SİHİR VE KEHANETLE İLGİLİ BÖLÜM
2- Ashâb-ı Evhamın Ve Kuvvetli Nefislerin Sihri:
3- Arzdaki Ruhlardan Yardım Görerek Yapılan Sihir:
4- Tahayyülât Ve Gözbağlama Denen Sihir Çeşidi:
5- Çeşitli Sanat Oyunlarına Dayanarak Yapılan Aletlerin Yardımıyla Ortaya
Konan Acayip İşler:
6- Bazı İlaç, Ot Ve Cisimlerin Kimyevi Hassalarından İstifade Ederek
Yapılan Sihir:
7- Kalbi Bağlamak Sûretiyle Sihir:
8- Koğuculuk, Gammazlık, Kışkırtıcılık Gibi Gizli Tezvirat, Şantaj Vs.
Akla Gelebilecek Yollar:
9- Çağdaş Sihir Ve İki Sûrenin Mesajı:
Sihir ve kehanet insanlığın en eski meşguliyetlerinden biridir.
Kur' ân'da Hz. Nûh'un sihirbazlıkla ithamı görterir ki Nuh kavmi sihri bilmekte
ve onunla meşgul olmaktadır. Firavun kavminin sihirle meşguliyeti çok daha
yaygın bir hal arzeder. Sihir deyince örfen ne anlarsak anlayalım, aslen sebebi
gizli olan ince şey demektir. Ancak kelimenin çok yaygın kullanılışı vardır,
farklı şekilllerde anlaşılmış ve tarif edilmiştir. Dikkat çekeceğimiz
farklılıklar mesele üzerinde âlimlerin ihtilafına delâlet etmez, bilakis
"sihir"in oldukça zengin bir çeşitliliğe şâmil olduğunu görterir.
Ezherî'nin tarifinde sihir, asıl itibariyle, "Bir şeyi hakikatından bir
başka şeye çevirmektir." Sâhir yani, sihirbaz da, bâtılı hak suretinde
görteren, bir şeyi hakikatinden başka şekilde hayalde canlandıran kimsedir.
Lisânu'l-Arab'ın kaydettiği bir açıklamaya göre "Arab'ın "sihr"
e sihir demesinin sebebi, onun, sıhhati hastalığa çevirmesidir. Sözgelimi:
"Onu sihirledi" denince "onu buğzdan sevgiye getirdi"
anlaşılmıştır.
Çoğu kere örfte sihir deyince başkası üzerinde hasıl edilen bir
tesir, bir yönlendime, bir aldatma, hayallendirme ve zanna düşürme anlaşılır.
Şer'î örfde, sihir gizli bir sebeple gerçeğin hilafını tahayyül
ettirip aldatan, şarlatanlık, yaldızcılık, göz boyamacılığı, aldatmacılık gibi
menfî yolda cereyan eden herhangi bir şey demektir. Mutlak bir şekilde
söylenince dinen yasaklanmış olan mezmumu sihir anlaşılır. Zîra, bunda
esrarengiz bir surette hakkı bâtıl, bâtılı hak, hakikatı hayal, hayali hakikat
görtermek vardır. Kur'ân-ı Kerîm'de, Hz. Mûsa ile yarışmaya kalkan Firavun'un
sihirbazlarının yaptıkları sihirler bu aldatmaca nev'ine girer.
Ancak sihir, ruhlar üzerinde hâsıl edilen müsbet tesir için de
kullanılır. Söz gelimi Resûlullâh'ın, "Güzel ifadede (beyan) sihir
vadır" hadisinde ifade edilen sihir mezmum olamaz. Zaten bu cümle,
dinleyenleri ikna ve teshir eden cerbezeli bir hitabet üzerine takdir makamında
ifade buyurulmuştur.
Şu halde, sihir deyince, nefsinde harika olan yani, tabiat
kanunlarına uymayan onlara ters düşen harikulade bir hadise anlamak yanlış olur.
Sihir hadisesi, sebebi esrar perdesi altında kaldığı için, seyredeni şaşırtan, bu
sebeple aldatan zahiri cazibeye sahip bir hadisedir. Öyle ise onun dayandığı bu
sebep bilindiği takdirde esrârı kalmaz, hârikalığı yok olur, câzibesini de
kaybeder. Mahiyeti yeterince bilinmeyen her şey mesela bir hakikat bile, bunu
bilmeyenleri iğfal etmede kullanılabilir ve bu onlar için bir sihir olur. Bu
sözle, ilmen îzahı yapılmayan her şeye sihir iddiasında bulunmuş olmuyoruz. Ama
bunlar, insanları aldatma vasıtası yapılarak sihire dönüştürülebilir diyoruz.
Öyle ise insanları aldatmada, ruhlarına tesir ederek kalplerini istenen menfi
yönlere çevirmede başvurulan çarelerin hepsine sihir nazarıyla bakılabilir.
Her devirde açıkgöz sûiniyet sahipleri, insanlarca mahiyeti
yeterince bilinmeyen çeşitli âdiyâtı, aldatma vasıtası yaparak, onlara sihir
mahiyeti kazandırmışlardır. İlim, sanat, edebiyat, felsefe, şiir, elçabukluğu
nevinden çeşitli maharetler tarih boyunca, insanları aldatmada hep kullanıla
gelmişlerdir. Avam-ı nass, sûiniyet sahiplerince kullanılan bu vasıtaları hep
sihir olarak bilmiştir.
Şunu da belirtmek isteriz, sihir denen bir vak'anın varlığından,
şümûlüne, çeşitlerine, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e sihir yapılıp
yapılmadığına, sihrin câiz olup olmayacağına ve hatta sihrin tarifine varıncaya
kadar pek çok meselede İslam âlimleri münakaşa etmişler, bazan ittifaklı, bazan
ihtilaflı değişik görüşler ortaya atmışlardır.[1]
İslam âlimleri bidayetten beri, çok değişik şekillerde tezahür etse
de insan ruhunun bazı hâricî âmillerle tesir altına alınabileceğini kabul
ederler. Bu tesirlerin sûiniyete mebnî olarak fâsıklar tarafından hasıl edilen
bütün çeşitlerini sihir kelimesiyle ifade ederler.
Sihrin varlığına delalet eden Kur'ânî âyetler var. Hz. Mûsa'nın Firavun'la olan
mücadelesi bir noktada sihirmucize karşılaşmasına dökülür.[2]
Yine Kur'an'da anlatılan Hârut ve Mârut adında iki meleğin sihir
öğretme vak'ası da sihir hadisesini kabule zorlayan Kur'ânî bir delil
olmaktadır:
"...Fakat o şeytanlar kafirlerdir ki insanlara sihri ve
Babil'deki iki meleğe Hârut ve Mârut'a indirilen şeyleri öğretiyorlardı.
Halbuki onlar (o iki melek): "Biz ancak fitneyiz (imtihan için
gönderildik), sakın (sihir, büyü yapıp da) kâfir olma" demedikçe hiç bir
kimseye (sihir) öğretmezlerdi. İşte onlardan (o iki melekten) koca ile
karısının arasını ayıracak şeyler öğrendiler. Halbuki (sihirbazlar), Allah'ın
izni olmadıkça onunla hiçbir kimseye zarar verici değillerdir. Onlar ise
kendilerini zarara sokacak, onlara faide vermeyecek şeyleri
öğretiyorlardı. Andolsun, onlar muhakkak biliyorlardı ki, onu (sihri) satın
alan (ona revaç veren) kimsenin âhiretten hiçbir nasibi yoktur. Onlar
kendilerini cidden ne kötü şey mukabilinde sattıklarını bilmiş olsalardı"
(Bakara 102).
Bu âyetin meâli şüphesiz bir çok sualleri beraberinde
getirecektir. Sözgelimi, bu meleklerin öğrettiği şey vahiy nev'inden mi, ilham
nev'inden mi idi? Âlimler, herkesin mazhar olabileceği ilham nev'inden olduğunu
belirtirler, çünkü onlar Cebrâil gibi vahiy getiren meleklerden değildir.
