DUA EDENİN HEY'ETİ (DIŞ GÖRÜNÜŞÜ)
İSM-İ ÂZAM VE ESMÂ-İ HÜSNA DUALARI
RÜKÛ VE SECDELERDE OKUNACAK DUÂLAR
TEŞEHHÜDDEN SONRA OKUNACAK DUÂ
AKŞAM VE SABAH YAPILACAK DUÂLAR
EVDEN ÇIKIŞ VE EVE GİRİŞ DUÂLARI
AREFE GÜNÜ VE KADİR GECESİ DUASI
HZ. DAVUD (ALEYHİSSELAM)'UN DUASI
HZ. YUNUS (ALEYHİSSELAM) KAVMİNİN DUASI
BELAYA UĞRAYANI GÖRÜNCE OKUNACAK DUA
SEBEBE VE VAKTE BAGLI OLMAYAN DUALAR
İSTİĞFAR, TESBİH, TEHLİL, TEKBİR, TAHMİD VE HAVKALE
SUAL: SALÂT KELİMESİ PEYGAMBERLER DIŞINDA KULLANILIR MI?
(Bu bölümde üç bâb vardır)
*
BİRİNCİ BÂB
DUANIN ÂDÂBI
(Dört fasıldır)
*
BİRİNCİ FASIL
DUANIN FAZİLETİ VE VAKTİ
*
İKİNCİ FASIL
DUÂ EDENİN HEY'ETİ
*
ÜÇÜNCÜ FASIL
DUANIN KEYFİYETİ
*
DÖRDÜNCÜ FASIL
MÜTEFERRİK HADİSLER
*
İKİNCİ BÂB
DUANIN KISIMLARI
(İki Kısımdır)
*
BİRİNCİ KISIM
SEBEBE VE VAKTE BAGLI DUALAR
(Yirmi fasıldır)
*
BİRİNCİ FASIL
İSM-İ ÂZAM VE ESMÂ-İ HÜSNA DUALARI
*
İKİNCİ FASIL
NAMAZ DUALARI
*
ÜÇÜNCÜ FASIL
TEHECCÜD DUALARI
*
DÖRDÜNCÜ FASIL
AKŞAM VE SABAH YAPILACAK DUÂLAR
*
BEŞİNCİ FASIL
UYUMA VE UYANMA DUALARI
*
ALTINCI FASIL
EVDEN ÇIKIŞ VE EVE GELİŞ DUALARI
*
YEDİNCİ FASIL
OTURMA-KALKMA DUALARI
*
SEKİZİNCİ FASIL
SEFERDE OKUNACAK DUALAR
*
DOKUZUNCU FASIL
ÜZÜNTÜ VE TASA HALİNDE OKUNACAK DUALAR
*
ONUNCU FASIL
HAFIZAYI GÜÇLENDİRME DUALARI
*
ON BİRİNCİ FASIL
GİYİNME VE YEMEK DUALARI
*
ON İKİNCİ FASIL
KAZA-İ HACET DUASI
*
ON ÜÇÜNCÜ FASIL
MECSİDE GİRİŞ-ÇIKIŞ DUALARI
*
ON DÖRDÜNCÜ FASIL
HİLALİ GÖRÜNCE OKUNACAK DUA
ON BEŞİNCİ FASIL
GÖK GÜRLEYİNCE, RÜZGAR ESİNCE, BULUT ÇIKINCA OKUNACAK DUALAR
*
ON ALTINCI FASIL
ARAFE GÜNÜ, KADİR GECESİ DUASI
*
ON YEDİNCİ FASIL
HAPŞIRINCA YAPILACAK DUA
*
ON SEKİZİNCİ FASIL
HZ. DAVUZ (aleyhisselâm)'UN DUASI
ON DOKUZUNCU FASIL
HZ. YÛNUS (aleyhisselâm) KAVMİNİN DUASI
YİRMİNCİ FASIL
BELAYA UGRAYANI GÖRÜNCE OKUNACAK DUA
*
İKİNCİ KISIM
SEBEBE VE VAKTE BAGLI OLMAYAN DUALAR
*
ÜÇÜNCÜ BAB
DUA YERİNE GEÇEN ZİKİRLER
(Üç fasıldır)
*
BİRİNCİ FASIL
İSTİÂZE
*
İKİNCİ FASIL
İSTİGFAR, TESBİH, TEHLİL, TEKBİR, TAHMİD, HAVKALE
*
ÜÇÜNCÜ FASIL
HZ. PEYGAMBER (aleyhissalâtu vesselâm)'E SALAVAT
Dua
Arapça'da, çağırmak, davet etmek, rağbet göstermek, yardım taleb etmek, ismen
çağırmak (tesmiye) mânalarına gelir. İbadete de dua denmiştir.
Ebû'l-Kâsım
el-Kuşeyrî şu açıklamayı yapar: "Dua Kur'an'da muhtelif mânalarda
gelmiştir.
1-
İbâdet: وََ
تَدْعُ مِنْ
دُونِ اللّهِ
مَاَ يَنْفَعُكَ
وََ
يَضُرُّكَ "Sana
fayda da zarar da vermeyecek
Allah'tan başkasına dua (ibadet)
etme" (Yunus 106).
2-
İstiğâse (yardım talebi): وَادْعُوا
شُهَدَاءَكُمْ "Allah'tan
başka güvendiklerinizi de yardıma çağırın" (Bakara 23).
3-
Nidâ يََوْم
يَدْعُوكُمْ
فَتَسْتَجيبُونَ
بِحَمْدِهِ "Sizi
çağırdığı gün, O'na hamdederek davetine uyarsınız" (İsra 52).
4-
Senâ: قُلْ
اَوِدْعُوا
اللّهَ
اَوِدْعُوا الرَّحْمنَ "De
ki: "Gerek Allah deyin, gerek Rahmân deyin, hangisini derseniz deyin en
güzel isimler O'nundur" (İsra 110).
Keza:
وَقَالَ
رَبُّكُمْ
ادْعُونِى
اسْتَجِبْ
لَكُمْ
"Rabbiniz: "Bana dua edin ki size icabet
edeyim" dedi" (Gâfir 60).
Cumhur,
duâyı ibadetin bir şubesi olarak görmüş ve
إنَّ
الدُّعَاءَ
مِنْ اَعْظَمِ
العِبَادَة "Dua ibadetin en büyüğüdür"
demiştir. Nitekim hadiste de: اَلدُّعَاءُ
هُوَ
الْعِبَادَةُ "Dua ibadetin tâ kendisi" veya اَلْدُّعَاءُ
مُخُّ
الْعِبَادَةِ "Dua
ibadetin özü (iliği)" olarak tavsif edilmiştir.
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) pek çok hadislerinde mü'minleri dua etmeye teşvik
eder: لَيْسَ
شَىْءٌ
اَكْرَمَ
عَلى اللّهِ مِنَ
الدُّعَاءِ "Allah indinde duadan daha kıymetli bir
şey yoktur." مَنْ
لَمْ يَسْألِ
اللّهَ
يَغْضَبْ عَلَيْهِ "Allah, kendinden istemeyene gadab eder." تسَلُوا
اللّهَ مِنْ
فَضْلِهِ
فَإنَّ
اللّهَ
يُحِبُّ أنْ
يَسْأل
"Allah'ın fazlından isteyin, zira Allah
istenmesini sever." اَلْدُّعَاءُ
مِفْتَاحُ
الرَّحْمَةِ "Dua rahmetin anahtarıdır." اَلدُّعَاءُ
سَِحُ
الْمُؤْمِنِ
وعِمَادُ
الدِّينِ
وَنُورُ السَّمواتِ
وَاَرْضِ "Dua
mü'minin silahı, dinin direği, semâvat ve arzın nurudur." اَلدُّعُاءُ
يَرُدَّ
الْقَضَاءَ "Duâ,
kazayı defeder." اَلدُّعَاءُ
يَنْفَعُ
مِمَّا نَزَلَ
وَمِمَّا
لَمْ
يَنْزِلْ
فَعَلَيْكُمْ
عِبَادُ
اللّهِ
بِالدّعَاءِ "Dua, gelmiş olan musibet için de henüz
gelmemiş olan musibet için de faydalıdır."
تاَلدُّعَاءُ
يَرُدُّ
الْبََءَ "Dua
belâyı defeder."[1]
Dua
deyince, sadece dille yapılan duâ anlaşılmamalıdır. Bir de fiilî dua vardır.
Mü'min kişi arzularını Rabbinden diliyle taleb ettiği gibi fiilen de teşebbüs
edecektir. Dili ile taleb ettiği şeyin gerçekleşmesi için aklın gösterdiği
sebeplere başvuracaktır. Nitekim, hastalıklardan kurtulmak için Allah'a dua
etmemiz meşru olmakla birlikte, ilaç almamız, maddî olarak tedavi yollarına
başvurmamız Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) tarafından irşad buyurulmuştur.
Kezâ helâl rızık taleb edilmesini, rızkın bol olması için Allah'a dua
edilmesini tavsiye eden, dualarında bunlara yer vererek fiilen örnek olan Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) rızkın meşru yollarını da göstermiş; ziraat,
ticaret ve san'atla meşgul olmayı, bunların helâl rızkın kapıları olduğunu söylemiştir.
Öyle
ise duanın ibâdet yönünden başka, dünyevî ve şahsî hayatımızı ilgilendiren ayrı
bir yönü daha vardır: Dua etmek suretiyle arzularımızı, ihtiyaçlarımızı, bir
başka ifade ile gerçekleştirilmesi gereken hedefleri ifadeye döküyor, şuur
haline getiriyoruz. Yapılacak işleri bir bakıma gündeme getiriyor, plana
programa alıyoruz. Rabbimizden dilimizle, sözlü olarak istediğimiz şeylerin
gerçekleşmesi için gerekli sebeplere başvurmaya geçiyor, imkânlarımızı,
kapasitemizi kuvveden fiile geçiriyoruz. Sözgelimi, Allah'tan buğday isteyen
çiftçi, sabanla rahmet kapısını çalmalı, diğer gerekleri olan gübreleme,
sulama, koruma gibi sebeplere de başvurulmalıdır.
Fiilen
çalışma ile gerçekleşecek işler için, "kavlî duâ yeterlidir" diyen
bir hadis mevcut değildir. Bilakis Kur'ân-ı Kerim: وَلَيْسَ
لِ“نْسَانِ
اَِّ مَا
سَعَى "Kişiye sâdece çalıştığı vardır" buyurmuştur. [2]
(Dört
fasıldır)
*
BİRİNCİ
FASIL
DUANIN
FAZİLETİ VE VAKTİ
*
İKİNCİ
FASIL
DUA
EDENİN HEY'ETİ
*
ÜÇÜNCÜ
FASIL
DUANIN
KEYFİYETİ
*
DÖRDÜNCÜ
FASIL
MÜTEFERRİK
HADİSLER
ـ1ـ عن النعمان
بن بشير
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]قال رسولُ
اللّهِ #:
الدُّعَاءُ
هُوَ
الْعِبَادَةُ،
ثُمَّ قَرَأَ:
)وَقَالَ
رَبُّكُمُ
ادْعُونِى
أسْتَجِبْ
لَكُمْ( اŒية.
أخرجه أبو داود
والترمذى،
وهذا لفظ
وصححه .
1. (1750)- Nu'man İbnu Beşîr
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Dua ibadetin kendisidir" buyurdular ve sonra şu âyeti okudular.
(Meâlen): "Rabbiniz: "Bana dua edin ki size icâbet edeyim. Bana
ibadet etmeyi kibirlerine yediremeyenler alçalmış olarak cehenneme
gireceklerdir" buyurdu." (Gâfir 60). [Tirmizî, Tefsir, Gâfir, (2973);
Ebû Dâvud, Salât 358, (1479). Metin Tirmizî'ye aittir.][3]
AÇIKLAMA:
Cümle
normalde اَلدُّعَاءُ
عِبَادَةٌ yani "Dua ibâdettir" şeklinde olması
gerekir. Ancak araya hem zamir girmesi ve hem de ibâdet kelimesinin başına
eliflâm konarak kelimenin ma'rife kılınması, Arapça'da mânaya kuvvet
kazandırmaktadır. Böylece hadis, "ibadet münhasıran duadır, "duadan
başka bir şey değildir" gibi hasr ifâde eden bir mânâya gelir. Bunun
örneği hacc bahsinde geçmiştir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) haccın
esâsını Arafat vakfesi teşkil ettiği için,
اَلْحَجُّ
عَرَفَةٌ "Hacc
Arafat'tır" buyurmuştur. Bunun mânâsı, "haccla ilgili rükünlerin en
büyüğü Arafat'taki vakfedir" demektir.
Öyle
ise, dua da kabul edilsin edilmesin bir ibadet olmaktadır. Çünkü dua ile kişi,
ihtiyacını teminde aczini idrak etmiş, bunu ancak her şeye kâdir olan Rabbinin
te'min edeceğinin şuuruna ermiş ve bu sebeple O'na iltica etmiş olmaktadır.
Esâsen ibâdet de bundan başka bir şey değildir. Nitekim, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın delil olarak okuduğu âyet, önce dua etmeyi
emrediyor, sonra da kibir ve büyüklük havasıyla "dua etmemek"i,
"ibadet etmemek" olarak ifâde zımnında duâ etme dâvetine icâbet
etmeyenlerin cehenneme hakîr ve zelîl olarak gireceklerini beyan ediyor. [4]
ـ2ـ وعن ابن
عمر رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]قال رسولُ
اللّهِ #: مَنْ
فُتِحَ لَهُ
بَابُ الدُّعَاءِ
فُتِحَتْ
لَهُ
أبْوَابُ
الرَّحْمَةِ،
وَمَا سُئِلَ
اللّهُ
تَعالى
شَيْئاً
أحَبَّ
إلَيْهِ مِنْ
أنْ يُسْألَ
الْعَافِيَةَ،
وَإنَّ
الدُّعَاءَ
يَنْفَعُ
مِمَّا
نَزَلَ، وَمِمَّا
لَمْ
يَنْزِلْ،
وََ يَرُدُّ
الْقَضَاءَ
إَّ
الدُّعَاءُ
فَعَلَيْكُمْ
بِالدُّعَاءِ[.
أخرجه
الترمذى .
2. (1751)- İbnu Ömer (radıyallâhu
anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Kime dua kapısı açılmış ise ona rahmet kapıları açılmış demektir. Allah'a
taleb edilen (dünyevî şeylerden) Allah'ın en çok sevdiği afiyettir. Dua, inen
ve henüz inmeyen her çeşit (musibet) için faydalıdır. Kazayı sadece dua geri
çevirir. Öyle ise sizlere dua etmek gerekir."[Tirmizî, Daavât 112,
(3542).][5]
AÇIKLAMA:
1-
Kişiye dua kapısının açılması, çokça dua etmeye muvaffak kılınmasıdır. Dua
edebilmek, kişi için büyük bir hayırdır. Mü'min, ayet-i kerîmenin mantûkunca,
kendisine isâbet eden her hayrı Allah'tan bilmekle mükelleftir: "Sana ne
iyilik gelirse Allah'tandır, sana ne kötülük gelirse nefsindendir" (Nisâ
79), Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) dua etme hayrını "dua kapılarının
açılması" olarak ifâde buyurmuştur.
2-
Rahmet kapısının açılması, -duası sebebiyle- bazan dileğinin aynen verilmesi,
bazan da ona denk şekilde günahının affını ifade eder. Her ikisi de rahmettir,
Hadisin başka vecihleri, şârihlerin bu yorumunu te'yîd eder, zîra bir
vechinde: فُتِحَتْ
لَهُ
اَبْوَابُ
ا“جَابَةِ "Onun için icâbet kapıları açılır"
denilirken, bir başka vechinde: فُتِحَتْ
لَهُ
ابَوَابُ
الْجَنَّةِ "Onun
için cennet kapıları açılır" denmiştir.
3-
Allah'tan istenenler arasında Allah'ın en ziyade sıhhati sevmesi, insan için
sıhhatin önemini te'yîd eder. Ancak, sıhhat ve âfiyet âbid mü'minde kıymet ve
değer kazanır. Çünkü mü'min, sıhhatli geçen örünü faydalı ve hayırlı
faaliyetle, ibâdetlerle meyvadâr kılar. Sıhhat kâfirin küfrünü, fâsığın fıskını
artırabilir. Bu ise kişi için hayır değil, şerdir. Öyle ise mü'min, sıhhat isteyecek
fakat bu ömrü hayırlı işlerde geçirme gayretini eksik etmeyecektir, zira
ahirette ömrün her anından hesap var ve sağlıklı ömrün hesabını vermek daha
zordur.
4-
Duanın, inen musibet için faydası, onun ortadan kalkması, hafif atlatılması
şeklinde olabilir. Yahut da Cenâb-ı Hakk'ın vereceği sabır ve mukâvemet yoluyla
da olabilir. Böylece musibete tahammül edilir ve zararı hafif atlatılır. Zaten gelmiş olan musibet
karşısındaki sabırsızlık ve panik musibeti katmerler. Allah'tan geldiğinin
şuuru içinde "her duaya cevap var" inancıyla Rabb-i Rahimine iltica
edenin kazanacağı rûhî emniyet ve sekinet kişiyi panikten ve dolayısıyla
paniğin getireceği müteakip musîbetlerden korur. Binaeleyh, musîbet anında
yapılacak duanın tesiri kesindir.
5-
İnmeyen musîbete duanın faydası daha zâhirdir. Henüz inmemiş olan belâ, duanın
bereketiyle defedilip kaldırılabilir. Yahut, musibete maruz kalacak kişiyi,
duanın önceden te'yid ve takviyesi de âlimlerce bir fayda olarak
değerlendirilmiştir, duanın kaza ve belayı defedeceğine dair Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın beyanlarını en başta kaydetmiştir.
Hadis,
son olarak, belirtildiği gibi mutlak hayır ve fayda olan duaya mü'minleri
teşvîk etmekte, "öyle ise sizlere dua etmek gerekir" buyurmaktadır.
Her
duanın icâbet göreceği, mutlaka duaya devam etmek gerektiği husûsunu mâkul bir
açıklamaya kavuşturan Bediüzzaman'dan bir pasajı aynen sunuyoruz:
"İ'lem
eyyühel-azîz: Bazı dualar icâbete iktiran etmez (kabul görmez) diye iddiada
bulunma! Çünkü, dua bir ibadettir. İbadetin semeresi âhirette görülür. Dünyevî
maksadlar ise, namaz vakitleri gibi, dualar için birer vakittirler. Duaların
semeresi değillerdir. Meselâ: Şemsin (Güneş'in) tutulması küsuf namazına,
yağmursuzluk, yağmur namazına birer vakittir.
Ve
keza zâlimlerin tasallutu ve belâların nüzûlü, bâzı hususî dualara vakittir. Bu
vakitler bâkî kaldıkça o namazlar, o dualar yapılır. Eğer bu vakitlerde dünyevî
maksadlar hâsıl olursa, zâten nûrun alâ olur. Ve illâ "icâbet duaya
iktiran etmedi (dua kabul görmedi)" diyemezsin. Ancak "henüz vakit
inkizâ etmemiş (çıkmamış), duaya devam lazımdır" diyebilirsin. Çünkü o
maksadlar, duaların mukaddimesidir, neticesi değillerdir.
Cenâb-ı
Hakk'ın duaların icâbetini vaadetmesi ise, icâbet, ayn-ı kabul değildir (yani
icâbet etmek istenen şeyi aynen kabul etmek demek değildir). Yani icâbet kabulü
istilzam etmez (gerektirmez). Duaya her halde cevap verilir, cevapsız
bırakılmaz. Matlûba olan is'af (verme) ise, Mucîb'in hikmetine tâbidir. Meselâ,
doktoru çağırdığın zaman, her halde: "Ne istersin?" diye cevap verir.
Fakat, bu yemeği veya bu ilacı bana ver dediğin vakit, bazan verir, bazan
hastalığına, mîzacına mülayim olmadığından vermez.
Adem-i
kabul esbabından (kabul edilmeyiş sebeplerinden) biri de, duayı ibadet kasdıyla
yapmayıp, matlubun tahsiline tahsîs ettiğinden aksülamel olur. O dua ibadetinde
ihlâs kırılır, makbul olmaz." [6]
ـ3ـ وعن
عبادة بن
الصامت
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ
قال: ]قال
رسولُ اللّهِ
#: مَا عَلى
ا‘رْضِ مُسْلِمٌ
يَدْعُو
اللّهَ
تَعالى
بِدَعْوَةٍ
إَّ آتَاهُ
اللّهُ
إيَّاهَا،
أوْ صَرَفَ عَنْهُ
منَ السُّوءِ
مِثْلَهَا
مَا لَمْ يَدْعُ
بِإثْمٍ، أوْ
قَطِيعَةِ
رَحِمٍ[.
أخرجه الترمذى
.
3. (1752)- Ubâde İbnu's-Sâmit
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Yeryüzünde, mâsiyet veya sıla-i rahmi koparıcı olmamak
kaydıyla Allah'tan bir talepte bulunan bir Müslüman yoktur ki Allah ona
dilediğini vermek veya ondan onun mislince bir günahı affetmek suretiyle icabet
etmesin." [Tirmizî, Da'avât 126, (3568).][7]
AÇIKLAMA:
Yukarıda kaydedilen "Dua edin icabet edeyim"
meâlindeki âyeti açıklayan bu hadis-i şerif, duaların ya aynen kabulü yani ne
istenmişse o şeyin verilmesi, ya da bir
günahın affı şeklinde mutlaka karşılık göreceğini te'yid eder.
Bediüzzaman
merhumdan sunduğumuz açıklamaya dayanak şunu diyebiliriz:
Cenab-ı
Hak, Müslümanın her talebine mutlaka cevap vermektedir. Ancak, her dua eden,
dua ettiği şeyin gerçekleşmesini aynen görmeyebilecektir. Çünkü Allah, hikmetle
iş yapmaktadır. O'nun hikmeti, isteneni olduğu gibi vermeyi gerektirmeyebilir.
O takdirde günahının affı veya -dua ibadet olması sebebiyle- ibadet sevabı
kazanmak şeklinde cevap almaktadır.
Bu
hadis duaya icâbet için gerekli olan iki şarta dikkat çekiyor:
1-
Dua ile taleb edilen şey, mâsiyet olmamalı, yani günah olan, Allah'a isyana
götürecek olan bir şey olmamalıdır. Çünkü, insan dar görüşlü ve hissî olduğu
için, aleyhine olan veya uzun vadede aleyhine tecellî edecek olan bazı şeyleri
isteyebilir: "İnsan iyiliğin gelmesine dua ettiği gibi, kötülüğün
gelmesine de dua eder. Esasen insanoğlu acelecidir" (İsrâ 11);
"..İhtimal ki hoşlanmadığınız şey, sizin iyiliğinizedir ve ihtimal ki
sevdiğiniz bir şey sizin kötülüğünüzedir" (Bakara 216).
2-
Sıla-i rahme aykırı olmamalı: Yani insanlar arasındaki akrabalık, arkadaşlık,
komşuluk, din kardeşliği gibi bir kısım yakınlıkların te'sis ettiği beşerî
bağları koparıcı bir gaye gütmüş olmamalı.
Şimdi
âyet ve hadislerde dualarımıza Cenâb-ı Hakk'ın icabet edeceği hususunda verilen kesin te'minat ve
garantiye nefisleri iyice ikna için şöyle bir soru soralım:
"Madem
Allah söz vermiş, Resûlü kesin bir ifade ile mükerrer hadislerinde te'yid
etmiş, öyle ise buna inanmamanın veya tereddüt etmenin sebebi ne?"
"Allah,
hâşa va'dinde, sözünde yalancı mı, bizi
aldatmak mı istiyor?"
"Yoksa
Allah,va'dini yapmaktan aciz mi?"
O celle
şânuhu, her kusurdan müberra, her şeye kâdir olduğuna göre, va'di haktır.
Resûlü (aleyhissalâtu vesselâm)'nün garantisi ayn-ı hakikattir.
Her
duamıza ya aynen cevap verilmek, yahut da günahlarımızın affı veya
sevaplarımızın artması suretiyle icabet edilmektedir. Yeter ki hak şey taleb
edilsin, ihlâsla istenilsin.
Ya
Rabb! Va'dine istinâden Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm)' ini, İsm-i
Âzam'ını, Kitâb-ı Mübîn'ini ve sana dua
eden melâike-i izâm ve Enbiya-ı kirâmı şefaatçi yaparak dua ediyoruz:[8]
رَبَّنَا
آتِنَا فِى
الدٌّنْيَا
حَسَنَةً
وَفِى
اْخِرَةِ
حَسَنَةً
وَقِنَا عَذَابَ
النَّارِ.
آمِينْ
ـ4ـ وعن أبى
الدرداء
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قال رسول
اللّهِ #: أَ
أُخْبِرُكُمْ
بِخَيْرِ
أعْمَالِكُمْ،
وَأرْفَعِهَا
في دَرَجَاتِكُمْ،
وَأزْكَاهَا
عِنْدَ مَلِيكِكُمْ،
وَخَيْرٌ
لَكُمْ مِنْ
إعْطَاءِ
الْوَرَقِ
وَالذَّهَبِ،
وَخَيْرٌ
لَكُمْ مِنْ
أنْ
تَلْقَوْا
عَدُوَّكُمْ
فَتَضْرِبُوا
أعْنَاقَهُمْ
وَيَضْرِبُوا
أعْنَاقَكُمْ؟
قَالُوا:
بَلَى
يَارسولَ
اللّهِ: قالَ:
ذِكْرُ
اللّهِ[.
أخرجه مالك
موقوفاً، والترمذى
مرفوعاً .
4. (1753)- Ebû'd-Derdâ (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm), (bir gün) sordu:
"En
hayırlı olan ve derecenizi en ziyade artıran, melîkinizin yanında en temiz,
sizin için gümüş ve altın paralar bağışlamaktan daha sevaplı, düşmanla
karşılaşıp boyunlarını vurmanız veya boyunlarınızı vurmalarından sizin için
daha hayırlı olan amelinizin hangisi olduğunu haber vereyim mi?"
"Evet!
Ey Allah'ın Resûlü!" dediler.
"Allah'ın
zikridir!" buyurdu. [Tirmizî, Daavat 6, (3374); Muvatta, Kur'ân 24.][9]
ـ5ـ وعن أنس
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قال رَسولِ
اللّهِ #:
يقُولُ
اللّهُ عَزَّ
وَجَلَّ: أخْرِجُوا
منَ النَّارِ
مَنْ
ذَكَرَنِى يَوْماً
أوْ خَافَنِى
في مَقَامٍ[.
أخرجه الترمذى
.
5. (1754)- Hz. Enes (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Allahu
Teâlâ hazretleri şöyle seslenir: "Beni bir gün zikreden veya bir makamda
benden korkan kimseyi ateşten çıkarın!" [Tirmizî, Cehennem 9, (2597).][10]
AÇIKLAMA:
1-
Hadiste geçen bir gün tâbiri zamanlardan bir zaman, vakitlerden bir vakit
demektir. Yani bir kimse mü'min olarak, Allah'ı herhangi bir an için bile
zikretmiş olsa bunun boşa gitmeyeceğini, başkaca günahlar için cehenneme girmiş
bile olsa dünyadaki o bir müddetcik zikri sebebiyle ateşten çıkarılacağını
ifade ediyor.
Tîbî,
hadiste kastedilen zikrin "kalbî ihlâsla ve doğru niyetle yapılan
zikir" olduğunu söyler. "Aksi takdirde kâfirler, kalbî olmaksızın
dilleriyle zikri onlar da yapıyorlar" der. Bu mânada olmak üzere Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): مَنْ
قَالَ َ
اِلَهَ اَِّ
اللّهَ
خَالِصاً
مِنْ قَلْبِهِ
دَخَلَ
الْجَنَّةَ "Kim
kalbinden gelerek ihlâsla Lâilâhe illallah derse cennete girer"
buyurmuştur.
2-
Makam da, zaman gibi mutlak ifade
edilmiştir. Günah işleme makamında veya durumunda Allah'tan korkup vazgeçen
demektir. Nitekim âyet-i kerimede: "Ama kim Rabbinin makamından korkup da
kendini kötülükten alıkoymuşsa varacağı yer şüphesiz cennettir" (Nâziat
40-41) buyurulmuştur. Korkudan maksad, âzaların masiyetten uzak tutulması,
tâatle kayıtlanmasıdır. Bu olmadığı takdirde korku laftan ibaret kalır. Korku
demeye liyakat kazanmaz. Bazı büyükler fiile intikal etmedikçe, kendimizi
"Allah'tan korkuyorum" diyerek aldatmamamıza dikkat çekerler ve:
"Eğer derler, birisi size Allah'tan korkmuyor musun? diye sorarsa sükût
et. Zira hayır desen küfürdür, evet
desen yalandır."[11]
ـ6ـ وعن معاذ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قال رسولُ
اللّه #: مَا
مِنْ
مُسْلِمٍ
يَبِيتُ عَلى
طُهْرٍ
ذَاكِراً
للّهِ
تَعالى،
فَيَتَعَارَّ
مِنَ
اللَّيْلِ،
فَيَسْألَ
اللّهَ تَعالى
خَيْراً مِنَ
الدُّنْيَا
وَاŒخِرَةِ
إَّ أعْطَاهُ
إيَّاهُ[.
أخرجه أبو
داود. قوله:
»فيَتَعارَّ«
أى ينتبه.
6. (1755)- Hz. Muâz (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Akşamdan
(abdestli olarak) temizlik üzere zikrederek uyuyan ve geceleyin de uyanıp
Allah'tan dünya ve âhiret için hayır taleb eden hiç kimse yoktur ki Allah
dilediğini vermesin." [Ebû Dâvud, Edeb 105, (5042).][12]
ـ7ـ وعن جابر
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال رسول
اللّهِ #: إذا
دَخَلَ
الرَّجُلُ
بَيْتَهُ، أوْ
آوَى إلى
فِرَاشِهِ ابْتَدَرَهُ
مَلَكٌ
وَشَيْطَانٌ،
يَقُولُ المَلَكُ:
افْتَحْ
بِخَيْرٍ
وَيَقُولُ
الشَّيْطَانُ:
افْتَحْ
بِشَرٍّ،
فإنْ ذَكَرَ اللّهَ
تَعالى
طَرَدَ
المَلَكُ
الشَّيْطَانَ،
وَظَلَّ
يَكْلَؤُهُ،
وَإذَا
انْتَبَهَ
مِنْ
مَنَامِهِ
قاَ ذلِكَ،
فإنْ هُوَ
قالَ: الْحَمْدُ
للّهِ
الَّذِى
رَدَّ
نَفْسِى
إلىَّ بَعْدَ
مَوْتِهَا
وَلَمْ
يُمِتْهَا في
مَنَامِهَا،
الْحَمْدُللّهِ
الَّذِى
يُمْسِكُ
السَّموَاتِ
السَّبْعَ
أنْ تَقَعَ
عَلى ا‘رْضِ
إَّ بإذْنِهِ،
فإنْ خَرَّ
مِنْ
فِرَاشِهِ
فمَاتَ كَانَ
شَهِيداً،
وإنْ قَامَ
وَصَلَّى
صَلَّى في
فَضَائِلَ[.
أخرجه رزين .
7. (1756)- Hz. Câbir (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Bir
kimse evine veya yatağına girince hemen bir melek ve bir şeytan alelacele
gelirler. Melek:
"Hayırla
aç!" der. Şeytan da:
"Şerle
aç!" der.
Adam,
şayet (o sırada) Allah'ı zikrederse melek şeytanı kovar ve onu korumaya başlar.
Adam uykusundan uyanınca, melek ve
şeytan aynı şeyi yine söylerler. Adam, şayet: "Nefsimi, ölümden sonra bana
geri iade eden ve uykusunda öldürmeyen Allah'a hamdolsun. İzniyle yedi semayı
arzın üzerine düşmekten alıkoyan Allah'a hamdolsun" dese bu kimse
yatağından düşüp ölse şehit olur, kalkıp namaz kılsa faziletler içinde namaz
kılmış olur." [Rezîn ilâvesidir.][13]
ـ8ـ وعن أنس
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال رسولُ
اللّهِ #: ‘ن
أقْعُدَ مَعَ
قَوْمٍ
يَذْكُرونَ اللّهَ
تَعالى مِنْ
صََةِ
الْغَدَاةِ
حَتَّى
تَطْلُعَ
الشَّمْسُ
أحَبُّ إلىَّ
مِنْ أنْ
أعْتِقَ
أرْبَعَةً
مِنْ وَلَدِ
إسْمَاعِيلَ،
وَ‘نْ أقْعُدَ
مَعَ قَوْمٍ
يَذْكُرُونَ
اللّهَ
تَعالى مِنْ
صََةِ
الْعَصْرِ
حَتَّى تَغْرُبَ
الشَّمْسُ
أحَبُّ إلىَّ
مِنْ أنْ
أُعْتِقَ
أرْبَعَةَ[.
أخرجه أبو
داود .
8. (1757)- Hz.Enes (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Allah'ı
zikreden bir cemaatle sabah namazı vaktinden güneş doğuncaya kadar birlikte
oturmam, bana İsmâil'in oğullarından dört tanesini âzad etmemden daha sevgili
gelir. Allah'ı zikreden bir cemaatle ikindi namazı vaktinden güneş batımına
kadar oturmam dört kişi âzad etmemden daha sevgili gelir." [Ebû Dâvud, İlm
13, (3667).][14]
AÇIKLAMA:
1-
Burada Allah'ı zikirden maksad her çeşit zikir olabilir: Kur'ân-ı Kerim'i tilâvet etmek, tesbih (subhânallah), tehlil
(lâilâhe illallah), tahmid (elhamdülillah), Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a salavât. Âlimler zikir ve ibadet mânasına dâhil edilen ilmî
meşguliyet, tefsir ve hadis gibi şer'î ilimlerin öğrenilmesini de burada
mütâlaa ederler.
2-
Böyle bir cemaatte, fiilen zikretmeyip dinleyici olarak bulunmanın da aynı
fazileti vereceği belirtilmiştir. "Böyle hayırla meşgul olanlara
arkadaşlıktan zarar gelmez" denmiştir.
3-
Bu hadis, zikrin, köle âzadı ve
sadakadan efdal olduğunu beyan etmektedir.
4-
Hadis günlük zamanı tanzim yönüyle de yol göstericidir: "Mü'min imkân nisbetinde sabah ve ikindi vakitlerini
faydalı sohbetlere tahsis etmelidir.[15]
ـ9ـ وعن أبى
هريرة رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رسولُ اللّهِ
#: يَنْزِلُ
رَبُّنَا
كُلَّ لَيْلَةٍ
إلى سَمَاءِ
الدُّنْيَا
حِينَ يَبْقى
ثُلُثُ
اللَّيْلِ
اŒخِرُ،
فَيَقُولُ: مَنْ
يَدْعُونِى
فَأسْتَجِيبَ
لَهُ، مَنْ يَسْأَلُنِى
فَأعْطِيَهُ،
مَنْ
يَسْتَغْفِرُنِى
فَأغْفِرَ
لَهُ[. أخرجه
الستة إ
النسائى.وفي
أخرى لمسلم:
]إنَّ اللّهَ
تَعالى
يُمْهِلُ حَتَّى
إذَا ذَهَبَ
ثُلُثُ
اللَّيْلِ
ا‘وَّلُ نَزَلَ
إلى سَمَاءِ
الدُّنْيَا
فَيَقُولُ: أنَا
المَلِكُ،
أنَا
المَلِكُ،
مَنْ ذَا الَّذِى
يَدْعُونِى[.
الحديث .
والمراد:
نزول الرحمة
وا‘لطاف
ا“لهية .
9. (1758)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Her
gece, Rabbimiz gecenin son üçte biri girince, dünya semasına iner ve:
"Kim
bana dua ediyorsa ona icabet edeyim. Kim benden bir şey istemişse onu vereyim,
kim bana istiğfarda bulunursa ona mağfirette bulunayım" der."
Rivayetin
Müslim'deki bir vechi şöyle: "Allahu Teâla gecenin ilk üçte biri geçinceye
kadar mühlet verir. Ondan sonra yakın semâya inerek şöyle der:
"Melik
benim, Melik benim. Kim bana dua edecek?" [Buhârî, Tevhid 35, Teheccüd 14,
Daavât 13, Müslim,Salâtu'l-Müsâfirin 166, (758); Muvatta, Kur'ân 30, (1, 214);
Tirmizî, Daavât 80, (3493); Ebû Dâvud, Salât 311, (1315).][16]
AÇIKLAMA:
1-
Allah'ın dünya semasına inmesini ifade eden rivayetler çoktur, tevâtür
derecesine ulaşmıştır.
2-
İnme vaktiyle ilgili olarak hadislerde farklı zaman dilimleri zikredilmiştir:
"Cuma gecesi", "her gece", "gecenin son üçte
biri", "gecenin yarısı, yahut üçte ikisi gittimi", "gecenin
üçte biri geçtiği vakit."
3-
Allah'ın yeryüzüne inmesi müteşâbih bir ifadedir. İfadeyi, lügavî hakikatiyle
anlamak mümkün değildir. Zîra Allah'a mekan izâfe etmek olur. Halbuki Cenab-ı
Hakk, mahlûkata ait bir vasıf olan tehayyüzden (yani mekanla kayıtlanmak, bir yerde
olup başka yerde olmamakla, gelmek, gitmek gibi vasıflardan) münezzehtir,
uzaktır, bunlar mahlûkatla ilgili nâkıslık ifade eden sıfatlardır. Öyle ise
bunların Cenab-ı Hakk'a izâfesi, bir kısım gaybî hakikatı ve İlâhî şuûnâtı bize anlatmak, onların tarafımızdan kavranmasını
sağlamaktır.
Allah'ın
kullarına yakınlaşması, O'nun rahmetini ifade eder. Öyle ise geceleyin
belirtilen saatlerde, Allah'ın, yapılan duaları kabul etmek suretiyle lütuf ve
rahmetini bol kılacağı, lisan-ı nübüvvette o suretle ifâde edilmiştir. Hammâd
İbnu Zeyd, "Allah'ın inmesi, ikbal ve teveccühüdür" demiştir. "Allah'ın emîr ve melekleri
iner" şeklinde de te'vil edilmiştir. Hattâbî, bu ve benzer hadislerin
sıfat hadisi olduğunu, selef ulemâsının bu sıfatlara inanıp hadisleri zahirî
mâna üzerine bıraktığını, tevilden kaçındığını belirtir.
Esâsen,
hadiste temas edilen mânaya şu âyette destek bulunmuştur:
وَجَاءَ
رَبُّكَ
وَالْمَلَكُ
صَفّاً
صَفّاً
"Rabbin (in emri geldiği) melekler saf saf
olarak geldikleri vakit" (Fecr 22). [17]
ـ10ـ وعن أبى
أمامة رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قِيلَ
يَا رسولَ
اللّهِ : أىُّ
الدُّعَاءِ
أسْمَعُ؟
قالَ: جَوْفَ
اللَّيْلِ
اŒخِرَ،
وَدُبُرَ
الصَّلَوَاتِ
المَكْتُوبَاتِ[.
أخرجه الترمذى.»جَوْفُ
اللَّيْلِ«:
المراد به
ا‘وقات التى
يخلو ا“نسان
فيها بربه في
أثناء الليل،
»ودُبُرُ
كُلِّ شَئٍ«،
وراؤه
وعَقِبُهُ،
والمراد بعد
الفراغ من
الصلوات .
10. (1759)- Ebû Ümâme (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Derdi ki: "Ey Allah'ın Resûlü! En ziyade dinlenmeye (ve
kabule) mazhar olan dua hangisidir?"
"Gecenin
sonunda yapılan dua ile farz namazların ardından yapılan dualardır!" diye
cevap verdi." [Tirmizî, Daavât 80.][18]
ـ11ـ وعن أنس
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال رسول
اللّهِ #: َ
يُرَدُّ
الدُّعَاءُ
بَيْنَ ا‘ذَانِ
وَا“قَامَةِ.
قِيلَ: مَاذَا
نَقُولُ يَارسول
اللّهِ؟ قالَ:
سلُوا اللّهَ
الْعَافِيَة
في
الدُّنْيَا
وَاŒخِرَةِ[.
أخرجه أبو
داود والترمذى،
وهذا لفظه .
11. (1760)- Hz. Enes (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Ezanla
kaamet arasında yapılan dua reddedilmez (mutlaka kabule mazhar olur.)"
"Öyleyse,
dendi, "ey Allah'ın Resûlü, nasıl dua edelim?"
"Allah'tan,
dedi, dünya ve âhiret için âfiyet isteyin!" [Ebû Dâvud, Salât 35, (521);
Tirmizî, Salât 46, (216), Daavât 138, (3588, 3589).][19]
ـ12ـ وعن سهل
بن سعد رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رسولُ اللّهِ
#: ثِنْتَانِ َ
تُرَدَّانِ:
الدُّعَاءُ
عِنْدَ النِّدَاءِ،
وَعِنْدَ
الْبَأسِ
حَينَ يُلْحِمُ
بَعْضُهُمْ
بَعْضاً[.
أخرجه مالك
وأبو داود .
وزاد في
رواية:
»وتَحْتَ
المَطَرِ«رفي
المُوَطإ:
]سَاعَتَانِ
تُفْتَحُ
فِيهِمَا
أبْوَابُ
السَّمَاءِ،
وَقَلَّ
دَاعٍ
تُرَدُّ عَلَيْهِ
دَعْوَتُهُ،
حَضْرَةُ
النِّدَاءِ
لِلصََّةِ،
والصَّفِّ في
سَبِيلِ
اللّهِ.
»النِّدَاءُ«:
ا‘ذَان .
12. (1761)- Sehl İbnu Sa'd (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"İki
şey vardır, asla reddedilmezler: Ezan esnasında yapılan dua ile, insanlar
birbirine girdikleri savaş sırasında yapılan dua." [Muvatta, Nidâ 7, (1,
70); Ebû Dâvud, Cihâd 41, (2540).][20]
AÇIKLAMA:
1-
Rivâyetin Muvatta'da gelen vechi bazı nüshalarda mevkuftur. Ancak, ictihadla
söylenemeyecek bu çeşit ahbarın ref'ine hükmedilmiştir. Yani Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in sözü olmalıdır. Mamafih, aynı rivayet İmam
Mâlik'ten merfu olarak da rivayet edilmiştir. Muvatta'nın rivayeti metin
itibariyle de farklıdır:
سَاعَتَانِ
يُفْتَحُ
لَهُمَا
اَبْوَابُ
السَّمَاءِ
وَقَلَّ
دَاعٍ
تُرَدُّ
عَلَيْهِ
دَعْوَتُهُ،
حَضْرَةُ
النِّدَاءِ
لِلصََّةِ
وَالصَّفُّ
في سَبِيلِ
اللّهِ
"İki vakit vardır, onlarda
sema kapıları açılır,dua edenlerden pek azının duası kabul edilmeyip geri
çevrilir: Namaz için ezan okunma vakti, Allah yolunda (cihad için) saf tutma
ânı."
2-
Sema kapılarının söylenen iki vakitte açılması, o vakitlerin faziletini ifade
eder. Yani o iki vaktin Allah indindeki kıymet ve faziletleri sebebiyle o
zamalarda sema kapıları açılır ve yapılan dualar kabul-i İlâhi'ye mazhar
olurlar.
Hadis
nadir hallerde, o mübârek vakitlerde yapılarak duanın geri çevrileceğini ifade
ediyor. Zürkânî, duanın kabul edilme şartlarından veya rükünlerinden birinin
eksikliği gibi bir sebeple reddedilmesinin söz konusu olacağını belirtir.
3-
Duayı makbul kılan savaş, îlayı kelimetullah için yapılan savaştır. Bu da
küffâra karşı bu niyetle yapılan savaştır. Ganimet, şeref, tegallüb gibi
Allah'ın rızasını kazanmaya yönelik olmayan maksadlarla yapılan savaşlar buraya
girmez.
4-
Şunu da belirtelim ki, bu anlarda yapılan duada istenen şeyler de mühimdir.
Allah'ın rızasına uymayacak şeyler taleb edilmemelidir. Taberânî, Müstedrek ve
Deylemî'de gelen bir rivayet şöyle: ثََثُ
سَاعَاتٍ
لِلْمَرْءِ
الْمُسْلِمِ
مَا دَعَا
فِيهِنَّ إَّ
اسْتُجِبَ
لَهُ لَمْ
يَسْألْ
قَطِيعَةَ
رَحْمٍ أوْ
مَأثَمٍ:
حِينَ
يُؤذِّنُ
الْمَؤذِّنُ
بِالصََّةِ حَتّى
يَسْكُتَ
وَحِينَ
يَلْتَقِى
الصَّفَّانِ
حَتَّى
يَحْكُمَ
اللّهُ
بَيْنَهُمَا وَحِينَ
يَنْزِلُ
الْمَطَرُ
حَتّى يَسْكُنَ
"Müslüman kişi için üç
vakit vardır, onlarda dua ederse, sıla-i rahmi kıran ve günah olan bir şey
taleb etmedikçe, kendisine mutlaka icabet edilir: Namaz için müezzin ezan okurken susuncaya
kadar, savaşta iki saf karşılaşınca Allah aralarında hükmedinceye kadar, yağmur
yağarken kesilinceye kadar."[21]
13ـ وعن أبى
هريرة رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال رسول
اللّهِ #:
أقْرَبُ مَا
يَكُونُ
الْعَبْدُ
مِنْ رَبِّهِ
وَهُوَ
سَاجِدٌ،
فأكْثِرُوا
الدُّعَاءَ[.
أخرجه مسلم
وأبو داود
والنسائى .
13. (1762)- Ebû Hüreyre (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Kul
Rabbine en ziyade secdede iken yakın olur, öyle ise (secdede) duayı çok
yapın." [Müslim, Salât 215, (482); Ebû Dâvud, Salât 152, (875).][22]
AÇIKLAMA:
Bu
hadiste ifade edilen yakınlık, maddî bir yakınlık, yâni mekân yakınlığı olmamalıdır.
"Zira Allah, ilmiyle kişiyi bilme, kalbinin hatıratından bile haberdar olma, kişi üzerinde istediği şekilde
tasarruf ederek ona kıyam, sağlık, hastalık, ölüm verme gibi hususlarla şah
damarından daha yakındır" (Kâf 16). Tıpkı güneşin ışıklarıyla yeryüzündeki
herbir mahlukun yanında hazır bulunması gibi.
Ama
kul, maddî olarak Rabbinden uzaktır, Secde hâlinde kulluk, en geniş, en kâmil
hâliyle tezâhür ettiği için, bu kula mânevî bir yakınlık, Rabbinin rızasına
uygun bir hal kazandırmaktadır. Nitekim âyet-i kerimede "Secde et ve
yakınlık kazan" (Alak 19) emredilmektedir.
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), sadedinde olduğumuz rivayette, İlâhî yakınlığa ermede
zirve olduğu bizzat Allahu Zülcelâl hazretleri tarafından belirtilmiş olan
secde hâlinde çok dua etmeye teşvik etmektedir.[23]
ـ14ـ وعنه
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رسولُ اللّهِ
#: ثََثُ
دَعَوَاتٍ
مُسْتَجَابَاتٌ
َشَكَّ في
إجَابَتِهِنَّ:
دَعْوَةُ
المَظْلُومِ،
وَدَعْوَةُ
المُسَافِرِ،
وَدَعْوَةُ
الْوَالِد
عَلى وَلَدِهِ[
.
14. (1763)- Yine Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
anlatıyor:
"(Allah'ın
kabul ettiği) üç müstecab dua vardır, bunların icâbete mazhariyetleri hususunda
hiç bir şekk yoktur. Mazlumun duası, müsâfirin duası, babanın evladına duası." [Tirmizî, Birr
7, (1906); Cennet 2, (2528), Daavât 139, (3592); Ebû Dâvud, Salât 364, (1536);
İbnu Mâce, Dua 11, (3862).][24]
AÇIKLAMA:
1-
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), burada duası makbul olan üç kişiyi haber vermektedir: Mazlum, misafir
ve baba. Aslında hadislerde duası makbul olan başka kimseler de mevzubahis
edilmiştir. Oruç açtığı sırada oruçlunun duası, âdil imamın duası, gâibin gâibe
duası (kişinin arkasından yapılan dua). Şu halde, hadislerde geçen rakamlar
kesin sayı bildirmeye mâtuf değildir.
2-
Mazlumun yâni zulme uğrayanların dualarının makbuliyeti, onların Mü'min ve
Müslüman olmaları şartına bağlı değilir. Başka rivayetlerde zulme uğrayan
kimsenin fâcir (büyük günahı alenen işleyen) veya kâfir olmaları hâlinde de dualarının makbul olduğu tasrih
edilmiştir.
اِتَّقُوا
دَعْوَةَ
الْمَظْلُومِ
وَاِنْ كَانَ
كَافِراً
فَإنَّهُ
لَيْسَ دُونَهَا
حِجَابٌ
"Mazlumun duasından
kaçının, kâfir bile olsa. Zira onun duasının önünde perde yoktur."
دَعْوَةُ
الْمَظْلُومِ
مُسْتَجَابَةٌ
وَإنْ كَانَ
فَاجِراً فَفُجُورُهُ
عَلى
نَفْسِهِ
"Mazlumun duası makbuldür,
fâcir bile olsa; zira onun fücûru kendi aleyhinedir."
Hemen
kaydedelim ki, hadiste yasaklanan zulüm, mutlaktır. Âlimler, bu durumdan
hareketle mal, can, ırz vs. her neye yönelik olursa olsun, bütün çeşitleriyle
zulmün yasaklandığını belirtirler.[25]
ـ15ـ وعن ابن
عمرو بن العاص
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهما
قال: ]قالَ
رسولُ اللّهِ
#: مَا منْ
دَعْوَةٍ
أسْرَعُ
إجَابَةً
مِنْ
دَعْوَةِ
غَائِبٍ
لِغَائِبٍ[.
أخرجهما أبو
داود
والترمذى.
15. (1764)- Abdullah İbnu Amr İbni'l-Âs
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"İcâbete
mazhar olmada gâib kimsenin gâib kimse hakkında yaptığı duadan daha sür'atli
olanı yoktur." [Tirmizî, Birr 50, (1981), Ebû Dâvud, Salât 364, (1535);
Müslim, Zikr 88, (2733); Buhârî, Mezâlim 9.][26]
AÇIKLAMA:
1-
Bu hadise göre, Allah'ın derhal kabul buyuracağı dualardan biri de, mü'min
kimsenin mü'min kardeşi için gıyâbında yapacağı duadır. Bu hususta Müslim'in bir riayeti daha açıktır:
دَعْوَةُ
الْمَرْءِ
الْمُسْلِمِ
‘خِيهِ
بِظَهْرِ
الْغَيْبِ
مُسْتَجَابَةٌ،
عِنْدَ
رَأسِهِ
مَلَكٌ
مُوَكَّلٌ
كُلَّمَا
دَعَا ‘خِيهِ
بِخَيْرٍ
قَالَ
الْمَلَكُ الْمُوَكَّلُ
بِهِ آمِنْ
وَلَكَ
بِمِثْلِهِ
"Müslüman kimsenin, kardeşi
için gıyâbında yaptığı dua müstecâbdır. Dua edenin başucunda ona müvekkel bir
melek vardır. Kardeşi için hayır dua yaptıkça bu melek: "Amin, istediğin
şeyin bir misli de sana olsun" der." [27]
Hey'et
dilimizde bir kaç mânada kullanılır. Şekil, sûret, görünüş, kılıkkıyafet, hâl,
durum; bir bütünü teşkil eden cüzlerin hepsi, kurul, jüri vs. Sadedinde
olduğumuz hadiste hey'et kelimesi daha ziyade kılıkkıyafet, durum mânalarında
kullanılmıştır.
Dua
eden kimsenin, kılık kıyâfet ve dış görünüş itibariyle takınması gereken bazı tavırlar, dikkat
etmesi gereken bazı hususlar mevcuttur. Burada Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın bu çeşit irşadlarını göreceğiz.[28]
ـ1ـ عن ابن
عباس رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]قال رسولُ
اللّهِ #: َ
تسْتُرُوا
الجدُرَ،
وَمَنْ
نَظَرَ في
كِتَابِ
أخِيهِ
بِغَيْرِ
إذْنِهِ،
فإنَّمَا
يَنْظُرُ في
النَّارِ،
سَلُوا
اللّهَ تَعالى
بِبُطُونِ
أكُفِّكُمْ،
وََ تَسْألُوهُ
بِظُهُورِهَا،
فإذَا
فَرَغْتُمْ
فامْسَحُوا
بِهَا
وُجُوهَكُمْ[.
أخرجه أبو
داود .
1. (1765)- İbnu Abbas (radıyallâhu
anhümâ) hazretleri anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Duvarları
örtmeyin. Kim kardeşinin mektubuna, onun izni olmadan bakarsa, tıpkı ateşe bakmış gibi olur.
Allah'tan avuçlarınızın içiyle isteyin, sırtlarıyla istemeyin; duayı
tamamlayınca avucunuzu yüzlerinize sürün." [Ebû Dâvud, Salât 358, (1489,
1490, 1491).][29]
AÇIKLAMA:
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) bir kaç meseleye birlikte temas etmiştir:
1-
Duvarlar halı, kilim vs. ile örtülmemelidir. Çünkü bu iş, hem mütekebbirlerin
amelidir, hem de malın ziyân edilmesi, israf edilmesidir. Zira duvarlarına
örtülmesini gerektiren hiçbir zarurî durum mevcut değildir. Müslim'de gelen bir
rivayette Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), kapının üzerine halı asmış olan
Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ)'ye:
"Allah, bize taş ve toprağa elbise giydirmemizi emretmemiştir"
diyerek indirtir.
2-
Hadiste "kardeşinin kitabı"na bakmak da yasaklanmaktadır. Şârihler,
buradaki kitaptan maksadın, içerisinde, öğrenilmesi herkese vacib olan ilmin
bulunduğu kitap olmayıp, sâhibi tarafından başkasının bakması arzu edilmeyen
mektup olduğu belirtilir. Belki bu mektupta, sır olan, başkasının muttali
olması istenmeyen bazı bilgiler vardır. Öyle ise böyle bir mektuba bakmak ateşe
bakmak gibidir.
Ateşe
bakmak için, bazı âlimler "hadisin
siyakından anlaşılacağı üzere insan için zararlı bir şey olmalıdır"
demişlerdir. Mamafih, bundan maksadın "ateşe yaklaşmak ve yaslanmak"
olabileceği, ihtimal olarak belirtilmiştir. Üçüncü bir ihtimale göre mânâsı;
kişi, kardeşinin bakılmasını istemediği bir mektubuna bakmakla ateşi gerektiren bir şeye bakmış
olmaktadır.
3-
Hadisin, sadedinde olduğumuz mevzuya, yani dua edenin hey'eti meselesine temas
eden kısmı, son kısmıdır: Dua ederken avucun açılıp avuç içi yukarı gelecek
şekilde kaldırılması, elin sırt kısmı yukarı gelecek şekilde tutularak dua
edilmemesi, dua bitince de ellerin yüze sürülmesi istenmektedir.
Azimâbâdî,
bu hususta şu açıklamayı yapar: "Bir şey taleb edene uygun düşeni, elini
taleb ettiği şeye doğru uzatması,
tazarru ile açıp bol ihsanla
dolmasını istemesi, her iki elini birden, ihsan sahibine doğru kaldırmasıdır.
Ancak, kim de başına gelen bir belânın kalkmasını isterse, sünnet, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a ittibâen, ellerin sırtını semaya kaldırmaktır.
Bunun hikmeti, birincide, arzu edilen şeyin hüsûlüyle tefâül etmek, yâni hayra ermek
ümidinde bulunmak, ikincide ise, zararlının def'iyle hayra erme ümidinde
bulunmaktır.
4-
Duânın sonunda elin yüze çalınması teberrük içindir. Yani, dua ile ellere inmiş
olan rahmet eserleri, sürmek suretiyle yüze ulaştırılmış olur.[30]
ـ2ـ وعن أنس
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]رَفَعَ رسولُ
اللّهِ #
يَدَيْهِ في
الدُّعَاءِ،
حَتَّى
رَأيْتُ
بَيَاضَ
إبْطَيْهِ[.
أخرجه البخارى
.
2. (1766)- Hz. Enes (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) dua ederken ellerini
öyle kaldırdı ki, koltuk altlarının
beyazlığını gördüm." [Buhârî, İstiska 21.] [31]
ـ3ـ وعن عمر
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كَانَ رسولُ
اللّهِ # إذا
رفَعَ
يَدَيْهِ في
الدُّعَاءٍِ
لَمْ
يَرُدَّهُمَا
حَتَّى
يَمْسَحَ بِهِمَا
وَجْهَهُ[.
أخرجه
الترمذى .
3. (1767)- Hz. Ömer (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ellerini dua ederken
kaldırınca, onları yüzlerine sürmedikçe geri bırakmazlardı." [Tirmizî,
Daavât 11, (3383).][32]
AÇIKLAMA:
Bu
rivayet dahi duadan sonra ellerin yüze sürülmesinin meşruiyetini gösterir. Bazı
âlimler şöyle bir mütâlaada bulunmuştur: "Allahu Teâlâ, dua edeni hiçbir
zaman boş çevirmeyip, kendisi için kalkan ele bir rahmet ulaştırdığına göre,
ondaki rahmetin en şerefli ve tekrime en elyak organ olan yüze sirâyet
ettirilmesi münâsiptir."[33]
ـ4ـ وعن أبى
هريرة رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]إنَّ
رَجًُ كانَ
يَدْعُو
بِأصْبُعَيْهِ،
فقَالَ لَهُ
رسول اللّهِ #:
أَحِّدْ
أَحِّدْ[. أخرجه
الترمذى
والنسائى،
وقال
الترمذى:معنى
هذا الحديث:
إذا أشار
الرجل بأصبعه
في الدعاء عند
الشهادة، ف
يشير إ بأصبع
واحدة .
4. (1768)- Ebû Hüreyre (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Adamın biri iki parmağı ile dua ediyordu. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm):
"Birle!
Birle!" diye müdâhale etti." [Tirmizî, Daavât 117, (3552); Nesâî,
Sehv 37, (3, 38).][34]
AÇIKLAMA:
İki
parmağıyla duadan maksad, dua ederken iki parmağıyla işaret etmesidir. Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), te'kid maksadıyla iki kere:
"birle!" buyurmuştur. Birlemesini söylemesinin sebebi,
Rabbülâlemin'in tek olması sebebiyledir.
İbnu
Deybe'nin, hadisin sonunda kaydettiği şöyle bir açıklama var: "Bu hadisin
mânası: "Kişi, dua ederken şehâdet getirince parmağını kaldıracaksa sadece
tek bir parmağını kaldırsın" demektir."[35]
ـ5ـ وعن سهل
بن سعد رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]مَا رَأيْتُ
رَسول اللّهِ
# شَاهِراً
يَدَيْهِ
قَط يَدْعُو
عَلى
مِنْبَرِهِ،
وََ عَلى
غَيْرِهِ،
وَلكِنْ
رَأيْتُهُ
يَقُولُ
هكَذَا:
وَأشَارَ
بِالسَّبَّابَةِ،
وَعَقَدَ
بِا“بْهَامِ
وَالوُسْطى[.
أخرجه أبو داود
.
5. (1769)- Sehl İbnu Sa'd (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı ne minberde ne
de bir başka şey üzerinde dua yaparken ellerini uzattığını görmedim. Bilakis
şöyle gördüm" dedi ve baş ve orta parmaklarını kapayıp şehâdet parmağını
açmış vaziyette işaret etti." [Ebû Dâvud, Salât 230, (1105).][36]
AÇIKLAMA:
1-
Burada Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın koltuk altı görünecek şekilde
mübalağalı şekilde kollarını uzatıp kaldırmadığı belirtiliyor. Mübalağalı diye
kayıtlamak şarttır. Zira Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in mutad olarak
dua sırasında ellerini kaldırdığı sâbit
ve müsellem bir husustur. 1766 numarada geçtiği üzere istisnâi durumlarda da
koltuk altı görülecek şekilde kollarını kaldırdığı rivayetlerde gelmiştir.
2-
Şârih Azimâbâdî, bu hadisin, Sehl İbnu Sa'd'a sorulan bir soruya cevap olma
ihtimalinden bahseder. Bu takdirî soru şudur: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) minberde iken hiç ellerini kaldırarak dua etti mi?" Sehl bu
soruya: "Ben bunu, söylenen şekilde yaptığını görmedim. Ancak, onu vaaz
sırasında orta ve baş parmaklarını kapatıp şehâdet parmağıyla işâret eder
vaziyette gördüm. Sanki O, bu parmağını teşehhüd sırasında kaldırıyordu"
şeklinde cevap vermiştir. Allahu a'lem."
Hadisteki
ibhâm böyle bir açıklamayı gerekli kılmaktadır.[37]
ـ6ـ وعن
سلمان رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رسولُ اللّهِ
#: إنَّ رَبَّكُمْ
حَىٌّ
كَرِيمٌ
يَسْتَحِى
مِنْ عَبْدِهِ
إذَا رَفَعَ
يَدَيْهِ
إلَيْهِ أنْ
يَرُدَّهُمَا
صِفْراً[.
أخرجه أبو
داود
والترمذى .
6. (1770)- Hz. Selmân (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Rabbiniz
hayiydir, kerimdir. Kulu dua ederek kendisine elini kaldırdığı zaman, O,
ellerini boş çevirmekten istihya eder." [Tirmizî, Daavât 118, (3551); Ebû
Dâvud, Salât 358, (1488).] [38]
AÇIKLAMA:
1-
Hayiy, çok haya eden, fazlaca utanan demektir. Haya vasfını Allah hakkında
lügat manasında kullanmak uygun değildir. Çünkü, lügat olarak haya, kişide
ayıplanma ve kınanma korkusu gibi bir şey sebebiyle hâsıl olan değişme ve
inkisâr mânasına gelir. Böyle bir hâl Zât-ı Zülcelâl hakkında muhaldir. Öyle
ise lügat yönüyle "çok utanan" mânasına gelen hayiy kelimesi Allah
hakkında kullanılınca, bundaki gaye maksuddur. Hayadan maksad ve gaye
ayıplanacak şeyin yâni hoş olmayan şeyin terki olduğuna göre, ulemâ, Allah hakkında şu mânada anlamıştır:
Allah'ın "hayiy" olması, kulu memnun edecek şeyi yapması, ona zarar
verecek şeyi terketmesi demektir. Öyle ise sadedinde olduğumuz hadisi,
"Cenab-ı Hakk, dua eden kuluna, kulun hayrına olan şeyi mutlaka verir,
duasını sevapsız, boş bırakmaz" diye anlayacağız. Bu "verme"
işinin Cenab-ı Hakk'ın hikmeti muktezasınca, ya "istediğine aynen
kavuşması", yahut "daha iyisinin verilmesi", yahut da
"sevap verilmesi, günahlarının azaltılması" şeklinde tecelli edeceği
daha önce belirtilmişti (bak. 1751. hadis).
2-
Kerim, istemeden veren, bol veren mânasına gelir. Cenab-ı Hakk'ın vasıflarından
biri "istemeden vermek" ise, isteyince daha çok verir demektir.
Böylece
kul, dua etmeye teşvik edilmiş olmaktadır.
3-
Hadiste kul mutlak gelmiştir. Yani, mü'min, fâsık, kâfir ayırımı mevcut
değildir. Bazı şarihler "mü'min" diye kayıtlamışlardır. Esâsen, kavlî
duayı yani dil ile, sözle olan talebi sadece mü'minler yapar. Öyle ise,
mü'minin inanarak yatığı hiçbir dua boşa
gitmeyecektir.[39]
ـ7ـ وعن أبى
هريرة رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ رسولُ
اللّهِ #:
ادْعُوا
اللّهَ،
وَأنْتُمْ مُوقِنُونَ
بِا“جَابَةِ،
وَاعْلَمُوا
أنَّ اللّهَ
تَعالى َ
يَسْتَجِيبُ
دُعَاءً مِنْ قَلْبٍ
غَافِلٍ َهٍ[.
أخرجه
الترمذى .
7. (1771)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Allah'a
duayı, size icabet edeceğinden emin
olarak yapın. Şunu bilin ki Allah celle
şânuhu (bu inançla olmayan ve) gafletle (başka meşguliyetlerle) oyalanan kalbin
duasını kabul etmez." [Tirmizî, Daavât 66. (3474.)][40]
AÇIKLAMA:
1-
Bu hadis, duanın makbul olmasında gerekli olan mühim âdablarından bir kaç tanesini belirtmektedir:
*
Duanın mutlaka icabet göreceğine, yani karşılıksız kalmayacağına kesinlikle
inanmaktır. Tercümede "emin olmak" tâbirini kullandık, halbuki
aslında mukin kelimesi kullanılmıştır. Bu, yakin elde etmiş, kesin inanca
ulaşmış, hiçbir tereddüdü kalmamış gibi mânalara gelir, emin olmaktan çok daha
kuvvetli bir mâna ifade eder.
*
Dua ederken kalbin gâfil olması, Allah'ı veya istediği şeyi düşünmemesi,
yaptığı dua fiilinin tam şuurunda olmaması demektir.
*
Oyalanma olarak tercüme ettiğimiz kelimenin aslı lâhin'dir, dilimizdeki
lehviyat kelimesi aynı kökten gelir, eğlenen demektir. Bu da, tıpkı gaflet
gibi, kalbin Allah'tan başka bir şeyle meşguliyetini ifade eder.
Yani,
dua eden kimsenin kalbi, zihni, aklı, hayali, kısacası letâif denen bütün
mânevî duygu ve cihazları Allah'tan istediğinden başka bir şeyle meşgul
olmamalıdır. Aksi halde, sâdece dille, gâfilâne yapılacak bir kısım taleplerin
makbul olmayacağını Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) açık bir üslubla beyan
etmektedir.
2-
Bu hadisin mânasını te'yid eden başka rivayetler de mevcuttur. Ahmed İbnu
Hanbel (rahimehullah)'in Abdullah İbnu Amr (radıyallâhu anhümâ)'dan kaydettiği
bir rivayet şöyle:
اَلْقُلُوبُ
اَوْعِيَةٌ
وَبَعْضُهَا
اَوْعَى مِنْ
بَعْضٍ فإذَا
سَألْتُمُ
اللّهَ عَزَّ
وَجَلَّ يَا
اَيُّهَا
النَّاسُ
فَاسْألُوهُ
وَاَنْتُمْ
مُوقِنُونَ
بِا“جَابَةِ
فإنَّ اللّهَ
َ يَسْتَجِيبُ
لِعَبْدٍ
دَعَاهُ عَنْ
ظَهْرِ
قَلْبٍ غَافِلٍ.
"Kalpler bir kaptır. Bazısı
bazısından daha iyi tutar (anlayışlıdır). Öyleyse, ey insanlar, Allah'tan bir
şey isteyince, Allah'ın icabet edeceğinden emin olarak isteyin. Zîra Allah,
kendisine gâfil kalble farkında olmadan dua eden bir kula icâbet etmez." [41]
Duanın
makbul olması için, dua edenin hey'eti, tavrı yeterli değildir. Duanın mahiyeti
de ehemmiyetlidir. Bir başka ifade ile neler istenmeli, taleb edilmelidir?
