Namazın Eda Ve Kazasının Vücûbu Hakkında
1-ABDULLAH İBNU ZEYD İBNİ SA'LEBE:
EZAN VE İKÂMETLE İLGİLİ HÜKÜMLER
TEŞEHHÜD'ÜN MÂNA VE EHEMMİYETİ
NAMAZIN EVSAFINI BİLDİREN BAZI HADİSLER
NAMAZIN UZUNLUGU VE KISALIGI HAKKINDA
NAMAZIN SEKİZ ŞARTI BİRİNCİSİ: HADESTEN TAHÂRET
NAMAZIN İKİNCİ ŞARTI: ELBİSE TEMİZLİGİ
NAMAZIN ÜÇÜNCÜ ŞARTI: SETRÜ'L-AVRET
NAMAZIN DÖRDÜNCÜ ŞARTI: NAMAZ KILINAN YERLER
NAMAZIN BEŞİNCİ ŞARTI: NAMAZDA KONUŞMAMAK
NAMAZIN ALTINCI ŞARTI BAŞKA MEŞGULİYETLERİ TERK
NAMAZIN ŞARTLARI ÜZERİNE MUHTELİF HADİSLER
* İKİ HABÎSİN (BÜYÜK VE KÜÇÜK ABDEST) SIKIŞMASI
ŞEYTAN KUR'ÂNA MÜDAHALE EDEMEDİ"
Temennî'nin Birinci Ma'nâsına Göre Âyetin Ma'nâsı:
Temennî'nin İkinci Ma'nâsına Göre Âyetin Ma'nâsı:
CEMAATİN VÜCÛBU VE CEMAATE DEVAM
ME'MUMLA (İMAMA UYAN) İLGİLİ HÜKÜMLER
SAFLARIN TERTİBİ, İKTİDANIN ŞARTLARI VE ME'MÛMUN ÂDABI HAKKINDA
CAMİYE GİRME VE CÂMİDE OTURMA ÂDÂBI
CUMA NAMAZININ FAZİLETİ, VÜCÛBU VE AHKÂMI
CUMANIN VAKTİ VE EZANI HAKKINDA
HUTBE VE HUTBE İLE İLGİLİ HUSUSLAR
SEFERDE İKİ NAMAZIN CEMEDİLMESİ
BEŞ VAKİT NAMAZA BAGLI (RÂTİP) NAFİLELER
RAMAZANDA GECE KALKIŞI VE TERAVİH
CUMA VE BAYRAMIN AYNI GÜNE RASTLAMASI
BAZI SEBEPLERE BAGLI NAFİLELER
NAMAZA MÜTEALLİK BAZI HADİSLER
MÜTEFERRİK NAMAZLAR TAHİYYETÜ'L-MESCİD
(Bu bölümde iki kısım vardır)
*
BİRİNCİ KISIM
NAMAZIN FARZLARI HAKKINDADIR
*
İKİNCİ KISIM
NÂFİLE NAMAZLAR HAKKINDADIR
Dilimize namaz diye çevrilmiş olan salât, Arapçada dua demektir.
Geniş mânasıyla salât kelimesi dînî metinlerde "dua",
"namaz", "rahmet" ve hatta "ibadet" gibi muhtelif
mânalarda kullanılmıştır. Fakat namaz deyince, vakit, taharet, kıyam, kıraat,
rüku, secde tabirleriyle ifade edilen müslümanlara has, muayyen zamanlarda,
belli şartlar altında, bilinen şekiller ve hareketler çerçevesinde yapılan
ibadeti kastederiz. Halbuki ibadet ve dua deyince belli şekil ve şartlarla
sınırlandırılmayan, hangi dinde olursa olsun her insanın izhar edeceği tazim ve
taabbüd kastedilebilir. Öyle ise "namaz" müslümanlara has ibadettir,
onun alâmet-i fârıkasıdır, müslümanda giriş kapısını kelime-i şehâdetin teşkil
ettiği ve en mühim hizmetini -hatta diğer hizmetlerinin makbuliyeti de buna
bağlı kılınmıştır- namaz teşkil eden kulluğu yerine getirmek akdini yapmış, bu
akdin şartlarına teslim olmuş kimse demektir.
Bu mânada salât, İslâm'ın âlem ve sembolü, İslâm dîninin direği,
kulun Allah'a takdim ettiği ubûdiyetin en yücesidir. Namaz, farz olması
haysiyetiyle, Allah'a kulluğun yegane berat ve senedidir. Diğer ibadetlerin
makbuliyeti, ihlası da buna bağlıdır. Kişi farz olan namazını eda etmedikçe,
kulluğunda samimiyetten uzaktır, diğer nafile ibadetleri hedefine ulaşamaz.
Yakîn yani ölüm gelinceye kadar (Hicr 99) her üç halinde de yani
gerek ayakta durur vaziyette, gerek oturur ve gerekse yatar vaziyette ibadetle
mükellef olan (Âl-i İmrân 191), bir başka ifade ile büluğdan ölüme kadar ubûdiyete
uygun bir hayat geçirmek misyonuyla yaratılmış olan insanın bu mükellefiyetini
en yüksek mertebede îfâsının vazgeçilmez şartı namazdır. Bu sebeple Hz.
Peygamber: "Namaz dinin direğidir. Kim bunu ikâme ederse (ayakta tutarsa)
dînini ikâme eder, kim de bunu yıkarsa dînini yıkar" buyurmuştur.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), görüleceği üzere (2324;
hadis) namazı ibadetlerin en hayırlısı olarak tavsif edecektir. Çünkü
"ubûdiyet"e giren her çeşit kulluk tezahürü namazda mündemiçtir.
İslâm dîninde namazın tuttuğu ehemmiyetli mevkiin yerini anlamada
Hz. Ömer (radıyallâhu anh)'in İslâm Devletinin devlet başkanı sıfatıyla
valilerine yaptığı bir tamimine göz atabiliriz. Der ki: "Benim nazarımda
en ehemmiyetli, işiniz namazdır. Kim onu korur ve devam ettirirse dinini
korumuş olur. Kimde de onu zâyi ederse onun dışındakileri daha çok zayi
eder." (2369. hadis).
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Ey Allah'ın Resûlü,
İslâm' da Allah'a en sevgili şey nedir?" diye soran kimseye şu cevabı
vermiştir: "Vaktinde kılınan namazdır, kim namazı terkederse onun dîni
yoktur, namaz dînin direğidir." Taberânî'nin Evsat'ında gelen bir hadis de
şöyle: "Üç şey vardır. Kim bunları muhafaza ederse o gerçek dosttur, kim
zâyi ederse o da gerçek düşmandır: Namaz, oruç, cenâbet(ten temizlik)."
Namazın ehemmiyeti üzerine rivayet çoktur. Bu bölümde, namazın
çeşitli meselelerine giren rivayetlerden bazıları görülecektir.[1]
(Bu kısımda dokuz bâb vardır)
*
BİRİNCİ BÂB
NAMAZIN FAZİLETİ
*
İKİNCİ BÂB
EDA VE KAZA OLARAK NAMAZ VACİBTİR
*
ÜÇÜNCÜ BÂB
NAMAZLARIN VAKİTLERİ
*
DÖRDÜNCÜ BÂB
EZAN VE İKÂMET
(Bu bâbın fer'leri var)
*
BİRİNCİ FER'
EZAN VE İKÂMETİN FAZİLETİ
*
EZANDA ADI GEÇENLER
ABDULLAH İBNU ZEYD, EBÛ MAHZÛRA
BİLAL-İ HABEŞÎ
*
İKİNCİ FER
'EZAN'IN BAŞLANGICI
*
ÜÇÜNCÜ FER'
EZAN VE İKÂMETE MÜTEALLİK HÜKÜMLER
*
FASL
İSTİKBAL-İ KIBLE
BEŞİNCİ BÂB
NAMAZIN MAHİYETİ VE RÜKUNLERİ
Namazda Kıraat
*
"Âmin!" Demenin Fazileti
*
Sûre Okuma Hakkında Öğle ve İkindi Namazlarında Kıraat
*
Akşam Namazında Kıraat
*
Yatsı Namazında Kıraat
*
Namazda Kıraati Cehrî Yapmak
*
İ'tidal Hakkında
*
Rüku ve Secdelerin Miktarı
*
Rükû ve Secdenin Şekli
*
Secde Âzaları Kunût
*
Teşehhüd
*
Cülûs
*
Selam
*
Namaz Amellerinin Evsâfı Üzerine Hadisler
*
Namazın Uzun ve Kısa Olması
NAMAZIN ŞARTLARI
(Sekiz tanedir)
1- Hadesten Tahâret
*
2- Elbisenin Tahâreti
*
3- Setrü'l-Avret
*
4- Namaz Kılınan Yerler
*
5- Konuşmayı Terk
*
6- Fiilleri Terk
*
7- Musallînin Kıblesi
*
8- Müteferrik Hadisler
*
Namazda Çocuk Taşımak
*
Namazda Uyuklamak
*
Namazda Saçın Bağlanması
* Haşerâtı Defetmek
SECDELER ÜZERİNE FASIL
Sehiv Secdesi
*
Tilâvet Secdesi
*
Tilâvet Secdesiyle İlgili Tafsilat
*
Şükür Secdesi
ALTINCI BÂB
CEMAATLE NAMAZ
(Beş fasıldır)
*
BİRİNCİ FASIL
CEMAATİN FAZİLETİ
*
İKİNCİ FASIL
CEMAATA DEVAM VACİBTİR
*
ÜÇÜNCÜ FASIL
CEMAATİ ÖZRÜ OLAN TERKEDER
*
DÖRDÜNCÜ FASIL
İMAMIN EVSAFI
*
BEŞİNCİ FASIL
İMAMA UYANLARLA İLGİLİ AHKÂM VE ÂDÂB
*
YEDİNCİ BÂB
CUM'A NAMAZI
(Beş fasıldır)
*
BİRİNCİ FASIL
CUM'ANIN FAZİLETİ, VÜCÛBU, AHKÂMI
*
İKİNCİ FASIL
CUM'ANIN VAKTİ VE EZAN
*
ÜÇÜNCÜ FASIL
HUTBE VE HUTBE İLE ALÂKALI HUSUSLAR
*
DÖRDÜNCÜ FASIL
NAMAZ VE HUTBEDE KIRÂAT
*
BEŞİNCİ FASIL
CÂMİYE GİRME VE İÇİNDE OTURMA ÂDÂBI
*
SEKİZİNCİ BÂB
YOLCU NAMAZI
(Üç fasıldır)
*
BİRİNCİ FASIL
SEFERDE NAMAZI KASRETMEK
*
İKİNCİ FASIL
SEFERDE İKİ VAKTİN NAMAZINI CEM'ETMEK
*
ÜÇÜNCÜ FASIL
NAFİLE NAMAZLAR
*
HAVF(KORKU) NAMAZI ÂDÂBI
ـ1ـ عن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]سَمِعْتُ
رَسُولَ
اللّهِ #
يَقُولُ:
أرَأيْتُمْ
لَوْ أنَّ
نَهْراً
بِبَابِ
أحَدِكُمْ يَغْتَسلُ
فِيهِ كُلَّ
يَوْمٍ
خَمْسَ مَرَّاتٍ
مَا
تَقُولُونَ
يُبْقِى
ذلِكَ مِنْ
دَرَنِهِ
شَيْئاً؟
قالُوا: َ
يُبْقِى
ذلِكَ مِنْ
دَرَنِهِ
شَيْئاً.
قالَ: فذلِكَ
مَثَلُ الصَّلَواتِ
الخَمْس،
يَمْحُوا
اللّهُ بِهَا الخَطَايَا[.
أخرجه الخمسة
إ أبا
داود.»الدَّرَنُ«
الوسخ .
1. (2318)- Hz. Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
şöyle söylediğini işittim:
"Sizden birinizin kapısının önünden bir nehir aksa ve bu
nehirde hergün beş kere yıkansa, acaba üzerinde hiç kir kalır mı, ne
dersiniz?"
"Bu hal, dediler, onun kirlerinden hiçbir şey bırakmaz!"
Aleyhissalâtu vesselâm:
"İşte bu, beş vakit namazın misalidir. Allah onlar sayesinde
bütün hataları siler" buyurdu."[2]
ـ2ـ وعن
سعد بن أبى
وقاص رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كَانَ
رَجَُنِ أَخَوَانِ
فَهَلَكَ
أحَدُهُمَا
قَبْلَ صَاحِبهِ
بِأرْبَعِينَ
لَيْلَةً
فَذُكِرَتْ
فَضِيلَةُ
ا‘وَّلِ
مِنْهُمَا
عِنْدَ
رَسُولِ اللّهِ
#، فقَالَ
النَّبىُّ #:
ألَمْ يَكُنِ
اŒخَرُ
مُسْلِماً؟
قالوا: بَلَى،
وَكانَ َ بَأسَ
بِهِ، فقَالَ
#: وَمَا
يُدْرِيكُمْ
مَا بَلَغَتْ بِهِ
صََتُهُ
بَعْدَهُ،
إنَّمَا
مَثَلُ الصََّةِ
كَمَثَلِ
نَهْرٍ
عَذْبٍ
غَمْرٍ بِبَابِ
أحَدِكُمْ
يَقْتَحِمُ
فِيهِ كُلَّ
يَوْمٍ
خَمْسَ
مَرَّاتٍ،
فَمَا
تَرَوْنَ ذلِكَ
يُبْقِى مِنْ
دَرَنِهِ،
فإنَّكُمْ َ
تَدْرُونَ
مَا بَلَغَتْ
بِهِ
صََتُهُ[.
أخرجه مالك
.»الْغَمْرُ«:
بفتح الغين
المعجمة:
الكثير.و
»يَقْتَحِمُ
فِيهِ«: يدخله
ويلقى نفسه
فيه .
2. (2319)- Sa'd İbnu Ebî
Vakkas (radıyallâhu anh) anlatıyor: "İki erkek kardeş vardı. Bunlardan
biri öbür kardeşinden kırk gün kadar önce vefat etti. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın yanında bunlardan birincinin faziletleri zikredildi. Bunun üzerine
Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm):
"Diğeri müslüman değil miydi?" diye sordu.
"Evet, müslümandı ve fena da değildi!" dediler. Aleyhissalâtu
vesselâm:
"Öldükten sonra, namazının ona ne kazandırdığını biliyor
musunuz? Namazın misali, sizden birinin kapısının önünde akan ve her gün içine
beş kere girip yıkandığı suyu bol ve tatlı bir nehir gibidir. Bu (nehrin) onun
üzerinde kir bıraktığını göremezsiniz. Öyleyse, siz ona namazının neler
ulaştırdığını bilemezsiniz."[3]
AÇIKLAMA:
1- Tîbî, önceki hadiste namazın günahları temizleyeceği
hususunda mübalağalı bir üsluba yer verildiğine dikkat çekmektedir. "Çünkü
der, cevapta "Hayır!" demekle iktifa edilmemiş, te'kîden lafz tekrar
edilmiştir."
İbnu'l-Arabî buradaki benzetmeyi şöyle açıklar: "Kişi elbise
ve bedeninde maddî kirlerle kirlendiği ve bundan da bol su ile temizlendiği
gibi, namaz da kişiyi günah kirlerinden temizler, öyle ki hiçbir günah bırakmaz,
namaz sayesinde kişi pak ve lekesiz olur."
2- Bu hadisler, zahirde hükmen âmmdir, yani günahın büyüğüne
de, küçüğüne de şâmildir. Ancak İbnu Battal der ki: "Küçük günahların
kastedildiği hadisin kendisinden anlaşılabilir. Zira, hadiste
"hatalar" kire (deren) benzetilmiştir. Deren, daha büyük kurûh (yara
ve çıbanlar) ve hurâcât'a (derin yaralar) nisbetle küçük kirlere ıtlak
olunur." Bazı şârihler: "Hadiste, namazın temizleyeceği günahların su
ile yıkanabilecek kirlere benzetilmesi de bunların küçük günah olduğunu ifade
eder, çünkü su ile küçük kirlerin temizlenmesi uygun düşer (vücutta derin
yaralar (kurûh) olduğu takdirde bu, su ile yıkanmaz)" derler. Ancak,
meseleyi Müslim'in bir rivayeti nassen tavzih etmektedir: "Beş vakit
namaz, büyük günahlardan içtinab edildiği müddetçe arada işlenen günahlara
kefarettir."Bulkûnî, insanları küçük ve büyük günah işleme noktasından beş
kısma ayırır:
1) Hiçbir günah işlemeyen: Namaz bunun derecesini yüceltir.
2) Israrlı olmaksızın küçük günah işleyen: Namazla bunun
günahı kesinlikle affa uğrar.
3) Küçük günahı işleyip, onda ısrar eden: Bu durumda,
"küçük günahta ısrar büyük günahtır" prensibine göre namazla bunun
günahı affolunmaz, çünkü namaz, küçüklere kefarettir.
4) Bir tek büyük ve bir çok küçük günah işleyen.
5) Büyük günahlar ve küçük günahlar işleyen: Böylesinde şu
durum var: Büyüklerden içtinab etmezse büyüklerin affedilmeyip küçüklerin
affedilmesi muhtemeldir. Keza hiçbir affa mazhar olmaması da muhtemeldir.
İkinci ihtimal daha kuvvetlidir...[4]
ـ3ـ وعن أبى
أمامة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]بَيْنَا
رَسولُ
اللّهِ # في
المَسْجِدِ،
وَنحْنُ
مَعَهُ إذْ
جَاءَ
رَجُلٌ،
فقَالَ يَا
رَسُولَ اللّهِ:
إنّى أصَبْتُ
حَدّاً
فَأقِمْهُ
عَلَىَّ،
فَسَكَتَ
عَنْهُ،
ثُمَّ أعَادَ
فَسَكَتَ،
وَأقِيمَتِ
الصَّةُ،
فَلَمَا
انْصَرَفَ
رَسُولُ
اللّهِ #
تَبِعَهُ
الرَّجُلُ،
وَاتَّبَعْتُهُ
انْظُرُ
مَاذَا
يَرُدُّ
عَلَيْهِ، فقَالَ
لَهُ:
أرَأيْتَ
حِينَ
خَرَجْتَ
مِنْ بَيْتِكَ،
ألَيْسَ قَدْ
تَوَضَّأتَ
فَأحْسَنْتَ
الوُضُوءَ؟
قالَ: بَلَى
يَا رَسُولَ
اللّهِ. قالَ:
ثُمَّ
شَهِدْتَ
الصََّةَ
مَعَنَا؟
قالَ: نَعَمْ
يَا رسُولَ
اللّهِ. قالَ:
فإنَّ اللّهَ تَعالى
قَدْ غَفَرَ
لَكَ
حَدَّكَ، أو
قالَ: ذَنْبَكَ[.
أخرجه مسلم
وأبو داود .
3. (2320)- Ebû Ümâme
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile
beraber mescidde idik. O esnada bir adam geldi ve:
"Ey Allah'ın Resûlü, ben bir hadd işledim, bana cezasını
ver!" dedi. Resûlullah adama cevap vermedi. Adam talebini tekrar etti.
Aleyhissalâtu vesselâm yine sükut buyurdu. Derken (namaz vakti girdi ve) namaz
kılındı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) namazdan çıkınca adam yine peşine
düştü, ben de adamı takip ettim. Ona ne cevap vereceğini işitmek istiyordum.
Efendimiz adama:
"Evinden çıkınca abdest almış, abdestini de güzel yapmış
mıydın?" buyurdu. O:
"Evet ey Allah'ın Resûlü!" dedi. Efendimiz:
"Sonra da bizimle namaz kıldın mı?" diye sordu. Adam:
"Evet ey Allah'ın Resûlü!" deyince, Efendimiz:
"Öyleyse Allah Teâlâ hazretleri haddini -veya günahını
demişti- affetti" buyurdu."[5]
AÇIKLAMA:
Bu hadiste ulemanın ihtilaf ettikleri bir husus mevzubahistir.
Hadd cezasını devlet reisi affedebilir mi?
İmam Buhari, bu hadisi şu adı taşıyan bir bâbta kaydeder:
"Bir kimse hadd işlediğini ikrar eder fakat çeşidini beyan etmezse İmam
bunu örtme selahiyetine sahip midir?" Buhârî ve Müslim'in ittifak ettiği
hadislerden olmasına rağmen Ebû Bekr el-Berzencî, hadisin sıhhati hususunda
ta'n'da bulunmuştur. Ancak, hadise mütâbaad eden başka rivayetler bulunduğu
için, ulema bu hususta fazla durmayıp kastedilen mânayı tesbite çalışmıştır.
Çünkü hadde giren cürüm sübut bulunca cezası ikâme edilir; bu, temel
prensiptir. Bu sebeple hadis hususunda muhtelif te'viller yapılmıştır:
* Belki adam aslında hadd olmayan bir günahını "hadd"
zannetti veya yaptığı işi, nazarında büyüterek onu hadd terettüp eden bir suç
zannetti.
* Buhârî'nin tercümesi, "haddi ikrar edip çeşidini beyan
etmeyen kimseye hadd cezası uygulamak, adam tevbe ettiği takdirde, imama vacib
olmaz" hükmünü tazammun etmektedir.
* Hattâbî şöyle te'vil eder: "Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in vahiy yoluyla, Allah'ın o adamı affettiğine muttali
kılınması câizdir. Aksi halde, nasıl bir hadd işlediğini sorup ona terettüp
eden cezayı vermesi gerekirdi."
Hattâbî ilaveten der ki: "Bu hadiste, hudûdun araştırılmayıp,
imkan nisbetinde kaçınılması gereği ifade edilmektedir. Hadiste zikri geçen
adam hadd ikamesi gerektiren cürmünü açıklamıyor. Belki de bir küçük günah
işledi de hadd gerektiren büyük günah zannetti. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) da mesele üzerine gitmedi. Zîra ihtimal üzerine hadd gerekmez.
Açıklama talebinde bulunmamasına gelince, bu (âyetle) yasaklanmış olan
tecessüse girmesinden olabileceği gibi, setri tercih etmiş olmasından ve adamın
kendisine hadd tatbik ettirme teşebbüsünde pişmanlık ve dönüş görmüş
olmasındandır."
Ulema, bu hadisten hareketle, haddi gerektiren bir cürüm ikrar
eden kimseye -haddin düşmesi çin- ister ta'rîz ve ister daha vâzıh bir sûrette
ikrardan rücûyu telkin etmeyi müstehab addetmiştir.
Nevevî ve bir cemaat, hadiste zikri geçen zâtın işlediği cürmün
küçük günahlardan olduğu hususunda cezmetmiştir. Bunları kesin hükme sevkeden
delil
haberin
devamında, "cürme namazın kefaret olduğunun" ifade edilmesidir. Zîra,
namazın büyük değil, küçük günalara kefaret olacağı beyan edilmiştir. Ekseri ve
ağlebi durum için hüküm budur. Ancak, bazan namazın büyük günahı da
affettirdiği vâkidir. Mesela bir kimse,
pek çok küçük günahlarının affına sâlih olacak derecede tetavvu amellerini
artırmış olabilir. Böyle birinin üzerinde küçük günah yoksa veya az bir şey varsa,
ama işlediği bir büyük günah varsa işte bu büyük günah çokça işlenen
nafilelerle affa uğrar, zîra Allah güzel amelde bulunanın amelini zâyi etmez.
* Rivayetin bir vechinde, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a gelen zât: "Ey Allah'ın Resûlü, ben zinâ işledim, hadd tatbik
et" demiştir. Bu açık itirafa rağmen Resûlullah'ın hadd tatbik etmemiş
olmasını nazar-ı dikkate alan bazı âlimler: "Mutlaka adamcağız, şer'an
zinâ olmayan bir fiili zinâ zannetmiş olmalıdır" diye hükmetmişlerdir.
* Bu hadisten şu hükme varanlar da olmuştur: "Bir kimse tevbekâr
olarak gelip itirafda bulunursa ondan hadd düşer." Ancak şu da ihtimalden
uzak değildir: Hadis ravilerinden biri, rivayette geçen "hadd
işledim" ifadesini "zinâ işledim" diye anlayıp, zannına uygun
şekilde ifade etmiş olabilir. Asıl olan Buhârî'de gelen şeklidir. Âlimler büyük
çoğunluğuyla bunda ittifak eder.
* Bu tatbikatın, rivayette zikri geçen kimseye mahsus olması
da muhtemeldir. Zîra Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onun günahını, namazı
sebebiyle Allah'ın affettiğini haber vermiştir. Bu da ancak vahiyle
bilinebilir, bu hükümde -bu meselede onun misli olduğu bilinen kimse dışında-
devam etmez. Resûlullah'tan sonra vahyin inkıtâı ile bunu bilmek de inkıtaya
uğramıştır. Hadisin zâhirine temessük eden bazısına göre Ebû Ümâme hadisinin
zâhirinden üç görüş çıkarılmıştır:
1- Hadd, onu ikrar edenin, üzerinde ısrarı ve cürmün taayyün
etmesinden sonra gerekli olur.
2- Bu hüküm, kıssada mezkur olan şahsa aittir.
3- Tevbe ile hadd düşer.
Bu görüş sahibine göre, en muvafık, en sahih görüş üçüncüsüdür.[6]
ـ4ـ وعن
أنس رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كُنْتُ عِنْدَ
النَّبىِّ #
فَجَاءَهُ
رَجُلٌ
فقَالَ يَا
رسولَ اللّهِ:
إنِّى
أصَبْتُ
حَدّاً فَأقِمْهُ
عَلَيَّ،
وَلَمْ
يَسْألْهُ،
وَحَضَرَتِ
الصََّةُ
فَصَلَّى
مَعَ
النَّبىِّ #، فَلَمَّا
قَضى
النَّبىُّ #
الصََّةَ
قَامَ إلَيْهِ
الرَّجُلُ،
فقالَ
يَا
رسُولَ
اللّهِ: إنِّى
أصَبْتُ
حَدّاً، فَأقِمَ
فىَّ كِتَابَ
اللّهِ
تَعالى. قالَ:
ألَيْسَ قَدْ
صَلَّيْتَ
مَعَنَا؟
قالَ: نَعَمْ.
قالَ اذْهَبْ
فإنَّ اللّهَ
قَدْ غَفَرَ
لَكَ
ذَنْبَكَ،
أوْ قالَ
حَدّكَ[.
أخرجه الشيخان
.
4. (2321)- Hz. Enes
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
yanında idim. Bir adam huzuruna gelerek:
"Ey Allah'ın Resûlü, dedi, ben bir hadd (suçu) işledim,
cezasını tatbik et!"
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) adama (birşey) sormadı. Derken
namaz vakti girdi. Resûlullah'la birlikte o da namaz kıldı. Aleyhissalâtu
vesselâm namazını tamamlayınca, adam yanına geldi ve:
"Ey Allah'ın Resûlü! dedi, ben hadd (çeşidine giren bir suç)
işledim. Bana Allah'ın Kitabını tatbik et!" Efendimiz:
"Sen bizimle birlikte namazını eda etmedin mi?" diye
sordu. Adam:
"Evet!" dedi. Efendimiz:
"Öyleyse git. Zîra Allah, senin günahını affetti" veya
-hadd'ini affetti-" dedi."[7]
AÇIKLAMA:
Görüldüğü üzere bu rivayet de önceki hadis gibi, dînin yasakladığı
bir günahı işleyen kişinin sonradan pişman olarak günahından temizlenmesi için
Hz. Peygamber'e müracaatıyla ilgilidir. Râviler aynı hadiseyi rivayet etmiş
olabilecekleri gibi farklı iki hadiseyi de rivayet etmiş olabilirler.
Her hâl u kârda bu mevzuyu önceki hadisin açıklamasında îzah
ettik, oraya bakılmalıdır.[8]
ـ5ـ وعن
عاصم بن
سفيان
الثقفى
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه:
]أنَّهُمْ
غَزَوْا
غَزَاةَ السََّسِلِ
فَفَاتَهُمْ
الْغَزْوُ
فَرَابِطُوا،
ثُمَّ
رَجَعُوا إلى
مُعَاوِيَةَ،
وَعِنْدَهُ
أبُو
أيُّوبَ،
وَعُقْبَةُ
بنُ عَامِرٍ،
فقَالَ
عَاصِمٌ: يَا
أبَا أيُّوبَ
فَاتَنَا
الْغَزْوُ
الْعَام،
وَقَدْ
أخْبِرْنَا
أنَّهُ
مَنْ صَلّى في
المَسَاجِدِ
ا‘ربعةِ غُفِرَ
لَهُ
ذَنْبُهُ،
فقَالَ يَا
ابنَ أخِى: أدُلُّكَ
عَلى أيْسَرَ
مِنْ ذَلِكَ،
إنِّى سَمِعْتُ
رسولَ اللّهِ
# يَقُولُ:
مَنْ تَوَضَّأ
كَمَا أُمِرَ،
وَصَلَّى
كَمَا
أُمِرَ،
غُفِرَ لَهُ
مَا قَدَّمَ
مِنْ عَمَلٍ
أكذَلِكَ يَا
عُقْبَةُ:
قالَ: نَعَمْ[.
أخرجه
النسائى .
5. (2322)- Âsım İbnu Süfyân
es-Sakafî (radıyallâhu anh)'nin anlattığına göre, bunlar Selâsil gazvesine
gitmişler. Fakat fiilen gazveye iştirak edememişlerdi. Bunun üzerine
kendilerini Allah yoluna verdiler. Sonra Hz. Muâviye (radıyallâhu anh)'nin
yanına döndüler. Hz. Muâviye'nin yanında Ebû Eyyûb el-Ensârî ve Ukbe İbnu Âmir
vardı. Âsım:
"Ey Ebû Eyyûb! dedi. Bu sene gazveyi kaçırdık. Bize, (bunun
telafisi için bir çare) haber verildi. Buna göre, kim dört mescitte namaz
kılarsa, günahları affedilirmiş." Ebû Eyyûb:
"Ey kardeşimin oğlu! dedi. Ben sana bundan daha kolayını
haber vereyim. Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şu sözünü işittim:
"kim emredildiği şekilde (mükemmel olarak) abdestini alır, emredildiği
şekilde namazını kılarsa, önceden yapmış olduğu (kusurlu) ameli sebebiyle
affolunur." Ey Ukbe! (Resûlullah'ın tebşiri) böyleydi değil mi?"Ukbe:
"Evet!" dedi."[9]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, hakkı verilerek alınacak abdest ve kılınacak
namazın, herhangi meşru bir sebeple kaçırılan cihadın zararını telafi
edebileceğini belirtir. Zîra, hadiste râvi Âsım, -açıklamadığı bir sebeple-
Selâsil gazvesini kaçırdığını belirtmektedir. Bundan hasıl olan manevî zararın
telafisi için çareler aradığı, kendisine "dört mescidde namaz
kılması" tavsiye edildiği, bu tavsiye ile de mutmain olmayarak Hz.
Muâviye'nin yanında rastladığı yüce sahabi Ebû Eyyûb el-Ensârî'ye de maruz
kaldığı cihadı kaçırma musibetinin çaresini sorduğu görülmektedir.
Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretleri, Kuzey Afrika fatihlerinden Ukbe
İbnu Âmir (radıyallâhu anh)'in şehadet ve tasdikiyle hakkıyla alınan abdest ve
hakkı verilerek kılınan namazın daha önce işlenmiş olan hatalı amelin günahına
keffaret olacağına dair nebevî tebşirâtı haber veriyor.
2- Bu rivayette ashâbın Allah yolunda cihad ve günahlarını
affettirme çarelerini araştırmada ne kadar hırslı ve ısrarlı olduklarını
göstermektedir.
3- Hadiste geçen ferâbetû tabirini "Bunun üzerine
kendilerini Allah yoluna verdiler" diye tercüme ettik. Çünkü kelimenin
aslı ribat'tır ve farkılı mânalarda anlaşılmıştır:
* Kök olarak rabt bağlamak mânasına gelir. Hatta dilimizdeki
bağlamak mânasına kullanılan rabdetmek; bağ mânasına kullanılan rabıta bu
kökten gelir. Ribat, bağlama vasıtası (bağ) mânasına geldiği gibi Allah yolunda
bağlanan şey (at) mânasına, keza Allah yoluna bağlanıp kalınan yer (askeri
kışla, zikirhane) gibi mânalara da gelir. İlk devirlerde hududlarda kurulan
askerî karakol ve kışlalar ki bir nevî küçük çapta kaledir, içerisinde mescid,
kütüphane, hamam, at bağlama yeri, asker koğuşları vs. gerekli kısımlar
birlikte bulunurdu- hep ribat diye anılmıştır. Askerler burada cihad dışındaki
vakitlerini zikir ve ilmî meşguliyetlerle geçirirlerdi. Bu sebeple ribat dînî
meşguliyetlerle cihad gibi dünyevi zannına düşülen meşguliyetlerin her ikisini
birlikte ifade eden câmi kelimelerden biridir. Sadece bir kelime değil, bir
müessesedir de. Yani dünya ve ahiret ve âhiret birliğine ulaşılan, aynı fiille
her ikisi birden yaşanılan bir müessese. Bu sebeptendir ki, ribat kelimesinin,
tasavvuf ıstılahı olarak tekke mânasında kullanıldığı da olur.
Kelimenin bu mâna zenginliğine kavuşmasında şüphesiz Kur'ân-ı
Kerîm'in katkısı olmuştur. Çünkü Kur'ân'da: "Ey iman edenler! Sabredin,
düşmanlarınızla sabır yarışı edin, sınırlarda nevbet bekleşin. Allah'tan korkun
böylece kurtuluşa erebilirsiniz" (Âl-i İmrân: 3/200) buyurulmuştur.
Âyette geçen verâbitû bazılarınca sınırda bekleşmek olarak anlaşılmıştır.
Ancak, Resûlullah "ribat"ı, bazı hadislerinde bizzat yaptığı
açıklamalarında "ibadette hassasiyet", "ibadette çokluk"
mânasında tarif etmiştir. Şöyle buyurur: "Ebû Hüreyre anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselam) buyurdular ki: "Size Allah'ın
kendisiyle günahları yok ettiği ve dereceleri yükselttiği şeyi haber vereyim
mi? Bu, hoşa gitmeyen durumlara rağmen abdesti tam almak,mescidlere çok adım
atmak, namazdan sonra ikinci namazı intizar edip beklemektir. İşte ribat budur,
işte ribat budur." Âlimler, Resûllah'ın burada, yukarıda kaydettiğimiz
âyette Cenâb-ı Hakk'ın kastettiği ribatta maksadın bu olduğunu belirttiğini
söylerler. Şu halde bazılarınca "sınırda nöbet beklemek" diye
anlaşılabilen ribat, bazılarınca da mescitte oturarak -veya zihinde canlı
şekilde- müteakip namazı beklemek olarak anlaşılmıştır. Bu anlama hadislerin
anlatmasına dayanmaktadır.
Şu halde, bu açıklamalardan sonra şunu söyleyebiliriz: Ebû
Eyyûbu'l Ensârî (radıyallâhu anh) "ribat"ı bu mânada anlamış ve
kendisine, kaçırdığı cihadın telafisi için çare soran Âsım İbnu Süfyan'a, hakkı
verilerek alınacak abdest ve hakkı verilerek kılınacak namazın ribat yani cihad
sayılacağını belirtmiş olmaktadır.
Esasen bazı âlimler, âyet-i kerimedeki "Kendinizi
rabtedin" emrinin hakikatını: "Nefsin ve bedenin taatlerle
bağlanması" diye açıklarlar. Bunu "hudutta düşmâna karşı nefsini
bağlayıp nöbet beklemek, düşmanın hücumunu defetme" diye anlayanlar da
özden ayrılmış, farklı bir te'vile sapmış değillerdir. İçinde bulunulan
şartlarda, biri diğerine efdaliyet kazanır, o kadar. Sindî der ki: "Bu
ameller, şeytanın kişiye yol bulup nüfuz edeceği yolları tıkar, nefsi de
şehvetlerden uzaklaştırır. Nefse ve şeytana karşı ortaya konan adâvet ise
cihâd-ı ekberdir. Zîra bu cihadla kişi, en büyük düşmanı olan nefsini kahreder.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu cihadın şanını yüceltemek için hem
er-Ribât diyerek marife kılmış ve hem de üç kere tekrar etmiştir."[10]
ـ6ـ وعن
عقبة بن عامر
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال:
]سَمِعْتُ
رسول اللّهِ #
يقول:
يَعْجَبُ
رَبُّكَ مِنْ
رَاعِى غَنَمٍ
في رَأسِ
شَظِيَّةِ
الجَبَلِ
يُؤَذِّنُ
بِالصََّةِ
وَيُصَلِّى،
فَيَقُولُ اللّهُ
تَعالى:
انْظُرُوا
إلى عَبْدِى
هَذَا،
يُؤَذّنُ
وَيُِقيمُ
الصََّةَ
يَخَافُ مِنِّى،
قَدْ
غَفَرْتُ
لِعَبْدِى،
وَأدْخَلْتُهُ
الجَنَّةَ[.
أخرجه أبو
داود
والنسائى .
6. (2323)- Ukbe İbnu Âmir
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şöyle
söylediğini işittim: "Rabbin, koyun güden bir çobanın, bir dağın zirvesine
çıkıp namaz için ezan okuyup sonra da namaz kılmasından hoşlanır ve Allah Teâlâ
hazretleri şöyle der:
"Benim şu kuluma bakın! Ezan okuyor, namaz kılıyor, yani
benden korkuyor. Kasem olsun, kulumu affettim ve onu cennetime dahil
ettim."[11]
ـ7ـ وعن
مالك رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّهُ بَلَغَهُ
أنَّ رَسولَ
اللّهِ # قالَ:
اسْتَقِيمُوا
وَلَنْ
تُحْصُوا، وَاعْلَمُوا
أنَّ خَيْرَ
أعْمَالِكُمْ
الصََّةُ،
وََ
يُحَافِظُ
عَلى
الْوُضُوءِ
إَّ مُؤمِنٌ[ .
7. (2324)- İmam Mâlik
(radıyallâhu anh)'e ulaştığına göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle
buyurmuştur:
"İstikamet üzere olun. (Bunun sevabını) siz sayamazsınız.
Şunu bilin ki, en hayırlı ameliniz namazdır. (Zâhirî ve bâtînî temizliği
koruyarak) abdestli olmaya ancak mü'min riayet eder."[12]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, Muvatta'da muallak (senetsiz) ise de başka
kaynaklarda muttasıl olarak gelmiştir.
2- Hadiste geçen, istikamet üzere olun emrini âlimler:
"Sizin için farz ve sünnet kılınan yoldan sapıtmayın, buna gücünüz
yeter" veya "Allah'ın hukukunu îfa etmek, hudûduna (yasaklarına)
uymak, kazâsına razı olmak suretiyle doğru yoldan ayrılmayın" şeklinde
açıklamışlardır.
Hadisin devamı, bu istikametin korunması halinde Allah'ın vereceği
sevabın kullar tarafından hesap edilemeyeceğini belirtir. Nitekim âyet-i
kerîmede: "... Allah'ın nimetini sayacak olsanız bitiremezsiniz..."
(İbrahim 34) buyrulmuştur.
Zürkânî hadisin açıklanması sadedinde şu mânaya da yer verir:
"Siz kendi güç ve kudretinizin tamamını bezl etseniz de (dinin bütün
hayırlarını yapmakta) muvaffak olamazsınız. Ancak Allah'ın yardımıyla
olabilirsiniz" veya: "Güzel olan yolda istikamet üzere olun, vasat üzere
gidin, en iyiye yakın olanı arayın, zîra siz iyi amellerin hepsini ihata etmeye
güç yetiremezsiniz. Mahlukâtın mutlaka eksiği, kusuru bulunacaktır."
Bu açıklamadan sonra Zürkânî devam eder."Burada sanki maksad,
mükellefin kusuruna dikkat çekmek, onu görmesini sağlamak, böylece amele
güvenmeyip, daha iyiyi bulmak için gayret göstermeye tahrik etmek, teşvik
etmektir." Nitekim bu hususta Beyzâvî de şöyle demiştir: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vessselâm), istikameti emrettikten sonra onların Allah'ın hakkını
îfa etmeye ve dînin gösterdiği ideal hedefe ulaşmaya güç yetiremeyeceklerini
haber vermiştir, ta ki insanlar bu gerçekten gafil olmasınlar. Sanki şöyle
demektedir: " Yaptığınız hayırları (yeterli bulup) güvenmeyin, kusurunuz
sebebiyle değil, acziniz sebebiyle terkedip yapamadıklarınız için de Allah'ın
rahmetinden ümid kesmeyin."
3- Hadiste geçen, "En hayırlı ameliniz namazdır"
ifadesini bir kısım ulema şöyle açıklar: "Yani namaz ecri ve sevabı en
ziyade olan amelinizdir. Bu sebeple amellerin en efdalidir. Çünkü namaz,
ibadetlerin bütün çeşitlerini içine alır: Kıraat, tesbih, tekbir, tehlil,
beşerî kelamdan ve ibadeti bozucu davranışlardan sakınma, (kıyam, rüku, secde),
bu camiiyyet sebebiyledir ki mü'minin mîracı ve Alllah'a yakınlaşma vesilesi
olmuştur."
4- Hadiste, devamlı abdestli olmak ve namaz anında yenilemek
istihbab edilmektedir. Namaz anında yenilenmesi, onun mükemmel şekilde muhafaza
edilmesinin şartıdır.[13]
ـ8ـ وعن
حذيفة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كانَ رسولُ
اللّهِ # إذا
حَزَبَهُ
أمْرٌ صَلّى[.
أخرجه أبو ادو
.»حَزَبَهُ«:
بالباء
والنون: أى
نزل به،
وأوقعه في
الحزن.
8. (2325)- Hz. Huzeyfe
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı
herhangi bir şey üzecek olursa namaz kılardı."[14]
AÇIKLAMA:
İbnu'l-Esîr, en-Nihâye'de bir iş vukua geldiği veya bir gam isabet
ettiği zaman..." diyerek açıklama getirmiştir. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesslam) böylece, ciddi bir hâdisenin şokuyla karşılaştığımız veya hehangi bir
üzüntü ile sersemleştiğimiz hengamlarda, üzerimizdeki şok ve şaşkınlığı namaz
kılarak hafifletmeyi tavsiye etmektedir. Böyle anlarda karar veya ani harekete
tevessül etmek zararlı neticeler hasıl edebilecektir. Namaz bir sığınak olacak,
bir toparlanma fırsatı sağlayacaktır.[15]
ـ9ـ وعن
عبداللّه بن
سلمان عن رجل
من أصحاب النّبىِّ
# قال: ]جَاءَ
رَجُلٌ
يَوْمَ
خَيْبَرَ إلى
النّبىِّ #،
فقَالَ يَا
رسُولَ
اللّهِ:
لَقَدْ رَبِحْتُ
الْيَوْمَ
رِبْحاً مَا
رَبِحَهُ أحَدٌ
مِنْ هَذَا
الْوَادِى؟
قالَ:
وَيْحَكَ، َومَا
رَبِحْتَ؟
قالَ: مَا
زِلْتُ
أبِيعُ وَأبْتَاعُ
حَتّى
رَبِحْتُ
ثََثِمِائَةِ
أُوقِيَّةٍ،
فقَالَ لَهُ #
أفََ
أُنَبِّئُكَ
بِخَيْرِ
رِبْحٍ،
فقَالَ:
مَاهُوَ يَا
رسُول اللّهِ قالَ:
رَكْعَتَيْنِ
بَعْدَ
الصََّةِ[.
أخرجه أبو
داود .
9. (2326)- Abdullah İbnu
Selmân, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ashabından birisinden
naklediyor: "Hayberin fethedildiği gün bir adam Hz. Peygamber'e gelerek:
"Ey Allah'ın Resûlü, bugün ben öyle bir kâr ettim ki böyle
bir kârı şu vadi ahalisinden hiçbiri yapmamıştır" dedi. Efendimiz:
"Bak hele! Neler de kazandın?" diye sordu. Adam:
"Ben alıp satmaya ara vermeden devam ettim. Öyle ki üçyüz
okiyye kâr ettim dedi. Aleyhissalâtu vesselâm efendimiz:
"Sana kârların en hayırlısını haber vereyim mi?" diye
sordu. Adam:
"O nedir, ey Allah'ın Resûlü?" dedi. Efendimiz açıkladı:
"(Farz) namazdan sonra, kılacağın iki rekattir."[16]
AÇIKLAMA:
1- Hadisin Ebû Dâvud'daki aslı daha uzun. Rivayet şöyle
başlar: "Hayber'i fethettiğimiz zaman, askerler hisselerine ganimetten
-Mal ve köle- her ne düştü ise ortaya çıkarıp alışverişte bulundular. Resûlullah
namaz kılarken bir zât gelerek: "Ey Allah'ın Resûlü, bugün ben öyle bir
kâr ettim ki, böyle bir kârı şu vadi ahalisinden hiçbiri yapmamıştır"
dedi..."
2- Bir okiyye kırk dirhemdir.
3- Hadis, gazve sırasında alışverişin câiz olduğunu, hususen,
dağıtımdan sonra, ganimet mallarıyla ticaret yapmanın câiz olduğunu ifade eder.
Şayet ticaret, gazinin gazve sevabını eksiltse idi, Resûlullah bunu mutlaka
belirtirdi. Belirtmediğine göre takrir buyurmuş olmaktadır. Öyleyse bu maddî
ticaret, manevî kazanca herhangi bir eksiklik getirmemektedir. Nitekim, ashabın
hacc seferi sırasında alışverişle meşguliyetlerinin, amellerinde bir noksanlık
getirmeyeceği hususunda âyet nazil olmuştur: "(Hacc mevsiminde ticaret
ederek) Rabbinizden rızık istemenizde bir günah yoktur..." (Bakara 198).[17]
ـ10ـ وعن
أنس رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رسولُ اللّهِ
#: حُبِّبَ
إلىَّ
النِّسَاءُ
وَالطِّيبُ،
وَجُعِلَتْ
قُرَّةُ
عَيْنِى في
الصََّةِ[.
أخرجه النسائى
.
10. (2327)- Hz. Enes
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Bana kadın ve güzel koku sevdirildi, gözümün
nuru namazda kılındı."[18]
AÇIKLAMA:
Bu hadisin koku ve kadınla ilgili kısmını 2137 numaralı hadiste
açıkladık. Burada namazla ilgili bir miktar açıklama sunacağız:
Önce şu hususu belirtelim ki, Efendimiz burada en hayırlı şeylerin
zikrini beraber yapmıştır: Kadın ve namaz. Zîra bir hadiste kadın, dünyevi
metaın en hayırlısı olarak tavsif edilmiştir. "Dünya bir meta'dan
ibarettir. Onun en hayırlı meta'ı ise sâliha kadındır." Yukarıda
kaydettiğimiz üzere dînî emirlerin de en hayırlısı namazdır. O halde ikisinin
beraber zikri pek münasip düşmüştür. "Gözümün nuru namazda kılındı"
ifadesi namazın şanını yücelten bir ifadedir. Namazın dünyevî şeylerden biri
olarak ifade edilmiş olmasını Gazâlî şöyle açıklar: "His ve müşahedeye
giren her şey şehadet ve müşahede âlemindendir, dolayısiyle dünyadan sayılır.
Namazın secde ve rükûsunda organların hareketiyle hissedilen telezzüz dünyevi
bir his olduğu için namazı dünyaya izafe etmiştir. Kul bazan ibadetiyle
öylesine ünsiyet eder ve ondan öyle lezzet duyar ki, ibadet etmesine engel
olunması ona en büyük cezalardan biri olur. Nitekim bazı âbidler şöyle dua
etmişlerdir: "Ben ölümden korkmazdım, ne var ki benimle gece namazlarımın
arasına girmektedir." Böylelerinden şu şekilde dua edene de rastlanmıştır:
"Allah'ım, bana kabirde de namaz kılma gücü ver."[19]
ـ11ـ وعن
ربيعة بن كعب
ا‘سلمى قال:
]كُنْتُ أبِيتُ
مَعَ
النّبىِّ #
فَآتِيهِ
بِوَضُوئِهِ
وَبِحَاجَتِهِ،
فقَالَ لِى:
سَلْنِى.
قُلْتُ: فإنِّى
أسْألُكَ
مُرَافَقَتَكَ
في الجَنَّةِ،
فقَالَ: أوَ
غَيْرَ
ذلِكَ؟
قُلْتُ: هُوَ
ذاكَ. قالَ:
فَأعِنِّى
عَلى
نَفْسِكَ بِكَثْرَةِ
السُّجُودِ[.
أخرجه مسلم
وأبو داود .
11. (2328)- Rebî'a İbnu Ka'b
el-Eslemî anlatıyor: "Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile beraber
gecelemiştim, kendisine abdest suyunu ve başkaca ihtiyaçlarını getirdim. Bana:
"Dile benden (ne dilersen)!" buyurdu. Ben:
"Senden cennette seninle beraberlik diliyorum!" dedim.
Bana:
"Veya bundan başka birşey?" dedi. Ben:
"Hayır, sadece bunu istiyorum!" dedim.
"Öyleyse kendin için çok secde ederek bana yardımcı ol!"
buyurdu."[20]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, cennette Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'le beraberliğin zor olduğunu ifade etmektedir. Zîra Hz. Peygamber,
dilek sahibinden, bir başka dilekte bulunmasını istemiştir. Bir başka dileğinin
gerçekleşmesi, Resûlullah nazarında bundan daha kolay olacaktı ki, dileğini
değiştirmesini taleb etmiştir.
2- Bazı şârihler, Rebî'a (radıyallâhu anh)'nın bu taleple
âhirette eşitlik istemiş olabileceğini söylemiş iseler de, bu pek uzak bir
ihtimaldir. Her mü'minin en tabii isteği Resûlullah'la âhirette beraberliktir.
Bunda eşitlik düşüncesi bulunmaz. Hz. Peygamber'in resûllük vasfıyla
arkadaşlığına mazhar olmayı dilemek, eşitlik talebi değildir. Bu çeşit temenni
zaman zaman olmuş, bazan Efendimiz: "Kişi sevdiği ile beraberdir"
diyerek beraberlik arzu eden aşık mü'minlerin gönüllerini serinletmiş, hoşnud
kılmıştır.
3- Secdeden maksad namazdır. Çok secde, çok namazdır. Cennette
Resûlullah'la beraberlik gibi elde edilmesi zor, uhrevî yüce mertebeler, ancak
namaz gibi değerli ibadetleri çokça yapmakla kazanılabilir. Şu halde bu hadis,
aynı zamanda namazın ehemmiyetine, şanının, Allah indindeki değerinin
yüksekliğine bir delil teşkil etmektedir. Nitekim Alak Sûresinin son âyetinde
secdenin Allah'a yaklaştıracağı kesin bir üslubla ifade edilmiştir.
4- Hadis şunu da ders veriyor ki, yüce dilekler için dua
yeterli değildir, onun gerçekleşmesi için gerekli olan amele yer vermek
şarttır.
5- Bir hizmet mukabilinde hizmeti yapana, "Dile benden ne
dilersen!" denmesi, büyüklerin şanındandır.
6- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), Cenâb-ı Hakk'ın
hazinelerinde mevcut olan herhangi bir şeyi vermek veya vaaddetmek hususunda
yetkilidir.[21]
ـ12ـ وعن
معدان بن أبى
طلحة اليعمرى
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه قال:
]لَقِيتُ
ثَوْبَانَ
مَوْلَى رَسُولِ
اللّهِ #،
وَرَضِيَ
اللّهُ
عَنْه، فقُلْتُ:
أخْبِرْنِى
بِعَمَلٍ
أعْمَلُهُ
يُدْخِلُنِِى
اللّهُ بِهِ الجَنَّةَ،
أوْ قالَ
قُلْتُ:
بِأحَبِّ
ا‘عْمَالِ إلى
اللّهِ
تَعالى،
فَسَكَتَ،
ثُمَّ سَألْتُه
فََسَكَتَ،
ثُمَّ
سَألْتُهُ
الثَّالثةَ،
فقَالَ:
سَألْتُ عَنْ
ذلِكَ
رَسُولَ اللّهِ
# فقَالَ:
عَلَيْكَ
بِكَثْرَةِ
السُّجُودِ،
فإنَّكَ َ
تَسْجُدُ
للّهِ تَعالى
سَجْدةً إَّ رَفَعَكَ
اللّهُ بِهَا
دَرَجَةً،
وَحَطَّ عَنْكَ
بِهَا
خَطِيئَةً.
قالَ
مَعْدَانُ:
ثُمَّ
أتَيْتُ أبَا
الدَّرْدَاءِ
فَسألتُهُ، فقَالَ:
مِثْلَ مَا
قَالَ لِى
ثَوْبَانُ[.
أخرجه مسلم
والترمذي
والنسائى .
12. (2329)- Ma'dan İbnu Ebî
Talha el-Ya'merî (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın azadlısı Sevbân (radıyallâhu anh)'a rastladım. Kendisine:
"Bana bir amel söyle de onu yapayım. Allah da onun sayesinde
beni cennetine koysun" dedim. -Veya şöyle demişti: "Dedim ki:
"..Allah nezdinde en hayırlı ameli bana bildir."- Sevbân sükut etti.
Sonra ben tekrar aynı şeyi sordum. O yine sükut etti. Ben üçüncü sefer sordum.
Sonunda dedi ki:
"Aynı şeyleri ben de Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a
sormuştum. Bana şu cevabı vermişti:
"Çokça secde yapman gerekir. Zîra sen secde ettikçe, her
secden sebebiyle Allah dereceni artırır, onun sebebiyle günahını döker."
Ma'dan der ki: "Sonra Ebu'd-Derdâ'ya geldim. Aynı şeyi ona da sordum. O da
Sevbân'ın bana söylediğinin aynısını söyledi."[22]
AÇIKLAMA:
1- Hadis, Selef'in en büyük meselesinin Allah'ın rızasını
kazanmak olduğunu göstermektedir. Resûlullah'ın âzadlısı Sevbân'la karşılaşan Ma'dan
İbnu Ebî Talha, muhatabı, Resûlullah'ın bir yakını olması haysiyyetiyle ilk iş,
ondan Allah'ın rızasını kazandıracak en muteber ameli soruyor.
2- Sevbân, soruya hemen cevap vermiyor. Umumiyetle, Efendimiz
de, muhatabın merakını uyandırmak, alakasını artırmak için, aynı şekilde
sorulan soruya hemen cevap vermez, tekrar ettirirdi. Şu halde bu rivayet,
Resûlullah'ın tebliğde takip ettiği bu prensibin, ashab tarafından da zaman
zaman tatbik edildiğine güzel bir örnek olmaktadır.
Mamafih, derhal konuşmayıp sorunun bir-iki sefer tekrarından sonra
cevaplamada, yapılacak açıklamayı düşünme, zihinde derleyip toparlama, mesele
ile alakalı bilgisine zihnen başvurma gibi bir başka gaye daha aramak da
muvafıktır.
İlave açıklama için önceki hadise bakılabilir.
ـ1ـ عن أنس
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]سَألَ
رَجُلٌ
نَبىَّ
اللّهِ #:
فقَالَ يَارسُولَ
اللّه كَمِ
افْتَرضَ
اللّهُ عَلى
عِبَادِهِ
مِنَ
الصَّلَواتِ؟
قالَ:
افْتَرَضَ اللّهُ
عَلى
عِبَادِهِ
صَلَواتٍ
خَمْساً. قالَ
يَا رَسولَ
اللّهِ: هَلْ
قَبْلَهُنَّ
أوْ
بَعْدَهُنَّ
شَىْءٌ؟ قالَ:
افْتَرَضَ
اللّهُ عَلى
عِبَادِهِ
صَلَواتٍ
خَمْساً،
فَحَلَفَ
الرَّجُلُ َ
يَزيدُ
عَلَيْهَا
شَيْئاً، وََ
يَنقُصُ
مِنْهَا
شَيْئاً،
فقَالَ رَسولُ
اللّهِ #، إنْ
صَدَقَ
لَيَدْخُلَنَّ
الجَنَّةَ[.
أخرجه مسلم
والترمذي
والنسائى،
وهذا لفظ
النسائى.وقد
أخرجه مسلم
والترمذي في
جملة حديث طويل
مذكور في كتاب
ا“يمان .
1. (2330)- Hz. Enes
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Bir adam, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a: "Allah, kullarına kaç vakit namazı farz kıldı?" diye
sordu. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Allah, kullarına beş vakit namazı farz kıldı" diye
cevap verdi. Adam tekrar sordu:
"Bunlardan önce veya sonra başka bir şey var mı?"
"Allah kullarına beş vakti farz kıldı."
Bu cevap üzerine adam, bunlar üzerine hiçbir ilavede
bulunmayacağına, onlardan herhangi bir eksiltme de yapmayacağına dair yemin
etti. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Bu adam sözünde durursa mutlaka cennete girecektir!"
buyurdu."[23]
Bu rivayeti, Müslim ve Tirmizî, Kitâbu'l-Îman'da mezkur, uzun bir
hadis zımnında tahric ederler.[24]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayette sual soran kimsenin Dımâm İbnu Salebe olduğu
başka rivayetlerde belirtilmiştir. Dımâm, Benû Sa'd İbnu Bekr'in Hz.
Peygamber'e gönderdiği elçi idi. Resûlullah'ın huzuruna çıkınca bölgesine gelen
müslüman memurların söylediği ve gönderilen "nebevi mektupların"
ihtiva ettiği tevhid, yaratılış, namaz, oruç, zekât gibi esaslardaki
tebliğatıyla ilgili sorular sorup, İslâm adına duyduklarını tahkik eder. Dımâm
hakkında gelen müslüman oluşuyla ilgili bilgiler ihtilaflı ise de, umumiyetle,
Resûlullah'ın huzuruna çıktığında henüz müslüman olmadığı, her seferinde yemin
vererek sorduğu sorulara aldığı cevaptan mutmain olarak müslüman olduğu kabul
edilir. Buhârî'nin rivayeti bu kanaati te'yid etmektedir. Başka rivayetler,
kendisi müslüman olduktan sonra kavmine İslam'ı götürerek tebliğde bulunduğunu
ve onların da toptan müslüman olmalarına sebep olduğunu te'yid eder. Vak'ayı
anlatan bir rivayette, Dımâm'ın, kavmine geri dönünce onlara söylediği söz
şöyledir: "Allah bir peygamber göndermiş ve O'na bir kitap indirmiştir.
Ben O'nun yanından geldim ve size O'nun emrettiklerini ve yasakladıklarını
getirdim. Rivayet şöyle devam eder:" Vallâhi, o gün orada hazır
bulunanlardan -kadın ve erkek- herkes ertesi güne kadar müslüman oldu."
2- Hz. Ömer (radıyallâhu anh), Dımâm'ın soru sormadaki
maharetini fevkalade takdir ederek: "Vallâhi ben Dımâm kadar güzel ve
veciz soran birini görmedim" demiştir. Ebû Dâvud'un İbnu Abbâs
(radıyallâhu anh)' tan kaydettiğini hadisin sonunda: "Hz. Peygamber'e elçi
olarak gelenler arasında, Dımâm kadar güzel konuşan birini işitmedik"
ifadesine yer verilmiştir.
3- Hadiste görülen bazı fevâid:
* Hadiste, bazı âlimler haber-i vahidle amel etmeye delil
bulmuşlardır. Dımâm'ın işittiklerini tahkik etmesi bu esası zedelemez. Çünkü, o
bizzat görüşüp, şahsen konuşmak için gelmiştir. Üstelik o tek başına dönüp
tebliğde bulunmuş ve kavmi onun sözüne güvenerek İslâm'ı kabul etmiştir.
* Tesebbüt ve tahkik memduhtur, zîra Resûlullah, Dımâm'ı,
araştırması sebebiyle kınamamıştır.
* Sırf farzları yapıp nevâfile yer vermeyen, kurtuluşa
erecektir.
ـ2ـ وعن
أنس رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]فُرِضَتْ
عَلى
النَّبىِّ #
لَيْلَةً
أُسْرِىَ
بِهِ الصََّةُ
خَمْسِينَ،
ثُمَّ
نَقَصَتْ
حَتَّى
جُعِلَتْ
خَمْساً،
ثُمَّ
نُوَدِى يَا
مُحَمَّدٌ:
إنَّهُ َ
يُبَدَّلُ
الْقَوْلُ
لَدَىَّ،
وَإنَّ لَكَ
بِهذِهِ
الخَمْسِ
خَمْسِينَ[.
أخرجه الخمسة
إ أبا داود،
وهذا لفظ
الترمذي.
2. (2331)- Hz. Enes
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a
Mi'râc'a çıktığı gece elli vakit namaz farz kılındı. Sonra bu azaltılarak beşe
indirildi. Sonra da şöyle hitap edildi:"Ey Muhammed! Artık, nezdimde
(hüküm kesinleşmiştir), bu söz değiştirilmez. Bu beş vakit, (Rabbinin bir lüftu
olarak on misliyle kabul edilerek) senin için elli vakit sayılacaktır."[25]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, beş vakit namazın Mi'râc sırasında farz kılındığını ve
ilk defa elli vakit olarak teşrî edildiğini belirtiyor. Mi'râc'la ilgili uzun
bir hadiste (5570 numaralı hadis) açıklandığı üzere Resûlullah Cenâb-ı Hakk'tan
elli vakit namaz farzını telakki ettikten sonra dönüş sırasında Hz. Mûsa
(aleyhisselâm)'ya uğrar. Hz. Mûsa: "Allah ümmetine neyi farz kıldı?"
diye sorunca, Resûlullah "Elli vakit namaz!" der. Bunun üzerine Hz.
Mûsa: "Ümmetin buna takat getiremez, git Rabbinden azaltmasını taleb
et!" tavsiyesinde bulunur. Resûlullah mükerrer gidişlerle namaz miktarını
elliden beş vakte indirtir. Şu halde yukarıdaki hadis, Resûlulah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a Cenâb-ı Hakk'ın son müracaatında verdiği cevabı aksettirmektedir:
"Namaz artık beş vakitten daha da azaltılamaz, bu kesinleşmiş bir
hükümdür."
Hadiste, namaz beş vakit olmakla birlikte elli vakit olduğu ifade
edilir. Bu, "yapılan her hayrın Allah indinde en az on misliyle kabul
edileceği"ni tebşir eden âyet-i kerîmeye uygun bir ihbardır: "Kim bir
hayır işlerse işte ona bunun on katı var" (En'âm 160). Şu halde Resûlullah'a
Mî'rac'ta farz edilen beş vakit namaz, mü'minin defter-i ameline on misliyle
yani elli vakit olarak yazılmaktadır. Rabbimiz, namazın ehemmiyetini gereğince
takdir etmemiz için elli vakit olarak farzetmiş, lütfunun, kereminin vüs'atini
ifade için de beş vakte indirerek elli vakit olarak değerlendirmeye tabi
tutmuştur.
ـ3ـ وعن
ابن عباس
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال: ]فَرَضَ
اللّهُ
الصََّةَ
عَلى لِسَان
نَبِيِّكُمْ #
في الحَضَرِ
أرْبَعاً،
وفي السَّفَرِ
رَكْعَتَيْنِ،
وَفي
الخَوْفِ
رَكْعَةً[. أخرجه
مسلم وأبو
داود
والنسائى .
3. (2332)- İbnu Abbâs
(radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Allah, namazı peygamberinizin diliyle
hazerde dört, seferde iki, korku halinde de dört rek'at olarak farz
kılmıştır."[26]
ـ4ـ وعن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]فَرَضَ
اللّهُ
الصََّةَ
حِينَ
فَرَضَهَا
رَكْعَتَيْن،
ثُمَّ أتَمَّهَا
في الحَضَرِ،
وَأُقِرَّتْ
صََةُ المُسَافِرِ
عَلى
الفَرِيضَةِ
ا‘ولَى[. أخرجه الستة
إ الترمذي .
4. (2333)- Hz. Âişe
(radıyallâhu anhâ) anlatıyor: "Allah namazı (ilk defa farz ettiği zaman
iki rek'at olarak farz etmişti. Sonra onu hazer için (dörde) tamamladı. Yolcu
namazı ilk farz edildiği şekilde sabit tutuldu."[27]
AÇIKLAMA:
1- Namaz farz edildiği zaman, bütün vakitler ikişer rek'at
olarak farz edilmiştir. Ahmed İbnu Hanbel'in bir rivayetinde akşam namazı istisna
edilir ve onun üç rek'at olarak farz edildiği belirtilir.
Buhârî'nin kaydettiği bir başka rivayette, namazların hicretten
sonra dört rek'ate çıkarıldığı belirtilir. Bu hususu İbnu Huzeyme, Beyhakî ve
İbnu Hibbân tarafından tahriç edilmiş olan bir rivayette Hz. Âişe şöyle açar:
"Hazer ve sefer namazı (Mi'râc'ta) ikişer rek'at olarak farz kılınmıştı.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Medîne'ye gelip, itminan bulunca hazer
namazlarına ikişer rek'at daha ilave edildi. Sadece sabah namazı, kıraatinin
uzunluğu sebebiyle iki rek'at olarak bırakıldı. Akşam namazı da eski hâli üzere
üç rek'at olarak bırakıldı, çünkü bu gündüzün vitridir."
Namazlar bu şekilde dört rek'ata çıkarıldıktan sonra:
"Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman, eğer kâfirlerin size fenalık yapacağından
endişe ederseniz, namazdan kısaltmanızda üzerinize bir vebal yoktur..."
(Nisâ 101) âyeti nâzil olmuştur. İbnu'l-Esîr'in, Şerhu'l-Müsned'de kaydettiğine
göre, namazın kısaltılması hadisesi hicretin dördüncü yılında teşri edilmiştir.
Mamafih ilgili âyetin, hicretin ikinci yılında nâzil olduğu da söylenmiştir.
2- Hanefîler, sadedinde olduğumuz Hz. Âişe hadisini esas
alarak, seferde namazın kasredilmesini ruhsat değil, azimet telakki etmiştir.
Muhalifleri ve bu meyanda Şâfiîler yukarıda kaydettiğimiz âyeti esas alarak
namazı seferde kasretmeyi (iki kılmayı) ruhsat telakki etmiştir.
3- Yeri gelmişken şunu da belirtelim ki, bir kısım âlimler,
İsra yani Mi'râc'tan önce farz namaz olmamakla birlikte gece namazının
emredildiğini belirtirler. Bunun herhangi bir miktarı, hududu yoktur. el-Harbî,
ilk defa sabah ve yatsı namazlarının ikişer rek'at farz kılındığını
söylemiştir. Şâfiî gibi bazı âlimler, gece namazının bidayette farz
kılındığını, ancak ‘Ondan kolayınıza geleni okuyun’ âyetinin (Müzzemmil 20)
nüzûlünden sonra bu farziyetin neshedildiğini söylerler. Bunlara göre, gecenin
bir kısmında kalkmak farz olmuştur. Beş vakit namaz farz olunca bu da
neshedilmiştir.
ـ5ـ وعن
عمر رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]صََةُ النَّحْرِ
رَكْعَتَانِ،
وَصَةُ
الْفِطْرِ رَكْعَتَانِ،
وَصََةُ
السَّفَرِ
رَكْعَتَانِ،
وَصََةُ الجُمُعَةِ
رَكْعَتَانِ،
تَمَامٌ
غَيْرُ قَصْرٍ
عَلى لِسَانِ
النَّبىِّ #[.
أخرجه النسائى
.
5. (2334)- Hz. Ömer
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Kurban bayramında kılınan namaz iki
rek'attir, Fıtır (Ramazan) bayramında kılınan namaz iki rek'attir, sefer namazı
iki rek'attir, cum'a namazı da iki rek'attir. Bunlar Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın lisanı üzere, tamamdır, kısaltma yoktur."[28]
ـ6ـ وعن
عبداللّه بن
فضالة عن أبيه
قال: ]عَلّمَنِى
رسولُ اللّه
#، وََكَانَ
فِيمَ عَلّمَنِى،
وََحَافِظْ
عَلى
الصَّلَواتِ الخَمْسِ.
قالَ قُلْتُ:
إنَّ هذِهِ
سَاعَاتٍ لِِى
فِيهَا
أشْغَالٌ،
فَمُرْنِى
بِأمْرٍ جَامِعٍ
إذا أنَا
فَعَلْتُهُ
أجْزأَ عَنِّى؟
فقَالَ:
حَافِظْ عَلى
الْعَصْرَيْنِ،
وَمَا
كَانَتْ مِنْ
لُغَتِنَا،
قُلْتُ: وَمَا
الْعَصْرَانِ؟
فقَالَ: صََةٌ
قَبْلَ
طُلُوعِ
الشَّمْسِ،
وَصََةٌ
قَبْلَ
غُرُوبِهَا[.
أخرجه أبو داود
.
6. (2335)- Abdullah İbnu
Fudâle, babası (Fudâle'den) naklen anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın bana öğrettikleri arasında: "Beş vakit namaza devam edin!"
emri de vardı. Ben: "Bu beş vakit, benim meşguliyetlerimin bulunduğu
anlardır. Bana (bunların yerine geçecek) cami (kapsamlı) bir şey emret, öyle ki
onu yaptım mı, benden beş vakit namaz borcunun yerine geçsin!" dedim.
Bunun üzerine: "Öyleyse Asreyn'e devam et!" buyurdu. Bu kelime bizim
dilimizde yoktu. Bu sebeple: "Asreyn nedir?" diye sordum. "Güneş
doğmazdan önceki namazla güneş batmazdan önceki namaz" buyurdu."[29]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste, "devam et" diye tercüme ettiğimiz
hâfizun emri muhafaza etmekten gelir, bu da "amel"e ilim, hey'et ve
vakit olarak riayet etmek ve aslını ortaya çıkaran ve îfa edilmesini tamamlayan
ve kemaline götüren bütün cüzleriyle ikame etmek mânasına gelir.
2- Sabah namazına da asr denmesi tağlib prensibiyledir.
Araplar annebabaya ebeveyn (iki baba), ay ve güneşe kamereyn (iki ay) derler.
Bu bir ifade üslubudur, tağlib denir. Asr'ın sabah'a galebesi, meşguliyetlerin
çokluğu sebebiyle ikindiye riayetin zorluğundan ileri gelmiştir.
3- Bu hadis, görüldüğü üzere müşkil bir mâna arzetmektedir.
Çünkü sabah ve ikindi namazlarının, diğer vakitlerin yerine geçebileceği
mânasını zihne getirmektedir. Halbuki, Kur'an ve sünnette gelen pek çok muhkem
nassla sabit olmuştur ki, günde beş vakit namaz farzdır ve bunlardan hiçbiri
diğerinin yerini tutmayacağı gibi, bu beşi eksiltmenin de imkanı yoktur.
Bu çeşit, sahih hadislere veya Kur'ân'a ters düşen (teâruz eden)
rivayetler vasfen sahih bile olsa şazz denir ve hükmüyle amel edilmez. Zayıf
olduğu takdirde münker denir, evleviyetle amelden terkedilir.
Beyhakî Sünen'inde hadisi sıhhat yönüyle değerlendirmeden güzel
bir te'vilde bulunur: "Doğruyu Allah bilir ya Efendimiz şunu demek istemiş
olmalıdır: "Beş vakit namazın her birini ilk vakitlerinde kıl, mücbir bir
sebeple ilk vaktinde kılamaz da tehir edersen mazur sayılırsın, ama iki vaktin
namazlarının ilk vaktinde kılınmasını sıkı sıkıya emretmektedir." İbnu
Hibbân da Sahih'inde şöyle demiştir: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın Asreyn'in kılınması hususundaki ziyade te'kidi, vaktin evvelinde
kılınmasını emir gayesine matuftur. Betahsis bu iki vaktin zikr, o zamandaki
meşguliyetlerin çokluğu sebebiyle tehlikeye düşme ihtimalinin fazlalığından
ileri gelir."
ـ7ـ وعن
سيرة بن معبد
قال: ]قالَ
رسولُ اللّهِ
# مُرُوا
الصَّبىَّ
بِالصََّةِ
إذا بَلَغَ سَبْعَ
سِنِينَ،
فإذَا بَلَغَ
عَشْرَ
سِنِينَ فَاضْرِبُوهُ
عَلَيْهَا[.
أخرجه أبو
داود والترمذي.ولفظه:
»عَلِّمُوا
الصَّبىَّ
الصََّةَ ابْنَ
سَبْعٍ
وَاضْرِبُوهُ
عَلَيْهَا
ابن عَشْرٍ« .
7. (2336)- Sebretü' bnu
Ma'bed (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Yedi yaşına geldi mi çocuğa namazı emredin, on yaşına
geldi mi kılmadığı takdirde dövün."[30]
Tirmizî'nin rivayetinde "Çocuğa namazı yedi yaşında öğretin,
kılmadığı takdirde on yaşında dövün" şeklindedir.
ـ8ـ وعن
عمرو بن العاص
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ #:
مُرُوا أوَْدَكُمْ
بِالصََّةِ
وَهُمْ
أبْنَاءُ
سَبْعٍ،
وَاضْرِبُوهُمْ
عَلَيْهَا
وَهُمْ أبْنَاءُ
عَشْرٍ،
وَفَرِّقُوا
بَيْنَهُمْ
في المَضَاجِعِ[.
أخرجه أبو
داود .
8. (2337)- Amr İbnu'l-Âs
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Çocuklarınıza, onlar yedi yaşında iken namazı emredin. On
yaşında olunca namaz(daki ihmalleri) sebebiyle onları dövün, yataklarını da
ayırın."[31]
ـ9ـ وله في
أخرى: ]أنَّ
رَسولُ
اللّهِ #
سُئِلَ عَنْ
ذلِكَ فقَالَ:
إذَا عَرَفَ
يَمِينَهُ
مِنْ
شِمَالِهِ
فَمُرُوهُ
بِالصََّةِ[ .
9. (2338)- Onun bir diğer
rivayetinde şöyle denir: "Resûlullah'a bundan (namazın çocuğa ne zaman
emredileceğinden) sorulmuştu:
"Çocuk sağını solundan ayırmasını bildi mi ona namazı
emredin" buyurdu."[32]
AÇIKLAMA:
1- Çocuk terbiyesi ile ilgili olarak Resûlullah'ın verdiği
mühim talimatlardan biri, çocuğa namazın emredilmesiyle ilgilidir. Yukarıda
kaydedilen üç hadis bu mesele üzerine ciddi prensipler vaz'etmektedir. Doğar
doğmaz kulaklarına ezan ve kamet okuyup isim koymakla fiilen başlatılan çocuk
terbiyesinin, sünnette gelen beyanlara göre muhtelif safhaları var. Kısaca
özetleyelim:
* Ta'lime (öğretmeye) başlama yaşı: Konuşmaktır. Hz.
peygamber'den gelen rivayetler, Abdulmuttaliboğullarından bir çocuk, konuşmaya
başlar başlamaz, o çocuğa şu âyeti yedi sefer okutarak ezberletirdi: "Hamd
O Allah'a olsun ki, O ne bir çocuk edinmiştir, ne de mülkünde bir ortağa
sahiptir" (Nahl 78).
Görüldüğü üzere ilk öğretilen şey Kur'an'dan bazı âyetlerdir ve
itikadla ilgilidir.
* Namaza başlama yaşı: Temyiz yaşıdır. Yukarıda, ilk iki
hadiste yedi rakamı geçmekte ise de üçüncü hadiste sağını solundan ayırma
tabiri geçmektedir. bu meseleye temas eden başka hadislerde "20'ye kadar
sayma" "namazı anlama", "süt dişlerini atma (dişeme)" gibi
başka kıstaslar zikredilmiştir. Âlimler bütün rivayetleri değerlendirerek
namazı emretme yaşının "temyiz yaşı" olduğunu, bunu rakamla tesbitin
zor olduğunu, zîra her çocukta bunun değişebileceğini, bazılarının 4-5 yaşlarında
bile "temyiz"e ulaşabilirken diğer bir kısmının 7-8 yaşlarında bile
"temyiz"e ulaşamayacağını belirtirler.Temyizi tarifte hadisciler
umumiyetle muhatap olabilmeyi, yani "çocuğun söylenenleri eksiksiz anlayıp
tam olarak cevap verebilir hale gelmesi"ni esas alırlar.Âlimler derler ki:
"Namaz temyiz yaşında emredildiğine göre daha önceden çocuk namazla ilgili
farz, vacib, sünnet her çeşit bilgileri öğrenmelidir." Buna göre konuşmaya
başladığı andan itibaren en azından namazda okuyacağı sûreler, duâlar, namazın
rükünleri, vacibleri vs. ile ilgili bilgiler öğretilmiş olmalıdır.
* Namazı zorla kıldırma yaşı: On yaşıdır. Hadiste: "Yedi
yaşında namazı emredin, on yaşında namaz için dövün" buyrulmuştur. Bu emir
yedi yaşlarında yavaş yavaş, fazla zorlanmadan tatlılıkla alıştırılmasını irşad
eder, bu yaşta dayağı tavsiye etmez. Ama on yaşına gelince namaz henüz tam
benimsetilememişse icabında dövülmesi tavsiye edilmektedir. Zîra o yaşlarda
dinin en mühim emri olan namaza alıştırılamazsa ondan sonra büyük zorluklar
çıkabilecek, alıştırılamayabilecek demektir.
Dal küçükken eğilir ve: Müslüman evladının evleviyetle eğilmesi,
alıştırılması gereken şey namazdır.
Âile reisini pek çok âyetiyle [Tahrîm 6, Zümer 15-16, Şuarâ 45]
terbiyeden sorumlu tutan Kur'ân-ı Kerîm, âile ferdlerine bilhassa namazın
emredilmesi üzerinde durur: "Ehline namazı emret. Kendin de ona sebat ile
devam eyle. Biz senden bir rızık istemiyoruz. Seni biz rızıklandırırız"
(Tâhâ 132).
İslâm âlimleri, çocuğa dînini öğretmeden meslek öğretilmesini câiz
bulmazlar. "Zîra derler, çocuğun bilahare kalbinden sökülüp atılması zor
olan bozuk bir mezhep üzere yetişme ihtimali vardır."
On yaş yataklarını ayırma yaşıdır da. Münâvî, emir mutlak olması
haysiyetiyle hepsi kız veya hepsi erkek de olsa o yaşta çocukların
"uyudukları yatakların" ayrılması gerektiğini belirtir. Bu nebevî
irşad on yaşına basan çocukların cinsî terbiyelerinin ciddî ve sistemli şekilde
ele alınmasını tazammun eder. On yaşlarına mürâhık yaşı da denir. Çocukta yavaş
yavaş büluğ emareleri başlar. Bu yaşa terettüp eden başka ahkâm da vardır.
2- İslâm âlimleri on yaşında dayağa izin verilmiş olmasını,
çocuğun bu yaşta dayağa tahammül edebileceği ve böylece dayağın terbiyevî
olabileceği gerekçesiyle îzah ederler. Aliyyü'l-Kârî, altı yaştan önce dayağın haram
olduğunu belirtir. Beyhakî hazretleri "farzı ilgilendirmeyen meseleler
dışında dayağın helâl olmadığı" kanaatini ifade eder. Bu bâbta gelen âyet
ve hadisleri esas alan âlimler meşru olan dayağın "yaralayıcı
olmayacak", "üç darbeyi geçmeyecek" ve "başa vurulmayacak"
şekilde olması gerektiğinde ittifak ederler.
ـ10ـ وعن
ابن عمر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]عَرَضَنِى
رَسولُ
اللّهِ #
يَوْمَ
أُحُدٍ وَأنَا
ابْنُ
أرْبَعَ
عَشَرَةَ
فَلَمْ
يُجْزِنِى،
وَعَرَضَنِى
يََوْنَ
الخَنْدَقِ،
وَأنَا ابْنُ
خَمْسَ
عَشَرَةَ
فَأجَازَنِى.
قَالَ
نَافِعٌ:
فَقَدِمْتُ
عَلى عُمَرَ
بنِ عَبْدِ
الْعَزِيزِ،
وَهُوَ
خَلِيفَةٌ
فَحَدَّثْتُهُ
هذا
الحَديثَ،
فقَالَ: إنَّ
هذَا الحَدَّ
مَا بَيْنَ
الصَّغِيرِ
وَالْكَبِيرِ،
فَكَتَبَ إلى
عُمَّالِهِ
أنْ يَفْرِضُوا
لِمَنْ
بَلَغَ
خَمْسَ
عَشْرَةَ،
وَمَا كانَ
دُونَ ذلِكَ
فَاجْعَلُوهُ
في
الْعِيَالِ[.
أخرجه الخمسة
.
10. (2339)- İbnu Ömer
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) beni
Uhud savaşı sırasında teftiş etti. O zaman ondört yaşında idim, savaşa
katılmama izin vermedi. Hendek savaşı sırasında da beni gördü, o zaman ben
onbeş yaşında idim, bu sefer bana (cihad) izni verdi."
Nâfi' der ki: "Ben Ömer İbnu Abdilaziz'e uğradım, o zaman
halife idi. Kendisine bu vak'ayı anlattım. Bana:
"Bu (onbeş yaş) çocukla büyüğü ayıran hududdur" buyurdu.
Valilerine yazarak, onbeş yaşına basanları mükellef addetmelerini, daha
küçükleri âile efradından saymalarını emretti."[33]
AÇIKLAMA:
1- Hz. Peygamber cihada kaydetme işinde büluğa ermiş olmayı
esas alıyordu. Bazı rivayetlerde sarahaten geldiği üzere, Abdullah İbnu Ömer
(radıyallâhu anh) Uhud'a katılmak ister, ancak teftişte yaşının ondört olduğu
anlaşılınca kabul etmez.
2- Teftiş, metinde arz kelimesiyle ifade edilmiştir. Hz.
Peygamber, cihada katılmak isteyenleri yola çıktıktan sonra konaklayıp, teker
teker gözden geçirir, savaşla ilgili bazı talimatlar verirdi. Arz'dan bu
kastedilmiş olabilir. Bazı rivayetlerde meçhul ifade ile "Ben Resûlullah'a
arzedildim" şeklinde gelmiştir. Cihada çıkacakların yazılması sırasında
huzura çıkarılmış olabilir. Belirttiğimiz üzere, vak'a, savaşa katılacakların
Efendimiz tarafından önceden şu veya bu şekilde görülmesi, tedkik ve teftişten
geçirilmesidir. Bu teftişlerde "küçük bulunduğu" için geri
çevrilenler de olmuştur.
3- Rivayette dikkatimizi çeken bir husus, Uhud savaşında 14
yaşında olan İbnu Ömer'in Hendek savaşında 15 yaşında olduğunun ifade edilmiş
olmasıdır, İbnu Sa'd'ın kaydettiği üzere, "onaltı yaşında" olması
gerekirdi.
Bu husus iki şekilde îzah edilir:
* Bazı rivayetlere göre Hendek savaşı 4. hicrî yılın Şevval ayında
cereyan etmiştir. Uhud savaşı hicrî 3. senenin Şevvalinde cereyan ettiğine
göre, arada ihtilaf yoktur.
* Ancak meğâzî sahiplerinin büyük çoğunluğu, 4. hicrî senede,
müslümanların -Mekkelilerin Uhud savaşı sırasında: "Gelecek yıl Bedir'de
buluşalım!" tehdidi üzerine- Bedr'e gittiklerini, orada müşrikleri
göremeyip savaşmadan geri döndüklerini belirtirler. Ayrıca rivayetler çoğunluk
itibariyle Hendek Savaşı'nın 5. Hicrî yılında cereyan ettiğini belirtir. Bu
durumda sadedinde olduğumuz rivayet te'vile muhtaç olmaktadır. Beyhakî ve diğer
bazıları şöyle açıklar: "İbnu Ömer'in: "Ben Uhud Savaşında ondört
yaşında olduğum halde arzedildim" sözü "ondört yaşına bastım"
demektir. "Hendek sırasında arzedildiğimde 15 yaşındaydım" sözü de
"onbeş yaşını geçmiştim" demektir. Birincide küsürâtı atmış, ikincide
de yuvarlamış olmaktadır. Arapların bu tarz kullanımları câridir, her zaman
işitilir. Bu suretle aradaki ihtilaf da kalkmış olur."
4- Bu rivayet Hz. Peygamber döneminin terbiye sistemi hakkında
mühim bir ip ucu vermektedir: Askerî terbiye büluğdan önce tamamlanmaktadır.
Şöyle ki: "Bir kimsenin savaşa alınması demek, gerekli olan savaş
bilgisinin öğretilmesi, gerekli talimin yaptırılması demektir. O devirde ok
atma, kılıç sallama, kalkan kullanma, ata binme, teke tek vuruşma, saldırma,
müdafaa gibi maharet isteyen pek çok teknikler savaşçı için gerekli idi. Aksi
takdirde bunlarda yeterli formasyonu almamış kimsenin savaşa alınması,
silahşörlerin eline kurbanlık teslim edilmesi gibi bir mânaya gelirdi.
Şu halde onbeş yaş askerî talimin tamamlanma yaşıdır. Tıpkı, dînî
bakımdan da mükellefiyetlerini yerine getirecek bilgi ve alışkanlıklarla
teçhizi gibi. Zîra büluğ yaşı mükellef olma yaşıdır. Müslüman evladı, büluğla
başlayacak mükellefiyetlerini yerine getirebilecek formasyonu büluğdan önce
almalıdır. Ailenin vazifesi onu bu mükellefiyetlerine hazırlamaktır. Büluğa
eren bir kimse:
1) Allah'a karşı ubûdiyetle (namaz, oruç, zekât, hacc)
mükelleftir.
2) Ailesine karşı (nafaka, himaye, terbiye vs. vazifelerle)
mükelleftir.
3) Devletine karşı (vergi, askerlik vs. ile)
mükelleftir."
Çocuğun babası üzerindeki haklarından biri de terbiyesini güzel
yapmaktır."(18) hadisinde beyan edilen "güzel terbiye alma
hakkı" çocuğun hayata mükemmelen hazırlanmasıyla, bütün mükellefiyetlerini
îfa edebilecek şekilde yetiştirilmesiyle yerine getirilmiş olur. Sadece
"din terbiyesi" veya sadece "meslek terbiyesi" veya sadece
"askerlik terbiyesi" vermek "güzel terbiye" değildir, eksik
terbiyedir.
Askerî terbiye ile ilgili olarak şu noktayı ilave etmemiz gerekir:
Elbette her devrin askerî talim ve terbiyesi farklıdır ve formasyonu da
farklıdır. Duruma göre büluğ çağı, asker olması için yeterli olmayabilir.
Aksine büluğdan önce de askerî vazife, duruma göre verilebilir. Bu gibi
sebeplerle Mâlikî ve Hanefî ulemâ, savaşa katılma iznini büluğa bağlı
kılmamışlar, imamın yetkisine bırakmışlardır: İmam, savaşa muktedir gördüğüne
izin verebilir. Nitekim Semuretu'bnu Cündüb, arz sonunda bir arkadaşı cihada
kabul edilip kendisi reddedilince, Hz. Peygamber'e itiraz eder ve güreşte onu
yıkabileceğini söyler. Resûlullah onları güreştirir. Semure söylediğini yapar
ve Efendimiz de onu askere kaydeder.
5- Bu rivayeti esas alan Ömer İbnu Abdilaziz gibi bazıları
mükellefiyet için onbeş yaşı esas alırlar: "Çocuk bu yaşa bastı mı ihtilam
olmasa da mükellef olur, yeter ki, onda rüşd tesbit edilsin" derler.
Onlara göre bu yaşa basanın üzerinden çocukluk ahkâmı kalkar. Hanefîler
ihtilamı şart koşarlar ve bunun 18 yaşına kadar uzayabileceğini söylerler.
ـ11ـ وعن
أنس رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ رسول
اللّهِ # قالَ:
مَنْ نَسِىَ صََةً
فَلْيُصَلِّ
إذَا
ذَكَرَهَا، َ
كَفَّارَةَ
لَهَا إَّ
ذَلِكَ[.
أخرجه الخمسة
.
11. (2340)- Hz. Enes
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Kim bir namaz unutacak olursa hatırlayınca derhal kılsın.
Unutulan namazın bundan başka kefareti yoktur."[34]
ـ12ـ وفي
أخرى للشيخين:
]إذَا رَقَدَ
أحَدُكُمْ
عَنِ
الصََّةِ،
أوْ غَفَلَ
عَنْهَا،
فَلْيُصَلِّهَا
إذَا
ذَكَرَهَا،
فإنَّ اللّهَ عَزَّ
وَجَلَّ
يَقُولُ:
وَأقِمِ
الصََّةَ لِذِكْرِى[.
12. (2341)- Buhârî ve
Müslim'in bir diğer rivayetinde şöyle denmiştir: "Sizden biriniz namaz
sırasında yatmış idiyse veya namaza karşı gaflet etmiş (ve unutmuş) ise,
hatırlar hatırlamaz onu kılsın. Zîra Allah Teâlâ Hazretleri şöyle buyurmuştur:
"Beni anmak için namaz kıl!" (Tâhâ 14).[35]
AÇIKLAMA:
1- Bu iki hadisin, müteakiben kaydedeceğimiz başka
vecihlerinde esbâb-ı vürûdu da belirtilmiştir. Buna göre: "Hayber seferi
dönüşünde İslâm ordusu, gecenin baş tarafında yol alır. Bir ara askerlere uyku
bastırınca Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Bilâl-i Habeşî (radıyallâhu
anh)'yi nöbetçi bırakarak orduya istirahat verir. Nöbet sırasında Bilal de
uyur. Ertesi sabah güneşin hararetiyle uyanırlar. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) oradan uzaklaşmalarını emreder. Bir müddet sonra, ordu namaz için,
Aleyhissalâtu vesselâm'in işaretiyle durur. Askerler abdest alıp kaçırılan
sabah namazını kaza ederler. Namaz bitince Efendimiz: "Kim bir namaz
unutacak olursa hatırlayınca hemen kılsın, zîra Cenâb-ı Hakk "Beni anmak
için namaz kıl" buyurmuştur" der.
2- Bu hadis çok farklı yorumlara tâbi tutulmuş, ihtiva ettiği
ahkâm hususunda ihtilaflı neticelere varılmıştır. Bu farklılıklara, âyet-i
kerîmenin kıraatindeki ihtilaf da müessir olmuştur. Biz fazla teferruâta
girmeden mühim birkaç noktaya temas edeceğiz:
* Hadisin zâhiri, kaçırılan namazla, eda edilecek namaz
arasında, tertibe riâyet edilmesini âmirdir. Yani bir namaz, unutma veya uyuma
sebebiyle kaçırılırsa o kaza edilmeden vakti girmiş bulunan müteakip namaz
kılınamaz. İmam Mâlik kaçırılan namaz kaza edilmeden vaktin namazı kılındıktan
sonra hatırlanması halinde, kaçırılan namazın kazaen kılındıktan sonra vaktin
namazının ikinci sefer yeniden kılınması gerektiğine hükmetmiştir.
* Kaçırılan namaz kerâhet vaktinde hatırlanmış ise, Hanefîlere
göre bu vakitte namaz kılınamaz. Mâlik ve Şâfiî, Evzâî, Ahmed ve İshak
(rahimehumullah)'a göre, kaçırılan namazlar kerâhet vakitlerinde dahi kaza
edilir. Bunlara göre, mekruh vakitlerde de kılınır. Zîra sadedinde olduğumuz
hadis, "hatırlayınca" diye mutlak gelmiştir, mekruh vakitler bu
ıtlaka dahildir.Sahabeden bazılarının (Hz. Ömer, İbnu Ömer, Sa'd İbnu Ebî
Vakkas, İbnu Mes'ud, Selman (radıyallâhu anhüm): "Namazı kasden terkeden
kimseye kaza yoktur" dediği rivayet edilmiştir. Buna kâil olanlara şöyle
cevap verilmiştir: "Unutarak namazı kılamayana kaza gerekirse, bilerek
terkedene evleviyetle lazım gelir. Hadiste meselenin ehemmiyetini tesbit için
hafifi zikredilmiştir. Unutarak bırakana kaza gerekirse, bilerek terkedene daha
fazla kaza gerekir. Üstelik unutan mazurdur, bıraktığı için günaha girmez, kaza
edince borcunu eda etmiş olur. Öbürünün hadiste zikredilmemesi, ednayı
zikrederek âlâya (daha ehemmiyetliye) tembih kabilindendir. Ayrıca "Kasden
bırakana kaza gerekmez" diyenler, bunu unutmaktan daha hafif gördükleri
için söylememişlerdir. Bilakis daha fena buldukları için öyle söylemişlerdir.
"Bu isyandır kaza ile telafi edilmez, boşuna zahmet çekmesinler"
mânasında bir değerlendirmedir, ağır bir tevbihtir.
* Kaçırılan namazlar kaza edilirken ikâmet ve ezan okunmalı mı
okunmamalı mı? Bu hususta da ihtilaf edilmiştir. Ahmed İbnu Hanbel ve
Hanefîlere göre okunması gerekir. İmam Şâfiî'nin bu husustaki görüşü
ihtilaflıdır. Ercah görüşe göre kamet okunur, ezan okunmaz.
* Kazaya kalan namaz bizzat kılmaktan başka bir surette telafi
edilemez. Sözgelimi onun yerine başkası kılamaz, sadaka vs. ile kefareti
ödenemez. Ancak âlimler, çok borcu olan kimsenin ölürken, namazlarına bedel
fidye verilmesini vasiyet etmiş olması durumunda, bu vasiyetin yerine
getirileceğini söylemişlerdir.
ـ13ـ وعن
أبى قتادة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]سِرْنَا
مَعَ رَسولِ
اللّهِ #
لَيْلَةً
فقَالَ
بَعْضُ
الْقَوْمِ:
لَوْ
عَرَّسْتَ
بِنَا يَا
رَسُولَ
اللّهِ؟ قالَ:
أخَافُ أنْ
تَنَامُوا
عَنِ
الصََّةِ،
فقَالَ بَِلٌ:
أنَا أوقظُكُمْ،
فضْطَجعُوا،
وَأسْنَدَ
بَِلٌ
ظَهْرَهُ إلى
رَاحِلَتِهِ
فَلَلَبَتْهُ
عَيْنَاهُ فَنَامَ،
فَاسْتَيْقَظَ
النّبىُّ #
وَقَدْ طَلَعَ
حَاجِبُ
الشَّمسِ،
فقَالَ يَا
بَِلُ: أيْنَ
مَا قُلْتَ؟
فقَالَ: مَا
أُلْقِيَتْ عَلىَّ
نَوْمَة
مِثْلُهَا
قَطُّ. قالَ:
إنَّ اللّهَ
قَبَضَ
أرْوَاحَكُمْ
حِينَ شَاءَ،
وَرَدَّهَا
عَلَيْكُمْ
حِينَ شَاءَ،
يَا بَِلُ:
قُمْ فَأذِّنْ
بِالنَّاسِ
بِالصََّةِ،
فَتَوَضَّأ،
فَلَمَّا
ارْتَفَعَتْ
الشَّمْسُ
وَابْيَاضَّتْ
قَامَ
فَصَلّى
بِالنَّاسِ
جَمَاعَةً[.
أخرجه
الخمسة،
واللفظ
للبخارى والنسائى
.
13. (2342)- Ebû Katâde
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah'la beraber bir gece boyu yürüdük.
Cemaatten bazıları:"Ey Allah'ın Resûlü! Bize mola verseniz!" diye
talepte bulundular. Efendimiz:
"Namaz vaktine uyuyakalmanızdan korkuyorum" buyurdu.
Bunun üzerine Hz. Bilâl: "Ben sizi uyandırırım!" dedi. Böylece
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) mola verdi ve herkes yattı. Nöbette kalan
Bilâl de sırtını devesine dayamıştı ki gözleri kapanıverdi, o da uyuyakaldı.
Güneşin doğmasıyla Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) uyandı ve:
"Ey Bilâl! Sözün ne oldu?" diye seslendi ve Hz. Bilâl:
"Üzerime böyle bir uyku hiç çökmedi" diyerek cevap verdi.
Aleyhissalâtu vesselâm:
"Allah Teâlâ Hazretleri, ruhlarınızı dilediği zaman kabzeder,
dilediği zaman geri gönderir. Ey Bilâl! Halka namaz için ezan oku"
buyurdu. Sonra abdest aldı ve güneş yükselip beyazlaşınca kalktı, kafileye
cemaatle namaz kıldırdı."[36]
ـ14ـ وعند
أبى داود:
]فَمَا
أيْقَظَهُمْ
إّ حَرُّ
الشّمْسِ،
فقَامُوا
وَسَارُوا
هُنَيَّةً،
ثُمَّ
نَزَلُوا
فَتَوَضّئُوا،
وأذَّنَ بَِلٌ
فَصَلّوا
رَكْعَتَى
الْفَجَرِ،
ثُمَّ صَلّوا
الْفَجْرَ
وَرَكِبُوا،
فقَالَ بَعْضُهُمْ
لِبَعْضٍ
قَدْ
فَرَّطْنَا
في صََتِنَا،
فقَالَ
النّبىُّ #:
إنَّهُ َ
تَفْرِيطَ في
النَّوْمِ،
إنَّمَا
التَّفْرِيط
في الْيَقَظَةِ،
فإذَا سَهَا
أحَدُكُمْ
عَنْ صََةٍ
فَلْيُصَلِّهَا
حِينَ
يَذْكُرُهَا،
وَمِنَ
الْغَدِ لِلْوَقْتِ[
.
14. (2343)- Bu hadis Ebû
Dâvud'un bir rivayetinde şöyle gelmiştir: "Güneşin harareti onları
uyandırınca kalktılar, bir müddet yürüdüler, sonra tekrar konaklayıp abdest
aldılar. Hz. Bilâl (radıyallâhu anh) ezan okudu. Sabahın iki rekatlik (sünnet)
namazını kıldılar, sonra da sabah namazını (kazaen) kıldılar. Namazdan sonra
hayvanlara binip yola koyuldular. Giderken birbirlerine: "Namazımızda
ihmalkârlık ettik" diye yakınıyorlardı. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm):
"Uyurken (vâki olan namaz kaçması) ihmal sayılmaz, ihmal
uyanıklıktadır. Sizden biri, herhangi bir namazda gaflete düşer kaçırırsa,
hatırlayınca onu hemen kılsın. Ertesi sabahın namazı da mûtad vaktinde
kılınır" buyurdu."
ـ15ـ وفي
أخرى له: ]فَقُمْنَا
وَهِيلِينَ
لِصََتِنَا،
فقَالَ النَّبىُّ
#: رُوَيْداً
رُوَيْداً: َ
بَأسَ عَلَيْكُمْ.
حَتَّى إذَا
تَعَالَتِ
الشّمْسُ. قالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: مَنْ
كَانَ
مِنْكُمْ يَرْكَعُ
رَكْعَتَىِ
الْفَجْرِ
فَلْيَرْكَعْهُمَا،
فقَالَ
مَنْ
كَانَ
يَرْكَعُهُمَا،
وََمَنْ لَمْ
يَكُنْ
يَرْكَعُهُمَا
فَرَكَعَهُمَا،
ثُمَّ أمَرَ
رسولُ اللّهِ
# أنْ
يُنَادَى بِالصََّةِ
فَنُودِىَ
بِهَا،
فقََامَ رسولُ
اللّهِ #
فَصَلّى
بِنَا،
فَلَمَّا
انْصَرَفَ
قالَ: أَ
إنَّا
بِحَمْدِ
اللّهِ لَمْ
نَكُنْ في
شَىْءٍ مِنْ
أُمُورِ
الدُّنْيَا
يَشْغَلُنَا عَنْ
صََتِنَا،
ولكِنْ
أرْوَاحُنَا
كَانَتْ
بِيَدِ
اللّهِ
تَعالى
فأرْسَلَهَا
أنّى شَاءَ،
فَمَنْ
أدَرَكَ
مِنْكُمْ
صََةَ الْغَدَاةِ
مِنْ غَدٍ
صَالِحاً
فَلْيَقْضِ
مَعَهَا
مِثْلَهَا[ .
15. (2344)- Ebû Dâvud'un bir
diğer rivayetinde şöyle gelmiştir: "Namaz(ın kaçmış olmasın)dan korkarak
kalktık, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Ağır olun, ağır olun, bunda bir taksiriniz yok!"
buyurdu. Güneş yükselince de:
"Sizden kim sabahın iki rekat sünnetini (mûtad olarak)
kılıyor idiyse yine kılsın" dedi. Bu emir üzerine kılan da, kılmayan da
kalkıp sünnetini kıldı. Sonra Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) namaz için
kâmet emretti. Kâmet getirildi. Efendimiz kalktı ve bize namaz kıldırdı. Namaz
bitince:
"Haberiniz olsun, Allah'a hamdediyoruz ki, bizi namazımızdan,
dünyevî işlerimizden herhangi biri alıkoymuş değildir. Ancak ruhlarımız Allahu
Teâlâ'nın kabza-i tasarrufundadır, dilediği zaman onu salar. Sizden kim sabah
namazına, sabahleyin mûtad vaktinde kavuşursa, sabah namazıyla birlikte bir
mislini de kaza etsin!" dedi."
ـ16ـ وفي
أخرى له
وللترمذي
والنسائى
فقال: ]أمَا
إنَّهُ
لَيْسَ في
النَّوْمِ
تَفْرِيطٌ، إنَّمَا
التَّفْرِيطُ
عَلى مَنْ
لَمْ يُصَلِّ
الصََّةَ
حَتَّى
يَدْخُلَ
وَقْتُ الصََّةِ
ا‘خْرَى[ .
16. (2345)- Ebû Dâvud,
Tirmizî ve Nesâî'nin bir diğer rivayetinde şöyle gelmiştir: "Şunu bilin
ki, uykuda ihmal sözkonusu değildir. İhmal (yani taksir), diğer bir namazın
vakti girinceye kadar namazını kılmayan için mevzubahistir."
ـ17ـ وفي
رواية لمسلم
عن أبى هريرة
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه:
]فَلَمْ
يَسْتَيْقِظْ
حَتَّى طَلَعَتِ
الشَّمْسُ،
فقََالَ
النَّبىُّ #:
لِيَأخُذْ كُلُّ
رَجُلٍ
بِرَأسِ
رَاحِلَتِهِ،
فإنَّ هذَا
مَنْزِلٌ
حَضَرَنَا
فِيهِ
الشّيْطَانُ.قَالَ:
فَفَعَلْنَا[.
17. (2346)- Müslim'in Ebû
Hüreyre'den kaydettiği bir diğer rivayette şöyle gelmiştir: "...Güneş
doğuncaya kadar uyanmadı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Herkes bineğinin başından tutsun (ve burayı terketsin). Zîra
burası bize şeytanın musallat olduğu bir yerdir!" dedi. Biz de emri yerine
getirdik."
ـ18ـ وفي
أخرى ‘بى داود
عن أبى هريرة
أيضاً: ]فقَالَ
رسُولُ اللّهِ
#:
تَحَوَّلُوا
عَنْ
مَكَانِكُمْ
الَّذِى
أصَابَتْكُمْ
فِيهِ
الْغَفْلَةُ[.»التَّعْرِيسُ«:
نزول المسافر
آخر الليل
لستراحة والنوم.»وَالْوَهَلُ«:
الفزع
والرعب.ومعنى
»رُوَيْداً«:
ا‘مر بالتأنى
والتمهل .
18. (2347)- Ebû Dâvud'un Ebû
Hüreyre'den kaydettiği bir rivayette şöyle denmiştir: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm):
"Size gaflet gelen bu yeri değiştirin!" buyurdu.[37]
AÇIKLAMA:
1- Son altı hadis aynı vak'ayı anlatmaktadır: Hayber'in
Fethinden sonra Medîne'ye dönerken, yolda sabah namazı sırasında bastıran
uykunun, İslâm ordusunda nöbetçiye de galebe çalması sebebiyle namaz kazaya
kalır. Vaktinde kılınamayan bu namaz, kuşluk vaktinde kaza edilir.
Bu vak'a muhtelif tariklerden nakledilmiştir ve görüldüğü üzere
rivayetler arasında, çoğunlukla birbirini tamamlayıcı farklılıklar mevcuttur.
Bu farklı anlatımlara, Resûlullah'ın delil olarak zikrettiği âyetin lizikrî
veya lizikrâ şeklindeki okunuşundan gelen ihtilaf da inzimam edince 2341.
hadiste belirttiğimiz bazı farklı anlam ve yorumlar ortaya çıkar.
Sözkonusu ihtilafların mühimlerini orada zikrettiğimiz için burada
tekrar etmeyeceğiz. Ancak şunu belirtmek isteriz ki: Ashab, uyku sebebiyle
sabah namazlarının kaçırılmış olmasından, ziyade korku ve telaş izhar eder.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bu vak'ada kasıt bulunmadığı için korkuyu
gerektitiren bir ihmalin söz konusu olmadığını söyler. Ayrıca korkmayı
gerektiren ihmalin, bir vaktin namazını bile bile müteakip vaktin girmesine
kadar kılmamak olduğunu belirtir. Müslim'in bir rivayetinde:
"...Hayvanlarımıza binince "Namazda yaptığımız bu taksiratımızın
kefareti nedir?" diye birbirimizle fısıldaşmaya başlamıştık. Buna muttali
olan Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Bende size güzel örnek yok mu?
(Ben de namazımı kaçırdım, bu bir taksir değildir. Üzülmenizi gerektiren)
gerçek taksir ikinci vaktin girmesine kadar bilerek namazı terketmektir"
der.
2- Burada belirtmemiz gereken bir husus 2344 numaralı hadisle
ilgilidir. Bu hadis, bütünü ile ele alınınca, sabah namazını uyku sebebiyle
kaçırma hadisesini Mûte seferi sırasında gösterir.
Muhaddisler, bu hadisin râvilerinden olan Hâlid İbnu Sümeyr'i
hadiste üç ayrı yerde vehme düşmekle itham etmişlerdir:
a) Hadisenin Mûte seferinde cereyan etmesi. Zîra bütün
râviler, Hayber dönüşünde olduğunda ittifak eder.
b) Hadiste geçen: "Sizden kim sabahın iki rek'at
sünnetini (mûtad olarak) kılıyor idiyse yine kılsın" cümlesi, Bu ifade,
sabahın sünnetini kılıp kılmamakta ashap serbestmiş, bazıları kılmıyormuş gibi
bir mâna mevcuttur. Halbuki bu sünnet müekkeddir, sabah namazı kazaya kaldığı
takdirde, bu sünnet dahi kaza edilir. Binaenaleyh râvinin vehmi açıktır.
c) "...Sabah namazıyla birlikte bir mislini de kaza
etsin..." cümlesi. Bu ifade, kazaya kalan sabah namazının, o gün kuşlukta
kaza edilmeyip ertesi günü sabahına bırakıldığını ifade eder. Halbuki, o gün
kazaya kalan namaz ertesi sabaha bırakılmamıştır, aynı günün kuşluğunda kaza
edilmiştir. Nitekim Hâlid İbnu Sümeyr dışındaki ravilerin rivayeti bu hususta
ittifak ederler.
ـ19ـ وعن
ابن عباس
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال: ]أذْلَجَ
رَسولُ
اللّهِ #
ثُمَّ
عَرَّسَ فَلَمْ
يَسْتَيْقِظَ
حَتَّى
طَلَعَتِ
الشّمْسُ،
أوْ
بَعْضُهَا
فَلَمْ
يُصَلِّ
حَتَّى ارْتَفَعَتْ
فَصَلّى،
وَهِىَ صََةُ
الوُسْطى[.
أخرجه
النسائى .
19. (2348)- İbnu Abbâs
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) gecenin
evvelinde yürüdü, sonuna doğru uyku molası verdi. Ancak güneş doğuncaya -veya
bir kısmı ufuktan çıkıncaya- kadar uyanamadı. (Uyanınca) namazı hemen kılmadı.
Güneş yükselince namazı kıldı. İşte bu orta namazdır (Salâtu'l-Vustâ)."[38]
AÇIKLAMA:
1- İbnu Abbâs (radıyallâhu anh)'ın anlattığı bu vak'a da
önceki hadislerde daha teferruatlı olarak anlatılmış olan Hayber Fethi
dönüşünde vukua gelen ve sabah namazının kazaya kalmasına sebep olan uyuma
hadisesi olmalıdır.
2- Bu rivayette salâtu'lvustâ'nın sabah namazı olduğu ifade
edilmektedir. Salâtu'l-Vustâ, beş vakitten biridir. Kur'ân-ı Kerîm bilhassa
salât-ı vustâ'nın korunmasının ehemmiyetine dikkat çeker: "Namazlara ve
orta namaza devam edin" (Bakara 238). Orta namazının hangi vaktin namazı
olduğu rivayetlerde çok sarih değildir. Bu sebeple ulema beş vaktin hepsine
şâmil olan çeşitli ihtimal üzerinde durmuştur. Ancak başta İmâm-ı Âzam olmak
üzere çoğunluğun tercih ettiği görüşe göre bu, ikindi namazıdır, sabah namazı
değil.
ـ20ـ
ولمالك بن زيد
بن أسلم فقال:
]إنَّ اللّهَ
قَبَضَ
أرْوَاحَنَا،
وَلَوْ شَاءَ
لَرَدَّهَا
عَلَيْنَا في
حِينٍ غَيْرِ
هذَا، ثُمَّ
الْتَفَتَ رَسولُ
اللّهِ # إلى
أبِى بَكْرٍ
الصِّدِّيقِ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
فَقَالَ: إنَّ
الشّيْطَانَ
أتَى بًَِ
وَهُوَ
قَائمٌ
يُصَلِّى
فَأضْجَعَهُ
فَلَمْ
يَزَلْ
يُهَدْهِدُهُ
كَما يُهَدْهَدُ
الصَّبىُّ
حَتَّى نَامَ
ثُمَّ دَعَا رَسُولُ
اللّه # بًَِ،
فَأخْبَرَ
بَِلٌ رَسُولَ
اللّهِ #
مِثلَ
الَّذِى
أخْبَرَ
رَسُولُ اللّهِ
# أبَا بَكْرٍ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْه، فقَالَ
أبُو بَكْرٍ:
أشْهَدُ
أنَّكَ
رَسُولُ اللّهِ[.»ا“دَْجُ«:
بِالتخفيف
السير من أول
الليل، وبالتشديد
من آخره .
20. (2349)- İmam Mâlik, Zeyd
İbnu Eslem'den naklen anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdu ki: "Muhakkak ki, Allah, ruhlarımızı kabzetmektedir. Dilerse onu,
bize bundan başka bir vakitte iade eder."
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) böyle söyledikten sonra Hz.
Ebû Bekri's-Sıddîk (radıyallâhu anh)'a yönelerek:
"Şeytan (bu gece) namaz kılmakta iken Bilâl'e geldi ve onu
yatırdı. Uyuması için bir çocuk nasıl sallanarak avutulursa öylece onu da
sallayarak uyuttu" dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sonra Bilâl'i
çağırdı. Gelince Bilâl, Resûlullah'a onun Hz. Ebû Bekr'e anlattığının tıpkısını
haber verdi. Hz. Ebû Bekr bu işittikleri karşısında: "Şehadet ederim ki,
sen Allah'ın Resûlüsün!" demekten kendini alamadı."[39]
AÇIKLAMA:
1- İmam Mâlik, bu rivayeti, Zeyd İbnu Eslem'den muallak
(senetsiz) olarak yapmıştır. Ancak aynı mealde olmak üzere, daha önce
kaydettiğimiz rivayetler senetli ve sahih olarak gelmiştir.
2- Rivayetin Muvatta'daki aslı uzundur, Teysir kısaltarak
almış. Tayyedilen teferruât önceki rivayetlerde çoğunlukla geçtiği için, burada
tekrar etmeye gerek görmüyoruz. Sadece Resûlullah'ın namaz için bir başka
vadiye intikal edilmesini emrederken, uyunulan yer için: "Burası şeytanlı
bir vadidir" dediğini kaydetmek isteriz.
3- Namazın kaza edilmesi için bir başka vadiye intikal emrinin
sebebi, rivayetlerde tam açık değildir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
burada vadinin şeytanlı olduğunu ifade buyurmuştur. Menfi şeylere şeytanın
sebep gösterilmesi, Hz. Peygamber'in hadislerinde sıkca yer verilen bir
üslubtur. Hayırlı şeylerde meleğe îmana, cennete vs'ye nisbet edildiği gibi.
Âlimler, daha başka sebepler arayarak: "Askerler namaz ahvaliyle meşgul
oldukları için", "Düşmandan sakınmak için", "Uyuyanların
iyice uyanıp, tembellerin canlanması için", "Uyanma anları kerâhet
vakti olduğu için" vs. demişlerdir.
Âlimlerin bir kısmı, bu rivayetlerden hareketle, "İbadette
gaflete sebep olan yerden uzaklaşmanın müstehap olduğu"na hükmetmişlerdir.
4- Hadiste yer verilen ruhun Allah tarafından kabzı ve dilediği
zaman iadesi meselesi ile ilgili olarak İzzü'bnu Abdi's-Selâm şu açıklamaya yer
vermiştir: "Her cesedde iki ruh vardır. Biri Rûhu'lyakaza, cesedde
bulundukça kişi uyanık olur. Kişi uyuyunca bu ruh cesetten çıkar ve rüyalar
görür. İkincisi rûhu'lhayat'tır. Bununla alakalı ilahi kanuna göre, bu ruh
bedende bulundukça ceset canlıdır, bedeni terketti mi ceset artık ölür, cesede
dönünce, beden canlanır. Bu ki ruh, cesedin içindedir. Bunların gerçek yerini
de, Allah'ın buna muttali kıldığı kimseler bilebilir. Bunlar bir kadının tek
karnında beraberce bulunan iki cenin gibidirler."
Âlimimiz açıklamasına Kur'ân'dan delil kaydederek şöyle devam
eder: "Ruhun kalbte olması, nazarımda ihtimalden uzak değildir. Hayat ve
yakaza ruhlarının mevcudiyetine şu âyet delildir: "Allah (ölenin) ölümü
zamanında, ölmeyenin de uykusunda ruhlarını alır. Bu suretle hakkında ölüm
hükmettiği (ruhu) tutar, diğerini muayyen bir vakte (eceli gelineye) kadar salıverir..."
(Zümer 42). Bu âyetin tefsiri şöyledir: "Allah (ölenin) ölümü zamanında
ruhunu kabzeder" demek, "Allah cesedin ölümüne sebep olmayan
nefislerini uykuları sırasında tutar, ölümüne hükmettiklerini yanında alıkor,
cesedine gönderemez. Diğer nefisleri (yani yakaza ruhlarını) ecelleri gelinceye kadar
cesetlerine geri gönderir. İşte bu ecel ölüm ecelidir. Bu ecel gelince, hayat
ve yakaza ruhlarının her ikisini de beraberce tutar, cesede göndermez, böylece
gerçek ölüm vukua gelir."
5- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Bilâl'i çağırması,
onu teselli içindir, azar için değil. Çünkü kasıdsız olan hatası sebebiyle
üzgün idi.
6- Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh)'in şehadet emesi, açık bir
mucize müşahade etmiş olmaktan hasıl olan hayranlıktan ileri gelmiştir, Resûlullah'ın
nübüvvetindeki tereddüdünü izaleden değil. Bu çeşit bâhir mucizeler karşısında
Resûlullah'ın bile: "Şehadet ederim ki ben Allah'ın Resûlüyüm"
dediğine zaman zaman şâhid olunmuştur.
ـ21ـ وعن
جابر رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ عُمَرَ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه جَاءَ
يَوْمَ
الخَنْدَقِ
بَعْدَ مَا
غَرَبَتِ
الشّمْسُ
فَجَعَلَ
يََسُبُّ كُفَّارَ
قُرَيْشٍ،
وَقالَ يَا
رَسُولَ اللّهِ:
مَا كِدْتُ
أُصَلِّى
الْعَصْرَ
حَتَّى كَادَتِ
الشّمْسُ
تَغْرُبُ،
فقَالَ #:
وَاللّهِ مَا
صَلَّيْتُهَا،
فَقُمْنَا
إلى بُطْحَانَ
فَتَوَضّأ
لِلصََّةِ
وَتَوَضّأنَا،
فَصَلّى الْعَصْرَ
بَعْدَ مَا
غَرَبَتِ
الشّمْسُ،
ثُمَّ صَلّى
بَعْدَهََا
المِغْرِبَ[.
أخرجه الخمسة
إ أبا
داود.»وََبَطْحَانُ«:
اسم واد بالمدينة
.
21. (2350)- Hz. Câbir
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Hz. Ömer, Hendek savaşı sırasında bir
keresinde güneş battıktan sonra geldi ve Kureyş kafirlerine küfretmeye başladı
ve bu meyanda: "Ey Allah'ın Resûlü dedi, güneş batmak üzereyken ikindi
namazını (güç bela) kılabildim." Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Vallâhi ikindiyi ben kılamadım!" dedi. Beraberce kalkıp
Butha'ya gittik. Orada Efendimiz abdest aldı, biz de abdest aldık. Güneş
battıktan sonra ikindiyi kıldı, sonra da akşamı kıldı."[40]
AÇIKLAMA:
1- Hendek savaşının şiddetli geçtiği günlerde müslümanlar,
düşmanları olan kâfirleri hendekten bu tarafa atlatmamak için vazife
yerlerinden ayrılamadılar. Öyle ki bazı namazlarını bile terketmek zorunda
kıldılar. Başta Resûlullah olmak üzere müslümanları Kureyş'e karşı öfke,
hakaret ve bedduaya sevkeden mühim sebeplerden biri, onlar yüzünden
namazlarını kılamamış olmalarıdır. Resûlullah da: "Allah Kureyş'in
kabirlerini ateşle doldursun, Salâtu'l-Vustâmıza mâni oldular" diye beddua
ederek öfkesini dile getirmiştir.
Sadedinde olduğumuz rivayet, Hz. Ömer'in, namazın gecikmesinden
bile ne kadar müteessir olduğunu göstermektedir.
2- Bazı âlimler, hadisin siyakına dayanarak rivayetten, Hz.
Ömer'in: "Güneş battığı halde ikindi namazımı kılamadım" dediğini
anlamıştır. Ancak râcih görüşe ve lügavî sevke daha muvâfık mâna, namazı
güneşin batmasından önce kıldığını ifade der. Diğerleri kılamadığı halde Hz.
Ömer'in kılabilmesi, onun abdestli olması halinde, müşriklerin meşgul oldukları
bir fırsatı değerlendirerek hemencecik namazını kılmış olabileceği şeklinde
açıklanmıştır.
3- Hadiste zikri geçen Butha Medîne'de bir vadi adıdır.
ـ22ـ وعن
ابن مسعود
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ المُشْرِكِينَ
شَغَلُوا
رَسُولَ
اللّهِ # يَوْمَ
الخَنْدَقِ
عَنْ أرْبَعِ
صَلَوَاتٍ حَتَّى
ذَهَبَ مِنَ
اللَّيْلِ
مَا شَاءَ اللّهُ،
فأمَرَ بًَِ
فَأذَّنَ،
ثُمَّ أقامَ فَصَلّى
الظَّهْرَ،
ثُمَّ أقَامَ
فَصَلّى
الْعَصْرَ،
ثُمَّ أقَامَ
فَصَلّى
المَغْرِبَ،
ثُمَّ أقامَ
فَصَلّى
العْشَاءَ[.
أخرجه
الترمذي
والنسائى .
22. (2351)- İbnu Mes'ûd
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Müşrikler Hendek günü Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ı fazlaca meşgul ederek dört vakit namazı kazaya
bıraktırdılar, geceden Allah'ın dilediği bir müddet geçinceye kadar onları
kılamadı. Sonra Bilâl (radıyallâhu anh)'e emretti, o da ezan okudu. Sonra kâmet
getirdi. Resûlulllah öğleyi (kazâen) kıldı. (Bilâl tekrar) ikâmet getirdi, Resûlullah
ikindiyi kıldı. Sonra (Bilâl tekrar) ikâmet getirdi. Resûlullah akşamı kıldı.
Sonra (Bilâl yatsı için) kâmet getirdi ve Resûlullah yatsıyı kıldı."[41]
AÇIKLAMA:
1- Hz. Ali (radıyallâhu anh)'den Müslim'de gelen bir rivayet,
"Bizi ikindi namazı olan orta namazdan engellediler" buyurarak
kaçırılan namazın sadece ikindi namazı olduğunu ifade eder. Aynı mânada Hz.
Câbir'den de rivayet gelmiştir. Âlimler hadisleri şöyle te'lif ederler:
"Hendek savaşı günlerce devam eden bir savaştır. Bir defasında sadece
ikindi namazı, bir başka günde de burada sayılan namazların geçmiş, kazaya
kalmış olması mümkündür."
2- Bu rivayet, vaktinde kılınmayan namazların tertibe tâbi
tutularak kaza edilmesi gerektiğini gösterir. İbnu Hacer ulemanın çoğunluğunun
tertibe uymanın vacib olduğuna hükmettiğini belirtir. Şafiî'ye göre tertip
vacib değildir. Ayrıca, vakit daralması halinde de tertibe riayet gerekip
gerekmeyeceği de münakaşa edilmiştir.
* İmam Mâlik: "Vaktin namazına zaman kalmayacak bile olsa önce
kazayı kılar, sonra vakit namazını kaza eder" der.
* İmam Şafiî: "Zaman dar olunca vaktin namazını önce
kılar, müteakiben kaza namazını kaza eder" der.
* Bazıları da:
"Muhayyerdir, dilediğinden başlar" demiştir.
Kâdı İyaz: "İhtilaf , miktardan ileri gelir. Kazaya kalan
namazın miktarı çoksa ihtilaf edilmez, vaktin namazından başlanır" der.
Âlimler "az" ve "çok"un hududu nedir? Bunda da ihtilaf
eder. Bazıları azı "bir günlük namaz"; bazıları, "dört vakit
namaz" diye açıklamıştır.
* Hanefîler, farz namazla, kaza namazlarının edasında tertibe
riayetin farz olduğuna hükmeder. Bu hükümde delilleri, İbnu Ömer'in müteakiben
kaydedeceğimiz şu mealdeki hadisidir:"Kim bir namazı kılmayı unutur, sonra
bunu imamla namaz kılarken hatırlayacak olursa, imam selam verince, unutma sebebiyle
kılmamış olduğu namazı hemen kılsın, bundan sonra öbür (yani imamla kıldığı
vakit) namazını yeniden kılsın."Tertibin vacib olduğuna hükmedenler şu
hadisi de delil gösterirler: ‘Lâ salâte limen aleyhi salâte’ Buna dayanarak:
"Üzerinde borcu olduğu halde kılınan namaz bâtıldır, önce onun kılınması
gerekir" demişlerdir. Ancak bunu "nafile" ile te'vil edenler
olmuştur.
ـ23ـ وعن
نافع: ]أنَّ
عَبْدَ
اللّهِ بِنَ
عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما
أُغْمِىَ
عَلَيْهِ
فَذَهَبَ
عَقْلُهُ
فَلَمْ
يَقْضِ
الصََّةَ[.
أخرجه
مالك.وقال:
]وذلكَ فِيما
نَرَى
واللّهُ
أعْلَمُ أنّ
الْوَقْتَ
ذَهَبَ،
فأمَّا مَنْ
أفاقَ، وَهُوَ
في وَقْتِ
الصََّةِ
فإنَّهُ
يُصَلِّى[ .
23. (2352)- Nâfi' anlatıyor:
"Abdullah İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ)'e baygınlık gelmiş ve aklı
gitmişti. (Bu esnada kılamadığı) namazı kaza etmedi."[42]
İmam Mâlik der ki: "Doğruyu Allah bilir ya, bana göre bu
şundan ileri gelir: "Vakit çıkmıştır. Ama vakit içinde ayılan, o vaktin
namazını kılar.."
ـ24ـ وعن
نافع أيضاً:
]أنّ ابنَ
عُمَرَ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهما قالَ:
مَنْ نَسِىَ
صََةً، فَلَمْ
يَذْكُرَهَا
إَّ وَهُوَ
مَعَ ا“مَامِ،
فإذا سَلّمَ
ا“مَامُ
فَلْيُصَلِّ
الصَّةَ
الَّتِى
نَسِىَ،
ثُمَّ
ليُصَلِّ
بَعْدَهَا
الصََّةَ
ا‘خرى[. أخرجه
مالك .
24. (2353)- Yine Nâfi'
anlatıyor: "İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) dedi ki: "Kim bir namazı
unutur ve bunu imamın arkasında namaz kılarken hatırlarsa, imam selamı verince
unutmuş olduğu namazı hemen kılsın, sonra da öbür namazı (kıldığını yeniden)
kılsın."[43]
AÇIKLAMA:
Ebû Hanîfe, Ahmed ve Mâlik bu hadisle hükmetmiştir. Sadece Şafiî
merhum: "İmamla kıldığı namaz muteberdir, hatırladığını kaza eder"
der.
ـ25ـ وعن
جابر رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّهُ سَمِعَ
رسُولَ
اللّهِ #
يَقُولُ:
بَيْنَ
الرَّجُلِ
وَبَيْنَ
الشِّرْكِ
تَرْكُ
الصَّةِ[. أخرجه
مسلم، واللفظ
له، وأبو داود
والترمذي.ولفظه:
]بَيْنَ
الكُفْرِ
وَا“يمَانِ
تَرْكُ
الصَّةِ[ .
25. (2354)- Hz. Câbir
(radıyallâhu anh)'in anlattığına göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'in
şöyle söylediğini işitmiştir "Kişiyle şirk arasında namazın terki
vardır."[44]
Tirmizî'nin metni şöyledir: "Küfürle îman arasında namazın terki
vardır."
ـ26ـ وفي
أخرى له و‘بى
داود: ]بَيْنَ
الْعَبْدِ وَبَيْنَ
الكُفْرِ
تَرْكُ
الصََّةِ[ .
26. (2355)- Tirmizî ve Ebû
Dâvud'un bir diğer rivayetinde: "Kulla küfür arasında namazın terki
vardır."[45]
ـ27ـ وعن
بريدة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال رسولُ
اللّهِ #:
الْعَهْدُ
الَّذِى
بَيْنَنَا
وَبَيْنَهُمْ
الصََّةُ،
فَمَنْ
تَرَكَهَا فَقَدْ
كَفَرَ[.
أخرجه
الترمذي
27. (2356)- Hz. Büreyde
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Benimle onlar (münafıklar) arasındaki ahid (antlaşma)
namazdır. Kim onu terkederse küfre düşer."[46]
ـ28ـ وعن
عبداللّه بن
شقيق قال:
]كانَ
أصْحَابُ رسولِ
اللّهِ # َ
يَرَوْنَ
شَيْئاً مِنَ
ا‘عْمَالِ
تَرْكُهُ
كُفْرٌ إَ
الصََّةَ[.
أخرجه الترمذي
.
28. (2357)- Abdullah İbnu
Şakik merhum anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Ashâb'ı
ameller içerisinde sadece namazın terkinde küfür görürledi."[47]
ـ29ـ وعن
ابن عمر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما:
]أنَّ رسُولَ
اللّهِ # قال:
الَّذِى
تَفُوتُهُ
صََةُ
الْعَصْرِ
كَأنَّمَا
وُتِرَ
أهْلُهُ وَمَالُهُ[.
أخرجه الستة.»وُتِرَ«:
أى نقص .
29. (2358)- İbnu Ömer
(radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "İkindi namazını kaçıran bir insanın (uğradığı zarar
yönünden durumu), malını ve ehlini kaybeden kimsenin durumu gibidir."[48]
AÇIKLAMA:
Son beş hadis, namazın ehemmiyetini tesbit ile namazı terketmenin
ne kadar büyük bir cürüm olduğunu ifade etmektedir. Zîra namaz, küfürle mü'min
arasındaki yegane perde olarak gösterilmekte ve namazın terki bu perdenin
kaldırılması olarak ifade edilmektedir.
Namazın terki bazan şirk'e, bazan küfr'e nisbet edilir. Aslında
şirkle küfür arasında ciddi bir fark yoktur. "Şirk"i, inanmakla
birlikte O'na eş koşmak, puta da inanmak olarak anlarsak; küfür Allah'ı
inkârdır ve daha umumî bir tabirdir. Müslim'de her iki kelime beraber
kullanılır: "Kişi ile şirk ve küfür arasında sadece namazın terki
vardır." Mâna şudur: Kişiyi küfürden men eden şey namaz kılmasıdır. Namazı
bıraktı mı müslümanı kafirden ayıran alameti terketmiş olur ve böylece zahiren
kâfir hükmüne maruz kalabilir. Ayrıca namazın terki onu, neticede küfre atan
durumlara, inançlara, hatalara düşürebilir. Nitekim her bir günahta küfre giden
bir yol bulunduğu kabul edilmiştir.
Namazın ehemmiyetini ifade etmede 2356 numaralı hadisin ayrı bir
yeri vardır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) orada "Benimle onlar
arasında ahid namazdır, kim onu terkederse küfre düşer" buyurmaktadır.
Hadisteki "onlar" zamiriyle müslümanların kastedilebileceği de kabul
edilmekle birlikte esas itibariyle münafıkların kastedildiği belirtilmiştir. Şu
halde onların kanlarını korumalarının müslüman muamelesi görmeye hak
kazanmalarının yegane sebebi namaz kılmalarıdır. Şayet namazı terkederlerse,
onlardan zimmet kalkar. Kâfirler zümresine dahil olurlar ve kendilerine kâfire uygulanan
ahkâmın uygulanması gerekir. Kâdı İyâz hadisi açıklarken der ki: "İslâm
ahkâmını onlara icrasında esas, onların namazlara gelip cemaatlere katılıp
zahirî ahkâma inkıyadla müslümanlara benzemeleridir. Bunu bırakacak olurlarsa
diğer kâfirler gibi olurlar." Türbüştî der ki: "Bu mânayı
Resûlullah'ın münafıkları öldürmek için izin isteyenlere verdiği şu cevap da
te'yid eder: "Ben musalli olanları (yani namaz kılanlar) öldürmekten men
edildim."
Namazı terkedenin tekfiri meselesine gelince, Nevevî der ki: "Namazın
terki onun vacib olduğunu inkardan ileri gelmişse bu müslümanların icmaı ile
küfürdür. Böyle biri derhal İslam dîninden dışarı çıkar. Ancak yeni müslüman
olmuş, bir müddet müslümanlarla da düşüp kalkmamış ve bu sebeple namazın
farziyyeti kendisine henüz ulaşmamış birisi ise böyle birinin namazı terki,
onun küfrünü gerektirmez. Keza namazın farz olduğuna inanarak tembellikle
terkeden kimse hakkında ihtilaf edilmişse de İmam Mâlik ve Şafiî başta olmak
üzere, selef ve haleften birçok cemâhir, böyle birinin tekfir edilemeyeceğine
hükmetmişlerdir. Böyle birisi fâsıktır. Kendisine tevbe teklif edilir. Tevbe
ederse dokunulmaz, aksi halde muhsan zâni gibi hadd suçundan kılıç kullanılarak
öldürülür. Seleften bir grup da tekfirine hükmetmiştir. Bu görüş, Hz. Ali'den
rivayet edilmiştir. İki rivayetten birine göre Ahmed İbnu Hanbel, Abdullah
İbnu'l-Mübarek, İshak İbnu Râhûye ve bazı Şafiîler de bu görüştedirler. Ebû
Hanîfe, bir grup Kûfî ve Şâfiîlerden el-Müzenî, namazı terkeden tekfir edilmez
ve öldürülmez diye hükmetmişlerdir. Bunlar taziren hapsedileceğini ve namaz
kılıncaya kadar mevkuf tutulacağını söylerler. Öldürüleceğine hükmedenler,
sadedinde olduğumuz hadisleri esas almışlardır. Öldürülmeyeceğine hükmedenler:
"Şu üç şey dışında, müslüman kişinin kanı helâl olmaz..." hadisiyle
hükmederler. Hadiste "dul zâni", "cana can kısas",
"dîninden dönen" sayılır, fakat "namazı terkeden"in zikri
geçmez. Tekfir edilmeyeceği görüşünde olan cumhur şu âyeti de delil gösterir:
"Allah kendisine şirk koşulmasını asla bağışlamaz. Bunun dışındaki günahı
dilediğinden affeder" (Nisa 48). Keza Resûlullah'ın "Lâilâhe illallah
diyen cennete girer", "Allah'ın bir olduğunu bilerek ölen cennete
girer", "Lâilâheillallah diyenlere Allah ateşi haram etmiştir" gibi çok
sayıda hadislerini de bu görüş sahipleri delil olarak zikrederler.
Nevevî: "Kulla, küfür arasında namazın terki vardır"
hadisini âlimlerin dört şekilde te'vil ettiklerini belirtir:
1- Kişi namazı terketmekle, kâfirin cezasını hakeder, o da
ölümdür.
2- Hadis namazın terkini helâl addedenler hakkındadır.
3- Namazın terki kişiyi küfre götürür.
4- Namazı terk fiili, kâfirlerin fiilidir.
Namaz dışında kalan diğer farzlardan birini terkeden hakkında
verilecek hüküm hususunda da ihtilaf olmuştur. Mesela İmam Mâlik'e göre bir
kimse, "abdest almam, oruç tutmam..." dese kendisinden tevbe etmesi
taleb edilir, tevbe etmezse öldürülür, çünkü kâfir olmuştur. "Zekât
vermem" derse zorla alınır, direnecek olursa mukâtale edilir. Ancak
"Hacc yapmam" derse, buna mecbur edilmez, zîra haccın müddeti
geniştir. İbnu Habib ise: "Ben abdest almam, gusletmem, oruç tutmam"
diyen veya zekâtı, haccı terkeden kimsenin kâfir olacağına hükmeder. Cumhur'a
göre bir kimse ibadetin farziyyetini inkar etmedikçe kâfir olmaz. Bu hususta
ashab icma eder.
ـ30ـ وعن أبى
المليح
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كُنَّا مَعَ
بُرَيْدَةَ
في غَرَاةٍ في
يَوْمٍ ذِى غَيْمٍ.
فقَالَ:
بَكِّرُوا
لِصََةِ
الْعَصْرِ،
فإنَّ
النّبىَّ #
قالَ: مَنْ
تَرَكَ صََةَ
الْعَصْرِ،
فقَدْ حَبِطَ
عَمَلُهُ[.
أخرجه البخارى
والنسائى.ومعنى
»بَكِّرُوا«:
بَادروا إليها
في أول
أوقاتها.ومعنى
»حَبِطَ
عَمَلُهُ«: أى
باطل .
30. (2359)- Ebû'l-Melih
(rahimehümullah) anlatıyor: "Biz bulutlu bir günde Büreyde (radıyallâhu
anh) ile bir gazvede beraberdik. Dedi ki: "İkindi namazını erken kılın,
zîra Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Kim ikindi namazını terkederse
ameli boşa gider" buyurdu."[49]
AÇIKLAMA:
1- Bulutlu günde vaktin tayininde yanılma olabileceği için
namazın gecikebilme ihtimali fazladır. Bu sebeple o çeşit durumlarda ikindi
namazının ilk vaktinde kılınması hususunda daha bir titiz davranılmasına dikkat
çekilmiştir. "Bulutlu günde güneş olmadığı için vaktin girdiği bilinemez, öyleyse
nasıl acele edilebilir, erken davranılabilir?" diye itiraz edilmiş ise de:
Hava bulutlu olsa da zaman zaman güneş gözükebilir, ayrıca bu işte, içtihad da
yeterlidir" diye cevap verilmiştir. Ulemanın bu münakaşasına yer
verişimiz, onların mesele üzerinde gösterdikleri hassasiyeti tebarüz ettirmek
içindir. Çünkü günümüzde saat var, takvim var. Bunlar sayesinde güneşe bakmadan
ikindinin ilk vaktini bilebiliriz. Ancak, bunların olmadığı şartları düşünerek,
namaz vakitleriyle ilgili temel bilgileri edinmemiz gerekir.
2- Rivayetin bazı vecihlerinde "bilerek" kaydı yer
alır: "İkindiyi kim bilerek terkederse..." şeklinde.
3- Haricilerden ve diğerlerinden, "kebîre işleyen kâfir
olur" diye hükmedenler, bu hadisle ihticac etmişlerdir. Bunlar derler ki:
"Bu hadis, şu âyetin bir benzeridir: "Kim îmanı inkar ederse şüphesiz
amelleri boşa gider" (Mâide 5). İbnu Abdilberr der ki: "Âyetin
mefhum-u muhalifi: "Kim de îmanı inkar etmezse ameli boşa gitmez"
demektir. Öyleyse âyetin mefhumu ile hadisin mantûku (ifade ettiği hüküm)
müteârızdır, yani birbirlerine zıtlık arzederler. Bu durumda hadisin te'vili
gerekir. Zîrâ âyet ve hadiste teâruz görülünce bunların mümkünse cemedilerek
her ikisiyle de amel yolu araştırılır. Cem, birini diğerine tercihten evladır.
Hanbeliler ve "namazı terkedenler kâfir olur" diye
hükmedenler de bu hadisle amel ederler. Bunlara verilecek cevap önceki hadisin
izahında geçtiği üzere, farziyyeti inkârla terkedenler kâfir olur, tembellikle
terkedenler değil.
4- Cumhur bu hadisi te'vil etmiştir. Ancak te'vilden
ayrılmışlar, farklı görüşler getirmişlerdir. Bir kısmı, terk sebebi üzerinde,
bir kısmı boşa çıkma (veya yok etme) üzerinde; bir kısmı da amel üzerinde
durmuş ve te'vilde bulunmuştur: "Hadisteki terk'den kasıd ikindinin
farziyyetini inkâr ederek veya farzlığını itiraf etse bile kılmayı hafife
alarak, istihza ederek terketmektir" denmiştir. Bu te'vile şu cevap
verilmiştir: "Hadisten Sahâbî'nin anladığı bu değildir, o namaz vaktinde
kılmada ifrat etmeyi anlamıştır. Bundan dolayıdır ki ilk vaktinde kılmayı
emretmiştir. Sahâbî'nin anladığı şey, başkasının anladığından evlâdır."
Şöyle diyen de olmuştur: "Hadisteki terkden murad
"tembellikle terk"tir, ancak bununla ilgili vaid "şiddetli
zecr" üslubuyla varid olmuştur, öyleyse zahiri murad değildir, tıpkı
"Zâni, mü'min olarak zinâ etmez..." hadisinde olduğu gibi..."
Şöyle diyen de olmuştur: "Bu mecazî bir teşbihtir. Mânası
sanki: "Bu kimse, ameli boşa gidene benzer" demektir."
Şöyle de denmiştir: "Hadisin mânası: "Ameli boşa
gideyazdı" demektir."
Şöyle de denmiştir: "Boşa gitmekten maksad amellerin Allah'a
yükseldiği o vakitte hasıl olan noksanlıktır. Ve sanki amelden murad hassaten
namazdır, yani: "O kimse ikindiyi vaktinde kılanın ecrini alamaz, sonradan
icra ettiği "namaz ameli" Allah'a yüselmez." Bu te'vilin
anlaşılmasında şunu bileceğiz: İlk vaktinde kılınan ikindinin Allah'a yükselme
şansı vardır.
Şu da denmiştir: "Boşa gitme veya yoketme"den murad
"ibtal"dir[50] yani amelinden, herhangi
bir vakitte yapacağı istifade, iptal olur, sonra ondan istifade eder, tıpkı
seyyiâtı hasenâtına galebe çalan kimse gibi. Zîra bu kimsenin durumu Allah'ın
meşietine bağlıdır. Eğer affa maruz kalırsa hesanâtından istifade eder. Öyleyse
bu meşiete bağlı kalma hali bile tek başına, hasenâtından istifadenin iptal
olmasıdır, çünkü affa uğrayıncaya kadar hasenâtından istifade edememiştir. Affa
uğramayıp azab çektikten sonra affa uğrasa durum yine aynıdır, yani "iptal"
mevzubahistir.
5- Bu meseleye, Mürcie fırkasına cevap verme sadedinde genişce
yer veren el-Kâdî Ebû Bekr İbnu'l-Arabî şöyle der: "(Amel'in) yok edilmesi
iki çeşittir:
a) Bir şeyin bir başka şeyi tamamen yokedip ortadan
kaldırması: Îmanın küfrü yoketmesi veya küfrün îmanı yoketmesi gibi. Burada her
iki cihette de gerçek bir yoketme mevcuttur.
b) Muvâzeneli yoketme: Şöyle ki: Hasenât bir kefeye, seyyiât
da diğer kefeye konulup tartılınca, kimin hasenâtı üstün gelirse kurtulur,
kimin seyyiâtı üstün gelirse durumu Allah'ın meşietine bağlıdır; dilerse
affeder, dilerse azab verir. İşte bu meşiete bağlı olma hâli, belli bir
iptaldır. Çünkü, ihtiyaç halinde istifadenin durdurulması onun iptalidir. Azab
çekmek ise, ateşten çıkıncaya kadar öncekinden daha şiddetli bir iptaldir. Şu
halde, her iki durumda da, mecazî olarak "yoketme" tabirinin ıtlak
edileceği nisbî bir iptal vardır. Bu, hakikî yoketme değildir. Çünkü, ateşten
çıkarılıp cennete konunca, (muvazenede hafif düşen) amelinin sevabı kendisine
geri döner. Bu telakki, her iki yoketme'yi bir tutan Ahbatiyye fırkasının
iddiasından farklıdır. Bunlar, asiller hakkında da, kâfirler hakkındaki hükümde
bulundular. Kaderiye fıkrasının çoğunluğu bu gruba girer."
Şu halde, Ebû Bekr İbnu'l-Arabî, küfrün îmanı yoketmesini
"hakiki yoketme" olarak görmüş, seyyiâtın hasenâta galebe çalmasını
da mecazî, geçici yoketme mânasında "muvazeneli yoketme" olarak
isimlendirmiştir. Öyle ise sadedinde olduğumuz hadiste ikindinin terki küfürden
gelmiyor ise, ameli tamamen yok etmeyecek, ancak diğer hayırlı amellerinden
istifade, Allah'ın meşietine ve marifetine bağlı kalacak veya azabtan sonraya
tehir edilecektir. Şu halde bu "bağlı kalma" ve "tehir"
durumları da muvazeneli yoketme'ye giren nisbi bir iptaldir.
6- Hadiste geçen "amel"den murad nedir? sorusuna
cevap sadedinde şu söylenmiştir: "Bu, kendisiyle meşguliyet sebebiyle
namazın terkedildiği dünyevî ameldir. Öyle ise bu amelin iptal olması
"ondan ne fayda ne de menfaat göremeyeceğini" ifade eder. Birçok
hadislerde ifade edildiği üzere meşru dairede yapılan bütün ameller bir nevi
ibadettir, dünyevî bir iş olsa bile âhirete bakan yönü, manevî kazancı vardır.
Namazın bırakılması pahasına, yapılan iş meşruiyyet yönünü kaybedeceğinden
uhrevî kazancı derhal iptal olur ve ondan en azından bu cihetiyle istifade
edemez. Şu halde hadis-i şerif bu manaya da dikkat çekmiş olmaktadır.
Buhârî şârihi İbnu Hacer, hadisle ilgili yapılan çeşitli te'viller
içerisinde, "Bunun şiddetli zecr makamında vârid olduğunu" beyan eden
görüşün en kuvvetli görüş olduğunu belirtir ve zahirinin kastedilmediğini
söyler.
ـ1ـ عن أبى
موسى رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ النّبىَّ
# أتَاهُ
سَائِلٌ
يَسْأَلُهُ
عَنْ مَوَاقِيت
الصَّةِ،
فَلَمْ
يَرُدَّ
عَلَيْهِ
شَيْئاً قالَ:
وَأمَرَ بًَِ
فَأقَامَ
الْفَجْرَ
حِينَ
انْشَقَّ
الْفَجْرُ
وَالنَّاسُ َ يَكَادُ
يَعْرفُ
بَعْضُهُمْ
بَعْضاً، ثُمَّ
أمَرَهُ
فَأقَامَ
الظُّهْرَ
حِينَ زَالَتِ
الشّمْسُ،
وَالْقَائِلُ
يَقُولُ: قَدْ
انْتَصَفَ
النَّهَارُ
وَهُوَ كَانَ
أعْلَمَ
مِنْهُمْ،
ثُمَّ
أمَرَهُ
فأقَامَ
بِالْعَصْرِ
وَالشّمْسُ
مُرْتَفِعَةٌ،
ثُمَّ
أمَرَهُ
فَأقَامَ بِالْمَغْرِبِ
حِينَ
وَقَعَتِ
الشّمْسُ، ثُمَّ
أمَرَهُ
فَأقَامَ
بِالْعِشَاءِ
حِينَ غَابَ
الشَّفَقُ،
ثُمَّ أخَّرَ
الْفَجْرَ
مِنَ الْغَدِ
حَتَّى
انْصَرَفَ
مِنْهَا، وَالْقَائِلُ
يَقُولُ: قَدْ
طَلََعَتِ
الشّمْسُ،
أوْ كَادَتْ،
ثُمَّ أخَّرَ
الظُّهْرَ
حَتَّى كانَ
قَرِيباً
مِنْ وَقْتِ
الْعَصْرِ
بِا‘مسِ، ثُمَّ
أخَّرَ
الْعَصْرَ
حَتَّى
انْصَرَفَ
مِنْهَا،
وَالقَائِلَ
يقُولُ: قَدِ
احْمَرَّتِ الشّمْسُ،
ثُمَّ أخّرَ
المَغْرِبَ
حَتَّى كَانَ
عِنْدَ
سُقُوطِ
الشّفَقِ[ .
1. (2360)- Hz. Ebû Mûsa
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a bir
zat gelerek namaz vakitlerini sordu. Efendimiz ona hiçbir cevap vermedi."
(Sabah vaktinde) şafak sökünce, henüz kimse kimseyi tanıyamayacak
kadar ortalık karanlık iken Bilâl'e emretti, sabah ezanını okudu.
Sonra, güneş tam tepe noktasından batıya dönme (zeval) anında yine
Bilâl'e emretti, öğle ezanını okudu. Bu vakit için, -öbürlerinden daha iyi
bilen- birisi: "Bu, gün ortası (nısfu'n-Nehar)" demişti. Sonra, güneş
henüz yüksekte olduğu zaman emretti, Bilâl akşam namazı için ezan okudu. Sonra
ufuktaki aydınlık (şafak) kaybolunca yatsı için emretti, Bilâl yatsı ezanını
okudu. Sonra ertesi gün, sabah namazını tehir etti. O kadar geciktirdi ki,
kişinin, "sabah vakti çıktı veya çıkmak üzere" demesi ânında namazı
tamamladı. Sonra öğleyi tehir etti, öyle ki, öğle namazını dün ikindiyi
kıldığımız âna yakın bir vakitte kıldı. Sonra ikindiyi tehir etti. Bir
kimsenin, "Güneş (ikindi) kızıllığına büründü" diyebileceği bir
vakitte namazdan çıktı. Sonra akşamı, nerdeyse ufuktan aydınlığın (şafak)
kaybolduğu âna kadar tehir etti."
ـ2ـ وفي
رواية:
]فَصَلّى
المَغْرِبَ
قَبْلَ أنْ
يَغِيبَ
الشّفقُ في
الْيَوْمِ
الثَّانِى،
ثُمَّ أخّرَ
الْعِشَاءَ
حَتَّى كانَ
ثُلُثُ
اللّيْلِ
ا‘وَّلُ،
ثُمَّ
أصْبَحَ
فَدَعَا السَّائِلَ،
فقَالَ:
الْوَقْتُ
بَيْنَ
هذينِ[. أخرجه
مسلم، واللفظ
له، وأبو داود
والنسائى .
2. (2361)- Bir rivayette de
şöyle gelmiştir: Akşamı, ikinci günde, ufuktaki aydınlığın kaybolmasından önce
kıldı. Sonra yatsıyı, gecenin ilk üçte birine kadar tehir etti. Sonra sabah
oldu ve soru sahibini çağırdı: "İşte namazın vakti bu iki hudud
arasındadır" buyurdu.[51]
ـ3ـ وفي
رواية ‘بى
داود:
]فَأقَامَ
الْفَجْرَ حِينَ
كانَ
الرَّجُلُ َ
يَعْرِفُ
وَجْهَ صَاحِبِهِ
أوْ أنَّ
الرَّجُلَ َ
يَعْرِفُ
مَنْ إلى
جَنْبِهِ،
ثُمَّ أخّرَ
الْعَصْرَ
حَتَّى
انْصَرَفَ
منْهَا، وَقَدِ
اصْفَرَّتِ
الشّمْسُ،
وقالَ في
آخرِهِ،
وَرَواهُ
بَعْضُهُمْ
فقَالَ: ثُمَّ
صَلّى الْعِشَاءَ
إلى شَطْرِ
اللَّيْلِ[ .
3. (2362)- Ebû Dâvud'un bir
rivayetinde şöyle denmiştir: "Sabah namazını kişi arkadaşının yüzünü tanıyamayacak
-veya kişi yanındakini tanımayacak- kadar (ortalığın karanlık olduğu) bir anda
kıldı. Sonra ikindiyi öylesine tehir etti ki, namazdan çıktığı zaman güneş
sararmıştı..."
Rivayetin sonunda Ebû Dâvud der ki: Bu hadisi rivayet edenlerden
bazısı şöyle dedi: "sonra yatsıyı gece yarısına kadar tehir ederek
kıldı."[52]
ـ4ـ وعن
بريدة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ رَجًُ
سَألَ
رَسُولَ
اللّهِ # عَنْ
وَقْتِ الصََّةِ؟
فقَالَ لَهُ:
صَلِّ
مَعَنَا
هذَيْنِ الْيَوْمَيْنِ:
فَلَمَّا
زَالَتِ
الشّمْسُ أمَرَ
بًَِ
فأذَّنَ،
ثُمَّ
أمَرَهُ
فَأقَامَ
الظُّهْرَ،
ثُمَّ أمَرَهُ
فَأقَامَ
الْعَصْرَ
وَالشّمْسُ مُرْتَفَعَةٌ
بَيْضَاء
نَقِيَّةٌ،
ثُمَّ أمَرَهُ
فَأقَامَ
المَغْرِبَ
حِينَ غَابَتِ
الشّمْسُ،
ثُمَّ
أمَرَهُ
فَأقَامَ
العِشَاءَ حِينَ
غَابَ
الشّفقُ،
ثُمَّ
أمَرَهُ
فَأقَامَ
الْفَجْرَ حِينَ
طَلَعَ
الْفَجْرُ،
فَلَمَّا أنْ
كانَ
الْيَوْمُ
الثَّانِى
أمَرَهُ فَأبْرَدَ
بِالظُّهْرِ
فَأبْردَ
بِهَا، فأنْعَمَ
أنْ يُبْرِدَ
بِهَا،
وَصَلّى
الْعَصْرَ
وَالشّمْسُ
مُرْتَفِعَةٌ
أخّرَهَا
فَوْقَ
الَّذى كانَ،
وَصَلّى
المَغْرِبَ
قَبْلَ أنْ
يَغِيبَ
الشّفَقُ،
وَصَلّى
العِشَاءَ
بَعْدَمَا
ذَهَبَ ثُلُثُ
اللّيْلِ،
وَصَلّى
الْفَجْرَ
فَأسْفَرَ
بِهَا، ثُمَّ
قَالَ: ايْنَ
السَّائِلُ
عَنْ وَقْتِ
الصََّةِ؟
فقَالَ
الرَّجُلُ:
أنَا يَا
رَسُولَ
اللّهِ،
فقَالَ:
وَقْتُ صََتِكُمْ
بَيْنَ مَا
رَأيْتُمْ[.
أخرجه مسلم
والترمذي
والنسائى.»ا‘بْرَادُ«:
انكسار الوهج
والحرِّ.ومعنى
»أنْعَمَ«:
أطال ابراد .
4. (2363)- Hz. Büreyde
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Bir adam Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a namazların vaktinden sormuştu. Ona:
"Şu (önümüzdeki) iki günde namazları bizimle kıl!"
buyurdu. (O gün) güneş tam tepe noktasından (batıyor) kayınca ezan için Bilâl'e
emretti. O da öğle ezanını okudu. Sonra öğle için kâmet okumasını emretti.
Sonra güneş yüksekte, beyaz parlak iken emretti ve ikindi için kâmet okudu.
Sonra güneş batınca emretti, akşam için kâmet okudu. Sonra ufuktaki aydınlık
kaybolunca emretti, yatsı için kâmet okudu. Sonra şafak sökünce emretti sabah
için kâmet okudu. İkinci gün olunca, Bilâl'e ortalığın serinlemesini beklemeyi
emretti. O da öğleyi, ortalık iyice serinleyinceye kadar geciktirdi. İkindiyi,
güneş yüksekten, dünkü vakitten biraz sonra kıldı. Akşamı ufuktaki beyazlık
kaybolmazdan az önce kıldı. Yatsıyı gecenin üçte biri geçtikten sonra kıldı.
Sabahı ortalık iyice ağarınca kıldı. Sonra:
"Namaz vakitlerinden soran kimse nerede?" diye sordu.
Soru sahibi:
"Benim ey Allah'ın Resûlü!" dedi.
"Namazlarınızın vakti dedi, gördüğünüz (iki vakit)
arasındadır."[53]
AÇIKLAMA:
1- Yukarıda kaydedilen hadisler beş vakit namazdan her birinin
ilk vakti ile son vaktini belirlemektedir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm),
muhataplarının anlamakta zorluk çekeceği veya çabuk unutacağı bir kısım
tariflere ve hatta teknik tabirlere dayanacak olan açıklamalara yer vermiyor. Namaz
vakitlerini öğrenmek isteyen zâta, iki gün boyu bunu fiilen gösteriyor: Bunu
birinci gün, namazları ilk vakitlerinde, ikinci gün de son vakitlerinde kılmak
suretiyle yapıyor. İkinci günün sonunda soru sahibini çağırarak, "namaz
vakti, bu iki hududun arasında kalan zamandır" buyuruyor.
2- Namazlar bu iki vakit arasında muteber olmakla beraber, ilk
vaktinde kılınmalarının ehemmiyetine başka hadislerde dikkat çekilmiştir.
Gerçi, bu rivayetlerde öncelikle ilk vaktinde kılmış olması da namazları ilk
vakitlerinde kılmanın efdaliyetine bir delil sayılabilir.
3- Sorulan bir şeyin cevabını, fiilen göstererek vermek
efdaldir. Bu tarz, meselenin hem herkesce anlaşılmasına, hem de daha iyi
kavranmasına yardım eder.
4- Bir kısım meseleleri, ihtiyaç ânına kadar açıklamamak,
ihtiyaç hasıl olunca açıklamak efdaldir. İhtiyaç ânını sorulan sual, bilme
ihtiyacının duyulması tayin eder.
5- Rivayetlerde yatsının vakti ihtilaflı gözükmektedir.
Büreyde ile Ebû Mûsa'nın rivayetlerinde (2360 ve 2363. rivayetler) yatsıyı Hz.
Peygamber'in gecenin üçte birinden sonraya bıraktığı ifade edilirken 2362
numaralı hadiste -ki Abdullah İbnu Amr İbni'l-Âs'ın rivayetidir- gece yarısında
kıldığı belirtiliyor. Bunlardan hangisinin efdal olduğunu âlimler münakaşa
etmiştir. Hanefîlere göre, yatsıyı gecenin ilk üçte birinin sonunda kılmak
müstehabtır. Bazı Hanefîlere göre müstehab olan vakit son üçte bir'den önceki
vakittir. Bazı Hanefîlere göre de namazın gecenin üçte birine tehiri efdaldir.
Bu iki görüşü birleştirerek:"Yatsıya, gecenin üçte biri çıkmazdan önce
niyetlenip bu üçte birin sonunda namazdan çıkmalı" diyen de olmuştur.
Şafiî hazretlerinden iki görüş rivayet edilmiştir. Birine göre
yatsının ihtiyarî vakti gecenin üçte birine, diğerine göre yarısına kadar devam
eder. Nevevî ikinci kavlin esahh oduğunu söylemiştir.
ـ5ـ وعن
ابن عباس
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما:
]أنَّ رَسُول
اللّهِ # قال:
أمَّنِى
جِبْرِيلُ
عَلَيْهِ
السََّمُ
عَنْدَ
البَيْتِ مَرَّتَيْنِ،
فَصَلّى
الظُّهْرَ في
ا‘ولَى مِنْهُمَا
حِينَ كَانَ
الْفَىْءُ
مِثْلَ الشِّرَاكِ،
ثُمَّ صَلّى
الْعَصْرَ
حِينَ كانَ
كُلُّ شَىْءٍ
مَثْلَ
ظِلّهِ،
ثُمَّ صَلّى المَغْرِبَ
حِينَ
وَجَبَتِ
الشّمْسُ،
وَأفْطَرَ الصَّائِمُ،
ثُمَّ صَلّى
العِشَاءَ
حِينَ غَابَ
الشّفَقُ،
ثُمَّ صَلّى
الْفَجْرَ
حِينَ بَزَقَ
الْفَجْرُ،
وَحَرُمَ
الطّعامُ عَلى
الصَّائمِ،
وَصَلّى
المَرَّةَ الثَّانِيَةَ
الظُّهْرَ
حِينَ كانَ
ظِلُّ كُلِّ
شَىْءٍ
مَثْلَهُ لِوَقْتِ
الْعَصْرِ
بِا‘مْسِ،
ثُمَّ صَلّى
الْعَصْرَ
حِينَ كانَ
ظِلُّ كُلِّ
شَىْءٍ مِثْلَيْهِ،
ثُمَّ صَلّى
المَغْرِبَ
لِوَقْتِهِ
ا‘وَّلِ،
ثُمَّ صَلّى
العِشَاءَ
اŒخِرَ حِينَ
ذَهَبَ
ثُلُثُ
اللّيْلِ،
ثُمَّ صَلّى الصُّبْحَ
حِينَ
أسْفرَتِ
ا‘رْضُ، ثُمَّ
التَفَتَ إلىَّ
جِبْرِيلُ،
فقَالَ يَا
مُحَمَّدُ:
هذَا وَقْتُ
ا‘نْبِيَاءِ
عَلَيْهمُ
الصََّةُ والسََّمُ
مِنْ
قَبْلِكَ،
وَالْوَقْتُ
فِيمَا
بَيْنَ
هذَيْنِ
الْوَقْتَيْنِ[.
أخرجه أبو داود
والترمذي،
وهذا لفظه.
5. (2364)- İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Cibril (aleyhisselâm) bana,
Beytullah'ın yanında, iki kere imamlık yaptı. Bunlardan birincide öğleyi, gölge
ayakkabı bağı kadarken kıldı. Sonra, ikindiyi her şey gölgesi kadarken kıldı.
Sonra akşamı güneş battığı ve oruçlunun orucunu açtığı zaman kıldı. Sonra
yatsıyı, ufuktaki aydınlık (şafak) kaybolunca kıldı. Sonra sabahı şafak sökünce
ve oruçluya yemek haram olunca kıldı. İkinci sefer öğleyi, dünkü ikindinin
vaktinde herşeyin gölgesi kendisi kadar olunca kıldı. Sonra ikindiyi, herşeyin
gölgesi kendisinin iki misli olunca kıldı. Sonra akşamı, önceki vaktinde kıldı.
Sonra yatsıyı, gecenin üçte biri gidince kıldı. Sonra sabahı, yeryüzü ağarınca
kıldı.
Sonra Cibrîl (aleyhisselâm) bana yönelip:
"Ey Muhammed! Bunlar senden önceki peygamberlerin
(aleyhimü'ssalâtu vesselâm) vaktidir. Namaz vakti de bu iki vakit arasında
kalan zamandır!" dedi."[54]
ـ6ـ وفي
رواية
النسائى عن
جابر: ]ثُمَّ
أتَاهُ حِينَ
امْتَدَّ
الْفَجْرُ،
وَأصْبَحَ
وَالنُّجُومُ
بَادِيَةٌ
مُشْتَبِكَةٌ
فَصَنَعَ كمَا
صَنَعَ
بِا‘مْسِ
فَصَلّى
الغَدَاةَ[ .
6. (2365)- Nesâî'nin Hz.
Câbir (radıyallâhu anh)'den yaptığı bir rivayette şöyle denmiştir: "Sonra
O'na (Cibrîl), Fecr uzayıp[55] sabah olunca daha
yıldızlar parlak ve cıvıl cıvıl[56] iken geldi. Dünkü
yaptığını aynen yaptı, sabah namazını kıldı. Sonra da: "Namaz vakti, işte
gördüğünüz bu iki namaz arasıdır" dedi."[57]
ـ7ـ وفي
أخرى:
]فَصَلّى
الظُّهْرَ
حِينَ زَالَتِ
الشّمْسُ،
وَكَانَ
الْفَئُ
قَدْرَ الشِّرَاكِ،
ثُمَّ صَلّى
الْعَصْرَ
حِينَ كانَ الْفَئُ
مِثْلَ
الشِّرَاكِ،
وَظِلِّ
الرَّجُلِ،
ثُمَّ صَلّى
المَغْرِبَ
حِينَ
غَابَتِ
الشّمْسُ،
ثُمَّ صَلّى
العِشَاءَ
حِينَ غَابَ
الشّفَقُ،
ثُمَّ صَلّى
الْفَجْرَ
حِينَ طَلَعَ
الْفَجْرُ،
ثُمَّ صَلّى
الْغَدَ
الظُّهْرَ
حِينَ كَانَ
الظِّلُّ طُولَ
الرَّجُلِ،
ثُمَّ صَلّى
الْعَصْرَ حِينَ
كَانَ ظِلُّ
الرَّجُلِ
مِثْلَيْهِ،
ثُمَّ صَلّى
المَغْرِبَ
حِينَ
غَابَتِ
الشّمْسُ،
ثُمَّ صَلّى
العِشَاءَ
إلى ثُلُثُ
اللّيْلِ،
أوْ نِصْفِ
اللّيْلَ،
ثُمَّ صَلّى
الْفَجْرَ
فَأسْفَرَ[.وَالمراد
»بِالشِّرَاكِ«:
أحد سيور النعل
.
7. (2366)- Bir diğer
rivayette şöyle denmiştir: "...Öğleyi, güneş (tepeden batıya) meyledince
kıldı. (Bu sırada) gölge ayakkabı bağı kadardı. Sonra ikindiyi, gölge ayakkabı
bağının misli ve adam boyu olunca kıldı. Sonra akşamı, güneş batınca kıldı.
Sonra yatsıyı, ufuktaki aydınlık kaybolunca kıldı. Sonra, sabahı, şafak sökünce
kıldı. Sonra ertesi günün öğlesini, gölge, adam boyu olunca kıldı. Sonra
ikindiyi, kişinin gölgesi iki misli olunca kıldı. Sonra akşamı, güneş batınca
kıldı. Sonra yatsıyı, gecenin üçte birine veya yarısına doğru kıldı. Sonra sabahı
kıldı ve ortalık ağardı."[58]
AÇIKLAMA:
Hadiste geçen şirak'ı ayakkabı bağı diye çevirdik. Bu, ayakkabının
üstündeki kayış, sırım demektir. Şârihlerden Sindî bununla eşyanın öğle
vaktindeki aslî gölgesinin kastedildiğini belirtir. Mekke'de bu sıfırdır.
Mevsime ve mekana göre, zeval ânındaki bu gölgenin miktarı olabilecektir. Zîra
her yerde tam zeval ânında gölgesizlik hali olmaz. Bu hâl ekvatorda ve oraya
yakın yerlerde olabilir. Sindî der ki: "Şirak ile, zeval ânındaki gölgenin
kastedildiğinin delili şu ki, hadisin devamında ikindi vakti, bu aslî gölgeye
(mesela) insan gölgesinin bir misli daha ilave olmasıyla
başlatılmaktadır."
ـ8ـ وعن
أبى هريرة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]قال رسولُ
اللّهِ #: إنَّ
لِلصََّةِ
أوًَّ وَآخِراً،
وَإنَّ
أوَّلَ
وَقْتِ صََةِ
الظُّهْرِ
حِينَ
تَزُولُ
الشّمْسُ،
وَآخِرَ
وَقْتِهَا
حِينَ
يَدْخُلُ
وَقْتُ الْعَصْرِ،
وَإنَّ
أوَّلَ
وَقْتِ
الْعَصْرِ
حِينَ
يَدْخُلُ
وَقْتُهَا،
وَإنَّ آخِرَ
وَقْتِهَا حِينَ
تَصْفَرُّ
الشّمْسُ،
وَإنَّ أولَ
وَقْتِ
المِغْرِبِ
حِينَ
تَغْرُبُ
الشّمْسُ،
وَإنّ أخر
وَقْتِهَا
حِينَ
يَغِيبُ
الشّفَقُ،
وَإنّ أوَّلَ
وَقْتِ
الْعِشَاءِ
حِينَ
يَغِيبُ ا‘فْقُ،
وَإنَّ آخِرَ
وَقْتِهَا
حِينَ يَنْتَصِفُ
اللّيْلُ،
وَإنَّ
أوَّلَ
وَقْتِ الْفَجْرِ
حِينَ
يَطْلَعُ
الْفَجْرُ،
وَإنَّ آخِرَ
وَقْتِهَا
حِينَ
تَطْلُعُ
الشّمْسُ[. أخرجه
ا‘ربعة إ أبا
داود، وهذا
لفظ الترمذي .
8. (2367)- Hz. Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Bilesiniz, namazın bir ilk vakti bir de son vakti vardır. Öğle vaktinin
evveli güneşin tepe noktasından batıya meyil (zeval ânıdır. Son vakti de
ikindinin girdiği andır. İkindi vaktinin evveli, vaktinin girdiği andır. Vaktin
sonu da güneşin sarardığı andır. Akşam vaktinin evveli, güneşin battığı andır.
Vaktin sonu da ufuktaki aydınlığın (şafak) kaybolduğu andır. Yatsı vaktinin
evveli, ufuğun kaybolduğu andır. Vaktin sonu da gecenin yarısıdır. Sabah
vaktinin evveli fecrin (aydınlığı) doğmasıdır. Vaktin sonu da güneşin
doğmasıdır."[59]
ـ9ـ وفي
رواية مالك عن
عبداللّه بن
رافع مولى أمّ
سلمة: ]أنَّهُ
سَألَ أبَا
هُرَيْرَةَ
عَنْ وَقْتِ
الصََّةِ،
فقَالَ أبُو
هُرَيْرَةَ أنَا
أُخْبِرُكَ:
صَلِّ
الظُّهْرَ
إذَا كانَ
ظِلُّكَ
مِثْلَكَ،
وَالْعَصْرَ
إذَا كَانَ
ظِلُّكَ
مِثْلَيْكَ،
وَالمَغْرِبَ
إذَا
غَرَبَتِ
الشّمْسُ،
وَالْعِشَاءَ
مَا بَيْنَكَ
وَبَيْنَ
ثُلُثِ
اللّيْلِ،
وَصَلِّ
الصُّبْحَ
بِغَبَشٍ،
يَعْنِى:
الْغَلَسَ[ .
9. (2368)- Muvatta'da
Abdullah İbnu Râfi' Mevla Ümmü Seleme'den kaydedilen bir rivayette şöyle
denmiştir: "Abdullah İbnu Râfi', Ebû Hüreyre'ye namazların vaktini
sormuştu. Ebû Hüreyre kendisine şu açıklamayı yaptı: "Ben sana haber
vereyim: Gölgen kendi mislin kadarken[60] öğleyi kıl. İkindiyi
gölgen iki mislin olunca kıl. Akşamı güneş batınca kıl. Yatsıyı seninle[61] arana gecenin üçte biri
girince kıl. Sabahı da alaca karanlıkta kıl."[62]
ـ10ـ وعن
مالك قال:
]كَتَبَ
عُمَرُ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه إلى
عُمَّالِهِ
إنَّ أهَمَّ
أُمُورِكُمْ
عِنْدِى
الصََّةُ،
مَنْ
حَفِظَهَا وَحَافَظَ
عَلَيْهَا
حِفِظِ
دِينَهُ،
وَمَنْ
ضَيَّعَهَا
فَهُوَ لِمَا
سِوَاهَا
أضْيَعُ،
ثُمَّا
كَتَبَ: أنْ
صَلُّوا
الظُّهْرَ إذَا
كانَ الْفَئُ
ذِرَاعاً إلى
أنْ يَكُونَ
ظِلُّ أحَدِكُمْ
مَثْلَهُ،
وَالْعَصْرَ
وَالشَّمْسُ مُرْتَفِعَة
بَيْضَاءُ
نَقِيَّة
قَدْرَ مَا
يَسِيرُ
الرَّاكِبُ
فَرْسَخَيْنِ
أوْ ثََثَةً
قَبْلَ
مَغِيبِ
الشَّمْسِ
وَالمَغْرِبَ
إذَا
غَرَبَتِ
الشّمْسُ،
وَالْعِشَاءَ
إذَا غَابَ
الشفَقُ إلى
ثُلُثِ
اللّيْل،
فَمَنْ نَامَ
فََ نَامَتْ
عَيْنُهُ،
فَمَنْ نَامَ
فََ نَامَتْ
عَيْنُهُ،
فَمَنْ نَامَ
فََ نَامَتْ
عَيْنُهُ،
والصُّبْحَ
وَالنُّجُومُ
بَادِيَة
مُشْتَبِكَةٌ[.
10. (2369)- İmam Mâlik'in
anlattığına göre, Hz. Ömer valilerine şöyle yazdı: "Nazarımda işlerinizin
en ehemmiyetlisi namazdır. Kim onu (farz, vacib, sünnet ve vaktine riayetle)
korur ve (tam zamanında kılmaya) devam ederse dînini korumuş olur. Kim de onu(n
zamanını tehir suretiyle) zayi ederse, onun dışındakileri daha çok zayi
eder."
Hz. Ömer yazısına şöyle devam etti: "Öğleyi gölge bir
ziralıktan birinizin gölgesi misli oluncaya kadar kılınız. İkindiyi, güneş
yüksekte, beyaz, parlak iken, hayvan binicisinin, güneş batmazdan önce iki veya
üç fersahlık yol alacağı müddet içerisinde; akşamı güneş batınca; yatsıyı
ufuktaki aydınlık battımı gecenin üçte birine kadar kılınız. -Kim (yatsıyı
kılmadan) uyursa gözüne uyku düşmesin, kim (yatsıyı kılmadan) uyursa gözüne
uyku düşmesin, kim (yatsıyı kılmadan) uyursa gözüne uyku düşmesin- Sabahı da
yıldızlar parlak ve cıvıldarken kılınız."[63]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayet, Hz. Ömer'in namaza ne kadar ehemmiyet verdiğini
göstermektedir. Onun nazarında namaz ferdlerin dînî hayatını ilgilendiren bir
mesele olarak kalmıyor, devletin meselesi oluyor ve en mühim meselesi
addediliyor. Bundandır ki, namaz vakitleriyle ilgili teferruâtı valilerine
tamim ediyor ve yatsıyı kılmazdan önce yatacak olanlara üç kere tekrar ettiği
bir bedduada bulunuyor: "Namazdan önce yatanın gözü uyku tutmasın."
Bezzâr'ın bir rivayetinde bu bedduayı bizzat Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) yapmıştır:
2- Yıldızların
cıvıldaşması diye tercüme ettiğimiz tabirin aslı müştebike'dir. Yani, iç içe
girmiş, kenetlenmiş demektir. Maksad yıldızların hepsinin canlı olarak
görüldüğünü, ortalığın henüz iyice aydınlanmadığını ifade etmektir. Çünkü,
gündüz aydınlığı zayıfken yıldızlar daha çok gözükür. Aydınlık arttıkca azalır
ve sonunda görünmez olurlar.
ـ11ـ وفي
أخرى له: ]أنَّ
عُمَرَ
كَتَبَ إلى
أبِى مُوسى،
وَذَكَرَ
مِثْلَهُ،
وَقالَ:
وَاقْرَأ
فِيهَا. أىْ
في صََةِ
الصُّبْحِ
بِسُورَتَيْنِ
طَوِيَلَتَيْنِ
مِن
المفَصَّلِ[.
أخرجه مالك .
11. (2370)- Muvatta'nın
diğer bir rivayetinde şöyle gelmiştir: "Hz. Ömer (radıyallâhu anh), Ebû
Mûsa el-Eş'arî hazretlerine yazdığı bir mektupta aynı şeyi hatırlattı ve
(ilaveten) şunu yazdı: "Onda -yani sabah namazında- mufassal sûrelerden
iki uzun sûre oku."[64]
AÇIKLAMA:
Ebû Mûsa el-Eş'ari (radıyallâhu anh) hazretleri ashâb'ın
kibârındandır, ilk müslüman olanlar arasında yer alır. Hz. Ömer (radıyallâhu
anh) onu, Muğire İbnu Şube'den sonra Basra'ya vali tayin etmişti. Yani Hz. Ömer
sadedinde olduğumuz mektubu Ebû Mûsa'ya Basra valisi sıfatıyla yazmış
olmaktadır. Nitekim önceki rivayet (2369) namaz ve namaz vakitleriyle ilgili
mektubu Hz. Ömer'in, valilerine yazdığını belirtmişti. Şu halde bu rivayet, mumaileyh
mektuplardan Basra'ya gidenin âlimlerin ıttılâına mazhar olarak günümüze kadar
korunduğuna şâhidlik etmektedir. Üzerinde durduğumuz mevzumuz açısından mühim
olan husus İslâmHalîfesi Hz. Ömer'in valilerine "sabah namazında"
okuyacakları sûreler hususunda bile, irşâdî devlet tamimi göndermiş olmasıdır.
ـ12ـ وفي
أخرى نحوه،
وفيها: ]وَأنْ
صَلِّ الْعِشَاءَ
فِيمَا
بَيْنَكَ
وَبَيْنَ
ثُلُثِ اللّيْلِ،
فإنَّ
أخَّرْتَ
فَإلَى
شَطْرِ اللّيْلِ،
وََ تَكُنْ
مِنَ
الْغَافِلِينَ[
.
12. (2371)- Yine benzer bir
diğer rivayette şu ifade mevcuttur: Hz. Ömer, Ebû Mûsa (radıyallâhu anhümâ)'ya
şöyle yazdı: "...Yatsıyı seninle (akşam namazıyla) arana gecenin üçte biri
girince kıl. Geciktirirsen gecenin yarısına kadar olsun. Sakın gafillerden
olma."[65]
ـ13ـ وعن
ابن عمرو بن
العاص رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما:
]أنَّ رَسول
اللّهِ # قال:
وَقْتُ
الظُّهْرِ
إذَا زَالَتِ
الشَّمْسُ،
وَكَانَ
ظِلُّ
الرَّجُلِ
كَطُولِهِ مَا
لَمْ
تَحْضُرِ
الْعَصْرُ،
وَوَقْتُ الْعَصْرِ
مَا لَمْ
تَصْفَرَّ
الشّمْسُ،
وَوَقْتُ
المَغْرِبِ
مَا لَمْ
يَغِبِ
الشفَقُ، وَوَقْتُ
صََةِ
الْعِشَاءِ
إلى نِصْفِ
اللّيْلِ ا‘وْسَطِ،
وَوقْتُ
صََةِ
الصُّبْحِ
مِنْ طُلُوعِ
الْفَجْرِ
إلى أنْ
تَطْلُعَ
الشَّمْسُ، فإذَا
طَلَعَتْ
فأمْسِكْ
عَنِ
الصََّةِ فَإنَّهَا
تَطْلُعُ
بَيْنَ
قَرْنَىْ
شَيْطَانٍ[.
أخرجه مسلم،
وهذا لفظه،
وأبو داود
والنسائى .
13. (2372)- Abdullah İbnu Amr
İbni'l-Âs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Öğlenin (başlama) vakti, güneşin (tepe
noktasından batıya) meylettiği zamandır. Kişinin gölgesi kendi uzunluğunda
olduğu müddetçe öğle vakti devam eder, yani ikindi vakti girmedikçe. İkindi
vakti ise güneş sararmadıkça devam eder. Akşam vakti ufuktaki aydınlık (şafak)
kaybolmadığı müddetçe devam eder. Yatsı namazının vakti orta uzunluktaki
gecenin yarısına kadardır. Sabah namazının vakti ise fecrin doğmasından (yani
şafağın sökmesinden) başlar, güneş doğuncaya kadar devam eder. Güneş doğdu mu
namazdan vazgeç. Çünkü o, şeytanın iki boynuzu arasından doğar."[66]
AÇIKLAMA:
Hadiste geçen şeytanın iki boynuzu tabiriyle ilgili olarak İbnu
Hacer şu açıklamayı sunar: "Şeytanın iki boynuzu başının iki tarafı
demektir. Denir ki: "Şeytan güneşin doğduğu yerin hizasında dikilir.
Öyleki o, doğunca (şeytanın) başının iki yanı ortasında olur. Ta ki, güneşe
tapanların güneş için yaptıkları secde onun için yapılmış olsun. Batma
sırasında da aynı hal mevzubahistir. Durum böyle olunca güneşin, şeytanın iki
boynuzu arasından doğması, doğuşu esnasında güneşi seyredene nisbetendir. Şöyle
ki, eğer şeytanı seyretmiş olsaydı, onu güneşin yanında dikilmiş olarak görecekti."
İbnu'l-Esîr, en-Nihâye'de karneyn yani iki boynuz tabiriyle -İbnu
Hacer'in açıklamasından görüldüğü üzere- başın iki tarafından ifade edildiğini
kaydettikten sonra "kîle" yani denildi ki diyerek kelimenin tâlî
manalara da tevcih edildiğini belirtir: "Karn, kuvvet"tir, yani güneş
doğarken şeytan harekete geçer ve tasallutta bulunur ve güneşe yardımcı
vaziyetini alır."
İbnu'l-Esîr, karn kelimesinin devir, çağ mânasının da esas
alınarak hadisteki karneyn tabirinin iki çağ şeklinde anlaşıldığına dikkat
çeker.
Denildi ki: "İki çağı arasında demek "öncekilerden ve
sonrakilerden olacak iki ümmeti" demektir. Bütün bunlar, güneşin doğuşu
esnasında ona secde edenler için bir temsildir. Ve sanki, bu sapıklığı, onlara
şeytan kurmuştur. Öyleyse güneşperest güneşe secde etti mi şeytan güneşin
yanında yer almış gibidir."
Ulemanın bu açıklamalarına şunu da ilave edebiliriz: Dîn-i mübîn-i
İslâm, sabah namazının nihâi vaktini güneşin doğuşu olarak tesbit etmiştir.
Öyleyse mü'min Rabbine karşı farz olan sabah ibadetini yapabilmek için güneş
doğmazdan önce kalkmalıdır. Güneşin doğması ânında yapılacak ibadet makbul
değildir. Öyle ki, güneş doğmadan önce başlanmış bir namaz henüz bitmeden güneş
doğacak olsa, o namaz bozulmaktadır, kazası gerekmektedir. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) dînde bu kadar ehemmiyetli yeri olan bir meselenin mü'minlerin
zihninde daha canlı olarak yer etmesi için, meseleyi şeytanla da irtibat
kurarak vazetmiş olmaktadır. Nitekim dînin reddettiği pek çok mesele şeytana
nisbet edilerek kerâhet veya haramiyeti beyan edilmiştir. Bu tebliğ üslubunun
Kur'ân'da da pek çok örnekleri vardır. İçki, kumar ve putları haram eden âyette
olduğu gibi (Mâide 90-93).
Şu halde, hadisten İbnu Hacer'in de kaydedip reddettiği bir kısım
kozmoğrafik, maddî îzahlar yapmak için tekellüfe gerek kalmamaktadır.
Hadisteki maslahat açıktır: Mü'minlerin erken kalkmalarını
sağlamak, mü'minlere zaman şuuru, programlı iş yapmak, vaktinde iş yapmak
alışkanlığı kazandırmak, kendini vakte göre ayarlamak, disipline etmek,
vaktinden sonra yapılacak işlerin kıymet ifade etmeyeceği fikrini zihinlerde
tesbit etmek gibi günlük hayatımızın gerek ferdî ve gerekse içtimâî
vechelerinde, gerek sıhhat ve gerek iktisad açılarından gerek dünyaya ve gerek
âhirete bakan pek çok faydaları, maslahatları saymak, görmek ve göstermek
mümkündür.
ـ14ـ وعن
أبى المنهال
قال:
]دَخَلَتُ
أنَا وَأبِى
عَلَى أبِى
بَرْزَةَ
ا‘سْلَمىِّ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه،
فقَالَ لَهُ
أبِى: كَيْفَ كَانَ
رسولُ اللّهِ
# يُصَلِّى
المُكْتُوبَةَ؟
فقَالَ: كانَ
يُصَلِّى
الْهَجِيرَةَ
الّتى تَدْعُونَهَا
ا‘وْلى حِينَ
تَدْحَضُ
الشّمْسُ،
وَيُصَلِّى
الْعَصْرَ،
ثُمَّ
يَرْجِعُ أحَدُنَا
إلى رِحْلِهِ
في أقْصى
المَدِينَةِ
وَالشّمْسُ
حَيَّةٌ،
وَنسِيتُ مَا
قَالَ في
المَغْرِبِ،
وَكَانَ
يَسْتَحِبُّ
أنْ يُؤَخّرَ
الْعِشَاءَ
الّتى
تَدْعُونَهَا
الْعَتَمَةَ،
وَكَانَ
يَكْرَهُ
النَّوْم
قَبْلَهَا
وَالحَديثَ
بَعْدَهَا،
وَكَانَ
يَنْفَتِلُ
مِنْ صََةِ
الْغَدَاةِ
حِينَ
يَعْرِفُ
المَرْءُ
جَلِيسَهُ،
وَيَقْرأ
بِالسِّتِّينَ
إلى المِائَةِ[.
أخرجه الخمسة
إ الترمذي.وفي
رواية: ]وََ
يُبَالِى
بِتَأخِيرِ
العِشَاءِ
إلى ثُلُثِ
اللّيْلِ،
ثُمَّ قالَ
إلى شَطْرِ
اللّيْلِ[.
وهذا لفظ
الشيخين.قوله
»وَالشمْسُ
حَيَّةٌ«: أى
مرتفعة عن
المغرب لم
يتغير لونها
بمقاربة ا‘فق .
14. (2373)- Ebû'l-Minhâl
Seyyâr İbnu Selâme (rahimehullah) anlatıyor: "Ben ve babam birlikte Ebû
Berze el-Eslemî (radıyallâhu anh)'nin yanına girdik. Babam ona:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) farz namazları nasıl kılardı?"
diye sordu. Şu cevabı verdi:
"Efendimiz sizin "el-Evvel" dediğiniz öğle namazını
güneş (tepe noktasından) batıya kayınca kılardı. Birimiz ikindiyi kılınca,
Medîne'nin en uzak yerindeki evine dönerdi de güneş hâlâ canlılığını korurdu.
Akşam namazı hakkında ne söylediğini unuttum. Sizin atame
dediğiniz yatsıyı geciktirmeyi iyi bulurdu (müstehap addederdi). Yatsıdan önce
uyumayı, sonra da konuşmayı mekruh addederdi.
Kişi (yanında beraber oturduğu) arkadaşını tanıyınca sabah
namazından ayrılırdı. Namazda altmışyüz âyet miktarınca Kur'ân okurdu."[67]
AÇIKLAMA:
1- Hâcire veya hâcir, öğle vaktinde hararetin şiddetli olduğu
andır. Sindî'ye göre hadis Resûlullah'ın sıcak olan günlerde bile öğle namazını
ilk vaktinden fazla taşırmayıp hemen kıldığını ifade etmektedir ve rivayet
öğleyi biraz serinleyince kılmayı emreden hadislere de bir açıklık getirmiş
olmakta, tehirin çok fazla olmadığını göstermektedir. "Şu halde sıcak
günlerde fazla tehir yoksa, serin günlerde hiç tehir yapılmadan hemen kılınmalı
demektir" der.
Biraz serinlemeyi emreden hadisle bu hadis arasındaki tearuzu İbnu
Hacer şöyle telif edip giderir: "Arada muhalefet yoktur, çünkü bu
tatbikatın havaların serin olduğu zamanla ilgili veya serinliği bekleme
emrinden önceye ait olma veya serinliği bekleme şartlarının bulunmadığı
durumlarla ilgili olma ihtimali vardır.
Bu hadisin zahiriyle "Vaktin evveline va'd edilen fazilet,
taharet, setr vs. gibi takdimi mümkün olan herşeyi vaktin girmesinden önce
yerine getirmekle hasıl olur" diyenler amel etmiştir."
2- Öğle namazına "el-Evvel" denmesi gündüzün ilk
namazı olmasındandır. Mamafih Cebrâil (aleyhisselâm)'in beş vakti beyan ettiği
zaman Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a ilk kıldırıp öğrettiği namaz öğle
namazı olduğu için el-Evvel denmiş olabileceği de söylenmiştir.
3- İkindi vaktini tavsifte kullanılan "güneşin canlı
olması" tabiriyle, güneşin batma vaktine henüz fazla yaklaşmadığını,
güneşe henüz sararmanın ârız olmadığını, henüz yüksekte bulunup, ışık, hararet,
renk ve parlaklıkça canlılığını koruduğunu ifade eder. Şârihler bu hâlin, bir
cismin gölgesi, onun boyunun iki misli olmasına kadar devam ettiğini
belirtirler.
4- Ateme, yatsı vaktinin adıdır. Kur'ân'da işâ olarak ismi
geçen bu vakte bedevîler ateme dedikleri için yatsı namazı da ateme olarak
tesmiye edilmiştir. Ancak Resûlullah yatsıya ateme denmesini yasaklamıştır.
İbnu Hacer'e göre yasaklamanın sebebi ateme karanlık manasına gelir, bedeviler,
vakitten aldıkları isimle yatsı namazına salatu'l-ateme demişlerdir. Resûlullah
bu meselede onlara uymayı yasaklamış, şeriat dilindeki ismi ile tesmiyesini
müstehap kılmıştır.
ـ15ـ وعن
محمد بن عمزو
بن الحسن بن
على بن أبى طالب
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَدِمَ
الَحَجَّاجُ
المَدِينَةَ،
فَكَانَ
يُؤَخِّرُ
الصََّةَ،
فَسَأَلْنَا
جَابرَ بنَ
عَبْدِ
اللّهِ
فقَالَ: كانَ
رَسولُ
اللّهِ #
يُصَلِّى
الظُّهْرَ
بِالْهَاجِرَةِ،
وَالْعَصْرَ
وَالشّمْسُ
نَقِيَّةٌ،
وَالمِغْرِبَ
إذَا
وَجَبَتِ
الشّمسُ
وَالعِشَاءَ،
أحْيَانَا
يُؤَخّرُهَا،
وَأحْيَاناً
يُعَجِّلُ،
إذَا رَآهُمُ
اجْتَمَعُوا
عَجَّلَ،
وَإذَا
رَآهُمُ
ابْطِئُوا
أخّرَ،
وَالصُّبْحُ
كَانَ
يُصَلِّيهَا
بِغَلَس[.
أخرجه الخمسة
إ الترمذي .
15. (2374)- Muhammed ibnu
Amr İbni'lHasen İbni Ali İbnu Ebî Tâlib (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Haccâc, Medîne'ye geldiğinde namazı mûtad vaktinden tehir ediyordu. Bunun
üzerine Câbir İbnu Abdillah (radıyallâhu anh)'a (namazların vakti hakkında)
sorduk. Bize şu açıklamayı yaptı:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) öğleyi hararetin
şiddetli olduğu zamanda (hâcire vaktinde) kılardı. İkindiyi de güneş parlakken
kılardı. Akşamı, güneş batınca; yatsıyı bazan geciktirir, bazen de öne alırdı.
Halkın toplandığını görünce tacil eder, onları ağır görünce de tehir ederdi.
Sabahı da alaca karanlıkta kılardı."[68]
ـ16ـ وفي
أخرى للنسائى
عن أنس:
]وَيُصَلّى
الصُّبْحَ
إلى أنْ
يَنْفَسِحَ
الْبَصَرُ[ .
16. (2375)- Nesâî'nin Enes
(radıyallâhu anh)'ten yaptığı rivayette şöyle denmiştir: "Sabahı, göz(ün
görme ufku) genişleyinceye kadar kılardı."[69]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yatsıyı,
cemaatin durumuna göre ayarladığını, gerek tacil ve gerekse tehirde kesin bir
prensip takip etmediğini gösteriyor.
Sabahın ihtiyari vaktiyle de ilgili bir açıklama mevcuttur. Gözün
görüş alanı genişleyinceye kadar sabahı kılmış oluyor. Bu ifade ondan sonra
sabah kılınmaz mânasına gelmez. Çünkü gözün ufkunun genişlemesinden bahsetmek,
daha ortalıkta karanlığın varlığını ifade eder. Halbuki sabah namazı güneş
doğuncaya kadar devam eder. Ancak Resûlullah'ın bu son anlarına kadar tehir
etmeden sabahı kıldığı anlaşılmaktadır.
ـ17ـ وعن
ابن مسعود
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]كانَ قَدْرُ
صََةِ
رَسُولِ
اللّهِ #
الظُّهْرَ في الصَّيْفِ
ثََثَةَ
أقْدَامٍ إلى
خَمْسَةِ أقْدَامٍ،
وَفى
الشِّتَاءِ
خَمْسَةَ
أقْدَامِ إلى
سَبْعَةِ
أقْدَامٍ[. أخرجه
أبو داود
والنسائى .
17. (2376)- İbnu Mes'ud
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) öğle
namazı kıldığı zaman (gölgenin) miktarı, yazda üç ayaktan beş ayağa kadar idi.
Kışta da beş ayaktan yedi ayağa kadardı."[70]
AÇIKLAMA:
Burada verilen rakama aslî gölge ile sonradan ziyade olan gölge de
dahildir, sadece ziyade olan gölge değildir.
Gölge meselesinde Hattâbî şu açıklamayı yapar: "Bu, iklime ve
şehirlere göre değişen bir husustur. Bütün şehirlerde ve beldelerde rakamlar
eşit olmaz. Zîra, gölgenin uzunluk veya kısalığına müessir olan amil güneşin
gökteki yüksekliğinin artması ve düşmesidir. Yüksekliği artıp tam tepe
hizasında olacak şekilde başa en yakın noktaya ulaşırsa, gölge azami küçüklüğe
düşer. Güneş ne zaman da azami şekilde eğilir baş hizasından en uzak noktada
olursa gölge de azami uzunluğa ulaşır. Bu sebeple kış gölgelerini her yerde
daima yaz gölgelerinden uzun görürsün. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
namazı Mekke ve Medine'de olmuştur. Bu iki şehir de ikinci iklimdendir. Derler
ki bu iki şehirde gölge, yazın başında Âzâr ayında üç ayaktan biraz uzundur.
Resûlullah'ın namazı, hararet artınca, daha önce mûtad olan vaktinden gecikmiş
gibi olur. Böylece, o sırada gölge beş ayak olur. Ancak kıştaki gölgenin, teşrin-i
evvel'de beş ayak veya beş ayaktan biraz fazla olduğunu söylerler. Kanun ayında
ise yedi ayak veya yedi ayaktan biraz fazla olmaktadır. Öyleyse, İbnu Mes'ud'un
sözü, bu takdire göre bu iklim için muvafık düşer, diğer iklimler ve ikinci
iklimin dışında kalan memleketler için muvafık düşmez."
Bazı âlimler, hadiste geçen ayağın, boyuna göre her insanın ayağı
olabileceğini söylemiştir. Bazı âlimler her memlekette zeval (öğle) vaktini
tesbitte başvurulacak usûl hususunda duvar veya tahta üzerine sağ ve sola meyli
ayarlı, düz olarak çakılacak bir çubuk tavsiye eder: "Bunun gölgesine
bakılır; tam düzleştimi gün ortası demektir. Gölge tam olarak doğuya meylettimi
bu zeval (dönme) vaktidir ve öğle namazı girmiş demektir."
ـ18ـ وعن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]كُنَّ
نِسَاءَ
المؤمِنَاتِ
يَشْهَدْنَ
مَعَ رَسُولِ
اللّهِ #
صََةَ
الْفَجْرِ
مُتَلَفّعَاتٍ
في
مُرُوطِهِنَّ،
ثُمَّ
يَنْقَلِبْنَ
إلى
بُيُوتِهِنَّ
حِينَ
يَقْضِينَ الصََّةَ،
وََ
يَعْرِفُهُمْ
أحَدٌ مِنَ
الغَلَسِ[.
أخرجه
الستة.التَّلفُعُ«:
التحاف والتغطى.و
»المُرُوطُ«:
ا‘كسية.»الغَلَسُ«:
ظلمة آخر
الليل قبل طلوع
الفجر وأوّل
طلوعه .
18. (2377)- Hz. Âişe
(radıyallâhu anhâ) anlatıyor: "Mü'min kadınlar Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'la birlikte sabah namazlarını, bürgülerine sarılmış olarak
kılarlardı. Sonra, namazlarını kılınca evlerine dönerlerdi de bu esnada karanlıktan
dolayı kimse de onları tanıyamazdı."[71]
AÇIKLAMA:
Kadınların da sabah namazında cemaate katıldıklarını belirten bu
rivayet, namaz bittiği halde bile ortalığın, kadınların tanınmasına imkan tanımayacak
kadar karanlık olduğunu ifade etmektedir.
ـ19ـ وعنها
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]مَا رَأيْتُ
رَجًُ كانَ
أشَدّ
تَعْجِيً
لِلظُّهْرِ
مِنْ رَسولِ
اللّهِ # وََ
مِنْ أبِى
بَكْرٍ، وََ
مِنْ عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما[. أخرجه
الترمذي .
19. (2378)- Yine Hz. Âişe
anlatıyor: "Ben öğle namazını, ne Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
kadar, ne de Ebû Bekr ve Ömer kadar tacil edip geciktirmeyen bir başka insan
tanımıyorum."[72]
ـ20ـ وله في
أخرى عن أمَّ
سلمة رَضِيَ
اللّهُ عَنْها
قالت: ]كَانَ
رسولُ
اللّهِِ # أشَدّ
تَعْجِيً
لِلظُّهْرِ
مِنْكُمْ،
وَأنْتَمْ
أشَدُّ
تَعْجِيً
لِلْعَصْرِ
مِنْهُ[ .
20. (2379)- Yine Tirmizî'de
Ümmü Seleme (radıyallahu anhâ)'den kaydedilen bir hadiste denmiştir ki:
"Öğleyi tacilde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sizden daha titizdi. Siz
de ikindiyi tacilde ondan daha titizsiniz."
ـ21ـ وعن
خباب رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]شَكَوْنَا
إلى رَسول
اللّهِ #
حَرَّ
الرَّمْضَاءِ
فَلَمْ
يُشْكِنَا.
قالَ
زُهَيْرٌ ‘بِى
إسْحَاقَ:
أفِى
الظُّهْرِ؟
قالَ: نَعَمْ.
قُلْتُ أفِى
تَعْجِيلِهَا
قالَ: نَعَمْ[.
أخرجه مسلم
والنسائى.»الرَّمْضَاءِ«:
شدة الحر على
وجه
ا‘رض.وقوله
»فَلَمْ
يُشْكِنَا«:
أى لم يزل
شكوانا .
21. (2380)- Habbâb
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a (secde
edilen) yerin sıcaklığından şikayet ettik, ancak şikayetimizi dinlemedi.
Züheyr, Ebû İshak'a: "Şikayetiniz öğle vaktinden miydi?"
diye sordu. Öbürü:
"Evet!" dedi. Ben:"
Vakit girer girmez, (yani ortalık çok sıcakken) kılınmasından
mı?" diye sordum. O yine:
"Evet!" dedi."[73]
AÇIKLAMA:
Son üç hadis öğlenin ilk vaktinde (tacilen) kılınması gereğini
ifade eden rivayetlerdendir. Bazı rivayetlerde biraz serinleme ânına tehiri
için ruhsat beyan edilmiştir. Ancak azimete uyan ve bu bâbta esas olan, öğlenin
de ilk vaktinde kılınmasıdır.
Sonuncu hadisi, fakihler daha çok secde ile ilgili bahiste
kaydederek, yerle alın arasına herhangi bir hail konmaması gerektiğine delil
yaparlar. Zîra yerin yakıcı sıcaklığına rağmen, aleyhissalâtu vesselâm yere
yaygı tavsiye etmemiştir. Hadisin burada namaz zamanıyla ilgili olarak zikri, Züheyr'in
Ebû İshak'a sarfettiği: "Şikayetiniz namazın vakit girer girmez
kılınmasından mıydı?" şeklindeki sözünden ileri gelir. Rivayette bu soruya
verilen cevap vakitle ilgilidir ve öğle namazının, namaz mahalli elleri, yüzü
yakacak kadar hararetli olmasına rağmen ilk vaktinde kılınmasını âmirdir.
ـ22ـ وعن
أنس رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كانَ رَسولُ
اللّهِ # إذَا
نَزَلَ
مَنْزًِ لَمْ
يَرْتَحِلُ
حَتَّى
يُصَلِّىَ
الظُّهْرَ.
قالَ لَهُ
رَجُلٌ: وَإنْ
كَانَ نِصْفَ
النَّهَارِ؟
قالَ: وَإنْ
كَانَ نِصْفَ
النَّهَارِ[. أخرجه
أبو داود
والنسائى .
22. (2381)- Hz. Enes
(radıyallâhu anh): "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) (yolculuk
sırasında) bir yere inecek olsa, öğleyi kılmadan orayı terketmezdi"
demişti. Bir adam sordu:
"Yani gün ortasında olsa da mı?"
"Evet, dedi, Enes, gün ortasında olsa da!"[74]
AÇIKLAMA:
Burada, yine öğle namazının taciliyle ilgili bir rivayet
mevzubahistir. Sindî, "bir yere inme" tabirini mutlak olarak anlamaz,
yani sabahleyin veya kuşluk vakti bir yere inince, öğleyi beklemek mevzubahis
değildir. Bilakis, öğleden az önce, öğle vaktinin girmesine çok az bir zaman
kaldığı sırada bir yere inme (konaklama, mola verme) hali mevzubahistir. İşte
Efendimiz böyle durumlarda öğleyi kıldıktan sonra, yoluna devam etmek üzere
orayı terketmekte imiş. Ebû Dâvud bu hadisi yolcu ile ilgili olarak açtığı bir
bâbta kaydeder.Soru üzerine Hz. Enes'in verdiği cevap, siyak itibariyle Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in öğleyi tacilde ifrata vararak, namaz
vaktinin henüz girmediği gün ortasında bile öğleyi kıldığını ifade etmektedir
(Sindî). Bilindiği üzere, gün ortası diye çevirdiğimiz nısfu'nnehar zeval
(denen güneşin tepe noktasından batıya doğru meyletmesin)den önceki andır.
Aslında bu anda namaz kılmak mekruhtur.
ـ23ـ وعن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]إنَّ رَسولَ
اللّه # كَانَ
يُصَلِّى
الْعَصْرَ
وَالشّمْسُ
وَاقِعَةٌ في
حُجْرَتِى[.زاد
في رواية أبى
داود: »قَبْلَ
أنْ
تَظْهَرَ«.
أخرجه الخمسة
.
23. (2382)- Hz. Âişe
(radıyallâhu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) güneş
odama vurduğu sırada ikindiyi kılardı."Ebû Dâvud'un rivayetinde şu ziyade
var: "... (güneş) odamdan yükselmezden önce..."[75]
AÇIKLAMA:
Bu hadis de ikindinin çabuk kılındığını ifade eden bir rivayettir.
Hz. Âişe (radıyallahu anhâ)'nin odasının saha itibariyle dar, tavanının da alçak
olduğu bilinmektedir. Bu durumda güneş ışığının oda içerisinde kalma müddeti
azdır.
Hattâbî, Ebû Dâvud'un rivayetinde gelen ziyadede geçen zuhur
kelimesinin, bu hadiste bu kelimenin umumiyetle taşıdığı doğmak, gözükmek,
ortaya çıkmak gibi mânalarda değil, "yükselmek", "çekilmek"
mânasında kullanıldığını belirtir. Bu durumda mâna şöyle olur: "Resûlullah
ikindiyi, odamda güneş varken ve henüz çekilmeden kılardı."
Nevevî şu açıklamayı sunar: "Hz. Âişe'nin hücresi arsa
yönüyle dardı ve duvarın yüksekliği de arsasının mesafesinden birazcık kısa
olacak şekilde sınırlı ve alçaktı. Bu durumda, duvarın gölgesi, misli kadar
olunca, güneş arsanın son noktasından uzaklaşıyordu." Görüldüğü üzere,
güneşin oda içerisindeki varlığı, onun yüksekten vurması demektir. Eşyanın
(duvarın) gölgesi, kendi boyunu aşması, güneşin batı ufkuna doğru alçalmasını
ifade ettiğine göre, bu hadis, ikindi namazının tacilini ifade etmektedir.
ـ24ـ وعن
أنس رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كانَ رَسولُ
اللّهِ #
يُصَلِّى
الْعَصْرَ
وَالشَّمْسُ
مُرْتَفِعَةٌ
حَيَّةٌ،
فَيَذَهَبُ
الذَّاهِبُ
إلى الْعَوالِى،
فَيأتِى
الْعَوالِىَ
وَالشَّمْسُ
مُرْتَفِعَةٌ.
وَبَعْضُ
الْعَوالِى مِنَ
المَدِينَةِ
عَلِى
أرْبَعَةَ
أمْيَالٍ[.
أخرجه الستة إ
الترمذي.وفي
رواية:
»فَيَذْهَبُ
الذَّاهِبُ
مِنَّا إلى
قُبَاءَ« .
24. (2383)- Hz. Enes
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) güneş
yüksekte ve canlı iken ikindiyi kılardı. Bu esnada kişi avâli'ye (dış semtlere)[76] gider, oraya varırdı ve
hâlâ güneş yüksekliğini muhafaza ederdi. Gidilen bu avâli'den bazıları Medîne'ye
dört mil uzaklıkta idi."[77]
ـ25ـ وفي
أخرى: ]قالَ
أسْعَدُ بنُ
سَهْلِ بنِ حُنَيْفِ:
صَلَّيْنَا
مَعَ عُمَرَ
بنِ عَبْدِ الْعَزِيزِ
الظُّهْرَ،
ثُمَّ
خَرَجْنَا حَتَّى
دَخَلْنَا
عَلى أنَسٍ
بنِ مَالِكٍ
فَوَجَدْنَاهُ
يُصَلِّى
الْعَصْرَ،
فَقُلْتُ: يَا
عَمِّ مَا
هذِهِ
الصََّةُ
الَّتِى
صَلَّيْتَ؟
قالَ:
الْعَصْرُ،
وَهذِهِ
صََةُ
رَسُولِ اللّهِ
# الَّتِى
كُنَّا
نُصَلِّى
مَعَهُ[ .
25. (2384)- Bir diğer
rivayette şöyle gelmiştir: "Es'ad İbnu Sehl İbnu Huneyf der ki: "Biz
Ömer İbnu Abdilaziz (rahimehullah) ile öğleyi kıldık. Sonra çıkıp Hz. Enes İbnu
Mâlik (radıyallâhu anh)'in yanına gittik. Varınca onu ikindiyi kılıyor bulduk.
Ben kendisine:
"Ey amcacığım! Kıldığın bu namaz da ne?" diye sordum.
Bana:"Bu, ikindi namazıdır. Ve bu Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la
beraber kıldığımız namazdır" dedi.[78]
ـ26ـ وفي
أخرى قال:
]صَلَّى لَنَا
رَسُولُ اللّهِ
# الْعَصْرَ،
فَلَمَّا
انْصَرفَ
أتَاهُ رَجُلٌ
مِنْ بَنِى
سَلَمَةَ،
فقَالَ يَا
رَسُولَ
اللّهِ: إنَّا
نُرِيدُ أنْ
نَنْحَرَ جَزُوراً
لَنَا،
وَإنَّا
نُحِبُّ أنْ
تَحْضُرَهَا؟
قالَ: نَعَمْ
فَانْطَلَقَ
وَانْطَلَقْنَا
مَعَهُ
فَوَجَدْنَا
الجَزُورَ
لَمْ تُنْحَرْ،
فَنُحِرَتْ،
ثُمَّ
قُطِّعَتْ،
ثُمَّ طُبِخَ
مِنْهَا،
ثُمَّ
أكَلْنَا
قَبْلَ أنْ
تَغِيبَ
الشَّمْسُ[ .
26. (2385)- Bir diğer rivayette de şöyle gelmiştir: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) bize ikindiyi kıldırdı. Namazdan çıkınca Efendimizin
yanına Benî Seleme'den birisi geldi ve:
"Ey Allah'ın Resûlü! dedi. Biz, bir deve kesmek istiyor ve
sizin de kesimde hazır bulunmanızı arzu ediyoruz."
Efendimiz "Pekala!" deyip gitti. Biz de onunla gittik.
Varınca, devenin henüz kesilmediğini gördük. Kestiler, parçaladırlar. Bir
miktarını pişirdiler. Güneş batmadan o eti yedik."[79]
AÇIKLAMA:
1- Yukarıdaki son üç hadis de ikindi namazının erken
kılındığını ifade etmektedir. İkindi namazının baş kısmını tesbitte, akşam veya
sabahın baş kısmını tesbitte olduğu gibi kesin işaret olmadığı ve o devirde,
günümüzdeki zaman ölçmeye mahsus saat, takvim gibi teknikler bulunmadığı için,
zaman tayininde çeşitli tavsiflere başvurulmuştur. Bu rivayetlerin birinde
Medîne'nin avâli denen dış semtlerine gidiş müddeti zikredilmektedir.
Avâlilerden bazılarının merkeze uzaklığı dört mili bulmaktadır. Güneşin
canlılığını yitirip sararmaya başlaması, kerâhet vaktinin girmesi -veya
ikindinin ihtiyarî olan vaktinin nihâî hududunu teşkil etmesi- olduğuna göre,
en uzak avaliye varıldığında bile hâlâ ikindinin kılınabilecek yani güneşin
canlılığını, parlaklığını koruduğu yükseklikte olması, ikindi namazının
Mescid-i Nebevî'de kılınmış bulunduğu saati tahmin ve tesbitte işe yarar.
2- Üçüncü hadiste, bunu tesbitte namaz kılma müddettine, Benî
Seleme yurduna gitme müddeti ile bir devenin kesilme, parçalanma, bir parçanın
pişirilip yenilme müddeti ilave ediliyor. Bütün bu işler, namazın ilk vakti ile
güneş batmasına yakın zaman içerisinde cereyan etmiştir.
ـ27ـ وعن
سلمة بن ا‘كوع
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ رَسولَ
اللّهِ #
كَانَ
يُصَلِّى
المَغْرِبَ
إذَا
غَرَبَتِ
الشَّمْسُ
وَتَوارَتْ
بِالْحِجَابِ[.
أخرجه الخمسة
إ النسائى.وفي
أخرى ‘بى داود:
»سَاعَةَ
تَغْرُبُ
الشَّمْسُ
إذَا غَابَ
حَاجِبُهَا«.
27. (2386)- Seleme
İbnu'l-Ekvâ (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) akşamı, güneş batıp perdeye bürününce kılıyordu."[80]
Ebû Dâvud'un bir rivayetinde şöyle denir: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) akşamı, güneşin battığı vakitte, güneş (kursunun son)
izi de ufukta kaybolunca kılıyordu."
AÇIKLAMA:
Hadis, akşam namazının ilk vaktini tarif etmektedir: Güneşin
ufukta kaybolması... Râvi bunu "perdeye bürünmek" olarak ifade
etmektedir. Çünkü bir şey perdeye büründü mü artık görünmez olur.
Ebû Dâvud'un bir rivayetinde, güneşin batışı daha sarih tasvir
edilmektedir, hâcib'in kaybolması... Hâcib, göz üzerindeki kaştır. Güneşin kaşı
diye dilimizde bir tabir mevcut değildir. Şârihler bunu, ufukta batan güneş
kursundan sonra bir müddet daha görülmeye devam eden güneşe ait kızıllık olarak
açıklarlar. Şu halde, güneş kursu denen yuvarlağın ufuktan kesilmesi, namaz
vaktinin girmesi için yeterli değildir. Hadiste hâcib diye ifade edilen ve
kızıllık şeklinde kendini hissettiren, yakın civarının da kaybolması
gerekmektedir. Esasen bu andan itibaren de doğu ufkunda karanlık belirir.
ـ28ـ وعن
رافع بن خريج
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كُنَّا
نُصَلِّى
المَغْرِبَ
مَعَ النَّبىِّ
#
فَيَنْصَرِفُ
أحَدُنَا
وَإنَّهُ
لَيُبْصِرُ
مَوَاقِعَ
نَبْلِهِ[.
أخرجه
الشيخان .
28. (2387)- Râfi İbnu Hadîc
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Biz akşamı, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) ile birlikte kılınca, cemaatten ayrılıp (ok atışı yapanımız olurdu
da) attığı okun düştüğü yerleri rahat görebilirdi."[81]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet birkısım kıymetli bilgiler sunmaktadır:
1- Akşam namazı ilk vaktinde kılınmaktadır.
2- Namaz fazla uzatılmamaktadır, öyle ki namaz bitince ortalık
henüz fazla kararmış değildir, atılan ok mesafesi bile, düşen okun yerini
görmeye imkan verecek aydınlıktadır. Ve bu aydınlık safha, bir müddet ok talimi
yapmaya imkan verecek kadar devam edebilmektedir. Şayet çok kısa sürse idi ok
talimi yapması için techizat alıp, uygun mahalle gitmeye değmezdi. Nitekim
müteakip rivayet bu hususu daha da sarih olarak belirtecek.
3- Ashabın her an askerlik talimi yaptığını göstermektedir.
Öyle ki akşamyatsı arasındaki kısa müddeti bile değerlendirmektedirler.
4- Askerî hazırlık, en az ibadet kadar manevî değer taşıyan
bir amel olmalı ki, oturup nafile zikir yapmaya, namaz kılmaya bunu tercih
etmektedirler. Resûlullah'ın akşamyatsı arasındaki ibadete teşvik eden bir çok
hadisleri mevcuttur. Demek ki, o tavsiyeler, daha kıymetli bir ibadet olan
cihad hazırlığında bulunma imkanı ve şartlarından mahrum olanlar içindir. Çünkü
ashab, daima daha hayırlısını tercih etmiştir.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın atıcılığa teşviklerini daha
önce gördüğümüz için burada tekrar etmeyeceğiz (bilhassa 2215-2218. hadisler
görülmelidir).
ـ29ـ
وللنسائى:
]عَنْ رَجُلٍ
مِنْ أسْلَمَ مِنْ
أصْحَابِ
النَّبىِّ #
أنَّهُمْ
كَانُوا
يُصَلُّونَ
مَعَ
النَّبىِّ #
المَغْربَ، ثُمَّ
يَرْجِعُونَ
إلى
أهْلِيهِمْ
إلى أقْصى
المَدِينَةِ
يَرْمُونَ
يُبْصِرُونَ
مَوَاقِعَ
سِهَامِهِمْ[
.
29. (2388)- Nesâî'nin bu
hususta Eslem kabîlesine mensup ashabtan bir kimseden kaydettiği beyan
şöyledir: "Onlar Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte akşamı
kılarlar, sonra da Medîne'nin (Mescid'e) en uzak yerinde olan ailelerine dönüp
ok atışı yaparlar ve de oklarının düştüğü yerleri görürlerdi."[82]
ـ30ـ وعن
مرثد بن
عبداللّه
المزنى
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَدِمَ
عَلَيْنَا
أبُو أيُّوبَ
غَازِياً،
وَعُقْبَةُ
بنُ عَامِرٍ
يَوْمَئِذٍ
عَلى مِصْرَ،
فَأخَّرَ
عُقْبَةُ
المَغْرِبَ،
فقَامَ
إلَيْهِ أبُو
أيُّوبُ
فَقَالَ: مَا
هذِهِ
الصََّةُ يَا
عُقْبَةُ؟
فقَالَ:
شُغِلْنَا.
قالَ: أمَا
سَمِعْتَ
رَسولَ
اللّهِ #
يَقُولُ: َ تَزَالُ
أُمَّتِى
بِخَيْرٍ،
أوْ قَالَ
عَلى الْفِطْرَةِ،
مَا لَمْ
يُؤَخِّرُوا
المَغْرِبَ
إلى أنْ
تَشْتَبِكَ
النُّجُومُ[.
أخرجه أبو
داود.»وَاشْتِبَاكُ
النُّجُومِ«:
ظهور صغارها
بين كبارها
حتى
يخفى منها شئ
.
30. (2389)- Mersed İbnu Abdillah el-Müzenî (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Ebû Eyyûb, gâzi (mücahid) olarak yanımıza geldi. Bu sırada Ukbe İbnu Âmir
de Mısır'da vali idi. Ukbe, akşam namazını tehir etti. Ebû Eyyûb ona yönelerek:
"Ey Ukbe! dedi. Bu kıldırdığın namaz ne namazıdır?"
Ukbe, hatasını anlayarak:
"Meşguliyetimiz vardı" diye özür beyan etti. Ebû Eyyûb:
"Sen Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şu sözünü
işitmedin mi? Buyurmuştu ki:
"Ümmetim, akşam namazını, yıldızlar cıvıldayana kadar
geciktirmedikçe hayır üzere -veya fıtrat üzere demişti- olmaktan geri
kalmaz."[83]
ـ31ـ وعن
علي بن أبى
طالب رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ
النَّبىَّ #
قالَ لَهُ يَا
عَلِيُّ ثََثاً
َ
تُؤخِّرْهَا،
الصََّةَ
إذَا دَخَلَ
وَقْتُهَا،
وَالجَنَازَةَ
إذَا
حَضَرَتْ، وَا‘يِّمَ
إذَا
وَجَدْتَ لَهَا
كُفْؤاً[.
أخرجه
الترمذي .
31. (2390)- Hz. Ali İbnu Ebî
Tâlib (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
bana şu tembihte bulundu:"Ey Ali, üç şey vardır, sakın onları
geciktirme:Vakti girince namaz, (hemen kıl!)Hazır olunca cenaze, (hemen
defnet!)Kendisine denk birini bulduğun bekar kadın, (hemen evlendir!)"[84]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah bu hadiste, ehemmiyet arzeden şeylerden üç
tanesine dikkat çekmektedir: Namaz, kadın ve cenaze. Şüphesiz bunlar yegane
mühimler değiller, başkaları da var. Ama bunlar mühim olan şeylerden...
Resûlullah bu üslûbla, ehemmiyeti takdir edilemeyecek olan namazı ilk vaktinde
kılma işine dikkat çekmiş olmaktadır.
2- Bazı âlimler, bu hadisten hareketle cenazenin hazır olması
halinde, mekruh vakitlerde de cenaze namazının kılınabileceği hükmüne
varmışlardır. Aliyyü'l-Kârî der ki: "Bizim (Hanefîler) mezhebimizde de
hüküm böyledir: Güneşin doğma batma ve öğle (istiva) anlarındaki mekruh
vakitlerde cenaze hazır olmuş ise namaz kılınır, bekletilmez. Ancak, cenaze önceden
hazır olduğu halde namazı kılınmaz da bu vakitlerde kılınırsa o zaman mekruh
bir iş yapılmış olur. Tilavet secdesinin hükmü de böyledir. Sabahtan sonra veya
önce, ikindiden sonra olursa her ikisi de mekruh olmazlar."
3- Kadınla ilgili kelime eym'dir. Bakire bile olsa, bekar
kadın demektir, dul mânası da mevcuttur. Şu halde esas, evlenme çağına gelen
kadına uygun bir talep çıkınca bekletilmeden evlendirilmesidir. Başka
hadislerde erkek için de büluğ çağından itibaren hemen evlendirilmesi tavsiye
edilmiştir. Bu hadiste, kadınların erkenden evlendirilmesinin daha ehemmiyetli
olduğuna dikkat çekilmiştir. Evlenmesi geciken erkeklerin eş araması kolay
olmasına rağmen, kadınların eş aramalarının zorluğu göz önüne alınınca bu
nebevî irşadın ne kadar yerinde olduğu takdir edilir.
4- Denklik meselesine gelince, bu nikahta erkeğin müslüman,
hür, salih (kötü alışkanlıkları olmayan), neseb sahibi, iş ve temiz kazanç
sahibi olmasıyla tahakkuk eder. Bunlar dışında tali olarak, müstakbel, uyuma
müessir olacak görgü ve terbiye tarzları, kültürel şartlar, dil birliği gibi
fıkıh kitaplarının yer vermediği hususlar da göz önüne alınabilir. Biri şehir,
diğeri köy görgüsü üzerine yetişenlerin imtizaçlarında bile bazı zorluklara
rastlanmaktadır.
Bu vasıfları taşıyan namzedin beğenilmeyerek, imkanları zorlayan
şartlar koşulması, bu sebeple daha uygun talipler beklenmesi hadise
muhalefettir. Nikâhın zorlaştırılması İslâm'ın ruhuna aykırıdır. Peygamberimiz
bu mevzuda da kolaylık tavsiye etmiştir. (Bu bahisle alakalı olarak Nikah Bölümü'ne,
hususan 5625-5627. hadislere bakılmalıdır.)
ـ32ـ وعن
أبى هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ رَسولُ
اللّه # قال:
مَنْ أدْرَكَ
مِنَ الصُّبْحِ
رَكْعَةً
قَبْلَ أنْ
تَطْلُعَ
الشّمْسُ،
فَقَدْ
أدْرَكَ
الصُّبْحَ،
وَمَنْ أدْرَكَ
رَكْعَةً
مِنَ
الْعَصْرِ قَبْلَ
أنْ تَغْرُبَ
الشّمْسُ،
فقَدْ أدْرَكَ
الْعَصْرَ[.
أخرجه الستة
بهذا اللفظ .
32. (2391)- Hz. Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Kim sabah namazından bir rek'ati güneş doğmazdan önce
kılabilirse, sabah namazına yetişmiş demektir. Kim ikindi namazından bir
rek'ati güneş batmadan önce kılabilirse ikindi namazına yetişmiş
demektir."
ـ33ـ وفي
أخرى للبخارى
والنسائى:
]إذَا أدْرَكَ
أحَدُكُمْ
سَجْدَةً
مِنْ صََةِ
الْعَصْرِ
قَبْلَ أنْ
تَغْرُبَ
الشّمْسُ فَلْيُتِمَّ
صَتَهُ،
وَإذَا
أدْرَكَ
سَجْدَةً
مِنْ صََةِ
الصُّبْحِ
قَبْلَ أنْ
تَطْلُعَ
الشّمْسُ
فَلْيُتِمَّ
صََتَهُ[.إَ
أن النسائى
قال: »أوّلَ
سَجْدَةً في
المَوْضِعَيْنِ«
.
33. (2392)- Buhârî ve
Nesâî'de gelen bir diğer rivayette şöyle denmiştir: "Sizden kim, ikindi
namazının bir secdesini güneş batmazdan önce kılabilirse, namazını tamamlasın,
sabah namazının da bir secdesini güneş doğmazdan önce kılabilen, namazını
tamamlasın."
Ancak Nesâî (bir rivayetinde de) şöyle der: "...ilk
rek'atinde kılarsa..."[85]
AÇIKLAMA:
1- Son iki rivayet, ikindi ve sabah namazlarından birer rek'at
vakti içerisinde kılınabildiği takdirde diğer rek'atlerin tamamlanmasına şer'î
ruhsat ifade etmektedir. Böylece, bir rek'ati kılabilen, geri kalan rek'atleri
vakit çıkmış olmasına rağmen tamamlayacak ve namazını vakti içerisinde kılmış
olacak, sonradan kaza etmeyecektir.
İkinci rivayette rek'at kelimesi yerine secde kelimesinin
kullanıldığı görülmektedir. Nesâî'nin bir rivayetinde ise "ilk secde"
tabiri geçmektedir. Hattâbî bununla kıyamı, rükuu ve secdesi bulunan bir
rek'atin kastedildiğini belirtir. Ona göre rek'at, secde ile tamamlandığı için
"secde" diye tesmiye edilmiş olmalıdır. Şu halde, sabah veya
ikindinin ilk rek'atini vakti içinde kılabilenler gerisini tamamlayacaktır.
Hadisin zahiri bu olmakla beraber bu mevzuda varid olan başka
nassları göz önüne alan âlimler farklı neticelere ulaşmışlardır:
* Bu hadis, ikindi namazından bir rek'ati vakti içerisinde
kılabilen kimsenin diğer rek'atları da tamamlayacağına delildir. Bu hususta
ulema icma eder.
* Sabah namazı hususunda da Şafiî, Mâlik ve Ahmed (rahimehümullah)
aynı şekilde hükmetmişler ise de Ebû Hanîfe, güneşin doğması ile sabah
namazının batıl olacağına hükmetmiştir. Ona göre, güneşin doğmasıyla namaz
kılınması yasaklanmış olan bir vakte girilmiş olmaktadır, halbuki güneşin
batmasıyla namaz kılınması yasak olan bir vakte girilmiyor.
* Bazı âlimler: "Bu ve benzeri hadislerde güneş doğduktan
sonra sabahın tamamlanacağına ruhsat verir ise de, güneş doğduktan sonra her
çeşit namazı yasaklayan rivayetler tevatür derecesini bulmuştur, öyle ise,
mübah kılan hadisler mensuhtur" demiştir. Aynî, Hanefî görüşü madafaa
sadedinde şöyle bir îzah sunar: "Bir meselede mübahlık ve haramlık
birleşirse haram hükmü esas alınır ve onunla amel edilir, mübahlık terkedilir.
Çünkü, eşyada asıl olan ibahedir, öyleyse haram hükmü sonradan gelmiştir.
Sonradan gelen nâsihtir, önceki mensuhtur. Öyle ise güneşin doğmasından sonra
namazın tamamlanmasını haram kılan hüküm muahhardır ve nâsihtir, bununla amel
edilmesi gerekir."
* Bazı âlimler bu yasağın nafilelerle ilgili olduğunu söylemiş ve
farzın hariç tutulması gereğini iddia etmiştir. Ancak Hanefîler, daha önce 2342
numaralı hadiste nakledilen hadiseye dayanarak yasağın farz, nafile her çeşit
namaza şâmil olduğunu belirtmiş, "Buradaki yasağın nafileye ait olduğunu
söylemek müreccihi olmayan bir tercihtir" demiştir.
* Hanefîler, bu hadise dayanarak, "İkindi vaktinin sonu
güneşin batmasıdır" demiştir.
* Bir çocuk güneş batmazdan önce büluğa erse veya kâfir hidayete erse
veya mecnun ifakat kılsa veya baygın kendine gelse veya hayızlı kadın
temizlense bunlara o günün ikindi namazı farz olur. Ulaşılan vakit, farzı eda
edemeyecek kadar az da olsa, o vaktin kaza edilmesi gerekir, hadis bu hususta
delildir. İmam Züfer bu hükme katılmamış: "Farzı tam olarak edaya yetmeyen
bir vakte ulaşmak farzı sabit kılmaz" demiştir.
* Bir rek'atten daha az bir cüz'e ulaşıldığı takdirde -vakte veya
namaza veya cemaat faziletine- yetişilip yetişilemeyeceği hususunda da ihtilaf
edilmiştir. İmam Mâlik, bir kavlinde Şâfiî ve cumhur: "Bir rek'atten az
bir parçaya ulaşılacak olsa bunlardan hiçbirine kavuşulmamış olunur"
demiştir. Bunlar rek'at kelimesinde ısrar ederler ve şu hadisi de delil
getirirler: "Biz secdede iken namaza yetirşirseniz, siz de secdeye katılın
fakat bunu birşey addetmeyin. Kim rek'ate ulaşmışsa namazı yakalamıştır."
* Bu meselede Ebû Hanîfe, Ebû Yûsuf ve bir kavlinde Şafiî
"namazın hükmüne yetişmiş olur" görüşündedirler.
* Bazı âlimler -ki Aynî de bu görüştedir- "Rek'atten maksad
namazdan bir cüzdür, öyle ise iftitah tekbirine yetişen de rek'ata ve
dolayısıyle namaza yetişmiş sayılır" demiştir.[86] Kurtubî, Ebû Hanîfe, Ebû
Yûsuf ve bir kavlinde Şafiî'nin, ikindi namazı hususunda "güneş batmazdan
önce iftitah tekbirine yetişen namazı kılar" demekte ittifak ettiklerini
belirtir. Öğlede ihtilaf ederler. Şafiî'nin bir kavline göre öğlenin iftitah
tekbirine yetişen kimse namaza yetişmiş demektir, çünkü öğle ile ikindi
(hadislerde) vakit yönüyle iç içe girmektedirler. Ama bir diğer rivayete göre
Şafiî: "Öğlenin bir rek'atinin kıyamına tam olarak yetişse bile sonradan
bu namazı kaza etmesi gereğine" hükmeder.
* Cuma namazı hususunda da ihtilaf edilmiştir. Mâlik, Sevrî,
Evzâ'î, Leys, Züfer, Muhammed, Şâfiî ve Ahmed (rahimehullah) cumâ'nın bir
rekatine yetişen kimsenin, ikinci rekati tek başına tamamlayacağını
söylemişlerdir. Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf (rahimehümullah): "Bir kimse, imam
selam vermezden önce iftitah tekbirini alıp uyacak olsa geri kalan iki rekati
tamamlar" demişlerdir. Nehâî, Hakem ve Hammâd da böyle hükmetmişlerdir.
Atâ, Mekhûl, Tâvus ve Mücâhid ise bazılarınca istiğrab edilen bir görüş ileri
sürmüşlerdir: "Cumâ hutbesini kaçıran, namazı dörde tamamlar, zîra cumâ
namazı hutbe sebebiyle kısaltılmıştır, (hutbe iki rekat namaza bedeldir)."
ـ34ـ وعنه
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ النَّبىَّ
# قالَ: إذَا
اشْتَدَّ
الحَرُّ
فَأبْرِدُوا
بِالصََّةِ،
فإنَّ
شِدَّةَ
الحَرِّ مِنْ فَيْحِ
جَهَنَّمَ[.
أخرجه الستة
بهذا اللفظ .
34. (2393)- Yine Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Hararet
şiddetlenince namazı (vakit) biraz serinleyince kılın. Çünkü, şiddetli hararet
cehennemden bir esintidir."[87]
AÇIKLAMA:
Hadis, sıcak günlerde öğle namazının, öğle sıcağının biraz
kırılmasına kadar tehir edilmesini emretmektedir. Bu serinlemeyi bekleme işi
emir sigası ile gelmiştir. Ama ulemanın çoğunlukla kabul ettiğine göre bu bir
vecibe ifade etmez. İstihbabi bir emirdir. "Beklense daha iyidir"
mânasında "irşadî bir emirdir" ve hatta "vacib bir emirdir"
diyen de olmuştur, ancak bunlar ferdî görüşlerdir. Cumhur: "Sıcak günlerde
öğlenin, serinliğe kadar tehiri müstehabtır" diye hükmetmiştir. Bazı
âlimler bu tehirin cemaatle kılınacak namazlara has olduğunu, münferid
kılınacak ise ilk vaktinde kılmanın (ta'cil) efdal olduğunu belirtmiştir.
Hanefîler, Ahmed İbnu Hanbel ve diğer bazı âlimler bu ayırımı
kabul etmezler, ferd için de cemaat için de hükmün aynı olduğunu söylerler.
Bu mevzu üzerine gelen muhtelif rivayetlerdeki tasrihattan
anlaşıldığına göre, ashabtan bazıları Resûlullah'a secde sırasında alın ve
avuçlarının yerin hararetinden yandığını şikayet ederler. Aleyhissalâtu
vesselâm bunun üzerine sıcağın hafiflemesine kadar öğleyi tehire müsaade eder. Bazı
rivayetler kumların iyice soğumasına kadar tehir taleb edildiğini -bu durumda
öğle vaktinin çıkma ihtimaline binaen- Efendimizin müsaade etmediğini belirtir.
Şu halde beklenecek serinlik yerle değil, vakitle ilgili bir keyfiyettir.
Son olarak şunu da belirtelim ki: "Ta'cil efdaldir, çünkü
meşakkat daha fazladır" diyen de olmuştur. Bu iddiaya iltifat etmemek
gerektiğini belirten İbnu Hacer: "Çünkü bir şeyin efdal olması onun
meşakkatli olmasına bağlı değildir. Bilakis, bazan daha hafif olan efdal olur,
nitekim seferde namazı kasr etmek böyledir" der.
ـ35ـ وفي رواية
لمالك: ]إنَّ
النَّارَ
اشْتَكَتَ
إلى رَبِّهَا،
فأذِنَ لَهَا
في كُلِّ
عَامٍ بِنَفَسَيْنِ،
نَفَسٍ في
الشِّتَاءِ،
وَنَفَسٍ في
الصَّيْفِ[ .
35. (2394)- İmam Mâlik'in
bir rivayetinde (Resûlullah'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir):
"Cehennem, Rabbine (ey Rabbim! bir kısmım, diğer bir kısmımı yiyor diye)
şikayet etti. Bunun üzerine Rab Teâlâ ona yılda iki kere teneffüs etmesine izin
verdi: Kışta bir nefes, yazda bir nefes. (İşte, hararetten en şiddetli
hissedilen ve soğuktan en şiddetli hissedilen şey bu soluklardır)."[88]
AÇIKLAMA:
1- Bu mürsel (senedi kopuk) bir rivayettir. Ancak, aynı mevzu
üzerine muttasıl senetli başka hadislerle takviye görmüştür.
2- Teysîr müellifi hadisi biraz özetleyerek buraya aktarmış ve
meselâ cehennemin şikayet sebebini tayyetmiştir. Biz tercümede o kısmı parantez
içerisinde gösterdik. Hadisin son kısmındaki parantez arası ziyade, Muvatta'nın
rivayetinde mevcut değildir.
3- Cehennemin, Cenâb-ı Hakk'a bir kısmım diğer bir kısmımı
yiyor diye yaptığı şikayet, hararetinin yüksek olduğunu ifade eder.
Cenâb-ı Hakk yılda iki sefer nefes alıp vermesine izin vermiştir.
Şüphesiz burada bir teşbih var. O da yaz aylarındaki hararetle kış aylarındaki
soğuğun, hayvanın içinden attığı soluğa benzetilmesidir. Çünkü nefes, lügaten
bir hayvanın havayı içine çekip sonra dışarı atmasıdır. Öyle ise hadis:
"Yaz harareti -veya kış soğuğu- cehennemin dünyaya gönderdiği bir soluk
mesabesindedir" demek istemiştir.
4- Şikayetin "lisân-ı hâl"den mecaz olduğu veya
cehennemi bekleyen meleğin konuşması olabileceği ya da Allah'ın dilediği bir
başka şekilde olabileceği söylenmiştir. Bu konuşmanın mecaz mı, hakikat mı
olduğu münakaşa edilmiştir. Bazıları "her iki görüşün bir makul yönü
vardır" derken, ekseriyet: "Ercah olanı hakikate hamlidir, çünkü
Allah her mahluku konuşturduğu gibi cehennemi de konuşturmuştur" demiştir
Kurtubî bu görüşü şöyle müdafaa eder: "Lafzı hakikatine hamletmenin hiçbir
zorluğu yok. Sâdiku'lkelam olan Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm) câiz bir
şeyi haber verdi mi onu te'vil etmeye hacet kalmaz, hakikatine hamletmek evla
olur." Nevevî de: "Doğru olan hakikate hamlidir. Allah, onda
konuşacak şekilde temyiz ve idrak yaratmıştır" der.
Bundan mecaz kastedildiği kanaatinde olan Beyzâvî:
"Cehennemin şekvası, Onun kaynamasından mecazdır; bir kısmının diğer bir
kısmını yemesi de onun cüzlerinin üst üste izdihamından (yığılmasından)
mecazdır; teneffüs etmesi, dışına uzanan kısımların çıkmasından mecazdır"
der. Zeynü'bnü'l-Münîr: "Muhtar olan hakikattır, çünkü Allah'ın kudreti
cehennemi konuşturmaya salihtir" demiştir.
5- Cehennemin "kıştaki soluması" ile kışın şiddetli
soğuğu kastedilmiş olmalıdır. Çünkü cehennemin bir tabakası "şiddetli
sıcağı sebebiyle" etrafından sıcağı emerek donma etkisi yapan ve soğukluğu
ile yakan zemherir tabakasıdır. Cehennemde soğuğun varlığı müşkilat meselesi
ise de, İbnu Hacer: "Bunda bir müşkilat olmamalı. Zîra, ateşten maksad
onun yeridir. Onda bir de zemherir tabakası vardır" der.
6- Hadis, Mûtezile ve diğer fırkalardan: "Cehennem
Kıyamet günü yaratılacak" diyenleri reddeder.
7- Hadisin Buhârî'deki vechinden hareketle: "Kışta da
soğuğun geçmesine kadar namazın tehirine cevaz olmalıdır" denebileceğini
belirten İbnu Hacer, bunu hiçbir fakihin söylemediğini, aksi takdirde kışta en
soğuk an sabah namazı vaktine rastladığı için soğuk kırılıncaya kadar vaktin
çıkacağını belirtir.
ـ36ـ وعن
أبى ذر رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كُنَّا
مَعَ رَسُولِ
اللّهِ # في
سَفَرٍ
فَأرَادَ المُؤَذِّنُ
أنْ يُؤذِّنَ
لِلظُّهْرِ،
فقَالَ لَهُ
رَسُولُ
اللّهِ #:
أبْرِدْ،
ثُمَّ أرَادَ
المُؤَذِّنُ
أنْ يُؤَذِّنَ،
فقالَ لَهُ:
أبْرِدْ
مَرَّتَيْنِ
أوْ ثََثاً
حَتَّى
رَأيْنَا
فَىْءَ
التُّلُولِ، ثُمَّ
قالَ
النّبىُّ #:
إنَّ شِدَّةَ
الحَرِّ مِنْ
فَيْحِ
جَهَنَّمَ،
فإذَا
اشْتَدَّ الحَرُّ
فَأبْرِدُوا
بِالصََّةِ[.
أخرجه الخمسة
إ
النسائى.»الْفَيْحُ«:
اللفح والوهج
.
36. (2395)- Ebû Zerr
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Biz bir sefer sırasında Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) ile beraberdik. Müezzinimiz öğle namazı için ezan
okumak istedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ona:
"Serinlemeyi bekle!" dedi. Bir müddet geçince müezzin
ezan okumak istemişti, yine ikinci ve hatta üçüncü defa:
"Serinlemeyi bekle!" dedi. (Bekledik), hatta tümseklerin
(doğu cihetindeki) gölgelerini gördük. O zaman aleyhissalâtu vesselâm:
"Şiddetli hararet cehennemin bir kabarmasıdır. Öyleyse,
hararet şiddetlenince öğle namazını (vakit) serinleyince kılın" dedi.[89]
AÇIKLAMA:
Burada yolculuk sırasında da, sıcaklık sebebiyle öğle namazının
tehiri mevzubahistir. Hadis tehirin nihâî hududu hakkında bir bilgi
vermektedir. Aslında âlimler, bu meselede ittifak edecekleri kesin bir yorum
yapamamışlardır. Bazıları: "Öğle (zevâl) gölgesinden sonra gölgenin bir
zîra olmasına kadar tehir edilir" demiştir. Diğer bazıları, gölge, eşyanın
boyunun "dörtte biri", "üçte biri", "yarısı...
oluncaya kadar" -ve hatta başka şeyler- söylemişlerdir. Mâzirî, bu
ihtilafın (aylara, yerlere göre) durumun farklı olmasından ileri geldiğini
belirtir. Şurası muhakkak ki, nihâî noktayı tesbit edecek gölge miktarı,
bulunulan ahvale göre değişse de şu kaide esastır: "Hiçbir surette öğlenin
nihâî vaktini taşıracak şekilde tehir câiz değildir." Durum bu olunca,
Buhârî'nin Kitâbu'l-Ezân'da, Müslim, İbnu İbrâhim'den kaydettiği "Namazı,
gölge tümseğe müsavi oluncaya kadar tehir etti" ibaresini te'vil gerekir.
Zîra bunun zahiri, eşyanın gölgesi, eşyanın misli oluncaya kadar öğlenin
tehirine cevaz vermektedir. İbnu Hacer der ki: "Buradaki müsâvattan
maksad, gölgenin tümseğin yanında, -hiç belli değilken- zuhur etmesidir. Yani
miktarda değil, zuhurda eşit olması, maksud olması ihtimali var. Ancak şu da
söylenebilir: "Bu sefer sırasında söylenmiştir, muhtemeldir ki öğleyi,
ikindi ile beraber kılmak (cem'etmek) üzere gölge eşyanın misli oluncaya kadar
namazı tehir etmiştir."
ـ37ـ وعن
القاسم بن
محمد قال: ]مَا
أدْرَكْتُ النَّاسَ إَّ
يُصَلُّونَ
الظُّهْرَ
بِعَشِىٍّ[.
أخرجه مالك .
37. (2396)- Kâsım İbnu
Muhammed anlatıyor: "Ben, Ashâb'ı öğle namazını aşiyy'de kılar
gördüm."[90]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste geçen nâs (insanlar) tabirini Ashâb olarak tercüme
ettik. Çünkü râvi Kâsım İbnu Muhammed, Tabiîn'in büyüklerindendir, nâs ile
Ashâb'ı kastetmektedir.
2- "Aşiyy" kelimesi, zevâlden gurûb'a kadar olan
zamanın ismidir. Yani güneş öğleyin batıya yönelince akşam ufukta kayboluncaya
kadar geçen zamandır. Dahası, zeval'den ertesi sabaha kadar geçen zaman
dilimine de aşiyy dendiği olmuştur. Bu durumda öğle müddetinin aşiyy'le tarifi
zahirde müşkilat arzeder. Ancak, Zürkânî'nin kaydettiği üzere bununla Kâsım
(rahimehullah) öğlenin serinliğe tehirini kastetmiştir.
ـ38ـ وعن
أبى موسى
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كانَ
رَسُولُ اللّهِ
# إذَا كَانَ
الحَرُّ
أبْرَدَ
بِالصََّةِ،
وَإذَا كانَ
الْبَرْدُ
عَجَّلَ[.
أخرجه
النسائى .
38. (2397)- Ebu Musa
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hava
sıcaksa öğleyi serinleyince kılıyordu, hava serinse ta'cil (edip ilk vaktinde)
kılıyordu."[91]
AÇIKLAMA:
Teysîr, hadisin râvisini Ebû Mûsa(r.a) olarak kaydetmiştir. Bir
zühul olsa gerektir, zîra Nesâî'de Enes İbnu Mâlik'tir. Aslına göre tashih
ettik.
ـ39ـ وعن
عليّ بن شيبان
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال:
]قَدِمْنَا
عَلى رَسُولِ اللّهِ
#، فَكَانَ
يُؤَخِّرُ
الْعَصْرَ
مَا دَامَتِ
الشّمْسُ
بَيْضَاءَ
نَقِيَّةً[.
أخرجه أبو
داود .
39. (2398)- Ali İbnu Şeybân
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
yanına geldik. İkindi namazını, güneş gökte beyaz ve (sarılıktan arı ve) parlak
olduğu müddetçe tehir ediyordu."[92]
ـ40ـ وعن
أنس رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ رَسُولِ
اللّهِ #: إذَا
قُدِّمَ
الْعَشَاءُ
فَابْدَءُوا
بِهِ قَبْلَ
صََةِ
المَغْرِبِ،
وََ
تَعْجِلُوا
عَنْ
عَشَائِكُمْ[.
أخرجه الخمسة
إ أبا داود .
40. (2399)- Hz. Enes
(radıyallâhu anh) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Akşam yemeği hazırlanmış ise, yemeğe namazdan önce başlayın. Yemeğinizi
aceleye de getirmeyin."[93]
AÇIKLAMA:
1- Akşam namazı sırasında yemek hazır olduğu takdirde akşam
yemeğini öne almayı tavsiye eden muhtelif rivayetler vardır. Teysîr'in
kaydettiği rivayet, "Akşam yemeği takdim edilirse..." şeklindedir.
Buhârî "Akşam yemeği, konulursa..." "Akşam yemeği hazır
olursa..." şekillerini kaydetmiştir. "Akşam namazı başlar başlamaz
yemek de getirilirse yemeği yiyin, sonra namaz kılın" şeklinde başka
şekilde hadis rivayet edilmiştir.
Yemeğin hazır olması, yiyecek kimsenin önüne konmuş olması diye
açıklanmıştır.
Şu halde, akşam namazı ile akşam yemeği aynı zamana rastlayacak olursa,
yemeğin öne alınması gerekmektedir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir an
önce namaza geçelim diye acele edilmesini de tavsiye etmiyor. İbnu Ömer
(radıyallâhu anhümâ)'den rivayet edildiğine göre, kendisinin önüne yemek
konunca namaza başlandığı olmuştur da O, yemeğini bitirmedikçe namaza iştirak
etmemiştir. Ancak imamın kıraatını dinlemiştir.
2- Bazı âlimler, hadislerde hep akşam yemeğinin zikrini delil
yaparak: "Bu ruhsat akşam namazına hastır" demişlerdir. Ancak
el-Fâkihânî, illeti nazar-ı dikkate alarak hükmü umum namazlara hamletmek
gerektiğini söylemiştir. Yani hangi namaz olursa olsun, yemekle çakışacak
olursa yemeğin takdimi, namazın tehiri gerekir. Ona göre illet huşunun
kaybolmasına müncer olacak teşviştir. Hadiste akşamın zikri, umumiyetle o
saatte oruç açılacağı içindir. Ama: "Oruçlu olmayan acıkmış kimse, bazan
oruçlulardan daha çok yemek arzusu duyar" denmiştir.
3- Bazıları, ikamet sırasında sofra gelirse birkaç lokma ile
nefsini öldürüp, namaza gelmesi, sonra da doyuncaya kadar yemesi gerekir demiş
ise de, bu mülahaza hadislerde gelen "acele etmeyin" kaydına muhalif
bulunmuştur.
4- Şunu da belirtelim ki, cumhur bu emri vecibe olarak
anlamamış, nedb anlamıştır. Yani "Önce yemek yerseniz daha iyi olur"
mânasında bir tavsiye telakki etmiştir. Bazıları da bunu vücub olarak
görmüştür. Esas olan cumhurun görüşüdür. Zâhirîlere göre sofraya rağmen kılınan
namaz bâtıldır.
5- Son olarak şunu da belirtelim ki, yemekle namazın çakışması
halinde yemeğin öne alınması, namaz kılmaya gerekli olan vaktin bulunması
şartıyla mendub ve meşrudur. Aksi takdirde namazın fevt olma veya daralamasına
müncer olacak şekilde vakit dar ise câiz değildir.Mevzuun bütünlüğü için 2403
numaralı hadis ve açıklamasına da bakılmalıdır.
ـ41ـ وعن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]قالَ رَسولُ
اللّهِ #: إذَا
أُقِيمَتِ الصََّةُ
وَحَضَرَ
الْعَشَاءُ
فَابْدَءُوا
بِالْعَشَاءِ[.
أخرجه
الشيخان .
41. (2400)- Hz. Âişe
(radıyallâhu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle
buyurdular: "Namaz başlar ve akşam yemeği de hazır olursa akşam yemeğiyle
başlayın."[94]
ـ42ـ وعن
ابن عمر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما:
]أنَّ رَسولَ
اللّهِ # قالَ:
إذَا وُضِعَ
عَشَاءُ أحَدِكُمْ،
وَأُقِيمَت
الصََّةُ
فَابْدُءُوا
بِالعِشَاءِ،
وََ يَعجَلْ
حَتَّى يَفْرُغَ
مِنْهُ،
وَكَانَ ابنُ
عُمَرَ
يُوضَعُ لَهُ
الطَّعَامُ،
وَتُقَامُ
الصََّةُ فََ
يَأتِيهَا
حَتَّى
يَفْرُغَ،
وَإنَّهُ
لَيَسْمَعُ
قِرَاءَةَ
ا“مَامِ[.
أخرجه الستة إ
النسائى .
42. (2401)- İbnu Ömer
(radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Birinizin akşam yemeği konur, (bu sırada) namaz da başlarsa, siz akşam yemeği
ile başlayın. Ondan boşalıncaya kadar acele de etmeyin."
"İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) için yemek konunca namazın
başladığı olurdu. O, yemekten boşalmadıkça namaza gelmezdi. Ancak o, imamın
kıraatını dinlerdi."
ـ43ـ وفي
أخرى ‘بى داود
عن عبداللّه
بن عبيد بن عمير
قال: ]كُنْتُ
مَعَ أبِى في
زَمَانِ ابنِ
الزُّبَيْرِ
إلى جَنْبِ
عَبْدِ
اللّهِ بنِ عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما،
فقَالَ عَبَّادُ
بنُ عَبْدِ
اللّهِ ابنِ
الزُّبَيْرِ:
إنَّا
سَمِعْنَا
أنَّهُ يُبْدَأُ
بِالْعِشَاءِ
قَبْلَ
الصَّةِ؟
فقَالَ
عَبْدُاللّهِ
بنُ عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما:
وَيْحَكَ،
مَا كَانَ
عَشَاؤُهُمْ؟
أتُرَاهُ
كَانَ مِثْلَ
عَشَاءِ
أبِيكَ[ .
43. (2402)- Ebû Dâvud'un bir
diğer rivayetinde Abdullah İbnu Ubeyd İbni Umeyr şunu anlatır: "İbnu'z-Zübeyr
zamanında, ben Abdullah İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ)'in yanında babamla
birlikte bulunuyordum. Abbâd İbnu Abdillah İbni'z-Zübeyr sordu:
"Biz işittik ki, akşam yemeğine namazdan önce başlanırmış,
(doğru mu?)" Abdullah İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) şu cevabı verdi:
"Bak hele! Onların akşam yemekleri nasıldı? Zanneder misin
ki, bu, babanın akşam yemeği gibiydi?"[95]
ـ44ـ وعن
جابر رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ رَسُولُ
اللّهِ #: َ
تُؤَخِّرُوا
الصََّةَ لِطَعَامٍ،
وََ
لِغَيْرِهِ[.
أخرجه أبو
داود .
44. (2403)- Hz. Câbir
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Yemek veya bir başka şey için namazınızı tehir
etmeyin."[96]
AÇIKLAMA:
Hz. Câbir (radıyallâhu anh) tarafından yapılan bu rivayet
öncekilerle teâruz etmektedir. Çünkü burada Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm), yemek sebebiyle namazı tehir etmememizi emretmektedir.
Hattâbî merhum, aradaki zıtlık ve teâruzu şöyle giderir:
"...Yemeği öne almayı irşad buyuran hadis, nefsine yemek iştihası galebe
çalan kimse hakkında vârid olmuştur. Öyleyse:
* Kişi bu durumda ise (yani nefsine mağlup ise),
* Yemek de hazır olursa,
* Namazın da yetişmesine yeterli vakit varsa, nefsinin
iştihasını teskin için yemeği öne alır. Nefsin bu hakkı, namazı îfâya mâni
olmaz. Ashâb-ı güzîn nezdinde yemek işi fazla zaman almıyordu. Az bir müddette
yemekten hâli oluyorlardı. Zîra fazla yemek yemiyorlardı. (Uzun müddet başından
kalkılamayacak) çeşitli yemeklerin yendiği mükellef sofralar da kurmuyorlardı.
Onların yemeğini, birkaç yudum süt, birkaç lokma kavud veya bir avuç hurma veya
buna benzer bir şey teşkil ediyordu. Böylesi şeylerin yenilmesi namazı normal
zamanından tehire sebep olmadığı gibi, vaktinin kaçırılmasına hiç sebep
olmazdı.
Hz. Câbir'in hadisindeki, "Yemek veya bir başka şey için
namazınızı tehir etmeyin" emri ise, bu söylenenlerden:
* Musallînin hâli,
* Yemeğin vasfı,
* Namazın vakti, değişiklik arzetmek durumuyla ilgilidir.
Şöyle ki:
* Yemek henüz konmamışsa,
* Kişi yemek hususunda nefsine hakim ise,
* Namaz vakti de girmiş ise namazı önce kılıp, yemeği sona
bırakması vacibtir."
ـ45ـ وعن
ابن عباس
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال: ]أعْتَمَ
رَسولُ اللّه
#
بِالْعِشَاءِ،
فَخَرَجَ
عُمَرُ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
فقَالَ: الصََّةَ
يَا رَسُولَ
اللّهِ،
رَقَدَ
النِّسَاءُ
وَالصِّبْيَانُ،
فَخَرَجَ
وَرَأسُهُ
يَقْطُرُ،
يَقُولُ:
لَوَْ أنَّ أشُقَّ
عَلى
أُمَّتِى
‘مَرْتُهُمْ
بِالصََّةِ
هذِهِ
السَّاعَةِ[.
أخرجه
الشيخان
والنسائى .
45. (2404)- İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) (bir gün) yatsıyı tehir etmişti. Ömer (radıyallâhu
anh) çıkıp:
"Ey Allah'ın Resûlü, namazı kılalım. Kadınlar ve çocuklar
yattılar" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm başı su damlıyor olduğu halde
çıkıp:
"Ümmetime meşakkat vermemiş olsam yatsıyı bu vakitte
kılmalarını emrederdim!" buyurdu."[97]
AÇIKLAMA:
1- Teysîr müellifi hadisi özetleyerek nakletmektedir. Aynı
vak'a Hz. Âişe, Abdullah İbnu Ömer gibi başkaları tarafından da rivayet
edilmiştir.
İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) namazın oldukça geciktiğini
belirtmek için "...Halk yattı, uyandı, tekrar yattı tekrar uyandı, bunun
üzerine Ömer kalkarak..." diye anlatır.
2- Çeşitli rivayetlerden sarih olarak anlaşıldığı üzere,
sadedinde olduğumuz hadis, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yatsıyı, bir
keresinde mûtad olarak kıldığı vaktin dışına çıkarmış ve Hz. Ömer (radıyallâhu
anh)'in müracaatta bulunmasına sebep olacak şekilde tehir etmiştir. Bazı
rivayetlerde bu gecikmenin nısfu'lleyl'e yani gecenin yarısına kadar uzadığı
belirtilir. Nitekim Müteakiben kaydedilen Hz. Enes rivayeti (2405. hadis) Şatru'lleyl
(gece yarısı) tabirini ihtiva eder.
3- Bir kısım ulema, bu hadise dayanarak, uykusu galebe çalan
kimselerin yatsı namazını kılmazdan önce yatıp uyuyabileceği hükmünü
çıkarmıştır. Bu kanaatte olan Buhârî, İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ)'in uyku
bastırdığı zaman, -uykunun namazın kaçırılmasına sebep olacağına dair korkusu
yoksa- yatsıyı kılıp kılmadığına bakmadan uyuduğuna dair rivayeti kaydeder.
4- Sadedinde olduğumuz
hadisin haber verdiği namazı tehir hadisesinin bazı rivayetlerde "gece
yarısı"na kadar tehiriyle ilgili tasrihat geldiğini belirtmiştik. İşte bu
tasrihattan hareket eden bazı âlimler, yatsının ihtiyârî olan vaktinin ufuktaki
şafak denen aydınlığın kaybolma ânından gece yarısına kadar devam ettiği
hükmüne ulaşmışlardır. Bu hususu belirten Nevevî, yatsının kılınmasının
"câiz" olduğu vaktin sabah namazı vaktinin girmesine kadar devam
ettiğini söyler. Bu husus Müslim'in kaydettiği Ebû Katâde hadisinde sarihtir: "(Uyku sebebiyle namazı kaçırmada
bir taksir yoktur.) Taksir ancak başka namazın vakti girinceye kadar namazını
kılmayan kimseye vardır.[98]
Mezkur Ebû Katâde hadisinde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
bir namaz vaktinin nihâî hududunu, müteakip namaz vaktinin girişine kadar
uzatmaktadır. Cumhur, namaz vakitlerini sınırlamada bu hadiste gelen ölçüyü
esas almış, buna uymayan ferdî ictihadlara itibar etmemiştir. Sözgelimi
el-İstahrî, sadedinde olduğumuz hadise dayanarak yatsının nihâî hududunun
nısfu'lleyl olduğunu söylemiş, nısfu'lleyl'den sonra kılınacak namazı eda değil
"kaza" olarak değerlendirmiştir.
ـ46ـ وعن
أنس رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّهُ سُئِلَ،
هَل اتَّخَذَ
رَسولُ
اللّهِ #
خَاتماً؟ قالَ:
أخَّرَ
لَيْلَةً
الْعِشَاءَ
إلى شَطْرِ
اللّيْلِ،
ثُمَّ
أقْبَلَ
عَلَيْنَا
بِوَجْهِهِ
فَكأنِّى
أنْظُرُ إلى
وَبِيص خَاتِمِهِ،
وَقَالَ: إنَّ
النَّاسَ
قَدْ صَلُّوا
وَرَقَدُوا،
وَإنَّكُمْ لَنْ
تَزَالُوا في
صَةٍ مَا
انْتَظَرْتُمُوهَا[.
أخرجه
الشيخان
والنسائى.»الْوَبِيصُ«:
البريق
واللمعان .
46. (2405)- Hz. Enes
(radıyallâhu anh)'den rivayet edilir ki, kendisine: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) yüzük kullandı mı?" diye sorulmuştur da şu cevabı
vermiştir:"Bir gece, yatsıyı gece yarısına kadar (şatru'lleyl) tehir etti.
Sonra yüzü bize dönmüş olarak yanımıza geldi -sanki şu anda yüzüğünün
parıltısını görüyor gibiyim- ve şöyle dedi: "İnsanlar namazlarını kıldılar
ve yattılar. Siz ise, namazı beklediğiniz müddetçe namaz kılma (sevabını
alma)ktasınız."[99]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayet, nısfu'lleyl'e (gece yarısına) kadar tehir
hadisesinin mûtad olmadığını pek sarih olarak göstermektedir: "Bir
gece..." tabirinden başka, Resûlullah'ın: "İnsanlar namazlarını
kıldılar..." ifadesi de bunu teyid eder. Yani çoğunluk mûtad üzere ilk
vaktinde yatsı namazını kılıp yatmış bulunmaktadır.
Resûlullah'ın ifadesinde erken yatanlara kınama mevcut değildir.
Ancak namaz kılmak üzere bekleyenlere övgü mevcuttur, çünkü namaz kılmak
maksadıyla bekledikçe, geçen her an namaz kılmış gibi ibadet sevabına vesile
olduğunu ifade buyurmuştur.
2- Hasan Basrî hazretleri bu hadise dayanarak "İnsanlar
bir hayrı bekledikleri müddetçe o hayrın içindedirler" demiştir.
3- Âlimler bu ve başka hadisleri de gözönüne alarak, bir
maslahata mebni geç yatmayı, geceyi uyanık geçirmeyi tecviz etmişlerdir.
ـ47ـ وعنه
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال:
]أُقِيمَتْ
الْعِشَاءُ،
فقَالَ
رَجُلٌ: لى
حَاجَةٌ، فقَامَ
النَّبىُّ # يُنَاجِيهِ
حَتَّى نَامَ
الْقَوْمُ،
أوْ بَعْضُ
الْقَوْمِ
ثُمَّ
صَلُّوهَا[.
أخرجه الخمسة:
واللفظ لمسلم.
47. (2406)- Yine Hz. Enes
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Yatsı namazı için ikâmet okunmuştu ki bir
adam: "Benim bir işim var!" diyerek araya girdi. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) (farzı kıldırmazdan önce) kalktı, adamla hususî
şekilde konuşmaya başladı. İnsanlar -veya bir kısmı- uyuyuncaya kadar konuşma
uzadı. Namazı sonra kıldılar."[100]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah'a tam namaz öncesi uğrayan kimsenin kim olduğuna
dair rivayetlerde sarahat yoktur. Ancak şârihler, bunun, kavminin ileri
gelenlerinden biri olduğu, bu sebeple Aleyhissalâtu vesselâm'ın onun kalbini
kazanmak için kendisine itibar edip, namazın tehiri pahasına, meselesini uzun
uzadıya dinleyip tartıştığını belirtirler. Ancak, bu zâtın vahiy getiren bir
melek olabileceğini söyleyen de olmuştur.
2- Bazı rivayetlerde "halkın uyukladığı"nın
zikredilmiş olmasını değerlendiren İbnu Hacer burada kastedilen uykunun
müstağrak yani abdesti bozar mahiyetteki gerçek uyku olmayıp uyuklamadan ibaret
olduğunu belirtir.
3- Bu rivayet, bir kişinin cemaat huzurunda bir başkasını
hususî şekilde çağırmasının câiz olduğunu ifade eder. Bu noktayı belirtmenin şu
bakımdan ehemmiyeti vardır: Resûlullah iki kişiden birini çağırıp hususî
fısıldaşmayı yasaklamıştır.
4- Hadis ihtiyaç halinde ikamet ile iftitah tekbirinin arasının
açılabileceğine delil kılınmıştır. İhtiyaç olmadığı halde bu davranış
mekruhtur. Şafiîler, Hanefîlerin mutlak şekilde "Müezzin: "Kâd
kâmeti’s-sâlâtu: Namaz başladı" dedikten sonra, imamın tekbir getirmesi
vacibtir" hükmünü reddetmede bu hadisi delil yapmışlardır.
ـ48ـ وعن
معاذ بن جبل
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]بَقِينَا
نَنْتَظِرُ
رَسولَ
اللّهِ # في
صََةِ
الْعَتَمَةِ
فَتَأخَّرَ
حَتَّى ظَنَّ
الظَّانُّ
أنَّهُ
لَيْسَ
بِخَارِجٍ،
وَالْقَائِلُ
مِنَّا يَقُولُ
قَدْ صَلّى،
فإنَّا
لكذلِكَ
حَتَّى
خَرَجَ
النَّبىُّ #
فقَالُوا
لَهُ كَمَا قَالُوا؟
فقَالَ:
أعْتِمُوا
بِهذِهِ
الصَّةِ فإنَّكُمْ
قَدْ
فُضِّلْتُمْ
بِهَا عَلى سَائِرِ
ا‘ُمَمِ، لَمْ
تُصَلِّهَا
أُمَةٌ قَبْلَكُمْ[.
أخرجه أبو
داود .
48. (2407)- Hz. Muaz İbnu
Cebel (radıyallâhu anh) anlatıyor: "(Bir gece) Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ı yatsı namazı için uzun müddet bekledik, ama gecikti. O kadar
ki, bazıları (hane-i saadetinden) çıkmayacağı zannına düştü. İçimizden:
"Namazını (evinde) kılmıştır" diyen bile oldu.
İşte biz bu hâl üzere iken Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
çıktı ve kendisine önceden tahminen söylediklerini tekrar ettiler. Bunun
üzerine:
"Geceye bu namazla girin. (Bilin ki) siz bu namaz sayesinde
diğer ümmetlere üstün kılındınız. Bunu sizden önceki ümmetlerden hiçbiri
kılmadı" buyurdu."[101]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın "Geceye bu
namazla girin!" emrini, bir kısım âlimler: "Yatsıyı tehir ederek
kılın!" şeklinde anlamışlardır.
2- Tîbî: "Bu hadiste, bizden önceki şeriatler hakkında
nesh varid olmamışsa bizim için de şeriat olacaklarına delil vardır"
demiştir.
3- Aliyyü'l-Kârî, yatsı dahil beş vakit namazın vakitlerini
kılarak gösterdikten sonra Cibrîl (aleyhisselâm)'ın beyan buyurduğu "Bu,
senden önceki peygamberlerin de namaz vakti idi" hadisi ile[102] bu hadis arasındaki
tearuzu şöyle te'lif eder: "Yatsı namazını önceki peygamberler nafile veya
bir ziyade olarak kılarlardı, ümmetleri üzerine farz kılınmamıştı, tıpkı
teheccüd namazı gibi. Çünkü teheccüd namazı aleyhissalâtu vesselâm'a vacib
olduğu halde bizlere vacib değildir."
Mirek de şöyle bir açıklama sunmuştur: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın, önceki peygamberler yatsıyı sizin gibi, tehirli ve
karanlığın çöktüğü, insanlara uykunun bastırdığı bir zamanda cemaat halinde
kılma bekleyişi içinde olmadan kıldıklarını kastetmiş olması da
muhtemeldir."
ـ49ـ وعن
أبى موسى
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]أعْتَمَ
بِالصََّةِ،
يَعْنِى
النَّبىًَّ #
حَتَّى
ابْهَارَّ
اللَّيْلُ،
ثُمَّ
خَرَجَ، فَصَلّى
بِهِمْ قَضى
النّبىُّ #
صََتَهُ. قالَ
لِمَنْ
حَضَرَهُ:
عَلى
رِسْلِكُمْ
أعْلِمُكُمْ
وَأبْشِرُوا،
إنَّ مِنْ
نِعْمَةِ اللّهِ
عَلَيْكُمْ
أنَّهُ
لَيْسَ أحَدٌ
مِنَ النَّاسِ
يُصَلِّى
هذِهِ
السَّاعَةَ
غَيْرَكُمْ[.
أخرجه
الشيخان.»ابْهَارَّ
اللَّيْلُ«:
ذهب معظمه، أو
نصفه.»وَرِسْلِكُمْ«:
بكسر الراء،
أى على
هينتكم.
49. (2408)- Ebû Mûsa
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "[Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir
gün] yatsı namazını geciktirdi. Hatta gecenin çoğu gitti. Sonra çıktı ve
cemaate namazlarını kıldırdı. Namazı bitirince Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) orada hazır bulunan cemaate:
"(Buradan ayrılmakta) acele etmeyin, size bir husus haber
vereyim de sevinin: Bilesiniz, üzerinizdeki Allah'ın nimetlerinden biri de
şudur: Şu saatte namaz kılan sizden başka hiç kimse yok -veya sizden başka
kimse şu saatte namaz kılmamıştır.-" Bu iki sözden hangisini söylemişti
bilemiyoruz."
Ebû Mûsa ilaveten dedi ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'tan işittiklerimize sevinerek evlerimize döndük."[103]
AÇIKLAMA:
1- İbnu Hacer mezkur gecikmenin, keyfî bir gecikme olmayıp,
ordu techizi gibi fevkalade bir meşguliyetten ileri geldiğini, Taberî'nin Hz.
Câbir'den kaydetmiş olduğu bir rivayete atfen belirtir.
2- Bu hadise dayanarak, yatsının tehirinde fazilet olduğu
kabul edilmiştir. Ancak İbnu Battal demiştir ki: "Artık bu, günümüzde
imamlara muvafık olmaz. Zîra aleyhissalâtu vesselâm namazı hafif tutmayı
emretmiş, "Çünkü cemaatte zayıflar, ihtiyaç sahipleri vardır"
buyurmuştur." Ebû Saîdi'l-Hudrî'nin bir rivayeti şöyle: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) ile birlikte yatsı namazını kıldık. O gece takriben nısfu'lleyl
geçinceye kadar çıkmamıştı. Çıkınca şunları söyledi: "Herkes namazını
kıldı ve yatağına girdi. Siz ise namaz bekledikçe namaz kılma sevabı aldınız.
Eğer zayıfın zaafı, hastanın hastalığı, ihtiyaç sahibinin ihtiyacı olmasaydı bu
namazı gecenin yarısına kadar tehir ederdim."
Bazı âlimler bunu ve Tirmizî'nin kaydettiği: "Eğer ümmetime
meşakkat vermemiş olsaydım yatsıyı gecenin üçte biri veya yarısına kadar tehir
etmelerini emrederdim" hadisini nazar-ı dikkate alarak şöyle derler:
"Kim yatsıyı tehire kendinde güç bulabilir ve uykuya da mağlub olmazsa,
cemaatten kimseye meşakkat vermemek şartıyla, onun tehir etmesi efdaldir."
Nevevî'nin Müslim Şerhi'nde kaydettiği bu hükme Şafiîlerden ve diğer mezhep
mensuplarından bir çok âlim iştirak etmiştir.
Başta Tahâvî, Mâlik ve Ahmed olmak üzere ashab ve Tabiîn'den pek
çoğu yatsıyı gecenin üçte birine kadar tehir etmeyi müstehap addetmişlerdir.
Yeni görüşünde Şafiî hazretleri de buna hükmeder. Eski görüşünde ise, ta'cil
efdaldir demiştir.
ـ50ـ وعن
أبى هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنّ النّبىّ #
قالَ: مَنْ
أدْرَكَ
رَكْعَةً
مِنَ الصَّةِ،
فقَدْ
أدْرَكَ
الصَّةَ
كُلّها[. أخرجه
الستة.وفي
رواية: »مَنْ
أدْرَكَ
رَكْعَةً مِنَ
الصَّةِ مَعَ
ا“مَامِ« .
50. (2409)- Hz. Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Namazdan bir rekate yetişen, namazın tamamına yetişmiş
sayılır."[104]
AÇIKLAMA:
Bu hadis 2391-2392. hadislerde genişçe açıklandığı için burada tekrar
etmeyeceğiz.
ـ51ـ وعن
ابن عمر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما: ]أنّ
النّبىَّ #
قالَ: مَنْ
أدْرَكَ
رَكْعَةً
مِنْ صََةٍ
مِنَ
الصّلَواتِ،
فَقَدْ
أدْرَكَهَا إَّ
أنّهُ
يَقْضِى مَا
فاَتَهُ[.
أخرجه النسائى
.
51. (2410)- İbnu Ömer
(radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular
ki: "Namazlardan herhangi bir namazın bir rekatine yetişen, o namaza
yetişmiş demektir. Ancak, kaçırdığını kaza eder." [Nesâî, Mevâkît 30, (1,
275).]
ـ53ـ وعن
عائشة رضي
اللّه عنها
قالت: ]مَا
صَلّى رَسُولُ
اللّهِ #
صََةً
لِوَقْتِهَا
اŒخِرِ
مَرّتَيْنِ
حَتّى
قَبَضَهُ
اللّهُ[ .
52. (2411)- Hz. Âişe
(radıyallâhu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
ölünceye kadar, hiçbir namazı son vaktinde iki kere kılmış değildir."
[Tirmizî, Salât 127, (174).]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın zaruret
olmadıkça namazı, hep ihtiyarî vakti içerisinde kıldığını göstermektedir. Efdal
olan, ilk vaktinde kılmaktadır. Resûlullah, amellerinde her seferinde en efdali
tercih ettiği ve takip ettiği için son vaktinde namaz kıldığına dair rivayet
mevcut değildir. Ancak Aliyyü'l-Kârî, "Hz. Âişe'nin bunu söylerken
Resûlullah'ın öğrenmek üzere son vaktinde Cebrâil'le beraber kıldıkları
ile, öğretmek üzere son vaktinde ashabına kıldırdığı namazları sayıya dahil
etmemiş olmalı" der. Zîra bunları saysaydı ikişer sefer kılmış olduğunu
zikrederdi.
ـ53ـ وعن
ابن عمر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما: ]أنّ
رَسُولَ
اللّهِ # قالَ:
الْوَقْتُ
ا‘وَّلُ مِنَ
الصَّةِ
رِضْوَانُ
اللّهِ،
وَاŒخِرُ
عَفْوُ
اللّهِ[.
أخرجهما
الترمذي .
53. (2412)- İbnu Ömer
(radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Namazın ilk vaktinde Allah'ın rızası vardır. Son vaktinde
de affı vardır." [Tirmizî Salât 127, (172).]
AÇIKLAMA:
Hadis namazı ilk vaktinde kılmanın Allah'ın rızasına sebep
olduğunu belirtmektedir. Rızaya sebeptir, çünkü Allah'a ibadete acele etme,
koşma vardır. Kul böylece ilâhî davetin ehemmiyetini kavradığını ifade etmiş
olmaktadır.
Son vaktinde kılmada, vaktin dışına çıkma veya en azından kerâhet
vaktine girme ihtimali vardır. Bu ise bir taksir, bir kusurdur. Öyle ise o
vakitte kılmak affa vesile olan bir hayır olur. Amma rızayı kazanmak nerede,
affa mazhar olmak nerede? Rızaya eren daha önceden işlenmiş kusuru varsa,
onların da affına ister istemez mazhar olur.
Her hâl û kârda namazı ilk vaktinde kılmak efdaldir.
ـ54ـ وعن
رافع بن خديج
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
]أنّ رسُولَ
اللّهِ # قالَ:
أسْفِرُوا
بِالْفَجْرِ
فإنَّهُ
أعْظَمُ
لِ‘جْرِ[.
أخرجه أصحاب
السنن.وزاد
رزين: »وَإنّ
أفْضَلَ
الْعَمَلَ
الصََّةُ
لِوَقْتِهَا«
.
54. (2413)- Râfi' İbnu Hadîc
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Sabah namazını aydınlıkta kılın."[105]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis sabah namazını ortalık aydınlanınca kılmayı
emretmektedir, yani ilk vaktinde değil.
Ebû Hanîfe, Süfyân-ı Sevrî, namazın aydınlanınca kılınmasını efdal
bulurlar. Sahabe ve Tabii'nden bu görüşte olan başkaları da var.
2- Bazı rivayetler, sabah namazının karanlıkta kılınmasını
âmirdir. Nitekim onlar daha önce geçti (2360-2363). Bu ise aydınlanınca
kılınmasını efdal göstermektedir. İkisini birleştirmek maksadıyla: "Burada
murad, erken başlansa da kıraatı ortalık ağarıncaya kadar uzatmak
kastedilmiştir" diyen de olmuştur.
Mamafih, erkenden kılma (tağlis) emri sonradan neshedilmiştir diyen
âlimler de olmuştur. Ancak bu iddia zanna dayandığı için reddedilmiştir.
Şunu da kaydedelim ki, sabah namazını ortalık ağarınca kılma
hususunda Ashâb'ın icma ettiğini söyleyen de olmuştur. Gerçek şu ki, bu
meselede icma söz konusu olamaz.
ـ55ـ وعن
يحيى بن سعيد
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]إنَّ
المُصَلِّى
لَيُصلِّى
الصَّةَ،
وَمَا
فَاتَتْهُ،،
وَلَمَا
فَاتَهُ مِنْ
وَقْتِهَا
أعْظَمُ مِنْ
أهْلِهِ
وَمَالِهِ[.
أخرجه مالك .
55. (2414)- Yahya İbnu Saîd
(radıyallâhu anh) demiştir ki: "Musallî, (farz) namazı vakti çıkmış olan
namazları da kılar. Onun vaktinde kılamayıp kaçırdığı, ehlinden de malından da
daha mühim (bir kayıp)dır."[106]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet, zahirde Yahya İbnu Saîd (radıyallâhu anh)'in sözü
gözükmektedir. Yani sahabi sözüdür. Ancak, İbnu Abdilberr'in de dikkat çektiği
üzere rivayette ortaya konan hüküm, rey ve ictihadla ulaşılacak bir mesele
olmaması haysiyyetiyle hadis hükmen merfûdur. Zîra bu çeşit değerlendirmeleri
ancak vahye mazhar peygamberler yapabilir.
ـ56ـ وعن
أمّ فروة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما: ]وَكَانَتْ
مِمّنْ
بَايَعَ
النّبىَّ #
قالَتْ: سُئِلَ
النّبىُّ #
أىُّ
ا‘عْمَالِ
أفْضَلُ؟ قالَ:
الصَّةُ ‘وّلِ
وَقْتِهَا[.
أخرجه أبو داود
والترمذي .
56. (2415)- Ümmü Ferve
(radıyallâhu anhâ) -ki Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a biat edenlerden
biri idi- anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a, "Hangi
amel efdaldir?" diye sorulmuştu, şu
cevabı verdi:
"İlk vaktinde kılınan namaz!"[107]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan amelin en efdali,
en hayırlısı hangisidir? diye bir çok kereler sualler vâki olmuştur. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) bu ve benzeri suallere her seferinde farklı cevaplar
vermiştir. Âlimler, cevaplardaki farklılığı birkaç sebeple îzah ederler:
* Soru sahiplerinin ahvalindeki farklılık: Bu yüzden, herkesin en
ziyade muhtaç olduğu veya haline en uygun şey ne ise onunla cevap vermiştir.
Mesela böyle bir sorunun cevabı erkeğe "Cihad" iken, kadına
"Hacc" olmuştur.
* Soru vaktinin farklılığı: Bazı vakitlerde -o vaktin şartlarına
uygun olarak bir amel, diğerine nazaran efdaldir. Nitekim İslâm'ın bidayetinde
cihad en efdal amel olmuştur. Çünkü dînin kıyamı buna bağlı idi. Birçok
nasslarda namazın sadakadan üstün olduğu beyan edildiği halde, darlık ve maddî
sıkıntı zamanlarında sadakanın efdal olduğu belirtilmiştir.
* "Efdal" kelimesi ile muayyen bir şey kastedilmemiş,
aksine mutlak efdaliyet kastedilmiştir. Bu te'vile göre aslında cevap şu
mânadadır: "En efdal amellerden biri de..." Yani soru sahibi "En
efdal amel nedir" demişse ve "vaktinde kılınan namazdır" diye
cevap almışsa bu cevabı şöyle anlamalıdır: "Vaktinde kılınan namaz efdal
amellerdendir."
* İbnu Dakîku'l-Îd, sadedinde olduğumuz namaz hadisiyle ilgili bir
başka te'vil kaydeder ve der ki: "Bu hadisteki "amel" bedenî
olanlara hamledilmelidir." Yani "Bedenî amellerin en hayırlısı,
vaktinde kılınan namazdır" mânasında. Böylece îmanla namazın mukayesesini
mevzu dışı bırakmış olmaktadır. Çünkü îman kalbî amellerdendir. İbnu
Dakîku'l-Îd'in bu te'vilden maksadı, Ebû Hüreyre'den gelen bir hadisle bu hadis
arasında tearuz olmadığını belirtmektir. Çünkü mezkur hadiste: "Amellerin
en efdali Allah'a îmandır" buyurulmuştur.
2- İlk vaktinde kılınan namazın, tehir edilerek kılınan
namazlar karşısında efdaliyeti hususunda ulemanın ihtilafı mevzubahis değildir
(2390. hadis). Sabahın ilk vakti ile ilgili yorum ihtilafını daha önce
belirttik. Bunu bir ihtilaf olarak görsek bile bu da bizzat Resûllullah'tan
gelen rivayete müstenid olduğu için ulemanın ittifakını cerh etmez.[108]
İslâm'ın zaman anlayışında bütün vakitler aynı değerde değildir.
Sözgelimi devir olarak Asr-ı Saâdet denilen Fahr-ı Kâinât Resûl-i Ekrem
Efendimizin (aleyhissalâtu vesselâm) hayatlarıyla dünyamızı şereflendirdikleri
yıllar, dünyanın ömrü içerisinde en değerli, en şerefli devri teşkil eder. Bunu
sahabenin berhayat olmaya devam ettiği yıllar, bunu da Tâbiîn ve Etbauttâbiîn
denen, Kur'ân'ın ve hadislerin övgülerine mazhar olan mümtaz nesillerin
yaşadıkları zaman dilimi takip eder. Bu devreye İslâm âlimleri Selef Devri
derler.
Yıl içerisinde Ramazan Ayı, Ramazan içerisinde Kadir gecesi, hafta
içerisinde cuma günü, cuma gününde saat-ı icâbet, bir gün içerisinde seher
zamanı ve namaz vakitleri, namaz vakitlerinin ilk anları kıymetli vakitlerdir.
Bu vakitlerde yapılan ibadetler daha makbul, daha sevaplı, daha değerlidir.
Dualar icâbet görür, tevbeler kabul edilir.
İslâm dîni zaman mevzuunda vaz'ettiği bu hiyerarşiye bir de mekruh
vakitler mefhumunu ilave etmiştir. Yani bazı vakitler vardır ki, onlarda
ibadetten kaçınmak gerekir. Bu anlarda yapılacak ibadet sevaba değil günaha
vesiledir; kılınan namaz itaat değil isyandır. Bu mesele beşerî kıstasla
mantıksız bile gelebilir, "Hiç ibadet isyan olur mu?" denilebilir.
Ama dînin esasatına göre bakınca meselenin mantığını kavramak zor olmaz. Çünkü
dînimizde bir şeyin "iyi" veya "kötü" olması, o şeyin
zatından gelmez. Allah'ın emrine veya nehyine göre "iyilik" veya
"kötülük" ortaya çıkar. İbadet, Allah emrettiği için iyidir. İbadet
Allah'ın dilediği şekil ve muhtevaya uygun olursa güzeldir, makbuldür. Veya
Allah birşeyi nehyetmişse o kötüdür, haramdır. Nitekim önceleri yasaklama
gelmediği için helâl olan içki, yasaklama geldikten sonra haram olmuştur.
Şu halde, dînimiz namaz kılmayı en üstün ibadet kabul etmiş
olmakla beraber bazı zamanlar da ibadeti yasaklamıştır. Öyle ise, namazın
makbul olması için konan şartlardan biri zamanla ilgilidir. Bazı zamanlarda
namaz "kılmak" emredilmiş, bazılarında "kılmamak"
emredilmiştir. Şu halde bu yasak saatte kılınan namaz bir itaatsizliktir. İşte
namazın yasaklandığı bu vakitlere mekruh vakitler diyoruz. Mekruh vakit
telakkisi, dînimizin, "hayır" ve "şerr"in kaynağını beşer
aklından değil, Allah' ın vahyinde arama esasını kavramamızda yardımcıdır.
Bir başka hikmeti de hayatımıza plan ve program, zamanlı iş yapma şuuru
vermek olabilir.
Hadislerde gelen teferruâta geçmeden dînimizde mekruh addedilen
vakitleri hülasaten kaydetmede fayda mülahaza ediyoruz. Hadislerde gelen
tasrihata dayanan alimler başlıca beş mekruh vakitten bahseder:
1) Güneşin doğmasından bir mızrak boyu yani beş derece
yükselmesine kadar olan vakittir.
2) Güneşin tepe noktasına geldiği andır. Ondan sonra batıya
meyletmeye (zevale) başlar.(29)
3) İkindileyin güneşin sararması sebebiyle gözleri kamaştırmaz
bir hale geldiği andan battığı zamana kadar olan vakittir.
4) Fecr-i sâdık'ın doğmasından güneşin doğacağı zamana kadar
olan vakittir.
5) İkindi namazının kılınmış olduğu andan güneşin batmasına
kadar olan vakittir.
Bu vakitlerle ilgili şu hükümler var:
* İlk üç kerâhet vaktinde ne kazaya kalmış farz namazlar, ne vitir
gibi vacib namaz, ne de daha önceden hazırlanmış olan bir cenazenin namazı
kılınabilir. Keza evvelce okunmuş bir secde âyetinin tilâvet secdesi de bu
vakitlerde yapılamaz. Bu yasaklara riayet edilmeden kılınan namazların iadesi
gerekir.
* Bu üç vakitte nafile namazlar da kılınmaz. Nafileye başlanmış ise
bozulur, sonra iade edilmesi efdaldir.
Bu üç vaktin, ateşe tapanların ibadet vakti olduğu, buna binaen bu
vakitlerin mekruh îlan edildiği hadislerde gelmiştir.
* Diğer iki kerâhet vaktinde ise yalnız nafile namaz mekruhtur.
Farz ve vacib bir namaz mekruh değildir, kılınabilir. Cenaze namazı, tilavet
secdesi de mekruh değildir. Bu iki vakitten birinde başlanmış olan bir nafile
namazı, kerâhetten kurtulmak maksadıyla bozulmuş ise, kerâhet vakti çıkınca
kaza etmek vacibtir.
* Güneşin batması sırasında sadece o günün ikindi namazı
kılınabilir. Daha önceden kazaya kalan bir ikindi namazı kılınamaz.
* Güneşin doğmasına tesadüf eden bütün namazlar Hanefî mezhebine
göre fâsid olur. Fakat güneşin batmasına tesadüf eden ikindi namazı fâsid
olmaz. Birinci ______________(29) Bunun müddeti hususunda iki görüş var:
Gündüzün başlangıcını tesbitte fecr-i sadıkı esas alıp Nehar-ı şer'iye göre
hesap yapan görüşe göre uzundur, bir saate yaklaşabilir. Güneşin doğuşunu esas
alıp nehar-ı örfiye göre hesap yapan görüşe göre kısadır ve güneşin tam tepe
noktasına geldiği andır, ondan sonra batı tarafına dönecektir. Öğle vakti, bu
dönme ile başlar.
halde bir başka namaz vaktine girilmez, ikinci halde yeni bir
namazın vaktine girilmiş olmaktadır.
* Güneş battıktan sonra akşam namazı kılmadan nafile kılmak
mekruhtur.
* Cuma günü, imam hutbe okurken nafile kılmak mekruhtur.
* Bayram namazlarından evvel ve bayram hutbeleri esnasında, bu
hutbelerden sonra bayram namazı kılınan yerde nafile kılmak mekruhtur. Keza
küsûf, istiska ve hacc hutbesi sırasında kılınan namaz da mekruhtur, hutbeler
dinlenmelidir.
Görüldüğü üzere, mekruh vakitlerin bir kısmı izafidir. Bu
vakitlerle ilgili daha bir kısım teferruat mevcuttur, ilmihal kitaplarının ilgili bahisleri
görülmelidir.[109]
ـ1ـ عن
عقبة بن عامر
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]ثََثُ
سَاعَاتٍ
كانَ رَسوُلُ
اللّهِ #
يَنْهَانَا
أنْ نُصَلِّى
فِيهِنَّ أوْ
نَقْبُرَ فِيهِنّ
مَوْتَانَا:
حِينَ
تَطْلُعُ
الشّمْسُ
بَازِغَةَ
حَتّى
تَرْتَفِعَ،
وَحِينَ يَقُومُ
قَائِمُ
الظّهِيرَةِ
حَتّى تَمِيلَ
الشّمْسُ،
وَحِينَ
تَضَيَّفُ
الشّمْسُ لِلْغُرُوبِ
حَتّى
تَغْرُبَ[.
أخرجه الخمسة
إ البخارى.»تَضَيَّفُ«
بضاد معجمة،
وبعدها مثناة
من تحت مشددة:
أى تميل .
1. (2416)- Ukbe İbnu Âmir
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Üç vakit vardır ki, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) bizi o vakitlerde namaz kılmaktan veya ölülerimizi
mezara gömmekten nehyetti:
* Güneş doğmaya başladığı andan yükselinceye kadar.
* Öğleyin güneş tepe noktasına gelince, meyledinceye kadar.
