delâlet eder, arada herhangi bir teâruz da
mevzubahis değildir, zîra kass yani kesmek emri bir kısmın alınmasına delâlet
eder, ihfâ yani kazımak ise tamamının kesilmesine delalet eder. Her iki rivâyet
de sabittir, öyle ise kişi dilediğinde muhayyerdir." İbnu Hacer:
"Merfu hadislerde iki durumun da beraberce sübûtu, Taberî'nin sözünü râcih
kılmaktadır" diyerek onu haklı bulur.
3-Hadiste
"...bizden değil" denmiş olması, kâfir olur mânasına gelmez.
Şârihler: "Bizim sünnetimizle amel edenlerden değildir" diye
açıklamışlardır. Sünneti terkeden tekfir edilmez.[88]
ـ3ـ وعن ابن
عباس رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال: ]كَانَ
رَسُولُ
اللّه #
يَقُصُّ مِنْ
شَاربِهِ
وَيَقُولُ:
إنَّ
إبْرَاهِيمَ
خَلِيلَ الرَّحْمنِ
كَانَ
يَفْعَلُهُ[ .
3. (2135)- İbnu Abbâs (radıyallâhu
anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bıyığından keser
ve şöyle derdi: "Halîlu'rrahmân İbrahim (aleyhisselâm) de böyle
yapardı." [Tirmizî, Edeb 16, (2761).][89]
AÇIKLAMA:
1-
Bu rivâyet Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın baş tuvaletinde Hz. İbrahim'e
uyduğunu göstermektedir. Nitekim âyet-i kerîme'de Cenâbı Hakk şöyle haber
vermektedir: "Rabbi, İbrahim'i birtakım emirlerle imtihan edince, o
bunları yerine getirdi" (Bakara 124). Âyette kastedilen kelimât'ın
(emirler) neler olduğu hususunda ulemâ ihtilaf ederse de bir görüşe göre:
"Başla ilgili beş, bedenle ilgili diğer beş temizliktir. Başla ilgili
temizlikler: Bıyığın kesilmesi, mazmaza (ağza su çekmek), istinşak (burna su
çekmek), misvak ve saçın ayrılmasıdır. Bedenle ilgili olanlar: Tırnakların
kesilmesi, kasık traşı, sünnet olmak, koltuk altının yolunması, büyük ve küçük
abdestlerden sonra su ile tahâretlenmektir."
2-Bu
rivâyet Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bıyığını kestiğini tescîl
ediyor, ancak dipten mi, biraz üstten mi kestiği hususunda bir açıklığa yer
vermiyor. Yukarıdaki hadiste kaydettiğimiz farklı görüşler de bu kapalılıktan
ileri gelmektedir. Aynı kapalılık, bıyıkların kesilmesi hususunda Ashab'a
(radıyallâhu anhüm) verdiği emirleri nakleden rivâyetlerde de mevcuttur. Ancak,
Ebû Dâvud'un Sünen'inde yer alan Muğîre İbnu Şube rivayeti, bazı âlimlere
zann-ı gâlib vermiştir. Rivâyetin bizi ilgilendiren kısmında şu ifâde vardır.
وَكَانَ
شَارِبِى
وَفي
فَقَصَّهُ لى
عَلى سِوَاك "Bıyığım
çok ve uzundu. Misvaktan artan kısmı aleyhissalâtu vesselâm efendimiz
kesti." Burada geçen عَلى
سِوَاكِ tâbirinin anlaşılması ihtilaf vesîlesi
olmuştur. Bazıları, tercümemizde görüldüğü gibi misvaktan artan kısmı diye
anlarken, bazıları da misvak kullandıktan sonra diye anlamışlardır.
Birinci
duruma göre misvak, bıyığın uzunluğunda ölçü olarak kullanılmış olmalıdır.
İkinci durumda ise dişini misvakladıktan sonra Muğîre'nin bıyığını kazımış
olmalıdır. Suyûtî'nin kaydına göre, Beyhakî'de bu hadiste şu ziyâde
mevcuttur: فَوَضَعَ
السِّوَاكَ
تَحْتَ
الشَّارِبِ
وَقَصَّ
عَلَيْهِ "Resûlullah bıyığına misvağı koyarak
üzerinden (uzayan kısmı) makasla kesti." Hadis, bu haliyle bıyığın,
misvakın eni kadar uzatılabileceği ruhsat tanımış olmaktadır. Bu mânayı te'yîd
eden bir diğer rivayeti Bezzâr, Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ)'den kaydeder:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bıyıkları uzamış bir adam görmüştü:
"Bana bir makas, bir de misvak getirin!" buyurdu. Sonra misvakı
bıyığının bir tarafına koyup üzerinden taşan kısmı (makaslayıp) aldı."
Şu
halde bu rivâyetler Taberî'nin görüşünü te'yîd etmesi bakımından ehemmiyet
taşırlar.[90]
ـ4ـ وعن ابن
عمرو بن العاص
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
قال: ]كَانَ
رَسُولُ
اللّه #
يَأخُذُ مِنْ لِحْيَتِهِ
مِنْ
عَرْضِهَا
وَطُولَهَا[.
أخرجهما
الترمذي .
4. (2136)- Abdullah İbnu Amr İbni'l-Âs
(radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sakalından
enine ve boyuna alırdı." [Tirmizî, Edeb 17, (2763).][91]
AÇIKLAMA:
Bu
rivâyet, sakala verilecek şekil hususunda rehber olmaktadır. Esasen bu hadisin,
sakalın uzamaya bırakılmasını emreden rivayetlerle beraber mütâlaa edilmesi
gerekir. Kadı İyaz der ki: "Sakalın traş edilmesi, kısaltılması ve
yakılması da mekruhtur. Boyundan ve eninden almaya gelince, bu güzeldir..."
...Selef, sakalın eninden boyundan alma hususunda bir hudud var mıdır, (ne
kadar uzatılmalı, neden sonra kesilmelidir gibi) ihtilaf etmiştir. Bazıları bu
hususta bir had koymak istemezler, ancak dikkat çekecek kadar da uzatılmasını
hoş görmezler. İmam Mâlik çok uzamasını mekruh addetmiştir. Bazı âlimler bir
tutam uzunluğu yeterli görüp fazlasının kesilmesine hükmetmiştir. Bazıları da
sadece umre ve hacc sırasında sakalın kesilmesinin câiz olacağını söylemiştir.
Sakalın
bir tutam olması gerektiği görüşü Hz. Ömer'e aittir. Rivâyete göre, sakalını
fazla uzatan birini görünce sakalından asılarak ikaz etmiş, arkadan da birisine
emrederek "bir tutamdan fazlasını" kestirmiştir. Sonra da adama
yönelip: "Git saçını
düzelt!" diye emretmiş ve: "Niye sizden bazıları kendine bakmayıp,
yırtıcı hayvanlardan biri gibi başıboş bırakıyor!" demiştir.
Ebû
Hüreyre ve İbnu Ömer gibi Ashab'tan bazılarını, sakalallarını avuçlayıp
tutamdan artakalan kısmı kestikleri rivâyet edilmiştir.
Âlimlerden
bazıları sakalın genişliğine büyümesinin de tahdid edilmesi gerektiğini
söylemiştir. Çünkü bu durum, kişinin itibarına tesir edecek çirkinliğe sebep
olabilir. Aslında uzunluk hususunda sünnetten mervî bir delil yoktur. Ulemâ,
örfü ve zevk-i selîmi nazar-ı dikkate alarak bu hükme varmışlardır. Zira enine
ve boyuna müdâhalesiz büyüyen sakal çirkinlik hasıl edebilir.[92]
Sakalın
İslâmî âdaba uygun olması gerekir. Âlimler bu edebi bozan durumları tesbit
etmişlerdir. Nevevî Müslim Şerhi'nde şu açıklamayı yapar:"
İranlılar
sakalı traş ederlerdi, İslâm şeriatı bunu yasakladı. Âlimler sakal için oniki
mekruh haslet zikrettiler. Bunlardan bir kısmı hafif bir kısmı da şiddetli
mekruhtur. Şöyle ki:
1-
Sakalın, cihâd gayesi dışında siyaha boyanması. (Siyah sakallı olmak düşman üzerinde
genç ve güçlü intibâını vereceği için mücâhidin siyaha boyaması câizdir.)
2-
Sâlihlere benzemek kasdıyla sarıya boyamak, sünnet niyetiyle olursa caizdir.
3-
Riyâset elde etmek veya kendisini meşâyihten zannettirerek saçları kibrit veya
başka bir şeyle ağartarak, yaşlılığa bürünmede acele etmek.
4-
Parlaklığı devam ettirmek kasdıyla, sakal yeni çıkmaya başlayınca ilk çıkan
tüyleri yolmak veya traş etmek.
5-
Yaşlılıkta çıkan akları yolmak.
6-
Kadınlara, başkalarına güzel görünmek için sakalı bölük bölük ayırmak.
7-Sakalın
şakak kısmından ilâve veya noksanlarla veya bazı kısımlarından yolmalar
suretiyle sakalı az veya çok yapmak.
8-
İnsanlara yakışıklı görünmek için tarayıp salmak.
9-
Zâhidlik izhâr etmek için sakalı bakımsız, karmakarışık bırakıvermek, kendine
bakmamak.
10-
Sakalın siyah ve beyazlarına kibirle, gururla, kendini beğenerek bakmak,
gençliğiyle övünüp, yaşlılığıyla gururlanmak, gençlerle boy ölçüşmek.
11-
Sakalını parça parça örmek.
12-
Sakalı traş etmek. Bu erkekler için yasaktır. Kadınlarda sakal çıkarsa onların
traş etmesi müstehabdır."[93]
ـ1ـ عن أنس
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال رَسُولُ
اللّه #:
حُبِّبَ
إلىَّ
الطِّيبُ
وَالنِّسَاءُ،
وَجُعِلَتْ
قُرَّةُ
عَيْنِى في
الصََّةِ[.
أخرجه
النسائِِى .
1. (2137)- Hz. Enes (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Bana,
(dünyanızdan) koku ve kadın sevdirildi. Gözümün nuru ise namazda kılındı."
[Nesâî, İşretu'n-Nisâ 1, (7, 61).][94]
AÇIKLAMA:
1-
Hadis dışında bazı âlimler (Zemahşeri ve el-Kâdî gibi), bu hadisi eserlerinden
naklederken "üç" kelimesini ilave ederek: "Dünyanızdan üç şey
bana sevdirildi..." şekline sokmuşlardır. Ancak Zerkeşî, Irakî ve İbnu
Hacer gibi muhaddisler bunu, hem "rivâyetlerde olmadığı" hem de
"...mânayı bozduğu" için reddederler. Mâna bozulmaktadır, çünkü namaz
dünyevî bir şey değildir. Resûlullah hadiste, dünyayı kendisine nisbet etmiyor,
onu tahkîr için "seviyorum" demiyor, sevdirildi diyor. Zîra
Resûlullah dünyadan nefret etmede herkesten ileri idi.
"Sevdirildi"
diye meçhul olarak ifade edilmesinden şu incelik çıkarılmıştır: Kadın ve kokuya
olan sevgi Resûlullah'ın cibilliyetinde ve tab'ında mevcut değildir. O, sevmeye
kullara rahmet gayesiyle mecbur kılınmıştır. Namaz ise öyle değil, zâtı îcâbı
sevimlidir. Salât kelimesi ile, bu hadiste, Hz. Peygamber'e okunan salâtu
selâmın kastedilmiş olabileceği de söylenmiştir. Namazın ta'zîmi onun, dînî
emirlerin başında yer almasındandır. Pek çok hadis, dînî emirler arasında en
yüce mevkiyi namazın tuttuğunu te'yîd eder.
Âlimler
kadının sevdirilmiş olmasını birkaç sebeple açıklar:
1-
Şeriatın mühim bir kısmının kadınlar tarafından nakledilmiş olmasıdır.
2-
Ümmetin sayıca artmasına kadınlar vasıta olmaktadır. Kıyâmet günü Resûlullah
diğer ümmetlere karşı, ümmetinin çokluğu ile övünecektir.
3-
Kadın, dünyanın en hayırlı varlığıdır. Nitekim bir başka hadiste
Resûlullah: الدُّنْيَا
مَتَاعٌ
وَخَيْرُ
مَتَاعِهَا
الْمَرْأةُ
الصَّالِحَةُ "Dünya bir metadır, en hayırlı metâ ise
sâliha kadındır."
Kokunun
zikrini bazı âlimler onun, melâike denen ruhânî varlıkların dünyadaki nasibi
olmasıyla îzâh etmişlerdir. Bir kısım hadisler, güzel kokuyu meleklerin sevip
haz duyduklarını belirtmiştir. Keza kokuya olan sevginin mizaçtaki kâmil
mertebeyi tuttuğu, dost düşman cümlenin malumudur.
Hadisle
ilgili bazı açıklamaları 2327 numarada kaydedeceğiz.[95]
ـ2ـ وعن ابن
المسيب
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّهُ كَانَ
يَقُولُ: إنَّ
اللّهَ
تَعالى طَيِّبٌ
يُحِبُّ
الطِّيبَ،
نَظِيفٌ
يُحِبُّ النَّظَافَةَ،
كَرِيمٌ
يُحِبُّ
الْكَرَمَ، جَوَادٌ
يُحِبُّ
الجُودَ،
فَنَظِّفُوا
أفْنِيَتَكُمْ،
وََ
تَشَبَّهُوا
بِالْيَهُودِ[.
أخرجه
الترمذي،
ورفعه بعضهم
عن عامر بن
سعد أبيه عن
النبي # .
2. (2138)- İbnu'l-Müseyyeb
(rahimehullah)'den rivayet edildiğine göre demiştir ki: "Allah Teâlâ
Hazretleri münezzehtir, (halde ve sözde) nezîh olanı sever; nâziftir, nezâfeti
sever; kerîmdir, keremi sever; cömerttir, cömertliği sever. Öyle ise
avlularınızı temizleyin ve yahudilere benzemeyin." [Tirmizî, Edeb 41,
(2800).]
Bu
hadisi bazı râviler, Âmir İbnu Sa'd'ın babası tarikiyle Hz. Peygamber'e ulaştırıp
merfû olarak rivâyet etmişlerdir.[96]
AÇIKLAMA:
1-Hadis,
görüldüğü üzere, Tâbiîn'den olan Saîd İbnu Müseyyeb tarafından rivayet
edilmektedir. Araya sahâbe girmediği gibi, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'e de nisbet edilmemektedir. Hz. Peygamber'e ref edilseydi mürsel
hadis diyecektik. Yukarıdaki haliyle Saîd İbnu Müseyyeb'in şahsi sözü
gözükmekle maktu hadis sınıfına girerse de, Teysîr müellifi İbnu Deybe'nin de
kaydettiği açıklamaya göre, bazı rivayetlerde Emr İbnu Sa'd'ın babası
vasıtasıyla hadis, Hz. Peygamber'e nisbet edilmekte ve merfû olduğu
belirtilmektedir. Bilindiği üzere Hz. Peygamber'den rivayet edilenlere merfu
hadis denmektedir.
2-Hadiste,
dinimizce insanlarda bulunması takrir edilmiş olan bazı memduh sıfat ve
hasletler Allah'a nisbet edilerek tebcîl edilmekte, farklı ve ikna edici bir
uslubla bu hasletlerin iktisab edilmesine, nefsin bu sıfatlarla muttasıf
kılınmasına teşvik edilmektedir:
Tayyib:
"Münezzeh" diye tercüme ettiğimiz bu kelime tâhir (temiz), güzel,
hoş, iyi gibi birbirine yakın mânaların hepsini ifade eder. Allah hakkında
kullanılınca Allah'ın her çeşit noksanlıklardan, kusurlardan münezzeh olduğunu
ifade eder. Tîb, hal, davranış, söz ve ahlâkta nezâhettir. Ancak güzel koku
mânasına da gelir. Bu mânada Allah'ın tîb'i sevmesi, güzel koku kullanandan
râzı olması demektir. Esasen hadiste bu mâna zahir olduğu için, bu hadis bu
bâba alınmıştır.
Nazîf:
Her çeşit kirden pâk, lekesiz demektir. Nezâfet de paklık, temizlik, lekesizlik
gibi mânalara gelir, zâhirî ve bâtînî paklığı ifade eder.
Kerîm:
Allah'ın sıfatlarındandır. Hayrı çok, lütfu bol, ihsanı hadsiz, son derece
cömert gibi mânalara gelir. Lügat olarak kıymetli ve diğerli şeylere de kerîm
denir. Kerem de kerîm olan'ın halidir.
Cevad,
Allah hakkında sahî yani cömert, hayrı, ihsanı, bağışı,affı, mağfiret ve
rahmeti bol ve sınırsız demektir. Böyle olunca cûd da "cömertlik",
eli açıklık gibi mânalara gelir. Cûd ile kerem birbirine yakın mânada iki
kelimedir. Aralarındaki farka gelince, Râgıb, cûd'un kazanılan maddî servetteki
cömertliği ifade ettiğini, keremin ise ruhî, ahlakî bir vasıf olup, kendisinden
cömertlik zâhir olana kerîm dendiğini belirtir.
Allah'a,
tîb, nezâfet, kerem, cûd gibi sıfatların izâfesi ve bunları sevdiğinin beyanı,
bu sıfatların Allah katında taşıdığı kıymet ve ehemmiyeti gösterir.
Hadiste,
bu sıfatlarla muttasıf olmaya insanları teşvik vardır.[97]
ـ3ـ وعن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رَسُولُ
اللّهِ #: مَنْ
عُرِضَ
عَلَيْهِ طِيبٌ
فََ
يَرُدَّهُ،
فَإنَّهُ
طَيِّبُ الرِّيحِ
خَفِيفُ
المَحْمَلِ[.
أخرجه مسلم
وأبو داود
والنسائى .