İşte, bu fasılda duanın keyfiyetini ve mahiyetini açıklayan rivayetler
görülecektir.[42]
ـ1ـ عن فضالة
بن عبيد
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]سَمِعَ رسولُ
اللّهِ #
رَجًُ
يَدْعُو في
صََتِهِ
وَلَمْ
يُصَلِّ عَلى
النَّبىِّ #،
فقَالَ:
عَجِلَ هذَا،
ثُمَّ
دَعَاهُ
فقَالَ: إذَا
صَلّى
أحَدُكُمْ
فَلْيَبْدَأ
بِتَحْمِيدِ
اللّهِ
تَعالى
وَالثَّنَاءِ
عَلَيْهِ، ثُمَّ
ليُصَلِّ
عَلى
النَّبِىِّ #
ثُمَّ لْيَدْعُ
بَعْدُ بِمَا
شَاءَ[. أخرجه
أصحاب السنن .
1. (1772)- Fadâle İbnu Ubeyd
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) dua eden
bir adamın, dua sırasında Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e salat ve
selam okumadığını görmüştü. Hemen:
"Bu
kimse acele etti" buyurdu. Sonra adamı çağırıp:
"Biriniz
dua ederken, Allahu Teâla'ya hamd u senâ ederek başlasın, sonra Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'e salât okusun, sonra da dilediğini istesin" buyurdu."
[Tirmizî, Daavat 66,(3473, 3475); Ebû Dâvud, Salât 358, (1481); Nesâî, Sehv 48,
(3, 44).][43]
AÇIKLAMA:
1-
Bu rivayet, duanın makbul olması için mahiyetce nasıl olması gerektiği
hususunda bilgi vermektedir. Allah'a hamd ve sena ile başlanmalı ve mutlaka
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a salâtu selâm okunmalıdır. Böylece hamdele
ve salvele okunduktan sonra duaya geçilmelidir.
2-
Hadisin Tirmizî'de gelen bir vechine göre: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) (Ashâbıyla Mescid'de) otururken biri gelerek namaz kılar ve sonra:
"Rabbim bana mağfiret et, bana rahmet
et" diye dua eder. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Ey
namaz kılan kişi, acele ettin. Namazı kılıp oturdun mu, Allah'a lâyık olduğu
şekilde hamdet, bana salât oku. Sonra Allah'a dua et" dedi. Râvi der ki:
"Bundan sonra bir başkası daha namaz kıldı, önce Allah'a hamdetti, sonra
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e salât okudu. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buna da şunu söyledi:
"Ey
namaz kılan kişi dua et, icabet göreceksin!"
3-
Salât, dua demektir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e salât okumak,
O'na dua etmektir. Umumiyetle: "Allahümme salli alâ Muhammedin..."
"Ey Allah'ım Muhammed'e salât (mağfiret, rahmet, bereket) et...!"
diye başlayan mesnun, sabit formülleri vardır.
Salât
kelimesi dilimizde hem namaz, hem de dua kelimeleriyle karşılanır. Yani Arapça
olan salât sadece dua demek değildir. İslâm'ın resmî ibadeti olan namaz
mânasına da kullanılmaktadır.
4-
Duanın makbul olma âdâbından biri de, müteâkip hadiste belirtileceği üzere,
yaptığımız duanın Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e salât ile sona
ermesidir.[44]
ـ2ـ وعن عمر
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال : ]قال رسول
اللّهِ #:
الدُّعَاءُ
مَوْقُوفٌ
بَيْنَ السَّمَاءِ
وَا‘رْضِ َ
يَصْعَدُ
حَتَّى
يُصَلَّى
عَلَىَّ، فََ
يَجْعَلُونِى
كَغُمْرِ
الرَّاكِبِ
صَلُّوا
عَلىَّ أوَّلَ
الدُّعَاءِ
وَأوْسَطَهُ
وَآخِرَهُ[.
أخرجه
الترمذى
موقوفا على
عمر، ورفعه
رزين.»الغُمْرُ«:
القَدَحُ
الصغير
كالقعب.
والمعنى أن الراكب
يحمل رحله
وأزواده،
وبترك قعبه
إلى آخر
ترحاله، ثم
يعلقه على
آخرة الرحل أو
نحوها كالعوة
فليس عنده
بمهمّ،
فنهاهم # أن
يجعلوا الصة
عليه تبعاً
غير مهمة .
2. (1773)- Hz. Ömer (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Dua
sema ile arz arasında durur. Bana salât
okunmadıkça, Allah'a yükselmez. [Beni hayvanına binen yolcunun maşrabası yerine
tutmayın. Bana, duanızın başında,
ortasında ve sonunda salât okuyun.]"
[Tirmizî,
Salât 352, (486). Tirmizî, bunu Hz. Ömer (radıyallahu anh)'e mevkuf olarak
rivayet etmiştir. Rezîn ise merfu olarak rivayet etmiştir.][45]
AÇIKLAMA:
1-
Bu rivayetin, köşeli paranteze ([...]) kadar olan kısmı, Tirmizî'de mevcuttur
ve mevkuftur, yani Hz. Ömer'in sözü olarak kaydedilmiştir. Rezîn, metinde
görüldüğü üzere, tam olarak kaydetmiştir ve Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'e nisbet etmektedir. Merfu rivayeti de varsa da sahih olanı mevkuf olmasıdır. Ancak muhakkik olan
muhaddisler, bu çeşit hükmün reyle verilemeyeceği prensibinden hareketle,
hadisin hükmen merfu olduğuna hükmederler.
2-
Duanın Allah'a yükselmesi, Allah'a mekan izafesi değildir. Allah'a yükselme,
Kur'ânî bir tâbirdir ve kabule mazhar olma mânasına gelir: إلَيْهِ
يَصْعَدُ
الْكَلِمُ
الطَّيِّبُ
وَالْعَمَلُ
الصَّالِحُ
يَرْفَعَهُ "Güzel
sözler O'na yükselir, o sözleri de sâlih amel yükseltir" (Fâtır 10).
3-
Maşraba teşbihine gelince: Yolcu, bineğine yol eşyalarını, azığını yükledikten
sonra, son olarak, hın-i hacette kullanmak üzere maşrabasını semerin arkasına
takar. Maşraba, yolcu nazarında pek ehemmiyet taşımaz. İşte Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), kendisine yapılacak duayı (salât), bu yolcu maşrabası
gibi ehemmiyeti olmayan, tâlî bir şey kılmamalarını, O'na kıymet verip, duanın
başında ve sonunda salavâta yer
vermelerini tenbih ediyor.
el-Hısnu'l-Hasîn'de,
Ebû Süleyman ed-Dâranî duanın âdâbını şöyle tesbit etmiştir:
"Allah'tan
bir talebin olduğu zaman:
*
Önce Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a salât okuyarak başla.
*
Sonra,dilediğin talepde bulun,
*
Sonra, duanı Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a salât ile sona erdir.
(Duanı
iki salât arasında yapmalısın), zîra Cenâb-ı Hakk, keremiyle bu iki salâtı kabul eder. İki makbul dua olan
iki salât arasında yer alan talebini reddetmek O'nun keremine muvafık
düşmez."
Dua'nın
kabul şartları üzerine buna benzer bir açıklamayı, Bediüzzaman'dan kaydetmeyi
faydalı buluyoruz. Merhum, "mü'minin mü'mine en iyi duası nasıl olmalıdır?" saline cevap sadedinde
şu açıklamayı yapar:
"Elcevap:
Esbab-ı kabul dairesinde olmalı. Çünkü
bazı şerâit dahilinde dua makbul olur. Şerâit-i kabulün içtimâı nisbetinde
makbuliyeti ziyadeleşir. Ezcümle: Dua edileceği vakit, istiğfar ile mânevi
temizlenmeli, sonra makbul bir dua olan salavat-ı şerifeyi şefaatçi gibi
zikretmeli ve âhirde yine salavat getirmeli. Çünkü iki makbul duanın ortasında
bir dua makbul olur. Hem بِظَهْرِ
الْغَيبِ yâni "gıyâben ona dua etmek", hem hadiste
ve Kur'ân'da gelen me'sur (30) dualarla dua etmek. Meselâ: اَللَّهُمَّ
إنِّى
اَسْألُكَ
الْعَفْوَ
وَالْعَافِيَةَ
لِى وَلَهُ في
الدِّينِ
وَالدُّنْيَا
وَاŒخِرَةِ
ربَّنَا
آتِنَا في
الدُّنْيَا
حَسَنَةً وفي
اŒخِرَةِ حَسَنَةً
وَقِنَا
عَذَابَ
النَّارِ.
gibi câmi dualarla dua etmek; hem hulus ve huşu ve
huzur-u kalb ile dua etmek; hem namazın sonunda, bilhassa sabah namazından
sonra; hem mevâki-i mübâreke (mübârek
yerlerde), hususen mescidlerde; hem
cumada, hususen saat-ı icâbede; hem Şuhuru Selâsede (Üç Aylarda), hususen
leyâli-i meşhurede (meşhur gecelerde); hem Ramazan'da, hususen Leyle-i Kadir'de
dua etmek kabule karin olması rahmet-i İlâhiyeden kaviyyen me'muldür. O makbul
duanın ya aynen dünyada eseri görünür; veyahut dua olunanın ahiretine ve
hayat-ı ebediyesi cihetinde makbul olur. Demek aynı maksad yerine gelmezse, dua
kabul olmadı denilmez, belki, daha iyi bir surette kabul edilmiş denilir."[46]
ـ3ـ وعن ابن
مسعود رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كُنْتُ
أُصَلِّى،
وَالنَّبىُّ
#، وَأبُو
بَكْرٍ،
وَعُمَرُ
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهما
مَعَهُ،
فَلَمَّا
جَلَسْتُ
بَدَأتُ
بِالثَّنَاءِ
عَلى اللّهِ،
ثُمَّ بِالصََّةِ
عَلى
النَّبىِّ #،
ثُمَّ
دَعَوْتُ لِنَفْسِى،
فقَالَ
النَّبيُّ #:
سَلْ
تُعْطَهُ،
سَلْ
تُعْطَهُ[ .
3. (1774)- Hz. İbnu Mes'ud (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Hz. Ebû Bekir, Hz.
Ömer (radıyallâhu anhümâ) beraber otururlarken ben namaz kılıyordum. (Namazı bitirip) oturunca,
Allah'a sena ile zikretmeye başladım ve arkasından Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a salât okuyarak devam ettim. Sonra kendim için duada bulundum. (Bu
tarzımı beğenmiş olacak ki) Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):
"İşte!
İstediğin veriliyor. İşte! İstediğin veriliyor" dedi." [Tirmizî,
Cum'a 64, (593).][47]
AÇIKLAMA:
1-
Burada İbnu Mes'ud (radıyallâhu anh) salât kelimesi ile kıyamı, rükû ve
______________(30)
Me'sûr, eserde (hadîste, rivâyette) gelmiş olan demektir. secdesi olan salâtı yani
namazı kasdetmiştir. Zîra, sonunda oturduğunu belirtmektedir.
2-
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın "İşte! İstediğin veriliyor"
buyurması ve bunu tekrarla te'kid etmesi,
İbnu Mes'ud (radıyallâhu anh)' un beyan buyurduğu tarzın, duanın makbul
olma şartlarına uygunluğunu gösterir. Öyle olmasaydı, müdâhalesi tashihe
müteallik olacak idi.[48]
ـ4ـ وعن أبىّ
بن كعب رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كانَ
النَّبىُّ #
إذَا دَعَا
‘حَدٍ بَدَأ
بِنَفْسِهِ[.
أخرجهما
الترمذى
وصححهما .
4. (1775)- Hz. Übeyy İbnu Ka'b
(radıyallâhu anh) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) birisine dua
edeceği vakit önce kendisine dua ederek başlardı." [Tirmizî, Daavât, 10,
(3382).][49]
AÇIKLAMA:
1-
Bu rivâyet, Müslim'de Hz. Musa ile Hz. Hızır kıssasının bidâyetinde bir kısım
ziyade ile yer almıştır: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), herhangi
bir peygambere dua etmek isteyince kendinden başlardı".
2-
Ancak hemen ifade edelim ki, bu hadiste belirtilen husus Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın müstemir ve muttarid bir âdetini, prensibini ifâde
etmemektedir. Çünkü, kendisine hiç yer vermeden yaptığı dua örnekleri vardır.Hz.
Hâcer kıssasında: يَرْحَمُ
اللّهُ اُمَّ
اسْمَاعِيلَ لَوْ
تَرَكَتْ
زَمْزَمَ
لَكَانَتْ
عَيْناً
مَعِيناً
"Allah İsmail'in annesine
rahmet buyursun, zemzemi akmaya bıraksaydı tatlı bir pınar olacaktı" der.
Hassan
İbnu Sâbit (radıyallâhu anh) için yaptığı duada da şöyle demiştir: اَللَّهُمَّ
اَيِّدْهُ
بِرُوحِ الْقُدُسِ "Rabbim
onu Rûhu'l-Kudüs'le (Cebrail) takviye et, güçlendir."
İbnu
Abbâs (radıyallâhu anhümâ)'a da şöyle dua etmiştir:
اَللَّهُمَّ
فَقِّهْهُ في
الدِّينِ "Rabbim
onu dinde âlim kıl."Hz. Lût (aleyhisselâm)'a duası şöyledir. يَرْحَمُ
اللّهُ
لُوطاً
لَقَدْ كَانَ
يَأوِى إلى
رُكْنٍ
شَدِىدٍ
"Allah Lût'a rahmet
buyursun O, çok muhkem bir kaleye sığınmıştı."[50]
ـ5ـ وعن أبى
مصبح
المقرائى عن
أبى زهير
النميرى
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال:
]خَرَجْنَا
مَعَ
النَّبىِّ #
ذَاتَ
لَيْلَةٍ
فَأتَيْنَا
عَلى رَجُلٍ
قَدْ ألَحَّ
في
المَسألَةِ، فَوَقَفَ
رسول اللّهِ #
يَسْمَعُ
مِنْهُ،
فقَالَ:
أوْجَبَ إنْ
خَتَمَ،
فَقِيلَ:
بِأىِّ شَئٍ
يَخْتِمُ
يَارسول اللّهِ؟
قالَ:
بِأمِينَ،
وَانْصَرَفَ،
فَقِيلَ
لِلرَّجُلِ:
يَافَُنُ اخْتِمْ
بِأمِينَ،
وَأبْشِرْ[.
أخرجه أبو داود.»أوْجَبَ«:
إذَا فعل
شيئاً يوجب له
الجنة أو النار
.
5. (1776)- Ebû Müsabbih el-Makrâî, Ebû
Züheyr en-Nümeyrî (radıyallahu anh)'den naklen anlatıyor: "Bir gece
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile beraber çıktık., Derken bir adama
rastlatdık. Sual (ve Allah'tan talep) hususunda çok ısrarlı idi. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) onu dinlemek üzere durakladı. Ve:
"Eğer
(duayı) sonlandırırsa vâcib oldu!" buyurdu. Kendisine:
"Ne
ile sonlandırırsa ey Allah'ın Resûlü!" denildi.
"Âmin
ile" dedi, uzaklaştı. Adama:
"Ey
fülan! duanı âminle tamamla ve de gözün aydın olsun!" dedi." [Ebû
Dâvud, Salât 172, (938).][51]
AÇIKLAMA:
1-
Tîbî hadisten şu neticeyi çıkarır: "Bu hadis, dua eden kimseye, duanın
sonunda âmin demesinin müstehab olduğuna delildir. Ancak imam dua ediyor ve
cemaat âmin diyorsa, imamın ayrıca âmin demesine hâcet yoktur, cemaatin âmini
ile iktifa eder." Aliyyu'l-Kârî, bu görüşe katılmaz: "Namazda, kıyasa
göre imam da âmin demelidir, namaz dışında da uygun olanı hem imam, hem cemaat
her ikisinin de âmin çekmesidir" der.
2-
Hadiste geçen "vâcib oldu" tâbiri "cennet vâcib oldu"
demektir.Böylece Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) duada ısrar etmeyi,
mübâlağaya yer vermeyi teşvik etmiş olmalıdır. Az ve ısrarsız dua bir nevî
istiğna alâmetidir, kulluk edebine yakışmaz. Duada ısrar, pekçok hadiste
övülmüştür.[52]
ـ6ـ وعن أنس
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ رسولُ
اللّهِ #: إذَا
دَعَا
أحَدُكُمْ
فََ يَقُل:
اللَّهُمَّ
اغْفِرْ لِى
إنْ شِئْتَ.
اللَّهُمَّ
ارْحَمْنِى
إنْ شِئْتَ،
ولكِنْ
لِيَعْزِمِ
المَسْألَةَ،
فإنَّ اللّهَ
تَعالى َ
مُسْتَكْرِهَ
لَهُ[. أخرجه
الشيخان.وللستة
إ النسائى عن
أبى هريرة
بنحوه »الْعَزْمُ«:
الجد، ونفى
التردد.
6. (1777)- Hz. Enes (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Sizden
biri dua edince "Ya Rabb! Dilersen beni affet! Ya Rabb dilersen bana
rahmet et!" demesin. Bilâkis, azimle (kesin bir üslubla) istesin, zira
Allah Teâla Haretleri'ni kimse icbar edemez." [Buhârî, Daavât 21, Tevhîd
31; Müslim, Zikr 7, (2678-79); Muvatta, Kur'an 28 (1, 213); Tirmizî, Daavât 79
(3492); Ebû Dâvud, Salât 358, (1483); İbnu Mâce, Dua 8, (3854).][53]
AÇIKLAMA:
1-
Bu rivâyet, yapmak istediği her şeyi Allah'ın meşietine bırakmakla emredilmiş
olan mü'minin (Kehf 24) Allah'tan taleb ettiği şeyde azimli davranmasını,
Allah'ın meşîetine (yani dilemesine) bırakmadan, kesin bir üslubla istemesini
emretmektedir.
Bazı
âlimler, buradaki azmin mânasını "icabet hususunda Allah hakkında hüsn-i
zan etmektir" diye te'vil etmişlerdir.
2-
Hadisin Müslim'de gelen bir vechinde وَلْيُعَظِّمِ
الرَّغْبَةَ "Rağbeti büyültsün" emreder. Bu
ifade şârihlerce: "Duayı tekrar etmek, ısrarla üzerinde durmak sûretiyle
duada mübâlağa etsin" diye anlaşılmıştır. Mamafih, bununla "büyük çok
şeylerin istenmesi" de anlaşılmıştır. Bu son mânayı te'yîd eden bir karîne
aynı hadisin sonunda yer alan فَإنَّ
اللّهَ َ
يَتَعاظَمُهُ
شَىْءٌ
"Zîra Allah'a hiç bir şey büyük gelmez"
ifâdesidir
3-Hadis,
Cenab-ı Hakk'tan azimle, ısrarla istemek gerektiğini, "dilersen affet,
dilersen rızık ver." gibi Allah'ın dilemesine (meşietine) bırakmamak
gerektiğini ifâde ettikten sonra bunun sebebini son cümlede belirtmektedir:
"Allah Teâla Hazretleri'ni kimse icbar edemez." Zîra
"dilersen" tâbiri, mecbur edilmesi mümkün olan kimseler hakkında
kullanılması münâsiptir ve nezaket ifâde eder. Cenab-ı Hakk ise bundan
münezzehtir, öyle ise meşîete tâlik etmenin bir ifâdesi yoktur.
Hadisteki
yasağı izah sadedinde, "dilersen affet." gibi meşîete tâlik edilen
ifâdelerde taleb edilen şey ve talepde bulunulan Zât hakkında bir nevi istiğna
mânası mevcuttur." dahi denmiştir. İki mâna da sahih ise de, önceki evlâdır.
İbnu
Battâl der ki: "Bu hadisten, kişinin dua ederken, matlûbunu, elinden gelen
bütün gayreti sarfederek taleb etmesi, isteğine icâbet edileceği husûsunda ümid
içinde bulunması, fakat -Kerim olan bir Zât'tan talepde bulunması haysiyetiyle
asla ümitsizliğe düşmemesi gerektiği anlaşılmaktadır."
İbni
Uyeyne de şöyle demiştir: "Kişiyi, kusurunun büyüklüğü (ümitsizliğe
sevkederek) dua etmesine mâni olmamalıdır Zira, Cenab-ı Hakk, mahlûkatının en
kötüsü olan İblis'in bile duasına icâbet etmiştir. Zira İblis: "İnsanların
tekrar dirilecekleri güne kadar bana mühlet ver!" dedi de Allah:
"Sen, kendisine mühlet verilenlerdensin" (A'raf 14-15) diyerek
duasını kabul etti".[54]
ـ7ـ وعن أبى
موسى رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كُنَّا
في سَفَر
فَجَعَلَ
النَّاسُ
يَجْهَرُونَ
بِالتَّكْبِيرِ،
فقَالَ
النَّبىُّ #:
ارْبَعُوا
عَلى
أنْفُسِكُمْ)ـ1(،
فَإنَّكُمْ َ تَدْعُونَ
أصَمَّ، وََ
غَائِباً
إنَّكُمْ تَدْعُونَ
سَمِيعاً
بَصِيراً
وَهُوَ مَعَكُمْ،
وَالَّذِى
تَدْعُونَهُ
أقْرَبُ إلى
أحَدِكُمْ
مِنْ عُنُقِ
رَاحِلَتِهِ[.
أخرجه الخمسة
إ
النسائى.»ارْبَعُوا«
أى ارفقوا .
7. (1778)- Ebû Musâ (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Bir sefere (Hayber Seferi) çıkmıştık. Halk (yolda, bir ara)
yüksek sesle tekbir getirmeye başladı. Bunun üzerine Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) (müdahele ederek):
"Nefislerinize
karşı merhametli olun. Zîra sizler, sağır birisine hitab etmiyorsunuz,
muhâtabınız gâib de değil. Sizler gören, işiten, (nerede olsanız) sizinle olan bir
Zât'a, Allah'a hitab ediyorsunuz. Dua ettiğiniz Zât, her birinize, bineğinin
boynundan daha yakındır" dedi." [Buhârî, Daavât 50, 67, Cihâd 131,
Meğâzî 38, Kader 7, Tevhîd 9; Müslim, Zikr 44, (2704);Tirmizî, Daavât 3, 59,
(3371, 3457); Ebû Dâvud, Salât 361. (1526, 1527. 1528).][55]
AÇIKLAMA:
1-
Bu hadiste, tekbir "dua" olarak tavsif edilmektedir.Tekbir, bir talep
için değil, zikrullah için söylenmiş olmasına rağmen dua olarak tavsifi,
aslında duaın da zikrin de bir ibâdet, yani kulluk tezahürü olmasından ileri
gelir.
2-
Yüksek sesle tekbir getirenlere Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın,
"Nefislerinize karşı merhametli olun" buyurması, gereksiz yere
kendinizi yormayın demektir. Zîra tekbir, alçak sesle de olsa, Cenâb-ı Hakk
işitecektir.[56]
ـ8ـ وعن معاذ
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]سََمِعَ
رسولُ اللّه #
رَجًُ يَقولُ:
اللَّهُمَّ
إنِّى
أسْألُكَ
تَمَامَ
النِّعمَةِ؟
فقَالَ:
دَعْوَة
دَعَوْتُ
بِهَا أرْجُو
بِهَا
الخَيْرَ.
قالَ: فإنَّ
تَمَاَمَ النِّعْمَةِ
دُخُولُ
الجَنَّةِ،
وَالْفَوْزُ
مِنَ
النَّارِ،
وَسَمِعَ
رَجًُ يَقُولُ:
يَا ذَا
الجََلِ
وَا“كْرَامِ،
فقَالَ: قَدِ
اسْتُجِيبَ
لَكَ فَسَلْ،
وَسَمِعَ آخَرَ
يَقُولُ:
اللَّهُمَّ
إنِّى
أسْألُكَ الصَّبْرَ،
فقَالَ
سَألْتَ
اللّهَ
تَعالَى:
البََءَ
فَسَلْهُ
الْعَافِيَةَ[.
أخرجه الترمذى
.
8. (1779)- Hz. Muâz (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bir kimsenin: "Ya
Rabbi, senden nimetin kemâlini taleb ediyorum" dediğini işitmişti. Sordu:
"Nimetin
kemâli nedir?"
"Bu
bir duadır, onunla dua edip, onunla hayır (çok mal) ümîd ettim" dedi.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
"Sordum,
zîra, nimetin kemâli cennete girmektir, ateşten kurtulmaktır" dedi. Bir
başkasının da şöyle dediğini işitti:
"Ey
celâl ve ikrâb sâhibi Rabbim!" hemen şunu söyledi:
"Duana
icâbet edilmiştir, (ne arzu ediyorsan) durma iste" Derken, bir başkasının:
"Ya
Rabbi senden sabır istiyorum!" dediğini işitmişti, ona da:
"Allah'tan
bela istedin, afiyet iste!" dedi. [Tirmizî, Daavât 99, (3524).][57]
AÇIKLAMA:
1-
Bu hadiste, dua ederken talep edilen temâmu'nnimet'in ne olduğu hususunda talep
eden kimseyi işitince, bununla neyi taleb etmekte olduğunu sormuştur. Adam
"Müstecab bir dua olarak onunla dua ediyorum, o sayede arzum yerine
geliyor" demek istemiş, hayır kelimesiyle de matlûbunu belirtmiştir.
Böylece anlaşılmıştır ki, "çok mal" istemektedir. Nitekim اِنْ
تَرَكَ
خَيْراً "Birinize
ölüm geldiği zaman eğer mal bırakıyorsa." (Bakara 180) meâlindeki ayette
hayır kelimesi "mal" mânasında kullanılmıştır. Resûlullah
(aleyhisselâtu vessâlam) adamın davranışını red ve tashih maksadıyla:
"Temâmu'n -nimet (yani nimetin kemali, tamamlanması) cennettir, ateşten
kurtulmaktır" açıklamasını yapar. Bu sözleriyle şu âyeti hatırlatmış
olmaktadır: ".Ateşten uzaklaştırılıp cennete sokulan kimse artık
kurtulmuştur." (Âl-i İmrân 185).
2-
Hadiste geçen celâl ve ikram sahibi tâbiriyle, "büyüklük ve azamet sâhibi,
dostlarına yâni velî kullarına ikramı bol olan Allah" kastedilmiştir.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın, "Ya zel celâl ve'l-ikrâm"
diyerek duaya başlayan kimseye: "Duana icâbet edilmiştir, ne arzu ediyorsan
durma iste!" demesini değerlendiren âlimler, bu sözle başlanan duanın
müstecab olacağı hükmünü çıkarmışlardır.[58]
ـ9ـ وعن
عائشة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]كانَ رسولُ
اللّه #
يَسْتَحِبُّ
الجَوَامِعَ
مِنَ
الدُّعَاءِ،
وَيَدَعُ مَا
سِوَى ذَلِكَ[
.
9. (1780)- Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) özlü duaları tercih eder,
diğerlerini bırakırdı." [Ebû Dâvud, Salât 358, (1482).]
AÇIKLAMA:
1-
Özlü diye tercüme ettiğimiz kelimenin aslı câmi kelimesinin cem'i (çoğulu) olan
cevâmi'dir, az kelime ile çok mâna ihtiva eden demektir. Çok mânadan maksad,
hem dünyaya hem de âhirete ait hayırlardır. Şu âyet-i kerîme özlü duaya en
güzel örnektir:
رَبَّنَا
آتِنَا في
الدُّنْيَا
حَسَنَةً
وَفي اŒخِرَةِ
حَسَنَةً
وَقِنَا
عَذَابَ
النَّارِ
"Rabbimiz, bize dünyada da
âhirette de iyilik ver ve bizi ateşten koru" (Bakara 201). Dünya ve âhiret
için afiyet taleb eden dualar da böyledir.
Aliyyü'l-Kârî
der ki: "Câmi (özlü) dualardan maksad, her eşit sâlih gayeleri cemeden,
Allahu Teâla hazretlerine övgüyü, senâyı ve isteme âdâbını cemeden
dualardır".
el-Muzhir'in
açıklaması şöyle: "Bunlar kelimeleri az, mânaları çok olan dünya ve âhiret
meselelerine şâmil dualardır. Şu duada olduğu gibi:
اَللَّهُمَّ
إنِّى
اَسْألُكَ
الْعَفْوَ
والْعَافِيَةَ
فِي الدِّينِ
وَالدُّنْيَا
وَاŒخِرَةِ
"Allah'ım, senden af; din,
dünya ve âhiretim için âfiyet, diliyorum." Şu dua da bir başka örnektir: اَللُّهُمَّ
إنِّى
أسْألُكَ
الْهُدَى
وَالتُّقَى
وَالْعَفَافَ
وَالغِنَى
"Allah'ım senden hidâyet,
takva (Allah korkusu), iffet (dünyevî arzulardan korunma), ve (gönül)
zenginliği istiyorum."
Bu
örnekler hep Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan mervî me'sûr dualardır.
Dikkat edilirse taleb edilen şeyler hep mutlaktır: "Hidâyet, takva, iffet,
zenginlik. Böylece dünyevî, uhrevî, maddî ve mânevî her çeşidi kastedilmiş
olmaktadır. Câmi (özlü) kelâm deyince bu kastedilmektedir.
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) bir hadislerinde, "Bana cevâmiu'lkelîm (özlü
sözler) verildi" buyurur.[59]
ـ10ـ وعن ابن
مسعود رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كانَ
رسولُ اللّه #
يُعْجِبُهُ
أنْ يَدْعُو ثََثاً،
وَيَسْتَغْفِرَ
ثََثاً[.
أخرجهما أبو
داود .
10. (1781)- Hz. İbnu Mes'ud (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) duayı üç kere
yapmaktan, istiğfarı üç kere yapmaktan hoşlanırdı." [Ebû Dâvud, Salât 361,
(1524).]
AÇIKLAMA:
Daha
önce de geçtiği üzere, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) ısrar ve tekrar
tavsiye etmektedir. Bu rivâyet, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın, dua
veya istiğfar ettiği zaman üçer sefer tekrarladığını göstermektedir. [60]
ـ1ـ عن أبى
هريرة رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال : ]قالَ
رسولُ اللّه #:
يُسْتَجَابُ
‘حَدِكُمْ
مَالَمْ
يَعْجَلْ،
يَقُولُ: قَدْ
دَعَوْتُ
رَبِّى
فَلَمْ
يَسْتَجِبْ
لِى[. أخرجه
الستة إ النسائى.وفي
أخرى لمسلم
قال: ]َ
يََزَالُ
يُسْتَجَابُ
لِلْعَبْدِ
مَالَمْ
يَدْعُ
بِإثْمٍ، أوْ
قَطِيعَةِ
رَحِمٍ[.وفي
أخرى للترمذى:
]مَا مِنْ
رَجُلٍ
يَدْعُو اللّهَ
تَعالى إَّ
اسْتَجَابَ
لَهُ، فإمَّا
أنْ
يُعَجِّلَ
لَهُ في
الدُّنْيَا،
وَإمَّا أنْ
يَدَّخِرَ
لَهُ في
اŒخِرَةِ،
وَإمَّا أنْ
يُكَفِّرَ
عَنْهُ مِنْ
ذُنُوبِهِ
بِقَدْرِ مَا
دَعَا،
مَالَمْ
يَدْعُ
بِإثْمٍ، أوْ
قَطِيعَةِ
رَحِمٍ، أوْ
يَسْتَعْجِلْ.[
1. (1782)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyudular ki:
"Acele etmediği müddetçe herbirinizin duasına icâbet olunur. Ancak şöyle
diyerek acele eden var: "Ben Rabbime dua ettim duamı kabul etmedi."
[Buhârî, Daavât 22; Müslim, Zikr 92, (2735); Muvatta, Kur'an 29 (1, 213);
Tirmizî, Daavât 145, (3602, 3603); Ebû Dâvud, Salât 358, (1484).]
Müslim'in
diğer bir rivâyeti şöyledir: "Kul, günah talebetmedikçe veya sıla-i rahmin
kopmasını istemedikçe duası icâbet görmeye (kabul edilmeye) devam eder."
Tirmizî'nin
bir diğer rivâyetinde şöyledir: "Allah'a dua eden herkese Allah icâbet
eder. Bu icâbet, ya dünyada peşin olur, ya da ahirete saklanır, yahut da dua
ettiği miktarca günahından hafifletilmek sûretiyle olur, yeter ki günah taleb
etmemiş veya sıla-ı rahmin kopmasını istememiş olsun, ya da acele etmemiş
olsun." [61]
AÇIKLAMA:
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), bu hadislerinde dua eden insanların bir zaafına
dikkat çekmektedir: "İsti'cal, yani acelecilik. Bir başka ifâde ile duanın
hemen karşılığını görme arzusu, Müslim'in bir rivâyetinde "Ya Rasulallah
İsti'cal nedir?" diye sorulunca şu açıklamayı yapar:
"Dua
ettim, ettim de hiçbir neticesini görmedim" der ve o anda duayı
terkeder." Şu halde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), duanın terkine
sevkedecek bir aceleciliği hoş görmüyor. Bu sebeple, her hâl u kârda dua etmeye
devam edilmesi için, duanın mutlaka netice vereceğini kesin bir dille ifâde
ettikten sonra bu kabulün şu sûretlerden biriyle olcağını belirtir:
1-
Ya isteğe uygun olarak dünyada görülecek bir şekilde makbul olur.
2-
Ya âhirette verilmek üzere sevap takdir edilir.
3-
Yahut günahları affedilir."
Şu
halde, bu hadis, neticeye hiç aldırmadan dua etmeye, Allah'tan hayırlı şeyler
istemeye devam etmeye teşvik etmektedir. Duayı ibadetin, kulluğun bir gereği
bilip, ara vermeden devam etmelidir. Mü'min ibadetten usanmaz, zaten hayatının
gayesi ibadet ve kulluktur. Zîra Allah insanları sadece ve sadece ibâdet için
yaratmış bulunmaktadır (Zâriyat 56). İcâbetin gecikmesi, henüz vakti
gelmediğinden, yahut daha çok ibadet edip mübâlağa göstermesi gereğindendir.
Zîra, önce de belirtildiği gibi, Cenâb-ı Hakk duada mübâlağa ve ısrarı
sevmekte, çok dua edenlerin duasını kabul buyurmaktadır.[62]
ـ2ـ وعن جابر
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال رسولُ
اللّهِ #: َ
تَدْعُوا
عَلى
أنْفُسِكُمْ،
وََ تَدْعُوا
عَل
أوَْدِكُمْ،
وََ تَدْعُوا عَلى
خَدَمِكُمْ،
وََ تَدْعُوا
عَلى أمْوَالِكُمْ
َ
تُوَافِقَ)ـ1(
مِنَ اللّهِ
سَاعَةَ نَيْل
فِيهَا
عَطَاءٌ،
فَيَسْتَجِيبُ
لَكُمْ[.
أخرجه أبو
داود.»النَّيْلُ«:
النوال، والعطاء
.
2. (1783)- Hz. Câbir (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Nefislerinizin aleyhine dua etmeyin, çocuklarınızın aleyhine de dua etmeyin,
hizmetçilerinizin aleyhine de dua etmeyin. Mallarınızın aleyhine de dua
etmeyin. Ola ki, Allah'ın duaları kabul ettiği saate rastgelir de, istediğiniz
kabul ediliverir." [Ebû Dâvud, Salât 362, (1532).][63]
AÇIKLAMA:
1- Burada yasaklanan
"aleyhe dua" dan maksad dilimizde beddua veya ilenç dediğimiz şeydir,
yâni kötü temennîlerde bulunmaktır. Kişinin kendisi için, "Gözlerim kör
olsun"; evladı için, "Allah canını alsın"; malı için, "yok
olsun, ateş olsun." gibi sözler sarfetmesidir. İnsanlar çoğu kere bu çeşit
sözleri çok samimî olmaksızın, bir dil alışkanlığı şeklinde sıkca kullanırlar.
İşte bu hadiste, Resûlullah(aleyhissalâtu vesselâm), bu hareketin mü'minlik
edebine uymadığını, dilimizi, zihnimizi böylesi sözlere alıştırmamamız
gerektiğini ders veriyor. Bu sözlerin, Cenâb-ı Hakk'ın duaları kabul ettiği bir
âna rastlayacak olursa, pek samimî olmadan yapılan bu bedduaların bed âkibeti
ile karşılaşabileceğini belirtiyor. Bir başka hadiste dualara meleklerin
"âmin!" demeleri sebebiyle kişinin kendisi için hayırdan başka bir
temennîde bulunmaması tavsiye ediliyor:
َ
تَدْعُوا
عَلى
اَنْفُسِكُمْ
إَّ بِخَيْرٍ
فَاِنَّ
الْمَئِكَةَ
يُؤَمِّنُونَ
عَلى مَا
تَقُولُونَ
"Kendiniz için sâdece hayır
dileyin. Zîra melekler, dualarınıza "âmin!" derler."
ـ3ـ وعن أنس
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ رسولُ
اللّهِ #:
لِيَسْألْ
أحَدُكُمْ
رَبَّهُ حَاجَتَهُ
كُلَّهَا
حَتَّى
يَسْألَ
شِسْعَ نَعْلِهِ
إذَا
انْقَطَعَ[.
أخرجه
الترمذى.وزاد
في رواية عن
ثابت البنانى
رحمه اللّه
مرسً: ]حَتَّى
يَسْألَهُ
المِلْحَ،
وَحَتَّى
يَسْألَهُ
شِسْعَهُ
إذَا
انْقَطَعَ[.»الشِّسْعُ«
سير النعل
الذى يدخل بين
ا‘صابع .
3. (1784)- Hz. Enes (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Sizden herkes, ihtiyaçlarının tamamını Rabbinden istesin, hatta kopan
ayakkabı bağına varıncaya kadar istesin." [Tirmizî, Daavât 149, (3607,
3608).]
AÇIKLAMA:
Münavî
şu açıklamayı sunar: "Cenâb-ı Hakk, kendisine tevekkül eden herkesin ihtiyaç duyup arzu ettiği
şeyleri, az olsunçok olsun, büyük olsunküçük olsun, te'min etmeyi tekeffül
etmiştir."
Ayakkabı
bağının bile Allah'tan istenmesiyle ilgili olarak da şunu söyler: " En
değersiz bir şeyin bile büyüklerin büyüğünden (Allah'tan) istenmesi. O'ndan
büyük bir şeyin istenmesinden daha çok mâna taşır. (Bu sebeple hadis, istesin
kelimesini kullandı ve buna bir mâni olmadığını, isteyeni reddedecek bir aracı
da olmadığını göstermek için "istesin" kelimesini ikinci sefer tekrar
etti. Ayrıca "istemek vak'ası"yla Cenâb-ı Hakk'ın kâinattaki eksiksiz
hâkimiyeti idrâk edilir, rahmetinin, ihsanının, cömertliliğinin ve kereminin
şuaları müşâhede edilir. İsteneni Cenab-ı Hakk'ın vermesi, isimlerinin ve
sıfatlarının bir gereğidir de. Bu isim ve sıfatlarını, onların muktezâ ve
müteallikâtından, âsârından ve ahkâmından ayrı düşünmek câiz değildir. Öyle ise
Hak Teâlâ Hazretleri cömerttir ve kemâl mertebesinde cömertlik (cûd) onun
vasfıdır. Bu sebepledir ki, kendisinden istenmeyi sevmiş ve insanların
kendisinden istemesini taleb etmiş, isteyecek kimseleri yaratıp, onlara istemek
îlam etmiş ve de, kendisinden istenenleri yaratmıştır. O, isteyeni de,
istemelerini de, istediklerini de yaratandır."
Şunu
da kaydetmek isteriz: İhtiyaçlarımızın tahakkukunda, dua, sâdece lisânî
talepden ibâret değildir. Lisânen ifâdeye döktüğümüz, belirgin hâle
getirdiğimiz, ihtiyacımızı fiilî taleple de istememiz gerekir. Zîra âyet-i
kerimede: وَاَنْ
لَيْسَ
لِ“نْسَانِ
إَّ مَا سَعَى "İnsan
için, kendi çalıştığından başkası yoktur" (Necm 39) buyurulmuştur.
Öyle
ise kişinin te'min etmek istediği her ihtiyacı önce lisanen Allah'tan isteyip,
sonra da çalışarak elde etmesi: neticede "kendine ulaşan -maddî ve mânevî-
her çeşit hayrı, bir ayakkabı bağı bile olsa, Allah'dan bir lütuf, bir ikram
bilmesi" (Nisa 79) mü'minlik edebidir.[64]
ـ4ـ وعن أبى
هريرة رَضِىَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ رَسُولَ
اللّهِ # قالَ:
مَنْ لَمْ
يَسْألِ
اللّه
يَغْضِبْ عَلَيْهِ[
.
4. (1785)- Ebû Hüreyre hazretleri
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Allah Teâla Hazretleri kendisinden istemeyene gadap
eder." [Tirmizî, Daavât 3, (3370); İbnu Mâce, Dua 1, (3827).][65]
AÇIKLAMA:
Âlimlerimiz,
hadisi şöyle açıklar: "Dua etmeyene Allah'ın gadap etmesi yani kızması bu
hareketin tekebbür ve istiğnadan ileri gelmesi sebebiyledir. Allah'a karşı
tekebbür ve istiğna ise kulluk edebine yakışmayan, câiz olmayan bir haldir. "Tîbî şöyle demiştir:
"Allah, fazlından istenmesini sever. Bu sebeple, kim Allah'tan talepte
bulunmazsa ona buğzeder, buğzedilenin (Kur'ân-ı Kerim'de zikri geçen)
mağdûbaleyh (Fatiha 7) zümresinden olduklarında şüphe yoktur."[66]
ـ5ـ وعن ابن
مسعود رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال رسول
اللّه #:
سَلُوا
اللّهَ
تَعالى مِنْ فَضْلِهِ،
فإنَّ اللّهَ
يُحِبُّ أنْ
يُسْألَ،
وَأفْضَلُ
العِبَادَةِ
انْتِظَارُ
الفَرَجِ[.
أخرجهما
الترمذى .
5. (1786)- İbnu Mes'ud (radıyallâhu
anh) hazretleri anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular
ki: "Allahu Teâla Hazretleri'nin fazlından isteyin. Zira Allah,
kendisinden istenmesini sever. İbadetin en efdali de (dua edip) kurtuluşu
beklemektir." [Tirmizî, Daavât 126 (3566).][67]
AÇIKLAMA:
Kurtuluş
diye tercüme ettiğimiz kelimesinin aslı ferec'tir, darlıktan, sıkıntıdan
kurtulmak mânasına gelir. Kurtuluş beklemek, Allah'tan başkasına şikayeti
terkederek bela ve hüznün gitmesini sabır içerisinde gözetmek mânasına gelir.
Bu en efdal ibâdettir. Çünkü belâya sabırla mukâbele Allah'ın kazasına inkıyad
ve rızadır. Esâsen, her çeşit tedbire rağmen gelen musîbet karşısında sabır ve
metanetten başka yapacak bir şey yoktur. Sabırsızlık, telaş, başkalarına dert
yanmak, bağırıp çağırmak hiçbir derde deva getirmez, üstelik artırır.
Burada
sabrın tavsiyesi, tedbirin terkedilmesi mânasını taşımaz. Bilakis, elden gelen
tedbir ve çâreye başvurduktan sonra ferec ve kurtuluşu sabır içinde Allah'tan
beklemek tavsiye edilmektedir. Şifayı verenin Allah olduğunu bildiren
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), tedâvi aramaya devam etmeyi emretmiştir:[68]
إنَّ
اللّهَ
تَعَالى
اَنْزَلَ
الْدَّاءَ
والدَّوَاءَ
وَجَعَلَ
لِكُلِّ
دَاءٍ دَوَاءً
فَتَداوَوْا.
..
ـ6ـ وعن جابر
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالتِ
امرأةٌ:
يارسولَ
اللّه، صَلِّ
عَليَّ وَعَلى
زَوْجِى،
فقَالَ #:
صَلَّى
اللّهُ
عَلَيْكِ
وَعَلى
زَوْجِكِ[.
أخرجه أبو
داود .
6. (1787)- Câbir (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Bir kadın: "Ey Allah'ın Resûlü, bana ve kocama dua
ediver!" diye ricada bulunmuştu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
efendimiz:
"Allah
sana da, kocana da rahmet etsin!" diye dua buyurdu." [Ebû Dâvud,
Salât 363, (1533).] [69]
AÇIKLAMA:
1-
Ebû Dâvud bu hadisi: اَلصََّةُ
عَلى غَيْرِ
النَّبِىِّ # "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'tan başkasına salât" adını taşıyan bir babta
kaydeder.
Dua
ve teberrük mânasına salâtın, bazı âlimlerce Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) dışındaki insanlar için de kullanılması câiz görülmüştür. Nitekim,
âyeti kerîmede, zekâtını verenler için: وَصَلِّ
عَلَيْْهِمْ "Onlara dua et" denmektedir. Âyet
meâlen şöyle: "(Ey Muhammed), mallarının bir kısmını, kendilerini
temizleyip arıtacak sadaka olarak al. Onlara dua et. Senin duan onlar için bir
huzurdur" (Tevbe 103). Rivâyete göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
Ebû Evfâ ailesi, zekâtlarını getirdikleri zaman onlara şöyle dua etmiştir. اَللَّهُمَّ
صَلِّ عَلى
آلِ أبِى اَوْفَى "Allah'ım
Ebû Evfa ailesine rahmet et,"
2-
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e ümmetinden olan salât, ta'zim ve
tekrim (saygı ve hürmet) ifade eder. Bu mânadaki salât ona hastır. Hatta İbnu
Abbâs (radıyallâhu anh): "Salâtı hiç kimse Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'tan başka birisi hakkında kullanamaz, câiz değildir" demiştir:
َ
تَنْبَغِى
الصََّةُ
مِنْ اَحَدٍ
عَلى اَحَدٍ إَّ
في حَقٍّ
النَّبِىِّ
عَلَيْهِ
الصََّةُ
وَالسََّمُ
Ancak
Şia, bu mânada, salâtı Hz. Ali ve onun evladları için kullanırlar. Onlar
yukarıda kaydettiğimiz âyeti delil göstererek, "zekâtını verenler
hakkında" kullanılabileceğini söylerler ve ilâve ederler: "Öyle ise,
Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin (radıyallâhu anhüm) hakkında niye câiz
olmasın?" Keza derler ki: "Selamlaşmada bir kimse esselamu aleyküm
dese, diğeri ona ve aleykümü'sselam diye mukabele eder. Bu da gösterir ki, bu
lâfzı Müslümanların büyük çoğunluğu hakkında kullanmak câizdir. Öyle ise, Âl-i
Beyt hakkında kullanılması niye câiz olmasın?"
Kadı
İyâz der ki: "Bu tâbir Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hakkında
câizdir. Bunun delili şu rivâyettir: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a (Ashab'tan) bazıları sordu: "Ey Allah'ın Resûlü! Sana selam'ın
nasıl olacağını biliyoruz, ama salât nasıl olmalıdır?"
Şu
cevabı verdi:
"Size
öğretildiği şekilde söyleyin. Deyin ki: "Allahümme salli alâ Muhammedin ve
alâ âli Muhammed kemâ salleyte alâ İbrahîme ve alâ Âli İbrahim." Mâlumdur
ki, Muhammed ailesinde peygamber yoktur. Öyle ise Âli İbrahim hakkında câiz
olduğu üzere aynı şekilde Hz. Ali hakkında da câiz olur." [70]
ـ7ـ وعن أبى
الدرداء
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رَسولُ اللّه
#: مَا مِنْ
عَبْدٍ
مُسْلِمٍ يَدْعُو
‘خِيهِ
بِظَهْرِ
الْغَيْبِ)ـ1(
إَّ وَقَالَ
المَلَكُ:
وَلَكَ
بِمِثْلٍ[.
أخرجه مسلم وأبو
داود.وزاد:
]إَّ قَالَتِ
المََئِكَةُ:
آمِينَ)ـ2(،
وَلَكَ
بِمِثْلٍ)ـ3([ .
7. (1788)- Ebû'd-Derdâ (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Kardeşinin gıyabında dua eden hiçbir mü'min yoktur ki melek de: "Bir
misli de sana olsun" demesin." [Müslim, Zikr 86, 88, (2732, 2733);
Ebû Dâvud, Salât 364, (1534).]
Ebû
Dâvud'un rivâyetinde şu ziyâde vardır: "Melekler: "Âmin, bir misli de
sana olsun!" derler."[71]
ـ8ـ وعن
عائشة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]قالَ رسولُ
اللّهِ #: مَنْ
دَعَا عَلى
مَنْ ظَلَمَهُ
فَقدِ
انْتَصَرَ)ـ4([.
أخرجه
الترمذى .
8. (1789)- Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Her
kim, kendine zulmedene beddua ederse, ondan intikamını (dünyada) almış
olur." [Tirmizî, Daavât 115, (3547).][72]
AÇIKLAMA:
1-
Münâvî der ki: "Mazlum, beddua etmek sûretiyle zâlimin ırzından alıp, onun
günahını azaltır. Böylece mazlumun sevabı da, bedduası nisbetinde azalmış olur.
Bu hadis şunu haber veriyor: Zulme mâruz kalan kişi, diliyle bile olsun intikam
alsa, zâlimdeki hakkını dünyada almış olur ve zâlimin günahı kalmaz, mazlumun
da âhirette alacağı bir ecri kalmaz. Öyle ise hadis, mazluma, dünyada intikam
almamayı, ecrini Allah'a bırakarak zâlimi affetmeyi tavsiye etmiş olmaktadır.
Nitekim âyet-i kerîmede: وَلَمَنْ
صَبَرَ
وَغَفَرَ
اِنَّ ذَلِكَ
لَمِنْ
عَزْمِ
اُمُورِ
"Ama sabredip bağışlayanın
işi, işte, bu azmedilmeye değer işlerdendir" (Şûra 43) buyurulmaktadır.
2-
Hadis, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in zâlim veya mazlum bütün
ümmetine karşı şefkat duyduğunu göstermektedir. Mazlumlara şefkat duymakta,
zîra ecirden mahrum kalmaması için affetmesini istemektedir. Zalimlere karşı
şefkat duymaktadır zira, mazlum beddua ettiği taktirde, duasının kabul edilerek
aleyhinde tecelli etmesi mevzubahistir. Cenâb-ı Hakk zâlimi affedeni övdüğü
gibi intikam alanı da övmüştür." [73]
(İki
kısımdır)
BİRİNCİ
KISIM
SEBEBE
VE VAKTE BAGLI DUALAR
(Yirmi
fasıldır)
*BİRİNCİ
FASIL
İSM-İ
ÂZAM VE ESMÂ-İ HÜSNA DUALARI
İKİNCİ
FASIL
NAMAZ
DUALARI
ÜÇÜNCÜ
FASIL
TEHECCÜD
DUALARI
DÖRDÜNCÜ
FASIL
AKŞAM
VE SABAH YAPILACAK DUALAR
BEŞİNCİ
FASIL
UYUMA
VE UYANMA DUALARI
ALTINCI
FASIL
EVDEN
ÇIKIŞ VE EVE GELİŞ DUALARI
YEDİNCİ
FASIL
OTURMA-KALKMA
DUALARI
SEKİZİNCİ
FASIL
SEFERDE
OKUNACAK DUALAR
DOKUZUNCU
FASIL
ÜZÜNTÜ
VE TASA HALİNDE OKUNACAK DUALAR
ONUNCU
FASIL
HAFIZAYI
GÜÇLENDİRME DUALARI
ON
BİRİNCİ FASIL
GİYİNME
VE YEMEK DUALARI
ON
İKİNCİ FASIL
KAZA-İ
HACET DUASI
ON
ÜÇÜNCÜ FASIL
MESCİDE
GİRİŞ-ÇIKIŞ DUALARI
ON
DÖRDÜNCÜ FASIL
HİLALİ
GÖRÜNCE OKUNACAK DUA
ON
BEŞİNCİ FASIL
GÖK
GÜRLEYİNCE, RÜZGAR ESİNCE, BULUT ÇIKINCA OKUNACAK DUALAR
ON
ALTINCI FASIL
AREFE
GÜNÜ, KADİR GECESİ DUASI
ON
YEDİNCİ FASIL
HAPŞIRINCA
YAPILACAK DUA
ON
SEKİZİNCİ FASIL
HZ.
DÂVUD (aleyhisselam)'UN DUASI
ON
DOKUZUNCU FASIL
HZ.
YÛNUS (aleyhisselâm) KAVMİNİN DUASI
YİRMİNCİ
FASIL
BELAYA
UGRAYANI GÖRÜNCE OKUNACAK DUA
İKİNCİ
KISIM
SEBEBE
VE VAKTE BAGLI OLMAYAN DUALAR
ـ1ـ عن بريدة
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]سَمِعَ
النَّبىُّ #
رَجًُ
يَقُولُ:
اللَّهُمَّ
إنِّى
أسْألُكَ
بِأنِّى
أشْهَدُ
أنَّكَ: أنْتَ
اللّهُ َ
إلَهَ إَّ
أنْتَ ا‘حَدُ
الصَّمَدُ الذى
لَمْ يَلِدْ
وَلَمْ
يُولَدْ
وَلَمْ
يَكُنْ لَهُ
كُفْواً
أحَدٌ،
فقَالَ:
وَالَّذِى
نَفْسِى
بِيَدِهِ
لَقَدْ سَألَ
اللّهَ بِاسْمِهِ
ا‘عْظَمِ
الَّذِى إذَا
دُعِِىَ بِهِ
أجَابَ،
وَإذَا
سُئِلَ بِهِ
أعْطَى[. أخرجه
أبو داود
والترمذى .
1. (1790)- Hz. Büreyde (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), bir adamın şöyle
söylediğini işitti: "Allah'ım, şehâdet ettiğim şu hususlar sebebiyle
senden talep ediyorum: Sen, kendisinden başka ilah olmayan Allah'sın, birsin,
samedsin (hiçbir şeye ihtiyacın yok, her şey sana muhtaç), doğurmadın,
doğmadın, bir eşin ve benzerin yoktur."Bunun üzerine Efendimiz
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular:"Nefsimi kudret elinde tutan Zât'a
yemin olsun, bu kimse, Allah'tan İsm-i Âzamı adına talepte bulundu. Şunu bilin
ki, kim İsm-i Âzamla dua ederse Allah ona icâbet eder, kim onunla talepde
bulunursa (Allah ona dilediğini mutlaka) verir." [Tirmizî, Daavât 65,
(3471); Ebû Dâvud, Salât 358, (1493).]
AÇIKLAMA:
1-
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), burada, dua ederken İsm-i Âzam şefaatçi
yapılarak istendiği taktirde Cenâb-ı Hakk'ın isteneni vereceğini ifâde
buyuruyor. Müteâkiben göreceğimiz üzere (1974 numaralı hadis) Allah'ın doksan
dokuz ismi vardır. Bunlardan biri, İsm-i Âzâm'dır. İsm-i Azâm'ın hangisi olduğu
kesin şekilde belirtilmemiştir.2- Tîbî demiştir ki: "Bu hadis delâlet eder
ki: "Allah'ın bir İsm-i Âzam'ı var, o şefaatçi yapılarak dua ederse icâbet
eder ve o isim burada mezkurdur. Keza hadiste: "Allah'tan başka şeylerden
yüz çevirerek, tam bir ihlâsla zikredilen her isim, İsm-i Âzam'dır, zira harflerin birbirine karşı farklı bir
şerefi yoktur" diyenlere de hüccet vardır. Başka hadislerde de benzer
şeyler zikredilmiştir. Onlarda, bu hadiste bulunmayan isimler de mevcuttur.
Ancak, hepsinde "Allah" kelimesi mevcuttur. Bu durumdan hareketle
İsm-i Âzam'ın "Allah" lafzı olduğuna hükmedilmiştir."3- Hadiste
dua etmekle, istemek (talepte bulunmak) arasında bir tefrik yapılmamaktadır.
Buna göre, kulun: "Falanca şeyi bana ver" sözü, onun istemesi, taleb
etmesidir. Dua ise, kulun nida ederek "Ey Rabbim! diye seslenmesidir. Rabb
Teâla bu seslenmeye: "Lebbeyk ey kulum (ey kulum söyle ne
istiyorsun?" diye cevap verir.Bu durumda kulun istemesine mukabil Rabb'in
vermesi (îta etmesi) vardır. Şu halde, dua ve isteme arasında belirtilen bu
fark mevcuttur. Bu ince farkın her zaman gözetilmeyip, birinin diğeri yerine
kullanılması da câizdir, vâkidir. Nitekim Tîbî der ki: "Duaya icabet, dua
edenin, duayı kabul edenin yanında bulunduğuna delâlet eder, bu da, îtanın
(vermenin) hilâfına ihtiyacın yerine getirilmesini tazammun eder. Şu halde
ikincisi daha üstündür."
ـ2ـ وعن محجن
بن ا‘درع
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]سَمِعَ
النَّبِىُّ #
رَجًُ
يَقُولُ:
اللَّهُمَّ
إنِّى
أسْألُكَ
بِاللّهِ
ا‘حَدِ الصَّمَدِ
الذى لَمْ
يَلِدْ
وَلَمْ
يُولَدُ وَلَمْ
يَكُنْ لَهُ
كُفْواً
أحَدٌ، أنْ
تَغْفِرَ لِى
ذُنُوبِى
إنَّكَ أنْتَ
الْغَفُورُ
الرَّحِيمُ،
فقَالَ: قَدْ
غُفِرَ لَهُ،
قَدْ غُفِرَ
لَهُ[. أخرجه
داود
والنسائى .
2. (1791)- Mihcen İbnu'l-Edra'
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir
adamın: "Ey Allah'ım, bir ve samed olan, doğurmayan ve doğurulmayan, eşi
ve benzeri de olmayan Allah adıyla senden istiyorum. Günahlarımı mağfiret et,
sen Gafûrsun, Râhimsin!" dediğini işitmişti, hemen şunu söyledi:"O
mağfiret edildi. O mağfiret edildi. O mağfiret edildi!" [Ebû Dâvud, Salât
184, (985); Nesâî, Sehv 57, (3, 52).]
ـ3ـ وعن أنس
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]دَعَا رَجُلٌ
فقَالَ:
اللَّهُمَّ
إنِّى
أسْألُكَ بِأنَّ
لَكَ
الحَمْد، َ
إلَهَ إَّ
أنْتَ المَنَّانُ،
بَدِيعُ
السَّموَاتِ
وَا‘رْضِ ذُو
الجََلِ
وَا“كْرَامِ،
يَاحَىُّ
يَاقَيُّومُ،
فقَالَ النَّبىُّ
#: أتَدْرُونَ
بِمَ دَعَا؟
قَالُوا: اللّهُ
وَرَسُولُهُ
أعْلَمُ،
قالَ: وَالَّذِى
نَفْسِى
بِيَدِهِ
لَقَدْ دَعَا
اللّهَ بِاسْمِهِ
ا‘عْظَمِ
الَّذِى إذَا
دُعِىَ بِهِ
أجَابَ،
وَإذَا
سُئِلَ بهِ
أعْطى[. أخرجه
أصحاب السنن .
3. (1792)- Hz. Enes (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Bir adam şöyle dua etmişti: "Ey Allah'ım , hamdlerim
sanadır, nimetleri veren sensin, senden başka ilah yoktur, Sen semâvat ve arzın
celâl ve ikrâm sahibi yaratıcısısın, Hayy ve Kayyûmsun (kâinatı ayakta tutan
hayat sahibisin.) Bu isimlerini şefaatçi yaparak senden istiyorum!"(Bu
duayı işiten) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sordu:"Bu adam neyi
vesile kılarak dua ediyor, biliyor musunuz?""Allah ve Resûlü daha iyi
bilir?""Nefsimi kudret elinde tutan Zât'a yemin ederim ki, o Allah'a,
İsm-i Âzam'ı ile dua etti. O İsm-i Âzam ki, onunla dua edilirse Allah icabet
eder, onunla istenirse verir." [Tirmizî, Daavât 109 (3538); Ebû Dâvud,
Salât 358, (1495); Nesâî, Sehv 57, (3, 52).]
ـ4ـ وعن
أسماء بنت
يزيد رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]قال رسُولُ
اللّهِ #:
اسْمُ اللّهِ
ا‘عْظَمُ في
هَاتَيْنِ
اŒيَتَيْنِ:
وَإلهُُكُمْ
إلَهٌ
وَاحِدٌ َ
إلهَ إَّ هُوَ
الرَّحْمنُ
الرَّحِيمُ.
وَفاتِحَةِ
سُورَةِ آلِ
عِمْرَانَ:
الم اللّهُ َ
إلَهَ إَّ
هُوَ الحَىُّ
الْقَيُّومُ[.
أخرجه أبو داود
والترمذى
وصححه .
4.
(1793)- Esmâ
Bintu Yezîd (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Allah'ın İsm-i Âzam'ı şu iki âyettedir:1-
"İlahınız, tek olan ilahdır, ondan başka ilah yoktur. O Rahmân ve
Rahîm'dir." (Bakara 163).2- Âl-i İmrân sûresinin baş kısmı: Elif-Lâm-Mim.
O Allah ki, O'ndan başka ilah yoktur, O Hayy ve Kayyûmdur" (Âl-i İmrân
1-3). [Ebû Dâvud, Salât 358, (1496); Tirmizî Daavât 65, (3472).]
الجََلِ
وَا“كْرَامِ،
يَاحَىُّ
يَاقَيُّومُ،
فقَالَ
النَّبىُّ #:
أتَدْرُونَ
بِمَ دَعَا؟
قَالُوا:
اللّهُ وَرَسُولُهُ
أعْلَمُ،
قالَ:
وَالَّذِى
نَفْسِى
بِيَدِهِ
لَقَدْ دَعَا
اللّهَ
بِاسْمِهِ
ا‘عْظَمِ
الَّذِى إذَا
دُعِىَ بِهِ
أجَابَ،
وَإذَا
سُئِلَ بهِ
أعْطى[. أخرجه
أصحاب السنن .
3. (1792)- Hz. Enes (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Bir adam şöyle dua etmişti: "Ey Allah'ım , hamdlerim
sanadır, nimetleri veren sensin, senden başka ilah yoktur, Sen semâvat ve arzın
celâl ve ikrâm sahibi yaratıcısısın, Hayy ve Kayyûmsun (kâinatı ayakta tutan
hayat sahibisin.) Bu isimlerini şefaatçi yaparak senden istiyorum!"(Bu duayı
işiten) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sordu:"Bu adam neyi vesile
kılarak dua ediyor, biliyor musunuz?""Allah ve Resûlü daha iyi
bilir?""Nefsimi kudret elinde tutan Zât'a yemin ederim ki, o Allah'a,
İsm-i Âzam'ı ile dua etti. O İsm-i Âzam ki, onunla dua edilirse Allah icabet
eder, onunla istenirse verir." [Tirmizî, Daavât 109 (3538); Ebû Dâvud,
Salât 358, (1495); Nesâî, Sehv 57, (3, 52).]
ـ4ـ وعن
أسماء بنت
يزيد رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]قال رسُولُ
اللّهِ #:
اسْمُ اللّهِ
ا‘عْظَمُ في
هَاتَيْنِ
اŒيَتَيْنِ:
وَإلهُُكُمْ
إلَهٌ
وَاحِدٌ َ
إلهَ إَّ هُوَ
الرَّحْمنُ
الرَّحِيمُ.
وَفاتِحَةِ
سُورَةِ آلِ
عِمْرَانَ:
الم اللّهُ َ
إلَهَ إَّ هُوَ
الحَىُّ
الْقَيُّومُ[.
أخرجه أبو
داود والترمذى
وصححه .
4.
(1793)- Esmâ
Bintu Yezîd (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Allah'ın İsm-i Âzam'ı şu iki âyettedir:1-
"İlahınız, tek olan ilahdır, ondan başka ilah yoktur. O Rahmân ve
Rahîm'dir." (Bakara 163).2- Âl-i İmrân sûresinin baş kısmı: Elif-Lâm-Mim.
O Allah ki, O'ndan başka ilah yoktur, O Hayy ve Kayyûmdur" (Âl-i İmrân
1-3). [Ebû Dâvud, Salât 358, (1496); Tirmizî Daavât 65, (3472).]
ـ5ـ وعن أبى
هريرة رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رسولُ اللّهِ
#: إنَّ للّهِ
تِسْعَةً
وَتِسْعِينَ
اسماً مَنْ
حَفِظَهَا
دَخَلَ الجَنَّةَ،
إنَّ اللّهَ
وِتْرٌ
يُحِبُّ
الوِتْرَ.وفي
رواية: »مَنْ
أحْصَاهَا)ـ1(«.
أخرجه
البخارى بهذا
اللفظ، ومسلم
بدون ذكر
الوتر،
والترمذى.وزاد
فعدها: ]هُوَ
اللّهُ الَّذِى
َ إلَهَ إَّ
هُوَ
الرَّحْمنُ
الرَّحِيمُ.
المَلِكُ.
القُدُّوسُ.
السََّمُ.
المُؤمِنُ.
المُهَيْمِنُ.
الْعَزِيزُ.
الجَبَّارُ.
المُتَكَبِّرُ.
الخَالِقُ.
البَارِئُ. المُصوِّرُ.
الغَفَّارُ.
الْقَهَّارُ.
الوَهَّابُ.
الرَّزَّاقُ.
الْفَتَّاحُ.
الْعَلِيمُ.
القَابِضُ.
الْبَاسِطُ.
الخَافِضُ.
الرَّافِعُ.
المُعِزُّ.
المُذِلُّ.
السَّمِيعُ. الْبَصِيرُ.
الحَكَمُ.
الْعَدْلُ.
اللَّطِيفُ. الخَبِيرُ.
الحَلِيمُ.
العَظِيمُ.
الْغَفُورُ.
الشَّكُورُ.
الْعَلِىُّ.
الْكَبِيرُ.
الحَفِيظُ.
المُقيتُ.
الحَسِيبُ.
الجَلِيلُ.
الكَرِيمُ.
الرَّقيبُ.
المُجِيبُ.
الْوَاسِعُ.
الحَكِيمُ.
الْوَدُودُ.
المَجِيدُ.
الْبَاعِثُ.
الشَّهِيدُ.
الحَقُّ.
الْوَكِيلُ.
الْقَوِىُّ.
المَتِينُ.
الْوَلِىُّ.
الحَمِيدُ.
المُحْصِى.
المُبْدِئُ.
المُعيدُ.
المُحْيِى.
المُمِيتُ.
الحَىُّ.
القَيُّومُ.
الوَاجِدُ.
المَاجِدُ.
الْوَاحِدُ.
ا‘حَدُ.
الصَّمَدُ.
الْقَادِرُ.
المُقْتَدِرُ.
المُقَدِّمُ.
المُؤَخِّرُ.
ا‘وَّلُ.
اŒخِرُ.
الظَّاهِرُ.
البَاطِنُ.
الوَالِى.
المُتَعَالِى.
البَرُّ.
التَّوَّابُ.
المُنْتَقِمُ.
الْعَفُوُّ.
الرَّءوُفُ. مَالِكُ
المُلْكِ.
ذُو الجََلِ
وَا“كْرَامِ:
المُقْسِطُ.
الجَامِعُ.
الْغَنِىُّ.
المُغْنِى.
المَانِعُ.
الضَّارُّ.
النَافِعُ.
النُّورُ
الهَادِى.
الْبَدِيعُ
الْبَاقِى.