* Güneş batmaya meyledip batıncaya kadar."[110]
AÇIKLAMA:
Bu üç vakitte cenazenin defni ve cenaze namazının kılınmasının
câiz olup olmadığı hususunda ulemâ ihtilaf etmiştir. Çoğunluk, namazın mekruh
olduğu vakitlerde cenaze namazı ve cenaze defninin de kerâhetine hükmetmiştir. İbnu Ömer, Atâ,
Nehâî, Evzâî, Süfyân-ı Sevrî, Ashâb-ı rey (Hanefîler), Ahmed İbnu Hanbel, İshak
İbnu Rahuye'nin hep kerâhete hükmettikleri
mervidir.
Şâfiî hazretleri, günün ve gecenin hangi saati olursa olsun,
cenaze namazını câiz görmüştür. Onun için defnin hükmü de aynıdır. Hattâbî:
"Ekseriyetin sözü hadise daha muvafık" demiştir.[111]
ـ2ـ وعن
ابن عمر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]قالَ رَسولُ
اللّهِ #: َ
يَتَحَرَّى
أحَدُكُمْ فَيُصَلِّىَ
عِنْدَ
طُلُوعِ
الشّمْسِ، وََ
عِنْدَ
غُرُوبِهَا[.
أخرجه الثثة
والنسائى .
2. (2417)- İbnu Ömer
(radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Hiç biriniz, güneşin doğması ve batması esnasında namaz
kılmaya kalkmasın.". [112]
AÇIKLAMA:
Güneşin doğma ve batma
anlarında namaz kılmayı yasaklayan hadislerden biri şudur. Hadisin kelimelere
sâdık bir tercümesi şöyle olabilir: "Sizden kimse, araştırıp da güneş
doğarken veya batarken namaz kılmasın." Yani Resûlullah bile bile, kasden o zamanları namaz için
seçmeyi yasaklamış olmaktadır.
Bu mânada muhtelif rivayetler gelmiştir, müteakiben kaydedilecek
olan da bunlardan biridir.[113]
ـ3ـ وعن
عبداللّه
الصنابحى
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]أنَّ
رسولَ اللّهِ
# قالَ: إنَّ
الشّمْسَ
تَطْلُعُ
وَمَعَها
قَرْنُ
الشّيْطَانِ،
فإذَا
ارْتَفَتْ
فَارَقَهَا،
ثُمَّ إذا اسْتَوَتْ
قَارَنَهَا،
فإذا زَالَتْ
فَارَقَهَا،
فإذَا دَنَتْ
لِلْغُرُوبِ
قَارَنَهَا،
فإذا
غَرَبَتْ
فَارَقَهَا،
وَنَهى رَسُولُ
اللّهِ # عَنِ
الصَّةِ في
تِلْكَ
السَّاعَاتِ[.
أخرجه مالك
والنسائى .
3. (2418)- Abdullah
es-Sunâbihî (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Güneş, beraberinde şeytanın boynuzu olduğu halde
doğar, yükselince ondan ayrılır. Bilahare istiva edince (tepe noktasına
gelince) ona tekrar mukarenet (yakınlık) peydah eder. Zevâlden sonra (tepe
noktasından ayrılıp batıya meyletimi) ondan yine ayrılır. Batmaya yakın tekrar
ona yakınlık peydah eder, batınca ondan ayrılır."
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) işte bu vakitlerde namaz
kılmaktan men etti." [114]
AÇIKLAMA:
Bazı şârihler, hadisin zahirini esas alarak hadise zikri geçen bu
üç vakitte şeytanın güneşe fiilî yakınlığını ifade etmişlerdir. Bazıları da
yakınlıktan maksad "kuvvet"tir demiştir. Arabın: "Ben bu işe
yakınım" demesi, "onu yapmak benim gücüm, imkanım ve takatim dahilindedir"
demesidir. Öyleyse hadis: "Şeytan, bu üç vakitte işine muktedirdir"
demektedir. Bazıları "boynuz"u "hizb" mânasında anlayarak
hadiste güneşe tapan şeytanın hizbinin kastedildiğini söylemiştir. Bazıları da:
"Şeytan, doğuş ânında güneşe mukabil durur ve önünde dikilir, öyle ki doğuşu
onun iki boynuzu arasında husule gelir, iki buynuzundan maksad da başının iki
tarafıdır. Böylece güneşe tapanların secdeleri şeytana yapılmış olur."
Bu açıklamalara şunu ilave etmek isteriz: Bize öyle geliyor ki,
Resûlullah birçok haram ve mekruhu -"şeytan" kelimesinin Arap
dilindeki kullanılış üslubuna binaenşeytanla nisbet kurarak yasakladığı gibi,
burada da aynı üslubla üç vakitte namaz kılmayı yasaklamıştır. Öyle ise
mü'minlere düşen bu yasağı almaktır. Şeytangüneş irtibatını fiilî bir vak'a
gibi açıklamak gereksizdir. Esasen güneşin doğma, batma ve istiva anları
tamamen izafî anlardır. Sözgelimi, mutlak bir istiva anından bahsedilmez.
Dünyanın belli bir noktasındaki kimse için istiva ânı vardır ama, bu ân başkası
için doğma, bir başkası için de batma ânıdır. Öyle ise şeytanın yaklaşma,
uzaklaşma gibi durumlarının fiilî bir yönü, gerçek bir manası yoktur. Mükerrer
seferler temas edildiği gibi, meseleyi bir beyan üslubu, tebliğ metodu olarak
kavramak gerekmektedir.[115]
ـ4ـ وعن
عمرو بن عبسة
السلمى رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قُلْتُ
يَا رَسُولَ
اللّهِ: هَلْ
مِنْ سَاعَةٍ
أقْرَبُ إلى
اللّهِ عَزَّ
وَجَلَّ مِنْ
أُخْرَى، أوْ
هَلْ مِنْ سَاعَةٍ
أقْرَبُ
يُبْتَغَى
ذِكْرُهَا؟
قالَ: نَعَمْ،
إنَّ أقْرَبَ
مَا يَكُونُ
الرَّبُّ
مِنَ
الْعَبْدِ
جَوْفُ
اللّيْلِ
اŒخِرُ فإنَّ
اسْتَطَعْتَ
أنْ تَكُونَ
مِمَّنْ
يَذْكُرُ
اللّهَ عَزَّ
وَجَلَّ في
تِلْكَ
السَّاعَةِ
فَكُنْ،
فإنَّ
الصََّةَ
مَحْضُورَةٌ
مَشْهُودَةٌ
إلى طُلُوعِ
الشّمْسِ،
فإنَّهَا
تَطْلُعُ
بَيْنَ
قَرْنَىْ
شَيْطَانٍ،
وَهِىَ
سَاعَةُ
صََةِ
الْكُفَّارِ،
فَدَعِ الصََّةَ
حَتَّى تَرْتَفِعَ
قِيدَ
رُمْحٍ،
وَيَذْهَبُ
شَعَاعُهَا،
ثُمَّ
الصََّةُ
مَحْضُورَةٌ
مَشْهُودَةٌ
حَتَّى
تَعْتَدِلَ
الشّمْسُ
اعْتِدالَ
الرُّمْحِ
بِنِصْفِ
النَّهَارِ،
فإنَّهَا
سَاَعةٌ،
تُفْتَحُ
فِيهَا
أبْوَابُ
جَهَنَّمَ
وتُسْجَرُ
فَدَعِ
الصّةَ
حَتَّى
يَفِئَ
الفَئُ، ثُمَّ
الصََّةُ
مَحْضُورَةٌ
مَشْهُودَةٌ
حَتَّى
تَغِيبَ
الشّمْسُ،
فإنَّهَا
تَغِيبُ بَيْنَ
قَرْنَىْ
شَيْطَانٍ
وَهِى صََةُ
الْكُفَّارِ[.
أخرجه أبو
داود
والنسائى،
وهذا لفظه.»جَوْفُ
اللَّيْلِ
اŒخِرُ« هو
ثلثه اŒخر، والمراد
السدس الخامس
من أسداس
الليل.وقوله
»مَشْهُودَةٌ«
أى يشهدها
المئكة،
وتكتب أجرها
للمصلى.»وَقِيدَ
رُمْحٍ« بكسر
القاف. أى
قدره.»وَفاءَ
الْفَئُ« إذا
رجع من جانب
الغرب إلى
جانب الشرق .
4. (2419)- Amr İbnu Abese
es-Sülemî (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Bir gün Resûlullah aleyhissalâtu
vesselâm'a:
"Ey Allah'ın Resûlü! dedim, Allah'a biri diğerinden daha
yakın olan bir saat var mıdır -veya- Allah'ın zikri taleb edilen daha yakın bir
saat var mıdır?"
"Evet, dedi, vardır. Allah'ın kula en yakın olduğu zaman
gecenin son kısmıdır. Eğer bu saatte Aziz ve Celil olan Allah'a zikredenlerden
olabilirsen ol. Zîra o saatte kılınan namaz, güneş doğuncaya kadar (meleklerin)
beraberlik ve şehadetine mazhardır. Çünkü güneş şeytanın iki boynuzu arasından
doğar ve bu doğma ânı kafirlerin ibadet vakitleridir. O esnada, güneş bir
mızrak boyunu buluncaya ve (sarı, zayıf) ışıkları kayboluncaya kadar namazı
bırak.
Bundan sonra namaz -güneş gün ortasında mızrağın tepesine
gelinceye kadar- yine (meleklerin) beraberlik ve şehadetine mazhardır. Güneşin
tepe noktasına gelme saati, cehennem kapılarının açıldığı ve cehennemin
coşturulduğu bir saattir; namazı (eşyaların gölgesi) doğu tarafa sarkıncaya
kadar terkedin.
Bundan sonra namaz -güneş batıncaya kadar- meleklerin beraberlik
ve şehadetine mazhardır. Güneş, batarken de bu beraberlik ve şehadet kalmaz,
çünkü o, şeytanın iki boynuzu arasında kaybolur. O sırada yapılacak ibadet
kâfirlerin ibadetidir." [116]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, Müslim'de çok uzun bir rivayet halinde
kaydedilmiştir. Ancak Müslim'deki vechi bazı ziyade ve noksanlar ihtiva ettiği
gibi, manen rivayetten ileri gelen tabir değişiklikleri de ihtiva eder.
2- Allah'a yakın saat tabiriyle, kulun Allah'a daha yakın
olduğu, zikirlerin daha değerli, duaların daha makbul ve müstecab bulunduğu
vakit kastedilmiştir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu soruya
"evet!" diye cevap verir ve gecenin son kısmıyla sabah vaktini
gösterir. Bu esnada yapılacak ibadetin kıymetini: "O, meşhuddur,
mahzurdur" sözleriyle ifade buyurmuştur. Yani melekler hazır olurlar,
müşahede ederler, sevabını yazarlar, böylece kabule ve rahmetin husulüne daha
yakın olur mânasındadır.
3- Hadis sabahtaki mekruh vakti, güneşin çıkması vakti olarak
ifade etmeyip "yükselmesine kadar" diye tasrih ediyor. Öyleyse tulû'
denen doğma, güneşin zuhurundan (görünmesinden) ibaret değildir. Yükselmesini
de ifade etmektedir. Bu yükselme göz kararıyla bir mızrak kadar olacaktır. Yani
ufukla güneş arasındaki yükselme miktarı bir mızrak olacak. Âlimler bu miktarı
tayinde şöyle bir usül daha tavsiye ederler: "Çeneyi göğse dayayarak güneşe
doğru bakmalı, eğer güneş ufuktan yükselme sebebiyle gözükmüyorsa artık kerahet
vakti çıkmış demektir."
NOT: Mızrağın boyu da çok kesin bir uzunluk birimi olmadığı için
kitaplarda "bir-iki mızrak kadar" diye takribî bir uzunluk verilir.
Mûtedil bir mızrağın oniki karış uzunluğunda olacağı kabul edilmiştir.[117]
ـ5ـ وعن
أبى سعيد
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنّ رسولَ
اللّهِ # قالَ:
َ صََةَ
بَعْدَ
الصُّبْحِ حَتَّى
تَرْتَفِعَ
الشّمْسُ، وَ
صََةَ بَعْدَ
الْعَصْرِ
حَتّى
تَغِيبَ
الشّمْسُ[.
أخرجه
الشيخان
والنسائى .
5. (2420)- Ebû Saîd
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Sabah namazını kıldıktan sonra güneş yükselinceye kadar
artık namaz yoktur. İkindiyi kıldıktan sonra da güneş batıncaya kadar namaz
yoktur." [118]
ـ6ـ وفي
أخرى للخمسة
عن ابن عباس
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]شَهِدَ
عِنْدى
رِجَالٌ
مَرْضِيُّونَ،
وَأرْضَاهُمْ
عِنْدى
عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه أنَّ
رسولَ اللّهِ
# نَهى
عَنِ
الصَّةِ
بَعْدَ
الصُّبْحِ
حَتّى
تَشْرُقَ
الشّمْسُ،
وَبَعْدَ
الْعَصْرِ حَتّى
تَغْرُبَ[.
والمراد
بقوله »حتّى
تَشْرُقَ
الشّمْسُ«
ارتفاعها
وإضاءتها
6. (2421)- Kütüb-i
Sitte'nin beş kitabı tarafından İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ)'dan kaydedilen
bir rivayette şöyle buyurulmuştur: "Nazarımda pek değerli birçok kimse -ki
bence onların en değerlisi Hz. Ömer'di- şu hususta şâhidlik ettiler:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), sabah namazından sonra güneş
doğuncaya kadar, ikindi namazından sonra da batıncaya kadar namaz kılmayı
yasakladı." [119]
ـ7ـ وعن
نضر بن
عبدالرحمن عن
جده معاذ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه:
]أنَّهُ طَافَ
مَعَ مُعَاذِ
ابنِ
عَفْرَاءَ
فَلَمْ يُصَلِّ،
فَقُلْتُ: أَ
تُصَلِّى؟
فقَالَ: إنّ
رسولَ اللّهِ
# قالَ: َ صََةَ
بَعْدَ
الْعَصْرِ حَتّى
تَغِيبَ
الشّمْسُ،
وََ بَعْدَ
الصُّبْحِ
حَتّى
تَطْلُعَ
الشّمْسُ[.
أخرجه النسائى
.
7. (2422)- Nadr İbnu
Abdirrahman, ceddi Muaz (radıyallâhu anh)'dan anlattığına göre, der ki:
"Muaz İbnu Afrâ ile birlikte tavafta bulundum, (tavaftan sonra kılınan iki
rekatlik tavaf namazını) kılmadı. Kendisine:
"Namaz kılmıyor musun?" diye sordum. Şu cevabı verdi:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"İkindi (namazı)ndan sonra güneş batıncaya kadar namaz yoktur. Sabah
(namazın)dan sonra da güneş doğuncaya kadar namaz yoktur."[120]
ـ8ـ وعن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها:
]أنَّهَا
قالَتْ:
وَهِمَ
عُمَرُ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه إنّمَا
نَهى رسولُ
اللّهِ # قالَ:
َ
تَتَحَرَّوْا
بِصََتِكُمْ
طُلُوعِ
الشّمْسِ وََ
غُرُوبَهَا،
فإنَّهَا
تَطْلُعُ
بَيْنَ
قَرْنَىْ
شَيْطَانٍ[. أخرجه
مسلم
والنسائى.وزاد
مسلم: ]لَمْ
يَدَعْ رَسُولُ
اللّهِ #
الرَّكْعَتَيْنِ
بَعْدَ الْعَصْرِ[
.
8. (2423)- Hz. Âişe
(radıyallâhu anhâ) dedi ki: "Ömer vehme düştü (yanıldı). Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm): "Namaz kılmak için güneşin batma ve doğma
zamanını taharri etmeyin (araştırıp seçmeyin). Çünkü o, şeytanın iki boynuzu
arasında doğar" diye yasakladı."[121]
Müslim, şu ziyadede bulundu: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) ikindiden sonraki iki rekati hiç bırakmadı."[122]
AÇIKLAMA:
Burada Hz. Ömer'le Hz. Âişe (radıyallâhu anhümâ) arasında bir
meselede ihtilaf çıktığı görülmektedir: Hz. Ömer, ikindiden sonra, mutlak
olarak namaz kılmanın yasak olduğunu rivayet etmiş, buna karşılık Hz. Âişe de
yasağın mutlak olmadığını, taharri'nin yani kasden o vakte namaz bırakmanın
yasak olduğunu söylemiştir. Hz. Âişe bu husustaki bilgisinden o kadar emindir
ki, aksini söyleyen Hz. Ömer'i vehme düşmekle, yani yanılmakla itham etmiştir.
Aynî, "Namazınız için güneşin doğuşu ve batışını taharri
etmeyin" hadisiyle ilgili açıklamada, sadedinde olduğumuz hadise de
temasla müşterek bir açıklama sunar, bazı kısaltmalarla kaydediyoruz:
"Taharri etmeyin", "kastetmeyin" demektir.
Ancak uykusundan uyanan veya unuttuğunu hatırlayan, onu kastetmiş sayılmaz.
Müteharri, namazı kasden o vakitte kılandır. Dendiğine göre, kafirlerden bir
cemaat, güneşe ibadet için onun doğma ve batma anlarını arar, o vakitlerde güneşe
secde ederdi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunun üzerine, onlara
benzemeyi mekruh bulduğu için bu yasağı koydu."
Aynî sözlerine şöyle devam eder: "Derim ki, Resûlullah'ın:
"Taharri etmeyin" sözü, mezkur iki vakitte namaz kılma hususunda
vazettiği müstakil bir yasaklamadır, namazı bu vakitlere bırakmayı kasden
yapmış olsun, kasıdsız yapmış olsun farketmez. Bazıları buna önceki hadis (yani
2421'de kaydedilen hadisi kasdeder) için bir tefsir ve orada kastedilen şeyi
açıklayıcı mahiyette telakki etmiş ve demiştir ki: "Sabah ve ikindiden
sonra -namazını güneşin doğuş ve batış anlarında kılmayı kastedenler
dışındakilere- namaz kılmak mekruh değildir." Bu görüşte olanlar
Zâhirîlerdir. İbnu'l-Münzir de bu hükme meyleder. Onlar bu görüşlerini, Müslim'de
Tâvus an Âişe tarikinden gelen şu rivayetle takviye ederler: "Ömer
(radıyallâhu anh) vehme düştü. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Namaz
kılmak için güneşin doğma ve batma zamanını taharri etmeyin (araştırıp
seçmeyin)" buyurdu."
Bu hususu bazıları da şu hadisle takviye etmiştir: "Kim güneş
doğmazdan önce, sabah namazının bir rek'atini yakalarsa geri kalanını da ilave
edip tamamlasın." Öyle ise, hadisteki o zamanda namaz kılma emri gösterir
ki mezkur kerâhet namazı o vakitte kılmaya kasdeden kimseyle ilgilidir,
kasıdsız olarak o vakte tesadüf eden kimse ile ilgili değildir.
Beyhakî der ki: "Hz. Âişe böyle söylemiştir, çünkü o
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı ikindiden sonra namaz kılarken gördü ve
bu sebeple nehyi, kasden namazı o vakitte kılana hamletti, ıtlakı üzere
değil."
Ancak Beyhakî'nin bu teviline şöyle cevap verilebilir:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın o namazı, -(daha önce)
zikrettiğimiz üzere- kaza namazı idi. Gerçi bu namaz için: "(Ümmetine
meşru olmadığı halde) O'na vacib olan hususî bir namazdı" da denmiştir.
Ancak mutlak şekilde gelen nehiy, sahabeden pek çoklarının rivayetiyle
sabittir."
Mevzuyu Nevevî'nin özetlemesiyle kapatalım:
"Ümmet bu vakitlerde,
* Sebepsiz ve mazeretsiz olarak namaz kılmanın mekruh olduğu
hususunda icma eder.
* Farz namazları eda etmenin câiz olduğunda ittifak eder.
* Sebebi ve mazereti bulunan nafileler hususunda ihtilaf eder:
Tahiyyetü'lmescid, tilavet ve şükür secdesi; bayram, husuf ve küsuf namazları,
cenaze namazı, vakti geçen namazların kazası gibi.
* Şâfiî mezhebine ve bir grup âlime göre bütün bu sayılanlar
kerâhetsiz câizdir.
* Ebû Hanîfe mezhebine ve başka bir grup ulemaya göre, hadis âmm
geldiği için bu namazlar nehye dahildir, mekruh vakitlerde
kılınamazlar..."
İlave edelim: "Ebû Hanîfe mezhebinde o günün ikindisi
dışında, başka namazlar bu vakitlerde haramdır.
İmam Mâlik ve Ahmed farzı hariç tutarak nafileyi haram
addetmiştir. İmam Mâlik iki rekatlik tavaf namazını da câiz addetmiştir.
Hanefî şârihler, ikindi ve sabah namazlarından sonra kılınacak namazların
mekruh olduğunu ifade eden rivayetlerin mütevatir olduğunu belirttikten sonra,
Hz. Ömer'in pek çok ashabın huzurunda, ikindiden sonra namaz kılanları sopayla
dövdüğünü, buna hiçbir sahabenin itiraz etmediğini, bu husustaki Hanefî görüşün
haklılığına delil olarak kaydederler.
Rivâyetin sonunda Müslim'den kaydedilen ziyadeye gelince, burada
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ikindiden sonra, her seferinde iki
rek'at namaz kıldığını ve bunu hiç terketmediğini ifade ediyor. Ulema bunu
ümmetine helal kılmadığı, kendine vacib olan hasâis'ten biri olarak
değerlendirmiştir. [123]
ـ9ـ وعن
جندب بن السكن
الغفارىِّ
وهو أبو ذر رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّهُ قالَ
وَقَدْ صَعِدَ
عَلى دَرجَةِ
الْكَعْبةِ
مَنْ عَرَفَنِى
فَقَدْ
عَرَفَنِى،
وَمَنْ لَمْ
يَعْرِفْنِى
فَأنَا جُنْدُبٌ.
سَمِعْتُ
رَسُولَ
اللّهِ #
يَقُولُ َ
صََةَ بَعْدَ
الصُّبْحِ
حَتَّى
تَطْلُعَ الشّمْسُ،
وََ بَعْدَ
الْعَصْرِ
حَتَّى تَغْرُبَ
الشّمْسُ إَّ
بِمَكَّةَ،
إَّ بِمَكَّةَ،
إَّ
بِمَكَّةَ[.
أخرجه رزين .
9. (2424)- Cündüb
İbnu's-Seken el-Gıfârî'nin -ki bu zât Ebû Zerr (radıyallâhu anh)'dır-
anlattığına göre, Kâbe'nin basamağına çıkıp şöyle demiştir.
"Beni bilen bilir, bilmeyen de bilsin ki, ben Cündüb'üm.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı, şöyle söyler işittim: "Sabah
(namazın)dan sonra güneş doğuncaya kadar namaz yoktur. İkindi namazından sonra
da güneş batıncaya kadar; Mekke'de hariç, Mekke'de hariç, Mekke'de hariç."[124]
AÇIKLAMA:
1- Hadis hakkında Aliyyü'l-Kârî bazı açıklamalar sunar. Buna
göre:
* Ebû Zerr'in çıktığı basamak muhtemelen o devirde Kâbe'nin kapısına
konmuş olan ahşab bir merdivendir, Kâbe'ye girmede kullanılmakta idi. Başka bir
şey de olabilir. Mamafih, Kâbe'nin eşiği olması da ihtimalden uzak değildir.
* Ebû Zerr, "Beni bilen bilir" cümlesiyle doğru
sözlülüğüne dikkat çekmiş, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), onun doğru
sözlülüğüne şehadet eden bir cümlesine îmâda bulunmuştur: Ebû Zerr kadar doğru
sözlü birisini ne arz taşıdı, ne de sema gölgeledi."
* Ebû Zerr'in kasdettiği namaz, farz namazdır.
* Hanefîlerden İbnu Hümâm hadisi dört ayrı noktadan mâlûl bularak
zayıf addetmiş, sonda Mekke ile ilgili istisnaya hüküm bina etmemiştir. İbnu
Hacer de zayıf bulmuş, bir başka hadisle güçlendirmek istemişse de, o hadisin
hususîliğine dikkat çekmiştir.[125]
ـ10ـ وعن
علي بن طالب
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنّ رسُولَ
اللّهِِ #
نَهى عَنِ
الصَّةِ
بَعْدَ الْعَصْرِ
إَّ
وَالشّمْسُ
مُرْتَفِعَةٌ[.
أخرجه أبو
داود
والنسائى.وعنده:
»إَّ أنْ
تَكُونَ
الشّمْسُ
بَيْضَاءَ
نَقِيَّةً«.
10. (2425)- Hz. Ali İbnu Ebî
Tâlib (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
ikindi (namazı)ndan sonra, güneşin yüksekte olma halini istisna ederek, namaz
kılmayı yasakladı."[126]
Nesâî'nin rivayetinde (ibare, ifade bakımından biraz farkla) şöyle
gelmiştir: "...güneşin beyaz ve parlak halde olmasını istisna
ederek..."[127]
AÇIKLAMA:
Önceki hadiste açıklanan hususlar gözönüne alınınca bu hadiste
ifade edilen hüküm anlaşılır: Resûlullah ikindiden sonra namaz kılmayı
yasaklamıştır. Ancak, namaz ikindinin ilk vaktinde daha güneş yüksekte iken
kılınmış ise, güneşin alçalıp sararmasına kadar, bazı namazlar
kılınabilecektir. Güneşin alçalıp sararması, kerâhet vaktinin girmesidir. Şu
halde, bu vakit girince mutlak yasak başlıyor demektir.
Şu halde, ikindi vaktindeki yasağı iki kısımda anlamak gerekiyor:
1- Vakte bağlı kerâhet, bu kerâhet vakti denen, güneşin
sararmaya başlamasıyla giren vakittir. Bu andan itibaren, batıncaya kadar
vaktin farzı dışında her çeşit namaz mekruhtur. Cenaze namazıyla ilgili kayıtlı
ruhsat daha önce belirtildi.
2- Namaza bağlı kerâhet, ikindi namazı kılınmadı ise, ondan
önce her çeşit namaz kılınabilir. O kılınınca, artık kılınmamalıdır. Bu hususla
ilgili bazı teferruat da önceki hadislerde işlendi.[128]
ـ11ـ وعن
أبى بصرة
الغفارى
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]صَلّى
بِنَا رسولُ
اللّهِ #
بِالمَخْمِصِ
صََةَ
الْعَصْرِ.
فقَالَ: إنّ
هذِهِ
الصَّةَ
عُرِضَتْ
عَلى مَنْ
كانَ قبْلَكُمْ
فَضَيَّعُوهَا.
فَمَنْ
حَافظَ عَلَيْهَا
كانَ لَهُ
أجْرُهُ
مَرَّتَيْنِ،
وََ صََةَ
بَعْدَهَا
حَتّى
يَطْلُعَ
الشّاهِدُ[.و
»الشّاهِدُ«
النجم. أخرجه
مسلم والنسائى
.
11. (2426)- Ebû Basra
el-Gıfârî (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) el-Muhammas'ta ikindi namazı kıldırdı. Ve dedi ki:
"Bu namaz, sizden öncekilere de arz olundu, ama onlar bunu
zayi ettiler. Kim buna devam ederse ecri iki kere verilecek. Şahid doğuncaya
kadar; ondan sonra namaz mevcut değildir."[129]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste, ikindi ile akşam arasındaki sınır
belirtilmektedir: Şahidin doğması, Şahid'den maksad yıldızdır. Yıldızın
doğması, güneşin batmasına bağlı olduğu için asıl kasdedilen şey güneşin
batmasıdır.
2- Muhammas:[130] bir yer adı olup Ayr
dağından Mekke'ye giden yol üzerinde bir yer adıdır.[131]
ـ12ـ وعن
السائب بن
يزيد رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّهُ رَأى
عُمَرَ بنَ
الخَطّابِ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه
يَضْرِبُ
المُنْكَدِرِ
في الصَّةِ
بَعْدَ
الْعَصْرِ[.
أخرجه مالك .
12. (2427)- es-Sâib İbnu
Yezîd (radıyallâhu anh)'in anlattığına göre, "ikindiden sonra namaz
kıldığı için el-Münkedir'i Hz. Ömer (radıyallâhu anh)'in dövdüğünü
görmüştür."[132]
AÇIKLAMA:
2423 numaralı hadisin açıklamasında belirtiğimiz üzere, Hz. Ömer,
Hz. Âişe'ye muhalif olarak, ikindiden sonra her ne olursa olsun, namaz
kılınmayacağı inancında idi. Resûlullah'tan bu dersi almış bulunuyordu.
Resûlullah'ın hasâisinden olan iki rek'at namazı kıldığı için, ikindiden sonra
namaz kılınabileceği düşüncesinde olanlar bulunabiliyordu. Hz. Ömer bu
husustaki bilgisinin kesinliği sebebiyle sünnette gelen yasağa riayet
etmeyenleri, pekçok ashab'ın sağlığında dövmüştür. Şârihler, kendisine karşı
çıkan olmadığını belirtirler. Şu halde, bu rivayet dayak yiyenlerden birinin
ismini belirtmektedir: Münkedir İbnu Muhammed İbni'l-Münkedir el-Kureşî
et-Teymî el Medenî, hicrî 80 yılında vefat etmiştir.
Abdurrezzak'ın bir rivayetine göre, Zeyd İbnu Hâlid de aynı
sebepten dayak yiyenlerden biridir. Hatta Hz. Ömer kendisine şöyle demiştir:
"Ey Zeyd! insanların bu namazı, geceye kadar namaza bir merdiven
yapacaklarından korkmasaydım bu iki rekat sebebiyle vurmazdım."
Temîmü'd-Dârî (radıyallâhu anh)'den gelen benzer bir rivayette şunu da ilave
etmiştir: "...Lakin ben sizden sonra bir kavmin gelip, ikindi namazından
güneşin batmasına kadar namaz kılacağından ve böylece Resûlullah'ın yasakladığı
vakti de namaz kılarak geçireceğinden korkuyorum."[133]
ـ13ـ وعن
أبى قَتادَة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنّ رسولَ
اللّهِ #
كَانَ
يَكْرَهُ
الصَّةَ نِصْفِ
النّهَارِ
إَّ يَوْمَ
الجُمُعَةِ،
وقالَ إنّ
جَهَنَّمَ تُسْجَرُ
إَّ يَوْمَ
الجُمُعَةِ[.
13. (2428)- Ebû Katâde
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) cuma
günü hariç, gün ortasında (nısfu'nnehâr) namaz kılmayı mekruh addederdi ve
derdi ki: "Cehennem, cuma dışında (her gün o vakitte) coşturulur."[134]
AÇIKLAMA:
Cehennemin coşturulması, mahiyeti bilinmeyen bir ifadedir, gayb
alemiyle ilgilidir. Lügat olarak, yakılması, sıcaklığının artıp kabarması
mânasına gelir. Hattâbî der ki: "Cehennemin coşturulması, şeytanın iki
boynuzu gibi bir kısım şer'î tabirler vardır ki, bunlarla ifade edilen gerçeği
sadece Şârî bilir. Bize, bunları tasdik gerekir. Ayrıca, sıhhati kesinleşince
te' vili hususunda cür'et etmeyip tevakkuf etmeli ve mucibiyle amel etmeliyiz."
Hadis, cuma günü, cehennem nısfu'nnehâr denen öğle vaktinde
coşturulmadığı için namaz kılınabileceğini ifade etmektedir. Bunu takviye eden
başka rivayetlere de dayanan bir kısım ulema -ki Şâfiî hazretleri bunlardan
biridir- güneşin tepe noktasında bulunduğu sırada söz konusu olan kerâhetten
cuma gününü istisna etmişlerdir. Hattat Ahmed ve İshak gibi bazı âlimler
zevalden önce cuma namazının da kalınabileceğini söylemiştir. Ancak Ebû Hanîfe,
Şâfiî ve Mâlik ve diğer pekçok ulema, zevalden önce cuma'nın câiz olmayacağında
ittifak ederler.[135]
ـ14ـ وعن
العء بن عبد
الرحمن:
]أنَّهُ
دَخَلَ عَلى
أنَسِ بنِ
مَالِكِ في
دَارِهِ
بِالْبَصْرَةِ
حِينَ
انْصَرَفَ
مِنَ
الظُّهْرِ،
وَدَارُهُ
بِجَنْبِ
المَسْجِدِ.
قالَ: فَلَمَّا
دَخَلْتُ
عَلَيْهِ
قالَ:
أصَلَّيْتُمُ
الْعَصْرَ؟
فقُلْتُ لَهُ:
َ. إنَّمَا
انْصَرَفْنَا
السّاعَةَ مِنَ
الظُّهْرِ.
قالَ:
فَصَلُّوا
الْعَصْرَ. فَقُمْنَا
فَصَلّيْنَا
فَلَمّا
انْصَرَفْنَا
قَالَ:
سَمِعْتُ
رَسولَ
اللّهِ #
يَقُولُ:
تِلْكَ صََةُ
المُنَافِقِ،
يَجْلِسُ يَرْقُبُ
الشّمْسَ
حَتَّى إذَا
كَانَتْ
بَيْنَ
قَرْنَىِ
الشّيْطَانِ.
قامَ
فنَقَرَهَا
أرْبَعاً َ
يَذْكُرُ
اللّهَ
فِيهَا إَّ
قَلِيً[.
أخرجه الستة إ
البخارى .
14. (2429)- Alâ İbnu
Abdirrahman'ın anlattığına göre, öğle namazından çıkınca, Basra'daki evinde
Enes İbnu Mâlik'e uğramıştı. Zaten evi de mescidin bitişiğindeydi. Der ki:
"Huzuruna çıktığım zaman bana: "İkindiyi kıldınız mı?" diye
sordu. Ben: "Hayır, şu anda öğle namazından çıktık"
dedim:"İkindiyi kılın!" dedi. Kalkıp kıldık. Namazdan çıkınca:
"Ben, dedi, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şöyle söylediğini
işittim: "Bu, münafıkların namazıdır, oturur, oturur şeytanın iki boynuzu
arasına girinceye kadar güneşi bekler, sonra kalkıp dört rek'at gagalar.
Namazda Allah'ı pek az zikreder."[136]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayet ikindi namazını tacil etmek yani ilk vaktinde
kılmakla ilgilidir. Hz. Enes (radıyallâhu anh) öğlenin henüz kılındığı bir anda
ikindiyi kılmıştır. Anlaşılacağı üzere öğlede geciktirilme olmuştur. Hz. Enes,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın geciktirilen ikindi namazı için
"münafıkların namazı" dediğini belirtir. Ebû Dâvud'un rivayetinde bu
benzetme üç sefer tekrar edilir.
2- Namazı gagalamak, süratle kılmaktan kinayedir. Kuşlar,
yemlerini toplarken hızlı olarak başlarını indirip kaldırdıkları için namazını
süratle kılanların hali kuşlara benzetilmiş olmaktadır. Kıraatları azdır, rüku
ve secdelerde tesbihatları azdır, hülasa çabuk kılınan namazda Allah az
zikredilir. Dört rek'at olarak belirtilmesi, farzın kasdından ileri gelir.
Geciktirenler zaten çoğunlukla ikindinin sünnetini de terkederler.[137]
ـ15ـ وعن
ابن مسعود
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]مَا
رَأيْتُ
رسولَ اللّهِ
# يُصَلِّ
صََةً لِغَيْرِ
مِيقَاتِهَا
إّ
صََتَيْنِ،
جَمَعَ بَيْنَ
المَغْرِبِ
وَالْعِشَاءِ
بِجَمْعٍ،
وَصَلَّى
الْفَجْرَ
يَوْمَئِذٍ
قَبْلَ مِيقَاتِهَا[.
أخرجه
الشيخان .
15. (2430)- İbnu Mes'ûd
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı
vakti dışında sadece iki namazı kılarken gördüm: (Veda Haccı sırasında)
Müzdelife'de akşamla yatsıyı birleştirerek kıldı. O gün, sabah namazını da
(mûtad) vaktinden önce kıldı."[138]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, Resûlullah'ın hiçbir zaman namazlarını vakti dışında
kılmadığını gösterir. İbnu Mes'ud buna iki istisna hatırlamaktadır.
1- Hacc sırasında Arafat vakfesi günü yani 9 Zilhicce günü
akşam namazı ile onu takiben yatsı namazını Hz. Peygamber, cem de denilen
Müzdelife'de birleştirerek kılmıştır. Buna cem-i te'hirde denir. Resûlullah'ın
bu sünnetine binaen-hacc bahsinde de gördüğümüz üzere (1431. hadis) akşam
vaktinin girmesiyle Arafat'ı- akşam namazını kılmadan terkeden hacıların akşamı
yatsı ile birlikte Müzdelife'de kılmaları, Hacc'ın menasikinden biri olmuştur.
2- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), aynı Müzdelife
vakfesinde kurban bayramı sabahı (10 Zilhicce) sabah namazını mûtad vaktinden
önce kılmıştır. Hadiste mûtad tasrihi yoktur. Ancak, Efendimiz'in vakti
girmeden namaz kılması mümkün olmayacağına göre hadiste geçen
"...vaktinden önce..." tabirini mûtad vaktinden önce diye anlamak
gerekir. Nitekim, bilhassa Hanefîlere göre, Resûlullah'ın mûtad vakti,
ortalığın bir hayli ağarma zamanıdır. Şâfiîler karanlık zamanı esas alırlar.
Bu hadisi esas alan Hanefîler de, Müzdelife'de bayramın birinci
günü sabahında, sabah namazının mûtad vaktinden önce kılınmasını efdal kabul
ederler.
Resûlullah'ın sabahı erken kılmış olması, o gün îfâ edilecek diğer
hacc menasiki için zaman kazanma düşüncesinden ileri geldiği belirtilmiştir.[139]
ـ16ـ وفي
أخرى للبخارى
عن عبدالرحمن
بن يزيد قال:
]حَجَّ ابنُ
مَسْعُودٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهُ
فَأتَيْنَا
المُزْدَلِفَةَ
حِينَ ا‘ذَانِ
بِالْعَتَمَةِ
أوْ قَرِيباً
مِنْ ذلِكَ.
فَأَمَرَ
رَجًُ
فَأذَّنَ
وَأقَامَ
ثُمَّ صَلّى
المَغْرِبَ
وَصَلّى
بَعْدَهَا
رَكْعَتَيْنِ،
ثُمَّ دَعَا
بِعَشَائِهِ
فَتَعَشَّى،
ثُمَّ أمَرَ
رَجًُ فأذّنَ
وَأقَامَ، ثُمَّ
صَلّى
الْعِشَاءَ
رَكْعَتَيْنِ.
فَلَمَا كانَ
حِينَ طَلَعَ
الْفَجْرُ
قالَ: إنَّ
النّبىَّ # كانَ
َ يُصَلِّى
هذِهِ
السَّاعَةَ
إَّ هذِهِ
الصََّةَ في
هذَا
المَكَانِ
مِنْ هذَا الْيَوْمِ.
قالَ
عَبْدُاللّهِ:
هُمَا
صََتَانِ تُحَوََّنِ
عَنْ
وَقْتِهِمَا،
صََةُ المَغْرِبِ
بَعْدَ مَا
يَأتِى
النَّاسُ
المُزْدَلِفَةَ،
وَالْفَجْرِ
حِينَ
يَبْزُغُ الفَجْرُ.
قالَ: رَأيْتُ
رَسولَ
اللّهِ #
يَفْعَلُهُ
ثُمَّ وَقَفَ
حَتَّى
أَسْفرَ.
ثُمَّ قالَ:
لَوْ أنْ أمِيرَ
المُؤمِنينَ
يَعْنِى
عُثْمَانَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
أفَاضَ انَ
أَصَابَ
السُّنَّةَ
فَمَا أدْرِى
أَقَوْلُهُ
كانَ أسْرَعَ
أَمْ دَفْعُ
عُثْمَانَ؟
فَلَمْ
يَزَلْ يُلَبِّى
حَتَّى رَمَى
جَمْرَةَ
الْعَقْبَةِ
يَوْمَ
النَّحْرِ[.
16. (2431)- Buhârî'nin
Abdurrahman İbnu Yezîd'den kaydettiği bir diğer rivayet şöyledir: "İbnu
Mes'ud (radıyallâhu anh) haccetmişti. Yatsı ezanı sırasında veya buna yakın bir
zamanda Müzdelife'ye geldik. Yanındaki bir adama söyledi, ezan ve arkasından
ikamet okudu. Sonra akşam namazını kıldı. Arkasından iki rekat (sünnetini)
kıldı. Sonra akşam yemeğini istedi ve yedi.
Arkadan bir adama emretti, ezan ve ikamet okudu, iki rekat olarak
yatsıyı kıldı.
Şafak söktüğü zaman: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şu
saatte bugün ve bu yer dışında şu namazı hiç kimse kılmamıştır" dedi.
Abdullah (radıyallâhu anh) dedi ki: "İşte şu ikisi, vakti
değiştirilmiş olan yegane iki namazdır. Biri akşam namazı- bu, halk Müzdelife'ye
geldikten sonra kılınır; diğeri sabah namazı, bu da şafak söker sökmez
kılınır."
İbnu Mes'ud sözlerine devamla: "Ben Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın bunu yaptığını, sonra ortalık ağarıncaya kadar kaldığını
gördüm" dedi. Sonra sözlerini şöyle tamamladı:
"Eğer, Emîrü'l Mü'minîn -yani Hz. Osman (radıyallâhu anh)- şu
anda ifaza'da bulunsa (Mina'ya müteveccihen hareket etse) sünnete uygun hareket
etmiş olur."
(Hadisin râvisi Abdurrahman İbnu Yezîd der ki): "Bilemiyorum,
İbnu Mes'ud'un bu sözü mü önce telaffuz edildi, Hz. Osman'ın (Mina'ya) hareket
emri mi... Derhal telbiye çekmeye başladı ve bu hal, yevm-i nahirde Büyük
Şeytan'a taş atılıncaya kadar devam etti."[140]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet, Hz. Osman zamanında, İbnu Mes'ud'un huzurunda cereyan
eden hacc menasikinden bir bölüm yani Müzdelife vakfesini aydınlatmaktadır.
Hadis esas itibariyle hacc bahislerini ilgilendirir ise de, hacc
sırasında Müzdelife'de kılınan akşam, yatsı ve sabah namazlarındaki farklılığa
dikkat çektiği için "namazla ilgili bölüm"ü de alakadar etmiştir.
Önceki hadiste açıkça görüldüğü üzere akşamla yatsı birlikte kılınmış, her
ikisi için de ayrı ayrı ezan ve ikamet okunmuştur. Sabahın da başka zaman hiç
görülmeyen bir erkenlikte kılındığı belirtilmiştir.
Bu hadis, bilhassa Müzdelife'den ifaza'yı yani topluca Mina'ya
hareketi vuzuha kavuşturmaktadır. Ortalık ağarır ağarmaz, daha güneş doğmadan
hareket başlatılmıştır. Rivayette çok net olmayan bir durum Hz. Osman'ın
telbiyeyi başlatarak hareket verme ânıyla, İbnu Mes'ud'un sözünün tevafukudur.
Hadisin râvisi Abdurrahman İbnu Yezîd, bu tevafuk'a olan hayretini ifade için:
"Bu söz mü, hareket emri mi, hangisi daha süratli olmuştu,
bilmiyorum" demiştir. Bazı şârihler "Bilmiyorum" sözünün İbnu
Mes'ud'a ait olduğunu söylemişlerse de yanlış olduğu açıktır.[141]
Ezan, kelime olarak duyurma, bildirme mânasına gelen Ezen اََْذَن kökünden gelir, esas itibariyle dinletmek
demektir. Şer'î ıstılah olarak, hususî elfazla namaz vaktini bildirmek, duyurmak
mânasına gelir. Kurtubî ve başkaları: "Ezan, kelimelerin azlığına rağmen
itikadla ilgili bütün meseleleri içine alır" der ve şu izahı sunar:
"... Allah'ın büyüklüğünü ifadeye başlar. Bu ise Allah'ın varlığını ve
kemalini tazammun eder. Sonra tevhidi beyan eder, şirki reddeder. Sonra
Muhammedî risaleti teyid eder. Sonra, şehadetten sonra hususî ibadete çağırır.
Zaten şehadetsiz ibadet bilinemez. Sonra felaha yani kurtuluşa davet eder ki,
bu da ebedî bekadır. Şu halde, burada âhiret hayatına işaret vardır. Sonra bazı
şeyler, ehemmiyetine binaen takviye için tekrar edilmiştir."
Ezanla namaz vaktinin girdiği îlan edilmiş, mü'minler cemaate
davet edilmiş olur. Ezan'ın bir başka mühim yönü şeâir-i İslâm'ın îlanıdır. Bu
yönünü düşünmeyen nâdanlar, bir tüfek veya boru sesiyle veya minareye
yerleştirilecek mahsus bir çalar saattin sertçe vurmasıyla veya mahalli dile
tercümesiyle de bu duyurma işinin yerine getirilebileceğini söylerler. Ama
mesele, sadece bir vakit duyurma işi değildir. Belki bu, ezanın îfâ ettiği birçok
fonksiyondan sadece biridir ve tâlî kalan bir yönüdür. Ezan'ın fiille değil de
sözle yapılmasındaki hikmet, sözdeki kolaylık sebebiyledir bu, her yerde her
zaman herkesin imkanı dahilindedir.
Ezan mı daha faziletli, imamet mi daha faziletlidir? İhtilaf
konusudur. Buna: "Kişi, içinden bilirse ki imametin hakkını tam olarak
verebilecektir, bu durumda imamet efdaldir, değilse ezan!" diye açıklık
getirilmiştir. İmamlıkla müezzinliğin bir kimsede birleştirilmesi hususunda da
ihtilaf vârid olmuştur. Buna bazıları "mekruh" demiştir. Beyhakî'de,
bunun mekruh olduğunu belirten bir de rivayet vardır, ancak hadis zayıftır.
Fakat Hz. Ömer'in şu sözü sahih senedle sabittir: "Hilafetle birlikte
ezanı da yürütebilseydim ezan da okurdum." İmamlık ve müezzinliğin aynı şahısta
birleşmesine umumiyetle müstehab denmiştir.
Ezanı tarif ederken -çoğunlukça benimsenmemiş bile olsa da-
İbnu'l-Münîr gibi bazılarının: Ezanın hakikatı müezzinden sâdır olan şeylerin
tamamıdır. Söz, davranış ve heyet" dediğini bilmekte fayda var.
Ezanın değiştirilemeyeceği hususunda Bediüzzaman'ın bir açıklaması
şöyle:
"Mesâil-i şeriatten bir kısmına Taabbüdî denilir- aklın
muhakemesine bağlı değildir, emrolunduğu için yapılır. İlleti emirdir.
Bir kısmına "Mâkûlü'lmâna" tabir edilir, Yani bir hikmet
ve bir maslahatı var ki, o hükmün teşriine müreccih olmuş; fakat sebep ve illet
değil. Çünkü hakikî illet, emir ve nehy-i ilâhîdir.
Şeâirin taabbüdî kısmı, hikmet ve maslahat onu tağyir edemez,
taabbüdîlik ciheti tereccuh ediyor, ona ilişilmez. Yüzbin maslahat gelse, onu
tağyir edemez. Öyle de: "Şeâirin faidesi, yalnız mâlûm mesâlihdir"
denilmez ve öyle bilmek hatadır. Belki o maslahatlar ise, çok hikmetlerinden
bir faidesi olabilir. Mesela biri dese: "Ezanın hikmeti, müslümanları
namaza çağırmaktır, şu halde tüfenk atmak kâfîdir." Halbuki o divane
bilmez ki, binler maslahat-ı ezâniyye içinde o bir maslahattır. Tüfenk sesi, o
maslahatı verse; acaba nev-i beşer namına, yahut o şehir ahalisi namına
hilkat-ı kâinâtın netice-i uzması ve nev-i beşerin netice-i hilkatı olan îlân-ı
Tevhid ve Rubûbiyet-i İlâhiyyeye karşı izhâr-ı ubûdiyete vasıta olan ezanın
yerini nasıl tutacak?..
Elhasıl: Cehennem lüzumsuz değil, çok işler var ki, bütün
kuvvetiyle "Yaşasın Cehennem!" der. Cennet dahi ucuz değildir; mühim
fiyat ister." ...َيَسْتَوى
اَصْحَابُ
النَّارِ وَاَصْحَابُ
الْجَنَّةِ
اَصْحَابُ
الْجَنَّةِ
هُمُ
الْفَائِزُونَ
"Şu ezanlar ki,
şehadetleri dinin temeli,
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli!" [142]
ـ1ـ عن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أن رسولَ
اللّهِ # قالَ:
لَوْ
يَعْلَمُ
النَّاسُ مَا
في النّدَاءِ
وَالصَّفَّ
ا‘وَّلِ، ثُمَّ
لَمْ
يَجِدُوا إَّ
أنْ
يَسْتهِمُوا
عَلَيْهِ
سْتَهَمُوا[.
أخرجه
الشيخان.»اِسْتِهَامُ«
اقتراع .
1. (2432)- Hz. Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "İnsanlar, eğer ezan okumak ile namazın ilk safında yer
almada ne (gibi bir hayır ve bereket) olduğunu bilseler, sonra da bunu elde
etmek için kur'a çekmekten başka çare kalmasaydı, mutlaka kur'aya
başvururlardı."[143]
AÇIKLAMA:
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), mü'minlere ezan okumak ile,
cemaatle kılınan namazların ilk safında yer almanın (yani, namaza erken
gelmenin) ne kadar kıymetli, Allah indinde ne derece makbul bir amel olduğunu
duyurabilmek için böyle bir üsluba yer vermiştir. Hususan, elde edilecek
faziletin beyan edilmemesi onu nazarlarda daha da büyütmeye yöneliktir. Mamafih
bazı rivayetlerde "hayır ve bereketten" ziyadesi gelmiştir ki,
tercümede parantez arasında gösterdik.
Bu rivayette, mesela ezan okumak için evleviyet hakkı tanıyan
güzel ses, gür ses, güzel okuma, vakit ahkamını iyi bilme gibi şartlarda
eşitlik halinde kur'aya başvurmayı tavsiye etmiş olmaktadır. Buhârî'nin
kaydettiği bir örneğe göre, (Kadisiye fethedildiği gün, müezzin yaralanıp ezan
okuyamayınca askerler ezan okuma hususunda ihtilafa düşüp) durumu, komutanları
Sa'd İbnu Ebî Vakkas'a götürürler. O da kur'a çekerek meseleyi halleder.
Zayıf da olsa bir başka rivayette Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) kur'aya başvurmaktan değil, kılıca sarılmaktan söz etmiş olmalıdır: لَتُجَادِلُو
اعَلَيْهِ
بِالسَّيْفِ [144]
ـ2ـ وعنه
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رسولُ اللّه #:
إذَا نُودِىَ
لِلصَةِ
أَدْبَرَ
الشّيْطَانُ
لَهُ
ضُرَاطٌ،
حَتَّى َ
يُسْمَعَ التَّأذِينُ
فإذَا قُضِىَ
التَّأذِينُ
أقْبَلَ،
حَتَّى إذَا
ثُوِّبَ
بِالصَةِ
أدْبَرَ،
حَتّى إذا
انْقَضى
التَّثْوِيبُ
أقْبَلَ
حَتَّى
يَخْطِرَ بَيْنَ
المَرْءِ
وَنَفْسِهِ،
يَقُولُ لَهُ:
اذْكُرْ
كَذَا
وَاذْكُرْ
كَذَا، لِمَا
لَمْ يَكُنْ
يَذْكُرُ
مِنْ قَبْلُ،
حَتّى يَظِلّ
الرَّجُلُ
مَا يدْرِى
كَمْ صَلّى[.
أخرجه الستة إ
الترمذي .
2. (2433)-Yine Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Namaz için ezan okunduğu zaman şeytan oradan sesli sesli
yellenerek uzaklaşır, ezanı duyamayacağı yere kadar kaçar. Ezan bitince geri
gelir. İkamete başlanınca yine uzaklaşır, ikamet bitince geri dönüp kişi ile
kalbinin arasına girer ve şunu hatırla, bunun düşün diye aklında daha önce hiç
olmayan şeylerle vesvese verir. Öyle ki (buna kapılan) kişi kaç rekat kıldığını
bilemeyecek hale gelir." [145]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu hadislerinde insî ve
cinnî şeytanların ezandan duyduğu rahatsızlığı beliğ bir üslupla dile
getirmektedir. Şârihler, hadiste öncelikle cinnî şeytan zikredilmiş olsa da
insî şeytanların da dahil olduğunu belirtirler. "Çünkü derler, insî ve
cinnî her mütemerride şeytan denir. Burada şeytandan murad iblis ise de şeytan
cinsinin kastedilmiş olması da muhtemeldir." Tîbî der ki: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) ezan dinlemek için şeytanın kendisini meşgul etmesini,
kulağı dolduran ve bir başka şeyi dinlemeye mâni olan bir sese teşbih etti,
bunun kötülüğünü belirtmek için de "sesli sesli yellenme" olarak
tesmiye buyurdu." Tîbî'nin bu açıklaması ve ifade-i nebeviyi teşbihe hamli
gayet tatminkâr olmakla beraber Kadı İyâz'ın, hadisi zahirine hamletmeye imkan
bulduğunu da belirtmek isteriz. "Çünkü der, şeytan gıda ile beslenen bir
cisimdir, ondan yel çıkması sahihtir."
Bazı âlimler bu işi şeytanın ezanı dinlemeye mani bir meşguliyet
bulmak veya bazı sefih takımının yaptığı gibi istihfaf maksadıyla kasden yapmış
olabileceği gibi, ezanı işittiği zaman, hissettiği korkunun şiddetinden,
kasıdsız olarak, kendiliğinden hasıl olabileceğini de söylemiştir.
2- Rivayetin bazı vechinde şeytanın kaçtığı mesafe hakkında
bir bilgi verilir: Müslim'dekine göre Ravha nam mevkiye kadar kaçmaktadır.
İshak İbnu Râhûye'nin Müsned'inde bir dercede, buranın Medîne'ye otuz mil
mesafede olduğu belirtilmiştir.
3- Şeytanın namazda verdiği vesvese hususunda çeşitli tasrihat
farklı rivayetlerde gelmiştir: "Şunu şunu hatırla! der", "onu
hayal ve kuruntulara daldırır", "hatırına gelmeyecek ihtiyaçlarını da
hatıra getirir", "önceden hatırına gelmeyen şeyleri hatırlatır."
Bu son cümleden İmâm-ı Âzam'ın bir istinbatı meşhurdur:
Anlatıldığına göre, bir adam gelerek, gömdüğü bir hazinenin yerini
hatırlayamadığını söyleyerek yardım talebeder. İmam, namaz kılmasını ve namazda
dünyevî hiçbir şey düşünmemeye gayret etmesini sıkı sıkı tembihler. Adam gider,
tavsiyeyi yapar ve anında malının yerini hatırlar.
4- Bazı âlimler, bu hadisten hareketle, ezandan sonra, namaz
kılmadan mescidden ayrılmayı mekruh addederler. Bunun, şeytanın fiiline
benzeyeceğini söylerler.
5- Hadis ezanın faziletini beyan etmektedir. Ezan sesini duyan
şeytanın onu işitmemek için otuz mil uzağa kaçması, onun faziletini anlamada
yeterli bir delildir. Kaldı ki, başka rivayetlerde ezanı okuyan kimseler
hakkında da fazilet beyan edilmiştir. Bu hadislerden bir kısmı müteakiben
kaydedilecek[146]
ـ3ـ وفي
أخرى لمسلم:
]إنّ
الشّيْطَانَ
إذَا سَمِعَ النِّدَاءَ
بِالصَّةِ
أحَالَ،
وَلَهُ ضُرَاطٌ
حَتّى َ
يُسْمَعَ
صَوْتُهُ.
فإذَا سَكَتَ
رَجَعَ
فَوَسْوَسَ.
فإذَا سَمِعَ
اْ“قَامَةَ
ذَهَبَ حَتّى
َ يُسْمَعَ
صَوْتُهُ.
فإذَا سَكَتَ
رَجَعَ
فَوَسْوَسَ[.
هذا لفظه،
وللبخارى
نحوه.والمراد
»بِالتّثْويبِ«
هاهنا: إقامة
الصة.ومعنى
»أحالَ«
تَحوّل عن
موضعه .
3. (2434)- Müslim'in diğer
bir rivayetinde şöyle denmiştir: "Şeytan namaz için okunan ezanı işitti mi
kaçar. Müezzinin sesini işitmemek için sesli sesli yellenir. (Ezan bitip
müezzin) susunca geri döner ve vesvese verir. İkameti işittiği zaman, müezzini
duymamak için gider, susunca geri döner ve vesvese verir."[147]
ـ4ـ وعن
جابر رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]سَمِعْتُ
رسولَ اللّهِ
# يَقُولُ
إنَّ
الشّيْطَانَ
إذَا سَمِعَ
النِّدَاءَ
بِالصَّةِ
ذَهَبَ حتّى
يَكُونَ
مَكانَ
الرّوحَاءِ[.قال
الراوى:
والروحاء من
المدينة على
ستة وثثين مي.
أخرجه مسلم .
4. (2435)- Hz. Câbir
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şöyle
söylediğini işittim: "Şeytan namaz için okunan ezanı işitince Ravhâ nâm
yere kadar gider."[148]
AÇIKLAMA:
Ravhâ daha önce kaydettiğimiz üzere İshak İbnu Râhûye'nin bir
dercinde Medîne'ye otuz mil mesafede bir yer olarak tarif edilmiştir. Bazı
rivayetlerde ise otuz altı mil olarak tarif edilmiştir. Hülasa Medîne'den
oldukça uzak mesafede bulunan bir yerin adıdır.[149]
ـ5ـ وعن
أبى هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كُنّا
مَعَ رسولِ
اللّهِ #
فقَامَ بِلٌ
يُنَادِى.
فَلَمَّا
سَكَتَ قالَ
رسولُ اللّهِ
#: مَنْ قالَ
مِثْلَ هذَا
يَقِيناً
دَخَلَ
الجَنَّةَ[.
أخرجه
النسائى .
5. (2436)- Hz. Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile
beraberdik. Bilâl (radıyallâhu anh) kalkıp ezan okudu. (Ezanı bitirip) susunca,
Aleyhissalâtu Vesselâm: "Kim bunun mislini kesin bir inançla söylerse
cennete girer" buyurdu."[150]
AÇIKLAMA:
Ezan'ın muhtevası, bahsin başındaki UMUMÎ AÇIKLAMA kısmında
belirttiğimiz üzere İslâm îtikadının yani Âmentü'nün temel prensiplerini ihtiva
etmektedir. Bunlara yakînî şekilde yani kesin bir inanç, İslâm şeriatına îman
demektir. Amel olmasa bile Lâilâhe illallah Muhammedü'r-Resûlullah diyen
kimsenin dahi cennete gideceği müjdelendiğine göre, ezanı tekrar eden kimse
başkaca günahları için ceza çekse bile, cehennemde ebedî kalmayıp, cennete
gidecektir. Resûlullah, şeriatının bu umumî prensibini bir kere de ezan
vesilesiyle beyan buyurmuş olmaktadır.[151]
ـ6ـ وعن
ابن عمرو بن
العاص رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
]أنّهُ سَمِعَ
رسولَ اللّهِ
# يَقُولُ: إذَا
سَمِعْتُمُ
النِّدَاءَ
فَقُولُوا
مِثْلَ مَا
يَقُولُ.
ثُمَّ
صَلُّوا
عَلىّ فإنَّهُ
مَنْ صَلّى
عَلَىّ
صَةً صَلّى
اللّهُ
عَلَيْهِ
بِهَا عَشْراً،
ثُمَّ سَلُوا
اللّهَ لِىَ
الْوَسِيلَةَ
فَإنَّهَا
مَنْزِلَةٌ
في الجَنّةِ َ
يَنْبَغِى
أنْ تَكُونَ
إّ لِعَبْدٍ
مِنْ عِبَادِ
اللّهِ،
وَأرْجُوا
أنْ أَكُونَ
أنَا هُوَ؟ فَمَنْ
سَأَلَ
اللّهَ لِىَ
الْوَسِيلَةَ
حَلّتْ لَهُ
الشّفَاعَةُ[.
أخرجه الخمسة
إ البخارى .
6. (2437)- Abdullah İbnu
Amr İbni'l-Âs (radıyallâhu anh)'ın anlattığına göre, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın şöyle söylediğini işitmiştir:
"Ezanı işittiğiniz zaman müezzinin söylediğini aynen (kelime
kelime) tekrar edin. Sonra bana salât u selâm okuyun. Zîra kim bana salât u
selâm okursa Allah da ona on misliyle rahmet eder. Sonra benim için
el-Vesîle'yi taleb edin. Zîra o, cennete bir makamdır ki, mutlaka Allah'ın
kullarından birinin olacaktır. Ona sahip olacak kimsenin ben olmamı ümid
ediyorum. Kim benim için Allah'tan el-Vesîle'yi taleb ederse, şefaat kendisine
vâcib olur."[152]
Hadisin ilk cümlesi Buhârî'de de rivayet edilmiştir.[153]
ـ7ـ وعن
جابر رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
]أنّ رسولَ اللّهِ
# قالَ: مَنْ
قالَ حِينَ
يَسْمَعُ
النِّدَاءُ:
اللَّهُمَّ
رَبّ هذِهِ
الدّعْوَةِ
التّامّةِ
وَالصَّةِ
الْقَائِمَةِ
آتِ
مُحَمّداً
الْوَسِيلَةَ
وَالْفَضِيلَةَ
وَابْعَثْهُ
مَقَاماً
مَحْمُوداً
الَّذِي
وَعَدْتَهُ[.وفي
رواية: »كَمَا
وَعَدْتَهُ
إَّ حَلّتْ
لَهُ
شَفَاعَتِى
يَوْمَ الْقِيَامَةِ«.
أخرجه الخمسة
إ مسلماً .
7. (2438)- Hz. Câbir
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Ezanı işittiği zaman kim: "Allâhümme Rabbe
hâzihi'dda'veti'ttâmme ve'ssalâti'lkâime âti Muhammedeni'l-Vesîlete
ve'lfadîlete veb'ashu makâmen mahmûdeni'llezî va'adtehu. (Ey bu eksiksiz
davetin ve kılınan namazın sahibi! Muhammed'e Vesîle'yi ve fazîleti ver. O'nu,
va'adettiğin -bir rivayette va'adettiğin üzere- makam-ı Mahmûd üzere ba's et
(dirilt)" derse, ona Kıyâmet günü mutlaka şefaatim helal olur."[154]
AÇIKLAMA:
1- Son iki hadis, ezan dinleme adabını öğretmekte ve ezanı
dinleyince okunması gereken duâyı haber vermektedir. Ayrıca, duâda vesile ve
mâkam-ı Mahmûd'un zikri geçmektedir.
Şimdi bunları kısa kısa açıklayalım:
Bu birbirini takiben yapılması gereken birkaç davranış
gerektirmektedir:
* Müezzinin sözlerini tekrar etmek.
* Resûlullah'a salât u selâm okumak.
* Vesîle duâsını okumak.
Bunları kısaca açıklayalım:
Hadiste, "işitme" şartıyla ezanın tekrarı
emredilmektedir. Şu halde müezzin görülse ve fakat uzaklık veya sağırlık gibi
bir sebeple ezan duyulmasa, tekrar gerekmez.
Ezanın tekrarı demek, başka meşguliyetleri terketmek demektir.
Hanefî âlimleri bu hadisten hareketle Kur'ân okumak, zikretmek, duâ etmek,
konuşmak, selam almak gibi her çeşit meşguliyetin terkini ve okunan ezanın
tekrarını "vacib" addetmişlerdir. Zâhirîler ve İbnu Vehb de bu hükme
varırlar. Müteakip rivayet tekrarın keyfiyyetini daha sarîh olarak
açıklayacaktır. Burada şimdiden dikkat çekmemiz gereken husus şudur: Müezzin حَىَّ
عَلى
الصََّةِ
حَيَّ على
الفََحِ "(Haydi namaza, haydi kurtuluşa)"
dediği zaman bu ibâre aynen tekrar edilmeyip buna bedel َ
حَوْلَ وََ
قُوَّةَ اَِّ
بِاللّهِ الْعَلِىِّ
الْعَظِيم "Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh.
(Günaha karşı korunmak ve ibadet yapmak için gerekli kuvvet ancak
Allah'tandır)" denilecektir. Hanefîlerden bazılarına göre müezzin: حَىَّ
عَلى
الفََحِ "Hayye alâ'l-Felâh" deyince, işiten:
مَا
شَاءَ اللّهُ
كَانَ وَمَا
لَمْ يَشَأْ
لَمْ يَكُنْ "Allah'ın dilediği olur dilemediği
olmaz" demelidir. الصََّةُ
خَيْرٌ مِنَ
النَّوْمِ "es-Salâtu
hayrun minennevm" yerine de sadakte ve bererte demelidir. "Bunların
da aynen tekrarı müezzini alay yerine geçer" denmiştir.
Ezanı tekrar etmemeyi meşru kılan bazı sebepler vardır: Namazda
veya helada olmak, cinsî münasebette bulunmak gibi. Bu durumlarda tekrar
gerekmez. Bunun dışında genç-ihtiyar, kadın-erkek, temizcünüp, nifaslı herkese
tekrar vâcibtir.
Hulvânî: "Namaz farz olmayana tekrar vacib olmaz"
demiştir. Bazı âlimler, "Ezanı namazda işiten kimse, namazdan çıkınca
tekrar etmelidir" demiştir. Şunu da kaydedelim ki hadisten: "Namazda
olan kimse işittiği ezanı tekrar edecek olsa namazı bozulmaz, yeter ki hayye
ala'ssalât, hayye ala'lfelâh demesin, bunlar kişiyi namaza çağrıdır, namazı
bozar, bunlara bedel lâ havle velâ kuvvete illâ billâh diyecek olursa namazı
bozulmaz çünkü bunlar zikirdir" hükmü de çıkarılmıştır. "Çünkü emir
âmmdır, musallîyi hariç tutacak bir karîne yoktur, bu çeşit emirler vücûb ifade
eder" denmiştir. İmam Şâfiî bu görüştedir.
Şâfiî, Mâlikî, Hanbelî mezheplerine göre -ki cumhur-u fukahanın
hükmü de böyledir- hadisteki emir vücûb değil, istihbab ifade eder.
Hanefîlerden Tahâvî de bu kanaattedir.
Âlimler müezzini "aynen tekrar" meselesini kayıtlarlar.
Sözgelimi o "duyurmak" maksadıyla yüksek sesle okuduğu halde işiten,
"zikir" maksadıyla gizlice tekrar eder. Ancak telaffuz etmeksizin
zihninden mânayı geçirmesi, emrin yerine getirilmesinde yeterli olmayacaktır.
Birkaç ayrı ezan okunması halinde ilk okunanın tekrarı yeterli
midir konusu da medâr-ı bahis olmuştur. Nevevî: "Mezhebimizde bu meseleyle
ilgili rivayete rastlamadım" demiştir. Ancak bazı âlimler: "Sebep
taaddüd ettiği için her birine icabet etmesi gerekir" hükmüne varmıştır.
Ezanı tekrar meselesini bitirirken şunu da belirtelim: Ezanı
tekrar işine müstehap diyen cumhur, Müslim'deki bir başka rivayeti esas
almıştır. Bu rivayete göre Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir müezzinin
ezan okuduğunu işitir. Müezzin Allahu ekber deyince على
الْفِطْرَةِ (fıtrat üzere oldu) der. Eşhedü en lâ ilâhe
illallah deyince خَرَجَ
مِنَ
النَّارِ (ateşten
kurtuldu) der. Bazı âlimler: "Resûlullah, ezan sırasında, müezzinin
söylediklerinden bir başka şey söylediğine göre, ezanı tekrar müstehabtır,
vacib değildir" diye netice çıkarırlar. Bu istidlale şöyle cevap
verilmiştir: "Hadiste, Resûlullah'ın tekrar etmediği tasrih edilmemiştir,
müezzinin söylediklerini aynen tekrar etmiş olması da caizdir, ancak râvi, adet
olanla yetinip onu rivayet etmemiştir, sadece adet olana ziyade edilen sözü
rivayet etmiştir." Keza şu mülahaza da ilave edilmiştir: "Belki de bu
hadis, Resûlullah'ın tekrar emrinden önce cereyan eden durumu
anlatmaktadır." Yani bidayette tekrar emredilmemiştir, ancak Efendimiz
sonradan ezanın tekrarını emretmiştir, esas olan da nâsih olan son emirdir.[155]
Ezan okununca, yapılması emredilen ikinci husus, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a salât okunmasıdır.[156] Salât duâdır, Cenab-ı
Hakk' tan rahmetini talebtir. Resûlullah'a okunacak salâtın belli bir formülü
vardır denebilir. "Allâhümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed.
(Rabbim Muhammed'e ve O'nun âli'ne rahmetini bol kıl)" şeklinde yapılacak
salât rivayetlerde gelen en kısa salâtlardandır. En mükemmeli, namazda son
tahiyyatta okunan sallibârik duâsıdır. Cenâb-ı Hakk'ın salât etmesi, rahmet
kılması, mağfirette, afda bulunması demektir. Her hayrın on misliyle kabul
edilmesi ilâhi kanun olması sebebiyle (En'âm 160) Resûlullah için yapılan bir
salât duâsına mukabil Cenâb-ı Hakk on rahmet verecektir.[157]
Ezandan sonra okunacak duâda birkaç tabir geçmektedir:
"Ed-Da'vetu't-Tâmme", "el-Vesîle", "el-Fazîle",
"Makâm-ı Mahmûd." Önce ed-Da'vetu't-Tâmme'yi açıklayalım. Zîra duâ
"Ey bu da'vetu'ttâmme'nin ve kılınan namazın sahibi Allah'ım..." diye
başlamaktadır. Beyhakî'nin bir rivayetinde
اَللّهُمَّ
اِنِّى
اَسْألُكَ
بِحَقِّ
هذِهِ
الدَّعْوةِِ
التَّامَّةِ şeklinde gelmiştir. Yani: "Allah'ım,
senden şu da'vet-i tâmme hakkı için istiyorum..."
Bundan murad hususunda âlimler şu açıklamayı yapmışlardır:
Bu tevhid da'veti'dir, şu âyette olduğu gibi: لَهُ
دَعْوَةُ
الْحَقِّ "Hak olan da'vet ancak O'nadır"
(Ra'd 14). Denmiştir ki: "Tevhid da'veti tamdır. Çünkü şirk noksanlıktır.
Tam demek, içerisine tegayyür ve tebeddül girmez. Haşir gününe kadar bâki
kalır" demektir. Tevhid, "tam" sıfatına layık olan yegane
da'vettir, onun dışında kalan her şey fesada maruz olabilir. İbnu't-Tîn:
"Ezan tam sıfatıyla tavsif edilmiştir, çünkü içerisinde sözlerin etemmi
(en eksiksiz olanı) mevcuttur. Bu da "Lâilâheillallah" dır" der.
Tîbî de ezanın başından Muhammedu'r-Resûlullah cümlesine kadar olan kısmın
da'vet-i tâmme'yi teşkil ettiğini, hay'ale'nin[158] يُقىمُونَ
الصََّةِ âyetinde
kastedilen -ve başlanan namaz diye tercüme ettiğimiz -essalâtu'lkâime'yi teşkil
ettiğini söylemiştir. Şu ihtimal de ileri sürülmüştür: Muhtemeldir ki, buradaki
es-Salât'tan murad ed-Duâ'dır, kâime' den murad da eddâime'dir. Kim bir şeyi
devam üzere yaparsa o şeye kaim oldu denir, bu hale göre, essalâtu'lkâime,
edda'vetu't-Tâmme'yi beyan etmiş olmaktadır. Mamafih duâda kastedilen
essalat'ın o anda kılınması için çağrısı yapılan namaz olması da muhtemeldir.
İbnu Hacer bu ihtimalin azher (daha kuvvetli) olduğunu belirtir.
el-VESÎLE'ye gelince, bu lügat olarak bir büyüğe yaklaşmayı
sağlayan vasıta, aracı mânasına gelir. Hadiste bununla cennetteki yüce bir
makam kastedilmiş olmaktadır. Nitekim, sadedinde olduğumuz rivayet, Vesîle'yi
dile getiren rivayetlerden Resûlullah'ın onunla ilgili olarak yaptığı tarifi
ihtiva eden vechidir: "Zîra o (elvesîle), cennette bir makamdır..."
buyurmakta, bu makamı Allah'ın bir kişiye vereceğini belirtmekte ve tevâzu
olarak bu kimsenin kendisi olması hususundaki temennisini ifade buyurmaktadır.
Öyle ise, daha net ifade ile el-Vesîle, cennetteki en yüce makamdır, bu makam
tek bir insana verilecektir, o da Allah indinde insanların en yüce olduğunu
Mi'rac ve Kur'an gibi mucizelere mazhariyetle isbat eden Eşref-i Mahlukât ve
Fahr-i Kâinat Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm)'dir.
Bu yüce makama vâsıl olan, Allah'a yakındır; böylece Efendimiz,
günahların affı dahil her çeşit ebedî lütuflara mazhariyet için şart olan ilâhî
yakınlığı elde etmeye vesîle olmuş olur. Şu halde baştaki mâna böylece tahakkuk
etmiş olmaktadır.
Resûlullah için Vesîleden sonra taleb edilen ikinci şey,
el-Fazîlet'dir. Bunun da Vesîle gibi diğer mahlukâta nasib olmayacak bulunan
ziyade bir mertebe olduğu veya Vesîle'yi tefsir mahiyetinde geldiği
söylenmiştir.
Bu da cennette bir makamdır. Öyle bir makam ki, o makamda bulunan
kimse övgüye mazhardır. Övgü, belli bir kıymet ve kemal ve fazilet; bir kelime
ile, kerâmetler sebebiyle olur. Burada mutlaktır, yani pek çok üstünlüklerle
övgüye mazhar olunan bir makamdır. Duâ, çeşitli te'villere göre: "O'nu
Kıyâmet günü dirilt ve Makâm-ı Mahmûd'a çıkar" veya "...makâm-ı
Mahmûd'u O'na ver" veya "...O'nu makâm-ı Mahmûd üzere dirilt"
mânalarında anlaşılabilir.
Nevevî, bu makam mübhem olmadığı halde, hadiste nekre gelmiş
olmasını, sanki âyetten hikaye tarzında zikredilmiş olmasıyla açıklar. Zîra
Makâm-ı Mahmûd âyet-i kerîme'de zikredilmektedir: عَسَى
اَنْ
يَبْعَثَكَ
رَبُّكَ مَقَاماً
مَحْمُوداً "Ümid
edebilirsin, Rabbin seni bir Makâm-ı Mahmûd'a gönderecektir" (İsrâ
79.).Mamafih, bazı rivayetlerde, اَلْمَقَامُ
الْمَحْمُودُ diye ma'rife olarak da gelmiştir.
Makâm-ı Mahmûd üzerine İbnu Hacer şu açıklamayı sunar:
"İbnu'l-Cevzi ve ulemânın ekserisi Makâm-ı Mahmûd ile "şefaat"
kastedilmiştir" derler. Bazıları: "Resûlullah'ın Arş üzerine
oturtulmasıdır", bazıları: "Kürsî üzerine oturtulmasıdır"
demiştir. Her iki görüşün de taraftarları var. Sahih olmaları halinde, biri
diğerine mâni değildir. Zîra, Resûlullah'ın Arş (veya Kürsî) üzerine
oturtulması, şefaat etme hususunda izin alameti olması muhtemeldir. Makâm-ı Mahmûd
ile -meşhur olduğu üzere- şefaat, oturtma ile de vesîle veya fazîlet ile ifade
edilmiş olan menzile (makam) kastedilmiş olma ihtimali de vardır. Nitekim İbnu
Hibbân'ın Sahih'inde Ka'b İbnu Mâlik hadisi olarak geldiği üzere Resûlullah
şöyle demiştir: "Allah insanları Kıyâmet günü diriltir. Rabbim, (önce)
bana yeşil bir elbise giydirir. Ben Rabbimin söylememi dilediği şeyi söylerim.
İşte bu Makâm-ı Mahmûd'dur." Anlaşılan o ki, buradaki mezkûr söz,
şefaatten önce Resûlullah'ın Rabb'ine takdim ettiği senâdır. Yine anlaşılan o
ki, Makâm-ı Mahmud bu halde iken, Resûlullah için hâsıl olan şeylerin
mecmuudur. Bunu, hadisin sonundaki, حَلَّتْ
لَهُ
شَفَاعَتِى "Ona şefaatim vacib olur" cümlesi
ihsâs eder. Çünkü, onun için taleb edilen şey şefaattir.
Hadiste gelen "şefaatim vacib olur" ifadesi üzerine
şöyle bir itirazda bulunulmuştur: "Şefaat günahkârlar hakkında sâbit
olduğu halde Vesîle duâsını okuyanları mazhar olacağı sevap şefaatle ifade
edilmiştir. Günahı olmayanların şefaate ihtiyacı var mıdır? Bu itiraza şu cevap
verilmiştir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın başka şefaatleri de
var. Sorusuale maruz kalıp hesap vermeden cennete girme, cennetteki derecelerin yüceltilmesi gibi. Bu duâyı yapan
herkes, kendine münasip olana mazhar olur."[159]
ـ8ـ وعن
عمر رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رسولُ اللّهِ
#: إذَا قالَ المُؤَذِّنُ:
اللّهُ
أكْبَرُ
اللّهُ
أكْبَرُ
فقَالَ
أحَدُكُمُ:
اللّهُ
أكْبَرُ
اللّهُ أكْبَرُ.
ثُمَّ قَالَ:
أشْهَدُ أنْ َ
إلَهَ إَّ
اللّهُ.
قَالَ:
أشْهَدُ أنْ َ
إلهَ إَّ اللّهُ،
ثُمَّ قالَ:
أشْهَدُ
اَنَّ
مُحَمّداً
رَسولُ
اللّهِ. قالَ:
أشْهَدُ
أََنَّ
مُحَمّداً
رسولُ
اللّهِ،
ثُمَّ قالَ:
حَىّ عَلى الصَّةِ.
قالَ: َ
حَوْلَ وََ
قُوّةَ إَّ
بِاللّهِ،
ثُمَّ قَالَ:
حَىّ عَلى
الفََحِ.
قالَ: َ حَوْلَ
وََ قُوَّةَ
إَّ بِاللّهِ.
ثُمَّ قالَ:
اللّهُ
أكْبَرُ
اللّهُ
أكْبَرُ قالَ: اللّهُ
أكْبَرُ
اللّهُ
أكْبَرُ،
ثُمَّ قالَ: َ إلهَ
إَّ اللّهُ.
قالَ: َ إلهَ
إَّ اللّهُ
مِنْ
قَلْبِهِ
دَخَلَ
الجَنَّةَ[.
أخرجه مسلم وأبو
داود .
8. (2439)- Hz. Ömer
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Müezzin, "Allahu ekber Allahu ekber" deyince
sizden kim samimiyetle, "Allahu ekber Allahu ekber" derse; sonra
müezzin: "Eşhedu en lâ ilâhe illallah" deyince, "Eşhedu en lâ
ilâhe illallah" derse; sonra müezzin: "Eşhedü enne Muhammeden
Resûlullah" deyince, "Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah" derse;
sonra müezzin: "Hayye ala'ssalât" deyince "Lâ havle velâ kuvvete
illâ billah" derse; sonra müezzin: "hayye ala'lfelâh" deyince,
"Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh" derse; sonra müezzin:
"Allahu ekber Allahu ekber" deyince, "Allahu ekber Allahu
ekber" derse; sonra müezzin: "Lâilâhe illallah" deyince
"Lâilâhe illallah" derse cennete girer."[160]
AÇIKLAMA:
Önceki hadiste (2438) emredilmiş olan müezzinle birlikte ezanın
tekrar edilmesi emrinin nasıl yapılacağı bu hadiste gösterilmektedir.[161]
ـ9ـ وعن
سعد بن أبى
وقاص رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
]أنّ رسولَ
اللّهِ # قالَ:
مَنْ قالَ
حِينَ يَسْمَعُ
المُؤَذِّنَ:
وَأنَا
أشْهَدُ أنْ َ
إلَهَ إَّ
اللّهُ
وَحْدَهُ َ
شَرِيكَ
لَهُ
وَأنَّ
مُحَمّداً
عَبْدُهُ
وَرَسُولُهُ،
رَضيْتُ
بِاللّهِ
رَبّاً
وَبِمُحَمّدٍ
رَسُوً[.وفي
رواية:
»نَبِيّا،
وَبِا“سَْمِ
دِيناً
غُفِرَ لَهُ
ذَنْبُهُ«.
أخرجه الخمسة
إ البخارى .
9. (2440)- Sa'd İbnu Ebî
Vakkâs (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Müezzini işittiği zaman, kim: "Ben şehadet ederim ki,
bir olan Allah'tan başka ilah yoktur, O'na şerik de yoktur, Muhammed O'nun kulu
ve Resûlüdür. Rabb olarak Allah'tan Resûl olarak Muhammed'den -bir rivayette
"...nebî = peygamber olarak Muhammed'den din olan İslam'dan- razıyım"
derse günahı affedilir."[162]
ـ10ـ وعن
أبى أُمامة
أسعد بن سهل
قال:
]سَمِعْتُ مُعَاوِيَةَ
بنَ أبِى
سُفْيَانَ
وَهُوَ جَالِسٌ
عَلى
المِنْبَرِ
حَينَ أذّنَ
المُؤَذِّنُ
فقَالَ:
اللّهُ
أكْبَرُ
اللّهُ أكْبَرُ.
فَقَالَ
مُعَاوِيَةُ:
اللّهُ
أكْبَرُ اللّهُ
أكْبَرُ،
قالَ: أشْهَدُ
أنْ َ إلهَ
إَّ اللّهُ.
قالَ
مُعَاوِيَةُ:
وَأنَا. قالَ:
أشْهَدُ أنْ َ
إلهَ إّ
اللّهُ. قالَ
مُعَاوِيَةُ:
وَأنَا. قالَ:
أشْهَدُ أنَّ
مُحَمّداً
رسولُ اللّهِ.
قالَ
مُعَاوِيَةُ:
وَأنَا. قالَ:
أشْهَدُ أنّ
مُحَمّداً
رسُولُ
اللّهِ. قالَ
مُعَاوِيَةُ:
وَأنَا،
فَلَمّا
انْقَضَى
التأذِينُ.
قالَ: يَا
أيُّهَا
النَّاسُ
سَمِعْتُ رسُولَ
اللّهِ # عَلى
المِنْبَرِ
حِينَ أذّنَ
المُؤذِّنُ
يَقُولُ
مِثْلَ مَا
سَمِعْتُمْ
مِنْ
مَقَالَتِى[.
أخرجه
البخارى .
10. (2441)- Ebû Ümâme Es'ad
İbnu Sehl (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Mu'âviye İbnu Ebî Süfyan (radıyallâhu
anh)'ı minberde oturmuş (hutbe vermek üzere bekliyorken) dinliyordum. (Ezan
başladı.) Müezzin: "Allahu ekber Allahu ekber" deyince, Mu'âviye de:
"Allahu ekber Allahu ekber" dedi; Müezzin: "Eşhedu en lâ ilâhe
illâllah!" dedi. Mu'âviye: "Ben de!" dedi; Müezzin: "Eşhedu
en lâ ilâhe illallah!" dedi. Mu'âviye: "Ben de!" dedi. Müezzin:
"Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah!" dedi. Mu'âviye: "Ben
de!" dedi. Müezzin: "Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah!" dedi.
Mu'âviye: "Ben de!" dedi. Ezan okuma işi bitince dedi ki: "Ey
insanlar! Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı minberde iken işittim, O
da, müezzin ezan okurken tıpkı sizin benden işittiğinizi söylüyordu (bizzat
işittim)."[163]
AÇIKLAMA:
Bu hadisten âlimler şu hususları istinbat etmişlerdir:
1- Bu hadis minberde olan imamdan ilim alınabileceğini ifade
eder.
2- Hatib müezzine icabet edip, ezanı tekrar eder.
3- Müezzine icabet için sözünü aynen tekrar etmek gerekmez.
Hz. Mu'âviye'nin yaptığı gibi müezzini te'yid eden "Ben de" veya
benzer bir şey söylemek yeterlidir.
4- Hutbeye başlamadan önce başka söz söylemek mübahtır.
5- Hutbeden önce oturulabilir.[164]
ـ11ـ وعن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها: ]أنّ
النّبىَّ #
كانَ إذَا
سَمِعَ
المُؤَذِّنُ
يَتَشَهَّدُ
قالَ: وَأنَا
وَأنَا[.
أخرجه أبو
داود .
11. (2442)- Hz. Âişe
(radıyallâhu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm),
müezzinin ezan okurken şehadet getirdiğini işitince:
"Ben de! Ben de!" derdi." [Ebû Dâvud, Salât 36,
(527).][165]
AÇIKLAMA:
Bu rivayette, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ezan sırasında
müezzine icabet edip, ezan elfazını tekrar ettiğini göstermektedir.
Resûlullah'ın teşehhüdünün اَشْهَدُ
اَنّى
رَسُولُ
اللّهِ
"Şehadet ederim ki, ben Allah'ın
Resûlüyüm" şeklinde mi, yoksa bizimki gibi, اَشْهَدُ
اَنَّ
مُحَمّداً
رَسُولُ اللّهِ "Şehadet
ederim ki, Muhammed Allah'ın Resûlüdür" şeklinde mi olduğu ihtilaf mevzuu
olmuştur. Ancak, "sahih olanı onun şehadetinin de bizimki gibi
olduğudur" denmiştir.[166]
ـ12ـ وعن
أبى سعيد
الخدرى
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
]أنّ النّبىَّ
# قالَ: إذَا
سَمِعْتُمُ
النِّدَاءَ
فَقُولُوا
مِثْلَ مَا
يَقُولُ
المُؤَذِّنُ[.
أخرجه الستة .
12. (2443)- Ebû
Saîdi'l-Hudrî (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Ezanı işittiğiniz zaman, müezzinin söylediğinin
mislini tekrar edin!"[167]
ـ13ـ وعن
ابن عباس
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]قال رَسُولُ
اللّهِ #: مَنْ
أذّنَ سَبْعَ
سِنِينَ مُحْتَسِباً
كَتَبَ
اللّهُ لَهُ
بَرَاءَةً مِنَ
النَّارِ[.
أخرجه
الترمذي.»المُحْتَسِبُ«
طالب ا‘جر
والثواب على
فعله من اللّه
تعالى .
13. (2444)- İbnu Abbâs
(radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Kim, yedi yıl sevabına inanarak ezan okursa, Allah bunu,
onun ateşten kurtulmasına bir senet yapar."[168]
AÇIKLAMA:
Burada ezandan maksad, namaz için okunan ezandır. Muhtesiben
demek, Resûlullah'ın müezzin için vaadetmiş olduğu sevaba inanıp, bunu
Allah'tan bekleyerek demektir. Münâvî, bu kelimeden hareketle, hizmeti mukabil
ücret almamayı, müezzinliği sırf sevabı için yapmayı anlar.
Yine Münâvî, bu hizmetin ateşten kurtuluş beratı olacağı hususunu
şöyle açıklar: "Çünkü, iki şehadete ve Allah'a duaya bu kadar uzun müddet,
dünyevî bir sebep olmadan devam etmek, kişinin nefsini, tevhidle yoğurulmuş
hale getirir. Bu ise, Allah tarafından verilmiş bir hediyyedir. Rabb Teâlâ
verdiği hediyyesini geri almaz."[169]
ـ14ـ وعن
أبى هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
]أنّ رسُولَ
اللّهِ # قالَ:
المُؤَذِّنُ
يُغْفَرُ لَهُ
مَدَى
صَوْتِهِ،
وَيَشْهَدُ
لَهُ كُلُّ
رَطْبٍ
وَيَابِسٍ.
وَشَاهِدُ
الصََّةِ يُكْتَبُ
لَهُ خَمْسٌ
وَعِشْرُونَ
صََةً، وَيُكَفِّرُ
عَنْهُ مَا
بَيْنَهُمَا[.
أخرجه أبو
داود
والنسائى.وفي
رواية:
»بَعْدَ قَوْلِهِ
كُلُّ رَطْبٍ
وَيَابِسٍ؟
وَلَهُ مِثْلُ
أجْرِ مَنْ
صَلّى
مَعَهُ«.»المَدَى«
ا‘مَدُ
وَالغاية،
والمعنى أنه
يَسْتَوفى
وَيستكمل
مَغْفرة
اللّه إذا
اسْتَوفَى
وُسْعَهُ في
رَفْع صوته
فيبلغ الغاية
من المغفرة إذا
بلغ الغاية من
الصوت، وقيل
غير ذلك .
14. (2445)- Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Müezzin, sesinin gittiği yer boyunca mağfiret olunur. Yaş
ve kuru herşey onun lehinde şehadet eder, namaza katılan kimseye yirmibeş
kat namaz yazılır ve iki namaz arasındaki (günahları) affedilir."[170]
AÇIKLAMA:
1- Müezzinin, sesinin gittiği yere kadar mağfiret olunması,
muğlak bir tabirdir. Bu sebeple birbirinden farklı yorumlara ve anlaşmalara
imkan verilmiştir:
* مَدى
الشَّىْء bir şeyin nihâî
hedefi, ulaşacağı son nokta olduğuna göre, hadisin mânası, Allah'ın
mağfiretinin çokluğunu ifade eder. Sesinin ulaştığı bir hedef varsa, mağfiret
de o hedefe ulaşacak kadar çoktur, öyleyse hadis, Allah'ın mağfiretinin
genişliğini mübâlağalı bir üslubla ifade etmektedir.
* Burada bir teşbih yapılmıştır, şöyle ki: Kişinin bulunduğu yerle
sesin ulaştığı en uzak nokta arasını dolduracak kadar çok günah işlemiş bile
olsa, bu günah affedilir.
* Müezzin sayesinde, -onun sesini işitip de o sesin sebep olduğu
namaza iştirak eden- herkes mağfiret olunur. Böylece bunlar, onun sayesinde
mağfiret görmüş gibi olur. Müteakip hadisin de te'yid edeceği üzere, bu
açıklamadan şu sonuç da çıkarılır: "Sebep olan, yapan gibidir"
kaidesince, onların sevabının bir misli, ayrıca müezzine gelir. سُبْحَانَ
مَنْ
وَسِعَتْ
رَحْمَتُهُ
* Müezzinin,
sesinin gittiği bölge içerisinde işlediği günahları affedilir.
* Onun şefaati ile, sesinin gittiği yere kadar olan saha içerisinde
sakin olanların günahları affedilir.
* Mağfiretin "mağfiret taleb etme" mânası da vardır.
Öyleyse, hadis "Sesini işiten herşey müezzin için mağfiret taleb
eder."
2- Yaş, kuru tabiri ile "canlı cansız (herşey)"
denmek istenmiştir. "Yaş"la hayvanlar, bitkiler; "kuru" ile
de cansızlar kastedilmiştir.
3- Hadiste müezzinleri seslerini imkan nisbetinde yükseltmeye
teşvik vardır. Esasen Buhârî'nin bir rivayetinde: "...Ezan okurken sesini
yükselt, zîra müezzinin sesini işiten insan, cin ve sâir her şey Kıyâmet günü
onun lehinde şehadet edecektir" buyurulmuştur. İbnu Huzeyme'nin bir
rivayeti: "...ağaç, toprak, taş..." ziyadesini ilave eder.
4- Bazı âlimler, bu hadisle ilgili olarak akla gelebilecek bir
noktaya parmak basarlar: "Âdet ve müşahede ile sabittir ki,
"işitme", "şehadette bulunma", "tesbih etme",
"mağfiret taleb etme" gibi fiiller canlılara mahsustur, cansızlardan
bunlar hâsıl olamaz. Acaba hadiste bunlar cansızlara nisbet edilirken, onların,
bunların lisan-ı hal ile söylemeleri mi kastedilmiştir? Yoksa hadisin zahiri mi
maksuddur?"
İbnu Hacer şu cevabı verir: "Allah'ın cansızlarda da hayat ve
kelam yaratması aklen mümteni' (imkansız) değildir."
Aliyyü'l-Kârî de şu cevabı vermiştir: "Gerçek şu ki Allahu
Teâlâ'nın şu âyetlerinden anlaşıldığına göre cansızların, bitkilerin ve
hayvanların da ilmi, idrâki ve tesbihi vardır: وَاِنَّ
مِنْهَا
لَمَا
يَهْبِطُ مِنْ
خَشْيَةِ
اللّهِ "Nitekim onlar (taşlar) arasında Allah
korkusundan yuvarlananlar vardır" (Bakara 74). Keza: وَاِنْ
مِنْ شَىْءٍ
اَِّ
يُسَبِِِّحُ
بِحَمْدِهِ "Var
olan her şey O'nu (Allah'ı) hamd ile tesbih eder" (İsrâ 44).
Begavî der ki: "Bu, (yani canlı cansız her şeyin belli bir
ilim, idrâk ve tesbih sahibi olması inancı) Ehl-i Sünnet'in görüşüdür. Buna da
(hadislerde Hz. Peygamber'in risaletini te'yiden bir nevi mûcize olarak) kurt
ve ineğin konuşma hadisesi şehadet eder." Bunun, kitaplarımızda misali
çoktur, çakıl taşlarının, Resûlullah'ın avucunda başkaları da işitecek derecede
tesbihte bulunması, Resûlullah'ın emrine uyarak ağaçların yanına gelmesi, eski
yerine gitmesi, selam vermesi gibi. Müslim'in bir rivayetinde Aleyhissalâtu
vesselâm şöyle der: "Ben bir taş biliyorum, bana selam verirdi."
Buhârî ve Müslim'in müştereken kaydettiği ve daha önce 2394 numarada geçen
hadiste cehennemin: "...benim bir kısmım bir kasmımı yiyor..." nev'inden
konuşması da burada zikre değer.
Mesele zamanımızda ehl-i sünnet ulemasının kabul ettiği
istikamette ilmi açıklığa kavuşmuştur denebilir. Bugün hâlâ madde denen
"cansız"ın sırrı çözülmüş değildir; canlı mı, cansız mı, mahiyeti
nedir? Kesin bir hüküm verilememektedir. Öte taraftan, tek bir DNA hücresine
binlerce sayfalık ansiklopedi bilgisinin kaydedilebileceği anlaşılmıştır.
Tabiatta zuhur eden herşeyin, her sesin cansız eşya tarafından kaydedilme
meselesi, zamanımızda dînî çevreler kadar, ilmî çevrelerin de gündemine
girmiştir.
Türbüştî: "Bu şehadetten murad, lehinde şahidlik edilenin
Kıyâmet günü fazîlet ve derece yüksekliği ile iştihar etmesidir. Nitekim Allah
Teâlâ, şehadetle bazı kimseleri de rüsvay etmektedir. Bu şekilde şehadetle
bazılarına da ikramda bulunur" demiştir.
Bu vesîle ile bir kere daha îmanımızı dile getiriyoruz:
"Rebbülâlemin adına konuşan Resûlümüz Muhammed Mustafa (aleyhissalâtu
vesselâm) her ne söylemişse o haktır, doğrudur. Çünkü O, hevasından konuşmaz.[171]
ـ15ـ وعن
الْبَرَاء
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه. ]أنَّ
نَبِىَّ
اللّهِ # قالَ:
إنَّ اللّهَ
وَمََئِكَتَهُ
يُصَلُّونَ
عَلى الصَّفِّ
المُقَدِّمِ،
وَالمُؤَذِّنُ
يُغْفَرُ
لَهُ مَدَى
صَوْتِهِ،
وَيُصَدِّقُهُ
مَنْ
سَمِعَهُ
مِنْ رَطْبٍ
وَيَابِسٍ، وَلَهُ
مِثْلُ أجْرِ
مَنْ صَلَّى
مَعَهُ[. أخرجه
النسائى.
15. (2446)- Berâ
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Allah ve melekleri namazda birinci safa rahmet ederler.
Müezzin sesinin ulaştığı yere kadar mağfiret görür. Yaş ve kuru her ne, sesini
işitirse, onu tasdik eder. Ona, beraberinde namaz kılanların ecrinin bir misli
verilir."[172]
ـ16ـ وعن
ابن عمرو بن
العاص رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
]أنَّ رَجًُ
قالَ: يَا
رسُولَ
اللّهِ إنَّ
المُؤَذِّنِينَ
يَفْضُلُوَننَا.
فقَالَ: قُلْ
كَمَا:
يَقُولُونَ،
فإذَا
انْتَهَيْتَ
فَسَلْ تُعْطهُ[.
أخرجه أبو
داود .
16. (2447)- İbnu Amr
İbni'l-Âs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Bir adam: "Ey Allah'ın
Resûlü! Müezzinler (sevapca) bizden üstün oluyorlar. (Onlara yetişmemiz için ne
tavsiye edersiniz?) diye sordu. Aleyhissalâtu vesselâm:"
Onların söylediklerini sen de tekrar et. Bitirip sona erince
dilediğini iste, sana da (aynı sevap) verilecektir" cevabını verdi."[173]
AÇIKLAMA:
Burada Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) müezzinle birlikte
ezanın elfazını tekrar eden kimsenin de müezzin gibi "ezan okuma"
sevabını kazanacağını belirtiyor. Daha önce belirtildiği üzere, bu tekrar
sırasında hayyeala'ssalât, hayye ala'lfelâh cümlelerini tekrar etmeyecek, onun
yerine "lâ havle velâ kuvvete illâ billah" diyecek.[174]
ـ17ـ وعن
عبداللّه بن
عبدالرحمن بن
أبى صَعْصَةَ
]أنَّ أبَا
سَعِيدٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه قالَ
لَهُ: أرَاكَ
تُحِبُّ
الْغَنَمَ
وَالْبَادِيَةَ،
فإذَا كُنْتَ
في غَنَمِكَ
أوْ بَادِيَتِكَ
فأذّنْتَ
بِالصََّةِ
فَارْفَعْ
صَوْتَكَ
بِالنِّدَاءِ،
فإنَّهُ َ
يَسْمَعُ
مَدى صَوْتِ
المُؤذِّنِ
جِنٌّ وََ إنْسٌ
وََ شَىْءٌ إّ
شَهِدَ لَهُ
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ.
قالَ أبُو
سَعِيدٍ.
سَمِعْتُهُ
مِنْ رسولِ
اللّهِ #[.
أخرجه
البخارى
ومالك
والنسائى .
17. (2448)- Abdullah İbnu
Abdirrahman İbni Ebî Sa'sa'a anlatıyor: "Ebû Saîd (radıyallâhu anh) bana
dedi ki:
"Seni, koyunları ve kır hayatını seviyor görüyorum.
Koyunlarınla birlikte veya kırda olunca namaz ezanı okursan, ezan sırasında
sesini yükselt. Zîra, müezzinin sesini insan, cin ve sair her ne işitirse en
uzağı bile Kıyâmet günü onun lehinde şehadet eder."
Ebû Saîd sözlerini şöyle tamamladı: "Ben bunu Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'dan işittim"[175]
AÇIKLAMA:
1- Kır diye tercüme ettiğimiz kelime bâdiye'dir. Bâdiye îmar
girmemiş sahra mânasına gelir. Otlak, kır, yaylak gibi kelimelerle karşılamamız
mümkündür. Yani koyunların güdüldüğü yer.
2- Yalnız başına kırda olunsa bile ezan okunacağına dair
hadisten hüküm çıkarılmıştır. Şâfiîler: "Ezan vaktin sünnetidir, namaza
bağlı değildir" diyerek, tek başına olan kişinin de namaz sırasında ezan
okunmasının müstehab olduğunu söylemiştir. Bazıları da: "Ezan, namaza
cemaati çağrı içindir. Bu sebeple, münferidin ezan okuması müstehap olmaz"
demiştir. Bazısı da cemaat ihtimali olan durumla olmayan durum arasında da fark
gözetmiştir.[176]
ـ18ـ وعن
معاوية
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]سَمِعْتُ
رسُولَ اللّهِ
# يَقُولُ:
المُؤَذِّنُونَ
أطْوَلُ النَّاسِ
أعْنَاقاً
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ[.
أخرجه مسلم .
18. (2449)- Hz. Mu'âviye
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı:
"Müezzinler Kıyâmet günü, boyun itibariyle insanların en uzunu olacaklardır"
derken işittim."[177]
AÇIKLAMA:
Müezzinlerin boyunlarının uzun olması ile kastedilen mânanın ne
olduğu âlimlerce farklı şekillerde yorumlanmıştır:
* Bazıları: "Müezzinler Allah'ın rahmetini en ziyade uman
kimselerdir. Çünkü bir şeyi uman, gözletleyen, ona doğru boynunu çevirir,
uzatır" demiştir.
* Bazıları: "Onlar efendiler, reisler olacaktır. Çünkü Araplar
efendiliği boynun uzunluğuyla ifade ederler" demiştir.
* Bazıları: "Onlar insanların en çok sevabı olanlarıdır.
Çünkü Araplar: "Falancanın hayırdan boynu var" dedi mi, hayırdan bir
nasibi var, anlarlar" demiştir.
* Bazıları: "İnsanların en çok ümid besleyeni; çünkü kim bir
şeyi ümitlenirse ona boynunu uzatır. Ayrıca, insanlar Kıyâmet günü büyük
sıkıntı çekerken müezzinler ümidle doludurlar. Boynun uzatılması da ferahlı
olmaktan kinayedir, tıpkı boynun çöküklüğü hüzünden kinaye olduğu gibi"
demiştir.
* Bazıları: "En kalabalık cemaatler kastedilmiştir, çünkü,
"İnsanlardan bir boyun içinde geldi" denince, cemaat içinde geldi
anlaşılır" demiştir.
* Bazıları: "Kıyâmet günü, yükselen terler ağza kadar ulaşınca
müezzinlerin boyunları, bu terin ağızlarına girmemesi için uzar" demiştir.
* Bazıları boyun mânasına gelen anâk kelimesini i'nâk olarak
da okumuş ve şu mânayı vermiştir: "Müezzinler cennete en sür'atli şekilde
gidecek olanlardır."
* Bazıları: "Kıyâmet günü müezzinler boyunlarının uzunluğu ile
tanınacaklardır" demiştir. Başka yorumlar da yapılmıştır.[178]
ـ19ـ وعن
عاصم بن
بَهْدَلة قال:
]مَرّ رَجُلٌ
عَلى زِرّ بنِ
حُبَيْشٍ
وَهُوَ
يُؤذّنُ.
فقَالَ: يَا
أبَا
مَرْيَمَ
أتُؤَذِّنُ؟
إنِّى ‘رْغَبُ
بِكَ عَنِ
ا‘ذَانِ.
فقَالَ زِرٌّ:
أتَرْغَبُ
بِى عَنِ
الْفَضْلِ؟
وَاللّهِ َ
أُكَلِّمُكَ[.
أخرجه
رزين.ومعنى
»َ‘رْغَبُ
بِكَ« أى ‘كره
لك .
19. (2450)- Âsım İbnu
Behdele der ki: "Zirri'bnu Hubeyş ezan okurken yanına bir adam uğradı ve:
"Ey Ebû Meryem, ezan mı okuyorsun? Ben ezan yüzünden senden
nefret ediyorum" dedi. Zirr ona şöyle cevap verdi:"
Fazîlet sebebiyle benden nefret mi ediyorsun? Vallahi seninle
konuşmuyorum."[179]
ـ1ـ عن ابن
عمر رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]كانَ
المُسْلِمُونَ
حِينَ
قَدِمُوا
المَدِينَةَ
يَجْتَمِعُونَ
فَيَتَحَيَّنُونَ
الصََّةَ
وَلَيْسَ يُنَادِى
بِهَا أحَدٌ،
فَتَكَلَّمُوا
يَوْماً في
ذَلِكَ.
فقَالَ
بَعْضُهُمْ:
اتَّخَذُوا
نَاقُوساً
مِثْلَ
نَاقُوس
النَّصَارَى،
وَقالَ
بَعْضُهُمْ:
اتَّخَذُوا
قَرْناً
مِثْلَ
قَرْنِ الْيَهُودِ.
فقَالَ
عُمَرُ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
أوََ
تَبْعَثُونَ
رَجًُ
يُنَادِى
بِالصََّةِ؟
فقَالَ رسولُ
اللّهِ #: يَا
بَِلُ قُمْ فَنَادِ
بِالصَّةِ[.»التَّحَيُّنُ«
طلب الحين والوقت
.
1. (2451)- İbnu Ömer
(radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Müslümanlar Medîne'ye geldikleri vakit
toplanıyorlar ve namaz vakitlerini birbirlerine soruyorlardı. Namaz için kimse
nidâ etmiyordu. Bir gün bu hususta konuştular. Bazıları:
"Hristiyanların çanı gibi bir çan edinin" dedi. Bazıları
da:
"Yahudilerin boynuzu gibi bir boynuz edinerek (onu
öttürün!)" dedi. Hz. Ömer (radıyallâhu anh):
"Bir adam çıkarsanız da namazı ilan etse!" dedi.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Ey Bilâl! Kalk! namazı ilan
et!" dedi."[180]
ـ2ـ وعن
أبى عمير بن
أنس عن عمومة له
من ا‘نصار قال:
]اهْتَمّ
رسولُ اللّهِ
# لِلصَّةِ
كَيْفَ
يَجْمَعُ
النَّاسَ
لَهَا؟ فَقِيلَ
لَهُ: انْصُبْ
رَايَةً
عِنْدَ
حُضُورِ الصَّةِ
فإذَا
رَأوْهَا
آذَنَ
بَعْضُهُمْ بَعْضاً:
فَلَمْ
يُعْجِبْهُ
ذَلِكَ،
فَذُكِرَ
لَهُ
الْقُنْعُ،
وَهُوَ
شَبُّورُ
الْيَهُودِ فََلَمْ
يُعْجِبْهُ
ذَلِكَ.
فقَالَ: هذَا
أمْرِ مِنْ
أمْرِ
الْيَهُودِ؛
فَذُكِرَ
لَهُ النَّاقُوسُ.
فقَالَ: هُوَ
مِنْ أمْرِ
النّصَارَى.
فَانْصَرَفَ
عَبْدُاللّهِ
بنُ زيد
ا‘نْصَارِىُّ
وَهُوَ
مُهْتَمٌّ
لِهَمِّ
رسولِ اللّهِ
# فأُرِىَ
ا‘ذَانَ في
مَنَامِهِ[.
أخرجه أبو
داود .
2. (2452)- Ebû Umeyr İbnu
Enes, Ensar'dan olan bir amcasından naklen anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) halkı namaza nasıl toplayacağı meselesine eğildi.
Kendisine:
"Namaz vakti olunca bir bayrak dik, onu görünce halk
birbirine haber verir" dendi. Bu, Aleyhissalâtu vesselâm'ın hoşuna
gitmedi. Bunun üzerine O'na, boynuz hatırlatıldı. Bu, yahudilerin borazanı idi.
Onu bu da memnun etmedi ve hatta:
"Bu yahudi işidir!" dedi. Bunun üzerine büyük çan
hatırlatıldı. Efendimiz:
"Bu hristiyanların işidir" dedi. Bu (konuşmalar)dan
sonra Abdullah İbnu Zeyd el-Ensârî, Resûlullah'ın üzüntüsüne üzülerek ayrıldı.
Bunun üzerine rüyasında ezan öğretildi."[181]
ـ3ـ وفي
أخرى له:
]جَاءَ رَجُلٌ
مِنَ
ا‘نْصَارِ فقَالَ
يَا رسُولَ
اللّهِ: إنِّى
لَمّا رَجَعْتُ
لِمَا
رَأيْتُ مِنْ
اهْتِمَامِكَ
رَأيْتُ رَجًُ
كَأنّ
عَلَيْهِ
ثَوْبَيْنِ
أخْضَرَيْنِ
فقَامَ عَلى
المَسْجِدِ
فأذَّنَ
ثُمَّ قَعَدَ
قَعْدَةً
ثُمَّ قَامَ
فقَالَ مِثْلَهَا
إّ أنّّهُ
يَقُولُ قَدْ
قَامَتِ
الصَةُ؛
وَلَوَْ أنْ
يَقُولَ
النّاسُ
لَقُلْتُ إنِّى
كُنْتُ يَقْظَاناً
غَيْرَ
نَائِمٍ،
فقَالَ
رَسُولُ اللّهِ
#: لَقَدْ
أراكَ اللّهُ
خَيْراً
فَمُرْ بًَِ
فَلْيُؤَذِّنْ.
فقَالَ
عُمَرُ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
أمَا إنِّى
قَدْ رأيْتُ
مَثْلَ
الَّذِى
رَأى،
وَلَكِنِّى
لِما سُبِقَتْ
اسْتَحْيَيْتُ،
وَقالَ فِيهِ:
فَاسْتَقْبَلَ
الْقِبْلَةَ،
قالَ:اللّهُ
أكْبَرُ،
اللّهُ أكْبَرُ،
اللّهُ
أكْبَرُ،
اللّهُ
أكْبَرُ، أشْهَدُ
أنْ َ إلَهَ
إَّ اللّهُ،
أشْهَدُ أنْ َ
إلَهَ إَّ
اللّهُ،
أشْهَدُ أنّ
مُحَمّداً رسولُ
اللّهِ،
أشْهَدُ أنَّ
مُحَمّداً
رَسُولُ
اللّهِ، حَىّ
عَلى الصةِ
مَرَّتَيْنِ،
حَىّ عَلى الفََحِ
مَرَّتَيْنِ،
اللّهُ
أكْبَرُ اللّهُ
أكْبَرُ، َ
إلَهَ إَّ
اللّهُ،
ثُمَّ أُمْهِلَ
هُنَيَةً،
ثُمَّ قَامَ
فقَالَ مِثْلَهَا،
إَّ أنهُ
زَادَ بَعْدَ
مَا قَالَ
حَىَّ عَلى
الفََحِ،
قَدْ قَامَتِ
الصَةُ قَدْ قَامَتِ
الصَّةُ. قالَ
فقَالَ رسولُ
اللّهِ # لقِّنْهَا
بًَِ. فأذّنَ
بِهَا بَِلٌ[.
»الشّبُّورَ«
الْبُوقُ.
3. (2453)- Bir diğer
rivayette şöyle denmiştir: "Ensardan bir adam gelerek:
"Ey Allah'ın Resûlü! Ben sizin üzüntünüzü görüp ayrıldığım
vakit (rüyamdan) bir adam gördüm. Üzerinde yeşil renkli iki giysi vardı. Kalkıp
mescidin üzerinde ezan okudu. Sonra bir miktar oturdu. Tekrar kalkıp aynı
söylediklerini bir kere daha tekrarladı. Ancak bu sefer bir de kad
kâmeti'ssalât (namaz başlamıştır) cümlesini ilave etti. Eğer halkın (bana
yalancı diyeceğinden korkum) olmasaydı ben "uykuda değildim,
uyanıktım" diyecektim" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm):
"Allah sana hayır göstermiş. Bilâl'e söyle (bu kelimeleri
söyleyerek) ezan okusun!" dedi. Hz. Ömer (radıyallâhu anh) de
atılarak:"
Onun gördüğünü aynen ben de gördüm, ancak o, anlatma işinde benden
önce davranınca, ben utandım (anlatamadım)" dedi."
Adam anlattıkları arasında şunları da söyledi: "(Mescidin
üzerine çıkan adam) kıbleye yöneldi ve dedi ki: "Allahu ekber Allahu akber
Allahu ekber Allahu ekber, eşhedu en lâ ilâhe illallah, eşhedu en lâ ilâhe
illallah. Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah eşhedü enne Muhammeden Resûlullah,
hayye ala'ssalât -iki defa-, hayye ala'lfelâh -iki defa- Allahu ekber Allahu
ekber, lâilâhe illallah."
Sonra bir miktar durduruldu. Sonra adam tekrar kalktı, aynı
şeyleri yeniden söyledi. Ancak bu sefer Hayye ala'lfelâh'tan sonra kad
kâmeti'ssalât kad kâmeti'ssalât dedi. Râvi ilave etti: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm):
"Bunu Bilâl'e öğret!" buyurdu. (Adam emri yerine
getirdi) Bilâl de onları söyleyerek ezan okudu."[182]
AÇIKLAMA:
1- Burada aynı babın birkaç hadisi birleştirilerek sunulmuş,
bazı özetlemeler de yapılmıştır.
2- Burada ismi tasrih edilmeyen rüya sahibi ensârî zât
Abdullah İbnu Zeyd (radıyallâhu anh)'dir. Bu zât, rivayette de görüldüğü üzere,
uyurken ezan ve kâmet kendisine rüya yoluyla öğretilmiş olan zâttır.
Rüya o kadar canlı şekilde görülmüştür ki, neredeyse "Uykuda
değil, uyanık halde gördüm" diyecek olmuştur. Ancak hakkında
"yalancı" denmesinden korktuğu için "rüyada gördüm"
demiştir. Rüya bahsinde geçtiği üzere, rüyada açıklık, onun rüyayı sâdıka
oluşunun alametidir.
3- Abdullah İbnu Zeyd'e rüyasında hem ezan hem de ikâmet
tafsilatıyla birlikte öğretilmiştir. Resûlullah'a rüyasını anlatınca aleyhissalâtu
vesselâm, bunu rüyayı sâdıka olarak yormuş ve namaz zamanı halka duyurmada
okuması maksadıyla Hz. Bilâl (radıyallâhu anh)'e öğretmesini emretmiştir.
Emir yerine getirilir ve müteakip vakitten itibaren Hz. Bilâl ezan
okumaya başlar.[183]
ـ4ـ وعن
عبداللّه بن
زيد رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]لَمَّا أمَرَ
رسول اللّهِ #
بالنَّاقُوسِ
يُعْمَلُ لِيُضْرَبَ
بِهِ
لِلنَّاسِ
لِجَمْعِ
الصَّةِ طَاف
بِى وَأنَا
نَائِمٌ
رَجُلٌ
يَحْمِلُ
نَاقُوساً في
يَدِهِ،
فَقلْتُ يَا
عَبْدَ اللّهِ؟
أتَبِيعُ
النَّاقُوسَ؟
قَالَ: وَمَا
تَصْنَعُ
بِهِ؟
فَقلْتُ:
نَدْعُو بِهِ
إلى الصََّةِ.
قالَ: أفََ
أدُلَّكَ
عَلى مَا هُوَ
خَيْرٌ مِنْ
ذَلِكَ؟
فَقلْتُ لَهُ
بلَى. قال
تَقُولُ:
اللّهُ
أكْبَرُ،
اللّهُ
أكْبَرُ،
اللّهُ أكْبَرُ،
اللّهُ
أكْبَرُ،
أشْهَدُ أنْ َ
إلهَ إَّ
اللّهُ،
أشْهَدُ أنْ َ
إلهَ إَّ
اللّهُ،
أشْهَدُ أنّ
مُحَمّداً
رسولُ اللّه،
أشْهَدُ أنّ
مُحَمّداً
رسولُ اللّه،
حىَّ عَلى الصَّةِ،
حَىّ عَلى
الصَةِ، حَىّ
عَلى الفََحِ،
حَىّ عَلى
الفََحِ،
اللّهُ
أكْبَرُ، اللّهُ
أكْبَرُ، َ
إلهَ إَّ
اللّهُ. قالَ:
ثُمَّ
اسْتَأخَرَ
عَنِّى
غَيْرَ
بَعِيدٍ.
ثُمَّ قَالَ:
ثُمَّ
تَقُولُ إذَا
أقَمْتَ
الصََّةَ:
اللّهُ
أكْبَرُ
اللّهُ
أكْبَرُ،
أشْهَدُ أنْ َ
إلهَ إَّ
اللّهُ،
أشْهَدُ أنَّ
مُحَمّداً رَسُولُ
اللّهِ،
حَىَّ عَلى
الصََّةِ،
حَىَّ عَلى
الفََحِ،
قَدْ قَامَتِ
الصََّةُ،
قَدْ قَامَتِ
الصََّةُ،
اللّهُ
أكْبَرُ ،
اللّهُ
أكْبَرُ، َ
إلهَ إَّ
اللّهُ.
فَلَمَّا
أصْبَحْتُ أتَيْتُ
رسولَ اللّهِ
#
فَأخْبَرْتُهُ
بِمَا رَأيْتُ.
فقَالَ:
إنَّهَا
لَرُؤْيَا
حَقٍّ إنْ
شَاءَ اللّهُ.
فَقُمْ مَعَ
بَِلٍ
فَألْقِ عَلَيْهِ
مَا رَأيْت
فَلْيُؤَذِّنْ
بِهِ فإنَّهُ
أنْدَى
صَوْتاً
مِنْكَ.
فَقُمْتُ مَعَ
بَِلٍ
فَجَعَلْتُ
أُلْقِِيهِ
عَلَيْهِ
وَيُؤَذِّنُ
بِهِ،
فَسَمِعَ
ذلِكَ عُمَرُ
بنُ الخَطّابِ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
وَهُوَ في بَيْتِهِ
فَخَرَجَ
وَهُوَ
يَجُرُّ
رِدَاءَهُ،
يَقُولُ يَا
رَسُولَ
اللّهِ:
وَالَّذِى بَعَثَكَ
بِالْحَقِّ
لَقَدْ
رَأيْتُ
مِثْلَ الَّذِى
أُرِىَ.
فقَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #
فَلِلّهِ
الحَمْدُ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي .
وفي أخرى:
»فقَالَ
عَبْدُ
اللّهِ أنَا
رَأيْتُهُ
وَأنَا
كُنْتُ
أُرِيدُهُ.
قالَ: فَأقِمْ
أنْتَ«.وفي
رواية
للترمذي:
»وَذَكَرَ
قِصَّةَ ا‘ذَانِ
مَثْنَى
مَثْنَى،
وَا“قَامَةَ
مَرَّةً«.وفي
أخرى له قال:
»كانَ أذَانُ
رسولِ اللّهِ
# شَفْعاً شَفْعاً
في ا‘ذَانِ
وَا“قَامَةِ«
4. (2454)- Abdullah İbnu
Zeyd (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm),
halkı namaz için toplamak maksadıyla çalınmak üzere bir çan yapılmasını emrettiği
zaman, ben uyurken yanıma bir adam geldi. Elinde bir çan vardı. Ben:
"Ey Allah'ın kulu, bu çanı bana satar mısın?" dedim.
Adam:
"Pekala, ama bunu ne yapacaksın?" dedi. Ben:
"Bununla insanları namaza çağıracağım" dedim. Bana:
"Sana bu iş için daha hayırlı bir söz göstereyim mi?"
dedi. Ben de ona: "Elbette!" dedim.
"Öyleyse şunu söyle!" diyerek bana öğretti:
"Allahu ekber Allahu ekber Allahu ekber Allahu ekber.
Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah, eşhedü enne Muhammeden
Resûlullah.
Hayye ala'ssalât, Hayye ala'ssalât.
Hayye ala'lfelâh, Hayye ala'lfelâh.
Allahu ekber Allahu ekber Lâilâhe illallah."
Abdullah İbnu Zeyd (radıyallâhu anh) devamlı dedi ki:
"(Rüyamdaki bu zat) benden biraz uzaklaştı sonra tekrar söze başlayıp:
"Sonra namazı kılacağın zaman şunu söylersin" dedi ve
öğretti:
"Allahu ekber Allahu ekber-Eşhedu en lâ ilâhe illallah,
Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah, Hayye ala'ssalât, Hayye ala'lfelâh, Kad
kâmeti'ssalât, kad kameti'ssalât, Allahu ekber Allahu ekber Lâilâhe
illallah."
Sabah olunca Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a gelerek
(rüyamda) gördüklerimi haber verdim. Bana:
"İnşallah bu hak bir rüyadır. Kalk rüyada öğrenmiş olduğunu
Bilâl'e öğret. O bunları söyleyerek ezan okusun. Zîra o, sesce senden daha
gür!" buyurdu. Ben de Bilâl'le birlikte kalktım. Ona teker teker
arzediyordum. O da bunları yüksek sesle söyleyerek ezan okumaya başladı.
Bunu evinde olan Ömer İbnu'l-Hattâb (radıyallâhu anh) işitmişti.
Hemen evden çıkıp ridâsını çekerek geldi ve:
"Ey Allah'ın Resûlü! diyordu, seni hak ile gönderen Zât-ı
Zülcelâl'e yemin olsun, onun gördüğünün aynısını ben de gördüm!"
Bunu işiten Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Elhamdülillah! Şimdi bu daha sağlam oldu!" dedi."[184]
Bir diğer rivayette şöyle gelmiştir: "(Bilâl ezanı okuyup
sıra ikâmete gelince) Abdullah: "Onu ben gördüm, ben okumak isterim!"
dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da:
"Öyleyse sen de ikâmet getir!" buyurdu."[185]
Tirmizî'nin bir rivayetinde şöyle gelmiştir: "(Abdullah İbnu
Zeyd ezanla ilgili kıssayı anlatırken elfazı ikişer ikişer zikretti, ikâmeti
ise birer kere zikretti."[186]
Yine Tirmizî'nin bir rivayetinde denmiştir ki: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın ezanı(nda elfaz) çift çift idi, ezanda da ikâmette
de."[187]
AÇIKLAMA:
Tirmizî'den kaydettiğimiz son iki ziyadeden birincisi elfazın
ezanda ikişer, ikâmette birer kere tekrar edileceği belirtilmiştir. Şâfiî,
Ahmed ve cumhur-u ulemâ bu hadisle amel ederek ikâmeti -başta ve sondaki tekbir
dışında- birer kere okumak gerektiğine hükmetmişlerdir.
İkinci rivayette ise, ezan ve ikâmet her ikisinde de elfazın
ikişer kere okunacağı belirtilmektedir. Bazı âlimler de bunu esas almıştır. Ebû
Hanîfe ve ashâbı bu görüştedir.
Hanefî ulema'ya, Sevri, İbnu'l-Mübârek ve ehl-i Kûfe'ye göre,
ikâmetteki elfazla ezandaki elfaz sayıca aynıdır, ancak ikâmette kad
kâmeti'ssalât ilave edilir ve iki kere tekrar edilir. Bunlar Ebû Dâvud ve
Tirmizî'de gelen -yukarıda kaydettiğimiz- Abdullah İbnu Zeyd hadisiyle istidlal
ederler.
Diğer taraftan Şâfiî, Ahmed İbnu Hanbel ve cumhur, ikâmetin
elfazının onbir kelime olduğu, başta ve sonradaki tekbirlerle kad kâmeti'ssalât
lafzı dışında hepsinin birer kere, bu belirtilenlerin de ikişer kere
söyleneceğine hükmetmişlerdir. Bunda delilleri, müteakiben kaydedeceğimiz Hz.
Enes rivayetidir.
Sadece İmam Mâlik kad kâmeti'ssalât lafzının bir kere okunacağına
hükmetmiştir. Şâfiî'nin de kavl-i kadiminde buna hükmettiği bilinmektedir.
Hz. Ömer'in ben de görmüştüm demesi üzerine Hz. Peygamber'in
hamdederek daha sağlam oldu demesi, rüyanın sıdkına Hz. Ömer'in şehadet etmiş
olması sebebiyledir. Çünkü Sekîne onun diliyle birçok fırsatta konuşmuştur.[188]
ـ5ـ وعن
أنس رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]لَمَّا كَثُرَ
النَّاسُ
ذَكَرُوا أنْ
يُعَلِّمُوا
وَقْتَ
الصََّةِ
بِشَىْءٍ
يَعْرِفُونَهُ
فَذَكَرُوا
أنْ يُورُوا
نَاراً أوْ
يَضْرِبُوا
نَاقُوساً.
فَأمَرَ
رَسُولُ
اللّهِ # بًَِ
أنْ يَشْفَعَ
ا‘ذَانَ وَأنْ
يُوتِرَ
ا“قَامََةَ[.
أخرجه الخمسة .
5. (2455)- Hz. Enes
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "İnsanlar çoğalınca, herkesçe bilinecek olan
bir şeyle namaz vaktinin duyurulmasının gerektiğini aralarında konuştular. Bu
meyanda bir ateş yakılması veya bir çan çalınması teklif edildi.
Bunun üzerine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Bilâl'e
emrederek ikişer kere söyleyerek ezan, birer kere söyleyerek de ikâmet
okumasını emretti."[189]
ـ6ـ وعن
أبى
مَحْذُورة
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه قال:
قُلْتُ يَا
رَسُولَ
اللّهِ ]عَلِّمْنِى
سُنَّةَ
ا‘ذَانِ.
قَالَ:
فَمَسَحَ مُقَدَّمَ
رَأسِى، قالَ
تَقُول:
اللّهُ أكْبَرُ،
اللّهُ
أكْبَرُ،
اللّهُ
أكْبَرُ، اللّهُ
أكْبَرُ
تَرْفَعُ
بِهَا
صَوْتَكَ.
ثُمَّ
تَقُولُ:
أشْهَدُ أنْ َ
إلَهَ إَّ
اللّهُ، أشْهَدُ
أنْ َ إّ
اللّه،
أشْهَدُ أنَّ
مُحَمّداً رسولُ
اللّهِ،
أشْهَدُ أنّ
مُحَمّداً
رسولُ اللّهِ
تَخْفِضُ
بِهَا
صَوْتَكَ؛
ثُمَّ تَرْفَعُ
صَوْتَكَ
بِالشَّهَادَةِ،
أشْهَدُ أنْ َ
إلهَ إَّ
اللّهُ،
أشْهَدُ أنْ َ
إلهَ إَّ
اللّهُ؛
أشْهَدُ أنَّ
مُحَمّداً
رسولُ اللّهِ،
أشْهَدُ أنّ
مُحَمّداً
رسولُ
اللّهِ؛ حَىَّ
عَلى
الصََّةِ،
حَىَّ على
الصََّةِ؛
حَىَّ عَلى
الفََحِ،
حَىَّ عَلى
الفََحِ؛
فإنْ
كانَ صََةُ
الصُّبْح
قُلْتَ: الصََّةُ
خَيْرٌ مِنَ
النَّوْمِ،
الصََّةُ خَيْرٌ
مِنَ
النَّوْمِ؛
اللّهُ
أكْبَرُ؛ اللّهُ
أكْبَرُ َ
إلهَ إَّ
اللّهُ[.
أخرجه الخمسة
إ البخارى .
6. (2456)- Ebû Mahzûra
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Ey Allah'ın Resûlü, bana ezanın usûlünü
öğret" dedim. Bunun üzerine başımın ön kısmını meshederek:
"Allahu ekber, Allahu ekber, Allahu ekber, Allahu ekber
dersin ve bunları derken sesini yükseltirsin. Sonra: "Eşhedü en lâ ilâhe
illallah, eşhedü en lâ ilâhe illallah, eşhedü enne Muhammeden Resûlullah,
eşhedu enne Muhammeden Resûlullah dersin ve bunları söylerken sesini
alçaltırsın, sonra sesini şehadette tekrar yükseltirsin: Eşhedü en lâ ilâhe
illallah eşhedü en lâ ilâhe illallah.
Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah, eşhedü enne Muhammeden
Resûlullah.
Hayye ala'ssalâti hayye ala'ssalât.
Hayye ala'lfelâhi hayye ala'lfelâh.
Eğer okuduğun ezan sabah ezanı ise şunu da söylersen:
"es-Salâtu hayrun mine'nnevm, essalâtu hayrun mine'n nevm
(Namaz uykudan hayırlıdır). Allahu ekber Allahu ekber, Lâilâhe illallah."[190]
ـ7ـ وفي
رواية:
]وَعَلَّمَنِى
ا“قَامَةَ
مَرَّتَيْنِ
مَرَّتَيْنِ،
اللّهُ
أكْبَرُ اللّهُ
أكْبَرُ
أشْهَدُ أنْ َ
إلهَ إَّ اللّهُ،
أشْهَدُ أنْ َ
إلهَ إَّ
اللّهُ؛
أشْهَدُ أنَّ
مُحَمّداً
رسولُ
اللّهِ،
أشْهَدُ أنَّ
مُحَمّداً
رسول اللّهِ؛
حَىَّ على
الصََّةِ،
حَىَّ عَلى
الصََّةِ؛
حَىَّ على
الفََحِ،
حَىَّ على
الفََحِ،
اللّهُ
أكْبَرُ ، اللّهُ
أكْبَرُ ، َ
إلهَ إَّ
اللّهُ[.قال
أبو داود وقال
عبد الرزاق:
]وَإذَا
أقَمْتَ
الصََّةَ فَقُلْهَا
مَرَّتَيْنِ:
قَدْ قَامَتِ
الصََّةُ،
قَدْ قَامَتِ
الصََّةُ،
أسَمِعْتَ؟
قَالَ:
نَعَمْ؛
وَقَالَ:
وَكانَ أبُو
مَحْذُورَةَ
َ يَجُزُّ
نَاصِيتَهُ
وََ
يَفْرُقُهَا
‘نَّ
النَّبىَّ #
مَسَحَ
عَلَيْهَا[.
7. (2457)- Bir diğer
rivayette şöyle gelmiştir: "(Ebû Mahzûra dedi ki): "Bana [Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) ikâmeti ikişer ikişer öğretti:
"Allahu ekber, Allahu ekber,
Eşhedu en lâ ilâhe illallah, Eşhedu en lâ ilâhe illallah.
Eşhedu enne Muhammeden Resûlullah, Eşhedu enne Muhammeden
Resûlullah.
Hayye ala'ssalât, Hayye ala'ssalât.
Hayye ala'lfelâh, Hayye ala'lfelâh.
Allahu ekber, Allahu ekber.
Lâilâhe illallah.
Ebû Dâvud der ki: "Abdurrezzak rivayetinde dedi ki:
"(Resûlullah devamla): "İkâmet getirince iki sefer de şunu söyle: Kad
kâmeti'ssalât, kad kâmeti'ssalât!" (Aleyhissalâtu vesselâm ayrıca sordu):
"Duydun mu?" (Ebû Mahzûra):
"Evet!" dedi. (Hadisi rivayet eden râvi Sâib) der ki:
"Ebû Mahzûra alnındaki saçı ne kestirir ne de ayırırdı. çünkü oraya
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın elleri değmiş idi."[191]
ـ8ـ وعن
ابن عمر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]إنَّمَا
كَانَ ا‘ذَانُ
عَلى عَهْدِ
رسولِ اللّهِ
# مَرَّتَيْنِ
مَرَّتَيْنِ،
وَا“قَامَةُ
مَرَّةً
مَرَّةً،
غَيْرَ
أنَّهُ كانَ
يَقُولُ: قَدْ
قَامََتِ
الصََّةُ
قَدْ قَامَتِ
الصََّةُ
يُثَنِّى.
قالَ: فإذَا
سَمِعْنَا
ا“قَامَةَ
تَوَضَّأْنَا
ثُمَّ
خَرَجْنَا
إلى
الصََّةِ[.
أخرجه أبو
داود
والنسائى .
8. (2458)- İbnu Ömer
(radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Ezan Resûlullah devrinde ikişer ikişer
idi. İkâmet de birer birer. Ancak (müezzin), ayrıca ikişer sefer olmak üzere
kad kâmeti'-salât, kad kâmeti'ssalât da derdi."
İbnu Ömer devam eder: "Biz, ikâmeti işittik mi abdest alır,
namaza giderdik."[192]
ـ9ـ وعن
مالك: ]أنّهُ
بَلَغَهُ
أنَّ
المُؤَذِّنَ
جَاءَ عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه.
يُؤذِنُهُ
لِصََةِ
الصُّبْحِ،
فَوَجَدَهُ
نَائِماً.
فقَالَ:
الصََّةُ
خَيْرٌ مِنَ
النَّوْمِ.
فَأمَرهُ
عُمَرُ أنْ
يَجْعَلَهَا
في نِدَاءِ
الصُّبْحِ[.
9. (2459)- İmam Mâlik'e
ulaştığına göre: "Müezzin, sabah namazını haber vermek için Hz. Ömer
(radıyallâhu anh)'in yanına gider. Onu uyuyor bulunca:
"Essalâtu hayrun mine'nnevm (namaz uykudan hayırlıdır)"
der. Bunun üzerine Hz. Ömer, o ibareyi sabah ezanına ilave etmesini
emreder."[193]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet, sadece sabah ezanında söylenen essalâtu hayrun
mine'nnevm cümlesinin, ezana Hz. Ömer tarafından ilave dildiğini ifade
etmektedir. Halbuki 2456 numaralı Ebû Mahzûra rivayetinde görüldüğü üzere bu
ilaveyi bizzat Aleyhissalâtu Vesselâm talim buyurmuştur. Resûlullah'ın
müezzinlerince söylendiğini ifade eden başka rivayet de var. Hz. Ömer
(radıyallâhu anh)'in bunu bilmemesi de mümkün değildir. Görüldüğü üzere ortada,
izahı gereken bir müşkil söz konusudur. Ebû'l-Velid el-Baci der ki:
"Muhtemelen, Hz. Ömer (radıyallâhu anh) bu cümlenin, diğer vakitlerin
ezanında da kullanılmasını önlemek için bunu söylemiş, "Bunu sadece sabah
ezanında söyle" demek istemiş olmalıdır." İbnu Mâce'de gelen bir
rivayete göre, Hz. Bilâl (radıyallâhu anh), sabah ezanı için Resûlullah'a
gelir, ancak uyumakta olduğu söylenir. Bunun üzerine Hz. Bilâl iki kere,
essalâtu hayrun mine'nnevm der. Bunun üzerine bu cümle sabah ezanında
sabitleşir, kesinleşir.
Bir başka rivayete göre, Ebû Mahzûra, Huneyn günü sırasında sabah
vakti Resûlullah'ın yanında sabah ezanı okur. O vakit Aleyhissalâtu vesselâm
ezana es salâtu hayrun mine'nnevm cümlesini ilave ettirir.
İmam Mâlik der ki: "Müezzin, essalâtu hayrun mine'nnevm
cümlesini sabah ezanında hazerde de seferde de terketmemelidir. Ancak kim,
kendi başına tarlasında okursa terkinde bir beis yok, fakat terketmemesi daha iyidir."[194]
ـ10ـ وعن
مجاهد قال:
]دَخَلْتُ
مَعَ ابنِ
عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما
مَسْجِداً،
وَقَدْ
أُذِّنَ
فِيهِ
وَنَحْنُ
نُرِيدُ أنْ
نُصَلّى
فَثَوَّبَ
المُؤَذِّنُ
فَخَرَجَ
عَبْدُاللّهِ
مِنَ
المَسْجِدِ
وَقالَ:
اخْرُجْ بِنَا
مِنْ عِنْدِ
هَذَا
المُبْتَدِعِ،
وَلَمْ
يُصَلِّ
فِيهِ[. أخرجه
أبو داود
والترمذي.وقال:
وقد روى عن
ابن عمر أنهُ
كانَ يَقُولُ
في أذَانِ
الْفَجْرِ:
»الصََّةُ
خَيْرٌ مِنَ
النَّوْمِ«.
10. (2460)- Mücâhid
(rahimehullah) anlatıyor: "Abdullah İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ)'le bir
mescide girdim. Ezan çoktan okunmuştu. Biz namaz kılmak istiyorduk. Müezzin
tesvîbte bulundu (ikâmet okudu). Abdullah mescidi terketti ve:
"Haydi bizi bu bid'atçinin yanından çıkar!" dedi ve
orada namz kılmadı."[195]
Tirmizî der ki: "İbnu Ömer'den rivayet edildiğine göre, sabah
ezanında essalâtu hayrun mine'n nevm derdi."[196]
AÇIKLAMA:
1- Abdullah İbnu Ömer'in mescidden çıkıp gitmesine sebep olan
şey tesvîbtir. Tesvîb, lügat olarak bir duyurma yaptıktan sonra dönüp tekrar
duyurma yapmaya denir. Hadiste üç ayrı mânada kullanılmıştır:
1) İkâmette ezandan sonra ikinci bir duyurma olduğu için,
ikâmet'e "tesvîb" denmiştir.
2) Sabah ezanında müezzinin sarfettiği essalâtu hayrun
mine'nnevm cümlesine de tesvîb denmiştir. Kelime bu iki mânada Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'den beri kullanılagelmiştir.
3) Bir üçüncü tesvîb, Tirmizî'nin açıklamasına göre sonradan
ihdas edilmiştir. Şöyle ki, halk ezana rağmen namaza koşmakta ağır alınca,
müezzinler, ezan-ikâmet arasında "Kad kâmeti'ssalât, hayye ala'ssalât,
hayye ala'l felâh" diyerek yeni bir uyarı daha yapmaya başlamışlardır.
İşte buna da tesvîb denmiştir. Bu bid'attir, mekruhtur.
Sadedinde olduğumuz hadiste bu üçüncü "tesvîb"
mevzubahistir. Şârihlerin belirttiği üzere müezzinler ezanla ikâmet arasına
üçüncü bir tesvib (i'lam = duyurma) ihdas etmişlerdir. Bu, sünnette olmadığı
için İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) buna reaksiyon göstermiş, bid'attir diye
mescidi terketmiştir. Bid'at olan bu üçüncü mânadaki tesvîb hususunda âlimler
ihtilaflıdır. Bazılarına göre bu tesvîb "essalâtu hayrun mine'nnevm"
cümlesinin öğle ezanına ilavesidir. İşte Abdullah İbnu Ömer, bu cümlenin öğle
ezanına ilavesi -veya kad kâmeti'ssalât, hayye ala'ssalât, hayye ala'lfelâh
şeklindeki ara uyarı- bid'at olduğu için rahatsız olmuş ve bu bid'ata seyirci
kalmış olmamak için mescidi terketmiştir. Ebû Dâvud'un rivayetinde bu hadisenin
öğle veya ikindi namazında cereyan ettiği belirtilir.
2- Abdullah İbnu Ömer'in: "Bizi... çıkar" demesi âmâ
olmasındandır. Ömrünün sonlarında gözlerine âmâlık ârız olduğu
bilinmektedir." [197]
ـ11ـ وفي
رواية أبى
داود قال:
]كُنْتُ مَعَ
ابنِ عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما،
فَثَوَّبَ رَجُلٌ
في الظُّهْرِ
وَالْعَصْرِ.
فقَالَ: اخْرُجْ
بِنَا فَإنَّ
هَذِهِ
بِدْعَةٌ[.»التَّثْوِيبُ«
الرجوع في
القول مرة بعد
مرة، وكل داع
مُثَوِّبٌ،
والتثويب في
أذان الفجر: قول
المؤذن الصة
خير من النوم
مرتين: واحدة
قبل أخرى .
11. (2461)- Ebû Dâvud'un bir
rivayetinde şöyle gelmiştir: "Ben İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ)'le
beraber idim, bir adam öğle veya ikindi namazında tesvîbte bulundu. Bunun
üzerine (İbnu Ömer): "Bizi (buradan) çıkar, zîra şu (yapılan tesvîb)
bid'attir" dedi."[198]
AÇIKLAMA önceki hadiste geçti.
ـ12ـ وعن بل
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال لى رسول
اللّه # َ
تُثَوِّبَنَّ
في شَىْءٍ
مِنَ الصََّةِ
إَّ في صََةِ
الْفَجْرِ[.
أخرجه الترمذي
.
12. (2462)- Hz. Bilâl (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana: "Sabah
hariç, sakın hiçbir namazda tesvîbte bulunma!" tembihini yaptı."[199]
AÇIKLAMA:
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Hz. Bilâl'e yasakladığı
tesvîb, 2460 numarada açıkladığımız üzere, sabah ezanında söylenen essalatu
hayrun mine'nnevm cümlesidir. Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm) bu cümlenin
sadece sabah ezanında söylenmesini muvafık bulmuş olmakta, meşru kılmaktadır.
Sadedinde olduğumuz hadis de bu cümlenin diğer vakitlerde ilavesini
yasaklamaktadır.[200]
ـ13ـ وعنه
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]آخِرُ
ا‘ذَانِ
اللّهُ
أكْبَرُ
اللّهُ
أكْبَرُ َ إَّ
اللّهُ[.
أخرجه
النسائى .
13. (2463)- Yine Hz. Bilâl
(radıyallâhu anh) der ki: "Ezanın sonu şöyledir: "Allahu ekber,
Allahu ekber, Lâilâhe illallah."[201]
Ezan deyince isimleri zihnimize dökülüveren birkaç zât var. Onlar,
ezanın hem metin ve elfaz olarak şekillenmesinde hem de okunuş ritminin
şekillenip, tarz-ı Nebevîye uygun halde bize intikalinde hizmeti geçen
kimselerdir. Bu yüce sahabîleri daha yakında tanımalıyız:
Medînelidir ve Hazrec kabilesine mensuptur, dolayısıyla
Ensar'dandır (radıyallâhu anh). Ebû Muhammed diye künyesi vardır. Akabe biatına
katılan ilk müslümanlardandır. Bedir gazvesi başta olmak üzere, Resûlullah'la
birlikte bütün gazvelere katılmıştır. Mekke Fethi'nde Benî'l-Hâris
İbnu'l-Hazrec'in bayrağını taşımıştır.
Namaz vaktini nasıl duyurmak gerektiği hususunda Resûlullah'ın
ashab'la yaptığı istişarenin ferdasında ezanla ilgili rüyayı görmüştür. Gelip
Aleyhisalâtu Vesselâm'a anlatınca, Efendimiz bu rüyanın hak bir rüya olduğunu
te'yid etmiş ve Bilâl'e anlatmasını, onun namaz vakitlerinde bunu okuyarak
duyuruda bulunmasını söylemiştir.
Alimlerin çoğunlukla kabul ettiklerine göre bu rüya hadisesi,
Mescid-i Nebevî'nin inşaatı biter bitmez, hicrî birinci yıl içinde vukua
gelmiştir.
Tirmizî, Abdullah İbnu Zeyd'e ait, Resûlullah'tan yapılan yegane
sahih rivayetin bu ezan hadisi olduğunu söylerse de, İbnu Hacer bunun hatalı
olduğunu, onun rivayet ettiği 6-7 hadisi müstakil bir cüzde toplayarak
gösterdiğini söyler ve hadisleri, kaynakları ve muhtevalarıyla birlikte kısa
kısa tanıtır.
Kendisinden Saîd İbnu'l-Müseyyeb, Abdurrahman İbnu Ebî Leyla ve
oğlu Muhammed İbnu Abdillah İbnu Zeyd hadis rivayet etmiştir.
Medîne'de hicrî 32 yılında vefat etmiştir. Öldüğü zaman 64 yaşında
idi. Cenaze namazını Hz. Osman (radıyallâhu anh) kıldırmıştır.
Ezanla ilgili rüyayı Hz. Ömer de görmüştür, ancak Resûlullah'a
öncelikle anlatma ve Hz. Bilâl'e öğretme şerefi Abdullah İbnu Zeyd'e aittir.
Hz. Ömer ezanı Bilâl'den işitince, "Bunu rüyamda ben de görmüştüm"
der. Resûlullah: فَلِلَّهِ
الْحَمْدُ
فَذَاكَ
اَثْبَتُ "Allah'a
hamdolsun (ezan şimdi) daha sağlam oldu" buyurur.
Hz. Ömer'in de mesele ile ilgili rüyası sebebiyle, ezanın metnen
takarrur etmesinde onun da bir katkısından söz edilebilir. Zîra Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in Abdullah İbnu Zeyd tarafından rüyada görülmüş olan
ezanın meşruiyyeti hususundaki kanaat güçlenmiş, yakîn kazanmıştır.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in Mekke' ye tayin ettiği
müezzindir. Ezanın okunuş tarzını Hz. Peygamber'den bizzat öğrenmiş, o tarz
üzere okumuş, ve bu tarz arkadan gelen nesillere intikal ettirilmiştir.
Ebû Mahzûra'nın ismi ihtilaflıdır: Semure İbnu Mi'yer denmiş, Evs
İbnu Mi'yer denmiş, Mi'yer İbnu Muhayriz denmiştir. İsmini Mi'yer değil
mu'ayyin diye tesbit eden de olmuştur. Başka iddialar da var.
Buhârî ve İbnu Ma'în, Semure İbnu Mi'yer'i kabul etmişlerdir.
Ebû Mahzûra (radıyallâhu anh)'nın müezzin olarak kazanılması ve
ezanın Muhammedî okunuş tarzına üstad kılınması, Resûlullah'ın insanları
kazanmada takip ettiği ibretli sünneti anlama yönüyle mühim bir hadisedir.
Vak'a'yı Ebû Mahzûra'nın kendi ağzından dinleyelim: Beyhakî'nin es-Sünenü'l-Kübrâ'da
kaydettiği bir rivayette Ebû Mahzûra şöyle anlatır:
"Biz on kişilik bir grubtuk. Huneyn yolunda (Ci'irrâne'de)
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a katıldık. Hz. Peygamber'in müezzini namaz
için ezan okudu. Biz, müezzinle alay etmek gayesiyle söylediklerini tekrar
etmeye başladık. Resûlullah, sesimizi işitmişti, bizi yanına çağırdı.
"Kulağıma gelen ses hanginizin?" diye sordu.
Arkadaşlarım beni işaret ettiler. Bunun üzerine onlara gitmelerini söyledi.
Bana da dönüp:
"Haydi, ezanı oku bana!" dedi. Ben boşa dikilmiştim,
hiçbir şey bilmiyordum. (Öylesine mahçup oldum ki) o anda, nazarımda dünyanın
en menfur insanı Resûlullah oluverdi. Bana emrettiğinden daha iğrenç bir şey de
bilmiyordum.
(Gözlerimi öne eğip sustum). Bunun üzerine ezanın muhtevasını ve
okunuş tarzını kelime kelime, cümle cümle tekrar ederek öğretti. Öğrenme işi
tamamlanınca bana bir çıkın verdi, içinde para vardı. Sonra elini alnıma koydu,
yüzümü, göğsümü okşadı.
"Bârekallah!" dedi. Ben cesarete geldim ve:
"Ey Allah'ın Resûlü, emret Mekke'de müezzin olayım!"
dedim.
"Haydi ol! izin verdim" dedi. O anda Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a karşı içimden geçirmiş olduğum bütün kötü düşünceler
kayboldu ve sevgiye dönüştü."
Üsdü'l-Gâbe'nin rivayeti Ebû Mahzûra'nın o gün müslüman olduğunu
tasrih eder. Der ki: "Resûlullah onu, ezanı yansılarken işitmişti, sesi
hoşuna gitti, yanına getirilmesini emretti. Ebû Mahzûra o gün müslüman oldu.
Huneyn'den dönünce Mekke'de ezan okumasını emretti. Bilahare bu işe aralıksız
devam etti."
Aynı rivayetin devamından anlıyoruz ki, Mekke'de müezzinlik işi,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şahsi taliminden geçerek ezan üstadı
olan Ebû Mahzûra'nın oğlundan sonra nesli kesilince amcasının oğlu, amcasının
oğlunun oğlu şeklinde yakınları arasında devam eder. Bunların nesillerinin de
inkıtaya uğramasıyla, aynı kabileden bir başkasına geçer.
Onun ezân-ı Muhammedî'nin makâm-ı Muhammedî üzere tesbit ve
intikalindeki yerini üçüncü göbekten torunu İbrahim tarafından (İbrahim İbnu
Abdilaziz İbnu Abdilmelik İbnu Ebî Mahzûra) rivayet edilen şu hadis açık olarak
ortaya kor: "Ebû Mahzûra dedi ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) beni oturttu. Bana ezanı harf harf söyledi." İbrahim der ki:
"Tıpkı bizim ezanımız gibi." (Hadisi İbrahim'den nakleden) Bişr İbnu
Muâz der ki: "O'na: "Bana tekrar et!" dedim. O, ezanı bana tercî
ile (makamı üzere) tavsif etti."
Ebû Mahzûra'nın sesce insanların en güzeli ve en gürü olduğu
rivayet edilmiştir. Hz. Ömer (radıyallâhu anh) bir seferinde onunu ezanını
dinlemiş ve "kendimden geçeyazdım" demiştir.
Ebû Mahzûra, hep Mekke'de kalmış, başka yere hiç ayrılmamıştır.
Orada hem ezan okumuş, hem de dileyenlere ezan okumasını öğretmiştir. Ebû
Mahzûra 59 hicrî yılında Mekk'de vefat etmiştir (radıyallâhu anh).
Ebû Mahzûra'dan İbnu Abdi'l-Melik, İbnu Muhayrız, İbnu Ebî
Müleyke, Atâ, Abdülaziz İbnu Refi vs. hadis rivayet etmiştir.
Resûlullah'ın müezzinlik ve hazinedarlık gibi iki mühim hizmetini
yürütmüştür. Adı, Bilâl İbnu Rabâh'tır. Künyesi, Ebû Abdi'l-Kerîm'dir; Ebû Abdillah,
Ebû Amr da denmiştir. Annesi, Hamâme olup, Mekke'nin Benî Cumâh hanedanı
müvelledlerindendir. (Müvelled= köle asıllı demektir.)
Hz. Bilâl, Hz. Ebû Bekr (radıyallâhu anhümâ) 'nin azadlısıdır. Beş
-veya yedi veya dokuz-okiyye'ye[203] satır almış ve Allah yolunda
azad etmiştir.
Hz. Bilâl ilk müslümanlaradandır. Bu sebeple Allah'ın dini için en
çok işkence çekenlerden biridir. Umeyye İbnu Halef onu yüzü üzerine güneşe
yatırır, üzerine değirmen taşı koyar, altta kızgın kum, üstte cehennemî güneş
yakıncaya kadar öylece bırakıp kıvrandırır ve bu sırada: "Muhammed'in
Rabbi'ni inkar et!" diye telkinde bulunurdu. Bilâl (radıyallâhu anh) bütün
işkencelere sabreder ve Umeyye İbnu Halef'e:
"Ahad Ahad! yani Allah bir, Allah bir" diye cevap
verirdi.
Bir seferinde, o bu şekilde işkence altında Ahad! Ahad! diye
bağırırken, Varaka İbnu Nevfel yanından geçer. Ve:
"Ey Bilâl! Ahad! Ahad! Allah'a yemin olsun bu hale
dayanamayıp ölürsen, kabrini dilek makamı yapacağım"[204] der.
Bilâl, Benî Cumâh'a ait köle idi. En ziyade Ümeyye İbnu Halef
işkence yapar, aralıksız buna devam ederdi. Ne var ki, Cenâb-ı Hakk Bedir
savaşında Ümeyye'nin Bilal'in eliyle öldürülmesini müyesser kılacaktır. Bilâl,
İslam'ı ilk izhar eden yedi kişiden (Hz. Peygamber, Hz. Ebû Bekr, Habbâb,
Süheyb, Ammar, Bilâl, Sümeyye) biri olması hasebiyle işkencenin her çeşidine,
en haysiyet kırıcılarına hedef olmuştur. Ellerini arkadan bağlayıp boynuna ip
takıyorlar, sonra eğlenmeleri için çocuklara teslim ediyorlar, çocuklar da
onunla Mekke'nin Ahşaban denen tepelerinde yoruluncaya, bıkıncaya kadar
eğlenip, sonunda bırakıyorlardı.
Bilâl son derece dindar ve dîni hususunda titiz ve kıskançtı.
Müşrikler kendilerine kazanmaya çalıştıkları vakit:
"Allah! Alah!" diya pervasızca cevap verir,
kızacaklarına, işkence yapacaklarına hiç aldırmazdı. Onun bu salabetine hayran
kalan Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir gün Hz. Ebû Bekr (radıyallâhu
anh)'e rastlar ve:
"Keşke biraz bir şeylerimiz olsa da Bilâl'i satın alsak!
buyurur. Hz. Ebû Bekr, Abbâs İbnu Abdilmuttalip'e rastlar ve:
"Bilâl'i benim için satın alıver!" der. Abbâs gidip,
efendisi kadına:
"Şu kölen Bilâl'i sana olan faydası tükenmeden bana satar
mısın?" diye sorar. Kadın:
"Onu ne yapacaksın? O, habisin tekidir... O şöyledir. O
böyledir.." diye sayar döker, reddeder. Abbâs (radıyallâhu anh) bir başka
sefer ona rastlayınca önceki taklifini aynen yeniler. Kadın bu sefer itiraz
etmez. Satın alıp, Hz. Ebû Bekr'e gönderir.
Bir başka rivayete göre Bilâl, taşın altına gömülmüş halde işkence
çekerken bizzat Hz. Ebû Bekr (radıyallâhu anh) tarafından satın alınmıştır.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onu Ebû Ubeyde İbnu'l-Cerrâh
ile kardeşlemiştir.
Bilâl hayatı boyunca Resûlullah'tan ayrılmamış, O'na müezzinlik
yapmıştır. Resûlullah'ın katıldığı bütün gazvelerde O'nunla birlikte olmuştur.
Bilâl'in mümtaz yönü, Hz. Peygamber'e müezzinlik yapmış olmasıydı.
İslam'da ilk ezanı okuyan odur. Daha önce belirttiğimiz üzere Abdullah İbnu
Zeyd, ezan rüyasını görünce Resûlullah: "Bunu Bilâl'e öğret, bununla namaz
için ezan okusun, o, sesce senden daha güzel, daha gür" demiştir.
Yine daha önce kaydettiğimiz üzere bazı rivayetler, sabah
ezanındaki "essalâtu hayrun mine'nnevm" cümlesinin ezana girmesinde
Hz. Bilâl'in rolü olmuştur: Bir gün Resûlullah'a namaz vaktini haber vermek
üzere gelince Aleyhissalâtu Vesselâm'ın uyumakta olduğu haber verilir. Bunun
üzerine Hz. Bilâl "essalâtu hayrun mine'nnevm" cümlesini irtical
buyurarak vazifeyi îfâ eder. Bundan hoşnud olan Şâri-i mübîn Fahr-i Kâinat
Efendimiz, sabah ezanlarında bunun da söylenmesini teşrî ve ferman buyururlar.
Medîne'de Resûlullah'a ve ashâb-ı güzîn hazerâtına ezan şakıyan
İslâm'ın bu ilk bülbülü, andelib-i Muhammedî, Resûlullah'ın baş âşıklarındandı.
Tıpkı her bülbülün güle olan aşkı gibi, o da Medîne'de açan ve kokusu kıyâmete
kadar bâki kalacak olan o ilâhî güle, Muhammed adındaki hakkın, hakikatin,
Allah'ın gülüne âşıktı.
Resûlullah'ın ölümüne dayanamıyordu. Medîne'nin her taşı, her
ağacı, her insanı, esen rüzgarı, öten kuşu O'na sevgilisini hatırlatıyordu.
Sevgilisiz Medîne'de kalmak ona çok ağır geliyordu.
Oradan ayrılmak, uzaklara gitmek istiyordu. Allah yolunda cihad
ederek, kendini meşgul ederek ızdırabını, kederini azaltmayı, hasretini
unutmayı deneyecekti.
Hz. Ebû Bekr (radıyallâhu anh)'den Şam'a gitmek üzere izin istedi.
"Hayır yanımda kalacaksın!" dedi. Ayrılmasını istemiyor,
izin vermedi. Ama Bilâl kesin kararlıydı, ağır bastırdı:
"Eğer beni nefsin için âzad ettiysen burada hapset. Yok Allah
için azad etti isen bırak Allah'a gideyim!"
Hz. Ebû Bekr, Bilâl (radıyallâhu anhümâ)'in karalılığını
anlamıştı.
"Git!" dedi. Bilâl Şam'a gitti.[205] Ölünceye kadar orada
kaldı. Artık ezan da okumuyordu. Gülsüz bülbül öter mi? Kudus'ün fethi
sırasında Hz. Ömer Şam'a uğramıştır. O'nun gelişi şerefine Hz. Bilâl Şam'da bir
kere ezan okur, başta Hz. Ömer, bütün müslümanları ağlatır.
Bir seferde rüyasında Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı görür.
Efendimiz:
"Bu vefasızlık da ne? Niye ziyaretime gelmiyorsun ey
Bilâl!" der. Üzüntü içinde uyanan Bilâl bineğine atlayıp Medîne'ye gelir.
Resûlullah'ın makber-i şeriflerine uğrar. Orada ağlar, kabrin üzerine kapanır.
Hz. Hasan ve Hüseyin ( radıyallâhu anhümâ) yanına gelirler. Onları öper,
kucaklar. Kendisinden bir sabah ezanı okumasını rica ederler. Kabul eder.
Mescidin damına çıkarak ezan okur. Medînelilere sunulan bu sabah ziyafeti
Medîne'de bir hadise olur. Allahu ekber, Allahu ekber dediği zaman Medîne
ihtizaza gelir (ve adeta yerinde oynar). Eşhedu enlâ ilâhe illallah deyince
titremesi artar ve herkesi yerinden kaldırır. Eşhedu enne Muhammeden Resûlullah
deyince kadınlar husûsî çadırlarından dışarı fırlarlar. Kadın ve erkek herkesin
ağladığı böyle bir gün Medîne'de hiç görülmez."
Bir gün Hz. Peygamber sabahleyin kalkınca Hz. Bilâl'i çağırtır.
Gelince:
"Ey Bilâl! Cennette seni benim önüme geçiren şey nedir? Her
ne zaman cennete girdi isem, her seferinde önümde senin hışırtını duydum"
der.
Bilâl'in Resûlullah'la menkîbesi çoktur.
İbnu Sa'd, Şam-ı Şerif'te (Dımeşk) hicrî 20 yılında altmış küsur
yaşında olduğu halde vefat ettiğini, Bâbu's-Sağir'e defnedildiğini belirtir.
Ölüm tarihi hususunda başka rakamlar da söylenmiştir. 17, 18, 21, 15 gibi.
Hatta bir rivayette de Halep'te ölüp Bâbu'l-Erba'în'e defnedildiği
söylenmiştir. Öldüğü zaman yaşının 70'e ulaştığını söyleyen de olmuştur.
Hz. Bilâl koyu esmer, zayıf uzun boylu, gövdesi öne eğik
(kamburca), yanakları zayıf idi. Hâlid isminde erkek, Gufeyre isiminde de bir
kız kardeşi vardı.
Kendisinden birçok sahâbe ve tabiîn hadis rivayet etmiştir. Hz.
Ebû Bekr, Hz. Ömer, Üsâme, Abdullah İbnu Ömer, Ka'b İbnu Ucre, Berâ İbnu Âzib,
es-Sanâbehî, Ebû Osman en Nehdî, Ebû İdrîs el-Havlânî, İbnu Ebî Leylâ, Tarık
İbnu Şihâb vs.[206]
ـ1ـ عن ابن
عمر رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما ]أنَّ
مُؤَذِّناً
لِعُمَرَ
أذَّنَ
بِلَيْلٍ
فَأمَرَهُ
أنْ يُعِيدَ
ا‘ذَانَ[.
أخرجه أبو
داود .
1. (2464)- İbnu Ömer
(radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Hz. Ömer (radıyallâhu anh)'in bir
müezzini geceleyin ezan okumuştu. Ezanı iade etmisini emretti."[207]
ـ2ـ
وللترمذي في
أخرى عنه:
]أنَّ بًَِ
أذَّنَ قَبْلَ
طُلُوعِ
الْفَجْرِ
فَأمَرَهُ
النَّبىُّ #
أنْ يُنَادِى:
أَ إنَّ
الْعَبْدَ
قَدْ نَامَ[ .
2. (2465)- Tirmizî'nin yine İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ)'dan
kaydettiği bir diğer rivayet şöyledir: "Hz. Bilâl güneş doğmazdan önce
ezan okumuştu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ona: "Haberiniz olsun
kul uyudu" diye nidâ etmesini emretti."[208]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadisleri Tirmizî, "Geceleyin Okunan Ezan"
adında bir babta kaydeder. Ebû Dâvud ise: "Vaktinden Önce Okunan
Ezan" adını verdiği bir babta kaydeder.
2- Tirmizî ve bir kısım hadisciler, ikinci hadisin Hz.
Peygamber'den rivayet edilmesini, senette yer alan Hammâd İbnu Seleme'nin bir
hatası olduğunda ittifak ederler. Onlara göre, ezanı vaktinden önce okuyan
müezzine, iade etme emrini veren Hz. Ömer'dir. Ebû Dâvud'un rivayetinde bu
müezzinin ismi de tasrih edilmiştir: Mesrûh... Bunlara göre ezanı iade etme
(yeniden okuma) emrin merfû değil, mevkuftur, bu emrin muhatabı Bilâl değil
Mesrûh'tur. Tirmizî bu mesele üzerine uzun açıklamada bulunur. Hadis merfû da
olsa, mevkuf da olsa mesele üzerine tarettüp edecek hükümde bir değişiklik
yoktur. Bu meselede âlimlerin düştüğü ihtilaf -ki belirteceğiz- daha çok yoruma
dayanmaktadır.
3- Birinci hadis, Hz. Ömer'in, vaktinden önce sabah ezanı
okuyan bir müezzine vakti girince yeniden ezanı okuttuğunu haber vermektedir.
Görüldüğü üzere, ikinci hadis de bu mânayı te'yid eden merfû bir örnek
olmaktadır. Yani Hz. Peygamber zamanında Bilâl-i Habeşî, bir keresinde sabah ezanını
yanlışlıkla vaktinden önce okumuştur ve Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm),
Hz. Bilâl'e: "Bana uyku galebe çaldı, bu sebeple gaflet edip yanlışlıkla
vaktinden önce okudum" mânasında -ve özür beyan etmek maksadıyla- olmak
üzere "Haberiniz olsun kul uyudu"[209] diye nidâ etmesini
emretmiştir.
Vaktinden önce okunan ezan mevzuunda ulema ihtilaf etmiş, farklı
hükümlere varmıştır:
1- İmam Şâfiî, Mâlik, Ahmed İbnu Hanbel, Evzâî- İshak İbnu
Râhûye sabah ezanının şafak sökmezden yani fecr-i sâdık doğmazadan önce
okunmasına hükmederler. Hz. Câbir (radıyallâhu anh) de bu görüştedir. Bu görüş
cumhurun görüşü olmaktadır.
2- Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed, diğer vakitlere kıyas ederek
vakit girmedikçe sabah ezanının da vakti girmeden okunamayacağına hükmederler.
İmam Yûsuf da Ebû Hanîfe gibi hükmetmiş ise de sonradan, rivayetlerde gelen
örneği esas alarak "sabah ezanının vaktinden önce okunmasında bir beis
yoktur" demiştir.
3- Bazı hadisciler, şayet bir mescidde iki müezzin varsa,
sabah vakti girmeden sabah ezanını okumanın câiz olduğunu söylemişlerdir.
Bunlar şöyle düşünürler: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
bidayette tek müezzini vardı. Bilâl-i Habeşî (radıyallâhu anh). O zaman sabah
ezanı, vakti girince okunuyordu. Ne zaman İbnu Ümmü Mektum da ikinci müezzin
olarak devreye girdi, Bilâl, ezanı vaktinden önce okumaya başladı. Nitekim
sahih rivayetlerde geldiği üzere, Resûlullah
اِنَّ
بًَِ
يُؤَذِّنُ
بِلَيْلٍ
فَكُلُوا
وَاشْرَبُوا
حَتّى
يُؤذِّنَ
اِبْنُ اُمِّ
مَكْتُومٍ "Bilâl
ezanı geceleyin okur. Siz, İbnu Ümmü Mektûm ezan okuyuncaya kadar yiyin
için" tembihinde bulunmuştu. Bu haberin muahhar olduğu açıktır.Öyle ise
vaktinden evvel okununca iade etmeyi emreden rivayet -ki sadedinde olduğumuz
2465 numaralı hadistir- Resûlullah'ın tek müezzini bulunduğu zamanla ilgilidir.
Bunu, İbnu Ömer'in rivayeti de te'yid etmektedir."
Bunlara göre, vaktinden önce okunan sabah ezanı yeterli değildir.
Vakti girince ikinci bir ezan daha okumak gerekir.[210]
ـ3ـ وعن بل
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه.
]أنَّ رسولَ اللّهِ
# قالَ: َ
تُؤَذِّنْ
حَتَّى
يَسْتَبِينَ
لَكَ
الْفَجْرُ
هكَذَا،
وَمَدَّ
يَدَيْهِ
عَرْضاً[.
أخرجه أبو
داود .
3. (2466)- Hz. Bilâl
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Sabah vakti iyice belirinceye kadar ezan okuma!" dedi
ve ellerini yanlara doğru açarak: "Şöyle!"diye gösterdi." [211]
AÇIKLAMA:
Bu hadise göre, fecr doğmazdan önce ezan okunması câiz değildir.
Ancak hadis munkatı'dır. Zaten yukarıda açıklama sırasında kaydettiğimiz Buhârî
hadisi, Peygamberimizi müezzini Hz.Bilâl (radıyallâhu anh)'in oruç tutacaklara
henüz yeme-içmenin helâl olduğu bir vakitte yani daha şafak sökmezden önce ezan
okuduğunu göstermektedir. Sahih hadisin olduğu yerde zayıf hadisle amel
edilemeyeceği bedihî bir husustur.[212]
ـ4ـ وعن
أنس رَضِيَ
اللّهُ عَنْه.
]أنَّ سَائًِ
سَألَ رسولَ
اللّهِ # عَنْ
وَقْتِ
الصُّبْحِ
فَأمَرَ بًَِ
فَأذَّنَ
حِينَ طَلَعَ
الْفَجْرُ،
فَلَمَّا
كَانَ مِنَ
الْغَدِ
أخَّرَ
الْفَجْرَ
حَتَّى أسْفَرَ.
ثُمَّ
أمَرَهُ
فَأقَامَ
فَصَلّى. ثُمَّ
قَالَ: هذَا
وَقْتُ
الصَّةِ[.
أخرجه
النسائى .
4. (2467)- Hz. Enes
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Bir kimse, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a sabah namazının vaktini sormuştu. O da Hz. Bilâl'e emretti. Şafak
sökerken ezan okudu. Ertesi gün ortalık ağarıncaya kadar sabah ezanını tehir
etti. Sonra ikâmet okumasını emretti ve namazı kıldı. Sonra da adama:
"İşte bu, (sabah) namazının vaktidir" dedi."[213]
ـ5ـ وعن
زياد بن
الحارث
الصُّدَائِى
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قالَ: ]لَمّا
كانَ أوَّلُ
أذَانِ
الصُّبْحِ
أَمَرَنِى
رسولُ اللّهِ
# فأذَنْتُ
فَجَعَلْتُ
أقُولُ:
أُقِيمُ يَا
رسولَ
اللّهِ؟
فَجَعَلَ
يَنْظُرُ إلى
نَاحِيَةِ
المَشْرِقِ
إلى الْفَجْرِ
فَيَقُولُ: َ.
حَتَّى إذَا
طَلَعَ
الْفَجْرُ نَزَلَ
فَبَرَزَ
ثُمَّ
انْصَرفَ
إلىَّ، وَقَدْ
تََحَقَ
أصْحَابُهُ
فَتَوَضّأ؟
فأرَادَ
بَِلٌ أنْ
يُقِيمَ.
فقَالَ لَهُ
رَسُولُ اللّهِ
#: إنَّ أخَا
صُدَاءَ
أذَّنَ،
وَمَنْ أذَّنَ
فَهُوَ
يُقيمُ.
قَالَ:
فَأقَمْتُ[.
أخرجه أبو
داود
والنسائى،
واللفظ ‘بى
داود .
5. (2468)- Ziyâd
İbnu'l-Hâris es-Sudâî (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Sabah ezanının ilk
vakti girince, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana emretti, ben de ezan
okudum ve:
"İkâmet de getireyim mi ey Allah'ın Resûlü?" diye
sordum. (Soruma hemen cevap vermeyip) doğu tarafına, fecre bakmaya başladı ve:
"Hayır!" dedi. Ne zaman ki şafak söktü Hz. Peygamber
(bineğinden) indi, abdest bozdu. Sonra bana doğru geldi. (Bu ara Ashâbı da
toplandı. Abdestini aldı. Bilâl ikâmet okumak istedi. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm):
"Sudâ'nın kardeşi ezan okudu, ezanı okuyan ikâmeti
getirsin!" dedi. Ben de ikâmet getirdim."[214]
AÇIKLAMA:
1- Sudâ: Yemen'de San'a ya kırkiki fersah mesafede bir yer
adıdır. Bu yer, adını bir kabileden almıştır.
2- Hadiste ezan okuyan kimsenin ikâmet de okuması gerektiği
ifade edilmektedir.
Bu meseleyi başka hadisler muvacehesinde değerlendiren âlimler
farklı neticelere gitmişlerdir:
Tirmizî'nin kaydettiğine göre ulema çoğunluk itibariyle ezanı kim
okudu ise ikâmeti de o yapmalıdır demiştir.
Hâfız el-Hâzimî, Kitâbu'l- İ'tibâr'da der ki: "Ulema şu
hususta ittifak etmiştir: "Bir kimsenin ezan, bir başkasının da ikâmet
okuması câizdir. Ancak "ikisini de aynı şahsın yapması mı, yoksa ayrı ayrı
şahısların yapması mı evladır?" meselesinde ihtilaf edilmiştir. Çoğunluk:
"Arada fark yoktur, esas olan bu hususta genişlik ve ruhsattır"
demiştir. Bu görüşte olanlar arasında İmam Mâlik ve Ebû Hanîfe ile Hicaz ve
Kûfe ulemasının ekseriyeti vardır."
İmam Şâfiî ve Ahmed İbnu Hanbel'in bunu mekruh addettiği rivayet
edilmiştir.[215]
ـ6ـ وعن
سماك بن حرب
قال: ]كانَ
بَِلٌ
يُؤَذِّنُ
إذَا
دَحَضَتِ
الشّمْسُ فََ
يُقِيمُ حَتَّى
يَخْرُجَ
النّبىُّ #.
فَإذَا
خَرَجَ أقَامَ
الصََّةَ
حِينَ
يَرَاهُ[.
أخرجه مسلم
واللفظ له،
وأبو داود
والترمذي .
6. (2469)- Simak İbnu Harb anlatıyor: "Bilâl, güneş
(öğlede, batı cihetine) kayınca ezan okurdu. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) odasından çıkıncaya kadar ikâmet getirmezdi. Odasından çıkınca, O'nu
görür görmez ikâmet getirirdi."[216]
ـ7ـ وعن
ابن عمر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]كانَ لرسولِ
اللّهِ #
مُؤَذِّنَانِ،
بَِلٌ
وَابْنُ
أُمِّ مَكْتُومٍ
ا‘عْمَى[.
أخرجه مسلم
وأبو داود.
7. (2470)- İbnu Ömer
(radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
iki müezzini vardı: Biri Bilâl diğeri İbnu Ümmi Mektûm el-A'mâ."[217]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, bir mescidde iki müezzinin istihdam
edilebileceğini ifade eder. Mamafih cami ve cemaatin durumuna ve duyulan
ihtiyaca göre daha fazla sayıda müezzin istihdamı da câizdir. Nitekim Hz. Osman
ihtiyaç artınca dört adet müezzin tayin etmiştir. Şâfiîlere göre, müezzinlerden
biri tanyeri ağarmadan ezan okur, tıpkı Bilâl gibi, diğeri de tanyeri
ağardıktan sonra okur, tıpkı İbnu Ümmi Mektûm gibi.
Nevevî'ye göre müezzinin birden fazla olması halinde hepsinin bir
defada değil, ayrı ayrı okuması efdaldir. Cami büyükse her biri bir köşede
okur, küçükse hepsi beraber, aynı anda okuyabilirler. Vakit olduğu takdirde
sıra ile hepsinin ayrı ayrı okuması müstehabtır. Beraber okumak cemaate hoş
gelmeyecek olursa bir tanesi okur. İhtilaflar kur'a ile halledilir.
İkâmet'e gelince, bunu bir tanesi yapar. İkâmet, ezanı ilk
okuyanın hakkıdır. Müezzinler hep bir ağızdan ezan okumuşsa ikâmeti biri
getirir. İhtilaf olursa kur'a çekerler. Cami büyük olur, ihtiyaç da duyulursa
iki müezzin ikâmet okuyabilir. Bu cevaz hem Şâfiî ve hem de Hanefî mezhebi için
mevzubahistir. Vazifeli müezzin varsa onun öncelik hakkı vardır. Cemaatten biri
erken davranıp ikâmet getirecek olsa da yeterlidir.
2- İbnu Ümmi Mektûm âmâ bir zattır. Şu halde âmânın müezzinlik
yapması câizdir.
3- Hz. Âişe, İbnu Ümmi Mektûm'u âmâ diyerek tavsif etmiştir.
Âlimler bu tavsiften hareketle, kişiyi tarif etmek gibi meşru bir maksadla,
kusuruyla zikretmenin câiz olduğu hükmünü çıkarmışlardır. Şu halde, böylesi bir
tavsif, haram olan "gıybet"e girmez.[218]
ـ8ـ وعن
جابر رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رسولَ اللّهِ
# لِبَِلٍ:
إذَا
أذَّنْتَ
فَتََرَسَّلْ،
وَإذَا أقَمْتَ
فَأحْدِرْ،
وَاجْعَلْ
بَيْنَ أذَانِكَ
وَإقَامَتِكَ
قَدْرَ مَا
يَفْرُعُ اكِلُ
مِنْ
أكْلِهِ،
وَالشّارِبُ
مِنْ شُرْبِهِ،
وَالمُعْتَصِرُ
إذَا دَخَلَ
لِقَضَاءِ
حَاجَتِهِ.
قالَ: وََ
تَقُومُوا
حَتَّى
تَرَوْنِى[.
أخرجه
الترمذي.»المُعْتَصِرُ«
الذي يريد أن
يأتى الغائط
لقضاء حاجته.
8. (2471)- Hz. Câbir
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Bilâl
(radıyallâhu anh)'e:
"Ezan okuduğun zaman ağır ağır oku. İkâmet getirdiğin zaman
da peş peşe serî oku. Ezanla ikâmetin arasına, yemek yiyenin yemeğinden,
içenini içmesinden, üzerine sıkışarak helaya girmiş olanın heladan fâriğ
olacağı bir zaman fasılası koy " diye talimat verdi. Şunu da ilave etti: "Beni
görünceye kadar da (ikâmet için) kalkmayın."[219]
AÇIKLAMA:
1-Ezan okunurken, riayeti tavsiye edilen teressül, ezanın
kelimelerini birbirinden keserek teker teker söylemek mânasına gelir. İbnu
Kudâme teressülü, yavaşlık ve teennî diye açıklar. Böylece ezanın acele
edilmeden, her kelimeye müstakil bir nefes tahsis ederek okunmasını ve mesela,
baştaki dört tekbirin dört ayrı nefeste okunmasını tavsiye etmiş olmaktadır.
Ancak Nevevî: "Ashabımız her iki tekbiri bir nefeste okumayı, yani
bidayette Allahu ekber Allahu ekber' bir nefeste, sonra Allahu ekber Allahu
ekber'i bir ikinci nefeste okumayı müstehab addetmişlerdir" der.
Nevevî'nin bu açıklaması Efendimizin, müezzinin söylediklerini tekrar etmeyi
tavsiye ettiği -ki 2439 numarada kaydettik- hadiste belirtilen ezan okunuş
tarzına uygundur.
2- İkâmette tavsiye edilen hadr ise teressül'ün zıddıdır.
Aslen inmek, düşmek mânasına gelse de kıraatte sür'at, çabukluk demektir.
Şârihler, sadedinde olduğumuz nebevî tavsiyeden, ikâmet okurken cümlelerin
birbirini hazlıca takib etmesi, araya -ezanda olduğu gibi- fasıla girmemesi
gerektiğini anlarlar. İbnu Kudâme: "Ezan gaib olana hitaptır, onun
vurgulanarak söylenmesi uygundur. İkâmet ise hazır olana hitaptır, vurgulamaya
gerek yoktur" der. Hz. Ömer, Beytu'l-Makdis'e müezzin tayin ettiği zaman:
"Ezan okurken ağır ağır oku, ikâmet getirirken serî ol" tembihinde
bulunmuştur.
3- Mu'tasır: Dilimizdeki "üzerine sıkışmak"
tabirinin karşılığıdır. Büyük veya küçük abdesti sıkışıp, sıkıntısını hisseden,
karnını veya fercini sıkan, dolayısiyle helaya girme ihtiyacında olan kimse
mânasına gelir.
4- "Beni görünceye kadar kalkmayın" sözü müezzine
tembihtir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Mescid'in avlu kısmında inşa
edilmiş olan hücrelerde ikâmet ediyordu. Namaz vakitlerinde, ihtiyaç anlarında
mescide geçiyorlardı. Bu rivayet, Efendimizin sünnetleri hane-i saadetlerinde
eda ettiklerini, farzı kılmak üzere mescide teşrif buyurduklarını
göstermektedir: "Benim girdiğimi görmeden ikâmet getirmeyin, ben ne zaman
kapıdan içeriye adımı mı atarsam ikâmet getirin, böylece farzın edasına hemen
başlarız.." demiş olmaktadır.[220]
sahih olduğu belirtilen rivayet merfû'dur [Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın sözü]; diğeri mevkuf (Hz. Ebû Hüreyre'nin sözü).
Bir vecihten mevkuf, bir başka vecihten merfû gelen rivayetler vardır. Kaideten
merfû olması esastır.
2- Hadis, abdestsiz olarak ezan okumanın mekruh olduğuna
delâlet etmektedir. Bazı kaynaklar, seleften birçoğunun ezan olsun, ikâmet olsun her ikisinin de abdestsiz olarak
okunmasının câiz olmayacağına hükmettiklerini belirtir ise de, bu meselede
Aynî, el -Hidâye'den naklen şu hükmü kaydeder: "Müezzinin ezan ve ikâmeti
abdestli olarak okuması gerekir, zîra ezan ve ikâmet şerefli zikirlerdir.
Dolayısıyla bu zikirde taharet müstehabtır. Ancak, abdestsiz olarak ezan okumuş
ise bu da câizdir. Şâfiî, Ahmed ve ilim ehlinin tamama yakını böyle
hükmetmiştir. İmam Mâlik, ezanda değil, ikâmette taharetin şart olduğunu
söylemişir. Atâ, Evzâî ve bazı Şâfiîler her ikisinde de şart olduğunu
söylemişlerdir."
Başta Kûfîler olmak üzere abdestsiz olarak okunan ezanın câiz
olduğuna hükmedenler şöyle bir mülahaza dermeyan ederler: "Ezan, namazın
erkanlarından biri değildir, bu sebeple namaz için şart koşulan temizlik,
burada şart olamaz, nitekim istikbâl-i kıble ve huşû da ezanda müstehab
değildir, ezan sırasında elin kulaklara konması , muhtelif istikametlere
yönelmeler huşûya zıddır."[221]
ـ12ـ وعن
عثمان بن أبى
العاص رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]إنَّ
مِنْ آخِرِ
مَا عَهَدَ
إلىَّ رسولُ
اللّهِ #: أنْ
اتَخِذَ
مُؤَذِّناً َ
يَأخُذُ عَلى
أذَانِهِ
أجْراً[.
أخرجه أبو
داود، والترمذي
واللفظ له .
12. (2475)- Osman İbnu
Ebî'l-Âs (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın bana en son vasiyetlerinden biri de, ezanına mukabil ücret almayan
bir müezzin tutmamdı."[222]
AÇIKLAMA:
1- Osman İbnu Ebî'l-Âs,[223] Sakîflilerin Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e gönderdikleri murahhas içerisinde yer
almış birisi idi. Hey'etin yaşça en küçüğü, İslam'ı öğrenme hususunda da en
hevesli ve gayretlisi idi. Hey'et mensupları müzâkerelerle meşgulken o, gizli
gizli gelip İslâm'ı tederrüs ediyordu. Samimiyetle müslüman oldu. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) da onu Tâif'e veli tâyin ederek, gayretini
mükafaatlandırdı. Vali olarak birinci ve mühim vazifesi namazları kıldırmaktı.
Vazifesi ile igili verdiği talimatlardın birinin müezzin tutmasıyla ilgili
olduğunu sadedinde olduğumuz rivâyet göstermektedir.
2- Hadis sarîh bir ifade ile müezzinin, ezan mukabilinde ücret
almasının mekruh olduğunu göstermektedir. Bu meselede farklı görüşler ileri
sürülmüştür. Bazıları, "Müezzinliği kabul sırasında ücret olarak bu
hizmeti yürütecek kimse arar, bulamazsa, humsu'lhumustan vermesinde beis
yoktur" vs.demişlerdir.
İbnu'l-Arabî der ki: "Sahih olan şudur: Ezan, namaz, kaza ve
her çeşit dînî hizmetlere mukabil ücret alınması câizdir. Çünkü, halife bütün
bu hizmetlere mukabil kendisi ücret almaktadır. Öyle ise onun bütün bu
hizmetlerdeki naibleri de ücret alırlar... Bu meselede asıl, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın şu sözüdür: "Kadınlarımın nafakalarından ve
âmilimin ihtiyacından sonra her ne bıraktı isem o sadakadır."
İbnu'l-Arabî, bu sözüyle, müezzini âmil'e kıyas etmiş olmaktadır.
sadedinde olduğumuz hadis sahihtir, bu durumda İbnu'l-Arabî'nin kıyası, nassla
çatışma halindedir. Ayrıca bu mevzu üzerine, İbnu Ömer'den rivayet edilen bir
fetva mevcuttur ve onun fetvasına Ashâb'tan kimsenin itirazı vârid olmamıştır.
İbnu Ömer'e: "Seni Allah için seviyorum" diyen bir" zata: Sana
Allah için buğzediyorum" diye karşılık verir. Adam sebebini sorunca
"Evet, çünkü sen ezana mukabil ücret istiyorsun" der. İbnu Mes'ud
(radıyallâhu anh)'dan da: "Dört hizmet mukabili ücret alınmaz. Ezan,
kırâatu'l-Kur'ân, mukâsım (şerîk) ve kaza" hadisi rivayet edilmişir.[224]
Tirmizî de sadedinde olduğumuz hadis hakkında şu notu düşer:
"Ehl-i ilm indinde amel şöyledir: "Müezzinin, ezan hizmetine mukabil
ücret almasını mekruh buldular ve müezzinin ezan hizmetini Allah rızası için
yürütmesini müstehab addettiler."
Mezkûr hizmetlerin ve bâhusus müezzinliğin ücretsiz yapılması
ideal ise de fiiliyatta müezzinlik hizmetini hasbî olarak yürütecek kimseleri
bulmak imkânsızlık arzedebilir ve din hizmeti aksar. Böyle durumlarda İmam
Mâlik (rahimehulla)'in َ
يَأْمَنْ
بِهِ "Bunda bir mahzur yoktur" fetvası
esas alınmalıdır. Dört mezhebin dördü de haktır.[225]
ـ13ـ وعن
أبى بَكْرَةَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قالَ:
]خَرَجْتُ
مَعَ رسولِ
اللّه #
لِصََةِ الصُّبْحِ
فَكَانَ مَا
يَمُرُّ
بِرَجُلٍ إَّ
نَادَاهُ
لِلصََّةِ
أوْ
حَرَّكَهُ
بِرِجْلِهِ[.
أخرجه أبو
داود.
13. (2476)- Ebû Bekr (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte sabah namazı için beraber çıktık.
Uğradığı her adama namaz için sesleniyor veya ayağı ile dürtüyordu."[226]
AÇIKLAMA:
Hadis, sabah için hücre-i saâdetlerinden çıkan Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın mescidin Suffe bölümünden geçerek namazgâh'a
geldiğini ifade etmektedir. Aleyhissalâtu vesselâm, Suffe ashabından henüz
kalkmamış olanları seslenerek uyandırmakta, seslenmekle uyanmayanları da
ayağının ucuyla dürterek kımıldatmak sûretiyle uyandırmaktadır. Âlimler, bu
hadisten hareket ederek; "Namaza uyanan kimselerin, uyanamıyanları
uyandırması gerekir" diye hükmetmişlerdir.[227]
ـ14ـ وعن
أبى أُمامة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
أو عن بعض
أصحاب رسولِ
اللّه #: ]أنَّ
بًَِ أخَذَ في
ا“قَامَةِ،
فَلَمَا أنْ
قَالَ: قَدْ
قَامَتِ
الصََّةُ؛
قَالَ رسولُ
اللّه #:
أقَامَهَا
اللّهُ
وَأدَامَهَا؛
وَقالَ في
سَائِرِ ا“قَامَةِ
كَنَحْوِ
حَدِيثٍ
عُمَرَ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه
المذْكُورِ
في فَضَائِلِ
ا‘ذَانِ[.
أخرجه أبو
داود .
14. (2477)- Ebû Ümâme
(radıyallâhu anh) veya Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Ashâbından bir
diğeri tarafından rivayet edildiğine göre, (bir seferinde) Bilâl (radıyallâhu
anh) ikâmete başlamıştır. Kad kâmeti'ssalât deyince Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm):
"Allah onu (namazı) ikâme etsin ve dâim kılsın!"
buyurdu. İkâmetin geri kısmında, ezanın faziletleri bahsinden mezkûr olan Hz.
Ömer hadisinde olduğu gibi (müezzinin söylediklerini tekrar şeklinde) hareket
ediyordu."[228] [229]
ـ15ـ وعن
نافع: ]أنَّ
ابن عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
كانَ َ
يَزِيدُ عَلى
ا“قَامَةِ في
السَّفَرِ
إَّ في
الصُّبْحِ
فَإنَّهُ
كَانَ يُنَادِى
فِيهَا
وَيُقِيمُ،
وَكَانَ
يَقُولُ: إنَّمَا
ا‘ذَانُ
لِ“مَامِ
الَّذِى
يَجْتَمِعُ النَّاسُ
إلَيْهِ[.
أخرجه مالك .
15. (2478)- Nâfi
(rahimehullah) anlatıyor: "İbnu Ömer (radıyallâhu anh) sefer sırasında
ikâmete sadece sabah namazından hem ezan, hem de ikâmet her ikisini okurdu.
Derdi ki: "(Seferde ezana hacet yok, çünkü) ezan, kendisine cemaat gelecek
olan imama mahsustur."[230]
AÇIKLAMA:
Bu hadise göre, İbnu Ömer, ezanın cemaat toplamak maksadıyla
okunduğuna inanmakta, sefer sırasında cumâ ve cemaat sâkıt olduğu için ezanın
bir mâna ve gereği kalmadığına hükmetmektedir. O'nun sabah ezanını ihmal
etmeyişini Zürkânî şöyle açıklar: "Ezanı, sabaleyin okumak İslam'ın
şiarını izhâr etmek içindir. Bir de o vakit küffâra saldırma vaktidir.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), sefere çıkıp bir yere gelince bu vakitte
ezan işitmezse saldırır, işitirse saldırmazdı."
İbnu Ömer'in sabah ezanını okuması; "Fecrin doğduğunu,
beraberindekilerden uyuyanlara ve bîhaber olanlara duyurmak içindir, diğer
vakitler ise zaten kimseye gizli kalmaz" şeklinde de açıklanmıştır.
Abdurrezzak'ın sahih bir rivayetinde İbnu Ömer şöyle der:
"Ezan, başlarında komutanları olan ordu veya kafile içindir. Bu durumda
namaz için toplanmaları maksadıyla namaz ezanı okunurken, böyle olmayanlara
sadece ikâmet yeterlidir."
Sadedinde olduğumuz bu hadise rağmen, Abdullah İbnu Ömer
(radıyallâhu anhümâ)'den meşhur olan ve üç imam ve diğer pek çok âlimlerce de
benimsenen görüşe göre, her namazda ezanın meşruiyyetidir. Atâ, bu hususta
mübalâğa bile etmiş ve : "Eğer seferde iken ezan okunmamış, ikâmet
getirilmemiş ise, namazı iade et" demiştir. Atâ'ya göre, ezan namazın
sıhhati için şart kabul edilmiş olabilir.İbnu Abdilberr bu görüşe
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın hazerde ve seferde ezanı
terketmemiş olması"nı delil gösterir.
Sözün kısası, ulema, seferde olanın da ezan okumasının câiz
olduğu, okuduğu takdirde sevap elde edeceği hususunda icmâ eder. Keza her
müslüman beldede ezanın gereğinde de icma edlmiştir. Öyle ise bu sünnet yolcu
üzerinden düşmez, zaten düşeceği hususunda icma yoktur. Bu söylenen hususlar,
Zürkânî'ye göre, "Ezanın insanları toplamaktan başka bir mânası
yoktur" diyenlerin zanlarının bâtıl olduğunu göstermeye yeterlidir. Ezanın
insanları toplamadan öte pek çok fazîletleri rivayetlerde beyan edilmiştir, bir
kısmı daha önce zikredildi.[231]
ـ16ـ وعن
أبى جحيفة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّهُ رَأى
بًَِ
يُؤَذِّنُ،
قالَ:
فَجَعَلْتُ أتَتَبَّعُ
فَاهُ
هَاهُنَا
وهَا هُنَا
بِا‘ذَانِ[.
أخرجه الخمسة
وهذا لفظ
الشيخين.زاد
الترمذي:
»وَأُصْبُعَاهُ
في
أُذُنَيْهِ«.
16. (2479)- Ebû Cuhayfe (radıyallâhu anh)'nin anlattığına göre, Hz.
Bilâl (radıyallâhu anh)'i ezan okurken görmüştür. Der ki: "Ben, ezan
okurken, onun ağzını şu tarafa, bu tarafa (sağa sola) dönerken takibe koyuldum."
Tirmizî'nin rivayetinde şu ziyade mevcuttur: "İki parmağı
kulaklarını üzerinde olduğu halde..."[232]
ـ17ـ وَعند
أبى داود:
]فَلَمَّا
بَلَغَ حَىّ
عَلى
الصََّةِ
حَىَّ عَلى
الفََحِ
لَوّى عَنُقَهُ
يَمِيناً
وَشِمَاً
وَلَمْ
يَسْتَدِرْ[ .
17. (2480)- Ebû Dâvud'da şu
ifadeye yer verilmiştir: "(Bilâl), hayye ala'ssalât, hayye ala'lfelâh
cümlesine gelince boynunu sağa ve sola çevirdi, bizzat kendi dönmedi." [233]
AÇIKLAMA:
1- Son iki hadis, Hz. Bilâl'in ezan okuyuş şeklini kısmen
tasvir etmektedir. Önceki rivayet, hayye ala'ssalât, hayye ala'lfelâh derken,
Hz. Bilâl'in başını sağa ve sola çevirdiğini ifade edeken; ikinci rivayet, bu
çevirme keyfiyetinin boyundan yapıldığını belirtmektedir. Yani Hz. Bilâl,
bulunduğu yerde sâbit kalarak başını önce sağa çevirip hayye ala'ssalât
demekte, sonra da sola çevirip hayye ala'lfelâh demektedir. Ezan sırasında Hz.
Bilâl'in dönmesiyle ilgili rivayetler ihtilaflıdır. Bazıları döndüğünü beyan
ederken bazıları dönmediğini ifade eder. İbnu Hacer, her iki görüşüde te'lif
eder: "Döndü diyenler başın dönmesini, dönmedi diyenler vücudun dönmesini
kasdetmiş olmalıdır." der.
Birinci rivayette Müslim'den kaydedilen ziyadeden Bilâl
hazretleri'ni ezan okurken ellerini kulaklarının üzerine koyduğunu
öğrenmekteyiz.
2- Hadis aslında uzundur, buraya son derece özetlenerek
alınmıştır. [234]
Ezan bahsi, mevzu üzerine kaydedilen rivayetlerin çokluğundan ve
aralarındaki farklılıklardan da anlaşılacağı üzere, pekçok teferruâtı olan,
ihtilaflı bir bahistir. Biz burada, münâkaşaya, farklı görüşlerin delillerine
girmeden, muhtelif meselelerine ve cumhurca benimsenmiş olan kavillere kısa
kısa işaretler koyacağız.
1- Ezan Mekke'de mi teşrî edilmiş, Medîne'de mi? diye farklı
rivayetler olmuştur. Mekke'de başlatan rivayetlerin hepsi zayıftır. Ulema
Medîne'de teşrî edildiğinde ittifak eder.
Medîne'de hangi yılda teşrî edilmiştir? Bu da çok kesin olmamakla
beraber umumîyetle benimsenen kavl, hicretin birinci yılıdır. Mescidin
inşasından sonra olmuştur
2- Bazı rivayetlerde ezanın Resûlullah'a vahyen geldiği,
Mi'râc sırasında vahyedildiği ifade edilmiştir. Bu rivayetler zayıftır. Ezan
Ashâbtan bazılarına rüyalarında öğretilmiştir.
3- Rüyada ezanı görmüş ve öğrenmiş olan sahâbelerin sayısıyla
ilgili, muhtelif kitaplarda farklı rakamlar gelmiştir. On küsur, ondört, yedi
gibi. Sahih rivayetler bunları reddeder. Ezanı rüyasında iki kişi görmüştir.
Hz. Ömer ve Abdullah İbnu Zeyd (radıyallâhu anhümâ). Şu halde: "Namaz
ezanını dünya semasında ilk okuyan Cibrîl (aleyhisselâm)'dir. O'ndan Hz. Ömer
ve Hz. Bilâl işitti. Hz. Ömer, Resûlullah'a haber vermede önce
davrandı..." şeklindeki rivayet de bir kıymet taşımaz.
4-Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) ezan okumuş mudur? Bu
da münâkaşa edilmiştir. Ancak bunu te'yid eden sahih bir rivayet yoktur.
5- İhticaca elverişli olmayan bazı rivayetlerde Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in Hz. İbrahim (aleyhisselâm)'in ezanından aldığı, Hz.
Âdem yeryüzüne indiği zaman Cibrîl (aleyhisselâm)'in Âdem için ezan okuduğu
beyan edilmiştir. İbnu Hacer bu rivayetleri "garib" olarak
değerlendirir.
6- Ezanın okunuş tarzı bizzat Resûlullah tarafından Ebû
Mahzûra'ya ta'lim edilmiş, onun muallimliğinde günümüze intikal etmiştir. Ezan
sırasında, ellerin kulaklara konmasından, hay'aleteyn'de başın sağa sola
çevrilmesine, minarede muhtelif cihetlere dönülmesine kadar, bilinen pekçok
teferruât Resûlullah'ın ilk müezzinlerinden rivayet edilmiştir, yani hepsi
Efendimizin ta'limine dayanmaktadır.
7- Ezanın hükmü husûsunda da ihtilaf edilmiştir. Bunun sebebi,
menşeinin meşverete dayanmış olmasıdır. Zîra, rivayetlerden anlaşılacağı üzere,
namaz vaktini duyurma ihtiyacı zuhur edince Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) "ne suretle duyurma yapalım?" diye istişâre açmış, muhtelif
teklifleri dinlemiş, hiç biri kabul edilmeden dağılınmıştır. Sonra rüyada bazı
sahâbîlere ezan öğretilmiş, ilk defa Abdullah İbnu Zeyd gelip gördüğünü
anlatmış, Resûlullah bunu Bilâl (radıyallâhu anh)'e öğretmesini ve bununla ezan
okumasını söylemiş, ezanı duyan Hz. Ömer, rüyada bunun kendisine, de
öğretildiğini beyan edince mesele iyice kuvvet kazanmış, hak küya olduğu
tebeyyün etmiştir. Zîra Sekîne Hz. Ömer'in diliyle konuşmaktadır.
Görüldüğü üzere, ezanın menşei müşâvereye dayanır. Müşâvere ise
mendub bir fiilidir. Öyle ise ezan daha ziyade mendubâta yakın gözükmektedir.
Acaba mendub denebilir mi? Bu, hatıra gelebilecek bir soru ise de Resûlullah'ın
tatbikatı açısından bakınca vâcib olduğu anlaşılır. Çünkü, Aleyhissalâtu
Vesselâm onu takrîr etmiş, takrîrinde devam etmiş, hiç terketmemiş, terkini
emretmemiş, terkine ruhsat da vermemiştir. Şu halde bu açıdan vâcibata daha
yakındır. Ve bir kere daha tekrar edelim: "Dînimizin bir kısım vâcib ,
farz ve haramları Resûlullah tarafından va'z ve teşrî edilmiştir."[235]
ـ1ـ عن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رسولُ اللّه #
مَا بَيْنَ
المَشْرِقِ
وَالمَغْرِبِ
قِبْلَةٌ[.
أخرجه
الترمذي
1. (2481)- Hz. Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Doğu ile batı arasında tek bir kıble vardır."[236]
AÇIKLAMA:
Bu hadisin ifade ettiği mâna hususunda ilim adamları ihtilaf
etmiştir. Beyhakî, Irakî, Nevevî gibi meseleye eğilen müdakkik alimler bu
hadisin her memlekete şâmil âmm bir hüküm taşımadığını, hadisteki hükmün
Medîne'ye ve kıble itibariyle Medîne'ye tâbi olan bölgelere ait olduğunu,
bulunulan yere göre kıblenin kuzey ve güney ortasında vesair durumlarda da
olabileceğini belirtmişlerdir. Nitekim her nerede olunursa olunsun kıble Ka'be
istikâmetinde olacağına göre, Ka'be'nin tam doğusunda yer alan bölgelerde kıble
kuzeygüney ortasıdır. Yani kişi, kuzeyi sağına, güneyi de soluna alarak durur.
Burada bir başka kıble câiz olamaz. Keza, Ka'be'nin batı istikâmetindeki
bölgelerde yer alan kimseler de kuzeyi soluna, güneyi sağına alarak durur. Burada
da kıble tek istikâmetedir ve doğuyadır.[237]
ـ2ـ وعن
نافع: ]أنّ
عُمَرَ بنَ
الخَطّابِ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: مَا
بَيْنَ
المَشْرِقِ وَالمَغْرِبِ
قِبْلة إذَا
تَوَجّهَ
قِبَلَ
الْبَيْتِ[.
أخرجه مالك،
واللّه أعلم .
2. (2482)- Nâfi
(rahimehullah) anlatıyor: "Ömer İbnu'l-Hattâb (radıyallâhu anh) dedi ki:
"Kişi Beytullah istikâmetine yöneldi mi doğu ile batı arasında tek bir
kıble vardır."[238]
ـ1ـ عن ابن
عمر رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كانَ رَسُولُ
اللّهِ # إذَا
قَامَ إلى
الصََّةِ
رَفَعَ
يَدَيْهِ
حَتَّى تَكُونَا
حَذْوَ
مَنْكِبَيْهِ
ثُمَّ
يُكَبِّرُ،
فإذَا أرَادَ
أنْ يَرْكَعَ
فَعَلَ مِثْلَ
ذلِكَ،
وَإذَا
رَفَعَ
رَأسَهُ مِنَ
الرُّكُوعِ
فَعَلَ
مِثْلَ
ذَلِكَ، وََ
يَفْعَلُهُ
حِينَ
يَرْفَعُ
رَأسَهُ مِنَ
السُّجُودِ[.
أخرجه الستة.وفي
أخرى: »َ
يَفْعَلُ
ذلِكَ حِينَ
يَسْجُدُ« .
1. (2483)- İbnu Ömer
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) namaza
kalktığı zaman, ellerini iki omuzunun hizasına kadar kaldırır sonra tekbir
getirirdi. Rükû yapmak isteyince de (ellerini iki omuzu hizasına kaldırmak
suretiyle) aynı şeyi yapardı. Rükûdan başını kaldırınca da aynı şeyi yapardı.
Ancak bunu, secdeden başını kaldırırken yapmazdı."
Bir başka rivayette: "Bunu, secde ederken yapmazdı"
denmiştir.[239]
ـ2ـ وفي
أخرى: ]وَإذَا
رَفَعَ
رَأسَهُ مِنَ
الرُّكُوعِ
رَفَعَهُمَا
كَذَلِكَ.
وقالَ: سَمِعَ
اللّهُ
لِمَنْ حَمِدَهُ،
رَبّنَا
وَلَكَ
الحَمْدُ[.
وهذا لفظ الشيخين
.
2. (2484)- Bir diğer
rivayette: "Başını rükûdan kaldırınca, ellerini aynı şekilde kaldırır ve:
"Semi'allâhu limen hamideh, Rabbenâ ve leke'lhamd. (Allah kendine
hamdedeni işitir. Rabbimiz, hamd sanadır)" derdi" şeklinde gelmiştir.[240]
ـ3ـ
وللبخارى في
أخرى: ]أنَّ
ابْنَ عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما كانَ
إذَا دَخَلَ
في الصََّةِ
كَبّرَ
وَرَفَعَ
يَدَيْهِ[ .
3. (2485)- Buhârî'nin diğer
bir rivayetinde şöyle gelmiştir: "İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) namaza
girince tekbir getirir ve ellerini kaldırırdı."[241]
ـ4ـ وعند
مالك وأبى
داود: ]أنَّ
ابْنَ عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما
كَانَ إذَا
افتَتَحَ الصََّةَ
يَرْفَعُ
يَدَيْهِ
حَذْوَ مَنْكِبَيْهِ،
وَإذَ رَفَعَ
مِنَ
الرُّكُوعِ
رَفَعَهُمَا
دُونَ ذلِكَ[.
4. (2486)- Muvatta ve Ebû Dâvud'da gelen bir rivayette de şöyle
denmiştir: "İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) namaz için iftitah tekbiri
getirince (namaza başlayınca), ellerini iki omuzu hizasına kadar kaldırırdı,
rükûdan kalkınca daha aşağı kaldırırdı."[242]
ـ5ـ
ولمالك في
أخرى: ]كانَ
يُكَبِّرُ
كُلّمَا خَفَضَ
وَرَفَعَ.
قَالَ ابْنُ
جُرَيجٍ: قُلْتُ
لِنَافِعٍ:
أكَانَ
يَجْعَلُ
ا‘ولى أرْفَعَهُنَّ؟
قالَ َ
سَوَاءً،
قُلْتُ: أشِرْ
لى؟ فأشَارَ
إلى
الثّدْيَيْنِ
أوْ أسْفَلَ
مِنْ ذلِكَ[ .
5. (2487)- Muvatta'nın bir
diğer rivayetinde şöyle gelmiştir: "(İbnu Ömer) eğilip doğruldukça her
seferinde tekbir getirirdi."
İbnu Cüreyc der ki: "Nâfi'e (Yani İbnu Ömer ellerini) ilk
kaldırmada öbürlerinden daha mı yukarı kaldırıyordu?" diye sordum. Bana:
"Hayır! eşitti" dedi. Ben tekrar:
"Öyleyse bana işaret et (göster)" talebinde bulundum.
Göğsüne hatta daha aşağıya işaret etti."[243]
ـ6ـ و‘بى
داود: ]كانَ
رَسولُ
اللّهِ # إذَا
قَامَ الى
الصََّةِ
رَفَعَ
يَدَيْهِ
حَتَّى يَكُونَا
حَذْوَ
مَنْكِبَيْهِ
ثُمَّ
كَبَّرَ
وَهُمَا كَذلِكَ
فَيَرْكَعُ.
ثُمَّ إذَا
أرَادَ أنْ يَرْفَعَ
صُلْبَهُ
رَفَعَهُمَا
حَتَّى يَكُونَا
حَذْوَ
مَنْكِبَيْهِ.
ثُمَّ قَالَ:
سَمِعَ
اللّهُ
لِمَنْ
حَمِدَهُ،
وََ يَرْفَعُ يَدَيهِ
في
السُّجُودِ،
وَيَرْفَعُهُمَا
في كُلِّ تَكْبيرَةٍ
يُكَبِّرُهَا
قَبْلَ
الرُّكُوعِ، حَتَّى
تَنْقَضِىَ
صََتُهُ[.وله
في أخرى: وَإذَا
رَفَعَ مِنَ
الرُّكُوعِ،
وَإذَا انْحَطَّ
إلى
السُّجُودِ،
وََ
يَرْفَعَهُمَا
بَيْنَ
السَّجْدَتَيْنِ
.
6. (2488)- Ebû Dâvud'un bir
rivayetinde şöyle gelmiştir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) namaza
kalktığı zaman ellerini iki omuzunun hizasına kadar kaldırırdı. Sonra eller o
halde iken tekbir getirirdi, rükûa giderdi. Sonra belini doğrultmak isteyince
ellerini tekrar iki omuz hizasına kadar kaldırır ve, "Semi'allâhu limen
hamideh" derdi.
Secdede ellerini kaldırmazdı. Rükûdan önce getirdiği her bir
tekbirde ellerini kaldırırdı ve bu hal namazın bitimine kadar devam
ederdi."
Yine Ebû Dâvud'un bir diğer rivayetinde: "Rükûdan doğrulunca,
secdeye eğilince (kaldırır), iki secde arasında kaldırmazdı" denmiştir.[244]
ـ7ـ
وللنسائى:
]كانَ
يَرْفَعُ
يَدَيْهِ
إذَا دَخَلَ
في الصََّةِ،
وَإذَا
أرَادَ أنْ
يَرْكَعَ،
وَإذَا
رَفَعَ
رَأسَهُ،
وَإذَا قَامَ
بَيْنَ
الرَّكْعَتَيْنِ
يَرْفَعُ
يَدَيْهِ
كَذَلِكَ
حَذْوَ
المَنْكَبَيْنِ[
.
7. (2489)- Nesâî'nin
rivayetinde şöyle gelmiştir: [Resûlulah (aleyhissalâtu vesselâm)] namaza
girdiği zaman ellerini kaldırırdı. Rükûya gitmek istediği zaman, başını rükûdan
kaldırdığı ve iki rek'at arasında kalktığı zaman aynı şekilde ellerini iki
omuzunun hizasına kaldırırdı."[245]
AÇIKLAMA:
1- Yukarıda kaydettiğimiz hadisler, iftitah tekbiri sırasında
olsun, rükûya eğilirken veya rükûdan doğrulurken ve secdeye giderken olsun
ellerin kaldırılmasıyla ilgilidir. İbnu Ömer'den farklı vecihlerde gelmiş olan
bu rivayetlerin hepsi ref'ulyedeyn tabir edilen iki elin omuz hizasına kadar
kaldırılmasını te'yid etmektedir.
Bu mesele ulema arasında münâkaşalı bir husustur. Çoğunluk, sadece
iftitah tekbirinde değil, diğer rükûya giderken, rükûdan kalkarken,secdeye
giderken çekilen tekbirler sırasında da ellerin kaldırılacağı hususunda ittifak
ederler. Muhammed İbnu'n-Nasr el-Mervezî Kûfe elhi (Hanefîler) dışında,
ulemanın ref'ulyedeyn'in meşruiyyetinde "icma" ettiğini söyler.
Buhârî ref'u'lyedeyn'den bahseden hadisleri müstakil bir cüz'de toplamıştır.
Hülâsa, mesele üzerinde dermeyan edilen münâkaşaya girmeden şunu
söyleyeceğiz: Hanefîler dışında kalan diğer mezhepler ref'ülyedeyn'de ittifak
ederler.
Hanefîler ise sadece iftitah tekbiri sırasında ellerin
kaldırılacağına inanırlar. Hanefîleri bu hükme sevkeden rivayet İbnu Mes'ud'dan
gelir. Mezkûr rivayete göre Resûlullah ellerini sadece iftitah tekbirinde
kaldırmış, diğer tekbirlerde hiç kaldırmamıştır. Hanefîlerin dayandıkları usûl
kaideleri açısından bu rivayet daha sıhhatlidir ve amel etmeye elyaktır.
Ref'u'lyedeyn'den bahseden İbnu Ömer rivayeti ise zayıftır, İbnu Mes'ud
rivayeti varken onunla amel edilmez. Hanefî kitaplarının ve mesela Serahsî'nin
kaydettiği - müteakiben kaydedilecek olandan
başka bu meseleye giren- bir başka rivayete göre, bu mevzu üzerine
Ebû Hanife (radıyallâhu anh) ile Evzâî arasında Mekke'de ilmî bir münâzara dahi
vukua gelmiş, Ebû Hanîfe kendi görüşündeki haklılığı müdafaa edince, Evzâî
merhum sükût buyurmuş ve böylece hak vermiştir. Hanefî mezhebi açısından ehemmiyet
taşıyan bu münâzara ile ilgili rivayeti aynen kaydediyoruz:
اِنَّهُ
اِجْتَمَعَ
هُوَ
وَاَْوْزَاعِىُّ
فِى دَارِ
الْحِنَّاطِينَ
بِمَكََّةَ
فَقَالَ
اَْوزَاعِىُّ َِبِى
حَنِيفَةَ
مَا
بَالُكُمْ َ
تَرْفَعُونَ
اَيْدِيَكُمْ
فِى الصََّةِ
عِنْدَ
الرَّكُوعِ وَعنْدَ
رَفْعِ
الرَّأْسِ
مِنْهُ؟
فَقَالَ
اَبُو
حَنِيفَةَ
‘َِنَّهُ لَمْ
يَصِحَّ عَنْ
رَسُولِ
اللّهِ #َ
فِيهِ شَىْ ءٌ
فَقَالَ: كَيْفَ
لَمْ يَسِحَّ
وَقَد
حَدَّثَنِى
الزُّهْرِىُّ
عَنْ سَالِمٍ
عَنْ اَبِيهِ
عَنْ رَسُولِ
اللّهِ #
اَنَّهُ
كَانَ
يَرْفَعُ يَدَيْهِ
اِذَا
افْتَتَحَ
الصََّةَ
وَعِنْدَ
الرُّكُوعِ
وَ عِنْدَ
الرَّفْعِ
مِنْهُ
فَقَالَ اَبُو
حَنِيفَةَ
حَدَّثَنَا
حَمَّادُ
عَنْ اِبْرَاهِيمَ
عَنْ
عَلْقَمَةَ
وَاَْسْوَدِ
عَنْ عَبْدِ
اللّهِ بْنِ
مَسْعُودٍ
اَنَّ
رَسُولَ
اللّهِ #
كَانَ َ
يَرْفَعُ
يَدَيْهِ
اَِّ عِنْدَ افْتِتَاحِ
الصََّةِ
ثُمَّ َ
يَعُودُ بِشَىْءٍ
مِنْ ذلِكَ
فَقَالَ
اَْوْزَاعِىُّ:
اُحَدِّثُكَ
عَنِ
الزُّهْرِىُّ
عَنْ سَالِمٍ
عَنْ اَبِيهِ
وَتَقُولُ:
حَدَّثَنَا
حَمَّادُ
عَنْ
اِبْرَاهِيمُ؟
فَقَالَ:
اَبُو حَنيِفَةَ
كَانَ
حَمَّادُ
اَفْقَهُ
مِنَ الزُّهْرِىِّ
وَاِبْرَاهِيمُ
اَفْقَهُ
مِنْ سَالِمٍ
وَعَلْقَمَهُ
لَيْسَ
بِدُونِ
اِبْرَاهِيمَ
فِى الْفِقْهِ
وَإِنْ
كَانَتْ لَهُ
صُحْبَةُ وَلَهُ
فَضْلُ
الصُّحْبَةِ
فَاَْسوَدُ
لَهُ فَضْلٌ
كَبِيرٌ.
وَعَبْدُ
اللّهِ
فَسَكَتَ اْ‘َوْزَاعِىُّ.
"Ebû Hanîfe, Evzâî ile Mekke'de Dâru'l-Hınnâtîn'de
(Buğdaycılar evi) toplanırlar. Evzâî, Ebû Hanîfe'ye: "Niye namazda rükûya
gider ve rükûdan doğrulurken ellerinizi kaldırmazsınız" der. Ebû Hanîfe
de: "Zîra bu konuda Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den sahih bir
rivayet yoktur" cevabını verir.
Evzâî: "Nasıl olmaz? Zührî bana Sâlim'den, o da babasından,
babası da Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den rivayet ettiğine göre, Hz.
Pegamber (aleyhissalâtu vesselâm) namaza başlarken, rükûya doğrulurken ellerini
kaldırıyordu" der. Ebû Hanîfe de: "Hammâd'ın İbrahim'den, o da Alkame
ve Esved'den, onlar da Abdullah İbnu Mes'ud'dan bize Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in sadece namaza başlarken iftitah tekbiri sırasında
ellerini kaldırdığını, bundan sonra namaz bitinceye kadar hiç kaldırmadığını
rivayet etmiştir" der.
Evzâî de şöyle mukabelede bulunur: "Ben sana Zührî, Sâlim ve
babası tarikinden rivayet ediyorum, sen bana Hammâd, İbrahim tarikinden rivayet
ediyorsun (yani benim tarikim daha kısa ve âli bir tariktir). Ebû Hanîfe
cevaben: "Hammâd, Zührî'den daha fakih (efkah) dir. İbrahim de Sâlim'den
daha fakihtir. Alkame'ye gelince: "O fıkıh yönüyle İbnu Ömer' den geri
değildir. Eğer İbnu Ömer'in Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'le sohbeti
varsa, öbürünün de sohbet fazîletinden nasibi var. Esved ise, O da büyük bir
fazîlet sahibidir. Abdullah İbnu Mes'ud'a gelince O herkesçe malum, fazla söze ne
hacet" der. Ebû Hanîfe'nin bu sözleri karşısında Evzâî sükût eder.[246]
Görüldüğü gibi, münâzara fevkalade ilmî ölçü ve kaideler
çerçevesinde cereyan etmiştir. Evzâî hazretleri ref'u'lyedeyn'i isbat eden
rivayetin ulvî bir senedle geldiğini söyler, yani Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'e öbürüne nazaran daha kısa(üç kişi) bir senetle ulaştığını söyler.
Bu noktada Evzâî haklıdır, çünkü ulemanın müştereken kabul ettiği bir prensip
şudur: Diğer yönleriyle eşit olan müteârız iki hadisten senedce ulvî olan,
olana müreccahtır. Ama Ebû Hanîfe de kendi açısından haklıdır.Çünkü ona göre
râviler fakih ise, fakih olmayanlara müreccahtır. Evzâî'nin zikrettiği râviler
sıka ise de fıkıh yönüyle Ebû Hanîfe'nin râvileriyle kıyaslanamaz.Onlar
fakih olmaktan çok muhaddistir. Ebû
Hanîfe'nin râvileri muhaddis olduğu kadar da fakihtirler.
Evzâî hazretleri, Ebû Hanîfe'nin bu açıklaması karşısında sükût
buyurur. Allah her ikisinden de razı olsun.
2- İftitah tekbiri sırasında el kaldırmanın hükmü hususunda
ihtilaf edilmiştir. Zâhirîler farz demiş ise de ulemanın ekseriyeti buna
katılmamıştır.Vâcib diyen de olmuştur. Müstehap oluğunda icma'dan bahseden de
vardır.
Keza tekbir getirmenin hükmü de münâkaşa edilmiş ise de ulema
bunun da farziyyetine kâil değildir. Allah'ı ta'zim ifade eden bir tâbir vâcib
ise de Allahu ekber tâbiri müstehabtır.
3- Âlimler, iftitah sırasında "el mi önce",
"tekbir mi önce", "ikisi beraber mi?" diye münâkaşa
etmişlerdir. Bu meseledeki ihtilaf, esas itibariyle rivayetlerden kaynaklanır.
Zîra, bazısı önce elin kaldırılıp sonra tekbir getirildiğini ifade eder.Bazı
Hanefîlerle Şâfiîler, ikisinin berabe olmasını (mukarene) esahh bulurken, Hanefîlerden
bir kısmı önce elin kaldırılıp, sonra tekbir getirilmesini esas almışlardır.
el-Hidâye'de bu görüş şöyle açıklanır: "Doğrusu önce elleri kaldırıp,
sonra tekbir getirmektir. Zîra elleri kaldırmak, büyüklük sıfatını Allah
dışındaki mahlukattan nefyetmektir, tekbir ise bu sıfatı Allah'a has kılmaktır.
Bilindiği üzere nefyetmek kelime-i şehadette de önce zikredilmiştir. İsbat
sonra zikredilmiştir.
Bu bâbta rivayetlerin ihtilafı, mesele üzerine Resûlulla'ın
genişlik ve ruhsat teşrî ettiğini, hepsinin de sahih ve câiz olduğunu ifade
eder. "Elleri kaldırma tekbirle beraber olmalıdır" diyenlerin bir
kısmı, bunun hikmetini, "namazın başlamış olduğunu sağır duyar, kör de
görür, ânında niyet ederler" şeklinde açıklamıştır.
Eli kaldırmanın hikmeti zımnında muhtelif açıklamalar yapılmıştır.
Bazıları: "Dünyayı geriye atıp, bütün varlığı ile ibadete teveccüh
etmektir." Bazıları: "Namaza ta'zimdir", bazıları: "Allahu
ekber sözüne fiilini de uydurarak tam teslimiyet ve tam inkıyaddır", bazıları:
"Kıyâmın kemaline işarettir", bazıları "Kul ve ma'bud arasındaki
hicâbın kalkmasına işarettir." Bazıları: "Bütün bedeniyle kıbleye
yönelmektir" vs. demiştir. Kurtubî, son kaydettiğimiz te'vili "en
münasibi" diye değerlendirmiştir. İmam Şâfiî'ye, "Elleri kaldırmanın
mânası nedir?" diye sorulunca: "Allah'a ta' zim, Resûlünün sünnetine
ittibadır" şeklinde cevap vermiştir. İbnu Abdilberr, Abdullah İbnu
Ömer'in: "Elleri kaldırmak namazın zînetlerindendir" dediğini rivayet
eder. Ukbe İbnu Âmir (radıyallâhu anh): "Her kaldırmada on sevap vardır,
her bir parmak için bir sevap vardır" buyurmuştur.
4- Ellerin nereye kadar kaldırılacağı da rivayetlerde
farklıdır. Fukaha da bu hususta ihtilaf etmiştir. Ahmed İbnu Hanbel, Şâfiî ve
İmam Mâlik omuzlara kadar kalkacağına hükmetmişlerdir. Hanefîlere göre
kulakların yumuşağına kadar kalkmalıdır. Yani baş parmak kulak yumuşağına
değmeli, diğerleri kulakla yan yana gelmelidir.[247]
ـ8ـ وعن
عَلْقَمَةَ
قال: ]قالَ
لَنَا ابْنُ
مَسْعُودٍ
يَوْماً أَ
أُصَلِّى
بِكُمْ صََةَ رَسُولِ
اللّهِ #.
قَالَ
فَصَلّى
وَلَمْ يَرْفَعْ
يَدَيْهِ إّ
مَرَّةً
وَاحِدَةً
مَعَ
تَكْبِيرَةِ
اِفْتِتَاحِ[
.
8. (2490)- Alkame
(rahimehullah) anlatıyor: "Size Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
namazıyla namaz kıldırayım mı?" dedi ve namaz kıldı. Bu namazda ellerini
bir kere iftitah tekbiri sırasında kaldırdı, başka kaldırmadı."[248]
ـ9ـ وفي
أخرى: ]كانَ
رسولُ اللّهِ
# يُكَبِّرُ في
كُلِّ خَفْض
وَرَفْعٍ
وَقِيَامٍ
وَقُعُودٍ،
وَأبُو
بَكْرٍ
وَعُمَرُ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما[.
أخرجه أصحاب
السنن .
9. (2491)- Bir diğer
rivayette şöyle demiştir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) her eğilip
doğrulmalarda, kıyâm ve oturmalarda tekbir getirirdi. Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer
(radıyallâhu anhümâ) de aynı şekilde tekbir getirirlerdi."[249]
AÇIKLAMA:
Önceki açıklamada belirttiğimiz üzere Hanefîler, "Namazda
ellerin sadece iftitah tekbiri sırasında kaldırılması gerekir, rükûya giderken
veya rükûdan doğrulurken veya secdeye giderken eller kaldırılmaz" diye
hükmederken, bu rivayetle bu mânada birkaç başka rivayeti esas almışlardır.
Müteakiben kaydedilecek olan da aynı hükmü te'yid eder.
Şerh kitaplarında hadisin sıhhati üzerine açıklamalar, münâkaşalar
dermeyan edilmiştir, burada teferruât faidesizdir.[250]
ـ10ـ وعن
البراء
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]رَأيْتُ
رسولَ اللّهِ
# إذَا
افْتَتَحَ
الصََّةَ
رَفَعَ
يَدَيْهِ إلى
قَرِيبٍ مِنْ
أُذُنَيْهِ
ثُمَّ َ
يَعُودُ[.
أخرجه أبو
داود .
10. (2492)- Berâ
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı
iftitah tekbiri alırken gördüm. Ellerini kulaklarına yakın kaldırmıştı. Sonra
(namazdan çkıncaya kadar) başka kaldırmadı."[251]
ـ11ـ وعن
أبى هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّهُ كانَ
يُصَلِّى
بِهِمْ
فَيُكَبِّرُ
كُلّمَا
خَفَضَ
وَرَفَعَ.
فَقِيلَ لَهُ:
مَا هذَا التَّكْبِيرُ؟
فقَالَ:
إنَّهَا
لَصََةُ رَسُولِ
اللّهِ #[.
أخرجه الستة،
وهذا لفظ
الشيخين.وعن
أبى داود
والترمذي:
»كَانَ إذَا
كَبَّرَ
نَشَرَ
أصَابِعَهُ«.وفي
أخرى للترمذي:
»كَانَ
يُكَبِّرُ
وَهُوَ
يَهْوى« .
11. (2493)- Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh)'den yapılan rivayete göre, halka namaz kıldırdığı zaman, her
eğilip doğrulmada tekbir getirirdi. Kendisine:
"Bu tekbirler de ne?" dendiği vakit:
"Bu, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın namazıdır!"
diye cevap verirdi."
Bu hadis, Sahiheyn'in rivayetine lafzen uygundur. Ebû Dâvud ve
Tirmizî'nin bir rivayetinde: "(Ebû Hüreyre) tekbir getirince parmaklarını
açardı" denmiştir.
Tirmizî'nin bir diğer rivayetinde "O eğilirken tekbir
getirirdi" denmiştir.[252]
ـ12ـ وفي
أخرى ‘بى داود:
]لَوْ كُنْتُ
قُدَّامَ النَّبىِّ
# لَرَأيْتُ
إبْطَيْهِ [ .
12. (2494)- Ebû Dâvud'un bir
diğer rivayetinde: "Şayet Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in ön cihetinde
olsaydım koltuk altlarını görürdüm (kollarını öylesine yüksek
kaldırırdı)."[253]
ـ13ـ وفي
أخرى للنسائى:
]أنَّ أبَا
هُرَيْرَةَ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
جَاءَ إلى
مَسْجِدِ بَنِى
زُرَيْق
وقالَ: ثََثٌ
كانَ رَسولُ
اللّهِ #
يَعْمَلُ
بِهِنَّ
تَرَكَهُنَّ
النَّاسُ: كَانَ
يَرْفَعُ
يَدَيْهِ في
الصََّةِ
مَدّاً وَيَسْكُتُ
هُنَيْئَةً.
وَيُكَبِّرُ
إذَا سَجَدَ[ .
13. (2495)- Nesâî'de gelen
bir diğer rivayette şöyle denmiştir: "Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) Beni
Züreyk Mescidi'ne geldi ve dedi ki: "Üç şey var ki, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) onları yapıyordu, halk ise terketmiş durumda... Namazda ellerini
uzatarak kaldırırdı, (Fatihayı okuyunca kırâate geçmezden
önce) bir miktar sükût buyurdu, secdeye varınca (ve secdeden
kalkınca) tekbir getirirdi."[254]
AÇIKLAMA:
Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh)'nin bu hadisi çok farklı vecihlerde
rivayet edilmiştir. Yukarıda 2493-2495 numaralı hadisler arasında bu
vecihlerden bazıları kaydedilmiş olmaktadır. Bu rivayetlerden şu hususlar
anlaşılmaktadır:
1- Namaz sırasında gerek rükû ve gerekse secdelere, hep eğilip
doğrulamalarda telaffuz edilen tekbirler -ki bunlara intikal tekbiri de denir-
sünnettir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunlara, namazda yer vermiş, Ebû
Hüreyre hazretleri de, namaz kılarken bu tekbirleri getirmiş ve bunun sünnet
olduğunu ayrıca belirtmiştir.
2- Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh)'nin: "Halk bunu
bıraktı" diye yakınması, tarihî bir vak'aya işaret eder. Şârihlerimiz Benî
Ümeyye'nin intikal tekbirlerini terkettiğini belirtir. Tekbiri terk edenler
arasında Hz. Muâviye, Ziyâd, Ömer İbnu Abdilaziz'in de ismi geçer. İbrahim
Nehâî, "Tekbirleri ilk noksan bırakanın Ziyâd olduğunu", "Ebû
Hüreyre ise -soru üzerine- Hz. Muâviye olduğunu" söylemiştir. Bir başka
rivayet bu meselede ilk şahsın Velîd İbnu Ukbe olduğunu zikreder.
Görüldüğü üzere, seleften bazıları intikal tekbirlerini
getirmezlermiş. Bazı alimler intikal tekbirlerinin cemaat namazına ait olduğunu
bile söylemiştir. Abdurrahman İbnu Ebzâ'dan gelen bir rivayette, Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in de intikal tekbirlerini getirmediği söylenmiştir.
Şu halde tekbirin alınmadığına dair rivayetler Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'e kadar dayanmaktadır. Demek oluyor ki, Resûlullah, bunun farz
olmadığını göstermek için zaman zaman terketmiştir. Ulema, bu sebepten olacak
ki intikal tekbirlerinin "sünnet" olduğunu söylemiş, farz ve vâcib
olmadığını belirtmiştir. İmam Ebû Hanîfe, Şâfiî, Mâlik hazerâtı bu kanaattedir.
İmamlardan sadece Ahmed İbnu Hanbel bu tekbirlerin vâcib olduğuna hükmetmiştir.
Bazıları: "Bu tekbirler namazın süsüdür, terkinde bir beis yoktur, bunlar
daha çok cemaat namazında intikalleri cemaate duyurmak içindir" demiştir.
İntikal tekbirleri uzatılabilir de kısa da tutulabilir. Sözgelimi
rükûdan secdeye giderken, secdeye varıncaya kadar uzatılması câizdir. Uzatma
bilhassa Şâfiîler nezdinde efdaldir. Ayrıca bu tekbirler Hanefîlere göre tam
eğilirken, tam doğrulurken alınmalıdır, daha önce veya daha sonra alınması câiz
değildir.[255]
ـ14ـ وعن
وائل بن حُجر
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّهُ رَأى
النَّبىَّ #
رَفَعَ
يَدَيْهِ
حِينَ دَخَلَ
في الصََّةِ
كَبَّرَ[ .
قال أحد
الرواة:
]حِيَالَ
أُذُنَيْهِ
ثُمَّ الْتَحَفَ
بِثَوْبِهِ
ثُمَّ وَضَعَ
يَدَهُ الْيُمْنَى
عَلى
اليُسْرَى.
فَلَمَّا
أرَادَ أنْ
يَرْكَعَ
أخْرَجَ
يَدَيْهِ
مِنْ الثَّوْبِ
ثُمَّ
رَفَعَهُمَا
ثُمَّ
كَبَّرَ فَرَفَعَ.
فَلَمَّا
قالَ: سَمِعَ
اللّهُ
لِمَنْ حَمِدَهُ،
رَفَعَ
يَدَيْهِ.
فَلَمَّا
سَجَدَ سَجَدَ
بَيْنَ
كَفّيْهِ[.
أخرجه مسلم،
واللفظ له،
وأبو داود،
والنسائى .
14. (2496)- Vail İbnu Hucr
(radıyallâhu anh)'un anlattığına göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı,
namaza girdiği sırada ellerini kaldırıp tekbir getirirken görmüştür.
[Râvilerden Hemmâm Resûlullah'ın ellerini kulaklarının hizasına
kadar kaldırdığını gösterdi.] (41) Sonra elbisesine gömüldü, sonra sağ elini sol elinin üstüne
koydu. Rükûya gitmek isteyince, ellerini elbiseden çıkardı. Sonra onları
kaldırdı, sonra tekbir getirdi ve rükûya gitti, semi'allâhu limen hamideh
dediği zaman ellerini kaldırdı, secdeye gittiğinde ellerinin arasına secde
etti."[256]
ـ15ـ و‘بى
داود في أخرى
قالَ: ]ثُمَّ
أَتَيْتُ المَدِينَةَ
بَعْدَ
فَرَأيْتُهُمْ
يَرْفَعُونَ
أيْدِيهُمْ
إلى
صُدُورِهِمْ
في افْتِتَاحِ
الصََّةِ
وَعَلَيْهِمْ
بَرَانِسُ
وَأكْسِيَةٌ[
.
15. (2497)- Ebû Dâvud'da
gelen bir diğer rivayette şöyle denir: "...Sonra Medîne'ye geldim, gördüm
ki (halk, namazı) üzerlerinde bürnuz ve kisalar(42) olduğu halde kılıyor ve namaza başlarken
ellerini göğüslerine kadar kaldırıyor."[257]
ـ16ـ وفي
أخرى قالَ:
]صَلّيْتُ
مَعَ رَسولِ
اللّهِ #،
فَكَانَ
إَذَا
كَبَّرَ
رَفَعَ
يَدَيْهِ
ثُمَّ
الْتَحَفَ.
ثُمَّ أخَذَ
شِمَالَهُ بَيَمِينِهِ
وَأدْخَلَ
يَدَيْهِ في
ثَوْبِهِ.
فَإذَا
أرَادَ أنْ يَرْكَعَ
أخْرَجَ
يَدَيْهِ
ثُمَّ
رَفَعَهُمَا،
وَإذَا
أرَادَ أنْ
يَرْفَعَ
رَأسَهُ مِنَ
الرُّكُوعِ
رَفَعَ
يَدَيْهِ
ثُمَّ سَجَدَ
وَوَضَعَ
وَجْهَهُ
بَيْنَ
كَفّيْهِ، وَإذَا
رَفَعَ
رَأسَهُ مِنَ
السُّجُودِ
أيْضاً
رَفَعَ يَدَيْهِ
حَتَّى
فَرَغَ مِنْ
صََتِهِ[.
16. (2498)- Bir diğer
rivayette der ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la birlikte namaz
kıldım. Tekbir getirdiği zaman ellerini kaldırıyor, sonra (elbisesine)
gömülüyordu. Sonra sol elini sağ eliyle tutuyor, ellerini elbisesine sokuyordu,
rükû yapmak istediği zaman ellerini çıkarıp sonra kaldırıyordu. Rükûdan başını
kaldırmak isteyince de ellerini kaldırıyor, sonra secde ediyordu. (Secdede)
yüzünü elleri arasına koyuyor idi. Keza başını secdeden kaldırınca da ellerini
kaldırıyordu. Namaz bitinceye kadar (her rek'atte böyle yapıyordu)."[258]
ـ17ـ وفي
أخرى: ]أنَّهُ
رَفَعَ
يَدَيْهِ
حَتَّى
كَانَتَا
بِحِيَالِ
مَنْكِبَيْهِ،
وَحَاذَى
بِإبْهَامَيْهِ
أُذُنَيْهِ
ثُمَّ كَبَّرَ[
.
17. (2499)- Bir diğer
rivayette şöyle der: "[Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ellerini,
omuzları hizasına kadar kaldırdı. Baş parmaklarını da kulaklarıyla, hizaladı,
sonra tekbir getirdi."[259]
ـ18ـ وفي
أخرى: ]رَآهُ #
رَفَعَ
يدَيْهِ مَعَ
التَّكْبِيرَةِ[.وفي
أخرى: »رَفَعَ
إبْهَامَيْهِ
إلى شَحْمَةِ
أُذُنَيْهِ« .
18. (2500)- Bir diğer
rivayette: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ı iftitah tekbiriyle birlikte ellerini kaldırırken
görmüştür."[260]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah'ın namazı nasıl kıldığını bize bütün
teferruâtıyla rivayet eden bu yüce sahâbî Vâil İbnu Hucr, Hadramevtlidir.
Babası oranın şeflerindendir (Melik). Kavminin elçisi olarak Resûlullah'a biat
etmek üzere Medîne'ye hareket eder etmez, Aleyhissalâtu Vesselâm, onun
geleceğini Ashâb-ı güzîn'e birkaç gün önceden haber vermiş ve şöyle demiştir: "Size
uzak bir diyardan, Hadramevt'ten Vâil İbnu Hucr geliyor. Mûti, Allah ve
Resûlünun aşkı ile dolu olarak geliyor. O, melikler hanedanının son
evladıdır."
Efendimiz, Vâil yanına girince ziyade iltifat ve ikramda bulunur.
Kendi yakınına çağırır. Ridâsını yere serer, bir kısmına onu oturtur, geri
kalan kısmına kendisi oturur. Bu tavır, Resûlullah'ın nâdir talihlilere
bahşettiği mühim ikramlardandır. Ayrıca Vâil (radıyallâhu anh)'e اَللَّهُمَّ
بَارِكْ فِى
وَائِلَ وَوَلَدِهِ
"Allahım Vâil
ve evladlarını mübârek kıl" diye duâ eder.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Vâil'i Hadramevt'in mahallî
şeflerine[261]
âmil (genel vâli) tâyin eder, bazı arazilerin tasarrufunu bağışlar. Beraberinde
(İslam'ın tebliği v.s. danışmanlık hizmetleri için) Hz. Muaviye'yi gönderir.
Vâil bilahare Kûfe'ye yerleşecek ve Hz. Muâviye'nin hilafetine
kadar orada yaşıyacaktır. Muâviye ile karşılaşmış ve ondan ikram görmüştür.
Vâil, Sıffîn savaşında Hz. Ali'nin yanında olarak savaşta yer
almış, Hadramevt'in bayraktarlığını yapmıştır.
Kendisinden oğulları Alkame ve Abdulcebbar rivayette bulunmuştur.
Vâil'in, Resûlullah'tan sadedinde olduğumuz namazla ilgili hadislerin dışında
rivayetleri vardır.
Vâil (radıyallâhu anh), Hz. Muâviye'nin hilafeti yıllarında vefat
etmiştir. Rivayete göre, Hadramevt'e Hz. Muâviye ile giderken yolda kendisi
deve üzerinde, Hz. Muâviye yaya olarak yol alırlar. Hz. Muâviye, kumların
sıcaklığından şikayet eder ve devenin terkisine almasını söyler.
"Sen meliklerin terkisine binemezsin" cevabını verir.
Ayakkabısını bari emaneten vermesini rica eder.
"Devenin gölgesinden istifade et!" karşılığında bulunur.
Hz. Muâviye'nin ikramına mazhar olunca: "Keşke o yolculuk sırasında
devemin önüne alsaymışım!" diye hayıflanır.
2- Vâil (radıyallâhu anh)'in Ebû Dâvud'da yer alan bir ifadesi,
Resûlullah'ın namazını kasdî bir nazarla tedkik ettiğini göstermektedir. Der
ki: "(Kendi kendime): "Resûlullah namazı nasıl kılıyor iyice bir
bakayım dedim... " Bu sebeple onun rivayetlerinde ince teferruâtlara
rastlanır. Oturma sırasında ellerin, parmakların, ayakların durumu gibi.
Yukarıda kaydedilen rivayetlerde yer verilen mühim hususlar şöyle
özetlenebilir:
* Namaz sırasında elbise boldur. Tekbirden sonra
"gömülme" olarak ifade ettiği müşahade bunu ifade eder. Bidayette
rahatça sarkan bürnuz, eller bağlanınca ve vücud huşû ile sabit kalınca,
elbisenin daralarak kolları örtmesi, -veya elbisenin bol ve uzun olan yenleri
içerisinde- kolların kaybolması gibi durumlar bunu ifade eder.
* Eller sadece ittitah tekbirinde değil, her intikalde kaldırılmaktadır.
Kaldırma, bazan "göğüs", bazan da "kulak" hizasına kadar
diye ifade edilmiştir.
* Sağ el sol elin üstünde olacak şekilde eller önde bağlanmaktadır.
Ebû Dâvud'un bir rivayetinde bu bağlama daha teferruâtlı tasvir edilir:
"Sağ elini sol avcunun sırtı, bileği ve kolu üzerine gelecek şekilde
koydu."
* Secdede eller aralıklı olarak konmakta, baş ikisi arasına secde
etmektedir. Rivayette eller omuza göre daha mı ilerde, daha mı geride yoksa
aynı hizada mı belli değildir. Bazı şârihler: "Omuzların hizasına
koydu" şeklinde açıklama getirmiş ise de, metinde buna hükmetmeye imkan
tanıyan bir karîne mevcut değildir."
* Oturuş sırasında ayak ve ellerin vaziyeti de tasvir edilmiştir.
Hz. Vâil'in bu tasviri 2644 numaralı hadiste kısmen gelecektir.
* Secdeden başını kaldırınca ellerini kaldırması, alimlerin büyük
çoğunluğunca rivayet hatası olarak değerlendirilmiştir. Bu ziyade, hadisin
diğer vecihlerinde mevcut değildir. Bâbın başında İbnu Ömer'den kaydedilen
rivayetler (2483, 2488) secdede ellerin kaldırılmasını reddederler. Bu hadisler
sıhhatçe üstündür. Ulemanın kâhir çoğunluğunca reddedilse de Ebû Bekr
el-Münzir, Ebû Ali et-Taberî ve bazı hadisciler secdeden kalkarken elleri
kaldırmanın müstehap olduğunu söylemiştir.[262]
ـ19ـ وعن
سعيد بن الحرث
المعلى قالَ:
]صَلّى لَنَا
أبُو سَعِيدٍ
الخُدْرِىِّ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه.
فَجَهَرَ
بِالتَّكْبِيرِ
حَِينَ
رَفَعَ
رَأسَهُ مِنْ
السُّجُودِ،
وَحِينَ
سَجَدَ،
وحِينَ
رَفَعَ مِنَ
الرَّكْعَتَيْنِ،
وقالَ: هكَذَا
رَأيْتُ
النَّبىَّ #[. أخرجه
البخارى .
19. (2501)- Saîd İbnu Haris
el-Muallâ (rahimehullah) anlatıyor: "Ebû Saîdi'l-Hudrî (radıyallâhu anh)
bize namaz kıldırdı. Secdelerden başını kaldırırken, secdeye giderken,
iki(nci)rek'atten kalkarken, tekbirlerini cehrî (sesli) olarak getirdi ve
sonunda:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı böyle yapar
gördüm!" diye açıklamada bulundu."[263]
AÇIKLAMA:
İbnu Hacer Buhârî Şerhi'nde hadisin bir başka vechini kaydeder.
Buna göre, Medîne'de imamet vazifesini yürüten Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh)
bir ara hastalanır. O'nun yerine imâmete geçen Ebû Saîdi'l-Hudrî namazı
kıldırır. İftitah ve rükû tekbirlerini cehrî yapar. Namaz bitince kendisine:
"Halk kıldırdığın namaz hususunda ihtilafa düştü" denilir. Bunun
üzerine minberin yanına giderek:
"Vallahi, ben namaz hususunda ihtilaf etmiş veya etmemişsiniz
ona karışmam. Ancak ben Resûlullah'ın namazı böyle kıldırdığını gördüm!"
açıklamasında bulunur.
İbnu Hacer şu açıklamayı yapar: "Görünen o ki, aralarında
çıkan ihtilaf, tekbirlerin cehrî veya sırrî olmasıyla ilgilidir. Emevîlerden
Mervân ve diğerleri, daha önce açıkladığımız üzere[264] tekbirleri sırrî
(sessiz) okuyorlardı. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh), Mervân'in Medîne valiliği
sırasında imâmet yapıyordu."
Yeri gelmişken şu hususu bir kere daha belirtelim:
"Muvatta'da kaydedilen rivayete göre, Ebû Hüreyre'den meşhur olan tarz
şöyledir: "O, secdeden kalkma esnasında tekbir getirir, -bazılarının
yaptığı üzere- belini tam doğrultuncaya kadar te'hir etmezdi."[265]
ـ20ـ وعن
مُطَرَّفِ
بنِ عبداللّه
قالَ: ]صَلَّيْتُ
خَلفَ عَليِّ
بنِ أبِى
طَالِبٍ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه أنَا
وَعِمْرَانُ
بنِ حُصينَ.
فَكَانَ إذَا
سَجَدَ
كَبَّرَ،
وَإذَا
رَفَعَ
رَأسَهُ كَبَّرَ،
وَإذَا
نَهَضَ مِنَ
الرَّكْعَتَيْنِ
كَبَّرَ[.
أخرجه الخمسة
إ
الترمذي.وعند
النسائى:
»فَكَانَ
يُكَبِّرَ في
كُلِّ خَفْضٍ
وَرَفْعٍ
وَيُتِمَّ
الرُّكُوعَ« .
20. (2502)- Mutarrif İbnu
Abdillah (rahimehullah) anlatıyor: "Ali İbnu Ebî Tâlib (radıyallâhu
anh)'in arkasında ben ve İmrân İbnu Husayn beraber namaz kıldık. Ali
(radıyallâhu anh) secde edince tekbir getiriyor, başını kaldırınca tekbir
getiriyor, iki(nci) rek'atten kalkınca yine tekbir getiriyordu."[266]
Nesâî'nin rivayetinde şöyle denmiştir: "Her eğilme ve her
kalkmada tekbir getirir, rükûyu tamamlardı."[267]
AÇIKLAMA:
1- Gerek önceki hadiste ve gerekse burada "iki rekatte
tekbir..." tâbirini âlimler iki surette anlamışlardır:
a) Her iki rek'atte, ikinci secdeden sonra kıyâma kalkarken
tekbir getirdi...
b) İkinci rek'atte teşehhüd'den sonra üçüncü rek'ate kalkış
esnasında tekbir getirdi...
Biz tercümeyi, iki mânayı da muhtemil olsun diye iki(nci) rek'at
şeklinde yaptık.
2-Bu rivayet de İbnu Hacer'in te'viline göre, zâhiren
yeterince sarih olmasa da, Hz. Ali (radıyallâhu anh)'nin tekbiri kalkma
sırasında çektiğini ifade etmektedir.[268]
ـ21ـ وعن
علي رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ رسولَ اللّهِ
#: كانَ إذَا
قَامَ إلى
الصََّةِ
المكْتُوبَةِ
كَبَّرَ
وَرَفَعَ
يَدَيْهِ
حَذْوَ
مَنْكِبَيْهِ
وَيَصْنَعَ
مِثْلَ
ذَلِكَ إذَا
قَضى
قِرَاءَتَهُ
وَأرَادَ أنْ
يرْكَعَ،
وَيَصْنَعُهُ
إذَا رَفَعَ
مِنَ
الرُّكُوعِ،
وََ يَرْفَعُ
يَدَيْهِ في
شَىْءٍ مِنْ
صََتِهِ
وَهُوَ
قَاعِدٌ،
وَإذَا قَامَ
مِنَ السَّجْدَتَيْنِ
رَفَعَ
يَدَيْهِ
كَذَلِكَ
وَكَبَّرَ[.
أخرجه أبو داود
.
21. (2503)- Hz. Ali
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) farz
namaza kalkınca tekbir getirir, ellerini omuzlarının hizasına kadar kaldırırdı.
Kıraatini tamamlayıp rükûya gitmek isteyince aynı şeyi yapardı. Rükûdan
kalkınca da aynı şeyi yapardı. Oturur vaziyette iken ellerini hiçbir surette
kaldırmazdı. İki(nci) secdeden de kalkınca ellerini aynı şekilde kaldırır ve
tekbir getirirdi."[269]
AÇIKLAMA:
Şârihler burada geçen secdeteyn (iki secde) kelimesiyle rek'ateyn
(iki rek'at) kasdedildiğini belirtirler. Çünkü, hadisin diğer vecihlerinde
secdeteyn yerine rek'ateyn gelmiştir. İki(nci) rek'atten sonraki kalkışla,
teşehhüdden sonraki kalkışın kastedildiğini önceki açıklamamızda belirtmiştik.
Şu halde, teşehhüd'den sonraki kalkışta ellerin kaldırılması müstehab
olmaktadır.
Şunu da kaydedelim ki, sadece Hattâbi, burada geçen secdeteyn (iki
secde) kelimesiyle, her rek'atte yapılan malum iki secdenin kastedildiğini
söylemiş, ancak secde sırasında ellerin kaldırılacağını hiçbir fakihin
söylemediğini belirterek kendisi gereksiz bir çıkmaza girmiştir. İbnu Raslân
der ki: "Hattâbî, hadisin başka vecihlerinde secdeteyn kelimesinin yerine
rek'ateyn kelimesinin kullanıldığını görmemiş olmalıdır. Görseydi, bu kelimeyi
rek'ateyn'e hamlederdi."[270]
ـ22ـ وعن
أبى قبة ]أنَّ
مَالِكَ بْنَ
الحويرث رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
رَأى
النَّبىَّ #
يَرْفَعُ
يَدَيْهِ
إذَا
كَبَّرَ،
وَإذَا
رَكَعَ، وَإذَا
رَفَعَ
رَأسَهُ مِنَ
الرُّكُوعِ
حَتّى
يَبْلُغَ
بِهِمَا
فَرُوعَ
أُذُنَيْهِ[.
أخرجه الخمسة
إ الترمذي.زاد
النسائى في
أخرى: »وَإذَا
سَجَدَ
وَإذَا
رَفَعَ
رَأسَهُ مِنَ السُّجُودِ«
.
22. (2504)- Ebû Kılâbe
anlatıyor: "İbnu Hüveyris (radıyallâhu anh), Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın (namaza başlarken) tekbir getirdiği, rükûya gittiği, rükûdan başını
kaldırdığı zaman, kulağının üst kısmına ulaşıncaya kadar ellerini kaldırdığını
görmüştür."[271]
Nesâî, bir diğer rivayette şu ziyadeyi kaydeder: "...secde
ettiği ve secdeden başını kaldırdığı (zaman da ellerini kaldırırdı)."[272]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet namazda tekbirler sırasında ellerin nereye kadar
kaldırılacağı hususunda açıklamada bulunuyor. Hadiste geçen furû' kelimesi
fer'in cem'idir, bir şeyin üst kısmı demektir. Kulağın üst kısmı olarak
anlaşılmıştır. Ancak bazılarınca kulak memesi diye izah edilmiştir. Müslim'in
bir rivayetinde "kulaklarının hizasına kadar" tabiri geçer. Nevevî,
bu hadislere dayanarak el kaldırma işi'ni şöyle tavsif eder: "Mezhebimizde
(Şâfiî) ve cemâhir'in mezhebinde meşhur şekli şöyledir: Musalli, ellerini
omuzları hizasında kaldırır, şöyle ki: Parmaklarının kenarları kulaklarının üst
hizasında, başparmakları kulak memelerinin hizasında, avuçları omuzlarının
hizasında olur. Şâfiî merhum, bu babta gelen farklılıkları böylece cem'etti ve
diğer âlimler onun bu izahını yerinde buldu."
Aliyyü'l-Kârî de Mirkât'ta meseleyi Kadı İyâz'dan naklen şöyle
açıklar: "İmamlar, iftitah tekbiri (tahrim) sırasında ellerin
kaldırılmasına sünnet demekte müttefiktirler, ancak bunun nasıl olması
gerektiğinde ihtilaf ederler. Mâlik ve Şâfiî, musallinin ellerini omuz hizasına
kadar kaldıracağını, Ebû Hanîfe kulak hizasına kadar kaldıracağını
söyler."[273]
ـ23ـ وعن
النّضر بن
كثير السعدى
قال: ]صَلّى
إلى جَنْبى
عَبْدُاللّهِ
بنِ طَاوُسٍ
في مَسْجِدِ
الحَيْفِ
فَكَانَ إذَا
سَجَدَ
السَّجْدَةَ
ا‘ولى فَرَفَعَ
رَأسَهُ
مِنْهَا
رَفَعَ
يَدَيْهِ
تِلْقَاءَ
وَجْهِهِ،
فَأنْكَرْتُ
ذَلِكَ. فَقُلْتُ
لِوُهَيْب
بنِ خَالِدٍ:
فقَالَ
وُهَيْبٌ:
تَصْنَعُ
شَيْئاً لَمْ
تَرَ أحَداً
صَنَعُهُ؟
فقَالَ ابنُ
طَاوُسٍ:
رَأيْتُ أبِى
يَصْنَعُهُ؛
وَقالَ أبِى:
رَأيْتُ ابنَ
عَبَّاسٍ
يَصْنَعُهُ،
وََ أعْلَمُ
إَّ أنَّهُ
قالَ كانَ النّبىُّ
# يَصْنَعُهُ[.
أخرجه أبو
داود
والنسائى .
23. (2505)- Nadr İbnu Kesîr
es-Sa'dî anlatıyor: "Abdullah İbnu Tâvus, Mescidü'l-Hayf'da yanıbaşımda
namaz kıldı. İlk secdeyi yapıp secdeden başını kaldırdığı zaman ellerini yüzünün
hizasına kadar kaldırmıştı. Ben bunu hoş bulmadım ve Vüheyb İbnu Hâlid'e
söyledim. Vüheyb ona:
"Sen hiç kimsede görmediğin birşey mi yapıyorsun?" dedi.
Ancak Tâvus cevaben:
"Babamın onu yaptığını gördüm. Üstelik babam şunu da
söylemişti:
"İbnu Abbâs (radıyallâhu anh) böyle yaptığını gördüm. Üstelik
onun: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
bunu yapıyordu" demiş olmasından başka bir şey de bilmiyorum."[274]
AÇIKLAMA:
Bu hadiste sarih olarak, secdelerde baş, yerden kalkarken ellerin
yüzün hizasına kadar kaldırılacağı ifade edilmektedir. Bu meseleye 2500
numaralı hadisin açıklamasının sonunda genişçe yer vererek ulemanın secdeden
kalkarken ellerin kaldırılmaması gerektiğinde ittifak ettiğini belirttik.
Burada şunu da ilave edelim ki, sadedinde olduğumuz hadisin râvilerinden olan
Nadr İbnu Kesîr, kendisiyle amel edilemeyecek kadar zayıf addedilmiştir.
Kütüb-i Sitte'de böyle hadisler yer alır mı? sorusuna cevabımız şudur: Kütüb-i
Sitte'de yer alan hadislerin durumlarını açıklarken zıddiyet hadisleri'nden
bahsetmiş, müellifler bir bâbta gelen ve bazı âlimlerce amel edilmiş olan zayıf
hadisleri de -zaafına dikkat çekmek maksadıyla- bilerek almışlardır. (Bu mevzu
ileride tafsilatiyla ele alınacaktır). Bu çeşit hadislerin varlığı o kitaplara
olan itimadımızı sarsmaz, bilâkis âlimlere olan saygı ve güvenimizi artırır.
Onlar, kendisi açılarından, amel edilmeyecek kadar zayıf olan hadisleri de
-onlarla amel eden bazı fakihler bulunduğu için- göstermiş olmakla ilmî
bîtaraflıklarını ortaya koymuş olmaktadırlar.[275]
ـ24ـ وعن
ميمون المكى:
]أنَّهُ رَأى
عَبْدَ اللّهِ
بنَ
الزُّبَيْرِ
وَصَلّى
بِهِمْ، يُشِِيرُ
بِكَفّيْهِ
حِينَ
يَقُومُ،
وَحِينَ يَرْكَعُ،
وَحِينَ
يَسْجُدُ،
وَحِينَ يَنْهضُ
لِلْقِيَامِ.
فَيَقُومُ
فَيُشِيرُ
بِيَدَيْهِ،
قالَ
فَانْطَلَقْتُ
إلى ابنِ عَبّاسٍ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما
فَقُلْتُ
إنِّى رَأيْتُ
ابنَ
الزُّبَيْرِ
صَلّى صََةً
لَمْ أرَ أحَداً
يُصَلِّيها.
فَوَصَفْتُ
لَهُ هذِهِ ا“شَارَةَ،
فقَالَ: إن
أحْبَبْتَ
أنْ تَنْظُرَ
إلى صََةِ
رَسولِ
اللّهِ #
فَاقْتَدِ
بِصََةِ
عَبْدَ
اللّهِ ابْنِ
الزُّبَيْرِ[.
أخرجه أبو داود.
24. (2506)- Meymûn el-Mekkî, Abdullah İbnu Zübeyr (radıyallâhu anh)'i
gördüğünü ve kendilerine namaz kıldırdığını anlatmıştır. Devamla der ki:
"Abdullah namazda kıyâm, rükû, secde ve secdeden kıyâma kalkma esnalarında
elleriyle işaret yapıyordu (ellerini kaldırıyordu). İbnu Abbâs (radıyallâhu
anhümâ)'a gittim. Ve:
"İbnu Zübeyr'i hiç kimsede görmediğim bir tarzda namaz
kılıyor gördüm" deyip onun namazda yaptığı işareti anlattım. Bana:
"Eğer Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın namazını
görmekten hoşlanırsan, Abdullah İbnu Zübeyr'in namazına uy!" dedi."[276]
AÇIKLAMA:
Hadiste geçen işaret yapıyor ifadesinden maksad, elini
kaldırmasıdır. Önceki hadiste olduğu gibi bu hadiste de, secdeden kalkarken
elin kaldırılması meselesi, 2500 numaralı hadiste açıklandığı üzere, 2483
numarada kaydedilen müttefekun aleyh, İbnu Ömer hadisine muhalif olduğu için
amel ve istidlale salih bulunmamıştır.[277]
ـ25ـ وعن
عمران بن
الحصين
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
قال: ]كَانَتْ
بِى
بَوَاسِيرُ
فَسَألْتُ النّبىَّ
# عَنِ
الصَّةِ.
فقَالَ: صَلِّ
قَائِماً
وَإنْ لَمْ
تَسْتَطِعْ
فَقَاعِداً:
فإنَّ لَمْ
تَسْتَطِعْ
فَعَلى جَنْبٍ[.
أخرجه الخمسة
إ مسلماً .
25. (2507)- İmrân
İbnu'l-Husayn (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Bende basur vardı. Namazı
nasıl kılacağım diye Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a sordum.
"Ayakta kıl, muktedir olmazsan oturarak kıl, buna da muktedir
olmazsan yan üzeri (yatarak) kıl" buyurdu."[278]
ـ26ـ وفي
أخرى: ]أنَّهُ
سَألَ
النّبىَّ #
عَنْ صََةِ
الرَّجُلِ
قَاعِداً.
قالَ: إنْ
صَلّى قَائماً
فَهُوَ
أفْضَلُ،
وَمَنْ صَلّى
قَاعِداً فَلَهُ
مِثْلُ
نِصْفِ أجْرِ
الْقَائِمِ،
وَمَنْ صَلّى
نَائِماً
فَلَهُ
نِصْفُ أجْرِ
الْقَاعِدِ[.قال
الخطابى: إن
لم تكن لفظة
نائماً
مُدْرجة في
الحديث من بعض
الرواة، وقاس
ذلك على صة
القاعد أو
اعتبر بصة
المريض
نَائماً إذا
لم يقدر على
القعود، فإن
التطوع
مضطجعاً للقادر
جائز كما يجوز
للمسافر إذا
تطوع على راحلته؛
فأما من
جهة القياس ف
يجوز أن يصلى
مضطجعاً كما
يجوز له أن
يصلى
قَاعِداً ‘ن
القعود شكل من
أشكال الصة،
وليس اضطجاع
في شئ من أشكال
الصة .
26. (2508)- Diğer bir
rivayette geldiğine göre, İmrân Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a kişinin
oturarak kılacağı namaz hususunda sordu. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Ayakta kılarsa bu efdaldir. Kim de oturarak kılarsa, ona
ayakta kılanın ecrinin yarısı verilir. Kim de yatarak kılarsa ona da oturarak
kılanın ecrinin yarısı verilir" buyurdu."[279]
ـ27ـ وعن
عبداللّه بن
شقيق قال:
]قُلْتُ
لِعَائِشَةَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها: هَلْ
كَانَ النّبىُّ
# يُصَلِّى
وَهُوَ
قَاعِدٌ؟
قالَتْ نَعَمْ.
بَعْدَ مَا
حَطَّمَهُ
النّاسُ، أوْ
قالَ
السِّنُّ[.
أخرجه الستة .
27. (2509)- Abdullah İbnu
Şakîk anlatıyor: "Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ)'ye:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) oturarak namaz kılar
mıydı?" diye sordum. Bana şu cevabı verdi:
"Evet! Halk -veya yaş demişti- O'nun dermanını kesince (yani
insanların meseleleriyle ömrünü tüketince, dermandan kesilince demektir)."[280]
ـ28ـ وفي
أخرى: ]أنّ
رسولَ اللّهِ
# كانَ
يُصَلِّى
جَالِساً
فَيَقْرأُ
وَهُوَ
جَالِسٌ فإذَا
بَقِىَ مِنْ
قِرَاءَتِهِ
نَحْوٌ مِنْ
ثََثِينَ أوْ
أرْبَعِينَ
آيَةً قَامَ
فَقَرَأهَا
وَهُوَ
قَائِمٌ
ثُمَّ رَكَعَ
ثُمَّ سَجَدَ.
فَفَعَلَ في
الرَّكْعَةِ
الثَّانِيَةِ
مَثْلَ
ذَلِكَ.
فَإذَا قَضى صََتَهُ
فإنْ كُنْتُ
يَقْظَى
تَحَدّثَ مَعِى،
وَإنْ كُنْتُ
نَائِمةً
اضْطَجَعَ[ .
28. (2510)- Bir diğer
rivayette şöyle denmiştir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) oturarak
namaz kılar, oturduğu halde kırâat buyurur, kırâatinden takriben otuzkırk âyet
kalınca kalkar, kırâatına ayakta devam eder, sonra rükûya ve secdeye giderdi.
İkinci rek'atte aynen bunun gibi yapardı. Namazı bitince, ben uyanıksam benimle
konuşurdu, uyuyor isem yatardı." [281]
ـ29ـ وفي
أخرى للنسائى قالَ:
]رَأيْتُ
النّبىَّ #
يُصَلِّى
مُتَرَبِّعاً[.قال
النِّسَائِى:
وَ أحسب هذا
الحديث إ خطأ
29. (2511)- Nesâî'de gelen
bir rivayette şöyle denmiştir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı
(oturarak namaz kılarken) bağdaş kurma şeklinde oturmuş gördüm."
Nesâî der ki: "Bu hadisin hatalı olduğu kanaatindeyim."[282]
AÇIKLAMA:
1-Yukarıda kaydedilen on beş rivayet, oturarak namaz kılma ile
alakalıdır. Oturarak namaz kılmanın hükmünde ulema fazla ihtilaf etmez. Sıhhati
yerinde olan kimse için farzlarda câiz değildir, nafilelerde câizdir. 2508
numaralı hadis nafileye hamledilerek sevabının yarıya düşeceği belirtilir. Özrü
olan kimsenin oturarak namaz kılması farzda da, nafilede de caizdir ve
sevabından da eksilme olmaz. Sıhhati yerinde olanın oturarak namaz kılması caiz
değildir, günaha sebeptir. Bunun helâl olduğuna îtikad eden küfre düşer. Böyle
bir îtikadla, bir farzı yani "kıyâm"ı inkar etmiş olur. Hanefî
mezhebine göre, hakkında, mürted (yani dinden çıkmış) ahkâmı uygulanır.
2-Yatarak namaz meselesine gelince bunun cevazında biraz
ihtilaf vardır:
* Özre binaen yatarak farz namaz kılınabilir, bu hususta ihtilaf
yoktur.
* Nafileye gelince, bazı âlimler yatarak nafile kılınmayacağına
hükmetmiştir. Hattâbî: "Yatarken nafile kılmaya cevaz veren tek alim
bilmiyorum" der ve devamla şunları söyler: "Yatarak nafile kılmanın
cevazını ifade eden ibare -râvilerden biri tarafından derc edilmeyip-
Resûlullah tarafından söylenmiş ise, oturarak kılınan namazla kıyaslanmış veya
muktedir olamayanın yatarak kılacağı namaza itibar etmiştir. Böylece bu hadise
göre, oturmaya muktedir olanın yatarak kılacağı nafile câizdir, tıpkı yolcunun
binek üzerinde nafile kılmasının cevazı gibi. Fakat bu kıyas söz götürür.
Çünkü, oturma (kuud), namazın şekillerinden biri olduğu halde, yatma namaz şekli
değildir. Öyle ise yatarak namaz kılmaya cevaz veren İmrân hadisi (2507-2508)
farz kılacak olan hasta ile ilgilidir. Şöyle ki: -Yatarak kılmaya cevaz veren
bir hastalığına rağmen- meşakkate katlanarak bu farzı oturarak kılmayı tercih
edecek olursa, onun sevabı iki kat olur... Şu halde bu hadiste, meşakkate
tahammül etmeye teşvik edilmektedir. Kişinin özrü sebebiyle oturarak kılması
caiz ise de bazı sıkıntılara katlanarak ayakta kılması efdaldir ve daha
sevaplıdır."
Kısaca Hattâbî, yatarak namaz kılma ruhsatını farza tahsis eder,
nafile hakkında câiz görmez.
Hasan Basrî gibi bazı alimler, yatarak namazı nafilede de câiz
görmüşlerdir. Tirmizî'nin kaydına göre Hasan Basrî: "Kişi dilerse ayakta,
oturarak, yatarak nafile namaz kılabilir" demiştir. Bu görüşte Hasan Basrî
yalnız değildir, âlimlerden bazıları kendisine katılmıştır. Müteahhirûn da bu
görüşü sahih bulmuştur.
3- Oturarak veya yatarak kılınacak namazlarla ilgili ahkâm,
kadın hakkında da, erkek hakkında da câridir, aralarında farklılık yoktur.
4- Oturarak namaz tecviz edilmiş ise de nasıl, ne şekilde
oturulacağı hususunda hadiste kesin bir sarahat gelmemiştir. Hadisin ıtlakından
her çeşit oturuş tarzının cevazına hükmedilmiş, bununla beraber efdal şekil
hangisidir? aranmıştır. Eimme-i selâseye göre bağdaş kurmaktır. Başka şekiller
de söylenmiştir. Mamafih, zayıf da olsa bağdaş kurma (müterebbi) ile ilgili bir
hadis de gelmiştir.[283]
ـ30ـ وعن أم
سلمة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]ما قُبِضَ
رسولُ اللّهِ
# حَتّى كانَ
أكْثَرُ صََتِهِ
جَالِساً إَّ
المَكْتُوبَةَ،
وَكانَ
أحَبُّ
الْعَمَلِ
إلَيْهِ
أدْوَمَهُ
وَإنْ قَلَّ[.
أخرجه
النسائى .
30. (2512)- Ümmü Seleme
(radıyallâhu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
ölümüne yakın, farzlar dışındaki namazlarının çoğu oturarak idi. Ona göre,
amellerin en güzeli, az da olsa devamlı olanı idi."[284]
ـ31ـ وعن
حَفْصَةَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]مَا رَأيْتُ
رسولَ اللّهِ
# صَلّى في
سُبْحَتِهِ
قَاعِداً
حَتّى كَانَ
قَبْلَ
وَفَاتِهِ
بِعَامٍ
فَكَانَ
يُصَلِّى في
سُبْحَتِهِ
قَاعِداً،
وَكانَ
يُصَلِّى
بِالسُّورَةِ
فَيُرَتِّلُهَا
حَتَّى
تَكُونَ
أطْوَلَ مِنْ
أطْوَلَ
مِنْهَا[.المراد
»بِالسُّبْحَةِ«
هنا: النافلة
خاصة.»وَتَرْتيلُ
الْقِرَاءَةِ«
تبيينها وترك
الْعَجَلَةِ
فيها.
31. (2513)- Hz. Hafsa (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın, nafile namazlarını kılarken, ölümüne bir yıl
kalıncaya kadar hiç oturduğunu görmedim. Bundan sonra hep oturarak kıldı.
Namazda sûreyi hep tertîl üzere okurdu. Bundan dolayı o sûre, aslında ondan
daha uzun olan sûreden daha uzun görünürdü."[285]
ـ32ـ وعن
ابن عمرو بن
العاص رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
قال:
]حُدِّثْتُ
أنَّ
رَسولَ اللّهِ
# قالَ: إنَّ
صََةَ
الرَّجُلِ
قَاعِداً عَلى
نِصْفِ
الصََّةِ.
قالَ:
فَأتَيْتُهُ
فَوَجَدْتُهُ
يُصَلِّى
جَالِساً
فَوَضَعْتُ
يَدِى عَلى
رَأسِهِ.
فقَالَ
مَالِكَ يا
عَبْدَ
اللّهِ بْنَ
عَمْرو؟
قُلْتُ: حُدِّثْتُ
يَا رَسُولَ
اللّهِ
أنَّكَ
قُلْتَ صََةُ
الرَّجُلِ
قَاعِداً
عَلى نِصْفِ
الصََّةِ،
وَأنْتَ
تُصَلِّى
قَاعِداً.
قال: أجَلْ،
وَلَكِنِّى
لَسْتُ
كَأحَدٍ
مِنْكُمْ[.
أخرجه مسلم
ومالك
والترمذي
والنسائى.
32. (2514)- İbnu Amr
İbni'l-Âs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Bana Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın: "Kişinin oturarak kıldığı (nafile) namaz, normal şekilde
kıldığı namazın (sevapca) yarısına denktir" buyurduğu söylenmişti.
(Kendisinden sormak üzere) derhal yanına gittim. Varınca, Efendimizi oturarak
namaz kılıyor buldum. Elimi başının üzerine koydum. Bana:
"Ey Abdullah İbnu Amr! Meselen nedir?" dedi. Ben:
"Ey Allah'ın Resûlü, bana "Kişinin oturarak kıldığı
namaz, normal namazın yarısına denktir" buyurduğunuz söylendi. Halbuki siz
de oturarak kılıyorsunuz?" dedim. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Evet öyledir. Ancak ben sizlerden biri gibi değilim"
cevabını verdi."[287]
AÇIKLAMA:
1- Az yukarıda (2511. hadis) açıklandığı üzere, oturarak
kılınan namaz sahihtir, ancak bir mazerete mebni olmadığı taktirde ayakta
kılınan namazın sevabca yarısına denktir ve bu cevaz da nafileye hastır. Farz
namazlar, mazeretsiz oturularak kılınamaz, zîra "kıyâm" yani ayakta
durmak namazın farzlarından biridir.
2- Hadiste geçen, "Ben sizlerden biri gibi değilim"
sözü, Resûlullah, (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu meselede de hususiyet
arzettiğini ifade eder. Âlimler, bu hususiyete binaen, Aleyhissalâtu
vesselâm'ın, oturarak kıldığı nafilenin diğer mü'minlerin kıyâm halinde
kıldıkları gibi olduğunu söylerler. Bunun en açık izahı şöyledir: Efendimiz,
öğretmekle vazifelidir. Bu vazifesi icabı yaptıkları O'nun sevabına eksiklik
getirmemelidir. Nitekim, oturarak kılmış olmasını ashâbın görmesi ve bunun
rivayeti nice hükümlerin teşriîne sebep olmuştur. Bu sebeple elbette ki,
Aleyhissalatu vesselâm diğer mü'minler gibi olmayacak, vazifesi icabı
yaptıklarından nisbî bir sevab eksikliğine maruz kalmayacaktır.
3- Hadisin bir başka vechinde: "Elimi başımın üzerine
koydum" denmiştir. Bu durumda, hayrete düşülünce takınılan tavır
mevzubahistir. Resûlullah' ummadığı şekilde bulmuş, hayrete düşmüştür. Öbür
durum, yani elini Hz. Peygamber'in başına koymuş olması, Efendimizle aralarındaki
samimiyeti ifade eder.[288]
ـ33ـ وعن
مُحارب بن
دِثار قال:
]نَظَرَ
حُذَيْفَةُ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
إلى رَجُلٍ
يُصَلِّى وََ
يُقِىمُ
ظَهْرَهُ.
فَلَمَّا
فَرَغَ قالَ
لَهُ:
أيَألَمُ
ظَهْرُكَ؟
قالَ: َ. قالَ: إنَّكَ
لَوْ مُتَّ
عَلى
حَالَتِكَ
هذِهِ مُتَّ
مُخَالِفاً
لِسُنَّةِ
رَسُولِ
اللّهِ #[.
أخرجه رزين .
قلت وهو
في البخارى
بلفظ ]رَأى
حُذَيْفَةَ
رَجًُ َ
يُتِمُّ
رُكُوعَهُ
وََ
سُجُودَهُ.
فَلَمَّا
قَضى صََتَهُ
قالَ لَهُ
حُذَيْفَةُ: مَا
صَلّيْتُ،
وَلَوْ مُتَّ
مُتَّ عَلى
غَيْرِ
الْفِطْرَةِ
الَّتِى
فَطَرَ
اللّهُ مُحَمّداً
#، واللّهُ
أعْلم[ .
33. (2515)- Muhârib İbnu
Disâr (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Huzeyfe (radıyallâhu anh), namaz
kılmakta olan ve bu sırada belini tam doğrultamayan bir adam görmüştü. Namazdan
çıkınca:
"Sırtında bir rahatsızlığın mı var?" diye adama sordu.
"Hayır!" cevabını alınca:
"Şayet, bu halin üzere ölecek olsan Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın sünnetine muhalefet üzere ölürsün" dedi."
Rezin ilavesidir.
Derim ki: "Bu rivayet Buhârî'de şu şekilde gelmiştir:
"Huzeyfe, (namazda) rükû ve secdesini tamamlayan bir adam görmüştü.
Namazını kılıp bitirince Huzeyfe (radıyallâhu anh) ona:
"Sen namaz kılmadın. Eğer ölecek olsan, Allah'ın Muhammed
(aleyhissalâtu vesselâm)'ı, yarattığı fıtrattan başka bir fıtrat üzere
ölürsün" dedi. Gerçeği Allah bilir."[289]
AÇIKLAMA:
1- Bazı rivayetlerde: "... Adam gagalıyor secdeyi
tamamlamıyordu....." ziyadesi mevcuttur. Ahmet İbnu Hanbel'in rivayetinde
Huzeyfe (radıyallâhu anh)'nin adama: "Kaç
yıldan beri namaz kılıyorsun?" diye sorup "kırk yıldan
beri!" cevabını aldığı belirtilir. Bu durumda, adamın yuvarlak hesap veya
mübâlağa olarak böyle söylediği anlaşılır. Çünkü, Huzeyfe'nin vefatı 36 hicrî
yılı olduğu düşünülürse, namazın henüz farz olmadığı bir tarihe kadar gidilme
ihtimali oluyor.
2- Hadisle istidlal eden âlimler, secde ve rükû vaziyetlerinde
tuma' nîne denen bir miktar durmanın vâcib olduğuna, bunun ihlalinin namazı
iptal edeceğine hükmetmişlerdir. Hadisten çıkarılan diğer bir hüküm, namazı
terkedenin küfrüne hükmetmektir. Çünkü Huzeyfe (radıyallâhu anh), hadisin zâhirine
göre, namazın bazı erkânını ihlal edenden İslâm'ı nefyetmektedir. "O, bazı
erkanı ihlal edenin İslam'ını nefyederse, tamamen bırakandan İslâm'ı nefyetmek
evlâ olur" denmiştir. Ancak hemen belirtelim ki, bu istidlal,
"fıtrat" kelimesi ile "dîn" kastedilmiş olma faraziyesine
dayanır. Nitekim, Müslim'de de geldiği üzere, namaz kılmayana küfr
ıtlak olunmuştur. Bu ıtlakı bazı âlimler hakikati üzere, namazı kabul ederken,
bazıları "zecr" de mübâlağa "olarak anlamıştır. Hattâbî der ki:
"fıtrat" millet veya dîn demektir. Ancak burada "fıtat'la sünnet
kastedilmiş olma ihtimali vardır. خمس
من الفطرة "Fıtrattan olan beş şey ...."
hadisinde olduğu gibi.[290] Şu halde Huzeyfe
hazretlerinin adam gelecekte kendine çeki düzen versin diye onu azarlama gayesi
gütmüş olabilir, tekfir gayesi değil. Nitekim, hadisin bir başka vechinde
" نة
محمد "... Muhammed'in sünneti..."
tabirinin yer almasıda tekfiri kasdetmiş olduğuna bir karîne olabilir.[291]
ـ34ـ وعن
أبى حازم قال:
]قالَ سهل بن
سعد رَضِيَ اللّهُ
عَنْهما: كانَ
النَّاسُ يُؤْمَرُونَ
أنْ يَضَعَ
الرَّجُلُ
الْيَدَ
الْيُمْنَى
عَلى
ذِرَاعِهِ
الْيُسْرَى في
الصََّةِ.
قالَ أبو
حازم: َ
أعْلمُهُ إّ
يَنْمِى
ذلِكَ إلى
رَسُولِ
اللّه #[. أخرجه
البخارى
ومالك .
34. (2516)- Ebû Hâzım
(rahimehullah) anlatıyor: "Sehl İbnu Sa'd (radıyallâhu anhümâ) demişti ki:
"İnsanlara, namazda sağ elini sol kolu üzerine koysun" diye
emredilmişti. " Ebû Hâzım devamla der ki: "Ben onun (Sehl'in), bu
hadisi Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a nisbet ettiğini biliyorum."[292]
AÇIKLAMA:
1-Bu hadis, namazda kıyâm esnasında sağ elin sol kol üzerine
konulacağına dair Resûlullah'tan emir çıktığını gösteriyor. Gerçi emri veren,
rivayette, şârih değil ise de, böyle dînî bir emri Resûlullah'tan başka kimse
veremeyceğine göre emrin kaynağı Aleyhissalâtu vesselâm'dır.
2- Nesâî ve Ebû Dâvud'da gelen Vâil hadisinde biraz daha
teferruât yer alır: "(Resûlullah), sonra sağ elini, sol avucunun ve kol
(kısmın)'dan bileğin üstüne koydu."
3- Eller bu şekilde bağlandıktan sonra konmuş olduğu yer
hususunda rivayetler ihtilaflıdır:Bazıları: "Göğsün üzerine" der.
Bazıları: "Göğsün yanına" der. Bazıları: "Göbeğin
altına" der.
Şârihler bu tarzın huşû haline en uygun olduğunu, gereksiz
şeylerle (abesle) meşguliyeti önleyeceğini, keza bunun zelil bir taleb
sahibinin hali olduğunu, dolayısiyle ibadetinin makbuliyetine müessir olacağını
belirtirler. Bazıları da şöyle demiştir: "Kalb niyet mahallidir, kişinin
elini onun üstüne koyması kalbi koruma
azmini ifade eder, zira bir şeyi korumak isteyenin onun üzerine elini koyması
adettendir."
İbnu Abdilberr, elin önde bağlanması hilafına Resûlullah'tan
rivayet vârid olmadığını söyler. Sahâbe ve Tabiîn'in cumhuru bu görüştedir.
Ancak İbnu'l-Kâsım, İmam Mâlik'ten ellerin yana salınmasını rivayet etmiş,
ashabının çoğunluğu onu benimsemiştir.
4- Hadisin sonunda, râvi Ebû Hâzım, eli önde bağlama emriyle
ilgili haberi anlatan Sa'd'ın bunu -sarih olarak zikretmemiş bile olsa-
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a nisbet ettiğini, yani merfû bir hadis
rivayet etmiş olduğunu belirtir. Rivayet zahirde merfû değil gibi gözükse de
merfûdur. Çünkü hadiscilerin ıstılahında, Ashabın "bize emredilir"
gibi sözü ref'e hamledilmiştir. Mesela Hz. Âişe'nin كُنَّا
نُؤْمَرُ
بِقَضَاءِ
الصَّوْمِ "Biz
orucu kaza etmekle emrolunduk" sözü merfû kabul edilmiştir. Zîra, Ashâb'a
bu emri verecek kaynak ancak Şâri'nin kendisi olabilir.[293]
ـ35ـ وعن
ابن مسعود
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّهُ كانَ
يُصَلِّى
فَوَضَعَ
يَدَهُ عَلى
اليُسْرَى
عَلى
اليُمْنَى.
فَرَآهُ
رَسُولُ اللّهِ
# فَوَضَعَ
يَدَهُ
اليُمْنى
عَلى اليُسْرى[.
أخرجه أبو
داود واللفظ
له، والنسائى
.
35. (2517)- İbnu Mes'ud
(radıyallâhu anh)'un anlattığına göre, namaz kılarken sol elini sağ eline
koymuştur. Bunu gören Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) (bizzat elleriyle
tutarak) sağ elini sol elinin üzerine koymuştur."[294]
ـ36ـ وعن وائل
بن حُجر
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]رَأيْتُ
رَسُولَ
اللّه # إذَا
كانَ
قَائِماً في
الصََّةِ
قَبَضَ
بِيَمِينِهِ
عَلى
شِمَالِهِ[.
أخرجه
النسائى .
36. (2518)- Vâil İbnu Hucr
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı
namazda kıyâmda iken, sağ eliyle sol elinin üstünden tutmuş gördüm."[295]
ـ37ـ وعن
إسماعيل بن
أُمية قال:
]قال سَألْتُ
نَافِعاً
عَنِ
الرَّجُلِ
يُصَلِّى
وَهُوَ مُشَبِّكٌ
يَدَيْهِ؟
فقَالَ:
سَمِعْتُ
ابْنَ عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما
يَقُولُ: تِلْكَ
صََةُ
المَغْضُوبِ
عَلَيْهِمْ[.
أخرجه أبو
داود .
وفي
رواية ذكرها
رزين: ]أنَّ
ابنَ عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما رَأى
رَجًُ
يَتَّكِئُ عَلى
ألْيَةِ
يَدِهِ
الْيُسْرَى
وَهُوَ قَاعِدٌ
في الصََّةِ.
فقَالَ لَهُ:
َ تَجْلِسْ
هكذَا فَإنَّ
هكذَا
يَجْلِسُ
الَّذِينَ
يُعَذَّبُونَ[
.
37. (2519)- İsmâil İbnu
Ümeyye anlatıyor: "Nâfi merhuma namazda ellerinin parmaklarını kenetleyen
kimse hakkında sormuştum. Bana: "Bu hususta Abdullah İbnu Ömer
(radıyallâhu anh)'i işittim: "Bu, Allah'ın gadabına uğrayanların
namazıdır" demişti diye cevap verdi."[296]
Rezîn'in ilave ettiği bir rivayette de şöyle denmiştir: "İbnu
Ömer (radıyallâhu anh), namazda kuûd halinde (otururken) sol elini kabası
üzerine dayanan bir adam görmüştü, hemen müdahale ederek:
"Böyle oturma, zîra azaba uğrayanlar bu şekilde
otururlar!" dedi.[297]
AÇIKLAMA:
1-Rezîn'in ilavesi, Ebû Dâvud'da gösterilen rivayetten lafzen
biraz farklı ise de ifade ettiği mâna ve hüküm itibariyle aralarında fark
yoktur.
2-Kenetleme diye tercüme ettiğimiz teşbîk Arapçada bir elin
parmaklarını diğer elin parmak aralarına sokmak, tek yumruk haline getirmektir.
Şu halde sadedinde olduğumuz hadis bunu yasaklamaktadır. Kenetleme işinin hangi
durumunda olduğu zikredilmemiştir. Bu durumda yasak mutlaktır; kıyâm halinde de
câridir, kuud (oturma) halinde de.
Bu rivayet daha önceki hadiste (2518) beyan edilen adabı takviye
eder. Yani kıyâm halinde eller kenetlenmez; sağ el, sol eli üst kısmından
kavrar.
3- Rezîn ilavesinde, kuud'da elin yere dayanması
yasaklanmaktadır. Dayanarak oturmayı yasaklayan hadis aynı mahreçten (yani İbnu
Ömer' den) çıkmasına rağmen değişik vecihlerden gelmiştir, aralarında bazı
farklılıklar da vardır.[298] Ahmed İbnu Hanbel'in
rivayetinde: نَهى
رَسُولُ
اللّهِ # اَنْ
يَجْلِسَ الرَّجُلُ
في الصََّةِِ
وَهُوَ
مُعْتَمِدٌ
عَلى يَدِهِ "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
kişinin namazda eline dayanarak oturmasını yasakladı" şeklindedir.
İbnu Abd'l-Melik'in rivayetinde:
نَهى
اَنْ
يَعْتَمِدَ
الرَّجُلُ
عَلى يَدِهِ
إذَا نَهَضَ
في الصََّةِ
"(Resûlullah)
namazda kişinin (kuuddan) kalkarken elinin üzerine dayanmasını yasakladı"
şeklindedir.
İbnu Şebbüveyh'in rivayetinde:
نَهى
اَنْ
يَعْتَمِدَ
الرَّجُلُ
عَلى يَدِهِ
في الصََّةِ
"(Resûlullah)
kişinin namazda eli üzerine dayanmasını yasakladı" şeklindedir.
Fakihler bu farklılıklardan farklı yorum ve hükümlere ulaşmışlardır.
Aliyyü'l-Kârî'nin el-Ezhâr'dan naklen kaydettiğine göre "Kişinin namazda
dayanmasını, bazıları: "Teşehhüdde elini yere koyarak eline
dayanmasıdır" diye; bazıları: "Kişinin namazda oturup, ellerini
dizlerinin üzerine koymayıp yanlara salmasıdır" diye; bazıları:
"Secdeye giderken elleri yere, dizlerden önce koymaktır" diye,
bazıları: "Kalkma sırasında ellerini yere koyarak dayanmaktır" diye
açıklamışlardır. Aliyyü'l-Kârî, hadisin metnine en uygun te'vili Ebû Hanîfe'nin
yaptığını belirtir. Ebû Hanîfe'ye göre hadis, "Kişinin namazda kıyâma
kalkarken ellerine dayanmasını yasaklamaktadır; yani kişi yere dayanmadan
ayaklarının sırtı üzerinde doğrulmalıdır."
Görüldüğü üzere, Ebû Hanîfe kıyâma kalkarken elini yere dayamama
hükmünde, hadisin Abdi'l-Melik tarafından rivayet edilen vechine; ayakların
sırt kısmı üzerine dayanma hükmünde de Tirmizî'de gelen bir rivayete
dayanmıştır: كَانَ
رَسُولُ
اللّهِ #
يَنْهَضُ في الصَّةِ
عَلى صُدُورِ
قَدَمَيْهِ
"(Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) namazda (kıyâma kalkarken) ayaklarının sırtları
üzerinde kalkardı."[299] (47)
ـ38ـ وعن
أبى جُحيفة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
]أنَّ
عَلِيّاً
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قالَ: السُّنَّة
وَضْعُ
الكفِّ عَلى
الكَفِّ في
الصََّةِ
وَيَضَعَهُمَا
تَحْتَ
السُّرَّةِ[.
أخرجه رزين .
38. (2520)- Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "(Namazın) sünnetlerinden biri namazda (sağ) avucu (sol)
avuç üzerine koyup, her ikisini birlikte göbeğin altına yerleştirmektir."[300]
ـ39ـ وعن
أبى هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]نَهى
النّبىُّ #
عَنْ
اخْتِصَارِ
في الصََّةِ[. أخرجه
الخمسة .