Öğretilenlerin mahiyetine gelince, Elmalılı merhum bunların
yaratılış sırlarından bazı harika ve garip şeyler olduğunu, bunlar esas
itibariyle şerr olmayıp, şerre de müsait bulunduklarını, meleklerin öğrenenlere
bu bilgilerin şerde kullanılmalarının küfür olacağını belirterek "sakın
şerde kullanmayın" dediklerini belirtir. Öyle ise Bâbil halkına meleklerin
öğrettiği şeyler hadd-i zatında sihir değildir, fakat sihir olarak
kullanılabilecek şeylerdir. Ne var ki, sihir olarak kullanılmaları mahz-ı
küfürdür. Bu küfrî mahiyetleri sebebiyle âyette bunların sihir olduğu ifade
edilmiştir. Gerçekten de hemen hemen her ilim böyledir, aslında hepsi
muhteremdir, ama kötüye de kullanılarak şerre âlet edilebilir. İlim ne kadar
harika, ince ve herkesin kavrayamayacağı kadar yüksek olursa, şerre ve fitneye
âlet edilme ihtimali de o nisbette fazla olur. Bu sebepledir ki, hak dini isbat
ve diğer ilimler bahane edilerek âlemde ne kadar küfürler, mel'anetler işlenip
hayra kullanılırsa zehirlerden ilaç elde edilir, şerre kullanılırsa ilaçlardan
zehirler hâsıl edilir. Bu durumu gözönüne alan müslüman âlimi hiçbir ilmi
"şerdir, haramdır" diye damgalamamışlardır. Hatta, belirteceğimiz
üzere sihri bile öğrenmek şerr ve haram sayılmamıştır. Sihri kötü maksadlarda
kullanmak haramdır, yasaktır.
Âyet-i kerîme, Hârut ve Mârut'a öğretilen ilmi de mutlak olarak
haram îlan etmemiştir. Kötüye kullanılmasını haram etmiştir. Öyle ise sihir
amelî bir ilimdir, şerr ve tezvir san'atıdır. Bu amel bazı hakiki ilimlere
mütevakkıf olabilir. Ve bu ilimlerin kötüye kullanılmasıyla mezmum olan sihir
hasıl edilir.
Öyle ise sihir, şeytânî bir ameldir ve iki farklı asla
dayanmaktadır:
1- Şeytanların uydurdukları eracif denen[3] hakikatsız aldatmacadır.
2- Bâbildeki gibi, özü ve aslı melekî olan bazı hakîkî
ilimlere ve garip sanatlara dayanan harikalardır.
Âyetin hatıra getirebileceği diğer bir husus "Melekler sihir
öğretir mi?" sorusudur. Yapılan açıklamalardan anlaşılacağı üzere, melek
nefsinde bâtıl olan sihir öğretmez, fakat meleğin hayır maksadıyla öğrettiği
gerçek ilim, kötü niyetli kimseler tarafından şerde ve fesadda kullanılabilir.
Hârut ve Mârut'un öğrettikleri de böyledir. Aslında onlar sihir öğretmemişler,
sihre alet edilebilecek gerçek ilim öğretmişlerdir.
Elmalılı merhum, sadedinde olduğumuz âyetle ilgili açıklamayı
şöyle noktalar: "...Karı ile kocasını ayıranlar, bu kadar kuvvetli bir
râbıtayı ictimaiyeyi kıranlar, bir hey'et-i ictimaiyyeye neler yapmazlar?
Komşular, hemşehriler beyninde neler yapmazlar? Efrâd-ı milleti birbirlerine mi
düşürmez, hükümet ile tebaasının arasını mı açmaz, ihtilaller mi çıkarmazlar?
Âyet bu noktada bize gösteriyor ki, sihrin en büyük te'siri ruhlar üzerindedir,
fikirleri bozar, kalpleri çeler, ahlakı berbat, cemiyetleri perişan eder.
Binaenaleyh sihrin aslı yoktur diye aldanmamalıdır. Ve böyle sihirlerden
sakınmalıdır."[4]
Bu meseleyi geniş bir buudda tahlil eden büyük müfessir
Fahreddin-i Râzi, tefsirinde tam sekiz çeşit sihirden bahseder:
Semâvî ve arzî kuvvetlerin mezcedilmesi ile hâsıl edildiği iddia
edilen ve tılsım denen şeylerdir. Keldânîler yıldızlara tapan bir kavimdi.
Kâinâtın yıldızlar tarafından idare edildiğine, hayır ve şerlerin, seâdet ve
şekâvetlerin yıldızlardan sudûr ettiğine inanırlar.
Bu inançta olan babilliler başlıca yedi yıldızı takdis edip onlara
taparlar ve onlara âlihe (tanrıça) derlerdi. Bunların her biri adına putlar
yapılırdı. Herkesin hususî bir mâbedi ve orada putu bulunurdu. Bir kısım dualar
okuyarak, buhurlar yakarak bunların yakınlığı kazanılmaya çalışılırdı. İşte Hz.
İbrahim bunların inancını kaldırmak üzere peygamber olmuştur. Bunların ilimleri
yıldızların ahkâmı üzerine idi. Sihirbazlar, sihrin her çeşidini yapıp,
tesirâtı yıldızlara nisbet ediyorlar, "onların amelidir" diyorlardı.
Ebû Bekir er-Râzi: "Sihirbazların, tesiri yıldızlara nisbet etmesi, bunun
araştırılıp, sırrının öğrenilmesini önlemek içindi" der.
İşte bu sihirbazların yaptıkları esrarengiz işlere tılsım
diyorlardı.
Buna inananlar, insandaki "ben" üzerinde dururlar. Bunun
mahiyetini araştırırlar. Ruhceset münasebetini incelerler. Bunlar öyle inanır
ki, insan ruhu terbiye ve tasfiye ile güç ve tesir kazanır, başkasının
göremeyeceği gizli ve kapalı şeylere ıttıla peyda edebilir, hariçte tesir hâsıl
edebilir; böylece kişi istediği birçok şeyleri yapmaya, canlı ve cansız eşya,
hayvan ve insan üzerinde kendi bedeninde olduğu gibi, bazı tasarruflarda bulunmaya
muktedir olur. İddiayı ileri götürenler bazan yeterince güçlendiği takdirde
sırf irade yoluyla bünyenin ve eşkalin değiştirilebileceğini, canlıların
öldürülüp ölülerin diriltilebileceğini, icad ve idamın yapılabileceğini
söylerler. Bunlar cismânî ahvâlin nefsî ve rûhî ahvâle tâbi olduğu görüşünden
hareket ederler. Bu iddiaların bir çoğunda ifrata kaçıldığı açıktır.
Hipnotizma, manyetizma, fakirizm gibi meşguliyetler sihrin bu
ikinci grubuna girer.
Buna azâim veya cincilik de denir. Günümüzde ruh çağırma adı altında
icra edilen bir kısım faaliyetler, aslında sihrin bu çeşidine girer. Râzi
müteahhir feylesoflardan bazılarının cinleri inkar ettiğini, ancak büyük
felsefecilerin böyle bir inkara düşmeyip, cinlerin varlığını kabul ettiklerini
belirtir.
Bu sihir, his yanılmasına dayanır. Buna örfen pek sihir denmez.
Her çeşit el çabukluğu, hokkabazlık, numara buraya girer. Trende giderken
ağaçların ve telefon direklerinin arka istikametine koşarak gittiklerini zannetmek,
hızla, çevrilen fitili daire görmek, su içindeki bir cismin daha büyük
görünmesi gibi his yanılmaları nev'inden aldatmacalar bu çeşit sihre girer.
Mesela insan zihni bir şeyle meşgul iken başka şeyleri görmeyebilir. Hokkabaz
bir şeye dikkatleri çektikten sonra sür'atli bir biçimde bir başka şeyi araya
sokarak seyircileri şaşırtabilir.