الْوَارِثُ.
الرَّشِيدُ.
الصَّبُورُ[.
ولم يفصل ا‘سماء
غير الترمذى .
5. (1794) - Hz. bu
Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlulah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Allah'ın
doksan dokuz ismi vardır. Kim bunları ezberlerse cennete girer. Allah tektir,
teki sever."
Bir
rivâyette: "Kim o isimleri sayarsa cennete girer" buyurmuştur. Buhârî
hadisi bu lafızla tahric etmiştir. Müslim'de "tek" kelimesi yoktur.
[Buhârî, Daavât 68; Müslim, Zikr 5, (2677); Tirmizî, Daavât 87, (3502).]
Tirmizî'nin
rivâyetinde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Allah'ın isimlerini şöyle
yazdı:
"O
Allah ki O'nda başka ilâh yoktur. Rahman'dır. Rahim'dir. El-Meliku'l-Kuddûsu,
es-Selâmu, el-Mü'minu, el-Müheyminu, el-Azîzu, el-Cebbâru, el-Mütekebbiru,
el-Hâliku, el-Bâriu, el-Musavviru, el-Gaffâru, el-Kahhâru, el-Vehhâbu,
er-Rezzâku, el-Fettâhu, el-Alîmu, el-Kâbizu, el-Bâsitu, el-Hâfidu, er-Râfiu,
el-Muizzu, el-Müzillu, es-Semîu, el-Basîru, el-Hakemu, el-Adlu, el-Latîfu,
el-Habîru, el-Halîmu, el-Azîmu, el-Gafûru, eş-Şekûru, el-Aliyyu, el-Kebîru,
el-Hafîzu, el-Mukîtu, el-Hasîbu, el-Celîlu, el-Kerîmu, er-Rakîbu, el-Mucîbu,
el-Vâsiu, el-Hakîmu, el-Vedûdu, el-Mecîdu, el-Bâisu, eş-Şehîdu, el-Hakku,
el-Vekîlu, el-Kaviyyu, el-Metînu, el-Veliyyu, el-Hamîdu, el-Muhsî, el-Mubdiu,
el-Muîdu, el-Muhyi, el-Mümîtu, el-Hayyu, el-Kayyûmu, el-Vâcidu, el-Mâcidu,
el-Vâhidu, el-Ahadu, es-Samedu, el-Kâdiru, el-Muktediru, el-Muahhiru,
el-Evvelu, el-Âhiru, ez-Zâhiru, el-Bâtinu, el-Vâli, el-Müte'âli, el-Berru,
et-Tevvâbu, el-Müntekimu, el-Afuvvu, er-Raûfu, Mâliku'l-Mülki, Zü'l-Celâli
ve'l-İkrâm, el-Muksitu, el-Câmiu, el-Ganiyyu, el-Muğnî, el-Mâni', ed-Dârru,
en-Nâfiu, en-Nûru, el-Hâdî, el-Bedîu, el-Bâki, el-Vârisu, er-Reşîdu,
es-Sâbûru."
İsimleri
bu şekilde, sâdece Tirmizî saymıştır.[74]
»الْقُدُّوسُ«:
الطاهر من العيوب،
»السََّمُ«: ذو
السم، أى الذى
سلم من كل عيب،
وبرئ من كل
آفة، »المؤمن«:
الذى يصدق
عباده وعده
فهو من ا“يمان
بمعنى
التصديق، أو
يؤمّنهم يوم
القيامة من
عذابه، فهو من
ا‘مان »المُهَيْمِنُ«:
الشهيد، وقيل:
ا‘مين، وأصله
مؤيمن، فقلبت
الهمزة هاء،
وقيل: الرقيب
والحافظ،
»العَزِيزُ«:
القاهر
الغالب،
والعزة: الغلبة
»الجَبَّارُ«:
هو الذى أجبر
الخلق، وقهرهم
على ما أراد
من أمر ونهى،
وقيل: هو
العالى فوق
خلقه
»المتَكَبِّرُ«:
المتعالى عن
صفات الخلق،
وقيل: الذى
يتكبر على
عتاة خلقه إذا
نازعوه
العظمة
فيقصمهم،
والتاء في
المتكبر تاء
المنفرد،
والمتخصص، تاء
المتعاطى
المتكلف،
وقيل: إن
المتكبر من
الكبرياء الذى
هو عظمة اللّه
تعالى
من الكبر
الذى هو
مذموم،
»البَارِئ«: هو
الذى خلق
الخلق عن
مثال، إ أن
لهذه اللفظة
من اختصاص
بالحيوان ما
ليس لغيره من
المخلوقات،
وقلما تستعمل
في غير
الحيوان فيقال
برأ اللّه
تعالى
النسمة، وخلق
السموات
وا‘رض،
»المُصَوِّرُ«:
هو الذى أنشأ
خلقه على صور
مختلفة،
ومعنى
التصوير
التخطيط
والتشكيل،
»الغَفَّارُ«:
هو الذى يغفر
ذنوب عباده مرة
بعد مرة، وأصل
الغفر: الستر
والتغطية،
واللّه تعالى
غافر لذنوب
عباده ساتر
لها بترك العقوبة
عليها
»الفَتَّاحُ«:
هو الحاكم بين
عباده، يقال
فتح الحاكم
بين الخصمين
إذا فصل بينهما،
ويقال للحاكم
الفاتح، وقيل:
هو الذى يفتح أبواب
الرزق
والرحمة
لعباده،
والمنغلق عليهم
من أرزاقهم،
»الْقَابِضُ«:
الذى يمسك
الرزق عن
عباده بلطفه
وحكمتهِ،
»البَاسِطُ«:
الذى يبسط
الرزق لعباده
ويوسعه عليهم
بجوده ورحمته
فهو الجامع
بين العطاء
والمنع،
»الخَافِضُ«:
الذى يخفض
الجبارين
والفراعنة. أى
يضعهم ويهينهم،
»الرَّافِعُ«:
الذى يرفع
أولياءه ويعزهم،
فهو الجامع
بين ا“عزاز
وا“ذل،
»الَحَكَمُ«:
الحَاكم،
وحقيقته الذى
سلم له الحكم
ورد إليه،
»العَدْلُ«: هو
الذى
تميل به ا‘هواء
فيجور في
الحكم،
وهو من
المصادر التى
يسمى بها كرجل
ضيف وزور، »اللّطِيفُ«:
الذى يوصل
إليك أربك في
رفق، وقيل: هو
الذى لطف عن
أن يدرك
بالكيفية،
»الخَبِيرُ«:
العالم
العارف بما
كان وما يكون،
»الغَفُورُ«:
من أبنية المبالغة
في الغفران،
»الشَّكُورُ«:
الذى يجازى عباده
ويثيبهم على
أفعالهم
الصالحة فشكر
اللّه تعالى
لعباده إنما
هو مغفرته لهم
وقبوله لعبادتهم.
»الكَبِيرُ«
هو الموصوف
بالجل وكبر الشأن.
»المُقِيتُ«
هو المقتدر،
وقيل: هو الذى
يعطى أقوات
الخئق.
»الحَسِيبُ«
هو الكافى، وهو
فعيل بمعنى
مفعل كأليم
بمعنى مؤلم،
وقيل: هو
المحاسب.
»الرَّقيبُ«
هو الحافظ
الذى
يغيب عنه شئ.
»المُجِيبُ«
هو الذى يقبل
دعاء عباده
ويستجيب لهم.
»الوَاسِعُ«
الذى وسع غناه
كل فقير
ورحمته كل شئ.
»الوَدُودُ«
فعول بمعنى مفعول
من الودّ،
فاللّه تعالى
هو مودود: أى
محبوب في قلوب
أوليائه، أو
هو بمعنى
فاعل. أى إن
اللّه يود
عباده
الصالحين
بمعنى يرضى عنهم.
»المجيدُ« هو
الواسع
الكريم، وقيل:
هو الشريف.
»البَاعِثُ«
هو الذى يبعث
الخلق بعد
الموت يوم
القيامة.
»الشَّهيد« هو
الذى
يغيب عنه شئ،
يقال: شاهد
وشهيد، كعالم
وعليم: أى أنه
حاضر يشاهد
ا‘شياء
ويراها.
»الحَقُّ« هو المتحقق
كونه ووجوده.
»الوَكِيلُ«
هو الكفيل بأرزاق
عباده،
وحقيقته أنه
الذى يستقل
بأمر الموكول
إليه، ومنه
قوله تعالى:
حَسْبُنَا
اللّهُ
وَنِعْمَ
الْوَكِيلُ.
»القَوِىُّ«
القادر، وقيل:
هو التام
القدرة
والقوة الذى يعجزه
شئ.
»المَتِينُ«
هو الشديد
القوى الذى تلحقه
في أفعاله
مشقة.
»الْوَلِىُّ«
الناصر، وقيل:
المتولى ل‘مور
القائم بها
كولّى اليتيم.
»الحَمِيدُ«
المحمود الذى
استحق الحمد بفعله
وهو فعيل
بمعنى مفعول.
»المحْصِى« هو
الذى أحصى كل
شئ بعلمه ف
يفوته شئ من
اشياء دق أو
جلّ.
»المُبْدِئُ«
الذى أنشأ
ا‘شياء،
واخترعها
ابتداء.
»المُعِيدُ«
هو الذي يعيد
الخلق بعد الحياة
إلى الممات،
وبعد الممات
إلى الحياة. »الوَاجِدُ«
هو الغنى
الذى
يفتقر، وهو من
الجدة والغنى.
»الوَاحِدُ«
هو الفرد الذى
لم يزل وحده،
ولم يكن معه
آخر، وقيل: هو
المنقطع
القرين
والشريك.
»ا‘حَدُ«
الفرد،
والفرق بين
الواحد وا‘حد،
أن أحداً بنى
لنفى مايذكر
معه من العدد
فهو يقع على
المذكر
والمؤنت،
يقال: ما
جاءنى أحد. أى ذكر و
أنثى، وأما
الواحد فإنه
وضع لمفتتح
العدد، تقول:
جاءنى واحد من
الناس، و تقول
فيه جاءنى أحد
من الناس، فالواحد
بنى على
انقطاع
النظير
والمثل، وا‘حد
بنى على
انفراد،
والوحدة عن
ا‘صحاب،
فالواحد
منفرد
بالذات، وا‘حد
منفرد
بالمعنى.
»الصَّمَدُ«
هو السيد الذى
يصمد إليه
الخلق في
حوائجهم. أى
يقصدونه:
»المُقْتَدِرُ«
مفتعل من
القدرة، وهو
أبلغ من قادر.
»المقَدِّمُ«
الذى يقدم
ا‘شياء فيضعها
في مواضعها.
»المُؤخِّرُ« الذى
يؤخرها إلى
أماكنها، فمن
استحقّ التقديم
قدّمه، ومن
استحقّ
التأخير أخره.
»ا‘وَّلُ« هو
السابق ل‘شياء
كلها. »اŒخِرُ«
الباقى بعد
ا‘شياء كلها.
»الظَّاهِرُ«
هو الذي ظهر
فوق كل شئ وعه.
»البَاطِنُ«
هو المحتجب عن
أبصار الخئق.
»الوَالِى«
مالك ا‘شياء
المتصرف فيها.
»المُتَعالِى«
هو المنزه عن
صفات
المخلوقين تعالى
أن يوصف بها
وجلّ.
»البَرُّ« هو
العطوف على
عباده ببره
ولطفه.
»المُنْتَقِمُ«
هو المبالغ في
العقوبة لمن
يشاء، وهو
مفتعل من نقم
ينقم إذا بلغت
به الكراهية
حدّ السخط. »الْعَفُوُّ«
فعول من العفو
بناء مبالغة،
وهو الصفوح عن
الذنوب.
»الرَّؤُوفُ«
هو الرحيم العاطف
برأفته على
عباده،
والفرق بين
الرأفة والرحمة
أن الرحمة قد
تقع في
الكراهية
للمصلحة،
والرأفة تكاد
تقع في
الكراهية.
»ذُو الجََلِ
وا“كْرامِ«
مصدر جليل،
يقال: جليل
بين الجلة
والجل.
»المُقْسِطُ«
العادل في
حكمه، أقسط
الرجل إذا عدل
فهو مقسط،
وقسط إذ جار
فهو قاسط.
»الجَامِعُ«
الذى يجمع
الخئق ليوم
الحساب. »المَانِعُ«
هو الناصر
الذى يمنع
أولياءه أن
يؤذيهم.
»النُّورُ« هو
الذى يبصر
بنوره ذوو العماية
ويرشد بهداه
ذوو الغواية.
»الوَارِثُ«
هو الباقى بعد
فناء الخئق.
»الرَّشِيدُ« هو
الذى يرشد
الخلق إلى
مصالحهم،
فعيل بمعنى مفعل
»الصَّبُور«
هو الذى
يعاجل العصاة
بانتقام منهم
بل يؤخر ذلك
إلى أجل مسمى،
فمعنى الصبور
في صفة اللّه
تعالى قريب من
معنى الحليم إ
أن الفرق بين
ا‘مرين أنهم يأمنون
العقوبة في
صفة الصبور
كما يأمنون
منها في صفة
الحليم،
سبحانه
وتعالى عما
يقول
الجاحدون علوّاً
كبيراً.
El-Kuddûs:
Ayıplardan temiz demektir.
es-Selâm:
Selâm sahibi, yani herçeşit ayıptan selâmette, her türlü âfetten berî demektir.
el-Mü'min:
Kullarına va'dinde sâdık olan demektir. Tasdîk mânasına olan imandan gelir.
Yahut, kıyamet günü kullarına, azabına karşı garanti veren, güven veren
demektir, bu mâna emân'dan gelir.
el-Muheymin:
Şâhid olan (görüp gözeten) demektir. Emîn mânasına geldiği de söylenmiştir. Aslı,
müeymin'dir, ancak hemze, hâ'ya kalbolmuştur. Keza er-Rakîb ve el-Hâfiz
mânâsına geldiği de söylenmiştir.
el-Azîzu:
Kahreden, galebe çalan demektir. "İzzet", galebe, çalmak mânasına
gelir.
el-Cebbâr:
Mahlukâtı mecbur eden; emir veya yasak her ne dilerse ona zorlayan demektir. Bu
kelimenin, bütün mahlukâtının fevkinde yücedir mânasına geldiği de
söylenmiştir.
el-Mütekebbir:
Mahlukâta ait sıfatlardan yüce, uzak mânasına gelir. Ayrıca:
"Mahlukâtından büyüklük taslayarak kendisiyle azamet yarışına kalkanlara
büyüklüğünü gösteren ve onlara haddini bildiren mânasına geldiği de
söylenmiştir. Keza şu mânaya geldiği de belirtilmiştir: "Mütekebbir"
Allah'ın azametini ifâde eden kibriyâ kelimesinden gelir, tezyîfî bir mâna
taşıyan kibir kelimesinden gelmez.
el-Bâriu:
Mahlukâtı, mevcut bir misâle bakmaksızın, yoktan, örneksiz olarak yaratan
mânasına gelir. Bu kelime, öncelikle hayvanlar için kullanılır, diğer mahluklar
için pek kullanılmaz. Hayvanlar dışındaki mahlukât hakkında nâdiren kullanılır.
Meselâ: Allah canlıları yoktan yarattı demek için بَرَأَ
اللّهُ
تَعَالَى
النَّسَمَةَ dediğimiz halde, semâvat ve arz hakkında خَلَقَ
السَّمَوَاتِ
وَاَْرْضَ deriz.
el-Musavvir:
Mahlukâtı farklı sûretlerde yaratan" demektir. Tasvîr lügat olarak hat ve
şekil çizmek mânasına gelir.
el-Gaffâr:
Kullarının günahlarını tekrar tekrar affeden, mânasına gelir. Gafr kelimesi,
aslında setr (örtmek) ve kapamak mânalarına gelir. Allah Teâla kullarının
günahlarını affedici, onlar için cezayı terketmek sûretiyle (günahları)
örtücüdür.
el-Fettâh:
Kulları arasında hâkim demektir. Araplar, hâkim iki hasmın (dâvalıdâvacı)
arasındaki ihtilafı çözdüğü zaman: "Hâkim iki hasmın arasını
fethetti" derler. Hükmetti, çözüme kavuşturdu mânasında, hâkime fâtih
dendiği de olmuştur. Mamafih "Kullarına rızk ve rahmet kapılarını
açan", rızıklarından kapanmış olanları açan mânasına da gelir.
el-Kâbız:
Kullarının rızkını lütfu ve hikmetiyle tutan mânasına gelir.
el-Bâsıt:
Kullarına rızkı açıp cûd ve rahmetiyle genişleten demektir. Böylece Cenâb-ı
Hakk, hem ihsan sahibi, hem de onu men edici olmaktadır.
el-Hâfid:
Cebbarları ve firavunları alçaltan demektir. Yâni onları horlar ve değersiz
kılar demektir.er-Râfi': Velîlerini, dostlarını yüceltir. Azîz kılar demektir.
Böylece Allah, hem zelîl hem de azîz kılıcı olmaktadır.
el-Hakem:
Hâkim demektir. Bu da hakikatı hükmetme yetkisi kendisine verilen, ona
gönderilen demek olur.
el-Adlu:
Kendinde heva meyli olmayan, hükümde doğruluktan ayrılmayan cevre yer vermeyen
mânasına gelir. Aslında masdardır. Ancak âdil makamında kullanılmıştır.
Âdil'den daha beliğdir, çünkü müsemma, fiilin kendisiyle isimlenmiştir.
el-Latîfu:
Arzunu sana rıfkla ulaştıran demektir. "Mahiyeti, idrak edilemeyecek kadar
latîf" mânasına geldiği de söylenmiştir.
el-Habîru:
Olanı ve olacağı bilen kimseye denir.
el-Gafûru:
Bağışlamada mübalağa eden, çok bağışlayan demektir.eş-Şekûru: Kullarını, sâlih
fiilleri sebebiyle mükâfatlandıran ve sevap veren demektir. Allah'ın kullarına
şükrü, onlara mağfireti ve ibâdetlerini kabul etmesidir.
el-Kebîru:
Celâl (büyüklük) ve şânının yüceliği sıfatlarını taşıyan kimsedir.
el-Mukîtu:
Muktedir demektir. Ayrıca, mahlukâta gıdalarını veren mânasına geldiği de
söylenmiştir.
el-Hasîbu:
el-Kâfi demektir. Muf'il mânasında fâildir, tıpkı mü'lim mânasında elîm gibi,
hasîb'in muhâsib mânasında kullanıldığı da söylenmiştir.
er-Rakîbu:
Kendisinden hiçbir şey gâib olmayan hâfız (muhâfız) demektir.
el-Mucîbu:
Kullarının duasını kabul edip, icâbet eden zât demektir.
el-Vâsiu:
Zenginliği, bütün fakrları bürüyen; rahmeti herşeyi kuşatan demektir.
el-Vedûdu:
el-Vedd (sevgi) kelimesinden mef'ûl mânasında feûl'dür. Allah Teâlâ Mevdûd'dur.
Çok sevilir. Yani velîlerinin kalbinde sevgilidir. Veya fâil mânasında feûldür.
Yani Allah Teâla sâlih kullarını sever, bu da "onlardan razı olur" demektir.
el-Mecîdu:
Keremi geniş olan demektir. Şerif mânasını taşıdığı da söylenmiştir.
el-Bâisu:
Mahlukâtı, ölümden sonra kıyamet günü yeniden diriltir demektir.
eş-Şehîdu:
Kendisinden hiçbir şey gâib olmayan kimse demektir. Şâhid ve şehîd aynı mânada
kullanılır, tıpkı âlim ve alîm kelimeleri gibi. Mâna şöyledir: Allah, (her
yerde) hâzırdır. Eşyayı müşahede edip her an görür.
el-Hakku:
Varlığı ve vücudu gerçek olan demektir.
el-Vekîlu:
Kulların rızıklarına kefil demektir. Hakikat şudur: Kendisine tevkîl edilmiş
olanı işinde müstakil söz sâhibi olmaktır. Bu hususta şu âyet hatırlanabilir:
"(Dediler ki) Allah bize yeter, O ne güzel vekildir" (Âl-i İmrân
173).
el-Kaviyyu:
el-Kâdir (güçlü) demektir. Ayrıca: "Kudreti ve kuvveti tam, O'nu hiçbir
şey âciz kılamaz" mânasına da gelir.
el-Metînu:
Şedîd ve kavî olup, hiçbir fiilinde meşakkatle karşılaşmayan demektir.
el-Veliyyu:
Nâsır (yardımcı) demektir. Ayrıca: "İşlerin kendisiyle yürüdüğü mütevelli,
yetimin velîsi gibi" diye de açıklanmıştır.
el-Hamîdu:
Fiiliyle hamde hak kazanan mahmûd kimsedir. Bu kelime mef'ûl mânasında fâildir.
el-Muhsî:
İlmiyle herşeyi sayan, nazarından büyük veya küçük hiçbir şey kaçmayan kimse
demektir.
el-Mübdiu:
Eşyayı yoktan ilk defa var eden, yaratan demektir.
el-Muîdu:
Mahlukâtı hayattan sonra tekrar ölüme, öldükten sonra da tekrar hayata iâde
eden kimse demektir.
el-Vâcidu:
Fakirliğe düşmeyen zengin demektir. Bu kelime, gına demek olan cide kökünden
gelir.
el-Vâhidu:
Tek başına devam eden, yanında bir başkası olmayan ferd'dir. Ayrıca, şerîk ve
arkadaşı olmayan kimse mânası da mevcuttur.
El-Ahadu:
Ferd demektir. Ahad ile vâhid arasındaki farka gelince, ahad, kendisiyle bir
başka adedin zikredilmesini men edecek bir yapıya sâhiptir. Kelime hem
müzekker, hem de müennestir. "Bana kimse (ahad) gelmedi derken, gelmeyen
hem erkektir, hem de kadındır." Vâhid'e gelince bu sayıların ilki olarak
vazedilmiştir: "Bana halktan biri (vahid) geldi" denir ama,
"Bana haktan kimse (ahad) geldi" denmez. Vâhid, emsâl ve nazîri kabûl
etmeyen bir mâna üzere bina edilmiştir. Ahad ise ifrad ve arkadaşlardan
yalnızlık üzere bina edilmiştir. Öyle ise, vâhid, zât itibariyle münferiddir,
ahad ise mâna itibariyle münferiddir.
es-Samedu:
İhtiyaçlarını te'min etmek üzere, halkın kendisine başvurduğu efendidir. Yani
halkın kendisine yöneldiği kimsedir.
el-Muktediru:
Kudret kökünden müfteil babındandır. Kâdir'den daha öte bir güçlülük ifâde
eder.
el-Mukaddimu:
Eşyayı takdim edip, yerli yerine koyan demektir.
el-Muahhiru:
Eşyayı yerlerine te'hir eden demektir. Kim takdime hak kazanırsa ona takdîm
eder, kim de te'hîre hak kazanırsa ona da te'hîr eder.
el-Evvelu:
Bütün eşyadan önce var olan demektir.el-Âhiru: Bütün eşyadan sonra bâkî kalacak
olan demektir.
ez-Zâhiru:
Herşeyin üstünde zâhir olan ve onların üstüne çıkan şey demektir.
el-Bâtınu:
Mahlukâtın nazarlarından gizlenen demektir.
el-Vâlî:
Eşyanın mâliki ve onlarda tasarruf eden demektir.
el-Müteâli:
Mahlukâtın sıfatlarından münezzeh olan, bu sıfatların biriyle muttasıf olmaktan
yüce ve âlî olan.
el-Berru:
Katından gelen bir iyilik ve lütufla, kullarına karşı merhametli, şefkatli
demektir.
el-Müntakimu:
Dilediğine ceza vermede şiddetli davranan demektir. Nekame kökünden müfteil
babında bir kelimedir. Nekame, hoşnudsuzluğun öfke ve nefret derecesine
ulaşmasıdır.
el-Afuvvu:
Afv'dan feûl babında bir kelimedir. Bu bâb mübalağa ifâde eder. Öyle ise mâna:
"Günahları çokça bağışlayan" demek olur.
er-Raûfu:
Katından gelen bir re'fetle (şefkatle) kullarına merhametli ve şefkatli olan
demektir. Re'fetle rahmet arasındaki farka gelince; rahmet bazan maslahat
gereği istemeyerek de olabilir. Re'fet isteksiz olmaz, isteyerek olur.
Zü'l-Celâl:
Celâl, celîl'in masdarıdır. Celâl, celâlet, nihâyet derecede büyüklük, azamet
demektir. Zü'l-Celâl büyüklük sahibi olan mânasına gelir.
el-Muksidu:
Hükmünde âdil, demektir. Ef'al babında adaletli oldu mânasına olan bu kelime,
sülâsî aslında zulmetti mânasına gelir. Nitekim kasıt; cevreden, zâlim
demektir.
el-Câmiu:
Kıyamet günü mahlukâtı toplayan demektir.
el-Mâniu:
Dostlarını, başkalarının eziyetinden koruyan yardımcı demektir.
en-Nûru:
Körlüğü olanları nuruyla görür kılan, dalâlette olanları da hidâyetiyle irşâd
eden demektir.
el-Vârisu:
Mahlukâtın yok olmasından sonra da bâki kalan demektir.
er-Reşîdu:
Mahlukâta maslahatların gösteren demektir.
es-Sabûru:
Âsîlerden intikam almada acele etmeyen, cezalandırmayı belli bir müddet te'hîr
eden demektir. Allah'ın sıfatı olarak sabûr'un mânası halîm'in mânasına
yakındır. Ancak ikisi arasında şöyle bir fark vardır: Sabûr sıfatında cezanın
mutlaka olacağını beklemeyebilirler. Ancak halîm sıfatıyla Allah'ın cezasına
kesin nazarıyla bakarlar.
Allah
inkarcıların söylediklerinden münezzeh ve mukaddestir, uludur, yücedir.[75]
Yapmamız
gereken duaların bir kısmı namazla ilgilidir. Daha namaza başlarken okumamız
gereken dualar olduğu gibi, namazın içinde, muhtelif safhalarda, keza namazdan
selâmla çıktıktan sonrada okunacak dualar mevcuttur. Şu halde burada bu
dualarla ilgili bir kısım rivâyetleri göreceğiz.[76]
ـ1ـ عن أبى
هريرة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]كانَ رسولُ
اللّهِ # إذَا
كَبَّرَ
لِلصََّةِ سَكَتَ
هُنَيَّةً
قَبْلَ أنْ
يَقْرأَ،
فَقُلْتُ يَا
رسوُلَ
اللّهِ :
بِأبِى أنْتَ
وَأُمِّى
سُكُوتَكَ
بَيْنَ
التَّكْبِيرِ
وَالْقِرَاءَةِ
مَا تَقُولُ؟
قَالَ:
أقُولُ: اللَّهُمَّ
نَقِّنِى
مِنْ
خَطَايَاىَ
كَمَا
يُنَقَّى الثَّوْبُ
ا‘بْيَضُ مِنَ
الدَّنَسِ.
اللَّهمَّ
اغْسِلْنِى
مِنْ
خَطَايَاىَ
بِالْمَاءِ
وَالثَّلْجِ
وَالْبَرَدِ[.
أخرجه الخمسة إ
الترمذى،
وهذا لفظ
الشيخين.زاد
أبو داود والنسائى
في أوَّله:
]اللَّهُمَّ
بَاعِدْ بَيْنِى
وَبَيْنَ
خَطَايَاىَ
كَمَا
بَعَدْتَ
بَيْنَ المَشْرِقِ
وَالمَغْرِبِ[
.
1. (1795)- Ebû Hüreyre (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) namaz için tahrîme
tekbirini alınca kıraate geçmezden önce bir müddet sükût buyurmuştur. Ben:
"Ey
Allah'ın Resûlü, dedim, anam babam sana feda olsun, tekbir ile kıraat
arasındaki sükût esnasında ne okuyorsunuz?" Bana şu cevabı verdi:
"Ey
Allahım, beni hatalarımdan öyle temizle ki, kirden paklanan beyaz elbise gibi
olayım. Allahım beni, hatalarımdan su, kar ve dolu ile yıka"
diyorum." [Buhârî, Ezân 89; Müslim, Mesâcid 147, (598); Ebû Dâvud, Salât
123, (781); Nesâî, İftitâh 15, (2, 128, 129).]
Ebû
Dâvud, Nesâî (ve Buhârî'nin) rivâyetlerinin başında şu ziyade vardır:
"Allahım, benimle hatalarımın arasını doğu ile batının arası gibi uzak
kıl."[77]
AÇIKLAMA:
1- Normalde çamaşırın temizliği
için sadece su kullanıldığı halde, hadiste bir ve buzun da zikri, âlimler
tarafından farklı yorumlara tâbi kılınmıştır, ancak hepsi de neticede maksadın
mübalağalı şekilde ifâdesinde birleşirler.
Mesela
Hattâbî der ki: "Kar ve dolunun zikri te'kîd içindir. Zîra, bunlar zaten
elle dokunulmayan, temizlikte de kullanılmayan iki sudur."
İbnu
Dakîku'l-Îd der ki: "Böyle denmekle âzamî derecedeki temizlik ifâde
edilmiştir. Zîra, üzerinden üç ayrı temizlik maddesi geçen elbise tertemiz
olur. Mamafih, bunların her birinden maksadın mecaz olması da mümkündür. Yani
onlarla kiri kaldıran sıfat kinâye olunmuştur, tıpkı şu âyette olduğu
gibi: وَاعْفُ
عَنَّا
وَاغْفِرْلَنَا
وَارْ
حَمْنَا "Rabbimiz bizi affet, bize mağfiret et ve
bize merhamet et..." (Bakara 285).
Tîbî
de buna işareten der ki: "Sudan sonra kar ve buzun da zikrinden maksad,
afdan sonra rahmet ve mağfiretin bütün envâını -pek şiddetli olan cehennem
azabının harâretini söndürmek için- taleb etmektir." Hadîsin, Abdullah
İbnu Ebî Evfâ tarafından Müslim'de kaydedilen rivâyetinde suyun soğukluk
kaydıyla zikri de bu mânayı te'yîd eder. Böylece Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) hataları -ateşe girmeye sebep olmasından ötürü- cehenneme benzetmiş
ve onun söndürülmesini de yıkamaya teşbîh buyurmuş, söndürme işinde,
söndürücülerin hepsini sudan başlayarak en soğuğuna varıncaya kadar zikretmekle
üslûbda mübalağaya yer vermiştir.
Türbüştî
der ki: "Bu üç şeyin betahsis zikri, bunların semâdan inmeleri
sebebiyledir."
Kirmânî
der ki, "Bu üç duada, üç vakte işaret edilmiş olma ihtimali de vardır.
Uzaklaşma istikbâle, temizlik hâl-i hâzıra, yıkama geçmişe işarettir."
İbnu Hacer der ki, "Bu durumda, istikbâlin önce zikri, husûle, gelecek
olanın def'ine gösterilecek ihtimam, vukua gelmiş olanın ref'inden önce olduğu
içindir." Yani günah işleyip sonra da affıyla uğraşıncaya kadar, öncelikle
günah işlememeye gayret gösterilmelidir.[78]
2-
HADİSTEN ÇIKARILAN BAZI HÜKÜMLER
*
Hadisten, tahrîme tekbiri ile kıraat arasında dua okumanın meşrû olduğu hükmü
çıkarılmıştır. Ancak İmam Mâlik bu hükme
katılmamıştır.
*
İmam Şâfiî ve başka bâzıları bu hadise dayanarak namazda, Kur'ân'da olmayan bir
şeyle dua etmenin câiz olduğuna hükmederler. Hanefîler bu görüşe katılmazlar.
*
Hadis, Ashâb'ın Rusûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı hareket, sükûn, gizli,
açık bütün ahvâliyle tesbit edip, dini en mükemmel şekliyle muhafaza
ettiklerini göstermekte, bu hususta muknî bir örnek sunmaktadır.
*
Bazı Şâfiîler, kar ve dolunun temizleyici olduklarına bu hadisten delil
çıkarmışlardır.[79]
ـ2ـ وعن ابن
عمر رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]بَيْنَمَا
نَحْنُ
نُصَلِّى
مَعَ رسُولِ
اللّهِ # إذ
قالَ رَجُلٌ
مِن القَوْمِ
: اللّهُ اَكْبَرُ
كَبِيراً،
وَالْحَمْدُللّهِ
كَثِيراً،
وَسُبْحَانَ
اللّهِ بُكْرَةً
وَأصِيً،
فقَالَ #: مَنِ
الْقَائِلُ
كَلِمَةَ
كَذَا و
َكَذَا؟ قالَ
الرَّجُلُ:
أنَا يَارسُولَ
اللّهِ،
فقالَ:
عَجِبْتُ
لَهَا فُتِحَتْ
لَهَا
أبْوَابُ
السَّمَاءِ.
قَالَ ابْنُ
عُمَرَ: فَمَا
تَرَكْتُهُنَّ
مُنْذُ سَمِعْتُ
رَسُولَ
اللّهِ #
يَقُولُ
ذلِكَ[. أخرجه
مسلم
والترمذى
والنسائى.وزاد
النسائى في رواية:
]لقَدْ
رَأيْتُ
ابْتَدَرَهَا
اثْنَا عَشَرَ
مَلَكاً[ .
2. (1796)- İbnu Ömer (radyallahu
anhumâ) anlatıyor: "Biz, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte
namaz kılarken, cemaatten biri aniden:
"Allahu
ekber kebîrâ, velhamdü lillâhi kesîrâ, subhânallâhi bükraten ve asîlâ (Allah,
büyükte büyüktür, Allah'a hamdimiz çoktur, sabah akşam tesbihimiz
Allah'adır!" dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) efendimiz:
"Bu
sözleri kim söyledi?" diye sordu. Söyleyen adam:
"Ben,
ey Allah'ın Rusûlü" dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesellâm)
efendimiz:"
"O
sözler hoşuma gitti. Sema kapıları onlara açıldı" buyurdu. İbnu Ömer
(radıyallâhu anhümâ) der ki: "Söylediği günden beri o zikri okumayı hiç
terketmedim." [Müslim, Mesâcid 150, (601); Tirmizî, Daavât 137, (3586);
Nesâî İftitâh 8, (2, 125).]
Nesâî,
bir rivâyette şu ziyâdede bulunmuştur: "On iki adet meleğin, bu sözleri
(yükseltmek üzere) koşuştuklarını gördüm."[80]
AÇIKLAMA:
1-Hadiste
beyan edilen gök kapılarının açılması o zikrin Allah indinde makbul olduğuna
delildir. Çünkü duaların kıblesi sema, makbul sözlerin şe'ni kabûl-i İlâhî
semâsına yükselmektir. Âyette: "Güzel sözler O'na yükselir, o sözleri de
sâlih ameller yükseltir" buyurulmuştur (Fâtır 10)
2-Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın ifâdeleri, bu zikrin dilden düşürülmemesine bir
teşviktir. Nitekim İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ), dinlediği günden itibâren
bunu her fırsatta dilinden düşürmemiştir.[81]
ـ3ـ وعن أنس
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]بَيْنَمَا
رسولُ اللّه #
يُصَلِّى إذْ
جَاءَهُ
رَجُلٌ قَدْ
حَفَزَهُ النَّفْسُ،
فَقَالَ:
اللّهُ
أكْبَرُ،
الْحَمْدُللّهِ
حَمْداً
كَثِيراً
طَيِّباً مُبَارَكاً
فِيهِ،
فَلمَّا قَضى
رسولُ اللّه # الصََّةَ
قالَ:
أيُّكُمُ
المُتَكَلِّمُ
بِالْكَلِمَاتِ؟
فَأرَمَّ
الْقَوْمُ،
فقَالَ:
إنَّهُ لَمْ
يَقُلْ
بأساً،
فقَالَ
الرَّجُلُ:
أنَا يَارَسُولَ
اللّهِ، قالَ:
لَقَدْ
رَأيْتُ
اثْنَىْ
عَشَرَ
مَلَكاً
يَبْتَدِرُونَهَا
أيُّهُمْ
يَرْفَعُهَا[.
أخرجه مسلم
وأبو داود والنسائى.»حَفْزَهُ
النَّفَسُ« أى
تتابع بشدة كأنه
يحفز صاحبه:
أى
يدفعه.»وَأرَمَّ
الْقَوْمُ«
أطرقوا
سكوتاً .
3. (1797)- Hz. Enes (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) namaz kılarken nefes
nefese bir adam geldi ve:
"Allahu
ekber, Elhamdü lillâhi hamden kesîran tayyiben mubâreken fîhi. (Allah büyüktür,
çok temiz ve mübârek hamdler Allah'adır!)" dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) namazı bitirince:
"Şu
kelimeleri hanginiz söyledi?" diye sordu. Cemaat bir müddet sessiz kaldı,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"(Kim
söylediyse çekinmesin, benim desin), Zîra fena bir şey söylemiş değil)"
dedi. Bunun üzerine adam:
"Ben,
ey Allah'ın Resûlü!" dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da:
"Ben
on iki melek gördüm. Her biri, bu kelimeleri (Allah'ın huzuruna) kendisi
yükseltmek için koşuşmuşlardı." [Müslim, Mesâcid 149, (600); Ebû Dâvud,
Salât 121, (763): Nesâî, İftitâh 19, (2, 132, 133).][82]
AÇIKLAMA'sı 1800 numaralı hadiste
gelecek.[83]
ـ4ـ وعن جابر
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]كَانَ رَسولُ
اللّهِ # إذَا
اسْتَفْتَحَ
الصََّةَ
كَبَّرَ،
ثُمَّ قال:
إنَّ صََتِى
وَنُسُكِى
وَمَحْيَاىَ
وَمَمَاتِى
للّهِ رَبِّ
الْعَالَمِينَ
َ شَرِيكَ
لَهُ،
وبِذلِكَ
أُمِرْتُ
وَأنَا أوَّلُ
المُسْلِمِينَ.
اللَّهُمَّ
اهْدِنِى ‘حْسَنِ
ا‘عْمَالِ
وَأحْسَنِ
ا‘خَْقِ، َ
يَهْدِى
‘حْسَنِهَا
إَّ أنْتَ،
وَقِنِى
سَىِّئَ ا‘عْمَالِ،
وَسَيِّئَ
ا‘خَْقِ َ
يَقِى سَيِّئَهَا
إَّ أنْتَ[.
أخرجه
النسائى .
4. (1798)- Hz. Câbir (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) namaza başlarken tekbir
getirir, sonra (bazan) şunu okurdu: "İnne salâtî ve nüsükî ve mahyâye ve
memâtî lillâhi Rabbi'l-âlemîn. Lâ şerîke lehu ve bizâlike ümirtü ve ene
evvelü'lmüslimîn. Allahümmehdinî li-ahseni'l a'mâli ve ahseni'l-ahlâki. Lâ
yehdî li-ahsenihâ illâ ente. Ve kınî seyyie'l-a'mâl ve seyyie'l-ahlâk. Lâ yakî
seyyiehâ illâ ente. (Namazım, ibâdetim hayatım ve ölümüm âlemlerin şeriksiz Rabbi
Allah içindir. Ben bununla emrolundum. Ben bu emre teslim olanların ilkiyim. Ey
Allah'ım, beni amellerin ve ahlâkın en iyisine sevket. Bunların en iyisine
senden başka sevkeden yoktur. Beni kötü amellerden ve kötü ahlâktan koru,
bunların kötülerinden ancak sen korursun." [Nesâî, İftitâh 16, (2, 129).]
AÇIKLAMA: 1800 numaralı hadistedir.
ـ5ـ وعن محمد
بن مسلمة
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ ]أنَّ
النَّبىَّ #
كانَ إذَا
قامَ
يُصَلِّى تَطَوُّعاً
قالَ: اللّهُ
أكْبَرُ
وَجَّهْتُ وَجْهِىَ
لِلَّذِى
فَطَرَ
السَّموَاتِ
وَا‘رْضَ
حَنِيفاً
مُسْلِماً
ومَا أنَا
مِنَ
المُشْرِكِينَ،
وَذَكَرَ
مِثْلَ
حَدِيثِ
جَابِرٍ،
ثُمَّ قالَ:
اللَّهُمَّ
أنْتَ
المَلِكُ َ
إلهَ إَّ أنْتَ،
سُبْحَانَكَ
وَبِحَمْدِكَ،
ثُمَّ يَقْرأُ[.
أخرجه
النسائى .
5. (1799)- Muhammed İbnu Mesleme
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) nâfile
namaz kılmak için kalktığı vakit (bazan) şunu okurdu:"Allahu ekber
veccehtü vechiye li'llezî fatara's-Semâvâti ve'l-arza hanîfen müslimen ve mâ
ene mine'lmüşrikîn... (Allah büyüktür. Yüzümü Hanîf ve Müslüman olarak semâvat
ve arzı yaratan Allah'a yönelttim. Ben müşriklerden değilim)..."[84]
Devamını Hz. Câbir (radıyallâhu anh)'in rivâyetinde olduğu şekilde zikretti.
Sonra şunu okudu:"Allahümme ente'l-Meliku. Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke ve
bihamdike [Allahım (kâinatın gerçek) Meliki sensin. Senden başka ilah yoktur.
Seni hamdinle takdîs ederim)." Sonra kıraata geçti." [Nesâî, İftitâh
17, (2, 131).][85]
AÇIKLAMA,1800 numaralı hadistedir.[86]
ـ6ـ وعن
عائشة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]كَانَ رسولُ
اللّهِ # إذا
افْتَتَحَ
الصََّةَ
قالَ:
سُبْحَانَكَ
اللَّهُمَّ
وَبِحَمْدِكَ،
وَتَبَارَكَ
اسْمُكَ، وَتَعالَى
جَدُّكَ، وََ
إلَهَ
غَيْرُكَ[. أخرجه
أبو داود
والترمذى.والمراد
»بِالْجَدِّ« في
حق اللّه
تعالى عظمته
وجله: أى صار
جدك عالياً .
6. (1800)- Hz. Aişe (radıyallâhu anhâ)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) namaza (iftitah tekbiri
ile) başlayınca şunu okurdu: "Subhâneke Allahümme ve bihamdike ve
tebâreke'smüke ve teâlâ ceddüke ve lâ ilâhe gayruke. (Allah'ım seni her çeşit
noksan sıfatlardan takdîs ederim, hamdim sanadır. Senin ismin mübârek, azametin
yücedir, senden başka ilah da yoktur)." [Tirmîzî, Salat 179, (243); Ebû Dâvud, Salat 122, (776); İbnu
Mâce, İkâmeti's-Salat 1, (804).][87]
AÇIKLAMA:
Bu
hadisler, namazda tahrîme (veya iftitah tekbirin)den sonra Kur'ân kıraatine
geçmeden önce istiftah duasının okunacağını ifâde ederler. Bu, Ebû Hanîfe,
Şâfiî, Ahmet İbnu Hanbel ve Cumhur'a göre müstehabtır. İmam Mâlik'e göre ise
müstehab değildir. Ancak bizzat okunacak duâ husûsunda âlimler ihtilâf
etmişlerdir.
*
Ahmed İbnu Hanbel ve İmam Âzam (rahimehumallâh)'a göre son rivâyette
kaydettiğimiz Sübhâneke okunmalıdır. Delilleri de Hz. Âişe (radıyallâhu
anhâ)'nin mezkur rivâyetidir. Bu rivâyet, Ahmed İbnu Hanbel ve Müstedrek'de de
rivâyet edilmiştir. Hâkim, sıhhatini te'yid eder.
Bu
hadis, bazı ilâvelerle Ebû Saîdi'l-Hudrî başta, başka bir kısım sahâbilerden de
rivâyet edilmiştir. Ancak Tâbiîn ve Etbauttâbiîn ulemâsı amelde, çoğunlukla Hz.
Âişe'nin rivâyetini esas almıştır. Mamafih Hz. Ömer ve İbnu Mes'ud'un
rivâyetleri de bunun aynısıdır. Namazda onların da bunu okuduğu bilinmektedir.
*
Bu babta yukarıda Hz. Ebû Hüreyre, Hz. Câbir İbnu Abdillah, Muhammed İbnu
Mesleme (radıyallâhu anhüm)'den farklı dualar kaydettik. Hz. Ali'den kaydedilen
bir başka rivâyet daha var. Demek ki, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
istiftah duasını farklı şekillerde okumuşlardır. Bunlardan birini sahih addedip
diğerlerine bâtıl demek mümkün değildir. Hattâ İbnu Ömer (radıyallâhu anh)'in
bir rivâyetine göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) namaza başlayınca önce
veccehtü vechiye diye başlayan duayı, arkadan Sübhâneke duasını, bundan sonra
da İnne salâtî ve nüsükî diye başlayan duayı okur, ondan sonra kıraate geçerdi.
İbnu'l-Esîr'in
Şerhu'l-Müsned'de kaydettiğine göre, İmam Şafiî (rahimehullah) hazretleri -farz
olsun, nafile olsun- bütün namazlarda bu duâların hepsini baştan sona okurmuş.
Hanefîlerden
Ebû Yûsuf, "Namazda Sübhâneke ile birlikte Veccehtu vechiye beraber
okunmalıdır" demiştir. el-Muhît'de geldiğine göre veccehtü vechiye duası
tekbirden önce okunmalıdır, bu müstehabtır. Aksini söyleyen de olmuştur.
Şâfiîlere
göre, imam, Fatiha ile sûre arasında biraz sükut eder, bu arada cemaat da
Fatiha'yı okur. Şafiî hazretleri, namaza başlarken imam ve cemaatin, aynı
istiftah duasını okuyacaklarını açıkça söylemiştir.
Yine
Şafiîlere göre, imamın Fatiha ile sûrelerden sonra sükut etmesi, cemaatin
Fâtiha okumalarını te'min içindir. Hanefîler cemaat halinde imamın arkasında
bir şey okumadıkları için sondaki bu sükut, kıraatla rükûnun arasını ayırmaya hamledilmiştir,
kıraat bitince rükûya gitmekte acele etmemekten ibârettir. Kasten uzatılması
mekruhtur. Yanılarak uzatılırsa farzın te'hirine sebep olduğu için secde-i
sehiv gerekir.
İmam
Mâlik, farz veya nâfile herhangi bir namazın başında, ortasında ve sonunda
herhangi bir duayı okumakta beis görmez. Şâfiî'nin de görüşü bu ise de,
istiftah duasını okumak sünnettir.
Hanefîlere
göre, istiftah duası olarak Sübhâneke'den başka bir dua okumak câiz değildir.
Bu hususta rivâyet edilen dualar, farz namazların tahiyyatlarında teşehhüdden
sonra namazın nihayetinde okunabilir. Nafilelerde daha müsâmahalı olan
Hanefîler bu babta gelen rivâyetleri gece namazlarına hamlederler.
İbnu
Battâl, adı geçen sükutun Medine örfünde yerleşmemiş olmasını gözönüne alarak,
buna Resûlullah (aleyhissalât vesselâm)'ın bazan yer verdiği hükmüne ulaşır ve
terkini câiz görür.
Hadiste
geçen "Annem babam sana feda olsun" tâbirinin Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) hakkında kullanılması câizdir. Bazı âlimler, herkes
için kullanılabilir demiş ise de "câiz değildir" diyen de olmuştur.
Üçüncü bir görüşe göre ise sâdece sâlihler için câizdir, başkalarına
söylenemez. [88]
ـ1ـ عن ابن
عباس رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]قالَ رسولُ
اللّهِ #: أَ،
وَإنِّى
نُهِيْتُ أنْ
أقْرَأ
القُرْآنَ
رَاكِعاً
وَسَاجِداً،
فَأمَّا
الرُّكُوعُ
فَعَظّمُوا
فِىهِ الربَّ،
وَأمَّا
السُّجُودُ
فَاجْتَهِدُوا
في الدُّعَاءِ،
فَقَمِنٌ أنْ
يُسْتَجَابَ
لَكُمْ[.
أخرجه مسلم
وأبو داود
والنسائى.ومعنى
»قَمِن« جدير .
1. (1801)- İbnu Abbâs (radıyallâhu
anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Haberiniz olsun, ben rükû ve secde hâlinde Kur'ân okumaktan men edildim.
Öyleyse rükûda Rabb Teâlâ' yı tâzim edin, secdede ise dua etmeye gayret edin,
(zîra secdede iken yaptığınız dua) icâbet edilmeye lâyıktır." [Müslim,
Salât 207 (479); Ebû Dâvud, Salât 152, (876); Nesâî, İftitâh 98, (2, 189).][89]
AÇIKLAMA:
1-Bir
kısım rivâyetler rükû ve secde hâlinde Kur'ân okunmayacağını belirtirler.
Şârihler bunun sebebini şöyle açıklarlar: "Rükû ve sücud halleri, kulun
Rabbi karşısındaki tevâzuunu ifâde etmektedir. Bu sebeple o haller zikre tahsis
edilmişlerdir. Dolayısıyla, aynı halde Kelâmullah ile mahlûkun sözleri eşit
tutularak beraber zikredilmeleri mekruhtur.
2-Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm): "...Ben rükû ve secde hâlinde Kur'ân okumaktan
men edildim" demekle, sâdece kendisine âit bir yasağı değil, ümmetinin de
tâbi olması gereken bir yasağı ifâde ediyor. Zîra ümmeti, -nadir hasâis
dışında- her hareketinde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a uymakta
mükelleftir. Üstelik, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), ashâbına rükû
halinde Allah'ı tâzim, secde halinde de
dua etmeleri için emirde bulunmuştur. Böyle bir emir de, sözünü
ettiğimiz yasağın Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in şahsına ait
olmayıp, bütün ümmete şâmil olduğunu gösterir.
Hülâsa
rükû ve secde hâlinde Kur'ân okumak yasaklanmıştır. Rükûda tesbih, secdede ise
tesbih ve dua yapılır.
3-
Hanefîlere göre, namazın bir rüknünde, namaz fiilleri cinsinden bir ilâvede
bulunulsa secde-i sehiv gerekir, zîra vâcibin veya farzın te'hiri
mevzubahistir. Şâfiîlere göre rükû ve secdelerde Fâtiha'dan başka bir sûre veya
âyet okumak mekruhtur. Fakat namaz bozulmaz.
4-
Fatiha okumaya gelince, bu hususta Şâfiîlerden iki farklı görüş rivâyet edilir:
Birine göre Fâtiha ile başka sûre arasında fark yoktur. Dolayısı ile Fatiha'nın
okunması da mekruhtur, ancak namazın sıhhatini bozmaz. İkinci görüşe göre
Fatiha'yı, rükû ve secdede kasden okumak haramdır, namazı bozar. Sehven okumak
mekruh değildir. Ancak, gerek sehven olsun ve gerekse kasden olsun, Fatiha'nın
okunması Şâfiî hazretlerine göre secde-i sehiv gerektirir.[90]
ـ2ـ وعن أبى
هريرة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]كانَ
رسولُ اللّه #
يَقُولُ في
سُجُودِهِ:
اللَّهُمَّ
اغْفِرْ لِى
ذَنْبِى
كُلَّهُ، دِقَّهُ
وَجِلَّهُ،
أوَّلَهُ
وَآخِرَهُ،
سِرَّهُ
وَعََنِيَتَهُ[.
أخرجه مسلم
وأبو داود .
2. (1802)- Ebû Hüreyre (radıyallâhu
anh) hazretleri anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm),
secdelerinde şunları söylerdi: "Allahümmağfirlî zenbî küllehu, dıkkahu ve
cüllehu, evvelehu ve âhirehu, sırrahu ve alâniyyetehu. (Allahım! Büyükküçük
birincisonuncu, gizli-açık, bütün günahlarımı mağfiret buyur." [Müslim,
Salât 216, (483); Ebû Dâvud, Salât 152, (878).][91]
ـ3ـ وعن
عائشة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]كانَ رسولُ
اللّهِ # يُكْثِرُ
أنْ يَقُولَ
في رُكُوعِهِ
وَسُجُودِهِ:
سُبْحَانَكَ
اللَّهُمَّ
رَبَّنَا
وبِحَمْدِكَ.
اللَّهُمَّ
اغْفِرْ لِى:
يَتَأوَّلُ
الْقُرآنَ[.
أخرجه الخمسة
إ الترمذى.وفي
أخرى لمسلم
وأبى داود
والنسائى:
]كانَ يَقُولُ
في رُكُوعِهِ
وَسُجُودِهِ:
سُبُّوحٌ
قُدُّوسٌ
رَبُّ
المََئِكةِ
وَالرُّوحِ[.وفي
أخرى لمالك والترمذى
وأبى داود:
]فَقَدْتُهُ #
مِنَ الْفِرَاشِ
فَالْتمَسْتُهُ
فَوَقَعَتْ
يَدِى عَلى
بَطْنِ
قَدَمَيْهِ،
وَهُوَ
سَاجِدٌ
يَقُولُ:
اللَّهُمَّ
إنِّى أعُوذُ
بِرِضَاكَ
مِنْ
سَخَطِكَ،
وَأعُوذُ
بِمُعَافَاتِكَ
مِنْ عُقُوبَتِكَ،
وَأعُوذُ
بِكَ مِنْكَ،
َ أُحْصِى ثَنَاءً
عَلَيْكَ
أنْتَ كَمَا
أثْنَيْتَ
عَلى نَفْسِكَ[
.
3. (1803)- Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ)
anlatıyor: "Resullulah (aleyhissalâtu vesselâm) rükûsunda ve secdelerinde
şu duayı çokca okurdu: "Sübhânekallâhümme Rabbenâ ve bihamdike,
Allahümmağfirlî. (Allah'ım, seni takdis ve tenzih ederim. Rabbimiz! Takdisimiz
hamdinledir. Ey Allahım, beni mağfiret et.)" Bu duayı okumakla Kur' ân'a
yani Kur'ân'ın: "Rabbini hamd ile tesbîh et" (Nasr 3) âyetine]
uyuyordu." [Buhârî, Ezân 123, 139, Meğâzî 50, Tefsîr, İzâcâe nasrullahi
ve'l-Feth; Müslim, Salât 217, (484); Ebû Dâvud, Salât 152, (877); Nesâî,
İftitâh 153, (2, 219).]
Müslim,
Ebû Dâvud ve Nesâî'de gelen bir rivâyette şöyle denir: "Resûllullah
(aleyhissalâtu vesselâm) rükû ve secdesinde şöyle derdi: "Subbûhun
kuddûsün Rabbü'lmelâiketi ve'r-Rûhi, (Münezzehsin, mükaddessin, meleklerin ve
Ruh'un Rabbisin)".
Muvatta,
Tirmizî ve Ebû Dâvud'un bir rivâyetinde şöyle denir: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ı yatakta kaybettim ve araştırdım, derken elim
ayağının altına rastladı. Secdede idi ve: "Allahümme innî eûzu birızâke
min sahtike ve eûzu bimuâfâtike min ukûbetike ve eûzu bike minke Lâ uhsî senâen
aleyke. Ente kemâ esneyte alâ nefsike. (Allahım! Senin rızanı şefaatçi kılarak öfkenden
sana sığınıyorum. Affını şefaatçi yaparak cezandan sana sığınıyorum. Senden de
sana sığınıyorum. Sana layık olduğun senâyı yapamam. Sen kendini sena ettiğin
gibisin)" diyordu."[92]
AÇIKLAMA:
1-
Bu hadis, görüldüğü üzere muhtelif kaynaklarda bazı farklılıklarla gelmiştir.
Müellifimiz, burada daha ziyâde rükû ve secde hâlinde okunacak duaları
göstermek istediği için rivâyetteki başka unsurları imkân nisbetinde tayyedip
hadîsi özetlemiştir. Mesela Hz. Âişe (radıyallahu anhâ) şöyle anlatır:
"Bir gece Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı yatakta kaybetmiştim. Hanımlarından birinin
yanına gitti zannettim. Aramaya başladım. Sonra geri döndüm. Rükû veya secdede
idi: "Sübhâneke ve bi hamdike lâilahe illâ ente!" diyordu. Ben:
"Annem bâbam sana kurban olsun. Ben neyin peşindeyim, sen neyin
peşindesin!" dedim."
2-
Âişe vâlidemizin, kıskançlığın sevkiyle Hz. Peygember (aleyhissalâtu
vesselâm)'i araması, onu secde eder bulmasına ve secde sırasında okuduğu
duaları zabtedip rivâyet etmesine vesîle olur. Şüphesiz, secdede okunacak
duaları Ashab biliyor idi. Ancak, bunların farklı şekiller aldığı ortaya çıkmış
olmaktadır.
3-
Sübbûh, Allah'ın, ilâha lâyık olmayan her türlü noksanlıklardan, şerîkten,
benzerden münezzeh olması demektir. Kuddûs ise, Allah'ın, ilaha layık olmayan
herşeyden temizlenmiş olduğunu ifade eder, mübârek mânasında olduğu da
söylenmiştir. Bu kelimeler sebbûh ve kaddûs şeklinde de rivâyet edilmiştir.
Fasih olanı subbûh ve kuddûs şekilleridir. Bunlar, bazı âlimlerce Allah'a ait
isimlerdendir, sıfat diyen de olmuştur.
4-
Hadiste geçen ruh nedir? Âlimler çoğunluk itibariyle muradın Cebrâil olduğunu
söylerler. Bazıları ise "büyük bir melektir" demiştir. Ruh için
"İlâhî rahmet", "meleklerin dahi göremediği başka bir
mahlûk" diyenler olmuştur. Kur'ân-ı Kerîm'de muhtelif âyetlerde Ruh'a
temas edilir (Nahl 2, İsrâ 85, Şuara 193, Gâfir 15, Meâric 4, Nebe 38, Kadr 4).
Ruh için Cumhur, "Cebrâil'dir" demiştir. İhtilaflı meselelerde esas
olan Cumhur'un görüşüdür.[93]
5-
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kulluğun en güzel ifadesi olarak, günahları
îtiraf edip, Allah'ın öfke, ceza gibi muâmelerinden Allah'ın rızasına ve affına
sığınıyor. "Senden sana sığınıyorum" cümlesi ile ilgili olarak
Hattâbî şu açıklamayı sunar: "Burada bir mânâ inceliği vardır. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesellâm) Allah Teâla'nın öfkesinden yine O'nun rızasına,
azâbından affına iltica etmiştir. Bunun mânası, O'na karşı yaptığı ubûdiyet ve
senalarda vâki olan kusurlardan dolayı Allah'tan af dilemektir.
6-
"Sana layık olduğun senâyı yapamam" ifâdesi, Allah'a karşı gerekli
olan ubûdiyetin hakkını veremem demektir. Çünkü sena, Allahın üstün vasıflarını
zikretmektir. İfâdenin kelimesi kelimesine tercümesi: "Senin senanı
saymakla bitiremem, sen kendini nasıl sena etti isen sen öylesin" şeklinde
olmalıdır. Allah Teâla Hazretleri'nin nimetleri, sıfatları o kadar çoktur ki,
beşer kapasitesi onların tamamını idrâkten âcizdir, akıl Zât-ı İlâhî'nin
yüceliğini ihâtadan nâkıstır. Resûlullah (aleyhissalâtu veselâm), beşer
idrâkinin, Allah hakkında, -en hâlis niyetle, en kâmil imanla dahî olsa- ortaya
koyacağı her çeşit tavsîfatın, takdîratın O'nu açıklamaktan, bütün çıplaklığı
ile hakikat-ı İlâhiye'yi ortaya koymaktan aciz ve nâkıs kalacağını böyle ifade
buyurmuştur: "Ya Rabb! Biz beşerî idrakimizle seni kavramaktan, mümkün
olanlar için yaratılan dilimizle İlahî şuunâtını ifadeye dökmekten âciziz,
ancak imanımızla yüceliğini tasdîk ediyor, sen kendini nasıl sena etti isen
öyle olduğunun kabul ediyoruz."
7-
Hadiste açıklanması gereken bir ifâde: "Bu duayı okumakla Kur' ân'a
uyuyordu" diye tercüme ettiğimiz cümledir. Kelimesi kelimesine tercüme
"Kur'ân'ı te'vîl ediyordu" şeklinde yapılmalıydı. İbnu Hacer bunu:
"Kur'ân-ı Kerîm'in rükû ve sücudda yapılmasını emrettiği şeyi
yapıyordu" diye açıklar. İlâveten der ki: "A'meş'in rivâyetinde
açıklandığı üzere "Kur'ân" ile kastedilen şey, bir kısmıdır, o da
zikredilen sûredir ve zikredilen zikirdir. İbnu's-Seken'in rivâyetinde, bundan
maksat فَسَبِّحْ
بِحَمْدِرَبِّك
"Rabbine hamd ile tesbîh et" (Nasr 4)
âyetidir. Böylece bu rivâyet, bu âyetteki iki ihtimalden birini tâyin etmiş
olmaktadır. Zîra âyetteki "tesbîh et!" emrinden murad, hamd'in
kendisi olma ihtimali var, zîra hamd'in tesbîh mânasını taşıması mevzubahistir.
Zîra hamd, mahmûd fiilleri Allah'a nisbeti iktiza ettiği için tenzîh mânâsında
tesbîhtir de... Durum bu olunca, "Tesbîh et!" emri ile kastedilen
şeyin "hamdle mütelebbis (karışık) olarak yapılacak tesbih" olma
ihtimâli de var. Bu durumda tesbih ve hamd beraberce yapılmadıkça emre uyulmuş
olmaz Âyetin zâhir mânâsı da budur."[94]
8-BÂZI
HÜKÜMLER
*
İbnu Dakîku'l-Îd der ki: "Bu rivâyet rükûda duanın, sücûdda tesbîhin mübah
olduğuna delalet eder. Bu söylenene, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın:
"Rükûda Rabb Teâlâ'yı tâzim edin, sücûdda da duaya gayret edin"
hadisinde muhalefet yoktur. Zîra, sadedinde olduğumuz hadisin cevaza
hamledilmesi mümkündür ve bu esastır. Sücudla ilgili emri de duayı çok yapmaya
hamledebiliriz. Nitekim "gayret edin" ibâresi de bu çok yapma
te'vilini te'yîd eden bir unsurdur."
Secdede
duayı çok yapma üzerine hadisler gelmiştir. Bunlardan biri: اَقْرَبُ
مَا يَكُونُ
الْعَبْدُ
مِنْ رَبِّهِ
وَهُوَ
سَاجِدٌ
فَاكْثرُوا
فِيهِ مِنَ
الدُّعَاءِ
"Kulun
Rabbine en yakın olduğu zaman secde hâlidir. Öyle ise secdede iken çok dua
edin" hadisidir.
Secdede
çok dua etme emri, her hâceti çokça talep metmeye teşviki de içine alır.
Nitekim, daha önce de kaydedildiği üzere, bu ayakkabı bağına varıncaya kadar
maddî ihtiyaçlarımızın da talebini ihtiva eder. Çok duaya, istenen bir şeyi
tekrar tekrar taleb de dâhildir.
*
Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ)'nin, secde etmekte olan Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in ayağına değmesi, kadının teması ile abdestin
bozulmayacağına Hanefîlerce delil kılınmıştır. Ancak diğer üç mezhebe göre
kadının değmesi abdesti bozar.
*
Secdede ayakları dikmek sünnettir.[95]
ـ4ـ وعن ابن
مسعود رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]قال
رسولُ اللّهِ
#: إذَا رَكَعَ
أحَدُكُمْ فَلْيَقُلْ
ثََثَ
مَرَّاتٍ:
سُبْحَانَ
رَبِّىَ
الْعَظِيمِ،
وَذلِكَ
أدْنَاهُ،
وَإذَا سَجَدَ
فَلْيَقُلْ:
سُبْحَانَ
رَبِّىَ ا‘عْلَى
ثَثاً،
وَذلِكَ
أدْنَاهُ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذى
4. (1804)-İbnu Mes'ud (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Sizden biri rükû edince üç kere "Sübhâne rabbiyel azîm (Büyük Rabbim
(her çeşit kusurdan) münezzehdir" desin. Bu, en az miktardır. Secde
yapınca da üç kere "Sübhâne Rabbiye'l a'lâ (Ulu Rabbim (her çeşit
kusurdan) münezzehdir" desin. Bu da en az miktardır." [Ebû Dâvud,
Salât 154, (886); Tirmizî, Salât 194, (261).][96]
AÇIKLAMA:
Önceki
hadisin açıklamasında belirttiğimiz üzere, rükû ve sücûdda okunacak duaların
mâhiyeti rivâyetlerde farklı şekillerde gelmiştir. Sadedinde olduğumuz İbnu
Mes'ud rivâyeti onlardan biridir. İbrahim Nehâî, Hasan Basrî, Ebû Hanîfe, Ebû
Yusuf, Muhammed ve bir rivâyette Ahmed İbnu Hanbel bu rivâyeti esas alarak üçer
sefer bu duaları okumayı sünnet addetmişlerdir.
Rivâyet
üçten aşağı tutulmamasını tavsiye eder. Demek ki, üçten az olursa sünnete
riâyet edilmemiş olacaktır. Fazla okumaya mâni yok. Ancak nihâî hududu
hususunda bazı yorumlar vardır: Mâverdî: "Kemâli on bir veya dokuzdur,
vasatı beştir, ancak bir kere ile iktifa etse yine de tesbih husule gelmiş
olur" der. Tirmizî'nin İbnu'l-Mübârek ve İshâk İbnu Râhuye'den
naklettiğine göre, imamın beş kere tesbih okuması müstehabdır. Şevkâni'nin kaydına,
göre, tesbihlerin dokuzdan fazla kılınması halinde sehiv secdesi gerekeceği,
üçten fazla okunduğu takdirde sayının çift değil, tek tutulması ile ilgili
sarih bir delil yoktur.
Rükû
ve secdelerde yapılacak zikrin hükmü ihtilaflıdır. Ebû Hanîfe, İmam Mâlik ve İmam
Şâfiî'ye göre sünnettir, terkinde bir şey gerekmez, ancak kasden terkedilmesi
mekruhtur. Ahmed İbnu Hanbel ve diğer bazı âlimlere göre vâcibtir, kasden terki
namazı bozar, sehven terkinde secde-i sehiv gerekir. Zahirîlerden İbnu Hazm ise
"farzdır" demiştir.[97]
ـ5ـ وعن جابر
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]كانَ رسولُ
اللّهِ # إذَا
رَكَعَ قالَ:
اللَّهُمَّ لَكَ
رَكَعْتُ،
وَبِكَ
آمَنْتُ،
وَلَكَ أسْلَمْتُ،
وَعَلَيْكَ
تَوَكَّلْتُ،
أنْتَ رَبِّى
خَشَعَ
سَمْعِى،
وَبَصَرِى،
وَلَحْمِى،
وَدَمِى،
وَعِظَامِى
للّهِ رَبِّ
الْعَالَمِينَ[.
أخرجه
النسائى.»الخُشُوعُ«
الخضوع والذل
.
5. (1805)- Hz. Câbir (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), rükû yaptığı zaman:
"Allahümme leke reka'tu ve bike âmentü ve leke eslemtü ve aleyke
tevekkeltü ente Rabbiye, haşaa sem'î ve basarî ve lahmî ve demî ve izâmî
lillahi Rabbi'l-âlemin. (Ey Allahım sana rükû yapıyorum, sana inandım, sana
teslim oldum, sana tevekkül ettim. Sen Rabbimsin, kulağım, gözüm, etim, kanım
ve kemiklerim Âlemlerin Rabbi olan Allah önünde haşyette, tezellüldedir."