39. (2521)- Hz. Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) namazda
ihtisârı (elleri böğre koymayı) yasakladı."[301]
ـ40ـ وفي
أخرى للبخارى
عن عائشة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْها:
]أنَّهَا
كَانَتْ
تَكْرَهُ أنْ
يَجْعَلَ
الرَّجُلُ
يَدَهُ في
خَاصِرَتِهِ،
وَتَقُولُ
إنَّ
الْيَهُودَ
تَفْعَلُهُ[ .
40. (2522)- Buhârî'de Hz.
Âişe'den yapılan bir diğer rivayette geldiğine göre: "Hz. Aişe
(radıyallâhu anhâ), kişinin ellerini (ihtisâr yaparak) böğrüne koymasını mekruh
addeder ve: Bunu yahudiler yapar" derdi."[302]
ـ41ـ وفي
أخرى ذكرها
رزين قال:
]نَهى رسُولُ
اللّهِ # عَنْ
اخْتِيَارِ
في الصََّةِ
وَغَيْرِهَا[
.
41. (2523)- Rezîn'in rivayet
ettiği diğer bir hadiste: "Resûlullah ihtisârı (eli böğre koymayı) namazda
ve namaz dışında yasakladı" demiştir."[303]
ـ42ـ وعن
زياد بن صُبيح
الحَنْفى قال:
]صَلَّيْتُ
إلى جَنْبِ
ابنِ عُمَرَ.
فَوَضَعْتُ
يَدَىَّ عَلى
خَاصِرَتَىَّ.
فَلَمَّا
صَلّى قالَ:
هذَا
الصَّلْبُ في
الصََّةِ،
وَكانَ النبىّ
# يَنْهى
عَنْهُ[. أخرجه
أبو داود،
واللفظ له،
والنسائى .
42. (2524)- Ziyâd İbnu
Sübeyh el-Hanefî anlatıyor: "İbnu Ömer (radıyallâhu anh)'in yanı başında
namaz kıldım. Ellerimi de böğürlerime koydum. Namazı bitirince: "Bu,
namazda haç(a benzemek)dir, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunu
yasaklamıştı" buyurdu."[304]
AÇIKLAMA:
1- Son dört hadiste ihtisâr'ın namaz içinde -ve hatta namazın
dışında- yasaklandığını görmekteyiz.
İhtisâr nedir? Kısaca "elleri böğre koymak" diye tercüme
ettiğimiz bu kelime bir çok mânada kullanılmıştır:
Hasr, hasîre lügaten insan koltuğunun alt kısmı ki böğür (veya bel
dahi) denir. Tahassür, ihtisâr, elini beline koyma, deyneğe dayanmaz, özetleme
gibi çeşitli mânalar taşır. Rivayetlerde kelime bu farklı mânalarda
kullanıldığı gibi âlimler de bu kökten kelimelerin geçtiği rivayetlerde farklı
mânalar üzerinde durmuşlardır. Şöyle ki:
* Elleri böğre koymak ki sadedinde olduğumuz hadislerde bu mâna
esastır, çünkü, bu mânada açıklama yapılmıştır. Bilhassa 2524 numaralı hadiste
bu mâna pek sarihtir.
* Sözü kısa tutmak. Namazda ihtisâr deyince bazı âlimler bu mâna
üzerinde de durmuşlardır, namazda Kur'ân'dan bir kaç âyet okuyarak, kırâati
yerine getirerek kıyâmı kısa tutmak, keza diğer tesbihatları da az yaparak
rükû, secde ve kaideleri kısaltmaktır. Herevî, Garîbeyn'de bu mâna üzerinde
durarak namazın bu şekilde hafif kılınmasının mekruh olduğunu, hadiste bunun
yasaklanmış olduğunu söyler. Herevî'nin kaydettiği diğer bir açıklamaya göre,
sûrelerin sonlarından birer ikişer âyet okuyup geri kısmını terkederek yapılan
bir ihtisâr mevzubahistir. Şu halde bu tarz kıraat yasaklanmış olmaktadır.
* Namazda, kırâat sırasında secde âyetlerini atlamak. Bu da bazı
sûrelerde geçen ve okununca secde etmeyi gerektiren âyetleri, -secdeden
kaçınmak için okumadan müteakip âyete geçmekle olur. اَنَّهُ
نَهى عَنْ
اِخْتِصَارِ
السَّجْدَةِ hadisinde Resûlullah bu
"atlama"yı yasaklamış olmaktadır.
* Dayanmak, İbnu'l-Esîr, en-Nihâye'de deynek mânasına gelen
mihsara'dan hareketle نَهى
اَنْ
يُصَلِّى
الرَّجُلُ
مُخْتَصراً hadisinde olduğu üzere "Kişinin
deyneğe dayanarak namaz kılması yasaklanmıştır" diyerek hadisin mânasına
bir başka buud kazandırır.
Kelimenin hadislerde başka kullanışları da var, yeri geldikçe
belirtilecektir.
2- İbnu Ömer -2524 numaralı- hadiste eli böğre koyma yasağının
bir hikmetini açıklamaktadır: "Kişinin haça benzemesi. Elleri böğre
konunca, yanlara çıkan kollar, hıristiyanlığın alemi olan salîb manzarası hâsıl
eder." Ancak eli böğre koymanın yasaklanmasında başka mânalar üzerinde de
durulmuştur.
* Şeytana benzemek,
* Yahudilere benzemek,
* Cehennem ehlinin istirahat bulma halidir,
* Kibir ve büyüklük taslayanların amelidir.
* Felâkete uğrayanların çaresizlik halinde başvurdukları bir
haldir, ümitsizlik tezahürüdür.
Şu halde bu menfî mânaları mutazammın olduğu için elin böğre
konması namaz içinde olsun, namaz dışında olsun dînen hoş karşılanmamıştır.
3-Tahassür'ün (veya ihtisâr'ın) hükmüne gelince, Zâhirîler
buna haram demiş ise de cumhur mekruh olduğunu kabul etmiştir. İmam-ı Âzam,
İmâm Mâlik, Şâfiî ve Evzâî hazerâtı (rahimehumullah) cumhur'a dâhildirler.
4-Bir hadiste gelen, "ihtisâr yapmak cehennemliklerin
rahatıdır" ifadesi şöyle te'vil edilmiştir. "Onlar belki bir parça
rahat ederiz ümidiyle ellerini bellerine koyarlarsa da neticede halinde bir
değişiklik olmaz."[305]
ـ43ـ وعن
ابن مسعود
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنّهُ رَأى
رَجًُ
يُصَلِّى
قَدْ صَفَّ
بَيْنَ قَدَمَيْهِ.
فقَالَ قَدْ
خَالَفَ
السُّنَّةَ لَوْ
رَاوَحَ
بَيْنَهُمَا
كانَ
أفْضَلَ[. أخرجه
النسائى .
43. (2525)- İbnu Mes'ud
(radıyallâhu anh)'dan nakledildiğine göre, ayaklarının arasını bitiştirerek
namaz kılan bir adam görmüştü. Şöyle söylendi:"
(Bu adam) sünnete muhalefet etti. Ayaklarını sırayla dinlendirse
daha iyidir."[306]
AÇIKLAMA:
Burada İbnu Mes'ud'un hoş görmediği duruş, kıyâmda ayaklarını yan
yana getirip ikisine birden eşit şeklinde dayanmış olmasıdır. Temenni ettiği
duruş tarzı da, biraz bir ayağı üzerinde ağırlık verip öbürünü dinlendirmek,
bir müddet sonra dinlenmiş olana dayanarak, diğerini dinlendirmektir. Böylesi
bir duruş ayaklarının yan yana aynı vaziyette saf halinde olmalarını bozar.[307]
ـ44ـ وعن أم
قيس بنت
مِحْصَّن
رَضِيَ
اللّهُ عَنْها:
أنَّ رسولَ
اللّهِ #
لَمّا أسَنَّ
وَحَمَلَ
اللَّحْمَ
اتّخَذَ
عَمُوداً في
مُصََّهُ
يَعْتَمِدُ
عَلَيْهِ[.
أخرجه أبو
داود .
44. (2526)- Ümmü Kays Bintu
Mihsan (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
yaşlanıp biraz şişmanlayınca, namaz kıldığı yerde bir sütun bulundurdu namazda
ona dayandı."[308]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, bir özre mebni olarak namazda sütun veya deynek gibi bir
şeye dayanmanın câiz olduğunu ifade etmektedir. Hadisin Ebû Dâvud' daki aslı
deynek ve sütun kelimelerinin her ikisine de yer vermektedir.
Şevkâni, Neylü'l-Evtâr'da der ki: "Ulema'dan bir grup, bir
özür sebebiyle, kıyâm için bir deynek, kazık, duvar gibi bir şeye dayanmak veya
yanında bulunan kimseye abanmak zorunda kalan kimseye bunu yapmasının câiz
olduğuna hükmetmiştir." Şâfiîlerden bir grup da dayanarak kıyâm imkanı
olan kimsenin oturarak kılmasını câiz görmemiştir.
Ashâb'tan da bazılarının kırâatı uzun olan terâvih namazında
deyneğe dayandıkları hususunda rivayet gelmiştir. İmam Mâlik'in Muvatta'da
kaydettiğine göre, Hz. Ömer (radıyallâhu anh), Übey İbnu Ka'b ve
Temîmü'd-Dârî'ye ramazanda onbir rek'at kıldırmalarını emreder. Bunlar namazda,
miîn denen ve uzunluğu yüz âyeti geçen sûrelerden okudukları için, kıyâmın
uzaması sebebiyle cemaatten dayanamayanlar deyneklere dayanırlar. Râvi Sâib
İbnu Yezîd der ki: "Biz terâvih namazından şafak sökünce ayrılırdık."[309]
ـ1ـ عن ابن
عباس رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]كَانَ رسولُ اللّهِ
# يَفْتَتِحُ
قِرَاءَتَهُ
بِبِسْمِ اللّهِ
الرَّحْمنِ
الرَّحِيمِ[.
أخرجه الترمذي
.
1. (2527)- İbnu Abbâs
(radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
kırâatını bismillâhirrahmânirrahîm ile başlatıyordu."[310]
ـ2ـ وعن
أنس رَضِيَ اللّهُ
عَنْه قال:
]صَلّيْتُ
مَعَ رسولِ
اللّهِ #
وَأبى بَكْرٍ
وَعُمَرَ
وَعُثْمانَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهم
فَلَمْ
أسْمَعْ
أحَداً مِنْهُمْ
يَقْرأُ
بِسْمِ
اللّهِ
الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ[.
أخرجه الستة .
2. (2528)- Hz. Enes
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Ben, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm),
Hz. Ebû Bekr, Hz. Ömer, Hz. Osman (radıyallahu anhüm) ile birlikte namaz
kıldım. Onlardan hiçbirinin bismillâhirrahmânirrahîm'i okuduklarını
işitmedim."[311]
ـ3ـ وعن
ابن عبداللّه
بن مُغَفّل
قال: ]سَمِعَنِى
أبِى وَأنَا
أقْرأُ بِسْمِ
اللّهِ
الرَّحْمنِ
الرَّحِيمِ.
فقَالَ لى
بُنَىَّ
مُحْدَثٌ:
إيَّاكَ
وَالحَدَثَ، قالَ:
وَلَمْ أرَ
أحَداً مِنْ
أصْحَابِ
رسولِ اللّهِ
# أبْغَضَ
إلَيْهِ
الحَدَثُ
مِنْهُ. قالَ:
وَقَدْ
صَلّيْتُ
مَعَ رَسولِ
اللّهِ # وَمَعَ
أبِى بَكْرٍ
وَمَعَ
عُمَرَ
وَمَعَ عُثْمَانَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهم
فَلَمْ
أسْمَعْ أحداً
مِنْهُمْ
يَقُولُهَا.
فََ
تَقُلْهَا؛
إذَا أنْتَ
صَلّيْتَ
فَقُلْ:
الحَمْدُللّهِ
رَبِّ
العَالَمِينَ[.
أخرجه
الترمذي، وهذا
لفظه
والنسائى.»الحَدَثُ«
ا‘مر الحادث
الذي لم تأت
به سنة.
3. (2529)- İbnu Abdillah
İbnu Muğaffel (rahimehullah) anlatıyor: "Ben (namazda)
bismillâhirrahmânirrahîm'i okumuştum. Babam işitti. Bana:
"Oğulcuğum, (bu yaptığın) bir bid'attir. bid'atten
sakın!" dedi. Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ashâbından her
kimle karşılaştı isem, hepsinin de bid'atten nefret ettiği kadar bir başka
şeyden nefret etmediğini gördüm. Babam sözlerine şöyle devam etmişti:
"Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la, Hz. Ebû Bekr'le,
Hz. Ömer'le, Hz. Osman'la (radıyallâhu anhüm) namaz kıldım. Onlardan hiç birinin
bunu (besmelenin okunacağını) okuduklarını işitmedim. Onu sen de okuma. Sadece
"Elhamdülillahi rabbi'l-âlemîn" de."[312]
AÇIKLAMA:
1- Namaza başlarken Fatiha'nın evvelinde besmelenin okunup
okunamayacağı hususu rivayetler açısından ihtilaflıdır. Bazı rivayetler
okunduğunu söylerken, diğer bir kısım rivayetler okunmadığını söyler. Leh ve
aleyhteki rivayetler öylesine dengeli ki, bir kısım âlimler bu rivayetlerin
muzdarib olduğunu söylemişlerdir.[313]
Şüphesiz biz burada meselenin münâkaşasını nakledecek değiliz.
2527 numaralı İbnu Abbâs hadisinde görüldüğü üzere bazı rivayetler. Hz.
Peygamber'in besmeleyi okuduğunu te'yid ediyor, müteakip iki rivayet ise bunu
kesin bir üslubla reddediyor. Meseleye temas eden rivayetler burada
kaydedilenden ibaret değildir.
Hemen şunu belirtelim ki, Resûlullah'ın ve ismi geçen Ashâb'ın
besmeleyi âşikâr okumayışları sırrî yani sessiz okumuş olmalarına mâni
değildir. Birçok İslâm âlimi bu nokta üzerinde durarak, şu mânada mülâhaza
yürütmüşlerdir: "Gerçek şu ki, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ve
ondan gördüğünü tekrar eden Ashâb, Kırâatin cehrî yapıldığı akşam yatsı ve
sabah namazlarında müttarid olarak her seferinde besmeleyi cehren okumamıştır.
Okusaydı, rivayetlerde bir ihtilaf olmazdı. İhtilaf olduğuna göre çoğu kere okumadığı
âşikârdır. Ancak, cehrî okumadığı sırada sırrî olarak sesizce okumamış olduğu
da söylenemez..."
Besmele'nin Fatiha suresinin ilk âyeti olduğu görüşünde olan
âlimler, bu hadisi esas alınca, Resûlullah'ın besmeleyi mutlaka okuduğuna,
ancak sırrî okuduğu için işitilmemiş bulunduğuna hükmederler. Hanefîler böyle
söylemişlerdir. Ahmed İbnu Hanbel, Sevrî, İshak İbnu Râhûye gibi başka selef
büyükleri de böyle hükmeder. Bunlara göre besmele, her rek'atte Fatiha'dan
evvel okunur.
Şâfiî hazretlerine göre, besmele Fatiha'nın ilk âyetidir,
dolayısıyle okunuşta ona tâbidir- onun gizli okunduğu yerlerde gizli, cehrî
okunduğu yerde cehrî okunur. Şâfiî'den gelen bir rivayete göre, besmele her
sûrenin ilk âyetidir, diğer bir rivayete göre sadece Fatiha'nın birinci âyetidir,
diğerlerinin değil.
İmam Mâlik, farz namazlarda besmelenin hiç çekilmeyeceğini söyler.
Ona göre, nafile namazlarda dileyen çeker, dileyen çekmez. Taberî dahi böyle
hükmetmiştir.
Hâzimî'nin görüşü de kayda değer. Ona göre besmelenin cehrî
okunacağını beyan eden hadisler sahih olsalar bile mensuhturlar. Çünkü Saîd
İbnu Cübeyr'den şu mürsel rivayet mevcuttur: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) besmeleyi Mekke'de cehrî okurdu. Müseylemetu'r-Rahmân adında bir puta
tapan Mekkeliler: "Muhammed, Yemâme'nin ilahına tapıyor" dediler.
Bunun üzerine Resûlullah besmeleyi sırrî okumaya başladı. Ölünceye kadar da
cehrî okumadı." Hadisi, mürsel diye amel dışı tutmak isteyeceklere de:
"Hülafâ-i Raşidîn'in tatbikatıyla takviye görmüştür. Zîra onlar Resûlullah'ın
son durumunu herkesten iyi bilen kimselerdir..." cevabını verir.
2- Yeri gelmişken şunu da belirtelim: Bazı âlimler, besmeleyi
Kur'ân' dan bir âyet saymamışlar, Neml sûresindeki bir âyetten bir cüz kabul
etmişlerdir. Bu görüşte olan Tahâvî "Eğer Kur'ân'dan bir âyet olsa
Resûlullah namazda Fatiha ile birlikte cehrî okurdu" der. Ona göre besmele
sadece Neml sûresinde Kur'an'dan bir parçadır, orada okunması vâcibtir, bunun
dışında sûrelerin başına konmuş olması oralarda âyet olduğunu göstermez. İlk
vahiy sırasında Cebrâil Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e:
"Oku!" diye emretmiş, Resûlullah'ın: "Ben okuma bilmem"
demesi ve bu taleb ve cevabın üç kere tekrarından sonra ilk vahiy: اِقْرَأ
بِسْمِ
رَبِّكَ
الَّذِى خَلَقَ "Yaratan
Rabbinin adıyla oku!" diye başlamıştır. Burada besmele yoktur. Eğer bu
sûrenin başında hâlen mevcut olan besmele vahiy olsaydı, Resûlullah'a ilk âyet
olarak besmele nâzil olurdu, öyle ise besmele vahiyden değildir.
Bu mülâhazada Tahâvî yalnız değildir. Evzâî, İbnu'l-Mübârek,
Dâvud-ı Zâhirî, Ahmed İbnu Hanbel, buna yakın görüşler beyan etmişlerdir.
Tatbikî neticeye gelince, ilmihal bilgisi şöyledir:
* Namazların farz veya nafile ilk rek'atlerinde Fatiha'dan önce
eûzübesmelenin okunması sünnettir.
* Müteâkib rek'atlerde Fatiha'dan önce besmelenin okunması da
sünnettir.
* Fatiha'dan sonra okunacak sûrelerin evvelinde besmele okunmaz.
İmam Muhammed sessiz kılınan namazlarda zamm-ı sûrelerin başında da besmele
çekileceğini söylemiştir.[314]
ـ4ـ وعن
أبى هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كانَ
رسولُ اللّه #
إذَا نَهَضَ
في
الرَّكْعَةِ
الثانية
اسْتَفْتَحَ
الْقِرَاءَةَ
بِالْحَمْدِ للّهِ
رَبِّ
الْعَالَمِينَ،
وَلَمْ يَسْكُتْ[.
أخرجه مسلم .
4. (2530)- Hz. Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ikinci
rek'atten kalktığı zaman kırâati Elhamdü lillâhi Rabilâlemîn ile başlatıyor ve
sükût etmiyordu."[315]
AÇIKLAMA:
Bu hadis ikinci rek'atin sonundaki oturuştan üçüncü rek'ate
kalkıldığı zaman, hemen Fatiha okunacağını, bundan önce Sübhâneke ve benzeri
birşey okunmayacağını belirtir. Bunun istisnası gayr-ı müekked olan
nafilelerdir. İkindi ve yatsıdan önce kılınan dörder rek'atli sünnetler
böyledir. Bunlarda üçüncü rek'atin başında Sübhaneke okunur. Eûzubesmele
çekilir, sonra Fatiha'ya geçilir. Bu namazlarda -ki terâvih de buraya dahildir-
her iki rek'atin baş kısmında Sübhâneke Eûzubesmele mesnûndur. Zira gayr-ı
müekked sünnetlerin ikişer rek'atler halinde olmaları esastır.
Sadedinde olduğumuz hadiste geçen "sükût etmiyordu"
ibâresi, namaza başladığı zaman, cehrî kılınan namazlarda bile iftitah
tekbirinden sonra bir miktar sükût buyurarak sırrî şekilde duâ okuyup
eûzubesmele çektiğini ifade eden açıklamalara binaendir, "...üçüncü
rek'atte bunu yapmazdı" mânasında bir ifade.[316]
ـ5ـ وعن
أبى هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ رَسُول
اللّهِ #: مَنْ
صَلّى صََةً
لَمْ يَقْرَأ فِيهَا
بِفَاتِحَةِ
الْكِتَابِ
فَهِىَ خِدَاجٌ
ثََثاً
غَيْرُ
تَمَامٍ.
فَقِيلَ ‘بِى
هُرَيْرَةَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
إنَّا نَكُونُ
وَرَاءَ
ا“مَامِ.
فقَالَ:
اقْرَأْ
بِهَا في
نَفْسِكَ
فَإنِّى
سَمِعْتُ
رسولَ اللّهِ
# يَقُولُ.
قالَ اللّهُ
تَعالى:
قَسَمْتُ
الصََّةَ
بَيْنِى
وَبَيْنَ
عَبْدِى
نِصْفَيْنِ، فَنِصْفُهَا
لى،
وَنِصْفُهَا
لِعَبْدِى، وَلِعَبْدِى
مَا سَألَ.
فإذَا قالَ
الْعَبْدُ:
الْحَمْدُللّهِ
رَبِّ
الْعَالَمِينَ؛
قالَ اللّهُ
عَزَّ
وَجَلَّ:
حَمِدَنِى
عِبْدِى؛
وَإذا قالَ:
الرَّحْمنِ
الرَّحِيمِ.
قالَ اللّهُ
أثْنَى
عَلىَّ
عَبْدِى.
وَإذَا قالَ:
مَالِكِ يَوْمِ
الدِّين.
قالَ:
مَجَّدَنِى
عَبْدِى. وَإذَا
قالَ: إيَّاكَ
نَعْبُدُ
وَإيَّاكَ
نَسْتَعِينُ.
قالَ: هذَا
بَيْنِى
وَبَيْنَ
عَبْدِى
وَلِعَبْدِى
مَا
سَألَ. وَإذَا
قالَ: اهْدِنَا
الصِّرَاطَ
المُسْتَقِيمَ
صِرَاطَ الَّذِينَ
أنْعَمْتَ
عَلَيْهِمْ
غَيْرِ المَغْضُوبِ
عَلَيْهِمْ
وََ
الضَّالِّينَ.
قالَ: هَذَا
لِعَبْدِِى،
وَلِعَبْدِى
مَا سَألَ[.
أخرجه الستة إ
البخارى .
5. (2531)- Hz. Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Kim Fâtihâ-i şerîfe sûresini okumadan namaz kılarsa bilsin
ki bu namaz nâkıstır -bu sözü üç kere tekrarladı- eksiktir."
Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh)'ye:
"Biz imamın arkasında bulunuyorsak (ne yapalım)?" diye
sorulmuştu. Şu cevabı verdi:
"Yine de içinden oku. Zîra ben Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın şöyle söylediğini işittim:
"Allah Teâlâ hazretleri (bir hadîs-i kudsîde) buyurdu ki:
"Ben kırâati[317] kulumla kendi aramda iki
kısma böldüm, yarısı bana ait, yarısı da ona. Kuluma istediği verilmiştir: Kul:
"Elhamdülillâhi Rabbi'l-âlemîn. (Hamd alemlerin Rabbine aittir)"
deyince, Azîz ve Celîl olan Allah: "Kulum bana hamdetti!" der.
"er-Rahmânirrahîm" deyince, Allah: "Kulum bana senâda
bulundu" der. "Mâlikî yevmiddîn (âhiretin sahibi)" deyince,
Allah: "Kulum beni tebcîl ve ta'zîz etti (büyükledi)" der.
"İyyâkena'budü ve iyyâkenesta'în (yalnız sana ibâdet eder, yalnız senden
yardım isteriz)" deyince, Allah: "Bu benimle kulum arasında bir (taahhüddür).
Kuluma istediğini verdim" der. "İhdina'ssırâta'lmüstakîm
sırâtallezîne en'amte aleyhim gayr'ilmağdûbi aleyhim ve la'ddâllîn. (Bizi doğru
yola sevket, o yol ki kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoludur, gadaba
uğrayanların ve dalâlete düşenlerin değil)" dediği zaman, Allah: "Bu
da kulumundur, kuluma istediği verilmiştir" buyurur."[318]
ـ6ـ وفي
أخرى ‘بى داود
قال: ]قال لى
رَسولُ اللّه
#: اخْرُجْ
فَنَادِ في
المَدِينَةِ:
أنَّهُ َ صََةَ
إَّ
بِقُرْآنٍ،
وَلَوْ
بِفَاتِحَةِ
الْكِتَابِ،
فَمَا زَادَ
وَلَوْ
بِفَاتِحَةِ
الْكِتَابِ
فمَا زَادَ[.
6. (2532)- Ebû Dâvud'da
gelen bir rivâyette şöyle denmiştir: "...Bana Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm):
"Haydi git ve Medîne'de ilan et ki: "Sadece Fatiha
sûresi de olsa, Kur'ân'dan bir parça okumadıkça kıldığınız namaz namaz
değildir" dedi ve başka bir şey ilave etmedi."[319] [320]
ـ7ـ وفي
رواية ذكرها
رزين ]أنَّ
رسولَ اللّهِ
# قالَ: َ صََةَ
إّ
بِقِرَاءَةٍ.
فَمَا
أعْلَنَ لَنَا
رسولُ اللّهِ
# أعْلَنَّا
لَكُمْ، وَمَا
أخْفَى
عَنَّا
أخْفَيْنَا
عَنْكُمْ. فقَالَ
لَهُ رَجُلٌ:
أَرَأيْتَ
يَا أبَا
هُرَيْرَةَ
إنْ لَمْ
أزِدْ عَلى
أُمِّ
القُرآنِ؟
فقَالَ: قَدْ
سُئِلَ عَنْ
ذلِكَ
رَسُولُ
اللّهِ #
فقَالَ: إنِ
انْتَهَيْتَ
إلَيْهَا
أجْزَأتْكَ،
وَإنْ زِدْتَ
عَلَيْهَا
فَهُوَ
خَيْرٌ وَأفْضَلُ[.»الخِدَاجُ«
الناقص.»وَأُمُّ
القُرآنِ«
سورة
الفاتحة، ‘نها
أوّله وعليها
مبناه، وأمّ الشئ:
أصله
ومعظمه.والمراد
بقوله »قسمْتُ
الصََّةَ« أى
القراءة
لتفسيره
إياها في
الحديث بها.»وَالتَّمْجِيدُ«
التعظيم
والتشريف .
7. (2533)- Rezîn'in
zikrettiği bir rivâyette şöyle gelmiştir: "...Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Kırâatsiz namaz sahih değildir." Bilesiniz,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize her ne duyurdu ise biz de size
duyurduk. Bize gizli tuttuğunu biz de size gizli tuttuk."
Bu açıklama üzerine bir zât ona:
"Ey Ebû Hüreyre, Fatiha'ya herhangi bir ilavede bulunmazsam
(yeterli midir) ne dersin?" diye sordu. Ebû Hüreyre dedi ki:
"Bu suâl Aleyhissalâtu vesselâm'a da sorulmuştu, şu cevabı
verdi:
"Bununla iktifâ edersen sana yeter, ilavede bulunursan senin
için daha hayırlı ve efdal olur."[321]
AÇIKLAMA:
1- Yukarıda kaydedilen hadisler, namaz için Fatiha'nın gereği
üzerinde durmaktadır. Resûlullah mükerrer emirleriyle, uyarılarıyla namazda
Fatiha okunmasını emir buyurmuşlardır. Bu hadislerden âlimler, büyük
çoğunluğuyla, "Âciz kimse dışında herkese Fatiha okumasının vâcib olduğu,
başka bir sûrenin okunması onun yerine tutamayacağı" hususunda ittifak
etmiştir. Bu görüşü temsil eder cumhûr-u ulema meyanında İmam Şâfiî ve Mâlik'in
de ismi geçer.
Ebû Hanîfe ve bazı âlimler ise, Fatiha'sız da namazın sahih
olabileceği, zîra sıhhat için sadece Kur'ân'dan âyet okumanın vâcib olduğuna
hükmetmişlerdir. Bu hükme giderken 2532 numarada kaydedilen hadise dayanırlar.
Zîra bu hadiste Fatiha değil, Kur'ân'dan bir parça şart koşulmaktadır. Ayrıca
2531 numaralı hadiste geçen noksan (hıdâc) tabirini de te'vil ederler:
"Fatihasız namaz noksandır" demek, "Bâtıldır" demek
değildir. Noksan namaz câizdir." Hemen belirtelim ki bu görüş sahipleri de
Fatiha'nın gereğini inkar etmiş olmuyorlar. İstisnaî de olsa bazı hallerde
Fatiha'nın okunmadığı durumlarda namazın câiz olup olmayacağı meselesinde
"câiz olur" demişlerdir. Onlar da normal durumda Fatiha'nın şart
olduğunu söylerler.
2-Yukarıdaki hadislerde ve bilhassa 2533 numaralı hadiste bir
başka husus daha problem olarak karşımıza çıkmaktadır: Sadece Fatiha yeterli
midir, zammı sûre de vâcib midir? İşaret ettiğimiz hadiste Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) mesele üzerine Resûlullah'tan kaydettiği fetva ile Fatiha'dan
başka bir şey okumanın vâcib olmadığını, dileyenin ihtiyarî olarak
okuyabileceğini, okumasının fazîletli, sevablı bir amel olduğunu ifade
etmektedir. Zamm-ı sûre denen Fatiha dışı bir şey okumanın vâcib olmadığı
hususunda âlimlerin icmaından bile bahseden olmuştur. Ancak Kurtubî'nin bu
iddiası, gerçeği ifade etmiyor. Zîra bir kısım başka rivâyetlere dayanan Hanefî
âlimler, farz namazların ilk iki rek'atlarında, Fatiha'dan sonra başka sûre
veya onun yerine kâim olacak âyet(ler)in okunmasını vâcib addetmişlerdir.
Teferruâtı müteâkiben zikredeceğiz.[322]
ـ8ـ وعن
أبى سعيد
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]أُمِرْنَا
أنْ نَقْرَأ
بِفَاتِحَةِ
الْكِتَابِ
وَمَا
تَيَسَّرَ[.
أخرجه أبو
داود .
8. (2534)- Ebû Saîd (radıyallâhu anh) anlatıyor: "(Namazda)
Fatiha sûresi ile kolaya gelen bir miktar (Kur'ân âyetin)i okumakla
emrolunduk."[323]
ـ9ـ وعن
جابر رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]مَنْ
صَلَّى
رَكْعَةً
لَمْ يَقْرأ
فِيهَا بِأُمِّ
القُرآنِ
فَلَمْ
يُصَلِّ إَّ
أنْ يَكُونَ
وَرَاءَ
ا“مَامِ[.
أخرجه مالك
والترمذي .
9. (2535)- Hz. Câbir
(radıyallâhu anh) demiştir ki: "Kim Fatiha'yı okumadan bir rek'at namaz
kılarsa, imamın arkasında bulunmadığı takdirde, namaz kılmış sayılmaz."[324]
AÇIKLAMA:
1- Bu iki rivâyetten birincisi, namazın sıhhati için Fatiha
ile birlikte Kur'ân'dan bir miktar daha okunmasının gereğine dikkat çekerken,
ikinci rivâyet imama uyan kimseyi kırâatten muaf tutmaktadır. Mevzu ile ilgili
bazı teferruâtı şöyle sıralayabiliriz:
* Kırâat'i, âlimler "Kişinin kendi işiteceği kadar diliyle
telaffuz etmesi" diye tarif ederler. Şu halde âyetin mânasını zihnen
düşünmek, aklen tefekkür etmek kırâat sayılmaz. Kırâatte bulunması yasaklanmış
olan cünüb, hayızlı veya nifaslı kadınların zihnen âyet tefekkürleri yasak
olmadığı gibi, namaz kılan kimsenin fiilen telaffuz etmedikçe zihninden âyetin
mânalarını mülahaza etmesi de kırâat sayılmamıştır, âlimlerin görüşü budur.
* Namazda Fatiha'nın okunması İmam Şâfiî, Mâlik ve Ahmed İbnu
Hanbel'e göre farz Ebû Hanife'ye göre vâcibtir. Ebû Hanife Kur'ân'dan bir
miktarın okunmasını farz anlamıştır. Bu miktar, ona göre kısa da olsa bir
âyettir. Ebû Hanife'den bir ikinci kavil ile, İmameyn'e (İmam Muhammed ve Ebû
Yûsuf) göre, bu miktar kısa üç âyet veya böyle üç âyet miktarında uzun bir
âyettir.
* Farz olan kırâat, Ebû Hanîfe'ye göre:
* Nafile namazların her rek'atinde,
* Vitir namazının her rek'atinde,
* İki rek'atli farzların her rek'atinde.
* Dört veya üç rek'atli namazların lalettâyin iki rek'atinde
farzdır. Dört veya üç rek'atli namazlarda farz olan kırâatin ilk iki rek'atinde
olması vacibtir.
* Üç ve dört rek'atli farzların üçüncü ve dördüncü rek'atlerinde
kırâat câizdir, tesbîh veya üç tesbîh miktarı sükût da câiz ise de kırâat
efdaldir. Kırâatte bulunulduğu takdirde Fatihayı şerîfenin okunması sünnettir.
2- Sadedinde olduğumuz Ebû Saîd (radıyallâhu anh) hadisinde
mevzubahis edilen Fatiha'ya ilave edilecek başka âyet(ler) meselesine gelince
buna bazan zamm-ı sûre de denmektedir. Bu da vâcibtir. Şöyle ki:
* Farz namazların ilk iki rek'atinde,
* Vitir namazının her rek'atinde,
* Nafile namazların her rek'atinde, bir sûre veya sûreye muâdil bir
miktar âyet-i kerîmenin Fatiha'ya ilaveten okunması Ebû Hanîfe'ye göre
vâcibtir. Diğer üç imama [yani Şâfiî, Mâlik, Ahmed (rahimehümullah) göre
sünnettir.
3- NOT:
1) Bir harften veya bir kelimeden ibaret âyetlerin okunması,
farz olan kırâat'in yerini tutmayacağı hususunda ittifak edilmiştir. Bir
harflik âyet'e örnek ن (nûn); kelimeye örnek, مُدْهَامَّتَانْ (müdhâmmetân)'dır.
2) Bir âyetten başkasını okumaya müktedir olmayan âciz,[325] İmâm-ı Âzam'a göre, o
âyeti bir kere okursa yeterlidir.
Ebû Yûsuf ve Muhammed'e göre üç kere tekrar etmesi gerekir. Üç
âyet okuyabilen kimsenin tek âyeti üç kere okuması İmameyn'e göre de câiz
değildir. Eimme-i selâse, Fatiha'nın okunmasını "farz" kabul
ettikleri için, bu mesele sadece Hanefîler arasında mevzubahistir.[326]
ـ10ـ وعن
وائل بن حُجر
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال:
]سَمِعْتُ
رسولَ اللّه #
قَرَأ غَيْرِ
المَغْضُوبِ
عَلَيْهِمْ
وََ
الضَّالِّينَ.
فقَالَ:
آمِين،
وَمَدَّ
بِهَا
صَوْتَهُ[.وفي
رواية:
]رَفَعَ بِهَا
صَوْتَهُ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي .
10. (2536)- Vâil İbnu Hucr
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
gayri'lmağdûbi aleyhim ve lâ'ddâllîn'i okuyunca âmîn dediğini ve bunu söylerken
sesini uzattığını işittim."
Bir başka rivâyette şöyle gelmiştir. "...Bunu söylerken
sesini yükselttiğini işittim."[327]
ـ11ـ وعن بل
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّهُ قالَ يَا
رسُولَ
اللّهِ َ
تَسْبِقْنِى
بِآمِينَ[.
أخرجه أبو
داود .
11. (2537)- Hz. Bilâl
(radıyallâhu anh)'in söylediğine göre, Aleyhissalâtu vesselâm'a: "Ey
Allah'ın Resûlü! âmîn'de beni geride bırakma!" demiştir."[328]
AÇIKLAMA:
1- Müteakip iki hadiste (2538 ve 2539) görüleceği üzere,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Fatiha sûresini okuyunca, ister imama uymuş
olalım, isterse münferiden namazımızı kılalım, âmîn demeyi emretmekte ve buna
teşvik buyurmaktadır. Bu iki rivâyetten birincisinde bizzat Aleyhissalâtu vesselâm'ın
âmîn dediğini görmekten başka bunun söyleniş âdabını da öğrenmekteyiz: Âmîn
derken ses biraz yükseltilecek ve uzatılacaktır.
Bundan, baştaki elifin uzatılması anlaşıldığı gibi sesin cehrî
olacak şekilde yükseltilmesi de anlaşılmıştır. Nitekim bazı rivâyetlerde ön
saftakilerin duyacak şekilde yükseltildiğini ve bütün cemaatin buna iştirak
ettiğini iştirak ettiğini tasrîh eder:
حَتَّى
يَسْمَعَهَا
الصَّفُّ
اَْوَّلُ فَيَرْتَجُّ
بِهَا
الْمَسْجِدُ
Bu rivâyetleri esas alan bir kısım fakihler -ki Şâfiî, Ahmed ve
İshak bunlardandır- âmîn derken musallinin sesini hafif yükseltmesinin sünnet
olduğuna hükmetmiştir.
Ebû Hanîfe ve bir kavlinde İmam Mâlik, âmîn'in cehrî değil, sırrî
olmasına hükmetmişlerdir. Bunlar, Ahmed İbnu Hanbel, Ebû Ya'la ve Hâkim
tarafından tahric edilen bir rivâyete dayanırlar. Yine Vâil İbnu Hucr mahreçli
olan bu rivâyetler üzerine, hadis ulemasının münâkaşaları mevsubahis ise de,
teferruat gayemizin dışında kalır.
2-İkinci hadiste (2537) geçen Hz. Bilâl'in sözüne gelince,
şârihler bunu açıklamada biraz zorlanmaktadır. Hattâbî şu açıklamayı yapar:
"Derim ki, hadisin mânası muhtemelen şöyledir: Bilâl de, (Resûlullah'a
uymuş olmasına rağmen namazda) Fatiha suresini, -rek'atteki- iki sekteden
birincisinde okumakta idi. Ancak, Fatiha'nın kırâatini tamamlamadan
Aleyhissalâtu vesselâm Fatiha'yı tamamlayıp âmîn demekte idi. Bu sebeple Bilâl
Resûlullah'a rica ederek, kendi kırâatini tamamlayacak kadar bir tehir taleb
etmiştir, ta ki kendi âmîn'i, Resûlullah'ın âmîn'i ile aynı zamana rastlasın ve
böylece Aleyhissalâtu vesselâm'ın mazhar olacağı berekete kendisi de mazhar
olsun. Doğruyu Allah bilir."
Hattâbî, bazı âlimlerin de şu te'vilde bulunduklarını kaydeder:
"Bilâl, ezan okuduğu aynı yerden ikâmet okumakta idi. Burası da safların
gerisindeydi. Kad kâmeti's-Salât der demez, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) hemen iftitah tekbirini alarak namaza başlamakta, böylece Bilâl
kıraate yetişmekte gecekmekte idi. Bunun üzerine Resûlullah'a başvurarak kırâat
ve âmîn'e yetişecek kadar mühlet tanıması talebinde bulundu."
Beyhakî'nin bir rivâyetine göre, Ebû Hüreyre benzer bir teklifi
Mervân'a yapmıştır. Zîra Ebû Hüreyre, Mervân'a müezzinlik yapmakta idi. Bu
hadis, daha veciz olarak Buhârî'nin tâlikleri arasında وَكَانَ
اَبُو
هُرَيْرَةَ
يُنَادِى اْ“ِمَامَ
َ تَفُتْنِى
بآمِينَ "Bana
âmîn'i kaçırtma" şeklinde yer alır. İbnu Hacer'in Beyhakî'den naklettiği
daha açık rivâyete göre, Ebû Hüreyre'nin bu talebten gayesi namazda imamla
birlikte âmîn diyebilmektir: "Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) Mervân'a
müezzinlik yapıyordu. Ona, kendisinin safa girmiş olduğundan emin oluncaya
kadar ve lâ'ddâllîn demekte acele etmemesini şart koştu." İbnu Hacer devam
eder: "Sanki Ebû Hüreyre ikâmet okumak ve safların düzeltmesiyle
meşguldür, Mervân da, Ebû Hüreyre'nin "âmîn'de beni geride bırakma"
mânasında "âmîn'i bana kaçırtma" diye tembih etmesi buna
binaendir."
Ebû Hüreyre'nin, Bahreyn'de müezzinlik ettiği sırada aynı tembîh'i
imamlık yapan el-Alâ İbnu'l-Hadramî'ye de yaptığına dair rivâyetler gelmiştir.
3-Hanefîler, sadedinde olduğumuz hadisten hareket ederek,
müezzin daha ikâmeti tamamlamadan, imamın namaza başlaması gerektiğine
hükmetmiştir.[329]
ـ1ـ عن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ رَسولَ
اللّهِ # قالَ:
إذَا أمَّنَ
ا“مَامُ فَأمِّنُوا،
فإنَّهُ مَنْ
وَافَقَ
تَأمِينُهُ
تَأمِينَ
المََئِكَةِ
غُفِرَ لَهُ
مَا
تَقَدَّمَ
مِنْ ذَنْبِهِ.
قال ابن شهاب:
وَكانَ رسولُ
اللّهِ #:
يَقُولُ:
آمِينَ[.
أخرجه الستة .
1. (2538)- Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "İmam âmîn deyince siz de âmîn deyin. Zîra kimin âmîn'i
meleklerin âmîn'ine tevâfuk ederse geçmiş günahları affedilir."
İbnu Şihâb der ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) âmîn
derdi."[330]
ـ2ـ وفي
أخرى للبخارى:
]إذَا أمَّنَ
الْقَارِئُ
فَأمِّنُوا
فَإنَّ
المََئِكَةَ
تُؤَمِّنُ،
فَمَنْ
وَافَقَ تَأمِينُهُ
تَأمِينَ
المََئِكَةِ
غُفِرَ لَهُ
مَا
تَقَدَّمَ
مِنْ
ذَنْبِهِ[ .
2. (2539)- Buhârî'de diğer
bir rivâyette şöyle gelmiştir: "Kârî (okuyucu) âmîn deyince siz de âmîn
deyin. Zîra melekler "âmîn" der. Kimin âmîn'i meleklerin âmîn'ine
tevâfuk ederse geçmiş günahları affedilir."[331]
AÇIKLAMA:
1- Âmîn, duâdan sonra cumhura göre "Kabul et
Allah'ım" mânasında söylenen bir kelimedir. Âmin'in mânası hususunda
çeşitli başka yorumlar da yapılmıştır. "Böyle olsun", "Cennetten
bir derecedir, söyleyene verilmesi vacib olur", "Allah'ın
isimlerinden biridir" vs.
Bu kelimenin Arapçaya İbrânîceden ve Süryânîceden geçtiği de
söylenmiştir.
2- "İmam'ın te'minde bulunması"nın (âmîn demesinin)
mânası için şunlar söylenmiştir:
* İmam da "âmîn" der, hadisin zâhiri bunu ifade eder.
* İmam duâ edince yani "Fatiha'yı İhdinâ'dan sonuna kadar
okuyunca" demektir, zira te'min duâdır.
* "İmam, âmîn'i dileme yerine gelince" demektir. Bu yer
ve la'ddâllîn kelimesidir, yani Fatiha'nın sonu.
Birinci olarak kaydedilen mâna zahire uygun olduğu için öncelikle
bu esas alınmıştır ve bundan hareketle, imamın da âmîn demesinin meşruiyetine
istidlal edilmiştir. Ancak İmam Mâlik iki kavlinden birinde: "İmam cehrî
kırâatta âmîn demez" demiştir. Bir başka rivâyette cehrî ve sırrî ayırımı
yapmadan mutlak bir ifade ile "İmam demez" demiştir.
Görüldüğü üzere bu hususta teferruâta müteallik bazı münâkaşalar
vardır, ancak mevzumuz açısından ehemmiyetsiz.
3- Şurası kesin ki, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) mükerrer
hadislerinde mü'minleri Fatiha okuyunca -namaz içinde olsun, namaz dışında
olsun- âmîn demeye teşvik etmiştir. Şu hadislerde olduğu gibi: اِذَا
قَالَ
اِْمَامُ وََ
الضَّالِّينْ
فَقُولُوا:
آمِينِ فَاِن
َّالْمَلئِكَةَ
تقُولُ: آمِين
إِنِ اْ“ِمَام
يَقُولُ
آمِين "İmam ve lâ'ddâllîn deyince siz de âmîn
deyin zira imam âmîn derse, melekler de âmîn derler." مَا
حَسَدَتْكُمِ
الْيَهُو دُ
عَلَى شَىْءٍ
مَا
حَسَدَتْكُمْ
عَلَى
السََّمِ وَالتَّأْمِينِ demeniz için kıskandıkları kadar başka
hiçbir şey için kıskanmazlar." َ
يَجْتَمِعُ
مَ‘ٌ
فَيَدْعُو
بَعْضُهُمْ
وَيُؤْمِنُ
بَعْضُهُمْ
اَِّ اَجَابَهُمُ
اللّهُ
تَعَالَى
"Bir grup bir araya gelir, bir kısmı duâ
eder, diğer kısmı da âmîn derse Allah Teâla, mutlaka onlara icâbet eder."
4- İkinci hadiste (2539) geçen kârî, "imam"
demektir. Ancak kârî ile daha umumî mânada herhangi bir Fatiha suresini okuyan
kimsenin kastedilmiş olabileceği de kabul edilmiştir. Çünkü, mutlak olarak âmîn
demeye teşvik eden hadisler mevcuttur. Nitekim yukarıda kaydettiğimiz ikinci ve
üçüncü hadis buna bir örnektir.[332]
ـ1ـ عن أبى
بُردة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كَانَ
رَسولُ اللّه
# بَقرأُ في
صََةِ
الْغَدَاةِ
مَا بَيْنَ
السِّتِّينَ
إلى
المِائَةِ[. أخرجه
النسائِى .
1. (2540)- Ebû Bürde (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) sabah namazında altmışyüz arasında âyet okurdu."[333]
ـ2ـ وعن
عمرو بن حُريث
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال:
]سَمِعْتُ
رَسولَ اللّه
# يَقْرأُ في
الْفَجْرِ
إذاَ
الشَّمْسُ
كُوِّرَتْ[.
أخرجه مسلم وأبو
داود
والنسائى،
واللفظ له .
2. (2541)- Amr İbnu Hureys (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sabah namazında İza'şşemsu
küvviret sûresini okuduğunu işittim."[334]
ـ3ـ وعن
عبداللّه بن
السائب
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]صَلّى
لَنا رَسولُ
اللّه #
الصُّبْحَ
بِمَكَّةَ
فَاسْتَفْتَحَ
سُورَةَ
المُؤمِنينَ
حَتَّى إذَا
جَاءَ ذِكْرَ
مُوسى
وَهرُونَ أوْ
ذِكْرُ عِيسى
شك الراوى
أخَذَتْهُ
سَعْلَةٌ فَرَكَعَ[.
أخرجه الخمسة
إ الترمذي،
وهذا لفظ البخارى،
لكنه أخرجه
تعليقاً .
3. (2542)- Abdullah İbnu Sâib (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) bize Mekke'de sabah namazı kıldırdı. Mü' minûn sûresini kırâat buyurarak
namaza başladı. Hz. Musa ve Harun'un zikrine gelince -veya Hz. İsâ'nın zikrine,
râvi burada tereddüt etti. Resûllullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı bir öksürük
tuttu, hemen rükûya gitti."[335]
AÇIKLAMA:
1-Bu rivâyet, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın namaz
esnasında sûreyi yarıda kestiğini ifade etmektedir. Bunu esas alan bir kısım
âlimler: Hadiste kırâati yarıda kesmeye ve sûrenin sadece bir kısmını okumaya
cevaz vardır" demiştir. İmam Mâlik'e göre bu mekruhtur. Bazı âlimler sûre
içerisinde Hz. Musa ve Hz. Harun'la ilgili zikir, âyet ortasında olması
sebebiyle, namazda âyetin de kesilebileceğini söylemiştir. Bunun mekruh
olduğunu da söyleyenler olmuş ise de kerâhete delâlet edecek bir karîne
gösterememişlerdir. Buna karşılık cevaz ifade eden deliller çoktur. Ancak şunu
ada kaydedelim ki -Nevevî'nin belirttiğine göre- uzun bir sûreden yarım
okumaktansa kısa bir sureyi tam okumak efdaldir. Çünkü, okuyan için müstehab
olanı, birbiriyle irtibatlı olan kelâmın başından başlayıp sonunda durmasıdır.
Uzun sûrelerden irtibatlı kısımları herkes bilemez. Öyle ise irtibatsız bir
yerde durmaktan kaçınabilmek için kısa bir sureyi tam okumak mendubtur.
2- Hadisten, ayrıcagalebe çalması halinde- öksürüğün namazı
bozmayacağı hükmü de çıkarılmıştır. İbnu Hacer: "Öksürük geldiği zaman
kırâatı terketmek, öksürerek kırâate devam etmekten evlâdır, hatta uzun
okunması efdal olan namazlarda kırâat hafifletilmiş bile olsa" der.[336]
ـ4ـ وعن
جابر بن
سَمرُة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ رسولَ
اللّهِ #:
كَانَ يَقْرأ
في الْفَجْرِ
بِقَاف
وَالْقُرآنِ
المَجِيدِ
وَنَحْوِهَا،
وَكَانَتْ
صََتُهُ إلى
التَّخْفِيفِ[.
أخرجه مسلم .
4. (2543)- Câbir İbnu
Semüre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
sabah namazında Kâf ve'l-Kurâni'l-Mecîd ve benzeri bir sûre okurdu.
Aleyhissalâtu vesselâm diğer namazları hafif kıldırırdı."[337]
AÇIKLAMA:
1- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in sabah
namazlarında kırâatı uzun tuttuğunu, diğer vakitleri ise kısa tuttuğunu ifade
eden rivâyetler sayıca çoktur. Bu rivâyetler onlardan birkaçıdır. Son rivâyette
geçen kıraati hafif tutma tabiri, az miktarda âyet okunarak kırâatin
uzatılmaması, kısa tutulması mânasına gelir.
2- Bu konuda vârid olan - ki bir kısmı daha, müteakiben
kaydedilecektir- hadisler gözönüne alınınca Hz. Peygamber'in şartlara göre namazların
kıraatini uzun veya kısa tuttuğu anlaşılır. Buna binâen Hanefîler cemaatte ağır
gelmeyeceğini bildiği takdirde imamın, kırâatı uzatılmasını "sünnet"
kabul etmişlerdir.
Şâfiîlere göre, kırâatin uzamasına razı olduğunu cemaat açıkça
bildirirse imamın uzatması sünnettir. Sadece cuma sabahı, cemaatın rızasına
bağlı olmadan kırâatin uzaması sünnettir.
Mâlikîler, bazı şartlarla kırâatin uzatılmasını mendub addederler:
Cemaat sınırlı olacak, çok kalabalık olmayacak, cemaat uzun kırâata rızasını
söylemeli veya halinden anlaşılmalı; kıraatın uzamasına tahammül edecekleri
anlaşılmalı, cemaatte özürlü hiçbir kimsenin olmadığı bilinmeli veya tahmin
edilmelidir. Bu şartlardan biri eksik olursa kısa tutulması efdaldir.
3- Beş vakit namazda okunacak miktar her vakte göre farklı
kabul edilmiştir. Âlimler şöyle derler: "Sünnet olan şudur:
* Sabah ve öğle namazlarında tıvâlu'lmufassal (uzun) sureler okunur.
Sabah öğleden daha uzun tutulur.
* İkindi ve yatsıda evsat (orta uzunlukta) sûreler okunur.
* Akşamda kısa sûreler okunur.
* Yolculuk, hastalık gibi bir özür olursa, sabah ve öğlede de kısa
okunabilir. Hiçbir özür yokken sabahı kısa okumak mekruhtur."
Bunun hikmeti de şöyle açıklanmıştır: "Sabahın ve öğlenin
uzun olması bu iki namazın uyku sebebiyle gaflet vakitlerinde bulunmasından
ileri gelir: Sabah gecenin sonuna rastlar, öğle de kaylûle denen gündüz uykusu
anına rastlar. Bunlarda kırâat uzun yapılır, tâ ki, gaflet ve benzeri bir
sebeple geciken kimse böylece namaza yetişsin. İkindi böyle değildir.
Çalışanların yorgunluk anında kılınmaktadır, bu sebeple daha kısa tutulur.
Akşam dar vakte rastlar, bu sebeple daha da hafif olmasına ihtiyaç duyulur. Ayrıca
oruçluların iftarlarını bir an önce açma ihtiyaçları da mevzubahistir. Yatsı
ise, uyku ve uyuklamanın galebe çaldığı bir âna rastlar, ancak vakti geniştir,
bir bakıma ikindiye benzer."
4- Uzun ve kısa sûreler hakkında ulemâ ihtilaflıdır. Hanefîler
Hucurât suresinden Bürûc sûresine kadar olanlara "uzun", Bürûc'tan
Beyyine'ye kadar olanlara "orta"; Beyyine'den Nâs suresine kadar
olanlara "kısa" demiştir.
Şâfiîler Hucurât -Amme arasındakilere "uzun"; Amme -
Vedduha arasındakilere "orta", Vedduha-Nâs arasındakilere
"kısa" derler.
Mâlikîler ve Hanbelîler başka sûreler üzerinde dururlar.
5-Son olarak şu noktayı da belirtelim: Sahiheyn'de[338] gelen bazı rivâyetler
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın namazı hafif tutmaya özen gösterdiğini
ifade eder. Efendimiz'in namazı en hafif kılan kimse olduğu, كَانَ
اَخَفَّ belirtilir. Nitekim bir hadislerinde
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurur: اِنِّى
َدْخُلُ فِى
الصََّةِ
اُرِيدُ
اِطَالَتَهَا
فَاَسْمَعُ
بُكَاءَ
الصَّبِىّ
فَاَتجَوَّزُ
فِى صََتِى
مَخَامَةً
اَنْ
تَفْتَنَّ
اُمُّهُ "Ben
uzun okumak arzusuyla namaza başlarım. Ancak kulağıma bir çocuk ağlaması
gelince annesini huzursuz etmemek için uzun okumaktan vazgeçerim." Nitekim
rivâyetler, birinci rek'atte 50-60 âyet okuduğu halde, ikinci rek'atte kulağına
gelen çocuk ağlaması sebebiyle en kısa bir sûreyi okuduğuna dair örnekler
sunar.
Şu halde belli vakitlerde uzun okumak prensip ise de, içinde
bulunulan şartlara göre kısa okumak da efdal olmaktadır.[339]
ـ5ـ وعن
ابن عباس
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما: ]أنَّ
رسُولَ
اللّهِ #:
كَانَ يَقْرأ
في صََةِ
الْفَجْرِ يَوْمَ
الجُمْعَةِ
سُورَةَ الم
تنزيل، السجدة،
وهَلْ أتى على
ا“نْسَانِ
حِينٌ مِنَ
الدَّهْرِ،
وَأنَّ
النَّبىَّ #
كانَ يَقْرأُ
في صََةِ
الجُمُعَةِ
سُورَةَ
الجُمُعَةِ
وَالمُنَافِقِينَ[.
أخرجه الخمسة
إ البخارى،
ولم يذكر
الترمذي
الفصل ا‘خير
منه .
5. (2544)- İbnu Abbâs
(radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) cuma
günü, sabah namazında Eliflâmmim Tenzîl es-Secde, ve Hel etâ alâ'l-insânî hînun
mine'ddehr sûrelerini okurdu. Yine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) cuma
namazında Cuma ve Münâfikûn surelerini okurdu."[340]
ـ6ـ وعن
عروة: ]أنَّ
أبَا بَكْرٍ
الصديقَ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
صَلّى
الصُّبْحَ
فقَرَأَ فِيهَا
بِسُورَةِ
الْبَقَرَةِ
في الرَّكْعَتَيْنِ
كِلتََيْهِمَا[.
أخرجه مالك .
6. (2545)- Urve (rahimehullah)
anlatıyor: "Hz. Ebû Bekr es-Sıddîk (radıyallâhu anh) sabah namazını
kıldırdı. Namazın her iki rek'atinde Bakara sûresini okudu."[341]
ـ7ـ وعن
الفُرَافِصة
بن عُمير
الحنفي قال:
]مَا أخذتُ
سُورَةَ
يُوسُفَ إَّ
مِنْ
قِرَاءَةِ
عُثْمَانَ بن
عَفّان رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
إيَّاهَا في
صََةِ
الصُّبْحِ
مِنْ
كَثْرَةِ مَا
كانَ
يُرَدِّدُهَا[.
أخرجه مالك .
7. (2546)- Fürâfisa İbnu
Umeyr el-Hanefî der ki: "Ben Yûsuf sûresini, Osman İbnu Affân (radıyallâhu
anh)'ın sabah namazlarındaki kırâatinden öğrendim. Çünkü o, bu sûreyi çok sık
okurdu."[342]
ـ8ـ وعن
ابن مسعود
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّهُ قَرَأ
في ا‘ولى مِنَ
الصُّبْحِ
بِأرْبَعِينَ
آيَةً مِنَ
ا‘نْفَالِ،
وفي
الثَّانِيَةِ
بُسُورَةٍ
مِنَ
المُفَصَّلِ[.
أخرجه رزين .
8. (2547)- İbnu Mes'ud
(radıyallâhu anh)'dan anlatıldığına göre, sabah namazının birinci rekatinde
Enfâl'den kırk âyet kadar, ikinci rek'atinde ise mufassal sûrelerden birini
okumuştur."[343]
ـ9ـ وعن
عامر بن ربيعة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال:
]صَلَّيْنَا
وَرَاءَ
عُمَرَ بنِ
الخَطّابِ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
الصُّبْحَ فَقَرأ
فِيهَا
بِسُورةِ
يُوسُفَ
وَسُورَةِ الحَجِّ
قِرَاءَةً
بَطِيئَةً.
قىلَ لَهُ:
إذاً لَقَدْ
كانَ يَقُومُ
حِينَ
يَطْلُعُ
الْفَجْرُ؟
قالَ أجَلْ[.
أخرجه مالك .
9. (2548)- Âmir İbnu Rebî'a
(radıyallâhu anh) demiş ki: "Hz. Ömer İbnu'l-Hattâb (radıyallâhu anh)'ın
arkasında sabahı kıldık. Namazda Yusuf ve Hacc surelerini ağır bir kırâatle
okudu.
Bunun üzerine Âmir'e: "Öyleyse fecir doğarken namaza başlamış
olmalıdır" dendi. O da: "Evet!" diye cevap verdi."[344]
ـ10ـ وعن
معاذ بن
عبداللّه
الجُهَنى
]أنَّ رَجًُ
مِنْ جُهَيْنَةَ
أخْبَرَهُ
أنَّهُ
سَمِعَ رسولَ
اللّهِ #
قَرَأ في
الصُّبْحِ
إذَا
زُلْزِلَتِ في
الرَّكْعتَيْنِ
كِلْتَيْهِمَا،
فََ أدْرِى
أنَسِىَ أمْ
قَرَأ ذلِكَ
عَمْداً[.
أخرجه أبو
داود .
10. (2549)- Muâz İbnu
Abdillah el-Cühenî anlatıyor: "Cüheyne kabilesine mensup bir zât bana:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sabah namazının her iki rek'atinde
de İzâ zülzilet sûresini okuduğunu işittim, bilmiyorum unutarak mı böyle yaptı,
bilerek mi okudu" dedi."[345]
AÇIKLAMA:
Sonuncu hadis, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sabah
namazının her iki rek'atinde de aynı sûreyi okuduğunu haber vermektedir.
Hadiseyi rivâyet eden sahâbî tereddüt etmektedir: "Resûlullah bunu bilerek
mi yaptı, unutarak mı?" Çünkü Aleyhissalatu vesselam mûtad olarak her
rek'atte ayrı bir sûre okumaktadır. Tabiî ki unutarak yaptı ise, onu yapmak
ümmete câiz olmaz, bilerek yaptı ise ümete de caiz ve meşrû olur.
Âlimler bu çeşit durumlar için yani Efendimizin bir fiili hakkında
meşrûluk ve gayr-ı meşrûluk hususunda tereddüt hâsıl olursa: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın fiilinin meşrûluğa hamledilmesi evlâdır" diye
kaide koymuşlardır. "Çünkü derler, onun ef'alinde asıl olan teşrîdir,
unutma ise bu asl'ın dışında kalır." Bu hususta usulcüler benzer bir durum
daha zikrederler: Resûlullah'ın yaptığı bir iş hakkında bu, cibillî, fıtrî bir
davranış mı yoksa şer'î bir beyan mı? diye tereddüde düşülecek olursa, ulemanın
ekseriyeti bu fiilin uyulması gereken bir sünnet olduğuna hükmetmiştir. [346]
ـ1ـ عن أبى
قتادة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
]أنَّ
النّبىَّ #
كانَ يَقْرأُ
في الظّهْرِ
في
ا‘ولَيَيْنِ
بأُمِّ
الْكِتَابِ
وَسُورَتَيْنِ،
وفي
الرَّكْعَتَيْنِ
ا‘خِيرَتَيْنِ
بِأُمِّ
الْكِتَابِ
وَيُسْمِعُنَا
اŒيةَ
أحْيَاناً،
وَيطَوِّلُ
في الرَّكْعَةِ
ا‘ولى مَاَ
يُطِيلُ في
الثَّانِيَةِ،
وَكَذَا في
الْعَصْرِ
وَالصُّبْحِ[.
أخرجه الخمسة
إ الترمذي.زاد
أبو داود في
رواية:
»فَظَنَنَّا
أنَّهُ يُرِيدُ
بِذَلِكَ أنْ
يُدْرِكَ
النَّاسُ الرَّكْعَةَ
ا‘ولى« .
1. (2550)- Ebû Katâde
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) öğlede
ilk iki rek'atte Fatiha ile iki sûre okurdu. Son iki rek'atte de Fatiha'yı
okur, bazan da âyeti bize işittirirdi. Birinci rek'atte (kıraatı) uzun tutar
ikinci de o kadar uzatmazdı. İkindi ve sabah namazlarında da böyle
yapardı."[347]
Ebû Dâvud, bir rivâyette şu ziyadeye şâmildir: "O'nun
(aleyhissalâtu vesselâm), halk birinci rek'ata yetişebilsin diye böyle
yaptığını zannederdik."[348]
AÇIKLAMA:
Bu hadiste, bütün namazlarda Aleyhissalâtu vesselâm'ın birinci
rek'atleri daha uzun tuttuğunu görmekteyiz. Âlimler, bunu cemaate daha çok
kimsenin iştirakine imkan sağlamak için yaptığını söylerler. Dolayısıyle tek
başına kılan kimsenin her iki rek'ati de eşit tutmasının efdal olacağını
belirtirler. Ancak bazı âlimler, sabah namazının birinci rek'atini her hal u
kârda daha uzun tutmanın müstehab olduğuna hükmetmiştir. Diğer vakitlerde
cemaatin artma ihtimali bulunma hallerinde birinciyi uzatmak efdaldir, böyle
bir ihtimal olmayan hallerde her ikisini eşit tutmak efdaldir. İbnu Hacer
sabahta kırâatın uzatılmasındaki ısrarın sebebini şöyle açıklar: "Zîra
sabah namazı, uyku ve istirahati tâkib eden bir âna rastlar. Ayrıca bu vakitte
kalb, geçim ve sâir meselelerine henüz bulaşmayıp boş bulunması sebebiyle, dil
ve kulağa uyum sağlar."[349]
ـ2ـ وعن
ابن عباس
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال: ]َ
أدْرِى أكانَ
رسولُ اللّهِ
# يَقْرَأُ في
الظُّهْرِ وَالْعَصْرِ
أمْ َ؟[. أخرجه
أبو داود .
2. (2551)- İbnu Abbâs
(radıyallâhu anhümâ) demiştir ki: "Resûlullah'ın öğle ve ikindi
namazlarında kırâatte bulunup bulunmadığını bilmiyorum."[350]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, İbnu Abbâs (radıyallâhu anh)'a has bir tereddüde parmak
basmaktadır. Kırâati cehrî olmayan öğle ve ikindi namazlarında Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) Kur'ân okur muydu. hemen belirtelim ki bu mesele
üzerine İbnu Abbâs'tan üç ayrı rivâyet gelmiştir: "Bir rivâyete göre
okurdu, bir rivâyete göre okumazdı, burada kaydedilen rivâyete göre de İbnu
Abbâs bu meselede kararsızdır, şekk içerisindedir. Red rivâyeti Ebû Dâvud'da
gelir. Kendisine, "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) öğle ve ikindide
kıraatte bulunur muydu? diye sorulunca: "Hayır!" cevabını verir.
"Belki içinden okuyordu" denince: "Sizin bu sözünüz önceki
söylediğinizden de fena. O memur bir kuldu, kendisine emredileni tebliğ
etti" der. İbnu Abbâs'ın bu iki namazda kırâatı te'yid eden görüşünü
Ebû'l-Âliye-el Berrâ rivâyet eder: "İbnu Abbâs'a göre ikindide okuyayım
mı? diye sordum. Bana: "O önündedir, ondan az veya çok bir miktar
oku" dedi." (Rivâyeti İbnu'l-Münzîr ve Tahâvî kaydetmiştir.)
Öğle ve ikindide kıraatin varlığı hususunda ulemanın bir tereddüdü
mevcut değildir. Ebû Katâde Habbâb ve başkalarından gelen çeşitli rivâyetler,
hiçbir şekk ifade etmeden Resûlullah'ın öğle ve ikindi namazlarında kırâatte
bulunduğu hususunda cezmederler, kesin konuşurlar. Nitekim müteakiben
kaydedilecek olanlardan başka, bir önceki hadise bir kere daha bakılabilir.
Ayrıca şekk ile yakın zâil olmaz kaidesince, bu rivâyetteki tereddüt, öbür
rivâyetlerin kesin ifadesini zedeleyemez, bilakis onlar buradaki tereddüdü
bertaraf eder.[351]
ـ3ـ وعن
جابر بن سمرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كانَ
رسولُ اللّهِ
# يَقْرأُ في
الظّهْرِ بِاللَّيْلِ
إذَا يَغْشى،
وفي العَصْرِ
نَحْوِ
ذَلِكَ، وفي
الصُّبْحِ
أطوَلَ مِنْ
ذَلِكَ[.
أخرجه وأبو
داود
والنسائى .
3. (2552)- Câbir İbnu
Semüre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
öğlede Velleyli izâ yağşâ sûresini okur, ikindide dahi aynısını yapar, sabah
namazında bundan daha uzun bir kırâatte bulunurdu."[352]
ـ4ـ وعن
البراء
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كُنَّا
نُصَلِّى
خَلْفَ
رَسُولِ
اللّهِ #
الظّهْرَ
فَنَسْمَعُ
مِنْهُ اŒيةَ
بَعدَ اŒيَاتِ
مِنْ
لُقْمَانَ
والذَّارِيَاتِ[.
أخرجه النسائى
.
4. (2553)- el-Berâ
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Biz, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
arkasında öğleyi kılmıştık. Kendisinden Lokmân ve Zâriyat sûrelerinin
âyetlerini peş peşe işitiyorduk."[353]
ـ5ـ وعن ابن
عمر رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما:
]أنَّ النَّبىَّ
# سَجَدَ في
صََةٍ ثُمَّ
قَامَ
فَرَكَعَ فَرَأوْا
أنَّهُ قَرَأ
الم تنزيلَ
السجدةُ[. أخرجه
أبو داود .
5. (2554)- İbnu Ömer
(radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir
namazda secde edip sonra kıyâma kalktı ve rükû yaptı. Cemaat onun, Elf-Lâm-Mim
Tenzile's-Secdetü'yü okuduğunu gördü."[354]
AÇIKLAMA:
1- Hadis burada biraz ihtisâr edilmiş gözüküyor. Ebû
Dâvud'daki aslında: "...öğle namazında.." diye sarahat var. Secde'den
maksad "tilâvet secdesi'dir. Şârihler, hadisten Resûlullah'ın tilâvet
secdesinden kalkınca surenin devamını hiç okumadan rükûya gittiğinin
anlaşıldığını belirtirler. Aliyyü'l-Kârî'ye göre, "Kırâat caiz ve hatta
efdaldir. Buna rağmen terki ya namazın yeterince uzamasındandır, ya da bunun
câiz olduğunu beyan etmek içindir. Bununla beraber Resûlullah'ın kıraati
terkettiğine dair, rivâyette kesin ve sarih bir ifade mevcut değildir."
Ayrıca Aliyyu'l-Kârî der ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm),
mezhebimizde (Hanefî) caiz olduğu üzere, rükû, kırâat secdesi yerine geçtiği
halde, rükû ile iktifa etmeyip tilâvet için hususi secde yapmıştır, böyle
davranışı, amelde efdal olanı tercih içindir."[355]
ـ1ـ عن
مروان بن
الحكم قال:
]قالَ لى
زَيْدُ بنُ ثَابِتٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
مَالَكَ
تَقْرَأُ في
المَغْرِبِ
بِقِصَارِ
المُفَصَّلِ،
وَقَدْ
سَمِعْتُ النَّبىَّ
# يَقْرَأ
بِطُولَىِ
الطُّولَيَيْنِ[.
أخرجه
البخارى وأبو
داود
والنسائى.وزاد
أبو داود. قلت:
»وَمَا طُولىِ
الطُّولَيَيْنِ؟
قالَ:
ا‘عْرَافُ
وا‘خْرَى
ا‘نْعَامُ«.
واللّه أعلم .
1. (2555)- Mervân
İbnu'l-Hakem anlatıyor: "Bana Zeyd İbnu Sâbit (radıyallâhu anh) dedi ki:
"Sen niye akşam namazında (kısâru'lmufassal denilen) kısa sûrelerden
okuyorsun? Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Tûlâ't-Tûleyeyn'i
okuduğunu işittim."[356]
Ebû Dâvud'un rivâyetinde şu ziyade var: "...Dedim ki:
Tûlâ't-Tûleyeyn nedir? Bana "el-A'râf", öbürü de "el-En'âm"
diye cevap verdi."[357]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste geçen kısâru'lmufassal "kısa olan mufassal
sûreler" demektir. Mufassal sûreler hangileridir? hususunda ihtilaf
edilmiştir. Gerçi sonuncu mufassal'ın Nâs sûresi olduğunda ihtilaf edilmez.
İhtilaf hangi sûreden itibaren mufassaldır sorusunu cevabında düğümlenir:
Saffât, Câsiye, Kıtâl, Feth, Hucurât, Kâf, Saff, Tebâreke, Sebbehâ ve son
olarak da Duhâ suresinin mufassaların ilki olduğu ileri sürülmüştür. Râcih
görüşe göre ilk mufassal Hucurât'tır. Cumhur Lem yekün'ü kabul eder. Bu
sûrelere mufassal denmesi, besmele ile sık sık aralarının ayrılmış olmasına
binaendir. Tıvâl'a gelince bunlar Hucurât'tan Bürûc'a kadar olanlardır.
Bürûc'tan Lem yekün'e kadar olanlar da vasat'tır.
2-Tûla't-Tûleyeyn en uzun iki sûrenin en uzunu demektir[358] Bu en uzun iki sureden
maksad nedir?
İbnu Hacer, bu tâbir üzerine ulema arasında cereyan eden
ihtilafları kaydeder. Buna göre eliflâmmîmsâd; el-A'râf; el-Mâide, el-A'râf;
el-Enâm, el-A'râf; el-Bakara, el-A'râf. İbnu Hacer, iki en uzundan en uzun
tabiriyle A'râf'ın kastedildiği hususunda ittifak hâsıl olduğunu belirtir.
Kur'an-ı Kerim'de en uzun surenin Bakara olmasına rağmen A'râf'ta ittifak hâsıl
olması meselesini açıklama sadedinde İbnu Battâl'ın şu izahını kaydeder:
'Bakara yedi uzunun (es-Seb"uttıvâl) en uzunudur. Eğer (râvi Zeyd İbnu
Sâbit) bunu kasdetseydi uzunların en uzunu (tula't-Tıvâl) derdi. Onu
kasdetmemiş olması A'râf'ı kastettiğine delâlet eder, çünkü o Bakara'dan sonra
sûrelerin en uzunudur." Bu yorum Nisâ sûresi, A'raf'tan daha uzun
denilerek tenkid edilmiştir, ancak bu tenkid maksada muvafık bir tenkid
değildir, zîra (Zeyd İbnu Sâbit) âyet sayısına itibar etmiştir. A'râf sûresinin
âyet sayısı, Nisâ sûresinin ve yedi uzuna giren Bakara'dan sonraki sûrelerin
âyet sayısından daha fazladır. Tenkidci ise, sûrelerdeki kelime sayısını esas
almıştır, zîra Nisâ sûresinin kelimeleri A'râf'ın kelimelerinden yüz kelime
fazladır."
3- İbnu'l-Münîr, bu hadise dayanarak Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın nadiren de olsa akşam namazında uzun sûre okuduğunu istidlal eder.
4-Yine bu hadisle istidlal edilerek akşam vaktinin uzadığına
ve akşam namazında kısa olmayan sûrelerin okunmasının da müstehab olduğuna
hükmedilmiştir.[359]
ـ2ـ وعن أم
الفضل رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت: ]سَمِعْتُ
النّبىَّ #
يَقْرَأُ في
المَغْرِبِ
وَالمُرْسََتِ
عُرْفاً؛
ثُمَّ مَا
صَلّى لَنَا
بَعْدَهَا
حَتَّى
قَبَضَهُ
اللّهُ[. أخرجه
الستة .
2. (2556)- Ümmü'l-Fadl
(radıyallâhu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
akşam namazında ve'lmürselâti urfen suresini okuduğunu işittim. Bundan sonra
artık bize, ruhu kabzedilinceye kadar hiç namaz kıldırmadı."[360]
AÇIKLAMA:
1- Burada Ümmü'l-Fadl diye künyesi ile zikredilen râviye kadın
İbnu Abbâs'ın annesidir (radıyallâhu anhüm). İsmi Lübâbe Bintu'l-Hâris
el-Hilâliyye'dir. Hz. Hatice validemizden sonra ilk müslüman olan kadın olduğu
söylenir (radıyallâhu anhümâ). Ne var ki, Saîd İbnu Zeyd'in muhterem zevceleri
-ki Hz. Ömer'in kız kardeşidir- Fâtıma Bintul-Hattâb'ın ikinci sırada yer
alması daha sahihtir.
2- Bu rivâyet, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
vefatından önce kıldırdığı son namazın akşam namazı olduğunu haber vermektedir.
Halbuki Hz. Âişe'den gelen bir rivâyette: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın Ashâbına kıldırdığı en son namazın öğle namazı olduğu" ifade
edilir. İbnu Hacer, delillere dayanarak, Hz. Âişe hadisi'nin Mescid'de
kıldırılan son namazı Ümmü'l-Fadl hadisinin de evde kıldırılan son namazı
kasdettiğini belirterek iki rivâyeti te'lif eder.[361]
ـ3ـ وعن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها: ]أنَّ
رَسُولَ
اللّهِ #:
صَلّى
المَغْرِبَ
بِسُورَةِ ا‘عْرَافِ،
فَرَّقَهَا
في
رَكْعَتَيْنِ[.
أخرجه
النسائى .
3. (2557)- Hz. Âişe
(radıyallâhu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), A'râf
sûresiyle akşamı kıldırdı. Sûreyi ikiye bölerek her iki rek'atte bir parçasını
okudu."[362]
ـ4ـ وعن
جُبير بن
مُطعم رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال:
]سَمِعْتُ
رسُولَ
اللّهِ #
يَقْرأُ في
المَغْرِبِ
بِالطُّورِ[.
أخرجه الستة إ
الترمذي .
4. (2558)- Cübeyr İbnu
Mut'im (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı
akşam namazında et-Tûr sûresini okurken işittim."[363]
ـ5ـ وعن
أبى عثمان
النَّهْدِى
قال:
]صَلَّيْتُ
خَلْفَ بنِ
مَسْعُودٍ
المَغْرِبَ
فَقَرَأ: قُلْ
هُوَ اللّهُ
أحَدٌ[. أخرجه
أبو داود .
5. (2559)- Ebû Osmân
en-Nehdî anlatıyor: "İbnu Mes'ud (radıyallâhu anh)'ın arkasında akşam
namazı kılmıştım. Namazda Kulhüvallahü ahad'i okudu."[364]
ـ6ـ وعن
عبداللّه بن
عُتبة بن
مسعود: ]أنَّ
رسُولَ
اللّهِ #
قَرَأ في
صََةِ المَغْرِبِ
بحم
الدُّخَانَ[.
أخرجه
النسائى .
6. (2560)- Abdullah İbnu
Utbe İbni Mes'ûd anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) akşam
namazında Hâmîm-ed-Duhân sûresini okudu."[365]
ـ7ـ وعن
أبى عبداللّه
الصُّنَابحى
قال: ]قَدِمْتُ
المَدِينَةَ
في خَِفَةِ
أبِى بَكْرٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
فَصَلَّيْتُ
وَرَاءَهُ
المَغرِبَ
فَقَرَأ في
الرَّكْعَتَيْنِ
ا‘وَّلَيَيْنِ
بِأُمِّ
الْقُرْآنِ وَسُورَةِ
سُورَةٍ مِنْ
قِصَارِ
المفَصَّلِ؛
ثُمَّ قَامَ
في
الثَّالِثَةِ
فَدَنَوْتُ
مِنْهُ
حَتَّى إنَّ
ثِيَابِى
لَتَكَادُ أنْ
تَمَسَّ ثِيَابَهُ.
فَسَمِعْتُهُ
قَرَأ
بِأُمِّ
الْقُرآنِ
وَبِهذِهِ
اŒية: رَبّنَا
َ تُزِغْ
قُلُوبَنَا
بَعْدَ إذْ
هَدَيْتَنَا
وَهَبْ لَنَا مِنْ
لَدُنْكَ
رَحْمَةً
إنَّكَ أنْتَ
الوَهَّابُ[.
أخرجه مالك .
7. (2561)- Ebû Abdillah
es-Sunâbihî anlatıyor: "Hz. Ebû Bekr (radıyallâhu anh)'in hilafeti
sırasında Medîne'ye geldim, arkasında akşam namazını kıldım. İlk iki rek'atinde
Fatiha ile (kısâru'lmufassal denen) kısa sûrelerden birer sûre okudu. Sonra
üçüncü rek'ate kalktı. Ben (ne okuyacağını işitmek için) hemen kendisine -elbisem
elbisesine değecek kadar- yaklaştım. Fatiha ve beraberinde "Rabbenâ lâ
tuziğ kulûbenâ ba'de iz hedeytenâ veheb lenâ min ledünke rahmeten inneke
ente'l-Vehhâb. (Rabbimiz, bize hidâyet verdikten sonra kalblerimizi saptırma.
Katından bize bir rahmet lutfet, sen çok lutfedenlerdensin)" âyetini
okuduğunu işittim."[366]
AÇIKLAMA:
1- Burada üçüncü rek'atte Fatiha'dan sonra âyet kırâati
mevzubahistir. Ebû'l-Velîd el-Bâcî bunu bir nev'i kunût ve duâ olarak
değerlendirir ve bazı âlimlerin, bunu akşam namazında -ve hatta bütün
namazlarda- tecviz ederken diğer bazılarının tamamen reddettiklerini söyler.
2- Buraya kadar kaydedilen rivâyetler, akşam namazında illâ da
şu şu sûreler okunacak diye bir sınır olmadığını göstermektedir. Resûlullah'tan
kısa sûrelerin okunmasına dair tavsiyeler var ise de cemaatin durumuna
hamledilmiştir. Gerek Resûlullah ve gerekse Ashâb ve diğer selef büyüklerinden,
akşam namazında uzun sûrelerin de okunduğuna dair rivâyetler gelmiştir.[367]
ـ1ـ عن
بُرَيدة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كانَ
رسولُ اللّه #
يَقْرأُ في
العِشَاءِ اŒخِرَةِ
وَالشَّمْسِ
وَضُحَاهَا
وَنحْوَهَا
مِنَ
السُّور[.
أخرجه
الترمذي
والنسائى .
1. (2562)- Büreyde
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yatsı
namazında Veşşemsi ve duhâhâ ve benzeri sûreleri okurdu."[368]
AÇIKLAMA:
Bu rivâyetten Resûlullah'ın yatsı namazında fazla uzun sûrelerden
okumayıp, uzunlukça Veşşemsi ve duhâhâ'ya benzeyen sûreleri okuduğu
anlaşılmaktadır. Sahiheyn'de gelen bir riyavet yatsının uzatılmaması için bazı
uyarılarda bulunduğunu da göstermektedir: Hz. Muâz (radıyallâhu anh)'ın yatsı
namazında uzun sûre okuduğunu işitince çağırıp şunu söyler: اُتُرِيدُ
اَنْ تَكُونَ
يَا مُعَاذُ فَتَّانًا
إِذَا
اَمَمْتَ
النَّاسَ
فَاقْرَأْ
بِالشَّمْسِ
وَضُحَاهَا
وَسَبّحْ اِسْم
رَبِّكَ اََْعْلَى
واللَّيْلِ
اِذَا
يَغْشَى
"Ey Muâz, fitne
mi çıkarmak istiyorsun! Halka imam olunca Veşşemsi ve duhâhâ'yı, Ve Sebbih isme
Rabbike'l-A'lâyı, Velleyli izâ yağşâ'yı oku!"
Şu halde bu rivâyet, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
yatsıda bu ve benzeri sûreleri okuduğunu ifade etmektedir.[369]
ـ2ـ وعن
البراء
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ النّبىَّ
#: كَانَ في
سَفَرٍ
فَصَلّى
الْعِشَاء اŒخِرَةَ
فَقَرَأ في
إحْدَى
الرّكْعَتَيْنِ
بِالتِّينِ
وَالزَّيْتُونِ[.
أخرجه الستة.وزاد
الشيخان:
]فَمَا
سَمِعْتُ
أحداً أحْسَنَ
صَوْتاً أوْ
قِرَاءةً
مِنْهُ #[ .
2. (2563)- el-Berâ
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir
yolculuk sırasında yatsıyı kılmıştı. İki rek'atin birinde Vettîni
ve'z-Zeytûni'yi okudu."[370]
Sahiheyn'de şu ziyade yer alır: "Sesce ve kırâatçe O'ndan
daha güzel kimseye rastlamadım."[371]
ـ3ـ وعن
نافع: ]أنَّ
عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما:
كانَ إذَا
صَلّى
وَحْدَهُ
يَقْرَأُ في ا‘رْبَعِ
جَمِيعاً في
كُلِّ
رَكْعَةٍ
بِأُمِّ
الْقُرآنِ.
وَسُورَةٍ
مِنَ
الْقُرآنِ. وَكانَ
يَقْرَأ
أحْيَاناً
السُّورتَيْنِ
وَالثّثَ في
الرَّكْعَةِ
الْوَاحِدَةِ
مِنْ صََةِ
الْفَرِيضةِ[
.
3. (2564)- Nâfî anlatıyor:
"İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) tek başına namaz kılınca dört rek'atin her
birinde Fatiha'yı ve Kur'ân'dan bir sûreyi okurdu. Bazan da farz namazın bir
rek'atinde iki ve üç sûre birden okurdu. Akşam namazının iki rek'atinde aynı
şekilde Fatiha ve birer sûre okurdu."[372]
ـ4ـ وعن
عمرو بن شعيب
عن أبيه عن
جده قال:
]مَامِنَ
المُفَصَّلِ
سُورَةٌ
صَغِيرَةٌ
وََ كَبِيرَةٌ
إَّ قَدْ
سَمِعْتُ
رسُولَ اللّه
# يَؤُمُّ
بِهَا النَّاسَ
في الصََّةِ
المَكْتُوبَةِ[
أخرجهما مالك
.
4. (2565)- Amr İbnu Şu'ayb
an ebîhi an ceddihi anlatıyor: "Mufassal sûrelerden -uzunu olsun, kısası
olsun- hiçbiri yoktur ki, ben onu Resûlullah'ın namaz kıldırırken okuduğunu
işitmemiş olayım."[373]
ـ5ـ وعن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها: ]أنَّ
رسولَ اللّهِ #:
بَعثَ رَجًُ
عَلى
سَرِيّةِ
وَكانَ
يَقْرأ ‘صْحَابِهِ
في صََتِهِمْ
فَيَخْتِمُ
بِقُلْ هُوَ
اللّهُ أحَدٌ.
فَلَمَّا
رَجَعُوا ذَكَرُوا
ذلِكَ
لِرَسُولِ
اللّهِ #،
فقَالَ: سَلُوهُ؛
‘ىِّ شَىْءٍ
يصْنَعُ
ذَلِكَ؟
فَسَألُوهُ.
فقالَ:
‘نَّهَا
صَفَةُ
الرَّحْمنِ،
فأنَا أحِبُّ
أنْ أقْرَأ
بِهَا: فقَالَ
رَسُولُ اللّهِ
#: أخْبِرُوهُ
أنَّ اللّهَ
تَعالى
يُحِبُّهُ[.
أخرجه
الشيخان
والنسائى .
5. (2566)- Hz. Âişe
(radıyallâhu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) askerî
bir birliğin başına bir adamı komutan yapmıştı. Bu zât arkadaşlarına namaz
kıldırırken, her seferinde kırâatını kul hüvallahu ahad ile tamamlıyordu.
Döndükleri zaman durumu Hz. Peygamber'e söylediler. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Sorun ona niçin öyle yapıyormuş?" buyurdu. Dediği gibi
kendisine sorulmuştu.
"Çünkü O, Rahmân'ın sıfatıdır, ben onu okumayı
seviyorum!" diye cevap verdi. Bunun üzerine Aleyhissalâtu vesselâm:
"Ona bildirin, Allah onu seviyor!" müjdesini
verdi."[374]
AÇIKLAMA:
Bu hadiste birkaç mes'ele dikkatimizi çekmektedir:
* Namazda zamm-ı sûre makamında iki ve daha fazla sûrenin okunması.
Rivâyette bu husus açıktır. Zîra komutan normal kırâatini yapınca en sonda
İhlas suresini her rek'atte okumaktadır. Bu hususu te'yid eden başka rivâyetler
İbnu Abbâs ve Enes (radıyallâhu anhüm)'den yapılmıştır. 2564 numaralı Nâfî
hadisi de bunu te'yid eder. Buhârî'de gelen Enes hadisi, sadedinde olduğumuz
hadisin bir farklı rivâyeti olabileceği gibi, ayrı bir vak'a da olabilir, hatta
bu ihtimal daha kuvvetli.[375] Şöyle der:
"Ensar'dan bir zat, Kuba mescidinde onlara imamlık yapıyordu. Namazın her
rekatinde okuduğu sûreyi kulhüvallahu ahad'i okuyarak başlatıyor, namazdan
çıkıncaya kadar böyle yapıyor, asıl sûreyi ondan sonra okuyordu.
Arkadaşları bu durumu kendisine açarak:
"Sen namazı İhlas sûresiyle başlatıyor, sonra da onu yeterli
bulmayıp bir başka sûre ilave ediyorsun. Ya sadece onu oku veya onu terket, bir
başka sure oku (aynı rek'atte ikisini birden okuma)!" dediler. İmam
onlara:
"Ben onu terketmem. Bu şekilde imamlık yapmamı dilerseniz
yaparım, bundan hoşlanmıyorsanız ben imamlığı terkederim" dedi. Cemaat onu
aralarında en fazîletli kimse biliyorlardı, başkasının imamlık yapmasına
gönülleri râzı olmadı. Resûlullah (aleyhisallâtu vesselâm) kendilerine
uğrayınca durumu açtılar. Bunun üzerine (imamı çağırarak):
"Ey falan! Arkadaşlarının söylediklerini niye yapmıyorsun!
Her rek'atte bu sûreyi okumaya seni sevkeden sebep nedir?" diye sordu.
Adam:
"Ben onu seviyorum!" cevabını verince, Aleyhissalâtu
vesselâm:
"Ona olan sevgin seni cennete sokacaktır!" müjdesini
verdi."
Bu zâtın Külsum İbnu'l-Hidam olduğu belirtilir. Şu halde bu
rivâyet, bir rek'atte iki ayrı sûrenin, zamm-ı sûre makamında okunacağını
te'yid etmektedir. Ve buna delâlet eden rivâyetler birden fazladır.
* Bu rivâyette dikkat çeken ikinci bir husus, namazın bütün
rek'atlerinde aynı sûrenin tekrarı'dır.
* Bir diğer mesele: Namazda okunan sûreler arasında Kur'ân-ı
Kerîm'deki tertibin dışına çıkmak. Görüldüğü üzere İhlas sûresi her rek'atte
sonda (veya başta) okunmak suretiyle Kur'ân'daki tertibe okumada riâyet
edilmemiş olmaktadır. Bunun rivâyette başka örnekleri de gelmiştir. İbnu Hacer
onlara dikkat çeker. Fukaha, Kur'ân'daki sûre tertibinin tevkifî olmayıp
ıstılahî olduğuna, yani vahye müstenid olmayıp, Ashâbın ictihadına binaen
olduğuna dikkat çekerek bu tertibin kırâatle bozulmasını büyütmezler. Sözgelimi
Şâfiîler ve Mâlikîler, sıranın bozulmasını sadece evlâ olana muhalif bulurlar.
Hanefîler ve Hanbelîler ise mekruh addederler.[376]
ـ6ـ وعن
شَقيق بن سلمة
قال: ]جاء
رَجُلٌ إلى
ابْنِ
مَسْعودٍ
فقَالَ: إنِّى
أقْرَأ
المُفَصّلَ
في رَكْعَةٍ.
فَقَالَ ابْنُ
مَسْعُودٍ:
أهَذَّا
كَهَذِّ
الشِّعْرِ، وَنَثْراً
كَنثْرِ
الدَّقَلِ؟
لَكِنَّ النَّبىَّ
# كَانَ
يَقْرَأُ
النّظَائِرَ
السُّورَتَيْنِ
رَكْعَةٍ:
الرَّحمنَ
والنَّجْمَ
في رَكْعَةٍ.
وَاقْتَرَبَتْ
وَالحَاقّةَ
في رَكْعَة، وَالطُّورَ
والذَّارِيَاتِ
في رَكْعَةٍ، وَإذَا
وَقَعَتْ
وَنُونَ في
رَكْعَةٍ،
وَسألَ
سَائِلٌ
وَالنَّازِعَاتِ
في رَكْعَةٍ،
وَوَيْلٌ
لِلْمُطَفِّفِينَ
وَعَبَسَ في رَكْعَةٍ،
وَالمُدَّثِّرَ
وَالمُزَمِّلَ
في رَكْعَةٍ،
وَهَلْ أتَى
وََ أقْسِمُ
بِيَوْمِ
الْقِيَامَةِ
في رَكْعَةٍ.
وَعَمَّ
يَتَساءَلُونَ
وَالمُرْسََتِ
في رَكْعَةٍ،
وَالدُّخَانَ
وَإذَا
الشَّمْسُ
كُوِّرَتْ في
رَكْعَةٍ[.
أخرجه الخمسة.وهذا
لفظ أبى داود،
وقال هذا
تأليف ابن
مسعود، وذكره
عن علقمة
وا‘سود ولم
يذكر الباقون
السُّور.والمراد
»بالهَذِّ«
سرعة القراءة
والعجلة
فيها.»الدقلُ«
ردِئ التمر ف
يجتمع
ليُنسِه
ورداءته.و»النّظَائرُ«
جمع نَظيرة
وهى: المثل
والشبه.
6. (2567)- Şakîk İbnu
Seleme (rahimehullah) anlatıyor: "Bir adam İbnu Mes'ud'a gelerek:
"Ben bir rek'atte mufassal sûrelerin tamamını okudum"
dedi. İbnu Mes'ud (radıyallâhu anh) da:
"Şiir mırıldar gibi mırıldar, meyve döküştürür gibi
döküştürür müsün? Olmaz öyle şey! Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) tek
rek'atte birbirine denk iki sûre okurdu. Bir rek'atte, İkterebet ve el-Hâkka
sûrelerini, bir rek'atte Vettûr ve Vezzâriyât sûrelerini; bir rek'atte Ve izâ
vaka'at ve Nûn sûrelerini; bir rek'atta Seele sâîlun ve ve'n-Nâzi'ât
sûrelerini; bir rek'atte Veylün li'l-Mutaffifîn ve Abese sûrelerini, bir
rek'atte el-Müddessir ve, el-Müzzemmil sûrelerini; bir rek'atte Hel Etâ ve Lâ
Uksimu biyevmi'l-Kıyâme sûrelerini, bir rek'atte Amme yetesâelûn ve
Ve'l-Mürselât sûrelerini; bir rek'atte de ed-Duhân ve İzâ'ş-Şemsü Küvvirat
sûrelerini okurdu."[377] Bu rivâyet, metin olarak
Ebû Dâvud'un rivâyetidir. Ebû Dâvud: "Bu İbnu Mes'ud'un telifidir"
demiştir. Bunu Alkame ve Esved'den kaydeder. Diğerleri, sûreleri zikretmezler.[378]
AÇIKLAMA:
1- İbnu Mes'ud'a gelip bir rek'atte mufassal sûreleri
okuduğunu söyleyen kimsenin Nehîk İbnu Sinân el-Becelî olduğu Müslim'in bir
rivâyetinde tasrîh edilmiştir.
2- Daha önce de belirtildiği gibi mufassal sûrelerin hangi
sûreden başladığı ihtilaflıdır. (2555. hadisin açıklamasına bakılsın.)
3- Müslim'in bir rivâyetinde İbnu Mes'ud'a gelen Nehîk, bir
harfin okunuşunu sorarak söze başlar:
"Ey Ebû Abdirrahman şu harfi nasıl okursun? Elif mi, yâ mı?
Yani مِنْ
مَاء غير اسن mi yoksa
من ماء
غير ياسن mi?" dedi."
İbnu Abbâs, bu soruyu iyi karşılamaz ve adamı azarlayıcı bir
üslubla cevaplar:
"Sen bu harf dışında bütün Kur'ân'ı araştırıp (kavradınmı) ki
bunu soruyorsun!"
Adam bu soru üzerine bir rek'atte bütün mafassal sûreleri
okuduğunu söyler. İbnu Abbâs, rivâyetin sadedinde olduğumuz vechinde de
görüldüğü gibi, adamı kınamaya devam eder ve Kur'ân'ın şiir mırıldanırcasına
hızlı okunmayacağını belirtir.
Mırıldanmak diye çevirdiğimiz hezze kelimesi sür'atle çok çabuk
söylemek mânasına gelir. İbnu Mes'ud hızlı tilâveti, sallanan hurma
ağaçlarından, âdi çürük meyvelerin patır patır dökülmesini de benzetir. Maksad,
Kur'an'ın hızlı şekilde okunarak tefekkür ve taakkul edilmeden, mânası ve
maneviyatı yaşanmadan, lafzan telaffuz edilmesini takbîhtir. Esâsen Kur' an'ın
bu şekilde anlaşılmadan okunması başka rivâyetlerde de takbîh edilmiştir:
"Bazı insanlar Kur'an okurlar ama, okudukları gırtlaklarından öte geçmez,
ama kalbe varır, orada yerleşirse faydalı olur."
4- Birbirine denk iki sûre tabirinde kasdedilen denklik nedir?
Bazı âlimler mâna denkliği demiştir: Mev'ize ve hikmet gibi. Bazıları da âyet
sayısı denkliği demiştir. İbnu Hacer'e göre mânaca denkliğin kastedilmiş olması
daha kavîdir.
5- Namazda birden fazla sûre aynı rek'atte okunabilir,
câizdir. Zîra iki sûrenin birleştirilmesi -rivâyette görüldüğü üzere- câiz
olunca, ikiden fazlasının birleştirilmesi de câizdir. Hz. Peygamber'in mufassal
sûreleri birleştirdiğine dair rivâyet geldiği gibi -nadiren de olsa- Bakara
gibi uzun sûreleri birleştirdiği de rivâyet edilmiştir.
6- Kur'ân acele okunmamalıdır, bu mekruhtur. Ağır ağır,
tefekkür edilerek okunmalıdır.
7- İki rek'atli namazlarda her iki rek'atin kırâatlerini
birbirine denk tutmak efdaldir. Sabah namazında birinci rek'atin daha uzun
tutulmasının efdal olacağı daha önce geçmişti:[379]
ـ7ـ وعن
أبى ذر رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ رسولَ
اللّه #: قَامَ
حَتَّى
أصْبَحَ
بِآيَةٍ؛ وَاŒيَةُ:
إنْ
تُعَذِّبْهُمْ
فَإنَّهُمْ
عِبَادُكَ.
وَإنْ
تَغْفِرْ
لَهُمْ
فإنّكَ أنْتَ الْعَزِيز
الحَكِيم[.
أخرجه
النسائى .
7. (2568)- Ebû Zerr
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) gece
namazına kalktı ve sabah vakti girinceye kadar namaza devam etti. Namazda tek
âyet okudu. O da şu (meâldeki) âyettir: "Onlara azab edersen, doğrusu
onlar senin kullarındır. Onları bağışlarsan, güçlü olan, Hakîm olan şüphesiz
ancak sensin" (Mâide 118).[380]
AÇIKLAMA:
Bu rivâyet aynı âyetin her rek'atte okunabileceğini, bunun câiz
olduğunu ifade etmektedir. Ancak efdal olan her rek'atte farklı âyetlerin (veya
sûrelerin) okunmasıdır, daha önce belirttik (2535. Hadis).[381]
ـ8ـ وعن
أبى سلمة
]أنَّ عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
صَلّى
بِالنَّاسِ
المغْرِبَ
فَلَمْ
يَقْرأ
فِيهَا
فَلَمّا
انْصَرَفَ
قِيلَ لَهُ
مَا قَرَأتَ؟
قالَ: كَيْفَ
كَانَ
الرُّكُوعُ
وَالسُّجُودُ؟
قَالُوا:
حَسَناً. قالَ
َ بَأسَ إذاً[.
أخرجه رزين .
8. (2569)- Ebû Seleme
anlatıyor: "Hz. Ömer (radıyallâhu anh), halka akşam namazı kıldırmıştı.
Namazda kırâatte bulunmadı. Namazdan çıkınca kendisine:
"Kur'ân okumadın!" dendi.
"Rükû ve secdeler nasıl oldu?" diye sordu.
"İyi oldu!" dediler.
"Öyleyse, tamamdır!" dedi."[382]
AÇIKLAMA:
Bu hadisi Beyhakî, "Kırâati unutandan kırâat sâkıt olur
diyenle sâkıt olmaz diyenler" adını verdiği bir bâbta zikreder. Hadis
zayıftır. Ayrıca hadisin bir başka vechinde Hz. Ömer'in bu namazı iade ettiği
tasrîh edilmiştir. Ulema, Resûlullah'ın "Fatiha okunmayan namaz
eksiktir" hadisine dayanarak bununla amel etmemişlerdir. Bu rivâyet
hakkında İmam Mâlik'e sorulmuş, o da şu cevabı vermiştir: "Ben Ömer'in
böyle bir şey yapacağını kabul edemiyorum. Hadisi de kabul edemiyorum. Halk,
Ömer'in akşam namazında böyle yaptığını görecek, onu uyarıp haber
vermeyecekler... Bu olacak şey değil. Kanaatimce kim böyle bir fiil işlese, ne
kendi namazı ne de ona uyanların namazı sahihtir."[383]
ـ1ـ عن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]في كُلِّ
الصََّةِ
يُقْرأ فَمَا
أسْمَعَنَا رَسولُ
اللّهِ #
أسْمَعْنَاكُمْ،
وَمَا أخْفى
عَلَيْنَا
أخْفَيْنَا
عَلَيْكُمْ[.
أخرجه أبو
داود
والنسائى .
1. (2570)- Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) demiştir ki: "(Kur'ân) her bir namazda okunur.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize hangilerini işittirmişse biz de size
işittiriyoruz. Hangilerini de gizlemişse biz de size gizliyoruz."[384]
AÇIKLAMA:
Hadiste geçen "işittirme"den maksad cehrî olan
kırâatlerdir. İslâm ümmeti cuma namazı, sabah namazı, akşam ve yatsı
namazlarının ilk rek'atlerinde cehrî olacağı, akşamın son rek'ati ile yatsının
son iki rek'ati, öğle ve ikindinin bütün rek'atlerinde gizli okunacağı
hususunda icma etmiştir.
* Bayram ve istiska (yağmur) namazlarında da ihtilaf edilmiştir.
Hanefî mezhebi bunların ikisinde de cehrî okumaya hükmeder.
* Gece nafileleri gizli de olabilir, cehrî de. Gündüz nafilelerinde
gizli okunur.
* Küsûf namazı gece olursa cehrî, gündüz olursa gizli olur.
* Cenaze namazı gecegündüz gizli olur. Geceleyin cehrî olacağı da
söylenmiştir.
* Yatsı gibi bir gece namazını, vaktinde kılamasa da ertesi gece
kaza edince cehrî yapar. Gündüz kaza ederse esahh olanı sırrî yapmasıdır, cehrî
de yapabilir.
* Öğle gibi bir gündüz namazı kazaya kalsa, gündüzleyin kaza etse
gizli yapar, gece kaza ederse esahh olanı cehrî yapmasıdır. Gizli de yapabilir.
Bu meselede "gizli yapar" ve "cehrî yapar"
sözleri vecîbe ifade etmez, sünnet ifade eder. Aksini yapması, namazın
sıhhatini bozmadığı gibi secde-i sehiv de gerektirmez.[385]
ـ2ـ وعن
أبى قَتَادة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ
النَّبِىَّ #
خَرَجَ ذَاتَ
لَيْلَةٍ
فَإذَا هُوَ
بِأبِى
بَكْرٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه يُصَلِّى
يَخْفِضُ
مِنْ
صَوْتِهِ
وَمَرَّ بِعُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
يُصَلّى
رَافِعاً
صَوْتَهُ.
قالَ:
فَلَمَّا
اجْتَمَعْنَا
عِنْدَ
النَّبىِّ #
قالَ
النَّبِىُّ #:
يَا أبَا
بَكْرٍ
مَرَرْتُ
بِكَ وَأنْتَ
تُصَلِّى تَخْفِضُ
صَوْتَكَ.
فقَالَ: قَدْ
أسْمَعْتُ مَنْ
نَاجَيْتُ
يَا رسولَ
اللّهِ. قالَ؛
وَقالَ لِعُمَرَ:
مَرَرْتُ بكَ
وَأنْتَ
تُصَلِّى
رَافِعاً
صَوْتَكَ.
فقَالَ يَا
رسُولَ
اللّهِ: أوقِظُ
الْوَسْنَانَ
وَأطْرُدُ
الشَّيْطَانَ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي،
واللفظ ‘بى
داود.وقال:
زاد الحسن في
حديثه: فقالَ
رسولُ اللّهِ
#: ]يَا أبَا
بَكْرٍ
ارْفَعْ مِنْ
صَوْتكَ شَيْئاً.
وقالَ
لِعُمَرَ:
اخْفِضْ مِنْ
صَوْتِكَ شَيْئاً[
.
2. (2571)- Ebû Katâde
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir gece
(evinden) çıkmıştı. Hz. Ebû Bekr (radıyallâhu anh)'e uğradı. Alçak sesle namaz
kılıyordu. Hz. Ömer (radıyallâhu anh)'e uğradı, o da yüksek sesle namaz
kılıyordu."
Râvi der ki: "Resûlullah'ın yanında toplanınca Aleyhissalâtu
vesselâm buyurdular ki:
"Ey Ebû Bekr sana uğradım sen sessizce namaz
kılıyordun." Ebû Bekr:
"Ben konuştuğum Zât-ı Zülcelâl'e sesimi işittirdim ey
Allah'ın Resûlü!" cevabını verdi.
Hz. Ömer'e de:
"Sana da uğradım. Sen yüksek sesle namaz kılıyordun!"
dedi. O da şu cevabı verdi:
"Ey Allah'ın Resûlü! Uyuklayanı uyandırıyor, şeytanı da
uzaklaştırıyordum."[386]
Hasan Basrî rivâyetinde der ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) Hz. Ebû Bekr'e: "Ey Ebû Bekr sen sesini biraz yükselt!"
dedi. Hz. Ömer'e de: "Sesini sen de biraz alçalt!" buyurdu."[387]
ـ3ـ وعن
أبى هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]فَذَكَرَ
مِثْلَ هذِهِ
الْقِصّةِ:
وَلَمْ
يَذْكُرْ،
فقالَ ‘بِى
بَكْرٍ
ارْفَعْ
شَيْئاً، وََ
لِعُمَرَ
اخْفِضْ
شَيْئاً[.وزاد:
]وَقَد
سَمِعْتُكَ
يَا بِلُ وَأنْتَ
تَقْرأ مِنْ
هذِهِ
السُّورَةِ
وَمِنْ هذِهِ
السُّورَةِ.
قالَ: كََمٌ
طَيِّبٌ يَجْمعُهُ
اللّهُ
بَعْضَهُ إلى
بَعْضٍ. فقَالَ
النّبىُّ #
كُلَّكُمْ
قَدْ أصَابَ[.
أخرجه أبو داود
.
3. (2572)- Hz. Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh)'den yapılan rivâyette, bu kıssa aynen zikredilir, ancak Hz.
Ebû Bekr'e: "Sesini biraz yükselt", Hz. Ömer'e de: "Sesini biraz
alçalt" dedi" cümleleri zikredilmez."
Fakat şu ziyadede bulunur: "Ey Bilâl seni, şu sûreden ve şu
sûreden okurken işittim" dedi. (Bilâl) cevaben: "(Kur'ân) tatlı bir
kelam, Allah onu kısım kısım yapıp bir araya getirdi" dedi. Sonunda
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Hepiniz isâbet ettiniz!"
buyurdu."[388]
AÇIKLAMA:
1- Ebû Hüreyre'den yapılan bu rivâyeti Ebû Dâvud özetleyerek
kaydetmektedir. Yani Ebû Hüreyre'nin de, bir önceki hadiste yani Ebû Katâde
rivâyetinde tafsilatlı olarak kaydedilen -kıssayı aynen anlattığını
belirttikten sonra, onda yer almadığı halde Ebû Hüreyre'nin rivâyetinde mevcut
olan ziyadeyi kaydeder. Ebû Dâvud, kitabının hacmini artırmamak için
rivâyetlerinde bu usluba sıkça başvurmaktadır. Birinci ciltte Ebû Dâvud'un
kitabını tertipte takip ettiği metodu açıklarken bu hususu belirtmiş idik.
2- Ziyade kısımda kasdedilen hususa gelince: Orada şu mâna
ifade edilmektedir: "Kur'ân baştan sona güzel, tatlı bir kelâmdır. Allah
onu sûre sûre, âyet âyet ihtiyaca göre beyân buyurup bir araya getirmiştir. Biz
ondan hoşumuza giden, gönlümüzün arzu ettiği miktarı, kısmı okuruz."
Allahu a'lem.
Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm), en sonda alçak sesle
okuyan Ebû Bekr'e, yüksek sesle okuyan Hz. Ömer'e, değişik sûrelerden okuyan
Bilâl'e böyle okuyuşlarının gerekçesini dinledikten sonra, gayeye göre
Kur'ân'ın alçak sesle de yüksek sesle de kıraat edilebileceğini, şu veya bu
sûresinden okunabileceğini belirtmek sadedinde: "Hepiniz isâbet ettiniz,
(doğru ve uygun hareket etmektesiniz") buyurur.[389]
ـ4ـ وعن
البياضى:
]أنَّ
النَّبىَّ #
خَرَجَ عَلى
النَّاسِ
وَهُمْ
يُصَلُّونَ،
وَقَدْ عَلَتْ
أصْوَاتُهُمْ
بِالْقِرَاءَةِ.
فقَالَ: إنَّ
المُصَلِّىَ
يُنَاجِى
رَبَّهُ فَلْيَنْظُرْ
بِمَ
يُنَاجِيهِ؟
وََ يَجْهَرْ بَعْضُكُمْ
على بَعْضٍ
بِالْقُرآنِ[.
أخرجه مالك .
4. (2573)- el-Beyâzî
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) namaz
kılmakta olan insanların yanına geldi. Kırâatte sesleri yüksekti. Hemen:
"Namaz kılan kimse Rabbine münâcaatta (hususi konuşmada) bulunuyor
demektir. Öyleyse ne şekilde münâcaatta bulunduğuna dikkat etsin. Kur'ân'ı
birbirinize cehren okumasın!" dedi."[390]
AÇIKLAMA:
1- el-Beyâzî: Ferve İbnu Amr İbnu Vedka'dır. Beyâz, Hazrec
kabilesine bağlı bir kolun adıdır. Ferve (radıyallâhu anh) Akabe ve Bedr'e ve
daha sonraki gazvelere katılan ilklerden biridir. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) Medîne bahçelerinin meyvelerini ona tahmin ettirir, onun tahminine
göre zekat tarhederdi. Tahminlerinde hiç yanılmadığı belirtilir.
İmam Mâlik'in, bu rivâyette ismini zikretmeyişinin sebebi,
bazılarına göre, onun Hz. Osmân'ı şehid edenlere yardım etmiş olmasıdır. Cemel
savaşı'nda Hz. Ali'nin yanında yer almıştır. Allah yolunda çokça tasadduk
edenlerdendir, (radıyallâhu anh).
2- Hadisin başka vecihlerinde, hadisenin ramazanda geçtiği,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın kapısı hasır olan yuvarlak bir çadırda
itikâfa çekilmiş bulunduğu belirtilir.
3- Hz. Peygamber çadırdan çıkıp halkın yanına gelince,
herkesin namazda yüksek sesle kırâatte bulunduğunu görüyor ve rivâyette
belirtildiği üzere, müdâhale ederek seslerini kısmalarını irşâd buyuruyor. Yani
namaz bir münâcaat, kişinin Rabbine husûsî konuşması, kalbini, içini açması
olduğuna göre, bunu sesli yapmasına gerek yoktur. Başkası duymayacak şekilde,
kendisinin ne dediğini tefrik edebilecek kadar alçak bir sesle yapması
yeterlidir. Çünkü Rabb Teâlâ münâcaatları işitmek için insanlar gibi yüksek
sese muhtaç değildir.
İbnu Abdilberr, musallinin Rabbine yaptığı münâcaatı:
"Namazda huşû ve kalbin ihzârı" olarak tarif eder. Kadı İyâz ise:
"Bu, kalbin ihlâsı; ve sırr'ın; namazda Allah'ın zikri ve hamdi ve
Kitabının okunması yoluyla başka
şeylerden boşaltılması" diye tarif eder.
Kulun Rabbine münâcaatı'nı: "Namazda yapması ve söylemesi
matlub olanları yerine getirmesi, yasaklanan söz ve fiillerden de
kaçınması" olarak tarif edenler de olmuştur.
Rabb Teâlâ'nın kula olan münâcaatı ise ona rahmet ve rıza ile
teveccüh buyurması, bir kısım marifete ulaştırıp sırrlara erdirmesidir.
Bu hadiste, Ebû'l-Velîd el-Bâcî'nin dikkat çektiği üzere, namazın
taşıdığı mânaya ve ondaki maksada dikkat çekilmektedir, tâ ki kul, namaza
girebilecek mekruhlardan kaçınma hususunda daha çok gayrete gelsin, namazın
kemalini arttıracak tâate müteallik işlere daha fazla yönelsin.
3- "Öyleyse ne şekilde münâcaatta bulunduğuna dikkat
etsin" ifadesi, Kur'ân'ı mekruh olan bir tarzda münâcaatta kullanmamaya
bir uyarıdır. Yani, her ne kadar Kur'ân'ın tilâveti baştan sona bütün
âyetleriyle bir tâat ve vesîle-i kurbet ise de, okunuş tarzı itibariyle gayeden
uzaklaşılabilecektir, onu sadece okumak yeterli değildir, usûle de dikkat etmek
gerekir... vs. denmek istenmiştir. Nitekim, müteakip cümle mekruh olan tarzı
beyan etmekte ve yasak koymaktadır: "Birbirinize karşı Kur'ân'ı cehren
okumayın."
Bazı şârihler bu yasağı şöyle açıklar: "Çünkü böyle yapınca
(başkasının yanında cehrî okuyunca) diğer kimseler rahatsız edilir ve kâmil bir
ihlasla namaza girmesine, kalbinin kendini tam olarak namaza verebilmesi için
başka meşguliyetlerden boşaltmasına, Rabbine münâcaat sırasında okuduğu Kur'ân
âyetlerini teemmül ve tefekkür etmesine mâni olunur. Musalliye verdiği ezâ
sebebiyle yüksek sesle Kur'ân okumak yasaklanırsa hadis ve diğer şeylerin
yasaklanması evlâdır."
İbnu Abdilberr der ki: "Müslüman, bir başka müslümâna iyi bir
amel yaparken ve Kur'ân okurken ezâ vermekten yasaklanırsa, başka şekillerde
verdiği ezânın ne kadar şiddetli bir haram olduğu anlaşılır."
Son olarak şunu da belirtelim: Resûlullah'ın yanındakileri
rahatsız edecek şekilde yüksek sesle münâcaat ve tilavet-i Kur'ân'da
bulunanlara müdâhalesini haber veren başka rivâyetler de vardır.[391]
ـ5ـ وعن
أبى هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قالَ: ]كانَتْ
قِرَاءَةُ
النَّبىِّ #
بِاللَّيْلِ يَرْفَعُ
طَوْراً
وَيَخْفِضُ
طَوْراً[. أخرجه
أبو داود .
5. (2574)- Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
geceleyin kırâatı bazan yüksek sesle, bazan da alçak sesle olurdu."[392]
AÇIKLAMA:
Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) bu rivâyette Resûlullah'ın gece
tilâvetlerini nasıl yaptığını ifade ediyor: Bazan yüksek, bazan alçak sesle
yaptığını haber vermektedir. Yani odada yalnız olduğu, yanında rahatsız olacak
-uyanık veya uyuyan biri olmadığı zamanlarda yüksek sesle okuduğu- yalnız
olmadığı hallerde de alçak sesle okuduğu anlaşılmaktadır.
Yine Ebû Dâvud'un bir rivâyetinde, Resûlullah hücresinde iken
(geceleyin) odanın içerisinde bulunan kimsenin işiteceği kadar (mütavassıt) bir
sesle kırâatte bulunduğunu belirtir. Şârihler, mescidde olduğu takdirde sesini
daha yüksek tuttuğuna dikkat çekerler.[393]
ـ6ـ وعن
عبداللّه بن
شَدَّاد قال:
]سَمِعْتُ نَشِيجَ
عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
وَأنَا في آخِرِ
الصُّفُوفِ
يَقْرَأ:
إنَّمَا
أشْكُوا بَثّى
وَحُزْنِى
إلى اللّهِ[.
أخرجه
البخارى.»التَّشِيجُ«
صوت يتردّد في
الحَلقِ
والصدر .
6. (2575)- Abdullah İbnu
Şeddâd anlatıyor: "Ben Hz. Ömer (radıyallâhu anh)'in: "Ben üzüntü ve
hüznümü yalnız Allah'a açarım..." meâlindeki âyeti (Yûsuf 86) okurken
(boğuk boğuk çıkan) sesini en arka safta olduğum halde işittim..."[394]
AÇIKLAMA:
1- Neşîc boğazla göğüs arasında gidip gelerek çıkan sese
denir. Normal çıkan sesde bu hal olmaz. Şu halde ağlamaklı bir sestir. Yani
kişinin içinden tabiî olarak ağlamak gelir, o ise iradî olarak mâni olmak veya
ağlamanın şiddetini asgariye düşürmek ister, işte bu halde, dilimizdeki boğuk
boğuk diye ifade edilen bir ses çıkar, Araplar bunu neşîc olarak ifade
etmiştir.
2- Rivâyetten Hz. Ömer (radıyallâhu anh)'in bu âyeti okurken
-imâmeti esnasında- kendini tutamayıp ağladığını anlıyoruz. Esasen Buhârî,
hadisi şöyle bir bâb başlığı altında kaydeder: "İmâm namazda
ağlarsa..."
Namazda ağlamanın hükmü nedir, namazı bozar mı, bozmaz mı? Buhârî,
münâkaşalı meselelere girerken, hükme delâlet eden kesin bir başlık atmaz,
sadece meseleye dikkat çekici bir ifadeye yer verir. Burada da öyle yapmıştır.
Nitekim:
* Şa'bî, Nehâî, Sevrî gibi bazılarına göre namazda ağlamak namazı
bozar.
* Hanefîlere ve Mâlikîlere göre, cehennemi hatırlayıp, uhrevî
istikbalden hâsıl olan korku sebebiyle ağlamışsa, bu namazı bozmaz.
* Şâfiîler'de üç ayrı durum mevzu bahistir:
* Ağlamaktan iki yabancı harf zuhur ederse namazı bozar, değilse
bozmaz. Esahh görüş budur.
* Mutlak olarak bozmaz, çünkü ağlamak kelâm cinsine girmez.
Ağlamaktan hiçbir gerçek harf hasıl olmaz, sadece bir ses benzerliği ortaya
çıkar.
* Ağzı kapalı ise bozulmaz. Aksi takdirde iki harf zâhir olacak
kadar ses çıkarsa bozulur.
3- Namazda ağlamayı tecviz ederek namazı bozmayacağını
söyleyenlerin başka delilleri de var: Hz. Ebû Bekr ve Hz. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın da namaz sırasında yanındakiler işitecek kadar
ağladıklarına dair kavî senetli rivâyetler gelmiştir. Resûlullah'la ilgili olan
bir rivâyet şöyle: عبداللّهِ
بْنُ الشخير
قال: رَاَيْتُ
رَسُولَ
اللّهِ #
يُصَلّى
بِنَا وفي
صَدْرِهِ
اَزِيزٌ
كَاَزِيزِ
الْمِرجَلِ
مِنَ الْبُكَاءِ
"Abdullah
İbnu'ş-Şıhhîr (radıyallâhu anh) der ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ı gördüm, ağlamaktan göğsünde, kaynayan tencerenin çıkardığı uğultu
gibi uğultu olduğu halde bize namaz kıldırmıştı."[395]
ـ7ـ وعن
سَمُرة بن
جُندبُ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال:
]حَفِظْتُ
سَكْتَتَيْنِ
في الصََّةِ، سَكْتَةً
إذا كَبّرَ
ا“مَامُ
حَتَّى
يَقْرأ. وَسَكْتةً
إذَا فَرَغَ
مِنْ
فَاتِحَةِ
الْكِتَابِ
وَسُورَةً
عِنْدَ
الرُّكُوعِ،
قالَ:
فَأنْكَرَ
ذَلِكَ
عَلَيْهِ
عِمْرَانُ بنُ
حُصَيْنِ.
فَكَتَبُوا
في ذَلِكَ إلى
المَدِينَةِ
إلى أُبَىٍّ
فَصَدَّقَ
سَمُرَةَ[. أخرجه
أبو داود،
واللفظ له،
والترمذي.وفي
أخرى:
»وَسَكْتَةَ
إذَا فَرَغَ
مِنَ
الْقِرَاءَةِ«.وفي
أخرى: »إذَا
اسْتَفْتَحَ
وَإذَا
فَرَغَ مِنَ الْقِرَاءَةِ«
.
7. (2576)- Semüre İbnu
Cündüb (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Namazda iki sekte hatırımda kaldı.
Biri, imam "Allahuekber" dedikten kırâata başladığı âna kadar geçen
sektedir. Diğeri de Fatiha ve zamm-ı sûreyi okuyup bitirince rükûya gitme
sırasındaki sektedir."
(Hadisi rivâyet eden Hasan Basrî) der ki: "Bunun üzerine
İmrân İbnu Husayn ona karşı çıktı (ve tek sekte olduğunu söyledi). Sonunda
Medîne'ye Übeyy (İbnu Ka'b)'e yazıp sordular. (Übeyy verdiği cevapta) Semüre'yi
tasdik etti."[396]
Bir diğer rivâyette, "...Kırâatten çıkınca bir sekte"
denmiştir. Bir diğer rivâyette: "...İftitah tekbiri alınca ve kırâatten
çıkınca" denmiştir.[397]
AÇIKLAMA:
1- Bu hâdise, birkaç farklı tarikten rivâyet edilmiştir. Namazda
sekte (durak) yerlerini belirtmektedir.
Sekte, imamın, cemaatin işiteceği şekilde kırâatte bulunmaması, bir müddet
sessiz kalmasıdır.
2- Görüldüğü üzere Semüre İbnu Cündüb, birinci rek'atte iki
ayrı yerde Resûlullah'ın sekte yaptığını hatırlayıp bunu söyleyince, İmrân İbnu
Husayn adında bir diğer sahâbî, "namazda tek sekte var" iddiasıyla
Semüre'ye karşı çıkmıştır. Birbirlerini bu hususta ikna edemeyince, birçok
meselede otorite durumunda olan Übeyy İbnu Ka'b'e -ki Medîne'dedir- yazarak meseleyi
sorarlar. O, Semüre'nin doğru hatırladığını bildirir.[398]
Hadisin Tirmizî'de gelen vechinde şu ziyade var: "Katâde'ye:
"Bu iki sekte nedir?" diye sorduk. Şöyle dedi: "Namaza girdiği
zaman (biri), kırâatten çıktığı zaman (da diğeri)." Bunu söyledikten sonra
dedi ki: "Veladdâllîn'i okuyunca." Der ki: "Kırâatı bitirince,
nefsinde tefekkür için bir miktar sükût etmekten hoşlanırdı."
3- Sekte'nin mahiyetine gelince, Ebû Hüreyre'den Ebû Dâvud'da
kaydedilen bir hadis bu meseleyi daha iyi açıklamaktadır: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) namaz için (iftitah) tekbiri alınca, tekbirle kırâat
arasında bir miktar sükût eder. (Bir gün kendisine): "(Ey Allah'ın Resûlü)
annem babam sana feda olsun. Tekbirle kırâat arasındaki sükûtta ne söylüyorsun
bana haber ver!" dedim. Bunun üzerine şunu okuduğunu bildirdi: اَللّهُمَّ
بَاعِدْ
بَيْنِى
خَطَايَاىَ
كَمَا
بَاعَدْتَ
بَيْنَ
الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ.
اَللّهُمَّ
نَقِّنِى
مِنْ خَطَايَاىَ
كما يُنَقّى
الثّوبُ
اَبْيَضُ مِنَ
الدَّنَسِ.
اَللّهُمَّ
اَغْسِلْنِى
بِالثَّلْجِ
وَالْمَاءِ
وَالْبَرْدِ. "Allahım, benimle hatalarımın arasını,
doğu ile batıyı uzak kıldığın gibi uzak kıl. Allah'ım, hatalarımı beyaz
elbisenin kirden temizlenmesi gibi temizle. Allah'ım beni karla, su ile,
soğukla temizle."
Şu halde, birinci sekte, iftitah tekbirinden sonra, kırâate
geçmeden, imamın cemaatin işitmeyeceği şekilde dua etmesidir.
İkinci sekte'de bir ihtilaf sözkonusudur: Fatiha'nın bitiminde mi,
zamm-ı sûrenin bitiminde mi? Ancak Tirmizî'nin Katâde'den kaydettiği
açıklamadan bu ikinci sekte'nin Fatiha'nın bitiminde olduğu sarahat
kazanmaktadır. Bu hususu te'yid eden başka rivâyetler de mevcuttur.
ـ1ـ عن أبى
مسعود البدرى
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ رسولَ
اللّهِ # قالَ:
َ تُجْزِئُ
صََةُ أحَدِكُمْ
حَتَّى
يُقِىمَ
ظَهْرَهُ في
الرُّكُوعِ
وَالسُّجُودِ[.
أجرجه أصحاب
السنن .
1. (2577)- Ebû Mes'ûd
el-Bedrî (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Sizden biri, rükû ve secdelerde belini (tam olarak)
doğrultmadıkça namazı yeterli olmaz."[399]
AÇIKLAMA:
Namazda ta'dîl-i erkân, bir bakıma rükünlerin hakkını vermek
mânasına gelir. Bu maksadla kıyâm, rükû ve secdeyi yaparken her uzvun belli bir
sükûnete ermesi, sübhânallâhi'l-azîm diyecek kadar o halde kalması
gerekmektedir. Şu halde rükû'nun kemâli, secdeye gitmezden önce beli tam olarak
doğrultup kıyam vaziyetini almakla gerçekleşecektir. Keza secdenin kemâli de
birinci secdeden sonra beli tam olarak doğrultup oturur vaziyetini almakla
gerçekleşecektir. Gerek rükû'daki ve gerekse secdedeki bu tam doğrulma haline
tuma'nîne de denmiştir.
Tirmizî'nin açıklamasına göre, İmam Şâfiî, Ahmed ve İshak tuma'
nîne'yi farz görerek: "Rükû ve secdede belini (yeterince) kaldırmayanın
namazı fâsiddir." demişlerdir. Onlar bu hükme giderken sadedinde olduğumuz
hadise dayanırlar.
Hanefîlerden Ebû Yûsuf da farz demiş ise de mezhep görüşü,
ta'dîl-i erkânın vâcib olmasıdır. Buna riâyet edilmemesi halinde sehiv secdesi
gerekir. Cumhurun farz demiş olmasını da nazar-ı dikkate alan bazı Hanefî
âlimler, ta'dîl'in terki halinde namazın iadesini tavsiye ederler. Esasen Ebû
Hanîfe ve İmam Muhammed'in de ta'dîl için - Tahâvî'nin nakline göre -
"farz" dedikleri rivâyet olunmuştur. Mamafih onlardan
"sünnet" -Cürcânî'nin tahricine göre- ve vâcib -Kerhî'nin tahricine
göre- gibi başka hükümler de rivâyet edilmiştir. Müteahhir ulemanın tahkikine
göre Hanefî görüş vâcib olduğu merkezindedir.[400]
ـ2ـ وعن
النعمان بن
مُرَّةَ:
]أنَّ رسولَ
اللّهِ
# قالَ: مَا
تَرَوْنَ في
الشّارِبِ والزَّانِى
وَالسَّارِقِ،
وَذَلِكَ
قَبْلَ أنْ
يُنْزِلَ
فِيهِمُ
الحدودُ؟
قاَلُوا: اللّه
وَرَسُولُهُ
أعْلَمُ.
قَالَ: هُنَّ
فَوَاحِشُ وَفِيهِنَّ
عُقُوبَةٌ،
وَأسْوَأُ
السَّرِقَةِ
الَّذِى
يَسْرِقُ
صََتَهُ
قَالُوا: وَكَيْفَ
يَسْرِقُ
صََتَهُ يَا
رَسُولُ اللّهِ؟
قالَ: َ
يُتِمُّ
رُكُوعَهَا
وََ سُجُودَهَا[.
أخرجه مالك .
2. (2578)- Nu'mân İbnu
Mürre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"İçki içen, zinâ yapan ve hırsızlıkta bulunan kimse hakkında ne
dersiniz?" diye sordu. Bu sual, bunlar hakkında henüz hadd cezası
gelmezden önce sorulmuştu.
"Allah ve Resûlü daha iyi bilir!" diye cevap verdiler.
Aleyhissalâtu vesselâm:
"Bu fiiller ağır suçtur, onlar hakkında ceza vardır.
Hırsızlığın en kötüsü de namazını çalmaktır" buyurdu. Bunun üzerine:
"Ya Resûlullah, kişi namazını nasıl çalar?" diye
sordular. Şu cevabı verdi:
"Rükûsunu ve secdelerini tamamlamaz."[401]
AÇIKLAMA:
1- Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bu hadiste, namazdaki
ta'dîl-i erkânın ehemmiyetini zihinlerde tesbit maksadıyla teşbihe
başvurmaktadır. Bu maksadla, herkes nazarında çirkinliği açık ve belli olan üç
cürüm hakkında sual sorar. Ashâb, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın tebliğ
sırasında umumiyetle bir soru sorarak dikkatleri çekmekle işe başladığını
bildiği için, sualden maksadın kendilerinden cevap beklemek olmadığını
müdrikdiler. Bu sebeple: "Allah ve Resûlü daha iyi bilir" diye
cevapla yetindiler.
Resûlullah, hırsızlığın kötülüğünü hatırlattıktan sonra, onun
dereceleri bulunduğunu telmîhan, en kötü derecesinin kişinin namazında yaptığı
hırsızlık olduğunu söyler. Bu, merak uyandıran bir teşbihtir. Ashâb ister
istemez soracaktır:
"Ya Resûlullah kişi namazını nasıl çalar?"
Tîbî der ki: "Resûlullah hırsızlığı ikiye ayırdı: Bilinen
hırsızlık, bilinmeyen hırsızlık. Bilinmeyeni, namazdaki tuma'nîne ve huşû'nun
eksiltilmesi olarak tarif etti. Sonra bilinmeyen hırsızlığın bilinenden kötü
olduğunu belirtti."
2- Ta'dîl-i erkâna riâyet etmemenin nasıl hırsızlığın en
kötüsü olduğu şöyle açıklanır: "Hırsız, başkasının malını alınca dünyada
bazan ondan faydalanır. Yahut sahibinden helallik ister, yahud da hadd cezasını
çekerek ahiret azabından kurtulur. Ama öbürü böyle değil. Zîra nefsinin sevab
hakkını çalmış ve onu ahirette cezaya tebdil etmiştir."
3- Ebû'l-Velîd el-Bâcî namazda başkaca hatalara rağmen
Resûlullah' ın hassaten secde ve rükû üzerinde durmasını, ihlallerin çoklukla
bu ikisinde vukûa gelmesiyle îzah eder ve devamla der ki: "Bu ihlali
hırsızlık olarak isimlendirmesi, edası emanet edilmiş olan bir şeyi yapmanın
ihanet mânası taşımasındandır."
4- Ahmed İbnu Hanbel ve Tayâlesî'nin Ebû Saîdi'l-Hudrî'den
kaydettikleri bir başka rivâyet de sadedinde olduğumuz hadisi te'yid eder: اَسْوَأَ
النَّاسِ
سَرِقَةً
الذي يَسْرِقُ
صََتَهُ
قَالُوا يَا
رَسُولَ
اللّهِ وَكَيْفَ
يَسْرقُهَا
قَالَ: َ
يَتِمُّ
رُكُوعَهَا
وََ
سُجُودَهَا
وََ
خُشُوعَهَا
Efendimiz: "Hırsızlıkta insanların en
kötüsü namazını çalan kimsedir" buyurmuştu: "Ey Allah'ın Resûlü bu
nasıl olur?" diye sordular da: "Namazda rükûyu, secdeleri ve huşûyu
tamamlamaz" diye cevap verdi."[402]
ـ3ـ وعن
سالم البراد
قال:
]أَتَيْنَا
أبَا مَسْعُودٍ
فَقُلْنا
لَهُ
حَدِّثْنَا
عَنْ صََةِ
رَسولِ
اللّهِ #،
فَقَامَ
بَيْنَ
أيْدِينَا
فَكَبَّرَ.
فَلمَّا
رَكَعَ
وَضَعَ
رَاحَتَيْهِ
عَلى
رُكْبَتَيْهِ
وَجَعَلَ
أصَابِعَهُ
أسْفَلَ مِنْ
ذلِكَ
وَجَافَى
بَيْنَ مِرْفَقَيْهِ
حَتَّى
اسْتَوَى
كُلُّ شَىْءٍ
مِنْهُ. ثُمَّ
قالَ: سَمِعَ
اللّهُ
لِمَنْ حَمِدَهُ.
فقَامَ
حَتَّى
اسْتَوَى
كُلُّ شَىْءٍ
مِنْهُ[.
أخرجه أبو
داود
والنسائى.»المُجَافَاهُ«
أن يرفع يديه
عن جنبيه و
يُلْصقها .
3. (2579)- Sâlim el-Berrâd
anlatıyor: "Ebû Mes'ud'a gelerek:
"Bize Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın namazından
anlat!" dedik. Hemen önümüzde kalktı, tekbir getirdi. Rükûya varınca
ellerinin ayalarını dizlerinin üzerine koydu. Parmaklarını dizinin alt kısmına
getirdi. Dirseklerini yan taraflarına uzattı. Bu halde her uzvu hareketsiz
sâbit durdu. Sonra semi'allâhu limen hamideh dedi ve her uzvu düz oluncaya
kadar doğruldu."[403]
ـ4ـ وعن
أنس رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ رسولَ اللّهِ
# قالَ:
اعْتَدِلُوا
في
السُّجُودِ،
وََ
يَبْسُطَنَّ
أحَدُكُمْ
ذِرَاعَيْهِ
انْبِسَاطَ
الْكَلْبِ[.
أخرجه الخمسة.
4. (2580)- Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdular: "Secdede ta'dîle riâyet edin,
kimse kollarını köpeklerin yayışı gibi yaymasın."[404]
ـ5ـ وعنه
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ
النَّبىَّ #
قالَ:
أقِيمُوا
الرُّكُوعَ
وَالسُّجُودَ؟
فَوَاللّهِ
إنّى ‘رَاكُمْ
مِنْ بَعْدِى.
وَرُبَّمَا
قالَ مِنْ
بَعْدَ ظَهْرِى،
إذَا
رَكَعْتُمْ
وَسَجدْتُمْ[.
أخرجه الشيخان
والنسائى .
5. (2581)- Yine Hz. Enes
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Rükû
ve secdeleri yerine getirin. Allah'a yemin olsun siz secde rükû ettikçe ben
arkamda olanları da görüyorum." -Belki "sırtımın gerisini"
demişti-"[405]
ـ6ـ وعن
مالك بن
الحُويرث
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّهُ قالَ
‘صْحَابِهِ:
أَ
أنْبِئُكُمْ
بِصََةِ
النَّبىِّ #؟
قالَ أبُو
قَِبَةَ: فَصَلَّى
بِنَا صََةَ
شَيْخِنَا
أبِى يَزِيدَ.
فَكَانَ أبُو
يَزِيدَ إذَا
رَفَعَ
رَأسَهُ مِنَ
السَّجْدَةِ
ا‘خِيرَةِ
مِنَ
الرَّكْعَةِ
ا‘ولى
والثّالِثَةِ
اسْتَوَى
قَاعِداً ثُمَّ
نَهَضَ[.
أخرجه
البخارى وأبو
داود والنسائى
.
6. (2582)- Mâlik
İbnu'l-Huveyris (radıyallâhu anh)'ten rivâyete göre, arkadaşlarına: "Size
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın namazını haber vereyim mi?" diye
sormuştur. Ebû Kilâbe der ki: "(Böyle söyledikten sonra), bize şeyhimiz
Ebû Yezîd'in namazı (gibi) namaz kıldırdı. Ebû Yezîd, başını birince ve üçüncü
rek'atin ikinci secdesinden kaldırınca otururcasına doğrulur sonra
kalkardı."[406]
AÇIKLAMA:
Yukarıda kaydedilen son dört hadis, namazda riâyet edilmesi
gereken bazı hususları beyan ediyor. Onları sırayla şöyle açıklayabiliriz.
1- 2579 numaralı hadise göre rükû sırasında el ve parmakların
vaziyeti: El ayası dizkapağının tam üzerine gelecek, bu sırada parmakla bacağın
dizkapağına bitişen kısmını kavrayacak, dirsekler de yana doğru açılarak
birbirinden uzaklaşacak. Bu esnada dirseklerin karna yapıştırılması, karınla bacaklar
arasına sıkıştırılması mekruhtur.
Rükûda bel ve baş yere paralel, düz bir istikâmet teşkil edecek
şekilde olmalıdır.
Rükûdan kalkınca vücut tabii dikliğini alacak, baş tam olarak
doğrulacaktır. İşte bu vaziyette bir miktar -yani Rabbenâ ve leke'lhamd diyecek
kadar- sâbit durulacaktır.
2- 2580 numaralı hadiste, secdede ta'dîle riâyet emredilmekte,
kolların yere yayılmaması istenmektedir. Secdede ta'dîl, Resûlullah'ın tarif
ettiği hususlara uymakla yerine getirilir. Bu hadiste mezkur hususlardan bir
zikredilmiştir: Kolların yere yayılmaması... Rivâyetlerde başka teferruât da
istenmiştir. Ellerin aralıklı olarak yere konması; baş eller arasında alın ve
burun yere değecek şekilde secde mahalline bırakılması, kolların dirsekler
havada olacak şekilde yan taraflara çıkarılması, karınla dizlerin birbirine
yapışmaması ve arada bir mesafenin bulunması. Sadedinde olduğumuz hadis,
kolların yere değecek şekide bırakılmasını, köpeklerin yatma sırasında
bacaklarını yere sermesine benzetmektedir. Maksad bu tarzın terkini telkindir.
Zîra, bir tavrın hasis bir şeye benzetilmesi onun terkini emretme mânası taşır.
3- 2581 numaralı hadiste, rükû ve secdelerin ta'dîl-i erkâna
uygun olarak yapılması emredilmekte ve te'kîden (ilâhî bir mûcize olarak)
arkasında namaz kılanların da kendisine gösterildiğini, kimin ta'dîle uygun
şekilde, kimin aykırı şekilde namaz kıldığını bildiğini ifade etmektedir.
Bu mesele ulema arasında farklı yorumlara sebep olmuştur. Çünkü
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sarih bir şekilde arkada kalan cemaatini
namaz sırasında gördüğünü ifade etmektedir. Bu ne demektir? Bir mecaz mı söz
konusudur, kelamın zâhiri, hakikatı mı muraddır?
* Bazıları: "Bundan maksad bilmektir, yani cemaatin ahvalini
gerek vahiy yoluyla bilmesi ve gerekse ilham yoluyla bilmesidir" demiştir.
Ancak hadiste arka cihet söz konusu olduğuna göre, maksad "bilmek"
değildir denmiştir.
* Bazıları: Bundan maksad, nadir de olsa arada sırada göz atmakla
sağ ve solunda gözüne ilişenleri de görmesidir, buradakiler de
"arkasındakiler" olarak tavsif edilebilir" demiştir. Bu te'vilde
de açık bir tekellüf, gereksiz olarak hadisin zâhirinden uzaklaşma var.
* Cumhur -ki doğrusu da budur- hadisi zâhirine hamletmiştir. Burada
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a has fiilî bir görme durumu mevzubahistir.
Bu meselede âdet ve âdiyât ortadan kalkmakta, bir mûcize olarak, hasâis'ten bir
imtiyaz olarak Fahr-ı Kainat arka cihetini de görebilmektedir. Ehl-i
Sünnet'in telakki ve kabulüne göre gerçek şudur: "Görmek için, aklen,
husûsî bir uzvun varlığı, görülecek eşyanın önde olması, yakın olması da şart.
Bunlar âdi umurlardır, bunların yokluğu halinde de idrak, aklen câizdir."
Bu görüşten hareketle ehl-i sünnet, âhirette Allah'ın görüleceğine
hükmetmişlerdir. Ehl-i bid'at "görme" hadisesini anlamada beşerî âdetin
dışına çıkamadıkları için, (mekandan, cihetten, şekilden münezzeh olan)
Allah'ın görülmesini reddetmişlerdir.
* Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın arkasındakileri
görmesiyle ilgili olarak fazla değeri olmayan başka görüşler de ileri
sürülmüştür:
* O'nun sırtının arka kısmında bir gözü vardı. Onunla
gerisindekileri daima görürdü.
* Arkadakilerin sûretleri kıble cihetindeki duvarda, eşyanın
aynadaki tecellîsi gibi tecellî ederdi, Efendimiz onların timsallerine burada
bakar, fiillerini böylece görürdü.
* İki omuzu arasında iğnenin yurdusu büyüklüğünde iki gözü vardı,
onlarla görürdü. Bunlara elbise vs. perde olmazdı.
* Resûlullah,önünü gördüğü kadar arkayı da gördüğünü muhtelif
hadislerinde ifade etmiştir. Hadisler arkayı da görme vak'âsının sadece namaz
haliyle kayıtlı olduğunu ifade etmektedir. Ancak, bütün ahvaline şâmil olması
da ihtimalden uzak değildir. Mücâhid bu kanaattedir. Takîyyüddin İbnu Muhalled,
Aleyhissalâtu vesselâm'ın karanlıkta da aydınlıktaki gibi gördüğünü hikaye
etmiştir.
4- 2582 numaralı hadiste, Resûlullah'ın namazı nasıl kıldığı
tarif edilmektedir. Hatta Ebû Dâvud'un bir rivâyeti şöyle başlar: "Mâlik
İbnu'l-Huveyris mescidimize geldi ve dedi ki: "Vallahi namaz kılacağım.
Aslında (burada) namaz çılmak heveslisi olduğum için kılmıyorum. Ancak size Resûlullah
namaz kılarken onu nasıl gördüğümü göstermek istiyorum."
Bu ifade onun edâ, kaza, nafile nev'inden muayyen bir namazı
kılmak için değil, Resûlullah'ın namaz tarzını öğretmek maksadıyla o namazı
kıldığını anlatmaktadır. Çünkü Aleyhissalâtu vesselâm: صلُّوا
كَمَا
رَأيْتُمُونِى
اُصَلّى "Beni
namaz kılarken nasıl gördüyseniz siz de öyle kılın" buyurmuştur. Bu
hadisin de râvisi olan Mâlik İbnu'l-Huveyris, gördüğünü göstermeyi vazife
bilmiştir.
Ancak onun namazı, mescidin imamı bulunan Ebû Yezîd künyesiyle
mâruf Amr İbnu Seleme'nin namazına benzemektedir. Rivâyete göre Resûlullah onu
kavmine imam tayin ettiğinde 6-7 yaşlarında çocuk idi.[407] Kavminden Resûlullah'a
gelen heyet içerisinde Kur'an'ı en çok bilen O olduğu için Aleyhissalâtu
vesselâm onu imam tayin etmişti.[408]
Bu rivayette dikkat çekilen bir husus, birinci ve üçüncü
rek'atlerin ikinci secdesinden sonra yani kıyama kalkma durumlarında önce
oturma vaziyetine girilmiş olmasıdır. Hadisin Buhârî ve Ebû Dâvud'da kaydedilen
bazı vecihleri bu meselede daha açık ifadelere yer verirler. Mesela Ebû
Dâvud'da: "...birinci rek'atin ikinci secdesinden başını kaldırınca
oturdu, sonra kalktı" denir. Buhârî'nin rivâyetinde: "...başını
ikinci secdeden kaldırınca oturdu ve yere dayandı, sonra kalktı" denir.
Fakihler buna celsetü'l-istirâha derler ve bazıları bu hadisten hareketle bu
geçici oturmanın (celsetü'l-istirâha'nın) meşruluğuna hükmeder. Şâfiî ve bir
grup ehl-i hadis bu görüştedir. Ahmed İbnu Hanbel de bu görüşü esas almıştır.
Ancak çoğunluk bu celsetü'l-istirâha'yı kabul etmez. Mesela Tahâvî
hadisin bundan bahsetmeyen vechini esas alarak Mâlik İbnu'l-Huveyris'in bir
rahatsızlık sebebiyle böyle bir oturmaya yer vermiş olabileceğini söyler. Öyle
ise onun oturması, bu oturuş sünnet olduğu için değil, rahatsızlığı
sebebiyledir.
Tahâvî'ye itiraz edenler olmuş- Mâlik İbnu'l-Huveyris'in hasta
olmadığını, onun Resûlullah'ın namazıyla ilgili bu tasvirinin, kendi rivâyeti
olan "Beni namaz kılarken nasıl gördü iseniz siz de öyle kılın"
emrini yerine getirmeye yönelik olduğunu söylemişlerdir. Ancak Tahâvî'nin esas
aldığı vecihle de istidlal ederek, celsetü'l-istirâha'nın vâcib olmadığını,
terketmenin de câiz olduğunu göstermek için terkettiğini söyleyen olmuştur.
Celsetü'l-İstirâha'nın müstehap olmadığını söyleyenlere gelince,
bunlar şu hadisle istidlâl etmişlerdir: َ
تُبَادِرونِى
بِالْقِيَامِ
وَالْقُعُودِ
فَاِنِّى
قَدْ
بَدَّنْتُ "Gerek
oturmada ve gerekse kıyamda benden evvel davranmayın. Ben artık yaşlandım
(bunları yapmakta gecikebilirim)." Öyle ise Resûlullah'ın gecikmesi bu
sebepten ileri gelmekteydi. Bu durumda aynı şekilde mazereti olmayanın
celsetü'l-istirâha'da bulunması meşrû olmaz. Şu halde çok kısa bir müddete
şâmil olan bu oturuş, kıyâmlarda meşrû olan yeni bir tekbiri gerektirmez, zaten
o da kıyâma geçiş safhalarına dahildir.
Görüldüğü üzere, bu hadis muhtelif yorumlara, münâkaşalara sebep
olmuştur. Daha fazla teferruâta girmeyi gereksiz görüyoruz.[409]
ـ1ـ عن
سعيد بن جبير
قال:
]سَمِعْتُ
أنَسَ بْنَ مَالِكٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
يقولُ: مَا
صَلَّيْتُ
وَرَاءَ
أحَدٍ بَعْدَ
رسولِ اللّهِ
# أشْبَهَ
صََةً
بِرسُولِ
اللّهِ # مِنْ
هذَا
الْفَتى،
يَعْنِى
عُمَرَ بنَ
عَبْدِ الْعَزيزِ.
قالَ:
فَحَزَرْنَا
في رُكُوعِهِ عَشَرَ
تَسْبِيحَاتٍ،
وَفي
سُجُودِهِ
مِثْلَهُ[.
أخرجه أبو
داود
والنسائى .
1. (2583)- Saîd İbnu Cübeyr
(rahimehullah) anlatıyor: "Enes İbnu Mâlik (radıyallâhu anh)'i dinledim
şöyle diyordu: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan sonra, namazı
Resûlullah 'ın namazına bu derece benzeyen, şu gençten yani Ömer İbnu
Abdilaziz'den başka birinin ardında namaz kılmadım."
Enes (devamla) dedi ki: "Rükûsunda on tesbihât, secdelerinde
de o kadar tesbihat tahmin ettik."[410]
AÇIKLAMA:
Hz. Enes, Ömer İbnu Abdilaziz'in rükû ve secdelerinde on kadar
tesbihât tahmin ettiklerini söyler. Bu ifadeden Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'n rükû ve secdelerde tesbihâtı onar aded tekrar ettiği anlaşılır.
Böylece bu rivâyet, rükû ve secdenin kemâli için tesbihâtı onar aded tekrar
etmek gerekir hükmünde olanları te'yid eder.
Bu hususta esas olan şudur: Namazını yalnız kılan kimse tesbihâtı
ne kadar çok tutarsa evlâdır. Resûlullah'ın tesbihâtı uzun tuttuğunu beyan eden
rivâyetler Aleyhissalâtu Vesselâm'ın tek başına kıldığı namazlarla ilgilidir.
Cemaati sıkmadığından emin olan imam için de hüküm böyledir. Resûlullah'ın bazı
rivâyetlerde "Rükû yaptığınız zaman en az üç kere Sübhâne Rabbiye'l-Azîm
deyin, secde yapınca da en az üç kere Subhâne Rabbiye'l-a'lâ deyin" buyurmuştur.[411]
ـ2ـ وعن
السعدى عن
أبيه عن عمه
قال:
]رَمَقْتُ رسولَ
اللّهِ # في
صََتِهِ
فَكَانَ
يَتَمَكَّنُ
في رُكوُعِهِ
وَسُجودِهِ
قَدْرَ مَا
يَقُولُ سُبْحَانَ
اللّهِ
وَبِحَمْدِهِ
ثََثاً[. أخرجه
أبو داود.
2. (2584)- es-Sa'dî
babasından veya amcasından naklediyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a namazını kılarken dikkatle baktım, rüku ve secdelerinde üçer kere
subhânallâhi ve bihamdihi diyecek kadar duruyordu."[412]
AÇIKLAMA:
Bu hadise göre musalli, rükû ve secdelerde tesbihât yaparken üçten
az söylerse sünneti terketmiş olmaktadır. Mâverdi, rükû ve secdelerin mükemmel
olması için tesbihât sayısının onbir veya dokuz veya bunun ortası olan beş
olmasını tavsiye eder, "Bir kere söylemek de kâfidir" der.
Tirmizî'nin İbnu'l-Mubârek, İshâk İbnu Râhûye'den yaptığı rivayete göre,
"imamın beş kere tesbihâtta bulunması müstehabtır." Şu da bir gerçek
ki, tesbihâtın kemalini gösteren rakam ileri sürmek delile dayanmaz. Namazın
uzunluğuna göre tesbihâtın sayısı artırılabilir, bunun rakamla kayıdlanması
gerekmez. Neylü'l Evtâr'da tesbihât dokuzdan fazla olursa sehiv secdesi
gerekir, üçten fazla yapıldığı takdirde çift olmayıp tek olması
müstehabtır" gibi hükümlerin de delile dayanmadığı belirtilir.[413]
ـ3ـ وعند
غُندر قال:
]غَلَبَ عَلى
الْكُوفَةِ زَمَنَ
ابْنِ
ا‘شْعَثِ
مَطَرُ بنُ
نَاجِيَةَ
فأمَرَ أبَا
عُبَيْدَةَ
بن عَبْدِ
اللّهِ أنْ
يُصَلِّى
بِالنَّاسِ.
فَكَانَ إذَا
رَفَعَ رَأسَهُ
مِنَ
الرُّكُوعِ
قَامَ قَدْرَ
مَا أقُولُ:
اللَّهُمَّ
رَبَّنَا
وَلَكَ
الحَمْدُ مِلْءَ
السَّمَواتِ
وَمِلْءَ
ا‘رْضِ
وَمِلْءَ مَا
شِئْتَ مِنْ
شَىْءٍ
بَعْدُ أهْلَ
الثَّنَاءِ
وَالمَجْدِ. َ
مَانِعَ
لِمَا أعْطَيْتَ،
وََ مُعْطِى
لِمَا
صَنَعْتَ،
وََ ينْفَعُ
ذَا الجَدِّ
مِنْكَ
الجَدُّ[.قال:
الحكم: فذكرت
ذلك لعبد
الرحمن بن أبى
ليلى. فقال:
]سَمِعْتُ البَرّاءَ
ابنَ عَازِبٍ
يَقُولُ:
كانَتْ صََةُ رسولِ
اللّهِ #،
قِيَامُهُ
وَرُكُوعُهُ
وَإذا رَفَعَ
رَأسَهُ مِنَ
الرُّكُوعِ
وَالسُّجُودِ
وَمَا بَيْنَ
السَّجْدَتَيْنِ
قَر ِيباً
مِنَ
السَّوَاءِ.
قالَ
شُعْبَةُ:
فََذَكَرْتُهُ
لِعَمْرِو
بنِ مُرَّةَ.
فقَالَ: قَدْ
رَأيْتُ ابنَ
أبى لَيْلَى
فَلَمْ
تَكُنْ صََتُهُ
هكذَا[. أخرجه
الخمسة .
3. (2585)- Gunder'in bir
rivayetinde denir ki: "İbnu'l-Eş'as zamanında Kûfe'ye Mataru'bnu Nâciye
(adında biri) galebe çaldı. (İbnu Abbâs'ın oğlu) Ebû Ubeyde İbnu Abdillah'a
halk'ın önüne geçip namaz kıldırmasını emretti. Ebû Ubeyde, (namaz kıldırırken)
başını rükûdan kaldırdığı zaman ben: "Allahümme Rabbenâ ve leke'lhamdü
mil'e'ssemâvât ve mil'e'l-ardı ve mil'e mâ şi'te min şey'in ba'du. Ehle'ssenâi
ve'lmecdi, Lâ mâni'a limâ a'tayte ve lâ mu'tiye limâ mena'te. Ve lâ yenfe'u
zâ'lceddi minke'lceddü" duâsını okuyuncaya kadar kıyamda dururdu."[414]
el-Hakem der ki: "Bunu ben Abdurrahman İbnu Ebî Leylâ'ya
zikrettim. Dedi ki: "Berâ İbnul-Âzib (radıyallâhu anh)'i işittim:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın kıldığı namazın rükûsu, secdesi,
rükû ve secdeden başını kaldırdığı zamanki ve iki secde arasındaki (fâsılaları)
birbirine yakın uzunlukta idi" demişti."
Şu'be der ki: "Ben bunu Amr İbnu Mürre'ye söyledim. O da:
"Ben, İbnu Ebî Leylâ'yı gördüm, onun namazı böyle değildi"
dedi."[415]
ـ4ـ وفي
أخرى للشيخين
قال: ]كانَ
رُكُوعُ النَّبىِّ
# وَسُجُودُهُ
وَبَيْنَ
السَّجْدَتَيْنِ
وَإذَا
رَفَعَ
رَأسَهُ مِنَ
الرُّكُوعِ،
مَا خََ الْقِيَامَ
وَالْقُعُودَ،
قَرِيباً
مِنَ السَّوَاءِ[
.
4. (2586)- Sahiheyn'in diğer
bir rivayetinde şöyle gelmiştir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
rükû ve secdesi ve iki secde arasındaki (fâsıla ile), rükûdan başını kaldırdığı
zamanki (fâsıla) -kıyam ve ku'ûd (oturma) hariç- birbirine yakın
miktardaydı."[416]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadisler rükû ve secde ile bunlar arasındaki fâsılaların
uzunluk miktarını tesbite mahsus rivayetlerdir. Bunlar, namazda kırâat ve
teşehhüd'ün hafif; rükû, sücûd ve onlar arasındaki tume'nîne denen fâsılaları
uzunca tutmaya delildir.[417]
2- Hadiste geçen "birbirine yakın miktardaydı"
tabiri, rükû ve secde ve arasındaki tuma'nîne fâsılalarının uzunlukça tam eşit
olmayıp bazılarının azçok kısa, bazılarının da azçok uzun olduğunu gösterir.
Ancak, pek bâriz farklılık yoktur. Bu ifade açık şekilde kırâat ve teşehhüdün
uzatılmadığını, ama rükû ve secdelerin de aceleye getirilmeyip ta'dîle uygun
şekilde ağır ağır yapıldığını gösterir.
Ancak, daha önce kaydettiğimiz üzere Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın uzun sûreler okuması (2540, 2550 vs.) da mevzubahistir. Bu
rivayetlerle onlar arasında bir teâruz mevcut değildir. Âlimler Resûlullah'ın
bazan öyle, bazan böyle kıldığını, şartlara göre hem uzun hem de kısa sûreler
okuduğunu belirtmişlerdir.[418]
ـ5ـ وعن
زيد بن وهب
قال: ]رَأى
حُذَيْفَةُ
رَجًُ
يُصَلِّى
نَطَفَّفَ.
فقَالَ لَهُ
حُذَيفةُ:
مُذْكَمْ
تُصلِّى
هذِهِ
الصََّةَ؟
قالَ: مُنْذُ
أرْبَعِينَ
سَنَةً. قالَ:
مَا صَلَّيْتَ
مُنْذُ
أرْبَعِينَ
سَنَةً.
وَلَوْ مُتَّ وَأنْتَ
تُصَلِّى
هذِهِ
الصَََّةَ مُتَّ
عَلى غَيْرِ
فِطْرَةِ
مُحَمَّدٍ #
ثُمَّ قالَ:
إنَّ
الرَّجُلَ
لَيَخَفِّفُ
وَيُتِمُّ
ويُحْسِنُ[.
أخرجه
البخارى
والنسائى،
واللفظ له .
5. (2587)- Zeyd İbnu Vehb
anlatıyor: "Huzeyfe (radıyallâhu anh) bir adamın namaz kılarken hîle
yaptığını görmüştü.
"Sen bu namazı ne zamandan beri kılıyorsun?" diye sordu.
Adamcağız:
"Kırk yıldan beri!" dedi. Huzeyfe? "Öyleyse kırk
yıldan beri namaz kılmadın (bütün kıldıkların boşa gitmiş). Şâyet bu şekilde
namaz kılarak ölecek olursan Muhammed'in fıtratından başka bir fıtrat üzere
öleceksin!" dedi ve ilave etti:
"Kişi namazı hafif kılar (ama buna rağmen) tam kılar, güzel
kılar!"[419]
AÇIKLAMA:
1- Hîle diye çevirdiğimiz kelimenin aslı tatfîfdir ve ölçüde,
tartıda eksik yaparak hîle yapmak mânasına gelir. Burada namazı eksik bırakmak,
rükünlerin hakkını vermemek mânasına gelir. Buhârî, hadisi iki ayrı bâbta
kaydeder. Bir bâbın ismi "musalli rükûyu tamamlamazsa"; diğer bâbın
ismi "musalli sücûdu tamamlamazsa" dır. Şu halde hîle'den maksad rükû
ve secdeleri alelacele yapıp eksik bırakmaktır. Huzeyfe (radıyallâhu anh) bu
şekilde kılınan namazı "sanki kılınmamış" olarak tavsif etmektedir.
Nitekim Resûlullah da rükû ve sücûdu gerekli şekilde yapıp, tamamlamadan eksik
bırakan Hallâd İbnu Râfi'e: اِرْجِعْ
فَصَلِّ
فَاِنَّكَ
لَمْ تُصَلِّ "Dön, yeniden kıl, zîra sen namaz
kılmadın" demiştir.
Gerek Resulûlullah'ın ve gerekse Huzeyfe'nin namazı inkarları, bir
rüknünün eksikliği sebebiyledir. Bazı âlimler, bu hadisten hareketle
"namazı terkeden kâfir olur" hükmüne varmıştır. Ayrıca, hadiste geçen
"Muhammed'in fıtratından başka bir fıtrat üzerine öleceksin" tabiri
de dikkat çekmiştir. Fıtrat kelimesi dîn mânasını da taşır. Bu duruma göre,
namazın şartlarına uymadan kılınması "Muhammed'in dininden başka bir din
üzere ölmek" gibi bir mâna ifade etmiş olmaktadır. Bu mâna da namazı
terkeden kimseyi tekfir edenlere bir delil olmaktadır.
Ancak bir kısım âlimler bunu zecrde mübâlağa olarak
değerlendirmiş, tekfire taraftar olmamıştır. Bunlar, fıtrat'ın sünnet mânasını
da hatırlatarak "Muhammed'in sünnetinden başka bir sünnet üzere
ölmek" diye te'vili daha muvâfık bulmuşlardır. Bazı âlimler, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın burdaki nefyini kemalin nefyi olarak anlarlar ve
misal olarak: َ
يَزْنِى
الزَّانِى
حِينَ
يَزْنِى وَهَوَ
مُؤْمِنٌ "Zânî,
mü'min olarak zinâ etmez" hadisinde zinâ edenden îman nefyedilmiş gibi
görünürse de "kâmil mânada imanın nefyedildiği tahkîk sonucu ortaya
konmuştur. Öyle ise burada da namazın aslı değil, kemâli nefyedilmiş olmalıdır
demişlerdir. Hattâbî der ki:
"Burada fıtrat'ın mânası milletdir (din). Aleyhissalâtu vesselâm, bu
sözüyle adamı kötü davranışı sebebiyle tevbîh etmek istemiştir, tâki gelecekte
bu davranıştan vazgeçsin. Bununla dinden çıktığını kastetmemiştir."
et-Teymî de: "Namaz, fıtrat olarak tesmiye edilmiştir, çünkü îman
bağlarının en büyüğü odur" der.
Hadisin sonunda namazın mükemmel olması için mutlaka uzun
kılınması gerekmediğine de dikkat çekilmiştir: "Kişi hafif bile kılsa tam
ve güzel yapabilir namazını" denmektedir.[420]
ـ6ـ وعن
عبدالرحمن بن
شِبْل قال:
]نَهى رَسولُ
اللّهِ # عَنْ
نَقْرَةِ
الْغُرَابِ،
وَافْتَراشِ
السَّبُعِ،
وَأنْ يُوَطِّنَ
الرَّجُلُ
بِالمَكَانِ
الَّذِى في المَسْجِدِ
كَمَا
يُوطِّنُ
الْبَعِيرُ[.
أخرجه أبو
داود
والنسائى.»نقرةُ
الغرابِ«
المتابعة بين
السجدتين من
غير طمأنينة
بينهما.»وافتراشُ
السبعِ« أن
يضع ساعديه
على ا‘رض في
السجود كالكلب
وغيره من
السباع.وقوله:
»وأنْ
يُوطِّنَ
الرَّجُلُ
بِالمَكانِ
كَما
يُوطِّنُ
البَعِيرُ«
معناه أن يألف
مكاناً
معلوماً من
المسجد يصلى
فيه
يعدوه
كالبعير يأوى من
عَطَن ا“بل إ
إلى مكان قد
اعتاده.
6. (2588)- Abdurrahman İbnu Şibl (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) karga gagalamasından, vahşi hayvanlar
gibi kolları yaymaktan, kişinin mescidde deve gibi mekân tutmasından
nehyetti"[421]
AÇIKLAMA:
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bu hadiste namazla ilgili üç
âdâb beyan etmektedir:
* İki secde arasında bir miktar oturmaya (tuma'nîne) yer vermeden
çabucak ikinci secdeye gitmeyi karga gagalaması olarak tavsif etmiştir. Çünkü
karga da bir leşe rastlayınca gagalarını peş peşe aralıksız saplar.
* Musalli'nin secde sırasında kollarını yere yaymasını da vahşi
hayvanların yatma sırasında (ön ve arka) bacaklarını yere yaymasına
benzetmiştir. Halbuki kollar yana doğru çıkmış ve dirsekler havada olmalıdır.
* Namaz kılan kimse mescidde aynı yere alışıp, her gelişinde orada
namaz kılmamalıdır. Bu davranış hadiste "deve gibi mekan tutmak"
tabiriyle yasaklanmıştır. Çünkü develer ağıllarda her seferinde aynı
alıştıkları yere ıharak yatmayı tercih ederler. [422]
ـ1ـ عن ابن
مسعود رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال:
]عَلّمْنَا
رَسولُ
اللّهِ # الصََّةَ
فَكَبَّرَ
وَرَفَعَ
يَدَيْهِ.
فَلَمَّا
رَكَعَ
طَبّقَ
يَدَيْهِ
بَيْنَ رُكْبَتَيْهِ.
قالَ:
فَبَلَغَ
ذَلِكَ
سَعْداً. فَقَالَ:
صَدَقَ أخِى
كُنَّا
نَفْعَلُ
هذَا ثُمَّ
أُمِرْنَا
بِهذَا،
يَعْنِى
ا“مْسَاكَ عَلى
الرَّكْبَتَيْنِ[.
أخرجه أبو
داود
والنسائى .
1. (2589)- İbnu Mes'ûd
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize
namazı şöyle öğretti: "Önce tekbir getirdi iki elini kaldırdı. Rükûya
gittiği zaman ellerini dizlerinin arasında kavuşturdu."
Râvi der ki: "Sa'd'a bu haber ulaşınca:
"Kardeşim doğru söyledi. Biz böyle yapardık, sonra şununla
emredildik dedi ve bununla diz kapaklarını kavrayıp avuçlamayı kastetti."[423]
AÇIKLAMA:
Burada, rükû sırasında elleri, tatbîk denen bir şekilde koymak mevzubahis
olmaktadır. "Tatbîk", ellerin avuçlarını -parmakların arasını
açmaksızın- birbiri üzerine kapamaktır. Şu halde İbnu Mes'ûd rükûda ve
teşehhüdde birbirine kapanmış vaziyetteki elleri dizlerinin arasına koymuştur.
Nevevî der ki: "Bizim ve bütün ulemanın bu meseledeki mezhebi şudur:
Sünnet ellerin diz kapakları üzerine konmasıdır. "Tatbîk" ise
mekruhtur. Sadece İbnu Mes'ud ve onun iki arkadaşı Alkame ve Esved bu meselede
istisnâdırlar. Bunlar "tatbîk"in sünnet olduğunu söylerlerdi. Zira
onlara bunun neshedildiği ulaşmamış idi. Halbuki Sa'd İbnu Ebî Vakkâs
(radıyallâhu anh)'ın rivayeti neshi ifade etmektedir. Doğrusu, cumhurun
benimsemiş olduğu sarih nesihtir."[424]
ـ2ـ وعن
عمر رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]سُنَّتْ
لَكُمُ
الرُّكَبُ
فَأمْسِكُوا
بِالرُّكْبِ[
أخرجه
الترمذي
والنسائى.
2. (2590)- Hz. Ömer
(radıyallâhu anh) demiştir ki: "Diz kapağı(nı tutmak) sizin için sünnet
kılınmıştır. Öyle ise rükûda diz kapaklarını kavrayın."[425]
AÇIKLAMA:
Hz. Ömer de rükû sırasında ellerle diz kapaklarının kavranacağını
rivayet etmektedir. Bir başka rivayette: "(Rükûda) sünnet, diz
kapaklarından yakalamaktır" demiştir. Tirmizî'deki rivayette ise şöyle
buyurmuştur: "Diz kapakları peygamberinizin sünnetidir, öyleyse (rükûda)
diz kapaklarını yakalayın." Rivayet Beyhakî'de şöyle gelmiştir: "Biz
rükûya gittiğimiz zaman ellerimizi dizlerimizin arasına koyardık. Hz. Ömer:
"(Namaz) sünnetlerinden biri de dizlerden tutmaktır" dedi." İbnu
Hacer bu rivayetin merfû olduğunu belirtir ve: "Çünkü der, Sahâbî, şu sünnettir,
şöyle yapmak sünnettir dedi mi bu ref'e delâlet eder." Merfû demek Hz.
Peygamber'e nisbet edilen demektir.[426]
ـ3ـ وعن
أبى إسحاق
قال: ]وَصَفَ
لَنَا
الْبَرَاءُ
بنُ عَازِبٍ
السُّجُودَ
فَوضَعَ
يَدَيْْهِ
وَاعْتَمَدَ
عَلى
رُكْبَتَيْهِ
وَرَفَعَ
عَجِيزَتَهُ
وقالَ: هكَذَا
كَانَ رسُولُ
اللّهِ #
يَسْجُدُ[.وفي
أخرى: »كَانَ
رَسُولُ
اللّهِ # إذَا
صَلّى
جَنَّحَ«.
أخرجه أبو داود
والنسائى.ومعنى
»جَنَّحَ« أى
جافى يديه عن
جنبيه فصارا
له مثل الجناح
.
3. (2591)- Ebû İshak
anlatıyor: "Berâ İbnu Âzib (radıyallâhu anh) bize secdeyi şöyle vasfeyledi:
Ellerini (yere) koydu, dizleri üzerine dayandı, kalçasını (havaya) kaldırdı ve:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) böyle secde yaparlardı"
buyurdu."
Bir diğer rivayette: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
namaz kılınca kollarını kanat gibi yanlarına açardı" denmiştir."[427]
ـ4ـ وعن
البراء
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: إذَا
سَجَدْتَ
فَضَعْ كَفّيْكَ
وَارْفَعْ
مِرْفَقَيْكَ[.
أخرجه مسلم والترمذي
.
4. (2592)- Berâ (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Secde ettiğin zaman ellerini yere koy, dirseklerini (havaya)
kaldır."[428]
ـ5ـ وفي
رواية
للترمذي قال:
]قُلْتُ
لِلْبَراءِ:
أيْنَ كانَ
النّبىُّ #
يَضَعُ
وَجْهَهُ إذَا
سَجَدَ؟ قالَ:
بَيْنَ
كَفّيْهِ[ .
5. (2593)- Tirmizî'nin bir
rivayetinde şöyle gelmiştir: "Berâ'ya: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) secde edince yüzünü nereye koyardı?" diye sordum.
"Ellerinin arasına" diye cevap verdi."[429]
ـ6ـ وعن
عبداللّه بن
مالك بن بحينة
قال: ]كانَ النّبىُّ
# إذَ صَلّى
فَرَّجَ
بَيْنَ
يَدَيْهِ
حَتَّى
يَبْدُو
بَيَاضُ
إبْطَيْهِ[.
أخرجه
الشيخان
والنسائى .
6. (2594)- Abdullah İbnu
Mâlik İbni Buhayne (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) namazda secdeye gidince ellerinin arasını, koltukaltı beyazlıkları
görününceye kadar açardı."[430]
AÇIKLAMA:
Hadiste geçen ellerinin arasını açmaktan maksad ellerini yan
taraflarından uzaklaştırmak mânasına gelir. Kurtûbî, secde sırasında ellerin
arasını açmanın hikmetini, secdeyi rahat yapmakla îzah eder: "Yüz, yere
hafifçe dayanmış olur, ne alnı ne de burnu secde sırasında (çöken ağırlıktan)
müteessir olmaz ve böylece yere değme sırasında rahatsızlık hissetmez."
Başka âlimler de: "Bu şekildeki secde ile, hem a'zâmi ölçüde tevâzu izhâr
etmiş olur; hem de alın ve burun tembellerin durumuna zıdlık içerisinde yere en
iyi şekilde konmuş olur" demiştir. Nâsıruddin İbnu'l-Münîr bu tarz secdede
bir başka hikmet görür: "Her uzuv secdede kendini müstakillen izhâr eder
ve (diğerlerinden) ayrılır. Böylece tek bir insan, secdesi esnasında, birçok
imiş gibi olur. Bunu icâb ettiren husus her bir uzvun tek başına müstakil
olması, secdesinde de bir diğerine dayanmama gereğidir. Bu hal, safta birbirine
değerek bütünleşmeye zıddır. Çünkü saf hali, musallilerin tek bir vücût gibi,
aralarında birlik izhâr etmeleri gereken haldir."[431]
ـ7ـ وعن
أبى هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ النّبىَّ
# قالَ: إذَا
سَجَدَ
أحَدُكُمْ
فََ يَفْتَرِشُ
ذِراعَيْهِ
افْتِرَاشَ
الكَلْبِ[.
أخرجه
الترمذي .
7. (2595)- Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Biriniz secde edince kollarını, köpeğin yayması gibi yere
yaymasın."[432]
AÇIKLAMA:
Secde sırasında kollar havaya kaldırılacak, yere
değdirilmeyecektir. Resûlullah yere bırakmanın mekruh olduğunu, yatan
köpeklerin bacaklarını yere sermelerine teşbih buyurarak ifade etmiş
olmaktadır.[433]
ـ8ـ وعن
عامر بن سعد
عن أبيه
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ
النّبىَّ #
أمَرَ
بوَضْعِ
اليَدَيْنِ
وَنَصْبِ
الْقَدَمَيْنِ[.
أخرجه
الترمذي .
8. (2596)- Âmir İbnu Sa'd
babasından (Sa'd'dan) (radıyallâhu anh) naklediyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) (secdede) ellerin yere konulmasını, ayakların da dikilmesini
emretti."[434]
ـ9ـ وعن
أبى حميد
الساعدى
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كانَ
النّبىُّ #:
إذَا رَكَعَ
اعْتَدَلَ
وَلَمْ
يَنْصِبْ
رَأسَهُ
وَلَمْ
يُقْنِعُهُ
وَوَضَعَ
يَدَيْهِ
عَلى رُكْبَتَيْهِ،
وَإذَا
أهْوَى إلى
ا‘رْضِ
سَاجِداً جَافى
عَضُدَيْهِ
عَنْ
إبْطَيْهِ
وَفَتَحَ أصَابِعَ
رِجْلَيْهِ[.
أخرجه
النسائى .
9. (2597)- Ebû Humeyd
es-Sâidî (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
rükû yapınca itidali muhafaza eder, başını (yukarı) dikmez, (aşağı da) eğmezdi.
Ellerini dizkapaklarının üzerine koyardı. Secde için yere eğilince adalelerini
koltuk kısmından yana açardı. Ayaklarının parmaklarını da aralardı."[435]
AÇIKLAMA:
1- Teysîr, Nesâî'de iki ayrı bâbta geçen hadisi birleştirmiştir.
2- Rükûda itidalden maksad -Sindî'nin açıklamasına göre-
vücûdun ne fazla yüksek tutulması ne de fazla eğilmesidir. Nitekim arkadan
gelen şu ifade, itidalden maksadı açıklamaktadır: "Başını (yukarı) dikmez,
(aşağı da) eğmezdi."[436]
ـ10ـ وعنه
أيضاً رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ
النّبىَّ #:
كانَ إذَا
سَجَد
أمْكَنَ
أنْفَهُ
وَجَبْهَتَهُ
مِنَ ا‘رْضِ
وَنَحَّى
يَدَيْهِ
عَنْ جَنْبَيْهِ
وَوَضَعَ
كَفّيْهِ
حَذْوَ
مَنْكِبَيْهِ[.
أخرجه
الترمذي
وصححه .
10. (2598)- Yine Ebû Humeyd
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) secde
ettiği zaman, burnunu ve alnını yere koyardı. Ellerini yanlarından aralardı,
avuçlarını omuzları hizasına koyardı."[437]
ـ11ـ وعن
وائل بن حُجُر
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كَانَ
النّبىُّ #
إذَا سَجَدَ
وَضَعَ رُكْبَتَيْهِ
قَبْلَ
يَدَيْهِ،
وإذَا نَهَضَ
رَفَعَ يَدَيْهِ
قَبْلَ
رُكْبَتَيْهِ[.
أخرجه أصحاب
السنن .
11. (2599)- Vâil İbnu Hucr
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) secde
edince, yere, dizkapaklarını ellerinden önce koyardı. Kalkınca da ellerini
dizkapaklarından önce kaldırırdı."[438]
ـ12ـ وفي
أخرى ‘بى داود:
]فَلَمَّا
سَجَدَ وََضَعَ
جَبْهَتَهُ
بَيْنَ
كَفّيْهِ،
وإذَا نَهَضَ
نَهَضَ عَلى
رُكْبَتَيْهِ
وَاعْتَمَدَ
عَلى
فَخِذِهِ[ .
12. (2600)- Ebû Dâvud'un
diğer bir rivayetinde şöyle gelmiştir: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) secdeye gidince alnını ellerinin arasına koydu, kalkınca da
dizkapaklarının üzerine kalktı ve dizlerine dayandı."[439]
AÇIKLAMA:
Son iki hadis, secdeye giderken önce dizlerin sonra ellerin yere
konacağını, secdeden kıyâma kalkarken de önce ellerin, sonra da dizlerin yerden
kaldırılacağını, ifade ediyor. Bu şekilde hareket edilmesi cumhurun müşterek
görüşüne göre sünnet kabul edilmiştir.[440]
ـ13ـ وعن
أبى هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قالََ: ]قال
رَسُولُ
اللّه #: إذَا
سَجَدَ أحَدُكُمْ
فََ يَبْرُكُ
كَمَا
يَبْرُكُ
الْبَعِيرُ،
يَضَعَ
يَدَيْهِ
قَبْلَ
رُكْبَتَيْهِ[.
أخرجه أصحاب
السنن .
13. (2601)- Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Biriniz secde edince, devenin çöküşü şeklinde yere
çökmesin, yani ellerini dizlerinden önce yere koymasın."[441]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, önceki hadisi te'yid eder mahiyettedir. Orada, secde
sırasında önce dizlerin sonra ellerin konulması emredilirken, burada ellerin
dizlerden önce yere konması yasaklanmakta ve bu hal devenin yere çöküşüne
benzetilmektedir.[442]
ـ14ـ وعن
على رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أن النَّبى # قالَ
له: يَا
عَلىُّ إنِّى
أُحِبُّ لَكَ
مَا أحِبُّ
لِنَفْسِى،
وَأكْرَهُ
لَكَ مَا أكْرَهُ
لِنَفْسِى؛
فََ تُقْعِ
بَيْنَ
السَّجدَتَيْنِ[.
أخرجه
الترمذي.»افعاء«
في الصة أن
يُلصق أليتيه
با‘رض وينصب
ساقيه ويضع
يديه با‘رض
كما يقعد
الكلب في بعض
حاته.و»اقعاء«
عند الفقهاء
أن يضع أليته
على عقبه بين
السجدتين .
14. (2602)- Hz. Ali
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana
şunu söyledi: "Ey Ali! Ben, kendim için sevdiğimi senin için de seviyorum,
kendim için hoşlanmadığımı senin için de hoşlanmıyorum, öyleyse iki secde
arasında ik'âda bulunma."[443]
AÇIKLAMA:
İk'âyı açıklama hususunda âlimler fazlaca ihtilaf ederler.
Nevevî der ki: "Gözardı edilemeyecek
gerçek şu ki ik'â iki çeşittir: Biri, kişinin kabalarını yere yapıştırıp
bacaklarını dikmesi ve ellerini de yere koymasıdır, tıpkı köpeklerin ik'âsı
gibi. Lügatcilerden bir çoğu ve bu meyanda Ebû Ubeyd Ma'mer İbnu'l-Müsennâ ve
arkadaşı Ebû Ubeyde el-Kâsım İbnu Sellâm kelimeyi böyle açıkladılar. Yasaklama
bu çeşit ik'â ile ilgili ve bu mekruhtur.
İkinci çeşit ik'â'ya gelince, bu iki secde arasında kabalarını,
ökçeleri üzerine koymaktır." Şu halde yasaklanan ve mekruh addedilen ik'â
birincisidir.[444]
ـ15ـ وعن
ابن عمر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]نَهَى رسولُ
اللّهِ أنْ
يَجْلِسَ
الرَّجُلُ في
الصََّةِ
وَهُوَ
مُعْتَمِدٌ
عَلى يَدَيْهِ[.
أخرجه أبو
داود.وفي
أخرى: »نَهَى
أنْ يَعْتَمِدَ
الرَّجُلُ
عَلى
يَدَيْهِ
إذَا نَهَضَ
مِنَ
الصََّةِ« .
15. (2603)- İbnu Ömer
(radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
(namazda) kişinin, elleriyle yere dayanarak oturmasını yasakladı."[445]
Bir başka rivayette şöyle gelmiştir: "[Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)] namazdan kalkarken kişinin ellerine dayanmasını
yasakladı."[446]
AÇIKLAMA:
Namazın teşehhüd kısmında otururken eller dizlerin üzerine
konmalıdır, sünnet olan oturuş budur. Sadedinde olduğumuz rivayetler hiçbir
mazeret olmadan, teşehhüd sırasında ellerin dizlerin üzerinden kaldırılıp yere
dayanarak oturmayı yasaklamaktadır. Hatta son rivayet, teşehhüdden kalkış
sırasında da ellerin yere dayanmasını yasaklamaktadır. Ebû Hanîfe, kalkarken
yere dayanmaksızın ayakların sırtı üzerinde kalkmak gerektiğini söylemiştir.
Bu hadisin geniş açıklaması daha önce geçti (2519 numaralı hadis)[447]
ـ16ـ وعن
أبى هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كانَ
النّبىُّ #
يَنْهَضُ في
الصََّةِ
عَلى صُدُورِ
قَدَمَيْهِ[.
أخرجه أبو
داود .
16. (2604)- Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) namazda ayaklarının
sırtı üzerinde kalkardı."[448]
AÇIKLAMA:
Tirmizî şârihi Mübârekfûrî, "ayaklarının sırtı üzere
kalkma" tabirini, "Oturmaksızın kalkardı" diye açıklar ve
devamla der ki: "Bu hadisle, celsetü'l-istirâha'nın[449] sünnet olmadığını
söyleyenler istidlâl ederler. Ancak hadis zayıftır, istidlâl edilmez."
Tirmizî bu hadisi değerlendirirken "Ehl-i ilm bununla amel
etmiştir" der. Ancak, Mubârekfûrî bu ifadeyi de tenkid ederek:
"Tirmizî şâyet: "Bu hadisle bazı ehl-i ilim amel etmiştir"
deseydi daha iyi olurdu" der. Hadisle ilgili bazı münâkaşaları aktarmayı
gereksiz görüyoruz.[450]
ـ17ـ وعن
مالك بن
الحويرث
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّهُ رَأى
النّبىَّ #
يُصَلِّى
فإذَا كَانَ
في وَتْرٍ
مِنْ صََتِهِ
لَمْ
يَنْهَضْ حَتَّى
يَسْتَوِىَ
قاعِداً[.
أخرجه الخمسة
إ مسلماً .
17. (2605)- Mâlik
İbnu'l-Huveyris (radıyallâhu anh)'in anlattığına göre Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ı namaz kılarken görmüştür. Efendimiz, tek rekatte iken, tam bir
oturuş vaziyeti almadan kalkmamıştır."[451]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, tek rekatların sonunda kıyâma kalkmazdan önce yapılması
-Şâfiî gibi bazı fakih ve muhaddislerce benimsenen- celsetü'l-İstirâha'nın
meşruiyyetine delildir. Mâlik İbnu'l-Huveyris'ten yapılan bazı rivayetlerde
buna yer verildiği halde bazı rivayetlerde yer verilmemiş olması, celsetü'l-
istirâha'nın meşruiyyetini inkar edenlere delil olmuştur. Bu görüşte olan
Tahâvî bazı rivayetlerde yer verilen celsetü'l-istirâha'nın yaşlılık, hastalık
gibi bir mazeretten ileri geldiğini söyler ve "şâyet dinde böyle bir şey
olsaydı hususi bir beyanla teşrî edilirdi- böyle bir beyan yoktur" der.
Bu konuda bazı mütâlaaları 2582 numaralı hadisin izahında
kaydettik, burada tekrar etmeyeceğiz.[452]
ـ18ـ وعن
نافع: ]أنَّ
ابنَ عُمَرَ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهما
كَانَ إذَا
سَجَدَ
وَضَعَ
كَفّيْهِ
عَلى الَّذِى
يَضَعُ عَلَيْهِ،
وَلَقَدْ
رَأيْتُهُ في
يَوْمٍ
شَدِيدِ
الْبَرْدِ،
وَإنَّهُ
لَيُخْرِجُ
كَفّيْهِ
مِنْ تَحْتِ
بُرْنُسٍ
لَهُ حَتَّى
يَضَعَهُمَا
عَلى
الحَصْبَاءِ[.
أخرجه مالك .
18. (2606)- Nâfî (rahimehullah) anlatıyor: "İbnu Ömer
(radıyallâhu anhümâ) secde ettiği zaman ellerini, yüzünü koyduğu şeyin üzerine
koyardı. Ben O'nu çok soğuk bir günde gördüm, ellerini (giymekte olduğu)
bürnusunun altında çıkarmış çakılların üzerine koymuştur."[453]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, ellerin de aynen yüz gibi secdede yere değmesinin sünnet
olduğunu ifade etmektedir. Secde edilen mahal her ne ise, eller de alın gibi,
araya herhangi bir hâil (mâni) girmeden değmelidir. İbnu Ömer çok soğuk bir
günde bu maksadla elini cübbesinin içerisinden çıkararak soğuk olduğu anlaşılan
çakıllarının üzerine başı ile birlikte koymuştur. Böyle yapmak sünnet olmasaydı
cübbesinin gerisinden de ellerini yere koyabilirdi.
Şunu da belirtelim ki, İbnu Ömer bunu amelin efdalini tahsil için
yapıyordu, vecîbe olarak değil. Nitekim Tâbiînden birçok kimsenin elleri
elbiselerinin içinde olduğu halde secde ettikleri rivayet edilmiştir.[454]
ـ19ـ وعن
مَجزأة بن
زاهر عن رجل
من أصحاب
الشجرة اسمه
أهبان بن
أوْس:
]وَكَانَ
يَشْتَكِى
رُكْبَتَيْهِ.
فَكَانَ إذَا
سَجَدَ
جَعَلَ تَحْتَ
رُكْبَتَيْهِ
وِسَادَةً[.
أخرجه البخارى.
19. (2607)- Mecze'e İbnu
Zâhir, Ashâbu Şecere'den Uhbân İbnu Evs'ten naklettiğine göre, Uhbân "Diz
kapaklarından rahatsızdı, secde ettiği zaman dizkapağının altına minder
koyardı."[455]
ـ20ـ وعن
نافع: ]أنَّ
ابنَ عُمَرَ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهما كانَ
يَقُولُ: إذَا
لَمْ
يَسْتَطِعْ
المَرِيضُ
السُّجُودَ
أوْمَأَ
بِرَأسِهِ وَلَمْ
يَرْفَعْ إلى
جَبْهَتِهِ
شَيْئاً[. أخرجه
مالك .
20. (2608)- Nâfî
(rahimehullah) anlatıyor: "İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) şöyle derdi:
"Hasta kimse secde etmeye muktedir olamazsa başıyla ima eder, alnına
herhangi bir şey kaldırmaz."[456]
AÇIKLAMA:
Son iki rivayet, mazereti olanların namaz esnasında bazı
kolaylıklardan istifade edebileceğini göstermektedir. Birincide diz kapağının
altına, gereğinde yumuşak birşeyler koymaya cevaz verilmektedir. İkincide secde
edemeyecek durumda olanların yere ima ederek secde yapacağını ve fakat eliyle
bir şey kaldırarak secde yerine geçmek üzere alnına değdirmeyeceğini ifade
etmektedir. Ulemanın çoğu bunu mekruh addetmiştir. Ancak İbnu Abbâs
(radıyallâhu anhümâ) ile Urve'nin câiz addettiği bilinir. İbnu Abdilberr, Ümmü
Seleme'nin rahatsızlığı sebebiyle koluna secde ettiğini kaydeder.
İma'dan maksad, namazda rükû ve secde'ye işaret olmak üzere başı
eğmektir. İma ayakta da yapılabilir, oturarak da. [457]
ـ1ـ عن ابن
عباس رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]أمَرَنَا
النّبىُّ #
أنْ نَسْجُدَ
عَلى
سَبْعَةِ
أعْضَاءٍ وََ
نَكُفَّ
شَعْراً وََ
ثَوْباً:
الجَبْهَةِ وَالْيَدَيْنِ
وَالرُّكْبَتَيْنِ
وَالرِّجْلَيْنِ[.
أخرجه الخمسة
.
1. (2609)- İbnu Abbâs
(radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize
yedi âzâ üzerine secde etmemizi, saçımızı ve elbisemizi toplamamamızı emretti.
Bu âzâlar şunlardır: "Alın, eller, diz kapakları, ayaklar."[458]
ـ2ـ وفي
أخرى: ]أنّ
النّبىَّ #
قالَ: أمِرْتُ
أنْ أسَجُدَ
عَلى
سَبْعَةِ
أعْظُمِ: الجَبْهَةِ،
وَأشَارَ
بِيَدِهِ إلى
أنْفِهِ، والْيَدَيْنِ،
وَالرُّكْبَتَيْنِ،
وَأطْرَافِ
الْقَدَمَيْنِ،
وََ نَكُفَّ
الثِّيَابَ
وََ
الشَّعْرَ[.
هذا لفظ
الشيخين.»الكَفُّ«
جمع الثوب
باليدين عند
الركوع
والسجود .
2. (2610)- Bir diğer
rivayette şöyle demiştir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular
ki: "Ben yedi kemik üzerine secde etmekle emrolundum: Alın, -ve eliyle
burnunu işaret etti- eller, diz kapakları, ayakların etrafları. Ne elbiseleri
ne de saçı (secde sırasında) toplamayız."[459]
İkinci rivayet Sahiheyn rivayetidir.[460]
ـ3ـ وعن
ابن عمر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما
يرفعه قال:
]إنّ
الْيَدَيْنِ
تَسْجُدَانِ
كَمَا يَسْجُدُ
الْوَجْهُ
فإذَا وَضَعَ
أحَدُكُمْ وَجْهَهُ
فَلَيَضَعْهُمَا،
وَإذَا رَفَعَهُ
فَلْيَرْفَعْهُمَا[.
أخرجه أبو
داود والنسائى.
3. (2611)- İbnu Ömer (radıyallâhu
anhümâ) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a nisbet ederek buyurdu ki:
"Eller de secde eder, tıpkı alnın secde etmesi gibi. Öyleyse, biriniz
alnını secdeye koyunca ellerini de koysun. Alnı secdeden kaldırdımı onları da
kaldırsın."[461]
ـ1ـ عن أنس
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]بَعَثَ
النّبىُّ #
سَبْعِينَ
رَجًُ
لِحَاجَةٍ
يُقَالُ
لَهُمْ
الْقُرَّاءُ
فَعَرَضَ
لَهُمْ حَيّانِ
مِنْ
سُلَيمٍ،
رِعْلٌ
وَذَكْوَانُ
عِنْدَ
بِئْرٍ
يُقَالُ
لَهَا بِئْرُ
مَعُونَةَ.
فقَالَ
الْقَوْمُ:
واللّهِ مَا
إيّاكُمْ أرَدْنَا
إنَّمَا
نَحْنُ
مُجْتَازُونَ
في حَاجَةِ النّبىَّ
#
فَقَتَلُوهُمْ.
فَدَعَا
النّبىُّ #
عَلَيْهِمْ
شَهْراً في
صََةِ
الغَدَاةِ، وذَلكَ
بَدْءَ
الْقُنُوتِ،
وَمَا كُنَّا
نَقْنُتُ.
فَسَألَ
رَجُلٌ
أنَساً عَنِ
الْقُنُوتِ،
أبْعدَ
الرُّكُوعِ
أوْ عِنْدَ
فَرَاغِ
الْقِرَاءَةِ؟
قالَ: َ. بَلْ
عِنْدَ
فَرَاغِ
الْقِرَاءَةِ[.
أخرجه الخمسة
إ الترمذي.وفي
رواية أخرى:
»بَعْدَ
الرُّكُوعِ« .
1. (2612)- Hz. Enes
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir
ihtiyaç sebebiyle, kendilerine Kurrâ denilen yetmiş kişiyi yola çıkardı. Süleym
aşiretinden Ri'l ve Zekvân adında iki kabîle, Bi'r-i Ma'ûne (Ma'ûne Kuyusu)
denilen bir suyun yanında bunların önünü kesti.
Hey'et bunlara: "Biz size gelmedik. Biz Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın bir ihtiyacı için gidiyoruz" dediler. Ancak
öbürleri bunları dinlemeyip öldürdüler.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) (duruma muttali olduktan
sonra) sabah namazlarından sonra bir ay boyu onlara bedduâ etti. Bu hadise
namazda kunût okumanın başlangıcı oldu. Biz kunut yapmıyorduk."
Abdülaziz İbnu Süheyb der ki: "Bir zât Enes (radıyallâhu
anh)'e Kunût'dan sorarak:
"Bu, rükûdan sonra mı yoksa kırâatın tamamlanmasından sonra
mı?" dedi. Enes:
"Hayır, kırâatin bitiminde" diye cevap verdi."
Bir başka rivayette (Enes şöyle) dedi: "[Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) bir ay boyu] rükûdan sonra (kunût yaparak bazı Arap
kabîlelerine bedduâ etti.)"[462]
ـ2ـ وفي
أخرى: ]قَنَتَ
رسولُ اللّهِ
# شَهْراً بَعْدَ
الرُّكُوعِ
في صََةِ
الصُّبْحِ[ .
2. (2613)- Bir başka
rivayette: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sabah namazından sonra bir
ay boyu kunût yaptı" denmiştir."[463]
ـ3ـ
ولمسلم: ]أنّ
رسولَ اللّهِ
# قَنَتَ
شَهْراً
بَعْدَ
الرُّكُوعِ
في صََةِ
الفَجْرِ يَدْعُو
عَلى
عُصَيَّةَ[.وللبخارى
قال: »كانَ الْقُنُوتُ
في
المَغْرِبِ
وَالْفَجْرِ«.وفي
رواية أبى داود
والنسائى:
»قَنَتَ
شَهْراً
ثُمَّ ترَكَهُ«
.
3. (2614)- Müslim'in bir
rivayetinde: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bir ay boyu sabah
namazında rükûdan sonra kunût yaparak Useyye (kabîlesi)ne bedduâ etti"
denir."
Buhârî'nin bir rivayetinde: "Kunût, akşam ve sabah
namazındaydı" denir."
Ebû Dâvud ve Nesâî'nin bir rivayetinde: "Bir ay kunût yaptı
sonra terketti" denir."[464]
AÇIKLAMA:
Burada Kunût duâsının teşrî sebebiyle ilgili rivayetler
gözükmektedir. Bu rivayetlerden çıkan neticeyi şöyle hülâsa edebiliriz:
1- Hanefîlerce Vitr namazının üçüncü rek'atinde okunan Kunût,
du-âsı, tarih kitaplarına Bi'r-i Ma'ûne Vak'âsı diye geçen hadiseden sonra
teşrî edilmiştir. Bu hadisenin özeti şudur: Hicretin dördüncü yılında Ebû Berâ
Âmir İbnu Mâlik, Medîne'ye gelip Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den
Necid'e İslâm'ı yayacak bir hey'et göndermesini ister. Resûlullah gidecek
heyetin can emniyetinden emin olmadığını söyleyerek müsbet cevap vermek
istemezse de Ebû Berâ'nın garanti vermesi üzerine, Kurrâ tabir edilen Ehl-i
Suffe'ye mensup 70 kişilik bir hey'eti gönderir.
Ancak, bu he'yet Bi'r-i Maûne nam mevkide pusuya düşürülür. Sadece
Amr İbnu Umeyye ed-Damri hariç hepsi bu ihânetin kurbanları olarak şehid
edilirler.
2- Bu ihânete son derece üzülen Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bir ay boyu, bu ihâneti tezgahlayan Ri'l ve Zekvân kabîlelerine namazda
bedduâ eder.
3- Rivayetler, görüldüğü üzere kunût denen bu bedduânın hangi
vakitte, hangi rek'atte, re'katin neresinde olduğuna dair bazı farklılıklar
ihtiva etmektedir.
Müteakip rivayetler bu mevzuyu tamamlayıcı mahiyettedir.[465]
ـ4ـ وعن
ابن عباس
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال: ]قَنَتَ
رَسُولُ
اللّهِ #
شَهْراً
مُتَتَابِعاً
في الظُّهْرِ
وَالْعَصْرِ
وَالمَغْرِبِ
والْعِشَاءِ
وَصََةِ
الصُّبْحِ،
في دُبُرِ
كُلِّ صََةِ
إذَا قالَ
سَمِعَ
لِمَنْ
حَمِدَهُ
مِنَ
الرَّكْعَةِ
ا‘خِيرَةِ،
يَدْعُو على
أحْيَاءِ
مِنْ سُلَيْمٍ
عَلى رِعْلٍ
وَذَكْوَانَ
وَعُصَيَّةَ،
وَيُؤَمِّنُ
مَنْ
خَلْفَهُ[.
أخرجه أبو داود
.
4. (2615)- İbnu Abbâs
(radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) tam
bir ay boyu, hiç aralık vermeden her namazın peşinde, öğle, ikindi, akşam,
yatsı ve sabah namazlarında Kunût yaptı. Şöyle ki: Son rek'at'te semi'allahu
limen hamideh deyince Süleym aşiretinden Ri'l, Zekvân, Useyye kabîlelerine
bedduâ ediyor, namazda kendine uyanlar da âmîn diyorlardı."[466]
ـ5ـ وعن
خُفاف بن
إيماء
الغفارى
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه قال:
]رَكَعَ رسولُ
اللّهِ #
ثُمَّ رَفَعَ
رَأسَهُ
فقَالَ:
غِفَارٌ،
غَفَرَ اللّهُ
لَهَا؛
وَأسْلَمُ
سَالَمَهَا
اللّهُ: وَعُصَيَّةُ
عَصَتِ
اللّهَ
وَرَسُولَهُ:
اللَّهُمَّ
الْعَنْ
بَنِى
الْحَيَانَ،
وَالعَنْ رِعًْ
وَذَكْوَانَ.
ثُمَّ وَقَعَ
سَاجِداً[. أخرجه
مسلم .
5. (2616)- Hufâf İbnu Îmâ
el-Gıfârî (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) rükû'ya gitti, sonra başını kaldırdı ve "Gıfâr kabîlesini Allah
mağfiret etsin, Eslem kabîlesine Allah selâmet versin, Useyye Allah'a ve
Resûlüne isyan etmiştir. Allahım, Benî Lihyân'a lânet et. Ri'l ve Zekvân'a da
lânet et" deyip secdeye gitti."[467]
ـ6ـ وعن
ابن عمر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما:
]أنَّهُ
سَمِعَ
رَسُولَ اللّهِ
# إذَا رَفَعَ
رَأسَهُ مِنَ
الرُّكُوعِ
في
الرَّكْعَةِ
اخِرَةِ مِنَ
الْفَجْرِ يَقُولُ:
اللَّهُمَّ
الْعَنُ
فَُناً
وَفَُناً،
بَعْدَ مَا
يَقُولُ
سَمِعَ
اللّهُ لِمَنْ
حَمِدَهُ
رَبَّنَا
وَلَكَ
الحَمْدُ. فأنْزَلَ
اللّهُ
عَلَيْهِ:
لَيْسَ
لََكَ
مِنَ ا‘مْرِ
شَىْءٌ أوْ
يَتُوبَ
عَلَيْهِمْ
أوْ
يُعَذِّبَهُمْ
فَإنَّهُمْ
ظَالِمُونَ[.
أخرجه البخارى
والترمذي .
6. (2617)- İbnu Ömer
(radıyallâhu anhümâ)'in anlattığına göre, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın sabah namazının son rekatinin rükûsundan başını kaldırınca semi'allâhu
limenhamideh Rabbenâ ve leke'lhamd dedikten sonra şöyle söylediğini işitmiştir:
"Allahım falancaya falancaya lânet et." Allah Teâlâ Hazretleri bunun
üzerine şu meâldeki âyeti indirdi: "(Kullarımın) işinden hiçbir şey sana
ait değildir. (Allah) ya onların tevbesini kabul eder, yahud onları, kendileri
zâlim (kimse)ler oldukları için, azablandırır"[468] (Âl-i İmrân 128).
AÇIKLAMA:
Bu hadisi Nesâî: "Kunûtta münâfıkların lanetlenmesi"
başlığını taşıyan bir bâbta verir. Hadisin başka vecihlerinde kaydedilen
sarâhat, burada lânetlenen kimselerin Bi'r-i Maûne vak'âsı ile alakası
olmadığını gösterir. Çünkü, diğer rivayetlerde bu şahısların ismi
kaydedilmiştir: Saffân İbnu Ümeyye, Süheyl İbnu Umeyr, Hâris İbnu Hişâm, Amr
İbnu'l-Âs. Allah bilahere bunların hepsine de hidayet vermiştir.[469]
ـ7ـ وعن
الحسن: ]أنَّ
عُمَرَ بنَ
الخَطّابِ رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ
جَمَعَ
النّاسَ عَلى
أُبَىِّ بْنِ
كَعْبٍ
فَكَانَ
يُصَلِّى
لَهُمْ
عِشْرِينَ
لَيْلَةً وََ
يَقْنُتُ
بِهِمْ إَّ في
النِّصْفِ
الْبَاقِى.
فإذَا
كَانَتِ الْعَشْرُ
ا‘وَاخِرُ
تَخَلّفَ
فَصَلّى في
ببَيْتِهِ.
وَكَانُوا
يَقُولُونَ:
أبِقَ
أبَىُّ[.
أخرجه أبو
داود .
7. (2618)- Hasan Basri
(rahimehullah) anlatıyor: "Ömer İbnu'l-Hattâb (radıyallâhu anh), halkı,
Übeyy İbnu Ka'b üzerinde topladı. O, bunlara ramazanda yirmi gece namaz kıldırdı.
Bu esnada (vitirlerde) sadece son yarıda kunût yaptı, daha önce hiç kunût
yapmadı. Son on kalınca cemaate gelmedi, teravihi evinde kıldı. Halk:
"Übeyy (cemaatten) kaçtı"
dedi."[470]
AÇIKLAMA:
Başka rivayetlerin tasrihine göre Hz. Ömer erkeklere ve kadınlara
ayrı ayrı imam tayin etmişti. Erkeklerin imamı Übeyy İbnu Ka'b (radıyallâhu
anh), kadınların da imamı Süleymân İbnu Ebî Hasme idi.
Rivayet Übeyy İbnu Ka'b'ın ramazanın ilk on gecesinde vitir
namazlarında Kunût duâsı okumadığını, ikinci on gecede okuduğunu
bildirmektedir. Son onunda mescidde kılmadığı için evinde okuyup okumadığı
belirtilmiyor. Bu esnada namazı Hz. Muâz kıldırmıştır.
Halk Übeyy İbnu Ka'b'ın teravih kıldırmak üzere mescide
gelmeyişini hoş karşılamamış olacak ki, hakkında "kaçtı" kelimesini
kullanmışlardır. Arapçada أبق aslında kölenin
efendisinden kaçmasıdır.
Übeyy İbnu Ka'b'ın son onda vitri evde kılmasının sebebiyle ilgili
muhtelif tahminlerde bulunulmuştur. Bunlardan birine göre radıyallâhu anh,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sünnetine uymak için böyle yapmıştır.
Kunût'un ramazının tamamında mı yoksa yarısında mı okunduğu da
ihtilaflıdır. Umumiyetle ikinci yarısında okunduğu te'yid edilir.[471]
ـ8ـ وعن
الحسن بن على
بن أبى طالب
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهما قال:
]عَلّمَنِى
رَسُولُ
اللّهِ #
كَلِمَاتٍ
أقُولُهُنّ
في الْوَتْرِ:
اللَّهُمَّ
اهْدِنِى
فِيمَنْ
هَدَيْتَ، وَعَافِنِى
فِيمَنْ
عَافيْتَ،
وَتَوَلَّنِى
فِيمَنْ
تَوَلَّيْتَ،
وَبَارِكْ
لِى فِيمَا
أعْطَيْتَ،
وَقِنِى
شَرَّ مَا
قَضَيْت،
فإنَّكَ
نَقْضِى وََ
يُقْضَى
عَلَيْكَ،
وَإنَّهُ َ يَذِلُّ
مَنْ
وَالَيْتَ،
تَبَارَكَتْ
رَبَّنَا
وَتَعَالَيْتَ[.
أخرجه أصحاب
السنن .
8. (2619)- Hasan İbnu Ali
İbnu Ebî Tâlib (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bana vitirde okuduğum bir duâ öğretti. Şöyle ki: "Allahım! Beni
hidayet verdiklerinden kıl, âfiyet verdiklerinden eyle, Beni, işlerini üzerine
aldıkların arasına koy. (Ömür, mal, ilim, v.s.'den) verdiklerini hakkımda
mübârek kıl. Vukûuna hükmettiğin şerlerden beni koru. Sen dilediğin hükmü
verirsin, kimse seni mahkum edemez. Sen kimin işini üzerine aldıysan o zelîl
olmaz. Rabbimiz! Sen münezzehsin, muallâsın."[472]
ـ9ـ وعن
عليّ بن أبى
طالب رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ رَسُولَ
اللّهِ #
كَانَ
يَقُولُ في
آخِرِ
وَتْرِهِ:
اللَّهُمَّ
إنِّى أعُوذُ
بِرِضَاكَ
مِنْ
سَخَطِكِ،
وَأعُوذُ بِمُعَافَتِكَ
مِنْ
عُقُوبَتِكَ،
وَأعُوذُ
بِكَ
مِنْكَ،
َ أحْصِى
ثَنَاءً
عَلَيْكَ،
أنْتَ كَمَا
أثْنَيْتَ
عَلى
نَفْسِكَ[.
أخرجه أصحاب
السنن .
9. (2620)- Hz. Ali
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) vitrinin
sonunda şunu okurdu: "Allahım! Senin gadabından rızana sığınırım, cezandan
affına sığınırım. Senden sana sığınırım. Sana (layık olduğun) senâyı saymaya
gücüm yetmez. Sen, kendini senâ ettiğin gibisin."[473]
AÇIKLAMA:
Bazı şârihler bu duânın selamdan sonra okunduğunu söylerler. Nitekim
Nesâî'nin rivayetlerinin birinde: "(Aleyhissalâtu vesselâm) namazından
çıkıp, yatmaya hazırlanırken okurdu" denmiştir. Bu te'vil, duânın vitir
namazında da okunmasına mâni değildir. Esasen rivayetin zâhiri bunu ifade eder.[474]
ـ10ـ وعن
جابر رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]أفْضَلُ
الصََّةِ
طُولُ الْقُنُوتِ[.
أخرجه مسلم
والترمذي.والمراد
»بِالْقُنُوتِ«
هنا القيام .
10. (2621)- Hz. Câbir
(radıyallâhu anh) demiştir ki: "En efdal namaz, kunûtu uzun olandır."[475]
AÇIKLAMA:
1- Son üç hadis namazda okunan kunût üzerinedir. Son rivayet,
Teysîr'de Hz. Câbir'in kendi sözü gibi nakledilmiş. Tirmizî'de ise merfû olduğu
açıktır: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a: "Hangi namaz
efdaldir?" diye sorulunca: "Kunûtu uzun olandır!" diye cevap
vermiştir. Ancak ulema buradaki kunût'tan maksadın kıyâm olduğunu belirtir.
Hadis, böylece namazda kırâatı mümkün mertebe uzun kılmaya teşvik etmiş
olmaktadır.
Hadis ayrıca, kıyam'ın rükû ve sücûddan efdal olduğunu da ifade
etmektedir. Başta Şâfiî, bazı âlimler bu görüştedir.
2- Vitir duâsı olarak farklı rivayetlerin varlığı,
Resûlullah'ın bunların hepsini okuduğunu ifade eder.[476]
ـ1ـ وعن
ابن مسعود
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]عَلَّمَنِى
رَسُولُ
اللّهِ #
التَشَهُّدَ،
كَفِّى
بَيْنَ
كَفّيْهِ
كَمَا
يُعَلِّمُنِى
السُّورَةَ
مِنَ الْقُرآنِ:
التَّحِيَّاتُ
للّهِ
وَالصَّلَوَاتُ
وَالطَّيِّبَاتُ،
السََّمُ
عَلَيْكَ أيُّهَا
النّبىُّ
وَرَحْمَةُ
اللّهِ
وبَرَكَاتُهُ،
السََّمُ
عَلَيْنَا
وَعَلى عِبَادِ
اللّهِ
الصَّالِحِينَ،
أشْهَدُ أنْ َ
إلهَ إّ
اللّهُ
وَأشْهَدُ
أنّ
مُحَمّداً
رَسُولُ
اللّهِ[.زاد
في رواية بعد
عباد اللّهِ
الصالحين
»فإنَّكُمْ إذَا
فَعَلْتُمْ
ذلِكَ فَقَدْ
سَلَّمْتُمْ
عَلى كُلِّ
عَبْدٍ
صَالِحٍ في
السَّمَاءِ وَا‘رْضِ«
.
1. (2622)- İbnu Mes'ud
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana,
avucum avuçlarının içinde olduğu halde, Kur' ân'dan sûre öğretir gibi
teşehhüd'ü öğretti." "Tahiyyât, tayyibât ve salavât[477] Allah içindir. Ey Nebi,
selam, Allah'ın rahmet ve bereketleri senin üzerine olsun. Selam bizim
üzerimize ve Allah'ın sâlih kulları üzerine de olsun. Şehadet ederim ki
Allah'tan başka ilah yoktur, yine şehadet ederim ki Muhammed Allah'ın
Resûludür."
Bir rivayette "Allah'ın sâlih kulları" ibaresinden sonra
şöyle denmiştir: "Siz bu teşehhüdü yaptınız mı semâ ve arzdaki bütün sâlih
kullara selam vermiş olursunuz."[478]
ـ2ـ وفي
أخرى: ]ثُمَّ
يَتَخَيَّرُ
مِنْ الثَّنَاءِ
مَاشَاءَ[.
أخرجه
الخمسة، وهذا
لفظ الشيخين .
2. (2623)- Bir diğer
rivayette: "(Teşehhüdden) sonra dilediği senâyı yapmakta muhayyerdir"
denmiştir.[479]
ـ3ـ وفي
رواية أبى
داود:
]وَأشْهَدُ
أنَّ مُحَمّداً
عَبْدُهُ
وَرَسُولُهُ
ثُمَّ
لْيَتَخَيَّرْ
أحَدُكُمْ
مِنْ
الدُّعَاءِ
أعْجَبَهُ
إلَيْهِ
فَيَدْعُو
بِهِ[.
3. (2624)- Ebû Dâvud'un bir
rivayetinde şöyle gelmiştir: "Şehadet ederim ki, Muhammed O'nun kulu ve
elçisidir" (dersiniz). Sonra her biriniz hoşuna giden duâyı seçip onunla
duâ etsin."[480]
ـ4ـ و‘بى
داود في أخرى:
]وَكَانَ
يُعَلِّمُنَاهُنَّ:
أىْ هذِهِ
الدَّعَوَاتِ
كَمَا يُعَلِّمُنَا
التَّشَهُّدَ:
اللَّهُمَّ
ألِّفْ بَيْنَ
قُلُوبِنَا،
وَأصْلِحْ
ذَاتَ بَيْنِنَا،
وَاهْدِنَا
سُبُلَ
السََّمِ.
وَنَجِّنَا
مِنَ
الظُّلمَاتِ إلى
النُّورِ،
وَجَنِّبْنَا
الْفَوَاحِشَ
مَا ظَهَرَ
مِنْهَا
وَمَا
بَطَنَ،
وَبَارِكْ
لَنَا في
أسْمَاعِنَا
وَأبْصَارِنَا
وقُلُوبِنَا
وَأزْوَاجِنَا
وَذُرِّيَّاتِنَا،
وَتُبْ
عَلَيْنَا
إنَّكَ أنْتَ
التَّوَابُ
الرّحِيمُ.
وَاجْعَلْنَا
شَاكِرِينَ
لِنِعْمَتِكَ
مُثْنِينَ
بِهَا
قَابِلِيهَا
وَأتِمَّهَا
عَلَيْنَا[ .
4. (2625)- Ebû Dâvud'un bir
diğer rivayetinde şöyle gelmiştir: "...bize onları öğretirdi veya şu
duâları bize teşehhüdü öğrettiği gibi öğretirdi: "Allah'ım! Kalplerimizi
birleştir, aramızdaki geçimsizliği düzelt. Bizi selâmet yollarına sevket,
zulümâttan nûra kavuştur. Bizi, çirkinliklerin açık ve gizli olanlarından uzak
tut. Kulaklarımızı, gözlerimizi, kalplerimizi, zevcelerimizi ve çocuklarımızı
hakkımızda mübârek ve hayırlı kıl. Tevbelerimizi kabul et, sen rahimsin,
tevbeleri kabul edersin. Bizleri verdiğin nimetlere şâkir, onlarla senâ edici,
onları kabul edici kıl, onları (ahirette de nasib ederek) hakkımızda
tamamla."[481]
ـ5ـ وله في
رواية أخرى:
بعد ]وَأشهد
أن محمداً رسُولُ
اللّهِ: إذَا
قُلْتَ هذَا
أوْ قَضَيْتَ
هذَا فَقَدْ
فَضَيْتَ
صََتَكَ، إنْ
شِئْتَ أنْ
تَقُومَ
فَقُمْ،
وَإنْ شِئْتَ
أنْ تَقعُدَ
فَاقْعُدْ[ .
5. (2626)- Yine Ebû
Dâvud'un bir diğer rivayetinde: "Şehadet ederim ki Muhammed Allah'ın
elçisidir" cümlesinden sonra şöyle denir: "Bunu söyledin veya şehadeti
ifa ettin mi, namazını ifa ettin demektir. Kalkmak istersen kalk, oturmak
istersen otur."[482]
ـ6ـ وفي
أخرى للنسائى:
]كُنَّا إذَا
صَلّيْنَا
مَعَ
النّبىِّ #
نَقُولُ:
السََّمُ
عَلى اللّهِ،
السََّمُ
عَلى
جِبْرِيلَ
وَمِيكَائِيلَ،
فقَالَ
رَسولُ
اللّهِ #: َ
تَقُولُوا
السَّمُ عَلى
اللّهِ فإنَّ
اللّهَ هُوَ
السََّمُ.
ولَكِنْ
قُولُوا
التَّحِيَّاتُ[.
الحديث.
6. (2627)- Nesâî'nin bir
rivayetinde şöyle denmiştir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la namaz
kılınca: "Selam Allah'ın üzerine, selam Cibrîl ve Mikâil üzerine
olsun" derdik. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Selam Allah'ın üzerine olsun demeyin. Zîra Allah selam'ın
kendisidir. Ancak şöyle deyin: "Tahiyyât... Allah içindir..."[483]
AÇIKLAMA:
1- Teşehhüd, lügat olarak şehadet getirme demektir. Şehadet
getirmeden maksad "Eşhedü en lâilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden
abduhü ve Resûlühu" şeklinde kalıplaşmış olan kelime-i şehadeti telaffuz
etmektir. Bu cümlede Allah'ın birliğini ve Hz. Muhammed'in peygamberliğini
kabul ve ilan vardır. Kişi bunu samimiyetle söyledimi İslâmî îmanı ifade etmiş
olur. İslâm akîdesini özetleyen bu kelime-i şehadetin dinde mümtaz bir yeri ve
üstün bir değeri vardır. Bunun sıkça telaffuzu tavsiye edilmiş, en kıymetli
zikirlerden biri addedilmiştir. Bu sebeple, namaz gibi İslâm'ın en mühim alâmet
ve ibadetinde bunun yer alması gerekmiştir.
2- Bir de teşehhüd, namaz ıstılahı olarak ka'delerde okunan ve
içerisinde şehadetin de yer aldığı hususi zikrin adıdır. Bu zikre tağlîb
tarikiyle teşehhüd denmiştir.
3- Teşehhüd kelimesi, duâ adı olduğu gibi namazda bu duânın
okunduğu bölümün de adıdır. Bu kısım, içinde başka ezkârlar da okunmasına
rağmen teşehhüd adını alır. Çünkü diğer okunanlar tâli, teşehhüd asıldır ve
bunun diğerlerine nazaran ehemmiyet ve şerefi üstündür.
Şu halde bir başka ifadeyle teşehhüd, namazın her iki rek'atten
sonra oturulan kısmıdır. Bu mânada celse ve ka'de kelimeleri de kullanılmıştır.
Üç ve dört rek'atli namazlarda birinci ve ikinci teşehhüd olmak üzere iki ayrı
teşehhüd mevzubahistir. İki rek'atli namazlarda ise ikinci rekatin sonunda
olmak üzere tek teşehhüd vardır. Üç ve dört rek'atli namazların birinci
teşehhüdüne ka'de-i ûlâ veya celse-i ûlâ dendiği gibi ikinci ve son teşehhüde
de ka'de-i uhrâ, ka'de-i âhire veya celse-i uhrâ, celse-i âhire gibi değişik
tabirler kullanılmıştır.
4- Sadedince olduğumuz rivayetler bu ka'delerde okunacak
teşehhüd ve duâları tanıtmaktadır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan
yapılan rivayetlere göre, teşehhüdlerin elfâzı farklılıklar arzeder. Bu sebeple
Şâfiîlerin benimsediği rivayetle, Hanefîlerin benimsediği rivayet değişince
elfazda da bazı farklılıklar araya girer. Ancak birinci ka'dede okunacak teşehhüdle
ikinci ka'dede okunacak teşehhüdün farklı olması diye bir mesele mevzubahis
değildir. Buhârî'nin: "Birinci (ka'de)de teşehhüd" diye iki ayrı bâb
tanzim etmesi, okunacak elfazın farklılığından ileri gelmez, iki teşehhüde
terettüp eden hükmün farklılığından ileri gelir. Zîra bazı âlimler ikinci
ka'dede teşehhüd okumaya vacib derken birincideki teşehhüde vacib dememiştir.
Seleften Ömer İbnu'l-Hattâb, Hasan Basrî, Şâfiî, bir rivayette Ahmed İbnu
Hanbel, Leys, İshâk, Taberî (rahimehumullah) vâcib diyen cumhur meyanında yer
alırlar. Ehl-i rey de denen Hanefîler: "Teşehhüd ve ondan sonra okunan
salât müstehabtır, vacib değildir, teşehhüd miktarı oturmak vâcibdir"
demiştir.
Hanefîler İbnu Mes'ud (radıyallâhu anh)'un rivayet ettiği
teşehhüdü esas alırken Şâfiîler 2628 numarada kaydedeceğimiz İbnu Abbâs
(radıyallâhu anhümâ)'ın teşehhüd duâsını esas alırlar. İbnu Mes'ud, bunu Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın ağzından kelime kelime öğrendiğini, Resûlullah'ın
bunu insanlara öğretmesini kendisine emrettiğini belirtir. Ahmed İbnu Hanbel de
İbnu Mes'ud rivayetini benimsemiştir. İmam Mâlik, İbnu Ömer'den rivayet edilen
teşehhüdü esas almıştır.
Ulema rivayet edilen teşehhüdlerden herhangi birinin okunmasının
cevazında ittifak etmiştir.
5- Teşehhüd duâsı Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
Mi'râc hadisesinin Cenâb-ı Hakk'la mülâkat sahnesini aksettirir. Şöyle ki:
Fahr-i Kâinât, ubudiyet dairesinin Rububiyet dairesindeki halktan Hakk'a bir
elçi olarak kurbiyet-i İlâhiyyeye mazhar olunca, temsil ettiği ibâdullah adına
Cenâb-ı Hakk'a bir nevi selam olarak hitapta bulunuyor:
"Tahiyyât, tayyibât ve salavât Allah içindir." Cenâb-ı
Hakk, huzuruna gelip selam (ve hediye) makamında Habîb-i Kibriyâsının sunduğu
bu hitaba şöyle cevap verir:
"Ey Nebi, selam, Allah'ın rahmet ve bereketleri senin üzerine
olsun!"
Rasul-i Ekrem, Cenab-ı Hakk’ın bu selamını, kendisi ve o sırada
mümessili olduğu ibadullah adına şöyle alır:
“Selam bizim üzerimize ve Allah’ın salih kullları üzerine olsun!”
Hakk ile halkın temsilcisi arasında cereyan eden bu mükâlemeye
şahid olan Cebrâil (aleyhisselâm) şehâdetini beyan eder:
"Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden
Resûlullah!"
Şu halde, mü'minin mırâcı olarak tavsif edilen namazdaki teşehhüd,
ruhen ve kalben hüşyâr olan mü'minlere, günde beş vakit, Resûlullah'ın kulluk
hayatındaki en zirve, en müntehâ makam olan Mi'râc safhasını yaşatmaktadır.
6-Teşehhüd'de geçen bazı tâbirler:
* et-Tahiyyât, tahiyye'nin cem'idir, selam mânasınadır. Bazı
âlimler bekâ, azâmet, âfetlerden ve noksanlıklardan selâmet, melik gibi başka
mânalar da ileri sürmüşlerdir. Ebû Saîd ed-Darîr der ki: "Tahiyye,
Melik'in kendisi değil, Melik'e selamda kullanılan kelamdır. Hattâbî:
"Arapların meliklerini selamladıkları hususi kelimelerdir..." der.
İbnu Kuteybe: "Onunla sadece Melik selamlanır, her bir melik'in kendine
has bir tahiyyesi vardır, bu sebeple kelime cemî halde gelmiştir. Sanki mâna
şöyledir: "Mülûk'un selamlanmasında kullanılan tahiyyelerin hepsi Allah'a
layıktır." Hattâbî ve sonra da Bagavî şöyle der: "Onların
tahiyyelerinde Allah'ı senâya sâlih olan hiçbir şey yoktur. Bu sebeple, onların
meliklerini selamlamada kullandıkları tâbirlerin kendileri terkedildi, bu
tahiyyeden sadece ta'zim mânası alınıp kullanıldı ve şöyle denilmesi emredildi:
"Tahiyyât Allah içindir." Yani "Ta'zimin bütün envaı ve
çeşitleri Allah'a mahsustur..."
Muhibbu't Taberî tahiyye için yapılan açıklamaları te'lif edici
bir üslubla şöyle der:
"Tahiyye lafzının, zikri geçen bütün mânalarda müşterek
olması da ihtimalden uzak değildir."
Bediüzzaman merhum, tahiyyât'la hayat sahiplerinin hayatlarıyla
ortaya koydukları tesbihatların kastedildiğini ifade eder: "Resûl-ü Ekrem
(aleyhissalâtu vesselâm) o gecede (Mi'râc gecesinde) Cenâb-ı Hakk'a karşı selam
yerinde et-Tahiyyâtu lillah demiş. Yani: "Bütün zîhayatların hayatlarıyla
gösterdikleri tesbîhât-ı hayatiyye ve Sânilerine (yaratıcılarına) takdim
ettikleri fıtrî hediyeler, "Ey Rabbim sana mahsustur. Ben dahi bütün
onları tasavvurumla ve imanımla sana takdim ediyorum."
* es-Salavât, salât'ın cem'idir. Duâ mânasına geldiği gibi, cemî
haliyle beş vakit namazın kastedildiği, ayrıca daha umumî olarak bütün
şeriatlerde gelmiş bulunan farzlar, nafileler nev'inden her çeşit ibadetin
kastedildiği de söylenmiştir. Bazı âlimler: "Bütün ibadetlerdir."
Bazı âlimler: "et-Tahiyyât, kavlî ibadetlerdir; es-Salavât ise fiilî
ibadetlerdir, et-Tayyibât da mâlî sadakalardır" demiştir.
Bedi'üzzaman, es-Salavât'ı: "Zîhayatın hülasası olan bütün
zîruhun ibâdât-ı mahsusaları" olarak açıklar.
* et-Tayyibât tayyibe'nin cem'idir. Güzel, tâhir (temiz), hoşa
giden şey gibi mânalara gelir. İbnu Hacer: "Kelamdan güzel olanı"
diye açıklar. Sadedinde olduğumuz hadiste Allah'ı senâ etmede kullanılması
güzel ve muvafık olan kelam olarak açıklar, bu kelama melikleri selamlamada
kullanılmış olsa bile Allah'ın sıfatlarına da uygun düşmeyenlerin girmemesi
gerektiğini belirtir. Tayyibâtla ilgili olarak farklı âlimlerce şu tefsirler de
teklif edilmiştir:
* Zikrullahtır.
* Sâlih sözlerdir, duâ ve senâ gibi...
* Sâlih amellerdir, bu daha âmmdır, yani ef'al, ekvâl, evsâf buna
dahildir.
İbnu Dakîku'l-Îd der ki: "Tahiyye, selama hamledilirse, mâna
şöyle takdir edilir: "Meliklerin ta'zim edildiği tahiyyeler daimi olarak
Allah'a aittir; eğer bekâ'ya hamledilirse onun Allah'a ait olacağında zaten
şüphe yok (çünkü yalnız O bâkidir). Hakiki mülk, gerçek ve tam büyüklük de
öyle. Eğer salât "ahd" veya "cins"e hamledilecek olursa
mâna şöyle takdir edilir: "Salât'ın Allah'a ait olması vacibtir, onunla
Allah'tan başkasının kastedilmesi câiz değildir. Eğer rahmete hamledilecek
olursa "Allah'a âittir (veya Allah içindir)" sözünün mânası şöyle
olur: "Allah bununla mütefeddil (gayrından üstün)dür, çünkü tam rahmet
Allah'a aittir onu dilediğine verir." Eğer duâ'ya hamledilirse, mâna
açıktır. et-Tayyibât'a gelince, onu akvâl ile tefsir ettim. Belki onun daha âmm
bir şeyle tefsiri daha uygundur (evlâdır), böylece hem ef'ale hem akvâle ve hem
de evsâf'a şâmil olur."
Kurtubî de şunları söyler: "Allah'a âittir. ( للّه )
kavlinde ibadete ihlâsa (yani ibadetin sadece Allah için yapılmasına) tembih ve
uyarı var. Yani bu (ibadet) sadece Allah
için yapılır. Mamafih bununla: "Meliklerin mülkünün ve zikri geçenlerin
hepsinin hakikatte Allah'a ait olduğunu" itiraf etmek murad edilmiş olması
da muhtemeldir."
* es-Selâm: Âlimlerin açıkladığı üzere selam, "Selâmet"
mânasına masdardır, her çeşit ayıp, âfet, noksanlık ve fesaddan azade olmak
berî olmak mânasınadır. Allah'ın isimlerinden biridir ve noksanlardan salim
demektir. Burada masdar isim yerine kullanılmıştır, böylece mâna daha da
kuvvetlenmiş, mübâlağa kazanmıştır. Esselâmu aleyke (selam üzerine olsun)
sözümüzün mânası duâdır yani, kötülüklerden selamette olasın demektir. Şu da
denmiştir: "Bunun mânası: Selam ismi üzerine olsun demektir, sanki Azîz ve
Celîl olan Allah'ın ismi ile ona hayır temennî etmiştir."
Selam kelimesinin başına eliflâm gelmesiyle kelime es-Selâm diye
ma'rife kılınmıştır. Marifelik ahd-i takdiri olarak alınırsa mâna şöyle olur:
"Geçmiş nebi ve resûllere tevcih edilen bu selam, "Ey nebi, sana olsun.
Keza önceki ümmetlere tercih edilen selam bize ve kardeşlerimize olsun."
Sözkonusu ma'rifelik cins için olursa mâna şöyle olur: "Herkesin
ne olduğunu, kimden sâdır olup kime indiğini iyi bildiği selam hakikati, senin
ve bizim üzerimize olsun."
Hakimu't-Tirmizî der ki: "Bütün halkın namazlarında
yaptıkları bu selam (ateşten selâmette olma) duâsında hisse sahibi olmak
isteyen sâlih olmalıdır, aksi takdirde bu büyük faziletten mahrum kalır."
Fâkihâni de şunu der: "Musalli, bunu okurken bütün peygamberleri,
melekleri ve mü'minleri hatırlamalıdır, tâki sözü maksadına tevafuk edip uygun
düşsün." Âlimler, tahiyyatın mânası, tahiyyatla ilgili akla gelecek bazı
sorular ve cevaplarıyla ilgili geniş açıklamalara yer vermişlerdir. Bazı
teferruâtı burada keserek, bahsin sonunda (2635. hadisin arkasından)
Bediüzzaman'ın kıymetli bir açıklamasını kaydedeceğiz.
7-Teşehhüd'den Sonra Duâ:
2623 ve 2624 numaralı rivayetlerde (ka'de-i âhire'de) teşehhüd
okunduktan sonra istenen senâ ve duâların yapılabileceği belirtilmiş, müteakip
rivayetlerde de okunacak duâlardan örnekler verilmiştir. 2626 numaralı
rivayette ise teşehhüdle birlikte kalkılabileceği belirtilmiştir. Bu
rivayetlerden çıkan hüküm şudur:
* Teşehhüdden sonra ka'de-i âhirede bir kısım senâ ve duâlar
okunabilir, okunacak duâlar belli ölçüde ihtiyâridir. Dileyen duâ okumayabilir
de.Hanefî kaynaklar teşehhüdde okunacak duâların Kur'ân'da gelmesi veya hadislerde
sâbit olması şartını koşarlar.[484]
ـ7ـ وعن
ابن عباس
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال: ]كانَ
رَسُولُ
اللّهِ #
يُعَلّمُنَا
التَّشَهُّدَ
كَمَا
يُعَلِّمُنَا
السُّورَةَ
مِنَ
القُرآنِ،
فَكَانَ
يَقُولُ:
التَّحيَّاتُ
المُبَارَكَاتُ
الصَّلَوَاتُ
الطَّيِّبَاتُ
للّهِ.
السََّمُ
عَلَيْكَ
أيُّهَا
النَّبِىُّ وَرَحْمَةُ
اللّهِ
وَبَرَكَاتُهُ،
السََّمُ
عَلَيْنَا
وَعَلى
عِبَادَ
اللّهِ الصَّالِحِينَ.
أشْهَدُ أنْ َ
إلهَ إَّ
اللّهُ وَأشْهَدُ
أنَّ
مُحَمّداً
رَسُولُ
اللّهِ[. أخرجه
الخمسة إ
البخارى،
وهذا لفظ مسلم
.
7. (2628)- İbnu Abbâs
(radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize,
Kur'ân'dan sûre öğrettiği gibi teşehhüdü öğretirdi. Şöyle derdi:
"Tahiyyât, mübârekât, salavât, tayyibât Allah içindir. Ey Nebi selam,
Allah'ın rahmet ve bereketi sana olsun. Selam bize, Allah'ın sâlih kullarına olsun. Şehadet
ederim ki Allah'tan başka ilah yoktur, şehadet ederim ki Muhammed Allah'ın
Resûlüdür."[485]
ـ8ـ وعند
الترمذي:
]سََمٌ
عَلَيْكَ،
سََمٌ عَلَيْنَا
بِغَيْرِ
ألِفٍ وََمٍ[ .
8. (2629)- Tirmizî'de şöyle
gelmiştir: "...Selam sana olsun, selam bize olsun." Yani her iki
"selam" kelimesi de eliflamsızdır."[486]
AÇIKLAMA:
Teşehhüdde Şâfiîlerin esas aldığı İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ)
rivayetini görmekteyiz. İbnu Mes'ud rivayetiyle karşılaştırınca iki küçük fark
var:
1) Burada mübârekât ziyadesi.
2) Hadisin Tirmizî'deki vechinde selam kelimeleri eliflamsız
olarak gelmiştir. Halbuki İbnu Mes'ud rivayetinde es-Selâmu şeklinde eliflamlı
idi.
el-Mübârekât, "bereket" kelimesinden gelir. Lügat olarak
devenin yere çöküp orada kalmasını ifade eder. Kelime bu asıldan
"devamlı" mânasında kullanılmıştır. Sözgelimi salavatlarda
"Allahümme bârik alâ Muhammedin" deyince: اَللَّهُمَّ
بَارِكْ
عَلَى
مُحَمَّدٍ "Allahım,
Muhammed'e verdiğin şeref, kerâmet, hayır vs.'yi dâim kıl" demiş oluyoruz.
Yine aynı asıldan bereket, "ziyâde" mânasında kullanılır. Şârihler,
sadedinde olduğumuz hadiste geçen mübârekât'ı nâmiyât diye açıklar. Nâmiyât,
"artanlar", "büyüyenler" demektir. Artan, büyüyen şeyin ne
olduğu hadiste tasrîh edilmemiştir, yani mutlak bırakılmıştır. Anlaşılmaya en
yakın "çok hayır" diyebiliriz. Mübârekât ile Bediüzzaman, "Bütün
medar-ı bereket ve tebrik ve bârekallah dediren ve "mübârek" denilen
ve hayatın ve zîhayatın hülasası olan mahluklar, hususan tohumların ve
çekirdeklerin, danelerin, yumurtaların fıtrî ibâdetlerini..." anlar.
böylece, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Mi'râc'ta, bunları da Cenâb-ı
Hakk'a takdim ederek: "...Bu mübârek canlıların ibâdetleri de Allah'a
aittir" demiş olmaktadır.
Selam kelimesinin İbnu Abbâs rivayetinde eliflamsız gelmiş olması
dikkat çekecek bir incelik taşımaz. Nevevî, elflam'lı da olabileceğini
eliflamsız da olabileceğini, Arap dili yönünden her ikisinin de câiz olduğunu,
mânada değişiklik olmadığını ancak eliflamlı olmasının efdal olduğunu söyler.
İbnu Hacer, İbnu Mes'ud rivayetinde hep eliflamlı olduğunu, ihtilafın İbnu
Abbâs rivayetinde bulunduğunu belirtir.[487]
ـ9ـ
وللنسائى عن
أبى موسى
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أشْهَدُ أنْ
َ إلهَ إَّ
اللّهُ
وَحْدَهُ َ شَرِيكَ
لَهُ، وَأنَّ
مُحَمّداً
عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ[
.
9. (2630)- Ebû Mûsa
(radıyallâhu anh)'dan Nesâî'nin yaptığı bir rivayette şöyle gelmiştir:
"...Şehadet ederim ki Allah'tan başka ilah yoktur, tektir, şerîki yoktur.
Muhammed de O'nun kulu ve Resûlüdür."[488]
ـ10ـ وله في
أخرى عن جابر
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه قال:
]تَعَلّمْنَا
التّشَهُّدَ
كَمَا
تَعَلّمْنَا
السُّورَةَ
مِنَ
الْقُرآنِ،
بِسْمِ
اللّهِ،
وَبِاللّهِ
التَّحِيَّاتُ[.
وذكر
الحديث.وفيه:
»بَعْدَ
عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ:
أسْألُ
اللّهَ
الجَنَّةَ،
وَأعُوذُ
بِهِ مِنَ
النَّارِ« .
10. (2631)- Yine Nesâî'de
Hz. Câbir (radıyallâhu anh)'den gelen bir rivayette şöyle denmiştir:
"Teşehhüdü, Kur'an'dan bir sureyi öğrendiğimiz gibi öğrendik. Şöyle ki:
"Bismillah ve billah ettahiyyâtu..."
Bu rivayette, abduhu ve resûlühü ibaresinden sonra şu ziyade
mevcuttur: "Es-elu'llâhe'lcennete ve e'ûzü bihi mine'nnâri. (Allah'tan
cenneti istiyor, ateşten O'na sığınıyorum.)"[489]
AÇIKLAMA:
Süyûtî'nin Zehrü'r-Rübâ'da kaydettiği üzere, bu hadisle amel
ederek, teşehhüd duâsı olarak bunu okuyan fakih çıkmamıştır. Bu hadiste bir
hata olduğu kabul edilmiştir.[490]
ـ11ـ وعن
ابن عمر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما:
]عَنْ رَسولِ
اللّهِ # في
التَّشَهُّدِ:
التّحِيّاتُ
للّهِ
وَالصّلَوَاتُ
وَالطَّيِّبَاتُ.
السََّمُ
عَلَيْكَ
أيُّهَا
النّبىُّ
وَرَحْمَةُ
اللّهِ. قالَ
ابنُ عُمَرَ:
زِدْتُ فِيهَا
وَبَركَاتُهُ،
السَّمُ
عَلَيْنَا
وَعَلى
عِبَادِ
اللّهِ الصّالِحِينَ،
أشْهَدُ أنْ َ
إلَهَ إَّ
اللّهُ. قالَ
ابنُ عُمَرَ:
زِدْتُ
فِىهَا
وَحْدَهُ َ
شَرِيكَ
لَهُ،
وَأشْهَدُ
أنَّ
مُحَمّداً
عَبْدُهُ
وَرَسُولُهُ[.
أخرجه مالك
وأبو داود،
واللفظ له .
11. (2632)- İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'dan teşehhüd olarak şunu rivayet etmiştir: "et-Tahiyyâtu lillâhi
vessalavâtu ve't-Tayyibâtu. es-Selâmu aleyke eyyühennebiyyu ve
rahmetullâhi."
İbnu Ömer der ki: "Ben buna şunu ilave ettim: "Ve
berekâtuhu es-Selâmu aleynâ ve alâ ibâdillâhi's-Sâlihin. Eşhedü en Lâ-ilâhe
illallah..."
İbnu Ömer der ki: "Ben buna şunu ilave ettim: "Vahdehu
lâşerîke lehu ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Resûlühu."[491]
AÇIKLAMA:
Burada İbnu Ömer'den iki ayrı rivayet kaydedilerek farklı
ziyadelerde bulunduğu belirtilmektedir. "Berekâtuhu ziyadesi Sahiheyn ve
diğer kitaplarda merfû olarak, vahdehu lâ şerîke leh ziyadesi de Müslim'de
kaydedilen Ebû Mûsa rivayetinde merfû olarak gelmiştir.[492]
ـ12ـ وفي
الموطأ: ]أنَّ
ابنَ عُمَرَ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهما كانَ
يَتَشَهَّدُ:
بِسْمِ اللّهِ
التَّحِيَّاتُ
للّهِ،
وَالصَّلَواتُ
للّهِ،
الزَّاكِيَاتُ
للّهِ،
السََّمُ عَلى
النّبِىِّ
وَرَحْمَةُ
اللّهِ
وَبَرَكَاتُهُ،
السََّمُ
عَلَيْنَا
وَعَلى عِبَادِ
اللّهِ
الصَّالِحِينَ،
شَهِدْتُ أنْ
َ إلهَ إَّ
اللّهُ وَشَهِدْتُ
أنَّ
مُحَمّداً
رَسُولُ
اللّهِ، يَقُولُ
هذَا في
الرَّكْعَتَيْنِ
ا‘ولَيَيْنِ،
وَيَدْعُوا
إذَا قَضى
تَشهُّدَهُ،
فَإذَا
جَلَسَ في
آخِرِ
صََتِهِ
تَشهَّدَ
كَذلِكَ
أيْضاً إَّ
أنَّهُ
يُقَدِّمُ
التَّشَهُّدَ،
ثُمَّ
يَدْعُوا
بِمَا بَدَا
لَهُ، وَإذَا
قَضى تَشَهُّدُهُ
وَأرَادَ أنْ
يُسَلِّمَ
قالَ: السََّمُ
عَلى
النّبىِّ
وَرَحْمَةُ
اللّهِ وَبَرَكاتُهُ،
السََّمُ
عَلَيْنَا
وَعَلى عِبَادِ
اللّهِ
الصَّالِحِينَ،
ثُمَّ يَقُولُ:
السََّمُ
عَلَيْكُمْ
عَنْ
يَمِينِهِ، ثُمَّ
يَرُدُّ عَلى
ا“مَامِ، فإنْ
سَلَّمَ عَلَيْهِ
أحَدٌ عَنْ
يَسَارِهِ
رَدَّ
عَلَيْهِ[.زاد
رزين وقال:
]إنَّ رَسولَ
اللّهِ #
أمَرَهُ
بِذلِكَ[ .
12. (2633)- Muvatta'da şöyle
gelmiştir: "(Nâfî der ki:) "İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) şöyle
teşehhüd okurdu: "Bismillâhi, ettahiyyâtu lillâhi, ve'ssalavâtu lillâhi,
ez-Zâkiyâtu lillâhi, es-Selâmu ale'n-Nebiyyi ve Rahmetullahi ve berekâtuhu,
es-Selâmu aleynâ ve ala ibâdillâhi's-Sâlihîn. Şehidtü en lâ-ilâhe illallâhu ve
şehidtü enne Muhammeden Resûlullâhi."
Bunu ilk iki rek'at(in ka'desin)de okur ve teşehhüdünü tamamlayınca
duâ ederdi. Namazın sonunda oturunca da yine böyle teşehhüdde bulunur ve
teşehhüd'ü öne alırdı. Sonra dilediği duâyı okuyarak duâ ederdi. Teşehhüdünü
tamamlayıp selamı vermek isteyince şöyle derdi: "Esselâmu ale'n, Nebiyyi
ve rahmetullâhi ve berekâtuhu esselâmu aleynâ ve alâ ibadillâhi'ssâlihîn."
Sonra sağına, esselâmu aleyküm derdi. Sonra mukâbeleten imama
selam verirdi. Solundan biri kendisine selam verirse mukâbeleten ona da selam
verirdi."
Rezîn şunu ilave etti: "Ve dedi ki: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) böyle yapmayı emretti."[493]
AÇIKLAMA:
1- Son iki rivayet, namazın ka'delerinde Abdullah İbnu Ömer
(radıyallâhu anhümâ)'in okuduğu teşehhüdü göstermektedir. Bu teşehhüd'ün
Mâlikîlerce esas alındığını daha önce belirtmiştik.
2- Burada metin yakından tedkik edilecek olursa, muhtevâ
yönüyle öncekilerden birkaç noktada farklıdır. Şöyle ki:
1) Bu teşehhüd "Bismillah" kelimesiyle
başlamaktadır. Ancak, muhaddisler bunu bir hata olarak kabul etmişlerdir. İmam
Mâlik'in de bu ziyadeyi sahih, merfû bir rivayette görmediği belirtilmiştir.
Ebû Mûsa' dan gelen merfû sâbit bir rivayete: "Sizden biri oturunca ilk
sözü, ettahiyyâtu lillah olsun" buyurulmuştur. İmam Mâlik burada,
sadedinde olduğumuz hadisi mevkuf bir rivayet olarak sunmaktadır.
2) Öncekilerde mevcut olan ettayyibât yerine, hadisin
Muvatta'daki vechinde ez-Zâkiyât kelimesinin bulunmasıdır. Bu tabir diğer
teşehhüdlere nazaran rivayete çok farklı bir mâna kazandırmaz. Şöyle ki: Kelime
kök olarak zekât'tan gelir. en-Nihâye'ye göre, lügat yönüyle tahâret
(temizlik), nemâ (artma, büyüme), bereket (hayırda devamlılık) ve medih
mânalarına gelir. Kur'an ve hadiste kelime bu mânalarda kullanılmıştır.
Şu halde, burada zâkiyât'ın bir bakıma tayyibât'a müteradif olarak
kullanıldığı söylenebilir. Zîra tayyib, "tâhir" mânasına da sıkça
kullanılmıştır. Ancak İbnu Habîb'in bir te'vilini hemen kaydetmek isteriz. Der
ki: "Bu, sahibinin âhiret sevabını artıran sâlih amellerdir."
3) Bu rivayette esselâmu aleyke eyyühennebiyyu yerine
"esselâmu ale'n-Nebiyyi" denmektedir. Şârihler bunu normal
karşılarlar ve bazı rivayetlerde Ashâb'ın Resûlullah sağken, "esselâmu
aleyke" yani "selam sana olsun" dediği halde, vefatından sonra,
muhataptan gayba geçerek, "es-Selâmu ale'n-Nebiyyi" dediklerini belirtirler.
Şu halde sadedinde olduğumuz rivayette bunun bir örneğini görmüş olmaktayız.
4) İbnu Ömer'in Ebû Dâvud'daki rivayette: "Ben ilave
ettim" dediği kısımlar zâhiren mevkuf ise de teşehhüd'ün İbnu Ömer
dışındaki sahâbeler tarafından yapılan bazı rivayetlerinde merfû olarak
gelmiştir.
5) Bu rivayetin daha dikkat çeken bir yönü, birinci ka'de'de
teşehhüdden sonra duâ okumaktan bahsetmesidir. Halbuki birinci ka'de'de matlub
olan onun kısa olmasıdır, bu sebeple İmam Mâlik de bunu te'yid etmemiştir.
6) Diğer teşehhüdlerden farklı bir diğer husus, selam
vermezden önce İbnu Ömer'in "esselâmu ale'n-Nebiyyi ve rahmetullâhi ve
berekâtuhu..." diye salât okumasıdır. Bununla İbnu Ömer Resûlullah'a ve
sâlihlere selamla teşehhüdü tamamlamayı düşünmüş olmalıdır.
7) Rivayetin sonunda, imama uyan kimsenin (me'mûm) solunda
biri bulunduğu takdirde üç selam vermesi mevzubahistir. Zürkânî, İmam Mâlik'ten
de üç selam meşhur olduğunu, muhtevada yer alan bir kısım farklılıklara
katılmadığı halde bu mevkuf hadise Muvatta'da yer vermiş olmasının bu üç
selam'dan ileri gelmiş olabileceğini söyler. Zürkânî devamla, bu hadisin İmam
Mâlik nazarındaki yerini şöyle tesbit eder:"
Eimme-i selâse (Ebû Hanîfe, Şâfiî, Ahmed) ve diğerleri "İmama
da uysa her musalliye iki selam terettüp eder" demiştir. İmam Mâlik, İbnu
Ömer'in bu rivayetindeki:
a) Besmele ile başlamaya,
b) Eşhedü yerine şehidtü demeye,
c) Birinci ka'de'de duâ okumaya,
d) Duâ ettikten sonra selamdan önce Nebî (aleyhissalâtu
vesselâm)'ye ve sâlihlere selamı tekrara,
e) Esselâmu aleyke eyyühennebiyyu yerine esselâmu
ale'n-Nebiyyi demeye katılmaz."
Şu halde, İbnu Ömer'den rivayet edilen teşehhüd'ü İmam Mâlik bazı
kayıdlarla benimsemiştir.
Teşehhüd duâsının okunmasıyla ilgili hükmü şöyle özetleyebiliriz:
* Ebû Hanîfe, İmam Mâlik ve bir cemaate göre sünnettir.
* Ahmed İbnu Hanbel ve bir cemaate göre her iki ka'de de vâcibtir.
* İmam Şâfiî'ye göre son ka'dede vacibtir.[494]
ـ13ـ
ولمالك في
أخرى عن
القاسم بن
محمد: ]أنَّ عَائِشَةَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها
كانَتْ تَقُولُ
إذا
تَشَهَّدَتْ:
التَّحِيَّاتُ
الطَّيِّبَاتُ
الصَّلَوَاتُ
الزَّاكِيَاتُ
للّهِ،
أشْهَدُ أنْ َ
إلَهَ إَّ
اللّهُ
وَحْدَهُ َ
شَرِيكَ
لَهُ، وَأنَّ
مُحَمّداً
عَبْدُهُ
وَرَسُولُهُ،
السََّمُ
عَلَيْكَ
أيُّهَا
النَّبىُّ
وَرَحْمَةُ اللّهِ
وَبَرَكَاتُهُ،
السََّمُ
عَلَيْنَا
وَعَلى
عِبَادِ
اللّهِ
الصَّالِحِينَ،
السََّمُ
عَلَيْكُمْ[ .
13. (2634)- İmam Mâlik'in,
Kâsım, İbnu Muhammed'den yaptığı diğer bir rivayette şöyle gelmiştir:
"Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ) teşehhüdde iken şunu okurdu:
"Et-Tahiyyâtu ettayyibâtu es-Salavâtü, ezzâkiyâtu lillâhi, eşhedu en lâ
ilâhe illallâhu vahdehu lâ şerîke lehu ve enne Muhammeden abduhû ve Resûlühü.
Esselâmu aleyke eyyühennebiyyu ve rahmetullâhi ve berekâtuhu, esselâmu aleynâ
ve alâ ibâdillâhi'ssâlihîn, esellâmu aleyküm."[495]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayette geçen vahdehu lâ şerîke leh ziyâdesi, Ebû Mûsa'dan
Müslim'in kaydettiği bir vecihte merfû olarak geçer.
2- En son kaydedilen "esselâmu aleyküm" ibâresi
namazdan çıkma selamıdır.[496]
ـ14ـ وعن
ابن مسعود
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّهُ كانَ
يَقُولُ: مِنَ
السُّنَّةِ
إخْفَاءُ التَّشَهُّدِ[.
أخرجه أبو
داود والترمذي
.
14. (2635)- İbnu Mes'ud
(radıyallâhu anh)'dan yapılan rivayete göre şunu demiştir: "Teşehhüd'ün
sessiz okunması sünnettir."[497]
AÇIKLAMA:
Burada teşehhüd'ün cehrî okunmayacağı, sessiz okunacağı teşrî
edilmektedir. Rivayet zâhiren mevkuf (sahâbî sözü) gözükmekte ise de hükmen
merfû'dur. Muhaddisler ve fakihler: "Sahâbenin "şu sünnettendir"
diye haber verdiği şey merfu sünnettir" prensibinde ittifak ederler.
Ayrıca Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ)'den gelen bir rivayet, bu hususun âyetle
tesbit edildiğini belirtir: "Şu ayet teşehhüd hakkında nâzil oldu: وَ
تَجْهَرْ
بصَتِكَ وََ
تُخَافِتْ بِهَا "Namaz
kılarken sesini yükseltme, gizli de okuma ikisi ortasında bir yol tut!"
(İsrâ 110).[498]
Şerh kitaplarımız, teşehhüdün ehemmiyetini, ifade ettiği mânaları,
teşehhüdle ilgili hatıra gelen soru ve cevapları açıklamaya geniş yer verirler.
Biz bunlardan en çok gerekli olanları özetlemeye çalıştık.
Aşağıya, Bediüzzaman'dan alacağımız bir parça meselenin en ziyade
can alıcı noktalarının sorucevap tarzında açıklamasını yapmaktadır. Başlıca şu
sorulara cevaplar bulacağız:
* Teşehhüd, Resûlullah'ın Mi'râc sırasında Cenâb-ı Hakk'la olan
konuşması olduğu halde namazda niçin okunmaktadır?
* Teşehhüdün sonunda okunan salli bârik duâsında Hz. İbrahim'e
kıyâsen Hz. Muhammed'e Allah'tan rahmet talebi münâsib görünmüyor, çünkü, Hz.
Muhammed'in makamı Hz. İbrahim'in makamından yücedir, bunun izahı nasıl olur?
"Namazdaki teşehhüdde bulunan
التحيات
المباركات
الصلوات
الطيبات للّه ilâ âhirenin iki noktasına gelen iki
suale, iki cevaptır. Teşehhüdün sair hakikatlarının beyanı başka vakta tâlik
edilerek, bu "Altınca Şûa"da yüzer nüktesinden yalnız iki
"nükte"si muhtasar bir sûrette beyan edilecek.
Birinci Sual: Teşehhüdün mübârek kelimâtı, Mi'râc gecesinde
Cenâb-ı Hakk ile Resûlünün bir mükalemeleri olduğu halde, namazda okunmasının
hikmeti nedir?
EL-CEVAP: Her mü'minin namazı, onun bir nevi mi'râcı hükmündedir.
Ve O huzura layık olan kelimeler ise, Mi'râc-ı Ekber-i Muhammed aleyhissalâtu
vesselâm'da söyleyen sözlerdir. Onları zikretmekle, o kudsî sohbet tahattur
edilir, (hatırlanır). O tahatturla o mübârek kelimelerin mânaları cüz'iyyetten
külliyete çıkar ve o kudsî ve ihatalı mânalar tasavvur edilir, veya edilebilir.
Ve o tasavvur ile kıymeti ve nûru teâli edip genişlenir.
Mesela: "Resûl-ü Ekrem aleyhissalâtu vesselâm, o gecede
Cenâb-ı Hakk'a karşı, selam yerinde التحيات
للّه demiş;
yani "Bütün zîhayatların, hayatlarıyla gösterdikleri tesbihât-ı hayatiye
ve Sânilerine (yaratıcılarına) takdim ettikleri fıtrî hediyeler, Ey Rabbim sana
mahsusdur. Ben dahi bütün onları tasavvurumla ve îmanımla sana takdim
ediyorum." Evet nasıl ki Resûl-ü Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm) التحيات
kelimesiyle,
bütün zîhayatın ibâdât-ı fıtrîyelerini niyyet edip takdim ediyor.
Öyle de: Tahiyyâtın hülasası olan
المباركات kelimesiyle de bütün medâr-ı bereket ve tebrik
ve bârekallah ve mübârek denilen ve hayatın ve zîhayatınhülasası olan
mahluklar, hususen tohumların ve çekirdeklerin, danelerin, yumurtaların, fitrî
mübârekiyetlerini ve bereketlerini ve ubûdiyetlerini, temsil ederek, o geniş
mâna ile söylüyor. Ve mübârekâtın hülasası olan الصلوات kelimesiyle de zîhayatın hülasası olan bütün
zîruhun ibâdât-ı mahsûsalarını tasavvur edip dergâh-ı ilâhiye o ihatalı
mânasıyla arzediyor: والطيبات
kelimesiyle de, zîrûhun hülasaları olan kâmil
insanların ve melâike-i mukarrebînin[499] salavâtın hülasası
olan طيبات ile nûrânî ve yüksek ibadetlerini irâde ederek
mâbûduna tahsis ve takdim eder.
Hem nasıl ki: O gecede Cenâb-ı Hakk tarafından السم
عليك يا ايها
النبي demesi, istikbalde yüzer milyon insanların
(herbiri) her gün hiç olmazsa on defa السم
عليك يا ايها
النبي demelerini âmirâne i'şâr eder. Ve o selam-ı
İlâhi, o kelimeye geniş bir nur ve yüksek bir mâna verir. Öyle de: Resûl-ü
Ekrem Aleyhissalâtu Vesselâm'ın, O selama mukâbil السم
علينا وعلى
عباد اللّه
الصالحين demesi, istikbalde muazzam ümmeti ve ümmetinin
sâlihleri, selâm-ı İlâhîyi temsil eden İslamiyet'e mazhar olmasını ve
İslâmiyet'in umumi bir şiarı olan mü'minler ortasındaki السم
عليك وعليك
السم umum
ümmet demesini râcîyâne (rica ederek), dâîyâne (taleb ederek) halıkından
istediğini ifade ve ihtar eder. Ve o sohbette hissedâr olan Hazret-i Cebrâil
(aleyhisselâm), emr-i İlâhî ile o gece اشهد
ان اله
ا اللّه واشهد
ان محمداً
رسول اللّه demesi bütün ümmet Kıyâmete kadar böyle
şehâdet edeceğini ve böyle diyeceklerini mübeşşirâne haber verir. Ve bu
mükâleme-i kudsiyeyi tahattur ile kelimelerin mânaları parlar, genişlenir.
Bir zaman karanlıklı bir gurbette, karanlık bir gecede, zulmetli
bir gaflet içinde, hâl-i hazırda olan bu koca kâinât, hayalime câmid, ruhsuz,
meyyit, boş, hâlî, müthiş bir cenaze göründü. Geçmiş zaman dahi, bütün bütün
ölü, boş, meyyit, müthiş tehayyül edildi. O hadsiz mekan ve hududsuz zaman,
karanlıklı bir vahşetgâh sûretini aldı. Ben o hâletten, kurtulmak için namaza
ilticâ ettim. Teşehhüdde التحيات dediğim zaman, birden kâinât canlandı:
hayattar, nûrânî bir şekil aldı, dirildi. Hatta, Kayyum'un parlak bir âyinesi
oldu. Bütün hayattar eczasiyle beraber, hayatlarının tahiyyelerini ve hedâyâyı
hayatiyelerini dâimî bir sûrette Zât-ı Hayy-ı Kayyuma takdim ettiklerini
ilmelyakîn, belki Hakkalyakîn ile bildim ve gördüm.
Sonra السم
عليك يا ايها
النبي dediğim vakit, o
hududsuz ve hâlî zaman, birden Resûl-ü Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
riyaseti altında, zîhayat ruhlar ile vahşetzâr (yabanî-ıssız) sûretinden
ünsiyetli bir seyrangâh sûretine inkılâb etti.
İkinci Sual:
اللّهم
صلّ على محمد
وعلى آل محمد
كما صليت على
ابراهيم وعلى
آل ابراهيم 'deki
teşehhüd âhirinde teşbihlerin kaidesine uygun gelmiyor, çünkü: Muhammed
(aleyhissalâtu vesselâm), İbrahim (aleyhissalâtu vesselâm)'dan daha ziyade
rahmete mazhardır ve daha büyüktür. Bunun sırrı nedir? Hem bu tarzdaki
salavâtın teşehhüdde tahsisinin hikmeti nedir?
Aynı duâ, eski zamandan beri ve bütün namazda tekrar etmeleri;
halbuki bir duâ bir defa kabûle mazhar olsa yeter. Milyonlarca duâları makbûl
olan zatlar musırrâne duâ etmesi ve bilhassa o şey vâ'ad-i İlâhîye iktiran
etmiş ise. Mesela عسى
ربك ان يبعثك
مقاماً
محموداً Cenâb-ı Hakk vâ'adettiği halde, her ezan ve
kâmetten sonra edilen mervi duâda وابعثه
مقاماً
محموداً الذى
وعدته deniliyor; bütün
ümmet o vâ'adi ifa etmek için duâ ederler. Bunun sırr-ı hikmeti nedir?
EL-CEVAP: Bu sualde üç cihet ve üç sual var.
Birinci Cihet: Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), gerçi Hazret-i
Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)'a yetişmiyor. Fakat onun Âli, Enbiyâdırlar.
Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Âli evliyâdırlar. Evliyâ ise Enbiyaya
yetişemezler. Âl hakkında olan bu duânın parlak bir sûrette kabul olduğuna
delil şudur ki:
Üçyüzellimilyon içinde Âl-i Muhammed (aleyhissalâtü vesselâm)'dan
yalnız iki zatın, yani Hasan (r.a.), Hüseyin (r.a.)'in neslinden gelen evliya,
ekser mutlak hakikat mesleklerinin ve tarikatlarının pîrleri ve mürşidleri
onlar olmaları علماء
امتى كانبياء
بنى اسرائيل hadisinin mazharları olduklarıdır. Başta
Câfer-i Sâdık (r.a.) ve Gavs-i Âzam (r.a.) ve Şâh-ı Nakşibend (r.a.) olarak her
bir ümmetin bir kısm-ı âzâmını tarîk-i hakikâta ve hakikat-ı İslâmiyet'e irşad
edenler, bu Âl hakkındaki duânın makbuliyetinin meyveleridir.
İkinci Cihet: Bu tarzdaki Salavâtın namaza tahsisinin hikmeti ise,
meşâhir-i insaniyenin en nûrânisi, en mükemmeli, en müstakimi olan enbiyâ ve
evliyanın kâfile-i kübrâsının gittikleri ve açtıkları yolda, kendisi dahi o
yüzer icmâ ve yüzer tevatür kuvvetinde bulunan ve şaşırmaları mümkün olmayan o
cemaat-i uzmâya, o sırât-ı müstakîmde iltihak ve refâkât ettiğini tahattur
etmektir. Ve o tahattur ile, şübehât-ı şeytânîyeden ve evhâm-ı seyyieden
kurtulmaktır. Ve bu kafile, bu kainat sahibinin dostları ve makbul masnuları ve
onların muârızları, onun düşmanları ve merdûd mahlukları olduğuna delil ise
zaman-ı Âdem'den beri o kafileye daima muâvenet-i gaybiye gelmesi; ve
muârızlarına her vakit musîbet-i semavî'ye inmesidir.
Evet Kavm-i Nûh ve Semûd ve Âd ve Firavn ve Nemrud gibi bütün
muârızlar, gadâb-ı İlâhîyi ve azabını ihsas edecek bir tarzda gaybî tokatlar
yedikleri gibi... Kafile-i Kübrânın Nûh (aleyhisselâm), İbrahim (aleyhisselâm),
Musa (aleyhisselâm), Muhammed (aleyhissalâtü vesselâm) gibi bütün kudsî
kahramanları dahi, hârika ve mûcizane ve gaybî bir sûrette mucizelere ve
ihsânât-ı Rabbaniyeye mazhar olmuşlar. Bir tek tokat hiddeti, bir tek ikram
muhabbeti gösterdiği halde, binler tokat muârızlara, ve binler ikram ve
muâvenet kafileye gelmesi, bedâhet derecesinde ve gündüz gibi zahir bir tarzda o
kafilenin hakkaniyetine ve sırât-ı müstakimde gittiğine şehadet ve delâlet
eder. Fatiha'da غير
المغضوب
عليهم و
الضالين o kafileye ve
صراط
الذين انعمت
عليهم muârızlarına
bakıyor. Burada beyan ettiğimiz nükte ise Fatiha'nın âhirinde daha zâhirdir.
Üçüncü Cihet: Bu kadar tekrar ile kat'î verilecek olan bir şeyin
vermesini istemesinin sırr-ı hikmeti şudur: İstenilen şey mesela; makam-ı
Mahmûd bir ucudur. Pek büyük ve binler makam-ı Mahmûd gibi mühim hakikatları
ihtivâ eden bir hakikatı âzâm'ın bir dalıdır ve hilkât-ı kâinatın en büyük
neticesinin bir meyvesidir. Ve ucu ve dalı ve o meyveyi duâ ile istemek ise;
dolayısiyle o hakikat-ı umumîye-i uzmânın tahakkukunu ve vücûd bulmasını ve o
şecere-i hilkatin en büyük dalı olan Âlem-i Bâkî'nin gelmesini ve tahakkukunu
ve kâinâtın en büyük neticesi olan haşir ve kıyâmetin tahakkukunu ve dâr-ı
Saadetin açılmasını istemektedir. Ve o istemekle, dâr-ı Saâdetin ve cennetin en
mühim bir sebeb-i vücûdu olan ubudiyet-i beşeriyeye de da'avât-ı insaniyeye
kendisi dahi iştirak etmektir. Ve bu kadar hadsiz derecede azîm bir maksad için
bu hadsiz duâlar dahi azdır. Hem Hazret-i Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)'a
makam-ı Mahmud verilmesi, umum ümmete şefaât-ı kübrâsına işarettir. Hem o bütün
ümmetinin saâdetiyle alâkadardır. Onun için hadsiz salavât ve rahmet duâlarını
bütün ümmetten istemesi ayn-i hikmettir." سبحانك علم لنا
ا ما علمتنا
انك انت
العليم
الحكيم [500]
ـ1ـ عن
عليّ بن
عبدالرحمن
المعاوى قال:
]رَآنِى ابنُ
عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما
وَأنَا
أعْبَثُ
بِالْحَصى في
الصََّةِ،
فَلَمَّا
انْصَرَفَ
نَهَانِى
وَقالَ:
اصْنَعْ كَمَا
كَانَ رسولُ
اللّهِ #
يَصْنَعُ،
فَقُلْتُ:
وَكَيْفَ
كَانَ رسولُ
اللّهِ #
يَصْنَعُ؟ قالَ:
كَانَ إذَا
جَلَسَ في
الصََّةِ
وَضَعَ كَفَّهُ
الْيُمْنى
عَلى
فَخِذِهِ
الْيُمْنى،
وَقَبَضَ
أصَابِعَهُ
كُلَّهَا، وَأشَارَ
بِأُصْبَعِهِ
الَّتِى
تَلِى ا“بْهَامَ،
وَوَضَعَ
كَفَّهُ
الْيُسْرَى
عَلى فَخِذِهِ
الْيُسْرى[.
أخرجه الستة إ
البخارى وهذا
لفظ مسلم .
1. (2636)- Ali İbnu
Abdirrahmân el-Mu'âvî (rahimehullah) anlatıyor: "Ben namazda çakıl
taşlarını kurcalarken İbnu Ömer (radıyallâhu anh) beni gördü. Namazdan çıkınca
beni bundan nehyetti ve:
"Sen de Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yaptığı gibi
yap!" dedi. Ben:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ne yapmıştı?" diye
sordum. Ben:
"Namazda oturduğu zaman, efendimiz sağ avucunu sağ dizinin
üzerine koyarak, bütün parmaklarını yumar, başparmağını takip eden parmağıyla
da işarette bulunurdu. Sol avucunu da sol uyluğunun üstüne koyardı."[501]
ـ2ـ وفي
أخرى عن نافع
عن ابن عمر
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهما:
]وَيَدُهُ
الْيُسْرَى
عَلى رُكْبَتِهِ
الْيُسْرَى
بَاسِطُهَا
عَلَيْهَا[ .
2. (2637)- Nâfî'nin İbnu
Ömer (radıyallâhu anhümâ)'den yaptığı bir diğer rivayette şöyle denmiştir:
"...Sol eli de sol dizinin üstüne açmış olarak koydu."[502]
ـ3ـ وفي
أخرى عنه:
]وَوَضعَ
يَدَهُ
الْيُمْنى عَلى
رُكْبَتِهِ
الْيُمْنى،
وَعَقَدَ ثََثَةً
وَخَمْسِينَ،
وَأشَارَ
بِالسَّبَّابَةِ[
.
3. (2638)- Yine İbnu Ömer'den
bir başka rivayet şöyledir: "Sağ elini sağ dizi üzerine koydu. Elliüç akdi
yapıp şehadet parmağıyla işarette bulundu."[503]
ـ4ـ وفي
أخرى للنسائى
عن عليّ بن
عبدالرحمن قال:
]صَلَّيْتُ
إلى جَنْبِ
ابْنِ عُمَرَ
فَقَلَّبْتُ
الحَصى؟
فقَالَ لِى: َ
تُقَلِّبُ الحَصى،
فإنَّ
تَقْلِيبَ
الحَصى مِنَ
الشَّيْطَانِ،
وافْعَلْ
كَمَا
رَأيْتُ
رَسُولَ
اللّهِ #
يَفْعَلُ.
قُلْتُ:
وَكَيْفَ
رأيْتَ رسولَ
اللّهِ #
يَفْعَلُ؟
قالَ: هَكذَا،
وَنَصَبَ
الْيُمْنى،
وَأضْجَعَ
الْيُسْرَى،
وَوَضَعَ
يَدَهُ
الْيُمْنى
عَلى
فَخِذِهِ الْيُمْنى،
وَيَدَهُ
الْيُسْرى
عَلى
فَخِذِهِ
الْيُسْرى،
وَأشَارَ
بِالسَّبَّابَةِ[.وفي
أخرى: ]بِأُصبُعِهِ
الَّتِى
تَلِى
ا“بْهَامَ في
الْقِبْلَةِ،
وَرَمى
بِبَصَرِهِ
إلَيْهَا[ .
4. (2639)- Nesâî'nin Ali
İbnu Abdirrahmân'dan kaydettiği bir rivayette der ki: "İbnu Ömer (radıyallâhu
anhümâ)'nın yanında namaz kıldım ve namazda çakılları alt üst ettim. Bana:
"Çakılları alt üst etme. Zîra çakılların çevrilmesi şeytan
işidir. Sen de Resûlullah'ın yaptığı gibi yap. Ben O'nun ne yaptığını
gördüm" dedi. Ben:
"Resûlullah'ın ne yaptığını gördün?" diye sordum.
"Şöyle' dedi ve sağ ayağını dikti, solunu yatırdı. Sağ elini
sağ uyluğu üzerine, sol elini de sol uyluğu üzerine koydu. Şehadet parmağıyla
da işaret etti."
Bir diğer rivayette şöyle denmiştir: "Baş parmağı takip eden
parmağı ile kıbleye işaret etti, nazarlarını da ona dikti."[504]
ـ5ـ وعن
ابن الزبير
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]كانَ رسولُ
اللّهِ # إذَا
قَعَدَ في
الصََّةِ
جَعَلَ
قَدَمَهُ
الْيُسْرى
تَحْتَ فَخِذِهِ،
وَسَاقِهِ،
وَفَرَشَ
قَدَمَهُ
الْيُمْنى[ .
5. (2640)- İbnu'z-Zübeyr (radıyallâhu
anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) namazda oturunca,
sol ayağını (sağ) uyluğunun ve bacağının altına koyar, sağ ayağını da yere
döşerdi."[505]
ـ6ـ وعنه
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ
النَّبىَّ #
كانَ يُشِيرُ
بِأُصْبُعِهِ
إذَا دَعَا
وََ
يُحُرِّكُهَا
يَدْعُو
كَذلِك
وَيتَحَامَلُ
بِيَدِهِ
الْيُسْرَى
عَلى
فَخِذِهِ الْيُسْرى[
.
وفي أخرى:
]َ يُجَاوِزُ
بَصَرُهُ
إشَارَتَهُ[.
أخرجه أبو
داود، واللفظ
له والنسائى .
6. (2641)- Yine
İbnu'z-Zübeyr (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) (namazda oturur vaziyette iken), duâ edince, hareket ettirmeksizin
parmağıyla işaret yapar, bu vaziyette duâ (teşehhüd) okurdu. Sol eliyle de sol
uyluğunun üzerine dayanırdı."
Bir diğer rivayette şöyle gelmiştir: "Gözü de işaretinden ayrılmazdı."[506]
ـ7ـ وعن
وائل بن حجر
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]افْتَرَشَ
رَسُولُ
اللّهِ #
رِجْلَهُ
الْيُسْرَى،
وَرَفَعَ
يَدَهُ
يَعْنِى عَلى
فَخِذِهِ
الْيُسْرى،
وَنَصَبَ
الْيُمْنى[.
أخرجه
الترمذي
وصححه
والنسائى.وعنده:
]وَوَضَعَ ذِرَاعَيْهِ
عَلى
فَخِذَيْهِ،
وَأشَارَ
بِالسَّبَّابَةِ
يَدْعُو[ .
7. (2642)- Vâil İbnu Hucr
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sol
ayağını yere yaydı, elini sol uyluğunun üzerine koydu, sağ ayağını da
dikti."
Nesâî'nin bir rivayetinde: "Kollarını, uyluklarının üzerine
koydu. Şehadet parmağıyla işaret ederek duâ ediyordu (teşehhüdü
okuyordu)."[507]
ـ8ـ وعن
أبى يعفور
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]سَمِعْتُ
مُصْعَبَ بنَ
سَعْدِ بنِ
أبِى وَقَّاصٍ
يَقُولُ:
صَلَّيْتُ
إلى جَنْبِ
أبِى فَطَبَّقْتُ
بَيْنَ
كَفَّىَّ
وَوَضَعْتُهُمَا
بَيْنَ
فَخِذَىَّ
فَنَهَانِِى
أبِى وَقَالَ:
كُنَّا
نَفْعَلُهُ
فَنُهِينَا
عَنْهُ
وَأُمِرْنَا
أنْ نَضَعَ
أيْدِينَا
عَلى الرُّكَبِ[.
أخرجه الخمسة
إ الترمذي .
8. (2643)- Ebû Ya'fûr (radıyallâhu anh) diyor ki: "Mus'ab İbnu
Sa'd İbnu Ebî Vakkâs'ın şöyle söylediğini işittim: "Babamın yanında namaz
kılmış, namazda avuçlarımı iç içe kavuşturup uyluklarımın arasına koymuştum.
Babam bu tarzdan beni men' etti ve:
"Biz de bir ara böyle yapmıştık. Ondan nehyedildik ve
ellerimizi dizlerimizin üzerine koymakla emrolunduk" dedi."[508]
ـ9ـ وعن
عاصم بن كليب
الجرمى عن
أبيه عن جده،
واسمه شهاب بن
المجنون. قال:
]دَخَلْتُ
عَلى رَسُولِ
اللّهِ #
وَهُوَ
يُصَلِّى،
وَقَدْ وَضَعَ
يَدَهُ
الْيُسْرَى
عَلى
فَخِذِهِ
الْيُسْرى،
وَوَضَعَ
يَدَهُ
الْيُمْنى
عَلى فَخِذِهِ
الْيُمْنى،
وَقَبَضَ أصَابِعَهُ
وَبَسَطَ
السَّبَّابَةَ
وَهُوَ يَقُولُ:
يَا
مُقَلِّبَ
الْقُلُوبِ
ثَبِّتْ قَلْبِى
على دِينِكَ[.
أخرجه
الترمذي .
9. (2644)- Âsım İbnu Küleyb
el-Cermî an ebîhi an ceddihî -ki ismi de Şihâb İbnu'l-Mecnûn'dur- der ki:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın huzuruna girdim, namaz kılıyordu.
Sol elini sol uyluğunun üzerine koymuş, sağ elini de sağ uyluğunun üzerine
koymuş idi. (Sağ elin) parmakları hep yumuk, sadece işaret parmağı açıktı.
Şöyle duâ ediyordu:
"Ey kalbleri döndüren Allah'ım, kalbimi dînin üzerine sâbit
kıl."[509]
ـ10ـ وله في
أخرى عن أبى
حميد الساعدى:
]جَلَسَ يَعْنِى
لِلتَّشَهُّدِ:
فَافْتَرَشَ
رِجْلَهُ
الْيُسْرَى،
وَأقْبَلَ
بِصَدْرِ
الْيُمْنى
عَلى
قِبْلَتِهِ[ .
10. (2645)- Ebû Humeyd
es-Sâidî'den yine Tirmizî'nin bir rivayetinde şöyle denir: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) teşehhüd için oturdu, sol ayağını yayıp sağ göğsünü
kıbleye çevirdi..."[510]
ـ11ـ
وللنسائى:
]إذَا كانَ في
الرَّكْعَةِ
الَّتِى
تَنْقَضِى
فِيهَا
الصََّةُ
أخْرَجَ رِجْلَهُ
الْيُسْرى،
وقَعَدَ عَلى
شِقِّهِ مُتَوَرِّكاً،
ثُمَّ سَلّمَ[.وله
في أخرى:
»رَافِعاً
إصْبَعَهُ
السَّبَّابَةَ
قَدْ
أحْنَاهَا
شَيْئاً« .
11. (2646)- Nesâî'deki
rivayette şu ziyade var: "Namazın sona erdiği rek'atte sol ayağını geride
bırakmış ve uyluk kemiğine dayanarak oturmuş, sonra da selam vermişti."
Yine Nesâî'nin bir diğer rivayetinde şu ziyade var: "Şehadet
parmağını kaldırmış ve onu hafif eğmiş (vaziyette teşehhüdü okuyordu)."[511]
ـ12ـ وعن
عبداللّه بن
عبداللّه بن
عمر قال: ]كانَ
ابنُ عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما
يَتَرَبَّعُ
في الصََّةِ
إذَا جَلَسَ،
فَفَعَلْتُهُ
وَأنَا
يَوْمَئِذٍ
حَدِيثُ
السِّنِّ،
فَنَهَانِى
وَقَالَ:
إنَّمَا
سُنَّةُ الصََّةِ
أنْ تَنْصِبَ
رِجْلَكْ
الْيُمْنى، وَتَثْنِىَ
الْيُسْرى،
فَقُلْتُ:
إنَّكَ تَفْعَلُ
ذلِكَ؟
فقَالَ: إنَّ
رِجَْىَ َ
تَحْمَِنِى[.
أخرجه
البخارى،
وهذا لفظه،
ومالك والنسائى
.
12. (2647)- Abdullah İbnu
Abdillah İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "İbnu Ömer namazda
oturunca bağdaş kurardı. Aynı şeyi ben de yaptım. O sırada yaşım gençti. Beni
bundan nehyetti. Ve dedi ki:
"Namazın sünneti sağ ayağını dikmen, solu da bükmendir."
Ben kendisine:
"Ama sen bunu yapıyorsun!" dedim. Bunun üzerine:
"Ayaklarım beni taşımıyor" diye açıklamada
bulundu."[512]
ـ13ـ وفي
رواية
النسائى: ]أنْ
تَنْصِبَ
الْقَدَمَ
الْيُمْنى،
وَاسْتِقْبَالَهُ
بِأصَابِعِهَا
الْقِبْلَةَ
وَالجُلُوسَ
عَلى الْيُسْرى[
.
13. (2648)- Nesâî'nin
rivayetinde şöyle denmiştir: "... (Namazın sünneti) sağ ayağını dikmen,
parmaklarını kıbleye yöneltmen ve sol (ayak ) üzerine de oturmandır."[513]
ـ14ـ وعن
طاوس قال:
]قُلْتُ بْنِ
عَبَّاسٍ في
ا“فْعَاءِ
عَلى
الْقَدَمَيْنِ
فقَالَ: هِىَ
السُّنَّةُ،
فَقُلْنَا
لَهُ: إنَّا
لَنَرَاهُ جَفَاءً
بِالرَّجُلِ،
فقَالَ: بَلْ
هِىَ سُنَّةُ
نَبِىِّكُمْ
#[. أخرجه مسلم
وأبو داود والترمذي،
وهذا لفظ
مسلم.وزاد أبو
داود: بَعْدُ »عَلى
الْقَدَمَيْنِ
في
السُّجُودِ«
14. (2649)- Tâvus
(rahimehullah) anlatıyor: "İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ)'a (namaz'da)
iki ayak üzerine ik'â hakkında sordum.
"Bu sünnettir" dedi. Kendisine:
"Biz bunu erkeğe eziyet görüyoruz!" dedik. O tekrar:
"Bilakis, o, Peygamberiniz (aleyhissalâtu vesselâm)'in
sünnetidir!" dedi."[514]
Ebû Dâvud'da, "iki ayak üzerine" tabirinden sonra
"secdede" ziyadesi mevcuttur.[515]
ـ15ـ وعن
ابن مسعود
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كانَ
رَسُولُ
اللّه # إذَا
جَلَسَ في
الرَّكْعَتَيْنِ
ا‘ولَيَيْنِ
كَأنَّهُ
عَلى الرَّضْفِ
حَتَّى
يَقُومَ[.
أخرجه أصحاب
السنن.»الرَّضْفُ«:
بسكون الضاد
المعجمة جمع
رضفة، وهى
الحجارة
المحماة .
15. (2650)- İbnu Mes'ud
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ilk iki
rek'atte oturunca, (çabuk) kalkmak için sanki kızgın taş üzerine oturmuş
gibiydi."[516]
AÇIKLAMA:
Bu kısımda yer alan onbeş kadar rivayet namazın celselerinde
sünnete uygun oturuş tarzını beyan etmektedir. Bu rivayetlerden ortaya çıkan
hükümleri şöyle tesbit edebiliriz:
1- İlk iki rek'atteki oturuş ile son rek'atteki oturuş, şekil
olarak aynı olsa bile müddet olarak farklıdır. Birinci oturuş kısadır. Bundaki
kısalık 2650 numaralı hadiste latif bir teşbihle ifade edilmiştir: "Kızgın
taş üzerine oturmuş gibi oturmak." Şârihler, bu teşbihten maksadın cülûsun
hafifliğini ifade olduğunu belirtirler. Yani sadece teşehhüd okunup kalkılacak,
salavât ve duâ ilave edilmeyecek demektir. Hanefîlere göre ilave bir şey
okunursa sehiv secdesi gerekir. Şâfiîler salavât da okunabilir demiştir.
2- Namazda oturuşun kendine has bir şekli var. Bu şekil, ayakların vaziyetinden, ellerin ve
hatta parmakların vaziyetine kadar bazı teferru-âta şâmildir. Şöyle ki:
* Sağ ayak, parmaklar, kıble istikâmetinde olacak şekilde
dikilecek; sol ayak, sırtı üzerine yere döşenecek ve sol ayak üzerine
oturulacak, sağ el sağ uyluk, sol el de sol uyluk üzerine dize yakın olarak
konulacaktır, diz üzerine de konulabilir.
Ancak 2640 numarada İbnu'z-Zübeyr'den gelen rivayet sol ayağı sağ
uylukla baldırın altına koyup sağ ayağı da yere döşeyip onun üzerine oturmayı
tarif etmektedir. Bu rivayette sağ ayağın yere döşenmesi epeyce bir ihtilaf
konusu olmuştur, zîra oturuşta sağ ayağın dikileceği hususunda ulema ittifak
eder. Ancak Kadı İyâz sağ ayağı döşemenin mânası onu parmaklar üzerine dikmeyip
ayağını yatırmak diye bir açıklama yapar. Bu muhtar kavildir. Öyle ise meşrû
olan iki sûret ortaya çıkmaktadır:
a) Sağ ayağı dikerek oturmak,
b) Yatırarak oturmak. Her ikisi de sahih rivayetlerde geldiği
için ulema: "Dikmek müstehab ise de terki de câizdir, Resûlullah cevazı
göstermek için her ikisine de yer vermiştir" demiştir.
Ancak, bazı âlimler daha ileri giderek teverrük denen, ayakları
yatırarak[517]
oturmanın son oturuşa, iftirâş denen ve sağ ayağı dikip, sol ayağı da yatırarak
üzerine oturmaktan ibaret şeklin birinci oturuşa ait olduğunu söylemiştir.
Şâfiî ve bazı fakihler bu görüştedir.
Ebû Hanîfe ve fakihler her iki cülûsta da erkeklerin iftirâş
kadınların teverrük sûretinde oturmasını efdal kabul eder.
Mâlikîlere göre her iki cülûsta teverrük efdaldir.
* Sağ elin parmakları şu şekilde yumulacak: Baş parmakla orta
parmak bir halka yapacak şekilde bir araya gelecek şehadet parmağı kıble
istikametini işaret eder şekilde yumulmayıp düz kalacak. 2638 numaralı
rivayette geçen elliüç akdini, Nevevî şöyle izah eder: "Hesap ilmi
mensuplarına göre, bu tabirle, serçe parmağının kenarının yüzük parmağı
üzerinde konması ifade edilir. Ancak burada murad o değildir. Sadedinde
olduğumuz hadiste bu tabirle serçe parmağının el ayası üzerine konarak
hesapçıların ellidokuz dedikleri şekli vermektir."
* 2643 numaralı hadiste geçen avuçları iç içe kavuşturarak bacaklar
arasına koyarak oturma tarzı hakkında daha önce açıklama geçmiştir (2590
numaralı hadis).
* Sağ el parmaklarının yumulup, şehadet parmağıyla işaret verilmesi
ile ilgili olarak da bir kısım teferruât üzerinde ihtilaf edilmiştir. Mesela
parmakların yumulma zamanı, baş parmağın vaziyeti diz üzerinde sâbit mi,
hareket edecek mi?... gibi. Bu mevzuya giren hadislerin hepsine Teysîr yer
vermez. Sözgelimi 2641 numaralı hadiste şehadet parmağıyla ilgili olarak geçen
"hareket ettirmeksizin" tabiri ile 2646 numaralı hadiste geçen,
"hafif eğmiş" tabiri, şehadet parmağının vaziyetiyle ilgili ihtilaflı
rivayetlerin varlığına delâlet ederler.
Âlimler, bu ihtilaflı rivayetleri, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)' ın değişik zamanlarda bu farklı tarzların hepsine yer vermiş
olduğunu belirterek te'vil ederler. Teferruâta girmeden mezhebimizce de
benimsenmiş olan şehadet parmağıyla işaret verme tarzını belirtelim:
Teşehhüd duâsı okunurken, sıra tevhide gelince, tevhid'in Lâilâhe
kısmı söylenirken sağ elin diğer parmakları yumulurken şehadet parmağı yukarıya
kaldırılır, illallah denilirken indirilir. Bazı rivayetler şehadet getirirken
şehadet parmağını kaldırmaktan başka hareket de ettirilebileceğini söyler.
Hanefî fakihlerden İmam Muhammed bu yumma işinin, şehadet parmağı kalkarken sağ
elin baş parmağı ile orta parmağının halka olacak şekilde bir araya getirilip
diğer iki parmağın da yumulmasıyla gerçekleştirileceğini söyler. Bazı fakihler
parmakların yumulmadan şehadet parmağıyla işaret verileceğini; diğer bazıları
da baş parmağı diğer parmakların altına getirerek şehadet parmağının
kaldırılacağını söylemiştir. Şehadet parmağının kaldırılmasını gereksiz gören
de olmuştur. Ancak bu sahih rivayete aykırıdır. Parmak kaldırmaya Keydânî
"haram" demiştir, ancak bu görüş, tekfire varacak şiddette ciddî
tenkidle karşılaşmıştır.
Şehadet parmağını kaldırmak sahih rivayetlerle sâbit bir sünnet
olmaktan başka kuûd sırasında gözün vaziyetini de yönlendirmektedir. Çünkü
2639-2641 numaralı rivayetlerde de geçtiği üzere, göz, kuûd sırasında kalkmış
vaziyetteki şehadet parmağını takib edecektir. Ayrıca, şehadet parmağı
kaldırılırken, tevhid yani Allah'ın bir olduğu niyet edilip hatırlanacaktır.