3. (2139)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Kime tîb ikram edilirse onu reddetmesin. Çünkü, o güzel koku verir ve
taşıması da kolaydır." [Müslim, Elfâz 20, (2253); Ebû Dâvud, Tereccül 6,
(4172); Nesâî, Zînet 75, (8, 189).][98]
AÇIKLAMA:
1-
Müslim'de tîb yerine reyhan zikredilir. Esasen, bazı âlimlerin dikkat çektiği
üzere reyhan, bütün güzel kokulu bitkilerin müşterek adıdır. Tîb dahi, her
çeşit güzel kokunun adıdır. Bu sebeple Kadı İyâz merhum, bu hadiste bütün güzel
kokuların kastedildiğini belirtir.
2-
Ulemâ, bu hadise dayanarak reyhan takdim edildiği takdirde bunun reddini mekruh
addetmiştir. Müteâkip hadisin de ifâde ettiği üzere, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) kendisine güzel koku sunulunca reddetmezmiş.
3-
Ulemâ, erkeklerin cuma ve bayram günlerinde, ilim ve zikir meclislerinde,
cemaate çıkıldığı zamanlarda koku sürünmelerini müstehab addetmiştir.
Ancak
erkeklerin kokuları elbisede renk bırakmamalıdır. Kadınların evlerinde
koku sürünmeleri câizdir. Mescide ve
sokağa çıktığı zaman kadının koku sürünmesi mekruhtur. (2145. hadise bak.)[99]
ـ4ـ وعن أبى
عثمان النهدى
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: إذَا
أُعْطَى أحَدُكُمْ
الرَّيْحَانَ
فََ
يَرُدَّهُ
فإنَّهُ
خَرَجَ مِنَ
الجَنَّةِ[ .
4. (2140)- Ebû Osman en Nehdî
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Sizden birine reyhan sunulduğu takdirde onu reddetmesin,
zîra o cennetten çıkmadır." [Tirmizî, Edeb 37, (2792).][100]
AÇIKLAMA:
1-
Önce de söylediğimiz gibi, reyhan bütün güzel kokulu bitkilerin müşterek
adıdır. Ancak, Arapçada aynı zamanda belli bir kokulu otun adıdır. Dilimizde
ona fesleğen denir. Mamafih reyhan adıyla da bilinir. Münâvî, bu hadiste
fesleğen kastedilmeyip bütün güzel kokulu otların kastedildiğini söyler.
2-
Reyhanın (güzel kokulu bitkilerin) cennetten gelmesi iki şekilde açıklanmıştır:
a)
Maksad bir teşbihtir. Yani: "Sanki cennetten çıkmış gibidir"
demektir. Çünkü, cennetin kokusu sabittir, değişmez ve ebedidir yok olamaz.
b)
Hadisi zahiri üzere anlamak da mümkündür. Bu durumda reyhandaki hâsiyetin
cennetten gelmiş olduğu söylenebilir. Bâzı rivâyetlerde vârid olduğuna göre,
cennette, dünyada bulunan şeylerin sadece adı vardır. Öyle ise cennet'i lügat mânası
üzere anlamak da mümkündür: "Cennet" sarmaş dolaş ağaçların bulunduğu
bahçe demek olduğuna göre, "Reyhan sarmaşdolaş ağaçlardan çıkmadır, ne
vermede zahmet, ne de almada minnet var!" demek olur.[101]
ـ5ـ وعن ابن
عمر رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]قال رَسُولُ
اللّهِ #
ثََثَةُ َ
تُرَدُّ:
الْوِسَادَةُ،
وَالدُّهْنُ،
وَالطِّيبُ[.
أخرجهما
الترمذي .
5. (2141)- İbnu Ömer (radıyallâhu
anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Üç şey reddedilmez: Minder, yağ ve koku." [Tirmizî, Edeb 37,
(2791).][102]
AÇIKLAMA:
1-
Tirmizî'de ve Şerh-i Tuhfetu'l-Ahvazî'de "yağ" yerine süt'ün zikri
geçer. el-Câmi'u's-Sağir'de ise koku
zekredilmez; "minder, yağ ve süt" denir.
2-
Tîbî, bu hadiste misafire yapılacak minder, koku ve süt ikramlarının
kastedildiğini belirtir ve der ki: "Bunlar ehemmiyetsiz küçük ikramlar
olması sebebiyle bunlarda minnet azdır, binaenaleyh reddedilmesi yakışık
almaz."[103]
ـ6ـ وعن نافع
قال: ]كَانَ
ابْنُ عُمَرَ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهما
يَسْتَجْمِرُ
بِا‘لُوَّةِ غَيْرَ
مُطِرَّاةٍ
وَبِكَافُورٍ
يَطْرَحُهُ
مَعَ
ا‘لُوَّةِ
وَيَقُولُ:
هكَذَا
رَأيْتُ
رَسولَ
اللّهِ #
يَسْتَجْمِرُ[.
أخرجه مسلم
والنسائى.»اِسْتِجْمَارُ«:
هنا البخور،
وهو استفعال
من المجمرة،
وهى التي توضع
فيها
النار.و»وَا‘لُوةُ«:
بفتح الهمزة
وضمها: العود
الذي يتبخر
به.و»وَالمُطرَّاةُ«:
العود المربى
المطيب .
6. (2142)- Nâfi' merhum anlatıyor:
"İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) buhur yaktığı zaman saf öd ve kâfûrla
karışık öd kullanır ve şunu söylerdi: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
da böyle yapardı." [Müslim, Elfâz 21, (2254); Nesâî, Zînet 38, (8, 156).][104]
ـ7ـ وعن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رَسُولُ
اللّهِ #:
طِيبُ
الرِّجَالِ
مَا ظَهَرَ
رِيحُهُ
وَخَفِىَ
لَوْنُهُ،
وَطِيبُ النِّسَاءِ
مَا ظَهَرَ
لَوْنُهُ
وَخَفِىَ رِيحُهُ[.
أخرجه
الترمذي
والنسائى .
7. (2143)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Erkeğin tîb'i (sürünme maddesi) koku neşreder, rengi olmaz. Kadının tîb'i
ise rengi olur, kokusu olmaz." [Tirmizî, Edeb 31, (2788); Nesâî, Zînet 32,
(8, 151).][105]
AÇIKLAMA:
Tîb
sürünme maddesinin ismidir. Güzel koku neşreden her şeye tîb denir. Sadedinde
olduğumuz hadis erkeklerin güzel koku maksadıyla kullanacağı sürünme
maddesinin, bedende ve elbisede renk bırakacak cinsten olmamasını
belirtmektedir. Gül suyu, misk, anber ve kâfûr bu çeşittendir.
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) kadınların sürünme maddelerinin dışarıya koku
neşredecek cinsten olmamasını emretmektedir.
Zâferân bu çeşitten bir tîb'dir. Ancak Bağavî'nin Şerhü's-Sünne'de
kaydettiği üzere, şârihler, kadınlarla ilgili kaydın dışarı çıkma ile alakalı
olduğunu belirtmişlerdir. "Aksi takdirde derler, evde kocası için dilediği
kokuyu sürünebilir." Nitekim müteakiben kaydedeceğimiz ikinci hadiste
(2145); Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm) güzel koku sürünerek insanların
arasına karışan kadını zâniye olarak tavsif etmektedir.[106]
ـ8ـ وعن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]كانَ رَسولُ
اللّهِ #
يَتَطَيَّبُ
بِذِكارَةِ الطِّيبِ:
المِسْكِ
والْعَنْبَرِ
وَيَقُولُ:
أطْيَبُ
الطِّيبِ
المِسْكُ[.
أخرجه الترمذي.»ذِكَارَةُ
الطِّيبِ«:
مالون له .
8. (2144)- Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ)
şunu demiştir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) misk ve anber gibi,
renksiz koku maddeleri sürünürdü ve derdi ki: "Sürünme maddelerinin en
iyisi misktir." [Tirmizî, Cenâiz 16, (991); Nesâî, Zînet 31, (8, 151,
152); Ebû Dâvud, Cenâiz 37, (3158).][107]
AÇIKLAMA
Misk,
tabiî koku çeşitlerinden biridir. Bir cins erkek ceylanın karın derisinin
altından elde edilir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bu kokunun diğer
kokulardan üstün ve mûteber olduğunu beyan etmektedir.[108]
ـ9ـ وعن أبى
موسى رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رَسُولُ
اللّه #: كُلُّ
عَيْنٍ
زَانِيَةٌ وَإنَّ
المَرَأةَ
إذَا
اسْتَعْطَرَتْ،
ثُمَّ
مَرَّتْ
بِالْمَجْلِسِ
فَهىَ
زَانِيَةٌ[. أخرجه
أصحاب
السنن.»اسْتَعْطَرَتْ«:
استفعلت من
العطر، وهو
الطيب .
9. (2145)- Ebû Mûsa (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Her
göz zânidir. Şurası muhakkak ki, kadın koku sürünür, sonra da (erkek) cemaate
uğrarsa o da zâniyedir." [Tirmizî, Edeb 35, (2787); Ebû Dâvud, Tereccül 7,
(4174,4175); Nesâî, Zînet 35, (8, 153).][109]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah (alehissalâtu
vesselâm) her bir göze zâni demekle, yabancı kadına şehvetle bakmayı zinaya
nisbet etmekte ve bundan yasaklamaktadır. Çünkü nazar zina fazîhasının ilk
adımıdır. Dinimiz bir fiili haram ilan etmişse , ona görtüren sebepleri de
haram ilan etmiştir. İşte bu hadiste şehvet nazarıyla bakmanın tahrîm ediliş
örneğini görmekteyiz. Âyet-i kerîme mü'min erkeklere ve mü'min kadınlara ayrı
ayrı hitab ederek gözlerini haramdan korumalarını emreder (Nûr 30-31).
2- Kadınların koku sürünerek
erkek cemaatine uğraması bir nevi zina olarak tavsîf edilmiştir. Çünkü bu hal,
erkeklerin şehvetini tahrik edecek, onların nazarlarını kendisine çekecektir.
Şehevî olan böyle bir bakış ise, daha önce belirtilmiş olan göz zinası'dır. Bu
kötü duruma koku sürünen kadın sebep olduğu için, zâniye olarak tavsif
edilmiştir.
Şunu
da belirtelim ki , bu bâbın ilk hadisi olarak kaydelilen: "Dünyanızdan
bana üç şey sevdirildi: Kadın, güzel koku..." hadisinde, kadınla güzel kokunun
beraber zikrinde âlimler kadınla koku arasındaki irtibat yönüyle bir incelik,
bir kasd-ı mahsus görürler. Böylece kadının, güzel koku sürünerek yabancı
erkeklerin arasına karışmasındaki mahzur daha iyi anlaşılır.[110]
ـ10ـ وعن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رَسولُ
اللّهِ #:
أيُّمَا امْرَأةٍ
أصَابَتْ
بُخُوراً فََ
تَشْهَدْ
مَعَنَا
الْعِشَاءَ
اŒخِرَةَ[.
أخرجه مسلم
وأبو داود
والنسائى .
10. (2146)- Ebû Hüreyre (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Kendisine buhur değen kadın sakın bizimle yatsı namasına katılmasın.
"[Müslim, Salât 143, (444); Ebû Dâvud, Tereccül 7, (4175); Nesâî, Zînet
37, (8, 154).][111]
AÇIKLAMA:
Hadiste
geçen "buhur değmek"ten murad, kadının üzerinde koku duyulmasıdır. Şu
halde ne suretle sinmiş olursa olsun üzerinde koku bulunan kadın mescide
uğramayacaktır. " Yatsı naması" diye tahsis edilmesi te'kîd içindir.
Zira gece vakti fitne vukûundan daha çok korkulur. Ayrıca kadınlar mescide
gitme fırsatını daha çok yatsı namazında bulabilirler. Bu sebeple öncelikle
"yatsı" denmiştir. Hülâsa, üzerinde koku bulunan kadınların diğer
vakitlerde mescide gitmelerinde bir beis yok, gidebilirler demek değildir.
Bu
ve benzeri hadisler kadının mescide çıkmasını yasaklamıyor. Ancak kayıt
getirmiş oluyor. Bazı âlimler, kadının mescide ve sokağa çıkması için, konan
şartlara uyulmadığı takdirde çıkmakta men edilmesinin vâcib olduğunu
söylemiştir. Kadı İyâz: "Kadın mescide çıkmaktan men edilirse, başka
maksadla çıkmalarından ekseriyetle men
edilir" demiştir.[112]
ـ1ـ عن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ
رَسُولُ
اللّهِ #،
الْفِطْرَةُ
خَمْسٌ الخِتَانُ،
وا“سْتِحْدَادُ،
وَقَصُّ
الشَّارِبِ،
وَتَقْلِيمُ
ا‘ظفَارِ،
وَنَتْفُ ا“بْطِ[.
أخرجه
الستة.»اسْتِحْدَادُ«:
كحلق العانة،
ونحو ذلك من
التنظيف الذي
تحتاج المرأة
إليه .
1. (2147)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Fıtrat beştir: Sünnet olmak, etek traşı olmak, bıyığı kesmek, tırnakları
kesmek, koltuk altını yolmak." [Buhârî, Libâs 63, 64, İsti'zân 51; Müslim,
tahâret 39, (257); Muvatta, Sıfatu'n Nebiyy 3, (2, 921); Tirmizî, Edeb 14,
(2757), Ebû Dâvud Tereccül 16, (4198); Nesâî, Tahâret 10, 11, (1, 14, 15).][113]
AÇIKLAMA:
Bu
hadisin anlaşılması için iki noktanın açıklanması gerekmektedir.
A)
Fıtrat'la ne kastedilmişitir?
B)
Fıtrattan olan hasletler nelerdir?[114]
Fıtrat'ın
bu bahiste ne manaya geldiğini 2133 numaralı hadiste kısaca açıklamış idik.
Gerek âyetlerde ve gerekse hadislerde çokca geçen bir tâbir olması
haysiyyetiyle, kelimeyi burada biraz daha açmayı gerekli görüyoruz.
*
Fıtrat, Râgıb'a, göre, asıl itibariyle boylamasına yarılmadır.
"Yarık"a, "ihtira" ve "icâd"a dahi fıtrat
denmiştir. Ebû Şâme'ye göre, fıtrat'ın aslı "İlk yaratılış" mânasınadır.
Nitekim Kur'an'da Cenâb-ı Hakk'ın ismi olarak Fâtıru's-Semâvât ve'l arz
göklerin ve yerin yaratıcısı tabiri geçmektedir. Hadis-i şerifte de: كُلُّ
مُوْلُودٍ
يُولَدُ عَلى
الْفِطْرَةِ "Her çocuk, fıtrat (yani Allah'ın ilk
ortaya koyduğu yaratılış) üzere doğar" buyrulmuştur. Bu açıklama şu âyete
de işâret etmektedir: فِطْرَة
اَللّهِ
الَّتِى
فَطَرَ النَّاسَ
عَلَيْهَا "..Allah'ın
insanları üzerine yarattığı, o fıtrat..." (Rum 30). Burada ifade edilen
mâna şudur: Her insan eğer doğduğu anda terkedilecek (ve hiçbir hâricî telkin
ve tercihte bulunulmayacak) olsa, aklı onu hak din'e yani tevhîd'e götürür. Bu
söyleneni şu âyet dahi te'yîd eder: فَاقِمْ
وَجْهَكَ
لِلدِِّينِ
حَنِيفاً
فِطْرَةَ
اللّهِ
"O
halde (habibim), sen yüzünü bir muvahhit olarak dine, Allah'ın o fıtratına
çevir ki, O insanları bunun üzerine yaratmıştır" (Rum 30). Bu hususu, keza
yukarıda kaydettiğimiz hadisin devamı da te'yîd eder: "...Çocuğu ebeveyni
yahudî veya hıristiyan veya mecusi... yapar." Şu halde sadedinde olduğumuz
hadis şöyle demiş olmalıdır: "Fıtrattan olan şu beş şeyi kim yaparsa
nefsini, Allah'ın kullarını yaratmış bulunduğu aslî fıtrat ile muttasıf
kılar." Bundan da maksad, insanları bu beş şeye teşvik etmek, onların en
mükemmel sıfatları takınıp en güzel sûret üzere olmalarını sağlamaktır."
*
Fıtrat'ın mânasını açıklama sadedinde Hattâbî şunu kaydeder: "Ulemânın
ekserisi bu hadiste "fıtrat"tan muradın sünnet olduğunda ittifak
etmiştir." Hattâbî'den başkaları da bu görüştedirler. Derler ki:
"Hadisin mânası: "Şu beş şey geçmiş peygamberlerin
sünnetindendir" demektir.
*
Bir kısım âlim de : Fıtrat'ın mânası "din"dir. Ebû Nuaym el-İsfehânî,
Mâverdî, eş-Şeyh Ebû İshâk sadedinde olduğumuz hadiste fıtrat'tan muradın din
olduğunu söyleyenlerdendir.
*
İbnu Salâh, fıtrat kelimesini sünnet'le açıklamayı yadırgayarak sünnetü'lfıtrat
şeklinde mahzuf bir izâfet çerçevesinde anlaşılmasının daha uygun olacağını
söylemiş ise de, bu itiraza itiraz eden Nevevî, hadisini:
وَمِنَ
السُّنَّةِ
قَصَّ
الشَّارِبِ
وَنَتْفِ
ا“بْطِ
وَثَقْلِيم
اَظْفَارِ "Sünnetten olarak
bıyığın kesilmesi, koltuk altının yolunması, tırnakların kesilmesi vardır"
şeklindeki vechini göstererek fıtratın izafetle kayıtlamadan, mutlak haliyle
sünnet manasında anlaşılmasının doğru olduğunu delillendirmiştir. İbnu Hacer, fıtrat
yerine "sünnet" kelimesinin muhtelif rivâyetlerde vârid olduğunu
belirtir.