[Nesâî, İftitâh 104, (2, 192). Bu rivâyet Müslim'de gelen uzun bir rivayetin
bir parçasıdır (Salâtu'l-Müsâfirîn) 201, (771).][98]
ـ6ـ وعن ابن
أبى أوفى
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]كَانَ رسولُ
اللّهِ # إذَا
رَفعَ
ظَهْرَهُ مِنَ
الرُّكُوعِ
قَالَ: سَمِعَ
اللّهُ
لِمَنْ
حَمِدَهُ،
اللَّهُمَّ
رَبَّنَا
لَكَ
الْحَمْدُ
مِلءَ
السَّموَاتِ،
وَمِلْءَ
ا‘رْضِ،
وَمِلْءَ مَا
شِئْتَ منْ
شَئٍ بَعْدُ[.
أخرجه مسلم
وأبو داود والترمذى
.
6. (1806)- İbnu Ebî Evfâ (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sırtını rükûdan
kaldırdığı zaman: "Semiallâhu limen hamideh, Allahümme Rabbenâ leke'lhamdü
mil'essemâvâti ve mil'el-arzi ve mil'e mâ şi'te min şey'in ba'du. (Allah,
kendisine hamd edeni işitir. Ey Allahım, ey Rabbimiz, semâlar dolusu, arz dolusu
ve bunlardan başka istediğin her şey dolusu hamdler sana olsun" [Müslim,
Salat 204, (476); Ebû Dâvud, Salât 144, (846).][99]
ـ7ـ وعن ابن
عباس رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]كَانَ رسول
اللّهِ #
يَقولُ
بَيْنَ
السَّجْدَتَيْنِ:
اللَّهُمَّ
اغْفِرْ لِى
وَارْحَمْنِى
وَاجْبُرْنِى
وَاهْدِنِى
وَارْزُقْنِى[.
أخرجه أبو
داود
والترمذى،
واللفظ له .
7. (1807)- İbnu Abbâs (radıyallâhu
anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) iki secde
arasında: "Allahümme'ğfir lî ve'rhamnî, ve'cbürnî, ve'hdinî ve'rzuknî.
(Allahım bana mağfiret et, merhamet et, beni zengin kıl, bana hidâyet ver, bana
rızık ver) derdi". [Ebû Dâvud, Salât 145, (850); Tirmizî, Salât 211,
(284); İbnu Mâce, Salât 23, (898).][100]
AÇIKLAMA:
1-
Son üç rivâyet, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın rükûdan doğrulurken
olsun, iki secde arasındaki doğrulmada olsun muhtelif tesbihler okuduğunu
göstermektedir.
2-
Okunan duada geçen kelimeler ma'lum ise de şârihler şu açıklamayı sunarlar:
"İstenen mağfiret insanlara karşı işlenen günahların affı ve ibâdetlerde
yapılan kusurların bağışlanması içindir. İstenen rahmet, amelin karşılığı olan
rahmet değil, Allah'ın lütfuna, keremine lâyık olan rahmettir veya
"ibadetimi kabul etmek suretiyle rahmet kıl" demektir. Zenginlik
talebinden maksad gönül zenginliği, dünya ve madde karşısında istiğna ve
tokgözlülük talebidir. Rızk talebinden maksad temiz ve helâl rızık, ihtiyaçları
karşılayacak rızıktır veya mânevî derecelerde veya uhrevî yüksek derecelerin
kazanılmasında yardımdır.
3-Hadis,
ayrıca, oturma sırasında iki secde arasında bu kelimelerle dua etmenin meşrû
olduğuna delâlet eder.[101]
ـ8ـ وعن علىّ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]كانَ النَّبىُّ
# إذَا سَجَدَ
قالَ:
اللَّهُمَّ
لَكَ
سَجَدْتُ،
وَبِكَ
آمَنْتُ،
وَلَكَ أسْلَمْتُ،
سَجَدَ
وَجْهِىَ
لِلَّذِى
خَلَقَهُ
وَصَوَّرَهُ،
وَشَقَّ سَمْعَهُ،
وَبَصَرَهُ
تَبَارَكَ
اللّهُ أحْسَنُ
الخَالِقِينَ،
ثُمَّ
يَكُونُ
آخِرُ مَا
يَقُولُ
بَيْنَ
التَّشَهُّدِ
وَالتَّسْلِيمِ:
اللَّهُمَّ
اغْفِرْ لِى
مَا قَدَّمْتُ،
وَمَا
أخَّرْتُ،
وَمَا
أسْرَرْتُ، وَمَا
أعْلَنْتُ،
وَمَا
أسْرَفْتُ،
وَمَا أنْتَ
أعْلَمُ بِهِ
مِنِّى،
أنْتَ
المُقَدِّمُ،
وَأنْتَ المُؤَخِّرُ
َ إلَهَ إَّ
أنْتَ[. أخرجه
الخمسة إ البخارى
.
8. (1808)- Hz. Ali (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) secde ettiği vakit
şöyle dua okurdu: "Allahım sana secde ettim, sana inandım, sana teslim
oldum. Yüzüm de, kendisini yaratıp şekillendiren, ona kulak, göz takan
yaratanına secde etmiştir. Yaratanların en güzeli olan Allah ne yücedir"
(Hacc 14).
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın teşehhüdle selam arasında okuduğu en son duası:
"Allahümmağfir lî mâ kaddemtü ve mâ ahhartü ve mâ esrertü ve mâ a'lentü ve
mâ esreftü ve mâ ente a'lemu bihî minnî ente'lmukaddim ve ente'lmuahhir. Lâ
ilâhe illâ ente. (Allahım, geçmiş ömrümde yaptıklarımı, gelecekte
yapacaklarımı, gizli işlediklerimi, alenî yaptıklarımı, israflarımı, benim
bilmediğim fakat senin bildiğin kusurlarımı affet. İlerleten sen, gerileten de
sensin, senden başka ilah yoktur)". [Müslim, Salâtul-Müsâfirîn 201, (771),
Tirmizî, Daavât 32, (3417, 3418, 3419); Ebû Dâvud, Salât 121, (760); Nesâî,
İftitâh 17, (2, 130).][102]
ـ9ـ وعن ابن
عمرو بن العاص
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُما
قال: ]قالَ
أبُو بَكْرٍ
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ
لرسول اللّهِ
#: عَلِّمْنِى
دُعَاءً أدْعُو
بِهِ في
صََتِى، قالَ:
قُلِ
اللَّهُمَّ إنِّى
ظَلَمْتُ
نَفْسِى
ظُلْماً
كَثيراً، وََ
يَغفِرُ
الذُّنُوبَ
إَّ أنْتَ
فَاغْفِرْ
لِى مَغْفِرَةً
مَنْ
عِنْدَكَ
وَارْحَمْنِى
إنَّكَ أنْتَ
الْغَفُورُ
الرَّحِيمُ[.
أخرجه الخمسة
إ أبا داود .
9. (1809)- Abdullah İbnu Amr İbni'l-As
(radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a, Hz.
Ebû Bekir (radıyallâhu anh) gelerek:
"Bana
namazda okuyacağım bir dua öğret" dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) ona şu duayı okumasını söyledi:
"Allahümme
innî zalemtü nefsî zulmen kesîran ve lâ yağfiru'zzünûbe illâ ente fa'ğfir lî
mağfireten min indike verhamnî inneke ente'lğafûru'rrahîm. (Allahım ben nefsime
çok zulmettim. Günahları ancak sen affedersin. Öyle ise beni, şanına layık bir
mağfiretle bağışla, bana merhamet et. Sen affedici ve merhamet edicisin".
[Buhârî, Sıfâtu's-Salât 149, Daavât 17, Tevhîd 9; Müslim, Zikr 48, (2705);
Tirmizî, Daavât 98, (3521); Nesâî, Sehiv 58, (3, 53).][103]
AÇIKLAMA:
1-
Kaydettiğimiz bu son rivâyetler namazda, selamdan önce okunması sünnet olan
duaları göstermektedir. Bu dualarda Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) nefsine
zulmettiğini ifâde edip af ve mağfiret dilemekte, gizli-açık, evvel-âhir
işledikleri günahlardan söz etmekte, Allah' tan rahmet taleb etmektedir. Bazı
âlimler, sûre-i Fetih'in baş kısmında ifâde edildiği üzere, geçmişgelecek bütün
günahlar Cenâb-ı Hakk'ın affına mazhar olduğu halde Resûlullah'ın böyle dua
etmesini müşkilâtlı bulmuşlar. Ancak bu itiraza birkaç açıdan cevap
verilmiştir:
1)
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ümmetine duayı öğretmek maksadıyla böyle
hareket etmiştir.
2)
Bu duadan murad, ümmeti için talepte bulunmaktır, böylece mâna şöyle olur
"Yâ Rabbi ümmetim için senden mağfiret diliyorum..."
3)
Tevâzu yolundan gidip, kulluk izhar etmek, Allah'tan korkuyu benimseyip,
tâzimini ifâde etmek, O'na olan fakrını göstermek, rızasını arzu ederek emrine
itaat etmek istemiştir. Duasına icabet edilmiş olmasına rağmen talebi tekrar
etmekten vazgeçmiyor, çünkü bu davranış sevap hâsıl etmekte, mânevî ve uhrevî
dereceleri yükseltmektedir.
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın dua hususunda verdiği bu şahsî örnek, ümmeti böyle
davranmaya, duada ısrara teşvik eder. Zîra Efendimiz, mazhar olduğu kesin
mağfirete rağmen tazarru, dua ve niyazı terketmezse, bu hususta kesin bir
garantisi olmayan insan daha çok dua ve tazarru etmek zorundadır.
2-
Hz. Ebû Bekir'e öğrettiği duadan hareketle şu da söylenmiştir: "Bir insan
sıddîkiyet gibi ne kadar yüce bir mertebede de olsa kusurdan mücerred
olamaz".
3-"Şanına
layık bir mağfiretle bağışla" diye tercüme ettiğimiz ifade; indindeki
mağfiretle diye, aslına kelime yönünden daha uygun bir tercümeye de
kavuşturulabilir. Tîbî, buradaki mağfiret kelimesinin nekre oluşunu "künhü
idrak edilmeyen büyük bir gufran (bağışlama) talebi" olarak açıklar.
Allah'ın indinden olma vasfının da buradaki büyüklük arzusunun bir başka ifâdesi
olduğunu belirtir ve: "Çünkü Allah'ın indinden olan şeyi vasfetmek mümkün
olmaz" der. İbnu Dakîku'l-Îd iki ihtimalin üzerinde durur: "Biri,
mezkûr tevhide bir işârettir, sanki şöyle denmiş olmaktadır: "Allahım,
bunu ancak sen yaparsın, öyleyse onu benim için yap!" Diğerine gelince -ki
bu ihtimal daha muvafıktır- bu, kulun güzel veya başka bir amel sebebiyle
hiçbir sûrette liyakat kazanmaksızın sırf mahz-ı lütuf olacak bir mağfiretin
talebine işarettir". Bâzı âlimler, bu ikinci te'vîli tercih ederek mânayı
şöyle ifade etmişlerdir: "Allahım, ben amelimle lâyık olmasam da sen bana,
(şanına yakışan) bir fazlınla mağfiret eyle".
4-Âlimlerden
cevâmiu'lkelîm ihtiva eden matlub duaları sormak müstehabtır. Ancak duanın,
namazın neresinde yapılacağı hadiste tasrih edilmemiştir. Cumhur, bazı
karînelerden hareketle, yerinin son oturmada (ka'de-i âhire'de), selam
vermezden önce olduğunu söylemiştir. Hemen kaydedelim ki sücûd ve teşehhüdde
olacağını söyleyen de olmuştur.[104]
ـ1ـ عن ابن
عباس رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]كَانَ رسول
اللّه #
يَقُولُ
بَعْدَ
التَّشَهُّدِ:
اللَّهُمَّ
إنِّى أعُوذُ
بِكَ مِنْ
عَذَابِ
جَهَنّمَ،
وَأعُوذُ
بِكَ مِنْ
عَذَابِ
الْقَبْرِ وَأعُوذُ
بِكَ مِنْ
فِتْنَةِ
الدَّجَّالِ،
وَأعُوذُ
بِكَ مِنْ
فِتْنَةِ
المَحْيَا وَالمَمَاتِ[.
أخرجه أبو
داود .
1. (1810)- İbnu Abbâs (radiyallahu
anhümâ) hazretleri anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
teşehhüdden sonra şunu okurdu: "Allahümme innî eûzu bike min azâbi
cehennem ve eûzu bike min azâbi'lkabri ve eûzu bike min fitneti'd-Deccâl ve
eûzu bike min fitneti'lmahyâ ve'lmemât. (Allahım, ben cehennem azabından sana
sığınırım. Kabir azabından da sana sığınırım. Deccal fitnesinden de sana
sığınırım, hayat ve ölüm fitnesinden de sana sığınırım)". [Ebû Dâvud,
Salât 184, (984).][105]
AÇIKLAMA:
1-Buradaki
teşehhüd'den maksadın son teşehhüd olduğu hadisin bâzı vecihlerinde
belirtilmiştir.
2-Zahirîler,
"teşehhüd" tâbirini mutlak zikreden rivayetleri esas alarak, hadiste
zikredilen dört şeyden istiâze etmeyi her iki teşehhüdde de vâcib addetmişlerdir.
Halbuki mutlak'ın mukayyede hamledilmesi umûmî bir kâidedir.
3-Bâzı
rivâyetlerde " ...فَلْيَتَعَوَّذْ.
.. " Yani:
"Biriniz son teşehhüdden çıkınca şu dört şeyden istiâze etsin..."
şeklindeki emre dayanarak, Zahirîler bu duanın okunmasını "vacib"
eddetmişlerdir. Zahirî olmayanlardan da böyle hükmedenler olmuştur. Tâvus İbnu
Keysân, bu duayı okumadan selâm veren oğluna namazı iâde ettirir. Cumhur, nedbe
hükmetmiştir: "Dileyen okur" der.
4-
Hadis, kabir azabından istiâzeye yer vermekle kabir azabının varlığını haber
vermekte ve dolayısıyla bunu inkâr eden Mûtezile takımını tekzib etmiş
olmaktadır. Aslında kabir azabı sadece bu hadisle sübut bulmaz, mânevî tevâtür
derecesini bulan çok sayıda rivâyet mevcuttur.
5-
Mahya (hayat) fitnesinden maksad -İbnu Dakîku'l-Îd'e göre- kişiye hayatı boyu
ârız olan dünyevî fitneler, imtihanlardır: Madde, şehvet, cehalet gibi
sebeplere dayanan imtihanlar. Bunların en ciddi olanı ölüm anındaki imtihandır,
zîra insanın hayatını, iman veya küfür üzerine mühürleyecektir.
6-Memat
(ölüm) fitnesinden muradın ölüm anındaki fitne olabileceği belirtilmiştir. Her
ne kadar bu, hayat içerisinde cereyan ediyor ise de ölüme yakınlığı sebebiyle
buna nisbeti uygun görülmüştür. Üstelik ehemmiyetli bir fitne olması
haysiyetiyle ayrıca dikkat çekilmesi normal olmaktadır. Mamafih bununla kabir
fitnesinin murad edilmiş olabileceği âlimlerce belirtilmiştir. Şurası muhakkak
ki, ölenlerin kabirlerinde fitneye uğrayacakları kesindir, pek çok hadis bunu
ifade etmiştir. Hemen ifade edelim: Ölüm fitnesi ile kabirdeki fitnenin
kastedildiğini söyleyince fitne kelimesini "azab" mânasında anlamamız
gerekir. Fitne âyet ve hadislerde, azab, imtihan, yakmak, saptırmak, kötülük
yapmak, belaya uğratmak, delilik, şirk, tefrika, kargaşa, iman zayıflığı -küfür,
isyan- muhalefet gibi değişik mânalarda kullanılmıştır.
"Mahya
fitnesi"nden murad sabırsızlığa mübtela olmaktır, memat fitnesinden murad
da kabirde Münker-Nekir'in soruları karşısında şaşırmak, cevap
verememektir" diyen de olmuştur.
7-Deccâl,
ahirzamanda çıkıp, ümmet içerisinde maddî ve bilhassa mânevî pek büyük
tahribatlar yapacak bir şahıstır... Bu mevzuya 5011-5015 numaralı hadislerde
yer vereceğimiz için, burada açıklamaya girmiyoruz. Ancak şunu belirtelim ki,
Deccal fitnesini günde beş vakit istiaze edilecek şekilde namaza dâhil
edilmesi, bu meselenin ehemmiyetini ifade eder. Nitekim, rivâyetler Ashab
devrinde, Deccal bilgisinin temel eğitim müfredatına dâhil edilerek ilkokul
yaşındaki çocuklara mahalle mekteplerinde öğretildiğini göstermektedir.[106]
ـ1ـ عن ابن
عباس رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]سَمِعْتُ
رسول اللّهِ #
لَيْلَةً
حِينَ فَرَغَ
مِنْ صََتِهِ
يَقُولُ:
اللَّهُمَّ
إنى أسْألُكَ
رَحْمَةً
مِنْ
عِنْدِكَ
تَهْدِى بِهَا
قَلْبِى،
وَتَجْمَعُ
بِهَا
أمْرِى، وَتَلُمُّ
بِهَا شَعَثِى،
وَتَرُدُّ
بِهَا
غَائِبى،
وَتَرْفَعُ
بِهَا
شَاهِدِى،
وَتُزَكِّى
بِهَا عَمَلِى
وَتُلْهِمُنِى
بِهَا
رُشْدِى،
وَتَرُدُّ
بِهَا
أُلفَتِى،
وَتَعْصِمُنِى
بِهَا مِنْ
كُلِّ سُوءٍ،
اللَّهُمَّ
أعْطِنِى إيماناً
وَيَقِيناً
لَيْسَ
بَعْدَهُ
كُفرٌ، وَرَحْمَةً
أنَالُ بِهَا
شَرَفَ
كَرَامَتِكَ
في
الدُّنْيَا وَاŒخِرَةِ،
اللَّهُمَّ
إنِى أسألُكَ
الْفَوْزَ في
القَضَاءِ،
وَنُزُلَ
الشّهَدَاءِ،
وَعَيْشَ
السُّعَدَاءِ،
وَالنَّصْرَ
عَلى
ا‘عْدَاءِ،
اللَّهُمَّ
إنِّى
أُنْزِلُ بِكَ
حَاجَتِى،
وَإنْ قَصُرَ
رَأيِى،
وَضَعُفَ
عَمَلِى،
وَافْتَقَرْتُ
إلى
رَحْمَتِكَ،
فَأسْألُكَ
يَا قَاضِىَ
ا‘مُورِ،
وَيَا
شَافِىَ
الصُّدُورِ
كَمَا
تُجِيرُ
بَيْنَ
البُحُورِ
أنْ تُجِيرَنِى
مِنْ عَذَابِ
السَّعِيرِ،
وَمِنْ دَعْوَةِ
الثُّبُورِ
وَمِنْ
فِتْنَةِ الْقُبُورِ.
اللَّهُمَّ
مَا قَصُرَ
عَنْهُ رَأيِى
وَلَمْ تَبْلُغْهُ
مَسْألَتِى،
وَلَمْ
تَبْلُغْهُ
نِيَّتِى
مِنْ خَيْرٍ
وَعَدْتَهُ
أحَداً مِنْ
خَلْقِكَ،
أوْ خَيْرٍ
أنْتَ
مُعْطِيهِ أحَداً
مِنْ
عِبَادِكَ،
فَإنِّى
رَاغِبٌ إلَيْكَ
فِيهِ
وَأسْألُكَهُ
بِرَحْمَتِكَ
يَا رَبَّ
الْعَالَمِينَ.
اللَّهُمَّ
يَاذَا الحَبْلِ
الشَّدِيدِ،
وَا‘مْرِ
الرَّشِيدِ،
أسْألُكَ
ا‘مْنَ يَوْمَ
الْوَعِيدِ،
وَالجَنَّةَ
يَومَ الخُلُودِ
مَعَ
المُقَرَّبِبنَ
الشهُودِ، الرُّكَّعِ
السُّجُودِ،
المُوفِينَ
بِالْعُهُودِ،
إنَّكَ
رَحِيمٌ
وَدُودٌ،
وَإنَّكَ
تَفْعَلُ مَا
تُرِيدُ.
اللَّهُمَّ
اجْعَلْنَا
هَادِينَ مُهْتَدِينَ
غَيْرَ
ضَالِّينَ
وََ
مُضِلّينَ،
سِلْماً
‘وْلِيَائِكَ،
حَرْباً
‘عْدَائِكَ،
نُحِبُّ
بِحُبِّكَ
مَنْ
أحَبَّكَ،
وَنُعَادِى
بِعَدَاوَتِكَ
مَنْ
خَالَفَكَ.
اللَّهُمَّ
هذَا
الدُّعَاءُ
وَعَلَيْكَ
ا“جَابَةُ،
وَهذَا
الجُهْدُ
وَعَلَيْكَ
التُّكَْنُ.
اللَّهُمَّ اجْعَلْ
لِى نُوراً في
قَلْبِى،
ونُوراً في قَبْرِى،
وَنُوراً
مِنْ بَيْنِ
يَدَىَّ، وَنُوراً
مِنْ
خَلْفِى،
وَنُوراً
عَنْ يَمِينِى،
وَنُوراً
عَنْ
شِمَالِى،
وَنُوراً مِنْ
فَوْقِى،
وَنُوراً
مِنْ
تَحْتِى،
وَنُوراً في
سَمْعِى،
وَنُوراً في
بَصَرِى، وَنُوراً
في شَعَرِى،
وَنُوراً في
بَشَرِى،
وَنُوراً في
لَحْمِى،
وَنُوراً في
دَمِى،
وَنُوراً في
مُخِّى،
وَنُوراً في
عِظَامِى .
اللَّهُمَّ
أعْظِمْ لِى
نُوراً، وَأعْطِنِى
نُوراً،
وَاجْعَلْ
لِى نُوراً،
سُبْحَانَ
الَّذِى
تَعَطّفَ
العِزَّ
وَقَالَ بِه،
سُبْحَانَ
الَّذِى
لَبِسَ المَجْدَ
وَتَكَرَّمَ
بِهِ،
سُبْحَانَ الَّذِى
َ يَنْبَغِى
التَّسْبِيحُ
إَّ لَهُ. سُبْحَانَ
ذِى
الْفَضْلِ
وَالنِّعَمِ.
سُبْحَانَ
ذِى المَجْدِ
وَالْكَرَمِ.
سُبْحَانَ
ذِى الجََلِ
وَا“كْرَامِ[.
أخرجه
الترمذى.»تَلُمَّ
بِهَا
شَعَثِى« أى
تَجمع بها
متفرق أمرى،
»وَتُزَكِّى«
تطهر،
»تُجِيرُ
بَيْنَ
الْبُحُورِ« أى
تمنع أحدها من
اختط باŒخر.
»الحَبْلُ«
السبب، أو
القرآن، أو
الدين
»السِّلْمُ«
المسالم المصالح،
»وَالحَرْبُ«
ضده تسميته
بالمصدر. »الجُهْدُ«
بفتح الجيم
المشقة
وبضمها
الطاقة والقدرة،
والمراد
»بالنُّورِ«
المسئول في جميع
ما تقدم: ضياء
الحق وبيانه.
»تَعَطَّفَ الْعِزّ«
أى تردى به
على سبيل
التمثيل،
ومعناه اختصاص
بالعزّ،
واتصاف به،
ومعنى »وقَال
بِهِ« أى حكم ف
يردّ حكمه .
1. (1811)- İbnu Abbas (radıyallâhu
anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın geceleyin
namazdan çıkınca şu duayı okuduğunu işittim: "Allahım! Senden, katından
vereceğin öyle bir rahmet istiyorum ki, onunla kalbime hidâyet, işlerime nizam,
dağınıklığıma tertip, içime kâmil iman, dışıma amel-i sâlih, amellerime
temizlik ve ihlâs verir, rızana uygun istikâmeti ilham eder, ülfet edeceğim
dostumu lutfeder, beni her çeşit kötülüklerden korursun.
Allahım,
bana öyle bir iman, öyle bir yakîn ver ki, artık bir daha küfür (ihtimali)
kalmasın. Öyle bir rahmet ver ki, onunla, dünya ve ahirette senin nazarında
kıymetli olan bir mertebeye ulaşayım.
Allahım!
Hakkımızda vereceğin hükümde lütfunla kurtuluş istiyorum, (kurbuna mazhar olan)
şühedâya has makamları niyaz ediyorum, bahtiyar kulların yaşayışını diliyorum,
düşmanlara karşı yardım taleb ediyorum!
Allahım!
Anlayışım kıt, amelim az da olsa (dünyevî ve uhrevî) ihtiyaçlarımı senin kapına
indiriyor (karşılanmasını senden taleb ediyorum). Rahmetine muhtacım, halimi
arzediyorum. (İhtiyacım ve fakrım sebebiyledir ki) ey işlere hükmedip yerine
getiren, kalplerin ihtiyacını görüp şifâyâb kılan Rabbim! Denizlerin aralarını
ayırdığın gibi benimle cehennem azabının arasını da ayırmanı, helâke dâvetten,
kabir azabından korumanı diliyorum.
Allahım!
Kullarından herhangi birine verdiğin bir hayır veya mahlukatından birine
vaadettiğin bir lütuf var da buna idrakim yetişmemiş, niyetim ulaşamamış ve bu
sebeple de istediklerimin dışında kalmış ise ey âlemlerin Rabbi, onun husûlü
için de sana yakarıyor, bana onu da vermeni rahmetin hakkında senden istiyorum.
Ey
Allahım! Ey (Kur'ân gibi, din gibi) kuvvetli ipin, (şeriat gibi) doğru yolun
sâhibi! Kâfirler için cehennem vaadettiğin kıyamet gününde, senden cehenneme
karşı emniyet, arkadan başlayacak ebediyet gününde de huzur-ı kibriyana ulaşmış
mukarrebîn meleklerle, (dünyada iken çok) rükû ve secde yapanlar ve ahidlerini
îfa edenlerle birlikte cennet istiyorum. Sen sınırsız rahmet sahibisin, sen
(seni dost edinenlere) hadsiz sevgi sahibisin, sen dilediğini yaparsın. (Dilek
sahipleri ne kadar çok, ne kadar büyük şeyler isteseler hepsini yerine
getirirsin.)
Allahım!
Bizi, sapıtmayıp, saptırmayan hidâyete ermiş hidâyet rehberleri kıl. Dostlarına
sulh (vesilesi), düşmanlarına da düşman kıl. Seni seveni (sana olan) sevgimiz
sebebiyle seviyoruz. Sana muhâlefet edene, senin ona olan adâvetin sebebiyle
adâvet (düşmanlık) ediyoruz.
Allahım!
Bu bizim duamızdır. Bunu fazlınla kabul etmek sana kalmıştır. Bu, bizim
gayretimizdir, dayanağımız sensin.
Allahım!
Kalbime bir nur, kabrime bir nur ver; önüme bir nur, arkama bir nur ver; sağıma
bir nur, soluma bir nur ver; üstüme bir nur, altıma bir nur ver; kulağıma bir
nur, gözüme bir nur ver; saçıma bir nur, derime bir nur ver; etime bir nur,
kanıma bir nur ver; kemiklerime bir nur koy!
Allahım
nurumu büyüt, (söylediklerimin hepsine bedel olacak) bir nur ver,
(söylenmiyenleri de kuşatacak) bir nur daha ver!
İzzeti
bürünmüş, onu kendine alem yapmış olan Zât münezzehtir. Büyüklüğü bürünmüş ve
bu sebeple kullarına ikramı bol yapmış olan Zât münezzehtir. Tesbih ve takdîs
sadece kendine layık olan Zât münezzehtir. Fazl ve nimetler sâhibi Zât
münezzehtir. Azamet ve kerem sahibi Zât münezzehtir. Celâl ve ikrâm sâhibi Zât
münezzehtir." [Tirmizî, Daavât 30, (3415).][107]
AÇIKLAMA:
1-Bu
hadis, burada kaydedilen uzun şekli ile başka bir tarikten gelmemiştir. Ancak,
hadiste geçen muhtelif kısımlar çoğunluk itibariyle ayrı ayrı hadisler halinde
rivâyet edilmiştir.
2-Hadiste
açıklanması gereken bir kaç nokta var:
*
Altı cihete ve vücudun her uzvuna konulması istenen nur nedir? Burada hakikat
mi kastedilmiştir, mecaz mı?
Kurtubî
der ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'n taleb ettiği bu nurları
zahirine hamletmek mümkündür. Bu durumda Efendimiz, Allah'tan azalarından
herbirine, kıyamet gününün karanlığında -kendine ve kendine tabi olacaklara
veya Allah'ın dilediği kimselere aydınlık sağlayacak olan- bir nur vermesini
taleb etmiş olmaktadır". Ancak Kurtubî: "Evlâ olan ihtimal, buradaki
nur'la ilmin kastedilmiş olmasıdır, tıkpkı âyet-i kerimede Cenâb-ı Hakk'ın
(meâlen): "Allah kimin gönlünü İslâma açmışsa, o, Rabbi katında bir nur
üzre olmaz mı?..." (Zümer 22), veya: "Ölü iken kalbini diriltip
insanlar arasında yürürken önünü aydınlatacak bir nur verdiğimiz kimsenin
durumu, karanlıklarda kalıp çıkmayan kimsenin durumu gibi midir?" (En'am
122) buyurduğu gibi". Kurtubî şöyle bir sonuca varır: "Bunun mânası
hususunda söylenebilecek gerçek şudur: "Nur, kendisine nisbet edilen şeyi
aydınlatıp ortaya çıkaran bir vâsıtadır. Öyle ise nisbet edildiği şeye göre
farklı şekillerde yorumu gerekir. Sözgelimi kulağın nuru mesmuâtı (işitilen
şeyleri) ortaya çıkarır. Gözün nuru, görülecek şeyleri açar, kalbin nuru
bilinen şeyleri (malumât) açar, vücut organlarının nuru, kendilerine terettüp
eden taatleri ortaya kor".
Tîbî
ise şunları söyler: "Her bir uzuv için teker teker nur taleb etmenin
mânası tâat ve ma'rifet nurlarıyla zinetlenmek, bunların dışında kalan
şeylerden temizlenmektir. Zîra şeytan insanı altı cihetten vesveselerle sarar.
Sanki bundan kurtuluş, bu altı cihete hâkim olacak nurlarla mümkündür".
Tîbî sözünü şöyle neticeye bağlar: "Bütün bu işler, hidayete, beyana ve
hakkın ziyâsına râcidir. Bu hususa şu âyet-i kerime işâret eder: "Allah,
göklerin ve yerin nurudur. Onun nuru, içinde ışık bulunan bir kandil yuvasına
benzer. O ışık bir cam içindedir. Cam ise, sanki inci gibi parlayan bir
yıldızdır. Bu, ne yalnız doğuda ve ne de yalnız batıda bulunan bereketli zeytin
ağacından yakılır. Ateş değmese bile, nerdeyse yağın kendisi aydınlatacak! Nur
üstüne nurdur. Allah dilediğini nuruna kavuşturur" (Nur 35).[108]
ـ2ـ وعن
ثوبان رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]كانَ رسول
اللّه # إذَا
سَلّمَ يَسْتَغْفِرُ
ثََثاً
ويَقُولُ:
اللَّهُمَّ أنْتَ
السََّمُ،
وَمِنْكَ
السََّمُ،
تَبَارَكْتَ
وَتَعالَيْتَ
يَا ذَا
الجََلِ وَا“كْرَامِ[.
أخرجه الخمسة
إ البخارى .
2. (1812)- Hz. Sevbân (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) selam verip (namazdan
çıkınca) üç kere istiğfarda bulunup: "Allahümme ente'sselâm ve
minke'sselâm tebârekte ve teâleyte yâ ze'lcelâli ve'l-ikrâm. (Allahım sen
selamsın. Selamet de sendendir. Ey celâl ve ikrâm sâhibi sen münezzehsin, sen
yücesin)" derdi." [Müslim, Mesâcid 135, (591); Tirmizî, Salât 224,
(300); Ebû Dâvud, Salât 360 (1513); Nesâî, Sehv 80, (3, 68).][109]
AÇIKLAMA:
1-Müslim'in
rivâyetinin devamında şu ziyâde yer alır: Velîd der ki: "Evzâî'ye, sordum,
hadiste zikredilen istiğfar nasıl olur?" Bana: "Estağfirullah
estağfirullah dersin" diye cevap verdi".
2-Selâm,
Allah'ın isimlerindendir. Hadiste: "Allahım sen, mahlûkata has her çeşit
kusurlardan, noksanlıklardan selâmettesin, uzaksın" demektir.
"Selâmet de sendendir" sözü de, "İnsanlara selâmeti sen
verirsin, dilersen sen alırsın, selâmetin varlığı da yokluğu da sendendir"
mânasını ifâde eder.
Tebârekte,
mübârek oldun, münezzeh oldun mânalarına gelir. Bu tâbirin aslı bereket'tir.
Bereket ise kesret, çokluk ve nemâ (artma) mânasına gelir. "Celâl ve kemâl
sıfatlarının çokluğu sebebiyle, noksan sıfatlardan uzaksın, büyüksün..."
gibi mânalarla te'vil edilebilir.
Hülâsa,
selam verdikten sonra okunan bu zikr, hürmet makamında sena ve tenzih
maksadıyla söylenmektedir.[110]
ـ3ـ وعن كعب
بن عجرة
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]أنَّ
النَّبىَّ #
قالَ:
مُعَقِّبَاتٌ
َ يَخِيبُ
قَائِلُهُنَّ،
أوْ
فَاعِلُهُنَّ
دُبُرَ كُلِّ
صََةٍ، ثََثٌ
وَثََثُونَ
تَسْبِيحَةً،
وَثََثٌ
وَثََثُونَ
تَحْمِيدَةً،
وَأرْبَعٌ
وَثََثُونَ
تَكْبِيرَةً[.
أخرجه مسلم
والترمذى
والنسائى.وفي
رواية
للنسائى عن
زيد بن ثابت رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]فَلَمَّا
أُمِرُوا
بِذلِكَ رَأى
رَجُلٌ مِنَ
ا‘نْصَارِ في
مَنَامِهِ
أنَّ رَجًُ
يَقُولُ
اجْعَلُوهَا
خَمْساً
وَعِشْرِينَ،
وَاجْعَلُوا
فِيهَا التَّهْلِيلَ،
فَلَمَّا
أصْبَحَ
ذَكَرَ ذلِكَ
لِرَسُولِ
اللّهِ #
فَقَالَ:
اجْعَلُوهَا
كَذَلِكَ[.
سمى
التسبيحات
»مُعَقِّبَاتٍ«
‘نهَا تعود مرة
بعد مرة، وكل
من عمل عم ثم
عاد إليه فقد
عقب .
3. (1813)- Ka'b İbnu Ucre (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) duyurdular ki:
"Namazın takipçileri (muakkıbât) var. Onları her namazın peşinden
söyleyenler -veya yapanlar- (cennet ve mükâfaat hususunda) hüsrâna uğramazlar.
Bunlar otuz üç adet tesbih, otuz üç adet tahmid, otuzdört adet
tekbir'dir". [Müslim, Mesâcid 144, (596); Tirmizî Daavât 25, (3409);
Nesâî, 91, (3, 75).]
Nesâî'nin
Zeyd İbnu Sâbit (radıyallâhu anh)'ten yaptığı bir rivâyette şöyle denmektedir:
"Bu emredildiği zaman Ensâr'dan bir adam rüyasında görür ki bir kimse:
"Bunu yirmi beş yapın, tehlîli de ilâve edin" demektedir. Sabah olunca
bunu Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a anlattı. Efendimiz: "Söylendiği
şekilde yapın!" buyurdu".[111]
AÇIKLAMA:
1-Hadiste
geçen "muakkıbât" lügat olarak takipçiler demektir. Bundan murâd
tesbihât'dır. Tesbihler birbirini peşpeşe takip ettikleri için böyle tesmiye
edilmiştir. Namazı takiben okunduğu için de bu ismi almış olabileceği
söylenmiştir. Aliyyü'l-Kârî başka ihtimaller de kaydeder.
2-Hadiste
zikri geçen "tesbih"ten maksad sübhânallah kelimesidir,
"tahmid"le elhamdülillah, "tekbir"le de Allahu ekber
kelimesi kastedilmiştir.
3-
İbnu Hacer, bu üç kelime ile ilgili muhtelif rivâyetler geldiğini belirttikten
sonra meselâ sübhânallah kelimesinin bazılarında 33, bazılarında 25,
bazılarında 11, bazılarında 10, bazılarında 3, bazılarında 1, 70 ve 100 kere
tekrarı tavsiye edildiğini; keza elhamdülillah kelimesinin de tekrar edileceği
miktarla ilgili olarak 33, 25, 11, 10, 100 rakamlarının geldiğini; Lâilahe
illallah kelimesiyle ilgili olarak da 10, 25, 100 rakamlarının geldiğini
belirtir.
Zeynüddin
el-Irâkî: "Bunların hepsi güzeldir, bu miktarların artması Allah'ı daha da
memnun eder" der.
Begavî,
bu farklı rivayetleri şöyle bir te'ville cem'etmeye çalışır: "Muhtemelen
bu rivâyetler müteaddit zamanlarda vârid olmuştur ve kişi içinde bulunduğu
ahvâle göre, bu rakamlardan birini seçerek o miktarda tekrarda muhayyer
bırakılmıştır".
Âlimler
umumiyetle bu tesbihâttan her birinin otuz üçer defa yapılmasının efdal
olduğunu söylerler. Tekbirden sonra Lailahe illallahu vahdehu lâ şerîke leh...
denir ki bununla yüz tamamlanır.
Şunu
da belirtelim ki, âlimler, hadiste gelen rakamlara riayet etmeli, ne eksik ne
de fazla yapmamalı, aksi takdirde vaadedilen sevap aynen elde edilemez, biz
göremesek de anlayamasak da bu miktarlarda bir kısımı hikmetler vardır,
demişlerdir. Bâzı âlimler, ziyâde ve noksan kasden yapılırsa sevap hâsıl olmaz
derken, diğer bazıları ziyâdenin sevabı gidermeyeceğini söylemiştir.
Bazı
rivayetler, tesbihatı Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in parmaklarııyla
yaptığını haber verir. Hattâ Efendimiz'in: "Parmaklarla sayın, zîra onlar
sorulacaklar ve konuşturulacaklar" dediği rivayetlerde gelmiştir. Ebû
Hüreyre (radıyallâhu anh), bin düğüm ihtiva eden bir sicimi olduğunu, onunla
saydığını ve her gece bir devir tesbih yapmadan uyumadığını söylemiştir. Onun
sayma işinde çekirdekleri kullandığı da rivayet edilmiştir. Tesbihâtı saymada,
Ashâb'ın ve Ümmühâtu'lmü'minîn'in çakıl ve çekirdekleri kullandıklarına dâir
pekçok rivayet gelmiştir. Bu durumu Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) görmüş
ve takrir buyurmuştur. Bazı âlimler parmakla saymanın tesbih vs. vasıtasıyla
saymaktan efdal olacağını söylemiş ise de, esas olan, hata yapmaktan emin
olmaktır, hangi şekilde hatayı bertaraf edebilecekse o tercih edilmelidir
(Aliyyu'l-Kârî).[112]
ـ4ـ وعن أبى
هريرة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قالَ رسول
اللّه #: مَنْ
سَبَّحَ
اللّهَ
دُبُرَ صََةِ
الْغَدَاةِ
مِائَةَ
تَسْبِيحَةٍ،
وَهَلَّلَ
مِائَةَ تَهْلِيلَةٍ،
غُفِرَتْ
لَهُ
ذُنُوبُهُ
وَلَوْ كَانَتْ
مِثْلَ
زَبَدِ
الْبَحْرِ[.
أخرجه النسائى.
4. (1814)- Ebû Hüreyre (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Kim sabah namazının arkasından yüz kere tesbihde ve yüz kere tehlilde
bulunursa, deniz köpüğü gibi çok bile olsa günahları affedilir". [Nesâî,
Sehv 95, (3, 79).][113]
ـ5ـ وعن عقبة
بن عامر
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]أَمَرنِى
رسولُ اللّه #
أنْ أقَرأَ
الْمُعَوِّذَاتِ
دُبُرَ كُلِّ
صََةٍ[. أخرجه
أبو داود
والنسائى .
5. (1815)- Ukbe İbnu Âmir (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) her namazın
arkasından muavvizâtı okumamı emretti." [Ebû Dâvud, Salât 361, (1523);
Nesâî, Sehv (79, (3, 68).][114]
AÇIKLAMA:
Hadiste
geçen Muavvizât tâbiri üzerinde iki ihtimal ileri sürülmüştür:
*
Ya, cem'in ekalli ikidir ve bu durumda muavvizeteyn diye bilinen Felak ve Nâs
sûreleri kastedilmiştir.
* Ya
da Felak ve Nas sûrelerine İhlâs, Kâfirûn sûreleri de dahil edilmiştir. Zîra bu
sûrelerde şirkten uzaklaşma ve Allah'a iltica vardır, binaenaleyh
Muavvizeteyn'le mahiyetce yakındırlar, zîra bu hal bir nevi istiâze mânası
taşır (Aliyyu'l-Kârî).[115]
ـ1ـ عن ابن
عباس رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]كَانَ رسولُ
اللّهِ # إذَا
قَامَ مِنَ
اللّيْلِ
يتَهَجَّدُ
قالَ:
اللَّهُمَّ
رَبَّنَا لَكَ
الْحَمْدُ
أنْتَ
قَيِّمُ
السَّموَاتِ وَا‘رْضِ
وَمَنْ
فِيهِنَّ
وَلَكَ
الْحَمْدُ،
أنْتَ نُورُ
السَّموَاتِ
وَا‘رْضِ
وَمَنْ
فِيهِنَّ
وَلَكَ
الْحَمْدُ،
أنْتَ
مَالِكُ
السَّموَاتِ
وا‘رْضِ
وَمَنْ
فِيهِنَّ
وَلَكَ الْحَمْدُ،
أنْتَ
الحَقُّ،
وَوَعْدُكَ
الحَقُّ،
وَلِقَاؤُكَ
حَقٌّ،
وَقَوْلُكَ
حَقٌّ،
وَالْجَنَّةُ
حَقٌّ،
وَالنَّارُ
حَقٌّ وَالنَّبِيُّونَ
حَقٌّ،
وَمُحَمَّدٌ #
حَقٌّ،
وَالسَّاعَةُ
حَقٌّ.
اللَّهُمَّ
لَكَ
أسْلَمْتُ،
وَبِكَ أمَنْتُ،
وَعَلَيْكَ
تَوَكَّلْتُ،
وَإلَيْكَ
أنَبْتُ،
وَبِكَ
خَاصَمْتُ،
وَإلَيْكَ
حَاكَمْتُ،
فَاغْفِرْ
لِى مَا
قَدَّمْتُ،
وَمَا
أخَّرْتُ،
وَمَا
أسْرَرْتُ،
وَمَا أعْلَنْتُ،
وَمَا أنْتَ
أعْلَمُ بِهِ
مِنِّى،
أنْتَ
المُقَدِّمُ،
وَأنْتَ
المُؤَخِّرُ
َ إلَهَ إَّ
أنْتَ[. أخرجه
الستة، وهذا
لفظ الشيخين .
1. (1816)- Hz. İbnu Abbâs (radıyallâhu
anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) teheccüt namazı
kılmak üzere geceleyin kalkınca şu duayı okurdu: "Allahım, Rabbimiz!
Hamdler sanadır. Sen arz ve semâvatın ve onlarda bulunanların kayyumu ve ayakta
tutanısın, hamdler yalnızca senin içindir. Sen semâvat ve arzın ve onlarda
bulunanların nûrusun, hamdler yalnızca sanadır. Sen haksın, va'din de haktır.
Sana kavuşmak haktır, sözün haktır. Cennet haktır, cehennem de haktır. Peygamberler haktır, Muhammed
(aleyhissalâtu vesselâm) de haktır. Kıyamet de haktır.
Allahım!
Sana teslim oldum, sana inandım, sana tevekkül ettim. Sana yöneldim. Hasmına
karşı senin (bürhanın) ile dâvâ açtım. Hakkımı aramada senin hakemliğine
başvurdum. Önden gönderdiğim ve arkada bıraktığım hatalarımı affet. Gizli
işlediğim, alenî yaptığım, benim bilmediğim, senin benden daha iyi bildiğin
hatalarımı da affet! İlerleten sen, gerileten de sensin. Senden başka ilah
yoktur". [Buhârî, Teheccüt 1, Daavât 10, Tevhîd 8, 24, 35; Müslim,
Salâtu'l-Müsâfirin 199, (769); Muvatta, Kur'ân 34, (1, 215, 216); Tirmizî,
Daavât 29, (3414); Ebû Dâvud, Salât 121, (771); Nesâî, Kıyâmu'l-Leyl 9, (3,
209, 210).][116]
AÇIKLAMA:
1-Teheccüd,
lügat olarak gece uyanık kalmak demektir. Nihâye'de, bu kelimenin ezdâd'dan
olduğu ve dolayısiyle geceleyin uyumak mânasına da geldiği belirtilir. Burada
gece namazı mânasında kullanılmıştır. Çünkü, gerek Kur'ân-ı Kerim ve gerekse
hadisler sıkça gece namazına teşvik ederler. Teheccüd Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in hayatında mühim bir yer işgal eder. Meseleye
3004-3017 numaralı hadislerde genişçe temas edilecektir.
2-"Önden
gönderdiğim" sözünden "şu ana kadar işlediğim" mânası
anlaşıldığı gibi "hayatta iken işlediklerim" mânası da anlaşılabilir.
Böyle olunca "arkada bıraktığım" tâbirinden de "Bundan sonra
işleyeceklerim" anlaşılabileceği gibi, "öldükten sonra devam edecek
olanlar" da anlaşılabilir.
Bilindiği
üzere kişi öyle işler yapar ki, onun kötülükleri ölümünden sonra da devam eder,
tıpkı amel defterini hayır yönüyle ölümden sonra da açık bırakan sadaka-i
câriye, faydalı ilim ve hayırlı evlat gibi. Şu halde öldükten sonra da menfî
tesiri devam edecek hatalarımız sebebiyle tevbe istiğfar gerekmektedir.[117]
ـ1ـ عن ابن
مسعود رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]كَانَ
رسولُ اللّه #
يقُولُ إذَا
أمْسى: أمْسَيْنَا
وَأمْسَى
المُلْكُ
للّهِ
وَالْحَمْدُ
للّهِ. َ
إلَهَ إَّ
اللّهُ
وَحْدَهُ َ
شَرِيكَ لَهُ
لَهُ المُلْكُ
وَلَهُ
الْحَمْدُ،
وَهُوَ عَلى
كُلِّ شَئٍ
قَدِيرٌ.
رَبِّ
أسْألُكَ
خَيْرَ مَا في
هذِهِ
اللَّيْلَةِ،
وَخَيْرَ مَا
بَعْدَهَا،
وَأعُوذُ
بِكَ مِنْ
شَرِّ هذِهِ
اللَّيْلَة.
وَشَرِّ مَا
بَعْدَهَا.
رَبِّ أعُوذُ
بِكَ مِنَ
الْكَسَلِ
وَسُوءِ
الْكِبَرِ.
رَبِّ أعُوذُ
بِكَ مِنْ
عَذَابٍ في
النَّارِ،
وَعَذَابٍ في
الْقَبْرِ،
وَإذَا
أصْبَحَ قالَ
ذلِكَ: أصْبَحْنَا
وَأصْبَحَ
المُلْكُ
للّهِ وَالْحَمْدُ
للّهِ[. أخرجه
مسلم وأبو
داود والترمذى
.
1. (1817)- İbnu Mes'ud (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) akşam olunca şu duayı
okurdu:
"Elhamdulillah
geceye erdik. Mülk de, Allah için geceye erdi. Allah'tan başka ilâh yoktur.
Tektir, ortağı yoktur. Mülk O'nundur, hamdler O'nadır, O, her şeye kâdirdir.
Rabbim! Bu gecede olacak hayrı, bundan sonra olacak hayrı senden taleb
ediyorum. Bu gecede olacak şerden ve bundan sonra olacak şerlerden sana
sığınıyorum. Rabbim! Tembellikten, yaşlılığın kötülüklerinden sana sığınıyorum.
Rabbim! Cehennem azabından, kabir azabından sana sığınıyorum!"
İbnu
Mes'ud (radıyallâhu anh) devamla, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sabah
olunca şu duayı okuduğunu söyledi:
"Elhamdulillah
sabaha erdek. Mülk de Allah için sabaha erdi". [Müslim, Zikr 75, (2723);
Tirmizî, Daavât 13, (3387); Ebû Dâvud, Edeb 110, (5071).][118]
ـ2ـ وعن أبى
سم عن أنس
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]سَمِعْتُ
رسولَ اللّهِ
# يَقُولُ:
مَنْ قالَ
إذَا أصْبَحَ
وَإذَا
أمْسَى:
رَضِينَا بِاللّهِ
رَبّاً،
وَبِا“سَْمِ
دِيناً،
وبِمُحَمَّدٍ
# رَسُوً،
كَانَ حَقّاً
عَلى اللّهِ
أنْ يُرْضِيَهُ[.
وزاد رزين:
]يَوْمَ
الْقِيَامَةِ[
.
2. (1818)- Ebû Selâm, Hz. Enes
(radıyallâhu anh)'ten naklediyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
şöyle söylediğini işittim: "Kim akşama ve sabaha erdiği zaman: "Rabb
olarak Allah'a, din olarak İslâm'a, resûl olarak Muhammed (aleyhissalâtu
vesselâm)'e razı olduk" derse onu razı etmek de Allah üzerine bir hak
olmuştur". [Rezîn bu duaya: "Kıyamet günü" ifadesini ilave
etmiştir. (Ebû Dâvud, Edeb 110, (5072)] İbnu Mâce, Dua 14, (3870).][119]
ـ3ـ وعن
عبداللّهِ بن
غنام البياضى
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قالَ رسولُ
اللّهِ #: مَنْ
قالَ حِينَ
يُصْبِحُ:
اللَّهُمَّ
مَا أصْبَحَ
بِى مِنْ
نِعْمَةٍ أوْ
بِأحَدٍ مِنْ
خَلْقِكَ
فَمِنْكَ
وَحْدَكَ َ شَرِيكَ
لَكَ، لََكَ
الْحَمْدُ،
وَلَكَ الشُّكْرُ
فَقَدْ أدَّى
شُكْرَ
يَوْمِهِ، وَمَنْ
قَالَ مِثْلَ
ذلِكَ حِينَ
يُمْسِى
فَقَدْ أدَّى
شُكْرَ
لَيْلَتِهِ[.
أخرجهما أبو
داود .
3. (1819)- Abdullah İbnu Gannâm
el-Beyâzî (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Kim sabaha erdiği zaman: "Allahım, benimle
veya mahlukatından herhangi biriyle hangi nimet sabaha ermişse bu sendendir.
Sen birsin, ortağın yoktur, hamdler sanadır, şükür sanadır" derse, o günkü
şükür borcunu ödemiştir. Kim de aynı şeyler akşama erince söylerse o da o
geceki şükür borcunu eda eder". [Ebû Dâvud, Edeb 110, (5073).][120]
AÇIKLAMA:
Hadis,
akşama ve sabaha eren kişinin üzerinde bir hamd ve şükür borcu olduğunu
belirtiyor. Bu borcun ödenmesi için Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
okunmasını tavsiye ettiği dua bize gösteriyor ki, şükür ve hamd, mazhar olunan
nimetlerin Allah'tan geldiğini bilmekten, bunu lisanen ifade etmekten
ibarettir.
Gerek
hamd ve gerekse şükür, mâna yönüyle birbirine yakındır. Nihaye'de açıklandığına
göre hamd, şükre nazaran daha umumîdir. Kişinin hem güzel sıfatları ve hem de
yaptığı iyilik sebebiyle ona hamd (övgü) ifade edilebilir. Ama şükür, sâdece
yaptığı iyilik için ifade edilir. güzel sıfatları için edilmez. Şu halde şükr,
-ki dilimizde bu mânada teşekkür kelimesini kullanırız- yapılan bir iyiliğe,
mazhar olunan bir nimete, sözle, fiille ve niyetle mukabele etmektir. İyiliğe
mazhar olan, mün'ime yani nimet veren, iyilik yapan kimseye diliyle övgüsünü
ifâde eder, nefsini de taatine amâde kılar, nimetin asıl sahibinin o olduğuna
itikad eder. İşte hakikî şükür böyle ifade edilir.[121]
ـ1ـ عن أنس
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]كَانَ رسولُ
اللّهُ # إذَا
أوَى إلى
فِرَاشِهِ
قَالَ:
الْحَمْدُ
للّهِ
الَّذِى
أطْعَمَنَا
وَسَقَانَا،
وَكَفَانَا
وآوَانَا
فَكَمْ مَنْ َ
كافِىَ لَهُ،
وََ مُؤوِىَ[.
أخرجه مسلم
وأبو داود
والترمذى .
1. (1820)- Hz. Enes (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yatağına girdiği zaman şu
duayı okurdu: "Bize yedirip içiren, ihtiyaçlarımız görüp bizi barındıran
Allah'a hamdolsun. İhtiyacını görecek, barınak verecek kimsesi olmayan niceleri
var!" [Müslim, Zikr 64, (2715); Tirmizî, Daavât 16, (3393); Ebû Dâvud,
Edeb 107, (5053).][122]
ـ2ـ وعن
عائشة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]كَانَ رسولُ
اللّهِ # إذَا
أخَذَ
مَضْجَعَهُ
نَفَثَ في
يَدَيْهِ
وَقَرَأَ
المُعَوِّذَتَيْنِ،
وَقُلْ هُوَ
اللّهُ
أحَدٌ، وَيَمْسَحُ
بِهِمَا
وَجْهَهُ
وَجَسَدَهُ،
يَفْعَلُ
ذلِكَ ثََثَ
مَرَّاتٍ،
فَلَمَّا
اشْتَكى
كَانَ
يَأمُرُنِى
أنْ أفْعَلَ
ذلِكَ بِهِ[.
أخرجه الستة إ
النسائى. وفي
رواية: لهؤَء
غير مالك
ومسلم .
2. (1821)- Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ)
anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) yatağına girdiği zaman,
ellerine üfleyip Muavvizeteyn'i ve Kul hüvallahu ahad'i okur ellerini yüzüne ve
vücuduna sürer ve bunu üç kere tekrar ederdi. Hastalandığı zaman aynı şeyi
kendisine yapmamı emrederdi". [Buhârî Fedâilu'l-Kur'ân 14, Tıbb, 39,
Daavât 12; Müslim, Selâm 50, (2192); Muvattâ, Ayn 15, (2, 942); Tirmizî, Daavât
21, (3399); Ebû Dâvud, Tıbb 19, (3902).]
AÇIKLAMA:
1-
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in Kur'ân-ı Kerim'i hastalığı sırasında
şifa için okuduğu, mevsuk rivayetlerde gelmiştir. Esasen Kur'ân'ın mü'minler
için maddî ve mânevî şifa olduğu âyet-i kerimede belirtilmiştir:
"Kur'ân'dan, iman edenlere rahmet ve şifâ olan şeyler indiriyoruz, O,
zâlimlerin ise sadece kaybını artırır" (İsra 82). Keza: "Ey insanlar,
Rabbinizden size bir öğüt ve kalplerde olana bir şifa, mü'minlere doğru yolu
gösteren bir rehber ve rahmet gelmiştir" (Yunus 57).
2-
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in kendi vücuduna icra ettiği
"nefes"in mahiyeti hakkında bilgi vermek için, İbnu Hacer, rivayetin
farklı vecihlerini kaydeder. Buna göre, önce ellerini cem'eder, sonra ellerine
üfler, sonra okur ve okuma sırasında eline üflerdi. İbnu Hace, bu üflemenin
tükrüksüz veya hafif tükrüklü olabileceğini belirtir. Bu maksadla Felak, Nâs ve
İhlas sûreleri okunmuştur.
Meshetme
işi, bereket düşüncesiyle yapılmıştır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
ellerini önce başına, yüzüne sürer, ondan sonra elinin yetişebildiği yerlere
kadar bütün vücuduna sürerdi. Hz. Âişe der ki: "Resûlullah, kendini
götüren hastalığa yakalanınca, ben okuyup üzerine üflüyordum. Kendi elleriyle
de vücudunu meshediyordum. Çünkü onun elleri bereket yönüyle benim elimden çok
üstün idi". Bir başka rivâyette Hz. Âişe meshedip, şifa için dua ederken
kendine gelen Resûlullah'ın: "Artık hayır, (şifa değil), Allah'tan Refik-i
A'lâ'yı istiyorum" dediği belirtilir.
3-
Bazı rivayetler, Kur'ân'dan okuyup nefes ederek tedaviyi Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in ailesi efradına da uyguladığını tasrih eder. Sahâbe
ve Tâbiîn de aynı tedavi usulüne başvurmuştur. Ulema bunun cevazında ittifak
etmiştir.
4-
Nefes'i "tükrüksüz hafif üfürük" diye tarif eden Nevevî, rukyede
bunun müstehab olduğunu, ulemanın cevazında icma ettiğini belirtir. Ancak Kadı
İyaz: "Bir grup âlim, rukyede nefes ve tefel'i reddetmiştir, bunlar
tükrüksüz olan nefhi (üflemeyi) caiz görmüşlerdir. Bu görüş ve bu fark zayıf
bir kavle dayanır. Dendiğine göre nefes tükrükle yapılan üfürmedir". Yine
Kadı İyaz der ki: "Ulemâ nefes ile tefel hususunda ihtilâf etmiştir.
Bazısı "ikisi birdir, bunlar tükürüklü üfürüktür" demiştir. Ebû
Ubeyd: "Tefelde hafif bir tükrük şarttır, ancak nefesde tükrük olmaz"
demiştir. Aksini söyleyenler de olmuştur. Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ)'ye Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in rukyede yer verdiği nefesten sorulmuştu, şu cevabı
verdi: "Onun nefesi, kuru üzüm yiyenin üfürüğü gibi idi, kesinlikle tükrük
yoktur." Kasıtsız olarak nefesle birlikte çıkacak olan rutûbetin tükrük
sayılmayacağı belirtilmiştir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâ)'ın Fatiha
sûresi ile rukye yaptığını haber veren rivâyette, tükrüğünü ağzında toplayıp,
tefel yaptığı ifade edilmiştir.
Kadı
İyaz der ki: "Tefelin faydası, bu rutûbet, hava, rukyeye mubaşeret eden
nefis ve güzel zikr ile teberrüktür". Ancak Kadı İyaz kaplara yazılan zikr
ve esma-i hüsnanın yıkantısı ile teberrükte bulunmayı da caiz görür.
İmam
Mâlik, kendine rukye tatbîk edince nefes
ederdi. O, demir ve tığla rukye yapmayı mekruh addeder, düğüm atma, hatem-i
Süleyman yazma ve düğüm (ile meşgul olma) vs.'yi daha şiddetli mekruh görürdü,
çünkü bunlarla sihir arasında bir benzerlik vardır.[123]
ـ3ـ عن حذيفة
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ ]كَانَ
إذَا آوَى إلى
فِرَاشِهِ
قَالَ:
بِاسْمِكَ
اللَّهُمَّ
أحْيَا
وَأمُوتُ،
وَإذَا
أصْبَحَ قالَ:
اَلْحَمْدُ
للّهِ الَّذِِى
أحْيَانَا
بَعْدَ مَا
أمَاتَنَا،
وَإلَيْهِ
النُّشُورُ[ .
3. (1822)- Hz. Huzeyfe İbnu'l-Yemân
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yatağına
görince şu duayı okurdu:
"Allahm!
Senin adınla hayat bulur, senin adınla ölürüm".
Sabah
olunca da şu duayı okurdu:
"Bizi
öldürdükten sonra tekrar hayat veren Allah'a hamdolsun!. Zaten dönüşümüz de
O'nadır". [Buhârî, Daavat 7, 8, 16, Tevhid 13; Tirmizî, Daavât 29, (3413);
Ebû Dâvud, Edeb 177, (5049).][124]
AÇIKLAMA:
Hadiste,
uyku ölüme benzetilmektedir. Bu durumu, şârihler farklı yorumlara tâbi
tutmuşlardır. Ebû İshâk ez-Zeccâc şunu söyler: "Uyku sırasında insandan
ayrılan nefs, temyize mahsus olan nefstir. Ölüm sırasında bedenden ayrılan nefs
ise hayata mahsus olan nefstir, bunun ayrılmasıyla teneffüs de ortadan
kalkar". Nihâye'ye göre uyku, "ölüm" diye isimlendirilmiştir,
zîra onunla birlikte akıl ve hareket ortadan kalkmaktadır, ölüde de bu iki
vasıf olmadığı için arada bir benzetme (teşbih) kurulmuş olmaktadır. Tîbî'ye
göre burada, ölüm'den muradın sükûn olması da muhtemeldir. Zîra Araplar
mesela, مَاتَتِ
الرِّيحُ "rüzgar öldü" diyerek rüzgârın
kesilip sükunete erdiğini ifade ederler. Şu halde uyuyana ölüm ıtlak edilmesi
de böyledir. Onun hareketinin sükunete ermiş olmasını kasdetmek mânasında bir
teşbihtir. Nitekim âyet-i kerimede: "Size geceyi, sükuna eresiniz diye
karanlık; ve gündüzü, çalışasınız diye aydınlık yaratan O'dur" (Yunus,
67). Tîbî ilaveten demiştir ki: "Bazan fakirlik, zillet, dilencilik,
ihtiyarlık, masiyet ve cehalet gibi fena ve zor durumlar için de ölüm
istiaresine başvurulmuştur".
Kurtubî,
el-Müfhim'de der ki: "Ruhun bedenle olan alakasının kesilmesi işinde ölüm
ve uyku birleşirler. Bu, ya zahiren olur ki, uyku böyledir ve bu sebeple de:
"Uyku ölümün kardeşidir" denmiştir, ya da bâtınen olur ki ölüm
böyledir. Öyle ise, uykuya ölüm ıtlak edilmesi mecazdır, ruhun bedenle
ilgisinin kesilmesinde müşterek oldukları için değildir".
Tîbî
der ki: "Uykuya ölüm denmesinin hikmetine gelince: İnsanın hayattan
istifadesi, Allah'ın rızasını aramak, O'na ibadet etmek, gazabından, ikabından
içtinab etmek gayeleriyle gayret sarfetmekle olur. Öte yandan uyuyan kimse bu
istifadeden mahrum kalmakta, dolayısıyla ölü hükmüne geçmektedir. Öyleyse
uyanan kimse, uyku manisinin ortadan kalkmasıyla önüne açılan Allah'ın rızasını
kazanma nimetine hamdetmektedir".[125]
ـ4ـ وعن
البراء
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قالَ رسولُ
اللّهِ #: إذَا
أوَيْتَ إلى
فِرَاشِكَ
فَقُلِ:
اللَّهُمَّ
أسْلَمْتُ
نَفْسِى إلَيْكَ،
وَوَجَّهْتُ
وَجْهِى
إلَيْكَ، وَفَوَّضْتُ
أمْرِى
إلَيْكَ،
وَألْجَأتُ
ظَهْرِى
إلَيْكَ،
رَغْبَةً
وَرَهْبَةً
إلَيْكَ، َ
مَلْجَأَ وََ
مَنْجى
مِنْكَ إَّ
إلَيْكَ،
آمَنْتُ بِكِتَابِكَ
الَّذِى
أنْزَلْتَ،
وَبِنَبِيِّكَ
الَّذِى
أرْسَلْتَ،
فإنَّكَ إنْ
مُتَّ مِنْ
لَيْلَتِكَ
مُتَّ عَلى
الْفِطْرَةِ،
وَإنْ
أصْبَحْتَ
أصَبْتَ
خَيْراً[.
أخرجه الخمسة
إ النسائى، ولم
يذكر أبو
داود: ]وَإنْ
أصْبَحْتَ
الخ[.وفي أخرى
للترمذى:
]كَانَ # إذَا
أرَادَ أنْ
يَنَامَ
تَوَسَّدَ
يَمِينَهُ
وَقالَ:
اللَّهُمَّ
قِنِى
عَذَابَكَ
يَوْمَ
تَجْمَعُ،
أوْ تَبْعَثُ
عِبَادَكَ[.)الرَّغْبَةُ(:
طلب الشئ وإرادته،
)والرَّهْبَةُ(:
الفزع .
4. (1823)- Hz. Berâ (radıyallâhu anhâ)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Yatağına girdiğin zaman şu duayı oku: "Allahım nefsimi sana teslim
ettim, yüzümü sana çevirdim, işlerimi sana emanet ettim, sırtımı sana dayadım.
Senin rahmetinden ümitvârım, gazabından da korkuyorum. Senin ikabına karşı,
senden başka ne melce var, ne de kurtarıcı. İndirdiği Kitab'a, gönderdiğin
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e iman ettim".
"Eğer
bunu okuduğun gece ölecek olursan fıtrat üzere ölmüş olursun. Şayet sabaha
erersen hayır bulursun". [Buhârî, Daavât 7,9; Tevhid 34; Müslim, Zikr 56,
(2710); Tirmizî, Daavât 76, (3391); Ebû Dâvud, Edeb 107, (5046, 5047, 5048).]
Tirmizî'nin
bir rivayetinde şöyle denmiştir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm),
uyumak isteyince sağ yanı üzerine dayanır ve şöyle dua ederdi:
"Allahım! Kullarını topladığın
-veya yeniden dirilttiğin- gün, beni azâbından koru".[126]
ـ5ـ وعن
عائشة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]كَانَ رسولُ
اللّهِ # إذَا
اسْتَيْقَظَ
مِنَ
اللَّيْلِ
قالَ: َ إلهَ
إَّ أنْتَ
سُبْحَانَكَ
اللَّهُمَّ
وَبِحَمْدِكَ،
أسْتَغْفِرُكَ
لِذَنْبِى
وَأسْألُكَ
رَحْمَتَكَ.
اللَّهُمَّ
زِدْنِى
عِلْماً، وََ تُزِغْ
قَلْبِى
بَعْدَ إذْ
هَدَيْتَنِى
وَهَبْ لِى
مِنْ
لَدُنْكَ
رَحْمَةً
إنَّكَ أنْتَ
الْوَهَّابُ[
.
5. (1824)- Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ)
anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) geceleyin uyanınca şu
duayı okurdu: "Allahım! Seni hamdinle tenzih ederim, Senden başka ilah
yoktur. Günahım için affını dilerim, rahmetini taleb ederim. Allahım ilmimi
artır, bana hidayet verdikten sonra kalbimi saptırma. Katından bana rahmet
lutfet. Sen lutfedenlerin en cömerdisin". [Ebû Dâvud, Edeb 108, (5061).][127]
ـ6ـ وعن عليّ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]كَانَ رسولُ
اللّهِ #
يَقُولُ
عِنْدَ
مَضْجَعِهِ: اللَّهُمَّ
إنِّى أعُوذُ
بِوَجْهِكَ
الْكَرِيمِ،
وَبِكَلِمَاتِكَ
التَّامَّاتِ
مِنْ شَرِّ كُلِّ
دَابَّةٍ
أنْتَ آخذٌ
بِنَاصِيِتِهَا.
اللَّهُمَّ
أنْتَ
تَكْشِفُ
المَغْرَمَ
وَالمَأثَمَ.