3- Yukarıda kaydedilen hadiste iki farklı oturuş şekli
üzerinde daha durulmuştur: Bağdaş kurma ve ik'â. Daha önce de geçtiği üzere
bazı rivayetler, selefin bağdaş kurarak namaz kıldığını mevzubahis eder. 2647
numaralı rivayet bunun bir özre binaen tecviz edildiğini göstermektedir. Normal
şartlarda bağdaş kurarak namaz kılmaya ulema cevaz vermemiştir. İbnu Abdilberr
sağlam kimsenin bağdaş kurarak farz namaz kılmasının câiz olmadığında icma
edildiğini belirtir. Nafile namazlarla, hasta kimsenin farzlarda bağdaş kurarak
kılacağı namaz hususunda ihtilaf olmuştur. İbnu Mes'ud'dan gelen bir rivayet
O'nun bunu haram telakki ettiğini ifade ederse de âlimler çoğunluk itibariyle
teşehhüdde oturuş şeklinin sünnet olduğunda ittifak etmişlerdir.
İk'â'ya gelince buna 2649 numaralı hadiste temas edilmekte ve
sünnet olduğu belirtilmektedir. İk'â'yı tarif eden âlimler onu tavsifte ihtilaf
ettikleri için dilimizdeki bir karşılığı ile tercüme etmeyi uygun görmeyip, ne
olduğunu burada açıklamaya bıraktık.
Evet ik'â إِكْعَاء
denilen
oturuş şekli nedir? Nevevî bu soruya şöyle cevap verir: "Bil ki, ik'â hakkında
iki (çeşit) hadis vârid olmuştur. Biri sadendinde olduğumuz bu hadistir. Ve
bunda ik'â'nın sünnet olduğunu söylemektedir. Tirmizî ve başkaları tarafından
rivayet edilen diğer bir hadiste ise ik'â yasaklanmaktadır."
Nevevî hadislerin kaynaklarını belirttikten sonra der ki:
"Ulema ik'â'nın hükmü ve tefsiri hususlarında pek çok ihtilaflara
düşmüştür. Gerçek olan şu ki, ik'â iki çeşittir: Biri "köpeğin ik'âsı
gibi, kabalarını yere dayayıp bacaklarını dikmesi, ellerini de yere
dayamasıdır." Ebû Ubeyde Ma'mer İbnu Müsennâ ve arkadaşı Ebû Ubeyd
el-Kâsım İbnu Sellâm ve diğer lügatçiler ik'âyı böyle tarif ederler. İşte, bu
ik'â mekruhtur. Yasaklayıcı rivayetler bu ik'â hakkında vârid olmuştur.
İkinci çeşit ik'â, kişinin kabalarını iki secde arasında
ökçelerinin üzerine koymasıdır. Sadedinde olduğumuz hadiste İbnu Abbâs'ın
"Peygamberimizin sünnetidir" dediği ik'â budur. İbnu Abbâs'tan hadis:
"Ökçelerinin kabalarına değmesi sünnettir" diye açıklanmış olarak da
rivayet edilmiştir.
Mezheplere göre sünnet olan oturuş şeklini yukarıda belirttik.
Burada, daha önce geçmiş olan bir teferruâtı tekrar hatırlatıyoruz: Şâfiî
hazretleri iki secde arasında bir miktarcık oturmayı sünnet addetmişti. İşte o
oturuş, İbnu Abbâs'ın bu hadiste sünnet dediği ik'â tarzında olacaktır. [518]
ـ1ـ عن
عامر بن سعد
عن أبيه
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كانَ
رَسولُ
اللّهِ #
يُسَلِّمُ
عَنْ يَمِينِهِ
وَعَنْ
يَسَارِهِ
حَتَّى أرَى بَيَاضَ
خَدِّهِ[.
أخرجه مسلم
والنسائى .
1. (2651)- Âmir İbnu Sa'd, babasından (radıyallâhu anh)
naklediyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) (namazını tamamlayınca)
sağına ve soluna selam verirdi, öyle ki ben (geride olduğum halde) yanağının
beyazlığını görürdüm."[519]
ـ2ـ وعن
ابن مسعود
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ النَّبىَّ
# كانَ
يُسَلِّمُ
عَنْ
يَمِينِهِ وَعَنْ
شِمَالِهِ:
السََّمُ
عَلَيْكُمْ
وَرَحْمَةُ
اللّهِ
السََّمُ
عَلَيْكُمْ
وَرَحْمَةُ
اللّهِ[.
أخرجه أصحاب
السنن.وزاد
أبو داود بعد
قوله شماله:
»حَتَّى نَرَى
بَيَاضَ
خَدِّهِ«.وزاد
النسائى:
»حَتَّى نَرَى
بَيَاضَ
خَدِّهِ مِنْ هَاهُنَا،
وَبَيَاضَ
خَدِّهِ مِنْ
هَاهُنَا« .
2. (2652)- İbnu Mes'ud
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) (namazı
bitince) sağına ve soluna selam verir, şöyle derdi: "Esselâmu aleyküm ve
rahmetullah, esselâmu aleyküm ve rahmetullah."[520] Ebû Dâvud'da
"soluna" tabirinden sonra şu ziyade yer alır: "...Öyle ki
yanağının beyazını gördük."
Nesâî'de ise şu ziyade vardır: "...Öyle ki, şu taraftan
yanağının beyazlığını görürdük."[521]
ـ3ـ وفي
أخرى ‘بى داود
عن وائل بن
حجر: ]كانَ
يُسَلِّمُ
عَنْ
يَمِينِهِ:
السََّمُ
عَلَيْكُمْ
وَرَحْمَةُ
اللّهِ
وَبَرَكَاتُهُ،
وَعَنْ
شِِمَالِهِ: السََّمُ
عَلَيْكُمْ
وَرَحْمَةُ
اللّهِ[.وله
في أخرى عن
سمرة بن جندب:
»ثُمَّ
سَلِّمُوا عَلى
أقَارِبِكُمْ
وَعلى
أنْفُسِكُمْ«.
3. (2653)- Ebû Dâvud'un Vâil
İbnu Hucr (radıyallâhu anh)'dan yaptığı bir diğer rivayette şöyle gelmiştir:
"[Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)] sağına, "esselâmu aleyküm ve
rahmetullah ve berekâtuhu" diyerek, soluna da "esselamu aleyküm ve
rahmetullah" diyerek selam verirdi."
Yine Ebû Dâvud'da Semüre İbnu Cündeb'ten gelen bir rivayette:
"...sonra imamınıza ve kendinize selam verin" buyurulmuştur."[522]
AÇIKLAMA:
Semüre'den rivayet edilen hadisin Ebû Dâvud'daki aslı ile
Teysîr'de kaydedilen şekli arasında fark var. Teysîr'de على
اقاربكم denmiş iken, asılda على
إمَامكُم denmektedir. Kâri, okuyucu demek ise de
hadislerde imam mânasında geçmektedir. Burada da imam demektir. Biz tercümeyi
buna göre yaptık.[523]
ـ4ـ وعن
جابر بن سمرة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]كُنَّا إذا
صَلَّيْنَا
مَعَ رسولِ
اللّهِ #.
قُلْنَا
بِأيْدِينَا:
السََّمُ
عَلَيْكُمْ
وَرَحْمَةُ
اللّهِ،
وَأشَارَ
بِيَدِهِ الى
الجَانِبَيْنِ،
فقَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
عََمَ تُومُونَ
بأيْدِيكُمْ؟
مَالِى أرَى
أيْدِيكُمْ
كَأنَّهَا
أذْنَابُ
خَيْلٍ
شُمْسٍ؟ اسْكُنُوا
في الصََّةِ،
وَإنَّمَا
يَكْفِى أحَدَكُمْ
أنْ يَضَعَ
يَدَهُ عَلى
فَخِذِهِ، ثُمَّ
يُسَلِّمُ
عَلى أخِيهِ
مِنْ
يَمِينِهِ
وَشِمَالِهِ[.
أخرجه مسلم
وأبو داود
والنسائى.»الشَّمْسُ«:
بضم الشين
المعجمة
وسكون الميم
جمع شموس بفتح
الشين، وهى
النفورة من
الدوابّ
التى تستقرّ
لنفورها
وحدّتها .
4. (2654)- Câbir İbnu
Semüre (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile beraber namaz kılınca,
ellerimizle (işaret ederek): "Esselâmu aleyküm ve rahmetullâhi"
demiştik -ve eliyle de iki tarafına işaret etti. -Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bunun üzerine:
"Ellerinizle neye işaret ediyorsunuz? Niye ellerinizi hırçın
atların kuyruğu gibi (kıpırdak) görüyorum? Namazda sakin olun. Herbirinizin
ellerini dizlerine koyup, sonra sağındaki ve solundaki kardeşine selam vermesi
yeterlidir!"[524]
ـ5ـ وعن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]كَانَ رَسولُ
اللّهِ # إذَا
سَلَّمَ لَمْ
يَقْعُدْ إَّ
مِقْدَارَ
مَا يَقُولُ:
اللَّهُمَّ
أنْتَ السََّمُ
وَمِنْكَ
السََّمُ
تَبَارَكْتَ
يَاذَا
الجََلِ
وَا“كْرَامِ[.
أخرجه مسلم
والترمذي .
5. (2655)- Hz. Âişe
(radıyallâhu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) selam
verince: "Allahümme ente'sselâm ve minke'sselâm. Tebârekte yâ ze'lcelâli
ve'l-ikrâm" diyecek kadar otururdu."
Bu cümlenin mânası: "Ey Allah'ım! Sen selamsın (her çeşit
ayıp, kusur ve âfetlerden uzaksın). İnsanların mazhar olduğu selâmet sendendir.
Ey Celâl ve ikram sahibi Rabbimiz! Senin
şânın yücedir" demektir."[525]
ـ6ـ وعن
سمرة بن جندب
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال:
]أمَرَنَا
النّبىُّ #
أنْ نَرُدَّ
عَلى ا“مَامِ،
وَأنْ
نَتَحَابَّ،
وَأنْ
يُسَلِّمَ بَعْضُنَا
عَلى بَعْضٍ[.
أخرجه أبو
داود .
6. (2656)- Semüre İbnu
Cündeb (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
imamın selamına selamla mukâbele etmemizi, birbirimizi sevmemizi, birbirimize
selam vermemizi emretti."[526]
AÇIKLAMA:
Bu kısımda kaydedilen altı aded hadis, namazın bitiminde verilecek
selamla ilgilidir. Bu hadislerde ortaya çıkan ahkâmı şöyle özetleyebiliriz:
1) Namazın bitiminde (teşehhüd, salât ve dualardan sonra) baş
sağa ve sola çevrilerek selam verilecektir (2651).
2) Selam verirken sağ ve sol cephelere ayrı ayrı esselâmu
aleyküm ve rahmetullah denecektir (2652, 2653). Sağdan başlamak efdaldir.
Nevevî, "her iki selamda sola veya sağa veya öne verilse, veya önce soldan
başlansa selam sahih olur, fakat fazîlet kaçırılır" der. Sağa ve sola
dönüş mübâlağalı olacaktır. Hadiste geçen "... yanağının beyazlığı
görülünceye kadar sağa (sola) döndü..." sözü bu mübâlağa ile te'vil
edilmiştir.
3) Selam verirken, imamın selamına mukâbele etmeye niyet
edilecektir (2653, 2656). Aliyyü'l-Kârî'nin Mirkât'da belirttiği üzere, imamın
sağında olanlar ikinci selamla, solunda olanlar ise birinci selamla, tam geri
hizasında olanlar da her iki selamla imama selam vermeyi niyet edecektir. Bu,
Hanefîlere göre yapılmış bir te'vildir.
Neylü'l-Evtâr'da Şâfiîlerin şöyle te'vil ettiği belirtilir:
"İmamın sağındaki kimse, ikinci selamında imama mukâbele etmeyi niyet
eder. Solundaki, birinci selamda imama mukâbeleye niyet eder, hizasında olan
kimse istediği selamda imama mukâbele etmeyi niyet eder, ancak birincideki
niyet daha iyidir." İbnu Mâce'nin rivayeti şöyledir: "Resûlullah bize
imamlarımıza ve birbirimize selam vermemizi emretti."
Mâlikîlere göre musallinin imama mukabelesi imamın söylediğini
aynen söylemekle olur. Onlara göre imama uyan (me'mûm) üç selamda bulunur:
Birincisi ile namazdan çıkar, bunu hafif sağa dönerek karşısına verir. İkinci
selamı imamadır, üçüncü selamı da solundakileredir.
4) Kendine selam verilecektir (2653). İlk nazarda garib de
gelse, Resûlullah, kişinin kendine selam vermeyi de niyet etmesini
emretmektedir. Esasen bir âyette: "... Evlere girdiğiniz zaman kendinize,
ehlinize Allah katından bereket, esenlik ve güzellik dileyerek selam
verin" (Nûr 61) buyrularak nefsimize selam vermek Allah tarafından
emredilmiştir. Şu halde Resûlullah'ın emri, namazdaki selamda da kendimizi
niyet etmemizin gereğini irşad etmektedir. Selamın mahiyeti açısından bu
tabiîdir. Çünkü, selam bir duâdır, bir teavvüz duâsıdır, yani Allah'tan sığınma
talebi ve O'na ilticâdır. Yani selam, Allah'ın bir ismi olması haysiyetiyle
esselâmu aleyküm demek: "Allah üzerine hafîz ve vekil olsun"
demektir. Şu mânaya geldiği de söylenmiştir: "Selâmet ve necât (kurtuluş)
bulasınız." Kişi namaz selamı sırasında kendini de niyetine almakla bu
temennilere şahsını da dahil etmiş olmaktadır. Bazı âlimler sağa verilen
selamla sadece sağındaki melekleri ve diğer mevcut emsalini değil, Hz. Âdem
devrinden beri geçmiş emsalini; sola selamla da soldaki melekleri ve emsalini
ve Kıyâmete kadar gelecek ehl-i îman emsalini kastedeceğini söylemişlerdir.
Tirmizî'de ve Ahmed İbnu Hanbel'in Müsned' inde gelen bir rivayette Hz.
Peygamber'in selamı bu şekilde geniş tuttuğu belirtilir. "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) öğleden önce dört, öğleden sonra dört, ikindiden sonra
dört rek'at kılar, her iki rek'atin arasını mukarreb meleklere, peygamberlere
ve onlarla olan mü'min kimselere selamla ayırırdı." Bazı âlimler burada
teşehhüddeki selamın kastedildiğini söylemiştir. Ancak hemen belirtileceği
üzere teşehhüd selamı ile tahlîl selamı arasında irtibat olmadığını söylemek
zor ve çok tekellüflü olur. Tahlîl selamı imam'ın cemaate, cemaatin imam'a ve
etrafındakilere selamıdır diye kesip atacak olsak tek başına kılanların
selamını nasıl değerlendireceğiz?
Sırf selam vesilesiyle mü'minin ulaştığı bu hayal gücü ve tefekkür
derinliği, namazın rûhî hayatımıza kazandırdığı müstesnâ zenginliklerden sadece
biridir. Rabbimizin namaz nimetine şükrümüzü edadan gerçekten ne kadar âciziz!
NOT: Âlimler, selam'ın eliflâmlı olup olmaması hususunda ihtilaf
etmişlerdir. Bazıları eliflâmsız olabileceğini söylemiş ise de esselam şeklinde
eliflamlı olmasının efdal olduğunu belirtmiştir. Ancak diğer bir kısım âlimler
eliflâm olmasının vâcib olduğunda ısrar etmiştir. "Çünkü derler, bütün
rivayetler eliflâmlıdır, zaten teşehhüdde de geçmiştir, öyle ise tekrar
edilirken mutlaka eliflâm'la mârife yapılması gerekir."
5) Namazda sağ ve sola selam verilirken eller uylukların
üzerinde olacak. Sözle verilen selama elkol, parmak hareketi refâkât etmeyecek
(2654). Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) namazın sonunda selam sırasında eliyle
işaret ve imada bulunanlara müdâhale etmiş ve bu davranışı huysuz atların
mânasız ve yersiz kuyruk sallamalarına benzetmiştir.
Ashâbın bu davranışı, namazda huşû ve sükûnetle ilgili ahkâmın ve
teferruâta inen bir kısım ahkâm ve âdâbın teşriînden önceye rastlar. Bu
müdahale de işaret ettiğimiz bir teşriât olmaktadır. Rivayetler, bidayette
namaz içinde mü'minlerin yürüdüklerini, selamlaştıklarını ve hatta
konuştuklarını belirtir. Zaman içerisinde ve bilhassa huşû ile ilgili âyet
geldikten sonra namazla ilgili âdâb tamamlanmış, son şeklini almıştır.
6) Namazdan selamla çıkınca, namaz hali üzere kalınmayacaktır.
Namaz hali üzere kalmanın miktarı Allahümme ente'sselam ve minke'sselam,
tebârekte yâ ze'lcelâli ve'l-ikrâm deme müddeti kadardır (2655). Esasen selam'a
tahlîl selamı denmiştir. Yani namaz halinde uyulması gereken yasakların
kalkması, helal olması selamı. Öyle ise, selamdan sonra o hal fazla
uzatılmayacaktır. Konuşmak, sağa sola dönmek, vaziyetini değiştirmek, kalkıp
gitmek artık helaldir.[527]
ـ1ـ عن أبى
حميد الساعدى
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]وَكَانَ
قاعِداً مَعَ
نَفَرٍ مِنْ
أصْحَابِ
رَسُُولِ
اللّهِ #
فَذَكَرُوا
صََةَ رَسولِ
اللّهِ #،
فقَالَ: أنَا
أعلَمُكُمْ
بِصََتِهِ #
قالُوا:
فَلِمَ؟
فَوَاللّهِ
مَا كُنْتَ بِأكْثَرَ
مِنَّا لَهُ
تَبَعاً، وََ
أقْدَمَ مِنَّا
لَهُ
صُحْبَةً؟
قاَلَ: بَلى،
قالُوا: فَاعْرِضْ.
قالَ: كانَ
إذَا قَامَ
إلى الصََّةِ
يَرْفَعُ
يَدَيْهِ
حَتَّى
يُحَاذِىَ
بِهِمَا
مَنْكِبَيْهِ،
ثُمَّ
يُكبِّرُ
حَتَّى يَقِرَّ
كُلُّ عَظْمٍ
في
مَوْضِعِهِ
مُعْتَدًِ،
ثُمَّ
يَقْرَأُ،
ثُمَّ
يُكَبِّرُ
وَيَرْفَعُ يَدَيْهِ
حَتَّى
يُحَاذِىَ
بِهِمَا
مَنْكِبَيْهِ،
ثُمَّ
يَرْكَعُ
وَيَضَعُ
رَاحَتَيْهِ
عَلى
رُكْبَتَيْهِ،
ثُمَّ
يَعْتَدِلُ
وََ
يُصَوِّبُ
رَأسَهُ وََ
يُقْنِعُ،
ثُمَّ
يَرْفَعُ
رَأسَهُ
فَيَقُولُ:
سَمِعَ اللّهُ
لِمَنْ
حَمِدَهُ،
ثُمَّ
يَرْفَعُ
يَدَيْهِ
حَتَّى يُحَاذِى
بِهِمَا
مَنْكِبَيْهِ
مُعْتَدًِ،
ثُمَّ
يَقُولُ:
اللّهُ
أكْبَرُ،
ثُمَّ
يَهْوِى إلى
ا‘رْضِ
فَيُجَافِى
يَدَيْهِ
عَنْ جَنْبَيْهِ،
ثُمَّ
يَرْفَعُ
رَأسَهُ
وَيَثْنِى رِجْلَهُ
الْيُسْرَى
فَيَقْعُدَ
عَلَيْهَا
وَيَفْتَحُ
اَصَابِعَ
رِجْلَيْهِ
إذَا سَجَدَ،
ثُمَّ يَسْجُدُ،
ثُمَّ
يَقُولُ:
اللّهُ
أكْبَرُ وَيَرفَعُ
رَأسَهُ
فَيَثْنِى
رِجْلَهُ
الْيُسْرى،
فَيَقْعُدُ
عَلَيْهَا
حَتَّى يَرْجِعَ
كُلُّ عَظْمٍ
إلى
مَوْضِعِهِ،
ثُمَّ يَصْنَعُ
في ا‘خْرَى
مِثْلَ
ذَلِكَ،
ثُمَّ إذَا
قامَ مِنْ الرَّكْعَتَيْنِ
كَبَّرَ
وَرَفَعَ
يَدَيهِ حَتَّى
يُحَاذِى
بِهِمَا
مَنْكِبَيْهِ
كَمَا
كَبَّرَ
عِنْدَ
افْتِتَاحِ
الصََّةِ، ثُمَّ
يَصْنَعُ
ذَلِكَ في
بَقِيَّةِ
صََتِهِ،
حَتَّى إذَا
كَانَتِ
السَّجْدَةُ
الَّتِى
فِيهَا
التَّسْلِيمُ
أخْرَجَ
رِجْلَهُ
الْيُسْرى،
وَقَعَدَ
مُتَوَرِّكاً
عَلى شِقِّهِ
ا‘يْسَرَ. قَالُوا:
صَدَقْتَ،
هكذَا كانَ
يُصَلِّى
رَسولُ
اللّهِ #[.
أخرجه
البخارى
مختصراً،
وأبو داود
والترمذي.
1. (2657)- Ebû Humeyd
es-Sâidî (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Kendisi, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın Ashâbından on kişilik bir grupla oturuyor idi. Resûlullah'ın
namazını zikrettiler. Bunun üzerine:
"Ben içinizde Aleyhissalâtu vesselâm'ın namazını en iyi bilen
kimseyim!" dedi. Yanındakiler:
"Nasıl olur. Allah'a yemin olsun, sen O'na bizden daha çok
tâbi olmuş bizden önce onun sohbetine katılmış değilsin!" dediler. O:
"Herşeye rağmen!" deyip (ısrar edince):
"Peki (Efendimizin nasıl namaz kıldığını) arzet görelim"
dediler. O da anlattı:
"Aleyhissalâtu vesselâm, namaza kalkınca kollarını omuzları
hizasına kadar kaldırırdı. Bütün kemikleri mûtedil şekilde yerlerinde
istikrarını bulunca tekbir getirir, sonra kırâatte bulunur, sonra tekrar tekbir
getirir, ellerini omuzları hizasına kadar kaldırır, sonra rükûya gider ve el
ayalarını dizlerinin üzerine koyar, sonra o durumda mûtedil bir vaziyet alır,
başını ne aşağı kırar ne de yukarı kaldırır, sonra başını kaldırıp:
"Semi'allâhu limen hamideh (Allah kendisine hamdedeni işitir)!" der,
sonra ellerini tekrar omuzlarının hizasına kadar mutedil şekilde kaldırır, sonra:
"Allahu ekber!" deyip yere eğilir, ellerini yanlarına açar, sonra
başını kaldırır, sol ayağını büker, üzerine oturur, secde edince ayaklarının
parmaklarını açar, sonra secde eder, sonra: "Allahu ekber!" der,
başını kaldırır, sol ayağını büker, her kemik yerine gelinceye kadar sol
ayağının üzerine oturur. Sonra aynı şeyleri diğer (rek'at)de yapardı.
Sonra iki rek'ati (tamamlayıp) kalkınca, iftitah tekbirinde olduğu
gibi tekbir getirir, ellerini omuzlarının hizasına kadar kaldırır. Sonra aynı
şeyleri namazın geri kalan kısmında da yapardı.
Selam vereceği son rek'atin secdesi olunca sol ayağını (mak'adının
altından sağ tarafına) çıkarır ve sol tarafı üzerine yere çökerek
otururdu."
(Onun bu açıklamasını dinleyince yanındakiler:) "Doğru
söyledin, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) böyle namaz kılardı!"
dediler."[528]
AÇIKLAMA:
1- Hadisin râvisi Ebû Humeyd es-Sâidî'nin ismi ihtilaflıdır:
"Abdurrahman İbnu Amr İbni Sa'd, Abdurrahman İbnu Sa'd, Münzir İbnu Sa'd
İbni Mâlik. Annesi Ümâme Bintu Sa'lebe'dir. Medîneli addedilir, Hz. Muâviye'nin
hilafetinin sonunda vefat etmiştir.
2- Hadiste geçen oturuş tarzı 2650. hadiste yeterince
açıklandığı için tekrar etmeyeceğiz.[529]
ـ2ـ وعن
رفاعة بن رافع
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال:
]بَيْنَنَا
نَحْنُ في
المَسْجِدِ
إذْ جَاءَ
رَجُلٌ
كالْبَدَوِىِّ،
فَصلَّى
فَأخَفَّ
صََتَهُ،
ثُمَّ انْصَرَفَ
فَسَلَّمَ
عَلى
النَّبىِّ #،
فقَالَ النّبىُّ
#:
وَعَلَيْكَ،
فارْجِعْ
فَصَلِّ فإنَّكَ
لَمْ
تُصَلِّ،
فَرَجَعَ
فَصَلى، ثُمَّ
جَاءَ
فَسَلَّمَ
عَلى
النّبىِّ #
فَرَدَّ عَلَيْهِ،
فَقَال:
ارْجِعْ
فَصَلِّ
فَإنَّكَ
لَمْ تُصَلِّ
فَفَعَلَ
ذلِكَ
مَرَّتَيْنِ
أوْ ثََثاً
كُلُّ ذلِكَ
يَقُولُ:
ارْجِعْ
فَصَلِّ فإنَّكَ
لَمْ
تُصَلِّ،
فَخَافَ
النَّاسُ وَكَبَّرَ
عَلَيْهِمْ
أنْ يَكُونَ
مَنْ أخَفَّ
صََتَهُ لَمْ
يُصَلِّ،
فقَالَ
الرَّجُلُ في
آخِرِ ذلِكَ:
فَأرِنِى
وَعَلِّمْنِى،
فإنَّمَا
أنَا بَشَرٌ
أُصِيبُ
وَأخْطئُ،
فقَالَ: أجَلْ
إذَا قُمْتَ
إلى الصََّةِ
فَتَوَضَّأ
كَمَا أمَرَكَ
اللّهُ
تَعالى،
ثُمَّ
تَشَهَّدْ فَأقِمْ،
فإنْ كَانَ
مَعَكَ
قُرآنٌ
فَاقْرَأْ
وَإَّ
فاحْمَدِ
اللّهَ
وَكَبِّرْهُ
وَهَلِّلْهُ
ثُمَّ
ارْكَعْ
فَاطْمَئِنَّ
رَاكِعاً،
ثُمَّ اعْتَدِلْ
قَائِماً،
ثُمَّ
اسْجُدُ
وَاعْتَدِلْ
سَاجِداً،
ثُمَّ
اجْلِسْ
فَاطمَئِنَّ
جَالِساً،
ثُمَّ قُمْ
فإذَا
فَعَلْتَ ذلِكَ
فقَدْ
تَمَّتْ
صََتُكَ،
فإنِ
انْتَقَصْتَ
مِنْهُ
شَيْئاً
فَقَدِ
انْتَقَصْتَ
مِنْ صََتِكَ.
قالَ:
فََكَانَ
أهْوَن
عَلَيْهِمْ
أنَّ مَنِ انْتَقَصَ
مِنْ ذلِكَ
شَيْئاً
انْتَقَصَ
مِنْ صََتِهِ
وَلَمْ
تَذْهَبْ
كُلَهَا[.
أخرجه أصحاب
السنن .
2. (2658)- Rifâa İbnu Râfi'
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Biz mescidde iken bedevî kılıklı bir adam
çıkageldi. Namaza durup, hafif bir şekilde (yani rükunleri, tesbihleri kısa
tutarak) namaz kıldı. Sonra namazı tamamlayıp Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a selam verdi: Efendimiz:
"Üzerine olsun. Ancak git namaz kıl, sen namaz
kılmadın!" buyurdu. Adam döndü (tekrar) namaz kılıp geldi, Resûlullah'a
selam verdi. Aleyhissalâtu vesselâm selamına mukabele etti ve:
"Dön namaz kıl, zîra sen namaz kılmadın!" dedi. Adam bu
şekilde iki veya üç sefer aynı şeyi yaptı, her seferinde Aleyhissalâtu
vesselâm:
"Dön namaz kıl, zîra sen namaz kılmadın!" dedi. Halk
korktu ve namazı hafif kılan kimsenin namaz kılmamış sayılması herkese pek ağır
geldi.
Adam sonuncu sefer:
"Ben bir insanım isabet de ederim, hata da yaparım. Bana
(hatamı) göster, doğruyu öğret!" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Tamam. Namaza kalkınca önce Allah'ın sana emrettiği şekilde
abdest al. Sonra (ezan okuyarak) şehadet getir. İkâmet getir (namaza dur).
Ezberinde Kur'ân varsa oku, yoksa Allah'a hamdet, tekbir getir, tehlîl getir,
sonra rükuya git. Rükû halinde itmi'nâna er (âzâların rükûda mûtedil halde bir
müddet dursun). Sonra kalk ve kıyam halinde itidâle er, sonra secdeye git ve
secde halinde itidale er, sonra otur ve bir müddet oturuş vaziyetinde dur,
sonra kalk.
İşte bu söylenenleri yaparsan namazını mükemmel (kılmış olursun).
(Bundan bir şey) eksik bırakırsan namazını eksilttin demektir."
Râvi der ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu
sonuncu sözü Ashâb'a önceki: (Dön, namaz kıl, zîra sen namaz kılmadın!)
sözünden daha kolay (ve rahatlatıcı) oldu. Zîra (bu söze göre), sayılanlardan
bir eksiklik yapan kimsenin namazında eksiklik oluyor ve fakat tamamı hebâ
olmuyordu."[530]
ـ3ـ وعن
عليّ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ رَسولُ
اللّهِ #:
مِفْتَاحُ
الصََّةِ
الطَّهُورُ،
وَتَحْرِيمُهَا
التَّكْبِيرُ،
وَتَحْلِيلُهَا
التَّسْلِيمُ[.
أخرجه أبو
داود والترمذي
.
3. (2659)- Hz. Ali
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Namazın anahtarı temizliktir. (Namaz dışı şeylerle
meşguliyeti) haram kılan şey iftitah tekbiridir, (namaz dışı meşguliyeti) helal
kılan şey (de sondaki) selamdır."[531]
AÇIKLAMA:
1- Hadis, namaza mâni olduğu için Hz. Peygamber mecaz olarak
temizliği anahtar diye tesmiye buyurmuştur. Nevevî der ki: "Ümmet, su veya
toprakla temizlik olmaksızın namaz kılmanın haramlığı hususunda icma etmiştir,
farz ve nafile, tilâvet ve şükür secdesi, cenaze namazı arasında fark yoktur.
Sadece cenaze namazı hususunda Şâbî ile Muhammed İbnu Cerîr et-Taberî'den
istisnâî bir kavil mevcuttur: "Cenaze namazı, taharetsiz caizdir"
demişlerdir. Ancak bu bâtıl bir görüştür. Ulema bunun hilafında icma etmiştir. Abdestsiz
biri, bilerek özürsüz namaz kılacak olsa günahkâr olur, mezhebimizce (Şâfiî)
tekfir edilmez. Cumhur da tekfir etmez. Ancak Ebû Hanîfe'den rivayete göre,
şeriatle oynadığı için tekfir edilir."
2- Namaza başlarken söylenen iftitah tekbirine tahrim
denmiştir. Çünkü, onun söylenmesinden itibaren namaz başlar ve namaz edebine
girmeyen şeyler haram olur; konuşmak, gülmek, yemek-içmek, dünyevî bir iş
yapmak v.s.
Keza namazın en sonunda selam vermek de tahlîl diye isimlenmiştir.
Çünkü selâm'dan sonra her çeşit namaz yasağı kalkmış olur. Böylece namazın
dışına çıkılır. Hadiste واِحْرَامُهَا
التَّكْبِيرُ
واِحَْلُهَا
التَّسْلِيمُ "Namazın
ihramı tekbîr, ihlâli selam" buyrulmuş, böylece iftitah tekbiri hacc
yasaklarını başlatan ihrâm'a benzetilmiştir. İftitah tekbirine tahrime de
denmiştir.[532]
ـ1ـ عن أبى
سعيد رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كُنَّا
نَحْزِرُ
قِيَامَ
رَسُولِ
اللّهِ # في الظُّهْرِ
والْعَصْرِ،
َفَحَزَرْنَا
قِيَامَهُ في
الرّكْعَتَيْنِ
ا‘ولَيَيْنِ مِنَ
الظُّهْرِ
قَدْرَ الم
السَّجْدَةِ،
وَحَزَرْنَا
قِيَامَهُ في
ا‘خِرَتَيْنِ
قَدْرَ
النِّصْفِ
مِنْ ذلِكَ،
وَحَزَرْنَا
قِيَامُهُ في
الرَّكْعَتَيْنِ
ا‘وَلَيَيْنِ مِنَ
الْعَصْرِ
عَلى قَدْرِ
قِيَامِهِ في
اŒخِرَتَيْنِ
مِنَ
الظُّهْرِ،
وَفي اŒخِرَتَيْنِ
مِنَ الْعَصر
عَلى
النِّصْفِ
مِنْ ذلِكَ[.
أخرجه مسلم وأبو
داود
والنسائى .
1. (2660)- Ebû Saîd
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın öğle
ve ikinci namazındaki kıyamlarını(n uzunluğunu tahmin ve) takdir ederdik.
Öğledeki ilk iki rek'atin uzunluğunu Eliflâmmîm Tenzîlü's-Secde sûresi(ni
okuyacak) kadar tahmin ettik. Sonra iki rek'atin uzunluğunu da bunun yarısı
kadar takdir ettik.
İkindinin ilk iki rek'atinin kıyamının uzunluğunu, öğlenin son iki
rek'atinin uzunluğu kadar takdir ettik. İkindinin son iki rek'atinin uzunluğunu
da bunun yarısı kadar."[533]
ـ2ـ وعنه
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]لَقَدْ
كَانَتْ
تُقَامُ
صََةُ
الظُّهْرِ،
فَيَذْهَبُ
الذَّاهِبُ
إلى
الْبَقِيعِ
فَيَقْضِى حَاجَتَهُ،
ثُمَّ
يَتَوَضَّأُ
ثُمَّ يَأتِى
وَرَسُولُ
اللّهِ # في
الرَّكْعَةِ
ا‘ولَى مِمَّا
يُطَوِّلُهَا[.
أخرجه مسلم
والنسائى .
2. (2661)- Yine Ebû Saîd
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Öğle namazı başlardı, bu anda bir kimse
Bakî'ye gider, ihtiyacını görür, sonra abdest alır, gelir ve uzunluğu sebebiyle
Resûlullah'ın birinci rek'atine yetişirdi."[534]
ـ3ـ وعن
ابن مسعود
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]صَلَّيْتُ
مَعَ رَسُولِ
اللّهِ #
لَيْلَةً،
فأطَالَ
حَتَّى
هَمَمْتُ
بِأمْرِ
سُوءٍ. قِىلَ:
وَمَا
هَمَمْتَ
بِهِ؟ قالَ:
هَمَمْتُ أنْ
أجْلِسَ
وَأدَعَهُ[.
أخرجه
الشيخان .
3. (2662)- İbnu Mes'ud
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Bir gece Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
ile birlikte namaz kıldım. Öylesine namazı uzattı ki, içimden çirkin bir şey
yapmak geçti.
"Ne yapmak istemiştin?" diye sordular. Dedi ki:
"Oturup O (aleyhissalâtu vesselâm)'nu terketmeyi
düşündüm."[535]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet Resûlullah'ın teheccüd namazlarının uzunluğu hakkında
tatminkâr bir bilgi vermektedir. İbnu Hacer bu hadisle ilgili olarak özetle şu
bilgileri dermeyan eder:
"Hadis, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın gece namazlarını
uzun kılmayı tercih ettiğini gösterir." İbnu Mes'ud (radıyallâhu anh)
Resûlullah'a ittibada kavî bir zât idi. Müslim, Câbir rivayeti olarak: اَفْضَلُ
الصََّة
طُولُ
الْقُنُوتِ "Namazın en efdali kunûtu uzun
olanıdır" hadisini kaydeder. Bununla namazın uzunluğunun faziletine delil
getirir. Ancak burada kunût'la huşû'yu kastetmiş olması da muhtemeldir.
Sahâbe'den ve diğer seleften pekçoğu rükû ve secdenin sayıca çokluğu efdaldir
diye hükmettiler. Müslim'de gelen bir Sevbân (radıyallâhu anh) hadisinde اَفْضَلُ
اَْعْمَال
كَثْرَةُ
السُّجُودِ "Amellerin
en hayırlısı çokca secdedir" buyrulmuştur. Görünen o ki, uzunluktan
kasdedilen şey şahıslara ve ahvale göre
değişmektedir.
Sadedinde olduğumuz hadiste imamın hareketlerine muhalefet etmek
çirkin amel sınıfına girmektedir.
Hadiste, birbirleri arasındaki durumları bilmenin faydalı
olacağına bir tembih var. Zîra İbnu Mes'ud'un ashâbı, onun "çirkin bir iş
yapacaktım" sözünü anlamamışlar ve kendinden sormuşlardır. O da
arkadaşlarının bu davranışını tenkid etmeyip cevap vermiştir.
Müslim, Huzeyfe hadisi olarak şunu kaydeder: Aleyhissalâtu
vesselâm' la birlikte Huzeyfe bir gece namaz kılmıştır. Efendimiz, o gece bir
rek'atte Bakara, Âl-i İmrân ve Nisâ sûrelerini okudu. Kırâat sırasında içinde
tesbih olan bir âyet geçince tesbih'te bulunuyor, sual geçince istiyor, teavvüz
geçince istiâze ediyordu. Sonra rükûyu geçti ve rükûya kıyam kadar uzun tuttu.
Sonra kalktı, rükûsu kadar kıyamda kaldı. Sonra secde yaptı, secdesi de kıyamı
kadar uzun oldu."
Bu iş, takriben iki saat alır. Muhtemelen Aleyhissalâtu vesselâm o
geceyi tam olarak ihyâ etmiştir.
Ancak, bu gece dışındaki halinin gereğine gelince, onu Hz. Âişe
(radıyallâhu anhâ) haber vermektedir: "Aleyhissalâtu vesselâm mûtad olarak
gecenin üçte birinde namaz kılardı ve bu müddette kıldığı namazların sayısı
onbir rek'ati tecavüz etmezdi. Bu hal, rek'atlerin uzun tutulmuş olmasını
gerektirir."[536]
ـ4ـ وعن
الفضل بن
العباس
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
قال: ]قال
رسولُ اللّهِ
#: الصََّةُ
مَثْنى تَشَهُّدٌ
في كُلِّ
رَكْعَتَيْنِ،
وَتَخَشُّعٌ،
وَتَمَسكُنٌ،
وَتُقْنِعُ يَدَيْكَ
يَقُولُ:
تَرْفَعُهُمَا
إلى رَبِّكَ
تَعالى
مُسْتَقْبًِ
بِبِطُونِهِمَا
وَجْهَكَ
وَتَقُولُ:
يَا رَبُّ.
يَا رَبُّ.
يَا رَبُّ،
وَمَنْ لَمْ
يَفْعَلْ
فَهِىَ خِدَاجٌ[.
أخرجه
الترمذي .
4. (2663)- Fadl
İbnu'l-Abbâs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Namaz ikişer ikişer kılınır. Her iki rek'atte
bir teşehhüd vardır. Namazda huşû duyulur (tazarrûda bulunulur), temeskün
(tezellül) izhâr edilir. Ellerini kaldırırsın." Şöyle de dedi:
"Ellerini, içleri kendi yüzüne dönük olarak Rabbine kaldırır, isteklerini
(ısrarla tekrarla söyleyerek) istersin:
"Ya Rabbi! ya Rabbi! ya Rabbi!....." Kim bunu yapmazsa
namazı eksiktir."[537]
AÇIKLAMA:
Burada namazda takınılacak edep halinin mühimleri sayılmaktadır.
* Tehaşşû, huşû duymak ma'nâsına gelir. Hudû'ya yakın bir ma'nâ
taşır. Ancak hudu göz, kulak, beden, ses gibi zâhire akseden ahvaldeki saygı
tavrıdır, huşû ise daha ziyade kalbteki saygı halidir. Şunu da belirtelim ki,
"hudû bedendedir, huşû ise göz, beden ve sestedir" diye de
açıklanmıştır.
Tehaşşû'yu sükûn ve tezellül olarak anlayan ve hudû ile ma'nâ
yakınlığı içinde gören şârihler buna delil olarak Resûlullah'ın hadisini
gösterirler: لَوْ
خَشَعَ
قَلْبُهُ
لَخَشَعَتْ
جَوَارِحُهُ "...eğer onun kalbinde huşû olsaydı, dış
organlarında da huşû (sükûnet, saygı hali) olurdu."
* Tazarrû; tezellül, taleb
ve rağbette mübalağa olarak tarif edilir.
* Temeskün: Kişinin kendinden meskenet (fakirlik) izhar etmesi; bu da tezellül ve
hudû ma'nâsı taşır.
* Eller duâ edenin yüzüne dönük vaziyette kaldırılıp, talepler
ısrarla takrarla, yalvaryakar vaziyette Allah'tan istenecektir.
* Son olarak namaz edebiyle ilgili olarak sayılan hususlar
yapılmazsa o namazın nâkıs olacağı belirtilmiştir. Şu halde namaz, sadece farz
ve vâciblerin edasıyla kemâlini bulmuyor. Onu tamamlayan âdâblar da var, onlara
da riayet gerekmektedir. Aksi takdirde ihmal edilen âdâb sayısınca namazda
eksiklikler artacaktır.[538]
ـ5ـ وعن
عمار بن ياسر
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ
رَسُولُ اللّهِ
#: إنَّ
الرَّجُلَ
لَيَنْصَرِفُ
مِنْ صََتِهِ
وَمَا كُتِبَ
لَهُ مِنْهَا
إَّ عُشْرُهَا.
تُسْعُهَا.
ثُمُنُهَا.
سُبْعُهَا. سُدُسُهَا.
خُمُسُهَا.
رُبُعُهَا.
ثُلُثُهَا. نِصْفُهَا[.
أخرجه أبو
داود .
5. (2664)- Ammâr İbnu Yâsir
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Kişi vardır, namazını kılar bitirir de, kendisine namazın
sevabının onda biri yazılır. Kişi vardır, dokuzda biri, sekizde biri, yedide
biri, altıda biri, beşte biri, dörtte biri, üçte biri yarısı yazılır."[539]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, muasillinin namaz kılarken, namazın rükun ve
şartlarından, huşû ve huzû gibi diğer gereklerinden ihlal ve ihmâl ettikleri
sebebiyle uğrayacağı ziyanı dile getirmektedir. Önceki hadisle, bu beraber
mütâlaa edilence musallinin namazla ilgili edeplere son derece dikkat ve riayet
etmesinin ehemmiyeti anlaşılır. Sorumsuzluk, gereksiz bir gevşeklik yüzünden
hergün manevi ziyanlara uğramak akıl kârı mıdır? Muhakkak ki hiçbir sevabın
yazılmadığı haller de mevcuttur. [540]
ـ1ـ عن ابن
عمر رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]قالَ رَسولُ
اللّهِ #: َ
يَقْبَلُ
اللّهُ صََةً بِغَيْرِ
طَهُورٍ، وََ
صَدَقَةً
مِنْ غُلُولٍ[.
أخرجه مسلم
والترمذي.»الطّهُورُ«:
بفتح الطاء
المهملة
وبضمها
المصدر، وكذا
الْوُضوء
والْوَضوء.
»وَالْغُلُولُ«:
الخيانة في
الغنيمة
والمسرقة
منها .
1. (2665)- İbnu Ömer
(radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Allah temizlik olmayan namazı kabul etmez, hıyânetle
kazanılan paradan verilen sadakayı da kabul etmez."[541]
ـ2ـ وعن
أبى هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: َ
يَقْبَلُ
اللّه صََةَ
أحَدِكُمْ
إذَا أحْدَثَ
حَتَّى
يَتَوَضّأَ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي .
2. (2666)- Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Allah, sizlerin namazını hades vâki olunca yeniden abdest
almadıkça kabul etmez."[542]
ـ3ـ وعنه
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رَسُولُ
اللّهِ #: َ
صََةَ لِمَنْ
َ وُضُوءَ
لَهُ، وََ
وُضُوءَ
لِمَنْ لَمْ
يَذْكُرِ
اسْمَ اللّهِ
عَلَيْهِ[.
أخرجه أبو
داود .
3. (2667)- Yine Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Abdesti olmayanın namazı da yoktur. Üzerine besmele
çekmeyenin abdesti yoktur."[543]
AÇIKLAMA:
Bu hadis tek başına ele alındıkta, zâhiriyle besmele çekilmeden
alınan abdestin sahih olmadığını ifade etmektedir. Zâhirîler ve İshâk İbnu
Râhûye buna hükmetmişlerdir. Ancak ekseriyet burada nefyedilenin fazîlet ve kemâl
olduğuna, dolayısıyla besmelesiz abdestin mükemmel bir abdest olmayacağına,
sevabının az olacağına hükmetmiştir. Nitekim Resûlullah'tan şu hadis rivayet
edilmiştir:
مَنْ
تَوَضَّأَ
وَذَكَرَ
اِسْمَ اللّهِ
عَلَيْهِ
كَانَ
طَهُورًا
لِجَمِيعِ بَدَنِهِ
وَمَنْ
تَوَضَّأَ
وَلَمْ
يَذْكُرْ اِسْمَ
اللّهِ
عَلَيْهِ
كَانَ
طَهُورًا َِعْضَاءِ
وُضُوءِهِ
"Kim besmele
ile abdest alırsa, bu bütün bedenine (günahlardan) temizlik olur. Kim de
besmele çekmeden abdest alırsa bu da ona, abdest uzuvlarının (maddî) temizliği
olur."
Bazı âlimler, besmeleyi niyetle te'vil etmiş, "Kalbin
zikridir" demiştir. Bunlara göre:
"Eşya zıddıyla bilinir. Öyle ise unutmanın mahalli kalb olduğuna binaen,
onun zıddı olan zikrin mahalli de kalbtir. Kalbin zikri ise niyettir,
azmetmedir." Ebû Dâvud, bir rivayetinde er-Rebî'a'nın hadisle ilgili şu
tefsirini kaydeder: "Bir kimse abdest alsa, gusletse, fakat ne namaz için
abdeste, ne de cenâbetten temizlik için gusle niyat etmese, onun abdesti
abdest, guslü de gusül olmaz hadis bunu demek ister, (abdest ve gusül için
niyet şarttır)."
Her hâl u kârda abdest ve gusülde besmelenin hükmü, görüldüğü
üzere ihtilaflıdır. Hanbelîler abdeste başlarken besmelenin vâcib olduğunu
söyler, âmden terkedilirse abdest bâtıl olur, sehven ve cehlen terki abdesti
ibtal etmez. Hanefîler "Başta besmele çekilmezse sevab az olur" derse
de bunun sünnet olduğunu kabul eder.[544]
ـ4ـ وعن
أنس رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كانَ النّبىُّ
# يَتَوَضّأ
بِكُلِّ
صََةٍ قِىلَ:
كَيْفَ
كُنْتُمْ
تَصْنَعُونَ؟
قالَ:
يُجْزِئُ أحَدَنَا
الْوُضُوءُ
مَا لَمْ
يُحْدِثْ[. أخرجه
الخمسة إ
مسلماً .
4. (2668)- Hz. Enes
(radıyallâhu anh), Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın her namaz için abdest
aldığını söylemişti, kendisine:
"Siz nasıl yapıyordunuz?" diye soruldu. Şu cevabı verdi:
"Aldığımız abdest bozuluncaya kadar bize yetiyordu."[545]
ـ5ـ وعن
بريدة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ رسولَ
اللّهِ #
صَلَّى
يَوْمَ
الْفَتْحِ
الصَّلَوَاتِ
كُلَّهَا
بِوُضُوءٍ
وَاحِدٍ،
فقَالَ لَهُ
عُمَرَ:
فَعَلْتَ يَا
رَسُولَ
اللّهِ شَيْئاً
لَمْ تَكُنْ
تَفْعَلُهُ؟
قَالَ فَقَالَ:
عَمْداً
فَعَلْتُهُ
يَا عُمَرُ[.
أخرجه الخمسة
إ البخارى.
5. (2669)- Büreyde (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) Fetih günü bütün namazları tek abdestle kıldı. Ömer
İbnu'l-Hattâb (radıyallâhu anh) kendisine:
"Ey Allah'ın Resûlü, bugün şimdiye kadar hiç yapmadığın şeyi
yapmış olmalısın?" demişti, şu cevapta bulundu:
"Ey Ömer, bunu bilerek yaptım."[546]
ـ6ـ وعن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]قالَ رَسُولُ
اللّهِ #: مَنْ
أحْدَثَ في
صََتِهِ
فَلْيَنْصَرِفْ،
فَإنْ كَانَ
في صََةِ جَمَاعَةٍ
فَلْيَأْخُذ
بِأَنْفِهِ
وَلْيَنْصَرِفْ[.
أخرجه أبو
داود.وإنما
أمره أن يأخذ
بأنفه ليوهم
القوم أن به
رعافاً، وهو
من نوع ا‘دب في
ستر العورة
وإخفاء
القبيح .
6. (2670)- Hz. Âişe
(radıyallâhu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: Namaz kılarken kimin abdesti kozulacak olursa hemen namazdan
çıksın. Eğer cemaatle kılınan bir namazda ise burnunu tutarak ayrılsın."[547]
Burnunu tutmasını emretmesi, cemaate burnu kanamış zannını vermek
içindir. Bu davranış, avretin örtülmesi ve kabîhin gizlenmesi hususunda bir
nevî edebe riayettir.[548]
ـ7ـ وعن
مالك: ]أنَّهُ
بَلَغَهُ
أنَّ ابنَ
عَبَّاسٍ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما: كانَ
يَرْعُفُ في
الصََّةِ
فَيَخْرُجُ
وَيَغْسِلُ
الدَّمَ،
ثُمَّ
يَرْجِعُ
فَيَبْنِى
عَلى مَا قَدْ
صَلّى[. وله في
أخرى عن ابن
المسيب فذكر
مثله .
7. (2671)- İmam Mâlik
merhuma ulaştığına göre, İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) namazda iken burnu
kanardı, o da çıkar burnunun kanını yıkar, geri döner ve önceki kıldığı
namazını (kaldığı yerden) tamamlardı."
Yine Muvatta'nın İbnu'l-Müseyyeb'den kaydettiği bunun aynısı olan
bir başka rivayet daha vardır."[549]
ـ8ـ وعن
ابن عمرو بن
العاص رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]قال رَسُولُ
اللّهِ #:
إذَا
أحْدَثَ
الرَّجُلُ
وَقَد جَلَسَ
Œخِرِ صََتِهِ
قَبْلَ أنْ
يُسَلِّمَ
فقَدْ جَازَتْ
صََتُهُ[.
أخرجه
الترمذي.وقال: ليس إسناده
بالقوى وقد
اضطروا في
إسناده .
8. (2672)- İbnu Amr
İbnu'l-Âs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Bir kimse son rek'atte oturmuşken daha selam
vermeden hades vâki olsa namazı caizdir."[550]
AÇIKLAMA:
1- Yukarıda kaydedilen sekiz aded hadis, hadesten tahâretle
ilgilidir. Hades, manevî kirlilik demektir. Abdesti bozan hallerden biriyle
meydana gelir. Bu manevî kirden yani hadesten temizlenmedikçe bazı ibadetleri
yapmak caiz olmaz. Bir Buhârî rivayetinde geldiği üzere, "Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) Resûlullah'tan: "Hades vâki olan kimse abdest almadıkça
kıldığı namaz makbul olmaz" hadisini nakledince Hadramevtli bir zat:
"Hades nedir?" diye sorar. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh): "Sesli
veya sessiz yellenmedir" diye cevap verir. Ebû Hüreyre bu cevabıyla namaz
sırasında vukûu en ziyade muhtemel olan sebeple hadesi tarif etmiş olmaktadır.
Değilse, hadesin, bir kısmı icma ile bir kısmı ittifakla ve bir kısmı da
ihtilafla sâbit olan başka sebepleri de vardır. Hades, dediğimiz hükmî
kirlilikleri abdestsizlik, cünüblük, hayız ve nifas halleri olarak da tarif
etmek mümkündür. Böyle bir tariften sonra, bunları meydana getiren her hali
hadesin sebebi olarak belirlemiş oluruz. Sözgelimi arka ve ön yollardan bir
şeyin çıkması, vücuddan kan çıkması, uyumak, ağız dolusu kusmak, hayız kanının
gelmesi, doğum, kadına değmek veya temas etmek gibi, bunların her biri hadesin
sebebidir.
Hadesin bir kısmı sadece abdest alarak giderilir: "Arka ve ön
yollardan birşey gelmesi, kanama, uyuma, kusma, namazda gülme... gibi. Bir
kısmı boy abdesti ile temizlenir: İhtilâm, kadına temas, hayız ve nifas hali
gibi.
Neticeye gelmek gerekirse, dinimizin temel prensiplerinden biri,
namaz ve sair bazı ibâdetlerin makbul olması için temizlik şartının konmuş
olmasıdır. 2665, 2666, 2667 numaralı hadisler abdestsiz namazın makbul olmayacağını
kesin bir üslubla ifade etmektedir.
2- Her namaz için ayrı bir abdest almak efdaldir.
Resûlullah'ın mûtad olan âdeti ve sünnet budur (2667. hadis). Ancak, abdesti
bozan bir hal vukû bulmadıkça abdest devam ediyor demektir ve abdest
bozulmadığı müddetçe de müteakip namazları kılmak mümkündür. 2668 numaralı
hadis ashâb'tan bir kısmınınböyle yaptığını gösterir. İbnu Mâce'de gelen bir
rivayette bu hal, وَكُنَانَحْنُ
نُصَلِّى
الصَّلَوَاتِ
كُلَّهَا
بِوُضُوءٍ
وَاحِدٍ "Biz
bütün namazları tek abdestle kılardık." diye daha açık ifade edilmiştir.
Tahâvî, her vakti ayrı bir abdestle kılmak sadece Efendimize has bir vacip
olabileceğini söylemiştir. 2669 numaralı hadis de Resûlullah'ın Mekke'nin
fethedildiği gün sabah abdesti ile yatsı namazını da kıldığını haber
vermektedir. Resûlullah'ın bir kere de olsa yaptığı bir şey meşrûdur, en
azından benzer şartlarda, istisnâî durumlarda meşrûdur.
Resûlullah'ın her namaz için abdest almayı emrettiğine dair sahih
rivayet dahi mevcut ise de bunun neshedilmiş olabileceği belirtilmiş ve böyle
bir vecîbenin olmadığı hususunda icma hâsıl olmuştur.
3- Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ)'nin rivayet ettiği 2670
numaralı hadiste Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), namaz sırasında abdest
bozulacak olursa, namazın derhal terkedilmesini emretmektedir. Hadis mutlak
geldiği için, âlimler bu hadesin iradî, gayr-ı iradî veya bir zarûrete mebni,
her ne sûretle vâki olursa olsun hükmün aynı olacağını belirtir.
Ayrıca bu hadiste, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu durumda
takip edilecek mühim bir edep vaz'ediyor: "Burnu tutarak çıkmak..."
Hatta burna bir de mendil konması, gayeyi daha iyi hâsıl eder. Çünkü Hattâbî
gibi bazı şârihler burnu tutmanın, cemaate "burnu kanamış" zannını
verme gayesine yönelik olduğunu belirtirler: "Bu hadis der, setrü'l-avret
ve kabîh bir durumun gizlenmesinde edebe riayet dersi de vermektedir. Benzer
hallerde bu çeşit tevriye'ye başvurmak günâh ve merdud olan riya ve yalan
sınıfına girmez. Tam aksine bu,
nezâkettir, hayanın kullanılmasıdır ve halkın su-i zan ve kuşkusundan
sâlim kalma yollarına başvurmadır."
4- 2671 numaralı hadis İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)'dan
verdiği örnekle namazın bir kısmını kılmışken, abdesti bozulan kimsenin
namazını tamamlama şeklini aydınlatmaktadır: İbnu Abbâs abdest aldıktan sonra
önceki kıldığı kısmın üzerine geri kalanı bina ediyor. Yani namazı bozulmakla
kıldığı kısımlar iptal olmuyor. Sözgelimi dördüncü rek'atte namazdan ayrılmış
ise, abdesti alıp dönünce tek rek'at kılarak namazını tamamlıyor, önceki üçü
yenilemiyor. Muvatta'nın Abdullah İbnu Ömer'den kaydettiği bir başka örnekte
"(bu sırada hiç) konuşmadı" ziyadesiyle önceki kılınan kısmın muteber
olma şartını da beyan eder. Zürkânî: "Bu kimselerin ameli, onlar nazarında
burnu kanaması abdest bozucu olmadığını, kanı yıkamak için çıkıp konuşmadığı ve
namaz kılınan yere en yakın mekandan öte geçmediği takdirde önceki kıldığının
üzerine tamamlayabileceğini ifade eder" der.
Bu mesele ilmihâl kitaplarında Lâhik adını taşıyan bahislerde
teferruâtlı olarak açıklanır. Şöyle özetleyebiliriz: İmama uyan kimse, namaz
sırasında uyku, gaflet, cemaatin çokluğundan dolayı bir zahmet veya vâki olan bir
hades sebebiyle namazın tamamını veya bir kısmını imamla kılamazsa, bunu
sonradan bazı kayıtlarla tamamlar. Bu durum başına gelen kimse muktedi gibidir.
Öyle ise, kendisi tamamlayacağı kısımları imamın arkasında imiş gibi yaparak
tamamlar, mesela Kur'ân okumaz.
Lâhik mümkünse, kaçırdığı kısımları kaza ederek, imama uyar. Kaza
edemeyeceğini anlarsa imama uyar, imam selam verdikten sonra tamamlar.
Mesela bir muktedi, dördüncü rek'atte burnu kanasa, gider abdest
tazeler, bu esnada namaza mâni bir söz ve davranıştan kaçınır. Dönüşte nerede
yakalayabilirse imama uyar, rek'ate yetişemedi ise imam selam verdikten sonra
kalkıp tamamlar. Eğer imama yetişemezse tek başına, kılamadığı dördüncü rek'ati
imamın arkasında imiş gibi hiçbir şey okumadan kılıp selam verir. Bu hâdise
ücüncü rek'atte vâki olsa, abdest alan lâhik, önce üçüncü rek'ati kırâatsiz
olarak kılar ve imama uyar, onunla dördüncü rek'ati kılar. Ancak imama bu
şekilde kavuşamamaktan korkarsa hemen imama uyar, eksik kısmı imam selam
verdikten sonra kırâ-atsiz tamamlar. İmam sehiv secdesi yapsa imamla sehiv
secdesi yapmaz, sehiv secdesini en sonda yapar.
Bu tarza uymayanlar namazlarını yeniden kılarlar.
5- Sadedinde olduğumuz hadislerin sonuncusu (2672), son rek'ati
tamamlayıp oturduğumuz zaman selam vermezden önce hades vukûu halinde namazın
mûteber olacağını ifade etmektedir.
Hadiste oturma müddeti belirtilmemiş ise de Hanefîler bunu,
teşehhüd okuma müddeti ile kayıdlarlar. Daha az olursa câiz olmaz, çünkü
teşehhüd miktarı oturmak farzdır. Selam aranmıyor, çünkü bu, namazın
farzlarından değildir. İmam Şâfiî'ye göre bu durumda namaz iade edilir. Çünkü
ona göre teşehhüd de, selam da farzdır.
Ahmed İbnu Hanbel'e göre teşehhüd okumadan selam verse namaz
câizdir.[551]
ـ1ـ عن
معاوية
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّهُ سَألَ
أُخْتَهُ
أُمَّ
حَبِيبَةَ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْها
زَوْجَ
النَّبىِّ #:
هَلْ كَانَ رسولُ
اللّهِ
يُصَلِّى في
الثَّوْبِ
الَّذِى كانَ
يُجَامِعُهَا
فِيهِ؟ فقَالَتْ:
نَعَمْ،
مَالَمْ يَرَ
فِيهِ أَذىً[.
أخرجه أبو
داود
والنسائى.والمراد
»بِا‘ذَى« هنا
الرطوبة من
الجماع.
1. (2673)- Hz. Mu'âviye
(radıyallâhu anh)'nin dediğine göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
zevce-i pâkleri Ümmü Habîbe'ye -ki kızkardeşidir- sormuştur:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), içerisinde kendisiyle
temasta bulunduğu elbise sırtında olduğu halde namaz kılar mıydı?" Ümmü
Habîbe (radıyallâhu anhâ) şu cevabı vermiştir:
"Evet, yeter ki elbisede bir ezâ (meni bulaşığı) görmemiş
olsun!"[552]
AÇIKLAMA:
Burada ezâ ile gözle görülen pislik kastedilmiştir. Bazı âlimler
bu hadise dayanarak meni, mezi, kadının fercinden hasıl olan rutubetin necis
olduğuna hükmetmiştir. Zira Resûlullah ezâ ile bu söylenenlerin bulaşığını
kastetmiş olmalıdır. Meninin necis olup olmadığı ihtilaflıdır. Şâfiî ve Ahmed
temiz olduğunu söyler. Ebû Hanîfe ve Mâlik necis olduğunu söyler. Mâlik'e göre
kurusu da yaşı da yıkanarak temizlenir. Ebû Hanîfe'ye göre yaşı su ile de temizlenebilir.[553]
ـ2ـ وعن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]كانَ رسولُ
اللّهِ # َ
يُصَلِّى في
مََحِفِنَا[. أخرجه
أصحاب السنن .
2. (2674)- Hz. Âişe
(radıyallâhu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bizim
(kadınların) çamaşırları içerisinde namaz kılmazdı."[554]
AÇIKLAMA:
Burada Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in kadın çamaşırı
içerisinde namaz kılmadığı belirtiliyor. Kadın çamaşırı diye tercüme ettiğimiz
melâhif kelimesi rivayetlerde luhuf diye de gelmiştir. Bir rivayette şuur
kelimesiyle beraber gelir, yani râvi şuur mu derdi luhuf mu derdi şekke düşer.
Luhuf, "lihâf"ın cem'idir. Lihâf, milhafe, milhaf vücudu örten,
vücuda giyilen her şey olarak açıklanır.[555] Şuur ise
"şi'âr"ın cem'idir. Bu ise vücuda giyilen ilk çamaşırdır. Öyle ise
lihâf da şi'âr da aynı ma'nâda yani iç çamaşırı manasında kullanılmış
olmalıdır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sadedinde olduğumuz rivayete
göre namazda kadınların iç çamaşırlarını kullanmaktan sakınmıştır. Şârihler
bunu: "Kadının iç çamaşırına hayız kanı bulaşmış olma ihtimaline
binaen" diye açıklarlar. Namazda bütün giysilerin temiz olması şarttır.
Halbuki kan bulaşığı temizliğe mânidir.[556]
ـ3ـ وعن
ابن عمر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]إنَّهُ كانَ
يَعْرَقُ في
الثَّوْبِ،
وَهُوَ جُنُبٌ
ثُمَّ
يُصَلِّى
فِيهِ[. أخرجه
مالك .
3. (2675)- İbnu Ömer
(radıyallâhu anhümâ)'in anlattığına göre, cünübken içinde terlediği elbise
sırtında olduğu halde namaz kılardı."[557]
AÇIKLAMA:
İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) burada cünüb kimsenin temiz
olduğunu ifade etmektedir.
Terin temizliğine hükmetmeye ulemayı sevkeden delillerden biri,
ehl-i kitap olan kadınla müslümanların evlenmelerinin caiz olmasıdır. Cumhur
der ki: "Kadınların terinden onlarla beraber yatan kimse korunamaz. Eğer
ehl-i kitap kadının teri necis olsaydı, kocasına namaz kılabilmesi için bu teri
yıkaması emredilirdi. Halbuki bu meselede mü'min kadınla ehl-i kitap kadın
arasında tefrik yapılmamıştır. Öyle ise diri olan insan-oğlu necîsu'l-ayn
değildir. Çünkü, kadınla erkek arasında fark yoktur."[558]
ـ4ـ وعن
أبى سعيد رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال:
]بَيْنَمَا
رَسولُ اللّهِ
# يُصَلِّى
بِأصْحَابِهِ
إذْ خَلَعَ
نَعْلَيْهِ
فَوَضَعَهُمَا
عَنْ
يَسَارِهِ،
فَلَمَّا
رَأى ذلِكَ
الْقَوْمُ
ألْقَوْا
نِعَالَهُمْ،
فَلَمَّا
قَضى رسولُ
اللّهِ #
صََتَهُ قالَ:
مَا
حَمَلَكُمْ
عَلى إلْقَائِكُمْ
نِعَالَكُمْ.
قالُوا:
رَأيْنَاكَ
ألْقَيْتَ
نَعْلَيْكَ
فَألْقَيْنَا
نِعَالَنَا،
فقَالَ: إنَّ
جِبْرِيلَ
عَلَيْهِ
السََّمُ
أتَانِى
فَأخْبَرَنِى
أنَّ
فِيهِمَا
قَذَراً أوْ أذىً،
فإذَا جَاءَ
أحدكمْ إلى
المَسْجِدِ فَلْيَنْظُرْ،
فإنْ رَأى في
نَعْلَيْهِ
قَذَراً، أوْ
قالَ أذىً
فَليَمْسَحْهُ
وَلْيُصَلِّ
فِيهِمَا[.
أخرجه أبو
داود .
4. (2676)- Ebû Saîd
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
ashâbiyle namaz kılarken âniden nalınlarını çıkarıp sol tarafına koydu. Bunu gören cemaat
de derhal nalınlarını attılar. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) namazı
tamamlayınca:
"Nalınlarınızı niye attınız?" diye sordu.
"Seni nalınlarını atarken gördük, biz de kendi nalınlarımızı
attık!" cevabını verdiler.
"Cebrâil (aleyhisselâm) bana gelip pislik olduğunu haber verdi
(onun için attım). Öyleyse sizler mescide gelirken dikkat edin, nalınlarınızda
bir pislik (kazurat) -veya ezâ demişti- görürseniz onu silin; o, ayağınızda
olduğu halde namazınızı kılın."[559]
AÇIKLAMA:
1- Râvi burada kazr kelimesi ile ezâ kelimesini şekk içinde
kullanır. Kazr dilimizde kazurat olarak kullandığımız pislik demektir. Ezâ
aslında temiz bile olsa pis addedilen, istikrah duyulan şeydir. Ezâ'nın daha
değişik ma'nâları, daha geniş kullanım sahaları vardır.
2- Hadis ayakkabı ile birlikte namaz kılınabileceğine
delildir.
3- Hadis ayrıca ayakkabıda gözle görülen necâsetin silinip
atılmasıyla ayakkabıyla namaz kılınabilecek tahâretin hâsıl olduğuna delâlet
eder.
4- Hattâbî bu hadisten: "Bir kimse elbisesinde necâset
olduğunu farketmeden namaz kılıp sonra farkedecek olsa, namazı sahihtir, iade
gerekmez" hükmünü çıkarır.
5- Resûlullah'ın sözlerine uymak vacib olduğu gibi fiillerine
uymak da vâcibtir. Zîra Ashâb, O'nun ayakkabısını çıkardığını görünce derhal
ayakkabılarını çıkarıp atmışlardır.
6- Bir kimse tek başına namaz kılınca ayakkabısını çıkarırsa
sol tarafına koymalıdır. Safta başkalarıyla namaz kılar, sağında solunda
adamlar bulunursa ayakkabısını bacaklarının arasına koyar.
7- Amel-i yesir (azıcık amel) namazı bozmaz.[560]
ـ1ـ عن بهز
بن حكيم عن
أبيه عن جده
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه:
]قُلْتُ يَا
رَسُولَ
اللّهِ
عَوْرَاتُنَا
مَا نَأتِى
مِنْهَا
وَمَا
نَذَرُ؟ قالَ:
احْفَظْ
عَوْرَتَكَ
إَّ مِنْ
زَوْجَتِكَ،
أوْ مَا
مَلَكَتْ
يَمِينُكَ.
قُلْتُ يَا رَسُولَ
اللّهِ:
فَالرَّجُلُ
يَكُونُ مَعَ
الرَّجُلِ؟
قالَ: إنِ
اسْتَطَعْتَ
أنْ َ
يَرَاهَا
أحَدٌ
فافْعَلْ.
قُلْتُ: الرَّجُلُ
يَكُونُ
خَالِياً؟
قالَ:
فَاللّهُ
أحَقُّ أنْ
يُسْتَحْيَى
مِنْهُ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي .
1. (2677)- Behz İbnu Hakîm
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "(Bir gün Hz. Peygamber'e sorarak) dedim ki:
"Ey Allah'ın Resûlü! Hangi avretimizi açıp, hangi avretimizi
örtelim?"
"Zevcen ve sağ elinin sahip oldukları dışında herkese karşı
avretini koru!" cevabını verdi. Ben tekrar:
"Ey Allah'ın Resûlü, erkekle olursa?" dedim,
"Gücün yeterse avretini kimseye gösterme!" dedi.
"Kişi tek başına olursa?" dedim.
"Kendisine karşı haya edilmeye Allah daha lâyıktır"
dedi."[561]
AÇIKLAMA:
1- Avret, en-Nihâye'de "Göründüğü takdirde istihyâ edilen
(utanılan) her şey" diye tarif edilmiştir. Şer'i nokta-i nazardan
örtülmesi gereken yani avret olan yerler hakkında da şu bilgi verilir:
"Avret, erkeklerde göbekle dizkapağı arasındadır. Hür kadınlarda yüz,
bileklere kadar eller hariç bütün bedendir, ayakları ihtilaflıdır. Câriyede
erkekteki gibidir, hizmet sırasında açılan baş, boyun, kollar gibi yerler avret
değildir. Avretin örtülmesi gerek namaz içinde ve gerekse dışında vâcibtir.
Yalnız olma halinde bu meselede ihtilaf vardır." Kadınlarda yüz ve eller
hariç bütün bedenin avret olması sebebiyle kadınlara avret denmiştir.
Dilimizdeki kadın ma'nâsına kullanılan avrat kelimesi, şu halde avret'den
bozmadır.
2- Fakihler bu hadisten hareketle, hadiste belirtilen
kimselerin dışındakilere avret mahallini açmanın haram olduğunu belirtirler.
Haramlık sadece erkeğin avreti kadına karşı, kadınınki de erkeğe karşı
değildir, söylenenler dışında kadının kadına, erkeğin erkeğe bakması haramdır.
Ulema bu hususta icma eder.
Hadisin son fıkrası tek başına bile olsa çıplak durulmasını
yasaklamakta, Allah'a karşı da haya duygusu içinde olunmasını emretmektedir.
Tesettürü emreden yegane hadis bu değildir. Müteakip rivayetler
başka teferruâta yer verecekler. Esasen kadın olsun, erken olsun, her iki cinsi
de gözlerini yabancı avret'e (haram edilen şeylere) bakmaktan Kur'ân âyetleri
yasaklamıştır: "(Ey Muhammed), mü'min erkeklere söyle, gözlerini bakılması
yasak olandan çevirsinler. Mahrem yerlerini korusunlar... mü'min kadınlara da
söyle:
Gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler, iffetlerini
korusunlar, süslerini, kendiliğinden görünen kısmı müstesnâ açmasınlar..."
(Nûr 30-31). Âyette hem "gözü korumak" hem de "mahrem yerlerin
(fercler) korunması" birlikte emredilmektedir.[562]
ـ2ـ وعن
أبى سعيد
الخدرىّ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ
رَسولُ
اللّهُ #: َ
يَنْظُرُ
الرَّجُلُ
إلى عَوْرَةِ
الرَّجُلِ،
وََ المَرأةُ
إلى عَوْرَةِ،
اَلْمَرْأةِ
وََ يُفْضِى
الرَّجُلُ
إلى
الرَّجُلِ في
الثَّوْبِ
الْوَاحِدِ،
وََ تُفْضِى
المَرأةِ إلى
المَرأةِ في
الثَّوْبِ
الْوَاحِدِ[.
أخرجه مسلم
وأبو داود
والترمذي.والمراد
بقوله »َ
يُفْضِى« الخ:
أى
يلصق جسده بحسده
.
2. (2678)- Ebû Saîd
el'Hudrî (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Bir erkek başka bir erkeğin avretine bakmasın, kadın da
kadının avretine. Bir erkek aynı örtünün içinde bir başka erkeğe sokulmasın.
Kadın da aynı örtünün içinde bir başka kadına sokulmasın."[563]
ـ3ـ وعن
ابن عمر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]قالَ رَسولُ
اللّهِ #:
إيَّاكُمْ
وَالتَّعَرِّى،
فإنَّ
مَعَكُمْ
مَنْ َ
يُفَارِقُكُمْ
إَّ عِنْدَ
الْغَائِطِ،
وَحِينَ
يُفْضِى الرَّجُلُ
إلى أهْلِهِ،
فَاسْتَحْيُوهُمْ
وَأكْرِمُوهُمْ[.
أخرجه
الترمذي.»التَّعَرِّى«
التجرّد من
الثياب .
3. (2679)- İbnu Ömer
(radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Çıplaklıktan sakının! Zîra sizin yanınızda sadece helâya
girdiğiniz zaman ve erkek hanımına sokulunca ayrılan melekler var. Onlardan
utanın ve onlara karşı saygılı olun."[564]
ـ4ـ وعن
ابن عمرو بن
العاص رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
قال: ]قالَ
رسولُ اللّهِ
#: إذَا
زَوَّجَ أحَدُكُمْ
أمتَهُ، أوْ
عَبْدَهُ،
أوْ أجِيرَهُ
فََ
يَنْظُرَنَّ
إلى عَوْرَتِهَا[.
أخرجه أبو
داود.
4. (2680)- Abdullah İbnu Amr
İbni'l-Âs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Sizden biri câriyesini veya kölesini veya
ücretlisini evlendirdi mi, artık onun avretine bakmasın."[565]
AÇIKLAMA:
1- İkinci hadiste (2678) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
kadının kadınla, erkeğin erkekle aynı örtü altında birbirine sokulmasını
yasaklamaktadır. Sokulmak diye tercüme ettiğimiz kelimenin hadisteki aslı
efdâ'dır. Teysîr müellifi İbnu Deybe kelimeyi cesedin cesede değmesi diye
açıklamış. Efdâ, yerine göre elle değmek, yerine göre mübâşeret de denen
bedenin bedene değmesi ve hatta cima ma'nâsında da kullanılmıştır.
Hadisten: "Erkeğin erkekle aynı örtünün altında yatması, keza
kadının da kadınla -aralarında bir hâil (perde engel) olsun olmasın- çıplak
vaziyette yatmasının yasaklanmış olduğu" hükmü çıkarılmıştır. Tîbî:
"İki erkeğin, çıplak olarak aynı örtü altında yatmaları câiz değildir,
kadınlar için de hüküm aynıdır, bu yasağa riayet etmeyenler ta'zîr cezasına
çarptırılırlar" der.
Nevevî, bu nehyin, "tahrim nehyi" olduğunu, yani
"haram" ifade ettiğini belirtir, "şayet aralarında bir hâil
yoksa" der. Nevevî devamla der ki: "Bu hadisle, başkasının avretine
-vücudunun hangi noktasında olursa olsun- elle değmenin haram olduğuna delil
var. Bu hususta ulema ittifak eder. Maalesef bu meselede umumi belva var,
bilhassa hamamlarda gevşeklik gösterilmektedir. Hamama gidenlerin, gözünü,
elini veya başka bir yerine gayrın avretinden koruması gerekir. Keza kendi
avretini de oradaki hizmetçi ve benzeri yabancının göz, el vesairesinden
koruması gerekir. Bu yasaklardan birini ihlal eden bir kimse görülünce o da
azarlanmalıdır. Ulemamız demiştir ki: "Bu ihlâlle karşılaşan kimseden
azarlama vazifesi, saygısız herifin söz dinlemeyeceğini zannetmesiyle üzerinden
düşmez. Ancak kendinin veya bir başkasının hayatına mal olacak bir fitneden
korkarsa o zaman azarlama vazifesi düşer."
Kişi yalnız olduğu zaman bir ihtiyaca mebni avretini açabileceği
söylenmiştir. Helâda, hamamda olduğu gibi.
2- 2679 numaralı hadiste, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
insandan nâdir birkaç hal dışında hiç ayrılmayan hafaza meleklerine
(el-Kirâmu'l-Kâtibûn) karşı da tesettür emretmektedir. Hadiste onlara ikram
(hürmet) tavsiye edilmektedir. Onlara hürmet, saygının gereklerini yerine
getirmekle olur. Beşerî münâsebetlerde bunun bir gereği de örtünmektir. Âlimler
mücâma'a, kazayı hâcet, temizlik gibi zaruri haller dışında yalnız başına bile
olsa, kişiye çıplak vaziyette durmasının câiz olmayacağını belirtmişlerdir.[566]
ـ5ـ وعن
عليّ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ لِى
النّبىُّ #:
يَا عَلىُّ َ
تُبْرِزْ
فَخِذَكَ،
وََ تَنْظُرْ
إلى فَخِذِ
حَىٍّ، وََ
مَيِّتٍ[.
أخرجه أبو
داود .
5. (2681)- Hz. Ali
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana:
"Ey Ali, dizini çıkarma, ne canlı, ne ölü, başkasının dizine de
bakma" buyurdu."[567]
ـ6ـ وعن
ابن عباس
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال: ]عَدَّ
رسولُ اللّهِ
# الْفَخِذَ
عَوْرَةً[. أخرجه
الترمذي .
6. (2682)- İbnu Abbâs
(radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
uyluğu avret addetti."[568]
AÇIKLAMA:
1- 2681 numaralı hadis avret meselesinde ölü ile canlı
arasında fark olmadığını belirtiyor.
2- Bu hadis uyluk'a avret diyen cumhurun delillerindendir. Ebû
Hanîfe de bu kavildedir. Yalnız halvet halinde kadınların -câriye dahil- avreti
dizkapağı göbek arası, erkeğinki arka ve ön fercidir.[569]
ـ7ـ وعن
أبى هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ
رسولُ اللّهِ
#: َ يُصَلِّى
أحَدُكُمْ في الثَّوْبِ
الْوَاحِدِ
لَيْسَ عَلى
عَانِقِهِ،
أوْ قالَ عَلى
عَانِقَيْهِ،
مِنْهُ
شَىْءٌ[.
أخرجه الخمسة إ
الترمذي .
7. (2683)- Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Omuzunuzu da örtmeyen -veya şöyle demişti bir parçası iki
omuzunuzu da örtmeyen- tek parçadan müteşekkil kumaş içerisinde kimse namaz
kılmasın."[570]
ـ8ـ وعنه
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ
رسولُ اللّه #:
مَنْ صَلّى في
ثَوْبٍ
وَاحِدٍ فَلْيُخَالِفْ
بَيْنَ
طَرَفَيْهِ[.
أخرجه البخارى
وأبو
داود.وعنده:
]فَلْيُخَالِفْ
بِطَرَفَيْهِ
عَلى
عَاتِقِهِ[ .
8. (2684)- Yine Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Kim tek parçalı kumaş içerisinde namaz kılarsa onu iki omuzu
arasında çaprazlasın."[571]
Ebû Dâvud'un metninde: "(Kumaşın) iki ucuyla omuzunda çapraz
yapsın" denmiştir. [572]
ـ9ـ وعنه
أيضاً رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]سُئِلَ
رسولُ اللّهِ
# عَنِ
الصََّةِ في
الثَّوْبِ
الْوَاحِدِ
فقَالَ:
أوَلِكُلِّكُمْ
ثَوْبَانِ[.
أخرجه الستة إ
الترمذي .
9. (2685)- Yine Ebû
Hüreyre'nin rivayeti de şöyle gelmiştir: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a tek bir kumaş içinde kılınacak namazdan sorulmuştu şu cevabı verdi:
"Hepinizin iki parçası var mı?"[573]
ـ10ـ وعن
عمر بن أبى
سلمة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ
النّبىَّ #:
صَلَّى في
ثَوْبٍ
وَاحِدٍ مُلْتَحِفاً
بِهِ
مُخَالِفاً
بيْنَ
طَرَفَيْهِ
عَلى
مَنْكِبَيْهِ[.
أخرجه الستة إ
الترمذي .
10. (2686)- Ömer İbnu Ebî
Seleme (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
tek parça kumaşa sarınmış olarak namaz kıldı. İki ucu omuzlardan çaprazlama
geçmişti."[574]
AÇIKLAMA:
1- Yukarıda kaydedilen son dört hadis (2683-2686) tek parçalı
giysi ile namaz kılma meselesi ile ilgilidir. Burada kaydedilen rivayetler
bunun bazı kayıdlarla cevazını ifade etmektedir:
2- 2685 numarada kaydedilen Ebû Hüreyre hadisinde görüyoruz
ki, bu hususta soru soran kimseye Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Hepinizin iki parçası varmı?" diye istifhâm-ı inkâri ile cevap
veriyor. Bu cevapla Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şunu söylemek
istediği beyan edilmiştir: "Biliyorsunuz ki, setrü'l-avret farzdır, namaz
da gereklidir. Hepiniz de ikişer elbiseye sahip değilsiniz. Öyleyse
setrü'l-avret yerine getirildikten sonra tek parçalı elbise ile namazın caiz
olacağını nasıl bilemezsiniz?"
Tahâvî bu hadisi şöyle yorumlar: "Hadisin ma'nâsı şudur:
"Eğer tek parça elbise içerisinde namaz mekruh olsaydı, tek parçadan başka
elbise bulamayana da mekruh olurdu."
Şu halde muktedir olanla olamayan ayırımı yapılmadan mutlak
ma'-nâda bir kerâhet mevzubahis olsaydı, İslâm zorluk getirmiş olacaktı.
Halbuki dînimiz imkanları zorlamaz. Zorlaştırma yok, kolaylık esastır. Öyleyse,
burada mesele tek elbise ile namazın caiz olup olmadığı noktasındadır, kerâheti
hususunda değildir.
3- Diğer bazı hadisler (2683, 2684) ise tek parçalı kumaş
içerisinde namaz kılacak olana bunu imkan nisbetinde omuzlardan itibaren
bağlamayı tavsiye etmektedir. 2686 numaraları hadiste ise, Resûlullah'ın da tek
parçalı kumaş içerisinde namaz kılmış olduğunu, ancak bunu omuzlarından
çaprazlama bağladığını görmekteyiz.
Cumhur, tek parçalı kumaşın omuzdan bağlanma emrini istihbâba
hamletmiştir. Öyleyse belden bağlamaya müteveccih nehiy de tenzihîdir, tahrimî
değil. Ancak âlimler bu hususu yorumlamada ihtilaf ederler.
Ahmed İbnu Hanbel cumhurdan ayrılarak: "Omuzdan bağlamaya
muktedir olan bunu yapmazsa namazı sahih olmaz" demiş, bunu namazın
şartlarından biri yapmıştır. Mamafih yine Ahmed'den birçok meselede olduğu gibi
bunda da farklı bir görüş daha rivayet edilmiştir: "Namazı sahihtir, ancak
günahkâr olur." Böylece bunu, müstakil bir şart yapmış olmaktadır.
4- Buhârî'nin Câbir İbnu Abdillah'tan kaydettiği bir hadis,
tek parçalı giyeceğin omuz veya belden bağlanması hususunda bir açıklık
getirmektedir:
... قَالَ
فَإِنْ كَانَ
وَاسِعًا
فَالْتَحِفْ
بِهِ وَإِنْ
كَانَ
ضَيِّقًا
فَاتَّزِرْ
بِهِ.
"Tek parçanız
genişse omuzdan bürünün, darsa belden bağlayın."
Hattâbî gibi bazı âlimler, tek parçalı elbiseye sarınmış vaziyette
gördüğü Hz. Câbir'e Resûlullah'ı bu sözlerle müdahaleye sevkeden sebebin, onun
kollarını bile hareket ettirmeyecek şekilde vücudunu dıştan sımsıkı sarmış -ki
buna sammâ denmektedir[575] olmasını
gösterirler. Ancak, Müslim'in bir
rivayetinde de beyan edildiği üzere, Resûlullah'ın müdahalesi başka bir sebebe
dayanmaktadır: Câbir'in kumaşı dar idi. Bunu omuzdan çaprazvari sarınca,
setrü'l-avreti sağlayamamış, Hz. Câbir biraz eğilerek eksiği tamamlama zorunda
kalmıştı.
Şu halde, omuzdan sarınmak esas ise de kumaş, darlığı, azlığı
sebebiyle yeterince setrü'l avrete imkan tanımayacaksa bunu belden bağlayarak,
örtünmesi gereken yerlere tam örtmek gerekmektedir.
5- Mevzûnun daha iyi anlaşılması için iki noktanın ek bilgi
olarak bilinmesi gerekmektedir:
* Tek parça ile tesettür bahislerinde örtünmek, sarınmak, bağlamak,
çaprazlamak gibi farklı kelimelerle ifade ettiğimiz "giyinme"
şekilleri, hadis metinlerinde de farklı kelimelerle ifade edilmiştir. Bunlar
yerine göre değişik ma'nâlara gelir ise de sadedinde olduğumuz bâbta aynı
ma'nâda kullanılmıştır. Sözgelimi müştemil, müteveşşih, muhalif kelimelerinin
Nevevî, aynı ma'nâyı taşıdıklarını belirtir. Yani bunlar müttezir'in aksine
omuzdan itibaren örtünmeyi ifade ederler. Müttezir ise belden aşağıyı örten
ma'nâsına gelir. Tercümede çaprazlama bağlama diye ifade ettiğimiz bağlama
tarzını -ki böyle bağlayana muhâlif denmektedir- şârihler şöyle tarif ederler:
"Sağ omuza atılmış olan kumaşın ucunu sol kolun altından geçirir, sol omuz
üzerine atılmış olan diğer uç da sağ kolun altından geçirilir ve bu iki uç,
göğüs üzerinde düğümlenir..."
Şevkânî bu meselede esasın, kumaşı sadece bele bağlayarak omuzları
açık bırakmamak bilakis aynı kumaşı hem ridâ olarak bel-omuz arasını, hem de
izar olarak beldiz arasını örtecek tarzda bağlamanın teşkil ettiğini belirtir.
* Mevzumuzu tamamlayacak son nokta şudur: İslâm bir musalli için
normal olarak üç parçalı bir kiyafet derpîş eder:
* Serpuş; başörtüsü. Burada sünnete uyanı, sarıktır.
* Ridâ: Omuzdan bele kadar olan giyecektir.
* İzar: Belden aşağıyı örtecek giyecek. Bunun vücud hatlarını
dışarı vurmayacak genişlikte olması esastır, sünnete uyan şalvardır.
İslam teferruâtta ısrar etmez, esas olan farz'ın yerine
gelmesidir. Buna riayet edildikten sonra, millîmahallî gereklere, ferdî imkân
ve zevklere göre teferruâta müsâmaha gösterir.
İslâm'ın kıyafet telakkisini Libas'la ilgili bölümün UMUMÎ
AÇIKLAMA kısmında geniş şekilde tahlil edeceğiz.[576]
ـ11ـ وعن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]قال رسُولُ
اللّهِ #: َ
يَقْبَلُ
اللّهُ صََةَ
الحَائِضِ
إَّ
بِخِمَارٍ[.
أخرجه أبو
داود والترمذي
.
11. (2687)- Hz. Âişe
(radıyallâhu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Allah hayız görenin (kadının) namazını başörtüsüz kabul
etmez."[577]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste geçen hâiz (hayız gören) kelimesiyle bülûğ yaşına
ermiş kadın kastedilmiştir, hayız görmekte olan değil. Bu açıklamaya gerek
duyulmuştur, çünkü hâiz kelimesi normalde namazdan menedilmiş olan hayız halindeki
kadın için kullanılır. Aliyyü'l-Kârî'nin Mirkat'daki kaydına göre: "Daha
doğrusu, bu kelime ile hayız görme tabiatında olanlar kastedilmiştir, tâ ki,
kız çocukları da hükme dahil olsun. Zira kız çocuklarının kıldığı namazların
muteber olması için başlarını örtmeleri şarttır."
2- Hımâr, başı örten her şeydir. Cinsi, şekli, uzunluğu mühim
değildir, yeterki şer'in derpîş ettiği örtünmeyi sağlasın.
"Avret" meselesinde hür ve köle ayırımı yapmayıp,
ikisini aynı hükme tâbi tutan Ehl-i zâhir için bu hadis delil olmuştur, çünkü
hüküm hiçbir kaydı şâmil olmaksızın mutlak gelmiştir. Ebû Hanîfe, Şâfiî vs.
ulemanın da dahil olduğu cumhur, hür ile köle kadın arasında tefriki esas alır
ve câriyenin avretini, erkeklerde olduğu üzere göbekle diz arası olarak
belirlerler. İbnu Abdiberr el-İstizkâr'da belirttiği üzere İmam Mâlik:
"Câriyenin avreti saç hariç hürre'ninki gibidir" der. Ancak Irakî
Şerhu't-Tirmizî'de: İmam Mâlik'ten meşhur olan rivayete göre, câriyenin avreti
erkeklerin avreti gibidir demiştir.[578]
ـ12ـ وعن
عبيد اللّه بن
ا‘سود الخونى،
وكان في حجر
ميمونة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها زوج
النبي # قال:
]كَانَتْ
مَيْمُونَةُ
تُصَلِّى في
الدِّرْعِ
الْوَاحِدِ
وَالخِمَارِ
لَيْسَ عَلَيْهَا
إزَارٌ[.
أخرجه مالك .
12. (2688)- Ubeydullah
İbnu'l-Esved el-Havlânî -ki Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın zevce-i
pâkleri Meymûne (radıyallahu anhâ)'nin terbiyesinde idi anlatıyor:
"Meymûne (radıyallâhu anhâ) üzerinde izar olmaksızın tek entari (dır') ile
başörtüsü giyinmiş olduğu halde namaz kılardı."[579]
AÇIKLAMA:
1- Mücâhid, kadınların normal olarak dört parça giysi
içerisinde namaz kılması gerektiğini söylemiştir:
* Entari(dır' = kadınlarda omuzdan bele kadar olan kısmı örten
giysi).[580]
* Başörtüsü (hımâr).
* Cübbe (Milhafe = en üste giyilen şey).
* Etek (izar = Belden aşağıya giyilen şey).
Ancak bu ferdî bir görüştür. Cumhur kadınların en az iki parça
giyerek namaz kılmasını vâcib olduğunu söyler: Entari ve başörtüsü, yeter ki
entari topukları da örtecek kadar uzun olsun. Hatta, tepeden tırnağa kadar
örtecek genişlikte tek bir parçanın içinde kılınacak namazın caiz olacağı
belirtilmiştir, yeter ki şeriât-ı garrâmızın derpîş ettiği tesettür sağlanmış
olsun.
Ancak çoğunluk, kadınlarda da normal namaz kıyafetinin üç parçadan
ibaret olduğunu söylemiştir: "Başörtüsü (hımâr), entari (dır'), ve etek
(izar).
2- Sadedinde olduğumuz rivayet, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın zevce-i pâkleri muhterem validemiz Meymûne (radıyallâhu anhâ)' nin
uzunca bir entari ve başörtüsü ile namaz kıldığını belirtmektedir. Böylece,
"kadınların dört parça giyerek" veya "üç parça giyerek"
namaz kılması gerekir" şeklindeki hükümlerin vecîbeyi değil, istihbâbı
ifade ettiği görülmüş olmaktadır.[581]
ـ13ـ وعن
محمد بن زيد
بن قنفذ عن
أمه: ]أنَّهَا
سَألَتْ أُمّ
سَلَمَةَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها مَاذَا
تُصَلِّى
فِيهِ
المَرأةُ
مِنَ الثِّىَابِ؟
فقَالَتْ:
تُصَلِّى في
الخِمَارِ
وَالدِّرْعِ
السَّابِغِ
إذَا غَيَّبَ
ظُهُورَ قَدَمَيْهَا[.
أخرجه مالك
وأبو داود .
13. (2689)- Muhammed İbnu
Zeyd, İbnu Kunfuz'un annesinden yaptığı nakle göre, annesi Ümmü Seleme (radıyallâhu
anhâ)'ye
"Kadın, hangi giysiler içerisinde namaz kılmalı?" diye
sormuştur. O da:
"Başörtüsü ve ayağın üzerini örtecek kadar uzun entari
içerisinde!" diye cevap vermiştir."[582]
AÇIKLAMA:
1- Daha önceki hadisten fazla olarak burada kadın entarisi ile
ilgili bir açıklamaya yer verilmiştir. Entarinin (yani dır'ın) ayağın sırtını
örtecek kadar uzunlukta olması gerekmektedir. Bu kadar uzun entariye sâbiğ
dendiği rivayette belirtilmiştir.
2- Bu rivayete göre, kadın, namazda ayaklarını da örtmelidir. Nitekim
İmam Mâlik, Şâfiî, Ahmed hazretleri böyle hükmetmişlerdir. Ancak Ebû Hanîfe
hazretleri kadınlarda ayağın sırtını avret kabul etmez, namazda açık olması
namazın sıhhatine mâni değildir.
3- Namazda kadınların kapanması gereken yerleri hususunda
âlimler arasında bazı ihtilaflar olmuştur. Bunu Hattâbî, Ebû Dâvud Şerhi'nde
şöyle özetler:
"...Evzâî ve Şâfiî: "Eller ve yüz hariç her tarafını
örter" demiştir." Bu hüküm İbnu Abbâs ve Atâ'dan da mervîdir. Ebû
Bekr İbnu Abdirrahmân İbni'l-Hâris İbni Hişâm der ki: "Kadının her tarafı
avrettir, tırnakları bile.
"Mâlik İbnu Enes der ki: "Kadın namaz kılarken saçı veya
ayaklarının sırtı açılacak olursa, vakti içinde namazı iade eder."
Ashâb-ı Re'y (Hanefîler): "Kadın namaz kılarken başının
dörtte biri veya üçte biri açılacak olursa veya uyluğunun dörtte veya üçte biri
açılacak olursa, veya karnının dörtte biri veya üçte biri açılacak olursa
namazı bozulur. Bu söylenen miktardan daha az bir kısım açılırsa bozulmaz. Bunu
tahdidde, aralarında ihtilaf mevcuttur. Bazısı yarısı demiştir. Ancak tahdidi
koyarken, ileri sürdükleri miktarı dayandırdıkları (rivayetten gelen) bir asıl
bilmiyorum. Sadedinde olduğumuz hadiste "kadının bedeninden bir şey
açılırsa kıldığı namaz sahih olmaz." diyenlere delil vardır. Zira hadiste,
"ayağın üzerini örtecek kadar uzun olursa..." denmektedir. Yani açık
bir ifade ile kadının namazının câiz olması için, âzâlarından hiçbir şeyin
görülmemesi şartı koşulmuş olmaktadır."[583]
ـ14ـ وعن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]صَلَّى رسولُ
اللّهِ # في
خَمِيصَةٍ
لَهَا
أعَْمٌ،
فَنَظَرَ إلى
أعَْمِهَا
نَظْرَةً
فقَالَ:
اذْهَبُوا
بِخَمِيصَتِى
هذِهِ إلى
أبِى جَهْمِ
ابْنِ
حُذَيْفَة وائتُونِى
بِأنْبِجَانِيَّتِهِ،
فإنَّهَا ألْهَتْنِى
آنِفاً عَنْ
صََتِى[.
أخرجه الستة إ
الترمذي.وفي
رواية مالك
وأبى داود:
]كُنْتُ
أنْظُرُ إلَيْهَا
وَأنَا في
الصََّةِ
فَأخَافَ أنْ تَفْتِنَنِى[.»ا‘نْبِجَانِيَّةُ«:
كَساء له خمل،
وقيل هو
الغليظ من
الصوف.ومعنى
»ألْهَتْنِى«:
شغلتنى.وقوله
»آنفاً«: أى اŒن .
14. (2690)- Hz. Âişe
(radıyallâhu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), üzerinde
çizgiler olan hamîsa kumaşı üzerinde namaz kılmıştı. (Namazdan sonra) çizgilere
bir göz attı ve:
"Bu hamîsa'yı Ebû Cehm İbnu Huzeyfe'ye götürün, onun
enbicâniye'sini getirin. Zîra bu beni az önce namazda meşgul etti"
buyurdu."[584]
Muvatta ve Ebû Dâvud'un bir rivayetinde (Resûlulah) şöyle
buyurmuştur: "Ben namazda iken (dikkatimi çekti) ona baktım, bende fitne
hasıl edeceğinden korktum."[585]
AÇIKLAMA:
1- Hamîsa üzeri çizgili dört köşe bir kumaş, ibrişim veya
yünden mamuldür.
2- Enbicâniyye: Sert, çizgisiz sade bir kumaş. Bu ismi,
kumaşa, Suriye'deki Enbicân adındaki beldeye nisbeten vermişlerdir. Çünkü kumaş
orada imal ediliyordu.
3- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın kumaşı Ebû Cehm'e
göndermesi, onun hediye etmiş olmasındandır. Hadisin Muvatta'daki rivayetinde
bu husus belirtilmiştir. İbnu Battâl, Resûlullah'ın Ebû Cehm'den hamîsa'ya
mukabil enbicâniyye kumaşı istemesini, hediyyesini beğenmeme sebebiyle iade
ettiği zannına düşerek üzülmesini önlemek için yaptığını belirtir. Namazda
meşgul edici bir kumaşı ona göndermesi, bunu ona muvafık bulduğu için değildir.
Ebû Cehm'in bu kumaşı seccade olarak değil, başka maksadlarla kullanacağını
bildiği içindir. Nitekim Utârid'in gönderdiği bir elbiseyi giymeyi mahzurlu
bulduğu için Hz. Ömer'e göndermiş, sonra da "Ben onu sana giyesin diye
göndermedim" açıklamasını yapmıştır.
4- HADİSTEN ÇIKARILAN FEVÂİD VE HÜKÜMLER
* Resûlullah namaz meselesine çok ehemmiyet vermiştir.
* Namazda zihni meşgul eden herşey mekruhtur.
* Sûretlerin ve görünen eşyaların sadece sıradan insanlara değil,
temiz kalplere, yüce ve pâk ruhlara bile tesiri vardır.
* Çizgili kumaştan mamul elbise giyilebilir, içinde namaz
kılınabilir.
* Kalbi tâat ve tefekkürden alıkoyacak dünyevî, gereksiz
meşguliyetler terkedilmelidir.
* Mescidleri ve bilhassa kıble cihetini, zihni dağıtacak
şekilde tezyin mekruhtur.
* Dostlar arasında hediyeleşmek meşrûdur.
* Namazda zihnin başka bir şeyle meşguliyeti, namaz sıhhatını
kaldırmaz, çünkü çizgiler Resûlullah'ı meşgul etmiş, buna rağmen namazı iade
etmemiştir.
* Zihni meşgul edip huşû ve huzûdan uzaklaştırıcı şeylere de fitne
denebilir.[586]
ـ15ـ وعن
عقبة بن عامر
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال:
]أُهْدِىَ
لِرسُولِ
اللّهِ #
فَرُّوجٌ
مِنْ حَرِيرٍ
فَلَبِسَهُ
فَصَلَّى
فِيهِ، ثُمَّ
انْصَرَفَ
فَنَزَعَهُ
نَزَعاً
شَدِيداً كَالْكَارِهِ
لَهُ وَقالَ َ
يَنْبَغِى
هذَا
لِلْمُتَّقِينَ[.
أخرجه
النسائى.»الفَرَّوجَ«:
بالتخفيف القباء
الذى له شق من
خلفه .
15. (2691)- Ukbe İbnu Âmir
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a
ipekten mamul bir kaftan hediye edildi. Kaftanı giyip içinde namaz kıldı. Sonra
namazdan ayrılıp hemen kaftanı şiddetle çıkarıp attı, sanki kaftandan gayr-ı
memnundu:
"Bu, muttakîlere muvafık düşmüyor!" dedi."[587]
AÇIKLAMA:
1- Ferrûc arkadan veya önden yırtmaçlı giyecek; kaftan diye
tercüme ettik. Resûlullah'ın bunu bidayeten giymesi, hadisenin ipeğin
tahriminden önceye ait olma ihtimalini doğurmuştur. Bununla beraber, tahrimden
sonra olma ihtimaline binaen kumaşın saf ipek değil, ipek karışımı bir dokuma
olabileceği söylenmiştir. Çünkü, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
yasaktan sonra ipek giyeceği düşünülemez. Tahrimden önce olması halinde,
çıkarıp atması, Efendimizin mizâcen ipekten hoşlanmadığını gösterir ki bu fıtrî
istikrah, ilâhî yasaklamaya tam bir uyum ifade eder. Ancak tahrimden önceye ait
olduğunu te'yid eden bir rivayet'i Müslim, Câbir (radıyallâhu anh)'den
kaydeder: صَلِّى
فِى قِبَاءٍ
دِيبَاج
ثُمِّ نَزَعَهُ
وَقَالَ
نَهَانِى
عَنْهُ
جِبْرِيلُ "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
ipek bir kaftan içinde namaz kıldı, sonra çıkardı ve: "Cebrâil bundan beni
menetti" dedi. Ayrıca: "Bu, muttakîlere muvafık düşmüyor" sözü
de tahrimden önceye ait olduğuna delildir, çünkü ilâhî haram karşısında muttakî
olanla olmayan arasında fark kalmaz, kimseye muvafık düşmez.
Muttakî ile müslümanın kastedilmesi de muhtemeldir. Bu durumda,
nehiy sebebiyle çıkarmış olabilir ve bu hadise ipekle ilgili nehyin
başlangıcını teşkil eder. Bu yorum takarrur ettiği takdirde "ipeklinin
içinde namaz câizdir" diye verilen fetvanın hükmü kalkar.
Hadisenin tahrimden sonra olması halinde cumhura göre namaz
câizdir, ancak tahrimen mekruhtur. İmam Mâlik "vaktinde iade
edilmeli" demiştir.[588]
ـ16ـ وعن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]صَلّى
رَسُولُ
اللّهِ # في
ثوْبٍ
وَبَعْضُهُ
عَلىَّ[.
أخرجه أبو
داود.وله عن
ميمونة
رَضِيَ اللّهُ
عَنْها مثله .
16. (2692)- Hz. Âişe
(radıyallâhu anhâ) demiştir ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir
ucu beni örtmekte olan bir kumaşın diğer ucuyla örtünerek, içinde namaz
kıldı."[589]
AÇIKLAMA:
Bu rivayeti açıklayıcı bir hadis Müslim'de kaydedilmiştir. Hz.
Âişe orada şöyle anlatır: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) geceleyin,
ben yanı başında hayızlı halde dururken namaz kılardı. Bu sırada üzerimde bir
örtü bulunurdu ki bu örtünün bir ucu da Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
üzerinde olurdu."
Fukaha, bu hadiste hayızlının yanında namaz kılmanın câiz
olduğuna, hayızlının elbisesinde kan veya necâset lekesi olmadığı takdirde bu
elbisenin temiz olduğuna delil görmüştür.
Keza, hadisten, bir kumaşın bir kısmı birinin üstünde olduğu
halde, diğer kısmını üzerinde taşıyan kimsenin namaz kılmasının câiz olduğu
hükmü çıkarılmıştır.[590]
ـ1ـ عن أنس
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ جَدَّتَهُ
مُلَيْكَةَ
دَعَتْ
رَسولَ
اللّهِ # لِطَعَامٍ
صَنَعَتْهُ
فَأكَلَ
مِنْهُ ثُمَّ
قالَ: قُومُوا
فَأُصَلِّىَ
لَكُمْ. قالَ
أنَسٌ: فَقُمْتُ
إلى حَصِيرٍ
لَنَا قَدِ
اسْوَدَّ
مِنْ طُولِ
مَا لَبِسَ
فَنَضَحْتُهُ
بِمَاءٍ، فقَامَ
عَلَيْهِ
وَصَفَفْتُ
أنَا
وَالْيَتِيمُ
وَرَاءَهُ
وَالْعَجُوزُ
مِنْ وَرَائِنَا
فَصَلّى
بِنَا
رَكْعَتَيْنِ
ثُمَّ انْصَرَفَ[.
أخرجه الستة .
1. (2693)- Hz. Enes
(radıyallâhu anh)'in anlattığına göre, büyükannesi Müleyke (radıyallâhu anhâ)
hazırladığı bir yemeğe Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı davet etti.
(Efendimiz şeref vererek) yemekten yediler. Sonra:
"Kalkın size namaz kıldırayım!" buyurdular. Enes
(radıyallâhu anh) der ki:
"Ben uzun müddettir kullanılmaktan kararmış olan hasırımızı
getirdim, üzerine su çiledim. Aleyhissalâtu vesselâm üzerinde namaza durdu. Ben
ve yetim, arkasında saf yaptık, yaşlı (annem) de bizim arkamızda durdu.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize iki rek'at (nafile namaz) kıldırıp, sonra
ayrıldı."[591]
AÇIKLAMA:
1- İbnu Hacer'in hadisle ilgili uzunca bir açıklamasının
neticesini kaydetmek isteriz: Burada Hz. Enes'in büyük annesi olarak gözüken
Müleyke, annesi Ümmü Süleym'in adıdır. جَدَّتُهُ kelimesinin sonundaki zamirin mercii Enes
değil, hadisin râvisi ve aynı zamanda Enes'in yeğeni olan İshâk'dır. (Enes'in
anne bir kardeşi Abdullah'ın oğlu İshâk; İshâk İbnu Abdillah İbnu Ebî Talha.
Ebû Talha, Ümmü Süleym'in ikinci kocası ve Enes'in babalığıdır.)[592]
2- Buhârî, hadisi önce hasır üzerinde namaz başlığı taşıyan
bir bâbta kaydeder. Hadiste yer alan fıkhın çokluğu sebebiyle başka bâblarda da
kaydeder. Müellifimiz İbnu Deybe de bu hadisi namaz kılınan yerlerle ilgili bir
bâbta kaydederek, hasır üzerinde namaz kılınabileceğini belirtmiş olmaktadır.
Hasır, hurma lifi ve benzeri şeylerden yapılan yaygıya denmektedir. Tabir
dilimizde aynen mevcuttur. Humra denen bir başka yaygı daha var, o da hasır
gibi hurma lifi ve benzeri şeylerden dokunmaktadır. Ancak, bu küçüktür, namaz
kılan kimsenin daha ziyade secde mahalline, yüz ve elleri sıcak ve soğuğa karşı
korumak maksadıyla konmaktadır. Eğer bu örgü insan boyunda ve daha büyük olursa
ona hasır denmektedir. Hattâbî'nin ifadesiyle, bunların her ikisi de dilimizde
seccâde dediğimiz şeyin bir nev'idir.
3- Hasır, hurma vs. üzerinde namaz kılınacağını te'yid eden
rivayetlere sadedinde olduğumuz bâblarda yer verilmesi, seleften bazılarında
görülmüş olan ferdî titizliklere karşı delil getirmek gayesini gütmelidir.
Nitekim İbnu Battâl, Ömer İbnu Abdilaziz (rahimehullah)'in humra üzerine toprak
yayıp onun üstüne secde ettiğini belirtmektedir. Onun bu davranışı, tevâzu ve
huşûda mübâlağaya hamledilmiş ve hasır, humra gibi başka eşyaların -temiz
olmaları kaydıyla- üzerinde namaz kılınabileceğine hükmedilmiştir. Urve İbnu
Zübeyr ve başka bazılarının da yerden başka bir şey üzerine secde etmeyi mekruh
addettikleri rivayet edilmiştir. Bu rivayetlere Mescid-i Nebevî'nin içerisine Resûlullah
zamanında hiçbir sergi konmamış olması ilave edilince, herhangi bir yaygının
üzerinde namaz kılınabileceği, yeryüzü cinsinden başka bir şey üzerine de secde
edileceği hususunda Resûlullah'tan örneklerin rivayet edilme gereği anlaşılır.
4- Hasıra su çilenmesini âlimler onu yumuşatmak, sertliğini
azaltmak için diye îzah ederler. "Temizlemek için" diyen de olmuşsa
da muteber addedilmemiştir. Zîra "Hasır aslen temizdir, temizlenmeye
muhtaç necâseti olsa su serpmekle temizlik hâsıl olmaz" denmiştir.
5- Enes'in beraberindeki yetimin Dümeyre olduğu kabul
edilmiştir. Hüseyn İbnu Abdillah İbnu Dümeyre'nin dedesi.
6- HADİSTEN ÇIKARILAN BAZI FEVÂİD
* Düğün için bile olsa hatta bir kadın bile yapsa davete icabet
gerekir, yeter ki fitneden emin olunsun.
* Davet yemeğinden yenmelidir.
* Evlerde cemaatle nafile namaz kılınır.
* Resûlullah namazın fiillerini bizzat gösterip ev halkına öğretmek
istemiş gibidir. Bu gereklidir, çünkü, kadınlar mescidde geri tarafta oldukları
için bir kısım teferruâtı göremezler.
* Namaz kılınacak yerin temizlenmesi gerekir.
* Çocuk, büyüklerle yan yana saf yapabilir.
* Kadınlar, erkeklerin safının gerisinde yer alır.
* Kadın yalnız ise tek başına müstakil saf yapar.
* Gündüz nafilesi iki rek'at olabilir.
* Mümeyyiz çocuğun abdesti ve namazı sahihtir.
* Nafile namazda münferid kılmanın efdal olacağına dair gelen
rivayetler; bunda ta'lim maksadı olmama durumuna mahsustur. Öğretme maksadı
işin içine girerse cemaat halinde efdaldir, hususan Resûl-i Ekrem hakkında.[593]
ـ2ـ وعن
ميمونة
رَضِيَ اللّهُ
عَنْها قالت:
]كانَ رسُولُ
اللّه # يُصَلِّى
وَأنَا
حِذَاءَهُ
حَائِضٌ،
وَرُبَّمَا
أصَابَنِى
ثَوْبُهُ
إذَا سَجَدَ،
وَكانَ يُصَلِّى
عَلى
الخُمْرَةِ[.
أخرجه الخمسة
إ الترمذي.»الخُمْرَةُ«:
هى مايضع عليه
الرجل وجهه في
سجوده من
حصير، أو
نسيجه خوص
ونحوه من الثياب،
وقد يطلق على
الكبير من
نوعها.
2. (2694)- Hz. Meymûne
(radıyallâhu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ben
hayızlı halde tam hizasında dururken, namaz kılardı. Secde ettiği vakit bazan
elbisesi bana değerdi. Humra üzerinde namaz kılardı."[594]
AÇIKLAMA:
1- Hadisle ilgili bazı açıklamalar önceki rivayetin
açıklamasında geçmiştir, humra kelimesiyle ilgili olan gibi.
2- Bu rivayet öncelikle, hayızlı kadının yanında namaz
kılınabileceğini, namaz kılarken elbisenin hayızlıya değmesinde herhangi bir
kerâhet bulunmadığını belirtmektedir.[595]
ـ3ـ وعن
أنس رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كُنَّا نُصَلِّى
مَعَ
النَّبىِّ #
في شِدَّةِ
الحَرِّ،
فإذَا لَمْ
يَسْتَطِعْ
أحَدُنَا أنْ
يُمَكِّنَ
جَبْهَتَهُ
مِنَ ا‘رْضِ
بَسَطَ ثَوْبَهُ
فَصَلَّى
عَلَيْهِ[.
أخرجه الخمسة
.
3. (2695)- Hz. Enes
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Biz çok sıcak günlerde Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'la birlikte namaz kılardık. Birimiz alnını sıcak
sebebiyle yere koyamayacak olsa, giysisini serer onun üzerine secde
ederdi."[596]
AÇIKLAMA:
Hadis, sıcak veya soğuğa karşı namaz kılanla yer arasına bir hâil
kullanılmasının cevazına delil olmaktadır.
Hattâbî hadisle ilgili şu açıklamayı sunar: Bu meselede ulema
ihtilaf etmiştir. Fukaha'nın büyük ekseriyeti bunun câiz olduğuna hükmetmiştir.[597]
Şâfiî ise: "Elbisenin kenarına secde kifayet etmez, tıpkı
sarığın kıvrımı üzerine yapılacak secdenin kifayet etmemesi gibi. Hz. Enes'in
rivayetinde, giymediği bir şeyin yere serilmiş olması muhtemel
gözükmektedir" demiştir.
Şu halde Şâfiî hazretleri, hadiste kastedilen giysinin "namaz
kılan kimsenin üzerindeki elbise olmayıp, musalliden ayrı bir kumaş"
olduğuna kânidir. Beyhakî, bu te'vili bir başka rivayetle te'yid eder. İsmâilî'nin
kaydettiği bu rivayette: "...Birimiz çakılı eline alır, sağına bırakıp
üzerine secde ederdi" denmektedir. Beyhakî bu rivayeti kaydettikten sonra:
"Musalliye bitişik olan bir şeyin üzerine secde caiz olsaydı uzun zamana
mal olan çakıl soğutma işine tevessüle ihtiyaç duyulmazdı" der.
Beyhakî'nin bu açıklamasına: "Çakıl soğutan kişinin üzerindeki elbisede
tesettürü sağladıktan sonra, bir de secdeye imkan sağlayacak fazlalık
bulunmamış olabileceği ihtimali" ileri sürülerek cevap verilmiştir.
Hadisten, namaz sırasında az bir amelle huşûya riayet
edilebileceği hükmü çıkarılmıştır. Çünkü, elbisenin ucuna secde etmeleri, yerin
harareti sebebiyle ârız olacak teşvişi önlemek içindi. Hadisin zâhirinden
anlaşılan budur.[598]
ـ4ـ وعن
البراء
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
صَلُّوا في
مَرَابِضِ
الْغَنَم
فإنَّهَا
مُبَارَكَةٌ،
وََ تُصَلُّوا
في عَطَنِ
ا“بِلِ
فَإنَّهَا
مِنَ
الشَّيَاطِينَ[.
أخرجه أبو
داود .
4. (2696)- Berâ
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Koyun ağıllarında namaz kılın. Zîra koyunlar mübârek
(hayvanlar)dır. Deve damlarında namaz kılmayın, zîra onlar
şeytanlardandır."[599]
ـ5ـ وعن
ابن عمر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]نَهَى رَسولُ
اللّهِ # عَنِ
الصََّةِ في
سَبْعَةِ
مَوَاطِنَ:
المَزْبَلَة،
وَالمَجْزَرَةِ،
وَالمَقْبَرَةِ،
وَقَارِعَةِ
الطَّرِيقِ،
وَفي
الحَمَّامِ،
وَمَعَاطِن
ا“بْلِ، وَفَوْقَ
ظَهْرِ
بَيْتِ
اللّهِ
الحَرَامِ[.
أخرجه الترمذي
.
5. (2697)- İbnu Ömer (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) yedi yerde namaz kılmayı yasakladı: "Mezbele
(çöplük), meczere (hayvan kesilen yer), makbere (mezarlık), yol geçeği, hammâm,
deve damı, Beytullâhi'l-Haram'ın damının üstü."[600]
AÇIKLAMA:
1- Mü'minler için yeryüzü baştan sona mescid kılınmıştır,
dilediği yerde Rabbine ibâdet yapabilir. Bununla beraber Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), hâiz olduğu bazı mahzurlar sebebiyle bir kısım
yerlerde ibâdet yapmayı yasaklamıştır. Yukarıda kaydedilen iki hadiste bu
yerler belirtilmektedir.
* Deve damları: Hadiste me'âtın (ma'tın'ın cem'i) diye geçer. Su
kenarlarında develerin ıhıp yattıkları yerlere denir. Ancak hadiste deve damı
diye çevirdiğimiz develer için hazırlanan ahırlar kastedilmiştir. Resûlullah deve
ağılllarında namaz kılma yasağını develerin "şeytanlardan olma"
sebebine bağlamıştır. Öyle anlaşılıyor ki; deve damları, izahı uzun kaçacak
bazı mahzurlar taşımaktadır. Çünkü; Hz. Peygamber, bu çeşit durumlarda meseleyi
şeytana nisbetle ifadeye dökerdi.
* Mezbele, çöplerin, pisliklerin atıldığı yerlerdir. Böylesi
yerlerin pis olacağı mâlumdur. Halbuki ibâdet yapılacak makamın temiz olması
gerekir.
* Meczere: Sığır, deve, koyun gibi hayvanların kesildiği yerlerdir.
Buralar da kan ve fışkı pisliklerinden halî değildir.
* Makbere, insan cenazelerinin gömüldüğü yerlere denir. Dilimizde
mezarlık da denir. Mezarlıkta namaz meselesinde âlimler ihtilaf eder. Ahmed
İbnu Hanbel, "Mutlak olarak haramdır" der. Mezar açılmış olsun
olmasın, mezarlığa bir şey serilsin serilmesin, kabir üzeri olsun, münferid ev
gibi bir yer olsun, kâfir mezarlığı olsun müslüman mezarlığı olsun birdir,
namaz haramdır. Zâhirîler de böyle hükmeder, Şâfiî, temiz bir yerde kılınacak
namazın câiz olacağını söyler. Ebû Hanîfe, Evzâî, Sevrî, "kabristanda
namaz mekruhtur" derler. İmam Mâlik'e göre kerâhetsiz caizdir.
* Yol geçeği diye tercüme ettiğimiz kâri'atu'ttarîk, yol ortası,
daha doğrusu yol demektir. Yolda namaz kılanın kalbi, gelip geçenlerle meşgul
olacağından huzur bulamaz, ayrıca gelip geçenlere de yolu daraltarak ezâ vermiş
olur. Bu sebeple yolda kılınacak namaz mekruh kılınmıştır.
* Hammâm: Bu kelime hamîm'den gelir. Hamîm sıcak su demektir.
Hammâm sıcak su ile yıkanılan yere denir ise de zamanla sıcak veya soğuk olsun
su ile yıkanılan her yere ıtlak olunmuştur. Buralar pislikten halî olmayacağı
için hadisin zâhirine göre, mutlak olarak namaz yasaklanmıştır. Ancak ulema
çoğunluk olarak, başka karînelerden hareketle temizlik şartıyla hammâmda
kılınacak namazın sıhhatine hükmeder, ancak "mekruhtur" der.
* Beytullâhi'l-Haram'ın damının üstü: Burada namaz kılanın önünde
onu örten sâbit bir sütre yoksa namazı sahih olmaz, çünkü o, Beyt'e doğru
değil, beyt'in üzerinde namaz kılmıştır. Şâfiî (rahimehullah), Ka'be'nin
binasından üçte iki zirâ boyunda bir parçaya yönelenin kıldığı namazın sahih
olduğuna hükmeder. Bu görüşe uyan bazı âlimler: Çünkü böyle birisi, bu durumda
Allah korusun Ka'be'nin yıkılması halinde arsasına yönelmiş kimse durumundadır,
der.
2- Sadedinde olduğumuz Berâ hadisinde: "Koyun ağıllarında
namaz kılın" denmekte, sebep olarak koyunların mübârek oldukları
gösterilmektedir. Bazı rivayetlerde koyunun bereket yani bereket sahibi olduğu
ifade edilmiştir. Bazı şârihler, hadisi şöyle açıklamıştır: "Bunun ma'nâsı
şudur: "Koyunda temerrüd yoktur, zayıf bir mahluktur. Cennet
hayvanlarındandır. Onda sekîne vardır. Musalliyi rahatsız etmez, namazını da
kesmez. Bereketli bir hayvandır, öyle ise onun kaldığı ağıllarda namaz
kılın."
Buradaki emir, vücûb ifade etmez, cevaz ve ruhsat ifade eder.[601]
ـ6ـ وعن
أبى هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رسولُ اللّهِ
# لَعَنَ
اللّهُ
الْيَهُودَ والنَّصَارى
اتَّخَذُوا
قُبُورَ
أنْبِيَائِهِمْ
مَسَاجِدَ[.
أخرجه الخمسة
إ الترمذي.زاد
غير أبى داود
في رواية
عائشة رَضِيَ
اللّهُ عَنْها
قالت:
»وَلَوَْ
ذلِكَ
َبُرِزَ
قَبْرُهُ« .
6. (2698)- Hz. Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle
dediler:
"Allah yahudilere ve hıristiyanlara lânet etsin. Peygamberlerinin
kabirlerini mescide çevirdiler."[602]
Ebû Dâvud'un dışındaki bir rivayette Hz. Âişe'den şu ziyadeye yer
verilmiştir: "Eğer bu (endişe) olmasaydı, (Resûlullah'ın) kabri açıkta
bulundurulacaktı. Ancak mescid ittihaz edilmesinden korkuldu."[603]
AÇIKLAMA:
1- Burada yahudiler ve hıristiyanlar peygamberlerinin
kabirlerini mescide çevirmekten dolayı lânetlenmektedirler. Lânet, Allah'ın
rahmetinden uzak kalmalarını dilemektir. Hadisin bazı vecihlerinde beddua:
"Kâtele...", "Allah canlarını alsın..." diye ifade
edilmiştir. Bu da aynı ma'-nâya gelir.
2- Hadisin bazı vecihlerinde Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) sadece yahudilere lânet etmiştir. Çünkü tarihte ilk defa onlar
peygamberlerinin kabirlerini mescide çevirmişlerdir.
3- Hıristiyanların peygamberi olan Hz. İsa'nın göğe çekilmiş
olması sebebiyle kabri bulunmadığı için, onların kabri mescide çevirmeleri
mevzubahis olamayacağı belirtilerek hadiste müşkil olduğu ileri sürülmüştür.
Ancak, hıristiyanlar, Tevrat'ı münzel bir kitap olarak benimseyip ona inandıkları
için, onda zikri geçen peygamberleri, yahudi an'anesine tâbi olarak tebcîl
etmişlerdir. Nitekim müslümanlar da Hz. Muhammed'den önce gelip geçen bütün
peygamberleri benimser, ta'zim'de bulunur. Ne var ki, bizim onlara ta'zimimiz
belli bir âdâb ve ölçüye tâbidir, onların peygamberler ve kabirleri hakkında
düştükleri ifrad ve tefride yer vermeyiz.
4- Bu hadiste beyan edilen yasağın asıl sebebi, müslümanları,
peygamberleri hakkında, önceki milletlerin düştüğü bir kısım aşırılıklardan
korumaktır. Nevevî şu açıklamayı sunar: "Ulema der ki: "Efendimiz
gerek kendi ve gerekse başkasının kabrini mescid ittihaz etmeyi yasaklamıştır.
Çünkü, ta'zimde ifrat ve mübâlağaya düşülerek fitneye giriftâr olunmasından
korkmuştur." Bu durum, küfre bile götürebilirdi. Nitekim geçmiş ümmetlerde
örneği çokça görülmüştür. Sahâbe-i Kiram (radıyallâhu anhüm) ve Tâbiîn,
müslümanların sayıca artması üzerine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
mescidini genişletme ihtiyacı hissettiği vakit, ilave edilen kısma Ümmühâtu'l-
Mü'minîn hazerâtının (radıyallahu anhünne) hücreleri ve bu meyanda Resûlü Ekrem'in ve iki arkadaşı Hz. Ebû Bekr ve Ömer
(radıyallâhu anhümâ)'in kabirlerini de ihtivâ eden Hz. Âişe'nin hücresi de
dahil edildi. Bu kısım, Mescid'in içinde açıkta kaldığı takdirde avam ona karşı
namaz kılabilir, yanlış iş yapabilirdi. İşte bu mahzurları önlemek için
kabirlerin etrafına yüksek yuvarlak duvarlar inşa ettiler. Sonra da daha dıştan
kuzeydeki köşelerinden itibaren başlayıp uçları birleşecek iki münharif duvar
çektiler, böylece kimsenin bunları kıblegâh yapmasına imkan verilmemiş oldu.
İşte bu ameleye kabri halkın kıblegâh yapma korkusundan tevessül edildiğini,
hadis metninde yer alan Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ)'nin: "Eğer bu endişe
olmasaydı Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın kabri açıkta bırakılacaktı,
fakat onun da mescide çevrilmesinden korkuldu" sözü göstermektedir."[604]
ـ7ـ وعن
عطاء بن يسار
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رَسولُ
اللّهِ #:
اللَّهُمَّ َ
تَجْعَلْ قَبْرِى
وَثَناً
يُعْبَدُ،
اشْتَدَّ
غَضَبُ
اللّهِ عَلى
قَوْمٍ اتَّخَذُوا
قُبُورَ
أنْبِيَائِهِمْ
مَسَاجِدَ[.
أخرجه مالك .
7. (2699)- Atâ İbnu Yesâr
(rahimehullah) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle duâ
buyurdular: "Allahım, kabrimi ibâdet edilen bir put kılma" (ve
devamla dedi ki): "Nebilerinin kabirlerini mescidler haline getiren bir
kavme Allah'ın öfkesi artmıştır."[605]
AÇIKLAMA:
Bu hadisten hareketle, İmam Mâlik mescidlerin içine cenâze defnini
mekruh addetmiştir.
Âlimlerden bazıları: "Bu hadis peygamberlerin kabirleri
üzerinde secde etmeyi yasaklamaktadır" derken, diğer bazıları da:
"Peygamber kabirlerinin, ibâdette yönelinen bir kıble yapılması
yasaklanmaktadır" demiştir. Zürkânî: "Bu davranış, kabirleri hakkında
yasaklanırsa, diğer hatıraları hakkında daha açık bir yasak olacağı
açıktır" der.
İmam Mâlik ve birçok başka âlimler, yahudi ve hıristiyanlara
muhalefet için, Bey'atu'r-Rıdvan'ın icra edildiği ağacın yerini aramayı mekruh
addetmişlerdir.
Kur'ân-ı Kerîm'de olsun, hadislerde olsun, dünyevî ve uhrevî
kurtuluşumuz için daima, Resûlullah'ın getirdiği şeriata ve sünnete ittiba
emredilmiştir. Her davranışında rıza-ı ilâhiyi aramak endişesinde olması
gereken müslüman için bu irşad yeterlidir. Kendinden istenmeyen şeylere iltifat
etmesi, istenip istenmediği meşkûk şeyler hususunda ihtiyatlı davranıp ifrata
düşmemesi mü'minlik edebine girer.
Elbette Resûlullah'tan bize intikâl eden maddî hatıralar ve âsâr
da nazarımızda muhteremdir, saygımızı eksik etmeyeceğiz. Fakat tâli olan,
asl'ın yerini almamalıdır. Herşeye dindeki yerini vermeli, ifrattan ve tefritten
kaçınmalıyız.[606]
اَللّهُمَّ
اَرِنَا
الْحَقَّ
حَقّاً
وَارْزُقْنَا
اِتِّبَاعَهُ
وَاِرَنا الْبَاطِلَ
بَاطًِ
وَارْزُقْنَا
اجْتِنَابَهُ
ـ8ـ وعن
علىّ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]نَهَانِى
رَسولُ
اللّهِ # أنْ
أُصَلِّى في
المَقْبَرَةِ،
وَأنْ
أُصَلِّى في
أرْض بَابِلَ
فإنَّهَا
مَلْعُونَةٌ[.
أخرجه أبو
داود.قال
الخطابى: في
إسناد هذا
الحديث مقال،
و أعلم أحداً
من العلماء
حرّم الصة
بأرض بابل،
فإن صح فيكون
على الخصوص
لعلىّ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
إنذاراً منه
بما لقى من
المحنة بالكوفة،
وهى من أرض
بابل .
8. (2700)- Hz. Ali
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), beni
mezarlıkta namaz kılmaktan menetti. Beni Bâbil toprağında da namaz kılmaktan
menetti (ve şöyle dedi:) "Zîra orası mel' undur."[607]
Hattâbî der ki: "Bu hadisin senedinde zayıflık olduğu
söylenmiştir. Ben âlimlerden kimseyi bilmem ki Bâbil toprağında namaz kılmayı
yasaklamış olsun. Hadis(in Resûlullah'a nisbeti) sahih ise, bu yasak sadece Hz.
Ali'nin şahsıyla ilgilidir; böylece, onu Kûfe'de maruz kaldığı mihnete
(sıkıntılı hadislere) karşı uyarmak istemiştir. (Malum olduğu üzere) Kûfe,
Bâbil diyarındadır."[608]
AÇIKLAMA:
1- Hadisle ilgili Hattâbî'nin mühim bir açıklamasını
müellifimiz İbnu Deybe hadisin akabine hemen koymak ihtiyacını duymuştur. Biz
de, açıklama kısmında kaydedebileceğimiz bu metni, müellifimizin tertibine
uyarak, hadisin arkasından hemen kaydettik. İbnu Deybe'nin açıklamayı koyma
ihtiyacı, kanaatimizce, hadiste dinimizin umumi bir prensibine ters düşen bir hükmün yer
almasıdır. Şöyle ki İslâm dîni, temiz olmak kaydıyla yeryüzünün her tarafını
mescid ilan etmiştir. Resûlullah: جُعِلَتْ
لِىَ اَرْضُ
مَسْجِداً
وَطَهُوراً "Küre-i arz benim için mescid ve temiz
kılındı." buyurmuştur. Daha önceki hadislerde hammâm ve makbere gibi bazı
noktaların istisnâ edilmesi, bu umumî hükmü zedelemez. Zira oralar, pis
olmaları sebebiyle yasaklanmıştır. Halbuki sadedinde olduğumuz hadiste Bâbil
diyarı'nın tamamı namazdan yasaklanmış olmaktadır. Mu'cemu'l-Büldân Bâbil
denince Kûfe civarının ve hatta Irak diyarının kastedildiğini belirtir. Şu halde
burası, mahdud bir nokta olmaktan ziyâde Tûfan'dan sonra Hz. Nûh'un ateş aramak
üzere gemiden inip yerleştiği, ahfadının da köyler, şehirler kurarak imar edip,
hâkimiyet kurduğu geniş bir sahadır. Sihirle meşguliyetleri şöhret bulan bu
yerin Kur'ân'da zikri geçer.
Yani İbnu Deybe, bu geniş diyarda namaz kılmanın
yasaklanmayacağını belirtmek ister. Nitekim Ashâb'ın sağlığında Bâbil diyarı
fethedilmiş, pek çok sahâbî oralara cihad, tedris, ticâret, me'muriyet gibi
çeşitli maksadlarla gitmiş, yerleşmiş ve namaz kılmıştır.
Hattâbî, İbnu Deybe'nin iktibas ettiği ve tercümesini
kaydettiğimiz açıklamasını Ebû Dâvud, Şerhi'nde şöyle devam ettirir "...Bu hadise, ondan daha sahih olan
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şu sözü muâraza eder: "Küre-i arz
bana mescid ve temiz kılındı." Sadedinde olduğumuz rivayet -şayet sâbitse-
şu ma'nâyı ifade etmektedir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Bâbil
diyarını ikâmet etmek üzere vatan ve yerleşim yeri seçmeyi yasaklamış
olmalıdır. Yani orada yerleşmesi halinde, oradaki namazı mevzubahis olacak(ına
göre namazın yasaklanması orada ikâmetin yasaklanması olur.) Üstelik bu yasak
sadece Hz. Ali hakkında vârid olmuştur. Nitekim hadis metninde نَهانِى "...beni
yasakladı" demekte (ve herkese şâmil bir yasak olmadığını ifade
etmekte)dir. Belki de bu, Resûlullah'tan kendisine (Hz. Ali'ye), Kûfe'de maruz
kaldığı mihnet'e (fitnelere, belalara) karşı bir inzar (ve uyarı)dır. Kûfe ise,
Bâbil toprağıdır. Hulefâ'-i Râşidîn'den hiç biri, O'ndan önce, Medîne'yi
terkedip oraya intikal etmemişti."
İbnu Ebî Şeybe'nin bir rivayetinde Hz. Ali (radıyallâhu anh)'nin
Bâbil harabeleriyle karşılaşınca orayı geride bırakıncaya kadar namaz kılmadığı
belirtilir. Ayrıca Hz. Ali'nin مَا
كُنْتُ
ُصَلّىَ في
اَرْضٍ خَسَفَ
اللّهُ بِهَا "Ben Allah'ın yere batırdığı bir yerde
namaz kılmam" dediği ve bunu üç kere tekrar ettiği rivayet edilmiştir.
Buradaki "yere batırma (hasf)"tan murad Cenâb-ı Hakk'ın Nahl
sûresi'nde haber verdiği semavî musibettir: "Kendilerinden evvelkiler de
fâsid planlar kurmuşlardı. Sonunda Allah, onların binalarını tâ temellerinden
(yıkmayı) diledi de üstlerindeki tavan tepelerine göçdü..." (Nahl 26).
Müfessirler bu âyette Bâbil'deki pek sağlam ve mu'azzam binalar kuran Nemrud
İbnu Ken'ân'ın başına gelen belanın kastedildiğini belirtirler. Yapılan binalar
beşbin zirâ yüksekliğine ulaştığı halde Cenâb-ı Hakk tepelerine yıkarak yerle
bir etmiştir.[609]
ـ9ـ وعن
ابن عمر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]كانَ رَسولُ
اللّهِ #
يُسَبِّحُ
عَلى ظَهْرِ رَاحِلَتِهِ
حَيْثُ كانَ
وَجْهُهُ
وَيُومِى
بِرَأسِهِ،
وَكانَ ابنُ
عُمَرَ
يَفْعَلُهُ[.
أخرجه الستة.زاد
في أخرى
لمسلم: »كانَ #
يُسَبِّحُ
عَلى ظَهْرِ
الرَّاحِلَةِ
وَيُوتِرُ
عَلَيْهَا،
غَيْرَ
أنَّهُ َ
يُصَلِّى
عَلَيْهَا
المَكْتُوبَةَ«
.
9. (2701)- İbnu Ömer
(radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûllullah (aleyhissalâtu vesselâm)
bineğinin üzerinde iken yönü hangi istikâmette olursa olsun tesbih ediyor,
(nafile namaz kılıyor, rükû ve secde içinde) başıyla imada bulunuyordu. İbnu
Ömer de böyle yapıyordu."[610]
Müslim'de gelen diğer bir rivayette İbnu Ömer şu ziyadeyi yapar:
"Aleyhissalâtu vesselâm, bineğin sırtında tesbihte (nafile namazda)
bulunur ve vitir kılardı, fakat farz namaz kılmazdı."[611]
ـ10ـ زاد
أبو داود في
أخرى: ]كانَ #
إذَا أرَادَ
أنْ
يَتَطَوَّعَ
اسْتَقْبَلَ
الْقِبْلَةَ
بِنَاقَتِهِ،
ثُمَّ
كَبَّرَ،
ثُمَّ صَلّى
حَيْثُ
وَجَّهَهُ
رِكَابُهُ[.»التَّسْبِيحُ«:
هاهنا صة
النافلة .
10. (2702)- Ebû Dâvud bir
diğer rivayette şu ziyadeyi kaydeder: "Aleyhissalâtu vesselâm nafile namaz
kılmak isteyince, devesini kıbleye çevirir, sonra iftitah tekbiri getir(erek)
namaza başlar, sonra bineği nereye yöneltirse yöneltsin, namazını
kılardı."[612]
AÇIKLAMA:
1- Bu iki hadis, Resûlullah'ın yolculuk sırasında takip ettiği
namaz âdâbından bazılarına yer vermektedir. Şöyle ki:
* Aleyhissalâtu vesselâm bineğin üzerinde nafile ve vitir namazlarını
kılmıştır.
* Farz namazları kılmamıştır.
* Bu namazlara başlarken bineğini kıbleye çevirmiş ise de, iftitah
tekbirinden sonra yolun durumuna göre, hayvan hangi istikamete dönerse dönsün,
onun yürüyüş istikametine yönelmiş olarak namazını devam ettirmiş, yönün
kıbleye gelmesi için herhangi bir gayrete girmemiştir.
* Binek üstündeki namazların rükû ve secdelerinde başıyla imayı
esas almıştır.
* Hadis İbnu Ömer'in de böyle yaptığını haber verir.
2- Başla ima'dan maksad şudur: Namazda rükû'ya ve secdeye
işaret etmek üzere başı eğmektir. Bu ayakta yapılabileceği gibi, oturarak da
yapılabilir. Ulema bunun cevazında ittifak eder. Fakihler secdeye delâlet eden
ima'da başın, rükû'ya delâlet eden imaya nazarın daha fazla eğilmesi
gerektiğini belirtirler. Böylece bedel'in asl'a muvafık olacağını söylerler.
İma ile alakalı olarak şunu da belirtelim: Hastalık, korku gibi
özür halinde yatarak da ima caiz görülmüştür, ancak bir şeye dayanarak ayakta
yapılması mümkün olan bir ima, yatarak yapılamaz, caiz değildir.
3- İbnu Battâl, farz namazın özür hali olmadan hayvan üzerinde
kılınamayacağı, hayvandan inmenin şart olduğu hususunda ulemanın icma ettiğini
belirtir.
4- Sadedinde olduğumuz hadiste tesbih'le nafile namaz
kastedilmiştir. Aslında tesbih sübhânallah demektir. Namazda bu kelimenin çokca
zikri sebebiyle namaz tesbih olarak isimlendirilmiştir. Bu bir şeyin, onun bir
kısmı ile isimlendirilmesine bir örnektir. Mamafih bu isimleme için şu yorum da
yapılmıştır: "Musalli Allah Teâlâ'ya ibâdeti O'na tahsis etmek sûretiyle
tenzih edici olduğu içindir, zaten "tesbih" tenzih demektir."
Tesbih'le farzların değil nafile namazların kastedilmesi şer'i bir
örftür.
5- Hayvan üzerinde kılınan nafile namaza başlarken kıbleye
yönelme, bütün rivayetlerde gelmemiştir. Bu sebeple, ulema bunu bir vecibe
olarak hükme bağlamamıştır. Sadece Ahmed İbnu Hanbel ve Ebû Sevr, Enes'ten
gelen rivayet (2702) sebebiyle iftitah tekbiri sırasında kıbleye yönelmeyi
müstehab addetmişlerdir.
6- Namazın kısaltılması câiz olmayan yolculuk sırasında hayvan
üzerinde namaz kılmanın câiz olup olmadığı hususunda ulema ihtilaf etmiştir.
Cumhur caiz olduğuna hükmetmiştir. İmam Mâlik, Sadece namazın kısaltıldığı
yolculuklarda caiz olduğuna kânidir. Taberî: "Mâlik'e bu görüşünde uyan
bir başkasını bilmem" der. [613]
ـ11ـ وعن
جابر رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ رَسولُ
اللّهِ #:
جُعِلَتْ لى
ا‘رْضُ
مَسْجِداً
وَطهُوراً،
فَأيُّمَا
رَجُلٍ مِنْ
أُمَّتِى
أدْرَكَتْهُ
الصََّةُ
صَلّى[. أخرجه
النسائى .
11. (2703)- Hz. Câbir
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle
buyurdular: "Küre-i arz bana bir mescid ve temiz kılındı. Ümmetimden her
kim bir namaz vaktine ulaştımı nerede olursa namazını kılsın."[614]
ـ12ـ وعن
إبراهيم بن
يزيد التيمى
قال: ]كُنْتُ أقْرَأُ
عَلى أبِى
الْقُرآنَ في
السُّدَّةِ،
فإذَا قَرَأْتُ
السَّجْدَةَ
سَجَدَ،
فقُلْتُ: يَا
أبَتِ لِمَ
تَسْجُدُ في
الطَّرِيق؟
فقَالَ: إنِّى
سَمِعْتُ
أبَا ذَرٍّ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهُ
يَقُولُ:
سَأَلْتُ
رَسولَ
اللّهِ # عَنْ
أوَّلِ
مَسْجِدٍ
وُضِعَ عَلى
ا‘رْضِ،
فقَالَ: المَسْجِدُ
الحَرَامُ،
فقُلْتُ:
ثُمَّ أىُّ؟ قالَ:
المَسْجِدُ
ا‘قْصى.
قُلْتُ: كُمْ
كَانَ بَيْنَهُمَا؟
قالَ:
أرْبَعُونَ
عَاماً،
ثُمَّ ا‘رضُ
لَكَ
مَسْجِدٌ،
فَحَيْثُمَا
أدْرَكَتْكَ
الصََّةُ
فَصَلَّ،
فإنَّ
الْفَضْلَ فِيهِ[.
أخرجه
الشيخان
والنسائى .
12. (2704)- İbrahim İbnu
Yezîd et-Teymî (rahimehullah) anlatıyor: "Babamdan mescidin avlusunun
kenarında Kur'an öğreniyordum. Bu sırada secde âyeti okumuşsam babam hemen
secdeye kapanıyordu. Kendisine:
"Babacığım yolda niye secde ediyorsun?" diye sordum...
Dedi ki: "Ben Ebû Zerr (radıyallahu anh)'in şöyle söylediğini işittim:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a yeryüzünde inşa edilen ilk mescidin
hangisi olduğunu sordum: "Mescid-i Haram" olduğunu söyledi. Ben:
"Sonra hangisi?" dedim, "Mescid-i Aksa!" diye cevap verdi.
Ben: "İkisi arasında kaç yıl fark var?" dedim. "Kırk yıl!"
dedi ve ilave etti: "Arz sana (baştan ayağa) bir mesciddir, öyleyse nerede
namaz vaktine ulaşırsan namazını (orada) kıl, çünkü fazîlet ondadır (namaz
vaktinin girdiği ilk andadır)."[615]
AÇIKLAMA:
Bu hadis bir kısım meselelere dikkat çekmektedir:
1- Namaz, daha önceki hadislerde belirtilen hammâm, kabristan,
deve damı gibi bazı istisnâî yerler hariç her yerde kılınabilir, yol da namaz
kılınabilecek yerlere dahildir, yeter ki temiz olsun. Başkalarını rahatsız etme
durumunda mekruh olduğunu daha önce belirttik (2697 hadis).
2- Muallimle talebe, öğrenme, öğretme sırasında secde
âyetlerini okuyacak olurlarsa ilk defa okuyunca secde etmeleri gerekir,
müteakip tekrarlarda gerekmez. Bazı âlimler böyle durumda okunan secde âyetleri
için hiç secde gerekmeyeceğini söylemiştir.
3-Yeryüzünde ilk inşa edilen mescid Ka'be olmaktadır. Bu hadis
şu âyeti tefsir eder: إنّ
اَوَّلَ
بَيْتٍ
وُضِعَ
لِلنَّاسِ
لَلَّذِى
بِبَكَّةَ "Şurası
muhakkak ki, insanlar için yapılan ilk beyt (ev) Mekke'dekidir (Ka'be)"
(Âl-i İmrân 96). Bu âyette, ilk yapılan evle Mekke'deki Ka'be'ye ima olunur ise
de, Ka'be olduğu sarahatle söylenmez. Şu halde sadedinde olduğumuz hadis,
âyette zikredilen "ev"den maksadın Mekke'deki mescid olduğunu tasrih
eder. Yani ilk inşa edilen mabed Ka'be olmaktadır.
Burada akla şöyle bir soru gelebilir: "Acaba âyet-i kerîme,
Ka'be'nin aynı zamanda ilk inşa edilen bina olduğunu da imâ etmiyor mu? Bir
başka deyişle barınak ma'nâsında beyt (ev) inşâatı Ka'be'den sonra başlamış
olamaz mı?" Bunun cevabını, İshâk İbnu Râhûye, İbnu Ebî Hatim ve
başkalarının Hz. Ali'den sahih senetle kaydettikleri şu rivayette
görmekteyiz: كَانَتِ
الْبُيُوتُ
قَبْلَهُ
وَلَكِنّهُ
كَانَ
اَوَّلَ
بَيْتٍ
وُضِعَ
لِعِبَادَةِ
اللّهِ
"Ka'be'den önce de evler vardı.
Lâkin, Allah'a ibâdet için ilk yapılan o oldu."
4- Hadiste, ilk yapılan mescid'in Ka'be olduğu, ikinci yapılan
mescidin de Mescidü'l-Aksâ olduğu, bu ikisi arasında zaman olarak kırk yıl fark
bulunduğu beyan edilmektedir.
Bazı âlimler -ve bu meyanda İbnu'l-Cevzi- Ka'be'yî Hz. İbrahim
(aleyhisselâm)'in inşa ettiğini belirten nâssla (Bakara 127), Mescid-i Aksâ'yı
da Hz. Süleyman'ın inşa ettiğini belirten nâssları tarihi açıdan, sadedinde
olduğumuz hadisle değerlendirip ortaya çıkan bir müşkile dikkat çeker:
"Hz. İbrahim'le, Hz. Süleyman arasında bin yıldan fazla bir zaman farkı
olduğu halde hadiste kırk yıl gösterilmektedir.
Bu müşkil, İbnu Hacer'in kaydettiği üzere şöyle
cevaplandırılmıştır: "Nâsslarda Ka'be'nin ilk inşa olduğuna ve temelinin
atılışına dikkat çekilmiş ise de ne Hz. İbrahim'in Ka'be'yi ilk inşa eden kimse
olduğu, ne de Hz. Süleyman'ın Beytu'l-Makdis'i ilk inşa eden kimse olduğu
söylenmemiştir. Bilakis, Ka'be'yi ilk defa Hz. Âdem'in inşa ettiğine, sonra
onun çocuklarının yeryüzüne dağıldığına dair rivayetler gelmiştir. Öyleyse,
bunlardan bazılarınn Beytu'l-Makdis'i yapmış olmaları mümkündür. Sonra Hz.
İbrahim, -Kur'ân'ın nâssı ile- Ka'be'yi bina etmiştir." Kurtubî de aynı
izaha katılarak: "Hadis Hz. İbrahim ve Hz. Süleyman (aleyhisselâm)'ın adı
geçen iki mescidi inşa ettikleri zaman bunları ilk defa inşa ettiklerini ifade
etmez. Öyle ise bunların yaptıkları, önceden başkaları tarafından temeli
atılmış olan binayı bir yenilemekten ibarettir" der.
Hattâbî de buna yakın bir görüş dermeyan eder: "...Mescid-i
Aksâ'nın inşasını ilk yapanların, Hz. Dâvud ve Hz. Süleyman'dan önce yaşamış
bazı evliyâullah olması muhtemeldir. Bilâhare Hz. Dâvud ve Hz. Süleyman da onu
bazı ilavelerle genişletmiş olmalılar. Bundan dolayı da onun inşası bunlara
izafe edilmiştir." İbnu Hacer bu görüşün haklılığına dikkat çeker ve
te'yid zımnında, Mescid-i Aksâ'yı Hz. Âdem (aleyhisselâm)' in inşa ettiğine,
meleklerin inşa ettiğine, Hz. Nuh (aleyhisselâm)'un oğlu Sâm'ın, Hz. Ya'kûb
(aleyhisselâm)'un inşa ettiğine dair rivayetler gördüğünü belirtir. Der ki:
"Hz. Âdem veya meleklerin inşa etmiş olmaları halinde diğerlerinin inşası
bir yenilemeden ibarettir, tıpkı, Ka'be'de olduğu gibi. Son iki ihtimalin (Sâm
ve Ya'kûb'un inşa etmiş olması) doğru olmaları halinde, İbrahim ve Ya'kûb'dan
vâki olan asıldır ve te'sisdir, Dâvud'dan vâki olan da bunun yenilenmesidir.
Dâvud'un yenileme işi de bir başlama olup, onu Hz. Süleyman ikmâl
etmiştir"[616]
Bu görüşü de kaydeden İbnu Hacer, mesele üzerinde İbnu'l-Cevzî'nin
tahminini daha makûl görür ve der ki: "Onun görüşüne şehadet eden ve:
"Her iki mescidi de inşa eden bâni Hz. Âdem'dir" diye hükmeden
kimseyi te'yid eden rivayeti buldum. İbnu Hişâm, Kitâbu't-Tîcân'da der ki:
"Hz. Âdem (aleyhisselâm) Ka'be'yi inşa edince Cenâb-ı Hakk
Beytu'l-Makdis'e gitmesini ve onu da inşa etmesini emretti. O da gidip onu
yaptı ve içinde ibâdet etti. Ka'be'yi Hz. Âdem'in inşa etmiş olması
meşhurdur." İbnu Hacer bundan sonra Ka'be'nin Hz. Âdem zamanında Allah
tarafından indirildiğini ifade eden bir başka rivayet kaydeder. Katâde'den
gelen bu rivayeti de kaydediyoruz: "Allah, Hz. Âdem'in yeryüzüne inmesiyle
birlikte Beyt'i de vaz'etti. Hz. Âdem meleklerin seslerini ve tesbihlerini
kaydetmişti. Allah Teâlâ kendisine:
"Ey Âdem ben, tıpkı arşımın etrafında tavaf edildiği gibi
etrafında tavaf edilecek bir Beyt indirdim, ona sen de git!" dedi. Âdem
Hind'e indirilmiş idi. Mekke'ye müteveccihen yola çıktı. Kendisinin adımları
-taraf-ı ilâhîden- uzatıldı. Çabucak beyt'e ulaştı ve onu tavaf etti.
"Denir ki: Kabe'ye müteveccihen namaz kılınca Allah kendisine Beytu'l-Makdis'e
teveccüh etmesini emretti. (Derhal gelip) orada bir mescid edindi.
Zürriyetinden bazılarının kıblesi olması için, içinde namaz kıldı..."
5- Mescidü'l-Aksâ, uzak mescid demektir. Bununla bugün Kudüs
şehrindeki Beytu'l-Makdis de denen meşhur Mescid-i Aksâ kastedilir. Buna Aksâ,
yani uzak denmesi farklı sebeplerle izah edilmiştir:
* Bir görüşe göre, Ka'be ile onun arasındaki mesafenin uzaklığı
sebebiyle bu ismi almıştır.
* Bir başka görüşe göre, onun ötesinde ibâdet mahalli olmayışından
böyle denmiştir.
* Bazıları onun her çeşit
pisliklerden ve kirlerden uzaklığı sebebiyle bu adı aldığını
söylemiştir. Nitekim Makdis pisliklerden temizlenmiş (pâk) demektir.[617]
ـ13ـ وعن
ابن عمر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]قال رَسولُ
اللّهِ #:
اجْعَلُوا في
بُيُوتِكُمْ
مِنْ
صََتِكُمْ،
وََ
تَتَّخِذُوهَا
قُبُوراً[.
أخرجه الخمسة
.
13. (2705)- İbnu Ömer
(radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle
buyurdular:
"Namazlarınızdan bir kısmını evlerinizde kılın, sakın onları
kabirlere çevirmeyin!"[618]
ـ14ـ
ولمسلم عن
جابر رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ
رَسُولُ
اللّهِ # إذَا
قَضى
أحَدُكُمْ الصََّةَ
في
المَسْجِدِ
فَلْيَجْعَلْ
لِبَيْتِهِ
نَصِيباً
مِنْ
صََتِهِ،
فإنَّ اللّهَ
جَاعِلٌ في
بَيْتِهِ
مِنْ صََتِهِ
خَيْراً[ .
14. (2706)- Müslim'in Hz.
Câbir (radıyallâhu anh)'den kaydettiği bir rivayette Aleyhissalâtu vesselâm
şöyle emretmiştir:
"Sizden kim namazını mescidde kılarsa namazından bir pay da
evi için ayırsın. Zîra Allah, evinde kılacağı namaz için dahi bir hayır takdir
etmiştir."[619]
ـ15ـ وعن
معاذ بن جبل
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كَانَ
النَّبىُّ #
يَسْتَحِبُّ
الصََّةَ في
الحِيطَانِ:
يَعْنِى
الْبَسَاتِينَ[.
أخرجه
الترمذي.
15. (2707)- Mu'âz İbnu Cebel
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bağ ve
bahçelerde namaz kılmayı da müstehab (sevimli ve hoş) addederdi."[620]
AÇIKLAMA:
1- Son üç hadis, mescidler dışında da namaz kılmanın
meşruiyyetini ve hatta gerekliliğini belirtmektedir. İlk iki rivayet bilhassa
evlerde namaz kılmaya ısrarla teşvik ederken, son rivayet, iş yerlerinde de
namazın müstehab olduğunu tebârüz ettirmektedir. Bağ ve bahçe tabirini işyeri
olarak anlıyoruz, zîra Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) zamanında bağ ve
bahçelerin günlük iktisâdî hayattaki ağırlığını bugün, başka meşguliyetler
almıştır. Hatta bağbahçe meşguliyetleri gün geçtikçe daha az sayıda insanların
günlük hayatlarını doldurmaktadır.
2- Irakî, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bağ ve
bahçelerde kılınacak namazları istihbâb etmesinde bazı ma'nâlar bulur. Ezcümle:
* Buralarda halktan uzak kalmayı kastetmiş olabilir. Ebû Bekr
İbnu'l-Arabî bu ihtimale cezmeder.
* Bağ ve bahçenin meyvelerine namazın bereketinden bereket
sirâyetini kastetmiş olabilir. Zîra namaz rızkı celbedicidir.
* Üzerinde namaz kılınması, ziyaret edilen şeyi tekrim'dir.
* Namaz, inilen veya terkedilen her menzilin tahiyyesidir (selamı).
Bu te'villerin ekserisini "iş yerleri"ne tatbik etmek
mümkündür.
3- Resûlullah 2705 numaralı hadiste evlerde namaz kılmamayı
onları kabirlere çevirmek olarak değerlendirmektedir. Çünkü bulunduğu yerde
namaz kılmayanlar ölülerdir.
4- Kurtubî evde kılınacak namazla nafile namazın
kastedildiğini söylemiştir. Görüşüne delil olarak 2706 numarada kaydedilen Hz.
Câbir hadisini zikreder. Der ki: "Sizden her kim namazını mescidde
kılarsa..." ifadesinde, farzını mescid de kılan kimse ev için de bir pay
ayırmaya davet edilince bu payın nafileden olacağı açıktır."
5- Ancak başka bazı âlimler hadiste: "Farzlarınızdan bir
kısmını evlerinizde kılın, tâ ki kadın, çocuk gibi mescide çıkmayanlar size
uysunlar" dendiğini ileri sürmüşlerdir. İbnu Hacer, bu ma'nânın da
muhtemel olduğunu kabul etmekle birlikte Kurtubî'nin istinbatını râcih bulur.
6- Buhârî bu hadisi (2705), kabristanda namaz kılmanın
mekruhluğu adını taşıyan bir bâbta zikretmekle, hadisten bir başka hüküm çıkarmış
olmaktadır: Kabirlerde namaz kılmanın mekruh olması...
7- İbnu't-Tîn der ki: "Bir cemaat, bu hadisten hareketle,
evlerde namaz kılmanın mendubiyetine hükmetmiştir, zîra ölüler namaz kılmazlar.
Sanki Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmaktadır: "Sakın
evleri mesabesinde olan kabirlerinde namaz kılmayan ölüler gibi olmayın."
İbnu't-Tîn Buhârî'nin istinbatını uzak bularak: "Kabristanda namazın caiz
olup olmaması ayrı bir konudur, bu hadiste o meseleye temas edilmemektedir"
der ve bazı münâkaşalar kaydeder.
8- Biz hadisin Buhârî tarafından yapılan yorumu üzerine
ulemanın red ve kabul sadedindeki münâkaşasına bu kısa işaretten sonra bazı
âlimlerin şu mânayı da anladıklarını kaydetmek isteriz:"Hadisten murâd
şudur: "Evlerinizi içinde namaz kılınmayan, sadece uyunulan bir yer
kılmayın. Zira uyku ölümün kardeşidir, ölü de hiç namaz kılmaz."
9- Türbüştî bu istanbatların hepsine katılır ve kendisi bir
yeni ma'nâ ilave eder: "Hadisten şunun kastedilmesi muhtemeldir: "Kim
evinde namaz kılmazsa, kendini ölü, evini de kabir kılmış olur." Bu tevili
beğenen İbnu Hacer, te'yiden şu hadisi zikreder: "İçinde Allah zikredilen
evle, zikredilmeyen evin misali, diri ile ölünün misali gibidir."
10- Hadisten, ölüleri evlere defnetme yasağı istinbat edenler
de olmuş ise de, Hz. Peygamberin hayatı boyunca yaşadığı evine gömüldüğü
söylenerek bu istinbatın zayıflığına dikkat çekilmiştir. Fakat Kirmânî: اَنّ
اَنْبِيَاءَ
يُدْفَنُونَ
حَيْثُ
يَمُوتُونَ "Peygamberler öldükleri yere
gömülürler." مَا
قُبِضَ
نَبِىٌّ اَِّ
دُفِنَ
حَيْثُ
يُقْبَضُ "Her
peygamber mutlaka öldüğü yere defnedilmiştir" gibi hadisleri delil
göstererek, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in evine gömülmüş olmasını
hasâisten sayar ve ümmete örnek olmayacağına dikkat çeker.[621]
ـ1ـ عن زيد
بن أرقم
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كُنَّا
نَتَكَلَّمُ
في الصََّةِ
يُكَلِّمُ الرَّجُلُ
مِنَّا
صَاحِبَهُ،
وَهُوَ إلى جَنْبِهِ،
حَتَّى
نَزَلَتْ:
وَقُومُوا
للّهِ
قَانِتِينَ،
فأُمِرْنَا
بِالسُّكُوتِ،
وَنُهِينَا
عَنِ
الكََمِ[. أخرجه
الخمسة .
1. (2708)- Zeyd İbnu Erkam
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Biz, namaz kılarken konuşurduk. Öyle ki
herkes kendi yanındakine birşeyler söyleyebilirdi. Derken şu âyet nâzil
oldu: وقُومُوا
للّهِ
قَانِتِىنَ "Allah'ın
divanına tam huşû ve tâatle durun" (Bakara 238). Böylece sükût etmekle
emrolunduk ve konuşmaktan menedildik."[622]
AÇIKLAMA:
1- İslam dîni, yirmiüç vahiy yılı esnasında kemâlini bulmuş
bir dîndir. Birçok meseleleri, belli bir tedric vetîresinden sonra nihâî
şeklini almıştır. Gelen ahkâmın, insanlar tarafından yavaş yavaş daha
içtenlikle benimsenmesinde, eski alışkanlıklardan birden bire değil peyder pey
ve fakat daha emin şekilde uzaklaşılmasında bu vetîrenin büyük rolü olmuştur.
Sadedinde olduğumuz hadis, bu tedrîcî tekâmülün namazda da câri olduğunu ifade
etmektedir: İlk yıllarda namaz sırasında her musallî, yanındaki arkadaşı ile
konuşabilmektedir. Sonradan huşû âyeti'nin nüzûlüyle bu ruhsat neshedilmiştir.
Âyetin hangi yılda nâzil olduğu belli değildir. Ulema bu nesh hadisesinin Mekke'de
mi, Medîne'de mi vâki olduğunda ihtilaf etmiştir. Ancak, ittifak edilen husus
mezkûr âyetin Medîne'de nâzil olduğudur. Bu durumda neshin de hicretten sonra
vukûa gelmesi icâb eder. Müteakiben göreceğimiz İbnu Mes'ud rivayeti de mevzû
ile alakalı olmakla beraber, İbnu Mes'ud'un Habeşistan'dan dönüş meselesi de
mevzûun zorlaşmasına sebep olmuştur. Çünkü, onun, biri hicretten önce diğeri hicretten sonra olmak
üzere iki ayrı Habeşistan dönüşü mevzûbahistir. Birinci dönüş, Habeşistan'a ilk
muhâcir kafilesinin gitmesinden sonra, müşriklerin müslüman olduklarına dair
orada şâyi olan bir yanlış haber üzerine meydana gelir. Muhâcirlerin pek çoğu
Mekke'ye döner, ancak, gerçek duydukları gibi değildir, evvelkinden şiddetli
bir işkenceye maruz kalırlar. Bunun üzerine daha kalabalık bir kafıle tekrar
Habeşistan yolunu tutar. İbnu Mes'ud (radıyallâhu anh) her iki kafilede de yer
alanlardandır.
Şu halde müteakip hadiste, İbnu Mes'ud'un bahsettiği
"dönüş"ün hangisi olduğu sarih değildir. Bazı âlimler, birinci dönüş
olduğunu kabul ederken, bazıları ikinci dönüş olduğunu ileri sürmüştür. Bunları
te'yid eden rivayetlerden bazıları, İbnu Mes'ud'un Habeşistan'dan, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) Bedir'e çıkma hazırlığı içerisinde iken döndüğünü
belirtmektedir. Müstedrek'in kaydettiği bir İbnu Mes'ud rivayeti بَعَثَنَا
رَسُولُ
اللّهِ
عَلَيْهِ الصَّةُ
وَالسَّمُ
الى
النَّجَاشِي
ثَمَانِينَ
رَجًُ "Resûlullah bizi Necâşî'ye seksen kişi
olarak gönderdi..." diye başlar ve şu ibare ile sona erer: فَتَعَجَّلَ
عَبْدُاللّهِ
بْنُ
مَسْعُودٍ
فَشَهِدَ
بَدْراً "...Abdullah
İbnu Mes'ud (dönüşte) acele davrandı ve Bedir gazvesinde hazır bulundu."
Bu hususu te'yid eden başka rivayetler de var, ancak teferruâta
girmeyeceğiz. Şu halde bazı âlimler bu rivayetleri esas alarak İbnu Mes'ud' un
Resûlullah'la mülakatını hicretten sonra Medîne'de kabul etmişlerdir.
2- Şârihler, bidâyette, namaz esnasındaki konuşmaların
mâlâyânî dünyevî konuşma olmayıp selam alıp verme gibi, namaza sonradan
katılanın kaç rek'at kılındığını sorması gibi gerekli şeyler olduğunu
belirtirler.
3- Âlimler namazdaki konuşmanın hükmü üzerinde bazı teferruâta
yer verirler.
* Namazda konuşmanın haram olduğunu bilen bir kimseden, namazın
maslahatına müteallik olmayan veya bir müslüman kurtarmaya müteallik olmayan
kasdî bir kelâmın namazı bozacağında ulema icma eder.
* Hata ve cehalet sebebiyle vâki olan kelamda ihtilaf edilmiştir:
* Cumhur'a göre az miktardaki kelam namazı bozmaz.
* Hanefîler mutlak olarak namaz bozar diye hükmetmişlerdir.
Yani namaza münâfi söz iki harften de ibaret olsa söyleyenin işiteceği kadar
telaffuz edildi mi namaz bozulur. Bu hususta kast, sehiv, unutma, uyuklama,
hata halleri musâvidir.
* Bir kimsenin dilinden kasıdsız olarak çıkan veya imama ârız olan
bir hatayı haber verme gibi namazın ıslahı kasdına yönelik bir müdahalede
bulunma, felakete düşecek bir müslümanı tehlikeden kurtarma veya imamın
tıkanıklığını açma gibi maksatlarla müdahale veya kendisine uğrayan kimseye
namazda olduğunu bildirmek için sübhanallah dese veya verilen selama mukâbele etse
veya anne babasından birinin çağırmasına cevap verse veya konuşmaya icbâr
edilse veya "Kölemi Allah için azad ettim" demesi gibi Allah'a
yakınlık kazandıran bir kelamda bulunsa... verilecek hüküm hususunda ihtilaf
edilmiştir. Fıkıh kitapları geniş olarak yer verirler. Şu kadarını
söyleyebiliriz: Ah, of gibi enînler, ağlamalar uhrevî korkudan gelmezse namazı
bozar, aksıran kimseye yerhamukallah, rahimekallah demesi, namazı bozar, kendi
aksırmasına yerhamukallah demesi bozmaz. Şeytanın uhrevî vesvesesine Lâ havle
ve lâ kuvvete illâ billah demesi namazı bozmaz, dünyevî vesveseye derse bozar.
Kur'ân ve sünnette gelen duâları okuması namazı bozmaz, diğerleri bozar. Selam
alıp vermek de bozar.
* Namazda el, göz, baş işaretiyle selama mukâbele edilse, sorulan veya
istenilen bir şey için baş ile, göz ile veya kaş ile işarette bulunulsa namaz
bozulmaz. Ancak musalliye yapılan "ileri git", "yer ver"
gibi emirlere musalli uyarak hareket etse namazı bozulur. Fakat ihtiyaç hâsıl
olduğunu görerek, kendi kendisine geri çekilse, yer verse namaz bozulmaz.
Peşinde namaz kıldığı değil de bir başka imamın yanlışını düzeltse,
tıkanıklığını açsa namazı bozulur. Keza bir musalli aynı namazda olmayan bir
başkasının irşadıyla hatasını düzeltse, tıkanıklığını giderse namazı bozulur. [623]
ـ2ـ وعن
ابن مسعود
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كُنَّا
نُسَلِّمُ
عَلى
النَّبىِّ #
في الصََّةِ
فَيَرُدُّ
عَلَيْنَا،
فَلَمَّا
رَجَعْنَا
مِنْ عِنْدِ
النَّجَاشِىِّ
سَلَّمْنَا
عَلَيْهِ
فَلَمْ
يَرُدَّ
عَلَيْنَا،
فَقُلْنَا
يَا رَسُولَ
اللّهِ:
كُنَّا
نُسلمُ عَلَيْكَ
في الصََّةِ
فَتَرُدَّ
عَلَيْنَا؟
فقَالَ: إنَّ
في الصََّةِ
شُغًْ[. أخرجه
الخمسة إ الترمذي
.
2. (2709)- İbnu Mes'ud
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a selam
verirdik, O da bize mukâbele ederdi. Necâşî' nin yanından döndüğümüz zaman O'na
yine (namazda) selam vermiştik, bize mukabeleten selam vermedi.
"Ey Allah'ın Resûlü, dedik, biz sana
vaktiyle namazda selam verirdik, sen de selamımızı alırdın (şimdi niye
almıyorsun)?" dedik. Bizi şöyle cevapladı:
"Namazda meşguliyet var!"[624]
AÇIKLAMA: için önceki
hadisin açıklamasına bakın..
ـ3ـ وعن
معاوية بن
الحكم السلمى
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه:
]بَيْنَا أنَا
أُصَلِّى
مَعَ رَسولِ اللّهِ
# إذْ عَطَسَ
رَجُلٌ مِنَ
الْقَوْمِ. فَقُلْتُ:
يَرْحَمُكَ
اللّهُ
فَرَمانِى
الْقَوْمُ
بِأبْصَارِهِمْ.
فَقُلْتُ:
وَاثُكْلُ
أُمَّيَاهُ،
مَا شَأنُكُمْ
تَنْظُرُونَ
إلىَّ،
فَجَعَلُوا
يَضْرِبُونَ
بِأيْدِيهِمْ
عَلى
أفْخَاذِهِمْ
يُصَمِّتُونَنِى،
فَلَمَّا
قَضى #
الصََّةَ، بِأبِى
هُوَ
وَأُمِّى مَا
رَأيْتُ
مُعَلِّماً
قَبْلَهُ،
وََ بَعْدَهُ
أحْسَنَ
تَعْلِيماً
مِنْهُ، فَوَاللّهِ
مَا
كَهَرَنِى،
وََ
ضَرَبَنِى،
وََ شَتَمَنِى،
وَلكِنْ قالَ:
إنَّ هذِهِ
الصََّةَ َ
يَصْلُحُ
فِيهَا
شَىْءٌ مِنْ
كََمِ النَّاسِ،
إنَّمَا هِىَ
التَّسْبِيحُ
وَالتَّكْبِيرُ،
وَقِرَاءَةُ
الْقُرآنِ،
فَقُلْتُ يَا
رَسُولَ
اللّهِ: إنِّى
حَدِيثُ عَهْدٍ
بِجَاهِلِيَّةٍ،
وَقَدْ
جَاءَنَا
اللّهُ
تَعالى بِا“سَْمِ،
وَإنَّ
مِنَّا
رِجَاً
يَأتُونَ الْكُهَّانَ؟
قالَ: فََ
تَأتِهِمْ.
قُلْتُ: وَمِنَّا
رِجَالٌ
يَتَطَيَّرُونَ؟
قالَ: ذَاكَ شَىْءٌ
يَجِدُونَهُ
في
صُدُورِهِمْ
فََ يَصُدُّهُمْ.
قُلْتُ:
وَمِنَّا
رِجَالٌ
يَخُطُّونَ؟
قَالَ: كانَ
نَبىٌّ مِنَ
ا‘نْبِيَاءِ
يَخُطُّ، فَمَنْ
وَافقَ
خَطَّهُ
فَذَاكَ.
قُلْتُ: وَإنَّهُ
كَانَ لِى
جَارِيَةٌ
تَرْعَى
غَنَماً قِبَلَ
أُحُدٍ
وَالجَوانِيَّةِ،
فَاطَّلَعْتُ
ذَاتَ يَوْمٍ
فَإذَا
الذِّئْبُ
قَدْ ذَهَبَ
بِشَاةٍ مِنْ
غَنَمِهَا،
وَأنَا رَجُلٌ
مِنْ بَنِى
آدَمَ آسَفُ
كَمَا
يَأسَفُونَ،
فَصَكَكْتُهَا
صَكَّةً.
قالَ:
فَعَظَّمَ
رَسُولُ اللّهِ
# ذَلِكَ
عَلى،
فَقلْتُ: أفََ
أعْتِقُهَا؟
قَالَ:
ائْتِنِى
بِهَا،
فَأتَيْتُهُ
بِهَا،
فقَالَ لَهَا:
أيْنَ
اللّهُ؟
قَالَتْ: في
السَّمَاءِ.
قالَ: مَنْ
أنَا؟ قالَتْ:
أنْتَ رَسُولُ
اللّهِ. قالَ:
أعْتِقْهَا
فإنَّهَا مُؤمِنَةٌ[.
أخرجه مسلم
وأبو داود
والنسائى.»الكَهْرُ«:
الزبر
والنهر.»وَالتَّطَيُّرُ«:
التشَاؤُم
بالشئ.»وَالخَط«:
هو الذى يفعله
المنجم في
الرمل
بأصابعه
ويحكم عليه
ويخرج به
الضمير .
»وَا‘سَفُ«:
الغضب.»وَالصَّكُّ«:
الضرب واللطم
.
3. (2710)- Mu'âviye
İbnu'l-Hakem es-Sülemî (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Ben Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte namaz kılıyordum. Derken cemaatten bir
şahıs hapşırdı. Ben:
"Yerhamükallah" dedim. Cemaattakiler bana bed bed
baktılar. Bunun üzerine (kızıp):
"Vay başıma gelen, niye bana böyle bakıyorsunuz?" dedim.
Bu sefer ellerini dizlerine vurarak beni susturmak istediler. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) namazı bitirince (bana iyi davrandı), annem babam O'na
fedâ olsun, ben O'ndan, ne önce ne de sonra, ondan daha iyi öğreten bir muallim
görmedim. Allah'a yemin olsun O beni ne azarladı, ne dövdü, ne de betimi yıktı;
sadece:
"Namazda insan kelamından (dünyevî) bir söz münasib değildir,
ona uygun olan söz, tesbîh, tekbîr ve Kur'an kırâatıdır!" dedi. ben:
"Ey Allah'ın Resûlü, dedim, ben cahiliyeden daha yeni çıkmış
birisiyim. Allah bize İslam'ı lutfetti ama bizde öyleleri var ki, hâlâ
kâhinlere geliyorlar, (bu hususta ne tavsiye edersiniz?)"dedim.
"Sen onlara gitme!" buyurdu. Ben tekrar:
"Bizde (kuşun uçuşuna vs'ye bakarak) uğursuzluk çıkaranlar da
var?" dedim. Cevaben:
"Bu (uğursuzluk zannı) kalplerinde mevcut olan bir
(kuruntu)dur. Sakın onları (gayelerine
gitmekten) alıkoymasın!" dedi. Ben:
"Bizde, kuma hatlar çizerek fala bakanlar da var?"
dedim. Şu açıklamayı yaptı:
"Peygamberlerden biri de (kuma) çizgi çizerdi. Kim çizgisini
onun çizgisine uygun düşürürse isabet eder!" buyurdu. Ben:
"Benim bir câriyem vardı. Uhud ve Cevâniyye taraflarında
koyun otlatırdı. Bir gün öğrendim ki[625] bir kurt peyda olmuş ve
sürüden bir koyun götürmüş. Ben bir insanoğluyum, herkes gibi bende
öfkelenirim. (Bu hadise yüzünden kızıp) câriyeye bir tokat aşkettim. (Râvi der ki: Bu sözümü
işitince) Resûlullah tokadımı fazla
buldu, (yakıştıramadı).
"O halde onu âzad etmiyeyim mi?" dedim.
"Bana bir getir hele!" dedi. Ben de câriyeyi ona
getirdim. Ona:
"Allah nerde?" diye sordu. Câriye:
"Semâda!" diye cevap verdi. Bu sefer:
"Ben kimim?"diye sordu. O da:
"Sen Resûlullah'sın" diye cevap verdi. Bunun üzerine Aleyhissalâtu vesselâm:
"Onu âzad et, çünkü mü'mine'dir"buyurdu."[626]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis de bidâyette namazda konuşulduğunu
aksettirmektedir. Râvi Hz. Muâviye, konuşma yasağının geldiğinden habersiz
olduğu için hapşırana yerhamukallah demiştir. Cemaat, bu davranışın
uygunsuzluğunu bakışlarıyla ihsâs etmiş, bu durumdan rahatsız olan Muâviye
(radıyallâhu anh) birden kızıp bazı gereksiz sözler sarfetmiştir. Cemaat bu
sefer ellerini dizlerine vurarak
aksülamel gösterip susmasını işâret etmişlerdir.
Hemen kaydedelim ki, namaz esnasında meşrû olan bir îkâz
"sübhânallah!" denilerek yapılmalıdır, elleri vurarak değil. Âlimler
buradaki el vurma hadisesini, bu vak'ânın, mezkur edebin teşriînden önceye ait
olmasıyla izah ederler. Zîra Resûlullah
namazda ikaz edebini: "Erkekler sübhânallah! diyerek, kadınlar da el çırparak
yapmalıdır!" diyerek teşrî
buyurmuştur.
2- Hadiseyi rivâyet eden sahâbîye, en ziyade te'sir eden ve
kalbini fetheden husus, namazdan sonra Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
onu ikaz tarzı olmuştur. O belki de, hatası sebebiyle en azından bir azarlama
ile karşılama endişesi içinde idi. Fahr-i Kainat'ın tatlı ve müşfik ikazı
bedeviyi mest etmiş olmalı ki:
"Ondan ne önce, nede sonra onun kadar iyi öğreten bir muallim
görmedim" demiştir.
Resûlullah'ın bu davranışı Mu'âviye İbnu'l-Hakem (radıyallâhu anh)'e bazı husûsî meraklarını sorma cesareti veriyor. Uğursuzluk (tetayyur), kâhine başvurma ve kum üzerine çizgi çekerek fala bakma (remil atma da denir) ile ilgili sorularını sorar ve cevaplar alır:
* Resûlullah kâhin'e gitmeyi yasaklamıştır. Kâhin, gizli şeyleri
bildiğini iddia eden kimsedir. Tîbî der ki: "Kâhin'le arrâf arasında fark
vardır. Kâhin, gelecekte olacak şeyler hakkında bilgi iddiasında bulunur. Arrâf
ise, çalınan şeyler ve yitiklerin yeri vs. hakkında bilgi iddiasında
bulunur." Âlimler: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kâhine
gitmeyi yasaklamıştır, çünkü onlar gâibden haber verirler. Bazen söyledikleri
tesâdüfen gerçek çıkar, bunlar sebebiyle insanların fitneye düşmesinden ve (gaybı
kimsenin bilemeyeceğine dair şer'î hüküm gibi) bir kısım dînî meselelerde
îtikadlarının bozulacağından korkulur" demişlerdir. Dinimiz, kâhine gitmeyi, kâhinin sözüne
inanmayı kesinlikle yasaklamıştır. Ayrıca kâhine verilecek ücreti de haram
kılmıştır. Bu hususta müslüman ulemasının icmaı vardır. Mevzu üzerine vârid
olan sahih hadislerden bir kaçını kaydediyoruz:
"Kim bir arrâfa bir şey sorarsa namazı kırk gün kabul edilmez."
"Kim bir arrâf'a ve bir kâhine gider ve onun söylediğini tasdik ederse Muhammed'e ineni inkâr etmiş olur."
* Sadedinde olduğumuz hadis uğursuzluk addetmeyi de yasaklar.
Hadiste tetayyur diye ifade edilir. Tetayyur, kuş ma'nâsına gelen tuyûr
kelimesinden gelir. Eski Araplar kuşun hareketinden şu veya bu cihete
uçmasından bir kısım ma'nâlar çıkarırlardı. Gerek hayır (tefâül=uğur) ve gerek
şer ma'nâsı (teşâüm=uğursuzluk) çıkarılmış olsun hepsine tetayyur veya tıyara[627] dendiğini İbnu'l-Esîr,
en-Nihâye'de belirtir. Araplar, cahiliye döneminde kuş ve ceylan gibi av
hayvanlarından ma'nâ çıkarırlardı. Bunlardan bevârih (kişinin sağ tarafından
sol tarafına geçenler) onların uğursuzluk getireceğine, sevânih olanların (yani
sol taraftan sağ tarafa doğru geçenlerin) uğur getireceğine inanırlardı.
Böylece bevârihle karşılaşan gitmek (veya yapmak üzere) çıktığı işinden
vazgeçer, hedefine gitmezdi. Şeriatımız
bunu kesinlikle yasaklamıştır. Sadedinde olduğumuz hadiste geçen Resûlullah'ın
"Bu (uğursuzluk zannı) kalplerinde mevcut bir (kuruntu)dur, sakın onları
(gayelerine gitmekten) alıkoymasın" sözü, açıkladığımız bu vak'âya parmak
basar.
Yeri gelişken hemen belirtelim ki Fahr-i Kâinât Efendimiz, vahy-i
ilâhiye mazhariyetin pek bâriz bir delili olarak, bu cümlede, bütün insanlığa
şâmil belki de fıtrî diyebileceğimiz beşerî bir zaafı dile getirmektedir: Uğursuzluk
duygusu hârici bir hakikata dayanmaktan ziyade kalplerde bulunan bir vehimdir,
kişi imanının müdahalesi ile iradî olarak onunla mücadele etmezse, insanda galebe çalabilecek, hükmünü icrâ
edebilecektir. Bir başka hadis bu duygunun, insanlığın tamamına şâmil bir zaaf
olduğunu daha açık bir üslubla belirtir:
"Üç şey vardır, hiç kimse onlardan kurtulamaz:
"Uğursuzluk, hased, zan. Denildi ki: "Pekiyi ne
yapalım?" Dedi ki: "Uğursuzluk içinden geçince (aldırma, planladığın, kararlaştırdığın
işini) icra et. Hased edince (bu duygunun peşine düşüp gereğini) yapma. Zanna
düşünce de tahkîk etme ve kalkma (peşine
düşme)."
Kehânetle meşguliyet gibi, uğursuzluk inancının da, medenî
seviyesi ne olursa olsun bütün insan cemiyetlerinde, her sınıf halkta rastlanan cihanşümûl
hurâfelerden olduğu bilinen bir hususdur. Münâvi, buna bütün semâvî kitaplarda
yer verilip yasaklandığını kaydeder. Hiçbir etnolojik çalışmaya dayanmayan
Resûlullah'ın o devirde bunun cihanşümullüğünü belirtmesi, O'nun mûcizelerinden
bir mûcizedir.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hâricî bir hakikata
dayanmaksızın, insanların kalbinde bir vehim olarak bulunan bu duygunun ne bir hayrın celbine, ne de bir
şerrin def'ine hiçbir tesiri bulunmadığını açık
olarak ifade etmiş ve kalbe gelen bu vehmi hakikat rengiyle boyayarak,
inanıp sonrada mucibiyle amelden
kesinlikle menetmiştir. Şu hadis, tetayyuru şirk îlân etmektedir: "Tıyara
şirk'tir. Ancak bizden kimse yoktur ki (ona uğursuzluk duygusu ârız olup,
kalbine bazı şeylerden nefret hâkim olmasın). Ancak Cenâb-ı Hakk bu duyguyu
tevekkülle giderir."
Dikkat edersek, hadiste اَِّ diye
istisnâ edatı konmuş, istisnâ edilen şeyi muhatabın zihnine bırakmıştır.
Âlimler bunu اَِّ
وَقَدْ
يَعْتَرِيهِ
التَطَيُّرُ
وَتَسْبَقُ
الى قَلْبِهِ
التَّطَيَّرُ
diye tamamlamışlardır. Biz âlimlerin bu
tamamlayıcı ilavelerini tercümede parantez içerisinde gösterdik. Şunu da
belirtelimki Tirmizî' nin kaydına göre Süleymân İbnu Harb hadisin اَِّ dan sonra gelen kısmının İbnu Mes'ud'a
ait bir derc olduğunu söylemiştir. Ancak, İbnu'l-Kattân bu iddiayı "Derc
iddiası bir delil ile kabul edilir" diyerek reddetmiştir.
Uğursuzluk inancıyla amel
etmenin (tıyare), bu hadiste şirk ilan edilmesinin izahı açıktır: Her çeşit
hayr ve şerrin Allah'ın meşiet ve yaratmasıyla olduğuna inanmak, İslâm
akîdesinin temel prensiplerinden biri olan tevhidin gereği olduğu halde,
tetayyur inancıyla kişi, bunu, önüne çıkacak bir hayvana veya uçan kuşa vs'ye
izafe etmiş olmakta, Allah'ı aradan çıkarmaktadır. Elbette bu, şirktir.
Hadisin sonunda çare de gösterilmektedir: Bu nevî fıtrî olan bu duygu kimin içinden
geçecek olursa, herşeyin Allah'ın takdîr ve yaratmasıyla olduğunu düşünüp,
O'nun takdirine tevekkül ederek işine devam edecektir, içine şeytanın
attığı bu uğursuzluk düşüncesiyle yolundan, kararından geri
dönmeyecektir. Bir başka ifade ile, içinden ihtiyarsız olarak geçen bu
düşünceyi ameline aksettirmeyecek. Bu takdirde o düşünce ona zarar vermez,
Allah'ın mağfiretine mazhar olur.
Nevevî der ki: "Âlimler demiştir ki: "Tıyare,
(ihtiyarınız dışında) kalbinizde zorunlu
olarak hissettiğiniz bir duygudur. Bu duygu sebebiyle kusur işlemiş sayılmaz,
ayıplanmazsınız. Zîra bu, irade ile kazanılan bir hal değildir. Buna ilâhî
teklif (sorumluluk) da terettüp etmez. Yeter ki, onun sebebiyle, kendinizi
yapacağınız işlerden, tasarruflardan alıkoymayın. Bu inanç amelinize tesir
ederse, bu sizin iktibasınız olur ve buna sorumluluk terettüp eder. İşte
Resûlullah'ın yasaklaması buraya yani uğursuzluk duygusunun gereği ile amel
etmeye, onun sebebiyle yapılacak
işlerden vazgeçmeye girer."
Şu halde hadisteki nehiy, zâhiren,kalbe gelen vehme karşı gibi
olsa da aslında, vehme değil, vehim mûcibince amele taalluk etmektedir.
* Çizgi ile fal'a gelince, İbnu'l-Arâbî'nin açıklamasına göre,
kişi arrâf'a gelir. Arrâf'ın önünde bir
oğlan vardır. Arrâf, kişinin müracaatı üzerine, oğlan çocuğuna bazı tılsımlı
sözlerle emrederek kum üzerine çok sayıda çizgiler çizmesini söyler. Sonra da
bu çizgilerin ikişer ikişer silinmesini emreder. Eğer en sona kalan çizgi
çiftse kurtuluş ve başarıya delildir.
Tek çizgi kalmış ise bu da kayba ve ye'se delildir.
Geçmiş peygamberlerden birinin bu sûretle fala bakması, onun bu
çizgileri vasıta yaparak, ferasetiyle, merak edilen hususu bilmesini ifade
eder. Bu peygamberin İdris veya Danyal (aleyhimasselâm) olduğu söylenmiştir.
Hadiste: "Kim çizgisini o peygamberin çizgisine muvafık
düşürürse, bu takdirde isabet eder, yani tıpkı o peygamber gibi o da
ferasetiyle hâli bilir" denmek istenmiştir.
Hadisten, remil falına fetva var gibi bir yanılgıya düşmek mümkündür, sathî bir bakış, hadisin zâhirinden böyle bir ma'nâya ulaşabilir. Ancak im'ân-ı nazar dediğimiz dikkatli bakış, remil falınında yasak olduğunu gösterir. Şöyle ki: "Hadiste cevaz, muhal olan bir şeye bağlanmaktadır. Yani: "Kim çizgisini o peygamberin çizgisine uygun kılabilirse..." sözünde ortaya konan şart, muhaldir. Çünkü hiç kimse, çizgisinin -hadiste isabetlilik için şart kılınmış olan- o uygunluğa sahip olduğunu bilemez. Bu şartla isabetlilik şansı olduğuna ve o şart da meçhul olduğuna göre, onunla iştigal yasaktır. Kadı İyâz'ın belirttiği üzere, bütün ulema bu hususta ittifak eder. Nevevî, bahsi şöyle özetler: Âlimler bu ibarenin ma'nâsında ihtilaf eder. Sahîh olan şudur: Hadisin ma'nâsı: "Kim çizgisini uygun düşürürse bu ona mübahtır, ancak, uygun düştüğünü bilme imkanımız yoktur, öyleyse mübah değildir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), "kim çizgisini ona uygun düşürürse mübahtır" demiş fakat: "Uygun düşüremezse haramdır" dememiştir. Tâ ki biri çıkıp da bu yasağın, çizgiye yer veren o peygambere de şâmil olduğu vehmine düşmesin. Böylece Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), remil falıyla meşgul olmayı bize yasaklarken, o peygamberin hürmetini korumuş oldu. Şu halde, hadis, remil falının o peygamber hakkında yasak olmadığını ifade eder ve: "Ona uygunluğu bilebilirseniz size de mübahtır, ancak siz onu bilemezsiniz" demek ister.
Âlimler, remil falı'nın mezkûr peygambere mübah kılınmış olsa bile, bizim şeriatımızda neshedilerek yasaklandığını da ifade ederler.
* Hadisin câriye ile alakalı kısmına gelince câriyeyi, müslüman
olmasını şart kılan bazı kefâret borçlarına mukâbil âzad etmesi gerekmektedir.
Bu sebeple câriyenin müslüman olup olmadığının tesbiti gerekmektedir. Bu
maksadla Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın, câriyenin müslüman olup
olmadığını kabaca öğrenmek için bazı sualler
sorduğunu görmekteyiz. Sorulan suallere alınan cevapların sonunda
câriyenin mü'mine olduğuna hükmediliyor. Bir kimsenin îmanına hükmetmede ölçü
olması sebebiyle bu sorular ve bilhassa alınan cevaplar son derece
ehemmiyetlidir. Bu meselede Resûlullah'ın teferruâta hiç inmeyip, çok kaba
hatlar üzerinde durduğunu görmekteyiz. Hattâbî, Mâlik de şu açıklamayı yapar:
"Resûlullah'ın: "Onu âzad et, çünkü o mü'minedir" sözü şayân-ı
dikkattir, zira Efendimize câriye'den, onun imanına delâlet zımnında,
suallerine aldığı cevaplardan maâda
hiçbir şey zâhir olmamıştır. Resûlullah : "Allah nerede?"
demiş; o: "Gökte!" diye cevap vermiştir, keza: "Ben kimim?"
diye sormuş, "Resûlullah'sın!" diye cevaplamıştır. Bu sualler imanın
emarelerine ve mü'minin şiârına mütealliktir, imanın aslına ve hakikatına
müteveccih değildir. Sözgelimi bize bir kâfir gelip küfürden İslâm'a geçmek
istese, bu esnada O, imanı, bu câriyenin
söyledikleri miktarınca vasfeylese, bu kadarıyla müslüman olamaz. Müslüman
olması için Allah'tan başka ilah olmadığına, Muhammed'in Allah'ın Resûlü
olduğuna şehadette bulunması ve daha önce yaşamakta olduğu dininden de teberrî
etmesi gerekir. Bu hal şuna benzer: Bir evde bir kadınla bir erkek beraber
görülür. Erkeğe: "Bu kadın da kim?" denince: "Karımdır"
der, kadın da onu te'yid ederse, bize de onları tasdik etmek düşer. Artık
durumlarını karıştırmaz, nikah için gerekli olan şartları araştırmayız. Ancak
bu ikisi bize yabancı iki kişi olarak gelip, aralarında nikâhlanmak isteseler o
vakit biz onlardan, evlenme akdi için gerekli olan ve velilerinin getirilmesi
şahidlerin hazırlanması, mehrin beyânı gibi şartları talep ederiz. İşte kâfir
de böyledir, kendisine İslâm arz edilince "ben müslümanım"demesi ile
iktifa edilmez, imanı kemâliyle ve şartlarıyla tavsif etmesi istenir. Öyleyse
îman ve küfür yönüyle halini bilmediğimiz birisi bize gelerek: "Ben
müslümanım" diyecek olsa onu, dediği şekilde kabul ediniz. Keza üzerinde
kılık kıyâfet, görünüş vesairesiyle müslümanların emaresini gördüğümüz birisi
için de müslüman olduğuna hükmeder, bize aksi zâhir oluncaya kadar öyle bilmeye
devam ederiz.
Bu hadisle ilgili olarak Nevevî de şu durumu dermeyan eder: "Bu, sıfat hadislerindendir. Bu hadisler hakkında iki görüş vardır:
1- Ma'nâsına hiç girmeden -Allah'ın hiçbir benzeri olmadığına,
O'nun mahlukâta ait vasıflardan münezzeh olduğuna itikad ile birlikte- îman
etmek.
2- Hadîse, olduğu gibi değil, (iman esaslarına) uygun şekilde
te'vil ederek iman etmek. Kim bu şekilde söylerse sadedinde olduğumuz hadis
hakkında şunu demiş olur: "Bundan murad câriyeyi imtihandır. Bu câriye
tevhid akidesinde midir, yaratıcı, tedbir edici, faal olan tek bir Allah'a olan
itikadı ikrâr ediyor mu? Bu ilah, duâ
eden kimsenin, semâya yöneldiği zaman müracaat ettiği ilah mıdır; Bu yöneliş, O'nun
için namaz kılan kimsenin de Ka'beye yönelmesi mahiyetinde midir? Aslında bu
yöneliş, O'nun münhasıran semâda olmasından
ileri gelmez, aynen Ka'be cihetine yönelmesi de münhasıran o cihette
bulunmasından ileri gelmediği gibi. Böyle yapılması, semanın duâ edenlerin
kıblesi olmasındandır, tıpkı Kabe'nin de musallilerin kıblesi olması
gibi."
Kadı İyâz da şunları söylemiştir: "Fakih, muhaddis,
mütekellim, mütefekkir, mukallid, hangi ihtisasa mensup olursa olsun bütün müslümanlar şunu söylemekte
müttefiktirler: "Semâda olandan
eminmisiniz?" (Mülk 16) âyetinde olduğu üzere Allah'ın semada olduğunu
zikretme sadedinde vârid olan bütün nasslar zâhir ma'nâsı üzere değildirler,
bunları, hepsi te'vil ederek anlamıştır. Sözgelimi muhaddislerden, fakihlerden,
mütekellimlerden her kim, tahdîd ve keyfiyet beyan etmeksizin üst (fevk)
cihetinden varlığından söz etmişse "semânın içinde )في
السّمآءِ( ibâresini, semanın üstünde )على
السّمآءِ( şeklinde te'vil
etmiştir.
Kim de Allah hakkında hadd'i nefyedip, cihetin müstahîlliğine
(akla aykırılığına) hükmetmişse onu (cihet'i) muktezâsına göre farklı
te'villere tâbi tutmuştur." Sindî'nin kaydettiği te'vil şöyle: "Allah
nerede?"nin ma'nâsı hakkında âlimler şöyle demiştir: "Allah'a
yönelenler hangi cihete yönelirler?" Semâ'da sözü de şu ma'nâyı ifade
eder: "(Allah'a yönelenler) semâ cihetine yönelirler." Bu sorudan
maksad câriye'nin Allah'ın varlığını itiraf etmesidir, Allah hakkında cihet'in
varlığını isbat etmek değildir."[628]
ـ4ـ وعن
أبى الدرداء
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قامَ
رسولُ اللّهِ
# يُصَلِّى
فَسَمِعْنَاهُ
يَقُولُ:
أعُوذُ
بِاللّهِ
مِنْكَ،
ثُمَّ قَالَ:
ألْعَنُكَ
بِلَعْنَةِ
اللّهِ
ثََثاً، وبَسَطَ
يَدَهُ
كَأنَّهُ
يَتَنَاوَلُ
شَيْئاً،
فَلَمَّا
فَرَغَ مِنَ
الصََّةِ
قُلْنَا يَا
رَسولَ
اللّهِ:
سَمِعْنَاكَ
تَقُولُ
شَيْئاً لَمْ
نَسْمَعْكَ
تَقُولُهُ
قَبْلَ
ذَلِكَ: وَرَأيْنَاكَ
بَسَطْتَ
يَدَكَ؟
قَالَ: إنَّ عَدُوَّ
اللّهِ
إبْلِيسَ
جَاءَ
بِشِهَابٍ مِنْ
نَارٍ
لِيَجْعَلَهُ
في وَجْهِى،
فَقُلْتُ:
أعُوذُ
بِاللّهِ
مِنْكَ ثََثَ
مَرَّاتٍ،
ثُمَّ قُلْتُ:
ألْعَنُكَ
بِلَعنَةِ
اللّهِ
التَّامَّةِ،
فَلَمْ
يَسْتَأخِرْ
ثََثَ
مَرَّاتٍ،
فَأرَدْتُ
أنْ أخُذَهُ،
فَوَاللّهِ
لَوَْ
دَعْوَة أخى
سُلَيْمَانَ
‘صْبَحَ
مُوثَقاً
يَلْعَبُ
بِهِ
وِلْدَانُ
أهْلِ
المَدِينَةِ[.
أخرجه مسلم
والنسائى .
»أرادَ
بِدَعْوَةِ
سُلَيْمَانَ
قَوْلهُ،
رَبِّ هَبْ
لِى مُلْكاً.
اŒية، وَمِنْ
جُمْلَةِ
مُلْكِهِ
تَسْخِيرُ
الجِنِّ لَهُ
وَانْقِيَادِهِمْ«
.
4. (2711)- Ebû'd-Derdâ
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Bir gün Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
namaza kalktı.Şunu okuduğunu işittik: "Senden Allah'a sığınırım."
Sonra da üç kere: "Seni Allah'ın lânetiyle lânetliyorum" dedi ve
sanki birşey yakalıyormuşcasına elini uzattı. Namazı bitirince:
"Ey Allah'ın Resûlü! dedik, senden bugün daha önce hiç
söylemediğin bir şey işittik. Ayrıca
ellerini de açtığını gördük? Şu cevabı verdi:
"Allah'ın düşmanı olan iblis, yüzüme koymak için ateşten bir
alev getirdi. Bende ona, üç kere: "Eûzu billâhi"dedim. Sonra da:
"Seni Allah'ın eksiksiz lânetiyle lânetliyorum"dedim, geri çekilmedi,
üç kere tekrarladım. Sonunda onu yakalamak istedim. Vallâhi kardeşim
Süleymân'ın duası olmasa idi, bağlı olarak sabaha erecek ve Medine'nin
çocukları onunla oynayacaklardı."[629]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste, Hz. Süleymân (aleyhisselâm)'ın bir duasına atıf
yapılmaktadır. Bu duâ Sâd sûresinin 35. âyetidir (meâlen): "Süleymân:
"Rabbim beni bağışla, bana, benden
sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümrânlık ver... dedi." Âyette geçen
hükümranlık'ta cinlerin teshir ve inkıyadları (boyun eğmeleri) de mevcuttur.
2- Hadisle ilgili olarak Nevevi hazretlerinin kaydettiği bazı
açıklamalar şöyle:
* (Hadiste Resûlullah'ın elini uzatmış olmasından hareketle)
"namazda az amel namazı bozmaz" hükmü çıkarılmıştır.
* Cinler mevcuttur ve bazı insanlar onları görebilir. Âyet-i
kerîmede Cenâb-ı Hakk'ın: "Ey Âdemoğulları... O da (şeytan) ve
kabîlesinden olanlar da sizi, sizin kendilerini göremeyeceğiniz yerlerden
muhakkak görürler..." (A'râf 27) buyurması gâlip durumu ifade eder. Zira,
onların görülmesi muhal olsa idi Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onun görülmesi
üzerine söylediklerini söylemezdi. Hadiste, gündüz onu herkesin görmesi, Medîneli çocukların onunla
oynaması için, şeytanı bağlamak istediğini söylemiştir. Ancak Kadı İyâz şöyle
söyleyenler de olduğunu kaydeder: "Âyet-i kerîmenin zâhirine göre, cin ve
şeytanları, onların hilkatleri üzere ve aslî sûretleri ile görmek sadece
Peygamberler (aleyhimüsselâm) ve hârikulâde mûcizelere mazhar olan kimselere
mümkündür, onun dışındakilere mümkün değildir, insanlar onları rivâyetlerde de
geldiği üzere aslî sûretlerinden başka bir sûrette görebilirler." Nevevî bu
söze şöyle cevap verir: "Bunlar delili olmayan mücerred iddialardır, sahîh
bir dayanağı da yoksa merduddur."
Şunu da kaydedelim ki, İslâm âlimleri cinlerin muhtelif şekillere
girebileceğini; insan, yılan, kuş, akrep, deve, sığır, at vs. sûretlerini
alabileceğini kabul ederler. Hadislerde bunu te'yid eden örnekler gelmiştir.
* Cinlerin mahiyeti hakkında İmam Ebû Abdillah el-Mâzirî der ki:
"Cin, ruhânî, latif cisimlerdir, bağlanabilecek bir sûrette olup,
bağlandıktan sonra eski hâline dönemeyecekleri, öyle ki, onlarla oynamak
imkanının hâsıl olacağı bir kıvamda olmaları ihtimal dahilindedir..."
* Kadı İyâz, "Resûlullah'ın: "...Kardeşim Süleymân'ın
duâsı olmasaydı..." sözünden şunu anlamıştır: "Bunun ma'nâsı şudur:
"Cinlere tasarruf Hz. Süleymân'a has bir imtiyazdır. Bu sebeple Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) onu bağlamaktan imtina etti. Bu imtina, söylenen
sebeple bağlamaya muktedir olamayışından ileri gelebileceği gibi, Hz.
Süleymân'a karşı duyduğu tevâzu ve teeddübten de ileri gelebilir."
* Hadiste (aleyhissalâtu vesselâm)'ın "Vallâhi kardeşim
Süleymân' ın..." diye ettiği yeminden hareketle, kişinin, yemin taleb
edilmemiş olduğu halde, haber verdiği şeyin ehemmiyetini artırmak, ona saygıyı
celbetmek, sıhhati hususunda mübâlağa yapıp dikkatleri çekmek için yemin
etmesinin câiz olduğuna hükmedilmiştir.
* İslâm âlimleri mûteber delillere dayanarak namazda muhatap
sigasıyla yapılacak dua ve bedduâların namazı bozacağına hükmetmiştir. Şöyle
ki, sözgelimi hapşırana namazda يَرْحَمُكَ
اللّهُ "Allah "sana" rahmet kılsın
demek namazı bozar, halbuki muhatap sigasıyla yapılmayan duâ namazı bozmaz. يَرْحَمُ
اللّهُ Allah rahmet kılsın duâsında olduğu gibi.
Bu hadiste ise Peygamberimiz şeytana muhatap sigasıyla beddua etmektedir:
"Seni ....... lânetliyorum."
Aradaki müşkil şöyle söylenerek halledilmiştir. "Bu hadis,
namazda kelâmın haram kılınmasından önceye ait olabilir."[630]
ـ1ـ عن
معيقيب
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]سُئِلَ
رَسُولُ
اللّهِ # عَنْ
تَسْوِيَةِ
التُّرَابِ
حَيْثُ
يَسْجُدُ
المُصَلِّى[ .
1. (2712)- Mu'aykîb
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a,
musalli'nin secde edeceği yerdeki toprağın düzlenmesinden sual edildi..."[631]
ـ2ـ وفي
رواية الترمذي:
]عَنْ مَسْحِ
الحَصى في
الصََّةِ،
فقَالَ: إنْ
كُنْتَ
وََبُدَّ
فاعًِ
فَوَاحِدَةً[.
أخرجه الخمسة
.
2. (2713)- Tirmizî'nin bir
rivâyetinde hadis şöyledir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a namazda
çakıllara dokunup (düzlemekten) sorulmuştu, şu cevabı verdi:
"Mutlaka yapmak zorunda isen bâri bir kere yap!"[632]
ـ3ـ وفي
رواية ل‘ربعة
عن أبى ذر:
]إذَا قامَ
أحَدُكُمْ
إلى الصََّةِ
فََ يَمَسَّ
الحَصى فإنَّ
الرَّحْمَةَ
تُوَاجِهُهُ[
.
3. (2714)- Ebû Zerr
(radıyallâhu anh)'den Dört İmam'ın kaydettiği bir rivâyette şöyle buyrulmuştur:
"Sizden kim namaza durursa, sakın
çakıllara değmesin. Zîra rahmet, ona karşıdan gelir."[633]
ـ4ـ وعن
أبى ذر رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
أيضاً قال:
]قال رَسولُ
اللّهِ #: َ
يَزَالُ
اللّهُ مُقْبًِ
عَلى
الْعَبْدِ
وَهُوَ في
صََتِهِ
مَالَمْ
يَلْتَفِتْ:
فَإذَا
الْتَفَتَ
انْصَرَفَ
عَنْهُ[. أخرجه
أبو داود
والنسائى .
4. (2715)- Hz. Ebû Zerr
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Allah, kula namazda sağa sola iltifat etmedikçe rahmetiyle
yaklaşmaya devam eder. İltifat etti mi ondan yüz çevirir."[634]
ـ5ـ وعن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]سَألْتُ
النّبىَّ #
عَنْ
التِفَاتِ في
الصََّةِ؟
فقَالَ: هُوَ
اخْتَِسٌ
يَخْتَلِسُهُ
الشَّيْطَانُ
مِنْ صََةِ
الْعَبْدِ[.
أخرجه
الشيخان
والنسائى.»اخْتَِسُ«:
ا‘خذ بسرعة .
5. (2716)- Hz. Âişe
(radıyallâhu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah'a namazda sağa sola bakmak
(iltifat) hususunda sordum. Şu cevabı verdi:
"Bu bir kapıp kaçırmadır. Şeytan kulun namazından kapar
kaçırır."[635]
ـ6ـ وعن
أنس رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ رَسُولُ
اللّهِ #: مَا
بَالُ
أقْوَامٍ
يَرفَعُونَ
أبْصَارَهُمْ
إلى
السَّمَاءِ
في الصََّةِ؟
فَاشتَدَّ قَوْلُهُ
في ذَلِكَ،
ثُمَّ قالَ:
ليَنْتَهُنَّ
عَنْ ذَلِكَ،
أوْ
لَتُخْطَفَنَّ
أبْصَارُهُمْ[.
أخرجه
البخارى وأبو
داود
والنسائى .
6. (2717)- Hz. Enes
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"İnsanlara ne oluyor da namaz kılarken gözlerini semâya
kaldırıyorlar?" dedi ve bu hususta sert sözler söyledi. Sonra konuşmasını
şöyle tamamladı:
"Ya bundan vazgeçerler ya da gözleri çıkarılır."[636]
ـ7ـ وعنه
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه قال:
]قال رسولُ
اللّهِ #: يَا
بُنَىَّ
إيَّاكَ
وَالْتِفَاتَ
في الصََّةِ،
فإنَّهُ
هَلَكَةٌ،
فإنْ كانَ َ
بُدَّ فَفِى
التَّطَوُّعِ
َ في
الْفَرِيضَةِ[.
أخرجه
الترمذي.
7. (2718)- Yine Hz. Enes
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana şöyle nasihat etti:
"Ey oğulcuğum, namazda sağa sola bakmaktan sakın. Zîra o helak olmaktır.
Eğer mutlaka yapacaksan bâri nafilelerde olsun, farzlarda değil."[637]
AÇIKLAMA:
Yukarıda kaydedilen hadisler, namaz kılan kimsenin, namaza
başladıktan sonra selam verinceye kadar namazla ilgisi olmayan hareketlerden
sakınmasını tembihlemektedir. Mevzumuzun "Başka Meşguliyetleri Terk"
şeklindeki başlığından da anlaşılacağı üzere, burada kaydedilen bütün hadisler
namazdan olmayan bütün bedenî hareketleri, vücut azalarımızdan herhangi biriyle
yapılacak davranışları yasaklamayı hedeflerlerse de başlıca iki husûsun üzerine
ehemmiyetle ve tekrarla durulduğunu görmekteyiz:
1- Secde edeceğimiz yerdeki toprak, çakıl vesairenin
rahatsızlık vermemesi, alnımıza batmaması gibi mülâhazalarla düzenlenmesi,
ellenmesi vs. Bundan ashâb sual ettiği gibi, sual sorulmadan da Efendimiz temas
etmiştir. Bundan kaçınmak gerekir, mutlaka mecbur kalınsa, bir kere ile
yetinilmelidir.
En doğrusu, musalli, daha namaza durmadan gerekli düzeltmeleri yapmalı,
namaz sırasında secde mahallini düzeltme
ihtiyacı duymamalıdır.
Hadislerde umumiyetle çakıl ve topraktan söz edilmesi, Resûlullah
devrinde mescidin (çakıllı) toprakla kaplı olmasındandır. Âlimler, yerden alna
yapışacak kum, çerçöp, toz vs. her şeyin aynı hükme dahil olduğunu belirtirler.
Nevevî, namazda çakıla dokunmanın kerâhetinde ulemânın ittifak ettiğini
söylemişse de, Hattâbî, İmâm Mâlik'in bunda bir beis görmediğini ve hatta
bizzat yaptığını kaydetmiştir. İbnu Hacer bu husustaki haberin İmam Mâlik'e
ulaşmamış olabileceğini not eder.
Zâhirîlerden bazıları bu meselede ifrât ederek, nehiy beyan eden
hadisin (2713) zâhirini esas alıp, çakıla birden fazla değmenin haram olduğunu
söylemişlerdir.
İbnu Hacer der ki: "Görünen o ki, buradaki kerâhetin sebebi
namazda huşûnun korunma emridir, ya da
namazda amel-i kesîrden kaçınma emridir." Bununla beraber Ebû Zerr
hadisi (2714 numaralı hadis), buradaki sebebin musalli ile ona karşıdan
gelmekte olan rahmet arasına bir engel koymamak
olduğunu ifade eder. İbnu Ebî Şeybe'nin rivâyeti, bir başka sebebi
nazarlara arzetmektedir: "(Efendimiz buyurdular ki): "Secde ettiğin
zaman çakıllara dokunma, zîra her bir çakıl, üzerine secde edilmesini
sever."
Âlimler secde edilen yer kadar, secde eden alnı da hükme dahil
ederler. Kadı İyâz der ki: "Selef, namazda iken selâm vermezden önce alnın
meshedilip (silinmesini)
mekruh addetmiştir."
2- Namaz sırasında iltifat: Kaydettiğimiz hadislerde ısrarla
üzerinde durulan ikinci husus iltifattır. Bu, bakışlarımızı, namazda bakılması
meşrû olan yerlerin dışına kaydırmaktır. İltifat lügat olarak, "yüzünü
sağa sola çevirmek" demektir.
Zâhirîler namazda iltifat için dahi, zaruretten gelmediği takdirde
haram hükmünü vermişlerdir. Ancak ehl-i sünnet ulemâsı mekruhluğunda icma etmiş
ve çoğunluk da tenzîhî olduğuna
meyletmiştir.
İltifat'ın mekruh kılınma sebebi, huşûnun noksanlaşması veya
bedenden bir kısmının kıbleye yönelmeyi terki'dir.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), musallinin sağa sola
bakmakla kaybettiği sevabı, bir şeytan ihtilâsı olarak tavsif etmiştir.
İhtilâs, göz göre göre kapıp kaçmadır. Sözgelimi bir satıcının malını,
gafletine getirip görmez tarafından kaçıran kimseye hırsız denir; ama satıcı
gördüğü halde bir açıkgözün, malı alıp âniden fırlayıp gitmesi ihtilâs'tır ve bu
kimseye hırsız değil, muhtelis denir. "İhtilâs"ı kapıpkaçırma diye
tercüme ettik.
Resûlullah, musalliyi şeytanın namazla ilgisi olmayan bir şeyle
iltifat sûretiyle meşgul etmesini ihtilâs'a benzetmiş olmaktadır. Çünkü,
musalli, Allah'ın huzurunda olduğunu bile bile sağa sola bakmış olmakla bu zarara maruz kalmıştır. Bu davranış şeytana
izafe edilmiştir, çünkü onda Allah'a müteveccih olunduğu düşüncesine bir inkıta
ve kopukluk ârız olmaktadır. Tîbî der ki: "Namazdaki iltifat, ihtilâs
olarak isimlendirilmiştir, bundan maksad bu davranışın çirkinliğini, muhtelis
örneğiyle tasvir etmektir. Zîra Rabb Teâlâ, musalliye rahmetiyle gelirken,
şeytan onu gözetlemekte ve onun bazı kaçırmalarını dört gözle beklemektedir.
Musalli, sağa sola bakındı mı şeytan fırsatı ganimet bilmekte ve o hali
yağmalamaktadır."
Bazı âlimler 2690 numaradaki Hz. Âişe hadisinde belirtildiği
üzere, namazda dikkat çekici şekiller ihtiva eden elbise sebebiyle, huzur
bozulmuşsa -alemli elbise omuzda bile olsa- buna ihtilâs'a yakın bir amel telakki
etmiştir. Nitekim Resûlullah mezkûr
hadiste, "beni namaz dışı şeyle meşgul ediyor" diyerek öfkeyle alemli
elbiseyi çıkarıp atmıştır.
2717 numaralı hadiste namaz kılanın gözlerini semâya kaldırması
yasaklanmaktadır. Bunun kerâhetinde icma edilmiştir. Namaz dışında, duâ ederken
kaldırmada ihtilaf edilmiştir. Şureyh ve bazıları duâda da mekruh addetmiş ise
de, ekseriyet: "Nasıl ki Ka'be namaz kıblesidir, öyle de semâ dahi dua
kıblesidir" diyerek bunu câiz görmüşlerdir.
Kadı İyâz: "Namazda gözü semâya kaldırmada bir nevî kıbleden
yüz çevirme,
namaz hey'etinden uzaklaşma vardır" demiştir. İbnu Hazm yasaklamadaki şiddetten hareketle namazda semâya bakmanın namazı iptal edeceğine hükmetmiştir. Ehl-i sünnet uleması buna katılmaz.
İbnu Ebî Şeybe'nin bir rivâyeti, bidâyette müslümanların namazda iken sağa sola baktıklarını, bu âyetin nâzil olması üzerine vazgeçtiklerini belirtir: "Mü'minler namazlarında sağa sola bakarlardı. Bu hal, "Mü' minler saadete ermişlerdir, onlar namazda huşû içindedirler.." (Mü'minûn 1-2) âyeti nâzil oluncaya kadar devam etti. Bunun üzerine namaza başlayınca önlerine baktılar. Artık, herkes gözlerinin secde mahallinden dışarı kaymamasına dikkat ediyordu."
2718 numaralı hadiste iltifat, "helâk olmak" diye tasvir edilmiştir. Helâk olmayı bazı âlimler üçe ayırmıştır.
1- Yanındaki bir şeyi kaybetmek. Artık o başkasının yanında
olduğu halde, sahibi için helâk olmuştur.
2- Bir şeyin istihâleye uğrayarak yani bir başka şeye
dönüşerek helâk olması.
3- Bir canlının ölmesi, onun helâkıdır.
Şu halde Resûlullah namazda sağa sola bakmayı (iltifatı) helâk
olarak tavsif etmektedir. Çünkü bu, şeytana uymaktır, dolayısıyla, zarara
(helâke) sebebtir. İltifatla namaz kemal mertebesinden istihâleye uğrayarak Hz.
Âişe hadisinde (2716) ifade edilen ihtilâs'a dönüşür.
Nafilede iltifata göz yumulması, nafilelerin kolaylık esasına
dayanmasındandır. Nitekim ayakta kılmaya kâdir olan kimsenin dahi oturarak
kılmasına müsaade edilmiştir, bunun gibi nafilede iltifata da cevaz verilmiş
olmaktadır. Halbuki, farzda her ikisi de yasaktır.[638]
ـ8ـ وعن
سهل بن
الحنظلية
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه قال:
]ثُوِّبَ
باِلصُّبْحِ
فَجَعَلَ
رسولُ اللّهِ
# يُصَلِّى
وَهُوَ
يَلْتَفِتُ
إلى الشِّعْبِ،
وَكانَ
أرْسَلَ
فَارِساً إلى
الشِّعْبِ
مِنَ
اللَّيْلِ
يَحْرُسُ[.
أخرجه أبو داود
.
8. (2719)- Sehl
İbnu'l-Hanzaliyye (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Sabah namazı için ikâmet
okundu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) namaza başladı. Namazda Şi'b
istikametine bakıyordu. Geceden Şib'a
korunması için bir atlı göndermişti."[639]
AÇIKLAMA:
Şî'b: Dağ yolu, geçit mânasına gelir. Hadis namazda iltifata cevaz
verir. Bazı rivâyetlerde Resûlullah'ın namazda başını geri bükmeden sağa sola
çevirdiği ifade edilmiştir. Buhârî'nin bir rivâyetinde ise başını hiç
çevirmeksizin gözlerinin ucuyla sağa sola baktığı ifade edilir. Bunlara
dayanarak bir kısım âlimler, başı bükmedikçe namazda sağa sola bakmanın zarar
vermeyeceğine hükmetmiştir. Atâ, Mâlik, Ebû Hanîfe ve Ashâbı, Evzâî, Ehl-i Kûfe
hep bu görüştedirler.
Hâzimî, söz konusu Şî'b'in kıble istikâmetinde bulunmasının muhtemel
olduğunu belirterek, Resûlullah'ın oraya başını çevirmeden bakmış olacağını
tebârüz ettirir.
Bazı âlimler, bu hadiste ifade edilen iltifat ruhsatının az yukarıda kaydettiğimiz
Mü'minûn sûresinin ilk âyetlerinde ifade edilen huşû emri ile neshedilmiş
olduğunu söylerler.[640]
ـ9ـ وعن
ابن عمر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]خَرَجَ
رَسولُ
اللّهِ #
يُصَلِّى في
مَسْجِدِ قُبَاءَ
فَجَاءَ
ا‘نْصَارُ
يُسَلِّمُونَ
عََلَيْهِ
وَهُوَ
يُصَلِّى،
فقُلْتُ
لِبِلٍ:
كَيْفَ
رَأيْتَهُ
يَرُدُّ
عَلَيْهِمْ
حينَ كَانُوا
يُسَلِّمُونَ
عَلَيْهِ
وَهُوَ
يُصَلِّى؟
قالَ: هكذَا،
وَبَسَطَ
كَفَّهُ
وَجَعَلَ
بَطْنَهُ
أسْفَلَ،
وَظهْرَهُ
إلي فَوْقُ[.
أخرجه أصحاب
السنن .
9. (2720)- İbnu Ömer
(radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
Mescid-i Kubâ'ya namaz kılmaya gitti. Ensar (radıyallahu anhüm) gelip, namaz
kılarken kendisine selam verdiler. Ben Bilâl'e sordum:
"Namaz kılarken onların selamına nasıl mukabele ettiğini
gördün?" Bana bizzat göstererek:
"Şöyle!"dedi ve avucunu açıp iç kısmını aşağıya, sırtını
yukarıya getirdi."[641]
AÇIKLAMA:
1- Kubâ, Mescid-i Nebevî'ye iki-üç mil mesafede bir köyün adıdır. Günümüzde Medîne ile arası kapanmış ve tamamen Medîne'nin bir mahallesi haline gelmiş durumdadır.
2- Azîmâbadî, Avnu'l-Ma'bud'da, namaz esnasında Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
kendisine verilen selama yaptığı mukabele ile ilgili olarak şu açıklamayı
yapar: "Bil ki, bu hadiste selama mukabele olarak avucun tamamıyla işaret verilmesi
mevzubahistir, Câbir (radıyallâhu anh)'in hadisinde el ile, İbnu Ömer'in
Süheyb'den yaptığı rivâyette parmak ile selama mukabele ettiği mevzubahistir.
Beyhakî'de gelen İbnu Mes'ud hadisinde: "Başı ile ima etti" denir.
Yine Beyhakî'nin bir başka rivâyetinde de: "Başıyla mukabele etti"
denir.
Bu farklı rivâyetlerin arası şöyle cem edilir: "Aleyhissalâtu
vesselâm efendimiz bir seferinde şöyle, bir seferinde böyle yapmıştır.
Dolayısıyla hepsi de câizdir. Allâhu a'lem."[642]
ـ10ـ وعن
أبى هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ
رسولُ اللّهِ
#:
التَّسْبِيحُ
لِلرِّجَالِ
وَالتَّصْفِيقُ
لِلنِّسَاءِ[.
أخرجه الخمسة
.
10. (2721)- Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Tesbîh erkeklere, el çırpma kadınlara mahsustur."[643]
AÇIKLAMA:
1- Tesbîhten maksad sübhânallah demektir. Tasfîk de elleri
birbirine vurmaktır. Arapçada alkış da tasfîk kelimesiyle ifade edilir. Ancak
burada tasfîk'i "alkış"la tercüme etmek uygun olmaz. Zira hadisteki tasfîk, uyarı maksadıyla
başvurulan ellerle ses çıkarma davranışıdır ki elleri birbirine vurarak
yapılır. Dilimizde buna el çırpma deriz. Tasfîk bazı rivâyetlerde tasfîh
imlasıyla gelmiştir. Umumiyetle aynı ma'nâda oldukları kabul edilmiştir. Şer'î
ıstılah olarak namaz kılan kimsenin meşrû olan bir uyarıda bulunmak için
başvurduğu çaredir. Sözgelimi musalli, imamına yanıldığını haber vermek istese,
erkekse sübhânallah der, kadınsa el çırpar. Keza yine musalli namaz dışında
birisine bir mesaj vermek, mesela bir tehlikeyi haber vermek durumunda olsa,
ayni şeyi yapar.
2- Hadis, namaz esnasında musallinin herhangi bir uyarıda
bulunmak zorunda kalması halinde başvurması gereken çareyi göstermektedir. Buna
göre erkek musalli sübhânallah diyecektir, kadın musalliye de sağ elinin içini
sol elinin sırtına vuracaktır. Oyun ve eğlencede yapıldığı üzere avuçların
içlerini birbirine vurmak câiz görülmemiştir. Böyle yapıldığı takdirde namazın
bozulacağına hükmedilmiştir. Kadınların tesbîhten men edilmesi, namazda mutlak
sûrette seslerini kısmakla emredilmiş oldukları içindir. Çünkü sesleri
avrettir, fitneden korkulur. Erkekler de el çırpmadan men edilmiştir. Çünkü bu,
kadınların işidir. İmam Mâlik ve bazıları: "El çırpma kadınlara mahsustur" ibâresi için, "Bu namaz
haricinde kadınların işidir" demektir ve kötülemek maksadıyla beyan
buyrulmuştur, binaenaleyh namazda el çırpmak ne erkeğe ne kadına uygun
olmaz" demiş ise de bu hususta vârid olan daha sarîh rivâyet gösterilerek
bu görüş reddedilmiştir. Kurtubî: "Namazda el çırpmanın kadınlar
hakkındaki meşruiyyeti hem rivâyeten hem de aklen sahihtir" diye hükmeder.[644]
ـ11ـ وعن
عبداللّه بن
الشخير
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه قال:
]صَلَّيْتُ
مَعَ رَسُولِ
اللّهِ #
فَرَأَيْتُهُ
تَنَخَّعَ
فَدَلَكَهَا
بِنَعْلِهِ
اليسرى[.
أخرجه مسلم
وأبو داود والنسائى
.
11. (2722)- Abdullah
İbnu'ş-Şıhhîr (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) ile birlikte namaz kıldım. Namazda onu öksürerek boğazını temizleyip
(yere attığını ve) sol ayağıyla
sürttüğünü gördüm."[645]
ـ12ـ وعند
أبى داود:
]فَبَزَقَ
تَحْتَ
قَدَمِهِ
الْيُسْرَى
وَذَلِكَ
بِنَعْلِهِ[ .
12. (2723)- Ebû Dâvud'un
rivâyetinde şöyle gelmiştir: "...Sol ayağının altına tükürdü,
ayakkabısıyla sürttü."[646]
ـ13ـ وله في
أخرى عن أبى
نضرة: ]بَزَقَ
في ثَوْبِهِ
وَحَكَّ
بَعْضَهُ
بِبَعْضٍ[.»تَنَخَّعَ
ا“نْسَانُ«:
إذَا رمى
نَخاعته وهى
النخامة التى تخرج
من أصل الحلق .
13. (2724)- Ebû Dâvud'un Ebû
Nadra'dan kaydettiği bir rivâyette: "Elbisesine tükürdü, kıvrımları
arasında ovaladı" denmiştir.[647]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Mescide tükürmek günahtır, kefâreti de tükrüğün kapatılmasıdır" buyurmuş ve
mabedlere tükürmeyi
yasaklamıştır. İbnu Hacer, bu yasağa muhatap olmak için mescidin içinde olmanın
şart olmadığını, dışardaki kişiye de yasağın şâmil olduğunu belirtir.
"Çünkü der, "mescid", yasaklanan tükürme fiilinin zarfıdır,
öyleyse hariçte olan birisi mescide tükürecek olsa yasak ona da şâmil olur."
Bu günahı işleyene, kefâret olarak onu "örtmek" veya
"ortadan kaldırmak" suretiyle bertaraf etmesi gerekir.
2- Mescide tükürme meselesini sadece yukarıda kaydedilen
hadislerin zâhirine bakarak değerlendirmek eksik veya fazla bir kanaate
götürebilir. Her şeyden önce, hadislerin Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'
ın şartlarında değerlendirilmesi gerekir.
a) Herşeyden önce o devirde mescidler çakıl ve toprakla kaplı
idi. Hasır, halı, kilim gibi sergi
mevcut değildi; beton, taş döşeme gibi bir kaplama da yoktur.
b) Tükürme ruhsatı bir
kısım hadislerde "defnetme" şartıyla verilmiştir. Defnetme emrini
yorumlayan İbnu Ebî Cemre der ki: "Resûlullah "tükürmenin kefâreti
tükrüğün örtülmesidir" demiyor. Çünkü örtmenin zararları devam eder.
Çünkü, bir başkasının, üzerine oturarak rahatsız olmayacağından emin olunamaz.
Ama defnetmek öyle değildir. Çünkü, defin deyince yerin altına derinlere gömmek
anlaşılır."
c) Gömmenin mahiyeti nedir? Bunu âlimler farklı anlarlar.
Cumhura göre: "Tükrüğün mescidin toprağına veya kum, çakıl gibi örtüsünün
derinliklerine gömmektir, bu yapılamıyorsa dışarı çıkarmaktır. Şâyet
mescidlerin zemini toprak değil de hasır vs. ise, mala hürmeten tükürmek caiz
değildir." Şu halde, gömme kaydını bilhassa günümüzün mescid şartlarında
değerlendirecek olursak, hadislerde gelen cevazın zamanımızda kalkmış olduğunu
söyleyebiliriz. Bu kadar kesin hükmetmede Müslim'de gelen şu hadis de bize
yardımcı olmuştur: "Ümmetimin kötü amelleri arasında defnedilmeden mescide
bırakılmış tükrüğü de gördüm."
d) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), devrinin şartlarında
tükürmeyi câiz kılan gerekleri belirtirken, tükrükle ilgili mühim bir hükmü de
dile getirmiş olmaktadır: İnsan tükrüğü esas itibariyle temizdir. Onun bir
şeye, mesela elbiseye bulaşması, ibâdete mâni olacak kirlenme hâsıl etmez.
Nitekim 2724 numaralı hadiste, elbise kıvrımlarına tükürme hâdisesi bu hususu
tesbit eder.
e) Hadislerde tükürme zorunda kalacak kimseye
"defnetme" şartıyla yere, sürterek yoketme kaydıyla sol ayağın altına
ve hatta elbise kıvrımına tükürme ruhsatlarını sayarken, mendilden söz
edilmemesi, o devirde mendil taşıma âdetinin olmadığını gösterir. Aksi
takdirde, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), ümmetine kolay olanı tavsiye
ederdi.
f) Şunu da belirtelim: Âlimler, mezkûr hadislerle mescidde
tükürme fiilinin yasak olmadığının ifade edildiğini belirtirler. Yasaklanan
husus, başkasını rahatsız edecek şekilde tükürmektir, açıkta bırakmaktır. Öyle
ise hastalar, tükürme ihtiyacı içinde olanlar, başkasına eza vermeyecek şekilde
-söz gelimi mendiline, beraberinde taşıyacağı hokkasına- tükürebilir, bu memnu
değildir.
Bazı âlimler, "tükürme cevazını" özür sahiplerine
tükürmek için dışarı çıkamıyacaklara; "yasaklamayı"da özrü
olmayanlara hamletmişlerdir. Bu nokta-i nazardan bakınca elbise kıvrımına, sol
ayağın altına tükürme örneklerinin, -gömme imkânı tanımayan mescidlerde bulunan
mendilsiz özür sahiplerine- başkalarına asgarî derecede rahatsız edecek tükürme
tarzlarına irşadlar teşkîl ettiklerini görürüz.[648]
ـ14ـ وعن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]جِئْتُ
يَوْماً مِنْ
خَارِجٍ،
وَرَسُولُ
اللّه #
يُصلِّى في
الْبَيْتِ
وَالْبَابُ عَلَيْهِ
مُغْلَقٌ،
فَاسْتَفْتَحْتُ
فَتَقَدَّمَ
وَفَتَحَ
لِى، ثُمَّ
رَجَعَ الْقَهْقَرَى
إلى
مُصََّهُ،
وَوَصَفَتْ
أنَّ الْبَابَ
كانَ في
الْقِبْلَةِ[.
أخرجه أصحاب السنن
.
14. (2725)- Hz. Âişe,
(radıyallâhu anhâ) anlatıyor: "Bir gün dışardan geldim. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) odada namaz kılıyordu, kapı da üzerine kapalı idi.
Açmasını istedim, ilerleyip bana açtı. Sonra gerisin geriye namazgâhına
döndü."
Hz. Âişe kapının kıble cihetinde olduğunu belirtti."[649]
AÇIKLAMA:
1- Burada, nafile namazı kılmakta olan Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın namazdan çıkmadan Hz. Âişe'ye kapı açması söz
konusudur. Hemen belirtelim ki, Nesâî'nin rivâyetinden bu namazın nafile namaz
olduğu tasrîh edilmiştir.
2- Ulemâ, bu hadis
üzerine farklı yorumlarda bulunmuştur:
* Kapı kıble cihetinde ise, namaz sırasında, gelip geçene
karşı sütre olması için kapatılması efdaldir.
* İbnu Raslân, kapıyı açmak üzere Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in bir veya iki adımlık veya fasılalı olarak daha fazla adımlık bir
yürüyüşle kapıyı açmış olacağını, aksi takdirde amel-i kesîr olup namazı
bozacağını söylemiştir. Şevkânî, bu kayıtlamaların mezhep görüşüne binâen
yapıldığını (rivâyette kayıtlara götürecek hiç bir delil olmaması sebebiyle)
iddianın fâsid olduğunu söyler.
* Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ), kapının kıble cihetinde
olduğunu söylemek ve Hz. Peygamber'in kapıyı açmak için gelince yönünü hiç
değiştirmediğini, keza arka arka giderek namazgâhına döndüğünü belirtmek
sûretiyle yönünü kıble cihetinden çevirmediğini ifâde etmiş olmaktadır. Bu
tasvirleri, bazı âlimler, bu hareketlerin amel-i kesîr olacak şekilde peş peşe
olmadığı, dolayısıyla namazın bozulmasına müncer olmadığı şeklinde değerlendirirler.
Ancak Aliyyu'l-Kârî: "Atılan adım iki bile olsa, kapıyı açıp dönme buna
inzimâm edince yine de namazı bozan amel-i kesîr mevzubahis olur ve müşkilat
devam eder" der ve "En doğrusu, bu hareketlerin peş peşe olmadığını
söylemektir" diye hükme bağlar.
İbnu Melek daha değişik bir görüş ileri sürerek:
"Resûlullah'ın kapıya gelişi, kapıyı açışı, sonra namazgâhına dönüşü,
amel-i kesîr peşpeşe olunca namazı bozmayacağına delildir' der. Ancak
Aliyyu'l-Kârî, Hanefî mezhebince bu görüşe itimad edilmeyeceğini belirtir.
Zîra, mezhebimizce amel-i kesîr yani
aynı rekât içerisinde yapılan üç hareket namazı bozar. İbnu Melek'in hükmü
hadisin zâhirine uygundur. Bu sebeple, bazı âlimler mutlak olarak reddetmeyip:
"Nafilelerde hîn-i hâcette yapılan amel-i kesîr, namazı bozmaz" diye
kayıtlayarak kabûlünü uygun bulmuşlardır.[650]
ـ15ـ وعن
أبى هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رَسُولُ
اللّهِ #:
اقْتُلُوا
ا‘سْوَدَيْنِ في
الصََّةِ
الحَيَّةَ
والْعَقْرَبَ[.
أخرجه أصحاب
السنن .
15. (2726)- Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Namazda iki siyahı yani yılan ve akrebi öldürün" buyurdu."[651]
AÇIKLAMA:
1- Yılan ve akrebe iki siyah denmesi, tağlib
tarîkiyledir. Aslında sadece yılana
siyah (esved) denmektedir.
2- Hattâbî der ki: "Burada az amelin (amel-i yesîr)
namazda câiz olduğuna ve bir fiilin aynı hal içerisinde peş peşe iki kere
yapılması, namazı bozmayacağına delildir. Zîra yılan bir veya iki darbe ile
öldürülebilir. Ancak amel peş peşe olur ve amel-i kesîr hududuna girerse
(üçlerse) o zaman namaz bozulur. Ancak yılanı öldürme emri bir veya iki vuruşla
kayıtlı değildir, mutlaktır."
3- Hadiste geçen yılana, öldürülmesi mubah olan bütün
zararlılar dahildir: Eşek arıları, çiyanlar vs. gibi. Yılan ve akrebin namazda
öldürülmesini, İbrahim Nehâî hâriç bütün ulemâ tecviz etmiştir.[652]
ـ16ـ وعن أم
سلمة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]رَأى
النَّبىُّ #
غَُماً لَنَا
يُقَال لَهُ
أفْلَحُ إذَا
سَجَدَ
نَفَخَ
فقَالَ: يَا
أفْلَحُ
تَرِّبْ
وَجْهَكَ[.
أخرجه
الترمذي .
16. (2727)- Ümmü Seleme (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bizim Eflah adındaki kölemizin, secde sırasında (ağzıyla) üfürdüğünü görmüştü: "Ey Eflâh, yüzünü toprakla!" dedi.[653]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), kölesini, secdeye
giderken secde edeceği yerdeki toztoprağı-alnına bulaşmasın diye- üfürürken
görmüş ve böyle yapmaması için müdâhalede bulunmuştur. "Yüzünü
toprakla!" emri ile, "Alnını yere değdir, yer üzerine normal şekilde
koy, üflemek sûretiyle onu alnını koyacağın yerden uzaklaştırma" demek
istemiştir. Zîra bu, tevâzuya daha muvafıktır.
Zîra âzâların en efdali olan alna toprağın yapışması tevâzuun nihâî
derecesidir.
2- Üflemeyi, İbnu Abbâs kelam addederek namazda mekruh
olduğuna hükmetmiştir. Ancak, çoğunlukla âlimler: "Kelam, mahreçlere
dayanan harflerden teşekkül eder. Üflemede harf yoktur" diyerek bu görüşe
katılmamışlardır. Bunu ifade eden rivâyetlerin zayıflığına da dikkat
çekilmiştir. Her hâl u kârda, namazda üflemek mekruh olsa da namazı bozmaz,
çünkü Resûlullah, Eflah'a namazını iade etmesini emretmiştir. İbnu Hacer,
"Yüzünü toprakla!" sözünden, toprak üzerine secde etmenin müstehab
olduğu hükmünün çıkarıldığını belirtir."[654]
ـ17ـ وعن
أبى هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]نَهى
رَسولُ
اللّهِ # عَنِ
السَّدْلِ في
الصََّةِ،
وَأنْ
يُغَطِّىَ
الرَّجُلُ
فاهُ[. أخرجه
أبو داود
والترمذي.»السَّدْلُ«
المنهى عنه في
الصة أن يلتحف
الرجل بثوبه،
ويدخل يديه من
داخله فيركع
ويسجد وهو
كذلك، وكانت
اليهود
تفعله، فنهى
عنه.قوله
»وَأنْ يُغَطِّىَ
الرَّجُلُ
فَاهُ«: يعنى
التلثم
بالعمامة على
الفم، وكانت
العرب تفعله،
فنهوا عنه في
الصة، فإن
تثاءب المصلى
فليغط فاه،
فقد جاء فيه
حديث .
17. (2728)- Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) namazda
sedl'i, (sarınmayı) ve erkeğin ağzını örtmesini yasakladı."[655]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste yasaklanan sedl, vücûdun kollar da içeride kalacak şekilde giysi ile
sarılması; kıyâm, rükû ve sücûdda da böyle kalınmasıdır. Bunu yahudiler yaptığı
için müslümanlara yasaklanmıştır.
Bazı âlimler sedl'i izarın ortasını başa koyup iki ucunu -omuzlara
koymadan ve önde bağlamadan- sarkıtmak diye tarif etmiştir. Hattâbî
"Sedl'i" "Yere değecek kadar elbisenin salınmasıdır" diye
tarif eder. Bu ma'nâda sedl'e namazda
cevaz verilmiş, namaz dışında verilmemiştir. Çünkü namazda sâbit olduğu halde
namaz dışında dolaşır; elbiseyi yeri değdirerek dolaşmak, kibir alâmetidir.
Sevrî namazda, Şâfiî ise hem namazda hem namaz dışında bunu mekruh addetmiştir.
Irakî, sedl'i "saçın sarkıtılması" diye tarif etmiştir. Başka
tarifler de yapılmıştır.
Şevkânî, sedl'i bütün bu ma'nâlarda anlayıp hadisi o ma'nâların
hepsine hamletmenin câiz olacağını belirtir ve "müşterek"i, bütün
ma'nâlarına hamletmek kavî bir görüştür" der.
Ağzın örtülmesine gelince, Hattâbî der ki: "Arapların,
sarıklarıyla ağızlarını sarma âdetleri vardı. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bunu namazda yasakladı. Efendimiz, musalliye esneme ârız olduğu
takdirde ağzını kapamaya cevaz vermiş, onun dışında kapamayı
yasaklamıştır."[656]
ـ1ـ عن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]كانَ رَسولُ
اللّهِ #
يُصَلِّى
مِنْ
اللَّيْلِ،
وَأنَا
مُعْتَرِضَةٌ
بَيْنَهُ
وَبَيْنَ
الْقِبْلَةِ
كاعْتِرَاضِ
الجَنَازَةِ،
فإذَا أرَادَ
أنْ يُوِترَ أيْقظَنِى
فَأوْتَرْتُ[.
أخرجه الستة إ
الترمذي .
1. (2729)- Hz. Âişe
(radıyallâhu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), geceleyin
ben önünde, kıbleyle arasında bir cenaze gibi uzanmış yatarken, namaz kılardı.
Vitir kılacağı zaman bana da haber verirdi, ben de vitir kılardım."[657]
ـ2ـ وفي
أخرى للشيخين:
]ذُكِرَ
عِنْدَ
عَائِشَةَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها مَا
يَقْطَعُ
الصََّةَ،
فَذُكِرَ
الْكَلْبُ
وَالحِمَارُ
وَالمَرأةُ،
فقَالَتْ:
لَقَدْ
شَبَّهْتُمُونَا
بِالْحُمُرِ
وَالْكَِبِ،
واللّه
لَقَدْ
رَأيْتُ النّبىَّ
# يُصَلِّى
وَأنَا عَلى
السَّرِيرِ
بَيْنَهُ
وَبَيْنَ
الْقِبْلَةِ
مُضْطَجَعَةٌ
فَتَبْدُو
لِى
الحَاجَةُ
فَأكْرَهُ
أنْ أجْلِسَ
فأوذِىَ رَسولَ
اللّهِ #
فأنْسَلُّ
مِنْ قِبَلِ
رِجْلَيْهِ[ .
2. (2730)- Salîheyn'in
diğer bir rivâyetinde şöyle gelmiştir: "Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ)'nin
yanında namazı bozan şeylerden söz açılmıştı. Bu meyanda köpek, eşek ve kadının
da zikri geçti. Âişe (radıyallahu anhâ):
"Bizi yine eşeklere ve köpeklere benzettiniz. Vallahi, ben
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı kıblesiyle arasında yatakta yatar olduğum
halde namaz kılarken gördüm. Benim için ihtiyaç hâsıl olunca oturup onu
rahatsız etmek istemezdim, (yatağın) ayak tarafından sıyrılıp çıkardım."[658]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, değişik
vecihlerden gelmiştir. Bazı rivâyetlerde burada gözükmeyen ziyadeler mevcuttur.
2- 2729 numarada Hz. Âişe Resûlullah'ın kıble cihetinde nasıl
yattığını tasvir ediyor: Baş tarafı Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sağ
tarafında, ayakları da sol tarafında olacak şekilde uzanmıştır. Çünkü cenaze
namazı esnasında ölü, imama nazaran öyle konur.
3- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın kıldığı namaz
teheccüd namazıdır, nafiledir. Bu sebeple uyumakta olan Hz. Âişe'yi namaza
çağırmamaktadır. Ama sıra vitre gelince onu da çağırmaktadır. Bu hadisde, vitir
namazının vacib olmasına delil bulunmuştur.
4- Vitir namazının gecenin sonuna bırakılmasının müstehab
olduğu anlaşılıyor. Zira Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) en sonda onu
kılmakta ve henüz kılmamış olan Hz. Âişe'yi de kaldırmaktadır. Ancak âlimler bu
te'hiri bir kayda bağlarlar: Gecenin sonunda uyanabilecekse veya bir başkası
tarafından uyandırılacağından emin ise... Aksi takdirde te'hiri câiz olmaz. Bu
sebeple Hanefîler, yatsının peşinden kılmayı tercih ederler.
5- Uyuyan kimseyi namaz için uyandırmak müstehabtır.
6- İbnu Abbâs (radıyallâhu anh)'dan uyuyan ve konuşan kimseye
karşı namaz kılınmayacağına dair bir rivâyet varsa da, bu hadis kılınacağını
göstermektedir. Sadedinde olduğumuz hadis sıhhatçe üstün olduğu için hükümde
cevaz esas alınmıştır.
7- Hadisin bazı vecihlerinde, Hz. Peygamber'in secde sırasında
Hz. Âişe'ye dürttüğü, Âişe'nin de ayaklarının topladığı belirtilir. Bu ifadeyi
değerlendiren Hanefîler, hadisten kadına değmenin abdesti bozmayacağına delil
çıkarmışlardır; Ancak Şâfiî'ler, Hz Âişe'nin bedeni ile Resûlullah'ın eli
arasında bir hâil olma ihtimalini belirterek buna itiraz ederler.
8- Hadis , yatak üzerinde namaz kılınabileceğini ifade
etmektedir.[659]
ـ3ـ وفي
أخرى ‘بى
داود، عن ابن
عباس رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]جِئْتُ أنَا
وغَُمٌ مِنْ
بَنِى
عبدالمُطَّلِبِ
عَلى
حِمَارٍ،
وَرَسُولُ
اللّهِ #
يُصَلِّى
فَنَزَلَ
وَنَزَلْتُ،
وَتََرَكْنَا
الْحِمَارَ
أمَامَ
الصَّفِّ
فمَا بَاَهُ،
وََجَاءَتْ
جَارِيِتَانِ
مِنْ بَنِى عبدالمُطَّلِبِ
فَدَخَلَتَا
بَيْنَ الصَّفِّ
فَمَا بَالِى
ذلِكَ[.
3. (2731)- Ebû Dâvud'da
İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ)'dan gelen diğer bir rivâyette şöyle denmiştir:
"Ben ve Abdulmuttaliboğullarından bir oğlan (veya köle) bir eşeğin
üzerinde beraber geldik. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu sırada namaz
kılıyordu. Eşeğe aldırma(yıp namaza devam et)ti. Derken yine
Abdulmuttaliboğullarından iki kız çocuğu gelip safın arasına dâhil oldu, buna
da aldırmadı."[660]
ـ4ـ وفي
أخرى له: ]أنَّ
رَسُولَ
اللّهِ # قالَ:
إذَا صَلَّى
أحَدُكُمْ
إلى غَيْرِ
السُّتْرَةِ،
فإنَّهُ
يَقْطَعُ
صََتهُ:
الحِمَارُ،
وَالخَنْزِيرُ،
وَالْيَهُودِىّ،
والمَجُوسِىُّ،
والمَرْأةُ،
وَيُجْزىءُ
عَنْهُ إذَا مَرُّوا
بَيْنَ
يَدَيْهِ
عَلى
قَذْفَةٍ بِحَجَر[.وفي
أخرى:
»يَقْطَعُ
الصََّةَ
الحَائِضُ
وَالْكَلْبُ«
.
4. (2732)- Diğer bir
rivâyette şöyle gelmiştir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular
ki: "Biriniz sütresiz olarak namaz kılarsa (önünden geçtiği takdirde)
şunlar namazını bozar: Eşek, domuz, yahudi, mecûsi, kadın... Namazın
bozulmaması için onun önünden, bunların bir taş atımlık uzaktan geçmesi kifâyet
eder."[661]
Bir diğer rivâyette şöyle denmişti: "Namazı, (önden geçen) hayızlı kadın
ve köpek bozar."[662]
AÇIKLAMA:
1- Yukarıda namaz kılanın önünden bazı nesnelerin geçmesi
halinde namazın bozulup bozulmayacağı meselesine temas edilmektedir. Bu hususta
rivâyet çoktur. Bir kısmı, burada yer almayan başka teferruâtlara da şâmildir.
Mesela:
Bir rivâyette namazı bozanlar arasında "siyah köpek" bir
başka rivâyette "hayızlı kadın" zikredilir.
2- Hadislerin ihtilafına bağlı olarak ulema da bu meselede
ihtilaf eder: Bazıları bu sayılan şeylerin musallinin önünden geçmesi namazı
bozar derken, bazıları bozmaz demiştir.
* Ahmed İbnu Hanbel: "Siyah köpek bozar. Ancak kadın ve
eşeğin bozması hususunda içimde bir şüphe var" der.
* İmam Mâlik, Ebû Hanîfe, Şâfiî (rahimehümullah) ve Cumhûr:
"Bu sayılanlardan veya başka şeylerden hiçbirinin geçmesiyle namaz
bozulmaz" demiştir. Bunlar, bozulacağını ifade eden hadisleri: "Buradaki
bozulmadan murad "noksanlık"tır, zîra bunlar önden geçmekle
musallinin kalbini meşgul eder" diye te'vil ederler, hakiki bozulmanın kastedilmediğini söylerler.
3- Taş atımlık tâbirini, âlimler üç zir'alık mesafe olarak
yorumlarlar. Yani namaz kılan kimsenin üç zir'a uzağından bu sayılanlar geçecek
olsa namaza bir eksiklik getirmeyecektir, bu miktar mesafe sütre yerine
geçebilecektir.[663]
ـ5ـ وعن
الفضل بن
العباس
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
قال:
]زَارَنَا
النّبىُّ # في
بَادِيَةٍ لَنَا
وَلَنَا
كُلَيْبَةٌ
وَحِمَارَةٌ،
فَصَلَّى
النّبىُّ #
الْعَصْرَ
وَهُمَا
بَيْنَ
يَدَيْهِ
فَلَمْ
يُزْجَرَا
وَلَمْ
يُؤَخِّرَا[.
أخرجه أبو
داود
والنسائى .
5. (2733)- el-Fadl İbnu
Abbâs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
bizi köyümüzde ziyaret etti. O sırada bizim bir küçük köpekle bir dişi eşeğimiz
vardı. Bu ikisi önünde bulundukları halde ikindi namazı kıldı. Hayvanları ne
azarladı ne de geriye kovaladı."[664]
ـ6ـ وعن
كثير بن كثير
بن أبى وداعة
عن بعض أهله عن
جده رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّهُ رَأى
النّبىَّ #
يُصلِّى
مِمَّا يَلِى
بَابَ بَنِى
سَهْمٍ، وَالنَّاسُ
يَمُرُّونَ
بَيْنَ
يََدَيْهِ،
وَلَيْسَ
بَيْنَهُ
وَبَيْنَ
الْكَعْبَةِ
سُتْرَةٌ[.
أخرجه أبو
داود
والنسائى .
6. (2734)- Kesîr İbnu Kesîr İbn-i Ebî Vedâ'a, an bazı ehlihi an ceddihi (radıyallâhu anh) anlatmıştır: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı Beni Sehm kapısını takip eden yerde, önünden halk gelip geçerken namaz kılar görmüştür. Bu sırada Resûlullah'la Ka'be arasında bir sütre de mevcut değildir."[665]
AÇIKLAMA:
1- Rivâyetin İbnu Mâce ve Nesâî'deki vecihlerinde sözkonusu
namazın, tavafı takip eden iki rek'atlik tavaf namazı olduğu belirtilir.
2- Sadedinde olduğumuz hadise dayanarak bazı fakihler,
Mekke'de kılınacak namazlar için
"sütreye hacet yok" hükmünü çıkarmışlardır. Ancak, Ebû Dâvud'un da dikkat çektiği
üzere hadis, zayıftır. Sütrenin Mekke' de de gerekli olduğunu ifade eden daha
kuvvetli hadisler karşısında, başta Buhârî olmak üzere ulemâ büyük çoğunluğu ile bu rivâyetle ameli
uygun görmemişlerdir. Sütrenin meşruiyyeti ve namaz kılanın önünden geçmeyi
yasaklama hususunda Mekke ile başka yerler arasında fark yoktur. Ancak bazı
fakihler, sadedinde olduğumuz hadisteki cevâzın zaruret sebebiyle sâdece tavaf
edenlere mahsus olduğunu söylemiştir.
İbnu Hacer, tavaf mahalline has olarak tecviz edilmiş olan bu durumu, bir kısım
Hanbelî âlimlerinin Mekke'nin tamamına teşmil ettiklerini belirtir.[666]
ـ7ـ وعن
أبى سعيد
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: َ
يَقْطعُ
الصََّةَ
شَىْءٌ،
وَادْرَءُوا
مَا
اسْتَطَعْتُمْ،
فإنَّمَا
هُوَ
شَيْطَانٌ[.
أخرجه الستة إ
الترمذي .
7. (2735)- Ebû Saîd
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Namazı hiçbir (hâricî) şey bozamaz. İmkanınız nisbetinde
defetmeye çalışın. Çünkü (bozmak isteyen) şeytandır."[667]
ـ8ـ وفي
رواية ‘ب داود: ]مَنِ
اسْتَطَاعَ
أنْ َ يَحُولَ
بَيْنَهُ وَبَيْنَ
الْقِبْلَةِ،
أحَدٌ
فَلْيَفْعَلْ[
.
8. (2736)- Ebû Dâvud'un bir
rivâyetinde şöyle denmiştir: "Kim, kıblesi ile kendi arasına bir
başkasının girmemesine muktedir olursa, bunu sağlasın."[668]
ـ9ـ وفي
أخرى للبخارى:
]قالَ #: إذَا
صَلّى
أحَدُكُمْ
إلى شَىْءٍ
يَسْتُرُهُ
مِنَ
النَّاسِ،
فأرَادَ
أحَدٌ أنْ يجْتَازَ
بَيْنَ
يَدَيْهِ
فَلْيَدْفَعْهُ،
فإنْ أبَى
فَليُقَاتِلْهُ
فَإنَّمَا هُوَ
شَيْطَانٌ[ .
9. (2737)- Buhârî'nin bir
rivâyetinde şöyle gelmiştir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Sizden biri, halka karşı sütre olacak bir şeyin gerisinde
namaz kılarken, biri önünden geçmeye kalkarsa ona mâni olsun, (beriki haddini
bilmeyip) ısrar ederse onunla mücâdele etsin. Zîra o, (bu haliyle ) şeytandır."[669]
AÇIKLAMA:
1- Yukarıdaki üç rivâyet, namaz kılan kimseye, namaz kılarken
önünden geçmeye kalkan şahsa mâni olma yetkisi tanımaktadır.Normal olarak,
namaz kılan kimsenin başka bir şeyle meşguliyeti namazı bozan bir fiildir.
Ancak şârî, namaz esnasında önünden geçmek isteyen kimseye müdahale hakkı
tanımış bunu "namazı bozan fiiller"den istisnâ kılmıştır. 2737
numarada özetle kaydedilen Buhârî rivâyetini, aslından esbâb-ı vürûduyla takip
edersek mevzu daha iyi anlaşılmış olacaktır.
Ebû Sâlih es-Semmân anlatıyor: "Ebû Saîdi'l-Hudrî'yi bir cuma
günü halka karşı bir sütrenin gerisinde namaz kılarken gördüm. Benî Ebû
Mu'ayt'a mensup bir genç, önünden geçmek istedi. Ebû Saîd onu göğsünden iterek
mâni oldu. Genç, etrafına bakındı, onun önünden başka geçebilecek bir yer göremedi.
Oradan geçmek için tekrar geri döndü. Ebû Saîd genci daha da şiddetli bir
şekilde itti. Genç, Ebû Saîd'e kızdı. Sonra (Medîne valisi) Mervân'ın huzuruna
girerek, Ebû Saîd'in yaptıklarını şikâyet etti. Ebû Saîd de ardından Mervân'ın
yanına girdi. Mervân:
"Ey Ebû Saîd! Kardeşinin oğluyla alıp veremediğin de
ne?" dedi. Ebû Saîd şu cevabı verdi:
"Ben Resûlullah(aleyhissalâtu vesselâm)'ın şöyle söylediğini
işittim: "Sizden biri, halka karşı sütre olan bir şeyin gerisinde namaz
kılarken, biri önünden geçmeye kalkarsa ona mâni olsun. (Beriki haddini
bilmeyip) geçmek için ısrar ederse onunla mücâdele etsin. Zira o, (bu haliye)
bir şeytandır."
Bir rivâyette: "Eğer ısrar ederse eliyle göğsünden tutup onu
itsin" diyerek mücâdele şekli de
belirtilir.
Şu hususu da bilmeliyiz: Namazda önünden geçmek isteyenle mücâdele
meşrû kılınmış ise de, ulemâ ittifakla: Geçene mâni olmak, onunla mücâdele
etmek için yerinden ayrılıp yürümemesi ve müdâfaa sırasında amel-i kesîre yer
vermemesi gerektiği"ni söylemiştir. Zîra, "namazda bu, önünden
birisinin geçmesinden daha fenadır" derler.
Cumhur, ayrıca şöyle hükmetmede de ittifak etmiştir: "Her
kim, namazda iken önünden geçene müdahale etmemişse, artık namazı iade etmesi
gerekmez."
Nevevî: "Önden geçene mâni olmanın vâcib olduğunu söyleyen
tek fakih bilmiyorum. Ashâbımız bunun mendup olduğunu tasrîh eder" der.
Zâhirîler bunun vâcib olduğunu
söylemiştir.
2- Hadisten İstinbat Edilen
Faideler:
* İbnu Battâl der ki: "Bu hadis, dinde fitne çıkaran
kimseye "şeytan" demenin caiz olduğunu gösterir. Hüküm, ma'nâlara
göredir, isimlere göre değil, çünkü önden geçen kimsenin sırf geçmesi sebesiyle
şeytana dönüşmesi muhâldir. Bu cevaz da, şeytan kelimesinin hakiki ma'nâda
cinnîlere, mecâzî olarak da insanlara ıtlak olunmasına dayanır. Mamafih bu işe
onu şeytanın sevketmesi sebebiyle de ma'nâ doğruluk kazanabilir. Nitekim başka
bir rivâyette: "...zîra onunla birlikte şeytan vardır" denmiştir.
* İbnu Ebî Cemre, "Zîra o, (bu haliyle) şeytandır"
cümlesinden şu ma'nâyı istinbat etmiştir: "Onunla mücadele etsin"
sözünden murad tatlı bir müdâfaadır, hakiki bir mücâdele değildir. Zîra
şeytanla mücâdele, istiâze ve besmele ve benzeri zikirleri okumak sûretiyle ona
karşı tesettürde bulunmakla olur. Zaten namazda, zaruret halinde az amele cevaz
verilmiştir. Gerçek ma'nâda mücâdele yapacak olsa,namazı için önünden geçenin
vereceğinden daha büyük zarar mevzubahis olur."
* İbnu Ebî Cemre bir başka soruyu cevaplar: "Önden
geçenle yapılacak mücâdele, onun geçmesiyle musallinin namazına gelecek halel
(zarar) sebebiyle midir, yoksa geçecek kimseye bu fiilinden dolayı gelecek
günahı defetmek için midir? Görünüşe göre, ikincisi içindir." Ancak
başkaları "Birincisi içindir" demiştir. Bunlara göre,
"Musallinin kendi namazına yönelmesi, kendisi için başkasından günahı
defetmeye kalkmasından evlâdır."
* İbnu Mes'ud'dan yapılan bir rivâyet şöyledir: "Musallinin
önünden geçmek, onun namazının yarısını keser atar." Ebû Nu'aym da Hz.
Ömer'den şunu rivâyet eder: "Musalli, önünden geçilmekle namazından ne
kadar eksildiğini bilseydi, mutlaka kendini insanlara karşı sütre teşkil edecek
bir şeyin gerisinde kılardı."Bu iki rivâyet, musallinin önünden geçene
müdahalesinin, namazında meydana gelecek
halel sebebiyle olduğunu ifade eder. Bu rivâyetler zâhirde mevkuf
gözüküyorlarsa da hakikatte merfûdurlar. Zîra bunlar içtihadla söylenebilecek,
tecrübeyle bilinebilecek meseleler değildir, ancak vahyen bilinebilir, öyle ise
hükmen merfûdurlar. Şu halde musalli de namaza durduğu yeri iyi seçmekle
mükelleftir. Herkesin geçeceği yere durması, ona sorumluluk getirecektir.
ـ10ـ وعن
بشر بن سعيد:
]أنْ زَيدَ
بنَ خَالِدٍ
أرْسَلهُ إلى
أبِى جُهَيْم
يَسْألُهُ:
مَاذَا سَمِعَ
مِنَ
النّبىِّ # في
المَارِّ
بَيْنَ يَدَىِ
المُصَلِّى؟
فقَالَ: قَالَ
#: لَوْ يَعْلَمُ
المَارُّ
بَيْنَ
يَدَىِ
المُصَلِّى مَاذَا
عَلَيْهِ
لَكَانَ أنْ
يَقِفَ
أرْبَعِينَ خَيْرٌ
لَهُ مِنْ أنْ
يَمُرَّ
بَيْنَ
يَدَيْهِ.
قَالَ أبُو
النَّضْرِ: َ
أدْرِى؟ قالَ:
أرْبَعِينَ
يَوْماً، أوْ
شَهْراً،
أوْ
سَنَةً[.
أخرجه الستة .
10. (2738)- Bişr İbnu Saîd (radıyallâhu anh)'in anlattığına göre, kendisini Zeyd İbnu Hâlid
Ebû Cüheym'in yanına gönderip: "Musallînin önünden geçen hakkında
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan ne işittiğini sordurmuştur. Ebû Cüheym
(radıyallâhu anh) demiştir ki:
"Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Eğer musallinin önünden geçen
kimse, bu geçişi sebebiyle kendisine gelen günahı bilseydi orada kırk...
kalması onun için, musallinin önünden geçmesinden daha hayırlı
olurdu."Ebû'n-Nadr der ki:"Bilemiyorum! Efendimiz "kırk gün
mü" dedi, kırk ay mı dedi, kırk sene mi dedi?"[670]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, namaz kılanın önünden geçen
kimsenin maruz kalacağı kayba dikkat çekmektedir. Önceki hadiste, önünden
geçilen kimsenin maruz kalacağı kayba dikkat çekilmiştir.
2- Hadiste yasaklanan "ön"ün
miktarı ihtilaflıdır.
* Bazısı:
"Musallî ile secde edeceği yer arasıdır"demiştir.
* Bazısı: "Musallî ile üç zir'alık mesafe
arasıdır" demiştir.
* Bazısı: "Bir taş atımlık mesafe..."
demiştir.
3- Hadiste kırk rakamının, hususi bir adedi
göstermekten ziyade, namaz kılanın önünden geçmemenin ehemmiyetini tesbit
maksadıyla mübâlağa için kullanıldığını belirten İbnu Hacer, bu
değerlendirmesine İbnu Mâce'nin Ebû Hüreyre'den kaydettiği bir rivâyeti
gösterir: "...Yüz yıl yerinde kalması, attığı adımlardan birini atmaktan
kendisi için daha hayırlı olurdu."
4- Hadisin zâhiri, beyan edilen
"vaîd"in musallînin önünden geçenle ilgili olduğunu; duran, oturan ve
yatanla ilgili olmadığını ifade eder. Ancak, vaîd'in illeti musallînin maruz
kalacağı teşvîş ise, diğerleri de "geçen" ma'nâsında olabilir.
5- Hadisin zâhiri, nehyin her bir namaz
kılanla ilgili olduğunu ifade eder. Yani kadın, erkek, münferid, imam, me'mum
hepsinin önünden geçmek yasaklanmıştır. Ancak bazı Mâlikîler bu yasağın
münferid ve imamla ilgili olduğunu söylemiştir. Onlara göre, önünden geçmek
me' mum'a (imama uyana) zarar vermez. Çünkü imamın sütresi onun da sütresidir
ve imamı ona sütredir. Bu iddia tatminkâr bulunmamıştır. "Çünkü denmiştir,
sütre musallîden zorluğu kaldırmaya yöneliktir, önden geçenden değil; önden
geçenin verdiği teşvişte imam, me'mum ve münferid müsâvidir."
6- Bazı Mâlikî âlimleri musallî ve önden
geçeni günah işleyip işlememekte dört gruba ayrılırlar:
1) Önden geçen günaha girer, musallî girmez.
2) Musallî günaha girer, geçen girmez.
3) Her ikisi de günaha girer.
4) Her ikisi de günaha girmez.
* Birinci
grup: Musalli yol dışında
sütre gerisinde namaza durmuştur, geçen kimse için de geçme imkânları vardır.
Bu durumda musallînin önünden geçen günahkâr olur, musallî olmaz.
* İkinci
grup: İşlek yol üzerinde
sütresiz veya sütreden uzak namaza durur, geçen de başka bir imkân bulamaz,
önünden geçer. Bu durumda musallî günaha girer, geçen değil.
* Üçüncü
grup: İkincide olduğu
gibi, ancak geçen başka geçme imkanına sahiptir, ama önünden geçer, her ikisi
de günahkâr olur.
* Dördüncü
grup: Birinci gibidir,
ancak geçen başka imkan bulamaz, ikisi de günahkâr olmaz. İbnu Hacer'e göre,
hadisin zâhiri geçmeyi mutlak olarak yasakladığı için geçen yol bulamasa bile
beklemekle mükelleftir, musallî selam verir, ondan sonra geçer. Ebû Saîd
kıssası da bunu te'yid eder.[671]
ـ11ـ
وعن يزيد بن
نمران قال:
]رَأيْتُ
رَجًُ بِتَبُوكَ
مُقْعَداً،
فقَالَ:
مَرَرْتُ
بَيْنَ
يَدَىْ
رَسولِ
اللّهِ #،
وَأنَا عَلى
حِمَارٍ
وَهُوَ
يُصَلِّى،
فقَالَ:
اللَّهُمَّ
اقْطَعْ
أثَرَهُ.
قالَ: فَمَا
مَشَيْتُ
عَلَيْهَا
بَعْدُ[.وفي
رواية: ]قَطعَ
صََتَنَا
قَطَعَ
اللّهُ أثَرَهُ[.
أخرجه أبو
داود .
11. (2739)- Yezîd İbnu Nimrân (rahimehullah) anlatıyor: "Tebük'de
yatalak bir adam gördüm. Dedi ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
namaz kılarken, ben eşeğin üzerinde olduğum halde önünden geçtim. Bana:
"Allah'ım, izini
kes!" diye bedduada bulundu. Artık ondan sonra eşek üzerinde (bile) yol alamadım.
"Bir
rivâyette şöyle gelmiştir: "(Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle
dedi:) "O bizim namazımızı kesti, Allah da onun izini kessin."[672]
AÇIKLAMA:
1- Tebük, Suriye'de bir yer adıdır.
2- İzini kes, yürümesini kes demektir.
"Allah izini kessin", Allah kötürüm etsin, yürüyemez hale gelsin
demektir.
Bu hadis, namaz
kılanın önünden geçmenin nasıl ciddi bir hata olduğunu anlamada canlı bir
örnektir.[673]
ـ12ـ
وعن ابن عباس
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال: ]قالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: َ
تُصَلُّوا
خَلْفَ النَّائِمِ
وََ
المُتَحَدِّثِ[.
أخرجه أبو داود
.
12. (2740)- İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm):
"Uyuyanın
gerisinde namaz kılmayın, konuşanın gerisinde de!" buyurdular."[674]
AÇIKLAMA:
Bu rivâyet,
ihtiva ettiği hükmün birinden sahîh hadîslere muhalefet etmektedir. Zîra 2729
ve 2730 numaralarda kaydedilen Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ) rivâyetinde, kıble
cihetinde uyumakta olan Hz. Âişe'nin arka kısmında Aleyhissalâtu vesselâm
efendimizin namaz kıldığı ifade edilmektedir.
Konuşanın
arkasında namaz meselesine gelince: İmam Şâfiî, Ahmed İbnu Hanbel bunu mekruh
addetmişlerdir. Zîra, konuşanların sözleri namaz kılan kimseyi meşgul eder,
namazını fesada verir. Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)in cuma günleri
dışında konuşan kimsenin arkasında namaz kılmadığı rivâyet edilmiştir.
Hattâbî der ki:
"Bu hadis, senedindeki zayıflık sebebiyle Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan
sahîh olamaz."[675]
ـ13ـ
وعن أبى هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رَسُولُ
اللّهِ #: إذَا
صَلَّى
أحَدُكُمْ فَلْيَجْعَلْ
تِلْقَاءَ
وَجْهِهِ
شَيْئاً،
فإنْ لَمْ
يَجِدْ
فَلْيَنْصِبْ
عَصاً، فإنْ
لَمْ يَكُنْ
مَعَهُ
عَصاً
فَلْيَخْطُطْ
خَطّا، ثُمَّ
َ يَضُرُّهُ
مَا مَرَّ
أمَامَهُ[.
أخرجه أبو
داود. وقال
قالوا:
الخَطُّ
بِالطُّولِ،
وَقالُوا: بِالْعَرْضِ
مِثْلُ
الهَِلِ[ .
13. (2741)- Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Biriniz
namaz kılınca yüzünün karşısına bir şey koysun. Bulamazsa bir değnek koysun. Beraberinde
bir değnek de yoksa bir çizgi çizsin. Böyle yaparsa önünden geçen kendisine
zarar vermez."
Ebû Dâvud der
ki: "Âlimlerden bazısı, çizginin uzunlamasına olacağını , bazısı da hilâl
gibi enlemesine olacağını söylemiştir."[676]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, musallînin
sütre olarak kullanacağı şeyin muayyen bir şey olmadığını; şartlara, imkana göre her şeyin bu maksadla
dikilebileceğini ifade eder.
Sütre olarak
kullanılacak değnek hakkında ifade mutlaktır, ince veya kalın olması diye bir
tefrik yapılmamıştır. Nitekim bir başka hadiste "Bir okla da olsa namazda
sütre kullanın" ve "Sütre olarak, semerin arka kaşı boyunda birşey
kifâyet eder, saç kadar ince de olsa..." buyrulmuş, sütrenin ince veya
kalın olması diye bir ayırıma yer verilmemiştir.[677]
ـ14ـ
وعن طلحة بن
عبيداللّه
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال رَسُولُ
اللّهِ #: إذَا
وَضَعَ
أحَدُكُمْ
بَيْنَ يَدَيْهِ
مِثْلَ
مُؤْخِرَةِ
الرَّحْلِ، فَلْيُصَلِّ
وََ يُبَالِى
مَا مَرَّ
وَرَاءَ
ذلِكَ[. أخرجه
مسلم وأبو
داود
والترمذي .
14. (2742)- Talha İbnu Ubeydillah (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Biriniz namaz
kılarken, önüne semerin arka kaşı boyunda bir şey koydu mu, namazını rahat
kılsın, bunun gerisinden geçene aldırmasın."[678]
AÇIKLAMA:
Semerin arka
kaşı diye tercüme ettiğimiz muahharatu'rrahl, daha ziyade deve semerleri için
kullanılmıştır. Binenin tutunmasına mahsustur. "Kol kemiği kadar"
olduğu ve bir zira'nın üçte ikisi büyüklüğüne denk bulunduğu belirtilir.
Sütrenin boyunu tesbitte
âlimler bunu esas alırlar. Bazı âlimler bunu bir zirâ olarak ifade etmiştir.
İbnu Ömer'in semerinin kaşının bir zirâ olduğunu Abdurrezzak'ın bir rivâyetinde
görmekteyiz."
Hadis, böyle
bir sütre koymakla musallinin şeriatın emrini yerine getirdiğini, gelip
geçenlere de namazda olduğunu gösteren bir işaret vermiş olduğunu; dolayısıyla
huzûr-u kalble namazını kılabileceğini ifade etmektedir.[679]
ـ15ـ
وعن أبى ذر
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ رَسُولُ
اللّهِ #: إذَا
صَلى
الرَّجُلُ
وَلَيْسَ
بَيْنَ
يَدَيْهِ
كَأخِرَةِ
الرَّحْلِ قَطَعَ
صََتَهُ
الْكَلْبُ ا‘سْوَدُ،
وَالمَرأَةُ،
وَالحِمَارُ.
قِيلَ ‘بِى
ذَرٍّ: مَا
بَالُ
ا‘سْوَدِ مِنَ
ا‘حْمَرِ مِنَ
ا‘بْيضِ؟ قالَ
يَا ابْنَ
أخِى:
سَألْتَنِى
كَمَا
سَألْتُ
رَسُولَ
اللّهِ #،
فقَالَ: الْكَلْبُ
ا‘سْوَدُ
شَيْطَانٌ[.
أخرجه الخمسة إ
البخارى .
15. (2743)- Hz. Ebû Zerr (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Kişi,
önüne semer kaşı kadar bir şey bırakmadan
namaz kılarsa; (önünden geçtiği takdirde) siyah köpek, kadın, eşek
namazını bozar..."
Ebû Zerr'e
dendi ki:
"Siyahın
kırmızıdan, beyazdan farkı nedir?" Şu cevabı verdi:
"Ey
kardeşimin oğlu! Sen bana, benim Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a sorduğum
şeyi sordun. Efendimiz:
"Siyah
köpek şeytandır" buyurmuştu."[680]
AÇIKLAMA:
1- Hadisin Ebû Dâvud'daki sevk üslûbundan
anlaşılacağı üzere hadis, bazı rivâyetlerinde mevkuftur (yani Ebû Zerr'in kendi
sözüdür). Sadedinde olduğumuz vechinde görüldüğü üzere merfûdur [yani Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in sözüdür].
2- Hadiste zikri geçen şeylerin namazı bozup
bozmayacağı ulema arasında ihtilâf mevzuudur. Bir kısmı bunların musallinin
önünden geçmesiyle namazın bozulup iptal olacağını söylemiştir. Ahmed İbnu
Hanbel bu gruptandır. Siyah köpeğin bozacağında cezmeder, fakat eşek ve kadının geçmesiyle bozulup
bozulmayacağında tereddüdü vardır. Ahmed İbnu Hanbel'in kadınla, eşeğin geçmesi
ile namazın bozulacağı hususundaki
tereddüdü, bunlarla ilgili başka rivâyetlerin mevcudiyetinden ileri
gelir. O rivâyetlerde bunların geçmesiyle namazın bozulmayacağı ifade edilir.
Halbuki siyah köpek hakkında aksi rivâyet yoktur. Bir kısım âlimler de başka
rivâyetlere dayanarak bunların namazı bozmayacağını söylemiştir. Ebû Hanîfe,
Şâfiî, İmam Mâlik bunlardandır. Bazıları, "Namazı hiç bir şey bozmaz"
(2735) hadisiyle sadedinde olduğumuz rivâyetin neshedildiğine kâildirler.
Hadisin buraya
kadar olan kısmı 2732 numarada izah edildi. Orada yer almayan bir husus,
"siyah köpeğin şeytan olması" meselesidir. Fethu'l-Vedûd'da denir ki:
"Bazı âlimler bu tabiri zâhirine hamlederek: "Şeytan, siyah köpek
şeklinde tasavvur edilir" dediler.
Ancak:
"Siyah köpek, diğerlerinden daha muzırdır, bu sebeple şeytan
demiştir" şeklinde te'vil yapan da olmuştur.
Hadisle ilgili
ulemanın teferruâta kaçan bütün yorumlarını aktarmada fayda görmüyoruz. Bu ve
benzeri hadisleri, namazgâhımızı seçerken, dikkatimizi çekecek şekilde hayvan
ve insanların gelip geçeceği, onlar tarafından rahatsız edileceğimiz veya
rahatsız edeceğimiz yerlerden uzak olanları aramanın gereğine irşad olarak
anlamamız en uygun yoldur.[681]
ـ16ـ
وعن ابن عمر
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهما قال:
]كانَ رَسُولُ
اللّهِ # إذَ
خَرَجَ
يَوْمَ
الْعِيدِ
أمَرَ
بِالْحربةِ
فَتُوضَعُ
بَيْنَ
يَدَيْهِ
فَيُصَلِّى
إلَيْهَا
وَالنَّاسُ
وَرَاءَهُ،
وَكانَ
يَفْعَلُ
ذلِكَ في
السَّفَرِ،
فَمِنْ ثَمَّ
اتَّخَذَهَا
ا‘ُمَرَاءُ[.
أخرجه الخمسة
إ الترمذي .
16. (2744)- İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), bayram günü (namaz) için çıkınca bir harbe alınmasını
emrederdi. Harbe, (namaz sırasında) Aleyhissalâtu vesselam'ın önüne konur, O da
halk arasında olduğu halde harbeye doğru namaz kılardı. Efendimiz sefer
sırasında da böyle yapardı. Bu sünnete
ittibâen ümerâ da harbe kullanır oldu."[682]
AÇIKLAMA:
1- İbnu Mâce'deki rivâyet, bayram namazı
kılınan musallanın boş bir arazi olduğunu, sütre olabilecek hiçbir şey
bulunmadığını belirterek: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bayram günü musallaya giderdi.
Yanında harbe de taşınırdı. Musallaya varınca harbe önüne dikilirdi, ona doğru
namaz kılardı. Bu, musallanın boş bir arazi olmasındandı, orada sütre
yapılabilecek hiçbir şey yoktu" der.
2- Ümerânın harbe ittihazıyla ilgili son
cümlenin Nâfi tarafından yapılan bir derc olduğu belirtilmiştir. Bu cümle ile,
ümerânın da, bayram ve benzeri fırsatlarda musallaya çıkınca beraberlerinde
harbe taşıttıklarını haber vermektedir.
3- İbnu Hacer: "Hadiste, namaz için
ihtiyatlı (ve hazırlıklı) olma gereği, bilhassa seferde olmak üzere, düşmanı
defedici âlet almanın lüzumu, istihdâmın cevazı vs. gözükmektedir" der.
4- Resûlullah'ın bayramlarda taşıdığı
harbenin Necâşî tarafından hediye edilen harbe olduğu bazı rivâyetlerde tasrîh
edilmiştir. Bir başka rivâyette bunun, Uhud Savaşı sırasında Zübeyr
İbnu'l-Avvâm tarafından öldürülen bir müşrike ait olduğu belirtilmiştir.
Âlimler: "Aleyhissalâtu vesselâm önce Zübeyr'in harbesini, sonra da Necâşî'nin
harbesini kullanmış olabilir" diyerek iki rivâyeti te'lif ederler.[683]
ـ17ـ
وعنه رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كانَ
النّبىُّ #
يُعْرِضُ
رَاحِلَتَهُ
فَيُصَلِّى
إلَيْهَا[.وفي
رواية:
»أنَّهُ #
صَلَّى إلى
بَعِيرِهِ«.
أخرجه الستة إ
النسائى، ولم
يرفعه مالك
وأبو داود .
17. (2745)- Yine İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah
(bazan) bineğini (sütre) olarak öne koyar, ona doğru namazını kılardı.
Bir diğer
rivâyette: "Aleyhissalâtu vesselâm devesine doğru namaz kılardı"
denmiştir.[684]
AÇIKLAMA:
Râhile, üzerine
rahl (semer) konan deve demektir. Daha ziyade binek devesine râhile denir.
Kurtubî:
"Bu hadiste, duran hayvanların sütre olarak kullanılmasına cevaz
vardır" der ve deve ağıllarında namaz kılmayı yasaklayan hadisle (2696) bu
hadis arasında teâruz (zıtlık) olmadığını söyler." Çünkü der, o hadiste
deve ağılı zikredilmiştir. Ağıl, suyun
yakınında yer alan deve damlarıdır. Orada namazın mekruh kılınması, pis
kokmalarından yahut da orada tesettür ederek
aralarında halvet hâsıl etmelerindendir."[685]
ـ18ـ
وعن المقداد
بن ا‘سود
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]مَا
رَأيْتُ
النّبىَّ #
صَلَّى إلى
عُودٍ، وََ عَمُودٍ،
وََ شَجَرَةٍ
إَّ جَعَلَهُ
عَلى حَاجِبِهِ
ا‘يْمَنِ، أوِ
ا‘يْسَرِ، وََ
يَصْمُدُ
لَهُ
صَمْداً[.»الصَّمْدُ«
القصد للشئ
والتوجه إليه
.
18. (2746)- Mikdâd İbnu'l-Esved (radıyallâhu anh)
diyor ki: "Ben, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı çubuğa, direğe ve
ağaca karşı namaz kılar vaziyette ne zaman görmüşsem, her seferinde onları sağ
kaşının veya sol kaşının karşısına almış görmüşümdür. Hiçbir zaman sütresini
tam karşısına almadı."[686]
Bu rivâyetten,
namaz kılarken sütreyi tam karşıya değil, hafif sağ veya sol tarafa almanın
müstehab olduğu hükmü çıkarılmıştır.[687]
ـ19ـ
وعن سهل بن
أبى حثمة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه قال:
]قالَ
النّبىُّ #
إذَا صَلّى:
أحَدُكُمْ إلى
سُتْرَةٍ
فَلْيَدْنُ
مِنْهَا، َ
يَقْطَعُ الشَّيْطَانُ
عَلَيْهِ
صََتَهُ[.
أخرجهما أبو داود
.
19. (2747)- Sehl İbnu Ebî Hasme (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Biriniz
sütreye karşı namaz kılınca ona yakın olsun, ta ki şeytan namazını
bozmasın."[688]
AÇIKLAMA:
Hadis, sütre
ile musalli arasında fazla mesafe olmamasını âmirdir. Şârihler, hadislerde
gelen tasrîhata dayanarak normal mesafenin üç zirâ -veya daha az- uzunluğunda
olması gerektiğini söylerler. Bazı hadislerde bir keçinin geçeceği kadar
denmiştir. Bu rakamı tesbitte, daha ziyade Resûlullah'ın Ka'be'yi ziyareti
sırasında içerisinde namaz kılınca, ön duvarla arasında üç zirâlık mesafe
bırakmış olması esas alınmıştır (1400, 1413 numaralı hadisler).
Şu halde bu mesafeyi,
baş sütreye değmeden secde edilebilecek bir uzaklık olarak ifade edebiliriz. Bu
mesafe aynı zamanda saflar arasında bulunması gereken uzaklığı da ifade eder.[689]
ـ1ـ
عن أبى قتادة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كَانَ
رسولُ اللّهِ
# يُصَلِّى
بِالنَّاسِ
وَهُوَ
حَامِلٌ
أُمَامَةَ
بِنْتَ
زَيْنَبَ
بِنْتِ
رَسُولِ
اللّهِ # فإذَا
سَجَدَ
وَضَعَهَا،
فإذَا قَامَ
حَمَلَهَا[.
أخرجه الستة إ
الترمذي .
1. (2748)- Ebû Katâde (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), kızı Zeyneb'in kerîmesi olan torunu Ümâme'yi omuzunda
taşıdığı halde halka namaz kıldırırdı. Secdeye varınca çocuğu (yana) bırakır,
kıyâm için doğrulunca tekrar omuzuna alırdı."[690]
AÇIKLAMA:
1- Hadis, bir yönüyle Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın torunu Ümâme'ye gösterdiği şefkati yansıtmaktadır.
Ümâme'nin annesi, Resûlullah'ın Hz. Hatice'den doğan kızlarından biridir.
Babası da Ebû'l-Âs İbnu Rebî'a'dır (radıyallâhu anh).
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın bütün çocuklara karşı gösterdiği yakın ilgi dikkat
çekicidir. Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (radıyallahu anhümâ)'i de omuzlarına
bindirdiği, değişik şekillerde onlarla şakalaştığı, onları eğlendirdiği rivâyet
edilmiştir. Kız çocuklarını hakir gören bir cemiyette, kız torununu
Resûlullah'ın sırtında taşıması, bâhusus namazda sırtına alması, rükû ve secde
sırasında yere bırakıp, kıyâma kalkarken tekrar sırta alması ayrı bir ehemmiyet
taşır.
2- Ancak, bu hal namazda câiz olur mu? Bu,
namazı bozan amel-i kesîr olmaz mı? Bu ihtimale binaen İslâm ulemâsı hadisi
yorumda çok müşkilata, tekellüfâta düşmüştür:
* "Bunun cevazı mensuhtur"
denmiştir.
* "Resûlullah'ın hasâisindendir"
denmiştir.
* "Çocuk Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a ülfet ettiği için kendisi O'nun boynuna atılıp asılmıştır. Resûlullah
onu almış değildir..." denmiştir.
* "Zarûreten almıştır, değilse
ağlayacak, sırta almaktan daha fazla sıkıntı verecekti..." denmiştir.
* "Farzda değil, nafilede aldı.."
denmiştir. Halbuki farzda olduğu rivâyetlerde pek sarihtir.
Nevevî, bütün
bu tekellüflü yorumları reddeder ve der ki: "Bütün bunlar bâtıl ve merdud
iddialardır, delilden yoksundurlar. Hadiste şeriat-ı garrânın temel
prensiplerine muhalif bir durum da yoktur. Zîra insanoğlu temizdir ve
karnındakilerde ma'füvdür. Çocukların elbisesi ve bedenleri ise pislik
gözükmedikçe, temiz kabul edilir. Namazdaki fiiller amel-i kesîr olmadıkça veya
birbirinden (rek'atlerle) ayrı olduğu müddetçe namazı bozmaz. Şeriatın
delilleri bu söylenenlere uygundur. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu
davranışa, cevazı göstermek için yer vermiştir."
Fakihânî:
"Ümâme'yi namazda taşımasının sırrı, sanki Arapların kızlarla ülfet
etmekten hoşlanmama âdetlerini reddetmektir. Onlara muhalefet için kızı taşıdı,
hatta onları reddetmekte mübâlağa için namazda da taşıdı. Fiille beyan, sözden
daha kavîdir" der.
3- Rivâyet, çocukları mescide sokmanın caiz
olduğunu da gösterir.
4- Küçük çocuklara değmek (Şâfiîler
açısından) abdesti bozmaz.
5- Temiz olan insanı -ve hatta hayvanı-
taşımak namaza mâni değildir.
6- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'in
tevazu haline, çocuklara şefkatine örnek mevcuttur.[691]
ـ1ـ
عن عائشة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]قال رسولُ
اللّهِ #: إذَا
نَعَسَ
أحَدُكُمْ
وَهُوَ
يُصَلِّى
فَلْيَرقُدْ
حَتَّى
يَذْهَبَ عَنْهُ
النَّوْمُ،
فإنَّ
أحَدَكُمْ
إذَا صَلَّى
وَهُوَ
نَاعِسٌ َ
يَدْرِى
لَعَلَّهُ
يَذْهَبُ يَسْتَغْفِرُ
فَيَسُبُّ
نَفْسَهُ[.
أخرجه الستة .
1. (2749)- Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Sizden biri namaz kılarken
uyuklayacak olursa, uykusu gidinceye kadar hemen yatsın. Zira, uyuklayarak
namaz kılanınız, istiğfar ederken kendi nefsine sebbetmeye kalkar da farkında olmaz."[692]
AÇIKLAMA:
1- Uyuklama, uykudan biraz farklıdır ve onun
hafif perdesidir. Etrafında konuşulanları işitip, anlayamayacak durumda olan
veya başı öne sallanmaya başlayan kimse uyukluyor demektir. Uyku ise bu hâlin
artması ile çevresindeki sesleri hiç duyamayacak hale gelme ile başlar, az veya
çok rüya görmekle galebe çalar.
2- Resûlullah'ın, uyuklayınca namazı kesme
emrinden bazı âlimler uyku sebebiyle abdestin bozulduğu hükmünü çıkarmışlardır.
Bu husus ayrı bir teferruât mevzuudur, ilgili bahiste tahlîl edilecektir.
3- Sebb: Küfretmek, hakâret etmek, bedduâ
etmek, lânetlemek, kaba söylemek, sövmek gibi her çeşit kötü sözü ifade eder.
Hadis, kişinin kendi kendine sebbetme ihtimaline binaen, uyuklayınca, namazın
terkedilmesini emretmiş olmaktadır. "Belki de denmiştir, yasaklamanın
illeti, sebb'in duâların icâbet saatine
rastlama korkusudur." Bu hadis, böylece ihtiyatlı hareket etme prensibi
vermiş olmaktadır. Zira, böylece ibâdetin terkediliş sebebi kesin değil, muhtemel bir durum olmaktadır. Hadiste
ayrıca, ibâdetin huşû ve kalp huzuruyla yapılmasına ve tâatlarda mekruh
şeylerden ictinâb etmeye teşvik vardır.