*
Fıtrat'ın mânasını tesbitte Kadı Beyzâvî daha eslem bir yol tutar. O'na göre,
ulemanın ileri sürdüğü bütün mânalar sahihtir. Kelime, hepsini ifade edecek
câmî bir mana taşımaktadır. Binaenaleyh ihtira, cibillet, din, sünnet
mânalarına gelir. Der ki: "Fıtrat, peygamber tarafından ilk defa ihtira
edilen ve bütün şeriatlarce ittifakla benimsenmiş olan eski sünnet
(es-Sünnetü'lkadîme) dir. Sanki bunlar, cibillî, fıtrî emirlerdir, insanlık
bunlar üzerine yaratılmıştır."
Şunu
da belirtmek gerek. Hadisin bazı vecihlerinde fıtrat yerine kullanılmış olan
sünnet kelimesi, ıstılâhi mânadaki sünnet değildir, yani "vacib"in
mukabili olan sünnet değildir, yol manasına gelen sünnettir. Bu görüşte cezm
eden şeyh Ebû Hâmid, Mâverdî ve başkaları: "Bu, şu hadiste olduğu
gibidir: عَلَيْكُمْ
بِسُنَّتِى
وَسُنَّةِ الْخُلَفَاءِ
الرَّاشِدِينَ "Size benim sünnetime ve benden sonra da
Hülafâ-i Râşidin'in sünnetine uymak gerekir." Mâlikî fakihlerinden Ebû
Bekir İbnu'l-Arabî sadedinde olduğumuz hadiste geçen beş haslete uymanın vâcib
olduğuna hükmetmiş ve : "Zîra kişi, bunları terkedecek olsa insani
görünüşünü kaybeder, insanlığını yitirenden nasıl İslâm'lık beklenir?"
demiş ise de Ebû Şâme: "Hadisin taleb ettiği şeyler, ahlâkı
güzelleştirmeye mahsus olan nezâfettir. Bunun için Şâri'den vâcib kılıcı bir
emre gerek yoktur. İnsanların fıtrî meyilleri yeterlidir, mücerred nedb ifade
eden beyan kâfidir" demiştir.[115]
Fıtrat'ın
ne olduğunu kavradıktan sonra "fıtrat"a giren şeyleri bilmeye sıra
gelmiş olmaktadır. Sadedinde olduğumuz hadis "fıtrat"tan olan beş
şeyi saymaktadır: Hitân (sünnet olmak), etek traşı, bıyığı kesmek, tırnakları
kesmek, koltuk altını yolmak.
Hemen
belirtelim ki fıtrat'tan haber veren hadisler ya burada olduğu gibi hasr ifade
eden bir üsluba sahiptir ya da ba'ziyet (parça, kısım) ifade eden bir üsluba
sahiptir. Sadedinde olduğumuz hadis, "Fıtrat beştir" diyerek kesin
bir üslubla hasr ifâde etmekte, sanki bir altıncı "fıtrat" yokmuş
intibâını vermektedir. Halbuki aynı hadis:
اَلْفِطْرَةُ
خَمْسٌ اَوْ
خَمْسٌ مِنَ
الْفِطْرَةِ "Fıtrat beştir veya fıtrattan beş şey
vardır..." şeklinde şekk ifâde eden bir tarzda da rivâyet edilmiş olmaktan
başka, خَمْسٌ
مِنَ
الْفِطْرَةِ "Fıtrattan beş şey vardır..." diye
kesinlikle ba'ziyet (kısım) ifade eden üslubla da rivayet edilmiştir. Kaldı ki,
bu hadisle hasr kastedilmediğini gösteren başka rivayetler de vardır. O
rivayetlerde, fıtrat'la ilgili hasletler değişik rakamlarla ifade edilir ve
burada sayılan beş şeyin dışında başka hasletler de sayılır. Sözgelimi
müteâkiben kaydedeceğimiz 2148 numaralı hadiste fıtrattan olan on haslet
sayılırken, İbnu Ömer'den kaydedilen bir hadiste üç haslete yer verilmiştir: مِنَ
الْفٍطْرَةِ
حَلْقُ
الْعَانَةِ
وَتَقْلِيمُ
اَظْفَارِ
وَقَصُّ
الشَّارِبِ "Fıtrattan üç şey: Etek traşı,
tırnakların kesilmesi, bıyığın kesilmesidir."
Şu
halde bu hadislerde zikredilen rakamlardan murad hasr değildir. Âlimler,
verilen rakamlar hakkında farklı yorumlar ileri sürmüşlerdir. Bilinmesi
gerekenlerden bazılarına göre:
*
Resûlullah, önce beş hasleti duyurdu, sonra ziyâdeleri ilan etti.
*
Beş hasletin ehemmiyetini te'kidde mübâlağa için hasr'a yer verilmiştir.
Hadislerde bunun başka örneği de var: اَلدِّينُ
النَّصِيحَةُ "Din nasihattır" veya اَلْحَجُّ
عَرَفَةٌ "Hacc Arafat'tır" hadislerinde
olduğu gibi. Dinin içinde pek çok mesele olduğu halde, "nasihat"ın
ehemmiyetini tebârüz ettirmek (vurgulamak) için, "Din nasihattır"
buyurulmuştur. İkinci örnek de öyle: Hacc'ınen mühim rüknü Arafat vakfesi
olduğu için "Hacc Arafat'tır" denmiştir. Tirmizî'nin tahric
ettiği: مَنْ
لَمْ يَأخُذْ
شَارِبَهُ
فَلَيْسَ
مِنَّا
"Kim
bıyığını almazsa bizden değildir" hadisi de te'kid ifade eder.
Ebû
Bekir İbnu'l-A'rabî, "fıtrat"a giren hasletlerin otuza baliğ olduğunu
söylemişse de, İbnu Hacer: "Fıtrat lâfzıyla bizzat hadislerde ifade edilen
hasletleri kastetmişse otuzu bulmaz, fıtrat'a izâfe edilmeksizin daha âmm
olarak beyan edilen hasletleri kasdetmiş ise bunlar otuzu çok geçer, tahdîde
gelmez" der. Bu hadislerde (Fıtrat kelimesine izâfe edilerek) zikredilen
hasletlerin hepsi (mecmûu) toplam olarak onbeşi bulur..." Sadedinde
olduğumuz hadiste gelen beş şey dışındakiler şunlardır:
1-
Abdest,
2-
İstinşak (burna su çekmek),
3-
İstinsâr (sümkürmek),
4-
İstinca,
5-
Misvak,
6-
Cuma günü (haftalık) yıkanma,
7-
Sakalın, uzatılması,
8-
Saçın (tepe-alın arasından yanlara) ayrılması,
9-
Parmak mafsallarının yıkanması,
10-
İntizâh (abdestten sonra -vesveseyi def için- pantalonun ön kısmına avuçla bir
miktar su çilemek).
Hadislerde
"Fıtrat" kelimesine izafe edilmeden beyan edilen hasletlerin
çokluğuna dikkat çeken İbnu Hacer, örnek olarak Tirmizî'de gelen Ebû Eyyub
(radıyallâhu anh) rivâyetini kaydeder:
اَرْبَعُ
مِنَ
السُّنَنِ
الْمُرْسَلِينَ:
اَلْحَيَاءُ
وَالتَّعَطُّرُ
وَالسِّوَاكُ
وَالنِّكَاحُ
"Eski peygamberlerin sünnetinden dört
tanesi şunlardır: Hayâ, koku sürünmek, misvâk, nikâh (evlenmek)."
Dînî
ve dünyevî maslahatlara müteallik olan bu hasletler zımnında İbnu Hacer örnek
olarak şunları zikreder:
Dış
görünüşün (hey'et) güzel kılınması, bedenin toptan veya parça parça temizliği,
büyük ve küçük abdestleri bozduktan sonra temizlikte ihtiyât, temas ettiğimiz
insanlara kötü kokularla eza vermekten kaçınmak, putperest, mecûsî, hıristiyan,
yahudî gibi gayr-ı müslimlere ait şiarlara (alâmetlere) muhâlefet
şâri'ninemirlerine uyma... وَصَوَّرَكُمْ
فَأحْسَنَ
صُوَرَكُمْ "Size şekil verip de şeklinizi güzel
yapan... Allah'tır" (Mü'min 64) âyetinin işâret ettiği hususun korunması;
çünkü, mezkûr hasletlerin muhafazası ile bu gerçekleştirilecektir. Zîra âyet-i
kerîme sanki şöyle demektedir: "Suretinizin güzelliğini devam ettirecek
şeyleri koruyun."
En
eski peygamberlerden beri insanlığa talim edilen ve görüldüğü üzere esasını
temizlik ve hâricî görünüş teşkîl eden bu hasletlere riayetin dünyevî
neticesini İbnu Hacer şöyle noktalar:
"Bu
hasletler korununca mürüvvet ve insanlarla matlub kaynaşma hasıl olur. Çünkü
insan, güzel bir hey'et ve sevimli bir dış görünüş izhâr edebilirse başkalarına
daha câzip, daha çekici gelen bir hal kazanır. Böylece sözü dinlenir, fikri
kabul edilir."[116]
ـ2ـ وعن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]قال رَسُولُ
اللّهِ:
عَشْرٌ مِنَ
الْفِطْرَةِ: قَصُّ
الشَّارِبِ،
وَإعْفَاءُ
اللِّحْيَةِ،
وَالسِّوَاكُ،
واسْتِنْشَاقُ
المَاءِ،
وَالمَضْمََضَةُ
وَقَصُّ
ا‘ظْفَارِ،
وَغَسْلُ
الْبَرَاجِمِ،
وَنَتْفُ
ا“بْطِ،
وَحَلْقُ
العَانَةِ،
وَانْتِقَاصُ
المَاء[.»يَعْنِى
اسْتِنْجَاءَ«.»البَرَاجِمُ«:
عقد ا‘صابع
الظاهرة .
2. (2148)- Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "On
şey fıtrattandır: Bıyığın kesilmesi, sakalın uzatılması, misvak, istinşak
(burna su çekmek), mazmaza (ağza su çekmek), tırnakları kesmek, parmak
mafsallarını yıkama, koltuk altını yolmak, etek traşı olmak, intikâsu'lmâ yani
istinca yapmak." [Müslim, 56 (261); Ebû Dâvud, Tahâret 29, (53); Tirmizî,
Edeb 14, (2758); Nesâî, Zînet 1, (8, 126, 127).][117]
AÇIKLAMA:
1-
Fıtrat'la ne kastedildiğini önceki hadiste yeterince açıkladık. Pek çok
hadiste, "fıtrat"tan olan şeylere temas edildiğini, pek çok hasletin
buraya girdiğini, onbeş tanesinin hadislerde fiilen fıtrat kelimesine izâfe
edilerek zikredildiğini gördük.
2-İNTİKÂSU'L-MÂ:
Bu hadiste, fıtrattan olan hasletlerden on adedinin bir arada sayıldıklarını
görmekteyiz. Bunların bir kısmı ile ilgili açıklama daha önce çyapılmıştır.
Bazıları hakkındaki açıklama da müteakip hadislerde yapılacaktır. Burada dikkat
çekeceğimiz bir haslet intikâsu'lmâ'dır. Bu tabir ile ne kastedildiği alimlerce
ihtilaf edilmiştir. Kelime olarak suyun noksanlaşması demektir. Ancak farklı
rivayetlerde daha başka kelimelerle de ifade edilmiş olduğu için ulemanın
yorumu ihtilaflı olmuştur. Teysîr'in aldığı vecihte de görüldüğü gibi bazıları,
istinca diye açıklamıştır. Bazılarına göre de abdest bozduktan sonra suyu
kullanmak suretiyle idrar akıntısını kesmektir. Bir kısım âlimler de "abdestten sonra su
serpme" demiştir. Nitekim bir rivayette intikas'a bedel intidâh kelimesi
kullanılmış ve su serpme te'vilini desteklemiştir. Çoğunluk da böyle
anlamıştır. İntikâs, idrar sızıntısı vâki olduğu şeklinde kalbe bir vesvese
düşmemesi için avret mahalline biraz su serpmektir.
Bu
mesele daha ziyâde erkekleri alâkadar eden bir teferruattır. Küçük abdestten
sonra miktarı, şahıstan şahısa yaştan yaşa, hatta mevsimden mevsime değişen bir
müddet içerisinde idrar borusundan bir sızıntı gelir. Bu gelinceye kadar abdest
almamak icabeder. Beklenmiş olmasına rağmen abdestten sonra yaşlık hissedilerek
vesveseye düşülme hâli sıkça vukûa gelir. İşte intikâsu'lmâ'yı bazı âlimler,
başka rivayetlerde gelen intizâh'a dayanarak su serpmek olarak anlamışlardır.
Zîra, mezkûr vesvesenin önlenmesi için Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
abdest aldıktan sonra mezâkir'e (avret mahalline) avuçla bir miktar su serpmeyi
tavsiye eder. Bu, dinimizin bir ruhsatı, bir kolaylığıdır, Şefî'imizin
(aleyhissalâtu vesselâm) bir şefkatidir. Ashab-ı Sünen'in el-Hakem İbnu Süfyan
(radıyallâhu anh)'dan rivayetlerine göre, Süfyân, Resûlullah'ı abdest aldıktan
sonra bir avuç su alarak avret mahalline serptiğini görmüştür. İbnu Hacer Beyhakî'den
naklen şu rivayeti kaydeder: "Bir adam İbnu Abbâs'a gelir ve: "Ben,
namaz için kalkınca bir yaşlık buluyorum" der. İbnu Abbas (radıyallâhu
anhümâ) ona şu cevabı verir: "Su serp, böyle bir yaşlılık bulunca
"serptiğim sudandır" de."
NOT:
İslâm ulemâsı "fıtratta olan hasletler" le ilgili hadisleri
açıklarken iki noktaya dikkat çekerler:
1)
"Fıtrattan olan hasletler", âyet-i kerîmede Hz. İbrahim'in ibtila
(imtihan) edildiği bildirilen "kelimeler"dir. وَإذِ
ابْتَلَى
اِبْرَاهِيمَ
رَبُّهُ
بِكَلِمَاتٍ فَاتَمَّهُنَّ Âyet meâlen şöyle: "Rabbi İbrahim'i
birtakım kelimelerle (emirlerle) denemiş, o da onları yerine
getirmişti..." (Bakara 124). Sahih bir senetle İbnu Abbâs'tan geldiği
üzere: "Hz. İbrahim'in ibtila (imtihan) edildiği ve onun da yerine getirmiş
olduğu kelimelerden maksad fıtrat hasletleridir. Bunlardan biri de sünnet
olmaktır."
2)
Bu hasletlerin yerine getirilmesi gereklidir, çünkü, bir başka âyette Hz.
İbrahim (aleyhisselâm)'e uyulması emredilmektedir: ثُمَّ
اَوْحَيْنَا
اِلَيْكَ
اِنِ اتَّبِعْ
مِلَّةَ
اِبْرَاهِيمَ "Şimdi
ey Muhammed! Sana, "Doğruya yönelen, puta tapanlardan olmayan İbrahim'in
dinine uy" diye vahyettik" (Nahl 123).]
Bazı
âlimler, buradan da hareketle, "İbtila çoğunluk itibariyle, vâcib olan
işlerde vâki olur" mülâhazasıyla, fıtrattan olan hasletlere uymanın, vacib
bile olduğunu söylemişlerdir. Ancak diğer bazıları, bunları Hz. İbrahim
(aleyhissalâm)'in vücub bir vazife olarak yapmış olması halinde bize de vecibe
olabileceğini, fakat bir nedb olarak yapmış ise bizim için de vücûb değil, nedb
ifade edeceğini söyleyerek îtiraz etmişlerdir. Öyleyse bu fıtrat hasletlerinin
vücub ifâde edip etmediğinin tesbitinde başka deliller getirmek gerekecektir.
Esas
olan, bunların vücub ifade etmemesidir, nedb ifade etmesidir.[118]
ـ3ـ وعن أنس رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]وَقَّتَ
لَنَا رَسولُ
اللّهِ في
قَصِّ
الشّارِبِ،
وَتَقْلِيمِ
ا‘ظْفَارِ،
وَنَتْفِ
ا“بْطِ،
وَحَلْقِ الْعَانَةِ،
أنْ َ
يُتْرَكَ
أكْثَرَ مِنْ
أرْبَعِينَ
لَيْلَةً[.
أخرجه الخمسة
إ البخارى .
3. (2149)- Hz. Enes (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bize bıyığın makaslanıp,
tırnağın kesilmesini, koltuk altının yolunup, eteğin traş edilmesini kırk gün
aşmayacak şekilde vakitledi." [Müslim, Tahâret 51, (258); Ebû Dâvud,
Tereccül 16, (4200); Tirmizî, Edeb 15, (2759); Nesâî, Tahâret 13, 14, (1, 15,
16).][119]
AÇIKLAMA:
Bu
hadis vücutta yapılacak bazı temizliklerle ilgili bir müddet fikri vermektedir.
Hadis, ulemânın da anladığı üzere tırnak kesmek, bıyık ve diğer traşları yapmak
için kırk günü beklemeyi emretmiyor. Bu fazlalıklar çıktıkça hemen atılması
esastır. Kırk gün, âzamî müddeti ifâde eder ve "Kırk günü geçirmeyin"
mânasında anlaşılması gerekir.
Bu
sayılan temizliklerin haftanın hangi gününde, günün hangi saatinde ve ne
sûretle yapılması gerektiği hakkında mevsûk rivâyet mevcut değildir. Sadece,
Resûlullah'ın temizlik işlerini cuma günü yaptığına dair rivâyet vardır.