اللَّهُمَّ َ
يُهْزَمُ
جُنْدُكَ، وَ
يُخْلَفُ
وَعْدُكَ وََ
يَنْفَعُ ذَا
الجَدِّ
مِنْكَ الجَدُّ.
سُبْحَانَكَ
اللَّهُمَّ
وبِحَمْدِكَ[.
أخرجهما أبو
داود.)وَالمَأثَمُ(
مَا يأثم به
ا“نسان وهو
ا“ثم نفسه،
)وَالمغْرَمُ(:
التزام انسان
مَاليس عليه
من تكفل إنسان
بدين فيؤديه
عنه.
6. (1825)- Hz. Ali (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yatacağı sırada şu duayı
okurdu:
"Allahım,
kerim olan Zât'ın adına, eksiği olmayan kelimelerin adına, alınlarından tutmuş
olduğun hayvanların şerrinden sana sığınırım. Allahım sen borcu giderir günahı
kaldırırsın. Allahım senin ordun mağlub edilemez, va'dine muhalefet edilemez.
Servet sahibine serveti fayda etmez, servet sendendir. Allahım seni hamdinle
tesbih ederim". [Ebû Dâvud, Ebed 107, (5052).][128]
AÇIKLAMA
1-Hadiste
geçen vech kelimesini Zât olarak tercüme ettik, zîra vech (yüz) Arapça'da birçok
durumlarda zat'ı ifade eder. Nitekim كُلُّ
شَىْءِ
هَلِكٌ
إَِّوَجْهَهُ âyetinde vech'ten murad Zât-ı İlahî'dir ve meâli
şöyledir: "Allah'tan başka herşey yok olacaktır" (Ankebût 88).
2-Eksiği
olmayan kelimeler diye tercüme ettiğimiz
كَلِمَاتُكَ
التَّامَّةُ tâbiri ile Allah'ın isim ve sıfatları veya
Kur'an-ı Kerim kastedilmiş olmalıdır.
3-Borç
diye tercüme edilen mağrem ile günahlar mukabili hasıl olan (Allah'a ve
insanlara karşı çeşitli) borçların kastedilebileceğine de dikkat çekilmiştir.
4-
Yatağa girerken hayvandan istiâze, zararlı ve zehirli hayvanlara karşı bir
korunma talebidir. Nitekim Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yatağa girmiş
olması muhtemel olan zararlılara karşı, yatmazdan önce, yatağın izar yardımı
ile çırpılmasını tavsiye eder ve: "Bilemezsiniz, yatağa sizden sonra ne
girdi? (toz, toprak, böcübörtü, haşerat vs.)" buyurur.
Perçemlerinden
tutulmuş olması, bütün zararlıların Allah'ın tasarrufunda, idaresi altında
olduğunu beyan eder.
Hadiste
geçen اَلْجَدُّ gına yani zenginlik ve servet olarak
anlaşılmıştır. Mâna: "Servet sahibine, onun zenginliği sana karşı hiç
fayda etmez, azabını, belasını servetiyle defedemez. Nasıl etsin ki, serveti
veren zâten sensin" demektir.[129]
ـ7ـ وعن
بريدة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]شَكَا
خَالِدُ بْنُ
الوَلِيدِ
المَخْزُومِىُّ
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُ قال:
يَارسُولَ
اللّهِ مَا
أنَامُ
اللَّيْلَ
مِنَ ا‘رَقِ،
فَقَالَ لَهُ
النَّبِىُّ #:
إذا أوَيْتَ
إلى
فِرَاشِكَ
فَقُلِ. اللَّهُمَّ
رَبَّ
السَّموَاتِ
السَّبْعِ،
وَمَا
أظَلَّتْ ،
وَرَبَّ
ا‘رَضِينَ
وَمَا أقَلّتْ،
وَرَبَّ
الشَّيَاطِينِ
وَمَا
أضَلّتْ، كُنْ
لِى جَاراً
مِنْ
شَرِّ
خَلْقِكَ
كُلِّهِمْ
جَمِيعاً أنْ
يَفْرُطَ
عَلَيَّ
أحَدٌ، أوْ
أنْ يَبْغِىَ
عَلَيَّ،
عَزَّ
جَاَرُكَ،
وَجَلَّ
ثَنَاؤُكَ،
وََ إلهَ
غَيْرُك، َ
إلهَ إَّ
أنْتَ[. أخرجه
الترمذى.)ا‘رَقُ(:
السهر. )وَيَفْرُطَ(:
يبدر .
7. (1826)- Büreyde (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Bir gün, Hâlid İbnu Velîd el-Mahzumî (radıyallâhu anh):
"Ey
Allah'ın Resûlü, bu gece hiç uyuyamadım" diye Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'e yakındı.
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) ona şu tavsiyede bulundu:
"Yatağına
girdinmi şu duayı oku: "Ey yedi kat semânın ve onların gölgelediklerinin
Rabbi, ey arzların ve onların taşıdıklarının Rabbi, ey şeytanların ve onların
azdırdıklarının Rabbi! Bütün bu mahlûkâtının şerrine karşı, bana himâyekâr ol!
Ol ki hiç birisi, üzerime âni çullanmasın, saldırmasın. Senin koruduğun aziz
olur. Senin övgün yücedir, senden başka ilâh da yoktur, ilâh olarak sâdece sen
varsın". [Tirmizî, Daavât 96, (3518).][130]
ـ8ـ وعن مالك:
]أنَّهُ
بَلَغَهُ
أنَّ خَالِدَ بْنَ
الْوَلِيدِ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قَالَ
لِرَسُولِ
اللّهِ #:
إنِّى
أُرَوَّعُ في
منَامِى.
فقَالَ قُلْ:
أعُوذُ
بِكَلِمَاتِ
اللّهِ التَّامَّةِ
مِنْ
غَضَبِهِ
وَعِقَابِهِ
وَشَرِّ
عِبَادِهِ،
وَمِنْ
هَمَزَاتِ
الشَّيَاطِينِ،
وَانْ
يَحْضِرُون[ .
8. (1827)- İmam Mâlik'ten rivayete
göre, ona şu haber ulaşmıştır: "Hâlid İbnu'l-Velîd (radıyallâhu anh), Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e:
"Ben
uykuda iken korkutuluyorum. (Ne yapmamı tavsiye buyurursunuz?)" diye
sordu. Ona şu tavsiyede bulundu:
"Allah'ın
eksiksiz, tam olan kelimeleri ile O'nun gadabından, ikabından, kullarının
şerrinden, şeytanların vesveselerinden ve (beni kötülüğe atan)
beraberliklerinden Allah'a sığınırım! de!". [Muvatta, Şi'r 9, (2, 950).][131]
ـ1ـ عن أمّ
سَلَمَة
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]كَانَ رسولُ
اللّهِ # إذَا
خرَجَ مِنْ
بَيْتِهِ قالَ:
بِسْمِ
اللّهِ
توَكَّلْتُ
عَلى اللّهِ.
اللَّهُمَّ
إنَّا
نَعُوذُ بِكَ
مِنْ أنْ نَذِلَّ،
أوْ نَضِلَّ،
أوْ
نُظْلَمَ،
أوْ نَجْهَلَ،
أوْ يُجْهَلَ
عَلَيْنَا[.
أخرجه أصحاب
السنن، وهذا
لفظ الترمذى
وهو آخر حديث
من المجتبى
للنسائى .
1. (1828)- Ümmü Seleme (radıyallâhu
anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) evinden çıktığı
zaman şu duayı okurdu: "Allah'ın adıyla Allah'a tevekkül ettim. Allahım!
zillete düşmekten, dalâlete düşmekten, zulme uğramaktan, cahillikten,
hakkımızda cehâlete düşülmüş olmasından sana sığınırız". [Tirmizî, Daavât
35, (3423); Ebû Dâvud, Edeb 112, (5094); Nesâî İstiâze 30, (8,268); İbnu Mâce,
Dua 18, (3884).][132]
ـ2ـ وعن أنس
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ
قال: ]قالَ
رسولُ اللّهِ
#: مَنْ قالَ
إذَا خَرَجَ
مِنْ بَيتِهِ
بِسْمِ
اللّهِ
تَوَكَّلْتُ
عَلى اللّهِ،
وََ حَوْلَ
وََ قُوَّةَ
إَّ
بِاللّهِ،
يُقَالُ لَهُ:
حَسْبُكَ
هُدِيتَ
وَكُفيتَ
ووُقِيتَ
وَتَنَحَّى
عَنْهُ الشَّيْطَانُ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذى،
وهذا لفظه .
2. (1829)- Hz. Enes (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Evinden çıkınca kim: "Allah'ın adıyla, Allah'a tevekkül ettim, güç
kuvvet Allah'tandır" derse kendisine: "İşine bak, sana hidâyet
verildi, kifâyet edildi ve korundun da" denir, ondan şeytan yüz
çevirir". [Tirmizî, Daavât 34, (3422); Ebû Dâvud, Edeb 112, (5095); Nesâî,
İstiâze (8,268).][133]
ـ3ـ وعن أبى
مالك ا‘شعرى
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قال رَسُولُ
اللّهِ #: إذا
وَلَجَ
الرَّجُلُ
إلى بَيْتِهِ
فَلْيَقُلْ
اللَّهُمَّ
إنِّى
أسْألُكَ خَيْرَ
المُوْلِجِ،
وَخَيْرَ
المَخْرَحِ.
بِسْمِ
اللّهِ
وَلَجْنَا،
وَبِسْمِ
اللّهِ
خَرَجْنَا، وَعَلى
اللّهِ
رَبِّنَا
تَوَكَّلْنَا،
ثُمَّ
ليُسَلِّمْ
عَلى
أهْلِهِ[.
أخرجه أبو
داود .
3. (1830)- Ebû Mâlik el-Eş'arî
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Kişi evine girince şu duayı okusun: "Allahım! Senden
hayırlı girişler, hayırlı çıkışlar istiyorum. Allah'ın adıyla girdik, Allah'ın
adıyla çıktık, Rabbimiz Allah'a tevekkül ettik". Bu duayı okuduktan sonra
ailesine selam versin". [Ebû Dâvud, Edeb, 112, (5096).][134]
ـ1ـ عن أبى
هريرة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: مَنْ
جَلَسَ
مَجْلِساً
كَثُرَ فِيهِ
لَغَطُهُ،
فَقَالَ
قَبْلَ أنْ
يَقُومَ مِنْ
مَجْلِسِهِ:
سُبْحَانَكَ
اللَّهُمَّ
وَبِحَمْدِكَ
أشْهَدُ أنْ َ
إلَهَ إَّ أنْتَ
أسْتَغْفِرُكَ،
وَأتُوبُ
إلَيْكَ، إَّ
غُفِرَ لَهُ
مَا كَانَ في
مَجْلِسِهِ
ذلِكَ[. أخرجه
الترمذى
وصححه.)اللَّغَط(:
ردئ الكم وقبيحه
.
1. (1831)- Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hazretleri buyurdular ki:
"Kim, malâyânî konuşmaların çok olduğu bir yere oturur da, oradan
kalkmazdan önce şu duayı okursa bu yerde oturmaktan hasıl olan günahından
arınmış olur:
Allahım!
Seni hamdinle tesbih ederim. Senden başka ilah olmadığına şehâdet ederim.
Senden mağfiret diliyorum, Sana tevbe ediyor (af taleb ediyorum)".
[Tirmizî, Daavât 39, (2329).][135]
ـ2ـ وعن ابن
عمر رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]قلَّمَا كانَ
رَسُولُ
اللّهِ #
يَقُومُ مِنْ مَجْلِسِه
حَتَّى
يَدْعُوَ
بِهؤَُءِ
الدَّعَواتِ
‘صْحَابِهِ:
اللَّهُمَّ
اقْسِمْ
لَنَا مِنْ خَشْيَتِكَ
مَا تَحُولُ
بِهِ
بَيْنَنَا
وَبَيْنَ
مَعَاصِيكَ،
وَمِنْ
طَاعَتِكَ
مَا تُبَلِّغُنَا
بِهِ
جَنَّتَكَ،
وَمِنَ اليَقِينِ
مَا
تُهَوِّنُ
بِهِ
عَلَيْنَا
مَصَائِبَ
الدُّنْيَا. اللَّهُمَّ
مَتِّعْنَا
بِأسْمَاعِنَا
وَأبْصَارِنَا
وَقُوَّتِنَا
مَا
أحْيَيْتَنَا،
وَاجْعَلْهُ
الْوَارِثَ
مِنَّا، وَاجْعَلْ
ثَأرَنَا
عَلى مَنْ
ظَلَمَنَا،
وَانْصُرْنَا
عَلى مَنْ
عَادَانَا،
وََ تَجْعَلْ
مُصِيبَتَنَا
في دِيننَا،
وََ تَجْعَلِ
الدُّنْيَا
أكْثرَ هَمِّنَا،
وََ مَبْلَغَ
عِلْمِنَا،
وََ تُسَلِّطْ
عَلَيْنَا
مَنْ َ
يَرْحَمُنَا[.
أخرجه
الترمذى.
2. (1832)- İbnu Ömer hazretleri
(radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir
cemaatte oturduğu zaman, ashâbı için şu duayı okumadan nadiren kalkardı:
"Allahım!
Bize korkundan öyle bir pay ayır ki, bu, sana karşı işlenecek günahlarla bizim
aramızda bir engel olsun. İtaatinden öyle bir nasib ver ki, o bizi cennete
ulaştırsın. Yakîninden öyle bir hisse lutfet ki dünyevî musibetlere tahammül
kolaylaşsın.
Allahım!
Sağ olduğumuz müddetçe kulaklarımızdan, gözlerimizden, kuvvetimizden istifade
etmemizi nasib et. Aynı şeyi bizden sonra gelecek olan neslimize de nasib et.
İntikamımızı, bize zulmedenlerden almışlardan kıl (mazlumlardan değil). Bize tecavüz
edenlere karşı bizi muzaffer kıl. Bize, dinî musibet verme. Dünyayı, ne asıl
gayemiz kıl, ne de ilmimizin son hedefi. Bize merhametli olmayanı bize musallat
etme." [Tirmizî. Daavât 73, (3497).][136]
AÇIKLAMA:
1-
Korku diye tercüme ettiğimiz kelimenin aslı haşyet'dir. Korku kelimesi haşyeti
tam karşılamaz. Çünkü haşyet, ta'zîm beraberinde getiren bir korkudur.
Sözgelimi, Allah'a karşı haşyet duyulur, bâbaya karşı da haşyet duyulur ama,
düşmana karşı haşret duyulmaz, düşmandan havf edilir. Yani düşmana karşı
duyulan korkuda saygı yoktur.
2-
Hadiste, Allah'a karşı hissedilecek korkunun farklı derecelerde olacağına
dikkat çekiliyor. Aşağı derecelerdeki korku, bir kısım günahların işlenmesine mâni olamamaktadır. Öyle ise
kalbte Allah korkusu öyle bir mertebede olmalıdır ki, bu, kalbe bağlı olan
bütün uzuvları, Allah'a isyan olan günahlardan durdurabilsin. Münavî der ki:
"Kalbteki korkunun azlığı nisbetinde meâsiye hücum olur. Korku pek az
olur, gaflet istila ederse bu, helâketin alâmetidir. Bu sebepledir ki:
"Günahlar (Meâsi), küfrün habercisidir, tıpkı öpme cimanın habercisi,
müzik zinanın habercisi, nazar aşkın habercisi, hastalık ölümün habercisi
olduğu gibi. Meâsinin (günahların) akılda, bedende, dünya ve ahiret işlerinde,
Allah'tan başka kimsenin sayamayacağı kadar pek çok çirkin, kötü ve zararlı
eserleri vardır."
3-Hadiste
ifâde edilen diğer bir noktaya göre, dünyevî musibetlere tahammül işi,
herşeyden önce bir inanç işidir. Kuvvetli bir inanç, bunları kolayca
geçiştirmeye yardımcıdır. İstenen yakîn Allah inancıyla ilgilidir. Yâni kişi,
Allah'ın varlığı, gelen müsibetlerin Allah'ın takdiriyle olduğu ve bu İlâhî
takdiri geri çevirebilecek hiçbir gücün bulunmadığı ve keza Allah'ın takdir
ettiği şeylerin bir maslahata, bir hikmete binâen olduğu, kişiye mutlaka bir
sevap ve bir salâh getireceği hususlarında yakîn denen kesin inanca
ulaşabilirse dünyevî musibetler hafifler ve daha kolay geçiştirilebilir.
4-
"İntikamı zulmedenlerden almış kılmak"tan maksad, cahiliye devrinde
olduğu gibi zâlimin, suçsuz olan yakınlarından intikam almış olmayayı
temennidir. Bilindiği üzere İslam'dan önce Araplar arasındaki âdete göre bir
kabileden herhangi bir kimse diğer bir kabileden birini öldürecek olsa, câninin
mensup olduğu kabilenin bütün ferdleri suçlu durumuna düşerlerdi. Öldürülen
kişinin intikamını almak için kâtilini cezâlandırılması şart değildi. Onun bir
yakını veya kabilesinden herhangi birisi öldürülebilirdi. İşte Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) burada "Cahiliyede yapıldığı gibi, bana zulmeden
dışında, birisinden, yâni bir mâsumdan intikam almama meydan verme"
mânâsında Cenab-ı Hakk'a niyazda bulunmaktadır. Bu davranış bir zulümdür.
Allah'ın haram kıldığı bir fiildir. Çünkü âyet-i kerîme'de وََتَزِرُ
وَازِرَةٌ
وِزْرَ
اُخْرَى "Günah işleyen hiçbir nefs başkasının
günahını çekemez" (Fâtır 18) buyurulmuştur.
5-
Dinî musibet: Uhrevî sorumluluğa sebep olacak hallerdir ki haramı yemek,
ibadetleri terketmek, dinin yasakladığı kumar, zina, içki, faiz gibi haramları
işlemek, bâtıl ve sapık inançlara saplanmak, dini yaşamayı engelleyen şartlar
v.s. hepsi buraya girer. Allah'a kulluğumuzu zayıflatan, mâneviyatımızı
gerileten herşey -büyük olsun, küçük olsun- dinî bir musibettir.
6-Dünyanın
asıl hedef olmaması, kişinin yaşamaktaki gâyesinin Allah'ın rızasını kazanmak olmasıdır.
Bu maksadla yaşamak için zarurî olan ihtiyaçları te'min etmek gayesiyle
çalışmak, dünyanın asıl gâye kılınması değildir. Bu çeşit çalışmak müstehabtır.
Keza,
bildiklerimizin hepsi dünyayı kazanma yollarıyla alâkalı olmamalı, âhireti
kazandıracak bilgiler de elde etmeliyiz, Resûlullah bunu da talep etmiştir.
7-Son
olarak zâlimlere ve kâfirlere karşı mağlup kılınmamamız Cenâb-ı Hakk'tan
istenmektedir. Mamafih burada, "zâlimlerin başımızda hâkim
olmamaları" da istenmiş olmaktadır. Hatta bu son duayı "kabirde, bize
merhamet etmeyerek azap meleklerini musallat etme" mânâsında anlayanlar da
olmuştur.[137]
ـ1ـ عن مالك:
]أنَّهُ
بَلَغَهُ أنّ
رسولَ اللّهِ
# كَانَ إذَا
وَضَعَ
رِجْلَهُ في
الْغَرْزِ
وَهُوَ
يُرِيدُ
السَّفَرَ
يقُولُ:
بِسْمِ
اللّهِ،
اللَّهُمَّ
أنْتَ
الصَّاحِبُ
في السَّفَرِ
وَالخَلِيفَةُ
في ا‘هْلِ،
اللَّهُمَّ
ازْوِ لَنَا
ا‘رْضَ، وَهَوِّنْ
عَلَيْنَا
السَّفَرَ.
اللَّهُمَّ
إنِّى أعُوذ
بِكَ مِنْ
وَعثَاءِ
السَّفَرِ،
وَكآبَةِ
الْمُنْقَلَبِ،
وَمِنْ سُوء المَنْظَرِ
في المَالِ
وَا‘هْلِ[.)الْغَرْزُ(:
ركاب الرجل من
جلد،
)وَالزَّىُّ(:
الطى والجمع،
)وَوَعْثَاءُ
السفَرِ(:
نعبه ومشقته،
)وَكَآبَة
الْمُنْقَلَبِ(:
الحزن،
والمنقلب:
المرجع .
1. (1833)- İmam Mâlik'e ulaştığına göre
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) sefer arzusuyla ayağını bineğinin
özengisine koyduğu zaman şu duayı okurdu:
"Bismillah!
Allahım! Sen seferde arkadaşım, ailemde vekilimsin. Allahım, bize arzı dür,
seferi kolaylaştır. Allahım, yolun meşakkatlerinden, üzüntülü dönüşten, mal ve
ailede vukûa gelecek kötü manzaralardan sana sığınıyorum". [Muvatta,
İsti'zân 34, (2, 977).][138]
AÇIKLAMA:
1- Allah'ın sefer arkadaşı ve
evde vekil olarak tavsifi, hiçbir mekânın onun emrinden, hükmünden hâriç
kalmadığını, her yerde mü'mine huzur verdiğini ifâde eder. Öyle ise Zât-ı
Zülcelâl hazretleri yolcuya sefer sırasında selâmet vermek, rızık vermek,
yardım etmek, muvaffak kılmak gibi çeşitli nimetleriyle beraberlik
sağlamaktadır. Mü'min mazhar olduğu her hayrı Allah'tan bilerek onun huzurunu
her yerde hisseder, yolculuk sırasında bile. Keza yolcu, geride kalan ailesi
hakkında da aynı düşünce ve duyguları taşıyarak yolculuğunu huzur içinde devam
ettirir.
2-"Bize
arzı dür" cümlesi, yolculuğun süratli geçmesi için yaplmış bir duadır.
Arz'dan maksad yoldur. Yolculuğun kolay, engelsiz geçmesi sür' at kazandırır.
Kolaylaştırmak'tan murad sühulet'tir, meşakkate mâruz kalmamaktır.
3-
Üzüntülü dönüş'le sefer sırasında üzüntü verici durumlarla karşılaşmak
kastedilir. Bu, meşakkatlerden hâsıl olan sıkıntılar değildir, insanı üzecek ve
üzüntüsü devam edebilecek durumlardır. Resûlullah (aleyhissâlatu vesselam)
bunlardan Allah'a sığınmaktadır, tıpkı, geride bıraktığı mal ve âileye
gelebilecek kötü hallerden sığındığı gibi.[139]
ـ2ـ وعن ابن
عمر رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]كَانَ رسولُ
اللّهِ # إذَا
قَفَلَ مِنَ
السَّفَرِ
يُكَبِّرُ
عَلى كُلِّ
شَرَفٍ مِنَ
ا‘رْضِ ثََثَ
مَرَّاتٍ، ثُمَّ
يَقُولُ: َ
إلهَ إَّ
اللّهُ
وَحْدَهُ َ شَرِيكَ
لَهُ، لَهُ
المُلْكُ،
وَلَهُ الحَمْدُ،
وَهُوَ عَلى
كُلِّ شَئٍ
قَدِيرٌ، آيِبُونَ
تَائِبُونَ
عَابِدُونَ
سَاجِدُونَ لِرَبِّنَا
حَامِدُونَ.
صَدَقَ
اللّهُ
وَعْدَهُ،
وَنَصَرَ
عَبْدَهُ،
وَهَزَمَ
ا‘حْزَابَ
وَحْدَهُ[.
أخرجه الستة إ
النسائى.)القُفُولُ(:
الرجوع.
)وَالشَّرَفُ(:
ما ارتفع من
ا‘رض، وقوله
)آيبُونَ(: أى
راجعون .
2. (1834)- İbnu Ömer (radıyallâhu
anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissâlatu vesselâm), seferden
dönerken, uğradığı her tümsekte üç kere tekbir getirir, arkadan da: "Lâ
ilâhe illallâhu vahdehu lâ şerîke leh, lehü'lmülkü ve lehü'lhamdü ve hüve alâ
külli şey'in kadir. (Allah'tan başka ilah yoktur. O tekbir, ortağı yoktur, mülk
O'nundur, hamd O'nadır. O herşeye kadirdir) dönüyoruz, tevbe ediyoruz, kulluk
ediyoruz, secde ediyoruz, Rabbimize hamdediyoruz. Allah va'dinde sâdık oldu,
kuluna yardım etti. (Hendek Harbi'nde) müttefik orduları tek başına helâk
etti" derdi. [Buhârî, Daavât 52, Ömer 12, Cihâd 133, 197, Megâzî 29;
Müslim, Hacc 428, (1344); Muvatta, Hacc 243, (1,421); Tirmizî, Hacc 104, (950);
Ebû Dâvud, Cihâd 170, (2770).][140]
AÇIKLAMA:
1-Bazı
rivayetler, burada mutlak gelen sefer'i açar: "...Gazve"
"Hacc" veya "Umre seferinden dünüşte..."
2-
Allah vaadinde sâdık oldu cümlesi ile, Allah'ın sabredenlere, mü'minlere zafer
vereceği, dinin muzaffer olacağı, âkibetin muttakilere ait olacağına dair
Cenab-ı Hakk'ın Kur'an'da va'detmiş bulunduğu hususların (A'râf 128; Hûd 49)
gerçekleştiğini, bunların hep tahakkuk ettiğini ifâde eder. Bâzı rivâyetler, bu
sözü Resûlullah'ın Usfân Seferi'nden dönerken söylediğini belirtir. Bu sefer,
hicretin altıncı yılında cereyan etmiştir. O zamana kadar Bedir zaferi, Hendek
zaferi gibi ciddî savaşlar yapılmış ve kesin zaferler elde edilmiştir. Nitekim
duanın devamında geçen: هَزَمَ
اَْحْزَابَ
وَحْدَهُ "Ahzâbı tek başına hezimete uğrattı"
cümlesi Hendek Savaşına temas etmektedir. Çünkü, Medîne'yi saran müttefik
müşrik orduları, Müslümanlara çok zor günler yaşatmışlardır. Hendek'te
Müslümanlara sayıca pek üstün olan bu çeşitli müşrik kabilelerinin ittifakıyla
ortaya çıkan orduyu, Cenab-ı Hakk'ın gönderdiği fırtına darmadağın etmiş, geri
çekilmeye, kuşatmayı kaldırmaya zorlamıştı, İlâhî yardım pek bârizdi. Onun
için, Müslümanların zihninde pek canlı olan bu maddî yardımı Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) bu duada görüldüğü üzere zaman zaman hatırlatacaktır.
Şunu
da belirtelim ki, bazı âlimler buradaki ahzâb (hizipler, gruplar, müttefikler) ile,
İslâm'a karşı teşkîl edilecek bütün ittifakların kastedildiğini, binaenaleyh,
nerede bir İslam düşmanı ittifak zuhûr edecek olsa, Cenab-ı Hakk'ın lütfu ile
hepsinin dağıtılacağını söylemişlerdir.[141]
ـ3ـ وعن أبى
هريرة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]قالَ
رَجُلٌ يَا
رسُولَ
اللّهِ: إنِّى
أُرِيدُ
السَفَرَ
فَأوْصِنِى
فَقَالَ:
عَلَيْكَ
بِتَقْوى
اللّهِ
وَالتَّكْبِيرِ
عَلى كُلِّ
شَرَفٍ،
فَلَمَّا
وَلى قال:
اللَّهُمَّ
اطْوِ لَهُ
الْبُعْدَ
وَهَوّن
عَلَيْهِ
السّفَرَ[. أخرجه
الترمذى .
3. (1835)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Bir adam Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)'e:
"Ey
Allah'ın Resûlü, ben sefere çıkmak istiyorum, bana tavsiyede bulun!" diye
talepte bulundu. Efendimiz:
"Sana
Allah'tan korkmanı ve (yol boyu aştığın) her tepenin başında tekbir getirmeni
tavsiye ediyorum!" buyurdu. Adam döneceği sırada şu duada bulundu:
"Allah'ım! Ona uzaklığı dür, yolculuğu kolay kıl." [Tirmizî, Daavât
47, (3441).][142]
ـ4ـ وعن
عبداللّه
الخطمى
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ
قال: ]كَانَ
رَسُولُ
اللّهِ # إذا
وَدَّعَ أحداً
قالَ: أسْتَوْدِعُ
اللّهَ
دِينَكُمْ
وَأمَانَتَكُمْ،
وَخَواتِيمَ
أعْمَالِكُمْ[.
أخرجه أبو
داود.وله في
أخرى عن ابن
عمر رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُما:
]أسْتُوْدِعُ
اللّهَ
دِينَكَ وَأمَانَتَكَ،
وَخَواتِيمَ
عَمَلِكَ[.
4. (1836)- Abdullah el-Hatmî
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
birisiyle vedalaştı mı şöyle derdi: "Dininizi, emânetinizi ve işlerinizin
âkibetini Allah'ın muhafazasına bırakıyorum." [Ebû Dâvud, Cihâd 80 (2600);
Tirmizî, Daavât 45, (3439).][143]
AÇIKLAMA:
1-Bu
hadisin, Ebû Dâvud'daki aslının bidâyeti farklıdır. "Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) bir ordu ile vedalaşacağı zaman" diye başlar.
Tirmizî'deki rivâyet bazı küçük farklarla İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ)'den
yapılmıştır.
2-"Allah'ın
muhafazasına bırakıyorum" diye yaptığımız tercümeyi "...Allah'tan
muhafaza talep ediyorum..." şeklinde anlamak da mümkündür.
3-
Emânet'ten murâd, Hattâbî'ye göre, geride kalan aile, yani evlad u iyâl ve
malmülktür. Ancak sefer sırasında cereyan edecek alışveriş, insanlarla
münasebet gibi bir kısım içtimâî davranışlar da emânet olarak
değerlendirilmiştir. Zîra bu işlerde de hıyânet meydana gelebilir. Emânet'le
bütün dinî tekliflerin kastedildiği de söylenmiştir. Nitekim âyete: "Biz
emâneti semâvat, arz ve dağlara teklif ettik, onlar bunu kabullenmekten
kaçındılar ve ondan korktular, onu insan yüklendi..." (Ahzab 72)
buyurulmuştur.
4-
İşlerin âkibeti'nden murad hüsnü'l hâtime'dir. Zîra uhrevî meselede esas olan
budur. Çünkü daha önce yapılan işler, fena bile olsalar sondaki iyi âkibet'e
tâbi olarak düzelmiş olurlar. Şârihler bu tâbirle hadisin bir başka
vechinde, خَوَاتِيمَ
عَمَلِكَ şeklinde gelmiş olmasını da gözönüne alarak
bütün amellerin sonunun kastedildiğini belirtirler. Öyle ise bu dua ile hayırlı
sonların Allah'ın himâye ve muhafazası altında olması temenni edilmiş
olmaktadır.[144]
ـ5ـ وعن
عبداللّهِ بن
عمر رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُما
قال: ]كَانَ
رسولُ اللّه #
إذَا أقْبَلَ
اللَّيْلُ
عَلَيْهِ في
السَّفَرِ
قَالَ: يَا أرْضُ
رَبِّى
وَرَبُّكِ
اللّهُ،
أعُوذُ بِاللّهِ
مِنْ شَرِّكِ
وَشَرِّ مَا
خُلِقَ فِيكِ،
وَشَرِّ مَا
يَدِبُّ
عَلَيْكِ.
أعُوذُ بِاللّهِ
مِنْ أسَدٍ
وَأسْودَ،
وَمِنَ الحَيَّةِ
وَالْعَقْرَبِ،
وَمِنْ
سَاكِن الْبَلَدِ،
وَوَالِدٍ
وَمَا
وَلَدَ[.
أخرجه أبو داود.»وَالْمُرَادُ
بِسَاكِنِ
الْبَلَدِ«
الجن، ‘نهم
سكان
ا‘رض.»وَبالْوَالد«
هنا إبليس.
»وَبِمَا
وَلَدَ« نسله
وذريته.
5. (1837)- Hz. Abdullah İbnu Ömer
(radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselam)
seferde iken gece olunca şu duayı okurdu:"Ey arz, benim de senin de
Rabbimiz Allah'tır. Senin de, (sende bulunanların da[145]
sende yaratılmış olanların da, senin üzerinde yürüyenlerin de şerrinden Allah'a
sığınırım. Arslanın, iri yılanın, yılanın, akrebin ve bu beldede ikâmet eden
(insîlerin ve cinnî)lerin, İblis'in ve İblis neslinin şerrinden de Allah'a
sığınırım." [Ebû Dâvud, Cihâd 80, (2603).][146]
AÇIKLAMA:
1-
Arzdan gelecek şerden maksad, zelzele, hasf (yere batma), yoldan çıkıp,
istikâmeti kaybetmek gibi durumlardır.
2-
Arzda bulunanlardan maksad arzın tabiatından gelen bir kısım sıfatlar ve
hallerdir; soğukluk ve sıcaklık gibi.
3-
Arzda yaratılmış olanlardan maksad hevâm denen zararlı böceklerdir (bit,
pire.... gibi).
4-
Arz üzerinde yürüyenlerden maksat, zararlı haşerât nev'inden yürüyen, hareket
eden hayvanlardır.
5-
Hadisin sonunda yer alan "İblis'in ve İblis neslinin" ibâresinin
Arapça aslıdır. وَوَالِدٍ
وَمَا
وَلَدْ
Lügavi
tercümesi "doğuran ve doğan"dır. Şârihler bundan maksadın gâlib
ihtimale göre, İblis ve İblis'in nesli olacağını söylemiştir. Ancak, bundan
doğma ve doğurma kabiliyetinde olan bütün hayvanların kastedilmiş olabileceğini
söylerler.[147]
ـ6ـ وعن خولة
بنت حكيم
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]قالَ رسولُ
اللّهِ #: مَنْ
نَزَلَ
مَنْزًِ
فقَالَ:
أعُوذُ
بِكَلِمَاتِ
اللّهِ التَّامَّاتِ
مِنْ شَرِّ
مَا خَلَقَ
لَمْ يَضُرُّهُ
شَئٌ حَتَّى
يَرْتَحِلَ[.
أخرجه مسلم
ومالك
والترمذى .
6. (1838)- Havle Bintu Hakîm
(radıyallâhu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalatü vesselam)
efendimiz buyurmuşlardır ki: "Kim bir yerde konakladığı zaman şu duayı
okursa, oradan ayrılıncaya kadar ona hiçbir şey zarar vermez: "Eûzü
bikelimâtillahi'ttâmmât min şerri mâ halâka. (Allah'ın eksiksiz, mükemmel
kelimeleri ile, yarattıklarının şerrinden Allah'a sığınıyorum.)" [Müslim,
54, (2708); Muvatta, İsti'zân 34 (2, 978); Tirmizi, Daavât 41, (3433).][148]
AÇIKLAMA:
Kelimâtu't
tâmmât ile Kur'ân-ı Kerîm'in de kastedilmiş olabileceğini daha önce belirtmiş
idik (Bak. 1825).[149]
ـ1ـ عن سعد
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قَالَ:
]قالَ رسُولُ
اللّهِ #:
دَعْوَةُ ذِى
النُّونِ إذْ
دَعَاهُ في
بَطْنِ
الحُوتِ: َ
إلهَ إَّ
أنْتَ، سُبْحَانَكَ
إنِّى كُنْتُ
مِنَ
الظَّالِمِينَ.
مَا دَعَا
بِهَا أحَدٌ
قَطُّ إَّ
اسْتُجِيبَ
لَهُ[. أخرجه
الترمذى .
1. (1839)- Hz. Sa'd (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Balığın karnında iken, Zü'n-Nûn'un yaptığı dua şu idi: Lâ ilâhe illâ ente
sübhâneke innî küntü mine'zzâlimîn. (Allahım! Senden başka ilâh yoktur, seni
her çeşit kusurlardan tenzih edirim. Ben nefsime zulmedenlerdenim.)"
Bununla dua edip de icâbet görmeyen yoktur." [Tirmizî, Daavât 85. (3500).][150]
AÇIKLAMA:
Zü'n-Nûn,
Sâhibi'l-Hût da denen Hz. Yûnus (aleyhisselâm)'tur. Bir balık tarafından
yutulmuş olması sebebiyle bu isimlerle yâd edilmiştir. Zîra her iki tâbir de
balık sâhibi mânâsına gelir.
Hz.
Yûnus, İbnu Metta, yani Metta'nın oğlu diye de bilinir. Ninovalıdır. Kendisine
otuz yaşlarında peygamberlik gelmiştir. Aşırı zenginlik ve refahın şımarttığı
halk, sapıtmıştı, putlara tapıyordu. Hz. Yûnus (aleyhisselam)'un Hakk'a
dâvetini dinlemiyorlardı. Otuz üç sene kadar gayretine rağmen iki kişiyi
hidâyete erdirebilmişti. O, halkın bu haline üzülerek orayı terke karar
vermişti. Allah'tan izin almaksızın yola çıktı. Halbuki peygamberler, bu çeşit
ciddi kararlar aldıkları zaman, Cenâb-ı Hakk'ın iznine başvurmaları gerekirdi.
Böyle
izinsiz bir ayrılışla şehri terkedip deniz kenarına geldi. Hareket etmek üzere
olan bir gemiye bindi. Gemi bir müddet yol alınca ârızalandı, ne ileri ne geri
gitmiyordu. Bütün gayretlere rağmen tâmir olmuyordu. Bir de fırtına çıktı.
Batma tehlikesi ile karşılaşan gemide panik başladı. Kimse ne yapacağını
bilemiyordu. Yolcular bu durumu uğursuzluğa yorup: "İçimizde büyük günah
işlemiş biri var!" diyerek onu ortaya çıkarmak istediler. Bunu kur'a ile
bulmaya karar verdiler. Çekilen kur'aya göre suçlu Hz. Yûnus (aleyhisselam)'tu.
"Bu sâlih biridir, yanlışlık var!" denildi ise de rivâyete göre üç
kere çekilen kur'a hep ona isabet etti.
Hz.
Yûnus fırtınalı, dalgalı ve karanlık bir gecede denize atladı. Bir müddet sonra
büyük bir balık onu yuttu (Saffat 142).
İşte
burada ölmediğini anlayan Hz. Yûnus hatasını anlayıp, sadedinde olduğumuz
hadiste belirtildiği üzere Cenâb-ı Hakk'a ihlâsla yöneldi ve dua etti. Allah,
bu ihlâslı duayı kabul etti. Balığa vahyederek Yunus'u kenara atmasını emretti.
Hz. Yûnus (aleyhisselam) böylece karanlığa, fırtınaya, kabaran denize,
kendisini yutan balığa rağmen kurtuluşa erdi.
Âyette,
onun duasının kabul edilmesi, Rabbine yaptığı tesbihatla îzah edilmiştir:
"Eğer çok tesbih edenlerden olmasa idi, insanlarn tekrar diriltilecekleri
güne kadar balığın karnında kalacaktı" (Saffat 143-144).[151]
ـ2ـ وعن ابن
عباس رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قالَ:
]كَانَ رسُولُ
اللّهِ #
يَقُولُ
عِنْدَ الْكَرْبِ:
َ إلَهَ إَّ
اللّهُ
الْعَظِيمُ
الحَلِيمُ. َ
إلهَ إَّ
اللّهُ رَبُّ
الْعَرْشِ الْعَظِيمِ.
َ إلهَ إَّ
اللّهُ رَبُّ
السَّمواتِ،
وَرَبُّ
ا‘رْضِ، وَرَبُّ
الْعَرْشِ
الْكَرِيمِ[.
أخرجه
الشيخان، واللفظ
لهما
والترمذى .
2. (1840)- Hz. İbnu Abbâs (radıyallâhu
anhümâ) anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) üzüntü
sırasında şu duayı okurdu: "Halîm ve azîm olan Allah'tan başka ilah
yoktur. Büyük Arş'ın Rabbi olan Allah'tan başka ilah yoktur. Kıymetli Arş'ın
Rabbi, arzın Rabbi, Semâvât'ın Rabbi olan Allah'tan başka ilah yoktur."
[Buhârî, Daavât 27, Tevhîd 22, 23; Müslim, Zikr 83, (2730); Tirmizî, Daavât 40,
(3431); İbnu Mâce, Dua 17, (3883).][152]
ـ3ـ وعن
الخدرى
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ
قال: ]دَخَلَ
رسولُ اللّهِ
# ذَاتَ
يَوْمٍ
المَسْجِدَ،
فإذَا هُوَ
بِرَجُلٍ
مِنَ
ا‘نْصَارِ
يُقَالُ لَهُ:
أبُو
أُمَامَةَ،
فقَالَ: يَا
أبَا أُمَامَةَ
مَالِى
أرَاكَ
جَالِساً في
المَسْجِدِ
في غَيْرِ
وَقْتِ
صََةٍ؟ قالَ:
هُمُومٌ
لَزِمَتْنِى،
وَدُيُونٌ
يَا رسُولَ
اللّهِ، فقَالَ
#: أَ
أُعَلِّمُكَ
كَلِمَاتٍ
إذَا قُلْتَهُنَّ
أذْهَبَ
اللّهُ
عَنْكَ
هَمَّكَ،
وَقَضى
دَيْنَكَ؟
قَالَ: قُلْتُ
بَلَى يَا
رَسُولَ
اللّهِ. قالَ:
قُلْ إذَا
أصْبَحْتَ
وَإذَا أمْسَيْتَ:
اللَّهُمَّ
إنِّى أعُوذُ
بِكَ مِنَ الْهَمِّ
وَالْحَزَن،
وَأعُوذُ
بِكَ مِنَ
الْعَجْزِ
وَالْكَسَلِ،
وَأعُوذُ
بِكَ مِنَ
الجُبْنِ
وَالْبُخْلِ،
وَأعُوذُ
بِكَ مِنْ
غَلبَةِ
الدَّيْنِ،
وَقَهْرِ
الرِّجَالِ،
فَقُلْتُ
ذلِكَ
فأذْهَبَ
اللّهُ
عَنِّى
غَمِّى،
وَقَضَى
دَيْنِى[.
أخرجه أبو
داود .
3. (1841)- el-Hudrî (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir gün Mescid'e girdi.
Orada Ensâr'dan Ebû Ümâme (radıyllahu anh) denen kimse ile karşılaştı. Ona:
"Ey
Ebû Ümâme, niçin seni namaz vakti dışında Mescid'de oturmuş görüyorum?"
diye sordu.
"Peşimi
brakmayan bir sıkıntı ve borçlar sebebiyle ey Allah'ın Resûlü" diye cevap
verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):
"Sana
bazı kelimeler öğreteyim mi? Bunları okursan, Allah, senden sıkıntını giderir
ve borcunu öder."
"Evet,
ey Allah'ın Resûlü, öğret!" dedim.
"Öyleyse,
dedi, akşama çıktın mı sabaha erdin mi şu duay oku: "Allahm üzüntüden ve
kederden sana sığınırm. Aczden ve tembellikten sana sığınırım, korkaklıktan ve
cimrilikten sana sığınırım. Borcun galebe çalmasından ve insanların kahrından
sana sığınırım."
(Ebû
Ümâme) der ki: "Ben bu duayı yaptım, Allah benden gamımı giderdi, borcumu
ödedi." [Ebû Dâvud, Salât 367, (1555).][153]
ـ4ـ وعن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]جَاءَتْ
فَاطِمَةُ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها إلى
النَّبىِّ #
تَسْألُهُ
خَادِماً،
فقَالَ لَهَا
قُولِى: اللَّهُمَّ
رَبَّ
السَّمواتِ
السَّبْعِ، ورَبَّ
العَرْشِ
العَظِيمِ
رَبَّنَا
وَرَبَّ
كُلِّ شَئٍ،
مُنْزِلَ
التَّوْرَاةِ
وا“نْجِيل
وَالْفُرْقَانِ،
فَالِقَ
الحَبِّ والنَّوَى.
أعُوذُ بِكَ
مِنْ شَرِّ
كُلِّ شَئٍ
أنْتَ آخِذٌ
بِنَاصِيَتِهِ.
أنْتَ ا‘وَّلُ
فَلَيْسَ قَبْلَكَ
شَىْءٌ،
وَأنْتَ
اŒخِرُ
فَلَيْسَ بَعْدَكَ
شَىْءٌ،
وَأنْتَ
الظَّاهِرُ
فَلَيْسَ
فَوْقَكَ
شَئٌ،
وَأنْتَ
الْبَاطِنُ فَلَيْسَ
دُونَكَ شَئٌ:
اقْضِ عَنِّى
الدّيْنَ،
وَأغْنِنِى
مِنَ
الْفَقْرِ[.
4. (1842)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Hz. Fâtıma (radıyallâhu anhâ) Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a gelerek bir hizmetçi taleb etmişti. Resûlullah ona:
"Şu
duayı oku(man senin için hizmetçi edinmenden daha hayırlı)" dedi:
"Allahım!
Sen yedi semânın Rabbi, Arş-ı Âzam'ın Rabbisin. Sen bizim Rabbimiz ve herşeyin
Rabbisin. Tevrat, İncil ve Furkân'ı indiren, tohum ve çekirdekleri açansın. Her
şeyin şerrinden sana sığınıyorum. Her şeyin alnından yapışmışsın (dizginleri
senin elindedir). Evvel sensin, senden önce bir şey yoktur. Ahir sensin, senden
sonra da bir şey kalmayacak. Sen zâhirsin, senin üstünde bir şey mevcut
değildir. Sen bâtınsın, senin dışında bir şey yoktur. Benim borcumu öde, beni
fukaralıktan kurtar, zengin kıl." [Tirmizî, Daavât 68, (3477); İbnu Mâce,
Dua, 2 (3831).][154]
ـ5ـ وعن أنس
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]كَانَ رسُولُ
اللّهِ # إذَا
كَرَبَهُ
أمْرٌ يَقُولُ:
يَا حَىُّ يَا
قَيُّومُ
بِرَحْمَتِكَ
أسْتَغِيثُ،
وَقال:
ألِظُّوا
بِيَاذَا
الجََلِ
وَا“كْرَامِ[.
أخرجه
الترمذي.ومعنى
»ألِظُّوا«
الزموا ذلك، وثابروا
عليه،
وأكثروا من
التلفظ به .
5. (1843)- Hz. Enes (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı bir şey üzecek olsa şu
duayı okurdu: "Yâ Hayyu ya Kayyum, birahmetike estağîsu. (Ey diri olan, ey
Kayyûm olan Rabbim, rahmetin adına yardımını talep ediyorum)." Ve keza
şöyle derdi: "Elizzu biyâze'lcelâli ve'l-İkrâm." (Yâ ze'lcelâli
ve'l-ikrâm)'ı devamlı söyleyin! [Tirmizî Daavât 99, (3522).][155]
AÇIKLAMA:
Rivâyetin
ikinci kısmı, Resûlullah'ın dua âdâbıyla ilgili bir tavsiyesini ihtiva ediyor.
Dua yaparken, Allah'a: "Ey celâl ve ikram sâhibi, duamı kabul et!"
mânasında bir yakarış olan Yâ ze'lcelâli ve'l-İkram cümlesini çokça, sıkça
tekrar etmeyi tavsiye ediyor.
Bu
tavsiye ile önceki kısım aynı senetle geldiği için Tirmizî hazretleri rivâyette
sunmuştur.[156]
ـ6ـ وعن
أسماء بنت
عميس رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]قالَ لِى
رسُولُ
اللّهِ #
أَ
أُعَلِّمُكِ
كَلِمَاتٍ
تَقُولِهِنَّ
عِنْدَ
الْكَرْبِ؟
أللّهُ
اللّهُ
رَبِّى َ أشْرِكُ
بِهِ
شَيْئاً[.
أخرجه أبو
داود .
6. (1844)- Esmâ Bintu Umeys (radıyallâhu
anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana: "Sana
sıkıntı zamanında okuyacağın bir duayı öğreteyim mi?" diye sordu ve şu
duayı söyledi: "Allâhu, Allâhu Rabbî lâ üşriku bihî şey'en. (Rabbim
Allah'tır, Allah! Ben ona hiçbir şeyi ortak koşmam!)" [Ebû Dâvud, Salât
361, (1525), İbnu Mâce, Dua 17, (3882).][157]
ـ7ـ وعن ابن
مسعود رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]مَنْ
كَثُرَ
هَمُّهُ
فَلْيَقلِ:
اللَّهُمَّ
إنِّى
عَبْدُكَ،
وَابْنَ
عَبْدِكَ،
وَابْنُ
أمَتِكَ،
وَفِي
قَبْضَتِكَ،
نَاصِيَتِى
بِيَدِكَ،
مَاضٍ
فِيَّ
حُكْمُكَ
عَدْلٌ فِيَّ
قَضَاؤُكَ.
أسْأَلُكَ
بِكُلِّ
اسْمٍ هُوَ
لَكَ
سَمَّيْتَ
بِهِ نَفْسَكَ،
أوْ
أنْزَلْتَهُ
في
كِتَابِكَ، أوْ
اسْتَأْثَرْتَ
بِهِ في
مَكْنُونِ
الْغَيْبِ
عِنْدَكَ أنْ
تَجْعَلَ
الْقُرآنَ رَبِيعَ
قَلْبِي
وَجَِءَ
هَمِّى
وَغَمِّى، مَا
قَالَهَا عَبْدٌ
قَطُّ إَّ
أذْهَبَ
اللّهُ
غَمَّهُ وَأبْدَلَهُ
فَرَحاً[.
أخرجه
رزين.»اِستِئْثَارُ«
بالشئ التخصص
به وانفراد،
وقوله.»أنْ
تَجْعَلَ
القُرآنَ
رَبِيعَ
قَلْبِى« شبه
بالربيع من
الزمان رتياح
ا“نسان فيه
وميله إليه .
7. (1845)- İbnu Mes'ud (radıyallâhu anh) demiştir ki:
"Kimin sıkıntısı artarsa şu duayı okusun:
"Allahım
ben senin kulunum, kulunun oğluyum, câriyenin oğluyum, senin avucunun
içindeyim, alnım senin elinde. Hakkımdaki hükmün câridir. Kazan ne olursa
hakkımda adâlettir. Kendini tesmiye ettiğin veya kitabında indirdiğin veya
nezdinde mevcut gayb hazinesinden seçtiğin, sana ait her bir isim adına senden
Kur'ân'ı kalbimin baharı, sıkıntı ve gamlarımın atılma vesîlesi kılmanı
dilerim."
Bu
duayı okuyan her kulun gam ve sıkıntısını Allah gidermiş, yerine ferahlık
vermiştir." [Rezîn ilâvesi, (Hadis Mecmau'z Zevaîd'de (10,136) mevcuttur.
Hâkim'in Müstedrek'inde de (1,509) kaydedilmiş.][158]
AÇIKLAMA:
1-Bu
rivâyet Teysir'de kaydedildiği şekliyle mevkuf hadis yâni İbnu Mes'ud
(radıyallâhu anh)'un şahsî sözü görünümündedir. Ancak hadis aslında merfudur.
Mesela Müstedrek'in kaydettiği vechinde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in sözü olduğu için sarih şekilde ifade edilmiştir.
2-
"Kur'an'ı, kalbin baharı kılmasını" istemek, kalbin hoşlanacağı,
ferahlık duyacağı, zevkle okuyacağı şey kılmasını taleb etmektir. Zîra kalb,
baharda ferahlar, o mevsimden memnun kalır, ondan ayrılmak istemez.[159]
ـ1ـ عن ابن
عباس رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُما
قالَ: ]جاء
علِيُّ بْنُ
أبِى طَالِبٍ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ إلَى
النَّبِىِّ #
فقَالَ: بِأبِى
أنْتَ
وَأُمِّى
تَفَلَّتَ
هذَا القُرآنُ
مِنْ صَدْرِى
فَمَا
أجِدُنِى
أقْدِرُ عَلَيْهِ،
فقَالَ لَهُ
رَسولُ
اللّهِ # يَا
أبَا
الحَسَنِ:
أفََ
أُعَلِّمُكَ
كَلِمَاتٍ يَنْفَعُكَ
اللّهُ
بِهِنَّ،
وَيَنْفَعُ
بِهِنَّ مَنْ
عَلَّمْتَهُ،
وَيَثْبُتُ
مَا
تَعَلَّمْتَ
في صَدْرِكَ؟
قَالَ أجَلْ
يَارَسُولَ
اللّهِ
فَعَلِّمْنِى؟
قَالَ: إذَا
كَانَ لَيْلَةُ
الجُمُعََةِ
فَإنِ
استَطَعْتَ
أنْ تَقُومَ
في ثُلُثِ
اللَّيْلِ
ا‘خِيرِ،
فإنَّهَا
سَاعَةٌ
مَشْهُودَةٌ،
وَالدُّعَاءُ
فِيهَا
مُسْتَجَابُ،
وَقالَ أخِى
يَعْقُوبُ
لِبَنِيهِ
سَوْفَ
أسْتَغفِرُ
لَكُمْ
رَبِّى،
يَقُولُ حَتَّى
تَأتِىَ
لَيْلَةُ
الجُمُعَةِ،
فَإنْ لَمْ
تَسْتَطِعْ
فَفِى
وَسَطِهَا
فَإنْ لَمْ تَسْتَطِعْ
فَفِىَ
أوَّلِهَا،
فَصَلِّ أرْبَعَ
ركَعَاتٍ
تَقْرَأُ في
ا‘ولَى:
بِفَاتِحَةِ
الْكِتَابِ
وَيس، وفي
الثَّانِيَةِ:
بِفَاتِحَةِ
الْكِتَابِ
وَحم
الدُّخَانِ،
وفي
الثَّالِثَةِ:
بِفَاتِحَةِ
الْكِتَابِ
وَالم
تَنْزِيلُ
السَّجْدَةِ،
وَفي
الرَّابِعَةِ:
بِفَاتِحَةِ
الْكِتَابِ،
وَتَبَاركَ
المُفَصَّلَ،
فإذَا
فَرَغْتَ
فَاحْمَدِ
اللّهَ تَعَالَى،
وَأحْسِنِ الثَّنَاءَ
عَلَيْهِ،
وَصَلِّ
عَلَىَّ وَأحْسِنْ،
وَصَلِّ
عَلَى
سَائِرِ
انْبِيَاءِ،
وَاسْتَغْفِرْ
لِلمُؤمِنينَ
وَالمُؤمِنَاتِ،
وَ“خْوَانِكَ
الَّذِينَ
سَبَقُوكَ
بِا“يمَانِ،
ثُمَّ قُلْ في
آخِرِ ذلِكَ:
اَللَّهُمَّ
ارْحَمْنِى
بِتَرْكِ
المَعَاصِى
أبَداً مَا
أبْقَيْتَنِى
وَارْحَمْنِى
أنْ أتَكَلفَ
مَاَ يَعْنِىنِى
وَارْزُقْنِى
حُسْنَ
النَّظَرِ فيمَا
يُرْضِيكَ
عَنِّى.
اَللَّهُمَّ
بَدِيعَ
السَّمَواتِ
وَارْضِ
يَاذَا
الجََلِ وَا“كْرَامِ
وَالْعِزَّةِ
الَّتِى َ
تُرَامُ.
أسْألُكَ يَا
اللّهُ يَا
رَحْمنُ
بِجََلِكَ،
وَنُورِ وَجْهِكَ
أنْ تُلْزِم
قَلْبِى
حِفْظَ
كِتَابِكَ
كَمَا
عَلّمْتَنِى
وَارْزُقْنِى
أنْ أتْلُوَهُ
عَلَى
النَّحْوِ
الَّذِى
يُرْضِيكَ
عَنِّى.
اَللَّهُمَّ
بَدِيعَ
السَّمواتِ
وا‘رْضِ ذَا
الجََلِ
وَا“كْرَامِ
والْعِزَّةِ
التِى َ
تُرَامُ
أسْألُكَ يَا
اللّهُ يَا رَحْمنُ
بِجََلِكَ،
وَنُورِ
وَجْهِكَ أنْ
تُنَوِّرَ بِكتَابِكَ
بَصَرِى،
وَأنْ
تُطْلِقَ
بِهِ لِسَانِى،
وَأنْ
تُفَرِّجَ
بِهِ عَنْ
قَلْبِى،
وَأنْ
تَشْرَحَ
بِهِ صَدْرِى
وَأنْ تَغْسِلَ
بِهِ بَدَنِى
فإنَّهُ َ
يُعينُنِى عَلى
الْحَقِّ
غَيْرُكَ وََ
يُؤْتِينِيهِ
إَّ أنْتَ،
وََ حَوْلَ
وََ قُوَّةَ
إَّ بِاللّهِ
الْعَلِىِّ
الْعَظِيمِ،
يَا أبَا
الحَسَنِ:
تَفْعَلُ
ذلِكَ ثََثَ
جُمَعٍ، أوْ
خَمْساً، أوْ
سَبْعاً
تُجَابُ
بِإذْنِ
اللّهِ
تَعَالى، والَّذِي
بَعَثَنِى
بِالْحَقِّ
مَا أخْطَأَ مُؤمِناً
قطُّ[.قالَ
ابن عباس:
]فَوَ اللّهِ
مَا لَبِثَ عَلىٌّ
إَّ خَمْساً،
أوْ سَبْعاً
حَتَّى جَاءَ
رسوُ ل اللّهِ
# في مِثْل
ذلِكَ
المَجْلِسِ،
فقالَ يَا
رسُولَ
اللّهِ: إنِّى
كُنْتُ فِيمَا
خََ َ آخُذُ
إَّ أرْبَعَ
آيَاتٍ أوْ
نَحْوَهنَّ،
فَإذَا
قَرَأتُهُنَّ
عَلى نُفْسِى
تَفَلّتْنَ،
وَإنِّى
أتَعَلّمُ
اليَوْمَ
أرْبَعِينَ
آيَةً أوْ
نَحْوَهَا،
فإذَا قَرَأتُهَا
عَلى
نَفْسِى،
فَكَأنَّما
كِتَابُ اللّهِ
بَيْنَ
عَيْنَىّ،
وَلَقَدْ
كُنْتُ أسْمَعُ
الحَدِيثَ،
فإذَا
رَدَّدْتُهُ
تَفَلَّتَ،
وَأنَا
الْيَوْمَ
أسْمَعُ
ا‘حَادِيث،
فإذَا
تَحَدَّثْتُ
بهَِا لَمْ
أخْرَمْ مِنْهَا،
فَقَالَ #
عِنْدَ ذلِكَ:
مُؤمِنٌ
وَرَبِّ
الْكَعْبَةِ
أبَا
الحَسَنِ[.
أخرجه
الترمذى .
1. (1846)- Hz. İbnu Abbâs (radıyallâhu
anhümâ) anlatıyor: "Hz. Ali İbnu Ebî Tâlib (radıyallâhu anh) Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a gelerek: "Annem ve bâbam sana kurban olsun, şu
Kur'an göğsümde durmayıp gidiyor. Kendimi onu ezberleyecek güçte
göremiyorum" dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ona şu cevabı
verdi: "Ey Ebûl-Hüseyin! (Bu meselede) Allah'ın sana faydalı kılacağı,
öğrettiğin takdirde öğrenen kimsenin de istifade edeceği, öğrendiklerini de
göğsünde sabit kılacak kelimeleri öğreteyim mi?"
Hz.
Ali (radıyallâhu anh): "Evet, ey Allah'n Rasûlü, öğret bana!" dedi.
Bunun üzerine Hz. Peygamber şu tavsiyede bulundu:
"Cuma
gecesi (perşembeyi cumaya bağlayan gece) olunca, gecenin son üçte birinde
kalkabilirsen kalk. Çünkü o an (meleklerin de hazır bulunduğu) meşhûd bir
andır. O anda yapılan dua müstecabtır. Kardeşim Ya'kub da evlatlarına şöyle
söyledi: "Sizin için Rabbime istiğfâr edeceğim, hele cuma gecesi bir gelsin."
Eğer o vakitte kalkamazsan gecenin ortasında kalk. Bunda da muvaffak olamazsan
gecenin evvelinde kalk. Dört rek'at namaz kıl. Birinci rek'atte, Fâtiha ile
Yâsin sûresini oku, ikinci rek'atte Fâtiha ile Hâmim, ed-Duhân sûresini oku,
üçüncü rek'atte Fâtiha ile Eliflâmmîm
Tenzîlü'ssecde'yi oku, dördüncü rek'atte Fâtiha ile Tebâreke'l-Mufassal'ı oku.
Teşehhüdden boşaldığın zaman Allah'a hamdet, Allah'a senayı da güzel yap, bana
ve diğer peygamberlere salât oku, güzel yap. Mü'min erkekler ve mü'min kadınlar
ve senden önce gelip geçen mü'min kardeşlerin için istiğfat et. Sonra bütün bu
okuduğun duaların sonunda şu duayı oku:
"Allahım,
bana günahları, beni hayatta baki kıldığın müddetçe ebediyen terkettirerek
merhamet eyle. Bana faydası olmayan şeylere teşebbüsüm sebebiyle bana acı. Seni
benden râzı kılacak şeylere hüsn-i nazar etmemi bana nasîb et. Ey semâvât ve
arzın yaratıcısı olan celâl, ikram ve dil uzatılamayan izzetin sâhibi olan
Allahım. Ey Allah! ey Rahman! celâlin hakkı için, yüzün nuru hakkı için kitabını
bana öğrettiğin gibi hıfzına da kalbimi icbâr et. Seni benden razı kılacak
şekilde okumamı nasîb et. Ey semâvât ve arzın yaratıcısı, celâlin ve yüzün nuru
hakkı için kitabınla gözlerimi nurlandırmanı, onunla dilimi açmanı, onunla
kalbimi yarmanı, göğsümü ferahlatmanı, bedenimi yıkamanı istiyorum. Çünkü,
hakkı bulmakta bana ancak sen yardım edersin, onu bana ancak sen nasib edersin.
Herşeye ulaşmada güç ve kuvvet ancak büyük ve yüce olan Allah'tandır."
Ey
Ebû'l-Hasan, bu söylediğimi üç veya yedi cuma yapacaksın. Allah'ın izniyle
duana icâbet edilecektir. Beni hak üzere gönderen Zât-ı Zülcelâl'e yemin olsun
bu duayı yapan hiçbir mü'min icâbetten mahrum kalmadı."
İbnu
Abbâs (radıyallâhu anhüma) der ki: "Allah'a yemin olsun, Ali (radıyallâhu
anh) beş veya yedi cuma geçti ki Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a aynı
önceki mecliste tekrar gelerek:
"Ey
Allah'ın Resûlü! dedi, geçmişte dört beş âyet ancak öğrenebiliyordum. Kendi
kendime okuyunca onlar da (aklımda
durmayıp) gidiyorlardı. Bugün ise, artık 40 kadar âyet öğrenebiliyorum ve
onları kendi kendime okuyunca Kitabullah sanki gözümün önünde duruyor gibi
oluyor. Eskiden hadisi dinliyordum da arkadan bir tekrar etmek istediğimde aklımdan
çıkıp gidiyordu. Bugün hadis dinleyip sonra onu bir başkasına istediğimde ondan tek bir harfi kaçırmadan
anlatabiliyorum.
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) bu söz üzerine Hz.Ali (radıyallâhu anh)'ye: "Ey
Ebû'l-Hasan! Kâbenin Rabbine yemin olsun sen mü' minsin!" dedi."
[Tirmizî, Daavât 125, (3565).][160]
AÇIKLAMA:
Hadis
sened yönüyle hasen olsa da, âlimler metin
yönüyle şâz, garîp ve hattâ münker olduğunu söylemişlerdir.[161]
ـ2ـ وعن شداد
بن أوس رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]كَانَ رسُولُ
اللّهِ #
يُعَلِّمُنَا
أنْ نَقُولَ
في الصََّةِ:
اللَّهُمَّ
إنِّى أسْألُكَ
الثَّبَاتَ
في ا‘مْرِ، والْعَزِيمَةَ
عَلى
الرُّشْدِ،
وَأسْألُكَ
شُكْرَ
نِعْمَتِكَ،
وَحُسْنَ
عِبَادَتِكَ،
وَأسْألُكَ
لِسَاناً
صَادِقاً،
وَقَلْباً
سَلِيماً،
وَأعُوذُ
بِكَ مِنْ
شَرِّ مَا
تَعْلَمُ،
وَأسْألُكَ
مِنْ خَيْرِ
مَا تَعْلَمُ،
وَأسْتَغْفِرُكَ
مِمَّا تَعْلَمُ[.
أخرجه
النسائِى .
2. (1847)- Şeddâd İbnu Evs (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselem) namazda şu duayı okumamızı öğretiyordu:
"Allahım!
Senden işte (dinde) sebat etmeyi, doğruluğa da azmetmeyi istiyorum. Keza
nimetine şükretmeyi, sana güzel ibadette bulunmayı taleb ediyor, doğruyu
konuşan bir dil, eğriliklerden uzak bir kalb diliyorum. Allahım, senin bildiğin
her çeşit şerden sana sığınıyorum, bilmekte olduğun bütün hayırları senden istiyorum, bildiğin günahlarımdan sana
istiğfar ediyorum!" [Tirmizî, Daavât 22, (3404); Nesâî, Sehv 61.][162]
ـ1ـ عن
الخدري
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]كَانَ
النَّبِىُّ #
إذَا
اسْتَجَدَّ
ثَوْباً قال:
اَللَّهُمَّ
لَكَ
الحَمْدُ
أنْتَ كَسَوْتَنِى
هذَا،
وَيُسَمِّىهِ:
أسْألَكُ
خَيْرَهُ
وَخَيْرَ مَا
صُنِعَ لَهُ،
وَأعُوذُ بِكَ
مِنْ شَرِّهِ
وَشَرِّ مَا
صُنِعَ لَهُ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي .
1. (1848)- el-Hudrî (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) elbiseyi yenilediği zaman şu duayı okurdu:Allahım!
Hamd sanadır. -(giydiği şey ne ise) ismen söyleyerek- Bunu bana sen giydirdin.
Bunun hayırlı olmasını, yapılış gayesine uygun olmasını diliyor, şerrinden ve
yapılış gayesine uygun olmamasından da sana sığınıyorum." (Ebû Dâvud,
Libas 1, (4020); Tirmizî, Libâs 29, (1767).][163]
AÇIKLAMA:
1-
Rivâyetler, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in yeni bir elbise giyeceği
zaman bunu cumaya rastlattığını ve giyme sırasında dua okuduğunu gösterir. Şu
halde bu dua onlardan biri olmaktadır.
2-
Elbiseyi, Resûlullah'ın dua sırasında tesmiyesi, cinsini zikretmesidir. Meselâ
yeni bir ayakkabı giymiş ise: "Allahım! Hamd sanadır. Bu ayakkabıyı bana
sen giydirdin..." demesidir.
3-
Giyilen şeyin hayrı onun hemen eskimeyip dayanıklı olmasıdır, temizliğidir, bir
ihtiyaç için giyilmiş olmasıdır. "Yapılış gayesine uygun olması"
şeklinde tercüme ettiğimiz cümle de elbise ne maksadla yapılmış ise onun
hayrını, o maksada uygun kullanımını talep etmektedir. Mâlum olduğu üzere
elbise, tesettürü sağlamak, sıcak ve soğuğa karşı korumak gibi maksadlarla
yapılır. Şu halde, elbisenin bu hizmetlerinde hayırlı olması, yapılmış olduğu
bu gâyeleri yerine getirmesi Allah'tan taleb edilmiş olmaktadır.