Firavun'un sihirbazlarının böyle yaptığı tahmin edilir. Rivâyete
göre bunların ipleri değnekleri civa ile îmal edilmiş ve altlarından hararet
verilince veya güneşin tesirine maruz kalınca ısınmaya başlayan ipler,
değnekler harekete geçip kaymıştır. Günümüzün teknik imkanları bu çeşit
şaşırtıcı gösteriler sergileyecek alet ve imkanları artırmıştır. Mahiyetini
bilmeyenleri şaşırtıp sihir tesiri yapacak alete Fahreddin-i Râzî, Erciyânus
el-Mûsıhâr'ın Berasil kuşunun yavrusunun sesini taklid eden bir heykeli misal
verir. Anaç kuşların şefkatini tahrik eden bu ses sayesinde, Erciyânus yavruyu
beslemek için pek çok kuşun zeytin tanesi getirip bırakmalarını temin eder.
Meselenin mahiyetini bilmeyen halk bunu bir yatırın kerameti telakki eder.
Uyuşturucuların sarhoş etmesi gibi. Bazı cisimlerdeki bu çeşit
tesirler inkar edilemez.
Yani sihirbaz çeşitli şarlatanlık ve dalaverelerle bir kimseyi
kendine bağlar, onu sevgi ve korku gibi kuvvetli hislerle tesir altına alır,
yapmak istediğini yapar. Sözgelimi İsm-i Âzamı bildiğini, cinleri
istihdam ettiğini, simya ilmini bildiğini, toprağı altın
yapabileceğini vs. söyler, kerâmetten, ticaretten, sanattan, maharetten,
menfaatten bahseder, kişiyi kendine bağlayıp aldatır. Pekçok dolandırıcılıklar
bu çeşit aldatmacaya dayanır. Bunlara aldanacak saflar, merak sahipleri hiç bir
devirde eksik olmaz.
Bu çeşit yollar da bir başka
sihir çeşidi olarak gayr-i meşru işlere vasıta yapılmaktadır."
Fahreddin-i Râzî'den bazı ilavelerle
iktibas ettiğimiz bu açıklamalar sihrin şümûlü, çeşitleri ve hatta temelde
aldatmaya dayanan gerçek mahiyeti hakkında bir fikir verir.[5]
Sihir çeşitleri üzerine Fahreddin-i Râzi'den sunduğumuz bu
açıklamalardan hareketle şöyle bir sonuca ulaşabiliriz: İslam alimlerinin,
insan ruhunda hasıl ettiği tesirle insanların istek, arzu ve düşüncelerini
yönlendiren şeylerin hepsine şâmil olan sihir telakkileri içerisinde, günümüzde
geliştirilen ve beyin yıkama olarak ifade edilen çeşitli
"propaganda", "reklam" ve "telkin" metod ve
vasıtaları da[6]
sihir olarak değerlendirilebilir, buna hiçbir dînî engel mevcut değildir. Durum
böyle olunca, günümüzde de -geçmiş devirlerde olduğu gibi- geniş çapta sihre
yer verildiğini söylemek, insanlığın kaçınılmaz surette sihirbazların sihrine
maruz olduğunu, onların ellerinde oyuncak durumuna düştüğünü dile getirmek,
fiillî bir gerçeği, belki de insanlığın acınacak feci bir dramını ifade etmek
olacaktır.
Geçmiş zamanla hazır zaman arasındaki fark mertlik -riyâkarlık
arasındaki farktır: Onlar ismen sihirbaz bilinirlerdi; şimdikiler, artist,
sanatkar, yazar, şâir, hatip, karikatürist, mizahcı, politikacı gibi şerefbahş
ve hürmetefzun lakablarla anılırlar ve hepsi de serefrâzdır. Bunlar, ideolojik
ve ticari gayelerle radyo, televizyon, kitap, dergi, gazete, broşür, afiş gibi
-Kur'ânî tabiriyle ukad (düğümler) denen- yayın odaklarına mütemâdî bir üfürme
içindedirler.
Öyle ise Kur'ân'ın Muavvizeteyn denen son iki suresini,
zamanımızın sihirbazlarına karşı bizleri uyaran iki ilâhî mesaj kabul edip,
başta radyo ve televizyon gibi en mühim "neşir düğümleri" olmak üzere
her çeşit anti-İslam yayın odaklarına üfleyen sihirbazların şerrine karşı
Allah'a sığınmalıyız, tedbirler almalıyız.[7] Azıcık bir dikkat bu iki
sûrenin ne kadar taze bir mesaj olarak bize hitab ettiğini gösterecektir:
"(Ey inanan kişi! şöyle) söyle: "Yaratılanların
şerrinden, çöktüğü zaman gecenin şerrinden, düğümlere üfleyen sihirbazların
şerrinden, hased ettiği zaman hasedcinin şerrinden tan yerini ağartan Rabb'e
sığınırım" (Felak Suresi).
"(Ey inanan kişi! şöyle) söyle: "İnsanlardan ve
cinlerden ve insanların kalplerine vesvese veren o sinsi vesvesecinin
şerrinden, insanların ilâhı, insanların hükümrânı ve insanların Rabbi olan
Allah'a sığınırım" (Nas Suresi).[8]
Sihir yapmanın, bununla meşgul olmanın hükmü hususunda farklı
görüşler ileri sürülmüştür. Nevevî der ki: "Sihir yapmak haramdır,
kebâirden olduğu hususunda icma vardır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
sihir yapmayı yedi büyük günahtan biri saymıştır. Bazı sihir var onu yapmak
küfürdür, bazısını yapmak büyük günahtır. Sözgelimi, küfrü gerektiren söz ve
fiil bulunan sihir küfürdür, böyle olmayan için küfür hükmü verilmez.
Ancak, sihrin öğrenilmesi de öğretilmesi de haramdır. Şayet
mahiyetinde, küfrü gerektiren bir şey varsa bu küfürdür ve bunu öğrenip
öğretene tevbe teklif edilir, tevbe etmezse öldürülür. Tevbe ederse tevbesi kabul
edilir. Küfrü gerektiren bir şey olmadığı takdirde azarlanır." İmam Mâlik,
"sihirbaz, sihri sebebiyle hemen öldürülür, tevbeye de çağrılmaz,
zındıklar gibi, derhal ölümüne hükmedilir" der. Kadı İyâz, İbnu Hanbel ve
birkısım Ashab hep böyle hükmetmişlerdir.[9]
Yeri gelmişken şunu da belirtelim: Bazı âlimler iki sebebe binaen
sihir öğrenmeye cevaz vermişlerdir:
1- İçerisinde küfür olan sihirle, küfür olmayan sihri tefrik
için.
2- Kendisine sihir yapılmış olan bir kimseden sihri kaldırmak
için.
Birincisi, sadece itikad açısından mahzurludur. İtikad
edilmeyince, bir şey hakkında mücerred bilgi edinme yasaklanamaz. Tıpkı
putperestlerin putlarına nasıl ibadet ettiklerini öğrenmek gibidir. Zîra,
sihirbazın yaptığı şeyin keyfiyetini bilmek, bir fiilin veya bir kavlin hikaye
edilip anlatılmasından ibarettir, ama ona girişip onu yapmak başka bir şeydir.
İkincisi ise, bu işin icrası -bazılarının zannettiği üzere-
mutlaka bir nevi küfür veya fıskı gerektiriyorsa, hiçbir surette helâl olmaz.
Aksi takdirde belirtilen hususdan ötürü câiz olur. Büyülenen kimsedeki büyüyü
çözmek, onu sihirden kurtarmak için yapılan bu mukabil ameliyeye Nüşre denir.