4- Bazıları uyku sebebiyle namazı bırakma
emrinin gece namazıyla (teheccüdle) ilgili olduğunu -zîra farz namazlar uyku
vakitlerine rastlamaz- söylemiş ise de umumî kabul görmemiştir, çünkü hadiste
öyle bir sarahat olmadığı gibi, farz namazlarda da uyuklamak her zaman
mümkündür.[693]
ـ1ـ
عن ابن عباس
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما:
]أنَّهُ رَأى
عَبْدَ
اللّهِ بْنَ
الحَارِثِ
يُصَلِّى
وَرَأسُهُ
مَعْقُوصٌ
مِنْ
وَرَائِهِ،
فقَامَ
وَرَاءَهُ
فَجَعَلَ
يَحُلَّهُ، وَأقَرَّ
لَهُ اŒخَرُ،
فَلَمَّا
انْصَرَفَ
أقْبَلَ إلى
ابْنَ
عَبَّاسٍ،
فقَالَ:
مَالَكَ
وَلِرَأسِى؟
فقَالَ: إنِّى
سَمِعْتُ
رسولَ اللّهِ
# يَقُولُ:
إنَّمَا مثَلُ
هذَا
كَمَثَلِ
الَّذِى
يُصَلِّى وَهُوَ
مَكْتُوفٌ[.
أخرجه مسلم
وأبو داود
والنسائى.»العقْصُ«
ضفر الشعر
وشده، وغرز
طرفه في أعه .
1. (2750)- İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ)'ın anlattığına göre,
Abdullah İbnu'l-Hâris'i,-saçını arkadan topuz yapmış imkân tanımıştır. İbnu'l-Hâris namazını
bitirince, İbnu Abbâs'a gelip: "Benim saçımla niye ilgilendin?" diye
sormuş, İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) şu cevabı vermiştir. "Ben
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı işittim, demişti ki:
"Böylesinin
misâli, kolları arkasından bağlı olduğu halde namazını kılan kimsenin
misâlidir."[694]
AÇIKLAMA:
Saçı topuz
yapmak diye çevirdiğimiz aksu'şşa'r, saçı başın arkasında örüp bağlayıp üç
tarafını tepesine tutturmaktır.
Hadis, bu halde
namaz kılmanın mekruh olduğunu ifade eder. Nevevî der ki: "Ulemâ,
elbisenin kolları çemrenmiş, saçı tepesinde topuz yapılmış veya sarığının
altına kıvrılmış ve benzeri bir şekilde namaz kılmanın mekruh olduğunda ittifak
eder. Bütün bu haller, ulemânın ittifakıyla tenzîhî olarak mekruhtur. Bu halde
namaz kılsa namazı sahihtir fakat günah işlemiştir. Cumhur, nehyin mutlak
olduğunu belirtir. Yani, kerâhet yalnızca namaz maksadıyla bu kıyafete
bürünmekle ilgili değildir. Kişi önceden bir başka gaye ile bu kıyafete bürünmüş olsa da kerâhet câridir.
ed-Dâvudî, "nehyin, bunu namaz vaktinde bu maksadla yapanla ilgili
olduğunu söyler. Ancak sahih olan önceki görüştür. Ashâb ve diğer selef
büyüklerinden menkul rivâyetler bu görüşü destekler."
Sadedinde
olduğumuz rivâyetteki İbnu Abbâs'ın davranışı da bunu destekler. Müteakip
rivâyette de Ebû Râfi'nin aynı gerekçe ile, namaz kılmakta olan Hasan İbnu
Ali'nin saçını çözdüğünü göreceğiz.[695]
ـ2ـ
وعن أبى سعيد
المقبرى
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ أبَا
رَافِعٍ
مَوْلَى
رسولِ اللّهِ
# مَرَّ
بِالْحَسَنِ
بْنَ عَلِىٍّ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهما،
وَهُوَ
يُصَلِّى
قَائِماً، وَقَدْ
غَرَزَ
ضَفْرَهُ في
قَفَاهُ
فَحَلَّهَا
أبُو
رَافِعٍ،
فَالْتَفَتَ
إلَيْهِ الْحَسَنُ
مُغْضَباً،
فقَالَ لَهُ
أبُو رَافِعٍ:
أقْبِلْ عَلى
صََتِكَ وََ
تَغْضَبْ،
فَإنِّى سَمِعْتُ
رَسُولَ
اللّهِ #
يَقُولُ:
ذَلِكَ كِفْلُ
الشَّيْطَانِ:
يَعْنِى
مَقْعَدهُ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي .
2. (2751)- Ebû Saîd el-Makberî (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın âzadlısı Ebû Râfi, Hasan İbnu Ali (radıyallâhu anhümâ)'ye uğradı.
Hasan, örgülerini ensesinde topuz yapmış olduğu halde kalkmış (aleyhissalâtu vesselâm)'ın: "Bu,
şeytan'ın minderi[696],
yani oturma yeridir" dediğini işitmiştim (de onun için çözdüm)"
dedi."[697]
ـ1ـ
عن عبداللّه
بن محمد بن
أبى بكر قال:
]كُنَّا
عِنْدَ
عَائِشَةَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها، فَجِئَ
بِطَعَامِهَا،
فقَامَ
الْقَاسِمُ بْنُ
مُحَمَّدٍ
يُصَلِّى،
فقَالَتْ:
سَمِعْتُ رسُولَ
اللّهِ #
يَقُولُ: َ
صََةَ
بِحَضْرَةِ طَعَامٍ،
وََ لِمَنْ
يُدَافِعُهُ
ا‘خْبَثَانِ[.
أخرجه مسلم
وأبو داود
واللفظ
له.»ا‘خْبَثَانِ«
البول
والغائط .
1. (2752)- Abdullah İbnu Muhammed İbni Ebî Bekr (rahimehullah)
anlatıyor: "Hz. Âişe (radıyallahu anhâ)'nin yanında idik. Yemeği
getirildi. Derken Kâsım İbnu Muhammed
namaza kalktı. Hz. Âişe: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
şöyle söylediğini işittim" dedi.
"Yemeğin
yanında namaz kılınmaz, iki habîsin (yani büyük ve küçük abdestin) sıkışmasında
da kılınmaz."[698]
ـ2ـ
وعن عبداللّه
بن ا‘رقم:
]وَكَانَ
يَؤُمَّ قَوْماً،
فَأُقِيمَتِ
الصََّةُ،
فَأَخَذَ بِيَدِ
رَجُلٍ
فَقَدَّمَهُ
وَقَالَ:
سَمِعْتُ
النَّبىَّ #
يَقُولُ: إذَا
أُقِىمَتِ
الصََّةُ
وَوَجَدَ
أحَدُكُمْ
الخََءَ
فَلْيَبْدَأْ
بِهِ قَبْلَ
صََتِهِ[.
أخرجه ا‘ربعة،
وهذا لفظ
الترمذي .
2. (2753)- Abdullah İbnu'l-Erkam (radıyallâhu anh)'ın anlattığına göre: "...Halka imamlık
yapıyordu. (Bir seferinde) ikâmet getirilmişti. Bir adamın elinden tutup öne
sürdü ve: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın:
"Namaz
başlarken birinizin helâ ihtiyacı
gelirse, önce helâya gitsin!" dediğini işittim dedi."[699]
AÇIKLAMA:
1- Bu iki rivâyet, namazı tam bir gönül
huzuru içinde kılma gayreti göstermek gerektiğini ifade etmektedir. Zîra, bu
huzuru bozan ve en ziyade rastlanan hallerden üçü zikredilerek, bunlardan biri
ârız olunca, önce o hâlin giderilmesi, sonra namazın kılınması emredilmektedir.
Hadisle ilgili
olarak Hattâbî'nin sunduğu açıklama şöyle: "Resûlullah önce yemeği
emretmektedir, tâ ki nefis ihtiyacını görsün de musallî sâkin olarak namaza
girsin, içindeki yemek arzusu, namazı çabuk bitirmeye sevkederek rükû, sücûd
gibi rükünlerin hakkını vermeye engel olmasın. Küçük (veya büyük) abdest de
böyledir. O da kişiye aynı şeyi yaptırır. Bu söylediğimiz, yeterli vaktin
bulunması durumundadır. Şâyet böyle hareket etmeye yetecek bol vakit yok ise,
namazı önce kılar, bu durumda hiçbir şeyi ona takdim etmez."
2- Bu emir âmm'dır; farz, vâcib, nafile her
çeşit namaza şâmildir. Kezâ, kalbin huzurunu bozacak başkaca haller de aynı
hükme tâbidir. Hadiste, en çok rastlanan üç tanesi zikredilmiştir.
3- Yemek konmuşken, kılınacak namaz
hususunda hükümler farklıdır. Bazı âlimler yemeğin takdimini (öne alınmasını)
vâcib görmüştür, bazısı da mendub.[700]
ـ1ـ
عن عبداللّه
بن مالك بن
بحينة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ رسُولَ
اللّهِ # قامَ
مِنَ اثْنَتَيْنِ
مِنَ
الظُّهْرِ
لَمْ
يَجْلِسْ بَيْنَهُمَا،
فَلَمَّا
قَضى صََتَهُ
سَجَدَ سَجَدَتَيْنِ،
ثُمَّ سَلّمَ
بَعْدَ
ذلِكَ[. أخرجه
الستة،
واللفظ
للشيخين .
1. (2754)- Abdullah İbnu Mâlik İbnu Büheyne (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)öğle namazının ilk iki
rekatini tamamlamıştı (oturması gerektiği halde oturmadan) kalktı. Namazı
bitirince iki (ziyade) secde daha yaptı, ondan sonra selam verdi."[701]
AÇIKLAMA:
1- Sehv (dilimizde sehiv diye de telaffuz
olunur), birşeyden gaflet etmek kalbin
bir başka şeye kayması demektir. Âlimlerin bir kısmı sehv ile nisyan (unutma) arasında fark görür.
2- Namazda sehv'in hükmü ihtilâflıdır.
*
Şâfiîler her neden olursa olsun, sehiv secdesini sünnet kabûl eder.
* Mâlikîler, "sehvimiz namazda
noksanlığa sebep oldu ise sehiv
secdesine vâcib, ziyâdeye sebep oldu ise sünnettir" der.
Hanbelîler,
"erkâna girmeyen vâcibler sehven terkedilirse secde-i sehv'in vâcib olduğuna,
kavlî sünnetlerin terkinde ise vâcib
olmadığına" hükmederler.
Kasden yapıldığı takdirde namazı iptal
eden bir söz veya fiil ziyadesi halinde sehiv secdesi yine vâcib olur.
* Hanefîler: "Sehiv secdesi, ne sebeple
yapılırsa yapılsın, hepsi vâcibtir" der.
3- Sadedinde olduğumuz vak'a, Buhârî'nin bir
rivâyetinde biraz daha tafsilatlı gelmiştir:
"Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), namazlardan birinin iki rek'atini kıldırmıştı,
oturmadan kalktı, halk da onunla birlikte kalktı. Namazı tamamlayınca selamına
baktık. Selamdan önce tekbir getirdi, (yerinden hiç kalkmaksızın) oturduğu
yerde secde yaptı, sonra selam verdi."
4- Âlimler der ki: "Sehiv secdesi makamında meşrû olan iki secdedir. Unutarak
tek secde yapacak olsa hiçbir şey gerekmez, bilerek tek secde yapacak
olursa namaz iptal olur, çünkü namaza, meşrû olmayan bir secde ilave
etmiş olmaktadır."
5- Hadisten cumhur şu hükmü de çıkarır:
Sehiv secdesiyle telafisi şart olan bir hatayı sehven yapan için bu secde
meşrûdur: Böyle bir hatayı âmmden irtikab ederse ona secde gerekmez.
6- İmam, yaptığı hata için secde edince,
me'mûm, imamın hatasını yapmamış bile olsa, imamla birlikte sehiv secdesi
yapmalıdır.
İbnu Hazm bu
hususta icmadan bahseder; ancak ulemâ: "İmamın sehiv yaptım zannıyla secde
yapması halinde, cemaat onun sehiv yapmadığına kâni olunca, sehiv secdesine katılması
gerekmez" demiştir.
7- Bu hadis ilk iki rek'atten sonraki
teşehhüdün farz olmadığını gösterir. Aksi takdirde terki, sehiv secdesi ile
telafi edilmezdi.
8- İkinci rek'atten sonraki teşehhüd için
oturmadan, unutarak üçüncü rek'ate kalksa ve hatırlasa ki teşehhüdü unuttu,
artık dönüş yapmaz, namaza devam eder.
Üçüncü rek'atin kıyâmına geçtikten sonra geri dönecek olsa, -cumhura
muhalif olarak- Şâfiî, namazın iptal olacağını söyler.
9- Hadis, sehiv ve unutmanın peygamberler
hakkında câiz olduğunu gösterir.
10- Sehiv secdesinin yeri, namazın sonudur.
Yanılarak teşehhüdden önce sehiv secdesi
yapsa, -sehiv secdesinin vâcib olduğuna hükmeden cumhura göre- bunu iade eder.[702]
ـ2ـ
وعن ابن مسعود
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ
رَسُولُ اللّهِ
#: إذَا كُنْتَ
في صََةٍ
فَشَكَكْتَ
في ثَثٍ أوْ
أرْبَعٍ،
وَأكْبَرُ
ظَنِّكَ عَلى
أربَعٍ
تَشهَّدْتَ،
ثُمَّ
سَجَدْتَ
سَجْدَتَيْنِ،
وَأنْتَ
جَالِسٌ
قَبْلَ أنْ
تُسْلِّمَ،
ثُمَّ
تَشَهَّدْتَ
أيْضاً،
ثُمَّ تُسَلِّمُ[.
أخرجه أبو
داود، وقال:
وقد روى عنه
ولم يرفعوه
إلى النبى #.
2. (2755)- İbnu Mes'ud (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Namaz
kılarken üç mü kıldım dört mü kıldım diye şüpheye düşersen, eğer zann-ı gâlibin
dört ise hemen teşehhüd yap, sonra sen daha otururken ve selam vermemişken iki
secde daha yap, sonra aynı şekilde teşehhüd oku, sonra selam ver."[703]
Ebû Dâvud der ki:
"Bu, İbnu Mes'ud'dan rivâyet edilmiştir. Âlimlerden kimse bunu
Resûlullah'a nisbet etmedi."[704]
AÇIKLAMA:
Bu hadiste,
namaz esnasında kılınan rekatlerin miktarında şüpheye düşen kimsenin durumuna
açıklık getirilmektedir. Bu mevzu ihtilaflıdır:
* Hanefîler ve Mâlikîler bu rivâyeti
esas alarak, "Zann-ı gâlibe
göre hareket eder" demiştir. Zann-ı gâlib hâsıl olmazsa yakîn'i
(kesin bilgisini) esas alır.
* Şâfiîler: "Bütün durumlarda yakîn
esas alınır" demiştir. Bunlar arkadan kaydedilecek olan Ebû Saîdi'l-Hudrî
hadisini esas alırlar.[705]
ـ3ـ
وعن أبى سعيد
الخدرىّ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ
رَسُولُ اللّهِ
#: إذَا شَكَّ
أحَدُكُمْ في
صََتِهِ
فَلَمْ
يَدْرِكمْ
صَلّى ثََثاً
أوْ
أرْبَعاً،
فَلْيَطْرَحِ
الشَّكَّ
وَلْيَبْنِ
عَلى مَا اسْتَيْقَنَ،
ثُمَّ
يَسْجُدُ
سَجْدَتَيْنِ
قَبْلَ أنْ
يُسَلِّمَ،
فإنْ كَانَ
صَلَّى خَمْساً
شَفَعْنَ
لَهُ
صََتَهُ،
وَإنْ كَانَ
صَلّى تَمَاماً
‘رْبَعٍ
كَانَتَا
تَرْغِيماً
لِلشَّيْطَانِ[.
أخرجه الستة إ
البخارى.»تَرْغِيمُ
الشَّيْطَانِ«:
إلصاق أنقه
بالرّغام،
وهو التراب ذ .
3. (2756)- Ebû Saîdi'l-Hudrî (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Biriniz namazında,
iki mi kıldım, üç mü kıldım diye şekke
düşerse, şekki atsın, yakîn kesbettiği hususu esas alsın, sonra da selam
vermezden önce iki secdede bulunsun. Eğer (bu kıldığı ile) beş rek'at kılmışsa,
namazını onunla (sehiv secdesiyle) çift yapmış olur. Dördü tam kılmış idiyse, o
iki secdesi, şeytanın burnunu sürtme
olur."[706]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, "sehiv secdesi selamdan
öncedir" diyenlerin delilidir.
2- Sehiv secdesinin bir rek'at yerine kâim
olduğu ifade edilmektedir. Düştüğü şekk sebebiyle kıldığı rek'at beşince rek'at
olmuşsa, secde-i sehvi altıncı rek'at olarak namazı çift rekatlı kılmış
olmaktadır.
3- Sehiv secdesinin "şeytanın burnunu
sürtme" olması, musallînin kalbine şekk sûretinde vesvese vererek namazını
iptal ettirmek istemesindendir. Bu ifade sehiv secdesinin sevaplı bir amel
olduğunu ifade eder.
4- Bu hadis ayrıca şekk'de zann-ı gâlibi
değil yakîni esas almayı irşad etmektedir. Çünkü "şekkin atılıp yakîn
kesbedilen hususun esas alınması" emredilmektedir. İbnu Mâce'de gelen
rivâyet "yakînin esas alınmasını"
daha sarîh ifade eder: "Biriniz bir mi iki mi diye şekke düşerse,
biri esas alsın; iki mi üç mü diye şekke düşerse ikiyi esas alsın; üç mü dört
mü diye şekke düşerse üçü esas alsın; sonra namazının gerisini buna göre
tamamlasın, böylece vehim ziyadede kalsın, sonra da otururken, daha selam
vermeden iki secde yapsın." Hadisin Hâkim'deki vechinden şu ilaveye yer
verilmiştir: "...Zîra fazlalık noksanlıktan hayırlıdır." Müteakiben
kaydedilecek Tirmizî hadisi de bazı eksikliklerle bunun aynıdır."(4)
5- Hanefîlerin esas aldığı İbnu Mes'ud
hadisi (2760) ile bunun arasında iki mühim fark var:
a) İbnu Mes'ud hadisinde taharri, yani
zann-ı gâlibi arama var. Burada yakîn esas alınmakta, ihtiyatlı davranılarak
eksik tamamlanmaktadır.
b) İbnu Mes'ud, hadisinde secde-i sehvin
selamdan sonra yapılmasını ifade ederken, bu selamdan önce yapılmasını
emretmektedir.
Şunu da
belirtelim ki, Hanefîlerin zann-ı gâlibi kendisine sık sık vesvese gelen kimse
hakkındadır. Böyle bir vesvese ile ilk karşılaşan, namazını yeni baştan
kılmalıdır.
Bu mevzû
üzerine bazı açıklamalar 2760 numaralı hadiste gelecek.[707]
ـ4ـ
وعن
عبدالرحمن بن
عوف رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ
رَسولُ
اللّهِ # إذَا
سَهَا أحَدُكُمْ
في صََتِهِ
فَلَمْ
يَدْرِ
وَاحِدَةً صَلَّى
أوِ
اثْنَتَيْنِ
فَلْيَبْنِ
عَلى
وَاحِدَةٍ،
فإنْ لَمْ
يَدْرِ
اثْنَتَيْنِ
صَلَّى أمْ
ثََثاً
فَلْيَبْنِ
عَلى اثْنَتَيْنِ،
فإنْ لَمْ
يَدْرِ
ثََثاً
صَلّى أمْ
أرْبَعاً
فَلْيَبْنِ
عَلى ثََثٍ
وَيَسْجُدُ
سَجْدَتَيْنِ
قَبْلَ أنْ
يُسَلِّمَ[.
أخرجه
الترمذي .
4. (2757)- Abdurrahman İbnu Avf (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Biriniz
namazında yanılır da bir mi iki mi
kıldığını bilemezse, namazını bir üzerine bina etsin; iki mi üç mü kıldığını
bilemezse iki üzerine bina etsin; üç mü dört mü kıldığını bilemezse üç üzerine
bina etsin, sonra da selam vermezden önce iki (ziyade) secde yapsın..."[708]
ـ5ـ
وعن أبى هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ رسولَ
اللّهِ #
انْصَرَفَ
مِنْ
اثْنَتَيْنِ،
فقَالَ لَهُ
ذُو
الْيَدَيْنِ:
أقَصُرَتِ الصََّةُ
أمْ نَسِيتَ
يَا رسُولَ اللّهِ؟
فقَالَ:
أصَدَقَ ذُو
الْيَدَيْنِ؟
فقَالُوا:
نَعَمْ،
فَصَلَّى
اثْنَتَيْنِ
أُخْرَيَيْنِ،
ثُمَّ
سَلَّمَ،
ثُمَّ
كَبَّرَ ثُمَّ
سَجَدَ
سَجْدَتَيْنِ
مِثْلَ
سُجُودِهِ
أوْ أطْوَلَ،
ثُمَّ
رَفَعَ[.
أخرجه الستة .
5. (2758)- Ebû Hureyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) namazın ikinci rek'atında selam verip bitirdi.
Zülyedeyn (radıyallâhu anh) kendisine:
"Ey
Allah'ın Resûlü, namaz kısaldı mı yoksa unuttunuz mu?" diye sordu.
Aleyhissalâtu vesselam:
"Zülyedeyn
doğru mu söylüyor?" diye sordu. Herkes:
"Evet!"
diye cevap verdi. Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm) de iki rek'at daha
kıldı, sonra selam verdi, sonra tekbir getirip iki secde daha yaptı. Bu iki
secde diğer secdelerinin uzunluğunda idi veya biraz daha uzundu. Sonra namazdan
kalktı."[709]
ـ6ـ
وفي رواية:
]صَلّى إحدَى
صََتَىْ
الْعَشِىِّ.
قالَ
مُحَمَّدٌ:
وَأكْثَرُ
ظَنِّى أيُّهَا
الْعَصْرُ
رَكْعَتَيْنِ،
ثُمَّ سَلَّمَ،
ثُمَّ قَامَ
إلى خَشَبَةٍ
في مُقَدِّمِ
المَسْجِدِ
فَوَضَعَ
يَدَهُ
عَلَيْهَا
وَفِيهِمْ
أبُو
بَكْرٍ
وَعُمَرُ
فَهَابَاهُ
أنْ
يُكَلِّمَاهُ،
وَخَرَجَ
سُرْعَانُ النَّاسِ،
فقَالُوا:
أقَصُرَتِ
الصََّةُ؟ وَرَجُلٌ
يَدْعُوهُ
رسولُ اللّهِ
# ذَا الْيَدَيْنِ،
فقَالَ يَا
رسُولَ
اللّهِ:
أقَصُرَتِ
أمْ نَسِيتَ؟
فقَالَ: لَمْ
أنْسَ وَلَمْ
تُقْصَرْ،
فقَالَ: بَلَى
قَدْ
نَسِيتَ،
فقَامَ
فَصَلَّى
رَكْعَتَيْنِ،
ثُمَّ
سَلَّمَ،
ثُمَّ كَبَّرَ
فَسَجَدَ
مَثْلَ
سُجُودِهِ
أوْ أطْوَلَ،
ثُمَّ رَفَعَ
رَأسَهُ
فَكَبَّرَ،
ثُمَّ وَضَعَ
رَأسَهُ
فَكَبّرَ،
فَسَجَدَ مِثْلَ
سُجُودِهِ
أوْ أطْوَلَ،
ثُمَّ رَفَعَ
رَأسَهُ
وَكَبّرَ[.
»سُرْعَانُ
النَّاسِ«
أوائلهم
ومتقدموهم .
6. (2759)- Bir rivâyette şöyle gelmiştir: "(Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) öğle ve ikindi namazlarından birini iki rek'at
kılmıştı. -Muhammed İbnu Sîrîn der ki: "Zann-ı gâlibime göre bu, ikindi
namazı idi. Sonra selam verdi. Sonra mescidin ön kısmındaki kütüğe gitti. Elini
üzerine koydu, (yüzünde öfke okunuyordu). Cemaatte Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer de
vardı. Bunlar (namazda yapılan eksiklikten) Efendimize söz etmekten (hicab
edip) korktular. Cemaatin çabuk çıkanları:
"(Ey
Allah'ın Resûlü!) namaz kısaldı
mı?" diye sordular. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Zülyedeyn
dediği bir zât da:
"Ey
Allah'ın Resûlü! Namaz mı kısaldı, siz mi unuttunuz?" dedi.
"Ne ben
unuttum, ne de namaz kısaldı" cevabını verdi. Ama Zülyedeyn tekrar:
"Hayır
(farkında değilsiniz), unuttunuz!"
(dedi). Bunun üzerine (aleyhissalâtu vesselâm) kaltı iki rek'at daha
kıldı, sonra selam verdi. Sonra tekbir getirdi, tıpkı diğer secdeleri gibi
-veya biraz daha uzun olmak üzere- (sehiv için) secde yaptı, sonra başını
kaldırdı tekbir getirdi, sonra başını koydu tekbir getirdi, peşinden önceki
secdesi gibi -veya daha uzun- (sehiv için ikinci defa) secde etti, sonra başını
kaldırdı ve tekbir getirdi, (oturup teşehhüd okudu ve selam vererek namazı
tamamladı)."[710]
AÇIKLAMA:
1- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
namazında yanılarak iki rek'atte selam vermesine temas eden muhtelif rivâyetler var. Bu rivâyetler tek
vak'âya parmak basıyor
gibiyse de, rivâyetlerdeki farklılıkları tahlîl eden âlimler farklı hâdiselerin
mevzubahis edildiği hükmüne varmışlardır. Yani, bu rivâyetler Resûlullah'ın
birkaç sefer unutarak dört rek'atli namazı iki rek'at olarak kıldığını ve
cemaatin ikazı üzerine dörde tamamladığını göstermektedir. Şöyle ki:
a) Bir kere, hangi namazda iki kıldığı
ihtilaflıdır. Bazılarında öğle, bazılarında ikindi namazı olduğu söyleniyor,
bazılarında da tereddütlü bir ifade kullanılıyor. Nitekim sadedinde olduğumuz
2759 numaralı hadiste tereddüt mevzubahistir.
b) Resûlullah'ı ikaz eden şahsın ismi de
rivâyetlerde farklıdır. Bazı rivâyetlerde Zülyedeyn lakabında Benî Süleymli el-Hırbak'ın adı
geçer. Elleri uzun olduğu için kendisine Zülyedeyn lakabının takıldığı belirtilir. Bazı
rivâyetlerde Züşşimâleyn lakabını
taşıyan birinin zikri geçer. Zühri, Züşşimâleyn
ile Zülyedeyn'in aynı şahıs olduğuna hükmetmiş ise de bu hükümde
yanıldığı belirtilmiştir. Diğer ulemâ bilittifak bunların iki ayrı şahıs
olduğunu söyler. Züşşimâleyn, Huza'a kabilesindendir ve Benî Zühre'nin
halîfidir (müttefiki). İsmi de Umayr İbnu Abdi Amr'dir. Bedir savaşına katılmış
ve orada şehid oluştur.
2- Hadiste geçen aşiyy lügatçilerin açıklamasına göre zevâlgün
batımı arasındaki vakittir. İki aşiyy, öğle ile ikindi namazları demektir.
3- Hadiste, Hz. Peygamber'i namazı eksik
kılmasına sevkeden psikolojik duruma işaret edilir: Namazdan sonra öne geçiyor ve ellerini öndeki kütüğün üzerine koyuyor, bu sırada
yüzünde öfke hâli var, bunu cemaat görebiliyor. Şârihler, bu öfkenin tesiriyle şekke düşmüş olabileceği
tahmini yürütürler. Mamafih, kaç rek'at kıldığında tereddüde ve şekke düştüğü
için öfkelenmiş olabileceği de söylenmiştir.
4- İbnu Abbâs, İbnuz-Zübeyr, Urve, Atâ,
Hasan Basrî, İmam Şâfiî, Ahmed İbnu Hanbel ve bütün hadis imamları bu hadise
dayanarak şu hükme varmışlardır: "Namazın tamam olduğunu zannederek namazdan
çıkma ve namazı kesme niyyeti, namazın iptalini gerektirmez, sağa ve sola selam
vermiş bile olsa. Keza unutarak konuşan kimsenin veya namaz bitti zannıyla
konuşan kimsenin kelamı namazı bozmaz. Selef ve haleften cumhur-u ulemânın
görüşü budur."
NOT: Hanefîler
bu meselede başka türlü düşünürler. Onlara göre bu hadis mensuhtur. Namazda
unutarak olsun, cehaletle olsun bitirdim zannıyla olsun, her ne sûretle
konuşulursa konuşulsun namaz bozulur. Hanefîler
bu meselede, namazda konuşma yasağıyla ilgili olarak İbnu Mes'ud ve Zeyd
İbnu Erkam (radıyallahu anhümâ) tarafından rivâyet edilen hadislere dayanırlar.
Mezkûr hadislerin sadedinde olduğumuz hadisi neshettiğine hükmederler[711]
Diğer görüş
sahipleri Hanefîlere cevap vermiş, hadislerden
hangisinin evvel, hangisinin sonra vürûd ettiği noktasında düğümlenen
bazı teknik münâkaşalar olmuş ise de teferruâtı gereksiz görüyoruz. Hak olan
dört mezhebin görüşlerine ihtilaflı da olsa saygı esastır.
5- Hadisin sonunda secde-i sehvi anlatan
paragrafın daha açık olması için bazı ilavelerde bulunduk ve ilavelerimizi
parantez içerisine aldık. Bu rivâyette sehiv secdesinden sonra teşehhüd ve
selam zikredilmemiştir. Ebû Dâvud bu hususun varlığını, açıklamasında nakleder.
Biz parantez içerisinde gösterdik.
6- Bazı âlimler bu hadisten şu hükümleri
de çıkarmışlardır.
* Selamdan sonra, eksik kısmın ilavesi için
aradan az zaman geçmelidir. "Bir rek'atlık", "bir namazlık"
vakitten fazla olmamalıdır" da denmiştir.
* Böyle durumlarda secde-i sehivde bulunmak
vâcibtir, çünkü efendimiz: "Beni nasıl namaz kılıyor gördüyseniz öyle
namaz kılın" buyurmuştur.
* Namazda birden fazla secde-i sehvi gerektiren hata da yapılsa, sonda bir defa sehiv secdesi yapılır.
* Sehiv secdesi selamdan sonradır.
NOT: Hadisle ilgili hükümleri değerlendirirken, hadisin mensuh olup olmaması hususunda Hanefîlerle diğer ulemânın ihtilâfını hatırdan çıkarmamak gerekir.[712]
ـ7ـ
وعن ابن مسعود
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]صَلَّى
النَّبىُّ #
فَزَادَ أوْ
نَقََصَ فَقِيلَ:
يَا رَسُولَ
اللّهِ
أحَدَثَ في
الصََّةِ
شَىْءٌ؟
فقَالَ: وَمَا
ذَاكَ؟
قالُوا:
صَلَّيْتَ
كَذَا وَكَذَا،
فَثَنَى
رِجْلَيْهِ
وَاسْتَقْبَلَ
الْقِبْلَةَ،
وَسَجَدَ
سَجْدَتَيْنِ،
ثُمَّ
سَلَّمَ،
ثُمَّ
أقْبَلَ
عَلَيْنَا
بِوَجْهِهِ،
فقَالَ:
إنَّهُ لَوْ
حَدَثَ في
الصََّةِ
شَىْءٌ
أنْبَأتُكُمْ
بِهِ،
وَلَكِنِّى
بَشَرٌ أنْسى كَما
تَنْسَوْنَ،
فإذَا
نَسِيْتُ
فَذَكِّرُونِى،
وَإذا شَكَّ
أحَدُكُمْ في
صَتِهِ فَلْيَتَحَرَّ
الصَّوَابَ
وَلْيَبْنِ
عَلَيْهِ،
ثُمَّ
يَسْجُدُ
سَجْدَتَيْنِ[.
أخرجه الخمسة
.7.
7. (2760)- İbnu Mes'ud (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) namaz kılmıştı. Namazda (unutarak) ziyade veya noksanda bulundu.
Kendisine:
"Ey
Allah'ın Resûlü! Namazda (yeni bir durum mu) hâsıl oldu?" diye soruldu.
"Bunu niye
sordunuz?" diye O da merak etti.
"Şöyle
şöyle kıldınız" dediler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hemen
dizlerini bükerek kıbleye yöneldi ve iki adet sehiv secdesinde bulundu, sonra
selam verdi ve yüzünü bize çevirerek:
"Şâyet
namazda yeni bir şey hâsıl olsaydı ben size haber verirdim. Ancak ben bir
beşerim, sizin unuttuğunuz gibi ben de unuturum. Öyleyse bir şey unutursam bana
haber verin. Biriniz namazında şekke düşecek olursa doğruyu araştırsın ve onun
üzerine, kalanı bina etsin, sonra da iki (sehiv) secdesi yapsın"
dedi."[713]
AÇIKLAMA:
1- Burada da Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın unutarak namazda rek'atlerin miktarında yanlışlık yaptığı
belirtilmektedir. Kaynaklarda gösterilen bazı vecihlerinde yanılmanın öğle
vaktinde olduğu, namazı beş rek'at kıldırdığı tasrîh edilmiştir. Keza bazı
rivâyetlerde, sehiv secdesini, selam ve kelamdan (yani konuşmalardan) sonra
yaptığı belirtilmiştir.
2- "Namazda (yeni bir durum mu) hâsıl
oldu?" sorusu, "Namazla ilgili yeni bir vahiy mi geldi, rek'at sayısı artırıldı mı?" demektir. Çünkü
soru, bazı rivâyetlerde, "Namazda artırma mı oldu?" şeklinde
gelmiştir.
3- Hadiste geçen taharriden (araştırma)
muradın ne olduğu hususunda ihtilaf edilmiştir. Şöyle ki:
* Şâfiî'ye
göre: "Bu, yakîn üzerine binadır, zann-ı gâlibe değil. Zîra namaz zimmette
yakîn ile sâbittir, ancak yakîn ile düşer."
* İbnu Hazm'a göre İbnu Mes'ud hadisindeki
taharrîyi, Müslim'de gelen Ebû Saîd hadisi tefsir etmiştir: "...Eğer üç mü
dört mü kıldığını bilemezse, şekki
atsın, yakîn hâsıl ettiği miktara bina etsin" (2756). Bu açıklama Şâfiî'nin
görüşünü farklı kelimelerle ifade eder.
* Taharrî için "zann-ı gâlible
ameldir" diyen de olmuştur. Müslim' deki rivâyetlerin zahiri bunu ifade
eder.
* İbnu Hibbân'a göre bina, taharrî değildir.
Bina, meselâ üç mü dört mü diye şekke düşmek ve şekki bertaraf etmektir.
Taharrî ise, namazında şekke düşüp ne kıldığını bilmemektedir. Bu durumda
zann-ı gâlibi esas alması
* Şöyle diyen de olmuştur: "Taharrî,
kendisine birçok kereler şekk hâsıl olan için mevzubahistir. Bu kimseye zann-ı
gâlibe göre hareket etmek terettüp eder." İmam Mâlik ve İmam Ahmed (rahimehümâllah) böyle
hükmederler.
* İmam Ahmed'den meşhur görüşe göre
taharrî, imamla ilgili bir keyfiyettir, zann-ı gâlibine göre namazın gerisini
tamamlar. Ancak münferid kılan, dâima yakîn üzerine namazını bina etmelidir.
Ahmed İbnu Hanbel'den bu meselede başka görüşler de rivâyet edilmiştir.
* Ebû Hanîfe'ye göre, kişiye şekk birinci
sefer ârız olunca namazı yeniden kılmalı, çokca vâki olunca zann-ı gâlibe bina
etmeli, aksi halde yakîni esas almalıdır.
4- Hadisin Resûlullah'ın yanlışlıkla beş
rek'at kıldırdığını ifade eden vechini esas alan bazı âlimler, bu hadiste,
Hanefîlerin bir hükmüne aykırılık bulmuşlardır. Mezkûr Hanefî hükmüne göre,
"Bir kimse, dördüncü rek'ate oturmadan yanlışlıkla beşinci rek'ate
kalkacak olursa namazı iptal olur." Sadedinde olduğumuz hadise göre bu
durumda namaz bozulmaz.
5- Peygamberden fiil hususunda hata sâdır
olabilir. Ulemâ bu hususta müttefiktir. Bir grup da hatayı peygamber hakkında
caiz görmez. Ancak, sadedinde olduğumuz hadis ve emsali bu görüşü reddeder.
Şunu da ilave edelim ki, Resûlullah'a hatayı câiz görmeyenler, daha ziyade ahkâmın tebliğine
ait fiillerde bunu reddederler. Bu iddiada olan âlimler Resûl-i Ekrem'in
yanıldığını ifade eden rivâyetleri şöyle îzah ederler: Yanılmak peygamberliğe
aykırı değildir, yanılır ama hata üzerine bırakılmaz. Hatası üzerine
bırakılmayınca o hatadan dine bir zarar gelmez, bilakis fayda hasıl olur, bu
vesileyle yeni ahkâmlar tebliğ edilmiş
olur. Hata yaptığı takdirde uyarılması
hemen mi olur, zaman içinde mi olur, bunda da ihtilaf edilmiştir.
Kâdı İyâz,
"ahkâm beyan eden sözlerde, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
yanılmasının câiz olmayacağını, kasden yanlış söylemesinin de câiz
olmayacağını, ulemânın bu hususta ittifak ettiğini" söyler.[714]
ـ8ـ
وعن المغيرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ
رسولُ اللّهِ
#: إذَا قَامَ
ا“مَامُ في الرَّكْعَةِ
فَذَكَرَ
قَبْلَ أنْ
يَسْتَوِىَ
قَائِماً
فَلْيَجْلِسْ،
فإنِ
اسْتَوَى قَائِماً
فََ
يَجْلِسْ،
ولْيَسْجُدْ
سَجْدَتَى
السَّهْوِ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي .
8. (2761)- Muğîre İbnu Şu'be (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "İmam, (yanılarak
ikinci rek'atte oturacağı yerde
müteakip) rek'ate kalkmaya teşebbüs eder
ve tam doğrulmadan hatırlarsa, hemen otursun. Tam kalkıp doğrulmuşsa artık
(geri dönüp) oturmasın, namazın sonunda sehiv secdesi yapsın."[715]
AÇIKLAMA:
1- Hadisin Ebû Dâvud'daki aslında فِى
الرَّكْعَةِ değil فِى
الرَّكْعََتَيْنِ
gelmiştir, yani "ikinci
rek'atte oturmayıp kalkarsa..." şeklindedir; daha sarihtir.
2- İkinci rek'atte unutarak kalkan kimse,
oturması gerektiğini hatırlayınca, ister kuûda yakın halde, isterse kıyâma
yakın halde bulunsun, yeter ki tam kalkmamış olsun hemen geri dönüp
oturmalıdır. Tam kıyâm hâlini aldıktan sonra hatırlarsa artık geri dönmez.
3- Kalktıktan sonra, hatırlayarak yerine
geri dönen kimseye sehiv secdesi gerekir
mi gerekmez mi? meselesinde âlimler ihtilaf eder. Hanefîler vâcib olmadığı
kanaatindedir, çünkü onun fiili zaten kuûd'a
dahildir. Şâfiîlerin cumhuruna göre sehiv secdesi, kuûda yakın olarak
kalkmış bile olsa gerekmez. Sehiv
secdesi hadisin ikinci kısmı için, yani teşehhüd okumadan kalkma halinde
yapılır. Ahmed İbnu Hanbel "kalktığı için sehiv secdesi yapar"
demiştir. Şâfiîlerin ve Ahmed İbnu Hanbel'in kendilerine has başka delilleri
mevcuttur. Şâfiîler şu hadisi zikrederler: "Namazda bir sıçrayış sehiv
değildir; sehiv, oturma yerine kalkmak veya kalkma yerine oturmaktır."
Ahmed (rahimehullah) de şu hadise dayanır:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), ikindi namazının
ikinci rekatinde iken sehven kalkmak üzere kımıldamıştı, cemaat subhânallah
diyerek uyardı. Hemen oturdu. Sonra sehiv secdesi yaptı."
4- Bu hadis, sehiv secdesi, kıyam fiili için
değil teşehhüdün kaçırılması sebebiyledir diyenlerin delilidir.
5- Hadis, namazda vâcib olan bırakılıp farz
olana başlandığı takdirde vâcibe dönülmeyeceğine delildir. Burada unutulan
vacib kuûd ve teşehhüddür, başlayan farz kıyâmdır.[716]
9. (2762)- İmam Mâlik (rahimehullah)'a ulaştığına
göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Ben de
unuturum veya sünnet koymak için unutturulurum" buyurmuştur."[717]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivâyet, Muvatta'da yer aldığı halde
senedi bulunmayan dört muallâk (belâğat) hadisten biridir. İbnu Abdilberr,
hadis senet yönüyle zayıf da olsa, ma'nâsının sahih olduğunu belirtir.
İbnu Hacer de
senet yönüyle "aslı yoktur" demiş ancak ma'nâsıyla ihticac edildiğini
söylemiştir. "Belağ, zayıf hadislerden ise de ma'nâsı mevzu değildir"
der.
Süfyân-ı Sevrî: "Mâlik'in, "Bana
ulaştı" demesi sahih bir isnaddır"
demiştir.
2- Hadisin ma'nâsı: "Ben unutmaya
itilirim, tâ ki insanları hidâyetle doğru yola sevkedeyim, bu sûretle, onlara
unutma ârız olduğu zaman nasıl hareket edeceklerini beyan edeyim"
demektir.
Şu halde
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu hadisleriyle ona ârız olan unutma
sebebiyle şeriatın sıhhati hususunda bizlerin endişeye düşmemesini irşad
etmekte, bilakis, şeriatın unutmaya müteallik ahkâmının teşrî edilerek,
kemâlinin sağlanması için bunun gerekli olduğuna dikkat çekmiş olmaktadır.
3- Burada dikkat çekmemiz gereken bir husus
şudur: Hadis iki ayrı "unutma" hâdisesinden bahseder. Bunlardan
birini Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm) kendine nisbet ediyor, diğerini ise
Allah'a. Halbuki biliyoruz ki, Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm) kendisi de
unutsa, bu da Allah'tandır. Allah unutturmuştur. Öyleyse iki ma'nâ muhtemeldir.
* Birincisine göre: "Uyanık halde
unuturum, uykuda unutturulurum"
demek istemiştir. Böylece uyanık haldeki unutmayı kendisine nisbet etmiştir, çünkü uyanıklık (yakaza) hali,
insanların çoğunlukla sakınabilecekleri bir haldir. Uykudaki unutmayı başkasına
izâfe etmiştir, çünkü o öyle bir haldir ki ondan sakınma pek nâdirdir ve
uyanıkken mümkün olan, uyku halinde mümkün değildir.
* İkincisine göre: "Ben, normal olarak
beşerî işlerde cereyan eden unutma, hata, zuhûl nevinden unutmalara mâruzum"
veya "ben işleri tezekkür etmeme, onların üzerine gitmeme ve kendimi
onlara vermeme rağmen unutturulurum" demek istemiştir ve böylece iki
unutmadan birini, sanki ona mecbur gibi olduğu için kendine nisbet etmiştir.
Kâdı İyâz'ın
açıklamasına göre, nisyanın (unutma) Resûlullah'ın şahsına izâfesi, kelimenin
lügat ma'nâsı itibariyledir, Allah'a nisbeti de Resûlullah'ta gerçek unutmanın olmadığını belirtmek içindir. Zîra
gerçekten unutturan Allah'tır. Öyleyse
nerede kendisinde unutma olduğunu söyledi ise, bu sıfatın kendinde bulunduğunu
belirtmek içindir; nerede bunu Allah'a nisbet etmiş ve dolayısıyle kendinden
unutmayı nefyetmiş ise, bu da, unutma
vasfının, tabiatından,kendiliğinden hâsıl olmayıp Allah'ın iradesiyle olduğunu belirtmek içindir. Bir başka
ifadeyle O bir elçidir, ilâhî bir şeriatın tebliğcisidir, tebliğ vazifesinin
sıhhatli, eksiksiz olması için bütün işleri ilâhî murâkabe altındadır, unutma
vasfı da... Bu vasıf, Aleyhissalâtu vesselâmda insan olarak mevcuttur, ancak
ilâhî iradenin murâkabesindedir. O irade, şeriatın konmasında, unutması
gereken şeyler olunca unutturmaktadır.[718]
1- Kur'ân-ı Kerîm'de bazı âyetler okunurken
secde etmek gerekir. Bu âyetler mahiyet itibariyle şu üç muhtevadan birini
taşır:
* Ya secdeyi emretmektedir, bu emri yerine
getirmek için secde edilir.
* Yahut secdeye teşvik ve secde edene övgü
ifade edilmektedir, bu âyetler de de secde edilir ki fazîlete erilsin.
* Yahut secdeyi medhedici bir sîga ile
bahsedilir. Kâfirlerin secde etmediği ifade edilir. Kâfirlere muhalefet etmek
için de bu âyetlerde secde edilir.
2- Kur'ân'da secde âyetlerinin sayısı
ihtilaflıdır. İbnu Hacer "On tanesinde ulemâ icma etmiştir" der.
İmâm-ı Mâlik'e nisbet edilen bir açıklamaya göre secde âyetleri onbeş adeddir.
Hanefîler ondört yerde secde kabul ederler. Secde âyetleri şunlardır:
1- A'raf sûresinin son âyeti (206. âyet)
"Doğrusu Rabbinin katında olanlar, O'na kulluk etmekten büyüklenmezler,
O'nu tenzîh ederler ve yalnız O'na secde ederler."
2- Ra'd sûresinin 15. âyeti: "Yerde ve göktekiler ve onların gölgeleri sabah, akşam ister istemez Allah için secde ederler."
3- Nahl sûresinin 49. âyeti "Göklerde
ve yerde bulunan her canlı ve melekler büyüklük taslamaksızın Allah'a secde
ederler."
4- İsrâ sûresinin 107. âyeti: "De ki:
"Kur'ân'a ister inanın ister inanmayın. Ondan önceki ilim verilenlere o
okunduğu zaman, yüzleri üzerine secdeye varırlar."
5- Meryem sûresinin 58. âyeti:
"Rahmân'ın âyetleri onlara okunduğu zaman ağlayarak secdeye
kapanırlardı."
6- Hacc sûresinin 19. âyeti "Göklerde
ve yerlerde olanların, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanların ve
insanların birçoğunun Allah'a secde ettiklerini görmüyor musun?"
7- Yine Hacc sûresinde 77. âyet: "Ey
iman edenler! Rükû edin secdeye varın, Rabbinize kulluk edin, iyilik yapın ki
saadete erişesiniz."
8- Furkân sûresinin 60. âyeti: "Onlara:
"Rahmân'a secdeye varın!" dendiği zaman "Rahman da nedir?."
derler."
9- Neml sûresinde 25. âyet: "Göklerde
ve yerde gizli olanları ortaya koyan, gizlediğiniz ve açıkladığınız şeyleri
bilen Allah'a secde etmemeleri için, şeytan, kendilerine yaptıklarını güzel
göstermiş.."
10- Secde sûresi 15. âyet: "Âyetlerimize
ancak, kendilerine hatırlatıldığı zaman secdeye kapananlar, büyüklük
taslamıyarak Rablerini överek yüceltenler... inanırlar."
11- Sâd sûresi 24. âyet: "Dâvud
kendisini denediğimizi sanmışdı da Rabbinden mağfiret dileyerek eğilip secdeye
kapanmış, tevbe etmiş, Allah'a yönelmişti."
Burada
Hanefîlere göre secde yoktur. Ancak Şâfiîlere ve Mâlikîlere göre vardır.
12- Fussilet sûresinin 37. âyeti: Gece ile
gündüz, güneş ile ay Allah'ın varlığının delillerindendir. Güneşe ve aya secde
etmeyin, eğer Allah'a kulluk etmek istiyorsanız, bunları yaratana secde
edin."
13- Necm sûresinin 62. âyeti: "Artık
secdeye varın Allah'a kulluk edin."
14- İnşikak sûresinin 21. âyeti: "Onlara Kur'ân okunduğu zaman neden
secde etmiyorlar?"
15- Alak sûresinin 19. âyeti: "Sakın ona uyma, sen secde et, Rabbine
yaklaş."[719]
Ulemâ, secde
âyetlerinin sayısı hakkında ihtilaf eder. Bu hususta 12 farklı görüş ortaya
çıkmıştır. Teferruâta girmeden bazılarına dikkat çekeceğiz:
1- Neml sûresinde gösterilen âyet
Hanefîlerin görüşüdür. İmam Mâlik ve Şâfiî'nin görüşüne göre secde âyeti هُوَ
رَبُّ
الْعَرْشِ
الْعَظَيمِ 'den
itibaren başlar.
2- Sâd sûresindeki secde âyeti, Mâlikîlere
ve Şâfiîlere göredir. Hanefîlere göre, burada secde gerekmez. İmam Mâlik'ten
yapılan bir diğer rivâyete göre secde mahalli, bir âyet sonra وَحُسْنُ
مَآبٌ
'dır.
3- Fussilet sûresinde gösterilen âyet İmam
Mâlik ve kavl-i kadîminde Şâfiî'nin görüşüdür. Hanefîlere ve kavl-icedîdinde
Şâfiî'ye göre, bir âyet daha okuyup وَهُمْ
َ يَسْألُونَ 'dan
sonraki âyete kadardır.
4- İnşikak sûresinde Mâlikîlerden İbnu
Habîb'e göre sûrenin sonudur.
5- Hanefîlere göre Hacc sûresindeki ikinci
secde yoktur, böylece onlara göre secde âyetinin sayısı 14'dır.
6- İmam Şâfiî'nin yeni görüşüne, İmam
Ahmed'in esahh olan kavline göre Sâd sûresindeki secde âyetinde secde yoktur ve
onlara göre de secde sayısı 14'dür.
7- Ebû Sevr'e göre Ve'n-Necm'deki secde
sâkıttır ve sayı yine 14'dür.
8- Atâyı Horasânî'ye göre Hacc'daki ikinci
secde ile İnşikâk'taki secde sâkıttır, sayı 13'dür.
* Hanefîlere göre tilâvet secdesinin
sebebi: Secde âyetlerinin okunması, dinlenmesi ve okuyana iktida (uyma)dır. Dolayısıyla
okuyan secde edeceği gibi, dinleyende eder. Cemaate dahil olup imama uyan kimse
imamın sessizce okuduğu secde âyeti için bile imamla birlikte secde yapar.
Okumanın
secdeye sebep olduğunda ittifak edilmiştir. İşitme de secdeye sebep olur mu?
Bunda ihtilaf edilmiştir, aşağıda açıklayacağız.[720]
* Ebû Hanîfe merhuma göre, okuyan ve
dinleyen üzerine vâcibtir, işiten dinlemeyi kastetmemiş, âyet kulağına
tesadüfen ulaşmış bile olsa.
Hanefîler bu
hükme varırken şu âyetleri delil kılarlar: "Onlara ne oluyor ki iman
etmiyor, kendilerine Kur'ân okunduğu vakit de secde etmiyorlar" (İnşikâk
20-21). Bir diğer âyet "Artık Allah'a secde edip ibâdet edin" (Necm
62).
Hanefîler bazı
hadislerden de vücûb ma'nâsı çıkarırlar:
"Secde,
secde âyetini işitene gerekir." Keza:
"Secde,
secde âyetini dinleyenedir." Birinci hadis ihtiyarsız da olsa, işiteni
ifade ederken ikinci hadis, kasıdla dinleyeni ifade eder.
* İmam Şâfiîye göre tilâvet secdesi
sünnet-i müekkededir. Ancak mezheb mensupları dinleme kasdı olmadan, secde
âyeti kulağına geldiği için işiten
hakkında farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.
a) Kasıdsız olarak işiten kimsenin secde
yapması müstehabtır, sünnet-i müekkede değildir.
b) Böyle birinin kasden dinleyenden farkı
yoktur, yani ona da sünnet-i müekkededir.
c) Böyle biri hakkında sünnet de değildir. Gazâlî bu kanaattedir.
İmam
Mâlik ve Ahmed İbnu Hanbel'e göre sünnettir. Aynî'nin kaydına göre, İshâk İbnu
Râhûye, Evzâî, Leys İbnu Sa'd, Dâvud-ı Zâhiriî de tilâvet secdesine sünnet
demişlerdir. Hz. Ömer, Selman İbnu Abbâs, İmrân İbnu Husayn (radıyallâhu anhüm)
da aynı görüştedirler. Mâlikîlerden bazılarının buna fazîlet yani mendub dediği
de bilinmektedir.
Tilâvet secdesine sünnet deyip vâcib olduğunu reddedenler, 2764 numarada kaydedilen hadise ve benzer başka rivâyetlere dayanırlar. Bunlardan biri Buhârî'de tahric edilen Zeyd İbnu Sâbit hadisidir. Zeyd (radıyallâhu anh) bu rivâyette, Resûlullah'a, içerisinde secde âyeti bulunan Ve'nnecmi sûresini okuduğunu, Resûlullah'ın secde etmediğini anlatır.[721]
* Tilâvet secdesi, aynen namaz gibi,
hadesten ve necâsetten tahâreti, setrü'l-avreti ve istikbâl-i kıbleyi
gerektirir. Abdestsiz tilâvet secdesini
sadece İbnu Ömeryapmış, kendisine sadece Şa'bî muvafakat etmiştir. Mamafih İbnu
Ömer'in, "Kişi temiz olmadıkça
secde edemez" dediği de rivâyet edilmiştir. Âlimler bu iki rivâyeti
"cünüb olmamalı" demek istemiştir diye te'lif ederler.
* Namazı bozan şeyler tilâvet secdesini de
bozar.
* Secde âyeti okunur okunmaz secde vâcib
değildir, sonra da yapılabilir.
* Secde âyetinin secdeye delâlet eden
kelimesi bir önceki veya bir sonraki
kelimeyle okunursa secde vâcib olur, âyetin tamamını okumak gerekmez.
* Secde âyetinin tercümesini dinleyen,
anlarsa secde vâcibtir. Anlamaz ve fakat âyetin tercümesi olduğu bildirilirse
vâcib olmaz. Bu tercümeyi okuyana, anlasa da anlamasa da vâcibtir.
* Bir secde âyeti hakikaten veya hükmen
müttehid olan bir mecliste birkaç kere okunsa tek secde yeterlidir. Başka başka secde âyetleri
okunursa her biri için ayrı secde
gerekir, meclisler değişirse de hüküm böyledir.
* Secde âyeti namazda kıyâm halinde
okunmuşsa hemen secdeye gidebileceği gibi, bundan sonra üç âyetten az okunarak
secdeye gidilirse, rükû tilâvet secdesinin yerine geçer, tekrar etmek gerekmez.[722]
ـ1ـ
وعن ابن عمر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]كانَ رسولُ
اللّهِ #
يَقْرَأُ
السُّورَةَ
الَّتِى
فِيهَا
السَّجْدَةُ
فَيَسْجُدُ
وَنَسْجُدُ
حَتَّى مَا
يَجِدُ
أحَدُنَا
مَكاناً
لِمَوْضِعِ
جَبْهَتِهِ
في غَيْرِ
وَقْتِ الصََّةِ[.
أخرجه
الشيخان وأبو
داود .
1. (2763)- İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm),içerisinde secde âyeti olan sûreyi okur, (âyetler
geldikçe) secde ederdi, biz de secde ederdik. Öyle ki (izdiham sebebiyle) namaz
dışı vakitlerde alnımızı koyacak secde yeri bulamadığımız olurdu."[723]
AÇIKLAMA:
Bu rivâyet,
secde âyetini okuyan kimse secde edince, dinleyenlerin de edeceğini gösterir.
Okuyan secde etmezse, dinleyen de etmez. Bu
meselede önceliğin çocuk bile olsa okuyana ait olduğu, okuyana
"imam" dendiği merfû rivâyetlerde de gelmiştir. Secde yeri bulamama
halinde âlimlerden bir kısmı, "kardeşinin sırtına secde eder" diye, bir kısmı da "secdeyi te'hir eder,
münâsib fırsatta secdesini yapar" diye fetva vermiştir.[724]
ـ2ـ
وعن ربيعة بن
عبداللّه:
]أنَّهُ
حَضَرَ عُمَرَ
بْنَ
الحَطَّابِ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قَرَأ يَوْمَ
الجُمُعَةِ
عَلى
المِنْبَرِ
بِسُورَةِ
النّحْلِ
حَتَّى إذَا
جَاءَ
السَّجْدََةَ،
فَنَزَلَ
وَسَجَدَ
وَسَجَدَ
النَّاسُ:
حَتَّى إذَا
كَانَتِ
الجُمُعَةُ
القَابِلَةُ
قَرَأ بِهَا
حَتّى اِذَا
جَاءَ السَّجْدَةَ
قَالَ يَا
أيُّهَا
النّاسُ
اِنَّا
نَمُرُّ
بِالسُّجُودِ
فَمَنْ
سَجَدَ
فَقَدْ
أصَابَ
وَمَنْ لَمْ
يَسْجُدْ فََ
اِثْمَ
عَلَيْهِ
وَلَمْ يَسْجُدْ
عُمَرُ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنهُ[. أخرجه
البخارى
ومالك.وفي
رواية
للبخارى:
»إنَّ اللّهَ
لَمْ
يَفْرِضْ
عَلَيْنَا
السُّجُودَ إَّ
أنْ نَشَاءَ« .
2. (2764)- Rebî'a İbnu Abdillah (rahimehullah)'ın anlattığına göre:
"Hz. Ömer (radıyallâhu anh) cuma günü, minber üzerinde (hutbe verirken)
Nahl sûresini okumuş, secde âyetine gelince, minberden inip secde yapmış, halk
da onunla birlikte secdeye kapanmıştır. Müteakip cumada da (aynı şekilde) aynı
sûreyi okumuş, secde âyetine gelince:
"Ey
insanlar, biz secde âyetlerine
uymuyoruz. (Bunlar okununca) kim secde ederse isabet eder, kim de secde etmezse üzerine günah yoktur"
der ve Hz. Ömer (radıyallâhu anh) secde etmez."[725]
Buhârî'nin bir rivâyetinde şöyle denmiştir: "Allah, secdeyi dilemezsek
farz etmemiştir."[726]
AÇIKLAMA:
Hadisin son
kısmından, âlimler tilâvet secdesinin farz olmadığı hükmünü çıkarmış ise de
Hanefîler: "Vâcib olmasına mâni değil" diye cevap vermişlerdir.
Hanefîler "dilemezsek" kaydını "okumazsak vacib olmaz, ama
okuduk mu vacib olur"diye açıklayarak, bu ifadeye dayanarak "vacib
değildir" diyenlere cevap verirler.
Hadisten şu
hükümler de çıkarılmıştır:
* Hatip hutbede Kur'ân okuyabilir, secde
âyetine gelince minberi secdeye müsaid değilse yere inebilir. Bu, hutbeyi
bozmaz. Hz. Ömer, Ashâbın huzurunda bunu yapmış, kimse onu kınamamıştır.
* Hz. Ömer'in, "Kim secde etmezse
üzerine günah yoktur" sözünden, bazı âlimler tilâvet secdesinin vâcib olmadığına delil çıkarmışlardır.[727]
ـ3ـ
وعن أبى هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ
رَسولُ
اللّهِ #: إذَا
قَرَأ ابْنُ
آدَمَ السَّجْدَةَ
فَسَجَدَ،
اعْتَزَلَ
الشَّيْطَانُ
يَبْكِى
يَقُولُ يَا
وَيْلَنَا،
أُمِرَ ابْنُ
آدَمَ
بِالسُّجُودِ
فَسَجَدَ فَلَهُ
الجَنَّةُ،
وَأُمِرْتُ
بِالسُّجُودِ
فَأبَيْتُ فَلِىَ
النَّارُ[.
أخرجه
مسلم .
3. (2765)- Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Âdemoğlu secde âyeti okur ve
secde ederse şeytan ağlayarak ayrılır ve:
"Yazık bana,
insanoğlu secdeyle emredildi ve secde etti, mukabilinde ona cennet var. Ben de
secdeyle emrolundum ama ben itiraz ettim, benim için de ateş var"
der."[728]
ـ4ـ
وعن أبى تميمة
الهجيمى قال:
]كُنْتُ أقُصُّ
بَعْدَ صَةِ
الصُّبْحِ
فَأسْجُدُ
فِيهَا،
فَنَهَانِى ابْنُ
عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما
فَلَمْ
أنْتَهِ
ثََثَ
مَرَّاتٍ،
ثُمَّ عَادَ
فقَالَ: إنِّى
صَلَّيْتُ
خَلْفَ
رَسولِ
اللّهِ # وَمَعَ
أبِى بَكْرٍ
وَعُمَرَ
وَعُثْمَانَ رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهم،
فَلَمْ
يَسْجُدُوا حَتَّى
تَطْلُعَ
الشّمْسُ[.
أخرجه أبو
داود .
4. (2766)- Ebû Temîmeti'l-Hüceymî anlatıyor: "Ben sabah namazından sonra vaaz
u nasihat ediyordum, bu esnada secde (âyeti okuyor ve secde) ediyordum. İbnu
Ömer (radıyallahu anhümâ) beni yasakladı. Ama ben O'nu dinlemedim. O üç sefer
yasaklamayı tekrarladı. Sonra dönüp:
"Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın arkasında namaz kıldım. Hz. Ebû Bekr, Hz. Ömer ve Hz. Osman (radıyallâhu anhüm) ile de namaz kıldım. Onların hiçbiri güneş doğuncaya kadar secde yapmazlardı" dedi.[729]
AÇIKLAMA:
1- Vaaz u nasihat diye tercüme ettiğimiz
kelimenin aslı kıssa anlatmak ma'nâsına gelen قَصَّ dır. Bu, o devirde halkı irşad maksadıyla
camilerde konuşmayı ifade eder.
Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm): "Kıssayı ya emîr, ya me'mur ya da
(kendini satmak isteyen) kibirli kimse anlatır" buyurarak, bu hizmetin
emîrin yetkisi ve kontrolu altında bir hizmet olduğunu beyan ediyor. Bu hizmet, emîrin gıyâbında kazanç te'min etmek için icra edilemez (en-Nihâye).
2- İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ),
el-Hüceymî'yi kerâhet vaktinde secde
yapmaktan men etmiştir. Yani sabah namazından sonra güneşin doğmasından önce
İbnu Ömer, mekruh saatte tilâvet secdesi yapmaması için üç kere ihtar etmiş,
dördüncüde Resûlullah, Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer'den delil getirerek mekruh
vakitte tilâvet secdesi yapılmayacağı hususunda iknâ etmiştir.
3- Şevkânî der ki: "Bazı sahâbelerden, mekruh vakitlerde tilâvet
secdesi yapmanın mekruh addedildiğine dair
rivâyet gelmiştir. Ancak, zâhir, mekruh olmadığıdır, zîra mezkûr secde
namaz değildir, yasaklayıcı rivâyetler namaza has olarak vârid olmuştur.[730]
ـ1ـ
عن عمرو بن
العاص رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال:
]أقْرَأنِى
رسولُ اللّهِ
# خَمْسَ
عَشَرَةَ سَجْدَةً
في القُرآنِ،
مِنْهَا
ثََثٌ في المُفَصَّلِ،
وفي سُورَةِ
الحَجِّ
سَجْدَتَانِ[.
أخرجه أبو
داود .
1. (2767)- Amr İbnu'l-Âs (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana Kur'ân'dan onbeş secde âyeti
okuttu. Bunlardan üçü Mufassal sûrelerdedir. Hacc sûresinde de iki secde âyeti
var."[731]
AÇIKLAMA:
Hadis
rivâyetiyle ilgili metinlerde, okuttu )اقْرَأ( tâbiri hususî bir ma'nâ taşır. Bir kimse Kur'ân veya hadisi bir şeyhe
kontrol ettirmek veya icâzet almak gibi
bir maksadla okursa )قَرَأ
على
الشَّيْخِ(
o kimse أقرَأنى
فَُنٌ "Falanca
bana Kur'ân okuttu" diye ifade
eder, ma'nâsı şöyledir: "Falanca şeyh Kur' ân'ı (veya hadisi) kendisine
kontrol (veya icazet için) okumama imkan tanıdı." Şu halde hadis, Amr
(radıyallâhu anh)'ın, Aleyhissalâtu vesselâm'a onbeş secde âyeti okuyup
dinlettiğini ifade eder.[732]
ـ2ـ
وعن ابن عباس
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهما قال:
]لَيْسَتْ ص
مِنْ عَزَائِمِ
السُّجُودِ،
وَقَدْ
رَأيْتُ
رسولَ اللّهِ
# يَسْجُدُ
فِىهَا
وَيَقُولُ:
سَجَدَهَا دَاوُدُ
عَلَيْهِ
السََّمُ
تَوْبَةً،
وَنَسْجُدُهَا
شُكْراً[.
أخرجه الخمسة
إ مسلماً .
2. (2768)- İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) demiştir ki: "Sâd
sûresi azâim-i sücûd'dan değildir.Nitekim ben Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ı o sûrede secde edip:
"Dâvud
(aleyhisselâm) bu secdeyi tevbe secdesi olarak yaptı, biz ise şükür olarak yapıyoruz!" dediğini
işittim."[733]
AÇIKLAMA:
1- Azâim, "azîmet"in cem'idir.
Azîmet, azm )عَزْمٌ( kelimesinden gelir. Dilimize azim olarak
girmiş olan "azm" kelimesi ciddiyet sabır, sebat gayret gibi
ma'nâlara gelir. Âyet-i kerîmede:
"Peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettikleri gibi sen de
sabret." (Ahkâf 35) denmiştir.
İbnu Hacer,
azâim'i, kelimenin belirtilen kök ma'nâsına uygun olarak "yapılması için
azim gösterilen şeyler" diye açıklar. Devamla: Mesela emr sigası gibi,
nitekim bazı mendublar vardır ki, te'kîdli olarak gelmiştir, böyle mendublara,
"vâcib" demeyenler bile müekked mendub diyerek diğerlerinden
ayırırlar ma'nâsında izah sunar.
Şu halde Sâd
sûresinin azâimu'ssücûd'dan olmaması demek, bu sûredeki secde âyetinin,
te'kidli secdelerden, bütün ulemânın, secde edilmesi gerektiğine hükmettikleri
secde âyetlerinden olmadığını ifade eder.
Öyle ise
azâimu'ssücûd yani okununca secde edilmesi şart olan, secde etmekten
vazgeçilemiyecek olan, secde edilmesi gerektiği te'kidle belirtilmiş bulunanlar
hangileridir? İbnu Hacer bu soruyu cevaplama sadedinde şu bilgiyi verir:"
İbnu'l-Münzîr
ve başkaları Hz. Ali İbnu Ebî Tâlib (radıyallâhu anh)' ten hasen senedle şunu
rivâyet etmiştir: "Azâim olanlar Hâmîm (Fussilet), Ve'nnecmi, İkra' ve
Elif-Lâm-Tenzîl'dir." Keza İbnu Abbâs'tan da son üçü hakkında rivâyet
sâbit olmuştur. İbnu Ebî Şeybe'nin tahricine göre: A'râf, Sübhân, Hâmîm ve
Elif-Lâm'ın azâim olduğunu söyleyende olmuştur.
İbnu Ebî
Şeybe'nin bir diğer rivâyetinde bunlar
beştir: Benû İsrâil, İsrâ, Ve'nnecmi, İnşikâk, İkrâ bismi Rabbike'dir. Abd İbnu
Umeyr'in görüşüne göre de azâim dörttür, ancak bazıları farklıdır. Necm ile
İkrâ bismi Rabbike'ye bedel A'râf ve Benû İsrâil'dir.
Görüldüğü
üzere, sadedinde olduğumuz rivâyet ulemâ arasındaki bir ihtilafa parmak basmış
olmakta, Sâd sûresinin azâimden olmadığını belirtmektedir.
2- Buhârî, Sâd sûresinin tefsirinde şu
rivâyeti kaydeder: "Mücâhid, İbnu Abbâs'a soruyor: "Sâd sûresindeki
secde âyetinde niye secde etmiyorsun?" O da, "En'âm sûresindeki 84-90
arası âyetleri okumuyor musun?"diye cevap verir: وَمِنْ
ذُرِّيَتِهِ
دَاوُدَ
وَسُلَيْمَانَ...
الَّذِينَ
هدَى اللّهُ
فَبِهُدَيهُمُ
اقْتَدِه
Özet olarak
meâli: "Nuh'un zürriyetinden gelen Dâvud ve Süleymân ile bunları takib
eden peygamberleri Allahu Teâlâ
nübüvvetle ve ezâya tahammül ile mazhâr-ı hidâyet etmiştir. Sen de habîbim!
Bunların hidâyetine uy, bunlar gibi ezâya sabret!"
3- Sadedinde olduğumuz rivâyette -ki hadisin
Nesâi'deki vechidir- Sâd sûresindeki secdeyi Hz. Dâvud'un tevbe secdesi olarak
yaptığı, Resûlullah'ın da şükür secdesi olarak yaptığı belirtilmektedir. Bunun ma'nâsını anlamak
için bu sûredeki secde âyetinin ma'nâ ve mahiyetini gözönüne almak gerekir.
Önce şunu
bilmeliyiz: Sâd sûresi Mekkî'dir ve Resûlullah'ın tebliğe başlamasından sonra
Mekke müşrikleri tarafından çeşitli iftirâlar, yakıştırmalarla alaya alındığı,
değişik işkence tarzlarıyla rahatsız
edildiği, huzursuz edildiği bir zamanda tesellî edilmek, sabra
dâvet edilmek üzere nâzil omuştur. İlk âyetlerde Resûlullah'a ve Kur'ân'a karşı
aldıkları menfî tavır belirtilir (1-11. âyetler). Sonra kendisinden önce gelen peygamberlerin de aynı hakaretlere
mâruz kaldıkları, ama o peygamberlerin sabrettiği, zâlim kavimlerin helâk
olduğu belirtilir, bazı peygamberler ismen zikredilir: Nûh, Âd, Firavun, Semûd,
Lût (12-16). Daha sonra Hz. Dâvud ve O'na yapılanlar ve Allah'ın Dâvud'a olan
desteği zikredilir (17-23). Secde âyeti olan 24. âyette Hz. Dâvud'un niçin
secde ettiği belirtilir: Bir zellede (farkında olmadığı hatada) bulunmuştur ve
bu yüzden azaba uğramaktan korkmuştur...
"..Dâvud
sandı ki biz kendisine mutlaka bir azab (suikasd) hazırladık. Bunun üzerine o,
Rabbinden setr (ve himâye) edilmesini istedi, rükû ile yere kapanıp (Allah'a)
döndü. Biz de O'nu salih (bir zât olarak) intihab ettik. Nezdimizde O'nun
muhakkak bir yakınlığı ve bir akibet güzelliği vardır" (Sâd 24-25).
Âyetin
meâlinden de anlaşılacağı üzere Hz. Dâvud, zellesine tevbe ve istiğfar ile
secde ederek Cenâb-ı Hakk'a yöneldiği için Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtu
vesselâm) O'nun secdesini tevbe secdesi olarak tavsif etmiştir. Hz. Dâvud'un
affa ve mağfirete mazhar olması ve
Cenâb-ı Hakk' tan kendisine -ilâhî yakınlık ve akibet güzelliği )وَاِنَّ
لَهُ
عِنْدَنَا
لَزُلْفى وَحُسْنَ
مَآبٍ( şeklinde- yüce menziller vaadedilmiş
olması sebebiyle secdeye kapanan Hz. Peygamber, bu secdesine şükür secdesi
demiştir.
İşte, bu
ma'nâya binâen Hanefîler, Sâd sûresindeki secdeyi وَخَرَّ
رَاكِعاً
وَاَنَابَ kavl-i şerifinden sonra değil, müteakip âyette
yer alan وَحُسْنَ
مَآبٍ kavl-i şerifinden sonra yaparlar.
4- Şarihler şunu da belirtirler: Sad
suresinde secdenin sübutu hakkında Hanefilerle Şafiiler arasında ihtilaf
yoktur. İhtilaf, bu secdenin “azaim”den olup olmaması hususundadır. Şafiiler,
sadedinde olduğumuz hadiste geçen İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ)'ın: "Sâd
azâimden değildir" sözüyle amel ederek, mezkûr âyetin okunmasında secdeyi
vacib görmezler. Şâfiî ve etbaı: "Sâd secdesi vâcib değildir, bu bir şükür
secdesidir, namaz haricinde müstehab olarak secde edilir, namazda haramdır" demiştir. İmam Âzam ve Ashâb'ı
ise Buhârî'nin Sâd sûresinin tefsirinde
kaydedilen ve nassa dayanan rivâyetini esas alarak mezkûr secdeye azâimden
kabul etmiş, okununca secde etmenin vacib olduğuna hükmetmiştir. Nesâî'nin
rivâyetinde Sâd secdesi için tevbe secdesi denmiş olması da Hanefîlere bir
delil olabilir. Zira onun tevbe secdesi olması, vacib olmasına mâni değildir. Gerçi İbnu Abbâs'ın rivâyetinde
Sâd'ın okunması sırasında Resûlullah'ın da secde etmiş olduğu söylenmektedir,
bu da Hanefîlerin lehine bir delil olabilir.
İmam Mâlik ve
Ahmed İbnu Hanbel'den gelen rivâyet onların iki farklı görüşte olduklarını
te'yid eder: Bir görüşlerinde Hanefîlere, bir görüşlerinde de Şâfiîlere
uyarlar.[734]
ـ3ـ
وعن ابن مسعود
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَرَأ
رسولُ اللّهِ
#:
وَالنَّجْمِ،
فَسَجَدَ فِيهَا
وَسَجَدَ
مَنْ كَانَ
مَعَهُ، غَيْرَ
أنَّ شَيْخاً
مِنْ
قُرَيْشٍ
أخَذَ كَفّاً
مِنْ تُرَابٍ
فَرَفَعَهُ
إلى جَبْهَتِهِ،
وقالَ:
يَكْفِنِى
هذَا. قالَ
ابْنُ مَسْعُودٍ:
فَلَقَدْ
رَأيْتُهُ
بَعْدُ قُتلَ
كَافِراً
وَهُوَ
أُمَيَّةُ
بْنُ خَلَفٍ[.
أخرجه الخمسة
إ الترمذي،
وهذا لفظ
البخارى .
3. (2769)- İbnu Mes'ud (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) Ve'nnecmi sûresini okudu ve secde-i tilâvette bulundu,
beraberindekiler de secde ettiler. Ancak, aralarında bulunan Kureyşli bir
ihtiyar yerden bir avuç toprak alarak alnına götürdü ve: "Bu bana
yeter" dedi.
İbnu Mes'ud der
ki: "Ben sonra bu herifin kâfir olarak öldürüldüğünü gördüm. Bu Ümeyye
İbnu Halef'di.[735]
AÇIKLAMA:
1- Buhârî'nin bir rivâyetinde, bu sûrenin ,
secde âyeti ihtiva eden ilk sûre olduğu belirtilir. Yine belirtilir ki, âyet
okunduğu zaman, Resûlullah'la birlikte orada bulunan müslümanmüşrik, inscin
herkes secdeye kapanmıştır. Müşriklerin de secde etmeleri, bazı âlimlerin
açıklamasına göre, âyette Lât ve Uzza gibi putların da zikredilmesi sebebiyledir.
2- Bu rivâyette, secdeden imtina eden
kimsenin Ümeyye İbnu Halef olduğu tasrîh edilir. Ancak başka rivâyetlerde,
bazan isim zikredilmez, bazan da Velid İbnu'l-Muğîre, Utbe İbnu Rebî'a ve Saîd İbnu'l-Âs'ın da isimleri
geçer. İbnu Hacer, Necm sûresindeki açıklamasında, İbnu Mes'-ud'un secdeden tek
kişiyi istisna etmesini, "kendi gördüğü kadarıyla" diyerek kayıtlar.
Yani başka rivâyetler, Ümeyye İbnu Halef'ten başka secdeye katılmayanları da
zikretmektedir. Aslında dört kişinin secdeye katılmamış olması daha kavî
ihtimaldir.
3- Hadise, Vâkidî'nin cezmen beyanına göre,
nübüvvetin beşinci yılında Ramazan ayında cereyan eder. Aynı yılın Receb ayında
da Habeşistan'a birinci göç vukûa gelmişti. Bu secde haberi Habeşistan'dakilere
"müşrikler müslüman oldu" şeklinde ulaşır ve geri dönerler. Ancak
gelince onları eski halleri üzere kâfir bulurlar, ikinci sefer göçerler.[736]
Necm
sûresindeki secde âyeti okunduğu zaman müslümanlarla birlikte müşriklerin de
secde etmeleri vakâsı, İslâmî kaynaklarda Garânîk hâdisesi olarak geçer. Bu
hâdise zaman zaman İslâm düşmanları tarafından İslâm aleyhine istismar
edilmiştir. Öyle ki bu hadiseyi ters yönde tamamen şahsî yorumlarla
romanlaştırarak İslâmî mukaddesâta
saldıran bir kitap, 1988-1989 yıllarında, dünyanın her tarafında sert
aksülamellere sebep olmuş, birçok insanların ölümleriyle sonuçlanan kanlı
hâdiselere yolaçmıştır.
Hâdisenin iç
yüzünü bilmenin gereğine inanıyoruz. Bu sebeple vakayı kısaca özetleyecek,
sonra da konu üzerine derinlemesine bir tahlil yazısını Prof. Dr. Suat
Yıldırım'dan iktibas edeceğiz. Vak'âyı özetlemede, birçok mevzuda olduğu
gibi, İbnu Hacer el-Askalânî'nin Buhârî
Şerhi Fethu'l-Bâri'yi esas alıyoruz.
İbnu Hacer,
Garânîk hâdisesi'ni Necm sûresinde değil Hacc sûresinde açıklar. Çünkü, bu
hâdiseyi istismar edenler Hacc sûresinin 52. âyetini kendilerine delil
yaparlar. Bu âyette bahsedilen meseleye Necm sûresiyle ilgili rivâyeti delil
gösterirler ve hatta Hacc sûresindeki mezkûr âyetin, Necm sûresinin tilâveti
sırasında şeytanın oyununa karşı Resûlullah'ı teselli maksadıyla nâzil olduğunu söylerler. Öyle ise iki ayrı
âyetin yorumu birleştirilerek tek bir neticeye varılmaktadır.
a) Hacc sûresinde şeytanın
peygamberlere vesvese atacağı ifade
edilmektedir.
b) Necm sûresine şeytan vesvese atmış, âyet
telkin etmiştir. Sonradan bu âyet çıkarılmıştır.[737]
Kur'an
muharreftir, iddia edildiği kadar mazbut değildir. İslâm düşmanlarının kısaca
demek istedikleri bu..
1- Hacc sûresindeki âyetin meâli: "(Ey
Muhammed)! Biz, senden evvel hiçbir resul, hiçbir nebi göndermedik ki o,
(birşey) arzu ettiği zaman şeytan onun dileği hakkında illâ (bir fitne) meydana
atmış olmasın. Nihâyet Allah, şeytanın
ilkâ edeceği (o fitneyi) giderir, iptal eder. Yine Allah, âyetlerini sâbit (ve
mahfuz) kılar. Allah (her şeyi) hakkıyla bilendir, tam hüküm ve hikmet
sahibidir" (Hacc 52).
2- Burada şeytanın peygamberlerin hepsine
verdiği fitneden, Peygamberimize vermiş olduğu iddia edilen fitne, Necm
sûresinin okunması sırasında 20. âyetle 21. âyet arasında telkin edilen bir
cümle olmalıdır.
19-20. âyet:
"(Allah'ı bırakıp taptığınız) Lât'ın, Uzzânın ve (bunların) üçüncüsü olan
diğer Menât'ın herhangi bir şey hakkında zerrece kudretleri var mı? Bize haber
verin?" (19-20. âyetler).
3- Şeytanın araya ilkâ ettiği söylenen
cümle: "Bunlar yüce kuğu kuşları
(yani tanrıçalar)dır ve elbette onların şefaatleri umulur."
4- Necm
sûresinin mevzumuzu ilgilendiren âyetlerinden bir kısmı (21-29.
âyetler).
"Erkek
sizin de dişi O'nun mu? O takdirde bu, insafsızca bir taksim! Bu (putlar) sizin
ve atalarınızın taktığınız adlardan başkası değildir. Allah onlara hiçbir
hüccet indirmedi. Onlar, kuruntudan ve nefislerin arzu ettiği hevâ ve hevesden
başkasına tâbi olmuyorlar. Halbuki andolsun, kendilerine Rabblerinden o hidâyet
(rehberi) gelmiştir. Yoksa insana her umduğu şeye nâil olma imkanı mı var? İşte
âhiret de dünya da Allah'ındır. Göklerde nice melek vardır ki, onların
şefaatleri bile hiçbir şeye yaramaz. Meğer ki o şefaat Allah'ın dileyeceği ve razı olacağı kimseler için ve ancak O'nun
izin vermesinden sonra ola... Hakikaten,
onlar âhirete îman etmezler, meleklere alabildiğine dişi adı takarlar. Halbuki
onların buna dair de bilgisi yoktur. Onlar kuruntudan başkasına tâbi olmazlar.
Kuruntu ise, hiç şüphesiz haktan hiçbir şeyi ifade etmez.
Onun için sen
(Habîbim) bizim zikrimize arka çeviren, dünya hayatından başkasını arzu etmeyen
kimselerden yüz çevirir" (Necm, 21-29).[738]
Garânîk
hâdisesi'ni anlatan rivâyet, -İbnu Hacer'in açıklamasına göre- bir çok tarikten
rivâyet edilmiştir. Bu rivâyetlerden bir tanesinin senedi sahih, diğerleri
zayıftır. Sahih sened Saîd İbnu Cübeyr'e aittir.[739]
Rivâyet şöyle:
"Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) Mekke'de Ve'nnecmi sûresini okudu.
"Lât'ın,
Uzzâ'nın ve üçüncüsü olan diğer Menât'ın herhangi bir şey hakkında zerrece
kudretleri var mı? Bize haber verin" âyetine gelince şeytan lisanına:
"Bunlar yüce tanrıçalardır ve elbette şefaatleri umulur" cümlesini
attı. Bunun üzerine müşrikler: "Bugüne kadar ilahlarımızı hiç hayırla yad
etmemişti" dediler. (Sûrenin sonundaki secde emri üzerine) Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) secde etti, onlar da secde ettiler.
Görüldüğü üzere
rivâyetin zâhiri, başta Resûlullah'ın ismet'i (ilâhî korunma altında bulunması)
olmak üzere pekçok islâmî esasa zıddır.
Bu sebeple birçok âlimler bu rivâyeti batıl
addetmiş ve reddetmiştir.
İbnu Hacer,
bunu "Hiçbir muteber aslı yok" diye mutlak olarak reddeden Ebû
Bekr İbnu'l-Arabî başta olmak üzere, hadisi
sened yönünden zayıflığı sebebiyle reddedenlerin görüşlerini
kaydettikten sonra, bu yaklaşıma katılmadığını belirtir. Der ki: "Bütün bu
mülâhazalar kaidelerimizle uyuşmaz. Zîra, bir rivâyetin senetleri sayıca artar
ve mahrecleri (ilk râvileri) de farklı olursa bu durum, rivâyetin muteber bir
asla dayandığına delil olur. Nitekim, onun üç senedinin es-Sahîh'in şartına
uyan mürseller olduğunu[740]
bu durumdaki hadislerin, mürsellerle amel edenler açısından delil olduğunu,
keza bunlar birbirlerini desteklediği için mürsel'le amel etmeyenlerin de amel
edeceği durumda olduklarını
belirttim. Durum böyle olunca rivâyette
kabul edilemiyecek hususu te'vil etmek gerekir. Bu rivâyette kabul edilmeyecek
cümle, "Şeytan Resûlullah'ın lisansına: "Bunlar yüce tanrıçalardır ve
elbette şefaatleri umulur" cümlesidir. Zîra bu cümlenin zahirine
hamledilmesi câiz değildir. Çünkü, Aleyhissalâtu vesselâm'ın Kur'ân-ı Kerîm'e
ondan olmayan bir şeyi âmmden veya sehven ilave etmesi muhaldir, mümkün
değildir. Zîra bu, hem onun getirmiş olduğu tevhide aykırıdır, hem de sahip
olduğu ismete (ilâhî korunma garantisine) aykırıdır."
İbnu Hacer,
bundan sonra ulemânın bu rivâyetle ilgili çok farklı te'villerini ve bu
te'villere arkadan gelenlerin kabul veya
red yönünden gösterdikleri aksülamelleri (tepkileri) kaydeder.
Bu tevillerden
birine göre: "Dendi ki: "Muhtemelen bunu, Resûlullah kâfirleri tevbîh
(yani hiç bu tanrıçaların şefaati olur mu? ma'nâsında) için söylemiştir."
Kadı İyâz: "Bu câizdir, yeter ki bu maksadla söylendiğine bir karîne olsun,
husûsen o zamanlarda namaz esnasında (Kur'an dan olmayan) kelam caiz idi"
der. Bakıllânî de bu te'vile meyletmiştir."
* Bir diğer te'vil: Yüce tanrıçalardan
(Garânîk) murad, meleklerdir. Kâfirler meleklere Allah'ın kızları diyorlar ve onlara tapıyorlardı. Bu
sebeple arkadan gelecek olan "Erkek sizin de dişi onun mu?" O
takdirde bu, insafsızca bir taksim" âyetiyle reddedilmeleri için hepsi birden "şefaatleri umulan
melekler..." ma'nâsında zikredilmiştir.(7) Müşrikler bunu işitince,
(sadece tapındıkları meleklere değil)
hepsine yani putlarına da hamlettiler ve: "Bizim ilahlarımıza tâzîmde
bulundu.." dediler ve bundan razı oldular. Allah Teâlâ hazretleri bilahare
(onların bu ters anlayışları üzerine o iki kelimeyi) neshederek âyetlerini tahkîm
etti (yanlış anlamalara karşı sağlam kıldı.)"
* Bir diğer te'vil: "Dendi ki:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Kur'ân-ı Kerîm'i tilâvet buyuruyordu.
Şeytan da O'nun uygun bir sektesini (âyet sonlarındaki durmalarını)
gözetliyordu. Mezkûr cümleyi, Aleyhissalâtu
vesselâm'ın nağmesini taklid ederek, yakınında bulunanın işitip ondan zannedip
yayacağı şekilde telaffuz edip söyledi. "Kadı İyâz buna: "Te'villerin
en güzeli" der ve ilave eder: "Bunun doğruluğunu, Buhârî'nin, İbnu
Abbâs'tan kaydettiği temennî kelimesinin tefsiriyle ilgili açıklama te'yid
eder.(8) İbnu Hacer devamla bu te'vili İbnu'l-Arabî'nin de güzel bulduğunu,
ayrıca âyet hakkında: "Bu âyet (Hacc 52) bizim mezhebimizde Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın kendisine nisbet edilen yakışıksız isnadlardan
tebriesinde nassdır" dediğini
belirtir. Yine İbnu Hacer'in iktibasına göre İbnu'l-Arabî şöyle der: فِى
اُمْنِيَّتِهِ
ibâresinin âyetteki ma'nâsı
"kırâatinde" demektir. Böylece Allah Teâlâ hazretleri bu âyette haber
veriyor ki, peygamberleri hakkında sünneti şudur: "Peygamberler bir söz
söylediği zaman şeytan kendi nefsinden bir şey ilave edecek olursa, Allah bunu
iptal edecektir."[741]
Bu şeytanın, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın kavline birşeyler
sokuşturduğuna delildir, Resûlullah'ın onu söylemiş olduğuna değil."
* Meseleye İslâm Peygamberi adlı kitabında
temas eden Muhammed Hamidullah'ın açıklaması da kayda değer. Yukarıda İbnu
Hacer'den kaydettiğimiz ilk te'vile uygun bir yorum yapar. Yani, müşriklerin
benimseyerek secde etmelerine sebep olan cümle, istifhâm-ı inkâri tarzında
söylenmiş, ancak soru eki olmadığı için müşrikler müsbet ma'nâda anlayarak,
putlarına da bir mevki verildiğini zannetmişler, memnun olmuşlardır. Metin
aynen şöyle:
"Müslüman
tefsirciler, umumiyetle, bu son iki "âyet" Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın tilâvet buyurduğu metinde yok idi. Ancak şeytan onu sokuşturdu ve
sadece müşriklere işittirdi. Resûlullah'ın tilâvet ettiği metinde, bu şeytânî
âyetin de bulunduğu kabul edilecek olsa bile, bunun izahı bir zorluk getirmez.
Öyle
anlaşılıyor ki, bu "âyetler" tanınıyordu ve dendiğine göre bu son iki
âyeti, birisi sese soru üslûbu katmaksızın, şaşırtıcı şekilde müsbet ve te'yid
edici bir tonla tilâvet etti."
Metinde soru edatı olmadığı için ma'nâ, "Bunlar yüce tanrıçalardır ve elbette
şefaatleri umulur" şeklinde anlaşılmıştır. Halbuki sesin tonu ile
"Bunlar yüce tanrıçalar olur mu? Hiç bunların şefaatleri umulur mu?"
şeklinde denmesi gerekirdi. Orada hazır olan putperestler, Muhammed
(aleyhissalâtu vesselâm)'in kendi putları lehine bir tâviz verdiğini zannederek
fevkalâde sevindiler. O kadar ki, Hz. Peygamber ibâdetini icra ederken secde
ettiği zaman Ka'be'nin önünde onlar da secde ettiler. Hz. Peygamber'in bu olup
bitenlerden haberi yoktu. Fakat bu yanlış anlamadan sonra bir yumuşama hâkim
oldu. Dedikodu Habeşistan'a kadar ulaştı
ve oradaki göçmenlerden bir kısmını geri dönmeye tahrik etti. Bu sırada
sis kalktı, mesele ortaya çıktı. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm),
vak'aya muttali oldu ve son derece üzüldü. Yeni bir âyet, durumu tashih ederek
işkâli kaldırdı: "(Allah'ı bırakıp taptığınız) Lât'ın, Uzzâ'nın ve
(bunların) üçüncüsü olan diğer Menât'ın herhangi bir şey hakkında zerrece
kudretleri var mı? Bize haber verin: Erkek sizin de dişi O'nun mu? O takdirde
bu, insafsızca bir taksim... Bu (putlar) sizin ve atalarınızın taktığınız
adlardan başkası değildir. Allah onlara hiçbir hüccet indirmedi. Onlar, kuruntudan ve nefislerin arzu ettiği hevâ ve
hevesten başkasına tâbi olmuyorlar. Halbuki andolsun kendilerine Rabblerinden o hidâyet (rehberi)
gelmiştir" (Necm 19-23).
Tâvizin
neshedilmesi zaten istikrarsız olan Mekke müslümanlarının vaziyetini daha da
ağırlaştırdı. Bunlardan büyük bir bölümünün, yaban diyarlara gitmek üzere şehri
terketmek gerektiği kanaatine varmış olmaları bizi şaşırtmaz.
Kaydedilen bu
birkaç te'vilden anlaşılacağı üzere, İslâm âlimleri, meseleye farklı yorumlarla
yaklaşmışlardır. Mevzuun şahsî yorumla değil, başka âyet ve hadislerden elde
edilecek delil ve karînelerin aydınlığında yapılacak yorumla açıklanması
gerekir. İslâm ulemâsı böyle hareket
etmiştir.
[Meselenin
günümüzde dünya çapında bir polemik konusu yapılmış olması sebebiyle, bu
polemiklere cevap sadedinde, günümüzün bir yetkilisi tarafından yapılan tahlili
aynen kaydediyoruz. Meseleye ilgi duyanların bununla mutmain olacaklarını
umarız. [742]
1- Hacc sûresinin 52. âyet-i kerîmesini
bazıları yanlış anlayıp, şeytanın vahye müdahale ederek, peygamberlerin, vahye
aykırı söz ilave etmelerine sebep olduğu ma'nâsını çıkarmış, ayrıca uydurulmuş
bir hadise ile de irtibat kurarak meseleye, İslâm'ın vahy itikadına uymayan bir
mahiyet kazandırmışlardır. Bazı müsteşrikler ise, bu asılsız rivâyeti, Kur'ân âyeti derecesine
çıkarmak sûretiyle, vahyin, öyle müslümanların inandığı kadar kesin olmadığı,
Kur'ân'dan çıkarılan âyetler de bulunabildiği, dolayısıyla tahriften
büsbütün mâsun olmayabileceği şüphesini
uyandırmak istemişlerdir. Biz, önce bu âyetin normal olarak ifade ettiği
ma'nâyı açıklayacağız. Fakat âyetlerin çoğu gibi, bu âyetin de ma'nâsını daha
iyi anlamak için sibak ve siyâkı ile beraber mütalaa etmek, yani onu vârid
olduğu muhtevaya yerleştirmek gerekli olduğundan Hacc sûresinin, bir bütün
teşkil eden (42-55. âyetler) kısmını gözönünde bulunduracağız."[743]
"Bu pasaj,
tevhid tarihine seri bir resm-i geçit yaptırarak, peygamberlerin
(aleyhimusselâm) tebliğleri karşısında, inkârcı güruhların her devirde görülen
ve herkese mâlum olan tutumlarını nakleder. Bundan ibret alınması lüzumunu
vurgular. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ilâhî emirleri tebliğ
etmesi karşısında müşriklerin çeşitli
mugâlatalar ile mücadele edip, onun
maksadına uymayan birtakım şeyler yayarak,
ahaliyi kendisinden uzaklaştırmak istediklerine işaret eder. Sonra sözü
Mekke müşriklerine getirerek onların Hz. Peygambere: "İşte inanmıyoruz,
doğru isen bizi derhal imha ediver bakalım!" demelerine karşı,
Allah'ın kendilerine mühlet verdiğini,
îman edip makbûl işler yaparlarsa kendilerini ebedî mükâfaatın beklediğini, yoksa hak dîni yok etme gayretlerinin faydasız olup
kendilerini cehenneme sürükleyeceğini bildirdikten hemen sonra bu âyete yer
verir. Gönderilen o peygamberlerin bildirdikleri ilâhî buyrukları, cin ve ins
şeytanlarının tepki ile karşıladıklarını, onları saptırmaya çalıştıklarını,
fakat Allah Teâlâ'nın onların bu karartma ve engelleme teşebbüslerini
giderip âyetlerinin tesirlerini sağlamca
yerleştirdiğini, bunun da imtihan hikmetiyle yapılıp, Allah'ın gerçek
mü'minlerle münafıkları ortaya çıkarmak istediğini bildirir. Bu kısmın meâli
şöyledir:
42- "Eğer
bunlar seni yalanlıyorlarsa (bil ki) bunlardan önce Nuh, Âd ve Semud kavmi de
yalanlamıştı. 43- İbrahim'in kavmi, Lût'un kavmi de (yalanlamıştı). 44- Medyen
halkı da (yalanlamıştı); Mûsa da (yalanlanmıştı) Bende kâfirlere (yola gelirler
diye) mühlet verdim, sonra onları yakaladım. (Bak), benim onları reddim nasıl
oldu! 45- Halkı zulmederken helâk ettiğimiz nice memleketler vardır ki
duvarları (alta yıkılan) tavanlarının üstüne çökmüştür. Nice kullanılmaz olan
kuyu ve nice ıssız kalmış sağlam köşk vardır! 46- Hiç yeryüzünde gezmediler mi ki (kendilerinden önce
mahvolanların yerlerini görsünler de) düşünecek kalpleri, işitecek kulakları
olsun (akılları başlarına gelsin, hak sözü işitsinler). Zîra gözler kör olmaz
(çünkü gözlerin körlüğü geçici bir görme yetersizliğidir) fakat asıl
sînelerdeki kalpler kör olur. 47- Senden azabı çabucak istiyorlar. Allah
sözünden caymaz (bir süre gecektirse de
mutlaka dediğini yapar, acele etmez). Rabb'ın yanında bir gün, sizin
saydıklarınızdan bin yıl gibidir. 48- Nice ülke var ki zulmederken ona biraz
mühlet vermişiz, sonra onu yakalamışızdır. (Sonunda) dönüş ancak banadır. 49-
De ki: "Ey insanlar ben sizin için ancak apaçık bir uyarıcıyım." 50-
İnanıp iyi işler yapanlar için mağfiret ve bol rızık vardır. 51- Âyetlerimizi
red ve iptal etmek için onları kabul edenlere karşı yarışa girenlere gelince,
onlar da cehennemin halkıdır. 52- Senden önce hiçbir resûl ve nebî
göndermemiştik ki o, (birşey) arzu ettiği zaman, şeytan onun arzusuna (karşı
çıkıp, onu meşgul ve me'yus edecek bir düşünce) atmış olmasın. Fakat Allah
bilendir, hikmet sahibidir. 53- Allah böyle yapar ki şeytanın attığını,
kalplerinde hastalık olanlar ve kalpleri
katılaşmışlar için bir imtihan yapsın. Zalimler gerçekten, haktan uzak bir ayrılık
içindedirler. 54- Ve kendilerine ilim verilmiş olanlar da onun (Kur'ân' ın)
Rabbi'nden gelen hakikat olduğunu bilsinler de O'na inansınlar, böylece
kalpleri ona saygı duysun. Şüphesiz ki Allah, mü'minleri mutlaka doğru bir yola
iletir. 55- İnkâr edenler ise, ansızın o saat (kıyâmet veya ölüm) kendilerine
gelinceye, yahut o kısır (hayrı dokunmaz) günün azabı kendilerine gelinceye
kadar o Kur'ân dan yana kuşku içinde devam edeceklerdir" (Hacc, 42-55).
Hacc sûresinin
52. âyetinde geçen temennâ, "Takdir etmek, içinden kurmak (Âlusî,
17/33)" demektir. Kamus sahibi:
"Bir şeyi dilemek, ummak, muhayyilede takdir ve tasvir etmektir" der.
Bu isim Rağıp el-İsfehânî'nin bildirdiğine göre ümniyye olup (Müfredat, s.
476). "Temennîden ötürü hayalde (nefste) hâsıl olan sûret" ma'nâsına
gelir. Temennî'nin ikinci ma'nâsı: "Okumak, kıraat etmek" olup;
ümniyye ise kırâat ma'nâsına gelir. Ebû Müslim bu iki ma'nâyı şöyle
irtibatlandırıyor: "Zira okuyan
kimse, içinden harfleri takdir eder
(ölçüp biçer), zihninde canlandırır (tasavvur eder) ve derken yavaş yavaş
telaffuz eder" (Âlusî 17/33).[744]
Türkçemizde de
bulunan ilk ma'nâya alınırsa âyet şöyle tefsir edilir: Her peygamber, kavminin
ilâhî hidâyete tâbi olup, kötülüklerden kurtularak dünya ve âhiret saadetine
erişmelerini şiddetle arzu eder. Hatemu'l-Enbiya (s.a.s.) bütün insanlığa
gönderilen mutlak resûl olduğundan, bütün insanların hak yola girmelerini, kendisini yiyip tüketecek derecede arzu
ediyordu. ("Onlar îman etmiyor diye sen, her halde kendini yiyip
tüketeceksin" Şuara 3). Onun bu yönde ilerlemesine karşı şeytanda birtakım engeller koymak ister
durur. Cinnî şeytan, ins şeytanlarına telkinatta bulunup bu hususta müşterek
hareket ederler. En'âm 121: "Şeytanlar, siz mü'minlerle mücadele
etmelerini sağlamak için dostarı (ins şeytanları)na telkinatta
bulunurlar." Buradan, Nadr İbnu el-Hâris gibi ins şeytanları da
anlaşılabilir. Zîra o da vahiy ile bildirilen şeylere benzer şeyler uydurup
vahye şüpheler atmak, böylece kavmini
İslâm'dan alıkoymak istiyordu (Âlusî, 17/175).
Böylece şeytan,
insanların kalplerine şüphe atarak, halkı, resûllere karşı koymaya çağırır.
Yahut resul, kavminin hidâyetini temennî edip hırsla çalışırken, şeytan O'nu
ümitsizliğe düşürmek için vesvese verir. O'nu maksadından caydırmaya çalışır.
Kur'ân-ı Kerîm, şeytanlara uyanların yaptıkları işleri bazan şeytanlara izâfe
eder. Zira sebebiyyet münasebeti vardır.
Dine davetinin
başlangıcında Peygambere inananlar az, küfür tarafı ise sayı ve maddî imkan bakımından
çok güçlü olduğundan şeytan, haklı olanların, sayıca çok olanlar olduğu
telkininde bulunur, hatta "haklı olsa Allah onu üstün kılardı" diye
Allah Teâlâ'nın da kendi tarafında olduğu vesvesesini verir. Bu durum, bir
taraftan müşrikler, bir taraftan mü'minler hakkında bir fitne (yani imtihan)
olur,. Fakat neticede Cenâb-ı Allah, sabreden îman ehlini te'yid ederek,
peygamberlerin arzularına karşı şeytanların ortaya attıklarını giderip,
peygamberlerin tebligâtının hak ve hakikat olduğunu izhar eder. Şeytanın ye'se
düşürmek üzere vesvese verdiği peygamber, ilk anda vesveseye maruz kalsa da,
"ismet" vasfı vesvesesinin karşısına çıkar, yani Allah'ın verdiği
"günahtan korunmuşluk" vasfı ile şeytanın vesvesesini iptal edip boşa
çıkarır (M. T. İbn Âşur, Tefsîru't-Tahrîr, 17/299-300). Mü'minlerin
kalplerinden şeytanın şüphelerini nesh edip, vahdâniyet ve risâletin
hakkâniyetini bildiren âyetleri onların kalblerinde muhkem kılar, kâfirler ve
münâfıklar ise küfür ve şüpheleri içinde kalırlar.
Âyet-i Kerîme,
bu vetîrenin bütün tevhid tarihinde, istisnasız olarak tekrarlandığını
bildirerek Hz. Peygamberi ve mü'minleri teselli etmektedir (Krş. A.H. Aksekili,
Hatemu'l-Enbiya Hazretlerine İsnad Olunan En Çirkin İftirânın Reddiyesi, s.
61-67; İbn Âşur, Tefsiru't-Tahrir, 17/300-301).
Âyetlerin
ma'nâsını tevcih hususunda birkaç görüş daha varsa da bu âyetteki umum ta'lil,
risâlete hakkını vermek gibi üç husus dikkate alınınca, isabetli tefsirin ancak
bunlar olduğu tezâhür eder (Aksekili, s. 69). Bu îzahda ne lisan kaidelerine,
ne de itikad esaslarına aykırı bir taraf yoktur. Bu ma'nâ zorlamasız, münsecim
olarak âyetin fasih ifadesinden ortaya çıkan ma'nâ olup, ayrıca bir hikâye
uydurmak sûretiyle boşluk tamamlama ihtiyacı göstermez (İbn Âşur, 17/303).[745]
Temennî'nin ikinci
ma'nâsı okumaktır (İbn Âşur, bu ma'nâdan ve bunun şahidi olarak Hassan İbn
Sâbit (r.a)'e nisbet edilen beytin ona mensub olduğundan şüphesini izhar eder).
Elka, "birşeyi elinden atmak" demek olup, bozmak kasdıyla halk içine
bir şey atmak ma'nâsıyla vesvese hakkında istiâre olunmuştur. Nitekim
"elkaytü fi hadîsi fülânin" deyimi, "söylenenin maksadına aykırı
olmakla beraber lafzın az çok muhtemel olduğu şeyi sözüne karıştırdım"
yahut "netice itibariyle bu demektir" diyerek, "söylemediği bir
şeyi ona mal ettim" demektir. (Hak yolun karşısına çıkanlar, insanları
saptırmayı kendilerine iş edinirler, onlar şüpheye uyup, şüphe uyandırmak için
çabalar dururlar. Sapkınların kalplerine bunları atanlar (ilkâ edenler)
şeytanlar olduğu için bu sebebiyyet alâkasından ötürü onların yaptığı iş,
şeytanlara izafe edilebilir.)
Mesela şeytanların
kulaklarına üflemeleriyle müşrikler, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
Kur'ân âyetlerini tebliğ ettikçe, bâtıl bir şekilde onu redde çalışıyorlardı.
2- Şimdi meselenin diğer tarafına geçelim:
Cenâb-ı Allah
Necm sûresinde putları tahkir etmek üzere şöyle buyurur: 19- "Baksanıza şu
Lât ve Uzzâ'ya. 20- Ve üçüncüleri olan öteki (put) Menât'a. 21- Demek erkek
size, kadın Allah'a öyle mi? 22- O halde bu insafsızca bir taksim! 23- Onlar (o
putlar) sizin ve babalarınızın (tanrı) diye isimlendirdiğiniz (boş, medlûlsüz)
isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar(ın tanrılığı hakkında) hiçbir
delil indirmemiştir. O putlara tapanlar sırf zanna ve nefislerinin alçak
hevesine uyuyorlar. Halbuki onlara, Rabb tarafından yol gösterici gelmiştir.
24- Yoksa her arzu ettiği şey, insanın kendisinin mi olacaktır? 25- Son da, ilk
de (âhiret de dünya da) Allah'ındır. 26- Göklerde nice melek var ki onların
şefaati hiç bir şeye yaramaz, meğer Allah'ın dilediği ve razı olduğu kimseye
izin verdikten sonra olsun (ancak o zaman şefaatin faydası olur). 27- Âhirete
inanmayanlar, meleklere dişilerin adlarını takıyorlar. 28- Onların bu hususta
bir bilgileri yoktur, sadece zanna uyuyorlar, zann ise hak olan (ilmin) yerini
tutmaz" (Necm, 19-27).
Bu pasaj, sadece
putları ve putperestliği tahkir eden, bütünlük arzeden, unsurları arasında
kopukluk olmayan insicamlı bir metindir. Kısaca söyleyecek olursak burada
putlar ve putperestler, putların kız sûretinde tasvir edildiğide tasrih
edilerek, yedi yerde açıkça tahkir edilmiştir. Şöyle ki:
a) Efe raeytüm[746]
ile yapılan tahkir. Zîra bu tâbir, peşinden gelen şeyi reddetmek için yapılan
bir girizgâhtır.
b) Esmâün semmeytümûhâ ile kuru isimler,
medlûlü olmayan sadece müşriklerin vehimlerinde varlığı bulunan putlar
kastedilir.
c) Allah, onları tanrılaştırmaya hak
verdirecek hiçbir delil bildirmemiş, hiç bir yetki vermemiştir.
d) "Demek erkek size, kadın Allah'a
öyle mi?" istihzası.
e) Sırf zanna ve alçak hevese uydukları
ittihamı.
f) Makbul varlıklar olan meleklerin bile,
Allah'ın izni olmadıkça, şefaatlerinin fayda vermediği.
g) Meleklerin dişi olduğunu söyleyenlerin
âhirete inanmadıkları.
Efe raeytüm
ile, müşriklerin mâbudlarının hakirliği, akîdelerinin sakimliği gösteriliyor.
Hitap Kureyş'e yapılmaktadır. Yani "Sırf ilahî vahy olan bu kelamı
dinledikten, sahibinizin (arkadaşınızın) Mi'râc'ta gördüklerini duyduktan
sonra, şimdi söyleyin gördünüz o Lât ve Uzzâ'yı, hem üçüncü put Menât'ı
(Elmalılı H. Yazır, 6/4591). ".Bu
beyandan sonra, siz de o taptığınız muhtelif putları ve geriliklerini gördünüz
değil mi? Şimdi haber verin bakalım, size erkek, O'na dişi öyle mi!"
Müşrikler putlarına müennes (dişi) isim takarlardı. Onlar "putlar, ilâhî
kuvvetlerin, melâikenin sûretleridir, melâike ise Tanrı'nın kızlarıdır, biz
onların sûretlerini yapıp dişi isimleri vererek onlara perestiş etmekle
kendilerini Allah indinde şefaatçi ediniriz" sanıyorlardı.
"O halde bu,
insafsızca bir taksim!" Allah'a çocuk isnad etmek, haddi zatında büyük bir
zulümdür. Fakat müşrikler, kendilerinin kız babası olmalarını eksiklik sayarak,
kız istemedikleri, hatta öldürdükleri halde, kızları Allah'a tahsis etmekle,
kendi vicdanlarına karşı, tâzim eylemek istedikleri Mabud'u tahkir etmiş, O'na
karşı büyük haksızlık etmiş oluyorlardı"[747]
3- Aslında ilgisi olmadığı halde, bu Garânîk
meselesi ile ilgisi kurulan sahih bir rivâyet vardır Buhârî'de İbnu Abbâs
(radıyallâhu anh)'ın şöyle dediği nakledilir: "Necm sûresini okuyunca Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) secde etti, onunla beraber müslümanlar ve
müşrikler, cinler ve insanlar da secdeye vardılar"[748],
başka bir tarikten buna benzer bir rivâyette bulunur, fakat mazmûnu Necm
sûresinin okunmuş olup, orada bulunan herkesin secde ettiğidir.
Bu secde şöyle
îzah edilir: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), Cenâb-ı Allah'ın, sûrenin
son âyetindeki emrini tutarak secde edince, müşrikler de kendi mabudlarına ta'zîmen secde etmişlerdir
(İzmirli İsmail Hakkı'dan naklen Aksekili, s. 46-47). Secdeye kapanmaları, Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in bir mûcizesi de olabilir. Yahut, Kur'ân-ı
Kerîm'in müessir üslûbu, yüce hakikatleri, hele Resûlullah'ın mübârek
ağızlarından okununca, muazzam bir tesir
gücü kazanmış olmasıdır.
4- Garânîk Kıssası:Taberî, M. İbn Kâb
el-Kurazî, Ebû'l-Âliye, Saîd İbn Cübeyr, İbn Abbâs, Dahhâk, İbn Şihab'dan özeti
şu olan bir kıssa nakleder[749].
Biz, el Kurazî'den gelen nakli ana hatlarıyla zikredelim:
Resûlullah,
kavminin yüz çevirdiğini görünce bu, O'na çok ağır geldi. Allah'dan kavmi ile
kendisini birbirine yaklaştıracak bir şey inmesini temennî etti. Cenâb-ı Allah
Necm sûresini indirdi. O da okudu وَمَنََاةَ
ثَالِثَةَ
اُْخْرَى âyetine gelince, şeytan, gönlünden geçirip de
kavmine getirmek istediği şeyi onun lisanına atıverdi. تِلْكَ
الْغَرَانِيقُ
الْعُلَى واِنَّ
شَفَاعَتَهُنَّ
لَتُرْجَى (Bunlar
yüce kuğu kuşları (tanrıçalardır) ve elbette onların şefaatleri umulur.)
Kureyşliler bunu işitince sevindiler ve onu dinlemek üzere yaklaştılar.
Mü'minler de Rab Teâlâ'dan gelen şeyi tasdik ettiler, Peygamberi bir hata veya
vehimden ötürü ittiham etmediler. O, sûreyi bitirince secde etti. O'nun secde
ettiğini gören müminler de O'nun getirdiğini tasdik ederek secde ettiler.
Mesciddeki müşrikler de secde ettiler. Velîd İbn Muğîre hariç, herkes secde
etti. Secde haberi Habeşistan'a hicret etmiş müslümanlara da ulaştı. Bir kısmı
orada kalıp, bir kısmı Mekke'ye hareket ettiler. Sonra Cibrîl gelip: "Ya
Muhammed, ne yaptın, Benim Allah'dan getirmediğim şeyi söyledin!".
Resûlullah üzüldü. Allah'tan korktu. Allah bu âyeti (Hacc, 52) indirerek onu
teselli etti, şeytanın ilkâ ettiğini neshetti"[750].
5- Rivâyetlerin Tenkidi:
A) Muhteva yönünden tenkidi (dahilî tenkit).
Bu rivâyeti, ihtiva ettiği tenâkuzlardan ötürü kabul etmek mümkün değildir.
Zira:
a) Daha önce gerek Hacc, gerekse Necm
sûrelerinde geçen mezkûr iki âyetin tefsirini nakletmiştik. Bu hâdise, onların
muhtevaları, sibaksiyakları ile uyuşmaz. Özellikle Necm sûresi, naklettiğmiz
pasajında belirtmiş olduğumuz yedi unsuru ile şirki iptal etmişti. Bu ortam
içinde, putları yücelten bir söz, girecek yer bulamaz, kabulü mümkün olamaz.
Faraza söylense
bile, müşrikler nasıl olur da buna kanardı? Hakaret üstüne hakaret yağdırırken, öven bir cümle ne ifade
ederdi ki?[751] Hiç
merak etmeyelim, Peygamberimizin muhatabı şedid müşrikler, böyle bir sözle
havalanmaycak kadar davalarınabağlı, şüpheci ve radikal idiler. Böyle bir sözün
burada söylendiği farzedilirse, asıl düşünülecek tevcih, diğer yedi unsura
ilaveten, onu sekizinci bir hakaret ifadesi saymaktır. Yani, başta bir istifham
hemzesi takdir edilerek: أَتِلْكَ
الْغَرَانِيقُ
الْعُلَى وَإِنَّ
شَفَاعَتَهُنَّ
لَتُرْجَى "O
dişiler (tanrıçalar), onların şefaatleri umulacak ha! Yuh olsun sizin
aklınıza!" (Razî, Mefâtihu'l-Gayb, Hacc 52 Tefsiri, 6/249'da bu ihtimali
bildirmekle beraber isabetli bulmaz).
b) Cenâb-ı Allah, bu kısa Necm sûresinde,
şeytanın sözünün âyet olarak girdiği iddia edilen kısmın önünde ve sonunda, bu
hikayeyi tam iptal edecek hakikatleri yerleştirmiştir. Red ve iptal edici yedi
unsuru, daha önce zikretmiştik. Şimdi de, vahy hakkındaki şu kuvvetli teminatı
hatırlatalım: Bu sûrenin baş tarafından (Necm, 2-4) مَا
ضَلََّ
صَاحِبُكُمْ
وَمَا غَوَى وَمَا
يَنْطِقُ
عَنِ
الْهَوَى
إِنْ هُوَ اَِّ
وَحْىٌ
يُوحى "Şaşırmadı
sahibiniz, azıtmadı da. Ve hevâdan söylemiyor. O, sade bir vahiydir, ancak
vahyolunur." Ne aldanır, ne aldatır, o kendi re'y, arzu ve temennîsinden
söylemez.
c) Hz. Peygamber tarafından böyle bir şey
söylenmesi, risâlete aykırıdır. Zira böyle bir sözü kasden, cebren veya sehven
söylemiş olabilir, başka bir ihtimal yoktur. Kasden söylemek küfürdür, câiz
değildir. Peygamberin gönderilmesinin sebebi putları övmek değil, kötülemektir.
Şeytanın cebren söyletmesi de mümkün değildir. Zira Cenâb-ı Allah, şeytana: "Benim
kullarım üzerinde senin bir yetkin yoktur" (Hicr, 42) âyetinde mü'minler
üzerinde sultası olmadığını bildirmiştir. Şeytan mü'min kulları bile icbar
edemezse Peygamberi hiç edemez. Sehiv ve gafletle söylemiş olması ihtimali de
merduttur; zira tebliğ halinde O'nun hakkında gaflet caiz değildir. Câiz olsaydı, O'nun söylediklerine itimad
kalmazdı. Ve çünkü vahyedilen Kur'ân hakkında Cenâb-ı Allah:
"Kur'ân'a
bâtıl, ne önünden ne ardından yol bulamaz" (Fussilet, 42); keza
"Kur'ân'ı ben indirdim ve onu ben muhafaza edeceğim" (Hicr 9)
buyurmuştur.
Diğer taraftan,
daha birçok âyet, Hz. Peygamberin risâlet ve tevhid hususunda son derece
kararlı olup, müşriklere azıcık bir meyil dahi göstermediğini bildirmektedir.[752]
6- Rivâyet Cihetinden Tenkidi:
Rivâyet
yönünden bu vakâ uydurmadır. Bir çok muhakkik bu kıssayı reddetmişlerdir.
El-Beyhakî: "Bu kıssa, nakil bakımından sâbit değildir" demiştir.[753]
Kadı İyâz: "Sahih hadisleri rivâyet eden hiç bir kitabın bunu
nakletmemesi, hiçbir sîkanın bunu sahih ve muttasıl bir senetle rivâyet etmemesi, çürüklüğünü göstermeye kâfidir.
Nakledenler sadece tuhaf şeylerle oyalanmayı âdet edinen bazı tefsirciler ile
tarihçilerdir"[754].
Es-Süheylî: "Bu hadis, sâbit değildir" diyor[755].
Beydavî, Neysabûrî, Ebû's-Suûd, Ebû Mansur el-Maturidî, İbn Kesîr, Nevevî,
Bedreddin Aynî, el-Hazîn, Hatîb Şirbinî, Ebû's-Suûb, Âlusî tefsirlerinin Hacc,
52 âyetinde dair yaptıkları açıklamalara). Rivâyetin bir aslı olabileceğini
düşünenler arasında İbnu Hacer ile İbrahim el-Gürânî bulunmaktadır.
Bazı rivâyet
ehlinin bu kıssaya inanmasını nazıl îzah etmeli? Secde gerçeğine sebep arama,
Kureyş'in Hz. Peygamberin kıraatinin etkisi ve Kur'ân'ın büyüleyici üslûbunun
tesiri altında yaptığı secdeye bahane olarak ileri atmış olabilecekleri sözün
şâyialanması, keza Hz. Peygamberin kavminin hidâyete gelme arzusu, şeytanın işi
karıştırıp Hz. Peygambere vesvese vermesi, Habeşistan'a gidenlerin dönmeleri.
gibi olaylar Hicrî asır başlarında bir araya gelerek bir kıssa halinde
birleştirildiği, bazı tarihçiler ve tefsirciler de, boş bulunup araştırmaksızın
kabul psikolojisi içine girdiler denilebilir.[756]
Bu konuda daha başka tevcihler de yapılmıştır:[757]
A.H. Aksekili,
rivâyeti tenkid ederken şeytanın sözünün onbeş ayrı şekilde rivâyet edildiğini
bildirip bunları ayrı ayrı sıralar[758].
Rivâyetlerdeki bu ızdırabı, uydurma olduğunun delili sayar. Daha sonra ise
râvilerdeki ızdırabı ele alır. Râvilerin, bu sözün gâh Resûlullah'ın namazda
olduğu, gâh Kureyş'in nâdilerinde olduğu sırada, veya namaz kılarken uyuklamış,
uyurken ağzından kaçıvermiş tarzlarında onbir çeşit anlatım ile
naklettiklerini, birinin bir türlü, öbürünün başka türlü söylemesinin de
meselenin uydurma olduğunu göstereceğini ifade eder (s. 22). Ona göre bu,
Tâbiun devrinden sonra uydurulmuştur. Keza Aksekili, İbn Abbâs'a mal edilen bu
konudaki sekiz sebeb-i nüzûl rivâyetini inceleyerek, bu ızdırabın da rivayeti
çürüttüğünü beyan eder (s. 26).
Konuyu dikkatli
şekilde inceleyen muasır müellif Mevdûdî ise tarihî bakımdan şu tenkidleri öne
sürer:
1- Muteber tarihi kayıtlara göre, Habeşistan'a
ilk hicret bîsetin 5. yılında Receb ayında olmuştur. Hikâyeye göre, sulh
haberini öğrenip dönenler, gittikten sadece üç ay sonra, yani aynı yılın şevval
ayında dönmüş oluyorlar.
2- Hikâyeye göre bu sözü söylediğinden ötürü
Resûlullah'ı itab eden İsrâ 73-75 âyeti inmişti. Halbuki İsrâ sûresi Mi'râc'ı
müteakip inmiştir. Mi'râc ise bîsetin 11 veya 12. yılında vâki olmuştur. Buna
göre uyarmanın 5-6 sene bekledikten sonra yapılmasını kabul etmek tuhaflığına
düşülür.
3- Teselli etmek üzere indiği bildiren Hacc,
52. âyeti Hicrî birinci yılda inmiştir. Buna göre teselli de, uyarma ve
tekzibten 2-2.5 yıl, olayın üzerinden ise 9 yıl kadar zaman sonra olmuş olur.
Bunu kim kabul edebilir?
4- Hem niçin tekzîb ve teselli için gelen
âyetler, bizzat Necm sûresine ilave edilmeyip ayrı ayrı sûrelere yama olarak
eklensin? Halbuki bu âyetler, -daha önce gördüğümüz üzere- muhtevâlarıyla tam
insicamlı olup, yama intibaı uyandırmazlar.
5- Muâsır Tunuslu müfessir M. Tahir İbn
Âşur, bu garânîk kıssasını maharetle reddettikten sonra hülasa ederken der ki:
"Bu kıssayı, müşriklerin Necm sûresini dinledikten sonra secde ettiklerini
bildiren sahih haberle birleştirmek, bazı müelliflerin karıştırmalarından
ibarettir. Keza bu kıssayı Hacc sûresi ile birleştirmek de öyledir; Mekke'de ilk
nâzil olan sûrelerden bulunan Necm sûresi ile, bir kısmı Medine döneminin
başlangıcında, bir kısmı Mekke döneminin sonlarında inen Hacc sûresi arasında
pek uzun bir zaman vardır. Keza Habeşistan'a hicret edenlerin dönmesi ile
birleştirmek de fantaziden ibarettir. Necm sûresinin inmesi ile Habeşistan'dan
dönme arasında nice seneler vardır.[759]
Hâdise şöyle olmuş olabilir: İslâm'ın başlangıcında müşrikler arasında yayılmış
bir şâyia, Mekke'de İbnuz Ziba'râ gibi[760]
cahil alaycıların uydurmalarındandır. Necm sûresinde Lât, Uzzâ ve Menât'ın
anılmasını halk içine fitne sokmak için fırsat bilmişlerdi. Necm sûresini
seçmelerinin sebebi şu idi: Zîra Kâbe'de okunduğu sıralar onlar da orada
bulunuyorlardı ve secde etmişlerdi. Allah Teâlâ'nın, nebîsi için mûcize yaptığı
o secdelerine mazeret olsun diye, bu sözü uydurmuşlardı"[761].
6- İbnu'l-Kelbî (Ö. 204) Kitâb'ul-Asnâm
(Putlar kitabı) adlı kitabında, cerh ve ta'dil kaidelerini de tatbik
etmeksizin, putlarla ilgili her türlü haberi toplayıp naklettiği halde bunu
zikretmez. Buna mukabil cahiliyye Araplarının Ka'beyi tavaf ederken "Lât
hakkı için, Uzzâ hakkı için! üçüncüleri
Menât hakkı için! Onlar yüksek kuğular (dişi tanrıçalardır), onların
şefaatlerine ümit bağlanabilir" derler[762].
Yakut el-Hamevî
de Mu'cemu'l-Büldân adlı ansiklopedik coğrafya lügatında Uzzâ'yı
anlatırken (4/116-118) müşriklerin bu sözlerini nakleder. Bu son iki
cümle, Garânîk rivâyetinde, şeytanın Peygamberimize söylettiği iddia edilen
sözün aynısıdır. Büyük ihtimal Garânîk kıssasının menşei, müşriklerin bu sözleridir.[763]
"Demek ki Garânîk teşbihi, Peygamberden evvel söylenegelmiş bir sözdür.
Muhtelif şekillerde söylenmiş olması da buna delâlet eder. O halde bu söz, esas
itibariyle müşriklere bir ilkâ-i şeytânîdir."
7- Bunca tutarsızlığına rağmen, bu Garânîk
kıssasını, vahy ve nübüvvet akîdesine
gölge düşürmeye elverişli bulmaları sebebiyle gerçek kabul eden müsteşrikler,
gerçekten acınacak bir ilmî sefalet sergilemektedirler. W. Muir, R. Dozy,
Brockelmann, Nöldeke, Blachere, M.
Gadefroy-Demombynes, M. Watt bunlar arasındadır. İşte peşin hüküm,
aleyhtarlık irtikab etmeyeceği tenâkuzlara düşmekten, zekâları ve ilmî
maharetleri kendilerini koruyamamıştır.(14) Bununla beraber müşteşriklerin ele
aldıkları hemen her meselede olduğu gibi, bu mevzuda da, içlerinden bu hususta
hakkı teslim edenleri çıkmamış değildir. Ezcümle -bir çok mevzuda garazkâr ve peşin hükümlü-
olan L. Caetani, isabetli tahlille bu hikayenin uydurma olduğunu açıklamıştır:
"(...) Çünkü bunu uyduranlar, iki büyük gayri tabiîliği
ve tezadı bertaraf
edememişlerdir. Yalanın bacağı kısadır.
Yukarıki hadislerin hepsi isbat etti ki Muhammed ile Kureyşliler arasındaki
ihtilaf, Kureyşlilerin düşmanlığı karşısında müslümanlar muhacerete mecbur
olacak kadar şiddetlidir. Şimdi tetkik etmekte olduğumuz hikayeyi bize nakleden
mühaddislerin sözlerine inanırsak, müslümanlar birkaç Kur'ân âyetini alenen
okurlarsa gâyet şiddetli fena muameleye maruz kalıyorlardı. O halde Muhammed'in
bütün Kureyşliler önünde koca bir sûreyi baştan aşağı okuması, Kureyşlilerin de
ne söyleyeceğini bilmeden dînî bir
dikkat ile kendisini dinlemeleri ma'nâsız olmaz mı? Bundan başka, bu hikaye
iyi düşünülmüş de değildir. Muhammed şeytanın talim ettiği âyetleri okuyor ve bunların ma'nâlarını
anlamıyor, yahut başka âyet bilmiyor gibi görünmektedir." (Caetani, İslâm
tarihi, 2/264-265). Keza şöyle der: "Muhammed hakiki bir devlet adamı idi,
kendisinde gâyet ince bir fikr-i siyasi vardı. İnsanlarla müzâkerede, insanları idarede fevkalade maharet sahibi
idi. Üç puta karşı ibadeti muvakkaten
kabul etmek gibi, kaba hataların O'ndan sâdır olması gayri kâbildir. Çünkü bu
hareket, geçmiş senelerin cesur çalışmalarını bir an içinde birden bire yıkmaya ve kendi kendisini
mahvetmeye müsâvi idi" (A.g.e., s. 265-266).
Fakat
müsteşriklerden, üstelik ciddi tanınan (Arap
Dil Akademisi azalığı ile taltif edilen) R. Blachere'in irtikab ettiği,
ciddiyetsizlikten de öte, haysiyetsizliği kimse yapmamıştır. Zîra bütün dünyada
bir kelimesi bile farklı olmayan
Kur'ân-ı Kerîm'i Fransızca'ya tercümesinde "sözüm ona iki âyet" ilave
etmiştir. Yaptığı ilaveler Necm sûresinin 20. âyetinden sonra 20 bis, 20 ter
diye yazıp tercüme ettiği bu şeytânî sözlerdir. Bu tahrifi yaparken dipnotta
bir gerekçe (!) yazmaya veya kitabının önsözünde bir açıklamaya bile teşebbüs etmemiştir.
Blachere, daha
önce yayınladığı ve nüzûl sırasına göre sûreleri sıralayarak tercüme ettiği
Kur'ân meâlinde ise (Le Coran, Traduction selon un essai de reclassement des sourates, Paris, 1949) bu şeytânî
sözleri yine âyet diye derc etmekle beraber, buradaki âyetlerin nüzûl tarihi
konusunda bir iddia ileri sürer. Az önce
Necm sûresinden iktibas ettiğimiz pasajda (s. 5) 19-23 kısmını yine gözönüne
getirelim: Kur'ân'ın üslûbunu az çok bilen bir kimse burada hiç bir ma'nâ boşluğu bulamaz, fikirler teselsül halindedir, kopukluk yoktur. Kelamın gelişmesinde muhatap
20. âyetten sonra, yani putları tahkire yapılan girizgâh'tan sonra "Demek
erkek size, kadın Allah'a, öyle mi? O halde bu, insafsızca bir taksim!"
kısmını bekler, Blachere bu putları daha ayrıntılı tarzda reddeden 23. âyetin
"muahhar" olduğunu iddia etmektedir. Bunun tek sebebi bu âyetin,
putları metheden o uydurma söze imkan bırakmamasıdır. Blachere'in gösterdiği
gerekçe de 23. âyetin "arythmique" yani öbürlerine göre uzun
olmasıdır. Kur'ân'ın şiir gibi her zaman rythmique olduğunu kim görmüş? Bunu
iddia eden mi var? En açık misallerinden
biri Fatiha sûresidir. Bu sûrenin 7. âyeti diğerlerine göre açıkça uzun diye,
sonradan eklendiğini mi söylemek gerekir? Kitâb-ı Mukaddes kritiğinde formgeshictliche adıyla bilinen
Alman metodunu Kur'ân'a uygulamak isteyen bu şahıs, mezkûr tercümesinde çok
tuhaf ve zor durumlara düşmüştür. Mesela ona göre Asr sûresi, önce "Asra
andolsun ki insanlar ziyandadır" şeklinde idi. Kalan kısmı sonradan ilave
edilmiştir. Ona kalsa bu nevi istisnalar Medîne dönemine ait olmalıdır.
Necm sûresinde,
23. âyeti, şimdilik bir tarafa bıraksak bile 21 ve 22. âyetler de bulunmakta ve
onlar da putları açıkça reddetmektedir. Müşrikler erkek evlat ister, kız
çocuklara hiç değer vermezlerdi. Burada onların bu telakkîlerine işaret
olunarak, Allah'ı kendilerinden daha dûn bir mevkiye düşürmelerindeki saçmalık
belirtilmiş olmaktadır. Blachere, bunların sonra ilave edildiğini söylemiyor,
aksine bu metinlerin "eski" olduğunu tasrih ediyor. Diğer taraftan o,
Tûr sûresini nüzûl bakımından 22. sıraya koyar. Necm sûresi ise ona göre 30.
sıradadır. Tûr sûresinin 39. âyeti "Demek oğullar sizin de kızlar O'nun
öyle mi?" diyerek, aynı şekilde bir taraftan putların, bir taraftan puta tapanların
hakirliklerini ortaya koymaktadır. Blachere'in dediği gibi: "Kur'ân dişi
tanrıları red delilini tekrar ele almıştır." Öyleyse, bu daha önce
yapılmış iken, Necm sûresinde de aynı kelam içinde tekrar edilmiş iken, bu
bâtıl tanrıların hak olduklarının, üstelik övülmelerinin ma'nâsı kalır mı?
Sonra gelen 26. âyet, Allah isteyip razı olmadıkça, meleklerin bile
şefaatlerinin muteber olmayacağını bildiriyor. Yani putların şefaatlerinin asla
mevcut olmadığını anlatmak istiyor. Bütün bunlar, müşriklere ait olan bu uydurma
sözün, bu muhtevaya ne derece zıt olduğunu göstermeye kâfidir.
Garânîk meselesine sarılarak İslâm aleyhinde şüphe uyandırmaya çalışan müsteşrikler dürüst davranmamaktadırlar.
Davranışlar, İslam incelemelerinde, müslümanların "bizim malımızdır" diye sahip çıktıkları hususları tetkik edip onlar hakkında değerlendirme yapmaları gerekirdi. Onların "bu sâbit değildir, bizim malımız değildir" dedikleri şeyleri ise, bir tarafa bırakmaları gerekirdi. Dürüstlük bunu gerektirir. Fakat onların çoğu, Buhârî'nin kitabı gibi müslümanların ittifakla kabul ettiği kitaptaki hadisleri kabul etmez de, tarihî usûle, müslüman hadiscilerinin koydukları cerh ve ta'dil kaidelerine uymayan rastgele bir kitaba girmiş (mesela el-Egâni gibi bir edebiyat kitabında bulunan) rivâyetleri hakkındaki hükümlerine esas alırlar. Fakat bu, onlar farkında olmaksızın İslâm'ın hakkâniyetine ayrı bir delil oluşturmaktadır. Çünkü böylece, onlar tarihen sâbit kat'î nâsslarda aleyhde kullanacak tutamak bulunmadığını tasdik etmiş olmaktadırlar."[764]
ـ4ـ
وعن زيد بن
ثابت رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَرَأتُ
عَلى رسُولِ
اللّهِ #
وَالنَّجْمِ
فَلَمْ
يَسْجُدُ
فِيهَا[.
أخرجه الخمسة
.
4. (2770)- Zeyd İbnu
Sâbit (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a Ve'nnecmi sûresini okudum, bunda secde etmedi."[765]
AÇIKLAMA:
Bu bahsin baş kısmındaki açıklamada da
belirtildiği üzere, secde gereken âyetler bahsi ihtilaflı bir mevzudur.
Sadedinde olduğumuz rivâyet, Necm sûresinde secde olmadığını ifade etmektedir.
Mâlikîler bu rivâyetle amel ederek "Mufassal sûrelerde secde yoktur"
demişlerdir. Ebû Sevr gibi değerlendirenler de "Necm sûresinde secde yoktur" demiştir. İbnu Hacer: "Bu halde Necm sûresinde
secdenin terki, mutlak olarak o sûrede secdeyi terketmek ma'nâsına gelmez"
der ve ilave eder: "O sırada secdenin terkedilmiş olması, Efendimizin
abdestsiz olmasından veya vaktin mekruh
vakitlerinden biri olmasından ileri gelebilir. Bu, ihtimalden uzak değildir.
Yahut okuyanın secde etmemiş olmasındandır. Mamafih, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm), secdeyi terketmenin cevazını göstermek için de secde etmeyi
terketmiş olabilir"der.
Meseleye eğilen
imamlar bu sonuncu ihtimali en kuvvetli ihtimal olarak değerlendirirler. Şâfiî
bu hususta cezmeder, yani kesin kanaat beyan eder. Ona göre, "Necm sûresinde
secde vâcib olsaydı bilahare de olsa secde etmeyi emrederdi."[766]
ـ5ـ
وعن أبى سلمة
عن أبى هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّهُ قَرَأ
سُورَةَ: إذَا
السَّمَاءُ
انْشَقَّتْ.
فَسَجَدَ
بِهَا،
فَقُلْتُ يَا
أبَا
هُرَيْرَةَ:
ألَمْ أرَكَ
تَسْجُدُ؟ قَالَ:
لَوْ لَمْ أرَ
النَّبىَّ #
يَسْجُدُ
لَمْ
أسْجُدُ[.
أخرجه الستة إ
الترمذي.
5. (2771)- Ebû Seleme, Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh)'den naklettiğine
göre, Ebû Hüreyre İzâ's-Semâunşakkat sûresini okudu ve secde etti. Ben
kendisine:
"Ey Ebû
Hüreyre seni secde eder görmüyor muyum!" dedim. Bana:
“Resûlullah'ı
secde eder görmemiş olsaydım, bende secde etmezdim!" cevabını verdi.[767]
ـ6ـ
وعنه رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال:
]سَجَدْنَا
مَعَ
النَّبىّ # في:
إذَا
السَّمَاءُ
انْشَقَّتْ،
وَاقْرَأْ
بِاسْمِ
رَبِّكَ
الَّذِى خَلَقَ[.
أخرجه الخمسة
إ البخارى .
6. (2772)- Yine Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Biz Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la
İzâ's-Semâun-Şakkat sûresinde ve İkra' bismi Rabbikellezî halaka sûresinde
secde ettik."[768]
AÇIKLAMA:
Bu hadis de mufassal sûrelerde secde olduğuna delil
olmaktadır. Bu sûrelerde secde etmek
gereğine inanan Ebû Davud, hadis hakkında şu açıklamayı yapar: "Ebû
Hüreyre hicretin altıncı yılında Hayber
Fethi' nde müslüman olduğuna göre, bu secde Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın son fiilidir."[769]
ـ7ـ
وعن ابن عباس
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال: ]لَمْ
يَسْجُدِ
النَّبىُّ #
في شَىْءٍ
مِنَ المُفَصَّلِ
مُنْذُ
تَحَوَّلَ
إلى المَدِينَةِ[.
أخرجه أبو
داود .
7. (2773)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ): "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) Medîne'ye (hicretle) geldiği günden beri mufassal
sûrelerden hiç birinde secde etmemiştir" dedi.[770]
AÇIKLAMA:
Bu hadis,
görüldüğü üzere, bir önceki Ebû Hüreyre hadisiyle müte-ârızdır. Ancak bunun
zayıf, öncekinin sahih olduğu belirtilir. Üstelik Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh)
"mufassallarda Resûlullah'la secde ettik" buyuruyor, cezmediyor. Ebû
Hüreyre'nin Ebû Dâvud tarafından da dikkat çekildiği üzere, altıncı hicrî yılda
İslâm'a girdiği gözönüne alınırsa Resûlullah' ın mufassallarda secde ettiği
kesinlik kazanır. İbnu'l-Melek der ki: "Sahâbeden bir çoğu secde hususunda
rivâyette bulunmuştur, kabul hususunda isbat nefiyden evlâdır." Nevevî de
benzer mülahazalar beyanıyla önceki hadisin amelde esas olduğunu belirttikten
başka "Bu hadiste mevzubahis olan secdeyi terk, "sebeplerden bir
sebeple" olmuştur.[771]
ـ8ـ
وعن عائشة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]كانَ رَسُولُ
اللّهِ #
يَقُولُ في
سُجُودِ الْقُرآنِ
بِاللَّيْلِ:
سَجَدَ
وَجْهِى
لِلَّذِى
خَلَقَهُ
وَصَوَّرَهُ،
وَشَقَّ
سَمْعَهُ
وَبَصَرَهُ
بَحَوْلِهِ
وَقُوَّتِهِ[.
أخرجه أصحاب
السنن .
8. (2774)- Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), geceleyin yaptığı tilâvet secdelerinde şöyle derdi:
"Yüzüm, kendisini yaratan (maddî ve manevî çeşitli cihazlarla teçhîz, tezyîn ve) tasvîr eden, ilâhî güç ve
kudretiyle onda işitme ve görme duyguları açan Zât'a secde etti."[772]
AÇIKLAMA:
1- Burada "yüz"le zât
kastedilmiştir, yani "yüzüm secde ediyor" demek "zâtım secde ediyor" ,
"ben secde ediyorum" demektir. Yüz, çoğu kere kişiyi temsil eder.
Sözgelimi yüzün ak olması şahsiyetin berî olması demektir.
2- Aliyyu'l-Kârî'nin de belirttiği
üzere, tilâvet secdesinde okunacak
tesbîh, namaz secdesinde okunan tesbîhtir, esahh görüş budur. Ancak bazı
âlimler, yine de sübhâne Rabbenâ in kâne va'ade Rabbenâ lemef'ûlâ demenin müstehap
olduğunu söylemişlerdir. Çünkü âyet-i kerime'de Cenâb-ı Hakk evliyalardan
bahsederken: "Yüzleri üzerine secdeye varırlar ve "Rabbimiz
münezzehtir, Rabbimizin sözü şüphesiz yerine gelecektir" derler"
(İsrâ 107-108) diye haber vermektedir. Şu halde âyette gelen bu tesbîhin
secde sırasında söylenmesi, bazılarınca
müstehab addedilmiş olmaktadır.
Aliyyu'l-Kârî,
mevzu ile ilgili olarak der ki: "Secdelerde, okunacak tesbîhin, bu hususta
sahih rivâyetlerde gelmiş olan tesbîhlerin dışına çıkmaması uygun olur.
Sözgelimi tilâvet secdesi namazda
yapılacak ise, namaz secdesinde okunan tesbîh okunmalıdır, namaz farz namazsa
Sübhâne rabbiye'l-a'lâ demeli, veya nafile bir namazsa, secdede söylenmesi
hususunda rivâyetlerde gelmiş olan bir tesbîh okunmalı, "secde vechi"
gibi, "Allahümme Üktüb lî.." gibi[773]
Tilâvet secdesi namaz dışında ise, bu hususta gelen tesbîhlerden herhangi biri
okunabilir."[774]
ـ9ـ
زاد في رواية
الترمذي عن
ابن عباس
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهما فقال:
]جَاءَ
رَجُلٌ،
فقَالَ: يَا
رَسُولَ
اللّهِ
رَأيْتُنِى
اللَّيْلَةَ
وَأنَا
نَائِمٌ
كَأنِّى
أُصَلِّى خَلْفَ
شَجَرَةٍ
فَسَجَدْتُ
فَسَجَدَتِ
الشَّجَرَةُ
لِسُجُودِى،
فَسَمِعْتُهَا
تَقُولُ:
اللَّهُمَّ
اكْتُبْ لِى
بِهَا أجْراً،
وَحُطَّ
عَنِّى بِهَا
وِزْراً،
وَاجْعَلْهَا
لِى عِنْدَكَ
ذُخْراً،
وَتَقَبَّلْهَا
مِنِّى كَما
تَقَبَّلْتَهَا
مِنْ
عَبْدِكَ
دَاوُدَ. قالَ
ابنُ عَبَّاس:
فَسَمِعْتُ
رَسُولَ
اللّهِ # قَرأَ
السَّجْدَةَ،
فَقَالَ
فِيَها
مِثْلَ مَا
أخْبَرَهُ
الرَّجُلُ
عَنْ قَوْلِ
الشَّجَرَةِ[
.
9. (2775)- Tirmizî'nin İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ)'dan yaptığı
bir rivâyette şu ziyade gelmiştir. İbnu Abbâs der ki: "Bir adam gelerek
dedi ki, "Ey Allah'ın Resûlü! gece
uyurken rüyamda kendimi gördüm. Sanki ben bir ağacın arkasında secde
yapıyorum. Ben secde yaptım, secdem üzerine ağaç da secde yaptı. Onun şöyle
söylediğini işittim: "Allah'ım, secdem sebebiyle bana sevab yaz, onun
hürmetine günahımı dök, onu senin
nezdinde bana azık yap. Kulun Dâvud'dan
kabul ettiğin gibi, onu benden kabul et."
İbnu Abbâs
(radıyallâhu anhümâ) der ki: "Bundan sonra, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
secde âyeti okuduğunu, (tilâvet secdesi sırasında) o adamın kendisine, ağacın
sözü olarak haber verdiği duânın aynısıyla duâ ettiğini işittim."[775]
AÇIKLAMA:
Tilâvet
secdesiyle ilgili olarak dokuz rivâyet kaydedilmiş oldu. Bazılarıyla ilgili
açıklamalar sunduk. Ayrıca bahse girerken kaydettiğimiz uzunca açıklamada derli
toplu bilgiler kaydettik. Burada mevzuyu bir kere daha özetleyeceğiz.
* Tilâvet secdesi Kur'ân-ı Kerîm'de secde
etmeye irşad eden bazı âyetler okuyunca veya dinleyince veya okuyan imama
uyulunca yapılan bir secdedir, rükûu, kuûdu yoktur.
* Âlimler tilâvet secdesinin meşrû
olduğunda icma ederlerse de vücûbunda ihtilaf ederler:
** Cumhur sünnet olduğuna hükmeder.
** Ebû Hanîfe, "vâcibtir fakat farz
değildir" der.
* (Cumhura göre), bu secde âyetini okuyana
sünnettir, okuyan secde ederse dinleyene de sünnettir. "Okuyan secde
etmese de dinleyene sünnettir" diyen de olmuştur.
* Secde yerleri de ihtilaflıdır:
** Şâfiî'ye göre mufassal dışındaki âyetlerde secde edilir. Böylece onbir yerde secde
edilir.
** Hanefîlere göre ondört yerde secde edilir.
Hanefîler, Hacc sûresinde bir secde kabul ederler, ancak Sâd sûresinde de secde
yaparlar.
** Ahmed İbnu Hanbel (rahimehullah) ve bir
grup âlim: "Onbeş yerde secde var" derler ve hem Hacc sûresindeki iki
secdeyi hem de Sâd sûresindeki bir
secdeyi kabul ederler.
* Namazda aranan temizlik vb. gibi
şartların bunda da aranıp aranmayacağında da ihtilaf edilir. Bir cemaat,
bunların aranmasını şart koşar, bir grup da şart koşmaz. Buhârî'nin bir
rivâyeti İbnu Ömer'in abdestsiz secde ettiğini kaydetmiştir.
* Tilâvet secdesi yapılırken, namaz
secdesinde okunan tesbîhin okunması esastır. Sünnette gelen (me'sûr)
tesbîhlerden biri de okunabilir.[776]
ـ1ـ
عن أبى بكرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كَانَ رسولُ
اللّهِ # إذَا
جَاءَهُ
أمْرٌ
بِسُرُورٍ
أوْ يُسَرُّ
بِهِ خَرَّ
سَاجِداً
شَاكِراً
للّهِ
تَعالى[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي .
1. (2776)- Hz. Ebû Bekre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) sürûrlu bir hadiseyle veya sürûr veren bir hadiseyle
karşılaşınca Allah'a şükretmek üzere secde ederdi."[777]
ـ2ـ
وعن سعد بن
أبى وقاص
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه قال:
]خَرَجْنَا
مَعَ رَسولِ
اللّهِ # مِنَ
مَكَّةَ
نُرِيدُ
المَدِينَةَ،
فَلَمَّا كُنَّا
بِبَعْضِ
الطَّرِيقِ
رَفَعَ
يَدَيْهِ فَدَعَا
اللّهَ وَخَرَّ
سَاجِداً،
ثُمَّ مَكَثَ
طَوِيً،
ثُمَّ قَامَ
فَرَفَعَ
يَدَيْهِ
سَاعَةً،
ثُمَّ خَرَّ
سَاجِداً
فَفَعَلَ
ذلِكَ
ثََثاً، ثُمَّ
قَالَ: إنِّى
سَألْتُ
رَبِّى
وَشَفَعْتُ ‘مَّتِى
فأعْطَانِى
ثُلثَ
أُمَّتِى
فَخَرَرْتُ
لِرَبِّى
سَاجِداً
شُكْراً،
ثُمَّ رَفَعْتُ
رَأسِى،
فَسَألْتُ
رَبِّى
‘مَّتِى
فَأعْطَانِى
ثُلُثَ
أُمَّتِى
فَحَرَرْتُ
لِرَبِّى
سَاجِداً
شُكْراً.
ثُمَّ
رَفَعْتُ
رَأسِى
فَسَأَلْتُ
رَبِّى
‘مَّتِى
فَأعْطَانِى
الثُّلُثَ
اŒخَرَ
فَخَرَرْتُ
لِرَبِّى
سَاجِداً شُكْراً[.
أخرجه أبو
داود .
2. (2777)- Sa'd İbnu Ebî Vakkas
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile
birlikte Mekke'den çıktık. Medîne'ye gitmeyi arzu ediyorduk. Yolun bir yerine
(Azvera'ya)[778]
ulaşınca, Aleyhissalâtu vesselâm ellerini kaldırıp Allah'a duâ etti ve secdeye
kapandı. Uzun müddet öyle kaldı. Sonra kalkıp yeniden ellerini kaldırdı, bir
müddet (öyle kaldı). Sonra tekrar secdeye kapandı. Bu şekilde üç kere secde
yaptı. Sonra dedi ki: "Ben Rabbimden talepte bulundum ve ümmetime şefaat
ettim. Rabbim, ümmetimin üçte birini bana verdi. Ben de Rabbim için şükür
secdesine kapandım. Sonra başımı yerden kaldırıp, ümmetim lehinde tekrar
(mağfiret için) talepte bulundum, bana ümmetimin üçte birini daha verdi, ben de
Rabbime şükür secdesinde bulundum. Sonra başımı kaldırdım ümmetim için tekrar
talepte bulundum, bana ümmetimin son üçte birini de verdi, ben de Rabbime şükür
secdesine kapandım."[779]
AÇIKLAMA:
1- İslâm dîninde, bir nimete kavuşma veya
bir musîbetten kurtulma anlarında, Cenâb-ı Hakk'a şükür ifade etmek için tekbîr
alarak secdeye varıp secdede mûtad namaz tesbîhiyle tesbîh okuduktan sonra
tekbir getirerek kalkmaktan ibaret secde yapılması meşrû kılınmıştır. Bu,
yukarıda kaydedilen hadislerden de anlaşılacağı üzere, sünnetle sâbit bir
ibâdettir. Ashâbtan birçoğunun şükür secdesi yaptığına dair rivâyetler
gelmiştir. Ebû Cehl'in başı kesilip getirilince Efendimizin beş kere secde
yaptığı rivâyet edilir.
2- Sübülü's-Selâm'da belirtildiği üzere,
İmam Ahmed ve Şâfiî hazretleri, şükür secdesinin meşrûiyyetine kâildir. İmam
Mâlik bu meselede muhalif kalmıştır. Ebû Hanîfe
hazretlerinin "bunda kerahet
yok, mendub da değil" dediği rivâyet edilmiştir.
3- Şükür secdesinde temizlik şart mıdır? İhtilafıdır. Namaza
kıyasla "şarttır" denildiği gibi, "şart değildir" de
denmiştir. Bu ikinci hüküm esahh kabul edilmiştir.
4- Neylü'l-Evtâr'da şükür secdesiyle ilgili
hadislerde tekbir getirileceğine dair delil olmadığına dikkat çekilir. Tebük
seferine mâzereti olmadığı halde katılmadığı için cezalandırılan Ka'b İbnu
Mâlik (radıyallâhu anh)'in affıyla ilgili âyetin nüzûl haberi geldiği zaman,
şükür secdesi yapmış olması[780]
bunun ashâb arasında şâyi bir âdet olduğunu ifade eder. Hz.Ebû Bekr
(radıyallâhu anh)'e de Müseylime'nin öldürülme haberi gelince şükür secdesine
kapanmıştır. Hz. Ali (radıyallâhu anh) de Hâricîlerden zü's-Südeyye'yi Nehrevân'da öldürülmüş görünce secde etmiştir.[781]
5- İkinci rivâyette
Resûlullah'a her defasında ümmetinin üçte birinin bağışlandığı, üç duâsının
sonunda ümmetinin tamamının Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'in şefaatine mazhar
kılındığı ifade edilmektedir. Aliyyu'l-Kârî'nin Mirkât'da kaydına göre,
Türbüştî, hadisi şu ma'nâda yorumlar: Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)'in
ümmeti önceki ümmetler gibi değildir, günahı miktarınca yandıktan sonra
cehennemden çıkacaktır. Muhammed ümmetine ebedî cehennem yoktur. Eski
ümmetlerden azaba uğrayanların azabları ebedî kılınmıştır. Onlardan pekçoğu,
peygamberlerine isyanları sebebiyle
Allah'ın lânetine uğramış, şefaatten mahrum kalmışlardır. Bu ümmetin
âsîlerinden cezalandırılanlar, günahlarından temizlenmiş olurlar. Şehâdet üzere
(imanla) ölenler, isyânı sebebiyle azaba mâruz kalsa da ateşten
çıkarılacaklardır. Resûlullah'ın şefaati onlara da ulaşacaktır, kebâir işlemiş
olsalar bile, Cenâb-ı Hakk, bu ümmetin peygamberlerinin makamının yüceliğine
ikram olarak müslümanları bazı imtiyazlarla mümtaz kılmıştır bu cümleden
olarak, içlerinden geçen vesveseleri, konuşmadıkları veya yapmadıkları müddetçe
affedecektir.
6- Hadis, ayrıca hakkında rivâyet gelen
hususlar dışında duâ ederken ellerin kaldırılması gerektiğine delildir.[782]
(Bu bâbta
beş fasıl vardır)
*
BİRİNCİ
FASIL
CEMAATİN
FAZÎLETİ
*
İKİNCİ FASIL
CEMAATE
DEVAM VACİBTİR
*
ÜÇÜNCÜ FASIL
CEMAATİ ÖZRÜ
OLAN TERKEDER
*
DÖRDÜNCÜ
FASIL
İMAMIN VASFI
*
BEŞİNCİ
FASIL
İMAMA
UYANLARLA İLGİLİ AHKÂM VE ÂDÂB
Dinimiz cemaate
çok ehemmiyet vermiş ve müslümanların cemaat ve birlik olmalarını teşvik
etmiştir. Ümmetî birliğe ulaşmada en müessir vasıta namazdır. Günde beş vakit
câmide birleşen müslümanlar, aralarında mevcut olan çeşitli farklılıkların
ortaya çıkaracağı tefrikayı ortadan kaldırabileceklerdir. Tefrikaya götürecek
farklıklar neler olabilir.
* Dil farkı,
* Renk farkı
* İktisâdî farklılık,
*
Mevki makam farkı,
* Siyâsi görüş farkı vs.
Günde beş vakit
câmi çatısında birleşen, cemaatleşen mü'minler, Resûllerinin başkanlığı altında
kaynaşacaklardır. Her mescide geliş, kimisi fıtrî, kimisi sunî olan ve fakat
başıboş bırakıldığı takdirde her biri tefrikaya, fitneye götürebilecek bu
farklılıkları bir törpüleme ameliyesi bir kaynaşma temrîni (antrenman) ve
bütünleşme cehdidir.
Bu sebeple
Resûlullah pek çok hadislerinde namazların cemaatle kılınmasını emretmiş,
münferid kılmak için ruhsat isteyenlere sıkı şartlar altında ruhsat vermiştir. Sözgelimi iki gözü de kör
olan âmâ Abdullah İbnu Ümmi Mektûm evinde kılma
ruhsatı isteyince önce vermiş, sonra geri çağırıp ezanı işitip işitmediğini
sormuş, işittiğini öğrenince ruhsatı kaldırmıştır. Ebû Dâvud'un bir rivâyetinde: "Üç kişinin bulunduğu bir
köy veya kırda namaz cemaatle kılınmazsa şeytan onlara mutlaka galebe
çalmıştır. Cemaate iyi tutun. Zîra kurt, sürüden ayrılanı kapar"
buyrulmuştur.
Bu ve benzeri
bazı nasslardan hareket eden bir kısım âlimler cemaate katılmanın farz-ı ayn
olduğu hükmünü çıkarmışlardır. Ebû Sevr, âyetten de delil çıkarıp: "Allah,
Resulüne "korku namazı"nda bile cemaati emretmektedir, öylesi ağır
şartlar altında bile terki için özür tanımazsa,
emniyet halinde daha şiddetli bir vâcib olduğu anlaşılır" der.[783]
Atâ İbnu Ebî Rebâh: Hazerde ve köyde, ezanı işiten hiçbir mahlûka namazı
cemaatle kılmayı terketmeye ruhsat yoktur!" der. Evzâî de: "Ezanı
işitsin işitmesin, hiçbir evladın cuma ve cemaatleri terk hususunda babasına itaat etmesi caiz değildir"
demiştir.
Şâfiîlerin çoğu
namazı cemaatle kılmanın farz-ı kifâye olduğuna hükmeder.
Cemaat nedir?
Hadisler namaz mevzuunda iki kişiyi bir cemaat olarak tavsif eder. Ancak
cemaatin sayısı ne kadar fazla olursa o kadar makbuldür "Bir kimsenin
bir başkasıyla kıldığı namaz, tek başına kıldığından (sevapça) daha
bereketlidir. İki kişi ile olan namazı da bir kişi ile beraber kıldığından daha
bereketlidir. Beraber kılanlar ne kadar çok olursa Allah indinde o kadar
makbuldür."
Bir mescidde
bir kere cemaat yapıldıktan sonra başka cemaat yapılmayacağını söyleyenler
omuştur. Ancak Seleften gelen bazı örneklere müsteniden birçok âlim bu görüşe
katılmaz. Buhârî'nin kaydına göre, Tâbiînden Esved İbnu Yezîd, cemaati
kaçırınca başka camiye giderek cemaat faziletinden istifadeye çalışmıştır. Enes
(radıyallâhu anh) bir seferinde, mescide geldiğinde cemaati kaçırdığını görür.
Ezan okuyup, yanındaki yirmi kadar kendi
yakınlarından gençle cemaat teşkil eder.
İbnu Mes'ud, Atâ, bir kavle göre Hasan Basrî, Ahmed İbnu Hanbel, İshak İbnu
Râhûye, Mâlikîlerden Eşheb, camide ikinci, üçüncü cemaatin olabileceği
kanaatindedirler.
Bir mescidde
namaz kılındıktan sonra bir daha vakit namazı kılınmaz diyenler meyanında Hz.
Ömer'in torunu Sâlim İbnu Abdillah, Hz. Ebû Bekr'in torunu Kâsım İbnu Muhammed
ve Ebû Kılâbe'nin ismi geçer. Metbu imamlardan Mâlik, Leys, Abdullah
İbnu'l-Mübârek, Süfyân-ı Sevrî, Evzâî, Ebû Hanîfe, Şâfiî' de aynı
görüştedirler.
Bunların
müslümanlar arasındaki birliğin bozulmaması
endişesiyle böyle fetva verdikleri belirtilir. Kûfe fukahası ile, bir
rivâyete göre Mâlik: "Cemaati kaçıran kimse ister münferiden kılar, ister cemaat aramak
niyetiyle diğer mescide gider" demiştir. Ancak İmam Mâlik, Mescid-i
Haram'la Mescid-i Nebevî'yi bu kaideden
istisnâ eder. Çünkü onlara münferiden kılınan namaz, fazîletçe, başka
mescidlerde cemaatle kılınanlardan üstündür.[784]
ـ1ـ
عن أبى هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
صََةُ
الرَّجُلِ في
جَمَاعَةٍ
تُضَعَّفُ
عَلى صََتِهِ
في بَيْتِهِ وَسُوقِهِ
خَمْساً
وَعِشْرِينَ
ضِعْفاً،
وذَلِكَ
أنَّهُ إذَا
تَوَضّأَ فَأحْسَنَ
الوَضُوءَ،
ثُمَّ خَرَجَ
إلى المَسْجِدِ
َ تُخْرِجُهُ
إَّ الصََّةُ
لَمْ يَخْطُ
خُطْوَةً إَّ
رُفِعَتْ
لَهُ بِهَا
دَرَجَةٌ،
وَحُطَّتْ
عَنْهُ بِهَا
خَطِيئَةٌ،
فإذَا صَلَّى
لَمْ تَزَلِ
المََئِكَةُ
تُصَلِّى
عَلَيْهِ مَا
دَامَ في
مُصََّهُ:
اللَّهُمَّ
صَلِّ،
اللَّهُمَّ
ارْحَمْهُ.
وََ يَزَالُ
أحَدُكُمْ. في
صََةٍ مَا
انْتَظَرَ
الصََّةَ[.
أخرجه الستة إ
النسائى،
وهذا لفظ
البخارى .
1. (2778)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kişinin cemaatle
kıldığı namazın sevabı evinde ve çarşıda
(iş yerinde) kıldığı namazından yirmibeş kat fazladır. Şöyle ki, abdest alınca
güzel bir abdest alır, sonra mescide gider, evinden çıkarken sadece mescid
gâyesiyle çıkmıştır. Bu sırada attığı her adım sebebiyle bir derece
yükseltilir, bir günahı affedilir. Namazı kıldı mı, namazgâhında olduğu
müddetçe melekler ona rahmet okumaya devam ederler ve şöyle derler:
"Ey
Rabbimiz buna rahmet et, merhamet buyur."
Sizden herkes,
namaz beklediği müddetçe namaz kılıyor gibidir."[785]
ـ2ـ
وفي أخرى
للشيخين عن
ابن عمر
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهما قال:
]قالَ رَسولُ
اللّهِ #:
صََةُ الجَمَاعَةِ
أفْضَلُ مِنْ
صََةِ
الْفَذِّ بِسَبْعٍ
وَعِشْرِينَ
دَرَجَةً[. »الْفَذُّ«:
الفرد .
2.
(2779)- Sahîheyn'in İbnu Ömer (radıyallâhu anh)'den
kaydettiği bir diğer rivâyette şöyle denmiştir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Cemaatle kılınan namaz, ayrı kılınan
namazdan yirmiyedi derece üstündür."[786]
ـ3ـ
وعن أبى موسى
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ
رسولُ اللّهِ
#: أعْظَمُ
النَّاسِ
أجْراً في
الصََّةِ
أبْعَدُهُمْ
فَأبْعَدُهُمْ
مَمْشىً،
وَالَّذِى
يَنْتَظِرُ
الصََّةَ حَتَّى
يُصلِّيهَا
مَعَ ا“مَامِ
أعْظَمُ
أجْراً مِنَ
الَّذِى
يُصَلِّى
ثُمَّ
يَنَامُ[. أخرجه
رزين. قلت: وهو
في صحيح
البخارى،
واللّه أعلم .
3. (2780)- Ebû Mûsa (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Namazda en çok sevap alan kimse,
en uzak olanlarıdır, yürüme yönüyle en uzaktan gelenler, imamla kılıncaya kadar
namazı bekleyen kimse, hemen kılıp sonra da uyuyandan daha çok sevaba
mazhardır."[787]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
namazları cemaatle kılmaya teşvik
sadedinde beyan buyurduğu en mühim hadislerden üç tanesi kaydedilmiş
durumda: Cemaatle kılınan namaz ayrı kılınandan 25 veya 27 kat fazla sevaba
vesîle olmaktadır. Camiye gitmek için ne kadar fazla yol katedilirse sevab da o
nisbette artmaktadır. Namaza gitmek için atılan her adım, sayıya girmekte,
manevî kazanca vesîle olmaktadır.
2- Yirmibeş Mi, Yirmiyedi Mi?
Cemaat sevabı, rivâyetlerin
bir kısmında 25, bir kısmında 27 kat fazla olacağı ifade edilmiştir. İbnu Hacer
bu teâruzu, tercih yoluyla gidermenin mümkün olmadığını, her iki rivâyetin de
sahih senetlere dayandığını belirtir; bunları muhtelif şekillerde cem'etme
imkânını gösterir.
* "Azı zikretmek çoğu nefyetmez."
Bu, kesin sayı mefhumuna itibar etmeyenlerin sözüdür. Ve Şâfiî'nin ashâbından
bazıları bu görüştedir, bizzat Şâfiî hazretlerinin nassı olarak da rivâyet edilmiştir.
* Belki de Resûlullah 25 diye ilan
etti,fakat sonradan Cenâb-ı Hakk, cemaatteki fazîletin daha da fazla olduğunu
bildirdi, bunun üzerine Aleyhissalâtu vesselâm 27 olarak haber verdi. Bu görüşe
"hangisinin önce söylendiğini belirten açıklama gerekir" diye itiraz
edilmiştir. Keza bu görüşe, "fezâile neshin girmesi ihtilaflı bir
husustur" diye de itiraz
edilmiştir.
* Fark, mescidin
uzaklık ve yakınlığına göredir.
* Fark, musallinin halinden ileri gelir;
İlimde ileri olması veya huşûda ileri olması gibi.
* Fark cemaatin mescidde veya başka yerde
yapılmasından ileri gelir.
* Fark, namazı bekleyenle beklemeyen
arasındadır.
* Fark cemaatin tamamına veya bir kısmına
yetişmekten ileri gelir.
* Fark cemaate katılanların azlığı veya
çokluğuyladır.
* Yirmiyedi, sabah ve yatsı namazlarına hasdır
(Bazıları sabah ve ikindiye hasdır demiştir). Yirmibeş, diğer namazlara hasdır.
* Yirmiyedi, cehrî namazlara hasdır, yirmibeş,
sırrî namazlara hasdır.İbnu Hacer, bu sonuncu görüşe "en muvâfık
görüş" der. Müteakiben kaydedeceğimiz açıklamasıyla sanki bunu isbat eder.
3- Cemaatin
Fazîleti Nerden Geliyor?
Hadislerde
cemaatle kılınan namazın fazîletiyle ilgili olarak zikredilen sayının hikmeti
nedir? Bazı âlimler bu hususta kesin
konuşmaktan kaçınırlar. "Bu reyle anlaşılmaz. Onun mercii, insan aklının
hakikatini tam olarak idrakten âciz kaldığı nübüvvet ilmine girer" derler.
Ancak, yine de: "Bunun gayesi müslümanların, meleklerin safları gibi
saflar halinde toplanmalarıdır. İmama iktidadır. İslam'ın şiârını
izhardır" gibi açıklamalardan da geri durulmamıştır. Bu meselede cesur davranan
İbnu Hacer cemaatle kılınan namazın
sevabının münferid kılınan namaza nisbetle yirmibeş kat artışının sebebini,
cemaate katılmaktan hâsıl olan yirmibeş ayrı fazîletle izah eder ve bu
faziletleri bir bir sayar. Cemaatle kılınan namazın kadrini anlamanıza yardımcı
olacağı ümidiyle aynen kaydediyoruz. Kaydedilen her husus, rivâyetlerden
alınmadır. Bu sebeple açıklama fevkalade isabetlidir:
1- Namazı cemaatle kılma niyetiyle
müezzine icâbet etmek.
2- Vaktin evvelinde, erkenden gitmek.
3- Sükûnetle mescide yürümek.
4- Mescide duâ ederek girmek.
5- Girince tahiyyetü'lmescid namazı kılmak
(Hanefîlerde sünnetler bunun yerini tutar).
6- Cemaati
beklemek.
7- Meleklerin, musallî için rahmet duâları
ve istiğfarları,
8- Meleklerin musalli lehine şehadetleri.
9- İkâmete icâbet.
10- İkâmet sırasında kaçtığı için şeytandan
selâmette kalmak.
11- İmamın iftitah tekbirini bekleyerek durmak veya imamı hangi
halde bulduysa hemen dahil olmak.
12- İmamın iftitah tekbirine yetişmek.
13- Safların düzeltilip, aradaki açıklıkların
giderilmesi.
14- İmam semi'allâhu limen hamideh deyince
ona (Rabbenâ ve leke'lhamd diyerek) cevap vermek.
15- Umumiyetle sehivden emniyette kalmak ve
hata halinde imamın, tesbîh veya açma (feth)
yoluyla uyarılması.
16- Münferid kılanı meşgul eden birçok şeyden uzak kalarak huşûya kavuşma.
17- Daha düzgün bir kıyafette olmak.
18- Meleklerin kanatlarıyla kuşatması.
19- Kıraatın güzelleşmesi ve namazın erkân
ve âdâbının öğrenilmesi antrenmanı.
(Cemaate gitmekle bunlar hâsıl olur.)
20- İslâm'ın mühim bir şiarını izhâr etmek.
21- İbâdet için toplanmaya şeytan burnunun sürtülmesi,
kulluğa boyun eğme, tembelin gayrete
gelmesi vardır.
22- Münafıklara has bir sıfattan ve
"namazı terketti" şeklinde, hakkında düşülecek bir sûizandan selamet
bulmak (uzakta kalmak).
23- İmamın selamına mukâbele.
24- Zikir ve duâ için teşkil edilen cemaatten
ve kâmillerin bereketinin nâkıslara sirâyetinden istifade.
25- Komşular arasında ülfet ve kaynaşma
nizamının kurulması ve namaz vakitlerinde dayanışma husûlü."
Bu yirmibeş
hasletten her biri hakkında hadislerde ya bir emir, ya bir teşvik gelmiştir.
Geriye kalan iki haslet de cehrî namazlarla
ilgilidir."
1- İmam okurken susup dinlemek.
2- İmam (Fatiha'yı okuyup velâ'd-Dâllîn
deyince meleklerin "âmîn" ine tevâfuk etmek maksadıyla âmîn demektir.
Böylece, yirmiyedinin cehrî namazla
ilgili olduğu görüşü tereccüh eder (üstünlük kazanır)."
4- Cemaat
Camide Mi Olmalıdır?
İbnu Hacer
yukarıda sunduğumuz açıklamayı yaptıktan sonra şu neticeye dikkat çeker:
"Zikrettiğimiz hasletler'in muktezası şudur: "Cemaat için vaadedilen sevap katlanması, kanaatimce mescit
cemaatine mahsustur, bunu az ileride açıklayacağım. Mescid cemaatine münhasır
olmayıp evlerde yapılan cemaatlere de şâmil olma takdirinde (çıkacak pürüzün
halli mümkündür. Şöyle ki) bu durumda
zikrettiklerimden üç tanesi düşer: Yürümek, girmek, tahiyyetu'lmescid namazı.
Bu takdirde düşen bu üç şeyin boşluğunu, zikrettiklerimiz içinde birbirine
yakın olduğu için bir maddede gösterdiğimiz bazı hasletleri ikiye ayırmakla
doldurmamız mümkündür. Nitekim son iki haslet, söylediğimiz gibidir. Çünkü,
zikir ve duâ için bir araya gelme menfaati ile kâmil olanların bereketinden
nâkıs olanlara sirâyet etmesi, fayda itibariyle aynı şey değildir. Keza
komşular arasında ülfet ve kaynaşma nizamını te'sis menfaati ile, dayanışmadan
hâsıl olacak menfaat bir değildir. Aynı şekilde imama uyanların umumiyetle,
sehivden sâlim olma faidesi ile,
imam hata yaptığı takdirde uyarılmasından hâsıl olacak faide de bir değildir.
Şu halde bu üç hasleti, zikrettiğimiz üç haslete bedel koyabiliriz. Böylece
matlûb (mescidden başka yerde teşkil
edilecek cemaat için de) hâsıl olur."
İbnu Hacer,
hadiste cemaat için vaadedilen yirmibeş kat sevabın cami dışında teşkil edilen
cemaatler için de mevzubahis olma ihtimaline binaen yukarıda kaydedilen
açıklamanın ortaya çıkaracağı işkâli böylece
bertaraf eder. Ancak onun asıl kanaati, camide teşkil edilen cemaatle,
başka yerlerde teşkil edilen cemaatin aynı olmayacağı istikametindedir. Bu
kanaatini, sadedinde olduğumuz bahsin birinci hadisini (2778) açıklarken ortaya
koyar. Hadiste geçen: "Kişinin cemaatle kıldığı namazın sevabı, evinde ve
çarşıda (iş yerinde) kıldığı namazından yirmibeş kat fazladır" cümlesini
şöyle anlar: Bu ifadenin gereği şudur: "Mescidde cemaatle kılınan namaz,
sevabca evde ve çarşıda cemaatle ve ayrı kılınan namazı geçer." Bu hükme İbnu
Dakîku'l-Îd'in vardığını belirttikten sonra ondan nakle devam eder:
"Görünen şu ki, camide teşkil edilen cemaatin mukabilinden kastedilen şey,
cami dışında münferiden kılınan namazdır. Ancak hadisin hükmü gâlib duruma
bakar. Çünkü normal olarak, mescidde cemaate katılmayan, namazını yalnız kılar.
Bu yorumla, evde ve çarşıda kılınacak her iki namazı da aynı ayarda gören
kimsenin düştüğü işkâl de bertaraf olur."
İbnu Hacer der
ki: "Hadisi zahirine hamletmekten,
illâ da evde ve çarşıda kılınan namazın eşit olacağı hükmüne ulaşmak gerekmez.
Zira onların, mescidde kılınan namaz karşısında mefdûl (daha aşağı) olmada
beraber olmaları, kendi aralarında da eşit olmalarını gerektirmez, biri
diğerine karşı üstün olabilir. Aynı
şekilde hadisin zâhirine hamlinden, evde veya çarşıda kılınacak namazın,
münferid kılınacak namaza nazaran efdal olmayacağı ma'nâsı da çıkmaz. Bilâkis
zâhir o ki, sevabca mezkûr katlanma, mescidde kılınacak cemaate hastır ve
evdeki namaz da çarşıda kılınacak namazdan mutlak olarak evlâdır, zîra hadiste
geldiği üzere, çarşılar şeytanların kaynaşma mahallidir. Dolayısıyla evde ve
çarşıda cemaatle kılınacak namaz münferid kılınacak namazdan evlâdır."
Saîd İbnu Mansurun bir rivâyetine göre, Evs el-Meğâfirî,
Abdullah İbnu Amr İbni'l-Âs (radıyallâhu anh)'a: "Bir kimse güzel bir
abdest alıp sonra evinde namazını kılsa ne dersin?" diye sorar.
"Güzeldir,
hoşdur!" cevabını alınca tekrar sorar:
"Yakınlarının
mescidinde kılarsa?"
"Onbeş kat
sevaba ulaşır."
"Ya
(umumî) cemaat mescidine kadar yürür orada namaz kılarsa?"
"Yirmibeş
katı."
Bu örnektede
görüldüğü gibi, Sahâbelerden gelen bazı rivâyetler herkese açık umumî mescidler
varken daha husûsî daha dar sınırlı cemaatler teşkilini tafdîl etmiyor; daha
mütecânis, daha husûsî mescidlerde kılınan namazın cemaatle bile olsa, sevabca
düşük olacağını ifade ediyor. Suyûtî, el-Hâvi li'l-Fetâvâ'da ulemânın, cemaati
böler gerekçesi ile, bir mahallede mescid varken, ihtiyaç olmadan ikinci bir
mescid açmanın câiz olmadığına hükmettiğini belirtir. Şu halde teşrîatımızın
özü cemaatleşmeye kaynaşmaya yöneliktir. Cemaatle kılınan namazın fazîletce
üstünlüğü, bu esprinin bir gereğidir.
5- Hadiste Niçin "Derece"
Kelimesi Kullanılmış?
Cemaatle
kılınan namazın, münferid kılınan namazdan üstünlüğü ifade edilirken,
hadislerde دَرَجَةٌ
(derece): ضِعْفًا
(dı'f = kat), جُزْءًا
(cüz) kısım; صََةً =
salât gibi farklı kelimelerin kullanıldığı görülür.
İbnu Hacer,
bunun, zâhiren râvilerin tasarrufu olduğunu belirtir ve ifade sanatının gereği
de olabileceğini söyler. Ancak çoğunlukla derece kelimesinin kullanılmış
olmasını gözönüne alan İbnu'l-Esîr: "(Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm))
cüz, nasib, haz vs. gibi kısım ifade eden kelimeler yerine derece kelimesini
kullanmıştır. Zîra, yücelme ve yükselme cihetinden sevabı kasdetmiştir, çünkü
bu (cemaatle namaz) şu şu kadar derece, diğerinin (münferid namazın)
üstündedir. Çünkü dereceler, yukarı cihete doğrudur" der. Bu ifâde
İbnu'l-Esîr'in, hadisin aslında Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın derece
kelimesini kullandığı, bunun dışındaki kelimelerin râvi tasarrufu olduğuna
hükmettiğini gösterir. İbnu Hacer, İbnu'l-Esîr'in bu açıklaması için şunu
söyler: "Hadisin aslında farklı kelimelerin, bâhusus )اَلْجُزْء(
cüz kelimesinin
kullanılmış olmasını nefyi merduddur, kabul edilemez, zira bu sâbittir: dı'f da öyledir."[788]
ـ4ـ
وعن عثمان
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]سَمِعْتُ
رَسولَ
اللّهِ #
يَقُولُ مَنْ
صَلَّى العِشَاءَ
في جَمَاعَةٍ
فَكَأنَّمَا
قَامَ نِصْفَ
اللَّيْلِ،
وَمنْ صَلّى
الصُّبْحَ في
جَمَاعَةٍ،
فَكَأنَّمَا
صَلَّى
اللَّيْلَ كُلَّهُ[.
أخرجه مسلم
ومالك، وأبو
داود والترمذي.
4. (2781)- Hz. Osman (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ı işittim şöyle diyordu:
"Kim
yatsıyı bir cemaat içinde kılarsa sanki gecenin yarısını ihya etmiş gibi olur,
kim de sabah namazını bir cemaat içinde kılarsa sanki gecenin tamamını namazla
geçirmiş gibi olur."[789]
AÇIKLAMA:
1- Bazı âlimler, bu hadisi zâhiri üzere
anlamış ve "yatsıyı cemaatle kılmanın
fazîleti, gecenin yarısında kılınacak nafile ibâdete denktir" demiştir.
Keza cemaatle kılınacak sabah namazının da fazîletçe bütün gece boyu kılınacak
nafile namaza denk olduğu belirtilmiştir.
Bu yorum
hadisin Müslim'deki vechine uygundur. Ebû Dâvud'daki vechine göre hadis
şöyledir: "Yatsıyı kim bir cemaat içinde kılarsa sanki gecenin yarısını
ihya etmiş gibi olur. Kim de yatsıyı ve sabahı bir cemaat içinde kılarsa geceyi
ihya etmiş gibi olur."
Bazı âlimler
ma'nâyı şöyle tercih etmiştir: "Kim yatsıyı bir cemaat içerisinde kılarsa
gecenin yarısını ihya etmiş olur" ifadesinden maksat: "Kim yatsıyı
bir cemaat içinde kılarsa elde edeceği sevabı, yatsıyı cemaatle kılmadığı
zaman, gece yarısına kadar namaz kılmakla kazanacağı sevaba müsavidir"
demektir.
2- Cemaat kelimesi nekre gelmiştir. "Herhangi bir cemaat"
demektir. Bu "camideki cemaat" ma'nâsını taşıdığı gibi, "evdaki
cemaat" ma'nâsını da taşıyabilir. Ancak, önceki açıklamamızda bu çeşit
hadislerde öncelikle "cami cemaati"nin maksud olduğunu belirttik.[790]
ـ5ـ
وعن أبىّ بن
كعب رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كانَ
رَجُلٌ َ
أعْلَمُ
أحَداً
أبَعْدَ مِنْهُ
مِنَ
المَسْجِدِ،
وَكَانَتْ َ
تُخْطِئُهُ
صََةٌ،
فَقِيلَ لَهُ:
لَوْ
اشْتَريْتَ
حِمَاراً
فَرَكِبْتَهُ
في
الظَّلْمَاءِ
أوْ في
الرَّمْضَاءِ؟
فقَالَ: مَا
يَسُرُّنِى أنَّ
مَنْزِلِى
إلى جَنْبِ
المَسْجِدِ،
إنِّى أُرِيدُ
أنْ يُكْتَبَ
لِى
مَمْشَاىَ
إلى المَسْجِدِ
وَرُجُوعِى
إلى أهْلى،
فقالَ رَسولُ
اللّهِ #: قَدْ
جَمَعَ
اللّهُ
تَعالى لَكَ ذلِكَ
كُلَّهُ[.
أخرجه مسلم
وأبو داود .
5. (2782)- Übeyy İbnu Ka'b (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Bir
adam vardı Mescide ondan daha uzakta oturan birini bilmiyordum. Namazları da
hiç kaçırmıyordu. Kendisine:
"Bir eşek
alsan da karanlık veya sıcak zamanlarda binsen!" denilmişti, şu cevapta
bulundu:
"Evimin
mescide yakın olması beni memnun etmez. Ben mescide kadar yürümelerimin, sonra
da aileme dönüşlerimin sevab olarak yazılmasını diliyorum.
"Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), (Adamın bu sözünü işitince): "Allah Teâlâ
hazretleri bu isteklerinin hepsini
yerine getirdi" buyurdu."[791]
AÇIKLAMA:
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), mescidden uzaklığı birçok hadislerinde ele almıştır.
Bazı hadislerde ezanı işitmeye imkân tanımayacak kadar uzaklığı tasvib etmez ve
bunu "evin uğursuzlukları" meyanında zikreder. Ancak sadedinde
olduğumuz hadiste de görüldüğü üzere beş vakit mescide gelmeye mâni olmayacak
bir uzaklıkta oturmayı tasvib ve hatta takdir etmiştir. Mescide uzaklığı
sebebiyle evlerini terkederek daha yakına gelmek isteyen Benî Selime'ye müsaade
etmemiş, "Attığınız adımların sevabını düşünmüyor musunuz?" demiştir.[792][793]
ـ1ـ
عن أبى هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]أتَى
رَسولَ
اللّهِ #
رَجُلٌ
أعْمى،
فقَالَ: يَا
رَسولَ
اللّهِ
إنَّهُ
لَيْسَ لِى
قَائِدٌ يَقُودُنِى
إلى
المَسْجِدِ،
وَسَألَ
رَسُولَ
اللّهِ # أنْ
يُرَخَّصَ
لَهُ،
فَلَمَّا
وَلَّى
دَعَاهُ #
فقالَ لَهُ:
هَلْ
تَسْمَعُ
النِّدَاءَ؟
قَالَ:
نَعَمْ. قالَ:
فَأجِبْ[.
أخرجه مسلم
والنسائى .
1. (2783)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a âmâ bir zât gelerek:
"Ey Allah'ın
Resûlü! Beni mescide kadar getirecek bir rehberim yok!" diyerek
Aleyhissalâtu vesselâm'dan [namazı evinde kılmak için] ruhsat istedi. [O da izin verdi.] Adam geri
dönünce, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onu çağırtarak:
"Ezanı
işitiyor musun?" diye sordu. Adam: "Evet!" deyince:
"Öyleyse
icâbet et" dedi (ve evde kılmaya izin vermedi.)[794]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadisin, gerek Müslim'deki ve gerekse
Nesâi'deki aslında bazı ziyadeler var,
onları köşeli parantezle tercümede gösterdik.
2- Nevevî der ki: "Bu hadiste
"cemaat farz-ı ayndır" diyenlere delil mevcuttur. Ancak cumhur bu iddiaya: "Adam, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'dan "namazı evinde kıldığı halde özrü sebebiyle
cemaat sevabını da kazanmasına ruhsat var mı? diye sormuştur" şeklinde
te'vil ederek cevap vermiştir. Çünkü bilindiği üzere, özür sebebiyle cemaate
gelme gereğinin sâkıt olduğu hususunda icma var. Ancak Aleyhissalâtu
vesselâm'ın önce ruhsat verip sonra bu ruhsatı kaldırması, o anda gelmiş olan
yeni bir vahiy sebebiyle olabilir veya Resûlullah'ın içtihadından rücû etmesinden de ileri
gelebilir. Zîra, ulemânın ekseriyetine göre peygamberler hakkında içtihad
câizdir. Öyle ise önce ona ruhsat verdi ve -gerek özrü sebebiyle ve gerekse
cemaatin, başkasının gelmesiyle îfâ edilen bir farz-ı kifâye olması sebebiyle, ya da her iki sebepten
dolayı- "cemaate gelmek sana vâcib değil"
demek istedi,
sonra onun hakkında efdal olana -farz değil, mendub ma'nâsında hükmederek:
"Senin için efdal ve sevab yönüyle daha büyük olanı, müezzine icâbet ederek cemaate gelmendir"
demek kasdıyla: "Öyleyse icâbet
et!" buyurmuştur.
3- Hadiste zikri geçen âmâ Abdullah İbnu
Ümmi Mektûm'dur. Bu husus, Ebû Dâvud'un
rivâyetinde sarîh olarak gelmiştir.
Yeri gelmişken
âmâ olan Abdullah İbnu Ümmi Mektûm'la ilgili rivâyetlerde gelen bazı
farklılıkları belirtmede fayda umuyoruz. Bu bize cemaate devam meselesinin
ehemmiyetini kavramamıza yardımcı olacaktır. İbnu Hacer'in nakline göre,
"Resûlullah bir gün, yatsı namazında cemaate yönelerek: "Namaza
gelmeyenlere gidip evlerini tepelerine
yıkmayı arzu ettim" der. İbnu Ümmi Mektûm:
"Ey
Allah'ın Resûlü! benim durumumu biliyorsun, benim rehberim de yok!" der.
Ahmed İbnu Hanbel'deki rivâyette şu
ziyade var: "Benimle mescid arasında ağaçlar, hurmalar var, her zaman
rehberde bulamıyorum" der. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Ezanı
işitiyor musun?" diye sorar:
"Evet!"
deyince:
"Öyle ise
cemaate gel!" der ve ruhsat vermez." İbnu Hibbân'ın rivâyetinde,
ezanı işittiğini öğrenince: "Emekleyerek de olsa cemaate gel!"
dediği belirtilir.
İbnu Hacer
devam eder: "Ulemâ bunu Ümmü Mektûm'a âmâ da olsa, tek başına yürümek zor
değildi, nitekim birçok âmâlar öyledir diye te'vil etmiştir. İbnu Huzeyme ve
bazı âlimler "Bütün namazlarda
cemaate gelmek farzdır" derken bu hadise dayandılar ve bunu, cemaate
gelmeme hususunda ruhsata delâlet eden başkaca rivâyetlere tercih ettiler.
Dediler ki: "Zîra ruhsat, sadece vâcib olan için mevzubahistir.
Ancak bu iddia,
olduğu gibi kabul edilemez. İbnu Dakîku'l-Îd bunun arkasında başka bir durum
görmüştür. O durumu, hadisin zahirine
tutunup ma'nâyı kayıtlamak istemeyenlere uygular. Der ki: "Hadis
muayyen, belli bir namaz hakkında vârid olmuştur, böylece başka bir namaza değil sadece o namaza katılmanın vacib
olduğuna delâlet eder."
İbnu
Dakîku'l-Îd, hadislerde sabah namazı ile yatsı namazının üzerinde durulmuş
olmasından hareketle, diğer namazların kazanç vs. meşguliyetleri ile
kişinin dolu olduğu, mezkûr iki vaktin
ise böyle olmadığı, hususan akşam namazının vaktin darlığından başka evlere
dönme ve akşam yemeğini yeme ve bilhassa oruçlular için iftar etme vakti
olduğunu, halbuki sabah ve yatsı vakitlerinin böyle olmadığını, bu
namazlara gelmeme için mezmûm olan tembellikten başka bir özür
olmadığını belirtir. Ayrıca ilave eder ki, bu iki namazı cemaatle kılmaya devam
etmede, komşular arasındaki ülfeti günün her iki ucundan tesis etme, biten günü
tâat üzere toplanarak kapama ve başlamakta olan yeni günü de taat için
toplanarak başlatma durumları mevcuttur. Nitekim, Ebû Hüreyre'den Aclân'ın
yaptığı Ahmed İbnu Hanbeldeki rivâyette, hadislerdeki tehdîd, mescide yakın
olup da cemaate gelmeyenlere tahsis edilmiştir. Daha önce de kaydedilmiş olan
yatsı ve sabah namazlarının başkalarına değil, münafıklara en ağır geldiğini
beyan eden hadis bu te'vili te'yideder.[795]
ـ2ـ
وعن ابن عباس
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال: ]قالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: مَنْ
سَمِعَ
المُنَادِى
فَلمْ
يَمْنَعْهُ
مِنَ
اتِّبَاعِهِ
عُذْرٌ لَمْ
تُقْبَلْ
مِنْهُ
الصََّةُ
الَّتِى
صََّهَا.
قِيلَ: وَمَا
الْعُذْرُ؟
قَالَ: خوْفٌ،
أوْ مَرَضٌ[.
أخرجه أبو
داود .
2. (2784)- İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim, müezzini
işitir ve kendini engelleyen bir özrü olmadığı halde cemaate katılmazsa,
kıldığı namaz (kâmil bir sevapla) kabul edilmez."
"(Ey
Allah'ın Resûlü!) denildi, meşrû özür nedir?"
"Korku
veya hastalıktır!" buyurdu."[796]
AÇIKLAMA:
Hadisin zâhiri,
cemaatin farz olduğu, namazın sıhhatinin şartlarından biri olduğu hükmünü ifade
eder. Ancak, daha önce de belirttiğimiz gibi cumhur-u ulemâ, bu mevzuda gelen bütün
nassları değerlendirerek, namazın sıhhati için cemaatin şart olmadığına
hükmetmiştir. Nitekim cemaat bahsisin ilk hadisinde de (2778) münferid kılınan
namazın -sevabca öbüründen yirmibeş (veya yirmiyedi) defa düşük de olsanamaz
olarak makbul olduğu ifade edilmiştir. Âlimler bu hadisteki makbuliyeti, kemâle
hamlederek kâmil bir makbûliyete mazhar olmaz diye değerlendirirler. Biz bu
ma'nâyı parantez içerisinde belirttik.[797]
ـ3ـ
وعن أبى هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ
رَسُولُ
اللّه #:
أثْقَلُ
صََةٍ عَلى
المُنَافِقِينَ
صََةُ
الْعِشَاءِ،
وَصََةُ
الْفَجْرِ،
وَلَوْ
يَعْلَمُونَ
مَا فِيهِمَا
‘تَوْهُمَا
وَلَوْ
حَبْواً
وَلَقَدْ
هَمَمْتُ أنْ
آمُرَ
بِالصََّةِ
فَتُقَامَ،
ثُمَّ آمُرَ
رَجًُ
يُصَلِّى
بِالنَّاسِ،
ثُمَّ
أنْطَلِقُ
مَعِى
بِرِجَالٍ
مَعَهُمْ
حِزَمٌ مِنْ حَطَبٍ
إلى قَوْمٍ َ
يَشْهَدُونَ
الصََّةَ فَأُحَرِّقَ
عَلَيْهِمْ
بُيُوتَهُمْ[.
أخرجه
الستة.»الحَبْوُ«
المشى على
ا‘يدى والركب .
3. (2785)- Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Münafıklara en ağır gelen namaz
yatsı namazıyla sabah namazıdır. Eğer bu iki namazdaki hayrın ne olduğunu
bilselerdi, emekleyerek de olsa onları kılmaya gelirlerdi. [Nefsimi kudret eliyle tutan Zât'a
kasem olsun!] Ezan okutup namaza başlamayı, sonra halkın namazını kıldırması
için yerime birini bırakmayı, sonra da beraberlerinde odun desteleri olan bir
grup erkekle namaza gelmeyenlere gitmeyi
ve evlerini üzerlerine yıkmayı düşündüm."[798]
AÇIKLAMA:
1- Buna benzer bir rivâyetin sonunda şöyle
bir ziyade var: "...Muktedir olduğu halde namaza gelmeyenin üzerine evini
yıkayım."
2- Hadis muhtelif vecihlerden farklı
ziyadelerle gelmiştir. Bazı vechinde
namaza gelmeyenlerin evini yakma arzusunu
kasemle ifade eder. Tercümede bu kaseme köşeli parantez içerisinde yer
verdik.
3- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm),
cemaat kaçkını münafıkları aşağılayıcı ifadelere de yer vermiştir. Nitekim hadisin bir vechinde şöyle buyurur: "...
Onlardan herhangi biri, mescidde biraz etlice bir kemik bulacağını bilseydi
mutlaka cemaate gelirdi."
4- Bazı âlimler bu hadisten hareketle
cemaatin farz-ı ayn olduğu hükmüne varmışlardır. Derler ki: "Eğer cemaat
sünnet olsaydı, onu terkeden kimse yakılmakla tehdid edilmezdi. Farz-ı kifaye
olsaydı Resûlullah'la kılanlar onların yerine bunu eda etmiş olurlardı."
Atâ, Evzâî, Ahmed Şâfiî, muhaddislerden Ebû Sevr, İbnu Huzeyme, İbnu'l-Münzir,
İbnu Hibbân gibi bir grup bu
görüştedirler. Bunları destekleyen bir görüşü Buhârî, Hasan Basrî'den kaydeder:
"Bir kimseyi annesi, şefkat duygusuyla cemaatle yatsı namazı kılmaktan menedecek
olsa, ona itaat etmez."
Bu hüküm
cemaatin farz addedildiğinin ifadesidir. Çünkü, ulemâ nafilelere giren
yasaklamalarda annebabaya itaat gerektiği, farzlarda gerekmediği prensibini
koymuştur. Meselenin anlaşılması için, yine Hasan Basrî merhumdan İbnu Hacer'in
kaydettiği bir rivayeti koymada fayda umuyoruz:
"Hasan
Basrî'ye: "Nafile oruç tutan bir kimseye annesi orucunu açmasını
emrederse?" diye sorulmuştu. "Orucunu açar, kendisine kaza da
gerekmez. Bu kimse, hem oruç tutma, hem de anneye itaat etme sevabını
kazanır" dedi. Bu sözü üzerine tekrar: "Annesi, yatsıyı cemaatle
kılmaktan menederse?" diye soruldu da: "Bunu yasaklamaya hakkı yok,
zira bu farzdır" cevabını verdi.
Cemaatın hükmü
meselesinde ifrata kaçıp "namazın sıhhati için şart" olduğunu söyleyen
de çıkmıştır. Fakat bu görüş rağbet bulmamıştır.
Şâfiî ve onun
mütekaddim ashâbı, Hanefî ve Mâlikîlerden bir çok ulemâ, farz-ı kifâye
demiştir. Geri kalanlar -ki ekseriyeti teşkil ederler- sünnet-i müekkede
olduğunu kabûl eder.[799]
Cemaate
Sünnet-İ Müekkede Diyenlerin Açıklaması:
Sadedinde
olduğumuz hadislerden, cemaatin farz
olduğu hükmünü çıkaranlardan başka, sünnet-i müekkede olduğu hükmünü çıkaranlar
da olmuş ve görüşlerini teyid eden farklı yorumlar, deliller getirmişlerdir.
Bazılarını şöyle kaydedebiliriz:
1- Sadedinde olduğumuz hadisin kendisi,
cemaatin vacib olmadığına delildir, çünkü Aleyhissalâtu vesselâm bizzat
kendisi, namaza gelmeyenlere gitmek istemiştir. Cemaat farz-ı ayn olsaydı,
cemaati terkederek onlara gitmeye azmetmezdi.
Buna:
"Vacibin terki, ondan daha vacib için câizdir" diye cevap
verilmiştir.
2- Eğer farz olsaydı, cemaate gelmeyenleri
yakmakla tehdît ettiği zaman, namazı kifayet etmezdi. Çünkü beyanı zamanla
sınırladı.
Buna:
"Beyan, bazan nass koymak sûretiyle, bazanda delâletle yapılır.
Efendimizin "Evlerini yakmayı diledim" sözü cemaate gelmenin vacib
olduğuna delalet eder, beyan için bu kâfidir!" diye cevap verilmiştir.
3- Haber zecr makamında vârid olmuştur,
hakikatı murad değildir. Asıl gâye mübalağadır. Bunu, Resûlullah'ın kâfirlere
mahsus ceza ile tehdit etmesi gösterir. Nitekim icma ile kesinleşmiştir ki, bu
çeşit ceza ile müslümanlar cezalandırılmaz.
Buna:
"Yasak, ateşle ceza vermenin neshedilmesinden sonra vâki oldu. Bundan önce
câizdi, delili de ateşle yakmanın önce cevazına, sonra da neshedildiğine
delalet eden Ebu Hüreyre hadisidir" diye cevap verilmiştir.
4- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
tehdîd etmiş olmasına rağmen yakmayı terketmiş olmasıdır. "Eğer vâcib
olsaydı onları affetmezdi."
Buna: "Bu
zayıftır, zîra (aleyhissalâtu vesselâm), yaptığı takdirde, yapılması kendine
caiz olan şeyi diler, terk ise, o şeyin vâcib olmadığına delil olmaz, çünkü onların bununla caydırılma ve
zemmedilmelerine sebep olan namaza gelmeme işinden vazgeçmiş olma ihtimalleri
var. Nitekim, hadisin bazı vechinde, Resûlullah'ın yakmayı terk sebebi beyan
edilmiştir. Ahmed İbnu Hanbel'in Ebû Hüreyre'den bir rivâyetinde şöyle
buyrulur: "...Eğer evlerde kadınlar,
çocuklar olmasaydı, yatsı namazına başlar ve gençlere, namaza
gelmeyenlerin evlerini yakmalarını söylerdim..."
5- Tehdidde kastedilenler, mücerred cemaati
değil, bizzat namazı terkedenlerdir.
Buna da,
Müslim'in bir rivâyeti gösterilerek cevap verilmiştir: namazda hazır olmazlar
yani cemaate gelmezler demektir. Ahmed İbnu Hanbel'in rivâyetinde daha açık
olarak "cemaat içinde yatsıya
gelmezler." [İbnu Mâce'de Usâme İbnu Zeyd (radıyallahu anhümâ)'in
rivâyetinde de şöyle buyurulmuştur: "Şu erkekler ya cemaatleri terketmeye
son verirler ya da evlerini (tepelerine) yıkacağım."
6- Hadis, nifak ehlinin fiiline muhalefete
teşvik ve onlara benzemekten sakındırmak sadedinde vârid olmuştur, sırf cemaati
terketme hususunda değil, bu sebeple yeterli bir delil olamaz.
Bu, üçüncü
maddede söylenene yakındır.
7- Hadis, münâfıklar hakkında vârid
olmuştur. Dolayısıyla hadisteki tehdid cemaati terketmeye has değildir,
dolayısıyla cemaat meselesine yeterli delil olamaz.
Bu görüş de,
"Münâfıkların gerçek namazlarının olmadığını bile bile cemaati
terketmeleri sebebiyle onları te'dîb etmeye îtina göstermenin akla uzak
düşeceği" söylenerek tenkid edilmiştir. Yine denmiştir ki:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onların niyyetlerini bildiği halde
onlardan yüz çevirmiş, onları cezalandırmaktan kaçınmıştır, nitekim şu sözü
onlar hakkında söylemiştir: "Ben insanlara, "Muhammed arkadaşlarını
öldürtüyor" dedirtmem."
Bu iddiaya da
karşı çıkarak, tenkidi tenkid sadedinde şöyle diyen de olmuştur: "Bu
söylenenin doğru olması için, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
"Münâfıkları cezalandırmayı terketmek bana vâcibtir" demiş olması lazımdır. Halbuki böyle söylediğini gösteren bir
delil mevcut değildir. Öyleyse onları tecziyede muhayyerdir. Bu sâbit olunca,
O'nun münâfıkları cezalandırmaktan yüz çevirmiş olması, onlara ceza vermeyi
terketmenin vâcib olduğuna delil olamaz."
İbnu Hacer,
mesele üzerine cereyan eden karşılıklı münâkaşayı bu şekilde kaydettikten sonra
der ki: "Benim anladığım kadarıyla, bu hadis, münâfıklar hakkında vârid
olmuştur. Zîra, bir başka hadislerinde Resûlullah: "Münâfıklara yatsı ve
sabah namazı kadar ağır gelen başka namaz yoktur" "..Onlardan biri bu
iki namazdaki hayrın ne olduğunu bilseydi emekliyerek de olsa onları
kılmayagelirdi" buyurmuştur (2785). Bu vasıf münâfıklara layıktır, kâmil
mü'mine değil; ancak buradaki nifaktan murad küfrü mücib nifak değil, günahı
mûcib nifaktır. Bu hususa hadiste onlar hakkında kullanılan şu ifade
delildir: "Yatsıya cemaat içinde katılmazlar" veya Üsâme
hadisinde olduğu üzere "Cemaate
katılmazlar" Ebû Hüreyre'den Yezîd İbnu Esam'ın yaptığı ve Ebû Dâvud'da
yer alan şu rivâyet daha ikna edici bir delildir: "...Sonra, hastalıkları
olmadığı halde namazlarını evde kılanlara geleyim.." Bu ifade, açık olarak
hadislerde kastedilen nifakın küfür nifakı olmayıp, günaha sebep olan nifak
olduğunu gösterir. Zira münâfık evinde namaz kılmaz, halka gösteriş olsun diye
mescidde kılar. Onlar evlerine çekildikleri zaman, Allahu Teâlâ'nın haber
verdiği şekilde küfür ve istihzâlarına dönerler. Bu nifaktan maksadın günaha
sebep olan nifak (nifaku'lma'siyet) olduğunu ifade eden hadisin el-Makberî
rivâyetindeki şu ziyâdedir: "...Eğer evlerde kadınlar ve çocuklar
olmasaydı..." Bu da onların kâfir olmadıklarına delildir. Çünkü, kâfirin
evinin yakılması, ona galebe etmenin yegâne yolu olarak ortaya çıkarsa evde
kadın ve çocuğun varlığı buna mâni olmaz."
8- Bazıları: "Cemaate devam İslâm'ın
başında, münâfıkların namazdan geri
kalmalarını önlemek için farz kılınmıştı, sonradan neshedildi" demiştir.
Bu söz ateşte yakmak olan mezkur vaîd'in onlar hakkında neshinin sübût bulmasıyla kuvvet kazanır.
9- Namazdan maksad cuma namazıdır, diğer
namazlar değildir.
Bu görüşe de:
"Hadiste yatsı zikredilerek tasrîh edilmiştir, cuma kastedilmiş demek
yanlıştır" denilerek itiraz edilmiştir.
Ancak İbnu
Hacer: "Burada meseleyi tedkik etmek gerekir, zira hadisler hakkında
tehdid gelen namaz cuma mıdır, yoksa sabah ve yatsı mıdır ihtilaflıdır"
der. Arkadan meseleyi tahkîk ederek gösterir ki: Mesele üzerine Ebû Hüreyre
İbnu Ümmi Mektûm ve İbnu Mes'ud'dan gelen rivâyetler, vakti tayin etmektedir.
Bu, Ebû Hüreyre
hadisinin bazı vecihlerinde yatsı, bazı vecihlerinde sabahtır, bazan her
ikisi... Bazılarında da mübhemdir. Bazılarında ise cumadır.
Rivâyetleri
tahlilden sonra İbnu Hacer: "Bu namazın Ebû Hüreyre rivâyetinde cumaya mahsus olması söz konusu
değildir" neticesine varır. Abdullah İbnu Ümmi Mektûm hadisinin de Ebû
Hüreyre hadisi gibi olduğunu söyler. İbnu Mes'ud hadisinin mezkûr namazın cuma namazı olduğunda cezmettiğini,
bu hadisin de müstakil bir rivâyet
olduğunu belirtir. İbnu Hacer'in vardığı neticeye göre: "Bu meseleye temas
eden hadisler iki ayrı vak'ayı anlatmaktadır. İmam Nevevî ve Muhibbu't-Taberî
de bu hususa işaret etmişlerdir."[800]
ـ4ـ
وعن ابن مسعود
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]لَقَدْ
رَأيْتُنَا
وَمَا
يَتَخَلَّفُ
عَنِ الصَّة
إَّ
مُنَافِقٌ
قَدْ عُلِمَ
نِفَاقُهُ
أوْ مَرِيضٌ.
إنْ كَانَ
المَرِيضُ
لَيَمْشِى
بَيْنَ
الرَّجُلَيْنِ
حَتَّى يَأتِى
الصََّةَ.
وقالَ: إنَّ
رَسولَ
اللّهِ # عَلَّمَنَا
سُنَنَ
الهُدَى
وإنَّ مِنْ
سُنَنِ الهُدَى
الصََّةَ في
المَسْجِدِ
الَّذِى يُؤَذِّنُ
فِيهِ[. أخرجه
مسلم وأبو
داود.
4. (2786)- İbnu Mes'ud (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Ben (cemaatimizi tedkik edince) gördüm ki, namaz(ı beraber kılmak)tan,
sadece herkesçe malum münâfıklarla hastalar geri kalmaktaydı. Öyle ki iki kişinin arasında yürüyebilecek durumda
olan hastalar bile namaz için (mescide) geliyordu."
İbnu Mes'ud
devamla dedi ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize sünen-i Hüdâ'yı
göstermişti. Sünen-i Hüdâ'dan biri de içerisinde ezan okunan mescidde namaz
kılmaktı."[801]
ـ5ـ
زاد أبو داود:
]ومَا
مِنْكُمْ
مِنْ أحَدٍ إَّ
وَلَهُ مَسْجِدٌ
في بَيْتِهِ،
وَلَوْ
صَلَّيْتُمْ في
بُُيُوتِكُمْ
وَتَرَكْتُمْ
مَسَاجِدَكُمْ
تَرَكْتُمْ
سُنَّةَ
نَبِيِّكُمْ
لَكَفَرْتُمْ[
.
5. (2787)- Ebû Dâvud'daki rivâyette şu ziyade var "...Sizden her
birinizin evinde mutlaka bir mescid var. Eğer namazı evlerinizde kılıp
mescidlerinizi terkederseniz Peygamberiniz (aleyhissalâtu vesselâm)'in
sünnetini terketmiş olursunuz. Peygamberinizin sünnetini terkedince de küfrân-ı
nimete düşmüş olursunuz."[802]
AÇIKLAMA:
1- Müellifimiz İbnu Deybe, Ebû Dâvud'da tek
bir hadis halinde gelen rivâyeti ikiye bölerek kaydetmiş durumda. Aslında Ebû
Davud'daki rivâyetin bir kısmı da hazfedilmiş. Tam olarak tercümesi şöyle:
"İbnu Mes'ud diyorki:
"Şu beş
vakit namazı, onlar için ezanın okunduğu yerlerde (mescidlerde) kılın. Zîra
onlar(ın cemaatle kılınması) Sünenü'l-Hüdâ'dandır. Azîz ve Celîl olan Allah,
Nebîsi (aleyhissalâtu vesselâm) için sünenü'l-Hüdâ'yı şeriat kıldı. Ben
kendimizi, nifakı açık olan münâfık dışında, herbirimizi, namazı mescidde kılar
gördüm. Ben kendimizi öyle gördüm ki, (hasta) kişi, iki adamın koltuğunda
gelir, safta yerini alır. Şurası muhakkak ki herbirinizin evinde mutlaka bir
mescid var. Eğer namazlarınızı evlerinizde kılıp, mescidleri terkederseniz
Peygamberiniz (aleyhissalâtu vesselâm)'in sünnetini terketmiş olursunuz.
Peygamberinizin sünnetini terkederseniz küfran (-ı nimet)e düşmüş
olursunuz."
2- Sünenü'l-Hüdâ, "Senenü'l-Hüdâ"
şeklinde de rivâyet edilmiştir. Mâna birbirine yakındır: "Hidâyet yolları,
doğru yollar" demektir.
3- Hasta kimsenin iki kişi arasında mescide
gelmesi, cemaate verilen ehemmiyeti ifade eder.
4- Hadisteki münâfıkla, küfrünü içinde
saklayıp müslüman görünen kimse kastedilmiyor. Aksi takdirde cemaat farz addolunurdu. Çünkü
küfrünü gizleyen kâfirdir ve bu durumda
hadisin sonu baş tarafına ters düşerdi.
Aliyyu'l-Kârî'ye
göre, hadiste "Nifâk'ın cemaate gelmemeye sebep olduğu ifâde edilmektedir, aksi değil.. Cemaatin vacib
olduğu da gözükmektedir, zannî delille
farz sübût bulmaz.."
Nevevî burada
-daha önceki hadiste (2786)- Resûlullah'ın evlerini yakmakla tehdid ettiği
kimselerin münâfıklar olduğuna (yani o hadiste münâfıkların kastedildiğine)
delil olduğunu söyler.
5- Hadiste cemaate gelmenin
"peygamberinizin sünneti" olarak tavsifi, cemaati vâcib görenler
açısından, onun sünnet olduğuna delil olmaz. Çünkü bu tâbir, onun vâcib
olmasına mâni olmaz. Nitekim Sünenü'l-Hüdâ tâbiri lüğat olarak vâcibten de
âmmdır, farz da içine dahildir. Ayrıca bu vacibe, sünnetle yani hadisle sâbit
olduğu için de sünnet denmesi normaldir.
6- Cemaati terk, hadiste küfür olarak ifade
edilmiştir. Biz bunu küfrân-ı nimet olarak anladık. Yani cemaatte mevcut olan
sevab ve lütf-u ilâhîyi görememek, inkar
etmek ma'nâsında bir davranış. Ancak Hattâbî, gibi bir kısım âlimler "cemaati terk, sizi
yavaş yavaş küfre götürür. Çünkü böyle yapmakla İslâm halatını iplik iplik
terkeder, sonunda dinden
çıkarsınız" şeklinde anlar.
Bazı âlimler
cemaatin vâcib olduğuna bu hadiste delil görmüşlerdir.[803]
ـ6ـ
وعن ابن عباس
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما: ]وَسُئِلَ
عَنْ رَجُلٍ
يَصُومُ
النَّهَارَ،
وَيَقُومُ
اللَّيْلَ،
وََ يَشْهَدُ
الجَمَاعَةَ،
وََ
الجُمُعَةَ،
فقَالَ: هذَا
مِنْ أهْلِ
النَّارِ[.
أخرجه
الترمذي .
6. (2788)- İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ)'dan gündüz oruç tutan, gece
de namaz kılan ve fakat cemaate ve cumaya gelmeyen bir kimse hakkında sorulmuştu:
"Bu, ateş ehlindendir!" diye cevap verdi."[804]
AÇIKLAMA:
1- Hadis, cemaat için "farz-ı ayn"
diyenlerin delillerinden biridir. "Çünkü, demişlerdir, eğer cemaate
iştirak sünnet olmuş olsaydı, terkeden
kimsenin ateşle tehdid edilmemesi lazımdı. Farz-ı kifâye olsaydı
Resûlullah'ın ve beraberindekilerin cemaati, diğerlerinden farzı sâkıt kılardı,
cemaate gelmeyenlerin ateşle tehdid edilmelerine hacet kalmazdı."
2- Hadisi açıklama sadedinde Tirmizî der ki,
"Hadisin ma'nâsı şudur:
"Cemaate ve cumaya onlardan nefret sebebiyle katılmayan, onların
hakkını vermeyi hafif alıp, onları
değersiz addeden ateşle tehdid edilmektedir."[805]
ـ7ـ
وعن أم
الدرداء قالت:
]دَخَلَ
عَلىَّ أبُو الدَّرْدَاءِ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما وَهُوَ
مُغْضَبٌ
فَقُلْتُ: مَا
أغْضَبَكَ؟
فقَالَ: واللّهِ
مَا أعْرِفُ
مِنْ أمْرِ
مُحَمَّدٍ # شَيْئاً
إَّ أنَّهُمْ
يُصَلُّونَ
جَميعاً[. أخرجه
البخارى .
7. (2789)- Ümmü'd-Derdâ (radıyallahu anhâ) anlatıyor:
"Ebû'd-Derdâ (radıyallâhu anhümâ) öfkeli halde yanıma geldi. Kendisine:
"Niye
öfkelendin?" diye sordum. Şu cevabı verdi:
"Vallâhi,
Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)'in işinden bir şey anlamıyorum. Bildiğim tek
şey cemaat halinde namaz kılmalarıdır."[806]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, bidâyette müslümanların en çok
dikkat çeken yönlerinin namazlarını cemaat hâlinde kılmaları olduğunu
gösteriyor. Şârihler, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın emrini harfiyyen
tatbik eden müslümanların namazlarını hep cemaatle kıldıklarını belirtirler.
İbnu Hacer şunu söyler: "...Resûlullah zamanında insanların hâli, O'ndan
sonraki zamandakinden daha mükemmel idi. Sonra Şeyheyn (Ebû Bekr, Ömer
(radıyallâhu anhümâ) zamanında, bunlardan sonra gelenlerden daha mükemmel oldular. "Bu söz,
Ebû'd-Derdâ'dan ömrünün sonlarında sâdır oldu. Bu da devre olarak Hz. Osman
(radıyallâhu anh)'ın hilafetinin sonlarına rastlar.
Heyhât! Bu
faziletli asır, Ebû'd-Derdâ'nın dilinde böyle zikredilirse, onlardan sonra
günümüze kadar gelen nesiller nasıl yadedilecektir!
Heyhât ki
heyhât şimdilere!
2- Bu hadis, dînî umûrdan birşey değiştirildiği zaman, mü'minin,
başkaca bir şey yapamıyorsa hiç olsun öfke izhar etmesinin câiz olduğunu
göstermektedir.[807]
ـ1ـ
عن عتبان بن
مالك رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قُلْتُ
يَا رَسُولَ
اللّهِ: إنَّ
السُّيُولَ
تَحُولُ
بَيْنِى
وَبَيْنَ
مَسْجِدِ
قَوْمِى،
فَأحِبُّ أنْ
تَأتِيَنِى
فَتُصَلِّىَ
في مَكانٍ
مِنْ بَيْتِى
أتَّخِذُهُ
مَسْجِداً
فقَالَ #:
سَنَفْعَلُ، فَلَمَّا
أتَاهُ قالَ:
أيْنَ
تُرِيدُ؟
فَأشَارَ إلى
نَاحِيَةٍ،
مِنْ
الْبَيْتِ،
فقَامَ #
فصَفَفْنَا
خَلْفَهُ،
فَصَلَّى
بِنَا رَكْعَتَيْنِ[.
أخرجه الثثة
والنسائى .
1. (2790)- Itbân İbnu Mâlik (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Ey
Allah'ın Resûlü dedim, seller benimle kabîlemin mescidi arasına engel
çıkarıyor. İstiyorum ki evime kadar şeref verip bir yerde namaz kılsanız da
orayı mescit yapsam!"
"(İnşaallah
bir ara) geleyim!" buyurdular. Beraberinde Hz. Ebû Bekr olduğu halde
huzuruyla evimizi şereflendirip (izin isteyerek içeri girdiği) zaman ilk iş olarak, "Nerede namaz kılmamı
istersin?" diye sordu. Evin bir köşesini işaret ederek (yer gösterdim.
Orada) namaza durdu. Biz de arkasından saf yaptık. Bize iki rek'at (nafile)
namaz kıldırdı."[808]
AÇIKLAMA:
1- Hadisin Buhârî'deki bir vechinde mevcut
olan bazı ziyadeleri parantez içerisinde
gösterdik, çünkü hadisten çıkarılan bazı hükümler onlarla ilgili.
2- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a
yağmur sebebiyle müracaat eden Itbân'ın kavmine imamlık yaptığı, müracaatı
sırasında gözüne bir şeylerin isabet etmiş olması yüzünden sel de araya girince
vazife yerine gelmekte zorluk çektiği, bu yüzden ruhsat istediği
belirtilmektedir. Bazı rivâyetler Itbân'ın âmâ oluşundan bahsetmekte ise de
farklı rivâyetleri tahlîl eden İbnu Hacer, bu müracaat sırasında Itbân'ın âmâ
olmadığı, âmâlığın ona sonradan ârız olduğu, o sırada gözüne bir şeyler isabet
etmiş olabileceği ihtimali üzerinde durur.
3- Hadisin başka vecihlerinde, Resûlullah'ın
beraberinde Hz. Ebû Bekr (ve hatta) Hz. Ömer (radıyallâhu anhümâ)'in de
bulunduğu, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın girer girmez -evde oturmadan- "Nerede namaz
kılmamı istiyorsunuz?" dediği belirtilir.
İbnu Hacer,
Resûlullah'ın orada namazdan sonra oturmuş olacağını beliterek şöyle der:
"Aleyhissalâtu vesselâm'ın oturması namazdan sonra olmuştur. Bu davranışı
Müleyke'nin evindeki davranışına aykırıdır, çünkü orada önce oturdu, yemek
yedi, sonra namaz kıldırdı. Zîra buraya yemeğe davet edilmişti, oraya ise namaz
kılmaya çağrıldı, dolayısıyla burada yemekle, orada da namazla başladı."
4- Hadisten Çıkarılan Bazı Hükümler:
* Âmâ'nın imâmeti câizdir.
* Kişinin mâruz kaldığı bazı musibetleri
mevzubahis etmesi, mezmûm olan şekva sayılmaz.
* Medine'de, Resûlullah devrinde Mescid-i
Nebevî dışında da mescidler mevcuttu.
* Yağmur, karanlık, sel gibi durumlarda
cemaate katılmamaya ruhsat vardır.
* Evlerde namaz için muayyen yerlerin
ittihâzı mendubtur. Mescidlerde belli yerlerde namaz kılmanın kerâheti, riya
vs. maksadlarla yapılması haline râcidir.
* Ev sahibine imamlık yasağının istisnası
vardır. Devlet reisi misafir olursa, onun imâmeti mekruh değildir. Keza ev
sahibinin izniyle imâmete geçene de kerâhet yoktur.
* Resûlullah'ın namaz kıldığı veya bastığı
yerle teberrük câizdir.
* Kendisiyle teberrük edilmek maksadıyla
sâlihlerden biri çağrılırsa, onun, fitneden emin olduğu takdirde dâvete icâbet
etmesi câizdir.
* Mefdûlün dâvetine fâdıl icâbet eder.
* Fâdılın gelmesiyle tebürrük caizdir.
* Verilen söze vefa gerekir.
* Dâvet sahibinin darılmayacağından emin
olunduğu takdirde davet edene katılıp, onunla beraber gelmek câizdir.[809]
ـ2ـ
وعن ابن عمر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما:
]أنَّ رَسُولَ
اللّهِ # كَانَ
يَأمُرُ
المُؤَذِّنَ
في
اللَّيْلَةِ
الْبَارِدَةِ،
أوْ ذَاتِ
المَطَرِ في
السَّفَرِ
أنْ يَقُولَ:
أَ صَلُّوا في
رِحَالِكُمْ[.
أخرجه الستة إ
الترمذي .
2. (2791)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) sefer sırasında, soğuk veya yağmurlu gecelerde
müezzine (ezan sırasında)
şöyle söylemesini de emrederdi: "Dikkat! namazlarınızı yerlerinizde
kılacaksınız!"[810]
AÇIKLAMA:
1- Cemaate gelmemeye ruhsat veren sebepler
meyanında, hadisin bazı vecihlerinde yağmur ve soğukla birlikte
"rüzgar" da zikredilmiştir. Hadisin zâhiri, bu üç şeyin geceleyin
ruhsata medar olduğunu ifade etmektedir. İbnu Hacer, rüzgarın gündüzleyin de
mazeret olacağına hiçbir rivâyette sarih bir delâlete rastlamadığını belirtir.
2- "Dikkat! namazı yerinizde
kılın!" ilavesinin ezandan sonra söylendiği Buhârî'nin rivâyetinde
sarihtir. Ancak bazı âlimler, bu cümlenin hayye ala's salât yerine söylenmiş
olabileceğini ileri sürmüştür.
3- Rihâl "rahl"ın cem'idir. Menzil
(bulunan yer) ma'nâsına gelir. Bu yer taştan, ağaçtan, yünden, topraktan, deve
yününden, keçi kılından v.s. olabilir. Hepsine rahl denir.[811]
ـ1ـ
عن أبى مسعود
البدرى
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه قال:
]قال رَسُولُ
اللّهِ #:
يَؤُمُّ
الْقَوْمَ
أقْرَؤُهُمْ
لِكِتَابِ
للّهِ
تَعالى، فإنْ
كَانُوا في
الْقِرَاءَةِ
سَوَاءً
فأعْلَمُهُمْ
بِالسُّنَّةِ
فإنْ كَانُوا
في السُّنَّةِ
سَواءً
فأقْدَمُهُمْ
هِجْرَةً، فإنْ
كَانُوا في
الهِجْرَةِ
سَوَاءً
فأقْدَمُهُمْ
سِنّاً، وََ
يَؤُمُّ
الرَّجُلُ
الرَّجُلَ في
بَيْتِهِ،
وََ في
سُلْطَانِهِ،
وََ يَجْلِسُ
عَلى تَكْرِمَتِهِ
إَّ
بِأذْنِهِ[.
أخرجه الخمسة إ
البخارى.»التَّكْرِمَةُ«
موضع جلوس
الرجل الخاص
من فراش أو
سرير .
1. (2792)- Ebû Mes'ud El-Bedrî (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Cemaate,
Kitabullah'ı en iyi okuyan kimse imam olur. Eğer kırâatte (okumada) herkes
eşitse, sünneti en iyi bilen; sünneti bilmede eşitseler, hicret etmede evvel
olan; hicrette de eşitseler, yaşca büyük olan imam olur. Kişi misafir olduğu
evin sahibine veya (emri altında çalıştığı) sultanına imamlık yapmasın, ev
sahibinin baş köşesine izni olmadan da oturmasın"[812]
ـ2ـ وعن
أبى سعيد
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: إذَا
كَانُوا
ثََثَةً فَلْيَؤُمَّهُمْ
أحَدُهُمْ،
وَأحَقُّهُمْ
بِا“مَامَةِ
أقْرَؤُهُمْ[.
أخرجه مسلم
والنسائى .
2. (2793)- Ebû Saîd (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "(Namaz kılacaklar) üç kişi iseler içlerinden biri
imam olsun. İmamlığa ehak olan akra' (Kur'ân-ı Kerîm'i daha iyi okur)
olandır."[813]
AÇIKLAMA:
1- İmâmete ehak olanı, Resûlullah
"akra'olan" diye tavsif eder. Bunu bazı âlimler "Kur'ân'ı güzel
okuyan" diye anlarken, bazıları "hıfzı daha çok olan" diye anlamıştır. Herbirinin kendine has
delili mevcuttur.
İmâmete ehak
olanı beyan eden hadislerdeki bazı faklılıklar, mezhepleri bu meselede farklı
hükümlere sevketmiştir. Hanefîlere göre bir cemaat içerisinde imamlığa elyak
olanlar şöyle sıralanır:
* Sünneti en iyi bilenler.
* Kur'ân-ı Kerîm'i en iyi okuyanlar.
* En ziyade verâ ve takva sahibi olanlar.
* En yaşlı olanlar.
Bu hususlarda
müsâvât halinde sırayla ahlâk üstünlüğü, yakışıklılık, nesebce, sesce, kılık
kıyafetce güzellik esas alınır. Hepsinde eşitlik halinde kur'a çekilir. Ev
sahibi veya vazifeli imam bu vasıflarda geri de olsa akdemdir.
Hadiste Kur'ân'ı
en iyi okuyana öncelik verilmiş olmasına rağmen Hanefîlerin farklı
hükmetmeleri, yorum farkından ileri gelir. Onlar sahâbe zamanında Kur'ân'ı en
iyi bilenin, sünneti de en iyi bilen kimseler olduğunu gözönüne alarak, zamanla
ortaya çıkan değişmeleri değerlendirmiş ve namaz sırasında vukûa gelecek bazı
durumlarda tâkib edilecek yolu, sünneti iyi bilenlerin bulabileceğini düşünerek
namazın daha sağlıklı olması mülahazasıyla "sünneti iyi bilen
akdemdir" demişlerdir. Yine de Ebû Yusuf'tan bir rivâyete göre Kur'ân'ı
daha iyi okuyan imamlığa elyaktır. Şâfiî ve Mâlikîlere göre hükümdar veya onun
nâibi, kendilerinden daha ehil olana rağmen imâmette takaddüm hakkına sahiptir,
onların kıldırması mendubtur. Sonra vazifeli imam, ev sahibi gelir. Bunlar
yoksa cemaat, en efdali seçer.
Fâsık veya bid'at
sahibinin imâmeti tahrimen mekruhtur. İmam Muhammed ve İmam Mâlik'e göre hiç
câiz değildir. Bid'at sahibi deyince Ehl-i Sünnet ve'l Cemaât itikadında
olmayan fırak-ı dâlle denen sapık mezheplere mensup ehl-i kıble kimseler
kastedilir. Bunlardan küfre götüren inanç sahiplerinin imamlığı hiç câiz olmaz.
Mezhepleri farklı
olanlar, birbirlerine iktida edebilirler. Her mezheb sahibinin kendi mezhebinde
bir imamın arkasında namaz kılması efdal ise de başka bir imama uymak, münferid
kılmaktan efdaldir.[814]
ـ3ـ
وعن ابن عباس
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال: ]قالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
لِيُؤَذِّنَ
لَكُمْ خِيَارُكُمْ،
وَلِيَؤُمَّكُمْ
قُرَّاؤُكُمْ[.
أخرجه أبو
داود .
3. (2794)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Sizin için
hayırlınız ezan okusun, kurrâ olanınız da imam olsun."[815]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu
hadislerinde ezanın en salih kimse tarafından okunmasını emir buyurmaktadır.
Zîra salih kişi, gözünü haramlardan sakınmada daha gayretlidir. Namazların
vaktinde kılınma işi müezzinlere bağlıdır. Oruçların başlama ve bitme zamanları
da onlara bağlıdır. Öyle ise müezzinlerin, vakitleri iyi bilen ve emin
kimselerden olması gerekir.
2- İmâmete de kurrâ yani Kur'ân-ı Kerîm'i iyi
bilenler elyaktır. Böyle kırâati iyi olan kimse namazla ilgili meseleleri bildi
mi imâmet için efdal olur. Zîra namaz esnasında okunan zikirlerden en efdali,
en uzunu, en zor olanı kırâattır. Hadis, iyi okuyana tekaddüm hakkı tanımakla
Kelamullah'a tazim ifade etmiş, onun kırâatını güzel yapana imtiyaz tanımış
olmaktadır. Resûlullah'ın hadislerinde geldiğine göre, Uhud şehidlerinin
defninde de Kur'ân'ı iyi bilenleri takdîm etmiştir. Bu da onların her iki
dünyada da efdaliyete sahip olduklarını ifade eder.[816]
ـ4ـ
وعن عمرو بن
سلمة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]أمَمْتُ
قَوْمِى
وَأنَا ابنُ
سِتٍّ أوْ سَبْعِ
سِنِينَ،
وَكُنْتُ
أكْثَرَهُمْ
قُرْآناً[.
أخرجه
البخارى،
وأبو داود
والنسائى .
4. (2795)- Amr İbnu Seleme (radıyallâhu anh) anlatıyor "Ben altı
veya yedi yaşında iken kendi kavmime imamlık yaptım. O zaman ben, aralarında
Kur'ân'ı en çok bilen kimseydim."[817]
AÇIKLAMA:
1- Burada adı geçen Amr İbnu Seleme'nin
Buhârî'de gelen hikayesi uzuncadır. Şöyle anlatır: "Biz yolcuların uğrak
yeri olan bir su başında oturuyorduk. Bize sıkça yolcular uğrardı. Gelenlere:
"İnsanlar
nasıllar nelerle karşılaşıyorlar. Şu (adı kulağımıza gelen) adam da ne?"
diye sorardık. Bize:
"O,
kendisini Allah'ın gönderdiğini zannediyor, O'na şu şu vahiyler geldi"
diyorlardı. Ben o kelamı derhal ezberliyordum. Bunlar hafızamda sanki yapışıp
kalıyorlardı. Araplar, müslüman olmak izin Mekke'nin fethini bekliyorlardı.
Diyorlardı ki:
"Onu kendi
kavmiyle başbaşa bırakın. Eğer kavmine galebe çalarsa gerçekten sâdık bir
peygamberdir."
Mekke
fethedilince, her kabile müslüman olmakta acele etti. Babam da bizim kabilenin
müslüman olmasını tâcil etti.
(Resûlullah'ın yanına gidip) gelince:
"Vallahi
hak olan Peygamber aleyhissalâtu vesselâm'ın yanından geliyorum. Dedi ki:
"Şu vakitte şu namazı, şu vakitte şu namazı kılın! Namaz vakti girince
biriniz ezan okusun. Kur'ân'ı en çok bileniniz de imam olsun!"
Bunun üzerine
baktılar. Benden başka Kur'ân'ı daha çok bilen yoktu. Çünkü ben yolculardan
(gelip geçtikçe sorup) öğrenmiştim. Beni öne geçirdiler, o sırada altı veya
yedi yaşımda idim. Üzerimde (kısa) bir bürde vardı. Secdeye varınca toparlanıp
kalıyordu. Mahallemizden bir kadın:
"İmamınızın
kıçını bari bize karşı örtün" dedi. Bunun üzerine kumaş satın alıp bana
(uzun) bir gömlek (kamîs) biçtiler. Bu gömlek kadar hiçbir şey beni
sevindirmemişti."
Hadisin Ebû
Dâvud'taki vechi mâna olarak aynı ise de bazı tâbirlerde farklılıklar
mevcuttur. Bunlardan biri, akrâ kelimesini açıklayıcı mahiyette ve akrâ'ı
"Kur'ân'ı çok bilen" diye anlayanlara hak verdirecek mahiyette
"Ben ezberi
kavî bir çocuktum. Bu sûretle Kur'ân'dan çok şey ezberledim. Size akrâ'
olanınız imamlık yapsın dedi. Ben, ezberlemiş olduklarım sebebiyle hepsinden
akrâ' idim.."
Görüldüğü üzere
burada "akrâ" "Kur'ân'ı en çok bilen" mânasında
kullanılmaktadır.
2- Bu hadis, mümeyyiz olan çocukların
imâmetini câiz görenlere delil olmuştur. Hasan Basrî, Şâfî'î,[818]
İshak (rahimehullah) bu görüştedirler. Ancak İmam Mâlik, Atâ, Şa'bî, Evzâ'î ve
Sevri'ye göre bu mekruhtur. Ahmed ve Ebû Hanîfe (rahimehumâllah)'den iki farklı
rivâyet gelmiştir: Meşhur görüşe göre, bu nafilelerde caizdir, farzlarda
değildir. Derler ki: "Bu rivâyet, çocuğun imametine hüccet olamaz. Çünkü,
Amr bu işi Peygamberin emriyle yaptığını tasrih etmediği gibi O'nun tahrîrini
de tasrîh etmiyor." Amr'ın büluğa ermemiş olmasına rağmen imametinden
Resûlullah'ın haberdar olmaması ihtimaline: "Vahyin nüzûlü sırasında,
hiçbir sahâbe'nin câiz olmayan bir fiiline takrir vâki olmamıştır" diye
cevap verilmiştir.[819]
Mevzu üzerine ulemânın bazı münâkaşası olmuştur. Bazı âlimler Amr ibnu
Seleme'nin de babasıyla birlikte Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a kadar
gelmiş olduğunu ileri sürmüştür. Teferruât konumuzun dışında kalır.[820]
ـ5ـ
وعن ابن عمر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]لَمَّا
قَدِمَ
المُهَاجِرُونَ
ا‘وَّلُونَ فَنَزَلُوا
مَوْضِعاً
بِقُبَاءَ
قَبْلَ
مَقْدَمِ النّبىِّ
# كَانَ
يَؤُمُّهُمْ
سَالِمٌ مَوْلَى
أبِى
حُذَيْفَةً،
وَكَانَ
أكْثَرَهُمْ
قُرْآناً[.
أخرجه
البخارى،
وأبو داود.
5. (2796)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor:
"İlk muhacirler geldiği zaman, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
gelmezden önce, Kuba'da (Usbe adında) bir menzile indiler. Onlara Ebû
Huzeyfe'nin âzadlısı Sâlim imamlık yapıyor idi. O, Kur'ân'ı ezbere bilmede
herkesten ileriydi."[821]
AÇIKLAMA:
1- Buhârî'nin rivâyetinde, ilk gelen
muhacirlerin Kuba'da Usbe denen bir yere indikleri tasrîh edilir, tercümede
gösterdik.
2- Bazı rivâyetlerde, Huzeyfe'nin âzadlısı
Sâlim'in imamlık yaptığı ve ilk muhacir grubun içerisinde Ebû Bekr, Ömer, Ebû
Seleme, İbnu Abdi'l-Esed, Zeyd İbnu Hârise, Âmir İbnu Rebî'a (radıyallâhu
anhüm)'nın da bulunduğu belirtilir. Bunlar Kureyş'in büyükleridir. Bu rivâyette
Hz. Ebû Bekr'in de zikri müşkilat çıkarır. Çünkü, Sâlim'in imâmetinin Hz.
Peygamber'in hicretinden önce olduğu söylenmiştir, halbuki Hz. Ebû Bekr,
Resûlullah'la birlikte hicret etmiştir. Mamafih, Sâlim'in imâmetinin, O'nun
gelmesinden sonra da devam etmiş olabileceğine dikkat çekilerek müşkil
giderilmiştir.
3- Bu rivâyet kölenin imâm olabileceğini
ifade eder. Zîra Sâlim, Huzeyfe adında Ensârî bir kadının (radıyallahu anhâ)
âzadlısıdır. Burada belirtilen imâmeti sırasında henüz âzad edilmemiştir.
Kur'ân'a olan hâkimiyet ve ihtisasıyla meşhur olan bu Sâlim, Hz. Ebû Bekr
(radıyallâhu anhümâ) zamanında yalancı peygamberlerle savaş sırasında Yemâme'de
şehîd edilecektir.
Sadedinde
olduğumuz rivâyet Sâlim'in köle olmasına rağmen, imam oluşunun sebebini de
açıklar: "O herkesten çok Kur'ân biliyordu."
İslâm âlimleri
imamda aranması gereken vasıfları sayarken, kölenin de imam olabileceğini
belirtir, yeter ki cehâlet galebe çalmasın. Gerekli malumata sahipse, köleliği
imâmete mânî değildir, değilse mekruhtur. Âlimler imamet için İslâm, büluğ,
akıl, erkeklik, kırâat ve özürlerden selâmetin şart olduğunu söylemişlerdir.
Âmânın imâmetinde beis yoktur, ancak göreninki efdaldir.[822]
ـ6ـ
وعن عائشة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها:
]أنَّهَا كَانَ
يَؤُمُّهَا
عَبْدُهَا
ذَكْوَانُ
مِنَ المُصْحَفِ[.
أخرجه
البخارى في
ترجمة باب .
6. (2797)- Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ)'nin
anlattığına göre: "Kendisine kölesi Zekvân, Mushaf'ın yüzünden okuyarak
imamlık yapıyordu."[823]
AÇIKLAMA:
1- Buhârî bu hadisi "Köle ve Âzadlının
İmâmeti" adını verdiği bir bâbta senetsiz olarak kaydeder. Ancak rivâyeti, İbnu Ebî Dâvud
Mesahif'inde, İbnu Ebî Şeybe, Şâfiî ve Abdurrezzak eserlerinde mevsul olarak
kaydetmişlerdir.
2- Önceki rivâyette de açıkladığımız üzere
cumhur, kölenin imâmetinin câiz olduğuna hükmetmiştir. Sadece İmâm Mâlik,
kölenin hürlere normalde imamlık edemeyeceğini, ancak cemaat kırâati bilmez,
sadece köle bilirse o zaman cuma dışında imam olabileceğini söylemiştir. Cumaya
karşı çıkışı da onun köleye farz olmaması sebebiyledir.
3- Mushaf'tan okuyarak namaz kılmayı câiz
görenler (İbnu Sîrîn, Hasan, Hakem, Atâ) bu hadisle amel ederler. Ancak, cumhur
bunu amel-i kesîr kabul ederek caiz görmemiştir. Aynî şu açıklamayı sunar:
"Hadisin zâhiri, Mushaf'ın yüzünden namaz sırasında kırâatı yürütmenin
câiz olduğuna delâlet eder." İbnu Sîrîn, Hasan Basrî, el-Hakem ve Atâ
böyle hükmetmiştir. Hz. Enes (radıyallâhu anh), namaz kılar, arkadaki bir köle
onun için Mushaf'ı tutardı. Eğer bir âyette yanılacak olsa Mushaf'ı onun için
açıverirdi. İmam Mâlik ramazandaki (terâvih) namazında bunun caiz olduğuna
hükmetti. Nehâî, Saîd İbnu'l-Müseyyeb ve Şa'bî bunu mekruh addettiler. Bu aynı
zamanda Hasan'dan yapılan bir rivâyettir. Der ki: "Hristiyanlar da böyle
yapar." İbnu Hazm der ki: "Namazda, musalliye ister, imam olsun ister
olmasın, hiçbir sûrette Mushaf'ın yüzünden kırâat câiz olmaz. Böyle bir şeyi
âmmden yapsa namazı bozulur. İbnu'l-Müseyyeb, Hasan, Şa'bî, Ebû Abdirrahman
es-Sülemî de böyle hükmetmiştir. Bu görüş İmam Azam'ın ve Şâfiî'nin de
mezhepleridir."
Aynî, bahsi
şöyle bağlar: "Derim ki: Namazda mushafın yüzünden kırâat, Ebû Hanîfe
nezdinde namazı bozar, çünkü amel-i kesîrdir. Ebû Yusuf ve Muhammed'e göre
câizdir, çünkü mushafa bakmak da ibadettir, ancak yine de mekruhtur, çünkü bu
davranışta Ehl-i Kitab'a benzeme var. Şâfiî ve Ahmed (rahimehumâllah) de böyle
hükmetmişlerdir. İmam Mâlik ve Ahmed'den gelen bir rivâyete göre onlar
nazarında, bu sadece nafile namazlarda namazı bozmaz."[824]
ـ7ـ
وعن أنس
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]اسْتَخْلَفَ
رسولُ اللّهِ
# ابنَ أُمِّ
مَكْتُومٍ يَؤُمُّ
النَّاسَ
وَهُوَ
أعْمى[. أخرجه
أبو داود .
7. (2798)- Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), İbnu Ümmi Mektûm'u âmâ olduğu halde, halka imamlık
etmesi için (sefere çıkarken) yerine halef tâyin etti."[825]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah, gazveye çıkarken mükerrer
seferler, yerine Abdullah İbnu Ümmi Mektûm'u halef bırakmıştır, yani Mescid-i
Nebevî'de imamlık yapmakla tavzif etmiştir.
2- Bu hadis, âmâların imâmetinde kerahet
olmadığını gösterir. Gazâlî ve Ebû İshâk el-Mervezî gibi bazı âlimler, âmâ,
görene nazaran daha çok huşû içinde olacağı için, onun imâmeti efdaldir
demiştir. Ancak, diğer bazı âlimler de âmânın temizliğe gereken itinayı gösteremeyeceği,
üzerine bulaşan necaseti göremeyeceği gerekçesiyle, gören kimsenin imâmetine
efdal demiştir. Şâfiî hazretleri her ikisinin faziletli yönleri bulunduğu için
aralarında fark görmemiş "ikisinin de imâmeti caizdir, faziletçe
eşittirler" demiştir. Ancak "Görenin imâmeti efdaldir, çünkü
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), çoğunlukla gören kimseleri imam yapmıştır,
gazveye çıkışlarda İbnu Ümmi Mektûm'u istihlaf etmiş olmalıdır" diyenler
de olmuştur.[826]
ـ8ـ
وعن جابر
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ مُعَاذاً
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
كانَ
يُصَلِّى مَعَ
النّبىِّ #
الْعِشَاءَ
اŒخِرَةَ،
ثُمَّ يَرْجِعُ
إلى قَوْمِهِ
فَيُصَلِّى
بِهِمْ تِلْكَ
الصََّةَ[.
أخرجه الخمسة
إ النسائى .
8. (2799)- Hz. Câbir (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Hz. Muaz
(radıyallâhu anh), Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile yatsıyı kılar, sonra
kavmine döner, bu namazı onlara kıldırırdı"[827]
AÇIKLAMA:
Hattâbî der ki:
"Bu rivâyette, farz namaz kılacak kimsenin nafile namaz kılana
uyabileceğinin cevazı vardır. Zîra Hz. Muâz'ın Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'la birlikte kıldığı namaz farz namazdı. Öyleyse kavmiyle birlikte
kıldığı namaz nafile idi. Bu hadiste ayrıca, namazın iâdesini câiz kılan bir
sebeb olduğu takdirde bir namazı aynı gün içerisinde iki kere iade etmenin caiz
olduğuna da delil vardır"
Ulemâ, farz
kılan kimsenin, nafile kılanın arkasında namazını kılıp kılamıyacağı hususunda
ihtilâf etmiştir:
* İmam Âzam ve Ashâb-ı Re'y: "Eğer imam
nâfile kılıyorsa, onun arkasında farz kılınmaz" diye hükmetmiştir.
"Eğer derler, imâm farz kılıyorsa, arkasında nafile kılınabilir."
Bunlar mukîm'in müsafir arkasında namaz kılmasını da câiz görürler.
* Şâfiî, Ahmed ve Evzâî hazretleri:
"Farz namazını kılacak kimse nafile namaz kılana uyabilir. Bu
câizdir" demiştir. Atâ ve Tâvus da aynı görüştedir.
*İmam Mâlik:
"İmamla me'mûmun niyyetleri herhangi bir namazda ihtilaf ederse bu caiz
olmaz, me'mûmun yeniden kılması gerekir." Zührî ve Rebî'a da bu
görüştedir.
* "Nafile kılanın arkasında farza niyet
edilemez" diyenler, sadedinde olduğumuz hadiste zikri geçen Hz. Muâz'ın
Resûlullah'ın arkasında kıldığı namazın nafile, kavmine kıldırdığının da farz
olduğunu söylerler. Ancak buna îtirazla denilmiştir ki: "Bu, fâsid bir
iddiadır. Zîra Hz. Muâz'a en efdal namaz olan farza yetiştiği zaman bunu
insanların en hayırlısı olan Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm)'in
arkasında kılmak varken terkederek oradaki büyük nasibini zâyî edip, ona bedel
fazla değeri olmayan nafile ile yetinmesi muvafık düşmez. Bu te'vilin
fâsidliğine, hadisi rivâyet eden râvinin: "Yatsıyı Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) ile kılardı" sözü de delil olur. Çünkü
"yatsı" farz namazdır. Nitekim Resûl-i Ekrem buyurmuştur ki:
"Namaz başlayınca farzdan başkası kılınmaz." Öyleyse farz başladıktan
sonra orada hazır olan Muâz (radıyallâhu anh)ın farzı terketmesi mümkün
değildir. Muaz ki, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), hakkında "Sizin en
fakîhiniz Muaz'"dır" diyerek, onu fıkhıyla, ilmiyle takdir etmiştir.
Şârihler Hz.
Muâz'ın Resûlullah'la birlikte kıldığı namazın farz namaz olduğunu göstermek
için Şâfiî, Tahâvî, Dârakutnî ve Abdurezzak tarafından rivâyet edilen aynı
hadisin ziyâdeli bir vechini gösterirler. Hz. Câbir bu ziyadede şöyle der:
"(Muâz'ın kavminde kıldığı) namaz, kendisi için nafile, kavmi için farzdı.
İbnu Hacer: "Bu meselede en doğrusu bu ziyâdeyi esas almaktır" der.
Mevzu üzerine
münâkaşa uzundur.[828]
ـ9ـ
وعن ابن عمرو
بن العاص
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
قال: ]قال
رسولُ اللّهِ
#: ثََثَةٌ َ
يَقْبَلُ
اللّهُ
تَعالى
صََتَهُمْ،
مَنْ تَقَدَّمَ
قَوْماً
وَهُمْ لَهُ
كَارِهُونَ،
وَرَجُلٌ
أتَى
الصََّةَ
دِبَاراً:
والدِّبَارُ
أنْ
يَأتِيهَا
بَعْدَ أنْ
تَفُوتَهُ،
وَمنْ
اعْتَبَدَ
مُحَرَّرَهُ[.
أخرجه أبو
داود.»اعْتَبَدَ
مُحَرَّرَهُ«:
أى استرقه بعد
أن حرره. أى
أعتقه .
9. (2800)- İbnu Amr İbnu'l-Âs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Üç kişi vardır,
Allah onların namazını kabul etmez:
1) Kendisini sevmeyen kimselere imam olan;
2) Namaza arkadan gelen, yani vakti
çıktıktan sonra gelen;
3) Köleyi âzad ettikten sonra tekrar köle
kılan"[829]
AÇIKLAMA:
1- Hadisin ıtlakından, her ne sebeple olursa
olsun, imam cemaat tarafından sevilmediği takdirde imâmette kalmamasını
âmirdir. Ancak bazı âlimler, bu ıtlakı kayıtlayarak: "Dini bir sebebe
binâen..." demişlerdir. Yâni halkın imama karşı nefreti onun dinî bir
kusurundan ileri geliyorsa artık o kimsenin orada imamlığı câiz değildir. Halk,
imamı dinî olmayan bir başka sebeple sevmiyor ise, imamlığa devam etmesinde bir
beis yoktur. Ayrıca, sevmeyenlerin cemaatin çoğunluğunu teşkil etmesi gerekir,
aksi takdirde, cemaat kalabalık ise üçbeş kişinin sevmemiş olmasına îtibar
edilmez, çoğunluğun nefreti hesaba alınır ve dahi bu meselede dindarların sevip
sevmemesi muteberdir, öbürlerinin değil" denmiştir.
Hattâbî der ki:
"Burada, imâmete ehil olmadığı halde zorla onu ele geçiren kimseye halkın
duyduğu nefret mevzubahis gibidir. Şayet imamlığa layık ise, ondan nefret
edenin kınanması gerekir. İmamlık ettiği halk tarafından sevilmeyen bir kimse
Hz. Ali'ye şikayet edilmişti. O'na: "Sen fiilinde yolsuzluk eden biri
olmayı isteyen bir arsızsın" dedi ve işine iade etmedi." Tirmizî, bu
hususta şu açıklamayı kaydeder: "İlim ehlinden bir grup, kişinin kendisini
sevmeyen bir cemaate imam olmasını mekruh addetmiştir. Eğer imam haklı ise
(zâlim değilse), günah, ona nefret edene terettüp eder."
2- Arkadan gelen diye tercüme ettiğimiz
dibâr kelimesi dübür'den gelir. Dübür, arka geri ma'nâsına gelir. Dibâr,
en-Nihâye'de belirtildiği üzere, bir şeyin vakitlerinin sonu ma'nâsına
gelmektedir. Hadiste namazın sona erdiği vakti ifade ediyor: Hattâbî: "Kişinin
bunu âdet haline getirmesi, herkes namazdan çıkarken namaza gelmesidir"
diye açıklar. Ona göre, burada kaçırılandan maksad cemaattir. Ancak
en-Nihâye'ye göre, vaktin çıkmasıdır.
3- Âzadlıktan sonra tekrar köle kılmakla
ilgili olarak Hattâbî şu açıklamayı yapar: "Âzad edilmiş olanın tekrar
köleleştirilmesi iki sûretle olur: Birine göre, köleyi âzad eder, ama bunu îlân
etmeyip, gizler veya inkâr eder. Bu davranış, iki tarzın en kötüsüdür. İkincisi
de şöyledir: Âzad ettikten sonra alıkoyar; âzadlı istemediği halde, kerhen
hizmetlenir."[830]
ـ10ـ
وعن أبى
أمَامة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
ثََثَةٌ َ
تُجَاوِزُ صََتُهُمْ
آذَانَهُمْ:
الْعَبْدُ
اŒبِقُ حَتَّى
يَرْجِعَ،
وَامْرَأَةٌ
بَاتَتْ
وَزَوْجُهَا،
عَلَيْهَا
سَاخِطٌ،
وَإمَامُ قَوْمٍ
وَهُمْ لَهُ
كَارِهُونَ[.
أخرجه
الترمذي.
10. (2801)- Ebû Ümâme (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Üç kişi vardır ki, onların
namazları kulaklardan öte geçmez:
1) Dönünceye kadar, kaçan köle.
2) Geceyi, kocası kendisine dargın olarak
geçiren kadın.
3) Kavminin nefret ettiği imam."[831]
AÇIKLAMA:
1- Namazların kulaklardan öte geçmemesi, tam
bir kabulle kabul edilmeyeceğini veya salih ameller gibi Allah'a
yüselmeyeceğini ifade eder. Türbüştî: "Kulak, yükselmede en aşağı seviyeyi
ifade eder, bilhassa kulağın zikredilmesi, namazda kulağa gelen tilâvet ve
duâların icrası sebebiyledir. Namazın, Allah'a makbûl olarak, icâbet görerek
ulaşmayacağı ifade edilmiştir" der. İlâveten der ki: "Bu,
Resûlullah'ın Kur'ân'ı okudukları halde gırtlaklarından öte geçmeyeceğini haber
verdiği Hâricîlerin durumunu andırır. Hadiste kabul görmeme durumu,
"kulakları geçmeme" ile ifade edilmiştir.
Suyûtî de:
"Namaz semaya yükselmez" diye anlamış ve İbnu Mâce'de gelen İbnu
Abbâs hadisiyle aynı mânâda bulmuştur: "Onların namazları başlarından bir
karış yukarı yükselmez." Bu, kabul edilmemeden kinâyedir, nitekim
Taberânî'de kaydedilen bir İbnu Abbâs rivâyetinde: "Allah onların hiçbir
namazını kabul etmez" buyurulmuştur.
2- Kaçan köle câriye de olsa, erkek gibi
aynı hükme tâbi olacağı belirtilmiştir.
3- Geceyi, kocasını darıltmış olarak geçiren
kadınla ilgili vaîd, İslâm'ın karı koca arasını tanzim eden umumî bir
prensibinin ifadesidir: "Erkek, nefsini taleb ettiği taktirde kadın buna
icâbet etmelidir. Erkeğin kadın üzerindeki kaçınılmaz haklarından biri
budur." Bir Buhârî hadisi aynen şöyle: "Erkek hanımını yatağa
çağırdığı zaman, kadın gelmekten imtina ederse, sabaha kadar melekler lânet
okur." Âyet-i Kerîme (meâlen): "İyi kadınlar itaatkâr
olanlardır" (Nisâ 34) diyerek kadınlar hususunda umumî bir istikâmet
çizmiştir. "Kocanın dargın sabahlaması"nın ana sebebi, âyetin irşâdı
çerçevesinde aranabilir.[832]
ـ11ـ
وعن جابر
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]كانَ مُعَاذُ
بنُ جَبَلٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
يُصَلِّى
مَعَ
النَّبىِّ #،
ثُمَّ يَأتِى
فَيَؤُمُّ
قَوْمَهُ،
فَصَلَّى لَيْلَةً
مَعَ
النَّبىِّ #
الْعِشَاءَ،
ثُمَّ أتَى
قَوْمَهُ
فَأمَّهُمْ
فَافْتَتَحَ
بِسُورَةِ
الْبَقَرَةِ،
فَانْحَرَفَ
رَجُلٌ
فَسَلّمَ
ثُمَّ صَلَّى
وَحْدَهُ
وَانْصَرَفَ،
فَقَالُوا
لَهُ: أثَافَقْتَ
يَا فَُنُ؟
قالَ: َ واللّهِ،
وَŒتِيَنَّ
رَسولَ
اللّهِ #
فَ‘خْبِرَنَّهُ.
فَأتَاهُ
فقَالَ: يَا
رَسُولَ
اللّهِ إنَّا
أصْحَابُ
نَوَاضِحَ
نَعْمَلُ
بِالنَّهَارِ،
وَإنَّ
مُعاذاً
صَلَّى
مَعَكَ الْعِشَاءَ
ثُمَّ
أتَانَا
فَاسْتَفْتَحَ
بِسُورَةِ
الْبَقَرَةِ،
فَأقْبَلَ
رَسولُ اللّهِ
# عَلى مُعاذٍ،
قالَ:
أفَتَّانٌ
أنْتَ يَا
مُعَاذُ اقْرَأ:
وَالشَّمْسِ
وَضُحَاهَا،
وَالضُّحى،
وَاللَّيْلِ
إذَا يَغْشى،
وسَبَّحِ اسْمَ
رَبِّكَ
ا‘عْلَى[.
أخرجه الخمسة
إ الترمذي.
»النَّاضِحُ«:
البعير الذى
يستقى عليه .
11. (2802)- Hz. Câbir (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Muâz İbnu
Cebel (radıyallâhu anh) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la birlikte namaz
kılar, sonra gelir, kavmine imamlık yapardı. Bir gece Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'la birlikte yatsıyı kıldı. Sonra kavmine geldi ve onlara imamlık yaptı
ve Bakara sûresiyle kırâate başladı. Bir adam cemaatten ayrılarak selam verdi.
Namazını tek başına kılarak çekip gitti. Adama:
"Ey filan,
nifak mı çıkarıyorsun?" dediler. Adam:
"Vallahi
hayır, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a gidip (Muâz'ın yaptığını) haber
vereceğim." dedi. Yanına varıp:
"Ey
Allah'ın Resûlü, biz sulama devesi besleyen insanlarız. Gündüz çalışırız. Muâz
sizinle yatsıyı kıldı. Sonra bize gelip bakara sûresi ile namaz kıldırmaya
başladı" dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Mu-âz'a yönelerek:
"Ey Muâz,
sen fitneci misin? Veşşemsi ve duhâhâ'yı, Vedduhâ'yı, Velleyli izâ yağşa'yı,
Sebbihi'sme Rabbike'l-a'lâ'yı oku" buyurdu."[833]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadiste, Hz. Muâz yatsı namazını
geciktirdiği için cemaati terkeden bir sahâbînin hikayesini görmekteyiz.
Rivâyetten anlaşıldığı üzere namazın gecikmesi iki ayrı sebeple
katmerlenmektedir:
1) Hz Muâz yatsıyı Resûlullah'la kılıyor ve
gecikmiş olarak kavmine gelip namaza başlatıyor.
2) Namaza Bakara gibi uzun bir sûre ile
başlıyor. İmamı terkedip ayrı kılmaya sevkeden asıl husus da ikinci uzatma durumu. Ancak bunda birinci gecikmenin
tesiri inkâr edilemez.
2- Bu hadis muhtelif vecihlerde rivâyet
edilmiştir. Rivâyetler arasında noksan ziyade farklarından öte daha ciddî
farklar da var. Bu sebeple âlimler, iki ayrı vak'anın mevzubahis olduğu
üzerinde dururlar. Mesela sadedinde olduğumuz rivâyette, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a şikâyet edilen Hz. Muâz'dır. Halbuki Nesâi'nin
rivâyetinde Hz. Muâz, namazı terkeden adamı şikâyet etmiştir ve Resûlullah,
adamı çağırtarak niye böyle yaptın? diye sebeb
sormuştur.
3- Bazı rivâyetlerde Resûlullah, Hz. Muâz'a:
"Sen fitneci misin?"[834]
diye üst üste üç kere sorar, bazılarında
"Sen fitneci mi olmak istiyorsun?" bazılarında "Ey Muâz fitneci
olma!" demiştir. Bir ziyadeye göre: "Halka namazı uzatma!"
buyurmuştur. Dâvudî, fettân kelimesinin hadiste "muazzib" yani azab
veren mânasında anlaşılabileceğine dikkat çeker. Çünkü, fitne kelimesi azab
vermek mânasına da gelmektedir. Nitekim "...erkek ve kadın mü'minleri
belaya atanlar" (Bürûc 10) âyetinde bu mânada kullanılmıştır. Yani namazı
uzatmak sûretiyle cemaate azab verici olmak...
4- Burada fitneden maksad, namazı uzatma
sebebiyle, namaza karşı kalblerde hâsıl edilecek hoşnutsuzluktur. Beyhakî'nin
bir rivâyetinde Hz. Ömer (radıyallâhu anh) şöyle der: "Allah'ı, kullarına
buğza sevketmeyin. (Şöyle ki) sizden
biri imam olur, namazı halka uzatır,
öyle ki onlara içinde bulundukları şeyi (namazı) nefret ettirir, (Allah da
namazdan nefret edenlere buğzeder)."
5- Hadisten Çıkarılan Bazı Hükümler:
* Önceki hadis (2799) gibi, bununla da farz
kılacak olanın nafile kılana iktidâ
edebileceğine istidlâl edilmiştir. Zîra bunda da Hz. Muâz'ın birincide
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile farza, ikincide de nafileye niyet ettiği
görülmektedir. Bu mânayı önceki hadisin (2799) açıklamasında Arapça metnini de
kaydettiğimiz Hz. Câbir'den gelen rivâyetteki: "(Muâz'ın kavminde kıldığı)
namaz kendisi için nafile, kavmi için farzdı" ziyadesi de te'yid
etmektedir.
* İmam, cemaatin durumunu gözönüne alarak
namazı fazla uzatmamalıdır. Bazıları, "cemaatin rızası olursa uzatmak mekruh değildir" demiş ise
de, imam, namaza katılacak herkesin rızasını bilemeyeceğinden, asıl olan
tahfifdir. Yani, namazı kısa tutmak... Öyle ise uzun tutmanın kerâheti
mutlaktır. Sadece durumu iyice bilinen, sonradan başkasının girme ihtimali
olmayan yerlerdeki sınırlı cemaat için uzun tutmak (tatvîl) müstehab olabilir.
* Dünyevî işler sebebiyle duyulan ihtiyaç, namazın kısa
tutulması için meşrû bir özürdür.
* Bir namazı, aynı gün içerisinde iki sefer
kılmak caizdir.
* Bir özür sebebiyle me'mûm cemaatten
çıkabilir, bu caizdir. Özürsüz çıkmada ihtilaf edilmiştir.
* Cemaatle namaz kılınan mescidde, özür
halinde münferid namaz kılınabilir.
* Vukûa gelen menfî bir durum, tatlılıkla
reddedilmelidir. Nitekim hadiste
Resûlullah sual tarzında reddetmiştir. Buradan hareketle herkesin kendi
durumuna uygun bir usulle ta'zir edilmesi (azarlanması) gerektiği, hoş olmayan
şeyleri (mekruhât) ta'zirde yani kötüleyip yasaklamada sözle ve reddetmekle
iktifa etmenin uygun olacağı söylenmiştir. Ta'ziri üç kere tekrar te'kid
içindir. Mamafih bazı rivâyetler Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'in, iyi
anlaşılması için sözlerini üç kere
tekrar ettiğini belirtir.
* Kendisinden zâhiren hata sâdır olan
kimsenin özür dilemesine hadiste örnek var. Böyle zâhiren yasak olan bir şeyi
-başkasınca görünmeyen bir sebeple mazur bile olsa- işleyen kimsenin, o şeyi
yapmaktan diğerlerini caydırmak maksadıyla özür beyan etmesinin caiz olduğu da
anlaşılmaktadır. Nitekim namazı terkeden sahâbî, haklı olduğu halde,
Resûlullah'a gelerek sebebini açıklamıştır.
* Hadisten şu da anlaşılmaktadır: Söylenen
bu "zâhiren hatalı" davranışı
bir te'vile dayanarak yapan kınanmamalıdır. Zîra Resûlullah namazı terkedeni ayıplamamıştır.
* Cemaatten geri kalmak münafık alâmetidir.[835]
ـ12ـ
وعن أبى هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ
رَسولُ
اللّهِ #: إذَا
صَلّى
أحَدُكُمْ لِلنَّاسِ
فَلْيُخَفِّفْ،
فإنَّ
فِيهِمْ الضَّعِيفَ،
والسَّقِيمَ،
والمَريضَ،
وذَا الحَاجَةِ
وَإذَا صَلّى
لِنَفْسِهِ
فَلْيُطِلْ
مَا شَاءَ[.
أخرجه الستة .
12. (2803)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Sizden kim halka namaz kıldırırsa namazı hafif (kısa) tutsun. Zîra
cemaatte zayıf, sakat hasta ve ihtiyaç
sahibi vardır. Müstakil kılınca dilediği
kadar uzatsın."[836]
AÇIKLAMA:
1- Hadis, namazı kısa (hafif) tutma emrinin
sadece imamları ilgilendirdiğini ifade etmekte ve bunun sebebini
belirtmektedir. Bu sebep de teke ircâ edilmiş durumda: Cemaate katılanların
durumu... Bu, farklı rivâyetlerde
hastalık, fıtrî zayıflık, ihtiyaç (yolcudur, vakte bağlı âcil işi vardır vs.)
ihtiyarlık, sakatlık, çocukluk, yaşlılık, hamilelik, emziklilik vs. Münferid için sınır
konmamış. Ancakvaktin çıkmasına kadar kırâatı uzatanın durumu münâkaşa
edilmiştir. Bazıları bu hadisin
ıtlakından, ikinci vaktin girmesine kadar kırâatı uzatmanın cevazına
istidlal etmiştir. Ancak Müslim'de gelen Ebû Katâde hadisindeki "...(memnû
olan) tefrît, kişinin namazını ikinci vakit girinceye kadar te'hir
etmesidir" ifadesine dayanılarak bu istidlal tenkid edilmiştir. İbnu Hacer
el-Askalânî, "Namazda en mükemmeli elde etmek için uzatma sûretiyle
mübâlağaya kaçmanın sağlayacağı
maslahat, namazın vakti dışına çıkması mahzuruyla teâruz edecek olursa, takip
edilmesi gereken evlâ yol mahzuru terketmektir" der.
2- Hadisin âmm olan ifadesinden, namazda
gerek ta'dil-i erkanlarda ve gerekse iki
secde aralarında fasılaya yer vermenin caiz olduğu istidlal edilmiştir.[837]
ـ13ـ
وعن أنس
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ
رَسولُ
اللّهِ #:
إنِّى ‘دْخلُ
في الصََّةِ،
وَأنَا
أُرِيدُ أنْ
أُطِيلَهَا،
فَأسْمَعُ
بُكَاءَ
الصَّبىِّ
فَأتَجَوَّزُ
في صََتِى
لِمَا
أعْلَمُ مِنْ
وَجْدِ
أُمِّهِ مِنْ
بُكَائِهِ[.
أخرجه الخمسة
إ أبا داود.
»الْوَجْدُ«:
الحزن .
13. (2804)- Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Ben, uzun tutmak arzusuyla namaza başlarım.
(Namazı kıldırırken) bir çocuk ağlaması kulağıma gelir. Çocuğun ağlamasından
annesinin duyacağı elemi bildiğim için namazı uzatmaktan vazgeçerim."[838]
AÇIKLAMA:
Bu hadisten
ulemâ şu hükümleri çıkarmıştır:
* Çocukların mescide sokulması caizdir.
Buna, "ses yakın evlerin birinden
de gelmiş olabilir" diye itiraz da edilmiştir.
* Kadınlar, mesciddeki erkeklerle birlikte
cemaate katılabilirler.
* Hadis, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın cemaate katılan büyük ve
küçük, kadın ve erkek hepsinin durumunu gözönüne aldığını, hepsine
şefkat duyduğunu gösterir.
* Resûlullah'ın çocuk sesi işitince ikinci
rek'ati ne kadar kısalttığıyla ilgili açıklayıcı bir rivâyet İbnu Ebî Şeybe'de
kaydedilmiştir: "Resûlullah birinci rekatte uzun bir sûre okumuştu, bir
çocuğun ağladığını işitince ikinci rek'atte üç âyet okudu."
* Namazda müstehab olan bir şeyi yapmaya
azmeden kimsenin, bu niyetine uyması vacib değildir. Sözgelimi ayakta nafile
kılmak isteyen, başladıktan sonra oturarak tamamlayabilir.
* Rivâyette annenin zikri, ekseriyetin
gözönüne alınmış olması sebebiyledir. Aynı mânaya giren başkaları için de
tahfîf caizdir.
* İbnu Battâl der ki: "İmam, rükûda iken, namaza katılanları hissedecek olursa,
onların o rek'ata yetişmeleri için rükûyu uzatması caizdir" diyenler bu
hadisle istidlal etmiştir. "Ancak buna: "Hadiste tahfîf var, bu
tatvîl'in (uzatma) zıddıdır, tahfîften tatvîl istidlal edilemez" diye itiraz
etmiştir. "Ahmed, İshak ve Ebû Sevr, cemaate meşakkat vermeyecek kadar
uzatmaya fetva vermişlerdir. Hattâbî:
"Dünyevî bir maslahat için tahfîf caiz olursa dînî ihtiyaçlar için tatvîl
(uzatma) daha çok caiz olur" diye hadisten delil çıkarmış: Kurtubî:
"Buradaki tatvîlde, namazda matlub olmayan amelin ziyade kılınması var,
halbuki tahfîf matlub bir durumdur" diye itiraz etmiştir.
Bu hususta
değişik kaviller ileri sürülmüş ise de Şâfiî'nin yeni görüşü, Evzâî, Mâlik, Ebû
Hanîfe ve Ebû Yûsuf'un görüşleri, sonradan gelenleri rek'ate yetişmesi için
rükûyu uzatmanın kerâhetinde ittifak eder. Muhammed İbnu'l-Hasan: "Ben
bunun şirk olmasından korkarım"
demiştir.[839]
ـ14ـ
وعن ابن أبى
أوفى رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قالَ:
]كَانَ رَسولُ
اللّهِ #
يَقُومُ في
الرَّكْعَةِ
ا‘ولَى مِنَ
الظُّهْرِ
حَتَّى َ
يَسْمَعُ وَقْعُ
قَدَمٍ[.
أخرجه أبو
داود .
14. (2805)- İbnu Ebî Evfâ (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) öğlenin birinci rek'atinin kıyâmını,
kulağına ayak sesi gelmeyinceye kadar uzatırdı."[840]
AÇIKLAMA:
Daha önceki
bahislerde geçtiği üzere cemaatin namaza yetişmesi için ilk rek'atleri uzatmak
efdaldir.[841] Hatta
bu sabah namazında vacibtir. Bu rivâyet Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın,
öğle namazında, sonradan katılanların ayak sesleri kesilinceye kadar kırâatı
uzatarak herkesin katılmasına imkân sağlamak sûretiyle, bazılarının birinci
rek'ate katılma sevabından mahrum kalmamalarına dikkat ettiğini gösterir.[842]
ـ15ـ
وله في أخرى
عن سالم بن
أبى النضر:
]كانَ حِينَ
تُقَامُ
الصََّةُ في
المَسْجِدِ
إذَا رَآهُمْ
قَلِيً
جَلَسَ،
وَإذَا
رَآهُمْ
جَمَاعَةً
صَلّى[.
15. (2806)- Yine Ebû Dâvud'un Sâlim İbnu Ebî'n-Nadr'dan bir
rivâyetinde şöyle gelmiştir: "Mescidde namaz için ikâmet okununca, (Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) cemaati az görürse oturur, (bekler)di. Kalabalık görürse
kıldırırdı."[843]
AÇIKLAMA:
1- Ebû'n-Nadr, Tâbiîdir, hadis mürseldir. Ancak aynı mânada Hz. Ali'den
gelen bir başka rivâyet mevsuldür.
2- İkâmet okunmasından sonra Resûlullah'ın
beklemesini, şârihler nâdiren vukûu bulan bir hadise olarak değerlendirirler.[844]
ـ16ـ
وعن المغيرة
بن شعبة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ
رَسولُ
اللّهِ #: َ
يُصَلِّى
ا“مَامُ في
مَوْضِعِهِ
الَّذِى
صَلّى فِيهِ
المَكْتُوبَةَ
حَتَّى
يَتَحَوَّلَ[.
أخرجه أبو داود.وله
في أخرى عن
أبى هريرة:
»أيَعْجِزُ
أحَدُكُمْ
أنْ يَتَقَدَّمَ
أوْ
يَتَأخَّرَ
عَنْ
يَمِينِهِ أوْ
عَنْ
شِمَالِهِ[ .
16. (2807)- Mugîre İbnu Şu'be (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "İmam, farz kıldığı yeri değiştirmeden aynı yerde nafile namaz kılmamalıdır."[845]
AÇIKLAMA:
Hadis, imamın
farz kıldırdıktan sonra yerini değiştirerek nafile kılmasını âmirdir. Bu hadis
musallinin, namaz kıldığı yeri her seferinde değiştirerek nafileye başlamasının meşrûluğuna delildir. Bu hüküm,
imam hakkında hadisin nassıyla sâbit iken, imama uyan ve münferid kılan hakkında Ebû Hüreyre (radıyallâhu
anh)'nin Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan yaptığı şu rivâyetle sabittir:
"Sizden biri, namazı kılınca biraz ilerlemeye veya geri çekilmeye
ya da sağa sola kaymaya muktedir değil mi?"
Bundan maksad,
daha fazla yerde namaz kılmış olmaktır. Zîra Buhârî ve Bagavî'nin dedikleri
gibi, secde mahalli, kılınan namaza şehadet edecektir. Nitekim âyet-i kerime
"O gün arz bütün haberlerini söyler" (Zilzâl 4) yani üzerinde
yapılanları anlatır buyurmaktadır. Ayrıca bazı âlimler: فَمَا
بَكَتْ
عَلَيْهِمُ
السَّمَاءُ
وَاَرْضُ (Duhân 29) âyetinin
tefsirinde: "Mü'min ölünce, arzda namaz kıldığı yer, gökte de namazın
yükseldiği kapı onun üzerine ağlar" açıklamasında bulunurlar. Bu sebeple,
nafile kıldığı yeri değiştirerek farza intikal etmesi ve başladığı her bir nafile için bir başka yere
intikal etmesi gerekir. İntikal etmezse, namazları bir sözle ayırması gerekir.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), kişinin kıldığı namazları konuşuncaya veya
namazdan çıkıncaya kadar birbirine eklemesini yasaklamıştır.[846]
ـ17ـ
وعن أم سلمة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالتْ:
]كَانَ رَسولُ
اللّهِ # إذَا
سَلّمَ
يَمْكُثُ في
مَكَانِهِ
يَسِيراً،
فنَرى
واللّهُ أعْلَمُ
أنَّ
مُكْثَهُ
لِكَىْ
يَنْصَرِفَ
النِّسَاءُ
قَبْلَ أنْ
يُدْرِكَهُنَّ
الرِّجَالُ[.
أخرجه
البخارى،
وأبو داود والنسائى
.
17. (2808)- Ümmü Seleme (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) selam verince yerinde bir miktar kalırdı. Allah bilir
ya, bizim görüşümüze göre O'nun kalışı, kadınların erkeklerden önce çıkmalarını
sağlamak içindi."[847]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın farz namazı kılıp selam verince yerinde bir miktar kaldığını haber
vermekten başka, bu kalışın sebebini de açıklamaktadır: Kadınların erkekler
kalkmazdan önce çıkmasını sağlamak... Bu husus bir başka rivâyette daha açık gözükmektedir: "Kadınlar Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) zamanında farzı kılıp selam verince hemen kalkarlardı.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ve onunla namaz kılan erkekler Allah'ın
dilediğince yerlerinde sâbit kalırlardı. Resûlullah kalkınca erkekler de
kalkardı."
Bu kalkışın
sebebi, önceki rivâyette görüldüğü üzere kadınların çıkmasına imkan tanımak
içindi.
2- İbnu Hacer der ki: "Bu mevzuya giren
hadislerin mecmuundan çıkan netice şudur: "İmam'ın muhtelif durumları var:
Zîra, farzlardan bazıları var ki peşinden tetavvu namaz kılınır, bazıları var
kılınmaz. Arkasından tetavvu kılınan farzdan çıkınca aradaki bekleme sırasında
tetavvuya başlamadan önce me'sur zikirle meşgul olunur mu olunmaz mı münakaşa
edilmiştir. Çoğunluk zikirle meşgul olunur" demiştir. Hanefîlere göre,
zikir olmaz hemen tetavvuya başlanır. Ekseriyetini yani cumhurun delili
(yukarıda dipnotta metnini kaydettiğimiz) Hz. Muâviye hadisidir. Bazı âlimler: "Farzla
nafilenin arası sadece zikirle belirgin kılınamaz, yerinden sağa sola
kımıldayıp meyletti mi bu kâfidir" demiştir. "Meyletmenin yeteceğine
dair rivâyet yok" diyene şu cevap verilir: "Hz. Muâviyenin
rivâyetinde "veya çıkarsın"
ifadesi sabittir. Me'sur zikrin takdimi, sahih haberlerde "namazın
arkasında" diye kayıtlanarak öncelik kazanmıştır. Bazı Hanbelîler,
"namazın arkası" tabirinden
muradın "selamdan öncesi" olduğunu zannetmiştir. Bu ذَهَبَ
اَهْلُ
الدُّبُورَ diye başlayan hadisin yardımıyla tenkid edilmiştir.
Zîra o hadiste "Her namazın arkasından tesbih ederler" ifadesi
mevcuttur. Bu da kesin olarak selamdan sonradır.
Arkasında
nafile bulunmayan farz namaza gelince, imam ve cemaati namazdan sonra me'sur
zikirle meşgul olur. Bunun için mekan tâyini yoktur. Dilerlerse dağılıp
zikrederler, dilerlerse yerlerinde kalıp zikrederler. Bu sonuncu durumda,
imamın cemaate ta'lim veya vaaz etme âdeti varsa tamam olarak cemaate yönelmesi müstehabtır.
Me'sur zikre, başka bir ilavede bulunmayacaksa cemaate tam mı dönmeli, yoksa
sağ tarafı cemaate, sol tarafı kıbleye gelecek şekilde yarım mı dönmeli ve dua
etmeli? sorusu mevzubahistir. Şâfiîler çoğunlukla yarım dönmesi uygundur demiştir. Ancak bu müddet kısa ise, yüzünü
kıbleden çevirmemesi de uygundur, çünkü duaya bu hal daha muvafıktır. Birinci
hâl, dua ve zikrin uzun olması halinde hamledilir."[848]
ـ18ـ
وعن ثوبان
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ رَسولُ
اللّهِ #:
ثََثٌ َ
يَحِلُّ ‘حَدٍ
أنْ يَفْعَلَهُنَّ.
َ يَؤُمُّ
الرَّجُلُ
قَوْماً فَيَخُصُّ
نَفْسَهُ
بِالدُّعَاءِ
دُونَهُمْ،
فإنْ فَعَلَ
فَقَدْ
خَانَهُمْ،
وََ يَنْظُرُ
في قَعْرِ
بَيْتٍ
قَبْلَ أنْ
يَسْتَأذَنَ،
فإنْ فَعَلَ
فَقَدْ
خَانَهُمْ،
وََ يُصَلِّى
وَهُوَ
حَقَنٌ
حَتَّى
يَتَخَفَّفَ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي.»الحَقَنُ«:
الحاقن، وهو
الذى يدافع
بوله .
18. (2809)- Sevbân (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Üç şey vardır, onları yapmak kimseye helal olmaz:
"Kişi bir kavme imamlık yapar, sonra da sadece kendisi için dua eder,
cemaatini dua dışı bırakır; bunu yapan onlara ihânet eder. Kişi, izin almazdan
önce bir evin içine bakamaz, bunu yapan ev halkına ihânet eder. Kişi küçük
abdestine sıkışmış iken hafifleyinceye kadar namaz kılamaz."[849]
AÇIKLAMA:
Hadis üç mühim
İslâmî edebi takrir etmektedir:
* İmam dua ederken kendisi için değil, imamlık
yaptığı cemaat için dua edecektir. Cemaat içinde de herhangi bir ayırım
yapmayacaktır. Böylece hadis, imamın herkese karşı hayırhâh olması gerektiğini,
kendisi için istediği hayırların hepsini cemaattekiler için de istemesi,
kendisinin sakınmak istediği şerlerden cemaatini de sakındırmak talebinde bulunması gerektiği
anlaşılmaktadır. Öyleyse imam cemaatinden bir kimse hakkında kötülük düşünmeme
mecburiyetindedir; hadisin ıtlakından bu mâna çıkmaktadır.
* Hadiste ikinci olarak, idrarına sıkışanın
o halde namaza durmaması, sıkışıklığını gidererek namaza durması emrediliyor.
Bu hadiste sadece idrar sıkışması mevzubahis edilmiş ise de, başka hadislerde
büyük abdest sıkışması da mevzubahis edilmiştir. Öyleyse, bundan her iki
sıkışmayı beraber anlayacağız. Bazan yel sıkışması da mevzubahis olabilir.
Öyleyse bunlardan biri dikkatlerimizi dağıtacak, kalb huzurunu ve huşûsunu
bozacak derecede sıkışma yaptı mı, helaya gitmeden, abdest tazelemeden namaza
başlanmamalıdır. Ebû Dâvud'un bir başka rivâyeti her üçüne de şâmil daha âmm
bir ifadeye sahiptir: "Birinizin helâya gitme ihtiyacı olur, namaza da
durulursa, önce helâya gitsin."
* Üçüncü husus: İnsanların mahremiyetine
riâyeti takrir etmektedir. Vücudun bazı kısımları avret olduğu gibi, evler de
avrettir, mahremdir, buna saygı gerekmektedir. İzinsiz kimsenin evine
girilmemelidir. Beşeri hayatta bunun da mühim bir yeri olmalı ki, meseleye
bizzat Cenâb-ı Hakk Kur'ân'da yer vermiştir "Ey îman
edenler! Kendinizinkinden başka evlere izin almadan, seslenip sahibine selam
vermeden girmeyiniz..." (Nûr 27).
İsti'zân mevzuu
3366- 3372 numaraları hadislerde geniş olarak ele alınacaktır. Burada şimdiden
iki hadis daha kaydedeceğiz: "Kim bir başkasının evine ıttılâ peyda
ederken gözü çıkarılır da diyet için müracaat etmeye kalkarsa bilsin ki, hiçbir
hak taleb etmeye hakkı yoktur." Hz.
Peygamber, kendi evine pencereden izinsiz bakmış olan bir adama elindeki tarağı
göstererek: "Bilseydim ki içeri bakıyordun, şu tarağı gözüne sokardım"
der.[850]
ـ1ـ
عن أبى مسعود
البدرى
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه قال:
]كانَ رَسُولُ
اللّهِ #
يَمْسَحُ
مَنَاكِبَنَا
في الصََّةِ
يَقُولُ:
اسْتَووُا
وََ تَخْتَلِفُوا
فَتَخْتَلِفُ
قُلُوبُكُمْ
لِيَلِيَنِى
مِنْكُمْ
أُولُوا
ا‘حَْمِ
وَالنُّهى،
ثُمَّ
الَّذِينَ
يَلُونَهُمْ،
ثُمَّ الَّذِينَ
يَلُونَهُمْ.
قالَ: أبُو
مَسْعُودٍ: فَأنْتُمُ
الْيَوْمَ
أشَدُّ
اختَِفاً[.
أخرجه مسلم،
وأبو داود
والنسائى .
1. (2810)- Ebû Mes'ûd el-Bedrî (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) namazda omuzlarımıza eliyle dokunur ve:
"Düzgün
olun, karışık durmayın, sonra kalblerinize de karışıklık ve ihtilaf girer.
Hemen arkama, sizden akıl ve dirâyet sahibi olanlar dursun. Sonra tedricen
bunları takibedenler, sonra da onları takıbedenler dursun" derdi."
Ebû Mes'ud
ilave eder: "Bugün sizler ihtilafta çok ilerisiniz."[851]
AÇIKLAMA:
Dinimiz namazda
safların düzgün olmasına çokca ehemmiyet vermiştir. Bu rivâyet Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın namaza başlarken cemaati kontrol edip, eliyle
uyarı ve
düzeltmelerde bulunduğunu göstermektedir. Dahası, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) saflardaki karışıklığın
kalplere de intikal edip, ihtilaflara sebep olacağına dikkat çekiyor; fikrî ve
mânevî insicâmın, maddî intizam ve düzenden geçtiğine irşad buyuruyor. Tîbî der
ki: "Hadis, kalbin âzâlara bağlı olduğunu, âzâlar karışıklığa düşünce
kalplerin de karışacağını, karışan kalplerin fesada uğrayıp reis olması
haysiyetiyle hepsini fesada sevkedeceğini ifade eder." Resûlullah bu maddî
tertipde, riâyet edilmesi
gereken içtimâî hiyerarşiyi de gösteriyor: Ön safa ve hemen imamın arkasına
akılca, dirâyetce mevkice, itibarca ileri olanlar durmalıdır; buna tedrîcen
diğer saflarda da riâyet edilmelidir.
Nevevî der ki:
"Bu hadiste, efdal olanın daha az efdale takdimi görülmektedir. Çünkü
onlar ikrâma (yani kıymet verilmeye, hürmet edilmeye) daha layıktırlar. Ayrıca,
ola ki imam (zuhûr eden bir özrü sebebiyle) yerine birini getirme ihtiyacı duyar; bu durumda da efdal olan
evlâdır. Ve keza imamın hata, unutma gibi hallerinde onu ikâz etme işini de efdal olan daha iyi
yapar, gayrısı yapamaz..."
Başka
rivâyetler de gözönüne alınınca, "büyük"lerin sadece namazlarda değil
her çeşit içtimâî tezâhürlerde, cemiyet ve cemaatlerde "daima öne"
alınmasının sünnet olduğu görülür. Resûlullah "Küçüklerimize merhamet,
büyüklerimize hürmet etmeyen bizden değildir" buyurur. "Bereket
büyüklerimizdedir." "Büyüğü büyükle" nevinden Efendimizin
tavsiyesi çoktur.[852]
ـ2ـ
وعن ابن مسعود
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ رَسولَ
اللّهِ # قالَ:
لِيَلِيَنِى
مِنْكُمْ
أُولُوا
ا‘حَْمِ
وَالنُّهى،
ثُمَّ الَّذِينَ
يَلُونَهُمْ،
ثُمَّ
الَّذِينَ يَلُونَهُمْ،
ثُمَّ
الَّذِينَ
يَلُونَهُمْ،
وَإيَّاكُمْ
وَهَيْشَاتِ
ا‘سْوَاقِ[.
أخرجه مسلم
وأبو داود
والترمذي.»النُّهى«:
العقول وا‘لباب.و
»هَيْشَاتُ
ا‘سْوَاقِ«:
اختط، وكثرة
اللفظ .
2. (2811)- İbnu Mes'ud (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Benim
hemen arkama sizden akıl ve dirâyet sahipleri dursun. Sonra onları takip
edenler, sonra onları takip edenler, sonra da onları takip edenler dursun.
Çarşıların karışıklığından sakının."[853]
AÇIKLAMA:
1- Ahlâm ve nühâ aynı mânaya gelir, bu da
akıllar demektir. Ancak bazı âlimler, ulu'l-Ahlâm'la büluğa erenlerin
kastedildiğini, ulu'n-Nühâ ile de ukalâ yani akıllıların kastedildiğini
söylemiştir. Dilimizde bunu, yerine göre aklı başında olanlar, yaşını başını alanlar gibi tabirlerle
karşılamak mümkündür. Biz hadiste akıl ve dirâyet sahipleri diye çevirmeyi daha
muvafık bulduk. Şüphesiz bununla ilimce, tecrübe, mevki ve makamca ve hatta yaşça daha ileri olanlar, kısaca müslümanlarca
"büyük" addedilenler kastedilmektedir. Hemen belirtelim ki sırf yaşça
büyüklük bu meselede mutlak bir öncelik
sağlamaz. İlimce, yetkice, makamca önde olan yaşça küçük de olsa "büyük"
sayılmıştır.
"Onu takip
edenler den maksad, belirtilen
vasıflarda akıl ve dirâyet sahiplerine yakın olanlar demektir.
Resûlullah bu
derecelemenin ehemmiyetini takrir için "onu takip edenler" tabirini
üç kere tekrar buyurmuştur. Yani
büyüklük sıralamasına tedrîcen riâyet
edilecektir.
2- Heyşâtu'l-evsâk, çarşıların kargaşası
diye çevirdiğimiz bu tabirle Nevevî'ye göre, çarşılardaki düzensizlikler,
bağırıp çağırmalar, münâkaşa ve ihtilaflar, fitneler, aldatmacalar vs. hepsi
kastedilmiş olmaktadır. Bazı âlimler: "Bu tabirle, çarşıdaki ihtilât'ın
yani büyükküçük, aklı başında olan-olmayan, kadın-erkek herkesin karışıklığı
kastedilmiş, namazda böyle olunmaması irşad edilmiştir" demiştir.
Gerçekten de ilk safları erkekler, arka safı çocuklar, en son kısmı da kadınlar
tutar. Namazda bunların karışması mevzubahis olmaz. Erkekler de kendi
aralarında akıl ve dirâyet sahipleri ve ondan sonra da tekrar üç mertebe
zikredilen derecelenme içerisinde yerlerini alacaklardır. Şârih Tîbî, bu
sakınma emrinde, "nefislerinizi namaz esnasında çarşıpazarın meseleleriyle
meşgul etmekten koruyun. Zîra bu beni
takib etmenize mâni olur" mânasını görmenin de câiz olduğunu söyler.[854]
ـ3ـ
وعن ابن عباس
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال: ]صَلَّيْتُ
مَعَ
النّبىِّ #
فَقُمْتُ
عَنْ يَسَارِهِ
فَأخذَ
بِذُؤَابَتِى
فَجَعَلَنِى
عَنْ يَمِينِهِ[.
أخرجه الستة .
3. (2812)- İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte (bir gece) namaz kıldım.
Soluna duruvermiştim, perçemimden tutarak sağına koydu."[855]
AÇIKLAMA:
1- Bazı rivâyetlerde daha sarîh geldiği üzere, İbnu Abbâs (radıyallâhu
anhümâ) bir gece teyzesi Meymûne'nin -ki Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
zevceleridir- yanında geceler. Resûlullah mûtadı üzere gece kalkıp abdest alır
ve namaza durur. Aynı odada misafir edilen çocuk İbnu Abbâs da kalkıp abdest
alarak Resûlullah'a iktida eder. Ancak
Efendimizin sol tarafında yer alır. Rivâyette görüldüğü üzere, perçeminden
(bazı rivâyette "eli"nden, bazısında "başı'"ndan,
"kulağı"ndan) tutup arkasından dolaştırarak sağ tarafına alır.