Elbiselerin
bu gayelere uygun kullanımı bir bakıma kulluk ve ibadet vazifelerini hakkıyla
yapmayı netice verir. Elbisenin şerri ve yapılış gayesine uygun olmayan
kullanılış şerri de böylece anlaşılmış oluyor. Elbisenin haram olması, pis
olması çabuk eskimesi, israf gösteriş, kibir, riya, tefâhur gibi kulluk edebine
aykırı ve günah olan durumlara sebep olması, setrü'l-avreti yerine
getirememesi, soğuk ve sıcağa karşı yeterli korunmayı sağlayamaması gibi akla
gelebilecek çeşitli durumlar elbisenin şerri olarak değerlendirilebilir.
4-Hadis,
yeni bir elbise giyerken Allah'a hamdetmenin müstehap olduğuna delâlet eder,
Müstedrek'de gelen bir rivayet, bir veya yarım dinara aldığı elbiseyi giyen
kimse hamdederse, Allah'ın giyer giymez onu mağfiret edeceğini haber verir.[164]
ـ2ـ وعن أبى
أمامة قال:
]لَبِسَ ابْنُ
عُمَرَ رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُما
ثَوْباً
جَدِيداً، فقَالَ:
الحَمْدُ
للّهِ
الَّذِى
كَسَانِى
مَا أُوَارِى
بِهِ
عَوْرَتِى،
وَأتَجَمَّلُ
بِهِ في
حَيَاتِِى،
ثُمَّ قال:
سَمِعْتُ
رَسُولَ
اللّهِ #
يَقُولُ: مَنْ
لَبِسَ
ثَوْباً جَدِيداً
فقَالَ
ذَلِكَ،
ثُمَّ عَمَدَ
إلَى الثَّوْبِ
الَّذِي
أخْلَقَ،
فَتَصدَّقَ
بِهِ كَانَ في
كَنَف اللّهِ
وَحِفْظِهِ،
وسَتْرِهِ
حَيّاً وَمَيِّتاً[.
أخرجه
الترمذى .
2. (1849)- Ebû Ümâme (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) yeni bir elbise giymişti ve
şöyle dua etti: "Avretimi örtebileceğim ve hayatta güzellik
sağlayabileceğim bir elbise giydiren Allah'a hamd olsun."
Sonra
şunu söyledi: "Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı dinledim:
"Kim yeni bir elbise giyer, böyle söyler, daha sonra da eskittiği elbiseyi
tasadduk ederse, sağken de öldükten sonra da Allah'ın himâyesi, hıfzı ve
örtmesi altında olur." [Tirmizî, Daavât 119, (3555); İbnu Mâce, Libâs 2,
(3557).][165]
ـ3ـ وعن أبى
سعيد رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]كَانَ
النَّبىُّ #
إذَا أكَلَ
أوْ شَرِبَ
قال: اَلْحَمْدُ
للّهِ
الَّذِى
أطْعَمَنَا
وَسَقَانَا
وَجَعَلَنَا
مُسْلِمِينَ[
.
3. (1850)- Ebû Saîd (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bir şey yeyip içti mi
şu duayı okurdu: "Bize yedirip içiren ve bizi Müslümanlardan kılan Allah'a
hamdolsun." [Tirmizî, Daavât 75, (3453); Ebû Dâvud, Et'ıme 53, (3850); İbnu
Mâce, Et'ıme 16, (3283).][166]
ـ4ـ وعن معاذ
بن أنس رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قالَ رسولُ
اللّهِ: مَنْ
أكَلَ
طَعَاماً فقَالَ:
اَلْحَمْدُ
للّهِ
الَّذِى
أطْعَمَنِى
هَذَا
الطَّعَامَ
وَرَزَقَنِىهِ
مِنْ غَيْرِ
حَوْلٍ
مِنِّى،
وََ قُوَّةٍ
غُفِرَ لَهُ
مَا
تَقَدَّمَ
مِنْ
ذَنْبِهِ[.
أخرجهما أبو
داود
والترمذي.وزاد
أبو داود في
الثاني:
]ومَنْ لَبِسَ
ثَوْباً
فقَالَ:
اَلْحَمْدُ
للّهِ
الَّذِى
كَسَانِى
هذَا
وَرَزَقَنِيهِ
مِنْ غَيْرِ
حَوْلٍ مِنِّى،
وََ قُوَّةٍ
غُفِرَ لَهُ
مَا تَقَدَّمَ
مِنْ
ذَنْبِهِ
وَمَا
تَأخَّرَ[ .
4. (1851)- Muâz İbnu Enes (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Kim bir şey yer ve: "Bana bu yiyeceği yediren ve tarafımdan hiçbir
güç ve kuvvet olmadan bunu bana rızık kılan Allah'a hamdolsun" derse geçmiş
günahları affolunur" dedi." [Ebû Dâvud, Libâs 1, (4023); Tirmizî,
Da'avât 75, (3454); İbnu Mâce, Et'ime 16, (3285).]
Ebû
Dâvud'un rivayetinde şu ziyâde var: "Kim bir elbise giyer ve: "Bunu
bana giydirip, tarafımdan bir güç ve kuvvet olmaksızın beni bununla rızıklandıran
Allah'a hamdolsun" derse geçmiş ve gelecek günahları affedilir."[167]
ـ5ـ وعن معاذ
بن أنس رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قالَ
النَّبيُّ #:
إنَّ اللّه
لَيَرْضَى
عَنِ
الْعَبْدِ
أنْ يَأكُلَ
ا‘كْلَةَ
فَيَحْمَدَهُ
عَلَيْهَا،
أوْ يَشْرَبَ
الشَّرْبَةَ
فَيَحْمَدَهُ
عَلَيْهَا[.
أخرجه مسلم
والترمذي .
5. (1852)- Muâz İbnu Enes (radıyallâhu
anh) der ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Muhakkak ki Allah, kulun bir şey yiyip hamdetmesinden veya bir şey içip
hamdetmesinden râzı olur." [Müslim, Zikr 89, (2734); Tirmizî, Et'ime 18,
(1817).]
ـ6ـ وعن أنس
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]أكَلَ النَّبىُّ
# عِنْدَ
سَعْدِ ابْنِ
عُبَادَةَ رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ
خُبْزاً
وَزَيْتاً، ثُمَّ
قَالَ:
أفْطَرَ
عِنْدَكُمُ
الصَّائِمُونَ،
وَأكَلَ
طَعَامَكُمُ
ا‘بْرَارُ، وَصَلَّتْ
عَلَيْكُمُ
المََئِكَةُ[
أخرجه أبو
داود.وله في أخرى
عن جابر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]صَنَعَ أبُو
الْهَيْثَمِ
طَعَاماً،
فَدَعَا رَسُولَ
اللّهِ #
وَأصْحَابَهُ،
فَلَمَّا
فَرَغُوا
قالَ:
أثِيبُوا
أخَاكُمْ
قَالُوا: وَمَا
إثَابَتُهُ؟
قال:
إنَّ
الرَّجُلَ
إذَا دُخِلَ
بَيْتُهُ،
وَأكِلَ
طَعَامُهُ،
وَشُرِبَ شَرَابُهُ،
فَدَعَوْا
لهُ فذلِكَ
إثَابَتُهُ[.»ا“ثابَةُ«
الجزاء .
6. (1853)- Hz. Enes (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Sa'd İbnu Ubâde'nin
yanında ekmek ve zeytinyağı yemişti. Sonunda şöyle bir dua buyurdu:
"Yanınızda
oruçlular yemek yesin, yemeğinizden ebrarlar yesin, üzerinize melekler dua
etsin." [Ebû Dâvud, Et'ime 55, (3854).]
Ebû
Dâvud'un Hz. Câbir (radıyallâhu anh)'den kaydettiği diğer bir rivâyette şöyle
denir:
"Ebû'l-Heysem
bir yemek hazırladı, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)' ve Ashâbın
ı(radıyallâhu anhüm) dâvet etti. Hz. Peygamber yemekten kalkınca:
"Kardeşinizi mükâfaatlandırın!" buyurdu. Ashâb: "Mükâfaatı da
ne?" diye sordular. Efendimiz: "Kişinin evine girilip yemeği yendi,
içeceği içildi mi ev sâhibi için dua edilir. İşte bu onun mükâfaatıdır"
cevabını verdi."[168]
AÇIKLAMA:
1-
Bâzı rivâyetler yukarıdaki duanın Sa'd İbnu Muâz'ın evinde geçtiğini belirtir.
Bu, vak'anın iki sefer cereyanına delil olabilir.
2-
Dua cümlesi olarak tercüme ettiğimiz hadis, aslında ihbar cümlesi gibidir.
Ancak Münavî'nin de belirttiği üzere, ev sâhibine mükâfaat mânası, dua cümlesi
ile gerçekleştir.
3-
Bu hadis, yemeğe dâvet edilen kimsenin, yemekten sonra ev sâhibi için dua
etmesinin müstehab olduğuna delildir.
ـ1ـ عن أنس
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]كَانَ رسولُ
اللّهِ # إذَا
دَخَلَ
الخََءَ
لِقَضَاءِ
الحَاجَةِ
يَقُولُ:
اَللَّهُمَّ
إنِّى أعُوذُ
بِكَ مِنَ
الخُبُثِ
وَالخَبَائِثِ[.
أخرجه
الخمسة.»الخُبُثُ«
بضم الباء جمع
خبيث.»والخَبَائِثُ«
جمع خبيثة،
والمراد بهما
ذكور شياطين
الجنّ وا“نس
وإناثهم .
1. (1854)- Hz. Enes (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kazâyı hâcet için helâya
girdiği zaman şu duayı okurdu:
"Allahümme
innî eûzu bike mine'lhubsi ve'lhabâis. (Allahım, pislikten ve (cin ve şeytan
gibi) kötü yaratıklardan sana sığınırm." [Buhârî, Vudû 9, Da'avât 15;
Müslim, Hayz 122, (375); Tirmizî, Tahâret 4, (5); Ebû Dâvud Tahâret 3, (4,5);
Nesâî, Tahâret 18, (1, 20).][169]
ـ2ـ وعن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]كَانَ
النَّبىُّ #
إذَا خَرَجَ
مِنَ الخََءِ
قالَ
غُفْرَانَكَ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي.وله
في أخرى عن
عليّ رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قالَ رسولُ
اللّهِ # سِتْرُ
مَا بَيْنَ
أعْيُنِ
الجِنِّ
وَعَوْرَاتِ
بَنِى آدَمَ
إذَا دَخَلَ
أحَدُهُمُ الخََءَ
أنْ يَقُولَ:
بِسْمِ
اللّهِ[.»الغُفْرَانُ«
مصدر ونصبه
بإضمار أطلب
وأستغفر لقصور
الشكر عن بلوغ
هذه النعمة،
وقيل: استغفر
من
تركه ذكر
اللّه سبحانه
مدة لبثه على
الخء ‘نه كان يترك
ذكر اللّه إ
عند قضاء الحاجة،
فرأى ذلك
تقصيراً
فتداركه
باستغفار .
2. (1855)- Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) helâdan çıkınca:
"Gufrâneke (affını taleb ediyorum)" derdi. "[Ebû Dâvud, Tahâret
17, (30); Tirmizî, Tahâret 5, (7); İbnu Mâce, Tahâret 10, (300).]
Tirmizî'nin
Hz. Ali'den kaydettiği diğer bir rivâyette şöyle denir: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Helâya girdiği zaman insanoğlunun
avretleri ile cinnîlerin gözleri arasındaki perde, kişinin
"bismillah" demesidir."[170]
AÇIKLAMA:
1-Gufrâneke:
Gufrân, tıpkı mağrifet gibi mastardır. Örtmek, affetmek, bağışlamak mânasına
gelir. Sondaki ke zamirdir. Öyleyse senin örtmen, bağışlaman demek olur. Ancak
mânanın bütünleşmesi için bir fiil takdiri gerekmektedir: اَطْلُبُ
غُفْرَانَكَ Yâni "senin
bağışlamanı taleb ediyorum."2-Helâdan çıkarken mağfiret talebetmenin
sebebine gelince şârihler iki ihtimal beyan eder:
a)
Bu esnada zikrullahın terkedilmiş olmasından.
b)
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), kişinin, gıdayı alıp menfaatini te'min ve
fuzûliyâtı kolayca atması gibi fevkalâde hayatî nimetlerin şükrünü ödemideki
aczi sebebiyle mağfiret dilemiştir. Böylece nimete karşı şükür vazîfesini
mağfiret dileyerek yerine getirmiş olmaktadır. Bu ihtimal daha kavî
gözükmektedir.
3-Bu
makamda, okunacak başka merfu dualar da rivâyet edilmiştir: اَلْحَمْدُللّهِِ
الَّذِى
اَذْهَبَ
عَنِّى
اْ‘َذَى
وَعَافَانِى (Ezâyı giderip âfiyet veren Allah'a hamdolsun)
veya, اَلْحَمْدُللّهِ
الَّذِى
اَحْسَنَ اِلَىَّ
فِى
اَوَّلِهِ
وَآخِرِهِ (Gıdamızın evvelinde de
sonunda da bize ihsanda bulunan Allah'a hamdolsun) veya: اَلْحَمْدُللّهِ
الَّذِى
اَذَاقَنِى
لَذَّتَهُ
وَاَبْقَى
فيَّ قُوتَهُ
وَاَذْهَبَ
عَنِّى
اَذَاهُ (Lezzetini bana tattırıp, gıdasını bende
bırakıp sonra da ezâsını benden gideren Allah'a hamdolsun.)"Bu
rivâyetlerden sıhhatçe en üstün olanı sadedinde olduğumuz Hz. Âişe hadisidir.
Resûlullah'ın farklı zamanlarda bu duaların hepsiyle dua etmiş olması
mümkündür.[171]
ـ1ـ عن فاطمة
بنت الحسين بن
عليّ عن جدتها
فاطمة الكبرى
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت: ]كَانَ
رسولُ اللّه #
إذَا دَخَلَ
المَسْجِدَ صَلَّى
عَلى
مُحَمَّدٍ #
وَقَالَ:
رَبِّ اغْفِرْ
لِى
ذُنُوبِى،
وَافْتَحْ
لِى أبْوَابَ رَحْمَتِكَ،
وَإذَا
خَرَجَ
صَلَّى عَلَى
مُحَمَّدٍ #
وَقالَ
اغْفِرْ لِى
ذُنُوبِى، وافْتَحْ
لِى أبْوَابَ
فَضْلِكَ[.
أخرجه الترمذي
.
1. (1856)- Fâtıma Bintu'l-Hüseyin İbni
Ali, büyükannesi Fâtımatu'l-Kübrâ (radıyallâhu anhâ)'dan naklen anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) mescide girdiği zaman Muhammed
(aleyhissalâtu vesselâm)'e salât (dua) okur, sonra da: "Rabbim! günahımı
affet, rahmet kapılarını bana aç" derdi, Çıkarken de yine Muhammed
(aleyhissalâtu vesselâm)'e salât okur, sonra da: "Rabbim! günahımı affet,
lütuf kapılarını benim için aç" derdi". [Tirmizî, Salât 234, (314).][172]
AÇIKLAMA:
1-
Fâtımatu'l-Kübrâ, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın kızı Fâtımatu'z-Zehrâ
(radıyallâhu anhâ)'dır. Hz. Ali efendimizin zevcesi ve Hz. Hasan ile Hz.
Hüseyin'in vâlideleridir (radıyallâhu anhüm ecmain). Hz. Ali ile hicretin
ikinci yılında evlenmiş, Resûlullah'ın vefatından altı ay kadar sonra 20
yaşlarında iken vefat etmiştir.
2-
Aliyyu'l-Kârî, Mirkât'da, mescide giriş duasının tam içeri girmeden önce veya
girdikten sonra okunmuş olma ihtimalinden bahseder, "Önce olması daha
kuvvetlidir" der.
3-
Dikkat edilirse, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kendi kendisine salât
okuyarak ta'zîmde bulunmuştur. Bu, başkalarının Zât-ı Muhammediye karşısındaki
vecibelere onun da tâbi olduğunu gösterir. Ümmet O'nun (aleyhissalâtu vesselâm)
peygamber olduğuna inanmakla mükellef olduğu gibi, O da bununla mükelleftir.
Bazı rivâyetlerde Resûlullah, "İslam'a ilk iman eden benim" buyurur.
Ümmete
terettüp eden bir diğer vecîbe Zât-ı Muhammediye'ye hürmet ve saygıdır ve bunu
çokça salât ve selâm okuyarak ifâde etmektir. Şu halde bu vecîbeye kendisi de
tâbidir ve bu hususta da bizzat örnek olarak ümmetine tâlimde bulunacaktır.
Burada onu görmekteyiz. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Zât-ı
Muhammediye'ye salât u selam okumaktadır.
4-Şârih
Tîbî mescide girerken rahmet, mescidden çıkarken fazl (lütuf) taleb edilmiş
olmasında şöyle bir incelik sezer: "Mescide giren kimse Allah'ın sevabına
ve cennetine yaklaştıran bazı şeylerle meşgul olur, öyle ise rahmeti zikretmek
daha münâsiptir. Mescidden çıkınca da helal rızık talebiyle meşgul olur, bu
sebeple de Allah'ın fazlını (lütfunu) zikretmek münâsip düşer. Nitekim âyet-i
kerîmede: فَانْتَشِرُوا
في اَرْضِ
وَابْتَغُوا
مِنْ فَضْلِ
اللّهِ
"Cuma
namazını kılınca yeryüzüne dağılın ve Allah'ın fazlından arayın" (Cum'a
10) buyurulmuştur."[173]
ـ1ـ عَنْ
طلحة بن
عبيداللّه
رَضِىَ
اللّهُ عنه
قال: ]كَانَ
رَسُولُ
اللّهِ # إذَا
رَأى الْهَِلَ
قَالَ:
اَللَّهُمَّ
اَهِلَّهُ
عَلَيْنَا
بِالْيُمْنِ
وَاِيمَانِ،
وَالسََّمَةِ
وَاِسَْمِ
رَبِّى
ورَبُّكَ
اللّهُ[. أخرجه
الترمذي .
1. (1857)- Talha İbnu Ubeydillah
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
hilâli görünce şu duayı okurdu: "Allahım, Ay'ın hilâl devresini bize
bereketli, imanlı, selâmetli ve İslâm üzere geçir. (Ey hilâl) benim de senin de
Rabbin Allah'tır." [Tirmizî, Daavât 52, (3447).][174]
AÇIKLAMA:
1-Hilâl,
ayın geçirdiği safhalardan bir safhanın adıdır. Ay'ın ufukta belirmesinin ilk
gecesiyle, ikinci ve üçüncü gecelerine denir. Dördüncü geceden itibâren kamer
denir.
2-
Hadiste talep edilen yümn, dilimizde uğur, bereket, hayır mânalarına gelir.
Uğur, zıddı olan uğursuzluk inancını hatırlattığı ve bunun da dinimizde yeri
olmadığı için bereket'le tercümesini daha uygun bulduk. Mamafih, bazı
nüshalarda "yümn" yerine emn gelmiştir. Bu da emniyet (güven)
demektir. Emniyet duygusunun huzurlu bir hayat için ne kadar ehemmiyet
arzettiği îzah gerektirmeyecek kadar açık bir durumdur.
3-Hadisin
Arapça metnini lügavî aslına muvafık olarak şöyle tercüme edebiliriz:
"Allahım, bizler (bâtınan) emniyet ve iman üzere, (zâhiren de ) selâmet ve
İslâm üzere olduğumuz halde ayı üzerimize doğdurt."
4-Bâzı
âlimlerimize göre, emniyet ve selâmetin zikri ile her çeşit zararlı şeylerin
def'i; keza iman ve İslâm'ın zikri ile de pek beliğ ve pek veciz bir sûrette
her çeşit menfaatin celbedilmesi taleb edilmiş olmaktadır.
5-
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in emniyet ve iman talebinde hilâli
vesile yapması onun şe'ninin büyüklüğüne delâlet eder. Ona teveccüh ederek:
"Senin de benim de Rabbimiz Allah'tır sözü, bir kısım insanların, hâdisâtın
cereyanında felek adı altında gök cisimlerine tesir izâfe etmelerini reddir.
Bilindiği üzere günümüzde bile, yıldız falı adı altında, hâdisât üzerinde
yııldızların ve burçlar denen yıldız kümelerinin tesirleri hususlarında pek
bâtıl sözler mevcuttur. Görüldüğü üzere İslam, yıldızların insanlara en yakın
olan, geceleri aydınlatma ve yılın ay ve günlerini hesaplamada sunduğu takvimli
hizmeti gibi hizmetlerde insanların hayatını tanzimde oynadığı pek belirgin ve
inkarı gayr-ı kâbil role sahip olan Ay'a da, "seni de bizi de yaratan
Allah'tır" cümlesi ile hem cahiliye devrinde bir kısım insanlarda görülen
Ay ve Güneş'e tapma sapıklığına ve hem de yıldızlarla ilgili başkaca bâtıl
inançlara hâtime çekmiştir. Varlığını başkasından alan, keyfine göre bir başkasına
tesir edemez, tasarrufta bulunamaz. Şâyet bir te'siri, bir hizmeti varsa bu,
onu yaratandan gelmektedir. Hakikî te'sir O'na (celle celâluhû) âittir.
İslâm'ın
tevhid inancı, her çeşit tesir ve icraatın Allah'tan geldiğini takrir eder.
Resûlullah, ay doğduğu zaman okunacak duada bile bunun tesbit ve takrîrine
ehemmiyet vermiştir. Bütün bu gayrete rağmen, günümüzde bile, hâlâ yıldızın
tesirine inanan, yıldız falıyla vakit geçiren Müslümanların varlığı, üzüntü ile
karşılanacak bir durumdur.[175]
ـ2ـ وعن
قتادة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ:
]أنَّهُ
بَلَّغَهُ أنَّ
النَّبِىَّ #
كانَ إذَا
رَأى الهَِلَ
قالَ: هَِلُ
خَيْرٍ
وَرشْدٍ
ثََثَ
مَرَّاتٍ،
آمَنْتُ
بِاللّهِ
الَّذِى
خَلَقَكَ
ثََثَ مَرَّاتٍ،
ثُمَّ
يَقُولُ:
اَلْحَمْدُ
للّهِ الَّذِى
ذَهَبَ
بِشَهْرِ
كَذا،
وَجَاءَ بِشَهْرِ
كَذَا[. أجرجه
أبو داود.وفي
رواية له عنه
قال: ]كانَ رسولُ
اللّهِ # إذَا
رَأى الهَِلَ
صَرَفَ وَجْهَهُ
عَنْهُ[ .
2. (1858)- Katâde (rahimehullah)'ye
ulaştığına göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hilâli görünce şu duayı
okurmuş: "Hayırlı ve istikametli bir hilal (devresi diliyorum.)"
Bunu
üç kere söyledikten sonra, "Seni yaratan Allah'a inandım."Bunu da üç
kere tekrar ettikten sonra: "... Ayını çıkarıp ... Ayını getiren Allah'a
hamdolsun" dermiş." [Ebû Dâvud, Edeb 111 (5092).]
Ebû
Dâvud'un yine Katâde'den kaydrettiği bir diğer rivâyetinde: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), hilâli görünce yüzünü ondan çevirirdi" denmektedir.[176]
AÇIKLAMA:
1-Hilâl
devresinin hayırlı ve istikametli (rüşd üzere) olmasını dilemek, Allah'a
ibâdetle geçmesini dilemektir. Hacc mîkatı, Ramazan orucunun başı vs. hilâl
devrelerine rastlamaktadır.
2-Rivâyet,
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in ayları ismen zikrettiğini
göstermektedir. Meselâ "Cemâziyelevvel'i çıkarıp Cemaziyelâhir'i getiren
Allah'a hamdolsun" demek gibi.
3-Ebû
Dâvud'un ikinci rivâyetinde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hilâli
görünce yüzünü çevirdiği ifâde edilmektedir. Münâvî, bu hadîsi açıklarken şu
izahı sunar: "Bu çevirme, hilâlin şerrinden çekinmek içindir. Zîra,
Tirmizî'nin kaydettiği üzere, Hz. Âişe'ye Resûlullah: اَسْتَعِيذِى
بِاللّهِ
مِنْ شَرِّهِ
فإنَّهُ
الْغَاسِقُ
اِذَا
وَقَبَ
"Ey
Âişe, onun şerrinden Allah'a sığın, zîra o, battığı zaman (Felak sûresinde
haber verilen) elgâsık'tır"[177]
demiştir. Yahut da Resûlullah'ın ondan yüzünü çevirmesinin hikmeti, cedd-i
emcedi Hz. İbrahim (aleyhisselam)'in َ
اُحِبُّ
اŒفِلِينَ "Batan şeyleri sevmem" (En'am 76)
sözüne meyletmektir.
4-Son
olarak, hadislerin sıhhat durumuna temas edelim. Ebû Dâvud, hadisleri
"Kişi hilâli görünce ne demelidir?" başlığını taşıyan bir bâbta
kaydettikten sonra şunu söyler: "Bu bâbta Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'tan sahih müsned (muttasıl) bir hadis gelmemiştir." Katâde'den
kaydedilenler mürseldir, yâni senedlerinde kopukluk vardır. Zîra Katâde,
Tâbiîn'dendir, sahâbe değildir, kimden işittiğini de tasrîh etmemiştir.Ancak
İbnu Hacer, Katâde'nin mürseline Müsedded'in Müsned-i Kebîr' inde -yine mürsel
olan- bir şâhid bulduğunu, Ebû Nuaym'da da mevsûl (senedinde kopukluk olmayan)
bir şâhid bulduğunu belirtir.[178]
ـ1ـ عن بان
عمر رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]كانَ رسولُ
اللّهِ # إذَا
سَمعَ
الرَّعْدَ
وَالصَّوَاعِقَ
قال:
اللَّهُمَّ َتَقْتُلَنَا
بِغَضْبِكَ،
وََ
تُهْلِكُنَا
بِعَذَابِكَ،
وَعَافِنَا
قَبْلَ
ذلِكَ[. أخرجه
الترمذي .
1. (1859)- İbnu Ömer (radıyallâhu
anhüma) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) gök gürleyip,
şimşek çakınca şu duayı okurdu: "Allah'ım bizi gadabınla öldürme, azabınla
da helâk etme, bu (azabı)ndan önce bize afiyet (içinde ölüm) ver."
[Tirmizî, Daavât 51, (3446).][179]
AÇIKLAMA:
1-
Gök görültüsü diye tercüme ettiğimiz Ra'd, Arapça'da bulutlardan gelen sese
dendiği gibi bulutlara müvekkel olan meleğin de adıdır. İmam Şâfiî
(rahimehullah)'nin Mücâhid'den naklettiğine göre, "Ra'd bir melek olup
berk (şimşek), onun kanatlarıdır, bulutları bu kanatlarla sevketmektedir."
Şâfiî hazretleri ilâveten: "Mücâhid'in sözü Kur'an'ın zâhirine ne kadar da
uyuyor" demiştir. Begavî, müfessirlerin çoğunluk itibâriyle: "Ra'd
bir melektir, bulutları sevkeder, işitilen ses de onun tesbîhidir"
dediklerini nakleder. Meseleye temas eden âyet şöyle: "O, size korku ve
ümid salarak şimşeği gösteren (yağmurla
ağırlamış) yüklü bulutları peydâ edendir. Ra'd (gökgürültüsü) O'nu (yani
Allah'ı) hamd ile, melekler de O'ndan korkusuna tesbih ederler. O, yıldırımlar
gönderip onunla kimi dilerse çarpar, öldürür" (Ra'd 12-13).
2-
Şimşek diye tercüme ettiğimiz kelime sevâik'dir. Sâika'nın cem'idir. Sâika'yı
bâzı âlimler şiddetli gök gürültüsü ile yere düşen ateş parçası diye tefsîr
etmişlerdir. Dilimizde buna yıldırım denir. Bâzı âlimler azab çığlığı
(sayhatu'l-azab) olarak açıklamışlardır. Son derece şiddetli gök gürültüsüne de
böylece sâika denmiş olmaktadır.
3-Resûlullah
gök gürültüsü, şimşek gibi tabiî hadiseler karşısında: "Bizi gadabınla
öldürme, azabınla helâk etme..." diyerek, Cenab-ı Hakk' ın geçmiş
milletlere bu yollarla inmiş olan cezalarını hatırlatmış ve ümmeti tarafından
hatırlanmasını istemiştir. Âd, Semûd ve Hz. Nuh kavimlerine inmiş olan bu çeşit
belaların hatırlanmasında ibretler, pek çok nefislerin alacağı dersler vardır.[180]
ـ2ـ وعن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]كانَ رسُولُ
اللّهِ # إذَا
رَأى
نَاشِئاً في
اُفقِ
السَّمَاءِ
تَرَكَ
الْعَمَلَ،
وَإنْ كَاَنَ
في صَةٍ
خَفَّفَ،
ثُمَّ
يَقُولُ:
اللَّهُمَّ
إنِّى أعُوذُ
بِكَ مِنْ
شَرِّهَا، فَإنْ
مُطِرَ قال:
اللَّهُمَّ
صَيِّباً
هَنِيئاً[.
أخرجه أبو
داود.و»النَّاشِئُ«
السحاب،
و»الصَّيِّبُ«
المدرار .
2. (1860)- Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ufuk-ı semâda bir bulut
belirtisi gördü mü işi terkeder, namazda idiyse kısa keser ve şu duayı okurdu:
"Allah'ım, bunun şerrinden sana sığınırım." Yağmur başlarsa:
"Allah'ım, bol yağmur, faydalı yağmur (ver)" derdi." [Ebû Dâvud,
Edeb, 113, (5099); İbnu Mâce, Dua 21, (3889).][181]
ـ3ـ وعن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت: ]
كانَ رسولُ
اللّهِ # إذَا
عَصَفَتِ
الرِّيحُ
قالَ:
اللَّهُمَّ إنِّى
أسْألُكَ
خَيْرَهَا
وَخَيْرَ مَا
فِيهَا
وَخَيْرَ مَا
أُرْسِلَتْ
بِهِ، وَأعُوذُ
بِكَ مِنْ
شَرِّهَا
وَشَرِّ مَا
فِيهَا وَشَرِّ
مَا
أُرْسِلَتْ
بِهِ[. أخرجه
الشيخان هكذا
والترمذي .
3. (1861)- Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) rüzgâr estiği zaman şu
duayı okurdu: "Allah'ım, senden bunun hayrını ve bunda olan (menfaatların
da) hayrını ve bunun gönderiliş maksadındaki hayrı da istiyorum. Bunun
şerrinden, bunda olanın şerrinden, bununla gönderilen şeyin şerrinden de sana
sığınıyorum." [Buhârî, Bed'ül-Halk 5, Tefsîr, Ahkâf 2, Edeb, 68; Müslim,
İstiskâ 14, (899); Tirmizî, Daavât 50, (3445).][182]
AÇIKLAMA:
Bu
hadisin Müslim ve Buhârî'de bir çok vechi yer alır. Bazı vecihleri bir kısım
ziyâdeler ihtivâ eder. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın rüzgâr esme veya
bulut görme ânında davranışını daha yakından görmek için Müslim'in bir
rivâyetinde yukarıda kaydettiğimiz kısmın devamı mahiyetinde olan bir ziyâdeyi
kaydetmek isteriz: "... Gök yağmur bulutları ile dolup fırtına ve
şimşeklerle kaynaşmaya başladı mı rengi değişirdi. (Artık bir huzursuzluk onu
kaplar, bu sebeple yerinde duramaz) bir girer bir çıkar, bir ileri bir geri
gider, gelirdi. Yağmur başlayınca rahatlar, huzursuzluğu artık açılırdı. Ben bu
hâli, yüzünden anlardım." Hz. Âişe der ki: "Bir seferinde bunun
sebebini sordum. Bana: "Ey Âişe, dedi, bu semada beliren şey belki de Ad
kavminin şu sözleriyle ifâde ettikleri belanın gelişidir: "O azabın
yayılarak vâdilerine doğru yöneldiğini gördüklerinde "Bu yaygın bulut bize
yağmur yağdıracaktır" dediler" (Ahkâf 24-25).[183]
ـ4ـ وله عن
أبىّ بن كعب
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ : ]أنَّ
النبىَّ #
قالَ : َ
تَسُبُّوا
الرِّيحَ، فَإنْ
رَأيْتُمْ
مَا
تَكْرَهُونَ،
فَقُولُوا:
اَللَّهُمَّ
إنَّا
نَسْألُكَ مِنْ
خَيْرِهَا[.
الحديث.»عَصَفَتِ
الرِّيحُ« إذَا
اشتد هبوبها .
4. (1862)- Yine Tirmizî'de Übey İbnu
Ka'b (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Rüzgâra küfretmeyin. Hoşunuza gitmeyen bir rüzgar görünce:
"Allah'ım, senden bunun hayrını taleb ediyorum" deyin."
[Tirmizî, Fiten 64, (2253).][184]
AÇIKLAMA:
1-Rüzgâra
küfretme yasağı, rüzgârın me'mur olmasındandır, me'mur ise mâzurdur. Nitekim
aynı mevzûda İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ)'tan gelen bir rivâyette şöyle
buyurulmuştur: َ
تَلْعَنُوا
الرِّيحَ
فإنَّهُ مَأمُورَةٌ Ayrıca, kim bir şeye lânet eder, lânet ettiği
şey de lânete lâyık olmazsa, lânet, yapana rücu eder.2- Ebû Hüreyre'den Ahmed
İbnu Hanbel'in kaydettiği bir rivâyette:
َ
تَسُبُّوا
الرِّيحَ
فإنَّهَا مِنْ
رَوْحِ
اللّهِ
تَعالى
تَأتِى
بِالرَّحْمَةِ
وَالعَذَابِ
ولكِنْ
سَلُوا
اللّهَ مِنْ
خَيْرِهَا
وَتَعَوَّذُوا
بِاللّهِ مِنْ
شَرِّهَا "Rüzgâra sövmeyin, Zîra o, Allah'ın
rahmetindendir. Rahmet ve azabı getirir. Ancak Allah'tan onun hayır getirmesini
taleb edin. Şerr getireninden de Allah'a sığının" buyurulmuştur.
3-Rüzgârın
getirdiği rahmet yağmur, temiz hava, rahatlk vs.'dir. Bitkilerin
döllenmelerindeki hizmeti ise eskiden beri bilinen bir başka rahmetidir. Bu
sebeple döllenmeyi sağlayan rüzgâra levâkıh
denmiştir.
Şâfiî
hazretleri şöyle demiştir: "Rüzgâra küfretmek câiz değildir. Zîra o,
Allah'ın mûti bir mahlûkudur ve Allah'ın askerlerinden bir askeridir. Dilerse
onu rahmet kılar, dilerse bela kılar." Şâfiî merhumun naklettiği bir
rivâyete göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a bir kimse gelip
fakirlikten şikayet edince ona: "Herhalde sen rüzgâra küfretmişsin"
buyurur.
Bazı
İslam âlimleri rüzgârdaki hayrın büyüklüğünü belirtme sadedinde: "Eğer
rüzgar estirilmeyecek olsa arzla semâ arası kokuşur kalır" demiştir.[185]
ـ1ـ عن عمرو
بن شعيب عن
إبيه عن جده
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قالَ النبيُّ
# أفْضَلُ
الدُّعَاءِ
دُعَاءُ
يَوْمِ
عَرَفَةَ،
وَأفْضَلُ
مَا قُلْتُ
أنَا
وَالنَّبِيُّونَ
مِنْ قَبْلِى
َ إلَهَ إَّ
اللّهُ
وَحْدَهُ َ
شَرِيكَ
لَهُ، لَهُ
المُلْكُ،
وَلَهُ
الحَمْدُ
وَهُوَ عَلَى
كُلِّ شَئٍ قَدِيرٌ[.أخرجه
مالك عن طلحة
بن عبيد اللّه
بن كريز إلى
قوله
شريك له.
والترمذي عن
عمرو بتمامه .
1. (1863)- Amr İbnu Şuayb an Ebîhi an
Ceddihî (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Duaların en faziletlisi arefe günü yapılan
duadır. Ben ve benden önceki peygamberlerin söyledikleri en faziletli söz, lâ
ilâhe illallahu vahdehu lâ şerîke leh lehü'lmülkü ve lehü'lhamdü ve hüve alâ
külli şey'in kadîr. (Allah'tan başka ilah yoktur, O tektir, O'nun ortağı
yoktur, mülk O'nundur, hamd O'na aittir. O, herşeye kâdirdir) sözüdür."
[Muvatta, Kur'ân 32, (1, 214, 215); Tirmizî, Da'avât 133, (3579).][186]
ـ2ـ وعن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]قُلْتُ يَا
رَسُولَ
اللّهِ: إنْ
وَافَقْتُ
لَيْلَةَ
الْقَدْرِ
مَا أدْعُوا
بِهِ؟ قَالَ:
قُولِى
اللَّهُمَّ
إنَّكَ
عَفُوٌّ
تُحِبُّ الْعَفْوَ
فَاعْفُ
عَنِّى[.
أخرجه
الترمذي وصححه.الفصل
السابع عشر:
في دعاء
العطاس
2. (1864)- Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ)
anlatıyor: "Ey Allah'ın Resûlü, dedim, şâyet Kadir gecesine tevâfuk
edersem nasıl dua edeyim?" Şu duayı okumamı söyledi:
"Allahümme
inneke afuvvun, tuhibbu'l-afve fa'fu annî. (Allahım! Sen affedicisin, affı
seversin, beni affet." [Tirmizî, Da'avât 89, (3508).][187]
ـ1ـ عن عامر
بن ربيعة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]عَطَسَ
رَجُلٌ في
الصََّةِ
خَلْفَ
رَسُولِ
اللّهِ #
فقَالَ:
اَلْحَمْدُ
للّهِ
حَمْداً كَثيراً
طَيباً
مُبَارَكاً
فِيهِ حَتَّى
يَرْضى
رَبُّنَا،
وَبَعْدَ مَا
يَرْضى مِنْ أمْرِ
الدُّنْيَا
وَاŒخِرَةِ،
فَلَمَّا
انْصَرَفَ #
قَالَ: مَنِ
القَائِلُ
اَلْكَلِمَةَ،
َفَسَكَتَ الرَّجُلُ،
ثُمَّ قَالَ:
مَنِ
القَائِلُ
الكَلِمَةَ،
فَسَكَتَ
الرَّجُلُ،
ثُمَّ قَالَ: مَنِ
القَائِلُ
الكَلِمَةَ،
فَإنَّهُ لَمْ
يقُلْ
بَأساً،
فقَالَ: أنَا
، وَلَمْ
أُرِدْ بِهَا
إَّ الخَيْرَ.
قَالَ مَا
تَنَاهَتْ
دُونَ عَرْشِ
الرَّحْمنِ
تَعَالى[.
أخرجه أبو
داود
1. (1865)- Âmir İbnu Rebîa (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın arkasında namaz
kılan birisi, namazda hapşırdı ve şu duayı okudu: "Mübarek (hayrı bol),
ihlaslı ve çok hamdle Allah'a hamdederiz, tâ Rabbimiz razı oluncaya kadar;
dünya ve âhiret işindeki rızasından sonra da (hamdimize devam ederiz)."
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) namazdan çıktıktan sonra: "Namazda dua
okuyan kimdi?" diye sordu. Ancak okuyan kişi sükût etti. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) tekrar sordu:
"Duayı
kim okudu? Zîra fena bir şey söylemedi." Bunun üzerine adam: "Bendim,
bu dua ile sâdece hayır murad ettim" dedi. Efendimiz:
"(Duanız)
Rahman'ın Arşına kadar yükseldi" buyurdu." [Ebû Dâvud, Salât 121,
(770, 774); Tirmizî, Salât 296, (404); Buhârî, Ezan 115, (muhtasaran); Muvatta,
Kur'an 25, (1, 212); Nesâî, İftitah 112 (2, 196).][188]
AÇIKLAMA:
1-
Hadis, görüldüğü üzere birçok vecihte büyük muhaddislerce rivâyet edilmiştir.
Kıraat dışı okunan bu dua rivayetten rivayete farklılıklar, ziyâdeler ve
noksanlar taşır. Nitekim Buhârî ve Muvatta'nın rivayetlerinde Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm): "Bu duayı yazmada öncelik kazanmak için otuz
küsür melek yarış yaptı" buyurmuştur. Tirmizî'nin rivayetinde, Resûlullah
üç sefer, "Bu kelimeleri kim söyledi?" diye sormuş, üçüncüde Rifâa
İbnu Râfiî (radıyallâhu anh), "Bendim" demiş, Resûlullah bir kere
daha tekrarlattıktan sonra: "Otuz küsür melek bunu (huzur-u İlâhi'ye)
yükseltmek hususunda yarış ettiler" buyurmuştur.
2-
Hadis hakkında Tirmizî şu açıklamayı yapar: "Rifâa hadisi hasen bir
hadistir. Bazı âlimler hadisin nâfile namazlarla ilgili olduğunu (yani kıraat
dışı bir duanın nâfile namazlarda okunabileceğini) söylemiştir. Zîra, Tâbiîn'den
bir çok büyük: "Kişi farz namazda hapşıracak olursa, içinden Allah'a
hamdeder" demiş ve daha fazlasına izin vermemiştir."
İbnu
Hacer, bu hadisin Bişr İbnu'z-Zehrânî tarafından yapılan rivâyetinde Rifâa'nın
akşam namazında olduğunu tasrîh ettiğini kaydederek, bu ruhsatın nâfile
namazlarına mahsus olduğunu söyleyenleri reddetmek ister. Hadis üzerine sunduğu
uzun açıklamalar meyanında şunu da kaydeder: "Alimler bu hadisten
hareketle namazda, me'sûr duaya muhâlefet etmemek şartıyla, me'sûr olmayan dua
ihdas edilebileceğine hükmetmiştir. "Me'sûr, sünnet olan, Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'den rivâyet edilen demektir.
Yine
İbnu Hacer'in belirttiğine göre bu rivâyetten şu hükümler çıkarılmıştır:
*
Namazda, yanındakini teşvîş etmedikçe (rahatsız etmedikçe) zikirler yüksek
sesle yapılabilir.
*
Namazda hapşıranın elhamdülillah demesi mekruh değildir. Ancak Aynî'nin de
belerttiği üzere, buna yerhamükallah diye cevap veren müsallînin namazı
bozulur.
*
Namazda olan kimsenin, hapşırana "yerhamükallah" demesi gerekmez.
*
Ta'dil-i erkânı zikirle uzatmak (câiz ve müstehabtır).
*
Namazda, meşru olan kelamın sesli olarak telaffuzu, namazı bozmaz.
NOT:
Aynî der ki: "el-Muhît'de Ebû Hanîfe'den rivâyete göre: "Namazda
hapşıran, dilini kımıldatmaksızın içinden Allah'a hamdeder, kımıldatacak olursa
namazı bozulur." Amma sahih olan, zikrettiğimiz üzere, bunun hilafıdır.
(Yani namazda hapşıranın elhamdülillah demesiyle namazı bozulmaz).[189]
ـ2ـ وعن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]قالَ
النبىُّ #:
إذَا عَطَسَ
أَحَدُكُمْ
فَلْيَقُل:
اَلْحَمْدُ
للّهِ عَلى
كُلِّ حَالٍ،
وَلْيَقُلْ
لَهُ أخُوهُ،
أوْ صَاحِبُهُ:
يَرْحَمُكَ
اللّهُ،
فإذَا قَالَ
لَهُ
فَلْيَقُلْ:
يَهْدِيكُمُ
اللّهُ
وَيُصْلِحُ
بَالَكُمْ[.
أخرجه
البخارى وأبو
داود. »بَالَكُمْ«
شأنكم.
2. (1866)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Sizden biri hapşırınca "Elhamdülillah alâ külli hâl." (Her hal
için elhamdülillah) desin. Kardeşi de -yahut arkadaşı da- ona
"Yerhamükâllah" diye cevap versin. (Kardeşi bunu) kendisi için
söyleyince, hapşıran da Yehdîkümullah ve yuslih bâleküm (Allah size de hidâyet
versin ve işinizi düzeltsin) desin." [Buhârî, Edeb 126, Ebû Dâvud, Edeb
99, (5033).][190]
AÇIKLAMA:
1-Hapşıranın,
namazda bile olsa elhamdülillah demesinin meşruiyeti hususunda Cumhur'un
ittifakı var. Önceki rivâyette, sadece Ebû Hanîfe'nin, namazda telâffuz
etmeksizin elhamdülillah'ı içinden geçirmesi gerekir dediğini gördük. Ancak,
mezhep görüşü aksine tecelli etmiş, Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezhebi gibi
Hanefî mezhebi de namazda elhamdülillah demenin namazı bozmayacağına
hükmetmiştir. Ancak İbnu'l-Arabî'nin de namazda hapşıranın, içinden
elhamdülillah demesi gereğinde ısrar ettiğini, "namazdan çıkınca"
diyenin bile bulunduğunu belirtelim.
2-
Bu rivâyette elhamdülillah'tan sonra alâ külli hâl ziyâdesi gözükmektedir.
Hadisin bâzı vecihlerinde -ki Buhârî'deki vechi böyledir- bu ziyâde
yoktur.Ayrıca muhtelif rivâyetlerde, hapşıran kimse elhamdülillah deyince
söylenmesi gereken dua, farklı şekillerde gelmiştir:
*
"Yerhamünallâhü ve iyyâküm. (Allah bize de, size de rahmet etsin)."
*
"Âfânallahu ve iyyâkum mine'nnâr, yerhamukallah. (Allah bizi de, sizi de
ateşten âzâd etsin ve size rahmet buyursun)."
İbnu
Hacer, bir büyük için: "Yerhamullah seyyidena (Allah efendimize rahmet buyursun)"
gibi bir ifâdenin sünnete aykırı olduğunu, illa da bir tahsiste bulunulacaksa:
"Yerhamukâllah yâ seyyidenâ" yani "Allah sana rahmet buyursun ey
efendimiz" denilebileceğini, bunun hasen olduğunu belirtir.
Hapşıranın,
kendisine dua edene cevabı, cumhurun kabûlü, sadedinde olduğumuz rivâyetteki
cümledir: "Yehdîkümullahu ve yuslihu bâleküm. (Allah size hidâyet,
işlerinizi de salâh üzre kılsın)." Ancak Kûfîler şu cümleyi
benimsemişlerdir: "Yağfirullahu lenâ ve leküm. (Allah sizi de bizi de
mağrifet etsin)." İmam Mâlik ve İmam Şâfiî, "Bu iki cümleden
hangisiyle söylense olur, mü'min muhayyerdir" demişlerdir. Ebû'l-Velîd
İbnu'r-Rüşd ise: "İkinci cümle evlâdır, çünkü mükellef, her şeyden önce
mağfirete muhtaçtır. Ancak zımmî olmayanlar için ikisini birleştirerek söylemek
daha iyidir" der. Zımmînin hâriç tutulması, onlara mağfiret temenni
etmenin dinen caiz olmamasındandır. Bu bizzat âyet-i kerîme ile yasaklanmıştır
(Tevbe 113).[191]
ـ1ـ عن أبى
الدرداء
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قالَ رَسولُ
اللّه #: كَانَ
مِنْ دُعَاءِ
دَاوُدَ
عَلَيْهِ
السََّمُ: اللَّهُمَّ
إنِّى
أسْألُكَ
حُبَّكَ
وَحُبَّ مَنْ
يُحِبُّكَ،
وَالْعََمَلَ
الَّذِي يُبَلِّغُنِى
حُبَّكَ.
اللَّهُمَّ
اجْعَلْ
حُبَّكَ
أحَبَّ إلىَّ
مِنْ نَفْسِى
وَأهْلِى
وَمَالِى ،
وَمِنَ
المَاءِ
الْبَارِدِ.
قالَ وَكَانَ
النَبىُّ #
إذَا ذَكَرَ
دَاوُدَ
تَحَدَّثَ
عَنْهُ
بِقَوْلِهِ
كَانَ
أعْبَدَ
البَشَرِ[.
أخرجه
الترمذي .
1. (1867)- Ebû'd-Derdâ (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Hz. Dâvud (aleyhisselâm)'un duaları arasında şu da vardır: "Allahım!
Senden sevgini ve seni sevenlerin sevgisini ve senin sevgine beni ulaştıracak
ameli taleb ediyorum. Allah'ım! Senin sevgini nefsimden, âilemden, malımdan,
soğuk sudan daha sevgili kıl."
Ebû'd-Derdâ
der ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Hz. Dâvud'u zikredince, onu
"insanların en âbidi (yani çok ve en ihlaslı ibadet yapanı)" olarak
tavsif ederdi." [Tirmizî, Da'avât 74, (3485).][192]
AÇIKLAMA:
1- "Hubbuke..."
(sevgini) tâbiri, masdarın fâil veya mef'ûle izâfesidir. Yâni fâile izâfesi
olunca mâna: "Bana olan sevgini" demek olur. Mef'ûle izâfe olunca
mâna, "sana olan sevgimi" olur. Birinci daha muvafık gözükmekte. Zîra
Allah'ın, kendisini (Hz. Dâvud'u) sevmesini istemek daha uygun gelmektedir. "Seni
sevenin sevgisini..." cümlesinde de masdarın mef'ûl veya fâile izâfesi
daha uygun gözüküyor, mâna şöyler olur: "Âlimlere olan muhabbetinle beni
sevmeni istiyorum." Fâile izâfe olunca mâna, "Seni sevenleri sevmeyi
nasib et" şeklinde olur. Nitekim bir başka dua şöyledir: حَبِّبْنَا
الى
اَهْلِهَا
وَحَبِّبْ
صَالِحِى
اَهْلِهَا
إلَيْنَا "Bizi ora ehline sevdir, ora ehlinden
sâlih olanları da bize sevdir." Nitekim âyet-i kerimede de: يُحِبُّهُمْ
وَيُحِبُّونَهُ "... (Allah) onları sever, onlar da O'nu
severler..." (Mâide 54) buyurmuştur. Yani hem insanların Allah'ı sevmesi,
hem de Allah'ın insanları sevmesi mevzubahistir.
Keza,
"Senin sevgine beni ulaştıracak ameli..." cümlesinde senin sevgin
ayrı iki ihtimale muhtemeldir: "Seni bana sevdirecek..." veya
"beni sana sevdirecek ameli" mânaları câizdir.
2-
Hz. Dâvud'un "insanların en âbidi" olmasını bâzı âlimler,
"devrindeki insanların en âbidi" diye kayıtlamıştır. Ancak
Aliyyü'l-Kârî, "Itlakı üzere bırakılabilir, zîra ibadetçe en ilerde
olması, ilimce, faziletçe de üstün olmasını gerektirmez" diyerek
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bazı yönlerden efdaliyeti meselesine
tezad arzetmeyeceğine ima eder.[193]
ـ1ـ عن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ يرفعه
قال: ]كَانَ
مِنْ
دُعَائِهِمْ:
يَاحَىُّ يَا
قَيُّومُ،
يَاحَىُّ
حِينَ َ
حَىَّ، يَا
مُحْيِى يَا
مُمِيتُ
يَاذَا
الجََلِ وَا“كْرَامِ[.
أخرجه رزين .
1. (1868)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu
anh) Resûlullah'a ref ederek demiştir ki: "Yunus kavminin duaları arasında
şu da vardı: "Ey diri olan, ey (mahlûkata) kıyam veren, ey hiçbir hayat
sâhibinin olmadığı zamanda hayat sâhibi olan, ey hayat veren, ey ölüm veren, ey
celâl ve ikrâm sâhibi!" [Rezîn ilavesidir.][194]
ـ1ـ عن عمر
وأبى هريرة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قا:
]قالَ رسولُ
اللّهِ #: مَنْ
رَأى صَاحِبَ
بََءٍ فقَالَ:
اَلْحَمْدُ
للّهِ
الَّذِى عَافَانِى
مِمَّا
ابْتََكَ
بِهِ
وَفَضَّلَنِى
عَلى كَثِير
مِمَّنْ
خَلَقَ
تَفْضِيً
عُوفِىَ مِنْ
ذَلِكَ
البََءِ
كَائِناً مَا
كَانَ مَا
عَاشَ[. أخرجه
الترمذي من
روايتهما، وهذا
لفظ رواية
عمر.وفي رواية
أبى هريرة لم
يصبه ذلك
البء، دون
باقى
الحديث.القسم
الثاني من الباب
الثاني: في
أدعية غير
مؤقتة و مضافة
1. (1869)- Hz. Ömer ve Hz. Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anhümâ) anlatıyorlar: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Kim bir belaya uğrayanı görünce şu duayı okursa:
"Seni imtihan ettiği şeyde bana âfiyet veren ve birçok yarattığından beni
üstün kılan Allah'a hamdolsun!" Artık yaşadığı müddetçe, bu bela ne olursa
olsun ona mâruz kalmaktan muaf kılınır." (Tirmizî, Da'avât 38, (3427,
3428); İbnu Mâce, Dua 22, (3892).]
Ebû
Hüreyre (radıyallâhu anh)'nin bir rivâyetinde sâdece: "...Bu bela ona
isâbet etmez" denmiştir.[195]
AÇIKLAMA:
1-Belaya
uğrayan diye tercüme ettiğimiz kelimenin aslı mübtelâ'dır. İbtila esas
itibariyle imtihan ve deneme mânasına gelir. Hayra da, şerre de olabilir.
Nitekim âyet-i kerîmede: وَنَبْلُوكُمْ
بِالشَّرِّ
وَالْخَيْرِ
فِتْنَةً "Bir imtihan olarak size iyilik ve
kötülük veririz" (Enbiya 35) buyurulmaktadır.
2-Sadedinde
olduğumuz hadiste mübtelî, yâni belaya mâruz veya imtihana mâruz'daki beladan
maksad maddî ve bedenî bir imtihan olabilir, mânevî ve dinî bir imtihan da
olabilir. Bedenî imtihana abraşlık, aşırı kısalık, aşırı uzunluk, körlük,
sakatlık, kamburluk vs. misal olabileceği gibi; mânevî imtihana da fısk, zulüm,
bid'at, küfr vs. misal olabilir. Bunlardan dinî olanların çok daha ciddi olduğu
açıktır. Maddî imtihanlar sabır yoluyla mânevî kazanç vesilesi yapılabilir ise
de mânevî imtihanları kazanca tahvil çok daha zordur. Rabbimizden mânevî
imtihanlarla imtihan etmemesini dua ediyoruz.
3-Aslında
âfiyet de bir imtihandır. Ancak beliyye ile imtihanda sabırsızlık ve fitneye
düşme ihtimali vardır. Bu takdirde beliyye herkesin kazanamayacağı bir imtihan,
bir mihnet olur. Resûlullah: اَلْمُؤْمِنُ
الْقَوِىُّ
خَيْرٌ وَاَفْضَلُ
وَاَحَبُّ
إلى اللّهِ
مِنَ الْمُؤْمِنِ
الضَّعِيفِ
"Kuvvetli mü'min zayıf mü'mine nazaran
Allah'a daha sevgili, daha efdal, daha hayırlıdır" buyurmuştur. Şu halde
iptilaya dayanabilen, sabır yönüyle kuvvetli olan kazançlıdır ve Allah nezdinde
daha hayırlıdır. Hadisteki kuvvetlilik mutlak geldiğine göre, fizikî ve maddî
olabileceği gibi, musibetler karşısındaki mânevî ve ruhî kuvvet de olabilir.[196]
ـ1ـ عن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]كَانَ
رَسُولُ
اللّهِ #
يَقُولُ في
دُعَائِهِ: اَللَّهُمَّ
أصْلِحْ لِى
دِينِى
الَّذِي هُوَ
عِصْمَةُ
أمْرِِى،
وَأصْلِحْ
لِى دُنْيَاىَ
الَّتِى
فِيهَا
مَعَاشِى،
وَأصْلِحْ
لِى آخِرَتِى
الَّتِى
فِيها
مَعَادِى،
وَاجْعَلِ
الحَيَاةَ
زِيَادَةً
لِى في كُلِّ
خَيْرٍ،
وَاجْعَلِ
المَوْتَ
رَاحَةً لِى
مِنْ كُلِّ
شَرٍّ[. أخرجه
مسلم .
1. (1870)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) dua ederken şunu
söylerdi: "Allahım, dinimi doğru kıl, o benim işlerimin ismetidir. Dünyamı
da doğru kıl, hayatım onda geçmektedir. Ahiretimi de doğru kıl, dönüşüm
orayadır. Hayatı benim için her hayırda artma (vesilesi) kıl. Ölümü de her
çeşit şerden (kurtularak) rahat(a kavuşma) kıl." [Müslim, Zikr 71,
(2720).][197]
ـ2ـ وعن أنس
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]كَانَ أكْثَرُ
دُعَاءِ
النَّبىِّ #
اللَّهُمَّ
آتِنَا
في
الدُّنْيَا
حَسَنَةً،
وَفي اŒخرَةِ
حسَنَة،
وَقِنَا
عَذَابَ
النَّارِ[. أخرجه
الشيخان وأبو
داود .
2. (1871)- Hz. Enes (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah'ın duasının çoğu: "Allahümme âtina fi'ddünya
haseneten ve fi'l-âhireti haseneten ve kınâ azâbe'nnâr. (Allahım bize dünyada
da bir hayır, âhirette de bir hayır ver, bizi cehennem azâbından koru"
idi." [Buhârî, Daavât 55, Tefsir, Bakara 36; Müslim, Zikr 26, (2690; Ebû
Dâvud, Salât 381, (1519).][198]
ـ3ـ وعنه
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قالَ النَّبىُّ
#: مَنْ سَألَ
اللّهَ
الجَنَّةَ
ثََثَ مَرَّاتٍ.
قَالَتِ
الجَنَّةُ:
اَللَّهُمَّ أدْخِلْهُ
الجَنَّةَ،
وَمَنِ
اسْتَجَارَ بِاللّهِ
ثََثَ
مَرَّاتٍ
مِنَ
النَّارِ
قَالَتِ
النَّارُ:
اَللَّهُمَّ
أجِرْهُ مِنَ
النَّارِ[.
أخرجه
الترمذى والنسائى.
3. (1872)- Yine Hz. Enes (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Kim cenneti üç kere isterse, cennet: "Allah'ım onu cennete koy"
der. Kim Allah'tan üç sefer ateşe karşı koruma taleb ederse, cehennem:
"Allah'ım onu ateşten koru" der." [Tirmizî, Cennet 27, (2575);
Nesâî, İsti'âze 56, (8, 279); İbnu Mâce, Zühd 39, (4340).][199]
ـ4ـ وعن عليّ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ ]أنَّ
مُكاتَباً جَاءَهُ
فَقَالَ:
إنِّى
عَجَزْتُ
عَنْ كِتَابَتِى
فَأعِنِّى،
فَقَالَ: أَ
اُعَلِّمُكَ
كَلِمَاتٍ
عَلّمَنِيهِنَّ
رَسولُ اللّهِ
# لَوْ كَانَ
عَلَيْكَ
مِثْلُ
جَبَلِ صِيْرٍ
دَيْناً
أدَّاهُ
اللّهُ
تَعَالى
عَنْكَ. قالَ
قُلِ
اللَّهُمَّ
اكْفِنِى
بِحََلِكَ عَنْ
حَرَامِكَ
وَأغْنِنِى
بِفَضْلِكَ
عَمَّنْ
سِوَاكَ[.
أخرجه
الترمذي
والنسائى.»صير«
بصاد مهملة مكسورة،
ثم مثناة من
تحت ساكنة ثم
راء: جبل لطيئ،
وجبل على
الساحل أيضاً
بين عمان
وسيراف، فأما
جبل صبير:
بباء موحدة
بين الصاد،
والمثناة،
فإنما جاء في
حديث معاذ .
4. (1873)- Hz. Ali (radıyallâhu
anh)'nin anlattığına göre, "Bir mükâteb ona gelerek: "Kitâbet borcumu
ödemekten âciz kaldım, bana yardım et" dedi. Ona şu cevabı verdi:
"Sana, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bana öğretmiş bulunduğu bir
duayı öğreteyim. (Onu okuduğun takdirde) Sıyr dağı kadar borcun da olsa, Allah
onu sana bedel öder. Şöyle diyeceksin: "Allah'ım, yeterince helalinden
vererek beni haramından koru. Lütfunla ver, başkasına muhtaç etme."
[Tirmizî, Daavât 121, (3558).][200]
AÇIKLAMA:
1- Mükâteb: Para ödeyerek
hürriyetine kavuşmak üzere efendisi ile antlaşma yapan köleye denir. Mesela her
ay beş dinar ödeyerek 24 ay sonra kölelikten kurtulmak isteyen köle, hususî
çalışma yaparak para kazanır, bu borcu ödedi mi artık hür olur. İşte bu
antlaşmaya mükâtebe veya kitâbet denir. Bir bakıma "yazışmak"
demektir. Yani, bir nevi köle, fiatını, efendisine ödemeyi kendine yazmış
olmakta, efendi de köleyi âzad etmeyi kendi üzerine yazmış olmaktadır. Bu
yazışmada köleye mükâteb denir.
Sadedinde
olduğumuz rivâyet de, böyle bir antlaşmanın ödeme şartını yerine getirmede
zorlanan bir kölenin Hz. Ali (radıyallâhu anh)'ye müracaat ederek yardım
istediğini görmekteyiz.
2-Sıyr
dağı, Tay kabilesi yurdunda bir dağın adıdır. Ayrıca Umman ve Sîraf arasında
sâhilde yer alan bir dağ da aynı ismi taşımaktadır. Sadedinde olduğumuz hadiste
zikri geçen dağın adı bir nüshada صَبِير (Sabîr) şeklinde gelmiştir, bu Yemen'de
bulunan bir dağın adıdır. Bazı nüshalarda
ثَبِير (Sebîr) imlâsı yer alır. Bu da bir çok dağın
adıdır. Mekke'deki en büyük dağın
adı da Sebîr'dir.[201]
(Bu
bâbta üç fasıl vardır)
*BİRİNCİ
FASIL
İSTİÂZE
*
İKİNCİ
FASIL
İSTİĞFAR,
TESBİH, TEHLİL
TEKBİR,
TAHMİD VE HAVKALE
*
ÜÇÜNCÜ
FASIL
HZ.
PEYGAMBERE SALAVÂT
ـ1ـ عن أنس
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]كانَ النَّبىُّ
# يَقُولُ:
اللَّهُمَّ
إنِّى أعُوذُ بِكَ
مِنَ
العَجْزِ،
وَالْكَسَلِ،
وَالْجُبْنِ،
وَالْهَرَمِ،
وَالْبُخْلِ،
وَأعُوذُ
بِكَ مِنْ
عَذَابِ
القَبْرِ،
وَأعُوذُ بِكَ
مِنْ
فِتْنَةِ
المَحْيَا
وَالمَمَاتِ[.
أخرجه الخمسة
.
1.(1874)- Hz. Enes (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle istiâze
ederlerdi: "Allah'ım! Aczden, tembellikten, korkaklıktan, düşkünlük
derecesine varan ihtiyarlıktan, cimrilikten sana sığınırım. Keza, kabir
azabından sana sığınırım. Hayat ve ölüm fitnesinden sana sığınırım."
[Buhâri, Da'avât 38, 40, 42, Cihâd 25; Müslim, Zikr 52, (2706); Tirmizî,
Da'avât 71, (3480, 3481); Ebû Dâvud, Salât 367, (1540, 1541); Hurûf 1, (3972);
Nesâî, İstiâze 6, (8, 257, 258).][202]
AÇIKLAMA:
İstiâze:
Sığınma, korunma taleb etmek mânasına gelir. Her çeşit şerlerden,
kötülüklerden, günahlardan, Allah'ın yasaklarından cehennemden vs. Allah'a
sığınmak O'nun korumasını taleb etmek İslâm'da ubûdiyetin en mühim, en parlak
şubelerinden biridir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu hadîste Allah'a
sığındığı kötü haller şunlardır:
*
Acz: Kudretsizliktir. Yani kişinin, ihtiyaçlarını te'minde düşmanlarını
defetmeden muhtaç olduğu güç ve kuvvetten mahrum olmasıdır. Aslında bütün
insanlar acz-i mutlak içindedir. Bunun idraki insanı gerçek kulluğa yani sonsuz
olan ihtiyaçlarını Allah'tan istemeye, hadsiz olan düşmanlarına karşı Allah'a
dayanmaya sevkeder. Bu ise, hakikî ve gerçek kulluktur. Bir kısım maddî güç ve
imkânlar, kişiyi gaflete sevkederek, aczini anlamasına engel olur, bu kişiyi
istiğnaya, o da tuğyana ve azgınlığa sevkeder. Âyet-i kerîme'de,
"İnsanoğlu kendini müstağni görünce tuğyan edip azar" buyurulmuştur
(Alak 6-7). Şu halde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın istiâze ettiği acz,
bu değildir. Yaşamak için zarûrî olan aslî ihtiyaçları iyi niyetine rağmen
te'min edemeyecek, kendi ihtiyaçlarını kendi başına göremeyecek duruma
düşmesidir.
*
Tembellik acze benzeyen bir durumdur, ama ciddi bir fark vardır. Acz, ferden
yapılması gerekli olan şeyleri yapmaya kudretin olmamasıdır. Tembellik ise, güç
ve kuvvetin olmasına rağmen ameli terketmektir. Demek ki, işin yapılmaması her
seferinde güçsüzlükten ileri gelmemekte, güç ve kuvvete rağmen
terkedilebilmektedir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) tembellikten de
Allah'a sığınarak, bu ruh hâline karşı mü'minlerin dikkatini çekmiş olmaktadır.
*
Korkaklık ve cimrilik de acz ve tembellik gibi birbirine benzeyen iki haldir.
Zîra ikisi de faydalanmama halini ifâde eder. korkaklık, bedenî kabiliyetlerden
istifâde etmemek, cimrilik de maldan istifâde etmemektir.
*
Düşkünlük veya aşırı ihtiyarlık, az önce temas ettiğimiz aczin yaşa bağlı
olarak ârız olmasıdır. Hadislerde herem veya erzel-i ömr diye geçer. İnsan
hayatında arzettiği ciddiyet sebebiyle olacak ki bu yaş safhasına Kur'an-ı
Kerim de bir kaç kere yer verir: "Sizi Allah yarattı. Sizi yine O
öldürecek. İçinizden kimi bildikten sonra (çocuk gibi) bir şey bilmesin diye en
aşağı ömre kadar geri götürülür..." (Nahl 70, Hacc 5). Düşkünlük hâlinin
bâriz vasıflarından biri, "bildikten sonra bilmemek" olarak ifâde
buyurulmuştur. Bundan, yaşlılıktaki unutkanlık kinâyedir. Beyzâvî'ye göre, bu
safhadaki yaşlılık, dermansızlık ve akıl noksanlığı sebebiyle kişiyi bir çocuğa
çevirir. Seleften gelen bazı rivâyetler, Kur'an okumaya devam edenin bu hâle
giriftar olmayacağını belirtir. Bu pek tabiî bir netice olmalıdır, zîra
"işleyen demir ışıldar" fehvasınca, Kur'an okumak zihnî melekelerin
zinde kalmasını sağlayacak, hâfıza gücünü canlı tutacaktıır. Dilimizde ibadet
dirisi tâbiri, dindar yaşlılar için söylenmiştir. İbadetini devam ettiren
insanlar bedenen dinç kaldığı gibi, Kur'an-ı Kerim'i okuyanlar da zihnen dinç
kalacaklar demektir.