Beyhakî, Resûlullah'ın tırnaklarını cuma günü kesmeyi sevdiğine dair Ebû Câfer
Bâkır'dan mürsel bir rivâyet kaydetmiştir. Mevsuk olmayan bâzı zayıf rivayetlerde
alaca hastalığına sebep olacağı belirtilerek çarşamba günü tırnak kesmek
yasaklanmıştır. Ancak Münâvî, Süheylî'den naklen şunu kaydeder: "Çarşamba
gününün uğursuzluğu, Hz. Peygambere uymayı terk sonucu şundan bundan uğursuzluk
çıkarmayı âdet edinerek, çarşambadan da uğursuzluk arayan kimseyedir. Bunu
yapmak ise tevekkülü az olan insanların harcıdır. Böylelerine, o günkü
tasarrufları zarar verir." Münâvî der ki: "Velhasıl, müneccimler gibi
bâtıl bir inançla uğursuzluk getireceği düşüncesiyle çarşamba gününden kaçınmak
şiddetle haramdır. Çünkü haftanın her günü Allah'ındır. Tek başına ne fayda ne
de zarar verir. Onun dışında da bir zarar, bir mahzur yoktur. Kim günlere
uğursuzluk izafe ederse kendi uğursuzluğunu bulur. Kim de Allah'tan başka hiç birşeyin,
fayda ve zarar vermeyeceğine kâni olursa, bu meselede hiçbir şeyin ona kötü bir
tesiri olmaz. Bil ki uğursuzluk sadece buna inanan kimseye gelir. Öyle ise asıl
bela bu bâtıl inançtır." Şunu da kaydedelim ki, gayr-i mevsuk bir kısım
rivâyetlerde, çarşamba gününe uğursuzluk izafe edilirken, yine gayr-i mevsuk
diğer bazılarında da "uğur" izâfe edilmiştir. Haftanın her gününün
nasıl bir uğur getireceğini ayrı ayrı sayan bir rivâyette çarşamba günü için:
وَمَنْ
قَلَّمَهَا
يَوْمَ
اَرْبِعَاءِ
خَرَجَ مِنْهُ
الْوَسْوَاسُ
وَالْخَوْفُ
وَدَخَلَ فِيهِ
ا‘مْنُ
وَالشِّفَاءُ
"Kim çarşamba günü tırnaklarını keserse
vesvese ve korku çıkar, yerine emniyet ve şifa girer" der.
Şârihlerin
bir kısmı herhangi bir rivâyete dayanmaksızın tırnak kesmede şu tertibe
uyulmasını kaydederler: Önce sağ elin şehâdet parmağından başlayarak, sonra
orta, yüzük, serçe parmaklarını tırnaklarını sırayla kesip en sonunda baş
parmağa geçilmelidir. Sol elde ise küçük parmaktan başlayıp yüzük, orta,
şehâdet ve baş parmağa sırayla geçilmelidir. Ayak tırnakları kesilirken sağ
ayağın küçük parmağından başlayıp sol ayağın baş parmağına geçip sırayla en son
küçük parmağa ulaşılmalıdır. Nevevî bu tertibe müstehab demiş ise de rivayetten
delil kaydetmemiştir. Tırnaklar parmağa zarar vermeyecek şekilde imkan
nisbetinde dipten kesilmelidir.
Koltuk
altı kıllarının temizliği için hadislerde hep "yolmak" tâbiri
kullanılır. Dolayısiyle, ulemâ, bu temizliğin "yolarak" yapılmasının
sünnet olduğunu söylemekte ittifak eder. Ancak, bunun bir vecibe olmadığı, dileyenin
traş edebileceği veya ilaçla bertaraf edebileceği de söylenmiştir. Nitekim,
İmam Şâfiî gibi şeriat ve sünneti çok iyi bilen ve tatbik eden bir büyüğün
yolmanın acısına dayanamadığı için, koltuk altlarını berbere kazıttığı
rivâyetlerde gelmiştir.
Bu
temizliğe de sağ koltuktan başlamak müstehabdır. Bıyıkları keserken de sağdan
başlanır.Daha önce belirtildiği üzere, bıyığın dipten kazınması ile yukarıdan
alınması meselesi ihtilâflıdır. Hanefîler dipten kazınmasını efdal görür. İmam
Mâlik, dipten kesilmesini âfet sayar, böyle yapanların te'dib edilmesini
emredermiş. Ona göre, bıyık üst taraftan da kesilmemeli, dudağın ucunun etrafı
açılmalıdır.[120]
ـ4ـ وعن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رَسولُ
اللّهِ #:
اخْتَتَنَ
إبْرَاهِيم
بِالقدُّومِ،
وَقالَ بَعْضُهُمْ
مُخَفَّفٌ:
وَهُوَ ابْنُ
ثَمَانِينَ
سَنَةً[.
أخرجه
الشيخان.»الْقَدُومُ«:
بالتخفيف آلة
النجار،
وبالتشديد:
اسم موضع، وقيل:
بالعكس .
4. (2150)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"İbrahim (aleyhisselâm) Kaddûm nâm -bazısı da şeddesiz olarak Kadûm
demiştir- mevkide seksen yaşında olduğu halde sünnet oldu." [Buhârî,
İsti'zân, 51, Enbiya 8; Müslim, Fedâil
151, (2370).][121]
AÇIKLAMA:
1-
Kaddûm veya Kadûm, iki mânaya gelmektedir:
a)
Ucu eğri marangoz keseri, satır.
b)
Bir yer adıdır. Mu'cemu'l-Büldan'daki bir rivayete göre vaktiyle Şam'da (yâni
Suriye'de) Halep yakınlarında mevcut olmuş bulunan bir karye'nin adıdır.
İbrahim Halilu'r-Rahmân'ın meclisidir, şimdilerde bilinmemektedir. Yine
Mu'cemu'l-Büldân'ın verdiği bilgilere göre, Na'mân'da bir yer adı, Medine
yakınlarında bir dağ adı, Yemen'de bir kale adıdır. Sadedinde olduğumuz
rivâyet, kelimeyi "Suriye'de Hz. İbrahim'in sünnet olduğu köyün adı"
mânasında anlamamıza da müsait olduğu gibi, keser mânasında anlamamıza da
müsaittir. Nitekim bâzı şârihler bu mânayı esas almıştır.
2-
Bu rivâyet Hz. İbrahim'in 80 yaşında iken sünnet olduğunu göstermektedir. 120
yaşında sünnet olduğunu haber veren rivâyetler de vardır. Aradaki ihtilâfı
çözmek için şarihler çeşitli yorumlar getirirler. Hatta El-Kemâl İbnu Talha
hitân üzerine te'lif ettiği müstakil bir cüzde iki ayrı rivâyeti kaydettikten
sonra demiştir ki: "Bunlar şöyle cem'edilir: Hz. İbrahim 200 yıl yaşadı.
Bunun 80 senesi sünnetsiz devredir, 120 yılı da sünnetli olarak geçen ömrüdür.
Öyleyse önceki hadis onun doğumundan itibaren saymak kaydıyla 80 yaşında iken
sünnet olduğunu, diğer hadis de öldüğü andan geriye saymak sûretiyle hayatının
120. yılında sünnet olduğunu belirtmektedir." Bu açıklamaya el-Milha
fi'r-Reddi Alâ İbni Talha adında müstakil bir te'lifle cevap veren el-Kemâl
İbnu'l-Adim dört ayrı nokta-i nazardan bu görüşün yanlışlığını belirtmiştir.
Kemâl İbnu'l-Adim dört ayrı nokta-i nazardan bu görüşün yanlışlığını
belirtmiştir. Kemal İbnu'l-Adim'in dikkat çektiği hususlardan biri Hz.
İbrahim'in yaşı hususunda gelen rivâyetlerin ihtilaflı olduğu ve bunlardan da
hiçbirinin sâbit bulunmadığı, dolayısiyle, mezkur ihtilafın çözümünde yaşı esas
almanın mümkün olmadığıdır. Rivayetler Hz. İbrahim'in 200, 175, 161 yaşlarında
vefat ettiğini söylemektedir.[122]
3-
Sünnet yaşı
Sünnet
olma yaşı ihtilâflıdır. Denebilir ki, bu hususta dinimizin kesin bir emri
yoktur. Bazı hadisler doğumun yedinci gününü tesbit ederse de cumhur bunu
istihbâb olarak anlamıştır. İbnu Abbâs'tan gelen bir rivayette: "Erkeği,
"idrak edinceye kadar sünnet etmezlerdi"denmiş olmasını delil kılan
bâzı âlimler: "Küçük yaşta sünnet, bu iş, küçüğe kolaylaştırmak içindir,
zîra henüz uzvunun zayıflığı ve anlayışının azlığı sebebiyle ona zor
gelmez" demiş ve sünnetin gerektiği yaşı, uzvun kullanılma zamanına tâlik
etmiştir: "Meseleye aklen bakıldığı zaman anlaşılır ki, sünnet, uzvun
cimâda kullanılmasına ihtiyaç hasıl olma zamanının yaklaşmasına kadar
gereksizdir."
İbnu
Hacer, bu görüşe katılmaz ve der ki: "Hz. İbrahim'in (80 yaşında sünnet
olduğunu haber veren) kıssası, herhangi bir sebeple sünnet olma işi gecikmiş
olsa bile ileri yaşta sünnet olmanın gereğine ve bunu taleb etmenin
meşruiyyetine delil teşkil eder. Fakat sünneti ihtiyarlığa kadar te'hir etmenin
meşru olduğuna delil olmaz. Akla dayanılarak beyan edilen mütâlaaya gelince, bu
sağlıklı bir muhakeme olamaz. Zîra hitânın hikmeti, sadece cimanın gereklerini
tamamlamaya münhasır değildir. Sözgelimi bir hikmeti de sünnetle alınan kabuğun
bir miktar idrarı tutmasıdır. Bu hal, bilhassa su kullanmayıp taşla istinca
edenlerde ciddî bir meseledir. Bevl işi bittikten sonra kabukta kalan idrarın
akarak elbiseyi veya bedeni kirletmeyeceğinden kesinlikle emin olunamaz. Bu
durumda, çocuğa namazın emredilme yaşından önce sünnet edilmesinde acele etmek
gerekecektir ve bu yaş, sünnet için en uygun zamandır."
Bu
ifadesiyle İbnu Hacer, alıştırmak için nâfile olarak namazın emredilme yaşı
olan temyiz yaşı'ndan önce sünnet edilmesi gereğini söylemiş oluyor. Temyiz
yaşı, her çocuğa göre değişen bir keyfiyet ise de vasatî olarak 6-7 yaşları
temyiz yaşı kabul edilmiştir. Öyle ise çocuğun en geç 4-5 veya 6 yaşlarında
sünnet edilmesi daha muvafık gelmektedir.
4-
Görüldüğü üzere, sünnet (hitân) Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
tarafından teşrî edilmiş bir amel değildir. Bazı hadisler, bunu ilk defa Hz.
İbrahim'in teşri ettiğini belirtir. Yahudilerde de bidayetten beri uygulanan
bir ameldir. Ehl-i Kitap olmayan başka kavimlerde de tarih boyunca görülmüştür:
Eski Mısırlılar, Habeşli zenciler, Kolklar vs.
5-
Bazı hadisler kızların sünnetinden de bahseder. Ancak bu, bütün kadınlar için
gerekli olan bir durum değildir. Bazı bölgelerde kadınlar, kesilmesi gerekecek
kadar fazlalık taşıdıkları için onlar hakkında da sünnet teşrî edilmiş ve
Resûlullah meselenin ahkâmını beyan etmiştir. Yurdumuzda ihtiyaç duyulmadığı
için burada teferruata girmeyi gereksiz addediyoruz. Ancak Resûlullah'ın
ümmetin her meselesine nasıl ilgi duyup irşadda bulunduğunu göstermek maksadıyla
2153. hadiste bazı açıklamalar kaydeceğiz.[123]
ـ5ـ وعن يحيى
بن سعيد:
]أنَّهُ
سَمِعَ
سَعِيدَ بْنَ
المُسَيِّبِ
يَقُولُ:
كَانَ
إبْرَاهِيمُ
عَلَيْهِ
السََّمُ
أوَّلَ
النَّاسِ ضَيَّفَ
الضَّيْفَ،
وَأوَّلَ
النَّاسِ
اخْتَتَنَ،
وَأوَّلَ
النَّاسِ
قَصَّ
شَارِبَهُ، وَأوَّلَ
النَّاسِ
رَأى
الشّيْبَ،
فقَالَ: يَا
رَبِّ مَا
هَذَا؟ قَالَ:
وَقَارٌ.
قالَ: رَبِّ
زِدْنِى
وقَاراً[.
أخرجه
مالك.وزاد
رزين: ]وَهُوَ
ابْنُ
مِائَةٍ
وَعِشْرِينَ
سَنَةً وَعاشَ
بَعْدَ ذلِكَ
ثَمَانِينَ[ .
5. (2151)- Yahya İbnu Saîd'in
anlattığına göre, Saîd İbnu'l Müseyyeb (rahimehullah)'ten şunu işitmiştir:
"Hz. İbrahim (aleyhisselâm), misafir ağırlayan ilk kimse idi. Keza o ilk
sünnet olan kimseydi. Bıyığını kesenlerin ilki, saçında aklık görenlerin ilki
de o idi. Ak saçları görünce: "Ya Rabbi bu nedir?" diye sormuş; Rabbi
de: "Bu vakardır ey İbrahim!" demiş. O da: "Rabbim! Öyleyse
vakarımı artır!" diyerek duada bulunmuştur." Rezîn şunu ilave
etmiştir. "Bu sırada Hz. İbrahim 120 yaşındaydı. Bundan sonra 80 yıl daha
yaşadı." [Muvatta, Sıfatu'n-Nebi 4, (2, 922).][124]
AÇIKLAMA:
1-
Rivâyetin, Zürkânî'nin yer verdiği başka vecihlerinde (aleyhisselâm)'in
"tırnağını ilk kesen" "etek traşını ilk olan", "ilk
şalvar giyen", "ilk saçını ayıran", "saçının rengini kına
ve ketem ile ilk değiştiren", "minber üzerinde ilk hutbe îrâd
eden" "Allah yolunda ilk savaşan", orduya "sağ ve sol
cenahlar ve merkez diye üçlü tertibi ilk veren", "ilk
kucaklaşan", "ilk tirit yemeğini yapan", "ilk yay
yapan..." gibi tavsiflerle birçok medenî müesseselerin başında yer aldığı
ifade edilir.
2-
Saçda görülen aklıkla ilgili açıklamaları daha önce yaptık (2132. hadis).[125]
ـ6ـ وعن ابن
جبير قال:
]سُئِلَ ابْنُ
عَبَّاسٍ رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما:
مِثْلُ مَنْ
أنْتَ حِينَ
قُبِضَ
رَسولُ
اللّهِ # قالَ:
أنَا يَوْمَئِذٍ
مَخْتُونٌ،
قالَ:
وَكَانُوا َ
يَخْتِنُونَ
الرَّجُلَ
حَتّى
يُدْرِكَ[.
أخرجه
البخارى.
6. (2152)- İbnu Cübeyr (rahimehullah)
anlatıyor: "Hz. İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ)'a: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın ruhu kabzedildiği vakit sen ne kadardın?" diye
sorulmuştu şu cevabı verdi: "O gün ben sünnetliydim... Ve, erkekleri idrak
edinceye kadar sünnet etmezlerdi." [Buhârî, İsti'zân 51.][126]
AÇIKLAMA:
2150
numaralı hadiste geçti.[127]
ـ7ـ وعن أم
عطية رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها: ]أنَّ
امْرَأةً
كَانَتْ
تَخْتِنُ
النِّسَاءَ
بِالْمَدِينَةِ،
فَقَالَ
لَهَا رَسُولُ
اللّه #: َ
تَنْهِكِى،
فَإنَّ ذلكِ
أحْظَى
لِلْمَرأةِ،
وَأحَبُّ
لِلْبَعْلِ[.
أخرجه أبو
داود
وضعفه.ورواه
رزين:
]أشِمِّى وََ
تَنْهِكِى،
فإنَّهُ
أنْوَرُ
لِلْوَجْهِ،
وَأحْظَى
عِنْدَ
الرَّجُلِ[ .
7. (2153)- Ümmü Atiyye (radıyallâhu
anhâ) anlatıyor: "Bir kadın Medine'de kızları sünnet ederdi. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) (kadını çağırtarak) kendisine: "Derin kesme. Zîra
derin kesmemen kadın için daha çok haz vesilesidir, koca için de daha
makbûldür" diye talimat verdi." [Ebû Dâvud, Edeb 179, (5271).]
Rezin'in rivayetinde Resûlullah şöyle buyurur: "Kızları sünnet ederken
üstten kes, derin kesme, bu şekilde kesilmesi yüze daha çok parlaklık, kocaya
daha çok haz verir."[128]
AÇIKLAMA:
Bu
hadis, ümmetin her meselesi ile Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın nasıl
ilgilendiğini görmek bakımından ehemmiyet taşır. Rivayetin farklı vecihlerinde
sağlıklı sünnetin kadında güzelliği, erkekte memnuniyeti artıracağı
belirtilmiştir. Aliyyu'l-Kârî hadislerle ilgili olarak şu açıklamayı yapar:
"(Sağlıklı sünnet kadının) yüzünü taze kılar ve güzelliğini artırır.
Şehveti teskin eder, cimayı lezzetli ve cazip kılar, kocanın karısına karşı
sevgisini artırır." Münâvî de hadisi şerh ederken Hüccetü'l İslâm'dan şu
açıklamayı kaydeder: "Bu sözü kinâye suretiyle ihtiva ettiği cezâlete
(mâna derinliği) nübüvvet nûrunun ahiret meselelerini -ki asıl ve en mühim
gâyedir- ve dünya mesâlihini aydınlatışına bakın. O, ümmî bir kimse olmasına
rağmen bu nur O'na, bu basit işin ehemmiyetini gösterdi. Öyle ki, eğer bunda
gaflet edilse neticesinden korkulur. Bir kısım menfi sonuçlar husûle getireceği
de muhakkaktır. Bu durumdan fenalıkların en büyüğü ve rezaletlerin en berbatı
doğar. O'nu (aleyhissalâtu vesselâm) iki dünya maslahatını da cem etmesi için,
âlemlere rahmet olarak gönderen Zât ne kadar yüce, ne kadar mukaddestir!"