Buna da câiz değil diyen olmuşsa da cumhur câiz görür. Saîd İbnu'l-Müseyyeb'in:
"Allah, zarar veren (sihr)i yasakladı, fayda vereni yasaklamadı"
dediği rivâyet edilir. Katâde merhum da: "Kişi, kendisine yapılan sihri
tedavi edecek kimseyi arar" der. İbnu'l-Cevzî, bu ruhsatı şöyle ifade
eder: "Nüşre, büyülenmiş, kimsenin büyüsünü çözme meselesinde, Ahmed İbnu
Hanbel'e sorulunca: "Bunda bir beis yoktur" cevabını verir. Gerçi Ebû
Dâvud, el-Merâsil'de Hasan Basrî'nin bir mürseli olarak Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'in "Nüşre (büyü bozma) şeytan işidir"
buyurduğunu rivayet etmiştir. Âlimler bu hadisi: "Resûlullah amelin aslına
işaret etmiş olmalıdır, çünkü asıl itibariyle bu da sihirdir, hüküm kasda göre
değişir, kim bununla hayır kastederse, bu hayırdır, kim de şer kastederse
şerdir" diyerek yoruma kavuştururlar. İbnu Hacer şu hususa da dikkat
çeker: Hasan Basrî'nin hasr ifade eden mürselinin zâhirine göre amel
edilmemelidir. Çünkü, sihir bazan, (esas itibariyle meşru olan) rukye, dua ve
ta'viz (muska) yoluyla da çözülebilmektedir. Öyle ise nüşre iki nev'e ayrılmış
olmaktadır:
a) Sihirle yapılan nüşre ki hadisteki yasak buna bakar.
b) Meşru vasıtalarla yapılan nüşre ki, meşru olan nüşre ile de
bunlar kastedilir.
Sihre karşı yapılacak mukabil tedavi ameliyesinin (nüşre)
müşruiyetine delil olarak gösterilen bir rivayet Hz. Câbir (radıyallâhu
anh)'den gelen şu Müslim hadisidir. Der ki: "Benim bir dayım vardı, akrep
sokmasına karşı rukye yapardır. Bir ara Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
rukyeyi yasakladı. Bunun üzerine Efendimize gelerek: "Ey Allah'ın Resûlü!
Siz rukyeyi yasakladınız, ben ise akrep sokmasına karşı rukye yapıyorum"
dedi. Dayıma: "Sizden kim kardeşine
faydalı olabiliyorsa onu yapsın" diyerek ruhsat tanıdı."
Bu meseleyi te'yîd eden bir diğer delil başta Buhârî olmak üzere
pek çok hadis kitabında rivayet edilmiş olan "Göz değmesi haktır"
hadisidir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) göz değmesinin hak olduğunu,
yani bunun sabit bir vak'a olduğunu ifade buyurmuş ve göz değmesine karşı
tedavi yolları tavsiye etmiştir.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu meselelerdeki
yasaklamasının mahiyeti hususunda bir bilgi edinmek üzere Müslim'in Avf İbnu
Mâlik el-Eşcaî (radıyallâhu anh)'den kaydettiği şu rivayete nazar edebiliriz:
"Biz cahaliye devrinde rukye yapardık. Bir ara: "Ey Allah'ın Resûlü,
dedik bu hususta ne dersiniz? (Rukye helâl midir, haram mıdır?)" diye
sorduk. Şu cevabı verdi:
"Rukyelerinizi bana arzedin (okuyun bir göreyim, neler
okuyorsunuz? Şunu bilin ki,) içerisinde şirke delâlet eden bir ifade olmadıkça
rukyelerinizde bir mahzur yoktur."[10]
Sihir birçok yönüyle âdetin, normalin dışına çıkan (harika) bir
hâdise olması sebebiyle aynı mahiyette olan mucize ve keramete benzer. Âlimler,
bunların karıştırılmaması için aradaki farkları belirtmeye ehemmiyet verirler.
Bu cümleden olarak Mâzirî şöyle der: "Sihir, mûcize ve keramet arasındaki
farka gelince, sihir bir kısım sözler ve fiillerin yardımıyla vukua gelir ve
sihirbaz arzusuna ulaşır. Keramet buna muhtaç değildir. Kendiliğinden tevafukan
husül bulur. Mûcize kerametten tahaddi (meydan okuma) ile ayrılır." İmâmu'l-Harameyn,
sihrin fâsık kimselerin elinde vukua geldiğinde âlimlerin icmasını nakleder.
Kerâmet fâsığın elinden zâhir olmaz. Bazı âlimler: "Harikulade hadiseyi
değerlendirirken bunu hâsıl eden kimsenin haline bakmak gerekir, eğer bu kimse
şeriata bağlı haramlardan kaçan biri ise ondan zuhur eden harika keramettir,
hali böyle değilse sihirdir, şeytanın yardımı gibi sihir çeşitlerinden biriyle
husule gelmiştir" derler. Kurtubî, sihri mucize ve kerametten tefrik
sadedinde, onun harikuladeliğini şöyle açıklar: "Sihir, bir sanat
hilesidir, bu sanat iktisab edilebilir, yani irâdî gayretle kazanılır. Ne var
ki sanattaki incelik sebebiyle herkes bunu elde edemez, nadir kimselere
müyesser olur. Bunun özü de, eşyanın husûsiyetlerine (havas) vukuf peyda etmek,
terkib şekillerini ve sihrin vakitlerini bilmekten ibarettir. Ekserisi de
hakikatı olmayan tahayyülât ve dayanağı olmayan vehimlerden ibarettir.
Mahiyetini bilmeyenler nezdinde bunlar pek büyük gözükür, tıpkı, Firavun'un
sihirbazları hakkında Cenâb-ı Hakk'ın haber verdiği gibi: "...Sihirbazlar
marifetlerini ortaya koyunca insanların gözlerini sihirlediler ve onları
ürküttüler, büyük bir sihir yaptılar" (A'raf 116). Bununla birlikte,
onların ipleri değnekleri, ip ve değneklik mahiyetlerinden dışarı çıkmamışlardı."
Kurtubî, sonra şunu ilave eder: "Gerçek şu ki, bazı sihir
çeşitlerinin kalplere tesir etme hassası vardır, sevgi ve kin uyandırmak, hayır
ve şer atmak gibi; bedenlerde de elem ve hastalıklar hasıl etme gibi. Bu çeşit
tesirleri kabul edilirse de sihirbazların sihriyle cansızların hayvana
çevrilmesi veya hayvanların cansız eşyaya tahvil edilmesi mümkün değildir,
böylesi iddialar merduddur."[11]
Buraya kadar kaydettiklerimiz, insan üzerinde tesir hâsıl edebilen
sihir denen bir gücün varlığını te'yid eder. Kurtubî'den iktibas edilen son
parağraf, bu bahsin bir başka meselesine işaret etmektedir: "Sihrin tesir
gücü nedir? Sihirle ne gibi tesirler hâsıl edilebilir? Söz gelimi bir eşyanın
aynı değiştirilebilir, bir varlık bir başka varlığa inkılâb ettirilebilir
mi?"
Bu meseleyi İbnu Hacer'in nakline göre âlimler şöyle cevaplar:
"Sihir bir tahyil, bir yanıltmadır, gözbağlamaktan ibarettir"
diyenler için eşyanın mâhiyetini sihirle değiştirmek mümkün değildir.
"Sihrin bir hakikatı vardır" diyenler için mesele ihtilaflıdır: Sihir
sadece mizaca tesir ederek bir nevi hastalık mı hasıl eder, yoksa mesela cansız
bir cismin hayvan olması veya aksi nev'inden eşyanın tabiatında tahavvüller
hâsıl edebilir mi?
Bu meselede cumhurun ittifak ettiği görüş, öncekidir. Yani
sihirle, mizacta bir nevi hastalık hâsıl edilebilir, başka değil. Ancak az
sayıda bazı âlimler, ikinci görüşü benimsemiştir. Gerçi Allah'ın kudreti
nokta-i nazarında mesele açıktır, her şey olabilir. Fakat fiilî durum nokta-i
nazarından, bu münakaşa konusudur. Zîra bu iddiada bulunanlar iddialarına delil
getirememişlerdir. Hattâbî bazılarının, sihri tamamen inkar ettiklerini
nakleder. Ancak sihri inkar edenler daha ziyade ehl-i bid'a mensuplarıdır.