*
Kabir azabının varlığı pek çok nassla sâbit olan bir gerçektir. Dünya hayatı
ile kıyametin kopmasına kadar geçen zaman içinde berzah denen ara bir devre
vardır, buna kabir hayatı da denebilir. Hayat kelimesini dünya şartlarındaki
yaşayışımız için kullanınca kabir hayatı tâbiri ilk nazarda garip gelir ise de,
dinimizin vaz'ettiği nasslar açısından kabir hayatı'ndan bahsetmek bir zarûret
olur. Oradaki şartlara göre bir başka safha mevcuttur. Şurası muhakkak ki,
orada, dünyada yapılanlar dışında yeni bir ibtila (imtihan), yeni bir amel,
yeni bir iktisab yoktur. Ama dünyadaki yaptıklarına bağlı olarak iyilik ve
kötülükte artmalar vardır. Kişi sadaka-i câriye sâhibi ise mânevî artışa mazhar
olacaktır. Ölümünden sonra da insanlara kötülükte örnek olan, saptırmaya devam
eden bir çığır açanlar da, sebep oldukları için o kötülükten nasiplerini
alarak, mânevî düşüşlerini artıracaklardır. Nitekim Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm), ne zaman haksız yere bir kan dökülse, bundan bir hissenin ilk kan
dökme çığırını açmış olması sebebiyle Hz. Âdem (aleyhisselâm)'in oğlu Kâbil'e
gideceğini haber vermektedir.
Resûlullah,
ayrıca kabirdeki hesaptan bahsetmiş; verilen hesaba göre kabrin iyi amel
sahipleri için cennet bahçelerinden bir bahçe, veya kötü amel sahipleri için de
cehennem çukurlarından bir çukur olacağını bildirmiş, bu çeşitten bir kısım açıklamalarla
kabir hayatını kısmen aydınlatmıştır[203].
Şu halde sadedinde olduğumuz hadîs kabir azabından istiâze sûretiyle,
mü'minlerin dikkatini kabir hakikatine çekmekte, onları kabir azabından
kurtuluş çarelerini aramaya teşvik etmektedir.Bir kere daha hatırlatalım ki,
duanın bir fonksiyonu da kişiyi, yapacağı işler husûsunda şuurlandırmak,
programe etmek ve dua sûretiyle tesbit edilmiş, belirlenmiş olan hedefin,
gâyenin gerçekleşmesi için dâîyi tedbire, amele sevketmektir.
*
Hayat ve memat (ölüm) fitnesine gelince: Bunlar hadiste mahyâ ve memat diye
zikredilir. Mahyâ, hayat zamanı demektir. Memat da can verme (nez') ânından
sonraki ölüm zamanı demektir.
Şu
halde, hayat fitnesi ile, sağ olduğu müddetçe karşılaşılan imtihanlar
kastedilmektedir. Cehaletler, nefsânî arzular, zulümler, günahlar vs. Ölüm
fitnesi ile bazı âlimler, ölümden önceki fitneyi anlamışlardır, yani daha
hayatta iken nez' (can çekişme) hâlinde iken karşılanan fitne, ölüme izâfe
edilmesi, ölüme yakınlığı sebebiyledir. Bu görüşü destekleyen husus kabir fitnesinden ayrıca bahsedilmiş
olmasıdır.
*
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ismetine, geçmiş ve gelecek günahlarının
affedilmiş olmasına rağmen bu istiâzelere çokça yer vermesi, ümmetine örnek
olmak içindir ve Allah'a kullukta eksiklik bırakmamak içindir. Kul olmak
haysiyetiyle herkes ibadetle mükelleftir. İbadet, istiğfar, dua, namaz vs.
bütün çeşitleriyle bir kulluk vazifesidir; günahkârlara mahsus bir vazife
değildir.[204]
ـ2ـ وعنه
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]كَانَ النَّبىُّ
# يَقُولُ: اللَّهُمَّ
إنِّى أعُوذُ
بِكَ مِنَ
الجُذَامِ وَالْبَرَصِ
وَالجُنُونِ،
وَمِنْ
سَيِّئِ
ا‘سْقَامِ[.
أخرجه أبو
داود
والنسائى .
2. (1875)- Yine Hz. Enes (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şu duayı
okurlardı: "Allah'ım! Cüzzâmdan, barastan (alaten), delilikten ve
hastalıkların kötüsünden sana sığınırım." [Ebû Dâvud, Salât 367, (1554);
Nesâî, İstiâze 36, (8, 271).][205]
AÇIKLAMA:
*
Baras, deride beyaz lekeler hâsıl eden bir hastalıktır. Ala ten de denir.
Bu
hastalığa yakalananlara dilimizde Arapça aslı abras'tan bozma olarak abraş da
denir.
*
Delilik (cünûn): Her çeşit hayrın, tekâmülün kaynağı olan aklın gitmesidir.
Cüûndan ne kadar Allah'a sığınılsa yeridir. Zîra akıl, insanlığımızın yegâne
gereğidir. Dinimiz aklı olmayanın dini olmaz düsturundan hareketle, her çeşit
sorumluluk ve mükellefiyet için aklın varlığını şart koymuş, aklın korunmasını
dînin belli başlı gâyelerinden biri yapılmıştır.
*
Cüzzâm: Vücudda kapanmayan yaralar açan bulaşıcı bir hastalıktır. Eski
devirlerde tedâvisi bilinmediği için oldukça korkutucu bir hastalık idi.
*
Hastalıkların kötüsü: (Seyyiül-askâm) belli bir hastalık değildir, tedavisi
olmayan, uzun müddet devam eden müzmin hastalıklar hep bu tavsife girer.
Bazı
şârihler, Resûlullah'ın hastalıklardan istiâze ederken, görüldüğü üzere,
bazılarını zikretmiş olmasını nazar-ı dikkate alarak, bütün hastalıklardan
istiâzeyi münasip görmemişlerdir. "Bazıları hafiftir, sabredilme hâlinde
büyük sevaba medardır, yeter ki müzminleşmemiş olsunlar" derler. Humma,
baş ağrısı, göz ağrısı gibi her zaman gelebilen hastalıkları misâl verirler. Bu
söylenenler mezkur hastalığa yakalananların tedâvi yollarını aramamalarını veya
ilaç almamalarını gerektirmez. Hadis ciddî şekilde tedbir alınması gereken ağır
hastalıklarla, hafifler arasında bir tefrik yapmış olmaktadır. Resûlullah,
müzmin hastalıktan istiâze etmektedir. Zîra bu çeşit hastalıklar, en samimî
dostların bile kaçmasını, kişinin ünsiyet edeceği kimselerin iyice azalmasını
ve hatta tedavi edicilerin bile ürkerek tükenmelerini netice verir, vücutta
kalıcı çirkinlikler hâsıl eder.[206]
ـ3ـ وعن ابن
عمرو بن العاص
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهُما
قال: ]كَانَ
رسوُلُ
اللّهِ #
يَقُولُ: اللَّهُمَّ
إنِّى أعُوذُ
بِكَ مِنْ
قَلْبٍ َ يَخْشَعُ،
وَمِنْ
دُعَاءٍ َ
يُسْمَعُ،
وَمِنْ
نَفْسٍ َ
تَشْبَعُ،
وَمِنْ عِلْمٍ
َ يَنْفَعُ،
أعُوذُ بِكَ
مِنْ هؤَءِ ا‘رْبَعِ[.
أخرجه
الترمذي
والنسائى .
3. (1876)- Abdullah İbnu Amr İbni'l-As
(radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şu
duayı okurlardı: "Allah'ım, huşû duymaz bir kalbten sana sığınırım,
dinlenmeyen bir duadan sana sığınırım, doymak bilmeyen bir nefisten, faydası
olmayan bir ilimden, bu dört şeyden sana sığınırım." [Tirmizî, Da'avât 69,
(3478); Nesâî, İstiâze 2, (8, 255).][207]
AÇIKLAMA:
1-
Hadis birbirinden ayrı gibi görünen dört meseleye temas etmektedir:
*
Huşû, saygıya götüren korkudur. Kalbin huşû duyması, Allah'tan korkup saygıyla
dolmasıdır. Şârihler, zikrullahla sükûnet ve itminana ermesi olarak açıklarlar.
Şu halde huşû duymayan kalp, Allah'ı zikretmekten zevk almayan, itminan bulamayan
kalptir.
*
Dinlenmeyen dua, kabûl görmeyen, icâbete mazhar olmayan duadır. Bu ise Allah'ın
rahmet nazarını kestiği kimselere mahsus bir durumdur, el-iyâzu billah.*
Doymayan nefis: Allah'ın kendisine verdikleriyle yetinmeyen, nasibine düşen
rızka kanaat etmeyen, mal toplamaktan usanmayan, hırsına zebûn olmuş kimse
demektir. Çok yemekle doymayan da denmiştir. İbnu Melek mevkî ve makama
doymayanı da buraya dâhil etmiştir. Kısacas nefsin maddî ve dünyevî hevesâtının
peşinde koşan, durak bilmeyen nefisler bu gruba girer.
*
Faydası olmayan ilim: Amel edilmeyen, halka öğretilmeyen, ahlâkın, ef'âlin,
konuşmanın güzelleşmesinde işe yaramayan bilgilerdir. İhtiyaç duyulmayan veya
öğrenilmesi için şer'î izin vârid olmayan ilimler de buraya girer. Gerek
dünyanın ve gerek âhiretin kazanılmasında ilme büyük yer veren, ilk emri
"oku" olan dinimizin "faydasız ilim" diye bir mefhum
getirmesi ve bu nefhuma giren ilimleri yasak etmesi, üzerinde durulması gereken
bir husustur.
Şunu
hemen belirtmek isteriz: Ne faydasız ilmi kınayan hadisler, ne de bunları
şerheden âlimler herhangi bir ilmin ismini zikrederek örnek göstermezler. Demek
ki bu, izâfi bir durumdur. Yâni, dinimiz açısından hiçbir ilim
"faydasız" değildir. Ancak zemine, zamana ve ferdlere göre baz ilimler
faydasız olabilir. Kişi ferasetiyle bunu tâyin edecektir. Âyet-i kerime'de:
"Senin için, hakkında bir bilgi hâsıl olmayan şeyin ardına düşme. Çünkü
kulak, göz, kalb bunların her biri bundan mes'uldür" (İsrâ 36)
buyurulmuştur. Kişi dünyevî ve uhrevî meselelerine veya meslekî ihtisasına
girmeyen şeylerle meşgul olurken, ilmini yaparken faydalık, gereklilik
süzgecinden geçirmekle mükelleftir. Dünyevî ve uhrevî sorumluluklarına giren
mevzûlarda eksiklikleri varken ihtisasına giren sahâlarda öğrenmesi gereken
bilgiler varken, lüks bilgiler, afakî mâlumât ve meşguliyetler bu lüzumsuz
sınıfa girebilir.
Kendi
tarih ve coğrafyamızın câhili iken diğer millet ve coğrafyalarda teferruat
bilgiler, hayata hazırlanma safhasında (büluğdan önceki devrede) din bilgisi,
meslek bilgisi gibi zarûrî bilgiler varken bunları bırakıp genel kültür diye
öğretilen, öğrenilen âfakî ve lüks bilgiler hep bu "faydasız ilim"
sınıfına girer.
2-Hadisle
ilgili olarak şârih Tîbî'nin yaptğı açıklama bu dört şeyi belli esaslar
çerçevesinde birleştirmektedir. Der ki: "Bu dört arkadaşa yakından bakacak
olursak, herbirinin, belli bir gâye için mevcut olduğunu görürüz. Yâni o şey bu
gâye için vardır, varlığı, ona dayanmaktadır. Sözgelimi, ilimlerin tahsili,
onlardan istifâde içindir. Eğer bu ilimden istifâde edilmezse bu bir ihtiyaç
olmaz, bilakis vebal olur ve dolayısiyle ondan istiâze gerekir.
Kalbe
gelince, o yaratıcısından korkup O'na karşı saygı duymak için yaratılmıştır.
Göğüs bu haşyete açılmalı, içerisine haşyet nuru girmelidir. Kalb böyle değilse
katılaşmış demektir. Katı kalpten Allah'a sığınmak gerekir. Zîra âyet-i kerime:
"...Kalpleri Allah'ın zikrinden (başıboş ve) kaskatı kalmış olanların vay
hâline! Onlar apaçık bir sapıklık içindedirler" (Zümer 22)
buyurulmaktadır.
Nefse
gelince, aldanma evi olan dünyadan uzaklaşıp, ebediyet evi âhirete meylettiği
ölçüde îtibar edilir. Eğer nefis dünyaya düşkün ve maddiyata karşı doymak
bilmez bir hırs içinde ise kişinin en büyük düşmanı demektir. Onun istiâze
etmesi gereken yegâne şey artık nefsidir.
Duanın
icâbet görmemesine gelince, bu hal, dua eden kimsenin ilim ve amelinden
istifâde etmediğini, kalbinin Allah'a karşı haşyet duymadığını ve dahi doymak
bilmez, harîs bir nefse sahip olduğunu gösterir."[208]
ـ4ـ وعن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ ]أنّ رسُولَ
اللّهِ # قالَ:
تَعَوَّذُوا
بِاللّهِ
مِنْ جَهْدِ
البََءِ،
وَدَرْكِ
الشَّقَاءِ،
وَسُوءِ القَضَاءِ،
وَشَماتَةِ
ا‘عْدَاءِ[.
أخرجه الشيخان
والنسائى .
4. (1877)- Ebû Hüreyre (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Belanın ezmesinden, helâkın gelmesinden, kötü kazadan, düşmanların
şamatasından Allah'a istiâze edin." [Buhârî, Kader 13, Da'avât 28; Müslim,
Zikr 53, (2707); Nesâî, İstiâze 34, (8, 269, 270).][209]
AÇIKLAMA:
*
Belanın ezmesi diye tercüme ettiğimiz cehdü'lbelâ'yı, Münâvî, "ölümü
temenni ettiren, sıkıntı ve meşakkat" diye târif eder. "Öyle ki, der,
kişi sıkıntısının tahammül edilmezliği sebebiyle ölmeyi, sıkıntılı yaşamaya
tercih eder." Bu hâl müzmin, ızdıraplı bir sıhhat bozukluğundan
olabileceği gibi, aşırı fakirlik vs.'den de olabilir. İbnu Ömer (radıyallâhu
anhümâ)'in bunu "mal azlığı ve evlad çokluğu" diye tefsir ettiği
rivâyet edilir. Bela kelimesi her çeşit imtihan için kullanıldığına göre, ölümü
aratan her çeşit musîbet buraya dahil edilebilir.
*
Helâkın gelmesi diye tercüme ettiğimiz derku'şşekâ ile dünyevî musibet
anlaşıldğı gibi uhrevî helâket de anlaşılmıştır. Şekâ, şekâvet yâni bedbahtlık
demektir. Şakî olmak, saîd olmanın zıddıdır. İbnu Hacer şekâyı helâk olarak
açıklamıştır. Münâvî cehennem tabakalarından birine şekâ denmiş olduğunu
kaydeder. Şu halde, Arapça ibârenin taşıdığı iki ihtimale binâen,
"Şekâvetin bize ulaşmasından" veya "bizim cehenneme
ulaşmamızdan" istiâze etmemiz gerekmektedir.
*
Kötü kaza (sûi'lkaza) ile kötü hüküm, kötü kader anlaşılmalıdır. Bu da dünyevî
olabileceği gibi, uhrevî de olabilir. Kaza ve kaderi Allah'ın takdîri olarak
kötü kelimesiyle tavsif uygun değildir. Bunu, Münâvî'nin de belerttiği üzere,
makzî yâni hükmedilmiş olan şey olarak anlamak gerekir. Nasıl ki hayrı da şerri
de halk eden (yaratan) Allah'tır, halkda çirkinlik yoktur. Çirkinlik kulun
kesbindedir, öyle de kazada çirkinlik yoktur, çirkinlik, kesbimize, irademize
uygun olarak Allah'ın hükmettiği şeydedir ki buna makzî diyoruz. Makzîdeki
çirkinlik onu hak edene aittir. Kötü kazadan istiâze, bir bakıma Cenab-ı
Hakk'tan lütfunu, affını taleb etmek, hak ettiğimiz kötü makzîlere
hükmetmemesini, bağışlamasını dilemektir.
*
Düşmanın şamatası, kişinin uğradığı belalar, kötü haller sebebiyle düşmanın
gülmesi, ferahlamasıdır.[210]
ـ5ـ وعنه
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]
كَانَ
رَسُولُ اللّهِ
# يَقُولُ:
اللَّهُمَّ
إنِّى أعُوذُ
بِكَ مِنَ
الشِّقَاقِ
وَالنِّفَاقِ،
وَسُوءِ
ا‘خَْقِ[.
أخرجه أبو
داود
والنسائى .
5. (1878)- Yine Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle
dua ederdi: "Allahım, şikak ve nifaktan ve kötü ahlâktan sana
sığınırım." [Ebû Dâvud, Salât 367, (1546); Nesâî, İstiâze 21, (8,
264).]Bir rivâyette şöyle denmiştir: "Allahm! Açlıktan sana sığınırım,
çünkü o pek fena yatak arkadaşıdır. Hıyânetten de sana sığınırım, çünkü o ne
kötü huydur."[211]
AÇIKLAMA:
*
Şikak bölünmek, ayrılmak demektir, ancak hadiste hakka muhalefet etmek
sûretiyle haktan ayrılmaktır. Âyet-i kerimede, "İnkâr edenler kendini
beğenme ve ayrılık içindedirler" (Sâd 2) buyurulmuştur. Şikak kelimesi
farklı yorumlara mazhar olmuştur.
*
Nifak, içi başka dışı başka olmaktır. Dinî mânâsıyla zahiren Müslüman göründüğü
halde bâtınen küfür içinde olmaktır. Tîbî, "Arkadaşına, içinde gizlediğin
şeyin hilâfını izhar etmendir" diye daha umumî bir tarif sunmuştur. Bazı
âlimler: "Amelde nifak, çok yalan söylemek, emânete hıyânet etmek,
sözünden dönmek, biriyle dâvaya düşünce, karşı tarafın hukukunu çiğnemeye
çalışmaktır" diye tarif etmişlerdir.
*
Kötü ahlâk dinin reddettiği her çeşit menfî hallerdir. Tîbî bu hadiste
zikredilmiş olan şikak ve nifakın ahlâkların en kötüsü olarak takdim edilmiş
olduğunu belirttir. "Çünkü, der, bu iki fena hasletin zararı başkalarına
da sirâyet eder."
*
Açlık: Midenin yiyecekten boşalmasıyla hâsıl olan histir. İnsanların hastalanmalarına
ve hatta ölümlerine bile sebeple olabilir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in Allah'a istiâze etmesini gerektirecek kadar insan için ciddî
neticeler hâsıl edebilecek bir duygudur. Tîbî: "Açlık insandaki kuvvetleri
zayıflatır, dimağı teşviş eder, kötü fikirler ve fâsid hayaller ortaya çıkarır.
İbadet ve murâkabe vazifelerini ihlâl eder. Bu sebeptendir ki kişiyi geceleyin
de bırakmayan yatak arkadaşına benzetti ve savm-ı visali yasakladı" der.
Daci' yatak arkadaşı demektir. Açlık, insanı geceleyin yatakta bile bırakmayan
bir duygu olduğu için daci' denmiştir. Sindî hadisi şöyle anlar: "Secde ve
rükû gibi ibadet vazifelerine mâni olan açlık ne kötü arkadaştır."
Âlimler,
belli bir disiplinle yapılmayan açlığın ibâdet olmayacağına bu hadîsten delil
getirmişlerdir. Sünnete uygun olan açlık, ibadet sayılan oruçtur. Aksi takdirde
savm-ı visâl tâbir edilen üst üste birkaç gün aç kalmak dinen tecviz
edilmemiştir.
Hıyânet,
emânetin zıddıdır. Tîbî, bunu hakka muhalefet etmek, ahdi bozmak olarak açıklar.
Bu muhâlefet bütün şer'î teklifleri içine alır. Çünkü bir âyette: "Biz
emâneti ...arzettik..." (Ahzâb 72) dendiği gibi, bir başka âyette:
"Ey iman edenler Allah'a ve o Peygamber'e ihânet etmeyin! Siz kendiniz
bilip dururken kendi emânetlerinize hainlik eder misiniz? (Enfal 27)
buyurulmuştur. Âyetlerde emânet bütün teklifleri içine aldığı gibi, ikinci
âyetteki ihânet kelimesi de hepsi hususunda ahde vefasızlığı ve hakka
muhâlefeti ifâde eder.
Hadiste
geçen bitâne kelimesini huy olarak çevirdik. Çünkü dâhilî haslet demektir.
Bitâne kelimesini, Mutarrızî, el-Muğrib'de birinin yakın ve samimî arkadaşı
diye açıklar. Bu mâna da hıyânetin kötü bir arkadaş olduğunu noktalar.[212]
ـ6ـ وعنه
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قالَ رَسُولُ
اللّهِ #:
رَأيْتُ
لَيْلَةَ
أُسْرِىَ بِى
عِفْرِيتاً
مِنَ الجِنِّ
يَطْلُبُنِى
بِشُعْلَةٍ
مِنْ نَارٍ
كُلّمَا
الْتَفَتُّ
رَأيْتُهُ،
فقَالَ لِى
جِبْرِيلُ
عَلَيْهِ
السََّمُ: أَ
أُعَلِّمُكَ
كَلِمَاتٍ
تَقُولَهَا
فَتُطْفِئَ
شُعْلَتَهُ
وَيَخِرَّ
لِفيهِ،
فقَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: بَلى،
فقَالَ
جِبْرِيلُ
قُلْ: أعُوذُ
بِوَجْهِ
اللّهِ
الكَرِيمِ،
وَبِكَلِمَاتِ
اللّهِ
التَّامَّاتِ
التِى َ
يُجَاوِزُهُنَّ
بَرٌّ وََ
فَاجِرٌ مِنْ
شَرِّ مَا
يَنْزِلُ
مِنْ
السَّمَاءِ،
وَشَرِّ مَا
يَعُرجُ
فِيهَا،
وَمِنْ شَرِّ
مَا ذَرَأ في
ا‘رْضِ،
وَمِنْ شَرِّ
مَا يَخْرُجُ مِنْهَا،
وَمِنْ
فِتَنِ
اللَّيْلِ
وَالنَّهَارِ،
وَمِنْ
طَوارِقِ
اللّيْلِ
والنَّهارِ
إَّ طَارِقاً
يَطْرُقُ
بِخَيْرٍ يَا
رَحْمنُ[. أخرجه
مالك .
6. (1879)- Yine Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Mirac gecesi cinlerden bir ifrit gördüm. Elinde ateşten
bir şûle olduğu halde beni tâkip ediyordu. Nazarımı her atışımda onu
görüyordum. Cibrîl (aleyhisselâm) bana: "İstersen sana bir dua öğreteyim,
onu okursan, şûlesi söner ve ağzının üstüne düşer" dedi." Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm): "Pekâla!" dedi. Cibrîl (aleyhisselâm) de
"Şunu oku!" buyurdu:
"Allah'ın
kerîm olan rızası için, eksiksiz, mükemmel kelimâtullah hakkı için -ki hiç
kimse muttakî olsun, fâcir olsun onu aşıp daha güzelini söyleyemez- (bela
olarak) semadan inen, semaya yükselen, (ve ceza gerektiren) şerlerden,
yeryüzünde yarattığı şerden, yer(in altın)dan çıkan şerden, gece ve gündüz
fitnelerinden, gece ve gündüz gelen musibetlerden Allah'a sığınırıım. Ey
Rahman, hayır getiren hâdiseler hâriç." [Muvatta, Şi'r 10, (2, 950, 951).][213]
AÇIKLAMA:
1-Zükânî
hadisin Beyhakî'nin el-Esmâ ve's-Sıfât'ta kaydettiği bir hadiste, hâdisenin
Mirac gecesinde değil, Cin gecesinde geçtiği şeklinde farklı olduğunu
belirttikten sonra, "Bu gece, Resûlullah'ın cinlerle karşılaştığı ayrı bir
gecedir. Miraç'la hiçbir ilgisi yoktur, bu ayrı bir hâdise olabilir" diye
te'lif eder.
2-Zürkâni,
ifritin Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı tâkib edişinin sebebini
"Eziyet etmek maksadıyladır, bir başka maksadla değil" diye açıklar.
3-Kelimâtullah
tabirindeki kelimât ile farklı mânalar anlaşılmıştır.
a)
Allah'ın zâtıyla kâim olan kelâm sıfatı.
b)
İlm,
c)
Kur'an,
d)
Bütün peygamberlere indirilmiş olan kitaplar. Çünkü kelimât şeklinde yâni, cemî
olarak gelip izâfet teşkil etmiş ve mâna âmm olmuştur. "Allah'ın bütün
kelâmları" demek olur.
4-et-Tâmmât:
Kâmil, noksanlık ve ayıp nüfûz edemeyen mükemmel mânasına geldiği gibi,
faydalı, şifa verici mânaları da anlaşılmıştır.
5-Hadisin
bir başka vechinde, rivâyet: "(Bu duayı okur okumaz) ifrit ağzının üzerine
düştü, ışığı da söndü" cümlesiyle sona ermiştir. [214]
ـ1ـ عن ابن
عمرو بن العاص
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهُما
قال: ]قالَ
رسُولُ
اللّهِ #:
حَصْلَتَانِ،
أوْ
خَلّتَانِ َ
يُحْصِيهِمَا
رَجُلٌ إَّ
دَخَلَ
الجَنَّةَ،
وَهُمَا
يَسِيرٌ، وَمَنْ
يَعْمَلُ
بِهمَا
قَلِيلٌ،
يُسَبِّحُ
اللّهَ
دُبُرَ كُلِّ
صََةٍ
عَشْراً، وَيَحْمَدُهُ
عَشْراً،
وَيُكَبِّرُهُ
عَشْراً،
فَلَقَدْ
رَأيْتُ
رَسُولَ
اللّهِ # يَعْقِدُهَا
بِيَدِهِ
قَالَ:
فَتِلْكَ
خَمْسُونَ
وَمِائَةٌ بِاللِّسَانِ،
وَألْفٌ
وَخَمْسُمِائَةٍ
في المِيزَانِ،
وَإذَا
أخَذْتَ
مَضْجَعَكَ تُسَبِّحُهُ
وَتُكَبِّرُهُ
وَتَحْمَدَهُ
مِائَةَ
مَرَّةٍ،
فَتِلْكَ
مِائَةٌ
بِاللِّسَانِ،
وَألْفٌ في
المِيزَانِ،
فأيُّكُمْ
يَعْمَلُ في
اليَوْمِ
وَاللَّيْلَةِ
ألْفَيْنِ
وَخَمْسَمَائَةِ
سَيِّئَةٍ؟
قَالُوا:
كَيْفَ َ
نُحْصِيهُمَا
يَا رَسُولَ
اللّهِ؟ قالَ:
يَأتِى
أحَدَكُمُ
الشَّيْطَانُ،
وَهُوَ في
صََتِهِ فَيَقُولُ:
اذْكُرْ
كَذَا
وَكَذَا
حَتَّى يَنْفَتِلَ
فَلَعَلّهُ
أنْ َ
يَفْعَلَ،
وَيأتِيهِ في
مَضْجَعِهِ،
فََ يَزَالُ
يُنَوِّمُهُ
حَتَّى يَنَامَ[.
أخرجه أصحاب
السنن .
1. (1880)- Abdullah İbnu Amr İbni'l-Âs
(radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "İki haslet -veya iki hallet[215]-
vardır ki onları Müslüman bir kimse (devam üzere) söyleyecek olursa mutlaka
cennete girer. Bu iki şey kolaydır. Kim onlarla amel ederse, azdır da... Her
(farz) namazdan sonra on kere tesbih (sübhânallah), on kere tahmid
(elhamdülillah), on kere tekbir (Allahu ekber) söylemekten ibarettir."
(Abdullah
der ki:) "Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bunları söylerken
parmaklarıyla saydığını gördüm. Resûlullah devamla buyurdular: "Bunlar beş
vakit itibariyle toplam olarak dilde yüzellidir. Mizanda bin beş yüzdür.
"İkinci haslet" ise yatağa girince Allah'a yüz kere tesbih, tekbir ve
tahmid'de bulunmanızdır. Bu da lisanda yüzdür, mizanda bindir. (Her ikisi
toplam iki bin beş yüz eder.)"
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) sözlerine şöyle bir soru ile devam etti:
"Hanginiz
bir günde, gece ve gündüz iki bin beş yüz günah işler?"
"Bunları
niye söylemiyelim ey Allah'ın Resûlü?" dediler. Şu cevabı verdi:
"Şeytan,
namazda iken her birinize gelir: "Şunu şunu hatırla" der, ve namazdan
çıkıncaya kadar devam eder. (Bu hatırlatmaların neticesi olarak) kişi bu tesbihatı terk bile eder. Kişi yatağına
girince de şeytan ona gelir, (zikir yapmasına imkân vermeden) uyutmaya çalışır
ve uyutur da." [Tirmizî Daavât 25, (3407); Ebû Davud, Edeb 209, (5065);
Nesâî, Sehv 90, (3, 74).][216]
AÇIKLAMA:
1-Bu
hadis sübhânallah, elhamdülillah ve Allahü ekber zikirlerinin ehemmiyetini
belirtmekte ve bunlara hergün devama teşvik etmektedir.
2-İki
hasletin birincisi bu zikirleri, farz namazlardan sonra en az onar kere tekrar
etmektir. Farz namaz diye kayıtlıyoruz, zîra rivâyetin bazı vecihlerinde bu
kayıt mevcuttur.
İkinci
haslet, yatağa girince, uyumazdan önce, tesbih ve tahmidi 33'er kere, tekbiri
de 34 kere tekrar etmektir. Ebû Dâvud'un rivâyeti, bu kaydedilen teferruatı
ihtivâ eder.
3-Namazlardan
sonra yapılan bir günlük tesbihâtın dildeki telâffuz toplamı, 150 (yani 30x50 =
150) olmasına mukabil, kıyamet günü mizanda 1500 olması, her hasenenin
-rahmet-i İlâhiye ile - en az on misli katlanacağına binâendir. Zîra âyet-i
kerimede: مَنْ
جَاءَ
بِالْحَسَنَةِ
فَلَهُ عَشْرُ
اَمْثَالِهَا "Kim bir iyilik (hasene) yaparsa ona on
katı verilir, bir kötülük yapan ise misliyle cezalandırılır..." (En'am
160) buyurulmuştur.
4-En
sonda verilen 2500 rakamı, namazlardan sonra çekilen tesbihlerle -ki 150 idi-
yatınca çekilen tesbihlerin -ki 100'dür- toplamı, 250'nin 10'la çarpılmasıyla
ede edilmiştir.
Resûlullah
gece gündüz içerisinde kim 2500 adet günah işler? diye soruyor. Bu sorunun
cevabı: "Bu kadar günah işlenmez..." dir. Öyle ise, sevaplar günahı
ortadan kaldırdığına göre tesbihât yoluyla kazanılan 2500 adetlik sevap
günahları affettirmiş olacak ve böylece, günahkâr olarak, affedilmemiş günahı
kalmış olarak geceleyen kimse kalmayacak demektir.
*
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu hesabı küçük günah işleyenler
hakkındadır. Mesela, ateşin odunu yakıp tükettiği gibi hesanâtı yiyip tüketen
gıybet nev'inden büyük günahlar bu hesaba girmez.
Resûlullah
(aleyhissalatu vesselâm)'ın hesaplamasını anlamada şu âyeti de hatırlamamız
faydalıdır: إِنَّ
الْحَسَنَاتِ
يُذْهِبْنَ
السَّيِّأَتِ "Muhakkak ki haseneler (sevaplar)
seyyieleri (günahları) giderir" (Hûd 114).
5-
Ashabın: "Bunları niye söylemiyelim?" şeklindeki sözlerini söyle
anlamalıyız: "Bu kadar büyük neticesi olan 150 kadarcık, miktarı az,
söylemesi kolay olan zikri mutlaka yaparız, bunu yapmamıza hiç bir şey engel
olamaz." Resûlullah, bunların terki hususunda şeytanın iki oyununa dikkat
çekiyor:
a)
Namaz sırasında insana yanaşıp dünyevî bir ksım meşguliyetler, câzip, nefsânî
meseleler hatırlatarak, bir an evvel onların peşine düşmek üzere tesbihâtı
terkettirmek.
b)
Yatınca da alelacele uyutmak.
Şu
halde mü'min, bu iki tuzağa karşı müteyakkız olacak, namazdan sonra tesbihâtı
eksiksiz yapmadan seccâdeden ayrılmayacak, yatınca da aynı zikirleri,
belirtilen miktarlarda tekrar etmeden uyumayacak.
6-Hadiste
açıklanması gereken son bir nokta, namazdan sonra yapılacak tesbihâtın
sayısıdır. Burada tesbih, tahmid ve tekbirin 10'ar kere tekrar edileceği
söylenmektedir. Halbuki bâzı başka rivâyetlerde bu rakam her biri 33 diye
tesbit edilmiştir. Aradaki farkla ilgili açıklama daha önce geçtiği için burada
tekrar etmeyeceğiz. (1813 numaralı hadise bakılabilir.)[217]
ـ2ـ وعن ابن
أبى أوفى
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]جَاءَ
رَجُلٌ،
فَقَالَ يَا
رَسُولَ اللّهِ:
َ
اَسْتَطِيعُ
أنْ آخُذَ
مِنَ
القُرْآنِ
شَيْئاً
فَعَلّمْنِى
مَا
يُجْزِينِى
قالَ: قُلْ سُبْحَانَ
اللّهِ،
وَالْحَمْدُ
للّهِ، وََ إلهَ
إَّ اللّهُ،
وَاللّهُ
أكْبَرُ وََ
حَوْلَ وََ
قُوَّةَ إَّ
بِاللّهِ.
قَالَ يَا
رَسُولَ
اللّهِ: هَذَا
للّهِ
فَمَاذَا
لِى؟ قَالَ:
قُلْ
اللَّهُمَّ
ارْحَمْنِى
وَعَافِنِى وَاهْدِنِى
وَارْزُقْنِى،
فَقَالَ:
هكذَا بِيَدَيْهِ
فَقَبَضَهُمَا،
فقَالَ #:
أمَّا هَذا
فقَدْ مَ‘َ
يَدَيْهِ
مِنَ
الخَيْرِ[.
أخرجه أبو
داود بتمامه،
والنسائى إلى
قوله: ]وََ
قُوَّةَ إّ بِاللّهِ[
.
2. (1881)- İbnu Ebî Evfa (radıyallâhu
anhümâ) anlatıyor: "Bir adam gelerek- "Ey Allah'ın Resûlü! dedi, ben
Kur'an'dan bir parça seçip alamıyorum. Bana kifâyet edecek bir şeyi siz bana
öğretseniz!"
"Öyleyse,
buyurdu, Sübhânallah velhamdülillah, ve lâilâhe illallah, vallâhu ekber, velâ
havle velâ kuvvete illâ billâh. (Allahım seni tenzih ederim, hamdler sana
mahsustur. Allah'tan başka ilah yoktur, Allah en büyüktür, güç kuvvet
Allah'tandır) de."
"Ey
Allah'ın Resûlü! dedi, bu zikir Allah içindir. (O'nu senâdır), kendim için dua
olarak ne söyleyeyim?"
"Şöyle
dua et: "Allahım bana merhamet et, afiyet ver, hidayet ver, rızık
ver!"
Adam
(dinleyip, kalkınca) ellerini sıkıp göstererek: "Şöyle (sımsıkı
belledim!)" dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bunun üzerine:
"İşte
bu adam iki elini de hayırla doldurdu!.." buyurdu." [Ebû Dâvud, Salât
139, (832); Nesâî, İftitâh 32, (2, 143); Hadis Ebû Dâvud'da tam olarak,
Nesâî'de kısmî olarak rivâyet edilmiştir.][218]
AÇIKLAMA:
1-
Ebû Dâvud, bu hadisi "Ümmî ve Acemi Olana Kifâyet Edecek Kıraat
Miktarı" adını taşıyan bir bâbta zikreder. Şârihler, Resulullah'a gelerek
kifayet edecek miktarı soran kimsenin namazda kifayet edecek kıraat miktarı
sorduğunu belirtirler. Nitekim hadisin bir başka vechinde: إِنِّى
َ اُحْسِنُ
مِنَ
الْقُرْاَنِ شَيْئًا "Ben Kur'ân'dan hiçbir (parçayı henüz tam
ezberlemedim) güzel okuduğum kısım yok" demiştir.
Şu
halde, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın cevabı, namazda okunabilecek
kifâyet miktarı göstermektedir.
Ancak,
hadiste cevap olarak gelen zikirler, kıraat olarak yeterli değildir. Bu sebeple
ulemâ hadisi şöyle değerlendirirler: "Bu ruhsat bütün zamanlar için
muteber olamaz. Zîra bu kelimeleri öğrenmeye muktedir olan bir kimse, şüphesiz
Fâtiha sûresini ezberleyebilecektir. Adamın Resulullah'a söylediği sözü,
"Şu anda Kur'ân'dan bir şey öğrenmeye kâdir değilim, namaz vakti de girmiş
durumda" şeklinde anlamak gerekir." Öyleyse namazı, kendisine
söylenen kelimeleri kıraat ederek kılsa bile, namazdan sonra Fâtiha'yı
öğrenmesi gerekir. Hattâbî der ki: "Bu meselede asıl olan şudur: Namaz,
Fâtiha'sız câiz değildir. Fâtiha'yı okumak onu güzelce okuyabilen kimseye
vecîbedir, tam ezberleyememiş olana değil. Bu durumda, bir kimse Fâtiha'yı
henüz beceremiyor ve fakat başka sûrelerden becerdiği varsa, ona, becerdiği
yerden Fâtiha uzunluğunda yedi âyetlik bir kısım okuması vâcib olur. Fâtiha'dan
sonra evlâ olan zikr, Kur'an'dan ona denk olan bir kısımdır. Şâyet ezberleme
kapasitesinin yokluğu veya dilinin Arapça'ya dönmemesi veya mâruz kaldığı bir
âfet gibi bir sebeple Kur'an'dan bir parçayı ezberleyemeyecek olursa,
Kur'an'dan sonra en uygun (evlâ) zikr, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
öğretmiş bulunduğu tesbih, tahmid ve tekbirdir. Zîra Efendimiz:
"Kelâmullah'tan sonra efdal olan zikir Sübhânallâhi velhamdülillahi velâ
ilâhe illallahu vallahu ekber'dir" buyurmuştur.
2-Adamın,
kendisi için Allah'tan ne taleb etmesi gerektiği hususundaki sorusuna Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in cevabı, duada istenmesi gereken şeyler
hususunda fevkalâde câmî bir mâhiyet taşımakta ve hatta Resûlullah'tan mervî
me'sur duaları âdeta özetlemektedir. Hatırda kalması için tekrar kaydediyoruz.
*
Allah'ın rahmeti: Günahları terkettirmek, affetmek.
*
Afiyet: Dünya ve âhiret âfetlerinden selâmet.
*
Hidâyet: İslam'da sebat ve ahkâma uyma.
*
Rızık: Yeterli miktarda helal rızık.
3-
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın tâliminden sonra, adamın davranışıyla
ilgili ibâre çok veciz olduğu için şârihler yorumunda bazı farklılıklara yer
vermişlerdir. Biz İbnu Hacer'in anladığı tarzı tercümeye aksettirdik: Yâni
adam, Resulullah'ın tâlimatını tam olarak ve sağlam bir şekilde öğrendiğini
belirtmek için ellerini uzatıp avuçlarını sıkmış ve kıymetli bir şeyi sımsıkı
yakalayan bir kimsenin yaptığı gibi: İşte şöyle! diye gösterip: "Sizin
bana söylediğinizi ezberledim ve sımsıkı tutuyorum, artık zâyi etmem,
unutmam!" demek istemiştir.
4-Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın "Bu adam iki elini de hayırla doldurdu"
demesi, adamın dünya için de, âhiret için de gerekli olan hayırları câmî olan
bir duaya imtisalinden kinâyedir. Nitekim bu öğretilen hususların ne kadar câmî
şeyler olduğunu az yukarda gösterdik.[219]
ـ3ـ وعن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]كَانَ
رَسُولُ
اللّهِ
يُكْثِرُ أنْ
يَقُولَ قَبْلَ
مَوْتِهِ:
سُبْحَانَ
اللّهِ
وَبِحَمْدِهِ،
أسْتَغْفِرُ
اللّهَ
وَأتُوبُ
إلَيْهِ،
فَقُلْتُ
لَهُ في
ذلِكَ، قَالَ:
أخْبَرَنِى
رَبِّى أنِّى
سَأرَى
عََمَةً في
أُمَّتِى،
فإذَا
رَأيْتُهَا
أكْثَرْتُ
مِنْ قَوْلِ:
سُبْحَانَ
اللّهِ
وَبِحَمْدِهِ،
أسْتَغْفِرُ
اللّهَ
وَأتُوبُ
إلَيْهِ،
فقَدْ رَأيْتُهَا:
إذَا جَاءَ
نَصْرُ
اللّهِ
وَالْفَتْحُ.
السورة[.
أخرجه
الشيخان .
3. (1882)- Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ölümünden önce şu duaları
çok tekrar ederdi: "Sübhânallahi ve bihamdihi, estağfirullahe ve etûbu
ileyh. (Allahım seni hamdinle tesbîh ederim, mağfiretini diler, günahlarıma
tevbe ederim.)" Ben kendisinden bunun sebebini sordum. Şu açıklamayı
yaptı:
"Rabbim
bana bildirdi ki, ben ümmetim hakkında bir alâmet göreceğim. Ben onu görünce
Sübhânallâhi ve bihamdihi, estağfirullahe ve etûbu ileyh zikrini artırdım. Bu
gördüğüm, İzâ câe nasrullahi ve'lfethu... sûresidir." [Buhârî, Tefsir,
Nasr, Ezân 123, 139; Megâzî 50; Müslim, Salât 220, (484).][220]
AÇIKLAMA:
1-
Cenab-ı Hakk'a: "Hamdinle tesbih ederim" demek, "seni tesbih
etmeye şahsen muktedir değilim, bunu kendi gücümle yapamam. Şâyet tesbih
ediyorsam bu senin lütfun ve hidâyetinledir" demektir. Yâni, Allah'ı
tesbih edebilmenin de Allah tarafından verilen bir nimet olduğunu beyandır.
Mazhar olunan nimetin "in'am" yani verilme olduğunu bilmek ve bunu,
nimeti verene ifâde etmek, hamd ve şükürdür. Öyle ise Cenâb-ı Hakk'a,
"Hamdinle tesbîh ediyorum" demek, tesbih edebilmenin de bir lütf-u
İlahî olduğunu beyan olmaktadır.
2-Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ı çok tesbih, tahmid ve istiğfâra sevkeden şey,
Mekke'nin fethinden sonra, insanların fevc fevc, yani kitleler halinde İslam'a
girmesidir. Nitekim Resûlullah'ın zikrettiği Nasr sûresinde, Rabbimiz Resûlüne
o alâmeti şöyle haber vermiştir: "(Ey Resulüm), Allah'ın yardımı ve zaferi
(feth) gelip, insanların Allah'ın dinine akın akın girdiklerini görünce,
Rabbini hamd ile tesbih et, istiğfar et (bağışlanma dile). Çünkü O tevbeleri
dâima kabul edendir" (Nasr 1-3).[221]
ـ4ـ وعن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]قالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: ‘نْ
أقُولَ:
سُبْحَانَ اللّهِ،
والْحَمْدُللّهِ،
وََ إلَهَ إّ
اللّهُ،
وَاللّهُ
أكْبَرُ
أحَبُّ إلَى
مِمَّا
طَلَعَتْ
عَلَيْهِ
الشَّمْسُ[.
أخرجه مسلم
والترمذي .
4. (1883)- Ebû Hüreyre (radıyallahu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Sübhânallahi, velhamdu lillahi, velâ ilâhe illallâhu vallâhu ekber
(Allah'ı tesbih ederim, hamdler Allah'adır, Allah'tan, başka ilâh yoktur. Allah
en büyüktür) demem, bana, üzerine güneşin doğduğu şeyden (dünyadan) daha
sevgilidir." [Müslim, Zikr 32, (2695); Tirmizî, Daavât 139, (3591).][222]
AÇIKLAMA:
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) ebedî hayata bakan, kıyamet günü terâziye girecek olan
en küçük bir nurun bile, fâni olacak, ebediyete intikal etmeyecek maddî
menfaatlerle hiçbir sûrutte tartıya gelmeyeceğini, dünya gibi büyük bir
varlığın bile "fenaya giden yönüyle" bir kerecik tesbih, tahmid ve
tekbir okumakla elde edilecek sevaba değmediğini ifâde buyuruyor. Hadisin her
çeşit mücâzefeden uzak olarak ifâde ettiği hakikatı açık şekilde anlayabilmek
için şöyle bir soru sorabiliriz: "Hiç sönmeden ebedî olarak yanan bir mum
mu daha çok ışık verir, muvakkat bir ömre sahip fâni bir güneş mi?"
Düşününce her halde mumun daha zengin olduğunu söyleyeceğiz. Aksini söylemek
ebediyetin ne olduğunu kavramamak olur.[223]
ـ5ـ وعن ابن
مسعود رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]قالَ
رسولُ اللّهِ
#: لَقِيتُ
لَيْلَةَ
أُسْرِىَ بِى
إبْرَاهِيمَ
عَلَيْهِ السََّمُ
فقَالَ لِى يا
مُحَمَّدُ:
أقرِئ أُمَّتَكَ
مِنِّى
السََّمَ
وَأخْبِرْهُمْ
أنَّ
الجَنَّةَ
طَيِّبَةُ
التُّرْبَةِ
عَذْبَةُ
المَاءِ،
وَأنَّهَا
قِيعَانٌ
وَأنَّ
غِرَاسَهَا:
سُبْحَانَ
اللّهِ،
وَالحَمْدُللّهِ،
وََ إلهَ إَّ
اللّهُ،
وَاللّهُ أكْبَرُ[.
أخرجه الترمذي
.
5. (1884)- İbnu Mes'ud (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Miraç sırasında İbrahim (aleyhisselâm)'le karşılaştım. Bana:
"Ey
Muhammed, ümmetine benden selam söyle. Ve haber ver ki: Cennetin toprağı temiz,
suyu tatlıdır. Burası (suyu tutacak şekilde) düz ve boştur. Oraya atılacak
tohum da sübhânallah, velhamdülillah, ve lâilâhe illallâh, vallâhu ekber cümlesidir."
[Tirmizî, Daavât 60, (3458).][224]
AÇIKLAMA:
1-
Bu hadis, Müslümanları boş vakitlerinde mübarek kelimelerle zikretmeye
fevkalâde teşvik etmektedir. Zîra en büyük uhrevî idealleri arasında yer alan
cennet için bu şart gözükmektedir. Toprağı temiz ve her çeşit ağaçtan boş ve
fakat ağaç dikmeye fevkalâde elverişli yani düz ve tatlı suya sâhip olan cennet;
ekim beklemektedir. Herkes kendi cennetini bol ağaçlı, gölgeli, yeşil
kılabilmek için daha dünyada iken ekim yapmalıdır. Orada neşv ü nema bulup,
orayı tezyin edecek tohumlar da sübhânallah, elhamdülillah, lâilahe, illallah
ve Allahu ekber gibi Resûlullah'ın haber verdiği kelime-i tayyibelerdir. Kişi
burada ekim yaptığı ölçüde yâni bu kelimeleri sevap umarak zikrettiği nisbette,
âhirette cenneti zenginleşecek ve güzelleşecektir.
Tîbî,
bu hadiste diğer bir kısım nasslarla teâruz görür. Der ki: "Bu rivâyete
göre, cennet ağaç ve kasırlardan hâlîdir. Halbuki Kur'an'da gelen bir kısım
âyetler cennetin ağaçlı olduğunu haber verir:
جَنَّاتٌ
تَجْرِى مِنْ
تَحْتِهَا اَْنْهَارُ
"Altında nehirler akan cennetler"
âyetinde olduğu gibi. Esasen cennete cennet denmesi de ağaçları sebebiyledir:
"Cennet dalları birbirine geçmiş, sık ağaçlı (koyu gölgeli) bahçe
demektir."
Merhum
bu hadisle Kur'an arasındaki ihtilaflı duruma böylece dikkat çektikten sonra
yeni sorular îras eden bir de çözüm kaydeder. Ondan ziyâde Aliyyu'l-Kârî'nin
te'vilini kaydetmeyi daha muvafık buluyoruz: "Hadiste, cennetin kasır ve
ağaçlardan tamamen boş olduğuna dair delil yoktur. Zîra cennetin düz ve boş
olması demek, ekseriyetinin ağaçlı, geri kalan kısımlarının ise mezkur
kelimelerle ağaçlandırılmaya bırakılmış boş mekanlar olması demektir. Cennetin
önceden, sebep olmaksızın dikilmiş olan ağaçları, bu kelimelerin okunması
neticesinde dikilecek olan ağaçlardan ayrılır."
Bu
hadisin, dünyayı âhirete nazaran bir ekim yerine benzeten âyetin (Şûra 20) ve
aynı mânayı işleyen diğer hadislerin bir tamamlayıcısı olduğu da söylenebilir.
Gayb âlemi ile ilgili bir teşbih olması hasebiyle ifâde etmek istediği mânaya
ve bildirmek istediği hakikate bakmak daha muvafıktır. Bunun mahiyetini dünyevî
şartlara uygun olarak anlamak gereksizdir. Hadis şu hakikati bildiriyor:
"Dünya ekim yeridir, güzel kelimelerin zikri bir ekimdir, öbür dünyada,
cennet ağaçları, âhiret meyveleri olacaktır. Çok zikrederek âhiret için ekim
yapmalıdır."[225]
ـ6ـ وعن
يُسيرة موة
‘بى بكر
الصديق رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُما
وكانت من
المهاجرات ا‘ول
قالت: ]قالَ
لَنَا رسولُ
اللّهِ #:
عَلَيْكُنَّ
بِالتَّسْبِيحِ،
وَالتَّهْلِيلِ،
وَالتَّقْدِيسِ،
وَالتَّكْبِيرِ،
وَاعْقِدْنَ
بِا‘نَامِلِ،
فَإنَّهُنَّ
مَسْئُوَتٌ
مُسْتَنْطَقَاتٌ،
وََ
تَغْفُلْنَ
فَتَنْسَيْنَ
الرَّحْمَةَ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي،
واللفظ له .
6. (1885)- Hz. Ebû Bekri's-Sıddîk'in
âzadlısı Yüseyre (radıyallâhu anhümâ) -ki ilk muhâcirlerden idi- anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalatu vesselam) bize dedi ki: "Size tesbih,
tehlil, takdis, tekbir çekmenizi tavsiye ederim. Bunları parmaklarla sayın.
Zîra parmaklar (Kıyamet günü nelerde kullanıldıklarından) suale mâruz
kalacaklar ve konuşturulacaklardır." [Tirmizî, Daavât 131, (3577); Ebû
Dâvud, Salât 359, (1501).][226]
AÇIKLAMA:
1-Burada,
bir kısım zikirler kısaltılarak zikredilmiştir. Çoğunlukla zikri tekrar tekrar
geçti ise de takdis nâdir geçenlerdendir. Bununla Sübhâne'l-Meliki'l-Kuddûs
veya, Sübbûhun Kuddûsün Rabbu'lmelâiketi ve'r-Rûh zikirleri kastedilmiştir.
Hemen
belirtelim ki, böyle kısaltmalar Arap dilinde eskiden kalma bir âdettir. Bir
cümle dillerde çok tekerrür ederse tekrarda kolaylık olsun diye kısaltılır. Bu
maksadla her kelimenin birer ikişer harfi alınıp, birbirine eklenerek yeni bir
kelime ortaya konur. Yukardakilere ilâveten havkale, hay'ale, besmele gibi
başka örnekler de zikredilebilir.
2-Bu
hadis tesbihâtın sayımında parmakları kullanmanın efdaliyetine dikkat
çekmektedir. Zîra Resûlullah parmakların sorumluluğunu, konuşturulacağını
belirterek, sayılmasını istemiştir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, âlimler
sayının doğru yapılmasını esas alırlar. Öyle ise doğru sayım parmakla
yapılabiliyor, karıştırmadan, eksik veya ziyade sayımdan emin olunabiliyorsa
efdal olanı parmağı kullanmaktır. Ama bundan endişe eden kimse tesbih gibi
başka bir şey kullanır.[227]
ـ7ـ وعن أبى
بكر الصديق
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قالَ رَسُولُ
اللّهِ #: مَا
أصَرَّ مَنِ اسْتَغْفَرَ،
وَلَوْ عَادَ
في اليَوْمِ
سَبْعِينَ
مَرَّةً[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي .
7. (1886)- Hz. Ebû Bekri's-Sıddîk
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalatu vesselam)
buyurdular ki: "İstiğfar eden kimse günde yetmiş kere de tevbesinden dönse
günahta musır sayılmaz." [Tirmizî, Daavât 119, (3554); Ebû Dâvud, Salât
361, (1514).][228]
AÇIKLAMA:
1-Bu
hadisin mânâsını âlimler şöyle açıklamışlardır: "Bir kimse işlediği bir
günaha tevbe ettiği takdirde, aynı günaha dönüp tekrar işler veya bir başka
günahı işlerse, her seferinde tevbe de ediyorsa, bu kimse, bir günde ne kadar
çok aynı günaha dönerse dönsün, yine de günahta musır sayılmaz. Musır, işlediği
günahlara istiğfar etmeyen, pişman olmayan kimsedir. Israr ise çok günah
işlemek demektir. İbnu Melek: "Israr, mâsiyet üzerinde sebat etmek,
aralıksız günah işlemeye devam etmektir" der.
2-
Bu hadiste Allah'ın affından ümit kesilmeyeceği, işlemekte olduğu günahlardan
kesin bir dönüşe azmetmiş olan kimseye Cenâb-ı Hakk'ın kapısının her an açık
olduğu, böyle bir tevbenin kabûlüne, önceden işlenen günahların çokluğunun,
büyüklüğünün veya çeşitliliğinin bir mâni teşkil etmeyeceği ifâde edilmektedir.
Nitekim âyet-i kerimede: "Ey kendilerinin aleyhinde (günahta) haddi
aşanlar! Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin... Çünkü Allah, bütün
günahları affeder" (Zümer 53) buyurulmuştur.[229]
ـ8ـ وعن أغرّ
مزينة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قالَ رسولُ
اللّهِ #:
إنَّهُ
لَيُغَانُ
عَلَى
قَلْبِى
حَتَّى
أسْتَغْفِرَ
اللّهِ في
الْيَوْمِ
مِائَةَ
مَرَّةِ[.
أخرجه مسلم
وأبو داود .
8. (1887)- el-Eğarru'l-Müzenî
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Şurası muhakkak ki, bazan kalbime gaflet çöker. Ancak ben
Allah'a günde yüz sefer istiğfar eder (affımı dilerim)." [Müslim, Zikr 41,
(2702); Ebû Dâvud, Salât 361, (1515).][230]
AÇIKLAMA:
1-
Gaflet olarak tercüme ettiğimiz kelimenin aslı ğayn'dır, bulut mânasına olan
ğayn'dan gelir. Örtmek, kaplamak gibi mânâları ifâde eder. Resulullah
(aleyhissalatu vesselam)'ın kalbinin bazan -tabir caizse- bulutlanması
örtülmesi -ki gaflete düşmek denince daha anlaşılır olmaktadır- ne demektir?
O'nun kalbinin gafleti de diğer insanların gafletinin aynı mıdır?"
Bu
husus âlimlerce münakaşa edilmiştir. Sözgelimi el-Ârif eş-Şâzelî der ki:
"Bu bulut nur bulutudur, başka değil. Zîra Peygamberimiz (aleyhissalâtu
vesselâm) efendimiz, dâima bir terakki içinde idi. Mârifet nurları kalbinde
devam ettikçe bir öncekine nisbeten daha yüksek bir mertebeye yükseliyor,
geride bıraktığını, bu yeni mertebeye nisbetle günah addedip, tevbe
ediyordu." Münâvî bu açıklamayı devam ettirir: "Resûlullah'ın kalbini
zaman zaman bürüyen bulut, bazılarınca zannedildiği üzere hicab veya gaflet
perdesi olmayıp, tecelliyat nurlarının onu kaplaması ve böylece huzur hâlinin[231]
kaybolmasıdır. İşte bunun için Allah'tan mağfiret taleb etmekte, yani üzerini
kaplamış bulunan şeyin örtülmesini
taleb etmektedir. Çünkü havas kısmının mazhar olduğu tecelli devam edecek
olursa Sultanu'l-Hakikat yanında yokluğa mahkûm olurlar. Bu sebeple setr, onlar
için rahmet olur, avam için de hicab ve hikmet olur.. "
İbnu'l-Esir,
en-Nihâye'de biraz daha farklı bir yorumda bulunur: "(Resûlullah
aleyhissalâtu vesselâm) burada insanın hâlî olmadığı sehv'den, kendisini
kaplayan şeyi kastetmiştir. Çünkü O'nun kalbi daima Allah'la meşgul idi.
Herhangi bir zamanda , beşerî bir mesele kendisine ârız olup ümmet ve dinin bir
işi veya bir maslahatı ile meşgûl olsa, bunu bir günah addeder, derhal
istiğfara geçerdi."
Kadı
İyaz: "Gayn'dan (örtü) maksad, Resulullah'ın şe'ni olan mütemâdî zikrine
giren fâsılalardır. Herhangi bir iş sebebiyle, bu zikrine fâsıla girdi mi, bunu
bir günâh addeder, arkadan istiğfarda bulunurdu" der.
Suyûtî
ise: "Bu müteşâbihattandır, mânâsı bilinmez. Nitekim lügatte büyük imam
el-Esmaî bu kelimenin tefsiri söz konusu olunca tevakkuf etmiş ve: "Kalb,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan başkasının kalbi olsaydı, üzerine
konuşurdum" demiştir.
Bâzıları:
"Bu, insanın içinde kalbe gelen bâzı seslerdir" demiş; keza:
"Bu, kalbi bürüyen sekîne'dir. İstiğfar ise, Allah'a ubûdiyet izhâr etmek,
daha iyisi için de şükretmek içindir" diyen de olmuştur. Keza: "Bu,
haşyet ve ta'zim hâlidir, istiğfar da şükürdür" dahi denmiştir. Bu görüşten
hareket eden Muhâsibî, "Allah'a olanların havfı, iclâl ve ta'zim
havfıdır" demiştir. Şahâbettin Sühreverdî, bu noktada daha ileri bir görüş
beyân eder: "Hadisteki ğayn'ın naks halinde olduğu îtikat edilmemeli,
bilakis o kemâldir veya kemâlin tetimmesi (tamamlayıcısı)dır. Tıpkı gözkapağı
gibi: Göze gelen çöpü atmak üzere onu bir an için kopar. Bu, zâhirde görmeyi
önlerse de hakikatte görmeye kemâl getirir..."
Sindî
de şunu söylemiştir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın kalbi
gözönüne alınınca bu ifâdenin hakîkati bilinemez, zîra, Efendimiz'in
(alehissalâtu vesselâm) kadri, başkasına ârız olan evhamların ulaşamayacağı
kadar yüce idi. Öyleyse bu çeşit hadislerde tefvîz (kastedilen mânâyı Allah'a
bırakmak) en güzel yoldur. Evet, hadisten maksûd olan miktar açıktır:
Aleyhissalâtu vesselâm'a O'nu istiğfar etmeye dâvet eden bir hâlet hasıl
olmaktadır. O da bunun üzerine, hergün yüz kere istiğfar etmekteydi. Bunun
dışında ne olup bitiyordu Allah bilir.
Görüldüğü
gibi İslam ulemâsı Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) karşısında son derece
saygılı olmuş, yanlış anlaşılmaya müncer olacak, O'na olan ta'zim ve hürmeti
kıracak tekavvül ve yorumdan kaçınmıştır.[232]
ـ9ـ وفي
رواية لمسلم:
]تُوبُوا إلَى
رَبِّكُمْ
فَوَاللّهِ
إنِّى ‘َتُوبُ
إلَى رَبِّى
تَبَارَكَ
وتَعالَى في
اليَوْمِ
مِائَةَ
مَرَّةٍ[ .
9. (1888)- Yine Eğarru'l-Müzenî,
Müslim'in bir rivâyetinde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şöyle dediğini
nakletmiştir: "Ey insanlar! Rabbinize tevbe edin. Allah'a kasem olsun ben
Rabbim Tebârek ve Teâlâ hazretlerine günde yüz kere tevbe ederim."
[Müslim, Zikr 42, (2702).][233]
ـ10ـ
وللبخارى
والترمذي عن
أبى هريرة
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهُ قال:
]سَمِعْتُ
رسُولَ
اللّهِ # يَقُول:
وَاللّهِ
إنِّى
‘سْتَغْفِرُ
اللّهَ وَأتُوبُ
إلَيْهِ في
الْيَوْمِ
سَبْعِينَ مَرَّةً[.
»لَيُغَانُ«
أى يغطى
ويغشى،
والمراد به
السهو .
10. (1889)- Buhârî ve Tirmizî'de gelen
bir rivâyette Hz.Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) diyor ki: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ı işittim, demişti ki: "Allah'a kasem olsun, ben
günde Allah'a yetmiş kere istiğfar ediyorum, tevbede bulunuyorum."
[Buhârî, Daavât 3; Tirmizî, Tefsir, Muhammed, (3255).][234]
AÇIKLAMA:
1-
Tevbe ve istiğfar, günahların affını teleb etmek maksadına râci bir ibâdettir.
Öyle ise öncelikle günahkâr olanların, hataya düşenlerin bunlara başvurması
gerekir. Halbuki Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Fetih sûresinin başında
belirtildiği üzere geçmiş ve gelecek bütün günahları affedilmiştir. Buna rağmen
Resûlullah günde yetmiş sefer -bazı rivâyetlerde yüz sefer- tevbe ediyor, bu
mesele birkaç açıdan cevaplandırılmıştır:
1)
Önceki hadiste ğayn, yâni Hz. Peygamber'in kalbine gelen setr'in mâhiyetiyle
ilgili açıklama, Hz. Peygamber'in istiğfarının mahiyetini açıklamaktadır, oraya
bir kere daha bakılabilir.
2)
İbnu'l-Cevzî şöyle der: "İnsan tabiatı bir kısım zellelere mâruzdur,
hiçbir insan bundan hâriç değildir. Peygamberler büyük günâhlara karşı mâsum
(korunmuş) iseler de küçük günâhlara karşı mâsum değildirler."
İbnu'l-Cevzî bu sözüyle Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den küçük
günahlar sâdır olabileceğini, istiğfarının bunlarla ilgili olacağını söylemek
isterse de, bu görüşüyle Cumhur'a muhalefet eder. Önceki hadisin açıklamasında
da kaydedildiği üzere Resûlullah'ın istiğfarının günahla ilgisi olamaz.
İbnu'l-Cevzî muhtar görüşe ters düşer.
3)
İbnu Battâl der ki: "Peygamberler Allah'ın kendilerine bahşettiği
mârifet sebebiyle, ibâdet vazîfesini
îfâda insanların en çok gayret gösterenleridir. Allah'a şükürde ve kusurlarını
îtirafta en başta gelirler." Burada denmek istenen şudur: İstiğfar, Allah
Teâlâ'ya karşı eda edilmesi gereken vazifedeki kusur için yapılır. Bu kusurun
da, bir kısım mübah işlerle meşguliyet sebebiyle meydana gelmesi ihtimalden
uzak değildir. Sözgelimi yemek, içmek, cima, uyku, istirahat, insanlarla
karşılaşma, onların meseleleriyle meşgûliyet, bâzan düşmanlarla savaş, bazan
onları idare etmek, kalpleri kazanılacak olanlarla ilgilenmek gibi Allah'ın
zikrine ve O'na tazarruda bulunup, müşâhade ve murakabesi ile meşgul olmaya
perde çeken bu hallerin hepsini Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in yüce
makam olan Cenâb-ı Hakk'ın huzur makamına nisbetle günah addetmiş olması
mümkündür.
4)
Bazı âlimler şöyle demiştir: "Resûlullah, ümmetine günahlarından istiğfar
etmeyi teşrî etmek maksadıyla istiğfarda bulunmuştur. Bu, ümmet için bir nevi
şefaattir.
2-
Hadisteki kasem'e gelince: Arap dilinin kendine has örfünde kasem, anlatılanı
te'kid etmek maksadıyla başvurulan bir üslubtur. Yemine her seferinde muhatabın
şüphesini izâle için yer verilmez. Muhatab hemen inansa da konuşan kimse yemin
edebilir. Nitekim Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ifâde buyurduklarının
doğruluğundan şüpheye düşecek tek muhatabın varlığı mevzubahis değildir.
3-
Resûlullah hangi kelimelerle istiğfarda ve tevbede bulunuyordu? diye bir
soruyu, İbnu Hacer: "Estağfirullah ve etûbu ileyh" şekinde -rivâyette
geldiği üzere- olma ihtimalini te'yidden sonra, Nesâî'de gelen bir rivâyette
geçtiği üzere başka şekilde olabileceğini de belirtir.
İbnu
Ömer (radıyallâhu anhümâ) der ki: "Ben Resulullah (aleyhissalatu
vesselam)'ın bir meclisten kalkmazdan önce yüz kere: اَسْتَغْفِرُاللّهَ
الَّذِى َ
إِلَهَ اَِّ
هُوَ
الْحَىُّ
الْقَيُّومُ
وَاَتُوبُ
إِلَيْهِ "Kendisinden başka ilah bulunmayan, hayy
ve kayyûm olan Allah'tan af diliyorum, O'na tevbe ediyorum" dediğini
işittim."İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) bir başka rivâyette, "Biz
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bir mecliste yüz kere: رَبِّ
اغْفِرْلِى
وَتُبْ
عَلَىَّ إِنَّكَ
اَنْتَ
التَّوَّابُ
اْلغَفُورُ "Rabbim beni mağfiret et, affeyle, sen affedici,
bağışlayıcısın" dediğini saydık" der. Sadedinde olduğumuz hadiste,
"yetmiş kere" tevbe ve istiğfar edildiğinin zikredilmiş olmasını, bir
başka hadiste ise "yetmiş kereden fazla" tâbirinin yer almasını
nazar-ı dikkate alan İbnu Hacer şöyle hükme bağlar: "(Bu ifâdelerde
Resûlullah'ın) mübâlağa kasdetmiş olması da, aynı rakamı kasdetmiş olması da
muhtemeldir."[235]
ـ11ـ وعن
أسماء بن
الحكم
الفزارى
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهُ قال:
]سَمِعْتُ
عَلِيّاً
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهُ
يَقُولُ:
كُنْتُ إذَا
سَمِعْتُ حَدِيثاً
مِنْ رسُولِ
اللّهِ #
نَفَعَنِى
اللّهُ تَعَالَى
بِمَا شَاءَ
أنْ
يَنْفَعَنِى
مِنْهُ،
وَإذَا
حَدَّثَنِى
رَجُلٌ
عَنْهُ اسْتَحْلَفْتُهُ،
فَإذَا
حَلَفَ لِى
صَدَّقْتُهُ،
وَإنَّهُ
حَدَّثَنِى
أبُو بَكْرٍ
الصِّدِّيقُ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ،
وَصَدَقَ أبُو
بَكْر قَالَ:
سَمِعْتُ
رسُولَ
اللّهِ # يَقُولُ:
مَا مِنْ
رَجُلٍ
يُذْنِبُ
ذَنْباً،
ثُمَّ يَقُولُ
فَيَتَطَهَّرُ
وَيُصَلِّى
رَكْعَتَيْنِ،
ثُمَّ
يَسْتَغْفِرُ
اللّهَ
تَعَالى إّ غَفَرَ
لَهُ، ثُمَّ
قَرَأَ:
وَالَّذِينَ
إذَا
فَعَلُوا
فَاحِشَةً
أوْ ظَلَمُوا
أنْفُسَهُمْ
ذََكَرُوا
اللّهَ
فَاسْتَغْفَرُوا
لِذُنُوبِهِمْ.