2- Rivâyet pek çok hüküm ihtiva etmektedir. Buhârî'de hadisin yirmiye yakın
yerde tekerrür etmiş olması, hadisin ihtiva ettiği fıkhın çokluğunu
göstermeye yeterlidir. Bazıları şöyle:
* İmam cemaatle kıldırmaya niyet etmese de
ona uymak mümkündür. Sonradan cemaate niyet edilebilir. Sadece Ahmed İbnu
Hanbel bunu nafilede caiz görür, farzda görmez.
* Me'mûm tekse imamın sağına, imama yakın ve hizasında bulunur. Âlimler,
me'mûm imamın tam hizasında mı durmalı, yoksa az gerisinde mi durmalı? İhtilaf
etmişlerdir. Bu rivâyette bu husus sarîh değilse de bazı vecihlerinden
"tam hizası" hükmüne delil çıkarılmıştır. İbrahim Nehâî: "İmama
uyan tek kişi, arkasına durur, rükûya gittikten sonra, kavuşursa sağına
durur" demiştir. Nehâî'nin bu hükme "ikinci bir şahıs da
gelebilir" düşüncesiyle gittiği tahmin edilmiştir.
* Namazda iken imamın, sol tarafına duran
kimseyi sağına alması, namazını bozan bir amel değildir, amel-i yesirdir.[856]
ـ4ـ
وعن علقمة
وا‘سود أنهما
قا:
]اسْتَأذَنَّا
عَلى ابنِ مَسْعُودٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
فأذِنَ
لَنَا، ثُمَّ
قَامَ
فَصَلّى
بَيْنِى
وَبَيْنَهُ، ثُمَّ
قالَ: هكَذَا
رَأيْتُ
رَسُولَ
اللّهِ #،
فَعَلَ[.
أخرجه مسلم
وأبو داود
والنسائى .
4. (2813)- Alkame ve el-Esved dediler ki: "İbnu Mes'ud (radıyallâhu anh) un
yanına girmek için kendisinden müsaade
istedik. Bize izin verdi. Sonra kalkıp ikimizin arasında namaz kıldı.
Sonra da: "Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın böyle yaptığını
gördüm" dedi."[857]
AÇIKLAMA:
Hadisi Ebû
Dâvud, üç kişi beraber namaz kılarsa ne
şekilde durmaları gerektiğine dair başlık attığı bir bâbta kaydeder.
Hadiste geçen
فَصَلَّى
بَيْنِى
وَبَيْنَهُ ibaresini ikimizin arasında namaz kıldı diye
tercüme ettik. Daha açık mâna şudur: "İbnu Mes'ud, Alkame ile Esved'in
arasına durarak namaz kılmıştır." Yani üçü de yan yana durmuş, İbnu
Mes'ud ortada yer almıştır, öne
geçmemiştir. İbnu Sîrîn bu şekilde duruşlarını yer darlığı ile izah etmiştir.
Nevevî bu tarzın bütün imamlara aykırı düştüğünü söyler. Zîra der, sahâbe
devrinden bu güne kadar, bütün fakihler, imamdan maada iki kişi cemaat olursa
onların arkada saf yapacaklarını söylemiş, Alkame ve Esved'e bu görüşlerinde
muhalefet etmiştir.
Hadisin
Müslim'deki vechinde, Alkame ve Esved'in İbnu Mes'ud'a ittibâen rükûda avuçlarını üst üste koyarak uyluklarının arasına yerleştirip,
kollarını da dizlerine yapıştırdıkları belirtilir. Ulemâ bu tarza da muhalefet
etmiştir (2589 numarada geçti).[858]
ـ5ـ
وعن أبى هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ
رسُولُ
اللّهِ #:
خَيْرُ
صُفُوفِ
الرِّجَالِ
أوَّلُهَا،
وَشَرُّهَا
آخِرُهَا،
وَخَيْرُ
صُفُوفِ
النِّسَاءِ
آخِرُهَا،
وَشَرُّهَا
أوَّلُهَا[.
أخرجه الخمسة إ
البخارى .
5. (2814)- Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Erkeklerin teşkil ettiği safların
en hayırlısı birinci saftır. En kötüsü de en son saftır. Kadınların teşkil
ettikleri safların en hayırlısı en son saftır, en kötüsü de en öndekidir."[859]
AÇIKLAMA:
1- Ön safın erkekler için hayırlı olması, imama yakınlığı ve kadınlara
uzaklığı sebebiyledir. Üstelik ön safta olanlar camiye daha erken gelmiş olma
durumundadırlar. Son safın kötülüğü, kadınlar safına yakınlığı ve imamdan
uzaklığı sebebiyledir. Ayrıca burada yer alanların mescide daha geç gelme
durumları vardır.
Nevevî meseleye
şöyle bir vuzuh getirir: "Erkeklere ait ön saflar her hâl ü kârda her
zaman en hayırlıdır, arka saflar da daima kötüdür. Fakat kadın safları hakkında
durum böyle değildir. Onların ön safı, erkeklerle aynı yerde namaz kılma
durumuna bağlıdır. Eğer onlar erkeklerden tamamen ayrı bir şekilde namaz
kılıyorlarsa, onların safları da erkeklerin saflarının hükmüne tâbidir: Ön saf
en hayırlı saftır, arka saf en kötü saftır."
2- Saflar için şerli veya kötü kelimelerinin
kullanılması mecazidir, yani sevabca
daha azdır demektir. Hakiki mânada şerli olması mevzubahis olamaz.[860]
ـ6ـ وعن
النعمان بن
بشير رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
قال: ]قالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
لَتُسَوُنَّ
صُفُوفَكُمْ
أوْ
لَيُخَالِفَنَّ
اللّهَ بَيْنَ
قُلُوبِكُمْ،
أوْ قَالَ:
وُجُوهِكُمْ[.
أخرجه الخمسة
.
6. (2815)- Nu'man İbnu Beşîr (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Ya saflarınızı
düzeltirsiniz ya da Allah kalplerinize muhalefet atar -veya
yüzlerinize..." demişti."[861]
AÇIKLAMA:
1- Safları tesviye etmek (düzeltmek)ten
maksad, saf tutanların aynı şekilde düzgün durmalarıdır veya safda mevcut
açıklıkları kapamaktır. Bu da omuzlar değecek şekilde sık durmakla olur. Bu husus 2817 numaralı
hadiste biraz daha açıklanacak.
2- Hadiste ifade edilen vaîd (tehdid)
hususunda ihtilaf edilmiştir. Bazı âlimler "Hadisi, zâhiri üzere anlamak
gerekir, maksad yüzü ense tarafına koyarak veya buna benzer bir şekilde tabiî
yaratılış yerinin değiştirilmesi yoluyla yüzün düzeltilmesidir" demiş ve
başka bir hadis örnek verilmiştir: "İmamdan önce secdeden başını kaldıranların
başlarını, Allah Kıyâmet günü eşek başına tahvil edecektir." Buradaki
vaîdle önceki vaîd mahiyetce birbirine benzetilmiştir.
Burada dikkat
çekilecek bir incelik, beyan edilen
vaîdin, işlenen cinâyet cinsinden olmasıdır. Burada muhalefet mevcuttur. Bazı
âlimler bu noktadan hareketle cemaatle kılınan namazda tesviyenin vacib
olduğunu söylemiştir.
Hadisin zâhire
hamlini te'yid eden bir rivâyet Ahmed İbnu Hanbel'de gelmiştir: "Ya
safları düzeltirsiniz ya da yüzleriniz silinir (yok edilir)." Bu meseleye
şu âyetten de delil getirerek hadis de zâhirin esas alınmasını söyleyen âlim
olmuştur: "Yüzleri silip arkaya çevirerek enseler gibi dümdüz
yapmadan.." (Nisâ 47).
Hadisi mecaza
hamledenler de olmuştur. Nevevî der ki: "Hadisin mânası şudur:
"Aranızda düşmanlık ve buğz ve kalplerinize ihtilaf konulur."
Nitekim"falanın yüzü bana karşı
değişti"deyince "Onun yüzünde, bana nefret zâhir oldu"
anlaşılır. Zîra saflardaki muhalefetleri, zevâhirdeki muhalefeti ifade eder,
zahirdeki ihtilaf da batında ihtilâflara sebep olur."
Nevevî, bu
te'vili Ebû Dâvud ve başka kaynaklarda gelen şu rivâyetin te'yid ettiğini
söyler: "Ya da Allah kalplerinize muhalefet atar."
Kurtubî de
hadisi "İftiraka (ayrılığa) düşersiniz" diye anlamıştır.
Görüldüğü üzere
her görüşün bir haklı yönü var. Birine doğru
derken diğerini reddetmek mümkün değildir. İbnu Hacer'in belirtiltiği üzere
"safta birinin diğerinden öne geçmesi,
kibir zannı uyandırır, bu ise kalbi ifsad eder ve kopmaya dâvet
çıkarır."[862]
ـ7ـ
وعن أنس
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ رَسولُ
اللّهِ #:
سُوُّوا
صُفُوفَكُمْ،
فإنَّ
تَسْوِيَةَ الصَّفِّ
مِنْ
تََمَامِ
الصََّةِ[.
أخرجه الخمسة
إ الترمذي .
7. (2816)- Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Saflarınızı düzgün kılın, zîra safların düzeltilmesi namazın
kemalin(i sağlayan şartlar)dandır."[863]
ـ8ـ
وعن ابن عمر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]قالَ رَسولُ
اللّهِ #:
أقِيمُوا
الصُّفُوفَ،
وَحَاذُوا
بَيْنَ
المَنَاكِبِ،
وَسُدُّوا الخَلَلَ،
وَلِينُوا
بأيْدِى
إخْوَانِكُمْ،
وََ تَذَرُوا
فُرُجَاتِ
الشَّيْطَانِ،
وَمَنْ
وَصَلَ
صَفّاً
وَصَلَهُ
اللّهُ،
وَمَنْ
قَطَعَهُ
قَطَعَهُ
اللّهُ[.
أخرجه أبو
داود بطوله،
والنسائِى من
قوله: من وصل
إلى آخره.»فُرُجَاتِ
الشَّيْطَانِ«:
هى الخلل التي
تكون بين
المصلين في
الصفوف .
8. (2817)- İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Safları düz kılın, omuzları bir
hizaya getirin, aradaki boşlukları
kapatın, kardeşlerinizini (sizi düzeltmeye çalışan) ellerine arşı nezâketli
olun. Arada şeytan gedikleri bırakmayın. Kim safa kavuşursa Allah ona kavuşur.
Kim de saftan koparsa Allah da ondan kopar."[864]
AÇIKLAMA:
1- Safların düz tutulmasından anlaşılan husus
burada açıklık kazanıyor: Omuzlar bir hizada olacak, öne arkaya kaçan
olmayacak, saftaki şahıslar arasında
boşluk olmayacak yani kollar aşağı salınmış vaziyette durunca sağ ve soldaki kimselerin kollarına
değecek.
2- Kardeşlerin ellerine yumuşak (veya
nezâketli) davranmak demek, safı düzeltmek için, bizi ileri veya geri iten bir el olursa hemen itaat edip ileri
veya geri kaymak demektir.
Bundan şu da
anlaşılmıştır. Saf dolmuşken, arkadan gelen biri, safda boş yer bulamazsa, tek
başına durmaması için ön saftan birini çekip, arkada iki kişilik bir saf teşkil
eder. Bu, Peygamberimizin emridir. Öyleyse hadis demek istiyor ki: "Siz
safta iken arkadan bir el sizi geri çekiyorsa ona hemen inkıyad edin, geride
saf yapmak üzere arkaya çekilin, bu meselede zorluk çıkarmayın."
3- "Saffa kavuşursa" tâbiri,
saftaki açıklığı sağa sola kaymak sûretiyle kapatırsa demektir. Saftan kopmak,
saftaki açıklığı kapamamak veya öne, arkaya veya bir yana kayarak açıklık
meydana gelmesine sebep olmaktır.
Âlimlerimiz
safa kavuşmayı sadece açıklığı kapamak olarak anlamamış, safa girmek, safda
hazır olmak, yer almak olarak
da anlamıştır. Saftan kopmayı da yine safa gelmemek olarak anlamışlardır.
Allah'ın
kavuşması veya kopması, rahmetiyle muamele etmesi veya rahmetini esirgemesidir
(el-iyâzu billah).[865]
ـ9ـ
وعن ابن عباس
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال: ]قال
رَسُولُ
اللّهِ #:
خِيَارُكُمْ
ألْيَنُكُمْ
مَنَاكِبَ في
الصََّةِ[.
أخرجه أبو
داود .
9. (2818)- İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Sizin en hayırlınız, namazda
omuzları en yumuşak olandır."[866]
AÇIKLAMA:
Omuzu yumuşak
olmak, safta iken birisi safı düzeltmek için sözle veya elini omuzuna koyarak
müdahale edecek olsa gerekene hemen uymaktır. Hattâbî, bu tabiri şöyle
anlamıştır: "Namazda sükûnet ve itmi'nânda olmak, sağa sola bakmayıp,
omuzunu başkasının omuzuna sürtmemektir. Bir diğer vecih de şu olabilir: Gedikleri
kapamak için yer darlığı sebebiyle safların arasına girmek isteyene mâni
olmamak, bilakis bu gayesinde ona imkân tanımak, safların sağlamlaşması ve
kalabalığın daha da sıklaşması için onu omuzuyla itmemek.."[867]
ـ10ـ
وعن وابصة بن
معبد رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]رَأى
رَسُولُ
اللّهِ #
رَجًُ
يُصَلِّى
خَلْفَ
الصَّفِّ
وَحْدَهُ:
فَأمَرَهُ
بإعَادَةِ الصََّةِ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي .
10. (2819)- Vâbisa İbnu Ma'bed (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Resûlullah bir adam gördü, safın gerisinde tek başına namaz kılıyordu. Ona
namazını yeniden kılmayı emretti."[868]
AÇIKLAMA:
Safın arkasında
tek başına namaz kılan me'mûmun durumu hakkında selef ihtilaf etmiştir.
Bazıları: "Ne caizdir ne de sahihtir" demiştir. Böyle diyenler
meyanında Nehâî, Hasan İbnu Sâlih, Ahmed, İshak, Hammâd, İbnu Ebî Leylâ, Vekî
sayılabilir.
Bazıları da,
bunu caiz görmüştür. Hasan Basrî, Evzâî, Mâlik, Şâfiî, Ashâbu'r-Rey
bunlardandır.
"Caiz
değil" diyenler, sadedinde olduğumuz hadise dayanırlar.
Keza Ahmed ve
İbnu Mâce'nin tahric ettiği bir başka hadiste geçen şu ibare de bu görüşe delil
kılınmıştır: "Namazına yönel, safın arkasında münferid namaz
kılınmaz."
Safın gerisinde
münferidin kılacağı namaza "sahihtir" diyenlerin delili, Ebû Dâvud'da, Ebû Bekre (radıyallâhu anh)'den
yapılan bir rivâyettir. Orada Ebû Bekre mescide girdiği zaman Resûlullah'ın
rükû yapmakta olduğunu, (rükuda yetişebilmek için) safa varmadan hemen rükûya
vardığını, sonra durumu Resûlullah'a açınca, Aleyhissalâtu Vesselâm'ın:
"Allah senin hırsını artırsın, artık iade etme.." dediğini görmekteyiz.
Âlimler, bu
durumda verilen iade emrini, evla olana devamda mübâlağa için menduba
hamletmişlerdir. İbnu Hacer der ki: "Ahmed ve başka bazısı bu iki hadisin arasını bir başka
tarzda te'lif ettiler. Şöyle ki: "Ebû Bekre'nin hadisi âmm olan Vâbisa
hadisini tahsis eder. Öyleyse, kim safın gerisinde münferid olarak namaza
başlar sonra da rükû'dan kalkmazdan önce safa dahil olursa ona iade gerekmez,
tıpkı Ebû Bekre hadisinde olduğu gibi... Aksi takdirde Vâbisa hadisinin âmm
olan hükmü gereğince iade vacib olur."[869]
ـ11ـ
وعن أبى سعيد
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]رَأى
النّبىُّ # في
أصْحَابِهِ
تَأخُّراً
فقَالَ:
تقَدَّمُوا
فَائْتَمُّوا
بِى، وَلْيَأتَمَّ
بِكُمْ مَنْ
بَعْدَكُمْ. َ
يَزَالُ قَوْمٌ
يَتَأخَّرُونَ
حَتَّى
يُؤَخِّرَهُمُ
اللّهُ[.
11. (2820)- Ebû Saîd (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), Ashâbında bir gerileme görmüştü:
"İlerleyin
bana uyun. Sizden sonrakiler de size uysunlar. Bir kavm gerilemeye devam eder
eder de Allah da onları geriletiverir" buyurdu."[870]
AÇIKLAMA:
"Sizden
sonrakiler de size uysun" demek, beni göremeyecek olanlar sizden görüp size uysunlar demektir. Hadisten, imamı
göremeyen cemaatin, gördükleri cemaate bakarak imama iktida edebileceği hükmü
çıkarılmıştır. Şa'bî gibi bazıları cemaatin cemaate uymasını câiz görmüştür.
Her saf, arkasındaki safın imamıdır. Bu görüşü çoğunluk reddeder. Hadis,
imamdan geri kalmayı zemmetmektedir.
Hadisin sonunda
ifade edilen "Allah'ın, gerileyenleri geriletmesi", onları cemaat
feyzinden ve sevabından mahrum bırakması demektir.[871]
ـ12ـ
وعن جابر بن
سمرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ
رَسُولُ
اللّهِ: أَ
تَصُفُّونَ
كَمَا
تَصُفُّ
المََئِكَةُ
عِنْدَ
رَبّهِمْ. قُلْنَا:
وَكَيْفَ
تَصُفُّ
المََئِكَةُ؟
قالَ: يُتِمُّونَ
الصُّفُوفَ
المُقَدَّمَةَ،
وَيَتَراصُّونَ
في الصّفِّ[.
أخرجهما مسلم
وأبو داود
والنسائى
»التراصُّ«:
اجتماع
وانتظام.قال
اللّه تعالى: »كَأنَّهُمْ
بُنْيَانٌ
مَرْصُوصٌ«.
أى متصل بعضه
ببعض .
12. (2821)- Câbir İbnu Semüre (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Meleklerin
Rabbleri indinde saf tutmaları gibi siz de saf tutmaz mısınız?" Biz:
"Melekler
nasıl saf tutarlar?" dedik.
"Onlar
dedi, ön safları tamamlarlar ve safda muntazam dururlar."[872]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, meleklerin Cenâb-ı Hakk'a
ibadetlerini yaparken veya Arş-ı Rahmân'ın çevresinde kıyam ederken saflar
şeklinde durduklarını ifade etmekte ve saf şekillerini açıklamaktadır: Ön saflarda boşluk yok ve
saflar düzgün.
2- Ön safların doluluğu demek, bir saf tam
olarak dolmadan diğer bir saf başlatılmaz demektir.
3- Safın düzgün olması, arada boşluk
bulunmaması, safta yer alanların birbirine değmesi demektir. يَتَرَ
اصَّوْنَ "birbirlerine değmek" mânasına
gelir. Hadiste geçen bu kelime âyette de geçmektedir: كَاَنَّهُمْ
بُنْيَانٌ
مَرْصُوصٌ "Şüphesiz ki
Allah, kendi yolunda, birbirine kenetlenmiş (yekpâre ve müstahkem) bir bina
gibi, saflar bağlayarak çarpışanları
sever" (Saff 4). Marsûs birbirine değen, yekpâreleşen demektir;
kenetlenme diye de ifade edilmiştir.[873]
ـ13ـ
وعن أبى هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ
رَسولُ
اللّهِ #: لَوْ
تَعْلَمُونَ
مَا في
الصَّفِّ
ا‘وَّلِ مَا
كَانَتْ إَّ
قُرْعَةً[.
أخرجه مسلم .
13. (2822)- Ebû
Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Eğer birinci safta ne olduğunu bilseydiniz, mutlaka kur'a çekilirdi."[874]
AÇIKLAMA:
Bazı âlimler, birinci saf'tan maksadın son safta
bulunsa bile mescide ilk gelen olduğunu söylemiştir. İbnu Abdilberr: "İlk
gelen, ön safta yer almasa bile sonradan
gelip de zorla öne geçenden efdaldir" demişse de delilsiz
iddiada bulunduğu söylenmiştir. Hadislerde geçen ilk saf ile imamı takip eden
birinci saf kastedilmiştir. Bazı âlimler "imamı takip eden eksiği olmayan
ilk tam saf kastedilmekte" demiştir. Şu halde esas olan birinci
kaydettiğimizdir.
Âlimler ilk
safa teşvikte şu maslahatları zikreder:
* Borçtan kurtulma yarışı vardır.
* Mescide
erken girme vardır.
* İmama yakın olup onu dinleme, ondan
öğrenme vardır.
* İmam takılırsa onu açma vardır.
* Önden geçenlerin vereceği rahatsızlıktan
selamet vardır.
* Önünde olanı görmekten zihnin selamette
kalması vardır.
* Secde mahallinin, öndekilerin vereceği
bazı rahatsız edici şeylerden selameti vardır.
* Secde mahalli daha az çiğnendiği için daha
pâktır.[875]
ـ14ـ
وعنه رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
إنَّمَا
جُعِلَ ا“مَامُ
لِيُؤْتَمَّ
بِهِ، فإذَا
كَبَّرَ فَكَبِّرُوا،
وَإذَا
رَكَعَ
فَارْكَعُوا،
وَإذَا قَالَ
سَمِعَ
اللّهُ
لِمَنْ
حَمِدَهُ،
فَقُولُوا:
اللَّهُمَّ
رَبَّنَا
لَكَ الحَمْدُ،
وَإذَا
صَلَّى
قَائِماً
فَصلُّوا قِيَاماً،
وَإذَا
صَلَّى
قاعِداً
فَصَلُّوا
قُعُوداً
أجْمَعُونَ[.
أخرجه الخمسة
إ الترمذي .
14. (2823)- Yine Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "İmam,
kendisine uyulmak için meşrû kılınmıştır. Öyleyse o tekbir getirdi mi siz de
tekbir getirin. Rükûya gidince siz de
rükûya gidin." "Semi'allâhu limen hamideh" (Allah kendisine
hamdedeni işitir) deyince "Allahümme Rabbenâ leke'lhamd" (Ey Rabbimiz
hamdler sanadır) deyin. O ayakta namaz kılarsa siz de ayakta kılın, oturarak
kılarsa siz de hepiniz oturarak namaz kılın."[876]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, namazda imama uyan kimsenin
namazla ilgili hususlarda imamı takip etmesi gerektiğini beyan ediyor. Bu
cümleden olarak:
* Tekbirlerde,
* Rükûlarda,
* Secdelerde,
* Kuûd ve ka'delerde,
* Selamlarda, imama uyulacaktır... Bunlar
icra edilirken daima imam tâkip edilecek, bu sayılanlar daima imamın peşinden
yapılacak ve imamdan önce yapılmamaya dikkat edilecektir. Çünkü "imam kendisine uyulmak için meşrû
kılınmıştır." Bu fiilleri imamdan önce yapanları, Resûlullah'ın şiddetle
tevbih edip azarladığını müteakiben kaydedeceğimiz iki hadiste (2824-2825)
göreceğiz.
* Rükûdan kalkarken imam semi'allâhu limen
hamideh deyince, cemaat aynı şeyi tekrar etmeyip, Rabbenâ ve leke'lhamd
diyecektir.
2- Hadiste temas edilen mühim bir husus, imam
herhangi bir mazeretle oturarak namaz kıldırdığı takdirde, cemaatin de oturarak
namazını kılması meselesidir.
Bu mesele ulemâ
arasında oldukça fazla münâkaşa edilmiştir. Çünkü bu mevzuya müteallik hadisler
çoktur ve aralarında teâruz vardır. Bazı
rivâyetler, Hz. Peygamber'in oturarak namaz kılarken, cemaatin de ayakta O'na
uyduğunu ifade etmektedir. Sadedinde olduğumuz rivâyette olduğu üzere, bazı
rivâyetler, imam hangi hal üzere kılıyorsa, cemaatin de o hal üzere uyması
gerektiğini ifade etmektedir.
İmamların
ihtilafı sadece rivâyet farklılığından ileri gelmez. Vak'aların ne zaman olduğu
hususundaki mübhemlik de mevzubahistir. Ayrıca bazı rivâyetlerde diğerlerinde
olmayan ziyade mevcuttur. Farklılıkların, mübhemliklerin sağladığı yorum ve
değerlendirme imkânı, âlimleri ihtilaflı neticelere sevketmiştir.
İbnu Hacer'in
kaydına göre Ashabtan bir kısmı, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
vefatından sonra oturduğu yerde namaz
kıldırmış, cemaati ise ayakta kılmışlardır.
Üseyd İbnu Hudayr, Hz. Câbir, Kays İbnu Kahd, Enes İbnu Mâlik
(radıyallâhu anhüm) bunlardandır. İbnu Hibbân ve bazıları, ayakta kılan
cemaatin oturarak kılan (özür sahibi) imama uyabilecekleri hususunda Ashabın
icma ettiğini bile söylemiştir.
Rivâyetler
arasındaki ihtilafı giderme hususunda âlimlerden bazıları, oturan imamın
arkasında oturarak kılmayı emreden hadisin mensuh olduğunu söylemiş, bazıları
da rivâyetleri cem'etmiştir. Cem'edenler, farklı hükümler ihtiva eden
hadislerin farklı hallerle ilgili olarak vârid olduğuna dikkat çekerler, "her
hadis ayrı bir durumla ilglidir" derler.
Buna göre, Hz.
Peygamberin oturarak namaz kıldırma hadisesi, bir seferinde Efendimizin attan
düşerek ayağının çıkmasına bağlıdır: Ebû Dâvud'da Hz. Câbir'in anlattığına
göre, Efendimiz Medîne'de bir ata biner, ancak at, Aleyhissalâtu vesselâm'ı bir
hurma kütüğünün üzerine atar ve ayağı
çıkar. Müslim'in yine Câbir'den kaydettiği şu rivayet, mezkur hadise ile ilgili
olmalıdır.: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) rahatsızlandı, biz de
arkasında namaz kıldık. Efendimiz oturarak kılıyor. Ebû Bekir de O'nun
tekbirlerini yüksek sesle tekrar ederek cemaate duyuruyordu. Bir ara
(Resûlullah) bize baktı, kendisine ayakta uyduğumuzu gördü. Bunun üzerine
oturmamızı işaret buyurdu. Biz de oturduk. Selam verince dedi ki:
"Siz
nerdeyse İranlıların ve Bizanslıların işini yapayazdınız. Onların kralları
otururken, kendileri ayakta dururlar. Sakın öyle yapmayın. İmamlarınıza uyun,
onlar ayakta kılarlarsa siz de ayakta
kılın, oturarak kılarlarsa siz de oturun."
Bazı âlimlere
göre bu hadise vefatıne yakın hastalandığı sırada oturarak namaz kıldırma
hadisesi değildir. Resûlullah'ın vefatıne yakın oturarak kıldırdığı namazla
ilgili rivâyet, cemaatin Resûlullah'a ayakta iktida ettiğini, Resûlullah'ın da
bu hali gördüğü halde "oturun!" diye müdahale etmediğini ve böylece
oturarak kıldıran imamın arkasında ayakta namaz kılmayı takrir ettiğini
belirtir. Ebû Hanîfe, Ebû Yûsuf, İmam Şâfiî ve Evzâî gibi bir kısım âlimler bu
rivâyetle öncekinin mensuh olduğuna hükmetmişlerdir. Velîd İbnu Müslim'in
rivâyetine göre İmam Mâlik'in görüşü de budur.
Ahmed İbnu Hanbel,
neshi inkar eder. Ona göre, her iki hadisin de ayrı bir tatbik yeri vardır,
yani hadisler iki ayrı halle ilgilidir. O iki halde onlarla amel edilir. Şöyle
ki:
1) Vazifeli imam, namazı şifası umulan bir
hastalık sebebiyle oturarak kıldırmaya durmaya başlarsa, bu durumda cemaat de
oturarak kılar.
2) Vazifeli imam, namaza ayakta başlarsa
cemaatinde onun arkasında namazı ayakta kılmaları gerekir, imama oturarak
kılmayı icab ettiren bir hal ârız olmuş olmamış farketmez; cemaat namazı
başladığı gibi (ayakta) devam ettirir. Nitekim rivâyetler, Resûlullah'ın ölüm
sırasında hastalanınca, bu şekilde yaptığını, cemaatin ayakta kıldığını gördüğü
halde müdahale etmemesi, bunu takrir ettiğini gösterir. Efendimizin takriri, bu
halde cemaate, oturmanın gerekmediğine delil olur. Nitekim Hz. Ebû Bekr cemaate
namazı ayakta kıldırmaya başladı, onlar da önceki haldekine muhalif olarak
ayakta devam ettiler. Zîra zikredildiği üzere, öncekinde Hz. Peygamber namaza
oturarak başlamış, arkadakiler ayakta devam edince, bunu doğru bulmamıştı.
İbnu Hacer,
Ahmed İbnu Hanbel'e bu görüşünde bazı Şâfiîlerin de iştirak ettiğini belirtir.
İbnu Huzeyme, İbnu'l-Münzîr, İbnu Hibbân gibi.
Son olarak şunu
da belirtelim: İmam Muhammed ve İmam Malık'in meşhur kavline göre, Resûlullah
oturarak kılarken cemaatin ayakta uyması ümmete delil olamaz. Zîra bu,
Efendimizin hasâisine girer. Onun için tanınan bir ruhsattır, hasâisten olan,
başkasına delil olamaz. Bu görüşü Hz. Câbir'den mürsel olarak rivâyet edilen şu
hadis de te'yîd eder: "Benden sonra kimse oturarak namaz
kıldırmasın." Ancak ulemâ hadisin zayıf olduğuna dikkat çekmiştir.
DİKKAT:
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın,
hastalığı sırasında Hz. Ebû Bekr'e uymasını esas alan bazı âlimler:
"Vazifeli imam hastalığı sebebiyle cemaate oturarak namaz kıldırmaktansa, bir başkasını imâmete
geçirmesi evladır" demiştir.[877]
ـ15ـ
وعنه رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ
رَسولُ
اللّهِ #:
أمَّا يَخْشى
أحَدُكُمْ
إذَا رَفَعَ
رَأسَهُ مِنْ
رُكُوعٍ، أوْ
سُجُودٍ
قَبْلَ
ا“مَامِ أنْ
يَجْعَلَ اللّهُ
رَأسَهُ
رَأسَ
حِمَارٍ، أوْ
صُورَتَهُ
صُورَةَ
حِمَارٍ[.
أخرجه الخمسة
.
15. (2824)- Yine Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Sizden biri,
rükû ve secdede başını imamdan önce kaldırdığı zaman Cenâb-ı Hakk'ın, (Kıyâmet
günü) başını, eşek başına veya sûretine çevire(rek dirilte)ceğinden korkmaz
mı."[878]
ـ16ـ
وعنه رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]الَّذِى
يَرفَعُ
رَأسَهُ
وَيَخْفِضُهُ
قَبْلَ ا“مَامِ
إنَّما
نَاصِيَتُهُ بِيَدِ
شَيْطَانٍ[.
أخرجه مالك .
16. (2825)- Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) şunu söylemiştir:
"Başını imamdan önce kaldırıp
indiren kimsenin alnı şeytanın elindedir.[879]
ـ17ـ
وعن البراء
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كُنَّا
نُصَلِّى
مَعَ
النّبىِّ #
فإذَا قَالَ سَمِعَ
اللّهُ
لِمَنْ
حَمِدَهُ
لَمْ يَحْنِ أحَدٌ
مِنَّا
ظَهْرَهُ
حَتّى يَضَعَ
النّبىُّ #
جَبْهَتَهُ
عَلى ا‘رْضِ[.
أخرجه الخمسة
.
17. (2826)- Berâ (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Biz Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte namaz kılarken, o "semi'allâhu limen
hamideh" deyince, bizden kimse, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) alnını
yere koyuncaya kadar, sırtını eğmezdi."[880]
AÇIKLAMA:
1- Son üç rivâyet imama uyan kimsenin
imamdan önce hareket etmemesi gerektiğini ifade etmektedir. Gerçi 2824 numaralı hadiste öncelikle rükû ve
secdeden, başı imamdan önce kaldırmak mevzubahis edilmiş ise de 2825 numaralı
hadiste imamdan önce
secdeye gitmek de kaldırmaya dahil edilerek her ikisinden de zecr edilmiştir.
2- Başı imamdan önce kaldırmanın mesh gibi
şiddetli bir ceza ile müeyyideye bağlanmasından, âlimler bu fiilin haram
olduğunu istidlâl etmişlerdir. Nevevî buna dayanarak fiilin haram olduğunu
söyler. Ancak cumhur böyle hareket eden musallinin günahkâr olduğuna ve fakat
namazının yeterli olacağına, tekrar kılmak gerekmediğine hükmetmiştir. Yine de
çoğunluk, böyle yapan kimsenin, başını geri koyup ne miktar erken kaldırmışsa
bir o kadar imamdan sonra secdede kalması gerektiğini söyler. İbnu Ömer,
"namaz bâtıl olur" kanaatindedir. Ehl-i zâhir ile Ahmed İbnu Hanbel
(bir görüşünde) böyle hükmetmiştir.
3- Eşeğe benzetmenin hikmetini bazı âlimler
şöyle izah ederler: "Burada meshle mânevî bir durum kastedilmiştir. Zira
eşek aptallıkla mevsuftur. Bu mâna ile, namazın farzından ve imama uymaktan
kendisine terettüp eden şeyleri bilmeyen câhil için istiâre edilmiştir."
Esasen, imamdan önce başını kaldıranlar çok olmasına rağmen, başı eşek başına
çevrilen görülmediği için, hadisi zâhiriyle değil bu şekilde mecaz mânada
anlamak daha uygundur. Zaten hadiste, başın mutlaka değişeceğini, ifade eden
bir delil mevcut değildir.
Bazı âlimler,
hissî veya mânevi veya her iki meshin fiilen vukûunu muhtemel görmüştür.
Bazıları da
hadisi zâhirine hamletmiş ve meshin vukûunu esas almıştır. Nitekim bazı
hadîslerde, bu ümmette hasf ve mesh'in meydana geleceği mevzubahis edilmiştir.
4- Hadiste müsâbakanın (imamdan evvel rükû ve
sücûd'a gitme) yasak olduğu da açık olarak anlaşılmakta ise de mukârene
(beraberlik) hakkında bir sarâhat yoktur. Bazı âlimler bunun da yasağa dahil
olması kanaatindedir.
5- Sonuncu hadis (2826), imamla berâberliği
(mukârene) yasaklamakta daha sarihtir. Bununla tuma'nînenin uzunca olmasına
hükmedenler olmuştur. Hadiste, namaz sırasında, intikallerde imama uymak için
ona bakmanın cevazı da mevcuttur.[881]
ـ18ـ
وعن أبى هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ
رَسُولُ اللّهِ
#: مَنْ
أدْرَكَ
رَكْعَةً
مِنْ
الصََّةِ مَعَ
ا“مَامِ
فَقَدْ
أدْرَكَ
الصََّةَ
كُلَّهَا[.
أخرجه الثثة
وأبو داود .
18. (2827)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Bir kimse,
namazdan tek rek'ati imamla kılabilmişse, namazın tamamını beraber kılmış gibi
olur."[882]
ـ19ـ
وفي أخرى ‘بى
داود: ]إذَا
جِئْتُمْ إلى
الصَّةِ
وَنَحْنُ
سُجُودٌ
فَاسْجُدُوا
وََ تَعُدُّوهَا
شَيْئاً،
وَمَنْ
أدْرَكَ
الرَّكْعَةَ
فَقَدْ أدْرَكَ
الصََّةَ[ .
19. (2828)- Ebû Dâvud'un bir diğer rivâyetinde şöyle gelmiştir:
"Siz namaza gelince biz secdede isek hemen secdeye katılın, fakat onu
(rek'at veya başka) bir şey saymayın, tek rek'ate kavuşan namaza kavuşmuş
sayılır."[883]
ـ20ـ
ولفظ مالك:
]مَنْ أدْرَكَ
الرَّكْعَةَ
فَقَدْ
أدْرَكَ السَّجْدَةَ،
وَمَنْ
فَاتَتْهُ
قِرَاءَةُ أُمِّ
الْقُرآنِ
فَقَدْ
فَاتَهُ
خَيْرٌ كَثِيرٌ[
.
20. (2829)- Muvatta'nın rivâyetinde şöyledir: "Rek'ate kavuşan
secdeye kavuşur. Kim Fâtiha'ya yetişemezse, pek çok hayrı kaçırmış
demektir."[884]
AÇIKLAMA:
Bu hadis 2391
ve 2392 numaralı hadislerde genişçe açıklanmıştır. Mühim olan iki noktayı
özetleyeceğiz:
* İkindi namazında bir rek'ati, vakti
içinde kılan, namazını vakti çıksa da tamamlar, bu namaz sahihtir, ulemâ bunda
icma eder.
* Sabah namazı için de Eimme-i Selâse
(Ahmed, Şâfiî, Mâlik) aynı şekilde hükmetmiş ise de Hanefîler güneşin doğması
ile sabah namazının bâtıl olacağına hükmetmişlerdir.[885]
ـ21ـ
وعن علي ومعاذ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قا: ]قال
رسولُ اللّهِ
# إذَا أتَى
أحَدُكُمْ
وَا“مَامُ
عَلى حَالٍ
فَلْيَصْنَعْ
كََمَا يَصْنَعُ
ا“مَامُ[.
أخرجه
الترمذي .
21. (2830)- Hz. Ali ve Hz. Mu'âz (radıyallahu anhümâ) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Siz mescide
geldiğinizde (cemaatle namaza başlanmış ise), imam (kıyâm, rükû, secde, kuûd)
hangi hâl üzere olursa olsun
hemen uyun ve yapmakta olduğunu yapın."[886]
AÇIKLAMA:
1- Hadis, cemaate uğrayan kimsenin hemen
imama uymasını emreder. Avam, yanlış
bir anlayışla imama kıyamda uymak için bekler. Halbuki bu hadis, böyle bir
beklemeyi tecvîz etmiyor. İmam hangi hal üzere olursa olsun derhal uymayı
emrediyor. Sözgelimi imama secde veya kuûd (oturma) halinde uymuş olsak, her ne
kedar iki rivâyet önce, 2828 numarada kaydedilen hadîse göre, rükûyu kaçırdığı
için bu secde ve kuûd rek'atten sayılmazsa da daha önce 2392 numaralı hadiste
geçtiği üzere namazın bir secdesine bile yetişen kimse, cemaat sevabından
nasibdâr olmaktadır. Öyle ise, imamı hangi hal üzere bulursa hemen uymak
gereklidir.
2- Hadîsin arkasından Tirmizî, şu açıklamayı
sunar: "Ehl-i ilim, amelde bunu esas almıştır. Derler ki: "Kişi
gelince imam secdede ise, derhal secde etsin. Bu secde rek'at için kâfi
değildir, çünkü rükûyu kaçırmıştır" İbnu'l-Mubârek imamla secdeyi tercih
etmiştir. Bazı büyüklerden naklen demiştir ki: "(Bu secde rek'atten
sayılmasa bile boşa yapılmış olmaz,) kişinin, başını o secdeden kaldırmazdan
önce mağfiret olunması mümkündür."
3- Cumhur-u ulemâ, imamla kılınan kısmın rek'at
sayılması için rükûda uymayı şart koşmuştur. Şu halde, rükûda yetişemeyip,
secdede imama kavuşan bir kimse sevaba iştirak etse de o rek'ati kaçırmış
sayılır, imam selam verdikten sonra kalkıp eksik kalan rekâtleri
tamamlayacaktır.
4- Bazı âlimler, cumhura muhalif olarak,
imamla kılınan kısmın rek'at sayılması için Fâtiha'yı kıyamda okuyacak kadar
kıyamda durup, Fâtiha'yı okumayı şart koşmuştur. Bu görüşte olan Zâhirîlere ve
İbnu Huzeyme'ye göre, bir kimse rükûya yetişse de, Fâtiha okuyacak kadar kıyama
yetişemese o rek'ate yetişmiş sayılmaz. İmamın arkasında kırâatin vücûbuna
hükmeden Şâfiî ulemâsından birçoğunun bu görüşte olduğu belirtilmiştir. Buhârî,
el-Kırâatu Halfe'l-İmâm adlı kitabında bu şartları zikretmiş ve onların delil
ittihaz ettikleri şu rivâyeti de kaydetmiştir: "Kim rükûda imama kavuşursa
hemen rükûya giderek imama uysun, ancak sonra o rek'atı iâde etsin." İbnu
Hacer, Ebû Hüreyre tarafından bu rivâyetin mevkuf olduğunu, merfû olmadığını
belirtir. İbnu Hacer'e göre, bu görüşte olanlar öncelikle: "Fatiha'yı
okumayanın namazı yoktur" hadisi ile "İmama yetiştiğinizi kılın
kaçırdığınız kısmı tamamlayın" gibi daha sarîh ve sahih merfû hadisleri
amellerine esas almışlardır.
Rek'atin
sayılması için rükûya yetişmeyi kâfi gören cumhur, delil olarak Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) tarafından rivâyet edilen şu hadîse dayanır: "Kim cuma
günü, namazın son rek'atinin rükûsuna yetişirse, (imam selam verince) bir
rek'at daha ilave etsin."[887]
ـ22ـ
وعن همام بن
الحارث: ]أنَّ
حُذَيْفَةَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
أُمَّ
النَّاسَ
بالمَدَائِنِ
عَلى
دُكَّانٍ،
فأخَذَ أبُو
مَسْعُودٍ
بَقَمِيصِهِ
فَجَبَذَهُ.
فَلَمَّا
فَرَغَ مِنْ صََتِهِ
قَالَ: ألَمْ
تَعْلَمْ
أنَّهُمْ كَانُوا
يُنْهَوْنَ
عَنْ ذلِكَ؟
قَالَ: بَلى. قَدْ
ذَكَرْتُ
حِينَ
مَدَدْتَنِى[.
أخرجه أبو داود
.
22. (2831)- Hemmâm İbnu'l-Hâris anlatıyor: "Huzeyfe (radıyallâhu
anh) Medâin şehrinde yüksekçe bir yerde durarak cemaate imam olmuştu. Ebû
Mes'ud kamîsinden tutarak onu çekti. Namazdan çıkınca, Ebû Mes'ud:
"İnsanların
bundan men edildiklerini bilmiyor musun?" dedi. Öbürü:
"Evet,
ancak siz beni (gömleğimden tutup) çekince hatırladım!" dedi."[888]
AÇIKLAMA:
Burada, imamın
cemaatten daha yüksek bir yerde durarak namaz kıldırmasıyla ilgili nehy
mevzubahistir. Hadiste geçen dükkân, dilimizdeki dükkân değildir. Bugün bu
kelimeyi ticaret yapılan yer, ticâretevi mânasında kullanırız. Hadiste, oturmak
için yapılan yüksekçe yer kastedilmektedir. Biz bunu divan, sedir gibi
kelimelerle karşılamıyoruz, çünkü bunlar ev içi malzemesidir, müteharriktir.
Dükkân, sâbittir. Belki peyke ile karşılamak mümkündür.
Ebû Dâvud'un
aynı bâbta kaydettiği ikinci bir hadis, imamın cemaatten daha yüksek bir yerde
durmasını yasaklamada daha vâzıhtır. Aynen şöyle: "Ammâr İbnu Yâsir
(radıyallâhu anh), Medâin şehrinde halka namaz kıldırmak üzere öne geçip bir
"dükkân"ın üzerine çıktı. Halk kendisinden aşağıda kalıyordu. Huzeyfe
(radıyallâhu anh) hemen öne ilerleyerek Ammâr'ın elinden tuttu. Ammâr da ona
uydu. Huzeyfe onu dükkandan aşağı indirdi.
Ammâr namazdan
çıkınca Huzeyfe ona:
"Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın: "Bir kimse halka imamlık yapınca, halktan
daha yüksek bir yerde durmasın" dediğini duymadın mı?" diye sordu.
Ammâr:
"Bu
sebepledir ki elimden tutup çekince sana uyarak aşağı indim!" cevabını
verdi."
Neylü'l-Evtâr'da
denir ki: "Mescidde veya başka yerde olsun, imamın cemaatten daha yüksek
bir yerde durarak namaz kıldırması yasaklanmıştır. Burası ister insan boyunda
ister daha alçak, ister daha yüksek olsun, birdir. Çünkü hadiste yüksekliğin
miktarı belirtilmeden yasak vârid olmuştur." Resûlullah'ın minberüzerinde
namaz kılmış olmasına gelince, bu hususu izâh sadedinde, "öğretmek
maksadıyla" denmiştir. Müteakip hadiste görüleceği üzere yeni yapılan
minberin üstünde namaza duran Efendimiz, namaz bitince yaptığı açıklamada
"Namazımı bilmeniz için böyle yaptım" demiştir. Bu hadisten halka öğretmek
gayesi güdüldüğü zaman imamın yüksekçe bir yerde namaz kılabileceğine cevaz da
bulunmuştur. İbnu Dakîku'l-Îd: "Kim öğretme maksadı olmaksızın imamın
yüksek yerde namaz kılabileceğine, bu sünnetten delil bulmaya kalkarsa yanlış
iş yapmış olur" der ve bu istidlaldeki yanlışlığın mahiyetini açıklar.
Son olarak şunu
belirtelim, İbnu Hacer'in de dikkat çektiği üzere, imamla cemaatin
alçaklıkyükseklik bakımından farklı yerlerde durmaları câiz görülmüştür. İmam
ve cemaatin aynı seviyede durmaları esas olmakla birlikte bir arşın miktarına
kadar alçak veya yüksek bir yerde durulmasına maalkerâhe cevaz verilmiştir.
Eğer imamın bulunduğu yükseklikte birkaç kişi cemaate dahil olursa kerahet
kalmaz.[889]
ـ23ـ
وعن أبى حازم
بن دينار:
]أنَّ نَفَراً
جَاءُوا إلى
سَهْلِ بنِ
سعْدٍ
يَتَمَارُونَ
في المنْبَرِ
مِنْ أىِّ
عُودٍ هُوَ؟
فقَالَ: أمَا
وَاللّهِ
إنِّى
‘َعْرَفُ مِنْ
أىِّ عُودٍ هُوَ؛
وَمَنْ
عَمَلَهُ،
وَأىَّ
يَوْمٍ جَلَسَ
عَلَيْهِ.
أرْسَلَ
رسولُ اللّهِ
# إلى فَُنَةٍ
امْرَأةٍ
مِنَ
ا‘نْصَارِ أنْ
مُرِى غَُمَكِ
النَّجَّارَ
أنْ يَعْمَلَ
لِى أعْوَاداً
أُكَلِّمُ
النَّاسَ
عَلَيْهَا
فَعَمِلَ هذِهِ
الثََّثَ
الدَّرَجاتِ.
ثُمَّ أمَرَ
بِهَا رَسولُ
اللّهِ # أنْ
تُوَضَع هذا
المَوْضِعَ:
فَهِىَ مِنْ
طَرْفَاء
الْغَابَةِ.
فقَامَ
عَلَيْهِ #
فَكَبَّرَ
وَكَبَّرَ
النَّاسُ
وَرَاءَهُ
وَهُوَ عَلى
المِنْبَرِ
ثُمَّ رَكَعَ
فَنَزَلَ
الْقَهْقَرَى
حَتّى سَجَدَ
في أصْلِ
المِنْبَرِ،
ثُمَّ فَرَغَ
مِنْ
صََتِهِ، ثُمَّ
أقْبَلَ عَلى
النَّاسِ
فقَالَ: إنَّمَا
صَنَعْتُ
هذَا
لِتَأتَمُّوا
بِى وَلِتَعْلَمُوا
صََتِى[.
أخرجه الخمسة
إ الترمذي .
23. (2832)- Ebû Hâzım İbnu Dînâr (rahimehullah) anlatıyor:
"Sehl İbnu Sa'd'a bir grup insan Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in minberinin
hangi ağaçtan yapıldığı hususunda münâkaşa etmek üzere geldiler. Sehl:
"Ben onun
hangi ağaçtan yapıldığını, kimin yaptığını, Efendimiz (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın hangi gün üzerine oturduğunu biliyorum!" dedi ve açıkladı:
"Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) Ensârdan falanca kadına bir adam gönderdi: "Marangoz kölene söyle, bana ahşaptan
münasib bir şey yapsın da üzerine çıkıp halka hitabette bulunayım"' dedi.
Köle de O'na şu üç basamaklı şeyi imâl ediverdi. Sonra Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), bunun şu yere konmasını emretti. Mezkur minber,
el-Gâbe'nin ılgın ağacından yapılmıştır.
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) minberin üzerine çıkıp namaza durdu ve tekbir getirdi,
cemaat de O'nunla birlikte arkasından tekbir getirdi. Sonra rükûya gitti, sonra
geri geri gelerek minberden indi ve minberin dibinde secde yaptı,sonra namazdan
çıktı, sonra halka yöneldi ve:
"Ben bunu,
bana uymanız ve namazımı bilmeniz için yaptım" buyurdu.[890]
AÇIKLAMA:
1- Sadedinde olduğumuz hadis, birçok fıkhı
ihtiva etmektedir:
* Herşeyden
öce, duyulan ihtiyaç üzerine yeni bir teknik ortaya koyma örneği var: Hadisin
başka vecihlerinde tasrîh edildiği üzere cemaatin artması üzerine arka kısımda
kalan cemaat Resûlullah'ı yeterince işitemez hale gelir. Rivâyetler bazılarının
Resûlullah'ı işitemeden geri döndüğünü belirtir. Hülasa değişen şartlar
karşısında bazı rivâyetlerde halkın talebi üzerine, bazı rivâyetlerde
Resûlullah'ın şahsen ihtiyaç duyması üzerine minber inşası işi konuşulur,
tezekkür edilir. Neticede Aleyhissalâtu Vesselâm, herkesin görme ve işitmesine
imkan tanıyacak bir yükseklikte konuşma çaresini minber inşasında bularak,
bunun yapılmasına karar ve emir verir.
* Fen ve teknik gayr-ı müslimden
alınabilir. Zîra hadiste görüldüğü üzere, minberi yapan usta, bir kadının
kölesidir. Başka rivâyetlerde hıristiyan ve hatta Suriye menşe'li olduğu
belirtilir.
* Örf, âdet ve mahallî görgüye uymayan bir
şey yapan kimse, bunun sebep ve hikmetini etrafındakilere açıklamalıdır.
* Halife, imam veya bir başkası olsun, her
hatibin, halka minberden hitabetmesi câizdir, meşrûdur.
* İmam, namazdaki fiilleri halka öğretmeyi
de niyet ederse bu câizdir.
* Namazda amel-i yesîr câizdir.
Resûlullah'ın arka arka yürüyerek minberden inmesi amel-i yesîr (az iş)dir,
namazı bozmaz.
* İmamın yüksekte durması câizdir.
* Cemaate daha iyi görme ve işitme imkânı
sağlayacağı için imamın minber edinmesi müstehabtır.
* Şükür veya teberrük her ne maksadla
olursa olsun, yeni bir şeyin açılışını namazla yapmak müstehabdır.
2- el-Gâbe, kelime olarak "orman"
demek ise de rivâyette bir ormanın adıdır. Medîne'nin dışında Şam yolu üzerinde
bir ormanın adıdır. Bazı rivâyetler bu ormanın, cahiliye devrinden bir koruluk
halinde intikal ettiğini, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın emri üzerine
buraya ağaçlar dikilerek sıklaştırılıp orman haline getirildiğini ve
Resûlullah'ın ayrıca: "Kim buradan bir ağaç keserse yerine bir ağaç
diksin" emrini vererek ormanlardan istifade usulünü vazettiğini belirtir.[891]
3- Minberi inşa eden ustanın şahsiyeti,
üzerinde ayrıca durulmaya değer bir
noktadır. Zîra, onun hüviyeti
çeşitli rivâyetlere göre farklıdır. Buhârî'nin Hz. Câbir (radıyallâhu anh)'den
kaydettiği bir rivâyete göre Medîneli bir kadının, mesleği marangozluk olan
Rûmî bir kölesidir. İbnu Sa'd'ın bir
rivâyetinde Abbâs İbnu Abdulmuttalib'in Kilab isminde bir kölesidir. Abd İbnu
Humeyd'in Müsned'inde geçen bir rivâyette ise, İbrahim isminde bir zattır.
Hülasa en kavî rivâyet olan Buhârî'nin rivâyeti, sarih olarak mimarın Rûmî
olduğunu ifade etmekten başka, İbnu Sa'd'daki rivâyette aslen hıristiyan olup
sonradan müslüman olan Temîmü'd-Dârî' nin: "Ey Allah'ın Resûlü! sana Şam'da inşâsını gördüğüm şekilde bir
minber yapayım mı?" tarzındaki müracaatı da bu tekniğin daha çok
hıristiyanlar tarafından kullanıldığını ve oradan iktibas edildiğini
göstermektedir. İbnu Hacer çeşitli rivâyet ve izahları nazar-ı dikkate olarak
minberin inşasında birçok kimselerin işbirliği yapmış olabileceğine hükmeder.
Minberin ne
zaman inşâ edildiği ihtilaflıdır. Umumîyetle 7. veya 8. hicrî yıl olduğu kabul
edilir.[892]
ـ24ـ
وعن عائشة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]كانَ رَسولُ
اللّه #
يُصَلِّى
مِنَ
اللَّيْلِ في
حُجْرَتِهِ
وَجِدَارُ
الحُجْرَةِ
قَصِيرٌ
فَرَأى
النَّاسُ
شَخْصَ النّبىِّ
#. فقَامَ
أُنَاسٌ
يُصَلُّونَ
بِصََتِهِ
فَأصْبَحُوا
فَتَحَدَّثُوا.
فقَامَ الثَّانِيَةَ
وقَامُوا
فَصَنَعُوا
ذَلِكَ ثََثاً،
فَلَمَّا
كَانَ بَعْدَ
ذَلِكَ جَلَسَ
فَلَمْ
يخْرُجْ.
فَلَمَّا
أصْبَحَ ذَكَرُوا
له ذلِكَ
فقَالَ: إنِّى
خِفْتُ أنْ
تُكْتَبَ
عَلَيْكُمْ
صََةُ
اللَّيْلِ[.
أخرجه
البخارى وأبو
داود .
24. (2833)- Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) geceleyin duvarları alçak olan hücresinde namaz kılardı. Halk bu sebeple Aleyhissalâtu Vesselâm'ın karaltısını (silüetini) görürdü. Böylece onlar da kalkıp geceleyin, O'na uyarak O'nunki gibi namaz kıldılar. Sabah olunca bu durumu konuştular.
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) ikinci gecede de kalktı, halk da aynı şekilde yaptı.
Üçüncü gece de aynı şey tekerrür etti. Bundan sonra Resûlullah oturdu ve
çıkmadı.
Sabah olunca
durumu medâr-ı bahs ettiler, sebebini sordular. Efendimiz şu cevabı verdi:
"Gece
namazının sizlere farz olmasından korktum."[893]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah'ın gece namazı kıldığı
hücresinden maksad nedir? Farklı rivâyetlerin
delâletiyle şu iki ihtimal üzerinde durulmuştur:
a) Mescidin avlusunda yer alan hücrelerden
biridir. Çünkü Ebû Nuaym'ın bir rivâyetinde "Zevcelerin hücrelerinden
birinde gece namazı kılardı"
denmiştir.
b) Bundan maksad, mescidde hasırla teşkil
ettiği hususi hücre olabilir, çünkü Efendimizin gündüzleri üzerine oturup,
geceleri de bölme olarak kullanarak mecsidde hücre teşkil ettiği bir hasırından
bahsedilmektedir. Bu hadis Sahîheyn'de Hz. Âişe ve Zeyd İbnu Sâbit tarafından
rivâyet edilmiştir.
2- Hadis, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın gıyabında, duvar gerisinde cemaatin kendisine uyarak nafile
kıldığını göstermektedir. Bu hususu te'yid eden başka rivâyetler de mevcuttur.
İbnu Ebî Şeybe'nin Sâlih Mevla't Tev'eme'den kaydettiğine göre, Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh)'le birlikte mescidin damında oldukları halde imama uyarak
namaz kılmışlardır. Saîd İbnu Mansur, Hasan Basrî'nin imamın gerisinde veya
çatının üzerinde imama uyarak namaz kılan kimse hakkında: "Bunda bir beis
yok"dediğine dair rivâyet kaydetmiştir. Buhârî'nin kaydına göre Hasan
Basrî hazretleri: "İmamla senin aranda nehir bile olsa zarar etmez"
demiştir. Ebû Miclez: "Kişi, imamla arasında yol veya duvar da bulunsa ona
uyulabilir, yeter ki imamın tekbirini işitsin" demiştir. İbnu Hacer,
Mâlikîlerin de böyle hükmettiklerini belirtir.
Hanefîler,
imamla cemaat arasında görmeye veya işitmeye mâni duvar bulunmamasını şart
koşar, aksi halde iktida sahih olmaz. Keza imamla muktedi arasında veya önceki
safla arkadaki saflar arasında fazla mesafe olursa bakılır: Cemaat mescid
dışında ve aradaki mesafe bir saf bağlanacak miktardan az ise iktida sahihtir.
Fazla ise sahih değildir. Mescidin içinde çoğunlukla bunun aranmıyacağına,
herhangi bir köşesinde imama uyabileceğine hükmedilmiştir. Bu mevzu münâkaşalıdır. İlmihal kitaplarına
bakılmalıdır.[894]
ـ25ـ
وعن أبى هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رسولُ اللّهِ
#. إذا
سَمِعْتُمُ
ا“قَامَةَ فَامْشُوا
إلى
الصََّةِ،
وَعَلَيْكُمْ
السَّكِينَةُ
وَالْوَقَارُ،
وََ
تُسْرِعُوا
فَمَا
أدْرَكْتُمْ
فَصَلُّوا وَمَا
فَاتَكُمْ
فَأتِمُّوا[.
أخرجه الستة .
25. (2834)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "İkâmetin
okunduğunu duydunuz mu namaza yürüyün.
Sâkin ve vakur olmayı unutmayın. Sakın koşuşmayın. Yetiştiğiniz yerden kılın,
kaçırdığınız kısmı tamamlayın."[895]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
namaza gelirken acele etmemeyi tavsiye etmektedir. Bunun sebebi Müslim'in Ebû
Hüreyre'den kaydettiği bir ziyadede açıklanmaktadır: "...zira biriniz
namaza niyetle yürüyünce artık namazda sayılır." Yani namaz için yürüyen,
musalli hükmündedir. Öyleyse ona, musallinin itimad ettiği şeye itimad etmesi,
musallinin kaçınması gereken şeyden kaçınması gerekir.
2- Resûlullah'ın tavsiye ettiği sekînet
ile vekâr arasında bazı âlimlere göre
fark yoktur ve te'kiden ikincisi de zikredilmiştir. Ancak Nevevî, fark
görür ve der ki: "Zâhire göre ikisi arasında fark vardır. Sekînet,
hareketlerde teennî ve alçaltmak, sağa sola bakmamak gibi." Hadisin
devamından namaza giderken isti'cal gösterip koşmanın vekâr'a aykırı olduğu
hükmü çıkarılmıştır. Nevevî der ki:
"Acele etmemeyi irşad buyurmakla Efendimiz, cemaate giden kimse namaza
yetişmese bile, sevab elde etme gayesine ulaşır, çünkü niyet anından itibaren
zaten namazdadır, musallidir. Acele etmemek, ayrıca daha çok adım atma imkânı
sağlar. Zaten çok adım atılması bizzat istenen bir husustur." Bu mevzuda
bir çok hadis vârid olmuştur. Hz. Câbir'in Müslim'deki rivâyetinde "...Her bir adımınız için bir derece
verilir" denilmiştir. Keza Ebû Dâvud' daki:
"Biriniz
güzel şekilde abdestini alır, sonra mescide müteveccihen çıkarsa sağ adımını
attıkça Allah ona bir sevab yazar, sol adımını attıkça da bir günahını döker. Mescide gelip namazını
cemaatle kıldı mı günahı affedilir. Geldiği vakit namazın bir kısmı kılınmışsa
kalana uyar, geri kalanı da sonra tamamlarsa yine öyle olur. Mescide gelir,
namazı kılınmış bulur, kendisi namazını kılar, yine öyle olur (yani tam kılmış
gibi sevab verilir.)"
4-
Bu
rivâyetten, cemaatin azıcık bir cüzüne ulaşabilenin cemaat sevabını kazanacağı
hükmü çıkarılmıştır. Çünkü "yetiştiğiniz kısmı kılın" buyrulmuştur.
Buradaki مَا arapçada az veya çok bir cüz (parça) demektir.
Bu hüküm cumhura aittir. Bazıları: "Bir rek'atten aza kavuşmakla cemaate kavuşulmuş
olmaz" demiştir. Bunlar مَنْ
اَدْرَكَ
رَكْعَةً
مِنَ الصَّةِ
فَقَدْ
اَدْرَكَ hadisini cuma namazı ile kıyaslayarak bu hükme
varmışlardır.[896]
Ancak bazı âlimler, "cuma namazının kendine has hükmü vardır, diğer
namazlara kıyaslanması caiz değildir" diye cevap vermişlerdir.[897]
ـ26ـ
وعن أسماء بنت
أبى بكر
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
قالتْ:
]سَمِعْتُ
رسولَ اللّه #
يَقُولُ لِلنِّسَاءِ:
مَنْ كَانَتْ
مِنْكُنَّ
تُؤْمِنُ
باللّهِ
وَالْيَوْمِ
اŒخرِ فََ
تَرْفَعْ
رَأسَهَا
حَتَّى
يَرْفَعَ
الرِّجَالُ رُؤُسَهُمْ
كَرَاهِيَةَ
أنْ يَرَيْنَ
عَوْرَاتِ
الرِّجَالِ[.
أخرجه أبو
داود .
26. (2835)- Esmâ Bintu Ebî Bekr (radıyallahu anhümâ) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı işittim, kadınlara diyordu ki:
"Sizden
kim Allah'a ve âhiret gününe îman ediyorsa, erkekler başlarını kaldırıncaya
kadar başını yerden kaldırmasın, böylece erkeklerin avretlerini görmekten
korunmuş olur."[898]
AÇIKLAMA:
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) bu hadislerde, kadınlara secdeden başlarını biraz geç
kaldırmalarını tembihliyor. Bunun sebebi, hadisten de anlaşılacağı üzere,
kadınların erkeklerin avretlerin görme tehlikesini bertaraf etmektir. Zira
fakirlik sebebiyle yeterince ve uzunca giyinemeyen erkeklerin secde
sırasında avretleri açılabilmekte ve arka
taraflarında saf tutup namaz kılan kadınlar tarafından görülebilmektedir.
Efendimiz bu muhâtaranın
(riskin) bertaraf edilmesi için kadınlara secdeden başlarını kaldırmada acele
etmemelerini tavsiye ediyor. Ebû Hüreyre
der ki: "Ashâb-ı Suffe'den yetmiş kişi gördüm, içlerinde öyle
kimseler vardı ki, üzerinde ridâ olarak boyunlarına bağladıkları ya bir izar ya
da bir kisâ vardı. Bu, bazılarında bacakların yarısına iniyor, bazılarında da
topuklarına kadar iniyordu. Avretlerinin görünmemesi için bunu eliyle
topluyorlardı." Sehl İbnu Sa'd (radıyallâhu anh) da şu kıymetli açıklamayı
yapmıştır: "[Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) zamanında] insanlar, Hz.
Peygamberle namaz kılarken izarları küçük olduğu için uçlarını dizlerine
bağlıyorlardı. Kadınlara, "Erkekler doğrulup oturuncaya kadar başlarınızı secdeden
kaldırmayın!" diye tembih edildi."[899]
ـ27ـ
وعن عبادة بن
الصامت
رَضِىَ
اللّهُ َعنْهُ
قالَ: ]صَلَّى
بِنَا رسُولُ
اللّهِ #
بَعْضَ الصَّلَوَاتِ
الَّتِى
يَجْهَرُ
فِيهَا بِالْقُرآنِ
فَالتُبِسَتْ
عَلَيْهِ
الْقِراءَةُ.
فَلَمَّا
انْصَرَفَ
أقْبَلَ
عَلَيْنَا بِوَجْهِهِ
فقَال: هَلْ
تَقْرَءُونَ
إذَا جَهَرْتُ
بِالْقِرَاءَةِ؟
فَقَالَ
بَعْضُنَا:
إنَّا
نَصْنَعُ
ذلِكَ. قالَ:
فََ. وَأنَا أقُولُ
مَالِى
يُنَازِعُنِى
الْقُرآنُ؟ فََ
تَقْرَءُوا
بِشَىْءٍ
مِنَ
الْقُرآنِ إذَا
جَهَرْتُ إَّ
بِأُمِّ
الْقُرآنِ[.
أخرجه أصحاب
السنن .
27. (2836)- Ubâdetu'bnu's-Sâmit (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize, içinde Kur'ân'ın cehren
okunduğu bir namaz kıldırdı. Namazda kırâatta bir iltibasta bulundu. Namazdan
çıkınca yüzünü bize çevirdi ve:
"Kırâatı
cehren okuduğum zaman siz de okuyor musunuz?" diye sordu. Bazılarımız:
"Evet bunu
yapıyoruz!" dediler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Sakın ha!
Ben kendi kendime: "Kim, ben okurken okuyarak benden okumayı kapmaya çalışıyor?" diyordum. Kur'ân'ı
cehren okuduğum zaman, Kur'ândan Fatiha hariç hiçbir şeyi okumayın!"
buyurdular."[900]
AÇIKLAMA:
1- Hadisin Ebû Dâvud'daki vechine göre,
Resûlullah sabah namazını kıldırırken, cehrî olarak kırâatte bulunur. Ancak
kırâat, Resûlullah üzerinde bir ağırlık hâsıl eder. Bunun üzerine selam
verince:
"İmamınızın
arkasında Kur'ân okuyor musunuz?" diye sorar. "Evet!" cevabı
üzerine: "Fatiha'dan başka bir şey okumayın!"diye tembihte bulunur.
Bu rivâyetten, cemaatin okuması sebebiyle Resûlullah'ın kırâatının, üzerinde
ağırlık hâsıl ettiğini ve iltibas etmesine sebep olduğunu anlıyoruz.
2- Hadisin buradaki vechinde kırâatın
iltibasa uğradığı ifade edilmiş iken başka vecihlerinde "Kırâat,
üzerine ağırlık verdi" şeklinde de ifade edilmiştir. Bundan, telaffuzu ve
kırâati cehren yapmanın meşakkatle ve sıkıntıyla yapıldığı ifade edilmektedir.
Şârihler, bu
sözüyle Resûlullah'ın kendisi okurken başkasının okumasını yasakladığı hükmünü
çıkarmışlardır. Nitekim Nesâî'nin bir rivâyeti şöyle tamamlanır: "...Halk
bunu işitince, Resûlullah'ın Kur'ân'ı cehrî okuduğu namazlarda kırâati
terketti."
3- Hadisin zâhiri, cehrî olsun, sırrî olsun,
her rek'atte Fatiha okumanın me'mûma vacib olduğunu ifade eder. Şâfiî ve bir
kısım selef buna hükmetmiştir. Bu görüşte olanlar me'mûm Fatiha'yı sektelerde
mi okumalı, imamla birlikte mi okumalı? İhtilaf etmiştir. Âlimlerden bir grup:
"Me'mûm imamın sırrî okuduğu namazlarda kırâat yapar, cehrî okuduklarında
yapmaz" demiştir. Ahmed İbnu Hanbel, Mâlik, İshâk, Zührî, İbnu'l-Mübârek
bu görüştedir.
Ashâb-ı Re'y,
(Hanefîler) ve Süfyân-ı Sevrî ise: "İmam cehrî de okusa sırrî de okusa,
me'mûm kırâat yapmaz" demiştir.[901]
ـ28ـ
وعن عمران بن
حصين رَضِىَ
اللّهُ
َعنْهما قال:
]صَلَّى
رَسُولُ
اللّهِ #
الظُّهْرَ
فَجَعَلَ
رَجُلٌ
يَقْرَأُ
خَلْفَهُ
بِسَبِّحِ
اسْمَ
رَبِّكَ
ا‘عْلى. فَلَمَّا
انْصَرَفَ
قَالَ:
أيُّكُمُ
الْقَارِئُ؟
قَالَ
الرَّجُلُ
أنَا. قَالَ:
قَدْ ظَنَنْتُ
أنَّ
بَعْضَكُمْ
خَالَجَنِيهَا[.
أخرجه مسلم
وأبو داود
والنسائى .
28. (2837)- İmrân İbnu Husayn (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) öğle namazına durdu. Bir adam da
arkasında Sebbihisme Rabbike'l-A'lâ sûresini okumaya başladı. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) namazdan çıkınca:
"Kimdi
okuyan?" diye sordu. Adam:
"Bendim!"
dedi. Bunun üzerine:
"Hakikaten
anladım ki biriniz bunu benden cezbedip aldı."[902]
AÇIKLAMA:
Önceki hadiste
de belirtildiği üzere Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu ifadeleriyle
kendisi okurken cemaatin kırâatte bulunmasını hoş karşılamadığını izhâr
etmiştir ve bu yüzden cemaat kırâatı terketmiştir. Yine önceki hadiste
açıklandığı üzere, imamın arkasında kırâat meselesinde ulemâ üç ayrı görüşte
ihtilaf etmiştir.[903]
ـ29ـ
وعن
المُسَوَّر
بن يزيد
المالكى قال:
]كانَ رَسُولُ
اللّهِ #
يَقْرَأُ في
الصََّةِ فَتَرَكَ
شَيْئاً لَمْ
يَقْرَأْهُ.
فقَالَ لَهُ
رَجُلٌ:
يَا رَسُولَ
اللّهِ
تَرَكْتَ
آيَةَ كَذَا
وَكَذَا قال:
فَهََّ أذْكَرْتَنِيهَا[.زاد
في رواية:
»كُنْتُ أرَى أنَّهَا
نُسِخَتْ«.
29. (2838)- Müsevver İbnu Yezîd el-Mâlikî
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) namazda
(cehrî olarak) kırâatte bulunuyordu. Bir kısmını okumayı terketti. (Namazdan
sonra, cemaatten) bir adam:
"Ey
Allah'ın Resûlü, şu şu âyetleri okumayı terkettiniz!" dedi. Resûlullah:
"Niye bana
hatırlatmadın?" buyurdular.
"Bir
rivâyette şu ziyade gelmiştir: "(Adam)... ben onların neshedildiğini
zannetmiştim."[904]
AÇIKLAMA:
1- Müsevver İbnu Yezîd el-Mâlikî, sahâbîdir. Mâlikî nisbeti
onun Benî Mâlik kabilesine mensub olmasından ileri gelir. Resûlullah'tan sadece
sadedinde olduğumuz hadisi rivâyet etmiştir.
2- Bu rivâyet, namaz esnasında, imam kırâatı
cehrî yaparken unutma, atlama gibi hatalar yaptığı takdirde hatırlatma yapmanın
meşrûiyyetini göstermektedir. Kırâat sırasındaki hataları hatırlatmaya ıstılahî olarak feth
denir; açma demektir. Sadedinde olduğumuz hadisteki feth Resûlullah'ın bazı
âyetleri atlamasıyla ilgili... Okurken müteakip âyetleri hatırlayamamak
durumunda veya bir başka sûreye geçiverme gibi durumlarda da feth gerekebilir.
3- Sahâbînin "Bu âyetlerin
neshedildiğini zannettim" sözü, mühim bir hususu hatırlatmaktadır:
Kur'ân-ı Kerîm'in nüzûlü sırasında, Resûlullah'ın sağlığında, bazı vahiyler
hükmen, bazı vahiyler lafzen, bazı vahiyler de hükmen ve lafzen neshedilmiştir.
Burada nesih konusuna girecek değiliz. Ancak bu rivâyet, lafzen neshedilip
Kur'ân'dan bazı âyetlerin Resûlullah'ın sağlığında çıkarıldığını gösteren
rivâyetlerden biridir. Esasen, her ramazanda yapılan arzalarda, o zamâna kadar
gelen bütün vahiyler halkın huzurunda okunarak hataların tashihi
sağlandığı gibi, bir de lafzan neshedilmiş bulunan âyetlerin çıkarıldığını daha önce
belirtmiştik.[905]
İbnu Hibbân'ın
rivâyetinde Müsevver'in nesh edilmiş olabileceği hususundaki zannını beyan
edince, Aleyhissalâtu Vesselâm: "Hayır, onlar neshedilmedi"
buyurmuştur.[906]
ـ30ـ
وعن على
رَضِىَ
اللّهُ َعنْه
قال: ]قالَ رَسُولُ
اللّهِ #: يَا
عَلِىُّ َ
تَفْتَحْ
عَلى ا“مَامِ
في الصََّةِ[.
أخرجهما أبو
داود .
30. (2839)- Hz. Ali (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Ey Ali, namazda
(takılırsa) imamı açma!"[907]
AÇIKLAMA:
Bu hadisi
rivâyet ettikten sonra Ebû Dâvud zayıf olduğunu belirtir. İhtiva ettiği hüküm
itibariyle önceki hadise zıddır. Önceki hadis sıhhatce sahih olduğu için o
amele esas alınmıştır. Ulemâ imamın takılması halinde açmanın meşruluğunda
ittifak eder. Şâfiî, Mâlik ve Ahmed hazerâtı takılan imamı açmada beis
görmezler. İbnu Mes'ud, Şa'bî, Süfyân-ı Sevrî gibi bir kısmı da açmayı mekruh
addetmiştir. Ebû Hanîfe kayıtlayarak
meşruluğuna hükmeder: "İmam, takılmanın açılma arzusunu izhar ederse,
açılmalıdır. Açma, hiç şüphe yok ki, namazda kelamdır."
Hz. Ali'nin
açmaya teşvik sadedinde "İmamınız yemek isterse ona yemek
verin" buyurmuştur.[908]
ـ31ـ
وعن بِشر بن
مِحْجنٍ عن
أبيه: ]أنَّهُ
كانَ في
مَجْلِسِ
رَسُولِ
اللّهِ #:
فَأُذِّنَ
بِالصََّةِ
فقَامَ
رسُولُ
اللّهِ #
فَصَلَّى وَرَجَعَ
وَمِحجَنٌ في
مَجْلِسِهِ
فقَالَ: مَا
مَنَعَكَ أنْ
تُصَلِّى
مَعَ
النَّاسِ،
ألَسْتَ
بِرَجُلٍ مُسْلِمٍ؟
قَالَ: بَلى،
وَلَكِنِّى
كُنْتُ قَدْ
صَلَّيْتُ
مَعَ أهْلِى.
فَقَالَ لَهُ:
إذَا جِئْتَ
إلى
المَسْجِدِ
وَأُقِيمَتِ
الصََّةُ
فَصَلِّ مَعَ
النَّاسِ
وَإنْ كُنْتَ
قَدْ صَلَّيْتَ[.
أخرجه مالك
والنسائى .
31. (2840)- Bişr İbnu Mihcan babasından anlattığına göre, babası
(Mihcan) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın meclisinde idi. O sırada namaz
için ezan okundu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kalktı, namaz kıldı ve
döndü. Mihcan hâlâ yerindeydi.
"Herkesle
beraber namaz kılmana mâni olan şey nedir, sen müslüman değil misin?" diye
sordu. Mihcan:
"Elbette
müslümanım, ancak ben âilemle namazımı kılmıştım!"dedi. Efendimiz:
"Mescide
geldiğin zaman namaza kalkılırsa kılmış bile olsan cemaatle birlikte sen de
kıl" buyurdu."[909]
AÇIKLAMA:
1- Burada Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın sorusu tevbih ve azarlama makamında bir sorudur. Değilse, cemaatle
namaza katılmamak müslüman olmamayı gerektiren bir durum değildir, bunu hiçbir âlim
söylememiştir.
2- Hadis, önceden namaz kılınmış bile olsa,
cemaate uğrayan kimsenin onlarla namaza katılmasının müstehab olduğunu
gösterir: Bu ikinci namaz onun için nafile olur.[910]
ـ32ـ
وعن ابن عمر
رَضِىَ
اللّهُ
َعنْهما:
]وَسَأَلَهُ
رَجُلٌ
فقَالَ إنِّى
أُصَلِّى في
بَيْتِِى
ثُمَّ
أُدْرِكُ الصََّةَ
مَعَ ا“مَامِ،
أَفَأُصَلِّى
مَعَهُ؟
فقَالَ
نَعَمْ. قالَ
الرَّجُلُ:
فَأيَّتَهُمَا
أجْعَلُ
صََتِى؟
فقَالَ:
أوَذلِكَ إلَيْكَ؟
إنَّمَا
ذلِكَ إلى
اللّهِ
يَجْعَلُ أيَّتَهُمَا
شَاءَ[. أخرجه
مالك .
32. (2841)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)'in anlattığına göre, bir adam kendisine
sordu:
"Ben evde
namazımı kılıp sonrada imamla namaza yetişiyorum; onunla da namaz kılayım
mı?"
"Evet!"deyince adam tekrar sordu:
"Peki,
bunlardan hangisini (farz olan) namazım yapayım?"
"Bu senin
elinde mi? dedi, bu Allah'a kalmıştır, dilediğini (asıl farz olan) namazın
yerine sayar!"[911]
AÇIKLAMA:
Zürkânî, İbnu
Habib ve Ebû'l-Velîd el-Bâcî'den şu açıklamayı kaydeder: "Hadisin mânası
şudur: "Allah kabul edeceği namazı bilir. Ancak zahirde kabul edileni
öncekidir. Bu hadise göre, her iki namazı da farz niyetiyle kılmak gerekir.
Birini farz niyetiyle kılması halinde diğerinin nafile olacağından şüphe
yoktur."
Bazı âlimler de
şunu söylemiştir: "Kılınan namazın kabulü meselesinde Allah'a tevekkül
gerekir. Zîra Allah, niyyet ve ihlasa göre bazan farzı değil, nafileyi kabul
eder: "Bu anlayışa göre, hadiste
geçen "Bu, Allah'a kalmıştır" ibaresine rağmen "farz namaz
öncekidir" diyenin sözü müdafaa edilemez."[912]
ـ33ـ
وعن سليمان
مولى ميمونة
عن ابن عمر رَضِىَ
اللّهُ
َعنْهما قالَ:
]قالَ رسُولُ
اللّهِ #: َ
تُصَلُّوا
صََةً في
يَوْمٍ
مَرَّتَيْنِ[.
أخرجه أبو
داود .
33. (2842)- Süleyman Mevlâ Meymûne'nin İbnu Ömer
(radıyallahu anhümâ)'den naklettiğine göre, İbnu Ömer şunu anlatmıştır:
"Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Bir günde aynı namazı iki sefer
kılmayın."[913]
AÇIKLAMA:
Görüldüğü üzere
bu hadis, görünüşte önceki hadise muhalefet etmektedir. Çünkü önceki hadis,
ikinci sefer namaz kılmaya ruhsat verirken bu vermemektedir. Ancak, Hattâbî aradaki ihtilâfı şöyle
kaldırır: "Bu hadisteki yasak, hiçbir sebep yokken, şahsî tercih ve
ihtiyarı ile aynı namazı ikinci bir kere daha kılmaya râcidir. Halbuki kişi bir
sebebe binaen ikinci sefer kılabilir. Şöyle ki: "Namazını kıldıktan sonra
namaz kılan bir cemaate uğrayan kimse -bu sebebe binaen -onlarla namazı tekrar
kılar, tâ ki cemaat faziletine de erişsin. Böyle yapmakla, buna teşvik eden
rivayetlere uymuş olur. Bu açıklama ihtilafı kaldırır."
Neylü'l-Evtâr'ın
kaydına göre, Ahmed İbnu Hanbel, İshâk İbnu Râhûye, Aleyhissalâtu Vesselâm'ın:
"Bir günde aynı namazı iki kere kılmayın" sözünden şu mânayı
anlamakta ittifak etmişlerdir: "Bu, bir kimsenin üzerinde farz olan bir
namazı kılıp bitirdikten sonra kalkıp bir kere daha farz niyetiyle iade
etmesidir. Ancak ikinci sefer, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu
husustaki emrine ittibaen nafileye niyet ederek cemaatle kılabilir. Bu, namazı
ikinci sefer iade değildir, zira birincisi farz, ikincisi nafiledir, bu durumda
iade yoktur."[914]
ـ34ـ
وعن نافع: ]أنَّ
ابنَ عُمَرَ
رَضِىَ
اللّهُ
َعنْهما كانَ
يَقُولُ: مَنْ
صَلّى
المَغْرِبَ
وَالصُّبْحَ
ثُمَّ
أدْرَكَهُمَا
مَعَ ا“مَامِ
فََ يَعُدْ
لَهُمَا[.
أخرجه مالك .
34. (2843)- Nâfi (rahimehullah) anlatıyor: "İbnu
Ömer (radıyallâhu anhümâ) diyordu ki: "Kim akşamla sabahı kılar sonra da
bu namazlarda imama yetişirse, onlara dönmesin."[915]
AÇIKLAMA:
İbnu Ömer
(radıyallâhu anhümâ), bu hadiste akşam ve sabah namazlarını kılan kimsenin,
bunları imama yetişse de tekrar kılmamasını söylüyor. Bunun sebebi şöyle
açıklanıyor:
a) Sabah namazından sonra nafile kılınması
yasaktır.
b)Nafile namaz vitr (tek rek'atli) olamaz. Evzâî, Hasan Basrî ve Sevrî
bu yorumdadırlar. İkindi namazından sonra -kılınacak namaz da mekruh olmasına
rağmen- bu hususta nehiy vârid olmamıştır, çünkü İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ), keraheti güneşin sararmasından
sonraya hamlederdi.
Şunu da
kaydedelim: İmam Mâlik (rahimehullah) sadedinde olduğumuz hadisi kaydettikten sonra şu notu ekler:
"Ben evinde namazını kılan bir kimsenin tekrar imamla kılmasında sadece akşam
namazı için mahzur görürüm, diğerleri için görmem. Zîra, onu iade edecek olursa
akşam namazı [tek olmaktan (vitr) çıkar], çift olur.[916]
Zürkânî der ki:
"Muhammed İbnu'l-Hasan akşam namazının iade edilme yasağını, iade edilen
namaz nafiledir, nafile namaz vitr (tek) olamaz diye sebebe bağladı."
İbnu Abdilberr
der ki: "Muhammed İbnu'l-Hasen'in beyan ettiği illet İmâm-ı Mâlik'in
gösterdiği illetten daha güzeldir."
İmam Şâfi'î ve
diğer bazıları: "Mihcan hadisi (2840) mutlak olması sebebiyle bütün
namazlar iade edilebilir, hadiste hiçbir vaktin namazı diğerinden tefrik edilip
hususîleştirilmemiştir" demiştir.
Ebû Hanîfe ise:
"Ne ikindi, ne akşam ne de sabah, hiçbiri iade edilemez" der.
Muhammed İbnu'l-Hasen de imamın bu hükmünün illet ve sebebini şöyle açıklar:
"Çünkü sabah ve ikindiden sonra nafile caiz değildir, ve nafile namaz tek
(vitr) kılınamaz."[917]
ـ35ـ
وعن أبى هريرة
رَضِىَ
اللّهُ َعنْه
قال: ]قالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: إذَا
أُقِيمَتِ
الصََّةُ فََ
صََةَ إَّ
المَكْتُوبَةَ[.
أخرجه الخمسة
إ البخارى .
35. (2844)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Namaz için
ikâmet okununca farzdan başka namaz yoktur (kılınmaz)."[918]
ـ36ـ
وعن ربيعة بن
أبى
عبدالرحمن
قال: ]كانَ ابنُ
عُمَرَ
رَضِىَ
اللّهُ
َعنْهما إذَا
جَاءَ
المَسْجِدَ
وَقَدْ صَلّى
النَّاسُ
بَدَأَ
بِالمَكْتُوبَةِ
وَلَمْ
يُصَلِّ
قَبْلَهَا
شَيْئاً[.
أخرجه مالك .
36. (2845)- Rebîa İbnu Ebî Abdirrahman (rahimehullah) anlatıyor:
"İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ), mescide geldiği vakit, cemaat namazı kılmış ise hemen
farza başlardı, ondan önce başka namaz kılmazdı."[919]
AÇIKLAMA:
1- Kaydettiğimiz iki hadisten birincisi, hiçbir kayda yer vermeksizin, mutlak bir ifade ile, ikâmet okunduktan sonra mescidde farzdan başka namaz kılınmayacağını ifade eder. Bu umumî yasağa sabah namazı da dahildir. Ancak sahâbe olsun tâbiîn olsun, daha sonrakiler olsun eslâf ulemâsı bu hususta ihtilaf etmiştir. İhtilafın mühim kısmı sabah namazının sünneti ile ilgilidir. Çünkü bazı rivâyetlerde "...sabah namazının sünneti hariç" istisnası kaydedilmiştir.
Netice itibariyle
cumhur-u ulemâ sabahın sünnetini de dahil ederek, farza durulmuş ise, nafile
kılınmayacağını söylemiştir.
Hanefîler sabahın
sünnetini istisna ederler, farza durulmuş olsa bile, önce sünneti kılıp, sonra
imama uymak gerektiğini söylerler.
Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) hadisin zâhiriyle amel etmiştir. İbn Ömer, İbn Cübeyr, İbnu
Sîrîn, Urve, Nehâî, Atâ, Şâfiî, Ahmed gibi bir çok seleften, ikâmet okununca
nafile kılmanın -sabah dahil- mekruh addedildiğine dair rivâyet gelmiştir. Hz.
Ömer (radıyallâhu anh) ikâmetten sonra
sabahın sünnetini kılanlara kamçıyla vururmuş.
İbnu Mes'ud,
Mesrûk, Hasen, Mücâhid, Mekhûl, Hammâd İbnu Süleyman gibi bir kısım âlimlerden
de bu hususta ruhsat rivâyet edilmiştir.
Zâhirîler daha da
ileri giderek: "Nafileye başlamışsa
ikâmet okununca namazı hemen kesip farza uyar" demiştir. Kerâhet taraftarı
diğer âlimler "başlanan
kesilsin" demez.
2- "Namaz için ikâmet okununca farzdan
başka namaz yoktur" sözü, kılınması halinde o namazın bâtıl olduğunu
kasdetmez.Daha ziyade sevabı kasdeder. Yani "ikâmetten sonra kılınan
nafile namazın sevabı yoktur" demektir.
Bâtıl olsaydı, bilâhere kaza edilmesini emrederdi. Şu halde namaz
sahihtir, fakat sevabı yoktur.
3- 2845 numaralı hadiste, İbnu Ömer
(radıyallahu anhümâ)'in farklı bir anlayışı gözükmektedir: Farz cemaatle
kılındıktan sonra mescide gelmişse, sünnetleri terkedip sadece farzı kılmak... İbnu Ömer'e göre bu, evlâdır.
Halbuki cumhur, vakit olduğu takdirde dileyenin farzdan önceki nafileleri
kılabileceğine hükmetmiştir, vakit daralmışsa sünnetler terkedilip farz
kılınır.[920]
ـ37ـ
وعن ابن عمرو
بن العاص
رَضِىَ
اللّهُ َعنْهما
قال: ]قال
رسُولُ
اللّهِ #: إذَا
قضَى ا“مَامُ
الصََّةَ
وَتَشَهّدَ
فَأَحْدَثَ
قَبْلَ أنْ
يَتَكَلَّمَ
فَقَدْ
تَمَّتْ
صََتُهُ وَصََةُ
مَنْ
خَلْفَهُ
مِمَّنْ
أتَمَّ
الصََّة[.
أخرجه أبو
داود .
37. (2846)- Abdullah İbnu Amr İbni'l-Âs (radıyallâhu anhümâ)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"İmam
namazı kılıp teşehhüdü tamamladıktan sonra, selam vermezden önce hades vâki olsa (yani abdesti
bozulsa), namazı tamamlanmıştır, namazını tamamlayan cemaatteki diğer
kimselerin namazı da tamamlanmıştır."[921]
AÇIKLAMA:
Namazda
teşehhüd miktarınca oturmak farz, sağa sola selâm sünnettir. Bu sebeple
teşehhüd tamamlandıktan sonra hades vâki olsa bile, farz yerine gelmiş
olacağından namaz tamamlanmış olur, selamın eksikliği bütünlüğe zarar vermez.
Ebû Hanîfe,
hades âmmden olursa diye kayıtlamıştır. Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed böyle bir
"kayd"a yer vermemişlerdir. Ebû Hanîfe'ye göre namazdan çıkış,
kişinin fiiliyle olmalıdır, bu da niyetle, kasıtla gerçekleşir.
Hadisin zâhiri
Ebû Yusuf ve Muhammed (rahimehumâllah)'in görüşüne muvafıktır.[922]
ـ38ـ
وعن أبى هريرة
رَضِىَ
اللّهُ َعنْه
قال: ]قالَ
رسولُ اللّهِ
# يُصَلُّونَ
لَكُمْ، فإنْ أصَابُوا
فَلَكُمْ. وَإنْ
أخْطَئُوا
فَلَكُمْ
وَعَلَيْهِمْ[.
أخرجه
البخارى .
38. (2847)- Hz. Ebû Hüreyre anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "(İmamlar) sizin
için kılarlar. Doğru kılarlarsa (sevabı) sizedir. Hatalı kılarlarsa (sizin
namazınızın sevabı) sizedir, hata onların aleyhlerinedir."[923]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste mef'ul mahzuftur, yani imamın neye
isabet edeceği mübhem bırakılmıştır. Âlimler bunu başka hadislerin yardımıyla
açıklığa kavuşturmuşlarsa da ihtilafa düşmüşlerdir. Çünkü bazı hadislerden namazın
mükemmelliğine isabet "kıyâm, kırâat, rükû ve sücûdun şer'î ölçülere
uygunluğu" anlaşılmıştır. Bazı hadislerden de vakte isabet'in kastedildiği
anlaşılmıştır. Mesela Ukbe İbnu Âmir'in rivâyetinde Aleyhissalâtu Vesselâm:
"Kim halka namaz kıldırır, vaktine de isabet ederse, sevabı hem kendine
hem de cemaatedir" buyurmuştur.
Hadisin Ahmed
İbnu Hanbel'de gelen bir vechinde şöyle denmiştir: "(İmamlar) namazı vaktinde kılar, rükû
ve sücûdu tam yaparlarsa (sevabı) hem size hem onlaradır." Bu rivâyet
"isabet"ten maksadın sadece
"vakt"e veya sadece "rükünlerin tamlık"ına
olmadığını, bilakis daha şümullü olduğunu gösterir.
2- İbnu'l-Münzîr: "Bu hadis, imamın
namazı bozulunca cemaatin namazı da bozulur" diyenleri reddeder" der.
3- Bazı âlimler: "Bu hadiste hem
müttakinin arkasında ve hem de kendisinden korkulan fâcirin arkasında namaz
kılmaya cevaz var" demiştir. Kendisinden korkulandan maksad, iktidar
sahibi kimsedir. Yetki ve güç sahibidir, fâcirdir, namaz kıldırmak ister. Şu
halde böylelerinin ardında kılınan namaz sahihtir.
4- Bağavî der ki: "Bu hadisten şu da
anlaşılmaktadır: Halka namaz kıldıran kimse sonradan abdestsiz olduğunu anlarsa
cemaatin namazı sahihtir, kendisi iade eder."
5- Bazıları bu hadise dayanarak daha umumî
bir hükümle şöyle demiştir: "Bir imam namazda rükun veya başka bir şeyi
ihlal eden bir hata yapacak olsa, ona uyanlar bu eksikliğe yer vermedi iseler
bu imamet sahihtir." Şâfiî bu hükme: "İmam halife veya nâibi
ise" kaydıyla katılır. Şâfiîlere göre, "cemaat, bir vacibin imam
tarafından terkedildiğini bilmediği müddetçe o namaz sahihtir" bu esahh
görüştür, ancak: "Hata, amd'in mukâbilidir" diyerek mutlak cevaza
hükmedenler de olmuştur.[924]
(Beş
Fasıldır)
*
BİRİNCİ
FASIL
CUMA
NAMAZININ FAZÎLETİ, VÜCÛBU, AHKÂMI
*
İKİNCİ FASIL
CUMANIN
VAKTİ VE EZANI
*
ÜÇÜNCÜ FASIL
HUTBE VE
HUTBE İLE İLGİLİ HUSUSLAR
*
DÖRDÜNCÜ
FASIL
NAMAZVE
HUTBEDE KIRÂAT
*
BEŞİNCİ
FASIL
CAMİYE GİRME VE CÂMİDE OTURMA ÂDÂBI
İbnu Hacer,
cuma ile ilgili şu umumî bilgileri dermeyan eder:
1- Cuma İsminin Tarihçesi:
Cuma kelime
olarak toplamak, bir araya getirmek mânasına gelen "cem" kökünden
gelir. Cahiliye devrinde haftanın altıncı gününe cum'a değil arûbe denilirdi.
Bu gün, İslam'dan sonra cuma ismini almıştır.
Bu ismin veriliş
sebebiyle ilgili muhtelif görüşler var:
* Mahlukâtın mükemmel şekli o gün cem olundu, tamamlandı.
* Hz. Âdem'in yaratılışı o gün cem oldu,
tamamlandı.
* Ensar, Es'ad İbnu Zürâre ile birlikte bir
araya gelince, cemaatle namaz kılarlar ve o günü cuma diye isimlendirirler.[925]
* Ka'b İbnu Lüey, kavmini o gün toplar,
haramlara ta'zîm göstermelerini emreder, kendi neslinden bir peygamber
geleceğini haber verirdi. Bu sebeple cuma adı verildi.
* Bu toplanma işini yapanın Kusayy olduğu da
söylenmiştir.
* Cuma isminin verilişi, o günde halkın
namaz için toplanması sebebiyledir. İbnu Huzeyme bu görüşte ısrar eder,
"çünkü der, bu İslâmî bir isimdir. Cahiliye devrinde yoktur, daha önce
arûbe deniyordu"der.
İbnu Hacer, bu
görüşe itiraz eder ve der ki: "Lügatciler der ki: "Arûbe cahiliye
devrine ait eski bir isimdir." Cuma için de şunu derler: "Bu arûbe
denen gündür. Görünen şu ki: Araplar haftanın yedi gününün isimlerini zamanla
değiştirdiler. Önceki isimler şöyle idi:
Evvel (birinci gün, pazar) Ehven (pazartesi), Cebbâr (salı), Debbâr (çarşamba),
Mü'nis (perşembe), Arûbe (cuma), Sebbâr (Cumartesi), Cevherî der ki:
"Araplar, kadîm isimlendirmede pazartesi gününe ehven diyorlardı." Bu
da gösterir ki onlar haftanın günlerine yeni isimler verdiler. Bunlar hâlen
herkesce bilinip kullanılan isimlerdir: es-Sebt (cumartesi), (el-Ehad) (pazar),
el-İsneyn (pazartesi) vs. gibi...
* Arûbe'yi cuma olarak ilk isimlendirenin
Ka'b İbnu Lüey'in olduğu da
söylenmiştir. (Ferrâ bu görüştedir). İbnu Hacer der ki: "Bu durumda,
arûbe'yi "cuma"ya cahiliye Araplarının çevirip, arûbe şeklindeki
ismini de ibkâ ettiklerini söyleyenlerin, bunu te'yîd eden hususi rivâyete
ihtiyaçları vardır (aksi takdirde desteksiz iddiada bulunmuş olurlar.)"
2- Cuma Gününün Fazîleti:Cuma gününü,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) "mü'minlerin bayramı" olarak
tavsif buyurur. Bayram, bir kısım imtiyazları ve hususiyetleri sebebiyle bir
günün diğer günlerde olmayan, o güne has bazı
umumi merasimlerle kutlanmasıdır. Her bayramda mutlaka bir kutlama ve
merasim ve bunun da bir sebebi vardır. O
halde, cum'a gününü kutlamaya sevkeden hususiyetleri nelerdir? Şeriat
kitapları, bu günün hususiyetleri üzerine otuzdan fazla kerâmet ve fazilet
zikrederler. Bazılarını şöylece kaydediyoruz:
* Bayram günüdür, münferid oruç tutulmaz.
* O günün sabahında eliflâmmîm tenzîl ile
Hel Etâ sûreleri, gündüz de Cuma ve Münâfikîn sûreleri okunur.
* Cuma günü gusledilir, koku sürülür,
misvak kullanılır, en güzel elbiseler giyilir.
* Mescidler buhurlanır.
* Mescide erken gidilir.
* Hatip hutbeye çıkıncaya kadar ibadetle
meşgul olunur.
* Sessiz durulur, hutbe dinlenir.
* Kehf sûresi okunur.
* İstiva vaktinde nafile kılma kerâheti
kalkar.
* Namazdan önce yola çıkmak mekruhtur.
* Cuma namazına gidenin her adımına bir
yıllık sevap katlanmıştır.
* Cehennem o gün kabarmaktan
yasaklanmıştır.
* Duâların kabul edildiği icabet saati vardır.
* Günahlar o gün örtülür.
* Bu, ümmet için hayrı artırılmış bir
gündür.
* Haftanın en hayırlı günüdür.
* Hayır o günde sâbitleşir, yüce ruhlar o
gün toplanır.[926]
ـ1ـ
عن أبى هريرة
رَضِىَ
اللّهُ َعنْه
قال: ]قالَ
رَسولُ
اللّهِ #: مَنِ
اغْتَسَلَ
يَوْمَ الجُمُعَةِ
غُسْلَ
الجَنَابَةِ
ثُمَّ رَاحَ إلى
الجُمُعَةِ
فَكَأنَّمَا
قَرَّبَ بَدَنَةً،
وَمَنْ رَاحَ
في السَّاعَةِ
الثَّانِيَةِ
فَكَأنّمَا
قَرَّبَ بَقَرَةً،
وَمَنْ رَاحَ
في
السَّاعِةِ
الثَّالثَةِ
فَكَأنّمَا
قَرَّبَ
كَبْشاً
اَقْرَنَ،
وَمَنْ رَاحَ
في
السَّاعَةِ
الرَّابِعَةِ
فَكَأنَّمَا
قَرَّبَ
دَجَاجَةً،
وَمَنْ راحَ
في
السَّاعَةِ
الخَامِسَةِ
فَكَأنَّمَا
قَرَّبَ
بَيْضَةً.
فإذَا خَرَجَ
ا“مَامُ
حَضَرَتِ
المََئِكَةُ
يَسْتَمِعُونَ
الذِّكْرَ[.
أخرجه الستة .
1. (2848)- Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim cuma günü cenabet guslü ile
gusül yapar, sonra cumaya giderse sanki bir deve kurban etmiş gibi (sevaba
nâil) olur. Kim ikinci saatte giderse
bir sığır kurban etmiş gibi (sevaba nâil) olur. Kim üçüncü saat giderse
boynuzlu bir davar kurban etmiş gibi (sevaba nâil) olur. Kim dördüncü saat
giderse bir tavuk kurban etmiş gibi (sevaba nâil) olur. Kim beşinci saatte
giderse bir yumurta tasadduk etmiş gibi (sevaba nâil) olur. İmam (hutbeye)
çıkınca melekler hazır olur, zikri
dinlerler."[927]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis cuma namazının diğer namazlarda
olmayan bir hususiyetini belirtiyor: Bu namaza erken gelme hususunda
gösterilecek gayret, hem mâlî ve hem de bedenî ibadet değerindedir. Böylece
cum'a namazı, mâlî ve bedenî ibadetin sevabını cem etmiş olmaktadır. Bu ise
başka namazlara tanınmayan bir
imtiyazdır.
2- "Kim... yıkanırsa" ifadesine
kadın-erkek, yaşlıgenç, hürköle... herkes dahildir, çünkü ifade mutlaktır.
3- Cenâbet guslü ile yıkanmaktan murad
cenâbetten temizlenirken yıkandığı şekilde yıkanmaktır. Yani burun
ve boğaza da şâmil olacak şekilde, mükemmel şekilde yıkanmak... Ancak
bazı âlimler bu ifadede cum'a günü cimaya bir işaret olduğunu söylemiştir.
"Buradaki hikmet derler, nefsin meşru yoldan sükûnete ermesi, böylece
namaza giderken gözü, gördüğü şeylere kaymaktan korunmasıdır." Böylece
kadın da o gün yıkanmaya sevkedilmiş
olur.
4- Hadiste geçen قَرَّب tabirini kurban etmek şeklinde tercüme
ettik. Bundan maksad tasadduk'tur, yani Allah'ın yakınlık ve rızasını güderek
deve (veya sığır veya koyun veya tavuk) kesip sadaka olarak dağıtmaktır.
Hayvanlar hakkında kurban etmenin içinde kesmek de vardır. Yumurta bağışında
kesme mânası olmadığı için "kurban" kelimesi dilimize uymaz, bu
sebeple onu "tasadduk (bağış)" kelimesiyle ifade ettik. Keza tavuk
için de kurban vasfı uygun düşmez. Şu halde kurbandan maksad tasadduktur.
Hadiste cumaya
erken gelenlerin sevabını deve, sığır,
davar, tavuk ve yumurta ile ifade edilmesini âlimlerden bazıları zâhirine
hamlederek: Eğer kazanılan sevap cesed giyip maddîleşse belirtilen şekilde
müşahhas bir hal alacağını söylemiş, bazı âlimler de: "Bundan maksad
namaza erken gelenlerle geç gelenlerin aralarındaki farkı ve bu farkın
büyüklüğünü göstermektir" demiştir. Mesela birincinin ikinciye kıymete
nisbeti, deve ile sığır arasındaki nisbet gibidir vs.
5- Mâverdi, "imam (hutbeye) çıkınca
melekler hazır olur" cümlesinden imamın erken çıkmasının müstehab olmadığı
hükmünü çıkarmıştır. Ancak, "Camiye
erken gelip, husûsî yerinde bekler, vakti gelince hutbe için çıkar"
diye îtiraza cevap verilip iki hüküm te'lif edilmiştir.
6- Hadiste cuma günü yıkanmaya teşvik
mevcuttur.
7- Cuma'nın ve cuma namazına erken gelmenin fazîleti beyan
edilmiştir.
8- Hadis, fazilette insanların
mertebelerinin amellerine göre olduğunu ifade etmektedir.
9- Sadaka, az da olsa şeriat nazarında hakir
görülmez.
10- Deve kurban etmekle yapılan takarrüb,
sığır kurban etmekten ileridir, efdaldir. Hedy (Mekke'de kesilecek kurban) hususunda ittifak edilmiş, dahâya
(diğer kurbanlar) hususunda ihtilaf edilmiştir. Ancak dahâyada devenin efdal
olduğu ekseriyetin görüşü olmuştur.
11- Saatin Beşe Taksimi:
Hadiste, camiye
gidenler birinci saatle beşinci saat arasında olmak üzere beş mertebeye
ayrılarak derecelendirilmiştir.
Âlimlerden bir kısmı bundan maksadın cumaya erken gelenle geç gelenler
arasındaki farkı, müşahhas misallerle gösterip erken gelmeye teşvik diye
açıklamış ise de, bazı âlimler, başka incelikler ortaya çıkarmaya
çalışmışlardır. Bu noktada yapılan münâkaşalara fazla girmek istemiyoruz. Ancak Resûlullah'ın
hadislerinde ne gibi inceliklerin meknuz olduğunu, hadislere ilimle ve im'ân-ı
nazarla bakınca ne büyük definelerin keşfedilebileceğini gösterme
sadedinde ulemadan birkaç yorum
kaydedeceğiz:
İbnu Hacer,
bazı ihtilaflara dikkat çektikten sonra, hadisin bu vechinde, zamanın altı saate ayrılmış olma
ihtimaline ve fakat râvinin, birini zikretmeyi ihmal etmiş olabileceğine dikkat
çeker ve bu görüşünü te'yîden Nesâî'nin bir rivâyetinde tavukla yumurta
arasında bir de serçe mertebesinin zikredildiğini hatırlatır. Bu ziyadeyi
güçlendiren şâhidlerini de gösteren şârihimiz der ki: "Bu duruma göre,
îmanın çıkışı altıncı derecenin sonundadır. Bütün bu yorumlar, saatlerden
kastedilen şeyin, saat deyince, örf gereği zihne gelen şey olmasına bağlıdır.
Ancak bu düşünce isabetli değildir,
çünkü, murad bu olsaydı durum kış ve yaz günlerinde farklı olurdu. Çünkü gündüz
vakti kısalıkta on saate uzunlukta ondört saate ulaşır." Bu işkâli Kaffâl
dile getirmiştir.
Kadı Hüseyn
buna şöyle cevap verir: "Saatler'den murad miktarı uzunluk ve kısalıkta
değişmeyen (zaman dilimleri)dir. Gündüz oniki saattir, ancak bunlardan her biri
artar ve eksilir, gece de böyle. "Vakit âlimleri bunlara "âfâkî
saatler" derler.
Ebû Dâvud ve
Nesâî'nin Hz. Câbir'den yaptıkları bir rivâyette: "Cuma günü oniki
saattir" denmiştir. Bu ibâre, tebkîr (cumaya erken gelmeye teşvik) hadisinde
zikredilmiş olmasa da (Tebkîr hadisinde gelen) saatlerden muradı yakalamada
istifade edilir. Bazıları: "Saatlerden murad, günün başından zeval vaktine
kadar erken gelenlerin mertebelerini beyandır, bu da beş kısma
ayrılır"demiştir.
Gazâlî, daha bir
cesur davranarak şahsî re'yi ile bir taksimde bulunmuştur. Der ki:
"Brinci
saat, fecrin doğmasından güneşin doğmasına kadardır.
İkinci saat,
güneşin yükselmesine kadardır.
Üçüncü saat,
güneşin genişlemesine kadardır.
Dördüncü saat,
ayakların yanmasına kadardır.
Beşinci saat,
zeval vaktine kadardır."
İbnu
Dakîku'l-Îd, Gazâlî'nin bu taksimine
itiraz etmiş: "Hadisteki saatleri, ma'ruf saatlerle te'vil evlâdır, aksi takdirde bu beş sayısını
zikretmenin bir mânası kalmaz, çünkü
mertebeler çok farklıdır" demiştir.
Bir kısım Şâfiî
ve Mâlikîler meseleye bir başka yaklaşımla çözüm getirirler. Derler ki:
"Saatlerden kastedilen şey beş kısa lahza'dır. Bunlardan birincisi güneşin
zevalidir, sonuncusu da hatibin minbere oturmasıdır." Onlar bu açıklamayı yaparkan iki delil ileri sürdüler:
1) Saat kelimesi, mahdut olmayan bir zaman
parçasına ıtlak olunur. Söz gelimi "falanca saatte geldim" dediğin
zaman herhangi bir vakitte geldim demek istersin.
2) Hadiste "gitme" fiili için رَاحَ kullanılmıştır. Bu kelime, cuma'ya gitme saatini zevalden
başlatır. Çünkü revâh lügat açısından zevalden başlayıp günün sonuna kadar olan
yürüyüşü (gitmeyi) ifade eder. Gudüvv ise günün başından zevâle kadar yürüyüşü
ifade eder.
Bu yoruma,
revâh kelimesini Arapların "gitme" mânasında olmak üzere günün
herhangi bir vaktindeki "gitmeler" için de kullandığı gösterilerek
îtiraz edilmiştir. Hatta İbnu Hacer,
hadisin başka vecihlerinde revâh yerine gudüvv ve başka kelimelerin de
kullanıldığını örneklerle gösterir.
Görüldüğü
üzere, hadiste gelen "saatler" tâbirini anlamakta âlimler farklı
yorumlara yer vermişler, ihtilaflara düşmüşlerdir.[928]
ـ2ـ
وفي رواية:
]إذَا كانَ
يَوْمُ
الجُمُعَةِ كَانَ
عَلى كُلِّ
بَابٍ مِنْ
أبْوَابِ
المَسْجِدِ
مََئِكَةٌ
يَكْتُبُونَ
ا‘وّلَ فَا‘وّلَ.
فإذَا جَلَسَ
ا“مَامُ طَوَوُا
الصُّحُفَ
وَجَاؤُا
يَسْمَعُونَ
الذِّكْرَ[ .
2. (2849)- Bir rivâyette şöyle denmiştir: "Cuma günü olunca,
mescidin her bir kapısında melekler vardır. İlk gelenleri sırayla yazarlar.
İmam (minbere) oturunca defterleri kapatıp, zikri dinlenmeye giderler."[929]
AÇIKLAMA:
Burada geç
kalmadan tahzir vardır. Zira
melekler, imam minbere çıkıncaya kadar
kapılarda durup gelenleri, geliş sırasına göre yazmakta, imam minbere çıkınca
defterlerini kapayıp, hutbeyi dinlemeye gitmektedir. Böylece daha sonra
gelenler kayıt dışında kalmaktadırlar.
Bazı
rivayetlerde "defterlerin nurdan, kalemlerin nurdan" olduğu
belirtilmiştir. Bu sarahate dayanan bir kısım âlimler bu meleklerin hafaza
meleklerinden başka melekler olduğu hükmünü çıkarmışlardır.
"Sahifelerin
(defterlerin) kapanması" ile, cumaya erken gelenlerin faziletlerini
yazmaya mahsus defterlerin kapanması
kastedilmiş olmalıdır. Zîra hutbeyi dinlemek namaza dahil olmak, zikir ve duâda
hazır bulunmak, huşû, insât gibi fiillerin sevaplarını yazma işi devam
edecektir. Bunları hafaza meleklerinin yazacağı kesindir. Bu durum da öbür
meleklerin başka melekler olduğunu ifade eder.[930]
ـ3ـ
وعن أوس بن
أوس الثقفى
رَضِىَ
اللّهُ َعنْه
قال: ]قالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: مَنْ
غَسَّلَ وَاغْتَسَلَ،
وَبَكّرَ
وَابْتَكَرَ،
وَمَشَى
وَلَمْ
يَرْكَبْ،
وَدَنَا مِنَ
ا“مَامِ
فَاسْتَمَعَ
وَلَمْ
بَلْغُ. كَانَ
لَهُ بِكُلِّ
خُطْوَةٍ عَمَلُ
سَنَةٍ،
أجْرُ
صِيَامِهَا
وَقِيَامِهَا[.
أخرجه أصحاب
السنن.وقالَ
أبو داود:
»سُئِلَ
مَكْحُولٌ
عَنْ غَسَّلَ
وَاغْتَسَل؟
فقَالَ:
غَسَلَ
رَأْسَهُ
وَجَسَدَهُ.
وكَذلِكَ قالَ
سَعِيدُ بنُ
عَبْدِ
الْعَزِيزِ«.قوله
»غَسَّلَ« أى
جامع امرأته
فأحوجها إلى
الغُسل، وذلك
يكون أغض
لطرْفه إذا
خرج إلى
الجمعة،
واغتسل هو بعد
الجماع.وقيل
»غَسَّلَ«
أسْبَغ
الوضوء وأكمله
ثم اغتسل بعده
للجمعة.»وَبَكَّرَ«
أى إلى الصة
في أول
وقتها.»وابتكرَ«
أدرك أولَ الخطبة
.
3. (2850)- Evs İbnu Evs es-Sakafî (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim (cuma günü)
yıkar ve yıkanırsa, kim erkenden (mescide) gider ve hutbenin başına yetişirse,
yürür ve binmezse, imama yakın durur, dinler, mâlâyâni söz etmezse ona her bir adım için bir yıllık amelin oruçları
ve namazlarıyla sevabı yazılır."[931]
AÇIKLAMA:
1- Hadis, cuma günü yıkanması üzerine vârid
olmuştur: "Cuma günü" tâbiri rivâyetin bazı vecihlerinde yok ise de
bazılarında mevcuttur.
2- Yıkar diye tercüme ettiğimiz غَسَّلَ
kelimesini âlimler, iki
mânaya te'vil etmişlerdir:
1) Başını yıkar, bu durumda ikinci kelime اِغْتَسَلَ
"bedeninin geri kalan taraflarını yıkar." Yani
"yıkanır" mânasına
anlaşılmıştır.
2) Hanımının da yıkanmasına sebep olur, yani
cuma günü, hanımıyla münâsebet-i cinsiyyede bulunarak, onu da yıkanmaya mecbur
eder, kendisi yıkanmış, onu da yıkamış olur. Böylece bu hadiste de, 2848
numaralı hadiste geçen cimaya zimnî teşvik tekrar ele alınmış olmaktadır.
Aynı mânada
kullanılabilen bu iki kelimenin te'kîden yan yana kullanılmış olabileceği de
söylenmiştir.
Şunu da
belirtelim, hadisin Buhârî ve Ebû Dâvud'da gelen vecihleri, yukarıda kaydedilen
birinci tefsirin tercihine kanaat vermektedir. Zira Ebû Dâvud'da "Kim başını
yıkar ve yıkanırsa..." denmekte, Buhârî'nin bir rivâyetinde "...yıkanın ve başınızı da yıkayın"
ibaresi yer almaktadır.
3) بَكَّرَ
ve اِبْتَكَرَ
kelimeleri de hem te'kîden
yan yana gelimş, aynı mânada iki kelime olarak anlaşılmış, hem de biri erken
çıkmak, diğeri de hutbenin başına yetişmek mânalarında te'vil edilmiştir.
Gerek yıkanma
ve gerekse erken olma kelimelerinin aynı mânada te'kîden tekrar edilmiş olmalarına, yine aynı hadiste
gelen "yürür ve binmezse" ibaresi
örnek gösterilmiştir. "Yürümek" ve "binmemek" aynı
mânanın iki ayrı kelimeyle ifadesidir.[932]
ـ4ـ
وعن ابن عمرو
بن العاص
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهما
قال: ]قالَ
رَسولُ
اللّهِ #:
يحْضُرُ
الجُمُعَةَ
ثََثَةُ
نَفَرٍ:
فَرَجُلٌ
حَضَرَهَا يَلْغُو
وَهُوَ
حَظُّهُ
مِنْهَا،
وَرَجُلٌ
حَضَرَهَا
يَدْعُو، فَهُوَ
رَجُلٌ دَعَا
اللّهَ إنْ
شَاءَ أعْطَاهُ
وَإنْ شَاءَ
مَنَعَهُ،
وَرَجُلٌ
حَضَرَهَا
بِإنْصَاتٍ
وَسُكُوتٍ
وَلَمْ يَتَخَطَّ
رَقَبَةَ
مُسْلِمٍ
وَلَمْ
يُؤْذِ أحَداً،
فَهِى
كَفَارَةٌ
لَهُ إلى
الجُمُعَةِ الَّتِى
تَليهَا
وَزِيَادَةَ
ثََثَةِ أيَّامٍ،
وذلِكَ أنَّ
اللّهَ
تَعالى
يَقُولُ: مَنْ
جَاءَ فَلهُ عَشْرُ
أمْثَالِهَا[.
4. (2851)- Abdullah İbnu Amr İbni'l-Âs (radıyallâhu anhümâ)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Cuma
namazına üç (grup) insan katılır:
1) Kişi var, namaza katılır, boş konuşma
yapar. Bunun namazdan hissesi, o konuşmasıdır.
2) Kişi var namaza gelir duâ eder. Bu kimse
Allah'a duâda bulunmuştur, Allah dilerse onun istediğini hemen verir, dilerse
vermez.
3) Kişi vardır, namaza gelir sadece dinler ve
sükut eder, mü'-minlerin arasından yararak geçmez, kimseye eza vermez. Onun bu
namazı, daha önce geçen cumaya ve fazladan da üç güne kadar (günahlarına)
kefarettir. Bu hal Cenâb-ı Hakk'ın şu sözüne binaendir: "Kim bir hayır
yaparsa bu kendisinden on misliyle kabul edilir"[933]
(En'âm 160).
AÇIKLAMA:
Resûlullah bu
hadislerinde, cum'a namazına katılma âdâbını belirtmektedir. Bunu belirtirken,
katılanları başlıca üç gruba ayırır:
1) Namaza katılmakla birlikte boş laf
edenler: Cumada boş laf edenler deyince öncelikle hutbe sırasında konuşanlar
hatıra gelir. Ancak 2778-2782 ve 2834 numaralı hadislerde geçtiği üzere,
kişinin namaz maksadıyla evinden çıktığı andan itibaren namazda olduğu nazar-ı
dikkate alınınca cuma namazına gitme niyetiyle evini terkettiği andan itibaren
boş sözleri terkedip, zikir veya sükûn halinde olması, hutbe sırasında insât
kelimesiyle ifade edilen can kulağıyla dinlemeye ehemmiyet vermesi gerekir.
"Boş
söz" diye tercüme ettiğimiz lağv'ı "cuma edebine uymayan her
söz" diye tarif edebiliriz. Resûlullah'ın Ebû Dâvud'da gelen tarifine
göre şöyledir: "İmamın hutbe
verirken yanındakine "sus dinle!"diyecek olursan "boş
söz"de bulunmuş olursun." Âlimler, cemaati yarmak vs. sûrette cemaate
verilen eziyeti de lağv'e dahil ederler. İbnu Hacer bu kelimeyi açıklama
sadedinde şu izahları kaydeder: "Ahfeş: "Şüphe ve bâtıla giren asılsız
sözlere lağv" demiştir. İbnu
Arefe der ki: Lağv, sözün düşüğüdür, doğrudan ayrılmaya da lağv
denmiştir. وَاِذَا
مَرُّوا
بِاللَّغْوِ
مَرُّوا
كِرَامًا âyetine göre lağv günah demektir. Zeyn İbnu'l-Münîr:
"Müfessirler sözü lağv "güzel olmayan söz" olduğunda ittifak
eder" demiştir.
Şu halde,
namazda konuşmak -veya hadisin son kısmından da anlaşılacağı üzere- cemaatin
omuzlarını yararak ilerlemek sûretiyle başkasını rahatsız edenin cuma'dan elde
edeceği nasib, başkalarına verdiği bu eziyetten ibarettir. Efnedimiz bu
ifadeleriyle, her ne sûretle olursa olsun cemaate eziyet vermekten şiddetle zecretmiş olmaktadır. İbnu Hacer el-Mekkî,
hadisin bu kısmını "(Hutbe sırasında) boş lakırdı eden kimsenin namaza
katılmaktan alacağı hisse tam değildir, çünkü lağv, cuma sevabının
kemâline mâni olur" diye anlar.
2) Cuma
cemaatinin ikinci grubunu hutbe sırasında dua edenler teşkil etmektedir.
Dua aslında zikir'dir, ibadet'dir. Ancak hutbe
edebine aykırıdır. Hutbede takınılması gereken edeb olarak insât yani
can kulağıyla dinlemek emredilmiştir. Öye ise dua, insât'a mânidir, terki
evladır.
Şu halde hadis,
Cenâb-ı Hakk'ın hutbe sırasında yapılan duayı aff, merhamet ve müsâmaha ile
muamele ederek kabul buyurması da mümkündür. Emredilen edebe, yani sessiz durup
can kulağı ile hutbeyi dinleme edebine aykırı hareket ettiği için ceza olarak,
duasının kabul edilmemesi de mümkündür.
3) Cuma'ya katılan üçüncü grup kimseler,
cemaati omuzlarından yarıp ilerlemek vs. sûretlerle rahatsız etmeksizin yerini
alıp, hiç konuşmaksızın sükûnet içinde hutbeyi dinleyenlerdir. Âlimler,
rahatsızlık verici sebepler meyanında yerinden doğrulmak yanındakine yaslanmak,
bir âzâsının üzerine oturmak, seccâdesine rızasını almadan oturmak, pis koku
neşretmek vs'yi de zikreder. Hadiste hem
insât ve hem de sükût geçmektedir. Bunlar birbirine yakın mâna taşımaları
sebebiyle umumîyetle, ikincisinin birinciyi te'kîden zikredildiği
belirtilmiştir. Ancak insât'ın can kulağıyla dinleme mânasında minbere yakın
olanlar hakkında, sükût da daha ziyade sessiz olma mânasında uzakta olanlar
hakkında yani imamı yeterince işitmese de, hutbeyi anlayarak takip edemese de
sükûnet içinde durmak mânasında kullanılmış olabileceğine dikkat çekilmiştir.
Biz, hadisin bu
kısmında, cuma günü camiye erken gelmeye teşvik mânası da görmekteyiz. Çünkü
erken gelenler ön saflarda, minbere yakın yerlerini alırken, başkalarının
omuzlarını yararak eziyet verme durumuna düşmezler ve dahi insât yani
"hutbeyi can kulağı ile
dinleme" şansını da garantilerler.
4) "Onun bu namazı" diye tercüme
ettiğimiz هِىَ zamirine, belirtilen edebler, hutbe, namaz
hepsi dahildir. İşte böyle mükemmel olarak kılınan cuma namazı, kişinin on
günlük küçük günahlarının kefaretine garanti olmaktadır.
Cuma'nın
kefaret olduğu on gün, hadisin zâhirine göre "müteakip on gün" olarak
anlaşılmaya müsait ise de, başka rivâyetlerin
nassıyla, geçmiş cumaya kadar ve ondan önceki üç güne yani kılınan
cumadan önce geçen son on güne şâmildir.
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), âdâbına uygun olarak kılınan bir cumanın on günü içine alan bir müddette işlenecek günahlara
kefaret olacağı hususunda Kur'ân-ı Kerîm'in âyetinden delil getirmekte, mü'mini
bu hususta iknâ etmek
istemektedir.[934]
ـ5ـ
وعن على
رَضِىَ
اللّهُ َعنْه
قال وهو على
المنبر في
الكوفة يخطبُ:
]إذَا كَانَ
يَوْمُ
الجُمُعَةِ
غَدَتِ
الشّيَاطِينُ
بِرايَاتِهَا
إلى ا‘سْوَاقِ
فَيَرْمُونَ
النَّاسَ
بِالتَّرابِيثِ،
أوْ قَالَ
بِالرّبَائِثِ
وَيُثبِّطُونَهُمْ
عَنِ الجُمُعَةِ
وَتَغْدُوا
المََئِكَةُ
فَيَجْلسُونَ
عَلى
أبْوَابِ المَسْجِدِ
يَكْتُبُونَ
الرَّجُلَ
مِنْ سَاعَةٍ،
وَالرَّجُلَ
مِنْ
سَاعَتَيْنِ
حَتّى
يَخْرُجَ
ا“مَامُ.
فَإذَا
جَلَسَ
الرّجُلُ
مَجْلِساً
يَسْتَمْكِنُ
فِيهِ مِنْ
اسْتِمَاعِ
وَالنَّظَرِ
فَأنْصَتَ
وَلَمْ يَلْغُ
كَانَ لَهُ
كِفَْنِ مِنْ
أجْر، فإنْ نَأى
وَجَلَسَ حَيْثُ
َ يَسْمَعُ
فَأنْصَتَ
وَلَمْ
يَلْغُ كَانَ
لَهُ كِفْلٌ
مِنْ
أجْرِهِ،
وَإنْ جَلَسَ
مَجْلِساً
يَسْتَمْكِنُ
فِيهِ مِنَ
اسْتِمَاعِ
وَالنَّظَرِ
فَلَغَا
وَلَمْ يُنْصِتْ
كَانَ
عَلَيْهِ
كِفَْنِ مِنْ
وِزْرٍ. فَإنْ
جَلَسَ
مَجْلِساً َ
يَسْتَمْكِنُ
فِيهِ مِنَ
اسْتِمَاعِ
وَالنَّظَرِ
فَلَغَا
وَلَمْ
يُنْصِتْ
كَانَ
عَلَيْهِ
كِفْلٌ مِنْ
وِزْرٍ، وَمَنْ
قَالَ
لِصَاحبِهِ
يَوْمُ
الجُمُعَةِ
صَهْ فَقَدْ
لَغَا،
وَمَنْ لَغَا
فَلَيْسَ لَهُ
في
جُمُعَتِهِ
تِلْكَ
شَىْءٌ. ثُمَّ
قالَ في
آخِرِهِ:
سَمِعْتُ
رسولَ اللّهِ
يَقُولُ ذلِكَ[.
أخرجهما أبو
داود.»التَّرابِيثُ
أوِ الرَّبَائِثُ«
جمع رَبيثة
وهى ما يحبس
ا“نسان عن
مَهامة
ويشغله عنها
ويُثَبِّطه.قال
الخطابى »وَأمَّا
التَّرَابِيثُ«
فليس
بشئ.وقوله
»يَرْمُونَ«
إنما هو
فيرْبِثون
الناس. كذا
روى لنا في غير
هذا الحديث.
»وَالكِفْلُ«
النصيب. وقيل الضعف.»وَالْوِزْرُ«
ا“ثم المثقل
للظهر .
5. (2852)- Hz. Ali (radıyallâhu anh) Kûfe'de hutbe verirken minberden
şöyle seslenmiştir: "Cuma günü olunca şeytan çarşı ve pazara erkenden bayraklarıyla gider,
insanlara binbir engel çıkararak mâni olmaya, onları cumadan (hiç olsun) geciktirmeye çalışır. Melekler de
erkenden gidip mescidin kapılarına dururlar. Gelenleri birinci saatte gelenler,
ikinci saatte gelenler diye yazarlar. Bu
hâl imam (hutbeye) çıkıncaya kadar devam eder. Kişi mescidde, imamı görüp,
dinleyebileceği bir yere oturup, can kulağıyla dinledi ve konuşmadı mı,
kendisine iki kat sevap vardır. Kişi uzakta kalır ve imamı dinleyemeyeceği bir
yere oturur, sessiz durur ve konuşmazsa bir hisse sevap alır. Eğer, imamı görüp dinleyebileceği
bir yere oturur fakat boş konuşma yapar, sessiz kalmazsa, ona iki hisse vebal
yazılır. Eğer, dileme ve görme imkânı olmayan bir yere oturur ve boş konuşur ve
sessiz kalmazsa, ona bir hisse vebal vardır. Kimde yanındaki arkadaşına cuma
günü "sus" derse "boş konuşmuş" olur. Kim de boş konuşur
ise, o cumadaki sevaptan nasibsiz kalır."
(Hz. Ali)
konuşmasının sonunda şunu söyledi: "Ben bunu Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'dan işittim."[935]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivâyet, cumaya erkenden gitmeyi teşvik
eden hadislerden biridir. Hadiste sadece erken gitme değil, hutbe verecek hatibi görmeye ve dinlemeye imkân tanıyacak
bir yere oturmayı da teşvik etmektedir. Hadiste sadece dinleme değil
"görme" kaydının da konmuş olması
bilhassa günümüz şartlarında akla gelebilecek bazı sorulara peşin cevap
olur: Çünkü hoparlörler sayesinde dışarıda bile hutbeler eksiksiz dinlenebilir.
Şu halde hatibin görülebileceği bir yeri kapmak için acele davranmak, bunu
niyete koyarak hareket etmek esastır.
Buna rağmen dışarıda kalanların insât ve sükût şartına riâyet etmeleri halinde,
hadiste vaadedilen çifte sevaba nail olacakları rahmet-i ilâhiyeden umulabilir, çünkü mü'minin niyyeti esastır.
2- Râvi, terâbîs kelimesinde şekke
düşmüştür: "Terâbîs" mi işitti, rebâis mi işitti? Hattâbi terâbîs'in
müstâmel bir kelime olmadığını söyler. Şârihler rebîse'nin cem'i olan rebâis
olması gereğine dikkat çekerler. Rebîse kişiyi hedefinden alıkoyan mâni, engel
demektir.
3- Boş konuşmak diye tercüme ettiğimiz lağv
düşük, bâtıl, reddedilmiş, hükmünü yitirmiş söz demektir. Bazı âlimler, "doğru olmayan söz",
"uygun olmayanın konuşulması" diye tarifler sunmuşlardır. Ancak
sadedinde olduğumuz hadiste "Hutbe sırasındaki her çeşit söz"e lağv
denmektedir, çünkü hutbede hazır olmanın edebi, hiçbir şey konuşmadan can
kulağıyla dinlemektir. Hadis, hutbe sırasında konuşana "sus
dinle!" mânasına اَنْصِتْ
demenin lağv olduğunu
söyleyince geri kalan sözlerin külliyen lağv olacağı açıktır. Zîra aslında
yersiz konuşana "sus!"
ihtarının , emr-i bil ma'ruf olduğu, dinin teşvik ettiği memduh ameller
sırasına gireceği sarih bir durumdur. Önceki hadiste hutbe sırasında dua etmeye
açıkca lağv denmemiş olsa bile o da yasaklanmaktadır, dolayısıyla duanın bile lağv'a nisbeti mümkündür. Nevevî,
yanındakini konuşmaktan menetmek zorunda kalınca işaretle "sus"
demenin uygun olacağını söyler, anlamadığı takdirde mümkün mertebe asgari bir
kelamla susturmaya tevessül etmeyi tecviz eder.
Âlimler hutbe
sırasındaki kelam haram mı, mekruh mu, mekruhsa tahrimî mekruh mu, tenzihî
mekruh mu ihtilaf etmiştir. Şâfiî hazretleri bir kavlinde hutbeyi iki rek'at
namaza bedel tutar. Bu açıdan hutbe sırasında konuşmak haramdır. Esahh olan
kavline göre iki rek'ata bedel değildir, bu açıdan haram olmaz.
Keza ulemâ,
hutbeyi işitmeyen kişiye işittiği durumdaki gibi can kulağı ile dinleme
vaziyetinde (insât) durması gerekli midir? diye
de münâkaşa etmiştir. Cumhur, gereklidir!" derken, Ahmed İbnu
Hanbel, İbrahim Nehâî ve iki kavlinden birinde İmam Şâfiî: "Bu durumda
gerekmez" demiştir. İbnu Hacer, hutbe sırasında kelam tecviz edenlerden de
bahseder, ancak bunları hutbede yersiz konuşma yapılma durumuna hamleder. Emevî
idarecilerinin bazı yersiz davranışları hutbe sırasında seleften bir kısmının
aksülameline sebep olmuştur.
Son olarak şunu
da kaydedelim: el-Muğnî'de: "Namazda kelamı caiz kılan hallerin hutbede de
caiz kılacağı hususunda ulemanın ittifak ettiğini" belirtir, gözleri kör
olan kimseyi çukura düşmekten tahzîr
gibi... İmam Şâfiî: "Birine fenalık geleceğinden korkan kimsenin, işaretle
duyuramadı ise, sözle duyurmasında bir beis görmem" demiştir.[936]
ـ6ـ
وعن طارق بن
شهاب رَضِىَ
اللّهُ َعنْه
قال: ]قال
رَسُولُ
اللّهِ #:
الجُمُعَةُ
حَقٌّ وَاجِبٌ
عَلى كُلِّ
مُسْلِمٍ في
جَمَاعَةٍ
إَّ عَلى
أرْبَعَةٍ:
عَبْدٍ
مَمْلُوكٍ،
أوِ امْرَأةٍ،
أوْ صَبىٍّ،
أوْ مَرِيضٍ[.
أخرجه أبو داود.وقال
طارق: قد رأى
النبى #
وَهُوَ
يُعَدُّ من أصحابه
ولم يسمع منه
شيئاً .
6. (2853)- Târık İbnu Şihâb (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Cuma namazı,
dört kişi hariç geri kalan her müslüman üzerine cemaat içinde yapması gereken
vacib bir hakk'dır. Cumadan istisna edilen bu dört kişi şunlardır: Köle, kadın,
çocuk ve hasta."[937]
AÇIKLAMA:
1- Tarık İbnu Şihâb (radıyallâhu anh)
cahiliye devrini yaşamış, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı görmüş
sahâbîlerdendir. Ancak Hz. Peygamber'i hiç dinlemediği bilinmektedir. Hz. Ebû
Bekr ve Hz. Ömer (radıyallahu anhümâ) zamanlarında otuzüç veya otuzdört adet gazveye iştirak etmiştir, 82
hicrî yılında vefat etmiştir
(radıyallâhu anh). Şu halde bu rivâyet sahâbî mürseli'ne bir örnek olmaktadır.
2- "Cuma hakk'tır" ibâresi, cuma
namazınınn Kitap ve Sünnet'le sâbit kesin bir farz olduğunu ifade eder.
"Allah'ın kulları üzerindeki farz olan haklarından biri"diye te'vîl
etmek de mümkündür.
3- Hadiste geçen her müslüman üzerine علَى
كُلِّ
مُسْلِمٍ tabiri, "cuma, farz-ı kifâyedir"
diyecekleri reddedecek bir cevap teşkil
eder.
4- "Cemaat içinde فِى
الْجَمَاعَةِ
tabiri, cuma namazının cemaat
halinde kılınacağını, münferid kılınamayacağını gösterir. Ulemâ bu hususta icma
eder.
Ancak kaç
kişinin burada istenen "cemaat"i sağlayacağı hususunda ihtilaf
edilmiştir.
* Ebû Hanîfe'ye göre imam hariç en az üç
kişi cemaati teşkil eder. Bunların hutbeyi dinlemelerini de şart koşmaz.
Hutbeyi imamdan başka iki kişi dinlese yeterlidir. Ehl-i Rey'den Evzâî'ye göre
cuma günü için üç kişi de yeterlidir,
yeter ki vali de olsun. Ebû Sevr, "Cuma
için ayrı bir sayı aranmaz, diğer namazlar gibidir, iki kişiyle de kılınır" demiştir.
* Şâfiîler, "En az kırk kişi olursa
cemaat teşekkül eder" derler. Şâfiîye göre bunlar hür ve mukîm olmalıdır.
* Ahmed İbnu Hanbel, İshâk İbnu Râhûye, Ömer
İbnu Abdilaziz gibi bir kısım başka âlimler de cumanın farz olması için
cemaatin en az kırk olmasını şart koşmuşlardır. Ömer İbnu Abdilaziz bunlardan
birinin vâli olmasını şart koşar ise de Şâfiî böyle bir şart koşmamıştır.
* İmam Mâlik cemaat için rakam üzerinde durmamış: "Evleri
birbirine muttasıl bir köyde bir araya gelinen bir mescid ve alışveriş mahalli
(sûk) varsa oradaki cemaate cuma farz olur" demiştir. İmam Mâlik hazretleri
de vali şartı koşmamıştır.
5- Cuma namazı kadınlara farz değildir. Ancak
İmam Şâfiî yaşlı kadınların (acâiz) cemaate katılmasını müstehab görür.
6- Cumanın çocuklara vacib olmadığı
hususunda ulemâ icma eder. Burada
çocuktan maksad henüz bülûğa ermeyen kimsedir. Ancak mürâhik olduktan sonra,
yani bülûğ çağına yaklaşınca, alıştırılmaları maksadıyla götürülmeleri, tevşik
edilmeleri İslâmi terbiyenin gereğidir.
7- Hastaya meşakkate sebep olacaksa, cuma farz olmaz. Hiçbir
meşakkat ve zararın mevzubahis olmadığı hafif hastalıklar cumanın farziyyetini
kaldırmaz. İmam-ı Âzam, rehberi olsa
bile, bunda meşakkat olduğu için, âmâya da cumanın farz olmayacağına hükmetmiştir. Ancak İmam Şâfiî, rehberi
olan âmâya cumanın farz olduğunu söyler.
8- Köle hususunda ulema ihtilaflıdır. Hasan Basrî ve Katâde
cumanın gidebilecek durumda olan kölelere de farz olduğunu söylemiştir. Evzâî
ve Dâvud-ı Zâhirî'nin de bu görüşte olduğunu Suyûtî kaydeder.
9- Zührî, "Yolcu ezanı işitirse cumaya
katılsın" demiştir. İbrahim Nehâî'nin de benzer bir fetvası mevzubahistir.
Bu da gösterir ki cuma farz-ı ayn
olan ibadetlerdendir.[938]
ـ7ـ
وعن ابن عمرو
بن العاص
رَضِىَ
اللّهُ َعنْهما:
]أن النبىّ #
قالَ:
الجُمُعَةُ
عَلى كُلِّ مَنْ
سَمِعَ
النِّدَاءَ[.
أخرجه أبو
داود .
7. (2854)- Abdullah İbnu Amr İbni'l-Âs (radıyallâhu anhümâ)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Ezanı
her işitene cuma farzdır."[939]
AÇIKLAMA:
Burada, hadisin
zahiri, cumanın farz olması için ezanın işitilmesini şart koşar. Ama âyet-i
kerîmede "işitme" değil, "okunma" zikredilmiştir:
"Cuma günü
namaz için ezan okunduğu zaman Allah'ın zikrine koşun" (Cuma 9). Ulemâ, bu
sebeple hadisi: "Ezanı işitme gücünde olan herkese cuma farzdır" diye
anlamıştır. Cumhur şöyle der: "Ezanı işitene ve işitme gücünde olana cuma
farzdır, kişinin beldenin içinde veya
dışında olması farketmez. " Zeydü'd-Dîn el-Irakî'nin
Şerhu't-Tirmizî'de kaydına göre, İmam
Mâlik, Şâfiî ve Ahmed İbnu Hanbel, bir şehir ahalisinin tamamına, -ezanı
işitmemiş bile olsalar-, cumanın farz olduğunu söylemekte ittifak etmişlerdir.[940]
ـ8ـ
وعن حفصة
رَضِىَ
اللّهُ
َعنْها قالت:
]قال رسولُ
اللّهِ # عَلى
كُلِّ
مُحْتَلِمٍ
رَوَاحٌ إلى
الجُمُعَةِ،
وَعلى كُلِّ
مَنْ رَاحَ إلى
الجُمُعَةِ
الْغُسْلُ[.
أخرجه أبو
داود والنسائى
.
8. (2855)- Hz.Hafsa (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Her ihtilam olan erkeğe cumaya gitmek vacibtir. Cumaya
her gidene de gusül vacibtir."[941]
AÇIKLAMA:
1- Hadis, zahiri itibariyle âmmdır. Yani her
büluğa erene cuma namazının farz olduğunu ifade etmektedir.Halbuki az yukarıda
(2853) belirtildiği üzere kadına,
köleye, yolcu ve hastaya cuma farz değildir, büluğa ermiş bile olsalar.
2- Rivâyetin devamında Ebû Dâvud şu
açıklamayı kaydeder. "Kişi, fecr doğduktan sonra yıkanmış ise, cünüblükten
yıkanmış bile olsa cuma yıkanmasının yerine geçer."
Bu açıklama
şunun için yapılmıştır. Ulemâ cuma günü başlamazdan önce, yani şafak sökmezden
önce yapılacak guslün "cuma guslü" olmayacağını söylemekte ittifak
eder. Öyle ise, hadiste emredilen "cuma guslü" nün gerçekleşmesi için
cuma günü şafak söktükten sonra gusletmek gerekmektedir. İşte şafak sökmesinden
sonra yapılacak gusül cünüplükten temizlenmek için dahi yapılmış olsa, bu
"cuma guslü"nün yerine geçer, bir kere daha "cuma guslü" yapmak
gerekmez. Ebû Katâde'nin çocuklarından
birinden yapılan rivâyete göre, Ebû Katâde
"Cuma günü cünüplükten temizlenmek için yıkanan, cuma için yıkanmış
sayılır" demiştir.[942]
ـ9ـ
وعن أبى هريرة
رَضِىَ
اللّهُ َعنْه
قال: ]قال
رَسُولُ
اللّه #
الجُمُعَةُ
عَلى كُلِّ مَنْ
آوَاهُ اللَّيْلُ
إلى أهْلِهِ[.
أخرجه
الترمذي
وضعفه .
9. (2856)- Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Cum'a, geceleyin ailesine
dönebilen herkese farzdır."[943],
[944]
AÇIKLAMA:
Bu hadisi
kaydettikten sonra Tirmizî zayıflığına
dikkat çeker. Tirmizî'nin kaydına göre bu hadisi, Ahmed İbnu'l-Hasen cuma
namazının kimlere farz olduğu münâkaşasında istişhâd olarak Ahmed İbnu Hanbel'e
rivâyet eder. Ahmed İbnu Hanbel, senedinde yer alan üç zayıf râvi sebebiyle
bunun rivâyet edilmesine öfkelenerek: "Rabbine istiğfar et, Rabbine istiğfar et" der.
Tirmizî'nin
açıklamasına göre, Ahmed İbnu Hanbel bu sözü, sadedinde olduğumuz rivâyetin
"senedindeki zayıflık sebebiyle hiçbir kıymet atfetmediği için"
söylemiştir.
Hadisin
yeterince anlaşılması için, ister istemez bunun Tirmizî'de kaydediliş sebebini
bilmemiz gerekecektir. Orada hadise "Ne miktar mesafeden cuma namazına
gidilir?" adını taşıyan bir bâbta yer verilmiştir. Bâbın birinci
rivâyetinde, "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize, Kuba köyünden
cumaya gelmemizi emrederdi" hadisi
kaydedilir.[945]
Tirmizî: "Bu hadisi sadece bu vecihten biliyoruz, bu bâbta Resûlullah'tan
sahih bir rivâyet yoktur" dedikten
sonra ilave eder: "Ebû Hüreyre'den naklen Resûlullah'tan şu rivâyet de
yapılmıştır: "Cuma namazı, gece, kimi ailesine sığındırırsa ona
farzdır." Yani mâna makam icabı
şöyle olmalı: "Cuma namazı, geceleyin ailesine dönebilecek mesafede
olan kimseye farzdır, bu durumda olan kimse dağda da olsa cumaya
gelmelidir." el-Müzhîr'in açıklamasına göre: "Cuma, oturduğu yerle
cuma namazının kılındığı yer arasında, namazı edadan sonra oturduğu yere
geceden önce dönmesine imkan tanıyacak
bir mesafe bulunan kimseye farz olur." Keza İbnu Ömer'den de "Gusül, cuma farz olana, cuma da geceyi ehlinin yanında geçirene
vacibtir" dediği belirtilir. İbnu Hacer "Cuma, geceyi ehlinin yanında
geçirene vacibtir" ibâresini şöyle açıklar: "Cuma namazı İbnu Ömer'e
göre (namazdan sonra) gece bastırmadan evine dönmesi mümkün olan kimseye farzdır.
Bundan daha uzak mesafede olana farz değildir."
Bu
açıklamalardan sonra Tirmizî'nin kaydettiği izâhı görebiliriz. Der ki: "Ehl-i ilim, cuma namazının kime farz olduğu hususunda
ihtilaf ettiler. Bazıları "Gece, kimi evine sığındırırsa ona farzdır"
demiştir. Bazıları da: "Cuma sadece ezanı işitene farzdır" demiştir.
Bu Şâfiî, Ahmed ve İshak'ın kavlidir.
Bu mesafeyi
müşahhas hale getirme sadedinde zikri geçen Kuba köyü Medîne'ye iki üç mil
mesafededir.[946]
ـ10ـ
وعن ابن عمر
رَضِىَ
اللّهُ
َعنْهما قال:
]قال رَسُولُ
اللّهِ #: مَنْ
أدْرَكَ
رَكْعَةً مِن
الجُمُعَةِ
أوْ غَيْرِهَا
فَقَدْ
تَمَّتْ
صََتُهُ[
.
10. (2857)- İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Cuma namazından
veya başkasından bir rek'ate yetişenin namazı tamam olmuştur."[947]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, cuma
dahil herhangi bir namazın rek'atini imamla kıldığı takdirde gerisini tek
başına tamamlayınca, tamamını cemaatle kılmış hükmüne dahil olacağını yani
cemaat sevabını kazanacağını ifade eder.
Bu bâbta daha
geniş izah 2830 numaralı hadisin açıklamasında geçti, oraya bakılsın.[948]
ـ11ـ
وعن أبى هريرة
رَضِىَ
اللّهُ َعنْه:
]أن النّبىَّ #
قالَ: مَنْ
أدْرَكَ مِنْ
صََةِ الجُمُعَةِ
رَكْعَةً
فَقَدْ
أدْرَكَ[.
أخرجهما النسائى
.
11. (2858)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Cuma
namazından bir rek'ate yetişen, cuma namazına yetişmiştir."[949]
AÇIKLAMA:
Bu hadis
cumanın birinci rek'atinde imama yetişenin, ikinci rek'atı tek başına
tamamlayabileceğini, böylece farz olan cuma borcunu eda etmiş olacağını ifade
eder.[950]
ـ2859
ـ12ـ وعن رجل من
أهل قباء عن
أبيه وكانت له
صحبة قال:
]أمَرَنَا
النَّبىُّ #
أنْ نَشْهَدَ
الجُمُعَةَ
مِنْ
قُبَاءَ[.
أخرجه
الترمذي .
12. (2859)- Kuba ahalisinden bir adam -Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'la sohbet etme şerefine ermiş bulunan- babasından naklen demiştir ki:
"Resûlullah bize Kuba'dan (gelerek Medîne'de) cuma namazına katılmamızı
emretti."[951]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, az
yukarıda 2856 numaralı hadisin açıklamasında geçti, oraya bakılsın.[952]
ـ2860
ـ13ـ وعن أبى
الجعد
الضُّمْرى
رَضِىَ
اللّهُ َعنْه
قال: ]قالَ
رَسولُ
اللّهِ # مَنْ
تَرَكَ ثََثَ
جُمَعٍ
تَهَاوُناً
بِهَا طَبَعَ
اللّهُ تَعالى
عَلى
قَلْبِهِ[.
أخرجه أصحاب
السنن .
13. (2860)- Ebû'l-Ca'd ed-Dumrî anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim önemsemiyerek üç cumayı
terkedecek olursa, Allah onun kalbini mühürler."[953]
ـ2861
ـ14ـ وعن
سَمُرة جُندب
رَضِىَ
اللّهُ َعنْه قال:
]قال رسُولُ
اللّهِ #: منْ
تَرَكَ
الجُمُعَةَ
مِنْ غَيْرِ
عُذْرٍ
فَلْيَتَصَدَّقْ
بِدِينَارٍ،
فَإنْ لَمْ
يَجِدْ فَبِنِصْفِ
دِينَارٍ[.
أخرجه أبو
داود
والنسائى .
14. (2861)- Semüre İbnu Cündüb (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Cuma namazını
özürsüz olarak kim terkedecek olursa bir dinâr para tasadduk etsin, (bu kadar)
bulamazsa, yarım dînâr tasadduk etsin."[954]
ـ2862
ـ15ـ وعن أبى
الملِيح عن
أبيه واسمه
عُمير بن عامر
الهُذَلى
رَضِىَ
اللّهُ َعنْه:
]أنهُ
شَهِدَ
النَّبىَّ #
زَمَنَ
الحُدَيْبِيّةِ
في يَوْمِ
جُمُعَةٍ
وَقَدْ
أصَابَهُمْ
مَطَرٌ لَمْ
يَبُلَّ
أسْفَلَ
نِعَالِهمْ
فَأسَرَّهُمْ
أنْ
يُصَلُّوا في
رِحَالِهِمْ[.
أخرجه أبو
داود .
15. (2862)- Ebû'l-Melîh, ismi Umayr İbnu
Âmir el-Hüzelî (radıyallâhu anh) olan
babasından naklen anlattığına göre, babası Hudeybiye seferi sırasında bir cuma
günü, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte bulunmuştur. O gün,
ayakkabılarının altını ıslatmayacak kadar yağmur yağmış, bunun üzerine
Efendimiz, herkesin yerlerinde namaz kılmalarını emir buyurmuştur."[955]
AÇIKLAMA:
1- Yukarıda kaydedilen son üç hadis cum'a
namazını mâzeret olmaksızın terkedenlerle ilgilidir. Cuma namazı ilâhî bir emir
olduğu için bunun özürsüz terki, gadab-ı ilâhîyi celbedecek bir isyan, bir
cinâyettir.
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), bunun müeyyidesini kalbin mühürlenmesi olarak ifade
buyurmuştur. Âlimler mühürlenmeyi kalbe hayrın ulaşmasının menedilmesi diye
açıklar. Bir rivâyette de: "Münafıklar listesine kaydedilir"
denmiştir.
2- Müteakip hadis, bu ağır cezaya hedef
olmak istemeden, ihmalkârlığına pişman olanlara, hatayı telafi yolu
göstermektedir: Maddî kefâret...
Ancak,
İbnu Hacer el-Mekkî tasadduk edilecek bu
meblağın, cumayı terketmekten mütevellit günaha tamamen kefâret olmayacağını
belirtir ve bir haberde "Cumayı özürsüz terkedene kıyamet gününden önce
kefâret yoktur" buyrulmuş olduğunu hatırlatır. Ona göre, bu tasaddukla
günahın hafifleyeceği ümit edilir. Sindî tasadduk etme hükmünün Kur'ân'da
gelen "Muhakkak ki güzellikler,
kötülükleri giderir" (Hûd 114) âyetine dayandığını belirtir. Bu hadiste
tasaddukta bulunmaya emir istihbâbî bir emirdir, vücubî değil.
Her günaha
olduğu gibi, cumayı terk günahına da behemahal tevbe gerekir. Maddî kefârette
bulunsa da bulunmasa da tevbenin ihmal edilmemesi gerekir, zira her çeşit
günahı ortadan kaldıran en müessir çare tevbedir.
3- Tasaddukun istihbâbî oluşuna delil,
bağışlanacak meblağın miktarındaki muhayyerliktir. Sadedinde olduğumuz hadis,
bulamayana "yarım dinar" tecviz ederken, Ebû Dâvud'da gelen bir diğer
rivâyet: "Bir dirhem yahut yarım
dirhem, veya bir sa'y yahut yarım sa' buğday" arasında muhayyer bırakır.[956]
ـ2863
ـ1ـ عن أنس
رَضِىَ
اللّهُ َعنْه
قالَ: ]كَانَ رَسولُ
اللّهِ #
يُصَلِّى
الجُمُعَةَ
حِينَ تَمِيلُ
الشَّمْسُ[.
أخرجه
البخارى وأبو
داود
والترمذي .
1. (2863)- Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), cumayı (öğleyin) güneş meyl edince kılardı.[957]
ـ2864
ـ2ـ وفي أخرى
للبخارى:
]كَانَ # إذَا
اشْتَدَّ
الْبَرْدُ
بَكّرَ
بِالصََّةِ،
وَإذَا اشْتَدَّ
الحَرّ
أبْرَدَ
بِالصَةِ:
يَعْنِى الجُمُعَةَ[
.
2. (2864)- Buhârî'nin bir diğer rivâyetinde şöyle gelmiştir:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) soğuk şiddetlenince namazı erken (ilk
vaktinde) kılardı. Sıcak şiddetlenince namazı-yani cum'a'yı- (öğleyin biraz)
serinleyince kılardı."[958]
ـ2865
ـ3ـ وعن سهْل
بن سعد رَضِىَ
اللّهُ َعنْه
قال: ]كُنَّا
نُصَلِّى
مَعَ
النَّبىّ #
الجُمُعَةَ
ثُمَّ
تَكُونُ
الْقَائِلَةُ[.
أخرجه الخمسة
إ النسائى.وفي
أخرى: »مَا
كُنَّا
نَقِيلُ وََ
نَتَغَدَّى
إَّ بَعْدَ
الجُمُعَةِ«.
Tirmizî ve
Muvatta dışındaki diğer kitaplarda Seleme İbnu'l-Ekvâ'dan gelen bir rivâyette:
"Sonra cumadan çıktığımızda duvarların diplerinde, gölgelenebileceğimiz
bir gölge olmazdı" denmiştir.[959]
ـ2866
ـ4ـ وعن
السائب بن
يزيد رَضِىَ
اللّهُ َعنْه
قال: ]كَانَ
النّدَاءُ
يَوْمَ
الجُمُعَةِ أوَّلَهُ
إذَا جَلَسَ
ا“مَامُ عَلى
المِنْبَرِ
عَلى عَهْدِ
رسولِ اللّهِ
# وَأبِى
بَكْرٍ
وَعُمَرَ
رَضِىَ اللّهُ
َعنْهما.
فَلَمَّا
كَانَ
عُثمَانُ
وَكَثُرَ
النَّاسُ
زَادَ
النِّدَاءَ
الثَّالِثَ
عَلى
الزَّوْرَاءِ.
فَثَبَتَ
ا‘مْرُ عَلى ذلِكَ[.
أخرجه الخمسة
إ مسلماً .
4. (2866)- es-Sâib İbnu Yezîd (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer (radıyallahu anhümâ)
devirlerinde cuma namazının ilk ezanı, imam minbere oturunca okunurdu. Ancak
Hz. Osman zamanı olup cemaat artınca, emri üzerine (Medine çarşısında) Zevrâ
nâm yerde üçüncü bir ezan daha okundu. (Cum'a ezanı işi) bu şekilde
sâbitleşti."[960]
AÇIKLAMA:
1- Bu dört rivâyet cuma ezanının okunduğu
vakti belirlemektedir. Birinci hadiste (2863), Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) 'in cuma namazını, öğlede güneşin batıya kaymasından sora kıldırdığı
sarîh olarak ifade edilmiştir. Bu, cuma namazının kılınabileceği ilk vakit
olmaktadır. Güneşin tam tepede olduğu anda her çeşit namaz mekruhtur. Batı
cihetine meyline zevâl denir. Şu halde hadîs, zevalle birlikte cuma vaktinin
başladığını ifade etmektedir. Cumhur-u ulemâ bunu esas almıştır. Ahmed İbnu
Hanbel, zevâldan önce de kılınabileceğini, bunun câiz olduğunu söylemiştir.
Mücâhid cumanın da bir nevi bayram olmasını nazar-ı dikkate alarak bayram
namazı vaktinde de kılınabileceğin söylemiştir. Mâlikîlerden İbnu Kudâme'nin de
buna uygun kavli rivâyet edilmiştir.
2- Şu halde cumanın vakti, cumhura göre
öğlenin vaktidir. Öğle namazını da, -bütün namazlar gibi ilk vaktinde kılmak
(2378) esas ise de -sıcak günlerde sıcağın biraz kırılması için tehir etmenin
efdal olduğunu görmüş idik (2393. hadis). 2864 numaralı hadis, cuma namazının
da aynen öğle gibi, sıcak günlerde te'hîr edildiğini göstermektedir. Seleme
İbnu'l-Ekvâ'dan kaydedilen rivâyet de cuma namazının tam zeval esnasında yani
vaktin girdiği ilk anda kılındığını
gösterir, çünkü işte o sıradadır ki duvarların gölgelenebilecek kadar gölgeleri
olmaz. Bu ifâdeden "Duvarların hiç gölgesi yoktur" mânası çıkmaz.
Bilakis güneş batıya döndüğü için gölge az da olsa vardır, ancak
gölgelenebilecek yeterlilikte değildir.
3- Son rivâyet, cum'a günü okunan ezanlar
hakkında bilgi vermektedir. Hadisin başka vecihlerinin de yardımıyla anlaşılan
şudur: "Hz. Osman (radıyallâhu anh)'a gelinceye kadar, cuma günü bir ezan
bir de ikâmet okunmaktadır. Nesâî'de Zührî'den kaydedilen bir rivâyet Hz.
Bilâl'in ezanı Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) minbere oturunca, ikâmeti de
hutbeyi tamamlayıp, minberden inince okuduğunu belirtir. Sadedinde olduğumuz
rivâyet, Hz. Osman'ın üçüncü bir ezanı emrettiği belirtir. İbnu Ebî Zi'b'den
Vekînin bir rivâyetinde Hz. Osman'ın "Birinci ezan"ı emrettiği
belirtilir. Aslında bu ifadeler arasında tezad mevcut değildir. Çünkü, Hz.
Osman üçüncü bir ezan daha emretmiştir, fakat bu, vaktin girmesi ânında Medîne
ahâlisine vaktin girdiğini duyurmak için çarşıda Zevrâ denen yerde okunacaktır.
Şu halde Hz. Osman'ın emrettiği bu "üçüncü" ezan, okunuş sırası
itibariyle birinci sırada yer almaktadır.
4- "Cuma ezanı işi bu şekilde
sâbitleşti" sözü, bugün memleketimizde de uygulanan şeklin Hz. Osman'ın
emri ile olduğunu ifâde eder. Yani vakit girince cuma vaktinin girdiğini
belirten, minarelerden okunan ezan birinci ezandır. Bu, diğer vakitlerde okunan
ezan gibidir. İşte Hz. Osman bunun okunmasını emretmiştir. Diğer iki ezandan
biri imam minbere çıkınca, hutbeden önce caminin içinde okunan ezandır.
Üçüncüsü ise, hutbe bitince, imam minberden inince okunan ikâmettir. Buna ezan
denmesi tağlib tarîkiyledir. Şu halde son ikisi Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm), Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer zamanında mevcut olduğu halde birincisi
mevcut değilmiş. Bu sebeple birinci ezana "sonradan konma" mânasına
bid'at diyen de olmuştur.[961]
ـ2867
ـ1ـ عن ابن عمر
رَضِىَ
اللّهُ
َعنْهما قال:
]كَانَ رسولُ
اللّهِ #
يَخْطُبُ خُطْبَتَيْنِ
كَانَ
يَجْلِسُ
إذَا صَعِدَ عَلى
المِنْبَرِ
حَتَّى
يَفْرُغَ
المُؤَذِّنُ
ثُمَّ
يَقُومُ
فَيَخْطُبُ.
ثُمَّ يَجْلِسُ
فََ
يَتَكَلّمُ.
ثُمَّ
يَقُومُ
فَيَخْطُبُ[.
أخرجه الخمسة
وهذا لفظ أبى
داود .
1. (2867)- İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) iki hutbe okurdu. Minbere çıkınca otururdu. (Bu esnada
müezzin ezan okurdu). Müezzin ezanı bitirince kalkar ve hutbeyi okur, sonra
tekrar oturur ve (bu sırada) konuşmazdı. Sonra kalkar (ikince defa) hutbe
okurdu."[962]
ـ2868
ـ2ـ وللنسائى:
]كَانَ رسولُ
اللّهِ #
يَخْطُبُ الْخُطْبَتَيْنِ
قَائِماً
وَكَانَ
يَفْصِلُ
بَيْنَهُمَا
بِجُلوسٍ[ .
2. (2868)- Nesâî'nin rivâyetinde: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ayakta iki hutbe
verir, bunların arasını (kısa) bir oturuşla ayırırdı" denmiştir.[963]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivâyetler hutbenin belli bir âdâb
çerçevesinde verildiğini göstermektedir.
* Minbere hutbe için çıkınca oturmakta, bu
esnada müezzin ezan okumaktadır.
* Hutbe, ezanı müteakip iki parçalı olarak
ayakta okunmaktadır.
* İki hutbenin arası kısa bir oturuşla
ayrılmaktadır.
* Oturma esnasında konuşma yoktur.
2- İki hutbe arasında oturmaya İmam Şâfiî vacib demiştir. İlk
çıkıştaki oturmaya vâcib dememiş olması tenkid mevzuu edilmişse de bazı Şâfiîler: "Bu her rivâyette
mezkûr değildir" diye cevap vermişlerdir. Bu rivâyette İmam Mâlik'in, meşhur rivâyette de Ahmet İbnu Hanbel'in
bu meselede Şâfiî gibi hükmettiği belirtilmiştir. el-Muğnî'de âlimlerin
çoğunlukla bu oturmaya vâcib demediği belirtilir. Bu oturma celsetü'l-istirâha
(33) kadar veya bir ihlas okuyacak kadar kısadır. Bunun hikmeti husûsunda
ihtilaf edilmiştir:
* "İki hutbe arasını ayırmak
için" denmiştir.
* "İstirahat için" denmiştir.
* Tahâvî: "İki hutbe arasında oturmak vâcibtir diyenler, hutbelerin ayakta okunmasına da vacibtir demelidirler" demiştir.[964]
ـ2869
ـ3ـ ولمسلم
والنسائى عن
كعب بن عجرةَ:
]أنَّهُ
دَخَلَ
المَسْجِدَ
وَعَبْدُ
الرَّحْمنِ ابْنُ
أُمِّ
الحَكَمِ
يَخْطُبُ
قَاعِداً. فقَالَ:
انْظُرُوا
إلى هذَا
الخَبِيثِ
يَخْطُبُ
قَاعِداً،
وَاللّهُ
تَعالى
يَقُولُ: وََإذَا
رَأوْا
تِجَارَةً
أوْ لَهْواً
انْفَضُّوا
إلَيْهَا
وَتَرَكُوكَ
قَائِماً[ .
3. (2869)- Müslim ve Nesâî'nin Ka'b İbnu Ucre (radıyallâhu anh) den
yaptıkları bir rivâyete göre Ka'b, mescide girince Abdurrahmân İbnu Ümmi'l
Hakem'i oturarak hutbe verir görmüş ve derhal müdâhele etmiştir:
"Şu habîse
bakın hele! Oturarak hutbe veriyor. Halbuki Cenâb-ı Hakk Kitab-ı Mübîn'inde
(meâlen): "Onlar bir ticâret, yahud bir oyun, bir eğlence gördükleri zaman
ona yönelip dağıldılar ve seni ayakta bıraktılar" (Cuma 11) buyurmuştur.[965]
AÇIKLAMA:
1- Abdurrahman İbnu Ümmü'l-Hakem es-Sakafî
Şam'da Emevî vâlilerindendir. Kendisini halife Abdü'l-Melik istihlâf etmiş idi.
Rivâyetten Emevî idarecilerinin dinî an'aneye olan lâkaydlıklarından birine
daha şahid olmaktayız. Ancak yüce sahâbî Ka'b İbnu Ucre (radıyallâhu anh),
davranışının bizzat Kur'ân'da tesbît edilen hutbe edebine uymadığını pervasızca
vâlinin yüzüne vurmuştur.
2- Ka'b İbnu Ucre'nin okuduğu âyet,
Resûlullah'ın hutbeyi ayakta verdiğini ifade etmektedir. لَقَدْ
كَانَ لَكُمْ
فِى
ـ2870
ـ4ـ وعن عمارة
بن رُويْبَة:
]أنَّهُ رَأى
بِشْرَ بْنَ
مَرْوَانَ
يَخْطُبُ
عَلى المِنْبَرِ
رَافِعاً
يَدَيْهِ.
فقَالَ:
قَبَّحَ اللّهُ
تَيْنِكَ
الْيَدَيْن
الْقَصِيرَتَيْنِ،
لَقَدْ
رَأيْتُ
رَسولَ
اللّهِ # مَا
كَانَ
يَزِيدُ عَلى
أنْ يَقُولَ
بِيَدِهِ
هكذَا،
وَأشَارَ
بِأُصْبُعِهِ
المُسَبِّحَةِ[.
أخرجه الخمسة
إ البخارى .
4. (2870)- Umâre İbnu Rüveybe (radıyallâhu anh)'nin anlattığına göre,
Bişr İbnu Mervân'ı, minberde ellerini kaldırarak hutbe verirken görmüş ve
derhal müdahale etmiştir:
"Allah şu
iki kısa elin belasını versin.(34) Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı
gördüm, eliyle şundan fazla
kaldırmazdı" dedi ve şehâdet parmağıyla işaret etti."[966]
AÇIKLAMA:
1- Nevevî der ki: "Hadis, hutbe sırasında
elleri kaldırmamanın sünnet olduğunu gösteriyor. Bu, İmam Mâlik, Ashabımız
(Şâfiîler) ve başkalarının kavlidir. Ancak Kadı İyâz bir kısım selef ve bazı
Mâlikîlerden eli hutbede kaldırmanın mübah olduğunu söylediklerini
nakletmiştir. Çünkü Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), cuma hutbesinde yağmur taleb ettiği zaman
ellerini kaldırmıştır. Öncekiler bu mütalaaya: "Mezkûr kaldırmanın bir
sebebe binâen olduğunu" söyleyerek cevap vermişlerdir.
2- Umâre hadisinde, "elin
kaldırılması"ndan murad nedir? Dua sırasındaki kaldırma mı, yoksa konuşma
sırasındaki kaldırma mı? Bunun cevabında ihtilaf edilmiştir. İki duruma da
ihtimal verilmiştir. Konuşma sırasında kaldırma diyenler, hatiplerin,
dinleyenlerin dikkatlerini çekmek için konuşma esnasında elkol hareketi
yaptıklarını misal vermişlerdir.
3- Hadiste el hakkında kullanılan يَقُولُ
هَكَذَا tâbirini يُشِيرُ
هَكَذَا diye yorumlamışlardır. Çünkü Arapçada elin
fiili "söz"le ifade edilebilmektedir. Yani el şöyle yapıyor, diyeceği
yerde "el şöyle söylüyor"
diyebilmektedirler.[967]
ـ2871
ـ5ـ وعن جابر
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ
قال: ]كانَ
رَسولُ
اللّهِ # إذَا
خَطَبَ احْمَرَّتْ
عَيْنَاهُ،
وَعََ
صَوْتُهُ،
وَاشْتَدَّ
وَالْوُسْطَى.
وَيَقُولُ؛
أمَّا بَعْدُ:
فإنَّ خَيْرَ
الحَدِيثِ
كِتَابُ
اللّهِ تَعالى،
وَخَيْرَ
الهَدْىِ
هَدْىُ
مُحَمَّدٍ #، وَشَرَّ
ا‘ُمُورِ
مُحْدَثَاتُهَا،
وَكُلَّ بِدْعَةٍ
ضََلَةٌ.
ثُمَّ
يَقُولُ: أنَا
أوْلى بِكُلِّ
مُؤْمِنٍ
مِنْ
نَفْسِهِ:
فَمَنْ تَرَكَ
مَاً
فَ‘َهْلِهِ،
وَمَنْ
تَرَكَ دَيْناً
أوْ ضَيَاعاً
فَإلىَّ
وَعلىَّ[.
أخرجه مسلم
والنسائى .
5. (2871)- Hz. Câbir (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) hutbe verdi mi gözleri kızarır, sesi yükselir, öfkesi
artardı. Sanki bir orduya "Düşmanınız akşama veya sabaha size baskın
yapacak!" diye tehlikeyi haber veren komutan gibi (fevkalde ciddî bir edâ
ile):
"Ben size,
Kıyâmet şu iki parmak kadar yakınlaşmış olduğu bir zamanda peygamber gönderildim" der ve şehadet
parmağı ile orta parmağını birbirine yaklaştırarak gösterir, sözlerine şöyle
devam ederdi:
"Emmâ bâd!
Bilesiniz, sözlerin en hayırlısı Kitabullah'tır. En güzel yol da Muhammed'in
yoludur,. İşlerin en şerlisi de sonradan ihdâs edilenlerdir. Her bid'at
dalâlettir."
Ayrıca şunları
da söylerdi:
"Ben her
mü'mine kendi nefsinden daha yakınım. Nitekim, kim bir mal bırakırsa bu ailesi
içindir. Kim bir borç veya (bakıma muhtaç)
horanta bırakırsa bu bana aittir
ve benim üzerimedir."[968]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivâyet, hutbe sırasında Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın hutbede
işlediği mevzuya göre tavır aldığını ifade etmektedir. Mevzu ciddi
meseleleri ihtiva ediyor, hatırlatmalarda bulunuyorsa akşama veya sabaha
herşeyi mahvetmek, hayata son vermek üzere gelecek düşman baskınını haber veren
bir komutanın ciddiyetini takınıyor,
yüzü kızarıyor, sesinin tonu artıyor vs.
Şüphesiz,
mevzuya uygun bir tavrın takınılması, zoraki, yapmacık bir hal değil, tabii bir
durum, anlatılan meselelerin ehemmiyetini rûhen yaşamanın, yakînî bir imanla
tasdikin neticesidir. Bu hal, muhakkak ki
muhatap üzerinde hâsıl olması arzulanan te'sirin tahakkukunda rol oynar.
Böylece (aleyhissalâtu vesselâm), hatiplik san'atının esaslarını da vazetmiş
olmaktadır.
2- Şurası muhakkak ki Resûlullah'ın hadiste
tasvir edilen hali, her hutbesine mahsus değildir. İnzâr ve tehdîd mevzularını
işleme zamanlarına mahsustur.
3- Resûlullah'ın şehadet parmağı ile orta
parmağını yan yana getirerek göstermesi, bunların yakınlığına telmihan, Kıyametin yakınlığını ifade için
olabileceği gibi, bu ikisi arasında üçüncü bir parmak bulunmaması sebebiyle,
kendisi ile Kıyamet arasında başka bir peygamberin olmayacağına işaret
maksadıyla da olabilir.
Resûlullah'tan
günümüze kadar, şu kadar zamanın geçmesi, hadiste ifade edilen Kıyâmet
yakınlığını cerhetmez, çünkü dünyanın ömrüne nisbet edilince bu müddet gerçekten çok az bir şey olur.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Kıyâmetin yakınlığını başka hadislerde de
ele almıştır. Bunlardan biri şöyle: "Dünyanın ömrü yedi basamaktır, ben
yedinci basamakta gönderildim." Bir diğeri de şöyle: "İsrâfil
(aleyhisselâm)'i gördüm, sûr'u kapmış, üfürmek için kendisine izin verilmesini
bekliyor." Kur'ân-ı Kerîm'de de: "Kıyamet saati yaklaştı, ay ikiye
ayrıldı" (Kamer 1) buyrulmuştur.
4- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
mü'minlere nefislerinden daha yakın olması Kur'ânî bir vecibedir. Her mü'min,
Resûl-i Ekrem'i nefsinden malından, yakınlarından, ticaretinden vs. her şeyden
daha çok sevmekle mükelleftir, ilâhî emirdir, mü'min ve müslüman olmanın bir
gereğidir. Bir âyette meâlen şöyle buyurulur: Der ki: "Eğer babalarınız,
oğullarınız, kardeşeriniz, eşleriniz, kabileniz, elinize geçirdiğiniz mallar,
kesada uğramasından korkageldiğiniz bir
ticaret ve hoşunuza gitmekte olan meskenler size Allah'tan onun peygamberinden
ve O'nun yolundaki bir cihaddan daha sevgili ise, artık Allah'ın emri gelinceye
kadar bekleyedurun. Allah fâsıklar gürûhunu hidâyete erdirmez" (Tevbe 24).
5- Ölen kimsenin borcunun Resûlullah üzerine
olması, ihtilaf edilmiş bir husustur. Çünkü, bir kısım hadisler, Resûlullah'ın,
bir ara borçlanmayı yasakladığını ve hatta borçlu ölenlerin cenaze namazına
bile katılmadığını belirtir. Bu hadis ise, borçlunun borcunu üzerine aldığını
beyan etmektedir. Âlimler yasağın iktisâdî darlığın hakim olduğu fetihler
öncesi devreye ait olduğunu, fetihlerden sonra servete kavuşulması ile
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın, fakirlerin borçlarını ödediğini
belirtir.
Münakaşa edilen
diğer bir kısım: Borçlu ölenin borcunu ödemek, Resûlullah'ın şahsıyla ilgili
bir hususîyeti midir, yani hasâis'ten midir, yoksa devlet başkanlığı vasfının
bir gereği midir? Eğer hasâisten ise Resûlullah' tan sonra, borçluların borcunu
ödeyivermek devlete terettüp eden bir vazife olmaz. Bilakis, devlet
başkanlığının gereği ise, İslâm devletine, borçluların borcunu ödeyivermek
kaçınılması mümkün olmayan bir vecîbe olur.
Biz burada
münâkaşanın detayına girmeden, devlet hazinesinin harcama kalemlerini sayan
âyet-i kerîmede, birkalemi de gârimîn yani "borçlular" teşkil
ettiğini belirtmek isteriz (Tevbe 60).
Şu halde hadis,
rivâyetteki "ödeme işi"nin
hasâisten addedilmediği takdirde, en azından imkan olduğu hallerde
borçlunun borcunu ödeme işini devlete vecibe kılar. Hasâîs'ten addedilme
halinde devlet, zengin bile olsa, borçluyu borçtan kurtarma işinden sorumlu
olmaz.[969]
ـ2872
ـ6ـ وعن ابن
مسعود رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]كانَ رسولُ
اللّهِ # إذَا
تَشَهَّدَ
قالَ: الحَمْدُ
للّهِ
نَسْتَعِينُهُ
وَنَسْتَغْفِرُهُ،
وَنَعُوذُ
بِاللّهِ
مِنْ شُرُورِ
أنْفُسِنَا،
مَنْ
يَهْدِهِ
اللّهُ فََ
مُضِلَّ لَهُ
وَمَنْ
يُضْلِلْ فََ
هَادِى لَهُ.
وَأشْهَدُ
أنْ َ إلَهَ
إَّ اللّهُ،
وَأشْهَدُ أنّ
مُحَمّداً
عَبْدُهُ
وَرَسُولُهُ
أرْسَلَهُ
بِالْحَقِّ
بَشِيراً
وَنَذِيراً
بَيْنَ
يَدَىِ السَّاعَةِ.
مَنْ يُطِعِ
اللّهَ
وَرَسُولَهُ
فَقَدْ
رَشَدَ،
وَمَنْ
يَعْصِهِمَا
فَإنَّهُ َ
يَضُرُّ إَّ
نَفْسَهُ وََ
يَضُرُّ اللّهَ
شَيْئاً[.
أخرجه أبو
داود.وزاد في
رواية: إذَا
تَشَهَّدَ
يَوْمَ
الجُمُعَةِ،
وَساق الحديث
.
6. (2872)- İbnu Mes'ud (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) teşehhüd okuyunca şu meâlde zikirde, duada
bulunuyordu: "Hamd Allah'adır, O'na sığınır, O'ndan mağrifet dileriz.
Nefislerimizin şerrinden de O'na sığınırız. Allah kime hidâyet verirse onu
kimse sapıtamaz, kimi de sapıtırsa onu kimse hidâyete götüremez. Şehâdet ederim
ki, Allah'tan başka ilâh yoktur. Yine şehadet ederim ki, Muhammed O'nun kulu ve
Resûlüdür. O'nu hak ile, kıyametten önce müjdeleyici ve korkutucu olarak
gönderdi. Kim Allah ve Resûlüne itaat ederse doğru yolu bulmuştur. Kim de o
ikisine isyan ederse, (bilsin ki) sadece kendisine zarar verir, Allah'a hiçbir
zarar veremez."[970]
Bir rivâyette
hadîse şu ziyadeyi yaptıktan sonra gerisini aynen rivâyet etmiştir. ".Cuma
günü teşehhüd'den sonra."[971]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivâyet hutbede muttarıd olarak
okunması gereken zikri belirtmektedir. Görüldüğü üzere Resûlullah, teşehhüd'den
sonra elhamdülillah okumaktadır. Cumhur, hutbede bunun okunmasına vâcib
demiştir. Keza hamdele'den sonra Resûlullah'a salavat okumak da aynı hükmü
almıştır. Bilhassa Hanefî fakihler hutbeyi en az, tahiyyat kadar hamdele, salavat ve ümmete dua ihtiva eden
zikir olarak anlarlar.
2- Hadisin son kısmında, "Kim Allah ve
Resûlüne itaat ederse doğru yolu
(rüşd) bulmuştur" dendikten sonra, "Kim de o ikisine isyan
ederse." denmekte, Allah ve Resulü yerine "o ikisi" zamiri
kullanılmaktadır. Bu kullanış, bir başka hadisin muhtevasına zıt düşmektedir.
Şöyle ki "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yanında bir hatip şöyle
bir hitapta bulunur: "Kim Allah ve Resûlüne itaat ederse hidâyeti bulur,
kim de o ikisine isyân ederse sapıtır." Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm), hatibe müdahele ederek: "Sen ne kötü hatibsin. Şöyle söyle:
"Kim Allah Teâlâ'ya ve Resûlüne isyan ederse sapıtır" der.
Görüldüğü üzere
Allah ve Resûlü tâbirinin yerine "o ikisi" tâbirinin konmasını
Resûlullah hoş karşılamıyor ve ânında düzeltiyor.
Sadedinde
olduğumuz hadisde ise, yasaklanan bu kullanış tarzına yer verilmektedir. Nevevî
şöyle bir yorumla aradaki tezadı gidermeye çalışıyor: "Resûlullah'ın
hatibe müdahelesinin sebebi, hatib'in fonksiyonudur. Yani hatibe düşen, hutbede
meseleleri geniş tutmaktır, îzahtır, rümûzdan, işâretten (kısaltmalardan)
kaçınmaktır. Bundandır ki, Resûlullah'ın bir şey söylediği zaman onu üç kere tekrar
ettiği ve anlaşılması için husûsi gayret gösterdiği rivâyetlerde sâbit bir
durumdur. Öte yandan, "Allah ve Resulü, kişiye o ikisi dışındaki herşeyden
sevgili olması." örneğinde olduğu gibi bazı rivâyetlerde, Allah ve Resûlü
yerine tesniye zamirinin kullanıldığı olmuştur. Ancak burada da sebep aynıdır.
Hadis, bir vaaz hutbesi olarak vürûd etmiş değildir. Bilakis bir hükmün
öğretilmesini gaye edinmektedir. Lafzı az olan her ibâre, daha kolay ezberlenme
şansına sâhiptir. Vaaz hutbesi böyle değildir. Vaaz hutbesi ezberlensin diye
yapılmaz; bilakis ibret alınması, öğüt alınması için yapılır."
Ne var ki ahkâm
tâliminden ziyâde hutbe olarak vürûd eden sadedinde olduğumuz hadiste bizzat
Resûlullah tarafından Allah ve Resûlünü birleştiren ikili zamirin kullanılmış
olması bu iddiayı reddeder.
Kadı İyâz ve
bir grup âlim derler ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) (Allah ve
Resûlünü) eşitliği gerektiren zamirde birleştirme işinden dolayı takbîh etti ve
Allah'a tâzim için atıfta bulunmayı (ayrı ayrı zikretmeyi) ve Cenâb-ı Hakk'ın
ismini öne almayı emretti. Nitekim Aleyhissalâtu Vesselâm bir başka hadiste
şöyle buyurmuştur: "Sizden kimse, "Allah'ın dilediği ve falanın
dilediği" demesin, fakat "Allah'ın dilediği" sonra da
"falanın dilediği" desin." Bu mülâhaza da daha önce Resûlullah'
ın, Allah'a ait zamirle, kendi şahsına ait zamiri birleştirmiş olma örneği
gösterilerek reddedilir. Şöyle de denilebilir: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm), mezkûr hatîb'in iki zamiri birleştirmesini takbîh etmiştir, zîra O,
bundan eşitleme inancını anladı ve îtikadının hilafına dikkati çekti ve ona
Allah'ın
ismini, Resûlünün isminin önüne koymasını emretti, tâ ki böylece îtikadının
bozukluğunu anlamış olsun."
3- Cuma hutbesinin hükmü nedir? Bu hususta
ulemâ faklı görüşler ileri sürmüştür:
Şâfiî, Ebû
Hanîfe ve Mâlik "vâcibtir" demiştir. Kadı İyâz bu hükmü ulemanın
tamamına nisbet eder. Vâcib hükmünün delili, Resûlullah'ın her hafta cuma
namazı kıldırıp arkasından hutbe okuduğunu te'yid eden sahîh rivâyetlerdir.
Keza Resûlullah'ın "Beni nasıl kılıyor görürseniz siz de öyle namaz
kılın" hadisi de bir başka delildir.
Hasan Basrî ve
Dâvud-ı Zâhirî cuma hutbesinin mendub olduğuna hükmederler.[972]
ـ2873
ـ7ـ وعن جابر
بن سَمُرة
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ
قال: ]كَانَتْ
صََةُ
رَسُولِ
اللّهِ # قَصْداً،
وَخُطْبَتُهُ
قَصْداً[.
أخرجه الخمسة
إ
البخارى.»القصد«
العدل
والسواء .
7. (2873)- Câbir İbnu Semüre (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın namazı vasattı, hutbesi
de vasattı."[973]
AÇIKLAMA:
Bu hadis,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın namaz ve hutbelerini ne çok uzun ne de
çok kısa yapmayıp orta uzunlukta tuttuğunu ifade ediyor. Daha önce de
gördüğümüz üzere (2803) cemaatle kılınan namazlarda Efendimiz namazın
uzatılmamasını tavsiye buyurmuştur. Çünkü cemaate gelenler arasında yaşlılar,
hastalar, acele işi olanlar v.s. bulunabilir. Öyle ise imamlar, hatipler
cemaatte bu şekilde meşru mâzereti olanların bulunabileceklerini gözönüne
alarak namaz ve hutbelerini fazla uzatmamaları gerekir. Hz. Muâz (radıyallâhu
anh), cemaate namazı uzattığı için Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm),
kendisine "fettân" yani "fitne çıkaran" diye hitabetmiştir.
(2802).
Esasen
Resûlullah'ın her işte takip ve tavsiye ettiği prensip evsat olmaktır: [974]
خَيْرُ
اُمُورِ
اَوْسَطُهَا
ـ2874
ـ8ـ وعن أبى
وائل قال: ]خَطَبَنَا
عَمَّارٌ
فَأوْجَزَ
وَأبْلَغَ.
فَلَمَّا
نَزَلَ
قُلْنَا: يَا
أبَا
الْيَقْظَانِ
لَقَدْ
أبْلَغْتَ
وَأوْجَزْتَ.
فَلَوْ كُنْتَ
تَنَفّسْتَ؟
فَقَالَ:
إنِّى
سَمِعْتُ
رسولَ اللّهِ
# يَقُولُ:
إنَّ طُولَ
صََةِ الرَّجُلِ
وَقِصَرَ
خُطْبَتِهِ
مَئِنّةٌ
مِنْ
فِقْهٍ
فأقْصِرُوا
الخُطْبَةَ
وَأطِيلُوا
الصََّةَ[.
أخرجه مسلم
وأبو
داود.»تَنَفّسَ
الرّجُلُ« في
قوله: أى
أطال.»مَئِنّةٌ«
بفتح الميم
وكسر الياء
مهموزة ونون
مشددة: أى عمة
من فقه الرجل .
8. (2874)- Ebû Vâil (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Ammâr bize hitabetmişti. (Konuşmasını) vecîz ve belîğ yaptı. Minberden
inince:
"Ey
Ebû'l-Yakzân belîğ ve vecîz konuştun! Keşke biraz daha nefesleseydiniz
(uzatsaydınız)!" dedik. Bize şu cevabı verdi:
"Ben
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı dinledim, şöyle buyurmuştu:
"Kişinin
namazının uzunluğu ve hutbesinin kısalığı onun fıkhının (ilminin) alâmetidir.
Öyle ise, hutbeyi kısa tutun, namazı uzun (zîra, beyanda sihir var)."[975]
AÇIKLAMA:
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın burada namazı uzun tutmayı tavsiyesi dikkat
çekicidir. Çünkü daha önceki hadislerde kısa tutmayı tavsiye ettiğine şahid
olduk.
Âlimler, arada
bir fark görmezler. Çünkü "uzunluk"la mutlak bir uzunluk değil,
mukayyet ve nisbî bir uzunluğun kastedildiğine, kısa tutulacak hutbeye nisbetle
uzun tutulacak hutbenin tavsiye edildiğine dikkat çekerler.
Hadisin
Müslim'deki vechinin sonunda "Beyanda sihir var" ifadesine yer
verilmiştir. Beyanda sihir olması ile alakalı olarak Nevevî'nin benimsediği bir
açıklamaya göre, sihir kelimesi "sarfetmek', "tasarrufda
bulunmak" bir başka ifâde ile "değiştirmek",
"yönlendirmek" ma'nâsına gelen bir kökten gelir. Şu halde beyan da
kalplere tesir eder, değiştirir, davet ettiği tarafa çevirir, yönlendirir.
"Bu sözde
beyân'ın zemmi vardır" diyen olmuştur. Ancak "övgü vardır" diyen
de olmuştur. Şurası muhakkak ki beyân, bâtıl yolda kullanılırsa zemm'e, hak
yolda kullanılırsa "övgü"ye layık olur. Mutlak olarak zemmi veya
medhi hadisin rûhuna aykırı olur. Çünkü, ifade mutlak gelmiştir, elbette
çeşitli vecihlere muhtemel olacaktır.
Zâhirîler, hutbenin
kısa olmasını vâcib addederler. İbnu Hazm, bir köy imamı hutbeyi uzattığı için,
üzerine bevl eden bir yaşlının itirafını nakleder.[976]
ـ2875
ـ9ـ وعن أبى
هريرة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قال رسولُ
اللّهِ #:
كُلُّ
خُطْبَةٍ
لَيْسَ فِيهَا
تَشَهُّدٌ
فَهِىَ كَالْيَدِ
الجَذْمَاءِ[.
أخرجه أبو
داود والترمذي.
9. (2875)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "İçerisinde
teşehhüd bulunmayan her hutbe kesik bir el gibidir."[977]
ـ2876
ـ10ـ وفي أخرى
‘بى داود:
]كُلُّ كََمٍ
َ يُبْدَأُ
فِيهِ
بِحَمْدِ اللّهِ
تَعالى
فَهُوَ
أجْذَمُ[.ومَعنى
»أجْذَمُ« أى
مقطوع .
10. (2876)- Ebû Dâvud'un diğer bir rivâyetinde: "Allah'a hamd ile
başlamayan her kelâm kesiktir" denmiştir.[978]
AÇIKLAMA:
1- İslâmî âdâbtan biri, konuşmalara hamdele,
salvele ve teşehhüdle başlamaktır. Bunu tesbit eden muhtelif hadisler
mevcuttur: "Elhamdülillah ile başlamayan her hayırlı iş(in hayrı)
kesiktir."
"Bismillahirrahmânirrahîm ile başlamayan her hayırlı iş, güdüktür
(hayrı kesiktir).
"Allah'a
hamd, bana salâtla başlamayan bütün hayırlı işler güdüktür, her çeşit
bereketten kesiktir."
Dikkat edersek
bu hadisler hayırlı işlere "hamdele, "salâvat" ve
"besmele" ile başlamaya teşvik etmektedir. Âlimler "hayırlı
iş" deyince "fiil" ve "söz" her ikisini de anlarlar.
Yine belirtelim
ki ulemâ, bu hadislerde mevzubahis olan besmele, hamdele ve salvele'yi
"zikir" olarak anlamışlardır. Yani hayırlı işlere Allah'ın zikri ile
başlamak esastır. Bu zikir besmele de olabilir, hamdele veya salvele de.
Nitekim sadedinde olduğumuz hadis "teşehhüd"ü zikretmektedir.
Bunların hepsini birleştirmek de caizdir ve hatta efdali budur. Nitekim,sadedinde olduğumuz hadisin
yer aldığı bâbta Tirmizî'nin kaydetttiği bir hadiste pekçok hayırlı işlere
başlarken okunması sünnet kılınan bir "teşehhüd"de bazı zikir çeşidi
birleştirilmiştir. Resûlullah önce teşehhüdün iki çeşit olduğunu, birincisinin
"namaz teşehhüdü", ikincisinin de "hâcet teşehhüdü"
olduğunu söyledikten ve namaz teşehhüdünü açıkladıktan sonra ikincisini
açıklar:
"Hâcet teşehhüdü şöyledir: Hamdler
Allah'adır. O'ndan yardım dileriz, O'ndan mağfiret isteriz. Nefislerimizin
şerrinden, amellerimizin günahlarından Allah'a sığınırız. Allah kime hidâyet
verirse onu sapıtacak yoktur, kimi de saptırmışsa hidâyet verecek yoktur. Şehadet
ederim ki, Allah'tan başka ilah yoktur ve keza şehâdet ederim ki Muhammed O'nun
kulu ve Resûlüdür."
Her hayırlı
amelimize uzun teşehhüdle başlayamıyacağımıza göre, Resûlullah, önce
kaydettiğimiz hadislerde sadece besmele veya hamdele. gibi kısa bir zikrullah
ile başlamamızı tavsiye buyurmuş olmaktadır.
2- Teşehhüd esas itibariyle "Eşhedü en
lâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden Resûlullah (Şehadet ederim ki
Allah'tan başka ilâh yoktur ve yine şehâdet ederim ki Muhammed onun
elçisidir)" demekten ibarettir. Fakat burada daha ziyade Allah'a senâ
kastedilmiştir. Çünkü, şehâdet kesin haberi ifâde eder. Allah için ifâde edilen
sena, şehâdetlerin en doğrusu ve en büyüğüdür.
Hadisi şöyle
anlamamız mümkündür: Şer olmayan yani hayırlı olan bir amelimiz hatta bir
âdetimiz, besmele veya zikrullahla yapılınca tam bir ibadete dönüşerek uhrevî sevaplara vesile olur, böylece hayrı
devam eder. Besmelesiz olursa hayrı güdüktür veya kesilmiştir; çünkü bu
amelimizden öbür dünyaya aksedecek bir nûr hâsıl olmaz, o hayırlı işin dünyevî
hayrından sadece dünyada istifade ederiz. Böylece hayrı güdük kalmış, kesilmiş
olur.
Bu hadislerden
istifade ile âlimlerimiz, besmele, hamdele gibi, bir işe başlarken çekilen
zikirleri âdetlerimizi, şer olmayan günlük işlerimizi ibâdetlere çeviren bir
iksir, bir tılsım, bir sır olarak görmüşlerdir.
3- Hadislerde hep اَمْرٍ
ذِى بَالٍ yani "hayırlı iş"
kaydına yer verilmiş olması dikkat çekicidir. Zîbâl şerefli, meşrû, mübah gibi
mânalara gelir. Yemek, içmek,giyinmek, konuşmak, yazmak, uyumak, vaaz ve
nasihat, ilmî meşguliyet vs. hep emr-i zîbâl'e dahildir. Şu halde bütün bunlara
zikrullahla başlamak ve mübah işlerimizi ibadete çevirmek sûretiyle ebedî
hayatımız için öbür dünyaya uzanacak bir nura sebep olacaktır. Aksi halde, o
işlerin hayrı dünyevî hayatımızla sınırlı kalacak veya pek bereketsiz olacak.
Hadisteki güdüklük bu olsa gerektir -Allahu a'lem-.[979]
ـ2877
ـ11ـ وعن سمرة
بن جندب
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قالَ رَسُولُ
اللّهِ #
أُحْضُرُوا
الذِّكْرَ
وَادْنُوا
مِنَ ا“مَامِ
فإنَّ
الرَّجُلَ َ
يَزَالُ
يَتَبَاعَدُ
حَتَّى
يُؤَخَّرَ في
الجَنَّةِ
وَإنْ
دَخَلَهَا[.
أخرجه أبو داود.
11. (2877)- Semüre İbnu Cündüb (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Zikr
(yani hutbe) sırasında hazır bulunun, imama yakın olun. Zîra kişi, uzaklaşmaya
devam ede ede, girse bile cennette de geri kalır."[980]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadisteki zikr'den murad hutbedir.
Hutbenin içerisinde hamdele, teşehhüd, salvele, mev'ıze gibi çeşitli zikirler
bulunduğu için zikr denmiş olmaktadır.
2- Hadis, hutbe sırasında mümkün mertebe
imama yakın durmayı tavsiye etmektedir. Böylece hutbeyi daha iyi dinleme ve
anlama imkânı elde edilmiş olacaktır. Kişi özürsüz olarak hayır odaklarından
uzakta kalmayı tercih ede ede, cennete girse bile az hayırla gireceği için,
geri mertebelerde yer alacaktır. Bilindiği üzere cennette de, cehennem gibi
pekçok mertebe vardır. Herkes dünyada elde ettiği kazanç nisbetinde âlî veya
alçak ileri veya geri bir mertebe elde edecektir. Tîbî şu açıklamayı yapar:
"Kişi, mukarreblerin (Allah'a yakın kimselerin) makamı olan ön saf ile
hutbeyi dinlemeden uzak dura dura aşağıyı tercîh edenlerin safına itilir.
Hadis, mescide geç gelenlerin davranışını kınamakta ve kendilerini, yücelerden
aşağılara indiren düşüncelerinin bayağılığına dikkat çekmektedir."
"Girse
bile" ifadesi cennetin yüce makamları varken, onlara tâlib olmayıp, sadece
"girme" ile iktifa eden dûnhimmetlere târizde bulunmaktadır. Şu
halde, mü'min dâima yücelere, en yüksek mertebelere tâlip olmalı, o mertebeyi
kazandıracak amelleri yapma gayretine girmelidir (Mirkat'tan). Allah'ın
rahmetine güvenerek, daima yüksekleri istemelidir.[981]
ـ2878
ـ12ـ وعن أبى
رِفاعة
العدَوى
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ
قال:
]انْتَهَيْتُ
إلى رسولِ
اللّهِ # وَهُوَ
يَخْطُبُ.
فَقُلْتُ: يَا
رسولَ اللّهِ
رَجُلٌ غَرِيبٌ
يَسْألُ عَنْ
دِينِهِ َ
يَدْرِى مَا دِينُهُ؟
فَأقْبَلَ
عَلىَّ
وَتَرَكَ
خُطْبَتَهُ
حَتَّى
انْتَهَى
إلىَّ
فَأُتِىَ بِكُرْسِىٍّ
مِنْ خَشَب
قَوَائِمُهُ
حَدِيدٌ
فَقَعَدَ
عَلَيْهِ
وَجَعَلَ
يُعَلِّمُنِى
مِمَّا
عَلَّمَهُ
اللّهُ
تَعالى ثُمَّ
أتَى
الخُطْبَةَ فَأتَمَّ
آخِرَهَا[.
أخرجه مسلم
والنسائى
.
12. (2878)- Ebû Rifâa el-Adevî (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a geldim. Hutbe veriyordu.
Ben:
"Ey
Allah'ın Resûlü! Yabancı ve dinini bilmeyen bir kimseyim, sizden dinimin ne
olduğunu soruyorum!" dedim. Bunun üzerine bana yöneldi, hutbesini
bırakarak yanıma kadar geldi. Kendisine bir sandalye getirildi. Zannedersem
ayakları demirdendi. Üzerine oturdu. Hemen Allah'ın kendisine öğrettiklerinden
bana
öğretmeye başladı. Sonra
tekrar hutbesine dönerek, sonunu tamamladı."[982]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivâyet, Resûlullah'ın ehem'le mühim
karşısında ehemmi takdim ettiğini gösterir. Zira, cemaate hitap mühim idiyse
de, dinini bilmediğini ve fakat öğrenmek istediğini beyan eden bir kimseye
hemen din hususunda bilgi vermeyi daha mühim (ehem) görerek hutbeyi kesmiş ve o
adamı irşâd buyurmuştur. Şu halde imânî irşad her çeşit ta'lîmden daha çok
ehemmiyet taşımaktadır. Ulemâ iman ve İslâm hususunda aydınlanmak isteyen
insana öncelik tanımanın vücûbunda müttefiktir.
2- Hutbe cuma hutbesi midir başka bir
hitâbet midir, rivâyette belli değildir. İkisi de olabilir. Öyle ise cuma
hutbesi bile olsa, imama bir şey sormak mümkündür. İmam da bu soruya cevap
vermelidir.[983]
ـ2879
ـ13ـ وعن عثمان
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ: ]أنَّهُ
كَانَ
يَقُولُ في
خُطْبَتِهِ:
اسْمَعُوا
وَأنْصِتُوا
فَإنَّ
لِلْمُنْصِتِ
الَّذِى َ
يَسْمَعُ
مِنَ الحَظِّ
مِثْلَ مَا
لِلْمُنْصِتِ
السَّامِعِ[.
أخرجه مالك .
13. (2879)- Hz. Osman (radıyallâhu anh) hutbelerine çoğu kere şu husûsu
hatırlatarak başlardı: "İşitin, kulak verin. Zîra işiterek, kulak verenle
işitmeden kulak verenin sevaptan hissesi birdir."[984]
AÇIKLAMA:
1- Hadisin aslı uzuncadır. İbnu Deybe
özetleyerek almış. Aslında belirtildiğine göre, Hz. Osman buraya aktarılan
sözleri hemen hemen her hutbesinde tekrar eder, çok az hutbede söylemezmiş.
2- Hz. Osman cemaate, hatipleri can
kulağıyla dinlemenin ehemmiyetini belirtiyor. Hz. Osman "Sağırlık, uzaklık
gibi bir sebeple hatibi işitemezseniz de sessiz olun, dinleme vaziyetinde
kalın, böyle davrandığınız taktirde hatibin sözleri kulağınıza kadar ulaşmasa
da, ulaşanların alacağı manevî ücret ve sevabı eksiksiz alacaksınız" demek
istemektedir.[985]
ـ2880
ـ14ـ وعن أبى
هريرة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قال رَسولُ
اللّهِ #: إذَا
قُلْتَ
لِصَاحِبِكَ
يَوْمَ
الجُمُعَةِ
وَا“مَامُ
يَخْطُبُ
أنْصِتْ
فَقَدْ
لَغَوْتَ[.
أخرجه الستة .
14. (2880)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Cuma
günü, imam hutbe okurken, sen (yanıbaşında
konuşan) arkadaşına: "Sus!" desen boş laf etmiş olursun."[986]
Hutbe sırasında
yanındakine "sus, dinle!" mânasına
اَنْصِتْ
demekle ilgili açıklama
daha önce (2851 ve 2852. hadisler) geçtiği için burada tekrar etmeyeceğiz.[987]
ـ2881
ـ1ـ عن عبيد
اللّه بن أبى
رافع قال: ]
اسْتَخْلَفَ
مَرْوَانُ
أبَا
هُرَيْرَةَ
عَلى
المَدِينَةِ
فَصَلَّى
أبُو
هُرَيْرَةَ
الجُمُعَةَ
وَقرََأَ
بَعْدَ
الحَمْدِ
سُورَةَ
الجُمُعَةِ
في ا‘ولى،
وإذَا
جَاءَكَ
المُنَافِقُونَ
في
الثَّانِيَةِ
وَقالَ:
سَمِعْتُ
رَسولَ اللّهِ
# يَقْرَأُ
بِهِمَا[.
أخرجه مسلم
وأبو داود
والترمذي .
1. (2881)- Ubeydullah İbnu Ebî Râfî (rahimehullah) anlatıyor:
"(Emevî halifelerinden) Mervân, Ebû Hüreyre, (radıyallâhu anh)'yi
Medîne'ye halef tayin etti. Ebû Hüreyre, cumayı kıldırdı ve birinci rek'atte, el-Hamd
sûresini okuduktan sonra Cuma sûresini okudu. İkinci rek'atte Ve izâ
câeke'l-Münâfikûn'u okudu. Dedi ki:
"Ben
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bunları okuduğunu işittim."[988]
ـ2882
ـ2ـ وعن سمُرة
بن جُندب
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ
قال: ]كَانَ
رسولُ اللّهِ
# يَقْرَأُ في
الجُمُعَةِ
بِسَبِّحِ اسْمَ
رَبِّكَ
ا‘عْلَى،
وَهَلْ
أتَاكَ حَدِيثُ
الْغَاشِيَةِ[.
أخرجه أبو
داود
والنسائى .
2. (2882)- Semüre İbnu Cündüb (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) cum'ada Sebbihisme Rabbike'l-A'lâ ve
Hel etâke hadîsu'l-Gâşiye sûrelerini okurdu."[989]
ـ2883
ـ3ـ وعن ابن
عباس رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قالَ:
]كَانَ
النّبىُّ #
يَقْرَأُ في
الْفَجْرِ
يَوْمَ
الجُمُعَةِ
ألم
تَنْزِيلُ في
ا‘ُولى،
وَفي
الثَّانِيَةِ:
هَلْ أتَى،
وفي صََةِ
الجُمُعَةِ
بِسُورَةِ
الجُمُعَةِ
وَالمُنَافِقِينَ[.
أخرجه الخمسة
إ البخارى.
3.(2883)- İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) cuma günü sabah namazında Eliflâm mîm
Tenzîl'i birinci rek'atte; Hel Etâ'yı da ikinci rek'atte okurdu. Cuma namazında
da Cuma ve Münâfıkûn sûrelerini okurdu."[990]
ـ2884
ـ4ـ وعن أم
هشام بنت
حارثة بن
النعمان قالت:
]مَا أخَذْتُ
ق
وَالْقُرآنِ
المَجِيدِ
إَّ مِنْ
لِسَانِ
رَسولِ
اللّهِ #
يَوْمَ
الجُمُعَةِ
يَقْرَأُ
بِهَا عَلى
الْمِنْبَرِ
في كُلِّ
جُمُعَةٍ[.
أخرجه مسلم
وأبو داود والنسائى
.
4. (2884)- Ümmü Hişâm Bintu Hârise İbnu'n-Nu'mân (radıyallâhu anhâ)
anlatıyor: "Kâf ve'l-Kur'âni'l-Mecîd sûresini, cuma günü minber üzerinden
her cum'ada okurken Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın kendi dillerinden
aldım."[991]
ـ2885
ـ5ـ وعن يعلى
بن أمية
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]سَمِعْتُ
النّبىَّ #:
يَقْرَأُ
عَلى
المِنْبَرِ وَنَادَوْا
يَا مَالِكُ[.
أخرجه الخمسة
إ النسائى .
5. (2885)- Ya'lâ İbnu Ümeyye (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) minberde: وَ
نَادَوْا يَا
مَالِكُ (Zuhruf 77) diye
okurken işittim."[992]
AÇIKLAMA:
1- Yukarıda kaydedilen rivâyetler,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın cuma namazında ve hutbe sırasında
okuduğu bazı sûreleri göstermektedir. Gerek namazda ve gerekse hutbe sırasında
okunmasını taayyün eden bir sûre
mevcut değildir. Kur'ân-ı Kerim'in her
sûresi, her namazda okunabilir. Ancak Ashâb (radıyallahu anhüm), Resûlullah'ın
hangi vakitte ne okuduğu, cuma günü sabahında, cuma namazında ne okuduğu
hususlarında itina göstermiş ve tesbitlerini rivâyet etmiştir.
2- Son iki sûre Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın hutbe sırasında da Kur'ân-ı Kerim'den bazı sûreleri okuduğunu
gösteriyor. Bu da hutbede ne sûre okunacağı, ne de şu veya bu sûrenin okunacağı
hususunda bir vecibe ifade etmez.
Azîmâbâdi, Ümmü
Hişam hadisinin şerhinde şu açıklamayı dermeyan eder: "Hadiste, her cuma
hutbe esnasında bir sûre okumanın meşruluğuna delil vardır." Ulema demiştir ki: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu sûreyi okumayı tercih edişinin sebebi, sûrenin
ölüm ve yeniden dirilme bahislerine şiddetli mev'ıze ve te'kidli zecrlere şâmil
olmasıdır."
3- Hadis hutbede Kur'ân'dan bir parçanın
okunmasına delildir. Ancak hemen belirtelim ki, hutbede bu sûrenin veya bir
kısmının okunmasının bir vecibe olmadığı hususunda ulemâ icma etmiştir.
Aleyhissalâtu Vesselâm'ın buna ısrarla yer vermesi şahsî bir tercihidir ve o da
belirttiğimiz gibi mezkur sûrenin insanın akibetini hatırlatmada ve dolayısıyla
nefisleri diyânete teşvikte en uygun bir muhtevada olmasından ileri gelmiştir.
4- Nevevî der ki: "Hadis, hutbede
Kur'ân okumanın meşruiyyetine delildir, bu hususta ihtilaf yoktur. Ancak, bu
kırâatın vacib olup olmadığı hususunda ihtilaf edilmiştir. Nezdimizde
(Şâfiîler) vacibtir, en az miktarı da bir âyettir."Hanefî mezhebinde,
hutbede Kur'ân'a da yer vermek sünnettir.
5- Kırâat hutbenin neresinde olmalıdır? Bu
hususta dört ayrı görüş ileri
sürülmüştür:
* İmam Şâfiî: "İki hutbeden birinde
herhangi bir âyet okunur" der.
* Şâfiîlerden bazıları: "Birinci hutbede okunur, Hz.
Ebû Bekr ve Hz. Ömer böyle yapardı..." demiştir.
* Şâfiî fukahasından Iraklılar: "Her
iki hutbede de caizdir" demiştir.
* Dördüncü bir görüşe göre, kırâat birinci
hutbede değil ikinci hutbede olmalıdır. Bunların delili, Câbir İbnu Semüre'nin
Nesâî'de yer alan bir rivâyetidir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
ayakta hutbe okur, sonra oturur, sonra kalkar, âyetler okur, Allah Teâlâ
hazretlerini zikrederdi."
Bu rivâyet de
belli sûre ve âyetleri değil Kur'ân'dan, her seferinde farklı yerler okuduğuna
işaret eder.[993]
ـ2886
ـ1ـ عن أبى
هريرة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]قالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: ‘نْ
يُصَلِّىَ
أحَدُكُمْ
بِظَهْرِ
الحَرَّةِ
خَيْرٌ لَهُ
مِنْ أنْ
يَقْعُدَ
حَتَّى إذَا
قَامَ ا“مَامُ
يَخْطُبُ
تَخَطَّى
رِقَابَ النَّاسِ
يَوْمَ
الجُمُعَةِ[.
أخرجه مالك .
1. (2886)- Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Birinizin
Harre'nin sırtında namaz kılması, onun için cuma günü oturup oturup da imam
hutbeye başlayınca gelip cemaatin omuzlarını yararak cemaate katılmasından
hayırlıdır."[994]
AÇIKLAMA:
1- Hadis cuma günü mescide erken gelmeyi
teşvik ediyor, sonradan gelip halkın omuzlarını yararak yer aramayı yasaklıyor.
2- Hadiste geçen Harre, Medîne'nin dışındaki
siyah kayalağın adıdır. Renginin hararet sebebiyle siyahlaştığı kabul edilir.
"Harre'nin kavurucu sıcağında namaz kılmak elbette ki müşkilatlı, belki de
imkansız bir iştir. Ama cuma günü hiçbir mazeret yokken bekleyip bekleyip tam
hutbenin başlaması anında gelip, önlerde yer aramak maksadıyla cemaati yararak
ilerlemek kötü bir iştir. Bu kötü işe tevessül etmektense, Harre sırtlarında
namaz kılmak kişi için daha hayırlıdır" denmektedir.
Cuma gününün
âdâbını Ebû Dâvud'un bir rivâyetinde Aleyhissalâtu Vesselâm şöyle açıklamıştır:
"Kim cuma günü yıkanır, dişlerini fırçalar, koku sürünür, en güzel
elbisesini giyer, çıkıp doğru mescide gelir, insanların omuzlarını yararak
ilerlemeden yerini alır, sonra da kalkıp Allah'ın dilediği kadar namaz kılar,
sonra imam hutbeye çıktığı zaman susup dinler, namazını bitirinceye kadar hiç
konuşmazsa, o cuma ile diğer cuma arasındaki (küçük günahları) için kendisine
kefâret olur."[995]
ـ2887
ـ2ـ وللترمذى
عن معاذ بن
أنس مرفوعاً:
]مَنْ تَخَطّى
رِقَابَ
النَّاسِ
يَوْمَ
الجُمُعَةِ
اتَّخذَ
جِسْراً إلى
جَهنَّمَ[.
2. (2887)- Tirmizî'de Mu'az İbnu Enes'ten merfu olarak şu rivâyet kaydedilmiştir:
"Cuma günü kim cemaatin omuzlarını yararak ilerlerse cehenneme bir köprü
ittihaz olunur."[996]
AÇIKLAMA:
1- Hadisten, insanları yararak ön kısımlarda
yer aramanın kerâheti cuma gününe has olup diğer günlerde bu yasak yokmuş
ma'nâsı çıkmaktadır. Âlimler, hadisi
böyle anlamazlar. Bu ifadenin galip durumu esas aldığını, kerahetin diğer gün
ve vakitlere de şâmil olduğunu belirterek, namaz için gelen cemaatin arkadan gelenlerce
rahatsız edilmemesi gerektiğini belirtirler. Hatta âlimler, bunu sadece ibadet
cemaatine değil, ilim vs. için teşkil edilen cemaatlere de teşmil ederler.
2- Resûlullah, cemaati yararak geçenlere
ağır bir müeyyideyi haber veriyor: "Kendisi halkı çiğneyip geçtiği gibi,
cehenneme giden yolda herkesçe çiğnenen bir köprü kılınmak..." Zîra derler
"ceza amel cinsindendir."
3- Hadiste geçen اَتَّخَذَ
fiilini meçhul ve mâlûm
her iki sûrette okumak mümkündür. Verilen mâna ve yorum meçhule göredir. Mâlûm
okunursa mâna şöyle olur: "...cehenneme (götüren) bir köprü edinir."
Yani "Halkı yararak öne geçme ameli sebebiyle, kendisi için cehenneme götüren bir köprü
edinir." Ancak önceki okunuşta ma'nâ daha açık ve daha muvafık
bulunmuştur. Deylemî'nin Müsnedü'l-Firdevs'te kaydettiği ibare de bunu te'yîd
eder: "...Allah onu kıyâmet günü cehenneme bir köprü yapar."[997]
ـ2888
ـ3ـ وعن جابر
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قال َرسُولُ
اللّهِ #: َ
يُقِيمَنَّ
أحَدُكُمْ أخَاهُ
يَوْمَ
الجُمُعَةِ
ثُمَّ
يُخَالِفُ إلى
مَقْعَدِهِ
فَيَقْعُدُ
فِيهِ.
وَلَكِنْ
يَقُولُ:
افْسَحُوا[. أخرجه
مسلم .
3. (2888)- Hz. Câbir (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Sizden kimse, cuma günü kardeşini
kaldırıp sonra da yerine oturmasın.
Lakin: "Açılın" desin."[998]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, Müslim'de muhtelif vecihlerde
gelmiştir. Mescide erkenden gelip oturan kimseyi kaldırıp yerine oturmak yasaklanmaktadır. Nevevî bu
yasağın tahrim ifade ettiğini belirtir. Bir yere oturan, orada oturma hakkını
elde etmiştir, arkadan gelen bu hakkı alamaz. Oturanın kendi iradesi ile
-hürmeten veya merhameten- kalkıp yer vermesi başka. Sâlim'in rivâyetine göre,
İbnu Ömer (radıyallâhu anh)
kendisi için ayağı kalkıp yerini
verenlerin yerine oturmazmış. Şârihler bunu, tam içinden gelerek değil de başka
duygularla yer vermiş olabileceği ihtimâline binaen yaptığını söylerler.
2- Hadisin Müslim'deki diğer bir vechinde bu
yasağın, cuma gününe mahsus olmayıp, haftanın her günü için muteber olduğu
tasrih edilir (2889).
3- Nevevî bu meselede bir istisnaya yer
verir: Eğer mescidde fetva vermek, ilim tedris etmek veya halka Kur'an okumak
için, selâhiyetli kişi, belli bir yere oturmayı adet edinmişse oraya başkası
oturamaz. Oturduğu takdirde kaldırılması
buradaki yasağa girmez.[999]
ـ2889
ـ4ـ وعن نافع
قال:
]سَمِعْتُ
ابنَ عُمَرَ
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُما
يَقُولُ:
نَهَى رسُول
اللّهِ # أنْ
يُقيمَ
الرَّجُلُ
مِنْ
مَجْلِسِهِ
وَيَجْلِسَ
فِيهِ. قِيلَ
لِنَافِعٍ في
الجُمُعَةِ؟
قَالَ في
الجُمُعَةِ
وَغَيْرِهَا[.
أخرجه الشيخان
.
4. (2889)- Nâfi (rahimehullah) anlatıyor: "İbnu
Ömer (radıyallâhu anhümâ)'i işittim, diyordu ki: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) kişinin bir başkasını kaldırarak yerine oturmasını
yasakladı." Nâfi'ye: "Bu yasak cuma'ya mı mahsus?" diye soruldu.
"Cum'a ve
diğer günlerde!" diye cevap verdi."[1000]
ـ2890
ـ5ـ وعن معاذ
بن أنس رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]نَهى رسولُ
اللّهِ # عَنِ
الحَبْوَةِ
يَوْمَ
الجُمُعَةِ
وَا“مَامُ
يَخْطُبُ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي .
5. (2890) Mu'az İbnu Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), cuma günü imam hutbe verirken hubve
tarzında oturmayı yasakladı."[1001]
AÇIKLAMA:
1- Hubve (veya hıbve) tarzında oturmak,
dilimizde adı olmayan bir oturuş tarzıdır;
şöyle ki: Kişi kabaları üzerine
oturur, dizlerini havaya diker, bacaklarını karnına yapıştırarak üzerinden
kollarını kenetler.
Hattâbî:
"Bu oturuşun hutbe vaktinde yasaklanması, uyku getireceğinden abdestin
bozulmasına zemin hazırlayacağındandır" der. Bu çeşit oturma, cum'a vakti
ve hutbe esnası diye kayıtlanmadan mutlak bir üslubla da yasaklanmıştır. Zîra
bu, tek parça elbise giyinen kimsenin avretinin açılması tehlikesini de
taşımaktadır.
2- Ulemâ hubve tarzında oturmanın (ihtibâ)
cuma günü mekruh olması hususunda ihtilaf etmiştir. İlim adamlarından bir kısmı
mekruh olduğunu söylemiştir. Ebû Dâvud'un kaydına göre Übâde İbnu Nüsey
bunlardandır. Yine Ebû Davud'un kaydına göre, İbnu Ömer, imam hutbe verirken
ihtibâda bulunmuş, Enes İbnu Mâlik, Şureyh, Saîd İbnu'l-Müseyyeb, İbrahim
Nehâî, Mekhûl vs. gibi bir kısmı da:
"Bunda bir beis yoktur" demişlerdir. İbnu Ebî Şeybe de Musannaf'ında,
Mekhûl, Atâ ve Hasan Basrî'nin ihtibâ'yı mekruh addetmeyip, hutbe sırasında bu
tarz oturduklarına dair rivâyet kaydetmiştir.
Hülasa, Ebû
Dâvud bu mevzudaki yasaklama hadisini sâbit bulmamışa benziyor. Sâbit bulsa da
nazarında neshine dair bir kanaat mevcut. Zira ihtibâ'nın leh ve aleyhindeki
rivâyetlere beraberce yer vermektedir.
Bazı âlimler:
"İhtibâ'nın uykuyu celbetmesi bir vâkıadır, bu sebeple hutbe sırasında
mekruh bilip, kaçınmak evladır"
demiştir.[1002]
ـ2891
ـ6ـ وعن شداد
بن أوس رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]شَهِدْتُ
مَعَ
مُعَاوِيَةَ
بَيْتَ
المَقْدِسِ
فَجَمَّعَ
بِنَا
فَنَظَرْتُ
فَإذَا جُلُّ
مَنْ في
المَسْجِدِ
مِنْ
أصْحَابِ رسولِ
اللّهِ #
وَهُمْ
مُحْتَبُونَ
وَا“مَامُ
يَخْطُبُ[.
أخرجه أبو
داود .
6. (2891)- Şeddad İbnu Evs (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Hz. Muâviye
(radıyallâhu anh) ile Beytu'l-Makdis'te hazır oldum. Bize cuma kıldırdı. Baktım
ki, mescidde bulunanların çoğu Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ashâbı
idi ve imam hutbe verirken ihtibâ ederek oturmuşlardı."[1003]
AÇIKLAMA:
İhtibâ,
"hubve" tarzında oturmaktır, bunun hükmü önceki hadiste açıklandı.[1004]
ـ2892
ـ7ـ وعن عمرو
بن شعيب عن
أبيه عن جده
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُ قال:
]نَهَى رسُولُ
اللّهِ # عَنِ
التَّحَلُّقِ
يَوْمَ
الجُمُعَةِ
قَبْلَ الصََّةِ[.
أخرجه رزين .
7. (2892)- Amr İbnu Şu'ayb an ebîhî an ceddihî (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), cum'a günü namazdan önce cemaat teşkilini
yasakladı."[1005]
AÇIKLAMA:
1- Cuma günü namazdan önce cemaat teşkilini
yasaklayan bu rivâyetin Ebû Dâvud'daki
aslı daha uzundur: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) mescidde
alışverişi, yitik ilanını, şiir inşâdını
yasakladı. Ve dahi namazdan önce tehalluk'u (halka teşkil etmeyi)
yasakladı."
2- Mescidde
şiir okunmasına ruhsat veren rivâyetler de mevcut. Bir kısmını daha önce
zikrettik (2306).]
Irakî, şiiri
yasaklayan rivâyetlerle tecviz eden rivâyetler arasındaki ihtilafı, iki açıdan
te'lif eder:
1) Nehiy tenzîhe, ruhsat da cevazın beyanına
hamledilir.
2) Ruhsat
hadisleri, izin verilmiş olan güzel şiirlere hamledilir: Müşrikleri
hicveden, Resûlullah'ı medheden, zühde ve güzel ahlâka teşvik eden şiirler
gibi. Nehiy de tefâhura, mü'minleri hicve, yalana, içki, kadın vs'ye teşvik
eden şiirlere hamledilir.
3- Cemaat teşkili diye tercüme ettiğimiz
kelimenin aslı tehalluk'dur, halkalanmak demektir. Daha ziyade bir vaiz veya
muallimin etrafında halka halka toplanmak kastedilir.
Hattâbî der ki:
"Namazdan önce, ilim ve müzakere için toplanmak mekruh görülmüş ve namazla
meşgul olup, hutbe ve zikre kulak vermek emredilmiştir. Bunlardan çıkılınca
sıra toplanma ve halkanmaya gelebilir."
Tahâvî demiştir
ki: "Mescid çok kalabalık olursa
namazdan önce halka teşkili mekruhtur, değilse bir beis
olmamalıdır."
Şu hususa da
dikkat çekilmiştir: Cuma günü mü'minler erken gelip ön saflarda ve minbere
yakın yer almaya teşvik edilmişlerdir. Halbuki halka teşkili safları kesebilir,
önlerde yer almaya mâni olabilir, öyleyse cemaatleşme yasağı bu sebeple konmuş
olabilir.
Not: Tehalluk'un traş olmak ma'nâsı da
mevcuttur. Bazı büyükler hadisten cuma günü namazdan önce saçın traş edilmesi
yasaktır ma'nâsını da çıkarmıştır. Hattâbî bu te'vilin yanlışlığına dikkat
çeker.[1006]
ـ2893
ـ8ـ وعن
جابر رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]لَمَّا
اسْتَوى
رَسُولُ
اللّهِ #
يَوْمَ الجُمُعَةِ
عَلى
المِنْبَرِ.
قالَ:
اجْلِسُوا.
فَسَمِعَ
ذلِكَ ابنُ
مَسْعُودٍ
فََجَلَسَ
عَلى بَابِ
المَسْجِدِ
فَرَآهُ
رَسُولُ
اللّهِ #
فقَالَ:
تَعالَ يَا
عَبْدَ
اللّهِ بنَ
مَسْعُودٍ[.
أخرجه أبو
داود .
8. (2893)- Hz. Câbir (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), cuma günü minbere çıkınca:
"Oturunuz!"
dedi. Bunu İbnu Mes'ud (radıyallâhu anh) işitince olduğu yerde oturdu, tam mescidin giriş kapısının
üstüydü. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onu bu halde gördü ve:
"Gel! Ey
Abdullah İbnu Mes'ud!" buyurdu.[1007]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, hutbe sırasında imamın hutbe
dışı kelamda bulunabileceğine delâlet eder. Ancak Hanefî fukahası, hutbe harici söz söylemeye cevaz vermezler,
"Sadece, emr-i bilma'ruf'da bulunabilir" derler.
2- Hadis, Ashab-ı Kiram hazerâtının
(radıyallâhu anhüm ecmâin) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) efendimizin
emirlerine uymada nasıl isti'cal gösterdiklerini ortaya koymaktadır.[1008]
ـ2894
ـ9ـ وعن ابن
عمر رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما: ]أن النَّبىّ
# قال: إذَا
نَعَسَ
أحَدُكُمْ
يَوْم الجُمُعَةِ
فَلْيَتَحَوَّلْ
مِنْ
مَجْلِسِهِ
ذلِكَ[. أخرجه
الترمذي وصححه
.
9. (2884)- İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Cum'a günü biriniz (mescitte)
uyuklayacak olursa oturduğu yeri değiştirsin."[1009]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu
hadislerinde cuma günü hutbe dinlerken uykusu gelen kimselere, bulundukları
yeri değiştirmeyi tavsiye buyurmaktadır. Şârihler bunun hikmetini,
"Hareket uykuyu kaçırır" diye izah ederler, Mamafih, uyku vasıtasıyla
gaflet basmış olan yerin terkedilerek bir başka yere geçilmesi de bir başka
hikmet olarak anlaşılmıştır. Nitekim Resûlullah sabah namazı sırasında uyuyup
kaldıkları vâdinin acilen terkedilmesini emretmişti (2342, 2344). Keza
hadisler, namazı intizâren oturmayı "namaz"dan saydığı gibi, namazda uyuklamayı da şeytandan
saymıştır. Böyle olunca yer değiştirme emri mescidde oturduğu halde zikir ve
hutbe veya diğer faydalı bir şey dinlemekten gaflet gibi şeytana ait olan bir
şeyin giderilmesi içindir.
2- Hadisin metninde "mescitte"
tabiri geçmez. Ancak, rivâyetin Ahmed İbnu Hanbel'in Müsned'indeki vechinde bu
tâbir yer alır. Oradan alarak parantez içerisinde kaydettik.[1010]
ـ2895
ـ10ـ وعن ابن
عباس رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قالَ:
]إنَّ أوَّلَ
جُمُعَةٍ
جُمِّعَتْ
بَعْدَ
جُمُعَةٍ
في مَسْجِدِ
رَسولِ
اللّهِ # في
مَسْجِدِ
عَبْدِ
الْقَيْسِ
بِجُوَاثَى
مِنَ
الْبَحْرَين[.
أخرجه
البخارى وأبو
داود .
10. (2895)- İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın mescidinde kılınan cumadan sonra
ilk kılınan cuma namazı, Bahreyn köylerinden olan Cuvâsâ'daki Abdü'l-Kays
mescidinde kılınan namazdı."[1011]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, cuma namazının farz olmasından
hemen sonra köylerde de cuma namazının kılındığına şehadet etmektedir. Böylece
hadis, "Cuma namazı sadece şehirlerde kılınır, köylerde kılınmaz"
diyenlere de bir cevap olmakta, onları tekzib etmektedir. Zîra, İslâm'a ilk
giren köylerden olan Abdü'l-Kays karyesi, cuma namazını Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın emriyle kılmış olmalıdır. Çünkü sahâbe-i kiram'ın vahyin
nüzûlu sırasındaki âdeti şerî meselelerde Resûlullah'ın emrinden, irşadından
dışarı çıkmamak idi. Ayrıca sahâbenin şeriata uymayan tatbikatına vahiy
müdahale etmekteydi. Şu halde, köylerde namaz caiz olmasaydı, bu hususu
yasaklayan bir vahiy gelmeli idi. Nitekim Hz. Câbir ve Ebû Saîd (radıyallâhu
anhümâ) azl'in caiz olduğunu söylerken, "Resûlullah devrinde azl'e yer verirdik, caiz olmasaydı
vahiy inerdi" meâlinde beyanda bulunarak bu delille istidlâl etmişlerdir.
2- Cüvâsâ, Bahreyn'de bir kale adıdır.
Köylerde namaz kılınmayacağına kâni
olanlar buranın şehir olduğunu söylemişlerdir. Ancak: "Oranın sonradan
şehir haline gelmesi, bidâyette "köy" olduğunu yalanlayamaz"
denilerek cevap verilmiştir. Gerçi aksi görüş sahipleri Hz. Ali ve Hz. Huzeyfe
ve diğer bazılarından, "Cuma sadece şehirlerde kılınır, köylerde
kılınmaz" meâlindeki bir kısım rivâyetleri göstermişlerdir. Bunların merfû
değil, mevkuf olduğu söylenmiştir. Ayrıca bunlarla amelde teennîyi gerektiren
daha sahih başka rivâyetler de var. Nitekim, İbnu Ebî Şeybe, Hz. Ömer'in
Bahreyn ahâlisine: "Nerede olursanız cuma kılın" diye emir
gönderdiğini rivâyet eder. Bu emir köyleri de şehirleri de içine alır. Bu
mevzuda Leys İbnu Sa'd bir soru üzerine şu fetvayı vermiştir: "Cemaati
olan her şehir ve köyde cuma emredilir."
Hz. Ömer ve Hz.
Osman (radıyallahu anhümâ) zamanında Mısır ve Mısır sahillerinde yaşayan ahali,
aralarında birçok sahâbî olduğu halde bunların emri ile cuma namazı
kılmışlardır. Abdurrezzak'ın İbnu Ömer'den bir tahrici, O'nun Mekke ile Medine
arasındaki su başlarında yaşayan küçük cemaatlerin (ehl-i miyâh) cuma
kıldıklarına ve kimsenin de
onları ayıplamadığına şahid olduğunu tesbit eder. İbnu Hacer, ref hükmünde olan
bu rivâyeti kaydettikten sonra: "Sahâbe ihtilaf edince, merfûya dönmek vacib
olur" kaidesini hatırlatır.
Merfû'dan maksad Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den yapılan rivâyettir.[1012]
(Bu babta üç
fasıl var)
*
BİRİNCİ
FASIL
NAMAZIN
KASRI (KISALTILMASI)
*
İKİNCİ FASIL
İKİ NAMAZIN
BİRLEŞTİRİLMESİ
*
ÜÇÜNCÜ FASIL
YOLCULUKTA
NAFİLE NAMAZLAR
*
Yolcuya şer'î
ıstılahta müsâfir denir. Yolculuk'a da sefer veya müsâferet denir. Dinimiz
kolaylığı esas prensip yaptığı için, yolculara bir kısım kolaylıklar, istisnâî
hükümler getirmiştir. Yolcuyu ilgilendiren ahkâmların açıklanması ayrı bir
mevzudur. Burada daha ziyade namazla ilgili hükümler mevzubahis olacaktır.
Yolcu (müsâfir)
kime denir? Lügat olarak herhangi bir mesafeye gidene yolcu denirse de bir
kimsenin şer'an yolcu sayılabilmesi için en az muayyen bir mesafeye gitmesi
gerekir.
* Bu mesafe İmam-ı Âzam'a göre mutedil bir
yürüyüş ile üç günlük yani onsekiz saatlik bir mesafedir. İmam-ı Âzam bu ölçüyü
Sahîheyn'de gelen "Bir kadın,
yanında bir mahremi olmadıkça üç günden fazla süren yere yolculuk yapamaz"
hadisinden almıştır.
* Bir kısım Zâhirîler: "Üç millik
mesafeye de gidilse namaz kasredilir" demişlerdir. Onlar bu hükümde şu
âyetin zâhirini esas alırlar:
"Yolculuk ettiğinizde... namazı kısaltmanızda size bir sorumluluk
yoktur" (Nisâ 101). Müslim ve Ebû Dâvud'da gelen bir rivâyette de:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) üç millik veya üç fersahlık mesafeye
gitti mi namazı kısaltırdı" buyrulmuştur.
* Mâlik, Şâfiî ve Ahmed İbnu Hanbel'e göre
dört berîdlik mesafeye giden kimse yolcu sayılır ve namazı kısaltabilir. Bunlar
2898 numaralı hadise dayanırlar.
Günümüzde
yolculuğun tesbiti bazı ihtilaflara sebep olmuştur. Şöyle ki, yolcu sayılmak
için gideceğimiz mesafeyi mi esas almalıyız,
gidilecek yeri, katedeceğimiz müddeti mi? Birinci durumda fazla bir
problem çıkmaz, Selef devrinde tesbit edilen yolculuk mesafesi bu gün de ölçü
olarak alınır. Ama ikinci durumu, yani gideceğimiz hedefe varış müddetini esas
alacak olursak, mesele biraz zorluk arzeder. Zîra günümüzde taşıt vasıtaları
hız bakımından çok farklıdır ve hızları da eskiye nazaran pek fazladır. O kadar
ki üç gün devam edecek bir yolculuk bile
pek nadir hale gelmiştir. Türkiyemiz dahilinde normal taşıt vasıtası olan
otomobille hiçbir noktaya varmak için üç günden fazla zamâna ihtiyacımız olmaz.
Kıtalararası uzun seferler de umumiyetle uçakla yapıldığı için o çeşit yolculuklar da nâdiren üç günü geçer. Bu
durumda yolculuğun tesbitinde üç şık var:
1)
Ya selef döneminde tesbit edilen mesafe esas olacak.
2) Ya herkesin seyahat sırasında bindiği
vasıtaya itibar olunup, onunla üç gün
devam edecek mesafe esas alınacak.
3) Ya da çoğunluğun bindiği vasıta esas
alınarak, onun üç günde katedeceği mesafe esas alınacak. Elmalılı Hamdi
Efendi bu son görüşü benimsemiştir.
Şöyle der: "...ancak üç günlük yolun şer'an sefer-i sahih olduğunda
ittifak edilmiştir ve her gün için
mutedil yürüyüş altı saatlik mesafe
mikyas ittihaz olunmuştur. Binaenaleyh bunun mâdununda (aşağısında) sefer ismi
katiyyetle sâbit değildir. Merâkıb-i beriyye ve bahriyye (kara ve deniz
binekleri) gibi vasıta ile gidenler için de adeten umumî ve mutavassıt olan
vesâitin tabiî ve âdi seyri mikyastır.
Fevkalade serî veya fevkalade bati (ağır) olan hususi vasıtalara itibar yoktur.
Çünkü hükmü hikmet fertte değil cinste itibar olunur. Bunun için karada yaya
veya kârban yürüyüşü ve denizde de mutedil rüzgarla gemi yürüyüşü mikyas olunmuştur."
Hülasa Elmalılı
merhum, yolculuk için karada onsekiz saatte trenin katedeceği mesafeyi, denizde de vapurun aynı
müddet içerisinde katedeceği mesafeyi esas almak gerektiğinde cezmeder.
Diğer taraftan
Diyanet İşleri Başkanlığı bu hususta, Selef devrinde tesbit edilen üç günlük
yaya yürüyüşüyle katedilen mesafeyi yolculuk için esas almıştır, takrîbî 90
km'lik bir mesafe yapmaktadır. Binaenaleyh bu miktar uzaklığa gitmek isteyen
kimse, hangi vasıtaya binerse binsin yolcu sayılmalıdır. Bu görüşte olan Ömer
Nasûhi Bilmen, Büyük İslam İlmihali nam eserinde şöyle der: "Tren ve uçak
ile olan yolculuklarda katedilecek arazinin kaç fersah olduğu nazara alınır, en
az onsekiz fersahlık bir mesafe katedilmiş olunca, sefer müddeti tahakkuk
etmiş, sefer hükmü cereyan etmeye başlamış olur. Artık seyir vâsıtalarının
halini nazara almaya ihtiyaç kalmaz.
Filhakika
eimme-i selâse [Şâfiî, Mâlik, Ahmed (rahimehumullah)] de bu fersah cihetini
kabul etmişlerdir. Sefer müddeti, İmam Mâlik ile İmam Ahmed'e göre
"16" fersah, yani "48" mildir. Bir mil ise altıbin el
arşındır. Bu halde müddet-i sefer, seksen
buçuk kilometre ile yüz kırk kilometreye müsâvi bulunmuş olur."
İmam Şâfiînin kavl-i cedîdine göre de "48" mildir. Kadîm kavline göre
de bir gün bir gecedir.
Meseleye
Bediüzzaman bir başka açıdan yaklaşır. Günümüzde nakil vasıtalarının sürat ve
konforca ileri bir seviyeye ulaştığını göstererek, "yolculukta artık
meşakkat kalmamıştır, yolculuğun getirdiği kolaylık ve ruhsatlara hacet
kalmamıştır" şeklinde fikir yürütenlere cevap olabilecek mahiyette olmak
üzere şöyle der: "Bir hükmün hikmeti
ayrıdır, illeti ayrıdır. Hikmet ve maslahat ise tercihe sebeptir, icaba,
îcada medar değildir. İllet ise, vücuduna medardır. Meselâ: "Sefer"de namaz kasredilir, iki
rek'at kılınır. Şu ruhsat-ı şer'iyyenin illeti seferdir. Hikmeti ise
meşakkattir. Sefer bulunsa, meşakkat hiç olmazsa da namaz kasredilir. Çünkü
illet var. Fakat sefer bulunmasa, yüz meşakkat bulunsa, namazın kasredilmesine
illet olamaz."
Bediüzzaman
burada, yolculuk için "mesafe mi"
"vâsıta mı" esas alınmalıdır? sorusuna cevap getiriyor,
"yolculuk" tahakkuk edince
rahatlığa bakılmaksızın yolculuk ahkâmına uyma gereğine dikkat çekiyor.[1013]
* Bir yere hem deniz ve hem de karadan
gidilse, yolcunun gideceği yola itibar olunur. Sözgelimi deniz yolu ile on
saatte, kara yoluyla onsekiz saatte ulaşılıyorsa; karadan giden, yolcu sayılır,
öbürü sayılmaz.
* Karayollarında mesafe esas alınır, vasıta değil. En az onsekiz
fersahlık mesafeye giden kimse hangi vasıta ile giderse gitsin yolcu sayılır.
* Yolculuk, bulunduğu beldenin gidilen
istikametteki son evlerinin de geçilmesiyle başlar. Şehrin dışındaki bağlar,
bostanlar, bekçilere, bostancılara ait kulübeler şehirden sayılmaz, yolculuğun
başlaması için bunların da geçilmesi beklenmez.
* Yolcu, vatanına döner dönmez yolculuktan
çıkar. Fakat gittiği yere ulaşınca hemen yolculuktan çıkmaz. Orada onbeş günden
az kalmaya niyyet etmiş ise, yolculuk
vasfı devam eder. En az onbeş gün kalmaya niyyet etmiş ise yolculuk varır
varmaz sona erer. Onbeş gün ikâmete niyyet
etmeyip bugünyarın döneyim derken uzun müddet kalan kimse hep müsâfirdir.
* Komutana tabi olan er, kocasına tabi olan
kadın, efendisine tabi olan köle gibi, bir başkasına tabi olan kimse, ne kadar kalacağı belirtilmediği müddetçe
yolcu sayılır.[1014]
* Yolcu dört rek'atli namazlarını iki kılar,
namazın nafilelerini terkedebilir. Şâfiî mezhebinde ise iki veya dört kılmakta
muhayyerdir.
* Ramazan orucunu te'hîr edebilir.
* Ayaklarını mesh müddeti üç gün üç gece olur.
* Cuma namazı farziyyetten düşer.
Yolculukla
ilgili teferruât ilmihal kitaplarında görülmelidir.[1015]
Kasr, taksîr,
iksâr gibi üç ayrı kelimeyle ifade edilebilen hal, yolculuk sırasında dört
rek'atli namazların iki rek'at olarak kılınmasıdır. Üç kelime de caiz ise de
kasr daha çok kullanılır. Ulemâ iki ve üç rek'atli namazlarda kasr olmayacağı
hususunda icma eder. Nevevî der ki: "Her mübah seferde kasrın caiz
olmadığı hususunda cumhur ittifak eder." Selef'ten bir kısmı, kasrın caiz
olması için seferde korkuyu, bir kısmı seferin hacc veya umre, veya cihad için
olmasını, bazısı tâat seferi olmasını
şart koşmuştur. Ebû Hanîfe ve Sevrî tâat veya mâsiyet, her çeşit seferin aynı
hükme tâbi olduğunu, hepsinde kasrın bulunduğunu söylemiştir.[1016]
ـ2896
ـ1ـ عن أنس
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]صَلَّيْنَا
الظُّهْرَ
مَعَ رسولِ
اللّهِ #
بِالْمَدِينَةِ
أرْبَعاً. وَخَرَجَ
يُرِيدُ
مَكَّةَ
فَصَلَّى
بِذِى الحُلَيْفَةِ
الْعَصْرَ
رَكْعَتَيْنِ[.
أخرجه الخمسة
.
1. (2896)- Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Medîne'de öğle
namazını Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile dört rek'at kıldık. Mekke'ye
gitmek üzere yola çıkıp Zülhuleyfe'ye gelince ikindiyi iki rek'at kıldı."[1017]
AÇIKLAMA:
1- Buhârî bu hadisi birçok bâbta zikreder.
Kasru's-Salât bölümünde hadisin ilk zikredildiği bâb, "(Kişi seyahat
için hareket edince) bulunduğu yeri çıktı mı namazı kısaltır" adını taşır.
Burada Aleyhissalâtu Vesselâm'ın Mekke'ye müteveccihen Medine'den ayrılıp
Zülhuleyfe nâm mevkiye gelmiş olması
mevzubahistir. Medîne'de öğle namazı kılındığına göre ikindi namazının kılındığı yer olan Zülhuleyfe
çok uzak olmamalıdır. Nitekim bu mevkinin Medîne'ye uzaklığı altı mildir.
İbnu'l-Münzîr
der ki: "Ulema, sefere niyet eden kimsenin, bulunduğu yerin dış evlerini
çıkar çıkmaz namazını kasredeceği hususunda icma eder."
Evleri tamamen
çıkmadan önce kasretme hususunda ihtilaf edilmiştir. Cumhur, bütün evlerin çıkılması gereğine hükmetmiştir. Kûfîlerden
bazıları: "Kişi sefere niyet eder etmez artık namazı iki kılar, evinde
bile olsa" demiştir. Bunlardan bazısı: "Merkebine bindikten sonra
dilerse kasreder" demiştir.
İbnu Hacer:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sefere niyet edince Medîne'yi
çıkmazdan önce namazı kasrettiğine dair örnek bilmiyorum" der.
2- Sadedinde olduğumuz hadisten hareketle:
"Kısa mesafeye giden kimse de namazı kasredebilir, mübahtır" diye
hüküm çıkaran olmuş ise de bu görüş şu mülâhaza ile reddedilmiştir: "Hz.
Peygamber, Zülhuleyfe' ye kadar olan mesafeyi kasdettiği için kasretmiş
değildir. Mekke'ye gitmek üzere yola çıkmıştır, yol üzerinde ilk menzil (mola
yeri) Zülhuleyfe' dir, buraya kadar geçen zaman içerisinde zaten başka bir
namaz vakti girmiş değildir. Öyle ise, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
namaz vaktinin girmesiyle ilk menzilde durmuş ve kasrederek namazını
kılmıştır."
3- Bu hadiste, "Yolcu, geceye
girmedikçe namazı kasretmez" diye hükmeden Mücâhid'e karşı da delil
mevcuttur.[1018]
ـ2897
ـ2ـ وعنه
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ:
]وَقَدْ سُئِلَ
عَنْ قَصْرِ
الصََّةِ.
فقَالَ: كَانَ
رسولُ اللّهِ
# إذَا خَرَجَ
مَسِيرَة
ثََثَةِ أمْيَالٍ
أو ثَثَةِ
فَرَاسِخَ »شك
شُعبة« صلَّى رَكْعَتَيْنِ[.
أخرجه مسلم
وأبو داود .
2. (2897)- Yine Hz. Enes (radıyallâhu anh)'in anlattığına göre
kendisinden kasru'ssalât yani namazın kısaltılması hakkında sorulmuştu. Şöyle
cevap verdi:
"Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) üç millik mesafeyi veya -Şu'be' nin şekkine göre- üç
fersah mesafeyi dışarı çıktı mı iki rek'at kılar."[1019]
ـ2898
ـ3ـ وعن مالك:
]أنَّهُ
بَلغَهُ أنَّ
ابنَ عَبَّاسٍ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما
كَانَ يَقْصُرُ
الصََّةَ في
مِثْلَ مَا
بَيْنَ
مَكَّةَ وَالطّائِفِ،
وفي مِثْلِ
مَا بَيْنَ
مَكَّةَ
وَعُسْفَانَ،
وفي مِثْلِ
مَا بَيْنَ
مَكَّةَ
وَجِدَّةَ.
قالَ مالك:
وذلك أربعة
برد[.
»البرد«
جمع بريد،
والبريد اثنا
عشر مي، وقيل ستة
أميال .
3. (2898)- İmam Mâlik'e ulaştığına göre, İbnu Abbâs (radıyallâhu
anhümâ) Mekke-Tâif arasındaki kadar, Mekke-Usfân arasındaki kadar ve keza
Mekke-Cidde arasındaki kadar mesâfede namazı kasrediyordu."
Mâlik der ki:
"Bu mesafeler dört berîd'dir."[1020]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis de İmam Mâlik'in belâgât denen
muallak (senedsiz) hadislerinden biridir.
Ebû'l-Velîd
el-Bâcî der ki: "Mâlik, sahâbenin fiilini aksettiren bu çeşit rivâyetleri
çokça yapmıştır. Çünkü bunlar, onun nazarında, Peygamberimiz (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın fiilini aksettirmekten uzak değildir." İbnu Hacer bu hadisin
İbnu Abbâs'tan Dârakutnî tarafından merfû olarak şu şekilde rivâyet edildiğini
belirtir:
"Ey
Mekkeliler, dört berîdden, yani Mekke-Usfân arasından daha kısa mesafeler için
namazı kasretmeyin."
2- Bürüd, "berîd'in cem'idir. Berîd,
bir mesafe ölçüsüdür. Bir berîdin dört fersah veya oniki mil tuttuğu
belirtilir.[1021]
Zürkânî namazın kısaltılma mesafesini belirleyici, yine İbnu Abbâs'tan başka
rivâyetler kaydeder: "Namaz ancak bir günlük mesafede kasredilir, daha
aşağıda kasredilmez", "Namaz bir gün ve gece yürüme mesafesinde kasredilir..."
Zürkânî bu
rivâyetleri şöyle te'lif eder: "Dört berîdlik mesafeyi bir günde katetmek
mümkündür."
Şu halde, İbnu
Abbâs'a göre namazı kısaltma mesafesi onaltı fersah veya kırksekiz mil
uzaklıktaki hedeftir. Bu miktar uzaktaki bir yere gitmek üzere evden çıkan
kimse, bulunduğu şehrin dış evlerini terkeder etmez artık yolcudur, namazı
kısaltabilir.
Zürkânî, İmam
Şâfiînin, Ahmed İbnu Hanbel ve bir grup ulemânın bu görüşü benimsediklerini
kaydettikten sonra İbnu'l-Kâsım'ın, "İmam Mâlik, "Namazı kısaltma
miktarı bir gece ve gündüz yürüme mesafesidir" sözünden rücû
etmiştir" dediğini kaydeder.[1022]
ـ2899
ـ4ـ وعن ابن
عباس رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]خَرَجَ
رَسُولُ
اللّهِ # مِنَ
المَدِينَةِ
إلى مَكَّةَ َ
يَخَافُ إَّ
رَبَّ
العَالَمِينَ،
فَصَلَّى
رَكْعَتَيْنِ
رَكْعَتَيْنِ[.
أخرجه
الترمذي وصححه
والنسائى .4.
4. (2899)- İbnu Abbâs (radıyallahu
anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Medine'den
Mekke'ye gitmek üzere
yola çıktı. Rabbülâlemîn'den başka hiç bir şeyden korkmuyordu. Yolda namazı
ikişer ikişer (yani kasrederek) kıldı."[1023]
AÇIKLAMA:
Hadiste, namazı
kısaltma hâdisesinin korku haline has olduğunu söyleyenlere cevap vardır ve o
düşünce reddedilmektedir. Böyle düşünenler,
namazın kısaltılmasına temas eden âyetin zâhirini esas almışlardır:
"Yolculuk ettiğinizde kâfirlerin size bir fenalık yapmasından korkarsanız,
namazı kısaltmanızda size bir sorumluluk yoktur..." (Nisâ 101). Halbuki
Cumhur, meseleyi değerlendirirken "korku" mefhumunu nazar-ı dikkate
almaz. Dolayısiyle sefer oldu mu korku olmasa da namaz kasredilir. Bu hususta
Hz. Ömer Resûlullah'a sormuş, Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm):
"Yolculuk hali olunca namazın kasredilmesi Allah'ın size bir
sadakasıdır" mânasında صَدَقَةٌ
تَصَدَّقَ
اللّهُ بِهَا
عَلَيْكُمْ diye cevap vermiştir. Netice itibariyle sahâbe, bu âyetten,
seferde korku kaydı olmaksızın mutlak olarak namazın kasrını anlamıştır.
Bir rivâyette
Ebû Hanzala der ki: "İbnu Ömer'e sefer sırasında kılınacak namazdan
sordum:
"İki
rek'attir" dedi. Ben:
"Ama
Cenâb-ı Hakk "...korkarsanız" diyor, halbuki biz emniyet
içerisindeyiz!" dedim. Bana:
"Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın sünneti böyledir" diye cevap verdi."[1024]
ـ2900
ـ5ـ وعن أنس
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]خَرَجْنَا
مَعَ رسولِ
اللّهِ # مِنَ
المَدِينَةِ إلى
مَكَّةَ.
فَكَانَ
يُصَلِّى
رَكْعَتيْنِ
رَكْعَتَيْنِ،
حَتَّى
رَجَعْنَا إلى
المَدِينَةِ.
قِيلَ لَهُ:
أقمْتُمْ
بِمكَّةَ
شَيْئاً؟
قالَ
أقَمْنَا
بِهَا
عَشْراً[. أخرجه
الخمسة .
5. (2900)- Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte Mekke'ye gitmek üzere Medîne'den çıktık.
Efendimiz yolda namazları ikişer ikişer kılıyordu. Medîne'ye dönünceye kadar
hep böyle yaptı."
Enes'e:
"Mekke'de
ne kadar kaldınız?" diye sorulmuştu:
"Orada on
gün kaldık" dedi."[1025]
ـ2901
ـ6ـ وعن ابن
عباس رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]أقَامَ
النّبىُّ #
تِسْعَ
عَشْرَةَ يَقْصُرُ
الصََّةَ.
وَكُنَّا إذا
سَافَرْنا فَأقَمْنَا
تِسْعَ
عَشرَةَ
قَصَرْنَا
وَإنْ زِدْنَا
أتْمَمْنَا[.
أخرجه الخمسة
إ مسلماً .
وفي
أخرى ‘بى داود:
»سَبْعَ
عَشَرَةَ«.وفي
أخرى للنسائى:
»أقامَ
بِمَكَّةَ
عَامَ
الْفَتْحِ خَمْسَ
عَشَرَ
يَقْصُرُ
الصََّةَ« .
6. (2901)- İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah
(Mekke'de) ondokuz gün ikâmet etti ve namazları kasretti. Biz de (bundan böyle)
sefer yapıp ondokuz gün ikâmet ettik mi
namazları hep kasrederdik, ondokuzundan fazla kaldık mı artık dörde
tamamlardık."[1026]
Ebû Dâvud'un
bir diğer rivâyetinde "...Onyedi gün" denmiştir. Nesâî' nin bir diğer rivâyetinde: "Fetih
senesinde Mekke'de onbeş gün ikâmet etti ve namazları bu esnada kasretti."
denmiştir.[1027]
ـ2902
ـ7ـ وعن عمران
بن حُصين
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُما
قال:
]شَهِدْتُ
عَامَ
الْفَتْحِ
مَعَ
النّبىِّ # بِمَكَّةَ،
فَأقَامَ
بِمَكَّةَ
ثَمَانِىَ
عَشَرَةَ
لَيْلَةً َ
يُصَلِّى إَّ
رَكْعَتَيْنِ
وَيَقُولُ:
يَا أهْلَ
الْبَلَدِ
صَلُّوا
أرْبَعاً
فإنَّا
سَفْرٌ[.
أخرجه أبو داود.
»السَّفْرُ«
القوم
المسافرون .
7. (2902)- İmrân İbnu Husayn (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor:
"Fetih günü, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la birlikte Mekke'de
hazır bulundum. Mekke'de onsekiz gece kaldı, bu esnada namazları hep iki
kıldı. Şöyle hitabediyordu:
"Ey bölge
halkı! Siz bize bakmayın, dört kılın. Biz hep yolcuyuz (bu sebeple kasrederek
iki kılıyoruz)."[1028]
ـ2903
ـ8ـ وعن جابر
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]أقَامَ
النّبىُّ #
بِتَبُوكَ
عِشْرِينَ
يَوْماً
يَقْصُرُ
الصََّةَ[.
أخرجه أبو
داود .
8. (2903)- Hz. Câbir (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) Tebük'de yirmi gün ikâmet etti ve namazları hep
kasretti."[1029]
AÇIKLAMA:
1- Son dört hadis, Resûlullah'ın farklı
seferlerdeki ikâmetgah müddetini belirtmektedir. Şöyle ki:
* Enes hadisi (2900) Veda haccı ile
ilgilidir. On gün kalmıştır.
* İbnu Abbâs hadisi (2901) Mekke fethiyle
ilgilidir. Ondokuz gün kalmıştır.
* İmrân İbnu Husayn hadisi, (2902) Fetih
günüyle alakalı, onsekiz gün kalmıştır.
* Câbir hadisi (2903) Tebük seferiyle
ilgili ve yirmi gün kalmıştır.
2- İbnu Abbâs hadisinin buradaki vechi Fetih
sırasında Mekke'de ondokuz gün kalındığını belirtirken, bir başka vechinde 15
gün kalındığını söyler. İmrân hadisi ise 18 gün kalındığını söylüyor. Beyhakî
bu ihtilâfı şöyle cem eder: "19 gün diyen, Mekke'ye giriş ve Mekke'den çıkış günlerini de sayıya dahil etmiş olmalı. 17 diyen şu halde bu iki
günü hesaba katmamış oluyor. 18 diyen bu iki günden birini saymamış
olmaktadır." 15 diyen rivâyeti ise Nevevî zayıf addetmiştir. Sahih olması
halinde râvinin, aslı on yedi addedip, bundan giriş ve çıkış günlerini hazfettiğine hamledilir.
Bu durumda bütün rivâyetleri içine alması sebebiyle 19 diyen hadisi hepsine
müreccah kabul edebiliriz.
3- Kûfe âlimleri ve Sevrî 15 günden bahseden
rivâyeti, "en az" miktarı ihtiva ettiği için esas alırlar.
Ziyadelerin de tesadüfen vâki olduğuna hamlederler.
4- Şâfiî hazretleri İmrân İbnu Husayn
hadisini esas alır. Ancak nezdinde o hadis, gittiği yerde ikâmet edeceği
kesinlik kazanmayan kimse hakkında
mûteberdir. Şâfiî'ye göre bir kimse, gittiği yerde girip çıkma günlerinden
başka tam dört gün ikâmete niyet etti mi, artık namazları tam kılar.
Mâlikîler de dört gün kalmaya niyet
ettikleri takdirde namazı tam kılarlar.
5- Hanbelîlere göre, bir yerde mutlaka
ikâmete niyet eden veya yirmi vakit namazdan ziyade farz olacak bir müddetle
ikâmete niyette bulunan kimse mukîm sayılır, namazını kasretmez.
6- Câbir hadisinde yirmi gün ikâmet
etmelerine rağmen hep kasretmeleri, Tebük'te kaç gün kalacakları, ne zaman
dönecekleri önceden kararlaştırılmadığı
içindir. Bu suretle uzun müddet kalınsa da yolculuk halinden çıkamaz.[1030]
ـ2904
ـ9ـ وعن حارثة
بن وَهْب
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ
قال: ]صَلَّى
بِنَا رسُولُ
اللّهِ #
وَنَحْنُ
أكْثَرُ مَا
كُنَّا قَطُّ
وَآمَنُهُ
بِمِنَى
رَكْعَتَيْنِ[.
أخرجه الخمسة
.
9. (2904)- Hârise İbnu Vehb (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Mina'da bize, sayıca en çok olduğumuz
ve en ziyade güven içinde olduğumuz bir zamanda namazı iki rek'at
kıldırdı."[1031]
AÇIKLAMA:
Bu hadis,
"namaz korku halinde kasredilebilir" diyenleri tekzib eder. Çünkü
Resûlullah hacc sırasında Mina'da hiçbir korku olmadığı halde namazı iki rek'at
kıldırmıştır.
Şu halde,
namazın kasredilmesinin asıl sebebi yolculuk hâlidir. Korku, meşakkat gibi
durumlar, maslahattır. Öyle ise, asıl sebep olunca namaz kasredilir. Maslahat
olmasa yine kasredilir. Aksi halde, yolcu olmayan kimse korksa veya meşakkate
düşse namazı kasredemez, tam kılar.[1032]
ـ2905
ـ10ـ وعن ابن
عمر رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
] صَلَّى
رسولُ اللّهِ
# بِمِنَى
رَكْعَتَيْنِ،
وَأبُو
بَكْرٍ
بَعْدَهُ،
وَعُمَرُ
بَعْدَ أبِى
بَكْرٍ،
وَعُثْمَانَ
صَدْراً مِنْ
خَِفَتِهِ
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُم،
ثُمَّ إنَّ
عُثْمَانَ
صَلّى بَعْدُ أرْبعاً،
فَكَانَ ابنُ
عُمَرَ إذَا
صَلَّى مَعَ
ا“مَامِ
صَلَّى
أرْبعاً.
وَإذَا
صَلَّى وَحْدَهُ
صَلَّى
رَكْعَتَيْنِ[.
أخرجه الشيخان
والنسائى .
10. (2905)- İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Mina'da bize iki rek'at kıldırdı,
arkasından Ebû Bekr de öyle kıldırdı. Ebû Bekr'den sonra Hz. Ömer ve hilafetinin başında Hz. Osman (radıyallâhu
anhüm) da iki kıldırdılar. Sonra Hz. Osman dört rek'atli olarak kıldırdı. İbnu
Ömer imamla kılarsa dört kılardı, yalnız kılınca da iki kılardı."[1033]
AÇIKLAMA:
Mina'da taşlama
günleri sırasında namaz kaç rek'at
kılınacak? Bu, selef uleması arasında ihtilaf mevzuu olmuştur. Yolcu durumunda
olanlar için iki rek'at kılacağı sâbittir. Ancak Mina'da mukîm olan kaç kılacaktır. Orada iki
kılmak sefere binaense, mükîm dört kılar, ama nüsük'e binaen ise onun da iki
kılması gerekir. Anlaşılacağı üzere Mina'da namazın iki kılınmış olması nüsük
yani hacc âdâbının bir gereğine binaen mi, yoksa sefere binaen mi bu hususta
ihtilaf edilmiştir.
İmam Mâlik'e
göre Mekkeliler, Mekke'de tam kılarsa da Mina'da kasreder. Mina'da mukîm
olanlar orada tam kıldıkları halde Mekke ve Arafat'ta kasredip iki kılarlar.
Halbuki Mekke ile Mina arası bir fersahtır ve arada müsâferet yoktur. Öyleyse burada iki
kılınması, yolculuk sebebiyle değil, hacc menâsikine has bir hususiyetten
dolayıdır. Nitekim Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm) Veda Haccı sırasında
Mina'da namazı kasrederek iki rek'at kıldırırken, kendisine uyan müsâfir, mükîm
bir tefrîk yapmamış, Mekke ahalisine de: "Ey Mekkeliler biz yolcuyuz iki kılarız, siz mükîmsiniz
dörde tamamlıyacaksınız!" diye bir uyarıda bulunmamıştır. Halbuki, haccın
her menâsikini tâlim buyuran Efendimiz bu hususu da beyan etmeli idi; makam
beyan makamıydı. Böyle bir beyanda bulunmadığına göre Mina'da namazın kasrı
nüsük'ten dolayıdır. Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer (radıyallâhu anhümâ) aynı sünneti
devam ettirmişlerdir.
Hz. Osman'ın ve
İbnu Ömer'in tutumundan şu yoruma gidilmiştir: Mukîm olanlar yani Mekke ve
Mina'da oturanlar veya uzaktan gelmiş hacı olsa bile müsâfirlik vasfını
kaldıracak bir müddet Mekke'de kalmaya niyet etmiş olan için Mina'da kasretmek
de, tam kılmak da caizdir. Hz. Osman (radıyallâhu anh)'ın hilafetinin ilk altı
veya sekiz senesinde kasrettiği halde, sonradan tam kılmaya başlaması iki
sebeple îzah edilmiştir.
1) Kasr da itmam da caizdir, ibadetin
meşakkatli olanı efdal olduğu için sonradan dört kılmayı tercih etti, çünkü
dört daha meşakkatlidir.
2) Hacc'dan sonra Mekke'de bir müddet daha
kalmaya niyet etmiş olarak gelmiş bulunuyordu veya Tâif'te mülk edinmişti,
oraya yerleşmek istiyordu, dolayısıyle oranın mükîmi sayılırdı (müteakip
hadiste bunu göreceğiz).
Ne var ki
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sünnetine uygun olanı, kasretmek olduğu
için Osman (radıyallâhu anh) Efendimize Ashâb' tan bazıları târizde
bulunmuştur.
Ancak, ehl-i ilmin
çoğunluğu -ez cümle Atâ, Zührî, Süfyan-ı Sevrî, Kûfe ulemâsı, Ebû Hanîfe ve
Ashâbı, İmam Şâfiî, Ahmed İbnu Hanbel, Ebû Sevr Mekke'nin Mina ve Arafat'a
uzaklığı namazı kasretmeyi gerektiren mesafeye ulaşmadığı için, Mekkelilerin
namazlarını kasredemiyeceklerine hükmetmişlerdir. Bunlar bu beldelerle
yeryüzünün başka yerleri arasında bir
fark gözetmezler.
Başta
söylediğimiz gibi, -Hz. Osman'ın sonradan dört kılmasının sebebi dahil- mevzuya
giren bir kısım teferruât üzerine ulemânın münâkaşası var, teferruâta
girmeyeceğiz. Müteakip birkaç rivâyet, mevzu üzerindeki münâkaşalar hakkında
fikir verecektir.[1034]
ـ2906
ـ11ـ وعن عثمان
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ:
]أنَّهُ
لَمَّا
اتَّخَذَ
ا‘مْوَالَ
بِالطّائِف
وَأرَادَ أنْ
يُقِيمَ
بِهَا صَلَّى
بِمِنىً أرْبَعاً،
ثُمَّ أخَذَ
بِهِ ا‘ئِمّةُ
بَعْدَهُ[.
أخرجه أبو
داود .
11. (2906)- Hz. Osman (radıyallâhu anh)'dan anlatıldığına göre, Tâif'
de emvâl edinip orada ikâmet etmeyi arzu ettiği zaman Mina'da dört rek'at kıldı.
Sonra imamlar bununla amel ettiler."[1035]
AÇIKLAMA:
Hz. Osman'ın
sonradan Mina'dan namazları tam kılışının sebebi olarak bu durum gösterilmiştir. Tâif'de emvâl edinip
orada yerleşmeye karar verince, kendini Tâif ve civarında müsâfir değil, mukîm
addetmiş olmalıdır. Müteakip rivâyette de görüleceği üzere Zührî bu görüştedir.
İbnu Abbâs da: "Müsâfir, ehline veya sürüsüne döndü mü artık namazı tam
kılar" kanaatindedir. Ahmed İbnu Hanbel de bu görüştedir.
Bu rivâyet
munkatî olduğu için birçok fakih bununla ameli reddetmiştir.[1036]
ـ2907
ـ12ـ وفي رواية:
]إنَّمَا
صَلّى
أرْبَعاً ‘جْلِ
ا‘عْرابِ
‘نَّّهُمْ
كَثُروا
عَامَئِذٍ
فَصَلّى
بِالنَّاسِ
أرْبَعاً
لِيُعَلِّمَهُمْ
أنَّ
الصََّةَ أرْبَعٌ[.
وفي أخرى:
»أنَّهُ
اجْمَعَ عَلى
ا“قَامَةِ
بَعْدَ
الحَجِّ« .
12. (2907)- Bir rivâyette de şöyle denmiştir: "Hz. Osman
(sonradan) bedevîler sebebiyle dört kılmıştır. Çünkü o sene pek çok bedevî
hacc'a gelmişti. Namazın dört rek'at olduğunu öğretmek için halka dört rek'at
kıldırdı."[1037]
Bir rivâyette
de şöyle denmiştir: "(Hz. Osman Mina'da
dört kıldı.) Çünkü o, Hacc'tan sonra ikâmete azmetmişti."[1038]
ـ2908
ـ13ـ وله عن ابن
مسعود:
]أنَّهُ صَلّى
أرْبَعاً
فَقِيلَ لَهُ:
عِبْتَ عَلى
عُثْمَانَ
ثُمَّ
صَلَّيْتَ
أرْبَعاً؟
فَقَالَ:
الخََفُ
شَرٌّ[.»ا“جْمَاعُ«
الْعَزْمُ
وَالنِّيّة
على الشئ .
13. (2908)- Yine Ebû Dâvud'un kaydına göre İbnu Mes'ud (radıyallâhu
anh) (Mina'da) namazı dört kılmıştı. Kendisine:
"Sen,
(daha önce dört kıldığı için) Osman'ı ayıplamıştın, şimdi ise dört
kılıyorsun!" denilmişti. (Özür beyan ederek) şu cevabı verdi:
"Muhalefet
zararlıdır."[1039]
ـ2909
ـ14ـ وعن عمر
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ:
]أنَّهُ صَلّى
بِالنّاسِ
بِمَكَّةَ
رَكْعَتَيْنِ
فَلَمَّا
انْصَرفَ
قالَ: يَا أهْلَ
مَكَّةَ
أتِمُّوا
صََتَكُمْ
فإنَّا قَوْمٌ
سَفْرٌ[.
أخرجه مالك .
14. (2909)- Hz. Ömer (radıyallâhu anh)'den anlatıldığına göre,
Mekke'de namazı halka iki rek'at
kıldırdı. Selam verince:
"Ey
Mekkeliler" dedi. Namazlarınızı dörde tamamlayın. Biz yolcuyuz (bu sebeple
iki kıldık)!."[1040]
AÇIKLAMA:
Hz. Ömer,
Mekke'ye gelince, halife olması haysiyetiyle imam olmuştur. Müsâfir olduğu için
namazı iki rek'at kıldırmıştır. İbnu Abdilberr "Resûlullah'ın sünnetine
ittibâen iki rek'at kıldırdı" der. 2902 numaralı İmrân İbnu Husayn
hadisinde, Aleyhissalâtu Vesselâm'ın fetih senesinde Mekke'de onsekiz gün
kalmasına rağmen namazları hep iki kıldığını ve Mekkelilere: "Siz dört
kılın, biz yolcuyuz" dediğini
gördük. Şu halde Hz. Ömer benzer bir hatırlatmada bulunmuştur.[1041]
ـ2910
ـ1ـ عن أنس
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]كَانَ رَسولُ
اللّهِ # إذَا
ارْتَحَلَ
قَبْلَ أنْ تَزِيغَ
الشَّمْسُ
أخَّرَ
الظُّهْرَ
إلى وَقْتِ
الْعَصْرِ
ثُمَّ
يَنْزِلُ
فَيَجْمَعُ
بَيْنَهُمَا.
وَإنْ
زَاغَتِ الشَّمْسُ
قَبْلَ أنْ
يَرْتَحِلَ
صََّهُمَا ثُمَّ
ارْتَحَلَ[ .
1. (2910)- Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm), güneş batıya meyletmeden yola çıkınca, öğle namazını ikindi vaktine
te'hir eder, ikindi olunca mola verir, ikisini cemederdi (beraber kılardı).
Yola çıkmazdan önce güneş batıya meyletti (öğle vakti) girdi ise, hareketten
önce her ikisini de (öğle ve ikindi) kılar sonra yola çıkardı."[1042]
ـ2911
ـ2ـ وفي رواية:
]إذَا كانَ
عَجِلَ
عَلَيْهِ السَّيْرُ
يُؤَخِّرُ
الظُّهْرَ إلى
وَقْتِ
الْعَصْرِ
وَيَجْمَعُ
بَيْنَهُمَا
وَبَيْنَ
الْعِشَاءِ
حِينَ
يَغِيبُ الشّفَقُ[.
أخرجه الخمسة
إ الترميذى .
2. (2911)- Bir rivâyette de şöyle gelmiştir: "...Acele yürümek
gerekirse öğleyi ikindiye te'hir eder, ikisini birleştirirdi, keza ufuktaki aydınlık
kaybolunca da akşamla yatsıyı birleştirirdi."[1043]
AÇIKLAMA:
1- Hz. Enes (radıyallâhu anh)'ten iki farklı
şekilde gelen bu rivâyete göre Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yolculuk
sırasında öğle ile ikindiyi,
"ikindi vaktinde" kılması mevzubahistir. Yani öğle vaktini te'hir
ederek ikindi ile birlikte kılması...
Sadedinde
olduğumuz iki rivâyetten birincisine göre, "öğle vakti tam girmeden yola
çıkma" halinde öğle namazı te'hir edilmektedir, ikincisinde ise bu,
"acele yürümek gerektiği" durumunda mevzubahistir.
Öğle namazının
bu şekilde te'hir edilerek ikindi ile veya akşamın te'hir edilip yatsı ile
birleştirilerek kılınmasına cem-i
te'hîr denir. İmam Şâfiî yolculukta bunu esas almıştır. Ebû Hanîfe bunu: "Akşamı son vaktinde,
yatsıyı da ilk vaktinde kılmak olarak" îzah ederek, iki ayrı namazın bir
vakitte kılınmasını reddetmiştir.
2- Bu hadislere göre, iki namazı birleştirme
işi ikinci vakitte mümkündür, önceki vakitte değil. Ulemâdan bir kısmı bunu
esas alarak, iki namazı, cem-i takdîm
denen evvelki namazın vaktinde birleştirmeye karşı çıkmıştır. Ancak İbnu
Râhûye'nin tahric ettiği bir rivâyette: "...Güneş batıya kaydığı zaman
yola çıkacak olursa öğle ve ikindiyi (öğle vaktinde) beraberce kılar, ondan
sonra yola çıkardı" buyrulmuştur. Cem-i takdîm mevzuunu tahkîk eden İbnu Hacer, Tirmizî, Ebû Dâvud,
Ahmed İbnu Hanbel ve İbnu Hibbân da Muaz İbnu Cebel'den kaydedilen
rivâyetlerle, yine Ahmed İbnu Hanbel ve Ebû Dâvud'da (tâlik olarak) İbnu
Abbâs'tan kaydedilen rivâyetleri zikreder ve bunların, zayıflıkları sebebiyle,
büyük muhaddislerce itibar görmediklerini belirtir.
Seferde
namazların cemedilmesi meselesine temas eden rivâyetlerin çokluğu, farklılığı
ve değişik yorumlara kâbil oluşları gibi durumlar, ulemanın bu mevzuda değişik
sonuçlara varmasına sebep olmuştur. Şöyle ki:
1) Bir kısım imamlar, yolculuk sırasında
öğle ile ikindiyi, akşamla da yatsıyı, ikisinden birinin vaktinde kılmayı caiz
görürler. Ashabtan birçoğundan bunun tatbikatıyla ilgili rivâyet gelmiştir: Hz.
Ali, Sa'd İbnu Ebî Vakkâs, Muaz İbnu Cebel, Ebû Musa el-Eş'arî vs; Tâbiîn ve
Etbaut tâbiînden Atâ, Tâvus, Mücâhid, Sevrî vs. İmam Şâfiî ile Ahmed İbnu
Hanbel ve İshak'ın görüşleri de budur. Ancak İbnu Hacer, Şâfiî hazretlerinin
"Cem'i terketmek daha iyidir" dediğini, İmam Mâlik'in -bir rivâyette- daha da ileri giderek "cem"i mekruh
addettiğini kaydeder.
2) İki namazın cem'i özür sahipleri için
caizdir. Evzâî böyle söylemiştir.
3) İki ayrı vaktin namazını bir vakitte
birleştirmek, sadece acelesi olan yolculuklarda caizdir. İmam Mâlik bu görüştedir.
Ashabtan Abdullah İbnu Ömer, Üsâme, İbnu Zeyd (radıyallâhu anhüm) de bu görüşte
idiler.
4) İki namazın cem'i, yol almak istendiğinde
câizdir. Mâlikîlerden İbnu Habîb bu görüştedir.
5) İki namazın cem'i mekruhtur, bu görüş
İmam Mâlik'ten rivâyet edilmiştir.
6) Cem-i te'hîr caizdir fakat cem-i takdîm
caiz değildir. İbn Hazm bu görüştedir. Bu kavl İmâm-ı Ahmed ve Mâlik'ten de mervîdir.
7) Seferde cem etmek caiz değildir. Cem
sadece Hacc sırasında Arafat'ta ve Müzdelife'de yapılır. Arafat'ta cem-i takdîm
yapılarak öğle ile ikindi birleştirilir, Müzdelife'de ise akşam tehir edilerek
yatsı ile birleştirilir. Hanefî ülemâsı bu görüştedir. Ashab'tan Abdullah İbnu Mes'ud, Sa'd İbnu Ebî
Vakkâs ve Abdullah İbnu Ömer (radıyallâhu anh) gibi bazılarından da bu görüş
rivâyet edilmiştir. Hasan Basrî, İbnu Sîrîn, İbrahim Nehâî, Esved gibi bir
kısım Selef de bu görüştedir. Bu rivayette İmam Mâlik'in tercihi de budur.
Hanefî
mezhebinin dayandığı İbnu Mes'ud ve İbnu Abbas (radıyallâhu anh) rivâyetleri
müteakiben gelecektir (2914, 2916).
8) Cem mevzuunda, fukahâca amel edilmeyen
bir rivâyet İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)'dandır. "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) mukîm iken hiçbir meşrû sebep de yokken, cem'e yer
vermiş olmalıdır." Bu hadis bâbın son rivâyeti olarak (2918) gelecek.[1044]
ـ2912
ـ3ـ وعن ابن
عباس رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]كَانَ
رَسُولُ
اللّهِ #
يَجْمَعُ
بَيْنَ صََتَى
الظُّهْرِ
وَالْعَصْرِ
إذَا كَانَ عَلى
ظَهْرِ
سَيْرٍ.
وَيَجْمَعُ
بَيْنَ المَغْرِبِ
وَالْعِشَاءِ[.
أخرجه
الشيخان .
3. (2912)- İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yol halinde iken öğle ile ikindiyi
birleştirirdi, akşam ile yatsıyı da birleştirdi."[1045]
ـ2913
ـ4ـ وعن ابن
عمر رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]صَلَّى
النّبىُّ #
المَغْرِبَ
وَالْعِشَاءَ
بِالمُزْدَلِفَةِ
جمِيعاً
كُلَّ
وَاحِدَةٍ
مِنْهُمَا
بِإقَامَةٍ
وَلَمْ
يُسَبِّحْ
بَيْنَهُمَا
وََ عَلى
أثَرٍ
وَاحِدَةٍ
مِنْهُمَا[.
أخرجه الستة .
4. (2913)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) akşam ve yatsıyı Müzdelife'de beraberce kıldı.
Bunlardan herbiri için ayrı bir ikâmet okudu. İki namaz arasında nafile
kılmadı, bunlardan birinden sonra da nafile kılmadı."[1046]
AÇIKLAMA:
Müzdelife, Mina
ile Arafat arasında bir vakfe yeridir. Arefe günü, akşam vakti girer girmez
daha namaz kılmadan Arafat'tan sökün eden hacılar Müzdelife'ye gelirler. Burada
akşamla yatsıyı cem-i tehîr yaparak beraber kılarlar. Sadedinde olduğumuz hadis, bu namazların
kılınışını anlatıyor.
a) Namazlar peş peşe kılınsa da her biri
için ayrı bir ikâmet okunacaktır.
b) Nafileler
terkedilecektir. Hadiste nafile kelimesi geçmez, tesbih kelimesi geçer, ancak şârihler tesbîhle nafile
namazının kastedildiğini belirtirler. Yani hem
akşamın arkasından, hem de yatsının arkasından kılınan nafileleri
Resûlullah terkediyor. Ancak geceleyin nafileyi kılmış olması ihtimalden uzak
değildir. Bu sebeple ulema: "Akşam ve yatsının nafileleri, onlardan
geciktirilebilir" demiştir. İbnu'l-Münzir der ki: "Müzdelife'de
akşamla yatsı arasında nafilenin terkinde ulemâ icma etmiştir. Çünkü derler
ittifakla, Müzdelife'de akşamla yatsının
arasını birleştirmek gerekir. Arada nafile kılan bu birleştirmeyi bozmuş
olur."[1047]
ـ2914
ـ5ـ وعن ابن
مسعود رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]مَا رأيتُ
رَسولَ
اللّهِ #
صَلّى صََةً
لِغَيْرِ
مِيقَاتِهَا
إّ صََتَيْنِ،
جَمَع بَيْنَ
الْمَغْرِبِ
وَالْعِشَاءِ
بالمُزْدَلِفَةِ،
وَصَلّى
الْفَجْرَ يَوْمَئِذٍ
قَبْلَ
مِيقَاتِهَا[.
أخرجه الخمسة
إ الترمذي .
5. (2914)- İbnu Mes'ud (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Ben Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ı şu ikisi hariç, vakti dışında tek bir namazı
kıldığını görmedim: Müzdelife'de akşamla yatsıyı birleştirdi. O gün sabahı da
vaktinden önce kıldı."[1048]
AÇIKLAMA:
Hanefîler,
Arefe günü Arafat'ta ve sonra da Müzdelife'deki cem'ler dışında, namazların
cem'edilmesine karşı çıkarken, İbnu Mes'ud (radıyallâhu anh) tarafından rivâyet
edilen bu hadise dayanırlar. Namazların cem'edilmesine fetva verenler de:
"Bir meselede rivâyet bilenler, bilmeyenlere karşı hüccettir"
dedikten sonra Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın cem'ettine dair rivâyette
bulunan İbnu Abbâs, İbnu Ömer, Hz. Enes (radıyallâhu anh) vs'yi ve
rivâyetlerini gösterirler. Bu rivâyetlerden bir kısmı yukarıda kaydedildi.[1049]
ـ2915
ـ6ـ وعن جعفر
بن محمد قال:
]صَلّى
النّبىُّ # الظُّهْرَ
وَالْعصْرَ
بِأذَانٍ
وَاحِدٍ وَإقَامَتَيْنِ
بِعَرَفَةَ
وَلَمْ
يُسَبِّحْ
بَيْنَهُمَا،
وَصَلّى
المَغْرِبَ
وَالْعِشَاءَ
بِجُمَعٍ بأذَانِ
وَاحِدٍ
وَإقَامَتَيْنِ
وَلَمْ يُسَبِّحْ
بَيْنَهُمَا[.
أخرجه أبو
داود .
6. (2915)- Ca'fer İbnu Muhammed İbni Mesleme (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) öğle ve ikindi
namazlarını, Arafat'ta tek bir ezan ve iki ayrı ikâmetle kıldı. İki namaz arasında nafile kılmadı. Müzdelife'de de akşamla yatsıyı bir ezan ve iki ikâmetle kıldı ve aralarında
nafile kılmadı."[1050]
AÇIKLAMA
için 2913 numaralı hadise bakınız.
ـ2916
ـ7ـ وعن ابن
عباس رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]مَنْ جَمَعَ
بَيْنَ
صََتَيْنِ
مِنْ غَيْرِ
عُذْرٍ
فَقَدْ أتَى
بَاباً مِنْ
أبْوَابِ
الْكَبَائِرِ[.
أخرجه
الترمذي
وضعفه .
7. (2916)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) demiştir ki: "Kim iki
namazı özürsüz olarak cem'ederse büyük günah kapılarından bir kapıya gelmiş
olur."[1051]
AÇIKLAMA:
Tirmizî, ehl-i
ilmin bu hadisle amel ettiğini; "Sefer ve Arafat" dışında namazları
cemetmeye fetva vermediğini belirtir.
Ancak,
Hanefîler seferin özür sayılmayacağını ileri sürüp bu hadisle amel ederler.
Onlara göre seferde namaz birleştirilemez. Şâfiî hazretleri ise: "Sefer,
özür sayılır" diyerek seferde iki namazın
birleştirilmesine fetva verirler. Açıklaması daha önce geçti.[1052]
ـ2917
ـ8ـ وعنه
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ
قال: ]صَلّى
النَّبىُّ #
بِالْمَدِينَةِ
سَبْعاً
وَثَمَانِياً
الظُّهْرَ
وَالْعَصْرَ
وَالمَغْرِبَ
وَالْعِشَاءَ.
قالَ أبُو أيُّوبٍ:
لَعَلَّهُ في
لَيْلَةٍ
مُطِيرَةٍ؟ قالَ
عَسى[. أخرجه
الستة.وزاد في
رواية
الشيخين:
»قيلَ
لِلرَّاوِى
عَن ابنِ
عَبَّاسٍ
أظُنُّهُ أخَّرَ
الظُّهْرَ
وَعجَّلَ
الْعصْرَ
وَأخَّرَ
المَغْرِبَ
وَعَجَّلَ
الْعِشَاءَ.
قالَ: وَأنَا
أظُنُّ ذلِكَ[
.
8. (2917)- Yine İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) demiştir ki:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Medîne'de yedi ve sekiz (rek'at)
öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını (cemederek) kıldı. Eyyub
(es-Sahtiyânî) der ki: "Belki de bu, yağmurlu bir gecedeydi." Öbürü
(Ebû'ş-Şa'sâ): "Belki!" dedi."[1053]
Sahîheyn'in bir rivâyetinde şu ziyade var: "Hadisi İbnu Abbâs'tan rivâyet
eden râviye dendi ki: "Zannederim, öğleyi te'hîr, ikindiyi ta'cil, keza
akşamı te'hir yatsıyı da ta'cil etmiş
olmalı?" Cevaben: "Bunu ben de böyle
zannediyorum!" dedi.[1054]
AÇIKLAMA:
1- "Yedi ve sekiz (rek'at)"ın mânası şudur:
* Sekiz rek'at dört öğle dört ikindi
farzlarıdır,
* Yedi rek'attan maksad da üç akşam, dört
yatsı farzlarıdır.
2- Hadisin sonundaki açıklamada bu namazların
cemedilerek kılındığı tasrih edilmektedir. Öğle ile ikindi, akşam ile yatsı birleştirilmiştir. Bu
birleştirme de birinin te'hiri diğerinin ta'cili sûretinde olmuştur. Esasen
öğlenin son vakti ile ikindinin ilk vakti, keza akşamın son vakti ile yatsının
ilk vakti son derece kesin hatlarla
ayrılmış değildir, ihtilaflıdır.[1055]
Bu açıdan bakınca Ebû Hanîfe'nin daha önce
kaydettiğimiz yorumu fevkalede isabetli olmakta, Şâfiî hazretlerinin
anladığı ma'nâda iki vaktin mutlak birleştirilmesi mevzubahis olmamaktadır.
3- Resûlullah'ın Medine'de icra ettiği bu cem işinin tamamen normal şartlarda
değil, özür şartlarında olma ihtimaline de yer verilip: "Yağmurlu bir
günde" olabileceğine dikkat çekiliyor. Müteâkip rivâyette, görüleceği
üzere İmam Mâlik de "yağmur" ihtimali üzerinde duracaktır. Bazı
âlimler de "hastalık" sebebiyle birleştirilmiş olabileceğini de
söylemiştir. Bunun zayıf bir ihtimal olduğunu, öyle olsaydı Resûlullah'ın hasta
olmayanlara normal kılmalarını emredeceğini belirten İbnu Hacer, bir başka
yorum nakleder: "Hava belki de bulutluydu. Öğleyi kıldı, sonra bulut
açıldı, anlaşıldı ki ikindi girmiş, derhal ikindiyi kıldı." Nevevî:
"Bu bâtıl bir iddia, böyle bir durum öğle ile ikindi hakkında vârid olsa
bile akşamla yatsı arasında asla olamaz" der. İbnu Hacer'in kaydettiği
münâkaşalar, selef ve halef büyüklerinin ekseriyetle bir vaktin te'hiri,
diğerinin ta'cili sûretinde bu "cem"lerin yapıldığı merkezinde
toplanmaktadır. Nitekim, bizzat râviler de o hususta zan beyan etmektedirler.[1056]
ـ2918
ـ9ـ وفي أخرى
لمسلم: ]صَلّى
الظُّهْرَ
وَالْعصْرَ
جَمِيعاً
وَالْمَغْرِبَ
وَالْعِشَاءَ
جَمِيعاً
مِنْ غَيْرِ
خَوْفٍ وََ
سَفَرٍ. وقالَ
مَالك: أرَى
ذلِكَ في
المَطَرِ[ .
9. (2918)- Müslim'de gelen bir başka rivâyette şöyle denmiştir:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) korku ve sefer hali olmaksızın öğle
ve ikindiyi birleştirerek, akşam ve yatsıyı da birleştirerek kıldı."
İmam Mâlik:
"Ben bunu, yağmurlu günde yapılmış olacağını zannediyorum"
demiştir."[1057]
AÇIKLAMA:
İbnu Abbâs'tan
yapılan bu rivâyet bir öncekine rağmen daha sarih olarak, sefer hali, korku
hali gibi namazların birleştirilerek kılınmasına (bazı hak mezheblerde olduğu
üzere) cevaz veren herhangi meşrû bir sebep olmaksızın Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
namazları cemettiğini ifade etmektedir. Bu ma'nâdaki rivâyet, değişik
vecihlerde Kütüb-i Sitte'nin bütün kitaplarında rivâyet edilmiştir. Nitekim
önceki rivâyette yerleri gösterildi.
Hadisin
Müslim'de de kaydedilen bir vechinde şu ziyade var: "Ebû'z-Zübeyr der ki:
"Ben bu hadisi işitince Saîd İbnu Cübeyr'e: "(Resûlullah) bunu niye
yapmış olabilir?" diye sordum. Bana dedi ki: "Aynen senin bana sorman
gibi ben de İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)'a sordum,şu cevabı verdi: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) ümmetinden kimseye meşakkat vermek istemedi."
Tirmizî,
Sünen'in Kitabu'l-İlel bölümünde İbnu Abbâs'ın rivâyet ettiği bu hadisle ehl-i
ilimden kimsenin amel etmediğini söyler. Yani iddiasına göre sefer yağmur,
(korku, hastalık gibi) namazın birleştirilmesine ruhsat tanıyan bir mazeret
olmadan namazın birleştirilmesine hiç bir âlim fetva vermemiş olmalı. Ancak,
bu iddiasının gerçeği aksettirmediği
söylenmiştir. Buna geçmeden şunu bilelim ki, Tirmizî, başka
rivâyetlerle birlikte bu hadisin de yer aldığı, "Hazerde iki
namazın arasını birleştirme hususunda gelenler" adlı bâbta, hadislerin
peşlerinden şu bilgileri sunar:
* Ehl-i ilim, iki namazın sadece
seferde ve Arafat'ta birleştirileceğine
hükmetmiştir.
* Tâbiîn'den bazı âlimler, hastanın iki
namazı birleştireceğine hükmetmiştir.
* Bazı âlimler de yağmur sırasında iki
namazın arasının birleştirilebileceğini söylemiştir. Şâfiî, Ahmed ve İshak bu
görüşte olanlardır. Ancak Şâfiî hastanın iki namazı birleştirmesini caiz görmez.