Şârihler,
bu meselenin kadın ve kocanın cinsi hayatında meydana getireceği ciddî
te'sirlere dikkat çekerler. Sözgelimi Münâvî, kadında sünnet uzvunun derin
kesilmesi halinde, şehvet duygusunun söneceği, kocasından nefret duyacağı ve
neticede zinaya başvurabileceği tehlikesine dikkat çeker.[129]
ـ8ـ وعن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رَسُولُ
اللّه #:
لَعَنَ
اللّهُ
الْوَاصِلَةَ
وَالمُسْتَوْصِلَةَ،
وَالْوَاشِمَةَ
وَالمُسْتَوْشِمَةَ[.
أخرجه
الشيخان
والنسائى .
8. (2154)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöle
buyurdular:"
İğreti
saç takana da, taktırana da, bedene dövme yapana da, yaptırana da Allah lânet
etsin!" [Buhârî, Libas 86, Tıbb 36; Müslim, Libas 119, (2124); Nesâî,
Zinet 25, (8, 148).][130]
AÇIKLAMA:
1-
İğreti saç takmakla ilgili açıklama 2129 ve 2130 numaralı hadislerde geçti.
2-
Sadedinde olduğumuz hadis, vücudun herhangi bir yerine dövme yapmayı da
şiddetle yasaklamaktadır. Dövme, vücudun belli yerlerine mesela elin sırtına,
bileğe, pazuya, yüz veya dudağa kalıcı şekilde işlenen nakışlara denir. Bu
maksadla deriye iğne veya çuvaldız gibi sivri bir şeye kan akıtacak kadar
batırılır. Deri altında hasıl edilen boşluğa mürekkep kına vs. basılır. Deri
altında bunlar kuruyunca bir daha çıkmayacak renkli lekeler bırakır. Bu yolla
bedenlerine arslan, kuş, çiçek vs. çeşitli şekiller işleten, sevgilisinin adını
yazdıran insanlar vardır. Bizim cemiyetimizde nâdir rastlanan bir durum ise de
bazı memleketlerde yaygın bir gelenektir. Dinimiz bunu yasaklamıştır. Dövme
ameliyesi tabîiliği bozar. Kadına da erkeğe de, yapana da yaptırana da
haramdır.Â
limler,
dövme yapılan yerin necis olduğuna hükmederler: "Zîra orada akan kan
hapsolmuş ve kurumuştur. İmkân olduğu takdirde izâlesi gerekir, yaralama
pahasına da olsa temizlenmesi vâcibtir. Ancak temizlik ameliyesinin telefe
sebep olacağından veya uzvun zarara uğrayacağından korkulursa, olduğu şekilde
kalması da câizdir, günahından kurtulmak için tevbe kâfidir. Bu meselede kadın
ve erkeğin hükmü aynıdır."[131]
ـ9ـ وعن ابن
عباس رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال: ]لُعِنَتِ
الْوَاصِلَةُ
وَالمُسْتَوْصِلَةُ،
وَالنَّامِصَةُ
وَالمُتَنَمِّصَةُ،
وَالْوَاشِمَةُ
والمُسْتَوْشِمَةُ
مِنْ غَيْرِ
دَاءٍ[. أخرجه
أبو داود.وقال
»الْوَاصِلَةُ«:
التي تصل
الشعر بشعر
النساء .
»وَالمُسْتَوْصِلَةُ«:
التي يعمل بها
ذلك.»وَالنَّامِصَةُ«:
التي تنقش
الحاجب حتى
ترقه.»وَالمُتَنَمِّصَةُ«:
التي يعمل
بها.»وَالْوَاشِمَةُ«:
التي تجعل
الخين في
وجهها بكحل،
أو مداد.»وَالمُسْتَوْشِمَةُ«:
المعمول بها .
9. (2155)- İbnu Abbâs (radıyallâhu
anhümâ) dedi ki: "İğreti saç takan, taktıran; kaşları incelten, kaşlarını
incelttiren, dövme yapan ve dövme yaptıran lanetlenmiştir." [Ebû Dâvud,
Tereccül 5, (4170).]
AÇIKLAMA:
1-
İğreti saç takan ve taktıran kimse ile dövme yapan ve yaptıranların durumu önceki
rivayette belirtildi.2- Bu hadiste güzelleşmek için kaş kıllarının bir kısmını
veya tamamını aldıran kimseler lânetlenmektedir. Namas kaşı inceltmek mânasına
gelir. Zamanımızda sosyetik çevrelerde yaygınlaşan kaş inceltme salgını,
bazılarını kaşın tamamını yoldurarak boya ile istediği şekli vermeye kadar
itmiştir. Dinimiz, fıtratın her çeşit bozulmasına karşıdır. Yasağın şiddeti,
kullanılan lânet kelimesinden anlaşılmalıdır.
ـ10ـ وعن أبى
الحصين
الهيْثم بن
شفى قال:
]سَمِعْتُ
أبَا
ريْحَانَةَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
يَقُولُ: نَهى
رَسُولُ
اللّهِ # عَنْ
عَشْرِ: عَنِ
الوَشْرِ،
وَالْوَشْمِ،
وَالنَّتْفِ،
وَعَنْ
مُكَامَعَةِ
الرَّجُلِ الرَّجُلَ
بِغَيْرِ
شِعَارٍ، وَعَنْ
مُكَامَعَةِ
المَرأةِ
المَرْأةَ
بَغَيْرِ شِعَارٍ،
وأنْ
يَجْعَلَ
الرَّجُلُ في
أسْفَلِ
ثِيَابِهِ
حَرِيراً
مِثْلَ
ا‘عَاجِمِ،
وَأنْ
يَجْعَلَ
عَلى مَنْكَبَيْهِ
حَريراً
مِثْلَ
ا‘عَاجِمِ، وَعَنِ
النُّهبى،
وَعَنْ
رُكُوبِ
النُّمُورِ،
وَلُبُوسِ
الخَاتَمِ إَ
لذِى
سُلْطَانٍ[.
أخرجه أبو
داود
والنسائى.»الْوَشْرُ«:
أن تَحدد
المرأة
أسنانها
وترققها.
»وَالمُكَامَعَةُ«:
أن يجتمع
الرجن، أو
المرأتان في
إزار واحد حاجز
بينهما .
»وَالشِّعَارُ«:
الثوب الذي
يلي جسد
ا“نسان.وقوله
»وَعَنْ
رُكُوبِ
النُّمُورِ«:
أى جلودها فيحتمل
أن يكون نهى
عنها لما في
ركوبها من
الزينة
والخيء، أو
لعدم دباغها
‘ن المراد
شعرها، وهو يقبل
الدباغ.وقوله »إَّ
لِذِى
سُلْطَان«: ‘نه
لغيره يكون
زينة محضة لحاجة،
و‘رب سواها .
10.
(2156)-
Ebû'l-Husayn el-Heysem İbnu Şefî anlatıyor: "Ben ve künyesi Ebû Âmir olan
Meâfirli[132] bir
arkadaşım iliyâ (da denen Kudüs)'da namaz kılmak üzere beraberce yola çıktık.
Onlara kıssa anlatan büyükleri, Ezd kabilesine mensup Ebû Reyhâne künyesini
taşıyan bir Sahâbî idi.Ebû'l-Hüsayn der ki: "Arkadaşım benden önce mescide
vardı. Sonra da ben geldim ve yanına oturdum. Bana: "Ebû Reyhâne'nin
anlattığına yetiştin mi?" dedi. "Hayır!" diye cevap verince:
"Ben onun anlattığını dinledim, diyordu ki: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) on şeyi yasakladı: Dişleri törpüleyip inceltmek, dövme
yapmak, (erkeklerin saç ve sakallarındaki akları, kadınların yüzlerindeki
tüyleri) yolması, kadının kadınla, erkeğin erkekle aynı örtü altında arada bir
mânia olmadan yatması, erkeğin Acemler gibi elbisesinin alt kısmına ipek şerit
ilâve etmesi, yine Acemler gibi omuzlarına alem olarak (dört parmak
genişliğinden fazla) ipek koyması, yağmacılık yapması; saltanat sahibi
olmayanın (Acemlerin ziyyi (süsü) durumunda olan) kaplan (derisinin) üzerine
oturması ve yüzük takması." [Ebû Dâvud, Libâs 11, (4049); Nesâî, Zînet 20,
(8, 143); İbnu Mâce, Libâs 47, (3655).]
AÇIKLAMA:
Burada,
önceki hadislerde ayrı ayrı zikri geçen yasakların bir kısmı toptan ifâdeye
dökülmüş, yeni bazı yasaklar da ilâve edilmiştir. Bu yenileri şöyle
zikredebiliriz:1- Dişlerin kenarlarını törtpüleyip inceltmek: Daha ziyade
kadınların başvurduğu bir usül olup, güzel görünme gâyesiyle yapılır. Bu amelde
hem aldatma ham de Allah'ın verdiği tabiatı bozma mevcuttur, bu sebeple
Resûlullah yasaklamıştır.2- Yolma: Neyin yolunması olduğu hadiste tasrih
edilmemiştir. Şârihler bu sebeple kadına da erkeğe de teşmil ederler. Erkekler
için saçtaki ve sakaldaki akların yolunması, kadınlar için de yüzlerindeki
kılların, kaşların yolunması, musibete uğrayınca saçın başın yolunması vs. hep
buraya dahil edilmiştir.
3-
Aynı örtü altında kadın kadına, erkek erkeğe yatma yasağı: Aralarındaki nikah
bağı olmayan bir erkekle bir kadının baş başa kalmalarını dinimiz kesinlikle
haram kılmıştır. Bu hadiste görüldüğü üzere sadece iki ayrı cinsin halveti
değil, aynı cinsten bile olsa iki kişinin, arada bir örtü, bir mânia olmaksızın
aynı yatakta yatmaları da yasaklanmıştır. Nevevî, her birisi yatağın birer
kenarında olsa bile, erkeğin erkekle, kadının kadınla aynı yatakta yatmalarının
asla câiz olmayacağını belirtir. Şiî kaynaklarda Hz. Ali'nin: "Bir
kadının, yedi yaşına basmış olan kızıyla bile mübâşereti, zinâdan bir şubedir"
dediği kaydedilir. Sadedinde olduğumuz hadiste geçen Mükâmaa'yı İbnu'l-Esîr,
en-Nihâye'de: "Kişinin, arkadaşıyla, arada bir perde olmaksızın beraber
yatmasıdır" diye tarif eder. Mükâmaa'yı İbnul Arabî: Birbirine haram olan
çıplakların berâber yatması" diye tarif etmiştir.4- Elbisenin eteğine
ipekli takma yasağı: İslam erkeğe ipekliyi yasak etmiştir. İpekli kumaş yasak
olduğu gibi, diğer kumaşlar üzerine ilâve edilecek parçalar da bazı kayıtlarla
yasaktır. Alimler bu ilavelerin dört parmağı aşmamasını şart koşar, daha az
olursa câiz olacağına hükmedilmiştir (5288-5298. hadislere bakın). Hadiste
görüldüğü üzere, ipek ilâve elbisenin alt kısmına da yapılsa, alem olarak omuz
üzerine de yapılsa hüküm aynıdır, dört parmağı tecâvüz ettiği takdirde
haramdır. el-Müzhir der ki: "İpek giymek erkeklere haramdır, erkek, onu
elbiselerinin altına giymiş, üstüne giymiş hüküm değişmez. Câhil Acemlerin
âdeti, onu elbisenin altına, kısa bir çamaşır olarak (üsttekilerin sertliğini
bertaraf etmek) azalarına yumuşaklık sağlamak için giyerlerdi."5- Yağma
yasağı: Bu müslümanlara karşı yapılacak gasb ve yağmadır. Nuhbâ gasb mânasına
masdar olduğu gibi, bazan da gasbedilen şey mânasına gelir. 6- Kaplan (derisi)
üzerine oturmak da yasaklanmıştır, çünkü bu Acemlerin ziyyi (süsü) kabul
edilmiştir.7-Son olarak sultan olmayanlara yüzük takmak yasaklanmaktadır.
Hattâbî, bu yasağın konduğu sırada, yüzüğün herhangi bir ihtiyaç için değil,
sırf süs olarak kullanıldığını belirtir. Ancak, Tahâvî'nin de belirttiği üzere
yüzük meselesinde hüküm ihtilâflıdır. Bir kısım âlimler, saltanat sâhibi
olmayanlara yüzüğün mekruh olduğunu söylemişlerdir. Ama çoğunluk bu görüşe
muhalefet ederek, yüzük takmanın mübah olduğuna hükmeder. Bunlar, Hz. Enes
(radıyallâhu anh)'in şu hadisine istinad ederler: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) yüzüğünü attığı zaman halk da yüzüklerini attı."
"Bu hadis derler, Resulullah devrinde saltanat sâhibi olmayanların da
yüzük takmakta olduklarına delâlet eder... Ayrıca, Sahâbe ve Tabiîn'den
saltanat sâhibi olmadığı halde yüzük takanlarla ilgili rivâyetler
mevcuttur."
İbnu
Hacer, konu üzerine ulemâdan bazı nakillerden sonra özetle şöyle devâm eder:
"Saltanat sâhibi tâbiriyle sâdece devlet reisi değil, mührü gerektiren bir
otorite sâhibi olan kimse kastedilmiştir. Bu durumda yüzük, mühür vazifesini de
görür. Böyle bir yüzüğü otorite sahibi (idareci) olmayan birinin taşıması abes
olur ve buna mekruh denebilir. Ama, mühür fonksiyonu bulunmayan gümüş bir
yüzüğü zinet için kullanmak nehye girmez."
ـ11ـ وعن ابن
مسعود رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كانَ
رَسولُ
اللّهِ #
يَكْرَهُ
عَشْرَ خَِل:
الصُّفْرَةَ،
يَعْنِى
الخَلُوقَ، وَتَغْيِيرَ
الشَّيْبِ،
وَجَرَّ
ا“زَارِ، وَالتَّخَتَم
بِالذَّهَبِ،
وَالتَّبَرُّجَ
بِالزِّينَةِ
لِغَيْرِ
مَحَلِّهَا،
وَالضَّرْبَ
بِالْكِعَابِ،
والرُّقَى
بِغَيْرِ
المُعَوَّذَاتِ،
وَعَقْدَ
التمائِمِ،
وَعَزْلَ
المَاءِ عَنْ
مَحَلِّهِ،
وَفَسَادَ
الصَّبِىِّ،
غَيْرَ
مُحَرَّمَةٍ[.
أخرجه أبو
داود والنسائى.»الخَلُوقُ«:
إنما يكره
للرجال دون
النساء.»والتَّبَرُّجُ
المَذْمُومُ«:
إظهار الزينة ل‘جانب،
وأما للزوج
ف.»وَتَغْيِيرُ
الشَّيْبِ«:
إنما يكره
بالسواد، أما
بالحمرة
والصفرة
ف.»والتَّخَتُّمُ
بِالذَّهَبِ«:
إنما يحرم على
الرجال دون
النساء.وَ»الضَّرْبُ
بِالْكِعَابِ«:
اللعب بها،
وهى من أنواع
القمار.وَ»عَقْدَ
التَّمَائِمِ«:
تَعليق
التعاويذ
والحروز على
ا“نسان.و»عَزْلُ
المَاءِ عَنْ
مَحَلِّهِ«:
أى أن يعزل
الرجل ماءه عن
فرج المرأة
الذي هو محل
الماء.وقوله
»وفَسَادَ
الصَّبىِّ«:
هو أن يطأ الرجل
امرأته
المرضع، فإذا
حملت فسد
لبنها، وكان
من ذلك فساد
الصبى ويسمى
الغيلة.وقوله
»غَيْرَ
مُحَرَّمَةٍ«:
أى كره هذه
الخصال جميعها،
ولم يبلغ بها
حدّ التحريم.
11. (2157)- İbnu Mes'ûd (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) on şeyi sevmezdi:
Sarı yani halûk, yaşlılıkla ortaya çıkan akların rengini değiştirme, izârın
(kibirle) yerde sürünmesi, altın yüzük takmak, teberrüc (kadınların zinetlerini
yersiz olarak göstermesi), zar atmak, Muavvizeteyn'den başka bir şey okuyarak
rukye yapmak, akdü'ttemâim (muska bağlamak), suyu (meniyi) mahallinden başka
yere atmak, çocuğu ifsad etmek. Resûlullah, bunları) haram kılmaksızın mekruh
sayardı." [Ebû Dâvud, 3, (4222); Nesâî, Zinet 17, (8, 141).]Halûk:
(Za'ferân'la başka bir kokunun karşımından elde edilen bir sürünme maddesidir,
renk olarak kızıllık veya sarılık galebe çalar.) Halûk'un mekruh olması
erkekleredir, kadınlara değil.Kötülenen teberrüc: Kadınların süs eşyalarını
nikah düşecek yabancılara izhâr etmeleri (göstermeleri)dir. Süs eşyasından
maksad, bu eşyaların takıldığı yerlerdir: Küpenin takıldığı kulak, kolyenin
takıldığı boyun gibi. Buraların yabancılara gösterilmsi tesettür emrine
aykırıdır.Saçtaki aklıkların tağyîri: Yaşlılıkla saç ve sakaldaki aklığı siyaha
boyayarak gidermek mekruhtur. Kızıla veya sarıya boyayabilir.Altın yüzük
takmak: Bu erkeklere haram kılınmıştır, kadınlara helâldir. Zar atmak: Zar
oyunu oynamak. (Burada zar'dan maksad tavla zarı'dır.) Zar atmak tabiriyle bir
nevi kumar kastedilmiştir.Akdü't-Temâim: İnsan üzerine, hastalıklara,
musibetlere karşı koruyucu muskalar takmak. (Azîmâbâdî, şu açıklamayı yapar:
Temâim: "Temîme'nin cem'idir. Bundan maksad, şeytan isimleri ile mânasız
elfazdan mürekkep cahiliye rukyelerini ihtiva eden koruyucu
dualardır".)Suyu mahallinden başka yere atmak: Yani erkeğin suyunu
(menisini), su mahalli olan kadının fercinden dışarı atmasıdır. Hattâbî,
El-Meâlim'de azli tariften sonra ilâveten: "...Resulullah bunu mekruh
addetmiştir, çünkü bunda neslin kesilmesi mevcuttur. Azil, yani meniyi dışarı
atmak, hür kadınlar hakkındadır ve müsaade etmemeleri halindedir. Köleler
hakkında mekruh değildir, câriyelere azil yapılabilir."Ebû Dâvud'un bir
başka merfu rivâyeti azl'i: اَلْوَأْدُ
الْخَفِىُّ
"Çocuğu öldürmenin
gizlicesi" diye tarif eder.Çocuğu ifsad: Bundan maksad, erkeğin küçük
çocuğuna meme vermekte olan kadınla cimâsıdır. Çünkü, kadın hâmile kalacak
olursa, sütün bozulur. Bu (kimyevî yapısı bozulan süt) çocuk için zararlıdır.