Bazı âlimler sihirdeki tesirin Kur'an'da Cenâb-ı Hakk'ın
zikrettiğinin ötesine geçemeyeceğini söylemiştir. Bu da, "Kadınla
kocasının arasını açmaktır." Bu görüşte olanlar: "Zîra, derler
sihirle bundan daha ileri tesir elde edilmesi câiz olsaydı, Kur'ân onu da
zikrederdi, çünkü Kur'an, bu bahse, sihir mevzuunda mü'minleri ürkütüp
caydırmak için yer vermiştir."[12]
Sadedinde olduğumuz bölümün başlığında kehânet de yer alır. Bu
sebeple bir miktar da bundan bahsetmemiz gerekmektedir.
Kehânet, İbnu Hacer'in tarifiyle, "Gaybı bilme iddiasıdır,
bir sebebe istinad ederek arzda vukua gelecek bir şeyi haber vermek gibi. Bunun
aslı cinlerin meleklerin konuşmasına kulak kabartıp işittiğini kâhinin kulağına
ulaştırmasına dayanır." Bu işle uğraşanlara kâhin denir. Kâhin
Lisânu'l-Arap'ta "Gelecek, olacak şeyler hakkında haber veren ve sırları
bilme iddiasında bulunan kimse" diye tarif edilir. Lisânu'l-Arap şu
bilgileri de sunar: "Bunlardan bazıları, kendilerine haber getiren cinnî
yardımcılarının olduğunu zannederler. Bazıları, gaybî şeyleri, bir kısım
sebeplerin mukaddematı ile bildiklerini zannederler. Bunlara göre, gaybî
işlerin bilinmesinde kendileriyle istidlâl edilen bu mukaddimat, soru soran
kimsenin söz, fiil ve hâlinden elde edilir. Bu çeşit kimselere daha ziyade
arrâf
ismi
verilmiştir. Bunlar çalınmış veya kaybolmuş bir şeyin yerini vs.'yi bildiğini
iddia eden kimselerdir?" Hadiste gelen: "Kim bir kâhine veya arrâfa
giderse Muhammed'e indirileni inkâr etmiştir" ifadesi bu mânaya delildir.
Arrâf'a, kâhin dendiği gibi yıldıza bakarak haber verene
(müneccim), çakıl yardımıyla gaybı bildirmeye çalışana veya bir başka yola
başvurarak ihtiyaçlarını temine çalışana da kâhin denir. el-Câmi'ye göre:
"Arap, bir şeyi vukua gelmezden önce îlan eden herkese kâhin
demiştir." el-Muhkem'de kâhin, "gayıpla hükmeden" diye tarif
edilmiştir.
Ezherî der ki: "Kâhinler Resûlullah'ın gönderilmesinden önce
Araplarda pek yaygındı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) peygamber olarak
gönderilince semâvât şahaplarla korundu, böylece cin ve şeytanların, semaya
giderek kulak hırsızlığı yapıp kâhinlere haber getirmeleri önlendi. Böylece
kâhinlik ilmi iptal edildi. Allah, kâhinlerin bâtıllarını, Allah'ın içerisinde
hakla bâtılı ayırmış bulunduğu Furkan'la ortadan kaldırdı. Cenâb-ı Hakk,
ihatasından kâhinlerin âciz kaldıkları gaybî ilimlerden dilediğine, Resûl-i
Ekremini (aleyhissalâtu vesselâm) vahiy yoluyla muttalî kıldı. Allah'a hamd
olsun ki, artık günümüzde kehânet kalmamıştır.
İbnu Hacer de cahiliye devrinde kehânetin bilhassa Araplar
arasında, peygamberliğin inkıtaya uğramış olması sebebiyle pek yaygın olduğunu
belirttikten sonra şu açıklamayı dermeyan eder: "Kehânet bir çok çeşitlere
ayrılır:
1- Cinden alınan kehânet: Cinler semaya doğru
yükselirler, birbirlerine binerek Mele-i âlâ'ya[13] kadar yaklaşırlardı. Öyle
ki oradaki kelamı işitirler, işitilen haberi kendinden sonra gelene duyurur, o
da kendinden sonrakine duyurur, böylece haber silsile ile en sonda kâhinin
kulağına ulaştırılırdı. Kâhin buna kendisinden de birşeyler ilave ederdi. İslâm
gelip, Kur'ân inince, sema şeytanlara karşı koruma altına alındı, üzerlerine
şihablar gönderildi."
İbnu Hacer, bu noktada Ezherî'den biraz farklı olarak şöyle devam
eder: "Cinlerin bu istihbaratlarından, en üsttekinin, kendisine şihab
(göktaşı) gelmezden önce hırsızlayıp, alttakine gönderebileceği yarım yamalak
mesmuâtın kâhinlere ulaştırılma imkânı bâki kalmıştır. Nitekim buna şu âyet
işâret etmektedir: "Meğer ki (içlerinden) bir çalıp çarpanı olsun. Fakat
onu da delip geçen bir alev tâkip etmiştir" (Saffât 10).
İslâm'dan önce kâhinlerin isabetli ihbarları gerçekten fazla idi.
Nitekim Şıkk ve Satîh (ismindeki iki meşhur) ve diğer kâhinlerle ilgili
haberler bunu te'yîd eder. Ancak İslâm'dan sonra isabetli haberleri pek nâdir
denecek kadar azaldı, hatta nerdeyse tamamen müzmahil oldu diyebileceğimiz bir
hale düştü, doğruyu Allah bilir."
Görüldüğü üzere İbnu Hacer, cinlerin hâlâ semaya çıkıp haber çalma
gayretine düştükleri, nadirattan da olsa, isabetli haberler verebildikleri
kanaatindedir, tamamen ortadan kalktığı kanaatinde değil; üstelik buna âyetten
de delil göstermektedir.
2- Cinlerin dostlarına haber verdiği kayıplarla ilgili kehânetler: Bunlara,
umumiyetle insanlar muttalî olamazlar veya yakın olanlar muttalî olsa bile uzak
olanlar muttalî olamazlar.
3- Zan, tahmin ve hads'e (sezgiye) dayanan kehânetler: Bu kehânet,
içerisine çokça kizb karışsa da Cenâb-ı Hakk'ın bazı insanlara koyduğu bir
kuvve'den ileri gelir.
4- Tecrübe ve âdete dayanan kehânet: Burada vukua
gelmiş olandan hareketle, meydana geleceği önceden haber verme mevzubahistir.
Bu sonuncu kehânet bir bakıma sihre benzer. Bazıları, bu çeşit kehânette zecr
(denilen kuş uçurarak hayra veya şerre alamet yakalama), tark (denen çakıl
atma) ve nücûm (denilen yıldızlara bakma) gibi başka yollara da başvurarak
kehânetini güçlendirmeye yeltenir.
Şer'an bu kehânet çeşitlerinin hepsi mezmumdur.[14]
Kehânetle sihrin hükmü birdir. Dînimiz her ikisini de haram
etmiştir. Sadedinde olduğumuz bölümün ikinci hadisinde (yani 2238 numaralı
hadis) görüleceği üzere kâhine gidip onu tasdik eden kimsenin kırk gün
namazının kabul edilmeyeceği belirtilmiştir. Bazı hadislerde ise, kehânetle
ilgili vaîd ve tehdidin müeyyidesi tekfirdir. Yani, kehânetle meşgul olmayı
Resûlullah iki müeyyideye bağlamaktadır:
1- Namazın kabul edilmemesi.