Tirmizî'nin
İbnu Abbâs tarafından rivâyet edilen "Resûlullah korku ve sefer hali
olmaksızın öğle ve ikindiyi birleştirerek, akşam ve yatsıyı da birleştirerek
kıldı" hadisi için, "Bununla hiç bir fakih amel etmemiştir"
iddiasına yapılan itiraza gelince: İbnu Hacer, Nevevî'den naklen bazı örnekler
sunar: "İmamlardan bir cemaat, bu hadisin zâhirini esas alarak, mutlak bir
ifade ile "ihtiyaç" sebebiyle bir şartla hazerde "cem"i
tecviz ettiler. O şart da bu birleştirme işini bir âdet edinmemektir. Bu görüşte
olanlar meyanında İbnu Sîrîn, Rebîa, Eşheb, İbnu'l-Münzîr, el-Kaffâlu'l-Kebîr
sayılabilir. Aynı görüşü Hattâbî Ashâbu'lhadis'ten bir gruptan da hikaye eder.
Ve bu hadisin Müslim'de Said İbnu Cübeyr tarikinden zikredilen: "İbnu
Abbâs'a sordum: "Bunu Resûlullah niçin yaptı?" Bana: "Ümmetinden
kimseye meşakkat vermek istemedi" diye cevap verdi" vechiyle
istidlâl eder. Keza Nesâî'nin bir
rivâyetine göre İbnu Abbâs, Basra'da
öğle ve ikindiyi aralarında hiç fasıla olmadan kılmıştır. Akşam ve
yatsıyı da peşpeşe
aralarında fasıla olmadan kılmıştır. Bu birleştirmeyi meşguliyet sebebiyle
yapmıştır. İşte bu rivâyette, aynı birleştirmeyi Resûlullah'ın yaptığını da
söyler. Müslim'de gelen bir rivâyette, İbnu Abbâs'ın mezkûr meşguliyetinin
hutbe olduğuikindi namazından sonra da yıldızlar doğuncaya kadar hutbesine
devam ettiği sonra akşamla yatsıyı birleştirdiği belirtilir. Bu rivâyette İbnu
Abbâs'ın iki namazı cemetme işini Resûlullah'a nisbetinin, Ebû Hüreyre
tarafından te'yîdi de vardır. Taberânî'nin bir tahricinde, benzer merfû bir
rivâyet İbnu Mes'ud'dan kaydedilir:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) (hiçbir meşrû sebep yokken) öğleyle
ikindiyi, akşamla yatsıyı cemetti. Kendisine "Bunu niye yaptın?" diye
sorulunca: "Ümmetimin meşakkatte kalmaması için" diye cevap
verdi."
Görüldüğü
üzere, gerek fukahâ ve gerekse muhaddisînden bazıları, bazı kayıtlarla
sadedinde olduğumuz İbnu Abbâs hadisiyle amel etmiştir.[1058]
ـ2919
ـ1ـ عن ابن عمر
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]صَحِبْتُ
النَّبىَّ #
فَلَمْ أرَهُ
يُسَبِّحُ في
السَّفَرِ،
وقَالَ
اللّهُ
تَعالى:
لَقَدْ كَانَ
لَكُمْ في
رَسُولِ
اللّهِ
أُسْوَةٌ
حَسَنَةٌ. وقالَ
ابن عمر: لَوْ
كُنْتُ
مُسَبِّحاً
‘تْمَمْتُ
صََتِى[.
أخرجه الستة .1.
1. (2919)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a (Onsekiz defa) refakat ettim.
Ancak, sefer sırasında nafile kıldığını hiç görmedim. Allah Teâlâ hazretleri
şöyle buyurmuştur: "Resûlullah'tan sizin için güzel örnek vardır"
(Ahzab 21), İbnu Ömer devamla der ki: "Eğer nafileyi kılsaydım namazı da
tam kılardım.[1059]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivâyet, sünnete bağlılığıyla meşhur
yüce sahâbî Abdullah İbnu Ömer'in sefer namazı kıldığı vakit, nafile
kılmadığını, çünkü Resûlullah'ın da yolculukta farzdan önce veya sonra nafile
namaz kılmadığını belirtiyor. Bu husustaki sünnete uymanın gereğini âyetle şâhidliyor.
2- Hadisin Ebû Dâvud'daki vechinde İbnu
Ömer, Resûlullah'a onsekiz (18) kere refakat ettiğini tasrih eder. Tercümede
bunu belirttik. Yine Ebû Dâvud'un bir başka rivâyetinde, İbnu Ömer, Hülafâ-i
Râşidîn'den üçüne (Hz. Ebû Bekr, Hz. Ömer, Hz. Osman'a) seyahatte refakat ettiğini, onların da iki rekatlık
farza ilâvede bulunmadıklarını belirtir.
3- Nevevî "nafile namaz kılsaydım,
namazı dörde tamamlardım"
cümlesinden şu ma'nâyı anlar: "Eğer nafile kılmayı tercih etseydim,
farzımı dörde tamamlamak bana daha hoş gelirdi, lakin bunlardan her ikisini de
uygun görmüyorum. Sünnet, namazı kasretmemektir ve nafileyi terktir."
Buradaki
nafileden maksad revâtib denen namaza bağlı nafilelerdir. Bazısı namazın
önünde, bazısı sonundadır. Mutlak nafilelere gelince, İbnu Ömer'in sefer
sırasında bu çeşit nafile kıldığı hususunda rivâyet gelmiştir. Ulemâ seferde mutlak nafile kılmanın müstehab olduğu
hususunda ittifak eder. Ancak revâtib nafilelerin müstehab olup olmadığı
ihtilaflıdır. İbnu Ömer ve bazıları revâtibi terketmiştir. Şâfiî, ashâbı ve
cumhur bunu müstehab addeder.[1060]
ـ2920
ـ2ـ وعن
البراء
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]صَحِبْتُ
النَّبىَّ #
ثَمَانِيَةَ
عَشَرَ سَفَراً
فَمَا
رَأيْتُهُ
تَرَكَ
رَكْعَتَيْنِ
إذَا زَاغَتِ
الشَّمْسُ
قَبْلَ
الظُّهْرِ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي .
2. (2920)- Berâ (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Ben, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a onsekiz seferde iştirak ettim.
Onun, güneş meyledince öğleden önce
kıldığı iki rek'ati terkettiğini görmedim"[1061]
AÇIKLAMA:
İbnu Ömer'in
güneş meylinden önce kıldığı iki rek'at namazın abdest için kılınan şükür
namazı veya öğlede kılınan iki rek'atlik sünnet olabileceği söylenmiştir. Bu
durumda hadis, sefer sırasında revâtib kılınabileceğini söyleyenlere delil
olur. "Resûlullah, seferde sabahın sünneti dışında hiçbir sünnet
kılmamıştır" iddiasında bulunan bazılarına, İbnu Hacer sadedinde olduğumuz
Berâ (radıyallâhu anh) rivâyetini gösterir.[1062]
ـ2921
ـ3ـ وعن نافع
قال: ]كَانَ
ابنُ عُمَرَ
يَرَى وَلَدَهُ
عُبَيْدَ
اللّهِ
يَتَنَفَّلُ
في السَّفَرِ
فََ يُنْكِرُ
عَلَيْهِ[.
أخرجه مالك .
3. (2921)- Nâfi anlatıyor: "İbnu Ömer (radıyallâhu anh), oğlu
Ubeydullah'ı seferde nafile kılarken görürdü
de bundan dolayı onu kınamazdı."[1063]
AÇIKLAMA:
İbnu Ömer
(radıyallâhu anh) sefer sırasında nafile kılınmayacağı kanaatinde olmasına
rağmen, oğlu Ubeydullah'ın seferde nafile kılması dikkat çekici bir durumdur.
Hatıra geldiği üzere, "niçin?" diye bir soru karşımıza çıkmaktadır.
Ebû'l-Velîd el-Bâcî iki tahminde bulunur:
1) Belki de oğlunun geceleyin nafile
kıldığını görmüştür. Bu durumda müdaheleye gerek kalmaz. Zîra bu onun kendi
mezhebidir.
2) Mamafih oğlunun gündüz kılması
muhtemeldir, müdahale etmemiştir, çünkü bu meselede kendisine muhalefet edenler
çok olmuştur. Bu görüş daha makul gelmektedir.[1064]
ـ2922
ـ4ـ وعن عائشة
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]اعْتَمَرْتُ
مَعَ
النَّبىِّ #
مِنَ
المَدِينَةِ
حَتَّى إذَا
قَدِمْتُ
مَكَّةَ
قُلْتُ: بِأبِى
أنْتَ
وَأُمِّى يَا
رَسُولَ
اللّهِ، قَصَرْتُ
وَأتْمَمْتُ
وَأفْطَرْتُ
وَصُمْتُ؟
قال: أحْسَنْتِ
يَا عَائشَةُ
وَمَا غَابَ
عَلىَّ[.
أخرجه النسائى
.
4. (2922)- Hz. Âişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte umre yapmak üzere Medine'den Mekke'ye
doğru yola çıktık. Mekke'ye gelince:
"Ey Allah'ın
Resûlü, annem babam sana feda olsun. Sen kısa kıldın, ben tam kıldım, sen yedin
ben oruç tuttum, (ne dersiniz?)" dedim. Şu cevabı verdi:
"Ey Âişe
güzel yaptın!" buyurdu ve bu işimde beni kınamadı"dedi."[1065]
AÇIKLAMA:
Bu hadis,
kısaltmanın bir vecîbe olmadığına delildir. Ancak vâcib olduğuna delâlet eden
rivâyetler de vardır.
Korku namazının diğer adı salât-ı havf'dır. Bu
düşman, sel, yangın, büyük bir canavar gibi ciddi bir tehlike karşısında
bulunan bir müslüman cemaatin, farz namazlarını, başlarındaki idarecinin
imamlığı altında nöbetle kılmalarıdır. Bu namaz, korkulu anlarda kılınan
müstakil bir namaz çeşidi değildir, farz olan beş vakitten biridir. Ancak
cemaat halinde kılınmasının kendine has âdâbı vardır. İmam Ebû Yusuf (rahimehullah)
bu namazın sadece Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) devrine ait olduğu
kanaatindedir. Korku namazının nasıl kılınacağını târif eden âyet-i kerîme
de mevcuttur:
"Yolculuk
ettiğinizde kâfirlerin size bir fenalık yapmasından korkarsanız, namazı kısaltmanızda
size bir sorumluluk yoktur. Zîra kafirler size apaçık düşmandırlar.
"(Ey
Muhammed!) Sen içlerinde olup da namazlarını kıldırdığın zaman, bir kısmı
seninle beraber namaza dursun ve silahlarını da yanlarına alsınlar. Secdeyi
yaptıktan sonra onlar arkanıza geçsinler; kılmayan öbür kısım gelsin, seninle
beraber kılsınlar, tedbirli olsunlar, silahlarını alsınlar. Kâfirler size
ansızın bir baskın vermek için silah ve eşyanızdan ayrılmış bulunmanızı
dilerler. Yağmurdan zarar görecekseniz veya hasta olursanız, silahlarınızı
bırakmanıza engel yoktur. Fakat dikkatli olun, Allah kâfirlere şüphesiz ağır
bir azab hazırlamıştır. Namazı kıldıktan başka Allah'ı ayakta iken, otururken, yatarken de zikredin.
Emniyete kavuştuğunuzda, namazı gereğince kılın. Namaz şüphesiz mü'minlere
belirli vakitlerde farz kılınmıştır" (Nisâ 101-103).
Âyette
görüldüğü üzere:
* Korku namazı, düşman karşısında bile
namazın cemaatle kılınmasıdır.
* Silahlar musallinin -imkân nisbetinde- beraberinde olacak ve
musalli her an düşmâna karşı tetikte bulunacak.
* Cemaatin bir yarısı imamın arkasında
durur, iki rekatli bir namazın ilk rekatini; üç veya dört rek'atli bir namazın
da ilk iki rek'atini imam ile beraber kılıp, ikinci secdeden veya birince
ka'dede teşehhüdden sonra kalkıp düşman karşısındaki yerini alır. Namazın bu
kısmına katılmayan zümre, derhal gelip imamın arkasında yer alır, imamla birlikte namazın geri kalan
kısmını kılarlar ve selam vermeden tekrar düşman karşısına giderler. İmam selam
verir, namazdan çıkar. Birinci zümre döner gelir, namazın geri kalan kısmını
kırâatsiz olarak tamamlar, selam verir, düşman karşısına gider. Sonra ikinci
zümre gelir, namazlarını kırâatle ikmal edip düşmanın karşısında yerini alır.
Bunlar namazlarını, cemaat teşkil edilen yere gelmeksizin bulundukları yerde de
tamamlayabilirler.
NOT:
1- Birinci zümre lâhik, ikinci zümre de mesbûk hükmündedirler.
2- Bu namaz bütün cemaatin aynı şahsın
arkasında namaz kılma arzusunu ortaya koyup niza etmeleri durumundadır, aksi
takdirde farklı imamların arkasında grup grup normal şartlardaki şekilde
kılınacak namazın efdal olduğu kabul edilmiştir.
3- Korku namazının sıhhatli olması için
imama uyan zümrelerin namaz esnasında namaza uymayan davranışlarda bulunmaması
gerekir. Harbetmek, mevki değiştirmek, gidip gelirken vasıtaya binmek, konuşmak vs. gibi. Aksi
halde imamla kıldığı namaz bozulur, namazlarını yeniden kılmaları lazım gelir.
4- Durumun ciddiyeti artar, binilen atlardan inmeye fırsat bile olmazsa her asker
biner vaziyette muktedir bulunduğu cihete doğru ima ile namazını kılar, bu da
mümkün olmazsa namazını bilahare kılmak üzere te'hir eder. Nitekim Hendek
Savaşı sırasında bazı vakit namazları kazaya bırakılmış, geceleyin kılınmıştır.
Peygamberimiz
(aleyhissalâtu vesselâm) Zâturrika, Batn-ı Nahl, Usfân, Zîkared gazvelerinde
korku namazı kıldırmıştır. Resûlullah'tan sonra ashab da bazı cephelerde
namazlarını bu şekilde kılmıştır. Müteakip rivâyetlerde bazı örnekler
göreceğiz. Bunların her birinde farklı şartlar hâkim olduğu için, Resûlullah
korunma ve namaz âdâbına en uygun tarzı aramış, bunun sonunda ruh itibariyle
aynı kalmakla beraber şeklen farklı olan tarzlarda namaz kıldırmıştır. Bu
sebeple hadislerdeki korku namazı tavsifleri farklılıklar arzeder. Hanefî
ulemâsınca yapılan târife uymayan tavsifler bundan ileri gelir.[1066]
ـ2923
ـ1ـ عن سهل بن
أبى حَثْمة
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ
قال: ]صَلّى
النَّبىُّ #
بِأصْحَابِهِ
في الْخَوْفِ،
فَصَفَّهُمْ
خَلْفَهُ
صَفَّيْنِ
فَصَلّى
بِالَّذِينَ
يَلُونَهُ
رَكْعَةً
ثُمَّ قَامَ
فَلَمْ
يَزَلْ
قَائِماً حَتَّى
صَلّى
الَّذِينَ
خَلْفَهُ
رَكْعَةً
ثُمَّ
تَقَدَّمُوا
وَتَأخَّرَ الَّذِينَ
كَانُوا
قَدَّامَهُمْ
فَصَلّى
بِهِمْ
رَكْعَةً ثُمَّ
قَعَدَ
حَتَّى صَلّى
الَّذِينَ
تَخَلّفُوا
رَكْعَةً
ثُمَّ
سَلّمَ[.
أخرجه الستة .
1. (2923)- Sehl İbnu Ebî Hasme (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ashâbına korku namazı kıldırdı. Bu
maksadla ashâbı arkasında iki saf
yaptı. Hemen arkasında bulunan safa birinci rek'ati kıldırdı. Sonra ayağa
kalktı ve arkasındakilere bir rek'at namaz kıldırıncaya kadar kıyâmda kaldı.
Sonra gerideki safta bulunanlar ilerledi,
ön safdakiler de geriledi. Bu şekilde ilerleyenlere de bir rek' at namaz
kıldırdı, Sonra gerileyenler bir rek'at namaz kılıncaya kadar yerinde oturdu.
Sonra da selam verdi."[1067]
ـ2924
ـ2ـ وفي أخرى
لمالك: ]صََةُ
الخَوْفِ أنْ
يَقُومَ
ا“مَامُ
وَمَعَهُ
طَائِفَةٌ
مِنْ أصْحَابِهِ
وَطَائِفَةٌ
مُوَاجِهَةٌ
الْعَدُوَّ،
فَيَرْكَعُ
ا“مَامُ
رَكْعَةً
وَيَسْجُدُ
بالَّذِينَ
مَعَهُ،
ثُمَّ
يَقُومُ فإذَا
اسْتَوَى
قَائِماً
ثَبَتَ
وَأتَمُّو
‘نْفُسِهِمُ
الرَّكْعَةَ
الْبَاقِيَةَ
ثُمَّ يُسَلِّمُونَ
وَيَنْصَرِفُونَ
وَا“مَامُ
قَائِمٌ
فَيَكُونُونَ
وجَاهَ
الْعَدُوِّ
ثُمَّ
يُقْبِلُ اخَرُونَ
الَّذِينَ
لَمْ
يُصَلُّوا
فَيُكَبِّرُونَ
وَرَاءَ
ا“مَامِ
فَيَرْكَعُ
بِهِمْ رَكْعَةً
وَيَسْجُدُ
ثُمَّ
يُسَلِّمُ
فَيَقُومُونَ
فَيَرْكَعُونَ
‘نْفُسِهِمُ
الرَّكْعَةَ
الْبَاقِيَةَ
ثُمَّ
يُسَلِّمُونَ[
.
2. (2924)- Muvatta'nın bir diğer rivâyetinde şöyle gelmiştir: "Korku namazı şöyledir:
"İmam, beraberinde arkadaşlarından bir grup olduğu halde namaza durur, bir
grup da düşmâna karşı yerini alır. İmam bir rek'ati beraberindekilerle rükû ve
secde ile kılar, ve ayağa (ikinci rek'ate) kalkar. Tam doğrulunca öyle kalır.
Cemaat geri kalan rek'ati kendi başlarına tamamlayıp selam verirler ve oradan
ayrılırlar. İmam yerinde ayakta durmaya devam eder. Namazını kılanlar düşmanın
karşısında yerlerini alırlar. Namaz kılmamış olan diğerleri gelip imamın
arkasında dururlar,tekbir getirerek uyarlar. İmam onlara da bir rek'at namaz
kıldırır, secdeden sonra oturur ve selam verir. İmama uyan bu ikinci grup imam
selam verince kalkıp, geri kalan rek'ati kılıp selam verirler."[1068]
AÇIKLAMA:
1- Korkulu anlarda kılınacak vakit namazının
âdâb yönüyle farklı olabileceğini ve o
farklılığı yukarıda açıklamış idik. Sadedinde olduğumuz rivâyet,
korku esnasında namaz, iki rek'at
kılınacakmış gibi bir anlatış üslubuna sahip. Biz bunu, iki rek'atli bir
namazın kılınış şeklinin tarifi olarak anlamalıyız. Mukîm şartlarına tâbi
olunduğu hallerde kılınan namaz,
iki, üç ve dört rek'atli olabilir. Şu halde asıl olan yukarıda sunulan
târiftir.
2- Ancak şunu da belirtelim ki, İbnu
Abbâs'tan gelen bir rivâyete göre, korku hali namazın rek'atine
te'sîr eder ve bu durumda tek rek'at
kılınır: "Allah namazı Peygamberimizin dilinden hazerd dört, seferde iki
ve harpte bir rek'at olarak farz kılmıştır." Dahhâk, Mücâhid, Atâ, Katâde,
İshak İbnu Râhûye gibi Tâbiînden bazıları da bu görüştedir.
Fakat Cumhur,
harp durumunun rek'at sayısına tesîr etmediği kanaatindedir. Tek rek'atli
namazın caiz olmayacağını söyler. Namazın kısa kılınması harp halinde ileri
gelmez, sefer halinden ileri gelir. Harp hali, cemaatle kılınış âdâbına te'sir
eder. Ebû Hanîfe, Şâfiî, İmam Mâlik, Sevrî, Nehâî, İbnu Ömer gibi birçok Selef
büyüğü hep böyle hükmetmişlerdir.
Muvatta'da
gelen rivâyet, namazın kılınış tarzını, yukarıda sunduğumuz tariften biraz farklı
yapmaktadır. Bu, birçok meselede olduğu gibi, ulemânın yorum farklılığından
ileri gelmektedir.[1069]
ـ2925
ـ3ـ وعن جابر
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]كُنَّا مَعَ
النّبىِّ #
بِذَاتِ
الرِّقَاعِ
فَإذَا
أتَيْنَا
عَلى شَجَرةٍ
ظَلِيلَةٍ
تَرَكْنَاهَا
لِلنّبىِّ #. فَجَاءَ
رَجُلٌ مِنَ
المُشْرِكِينَ
وَسَيْفُ
النّبىِّ #
مُعَلِّقٌ
بِالشَّجَرَةِ.
فَاخْتَرَطَهُ
فقَالَ:
تَخَافُنِى؟
فقَالَ: َ. قالَ:
فَمَنْ
يَمْنَعَكَ
مِنِّى؟ قالَ:
اللّهُ.
فَتَهَدَّدَهُ
أصْحَابُ
النّبىِّ #.
وَأُقِيمَتِ
الصََّةُ
فَصَلَّى
بِطَائِفَةٍ
رَكْعَتَيْنِ
ثُمَّ
تَأخَّرُوا
وَصَلّى
بِالطَّائِفَةِ
ا‘خْرَى
رَكْعَتَيْنِ.
فَكَانَ
لِلنَّبىِّ #
أرْبَعُ
وَلِلْقَوْمِ
رَكْعَتَانِ[.
أخرجه
الشيخان
والنسائى.
»اخْتَرَطَ
السَّيْفَ«
إذا استلّه من
غمده .
3. (2925)- Hz. Câbir (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Biz
Zâturrikâ'da Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile beraberdik. Koyu gölgeli
bir ağacın yanına gelmiştik. Bu ağacı, altında dinlenmesi için Aleyhissalâtu
Vesselâm'a bıraktık. (Resûlullah kılıncını ağaca asıp istirahete çekilmişti ki,
O'nu gizlice takip eden) müşriklerden biri gelip (asılı olan kılıncı kapıp) kınından sıyırarak
(Resûlullah'a):
"Benden
korkmuyor musun?" dedi. Aleyhissalâtu Vesselâm:
"Hayır!"
deyince:
"Peki seni
benden kim kurtaracak?"dedi. Efendimiz:
"Allah!"
diye cevap verdi. (Duruma muttali olan) ashab adamı tehdid etti. (O da kılıncı
kınına koydu ve ağaca astı).
Sonra namaz
kılındı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir gruba iki rek'at kıldırdı.
Bunlar geri çekildiler. Sonra ikinci grup geldi, onlara da iki rek'at namaz
kıldırdı. Resûlullah'ın namazı dörde tamamlanmıştı, cemaatin namazı ise iki
rek'atti."[1070]
AÇIKLAMA:
1- Bu gazvenin yılı hakkında ihtilaf
edilmiştir. Hicretin dördüncü veya beşinci yılında cereyan etmiş olma ihtimali
var. Buhârî, Hayber'in fethinden sonra olduğu kanaatindedir. Beyhakî ise, iki
ayrı gazveye bu ismin verildiğine hükmetmiştir. İbnu'l-Esîr, el-Kâmil'de
dördüncü yıl hâdiseleri arasında zikreder. Hayber'den sonra olması halinde
yedinci yılda cereyan etmiş olması gerekir.
2- Zâtu'rrikâ' isminin nereden geldiği
hususu da münâkaşalıdır, ancak bu teferruâta girmeyeceğiz. Şu noktayı
belirtelim ki, bu gazvenin bazı kaynaklarda Gazvetu Muhârib diye geçen gazve
olduğunda megâzi sahiplerinin cumhuru ittifak eder.
3- Korku namazının ilk defa ne vakit
kılındığı ihtilaflı ise de çoğunluk bu gazvede kılındığını kabul eder.
4- Hadise farklı tariklerden rivâyet
edilmiştir. Bazılarında burada olmayan teferruât vardır. Sözgelimi:
1) Resûlullah'a kılıç çeken zat, Muhârib
kabilesinin reisidir, cesur bir kimsedir, adı Gavres İbnu Hars'dır.
2) Buhârî'nin bazı rivâyetlerinde hâdise bazı ziyadelerle anlatılır. Hz.
Câbir'in rivâyeti şöyle: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
beraberinde Necd tarafına gazaya gittim. Resûlullah bu gazadan dönünce ben de
beraber döndüm. Dönüşte büyük ağacı çok
olan bir vadi içinde kafileye öğle sıcağı vurdu. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bineğinden inerek istirahat verdi. Askerler de ağaçların altında
gölgelenmek üzere dağıldılar. Aleyhissalâtu Vesselâm da bir semüre (sakız)
ağacı altına indi ve kılıcını ağaca astı." Câbir anlatmaya devam eder.
"Biz biraz
uyumuştuk. Sonra bir de gördük ki, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bizleri
çağırıyor. Yanına gittik. Müşriklerden bir bedevî yanında oturuyordu. Bize
Resûlullah şunu anlattı:
"Şu bedevî
Arap ben uyurken gelip (gafletimden bil-istifade) kılıcımı alıp kınından
sıyırmış. Bu sırada ben uyandım. Kılıç kınından sıyrılmış, elinde idi. Bana:
"Şu anda
seni benden kim kurtarabilir?" dedi. Ben de:
"Allah
korur!" dedim. İşte bu hâdisenin kahramanı şu oturan bedevîdir."
3) Rivâyetler, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın bu bedevîyi cezalandırmayıp serbest bıraktığını, kabilesine dönen
Gavres'in müslüman olduğunu ve birçok kimsenin de müslüman olmasına vesîle
olduğunu belirtir.[1071]
ـ2956
ـ4ـ وعن أبى
عياش
الزُّرَقى رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]كُنَّا مَعَ
النّبىِّ #
بِعُسْفَانَ
وَعلى
المُشْرِكِينَ
خَالِدُ بْنُ
الْوَلِيدِ،
فَصَلَّيْنَا
الظُّهْرَ.
فقَالَ
المُشْرِكُونَ:
لَقَدْ أصَبْنَا
غَفْلَةً
لَوْ كُنّا
حَمَلْنَا
عَلَيْهِمْ
وَهُمْ في
الصََّةِ؟
فَنَزَلَتْ
آيَةُ
الْقَصْرِ
بَيْنَ
الظُّهْرِ
وَالْعَصْرِ.
فَلَمَّا حَضَرَتِ
الصََّةُ
قامَ #
مُسْتَقْبِلَ
الْقِبْلَةِ
وَالمُشْرِكُونَ
أمَامَهُ
فَصَفَّ
خَلْفَهُ
صَفٌّ،
وَصَفَّ
بَعْدَ
ذَلِكَ الصَّفِّ
صَفٌّ آخَرُ.
فَرَكَعَ
رَسُولُ اللّهِ
# وَرَكَعُوا
جَمِيعاً.
وَسَجَدَ
وَسَجَدَ
مَعَهُ الصَّفُّ
الَّذِى
يَلِيهِ
ثُمَّ قَامَ
اخَرُونَ
يَحْرُسُونَهُمْ
فَلَمَّا
صَلّى هؤَُءِ
السَّجْدَتَيْنِ
وَقاَمُوا
سَجَدَ اخَرُونَ
الّذِينَ
كَانُوا
خَلْفَهُمْ،
ثُمَّ
تَأخَّرَ
الصَّفُّ
الَّذِى
يَلِيهِ إلى مَقَامِ
اخَرِينَ،
وَتَقَدَّمَ
الصَّفُّ ا‘خِيرُ
إلى مَقامِ الصَّفِّ
ا‘وَّلِ ثُمَّ
رَكَعَ
رَسولُ اللّهِ
# وَرَكَعُوا
جَمِيعاً،
ثُمَّ سَجَدَ
وَسَجَدَ
مَعَهُ
الصَّفُّ
الّذِى
يَلِيهِ وَقَامَ
اخَرُونَ
يَحْرُسُونَهُمْ،
فَلَمَّا
جَلَسَ #
وَالصَّفُّ
الّذِى
يَلِيهِ
سجَدَ اخَرُونَ
ثُمَّ
جَلَسُوا
جَمِيعاً
فَسَلّمَ
بِهِمْ جَمِيعاً[.
أخرجه أبو
داود
والنسائى .
4. (2926)- Ebû Ayyâş ez-Zürakî (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Biz
Usfân'da Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile beraberdik. Müşriklerin
başında (henüz müslüman olmayan) Hâlid İbnu'l-Velîd vardı. Öğleyi kılmıştık.
Müşrikler (kendi kendilerine aralarında şöyle) konuştular: "İyi bir fırsat
elimize geçmişti, onlar namazda iken saldırsaydık ya!"
Bunun üzerine
hemen kasr (namazı kısaltma) ile ilgili âyet öğle ile ikindi arasında nâzil
oldu. İkindi vakti olunca, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kalkıp kıbleye
karşı durdu. Müşrikler de önlerindeydi. Arka tarafına da bir saf yaptı. Bu safın arkasına da bir saf koydu.
Resûlullah rükûya varınca hep birlikte rükû yaptılar. Resûlullah secde yaptı,
hemen arkasındaki safdakiler de secde yaptı. Diğerleri (rükûdan) doğrulup
onları korumak üzere kıyâmda kaldılar. Bunlar iki secdeyi tamamlayıp kalkınca
arkalarında bulunanlar secdeye gittiler. Sonra Resûlullah'ın arkasındaki
saftakiler diğerlerinin yerlerine gittiler, arkadaki saftakiler de öndekilerin
yerine ilerlediler. Sonra Resûlullah rükûya gitti, hepsi O'nunla birlikte rükû yaptı. Sonra Resûlullah
secde yaptı ve hemen arkasındaki safdakiler de secde yaptılar. Bu sırada
arkadakiler bunları korumak üzere kıyamda kaldılar.
Aleyhissalâtu Vesselâm
ve arkasındakiler oturunca, en arkadakiler secdeye gittiler. Sonra hep beraber
oturup hep beraber selam verdiler."[1072]
AÇIKLAMA:
1- Usfân Mekke'ye iki merhale uzaklıkta bir
yerin adıdır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) oraya hicretin altıncı yılının
başlarında gazâda bulunmuştur.
2- İndiği belirtilen kasr âyetinden maksad
havf namazıdır.
3- Burada salâtu'lhavf'ın tavsifinde dikkat
çeken husus şudur: Bu namaza bütün cemaat iki kısım halinde iştirak etmekte,
namazın rükünleri müştereken icrâ edilmekte, en sonda selam müştereken
verilmekte, sadece secde esnasında bir zümre secde ederken diğer zümre onları
kollamakta, düşmanı gözetlemektedir.
Bu tavsif,
umumî açıklama kısmında Hanefî mezhebinde esas alınan şekle uygun olarak
yapılan târife uymamaktadır. Sebebini Hattâbî'nin açıklamasından takip edelim:
"Korku
namazının çeşitleri var. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onu farklı
günlerde birbirine uymayan şartlarda kıldı. Bu farklı şartlar içinde kılınan
namaz esnasında hem "korunmayı" en iyi sağlayacak hem de normal
şartlarda kılınan "namazın âdâbı"na en ziyade muvafık düşecek tarz aranmıştır. Bu tarz, dış görünüşü
itibariyle farklı olsa da ma'nâ ve ruh
itibariyle kaynaşma arzeder. Kaydedilen bu çeşit, düşmanın kıble ile
müslüman askerlerin arasında yer alma
durumunda tercih edilen tarzdır. Eğer düşman kıblenin gerisinde ise o zaman
Resûlullah askerlere Zâtu'r-Rika'dâ kıldırdığı şekilde namaz
kıldırmıştır."[1073]
ـ2927
ـ5ـ وعن ابن
عمر رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]صَلّى
النّبىُّ #
صََةَ
الخَوْفِ
بِإحْدَى
الطّائفَتَيْنِ
رَكْعَةً
وَاحِدَةً وَالطّائِفَةُ
ا‘خْرَى
مُواجِهَةُ
الْعَدُوّ،
ثُمَّ
انْصَرَفُوا
وقَامُوا في
مَقَامِ أصْحَابِهِمْ
مُقْبِلِينَ
عَلى
الْعَدُوِّ،
وَجَاءَ
أُولئِكَ
فَصَلّى
بِهِمْ رَكْعَةً،
ثُمَّ قَضَى
هؤَُءِ
رَكْعَةً
وَهؤَُءِ
رَكْعَةً[.
أخرجه الستة .
5. (2927)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) korku namazını iki gruptan birine tek rek'at olarak
kıldırırken, diğer grup düşmâna
karşı durmuştur. Kılanlar kalkıp, düşmâna dönük vaziyette, (bekleyen) arkadaşlarının
yerine geçtiler, onlar da gelip (Resûlullah'ın arkasına geçtiler), O da bunlara
bir rek'at namaz kıldırdı, sonra da bu iki gruptan her biri birer rek'at namazlarını kazâ
ettiler."[1074]
ـ2928
ـ6ـ وعن أبى
هريرة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]نَزَلَ رسُولُ
اللّهِ #
بَيْنَ
ضَجْنَانَ
وَعُسْفَانَ
مُحَاصِرَ
المُشْرِكِينَ.
فقَالَ
المُشْرِكُونَ:
إنَّ
لِهؤَُءِ
صََةً هِىَ
أحَبُّ إلَيْهِمْ
مِنْ
أبْنَائِهِمْ
وَأبْكَارِهِمْ
وَهِىَ
الْعَصْرُ
فَأجْمِعُوا
أمْرَكُمْ
فَمِيلُوا
عَلَيْهِمْ
مَيْلَةً
وَاحِدَةً،
وَإنَّ جِبْرِيلَ
عَلَيْهِ
السََّمُ
أتَى
النّبىَّ # فَأَمََرَهُ
أنْ يَقْسِمَ
أصْحَابَهُ
نِصْفَيْنِ
فَيُصَلِّى
بِطَائِفَةٍ
مِنْهُمْ وَتَقُومُ
طَائِفَةٌ
أُخْرَى
وَرَاءَهُمْ،
وَلْيَأخُذُوا
حِذْرَهُمْ
وَاسْلِحَتَهُمْ
فَيُصَلِّى
بِهِمْ
رَكْعَةً.
ثُمَّ يَتَأخَّرُ
هؤَُءِ وَيَتَقَدَّمُ
أُولِئكَ
فَيُصَلِّى
بِهِمْ رَكْعَةً
فَتَكُونُ
لَهُمْ مَعَ
النَّبىِّ # رَكْعَةٌ
رَكْعَةٌ
وَلِلنَّبِىِّ
# رَكْعَتَانِ[.
أخرجه أصحاب
السنن واللفظ
لغير الترمذي
.
6. (2928)- Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) Dacnân ile Usfân arasında, müşriklerle sarılmış bir
yere indi. Müşrikler (aralarında):
"Bu
müslümanların bir namazları var (topluca kılarlar), bu onlara evlatlarından
da, bâkirelerinden de kıymetlidir, işte
bu, ikindi namazlarıdır. Hazırlığınızı yapın, üzerlerine toptan bir kerede
çullanın!" dediler. Cebrâil (aleyhisselam), Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a gelerek ashabını iki kısma
ayırmasını, onlardan bir grupla namaz kılarken diğer grubun geri tarafta
ayakta beklemesini, tedbirli olmalarını ve silahlarını beraberlerine
almalarını, birinci gruba bir rek'at kıldırmasını, bu kısmın birinci rekatten sonra geri çekilmesini,
arkadaki grubun öne ilerlemesini, bu yeni gruba da bir rek'at kıldırmasını,
böylece her bir grubun Resûlullah'la birlikte birer rek'atlerinin olmasını,
Resûlullah'ın da böylece iki rek'at kılmış olmasını emretti."[1075]
ـ2929
ـ7ـ وعن
عبداللّه بن
أُنَيْسَ
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُ قال:
]بَعَثنِى
رَسولُ
اللّهِ # نَحْوَ
خَالِدِ بْنِ
سُفْيَانَ
الهُذَلِىِّ
أنْ
أقْتُلَهُ،
وَكانَ
نَحْوَ
عُرَنَةَ
وَعَرفَاتٍ.
فقَالَ:
اذْهَبْ
فَاقْتُلْهُ.
فَرَأيْتُهُ
وَحَضَرَتْ
صََةُ
الْعَصْرِ.
فَقُلْتُ:
إنِّى ‘خَافُ
أنْ يَكُونَ
بَيْنِى
وَبَيْنَهُ
مَا إنْ أُؤَخِّرُ
الصََّةَ.
فَانْطَلَقْتُ
أمْشِى وَأنَا
أُصَلِّى
أُومئُ
إيماءً.
فَلَمَّا دَنَوْتُ
مِنْهُ قالَ:
مَنْ أنْتَ؟
قُلْتُ:
رَجُلٌ مِنَ
الْعَرَبِ
بَلَغَنِى
أنَّكَ
تَجْمَعُ
لهذَا
الرَّجُلِ
فَجِئْتُكَ
في ذَلِكَ.
فقَالَ: إنِّى
لَفِى ذلِكَ. فَمَشَيْتُ
مَعَهُ
سَاعَةً
حَتَّى إذَا
أمْكَنَنِى
عَلَوْتُهُ
بِالسَّيْفِ
حَتَّى بَرَدَ[.
أخرجه أبو
داود .
7. (2929)- Abdullah İbnu Üneys (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), beni, Hâlid İbnu Süfyân el-Hüzelî'yi
öldürmem için bulunduğu yere gönderdi. O, Urane[1076]
ve Arafat taraflarında idi.
"Git onu
öldür!" dedi. Ben onu gördüğümde ikindi namazının vakti girmişti. Kendi
kendime: "(Bu herifi öldürme işi) onunla benim arama girip namazımı
geciktirmesinden korkarım" dedim. (Ara vermeden) ilerledim. Hem yürüyor
hem de ima ile namazımı kılıyordum. Herife tam yaklaşmıştım ki:
"Sen
kimsin?" dedi.
"Araplardan
biriyim. Duydum ki, şu adam için asker topluyormuşsun, onun için sana katılmaya
geldim!" dedim.
"Evet ben
bu işin içindeyim" dedi. Onunla bir
müddet yürüdüm, öldürmeme imkân sağlayacak bir fırsat doğunca kılıçla tepesine
bindim ve geberttim."[1077]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, çok
tehlikeli hallerde, îma ile namazın kılınacağına delildir. Bu istidlâlin
sıhhatinde âlimler herhangi bir şüpheye düşmezler. Çünkü Abdullah İbnu Üneys,
bu işi Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)' ın sağlığında yapmıştır. Yani
vahyin inmekte olduğu bir devrede... Resûlullah'ın buna muttali olmamış
bulunması muhaldir. Öyle ise dinin ruhuna uymasaydı müdahale eder, tashih
ederdi. Bunu reddeden bir hadis mevcut değildir. Sahâbenin fiili de dinde bir
hüccettir, yeter ki merfû bir hadis ona muhalefet etmesin.
İbnu'l-Münzîr
der ki: "Abdullah İbnu Üneys'ten hadis alan her râvi: "Düşman önünden
kaçan herkes bineğinin üzerinde îma ile namaz kılar." demiştir.
Şâfiî
hazretleri: "Ancak, arkadaşlarından kopacaksa ve kovaladığı kimsenin
üzerine geri geleceğinden korkarsa o da
îma ile kılar"demiştir. Böylece o da, kovalayanla kovalanan arasında fark
olduğuna dikkat çekmiş olmaktadır. İkisi arasındaki fark açıktır: Kaçan daha
şiddetli bir korku içindedir. Kovalayan ise, düşmanın yakalaması korkusunu
yaşamaz, düşmanı kaçırma endişesi yaşar.
İbnu Hacer der ki: İbnu'l-Münzîr'in naklettiği husus,
Evzâî'nin sözüyle tenkid edilir. Zîra
Evzâî îma ile namazın cevazını sadece "şiddetli korku"
şartıyla kayıdlamıştır, kovalayanla kovalanan arasında tefrîk yapmamıştır. Mâlikîlerden İbnu Habîb
de bu görüştedir. Ebû İshak el-Fezârî, Kitabu's-Sünen'inde Evzâî'nin şu sözünü
nakleder: "Kovalayanlar, yere indikleri takdirde, düşmanı kaçıracağından
korkarsa, her ne hal üzere olursa olsun, o halde namazını kılar."
Görünen o ki, bu ihtilafın kaynağı âyet-i kerîmede
zikri geçen "korku"dur. Bu korkuyu "düşmandan cana ve mala
gelecek zarar korkusu" diye kayıtlayanlar için kovalayanla kovalanan
arasında fark vardır. Böyle bir kayda yer vermeyip daha umumî anlayan için ikisi
arasında fark yoktur.
Ayrıca, bu cevaz yaya için de, atlı için de
mevzubahistir, yeter ki korku hali hakim olsun.
Aynî şu özetlemeyi yapar: "Bu meselede fakihlerin
görüşleri şöyledir:
* Ebû Hanîfe'ye göre kişi kovalanıyor ise yürürken namazını kılmasında bir beis
yoktur, kovalıyor ise, yürürken namaz kılamaz.
* İmam Mâlik ve ashâbından bir gruba göre, kovalayan da kovalananda eşittir,
bineğinin üzerinde namaz kılabilirler.
* Evzâî ve Şâfiî, sonuncular hakkında Ebû
Hanîfe gibi hükmederler. Bu aynı zamanda Atâ, Hasan, Sevrî, Ahmed ve Ebû
Sevr'in kavilleridir.
Şâfiî'den şu
söz de rivâyet edilmiştir: "Kovalayan, düşmanı kaçıracağından korkarsa îma
ile kılar, korkmazsa îma caiz değildir."[1078]
(Bu kısım
iki bâbtır)
*
(Altı
Fasıldır)
*
BİRİNCİ
FASIL
BEŞ VAKİT
NAMAZA BAGLI (REVÂTİB) NAFİLELER
ÖGLE
NAMAZININ NAFİLESİ
İKİNDİ
NAMAZININ NAFİLESİ
AKŞAM
NAMAZININ NAFİLESİ
YATSI
NAMAZININ NAFİLESİ
CUMA
NAMAZININ NAFİLESİ
*
İKİNCİ FASIL
VİTİR NAMAZI
*
ÜÇÜNCÜ FASIL
GECE NAMAZI
*
DÖRDÜNCÜ
FASIL
KUŞLUK
NAMAZI
BEŞİNCİ
FASIL
RAMAZAN
KIYÂMI VE TERÂVÎH
*
ALTINCI
FASIL
BAYRAM
NAMAZLARI
BAYRAM VE
CUMANIN BİR GÜNDE BİRLEŞMESİ
*
İ
KİNCİ BÂB
SEBEPLERE
MAKRÛN OLAN NAFİLELER
(Dört
fasıldır)
*
BİRİNCİ FASIL
KÜSÛF NAMAZI
*
İKİNCİ FASIL
İSTİSKA
(YAGMUR İSTEME) NAMAZI
*
ÜÇÜNCÜ FASIL
CENAZE
NAMAZI
*
DÖRDÜNCÜ
FASIL
MÜTEFERRİK
NAMAZLAR
TAHİYYETÜ'L-MESCİD
İSTİHÂRE
NAMAZI
HÂCET NAMAZI
TESBİH
NAMAZI
NAMAZA
MÜTEALLİK MA'NÂ TAŞIYAN HADİSLER
Farzın dışında
kılınan namazlara toptan nafile denir. Bunların çeşitleri var. Bir kısmı beş
vakit namaza bağlı olarak kılınır. Onlardan önce veya sonradır veya öğle ve
yatsıda olduğu gibi hem önce hem de sonradır. İşte bu çeşit namaza râtib
(râtibe) cemi olarak revâtıb denir. Şu halde bu fasılda râtibe olanlar
görülecektir.[1079]
ـ2930
ـ1ـ عن ابن عمر
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]صَلّيْتُ
مَعَ رَسولِ
اللّهِ #
رَكْعَتَيْنِ
قَبْلَ
الظُّهْرِ
وَرَكْعَتَيْنِ
بَعْدَهَا،
وَرَكْعَتَيْنِ
بَعْدَ الجُمُعَةِ،
وَرَكْعَتَيْنِ
بَعْدَ المَغْرِبِ،
وَرَكْعَتَيْنِ
بَعْدَ
الْعِشَاءِ،
فَأمَّا
المَغْرِبُ
وَالْعِشَاءُ
فَفِى
بَيْتِهِ[.
أخرجه الستة .
1. (2930)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte iki rek'at öğleden evvel, iki rek'at
sonra, keza iki rek'at cum'adan sonra, iki rek'at akşamdan sonra, iki rek'at
yatsıdan sonra namaz kıldım. Akşam ve yatsı(dan sonrakiler) evinde idi."[1080]
AÇIKLAMA:
Bu rivâyetle,
müteakiben Hz. Âişe'den kaydedeceğimiz 2931 numaralı hadis arasında bir
meselede farklılık mevcuttur. Burada öğleden evvel iki rek'atten bahsedilirken
orada dört rek'atten bahsedilmektedir. Bu farklılık üzerine farklı yorumlar
yapılmıştır. İbnu Hacer: "Daha doğru olanı, bunu iki ayrı duruma
hamletmektir. Yani Efendimizin bazan iki, bazan da dört rek'at kılmış olabileceğini
söylemektir" der. Bazıları: "Mescidde iki, evde dört kılmış da
olabilir" derken, bazıları da: "Evde olduğu zaman iki kılıp mescide
çıkınca iki daha kılması da mümkün. İbnu Ömer sadece mescidde kıldığını görmüş,
Hz. Âişe ise her ikisine de muttali olmuştur" demiştir. Evde dört
kıldığını te'yid eden başka rivâyetler de gelmiştir. Ebû Cafer, Taberî
çoğu durumda dört, nadiren de olsa iki
kılmıştır, der.[1081]
ـ2931
ـ2ـ وعن عائشة
رَضِىَ
اللّهُ عَنها
قالت: ]قال
النّبىُّ #:
مَنْ ثَابَرَ
عَلى ثِنْتَى
عَشَرَةَ
رَكْعَةً
مِنَ
السُّنَّةِ
بَنَى اللّهُ
لَهُ بَيْتاً
في الجَنَّةِ:
أرْبَعِ رَكَعَاتٍ
قَبْلَ
الظُّهْرِ
وَرَكْعَتَيْنِ
بَعْدَهَا،
وَرَكْعَتَيْنِ
بَعْدَ المَغْرِبِ،
وَرَكْعَتَيْنِ
بَعْدَ
الْعِشَاءِ،
وَرَكْعَتَيْنِ
قَبْلَ
الْفَجْرِ[.
أخرجه
الترمذي
والنسائى.»المُثَابرةُ«
المواظبة .
2. (2931)- Hz. Âişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Sünnette gelen
oniki rek'ate kim devam ederse Allah ona cennette bir ev bina eder. Bu oniki
rek'atin:
* Dördü öğleden önce,
* İkisi öğleden sonra,
*İkisi akşamdan sonra,
* İkisi yatsıdan sonra,
*İkisi de sabahtan önce."[1082]
ـ2932
ـ3ـ وعنها
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهَا قالت:
]صََتَانِ
لَمْ يَتْرُكْهُمَا
رسولُ اللّهِ
# سِرّاً وََ
عََنِيَةً في
سَفَرٍ وََ
حَضَرٍ.
رَكْعَتَانِ
قَبْلَ
الصُّبْحِ،
وَرَكْعَتَانِ
بَعْدَ الْعَصْرِ[.
أخرجه الخمسة
إ الترمذي .
3. (2932)- Yine Hz. Âişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "İki namaz
var ki, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunları ne gizli ne de alenî olarak
seferde ve hazerde hiç terketmedi: Sabahtan önce iki rek'at, ikindiden sonra
iki rek'at."[1083]
AÇIKLAMA:
Bu rivâyette,
hal-i hazır tatbikatımıza da uymayan bir
hususa temas edilmektedir: "İkindiden sonra kılınan iki rek'at..."
Müteakiben kaydedilen Hz. Ali rivâyeti de buna ters düşmektedir. Zîra orada Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in ikindi ve sabahtan sonra namaz
kılmadığına dikkat çekmektedir.
Hemen şunu
belirtelim ki bu husus bidâyetten beri Selef arasında ihtilaflı bir mevzu
olmuştur. Ebû Dâvud'un bir rivâyeti de bu hususu açık bir şekilde aksettirir:
İbnu Abbas'ın
âzadlısı Kureyb anlatıyor: "İbnu Abbâs, Abdurrahman İbnu Ezher ve Misver
İbnu Mahreme (radıyallahu anhüm) Kureyb'i Hz. Âişe'ye göndererek: "Bizden
ona selam söyle ve ikindiden sonraki iki rek'at hakkında sor ve de ki:
"Bize
gelen habere göre sen bu iki rek'ati kılıyormuşsun. Halbuki bize ulaştığına
göre Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunun kılınmasını yasaklamıştır!"
Bunun üzerine
ben de gittim, benimle gönderdikleri mesajı tebliğ ettim. Hz. Âişe:
"Ümmü
Seleme'ye git, ondan sor!" dedi. Ben geri döndüm ve Hz. Âişe'nin
söylediklerini kendilerine ulaştırdım. Onlar beni bu sefer Ümmü Seleme'ye
gönderdiler. Hz. Âişe'ye sorduklarını aynıyla ondan soruyorlardı. Ümmü Seleme:
"Ben
Resûlullah'ın o iki rek'ati yasakladığını işittim. Sonra kendisini, onları
kılarken gördüm. İkindiyi kıldıktan sonra kıldığı iki rek'atin hikayesi şudur:
(Bir keresinde)yanımda Ensâr'a mensup Beni Haram'dan bazı kadınlar olduğu halde
içeri girdi, mezkur iki rek'ati kılmaya başladı. Ben kendisine hemen câriyemi
gönderip dedim ki:
"Kızım
kalk, yanında dur ve de ki: "Ümmü Seleme
diyor ki: "Ey Allah'ın Resulü! şu iki rek'ati yasakladığını bizzat
senden işittim, şimdi ise kıldığını görüyorum. (Dikkat et), eğer eliyle
"çekil!" işaretini yaparsa
hemen dön!"
Ümmü Seleme der
ki: "Cariye söylediğimi aynen yaptı. O (aleyhissalâtu vesselâm) eliyle
işaret buyurdu, câriye de geri döndü. Resûlullah namazdan çıkınca:
"Ey Ebû
Ümeyye'nin kızı, ikindiden sonraki iki rek'atten sordun. Bana Abdulkays
kabilesinden müslüman olmak üzere bir heyet geldi. Öğleden sonra kılmakta
olduğum iki rek'ati onlarla meşguliyetim sebebiyle kılamadım. Bu iki rek'at o iki rek'attir" buyurdu.
Bu rivayet, Resûlullah'ın
ikindiden sonra kıldığı iki rek'atin ne olduğunu açıkladığı gibi, vaktinde
kılınamayan râtib namazlarının bilahare
kaza edilmelerinin müstehab olduğunu,
namaz esnasında elle yapılan hafif bir işaretin namazı bozmadığını da gösterir.
Âlimler, bu rivâyetten, sünnete dayanan bir sebebi bulunan nafilenin yasak
vakitte kılınmasında kerahet olmadığı, sebepsiz kılınan namazın mekruh olduğu
hükmünü çıkarmışlardır.
Bu halin
Resûlullah'a has olduğunu söyleyen olmuşsa da: "Dinde asıl Resûlullah'a
ittibâdır, açık bir delil olmadıkça da fiil-i Nebî'nin hususîliği iddia
edilemez" diye cevaplandırılmıştır. Ayrıca bu hadiste Resûlullah'ın
"Bu bana ait bir ruhsattır" şeklinde tavzihte bulunmadığına dikkat
çekilmiştir (Nevevî).
İbnu
Abdi'l-Berr, "Sabah ve ikindiden sonraki yasak, nafile ve tetavvu olarak
kılınacaklarla ilgilidir. Farz namazlar, sünnet namazlar veya Resûlullah'ın
devam ettiği nafileler bu yasağa girmez" der.[1084]
ـ2933
ـ4ـ وعن على
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]كَانَ
رَسُولُ
اللّهِ #
يُصَلِّى في
إثْرِ كُلِّ
صََةٍ
مَكْتُوبَةٍ
رَكْعَتَيْنِ
إَّ
الْفَجْرَ
وَالْعَصْرَ[.
أخرجه أبو
داود .
4. (2933)- Hz. Ali (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) sabah ve ikindi hariç her namazın arkasında iki rek'at
(nafile) namaz kılardı."[1085]
AÇIKLAMA:
Bu hadis,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ikindi ve sabah namazlarından sonra
nafile namaz kılmadığını ifade eder. Bu ma'nâyı te'yîd eden başka rivâyetler de
mevcuttur. Ancak güneş henüz yüksek ve parlakken kılınabileceğine dair ruhsat
da gelmiştir.
İbnu
Abdi'l-Berr der ki: "Âlimlerden bir grup, sabah ve ikindi namazlarından
sonra nafile namazı kılmada bir beis olmadığını söylemiştir. Zîra, bu husustaki
nehiy, güneşin tam doğma ve batma anlarında namazın terkedilmesini kasteder. Bu
meselede, mezkûr vakitlerde namazı nehyeden hadisleri rivâyet eden ashabtan bir
cemaatin hadisleriyle ihticac ederler." Keza Resûlullah'ın şu sözü de bu
istidlâlde hüccet kılınmıştır: "İkindi namazından sonra, güneş yüksekte
değilse nafile kılmayın." Keza şu hadis de hüccet kılınmıştır: "Namazınızı güneşin doğuş ve batışında
kılmayın." Keza müslümanlar, güneşin tam doğma ve batma anları dışında
sabah ve ikindi namazlarından sonra cenaze namazı kılınacağı hususunda icma
ederler. Derler ki: "Sabah ve ikindi namazlarından sonra namazın
yasaklanmasının ma'nâsı ve hakikati işte budur."
Âlimler bu
hususta şunu da söylerler: "Bu meselede gelen yasağın gayesi kat-ı
zerî'a'dır. Yani zarara götüren sebebi de ortadan kaldırmak... Zîra, sabah ve
ikindi namazlarından sonra namaz, mubah kılınsaydı, asıl yasaklanmış olan
güneşin doğma ve batma anlarına kadar namaz kılmaya devam edileceğinden
korkulurdu."
Bu söylediğimiz
görüş, İbnu Ömer'e aittir. Ancak bir grup ulemâ bunu benimsemiştir.
Abdurrezzâk'ın bir rivâyetine göre İbnu Ömer demiştir ki: "Ben güneşin
doğma ve batma anlarını araması dışında kimseyi gece ve gündüzün her vaktinde
namaz kılmaktan men etmem. O iki vakitten men ederim, çünkü onlardan Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) da men etti.
"Şunu da
belirtelim ki, bu hususta İbnu Ömer'in görüşü babası Hz. Ömer'in görüşüne
zıddır. Hz. Âişe de İbnu Ömer gibi düşünmektedir. Zîra der ki: "Ömer bu meselede yanılmıştır, çünkü
Resûlullah'ın namaz yasağı güneşin doğma
ve batma anlarında kılınanlarla ilgilidir."
İbnu Hacer der
ki: "Ebû'l-Feth el-Ya'merî bir grup
Selefin şöyle söylediğini nakleder: İkindi ve sabah namazlarından sonra namaz
kılma yasağı şu hususu duyurmak içindir: "Bu iki namazdan sonra nafile
kılınmaz. Bu nehiyle (ikindi ve sabah namazlarının kılındığından itibaren geçen
bütün) vakit kastedilmemiş, güneşin doğuş ve batış ânları kastedilmiştir. Bu
hususu Ebû Dâvud'un Hz. Ali'den hasen senetle rivâyet ettiği şu hadis te'yîd
eder: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), ikindiden "sonra"
güneş yüksekte değilse namaz kılmayı yasakladı." Öyle ise hadiste geçen
"sonra"lıkla kastedilen müddet umum vakte şâmil olmayıp, sadece doğuş
ve batış anlarıyla, bu ânlara yakın olan vakitlere şâmildir."[1086]
ـ2934
ـ5ـ وعن عائشة
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]لَمْ يَكُنْ
رسُولُ
اللّهِ # عَلى
شَىْءٍ مِنَ
النَّوَافِلِ
أشَدُّ
تَعَاهُداً
مِنْهُ عَلى
رَكْعَتِى
الْفَجْرِ[.
أخرجه الخمسة
.
5. (2934)- Hz. Âişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) nafilelerden hiçbirine, sabah
namazının iki rek'atlik nafilesi kadar aşırı ilgi göstermemiştir."[1087]
ـ2935
ـ6ـ وفي رواية
‘بى داود عن
أبى هريرة
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُ قال: ]َ
تََدَعُوهُمَا
وَلَوْ طَرَدَتْكُمُ
الخَيْلُ[ .
6. (2935)- Ebû Dâvud'un, Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh)'den kaydettiği
bir rivâyette şöyle gelmiştir: "Sizi, atlılar tardedecek (kovalayacak)
bile olsa o iki rek'ati terketmeyin."[1088]
ـ2936
ـ7ـ وفي أخرى
للنسائى:
]رَكْعَتَانِ
قَبْلَ الْفَجْرِ
خَيْرٌ مِنَ
الدُّنْيَا
جَمِيعاً[ .
7. (2936)- Nesâî'nin bir rivâyetinde: "Sabah namazından önce kılınacak iki rek'at nafile namaz dünyanın tamamından daha hayırlıdır." denmiştir.[1089]
AÇIKLAMA:
Sabah namazının
sünnetine teşvik sadedinde beyan buyrulan hadis çoktur, 2935 numarada geçen Ebû
Dâvud hadisi iki sûrette te'vil
edilmiştir:
1- Atlılar ve binekliler harekete geçerek
sizi bırakacak da olsalar, ordudan geri kalma tehlikesine rağmen bu iki rek'ati
terketmeyin.
2- Düşman atları sizi saf dışı edecekse, yani
siz düşman atlarının tâkibinde iken, onlar sizi öldürmek için üzerinize
gelirken de o iki rek'ati bırakmayın, yani yönünüz, istikametiniz ne olursa olsun, at üzerinde kaçarken dahi
îmâ ile namazı kılın, sakın terketmeyin.
Dediğimiz gibi
bu ifade namaza teşvikte mübâlağalı bir üslubtür.[1090]
ـ2937
ـ8ـ وعنها
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]كَانَ رسُولُ
اللّهِ #
يُصَلِّى
رَكْعَتَيْنِ
خَفِيفَتَيْنِ
بَيْنَ
النِّدَاءِ
وَا“قَامَةِ
مِنْ صََةِ
الصُّبْحِ[.
أخرجه الستة إ
الترمذي .
8. (2937)- Yine Hz. Âişe(radıyallahu anhâ anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) sabah namazında ezanla ikâmet arasında hafif iki
rek'at namaz kılardı."[1091]
ـ2938
ـ9ـ وفي أخرى:
]كَانَ
يُخَفِّفُهُمَا
حَتَّى أقُولَ:
هَلْ قرَأَ
فِيهِمَا
بأُمِّ
الْقُرآنِ[ .
9. (2938)- Diğer bir rivâyette şu ibare var: "O iki rek'atı öyle
hafif tutardı ki, ben "bunlarda Fatiha'yı okudu mu?" derdim."[1092]
ـ2939
ـ10ـ وفي أخرى
للنسائى:
]كَانَ إذَا
سَكَتَ
المُؤَذِّنُ
بِا‘ذَانِ
ا‘وَّلِ مِنْ
صََةِ
الْفَجْرِ
قَامَ
فَرَكَعَ
رَكْعَتَيْنِ
خَفِيفَتَيْنِ
قَبْلَ صََةِ
الْفَجْرِ
بَعْدَ أنْ
يَسْتَبِينَ
الْفَجْرُ.
ثُمَّ
يَضْطَجِعُ
عَلى شِقِّهِ
ا‘يْمَنِ[ .
10. (2939)- Nesâî'nin bir başka rivâyetinde şöyle gelmiştir:
"Müezzin sabah ezanının birincisini bitirip sükût ettimi kalkar, sabah
namazından önce ve ufukta fecrin açılmasından sonra iki rek'at hafif namaz
kılar, sonra da sağ yanının üzerine uyurdu."[1093]
ـ2940
ـ11ـ وعن ابن
عباس رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]كَانَ رسُولُ
اللّهِ #
كَثِيراً مَا
يَقْرأُ في رَكْعَتَى
الْفَجْرِ،
في ا‘ولى
مِنْهُمَا: قُولُوا
آمَنَّا
بِاللّهِ
وَمَا
أُنْزِلَ إلَيْنَا
اŒيةَ. وفي
الثَّانِيَةِ
بِالَّتِى في
آلِ
عِمْرَانَ:
قُلْ يَا
أهْلَ
الْكِتَابِ
تَعَالُوا
إلى كَلِمَةٍ
سَوَاءٍ
بَيْنَنَا
وَبَيْنَكُمْ
اŒية[. أخرجه
مسلم وأبو
داود والنسائى
.
11. (2940)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sabahın iki rek'atında çoğunlukla
şunları okurdu: Birinci rek'atte (meâlen): "(Ey müminler) deyin ki:
"Biz Allah'a, bize indirilene (Kur'ân'a, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a,
Yakûb'a ve torunlarına (esbâta) indirilenlere,
Musa'ya, İsâ'ya verilenlere ve bütün peygamberlere Rabbleri katından verilen
(Kitap ve âyetlere) iman ettik. Onlardan hiç birini (kimine inanmak, kimini
inkâr etmek sûretiyle) diğerinden ayırd etmeyiz. Biz, (Allah'a) teslim olmuş
(müslümanlar)ız" (Bakara 136). İkinci rek'atte de, Âl-i İmrân sûresindeki
şu âyet (meâlen): "De ki: "Ey Ehl-i kitap (Yahudiler, Hıristiyanlar)
hepiniz bizimle sizin aranızda müsavi
(ve âdil) bir kelimeye gelin. (Şöyle) diyerek: "Allah'tan başkasına
tapmayalım, Ona hiçbir şeyi eş tutmayalım. Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi
Rabler (diye) tanımayalım. (Buna rağmen) eğer yine yüz çevirirlerse (o halde)
deyin ki: "Şâhid olun, biz muhakkak müslümanlarız" (64. âyet).[1094]
ـ2941
ـ12ـ وعن أبى
هريرة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]كَانَ
رَسُولُ
اللّهِ #
كَثِيراً مَا
يَقْرَأُ في
رَكْعَتَى
الْفَجْرِ في
ا‘ولى مِنْهُمَا:
قُولُوا
آمَنَّا
بِاللّهِ
وَمَا أنْزِلَ
إلَيْنَا
اŒية.
وَبِهذِهِ
اŒية: رَبَّنَا
آمَنَّا
بِمَا
أنْزَلْتَ
وَاتَّبَعْنَا
الرَّسُولَ
فَاكْتُبْنَا
مَعَ الشَّاهِدِينَ[.
أخرجه أبو
داود .
12. (2941)- Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) sabahın iki rek'atında çoğunlukla şunları okurdu:
"(Ey mü'minler) deyin ki: "Biz Allah'a, bize indirilene (Kur' an'a),
İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Ya'kûb'a ve torunlarına (esbât) indirilenlere,
Mûsa'ya, İsâ'ya verilenlere ve bütün peygamberlere Rabbleri katından verilen
(Kitap ve âyetlere) iman ettik. Onlardan hiç birini (kimine imanmak, kimini inkâr etmek suretiyle) diğerinden ayıd
etmeyiz. Biz, (Allah'a) teslim olmuş (müslümanlar)ız." (Bakara 136).
İkinci rek'atte de: "Ey Rabbimiz, senin indirdiğin (o Kitab'a) inandık,o
peygambere de tâbi olduk. Artık bizi (birliğini ve peygamberlerini tanıyan)
şâhidlerle beraber yaz"(Âl-i İmrân 53)[1095]
âyetini okurdu."[1096]
ـ2942
ـ13ـ وعنه
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ: ]أنَّ
رسُولَ
اللّهِ #:
قَرَأ في
رَكْعَتَىِ
الْفَجْرِ: قُلْ
يَا أيُّهَا
الْكَافِرُونَ،
وَقُلْ هُوَ
اللّهُ
أحَدٌ[. أخرجه
مسلم وأبو
داود
والنسائى .
13. (2942)- Yine Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sabahın iki rek'atinde şunları okudu:
"Kul yâ eyyuhe'l-Kâfirûn" ve "Kul hüvallâhu ahad."[1097]
ـ2943
ـ14ـ وللترمذى
عن ابن مسعود
قال:
]رَمَقْتُ رسُولَ
اللّهِ #
شَهْراً
وَكَانَ
يَقْرَأ في الرَّكْعَتَيْنِ
قَبْلَ
الْفَجْرِ:
قُلْ يَا
أيُّهَا
الْكَافِرُونَ،
وَقُلْ هُوَ
اللّهُ أحَدٌ[
.
14. (2943)- Tirmizî'nin İbnu Mes'ud'dan kaydettiği bir rivâyette şöyle
gelmiştir: "Ben bir ay kadar Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı göz
ucuyla tâkib ettim, sabahın farzdan önce kılınan iki rek'atinde şu sureleri
okuyordu:"Kul yâ eyyühe'l-Kâfirûn" ve "Kulhüvallâhu ahad."[1098]
ـ2944
ـ15ـ وللنسائى:
]رَمَقْتُ
رسولَ اللّهِ
# عِشْرِينَ
مَرَّةً
يَقْرَأُ في
الرَّكْعَتَيْنِ
بَعْدَ
المَغْرِبِ وفي
الرَّكْعَتَيْنِ
قَبْلَ
الْفَجْرِ:
قُلْ يَا
أيُّهَا الْكَافِرُونَ،
وَقُلْ هُوَ
اللّهُ أحَدٌ[
.
15. (2944)- Bu rivâyet Nesâî'de biraz farkla şöyle gelmiştir:
"Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı yirmi kere göz ucuyla tâkib
ettim, akşamın farzından sonra kılınan iki rek'atle sabahın farzından önce
kılınan iki rek'atte Kâfirûn ve İhlâs sûrelerini okuyordu."[1099]
ـ2945
ـ16ـ وعن عائشة
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالَتْ
: ]كَانَ رسولُ
اللّهِ # إذَا
صَلَّى
رَكْعَتَى
الْفَجْرِ،
فَإنْ كُنْتُ
مُسْتَيقِظَةً
حَدَّثَنِى
وَإَّ
اضْطَجَعَ
حَتَّى
يُؤَذَّنَ
بالصََّةِ[.
أخرجه الخمسة
إ النسائى .
16. (2945)- Hz. Âişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sabahın iki rek'at nafilesini kıldı mı, uyanıksam benimle konuşurdu, değilsem, müezzin namaz için (ikâmet okuyuncaya kadar yatardı)."[1100]
AÇIKLAMA:
Cumhûr bu
hadisten, sabah namazının sünnetini kıldıktan sonra konuşmanın caiz olduğu
hükmünü çıkarmıştır. Şâfiî ve Mâlik bu görüştedir. Ancak İbnu Mes'ud, Said İbnu
Cübeyr, Atâ İbnu Ebî Rebâh, Saîd İbnu'l-Müseyyeb bu esnada konuşmayı mekruh
addetmişlerdir. Kûfîlerin de benimsediği bu görüş mensupları mezkur vakti tevbe
ve istiğfar vakti kabul edip konuşmayı
mekruh addederler.
Kastalânî,
İrşâdu's-Sârî'de: "Hadise göre, sabahın iki rekatli sünnetinden sonra
mübah söz etmekte bir beis yoktur" der. İbnu'l-Arâbî de şu açıklamayı
yapmıştır: Bu vakitte sükut etmekte me'sûr (Resûlullah'tan mervî) bir fazilet
yoktur. Me'sûr fazilet, sabahın farzından sonra güneş doğuncaya kadarki zaman
için mevcuttur.
Kerahetle
ilgili rivâyet İbnu Mes'ud (radıyallâhu anh)'dan Taberânî'de yapılmıştır. Atâ
der ki: "İbnu Mes'ud, sabahtan sonra konuşan bir cemaate rastlamıştı,
onları konuşmaktan nehyetti ve onlara, "Siz namaza icâbet ettiniz ister
kılın ister sükût edin" dedi. Ulemâ bu rivâyetin zayıflığına dikkat çeker, "sahih olduğu
takdirde mezkûr konuşmanın mâlâyânî olduğuna hamledilir" der. Bizzat
Şâriden mübah kelamla konuşma sâbittir. Sahâbenin sözü Resûlullah'ın sözü ile
muvazeneye gelmez.[1101]
ـ2946
ـ17ـ وعن أبى
هريرة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قال رسولُ
اللّهِ #: إذَا
صَلَّى
أحَدُكُمْ
الرَّكْعَتَيْنِ
قَبْلَ
الصُّبْحِ
فَلْيَضْطَجِعْ
عَلى
يَمِينِهِ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي .
17. (2946)- Hz.Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Biriniz, sabahın
farzından önce iki rek'atlik sünneti kılınca sağı üzerine yatsın..."[1102]
AÇIKLAMA:
Sabah namazının
sünnetinden sonra yatma meselesi ulemâ arasında farklı görüşlere sebep
olmuştur. Mesele üzerinde muhtelif rivâyet mevcuttur. Mübârekfûrî Tirmizî
Şerhi'nde bu görüşleri delilleriyle kaydeder. Özet olarak bu meselede beş
farklı görüşten bahsedilmektedir:
1) Müstehab vasfıyla meşrûdur. Nitekim
Tirmizî, seleften bir kısmının tatbikatını rivâyet etmiştir.
2) Bu yatma vacibtir, mutlaka yerine
getirilmelidir, sabahın farzının makbuliyet şartlarındandır. Bu görüş
Zâhirîlerden İbnu Hazm'a aittir.
3) Bu yatma bid'attir, mekruhtur. İbnu
Mes'ud ve İbnu Ömer (radıyallâhu anh) bu kanaattedir.
4) Birinci görüşün muhalifidir. Hasan Basrî hazretleri
sabahın sünnetinden sonra yatmaktan hoşlanmazmış.
5) Gece namazına kalkanlarla kalkmayanlar
hakkında bu yatmanın hükmü farklıdır. Gece namazına kalkanlar için
istirahattir, meşrûdur, kalkmayanlara meşrû değildir.
Evlâ olan görüş
birinci görüştür; sabahın sünnetini kıldıktan sonra yatmak meşrûdur,
müstehabtır.[1103]
ـ2947
ـ18ـ وعن محمد
بن إبراهيم عن
جده قيس بن
عمرو قال:
]خَرَجَ رسولُ
اللّهِ
#
فَأقِيمَتِ
الصََّةُ
فَصَلَّيْتُ
مَعَهُ الصُّبْحَ.
ثُمَّ
انْصَرَفَ
فَوَجَدَنِى
أصَلِّى.
فقَال: مَهً
يَا قَيْسُ،
أصتانِ
مَعاً؟
فقُلْتُ:
إنِّى لَمْ
أكُنْ رَكَعْتُ
رَكْعَتَىِ
الصُّبْحِ.
قالَ: فََ إذَا
[. أخرجه أبو
داود
والترمذي .
18. (2947)- Muhammed İbnu İbrahim, ceddi Kays İbnu Amr'dan anlattığına
göre: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) geldi ve namaza duruldu. Onunla
birlikte sabah namazını kıldım. Sonra namaz bitince beni namaz kılar buldu.
"Ağır ol
ey Kays! dedi. Bir namaz daha mı kılıyorsun?"
"Ben
sabahın sünnetini kılmamıştım (onu kılıyorum)" deyince:
"Öyleyse
hayır, (bunda bir beis yok)" buyurdu."[1104]
AÇIKLAMA:
1- Yukarıdaki metin Tirmizî'ye aittir. Ebû
Dâvud'un rivâyeti biraz farklıdır:
"Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) sabah namazından sonra iki rek'at kılan bir adam
görmüştü:
"Sabah
namazı iki rek'attir" buyurdu. Adam:
"Ben
farzdan önce iki rek'ati kılmamıştım, şimdi onları kılıyorum" dedi.
Resûlullah sükût buyurdu."
2- "Bir namaz daha mı?" yani aynı
vakitte iki farz mı kılıyorsun? ma'nâsında inkâri bir sorudur.
3- "Öyleyse hayır" ifadesi de
sünneti kılmanda bir beis yok,
yasaklamıyorum ma'nâsında anlaşılmıştır. Rivâyetin Ebû Dâvud'da gelen
vechinde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) adamın açıklamasına sükûtla cevap
veriyor, yani sabahın sünnetini kılmasına itiraz etmiyor.[1105]
ـ2948
ـ19ـ وعن
عبداللّه بن
مالك بُحَينة
قال: ]رَأى
رسُولُ
اللّهِ #
رَجًُ وَقَدْ
أُقِيمَتِ
الصََّةُ
يُصَلِّى
رَكْعَتَيْنِ.
فَلَمَّا
انْصَرَفَ
رسولُ اللّهِ
# َثَ بِهِ
النَّاسُ.
فقَالَ لَهُ:
آلصُّبْحَ أرْبَعاً؟
آلصُّبْحَ
أرْبَعاً[.
أخرجه الشيخان
والنسائى .
19. (2948)- Abdullah İbnu Mâlik İbnu Buhayne (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) ikâmet başladıktan sonra namaz kılmakta olan bir adam
gördü. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) namazdan çıkınca halk adamın etrafını sardı ve
(Resûlullah ona):
"Sabahı
dört mü (kılıyorsun)? Sabahı dört mü (kılıyorsun)?" dedi.[1106]
AÇIKLAMA:
1- Hadis farklı vecihlerde gelmiştir.
Müslim'deki vechi daha açık bir mahiyettedir: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm), sabah namazının farzını kılmak üzere ikâmet getirilmiş iken sünnet
kılan bir adamın yanından geçti. (Durarak) adama bir şeyler söyledi. Biz ne
söylediğini bilmiyorduk. Namazdan çıkınca (ne söylediğini öğrenmek için) adamın
etrafını sardık:
"Sana
Resûlullah ne dedi?" diye sorduk. Adam:
Bana:
"Sizden biri, nerdeyse sabah namazını dört rek'at kılacak" dedi"
cevabını verdi."
Hadisin
sadedinde olduğumuz vechine göre Resûlullah adama istifham-ı inkârî yoluyla
"Sabah namazını dört mü kıldın?" demiştir ve aynı soruyu
tekrarlayarak bu hareketi hoş karşılamadığını te'kîd etmiştir.
2- Burada sabah namazında ikâmet sırasında sünnet kılmanın yasaklandığı
görülmektedir. Ulema, Resûlullah'ın namazı bozdurmayıp sadece hoşnutsuzluk
(inkâr) ifade etmesinden hareketle kerâhetin tahrîmî değil, tenzîhî olduğunu
istidlâl etmiştir. Ancak, sabahın
farzına başlandığı zaman sünnet kılmanın hükmü hususunda ulemânın farklı
hükümlere giderek ihtilaf ettiğini belirtmek isteriz. Çünkü, bazı hadislerde de
her ne pahasına olursa olsun sabahın sünnetini bırakmamayı tavsiye eden
hadisler de gelmiştir. Nitekim 2935 numaralı hadiste "Sizi atlılar kovalamakta
olsa bile sabahın sünnetini terketmeyin"
mânasında irşâd-ı Nebevî vârid
olmuştur.
Sabah namazı
için müezzin kâmete başlamış veya imam namaza durmuş olsa sünnet kılınmalı mı
kılınmamalı mı? meselesi üzerine ileri sürülen görüşleri şöyle özetleyebiliriz:
1) Hanefîlere göre farzda imama yetişmeyi
-tahiyatta bile olsa- kestiren bir kimse, sünneti safa dahil olmadan
kılmalıdır. Mümkünse mescidin namaz kılınan sahan kısmında değil, kapının
yanında kılmalıdır. Böyle müsait bir yer yoksa bir direğin arkasında veya imkân
nisbetinde cemaatin dışında kılmalıdır. Aslında sabahın sünnetini evde kılmak
efdaldir.
Önce sünneti
kılıp sonra imama da yetişmek sûretiyle hem sünnet ve hem de cemaat sevabını elde etmiş olur. Sünnet kılmayı
tecviz edenler "amellerinizi iptal etmeyin (bozmayın)" (Muhammed 33)
âyetini delil gösterirler. Ayrıca Beyhakî'nin rivâyet ettiği: "Namaz için
müezzin ikâmete başladı mı, sabahın iki rek'atlik sünneti hariç, farz namazdan başka namaz
kılınmaz" hadisi de delil
yapılmıştır.
2) İmam Şâfiî, Ahmed İbnu Hanbel başta olmak
üzere İbnu Ömer, Ebû Hüreyre, İbnu Cübeyr, İbnu Sîrîn gibi bir kısım selef
büyüklerinin inanç ve tatbikatına göre, imam farza durmuşken sünnet kılınamaz.
Bu görüşte olanlar sadedinde olduğumuz hadisin zâhirini esas almışlardır.
3) Zâhirîler bu meselede daha ileri giderek
"Bir kimse sünnet kılarken farz için ikâmet başlarsa, namazı orada kesip
cemaate katılması gerekir, yoksa kıldığı namaz bâtıl olur" derler.
4) Süfyân-ı Sevrî: "İlk rek'atte imama
yetişeceğini kestiren sünneti tamamlar, değilse hemen kesip imama uyar"
demiştir.
Mescidde sabah
namazının sünnetini kılmayı mekruh addedenler müteâkiben kaydedeceğimiz
Abdullah ibnu Sercis hadisini delil gösterirler.[1107]
ـ2949
ـ20ـ وعن
عبداللّه بن
سرْجس رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]دَخَلَ
رَجُلٌ
المَسْجِدَ
وَرَسُولُ
اللّهِ # في
صََةِ
الْغَدَاةِ.
فَصَلَّى
رَكْعَتَيْنِ
في جَانِبِ
المَسْجِدِ.
ثُمَّ دَخَلَ
مَعَ رسولِ
اللّهِ #
فَلَمَّا
انْصَرَفَ
قَالَ: يَا
فَُنُ؟
بِأىِّ
الصََّتَيْنِ
اعْتَدَدْتَ
بِصََتِكَ
وَحْدَكَ؟
أمْ
بِصََتِكَ
مَعَنَا[. أخرجه
مسلم وأبو
داود
والنسائى .
20. (2949)- Abdullah İbnu Sercis (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sabah namazını kılarken bir adam
mescide girdi. Mescidin yan tarafında sünneti kıldı. Sonra Resûlullah'a dahil
olup O'nunla da farzı kıldı. Aleyhissalâtu Vesselâm namazı bitirince:
"Ey falan,
şu iki namazdan hangisini sayıyorsun? Tek başına kıldığını mı, bizimle
kıldığını mı!" buyurdular."[1108]
AÇIKLAMA:
Âlimler farz
kılınırken nafile kılmanın yasaklanış sebebi hususunda da bazı farklı
yorumlarda bulunmuşlardır: Nevevî bidâyetten itibaren cemaat sevabına nâil
olmak diye ifade eder. Ona göre, cemaatten hasıl olan sevap, ayrı kılınan
nafileninkinden üstündür, öyleyse farzı ikmal eden şeyleri muhafaza etmek,
nafile ile meşgul olmaktan evladır.
Bazı âlimler
farz sırasında nafileden men etmeyi sedd-i zerâyı (yani çıkacak kötülüğü
önceden önlemek) kâbilinden bilirler. "Böyle yapıla yapıla, zamanla sabah
namazı dört rek'at sanılabilir, bu endişeyle farz sırasında sünnet
yasaklanmıştır" diyen olmuştur. Nitekim bizzat Resûlullah'ın hadislerinde
(2948): "Neredeyse sizden biri sabah namazını dört rek'at kılacak"
endişesi sâdır olmuştur.
Resûlullah'ın
bu meseledeki hassasiyetinde "farz"ın ve cemaatin ehemmiyetini
mü'minlerin zihinlerine nakşetme endişesini görmek de mümkündür.[1109]
ـ2950
ـ21ـ وعن أبى
سلمة قال:
]سَمِعَ
قَوْمٌ ا“قَامَةَ
فَقَامُوا
يُصَلُّونَ.
فَخَرَحَ
عَلَيْهِمُ
النَّبىُّ #
فقَالَ:
أصََتَانِ
مَعاً؟ أصََتَانِ
مَعاً؟
وَذلِكَ في
صََةِ الصُّبْحِ[
.
21. (2950)- Ebû Seleme (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Ashabtan bir cemaat ikâmeti işitmişti, hemen (sünnet) namaza kalktılar.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onlara:
"İki
namazı beraber mi kılıyorsunuz? İki namazı beraber mi kılıyorsunuz?" diye
çıkıştı. Bu (hâdise) sabah namazı sırasında cereyan etmişti."[1110]
AÇIKLAMA:
1- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
"İki namazı beraber mi?" şeklindeki sözünü şârihler hep tevbih ve
zecr olarak değerlendirirler. Bu sebeple Ô"çıkıştı" diye çevirdik.
2- Resûlullah'ın çıkışması, ikâmet
okunduktan sonra, artık nafile kılınmayacağı içindir. Çünkü ikâmetle birlikte,
nafile kılmak üzere kalkmışlardır. Daha önce de belirttiğimiz üzere, ikâmet
farz içindir ve farz başlayınca artık mescidde hiçbir nafilenin kılınması caiz
değildir.
3- Hâdise sabah namazı esnasında cereyan
etmiş ise de, ikâmet okunduktan sonra farzdan başka namazın caiz olmayacağı
hükmü sabaha has değildir, bütün namazlar için mûteberdir. Zîra Müslim ve diğer
hadis kitaplarında geldiği üzere Efendimiz: "ikâmet okununca sadece farz
kılınır" buyurmuştur. Bu hadisin İbnu Adiyy rivâyetinde şu ziyade yer
almıştır: "Ey Allah'ın Resulü dendi, sabahın sünneti de mi kılınmaz?"
"Evet, buyurdular, sabahın sünneti de!" Bunu esas alan İmâm Mâlik
şöyle demiştir: "Kim mescide girdiği zaman farza başlanmış ise, artık
sünnet kılmaz. Mescide girmemiş ise ve bir rek'ati kaçırmayacağı hususunda
kanaat getirirse dışarıda -yani cumanın kılındığı avlunun haricinde- sünneti
kılar. Eğer birinci rek'ati kaçırmaktan korkarsa mescide girer, imama uyar,
sünneti güneş doğduktan sonra kaza eder."[1111]
ـ2951
ـ22ـ وعن أبى
هريرة رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رَسولُ
اللّهِ #: مَنْ
لَمْ يُصَلِّ
رَكْعَتَىِ
الْفَجْرِ
فَلْيُصَلِّهِمَا
بَعْدَ مَا
تَطْلُعُ
الشَّمْسُ[.
أخرجه
الترمذي.
22. (2951)- Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim sabahın iki rek'atini
vaktinde kılamazsa güneş doğduktan sonra kılsın."[1112]
AÇIKLAMA:
1- Tirmizî, bu hadisin arkasından şunu ilave
eder: "Bazı ehl-i ilim bununla amel etmiştir. Süfyân-ı Sevrî, Şâfiî,
Ahmed, İshak, İbnu'l-Mubârek bu hadisle hükmettiler."
2- Şevkânî şu açıklamayı kaydeder:
"Irakî, "Şâfiî mezhebinde sahîh görüşe göre bu iki rek'at sabah
namazından sonra eda olarak kılınır" der ve ilave eder: "Hadis bu
sünneti farzdan önce kılamayan kimsenin, mutlaka güneş doğduktan sonra kılacağı
hususunda sarih değildir. Hadiste, bunu mutlak olarak kılamayana illa da güneş
doğduktan sonra kılması için bir emir de yok. Şurası şüpheden arîdir: Bu iki
rek'at, eda vaktinde terke uğramış ise kaza vaktinde kılınır, ancak, hadiste
sabah namazını kıldıktan sonra (daha güneşin doğmasını beklemeden) kılmayı men
eden bir açıklık da mevcut değildir. Söylenen bu hususa (yani imamla farzı
kıldıktan sonra vakit olduğu takdirde daha güneş doğmadan sabahın sünnetinin edaen
kılınabileceğine), Dârakutnî, el-Hakîm ve el-Beyhakî'nin bir rivâyetleri de
delalet etmektedir: "Kim sabahın iki rek'atini (sünneti) güneş doğuncaya
kadar kılmamış ise onları kılsın."[1113],[1114]
ـ2952
ـ23ـ ـوعن ابن
عمر رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهما: ]أنَّهُ
فَاتَتْهُ رَكْعَتَا
الْفَجْرِ
فَقَضَاهُمَا
بَعدَ أنْ
طَلَعَتِ
الشَّمْسُ[.
أخرجه مالك
بغاً .
23. (2952)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)den
anlatıldığına göre, sabah namazının sünnetini kaçırdığı olmuştur. Ancak güneş
doğduktan sonra onu kaza etmiştir."[1115]
AÇIKLAMA:
İbnu
Abdi'l-Berr der ki: "Bu rivâyet, sabah namazının sünnetinin müekked
sünnetlerden olduğuna delildir. Şâfiî, Atâ ve Amr ibnu Dînar bu iki rek'atin
imam selam verip sabah namazından çıktıktan sonra kılınabileceğini söylemişlerdir. Ancak İmam Mâlik buna itiraz
eder. Ülemânın ekserisi, bu namazın imamdan sonra kılınmasını yasaklamış, güneş
doğduktan sonra kılınması gerektiğini söylemiştir."
Zürkânî der ki:
"İmamın arkasından sabahın sünnetinin kılınabileceğini söyleyen İmam Şâfiî
bu hükmünde Amr İbnu Kays'ın şu rivâyetine dayanır: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) bir gün, sabah namazından sonra iki rek'at sabah
sünnetini kılan bir adam görmüştü: Adama:
"Sabah
namazı iki rek'attir!" ikazında bulundu. Adam:
"Ben
farzdan önce sünnet kılmamıştım, şimdi kılıyorum" deyince, Efendimiz sükût
buyurdular."[1116]
ـ2953
ـ1ـ عن علي
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كَانَ رسُولُ
اللّهِ #
يُصَلِّى
قَبْلَ
الظُّهْرِ أرْبَعاً
وَبَعْدَهَا
رَكْعَتَيْنِ[.
أخرجه الترمذي
.
1. (2953)- Hz. Ali (radıyallâhu anh) anlatıyor "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) öğleden önce dört, öğleden sonra da iki rek'at
kılardı.[1117]
AÇIKLAMA:
Tirmizî'nin
hadis hakkında verdiği bilgilerden biri şudur "Ashâb ve arkadan gelen
ulemanın çoğu bununla amel etmiştir.." Arkadan kaydedilen Hz. Âişe'nin
rivâyeti bunu takviye eder ve Resûlullah'ın öğleden önce kıldığı dört rek'ati
hiç bırakmadığını belirterek bunun müekked bir sünnet olduğunu dile getirir.[1118]
ـ2954
ـ2ـ وله في
أخرى عن عائشة
رَضِىَ
اللّهُ عَنْها
قالت: ]كَانَ
رسولُ اللّه #
إذَا لَمْ
يُصلِّ
أرْبعاً
قَبْلَ
الظُّهْرِ
صََهَا بَعْدَهَا[
.
2. (2954)- Yine Tirmizî'nin bir diğer rivâyetinde Hz. Âişe şöyle der:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) öğlenin farzdan önceki dört rek'atli
sünneti, namazdan önce kılamazsa sonra kılardı."[1119]
ـ2955
ـ3ـ وعن أم
حبيبة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]قالَ رسولُ
اللّهِ #: مَنْ
صَلَّى
قَبْلَ
الظُّهْرِ
أرْبَعاً
وَبَعْدَهَا
أرْبَعاً
حَرَّمَهُ
اللّهُ عَلى
النَّارِ[.
أخرجه أصحاب
السنن .
3. (2955)- Ümmü Habîbe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim öğleden önce dört, öğleden
sonra da dört (rek'at nafile) kılarsa, Allah onu ateşe haram eder."[1120]
ـ2956
ـ4ـ وفي رواية:
]مَنْ حَافَظَ
عَلى أرْبَعٍ
قَبْلَ
الظُّهْرِ
وَأرْبَعٍ
بَعْدَهَا
حَرَّمَهُ
اللّهُ عَلى
النَّارِ[.
4. (2956)- Bir rivâyette de şöyle gelmiştir: "Kim öğleden evvel
dört, öğleden sonra da dört (rek'at nâfile) kılmaya devam ederse Allah onu
ateşe haram eder."[1121]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadisler öğleden önce kılınan dört
rek'atli sünneti tekid eder. Öğleden sonra kılınan dörde gelince Aliyyü'l-Kârî
bununla ilgili olarak der ki: "Öğleden sonra kılınan iki de te'kid edilmiş
olmaktadır. Diğer iki rek'at de müstehab kılınmış olmaktadır. Evla olanı bu
dört rek'atı ikişer ikişer kılmak, farzdan önceki dört gibi tek bir selamla
tamamlamamaktır."
2- Hadis şöyle bir soruya imkan sağlar:
"Buna bir sefer yapan da vaadedilen mükafaata mazhar olacak mıdır?"
Hadisin önceki (2955) vechi "bir kere yapana da mükafaat"
vardır" ihtimalini taşır ise de ikinci vecihte "devam ederse"
kaydı yer almıştır. Şu halde öğleden önce ve sonra "dört" rek'at
nafile kılmaya devam etmek gerekmektedir.
3- Şârihler, şu soruya da cevap
aramışlardır: "Hadis bu kimsenin hiç ateşe girmeyeceğini mi, yoksa girme
mukadder olsa da , girdiği takdirde ateşin değmiyeceğini mi ifade ediyor?"
veya: "Ateş ona değse bile tamamını kuşatması mı ateşe haram
edilmiştir?" Hadisin Nesâî'deki bir vechinde gelen "Ateş ebediyyen
yüzüne değmez" ifadesinde olduğu gibi, bu ifade Resûlullah'ın bir başka
hadislerinde "secde mahallerini yakması ateşe haram edilmiştir"
hükmüne de uygun gelmektedir.
Şu halde bu
rivâyetler nazar-ı dikkate alınınca sadedinde olduğumuz hadiste cüz'ün
kastedilip küllün (bütünün) zikredilmiş olduğu söylenebilir. Her şeye rağmen
hadisin te'vile gidilmeyip, hakikate hamledilmesi de mümkündür, zîra Cenâb-ı
Hakk rahmetiyle bu kimsenin bedeninin tamamını da ateşe haram kılmış olabilir.
Allah'ın fazlı ve rahmeti bundan da geniştir.[1122]
ـ2957
ـ5ـ وعن أبى
أيوب رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
َرسولُ
اللّهِ #:
أرْبَعٌ
قَبْلَ
الظُّهْرِ
لَيْسَ
فِيهِنَّ
تَسْلِيمٌ
تُفْتَحُ لَهُنَّ
أبْوَابُ
السَّمَاءِ[.
أخرجه أبو
داود .
5. (2957)- Hz. Ebû Eyyub (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Öğlenin
farzından önce tek bir selamla kılınan dört rek'at nafile var ya bunların
önünde sema kapıları açılır."[1123]
AÇIKLAMA:
Burada
kastedilen namaz, Gazâlî'nin açıklamasına göre öğlenin sünneti değildir.
Zevâl vaktinde
öğlenin girmesine yakın kılınan dört rek'atli bir namazdır, Sünnetü'z-Zevâl
denmektedir.
Namazın önünde
sema kapılarının açılması, onun makbûliyetinden, hedefe sürat-i vüsûlunden
kinayedir.[1124]
ـ2958
ـ6ـ وعن
عبداللّه بن
السائب قال:
]كَانَ رسولُ
اللّهِ #
يُصَلِّى
أرْبَعَ
رَكْعَاتٍ
بَعْدَ أنْ
تَزُولَ
الشَّمْسُ
قَبْلَ
الظُّهْرِ.
وَيَقُولُ
إنّهَا
سَاعَةٌ تُفْتَحُ
فِيهَا
أبْوَابُ
السَّمَاءِ.
وَأُحِبُّ
أنْ يَصْعَدَ
لى فِيهَا
عَمَلٌ
صَالِحٌ[.
أخرجه
الترمذي .
6. (2958)- Abdullah İbnu's-Sâib (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) güneşin zevâlinden sonra ve öğleden
önce dört rek'at namaz kılardı ve derdi ki: "Şimdi semâ kapılarının
açıldığı bir vakittir. Bu anda sâlih bir amelinin oraya yükselmesini
isterim"[1125]
AÇIKLAMA:
Irakî, burada
zikri geçen dört rek'atin, öğlenin dört rek'ati olmadığını söyler. Bu ve önceki
hadis, sünnet-i zevâl denen aynı namazı mevzubahis etmektedirler. Resûlullah o
saatte sâlih bir amelinin yükselmesi arzusunu ifade etmekle, şu âyete telmihte
bulunmaktadır: "Güzel sözler O'na yükselir, o sözleri de sâlih ameller
yükseltir." (Fâtır 10).[1126]
ـ2959
ـ7ـ وعن عمر
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رسُولُ
اللّهِ #: أرْبَعٌ
قَبْلَ
الظُّهْرِ
وَبَعْدَ
الزَّوَالِ
تُحْسَبُ
بِمِثْلِهِنَّ
في
السَّحَرِ، وَمَا
مِنْ شَىْءٍ
إَّ
يُسَبِّحُ
اللّهَ تَعالى
في تِلْكَ
السَّاعَةِ.
ثُمَّ قَرَأ:
يَتَفَيَّأُ
ظَِلُهُ عَنِ
الْيَمِينِ
وَالشّمَائِلِ
سُجّداً
للّهِ وَهُمْ
دَاخِرُونَ[.
أخرجه الترمذي.»التفيؤُ«
التحول من جهة
إلى أخرى .
7. (2959)- Hz. Ömer (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Öğleden önce zevâlden sonra dört
rek'at vardır ki bunlar seherde kılanan emsalleri değerindedirler. Her ne
varsa, bu saatte mutlaka Allah'ı tesbih eder."
Resûlullah,
sonra şu âyeti okudular: "Allah'ın yarattığı şeylerin gölgeleri sağa sola
vurarak, Allah'a boyun eğerek secde etmekte olduklarını görmüyorlar mı?"
(Nahl 48).[1127]
ـ2960
ـ1ـ عن عليّ
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كَانَ رسولُ
اللّهِ #
يُصَلِّى
قَبْلَ
الْعَصْرِ رَكْعَتَيْنِ[.
أخرجه أبو
داود .
1. (2960)- Hz. Ali (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) ikindiden önce iki rek'at kılardı."[1128]
AÇIKLAMA:
Şârihler, Hz.
Ali (radıyallâhu anh)'nin burada, ikindiden önce kılınan dört rek'atli sünneti
kasdettiğini söylerler ve bu rivâyetten Resûlullah'ın zaman zaman bu sünneti
iki rek'at olarak kılmış olduğunu anlarlar. Şu halde, kişi bunu iki veya dört
kılmada muhayyerdir, dört kılması efdaldir.[1129]
ـ2961
ـ2ـ وعن ابن
عمر رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهما قال: ]قال
رسولُ اللّهِ
#: رَحِمَ
اللّهُ امْرأ
صَلّى قَبْلَ
الْعَصْرِ
أرْبَعاً[.
أخرجه أبو داود
والترمذي .
2. (2961)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "İkindiden önce dört rek'at nafile
kılan kimseye Allah rahmetini bol kılsın."[1130]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, bazı
rivâyetlerde ".arasını selamla ayırdığı dört rek'atı kılan." şeklinde
gelmiştir. Yani ikindinin dört rek'atli sünneti ikişer ikişer kılınabilecektir.
Mamafih selamı teşehhüd olarak anlayan da olmuştur. Böyle anlayanlar için
ikindi namazında dördüncü rek'atın sonunda olmak üzere bir kere selam vardır.
Resûlullah bu
sünnete çeşitli ifadeleriyle teşvik etmiştir: "Kim ikindiden önce dört
rek'at nafile kılarsa ona ateş değmez"; "Kim ikindiden önce dört
rek'at kılarsa Allah ona mağfiret eder"; "Kim ikindiden önce dört
rek'ati devam ettirirse Allah ona cennette bir bina yapar"; "Kim
ikindiden önce dört rek'at kılarsa Allah onun bedenini ateşe haram eder."
Resûlullah'ın
tergib ve teşvik edici ifadelerle ehemmiyetini dile getirdiği dört rek'atli
ikindi sünneti müstehabtır.[1131]
ـ2962
ـ3ـ وعن علي
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كانَ رسولُ
اللّهِ #
يُصَلِّى
قَبْلَ
الْعَصْرِ
أرْبَعاً:
يَفْصِلُ
بَيْنَهُنَّ
بِالتَّسْلِيمِ
عَلى
المََئِكَةِ
المُقَرَّبِينَ،
وَمَنْ
تَبِعَهُمْ
مِنَ المُسْلِمِينَ
وَالمُؤْمِنِينَ[.
أخرجه الترمذي
.
3. (2962)- Hz. Ali (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ikindi namazından önce dört rek'at nafile kılardı. Bunların arasını (İkinci rek'atin teşehhüdünde)mukarreb meleklerle müslüman ve mü' minlerden onlara tâbi olanlara selam ile ayırırdı."[1132]
AÇIKLAMA:
Tirmizî,
hadisin sonunda, hadiste geçen Ô"teslim"le Resûlullah'ın teşehhüdü
kasdettiğinin anlaşıldığını belirtir. İshâk İbnu İbrahim, böyle anlar ve dört
rek'atli bu sünneti selamla ikiye bölmezmiş. Ancak, yine Tirmizî'nin kaydına
göre Ahmed ve Şâfiî hazretleri gece ve gündüz nafilelerinin hep ikişer ikişer
olacağına hükmetmişlerdir ve dörtlüleri böylece selamla ortadan bölerek ikişer
ikişer kılmışlardır.
Bu vesileyle şunu da kaydedelim: Nafilelerin ikişer ikişer veya dördü birden kılınmasının efdaliyeti hususunda Selef ihtilaf etmiştir:
* Bir rivâyette Ahmed İbnu Hanbel gece
namazlarının ikişer ikişer olmasını üstün görmüş, "gündüzleyin kılarsa
dördü beraber kılmasında beis yok" demiştir.
* Hanefîler de gündüz dört kılmanın efdal
olacağını söylemiştir. Onlar bu hükme giderken, Tirmizî'de gelen:
"Gece
namazı ikiçer ikişer kılınır. Sabahın girivermesinden korkarsan tek rek'at
kılarak vitir yap, namazın tekle tamamlansın" hadisine dayanır. Ayrıca
Hanefîler, "Teslimden maksad tahlil teslimi değil, teşehhüddür." diye
te'vilde bulunurlar.[1133]
ـ2963
ـ4ـ وعن عائشة
رَضِىَ
اللّهُ عَنْها
قالت: ]مَا
كَانَ رَسولُ
اللّهِ # يَأتِينِى
في يَوْمِى
بَعْدَ
الْعَصْرِ
إَّ صَلَّى
رَكْعَتَيْنِ[
.
4. (2963)- Hz. Âişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) bana, günümde ikindi namazından sonra iki rek'at
nafile kılarak gelirdi."[1134]
ـ2964
ـ5ـ وفي رواية:
]مَا تَرَكَ
رَكْعَتَيْنِ
بَعْدَ
العَصْرِ
عِنْدِى
قَطُّ[. أخرجه
الخمسة
إ الترمذي .
5. (2964)- Hz. Âişe bir başka rivâyette şöyle demiştir "İkindi namazından sonra kıldığı iki rek'ati, yanımda hiç terketmedi."[1135]
AÇIKLAMA:
Bu rivâyetler Selef'in bazı ihtilaflarına sebeptir:
* Bazı âlimler bunlara dayanarak ikindi
namazından sonra -kerâhet vaktine kalmamak şartıyla -nafile kılmayı mutlak
olarak mübah addetmişlerdir. (Bu hususta mezheplerin görüşlerini daha önce
kaydettik (2932. hadis).
Mekruh
addedenler, onlara şu cevabı verirler: "Bu hadis, revâtibten kaçırılmış
olanları kerahetsiz olarak kılmaya delâlet eder. Resûlullah'ın kesintisiz devâm
etmiş olması, O'nun hasâisindendir. Bunun delili de Ebû Dâvud'da gelen Zekvân
Mevlâ Âişe'nin şu rivâyetidir: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)ikindiden sonra namaz kılardı; fakat bize men ederdi. (Oruçta birkaç
gün hiç iftar yapmadan) visâlde bulunurdu, fakat bize visâli (iftar yapmadan
bir kaç gün oruç tutmayı) yasaklardı."
Müteakip rivâyet
Resûlullah'ın ikindiden sonra kıldığı iki rek'ate bir başka açıklama (ve sebep)
kaydedecektir.[1136]
ـ2965
ـ6ـ وعن ابن
عباس رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]إنَّمَا
صَلّى
النَّبىُّ #
رَكْعَتَيْنِ
بَعْدَ
الْعَصْرِ
‘نَّهُ
اشْتَغَلَ
بِقِسْمَةِ
مَالٍ أتَاهُ
عَنِ
الرَّكْعَتَيْنِ
اللَّتَيْنِ
بَعْدَ الظُّهْرِ
فَصََّهُمَا
بَعْدَ
الْعَصْرِ. ثُمَّ
لَمْ يَعُدْ
لَهُمَا[.
أخرجه
الترمدي .
6. (2965)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ikindi namazından sonra iki rek'at
nafile kılmıştır, çünkü kendisine gelen bir malın taksimini yapmış, bu
meşguliyet O'nun öğle namazından sonra kılmakta olduğu iki rek'ati kılmasına
mâni olmuştu. Bunun üzerine onları ikindiden sonra kıldı. Sonra bir daha bu iki
rek'ati kılmadı."[1137]
AÇIKLAMA:
Bu rivâyet daha
önce kaydettiğimiz Hz. Âişe rivâyetine ters düşmektedir. Zîra orada Hz.
Âişe'nin yanına ikindilerden sonraki
her gelişinde mutlaka iki rek'at kıldığı ifade edilmektedir. Aradaki teâruz,
râvinin Hz. Âişe'nin yanında kıldığı
bu namazı bilmemesi ile îzah edilmiştir. Öyle ise Hz. İbnu Abbâs'ın nefyi, Hz.
Âişe'nin te'yidini cerhedemez. İsbat eden, nefyedene mukaddemdir."
Keza Ümmü
Seleme'nin bir rivâyetinde de, ikindiden sonra, Resûlullah'ın bir keresinde iki
rek'at kılmış oluğu belirtilmektedir. Bu rivâyete de İbnu Abbâs'ın rivâyeti
için söylenen şey cevap olur: Demek ki Resûlullah, ikindiden sonra kıldığı iki
rekati sadece Hz. Âişe'nin evinde kılmaktaydı, işte hasâisten olan da budur.
Diğer iki şehadet, belirtilen sebeplerle, Resûlullah'ın vakti içinde kılamadığı
öğlenin iki rek'atlik sünnetinin ikindiden sonra "kaza"sı olmaktadır.
Nitekim Buhârî'nin kaydettiği bir rivâyette Hz. Âişe, bu namazı Resûlullah'ın,
"ümmetine ağırlık olur korkusuyla" mescidde kılmadığını belirtir.[1138]
ـ2966
ـ7ـ وعن
المختار بن
فُلْفُلْ قال:
]سَألْتُ
أنَساً
رَضِىَ اللّهُ
عَنْه عَنِ
التَّطَوُّعِ
بَعْدَ
الْعَصْرِ.
فَقَالَ:
كَانَ عُمَرُ
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
يَضْرِبُ
ا‘يْدِى عَلى
صََةٍ بَعْدَ
الْعَصْرِ،
وُكُنَّا
نُصَلِّى
عَلى عَهْدِ
رَسولِ
اللّهِ #
رَكْعَتَيْنِ
بَعدَ
غُرُوبِ الشَّمْسِ
قَبْلَ صََةِ
المغْرِبِ،
وَكَانَ
يَرَانَا
نُصَلِّيهِمَا
فَلَمْ
يَأمُرْنَا
وَلَمْ
يَنْهَنَا[.
أخرجه مسلم .
7. (2966)- Muhtar İbnu Fulful anlatıyor: "Hz. Enes'ten ikindiden
sonra kılınacak nafile namaz hakkında sordum" dedi ki:
"Hz.Ömer,
ikindiden sonra nafile kılanların ellerine (sopayla) vururdu. Biz iki rek'ati,
Resûlullah devrinde güneş battıktan sonra akşam namazından önce kılardık. Bizi
bunu kılarken Efendimiz görürdü de ne emrederdi ne de nehyederdi."[1139]
AÇIKLAMA:
Hadisin
Müslim'deki aslında Enes'in akşamdan önce iki rek'at kıldıklarını söylemesi
üzerine Muhtar sorar:
"Bu iki
rek'ati Resûlullah(aleyhissalâtu vesselâm) da kılar mıydı?" Enes:
"Bizi kılarken görürdü de ne kılmamızı emreder ne de kılmaktan
nehyederdi" cevabını verir.
Bu konuda gelen
farklı rivâyetler hakkında Nevevî şöyle bir açıklama sunar: "Bu hususta
ulemânın iki farklı görüşü var. Meşhur olan kavle göre, güneş battıktan sonra,
hemen akşam kılınır, nafile müstehap değildir. İkinci görüşe göre bu,
müstehabtır. Ahmed İbnu Hanbel, İshak İbnu Râhûye bu görüştedir. İmam Mâlik ve
ekseri fukahâya, Ashab'tan Hz. Ebû Bekr, Ömer, Osman ve Ali (radıyallahu
anhüm)'e göre müstehab değildir. İbrahim Nehâî kesinlikle "bid'at" olduğunu söyler:
Nevevî,
sadedinde olduğumuz hadise ve emsâline dayanarak bu namazın müstehab olacağını
söyler, neshten bahsedenleri reddeder.[1140]
ـ2967
ـ1ـ عن أنس
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كَانَ إذَا
أذَّنَ
المُؤَذِّنُ
لِصََةِ
المغْرِبِ
قَامَ نَاسٌ
مِنْ
أصْحَابِ
النَّبِىِّ #
يَبْتَدِرُونَ
السَّوَارِىَ
حَتَّى يَخْرُجَ
النَّبىُّ #
وَهُمْ
كَذلِكَ
يُصَلُّونَ
رَكْعَتَيْنِ
قَبْلَ
المَغْرِبِ[.
أخرجه الشيخان
والنسائى.وزاد
مسلم: )حتّى
اِنَّ الرَّجُلَ
الْغَرِيبَ
لِيَدْخُلُ
الْمَسْجِدَ
فَيَحْسِبُ
اَنّ
الصََّةَ
قَدْ
صَلَّيْتُ
مِنْ
كَثْرَةِ
مِنْ
يُصَلّيهِمَا(
.
1. (2967)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor"Müezzin akşam
ezanını okuduğu zaman Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ashâbından bir
grup kalkıp mescidin sütunlarına doğru koşup Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) (evinden) çıkıncaya kadar akşamdan önce ikişer rek'at nafile
kılıyordu."[1141]
Müslim'in
rivâyetinde şu ziyade var: "Bazan bir yabancı gelip mescide girecek olsa,
namaz kılanların çokluğunu görünce, akşamın farzını kılınmış zannederdi."[1142]
AÇIKLAMA:
1- Sütunlara koşmanın sebebi, onların
arkasında durup sütre yapmaktır. Böylece önlerinden kimse geçmemiş olur.
2- Hadisle ilgili ziyade açıklama önceki
rivâyette geçti.[1143]
ـ2968
ـ2ـ وعن
عبداللّه بن
مُغَفَّلِ
المُزَنِىِّ
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ
رَسولُ اللّهِ
#: صَلُّوا
قَبْلَ
المَغْرِبِ
رَكْعَتَيْنِ.
ثُمَّ قالَ:
صَلُّوا
قَبْلَ
المَغْرِبِ
رَكْعَتَيْنِ
لِمَنْ شَاءَ
خَشْيَةَ أنْ
يَتَّخِذَهَا
النَّاسُ
سُنَّةً[.
أخرجه أبو
داود بهذا
اللفظ .
2. (2968)- Abdullah İbnu Mugaffel el-Müzenî (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) dediler ki:
"Akşamdan
önce iki rek'at namaz kılın!" (Efendimiz) sonra, insanların bunu bir
sünnet yapmasından korkarak "Dileyen kılsın" dediler."[1144]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis Ebû Dâvud'dan başka Buhârî ve
Müslim'de de bazı küçük farklılıklarla gelmiştir. Yukarıdaki metin Ebû Dâvud'daki
vechidir. Buhârî'nin rivâyetinde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın:
"Akşamdan önce iki rek'at kılın!" emrini üç kere tekrar ettiği,
üçüncüde, "Dileyen" dediği belirtilir.
Müslim'deki
rivâyet şöyledir: "Resûlullah: "Herbir iki ezan[1145]
arasında namaz vardır" dedi ve üç kere tekrar etti, üçüncü seferde,
"Dileyen için" ibâresini ilave etti."
2- Görüldüğü üzere buradaki teşvik akşamdan
önce kılınacak iki rek'ate has değil. Beş vaktin hepsine şâmildir. Bazı
âlimler, bu ıtlaktan hareketle, ezanla ikâmet arasında dileyenin başka namaz
kılabileceğine hükmetmiştir.
3- Hadiste gelen "Dileyen" tâbiri
bu namazın derece itibariyle farzla mukârin olarak kılınan revâtib sünnetlerden
düşük olduğunu belirtmektedir. Nitekim ulemâ çoğunluk itibariyle bu namazı revâtib
arasında zikretmez.[1146]
ـ2969
ـ3ـ وفي أخرى
للشيخين قالَ:
]صَلُّوا
قَبْلَ صََةِ
المَغْرِبِ.
ثُمَّ قَالَ
في الثَّالِثَةِ:
لِمَنْ شَاءَ
كَرَاهِيَةَ
أنْ يَتَّخِذَهَا
النَّاسُ
سَنَّةً[ .
3. (2969)- Sahîheyn'in kaydettiği bir başka rivâyette şöyle
gelmiştir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Akşam namazından
önce namaz kılın" dediler ve (bunu üç kere tekrar ettiler), üçüncüde ise,
halk bunu bir sünnet edinir korkusuyla, "Dileyen" buyurdular."[1147]
AÇIKLAMA:
Burada
"sünnet edinmek"ten murad devamlı uyulan şeriat, bir yol edinmektir.
Peygamberimiz, bu namazı tavsiye etmekte ama ısrarla yapılmasını
dilememektedir. Hatta bazı âlimler: "Ezan okunduktan sonra başka namaz
kılınmaz" beyanını, Resûlullah'ın burada tavzih ettiğini, bu yasaklamadan
maksadın farz namaz olduğunu belirttiğini söylemiştir. Şu halde hadis, ezan
okununca, ikâmet okununcaya kadar nafile kılınabileceğine bir cevaz getirmiş
olmaktadır.[1148]
ـ2970
ـ4ـ وعن ابن
عمر رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهما قال: ]صَلَّيْتُ
مَعَ
النّبىِّ #
رَكْعَتَيْنِ
بَعْدَ
المَغْرِبِ في
بَيْتِهِ[.
أخرجه
الترمذي
وصححه .
4. (2970)- İbnu Ömer (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'la birlikte, akşam namazından sonra hâne-i
saadetlerinde iki rek'at (nafileyi) kıldım."[1149]
AÇIKLAMA:
1- Hadis İbnu Ömer'in Resûlullah'a iktida
ettiğini ifade etmez. Şârihler, ayrı ayrı kılmış olacaklarını belirtir.
2- Bu hadis akşamın sünnetini evde kılmanın
efdal olduğunu gösterir.[1150]
ـ2971
ـ5ـ وعن كعب بن
عُجْرةَ
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قالَ: ]صَلّى
النّبىُّ # في
مَسْجِدِ
بَنِى عَبْدِ
ا‘شْهَلَ
المَغْرِبَ.
فَلَمَّا
قَضَوْا
صََتَهُمْ
رَآهُمْ
يُسَبِّحُونَ
بَعْدَهَا
فقَالَ: هذِهِ
صََةُ
الْبُيُوتِ[.
أخرجه أبو
داود والنسائى.
وعنده:
»عَلَيْكُمْ
بِهذِهِ
الصََّةِ في
البُيُوتِ« .
5. (2971)- Ka'b İbnu Ucre (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Benî Abdi'l-Eşhed mescidinde akşam
namazını kılmıştı. Cemaat, farzı bitirince nafileyi kılmaya başladı. Bunu gören
Resûlullah: "Bu, evlerin namazıdır" buyurdular."[1151]
Nesâî'de şu
ifade vardır: "Size, bu namazı evlerde kılmanız gerekir."[1152]
AÇIKLAMA:
1- Burada tesbîhten maksad nafile namazdır.
2- Akşamın sünnetinin evde kılınması
efdaldir, çünkü riyâdan, gösterişten uzak ve ihlaslıdır. Ayrıca aile efradından
küçüklerin vs. namaz kılındığını görmesi, onların terbiseyi için gereklidir. Farz,
nafile bütün namazların mescidde kılınması evdeki zikri azaltır. Halbuki
bazı hadislerde evlerin kabirlere
çevrilmemesi, evlerin zikirle
nurlandırılması emredilmiştir. "Nafile namazlarınızı evlerinizde
kılın, onları kabirlere çevirmeyin"; "Kişinin evindeki namazı nurdur.
Öyle ise evlerinizi (namazla) nurlandırın"; "Mescidde namazınızı eda
edince eviniz için de bir nasib ayırın, zira Allah bu namazdan dolayı eve
(hususî) bir hayır yapar", "Farzdan sonra en hayırlı namazınız evlerinizde
kıldığınız namazdır." İbnu Ömer'den gelen bir rivayette: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) akşamın sünnetini evinde kılardı" buyurarak bu
husustaki sünneti te'kîd eder. Ancak bu bir vecîbe değildir. Sözgelimi mu'tekif
namazını mescitte kılar.[1153]
ـ2972
ـ6ـ وعن
مكحولِ يرفعه:
]مَنْ صَلَّى
بَعْدَ
المَغْرِبِ
قَبْلَ أنْ
يَتَكَلَّمَ
رَكْعَتَيْنِ
وفي رواية: أرْبَعاً
رُفِعَتْ
صََتُهُ في
عِلِّيِّينَ[
.
6. (2972)- Mekhûl merfû olarak rivâyet etmiştir: [Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki]: "Kim akşam namazından sonra hiç
konuşmadan iki rek'at -bir rivâyette dört- kılarsa namazı ılliyyûna
yükseltilir."[1154]
AÇIKLAMA:
1- Mekhûl, bu hadisi merfû (Resûlullah'ın
sözü) olarak rivâyet etmiştir. Hangi sahâbîden işittiğini belirtmediği için
hadis mürseldir.
2- Akşam namazı ile iki rek'atlik nafile
arasında dünyevî bir şey konuşulmaması gerektiği anlaşılmaktadır. Mamafih hadis
"dünyevî" kaydını ihtiva
etmez, binaenaleyh bunun ıtlakı üzere yani dünyevî ve uhrevî hiçbir şeyin konuşulmaması
gereği de maksud olabilir.
3- Hadisin Câmiu's-Sağîr'de kaydedilen
vechind رُفِعَتْ yerine كُتِبَتَا
denmiştir, yani "iki
rekat namazı ılliyyîne yazılır."
4- Illiyyûn: meleklerin ve cin ve ins
sâlihlerin işlediği her çeşit hayırların yazıldığı divanın adıdır. Buna ılliyyûn denmesi, cennetin en yüksek yerine
yükselmesi sebebiyledir veya yedince semâda mukarrebûn denen Allah'a yakın olan
meleklerin yanında bulunması sebebiyledir.[1155]
ـ2973
ـ7ـ وعن حذيفة رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
نحوه. وزاد:
]وكَانَ
يقولُ:
عَجِّلُوا
الرَّكْعَتَيْنِ
بَعْدَ
المَغْرِبِ
فَإنَّهُمَا
يُرْفَعَانِ
مَعَ
المَكْتُوبَةِ[.
أخرجهما رزين
.
7. (2973)- Huzeyfe (radıyallâhu anh) de benzer bir rivâyette bulunmuş
ve şu ziyadeyi yapmıştır: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) derdi ki: "Akşamın farzından sonraki
iki rek'ati kılmada acele edin, çünkü onlar farz namazla birlikte
yükselirler."[1156]
AÇIKLAMA:
Âlimler,
akşamın farzından sonra kılınan iki rek'atlik nafileye de müekked sünnet
demişlerdir. Çünkü, görüldüğü üzere bu nafilenin "farz"la birlikte
yükseleceği ifade edilmektedir.[1157]
ـ2974
ـ1ـ عن شُرَيح
بن هانِئٍ
قال:
]سَأَلْتُ
عَائِشَةَ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها عَنْ
صََةِ رَسولِ
اللّهِ #
فَقَالَتْ:
مَا صَلّى
الْعِشَاءَ
قَطُّ
فَدَخَلَ
عَلَيَّ إَّ
صَلّى أرْبَعَ
رَكْعَاتٍ
أوْسِتَّ
رَكَعَاتٍ،
وَلَقَدْ
مُطِرْنَا
مَرَّةً مِنَ
اللَّيْلِ
فَطَرَحْنَا
لَهُ نِطَعاً
فَلَكَأنِّى
أنْظُرُ إلى
ثَقْبٍ فِيهِ
يَنْبُعُ
مِنْهُ
المَاءُ،
وَمَا
رَأيْتُهُ
مُتَّقِياً ا‘رْضَ
بِشَىْءٍ
مِنَ
ثِيَابِهِ
قَطُّ[. أخرجه أبو
داود .
1. (2974)- Şureyh İbnu Hânî
anlatıyor: Hz. Âişe (radıyallahu anhâ)' ye Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın namazından sordum. Dedi ki:
"Yatsıyı
her kılışında yanıma gelince mutlaka dört veya altı rek'at nafile kılardı. Bir
gece yağmura yakalandık. Aleyhissalâtu Vesselâm'a bir post yaydık, postta suyun
akmakta olduğu bir deliğe hala bakar gibiyim. Efendimizin, elbisesini hiçbir
surette yerden sakındığını görmedim.[1158]
AÇIKLAMA:
Başka
rivâyetler de gözönüne alınınca yatsıdan sonra Resûlullah, Hz. Âişe'nin yanında
2-6 rek'at arasında değişen miktarda namaz kılmıştır. Aliyyü'l-Kârî, bunu
Resûlullah'ın bazan iki, bazan dört ve bazanda altı rekat kılmış olmasıyla izah eder. İlk iki müekkeddir, diğerleri
müstehab ve nafiledir der.[1159]
ـ2975
ـ1ـ عن جابر
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]دَخَلَ
رَجُلٌ
وَالنَّبىُّ #
يَخْطُبُ
فَقَالَ لَهُ
#: صَلّيْتَ؟
قالَ: َ. قالَ:
فَصَلِّ رَكْعَتَيْنِ[.وفي
رواية: »قُمْ
فَارْكَعْ
رَكْعَتَيْنِ«.
أخرجه الخمسة
.
1. (2975)- Hz. Câbir (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) hutbe verirken bir adam girdi. Resûlullah adama:
"Namaz
kıldın mı?" dedi. Adam:
"Hayır!"
dedi. Efendimiz:
"Öyleyse
iki rek'atini kıl!" diye emretti."[1160]
Bir rivâyette
şöyle gelmiştir: "...Kalk, iki rek'at kıl."[1161]
ـ2976
ـ2ـ وعن أبى
هريرة رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: إذَا
صَلّى
أحَدُكُمْ الجُمُعَةَ
فَلْيُصَلِّ
بَعْدَهَا
أرْبَعاً[ .
2. (2976)- Hz.Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Sizden biri
cumayı kıldı mı, ondan sonra da dört rek'at kılsın"[1162]
AÇIKLAMA:
Bu rivâyet cumadan sonra dört rek'at kılmanın
meşruiyyetini göstermektedir. Bazı rivâyetler Resûlullah'ın cumadan sonra eve
gelerek iki rek'at kıldığını ifade eder. Sadedinde olduğumuz rivâyetle, evde
iki kıldığını haber veren
rivâyetin arası şöyle te'lif edilmiştir: Efendimiz cumadan sonra namazı
mescidde kılınca dört rek'at kılmıştır,
evde kılınca da iki rek'at kılmıştır.
Efendimiz bu
namazı bazan evde, bazan mecsidde kıldığına göre, evde de mescidde de
kılınabilecektir.[1163]
ـ2977
ـ3ـ وفي رواية:
]فَإنْ عَجِلَ
بِكَ شَىْءٌ
فَصَلِّ رَكْعَتَيْنِ
في
المَسْجِدِ
وَرَكْعَتَيْنِ
إذَا
رَجَعْتَ[.
أخرجه مسلم
وأبو داود
والترمذي .
3. (2977)- Bir rivâyette şöyle buyrulmuştur: "Senin acele etmen
gereken bir şeyin olursa mescidde hemen iki rek'atı kıl, iki rek'at de dönünce
kıl."[1164]
ـ2978
ـ4ـ وعن نافع:
]أنَّ ابنَ
عُمَرَ
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهما
رَأى رَجًُ
يُصَلِّى
رَكْعَتَيْنِ
يَوْمَ
الجُمُعَةِ
في مُقَامِهِ
فَدَفَعَهُ
وَقَالَ:
أتُصَلِّى
الجُمُعَةَ
أرْبَعاً؟ وَكانَ
يُصَلِّى
يَوْمَ
الجُمُعَةِ
رَكْعَتَيْنِ
في بَيْتِهِ
وَيَقُولُ:
هكذَا فَعَلَ رَسولُ
اللّهِ #[.
أخرجه الخمسة.
واللفظ ‘بى
داود .
4. (2978)- Nâfi merhum anlatıyor: "İbnu Ömer (radıyallahu
anhümâ), cuma günü bir adamın cumayı kılarken durduğu yerden hiç
kımıldamaksızın iki rek'at daha kılmaya devam ettiğini görmüştü, adamı bundan
menetti.
"Cumayı
dört mü kılıyorsun?" dedi. İbnu Ömer, Cuma günü evinde iki rekat kılar ve
etrafındakilere:
"Resûlullah
böyle kılardı!" dedi.[1165]
ـ2979
ـ5ـ وعن عطاء
قال: ]كانَ
ابنُ عُمَرَ
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهما إذَا
صَلّى
الجُمُعَةَ
بِمَكَّةَ
تَقَدَّمَ
فَصَلّى
رَكْعَتَيْنِ
ثُمَّ
يتَقَدَّمَ
فَيُصَلِّى
أرْبَعاً. فإذَا
كَانَ
بِالمَدِينَةِ
صَلّى
الجُمُعَةَ
ثُمَّ رَجَعَ
إلى بَيْتِهِ.
فَصَلّى
رَكْعَتَيْنِ
وَلَمْ
يُصَلِّ في
المَسْجِدِ،
فَقِيلَ
لَهُ؟
فقَالَ:
كَانَ
النّبىُّ #
يَفْعَلُهُ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي .
5. (2979)- Atâ anlatıyor: "İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)
Mekke'de cumayı kıldı mı ilerler iki
rek'at daha kılardı; sonra biraz daha ilerler ve dört rekat daha kılardı.
Medîne'de olunca da cumayı kılar sonra evine döner, iki rekat daha kılardı,
bunu mescidde kılmazdı. Bu durumun sebebi nedir? diye kendisinden sorulmuştu:
"Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) böyle yapardı" dedi."[1166]
AÇIKLAMA:
Bu rivâyet İbnu Ömer'in cumadan sonra Mekke'de farklı, Medine'de farklı şekilde nafile kıldığını ifade ediyor:
1- Mekke'de iki bir, dört de bir olmak üzere
altı rek'at kılar; Medine'de iken cumadan sonra evine gidip iki rekat kılardı.
2- İbnu Ömer'den sorulunca, Resûlullah'ın
böyle yaptığını haber verir. İbu Ömer'in Resûlullah'a nisbet ettiği kısım
Medine'deki tatbikatı olmalıdır. Çünkü, bazı şârihlerin de belirttiği üzere
Resûlullah'ın Mekke' de, İbnu Ömer'in söylediği şekilde cuma kıldığına dair
hiçbir bilgi mevcut değildir, bilgiyi bırakalım, bir zanna da yer
verilmemiştir. Hatta Resûlullah'ın Mekke'de cuma kıldığı da sahih değildir. Resûlullah'tan
bunun Mekke'de vukûu kabul edilme takdirinde, bunun çoğunlukla yaptığı durumu
aksettirmediğine, bilakis nadir bir ameli olduğuna hamledilir. Veya şu da söylenebilir: Bazı
zamanlarda namazda tahfif Resûlullah'ın hasâisindendir. Şöyle ki: Hutbe veriş
tarzı ile gelen tavsifler, hutbe sırasında Aleyhissalâtu Vesselâm'ın
gözlerinin kızardığını, öfkesinin
arttığını, sesinin yükseldiğini, askerlere hitab eden bir ordu komutanı
ciddiyetinde hitabta bulunduğunu ifade eder. Şu halde bu tarzın bazı kereler
Efendimizin yorulmasına sebep olması, bu yüzden cum'adan sonra evinde iki
rek'atla yetinmesi mümkündür. Ama normalde, Resûlullah cuma'-dan sonra dört
rek'at kılınmasını emretmiştir. Ayrıca bu dört rekatin evde veya mescidde
olmasını belirtmemiş, mutlak bırakmıştır. Sadedinde olduğumuz hadiste görüldüğü
şekilde, Resûlullah'ın bazan iki rekat kılmış olması, dört rek'at kılmanın
meşruiyyetine mâni teşkil etmez, zîra aralarında bir teâruz mevcut değildir. Şu
halde iki kılmak da dört kılmak da meşrudur. Ancak çoğunlukla dört kılmış
olduğu için efdal olan dört kılmaktır.[1167]
Vitr kelime
olarak şef'in (çift'in) zıddıdır, yani "tek" demektir. Yatsıdan sonra
kılınan bir namazın adıdır. Bu namaz hususunda ulemâ çeşitli meselelerde
ihtilaf eder:
1- Vacib
mi, değil mi?
2- Kaç rek'at?
3- Niyet şart mı, değil mi?
4- Hususi kıraat var mı?
5- Bundan önceki namaz çift olmalı mı?
6- Son vakti ne zaman?
7- Seferde hayvan üzerinde kılınır mı?
8- Kazası gerekir mi?
9- Kunutu nedir, okunacağı yer neresidir?
Kunutta ne söylenecektir, kunut ayrı mı okunur, vasledilerek mi okunur?
10- Vitirden sonra iki rek'at daha kılmak
sünnet midir?
11- İlk vakti ne zamandır?
12- En faziletli nafile bu mudur, yoksa
revâtibler bundan efdal midir? vs.Müteakiben kaydedilecek hadislerde
ihtilafların bir kısmı görülecektir.[1168]
ـ2980
ـ1ـ عن بُريدة
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
الْوَتْرُ
حَقٌّ. فَمَنْ
لَمْ يُوتِرْ
فَلَيْسَ
مِنَّا.
قَالَهَا ثَثاً[.
أخرجه أبو
داود .
1. (2980)- Hz. Büreyde (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Vitr namazı haktır. Kim bunu
kılmazsa bizden değildir." Bunu Efendimiz üç kere tekrar etti."[1169]
AÇIKLAMA:
1- "Vitir haktır" sözü vitir
kılmaya teşvik içindir. Bu hususta gelen sahih rivâyetler "hak"la
farzın kastedilmediğini gösterir. Sözgelimi Ubâde İbnu Sâmit'e, Ensar'dan Ebû
Muhammed'in "Vitir haktır" dediği kulağına gelince: "Ebû Muhammed hata etti" der ve Resûlullah'ın
namazların sayısını beş olarak ifade eden hadislerini rivâyet eder. Keza Talha
İbnu Ubeydillah da bir Arâbinin sualine verdiği cevapta namazın beş olduğunu
belirtir. Enes de Mi'râc hadisinde farz namazın beş olduğunu ifade eder. Hülasa
ulemâ vitrin farz olmadığı hususunda icma etmiştir. Sadece Hasan İbnu Ziyad,
Ebû Hanîfe'nin farz dediğini rivâyet etmiştir. Ancak imamın ashâbı bunu kabul
etmemiştir. Şâyet bu rivâyet sahihse, şunu bilmek gerekir imamdan önce bu
meselede icma vâki olmuştur.
2- "Kılmayan bizden değildir"
ifadesini, "sünnetten nefret ederek kılmayan bizden değildir"
şeklinde anlamak gerekmektedir.[1170]
ـ2981
ـ2ـ وعن علي
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]الْوِتْرُ
لَيْسَ
بِحَتْمٍ
كَالصََّةِ
المَكْتُوبَةِ،
وَلَكِنَّ
رسولَ اللّهِ
# قال: إنَّ اللّهَ
تَعالى
وِتْرٌ
يُحِبُّ
الوِتْرَ. فَأوْتِرُوا
يَا أهْلَ
الْقُران[.
أخرجه أصحاب
السنن .
2. (2981)- Hz. Ali (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Vitir namazı
farz namaz gibi kesin değildir. Ancak Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Allahu Teâlâ hazretleri tektir, tek'i sever, öyleyse ey ehl-i Kur'an vitri kılın!" buyurmuştur."[1171]
AÇIKLAMA:
1- Hatm, farz ve vacib ma'nâsına gelir. Biz
vitr hususundaki mezhebimizin hükmüne uygun düşmek için "kesin"
tâbirini tercih ettik.
2- Cumhur vitir namazının vacib olmadığı,
sünnet olduğu hususunda icma eder. Ebû Hanîfe merhum bu meselede cumhura
muhalefet eder, vacib olduğunu söyler.. "Farzdır" dediği de rivâyet
edilmiştir. İbnu Hacer, İmam Muhammed ve İmam Yusuf bu meselede Ebû Hanîfe'ye
muhalefet etmiş olsalar da Ebû Hanîfe'nin bu hükmünde yalnız olmadığını, Saîd
İbnu Ôl-Müseyyeb, Ebû Ubeyde, Abdillah İbnu Mes'ud ve
Dahhâk'ın da vitrin vücubûna hükmettiklerine dair İbnu Ebî Şeybe'nin
rivâyet kaydettiğini belirtir.[1172]
ـ2982
ـ3ـ وعن ابن
مُحَيْريزٍ:
]أنَّ رَجًُ
مِنْ بَنِى
كِنَانَةَ
يُدْعَى
المُخْدِجِىَّ
سَمِعَ
رَجًُ
بِالشَّامِ
يُكَنَّى أبَا
مُحَمّدٍ
يَقُولُ:
الْوَتْرُ
وَاجِبٌ. قالَ
الْكِنَانِىُّ:
فَسَألْتُ
عُبَادَةَ بنَ
الصَّامِتِ
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
فقَالَ:
كَذَبَ أبُو
مُحَمّدٍ.
سَمِعْتُ
رسولَ اللّهِ
# يَقُولُ:
خَمْسُ
صَلَوَاتٍ
كَتَبَهُنَّ
اللّهُ
تَعالى عَلى
الْعِبَادِ.
فَمَنْ جَاءَ
بِهِنَّ
وَلَمْ
يُضَيِّعْ
مِنْهُنَّ
شَيْئاً اسْتِخْفَافاً
بِحَقِّهِنَّ
كَانَ لَهُ عِنْدَ
اللّهِ
عَهْدٌ أنْ
يُدْخِلَهُ
الجَنَّةَ،
وَمَنْ لَمْ
يَأتِ
بِهِنَّ
فَلَيْسَ لَهُ
عِنْدَ
اللّهِ
عَهْدٌ، إنْ
شَاءَ عَذَّبَهُ
وَإنْ شَاءَ
أدْخَلَهُ
الجَنَّةَ[.
أخرجه ا‘ربعة
إ الترمذي.»أبُو
مُحَمّدٍ« هذا
من ا‘نصار له
صحبة.وقوله
عبادة:
»كَذَبَ أبُو
مُحَمّدٍ« أى
أخْطأ، وََ
يَجوز أن يكذب
في شئ من
ا‘خبار عن
رسولِ اللّهِ
# .
3. (2982)- İbnu Muhayrîz anlatıyor: "Benî Kinâne'den el-Muhdicî
denen bir adam, Şam'da Ebû Muhammed diye künyesi olan bir adamın:
"Vitir
namazı vacibtir" dediğini işitti. Kinânî dedi ki:
"Ben bunu
Ubâde İbnu's-Sâmit (radıyallâhu anh)'e sordum da:
"Ebû
Muhammed hata etmiş. Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı dinledim şöyle
demişti:
"Allah'ın
kullar üzerine yazıp farz kıldığı beş namaz mevcuttur. Kim onları eda eder, istihfafla herhangi bir eksikliğe
meydan vermeden tam yaparsa Allah indinde ona verilmiş bir söz vardır: Onu
cennete koyacaktır. Onları kılmayana ise Allah'ın bir vaadi yoktur. Dilerse
azab eder dilerse cennete koyar" der.[1173]
AÇIKLAMA:
1- Beş vakti Allah'ın yazması, farz kılması
demektir.
2- Bu hadisten, bazı âlimler vitir namazının
vacib olmadığı hükmünü çıkarmışlardır.
3- Hadis "istihfafla (=hafife alarak,
ehemmmiyet vermeyerek) demek sûretiyle; unutarak, sehven, kasıtsız olarak
yapılan hataları istisna tutmuş olmaktadır.
4- Hadis, namazı terkedenlerin de mü'min olduklarına, bu
yüzden tekfir edilemeyeceklerine delildir.
5- "..Dilerse azâb eder" ifadesi
"günahı miktarınca azâb çeker"
demektir.
6- Hadiste geçen "Ebû Muhammed hatâ
etmiş" ifadesinin aslı Ebû Muhammed kizb (yalan) etmiş şeklindedir. Şârihler buradaki kizb
kelimesinin dilimizdeki yalan'ı kasdetmediğini, bilakis hata etti demek
olduğunu belirtirler. Kizb Arapçada hata ma'nâsına da kullanılmaktadır. Çünkü,
hatanın zıddı sıdk'dır. Yalanın zıddı da sıdktır. Şu halde hata da sıdk'ın
zıddı olması sebebiyle "kizb" kelimesiyle ifade edilebilir. Bunun
örneğine, yani hata etmiş demek için kizb etmiş sözünün kullanılmış olmasına hadislerde
sıkca rastlarız. Ashâbın hiçbir şeyde yalan söylemesi mevzubahis değildir.
Birbirlerini yalanla da itham vâki olmamıştır.[1174]
ـ2983
ـ4ـ وعن ابن
عمر رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهما قال: ]قال
رسولُ اللّهِ:
اجْعَلُوا
آخِرَ
صََتِكُمْ
بِاللَّيْلِ
وِتْراً[.
أخرجه الخمسة
إ الترمذي .
4. (2983)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Gece namazının sonu tek olsun."[1175]
ـ2984
ـ5ـ ولمالك عن
ابن مسعود:
]اجْعَلُوا
آخِرَ صََتِكُمْ
مِن
اللَّيْلِ
وِتْراً[ .
5. (2984)- İmam Mâlik, İbnu Mes'uddan naklediyor: "İbnu Mes'ud
demiştir ki: "Geceleyin kılacağınız namazın sonunu tek kılın."[1176]
ـ2985
ـ6ـ وعن أبي
أيوب رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رسولُ اللّهِ
#: الْوِتْرُ
حَقٌّ عَلى
كُلِّ
مُسْلِمٍ،
فَمَنْ
أحَبَّ أنْ
يُوتِرَ بِخَمْسٍ
فَلْيَفْعَلْ،
وَمَنْ
أحَبَّ أنْ
يُوتِرَ
بِثََثٍ فَلْيَفْعَلْ،
ومَنْ أحَبَّ
أنْ يُوتِرَ
بِوَاحِدَةٍ
فَلْيَفْعَلْ[.
أخرجه أبو
داود، وهذا
لفظه،
والنسائى .
6. (2985)- Ebû Eyyûb (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Vitir her müslüman üzerine bir
haktır (vazifedir). Kim beş ile vitir kılmayı severse yapsın. Kimde üç ile
vitir kılmak isterse yapsın.
Kim tek rek'atli vitr kılmayı dilerse kılsın."[1177]
AÇIKLAMA:
1- Hak Şâri'nin örfünde vacib ma'nâsında kullanılmıştır. Vacib de haber-i vahidle sübût bulan demektir. Hak kelimesinin kullanılışı sebebiyle bu hadis vitr namazına vacib diyenlere delildir, ancak cumhur bunun vacib değil; sünnet olduğuna hükmetmiştir. Ebû Hanîfe bu hususta muhaliftir ve vacib olduğunu söylemiştir. İbnu Ömer bir rivâyette, Resûlullah'ın devenin sırtında vitir kıldığını bildirir. Bu rivâyet vitrin vacib olmadığını söyleyenlere delil olmuştur, çünkü Aleyhissalâtu Vesselâm binek üzerinde farz kılmamıştır.
2- Sadedinde olduğumuz hadis, vitrin miktarında da bir muhayyerlik getirmiş bulunmaktadır. Bu husus da onun farz ve vacib olmadığına delil kılınmıştır. Keza Necid taraflarından gelen bir bedevînin Resûlullah'a soru sormasıyla ilgili rivâyet de vitrin sünnet olduğuna delil gösterilmiş, mezkûr rivâyette Resûlullah: "Gece ve gündüzde toplam beş vakit namaz var!" der. Bedevî "daha fazla var mı?" diye tekrar sorar. Resûlullah, "Nafile olarak isteyen kılabilir" der.[1178]
ـ2986
ـ7ـ وعن أم
سلمة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالت: ]كانَ
رسُولُ
اللّهِ #
يُوتِرُ
بِثََثَ
عَشَرَةَ. فَلَمَّا
كَبُرَ
وَضَعُفَ
أوْتَرَ
بِسَبْعٍ[. أخرجه
الترمذي
والنسائى.وزاد
الترمذي فقال:
]وقال إسحاق
بن إبراهيم:
معنى ما روى
أنه كان يُوتر
بثث عشرة. أنه
كان يصلى من
الليل ثث عشرة
ركعة مع
الوتر، فنسبت
صة الليل إلى
الوتر .
7. (2986)- Ümmü Seleme (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) onüç rek'at kılarak vitir yapardı. İhtiyarlayıp
zayıflayınca yedi rek'atte vitir yaptı."[1179]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadiste Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın 13 ve 7 rek'at kılarak vitir yaptığı belirtilir. Tirmizî bu
rivâyetin sonunda, Resûlullah'ın muhtelif rivâyetlere göre onüç rekatte, onbir
rekatte, dokuz, yedi, beş, üç ve tek
rekatte vitir yaptığını belirtir.
2- Yine Tirmizî'nin İshak İbnu İbrahim'den
kaydettiği bir açıklamaya göre, onüç rekatte vitir kılmasının ma'nâsı şudur:
Efendimiz, geceleyin, vitirle birlikte onüç rekat namaz kılardı. Rivâyette geçen namazı "vitr"e
nisbet edilmiştir. Şu halde, bu rakamı yatsı namazının buna tevafuk eden
rakamlarıyla karıştırmamak gerekir.[1180]
ـ2987
ـ8ـ وعن ابن
عمر رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]قال رَسولُ
اللّهِ #:
الْوِتْرُ
مِنْ آخِرِ
اللَّيْلِ[.
أخرجه الستة إ
أبا داود،
وهذا لفظ مسلم
.
8. (2987)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Vitir gecenin sonunda kılınır."[1181]
ـ2988
ـ9ـ وفي رواية
للبخارى:
]صََةُ
اللَّيْلِ مَثْنىَ
مَثْنَى،
فإذَا
أرَدْتَ أنْ
تَنْصَرِفَ
فَارْكَعْ
رَكْعَةً
تُوتِرُ لَكَ
مَا قَدْ
صَلَّيْتَ[ .
9. (2988)- Buhârî'nin bir rivâyetinde şöyle denmiştir: "Gece
namazı ikişer ikişerdir. Gece namazından ayrılacağın zaman, tek rekat daha kıl,
bu sana kıldığın namazların tek olmasını sağlar."[1182]
AÇIKLAMA:
Bu iki
rivâyette Resûlullah gece namazlarının nasıl kılınacağını ve vitir namazının
vaktini beyan ediyor. Buhârî'nin rivâyetinde bu husus bir soruya cevap olarak
beyan edilmiştir.
Başta da
belirttiğimiz gibi, vitrin zamanı ihtilaflı olduğu gibi, kaç rek' at
kılınacağı, rek'atlerin ikişer ikişer mi kılınacağı, bunların selamla ayrılıp
ayrılmayacağı da ihtilaflı hususlardır. Bu rivâyetler vitrin gecenin sonunda
olacağını, ikişer ikişer kılınıp selamla fasledileceğini söyleyenlere delildir.
Hanefîler,
"ikişer ikişer" tâbirini, "her iki rekatte teşehhüd okunur"
diye anlamış, "selam verilir" dememiştir. Ama ekseriyet: "Her
iki rekatte selam verilir" diye
anlamıştır. İbnu Hacer: "Resûlullah'tan ikişer ikişer ayırarak kıldığı, dörder dörder vaslederek de kıldığı
hususunda sahih rivâyetler vardır" der.
Keza Hz.
Âişe'den gelen bir rivâyete göre: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
yatsıdan sonra güneş doğuncaya kadar onbir rekat namaz kılar, her iki rekatte
selam verir (son rekati de müstakil kılar)dı."
Diğer taraftan
bir kısım hadisler, gece namazının tek rekatle tamamlanmasını emreder.[1183]
ـ2989
ـ10ـ وعن
عبدالعزيز جريج
قال: ]سَألْنَ
عَائِشَةَ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها. بأىِّ
شَىْءٍ كَانَ
يُوتِرُ
رَسولُ
اللّهِ #؟
قالَتْ: كانَ
يَقْرَأُ في
ا‘ولى
بِسَبِّحِ اسْمَ
رَبِّكَ
ا‘عْلى، وفي
الثَّانِيَةِ
بِقُلْ يَا
أيُّهَا
الكَافِرُونَ،
وفي الثَّالِثَةِ
بِقُلْ هُوَ
اللّهُ أحَد
وَالمُعَوَّذَتَيْنِ[.
أخرجه أصحاب
السنن .
10. (2989)- Abdülazîz İbnu Cüreyc anlatıyor: "Hz. Âişe
(radıyallahu anhâ)'ya Resûlullah ne ile
vitir namazı kılardı? diye sorduk. Dedi
ki: "Birinci rek'atte Sebbih isme Rabbike'l-a'lâyı ikinci rek'atte Kulyâ
eyyühâ'lkâfirûn sûresini, üçüncü rekatte de Kulhüvallâhü ahad ve Muavvizateyn'i
okurdu."[1184]
ـ2990
ـ11ـ وعن خارجة
بن حُذافة
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ
رَسولُ
اللّهِ #:
أمَدَّكُمُ
اللّهُ
بِصََةٍ هِىَ
خَيْرٌ
لَكُمْ مِنْ
حُمْرِ
النَّعَمِ،
وَهِىَ
الْوِتْرُ.
فَجَعَلَهَا
اللّهُ
لَكُمْ
فِيمَا
بَيْنَ
الْعِشَاءِ
اخِرَةِ إلى
طُلُوعِ
الْفَجْرِ[.
أخرجه أبو
داود والترمذي.»حُمْرُ
النَّعَمِ«
خيار ا“بل
وأغها قيمة .
11. (2990)- Hârice İbnu Huzâfe (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Allah size (öyle) bir namazla imdâd etti ki, O sizin için kızıl deve sürülerinden daha hayırlıdır. İşte bu namaz vitirdir. Allah onu, sizin için yatsı namazı ile şafağın sökmesi arasına koydu."[1185]
AÇIKLAMA:
Hadiste geçen اَمَدَّ
kelimesi ziyade etti,
imdad etti (yardım etti) ma'nâlarına gelir. Yani: "Allah beş vakte vitri
de ziyade etmekle size büyük bir imdadda
bulundu, onu kıldınız mı âhiret hazırlığınız daha güçlü olacak"
demektir. Hadisin devamı, âhiret için büyük sevaba vesile olacağı için bu namazın "dünya mallarının en
kıymetlileri"nden daha hayırlı olacağını belirtmiştir. Humru'nneam, kızıl
develer demek ise de en kıymetli mal ma'nâsına deyim olmuştur.[1186]
ـ2991
ـ12ـ وعن عائشة
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]مِنْ كُلِّ
اللَّيْلِ
قَدْ أوْتَرَ
رَسولُ اللّهِ
# مِنْ أوَّلِ
اللَّيْلِ
وَأوْسَطِهِ وَآخِرِهِ
فَانْتَهَى
وِتْرُهُ إلى
السَّحْرِ[.
أخرجه الخمسة.
12. (2991)- Hz. Âişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) her gece vitir kılardı. Gecenin evvelinde de kıldı,
ortasında da kıldı; sonunda da kıldı (ölümü sırasında) gecenin sonunda
kıldı."[1187]
AÇIKLAMA:
1- Ebû Dâvud'un rivâyetinde Hz. Âişe bu açıklamayı, Mesrûk'un: "Resûlullah vitri ne zaman kılardı?" sorusu üzerine yapar.
2- Bu rivâyet, Resûlullah'ın vitri, yatsının bitiminden fecrin doğuşuna kadar gecenin her vaktinde kıldığını ifade etmektedir. Ömrünün sonunda her seher vaktinde kılmış olmasından, "Müstehab vakit budur" diye hüküm çıkaran âlim olmuştur.
3- Ebû Dâvud ve Tirmizî'nin rivâyetlerinde "öldüğü zaman" açıklaması vardır. Yani vitri, sadedinde olduğumuz hadiste belirtildiği şekilde kılma işi, Resûlullah'ın ömrünün sonlarında cereyan etmiş olmalıdır. Şu halde, vitrin vaktiyle ilgili ihtilaflar ahvâlin ihtilafından ileri gelmektedir.
4- Seher'i âlimler farklı şekillerde tarif eder:
* Sabahtan az önceki vakittir.
* Maverdî: "Gecenin son altıda biridir" demiştir.
* Başlangıcının ilk fecir (fecr-i kâzib) olduğu da söylenmiştir.[1188]
ـ2992 ـ13ـ وعن
جابر رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال رسُولُ
اللّهِ # مَنْ
خافَ أنْ َ
يَقُومَ مِنْ
آخِرِ
اللَّيْلِ
فَلْيُوتِرُ
أوَّلَهُ، وَمَنْ
طَمِعَ أنْ
يَقُومَ
آخِرَهُ
فَلْيُوتِرُ
آخِرَ اللَّيْلِ
فَإنَّ صََةَ
آخِرِ
اللَّيْلِ مَشْهُودَةٌ
مَحْضُورَةٌ
وَذلِكَ
أفْضَلُ[. أخرجه
مسلم
والترمذي .
13. (2992)- Hz. Câbir (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim gecenin sonunda kalkamamaktan korkarsa vitrini gecenin başında kılsın.Kim gecenin sonunda kalkmayı umuyorsa gecenin sonunda vitrini kılsın. Çünkü gecenin sonunda kılınan namaz (gece ve gündüz meleklerinin huzurlarında ve şehadetleri altında kılındığı için) meşhûd ve mahzûrdur. Bu yüzden (gecenin başında kılınana nazaran) daha faziletlidir."[1189]
AÇIKLAMA:
Gecenin her bölümünde kılınması caiz olan vitir namazını, Resûlullah bu hadislerinde, gecenin sonunda kılmayı tavsiye buyurmakta ve sonda kılmanın efdal olacağını belirtmektedir. Efendimiz sebeb olarak, gecenin sonunda kılınan namazın meşhûd ve mahzûr olduğunu söylemektedir.
Meşhûd, şahidlenmiş, şâhidlerin nazarı altında yapılmış demektir.
Mahzûr da aynen şâhid gibi, huzurda yapılmış şey demektir. Yani gece ve gündüz melekleri namaz kılanın yanında hazır bulunup, namaza şâhid olurlar, böylece namaz meşhûd (şahidlenmiş) ve mahzûr (huzurlanmış) olur demektir.[1190]
ـ2993
ـ14ـ وعن أبى
قتادة رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رَسُولُ
اللّهِ # ‘بِى
بَكْرٍ
رَضِىَ اللّهُ
عَنْه: مَتَى
تُوَترُ؟
فقَالَ:
أُوِترُ مِنْ
أوَّلِ
اللَّيْلِ.
وَقالَ
لِعُمَرَ
رَضِىَ اللّهُ
عَنْه مَتَى
تُوتِرُ؟
فقَالَ:
أوْتِرُ آخِرَ
اللَّيْلِ.
فقَالَ ‘بِى
بَكْرٍ: أخَذَ
هذَا
بِالْحَذَرِ،
وَأخَذَ هذَا
يَعْنِى
عُمَرَ
بِالْقُوَّةِ[.
أخرجه مالك
وأبو داود .
14. (2993)- Ebû Katâde (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), Hz. Ebû Bekr (radıyallâhu anh)'e:
"Vitri ne
zaman kılıyorsun?"diye sordu. Hz. Ebû Bekr:
"Gecenin
başında kılıyorum!" dedi. Aynı şekilde:
"Vitri ne
zaman kılıyorsun?" diye Hz. Ömer'e de sordu:
"Gecenin
sonunda kılıyorum!" dedi. Bunun üzerine Aleyhissalâtu Vesselâm, Hz. Ebû
Bekr'e:
"Sen
ihtiyatla amel ediyorsun!" dedi. Hz. Ömer'e de:
"Sen de
kuvvet(li olan, takvaya uygun olan) ile amel ediyorsun!" buyurdu."[1191]
AÇIKLAMA:
Hz. Ebû Bekr'e,
Resûlullah "sen ihtiyatla amel ediyorsun!" demekle şunu kastetmiştir:
"Vitir'i gecenin başında, daha uyumadan kılıp garantiye alıyorsun, gecenin
sonuna bıraktığın takdirde uyanamama ve kaçırma ihtimali var, önceden kılınca
bu ihtimale karşı ihtiyatlı davranmış oluyorsun."
Hz. Ömer'e
"Kuvvetle amel ediyorsun!" demekle de, "aslında daha kâvi daha
muteber sevabca daha üstün olan gece kıyâmına kalkma azmini ortaya koyan bir
amel yapıyorsun" demeyi kastetmiş olmaktadır.
Bu hadiste,
gecenin sonunda kılmanın üstünlüğü ifade edilmiş ise de başında kılan da
kınanmamıştır. İsteyen istediği şekilde amel eder.[1192]
ـ2994
ـ15ـ وعن ابن
عمر رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهما قال: ]قال
رسولُ اللّهِ
#: صََةُ
اللَّيْلِ
وَالنَّهَارِ
مَثْنَى
مَثْنَى[.
أخرجه أصحاب
السنن .
15. (2994)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Gece ve gündüz
namazları ikişer ikişerdir."[1193]
AÇIKLAMA:
Hadis mutlak
ise de ulemâ umumiyetle nafile namazlara hamlederek onların ikişer ikişer
kılınmasının efdal olacağını söylemiştir. Şevkânî, Neylü'l-Evtâr'da der ki:
"Bu hadis, gece ve gündüz kılınacak tetavvu namazlarını ikişer ikişer
kılmanın müstehab olduğuna delâlet eder. Ancak ister ziyade isterse noksan
kılınması hususunda istisna edilerek zikredilenler hariç."
Nafilelerin
ikişer ikişer kılınacağı hususunda İmam Mâlik, Şâfiî ve Ahmed İbnu Hanbel
ittifak ederler. Nitekim Resûlullah Fetih günü sekiz rek'at kuşluk namazı
kılmış, ikişer ikişer selam vermiştir. Keza bayram namazı, yağmur namazı -ki
hepsi de gündüz kılınır- iki rek'attir.[1194]
ـ2995
ـ16ـ وعن أبى
سعيد رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رسولُ اللّهِ
#: مَنْ نَامَ
عَنْ
وِتَرِهِ أوْ
نَسِيَهُ
فَلْيُصَلِّ
إذَا ذَكَرَ
أوِ اسْتَيْقَظَ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي .
16. (2995)- Ebû Saîd (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Vitir namazını kılmadan kim uyur
veya unutursa hatırladığı veya uyandığı
zaman hemen kılsın."[1195]
AÇIKLAMA:
Bu hadis,
vaktinde kılınmadığı takdirde vitrin kaza edilmesinin meşruluğuna delil olduğu
gibi vitre vacib diyenlere de bir
delil olmaktadır. Ancak, cumhur vitrin kazasına mendub demiştir. Vaktinde
kılınmadığı takdirde kaza edilmesine
hükmedenler arasında Ashâb'tan Hz. Ali, Sa'd İbnu Ebî Vakkâs, Abdullah
İbnu Ömer, Ubâde İbnu's-Sâmit, Ebû'd-Derdâ, Âmir İbnu Rebî'a, Muaz İbnu Cebel,
İbnu Abbâs zikredilebilir. Tâbiînden Amr İbnu Şurahbil, İbrahim Nehâî,
Ebû'l-Âliye, Hammâd İbnu Ebî Süleymân; imamlardan Süfyân-ı Sevrî, Ebû Hanîfe,
Evzâî, Mâlik, Şâfiî, Ahmed, İshak vs. var. Ancak bunlar ne zaman kaza edileceği
hususunda ihtilaf ederler. Sekiz ayrı görüş ortaya çıkmıştır:
* Sabahı kılmazdan önce.
* Güneş doğmazdan önce, sabahı kıldıktan sonra
bile olsa.
* Sabah namazından ve güneşin de doğmasından sonra, zevâle kadar vs.[1196]
ـ2996
ـ17ـ وعن أبى جَمْرَةَ
قالَ:
]سَأَلْتُ
عَائِذَ بنَ
عَمْرٍو
وَكَانَ مِنَ
أصْحَابِ
الشَّجَرَةِ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهم. هَلْ
يُنْقَضُ
الْوِترُ؟ قَالَ:
إذَا
أوْتَرِتَ
مِنْ
أوَّلِهِ فََ
تُوتِرْ مِنْ
آخِرِهِ[.
أخرجه
البخارى.وزاد
رزين رحمه
اللّه قال:
رسولُ اللّهِ
#: »َ وِتْرَانِ في
لَيْلَةٍ« .
17. (2996)- Ebû Cemre anlatıyor: "Ashâb-ı Şecere (radıyallahu anhüm)'den olan Âiz İbnu Amr'a sordum:
"Vitir namazı nakzedilir mi?"
"Eğer, evvelinde vitir kıldıysan âhirinde vitir kılma" dedi."[1197]
Rezîn merhum şunu ilave eder: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdular: "Bir gecede iki vitir kılınmaz."[1198]
AÇIKLAMA:
Vitir namazının
nakzından (bozulmasından) maksad şudur: Kişi vitrini kılıp yatar ve uyur, sonra
uyanır ve nafile namaz kılmak ister. Bu durumda adam bir rek'at daha kılıp
vitr'i çift yaptıktan sonra dilediği kadar kılar. Sonra "Gecenizin son
namazını tek yapın"hadisi mucibince yeniden vitir kılar mı, yoksa bu
hususu hiç düşünmeksizin önce kıldığı vitri bozmadan dilediği kadar nafile kılabilir mi?
İşte hadis,
ikinci sıfatın tercihi istikametinde soruyu cevaplar: "Gecenin evvelinde
vitir kıldıysan (bu yeterlidir), sonunda tekrar vitir yapma."
Ancak bu mesele
Selef arasında ihtilaflıdır. İbnu Ömer, bu durumda vitrin nakzedilmesinin
gereğine inanır. Şâfiîlere göre, hadiste olduğu üzere, vitir nakzedilmez
(bozulmaz) Mâlikîler de bu kanaattedir.[1199]
ـ2997
ـ18ـ وعن نافع
قال: ]كُنْتُ
مَعَ ابنِ
عُمَرَ رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهما
بِمَكَّةَ
وَالسَّمَاءُ
مُغَيِّمَة
فَخَشِىَ
الصُّبْحَ
فَأوْتَرَ
بِوَاحِدَةٍ.
ثُمَّ
انْكَشَفَ
الغَيْمُ فَرَأى
أنَّ
عَلَيْهِ
لَيًْ
فَشَفَعَ
بِوَاحِدَةٍ
ثُمَّ صَلّى
رَكْعَتَيْنِ
رَكْعَتَيْنِ
فَلَمَّا
خَشِىَ
الصُّبْحَ
أوْترَ
بِوَاحِدَةٍ[.
أخرجه مالك .
18. (2997)- Nâfi anlatıyor: "Ben İbnu Ömer (radıyallâhu anh)'le
Mekkedeydim. Hava bulutlu
olduğu için sabah namazını kaçırmaktan
korkuyordu. Tek rekat kılarak vitir yaptı. Sonra bulutlar açıldı. Gördü ki daha
üzerinde gece var. Bir rek'at daha kılarak (önceki tek'i) çiftledi, sonra iki
rek'at (bir miktar) namaz kıldı. Sabahın geçmesinden korkunca bir rekat daha
kılarak vitir yaptı."[1200]
AÇIKLAMA:
İbnu Ömer
(radıyallâhu anh) geceleyin kılınacak namazın tek rek'atle sona ermesi gereğine
inananlardandı. Bu sebeple vitirle (tekle) sona erdirdiği nafile namazından
sonra, gecenin devam ettiğini görünce, tekrar nafileye devam edebilmek için
önceki tek rek'ata müstakil bir rekat daha ilave edip, onu çift kıldıktan sonra
bir miktar daha nafile kılıp, en sonda tek kılarak gece namazını bitiriyor.[1201]
ـ2998
ـ19ـ وعن عائشة
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]كانَ رسولُ
اللّهِ # َ
يُسَلِّمُ في
رَكْعَتَىِ
الْوَترِ[.
أخرجه
النسائى .
19. (2998)- Hz. Âişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) vitrin ilk iki rek'atinde selam vermezdi."[1202]
ـ2999
ـ20ـ وعن ابن
عمر رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهما قال: ]كانَ
رسولُ اللّهِ
# يُسَلِّمُ
في الرَّكْعَتَيْنِ
مِنَ
الْوَترِ
حَتَّى يَأمُرَ
بِبَعْضِ
حَاجَتِهِ[.
أخرجه
البخارى ومالك
.
20. (2999)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) vitrin ilk iki rek'atinde selam verirdi, öyle ki (o sırada) bazı ihtiyaçları için emirde bulunurdu."[1203]
AÇIKLAMA:
Bu sonuncu
rivâyetin zâhiri, Hz. Peygamber'in üç rek'atini mevsul yani tek selamla
kıldığını ifade eder. Çünkü, bir ihtiyacı zuhur edince ikinci rekatte selam
verip ihtiyacını söylemekte, geri kalan
tek rekati de arkadan tamamlamaktadır.
Bu durum, "iki ayrı parça (mevsul) olmadıkça vitir sahih olmaz"
diyenlere cevaptır.
Bu hususta
gelen farklı rivâyetler vitir namazını ikinci rek'ate bölerek kılmanın da,
bölmeksizin sadece teşehhüdde bulunup üçüncü rek'ati de kıldıktan sonra selam
vermek sûretiyle kılmanın da caiz olduğunu ifade eder. Nitekim Hanefîler üçünü
birlikte kılarken, Şâfiîler iki rek'atte
selam verir ve üçüncü rek'ati müstakilen kılarlar.[1204]
ـ3000
ـ21ـ وله في
أخرى ]قال
رسولُ اللّهِ
#: صََةُ المَغْرِبِ
وَتْرُ النَّهَارِ[
.
21. (3000)- Muvatta'nın bir rivâyetinde şöyle gelmiştir:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Akşam namazı
gündüzün vitridir."[1205]
AÇIKLAMA:
Gündüz kılınan
namazlar hep çifttir. Akşam namazı üç
rek'at olması sebebiyle tektir. Akşam, gündüzleri kılınanlar arasında
mütâlaa edilince, gündüz namazlarının vitri (teki) olmuş olur.[1206]
ـ3001
ـ22ـ وعن علي
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كَانَ
رسولُ اللّهِ
# يَقُولُ في
وِتْرِهِ:
اللَّهُمَّ
إنِّى أعُوذُ
بِرِضَاكَ
مِنْ
سَخَطِكَ،
وَبِمُعَافَاتِكَ
مِنْ
عُقُوبَتِكَ،
وَأعُوذُ
بِكَ مِنْكَ َ
أُحْصِى
ثَنَاءً
عَلَيْكَ
أنْتَ كَمَا
أثْنَيْتَ
عَلى
نَفْسِكَ[.
أخرجه أصحاب
السنن .
22. (3001)- Hz. Ali (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) vitrini kılarken şu duayı okurdu:
"Allahım gadabından
rızana sığınırım. Cezandan affına sığınırım. Seden sana sığınırım. Sana
(yapılması gereken) senayı sayamam. Sen, kendi nefsine yaptığın övgüdeki
gibisin."[1207]
ـ3002
ـ1ـ عن بل
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال رسولُ
اللّهِ #:
عَلَيْكُمْ
بِقِيَامِ
اللّيْلِ،
فإنَّهُ دَأْبُ
الصَّالِحِينَ
قَبْلَكُمْ،
وَقُرْبَةٌ
إلى
رَبِّكُمْ،
وَمَنْهَاةٌ
عَنِ اثَامِ،
وَتَكْفِيرٌ
للسَيِّئَاتِ،
وَمَطرَدَةٌ
للِدَّاءِ
عَنِ
الجَسَدِ[.
أخرجه الترمذي
.
1. (3002)- Hz. Bilâl (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Size geceleyin kalkmayı tavsiye
ederim. Çünkü o, sizden önce yaşayan sâlihlerin adetidir; Rabbinize yakınlık
(vesilesi)dir; günahlardan koruyucudur; kötülüklere kefârettir, bedenden
hastalığı kovucudur."[1208]
AÇIKLAMA:
Hadiste teşvik
edilen gece kalkması (kıyâmu'lleyl) öncelikle teheccüd namazını da içine alan
bir kalkmadır. Bahsin sonunda açıklayacağımız üzere, teheccüd mükerrer
âyetlerde ele alınmış Kur'ânî bir ibadettir. Resûlullah'a farz, ümmete müstehabtır.
Resûlullah da pek çok hadislerinde teheccüde teşvik etmiştir. Bazı hadis
kitaplarımızda ilgili hadisleri toplayan müstakil bölümler mevcuttur.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sadedinde olduğumuz hadiste kıyâmu'lleyl'in şu neticelerini hatırlatıyor:
* Allah'a yaklaştırır. Yine O'nun rahmetini
celbe vesîle olur.
* Günahlardan uzaklaştırır, yani günah
işletmez. Cenâb-ı Hakk "Namazın kötü ve çirkin işlerden koruyacağı"
(Ankebut 45); "İyi amellerin kötü amelleri gidereceği" (Hud 114)
garantisini vermektedir.
* Günahlara kefâret ve örtü olur.
* Bedenden hastalıkları çıkarır, sıhhate
vesile olur.[1209]
ـ3003
ـ2ـ وعن ابن
عمرو بن العاص
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهما
قال: ]قال
رسولُ اللّه #:
مَنْ قَامَ
بِعَشرِ
آيَاتٍ لَمْ
يَكْتُبْ
مِنَ
الغَافِلِينَ،
وَمَنْ قَامَ
بِمِائَةِ
آيَةٍ كُتِبَ
مِنَ
الْقَانِتِينَ،
وَمَنْ قَامَ
بِألْفِ
آيَةٍ كُتِبَ
مِنَ المُقَنْطِرِينَ[.
أخرجه أبو
داود
2. (3003)- İbnu Amr İbni'l-Âs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim geceyi on
âyet okuyarak ihya ederse gafiller arasına yazılmaz. Kim de yüz âyetle gecesini
ihya ederse "kânitîn" zümresine yazılır. Kim de bin âyet okuyarak
geceyi ihya ederse mukantırîn arasında yazılır."[1210]
AÇIKLAMA:
Gecenin ihyası
namaz kılarak olabileceği gibi, Kur'an tilaveti, zikir, ilim vs. ile de
olabilir. Sadedinde olduğumuz hadis, az miktarda tilavetle de gece ihya
edilebileceğini müjdeliyor. Sözgelimi bu maksadla on âyet tilavet eden kimse
"gâfiller" zümresine dahil edilmeyecektir. Ama yüz âyet okuyarak ihya
ederse kânitîn'e dahil edilecektir.
Kânitîn birçok
ma'nâ ifade eden bir tabirdir. Kunût'dan gelir; bu ise tâat, huşû, dua, namaz, ibadet, kıyâm, sükût
ma'nâlarının hepsini ifade eder. Bunlardan hangisinin öncelikle kastedilmiş
olduğunu hadis metninden anlamak icabeder. Sadedinde olduğumuz hadiste
kıyâmu'lleyl yani "gece kalkışı" olduğu anlaşılmaktadır.
Mukantır, çok
mal sahibi, aşırı zengin demektir. Öyle ise, hadiste bin âyet okuyana çok sevap
verileceği ifade edilmiş olmaktadır.[1211]
ـ3004
ـ3ـ وله في
أخرى عن
عبداللّه بن
حَبَشِىِ قال:
]سُئِلَ رسولُ
اللّهِ #: أىُّ
ا‘عْمَالِ
أفْضَلُ؟ قال
طُولُ
الْقِيَامِ[ .
3. (3004)- Yine Ebû Dâvud'da Abdullah İbnu Habeşî anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a: "Hangi amel efdaldir?" diye sorulmuştu. Şu cevabı verdi:
"Kıyâmı uzun olan."[1212]
AÇIKLAMA:
Sadedinde
olduğumuz hadis, en efdal amelin uzun kıyâm olduğunu gösteriyor. Halbuki bazı
hadislerde, Allah'a en yakın halin secde hali olduğu söylenmiş ve secdede çok
dua edilmesi tavsiye edilmiştir اَقْرَبُ
مَا يَكُونُ
الْعَبْدُ مِنْ
رَبِّه وهو
ساُجد ve keza
وامَّا
السُّجُودُ
فَاكْثِرُوا
فيهِ مِنَ
الدُّعَاءSadedinde olduğumuz hadisle bunlar
arasında ortaya çıkan
teâruz bazı âlimlerin dikkatini çekmiştir. Şeyh İzzeddin İbnu Abdisselam'ın
getirdiği bir izahı çok tatminkâr olmasa da ufak bir-iki tasarrufla
kaydediyoruz: "Kişinin Allah'a yakınlığı, ona yapacağı ihsana tâbidir. Bu
da sevap çokluğuyla olur. Şu halde kıyam uzadıkça (zikir ve dolayısıyle sevap çok olacağına göre) uzun kıyam efdal
olacak demektir.
Namazda her
ikisi de namazın efdal kısmı olan iki rüknün bulunması mümkün değildir. Öte
yandan secde kıyâmdan vacibiyle, nafilesiyle efdaldir, çünkü şeriat, mesbûk'a
(namaza sonradan dahil olana) kıyâm hususunda müsâmaha göstermiş, secdede bunu
göstermemiştir. Yani, rükûya yetişmiş ise o rek'ate yetişmiş sayılır. Bu,
secdenin vacibinin, kıyâmın vacibinden efdal olduğuna delil olur. Vacibi efdal
olan her şeyin nafilesi de efdal olur. Böylece sücûdun farz ve nafilesi kıyâma
üstün gelir."
Şârih devamla
der ki: "Bu iki hadisten murad kıyâmın sünneti ve sücûdun sünnetidir.
Birincisi, hadisteki kıyâmı uzun olan طُولُ
الْقِيَامُ sözünden anlaşılır, kıyamın uzunluğu ise
bil-icma vacib değilir. İkincisi ise hadisteki
فَاَكْثِروا
فِيهِ مِنَ
الدُّعَاءِ "secdede duayı
çok yapın" sözünden anlaşılır, dua da secdenin vacibleri arasında yer
almaz. Soru sahibinin hangi namaz efdaldir? sözünde geçen namaz kelimesinden
murad, namazdır. Çünkü ondaki eliflâm
mânayı âmm kılmak içindir. Bu durumda takdir edilecek ma'nâ şöyle olur:
"Namazın hangi sünnetleri efdaldir?" Suyûtî bu açıklamaya rağmen
işkâlin devam ettiğini söyler.[1213]
ـ3005
ـ4ـ وعن
عُبادة بن
الصامت
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رسولُ اللّهِ
# مَنْ
تَعَارَّ مِنَ
اللَّيْلِ
فقَالَ: َ
إلهَ إَّ
اللّهُ وَحْدَهُ
َ شَرِيكَ
لَهُ، لَهُ
المُلْك وَلَهُ
الحَمْدُ
وَهُوَ عَلى
كُلِّ شَىْءٍ
قَدِيرٌ،
الحَمْدُ
للّهِ،
وَسُبْحَانَ
اللّهِ،
وَاللّهُ
أكْبَرُ، وََ
حَوْلَ وََ
قُوَّةَ إَّ
بِاللّهِ.
ثُمَّ قَالَ:
اللَّهُمَّ
اغْفِرْلِى،
أوْ دَعَا
اسْتُجِيبَ
لَهُ. فإنْ تَوَضَّأَ
وَصَلَّى
قُبِلَتْ
صََتُهُ[. أخرجه
الشيخان.»تعارّ«
أى استيقظ .
4. (3005)- Ubâdetu'bnu's-Sâmit (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Geceleyin kim uyanırsa şunu
söylesin:
"Allah'tan
başka ilah yoktur, O birdir, ortağı yoktur. Mülk O'nundur, hamd de O'na
aittir, O herşeye kâdirdir. Hamd Allah'a
aittir, Allah münezzehtir, Allah büyüktür, bütün amel ve ibadetler için gereken
güç ve kuvvet Allah'tandır.
Sonra
Aleyhissalâtu Vesselâm buyurdular: "Rabbim beni affet!" desin veya dua ederse duasına cevap verilir.
Eğer abdest alır ve namaz kılarsa namazı kabul
edilir."[1214]
AÇIKLAMA:
Geceleyin uyanma olarak tercüme ettiğimiz te'ârre kelimesi çeşitli ma'nâlara gelir: Uyanmak, intibaha gelmek, konuşmak, bilmek, yürümek gibi. Çoğunluk "sesli olarak uyanmak" olduğunu söylemiştir. Gece uyanışlarında ses çıkarılır ama zikir yapılmaz. Resûlullah böyle fırsatlarda zikir yapılmasını teşvik buyurmaktadır. Bu sebeple mezkûr uyanışlarda söylenen zikirleri okumaya teşvik sadedinde hususi bir sevap vaad edilmektedir. İbnu Hacer, doğrudan uyanmak intibaha gelmek ma'nâlarını taşıyan istikâz ve intibah kelimeleri varken sesli uyanmak ma'nâsına gelen te'ârr kelimesinin kullanılmasında söylenen sırrı görür. Ve ilave eder: Bu işte zikre alışan, zikirle ünsiyet edip yaşayışına zikir galebe çalan kimseler muvaffak olur. Böylelerinin uykuda ve uyanıklıkta içlerinden geçen sözleri bile zikir olur. Nefsini terbiye edip bu vasıfları kazandıran kimse "duasına icâbet" ve "namazın makbuliyeti" gibi müstesna imtiyazlarla ikram görür. Bu hadisin şerhinde İbnu Battâl'ın dermeyân ettiği açıklama da burada kayda değer:
"Cenâb-ı Hakk, peygamberinin diliyle şu vaadde bulunmaktadır: "Kim uykusundan uyanırken Rabbinin tevhidini söyler, mülkün O'na ait olduğunu iz'an eder, nimetini itirafla hamdeder, tesbih okuyarak O'nu layık olmadığı sıfatlardan tenzîh eder, tekbir getirerek saygısını izhâr eder. Allah'ın yardımı olmadıkça hiçbir şeye kudreti olmadığını beyanla teslim olursa, dua ettiği takdirde icâbet görecek, namaz kıldığı takdirde kabul edilecektir." Öyle ise bu hadis kendisine ulaşan herkesin mucibiyle amel ederek ondan istifadesi, Rabbi karşısında ihlaslı bir niyyete girmesi gerekir."
Sözlerin en doğrusunu söyleyen haberlerin en hakikatlısını konuşan, beyanları, müjdeleri her çeşit mübalağa ve mücazefeden uzak olan Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu hadiste haber verdiği büyük avantajın kıymetini takdir etmenin ehemmiyetini anlayan büyüklerimizden bazıları, "Allah kimin tek bir hasenesini (hayırlı işini) kabul etse, artık ona azab etmez. Çünkü Allah Teâlâ işlerin neticelerini bildiği için sonra iptal edeceği bir şeyi önceden kabul etmez. Kişi yaptığı hayrın boşa gitmeyeceğinden emin oldu mu azab görmeyeceğinden de emin olmalıdır."
Bu gerçeğe binaen Hasan Basrî Hazretleri şöyle demiştir:
"Allah'ın tek bir secdemi kabul ettiğini bilmeyi ne kadar isterdim."[1215]
ـ3006
ـ5ـ وعن
المغيرة بن
شعبة رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَامَ
رَسُولُ
اللّهِ #
حَتَّى تَوَرَّمَتْ
قَدَمَاهُ.
فَقِيلَ لَهُ:
قَدْ غَفِرَ
لَكَ
مَا
تَقَدَّمَ
مِنْ
ذَنْبِكَ
وَمَا تَأخَّرَ؟
قَالَ: أفََ
أكُونُ
عَبْداً
شَكُوراً[.
أخرجه الخمسة
إ أبا داود.
5. (3006)- Muğîre İbnu Şu'be (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ayakları kabarıncaya kadar geceleri kalkıp
namaz kılardı. Kendisine: "Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını
affetti (niye kendini bu kadar hırpalıyorsun?)" denildi.
"Şükredici
bir kul olmayayım mı?" cevabını verdi."[1216]
AÇIKLAMA:
1- Resululah'ın ubudiyette en ileri
mertebede olduğu bilinen bir husustur. Cenab-ı Hakk'a ibadette gerek
kemmiyet ve gerek keyfiyyet cihetiyle hiç kimse Aleyhissalâtu Vesselâm'a
yetişemez. Sadedinde olduğumuz hadis bunu kısmen akssettirmektedir. Hz. Âişe
(radıyallahu anhâ)' nin rivâyetinde "Allah'a şükreden bir kul olmamı
istemiyeyim mi?" buyrulmuştur. İbnu Hacer, "Olmayayım mı?"
ibaresinin sebep ifade ettiğini belirterek, ma'nânın "Teheccüd kılmayı
bırakayım mı? O takdirde şükreden bir kul olamam"demeye geldiğini söyler.
Yani, Resûlullah'ın mağfirete mazhar olarak geçmiş ve gelecek günahlarının
affedilmiş olması, teheccüdün şükür olmasına sebeptir. Öyleyse Efendimiz:
"Allah'ın bana lutfettiği mağfiret
nimetine karşı nasıl olur da teheccüd şükrüyle mukabele etmem, bu şükrü
terkederim?" buyurmuş olmaktadır.
İbnu Battâl der
ki: "Bu hadisten şu husus
anlaşılmaktadır: "Kişi, ibadet meselesinde meşakkati göze almalıdır,
bedenin zarar verse bile. Zira, Aleyhissalâtu Vesselâm, günahlarının affedilmiş
olduğunu bilmesine rağmen ayakları şişinceye kadar ibadet eder, zahmetlere girerse, cehenneme
müstehak olup olmadığından emin olmak şöyle dursun, affa mazhar olup olmadığını
bilmeyen başkalarının nasıl davranması gerekeceği açıktır."
İbnu Hacer bu
noktada ihtirazî bir kayıd koyar: "Kişinin ibadette zahmeti tercihi
bıkkınlık derecesine varmamalıdır. Resûlullah için böyle bir hal mevzubahis
değildir, çünkü O en mükemmel ahvâle sahipti. Rabbine ibadetten asla
usanmıyordu, bu bedenine zarar verse bile. Nitekim "Gözümün nuru namazda
kılındı" buyurmuştur. Öyleyse başkaları bıkmaktan veya usanmaktan
korkarlarsa, nefislerini fazla ibadete zorlamamaları gerekir. Bu kimseler şu
hadisle amel etmeyi esas almalıdırlar: "Amellerden, tâkat getireceğiniz
miktarı esas alın, zira Allah, sizin şevkle yaptığınızdan hoşnut olur."
Bediüzzaman da,
günümüz şartlarında en müstakîm kulluk yolunu, bu ikinci hadisin ruhuna uygun
olarak sünnete uymak, farzları işlemek, büyük günahları terketmek ve bilhassa
namazları tadil-i erkanıyla kılmak, namazların arkasındaki tesbihatı yapmak
olarak tarif eder, açıklar.
2- Hadis, şükür için namaz kılmanın meşrû
olduğunu göstermektedir.
3- Şükür,
lisanla olduğu gibi amelle de olmaktadır. Tıpkı şu âyette ifade edildiği
üzere: "Ey Dâvud hanedânı, şükür için çalışın" (Sebe' 13).
4- Hadis, Resûlullah'ın Allah karşısında
duyduğu haşyetin büyüklüğünü ve ibadet hususundaki gayretini de göstermektedir.
Ülemâ der ki: Peygamberler (aleyhimüsselâm), Allah'ın nimetinin büyüklüğünü
yeterince bildikleri için, Allah'tan fevkalade korku hissetmişlerdir. Onlar
biliyorlardı ki, Allah onlara haketmedikleri pek çok nimeti peşinen vermiştir.
Bu yüzden onlar, her ne yapsa insanoğlunun ödeyemeyeceği kadar fazla olduğunu
bildikleri nimetler mukabilinde kendilerine düşen şükrün bir kısmını da olsa
yerine getirmek için büyük gayret sarfetmişlerdir.
5- Kurtubî bu hadis vesilesiyle, bir
yanılğıya dikkat çeker: Bu soruyu Resûlullah'a soran kimse, yani günahının
affedilmiş olmasına rağmen ibadet yapmak için meşakkate girişinin sebebini
soran kimse zannetmiştir ki: "Allah'a günahlardan korkulduğu için,
mağfiret, merhamet taleb etmek gayesiyle ibadet edilir, öyle ise kim mağfirete
mazhar olduğu kanaatine varırsa artık ibadete muhtaç değildir." İşte
Resullah'ın cevabı bu inancın yanlışlığına dikkat çekmekte, ibadet yapmaya bir
başka sebep göstermektedir: Bu sebep, bir kimsenin hiç de müstehak olmadığı bir nimete kavuşması, mağfirete mazhar olmasıdır.
Bu hal, herkese çokça şükür etmek gerektiğini ortaya koyar. Çünkü:
Şükür, nimeti
itiraftır ve nimete mukabil hizmet etmektir. Yani, kişi kendisine gelen
iyiliğin hakkı olmadığı halde verildiğini bilirse işte bu şükürdür. Teşekkür
etmek, bu durumda iyilik yapana: "Sen bana hakkım olmayan iyilikte
bulundun, ben bunun idrakindeyim, sana memnuniyetimi; iyiliğini, lütfunu
anladığımı ifâde ediyorum" demektir. Arapçada bunu çokça yapana Şekûr
denmiştir. Şu halde yukarıda
kaydettiğimiz Dâvud hânedânını şükretmeye çağıran âyetin sonunda "Kullarım
arasında şekûr olan (yani istifade
ettiği nimetlerin tarafımdan verildiğini hakkıyla bilen) azdır" âyeti
mühim bir gerçeğe dikkatimizi çekmektedir. İnsanlar arasında pek az kimse
nimetlerin Allah'tan olduğunun idrakiyle şükür için ibadet yapmaktadır.
İbadetini yapmayanlar bir yana, "Ey
nefis! Ubudiyet, mukaddeme-i mükâfât-ı lâhika değil, belki netice-i nimet-i
sâbıkadır. Yani "ibadet gelecekte mazhar olacağımız nimetlerin bir ön
sebebi değildir, aksine geçmişte mazhar olduğumuz nimetlerin neticesidir,
onların şükrüdür." Üstad şöyle devam eder: "Evet, biz ücretimizi
almışız. Ona göre hizmetle ve ubudiyetle muvazzafız.
"Kendisini
fakir, başkasına muhtaç durumda hisseden bir kimse bu ifadeye itirazla:
"Ne nimetine mazhar olmuşum, herkesin şusu busu varken ben hepsinden
mahrumum... vs." diyebilir. Bu düşüncede olanlara Bediüzzaman şu cevabı
verir ve mazhar olduğu nimetleri hatırlatır:
"Ey nefis!
Hayr-ı mahz (tam bir hayır) olan vücudu sana giydiren Hâlık-ı Zülcelâl, sana
iştahlı bir mide verdiğinden Rezzâk ismiyle bütün mâtumâtı (yiyecekleri) bir
sofra-i nimet içinde senin önüne koymuştur.
* Sonra sana hassasiyetli bir hayat
verdiğinden, o hayat dahi mide gibi rızık ister. Göz, kulak gibi bütün
duyguların eller gibidir ki, ruy-i zemin kadar geniş bir sofra-i nimeti o
ellerin önüne koymuştur.
* Sonra manevî çok rızık ve nimetler isteyen
insaniyeti sana verdiğinden, âlem-i mülk ve melekût (görülen ve görülmeyen
alemler) gibi geniş bir sofra-i nimet, o mide-i insaniyet'in önüne ve aklın eli
yetişecek nisbette sana açmıştır.
* Sonra nihâyetsiz nimetleri isteyen ve
hadsiz rahmetin meyveleriyle tegaddi eden (gıdalanan) ve insaniyet-i kübrâ (en
büyük insanlık) olan İslâmiyet'i ve imanı sana verdiğinden, daire-i mümkinât
ile beraber esma-i hüsnâ ve sıfat-ı mukaddesenin dairesine şâmil bir sofra-i
nimet ve saadet ve lezzet sana fethetmiştir (açmıştır).
* Sonra îmanın bir nuru olan muhabbeti sana
vermekle, gayr-ı mütenâhi bir sofra-i nimet ve saadet ve lezzet sana ihsan
etmiştir.
Yani
cismâniyyetin itibariyle küçük, zaif, aciz, zelil, mukayyed (çok sınırlı)
mahdut bir cüzsün. O'nun ihsaniyle cüz'i bir cüzden küllî bir küll-i nuranî
hükmüne geçtin. Zira hayatı sana vermekle cüz'iyyetten bir nevi külliyete; ve
insaniyyeti vermekle hakiki külliyete ve İslamiyet'i vermekle ulvî ve nuranî
bir külliyete ve marifet ve muhabbeti vermekle muhît bir nura seni çıkarmış.
İşte ey nefis!
Sen bu ücreti almışsın. Ubudiyyet gibi
lezzetli, nimetli, rahatlı, hafif bir hizmetle mükellefsin! Halbuki buna da
tembellik ediyorsun. Eğer yarım yamalak yapsan da güyâ eski ücretler kâfi
geliyormuş gibi, çok büyük şeyleri mütehakkimâne istiyorsun. Ve hem,
"Niçin duam kabul olmadı?" diye nazlanıyorsun. Evet senin hakkın naz
değil, niyazdır. Cenâb-ı Hakk cenneti ve saadet-i ebediyyeyi mahz-ı fazl ve
keremiyle ihsan eder.Sen daima rahmet ve keremine iltica et..."[1217]
ـ3007
ـ6ـ وعن عائشة
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]كانَ رسولُ
اللّهِ # َ
يَدَعُ
قِيَامَ
اللَّيْلِ،
وَكَانَ إذَا
مَرِضَ أوْ
كَسِلَ صَلّى
قَاعِداً[.
أخرجه أبو
داود .
6. (3007)- Hz. Âişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) gece namazını hiç terketmezdi. Öyle ki hastalanacak veya ağırlık hissedecek olsa oturarak kılardı."[1218]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, teheccüd namazını Resûlullah'ın
bırakmadığını göstermektedir. Namaz kılabilecek dermanı bulundukça hasta bile
olsa kılmıştır.
2- Ağırlık hissedince de oturarak kılması
manidardır. Yani bu durumda Efendimizin kendisini zorlaması halinde ayakta
kılması mümkündür, fakat zorlamayıp oturarak kılıyor. Bu durumdan hareket eden
âlimler nafile namazların oturarak kılınabileceğine hükmederler. Hatta Nevevî:
"Bu hususta ulemâ icma
etmiştir"der.
İbnu Hacer
el-Mekkî de şunu söyler: "Resûlullah'ın oturarak kıldığı nafile namazın
sevabının, ayakta kıldığı namazın sevabına eşit olması, O'nun hasâisindendir.
Çünkü, oturarak kılınan namazın ayakta kılınana nisbetle sevabının yarım
olmasını gerektiren ağırlıktan, Resûlullah -sahih rivâyetle bildirildiği üzere-
emin kılınmıştır.[1219]
3- Aliyyu'l-Kârî, İbnu Hacer el-Mekkî'ye
itirazen der ki: "Bir kimse "zaruret sebebiyle" farz veya nafile
namazını oturarak kıldığı takdirde sevabı tam olur. Bu, hasâisten sayılmaz. Şâyet hadis, bu oturuşun zaruretle mi, zaruretsiz
mi olduğunu belirtmeyip mutlak bırakmış olsaydı hüküm doğru olabilirdi."[1220]
ـ3008
ـ7ـ وعن أبى
هريرة رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
رَحِمَ
اللّهُ رَجًُ
قَامَ مِنَ
اللَّيْلِ
فَصَلّى
وَأيْقَظَ امْرَأتَهُ
فإنْ أبَتْ
نَضَحَ في
وَجْهِهَا المَاءَ.
رَحِمَ
اللّهُ امْرَأةَ
قَامَتْ مِنَ
اللَّيْلِ
فَصَلَّتْ
وَأيْقَظَتْ
زَوْجَهَا
فإنْ أبَى
نَضَحَتْ في
وَجْهِهِ
المَاءَ[.
أخرجه أبو
داود والنسائى
.
7. (3008)- Hz. Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Allah, geceleyin kalkıp namaz kılan ve hanımını da
uyandıran, hanımı imtina ettiği takdirde yüzüne su döken kula rahmetini
bol kılsın. Allah, geceleyin kalkıp
namaz kılan, kocasını da uyandıran, kocası imtina edince yüzüne su döken kadına
da rahmetini bol kılsın."[1221]
AÇIKLAMA:
1- Burada kadın ve erkek, gece namazına
teşvik edilmekte, ayrıca birbirlerini gece namazına kaldırmalarının fazileti
belirtilmektedir. Âlimler bu işin sadece karıkocaya mahsus olmadığını, aynı
mânada olan diğer yakınların (mehârim) da bu hükme dahil olduğunu belirtirler.
2- İkaz ve uyandırmanın öncelikle tembih,
mev'ize ile yapılması gereğine de dikkat çekilmiştir.
3- Kaldırılmak istenen kimse uykunun veya
tembelliğin galebesiyle imtina
gösterirse uyandırılmaları için imkan dahilinde olan uygun çarelere
başvurulmalıdır. Yüzüne su dökme cevabı bunu ifade eder. İbnu'l-Melek bu
hadisten hareketle, bir kimsenin hayra icbar edilmesinin caiz ve hatta müstehab
olacağını söyler.[1222]
ـ3009
ـ8ـ وعنه
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال رسولُ
اللّهِ #:
يَعْقِدُ
الشَّيْطَانُ
عَلى
قَافِيَةِ
رَأسِ
أحَدِكُمْ إذَا
هُوَ نَامَ
ثَثَ عُقَدٍ.
يَضْرِبُ
عَلى مَكَانِ
كُلِّ
عُقْدَةٍ،
عَلَيْكَ
لَيْلٌ طَوِيلٌ
فَارْقُدْ.
فإنِ
اسْتَيْقَظَ
فَذَكَرَ
اللّهَ
انْحَلَّتْ
عُقْدَةٌ.
فإنْ تَوَضَّأَ
انْحَلَّت
عُقْدَةٌ.
فاِنْ صَلّى
اِنْحَلّتْ
عُقَدُهُ
كُلُّهَا
فَاصْبَحَ
نَشِيطاً
طَيِّبَ
النَّفْسِ
وَاِّ
اَصْبَحَ
خَبِيثَ النَّفْسِ
كَسَْنَ[.
أخرجه الستة إ
الترمذي.»قافيةُ
الرأس« مؤخرة،
ومنه قافية
الشّعر، وقيل
وسطه،
والمراد جميع
الرأس .
8. (3009)- Yine Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Biriniz uyuyunca
ensesine şeytan üç düğüm atar. Her
düğümü atarken, düğüm yerine eliyle vurarak "üzerine uzun bir gece
olsun, yat" dilediğinde bulunur. Adam uyanır ve Allah'ı zikrederse bir
düğüm çözülür, abdest alacak olursa bir düğüm daha çözülür, namaz kılarsa bütün
düğümler çözülür ve böylece canlı ve hoş bir hâlet-i ruhiye ile sabaha erer.
Aksi halde habis ruhlu (içi kararmış) ve
uyuşuk bir halde sabaha erer."[1223]
AÇIKLAMA:
1- Şeytanın enseye düğüm vurması ile ifade
edilmek istenen ma'nâ, ulemâ arasında
ihtilafa sebep olmuştur:
* Bundan murad tembelliktir, şeytan
tembelleşmeye sevkeder denmiştir. Buradaki tembelliği uyuşukluk, ağırlık,
hantallık gibi kelimelerle ifade etmek de uygundur.
* Bundan murad, şeytanın şaşırtması, uykuyu, rehaveti ve istirahati sevdirmesidir. Düğümün üçle kayıtlanması durumu te'kîd içindir. Veya bu halin ortadan kalkması üç şeyle tamamlanacağı içindir; zikir, abdest ve namaz... Sanki şeytan enseye attığı düğümle bu şeylerin her birinden kişiyi men etmektedir.
* Düğüm mahalli olarak ensenin tahsisi, insandaki kuvve-i vâhime' nin ve onu kullanma mahallinin ense olması sebebiyledir. Vehim kuvveti, şeytana en ziyade itaat eden, en çabuk icâbet eden kuvvettir.
* Eliyle vurması, düğümü sağlamlaştırmak içindir. "Vurma"nın perde çekme mânasına geldiği de söylenmiştir; yani uyuyanın uyanmaması için hissine perde çekilir.
2- Düğüm meselesinde mecaz mı var, hakikat mı? İhtilafı da yapılmıştır. Bazı âlimler: "Bu hakikattır, tıpkı sihirbazın sihir yaptığı kimse için düğüm vurması gibi şeytan da yatana uyuması için düğüm vurur" demiş; bu görüşü te'yîden hadisin şu vechini göstermiştir: "Her insanoğlunun başı üzerinde üç düğümlü bir ip vardır." Buna "mecaz" diyen de olmuştur. Onlara göre, şeytanın uyuyana yaptığı zikir ve namazına mâni olma işi, sihirbazın, sihirlediği kimseyi istediğini yapmaktan engelleme işine benzemektedir.
Bu düğümlere bazıları yemek, içmek ve uyku demiştir. Zira çok yeyip içen çok uyur.
3- Düğümlerin açılmasına gelince:
* Zikredince gaflet düğümü çözülmektedir.
* Abdest alınca necâset düğümü çözülmektedir.
* Namaz kılınca tembellik, ağırlık düğümü çözülmektedir.
4- Kişinin canlı ve hoş bir hâlet-i ruhiye ile sabaha ermesi, abdest alıp namaz kılmanın verdiği hafiflik, zindelik içinde olması, Rabbine ibadet etmiş olmanın, O'nun rızasını kazanmış olmanın rahatlığı, neşesi ve hazzını duymasıdır. Ayrıca şeytanın üzerine vurmuş olduğu düğümlerden ve ağırlıklardan halâs olmanın hafifliği de vardır.
5- Burada kastedilen namaz hangisidir?
Teheccüd namazı mı, sabah namazı mı? Âlimler bu hususta da ihtilaf eder. Hadis
mutlak gelmiştir, sabah veya teheccüd diye bir kayda yer vermez. Buhârî,
buradaki namazın farz namaz olduğu ve hatta yatsı namazı olduğu kanaatini iş'ar
etmiştir. Yani hadis, yatsıyı kılmadan uyuyanları kastetmelidir.
Bazı âlimler, bununla teheccüd kastedildiğini ve hadisteki vaîd'in şiddetinden de "teheccüd'ün vacib olduğu" hükmünü çıkarmıştır.[1224] İbnu Hacer bu namazın teheccüd olmayacağı kanaatini te'yiden şu hadisi kaydeder: "Kim yatsıyı cemaatle kılarsa gecenin yarısında kalkmış demektir." Şu halde cemaatle yatsıyı kılan gece namazına kalkmış sayılacak, dolayısiyle bu kimse geceleyin teheccüd için kalkmasa da bu hadisin tehdidine girmemektedir. Hatta ashabtan Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ebû Hüreyre (radıyallahu anhümâ)' nin vitir namazını yatsıdan sonra ve yatmazdan önce kılıp yattıkları, gece namazına kalkmadıkları rivâyet olunmuştur. İbnu Abdilberr, gerek farzları ve gerekse bir nafileyi muntazaman eda etmeyi âdet haline getirmiş bir kimsenin, namazını bazan istemeyerek kaçırsa bile bu tehdide dahil olmayacağını söyler: "Bu zemm namazı kılmayıp terkedenlere hastır. Farz namazını veya gece namazını kılmayı adet edinmiş kimseye gelince, bu kimseye uyku galebesiyle uyuyakalsa (ve namazını kaçırsa, rivâyette (3011'de gelecek) sabittir ki, Allah ona namazının ecrini verir ve uykusu ona (ilâhî) bir sadakadır."
İbnu Abdilberr şunu da ilave eder: "Bazıları bu hadisin, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'in: "Sizden kimse nefsim habîs oldu demesin" hadisine zıt düştüğünü söyler. Böyle bir şey mevcut değildir, zira buradaki yasaklama, habisliği kişinin nefsine izafe etmesidir. Halbuki öbür hadis bunun yapılmasını zemmetmektedir, her ikisinin de muteber olduğu durumlar ayrıdır."
6- İbnu Hacer hadisle ilgili olarak birkaç noktaya dikkat çeker. Özetle kaydediyoruz:
* Hadisteki uykuda gece uykusu mezkûr ise
de ona terettüp eden hüküm gündüz uykusuna da râcidir. Hususan kasdedilen namaz
farz namaz olunca, bu daha açıktır. Gündüz uykusu da bazı namazların geçmesine
sebep olabilir.
* Bazı âlimler bu hadisten de istifade
ederek, "Bir keçi sağma müddetince de olsa gece namazı vacibtir" demişlerdir. Ancak cumhur bunun mendub
olduğuna hükmetmiştir.
* "Uyurken Ayete'l-Kürsî'yi okuyana
şeytan yaklaşamaz" hadisiyle bu hadisin mütearız olduğunu söyleyen
olmuştur. Bu iddia yanlıştır, çünkü
sadedinde olduğumuz hadisin, namaza kalkmak niyetinde olmaksızın yatanları
kastettiği veya yatarken şeytanı
defetmek üzere Ayete'l-Kürsî'yi okumadan yatanları kastetmiş olduğu
söylenebilir.
* Gece namazına -bazı hadislerde geldiği
üzere (3015)- iki hafif rek'at kılınarak
başlamasının sırrı, şeytanın attığı düğümü çözmede acele etmek içindir.
Çünkü, hadisin ifadesine göre, namaz tamamlanmadıkça, çözülme tamam olmaz. Kısacık
iki rek'at çözülmeyi hemen tamamlar.
* Hadiste tahsis ile abdestin zikri, gâlib
duruma göredir. Cenâbetten temizliği zikir de buna dahildir. Cünüp kimse
gusletmeksizin şeytanın düğümünden
kurtulamaz. Cünüp olan kimseye teyemmüm abdest ve guslün yerini tutar mı?
sorusu akla gelir. Şüphesiz "yerini tutar" ancak abdestin uykuyu
defetmedeki yeri ayrıdır.
* Zikir hususunda belli bir şey
belirtilmemiş. Zikrullah'a müteallik herşey câizdir. Kur'an tilâveti, hadis
kırâati, şer'î ilimle iştigal gibi.[1225]
ـ3010
ـ9ـ وعن ابن
مسعود رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]ذُكِرَ
رَجُلٌ
عِنْدَ
النّبىِّ #
فَقِيلَ مَا زَالَ
نَائِماً
حَتَّى
أصْبَحَ، مَا
قَامَ إلى
الصََّةِ؟
فقَالَ #:
ذلِكَ رَجُلٌ
بَالَ الشّيْطَانُ
في أُذُنِهِ[.
أخرجه
الشيخان والنسائى
.
9. (3010)- İbnu Mes'ud (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yanında bir adamın zikri geçti ve sabaha kadar uyuduğu namaza kalkmadığı söylendi. Aleyhissalâtu Vesselâm:
"Bu adamın kulağına şeytan işemiştir" buyurdu."[1226]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste zikredilen şahsın ismi
açıklanmamıştır. Ancak İbnu Hacer, hadisin başka vecihlerinden elde ettiği
karîneye dayanarak bu şahsın Abdullah İbnu Mes'ud'un kendisi olduğunu, bir gece
namaza kalkamaması üzerine durumu Resûlullah'a "bir adam" diye hikaye
edince Efendimizin "Allah'a yemin olsun, geceleyin şeytan arkadaşınızın
kulağına işemiş" dediğini belirtir.
Namaz vaktinde
uyumanın fenalığı bu suretle ifade edilmiştir: İbnu Mes'ud şöyle der:
"Zarar ve şer olarak kişiye, sabaha
kadar uyuması yeter, şeytan onun kulağına işemiş demektir."
2- Burada kalkılamayan namaz gece namazı mı,
farz namaz mı? açık değil, ikisinin de olabileceği belirtilmiştir.
3- Şeytanın bevl'i hususunda ihtilaf
edilmiştir. Bazısı bunun hakîkate hamli gerekir demiştir. Kurtubî ve bazıları: "Hakîkate hamline bir mâni
yok, çünkü şeytan da yer içer, nikah yapar, öyleyse akıtmasına bir mâni yok."
* Bazı âlimler: "Bundan maksad,
şeytanın uyuyan kimsenin kulağını namaza kapaması, zikri dinlemesine mâni
olmasıdır" demiştir.
* Bazıları: "Şeytan kişinin kulağını
bâtıl şeylerle doldurup, zikri dinlemesine engel olmasından kinâyedir"
demiştir.
* Bazıları:
"Şeytanın onu alçaltmasından kinâyedir" demiştir.
* Bazıları: "Bunun mânası: Şeytan onu
istila eder; öylesine alçaltır ki, kendisine bevl için hazırlanmış bir kenef yapar.
Çünkü başkasını alçaltanların âdeti
hakaret ettiği kimsenin üstüne bevl etmektir" demiştir.
* Bazıları: "Bu bir temsildir, uykunun
ağırlığı sebebiyle namaza kalkamayanlar için getirilir, tıpkı kulağına bevl
kaçıp da ağırlık basan ve işitme hissi fesada uğrayan kimse gibi. Araplar,
"fesad"ı ifâde için bevl
kelimesini kinâye ederler" demiştir.
4- Tîbî der ki: "Hadiste, gözün zikri
daha uygun olduğu halde "kulak"ın zikredilmiş olması, uykunun
ağırlığına işaret etmek içindir. Çünkü işitme organları uyanma vasıtalarıdır.
"Bevl"in zikri de, çukurlara
çabucak girmesi, damarlara hemen nüfuz ederek bütün âzâlarda tembellik hâsıl
etmesi sebebiyledir."[1227]
ـ3011 ـ10ـ وعن
عائشة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالَتْ:
]قالَ رَسولُ
اللّهِ #: مَا
مِنْ امْرئٍ
تَكُونُ لَهُ
صََة
بِلَيْلٍ
فَغَلَبَهُ
عَلَيْهَا
نَومٌ إَّ كُتِبَ
لَهُ أجْرُ
صََتِهِ،
وَكانَ
نَوْمُهُ
عَليْهِ
صَدَقَةً[.
أخرجه ا‘ربعة
إ الترمذي .
10. (3011)- Hz. Âişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "(Mûtad olarak) geceleyin namaz
kılan bir kimse, uykunun galebe çalmasıyla (bir gece uyuyakalsa ve namazını
kılamasa) Allah Teâlâ hazretleri onun namazının sevabını yine de yazar, onun
uykusu (Allah'ın ona yaptığı bir ikram) bir sadaka olur."[1228]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste, insanın başına her zaman
gelebilecek tabiî bir aksama mevzubahis edilmektedir: Uyku... Uyku sebebiyle
müslümanlar namazlarını kaçırabilirler.
Bu, farz da
olabilir, mûtad kıldığı nafile ve mesela teheccüd de olabilir. Resûlullah muntazaman namazını kılanlara, uyku sebebiyle
vukûa gelen aksamalar hususunda mü'mini ciddi bir müjde ile teselli etmektedir:
Namazı aynen kılınmış gibi Cenâb-ı Hakk sevabını yazmaktadır.
Burada:
"Bu sûretle kaçırılan namaz öyleyse niye kaza ediliyor?" diye bir
soru akla gelmektedir. Ulemânın verdiği cevap şu: "Âdetin devamını
sağlamak ve ecrin katlanmasını sağlamak içindir."
2- Uykunun sadaka olması, Allah'ın bir ikramı ma'nâsındadır. Resûlullah, seferde
namazın kısaltılmasını da "Allah'ın sana yaptığı bir sadakadır..."
diye ifade buyurmuştur. Keza oruçlunun, unutarak yemesi de rivâyetlerde ilâhî
bir ikram olarak tavsif edilmiştir.[1229]
ـ3012
ـ11ـ وعنها
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها
قالَتْ: ]إنْ
كَانَ رسولُ
اللّهِ #
لَيُوقِظهُ
اللّهُ تَعالى
مِنَ
اللَّيْلِ
فَمَا يَجِئُ
السَّحَرُ
حَتَّى
يَفْرُغَ
مِنْ حِزْبِهِ[.
أخرجه أبو
داود .
11. (3012), Yine Hz. Âişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı Allah Teâlâ Hazretleri geceleyin uyandırmışsa seher vakti girinceye kadar, hizbini tamamlardı."[1230]
AÇIKLAMA:
Seher vaktini, âlimler gecenin son altıda biri olarak tavsif ederler. Şu halde Resûlullah (aleyhissâlatu vesselâm) o vakte kadar gece zikrini tamamlamakta ve o esnada yatmaktadır. Kastalânî, "gece ibadet için kalkınca arkadan (bir miktar) uyumak vücudu dinlendirir, sabaha kadar uyanık kalmaktan hâsıl olacak zararı ve bedene gelecek gevşemeyi giderir" der. Çünkü arkadan şafak sökecek ve o zaman sabah namazı için kalkılacaktır. Şu halde sünnete uygun gece kalkması, gecenin son altıda birine kadar sürecektir. Son altıda birde yatılacak, şafakla birlikte tekrar kalkılacaktır.[1231]
ـ3013
ـ12ـ وعن مسروق
قال: ]سَألْتُ
عَائِشَةَ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها: أىُّ
الْعَمَلِ
كَانَ أحَبَّ
إلى رَسُولِ
اللّهِ #؟
قَالَتِ:
الدَّائِمُ.
قُلْتُ:
وَأىَّ حِينٍ
كَانَ
يَقُومُ مِنَ اللَّيْلِ؟
قَالَتْ:
كَانَ
يَقُومُ إذَا
سَمِعَ
الصَّارِخ،
تَعْنِى
الدِّيكَ[. أخرجه
الخمسة
إ الترمذي .
12. (3013)- Mesrûk (rahimehullah) anlatıyor: "Hz.
Âişe (radıyallahu anhâ)'ye sordum:
"Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a göre hangi amel efdaldi?" Bana:
"Devamlı olan!" diye cevap verdi. Ben tekrar:
"Gecenin hangi vaktinde kalkardı?" dedim.
"Bağıranı -yani horozu- işittiği zaman kalkardı!" diye
cevap verdi."[1232]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın gece
namazı hakkında bilgi verilmektedir.
Gerçi hayırlı amelin devamlı yani belli bir sisteme ve periyoda göre yapılan
olduğu belirtilirken namaz mevzubahis olmuyor. Ancak arkasından gelen sual,
mevzûnun öncelikle namazla ilgili olduğunu göstermekte ve Efendimizin gece
namazlarına muntazaman devam ettiğini göstermektedir. Devamdan maksad,
aralıksız devam etmek değil, belli bir düzene uygun olarak devam etmektir.
2- Resûlullah'ın gece kalkış vakti, horozun ötüşüyle tayin
ediliyor. İslâm âlimleri bu hadisi açıklarken horozun umumîyet itibariyle
gecenin yarısında öttüğünü söylerler. İbnu't- Tîn bu açıklamanın İbnu Abbâs
(radıyallahu anhümâ)'ın meselemizi ilgilendiren bir beyanına muvafık düştüğünü
belirtir. Bu beyanda (radıyallâhu anh): "Horozun ötmesi, gecenin yarısında
veya az evvelinde veya az sonrasındadır" demektedir. Ancak İbnu Battâl:
"Horoz gecenin üçte birinde öter" demiştir.
Hz. Âişe'nin Buhârî'de gelen bir diğer rivâyeti de Resûlullah'ın
seher vaktinde uyuduğunu te'yîd eder: "Seher vakti, Resûlullah'ı benim
yanımda her seferinde uyurken yakalamıştır."
Resûlullah'ın takdir ettiği gece kalkışını açıklayan bir diğer
rivâyeti Abdullah ibnu Amr İbni'l-Âs nakleder: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) açıklamıştır ki: "Allah Teâlâ Hazretleri'ne en sevimli namaz Hz.
Dâvud (aleyhisselâm)'un namazıdır, Allah'a en sevimli oruç da yine Hz. Dâvud'un
orucudur. O, gecenin yarısında uyur, üçte birinde kalkar, altıda birinde
uyurdu, bir gün oruç tutar, bir gün yerdi."
Şu halde bu rivâyet de gecenin son altıda birinde uyuduğunu ifâde
etmektedir. Bu mevzuya giren başka hadisleri de gözönüne alan şârihler,
Resûlullah'ın ramazan geceleri dışında seher vaktinde uyuduğunu belirtirler.
Çünkü ramazan ayında seherde sahûr dediğimiz gece yemeğini yerlermiş.
Dilimizdeki seherle karıştırılmaması için bir kere daha
belirtelim, bu hadislerde geçen seherden maksad şafak sökmezden önceki gecenin
son altıda biridir. Dilimizde seher deyince daha çok şafağın sökmesiyle
başlayan sabahın alacakaranlık vaktine denir, o vakit, sabah namazının
kılındığı vakittir.
Özetlemek gerekirse: Horoz ötüşüyleki gece yarısına tesadüf
etmektedirkalkıp ibadete başlayan Resûlullah, gecenin son altıda birinde tekrar
yatmakta ve namaz vaktine kadar istirahat buyurmaktadır.[1233]
ـ3014
ـ13ـ وعن عائشة
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]كَانَتْ صََة
رسولِ اللّهِ
# مِنَ
اللَّيْلِ عَشْرَ
رَكَعَاتٍ:
يُوترُ
بِسَجْدَةٍ.
وَيَرْكَعُ
رَكْعَتَىِ
الْفَجْرِ.
فَتِلْكَ
ثََثَ عَشَرَةَ
ركْعَةً[.
أخرجه الستة،
وهذا لفظ مسلم
وأبى داود .
13. (3014)- Hz. Âişe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın gece
namazı on rek'atti. Bir rek'at de tek kılardı. Sabahın sünnetini iki rek'at
kılardı. Böylece hepsi onüç rek'at olurdu."[1234]
AÇIKLAMA:
Bu hadis kaynaklarda muhtelif şekillerde gelmiştir. Teysîr'in
kaydettiği metin Müslim ve Ebû Dâvud'un birer rivâyetine uymaktadır. Mesela bir
rivâyette: "Resûlullah'ın gece namazı onüç rek'atti, bir rek'atlik vitir
ile sabahın iki rek'ati de buna dahildi" denmektedir.
Bir rivâyette de şöyle denmiştir: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) yatsı namazını -ki halk buna ateme derdi- kıldıktan sonra şafağın
sökmesine kadar on bir rek'at namaz kılardı. Her iki rek'atte bir selam
verirdi, bir rek'ati de tek kılardı. Müezzin sabah ezanını tamamlayıp, fecir
vakti kesinlik kazanınca, müezzin kendisine gelirdi. Resûlullah kalkar iki
rek'at hafif namaz kılar, sağ tarafı üzerine yatar, müezzin O'na ikâmet
okuyuncaya kadar öyle kalırdı."
Önceki rivâyetlerde Resûlullah'ın gece ibadeti açıklandığı için
burada tekrar etmeyeceğiz.[1235]
ـ3015
ـ14ـ وعن أبى
هريرة رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رسولُ اللّهِ
#: إذَا قَامَ
أحَدُكُمْ
مِنَ
اللَّيْلِ
فَلْيَفْتَتِحْ
صََتَهُ
بِرَكْعَتَيْنِ
خَفِيفَتَيْنِ[.
أخرجه مسلم
وأبو
داود.وزاد:
ثُمَّ
لَيُطَوِّلْ
بَعْدَ
مَاشَاءَ.
14. (3015)- Hz. Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: Biriniz gece namazına kalkınca ilk önce iki hafif rek'atle
namaza başlasın."[1236]
Ebû Dâvud'da şu ziyade var: ".... Sonrada dilediğin kadar
uzat."[1237]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, teheccüd namazı kılmak üzere gece kalkınca, evvela iki
hafif rek'atle namaza başlamanın meşruiyetine delildir. Burada hafiften maksat
kısa demektir. Yani kısa sûrelerden okunmak suretiyle rek'atlerin uzunluğu kısa
tutulacaktır. Böylece, geri kalan rek'atlerin daha şevkli kılınacağı
şöylenmiştir. 3009 numaralı hadisin açıklamasında kaydettiğimiz üzere bazı
âlimler, bu ilk iki rek'atin kısa tutulmasının hikmetini, o hadiste, zikri
geçen ve namazı kılmakla zâil olacağı belirtilen şeytanın uyuyan kimsenin
ensesine vurduğu üçüncü düğümün bir an önce çözülmesi için acele edilir diye
açıklamışlardır.
Aliyyü'l-Kârî bu hadisle ilgili olarak şu açıklamayı kaydeder:
"El-Ezkâr'da denir ki: "Bu iki rek'atten murad abdest üzerine kılınan
iki rek'attir. Bu iki rek'atta tahfif ( kısa sûrelerin okunması)müstehabtır.
Çünkü, bunların hafif olacağına dair hem kavlî ve hem de fiilî rivâyetler
gelmiştir. Bu hususta zâhir olan şudur: Bu iki rek'at teheccüdün bir
parçasıdır, bunlar abdest namazı yerine geçerler. Çünkü abdestin tek başına
kılınan bir namazı mevcut değildir. Böylece rivâyette şu hususa da bir işaret
vardır: Kim bir iş yapmak isterse ona hafiften başlamalıdır, tedricen
ağırlaştırmalıdır."
Tîbî der ki: "Bu iki rekatın hafif olması namaza şevkle
başlaması içindir. Bunlarla alışır,
sonra artırır."[1238]
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın hayatında fevkalâde mühim
bir yer tutan kıyâmu'lleyl ile ilgili olarak, buraya kadar kaydettiğimiz
hadisler ve onların açıklamalarıyla yetinmeyip, bu konuda "zaman"
üzerine yapmış bulunduğumuz bir çalışmadan bir pasaj sunacağız:[1239]
Gece zamanının değerlendirilmesinde mühim bir husus olan
kıyâmu'lleyl üzerinde müstakillen durmak gerekiyor. Zira dinin bu emri, bugün
nerdeyse unutulacak derecede çoğunluğun hayatından çıkmış durumdadır.Halbuki,
İslâm medeniyetinin parlama dönemlerini hazırlayan büyük medeniyet ustalarının
hayatında gece kalkışı mühim yer
tutmakta, onların verimli ve başarılı
olmalarının âmillerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bugün kıyâmu'lleyl'in ana gayesi olan teheccüd namazı "Peygamber'e farzdır, ümmete nafiledir" diye değerlendirip geçiliyor. Bu hüküm fıkhen doğru da olabilir. Ancak, bu nafilenin "yaparsak sevabı var yapmazsak günahı yok"diye ifade edilen diğer dinî âdâb ve sünnetlerle bir tutulması, bizleri çok hatalı neticelere götürmektedir. Şöyle ki:
1- Bu "sünnet" bizzat Kur'ân-ı Kerîm'in emridir. Ve
Kur'ân bu emri, mükerrer sûre ve âyetlerde tekrar ele almıştır. Birkaç örnek:
"Rabbinin adını sabah-akşam an (zikret). Geceleyin O'na secde
et. O'nu geceleri uzun uzun tesbih et" (İnsan 26).
Bir diğer âyet: "Onların dediklerine sabret; güneşin
doğmasından ve batmasından önce Rabbini hamd ile tesbih et; gece saatlerinde ve
gündüzleri de tesbih et ki, Rabbinin rızasına eresin" (Tâhâ 130).
Şu âyette gece kalkanların kalkmayanlara üstünlüğü açıklanır:
"Geceleyin secde ederek ve ayakta durarak boyun büken, âhiretten çekinen
ve Rabbinin rahmetini dileyen kimse inkâr eden kimse gibi olur mu?" (Zümer
9).
Sûre-i Secde'de gerçek îmân ehlinin bazı vasıfları sayılırken,
"vücudlarını yataklardan uzak tutup korkarak ve umarak Rablerine
yalvaranlar.." vasfı da ilave edilir (Secde 16).
Şu âyette ehl-i Kitap'tan kıyâmu'lleyl'de bulunanlar da övülür:
"Kitap ehlinin hepsi bir değildir; onlardan geceleri secdeye kapanarak
Allah'ın âyetlerini okuyup duranlar vardır, bunlar Allah'a, âhiret gününe
inanır, kötülükten men eder, iyiliklere koşarlar. İşte onlar iyilerdir"
(Âl-i İmrân 113).
Şu âyet, kıyâmu'lleyl'i, Allah'ın vaadettiği fazl'a, kurtuluşa ve üstünlüğe erecek "kamil mü'min'in tamamlayıcı vasıflarından biri olarak dikkatlerimize arzeder: "Müttakiler Rablerinin kendilerine verdiğini almış olarak bahçelerde ve pınar başlarındadırlar. Çünkü onlar bundan önce iyi davranan kimselerdi. Onlar geceleri az uyuyanlardı. Seher vaktinde bağışlanma dilerlerdi..." (Zâriyât 16-18).
2- Kur'ân-ı Kerîm, gece kıyâmından, yukarıdaki âyetlerde
görüldüğü şekilde teşvikkâr bir üslûbla bahsetmekle kalmaz, onun âdâbıyla ilgili bazı teferruâtı
da belirtir. Nitekim, Müzzemmil sûresinde bu meseleye, çok farklı zaman
aralıklarında nâzil olmuş iki ayrı pasajda temas edilir. Her ikisinde de
kıyâmu'lleyl'in ehemmiyeti ve müddeti üzerinde durulur.
Birinci vahiy, gece kalkmayı emreder ve "farz" telâkki
edilecek bir kesinlik taşır. İkincisi, kıyâmu'lleyl'den akşam ve yatsı
namazlarının anlaşılmasına bile imkân sağlayacak bir tahfif ve kolaylık
getirir, yapamayacak durumda olanlar için istisna zikreder.
Birinci vahiy: "Ey örtünüp bürünen, gecenin yarısında,
istersen biraz sonra, istersen biraz önce kalk ve ağır ağır Kur'ân oku. Doğrusu
biz, sana taşıması ağır bir söz vahyedeceğiz. Şüphesiz gece kalkışı daha
te'sirli ve o zaman okumak daha elverişlidir. Çünkü gündüz, seni uzun uzun
alıkoyacak işler vardır" (Müzzemmil 1-7).
Âyet-i kerîmenin icazı, kıyâmu'lleyl'in miktarı hususunda,
âlimleri şu rakamlara ulaşmaya sevketmiştir:
1- Gece müddetinin yarısı,
2- Dörtte üçü,
3- Üçte ikisi,
4- Dörtte biri...
Bazı rivâyetlerin tasrihine göre, emri Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) bidâyette farz olarak anlar. Harfiyyen tatbik eder.
Müslümanlardan bir kısmı da Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e uyar.
Hatta, âyette ifade edilen zaman nisbetini koruyamama endişesiyle bütün gece
"kıyâmu'lleyl" yapanlar olur. Öyle ki bir çoğunun ayakları ve
bacakları şişer.
Sûrenin başında gelen bu emrin, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
ve diğer müslümanlar tarafından nasıl anlaşıldığını, tatbikatının nasıl
yapıldığını açıklayan ve mes'ele üzerine başka teferruât getiren müteakip vahye
nazar edelim:
"(Ey Muhammed), şüphesiz Rabbin biliyor ki, sen ve
beraberinde bulunanlardan bir grup, gecenin üçte ikisine yakın ve yarısı ve
üçte biri kalkıyorsunuz. Halbuki, geceyi ve gündüzü Allah takdir eder, (Allah)
bildi ki, siz onu bundan öte başaramazsınız. Onun için size lütûf ile baktı.
Bundan böyle, Kur'ân'dan ne kolay gelirse okuyun. Allah bildi ki, içinizden
hastalar olacak, diğer bir kısımları Allah'ın fazlından bir kâr aramak üzere
yeryüzünde yol tepecekler. Diğer bir kısımları da Allah yolunda çarpışacaklar.
O halde ondan ne kolay gelirse okuyun ve namazı kılın ve zekâtı verin.."
(Müzzemmil 20).
Rivâyetler, buraya kadar bir kısmını kaydettiğimiz son âyetin,
kıyâmu'lleyl'i emreden, sûrenin başındaki ilk âyetten -8 ayla 10 yıl arasında
değişen bir müddetsonra geldiğini belirtirler. Burada gece kalkışıyla ilgili
hafifletmeler ifâde edilmiştir. Ayrıca hastalar, cihada çıkanlar gibi bir kısım
mazeret sahipleri "gece kalkışı"ndan muaf tutulmaktadır.
Âyetle ilgili olarak müfessirlerin ortaya koyduğu bazan ittifaklı,
bazan ihtilaflı bir kısım teferruâta girmeksizin mevzûmuz açısından ehemmiyet arzeden
birkaç nokta tesbit edebiliriz:
1- Kıyâmu'l-Leyl bidâyette, en azından Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) için kesin bir emir olmuştur. Bir grup müslüman da Hz. Peygamber'e uyarak "kesin emir" telâkki etmiş ve tatbik etmiştir.
2- Bu emir sonradan tamamen neshedilmemiş, fakat vücubtan nedb'e çevrilmiştir. Yani farz olmaktan çıkarılmış, nafile kılınmıştır, artık isteyen yapacaktır.
3- Kıyâmu'lleyl için ifade edilen faydalar şunlardır:
* Gece kalkışı daha tesirlidir.
* Gece okumak daha uygundur, gündüz fazla meşguliyet vardır.
* Gece kalkışı, ağır olan ertesi günkü vazifenin hakkıyla yürütülmesinde bir nevi hazırlık safhası olmaktadır.
4- Kur'ân-ı Kerim, her asra hitap ettiği için, bu emre en az mendup (ihtiyarî) mânasında, her müslüman muhatap olmaya devam etmektedir.
5- Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sünnetine uymak dinin tatbikatında yüce bir mertebe olması yönüyle, bu mertebeyi elde etmek isteyen mü'minler için de kıyâmu'lleyl gerekmektedir.Zira, her hüşyâr (manevî uyanıklığa sahip) mü'minin en büyük ideali olan "Allah'ın muhabbet ve rızasını elde etmek" hedefi Cenâb-ı Hakk tarafından sünnete uymaya bağlanmıştır: "(Ey Resûlüm, inananlara şöyle) söyle: "Eğer sizler Allah'ı seviyorsanız bana uyun, tâ ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın" (Âl-i İmrân 31).
6- Ciddî ve ağır bir vazife olan dinin neşri açısından kıyâmu'lleyl, kendisini din hizmetine adayanlar için ayrı bir ma'nâ taşımaktadır. Âyette görüldüğü üzere, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) "taşıması ağır bir vahy"e, bir vazifeye hazırlanması maksadıyla gece kalkışına çağrılmıştır. Din hizmetini gaye edinenler bu şartı aynen Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) gibi yerine getirmeli, kendisini disipline etmeli, vazifesine hazırlanmalıdır.
7- Kıyâmu'lleyl esas itibariyle, namaz ve Kur'ân tilâveti ifade ederse de, başka meşguliyete ve hususan ilmî tetebbuya mâni değildir. Nitekim az ileride görüleceği üzere, eser bırakan büyük âlimlerimiz, gecelerini ibadetle birlikte ilmî müzâkere ve araştırmalarla geçirmişlerdir.
Şu halde, en azından müessir şekilde İslâm'a hizmet etmek isteyenler ve Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in sünetine uymak arzu edenler için ehemmiyetli bir "sünnet-i ilâhî", "bir nedb-i Kur'ânî" olan kıyâmu'lleyl'in vakti ve müddeti hususunda biraz durmada fayda var:[1240]
Gece kalkılacak müddetin yukarıda gecenin asgari dörtte biri, azâmi dörtte üçü olması gerektiğini belirtmiştik. Miktardaki bu büyük farklılık, temelde gece ve gündüz arasında mevsime veya üzerinde bulunulan coğrafî duruma bağlı olarak devamlı değişen uzunluk kısalıktan ileri gelir. Ferdin içinde bulunduğu içtimaî şartların değişikliği de göz önüne alınmış olmalıdır.
Kaba bir fikir verebilmek için ,belli bir yere göre, yılın en uzun gecesi ile en kısa gecesini alıp, verilen nisbetlere uygulayabiliriz: Azamî kalkış miktarını en uzun geceye, asgarî kalkış miktarını da en kısa geceye uygulayalım ve diyagramlarla şekle dökelim:
Yılın en uzun gecesi (İstanbul esas alındıkta) 21 Aralık'ta 13 saattir.[1241] Bunun dörtte üçü 9 saat 45 dakika yapar. Şu halde istirahat ve uykuya 3 saat 15 dakika kalmaktadır.
Yılın en kısa gecesi 21 Haziran'da 6 saat 39 dakikadır. Bunun dörtte biri 1 saat 40 dakika yapar. Bu durumda istirahat için gözüken miktar 5 saat 3 dakikadır (Bak: Şema 1-2)
Bulunulan yerin ekvatora veya kutuplara yakınlığı, gece ile gündüz
arasındaki müddet farkını son derece değiştirir. Öyle ki, kutuplara yaklaştıkça
fark büyüyerek bir hafta, bir ay, altı ay süren "gündüzler"e yer
verir. Ayet-i kerimede gelen kıyâmu'lleyl ile ilgili miktarları, daha ziyade
gece ile gündüz arasında çok büyük farklar bulunmayan bölgeler için düşünmek
gerekecek. Dünyanın insanlarla meskun olan büyük kısmı böyledir. Hüküm ise
daima ekseriyete göre verilir.
Kıyâmu'lleyl'den maksad: Gece kalkışı, öncelikle ibadet içindir.
Yani namaz ve tilâvet-i Kur'ân. Nitekim kıyâm kelimesi Kur'ân'da bazı kereler
namazı ifade etmek için kullanılmıştır (Bakara 238). Böye olunca, kıyâmu'lleyl
gece namazı ma'nâsına da gelir.
Ancak, kıyâmu'lleyl'den yalnızca ibadet anlamamak gerekir.
Nitekim, şu âyet secde ve kıyâmı beraber zikreder:
"Onlar gecelerini Rabbleri için secde ve kıyâmla
geçirirler" (Furkân 64). Burada "secde" ile namaz ifade
edildiğine göre, kıyâm kelimesinde daha başka bir ma'nâ arayabiliriz, mesela
"uyanıklık" gibi. Öyle ise geceleyin kalkan kişi, namaz ve tilavetle birlikte ilmî tetebbuâtla
da meşgul olacaktır. Nitekim Buhârî, bu hususa delâlet eden rivâyetlere
dayanarak, geceleyin ilmî teâti üzerine iki bâb açmıştır.
Hz. Ömer (radıyallâhu anh)'den gelen bir rivâyet, onun gecedeki
ilmî müzakereyi "namaz" olarak isimlendirip ona tercih ettiğini
görmekteyiz.
İbnu Hacer'in belirttiğine göre, bir kısım âlimler bu
rivâyetlerden hareketle: "İlim için geceleyin uyanık kalmak, nafile namaz
için uyanık kalma yerine geçer" hükmünü çıkarmışlardır.
Büyük âlimlerimiz gecelerini üçe ayırmışlardır:
1- İstirahat,
2- İbâdet,
3- Müzakere (ilmî çalışma).
Müzakere bölümüne daha çok yer verilen bu prensibin tatbikatıyla ilgili, ibretâmiz bir
menkîbeyi hadis ilminin büyük şahsiyetlerinden olan Tâbiîn'e mensup Muhammed
İbnu Şihâbu'z-Zührî'den kaydedeceğiz:
Zührî (v. 124/741), gündüzleyin hocalarından öğrendiği yeni
hadisleri, gece eve döndüğü vakit câriyesine tekrar ederek müzakere ederdi. Bir
gün her zamankinden daha geç eve dönen
Zührî, câriyesini uyumuş bulur. Uyandırıp, yine de: "Bana falan rivâyet
etti, o da falancadan dinlemiş, onun da Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan
dinlediğine göre şöyle buyurmuştur.." diye ezberden hadis okumaya
başlayınca, gözlerini oğuşturan câriye: "Bu rivâyetten bana ne?" diyerek hoşnudsuzluk
ifâde eder. Zührî şu cevabı verir:
"Bilmiyorum, bu senin işine pek yaramaz. Ancak bu hadisi ben yeni işittim,
bir kimseye okuyarak müzakere etmem gerek."
İlmî tetebbuâtın umumiyetle gecenin son kısmında yani
sabahtan önce olması da yapılan
tavsiyeler arasındadır. "Zira denir, kişiye uyanıklık gecenin sonunda
gelir. Çünkü o vakit, hizmetlerin ve ihsanların taksim vaktidir. Bir grubun
nasibi az, bir grubun çoktur, bir grup da mahrumdur..."
Kıyâmu'lleyl ve Âile: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
zaman mevzuunda ferde bir başka sorumluluk hatırlatmaktadır: Mü'min kişi, zaman
meselesinde, ferdî planda problemini çözmekle yetinemez. Ailesini de bu hususta
şuurlandırmalı, zamanla ilgili bir kısım alışkanlıkları onlara da aynen
kazandırmalıdır. Bu meseleyi Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir hadislerinde gece kalkışıyla ilgili
olarak, Hz. Dâvud (aleyhisselâm) örnek vererek tesbit eder: "Allah'ın
Peygamberi Dâvud (aleyhisselâm)'un, ailesini de kaldırdığı bir saati vardı. O
saatte âilesini uyandırır ve şöyle dedi:
"Ey Davud ailesi, kalkın ve namaz kılın. Zira bu saatte Allah,
sihirbaz ve (cahiliye küfrü üzerine
olduğu halde) öşür alan kimselerin duası
hariç, bütün duaları kabul eder."
Resûlullah'ın da ramazanın son on gününde, âilesini geceleyin
kaldırdığını, Hz. Âişe rivâyet etmektedir.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) âileden bilhassa karı veya
kocanın kalkması durumunda, diğerlerini de kıyâmu'lleyl'e alıştırmaya teşvik
eder: "Allah şu kişiye rahmetini
bol kılsın: Geceleyin kalkar, namazını kılar, sonra da karısını
uyandırır, o da namazını kılar. Şâyet kadın kalkmazsa yüzüne su serper. Allah
şu kadına da rahmet etsin; geceleyin kalkar, namaz kılar. Sonra kocasını uyandırır. O da namaz kılar. Şâyet
kalkmaktan imtina ederse yüzüne su serper (ve bu sûretle kaldırır.)"
Rivâyetlerden aile ferdleri arasındaki gece kaldırma işinin
karıkoca arasında sınırlanmaması gerektiğini anlamaktayız. Zira Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm), damadı olan Hz. Ali (radıyallâhu anh)'nin kapısını
geceleyin çalarak onu ve kızı Fâtıma'yı
uyandırarak namaz kılmalarını emretmiştir.
Burada şu noktayı da açıklamamız gereklidir: Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'in âilesini kıyâmu'lleyl için uyandırması, her gece
yaptığı mûtad bir prensibi değildir. Hadiseyi rivâyet eden Hz. Âişe, bunun
ramazan ayının son on gününde olduğunu belirtir.Keza kızı Fâtıma ve damadı Hz.
Ali'yi kaldırması da öyle. Rivâyet mûtad bir prensibi ifade etmiyor. Keza bir
keresinde yanında geceleyen İbnu Abbas'ın müşâhedeleri de bunu te'yîd
etmektedir.Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kendisi kalkıyor, fakat âilesini
uyandırmıyor.
Gece Üzerinde Niçin Israr? Buraya kadar kaydedilen nâsslardan iki
husus bilhassa dikkatimizi çekmektedir:
1- "Gece" ile ilgili âyetler "gündüz" ile
ilgili âyetlerden sayıca daha çok (leyl = gece kelimesi 92, nehâr = gündüz
kelimesi 57 adet).
2- Kıyâmu'lleyl ile, yani gecenin değerlendirilmesiyle alakalı
ilâhî emir Hz. Peygamber'e peygamberliğin ilk yıllarında geliyor. Yani gecenin
tanzimi üzerine gelen ve dötte üç miktarına varıncaya kadar büyük bir bölümünün
uyanık geçirilmesini emreden Müzzemmil sûresi, geliş (nüzûl) sırası itibariyle
3. sırada yer almaktadır. Demek ki, ilk ilâhî emirlerden biri gecenin
değerlendirilmesi ve tanzimi olmuştur. Halbuki gündüz vaktinin tanzimini
böylesine teferruâtla ele alan bir âyet hiçbir zaman nâzil olmamıştır.
Bu durumu, gecenin beşerî hayattaki ehemmiyetiyle izah edebiliriz.
Gerek başarıda ve gerekse başarısızlıkta olsun, insana hayatı boyunca derin ve
kesin te'sir icrâ eden hususlardan biri, gece hayatıdır. Gece, insan hayatının
yarısını teşkil ettiği halde, ihmal edilme, gafletle geçirilme tehlikesine
maruzdur. Şu halde, ikaz ve uyarıların, ciddi dikkat çekmelerin bu hususta daha
çok olması gerekmektedir. Kur'ân bunu yapmıştır.
İlâhî emirle geceyi tanzim edip değerlendirecek olan insan, gündüz
vaktini de azami şekilde değerlendirecek demektir. Zira gece mes'elesinde
muvaffakiyet bir azim, gayret ve irade işidir, şuur işidir.
Zor olanı halleden, kolay olanda
takılır mı? Geceyi ihyâ eden, gündüzü öldürür mü? Bu hikmete binaen,
daha peygamberliğin başında Cenâb-ı Hakk, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a
zamanı iyi kullanma dersini vermek için kıyâmu'lleyl'i emretmiştir.
Hz. Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)'in mûcizevi başarısında,
gecenin değerlendirilmesi olan kıyamu'lleyl'in mühim payını görmemek mümkün mü?
Gerek uhrevî kurtuluşunu ve gerekse İslâm'ın tekrar teâlisini gaye
edinenlerin, rahmet-i Rahman'ın celb ve tecellisinde böylesine müessir bir
vasıtayı şevkle tutmaları, kıyâmu'lleyl kapısından vecdle girmeleri gerekmez
mi?[1242]
ـ3016
ـ1ـ عن عائشة
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالتْ:
]مَا سَبَّحَ
رسُولُ
اللّهِ #
سُبْحَةَ
الضُّحَى
قَطُّ،
وَإنِّى
‘سَبِّحُهَا[.
أخرجه الستة إ
الترمذي .
1. (3016)- Hz. Âişe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kuşluk
namazını her kılışında mutlaka ben de kıldım."[1243]
AÇIKLAMA:
1- Kuşluk namazının vakti, sabahleyin mekruh olan vaktin
çıkmasıyla başlar. Mekruh vakit, güneşin doğmasından bir mızrak boyu, yani beş
derece yükselmesine kadar olan vakittir. Türkiye'de kırk-elli dakikalık bir
müddettir. Mekruh vaktin çıktığını anlama hususunda şu basit usülden de
istifade edilebilir: Çeneyi göğse dayayarak güneşe doğru bakınca, eğer güneş
ufukta görülemeyecek kadar yükselmişse artık kerâhet vakti çıkmıştır.
2- Hadiste kuşluk namazı sübhatu'd-Duhâ yani kuşluk sübha'sı
diye ifâde edilmiş, namaz ma'nâsına
gelen salât kelimesi kullanılmamıştır. Burada namaza tesbîh kökünden gelen
sübha denmesi namazın nafile olmasındandır. Çünkü burada nafile ma'nâsınadır.
Nafile namazın tesbîh aslından gelen sübha ile tesmiyesi farz namazlarda
tesbîhin nafile olması sebebiyledir.
Şöyle de denmiştir: "Nafile namaz için sübha denmiştir, çünkü
o farz namazdaki tesbîh gibidir."[1244]
ـ3017
ـ2ـ وعن
عبدالرحمن بن
أبى ليلى قال:
]مَا حَدَّثَنَا
أحَدٌ أنَّهُ
رَأى
النّبىَّ #
يُصَلِّى
الضُّحَى
غَيْرَ أُمِّ
هَانِئٍ.
فإنَّهَا
قَالَتْ:
دَخَلَ
عَلىَّ
رَسُولُ
اللّهِ # بَيْتى
يَوْمَ
الْفَتْحِ
فَاغْتَسَلَ
وَصَلّى
ثَمَانِىَ
رَكَعَاتٍ.
فَلَمْ أرَ
صََةً قَطُّ
أخَفَّ
مِنْهَا.
غَيْرَ
أنَّهُ
يُتِمُّ الرُّكُوعَ
والسُّجُودَ[.
أخرجه الستة .
2. (3017)- Abdurrahman İbnu
Ebî Leylâ (rahimehullah) anlatıyor: "Bize, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın kuşluk namazı kıldığını Ümmü Hânî'den başka kimse anlatmadı. O
dedi ki:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Fetih günü, benim eve geldi, yıkandı ve sekiz rek'at namaz kıldı. Ben bundan daha hafif bir namazı hiç görmedim. Ancak rükû ve secdeleri tam yapıyordu."[1245]
AÇIKLAMA:
1- Kuşluk namazı en az iki en fazla sekiz rekat olarak
kılınır. Sadedinde olduğumuz rivâyet, Fetih günü Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın Mekke'de sekiz rekat kuşluk kıldığını ifade etmektedir.
2- İbnu Ebî Leylâ'nın ifadesinde de görüldüğü üzere, bu sünnet
son derece yaygınlık kazanmamış olmalıdır. Bazı sahâbîler Hz. Peygamber'in
kuşluk kıldığını görmemişler bile. Nitekim Abdullah İbnu Ömer bu namaza bid'a
diyenlerdendir. Ancak "Ne güzel bid'a", "Bu, bid'aların en
güzelidir" gibi tasvipkâr, takdirkâr ifadelerde bulunmuştur.
Buhârî'nin bir rivâyetinde Müverrik der ki: "İbnu Ömer
(radıyallahu anhümâ)'e sordum: "Kuşluk namazı kılar mısın?" Bana
"Hayır!" dedi. Ben tekrar
sordum: "Ya Ömer?", "Hayır!" dedi. Ben: "Ya Ebû
Bekr?" dedim. O: "Hayır!" demeye devam etti. "Pekala, dedim
ya Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)?"
"Onun da kıldığını zannetmiyorum" cevabını verdi.
"Hz. İbnu Ömer, Resûlullah hakkında kesin bir redde yer
vermiyor, "zannetmiyorum" diyor. Bunun sebebi, Resûlullah'ın kuşluk
kıldığını işitmiş olmasıdır.
Âlimler, İbnu Ömer'in inkârını "görmemiş" olmasıyla izah
ederler. Efendimizi kuşluk kılarken görmüş olsaydı, sünnete bağlılığı ile
meşhur olan İbnu Ömer'in bunu inkâr edeceğini akıl kabul etmez. İbnu Ömer'in
Kuba'da ve Mekke'ye gelişinde kuşluk namazı kıldığına dair rivâyetler mevcut
ise de bunların kuşluk vaktine rastlayan tahiyyetu'lmescid ve tavaf namazı
oldukları söylenmiştir. Nitekim İbnu Ömer'den rivâyet edilen bir hadiste:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sadece seferden döndüğü zaman kuşluk
kılardı" der. Yani sefer dönüşünü hep gündüze rastlatan Aleyhissalâtu
Vesselâm, ilk iş olarak mescide gider, namaz kılar sonra evine giderdi. Hz.
Abdullah İbnu Ömer bunu görmüş olmalı, Resûlullah'ın evde kılmış olduğu
kuşlukları görmemiş olmalıdır.
Öyleyse onun inkârı, Efendimizin bu namazı nefsülemirde
kılmadığını ifâde etmez. İbnu Ömer'in kuşluğu kıldığını görmediğini ifâde eder.
Nitekim İbnu Mes'ud'dan yapılan bir rivâyette, O'nun, kuşluk kılan bir cemaati
görünce onları azarladığı ve "mutlaka kılacaksınız evlerinizde kılın"
dediği belirtilir. Yani, bunun kılınmasında esas, evde kılınmış olmasıdır.
3- Fetih günü yaptığı gusülle ilgili rivâyetler de
ihtilaflıdır. Sadedinde olduğumuz rivâyette Efendimiz Ümmü Hânî'nin evinde
gusletmiştir. Halbuki bir rivâyette Ümmü Hânî, fetih günü Resûlullah'a gider ve
O'nun Mekke'nin yukarı kısmında yıkanır bulur. Bir rivâyette Resûlullah'a bu
sırada Ebû Zerr (radıyallâhu anh) perde tutmaktadır, bir başka rivâyette ise
kızı Fâtıma perde tutmaktadır. Âlimler bu farklı durumları te'lif ederler.
* Ümmü Hânî, iki ayrı hadiseyi rivayet etmektedir. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın iki ayrı yıkanma hadisesi mevzubahistir. Biri
Mekke' ye ilk geldiği sırada Mekke'nin yukarı kısmında, diğeri Ümmü Hânî'nin
evinde, Mekke'nin yukarı kısmındaki yıkanması sırasında Hz. Fâtıma (radıyallâhu
anhâ) ile Ebû Zerr hazretleri sırayla perde tutmuşlardır.
4- Bu namazın hafif olduğu belirtilir. Öyle ki bir rivâyette
râvi: "Bilmiyorum, kıyâmı mı daha uzun çekmişti, yoksa rükû veya secdesi
mi?" der. Buradan hareketle kuşluk namazını hafif tutmanın müstehab olduğuna hükmedilmiş ise
de, uzun da olabileceği, Resûlullah'ın o gün fetih işleriyle ziyade meşgul
bulunduğu için rek'atleri kısa tutmuş olabileceği söylenmiştir.
5- Kuşluk Namazı Kaç Rek'at? Fetih günü, Resûlullah'ın kılmış
olduğu namazla ilgili olarak da rivâyetler farklıdır. Bazısı her iki
rek'atte selam verdiğini tasrîh ederken,
bazısı da bu sarahate yer vermez. Ümmü Hânî sekiz rek'at kıldığını söylerken,
İbnu Ebî Evfa'nın rivâyetinde iki rek'at kılmış olması mevzubahistir. Bu
durumda: "İbnu Ebî Evfa sadece iki rek'ati görmüş olabilir, sekiz diyen
Ümmü Hânî ise tamamını görmüş olabilir" diye cevap verilmiştir. Diğer
taraftan Resûlullah'ın kıldığı kuşluk namazının miktarıyla ilgili farklı
rivâyetlerde farklı rakamlar gelmiştir. Hz. Âişe'nin bir rivâyetinde "dört
rek'at", "Hz. Câbir'in bir rivâyetinde "altı rekat"
zikredilir. Tirmizî'nin bir rivâyetinde Efendimiz: "Kim kuşluk namazını oniki rek'at
kılarsa Allah ona cennette bir köşk bina eder" buyurur. Taberânî'nin bir
rivâyetinde kuşluk namazının oniki rek'at olmasına teşvik olduğu gibi, iki
rek'at olabileceğini de ifâde eder: "Kuşluğu kim iki rek'at kılarsa
gâfillerden yazılmaz. Kim dört kılarsa
tevbe edenler arasına yazılır. Kim altı kılarsa, bu ona o gün kâfidir. Kim
sekiz kılarsa âbidlerden biri olarak yazılır. Kim oniki kılarsa, Allah ona
cennette bir köşk yapar." Nevevî bu mevzuda gelen muhtelif hadisleri ve
sıhhat durumlarını gözönüne alarak: "Kuşluk namazının efdali sekiz rek'attir, en çoğu da oniki rek'attir"
der.[1246]
ـ3018
ـ3ـ وعن أبى
هريرة رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]أوْصَانِى
خَلِيلِى #
بِصِيَامِ
ثََثَةِ أيَّامٍ
مِنْ كُلِّ
شَهْرٍ،
وَرَكْعَتَى
الضُّحَى،
وَأنْ
أُوتِرَ
قَبْلَ أنْ
أُوتِرَ قَبْلَ
أنْ
أَرْقُدَ[.
أخرجه الخمسة
.
3. (3018)- Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Dostum Aleyhissalâtu Vesselâm, bana her ay
üç gün oruç tutmamı, iki rek'at kuşluk, yatmazdan önce de vitir namazı kılmamı
tavsiye etti."[1247]
AÇIKLAMA:
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh)'
ye üç şey vasiyet ediyor:
1- Her ay üç gün oruç: Bu üç gün eyyâmu'lbîz denen ayın
ortasındaki 13, 14 ve 15. günleridir. Bu üç gün için ayın başından, ortasından
ve sonundan birer gün dahi denmiştir. Keza "Her on günün evvelindeki
birinci gündür" diyen de olmuştur. "Her hangi bir kayıt olmaksızın
mutlak olarak üç gündür" diyen de olmuştur.
2- İki rek'at kuşluk namazı: Bununla ilgili açıklama önceki
hadiste geçti.
3- Yatmazdan önce vitir kılmak: Bu namazın vacib olduğunu
belirttik. Ancak gece de kılınabilir. Zira vakti, yatsının bitiminden itibaren
şafak sökmesine kadardır. Resûlullah'ın yatmazdan önce kılınmasını tavsiye
etmesi, uyuduktan sonra uyanamama tehlikesine binâendir. Uyanmaktan emin olan,
uyanmak için müessir tedbir almış olan için, gece kılmasının efdal olacağı
söylenmiştir.[1248]
ـ3019
ـ4ـ وعن أبى
ذرّ رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رَسُولُ
اللّهِ #:
يُصْبِحُ
عَلى كُلِّ
سَُمَى مِنْ
أحَدِكُمْ
صَدَقَةٌ،
فَكُلُّ تَسْبِيحَةٍ
صَدَقَةٌ،
وَكُلُّ
تَحْمِيدَةٍ
صَدَقَةٌ،
وَكُلُّ
تَهْلِيلَةٍ
صَدَقَةٌ،
وَكُلُّ
تَكْبِيرَةٍ
صَدَقَةٌ،
وَأمْرٌ بِالْمَعْرُوفِ
صَدَقَةٌ،
وَنَهْىٌ
عَنِ المُنْكَرِ
صَدَقَةٌ،
وَيُجْزِىُ
مِنْ كُلِّ
ذلِكَ
رَكْعَتَانِ
يَرْكَعُهُمَا
الْعَبْدُ
مِنَ
الضُّحَى[.
أخرجه مسلم
وأبو داود.
4. (3019)- Ebû Zerr
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Her gün, sizin her bir mafsalınız için bir sadaka terettüp
etmektedir. Her tesbih bir sadakadır. Her tahmid bir sadakadır, her bir tehlîl
bir sadakadır. Emr-i bi'lma'ruf bir sadakadır. Nehy-i ani'lmünker de bir
sadakadır. Bütün bunlara kişinin kuşlukta kılacağı iki rek'at namaz kafi
gelir."[1249]
AÇIKLAMA:
Bu rivâyet kuşluk namazının ehemmiyetine parmak basmakta,
sağlığımız için hergün vermemiz gereken, sadakaların yerini tek başına
tutacağını belirterek, iki rekat kuşluk kılmaya teşvik etmektedir.
Müteâkiben kaydedilecek olan bir Müslim hadisi, insanda üçyüz
altmış mafsal olduğunu belirtir. Buna göre irâdî olarak her bir mafsal için
verilmesi gereken günlük sadaka 360 adedi bulmaktadır. Bu maddî sadakayı karşılayabilen
iki rek'atlik namaz kıymetli bir ibadet olmalıdır.
Ne mutlu bunu yerine getirenlere![1250]
ـ3020
ـ5ـ وعن بريدة
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ
رَسولُ
اللّهِ #: في
ا“نْسَانِ
ثََثَمِائَةٍ
وَسِتُّونَ
مَفْصًَ.
فَعَلَيْهِ
أنْ يَتَصَدَّقَ
عَنْ كُلِّ
مِفْصَلٍ
مِنْهُ
صَدَقَةً.
قَالُوا مَنْ
يُطِيقُ ذلِكَ؟
قَالَ
النَخَاعَةُ
في
المَسْجِدِ
يَدْفِنُهَا.
وَالشَّىْءُ
يُنَحِّيهِ
عَنِ الطّرِيق.فإنْ
لَمْ يَجِدْ
فَرَكْعَتَانِ
يَرْكَعُهُمَا
مِنَ
الضُّحَى،
أخرجه أبو
داود.»النخاعة«
بالضم:
النخامة .
5. (3020)- Büreyde (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"İnsanda üçyüzaltmış mafsal vardır. Her bir mafsal için bir sadakada
bulunması gerekir." (Bunu işitenler): "Buna kimin gücü yeter?"
dediler. Aleyhissalâtu Vesselâm:
"Mescidde toprağa gömeceği bir balgam, yoldan bertaraf
edeceği bir engel... Bunları bulamazsa, kuşluk vakti kılacağı iki rekat
namaz!"[1251]
ـ3021
ـ6ـ وعن أبى ذر
وأبى
الدرداءِ
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهما قال:
]قال رَسُولُ
اللّهِ #: قالَ
اللّهُ
تَعالى: ابنَ
آدَمَ
ارْكَعْ
لِى أرْبَعَ
رَكَعَاتٍ
أوَّلَ
النَّهَارِ
أكْفِكَ آخِرَهُ[.
6. (3021)- Ebû Zerr ve Ebû'd-Derdâ (radıyallahu anhümâ) anlatıyor:
"Resullullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Allah Teâlâ
hazretleri dedi ki: "Ey Âdemoğlu! Günün evvelinden benim için dört rek'at namaz
kıl, ben de sana günün sonunu garantileyeyim."[1252]
AÇIKLAMA:
Âlimler hadisten şu mânayı çıkarmışlardır: "Cenâb-ı Hakk
şöyle buyurmaktadır: "Ey insanoğlu, günün başında kalbini ibadetim için
dünyevî meşguliyetlerden uzak tut, bana yönel. Ben de günün sonunda senin
ihtiyaçlarını yerine getirerek senin zihnini o dünya meşgalesinden uzak
tutayım." Böylece kuşluk namazından itibaren günün sonuna kadar, kişinin
ihtiyaçlarının karşılanması, hoşuna gitmeyen şeylerden onun korunması gibi
dünyevî sıkıntılara karşı ilâhî bir
garanti vaadedilmiş olmaktadır.[1253]
ـ3022 ـ7ـ
وعن أبى هريرة
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رسُولُ
اللّهِ #: مَنْ
حَافَظَ عَلى
شُفْعَةِ
الضُّحَى
غُفِرَتْ
ذُنُوبُهُ
وَإنْ كَانَتْ
مِثْلَ
زَبَدِ
الْبَحْرِ[.
أخرجه الترمذي
.
7. (3022)- Hz. Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Kim kuşluğun bir çift (namaz)ına devam ederse, deniz
köpüğü kadar çok da olsa, Allah günahlarını affeder."[1254]
ـ3023 ـ8ـ
وعن أنس
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال رَسُولُ
اللّهِ #: مَنْ
صَلّى
الضُّحَى
ثِنْتَىْ
عَشْرَةَ رَكْعَةً
بَنَى اللّهُ
لَهُ تَعالى
قَصْراً في
الجَنَّةِ
مِنْ ذَهَبٍ[.
أخرجه
الترمذي .
8. (3023)- Hz. Enes
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Kim kuşluk namazını oniki rek'at kılarsa Allah Teâlâ
Hazretleri cennette onun için altından bir köşk bina eder."[1255]
ـ3024 ـ9ـ
وعن عائشة
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالت :
]كَانَ رسُولُ
اللّهِ #
يُصَلِّى
الضُّحَى أرْبَعَ
رَكَعَاتٍ
وَيَزِيدُ
مَا شَاءَ
اللّه[ .
9. (3024)- Hz. Âişe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kuşluğu
dört kılar, (bazan) dilediğince de artırırdı."[1256]
ـ3025 ـ10ـ
وعن زيد بن
أرْقَم
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه قال:]قال
رَسُولُ
اللّهِ #:
صََةُ
ا‘وَّابِينَ
حِينَ
تَرْمَضُ
الفِصَالُ
مِنَ
الضُّحَى[. أخرجهما
مسلم .
10. (3025)- Zeyd İbnu Erkam (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kuşluk namazı, boduğun (yani deve yavrusunun) ayağı kumdan yanmaya başladığı andan itibaren kılınır."[1257]
AÇIKLAMA:
Yerdeki kumlar ısındıkça ayakları yakmaya başlar. Deve yavrusunun
ayağı yanmaya başladı mı, kuşluk namazının vakti girmiştir.[1258]
ـ3026 ـ1ـ
عن أبى هريرة
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كَانَ
رَسولُ
اللّهِ #
يُرَغِّبُهُمْ
في قِيَامِ
رَمَضَانَ
مِنْ غَيْرِ
أنْ
يَأمُرَهُمْ
بِعَزِيمَةٍ
فَيَقُولُ: مَنْ
قَامَ
رَمَضَانَ
إيمَاناً
وَاحْتِسَاباً
غُفِرَ لَهُ
مَا
تَقَدَّمَ
مِنْ ذَنْبِهِ،
فَتُوفِّىَ
رَسولُ
اللّهِ #
وَا‘مْرُ عَلى
ذلِكَ ثُمَّ
كَانَ ا‘مْرُ
عَلى ذلِكَ
خَِفَةَ أبِى بَكْرٍ،
وَصَدْراً
مِنْ خَِفَةِ
عُمَرَ[ .
1. (3026)- Hz. Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh)'nin anlattığına göre: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) onları, kesin bir emirde bulunmaksızın ramazan gecelerini ihyaya
teşvik ederdi. (Bu maksadla) derdi ki: "Kim ramazan gecesini, sevabına
inanarak ve bunu elde etmek niyetiyle
namazla ihya ederse geçmiş günahları affedilir.
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) -bu tavsiyesi herhangi
bir değişikliğe uğramadan- vefat etti. Bu durum (terâvihin ferden kılınması)
Hz. Ebû Bekr'in hilafeti zamanında da böylece devam etti, Hz. Ömer'in
hilafetinin başında da böyle devam etti."[1259]
ـ3027 ـ2ـ
وفي رواية:
]مَنْ قَامَ
لَيْلَةَ
الْقَدْرِ
إيمَاناً
وَاحْتِسَاباً
غُفِرَ لَهُ مَا
تَقَدَّمَ
مِنْ
ذَنْبِهِ[.
أخرجه الستة. وأخرج
البخارى:
»المَرْفُوعَ
مِنْهُ في
قِيَامِ
رَمَضَانَ وَقِيَامِ
لَيْلَةِ
الْقَدْرِ« .
2. (3027)- Bir rivâyette şöyle gelmiştir: "Kadir gecesini, kim sevabına inanıp onu kazanmak ümidiyle ihya ederse, geçmiş günahları affedilir."[1260]
AÇIKLAMA:
1- Ramazan gecelerini ihya etmek demek o geceleri namaz
kılarak geçirmek demektir. Ancak Nevevî,
ramazandaki kıyâmu'lleylin, ramazan ayındaki terâvih namazını kılmakla
hâsıl olacağını anlamıştır. Yani, terâvihi kılan kimse, kıyamdan matlub olan
sevaba nâil olur, ancak bu, kıyâmu'rramazan
teravihsiz olmaz ma'nâsına gelmez.
2- Ramazan gecesini ihya edenin uğrayacağı mağfiret büyük
günahtan mıdır, küçüklerden midir, her ikisinden midir? İbnu'l-Münzir'e
göre hadis mutlak geldiğine göre her
ikisindendir. Ancak Nevevî, bu gibi ifadelerle küçük günahların kastedildiğni
söylemiştir. İmamu'l-Haremeyn de bu hususta cezmeder (= kesin kanaat ifade
eder.)
3- Hadiste terâvih namazının kılınmasıyla ilgili Nebevî
tavsiye bunun evlerde ferdî olarak kılınmasını ifade eder. Resûlullah ve Hz. Ebû
Bekr devrinde terâvihler böyle yani
ferdî olarak kılınmış ve durum
Hz. Ömer' in hilafetinin başlarına kadar bu minval üzere devam etmiştir. Hz.
Ömer (radıyallâhu anh)'in emriyle teravihler, Übeyy İbnu Ka'b'ın imamlığında
cemaatle kılınmaya başlanmıştır. Bazı rivâyetlerde: "Bu, ramazanda halkın
bir kimsenin arkasında tek bir cemaat teşkil etmesi ilk defa vukûa gelen bir
hâdiseydi" denmiştir. Hz. Ömer, bir Buhârî, hadisinde, bu cemaatin daha
önce olmayışına telmihte bulunarak: "Bu ne güzel bid'at" der.[1261]
ـ3028 ـ3ـ
وعن عائشة
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]كَانَ رَسولُ
اللّهِ #
يَجْتَهِدُ
في رَمَضَانَ
مَاَ
يَجْتَهِدُ
في غَيْرِهِ،
وَفي الْعَشْرِ
ا‘وَاخِرِ
أشَدَّ،
وَكَانَ
يُحْيى لَيْلَهُ
وَيُوقِظُ
أهْلَهُ
وَيَشُدُّ
مِئْزَرَهُ[.
أخرجه
الخمسة.»شَدُّ
المِئْزَرِ«
كناية عن
اجتناب
النساء أو عن
الجِدْ
واجتهاد في العمل
.
3. (3028)- Hz. Âişe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Ramazan
ayında, diğer aylarda görülmeyen bir gayrete girerdi. Ramazanın son on gününde
ise çok daha şiddetli bir gayrete geçerdi. Son on günde geceyi ihya eder,
ailesini de (gecenin ihyası için) uyandırırdı, izarını da bağlardı."[1262]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, Resûlullah'ın ramazan ayında daha çok zikrullah
yapma gayretine girdiğini göstermektedir. Bu
ayda artan fevkalâde gayret son on gününde daha da artmaktadır; zikir,
ibadet, tevbe vs. şeklinde... Ramazandan artan gayret O ayın kudsiyetinden,
yapılan ibadetlerin sevaben üstünlüğünden ileri gelir. Husûsan bin aydan
hayırlı olduğu nâss-ı Kur'ân ile te'yîd
edilen Kadir gecesi bu ayın içerisindedir. Hangi gün olduğu belirtilmediği için her
gecenin Kadir gecesi olma ihtimali var. Efendimiz ona isabet etmek için de
gayreti artırmış olabilir. Bu kıymetli
gecenin son on günde olma ihtimali daha fazladır. Öyle ise bu günlerde daha çok
gayrete gelerek her geceyi "Kadir gecesi olabilir" heyecanıyla
karşılamak gerekir. Resûlullah'ın yaptığı işte budur.
2- Şeddül-Mi'zer=İzarın bağlanması: Âlimler bununla,
Resûlullah'ın son on günde hanımlarını terketmiş olduğunun kinâye edildiğini belirtirler.
Böylece ibadete daha çok vakit ayırma imkânı aramış olmaktadır.[1263]
ـ3029 ـ4ـ
وعن أنس
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كَانَ رسولُ
اللّهِ #
يَقُومُ في
رَمَضَانَ
فَجِئْتُ
فَقُمْتُ إلى
جَنْبِهِ.
فَجَاءَ
رَجُلٌ آخَرُ
فَقَامَ
أيْضاً
حَتَّى
كُنَّا
رَهْطاً. فَلَمَّا
أحَسَّ أنّا
خَلْفَهُ
جَعَلَ يَتَجَوَّزُ
في الصََّةِ.
ثُمَّ دَخَلَ
رَحْلَهُ فَصَلّى
صََةً َ
يُصَلِّيهَا
عِنْدَنَا. فَقلْتُ
لَهُ حِينَ
أصْبَحْتُ:
أفَطِنْتُ
لَنَا
اللَّيْلَةَ؟
قال: ]نَعَمْ،
ذلِكَ الَّذِى
حَمَلَنِى
عَلى مَا
صَنَعْتُ[.
أخرجه مسلم. »التَّجَوُّزُ«
ا“سراع في
العمل وتخفيفه
.
4. (3029)- Hz. Enes
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
ramazanda geceleyin namaz kılardı. (Bir gece) gelip yanında ben de namaza
uydum. Sonra bir erkek daha geldi, o da namaza uydu, derken (sayımız arttı ve)
bir cemaat olduk. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bizim arkasında
olduğumuzu hissedince namazı hızlandırdı. Sonra (selam verip) ayrıldı ve evine
girdi. Orada bizim yanımızda kılmadığı bir namaz kıldı. Sabah olunca kendisine:
"Bizim arkanıza durduğumuzu geceleyin farketmiş
miydiniz?" diye sordum. Bana:
"Evet. Ve işte bu, beni o yaptığıma sevkeden şeydir. (Yani
sizi arkamda hissedince namazı hızlı kılarak yanınızdan ayrıldım)"
buyurdu."[1264]
ـ3030 ـ5ـ
وعن عائشة
رَضِىَ
اللّهُ عَنْها
قالت: ]صلّى
رسولُ اللّهِ
# في
المَسْجِدِ فَصَلّى
بِصََتِهِ
نَاسٌ
كَثِيرٌ
ثُمَّ صَلَّى
مِنَ
القَابِلَةِ
فَكَثُرُوا.
ثُمَّ اجْتَمَعُوا
مِنَ
اللَّيْلَةِ
الثَّالِثةِ فَلَمْ
يَخْرُجُ
إلَيْهِمْ.
فَلَمَّا
أصْبََحَ
قَالَ: قَدْ
رَأيْتُ
صَنِيعَكُمْ
فَلَمْ
يَمْنَعْنِى
مِنَ
الخُروجِ
إلَيْكُمْ
إَّ أنِّى خَشِيتُ
أنْ تُفْرَضَ
عَلَيْكُمْ،
وذلِكَ في رَمَضَان[
.
أخرجه
الستة إ
الترمذي .
5. (3030)- Hz. Âişe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
(bir gece) mescidde (nafile) namaz
kılmıştı. Birçok kimse de (ona iktida ederek) namaz kıldı. (Sabah olunca
"Resûlullah geceleyin mescidde namaz kıldı" diye konuştular.) Ertesi
gece de Efendimiz namaz kıldı. (Halk yine olanları konuştu, katılacakların)
sayısı iyice arttı. Üçüncü (veya dördüncü)
gece halk yine toplandı. (Öyle ki mescid, insanları alamayacak hâle
gelmişti.) Ancak aleyhissalâtu vesselâm (bu dördüncü gecede) yanlarına çıkmadı.
Sabah olunca Efendimiz:
"Yaptığınızı gördüm. Size çıkmamdan beni alıkoyan şey,
namazın sizlere farz oluvermesinden korkmamdır" dedi. İşte bu hadise
ramazanda cereyan etmişti."[1265]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadise çeşitli tariklerden farklı ifadelerle gelmiştir. Parantez içerisindeki
ilavelerimiz rivâyetin başka vecihlerinden alınmadır.
2- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın "Size farz
oluvermesinden kortuğum için namaza inmedim" sözü bazı âlimler tarafından
müşkil bulunmuştu. Çünkü Resûlullah farz
namazlarla kılınan ve revâtib denen nafilelere devam etmiş, ashâb da devam etmiş
ama yine de farz hükmünü almamışlardır. Bu sebeple, Resûlullah'ın o sözü bazı
yorumlara tâbi tutulmuştur:
* Muhibbu't-Taberî der ki: "Muhtemeldir ki Cenâb-ı Hakk,
Peygamberine: "Eğer sen bu namaza onlarla birlikte devam edersen, bu
onların üzerine farz oluverir" diye vahyetmiştir de bu sebeple Resûlullah,
ashâbına tahfifi tercih etmiş ve devamdan vazgeçmiştir. Mamafih bu vahiy
değildir de içinden bu düşünce geçmiştir, nitekim Allah'a yaklaştıran bazı
amellere Efendimiz devam etmiş, bu da O'nun şahsı için farz oluvermiştir."
* "Ümmetinden birinin, kendisinin devamlı kılmış
olmasından hareketle bu namazın vacib olduğunu zannetmesinden korktu"
diyen de olmuştur. Bu görüşe meyl eden Kurtubî der ki: "Namazın size farz
oluvermesinden korktum" sözü, "Sizin onu farz zannetmenizden, böylece
o zanna düşene farz oluvermesinden korktum" demektir. Nitekim bir müçtehid
bir şeyin helal veya haram olduğunu zannetse, onun, bu zannıyla amel etmesi
gerekir."
* Şöyle de denmiştir:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın burada ifade ettiği hüküm şu idi:
Kendisi hayırlı bir amele devam eder, o amelde halk da O'na uyarsa bu
amel onlara farz olur."
* İbnu Battâl der ki: "Resûlullah'ın bu sözü, gece namazı
kendisine farz olduğu halde ümmetine farz olmadığı bir zamanda söylemiş olması
da mümkündür. Bu sebeple, onlara çıktığı takdirde, onlar da uymaya devam edecek
ve sonunda hüküm yönüyle onlarla kendisi arasında fark kalmayacak ve hepsine
farz durumuna geçecek diye korkmuştur. Çünkü dinde asıl olan müsâvaattır:
İbadet meselelerinde ümmeti ile Resûlullah arasında müsâvaat vardır."
* Şu da söylenmiştir: "Efendimizin, Ashâb'ın namaza devam
etmeleriyle vacib olmasından, bilahare de devam etmekten acze düşüp,
Resûlullah'a uymayı bırakmak sebebiyle âsi duruma düşmelerinden korkmuş olması
da muhtemeldir."
* Hattâbî de, hadiste geldiği üzere, M'irâc'ta namazın farz
olması sırasında Cenab-ı Hakk'ın: "Namaz (günde) beş vakittir ve (aynı
zamanda) elli (vakit değerinde)dir, bu söz artık benim nezdimde değişmez"
sözü gözönüne alınınca, sadedinde olduğumuz hadis müşkildir. Çünkü, Allah'ın
"beş" hükmünün değişmeyeceğinden emin olduktan sonra nasıl olur da
artmasından Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) korkuya düşer? der.
Hattâbî bu müşkili şöyle halleder: "Gece namazı Aleyhissalâtu
Vesselâm'a farz idi. Şer'î amellerinde O'na uymak ümmetine farzdır. Yani, Resûlullah'ın bu farza aralıksız devam etmesi halinde ümmetine
farz idi. İşte bu sebeple, bu namazın vacibler arasında girmemesi için
(dördüncü gece) onların yanına gidip onlarla bu namazı kılmayı terketti. Tâ ki,
kendisine iktida yoluyla husule gelecek vücub'la, beşe, ziyade yeni bir farz
hâsıl olmasın. Burada inşa (müstakil bir emir) yoluyla değil, iktida yoluyla
hasıl olacak bir farz melhuzdur. Tıpkı, kişinin nezr ederek bir namazı nefsine
vacib kılması gibi. Nezir namazı ona ziyâde bir vacibtir, ama bu, şeriatın
aslından gelmez." Hattâbî sözüne devamla bir başka ihtimâl daha beyan
eder:
"Allah namazı elli vakit olarak farz kıldı. Sonra
peygamberinin şefaatiyle çoğunu kaldırdı. Eğer ümmet, kendisine bağışlanan
kısma dönüp, peygamberlerinin kendileri için affedilmesini taleb ettiği kısmı
iltizam edecek olursa bunun onların üzerine farz olması normal karşılanır,
yadırganmaz. Nitekim onlardan önce bir
kısım insanlar ruhbanlığı iltizam etmişler, Allah da, onda düştükleri kusur
sebebiyle onları şöyle diyerek kınamıştı: "...Üzerlerine bizim gerekli
kılmadığımız fakat kendilerinin güya Allah'ın rızasını kazanmak için ortaya
attıkları ruhbaniyete bile gereği gibi riâyet etmediler..." (Hadîd 27). Şu
halde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), ümmetinin de bu âyette
zikredilenlerin durumuna düşmelerinden korkmuş olarak, onlara olan şefkatin
sevkiyle bu amelden vazgeçmiştir."
Bu yorumlar üzerine de bazı münakaşalar devam eder, ancak biz bu
kadarıyla yetiniyoruz.
3- Hadisten Çıkarılan Bazı Fevâid:
* Kıyâmu'l-Leyl cemaatle mendubtur, hususen ramazanda
olursa... Çünkü Efendimizin vefatından sonra, farz olma endişesi mevcut
değildir. Bu sebeple Hz. Ömer, terâvihlerin Übeyy İbnu Kab'ın arkasında
cemaatle kılınmasını emretmiştir.
* Bu hadiste Allah'ın kaderinden Allah'ın kaderine kaçmanın cevazı
vardır.
* Büyük, etbaının alışkanlıklarına ters düşen bir şey yapınca
sebebini açıklamalı: hükmünü, hikmetini belirtmelidir.
* Resûlullah'ın dünyaya karşı zühdüne, dünyadan az şeyle iktifa
etmesine, ümmetine karşı duyduğu şefkate ve re'fete örnek mevcuttur.
* Fesada meydan vermemek için bazı maslahatı terketmeye örnek var.
* İki maslahattan daha mühim olanı öne alınmıştır.
* İmam olmaya niyet etmeksizin namaz kılmaya başlamış bulunan
kimseye iktida edilebilir. Ancak bazı âlimler: "Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in böyle bir niyette bulunmadığını kesinlikle iddia edemeyiz, bu
hususta bir sarahat nakledilmemiştir, zanla O'na muttali olunamaz"
demiştir.
* Cemaatle de kılınsa,
nafile için ezan ve ikâmet okunması terkedilir.[1266]
ـ3031 ـ6ـ
وعن أبى هريرة
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]خرَجَ
رسولُ اللّهِ
# عَلى
النَّاسِ في
رَمَضَانَ
وَهُمْ
يُصَلُّونَ
في نَاحِيةِ
المَسْجِدِ:
فقَالَ: مَا
هؤَُءِ؟
قِيلَ
أُنَاسٌ لَيْسَ
مَعَهُمْ
قُرآنٌ.
وَأُبَىُّ
بنُ كَعْبٍ
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
يُصَلِّى
بِهِمْ فقَالَ:
أصَابُوا
وَنِعْمَ مَا
صَنَعُوا[.
أخرجه أبو
داود، وقال:
هذا الحديث
ليس بالقوى .
6. (3031)- Hz. Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) buyurdular ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
Ramazan'da, mescidin bir kenarında namaz kılmakta olan bir gruba uğramıştı.
"Bunlar ne yapıyorlar?" diye sordu. "Bunlar,
yanlarında (ezberlenmiş fazla) Kur'ân bulunmayan kimselerdir. Übeyy İbnu Ka'b
(radıyallâhu anh) bunlara namaz kıldırıyor!" dediler. Efendimiz
(aleyhissalâtu vesselâm): "İsabet etmişler, bu davranış ne kadar iyi!"
buyurdular."[1267]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, Resûlullah'ın sağlığında, Übeyy İbnu Ka'b'ın ramazan
ayında cemaatle (terâvih) namazı kıldırdığı fikrini zihne getirebilmektedir. Bu
meselede, İbnu Hacer'in de belirttiği gibi, esas olan terâvih namazının Hz.
Ömer zamanında resmen cemaatle kıldırmış olmasıdır. Meseleyi ilgilendiren bazı
teferruâtı, sadedinde olduğumuz bâbın 1. ve 2. hadislerinde (3026-3027)
açıkladık. Burada mevzubahis olan hâdise, terâvih dışındaki bir namaz da
olabilir, kısmî bir cemaat de olabilir.[1268]
ـ3032 ـ7ـ
وعن أبى ذرٍّ
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]صُمْنَا
مَعَ رسولِ
اللّهِ #
فَلَمْ
يَقُمْ بِنَا
شَيْئاً مِنَ
الشَّهْرِ
حَتَّى
بَقِىَ سَبعٌ
مِنَ
الشَّهْرِ
فقَامَ بِنَا
حَتَّى ذََهَبَ
ثُلُثُ
اللَّيْلِ.
ثُمَّ لَمْ
يَقُمْ بِنَا
في
السَّادِسَةِ
وَقَامَ في
الخَامِسَةِ
حَتَّى
ذَهَبَ
شَطْرُ اللَّيْلِ.
فَقُلْنَا
لَهُ: لَوْ
نَفّلْتَنَا
بَقِيَّةَ
لَيْلَتِنَا
هذِهِ؟
فقَالَ:
إنَّهُ من
قَامَ مَعَ
ا“مَامِ
حَتَّى
يَنْصَرِفَ
كُتِبَ لَهُ
قِيَامُ
لَيْلَةٍ.
ثُمَّ لَمْ
يَقُمْ بِنَا
حَتَّى
بَقِىَ ثََثٌ
مِنَ الشّهْرِ
فَصلّى بِنَا
في
الثَّالِثَةِ
وَدَعَا
أهْلَهُ وَنِسَاءَهُ
وَقَامَ
بِنَا حَتّى
خَشِينَا أنْ
يَفُوتَنَا
الْفََحُ.
قِيلَ: وَمَا
الْفََحُ؟
قالَ:
السَّحُورَ[.
أخرجه أصحاب
السنن وصححه
الترمذي.»السَّحُورَ«
بفتح السين:
ما يتسحر به،
وبالضم: الفعل
نفسه .
7. (3032)- Hz. Ebû Zerr
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile (bir
ramazan) ayında beraber oruç tuttuk. Ay boyunca bize son yedi güne kadar hiç
(ziyade) namaz kıldırmadı. Ayın son yedinci gününde gecenin üçte biri geçinceye
kadar bize namaz kıldırdı. Altıncı gününde yine bir şey kıldırmadı. Beşinci
gününde gecenin yarısı geçinceye kadar namaz kıldırdı. Kendisine: "Bu
gecemizin geri kalan kısmında da bize nafile kıldırırsanız!" dedik.
Talebimize karşı:
"Kim imamla namaza başlar, sonuna kadar devam ederse,
kendisine gecenin tamamını namazla geçirmiş (sevabı) yazılır" buyurdular.
Sonra Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), aydan son üç gece kalıncaya kadar
başka namaz kıldırmadılar. Üçüncü gece bize namaz kıldırdılar. Ehline ve
kadınlarına dua ettiler. Bize (o kadar uzun) namaz kıldırdılar ki
"Felâh"ı kaçırmaktan korktuk.
(Ebû Zerr'e): "Felâh" nedir? diye soruldu:
"Sahûr!" cevabını verdi. (Sonra ayın geri kalan kısmında bize namaz kıldırmadı.)"[1269]
AÇIKLAMA:
1- Ebû Zerr (radıyallâhu anh), bu rivâyette Resûlullah'ın
ramazan ayında terâvihi nasıl kıldırdığı
hususunda bilgi vermektedir. Hangi seneye ait olduğunu tasrih etmediği ramazan
gecelerinde son haftanın birkaç günü dışında farzdan başka namaz kıldırmamıştır. Farzları kılan
Efendimiz odasına çekilmektedir.
2- Şu halde cemaate nafile namaz kıldırdığı günlerin tesbitine
gelince: Eğer ramazanın 29 olmasını esas alırsak:
* Sondan yedinci gün, 23 ramazandır.
* Sondan altıncı gün, 24 ramazandır.
* Sondan beşinci gün, 25 ramazandır.
Ramazan ayının otuz olması esas alınırsa hadiste geçen günleri
tesbit için yukarıdaki rakamlara birer ilave etmemiz gerekecek: 24, 25, 26...
Hadisin sonunda, parantez içerisinde kaydettiğimiz kısım, bazı rivâyetlerde
mevcuttur. Ayın son iki gününde 28 ve 29. günlerinde oruç tutulmadığını ifade
eder.
3- Hattâbî, Felâhla ilgili şu açıklamayı yapar: "Felâh'ın
aslî mânası bekâdır. Sahûr yemeğine felâh denmesi, onun orucun bekâsına sebep
ve yardımcı olmasından dolayıdır. Nitekim
حيَّ
عَلى
الْفََح "felâh'a
gelin" denir, "yani "sizi cennette bâki kılacak amele
gelin" demektir. Bazı âlimler, "Felâh'a götüren orucun itmâmına
(tamamlanmasına) yardımcı olduğu için felâh denmiştir" der.
4- Sâhur kelimesi suhûr şeklinde de gelmiştir. İki okunuş da
caizdir. Sahûr geceleyin yenen ve içilen şeylerdir. Suhûr ise, masdardır,
fiilin kendisidir. Rivâyetlerde umumiyet itibariyle sahur şeklinde gelmiştir.
Ancak en-Nihâye'nin kaydına göre: "Doğrusu suhûr olmalıdır, çünkü
sahûr yiyecek, bereket ve ecr ma'nâsına
gelir, sevab fiildedir, ta'amda değil" de denmiştir."
5- Aliyyu'l-Kârî: Hadis, Ashâb'ın sahûr'a verdikleri ehemmiyeti göstermektedir, çünkü
kaçırmaktan korktuklarını belirtmektedir.
6- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu gecelerde
kıldırdığı namazların kaç rek'at olduğuna dair rakam Muhammed İbnu Nasri'l-Mervezî'nin
Kıyâmu'l-Leyl'deki bir rivâyetinde gelmiştir. O rivâyette Hz. Câbir der ki:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
Ramazan ayında bize sekiz rek'at ve vitr kıldırdı. Müteakip gece gelince
mescidde toplandık, gelip bize namaz kıldırmasını rica ettik. (Geldi) o gece
sabaha kadar bize namaz kıldırdı. Kendisine:
"Ey Allah'ın Resulü, şu namazı bize kıldırmanız için size
ricada bulunduk (da öyle geldiniz, kendi kendinize gelip bunu bize
kıldırmadınız, bunun sebebi nedir?)" dedik. Bunun üzerine:
"Ben vitrin size farz oluvermesinden korktum!" buyurdu.
"Huzeyfe (radıyallâhu anh)'den gelen bir rivâyette, namazla
ilgili bazı teferruât yer almaktan başka "...Resûlullah'ın ramazanın bir
gecesinde kendilerine dört rek'atlik namaz kıldırdığını, bunun tamamlanması
sırasında Hz. Bilâl'in gelip sabahı haber verdiğini belirtir.
"Yine Câbir (radıyallâhu anh)'den kaydedilen bir rivâyette:
"Bir ramazan günü Übeyy İbnu Ka'b'ın Resûlullah'a gelerek: "Ya
Resûlullah bu gece benden bir hâdise vâki oldu (...) Mahallemden bazı kadınlar evime uğrayarak "biz Kur'an
okuyamıyoruz, senin arkanda namaz kılmak istiyoruz" dediler. Ben de onlara
sekiz rek'at ve vitr kıldırdım"
dedi. Aleyhissalâtu Vesselâm sesini çıkarmadı, fakat rıza izhar
etti" dendiğini görmekteyiz.
Hz. Ömer'in emri üzerine Übeyy İbnu Ka'b'ın halka onbir, -ve bazı
rivâyetlerde onüç- rek'at kıldırdığını daha önce kaydetmiştik. Ramazanda halka
cemaatle namaz kıldırma işini Hz. Ömer'in, Übeyy İbnu Ka'b'la birlikte
Temîmü'd-Dârî'ye de verdiği, ikisinin
birlikte bu vazifeyi üzerlerine aldıkları belirtilir.[1270]
ـ3033 ـ8ـ
وعن عبداللّه
بن أبى بكر
قال:
]سَمِعْتُ أُبَيّاً
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
يَقُولُ: كُنَّا
نَنْصَرِفُ
في رَمَضَانَ
مِنَ
الْقِيَامِ
فَنَسْتَعْجِلُ
الخَدمِ
بِالطّعَامِ
مَخَافَةَ
فَوْتِ
السَّحُورِ[.
أخرجه مالك .
8. (3033)- Abdullah İbnu
Ebî Bekr anlatıyor: "Übeyy (radıyallâhu anh)'i dinledim, diyordu ki: "Ramazanda
(teravih) namazından ayrılıp, hizmetçilerden alelacele sahûr yemeği
getirmelerini isterdik, çünkü vaktin çıkmasından korkardık."[1271]
Arapçada bayram, عِيدَ (îd)
kelimesiyle ifâde edilir. Aslı, dönmek mânasına gelen عَوْدَة avdet kelimesinde gelir. Peş peşe tekrar
etmek, her sene gelmek ma'nâsından, îd dendiği söylenmiştir.[1272]
ـ3034 ـ1ـ
عن ابن عباس
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]خَرَجَ رسولُ
اللّهِ #
يَوْمَ عِيدٍ
فَصَلّى رَكْعَتَيْنِ
لَمْ يُصَلِّ
قَبْلَهُمَا
وََ
بَعْدَهُمَا[.
أخرجه الخمسة
1. (3034)- İbnu Abbâs
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bayram
günü çıkıp iki rekat namaz kıldırdı. Ne bunlardan önce ne de bunlardan sonra
başka namaz kıldırmadı."[1273]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivâyet, musallada iki rekatlik bayram namazından başka
nafile namazı kılınmadığını ifade etmektedir. Ebû Saîd'il-Hudrî'den gelen bir
rivâyet, Resûlullah'ın, evine dönünce iki rekat daha kıldığını ifade eder.
İbnu Kudâme, musallâda bayram namazından önce veya sonra nafile
namazı kılmanın mekruh olduğu hususunda ulemânın icma ettiğini kaydeder. Ancak,
Tirmizî'nin bir rivâyeti, Ashâbtan bazılarının bayram namazından önce ve sonra
nafileyi tecviz ettiklerini kaydeder. Böyle olunca icma iddiası muallel hale
düşmektedir.
Irakî de bir kısım Sahâbe ve Tâbiîn'in bunu caiz gördüklerini rivâyet eder. İbnu Ebî Şeybe,
Tâbiîn'in bu husustaki görüşlerini kaydeder. Ahmed İbnu Hanbel'den gelen bir
rivâyete göre: "Kûfîler (Ebû Hanîfe, Evzâî, Sevrî) bayram namazından sonra, Basrîler (Hasan Basrî ve bir grup),
bayram namazından önce namaz kılmışlardır. Medineliler ise (Zührî, İbnu Cüreyc,
Ahmed) ne önce, ne sonra kılmamışlardır." İmam Mâlik bunu musallâda
yasaklar. Ona göre mescidde kılınması hususunda iki rivâyet mevcuttur.[1274]
ـ3035 ـ2ـ
وعن عائشة
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]كَانَ رسولُ
اللّهِ #
يُكَبِّرُ في
الفِطْرِ وَا‘ضْحَى
في ا‘ولى
سَبْعَ
تَكْبِيراتٍ
وَفي
الثَّانِيةِ
خَمْسَ
تَكْبِيراتٍ
سِوَى
تَكْبِيرَتَى
الرُّكُوعِ[.
أخرجه أبو داود
.
2.(3035)- Hz. Âişe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), fıtr
(ramazan) ve kurban bayramlarının
namazlarında, birinci rekatte yedi (ziyade)
tekbir getirirdi, ikinci rekatte ise, iki rükû tekbirinden başka beş (ziyade) tekbir getirirdi."[1275]
AÇIKLAMA:
1- Bu tekbirlerin tavsifinde fakihler arasında bazı yorum
farklılıkları mevcuttur. Nevevî'nin açıklamasına göre:
* Şâfiî'ye göre, birinci rekatte iftitah tekbirinden başka yedi
tekbir vardır, ikinci rekatte kıyâm tekbirinden başka beş ziyade tekbir vardır.
* İmam Mâlik, Ahmed ve Ebû Sevr'e göre de rakam aynıdır, ancak
birincideki "yedi"nin biri iftitah tekbiridir.
* Ebû Hanîfe ve Sevrî'ye göre birincide beş, ikincide dört
tekbir vardır, iftitah ve kıyâm tekbirleri bu rakamlara dâhildir.
2- Cumhur-u ulemâ bu ziyade tekbirlerin ard arda söylenmesi
gereğini belirtir. Atâ, Şâfiî ve Ahmed ise her iki tekbirin arasına zikrullah
girmesine müstehab derler. Bu görüş İbnu Mes'ud'dan da rivâyet edilmiştir.[1276]
ـ3036 ـ3ـ
وعن كثير بن
عبد اللّه عن
أبيه عن جده
قال: ]كَانَ
رسولُ اللّهِ
# يُكَبرُ في
الْعِيدَيْنِ
في ا‘ولى
سَبْعاً
قَبْلَ
الْقِرَاءَةِ،
وَفي
الثَّانِيَةِ
خَمْساً
قَبْلَ
الْقِرَاءَةِ[.
أخرجه
الترمذي .