Bu durumdaki cinsi temasa gıyle denir. (Yeri gelmişken belirtelim ki, gıyle
hakkında Resûllah'ın başka
hadisleri
de var. Bunlardan biri şöyle: "Gıyle yapmak sûretiyle çocuklarınızı
gizlice öldürmeyin. Zîra nefsimi kudret elinde tutan Allah'a kasem ederim ki,
gayl (çocuğun emdiği süt), atlıya (atının sırtında) ulaşır ve onu atından aşağı
atar." Bir diğer hadis de buna ruhsat verir: "Gıyleden nehyetmek
istemiştim, sonra hatırladım ki, İranlılarla Bizanslılar bunu yapmaktalar ve
çocuklarına da bir zarar olmamaktadır." Şu halde gıyle için kesin bir
yasak mevzubahis değildir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bu ümmet-i
merhûmesinin başhekimi olarak -günümüz tıbbının keşfettiği- gebelikte meydana
gelen fizyolojik ve diğer değişmeler sonucu hem ceninin, hem annenin, hem de
anneyi emmekte olan bebeğin mâruz kalacağı zararlara karşı uyarı yapmış
olmaktadır. Öyle ise, çocuğunu emzirmekte olan kadın hâmile kalmamanın
tedbirini alacaktır ve şâyet hâmile kaldı ise çocuğunu sütten kesmek veya bir sütanne
bulmak suretiyle kendi sütünü vermekten sakınacaktır.Haram kılmaksızın: Hadisin
sonunda yer alan غَيْرَ
مُحَرَّمَةٍ "haram kılmaksızın" ifâdesi, hadisin baş kısmına bağlı. Yani
cümleyi şöyle yazabiliriz كَانَ
رَسُولُ
اللّهِ #
يَكْرَهُ عَشَرَ
خَِلٍ...
غَيْرَ
مُحَرَّمَةٍ
Mâna şöyle olur: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) şu on şeyi haram kılmaksızın mekruh addetmiştir."
ـ12ـ وعن عليّ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]نَهَانِى
رَسولُ
اللّهِ # عَنِ
التَّخَتُّمِ
بِالذَّهَبِ،
وَعَنْ
لِبَاسِ
الْقَّسىِّ،
وَعَنِ
الْقِرَاءَةِ
في
الرُّكُوعِ
وَالسُّجُودِ،
وَعَنْ
لُبْسِ
المُعَصْفَر[.
أخرجه الستة إ
البخارى.وزاد
الترمذي
والنسائى:
]وَعَنِ
المَيْثَرَةِ
الحَمْرَاءِ،
وَعنِ
الجِعَةِ،
وَهُوَ
شَرَابُ
يُتَّخَذُ
بِمَصْرَ
مِنَ
الشَّعِيرِ،
أوْ
الحِنْطَةِ[.وَزاد
في رواية أبى
داود: »َ
أقُولُ
نَهَاكُمْ« .
12.
(2158)- Hz.
Ali (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm),
bana altın yüzük takmayı, kıssî elbise giymeyi, rükû ve secdede Kur'an okumayı,
sarıya boyanmış elbise giymeyi yasakladı." [Müslim, Libas 31, (2078);
Muvatta, 28, (1, 80); Ebû Dâvud, Libâs 11, (4044, 4045, 4046, 4050), Hâtim 4,
(4225); Tirmizî, Salât 195, (264); Nesâî, 97, (2, 188), Zînet 43, 44, 45, 96,
122, (8, 165, 169, 203, 219).]Tirmizî ve Nesâî'nin rivâyetlerinde şu ziyade
var: " ...kızıl meysereyi ve elciayı da yasakladı." Cia, Mısır'da
arpadan veya buğdaydan yapılan bir şaraptır."
Ebû
Dâvud'un rivâyetinde Hz. Ali: "Bunları size de yasakladı demiyorum"
der.AÇIKLAMA1-Altın yüzükle ilgili açıklama geçti.2- Kıssî: Mısır ve Şam'da imâl
edilen yol yol ipek katılmış bir kumaş. Kıssî'nin sonundaki (î), nisbet ifade
eder. Kıss, kumaşın yapıldığı beldenin adıdır. İpekli kısımlar ipek olmadığı
intibaını verirmiş. Nevevî kıssî kumaşın ipekli kumaş olduğunu, ulema nazarında
böyle bilindiğini belirtir.3- Meysere: "Erguvan renkli kadife şeklinde bir
yaygı olup, bunu kadınlar kocaları için hayvanın üzerine koyarlardı."
Meysere, vahşi hayvanların derisi diye de tarif edilmiştir. Bu kumaşlar
kadınlara değil erkeklere haramdır. Hattâbî, gümüş, erkeklerin zineti olması
haysiyetiyle bununla kadınların süslenmesinin mekruh olduğunu söyler.
"Altın bulamazlarsa gümüşün rengini za'ferân vs. ile
değiştirsinler"der.4- Rükû ve secde sırasında Kur'an okumayı yasaklayan
başka rivâyetler de mevcuttur. Müslim'in bir rivâyetinde:
نُهِيتُ
اَنْ
اَقْرَأَ
الْقُرآنَ رَاكِعاً
اَوْ
سَاجِداً.
فَأمَّا
الرُّكُوعُ فَعَظِّمُوا
فِيهِ
الرَّبَّ
وَاَمَّا السُّجُودُ
فَاجْتَهِدُوا
في
الدُّعَاءِ
"Ben rükû ve secde
sırasında kıraatten men olundum. Öyleyse rükûda Allah'ı tâzim edin, secdede ise
duaya gayret edin" buyurulmuştur. Ulemâ bu rivâyetlerden hareketle rüku ve
secdede kıraatın haram olduğuna hükmetmiştir.5- Hz. Ali (radıyallâhu anh)'nin
bir rivayette gelen "Bunları size de yasakladı demiyorum" sözüne
gelince: Hz. Ali, burada "yasak benimle ilgili, bu yasak sadece bana
aittir, size de şâmildir demiyorum" demek istemiştir. Sarı renkli
elbisenin erkeğe de haram olmadığı kanaatinde olan âlimler bu ziyâde ile amel
etmişlerdir. Onların zannına göre, yasak, bu rivâyetin ifâde ettiği şekilde,
sâdece Hz. Ali'ye muhsustur. Ancak, bunun bütün erkeklere şâmil olduğu
görüşünde olanlar, Müslim'de gelen Abdullah İbnu Amr İbnu'l-Âs'ın rivâyetini
delil gösterirler: رأى
رَسُولُ
اللّهِ #
عَلَىَّ
ثَوْبَيْنِ
مُعَصْفَرَيْنِ
فقَالَ: هذِهِ
مِنْ ثِيَابِ
الْكُفَّارِ
فََ
تَلْبِسْهَا
"Aleyhissalâtu
vesselâm efendimiz üzerimde sarı renkli iki parça giyecek görmüştü: "Bu,
kâfirlerin giyeceğidir, sakın onları giyme" dedi.""Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'den sarı renkli elbiseyi giymeyi yasaklayan hadis
rivâyet edilmemiştir, bu bâbta sadece Hz. Ali'nin rivâyeti vardır, o da yasağın
Ali'ye has olduğunu ifade etmektedir" diyen İmam Şâfiî'ye cevap veren
Beyhakî bir kısım deliller kaydettikten sonra şunu söyler: "Bu hadisler
Şâfiî'ye ulaşsaydı, bunlara muvafık hükme varırdı." Beyhakî sözüne
Şafiî'den senetli olarak yapılmış olan şu rivâyeti ekler:
اِذَا
صَحَّ
الْحَدِيثُ
خَِفَ قَوْلِى
فَاعْمَلُوا
بِهَا
"Benim sözüme muhalif sahih bir hadis
size ulaşırsa, benim kavlimle değil hadisle amel edin."
ـ13ـ وعن
البراء
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]نَهَانَا
رسولُ اللّه #
عَنْ سَبْعٍ:
عَنْ خَوَاتِىم
الذَّهَبِ،
وَعَنْ
آنِيةِ
الذَّهَبِ وَالْفِضَّةِ،
وَعَنِ
المَيَاثِرِ،
وَالْقَسِّيَّةِ،
وَا“سْتَبْرَقِ،
وَالدِّيبَاجِ،
وَالحَرِيرِ[.
أخرجه الخمسة
إ أبا داود، وهذا
لفظ النسائى .
13.
(2159)- Hz.
Berâ (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah bize yedi şeyi yasakladı:
Altın yüzükler altın ve gümüş kaplar, ipekli eyer yaygıları, ipekli kıssî
kumaşlar, istibrak denen kalın ipekli kumaşlar, ibrişim kumaşlar ve ipek
kumaşlar." [Buhârî, İsti'zân 8, Cenâiz 2, Mezâlim 5, Nikâh 71, Eşribe 28,
Marzâ 4, Libâs 28, 36, 45, Edeb 124, Eymân 9; Müslim 3, (2066); Tirmizî, Edeb
45, (2810); Nesâî, Zînet 92, (8, 201).]
AÇIKLAMA:
Hadisin,
kaynaklardaki aslında, yedi yasak'tan önce yedi "emir"
zikredilmektedir. Yâni hadis: "Resûlullah bize yedi şeyi emretti, yedi
şeyi de yasakladı..." diye başlar. Emredilen yedi şey şunlardır:
"Hasta ziyâreti, cenâzeyi teşyi, hapşırana "yerhamükallah"
demek, yemini yerine getirmek, mazluma yardım etmek, dâvet sâhibine icâbet
etmek, selamı yaymak."Hadisin, Teysîr müellifince kaydedilen kısmında
geçen tâbirler önceki hadiste açıklandı. Bizim kaydettiğimiz kısım da yeterince
açıktır. Burada ilâve açıklamaya gerek görmüyoruz.
ـ14ـ وعن
عمران بن حصين
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهما قال:
]قال رسُولُ
اللّه #: َ
أرْكَبُ ا‘رْجُوَانَ،
وََ ألْبَسُ
المُعَصْفَرَ،
وََ ألْبَسُ
المُكَفّفُ
بِالحَرِيرِ،
وَأوْمأَ
الحُصَينُ
إلى جَيْبِ
قَمِيصِهِ.
قال، وقال: أَ
وَطِيبُ
الرِّجَالِ
رِيحٌ َ
لَوْنَ لَهُ،
وَطِيبُ
النِّسَاءِ
لَوْنٌ َ
رِيحٌ لَهُ[.قال
بعض الرواة:
هذا إذا خرجت.
أما إذا كانت
عند زوجها
فَلْتَطَيَّبْ
بما شاءت.
أخرجه أبو داود.»ا‘رْجُوانُ«
صِبْغ أحمر
شديد الحمرة.
14.
(2160)-
İmrân İbnu Hüsayn (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Erguvanın üzerine oturmam, sarıya
boyanmış olan elbiseyi, ipekten kenar çekilmiş elbiseyi giymem." Râvi
Hüsayn burada rivayeti keserek gömleğinin cebine işâret etti (ve anlatmaya
devam ederek) Resûlullah'ın geri kalan sözlerini tamamladı: "Haberiniz
olsun erkeğin tîbi (sürünme maddesi) kokuludur, rengi yoktur; kadınların tîbi
renklidir, kokusu yoktur."Ravilerden biri demiştir ki: "Bu yasak
kadının dışarı çıkma durumuyla ilgilidir. (Evinde) kocanın yanında olduğu
takdirde istediği kokuyu sürünür." [Ebû Dâvud, Libâs 11, (4048).]
AÇIKLAMA:
1-
Erguvân koyu kırmızı rengin adıdır. Ancak, kırmızı renkli herhangi bir kumaştan
yapılan yaygının üzerine oturmak yasak değildir. Öyle ise bununla daha hususî
bir şey kastedilmiş olmalıdır. Hattâbî, Meâlimü's-Sünne'de şu açıklamayı sunar:
"Resûlullah bununla kırmızı renkli eyer yaygısını (meysere) kastetmiştir.
Meysere bazan ibrişim ve ipekten yapılır. Bunun yaygı olarak kullanılmasında
israf bulunduğu için bunların kullanılması hususunda nehiy vârid olmuştur.
İpekliler (meysere) erkek kumaşı değildir."2- İpekten kenar çekilmiş
elbiseden maksad, etek kısmına, yakalarına, ceplerine ipek şerid çekilmiş
demektir.Bu hadisle, Müslim'de gelen ve Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)' ın
ipek şeritli cübbesinden bahseden Esmâ hadisi arasındaki tearuzu Aliyyu'l-Kârî
şöyle te'lif eder: "Resûlullah'ın cübbesindeki ipek şerit ruhsat verilen
miktardadır yani dört parmak genişliği aşmamıştır. Sadedinde olduğumuz hadiste
dört parmağı aşan miktar kastedilmiş olmalıdır. Veya bu verâ ve takvaya, öbürü
ise ruhsata cevazın ve fetvânın beyânına hamledilir. Bu hadisin, Resûlullah'ın
giydiği şeritli cübbeden önceye ait olduğu da söylenmiştir. Doğruyu Allah
bilir."
ـ15ـ وعن أبى
أيوب رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
النبىُّ #:
الحِنَّاءُ
وَالتَّعَطُّرُ
وَالسِّوَاكُ
وَالنِّكَاحُ
مِنْ سُنَنِ
المُرْسَلِينَ[.
أخرجه
الترمذي .
15. (2161)- Ebû Eyyûb (radıyallâhu anh)
hazretleri anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Kına yakma, koku sürünme, misvak kullanma ve evlenme bütün peygamberlerin
tâbi olageldikleri sünnetlerdendir." [Tirmizî, Nikâh 1, (1080).]
AÇIKLAMA:
Bütün
peygamberlerin tâbi oldukları sünnetler bazı hadislerde "fıtrat" diye
ifâde edilmiş ve bu hususta gerekli açıklamalar daha önce yapılmıştır. Mesela
2147 ve 2148 numaralı hadislere bakılmalıdır.
ـ16ـ وعن جابر
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]رأى النّبىُّ
# رَجًُ
شَعْثاً قَدْ
تَفَرَّقَ
شَعْرُهُ.
فقَالَ: أمَا
وَجَدَ هذَا
مَا يُسَكِّنُ
بِهِ
شَعْرَهُ؟
وَرَأى آخَرَ
عَلَيْهِ ثِيَابٌ
وَسِخَةٌ
فقالَ: أمَا
كانَ هذَا
يَجِدُ مَا
يَغْسِلُ
بِهِ ثَوْبَهُ[
.
16.
(2162)- Hz.
Câbir (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
bir adam gördü, saçları darmadağınıktı."Bu adam saçlarını düzeltip tertibe
sokacak bir şeyi bulamadı mı?" diye memnuniyetsizlik izhâr etti. Derken, o
sırada bir diğer adam gördü, bunun da üstü başı kirliydi. Bunun hakkında da:
"Şu adam elbisesini yıkayacak bir şey bulamıyor mu?" diye
söylendi." [Ebû Dâvud, Libâs 17, (4062).]
AÇIKLAMA:
Bu
hadis, saçın gelişigüzel bırakılmayıp yıkanmak, taranmak sûretiyle bakılmasının
ve yağlanarak düzene sokulmasının müstehab olduğunu ifade etmektedir. Hadis
ayrıca, üst başın ve bedenin her çeşit görünen kirlerden, bulaşıklardan sabun,
su gibi temizlik maddeleri kullanarak yıkanmasını, temiz tutulmasını
emretmektedir. İmam Şâfiî: "Elbisesini temiz tutanın kederi az olur"
demiştir.Hadis, elbisenin yalnızca su ile de olsa yıkanmasını emretmektedir.
ـ17ـ وعن رافع
بن خديج
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]رَأى
رَسُولُ
اللّهِ # عَلى
رَوَاحِلِنَا
أكْسِيَةً
فِيهَا
خُيُوطُ
عِهْن حُمْرٌ.
فقَالَ: َ
أرَى هذِهِ
الحُمْرَةَ
قَدْ
عَلَتْكُمْ فَقُمْنَا
سِرَاعاً
لِقَوْلِهِ #
حَتّى نَفَرَ
بَعْضُ
إبِلِنَا
فَنَزَعْنَا
ا‘كْسِيَةَ
عَنْهَا[.
أخرجهما أبو
داود.»الْعِهْنُ«
صوف مصبوغ،
وقيل الصوف
مطلقاً .
17.
(2163)-
Râfi' İbnu Hadîc (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm), bineklerimizin üzerinde bazı torbalar gördü, torbalarda kırmızı yün
hatları vardı. "Bu kızıllığın size galebe çaldığını görüyorum" dedi.
Resûlullah'ın bu sözü üzerine yerlerimizden fırlayıp kalktık, öyle ki develerimizden bir kısmı (telaşımızdan)
ürktü. Keseleri aldık, onlardaki kızıl yünleri söküp attık." [Ebû Dâvud,
Libâs 20, (4070).]
AÇIKLAMA:
Bu
hadis, kırmızı renkli giymenin mekruh olduğunu söyleyenlere delil olmaktadır.