2- Îmanın kaybedilmesi (tekfir).Allah'a ve âhirete inanan
kimseler için her iki tehdid de ciddi bir müeyyidedir. Şunu da kaydedelim ki,
bazı hadislerde sihir ve kehânet yanyana zikredilerek aynı müeyyideye bağlanmış
ve aralarında tefrik yapılmamıştır. İbnu Mes'ud hadisi olarak Ebû Ya'lâ'nın bir
tahrici şöyle: "Kim bir arrâfa veya sihirbaza veya kâhine gider...
ise..." [15]
ـ1ـ عن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ
رَسُولُ
اللّه #: مَنْ
عَقَدَ
عُقْدَةً ثُمَّ
نَفَثَ
فِيهَا
فَقَدْ
سَحَرَ،
وَمَنْ سَحَرَ
فَقَدْ أشْرَكَ،
وَمَنْ
تَعَلّقَ
شَيْئاً
وُكِلَ إلَيْهِ[.
أخرجه
النسائى .
1. (2237)- Hz. Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Kim (sihir maksadıyla) bir düğüm vurur sonra da onu
üflerse sihir yapmış olur. Kim sihir yaparsa şirke düşer. Kim birşey asarsa, o
astığı şeye havale edilir."[16]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu hadislerinde sihir
mânasını taşıyan davranışları yasaklamaktadır. Zîra, herhangi bir iplik alıp
buna düğüm atıp, sonra da birşeyler okuyup düğüm üzerine üfleme işi
sihirbazların amelidir. Şu halde böyle bir davranışta bulunan, sihirbazların
yaptığı işi yapmış olmaktadır. Bu ise, şirk ehlinin amelidir. Zîra, faydalı
şeylerin celbi ve zararlı şeylerin def'i ancak Allah'tan bilinir, O'ndan
istenir. Düğümlere üflemek suretiyle faydalıyı celp veya zararlıyı defetmek
düşüncesi, Allah'a inanıp O'na tevekkül eden kimseye yakışmaz, ancak müşriklere
yakışır. Hadis şöyle de yorumlanmıştır: "Bu davranışıyla ondan gerçek
te'sir olacağına itikad etmişse bu şirk olur." Bazı âlimler: "Maksad
şirk-i hafî'dir, zîra tevekkül ve Allah'a itimad terkedilmiş olmaktadır"
demiştir.
2- Birşey asma meselesine gelince, bununla büyüklerin veya
küçüklerin boyunlarına fayda maksadıyla asılan muska, nazarlık gibi şeyler
kastedilmiştir. Zînet için takılan şeyler buraya girmez. Bazı âlimler bundan
maksad: "Cahiliye devrinde boncuklardan, vahşi hayvanların tırnak ve
kemiklerinden mâmul kolyelerdir" der ve hadiste gelen yasağı oldukça
kayıtlar. Bunlara göre, Kur'ân âyetlerinde Allah'ın isimlerinden yazıp asılacak
muskalar bu yasağa girmezler. Hatta bunlar câizdir. Nitekim, Abdullah İbnu
Amr'ın çocuklara bu çeşit şeyler astığı rivâyet edilmiştir. Bazı âlimler de:
"Burada takbih edilen husus faydanın celbine ve zararın def'ine inanılarak
yapılan asmadır, değilse teberrük gayesiyle yer verilen asmalarda mahzur
yoktur, câizdir" demiştir. Ebû Bekr İbnu'l-Arabî: "Kur'an'(dan bir
şeyler yazıp) asmak sünnet yolu değildir, bu husustaki sünnet, asma değil
zikirdir" der.
"Kim bir şey asarsa, o astığına havale edilir" ibaresi,
Cenâb-ı Hakk'ın yardımından mahrum kalır" mânasında yer verilen bir kinaye
olarak da değerlendirilmiştir. [17]
ـ2ـ وعن
صَفِيَّةَ
بنت أبى عبيد
عن بعض أزواج النبى
# قالتْ: ]قالَ
رَسُولُ
اللّه #: مَنْ
أتَى عَرَّافاً
فَسَألَهُ
عَنْ شَىْءٍ
فَصَدَّقَهُ
لَمْ
تُقْبَلْ
لَهُ صََةٌ
أرْبَعِينَ
يَوْماً[.
أخرجه مسلم .
2. (2238)- Safiyye Bintu Ebî
Ubeyd, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın zevce-i pâklerinden naklen
anlatıyor: "Resûlulah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim
bir arrâfa (kâhine) gelir, birşeyler sorar ve söylediklerine de (inanıp) onu
tasdik ederse, kırk gün namazı kabul edilmez."[18]
AÇIKLAMA:
Arrâf, kâhinlerden biridir, yani gaybı bilme iddiasında bulunan
kimse. Böyleleri müneccim, kâhin, arrâf gibi farklı isimlerle yâd edilse de
haklarında verilen hüküm aynıdır. Mamafih arrâf, çalınan, kaybolan malların
yerini bildiğini söyleyen kimselere de denmiştir. Böylelerine bazan cinci de
denir.
Gaybı bilmek Allah'a mahsustur. Bu, âyetlerle te'yid edilen bir
husustur. Öyle ise gaybı bilme iddiası Kur'an'la mübareze gibi ciddî bir mâna
taşır. Hal böyle olunca, bir mü'minin ciddi ciddi kâhine uğraması, onu dinleyip
inanması, tasdik etmesi hiçbir sûrette îmanı ile bağdaşmaz, mü'minlik edebine
uymaz.
Âlimler, arrâfa gidip, onu tasdik edenlerin namazının kabul
edilmemesinden maksadı, namazın sevabından mahrum kalması olduğunu belirtirler.
Yani, böyle birisi kâfir olmuş değildir. "Kırk gün boyu kıldığı namaz
makbul değildir, bunu iâde etmesi gerekir" diye bir hükme varılmamıştır.
"Kırk gün boyu, kıldığı namazların sevabından mahrum kalacaktır"
demektir. Ulema bu hususta müttefiktir. Nitekim, gasbedilen bir yerde namaz
kılmak da mekruhtur, fakat iâdesi gerekmez.
Şunu da belirtelim ki: Kâhine gitmenin müeyyidesi bazı hadislerde
namazın kabul edilmemesi ile müeyyideye bağlanırken, bazı hadislerde tekfir ile
müeyyideye bağlanmıştır. Bu durum, kâhine gidenlerin iki halde olmalarına
hamledilmiştir. Taberânî'nin bir rivâyeti bu iki hâle parmak basar: "Kim
bir kâhine uğrar ve onun söylediklerini tasdik ederse Muhammed'e indirilenden
berî olur, kim de kâhine gelir ve fakat söylediklerini tasdik etmezse kırk gün
namazı kabul edilmez."[19]
ـ3ـ وعن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]سُحِرَ
رَسولُ
اللّهِ #
حَتَّى
إنَّهُ
لَيُخَيَّلُ
إلَيْهِ
أنَّهُ
فَعَلَ
الشَّىْءَ
وَمَا فَعَلهُ.
حَتَّى إذَا
كانَ ذَاتَ
يَوْمٍ
وَهُوَ عِنْدِى
دَعا اللّهَ
ثُمَّ دَعَاهُ!
ثُمَّ قالَ:
أشَعَرْتِ
يَا عَائِشَةُ
أنَّ اللّهَ
تَعالى قَدْ
أفْتَانِى
فِيمَا
اسْتَفْتَيْتُهُ
فِيهِ؟
قُلْتُ: وَمَا
ذَاكَ يَا
رسولَ
اللّهِ؟ قالَ:
جَاءَنِى
رَجَُنِ
فَقَعَدَ
أحَدُهُمَا
عِنْدَ رأسِى
وَاŒخَرُ
عِنْدَ
رِجْلَىَّ فقَالَ
أحَدُُهُمَا
لِصَاحِبِهِ:
مَا وَجَعُ
الرَّجُلِ؟
قالَ:
مَطْبُوبٌ.
قالَ: وَمَنْ طَبَّهُ؟
قالَ: لَبِيدُ
بنُ ا‘عْصَمِ
الْيَهُودِىُّ
مِنْ بَنِى
زُرَيْقَ.