اŒية[. أخرجه
أبو داود
والترمذي.
11. (1890)- Esmâ İbnu'l-Hakem el-Fezârî
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Hazreti Ali'yi dinledim, şöyle demişti:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan bir hadis dinledim mi, Allah
Tealâ hazretlerinin faydalanmamı dilediği kadar ondan istifade ediyordum. Şayet
bir adam O'ndan hadis rivâyet edecek olsa (gerçekten duydun mu diye) yemin
ettiriyordum. Yemin edince onu tasdik edip rivâyetini kabûl ediyordum."
Hz.
Ebû Bekri's-Sıddik (radıyallâhu anh) bana şu hadisi rivâyet etti ve bu
rivâyetinde Ebû Bekir doğru söyledi: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ı dinledim, demişti ki: "Günah işleyip arkasından kalkıp abdest
alarak iki rek'at namaz kılan sonra da Allah Teâla hazretlerine tevbe eden her
insan mutlaka mağfiret olunur." Sonra da şu âyeti okudu. (Meâlen):
"Onlar fena bir şey yaptıklarında veya kendilerine zulmettiklerinde
Allah'ı zikrederler, günahlarının bağışlanmasını dilerler. Günahları Allah'tan
başka bağışlayan kim vardır? (Âl-i İmrân 135). [Tirmizî, Tefsîr Âl-i İmran, (3009);
Ebû Dâvud, Salât 361, (1521) İbnu Mâce, İkâmetu's-Salât 193, (1395).][236]
AÇIKLAMA:
Resûlullah'ın
vefatından sonra Ashâb (radıyallâhu anhüm) hadis rivâyeti hususunda çok titiz
davranıyordu. Hz. Ömer ve Hz. Ebû Bekir, sonradan işittikleri bir hadis husûsunda
içlerinde bir tereddüt olursa şâhid isterlerdi. Keza Hz. Ali de böyle bir durumda muhatabına yemin
ettirirdi. İşte sadedinde olduğumuz rivâyet, Hz. Ali'nin bu prensibini kendi
ağzından nakletmektedir.
Ashab'ın
ileri gelenlerinin bu davranışı, hadis rivâyetinde herkesin kendini serbest
hissederek rastgele, hatalı, ziyâde ve noksanlı olarak rivâyette bulunmalarını
önlemeye râci idi, birbirlerini itham gayesi gütmüyordu. İlgili açıklama son
ciltlerde genişçe ele alınacaktır.(kitapta böyle bir cümle yok)
İlgili
açıklamaya bakılmalıdır (1, 58-60).
ـ12ـ وعن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]قالَ
رسولُ اللّهِ
# مَنْ قَالَ: َ
إلَهَ إَّ اللّهُ،
وَحْدَهُ َ
شَرِيكَ
لَهُ، لَهُ
المُلْكُ،
وَلَهُ
الحَمْدُ،
وَهُوَ عَلَى
كُلِّ شَئٍ
قَدِيرٌ في
يَوْمٍ
مِائَةَ
مَرَّةٍ،
كَانَتْ لَهُ
عِدْلَ
عَشْرِ
رِقَابٍ، وَكُتِبَتْ
لَهُ مِائَةُ
حَسَنَةٍ،
وَمُحِيَتْ
عَنْهُ
مِائَةُ
سَيِّئَةٍ،
وََكَانَتْ
لَهُ حِرْزاً
مِنَ
الشَيْطَانِ
يَوْمَهُ
ذلِكَ حَتَّى
يُمْسى،
وَلَمْ يَأتِ
أحَدٌ بِأفْضَلَ
مِمَّا جَاءَ
بِهِ إَّ
رَجُلٌ عَمِلَ
أكْثَرَ مِنْهُ،
وَمَنْ قَالَ:
سُبْحَانَ
اللّهِ
وَبِحَمْدِهِ
في يَوْمٍ مِائَةَ
مَرَّةٍ
حُطَّتْ
خَطَايَاهُ،
وَإنْ
كَانَتْ
مِثْلَ
زَبَدِ
الْبَحْرِ[.
أخرجه الثثة
والترمذي .
12. (1891)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Kim: "Lâ ilâhe illallâhu vahdehu lâşerîke leh, lehu'l mülkü ve
lehu'lhamdü ve hüve alâ külli şey'in kadîr" duasını bir günde yüz kere
söylerse, kendisine on köle âzad etmiş gibi sevab verilir, ayrıca lehine yüz
sevab yazılır ve yüz günahı da silinir. Bu, ayrıca üç gün akşama kadar onu
şeytana karşı muhafaza eder. Bundan daha fazlasını okumayan hiçbir kimse, o
adamınkinden daha efdal bir amel de getiremez. Kim de bir günde yüz kere
"Sübhânallahi ve bihamdihi" derse hataları dökülür, hatta denizin
köpüğü kadar (çok) olsa bile." [Buhârî, Daavât 54, Bed'ü'l-Halk 11;
Müslim, Zikr 28, (2691); Muvatta, Kur'ân 20, (1, 209); Tirmizî, Daavât 61,
(3464).][237]
AÇIKLAMA:
1- Bu dua, bir rivâyette: يُحْيِى
وَيُمِيتُ (hayat verir ve ölüm verir), bir başka
rivâyette de, بِيَدِهِ
اْلخَيْرُ (hayırlar O'nun elinde) ziyâdesiyle gelmiştir.
2- Bu duanın ne zaman okunacağı
rivayetten rivâyete sarahat kazanır. Birinde "günde" diye mutlak
iken, bir diğerinde "sabah olunca", bir diğerinde "sabah
namazından sonra, konuşmazdan önce on defa" diye kayıtlanmıştır.[238]
ـ13ـ وعن عمر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قالَ رسولُ
اللّهِ #: مَنْ
دَخَلَ
السُّوقَ،
فقَالَ: َ
إلَهَ إَّ
اللّهُ
وَحْدَهُ َ
شَرِيكَ لَهُ،
لَهُ
المُلْكُ،
وَلَهُ
الحَمْدُ
يُحْيِى وَيُمِيتُ،
وَهُوَ حَىٌّ
َ يَمُوتُ
بِيَدِهِ
الخَيْرِ،
وَهُوَ عَلَى
كُلِّ شَئٍ
قَدِيرٌ.
كَتَبَ
اللّهُ لَهُ
ألْفَ ألْفَ
حَسَنَةٍ،
وَمَحَا
عَنْهُ ألْفَ
ألْفَ سَيِّئَةٍ،
وَرَفَعَ
لَهُ ألْفَ
ألْفَ دَرَجَةٍ[.
وفي رواية:
]عِوَضَ
الثَّالِثَةِ،
وَبَنَى لَهُ
بَيْتاً في
الجَنّةِ[.
أخرجه الترمذي
.
13. (1892)- Hz. Ömer (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim
çarşıya girince Lâ ilâhe illallâhu vahdehu lâ şerîke leh, lehü'lmülkü ve
lehü'lhamdü yuhyî ve yümîtü ve hüve hayyün lâ yemûtü biyedihi'lhayr ve hüve alâ
külli şey'in kadîr. (Allah'tan başka ilah yoktur, tekdir, ortağı yoktur, mülk
ve hamd ona aittir. Hayatı o verir, ölümü de o verir. Kendisi hayattârdır,
ölümsüzdür. Hayırlar O'nun elindedir. O her şeye kâdirdir) duasını okursa Allah
ona bir milyon sevab yazar, bir milyon da günah affeder ve mertebesini bir
milyon derece yüceltir."
Bir
rivâyette, üçüncü mükâfaata bedel, "Onun için cennette bir köşk
yapar" denmiştir." [Tirmizî, Daavât 36, (3424).][239]
AÇIKLAMA:
1-
Tîbî'nin açıklamasına göre çarşı, pazar gibi alış veriş yapılan yerler,
hadislerde zikrullaha karşı en ziyâde gaflet edilen mahaller olarak ifâde
edilmiştir. Buralar, bir başka ifâde ile şeytanın saltanat mevzii ve
askerlerinin toplanma yerleridir. Öyle ise burada zikir, şeytanla savaş, onun
askerlerini hezîmete uğratmak demektir. Resûlullah sadedinde olduğumuz hadiste,
şeytana karşı bu savaşı veren kimsenin Allah indinde mazhar olacağı mükâfaatı
belirtmektedir. Kişi, sevabını düşünerek, çarşıya daha girmeden bu duayı
okursa, oranın kesif gafletine karşı tedbirini almış, zikrini, şuurunu
hazırlamış olur, gaflete düşmez.
2-
Duanın nasıl okunacağı mutlak gelmiştir. Dileyen sesli okur, dileyen sessiz.
Tîbî der ki: "Kim çarşıda Allah'ı zikrederse, haklarında Cenâb-ı Hakk'ın:
"Bunları ne ticâret ve ne de alışveriş, Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan,
zekât vermekten alıkoyar. Bunlar gönüllerin ve gözlerin döneceği günden
korkarlar" (Nur 37) buyurduğu zümreye dâhil olurlar."[240]
ـ14ـ وعن
جويرية زوج
النبي #
رَضِيَ
اللّهُ عَنْها:
]أنَّ رسوُلَ
اللّهِ #
خَرَجَ مِنْ
عِنْدهَا
بُكْرَةً
حِينَ صَلّى
الصُّبْحَ،
وَهِىَ في
مَسْجِدِهَا،
ثُمَّ رَجَعَ
بَعْدَ أنْ
أضْحَى
وَهِىَ
جالِسَةٌ،
فقَالَ: مَازِلْتِ
عَلى الحَالِ
الَّتِى
فاَرَقْتُكِ
عَلَيْهَا؟
قَالَتْ
نَعَمْ.
قاَلَ: لَقَدْ
قُلْتُ
بَعْدَكِ
أرْبَعَ
كَلِمَاتٍ
ثََثَ
مَرَّاتٍ لَوْ
وُزِنَتْ
بِمَا قُلْتِ
مُنْذُ
الْيَوْمِ
لَوَزَنَتْهُنَّ:
سُبْحَانَ
اللّهِ وَبِحَمْدِهِ
عَدَدَ
خَلْقِهِ،
وَرِضَى نَفْسِهِ،
وَزِنَةَ
عَرْشِهِ،
وَمِدَادَ
كَلِمَاتِهِ[.
أخرجه الخمسة
إ
البخارى.وقوله
»زَنَة
عَرْشِهِ« أى
بوزن عرشه في
عظم
قدره.و»مِدَادَ
كَلِمَاتِهِ«
أى مثلها
وعددها، وقيل
المداد: مصدر
كالمدّ.
14. (1893)- Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın zevcelerinden Cüveyriyye (radıyallâhu anhâ)'nin anlattığına göre,
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) efendimiz bir gün sabah namazını
kılınca, daha kendisi namazgâhında iken, erkenden yanından çıkmış, gitmiş,
kuşluktan sonra Cüveyriyye (aynı yerinde zikrederek) otururken geri gelmiş ve:
"Bırakıp gittiğim halde duruyorsun (hiç yerinden kımıldamadın
galiba?)" diye sormuştur. "Evet" cevabı üzerine şunu söylemiştir:
"Ben senden ayrıldıktan sonra dört kelime(lik bir dua)yı üç kere okudum.
Eğer bunlardan hâsıl olan sevab tartılacak olsa, senin burada sabahtan beri
okuduğun duaların sevabının ağırlığına denk olur. O dua şudur:
"Sübhânallahi ve bihamdihi adede halkıhî ve rıdâ nefsihî ve zinete arşihî
ve midâde kelimâtihî. (Allah'ı mahlukatı sayısınca, nefsinin rızasınca, arşının
ağırlığınca, kelimelerinin adedince tesbih (noksanlıklardan tenzih)
ederim." [Müslim, Zikr 79, (2726); Tirmizî, Daavât 117, (3550); Ebû Dâvud,
Salât 359, (1503); Nesâî, Sehv, 93, (4, 77).][241]
AÇIKLAMA:
1-
Bu rivâyetin Tirmizî'deki vechine göre Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Hz.
Cüveyriyye (radıyallâhu anhâ)'nın yanına bir sabah namazı sırasında uğrar, bir
de gün ortasında uğrar. Cüveyriyye'yi aynı yerde, aynı vaziyette ibâdete devam
ediyor bulunca, "sabahtan beri yapmakta olduğu zikre sevapca denk gelecek
dört kelimelik dua"yı öğretir. Bu rivâyette, dua, tekrarlar zikredilerek
kaydedilir. Yâni kelimelerin her biri üçer kere tekrar edilir:
"Sübhânallahi adede halkıhî, sübhânallahi adede halkıhî, sübhânallahi
adede halkıhî..." Ondan sonra diğer kimeler aynı şekilde üçer kere tekrar
edilir.
2-
Midâd meded gibi mastardır, hadiste çoğaltan, artıran şey demektir. Bâzı
şârihler, sayıda, adetde misli olarak anlamış; bazısı da sevab husûsunda misli,
dengi olarak anlamıştır. Her hâl u kârda bu bir temsîl olup mukâyese
kastedilmemiştir. Zîra kelâm tartıya, kileye gelmez, adede girebilir.
3-Sadedinde
olduğumuz hadis, bu çeşit özlü kelimelerle zikretmenin faziletini ifâde
etmektedir. Kişi, belirtilen miktarda bu kelimeleri tekrar etmekle söylenen
fazîlete ulaşacaktır. Hadis, mânevî mertebelere ulaşmak için, mutlaka nefsi
meşekkate sokmak gerekmediğini göstermekte, az bir meşakkatle, çok meşakkatlerle
elde edilene denk bir sevabın elde edilebileceğini göstermekte, Kur'an ve
hadiste gelen me'sur dualarla zikretmenin daha avantajlı olacağına dikkat
çekmektedir.[242]
ـ15ـ وعن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]قالَ
رسولُ اللّهِ
#:
كَلِمَتَانِ
خَفِيفَتَانِ
عَلَى
اللِّسَانِ.
ثَقِيلَتَانِ
في المِيزَانِ.
حَبِيبَتَانِ
إلى
الرَّحْمنِ:
سُبْحَانَ
اللّهِ
وَبِحَمْدِهِ.
سُبْحَانَ
اللّه
العَظِيمِ[. أخرجه
الشيخان
والترمذي .
15. (1894)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselam) buyurdular ki:
"İki kelime vardır, bunlar dile hafif, terazide ağır, Rahmân'a da
sevgilidirler: Sübhânallahi ve bihamdihi, Sübhânallâhi'l-azîm (Allahım seni
hamdinle tesbih ederim, yüce Allahım seni tenzih ederim) kelimeleridir."
[Buhârî, Daavât 65, Eymân 19, Tevhîd 58; Müslim, Zikr 31, (2694); Tirmizî,
Daavât 61, (3463).][243]
AÇIKLAMA:
1-
Hafiflik'ten murad kolaylıktır. Yani dille söyleme bakımından kolay demektir.
Bu kolaylıktan da murad, duanın kısalığıdır.
Ağırlıktan
murad ise, hakikî ağırlık olmalıdır. Kıyâmet günü terazinin hayır kefesinde yer
alınca ağır basacak demektir. Âlimlerin açıklamalarına göre ameller, tartı
sırasında tecessüm edip, maddî bir hüviyet kazanacak, bazısı bazısından ağır
olacak. Dünyada bile hacimce eşit olan maddelerin ağırlığı birinden diğerine
büyük farklılıklar arzeder. Sadedinde olduğumuz hadis zikir ve duaya mahsus
elfâzın da, ifâde ettikleri muhtevaya göre birbirinden farklı ağırlıklarda
olacağını haber vermektedir.
Ancak
şunu da belirtelim ki, ulema bu ve benzeri rivâyetlerde dikkat çekilen
fazîletin mutlak olmadığın söylemiştir. İbnu Battâl'ın kaydına göre, "Bu
kelimelerdeki fazîlet, diyânetteki kavî, büyük cürümlerden temiz olan kimselere
hastır. Şehevât ve nefsânî hevasâtın peşinde koşan, haramları işlemek sûretiyle
dini kıran kimseler bu fazîletten istifâde edemezler, o istifâdeyi sağlayan
fâzıl temizlere dâhil olamazlar. Nitekim âyet-i kerimede: "Yoksa kötülük işleyen kimseler,
sağlıklarında ve ölümlerinde
kendilerini, inanıp sâlih amellerde bulunan kimselerle bir tutacağımızı
mı sandılar? Ne kötü hükmediyorlar?" (Câsiye 21) buyurmuştur.
2-
Sadedinde olduğumuz hadiste, mezkûr "iki kelime"yi devamlı surette
okumaya teşvik vardır. Çünkü, bütün teklifler nefse ağır ve zor gelir. Bu ise
kolaydır, kolaylığına rağmen mîzanda ağırdır, tıpkı meşakkatli ameller gibi...
Öyle ise bunda ihmal uygun olmaz.
3-
Mezkûr iki kelimenin Allah'a sevgili olması, onları okuyanların sevgili olması
demektir. Allah'ın kula muhabbeti, ona hayrın ulaşması hususundaki irâdesini ve
tekrîmini ifâde eder.
Bu
iki kelimenin fazîletini belirtme esnasında Cenâb-ı Hakk'ın güzel isimleri
(el-Esmâu'l-Hüsnâ) meyanında Rahmân isminin zikri de bir teşvik unsurudur.
Böylece,
az amele çok sevap vermesi sebebiyle Allah'ın rahmetinin genişliğine dikkat
çekilmiş olmaktadır.
Bu
kelimelerin fazîleti, tenzîh, tahmîd ve ta’zim ihtiva etmeledinden ileri gelir.
Bilindiği üzere, İslâm’ın Allah telâkkisi bu üç manâda ifadesini bulur.
Namazın her tarafında bu üç mânâ tekrar
edilir, namazdan sonra bunlar tesbihât adı altında 33’er kere tekrar edilerek
te’yid edilirler. Kitaptan yazıldı.
4-
Âlimler bu hadiste dikkati çeken ses âhenginden -ki secî denir- hareket ederek:
"Tekellüfe yer vermeksizin, kendiliğinden husûle gelen secî'nin câiz
olduğu hükmüne varırlar. Bu noktanın bilhassa medâr-ı bahs edilişi, bazı
hadislerde secî'nin yasaklanmış olması sebebiyledir. Şu halde yasağın illeti,
tekellüf dediğimiz yapmacıklık ve zorlamadır, secînin kendisi değil.
5-
Son olarak, mânaya müteallik bir noktayı belirtelim: "Sübhânallâhi ve
bihamdihi kelimesini, "Allahım seni hamdinle tesbîh ederim" diye
tercüme ettik. Şârihler buradaki vav harfini hâl olarak alıp mânayı şöyle
takdir etmişlerdir: اُسَبِّحُ
اللّهَ
مُتَلَبِّسًا
بِحَمْدِى
لَهُ ِ‘َجْلِ
تَوْفِيقِهِ "Allah'ı, bana olan yardımı sebebiyle
O'na olan hamdime bürünerek tesbîh ediyorum." Bu geniş mânayı,
"Allah'ım, seni hamdinle tesbîh ediyorum" şeklinde daha vecîz şekilde
ifâde ettik, ancak, kaydedilen mahiyetin bilinmesi de faydalıdır.[244]
ـ16ـ وعنه
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قالَ رسولُ
اللّهِ #
أكْثِرُوا
مِنْ قَوْلِ َ
حَوْلَ وََ
قُوَّةَ إّ
بِاللّهِ،
فَإنَّهَا
كَنْزٌ مِنْ
كُنُوزِ
الجَنَّةِ[.قال
مكحول:
]فَمَنْ
قَالَهَا ثُمَّ
قَالَ: َ
مَنْجَا مِنَ
اللّهِ إَّ
إلَيْهِ،
كَشَفَ
اللّهُ عنْهُ
سَبْعِينَ
بَاباً مِنَ
الضُّرِّ
أدْنَاهَا
الْفَقْرُ[.
أخرجه الترمذي
.
16. (1895)- Yine Ebû Hüreyre hazretleri
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Lâ havle ve lâ kuvvete illa billah. (Güç de kuvvet de
ancak Allah'tandır) sözünü çok tekrar edin."
Mekhûl
dedi ki: "Kim bunu der ve sonra da: "Allah (ın gazabın) dan ancak O
(nun rahmeti)'na iltica etmekle kurtuluşa erilebilir" derse, Allah ondan
yetmiş çeşit zararı kaldırır ki bunların en hafifi fakirliktir." [Tirmizî,
Daavât 141, (3596).][245]
AÇIKLAMA:
1-
Havl, en-Nihâye'de açıklandığı üzere, hareket demektir. Ancak hile (çâre)
mânâsına geldiği de belirtilmiştir. Hareket mânâsı esas olmakla berâber,
Münâvî'nin de kaydettiği üzere, "hareket de, hîle de Allah'ın meşîeti
iledir" şeklinde iki mânâyı birlikte mütâlaa etmek de uygun bulunmuştur.
Kelimenin mânasındaki şümûlü kavramada, bu kökten gelen bazı kelimelerin
kullanılışını bilmek faydalı olur: Muhâvele, bir şeyi hile ile taleb etmek;
istihâle, bir halden başka bir hale geçmek; tahavvül, değişme geçirmek, vs....
Hepsinde güç isteyen bir hareket, bir yer değiştirme görülmektedir. Şu halde bu
cümle, "şu veya bu şey", "şu veya bu iş... için" demeksizin
hareket, tekâmül, güç, kuvvet gerektiren, her hâlimizde, her işimizde, her
hayrımızda muhtaç olduğumuz güç ve kuvvetin Allah'tan geldiğini ifade eder.
Bu
cümlenin, insanın yokluktan çıkıp kâmil bir mü'min oluncaya kadar geçirdiği
bütün etvâr ve ahvâline baktığı kanaatinde olan Bediüzzaman bu ahvallerden
bâzılarını şöyle kaydeder:"
1-
Ademden çıkıp vücuda gelmek (için gerekli havl ve kuvvet Allah'tandır.)
2-
Zevâle gitmeyip bekâda kalmak (için gerekli havl ve kuvvet Allah'tandır.)
3-Mazarratı
def, menfaati celb (için gerekli havl ve kuvvet Allah'tandır.)
4-Musibetten
uzak olup matluba nail olmak (için gerekli havl ve kuvvet Allah'tandır.)
5-Mâsiyete
düşmemek, ibâdete devam etmek (için gerekli havl ve kuvvet Allah'tandır.)
6-Azâba
maruz kalmamak, nimete mazhar olmak (için gerekli havl ve kuvvet Allah'tandır.)
7-Zulmete
düşmemek, nur ile tenevvür etmek (için gerekli havl ve kuvvet Allah'tandır.)"
Bu
mânâları tefekkür ederek söylenen bu zikirlerin insan düşüncesinde hâsıl
edeceği tevhîd ve ihlâs gözönüne alınınca, "Lâ havle velâ kuvvete"
cümlesinin kıymeti husûsunda Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın beyan
buyurdukları ifâdede zerre kadar mübâlağa olmadığı anlaşılır.[246]
ـ1ـ عن أبى
مسعود البدرى
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهُ
قال: ]أتَانَا
رسولُ اللّهِ
# وَنَحْنُ في
مَجْلِسِ
سَعْدِ بْنِ
عُبَادَةَ،
فقَالَ لَهُ
بَشِيرُ بْنُ
سَعْدٍ:
أمَرَنَا
اللّهُ تَعَالَى
أنْ نُصَلِّىَ
عَلَيْكَ يَا
رسولَ
اللّهِ،
فَكَيْفَ
نُصَلِّى
عَلَيْكَ؟
قَالَ
قُولُوا: اَللَّهُمَّ
صَلِّ عَلَى
مُحَمَّدٍ،
وَعَلى آلِ
مُحَمَّدٍ،
كَمَا
صَلَّيْتَ
عَلى إبْرَاهِيمَ،
وَبَارِكْ
عَلَى
مُحَمَّدٍ،
وَعَلى آلِ
مُحَمَّدٍ،
كَمَا
بَارَكْتَ
عَلَى آلِ
اِبْرَاهِيمَ
إنَّكَ
حَمِيدٌ
مَجِيدٌ،
وَالسََّمُ
كَمَا قَدْ
عَلِمْتُمْ[.
أخرجه الستة
إّ البخارىوللستة
إّ الترمذي،
عن أبى حميد
الساعدى رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قَالُوا
يَارَسُولَ اللّهِ
كَيْفَ
نُصَلِّى
عَلَيْكَ؟
قاَلَ قُولُوا:
اَللَّهُمَّ
صَلِّ عَلَى
مُحَمَّدٍ،
وَعَلى أزْوَاجِهِ
وَذُرِّيَّتِهِ،
كَمَا صَلَّيْتَ
عَلَى
إبْرَاهِيمَ،
وَبَارِكْ
عَلَى مُحَمَّدٍ
وَعَلَى
أزوَاجِهِ
وَذرِّيِّتِهِ،
كَمَا
بَارَكْتَ
عَلَى
إبْرَاهِيمَ
إنَّكَ
حَمِيدٌ
مَجِيدٌ[.وَللخمسة
عن كعب بن عجرة
قال: ]خَرَجَ
عَلَيْنَا
رسولُ اللّهِ
# فَقُلْنَا
يَا رَسُولَ
اللّهِ: قَدْ
عَلِمْنَا
كَيْفَ نُسَلِّمُ
عَلَيْكَ،
فَكَيْفَ
نُصَلِّى
عَلَيْكَ؟
قَالَ
قُولُوا:
اَللَّهُمَّ
صَلِّ عَلَى
مُحَمَّدٍ،
وَعَلى آلِ
مُحَمَّدٍ،
كَمَا
صَلَّيْتَ
عَلَى
إبْرَاهِىمَ
إنَّكَ حَمِيدٌ
مَجِيدٌ،
اَللَّهُمَّ
بَارِكْ عَلى
مُحَمَّدٍ
وَعَلى آلِ
مُحَمَّدٍ،
كَمَا
بَارَكْتَ
عَلَى آلِ إبْرَاهِيمَ
إنَّكَ
حَمِيدٌ
مَجِيدٌ[ .
1.
(1896)- Ebû
Mes'ud el Bedrî (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Biz Sa'd İbnu Ubâde'nin
meclisinde otururken Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yanımıza geldi.
Kendisine, Beşîr İbnu Sa'd: "Ey Allah'ın Resûlü! Bize Allah Teâla
Hazretleri, sana salât okumamızı emretti. Sana nasıl salât okuyabiliriz?"
diye sordu. Efendimiz şu cevab verdi:
"Şöyle
söyleyin:"Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âl-i Muhammed, kemâ
salleyte alâ İbrahîme ve bârik alâ Muhammedin ve alâ âl-i Muhammedin kemâ
bârekte alâ âl-i İbrahime inneke hamîdun mecîd. (Allah'ım! Muhammed'e ve
Muhammed'in âline rahmet kıl, tıpkı İbrahim'e rahmet kıldığın gibi. Muhammed'i
ve Muhammed'in âlini mübârek kıl. Tıpkı İbrahim'in âlini mübârek kıldığın
gibi." (Resulullah ilâveten şunu söyledi): "Selam da bildiğiniz gibi
olacak." [Müslim,Salât 65, (405), Kasru's-Salât 67,(1,165,166);
Tirmizî,Tefsir, Ahzâb,(3218); Ebû Dâvut, Salât 183, (980,981); Nesâî, Sehv 49,
(3, 45, 46).]
Tirmizî
dışındaki Kütüb-i Sitte kitaplarında, Ebû Humeyd es-Sâidî (radıyallâhu anh)'den
gelen bir rivayet şöyle:
"Ashab
sordu: "Ey Allah'ın Resûlü sana nasıl salât okuyalım?" Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm): Şöyle söyleyin, dedi: "Allahümme salli alâ
Muhammedin ve alâ ezvâcihi ve zürriyyetihi kemâ salleyte alâ İbrâhime ve bârik
alâ Muhammedin ve alâ ezvâcihi ve zürriyyetihi kemâ bârekte alâ İbrâhime inneke
hamîdun mecîd.(Allahım! Muhammed'e zevcelerine ve zürriyetine rahmet kıl, tıpkı
İbrahim'e rahmet kıldığın gibi. Muhammed'i, zevcelerini ve zürriyetini mübârek
kıl, tıpkı İbrahim'i mübarek kıldığın gibi. Sen övülmeye layıksın, şerefi
yücesin)." [Buhârî, Daavât 33, Enbiya 8; Müslim, Salât 69, (407); Muvatta,
Kasru's-Salât 66, (1, 165); Ebû Dâvut, Salât, 183, (979); Nesâî, Sehv 54, (3,
49).]
Ka'b
İbnu Ucre'den gelen bir rivâyet de şöyle:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yanımıza gelmişti: "Ey
Allah'ın Resûlü, dedik, sana nasıl selam vereceğimizi öğrendik. Ama, sana nasıl
salât okuyacağız (bilmiyoruz)? " "Şöyle söyleyin! dedi:
"Allahümme
salli alâ Muhammed'in ve alâ âl-i Muhammedin kemâ salleyte alâ İbrahîme inneke
hamîdun mecîd. Allahümme bârik alâ Muhammedin ve alâ âl-i Muhammed, kemâ
bârekte alâ âli İbrâhîme inneke hamîdun mecîd." [Buhârî, Daavât 33: Müslim,
Salât 66, (406); Ebû Dâvud, Salât 183, (976);Nesâî, Sehv 51, (3, 47); Tirmizî
Vitr,20, (483).][247]
ـ2ـ وعن أنس
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قالَ رَسُولُ
اللّهِ #: مَنْ
صَلَّى
عَلَىَّ
صََةً وَاحِدَةً
صَلَّى
اللّهُ
عَلَيْهِ
عَشْرَ صََلَوَاتٍ،
وَحُطَّتْ
عَنْهُ
عَشْرُ
خَطِيئَاتٍ،
وَرُفِعَتْ
لَهُ
عَشْرُ
دَرَجَاتٍ[.
أخرجه
النسائى.وله
في أخرى عن
أبى طلحة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ:
]جَاءَ # ذَاتَ
يَوْمٍ
وَالبِشْرُ
في وَجْهِهِ،
فَقُلْنَا:
إنَّا نَرَى
البِشْرَ في
وَجْهِكَ؟ فقَالَ:
إنَّهُ
أتَانِى
المَلكُ،
فقَالَ يَا مُحَمَّدُ:
إنَّ رَبَّكَ
يَقُولُ أمَا
يُرْضِيكَ أنْ
َ يُصَلِّىَ
عَلَيْكَ
أحَدٌ إَّ
صَلَّيْتُ
عَلَيْهِ
عَشْراً، وََ
يُسَلِّمُ
عَلَيْكَ
أحَدٌ إَ
سَلّمْتُ
عَلَيْهِ
عَشْراً[ .
2. (1897)- Hz. Enes (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim
bana (bir kere) salât okursa Allah da ona on salât okur ve on günahını affeder,
(mertebesini) on derece yükseltir." [Nesâî, Sehv 55, (3, 50).]
Yine
Nesâî'de Ebû Talha (radıyallâhu anh)'dan gelen bir rivâyet şöyle: "Bir gün
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), yüzünde bir sevinç olduğu halde geldi.
Kendisine:
"Yüzünüzde
bir sevinç görüyoruz!" dedik.
"Bana
melek geldi ve şu müjdeyi verdi: "Ey Muhammed! Rabbin diyor ki: "Sana
salavât okuyan herkese benim on rahmette bulunmam, selâm okuyan herkese de
benim on selâm okumam sana (ikram olarak) yetmez mi?" [Nesâî, Sehv 55, (3,
50).][248]
ـ3ـ وعن ابن
مسعود رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]قال
رَسُولُ
اللّهِ #:
أوْلَى
النَّاسِ بِى
يَوْمَ
القِيَامَةِ
أكْثَرُهُمْ
عَلَىَّ صََةً[.
أخرجه
الترمذى.وله
في أخرى عن
عليّ رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قالَ رَسُولُ
اللّهِ #:
البَخِيلُ
مَنْ
ذُكِرْتُ
عِنْدَهُ فَلَمْ
يُصَلِّ
عَلَىَّ[ .
3. (1898)- İbnu Mes'ud (radıyallâhu
anh) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissâlatu vesselâm) buyurdular ki:
"Kıyamet günü bana insanların en yakını, bana en çok salavât
okuyandır." [Tirmizî, Salât 357 , (484).]
Yine
Tirmizî'de Hz. Ali (radıyallâhu anh)'den kaydedilen bir rivâyette şöyle denir:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Gerçek cimri,
yanında zikrim geçtiği halde bana salavât okumayandır. " [Tirmizî, Daavât
110, (3540).][249]
ـ4ـ وعن ابن
مسعود رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]قالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: إنَّ
للّهِ
مََئِكَةً سَيَّاحِينَ
في ا‘رْضِ
يُبَلِّغُونِى
عَنْ اُمَّتِى
السََّمَ[.
أخرجه
النسائِى .
4. (1899)- Hz. İbnu Mes'ud (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissâlatu vessalâm) buyurdular ki:
"Yeryüzünde Allah'ın seyyâh melekleri vardır. Onlar ümmetimin selâmını
(ânında) bana teblîğ ederler." [Nesâî, Sehv 46. (3, 43).][250]
AÇIKLAMA:
1- Bu bâbda yer alan dört
hadis, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e okunması gereken salât u
selâmla ilgilidir. Gereği, sevabı, okunması gereken salât u selâmın metni vs.
Biz
bu mevzu ile ilgili bâzı noktaları toptan açıklayacağız:
Hemen
şunu belirtelim ki, Resûlullah'a salât u selam okumak bizzat Rabbülâlemîn'in
emridir: "Şüphesiz ki Allah ve melekleri, Peygamber'e çok salât (ve
tekrîm) ederler. Ey iman edenler, siz de ona salât edin, tam bir teslimiyetle
de selâm verin" (Ahzâb 56).
Bu
emir bir farz mıdır, yoksa vâcib veya müstehap mı ifâde eder?
Bu
sorunun cevabında ulemâ on ayrı görüş beyan etmiştir:
1-
Taberî'ye göre "müstehabtır."
2-
İbnu'l-Kassâr'ın nakline göre "vacibtir ve bu hükümde icma
edilmiştir."
3-
Ömürde bir kere salavât okumak vacibtir. Namazda da olsa, namaz dışında da olsa
vacib yerine gelir. Tıpkı kelime-i tevhid gibi. Hanefîlerden Ebû Bekr er-Râzî,
İbnu Hazm bu görüştedir. Kurtubî de: "Ömürde bir kere de olsa salavât
okumanın vücûbunda ihtilâf yoktur. Ancak o, müekked sünnetler gibidir, onların
vacib olduğu zamanlarda o da vacibtir" der.
4-
Namazda son oturuşta, teşehhüdle namazdan çıkış selâmı arasında vacibtir. Şafiî
ve kendisine tâbi olanlar bu görüştedir.
5-
Teşehhüdde vacibtir. (Şa'bî ve İshak'ın görüşü). Teşehhüdde salât okunması,
Şâfiî ve Ahmed İbnu Hanbel'e göre farz ise de, Hanefîlere, Mâlik ve Cumhûr'a
göre sünnettir. Farz diyenlere göre, salavât terkedilecek olsa, namaz iptal
olur, yeniden kılınması gerekir. Bu görüşünden dolayı, Şâfiî tenkîd edilmiştir.
6-
Ebû Cafer el-Bâkır'ın: "Teşehhüd diye kayıtlanmaksızın namazın herhangi
bir yerinde okunması vacibtir" dediği nakledilmiştir.
7-
Ebû Bekr el-Mâlikî: "Sayı ile tahdît edilmeksizin çokça okunması
vacibtir" demiştir.
8-
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın zikri geçtikçe, hatırlandıkça
söylenmelidir" diye hükmedenler de olmuştur. Tahâvî, bir kısım
Hanefîlerle, Halîmî ve bir kısım Şâfiîler gibi Zemahşerî ve Mâlikîlerden
İbnu'l-Ârabî: "Böyle yapmak ihtiyata uygun olanıdır" demiştir.
9-
Zemahşerî'nin naklettiğine göre: "Bir mecliste Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın zikri bir çok kere geçse de bir kere salât u selâm okunması
yeterlidir, her seferinde okumak müstehabtır."
10-Yine
Zemahşerî'nin nakline göre "her dua esnasında" vacibtir.
Şu
halde ulemâ, salât u selâm okumanın vacib olduğu husûsunda ihtilâf etmemiştir.
Hangi şartlarda vâcib olduğunda ihtilâf varsa da, en uygunu Resûlullah'ın ismi
zikredildikçe okumaktır. Hutbe dinlerken, Kur'an okurken salavât getirmek vacib değildir.[251]
Râgıb'a
göre salât, lügat olarak dua, tebrîk, ta'zîm mânâlarına gelir. Dînî ıstılah
olarak dua mânasında kullanıldığı gibi ibadet mânasına da gelir. Kelime, kulun
Allah'a salâtını ifâde ediyorsa, dua, namaz, ta'zîm mânalarına gelir, ancak
Allah ve Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in insanlara salâtını ifâde
ediyorsa, bu durumda aynı kelime "tezkiye" ve "İlâhî rahmete
mazhar kılma" mânâlarına gelir. Melekler salât ediyorsa bu, dua ve
istiğfardır. Şu halde yukarıda kaydettiğimiz âyette, Allah ve meleklerin Hz.
Peygamber'e salât etmesi, meleklerin Resûlullah lehinde istiğfar etmesi,
Cenâb-ı Hakk'ın da rahmetine mazhar kılması demektir. Seyid Şerîf'e göre
"salât" Allah'tan rahmet, meleklerden istiğfar, mü'minlerden hayır
duadır. İbnu Hacer'e göre ise "salât" Allah'tan paygamberine olursa
bu, rahmetin artmasıdır, başkalarına olursa rahmet ve tezkiyedir. Mücâhid'e
göre Allah'tan salât, tevfik ve ismettir, meleklerden avn ve nusret (yardım),
ümmetten ittibâdır. Bâzı âlimler de, "Rabb'in, Peygamberine salâtı, O'nun
şerefini yüceltme ve tekrim (kıymet verme); meleklerin salâtı, onun
mükerremiyetini izhârdır; ümmetin salâtı da onun şefa-atini talepdir"
demiştir.
Bâzı
âlimlere göre de meleklerden "salât"ın mânası atf'dır, yani esirgeme,
Cenâb-ı Hakk'a nisbet edilince, ya kullarını melekleri nezdinde senâ etmesi
demek olur -ki bu, Allahu Teâla'nın peygamberlerine salâtının tefsirine daha
uygun düşer- yahut kemâl-i rahmeti mânasınadır. Salât, Allah'tan başkasına
nisbet edilince mânâsı hayır ile dua olur. Beyzâvî'ye göre: "Resûlullah'a
salât, onun şerefini izhâra ve şânını tâzim ve tekrime îtinâdır."
İbnu
Hacer, burada kaydedilmeyen bâzı ulemâdan benzer bir kısım nakillerden sonra
şunu söyler: "Bu kaydedilen görüşlerin en uygunu Ebû'l-Âliye'den
kaydettiğimizdir: "Hz. Peygamber'e Allah'ın salâtının mânâsı, O'na senası
ve şânını yüceltmesidir (tâzîmi). Melâikenin ve insanların salâtı ise, bunu
onun için Allah'tan taleptir. Öyle ise bu talepden murad, artmayı taleb
etmektir, salâtın aslını taleb etmek değil..." İbnu Hacer bu te'vilin en
uygun oluşuna gerekçe olarak salât kelimesinin bütün kullanışlarda (salât
Allah'tan veya melâikeden veya insandan da olsa) hep aynı mânâyı taşımasını
gösterir.
Resûlullah'a
salât ve selâmı mü'minlere emreden âyet-i kerîmede Hz. Resûlullah
(aleyhissalâtu vessalâm)'ın tâzîmi ve başkalarından farklı olarak tebcîlinin
emredildiği husûsunda ulemâ icma
etmiştir. Halîmî, salât okuyarak yerine getirilen bu ta'zîmin mahiyetini
açıklamak üzere şöyle der: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a salât
okumanın mânâsı, O'nun tâzim edilmesidir (yüceltilmesi). Öyle ise, Allahümme
salli alâ Muhammedin (ey Allahım, Muhammed'e salât et) demenin mânâsı:
"Muhammed'i büyük kıl" عَطِّمْ
مُحَمَّدًا demektir. Büyük kılınması, hem dünya ve
hem ahirettedir. Dünyada büyük
kılınması, zikrinin yüceltilmesi, dininin izhârı ve şerîatının ibkasıyla
gerçekleşir. Ahirette büyük kılınması ise, sevâbının bol kılınması, ümmetine
şefaatçi yapılması, Makâm-ı Mahmûd'la fazîletinin ebedîleştirilmesiyle olur. Bu
duruma göre, âyet-i kerîmede gelen: "Ey iman edenler, siz de ona salât
edin!" emrinin mânâsı "Salât okuyarak onun için Rabbinize dua edin
(bu söylenen büyüklük vasıtalarını ona vermesini taleb edin)" demektir.[252]
BÂRİK:"Bereket
ver" demektir. Burada bereket, hayır ve kerâmetin artması mânâsındadır.
"Ayıplardan temizleme ve tezkiye mânâsınadır" diyen de olmuştur.
"Maksad bunun sâbitleşip devam etmesidir, nitekim, بَرَكَتِ
اْ“بِلُ
"deve
yere çöküp sâbitleşti" demektir" yorumunu getiren de olmuştur.[253]
Bu
meselede ulema ihtilâf etmiştir. "Câiz" diyenler rahmet mânasını
kastederler. Nitekim bu mânada Hz. Peygamber:
اَللَّهُمَّ
صَلِّ عَلى
آلِ اَبِى اَوْفَى "Allahım, Ebî Evfâ ailesine rahmet ve
bereket ver" diye dua etmiştir. Câiz değil diyenler daha ziyâde, salât kelimesine
ta'zim mânasını verenlerdir. Allahümme salli alâ Muhammedin sözümüz, sadece
"Allah'ım, Muhammed'e rahmet et" veya "Muhammed'e merhamet
et" mânasına gelseydi peygamberlerden başkası hakkında kullanmak da câiz
olurdu. Keza "salât" kelimesi sadece bereket ve rahmet mânâlarına
gelseydi "namazda musallînin: "Esselâmu aleyke eyyühennebiyyu ve
rahmetullahi ve berekâtühü" sözü ile birlikte salâtı okuması da
vâcibtir" diyenlere göre teşehhüdde okunmasının vücûbu da düşerdi. Halbuki
yukarıda belirtildiği üzere salâttan öncelikle kastedilen, ta'zim ve tekrim
(büyük kılmak, değer vermek)'dir. Öyle ise esas olan salâtın Resûllullah'a
tahsîsidir. Ulemâ, terkîm ve ta'zim
mânasında salâtın Hz. Peygamber'e has olduğunda müttefiktir.[254]
Resûlullah'a
okunan salâtda sâdece Efendimiz'e değil, onun âline de salât ve selâm ediyoruz.
Acaba âl-i Muhammed kimlerdir?
*
Bu meselede de ulemâ ihtilâf eder. Bir görüşe göre ehl kelimesinden gelen âl
kelimesi, aile mânâsına gelir. Âl-i Muhammed deyince bâzı âlimler Resûlullah'ın
sadaka haram olan yakınlarını anlamıştır. İmâm Şâfiî ve Cumhur bu görüştedir.
Nitekim Resûlullah, Hasan İbnu Ali'ye "Biz âl-i Muhammed'iz, bize sadaka
helâl olmaz" buyurmuştur. Aslında bunlar hakkında da ihtilâf edilmiştir.
*
Ahmed İbnu Hanbel: "Teşehhüd hadisindeki âl-i Muhammed'den murad ehl-i
beytidir" demiştir.
*
Âl-i Muhammed'den muradın Resûlullah'ın zevceleri ve zürriyeti olduğu da
söylenmiştir. Ancak, bir kısım âlimler buna itiraz ederek, âl-i Muhammed'e her
üçüncü de (yâni zevceler, zürriyet ve sadakanın haram edildiği yakınları)
girdiğini belirtmişlerdir. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh)'den gelen bir rivâyet
bu üç grubu da âl-i Muhammed olarak zikretmiştir. "Öyle ise, hadisi
rivâyet eden râviler, bunlardan bazısını unutarak zikretmeyi ihmâl etmiştir.
Çünkü her biri ayrı ayrı rivâyetlerde zikredilirler..."
*
Bazı rivâyetlerde Âl-i Muhammed tâbiriyle sâdece Resûlullah'ın zevceleri
kastedilmiştir.
*
Bâzı rivâyetlerde, sâdece zürriyet sözüyle husûsan Hz. Fâtıma'nın nesli
kastedilmiştir.
*
Âl-i Muhammed bütün Kureyş'tir diyen de olmuştur.
*
Âl'den murad "bütün ümmet"tir diyen olmuştur. Bu sonuncu görüşü İmam
Malik'in, Ezherî'nin, bir kısım Şâfiîlerin benimsediğini; Şerhu Müslim'de
Nevevî'nin tercîh ettiği, el-Kâdı Hüseyin ve Râgıb gibi bazılarının ittikâ ile
kayıtlıyarak "ümmetten muttaki olanlar" dediklerini belirtirler... Bu
görüşü te'yid eden âyet ve hadisler zikredilmiştir: إِنَّ
اَوْلِيَاؤهُ
إَِّ
الْمُتَّقُونَ "Onun dostları ancak muttakîlerdir"
(Enfâl 34) buyurulmuştur. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da إِنَّ
اَوْلِيَائِى
مِنْكُمُ
الْمُتَّقُونَ
"Sizden
benim dostlarım, müttakî olanlarınızdır" buyurmuştur.[255]
Resûlullah'a
salavât okurken: "Allah'ım, Muhammed'e ve Muhammed'in âline salât et,
tıpkı İbrâhim'e ve İbrahim'in âline salât ettiğin gibi..." denmektedir.
Burada Hz. İbrahim'in öncelikle zikredilmiş olması, yani, Cenâb-ı Hakk'tan
Peygamberimiz için salât taleb ederken, "İbrahim'e salât yaptığın gibi..." denmiş olması
ulema arasında ihtilaf mevzuu olmuştur. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm),
Hz. İbrahim ve onun âlinden de efdal olduğu halde, Hz. İbrahim ve âli daha
efdal imişçesine, onlara atfen Peygamberimiz ve âli için salât taleb ediyoruz?
Bu
sorunun cevabına geçmeden hemen belirtelim ki, okunan duada Hz. İbrahim ve
âlinin Cenâb-ı Hakk'ın tebciline mazhariyetleriyle ilgili ihbâr Kur'an-ı
Kerîm'in bir âyetine işâret etmektedir: "...Ey ehl-i beyt, Allah'ın
rahmeti, bereketleri sizin üzerinizdedir. Şüphe yok ki O, asıl hamde layık,
hayr u ihsanı çok olandır" (Hûd 73). Meseleye getirilen açıklama ve
cevaplara gelince, bazıları şöyledir:
*
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu ifâdesi, kendisinin Hz. İbrahim
(aleyhisselâm)'den efdal olduğunu bilmesinden önceye aittir.
*
Bunu tevazu için söylemiştir.* Teşbîh burada, kadr u kıymette değil, asıldadır.
Nitekim Kur' an'da bunun örnekleri var: "Sizden öncekilere oruç farz
kılındığı gibi size de farz kılındı" (Bakara 183); "Nuh'a
vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik" (Nisa 163).
*
Burada teşbîh, nâkısı kâmile benzetme değil, meşhur olmayanı meşhur olana
(bilinene) ilhak nev'indendir.
*
Burada teşbîh, Hz. Peygamber ve âline olan salâtın tamamı ile Hz. İbrahim ve
âline olan salâtın tamamı arasında yapılmıştır. Hz. İbrahim'in âline pek çok
peygamberin dahil olduğu düşünülecek olursa, kendisine benzetilmenin (müşebbeh
bih), bu nokta-i nazardan daha kavî olduğu anlaşılır. Burada söylenmek istenen
şudur: Hz. İbrahim'in neslinden pek çok peygamber gelmiştir. Hz. Peygamber'in
neslinden velîler gelmiştir, ama peygamber gelmeyecektir. Peygamber'in
fazîleti, velîlerin fazîletinden üstün olduğuna göre, Hz. İbrahim'in fazîleti,
neslinden gelen peygamberlerin mazhar olduğu fazîletlerle birlikte toplanınca,
bu daha fazla gelir. Hatta bu nokta-i nazardan, Hz. Peygamber ve âli'ni de Hz.
İbrahim'in âli arasında mütâlaa edebiliriz, çünkü neslen ona dayanmaktadır.
İbnu Abbâs'tan, "Muhammed, âl-i İbrahim'dendir" hadisi rivâyet
edilmiştir.
*
Hz. Peygamber'in bu duadan muradı, kendine verilen nimetin tamamlanmasıdır,
tıpkı Hz. İbrahim'e tamamlandığı gibi.
Bunlardan
ve kaydetmediğimiz diğer bütün görüşlerden her birinin bir haklılık yönü
vardır. Meseleyi tahlîl edenler umûmiyetle, Hz. Peygamber ve âlinin
fazîletleriyle, Hz. İbrahim ve âlinin fazîletlerini toplam olarak nazar-ı
dikkate almak ve hattâ Hz. Peygamber'i de -kıyâmete kadar mazhar olacağı
fazîletlerle birlikte- Hz. İbrahim'in fazîletleri meyânında mütâlaa ederek bu
teşbihi değerlendirmek gerektiği görüşünü kuvvetli ve isabetli bulmaktadırlar.
Doğruyu Allah bilir.[256]
İslam
dini, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a salât okumayı, kulluğun izharında
mühim ve müessir bir vâsıta kılmıştır. Daha önceki hadislerde geçtiği üzere en
makbul bir duadır, başkaca her çeşit dualarımızın makbul olma şartlarından biri
salât kılınmıştır. Dualarımızın başında, esnasında (ortasında) ve sonunda
salavât okunmalıdır.
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) pek çok hadislerinde kendisine salavât okumaya teşvîk
buyurmuştur. Birkaç tanesini kaydedeceğiz:
*
"Dua eden bir kimse peygambere salât okumadığı müddetçe duası perdelidir
(hedefine ulaşamaz)."
*
"Her dua semaya çıkmaktan yasaklanmıştır. Bana salât getiren dua müstesna,
o çıkabilir."
*
"Kim bana salât getirmeyi unutursa ona cennetin yolu unutturulur."
*
"Cebrail (aleyhisselâm)'le karşılaştığımda bana şunu söyledi: "Sana
müjdeler olsun. Allah diyor ki: "Kim sana selâm verirse ben ona selâm
veririm. Kim sana salât getirirse ben de ona salât (rahmet) ederim."
*
"İbnu Ubey İbni Ka'b (radıyallâhu anh), Efendimiz aleyhissalâtu
vesselâm)'e sordu: "Ey Allah'ın Resûlü! Ben sana çok salavât getiriyorum,
buna vaktimin ne kadarını ayırayım?"
"Dilediğin
kadarını" cevabını alınca tekrar sordu:
"Dörtte
biri nasıl?"
"Dilediğin
kadar yap, artırırsan senin için daha hayırlıdır."
"Üçte
biri olsa?"
"Dilediğin
kadar yap. Artırırsan senin için daha hayırlıdır."
"Yarı
olsa?"
"Dilediğin
kadar yap. Artırırsan senin için daha hayırlıdır."
"Üçte
ikisi nasıl?"
"Dilediğin
kadar yap. Artırırsan senin için daha hayırlıdır."
"Bütün
vakitlerimde sana salât okusam?"
"Bu
takdirde yeter, günahın mağrifet olunur."[257]
[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/510-511.
[2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/511.
[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/513.
[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/513.
[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/514.
[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/514-515.
[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/516.
[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/516-517.
[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/517.
[10] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/518.
[11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/518.
[12] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/519.
[13] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/519.
[14] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/520.
[15] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/520.
[16] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/521.
[17] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/521.
[18] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/522.
[19] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/522.
[20] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/523.
[21] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/523-524.
[22] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/524.
[23] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/524.
[24] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/525.
[25] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/525.
[26] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/526.
[27] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/526.
[28] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/527.
[29] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/527.
[30] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/527-528.
[31] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/528.
[32] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/529.
[33] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/529.
[34] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/529.
[35] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/529.
[36] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/530.
[37] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/530.
[38] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/530.
[39] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/531.
[40] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/531.
[41] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/531-532.
[42] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/533.
[43] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/533.
[44] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/633-534.
[45] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/534-535.
[46] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/535-536.
[47] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/536.
[48] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/536-537.
[49] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/537.
[50] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/537.
[51] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/538.
[52] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/538.
[53] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/539.
[54] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/539-540.
[55] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/540.
[56] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/540.
[57] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/541.
[58] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/541-542.
[59] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/542-543.
[60] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/543.
[61] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/544.
[62] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/545.
[63] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/545-546.
[64] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/546-547.
[65] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/547.
[66] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/547-548.
[67] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/548.
[68] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/548.
[69] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/548.
[70] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/549.
[71] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/550.
[72] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/550.
[73] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/550-551.
[74] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/6
[75] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/10-14.
[76] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/15.
[77] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/15-16.
[78] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/16.
[79] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/16-17.
[80] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/17-18.
[81] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/18.
[82] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/18-19.
[83] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/19.
[84] Hanîf, daha önce açıklandığı üzere, dinde ihlâslı,
başka dinlerden tamamiyle yüz çevirmiş, Hakk'a taraftar gibi manalara gelir.
Ayrıca Harîf, Hz. İbrahim'in dinine mensup demektir. Müslüman da "Hakk'a
teslim olmuş" demektir.
[85] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/20.
[86] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/20.
[87] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/20.
[88] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/21-22.
[89] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/23.
[90] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/23-24.
[91] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/24.
[92] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/25.
[93] Ruh'la ilgili uzunca bir tahkiki merhum Hasan basri
Çantay'ın Türkçemizdeki en kıymetli Kur'ân tercümesi olan "Kur'ân-ı Hâkim
ve Meâl-i Kerîm" adlı eserinden aynen iktibas ediyoruz (cilt 3, sayfa
1137-1139).
"Cumhûra göre (Cebrâil)
aleyhisselâm "Celâleyn, Medârik". Bütün ruhlara müvekkel olan bir
melek, yahud cins-i melek, yahud (Cebrâil) aleyhisselâm, yahud bütün
meleklerden büyük olan ilâhî bir mahlûk (Beyzâvî). Bazılarına göre bir melektir
ki, arş müstesnâ olmak üzere, Allah ondan büyük bir mahlûk yaratmamıştır.
(Şah Veliyyullah-i Dehlevî)
hazretleri "Huccetullah-il Bâliğa" sının "Haşir vak'alarının iç
yüzlerinden bir parça" unvanlı dördüncü bâbının başında şöyle der:
"Bil ki, insan ruhlarının, bir demir nasıl mıknatısa doğru çekilip gidiyorsa
öylece, müncezip olduğu (câzibesine tutulduğu) bir hazret vardır: Hazıyre-i
kuds. Orası beden gömleklerinden sıyrılan ruhların -Hz. Peygamberimiz
(aleyhissalâtü vasselâm)'in : "Birçok yüzleri, dilleri ve lûgatleri
vardır" diye anlattığı -Ruh-ı a'zam= En büyük ruh" ile olan toplantısının
yeridir... (O eserin üçüncü "Mele'i a'la" babında da şöyle demiştir:)
"Onların (ruhların) en büyüklerinin nurları toplanıp Hz. Peygamberimiz
(aleyhissalâtü vasselâm)'in "Bir çok yüzleri ve dilleri var" diye
anlattığı "Ruh"un yanında tedâhul ederler, orada tek bir şey gibi
olurlar. Ona Hazîre-i kuds denilir..." Bu sözlerde geçen
"Hazret", huzur, ön, kat ma'nâsınadır. Diğer lâfızlarla birleştiği
zaman ta'zıym (büyükleme) anlatır: "Hazreti Kün= Şânı yüce olan Kün emri,
kelimesi" gibi Musannıfın ve yukarıda işâret ettiğimiz vech ile, ba'zı
müfessirlerin mübhem olarak bahsettikleri "Ruh-ı a'zam" hakkında
kısaca izahat vermeyi münâsip görüyoruz: Bu sûre-i celîlede ve éEl-kadr"
sûresiyle diğer ba'zı sûrelerde zikredilen bu "Ruh" a dâir hayli söz
söylenmiştir. Meselâ [İbni Mes'ud (radıyallahu anh) ] onun göklerden ve
dağlardan büyükj bir melek olduğunu, (İbni Abbas) (radıyallahu anhüma) da
yaratılışta onun meleklerin en büyüğü bulunduğunu beyan etmişlerdir. (Beyzâvî):
"Yahud" kaydıyla "Bütün meleklerden büyük olan ilâhî bir
mahlûk" der. (Şeyzâde) de (Cenâb-ı Alî) (radıyallahu anhümâ)'den
nakledilen şu rivâyeti söyler: "Ruh bir melektir ki onun yetmişbin yüzü,
her yüzünde yetmişbin dili, her dilinde yetmişbin lûgatı vardır. Bütün o
lûgatlarla Allah-ü Teala'yı tesbîh eder. Cenab-ı Hakk her bir tesbihi başına,
kıyâmete kadar, meleklerle birlikte uçacak bir melek yaratır. Allau Teâla, arş
müstesnâ olmak üzere, ondan büyük bir mahlûk yaratmamıştır. Eğer o melek
dilerse yadi gökle yedi yeri ve onların içinde olanların hepsini bir lokmada
yutabilir." (Fahreddîn-i Râzî) de bu nakli kaydettikten sonra der ki:
"Şu tafsıyl her halde Resûlullah (aleyhissalâtü vasselâm) tarafından
verilmiş olmak lazımdır. Çünkü onu doğrudan doğruya (Hazreti Alî) (radıyallahu
anh) bilemez. Halbuki peygamberimizin yalnız ona söyleyip de başkalarına haber
vermemesi de vârid değildi." (Seyyid Şerîf) Ruh-ı a'zam"ı şöyle
ta'rif etmiştir: "O zat-i ilâhiyeye, rübûbiyyeti itibariyle, mazhar olan
insânî ruhdur ki etrafında kimse dolaşamaz. Kimse de ona aramakla kavuşamaz.
Onun künhünü Allah'tan başkası bilemediği gibi o gayeye kimse de eremez. O,
akl-ı evveldir, hakıykat-i Muhammediyye'dir. Nefs'i vaahidedir, hakıykat-i
esmâiyyedir. Hakkın kendi suretinde (yani hakîkat-i esmâiyyesine mazhar buyurarak)
yarattığı ilk mevcuttur, en büyük halîfedir, nurânî cevherdir. Cevherliği zâte,
nurânîliği de zatın ilmine mazhardır. Cevherliği bakımından ona nefs-i vâhide,
nuraniliği bakımından da akl-ı evvel denilmiştir. Onun âlem-i kebîrde birçok
mazharları ve akl-ı evvel, kalem-i a'lâ, nur, nefs-i külliye levh-i mahfuz ve
sâire kabîlinden isimleri olduğu gibi ehl-üllahın ve diğerlerinin ıstılahında
âlem-i sağıyr olan insanda zuhûrları ve mertebeleri itibariyle de mazharları ve
sır, hafaa ruh, kalb, kelime ruu', füâd, sadr, akıl, nefs gibi isimleri
vardır". Bilhassa Sufiyyenin büyük meşâhîrinden (Abd-ül Kerîmi Ceylî)
hazretlerinin "İnsân-ı kâmil"inde -ki ulemâyı şerîat ve hakikatten
Balıkesirli merhum (Abd-ül Azîz Mecdî) efendi kaddesellahü sırreh tarafından
kâmil bir salâhıyyetle terceme edilmiştir- bu "Ruh" hakkında çok uzun
izahat vardır. Şöyle başlar: "O, Suhiyye ıstılahında "Hakk-ı mahluk =
Yaratılmış bir hakikat" ve "Hakikat-i Muhammediye" denilen
melektir. Allah ona kendine olan bakışı gibi baktı. Onu kendi nurundan, âlemi
de ondan yarattı. "Emrullah" onon adlarındandır. Varlık âleminin en
şereflisi, ma'nevî mertebece, kudretce en yükseğidir. Ondan üstün bir melek
yoktur. Hakka yakın olanların ulusudur o. Hak, varlık değirmenini onun üstünde
döndürdü..."
(Şeyh-i Ekber),
"Et-tedbîrât-ül ilâhiyye fî ıslah-ı memleket-il insâniyye" sinde der
ki: "... Güneş, ziyâsı olduğu halde, taalluk ettiği şeylerin mizâc, suret
ve şekillerine göre ihtilâf eder. Ruh-ı a'zam da bir, fakat hükmü, bulunduğu
mahallere göre, muhteliftir. Teaddüd ve tekessürü tedbîr ettiği cisimlere
göredir ki onlar da "Cüz'îruhlar" adını alır. Gerek "Ben ona
ruhumdan üfürdüm" meâlindeki âyet-i kerîmde, gerek "En-Nebe"
suresinin bu âyetinde, gerek "Sana ruhu sorarlar ("El-İsrâ"
sûresi, âyet: 80) meâlindeki âyette "Ruh" lâfzının hep müfred olarak
zikredilmesi bunu te'yîd eder. Bazı hadîslerde cem'i sığasıyle vârid olan
ruhlardan murad cisimlerle berâber gözünüze alınan ruhlardır..."
(Şah Veliyyullah-i Dehlevî) nin çok yüksek bir hadîs âlimi, (Seyyid
Şerîf)'in muhakkik ve zülcenâhayn bir zât-i âlî olmalarına rağmen -müfessirleri
şöylece bir tarafa bırakıyorum- âciziniz bahsedilen bu "En büyük ruh"
hakkında sahıyh hiçbir hadîs bulamadım. Bununla berâber benim bulamayaşım böyle
bir hadîsin esâsen yok olduğunu ifade ve isbat edemeyeceği gibi söylenen o
sözlerin mükâşefe mahsulü olmadığını da iddiâ etmez. Keşfen sâbit, fakat
rivâyeten gayr-ı sâbit addedilen hadîsler vardır ki, bunlar ulemâyı hadîs ile
sufiyye arasında öteden beri nizâ-ı mucib olmuştur. Aciziniz bu bahsin
tedkîykını sadedden hâriç görerek yalnız bu babta söylenenlere kısaca bir
işâreti kâfi görmüş bulunuyorum".
[94] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/25-28.
[95] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/28-29.
[96] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/29.
[97] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/29-30.
[98] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/30.
[99] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/30-31.
[100] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/31.
[101] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/31.
[102] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/32.
[103] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/32.
[104] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/33-34.
[105] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/35.
[106] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/35-36.
[107] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/38-40.
[108] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/40-41.
[109] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/41.
[110] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/41.
[111] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/42.
[112] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/42-43.
[113] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/44.
[114] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/44.
[115] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/44.
[116] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/45-46.
[117] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/46.
[118] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/47.
[119] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/48.
[120] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/48.
[121] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/48-49.
[122] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/49.
[123] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/50-53.
[124] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/52.
[125] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/52-53.
[126] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/54.
[127] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/54.
[128] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/55.
[129] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/55.
[130] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/56.
[131] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/56.
[132] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/57.
[133] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/57.
[134] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/58.
[135] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/59.
[136] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/60.
[137] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/60-61.
[138] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/62.
[139] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/62-63.
[140] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/63.
[141] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/63-64.
[142] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/64.
[143] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/65.
[144] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/65.
[145] Bu cümle Ebu Dâvud'daki aslında yer almamaktadır.
[146] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/66.
[147] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/66.
[148] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/66.
[149] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/66.
[150] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/67.
[151] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/67-68.
[152] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/68.
[153] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/69.
[154] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/70.
[155] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/70.
[156] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/70.
[157] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/71.
[158] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/71-72.
[159] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/72.
[160] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/74-76.
[161] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/76.
[162] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/76.
[163] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/77.
[164] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/77-78.
[165] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/78.
[166] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/78.
[167] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/79.
[168] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/80.
[169] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/81.
[170] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/81-82.
[171] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/82.
[172] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/83.
[173] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/83-84.
[174] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/85.
[175] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/85-86.
[176] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/86.
[177] Felak suresinde çöken karanlık el-Gâsık olarak
isimlendirilmiştir: "Karanlığı çöküp bastığı zaman gecenin şerrinden...
sabahın Rabbine sığınırım." (Felak 1-3).
[178] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/86-87.
[179] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/88.
[180] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/88.
[181] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/89.
[182] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/89.
[183] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/89.
[184] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/90.
[185] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/90.
[186] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/91.
[187] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/91.
[188] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/92.
[189] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/92-93.
[190] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/94.
[191] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/94.
[192] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/95.
[193] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/96.
[194] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/97.
[195] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/98.
[196] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/98-99.
[197] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/100.
[198] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/100.
[199] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/101.
[200] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/101.
[201] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/101-102.
[202] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/103.
[203] Kabir azâbının varlığı ve mâhiyeti ile ilgili açıklama
5493-5500 numaralı hadîslerde gelecek.
[204] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/105-106.
[205] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/106.
[206] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/106-107.
[207] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/107.
[208] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/107-109.
[209] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/109.
[210] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/109-110.
[211] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/110.
[212] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/110-111.
[213] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/112.
[214] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/112-113.
[215] Hallet de haslet demektir. Râvî hangi kelimenin
kullanıldığında şüphe etmiştir.
[216] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/114-115.
[217] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/115-116.
[218] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/116-117.
[219] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/117-118.
[220] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/118-119.
[221] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/119.
[222] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/119.
[223] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/119-120.
[224] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/120.
[225] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/120-121.
[226] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/121.
[227] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/121-122.
[228] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/122.
[229] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/122-123.
[230] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/123.
[231] Burada huzûr'dan maksad Allah'ın huzurunda olduğunun
îdrâkidir.
[232] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/123-124.
[233] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/124.
[234] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/124-125.
[235] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/125-126.
[236] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/127.
[237] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/128.
[238] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/128.
[239] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/128-129.
[240] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/129.
[241] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/130.
[242] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/130.
[243] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/131.
[244] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/131-132.
[245] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/132.
[246] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/132-133.
[247] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/133-135.
[248] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/136.
[249] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/136.
[250] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/137.
[251] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/137-138.
[252] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/138-139.
[253] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/139
[254] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/139-140.
[255] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/140.
[256] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/141-142.
[257] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:7/142-143.