Ancak hadis kendisiyle ihticac edilecek güçte değildir. Çünkü senedinde meçhul
bir râvi mevcuttur.
ـ18ـ وعن
عَبَّادِ بن
تميم: ]أنَّ
أبَا بَشِيرٍ ا‘نْصَارِىَّ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
أخْبَرَهُ
أنَّهُ كَانَ
مَعَ رَسُولِ
اللّهِ # في
سَفَرٍ:
فَأمَرَ
مُنَادِيَهُ
َ
تَبْقَيَنَّ
في رَقَبَةِ
بَعِيرٍ
قَِدَةٌ مِنْ
وَتَرٍ أوْ
قَِدَةٌ إَّ
قُطِعَتْ[.
قال مَالِكٌ:
أرَى ذَلِكَ
مِنَ
الْعَيْنِ.
أخرجه الثثة وأبو
داود .
18.
(2164)-
Abbâd İbnu Temîm anlatıyor: "Ebû Beşîr el-Ensârî (radıyallâhu anh)
kendisine bildirmiştir ki, Ebû Beşir bir seferde Resûllullah (aleyhissalâtu vesselâm)
ile beraberdi. Efendimiz, o sırada tellâlına emrederek şu hususu ilan ettirdi:
"Hiçbir devenin boynunda kirişten mamul bir gerdanlık veya (herhangi) bir
gerdanlık kalmasın, mutlaka kesilsin!"Mâlik: "Zannederim bu yasak,
nazar değmesine (karşı develerin boynuna asılan şeyler) için verilmiş olmalı
demiştir." [Buhârî, Cihâd 139; Müslim, Libâs 105, (2115); Muvatta,
Sıfatu'n-Nebî 39, (2, 937); Ebû Dâvud, Cihâd 49, (5552).]
AÇIKLAMA:
Gerdanlık
olarak çevirdiğimiz kelime kılâde'dir. Takılan şey, "takı" mânasına
gelir. İmam Mâlik, Resûlullah'ın koparılıp atılmasını emrettiği bu hayvan
takılarının nazara karşı asılan muskalar olduğunu tahmin ediyor. Şu halde
halkın, hayvanları bir kısım müsîbet ve âfetlere karşı korumak maksadıyla
hayvanların boynuna takageldikleri ve hattâ birçoğunun kirişle bağladığı
muskaları Resûlullah emrederek kaldırtmış ve bundan böyle o çeşit takıları
yasaklamış, bunların, Allah'ın takdirinden hiçbir şeyi geri çeviremeyeceğini
ümmetine öğretmiştir.Hattâbî, Mâlik dışında bâzı âlimler, hayvanların boynuna
çan bağlandığı için Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın kopartma emri
verdiğini söylemiştir. Bazı âlimler de, bu emrin, hayvanın şiddetli sıçraması,
ürkmesi hâlinde boğulmasına sebep olabilir diye onları koparttığını söylemiştir.
Hemen
belirtelim ki, İmam Mâlik'in getirdiği yorum, "zinet veya bir başka
maksadla hayvanın boynuna bir şeyler bağlanabilir, bunda bir mahzur yoktur
hükmünü tazammun eder. Kadı İyâz der ki: "İmam Mâlik'e göre, yasak sadece
kirişe mahsustur, başka takılar yasak değildir. Alimler, nazara karşı insan
veya hayvanlara muskadan başka birşeylerin takılması câiz mi, değil mi münakaşa
etmiştir. Bazıları ihtiyaç hâsıl olmadan takılmasını câiz bulmamışsa da ihtiyaç
doğunca, gözdeğmesi, cin ve sâireden gelen zararı defetmek için cevaz
vermiştir. Bir kısmı da kayıtsız şartsız, "ihtiyaçtan önce de sonra da
câizdir, tıpkı, hasta olmazdan önce tedavi için tedbir alındığı gibi"
demiştir."Nevevî, hadisteki nehyi, cumhurun kerâhet-i tenzihiye olarak
değerlendirdiğini belirtir.
ـ1ـ عن ابن
عمر رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]قال رسول
اللّه # إنَّ
الَّذِينَ
يَصْنَعُونَ
هذِهِ
الصُّوَرَ،
وفي رواية
إنَّ
أصْحَابَ هذِهِ
الصُّوَرِ يُعَذّبُونَ
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ
يُقَالُ
لَهُمْ
أحْيُوا مَا
خَلَقْتُمْ[.
أخرجه الشيخان
والنسائى .
1.
(2165)- İbnu
Ömer (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Şu resimleri yapanlar var ya, -bir rivayette: "Şu resimlerin sahipleri
var ya! Kıyâmet günü azab olunacaklar. Onlara: "Şu yaptıklarınızı
diriltin" denir." [Buhârî, Libâs 89, Tevhîd 56, Müslim, Libâs 103,
(2018); Nesâî, Zînet 114, (8, 215).]
ـ2ـ وعن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]قَدِمَ رسولُ
اللّه # مِنْ
سَفَرٍ
وَقَدْ
سَتَرتُ
سَهْوَةً لى
بِقِرَامٍ
فِيهِ
تَماثِيلُ.
فَلَمَا
رَآهُ هَتَكَهُ
وَتَلَوَّنَ
وَجْهُهُ،
وقال: يَا
عَائِشةُ
أشَدُّ
النَّاسِ
عَذَاباً
يَوْمَ الْقِيَامَةِ
الَّذِينَ
يُضَاهُونَ
بِخَلْقِ
اللّهِ. قالت:
فَقَطَعْنَاهُ
فَجَعَلْنَا مِنْهُ
وِسَادَةً
أوْ
وِسَادَتَيْن[.
أخرجه الثثة
والنسائى.»السَّهْوَةُ«
كالْكَوَّةِ:
النافذة بين
الدارين. وقيل
هى الصُّفَةُ
بين يدى
البيت. وقيل
هي صفة صغيرة
كالمخدع.»وَالْقِرَامُ«
الستر.»والمُضَاهَاةُ«
المشابهة
والمماثلة .
2. (2166)- Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir seferden dönmüştü. (O
yokken) ben, yüklüğün önüne, üzerinde resimler bulunan bir bez çekmiştim.
Resûlullah perdeyi görünce, çekip attı, (öfkeden) yüzü de renklenmişti.
"Ey Âişe! buyurdular, bil ki, Kıyamet günü insanların en çok azab görecek
olanı Allah'ın yarattıklarını taklid edenlerdir."
Hz.
Âişe rivayetine devamla dedi ki: "Biz o bezi kestik bir veya iki minder
yaptık." [Buhârî, Libâs 91, 95; Müslim, Libâs 87, (2105); Muvatta,
İsti'zân 8, (2, 966, 967); Nesâî, Zînet 112, 113, (8, 213); İbnu Mace, Libâs
45, (3653).]
AÇIKLAMA:
1- Yüklük diye tercüme
ettiğimiz sehve, evin içinde bir yerdir. Şârihler tarifte ihtilâf eder: Esas
îtibâriyle içerisine eşya koymak için evin dâhilinde inşa edilen ve kapısına
perde çekilerek örtülen bir yerdir. Ancak, sofa, raf, duvarda eşya koymak için
te'sîs edilen oyuk (yüklük), ışık ve havalandırmak için açılan delik (kevve),
evin bir kenarında altına eşya koymak için inşa edilen üzeri örtülü sabit
hücreye -ki tariflere nazaran bugünkü divanı andırmaktadır- hatıra getiren
tarifler ve tahminler de yapılmıştır.2-Hadis, duvara asılı olduğu takdirde
haram olan resmin minder yüzü yapılarak yere atılması halinde
kullanılabileceğini ifade etmektedir. İbnu Hacer mevzuyu şöyle özetler: "Ulemâ
bu hadisle istidlal ederek şu hükme vardı: "Gölgesi olmayan tasvirler
edinmek câizdir, ancak bunun, hürmet ifade etmeyecek şekilde kullanılması
gerekir: Yastık, minder yüzü gibi yere atılan, üzerine basılan eşya üzerinde
olması şarttır. Nevevî, bu hükmün cumhurun görüşü olduğunu, Sahâbe, ve
Tabiîn'in ekseriyetinin bu kanaate vardıklarını, Sevrî, Mâlik, Ebû Hanîfe,
Şâfiî gibi müçtehîd imamların da bu görüşü iltizam ettiklerini belirtir. Ancak
duvar üzerine asılmaları elbisede veya sarıkta yer almaları halinde gölgeli,
gölgesiz olması arasında fark gözetilmeden haram denmiştir, çünkü bu hallerde o
tasvirlere hürmet mânası hâkimdir."Bazı ilave açıklamaları 2173 numaralı
hadisi açıklarken kaydedeceğiz:
ـ3ـ وعن ابن
عباس رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما: ]أنَّهُ
أتَاهُ رَجُلٌ
فقَالَ: إنِّى
أُصَوِّرُ
هذِهِ الصُّوَرَ
فَأفْتِنِى
فِيهَا؟
فقَالَ: ادْنُ
مِنِّى
فَدَنَا.
ثُمَّ قالَ:
ادْنُ مِنِّى
فَدَنَا
حَتَّى
وَضَعَ
يَدَهُ عَلى
رَأسِهِ!
وقالَ: سَمِعْتُ
رسولَ اللّه #
يَقُولُ:
كُلُّ مُصَوِّرٍ
في النَّارِ،
يَجْعَلُ
اللّهُ
تَعالى لَهُ
بِكُلِّ
صُورَةٍ
صَوَّرَهَا
نَفْساً فَيُعَذِّبُهُ
في جَهَنَّمَ!
وقالَ: إنْ
كُنْتَ َ
بُدَّ فَاعًِ
فَاصْنَعْ
الشجَرَ
وَمَاَ نَفْسَ
لَهُ[. أخرجه
الشيخان
والنسائى .
3. (2167)- İbnu Abbâs (radıyallâhu
anhümâ)'ın anlattığına göre: "Kendisine bir adam gelip: "Ben
ressamım, şu resimleri yaptım. Bana bu hususta fetva ver!" dedi. İbnu
Abbas adama: "Bana yaklaş!" emretti, adam yaklaşınca: "Bana daha
da yaklaş!" dedi. Adam yaklaştı. İbnu Abbas elini başının üzerine koydu
ve: "Ben Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ı dinledim. Şöyle diyordu: "Bütün tasvirciler ateştedir. Allah
ressamın yaptığı her bir resim için bir nefis koyar ve bu ona cehennemde azab
verir." İbnu Abbas devamla adama dedi ki: "İlla da resim yapacaksan
ağaç yap, canı olmayan şeyin resmini yap." [Buhârî, Büyû 104; Müslim,
Libâs 99, (2110); Nesâî, Zinet 112, (8, 212, 214).]
ـ4ـ وعنه
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رسُولُ اللّه
#: مَنْ
صََوَّرَ
صُورَةً
عَذَّبَهُ اللّهُ
بِهَا يَوْمَ
الْقِيَامَةِ
حَتَّى يَنْفُخَ
فِيهَا
الرُّوحَ
وَمَا هُوَ
بِنَافِخٍ[.
أخرجه البخارى
والترمذي
والنسائى .
4. (2168)- Yine İbnu Abbas (radıyallâhu
anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"kim resim yaparsa, Allah onu Kıyamet günü, yaptığı resim sebebiyle,
onlara ruh üfleyinceye kadar azab eder. Hiçbir zaman da ruh üfleyici
değildir." [Buhârî, Ta'bir 45, Tirmizî, Libâs 19, (1751); Nesâî, Zinet
114, (8, 215).]AÇIKLAMA:Bu hadis, resim yapma işini mutlak bir üslubla
yasaklamaktadır. Zâhiri esas alınınca canlının veya cansızın, ruh taşıyan veya
taşımayan bütün eşyanın resmini yapmanın yasak olduğuna hükmedilir. Ancak,
şârihlerin de dikkat çektiği üzere, İbnu Abbas, bu yasağı ruh sahipleriyle
sınırlamıştır. Onun dışındakilerin resmi yapılabilir. Esâsen hadiste geçen
"ruh üfleme" emri de hadisin bidayetindeki ıtlakı kayıtlar. Ruh
üfleyinceye kadar azabın devam etmesi, canlı tasviri yapanlara ebedî ceza
verileceğini ifâde eder. Nitekim âyet-i kerîmede de buna benzer bir ifâdeye yer
verilmiştir َ
يَدْخُلُونَ
الْجَنَّةَ
حَتّى يَلِجَ
الْجَمَلُ في
سَمِّ
الْخَيَّاطِ
"Doğrusu âyetlerimizi yalan
sayıp onlara karşı büyüklük taslayanlara, göğün kapıları açılmaz. Deve iğnenin
deliğinden geçmedikçe cennete de giremezler" (A'raf 40).Âlimler, önce
burada ortaya çıkan bir müşkile dikkat çekip, sonra cevabını verirler. Müşkil
şudur: Bu hadisteki vaîd, Müslüman hakkında, başka nasslar açısından câiz
değildir. Ehl-i Sünnete göre âmden kâtil olan kimse hakkında gelen ebedî ceza
hükmü uzun müddet'e hamledilmiştir. Buradaki vaîd ise mümkün olmayan ruh
üflenmesi gibi bir şartla sınırlandırılmıştır. Öyle ise bundan muradın uzun
müddet azabtan sonra kurtuluşa ererler diye te'vili sahîh olmaz.Bu müşkil şöyle
cevaplandırılmıştır: "Hadisten asıl murad: "Kâfirin maruz kalacağı
ceza ile vaîdde (korkutmada) bulunarak şiddetle zecretmektir, bu üslubla zecrin
daha müessir olması hedeflenmiştir. Hadisin zâhiri murad edilmemiştir."
Bu
yorum, hadiste geçen fiili işleyerek isyana düşmüş olan hakkındadır. Ancak, bu
işi helâl addederek, yapan kimse hakkında hadisin hükmü zâhiri üzere doğrudur,
bu hususta bir müşkilât yok. Nevevî der ki: "Bu hadisler -yani İbnu Abbas
ve diğerlerinin rivayetleri- hayvan tasvirinin haramlığında açıktır, bu iş
şiddetle haramdır. Ancak ağaç vs. ruhu olmayan şeylerin resmini yapmak, bu
yoldan kazanç te'min etmek haram değildir. Meyveli ve meyvesiz ağaç hepsi aynı
hükme tabidir. Mücâhid dışında bütün ulemâ bu görüştedir. Sâdece Mücâhid
meyveli ağacın resmini yapmayı mekruh addetmiştir. Bu hükmü Müslim'de gelen şu
hadîs-i kudsîden çıkarmıştır: وَمَنْ
اَظْلَمُ
مِمَّنْ
ذَهَبَ
يَخْلُقُ
خَلْقاً
كَخَلْقِى "Benim mahlukum gibi bir şey yaratmaya
kalkandan daha zalim kim vardır?.." Cumhur da, şu hadisle ihticac
etmiştir: وَيُقَالُ
لَهُمْ
اَحْيُوا مَا
خَلَقْتُمْ
"Canlı resmi yapanlara:
"Yarattıklarınıza haydi hayat verin!" yani 'Haydi onları taklid
ettiğiniz gibi ruh sahibi hayvanlar kılın!" denilir..."
ـ1ـ عن
أبى طلحة
ا‘نصارى
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رَسُولُ
اللّه #: َ
تَدْخُلُ المََئِكَةُ
بَيْتاً
فِيهِ
كَلْبٌ، وََ
تَمَاثِيلُ[.
أخرجه الخمسة
واللفظ لمسلم
والترمذي .
1.
(2169)- Ebû
Talha el-Ensârî (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Melekler, içerisinde köpek ve timsaller
bulunan eve girmezler." [Buhârî,
Libâs 92, 88, Bed'ü'l-Halk 6, 14, Megâzî 11; Müslim, Libâs 102, (2606); Ebû
Dâvud, Libâs 48, (4155); Tirmizî, Edeb 44, (2805); Nesâî, Zînet 112, (8, 212,
213); İbnu Mace, Libâs 44, (3649).]
ـ2ـ وعن
سفينة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]دَعَا
عَليٌّ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
رسولَ اللّه #
إلى طَعَامٍ صَنَعَهُ.
فَجَاءَ
فَوضَعَ
يَدَهُ عَلى
عِضَادَتِى
الْبَابِ
فَرَأى
الْقِرَامَ
قَدْ ضُرِبَ
في نَاحِيَةِ
الْبَيْتِ
فَرَجَعَ. فَقِيلَ
لَهُ في
ذلِكَ؟
فقَالَ:
إنَّهُ
لَيْسَ لِنَبِىٍّ
أنْ يَدْخُلَ
بَيْتاً
مُزَوَّقاً[.
أخرجه أبو
داود.»المُزَوَّقُ«
المزين .
2. (2170)- Sefîne (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Hz. Ali (radıyallâhu anh), Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ı hazırladığı bir yemeğe dâvet etti. Efendimiz gelip, içeri girmek
üzere elini kapının kirişleri üzerine koyunca, evin bir köşesine gerilmiş bir kırâm görmüştü
ki hemen geri döndü. (Resûlullah'a geri dönüşünün) sebebi sorulunca: "Bir
peygambere tezyin edilip süslenmiş bir eve girmek uygun olmaz" cevabını
verdi." [Ebû Dâvud, Et'ime 8, (3755); İbnu Mâce, Et'ime 56, (3360).]
AÇIKLAMA:
1-
Bu rivâyet, mâna ve hüküm itibâriyle aynı olsa da, Ebû Dâvud'daki aslından
biraz farklı şekilde Teysir'e alınmış. Ya Ebû Dâvud'un başka bir nüshasından
alınmadır, ya da rivâyet-i bil mâna yoluyla özetlenerek, yeni bir ifâdeye
dökülerek nakledilmiş olmalıdır.