قالَ: فِيمَاذَا؟
قالَ: في
مُشْطٍ
وَمُشَاطَةٍ
وَجُفِّ
طَلْعَةِ
ذَكَرٍ. قالَ:
فَأيْنَ
هُوَ؟ قالَ:
في بِئْرِ
ذَرْوَانَ.
فَذَهَبَ # في
أُنَاسٍ مِنْ
أصْحَابِهِ
إلى
الْبِئْرِ
فَنَظَرَ
إلَيْهَا وَعَلَيْهَا
نَخْلٌ. ثُمَّ
رَجَعَ إلى
عَائِشَةَ
فقَالَ.
واللّهِ
لَكأنَّ
مَاءَهَا نُقَاعَةُ
الحِنَّاءِ،
وَلَكأَنَّ
نَخْلَهَا
رُؤُسُ
الشّيَاطِينِ.
قُلْتُ يَا
رسُولَ
اللّهِ: أفأَخْرَجْتَهُ؟
قالَ َ: أمَّا
أنَا فَقَدْ عَافَانِى
اللّهُ
تَعَالى
وَشَفَانِى
وَخَشِيْتُ
أنْ أُثِيرَ
عَلى
النَّاسِ
مِنْهُ شَرّاً،
وَأمَرَ
بِهَا
فَدُفِنَتْ[.
أخرجه الشيخان.»المَطْبُوبُ«
المسحور.»وَالمُشَاطَةُ«
ما يخرج من
الشعر. إذا
مُشِطَ.»وَالجُفُّ«
وِعَاءُ الطّلْعِ،
وَغِشَاؤُهُ
الذي
يَكِنُّهُ.»وَذَرْوَانُ«
بئر في بنى
زريق .
3. (2239)- Hz. Âişe
(radıyallâhu anhâ) anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e
(yahudîler tarafından) sihir yapıldı. Öyle ki, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) yapmadığı bir şeyi yaptım vehmine düşüyordu. Bir gün benim yanımda
iken Allah'a dua etti, sonra tekrar dua etti. Ve dedi ki:
"Ey Âişe, hissettin mi, sorduğum hususta Allah bana fetva verdi?"
"Hangi hususta Ey Allah'ın Resûlü?" dedim.
"İki kişi bana gelip, biri başucumda, diğeri de ayak
tarafımda oturdu. Biri diğerine:
"Bu zatın rahatsızlığı nedir?" dedi. Öbürü:
"Büyüdür!" dedi. Önceki tekrar sordu:
"Kim büyüledi?" Diğeri:
"Lebîd İbnu'l-A'sam adındaki Benî Züreykli bir yahudî"
diye cevap verdi. Öbürü:
"Büyüyü neye yaptı?" dedi. Arkadaşı:
"Bir tarakla saç döküntüsüne ve bir de erkek hurma
tomurcuğunun içine!" cevabını verdi. Diğeri:
"Pekala, şimdi nerede?" diye sordu. Arkadaşı:
"Zervân kuyusunda!" cevabını verdi."
Bunun üzerine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Ashâbından bir
grupla birlikte (radıyallâhu anhüm) kuyuya gitti, ona baktı, kuyunun üzerinde
bir hurma vardı. Sonra benim yanıma dönüp:
"Ey Âişe! Allah'a yemin olsun, kuyunun suyu sanki kına
ıslatılmış gibi (bulanık) ve (o kuyu ile sulanan) hurma ağaçlarının başları da
sanki şeytanların başları gibiydi!" dedi. Ben:
"Ey Allah'ın Resûlü! Onu (kuyudan) çıkardın mı?" diye
sordum.
"Hayır" dedi ve ilave etti:
"Bana gelince, Allah bana âfiyet lûtfetti ve şifa verdi. Ben
ondan halka bir şer gelmesine sebep olmaktan korktum!"
Resûlullah onun gömülmesini emretti ve yere gömüldü"[20]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadise, hicretin yedinci senesinde Medîne'de cereyan
etmiştir. Vak'a çeşitli tarîklerden bazı farklı teferruatlarla rivâyet
edilmiştir. Sahiheyn dışında başka kaynaklarda da yer alır. Câmi'u'lma'mer'den
yapılan mûteber bir rivâyete göre Resûlullah altı ay kadar yapılan bu sihrin
tesirinde kalıp ızdırabını çekmiştir.
2- Ehl-i Bid'aya mensup bazıları bu hadisi inkar etmiş, delil
olarak şu mülahazayı ileri sürmüştür. "Bu, peygamberlik makamına uymayacak
bir haldir. Resûlullah'ın sihre uğradığını kabul etmek, şeriatına şüphe sokar,
bu husustaki bütün rivâyetler bâtıldır... Hz. Peygamber'e sihir yapılabileceğini
câiz addetmek, getirdiği bütün ahkâma olan itimadı ortadan kaldırır. Çünkü bu
durumda, O'nun Cebrâil'i görmediği halde gördüğünü zannetmesi, kendisine vahiy
gelmediği halde vahiy geldiğini zannetmesi ihtimal dahiline girer."Mâzirî
bu mülahazaların bâtıl ve merdud olduğunu belirtir ve devamla şunu söyler:
"Çünkü, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) 'ın Cenâb-ı Hakk'tan
naklettiği meselelerdeki sıdkı hususunda ve tebliğâtında ismete (ilâhî
korunmaya) mazhar olduğu hususunda delil ikame edilmiştir. Pek çok mûcize onun
tasdik edildiğine kesin delillerdir? Aksine delili tecviz etmek bâtıldır. Ancak
asıl gönderiliş gayesinin dışında kalan ve peygamberliği de ilgilendirmeyen bir
kısım dünyevî umûra, bir insan olarak Hz. Peygamber dahi mâruzdur, hastalıklar gibi.
Öyle ise, herhangi dünyevî bir meselede -O'nun dînî meselelerdeki ismetine
rağmen- hakikati olmayan bir zanna düşürülmesi akıldan uzak değildir."
Mâzirî ilaveten der ki: "Esasen Resûlullah'ın zanna düşürüldü dendiği
husus, bazı rivâyetlere göre "zevceleriyle temasta bulunmadığı halde
temasta bulundu" zannına düşmüş olmasıdır. Bu çeşit zanlara rüyada,
insanlar sıkça düşer, uyanık halde düşmesi de imkandan uzak değildir."
3- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a gelen iki kişiden
maksad, iki melektir: Cebrâil ve Mîkâil (aleyhimasselâm). Rivâyetler, baş
tarafta duranın Cebrâil, ayak tarafında duranın da Mikâil olduğunu ifade eder.
4- Bazı rivâyetlerde vak'a daha teferruatlı anlatılmıştır.
Bunlardan birinde gelen ziyade burada kayda değer: ... hurma tomurcuğunun
içerisinde mumdan bir timsal vardı. Bu Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
timsali idi. Timsâle batırılmış iğneler vardı. Ayrıca üzerine onbir adet düğüm
vurulmuş bir de kiriş vardı. Bunun üzerine Cebrâil, Muavvizeteyn suresini
indirdi. Bunlardan bir âyet okudukça bir düğüm çözüldü, bir iğne çıkarıldıkça
onun elemini hissetti. Bunlar tamamlanınca rahatladı." Bir rivâyette
"Cebrâil'in Muavvizeteyn'i getirerek; düğümleri çözdükçe bir ayet
okunmasını emrettiği, bunun üzerine Resûlullah'ın okumaya ve çözmeye başladığı;
bu iş tamamlanınca bağlardan kurtulmuş gibi rahatlayıp kalktığı"
belirtilir.
5- Bazı rivâyetlerde kızıl, bazılarında yeşil olduğu ifade
edilen kuyu suyundaki renkliliği, Kurtubî, uzun müddet kalması sebebiyle
çirkinleşmesi veya içerisine atılan sihir malzemeleri sebebiyle husûle gelen renk değişikliği ile
îzah eder.
6- Kuyu suyundan beslenen ağaçların başlarının şeytan başına
teşbihi, çirkinliği ifade içindir. Kur'ân-ı Kerîm'de zakkum ağacının başı da
şeytanların başına teşbih edilmiştir. Lügatciler Arap dilinde, bir şeyin
çirkinliğini ifade için şeytana nisbet edildiğini belirttiler.
7- Hz. Peygamber'in büyü malzemesini kuyudan çıkarma teklifine
"Ben ondan halka bir şer gelmesinden korktum" diye cevap vermiş
olması bazı yorumlara sebep olmuştur. Nevevî: "Bu korku ümmetin sihirle
meşgul olması, onların bunu öğrenmeye kalkmaları korkusundur; bu, fesat
korkusuylu maslahatı terketme bâbına girer" der.
8- Sihirbaza Hz. Peygamber'in ceza vermediği anlaşılmaktadır.
Bir rivâyette: "Resûlullah Lebid'i getirtti, o da suçunu itiraf etti,
bunun üzerine Efendimiz
affetti" denir. Bir rivâyette: "Resûlullah: "Bunu
niye yaptın?" diye sormuş, şu cevabı almıştır:
"Para sevgisi sebebiyle!"
Bazı rivâyetlerde Lebid'in ölümle cezalandırıldığı da ifade
edilmişse de Kurtubî, Resûlullah'ın, onun katli halinde çıkabilecek fitneyi
önlemek veya İslam'a girmekten bazılarını ürkütmemek düşüncesiyle öldürmekten
vazgeçmiş olmasının daha makul olduğunu belirtir. Nitekim Resûlullah, halkın:
"Muhammed arkadaşlarını öldürüyor" diye dekikodu yapmaması için
münâfıkları öldürmekten vazgeçmiştir.
9- Hz. Âişe büyü vak'asını anlatırken mühim bir noktaya dikkat
çeker: Resûlullah sıhhatinin bozulduğunu hissedince duayı artırmış, hemen bir
tedavi arama cihetine gitmeden dua yoluyla bundan kurtulmak istemiş ve
mütemadiyen dua etmiştir. Nevevî rivâyetteki bu açıklamaya dayanarak:
"İnsanın başına hoşlanmadığı bir şey geldiği zaman tekrar tekrar dua
okumak müstehabtır" hükmünü çıkarır. İbnu Hacer, hadisin bütününden çıkan
hükmü şöyle değerlendirir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu kıssada
hem tefviz (tevekkül ve Allah'a bırakma) ve hem de esbaba teşebbüs olmak üzere
her iki metoda da başvurmaktadır. Şöyle ki: Hastalığın bidayetinde işini
Allah'a teslim ederek tefviz'de bulundu. Böylece belaya sabrederek ücret almayı
düşünmüştü. Sonra rahatsızlık halinin devam ettiğini, (şifayab olmadığını)
görünce, bunun devamı halinde ibadetlerini yapamayacak kadar zayıflayacağından
korkarak, tedaviye, sonra da duaya yöneldi. Bu makamlardan herbiri, kemâle
ermede gayedir.[21]
ـ4ـ وعن
زيد بن أرقم
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]سُحِرَ
النَّبىُّ #
فَاشْتَكَى
لذِلِكَ أيّاماً.
فأتَاهُ
جِبْرِيلُ
فقََالَ إنَّ
رَجًُ مِنَ
اليَهُودِ
سَحَرَكَ،
عَقَدَ لَكَ
عُقَداً في
بِئْر كَذَا
وَكَذَا.
فَأرْسَلَ رَسُولُ
اللّهِ #
عَلِيّاً
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه.
فَاسْتَخْرَجَهَا
فَحَلَّهَا.
فقَامَ #
كَأنَّما
نَشِطَ مِنْ عِقَالٍ.
فَمَا
ذََكَرََ
ذلِكَ
الْيَهُودِىِّ
وََ رَآهُ في
وَجْهِهِ
قَطّ[. أخرجه
النسائى .
4. (2240)- Zeyd İbnu Erkam
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a sihir
yapıldı. Bu yüzden günlerce hasta düştü. Sonunda Cebrâil aleyhisselâm gelerek:
"Seni yahudilerden bir adam sihirledi. Yaptığı sihir düğümünü
falanca kuyuya attı" dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Hz. Ali
(radıyallâhu anh)'yi (bu maksadla oraya) gönderdi. Ali (radıyallâhu anh) düğümü
oradan çıkarıp çözdü. (Sihir çözülünce) Aleyhissalâtu vesselâm, bağdan
kurtulmuş gibi kendine geldi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunu, o
yahudîye zikretmedi ve onun yüzünü de hiç görmedi."[22]
[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/83-84.
[2] A'raf: 7/109-120, Yûnus: 36/81, Şuara: 26/49, Kamer: 54/2.
[3] Erâcîf, urcûfe'nin cem'idir. Urcufe uydurma
söz, yalan haber demektir. Çoğunlukla erâcîf diye cemî halde kullanılır.
[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/84-86.
[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/86-88.
[6] Beyin yıkama vasıtaları deyince, milli dilin kelimelerinde yapılan oyunlar, korku, zulüm, iş hayatı, tahsil hayatı, tefessüh, kültür vs. pek çok şeyi anlamak gerekir.
[7] Çeşitli vesilelerle belirttik; Kur'ân-ı Kerîm öğrettiği dualarla, bizi yapacağımız mühim işlere yönlendirmek ister. Bu dualar, onları, sadece dilimizle okuyup, neticeyi Allah'tan beklememiz için Kur'an'a girmemiştir. Dualar okunacak, aynı zamanda, o duanın gerçekleşmesi için aklımızın gösterdiği ameller fiilen yapılacak, tedbirler alınacaktır. Sözgelimi sadedinde olduğumuz sûreler propaganda odaklarının şerrinden Allah'a sığınmayı talep etmekle, menfî yayınları önlemek, hayatımıza sokmamak, mukâbil müsbet yayınlar gerçekleştirmek üzere fiiliyata, gayrete geçmeyi emretmiş olmaktadır.
[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/88-89.
[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/89.
[10] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/89-91.
[11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/91.
[12] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/91-92.
[13] Mele-i A'la: En yüce cemaat demektir. Bu
tâbir Allah'a yakın olan büyük meleklerin teşkil ettiği yüce cemaati ifâde
eder. Bunlara Refik-i a'la dendiği de olmuştur. Allah'ın olmasına hükmettiği
işlerin kararı Mele-i A'la'ya iner. Duhân suresinin 4. Âyetinde bu vak'aya
işaret buyrulmuştur: "Her hikmetli, her mühim iş orada ayırdedilir."
Her ne hususa ait olursa olsun bütün şeriatlerin bu Mele-i A'la'da kararını
bulduğu kabul edilmiştir. Şu halde, cinler ve şeytanlar bedenî letâfetleri
sebebiyle bu cemaata yaklaşarak bazı haberleri yarım yamalak da olsa kapıp
kâhinlere ulaştırabilmektedirler.
[14] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/92-94.
[15] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/94.
[16] Nesâî, Tahrîm: 19, (7, 112); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/95.
[17] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/95.
[18] Müslim, Selâm: 125, (2230); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/96.
[19] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/96.
[20] Müslimin rivayetinde Hz. Aişe: "Onu
yaktırmadın mı?" diye sorar. Buhâri'nin bir rivayetinde "çıkartmadın
mı?" şeklindedir. Teysir'de "çıkarmadın mı?" şeklindedir. İmlâ
hatasına hükmedemedik.
Buhârî, Tıbb: 47, 49, 50, Cizye: 14, Edeb: 56; Müslim, Selâm: 43, (2189); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/97-98.
[21] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/98-100.
[22] Nesâî, Tahrîm: 20, (7, 112-113.); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/100.