2-Resûlullah'ın,
eve girmeden geri dönmesine sebep olan kırâm nakışlı ince bir kumaştır. Yerine
göre perde, yatak çarşafı, duvar (halısı gibi) süslemede kullanılan ince bir
örtüdür. Yünden mâmul olduğu, üzerinde renk renk nakış bulunduğu, bazı
kumaşların bununla kaplandığı belirtilir. Hattâbi, İbnu Melek gibi bir kısım
şârihler, hadiste geçen kırâm'ın nakışlı olduğunu söylemişlerdir. Ancak sâde
olduğunu, fakat perde olarak duvarın üzerine gereksiz yere çekildiği için cebâbireye benzeme hâsıl
olmasından dolayı Resûlullah'ın geri döndüğünü söyleyenler olmuştur.
3-
Münker olan ziyafete katılmalı mı?
Bu
soruya farklı cevaplar verilmiştir:* Aliyyü'l-Kârî, Mirkat'da: "Münker
olan dâvete icâbet edilmeyeceği hususunda hadis sarihtir" der.* İbnu Hacer
Fethu'l-Bâri'de: "Hadisten şu anlaşılmaktadır: "Bir evde münkerin
varlığı, oraya girmeye mânidir."* İbnu Battâl da: "Allah ve Resûlünün
yasakladığı bir münker bulunan ziyafete katılmak câiz değildir. Zîra, buna rıza
gösterilmiş manası vardır" der ve büyüklerden bazı nakillerde bulunur.
Özeti: "Ziyafette haram bir şey olduğu takdirde, bunu önlemeye muktedirse,
katılmasında bir beis yoktur, Aksi taktirde geri döner."* Hanefîlerden
el-Hidâye sahibi bu konuda özetle şunu söyler: "Kendisine uyulan, örnek alınan
biri değil de sıradan bir kimse ise, oturup yemesinde bir beis yoktur. Ancak
kendisine uyulan biri ise ve münkere izâleye de muktedir değilse, dini
lekelemek, günah kapısını açmak mânasına geleceği için o safraya oturmayıp,
terkeder. Bütün bunlar, bilmeyerek gelmiş olma durumuna göredir. Sofrada
münkerin varlığını önceden bilirse, icâbet etmesi gerekmez."
ـ3ـ وعن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال رسول
اللّه #:
أَتَانِى
جِبْرِيلُ
عَلَيْهِ
السََّمُ
فَقالَ:
أتَيْتُكَ
الْبَارِحةَ فَلَمْ
يَمْنَعْنِى
أنْ أدْخُلَ
إَّ أنَّهُ
كَانَ في
الْبَيْتِ
قِرَامُ
سِتْرٍ فيهِ
تَمَاثِيلُ،
وَكانَ في
الْبَيْتِ
كَلْبٌ،
وَعلى
البَابِ
تَمَاثِيلُ
الرِّجَال.
فَمُرْ
بِرَأسِ
التَّمَاثِيلِ
فَتُقْطَعَ
فَيَصِيرَ
كَهَيْئَةِ الشَّجَرَةِ،
وَمُرْ
بِالْقِرَامِ
فَيُجْعَلَ
مِنْهُ وِسَادَتَانِ
تُوطَآنِ،
وَبِالْكَلْبِ
فَيُخْرَجَ.
فَفَعَلَ
ذلِكَ[. أخرجه
الخمسة إ
البخارى،
وهذا لفظ أبى
داود
والترمذي .
3.
(2171)- Hz.
Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Bana Cibrîl (aleyhisselâm) geldi ve: "Dün
sana gelmiştim (ama yanına girmedim)." Girmeyişimin sebebi de üzerinde
timsaller bulunan perde bezi idi. Orada bir de köpek vardı, kapının üzerinde de
insan resimleri bulunuyordu. Timsallerin başlarının koparılmasını emret ki ağaç
şekline dönsün. Örtüden ayak altına atılacak iki minder yapılmasını, köpeğin de
dışarı çıkarılmasını söyle!" Bu söylenenler yapıldı." [Müslim, Libâs
102 (2112); Ebû Dâvud, Libâs 48, (4158); Tirmizî, Edeb 44, (2807); Nesâî, Zînet
113, (8, 216). Bu rivayet Ebû Dâvud ve Tirmizî'nin metnine mutabıktır.]
ـ4ـ وعن علي
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال النبيُّ
#: َ تَدْخُلُ
المََئِكَةُ
بَيْتاً فِيهِ
صُورَةٌ وََ
جُنُبٌ، وََ
كَلْبٌ[.
أخرجه أبو
داود
والنسائى .
4.
(2172)- Hz
Ali (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "İçerisinde resim, cünüb ve köpek bulunan eve (rahmet)
melekleri girmez." [Ebû Dâvud, Tahâret 90, (227); Libâs 48, (4152); Nesâî,
Tahâret 168, (1, 141), Sayd 11, (7, 185).]
ـ5ـ وعن ابن
عباس رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال: ]لَمَّا
رَأى النبىُّ
# الصُّوَرَ
في الْبَيْتِ
لَمْ يَدْخُلْ
حَتَّى أمَرَ
بِهَا
فَمُحِيَتْ.
وَرَأى صُورَةَ
إبْرَاهِيمَ
وَإسْمَاعِيلَ
بِأيْدِيهمَا
ا‘زَْمُ.
فقَالَ:
قَاتَلَهُمُ
اللّهُ،
وَاللّهِ إنِ
اسْتَقْسَمَا
بِا‘زَْمِ قَطُّ[.
أخرجه
البخارى.
5.
(2173)- İbnu
Abbâs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
(Mekke'nin Fethi günü), Beytullah'ta tasvirler görünce, içeri girmedi. Önce
onların imhasını emretti ve imha edildiler. İçeride Hz. İbrâhim ve Hz. İsmâil
(aleyhimesselâm)'in ellerinde kumar okları bulunur vaziyetteki suretlerini
görmüştü. Şöyle buyurdu: "Allah canlarını alsın. Vallahi onlar asla
oklarla kısmet aramadılar." [Buhârî, Enbiya 8, Hacc 54, Megâzî 48.]
AÇIKLAMA:
1-
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Mekke fethedildiği zaman Ka'be'ye gelir.
İçerisinde resimler, putlar olduğu için, girmezden önce bunların çıkarılmasını
emreder. Putlar varken girmeyişini şârihler iki sebebe bağlarlar:
1)
O bâtıl hâli takrir etmemek: Yani putun olduğu yere girmeye meşruiyet
kazandırmamak için.
2)
Meleklerden ayrılmayı sevmediği için. Çünkü onlar putun olduğu yere girmezler.
2-
Okla kısmet aramak cahiliye âdeti idi. en-Nihâye şu açıklamayı sunar:
"Cahiliye Araplarından biri, yola çıkmak veya evlendirmek gibi ciddî bir
işe karar vermek istediği zaman oklarla kur'a çeker (kısmetini arar)dı. Okların
bazısında, اَمَرَنِى
رَبِّى
"Rabbim
bana emretti", bazısında نَهَانِى
رَبِّى
"Rabbim
bana yasakladı", bazısında da غُفْل
"Boş" yazıyordu. Çektiği okta
emretti yazılıysa o işi yapardı; yasakladı çıkarsa o işi yapmaktan vazgeçerdi:
boş çıkarsa döner, emir veya yasak çıkıncaya kadar kur'a çekimini
yenilerdi."Şu halde hadiste, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu bâtıl
âdeti, Hz. İbrâhim ve Hz. İsmâil'in ihdas etmiş olmasını (ya da daha önceden ihdas
edilmiş olsa bile onların tevessül etmiş olmalarını) reddetmektedir. Halbuki,
yapılan tasvirde onların ellerine bu kur'a okları verilmekle bu batıl işe
onların da iştirak ettiğini ifâde etmiş oluyorlardı. Buhârî'deki bir rivayette:
"...Onlar da bilirler ki Hz. İbrahim ve Hz. İsmail (aleyhimesselâm), asla
okla kısmet aramadılar" buyrulmuştur.Kur'a ile kısmet arama işini ilk
ihdas eden Amr İbnu Lühey'dir. Bunu o iki peygambere nisbet etmek iftarâdan
başka bir şey değildir. Amr İbnu Lühey ise zaman itibariyle çok sonra
yaşamıştır ve onun devrine kadar bu âdet bilinmemektedir.
3-
Yasak olan suret
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), sûret bulunan eve meleklerin girmeyeceğini
belirterek, kendisi de girmemiştir. Ayrıca, bunları yapanları da lanetlemiştir.
Öyle
ise yasaklanan sûretlerin mahiyeti nedir? Her ne olursa olsun bütün sûretler mi
yasaktır?Bu hususta, geçen hadislerin açıkmalarından yeterli bilgiler geçti ise
de, burada mesele üzerine, Ebû Bekr İbnu'l-Arabî'nin bir özetlemesini, Zürkânî'nin
Muvatta Şerhi'nden aynen iktibas ediyoruz. Der ki: "Suver edinme
meselesinin özeti şudur:I- Sûret (timsal, resim...) eğer (gölge verecek
şekilde, heykel nev'inden bir) cisimse, âlimlerin icmâı ile haramdır.II- Cisim
değil de (resim gibi gölge düşürmeyecek) nakış ise dört farklı görüş ileri
sürülmüştür:1) Mutlak sûrette câizdir.2) Mutlak sûrette haramdır.3) Mutlak
olarak caizdir, değildir denemez, duruma göre hükmedilir, şöyle ki:a) Bakılır,
eğer resim, tasvir ettiği ruh sâhibini (insan veya havyan) yaşamasına imkân
verecek tamlıkta ise haramdır.b) Eğer başı koparılmışsa (yaşamasına imkan
tanımayacak şekilde), yarım olarak tasvir edilmişse câizdir.Bu mevzuda en doğru
görüş budur.4) Resim hürmet ifâde etmeyen bir vaziyette ise yine câizdir, yere
atılıp üzerine basılan halı, kilim, minder üzerindeki resimler gibi.[133]
Aksi takdirde hürmet ifâde edecek bir vaziyette konmuş ise, meselâ duvara
asılmış ise câiz değildir, haramdır."Zürkânî şu ilave açıklamayı yapar:
"Burada zikri geçen icma, çocukların oyuncaklarını istisna eder."
İbnu Abdilber de üçüncü görüşü benimsemiş ve bunu: "Görüşlerin en doğru
olanı" diye değerlendirmiş, âlimlerin ekseriyetle bu görüşü benimsediğini
belirtmiştir."
4-
Bediüzzaman'a göre "yasak resim ve heykel" zulüm, riya ve heva vasıtasıdır:
Resim
ve heykel meselesine Bediüzzaman Said Nursî merhum, yasağın ictimâî ve medenî
hayata bakan yönlerini dile getirerek temas eder. Ona göre, resim ve heykel
sadece putperestlik vasıtası değildir. Beşer hayatında zulmün, riyanın ve
şehevânî arzuların da tahrik vâsıtasıdır. İnsanlardaki ulvî hissiyatı söndürür,
aile hayatını tahrib eden muzır neticelere sebep olur. Şöyle der:
"Sanemperestliği şiddetle Kur'ân men ettiği gibi, sanemperestliğin bir
nevi taklidi olan sûretperestliği de men eder. Medeniyet ise, sûretleri kendi
mehasininden (hayırlı işlerinden) sayıp Kur'ân'a muâraza etmek istemiş.
Halbuki: Gölgeli, gölgesiz suretler, ya bir zulm-ü mütehaccir (taşlaşmış zulüm)
veya bir riya-ı mütecessid (cesede bürünmüş riya) veya bir heves-i mütecessim
(cisimleşmiş heves)dir ki, beşeri zulme ve riyaya ve hevâya, hevesi kamçılayıp
teşvik eder. Hem Kur'an, merhameten kadınların hürmetini muhafaza için, haya
perdesini takmasını emreder. Tâ hevesât-ı rezilenin ayağı altında o şefkat
mâdenleri zillet çekmesinler. Âlet-i hevesât, ehemmiyetsiz bir metâ hükmüne
geçmesinler. Medeniyet ise, kadınları yuvalarından çıkarıp, perdelerini yırtıp,
beşeri de baştan çıkarmıştır. Halbuki, aile hayatı, kadın-erkek mâbeyninde
(arasında) mütekâbil hürmet ve muhabbetle devam eder. Halbuki açıksaçıklık,
samîmi hürmet ve muhabbeti izâle edip ailevî hayatı zehirlemiştir. Husûsen
sûretperestlik, ahlâkı fena halde sarstığı ve sukût-u ruha sebebiyet verdiği şununla
anlaşılır: Nasılki, merhume ve merhamete muhtaç bir güzel kadın cenâzesine
nazar-ı şehvet ve hevesle bakmak, ne kadar ahlakı tahrib eder. Öyle de: Ölmüş
kadınların sûretlerine veyahut sağ kadınların küçük cenâzeleri hükmünde olan
suretlerine hevesperverâne bakmak, derinden derin hissiyât-ı ulviye-i
insâniyyeyi sarsar, tahrib eder."Bediüzzaman'ın sağlığında neşredilmiş
olan Tarihce-i Hayat'ında, kendisine ait bazı resimlerin basılmasına izin
vermiş olmasından, yukarıda beyan ettiği üç gâyenin dışında kalan ta'limî
(didaktik yani öğretici) maksadlara hizmet edecek olan fotoğraflara cevaz
veriyor gözükmektedir. Onun mevzuya önceki şârihlerden farklı bir bakışının
olduğu söylenebilir. Zîra, eski kitaplarda umumiyetle meseleye, putperestlik ve
menhî tâzim açısından bakıldığı, yasağın sebepleri hep bu açıdan
değerlendirilmiş olduğu halde, Bediüzzüman, bu kadim çerçeveden dışarı çıkarak,
resim ve fotoğrafın günümüzdeki yaygın kullanılış sahaları açısından da
değerlendirmiş, eski yorumlara sıkı bağlı kalındığı takdirde gözden kaçabilecek
yönlerine dikkat çekmiştir: Resim zulme, riyaya, hevesât-ı nefsaniyeye alet
edilmektedir. Sadece uhrevî değil, dünyevî hayatı da menfi yönlerde
etkilemektedir. Bu çeşit resimlerle öğretici mâhiyette olan resimler ve
fotoğraflar aynı kefeye konulmamalıdır.
[1] Kültür-sünnet münâsebeti ve İslâm'ın kültür anlayışı 1.ciltte genişçe işlenmiştir (S. 320-333).
[2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/465-466.
[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/467.
[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/468.
[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/468-469.
[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/469-470.
[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/470.
[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/470-471.
[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/471.
[10] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/472.
[11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/472.
[12] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/472-473.
[13] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/473.
[14] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/474.
[15] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/474.
[16] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/474.
[17] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/474.
[18] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/475.
[19] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/475.
[20] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/475-476.
[21] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/476.
[22] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/477.
[23] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/477-478.
[24] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/478.
[25] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/478.
[26] Bundan murad, bazı mezheplerde zînet eşyasına zekât düşmediği için, zekat vermemek gâyesiyle zînet eşyasına tahvîl etmesi, ifrâta gitmesidir.
[27] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/479.
[28] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/479.
[29] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/479.
[30] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/480.
[31] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/480.
[32] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/480.
[33] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/480-481.
[34] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/481.
[35] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/482.
[36] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/483.
[37] Havsala, kuşlardaki kursaktır, halk taşlık dahi der. Bununla güvercin göğsü kastedilmiştir. Çünkü çoğunlukla güvercinlerde bu kısım siyah renklidir.
[38] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/483-485.
[39] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/485.
[40] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/485-486.
[41] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/486.
[42] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/486-487.
[43] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/487.
[44] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/488.
[45] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/488.
[46] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/488.
[47] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/489.
[48] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/489-490.
[49] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/490.
[50] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/490.
[51] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/490.
[52] İbnu Hacer Tîbî'nin "... sûretlerin ve eşyâ-yı zâhirenin başkaları şöyle dursun temiz nefislere bile te'sîr icrâ edeceğini" hadisten istinbâten söylediğini kaydeder (F. B. 2, 29).
[53] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/491-493.
[54] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/493-494.
[55] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/495.
[56] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/495.
[57] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/495-496.
[58] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/497.
[59] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/497.
[60] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/497.
[61] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/497.
[62] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/497-498.
[63] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/499.
[64] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/500.
[65] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/500.
[66] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/500.
[67] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/500.
[68] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/500.
[69] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/501.
[70] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/501.
[71] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/501-502.
[72] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/502-503.
[73] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/503-504.
[74] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/504.
[75] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/504.
[76] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/505.
[77] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/505.
[78] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/506.
[79] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/506-507.
[80] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/507.
[81] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/508-509.
[82] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/508-509.
[83] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/510.
[84] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/510.
[85] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/511.
[86] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/511.
[87] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/511.
[88] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/512-513.
[89] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/513.
[90] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/513-514.
[91] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/514.
[92] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/514-515.
[93] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/515.
[94] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/516.
[95] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/516-517.
[96] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/517.
[97] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/518.
[98] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/518.
[99] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/518-519.
[100] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/519.
[101] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/519.
[102] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/519.
[103] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/519-520.
[104] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/520.
[105] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/520.
[106] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/520-521.
[107] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/521.
[108] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/521.
[109] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/521.
[110] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/521-522.
[111] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/522.
[112] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/522.
[113] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/523.
[114] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/523.
[115] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/523-525.
[116] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/525-527.
[117] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/527.
[118] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/527-529.
[119] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/529.
[120] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/529-530.
[121] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/531.
[122] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/531.
[123] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/532-533.
[124] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/533.
[125] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/533.
[126] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/534.
[127] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/534.
[128] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/534.
[129] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/534-535.
[130] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/535.
[131] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/535.
[132] Me'âfir Yemen'de bir kabile adı. Meâfiriyye adında
kumaşıyla meşhurdur.
[133] Eski âlimlerimiz, devirlerinde müstehcenlik pek
olmadığı için olacak değerlendirmelerinde resmin muhtevası üzerinde durmazlar.
Bunu, görülecek üzere Bediüzzaman yapar.