3. (3036)- Kesîr İbnu Abdillah an ebîhi an ceddihî anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bayramlarda birinci rek'atte kırâatten önce yedi kere tekbir getiriyordu. İkinci rek'atte de kırâatten önce beş kere tekbir getiriyordu."[1277]
AÇIKLAMA:
1- Senedde geçen Kesîr İbnu Abdillah'ın babası, Abdullah İbnu
Amr İbni Avf'tır. Dedesi de Amr İbnu Avf el-Müzenî (radıyallâhu anh)'dir. Bedir
savaşı'na katılmış yüce sahâbîlerden, bahtiyârândan biridir. Hadisin mahreci
budur (Amr İbnu Avf).
2- Burada, önceki rivâyette olduğu üzere, rakamlara birinci rek'atte iftitah tekbiri, ikinci rekatte kıyâm tekbiri dâhil değildir.
Tirmizî, hadisin sonuna şu bilgiyi ekler: "Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh)'nin Medine'de (yaptığı imamlık sırasında) bu hadiste târif edilene uygun şekilde bayram namazı kıldırdığı rivâyet edilmiştir. Bu aynı zamanda Medine Ehli'nin de kavlidir. İmam Mâlik, Şâfiî, Ahmed İbnu Hanbel ve İshak İbnu Râhûye de buna hükmetmişlerdir."
3- Hadiste dikkat çekmemiz gereken bir diğer husus,
tekbirlerin yeridir: Her iki rekatte de kırâatten önce olduğunu söyler. Bu,
Hanefî tatbikata uymaz. Çünkü Hanefîler, tekbirleri ikinci rekatte
kırâatten sonra okurlar. Bu, İbnu
Mes'udun rivâyetine dayanır. Tirmizî aynı babta, az önce kaydettiğimiz
açıklamasının devamında, İbnu Mes'ud'un bu rivâyetini verir. Şöyle
buyurmuştur:
"Birinci rek'atte
dokuz tekbir vardır. Bunun beşi kırâatten öncedir.[1278] İkinci rekatte kırâatle
başlanır. Kıraat bitince rükû tekbiriyle birlikte dört tekbir getirilir."
Görüldüğü üzere, burada ikinci rekatte ziyade tekbirlerin
kırâatten sonra rükûya gitmezden önce
okunacağı, dödüncü tekbir olarak da
rükû tekbirinin okunacağı açık olarak ifade edilmiştir.
İbnu Mes'ud (radıyallâhu anh)'un bu mevkuf rivâyetini Abdurrezzak
ve Ebû Davud tahric etmiştir. Bazılarına göre sened sahihtir. Rivâyetin aslına
bakıldığı zaman, İbnu Mes'ud bu açıklamayı yaptığı zaman yanında Hüzeyfe
İbnu'l-Yeman, Ebû Musa el-Eş'arî, Saîd İbnu'l-Âs gibi başka sahâbeler var
(radıyallahu anhüm ecmaîn). Saîd İbnu'l-Âs, bayram tekbirleri hakkında soru
tevcih eder. Huzeyfe (radıyallâhu anh): "Bunu Eş'arî'ye sor" der.
Eş'arî de: "Abdullah'a sor, çünkü o bizim en eskimiz, en âlimimiz"
der. Saîd soruyu ona tevcih eder. O şu cevabı verir: "Dört tekbir
getirilir, sonra kırâate geçilir, sonra tekbir getirilip rükûya gidilir, ikinci
rek'ate kalkınca kırâat yapılır,
kırâatten sonra dört tekbir getirilir (dördüncüsü ile rükûya
gidilir.)"
Hanefîler, başka rivâyetlerle de takviye edilmiş olan bu hadisle
ameli esas almışlardır: İkinci rek'atte ziyade tekbirleri -ki zevâid tekbirleri
denir- kırâatten sonra, rükûden önce
okurlar.[1279]
ـ3037 ـ4ـ
وعن جابر بن
سمرة رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال:
]صَلَّيْتُ
مَعَ رسولِ
اللّهِ #
الْعِيدَين
غَيْرَ
مَرَّةٍ
بِغَيْرِ
أذَانٍ وََ
إقَامَةٍ[.
أخرجه مسلم
وأبو داود
والترمذي.
4. (3037)- Câbir İbnu
Semüre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
ile birlikte, birçok kereler bayram namazını ezansız ve ikâmetsiz kıldım."[1280]
AÇIKLAMA:
Bagavî, Şerhu's-Sünne'de, hadisin sahih olduğunu belirttikten
sonra: "Sahâbe ve sahâbe olmayan ilim ehlinin tamamı bununla amel
etmiştir. Bayram namazlarında ne ezan ne
de ikâmet her ikisi de okunmaz. Diğer nafilelerde de okunmaz" der.[1281]
ـ3038 ـ5ـ
وعن نافع أن
ابن عمر
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهما
قال: ]كَانَ
رَسولُ
اللّهِ #
وَأبُو بَكْرٍ
وَعُمَرُ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهما يُصَلُّونَ
الْعِيدَين
قَبْلَ
الخُطْبَةِ[.
أخرجه الخمسة
إ أبا داود .
5. (3038)- Nâfi
(rahimehullah) anlatıyor: "İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) dedi ki:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Hz. Ömer ve Hz. Ebû Bekr (radıyallahu
anhümâ), bayram namazlarını hutbeden önce kılarlardı."[1282]
AÇIKLAMA:
Bayram hutbeleri, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) zamanında
namazdan sonra okunmuştur. Halbuki cuma hutbeleri namazdan öncedir. Emevîler devrinde ilk defa
Hz. Muâviye'nin Medîne vâlisi Mervân tarafından hutbelerin muhtevasını, medhe
layık olmayanları medhetmek, sebbe müstehak olmayanları da sebbetmek sûretiyle
siyasî ağırlıklı yaptıkları için cemaat bayram namazını kılar kılmaz camiyi
terkederek hutbeleri dinlememeye başlamış, bunun üzerine hutbe dinlemeyi halka
mecbur etmek için hutbe namazdan önceye alınmıştır. Ancak bu durum cemaat
tarafından hoş karşılanmamış, bazı hâdiselere sebep olmuştur. Bununla ilgili
bir vak'aya daha önce temas etmiştik.[1283] Ancak, Mervân'dan önce
Hz. Osman'ın "Cemaat namaza yetişsin" mülahazasıyla hutbeyi namazdan
öne aldığı da söylenmiştir. İbnu Hacer, Hz. Osman'ın buna bazan, Mervân'ın ise
her zaman başvurmuş olması sebebiyle hâdisenin Mervan'a nisbet edilmiş
olabileceğini söyleyerek ihtilafı çözmeye çalışır. Ancak, Kadı İyâz'ın yorumunu
da bilmemizde fayda var. İyâz bu bâbtaki rivâyetleri değerlendirerek hutbeyi
öne alma işini ilk defa Hz. Muâviye'nin yaptığını, ona uyarak Medine'de Mervân,
Basra'da Ziyad'ın yaptığını söyler.[1284]
ـ3039 ـ6ـ
وعن جابر رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال:
]شَهِدْتُ
الِْعِيدَ مَعَ
رسول اللّهِ #
فَبَدأ
بِالصََّةِ
قَبْلَ
الخُطْبَةِ
بَِ أذَان وََ
إقَامَةٍ.
ثُمَّ قَامَ
مُتَوَكِّئاً
عَلى بَِلٍ
رَضِىَ اللّهُ
عَنْه
فَأمَرَ
بِتَقْوى
اللّهِ
وَحَثَّ عَلى
طَاعَتِهِ
وَوَعَظَ
النَّاسَ
وَذَكِّرهُمْ.
ثُمَّ أتَى
النِّسَاءَ
فَوَعَظَهُنَّ
وَذَكَّرَهُنَّ
وَقَالَ:
تَصَدَّقْنَ.
فإنَّ أكْثَرَكُنَّ
حَطَبُ
جَهَنَّمَ.
فَقَامَتِ امْرَأةٌ
مِنْ سِطَةِ
النِّسَاءِ
عَفْعَاءُ
الحَدَّيْنِ.
فَقَالَتْ:
لِمَ يَا
رَسُولَ
اللّهِ؟
قَالَ:
‘نَّكُنَّ
تُكْثِرْنَ
الشّكاةَ
وَتَكْفُرْنَ
الْعِشِيرَ.
فَجَعَلْنَ
يَتَصَدَّقْنَ
مِنْ
حُلِيِّهِنَّ
يُلْقِينَ في
ثَوْبِ
بَِلِ[. أخرجه
الخمسة إ
الترمذي.»سِطَةُ
النساءِ«
أوساطهن
حَسَباً
ونسباً.»وَالسُّفعةُ«
سواد في
اللون.»وَالشّكاةُ«
بفتح الشين
الشكوى.»والعشير«
الزوج .
6. (3039)- Hz. Câbir (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte bayrama
katıldım. Efendimiz hutbeden önce, ezansız ve ikâmetsiz namaz kılardı. Sonra
Bilâl (radıyallâhu anh)'e dayanarak kalktı. Allah'tan korkmayı emretti ve O'na
itâate teşvik etti. İnsanlara vaaz edip (ölümü, âhireti, cenneti, cehennemi)
hatırlattı.
Sonra kadınlar bölümüne geçti. Onlara da aynı şekilde vaaz etti,
hatırlatmalarda bulundu. Ve:
"Allah için tasadduk edin, zira sizin ekseriyetiniz cehennem
odunusunuz!" buyurdu. Yanakları kararmış itibarlı kadınlardan biri
kalkarak:
"Niçin ey Allah'ın Resûlü? dedi (niye cehennem
odunlarıyız?)" Resûlullah açıkladı:
"Zira siz kadınlar çok şikâyette bulunuyor, kocalarınıza
nankörlük ediyorsunuz.
"Bunun üzerine kadınlar takılarından tasadduk etmeye
başladılar. Hz. Bilâl'in eteğine atıyorlardı."[1285]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadise birçok sahâbe tarafından farklı ziyadelerle
rivâyet edilmiştir. Burada kaydetmeye değer farklılıklar ihtiva eden bir vechi,
Buhârî'nin Kitâbu'l-Hayz'da, Ebû Saîdi'l-Hudrî tarafından rivâyet edilmiştir.
Aynen şöyle:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), kurban veya ramazan
bayramında (namaz için) musallâya çıktı. (Namazdan sonra) kadınlar kısmına
geçti ve:
"Ey kadınlar cemaati! Sadaka verin, zira bana, sizler
cehennem ehlinin ekseriyeti olarak gösterildiniz!" buyurdular. Kadınlar:
"Niye ey Allah'ın Resulü?" dediler.
"Lâneti çok yapıyorsunuz, kocalarınıza nankörlük ediyorsunuz.
Ben aklı ve dini noksan olanlar arasında, iradesi kavî erkeklerin aklını sizin
kadar çelen birini görmedim!" buyurdu. Kadınlar yine sordular:
"Ey Allah'ın Resulü! Dinimizin ve aklımızın noksanlığı
nedir?"
"Kadının şehadeti erkeğinin şehadetinin yarısı değil
mi?"
"Evet!" dediler.
"İşte bu, dedi. Kadınların aklının noksanlığıdır. Kadınlar
hayız oldukları zaman namaz kılmazlar, oruç tutmazlar öyle değil mi?" diye
sordu. Onlar:
"Evet!" dediler. Aleyhissalâtu Vesselâm:
"İşte bu, dedi, onların dinlerinin noksanıdır."
2- Buradaki ifadeler ilk bakışta kadınları istiskâl ediyor gibi
gelebilir. Aslında öyle değildir. Çünkü dinimiz, kadın ve erkek her iki cinsi
aynı değerde mütâlaa eder. Ancak kadın ve erkek iki ayrı cinstir her ikisinin
hayattaki farklı olan rolleri gereği aralarında fıtrattan yani yaratılıştan
gelen bazı farklar vardır. Kadın anne olacaktır, şefkate muhtaç yavruları
yetiştirecektir, bu sebeple onlar daha müşfîk, daha mülâyim, daha hissî bir
mizâca sahiptirler. Bazı tabiblerin ifâdesiyle, kadın-erkek farkı her bir beden
hücresinden kendini göktermektedir. İşte
İslâm bu fıtrî farkı esas alarak, bir kısım hukukun zâyi olmaması için,
onların şehâdetini nâkıs addetmiştir. Şahidlik bir hak olmayıp bir vazifedir.
Bu sebeple şahidliğin noksan addedilmesi onların hukukunu zedelemez.
Şahidliklerine başvurulacak dâvalarda hukukun korunmasına yönelik bir tedbirdir.
Yarattığını en iyi bilen Yaratıcımız (Mülk 14), kadınların fıtratlarından gelen
hissiliğin verdiği zaaf sebebiyle, iki kadının şehâdetinin bir sayılmasına
biri unuttuğunda diğerinin ona
hatırlatması gerekçesini göstermiştir.
Resûlullah, sadedinde olduğumuz hadiste onların, Yaratıcı
tarafından beyan edilen bu fıtrî durumlarını
aklen noksanlık olarak ifâde buyurmuştur. Yine aynı fıtrî zaafın bir başka tezâhürü olan lâneti çok yapma, hissiyata
kapılarak çabuk parlama ve bunun neticesi olarak kocayla geçimsizlik çıkarma
vs.'ye parmak basıyor.
Biz, kadınlara yapılan hususî bir hitabede, onların dikkatlerini
fıtrî zaaflarına çekmeyi, onların lehine bir davranış olarak görüyoruz. Böylece
zaafının şuuruna eren bir kimse, kendisini zayıf olduğu yerde hususi bir
kollamaya tabi tutar ve kontrol altına alarak o cihetten gelecek zararı asgariye indirebilir.
Bu noktanın anlaşılması için Resûlullah'ın وَيْلٌ
لَِعْقَابِ
مِنَ
النَّارِ uyarısını hatırlatmak isteriz. Abdest
sırasında abdest uzuvlarında kuru yer bırakılmaması gerekmektedir. Resûlullah
bu hususu zihinlerde tesbit ederken, yüz veya kolu zikretmiyor. Ökçeyi
zikrediyor ve: "Yazık ateşte yanacak o ökçelere!" diyor. Ökçeyi zikredişinin sebebi, onun ihmale uğraması
ihtimalinin fazlalığındandır. Aslında yüz veya kol iyi yıkanmayarak kuru yer
bırakılsa yine aynı şey söylenebilir: "Yazık ateşte yanacak o yüze -veya
kola-!" Abdest uzvu olarak hangisi kuru kalırsa kalsın, hepsinin değeri ve
hükmü aynıdır. Ancak ayağın tam
yıkanabilmesi için hususi itina gösterilmesi gereklidir. İşte bu sebeple
Efendimiz o hususa ayrı bir ağırlık vermiş, oraya dikkat çekmiştir.
Kadınlar içinde durum böyledir. Resûlullah onların bu zayıf noktalarına dikkatlerini
çekerek o cihette her an maruz kalacakları tehlikeye karşı her an uyanık
olmalarını sağlamak istemiştir.
3- Hadisten Çıkarılan Bazı Fevâid:
* Kadınlara vaaz etmek, onlara dinin ahkâmını öğretmek,
vazifelerini hatırlatmak müstehabtır.
* Kadınları sadaka vermeye teşvik etmek müstehabtır.
* Kadınların ta'lîmi için ayrı bir gün, ayrı bir zaman
ayırmak, müstakil bir mecliste onlara hitab etmek de müstehabtır, yeter ki
fitne ve fesaddan emin olunsun.
* Kadınlar bayramlarda musallâya çıkabilirler.
* Kadının kendi malından kocasının izni olmadan tasarruf hakkı vardır, sadaka vermesi caizdir. Bu tasarruf belli bir miktarla da kayıtlı değildir. Mâlikîler "Üçte bir çerçevesinde yetkilidir, fazlasında değil..." demiştir.
* Sadaka, azabı uzaklaştıran sebeplerden biridir. Zira
Aleyhissalâtu Vesselâm kadınlara sadaka emretti. Sebep olarak cehennem ehlinin
ekseriyetini teşkil ettiklerini söyledi, yani ondan kurtulmak için sadaka
vermelerini hatırlatmış oldu.
* Nasihatı çok yapmak, muhataba göre sert çıkışmak müstehabtır.
* Muhtaçlar için zenginlerden sadaka taleb etmek caizdir, tâlib
muhtaç olmasa da.
* Rivâyet, sahâbe hanımların cömertliğini, Resûlullah'ın emirlerine
icâbette acele ettiklerini de göstermektedir. Zira takılarından herkes yüzük,
küpe, bilezik her ne varsa tasaddukta bulunmuşlardır.
* Nankörlük haramdır.
* Kötü sözleri çok kullanmak, lânet, sebb, şetm vs. haramdır.
Nevevî bunları kebâirdan saymıştır.
* Lânet kötülenmiştir, yani Allah'ın rahmetinden uzak
kılınmasını taleb etmek dinimizde mezmumdur, dili alıştırmamalıdır.
* Dinden çıkarmayan günahlara, tağliz maksadıyla küfür denmesi
caizdir.
* Akıl, ziyade ve noksan olabilir, îman da böyle.
* Kadınlardaki noksanlığı zikretmek onları levm etme gayesi gütmez,
çünkü bu, yaratılıştan gelmektedir. Bu noksanlar sebebiyle fitneye düşmelerini
önlemek için bir uyarıdır. Nitekim hadiste azabın, noksanlıkları sebebiyle
değil, küfran vs.'leri sebebiyle olacağı söylenmiştir.
* Din noksanlığı sadece günah hâsıl eden şeylerle olmaz, daha
umumi şeylerden de ileri gelebilir, zira bu
nisbi, izafi bir durumdur. Sözgelimi kâmil, ekmelden nâkıstır. Bu sebeple hayızlı kadın, bu esnada
namazı terketmekle günaha girmez, fakat namaz kılana nisbetle nâkıstır.
* Hadiste talebenin hocasına, tâbi olanın tâbi olduğu kimseye
anlamadığı hususlarda başvurmasının caiz
olduğu ifade edilmektedir.
* Bu rivâyet, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yüce
ahlâklarına, müsâmaha, rıfk ve re'fet gibi sâmî sıfatlarına da delâlet
etmektedir.[1286]
ـ3040 ـ7ـ
وعن
عبيداللّه بن
عبداللّه بن
عُتبة بن مسعود
قال: ]سَأَلَ
عُمَرَ أبَا
وَاقِدٍ اللَّيْثِىَّ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهما: مَا
كَانَ
يَقْرأُ
رسولُ اللّهِ
# في ا‘ضْحَى
وَالْفِطْرِ.
قالَ: كَانَ
يَقْرَأُ
فِيهِمَا
بِقَافْ
وَالقُرآنِ
المَجِيدِ.
وَاقْتَرَبَتْ
السَّاعَةُ
وانْشَقَّ
الْقَمَرُ[.
أخرجه الستة إ
البخارى .
7. (3040)- Ubeydullah İbnu Abdillah İbni Utbe İbni Mes'ud
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Hz. Ömer (radıyallâhu anh), Ebû Vâkid
el-Leysî (radıyallahu anhümâ)'ye sordu:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kurban ve ramazan
bayramlarında ne kırâat buyururdu?"
"Resûlullah bu namazlarda Kâf ve'l-Kur'âni'l-Mecid,
İkterebeti'ssâatu ve'n-Şakka'l-Kameru sûrelerini okurdu" diye cevap
verdi."[1287]
ـ3041 ـ8ـ
وعن النعمان
بن بشير
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهما
قال: ]كَانَ
رَسُولُ
اللّه #
يَقْرَأُ في الْعِيدَيْنِ
وَفي
الجُمُعَةِ
بِسَبِّحِ اسْمَ
رَبِّكَ
ا‘عْلى،
وَهَلْ
أتَاكَ حَدِيثُ
الْغَاشِيَةِ،
وَرُبَّمَا
اجْتَمَعَا
في يَوْمٍ
وَاحِدٍ
فَقَرَأ
بِهِمَا[.
أخرجه الستة إ
البخارى .
8. (3041)- Nu'mân İbnu Beşîr
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm),
bayramlarda ve cumada Sebbihi'sme
Rabbike'l-A'lâ, Hel etâke hadîsu'lğâşiye okurdu. Bazan cuma ve bayram bir günde
birleşirlerdi. Resûlullah bu sûrelerin her ikisini de (cuma ve bayram)
namazlarında birlikte okurdu."[1288]
AÇIKLAMA:
Son iki rivâyet Resûlullah'ın cuma ve bayram namazlarında
Fatiha'dan sonra zamm-ı sûre olarak neleri okuduğunu göstermektedir. İbnu
Mes'ud (radıyallâhu anh)'un rivayetine göre, birinci rek'atte Kâf
ve'l-Kur'âni'l-Mecid'i; ikinci rek'atte ise
İkterebeti's-Sâatü Ve'n-Şakka'l-Kameru sûrelerini okumaktadır. Nu'man
İbnu Beşîr'in rivâyetine göre birinci rekatte Sebbihi'sme rabbike'l-A'lâ'yı,
ikinci rek'atte de Hel etâke
hadîsu'lğâşiye'yi okumaktadır.
İki ayrı rivâyetin varlığı, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
bunlardan birini seçmede musır olmadığını, bazan birini bazan ötekini ve hatta
daha başka sûreleri de okumuş olabileceğini, ama yine de çoğunlukla bunları
kırâat buyurduğunu ortaya kor. Nitekim, cumanın birinci rek'atinde Cuma
sûresi'ni,ikinci rek'atte de Münâfikûn Sûresi'ni okuduğu da rivâyet edilmiştir
(2881, 2883. hadisler).
Hasan-ı Basrî'nin, imamın bu namazlarda dilediği herhangi bir
sûreyi de okuyabileceğine dair beyânını Ebû Hanîfe ve ashâbından İbnu Ebî Şeybe
rivâyet etmiştir. İbnu Uyeyne, cumalarda sadece bu rivâyetlerde gelenleri
okumanın mekruh olduğunu söylemiştir. İbnu Mes'ud, Hz. Ebû Bekr'in
Bakara'yı okuduğunu rivâyet etmiştir. Bu
hususta başka rivâyetler de mevcuttur.[1289]
CUMA VE BAYRAMIN AYNI GÜNE RASTLAMASI
ـ3042 ـ1ـ
عن أبى هريرة
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رسُولُ اللّه
#: اجْتَمَعَ
في
يَوْمِكُمْ هذَا
عِيدَانِ
فَمَنْ شَاءَ
أجْزَأَهُ مِنَ
الجُمُعَةِ
وَإنَّا
مُجَمِّعُونَ[.
أخرجه أبو
داود .
1. (3042)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Şu
gününüzde iki bayram bir araya geldi. Dileyene (bayram namazı) cuma için de
yeterlidir. Biz her ikisini birleştiriyoruz."[1290]
AÇIKLAMA:
Muhtelif rivâyetler, gerek Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
devrinde ve gerekse daha sonra, bayram namazının cumaya rastladığını belirtir.
Bu durumda iki bayramın bir günde ictima etmesi mevzubahistir:
1- Cum'a bayramı,
2- Kurban (veya Ramazan) bayramı.
Sadedinde olduğumuz rivâyet, bu durumda Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın bayram namazını kıldırdığını, cumayı da kılıp kılmama hususunda
cemaati muhayyer bıraktığını göstermektedir. Öyle ise, bayram namazı kılınması
halinde, cuma namazını kılmanın da, kılmamanında caiz olması gerekir. Ancak
bayramı kılamayana, cumayı kılmak muhayyer olmaz, farz olmaya devam eder. Bir
grup âlim, imam ile üç kişiyi bu
hükümden hariç tutmak kaydıyla buna hükmeder. Müteakiben kaydedilecek olan
İbnu'z-Zübeyr hadisi (3044) meseleyi ashâbın da buna yakın anladığını
göstermektedir.
İmam Şâfiî ve bir grup âlim ise, bu ruhsatı kabul etmezler. Onlara
göre "cumanın vacib olma delili bütün cuma günlerine şâmildir, bayramın
rastladığı gün de bu âmm hükme dahildir; tahsis ifade eden rivâyetler, sened
yönüyle, bu hükmü değiştirecek güçte değildir."
Atâ'ya göre bu bâbta gelen hadis sahihtir ve ruhsat âmmdır,
herkesi içine alır. İbnu'z-Zübeyr de böyle tatbik etmiştir. Görüleceği üzere İbnu'z-Zübeyr,
bayramı kıldığı gün sadece cumayı değil, öğleyi de kıldırmamıştır. Bu hususu
bazıları şöyle izah etmiştir: "Cuma günü cuma namazı asıldır, öğle namazı ona bedeldir. Bu
görüşten şu netice çıkar: Aslın vücubu, eda imkânına rağmen düşerse, bedel de
düşer." Ancak, cuma gününde öğle namazının asıl, cumanın bedel olduğunu, zira
ilk defa öğlenin farz kılındığını, cuma namazının ise müteahhiren farz kılındığını söyleyerek bu
görüşe itiraz eden de olmuştur. Bunlara göre cumayı kaçırana öğlenin icmâen
farz olması da öğlenin asıl olduğuna bir delildir.
İbnu'z-Zübeyr hadîsinde
bazı açıklama daha sonra gelecek.[1291]
ـ3043 ـ2ـ
وعن أبى عبيد
سعيد بن عبيد:
]أنَّهُ شَهِدَ
الْعِيدَ
مَعَ عُمَرَ
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
فَصَلّى
قَبْلَ
الخُطْبَةِ
ثُمَّ خَطَبَ النَّاسَ
فقَالَ: إنَّ
رسولَ اللّهِ
# نَهَاكُمْ
عَنْ صِيَامِ
هذَيْنِ
الْعِيدَيْنِ.
أمَّا أحَدُهُمَا
فَيَوْمُ
فِطْرِكُمْ
مِنْ
صِيَامِكُمْ،
وَأمَّا
اخَرُ
فََيَوْمٌ
تَأكُلُونَ فِيهِ
مِنْ
نُسِكِكُمْ.
قالَ أبو
عبيد: وَشَهِدْتُهُ
مَعَ
عُثْمَانَ
فَصَلّى
قَبْلَ أنْ يَخْطُبَ،
وَكَانَ
ذلِكَ يَوْمَ
جُمُعَةٍ.
فقَالَ ‘هْلِ
الْعَوالِى:
مَنْ أحَبَّ
أنْ
يَنْتَظِرَ الجُمُعَةَ
فَلْيَفْعَلْ،
وَمَنْ
أحَبَّ أنْ
يَرْجِعَ إلى
أهْلِهِ
فَقَدْ
أذِنَّا لَهُ[.
أخرجه
الشيخان .
2. (3043)- Ebû Ubeyd Saîd
İbnu Ubeyd'in anlattığına göre, Hz. Ömer (radıyallahu anh) ile bir bayramda
beraber olmuştur. Hz. Ömer önce namaz kıldırmış, sonra hutbe okuyup halka şöyle hitab etmiştir:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sizleri bu iki bayram gününde oruç tutmaktan men etti.
Bu iki bayramdan biri oruç tuttuğunuz aydaki ramazan bayramınızdır. Diğeri de
kurbanlarınızdan yediğiniz günün bayramıdır!"
Ebû Ubeyd der ki: "Ben Hz. Osman (radıyallâhu anh) ile de
bayram geçirdim. O da hutbeden önce namaz kıldırdı. Hatta bu bir cuma günüydü.
Avâli halkına şöyle dediler:
"Kim cumayı beklemek isterse beklesin, kimde ailesine dönmek
isterse dönsün kendisine izin verdik."[1292]
AÇIKLAMA:
1- Avâli, "Âliye"nin cem'idir, Medîne'ye yakın
köylerin müşterek adıdır.
2- Bu hadis, bayramlardan biri cum'aya rastladığı takdirde,
bayramnamazını kıldığı takdirde cumanın farziyyetinin düşeceğine hükmedenlere
delil olmuştur. Bu hüküm, Ahmed İbnu Hanbel'den nakledilmiştir. Ancak,
"izin verdik" ifadesinin "geri dönüşü olmayan bir izn"e
delâlet etmede sarih olmadığı söylenerek hükme itiraz edilmiştir. Ayrıca,
burada izin verilenlerin Avâli ahalisi olması
üzerinde de durulmuştur. Çünkü onlar Medîne'ye olan uzaklıkları
sebebiyle cuma onlara farz değildi denilmiştir:
3- Bu hadis, iki bayram günlerinde oruç tutmayı tahrim
etmektedir. Haram edilen oruç nafile, nezir, kefâret,kaza her çeşit oruçtur. Bu
hususta ülemâ icma etmiştir.
Yasağa rağmen tutmuş olan kimsenin hükmü hususunda ihtilaf
edilmiştir.
* Ebû Hanîfe'ye göre bu, oruç sayılır.
* Cumhur, Ebû Hanîfe'ye muhalefet eder. Şöyle ki: Bir kimse
"Onbeş gün sonra bir gün oruç tutacağım"dese ve o gün bayrama
rastlasa, cumhura göre bu nezri tutmak gerekmez, Ebû Hanîfe'ye göre nezir sahihtir, orucu o gün tutmaz, bir başka
gün kaza eder. Evzâî: "Kaza eder, ancak bayramı istisna etmeye niyetlenmiş
idiyse kaza etmez" der. İmam Mâlik, -bir rivâyette-: "Kazaya da niyet
etmiş idiyse kaza gerekir, değilse gerekmez" demiştir.
Buhârî'nin bir rivâyetine göre, bir adam Abdullah İbnu Ömer'e
gelerek sorar:
"Bir kimse pazartesi günü oruç tutmaya niyet eder, bu da
bayrama rastlarsa ne yapmalıdır?
"İbnu Ömer:
"Allah nezirlere uymayı, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
da, bayram günü oruç tutmamayı emretti" diye cevap verir ve kesin bir
fetvadan kaçınır.
Ülemâ, İbnu Ömer'in davranışını yorumlamada ihtilaf eder. Burada
teferruata girmeyeceğiz. Şu kadar söyleyelim ki İbnu Ömer (radıyallâhu anh),
sünnete bağlılığından neş'et eden verâsı sebebiyle kesin hükümden kaçınmasıyla
meşhurdur, hele bu, ihtilâflı hadislerden ise.[1293]
ـ3044 ـ3ـ
وعن عطاء بن
أبى رَباح
قال: ]صَلّى
بِنَا ابْنُ
الزُّبَيْرِ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهما يَوْمَ
عِيدٍ في
يَوْمِ
جُمُعَةٍ
أوَّلَ النَّهَارِ.
ثُمَّ
رُحْنَا إلى
الجُمُعَةِ
فَلَمْ
يَخْرُجْ
إلَيْنَا
وَصَلَّيْنَا
وُحْدَاناً،
وَكَانَ ابنُ
عَبَّاسٍ
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهما
بِالطَّائِفِ.
فَلَمَّا
قَدِمَ ذَكَرْنَا
لَهُ فقَالَ
أصَابَ
السُّنَّةَ[ .
3. (3044)- Atâ İbnu Ebî
Rebâh merhum anlatıyor: "İbnu'z-Zübeyr (radıyallahu anhümâ), bize bir cuma
günü gündüzün başında (bayram) namazı kıldırdı. Sonra biz (öğle vakti) cuma
namazı kılmak üzere (mescide ) gittik. İbnu'z-Zübeyr, bize (namaz kıldırmak
üzere mescide) gelmedi. Biz de tek başımıza (öğle namazlarımızı) kıldık. O
sırada İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) Tâif'te idi. Medîne'ye döner dönmez
durumu ona açtık.
"Sünnet'e uygun hareket etmiş!" dedi.[1294]
ـ3045 ـ4ـ
وفي رواية: ]اجْتَمَعَ
يَوْمُ
الجُمُعَةِ
وَيَوْمَ الْفِطْرِ
عَلى عَهْدِ
ابْنِ
الزُّبِيرِ.
فقَالَ:
عِيدَانٍ
اجْتَمَعَا
في يَوْمٍ
وَاحِدٍ فَجَمَعَهُمَا
جَمِيعاً
فَصََّهُمَا
رَكْعَتَيْنِ
بُكْرَةً
لَمْ يَزِدْ
عَلَيْهِمَا
حَتَّى صَلّى
الْعَصْرَ[.
أخرجه أبو
داود والنسائى
.
4. (3045)- Bir başka
rivâyette şöyle gelmiştir: "İbnu'z-Zübeyr zamanında ramazan bayramı cum'a gününe rastlamıştı."
"İki bayram, aynı günde bir araya geldiler!"dedi. Sonra
ikisini birleştirip iki rek'at halinde sabah erkenden kıldırdı. Artık, ikindiyi
kılıncaya kadar başka bir şey kılmadı."[1295]
AÇIKLAMA:
1- Daha önce de belirttiğmiz gibi bu mesele ihtilaflıdır. İmam
Şâfiî'den rivâyet edilen iki kavlinden birine ve ülemânın ekseriyetinin
görüşüne göre, bayramı kılan kimseye cum'ayı terketme ruhsatı verilmez. Çünkü
vücub ifade eden delil mufassal değildir; yani istisnâî duruma yer vermez.
Sadedinde olduğumuz hadisler ise, su götürür; aksi istikamette yoruma
elverişlidir. Nitekim İmâm Şâfiî'den: "Ruhsat şehrin dışında oturanlara
verilmiştir" diye kısıtlayıcı açıklama yaptığı da rivâyet edilmiştir.Bu
hususa, Hz. Osman'ın şu sözü ile de istidlâl edilmiştir: "Avâli
ahâlisinden kim bizimle cuma kılmak isterse (burada kalıp) kılsın, gitmek
isteyen de gitsin." Bu hükme: "Hz. Osman'ın sözü ile Resûlullah'ın
sözü tahsis edilemez" diyerek karşı çıkmak isteyen de olmuştur.
* Hanefî mezhebine göre, bayram cumaya rastladığı takdirde,
belde ahalisine cuma vacibtir, bayram kılmakla sâkıt olmaz.
* Şâfiî mezhebine göre, belde ahâlisinden, bayramın kılınması
ile cum'a sakıt olmaz, köylerden gelenlerden sâkıt olur. Bayramı kılan, dilerse
cumayı beklemeden geri dönebilir, cumayı terkedebilir.
* Ahmed İbnu Hanbel: "Bu durumda bayram kılan kimse,
bölge halkından da olsa, köyden de gelse
farketmez, cuma üzerlerinden düşer, sadece öğle namazı kılarlar"
demiştir.
* Atâ: "Hem cuma hem de öğle namazı her ikisi de
düşer" demiştir.
2- Sadedinde olduğumuz hadis, İbnu'z-Zübeyr (radıyallahu
anhümâ)' in öğleyi de kılmadığını ifade etmektedir. Bu hadise göre, cuma namazı
meşrû olan sebeplerden biriyle kişinin üzerinden düştüğü takdirde öğleyi kılması da ona vacib olmaz.
Atâ işte bu görüştedir. Bunlar görüşlerini, önce de temas ettiğimiz üzere, öğle
namazını asıl kabul edip cumanın ona bedel olduğuna hükmetmelerine bina etmişlerdir.
Ancak, çoğunluk bu yorumu muvafık bulmamıştır. Cumayı herhangi bir sebeple
kılamayana öğleyi kılmak vacib olur.[1296]
ـ3046 ـ5ـ
وعن أنس
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كَانَ النّبىُّ
# َ يَغْدُو
إلى الصََّةِ
يَوْمَ الْفِطْرِ
حَتَّى
يَأكُلَ
تَمَرَاتٍ
وَيَأكُلُهُنَّ
وِتْراً[.
أخرجه
البخارى
والترمذي .
5. (3046)- Hz. Enes
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Ramazan
bayramında, sayıca tek olan birkaç hurma yemedikçe namaza gitmezdi."[1297]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah'ın Ramazan
bayramı namazına giderken birşeyler yemesinin hikmetini, bazı şârihler:
"Kimse namaz kılıncaya kadar oruca devam ediliyor zannetmesin diyedir,
sanki bu yanlışlığın yolunu kapamak istemiştir" şeklinde açıklamışlardır.
Keza: "Oruç tutma vücûbundan sonra orucu açma vücûbu gelince, bunda da
Allah'ın emrine uymada acele ve sür'at
gerektiği içindir" diyen de olmuştur. Başka te'viller de yapılmıştır.
İbnu Kudâme, namazdan önce birşeyler yemenin müstehab olması
hususunda bir ihtilâf bilmediğini belirtir.
2- Hurmanın tercihi, oruç sebebiyle zayıflayan basarın tatlı
ile kuvvetlenmesi diye izah edilmiştir. Tâbiîn'den bazısı tatlı, şeylerin
(hazımca) kolaylığı, kalbe kazandırdığı rikkat, imâna muvafık olması gibi
çeşitli faziletleri sebebiyle, bayram günü mezkûr iftarı, hurma yoksa bal gibi tatlı bir şeyle
yapmanın müstehab olduğuna hükmetmiştir.
Tatlının, bevli tuttuğu da söylenen faziletleri arasındadır.
Esas olan, sade su ile de olsa iftar yapmaktır. Kurban bayramında ise, namaza kadar bir şeyler yenmemesi esastır.
3- Hurmanın tek kılınması Allah'ın birliğine işaret içindir.
Resûlullah "tek" ile teberrük
için imkân olan her şeyi tek yapardı: "Allah tek'tir teki sever"
buyurmuştur.[1298]
ـ3047 ـ6ـ
وعن علي
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]مِنَ السُّنَّةِ
أنْ تَخْرُجَ
إلى الْعِيدِ
مَاشِياً،
وَأنْ
تَأكُلَ شَيْئاً
قَبْلَ أنْ
تَخْرُجَ[.
أخرجه
الترمذي .
6. (3047)- Hz. Ali (radıyallâhu anh) demiştir ki: "Bayram namazına yaya gitmen, çıkmazdan önce birşeyler yemen sünnettendir."[1299]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, bayram namazına yaya gitmenin müstehab olduğunu ifade
ediyor.
Hadis zayıf ise de aynı hükmü ifâde eden başka hadislerle takviye
edilmiştir. Namazdan önce yeme, ramazan bayramına hastır. Kurban bayramında
namazdan dönünceye kadar bir şey yenmez. Nitekim önceki hadiste geçti.[1300]
ـ3048 ـ7ـ
وعن بُريدة
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كَانَ
رسولُ اللّهِ
# َ يَخْرُجُ
يَوْمَ الْفِطْرِ
حَتّى
يَطْعَمَ وََ
يَطْعَمُ يَوْمَ
ا‘ضْحَى
حَتَّى
يُصَلِّىَ[.
أخرجه الترمذي
.
7. (3048)- Büreyde
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), ramazan
bayramı namazına bir şeyler yemeden çıkmazdı. Kurban bayramında ise, namazdan
dönünceye kadar bir şey yemezdi."[1301]
ـ3049 ـ8ـ
وعن ابن عمر
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهما قال: ]كانَ
رسولُ اللّهِ
# يَأخُذُ
يَوْمَ
الْعِيدِ في
طَرِيقٍ ثمَّ
يَرْجِعُ في
طَرِيقٍ آخَرَ[.
أخرجه أبو
داود .
8. (3049)- İbnu Ömer
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
bayram namazına giderken bir yoldan gider, dönerken başka bir yoldan
dönerdi."[1302]
AÇIKLAMA:
Hadis, bayram namazına gidiş ve gelişi başka başka yollardan yapmanın müstehab olduğunu ifade etmektedir. Bu, hem imam ve hem de me'mûm için böyledir. Ulemâ çoğunluk itibariyle böyle hükmetmekte müttefiktir. Ancak Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın gidiş ve gelişi ayrı ayrı yollardan yapmasının hikmeti hususunda ihtilaf etmiştir.[1303]
ـ3050 ـ9ـ
وعن أم عطية
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]أمَرَنَا
رسُولُ
اللّهِ # أنْ
تُخْرِجَ في
الْعِيدِ
الْعَوَاتِقَ
وَذَوَاتِ
الخُدُورِ وَالحُيَّضَ.فَأمَّا
الحُيَّضُ
فَيَشْهَدْنَ
جَمَاعَةَ
المُسْلِمِينَ
وَدُعَاءَهُمْ
وَيعْتَزِلْنَ
مُصََّهُمْ[.
أخرجه الخمسة
.
9. (3050)- Ümmü Atiyye
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah bize, bayram namazlarına genç
kızları, çadırda kalan genç bâkireleri, ve hayızlı kadınları da çıkarmamızı
emretti. Hayızlıların da katılmaları müslümanların cemaatlerini görmeleri,
dualarında hazır bulunmaları içindi, bunlar namazgâhların dışında
kalacaklardı."[1304]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivâyet ve benzerleri, bayram namazlarına mümkün mertebe
herkesin katılmasının teşvik edildiğini göstermektedir. Muhaddar denen ve
çadırda kalan genç kızların ve hatta namaz kılmayan hayızlı kadınların, küçük
çocukların dahi katılmalarının taleb edilmesi rivâyetlerde gelmiştir.
2- Hadise rağmen Selef büyükleri kadınların bayrama çıkmaları
hususunda ihtilaf etmiştir. Bir grup, bunu kadınların bir hakkı görür. Hz. Ebû
Bekr, Hz. Ali, İbnu Ömer vs. bu görüştedir. Bazıları da buna karşıdır. Urve,
Kâsım, Yahya El-Ensârî, İmam Mâlik, Ebû Yusuf bu görüştedir. Ebû Hanîfe bir
defasında "caiz" derken, bir başka defasında "caiz değil"
demiştir.
Hattâbî der ki: "Resûlullah bütün kadınların bayram günü
musallâya gelmelerini emretmiştir, tâ ki özrü olmayanlar namaz kılsın, özrü
olanlar da yapılan duaların bereketinden müstefîd olsun. Hadiste, herkesin
namazlara, zikir meclislerine katılması, sâlihlerin yakınlığını elde etmesine
teşvik vardır, tâ ki onların bereketine nâil olsunlar."
Ümmü Atiyye'nin Ebû Dâvud'da gelen bir diğer rivâyetinde bu
teşvikin neticesini görmekteyiz: "Hayızlı kadınlar insanların gerisinde
durup herkesle birlikte tekbir getiriyorlardı."[1305]
ـ3051 ـ10ـ
وعن ابن عمر
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]كَانَ رسولُ
اللّهِ #
يُخْرِجُ
الْعَنَزَةَ
يَوْمَ
الْقِطْرَ وَيَوْمَ
ا‘ضْحَى
يَرْكُزُهَا
فَيُصَلِّى إلَيْهَا[.
أخرجه
النسائى .
10. (3051)- İbnu Ömer
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
Ramazan ve Kurban bayramlarında yanında bir mızrak olduğu halde musallâya
çıkıyor, (namaz sırasında kıble cihetine) sütre olarak dikiyor, ona doğru
namazını kılıyordu."[1306]
ـ3052 ـ11ـ
وعن ثعلبة بن
زَهْدَمَ:
]أنَّ
عَلِيّاً رَضِىَ
اللّهُ عَنْه.
اسْتَخْلَفَ
أبَا مَسْعُودٍ
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
عَلى
النَّاسِ
فَخَرَجَ
يَوْمَ عِيدٍ
فقَالَ: يَا
أيُّهَا
النَّاسُ
إنَّهُ
لَيْسَ مِنَ
السُّنَّةِ
أنْ يُصَلِّى
قَبْلَ
ا“مَامِ[.
أخرجه
النسائى .
11. (3052)- Sa'lebe İbnu
Zehdem anlatıyor: "Hz. Ali (radıyallâhu anh) Ebû Mes'ud (radıyallâhu anh)'u
halkın başına koyup kendisi bayram günü namaza gitti ve: "Ey insanlar! dedi,
imamdan önce namaz kılmak sünnette yoktur!"[1307]
AÇIKLAMA:
Hz. Ali (radıyallâhu anh) burada, imamdan önce namaz kılmanın
kerâhetine dikkat çekiyor. Yasaklama musallâya has gözükmüyor, mutlak olarak
geldiğine göre evde de, mescidde de olsa imamdan ayrı olarak ondan önce namaz
kılınmamalıdır.[1308]
(Bu babta dört fasıl vardır)
*
BİRİNCİ FASIL
KÜSÛF NAMAZI
*
İKİNCİ FASIL
İSTİSKA (YAGMUR) NAMAZI
*
ÜÇÜNCÜ FASIL
CENAZE NAMAZI
*
DÖRDÜNCÜ FASIL
MÜTEFERRİK NAMAZLAR
TAHİYYETÜ'L-MESCİD
İSTİHÂRE NAMAZI
HÂCET (DİLEK) NAMAZI
TESBİH NAMAZI
NAMAZA MÜTEALLİK BAZI HADİSLER
İslam dinine göre, cin ve insanların yaratılışı ibadet içindir.
İbadet kulla Allah arasındaki en yüce
irtibattır. İbadetin zekât, oruç, hacc
sadaka gibi değişik tezahürleri ve çeşitleri vardır. Bütün ibadet
çeşitleri arasında en yücesi, en ulvî ve en kıymetlisi namazdır. Bu sebeple
namaz, İslâm'ın direği ve alemi olmuştur.
Namaz İslâm'ın en ziyade üzerinde durduğu, en fazla ehemmiyet
verdiği ibadettir. Büluğdan ölüme aklı başında her insana şâmildir; yaşı,
cinsiyeti, içinde bulunduğu şartları ne olursa olsun namazı bırakması, muaf
sayılması mümkün değildir. Âdetâ mü'min, namaz için yaratılmıştır; namaz kılmak
için müslümandır.
Bu kıymetli, ehemmiyetli ibâdetin farz, vacib ve nafile nev'inden
çeşitleri var. Bunlardan farzları ve farzlarla birlikte kılınan nafileleri
(revâtib) gördük.
Burada, din tarafından tesbit edilen bazı vesilelerle kılınması
gereken namazları göreceğiz. Bunlar vacib değildir, kılmayanlar günahkâr olmaz.
Ancak yapan büyük fazilete erer, mü'minlik edebine kâmil mânada uymanın bazı
adımlarını daha atmış olur. Bunlar da Resûlullah'ın irşadıyla belirlenmiştir.
Onlar sayesinde, ibadet yapmamız gereken
mühim vakitleri öğrenir ve anlarız ki, farz ve vacibler dışında bazı hâricî
durumlara, mevsimlere, coğrafî ve kevnî şartlara göre ortaya çıkan ibadet ve
namaz vakitleri vardır.O vakitler gelince kulluğumuzu izhara, Resul-ü Ekrem'e
ve sünnetine bağlılığımızı göstermeye koşmamız istenmektedir.
Evet hâlikımız mâbudumuzdur,
Bizleri âbidler,
Dünyayı da bir mâbet
Olarak yaratmıştır.
Farz dışı namazlar mâbedde âbidin edebidir.
Sadedinde olduğumuz bâbta göreceğimiz tahiyyetü'l-mescid,
istihâre, hâcet, tesbih, cenaze... namazları, bu açıdan değerlendirilmeli ve
bilinmelidir ki, güneşin batması akşam namazının vakti olduğu gibi, kuraklık da
istiska (yağmur) namazının vaktidir. Diğerleri de öyle...[1309]
Küsûf ve hüsûf namazları güneş ve ayın tutulmaları zamanında kılınan namazların adıdır. Bazı
âlimler küsûf güneş tutulması için, husûf da ay tutulması için kullanılır
demiştir. Aksini söyleyen de vardır. Ancak esas olan şudur: Küsûf ve hüsûf
kelimeleri müteradif gibidir, her ikisi de hem güneş ve hem de ay tutulması
için kullanılır. Bunların tutulmaları sırasında cemaatle olsun, münferiden
olsun iki veya dört rek'at namaz kılmak müstehabtır. Bu namazlar musallâ denen
sahrada da kılınabilir. Bu namaz ay ve güneşi tutulma halinden kurtarmak
gaysiyle yapılan bir dua ma'nâsına gelmez. Herhangi bir kimsenin ölümü veya
doğumuyla da bir alakası yoktur. Allah'ın tecellî eden âyeti karşısında duyulan
haşyeti ibadetle ifâdeden, sünneti îfâ etmekten ibarettir.
Şiddetli rüzgar, fazla karanlık, yer sarsıntıları, gece vakti görülen fazla
aydınlık, umumî salgın hastalıklar, büyük musibetler gibi mûtadın dışında vukûa
gelen, hissiyat üzerinde müessir olup dikkatleri kendine çeken hadiseler hengâmında böylü küsûf ve hüsûf
namazları nev'inden ibadetler yapılır,
bu hadiselerin gerçek fâili Allah hatırlanır, sükûnete erilir, kendine gelinir.[1310]
ـ3053 ـ1ـ
عن عائشة
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]كُسِفَتِ
الشَّمْسُ
عَلى عَهْدِ
رسولِ اللّهِ
# فقَامَ
فَصَلَّى
بِالنَّاسِ
فَأطَالَ
الْقِرَاءَةَ،
ثُمَّ رَكَعَ
فَأطَالَ
الرُّكُوعَ،
ثُمَّ رَفَعَ
رَأْسَهُ
فَأطَالَ
الْقِرَاءَةَ،
وَهِىَ دُونَ
قِرَاءَتِهِ
ا‘ولَى، ثُمَّ
رَكَعَ
فَأطَالَ
الرُّكُوعَ،
وَهُوَ دُونَ
رُكُوعِهِ
ا‘وَّلِ،
ثُمَّ رَفَعَ
رَأْسُهُ، ثُمَّ
سَجَدَ سَجْدَتَيْنِ،
ثُمَّ قَامَ
فَصَنَعَ في
الرُّكْعَةِ
الثَّانِيَةِ
مِثْلَ
ذلِكَ، ثُمَّ
سَلَّمَ
وَقَدْ
تَجَلتِ
الشَّمْسُ،
ثُمَّ قَامَ
فَخَطَبَ
النَّاسَ
فقَالَ: إنَّ
الشَّمْسَ
وَالْقَمَرَ
َ
يُكْسَفَانِ
لِمَوْتِ أحَدٍ
وََ
لحَيَاتِهِ،
وَلكِنَّهُمَا
آيتَانِ مِنْ
آيَاتِ اللّهِ
تَعالى
يُرِيهمَا
عِبَادَهُ،
فإذَا
رَأيْتُمْ
ذلِكَ
فَافْزِعُوا
إلى الصََّةِ[.
أخرجه الستة .
1. (3053)- Hz. Âişe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
zamanında güneş tutulmuştu. Hemen kalkıp halka namaz kıldırdı. Namazda kırâatı uzun
tuttu. Sonra rükûya gitti, rükûyu da uzun tuttu.Sonra başını kaldırdı, bu
sırada uzun okudu, ancak bu okuyuşu
öncekinden daha kısa idi. Sonra tekrar rükû yaptı ve rükûyu uzattı, ancak
önceki rükûdan kısa idi. Sonra başını kaldırdı, sonra secdeye gidip iki secde
yaptı. Sonra kalkıp, birinci rek'atte yaptıklarını aynen yaptı. Sonra selam
verdi. Artık güneşde açıldı.
Sonra kalkıp halka hitab etti. Dedi ki: "Bilesiniz, güneş ve
ay bir kimsenin ölümü veya hayatı için
tutulmaz. Onlar Allah'ın âyetlerinden iki âyetidir, kullarına gösterir.
Bunların tutulduğunu görünce namaza koşun."[1311]
AÇIKLAMA:
1- Sadedinde olduğumuz hadis Resûlullah'ın halka cemaatle
küsûf namazı kıldırdığını ifâde ediyor.
Bu namazın meşruiyyetinde ulemâ ittifak eder. Ancak hükmü hususunda ihtilaf
edilmiştir:
* Cumhur, müekked sünnet olduğunu söyler.
* Ebû Avâne, Sahih'inde vacib olduğunu tasrih eder, İmâm Mâlik'in
de bunu aynen cuma gibi değerlendirdiği belirtilmiştir.
* Ebû Hanîfe'nin de
vacib addettiğini Zeyn İbnu'l-Münîr nakletmiştir.
Hanefîlerden bazıları vacib derse de, çoğunluk sünnet olduğuna hükmetmiştir.
2- Küsûf namazının keyfiyeti: Bu husus ihtilâflıdır. Bazıları
dört rükû, dört secde ile iki rek'at olarak tarif eder. Sadedinde olduğumuz rivâyet, birinci
rek'atte iki uzun rükû ile iki uzun kıyamdan bahseder. Kırâatlerin ve
rükûların her biri, bir öncekine nazaran biraz kısa da olsa, normalde uzundur.
Bazı rivâyetler iki rükû ve dört secde ile iki rek'at, bazılarında
altı rükû ve dört secde ile iki rek'at, bazılarında on rükû ve dört secde ile
iki rek'at olarak kılındığı belirtilir.
Başka şekillerinin varlığına da Ebû Dâvud'da dikkat çekilir. Buhârî şârihi Aynî bu ihtilaflı tavsif ve târifleri,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu namazı farklı şekillerde birçok
defalar kılmış olmasıyla izah eder. Rivâyetler, Efendimizin küsûf namazını
güneş açılıncaya kadar devam ettirip açılmadan sonra selam verdiğini belirtir.
Aynî küsuf namazının uzunluk ve kısalığını bu açılma müddetinin uzun sürmesi
veya kısa çekmesi ile de irtibatlandırır. Aynî'ye göre, yerine ve ihtiyaca
göre, hadislerde gelen şekillerden biri ile küsûf namazı kılınabilir; hepsi de
caizdir.
* Hanefîler, İmam Mâlik, İmam Şafiî, Ahmed İbnu Hanbel, Ebû
Sevr ve Leys İbnu Sad'a göre küsuf namazı iki rekattir.
* Hanefîler, İbrahim Nehâî ve Süfyan-ı Sevrî'ye göre küsûf
namazı diğer nafileler gibi kılınır, yani her rek'atte bir rükû, iki secde yapılır. İmam-ı Âzam'ın:
"Dileyenin dört rek'at ve hatta daha fazla rekat kılabileceğini"
söylediği rivâyet edilmiştir.
* Şâfiî'lerle diğer fakihler, küsûf namazının her rek'atinde
iki rükû ve iki secde yapılarak kılınacağını söylemişlerdir. Böylece iki
rek'atli bir küsûf namazında dört rükû, dört secde yapılmış olur.
* Tâvus, İbnu Cüreyc ve Hubeyd İbnu Ebî Sâbit, küsûf namazının,
her rek'atte dört rükû ve iki secde
yaparak kılanacağını söylemişlerdir. Bu tarz, Hz. Ali ile İbnu Abbâs
(radıyallahu anhümâ)'dan rivâyet edilmiştir.
* Katâde, Atâ İbnu Ebî Rebâh, İshak İbnu Râhûye ve İbnu
Münzîr'e göre her rekatte üç rükû ve iki secde yapılmalıdır.
3- Sadedinde olduğumuz hadis, küsûf namazından sonra
Resûlullah'ın halka hitabettiğini belirtir ise de, Ebû Hanîfe, İmam Ahmed'e
göre bu namazdan sonra hutbe okunmaz. Çünkü, çoğunluk itibariyle rivâyetlerde
Resûlullah küsûf meydana gelince namaz
kılmayı, dua etmeyi, sadaka vermeyi tavsiye buyurmuş, hutbe okunmasını
emretmemiştir. Ancak İmam Şâfiî ve bir kısım muhaddislere göre namazdan sonra
hutbe okumak müstehabtır.[1312]
ـ3054 ـ1ـ
عن أنس رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال:
]أصَابَتْ
النَّاسَ
سَنَةٌ فَبَيْنَا
النّبىُّ #
يَخْطُبَ
يَوْمَ الجُمُعَةِ
إذْ قَامَ
أعْرَابِىٌّ،
فقَالَ يَا رسُولَ
اللّهِ:
هَلِكَ
المَالُ،
وَجَاعَ الْعِيَالُ،
فادْعُ
اللّهَ
لَنَا،
فَرَفَعَ يَدَيْهِ
وَمَا نَرَى
في
السَّمَاءِ
قَزَعَةً،
فَوَالَّذِى
نَفْسِى
بِيَدِهِ مَا
وَضَعَهُمَا
حَتَّى ثَارَ
السَّحَابُ
أمْثَالَ
الجِبَالِ،
ثُمَّ لَمْ
يَنْزِلْ
مِنْ
مِنْبَرِه حَتّى
رَأيْتُ
المَطَرَ
يَتَحَادَرُ
عَلى لِحْيَتِهِ،
فَمُطِرْنَا
يَوْمَنَا
ذَلِكَ وَمِنَ
الْغَدِ،
وَمِنْ
بَعْدِ
الْغَدِ، وَالَّذِى
يَلِيهِ حَتَّى
الجُمُعَةِ
ا‘ُخْرى،
فقَامَ ذلِكَ
ا‘عْرَابِىُّ
أوْ
غَيْرُهُ،
فقَالَ يَا
رسُولَ
اللّهِ:
تَهَدَّمَ
الْبِنَاءُ
وَغَرِقَ المَالُ،
فَادْعُ
اللّهَ
تَعالى
لَنَا، فَرَفَعَ
يَدَيْهِ
وَقَالَ:
اللَّهُمَّ
حَوَالَيْنَا
وََ
عَلَيْنَا،
فَمَا
يُشِيرُ بِيَدِهِ
إلى نَاحِيَةٍ
مِنَ
السَّحَابِ
إَّ
انْفَرَجَتْ،
وَصَارَتِ
المَدِينَةُ
مِثْلَ
الجَوْبَةِ[.وفي
رواية:
»اللَّهُمَّ
حَوَالَيْنَا
وََ عَلَيْنَا.
اللَّهُمَّ
عَلى اŒكامِ
وَالظِّرَابِ
وَبُطُونِ
ا‘وْدِيَةِ،
وَمَنَابِتِ الشَّجَرِ.
قَالَ:
فَانْقَلَعَتْ
وَخَرَجْنَا
نَمْشِى في
الشَّمْسِ[.
أخرجه الستة إ
الترمذي.»الْقَزَعَةُ«:
بالتحريك:
قطعة من
الغيم،
والجمع قزع .
1. (3054)- Hz. Enes
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "İnsanlar kıtlığa maruz kaldılar. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir cuma
günü hutbe verirken bir bedevî kalkıp:
"Ey Allah'ın Resûlü, malımız helâk oldu, horantamız aç kaldı,
bizim için Allah'a dua ediver!"
dedi. Bunun üzerine Aleyhissalâtu Vesselâm ellerini kaldırdı. Biz gökte bir
bulut göremiyorduk. Nefsim elinde olan Zât'a yemin olsun, daha ellerini geri
çekmeden semâda dağlar gibi bulutlar
peydah oldu. Derken daha minberden inmemişti bile ki, sakalından yağmur
damlaları dökülmeye başladı. O gün, ertesi güne kadar yağmur yağdı. Daha
sonraki günde de yağdı, onu takib eden günde de yağdı, hatta müteakip cumaya kadar
yağış devam etti.
Öyle ki, o bedevî veya bir başkası kalkıp:
"Ey Allah'ın Resûlü, binalarımız yıkıldı, mallarımız suda boğuldu, bizim için
Allah'a dua ediver (artık yağmur
kesilsin)" dedi. Aleyhissalâtu Vesselâm ellerini kaldırıp:
"Allahım etrafımıza yağdır, üzerimize olmasın!" diye dua
ettiler. Eliyle bulutlara doğru hangi istikametteki buluta işaret etti ise,
bulutlar orada açıldı. Bütün Medîne
buluttan temizlendi."
Bir rivâyette de de şöyle denmiştir: "Allahım, (yağmur) etrafımıza yağsın, üzerimize değil!
Allahım,dağların ve tepelerin üzerine, vadilerin içine, ağaç biten yerlere
olsun!" Hz. Enes der ki: "Bulut hemen çekildi, biz de çıkıp güneşte
yürüdük."[1313]
ـ3055 ـ2ـ
وعن عائشة
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]شُكِىَ إلى
رَسولِ
اللّهِ #
قُحُوطُ
المَطَرِ،
فَأمَرَ
بِمِنْبَرٍ
فَوُضِعَ
لَهُ في المُصَلَّى،
وَوَعَدَ
النَّاسَ
يَوْماً يَخْرُجُونَ
فِيهِ قالَتْ:
فَخَرَجَ
حِينَ بَدَا
حَاجِبُ
الشَّمْسِ،
فَقَعَدَ
عَلى المِنْبَرِ،
فَكَبَّرَ
وَحَمَدَ
اللّهَ تَعالى،
ثُمَّ قَالَ:
إنَّكُمْ
شَكَوْتُمْ
جَدْبَ
دِيَارِكُمْ،
وَاسْتِئْخَارَ
المَطَرِ
عَنْ إبَّانِ
زَمَانِهِ
عَنْكُمْ،
وَقَدْ
أمَرَكُمُ
اللّهُ
تَعالى أنْ
تَدْعُوهُ،
وَوَعدَكُمْ
أنْ يَسْتَجِيبَ
لَكُمْ،
ثُمَّ قَالَ:
الحَمْدُ
للّهِ رَبَّ
الْعَالَمِينَ
الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
مَالِكِ
يَوْمِ
الدِّينِ. َ
إلهَ إَّ
اللّهُ يَفْعَلُ
مَا يُرِيدُ.
اللَّهُمَّ
أنْتَ اللّهُ َ
إلهَ إَّ
أنْتَ
الْغَنِىُّ
وَنَحْنُ
الْفُقَرَاءُ،
أنْزِلْ
عَلَيْنَا
الْغَيْثَ، وَاجْعَلْ
مَا
أنْزَلْتَ
لَنَا
قُوَّةَ وَبََغاً
إلى حِينَ،
ثُمَّ رَفَعَ
يَدَيْهِ فَلَمْ
يَزَلْ في
الرَّفْعِ
حَتَّى بَدَا
بَيَاضُ
إبْطَيْهِ،
ثُمَّ
حَوَّلَ إلى
النَّاسِ
ظَهْرَهُ،
وَحَوَّلَ
رِدَاءَهُ،
وَهُوَ
رَافِعٌ يَدَيْهِ،
ثُمَّ
أقْبَلَ عَلى
النَّاسِ
وَنَزَلَ
فَصَلَّى
رَكْعَتَيْنِ،
فَأنْشَأَ اللّهُ
تَعالى
سَحَابَةً
فَرَعَدَتْ
وَبَرَقَتْ،
ثُمَّ
أمْطَرَتْ بِإذْنِ
اللّهِ
تَعالى،
فَلَمْ يَأْتِ
مَسْجِدَهُ
حَتَّى
سَالَتِ
السُّيُولُ، فَلَمَّا
رَأى
سُرْعَتَهُمْ
إلى الْكَنّ ضَحِكَ
حَتّى بَدَتْ
نَوَاجِذُهُ،
ثُمَّ قَالَ:
أشْهَدُ أنَّ
اللّهَ عَلى
كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرُ،
وَأنِّى
عَبْدُ
اللّهِ
وَرَسُولُهُ[.
أخرجه أبو
داود .
2. (3055)- Hz. Âişe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a
yağmur kıtlığından şikâyet edildi. Bunun
üzerine bir minber getirilmesini söyledi. Musallaya minber kuruldu. Halka,
oraya gidilecek gün tesbit edildi."
Hz. Âişe devamla der ki: "Güneşin kızıllığı ufukta görülür,
görülmez yola çıktı. Musallaya varıp minbere oturdu. Tekbir getirdi. Allah'a
hamdetti. Sonra:
"Sizler memleketinizin kuraklığa uğradığından, yağmurun
normal yağma zamanında gelmeyip gecikmesinden şikâyetlendiniz. Allah (celle
celâluhu) kendisine dua etmenizi emrediyor. Duanıza icâbet edeceğini
vaadetti" buyurdular ve sonra şöyle
dediler:
"Hamd âlemlerin Rabbine aittir ve Rahim'dir, âhiret gününün
sâhibidir. Allah'tan başka ilâh yoktur. O dilediğini yapar. Ey Rabbimiz
kendisinden başka ilah olmayan Allah'sın. Sen zenginsin, biz fakiriz. Üzerimize
yağmur indir. İndirdiğini bize kuvvet ve güç kıl. Ecel zamanımıza kadar yetecek
kıl!
"Bunu söyledikten sonra ellerini kaldırdı. O kadar yukarı
kaldırdı ki, koltuk altı beyazlığı göründü. Sonra sırtını halka dönderdi,
elbisesini ters çevirdi, elleri bu sırada hep kalkmış vaziyette idi. Sonra
tekrar halka yöneldi. Minberden indi ve iki rek'at namaz kıldı. Anında Allah
bulut hâsıl etti. Gök gürledi. Şimşek çaktı. Allah'ın izniyle yağmur başladı.
Resûlullah daha mescidine dönmeden seller aktı. Aleyhissalâtu
Vesselam, cemaatin sığınağa dönmekteki acelelerini görünce azı dişleri
görününceye kadar güldü. Ve: "Şehadet ederim ki, Allah her şeye kâdirdir ve ben de Allah'ın kulu ve
Resulüyüm" buyurdular."[1314]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadisler, kuraklık olduğu takdirde imamın halkı duaya
çağırmasının müstehab olduğunu göstermektedir. İbnu Hibbân, Resûlullah'ın
burada mezkûr yağmur namazını, hicretin
altıncı yılında kıldırdığını zikreder.
2- İkinci hadis, istiska namazının hutbesinde minberin üzerine
çıkmanın müstehab olduğuna delildir.
3- İstiska namazı şehrin haricinde kılınmalıdır.
4- Yağmur namazına güneş doğarken gitmek müstehabdır. İbnu Abbâs'tan gelen
rivâyetler, Resûlullah'ın yağmur namazında, bayram namazındaki gibi yaptığını,
bayram namazı vaktinde yağmur namazı kıldırdığını söyler. Ancak şârihler vakit
hususunda ülemânın ihtilaf ettiğini belirtir. İbnu Hacer: "Râcih görüş
şudur: "Yağmur namazı için muayyen bir vakit yoktur. Birçok hükmüyle
bayrama benzese bile bunun muayyen bir
günü olmaması sebebiyle ondan ayrılır" der. İbnu Kudâme, kerâhet vaktinde
kılınmayacağı hususunda ulemânın icmâından
bahseder.
5- Hadiste temas edilen:
"Allah'ın dua etmemizi emretmesi" meselesi Kur'anda geçen اُدْعُونِى
اَسْتَجِبْ لَكُمْ "Dua
edin icabet edeyim" (Gâfir 60) âyetindedir.
6- Resûlullah, hutbeye hamdele ile başlıyor, besmele çekmiyor. Aleyhissalâtu Vesselâm'ın tahmid'den başka bir şeyle hutbeye başladığını söyleyen hiçbir rivâyet mevcut değildir.
7- Yağmur namazında duâda eller mübâlağalı şekilde kaldırılmalıdır, bu müstehabtır.
8- Hatib elbisesini ters çevirirken kıbleye yönelmelidir.[1315]
ـ3056 ـ3ـ
وعن أنس
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]أصَابَنَا
مَطَرٌ
وَنَحْنُ
مَعَ رَسُولِ
اللّهِ # فَحَسَرَ
ثَوْبَهُ
حَتّى
أصَابَهُ
مِنَ المَطَرِ،
فَقُلْنَا:
لِمَ
صَنَعْتَ
هذَا؟ قَالَ:
إنَّهُ
حَدِيثُ
عَهْدٍ
بِرَبّهِ[.
أخرجه أبو
داود .
3. (3056)- Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Biz Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) ile beraberken bize yağmur isabet etti. Efendimiz
elbisesini açtı, bedenine yağmur isâbet etti.
"Bunu niye yaptınız?" diye sorduk.
"O Rabbinden yeni geliyor" buyurdular."[1316]
AÇIKLAMA:
1- Yağmurun Rabbinden yeni geldiğini söylemesi: "Yağmur
bir rahmettir, Allah Teâlâ onu yeni
yaratmıştır, onunla teberrük olunmaya değer" demektir.
2- Yağmur suyundan teberrüken bedene sürünmek müstehabtır.
Nevevî'ye göre avret yerleri dışında bedenin her tarafı yağmur sırasında açılıp
ıslatılabilir. Bu hadise dayanarak bazı âlimler bu şekilde hükmetmiştir.
3- Bu hadise göre, mertebece, ilimce üstün olan bir kimse,
sebebi anlaşılmayan bir şey yaptığı takdirde onunla amel etmek ve başkasını da
o amele sevketmek için, mahiyetinin ne olduğunu o şahsa sormak müstehabtır.
4- Yağmur suyu kuyu suyundan efdaldir.[1317]
ـ3057 ـ1ـ
عن أبى هريرة
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ
رَسولُ
اللّهِ #: مَنْ
شَهِدَ
الجَنَازَةَ
حَتّى
يُصَلِّى
عَلَيْهَا
فَلَهُ
قِيرَاطٌ،
وَمَنْ
شَهِدَهَا
حَتّى
تُدْفَنَ
فَلَهُ قِيرَاطَانِ،
وَالْقِيرَاطُ
مِثْلُ أُحُدٍ[.
أخرجه
الخمسة، وهذا
لفظ البخارى .
1. (3057)- Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Kim üzerine namaz kılıncaya kadar cenazede hazır bulunursa
kendisi için bir kîrat sevab vardır. Kim de cenaze gömülünceye kadar hazır
bulunursa iki kîratlık sevab vardır. Bir kîrat'ın miktarı Uhud dağı
kadardır."[1318]
ـ3058 ـ2ـ
وعنه رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]نَعى النّبىُّ
#
النَّجَاشِىَّ
رَحِمَهُ
اللّهُ في الْيَوْمِ
الَّذِي
مَاتَ فِيهِ،
وَخَرجَ بِهِمْ
إلى
المُصَلَّى
فَصَفّهُمْ،
وَكَبَّرَ
عَلَيْهِ
أرْبَعَ
تَكْبِيرَاتٍ[.
أخرجه الستة .
2. (3058)- Yine Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Necâşî
rahimehullah'ın vefatını, ölümünün aynı gününde haber verdi. Ashâbıyla
musallâya gitti, orada saf bağlatıp dört tekbir getirerek namaz kıldırdı."[1319]
ـ3059 ـ3ـ
وفي أخرى
للشيخين
والنسائى:
]نَعى النَّجَاشِىَّ
في الْيَوْمِ
الَّذِى
مَاتَ فِيهِ
وَقَالَ:
اسْتَغْفِرُوا
‘خِيكُمْ
وَلَمْ يَزِدْ[
.
3. (3059)- Sahiheyn ve
Nesâi'de gelen bir diğer rivâyette şöyle denir: "[Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) ] Necâşî'nin ölüm haberini öldüğü günde haber verdi
ve:
"Kardeşiniz için (Allah'tan) mağfiret taleb edin" dedi
ve başka bir şey söylemedi."[1320]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), mü'min kardeşinin
cenazesine katılmayı, ona karşı olan vazifelerinden biri olarat teşrî etmiş,
birçok hadislerinde bunu tekrar etmiştir. Bu dinî vazifenin yerine getirilmesi
büyük sevabı mucibtir. Ancak sevab, cenazeye katılma nisbetinde artmaktadır. En
büyük sevab, namaz ve def'ine varıncaya
kadar, cenaze ile ilgili hizmetlerin hepsine katılana verilecektir.
Şu halde en azından komşu ve yakınların cenazesine, defnedilinceye
kadar iştirak etmek, yardımcı olmak dîn-i mübîn-i İslâm'ın vazettiği güzel
âdâbtan biridir.
2- Son iki hadiste Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bir
mûcizesine şâhid olmaktayız: Habeşistan'da vefat eden Habeş kralı Necâşî'nin vefatını, aradaki bunca
mesafeye rağmen öldüğü gün haber veriyor,
gıyabında cenâze namazı kıldırıyor. Bilâhare gelen haber, Resûlullah'ın
namaz kıldırdığı aynı günde Necâşî'nin
ölümünü bildiriyor ve önceki ihbarı doğruluyor.
3- Necâşî, aslında Habeş kralının ismi değil lakabıdır. Tıpkı
Türk hükümdarlarına hâkan, İran krallarına kisra, Bizans krallarına kayser
denmesi gibi. Asıl adı Ashame'dir (Arapçada Atiyye demektir).
Resûlullah Hudeybiye sulhü üzerine civar meliklere elçiler göndererek İslâm'a davet etmişti. Amr
İbnu Ümeyye ed-Damrî'yi de bir mektupla Necâşî'ye göndermişti. Necâşî,
Resûlullah'ın mektubunu alınca büyük bir saygı ile yüzüne sürer ve müslüman olur.
Müslümanlığını Resûlullah'a yazarak bildirir. Kendisine sığınan müslümanlara
himayekâr olur, güzel muâmelede bulunur.
Necâşî öldüğü zaman Resûlullah, Ashâbına: "Bugün, kendisine
Ashame denen sâlih bir kul vefat etti. Kalkın Ashame üzerine namaz kılın..."
der. Âl-i İmrân'ın 199. âyetinin Necâşî hakkında indiği belirtilmiştir: "Hakikat, ehl-i
kitap içinde Allah'a, ve hem size indirilene, hem kendilerine indirilene
-Allah'a büyük saygı gösteren kimseler olarak- inananlar da vardır...
Şunu da belirtelim: Resûlullah'ın
cenaze namazını kıldırdığı Necâşî ile, mektup yazdığı Necâşî'nin başka
başka şahıslar olduğu da rivâyetlerde
gelmiştir. Mamafih Aleyhissalâtu vesselâm'ın, müslüman olan Necâşî'nin
vefatından sonra yerine geçen Necâşî'ye de mektup yazmış olması ihtimali
üzerinde de durulmuştur.
4- Bir kimse öldüğü zaman bunu ilân etmek mübahtır. Bu sûretle
halkın cenazeye iştirakleri sağlanır. Bazı âlimler ve Hanefîlerin ekseriyeti
bunu müstahsen ve gerekli bulurlar. Böylece çok sayıda kimsenin cenaze namazına
iştirâki ve dua etmeleri sağlanmış olur.
Şâfiîlerle, Ahmed İbnu Hanbel ölüm haberini ilân etmeyi mekruh
addederler, sadece ölenin dost ve yakınlarına duyurmayı uygun görürler.
Nevevî, mekruh addedilen ölüm ilânının cahiliye âdetlerine uygun
tarzda yapılan ilân olduğunu söyler. Belirttiğine göre cahiliye devrinde
şerefli bir kimse ölünce bütün kabilelere atlı haberci gönderip: "Falanın
ölmesiyle bütün Araplar helâk olmuştur" şeklinde ifadelerle bağırıp
çağırmaya, feryad u figân etmeye yer
verirlerdi. İslâm bu tarzı yasaklamıştır.
5- Hz. Peygamber'in, ölüm haberini mescidde verdiği hâlde
namaz için müsallâya çıkmasından, cenaze namazının mescidde kılınmayacağı
hükmünün çıkarılmasına sebep olmuştur.
6- Cenâze namazını saf teşkil ederek kılmak sünnettir.
7- Hadis gâib üzerine namaz kılınabileceğini gösterir. İmam
Şâfiî ile İmam Ahmed gâib üzerine cenaze namazı kılınabileceğine kail
olmuşlardır.
8- Cenâze namazında alınacak tedbirlerin sayısı ihtilaf
konusudur. Râviler, üçten yediye kadar
muhtelif sayıda rakamlar söylerler. İbnu Mes'ud: "Cenaze namazında imam
kaç tekbir alırsa, cemaat de o kadar tekbir alır" demiştir.[1321]
ـ3060 ـ4ـ
وعن
عبدالرحمن بن
أبى ليلى قال:
]كانَ زَيْدُ
بْنُ أرْقَمَ
يُكَبِّرُ
عَلَى
جَنَائِزِنَا
أرْبَعاً،
وَإنَّهُ
كَبَّرَ عَلى
جَنَازَةٍ
خَمْساً،
فَسَألْنَاهُ
فقَالَ كَأن
النّبى # يُكَبِّرُ[.
أخرجه الخمسة
إ البخارى .
4. (3060)- Abdurrahman İbnu
Ebî Leylâ anlatıyor: "Zeyd İbnu Ebî Erkam
cenazelerimiz üzerine dört tekbir getirirdi. Bir ara bir cenaze üzerine de beş tekbir
getirmişti. Sebebini kendisinden sordum, dedi ki: "Resûlullah o tekbirleri
getirirdi."[1322]
ـ3061 ـ5ـ
وعن حميد بن
عبدالرحمن
قال: ]صَلّى
أنَسُ بنُ
مَالِكٍ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْه،
وَكَبَّرَ
ثََثاً،
وَسَهَا
فَسَلّمَ،
فَقِيلَ لَهُ:
فَاسْتَقْبَلَ
الْقِبْلَةَ،
وَكَبَّرَ الرَّابِعَةِ
ثُمَّ
سَلّمَ[.
أخرجه
البخارى في
ترجمة .
5. (3061)- Humeyd İbnu
Abdirrahmân anlatıyor: "Hz. Enes İbnu Mâlik (radıyallâhu anh) (cenaze) namazı kıldı. Yanılıp üç sefer
tekbir getirdi ve selâm verdi. Kendisine (üç sefer tekbir getirdiği) söylendi.
Bunun üzerine kıbleye yönelerek dördüncü bir tekbir daha getirdi ve sonra selam
verdi."[1323]
AÇIKLAMA:
1- Cenaze namazında getirilecek tekbirlerin sayısı hususunda ihtilâflı rivâyetler gelmiştir.
Teysîr'in yukarıda kaydettiği iki rivâyet, çoğunluğun benimsediği görüşü aksettirmektedir.
Yani cenaze namazında tekbir sayısı dörttür.
İbnu Hacer'in kaydettiği açıklama şöyle: Selef bu tekbirlerin
sayısında ihtilâf eder. Müslim'in Zeyd İbnu Erkam'dan rivâyetine göre beştir.
Ve bunu Resûlullah'a nisbet eder.
İbnu'l-Münzîr'in İbnu Mes'ud'dan rivâyetine göre, Benî Esed'den
bir cenazeye namaz kıldırmış, beş tekbir getirmiştir.
Yine İbnu'l-Münzir ve başkalarının Hz. Ali'den rivâyetine göre,
(radıyallâhu anh) Bedir ashâbına altı tekbir, sahâbeye beş tekbir, bir başka cenazeye dört tekbir
alırdı.
Ebû Mâbed der ki: "İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)'ın
arkasında bir cenazenin namazını kıldım Üç kere tekbir getirmişti.."
Bu hususta başka görüşler de vardır.
Saîd İbnu'l-Müseyyeb'in dediğine göre, cenaze namazında tekbir
sayısı dört ve beştir, Hz. Ömer, halkı dörtte birleştirdi.
Beyhakî'nin Ebû Vâil'den kaydettiğine göre, Resûlullah zamanında
tekbir sayısı yedi, altı, beş ve dört idi. Hz. Ömer, halkı dörtte birleştirdi.
Hülasa, büyük çoğunluk cenaze tekbirinin dört olduğunu söyler.
İbnu Hacer, üç olduğunu söyleyen rivâyetler için: "İftitah tekbirini
hesaba katmayanlara göre üç olmalıdır" diyerek üç diyenlerle dört
diyenleri te'vil ve te'lif eder.[1324]
ـ3062 ـ6ـ
وعن ابن عباس
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهما: ]أنَّهُ
صَلّى عَلى
جَنَازَةِ
فَقَرَأَ
بِفَاتِحَةِ الْكِتَابِ
فَقِيلَ لَهُ
في ذَلِكَ،
فقَالَ:
إنَّهُ مِنَ
السُّنّةِ[.
أخرجه الخمسة
إ مسلماً،
وهذا لفظ أبو
داود .
6. (3062)- İbnu Abbâs
(radıyallahu anhümâ)'ın anlattığına göre bir cenaze üzerine namaz kılmış ve
namazda Fâtiha'yı okumuştur. Bu hususta kendisine (niye onu okuduğu) sorulunca:
"Bu, sünnettendir!" diye cevap vermiştir."[1325]
AÇIKLAMA:
Fatiha'nın cenaze namazında okunmasının sünnetten olması demek,
onun okunmasının meşruiyyetine delil var demektir. Nitekim İbnu'l-Münzir, İbnu
Abbâs, Hasan İbnu Ali, İbnu'z-Zübeyr, Misver İbnu Mahreme' den bunun
meşruiyyetini nakletmiştir. Ancak sahâbenin: "...Sünnettendir" dediği
şeyin hükmen merfu sayıldığı, çoğunluğun
görüşüdür.
İmam Şâfiî, Ahmed İbnu Hanbel, İshak İbnu Râhûye de böyle
hükmetmiştir. Ebû Hüreyre ve İbnu Ömer "cenâze namazında kırâat
yok" demişlerdir.[1326]
ـ3063 ـ7ـ
وعن نافع: ]أن
ابنَ عُمَرَ
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهما
كانَ َ
يَقْرَأُ في
الصََّةِ
عَلى الجَنَازَةِ[.
أخرجه مالك .
7. (3063)- Nâfi
rahimehullah anlatıyor: "İbnu Ömer, cenâze için kılınan namazda kırâata
yer vermezdi."[1327]
AÇIKLAMA:
İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) cenaze namazında Fâtiha sûresini
okumaz, dua ve senâ ile yetinirdi. Ebû Hüreyre ile Tâbiînden birçokları bu
görüştedir, Ebû Hanîfe, İmam Mâlik de bu görüşte olmuşlardır.
Daha önceki rivâyette de görüldüğü üzere İbnu Abbâs, İbnu Mes'ud, Hasan İbnu Ali, İbnu'z-Zübeyr, Misver
İbnu Mahreme Fâtiha okumanın meşruluğuna hükmetmişlerdir. İmam Şâfiî ve Ahmed
İbnu Hanbel de bu görüştedir. Bunlar Fâtiha'yı okumanın vacib olduğunu iddia
etmezler müstehabtır derler. Fatiha'nın namazın neresinde okunacağı da tasrih
edilmez. Ancak ilk tekbirden sonra okunacağına dair zayıf rivâyetler gelmiştir.
Beyhakî'de zayıf bir senetle Hz. Câbir'den gelen bir rivâyete
göre, ilk tekbirden sonra Fâtiha'nın okunması meşrûdur. Nesâî'nin Ebû Ümâme'den
kaydettiği bir rivâyette şöyle denir: "Cenaze namazında sünnet şudur:
"Tekbir getirilir, sonra Fâtiha okunur, sonra Resûlullah'a salât okunur,
sonra ölüye dua edilir; kırâat sadece ilk tekbirdedir."[1328]
ـ3064 ـ8ـ
وعن أبى هريرة
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رَسولُ
اللّهِ #: إذَا
صَلَّيْتُمْ
عَلى
المَيِّتِ
فَأخْلِصُوا
لَهُ
الدُّعَاءَ[.
أخرجه أبو
داود .
8. (3064)- Hz. Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Ölü üzerine namaz kıldınız mı ona ihlasla dua edin."[1329]
AÇIKLAMA:
Cenâze için yapılan duanın hâlisâne olması gerekir. Yani ölünün
istifade edeceğine inanarak samimi
hislerle dua etmelidir. Hadis mutlak geldiğine göre, cenaze sâlih bir kişi de olsa gayr-ı sâlih bir kişi
de olsa hüküm aynıdır, ayırım yapılmaksızın hayırlı dualarda bulunulmalıdır.
Şârihler: "Çünkü günahlara bulaşan
kimse, mü'min kardeşlerinin dua ve şefaatlarına daha çok muhtaçtır. Bu sebeple
onlara getirilmiş, önlerine çıkarılmıştır."[1330]
ـ3065 ـ9ـ
وعنه رَضِىَ اللّهُ
عَنْه: ]وَسئل
كَيْفَ
تُصَلِّى
عَلى الجَنَازَةِ؟
فقَالَ:
أتْبَعُهَا
مِنْ بَيْتِ
أهْلِهَا،
فَإذَا
وُضِعَتْ
كَبَّرْتُ وَحَمِدْتُ
اللّهَ
تَعالى
وَصَلَّيْتُ
عَلى
نَبِيِّهِ #
ثُمَّ أقُولُ:
اللَّهُمَّ
إنَّهُ
عَبْدُكَ،
وَابْنُ
عَبْدِكَ،
وَابن أمَتِكَ.
كَانَ
يَشْهَدُ أنْ
َ إلهَ إَّ
أنْتَ،
وَأنَّ مُحَمَّداً
عَبْدُكَ
وَرَسُولُكَ
وَأنْتَ أعْلَمُ
بِهِ،
اللَّهُمَّ
إنْ كَانَ
مُحْسِناً
فَزِدْ في
إحْسَانِهِ،
وَإنْ كانَ
مُسِيئاً
فَتَجَاوَزْ
عَنْ
سَيِّئَاتِهِ.
اللَّهُمَّ َ
تَحْرِمَنَا
أجْرَهُ، وََ
تَفْتِنَّا
بَعْدَهُ[.
أخرجه مالك .
9. (3065)- Yine Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh)'nin anlattığına göre, kendisine: "Cenaze üzerine nasıl namaz kılarsın?" diye
sorulmuştu. Dedi ki:
"Ailesinin evinden tâkibe başlarım, yere kondu mu tekbir
getirir, Allah'a hamd, Resulüne salât eder, sonra şu duayı okurum:
"Ya Rabbi o senin
abdindir, abdinin oğludur, câriyenin oğludur. O, senden başka ilah olmayıp sadece senin ilâh olduğuna,
Muhammed'in senin kulun ve elçin
olduğuna şehadet ederdi, sen onu (bizden) daha iyi bilirsin. Ey Allahım, eğer o
muhsin ise ona yapacağın ihsanı artır. Eğer kötülerden ise, günahlarını affet.
Ey Allahım, bizi (ona kılınan namazın) ecrinden mahrum etme, ondan sonra bize fitne
verme."[1331]
AÇIKLAMA:
Hadis, cenâzeye katılan kimsenin, cenaze namazında kendisi için de
dua etmesinin meşrû olduğunu göstermektedir. Zira sondaki iki talep ölü için
değil, musalli içindir.[1332]
ـ3066 ـ10ـ
وعن عوف بن
مالك رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]صَلّى
النّبىُّ #
عَلى
جَنَازَة
فَحَفِظْنَا
مِنْ
دُعَائِهِ.
اللَّهُمَّ
اغْفِرْ لَهُ
وَارْحَمْهُ،
وَعَافِهِ
وَاعْفُ
عَنْهُ،
وَأكْرِمْ نُزُلَهُ،
وَوَسِّعْ
مَدْخَلَهُ،
وَاغْسِلْهُ
بِالْمَاءِ
وَالثّلْجِ
وَالْبَرَدِ،
وَنَقِّهِ
مِنَ
الخَطَايَا
كَمَا يُنَقّى
الثّوْبُ
ا‘بْيَضُ مِنَ
الدَّنَسِ،
وَأبْدِلْهُ
دَاراً
خَيْراً مِنْ
دَارِهِ، وَأهًْ
خَيْراً مِنْ
أهْلِهِ،
وَزَوْجاً
خَيْراً مِنْ
زَوْجِهِ، وَأدْخِلْهُ
الجَنَّةَ،
وَأعِذْهُ
مِنْ عَذَابِ
الْقَبْرِ
وَمِنَ
عَذَابِ
النَّارِ.
قَالَ عَوْفٌ
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه:
حَتّى تَمَنَّيْتُ
أنْ أكُونَ
أنَا ذلِكَ
المَيْتَ[.
أخرجه مسلم،
واللفظ له
والترمذي
والنسائى .
10. (3066)- Avf İbnu Mâlik
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir
cenazenin namazını kıldırdı. Okuduğu
duadan şunları ezberledik:
"Allahım, şunu mağfiret et ve şuna rahmet eyle. Âfiyet ver, affeyle, vardığı
yerde ikramda bulun, girdiği yeri genişlet. Onun (günahlarını) kar ve buzla yıka,
hatalardan pâk eyle, tıpkı elbisenin kirden pâk edilmesi gibi. Onu dünyadaki
evinden daha iyi bir eve, ailesinden daha hayırlı bir âileye koy, eşinden daha
hayırlı bir eşe ulaştır. Onu kabir âzabından, ateş âzabından sakındır."
Avf (radıyallâhu anh) der ki: "(Resûlullah'ın bu dualarını
işitince) o ölünün yerinde kendimin olmasını temenni ettim."[1333]
ـ3067 ـ11ـ
وعن الحسن أنه
قال:
]يُقْرَأُ
عَلى الطِّفْلِ
فَاتِحَةُ
الْكِتَابِ،
وَيَقُولُ: اللَّهُمَّ
اجْعَلْهُ
لَنَا
سَلَفاً
وَفَرَطاً
وَذُخْراً
وَأجْراً[.
أخرجه
البخارى في
ترجمة .
11. (3067)- Hasan Basrî
(rahimehullah): "Çocuk üzerine Fâtiha okunur" der ve şöyle dua
ederdi: "Ey Allahım, bunu bize öncü
yap, karşılayıcı kıl, (âhiret) azığı ve ücret yap."[1334]
AÇIKLAMA:
1- Cenâze namazında Fâtiha okunup okunmayacağının ihtilaflı
bir mesele olduğu daha önce geçti (3063).
2- Ölen küçük çocukların, âilesi için karşılayıcı ve Allah
indinde mağfiret vesilesi, âhiret azığı
olacağı hadisten anlaşılmaktadır.[1335]
ـ3068 ـ12ـ
وعن عطاء
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]صَلّى النَّبىُّ
# عَلى
ابْنِهِ
إبْرَاهِيمَ
وَهُوَ ابنَ
سَبْعِينَ
لَيْلَةً[.
أخرجه أبو
داود .
12. (3068)- Atâ (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) oğlu İbrahim (ölünce) üzerine namaz kıldırdı. O zaman çocuk yetmişinci gününde idi."[1336]
AÇIKLAMA:
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın, oğlu İbrahim üzerine namaz
kılıp kılmadığı rivâyetlerde ihtilaflıdır. Hz. Âişe'nin bir rivâyetinde (3070),
İbrahim'in 18 aylıkken öldüğü Resûlullah'ın onun üzerine namaz kılmadığı
belirtilir.
Senet yönüyle Hz. Âişe'nin rivâyeti akvâ'dır, ancak bazı âlimler
"İsbat nefye tercih edilir" esasını iltizam ederler. Diğer taraftan
İbrahim'in öldüğü gün, güneş tutulması da olmuştur. O gün Resûlullah küsûf
namazı kıldığı için, İbrahim'in cenazesiyle meşguliyet aksadığı için
"namaz kılmadı" diye şüyû bulmuş olabileceği ihtimali üzerinde
durulmuştur.
Namaz kıldırdı veya "kıldırmadı" diyen başka rivâyetler
de var.[1337]
ـ3069 ـ13
-وعن جابر
رَصِىَاللّهُ
عَنْ قالَ:]
قالَ رَسولُ
اللّهِ
صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ : الطِّفْلُ
َيُصَلّى
عَلَيْهِ،
وََ يَرِثُ وََ
يُورِثُ
حَتّى
يَسْتَهِلَّ[.
أخرجه الترمذي
.
13. (3069)- Hz. Câbir
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Çocuk (doğumunda) ağlamadan ölürse üzerine namaz kılınmaz,
vâris olmaz, ona da vâris olunmaz."[1338]
AÇIKLAMA:
Ağlamak diye tercüme ettiğimiz kelime, istihlal'dir. Doğduğu zaman
çocuğun çıkardığı ses ve ilk ağlamalardır. Bu ses onun canlı doğduğunun
delilidir. Bir kısım hukuki ahkâm bu ağlamaya terettüp eder. Bu ses yoksa çocuk
ölü doğmuş demektir. Buna namaz kılınmaz, vâris olamaz, kendisine de kimse
vâris olamaz. Ancak, ağlama dışında diğer hayat belirtileri de muteber
addedilir. Hapşırması, kımıldaması, hareket etmesi gibi...
Hattâbi der ki: "Düşük (ölü doğan) hakkında ulemâ ihtilâf
etmiştir, namaz kılınır mı, kılınmaz mı? İbnu Ömer (radıyallahu anh)'in:
"Düşük üzerine, ağlamasa bile namaz kılınır" dediği rivâyet
edilmiştir. İbnu Sîrîn ve İbnu'l-Müseyyeb bu görüştedir. Ahmed İbnu Hanbel,
İshâk İbnu Râhûye: "Dört ay on günlük yani kendisine her ruh üflenen
çocuğa namaz kılınır" demiştir. İshak der 'Miras ağlamakla tahakkuk eder,
fakat namaz öyle değil, çünkü (dört ay on gün) geçen cenin, artık tam bir nefistir,
kendisi hakkında şakî, said olacağı yazılmıştır. Namaz ondan hangi sebeple
terkedilecektir?"
İbnu Abbas'tan rivâyet edildiğine göre şöyle demiştir:
"Ağladı mı vâris olur, üzerine namaz da kılınır."
Hz. Câbir: "Ağladı mı namazı kılınır, ağlamamışsa namaz
kılınmaz" demiştir. Ashab-ı Re'y, Mâlik, Evzâ'î ve Şâfi'î de bu
görüştedir.[1339]
ـ3070 ـ14
-وعن
عَائِشَةَ
رَسولُ
اللّهُ
عَنْها قالَت:
]مَاتَ
إبْرَاهِيمُ
بْنُ
النّبيَّ
صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ،
وَهُوَ ابنُ
ثَمَانِيَةَ
عَشَرَشَهْراً
فَلَمْ يُصَلِّ
عَلَيْهِ[.
أخرجه أبو داود
.
14. (3070)- Hz. Aişe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın oğlu
İbrahim onsekiz aylık iken öldü; Aleyhissalâtu vesselam, üzerine namaz
kılmadı."[1340]
AÇIKLAMA için 3068 numaralı hadise bak.
ـ3071 ـ15
-وعن نافع بن
أبى غالب قال:]
صَلّى أنَسٌ
رَضِىَاللّهُ
عَنْه عَلى جَنَاذَةِرَجُلٍ
فَقَامَ
عِنْدَ
رَأسِهِ فَكَبَّرَ
أرْبَعَ
تَكْبِيرَ
اتٍ، وَصَلّى
عَلى
امْرَأةٍ
فَقَامَ
عنْدَ
عَجِيزَتِهَا،
وَكَبَّرَ
أرْبَعاً،
فَقِيلَ لَهُ:
أهَكَذَاكَانَ
رَسولُ
اللّهِ #
يَصْنَعُ؟
قَالَ:
نَعَمْ[ أخرجه
أبو داود
والترمذي .
15. (3071)- Nâfi İbnu Ebi
Gâlib anlatıyor: "Hz. Enes (radıyallahu anh) bir erkeğin cenâze namazını
kıldırmıştı. Başının yanında durdu. Dört kere tekbir getirdi. Bir kadın üzerine
de namaz kıldırdı. Kadının arka tarafında durdu, dört kere tekbir getirdi.
Kendisine, "Resûlullah böyle mi yapardı?" dendi. "Evet!"
cevabını verdi."[1341]
AÇIKLAMA:
Tirmizî hadisle ilgili olarak şu bilgiyi verir: "Ehl-i
ilimden bir kısmı bununla amel etti, yani cenaze namazı kıldıran imam, namaz
sırasında erkeğin baş hizasında, kadının da arka (bel) hizasında durur."
Ahmed İbnu Hanbel, Şâfiî, İshâk, bir rivâyette Ebu Hanîfe bu görüştedirler.
Hanefilerin iltizam ettiği Ebu Hanîfe'nin meşhur görüşüne göre,
imam ölünün göğsü hizasında durur, erkek-kadın ayırımı yapmaz.
İmâm Mâlik: "Kadın da olsa erkek de olsa ölünün başı
hizasında durur" der. Ancak erkeğin orta hizasında, kadının da omuzları
hizasında duracağına dair bir görüş daha nakledilmiştir.
Bazıları: "Kadının göğsü, erkeğin başı hizasında durur";
Bazıları: "Kadının göğsü, erkeğin de göğüsle göbeği arasında
durur" demiştir.[1342]
ـ3072 ـ16
-وعن عثمان،
وأبي هريرة،
وابن عمر
رَضِىَاللّهُ
عَنْهم:
]أنّهُمْ
كَاُنوا
يُصَلُّونَ
عَلى
جَنَازَةِ
الرِّ جَالِ
وَالنِّسَاءِ
فَيَجْعَلُونَ
الرَّ جَالَ
مِمَّا يَلِي ا“مَامَ،
وَالنِّسَاءَ
مِمَّا يَلِي
الْقِبْلَةَ[
.
16. (3072)- Hz. Osman, Hz.
Ebu Hüreyre, İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) hazerâtı erkek ve kadınların
cenâzeleri için namaz kılarlardı. Erkekleri imamın yanına, kadınları da kıble
cihetine koyarlardı."[1343]
AÇIKLAMA:
Bu hadis de, ölünün namaz sırasında konduğu yerle ilgilidir.
Sahâbe ve Tâbi'inden pek çoklarının benimsediği ve İbnu Abbas, Ebu Hüreyre ve
Ebu Katâde'nin "Sünnet bu" dedikleri mezkur tarza muhalif rivayet de
mevcuttur. Hasan Basri, Sâlim ve Kâsım: "Kadınlar imamın yanına, erkekler
kıble cihetine konur" demişlerdir. Atâ'nın bu meseledeki görüşü
ihtilâflıdır.
Bu farklılıklar, Resûlullah'ın farklı amelinden ileri gelmiş
olmalıdır.[1344]
ـ3073 ـ17
-وعن محمد بن
أبي حرملة:
]أنَّ
زَيْنَبَ بِنْتَ
أبِي
سَلَمَةَ
تُوُفِّيَتْ،
وَطَارِقٌ
أمِيرُ
الَمدِينَةِ
فأُ وتِيَ بِجَنَازَتِهَا
بَعْدَ
الصُّبْحِ
فوُ ضِعَتْ
بِالْبَقِيعِ،
وَكَانَ
طَارِقٌ
يُغَلِّسُ
بِالصُّبْحِ
فقَالَ ابنُ
عُمَرَ رَصِىَاللّهُ
عَنْهما
‘هْلِهَا:
إمَّاأنْ
تُصَلُّواعَلى
جَنَازَتِكُمُ
اŒنُ، وَإمَّا
أنْ تَتْرُكُوهَا
حَتَّى
تَرْتَفِعَ
الشَّمْسُ[.
أخرجه مالك .
17. (3073)- Muhammed İbnu
Ebî Harmele anlatıyor: "Zeyneb Bintu Ebî Seleme ölmüştü, o sırada Medine
valisi Târık idi. Sabah namazından sonra cenazesi getirildi ve Bâkî mezarlığına
konuldu. Târık, sabah namazını alaca karanlıkta kılardı. İbnu Ömer (radıyallahu
anhümâ) cenâzenin sahibine:
"Cenâzenizi namazı ister hemen kılın, isterseniz güneşin
yükselmesine kadar te'hir edin" dedi."[1345]
AÇIKLAMA:
Bu hadîste, cenâze namazının kılınabileceği vakitle ilgili sarahat
görmekteyiz. Sabah namazını vali ilk vaktinde kıldırdığı için, ortalığın iyice
ağarmasından önce cenâze namazı kılmaya vakit var demektir. İbnu Ömer bu
sebeple, ortalık ağarmadan cenâzelerine namaz kıldırabileceklerini söylemiştir.
Ancak hemen kıldırmayıp, ortalığın ağarmasına kadar gecikecek olurlarsa kerâhet
vakti gireceği için, artık güneşin doğup, bir miktar yükselmesine yani kuşluk
vaktinin girmesine kadar cenâzelerine namaz kıldıramayacaklarını söylemiş
oluyor.
Ulemâ ikindi namazından sonra güneşin sararma vaktine kadar, sabah
namazından sonra da ortalığın aydınlanmasına kadar cenâze namazının kerahetsiz
olarak kılınacağını söylemiştir. Şâfiî hazretlerine göre, her vakit cenaze
kılınabilir, zira mekruh vakitlerdeki nehiy nafile namazlarla ilgilidir, vacible
değil.[1346]
ـ3074 ـ18
-وعن نافع قال:
]كان ابنُ
عُمرَ رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهَا
يصَلّي عَلَي
الجَنَازَةِ
بَعْدَ
الصُّبحِ
وِبعْدَ
الْعَصْرِ
إِذَا
صُلِّيَتَا
لِوَ
قْتِيْهِمَا
[. أحرجه مالك. و
للبخاري في
ترجمة باب
بغير إسناد:
»كانَ ابنُ
عُمَرَ َ
يُصَلِّى
إَِّ طَاهِرًا
وََ يُصَلِّي
عندَ طُلَوعِ
الشَّمْسِ، وَ
غُرُوبِهَا
وَيَرْفعُ
يَدَيْهِ« .
18. (3074)- Nâfi anlatıyor:
"İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ), sabah ve ikindi namazları vaktinde
kılınmış ise bunlardan sonra cenaze namazı kılardı."[1347]
Buharî'nin bab başlığında, senetsiz olarak şu rivâyet
kaydedilmiştir: "İbnu Ömer mutlaka tâhir olarak cenaze namazı kılardı.
Güneş doğarken ve batarken cenaze namazı kılmazdı. Ellerini (de her tekbirde)
kaldırırdı."[1348]
AÇIKLAMA:
1- Önceki hadiste açıklandığı üzere ikindi ve sabah namazının
kılınmasından sonra başka namaz kılınıp kılınamayacağı hususunda bazı teferruat
ve münâkaşa vardır. İbnu Ömer (radıyallahu anh) kerahet vakti girmemişse mezkur
iki namazdan sonra da cenâze namazı kılınacağı görüşündedir.
2- İbnu Ömer'in sözü, cenâze namazının bâzı farklılıklarını
hatırlatıyor. Resûlullah cenâze namazına namaz yani salât ismini vermiştir, ama
diğer namazlardan farklıdır: Rükû yok, secde yok, kıraat yok. Kıraat yerine
tekbîr, tesbih ve duâ okunur. Normal olarak, bu namazın abdestli kılınması
gerekmektedir. Ancak bu hususta da bir farklılığı mevzubahis. Şöyle ki: Bir
kimse cenazeye abdestsiz olarak iştirak etse, abdest almakla meşgul olmaya
kalksa, namazı yetiştiremiyecek olsa bulunduğu yerde hemencecik teyemmüm
yaparak namaza katılması tecviz edilmiştir.
Hasan-ı Basrî'den gelen iki farklı rivâyetin birinde,
zikrettiğimiz durum sorulunca: "Teyemmüm eder, namazı kılar" der.
Diğer bir rivâyette: "Teyemmüm etmez, abdestsiz namaz kılmaz" der.
Seleften birçoğu, abdest almaya gittiği takdirde namaza
yetişememekten korkan kimseye teyemmümün kifayet edeceğini söylemiştir: Atâ,
Salim, Zührî, Neha'î, Rebî'a, Leys ve Kûfeliler (Hanefîler) hep bu görüştedir.
Ahmed İbnu Hanbel'den de bu hususta bir rivâyet vardır. İbnu Abbâs'tan merfu
rivâyet de kaydedilmiştir.
3- Hadisin en son fıkrası, İbnu Ömer (radıyallahu anh)'in
cenaze namazı esnasında her tekbirde ellerini kaldırdığını ifade etmektedir. Bu
hususta zayıf bir senetle merfu rivâyet de gelmiştir.[1349]
ـ3075 ـ19
-وعن
عَائِشَةَ
رضي اللّهُ
عنْها: ]أنَّهَا
لَمَّا مَاتَ
سَعْدُ بنُ
أبي وَقَّاصٍ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ
قَالَتْ
اَدْخُلُوا
بهِ المسْجدَ
حتَّى
أُصَلِّيَ
علَيْهِ،
فَأُنْكِرَ
ذَلِكَ
عَلَيْهَا،
فَقَالَتْ:
ماَ أَسْرَعَ
ماَ نَسِيَ
النَّاسُ،
واللّهِ لقدْ
صَلّى رسُولُ
اللّهِ
صَلَّي
اللّهُ عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
على ابْنَيْ
بَيْضَاءَ
فِي
المَسْجِدِ:
سُهَيْلِ
وَأخرجه[.
أخرجه الستة إ
البخاري.
19. (3075)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'den anlatıldığına göre, Sa'd İbnu Ebî Vakkâs (radıyallahu anh) vefat ettiği zaman, Hz. Aişe:
"Onu mescide sokun da ben de üzerine namaz kılayım" dedi. Ancak onun bu teklifi yadırgandı ve hüsn-ü kabul görmedi. Bunun üzerine Hz. Aişe:
"İnsanlar ne çabuk unutuyorlar, Allah'a yemin olsun Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Beyzâ'nın iki oğlu Süheyl ve kardeşinin namazlarını mescidin içinde kıldırdı" dedi."[1350]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, namazı kılınması için, cenâze mescide sokulabilir
mi, sokulamaz mı meselesiyle ilgilidir. Bu hususta görüldüğü üzere tereddüt
vâki olmuştur.
2- Sa'd İbnu Ebi Vakkâs, hicrî 55 yılında Akik'de vefat etmiş,
Medine'ye getirilmiştir. Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) Sa'd (radıyallahu anh)'a
karşı duyduğu takdir ve şefkat sebebiyle cenaze namazına katılıp dua etmek
istemiştir. Resûlullah'ın zevceleri, cenâze namazlarına erkeklerle
katılmadıkları için, evinden dışarı çıkması mümkün değildi. Cenaze mescide
alındığı takdirde katılabilecekti, çünkü ikâmetgâhı mescidin avlusunda idi.
Hâdise, Müslim'in bir rivâyetinde biraz daha açık şekilde rivâyet
edilmiştir:
"Abbâd İbnu Abdillah İbni'z-Zübeyr anlatıyor: "Sa'd İbnu
Ebi Vakkâs vefat edince, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın zevceleri,
cenazenin mescide getirilmesini, kendilerinin de cenaze namazını kılacakları
haberini gönderdiler. Öyle yapıldı. Cenâze getirilip, hücrelerin önünde
durduruldu. Sonra da peykelere bakan cenâzeler kapısından çıkarıldı.
Halkın, bu tatbikat sebebiyle kendilerini kınadığı, Ümmühâtu'l-
Mü'minîn'in kulaklarına geldi: "Cenazeler mescide sokulmamalıydı!"
deniliyordu.
Hz. Aişe bu dedikoduyu işitince şu açıklamayı yaptı:
"İnsanlar bilmedikleri şeyi kınamada ne kadar da aceleciler!
Cenâzeler mescide sokulduğu için bizi kınıyorlar. Halbuki Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) Süheyl İbnu Beyda'nın namazını mescidin içinde
kıldırdı."
3- Bu hadis, mescidde cenaze namazı kılınır diyen cumhûr'un
delilidir. Bunlar, ölmüş insanın temiz olduğunu kabûl ederler, cenâzenin
mescidin içine alınmasında beis görmezler. Nevevî, Şâfiî mezhebinde sahih
görüşün bu olduğunu belirtir.
Ebu Hanîfe, İbnu Ebî Zi'b'ye meşhur kavline göre İmam Mâlik,
"mescidde cenaze namazı kılınmayacağını" söylemişlerdir. Ölünün necis
olduğunu söyleyenler de bu görüştedirler: Temiz olduğunu söyleyenlerden de,
mescide sokulmasını uygun görmeyenler vardır. Onlar mescidi kirletme endişesini
ileri sürerler. Bunlar, Süheyl'e kılınan namazı, "Cenaze mescidin dışında,
musalliler mescidin içerisindeydi" diye te'vil ederler. Cenâze dışarıda
olduğu takdirde, cemaatin içerde olması ittifâkla câizdir. Şiddetli yağmur gibi
bir özür halinde içeri alınabilir. Özürsüz almak tenzihen mekruhtur. ulemâ Hz.
Aişe'ye itiraz edenlerin sahabî olması sebebiyle, cenâzelerin dışarı
konulmasını esas almıştır.
4- Hadiste geçen Beyda, Süheyl'in annesinin vasfıdır. Kadının
asıl adı Da'd'dır. Beyaz renkli olduğu için bu vasıf, lakab kılınmıştır.
Süheyl'in kardeşleri Sehl ve Safvân'dır. Kocası Vehb İbnu Rabîa'dır.
Kureyşlidir.[1351]
ـ3076 ـ20
-وعن ابن عمر
رضيَ اللّه
عنْهما قال:
]صُلِّيَ
عَلَى عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهً
عَنْهُ فِي الْمَسْجِدِ[.
أخرجه مالك .
20. (3076)- İbnu Ömer
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "(Babam) Ömer İbnu'l-Hattâb'ın cenâze
namazı mescidde kılındı."[1352]
AÇIKLAMA:
Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in cenaze namazıyla ilgili daha
teferruatlı bir rivâyet İbnu Ebî Şeybe'de gelmiştir: "Hz. Ömer
(radıyallahu anh), Hz. Ebu Bekir'in namazını mescidde kıldırdı, Süheyb de Hz. Ömer'in
cenâze namazını mescidde kıldırdı, cenâzeyi minberin karşısına koydu."
İbnu Abdilberr der ki: "Bu hâdise, sahâbîlerin huzurunda
herhangi bir itiraz olmaksızın cereyan etti, yani (cenâzenin mescidin içine
alınabileceğinde) sükûtî bir icma hasıl olmuştur."
İbnu Abdilberr devamla der ki: "Bazılarının, Resûlullah'ın
Necâşî için cenâze namazı kıldırmak üzere musallaya çıkmış olmalarını, cenaze
namazının mescidde kılınmasının câiz olmadığına hükmetmesi gafletten başka bir
şey değildir. Çünkü cenâze namazının veya bayram namazının bir yerde kılınmış
olması, bunların başka yerde kılınmasının mekruh olduğuna delil olmaz."[1353]
ـ3077 ـ21
-وعن ابي
هريرة رضيَ
اللّهُ عنه
قال. ]قال رسولُ
اللّه صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ:
منْ صَالِّى
عَلَى
جَنَاَزةٍ
فِي الْمَسْجِدِ
فََ شَيْءَ
عَلَيْهِ[.
أخرجه أبو
داود.
21. (3077) - Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim cenaze namazını mescidin içinde kılarsa kendisine (bir sevap) yoktur" -bir nüshada- "aleyhinde bir şey yoktur."[1354]
AÇIKLAMA:
1- Hadis muhtelif rivâyetlerde ihtilaflı gelmiştir:
Bazılarında فََ
شَيْءٌ لَهُyani "lehine
bir şey (bir sevap) yoktur" şeklinde gelirken, bazı nüshalarda شَيْءٌ
عَلَيْهِ"Aleyhinde
bir şey yoktur";فََ
اَجْرٌ لَهُ"ona bir ücret yoktur" şeklinde de
gelmiştir.
Hatîbu'l-Bağdadi "lehinde bir şey yoktur" şeklindeki
rivâyetin mahfuz olduğunu belirtir.
İbnu Abdilberr "Ona bir ücret yoktur" rivâyetinde fâhiş
hata olduğunu söyler. Hattâbî, bu babta bu hadisin değil Hz. Aişe'nin rivayet
ettiği 3075 numaralı hadisinin esahh olduğunu
belirtir ve sadedinde olduğumuz hadisin zayıf olduğunu söyler. Der ki:
"Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer (radıyallahu anhümâ)'in cenâze namazlarını
mescidde kıldırdıkları sabittir. Bilindiği üzere, Muhacir ve Ensâr'ın tamamı
onların namazına şâhid oldular. Mescidde kılınmış olmasını tenkid etmeyip kabûl
etmeleri, bunun câiz olduğuna delildir."
Sadedinde olduğumuz hadisi bazı âlimler, "muhtemelen ecrin az
olacağı kastedilmiştir" diyerek te'vil cihetine gitmiştir: "Sevabı az
olur, çünkü içeride kılan, namazı bitirince evine çekip gider ve defne
katılmayabilir. Ama cenazenin yanında namaz kılan defne de katılır, böylece iki
kıratlık ücreti alır"[1355] (3057. Hadis).
ـ3078 ـ22
-وعن أبي
هريرة رضي
اللّه عنه:
]أَنَّ إِمْرَأَةً
سَوْدَاءً
كَانَتَ تَقُمُّ
الَمسْجِدَ،
أوْشَابّاً
، فَفقَدَهَا
رَسُولُ
اللّهِ
صَلَّي
اللّهُ عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
فَسَألَ
عَنْهَا أَوْ
عَنْهُ،
فَقَالُوا:
مَاتَ. قالَ:
أفََ
كُنْتُمْ آذَنْتُمُونِي؟
فَكَأنَّهُمْ
صَغَّرُوا أَمْرَهَا
أَوْ
أَمْرَهُ،
فَقَالَ:
دَلُّونِي
عَلَى
قَبْرِهَا
فَدَلُّوهُ
فَصَلّى
عَلَيْهَا،
ثُمَّ قَالَ:
إِنَّ هَذِهِ
الْقُبُورَ
مَمْلُوءَةٌ
ظُلْمَةً
عَلَى
أهْلِهَا،
وإنَّ اللّهَ
يُنَوِّرُ
هَا لَهُمْ
بِصََتِي
عَلَيْهِمْ[.
أخرجه
الشيخان
واللفظ
لمسلم، وأبو
داود.»ا“يذَانُ«:
ا“عم. »تَقُمُّ«
أي تكنس
المسجد.
22. (3078)- Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Siyahî bir kadın - veya bir genç - mescidin
kayyumluk hizmetini yürütüyor (süpürüp temizliyor)du. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bir ara onu göremez oldu. "Kadın - veya genç - hakkında (ne
oldu? Diye) bilgi sordu.
"O öldü!" dediler. Bunun üzerine
"Bana niye haber vermediniz?" buyurdular. Ashab sanki
kadıncağızın - veya gencin - ölümünü (mühim addetmeyip) küçümsemişlerdi.
Aleyhissalâtu vesselâm: "Kabrini bana gösterin!" diye emrettiler.
Kabir gösterildi. Resûl-i Ekrem kadının kabri üzerine cenaze namazı kıldı.
Sonra:
"Bu kabirler, sâhiplerine karanlıkla doludur. Allah, onlar
için kıldığınız namazla kabirleri onlara aydınlatır" buyurdular.[1356]
AÇIKLAMA:
1- Rivayette, câminin temizlik işlerini yürüten kimsenin siyahî
bir kadın mı, yoksa siyahî genç bir erkek mi olduğuna râvi şekke düşmüştür.
Muahhar hadisçiler (Hammâd, İbnu Huzeyme, Beyhâkî) kesinlikle kadın olduğuna
hükmederler ve isminin de Ümmü Mihcen olduğunu söylerler. Hattâ Resûlullah'a
bilgi veren de Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh)'dir. İbnu Hibbân'ın rivâyetinde
ashab: "Oruçlu olduğunuzu söylemiştiniz de sizi rahatsız etmek istemedik
(biz defnettik)" ziyadesi gelmiştir. Ayrıca şu ziyade de mevcuttur:
"Sonra kabre geldi, biz de arkasında saf tuttuk, dört kere tekbir
getirerek namaz kıldık." İbnu Hibbân der ki: "Kendisiyle kılanlara
müsaade etmiş olması, bunun başkaları için de caiz olduğunu, gömülmüş olan
kimsenin üzerine namaz kılmanın Resûlullah'ın hasaisinden olmadığını
gösterir."
2- Cenazenin defnedilmesinden sonra onun için cenaze namazı
kılınıp kılınmayacağı ihtilâflı bir mevzudur. İbnu'l Münzir'in nakline göre,
cumhur bunun meşru olduğunu söylemiştir.
Ebu Hanife, İmam Mâlik, Nehâî ise câiz görmezler. Ancak bunlar:
"Namaz kılınmadan defnedilmiş ise cenaze namazı kılınır, aksi halde câiz
değil" derler.
3- Cenâze için namaz kılmayanların namaz kılmalarının meşruluğu
da münakaşa edilmiştir:
* Bazıları: "Namaz kılmayanın da kılabilmesi için defin tehir
edilir" demiştir.
* Bazıları: "Defin geciktirilmez, kılmamış olan kabrin
üzerinde kılar" demiştir.
Sonradan kılma müddeti de münakaşa edilmiştir. Bu husustaki
görüşleri mütakip açıklamada kaydedeceğiz.
4- Hadisten Çıkarılan Hükümler:
1- Mescidi temizleme işini bir kimse üzerine almalıdır, bu
mühim bir hizmettir.
2- Bu hizmet kadına da erkeğe de verilebilir.
3- Mescidi temizleme işi faziletli, sevaplı bir hizmettir.
Resûlullah, bu hizmetten kazandığı şeref ve yücelik sebebiyle siyahî kadını
aramış, kabri üzerinde namaz kılmıştır.
4- Eş-dost, tanıdık-hizmetçi bile olsa, arayıp sormak gerekir.
5- Müslümanlara hizmet edenlere husûsî ilgi göstermek, hayır
dua ederek iltifâtta bulunmak gerekir.
6- Kabir üzerinde cenaze namazı bazı şartlar dahilinde
kılınabilir, câizdir.
7- Bir kimsenin ölümü müslümanlara duyurulmalıdır.[1357]
ـ3079 ـ23
-وعن أنس
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه:
]أَنَّ رَسولَ
اللّهِ
صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
صَلَّى عَلَى
قَبْرٍ [.
أخرجه مسلم.
23. (3079)- Hz. Enes
(radıyallahu anh): "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir kabrin
üzerinde namaz kıldı" buyurmuştur."[1358]
ـ3080 ـ24
-وعن ابن
المسيب :
]أَنَّ أُمَّ
سَعْدٍ رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهَا
مَاتَتْ
وَالنّبيُّ
صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
غَائبٌ، فَلَمَّا
قَدِمَ
صَلَّى
عَلَيْهَا
وقَدْ مَضَى
لِذَلِكَ
شَهْرٌ [.
أخرجه
الترمذي.
24. (3080)- İbnu'l-Müseyyeb
(rahimehullah) anlatıyor: "Ümmü Sa'd (radıyallahu anh), Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) yokken vefat etti. Gelince üzerine namaz kıldı. Bu
esnada bir ay geçmişti."[1359]
ـ3081 ـ25
-وعن عقبة بن
عامر رَضِى
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ
النَّبيَّ
صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
صَلَّى عَلَى
قَتْلَى
أُحُدٍ
بَعْدَ ثَمَانِ
سِنِينَ
كَالْمُوَدِّعِ
لِ‘َمْواَتِ[.
أخرجه أبو
داود.
والنسائى.
25. (3081)- Ukbe İbnu Âmir
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Uhud
şehidleri için sekiz yıl sonra, sanki dirilerle (de) ölülerle (de)
vedalaşıyormuşçasına cenaze namazı kıldı."[1360]
AÇIKLAMA:
1- Bu üç hadis, definden sonra kabir üzerinde namaz kılmakla
ilgilidir. Her üçü de definden sonra kabir üzerinde Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın namaz kıldığını göstermektedir:
2- Yukarda da belirttiğimiz gibi, Ebu Hanife, İmam Mâlik,
Nehâî gibi bir kısım ulemâ dışında büyük çoğunluk bu hadislere dayanarak
definden sonra cenaze namazının cevazına hükmederler. Bunların ihtilaf ettiği
husûs, müddetle ilgilidir. Yâni, definden en fazla ne kadar zaman içinde ölmüş
olan kimsenin arkasından namaz kılınabilir? Yukarıda kaydedilen Enes hadisinde
müddet belli değil. İbnu'l-Müseyyeb rivâyetinde bir ay, Ukbe İbnu Âmir
rivayetinde sekiz yıl mevzubahis olmaktadır. Ülemânın ihtilafı bunlara göredir.
* Bazıları, "üç güne kadar" demiştir.
* Bazıları, "bir ay" demiştir.
* Bazıları, "ceset çürümedikçe" demiştir. Çürüyüp
çürümediğine zann-ı gâliple hükmedilir.
* Bazıları, "öldüğü zaman cenazeye namaz kılmaya ehil
olanlara mahsustur" demiştir.
* Bazıları, "her zaman câizdir" demiştir.
* Bazıları, "seferden gelen, bir aya kadar, evinde olan
üç güne kadar cenaze namazı kılabilir" demiştir.
* "Kabir üzerinde cenaze namazı kılınmaz" diyen de
olmuştur.
3- Resûlullah'ın Uhud şehidlerine sekiz yıl sonra namaz
kılması meselesine gelince, İbnu Hacer, Uhud savaşının üçüncü hicrî senenin
şevval ayında cereyan ettiğini ve Resûlullah'ın hicretin onbirinci yılının
rebiyyülevvel ayında vefat ettiğini hatırlatarak yedibuçuk yıldan daha az bir
zaman tuttuğunu hesaplayıp, sekiz rakamının "yuvarlak hesap"la dile
getirildiğine dikkat çeker.
Bazı âlimler cesedin çürümesinden sonra namazın câiz olmadığını
gözönüne alarak "onlar şehiddir, şehidlerin cesetleri çürümez"
derler. Nitekim Muvatta'nın bir rivâyetine göre, Uhud şehidlerinden Amr İbnu Cemûh ile
Abdullah İbnu Amr (radıyallahu anhümâ)'ın kabirlerini vefatlarından 46 yıl
kadar sonra sel açmış ve sanki yeni vefat etmiş gibi vücudlarında hiçbir
değişiklik görülmemiştir. Mamafih, Resûlullah'ın bu namazını efendimizin
"hasais"iyle îzâh edenler, Uhud günü şehidlere namazı terketmesini, o
zaman meşguliyetinin çokluğu ve buna ayıracak zamanın azlığı ile izah edenler,
sekiz yıl sonra kılınan bu namazı istılâhî mânâda "namaz değil, lügavi
mânâda dua ile izah edenler de olmuştur. Hasais diyenler: Çünkü aleyhissalâtu
vesselâm bununla vedâlaşmayı kasdetmiştir. Onlara göre vedalaşma hayatta
olanlarla yapılırsa veda ânında tezkir ve hayır duadan ibarettir, ölüler
hakkında olunca onlar için Allah'tan mağrifet taleb etmektir, demiştir.[1361]
ـ3082 ـ26
-وعن جابر رضي
اللّهُ عنه:
]أَنَّ النَّبيَّ
صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
قَالَ:
تُوُفِّيَ
الْيَوْمَ
رَجُلٌ صَالِحٌ
منَ الحَبَشِ
فَهَلُمُّوا
فَصَلُّوا عَلَيْهِ.
قالَ:
فصَفَفْنَا
عَلَيْهِ،
فَكُنْتُ في
الصَّفِّ
الثَّانِي
أوْ فِي
الثَّالِثِ
فَصَلّى
عَلَيْهِ[.
أخرجه
الشيخان
والنسائى .
26. (3082)- Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Bugün Habeşli sâlih bir kimse öldü, haydi üzerine namaz kılın."
Râvi der ki: "Hemen saf yaptık (namaza durduk), ben ikinci safta -veya üçüncüde- idim. Aleyhissalâtu vesselâm onun üzerine (gıyabında) namaz kıldı."[1362]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste geçen "saf yaptık" ibâresi, cenaze
namazında da diğer farzlarda olduğu gibi saflar halinde durulup, tesviyeye yani
safların düzgün olması gereğine bir işarettir. Cenâze namazında saf yapma
gereğine sadece Atâ hükmetmiştir. Abdurrezzak'ın, İbnu Cüreyc'ten rivâyetine
göre, Atâ'ya: "Cenâze namazında da halka saf yapması gerekir mi?"
diye sorunca: "Hayır, halk bu namazda sadece tekbir getirir ve istiğfarda
bulunur" diye cevap vermiştir.
Cenâze namazında da kadınlar en arkada yer alır. Herhangi bir
sebeple kadının erkeklerin yanında yer alması hâlinde cenaze namazı iptal
olmaz. Çünkü bu namaz, diğerleri gibi tam mânasıyla bir namaz sayılmamıştır.
Nitekim rükûsu, sücûdu yoktur.
2- Gıyapta namaz meselesine gelince, sadedinde olduğumuz
hadîse göre bu caizdir. İmam Şâfi'î ve Ahmed İbnu Hanbel bu görüştedirler.
Nevevî, "cenaze şehirde ise, yanına gitmeden namaz kılınmaz" der.
Uzakta ölenler için, cenâzenin huzuru şart kılınmamıştır. Hanbelîler
"ölünün üzerinden bir ay geçmemiş olma" şartıyla gıyabında namaza
cevaz verirler.
Mezhebimize (Hanefî) göre gaib bir ölü üzerine namaz câiz
değildir. Çünkü kıble cihetinde sapma olur. Cenaze namazında ölü, namaz
kılanlarla kıble arasında olması gerekir. Bu durumda ölü doğu tarafında olsa,
namazda kıbleye dönülünce ölü arka tarafta kalır, ölü cihetine yönelecek
olunsa, kıble arka cihette kalır.
Mâlikîlere göre de ölünün huzuru, namaz için şarttır.[1363]
ـ3083 ـ27
-وعن أبي برزة
ا‘سلمى رضِى
اللّهُ عنْه:
]أَنَّ رَسولُ
اللّه صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ وَسَلَّمَ
لَمْ يُصَلِّ
عَلَى
مَاعِزِ بنِ مَالِكٍ،
وَلَمْ
يَنْهَ عنِ
الصََّةِ
عَلَيْهِ[.
أخرجه أبو
داود.
27. (3083)- Ebu Berze el-Eslemî (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Mâiz İbnu Mâlik'in cenazesine namaz kılmadı. Ancak ona namaz kılınmasını yasaklamadı da."[1364]
AÇIKLAMA:
1- Mâiz, daha önce geçtiği üzere (1605. hadis) zina îtirâfıyla
hadden öldürülen kimsedir.
2- Burada Resûlullah'ın, namazını kılmadığı, yasaklamadığı da
belirtilir. Müslim'in bir rivâyetinde, "Ona istiğfarda bulunmadı, kötü söz
de söylemedi" denir. Ancak bir başka rivâyette Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) Ashab'ın mağfiret dilemelerini emreder ve onlar da bunu yaparlar:
"Mâiz için mağfiret dileyin" diye emretti, Ashab da: "Allah
Mâiz'i mağfiret buyursun" dedi." Buharî'de gelen bir Câbir hadisi
ise:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ona hayır söyledi ve
namaz kıldı" der.
Ebu Dâvud şârihi Azîmâbâdî'nin gösterdiği üzere, hadisçiler,
Resûlullah'ın Mâiz üzerine namaz kılmadığını ifade eden rivâyetleri zayıf
addederek "namaz kılmasını" esas almışlardır. Husûsen bir diğer
zâniye olan Cüheyniye ile ilgili rivâyet bu şıkkı te'yid eder. Kadın, recmen
öldürüldükten sonra Resûlullah'ın, namazını kıldırdığı sahih rivâyetlerde
sarâhatle gelmiştir. Hatta bir rivâyette Hz. Ömer: "Ey Allah'ın
Resulü!" bu kadın zina etmiş olduğu halde namazını mı kılıyorsun?"
itirazında bulunmuş, Resûlullah: "Öyle bir tevbe etti ki, Medine halkından
yetmiş kişiye taksim edilse kâfi gelirdi..." cevabını vermiştir (1607.
hadise bakın).
Bazı âlimlerin bu husustaki görüşlerini şöyle özetleyebiliriz:
* Sührî: "Had sebebiyle kısasen öldürülenin namazı
kılınır, recmen öldürülenlerin kılınmaz" demiştir.
* Hz. Ali'nin, recmettirdiği Şerrâhe'nin namazının kılınmasını
emrettiği rivayet edilmiştir. Ülemânın ekserisi bu görüştedir.
* Şâfi'î hazretleri: "Ehl-İ kıbleden, iyi olsun kötü
olsun, hiç kimsenin namazı terkedilmez" demiştir.
Ashab-ı Rey ve Evzâî: "Recmen öldürülen yıkanır, namazı
kılınır" demiştir.
İmam Mâlik: "Herhangi bir had sebebiyle imam tarafından
öldürülen kimsenin namazını imam (devlet reisi) kıldırmaz, dilerse ailesi ve
başkaları kıldırır" demiştir.
Ahmed İbnu Hanbel: "İntihar edenin, devlet malından çalanın
namazını devlet reisi kıldırmaz" demiştir.
Ebu Hanife: “Muhariblerden (devlete isyan edenler) öldürülenler
veya asılanlar için cenaze namazı kılınmaz” demiştir.
* Bazı Şâfiî'ler: "Kişi namazı terkettiği için
öldürülecek olursa namazı kılınmaz, onun dışında had veya kısas sebebiyle
öldürülenin namazı kılınır" demiştir.
3- Namazı Kılınmayanlar:
* İrtidad ettiği için öldürülenin namazı kılınmayacağı gibi,
cenazesi müslüman mezarlığına da konmaz. Boş bir yerde bir çukur açılarak
defnedilir.
* İmam-ı Azam'a göre İslam devletine karşı muharebe edenle, âsî
çetecilere namaz kılınmaz.
* Anasını veya babasını
haksız yere âmmden öldürenin namazı da kılınmaz.
* Bir müslümanla evli olan gayr-ı müslimenin cenazesine -gebe
olarak ölse bile- namaz kılınmaz, cenazesi müslüman mezarlığına konmaz. Ancak
bir kavle göre, çocuğa tâbi olarak İslam mezarlığına defnedilir. Fakat, çocuk
da henüz anneden bir cüz sayılacağından annenin tâbi olduğu milletin
mezarlığına gömülür.
* Küffâr ile veya devlete isyan edenlerle savaşırken şehid
olanların durumları ihtilâflıdır. İmam Azam'a göre şehid, şehidler yıkanmadığı
gibi, namaz da kılınmaz. Hasan-ı Basrî: "Yıkanır ve namaz kılınır"
demiştir.[1365]
ـ3084 ـ28 -و
عن أبي هريرة
رضي اللّهُ
عنه قال:
]كَانَ رَسُولُ
اللّه صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
يُؤْتَى
بالرَّجُلِ المُتَوفِّى
وَ عَلَيْهِ
الدَّيْنُ
فَيَسْأَلُ :
هَلْ تَرَكَ
لِدَيْنه
قَضَاءَ،
فَإِنْ
حُدِّثَ
أنَّهُ
تَرَكَ
وفَاءً
صَلَّى، وَإَّ
قَالَ:
صَلُّوا
عَلَى
صَاحِبِكُمْ،
فَلَمَّا
فَتَحَ
اللّهُ عَلَى
رَسُولهِ
صَلَّي اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
كَانَ
يُصَلِّي وََ
يَسْأَلُ،
وَكَانَ
يُقَالُ:
أَنَا
أَوْلَى
بِالْمُؤْمِنِينَ
مِنْ
أَنْفُسِهِمْ،
فَمَنْ تَرَكَ
دَيْناً،
أَوْ كًَّ،
أَوْ
ضَيَاعًا فَإِلَيَّ
وَعلَيَّ،
وَمَنْ
تَرَكَ مَا ً
فَلِوَرَثَتِهِ[.
أخرجه الخمسة
إ أبا داود.
28. (3084)- Hz. Ebû Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a
üzerinde borç olan bir ölü getirildiği zaman:
"Borcunu ödeyecek bir mal bıraktı mı?" diye sorardı.
Eğer yeterli mal bıraktığı söylenirse namazını kılardı. Aksi taktirde:
"Arkadaşınızın namazını kılın!" derdi. Ancak Allahu
Teâla Hazretleri, Resûlüne fetihler müyesser ettiği zaman (her getirilenin)
namazını kıldı ve (borcu var mı? Diye) sormadı. Şöyle derdi:
"Ben mü'minlere nefislerinde evlâyım. Öyleyse, kim borç veya
ağır bir yük veya horanta bırakırsa o banadır, benim üzerimedir. Kim de mal
bırakırsa o da kendi vârislerinedir."[1366]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), müslümanların, maddî
imkânlarının dar olduğu dönemlerde borçtan kaçınmalarını sağlamak için cenaze
namazlarına katılmamak gibi mânevî bir baskıya başvurmuştur. Ecel ne zaman
geleceği belli olmadığı için, bu tedbirin herkes üzerinde müessir olduğu
söylenebilir. Hangi sahâbenin gönlü, cenazesine veya yakınının cenâzesine
Resûlullah'ın katılmamış olmasına razı olabilir?
Borçlanmama hususundaki tedbirin bir kısım lüks ve israf
harcamalarını engelleyeceği söylenebilir. Günümüzde taksitli satışların
yasaklandığını veya en azından sınırlandırıldığını düşünsek, lüksü artıran,
hayatı pahalı kılan pek çok lüks sanayiinin gerileyeceğini söyleyebiliriz.
Şu halde Fahr-İ Kâinat'ın, kuruluş ve tekevvün halindeki iktisaden
pek mütevazi ve kıt imkanlı İslam cemaati için almış olduğu borçlanmayı önleme
tedbirini günlük hayata fevkalâde müessir, iktisadî bir ameliye olarak
değerlendirebiliriz.
Ancak borçtan mutlak kaçınmak, sâbit bir prensip olamaz, iktisâdî
gelişmeleri önler. Bu sebeple Resûlullah, cemiyetin hamleye geçme safhasında bu
yasağı kaldırmıştır. Bu yasağın kalkışını noktalayan durumu İbnu Abbâs rivâyet
etmektedir:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) borçlu olarak ölen bir kimsenin namazını kılmıyordu. Bir gün Ensar'dan bir zat vefat etti. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Bunun borcu var mı?" diye sordu. "Evet!" dediler.
"Öyleyse cenazenizin namazını kılın!" buyurdu. Bunun üzerine Cebrail aleyhisselâm gelerek şunları söyledi:
"Allah Teâla Hazretleri buyuruyor ki: "Benim nezdimde zâlim, ancak zulüm, israf ve isyân husûsunda borçlanandır. Horanta (çocuk-çoluk) sâhibi namuslu insana gelince, onun namına ben ödeyeceğim, kefiliyim.
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunları işitince, hemen o zâtın cenaze namazını kıldı ve bundan sonra:
"Her kim yoksulluk veya borç bırakırsa bu, bana yahut benim üzerime kalır; kim miras bırakırsa ailesi efradına kalır" buyurdu. Bundan böyle bu gibilerin namazlarını kıldı."
2 - Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu borç ödeme işini
nasıl, nereden yapıyordu? meselesi âlimleri farklı yorumlara, tahminlere
sevketmiştir:
* "Devlet reisi olarak müslümanların mâlî mesâlihinden
yani amme harcamalarından yapmıştır" denmiştir.
* "Kendi öz malından yapmıştır" denmiştir.
* "Bu ödeme, Aleyhissalâtu vessalâm'a vacibti" denmiştir.
* "Bu ödemeyi vecibe olarak değil, teberru olarak
yapıyordu" denmiştir.
Nevevî, "İhtilâf bizim mezhebimiz mensupları (Şafiî) ve
başkaları için iki yönlüdür" dedikten sonra Şâfiîlerin, borçlu olarak ölen
kimsenin borcunun beytü'l-malden yani devlet hazinesinden ödenmesi hususunda
ihtilâf ettiklerini, bir kısmının "gerekmez!" dediğini kaydeder ve
hadisin sonunda geçen: "Ben mü'minlere nefislerinden evlâyım, öyleyse kim
borç veya ağır bir yük veya horanta bırakırsa o banadır, benim üzerimedir, kim
de mal bırakırsa o da kendi vârislerinedir" ibaresini şöyle anlar:
"Resûlullah, burada buyurmuştur ki: "Sizin mesalihinizi (faydalı
işlerinizi), her biriniz için sağlığında da ölümünde de tanzim eden benim. Ben
her iki halinizde de velinizim. Üzerinde borcu varsa ve bir mal da bırakmamışsa
ben kendi malımdan öderim. Eğer mal bırakmışsa bu mal vârislerinindir, ondan
bir şey almam. Eğer muhtaç, yoksul horanta bırakmışsa bana getirsinler, onların
nafakası, bakımı bana aittir."
3- Resûlullah'ın borç ödeme işini devlet malından yaptığını
söyleyen alimler, bu hadisten hareketle, "fakirlerin borçlarının İslâm
devletince ödenmesi gerekir" demiştir. Çünkü Resûlullah'tan sonra O'nun
vecibeleri devlete kalmıştır.
4- Hadisten, kişinin borçlarını sağlığında ödeyip temizlemesi
gereği de anlaşılmaktadır.
5- Hadiste geçen: "Ben mü'minlere nefislerinden
evlâyım" ibâresi, şu âyetten muktebestir: "Peygamber, mü'minlere
nefislerinden evlâdır, hanımları da anneleridir" (Ahzâb 6).[1367]
ـ3085 ـ29
-وعن جابر بن
سمرة رضي
اللّهُ عنْه
قال: ]أُتِيَ
النَّبي
صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
بِرَجُلٍ
قَتَلَ
نَفْسَهُ،
فَلَمْ يُصَلِّ
عَلَيْهِ[.
أخرجه مسلم
والترمذي
والنسائى .
29. (3085)- Câbir İbnu
Semüre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a, kendisini öldüren bir adam getirilmişti, üzerine namaz,
kılmadı."[1368]
AÇIKLAMA:
Hadis, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın, intihar ederek
kendi canına kıyan kimsenin cenaze namazını kılmadığını ifade ediyor. Burada da
görüldüğü üzere, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), ashabı intihar eden
şahsa namazı kılmaktan men etmemiştir. Üstelik bazı rivâyetlerde
"Arkadaşınızın cenaze namazını kılın" dediği de görülmektedir.
Resûlullah'ın, böylelerinin cenaze namazına katılmaması, intihar ve benzeri
fiillerden müslümanları menetmek içindir.
Her hâl u kârda müntehirin namazı kılınır mı, kılınmaz mı diye
ulemâ da ihtilâfa düşmüştür. Hanefilerden Ebu Yusuf, Ömer İbnu Abdilaziz, ve
Evza'i gibi bir kısım müçtehitler "kılınmaz" derken; Hasan Basri,
Nehâ'î, Katâde, Ebu Hanîfe, Şâfiî, Mâlik gibi büyüklerin de yer aldığı cumhur-u
ulemâ müntehirin namazının kılınacağını söylemiştir.[1369]
ـ3086 ـ30 -و
عن عن عائشة
رَضِىَ
اللّهُ عَنْها
قالت: ]قال
رَسولُ اللّه
صَلَّي
اللّهُ عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ:
مَا مِنْ
مَيِّتٍ
تُصَلِّى
عَلَيْهِ
أُمَّةٌ مِنَ
الْمُسْلِمِينَ
يَبْلُغُونَ
مِائَةً
كُلُّهُمْ
يَشْفَعُونَ
لَهُ إَّ
شُفِّعُوا
فِيهِ [. أخرجه
مسلم والترمذي
والنسائي.
30. (3086)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Üzerine müslümanlardan, kendisine
şefaat taleb eden yüz kişinin namaz kıldığı her ölüye mutlaka şefaat
edilir."[1370]
AÇIKLAMA:
Hadis, cenaze namazına katılan mü'minlerin, yaptıkları dua
sebebiyle ölü lehinde, Allah nezdinde şefaatçi vaziyetini aldıklarını, bu
şefaatin ölü hakkında kabul göreceğini ifâde ediyor. Hadiste cemaate katılanlar yüz
kişiyi bulursa denmiştir. Ancak ulemâ, bu babta gelen başka hadisleri de
nazar-ı dikkate alarak şefaatin makbuliyeti için yüz rakamını şart görmemiş,
rakam üzerinde ısrar etmemiştir. Nitekim, müteakip iki hadisten biri, cemaatin
sayısını "kırk" olarak ifâde ederken, ikincisi "üç saf"
demekte ve saflarda kaçar kişi bulunacağını belirtmemektedir.
Mütemmim açıklamayı orada kaydedeceğiz.[1371]
ـ3087 ـ31
-وعن ابن عباس
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهما
قال:
]سَمِعْتُ
رَسُولَ
اللّه صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
يَقُولُ مَا
منْ مُسْلِمٍ
يَمُوتُ
فَيَقُومُ
عَلَى
جَاَزَتِهِ
أَرْبَعُونَ
رَجًُ
يُشْرِكُونَ
شَيْئاً إَِّ
شَفَّعَهُمُ
اللّهُ
تَعَالَى
فِيهِ[. أخرجه
وأبو داود.
31. (3087)- İbnu Abbâs
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı
işittim, diyordu ki:
"Bir müslüman ölür, cenaze namazına Allah'a şirk koşmayan
kırk kişi katılırsa, Allah, bunların onun hakkındaki şefaatini mutlaka kabûl
eder."[1372]
ـ3088 ـ32
-وعن مالك بن
هبيرة رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ
رَسولَ
اللّهِ
صَلَّي
اللّهُ عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ:
مَا مِنْ
مُسْلِمٍ
يَمُوتُ فَيُصَلِّي
عَلَيْهِ
ثََثَةُ
صُفُوفِ مِنَ الْمُسْلِمِينَ
إَِّ أوْ جَبَ
فَكَانَ
مَلِكٌ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ إِذَا
اسْتَقَلَّ
أَهْلَ
الْجَنَازَةِ
جَزَّاهُمْ
ثََثَةَ
صُفُوفٍ
لِـهَذَا
الحَدِيثِ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي .
32. (3088)- Mâlik İbnu
Hübeyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Bir müslüman ölür ve üzerine, müslümanlardan üç saf namaz
kılarsa, (Allah şefaati) mutlaka vâcib kılar."
(Hadisin râvisi) Mâlik (radıyallahu anh), cenazeye katılanlar az
olursa, bu hadis sebebiyle cemaati üç safa taksim ederdi."[1373]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadisler, cenaze namazına çoklukla iştirake teşvik
etmektedir. Cemaate iştirak hem ölenin lehine hem de katılanın lehine bir
hâdisedir. Çünkü, katılan da Uhud dağı azametinde sevâba nâil olmaktadır. Bu
kimse, ayrıca ölümü, hayatın faniliğini hatırlayacak, öbür âlemi, oradaki
hesap, mîzan, sırat, cennet, cehennem, ebediyyet gibi insanı ziyadesiyle alâkadar eden
meseleleri tezekkûr edecek, kendini yenileme, İslâmiyet'ini tazeleme, daldığı
dünyevî meşgalelerden bir müddet olsun kaçma fırsatı bulacaktır. Böylesi
fırsatlarla hayatının yönünü değiştirenlere, büyük bir uyanışla uyananlara bile
çevremizde şahit olmaktayız. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın vaadettiği
Uhud azemetindeki -def'ine de katıldığı takdirde iki Uhud azemetindeki (3057)-
sevab vaadinin neticesini böylece daha dünyada iken görenler çoktur.
2- Dikkat edince, ölünün namazdan istifâdesinin iki şarta
bağlandığı görülür:
1) Namaza iştirak edenler, ölü hakkında şefaatçi olmalıdırlar,
yâni Allah'tan samimiyetle mağfiret taleb edip hayır duada bulunmaları...
2) Hepsinin müslüman olması, aralarında müşrik bulunmaması,
herhangi bir şeyi Allah'a şirk koşmaktan kaçınmaları... Nevevî, Kâdı İyaz'dan
da naklen bu hadislerle ilgili olarak şu açıklamayı yapar:[1374] "Dendi ki bu
hadisler, (Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a farklı zamanlarda sorulmuş
bulunan) suallere cevap olarak vârid olmuştur. Herbirinin sualine bunlardan
biri cevap olarak söylenmiştir. Muhtemeldir ki, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a yüz kişinin şefaatinin makbul olacağı haber verilmiştir, O da bunu
ümmetine bildirmiştir, sonra da kırk kişinin şefaatinin makbul olacağı, en
sonunda da; sayıları az bile olsa üç safın şefaatinin makbul olduğu... O da
bunu haber vermiştir. Yine muhtemeldir ki, burada kastedilen, muayyen sayı
değildir, mefhum-u aded'dir. Usulcü cumhurlar[1375], sayı mefhumuna delalet
eden rakamlarla amel etmemişlerdir. Dolayısıyla yüz kişilik cemaatin şefaatinin
makbul olduğunu bildiren ihbardan, daha az sayıdaki cemaatin şefaati makbul
değildir hükmü çıkarılmaz. Keza kırk Kişilik cemaat, de üç saflık cemaatten
bahseden hadîsle değerlendirilmeli, bu rakamlara bağlanıp kalınmamalıdır. Şu
halde her bir hadis, kendisiyle amel edilmeye elverişlidir, sayıca kırktan ve
üç saftan daha az bir cemaatin şefaatinin de makbul olacağı neticesine
varılır."
Türbüştî der ki: "Bu hadisler arasında tezad yoktur. Çünkü,
bu gibi rakamlarda takip edilen usûle göre, iki sayıdan küçük olanı büyük
olandan sonraya aittir. (Yani önce büyük sayıya yer veren hüküm gelmiştir,
arkadan da küçük sayıya yer veren hüküm.) Çünkü Allah Teâla Hazretleri, bir
mâna için mağfiret vaadetmişse, bundan sonra artık vaadedilen fazilette
noksanlaşma O'nun sünnetinde yoktur, aksine faziletçe artma vardır. Bu,
Allah'ın kullarına fazlının çokluğuna delalet eder." Türbüşti'nin bu
açıklamasından şunu anlıyoruz: Hadis'e göre, cenaze namazına iştirak eden
"üç saf olabilecek cemaat" mânasındaki bir kalabalığın ihlasla
yapacakları dua Allah indinde makbûl bir şefaattir. Bu asgari cemaat mânası
için vaadedilen ilahî fazl, sayı arttıkça artabilir, ama sayının eksilmesi
-mânânın altına düşmemek kaydıyla- vaadedilen fazlı iptal etmez. Asgari miktar
üç saf olarak ifade edilmiş, rakam verilmemiştir. Her safı üçer kişi tutarsak
on kişilik cemaat bile bu mânanın tezâhürüne yeterli sayılabilir.[1376]
ـ3089 ـ1 -عن
أبي قتادة
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسولُ
اللّهِ
صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ:
إِذَا دَخَلَ
أحَدُكُمُ
الْمَسْجِدَ
فَلْيَرْرَكْعَتَيْنِ
قَبْلَ أنْ يَجْلِسَ[.
أخرجه الستة.
1. (3089)- Ebu Katâde
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Biriniz mescide girince oturmazdan önce iki rek'at
kılıversin."[1377]
ـ3090 ـ2
-وعن كعب بن
مالك رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قالَ : ]كَانَ
النَّبيُّ
صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
إذَا قَدِمَ
مِنْ سَفَرٍ
بَدَأَ
بِالْمَسْجِدِ
فَصَلّى
فِيهِ رَكْعَتَيْنِ،
ثُمَّ جَلَسَ
للِنَّاسِ [.
أخرجه أبو
داود.
2. (3090)- Ka'b İbnu Mâlik
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bir
seferden dönünce önce mescide uğrar, orada iki rek'at namaz kılar, sonra
insanlar-(ile görüşmek için) otururdu."[1378]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bizzat yaptığı ve
ümmetine de tavsiye ettiği sünnetlerden biri tahiyyetu'l-mescid'dir. Yani bir
mescide girildiği zaman iki rek'at namaz kılınmalıdır. Mescide, vakit namazı
kılmak veya herhangi bir namaz kılmak gibi bir maksadla girmek kaydı yoktur.
Emir mutlak geldiğine göre, turistik bir gezi, mescidin san'atını seyretmek,
serinlemek vs. gibi herhangi bir maksadla girilince bu namaz kılınmalıdır.
Ancak mekruh vakitlerde kılmamak bilhassa Hanefiler için ehemmiyet taşır.
2- Şunu da belirtelim ki, bu çeşit nâfilelerde kılınacak
namazın âzamî miktarı yoktur. Ulemâ bu hususta ittifâk eder. Asgari miktar
ihtilaflıdır. İki rek'atten daha azı ile bu sünnet yerine getirilmiş olmaz.
3- Tahiyyetü'l-Mescid'le ilgili emirvücub ifade eden bir emir
değildir, nedb ifâde eder. İbnu Battâl, Zâhirîlerin buna "vâcib"
dediklerini rivâyet etmiştir.
Hanefiler, bu emrin mekruh vakitler dışındaki zamanla ilgili
olduğunu söylerler. İbnu Hacer, "Burada müteârız iki âmm hüküm var,
tahiyyetü'l- mescid emri her mescide girenedir, zaman hususunda tafsil yoktur;
diğer taraftan belli vakitlerde de namazdan nehiy vardır, ikisi de âmmdır, öyleyse
bu iki âmm ifadenin biri tahsis edilmelidir" der ve devamla,
"bazılarının emri âmm kılıp, nehyi tahsise meyl ettiğini" söyler.
Şâfiîler bunu iltizam ederek her vakitte tahiyyetü'l-mescidin kılınabileceğini
söylemişlerdir. Bir kısmı da aksini söylemiş, nehyi âmm kılmış, emri tahsis
etmiştir. Hanefiler ve Malikiler bu görüştedirler.
4- Bazı âlimler, hadiste geçen "oturmazdan önce"
kaydını esas alarak, unutarak kılmadan oturan, artık tahiyyetü'l-mescid'
kılamaz demiştir. Ancak İbnu Hacer, İbnu Hibban'ın kaydettiği bir rivâyete
dayanarak bu görüşü isabetli bulmaz. Orada Resûlullah oturmuş olan Ebu Zerr'e,
iki rek'at tahiyyetü'l-mescid kılıp kılmadığını sorar, "hayır!"
cevabını alınca,
"Kalk iki rek'ati kıl!" diye emreder. Şu halde oturmakla tahiyyetü'l-mescid sâkıt olmaz, hatırlayan kalkıp kılmalıdır. Muhibbu't-Taberi, "Şu söylenebilir: Tahiyyetü'l- mescid'in oturmazdan önceki vakti fazilet vaktidir, oturduktan sonraki vakti cevâz akti'dir" der.
5- Âlimler, bir mescide herhangi bir namazı kılmak veya farzı
eda ve imama uymak için giren kimseye tahiyyetü'l-mescidin gerekmeyeceğini,
kılınacak namazın bunun yerine geçeceğini söylerler.
6- Müslim'de gelen bir rivâyet, sadedinde olduğumuz Ebu Katâde
hadîsinin vürud sebebiyle ilgili vak'ayı anlatır: "Ebu Katâde mescide
girmişti. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı ashabının arasında oturmuş
buldu. O da onlarla oturdu. Resûlullah:
"Namaz kılmaktan seni alıkoyan nedir?" diye sordu.
"Sizi oturmuş, etrafınızı da insanlar çevirmiş gördüm"
cevabı üzerine; Aleyhissalâtu vesselâm:
"Biriniz mescide girdi mi iki rek'at kılmadıkça oturmasın!" buyurdu:" Hadisin İbnu Ebî Şeybe'de gelen veçhinde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmuştur: "Mescidlere hakkını verin!" Ashab sorar: "Mescidlerin hakkı nedir?" "Oturmazdan önce kılacağınız iki rek'attir" buyurur.
7- Kâ'b İbnu Mâlik'in rivayeti mevsul olarak daha önce
geçmiştir. Orada (652. hadis), Tebük seferine katılmayışının hikâyesini uzunca
bir rivâyette anlatırken, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sefer dönüşü,
önce mescide uğrayıp iki rek'at tahiyyetü'l- mescid kıldıktan sonra diğer
beşeri münasebet ve ictimaî faaliyetlerine geçtiğini belirtir.
Sefer dönüşü önce mescide uğrayıp iki rek'at namaz kılma sünneti
Resûlullah'ın hasaisinden değildir. Buhârî, bu durumu belirtmek için sadedinde
olduğumuz babta, Hz. Câbir'e de bunu emreden bir rivâyet kaydederek, fiilini ve
emrini bir arada göstermiştir. Ancak bu, Resûlullah'ın şahsi hayatında
müste'mir bir sünnetidir. Ebu Dâvud'daki rivâyette, Aleyhissalâtu vesselâm'ın
Medine'ye dönüşleri, hep gündüze rastlattığını, gece girmediğini, gelince de
doğruca mescide gittiğini tasrih eder.[1379]
İstihâre, "hayır" veya "hıyare" aslından
gelir. Hayır taleb etmek demektir. Daha doğrusu, iki şeyden birine muhtaç olana
onların hayırlısını taleb etmek mânâsına gelir. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm), bir iş yapmaya karar verenlere istiharede bulunmayı tavsiye
etmiştir. Bu muayyen âdâba uyarak rüyada o işin hayırlı olup olmayacağı
hususunda Allah'tan bir işaret taleb etmek ve bu işarete göre hareket etmektir.
İstihârede bulunmaya teşvik eden, ehemmiyetini haber veren birçok
hadis vârid olmuştur. Bazıları zayıf ise de başta Buharî olmak üzere pek çok
muteber hadis kitaplarında yer alacak sıhhatte olanları da mevcuttur. Bazıları
şöyledir: Allah'a istihâre, kişinin saadet vesilelerinden biridir."
"İstihâre eden zarara düşmez." اَResûlullah bir iş
yapacağı zaman şöyle dua ederdi: "Allahım, bana hayır ver ve benim için
hayırlı olanı seç."[1380]
ـ3091 ـ1 -عن
جابر رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال : ]كَانَ
رَسولُ
اللّهِ صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
يُعَلِّمُناَ
اسْتِخَارةَ
فِي ا‘ُمُورِ
كُلِّهَا كَمَا
يُعَلِّمُنَا
الـسُّورةَ
مِنَ الْقُرْآنِ:
إِذَا هَمَّ
أحَدُكُمْ
بِا‘َمْرِ
فَلْيَرْكَعْ
رَكْعَتَيْنِ
مِنْ غَيْرِ
الفَرِيضَةِ،
ثُمَّ
لْيَقُلِ:
اَللَّهُمَّ
إِنّي
أَسْتَخِيرُكَ
بِعِلْمِكَ،
وَأسْتَقْدِرُكَ
بِقُدْرَتِكَ،
وَأَسْأَلُكَ
مِنْ فَضْلِكَ
الْعَظِيمِ؛
فَإِنَّكَ
تَقْدِرُ وََ
أَقْدِرُ،
وَتَعْلمُ
وََ
أَعْلَمُ،
وَأَنْتَ عََّمُ
الْغُيُوبِ.
اَللَّهمَّ
إِنْ كُنْتَ
تَعْلَمُ
أَنَّ هَذَا ا‘َمَرَ
خَيْرٌ لِي ف دِينِي
وَمَعَاشِي
وَعَاقِبَةِ
أَمْرِي،
أَوْ قَالَ
عَاجِلِ
أَمْرِي
وَآجِلهِ
فَاقْدُرْهُ
لِى ويَسِّرهُ
لي، ثُمَّ
باركْ لي
فيهِ، وإن
كُنْتَ تَعْلمُ
أنَّ هذا
ا‘مْرَ شَرٌّ
لِي
فِي دِينِي
وَعَاقِبَةِ
أمْرِي، أَوْ
قَالَ: عَاجِلِ
أَمْرِي وَآجِلِهِ،
فَاصْرِفْهُ
عَنِّي
عَنْهُ، وَاقْدُرْ
لِي
الْخَيْرَ
حَيثُ كَانَ،
ثُمَّ
رَضِّنِي
بِهِ قَالَ:
وَيُسَمَي
حَاجَتَهُ[.
أخرجه الخمسة
إ مسلما.
1. (3091)- Hz. Câbir
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize,
Kur'an'dan bir sûre öğrettiği gibi her işte istiharede bulunmamızı öğretirdi.
Derdi ki: "Biriniz bir işi yapmaya arzu duyduğu zaman, farzlar dışında iki
rek'at namaz kılsın, sonra şu duayı okusun: "Allahım, senden hayır taleb
ediyorum, zira sen bilirsin. Senden hayrı yapmaya kudret taleb ediyorum, zira
sen vermeye kadirsin, Rabbim yüce fazlını da taleb ediyorum. Sen her şeye
kadirsin, ben âcizim. Sen bilirsin, ben câhilim. Sen gayıbları bilirsin.
Allahım, eğer biliyorsan ki bu işi bana dinim, hayatım ve sonum
için -veya hal-i hazırda ve ileride demişti- hayırlıdır, bunu bana takdir et ve
yapmamı kolay kıl. Sonra da onu hakkımda mübarek kıl. Eğer bu işin, bana dinim,
hayatım ve âkıbetim için -veya hal-i hazırda ve ileride dedi- zararlıdır; onu
benden çevir, beni de ondan çevir. Hayır ne ise bana onu takdir et, sonra da
bana onu sevdir!"
Hz. Câbir dedi ki: "Bu duadan sonra yapacağı işi
zikrederdi."[1381]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın istihâreye
günlük hayatta ne kadar fazla yer verdiğini ifade etmektedir. Öyle ki
Kur'an'dan sure öğrettiği ciddiyette istihâre öğretmekte, "her işte"
yani büyük-küçük, basit-mühim, yolculuk, evlenmek, ticâret vs. gibi her çeşit
işte başvurulmasını tavsiye etmektedir.
Burada Kur'an öğretimi ile istihâre öğretimi arasında bir benzetme
mevzuu bahistir. Bu iki öğretim arasındaki benzerliğin mahiyeti -teknik
tâbiriyle vechü't teşbih- nedir? Yeterince açık değildir. Her ne kadar
"ciddiyet" diye kısmen kayıtlamış -isek de bu, hadisin ilk nazarda
anlaşılması içindir. Hadîsin aslında bu kayıt yoktur. Âlimler, bu hususta
muhtelif tahminlerde bulunmuşlardır. Şöyle ki;
* Bazıları: "Bütün işlerde istihâreye olan umumî ihtiyaçtır,
tıpkı namazda Kur'an'a olan umumî ihtiyaç gibi. . ." demiştir.
* Bazıları der ki: "Burada murad, teşehhüdle ilgili
olarak İbnu Mes'ud hadisinde vâki olan alış tarzıdır: Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm), elim ellerinin arasında olduğu halde bana teşehhüdü öğretti, veya
Tahâvî'nin rivâyetinde: "Teşehhüdü Resûlullah'ın ağzından kelime kelime
alırım" veya Teberânî'nin rivâyetinde: "...harf harf aldım"
denir.
* İbnu Ebî Cemre: "Aradaki benzetme, istihâne duasının
harf ve kelimelerinin yerli yerinde ezberlenmesi, ondan ziyade ve noksanın uzak
tutulması, onun öğrenilmesi ve ona devam edilmesidir" der.
* "Bu, ona gösterilecek ihtimam, bereketinin tahakkuku ve
onun için izhar edilecek ihtiramdır" diyen de olmuştur.
* "Her ikisinin de vahiy yoluyla bilinmiş olmaları cihetinden,
aralarındaki benzerlik mevzubahis olabilir" de denmiştir.
2- İbnu Ebî Cemre'nin de belirttiği üzere "her iş"
tâbirinden mübah olan işleri anlayacağız. Çünkü farz, vacib, haram ve mekruh
işler için "yapayım mı, yapmıyayım mı?" diye bir tereddüte,
istihareye gerek yoktur. Mü'min farz ve vacibleri yapmakla mükellef olduğu gibi,
haram ve mekruhlardan da kaçmakla mükelleftir. Dahası, müstehab olan,
Resûlullah'ın sünnetinde mevcut olan bir fiilin yapılması için de istihâreye
başvurulmaz, İslâmî edebe aykırıdır. İstihâre, mübah işlerde olur. Bir de
müstehab işlerden ikisi teâruz edecek olursa veya iş müstehab olmakla beraber
yapılması muhayyerse birini tercih için veya yapmaya karar vermek, başlama
zamanını tesbit için istihâre gerekli olabilir. Sözgelimi umreye gitmek isteyen
kimse bu yıl mı gitsin gelecek yıl mı? Şu ayda mı bu ayda mı? gibi...
3- Burada kaydı gereken bir husûs, hadiste geçen
"biriniz... arzu ettiği zaman" ibaresiyle ilgilidir. Tercümede arzu
etmek olarak çevirdiğimiz yapılacak iş husûsunda akla düşen ilk arzudur. Bu
arzunun yapılmasına kadar zihinde geçen bir kısım ruhî-aklî safhalar, mertebeler
vardır: İbnu Hacer bunları şöyle sıralar: Önce himmet gelir, bunu lümme, bunu
da hatre tâkib eder. Sonra niyet, sonra irâde, sonra da, azimet gelir.
Bunlardan ilk üç safhaya sorumluluk olmaz, ama son üçe (niyet, irade ve azimet)
sorumluluk terettüp eder.
4- Hadiste ".. . zira sen bilirsin" diye tercüme
ettiğimiz tabirini, "ilmin sebebiyle" diye de anlamanın mümkün olduğu
belirtilmiştir. Bu takdirde mâna şöyle olur: "Allahım, senden iki işten
hayırlısına gönlümü açmanı taleb ediyorum; zira sen, büyük-küçük bütün işlerin
mâhiyetini, ne olduğunu, ne olacağını bilirsin, işlerin en hayırlısını senden
başka kimse bilemez."
5- Bazı âlimler, istihare namazını akşam ve sabahın
sünnetleriyle kıyaslıyarak, birinci rek'atte Kâfirûn, ikinci rek'atte de İhlâs
suresinin okunmasını uygun görürler. Namazın sonunda da sadedinde olduğumuz
hadiste geçen dua okunur. Şunu da kaydedelim ki, Nevevî gibi bir kısım âlimler,
istihare namazında Kâfirun ve İhlas surelerinin okunmasına "müstahab"
derken, el-Irâkî: "Bu meseleye temas eden hadislerin hiçbirinde istihare
namazında hangi surelerin okunacağına dair bir kayda rastlamadım"
demiştir.
Sonra abdestli olarak kıbleye yönelerek yatar. Rüyada beyaz veya
yeşil görmesi, niyetindeki şeyi yapmasının hayırlı olacağına; siyah veya kırmızı
görmesi de hayır değil şer getireceğine delalet eder.
Yapılacak
iş hususunda taleb edilen işâreti alamayan kimsenin, aynı iş için istihâre
namazını yedi kere tekrar etmesi gerektiğini İbnu's-Sünnî'nin Hz. Enes'ten
kaydettiği merfû' bir rivayet göstermektedir: إذَ
هَمَمْتَ
بِاَمْرٍ
فَاسْتَخِرْ
رَبَّكَ فيهِ
سَبْعَ
مَرَّاتٍ
ثُمَّ
انْظُرْ إلى الّذِي
يَسْبَقُ إلى
قَلْبِكَ
فَإنَّ الْخَيْرَ
فِيهِ"Bir
iş için istihâre edince yedi kere tekrarla. Sonra kalbine ilk gelen hususa
dikkat et, zira hayır ondadır." Bu hadisin zayıf olduğu belirtilmiştir.
6- "Farzlar dışında" tabiri, farz namazların
arkasından istihâre duası'nın okunmasıyla, istihâre sünnetinin yerine
gelmeyeceğini gösterir. Bu iki rek'at namaz müstakillen kılınmalıdır.[1382]
ـ3092 ـ1 -عن
عبد اللّه بن أوفى
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهما
قال: ]قال
رَسولُ اللّه
صَلَّي
اللّهُ عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ:
مَنْ كَانَتْ
لَهُ إِلَى اللّهِ
تَعــالَى
حَاجَةٌ،
أَوْ إِلَى
أَحَدٍ مِنْ
بَنِي
آدَمَ،
فَلْيَتَوَضَّأْ
وَلْيُحْسِنِ
الْوُضُوءَ،
ثُمَّ لْيُصَلِّ
رَكْعَتَيْنِ،
ثُمَّ
لْيُثْنِ
عَلَى اللّهِ
تَعَـالَى،
وَلْيُصَلِّ
عَلَى
النَّبِىِّ
صَلَّي اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ،
ثُمَّ
لْيَقُلْ : َ
إِلَهَ إَِّ
اللّهُ
الْحَليِمُ
الْكَرِيمُ، سُبْحَانَ
اللّهِ رَبِّ
الْعَرْشِ
الْعظِيمِ،
الْحَمدُ
اللّهِ رَبِّ
الْعَالَمِينَ.
أَسْأَلُكَ
مُوجِبَاتِ
رَحْمَتِكَ،
وَعَزَائمَ
مغْفِرَتِكَ :
وَالعِصْمَةَ
مِنْ كُلِّ
ذَنْبٍ، وَالْغَنَيِمَةَ
منْ كُلِّ
بِرٍّ،
وَالسََّمَةَ
مِنْ كُلِّ
إثْمٍ َ
تَدَعْ لِى
ذَنْباَّ إًِ
غَفَرْتَهُ،
وََّ هَمَّاً
إَّ فَرَّجْتَهُ،
وََ حَاجَةً
هِيَ لَكَ
رِضاً إَِّ قَضَيْتَهَا
يَا أَرْحَمَ
الرَّاحِمِينَ[.
أخرجه
الترمذي. ))عَزَائِمُ
المَغْفِرَةَ((:
ا‘سباب التى
تعزم للعبد
الغفران
وتجققه.
1. (3092)- Abdullah İbnu
Ebi Evfâ (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Kimin Allah'a veya herhangi bir insana ihtiyacı
hâsıl olursa önce abdest alsın, abdesti de güzel yapsın, sonra iki rek'at namaz
kılsın, sonra Allah Teâla Hazretlerine senâda bulunsun, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a salât okusun, sonra şu duayı okusun:
"Halîm, kerîm olan Allah'tan başka ilâh yoktur. Arş-ı Azam'ın
Rabbi noksan sıfatlardan münezzehtir. Hamd âlemlerin Rabbine âittir. Rahmetine
vesile olacak amelleri, mağfiretini celbedecek esbabı (hakkımda yaratmanı)
taleb ediyor, her çeşit günahtan koruman için yalvarıyor, her çeşit iyilikten
zenginlik, her çeşit günahtan selâmet diliyorum. Rabbim! Affetmediğin hiçbir
günahımı, kaldırmadığın hiçbir sıkıntımı bırakma! Hangi amelden razı isen onu
ver, ey rahim olan, bana en ziyade rahmet gösteren Rabbim!"[1383]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, ilmihal kitaplarına "Hâcet namazı" diye
giren namaz çeşidini teşrî etmektedir. Hadîs, Allah'tan veya insanlardan
herhangi bir talepte bulunacak olan kimsenin, talepte bulunmazdan önce, hâcet
namazı kılmasının meşruluğunu belirtiyor ve bu namazın ne şekilde kılınacağını
tarif ediyor:
* Farz ve sünnetlerine riayet ederek mükemmel şekilde abdest almak.
* İki rek'at namaz kılmak. (Bazı âlimler rek'at sayısının
onikiye kadar çıkabileceğini söylemiştir.)
* Namazdan çıkınca, Allah'a hamd ve senâ, Resûlullah'a salât ve
selamdan sonra, hadiste zikredilen duayı okumaktır.
* Sonra dünyevî ve uhrevî, ulaşmak istediği maksadı ne ise onu
ister. Bu son teferruat, hadisin Teysir tarafından alınan veçhinde yok ise de,
İbnu Mâce'de gelen veçhinde mevcuttur."...sonra dünyevî veya uhrevî her ne
dilerse taleb eder, çünkü Allah her şeye kadîrdir."[1384]
ـ3093 ـ1 -عن
ابن عباس
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهما، وأبي
رافع رَضِىَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ رَسُولُ
اللّه صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ قَالَ
لِلْعَبَّاسِ
بْنِ عَبْدِ
الْمُطَّلِبِ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ: يَا
عَبَّاسُ يَا
عَمَّاهُ،
أََ
أُعْطِيكَ
أََ أمْنَحُكَ،
أَ
أَحْبُوكَ،
بِكَ عَشْرَ
خِصَالٍ، إِذْ
أَنْتَ
فَعَلْتَ
ذَلِكَ
غَفَرَ
اللّهُ لَكَ
ذَنْبَكَ
أَوَّلَهُ
وَآخِرَهُ،
قَدِيمُهُ
وَحَدِيثَهُ،
خَطَأَهُ
وَعَمْدَهُ، صَغِيرُهُ
وَكَبِيرُهُ،
سَّرِهَ
وَعََنَيَتَهُ،
عَشْرَ خِصَالٍ
أَنْ
تُصَلِّي
أَرْبَعَ
رَكْعَاتٍ،
تَقْرَأُفـِي
كُلِّ
رَكْعَةٍ
فَاتِحَةَ
الْكِتَابِ
وَسُورَةً،
فَإِذَا
فَرَغْتَ
مِنَ
الْقِرَاءَةِ
قُلْتَ:
سُبْحَانَ
اللّهِ،
وَالْحَمْدُ
اللّهِ، وََ
إِلَهَ إَِ
اللّهُ،
وَاللّهُ أَكْبَرُ
خَمْسَ ،
عَشْرَةَ
مَرَّةً،
ثُمَّ تَرْكَعُ
فَتَقُولُهَا
وَأنْتَ
رَاكِعٌ عَشْراً
ثُمَّ
تَرَفَعُ
رَأسَكَ مِنَ
الرُّكُوعِ
فَتَقُولُهَا
عَشْراً،
ثُمَّ تَهْوِى
سَاجِداً
فَتَقُولُهَا
وَأنْتَ
سَاجِدٌ
عَشْراً،
ثُمَّ
تَرْفَعُ رَأسَكَ
مِنَ
الــسُّجُودِ
فَتَقُولُهَا
عَشْراً،
ثُمَّ
تسْجُدُ
فَتَقُولُهَا
عَشْراً،
ثُمَ
تَرَفَعُ
رَأسَكَ
فَتَقُولُهَا
عَشْراً،
فَذَلِكَ خَمْسٌ
وَسَبْعُونَ
فِي كُلِّ
رَكْعَةٍ،
تَفْعَلُ
ذَلِكَ فِي
أرْبَعِ
رَكَعَاتٍ،
إِنِ
اسْتَطَعْتَ
أَنْ
تُصَلِّيهَا
فِي كُلِّ
يَومٍ
مَرَّةً
فَافْعَلْ، وَإَِّ
فَفِي كُلِّ
جُمُعَةٍ
مَرَّةً، فَإِنْ
لمْ تَفَعَلْ
فَفِي كُلِّ
شَهْرٍ مَرَّةً
، فَإِنْ لَمْ
تَفْعَلْ
فَفِي كُلِّ
سَنَةٍ
مَرَّةً،
فَإِنْ لَمْ
تَفْعَلْ
فَفِي عُمُرِكَ
مَرَّةً[.
أخرجه أبو
داود عن ابن
عباس والترمذي
عن أبي رافع.
1. (3093)- İbnu Abbâs (radıyallahu
anhümâ) ve Ebu Râfi (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) Abbâs İbnu Abdilmuttalib (radıyallahu anh)'e dediler
ki:
"Ey Abbâs, ey amcacığım! Sana bir iyilik yapmayayım mı?[1385] Sana bağışta
bulunmayayım mı? Sana ikram etmeyeyim mi? Sana on haslet(in hatırlatmasını)
yapmayayım mı? Eğer sen bunu yaparsan, Allah senin bütün günahlarını
önceki-sonraki, eskisi-yenisi, hatâen yapılanı-kasden yapılanı,
küçüğünü-büyüğünü, gizlisini-alenîsini yâni hepsini affeder. Bu on haslet şunlardır:
Dört rek'at namaz kılarsın, her bir rek'atte Fâtiha sûresi ve bir sûre okursun.
Birinci rek'atte kıraati tamamladın mı, ayakta olduğun halde onbeş kere
"Subhanallahi velhamdülillahi ve lâilahe illallahu vallahu ekber"
diyeceksin. Sonra rükû yapıp, rükûda iken aynı kelimeleri on kere
söyleyeceksin, sonra başını rükûdan kaldıracaksın, aynı şeyleri onar kere
söyleyeceksin. Sonra secde edip, secdede iken onları onar kere söyleyeceksin.
Sonra başını secdeden kaldıracaksın, onları onar kere söyleyeceksin. Sonra
tekrar secde edip aynı şeyleri onar kere söyleyeceksin. Sonra başını kaldırır,
bunları on kere daha söylersin. Böylece her bir rek'atte bunları yetmişbeş defa
söylemiş olursun.
Aynı şeyleri dört rek'atte yaparsın. Dilersen bu namazı her gün
bir kere kıl. Her gün yapamazsan haftada bir kere yap, haftada yapamazsan her
ayda bir kere yap. Ayda olmazsa yılda bir kere yap. Yılda da yapamazsan hiç
olsun ömründe bir kere yap."[1386]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, hadisleri tenkid etmekte aşırılığı ile tanınmış
olan ve bu sebeple, değerlendirmelerine itibâr edilmeyen İbnu'l-Cevzî
tarafından mevzû addedilmiştir. Ancak ulemâ, İbnu'l-Cevzî'ye bu hükmünde
katılmadığı gibi, hatası sebebiyle ciddi tenkidlerde bulunmuşlardır. İbnu
Hacer: "İbnu'l-Cevzî bu hadisi mevzûlar arasında zikretmekle kötü
yaptı" der ve hadisin, Buhârî tarafından El-Kırâatu Halfe'l- İmâm adlı
kitabına alındığını, Ebu Dâvud, İbnu Mace, İbnu Huzeyme ve Hâkim'in,
kitaplarına "sahih" vasfıyla aldıklarını, Beyhâki gibi başka birçok
muhakkik ulemânın, hadise "sahih" dediklerini kaydeder. Tirmizî:
"İbnu'l-Mübarek ve daha pek çok ilim ehli tesbih namazını rivâyet edip
faziletini beyan ettiler" der. Kaynaklarımız, başta İbnu'l-Mübarek olmak
üzere, bazılarının ismini kaydederek bu namazı Selef büyüklerinin kıldığını belirtir.
Hadis tenkidinde teşeddüdü ağır basan Dârakutnî de şöyle demiştir: "Kur'an
sûrelerinin fazileti üzerine gelen rivâyetlerin en sahihi İhlas sûresi hakkında
gelendir. Namazın faziletiyle ilgili olarak gelen rivâyetlerin en sahihi de
tesbih namazıyla, ilgili olan hadistir." Ebu Musa el-Medînî, hadisin
sıhhatini göstermek için bir cüz te'lif etmiştir.
2- Teysir, hadisin Ebu Davud veçhini almıştır. Tirmizî'deki
veçhi şöyle başlar: "Ey amcam, sana yakınlığımın hakkını vermeyeyim mi?
sana ihsanda bulunmayayım mı? Sana faydalı olmayayım mı?..."
3- Namazın bir de İbnu'l-Mubarek tarafından yapılan tarifi
rivâyet edilmiştir. Bu tarife göre, ilk rekatta Fatiha'dan önce onbeş defa
sübhanâllahi velhamdülillahi ve lâilâhe illalla'hu vallâhu ekber diyecek, sonra
eûzu-besmele çekip Fatiha'yı, zamm-ı sûreyi, sonra on kere yukarıda kaydedilen
tesbihi okuyup ru'kuya gidecek, rükuda on tesbih okuyup başını kaldıracak, o
vaziyette on tesbih daha okuyup secdeye gidecek, secdede on tesbih okuyup
başını kaldıracak, on tesbih okuyup ikinci secde yapıp on tesbih okuyacak,
böylece dört rekat kılacak, her rek'atte yetmiş beş tesbih okuyacak; her
rek'ate onbeş tesbihle başlayacak, sonra Fatiha, sonra on tesbih okuyacak.
4- Tirmizî, bu namazın gece de gündüz de kılınabileceğini, gece
kılındığı takdirde her iki rek'atte de selam verilmesinin daha iyi olacağını;
gündüz kıldığı takdirde dilerse iki rekatte bir, dilerse dört rek'ati de
kıldıktan sonra selam verilebileceğini belirtir. Bir kısım âlimler, bazı
karîneleri değerlendirerek, bu namazı, güneşin öğlede zevalinden sonra kılmayı
efdal bulurlar.
5- Hanefiler ve cumhur, merfu olması sebebiyle İbnu Abbâs ve
Ebu Râfi rivâyeti üzere tesbih namazı kılmayı benimsemiştir. Ancak
Aliyyu'l-Kârî, Mirkât'da der ki:
"Ubûdiyet yapan kimseye bazan İbnu Abbâs hadisine uyarak,
bazan da İbnu'l-Mübarek hadisine uyarak tesbih namazı kılmalı, namazı zevâlden
sonra ve öğleden önce kılmalı; namazda bazan Zülzile, Âdiyât, Feth ve İhlâs
sûrelerini; bazan da Elhâküm, Asr, Kâfirûn ve İhlas sûrelerini okumalıdır.
Yapacağı dua da teşehhüdden sonra selamdan önce olmalı, sonra selam vermeli,
dilediği şey için de duada bulunmalıdır." Aliyyu'l-Kârî sözünü şöyle
noktalar: "Bu söylediklerimin her biri üzerine sünnet vârid
olmuştur."[1387]
ـ3094 ـ1
-عنْ ابن
مسعود رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قالَ : ]َ
يَجْعَلْ
أَحَدُكُمْ
لِلشّيْطَانِ
شَيْئـاً
مِنْ
صََتِهِ،
يَرَى أَنَّ
حَقّاً عَلَيْهِ
أَنْ َ
يَنْصَرِفَ
إَِّ عَنْ
يَمِينِهِ.
لَقَدْ
رَأيْتُ
رَسُولُ
اللّه صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
كَثِيراً
يَنْصَرِفُ
عنْ
يَسَارِهِ[.
الخمسة أخرجه
إ الترمذي.
1. (3094)- İbnu Mes'ud
(radıyallahu anh) buyurdular ki: "Hiçbirinizin; namazından şeytana bir pay
kalmamalıdır. Herkes namazdân çıkarken, sağından kalkmanın üzerine bir vecibe
olduğunu sanır. Halbuki ben Resûlullah'ın çok kere solu üzerinden kalktığını da
gördüm."[1388]
AÇIKLAMA:
Bu rivâyet, namazdan ayrılırken illa da sağdan kalkmak gerekir
diye bir inanca saplanılmaması gerektiğine dikkat çekiyor. Hatta böyle bir
saplantıyı "namazdan şeytana pay ayırmak" olarak tavsif ediyor.
Burada görüldüğü gibi sadece İbnu Mes'ud (radıyallahu anh)'dan değil, Hz. Enes,
Amr İbnu şu'ayb, dedesinden, Hz. Ali'den gelen rivâyetler de Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın bazan sağından bazan solundan kalktığını belirtir.
Sadece Enes'in rivâyetinde Efendimizin çoğunlukla sağdan kalktığı söylenmiştir.
Âlimler, sağdan da soldan da kalkmanın mübah olduğunu bildikten
sonra, sağdan kalkmanın efdâl olduğunu söylerler.[1389]
ـ3095 ـ2 -و
عن عائشة
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]رَأَيْتُ
رَسُولُ
اللّه صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
يَشْرَبُ
قَائِماً
وقَاعِداً،
وَيُصَلِّي
حَافِياً
وَيَنْصَرِفُ
عَنْ
يَمِينِهِ،
وَعَنْ شِمَالِهِ[.
أخرجه
النسائي .
2: (3095)- Hz. Aişe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
ayakta ve otururken su içerken gördüm, yalınayak ve ayakkabılı olduğu halde
namaz kılarken gördüm. Namazdan sağı ve solu üzerine ayrılırken de
gördüm."[1390]
ـ3096 ـ3 -و
عن ابن عباس
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهما : ]أَنَّ
رَفْعَ
الصَّوْتِ
بِالذِّكْرِ
حِينَ يَنْصَرِفُ
الَّناسُ
مِنَ الْمَكْتُوبَةِ
كَانَ عَلَى
عَهْدِ
رَسُولُ اللّه
صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ[.
أخرجه الخمسة
إ الترمذي.
3. (3096)- İbnu Abbâs
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
zamanında, farz namazlardan çıkarken insanlar yüksek sesle zikrederlerdi."[1391]
AÇIKLAMA:
1- İbnu Hacer: "Bu hadisten, namazdan sonra seslice
zikretmenin caiz olduğu anlaşılmaktadır" der. Namazdan sonra cehrî olarak
zikir meselesi münakaşa edilmiştir: Umumiyetle câiz olmadığına meyledilir.
Nevevî der ki: "İmam Şafiî bu hadise dayanarak, sahabenin başlangıçta kısa
bir müddet, zikrin şeklini ta'lim maksadıyla cebrî olarak zikretmiş olduğuna
hükmeder, bunu devamlı yapmadıklarını söyler. Muhtar görüş şudur: Hem imam ve
hem de cemaat zikirlerini sessiz yaparlar. Ancak, ta'lim için ihtiyaç
duydukları takdirde sesli yapabilirler."[1392]
ـ3097 ـ4
-وعن أبي رمثة
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]أَدْرَكَ
رَجُلٌ مَعَ
النّبيِّ
صَلَّي اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
التَّكْبِيرَةَ
ا‘َوَّلِى
مِنَ
الصََّةِ
فَصَلِّى
نَبِيُّ اللّه
صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ وَسَلَّمَ،
ثُمَّ
سَلَّمَ عَنْ
يَمِيـِنهِ وَعَنْ
يَسَارِهِ
حَتَّى
رَأيْنَا
بَيَاضَ خَدَّيْهِ،
ثُمَّ
انْفَتَلَ،
فَقَامَ الرَّجُلُ
الَّذِى
أَدْرَكَ
مَعَهُ
التَّكْبِيرَةَ
ا‘َوَّلَى
مِنَ
الصََّةِ
يَشْفَعُ، فَوَثَبَ
إِلَيْهِ
عُمَرُ
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ
فَأَخَذَ بِمَنْكِبِهِ
فَهَزَّهُ،
ثُمَّ قَالَ:
أَجْلِسْ
إِنَّهُ لَمْ
يَهِلِكْ
أَهْلَ
الْكِتَابَ
إَِّ أنَّهُ
لَمْ يَكُنْ
لَهُمْ
فَصْلٌ بَيْنَ
صَلَو
اتِهِمْ
فَرَفَعَ
النَبيُّ صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
بَصَرَهُ
وَقَالَ:
أَصَابَ
اللّهُ بِكَ
يَا اِبْنَ الْخَطَّابِ[.
أخرجه أبو
داود .
4. (3097)- Ebu Rimse
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Bir adam, namazın ilk tekbirine yetişerek
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte namaz kıldı. Aleyhissalâtu
vesselâm önce sağına sonra soluna selam verdi. (Başını öylesine evirdi ki,
gerisinde olduğumuz halde) yanaklarının beyazlığını gördük. Sonra namazdan
çıktı. Kendisiyle namazın ilk tekbire yetişen zat hemen kalkıp ilave namaza
başladı. Hz. Ömer (radıyallahu anh), ona doğru fırlayarak adamı omuzundan
yakalayıp sarstı ve:
"Otur! Ehl-i kitabı helâk eden şey, namazları arasına bir fâsıla bırakmamalarından başka bir şey değildir!" dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) nazarını çevirip:
"Ey İbnu'l-Hattab, Allah seni (doğruya) isabet ettirdi" buyurdu."[1393]
AÇIKLAMA:
1- İbnu Deybe, bu hadisi biraz özetleyerek Teysir'e almış durumda.
2- Hz. Ömer'in müdahâlesi, adamın selam verildikten sonra
herhangi bir zikre yer vermeden hemen namaza kalkmasından dolayıdır.
Hadisler, araya fasıla koymadan peş peşe namaz kılınmasını hoş
karşılamamıştır. Namaz kıldıktan sonra bir miktar ilerlemek veya gerilemek yani
yer değiştirmek bir fasıla olduğu gibi, konuşmak, zikretmek de bir fâsıladır.
Sadedinde olduğumuz hadiste Hz. Ömer ilerlemek veya gerilemek suretiyle hâsıl
edilecek fâsılayı kasdetmemektedir. Zira "otur" demiştir,
"ilerle!" veya "geri gel!" dememiştir, zamanla
belirlemiştir. Müslim'de Hz. Muâviye'den gelen bir rivâyet şöyle: "Cum'ayı
kıldığın zaman, konuşmadıkça veya çıkmadıkça peşinden namaz kılma. Zira
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunu bize emretti, konuşmadıkça veya
çıkmadıkça namazın peşine namaz kılmamamızı söyledi."[1394]
ـ3098 ـ5 -و
عن أبي
الشعثاء قال:
]كُنَّا
قُعُوداً في
المَسْجِدِ
مَعَ أبِى
هُرَيْرَةَ
رَضِىَ اللّهُ
عَنْه
فأذَّنَ
المُؤَذِّنُ،
فَقَامَ رَجُلٌ
يَمْشِي،
فَأتْبَعَهُ
أبُو
هُرَيْرَةَ
بَصَرَهُ
حَتّى مِنَ اْلُمَسْجِدِ،
فَقَالَ :
أَنَّا هَذَا
فَقَدْ عَصَى
أَبَا
الْقَاسِمِ[.
أخرجه الخمسة
إ البخاري.
5. (3098)- Ebu şa'sâ
(rahimehullah) anlatıyor: "Biz Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) ile birlikte
mescidde oturuyorduk, Müezzin ezan okudu. Bir adam kalkıp yürümeye başladı. Ebu
Hüreyre, adam mescidden çıkıncaya kadar gözleriyle onu takip etti ve:
"Şu adam Ebu'l Kâsım aleyhissalâtu vesselâm'a âsi oldu!"
buyurdu."[1395]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, ezan okunurken mâzeretsiz olarak mescidden
çıkmanın mekruh olduğuna delildir.
2- Bazı alimler derler ki: İsyan, haram olan fi'ilin işlenmesi
halinde hâsıl olur. Halbuki burada namaz henüz farz değilken adam çıkmış
durumda; yani namaz ikâmetten sonra farz olur. Dolayısıyla bu davranışın
"isyan"la ifâde edilmesi vak'aya mutabık düşmüyor. Ancak bazan ezân
kelimesiyle ikamet de kasdedilir. Bir de o sıralarda, ikâmet ezânın hemen
peşinden okunduğu için böyle hükmetmek uygundur.
3- Ebu Hüreyre'ye ait olan bu söz hükmen merfu addedilmiştir.
Çünkü, dini ilgilendiren değerlendirme şahsî içtihadla yapılamaz, hiçbir
sahâbenin buna yetkisi yoktur. Öyle ise bu çeşit sahâbe sözü, Resûlullah'tan
öğrenilen bilgiye mebnidir.[1396]
ـ3099 ـ6 -و
عن سماك بن
حرج قال :
]قُلْتُ
لِجَابِرِ بْنِ
سَمُرَةَ
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه:
أَكُنْتَ
تُجَالِسُ
رَسولُ
اللّهِ
صَلَّي اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ؟
قَالَ: نَعَمْ
كَثِيراً،
كَانَ َ
يَقُومُ مِنْ
مُصََّهُ الَّذِي
يُصَلِّى
فِيهِ
الصُّبْحَ
حَتّى تَطْلُعَ
الشَّمْسُ،
وَكَانُوا،
يَتَحَدَّثُونَ
فِي أَمْرِ
الْجَاهِلِيةِ
فَيَضْحَكُونَ
وَيَتَبَسَّمُ
رَسولُ
اللّهِ
صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ وَسَلَّمَ[.
أخرجه الخمسة
إ البخارى.
6. (3099)- Simâk İbnu Harb
anlatıyor: "Câbir İbnu Semüre (radıyallahu anh)'ye dedim ki:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la beraber oturdun
mu?"
"Evet dedi, hem de çok. Sabah namazı kılınca, namaz kıldığı
yerden güneş doğuncaya kadar kalkmazdı. Bu esnada (cemaat) birbirlerine
cahiliye devri ile ilgili şeyler anlatırlar ve gülerlerdi. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) da tebessüm buyururlardı."[1397]
AÇIKLAMA:
Muhtelif sahâbe tarafından rivâyet edildiği üzere Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) sabah namazlarından sonra mescidde kalarak, bağdaş
kurup oturur ve ashabı ile sohbet ederlerdi. Bir rivâyette bu halin güneş iyice
doğuncaya kadar devam ettiği belirtilir. Bu esnada rüyalar anlatılıp tâbir
edildiği, eyyâmu'l Arap denen cahiliye devri hâdiseleri (tarih) tezekkür
edildiği, israiliyât vs. başka şeylerin anlatıldığı rivâyetlerde açıktır. Yani
ibâdet ve zikir meclisi belli bir müddette kültür halkasına dönüşmektedir.
Bu hâdisenin dikkat çekmemiz gereken bir yönü, devamlı oluşudur.
Yani yılın herhangi bir mevsimine veya ayına veya haftanın herhangi bir gününe
mahsus olmayıp, her gün yapılmaktadır. Resûlullah'ın muttarıd olan günlük
meşguliyetlerinden bir bölümünü teşkil etmektedir. Resûlullah'ın bu tatbikatı bir
kere terkettiği açık olarak belirtilmiştir: Îlâ hâdisesi vâki olunca... Yani
hanımlarıyla bir ay ayrı yaşamaya karar verdiği gün namazı kılar kılmaz Meşrübe
denen husûsî odasına çekilmiş ve bu davranışı fevkalade şaşırtıcı olmuş, başta
Hz. Ömer olmak üzere bütün Ashab (radıyallahu anhüm) mühim bir hadise var
telâşına kapılmıştır. Gerçekten de hayat-ı Nebî'de bir kısım vahyin gelmesine
de sebep olan mühim bir hâdise vukûa gelmiştir: Fahr-ı Kainât, zevcelerinden
bir ay boyu ayrı kalmaya karar vermiştir ki siyer-i Nebî'de Îlâ Hâdisesi diye
geçer.
Bazı rivâyetler, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın kuşluk
vaktine kadar mescitte kaldığını, kuşluk namazını kılarak mescitten ayrıldığını
tasrih eder. Hatta bu davranışı ümmete tavsiye buyurmuştur. Bir Ebu Dâvud
rivâyeti şöyle: Sabah namazından çıkınca yerim de kalıp, kuşluk namazına kadar
bekler ve iki rek'at kuşluk kılmaya kadar hayır olmayan sözlerden sakınırsa,
denizin köpüğü kadar çok da olsa (küçük) günahları affedilir."[1398]
ـ3100 ـ7 -و
عن ابن عمر
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
رَسولُ اللّه
صَلَّى
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ: َ
تَغْلِبَنَّكُمْ
ا‘َعْرَابُ
عَلَى اِسْمِ
صََتِكُمْ،
فَإِنَّ
اسْمَهَا فِي
كِتَابِ
اللّهِ
الْعشَاءُ
وَإنَّمَا
يُعْتَمُ
بِحَِبِ
ا“بِلِ[. أخرجه
مسلم ودأود
والنسائى.
7. (3100)- İbnu Ömer
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Bedevîler, sakın namazınızın isminde size galebe çalıp
değiştirmesinler. Çünkü onun Kitabullah'taki ismi "işâ" (yatsı)dır.
Bedevîler develerini sağarken karanlığa kalırlar da (yatsıya ateme
derler)."[1399]
AÇIKLAMA:
Akşam namazı ile yatsı namazlarının Arapça isimlerinde bir tedahül
ve iltibas mevzubahistir: Her ikisine de İşâ denebilmektedir. Bazı rivâyetlerde
akşam'a "İşâ-yı evvel", yatsıya da "İşâ-yı âhire"
denmiştir. Her ikisi birden işâyeyn (iki işâ) diye de tesmiye edilmiştir.
Ayrıca, Bedevilerin akşama işâ, yatsıya da ateme dedikleri
görülmüştür.
İşte sadedinde olduğumuz hadiste, Aleyhissalâtu vesselâm'ın, bu
karışıklıklara meydan verilmemesini irşad buyurduğunu görmekteyiz.
Şunu da belirtelim ki, bazı rivâyetler gösteriyor ki, yatsıyı
ifâde için işâ yerine ateme kelimesini bazan Resûlullah da kullanmıştır. Hz.
Ebu Bekir ve İbnu Abbâs (radıyallahu anhüm) gibi bir kısım sahâbî de bu
tesmiyenin caiz olduğu kanaatini izhâr etmişlerdir.
Nevevî bu durumu iki ihtimâle bağlar:
1- Yatsıya ateme denmesi de caizdir, bu sebeple Aleyhissalâtu
vesselâm ateme'yi kullanmıştır.
2- İşâ kelimesini bilmeyen bir muhatabına yatsıyı ifâde etmek
için, bildiği kelime olan ateme'yi kullanmıştır. Nitekim Resûlullah, konuşurken
muhatabının anlayacağı kelimeleri kullanmayı tercih ederdi. Hadisin müteakiben
kaydedeceğimiz Buhârî'deki veçhi, Araplar arasında ateme kelimesinin daha
yaygın ve akşama da işâ dediklerini göstermektedir: "Sakın Bedevîler akşam
namazının ismi hususunda size galebe çalmasın!... Onlar akşama işâ
derler."
İşâ, gece karanlığının başlangıcıdır. Daha önce de belirttiğimiz
üzere batı ufkundaki gündüzün son izlerinin tamamen kaybolmasıyla başlar. Şu
halde, akşama da işâ denmesinin hâsıl edeceği kargaşa açıktır.
İşte Resûlullah bu kargaşayı önlemek istemiş olmalıdır. Yasak
tahrîmî değil, tenzihîdir.[1400]
ـ3101 ـ8
-وعن عبداللّه
بن مغفل
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]رَسُولُ
اللّه صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ: َ
تَغْلِبَنَّكُمْ
ا‘َعْرَابُ
عَلَى اسْمِ
صََتِكُمْ
المَغْرِبَ.
قَالَ :
وَتَقُولُ
ا‘َعْرَابُ:
هِىَ
الْعِشَاءُ[.
أخرجه
البخاري.
8. (3101)- Abdullah İbnu
Muğaffel (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Bedevîler, akşam namazınızın isminde sakın size galebe
çalmasınlar!" (Resûlullah devamla) dedi ki: "Bedevîler ona (sâdece)
işâ derler."[1401]
AÇIKLAMA:
İbnu Hacer'in açıkladığı üzere, Resûlullah'ın buradaki
yasaklaması, önceki hadiste açıkladığımız iltibası önlemek maksadıyla, mutlak
bir yasaklama değil, Bedevîlerin galebesini yasaklamaktır. Yani Bedevîler
akşama sâdece işâ derler, yatsıya da ateme. Halbuki Kur'an'da işâ kelimesiyle
yatsı kastedilmiştir. Şu halde Bedevîlerin galebesiyle yatsıya ateme, akşama da
işâ demek mutlak bir hal alırsa, Kur'an yanlış anlaşılabilir.
Şu halde, Resûlullah'ın bu irşadından, kelimelerin bir dilde
oturmuş, hitabete girmiş mânalarında tağyirat yapılmaması gereği de
anlaşılabilir. Şârihler, ateme kelimesinin yatsı, işâ kelimesinin de akşam yerine
kullanılmasının örfte bulunması sebebiyle, Efendimizin bu hususta kesin bir
yasak koymadığını; ateme kelimesi işâ'nın yerine kesin şekilde ikâme edilmediği
müddetçe arada sıra ateme'nin de yatsı mânasında kullanılmasının câiz olduğunu
belirtirler. Resûlullah'ın da buna başvurduğunu önceki hadiste açıkladık.[1402]
ـ3102 ـ9
-وعن أبى برزة
ا‘سلمى رَضِىَ
اللّهُ عَنْه قال:
]كَانَ
رَسُولُ
اللّه صَلَّي
اللّهُ عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
يَكْرَهُ
النَّوْمَ
قَبْلَ
الْعِشَاءِ
وَالْحَدِيثَ
بَعْدَهاَ[.
أخرجه الخمسة
إ النسا ئي .
9. (3102)- Ebu Berze
el-Eslemî (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) yatsıdan önce uyumayı, sonra da konuşmayı mekruh addederdi."[1403]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın günlük hayat
düzenini aksettiren rivâyetlerden biridir: Buna göre Efendimiz, yatsıyı
kılmazdan önce yatmayı mekruh addetmiştir, çünkü gece kalkamayıp namazı kaçırma
ihtimali vardır. Ayrıca yatsıdan sonra da oturup sohbet etmeyi hoş
karşılamamaktadır. Bu da gece ibadetine yani teheccüde mâni bir durumdur.
Halbuki, Resûlullah gecenin bir bölümünde her gün kalkıp geceyi ihya etmekle,
namazla, zikrullahla geçirmektedir.
Resûlullah'ın şahsî hayatında yaptığı, ümmetine de sünnettir.
Kaldı ki pek çok hadislerinde gece namazını ümmetine tavsiye etmiştir
(3002-3015 numaralı hadislerde geçti).
Ancak hemen belirtelim ki, bu söylenen, gâlib durumu ifâde eder.
İhtiyaç hâlinde bazı gecelerde geç vakitlere kadar Efendimizin uyanık kaldığı
olmuştur. Buharî'nin bir rivâyetinde kadınlar ve çocuklar uyuyacak kadar
Resûlullah'ın yatsıyı te'hir etmesi de mevzubahistir. Durum ümmet için de
aynıdır. ulemâ yatsıyı müteakip yatmanın bir vecîbe olmadığını belirtmiştir.
Tirmizî, ilim ehlinin çoğunluğunun yatsı namazından önce uyumayı mekruh
addettiğini, bazılarının da bilhassa ramazanda buna ruhsat verdiklerini
belirtir. Mekruh olmamanın şartı, namazın normal vaktinde kişiyi kaldıracak
birinin olması veya o vakitte mutlaka uyanmak kişinin âdetleri arasında
kesinlik kazanmasıdır. Bu durumda önceden uyumanın bir mahzuru, kerâheti
yoktur.
Namazdan sonraki konuşma keraheti de, konuşmanın matlup, meşru bir
mevzu üzerinde olmaması durumuyla kayıtlıdır. İlim tahsili, matlub mevzular
üzerinde mübâhese maksadıyla yatsıdan sonra uyanık kalmanın mekruh olmadığı
belirtilmiştir. Ayrıca geç yatmanın, kıyamu'l-leyl'e engel olmasının da bu
kerâhetin sebepleri arasında yer aldığı belirtilmiştir.[1404]
ـ3103 ـ10 -و
عن عمر رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كَانَ رَسُولُ
اللّهِ
صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ وَسَلَّمَ
يَسْمُرُ
مَعَ أَبِي
بَكْرٍ فِي
ا‘َمْرِ مِنْ
أُمُورِ
الْمُسْلِمِينَ،
وَأَنَا
مَعَهُماَ[.
أخرجه
الترمذي.
10. (3103)- Hz. Ömer
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Hz. Ebu
Bekir (radıyallahu anh) ve yanlarında ben de bulunduğum halde müslümanların
meselelerini (konuşmak için) gece geç vakte kadar uyanık kalırlardı."[1405]
AÇIKLAMA:
Aynî, yasak olan uyanıklığın hayırsız sohbete, yasak olmayan
uyanıklığın ise hayırlı sohbete hamledildiğini söyleyerek önceki hadisle bunu
te'vil eder.[1406]
ـ3104 ـ11
-وعن رجل من
خزاعة من
أصحاب رَسولُ
اللّه صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
أنّه قال: ]
لَيْتَنِى
صَلَّيْتُ
فَاسْتَرَحْتُ
فَكَأنَّهُمْ
عَابُو
ذَلِكَ عَلَيْهِ،
فَقَالَ:
سَمِعْتُ
رَسُولُ
اللّهِ صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
يَقُولُ: أَقِمِ
الصََّةَ ياَ
بَِلُ،
وَأرِحْنَا
بِهاَ[.
11. (3104)- Ashab'tan
Huzâ'alı birinin rivâyet ettiğine göre, bir gün: "Keşke (yatsı) namazımı
kılıp da istirahat etseydim" diye temennide bulunmuştu. Kendisini bu sözü
sebebiyle ayıpladılar. Onlara şu cevabı verdi:
"Ben Resûlullah'ın şöyle söylediğini işittim: "Ey Bilal,
ikamet oku da bizi rahatlat!"[1407]
ـ3105 ـ12 -و
في رواية
لعليّ:
]أُصَلِّي
فَأُنْكِرَ ذَلِكَ
عَلَيْهِ،
فَقَالَ:
سَمِعْتُ
رَسُولُ
اللّهِ
صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
يَقُولُ: قُمْ
يَا بَِلُ
فَأَرِحْنَا:
يَعْنِى
الصََّةَ [.
أخرجه أبو
داود.ومعنى ))أرِحْناَ((يعنى
نستريح
بأدائها عن
شغل القلب بها
.
12. (3105)- Hz. Ali'ye ait
bir başka rivâyette, Hz. Ali: "Namazımı kılar istirahat ederim"
demişti. Kendisini ayıpladılar. O da şu cevabı verdi:
"Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı işittim. Şöyle demişti:
"Ey Bilal kalk, bizi namazla istirahate kavuştur."[1408]
AÇIKLAMA:
Burada namazı kılıp istirahat bulmak tâbirinden iki mâna
anlaşılmıştır:
1- Namaz kılınca ibadet, zikir, tesbih gibi kalbin hoşuna
giden şeylerle meşguliyet insanı dinlendirdiği içip Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) Hz. Bilâl'e: "Bizi namazla meşgul etmek sûretiyle bizi
dinlerdir" mânâsında, "Bizi namazla istirahate kavuştur"
buyurmuştur. Resûlullah, ibadet ve zikir dışındaki dünyevî meşguliyetleri bir
fazlalık, bir yorgunluk addediyordu. Namazdaki münâcaat sebebiyle dinleniyordu.
Nitekim, "Gözümün nuru namazda kılındı" buyurmuştur.
2- Bir de şu mâna üzerinde durulmuştur: Namaz borcundan
kurtulmak sûretiyle rahatlamak... Zira namaz vakti girip kişiye farz olduktan
sonra, Rabbine karşı borçlu olma duygusu, mü'mini huzursuz eder; borcunu bir an
önce eda etmek, bu sıkıntıdan kurtulmak demektir.[1409]
ـ3106 ـ13
-وعن عثمان بن
أبى العاص
رَضِىَ
اللّهُ عَنه
قال: ]قُلْتُ
ياَ رَسُولَ
اللّهِ: إنَّ
الشّيْطَانَ
قَدْ حَالَ
بَيْنِي
وَبَيْنَ صََتِي
وَبَيْنَ
قِرَاءَتِي
يُلَبِّسُهَا
عَلَيَّ ،
فَقَالَ:
ذَاكَ
شَيْطَانٌ
يُقَالُ لَهُ
خَنْزَبُ،
فَإِذَا
أَحْسَسْتَهُ
فَتَعَوَّذْ
بِاللّهِ
تَعَالَى
مِنْهُ
وَاتْفُل
عَنْ يَسَارِكَ
ثََثاً قَالَ:
فَفَعَلْتُ
ذَلِكَ فَأذْهَبَهُ
اللّهُ
تَعَالَى
عَنِّى[.
أخرجه مسلم .
13. (3106)- Osman İbnu
Ebî'l-As (radıyallahu anh) anlatıyor: "Ey Allah'ın Resûlü dedim, şeytan
benimle namazımın ve kıraatimin arasına girip kıraatimi iltibas etmeme sebep
oluyor, (ne yapayım?)"
Aleyhissalâtu vesselâm bana şu cevabı verdi: "Bu Hınzeb denen
bir şeytandır. Bunun geldiğini hissettin mi ondan Allah'a sığın. Sol tarafına
üç kere tükür!"
(Osman İbnu Ebî'l-As) der ki: "Ben bunu yaptım, Allah Teâla
Hazretleri onu benden giderdi."[1410]
AÇIKLAMA:
Hınzeb kelimesi Hanzeb, Hunzeb şekillerinde de okunmuştur. Şeytanın
namazdaki vesvesesi, kaç rek'at kıldığı, neleri okuyup okumadığı hususunda
sebep olduğu yanılmalar, tereddütlerdir. Bu durumlar kalbin huzurunu, huşûunu
bozar. Şu halde bu çeşit vesveselerde çare olarak Allah'a sığınılacaktır.[1411]
[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/207-208.
[2] Buhârî, Mevâkît: 6; Müslim, Mesâcid: 282,
(666); Tirmizî, Emsâl: 5, (2872); Nesâî, Salât: 7, (1, 231); Muvatta, Sefer:
91, (1, 174); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/212.
[3] Muvatta, Kasru's-Salât: 91,
(1, 174); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/213.
[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları :8/213-214.
[5] Buhârî, Hudûd: 27, Müslim,
Tevbe: 44, 45, (2764, 2765); Ebû Davud, Hudûd: 9, (4381); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/214-215.
[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/215-216.
[7] Buhârî, Hudud: 17; Müslim,
Tevbe: 44, 45, (2764, 2765), Hudûd: 24, (1696); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/217.
[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/217.
[9] Nesâî, Tahâret 108, (1, 90-91); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/218.
[10] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/218-220.
[11] Ebû Dâvud, Salât: 272, (1203); Nesâî, Ezân:
26, (2, 20); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/220.
[12] Muvatta, Tahâret: 36, (1,
34); İbnu Mâce, Tahâret: 4, (277); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/220.
[13] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/221.
[14] Ebû Dâvud, Salât: 312, (1319); Nesâî,
Mevâkît: 46, (1, 289); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/222.
[15] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/222.
[16] Ebû Dâvud, Cihâd: 180, (2785); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/222.
[17] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/222-223.
[18] Nesâî, İşretu'n-Nisâ: 1, (7, 61); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/223.
[19] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/223.
[20] Müslim, Salât: 226, (489); Ebû Dâvud,
Salât: 312, (1320).
[21] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/212.
[22] Müslim, Salât: 225, 226, (488, 489); Nesâî,
Tatbik: 81; Tirmizî, Salât: 169, (388); İbnu Mâce, İkâmet: 201, (1422-1424).
[23] Müslim, Îman: 10, (12); Tirmizî, Zekât: 2,
(619); Nesâî, Salât: 4, (1, 228, 229) Bu metin Nesâî'dekidir.
[24] Hadisi Buharî de tahric etmiştir (Kitabu'l-İlm 6).
[25] Buhârî, Bed'ül-Halk: 6, Enbiya: 22, 43,
Menâkıbu'l-Ensâr: 42; Müslim, Îman: 259, (162); Tirmizî, Salât: 159, (213);
Nesâî, Salât: 1, (1, 217-223).
[26] Müslim, Salât: 5, (687); Ebû Dâvud, Salât: 287, (1247); Nesâî, Taksir: 1, (3, 118, 119).
[27] Buhârî, Salât: 1, Taksîru's-Salât: 5,
Menâkıbu'l-Ensâr: 47; Müslim, Salâtu'-Müsâfirîn: 2, (685); Muvatta,
Kasru's-Salât: 8, (1, 146; Ebû Dâvud, Salât: 270, (1198); Nesâî, Salât: 3, (1,
225).
[28] Nesâî, Cum'a: 37, (3, 111),
Taksir: 1, (3, 118), Îdeyn: 11, (3, 183).
[29] Ebû Dâvud, Salât: 9, (428).
[30] Ebû Dâvud, Salât: 26, (494); Tirmizî,
Salât: 299, (407).
[31] Ebû Dâvud, Salât: 25, (495, 496).
[32] Ebû Dâvud, Salât: 26, (497).
[33] Buhârî, Şehâdât: 18, Megazî: 29, Müslim,
İmâret: 91, (1868); Tirmizî, Cihâd: 31, (1711); Ebû Dâvud, Hudud: 17, (4406,
4407); Nesâî, Talâk: 20, (6, 155).
[34] Kaynaklar müteakip
rivayette.
[35] Buhârî, Mevakîtu's-Salât: 37; Müslim,
Mesâcid: 314, (684); Tirmizî, Salât: 131, (178); Ebû Dâvud, Salât: 11, (442);
Nesâî, Mevâkît: 52, 53, (2, 293, 294).
[36] Kaynak 2347. hadisten sonra toptan gelecek.
[37] Buhârî, Mevâkît: 35, Tevhîd:
31; Müslim, Mesâcid: 309-311; Muvatta, Vaktu's-Salât: 25; Ebû Dâvud, Salât: 11,
(435-441); Tirmizî, Salât: 130, (177), Tefsir, Tâhâ (3162); Nesâî, Mevâkît: 53,
54, 55, (1, 294-298), İmâmet: 47, (2, 106).
[38] Nesâî, Mevâkît: 55, (1, 299).
[39] Muvatta, Vukûtu's-Salât: 26, (1. 14-15).
[40] Buhârî, Mevâkît: 36, 38,
Ezân: 26, Salâtu'l-Havf: 4, Megâzî: 29; Müslim, Mesâcid: 209, (631); Tirmizî,
Salât: 132, (180); Nesâî, Sehv: 105, (3, 84, 85).
[41] Tirmizi, Salât 132, (179); Nesâî, Mevâkît
55, (1, 297, 298).
[42] Muvatta, Vukût: 24, (1, 13).
[43] Muvatta, Kasru's-Salât: 77, (1, 168).
[44] Müslim, Îman: 134, (82); Ebû
Dâvud, Sünnet: 15, (4678); Tirmizî, Îman: 9, (2622). Metin Müslim'in metnidir.
[45] Tirmizî, Îman: 9, (2622);
Ebû Dâvud, Sünnet: 15, (4678); İbnu Mâce, Salât: 77, (1078).
[46] Tirmizî, Îman: 9, (2623);
Nesâî, Salât: 8, (1, 231, 232); İbnu Mâce, Salât: 77, (1079).
[47]Tirmizî, Îman: 9, (2624).
[48] Buhârî, Mevâkît: 14; Müslim, Mesâcid: 200, (626); Muvatta, Vukûtu's-Salât: 21, (1, 11, 12); Ebû Dâvud, Salât: 5, (414, 415); Tirmizî, Salât: 128, (175); Nesâî, Salât: 17, (1, 238).
[49] Buhârî, Mevâkît: 15, 34; Nesâî, Salât: 15,
(1, 236).
[50] Bu bahiste geçecek "boşa-gitme", "yoketme", "ibtal" tabirleri Arapça aslı olan ihbat'ın -ki düşürme, ortadan kaldırma, yoketme manalarına gelir- karşılığında olarak aynı manada kullanılacaktır. İfadenin gelişine hangisi uygunsa tercih edeceğiz.
[51] Müslim, Mesâcid: 178, (614); Ebû Dâvud, Salât: 2,
(395); Nesâî, Muvâkît: 15, (1, 260, 261). Metin Müslim'e aittir.
[52] Ebû Dâvud, Salât: 2, (396).
[53] Müslim, Mesâcid: 176, 177, (613); Tirmizî, Salât: 115,
(152); Nesâî, Mevâkît: 12, (1, 258).
[54] Tirmizî, Salât: 1, (149);
Ebû Dâvud, Salât: 2, (393).
[55] Fecr'in uzaması tabirini Sindî şöyle açıklar:
"Belki de kıraatı uzatmak için ortalığın tam olarak ağarmasını beklemedi,
ağarma sırasında namazdan çıkacak şekilde namazı kıldı. Böylece, ikinci sefer
namazdan çıkma anıyla vaktin sonunu tesbit etmiş oldu, tıpkı evvelini,
birincide başlamakla tesbit ettiği gibi."
[56] Bu tabir 2369. Hadiste
açıklanacaktır.
[57] Nesâî, Mevâkît: 10, (1, 256).
[58] Nesâî, Mevâkît: 15, 7, 10,
17, (1, 251, 255, 261, 263).
[59] Tirmizî, Salât :114, (151);
Müslim, Mevâkît: 6, (1, 249, 250).
[60] Zürkânî bu tabiri,
"güneşin zevalinden (yani batıya yönelmesinden) hasıl olan gölge henüz
mevcut değilkenki gölge" diye açıklar. Bu gölge, önceki hadiste ayakkabı
bağı kadar diye ifade edilmişti. Bir diğer ifade ile güneşin öğlede tepe
noktasına varıp da gölgenin batı cihetinden kesilip, henüz doğu cihetine doğru
büyümeğe geçmediği andaki en kısa olan gölgedir. Bazı âlimler buna aslî gölge
de demiştir.
[61] Seninle'den maksad akşamı
kıldığın vakitle demektir. Yani akşamla yatsı arasına gecenin üçte biri girince
kıl demek olur.
[62] Muvatta, Vukûtu's-Salât: 9,
(1, 8).
[63] Muvatta, Mevâkît: 6, (1,
6-7).
[64] Muvatta, Mevâkît: 7, (1, 7).
[65] Muvatta: 8, (1, 7).
[66] Müslim, Mesâcid: 173, (612); Ebû Dâvud, Salât: 2,
(396); Nesâî, Mevâkît: 15, (1, 260).
[67] Buhârî, Mevâkît: 11, 13, 39,
Ezân: 104; Müslim, Mesâcid: 237, (647); Ebû Dâvud, Salât: 3, (398); Nesâî,
Mevâkît: 2, (1, 246), 20, (1, 265).
[68] Buhârî, Mevâkît: 18, 21; Müslim, Mesâcid: 234, (646);
Ebû Dâvud, Salât: 3, (397); Nesâî, Mevâkît: 18, (1, 264).
[69] Nesâî 29, (1, 273).
[70] Ebû Dâvud, Salât: 4, (400); Nesâî, Mevâkît: 6, (1,
251).
[71] Buhârî, Mevâkît: 13, 27, Ezân: 162, 165; Müslim,
Mesâcid: 231, (645); Muvatta, Vukût: 4, (1, 5); Ebû Dâvud, Salât: 8, (423);
Tirmizî, Salât: 116, (153); Nesâî, Mevâkît: 25, (1, 271).
[72] Tirmizî, Salât: 118.
[73] Müslim, Mesâcid: 189, (619);
Nesâî, Mevâkît: 2, (1, 247).
[74] Ebû Dâvud, Salât: 273,
(1205); Nesâî, Mevâkît: 3, (1, 248).
[75] Buhârî, Mevâkît: 13, Humus:
4; Müslim, Mesâcid: 169, (611); Ebû Dâvud, Salât: 5, (407); Tirmizî, Salât:
120, (159); Nesâî, Mevâkît: 8, (1, 252).
[76] Avâli, âliye'nin cem'idir.
Medîne'nin yüksek yerlaerindeki meskûn yerler böyle tesmiye edilmiştir.
Günümüzde kullanılan banliyö, periferik kelimeleri bunu karşılar.
[77] Kaynaklar 2385'in sonunda müştereken gelecek.
[78] Kaynaklar müteakip hadisin
sonunda müştereken gelecek.
[79] Buhârî, Mevâkît: 13, İ'tisâm: 16; Müslim, Mesâcîd:
192-197, (621-624); Muvatta, Vukût: 11, (1, 8-9); Ebû Dâvud, Salât: 5,
(404-405); Nesâî, Mevâkît: 8, (1, 252-254).
[80] Buhârî, Mevâkît: 18; Müslim, Mesâcid: 216, (636); Ebû
Dâvud, Salât: 6, (417); Tirmizî, Salât: 122, (164.
[81] Buhârî, Mevâkît: 18; Müslim,
Mesâcîd: 217, (637).
[82] Nesâî, Mevâkît: 13, (1, 259).
[83] Yıldızların cıvıldaşması tabiri daha önce de
mükerreren geçti. Açıkladığımız üzere, ortalığın karararak küçük ve sönük
yıldızların da görünür hale gelmesidir. Tabirin aslı "yıldızların
kenetlenmesi" manasına gelir.
[84] Tirmizî, Salât: 127, (171).
[85] Buhârî, Mevâkît: 28, 17; Müslim, Mesâcid: 163, (608);
Muvatta, Vukût: 5, (1, 6); Tirmizî, Salât: 137, (186); Ebû Dâvud, Salât: 5,
(412); Nesâî, Mevâkît: 11, (1, 257, 258), 28, (1, 273).
[86] Bunlar, görüşlerini teyid
eden rivayetler gösterirler. Aynî bunları kaydeder.
[87] Buhârî, Mevâkît: 9,
Bed'ü'l-Halk: 10; Müslim, Mesâcid: 180, (615); Muvatta, Vükût: 28, (1, 16); Ebû
Dâvud, Salât: 4, (402); Tirmizî, Salât: 7, (157); İbnu Mâce Salât: 4, (677);
Nesâî, Mevâkit: 5 (1, 248-249).
[88] Buhârî, Mevâkît: 8; Muvatta,
Vukût: 27, (1, 15).
[89] Buhârî, Mevâkît: 9, 10, Ezân
18; Bed'ü'l-Halk: 10; Müslim, Mesâcid 184, (616); Ebû Dâvud, Salât 4, (401);
Tirmizî, Salât 119, (1, 58).
[90] Muvatta, Vukût 13, (1, 9).
[91] Nesâî, Mevâkît: 4, (1, 248).
[92] Ebû Dâvud, Salât: 5, (408).
[93] Buhârî, Et'ime: 58, Ezân: 42; Müslim, Mesâcid: 64,
(557); Tirmizî, Salât: 262, (353); Nesâî, İmâmet: 57, (2, 111).
[94] Buhârî, Et'ime: 58, Ezân: 42; Müslim, Mesâcid: 65,
(558).
[95] Buhârî, Ezân: 42; Müslim, Mesâcid: 66, (559); Muvatta
İsti'zân: 19, (2, 971); Ebû Dâvud, Et'ime: 10, (3757, 3759); Tirmizî, Salât:
262, (353, 354).
[96] Ebû Davud, Et'ime: 10,
(3758).
[97] Buhârî, Mevâkît: 24; Müslim, Mesâcid: 225, (642);
Nesâî, Mevâkît: 20, (1, 265).
[98] Bu hadis 2343 numarada
geçti.
[99] Buhârî, Mevâkît: 25, 40, Ezân: 36, 156, Libâs: 48;
Müslim, Mesâcid: 223, (640); Nesâî, Mevâkît: 21, (1, 268).
[100] Buhârî, Ezân: 27, 28,
İstizân: 48; Müslim, Hayz: 126, (376); Ebû Dâvud, Salât: 46, (542); Tirmizî,
Salât: 373, (517, 518); Nesâî, İmâmet: 13, (2, 81).
[101] Ebû Dâvud, Salât: 7, (421).
[102] Bu hadis 2364 numarada
kaydedildi.
[103] Buhârî, Mevâkît: 22; Müslim,
Mesâcid: 224, (641).
[104] Buhârî, Mevâkît: 28, 17; Müslim, Mesâcid: 161, (607);
Muvatta, Vukût: 16, (1, 10); Ebû Dâvud, Salât: 241, (1121); Tirmizî, Salât: 377, (524); Nesâî, Mevâkît:
30, (1, 274); İbnu Mâce, İkâmet: 91, (1122).
[105] Tirmizî, Salat: 117, (154); Ebû Dâvud, Salât: 8,
(424); Nesâî, Mevâkît: 27, (1, 272).
[106] Muvatta, Vukût: 23, (1, 12).
[107] Ebû Dâvud, Salât: 9, (426); Tirmizî, Salât: 127,
(170); Müslim, Îman: 137, (85) Buhârî, Mevâkît: 5.
[108] 2374-2375'inci hadislere
bakılsın.
[109] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:8 /300-302.
[110] Müslim, Müsâfirîn: 293,
(831); Ebû Dâvud, Cenâiz: 55, (3192); Tirmizî, Cenâiz: 41, (1030); Nesâî,
Mevâkît: 31, (1, 275, 26); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/302.
[111] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 8/302-303.
[112] Buhârî, Mevâkît: 31, 30,
Hacc: 73; Müslim, Müsâfirîn: 289, (838); Muvatta, Kur'ân: 47, (1, 220); Nesâî,
Mevâkît: 33, (1, 277); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 8/303.
[113] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 8/303.
[114] Muvatta, Kur'ân: 44, (1,
219); Nesâî, Mevâkît: 31, (1, 275); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme
ve Şerhi, Akçağ Yayınları:8/303.
[115] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:8/304.
[116] Ebû Dâvud, Salât: 299,
(1277); Nesâî, Mevâkît: 35, (1, 279, 280); Müslim, Müsâfirîn: 294, (832); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:8/305.
[117] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:8/306.
[118] Buhârî, Mevâkît: 31; Müslim,
Müsâfirîn: 288, (827); Nesâî, Mevâkît: 35, (1, 277, 278); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:8/306.
[119] Buhârî, Mevâkît: 30; Müslim,
Müsâfirîn: 286, (826); Ebû Dâvud, Salât: 299, (1276); Tirmizî, Salât: 134,
(183); Nesâî, Mevâkît: 32, (1, 276, 277); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/307.
[120] Nesâî, Mevâkît: 11, (1,
258); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/307.
[121] Müslim, Müsâfirîn: 295, (833);
Nesâî, Mevâkît: 35, (1, 279).
[122] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 8/307-308.
[123] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 8/308-309.
[124] Rezîn ilavesidir. Bu hadis,
Ahmed İbnu Hanbel'in Müsned'inden tahric edilmiştir (5, 165); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/310.
[125] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 8/310.
[126] Ebû Dâvud, Salât: 299, (1274); Nesâî, Mevâkît: 36, (1,
280).
[127] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 8/311.
[128] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 8/311.
[129] Müslim, Müsâfirîn: 292,
(830); Nesâî, Mevâkît: 14, (1, 259, 260); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/311.
[130] Mu'cemu'l-Büldân'da Mahmıs
diye harekelenmiştir.
[131] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 8/312.
[132] Muvatta, Kur'ân 50, (1,
221); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/312.
[133] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 8/312.
[134] Ebû Dâvud, Salât 223,
(1083); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/313.
[135] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 8/313.
[136] Müslim, Mesâcid: 195, (622);
Muvatta, Kur'ân: 46, (1, 220); Ebû Dâvud, Salât: 5, (413); Tirmizî, Salât: 120,
(160); Nesâî, Mevâkît: 9, (1, 254); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme
ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/313-314.
[137] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 8/314.
[138] Buhârî, Hacc: 97, 99;
Müslim, Hacc: 292, (1289); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/314.
[139] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 8/314-315.
[140] Buhârî, Hacc 99); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/316.
[141] Bu bahsin haccla ilgili
teferruâtı için 1430-1441. hadisler görülebilir; İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/316.
[142] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 8/317-318.
[143] Buhârî, Ezân: 9, 32,
Şehâdât: 30; Müslim, Salât: 129, (437); Tirmizî, Salât: 166, (225); Nesâî,
Mevâkît: 22, (1, 269), Ezân: 31, (2, 23); Muvatta, Nidâ: 3, (1, 68); Cemâat: 6,
(1, 131); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/319.
[144] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 8/319.
[145] Buhârî, Ezân: 4, Amel
fi's-Salât: 18, Sehv: 6, Bed'ü'l-Halk: 11; Müslim, Salât: 19, (389), Mesâcid:
83, (389); Ebû Dâvud, Salât: 31, (516); Muvatta, Nidâ: 6, (1, 69); Nesâî, Ezân:
30, (2, 21); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 8/320.
[146] 2444-2449. hadisler; İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/320-321.
[147] Müslim, Salât: 16, (389);
Buhârî, Ezân: 4; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 8/321.
[148] Müslim, Salât: 15, (388); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/322.
[149] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 8/322.
[150] Nesâî, Ezân; 34, (2, 24); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/322.
[151] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 8/322.
[152] Müslim, Salât: 11, (384);
Ebû Dâvud, Salât: 36, (522); Nesâî, Ezan: 33, (2, 23); Tirmizî, Salât: 154,
(208); İbnu Mâce, Ezân: 4, (720); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme
ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/323.
[153] Ezân: 7.
[154] Buhârî, Ezân: 8; Ebû Dâvud,
Salât: 28, (529); Tirmizî, Salât: 157, (211); Nesâî, Ezân: 38, (2, 26); İbnu
Mâce, Ezân: 4, (722); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 8/323.
[155] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 8/323-325.
[156] Cuma sabahları, kandil günleri, yatsı ezanlarından
sonra veya Erzurum ve çevresinde olduğu gibi beş vakit ezandan sonra ilave edilen
salât u selâm, menşeini bu emr-i nebeviden almış olabilir.
[157] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 8/325.
[158] Hay'ale, hayye
âla's-salat'dır.
[159] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 8/326-328.
[160] Müslim, Salât: 12, (385);
Ebû Dâvud, Salât: 36, (527); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/328.
[161] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 8/328.
[162] Müslim, Salât: 13, (386);
Ebû Dâvud, Salât: 36, (525); Tirmizî, Salât: 156, (210); İbnu Mâce, Ezân: 4,
(721); Nesâî, Ezân: 38, (2, 26); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/329.
[163] Buhârî, Cuma:23; İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/329.
[164] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 8/330.
[165] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 8/330.
[166] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 8/330.
[167] Buhârî, Ezân: 7; Müslim,
Salât: 10, (383); Ebû Dâvud, Salât: 36, (522); Nesâî, Ezân: 33, (2, 23);
Tirmizî, Salât: 154, (208); İbnu Mâce, Ezân: 4, (720); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/330.
[168] Tirmizî, Salât 152, (206); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/331.
[169] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 8/331.
[170] Ebû Dâvud, Salât: 31, (515);
Nesâî, Ezân: 14, (2, 13); İbnu Mâce, Ezân: 5, (724); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/331-332.
[171] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 8/332-333.
[172] Nesâî, Ezân 14, (42, 13); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/334.
[173] Ebû Dâvud, 36, (524); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/334.
[174] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 8/334.
[175] Buhârî, Ezân: 5,
Bed'ü'l-Halk: 112, (Menâkîb 25; Nesâî, Ezân: 14, (2, 13); Muvatta, Nidâ: 5, (1,
69); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/335.
[176] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 8/335.
[177] Müslim, Salât: 14, (387); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/335.
[178] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 8/335-336.
[179] Rezîn ilavesidir. (Kaynağı
bulunamamıştır); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 8/336.
[180] Buhârî, Ezân: 1; Müslim,
Salât: 1, (377); Tirmizî, Salât: 139, (190); Nesâî, Ezân: 1, (2, 2-3); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/337.
[181] Ebû Dâvud, Salât: 27, (498);
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/338.
[182] Ebû Dâvud, Salât: 28,
(505-507); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/339.
[183] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/339-340.
[184] Ebû Dâvud, Salât: 28, (499);
Tirmizî, Salât: 139, (189).
[185] Ebû Dâvud, Salât: 30, (512).
[186] Tirmizî, Salât: 139, (189).
[187] Tirmizî, Salât: 142, (194); Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/341-342.
[188] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/342-343.
[189] Buhârî, Ezân: 2, 3, Enbiya:
50; Müslim, Salât: 3, (378); Ebû Dâvud, Salât: 29, (508); Tirmizî, Salât: 141,
(193); Nesâî, Ezân: 2, (2, 3); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 8/343.
[190] Müslim, Salât: 6, (379); Ebû Dâvud, Salât: 28,
(500-505); Tirmizî, Salât: 140, (191); Nesâî, Ezân: 3, 4, 5, 6, (2, 4-8);
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/344.
[191] Ebû Dâvud, Salât: 28, (501);
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/345.
[192] Ebû Dâvud, Salât: 29, (510);
Nesâî, Ezân: 2, (2, 3); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/345.
[193] Muvatta, Salât: 8, (1, 72); Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/346.
[194] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/346.
[195] Ebû Dâvud, Salât: 45, (538); Tirmizî, Salât: 145,
(198).
[196] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/347.
[197] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/347.
[198] Ebû Dâvud, Salât: 45, (538);
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/348.
[199] Tirmizî, Salât: 145, (198); Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/348.
[200] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/348.
[201] Nesâî, Ezân: 16, (2, 14); Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/348.
[202] Bazı müellifler -ve mesela
İbnu Abdilberr- Abdullah'ın ismini Abdullah İbnu Zeyd İbnu Abdi Rabbih İbni
Sa'lebe diye tesbit ederler. Bunun hatalı olduğu kabul edilmiştir.
[203] Bir okiyye Nihaye'ye göre
rıtlın altıda birisinin yarısına denktir, yani bir rıtl 12 okiyye'dir.
Müncid'de bir rıtlın 2564 gram olduğu belirtilir. Öyleyse bir okiyye 213,6 gram
eder.
[204] Dilek makamı diye tercüme
ettiğimiz kelimenin aslı hanân'dır. Yani, "senin kabrini, Allah'ın rahmeti
umulşan bir yer, bir ziyaret yapacağım, teberrüken toprağına yüz
süreceğim" demektir.
[205] Hz. Bilâl'in, Hz. Ebu bekr
devrinde de Medine'de kalıp ezan okuduğu da rivayet edilmiştir.
[206] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/349-354.
[207] Ebû Dâvud, Salât: 41, (532,
533); Tirmizî, Salât: 149, (203); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 8/355.
[208] Tirmizî, Salât: 149, (203); Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/355.
[209] Hattâbî, bu ibarenin ikinci bir manaya daha muhtemel
olduğunu belirtir: "Kul, geri kalan uykusunu almak üzere tekrar uyumaya
gitti."
[210] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/355-356.
[211] Ebû Dâvud, Salât: 41 (534); Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/356-357.
[212] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/357.
[213] Nesâî, Ezân: 12, (2, 11,
12); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/357.
[214] Ebû Dâvud, Salât: 30, (514);
Tirmizî, Salât: 146, (199); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 8/357-358.
[215] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/358.
[216] Müslim, Mesâcid: 160- (606);
Tirmizî, Salât: 148, (202); Ebû Dâvud, Salât: 44, (537); Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/358.
[217] Müslim, Salat: 7, (380); Ebû
Dâvud, Salât: 42, (535); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 8/359.
[218] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/359.
[219] Tirmizî; Salât: 143, (195); Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/360.
[220] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/360.
[221] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/361-362.
[222] Ebû Dâvud, Salât: 40, (531); Tirmizî, Salât: 155,
(209); Nesâî; Ezân: 32, (2, 23); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 8/362.
[223] Osman İbnu Ebî'l-Âs
(radıyallahu anh) hakkında daha geniş bilgi için Birinci cildin 426. Sayfasına
bakılsın.
[224] Mukasım (ortak, şerik) ortak
olduğu işte çalışınca kâra katılır, işe iştiraki sebebiyle ayrıca ücret almaz.
[225] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/362-363.
[226] Ebû Dâvud, Salât: 293,
(1264); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/364.
[227] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/364.
[228] Ebû Dâvud, Salât: 39, (528);
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/364.
[229] 2439 numaralı hadise işaret
edilmektedir.
[230] Muvatta, Salât: 11, (1, 73);
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/364-365.
[231] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/365.
[232] Buhârî, Ezân: 18, 19, Vudû: 40, Salât: 17, Sütre: 90,
93, 94, Menâkıb: 23, Libas: 3, 42; Müslim, Salât: 249, (503); Ebû Dâvud, Salât:
34, (520); Tirmizî, Salât: 144, (197); Nesâî, Ezân: 13, (2, 12); Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/366.
[233] Ebû Dâvud, Salât: 34, (520);
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/366.
[234] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/366.
[235] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/367-368.
[236] Tirmizî, Salât 256, (342,
343, 344); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/369.
[237] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/369.
[238] Muvatta, Kıble: 8, (1, 196);
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/369.
[239] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/370.
[240] Bu ibarenin elfazı
Sahiheyn'e aittir; Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/370.
[241] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/370.
[242] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/371.
[243] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/371.
[244] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/371-372.
[245] Buhârî, Ezân: 83, 84, 85,
86; Müslim, Salât: 22, (390); Muvatta, Salât: 16, (1, 75, 76, 77); Ebû Dâvud,
Salât: 117, (721, 722, 741, 743); Tirmizî, Salât: 190, (255); Nesâî, İftitah:
1, 2,3, (2, 121, 122); İbnu Mâce, İkâmet: 15, (858 - 868); Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/372.
[246] Bu rivayet mütedavil Hanefi
kitaplarında sanedsiz kaydedilir ise de, tahkik edilince şu senedle geldiği
tesbit edilmiştir: حَدَّثَنَا
محمد بن ابر
اهيم بن زياد
الرازى حدثنا
سليمان بن
الشاذكو نى
قال
سمعتسفيان بن
عينة يقُول:
اِجْتمَعَ
اَبُو
حَنِيفَةَ وَاَْوْزَاعِىُّ
فِى دَارِ
اْلحِنَاطِينَ
بمكة
[247] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/373-375.
[248] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/375.
[249] Ebû Dâvud, Salât: 119, (748); Tirmizî, Salât: 191,
(257), 188, (253); Nesâî, İftitah: 110, (2, 195), 124, (1, 204), Sehv: 70, (3,
62); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/375.
[250] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/375-376.
[251] Ebû Dâvud, Salât: 119,
(752); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/376.
[252] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/376.
[253] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/376.
[254] Buharî, Ezân: 115; Müslim, Salât: 27-32, (392);
Muvatta, Salât: 19, (1, 76); Ebû Dâvud, Salât: 118, 119, (746, 753); Tirmizî,
Salât: 177, 198, (239, 254); Nesâî, İftitah: 6, (2, 124), 84, (2, 181-182),
184, (2, 235); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/376-377.
[255] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/377.
[256] Kaynaklar 2500 numaralı
hadiste toptan verilecektir; Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 8/378.
[257] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/378.
[258] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/379.
[259] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/379.
[260] Müslim, Salât: 54, (401);
Ebû Dâvud, Salât: 117, (723-729, 736, 737); Nesâî, İftitah: 107, (2, 194), 139,
(2, 211), 187, (2, 236), Sehv: 29, (3, 34-35); Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/379.
[261] O bölgede mahalli şeflere kayl (cem'i; akyâl)
denmektedir. Daha üst krala tabi olan mahalli kral; bir bakıma vâli veya
derebey veya ağa manasında, nüfüzlu, sözü nâzif, otorite sahibi kimse demektir.
[262] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/379-381.
[263] Buhârî, Ezân: 144; Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/381.
[264] Bu husus 2495 numaralı hadisin açıklamasında geçti.
[265] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/381-382.
[266] Buhârî Ezân: 144, 115, 116; Müslim, Salât: 33, (393);
Ebû Dâvud, Salât: 140, (835); Nesâî, Sehv: 1, (3, 2).
[267] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/382.
[268] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/382.
[269] Ebû Dâvud, Salât: 118,
(744); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/383.
[270] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/383.
[271] Buhârî, Ezân: 84; Müslim, Salât: 24-26 (391); Ebû
Dâvud, Salât: 118, (745); Nesâî 85, (2, 182); İbnu Mace, İkâmetu's-Salât; 15,
(859).
[272] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/383-384.
[273] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/384.
[274] Ebû Dâvud, Salât: 117,
(740); Nesâî, İftitah: 177, (2, 232); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 8/384-385.
[275] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/385.
[276] Ebû Dâvud, Salât: 117,
(739); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/386.
[277] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/386.
[278] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/386.
[279] Buhârî, Taksîru's-Salât: 18, 17, 19; Ebû Dâvud, Salât:
179, (951, 952); Tirmizî, Salât: 274, (372); Nesâî, Kıyâmu'l-Leyl: 21, (3,
223-224); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/387.
[280] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/387.
[281] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/387.
[282] Buhârî, Taksîru's-Salât: 20,
Teheccüd: 16; Müslim, Salatu'l-Müsâfirîn: 112, 115, (731, 732); Muvatta, Cum'a:
20, (1, 137, 138); Ebû Dâvud, Salât: 179, (953-956); Tirmizî, Salât: 257, (374,
375); Nesâî, Kıyâmu'l Leyl: 18, 22, (3, 219-224); Kutub-i Sitte Tercüme
ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/388.
[283] 2511. hadis; Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/388-389.
[284] Nesâî, Kıyâmul-Leyl: 19, (3,
222); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/389.
[285] Müslim, müsâfirîn: 118, (733); Muvatta, Cum'a: 20, (1,
137); Tirmizî, Salât: 275, (373); Nesâî, Kıyâmu'l-Leyl: 19, (3. 223); Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/390.
[286] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/390.
[287] Müslim, Müsâfirîn: 120, (735); Muvatta,
Salâtu'l-Cemâ'a: 20, (1, 136, 137); Ebû Dâvud, Salât: 179, (950); Nesâî,
Kıyâmu'l-Leyl: 20, (3, 223); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/391.
[288] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/391.
[289] Buhârî, Ezân: 119, 132; Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/392.
[290] Benzer hadisler daha önce
geçti: 2133, 2147, 2148. hadisler gibi.
[291] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/392-393.
[292] Buhârî Ezân: 89; Muvatta,
Kasru's-Salât: 47, (1, 859); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 8/393.
[293] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/393-394.
[294] Ebû Dâvud, Salât: 120,
(755); Nesâî, İftitah: 10, (2, 126); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 8/394.
[295] Nesâî, İftitah: 9, (2, 125,
126); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/394.
[296] Ebû Dâvud, Salât: 187, (993).
[297] Ebû Dâvud, Salât: 187,
(994); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/395.
[298] Ebu Dâvud rivayeti bu
farklılıkları göstererek kaydeder.
[299] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/395-396.
[300] Rezîn ilavesidir. (Ebû
Dâvud, Salât: 120, (756); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 8/396.
[301] Buhârî, Amel fi's-Salât: 17;
Müslim, Mesâcid: 46, (545); Ebû Dâvud, Salât: 176, (947); Tirmizî, Salât: 281,
(383); Nesâî, İftitah: 12, (2, 127); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 8/396.
[302] Buhârî, Enbiyâ: 50; Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/397.
[303] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/397.
[304] Ebû Dâvud, Salât: 160,
(903); Nesâî, İftitah: 12 (2, 127); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 8/397.
[305] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/397-398.
[306] Nesâî, İftitah: 13, (2,
128); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/399.
[307] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/399.
[308] Ebû Dâvud, Salât: 177 (948);
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/399.
[309] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/399.
[310] Tirmizî, Salât: 181, (245); Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/400.
[311] Buhârî, Ezân: 89; Müslim, Salât: 50, (399); Muvatta,
Salât: 30, (1, 81); Ebû Dâvud, Salât: 124, (782); Tirmizî, Salât: 182, (246);
Nesâî, İftitah: 21, 22, (2, 133-135); İbnu Mâce, İkâmet: 4, (813-815); Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/400.
[312] Tirmizî, Salât: 180, (244);
Nesâî, İftitah: 22, (2, 135); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 8/401.
[313] Muzdarib hadis'in ne olduğunu daha önce açıkladık (2.
cilt 122. sahife).
[314] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/401-402.
[315] Müslim, Mesâcid: 148, (599);
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/403.
[316] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/403.
[317] Hadiste salât yani namaz kelimesi geçse de âlimler
buradaki "salât'tan kıraat kastedilmiştir" derler. Hadisin devamı
bunu teyîd eder. Salât (namaz) "kıraat" olarak isimlendirilmiştir,
zira, namazda kıraat mevcuttur ve namazın ana parçalarından birini teşkil eder.
Buna ayette de rastlarız: وََ
ئجْهَرْ
بِصََتِكَ
وََ (İsra 110).
[318] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/404.
[319] Teysir'de dizgi hatası
olarak sondaki cümle tekrar edilmiştir. Ebu Dâvud'daki ibâre tekrarsız ve
tercümede olduğu şekildedir.
[320] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/405.
[321] Müslim, Salât: 38, (395); Muvatta; Salât: 39, (1,
84-85); Ebû Dâvud, Salât: 136, (819, 820, 821); Tirmizî, Tefsîr: Fâtiha, (2954,
2955); Nesâî, İftitah: 23, (2, 135, 236); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 8/405-406.
[322] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/406.
[323] Ebû Dâvud, Salât: 136,
(818): Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/406.
[324] Muvatta, Salât: 38, (1, 84);
Tirmizî, Salât: 233, (313); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 8/407.
[325] İslâm'a yeni girmiş, henüz ezberi olmayan veya Arapça
olarak ayeti henüz telaffuz edemeyen kimse gibi.
[326] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/407-408.
[327] Ebû Dâvud, Salât: 172, (932, 933); Tirmizî, Salât:
184, (248); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/408.
[328] Ebû Dâvud, Salât: 172,
(937); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/408.
[329] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/409-410.
[330] Buhârî Ezân: 112; Müslim, Salât: 72, (410); Muvatta,
Salât: 44, (1, 87); Ebû Dâvud, Salât: 172, (936); Tirmizî, Salât: 185 (250);
Nesâî, İftitah: 34, 35, (2, 144); İbnu Mâce, İkâmet: 14, (851); Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/411.
[331] Buhârî, Da'avât: 63; Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/411.
[332] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/411-412.
[333] Nesâî, İftitah: 112, (2, 157); Buhârî, Mevâkît: 11,
13, 39, Ezân: 104; Müslim, Mesâcid: 2, (1, 246), 16, (1, 262); Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/413.
[334] Müslim, Salât: 164, (456); Ebû Dâvud, Salât: 135,
(817); Nesâî, İftitah: 44, (2, 157); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 8/413.
[335] Buhârî, Ezân: 106; Müslim,
Salât: 163, (455); Ebû Dâvud, Salât: 89, (648, 649); Nesâî, İftitah: 76, (2,
176). Hadis Buhârî'de muallak olmuştur; Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 8/413.
[336] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/414.
[337] Müslim, Salât: 168, (458); Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/414.
[338] Sahiheyn, Buharî ve
Müslim'in Sahih'leridir.
[339] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/414-416.
[340] Müslim, Cuma: 64,
(879); Ebû Dâvud, Salât: 218, (1074); Tirmizî, Salât: 375, (520); Nesâî,
Cuma: 38, (3, 111), İftitah: 47, (2, 159); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 8/416.
[341] Muvatta, Salât: 33; Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/417.
[342] Muvatta, Salât: 35, (1, 82);
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/417.
[343] Rezîn ilavesidir. Buhârî muallak (senetsiz) olarak
tahric etmiştir. (Ezan 106); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/417.
[344] Muvatta, Salât: 34, (1, 82);
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/417.
[345] Ebû Dâvud, Salât: 134,
(816); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/418.
[346] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/418.
[347] Buhârî, Ezân: 107, 97, 109, 110; Müslim, Salât: 154,
(451); Ebû Dâvud, Salât: 129, (798, 799, 800); Nesâî, İftitah: 56-60, (2, 164,
166).
[348] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/419.
[349] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/419.
[350] Ebû Dâvud, Salât: 131,
(808); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/420.
[351] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/420.
[352] Buhârî, Ezân: 103, 95, 96; Müslim, Salât: 159, (453);
Ebû Dâvud, Salât: 130, (804); Nesâî, İftitah: 74, (2, 174); Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/420-421.
[353] Nesâî, İftitah: 55, (2,
163); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/421.
[354] Ebû Dâvud, Salât: 131,
(807); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/421.
[355] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/421.
[356] Buhârî, Ezân: 98; Ebû Dâvud, Salât: 132, (812); Nesâî,
İftitah: 67, (2, 169, 170).
[357] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/422.
[358] Arapçada اَطْوَل en uzun demektir (ism-i tafdil). Bunun cem'i اَطَاوِل
(etâvil)'dir. طُولَى (tûla) yine
etval gibi tafdildir, müennestir, en büyük manasınadır. Buradan طُوَلَ (tuval)
cem'i gelir, en büyükler demektir.
[359] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/422-423.
[360] Buhârî, Ezân: 98, Megâzi:
83; Müslim, Salât: 173, (462); Muvatta, Salât: 24, (1, 78); Ebû Dâvud, Salât:
132, (810); Tirmizî, Salât: 230, (308); Nesâî, İftitah: 64, (2, 168); Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/423.
[361] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/423-424.
[362] Nesâî, İftitah: 67, (2,
170); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/424.
[363] Buharî, Ezân: 99, Cihad: 172, Megâzi: 11, Tefsir, Tûr
1; Müslim, Salât: 174, (463); Muvatta, Salât: 23, (1, 78); Ebû Dâvud, Salât:
132, (811); Nesâî, İftitah: 65, (2, 169); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 8/424.
[364] Ebû Dâvud, Salât: 133,
(815); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/424.
[365] Nesâî, İftitah: 66, (2,
169); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/424.
[366] Muvatta, Salât: 25, (1, 79);
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/425.
[367] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/425.
[368] Tirmizî, Salât: 231, (309);
Nesâî, İftitah: 71, (2, 173); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 8/426.
[369] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/426.
[370] Buhârî, Ezân: 100, 102, Tefsîr, Vettîn 1, Tevhîd: 52;
Müslim, Salât: 175, (464); Muvatta, Salât: 27, (1, 79-80); Ebû Dâvud, Salât:
275, (1221); Tirmizî, Salât: 231, (310); Nesâî, İftitah: 72, (2, 173).
[371] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/426.
[372] Muvatta, Salât: 26, (1, 79);
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/427.
[373] Ebû Dâvud, Salât: 133. (814). Bu rivâyet Muvatta'da
mevcut değildir; Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/427.
[374] Buhârî, Ezân: 106, Tevhîd: 1; Müslim, Salât: 263,
(813); Nesâî, İftitah: 69, (2, 171); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 8/427-428.
[375] İbnu Hacer, rivayetler arasındaki farklılıkları da
nazar-ı dikkate alarak bunların iki ayrı şahıs olduğuna hükmeder: Biri İhlas'ı
başta okurken diğeri sonda okumaktadır, biri cennetle müjdelenirken diğeri
Allah'ın sevgisiyle .... gibi.
[376] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/428-429.
[377] Buhârî, Ezân: 106, Fedâilu'l-Kur'ân: 6, 28; Müslim,
Müsâfirîn: 275, (822); Ebû Dâvud, Salât: 326, (1396); Nesâî, İftitah: 75, (2,
175, 176); Tirmizî, Salât: 422, (602).
[378] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/430.
[379] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/430-431.
[380] Nesâî, İftitah: 79, (2,
177); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/431.
[381] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/431.
[382] Rezîn tahric etmiştir. Bu
hadise Beyhakî Sünen'inde yer vermiştir (2, 381); Kutub-i Sitte Tercüme
ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/432.
[383] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/432.
[384] Ebû Dâvud, Salât: 129,
(797); Nesâî, İftitah: 58, (2, 163); Buhârî, Ezân: 104; Müslim, Salât: 43,
(396); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/433.
[385] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/432.
[386] Ebû Dâvud, Salât: 315,
(1329); Tirmizî, Salât: 330, (447); Hadisin metni Ebû Dâvud'a ait.
[387] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/434.
[388] Ebû Dâvud, Salât: 310, (1330); Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/435.
[389] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/435.
[390] Muvatta, Salât: 29, (1, 80);
Ebû Dâvud, Salât: 310, (1332); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/436.
[391] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/436-437.
[392] Ebû Dâvud, Salât: 310, (1328); Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/
[393] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/438.
[394] Buhârî, Ezân: 70, (Bâb
başlığında senetsiz olarak zikreder.); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 8/438.
[395] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/438-439.
[396] Ebû Dâvud, Salât: 123, (777,
778, 779); Tirmizî, Salât: 186, (251); İbnu Mâce, İkâmet: 12, (844, 845).
[397] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/439.
[398] Übey İbnu Ka'ab Ashâb'ın
büyüklerindendir. Vahiy kâtibidir. Seyyidü'l-Kurrâ bilinir. Cenâb-ı Hakk,
Resûlüne Übey'e Kur'an'dan okuması için emretmiş, Aleyhissalatü vasselâm da ona
hususî kıraatte bulunmuştur. Übey Kur'an'ı cem'eden nadirlerdendir. Bedir
dâhil, bütün gazvelere katılmıştır. (radıyallahu anh).
[399] Ebû Dâvud, Salât: 148, (855); Tirmizî,
Salât: 196, (265); Nesâî, İftitah: 88, (2, 183); İbnu Mâce, İkâmet: 21, 22,
(891-893); Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/441.
[400] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/441.
[401] Muvatta, Kasru's-Salât: 72, (1, 167); Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/442.
[402] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/442-443.
[403] Ebû Dâvud, Salât: 148,
(863); Nesâî, İftitah: 93, (2, 186); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 8/443.
[404] Buhârî, Ezân: 141; Müslim,
Salât: 233, (493); Ebû Dâvud, Salât: 158, (897); Tirmizî, Salât: 205, (276);
Nesâî, İftitah: 140, (2, 211, 212); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 8/444.
[405] Buhârî, Eymân: 3, Ezân: 88; Müslim, Salât:
110; Nesâî, İftitah: 106. (2, 193-194).; Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/444.
[406] Buhârî, Ezân: 127, 140, 143,
45; Ebû Dâvud, Salât: 142, (342); Nesâî, İftitah: 182, (2, 234); Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/444.
[407] Sonradan, büluğa
ermeyenlerin imamlığı neshedilecektir.
[408] Daha fazla bilgi için
Birinci Cilt 425-426. Sayfaya bakın.
[409] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/444-447.
[410] Ebû Dâvud, Salât: 154, (88); Nesâî,
İftitah: 166, (2, 224-225); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/448.
[411] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/448.
[412] Ebû Dâvud, Salât: 154, (885); Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/449.
[413] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/449.
[414] Bu duanın mânası şudur:
"Ey Allah'ım, Ey Rabbimiz, semâvât ve arz dolusu ve bunlardan başka senin
istediğin şeyler dolusu hamd sana aittir. Ta'zîm ve senaya layık olan Allah'ım,
senin verdiğini önleyecek yoktur. Önlediğini de verecek yoktur. Hiçbir varlık
sahibi faydalı olamaz. Varlık sendendir."
[415] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/449-450.
[416] Buharî, Ezân: 120, 127,140;
Müslim, Salât: 194, (471); Ebû Dâvud, Salât: 147, (852); Tirmizî, Salât: 207,
(279); Nesâî, İftitah: 114, (2, 197-198); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 8/450.
[417] Adıgeçen tume'nîneler
hakkında daha geniş bilgi için 2577, 2578, 2582numaralı hadislerin açıklamasına
bakılsın.
[418] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/450-451.
[419] Buharî, Ezân: 119, 132,; Nesâî, Sehv: 66,
(3, 58-59); Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/451.
[420] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/451-452.
[421] Ebû Dâvud, Salât: 148,
(862); Nesâî, İftitah: 145, (2, 214); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 8/453.
[422] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/453.
[423] Ebû Dâvud, Salât: 150,
(868); Nesâî, İftitah: 90, (2, 184, 185); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 8/454.
[424] Sa'd'ın rivayeti 2643 numaradadır, oraya
bakılsın; Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/454.
[425] Tirmizî, Salât: 192, (258); Nesâî, İftitah:
92, (2, 185); Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/455.
[426] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/455.
[427] Ebû Dâvud, Salât: 158, (896);
Nesâî, İftitah: 141, (2, 212); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/455.
[428] Müslim, Salât: 234, (494); Tirmizî, Salât:
202, (271); Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/455.
[429] Müslim, Salât: 234, (494); Tirmizî, Salât:
202, (271); Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/456.
[430] Buhârî, Ezân: 130, Müslîm,
Salât: 235, (495); Nesâî, İftitah: 52, (2, 212); Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/456.
[431] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/456.
[432] Tirmizî, Salât: 205, (275); Ebû Dâvud,
Salât: 158, (901); Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/456.
[433] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/457.
[434] Tirmizî, Salât: 206, (277, 278); Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/457.
[435] Nesâî, İftitah: 96, (2, 137); 138, (2,
211); Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/457.
[436] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/457.
[437] Tirmizî, Salât: 201, (270); Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/457.
[438] Ebû Dâvud, Salât: 141,
(838); Tirmizî, Salât: 199, (268); Nesâî, İftitah: 128, (2, 206); Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/458.
[439] Ebû Dâvud, Salât: 141, (839); Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/458.
[440] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/458.
[441] Ebû Dâvud, Salât: 141, (840,
841); Tirmizî, Salât: 200, (269); Nesâî, İftitah: 128, (2, 206-207); Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/458.
[442] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/458.
[443] Tirmizî, Salât: 209, (282); Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/459.
[444] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/459.
[445] Ebû Dâvud, Salât: 187,
(992).
[446] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/459.
[447] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/460.
[448] Bu hadis, Ebû Dâvud'da mevcut değildir,
ancak Tirmizî'de yer almaktadır, (Salât: 214, (288).); Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/460.
[449] Celsetü'l-İstirâha: Birinci
rekatle ikinci rekat, üçüncü rekatle dördüncü rekat arasında kıyama geçmeden
kısa bir müddet oturma vaziyetinde kalmadır. 2582 numaralı hadisin açıklamasına
-4numaralı kısım-bakılsın.
[450] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/460.
[451] Buhârî, Ezân: 142, Ebû Dâvud, Salât: 142,
(844); Tirmizî, Salât: 213, (287); Nesâî, İftitah: 181, (2, 233-234); Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/460.
[452] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/461.
[453] Muvatta, Kasru's-Salât: 59, (1, 163); Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/461.
[454] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/461.
[455] Buhârî, Megâzi: 35; Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/462.
[456] Muvatta, Kasru's-Salât: 74, (1, 168); Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/462.
[457] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/462.
[458] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/463.
[459] Buhârî, Ezân: 133, 134, 137;
Müslim, Salât: 227-231 (490); Ebû Dâvud, Salât: 155, (889, 890); Tirmizî,
Salat: 203, (273); Nesâî, İftitah: 130, (2, 208); İbnu Mâce, İkâmet: 19,
(883-885).
[460] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/463.
[461] Ebû Dâvud, Salât: 155,
(892); Nesâî, İftitah: 129, (2, 207); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 8/464.
[462] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/465.
[463] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/466.
[464] Buhârî, Vitr: 7, Cenâiz: 41,
Cizye: 8, Megâzi: 38, Da'avât: 59; Müslim, Mesâcid: 297-308, (677-679); Ebû
Dâvud, Salât: 345, (1444-1445); Nesâî, İftitah: 116, (2, 200); Kutub-i Sitte Tercüme
ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/466.
[465] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/466-467.
[466] Ebû Dâvud, Salât: 345, (1443); Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/467.
[467] Müslim, Mesâcid: 308, (679); Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/467.
[468] Buharî, Tefsîr: Âl-i İmrân
9, Megâzi: 21, İ'tisâm: 17; Tirmizî, Tefsîr: Âl-i İmrân (3007); Nesâî, İftitah:
121, (2, 203); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/468.
[469] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/468.
[470] Ebû Dâvud, Salât: 340, (1428, 1429); Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/468.
[471] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/468-469.
[472] Ebû Dâvud, Salât: 340,
(1425, 1426); Tirmizî, Salât: 341, (464); Nesâî, Kıyâmu'l-Leyl: 51, (3, 248);
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/469.
[473] Ebû Dâvud, Salât: 340,
(1427); Tirmizî, Da'avât: 123, (3561); Nesâî, Kıyâmu'l-Leyl: 51, (3, 248-249);
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/470.
[474] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 8/470.
[475] Müslim, Musâfirîn: 164, (756); Tirmizî,
Salât: 285, (387); Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/470.
[476] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/470.
[477] Bu kelimeler az ileride ayrı ayrı
açıklanacak.
[478] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/471.
[479] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/471.
[480] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/472.
[481] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/472.
[482] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/472.
[483] Buhârî, Ezân: 148, 150,
el-Amel fi's-Salât: 4, İstizân: 3, 28, Da'avât: 17, Tevhid: 5; Müslim, Salât:
55-61, (402-403); Ebû Dâvud, Salât: 182, (968-969); Tirmizî, Salât: 215, (289);
Nesâî, İftitah: 189, (2, 237); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/473.
[484] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/473-477.
[485] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/478.
[486] Müslim, Salât: 60, (403);
Ebû Dâvud, Salât: 182, (974); Tirmizî, Salât: 216, (290); Nesâî, İftitah: 193,
(2, 242-243); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/478.
[487] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/478.
[488] Nesâî, İftitah: 192, (2, 242); Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/479.
[489] Nesâî, İftitah: 194, (2, 243); Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/479.
[490] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/479.
[491] Ebû Dâvud, Salât: 182, (971); Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/480.
[492] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/480.
[493] Muvatta, Salât: 54, (1, 91); Ebû Dâvud,
Salât: 182, (971); Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/480-481.
[494] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/481-482.
[495] Muvatta, Salât: 55, (1, 91-92); Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/483.
[496] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/483.
[497] Ebû Dâvud, Salât: 185, (986); Tirmizî,
Salât: 217, (291); Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/483.
[498] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/483.
[499] Melâke-i Mukarrebîn: Allah'a
yakın olan büyük melekler: Cebrâli, Mikail, İsrâfil....gibi.
[500] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/484-487.
[501] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/488.
[502] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/488.
[503] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/488.
[504] Müslim, Mesâcid: 114-116,
(580); Muvatta, Salât: 48, (1, 88); Ebû Dâvud, Salât: 186, (987); Tirmizî,
Salât: 220, (294); Nesâî, İftitah: 189, (2, 237), Sehv: 32-35, (3, 36-38);
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/489.
[505] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/489.
[506] Ebû Dâvud, Salât: 186, (988,
989, 990); Nesâî, İftitah: 189, (2, 237); Sehv 35, 39, (3, 37, 39); Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/490.
[507] Tirmizî, Salât: 218, (292); Nesâî, Sehv:
30, (3, 35); Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/490.
[508] Buhârî, Ezân: 118; Müslim,
Mesâcid: 29, (535); Ebû Dâvud, Salât: 150, (867); Nesâî, İftitah: 91, (2, 185);
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/490-491.
[509] Tirmizî, Da'avât: 135, (3581); Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/491.
[510] Tirmizî, Salât: 219, (293); Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/491.
[511] Nesâî, Sehv: 29, 38, (3, 34, 39); Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/491.
[512] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/492.
[513] Buhârî, Ezân: 145; Muvatta,
Salât: 51, (1, 89, 90); Nesâî, İftitah: 189, 190, (2, 235, 236). Metin
Buhârî'ye aittir; Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/492.
[514] Müslim, Mesâcid: 32, (536);
Ebû Dâvud, Salât: 143, (845); Tirmizî, Salât: 210, (283). Metin Müslim'e
aittir.
[515] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/492-493.
[516] Ebû Dâvud, Salât: 188,
(995); Tirmizî, Salât: 270, (366); Nesâî, İftitah: 195, (2, 243); Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/493.
[517] Teverrük, kelime olarak uyluk'un üst kısmı
manasına gelen verik'ten gelir. Teverrük'ün iki ayrı tarifi var:1) Kabalardan
birini veya her ikisini sağ ayak üzerine koyarak oturma (çömelme).
2) Kabaları
yere koyup ayakları da sağ tarafından çıkararak oturma.
[518] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/493-496.
[519] Müslim, Mesâcid: 119, (582); Nesâî, Sehiv:
68, (3, 61); Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/497.
[520] Ebû Dâvud, Salât: 189,
(996); Tirmizî, Salât: 221, (295); Nesâî, Sehiv: 71, (3, 63).
[521] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/497.
[522] Ebû Dâvud, Salât: 189, (997), 182, (875); Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/498.
[523] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/498.
[524] Müslim, Salât: 119, (430);
Ebû Dâvud, Salât: 189, (998, 999, 1000); Nesâî, Sehiv: 5, (3, 4, 5); Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/498.
[525] Müslim, Mesâcid: 136, (592); Tirmizî,
Salât: 224, (298); Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/499.
[526] Ebû Dâvud, Salât: 190, (1001); Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/499.
[527] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/499-501.
[528] Ebû Dâvud, Salât: 117, (730-735);
Tirmizî, Salât: 227, (304, 305)
Hadis Buhârî'de muhtasar olarak gelmiştir (Ezân 145); Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/503.
[529] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/503-504.
[530] Tirmizî, Salât: 226, (302);
Ebû Dâvud, Salât: 148, (857-861); Nesâî, İftitah: 105, (2, 193), 167, (2, 225);
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/504-505.
[531] Ebû Dâvud, Tahâret: 31, (61); Tirmizî,
Tahâret: 3, (3); Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/505.
[532] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/505/506.
[533] Müslim, Salât: 156, (452);
Ebû Dâvud, Salât: 130, (804); Nesâî, Salât: 16, (1, 237); Kutub-i Sitte Tercüme
ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/507.
[534] Müslim, Salât: 161, (454); Nesâî, İftitah:
56, (2, 164); Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/507.
[535] Buhârî, Teheccüd: 9; Müslim, Müsâfirîn:
204, (773); Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/508.
[536] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/508-509.
[537] Tirmizî, Salât: 283, (385); Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/509.
[538] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/509-510.
[539] Ebû Dâvud, Salât: 128, (796); Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/510.
[540] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/510.
[541] Müslim, Tahâret: 1, (224); Tirmizî,
Tahâret: 1, (1); Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/511.
[542] Ebû Dâvud, Tahâret: 31, (60); Tirmizî,
Tahâret: 56, (76); Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/511.
[543] Ebû Dâvud, Tahâret: 48, (101,
102); İbnu Mâce, Tahâret: 41, (399); Tirmizî, Tahâret: 20, (25); Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/511.
[544] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/511-512.
[545] Buhârî, Vudû: 54; Ebû Dâvud,
Tahâret: 66, (171); Tirmizî, Tahâret: 44, (58, 60); Nesâî, Tahâret: 101, (1,
85); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/512.
[546] Müslim, Tahâret: 86, (277);
Ebû Dâvud, Tahâret: 66, (172); Tirmizî, Tahâret:45, (61); Nesâî, Tahâret: 101,
(1, 86); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/513.
[547] Ebû Dâvud, Salât: 236,
(1114).
[548] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/513.
[549] Muvatta, Tahâret: 74, (1, 38); Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/513.
[550] Tirmizî, Salât: 300, (408); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 8/514.
[551] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/514-516.
[552] Ebû Dâvud, Tahâret: 133,
(366); Nesâî, Tahâret: 186, (1, 155); Buhârî, Salât: 2, (Buhârî, bâb başlığı
(tercüme) olarak kaydeder; Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/517.
[553] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/517.
[554] Ebû Dâvud, Tahâret: 134,
(368); Tirmizî, Salât: 420, (600); Nesâî, Zînet: 116, (8, 217); Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/517.
[555] Liyâf'ı bazı lugatlar
"vücudu dıştan örten giysi (cübbe, bürde gibi)" diye tarif ederken
Cevherî gibi bazıları her çeşit giysiye de ıtlak olunduğunu belirtir. Şu halde,
şi'âr ile lihâf bazı manalarda müteradiftir.
[556] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/517-518.
[557] Muvatta, Tahâret: 87, (1, 52); Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/518.
[558] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/518.
[559] Ebû Dâvud, Salât: 89, (650); Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/518-519.
[560] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/519.
[561] Ebû Dâvud, Hamâm: 3, (4017);
Tirmizî, Edeb: 22, ,(2770), 39, (2795); İbnu Mâce, Nikâh: 28, (1920); Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/520.
[562] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/520-521.
[563] Müslim, Hayz: 74, (338); Ebû
Dâvud, Hamâm: 3, (4018); Tirmizî, Edeb: 39, (2794); Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/521.
[564] Tirmizî, Edeb: 42, (2801); Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/521.
[565] Ebû Dâvud, Libâs: 37, (4113, 4114); Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/522.
[566] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/522.
[567] Ebû Dâvud, Cenâiz: 32, (3140); Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/523.
[568] Tirmizî, Edeb: 40, (2798); Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/523.
[569] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/523.
[570] Buhârî, Salât: 5; Müslim,
Salât: 277, (516); Ebû Dâvud, Salât: 78, (626); Nesâî, Kıble: 18, (2, 71);
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/523.
[571] Buhârî, Salât: 5; Ebû Dâvud,
Salât: 78, (627).
[572] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/523-524.
[573] Buhârî, Salât: 4, 9; Müslim, Salât: 275,
(515); Muvatta, Salâtu'l-Cemâ'a: 30, (1, 140); Ebû Dâvud, Salât: 78, (625);
Nesâî, Kıble: 14, (2, 69-70); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/524.
[574] Buhârî, Salât: 4; Müslim,
Salât: 279, (517); Muvatta, Salâtu'l-Cemâ'a: 29, (1, 140); Ebû Dâvud, Salât:
78, (628); Tirmizî, Salât: 254, (339); Nesâî, Kıble: 14, (2, 70); Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/524.
[575] صماء Sammâ tarzında sarınmak başka hadislerde
kesinlikle yasaklanmıştır. (5245, 5246. hadislere bak.)
[576] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/524-526.
[577] Ebû Dâvud, Salât: 85, (641); Tirmizî,
Salât: 277, (377); Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/526.
[578] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/526-527.
[579] Muvatta, Salâtu'l-Cema'a: 37, (1, 142); Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/527.
[580] Dır' aslında zırh demektir.
Kadının omuzundan ayağa kadar uzanan giysisine Araplar, dır' demişlerdir. Aynı
manada olmak üzere kamîs de denir. Kamîs kelimesini dilimizde gömlekle
karşılaşırız. Şu halde, burada kastedilen şey, -hangi kelime ile ifade edilirse
edilsin-, vücudu omuzdan itibaren örten kollu giyecektir.
[581] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/527-528.
[582] Muvatta, Salâtu'l-Cemâ'a:
36, (1, 142); Ebû Dâvud, Salât: 84, (639, 640); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 8/528.
[583] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/528-529.
[584] Buhârî Salât: 14, Ezân: 93,
Libâs: 19; Müslim, Mesâcid: 61, (556); Muvatta, Salât: 67, (1, 97, 98); Ebû
Dâvud, Salât: 167, (914), Libâs: 11; Nesâî, Kıble: 20, (2, 72).
[585] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/529-530.
[586] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/530.
[587] Nesâî, Kıble: 19, (2, 72); Buhârî, bu
ma'nâda bir rivayette bulunmuştur. (Salât, 16, Libâs 12); Müslim, Libâs: 23,
(2075); Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/531.
[588] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/531.
[589] Ebû Dâvud, Salât: 80, (631); Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/532.
[590] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/532.
[591] Buhârî, Salât: 20, Ezân: 78,
161, 164, Teheccüd: 25; Müslim, Mesâcid: 266-268, (658-660); Muvatta,
Kasru's-Salât: 31, (1, 153); Ebû Dâvud, Salât: 71, (612, 658); Tirmizî, Salât:
173, (234); Nesâî, Mesâcid: 43, (2, 56, 57); İmâmet: 19, (2, 85-86); Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/532-533.
[592] İbnu Hacer'i söylediğimiz
neticeye ulaştıran delillerin serdini gereksiz görüyoruz, mevzumuz açısından
tâli kalır.
[593] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/533-534.
[594] Buhârî, Salât: 21, 19, 107,
Hayz: 29; Müslim, Mesâcid: 273, (513); Ebû Dâvud, Salât: 91, (656); Nesâî,
Mesâcid: 44, (2, 57); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/535.
[595] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/535.
[596] Buhârî, Amel fi's-Salât: 9,
Salât: 23, Mevâkît: 11; Müslim, Mesâcid: 191, (620); Ebû Dâvud, Salât: 93, (660);
Tirmizî, Salât: 411, (584); Nesâî, İftitah: 149, (2, 216); İbnu Mâce,
İkâmetu's-Salât: 64, (1033); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/535.
[597] İmam Mâlik, Evzâî, Ahmed
İbnu Hanbel, Ashâb-ı Re'y (Hanefîler), İshak İbnu Râhûye gibi.
[598] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/535-536.
[599] Ebû Dâvud, Salât: 25, (493); Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/536.
[600] Tirmizî, Salât: 255, (346); Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/536.
[601] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 8/536-538.
[602] Buhârî, Salât: 54; Müslim,
Mesâcid: 20, (530); Ebû Dâvud, Cenâiz: 76; Nesâî, Cenâiz: 106, (4, 95, 96).
[603] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/538.
[604] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/538-539.
[605] Muvatta, Kasru's-Salât: 85, (1, 172); Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/539.
[606] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/539-540.
[607] Ebû Dâvud, Salât: 24, (490).
[608] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/540.
[609] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/540-542.
[610] Buhârî, Taksîru's-Salât: 7, 8, 11, 12,
Vitr: 5, 6; Müslim, Müsâfirîn: 39, (700); Muvatta, Kasru's-Salât: 22, (1, 150,
151); Ebû Dâvud, Salât: 277, (1224, 1225); Tirmizî, Salât: 345, (472); Tefsir,
Bakara: (2961); Nesâî, Kıble: 23, (243, 244). Kıyâmu'l-Leyl: 23, (3, 232).
[611] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/542.
[612] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/542.
[613] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/542-543.
[614] Nesâî, Mesâcid: 42, (2, 56); Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/544.
[615] Buhârî, Enbiyâ: 8, 40;
Müslim, Mesâcid: 2, (520); Nesâî, Mesâcid: 3, (2, 32); İbnu Mâce, İkâmet,
Mesâcid: 7, (753); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/544.
[616] Bu ifadenin tam anlaşılması için Mescid-i
Aksa'nın inşası ile ilgili olan şu rivayetin bilinmesi gerekir: Davud
(aleyhisselem) Beytu'l-Makdis'in inşaatına başlamıştı. Sonra Allah Teâla ona
şöyle vahyetti: "Ben, onun Süleyman'ın eliyle tamamlanmasına hükmettim...."
Râfi İbnu Umeyre'den Taberâni'nin kaydettiği bu rivayete göre, Beyt-i Makdis'in
inşatında Hz. Dâvud'un da katkısı vardır.
[617] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/544-547.
[618] Buhârî, Salât: 52, Teheccüd:
38; Müslim, Musâfirîn: 208, (777); Ebû Dâvud, Salât: 346, (1448); Tirmizî,
Salât: 331, (451); Nesâî, Salâtu'l-Leyl: 1, (3, 197); Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/547.
[619] Müslim, Müsâfirîn: 210, (778); Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/547.
[620] Tirmizî, Salât: 249, (334); Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/548.
[621] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/548-549.
[622] Buhârî, Amel fi's-Salât: 2,
Tefsir, Bakara: 43; Müslim, Mesâcid: 35, (539); Ebû Dâvud, 178, (949); Tirmizî,
Salât: 297 (405); Nesâî, Sehv: 20; Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 8/549-550.
[623] Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/550-551.
[624] Buhârî, Amel fis's-Salât; 2,
15, Fadâilu'l-Ashâb; 37, Müslim, Mesâcid; 34, (538); Ebû Dâvud, 170, (923, 924);
Nesâî, Sehv: 20, (3, 19); Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
8/552.
[625] veya
"bir gün yanına gittim...."
[626] Müslim, Mesâcid: 33, (537); Ebû Dâvud, Salât: 171,
(930, 931); Nesâî, Sehv: 20, (3, 14-18); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme
ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/6-7.
[627] Münâvi, tıyara ile tetayyur
arasında fark olduğunu kaydeder: Tetayyur, kalpde hissedilen kötülük
(uğursuzluk hissidir); tıyara ise, onun mucibiyle ameldir.
[628] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/7-12.
[629] Müslim, Mesâcid: 40, (542); Nesâî, Sehv:
19, (3, 13); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/13.
[630] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/13-14.
[631] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/15.
[632] Buhârî, Amel fi's-Salât: 8;
Müslim, Mesâcid: 46, (545); Ebû Dâvud, Salât: 175, (946); Tirmizî, Salât: 279,
(380); Nesâî, Sehv: 8 (3, 7); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 9/15.
[633] Muvatta, Kasru's-Salât: 43,
(1, 157); Ebû Dâvud, Salât: 175, (945); Tirmizî, Salât: 279, (379); Nesâî,
Sehv: 7, (3, 6); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 9/15.
[634] Ebû Dâvud, Salât: 165, (909); Nesâî, Sehv:
10, (3, 7); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/16.
[635] Buhârî, Ezân: 93,
Bed'ü'l-Halk: 11; Ebû Dâvud, Salât: 165, (910); Nesâî, Sehv: 10, (3, 8). Bu
rivâyet Müslim'de bulunamamıştır; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/16.
[636] Buhârî, Ezân: 91, Ebû Dâvud, Salât: 167,
(913); Nesâî, Sehv: 9, (3, 7); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/16.
[637] Tirmizî, Salât: 413 (589); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/17.
[638] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/17-19.
[639] Ebû Dâvud, Salât: 168, (916); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/19.
[640] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/20.
[641] Ebû Dâvud, Salât: 170,
(927); Tirmizî, Salât: 271, (368); Nesâî, Sehv: 6, (3, 5-6); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/20.
[642] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/20-21.
[643] Buhârî, Amel fi's-Salât: 5;
Müslim, Salât: 106, (422); Ebû Dâvud, Salât: 173, (939); Tirmizî, Salât: 272,
(369); Nesâî, Sehv: 16, (3, 11-12); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/21.
[644] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/21-22.
[645] Buhârî, Mesâcid: 58, (554); Ebû Dâvud,
Salât: 22, (482); Nesâî, Mesâcid: 34, (2, 52); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 9/22.
[646] Ebû Dâvud, Salât: 22, (482); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/22.
[647] Ebû Dâvud, Tahâret: 143, (389, 390); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/22.
[648] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/22-24.
[649] Ebû Dâvud, Salât: 169,
(922); Tirmizî, Salât: 421, (601); Nesâî, Sehv: 14, (3, 11); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/24.
[650] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/24-25.
[651] Ebû Dâvud, Salât: 169,
(921); Tirmizî, Salât: 287, (390); Nesâî, Sehv: 12, (3, 10); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/25.
[652] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/25.
[653] Tirmizî, Salât: 280, (381); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/25-26.
[654] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/26.
[655] Ebû Dâvud, Salât: 86, (643); Tirmizî,
Salât: 278, (378); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/26.
[656] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/26-27.
[657] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/28.
[658] Buhârî, Salât: 22, 99, 102,
103, 104, 105, 108, Amel fi's-Salât: 10, Vitr: 3, İsti'zân: 37; Müslim, Salât:
267, (512); Muvatta, Salâtu'l-Leyl: 2, (1, 117); Ebû Dâvud, Salât: 112, (711,
712, 713, 714); Nesâî, Tahâret: 120, (1, 101, 102), Kıble: 10, (2, 67); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/28.
[659] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/29.
[660] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/30.
[661] Buhârî, Salât: 90, İlm: 18,
Ezân: 161, Cezâu's-Sayd: 25; Müslim, Salât: 254, (504); Muvatta, Kasru's-Salât:
38, (1, 155); Ebû Dâvud, Salât: 110, 113 (703, 704, 715, 716, 717); Tirmizî,
Salât: 252, (337); Nesâî, Kıble: 7, (2, 64, 65).
[662] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/30.
[663] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/30-31.
[664] Ebû Dâvud, Salât: 114, (718); Nesâî, Kıble:
7, (2, 65); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/31.
[665] Ebû Dâvud, Menâsik: 89, (2016); Nesâî, Kıble: 9, (2,
67) İbnu Mâce, Menâsik: 33, (2958); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/31.
[666] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/31-32.
[667] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/32.
[668] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/32.
[669] Buhârî, Salât: 100,
Bed'ül-Halk: 11; Müslim,Salât: 259, (505); Muvatta, Kasru's-Salât: 33, (1,
154); Ebû Dâvud, Salât: 108, (697, 698, 699, 700); Nesâî, Kıble: 8, (2, 66);
Kasâme: 45, (8, 61-62); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 9/32.
[670] Buhârî, Salât: 101; Müslim, Salât: 261, (507);
Muvatta, Kasru's-Salât: 34, (1, 154, 155); Ebû Dâvud, Salât: 109, (701);
Tirmizî, Salât: 251, (336); Nesâî, Kıble: 8, (2, 66); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/35.
[671] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/35-36.
[672] Ebû Dâvud, Salât:
110, (705, 706); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/36-37.
[673] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/37.
[674] Ebû Dâvud, Salât: 106, (694); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/37.
[675] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/37.
[676] Ebû Dâvud, Salât:
103, (689); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/38.
[677] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/38.
[678] Müslim, Salât: 241, (499); Ebû
Dâvud, Salât: 102, Tirmizî, Salât: 250, (335); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/38.
[679] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/38-39.
[680] Müslim, Salât: 265, (510);
Ebû Dâvud, Salât: 110, (702); Tirmizî, Salât: 253, (338); Nesâî, Kıble: 7, (2,
63); İbnu Mâce, İkâmetu's-Salât: 38, (952); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/39.
[681] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/39-40.
[682] Buhârî, Salât: 92, 90; Müslim, Salât: 245, (501); Ebû
Dâvud, Salât: 102, (687); Nesâî, Kıble: 4, (2, 62); İbnu Mâce, İkâmetu's-Salât:
164, (1304, 1305); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 9/40.
[683] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/40-41.
[684] Buhârî, Salât: 98, 50; Müslim, Salât: 247, (502);
Muvatta, Kasru's-Salât: 41, (1, 157); Ebû Dâvud, Salât: 104, (692); Tirmizî,
Salât: 261, (352); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 9/41.
[685] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/41.
[686] Ebû Dâvud, Salât:
105, (693); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/42.
[687] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/42.
[688] Ebû Dâvud, Salât: 107, (695); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/42.
[689] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/42.
[690] Buhârî, Salât: 106, Edeb:
18; Müslim, Mesâcid: 41, (543); Muvatta,
Kasru's-Salât: 81, (1, 170); Ebû Dâvud, Salât: 169, (917, 918, 919, 920);
Nesâî, Mesâcid: 19, (2, 45), Sehv: 13, (3, 10); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/43.
[691] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/43-44.
[692] Buhârî, Vudû: 53, Müslim,
Müsâfirîn: 222, (786); Muvatta, Salâtu'l-Leyl: 3, (1, 118); Ebû Dâvud, Salât:
308, (1310); Tirmizî, Salât: 263, (355); Nesâî, Tahâret: 117, (1, 99-100);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/44.
[693] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/45.
[694] Müslim, Salât: 232, (492);
Ebû Dâvud, Salât: 88, (647); Nesâî, İftitah: 147, (2, 215-216); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/45-46.
[695] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/46.
[696] Kifi: en-Nihaye'de
açıklandığına göre, devenin hörgücünün etrafına bez sarılarak elde edilen
oturma yerine denmektedir.
[697] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/46-47.
[698] Müslim, Mesâcid:
67, (560); Ebû Dâvud, Tahâret: 43, (89); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 9/47.
[699] Muvatta,
Kasru's-Salât: 49, (1, 159); Ebû Dâvud, Tahâret: 43, (88); Tirmizî, Tahâret:
108, (142); Nesâî, İmâmet: 51, (2, 110, 111); İbnu Mâce, İkâmetu's-Salât: 114,
(616); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
9/47.
[700] (Açıklama
daha önce geçti. Geniş açıklama 3999 ve 4000 numaralı hadislerde gelecek.); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/48.
[701] Buhârî, Sehv: 1, 5; Ezân:
145, 147, Eymân: 15; Müslim, Mesâcid: 85, (570); Muvatta, Salât: 65, (1, 96);
Ebû Dâvud, Salât: 200, (1034, 1035); Tirmizî, Salât: 288, (391); Nesâî, Sehv:
21, (3, 19, 20), 28, (3, 34), İftitâh: 196, (2, 244); İbnu Mâce, İkâmet: 131,
(1206); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/49.
[702] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/49-50.
[703] Ebû Dâvud, Salât: 198,
(1028)
[704] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/51.
[705] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/51.
[706] Müslim, Mesâcid: 88, (571);
Muvatta, Salat: 62, (1, 95); Ebu Davud, Salat: 197, (1024, 1026, 1027, 1029);
Tirmizi, Salat: 291, (396); Nesai, Sehv: 24, (3, 27); İbnu Mace, İkamet: 132,
(1210); 133, (1212); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 9/51.
[707] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/52.
[708] Tirmizî, Salât:
291, (398); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/53.
[709] Buhârî, Sehv: 3, 4, 5,
Mesâcid: 88, Cemâat: 69, Edeb: 45, Haberu'l-Vâhid: 1; Müslim, Mesâcid: 97,
(573); Muvatta, Salât: 58, (1, 93); Ebû Dâvud, Salât: 195, (1008, 1009, 1010,
1011, 1012); Tirmizî, Salât: 289, (394); 292, (399); Nesâî, Sehv: 22-23, (3,
20, 26); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/53.
[710] Ebû Dâvud, Salât:
195, (1008); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/54.
[711] (Bu hadisleri 2708, 2709
numarada açıkladık).
[712] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/54-56.
[713] Buhârî, Sehiv: 2, Salât: 31,
32, Eymân: 15, Haberu'l-Vâhid: 1; Müslim, Mesâcid: 89, (572); Ebû Dâvud, Salât:
196, (1019, 1020, 1021, 1022); Nesâî, Sehv: 26, (3, 31-36); Tirmizî, Salât:
289, (392, 393); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 9/56-57.
[714] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/57-58.
[715] Ebû Dâvud, Salât:
201, (1036); Tirmizî, Salât: 269, (365); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 9/58-59.
[716] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/59.
[717] Muvatta, Sehv: 2,
(1, 100); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/60.
[718] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/60-61.
[719] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/62-64.
[720] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/64.
[721] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/65.
[722] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/65-66.
[723] Buhârî, Sücûdu'l-Kur'ân: 9, 8, 12; Müslim, Mesâcid:
103, (575); Ebû Dâvud, Salât: 333, (1411, 1412, 1413); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/66.
[724] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/66.
[725] Buhârî, Sücûdu'l-Kur'ân: 10,
Muvatta, Kur'ân: 16, (1, 206).
[726] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/67.
[727] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/67.
[728] Müslim, Îmân:
133, (81); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/68.
[729] Ebû Dâvud, Salât: 335, (1415); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/68.
[730] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/68.
[731] Ebû
Dâvud, Salât: 328, (1401); İbnu Mâce, İkâmet: 71, (1057); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/69.
[732] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/69.
[733] Buhârî,
Sücûdu'l-Kur'ân: 3, Enbiya 39; Ebû Dâvud, Salât: 332, (1409); Tirmizî, Salât:
405, (577); Nesâî, İftitah: 48, (2, 159); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/69-70.
[734] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/70-72.
[735] Buhârî, Sücûdu'l-Kur'ân: 4,
1, Menâkıbu'l-Ensâr: 29, Meğâzî: 7, Tefsir, Necm; Müslim, Mesâcid: 105, (576);
Ebû Dâvud Salât: 330, (1406); Nesâî, İftitah: 49, (2, 160). Metin, Buhârî'deki
metindir.; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
9/72.
[736] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/72-73.
[737] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/73.
[738] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/73-74.
[739] Hemen belirtelim ki: Garânik
hâdisesiyle ilgili rivayetin saçmalığı sebebiyle pek çok âlim -görüleceği
üzere- vak'ayı reddetmiş, rivayetin uydurma olduğunu söylemiştir. Rivayeti
reddetmeyip ifade ettiği sakatlık ve yanlışlığı açıklayan, te'vil eden âlimler
de var. İbnu Hacer'in açıklaması bu ikinci grubu temsil edecektir.
[740] Mürsel, senesinde kopukluk
olan (çoğu kere de sahabe ismi düşen) hadislere denir. Mürsel hadis zayıftır,
ancak bazı alimler mürselle amel etmiştir (2. cilt 112. sayfaya bakın). Bir
mevzuda gelen birkaç zayıf, birbirini destekleyeceği için çok tarikten gelen
zayıfla amel, ülemâca benimsenen bir prensiptir.
[741] Yani mana şöyle
olur: "... Şu şefaatleri umulan meleklerin erkekleri sizin de dişileri
Allah'ın mı, bu ne insafsız bir taksim..."
(8) Bundan maksad şudur: Bahsin başında Hacc suresinden
kaydettiğimiz ayette, "Biz senden evvel hiçbir Resul göndermedik ki o,
(birşey) arzu ettiği zaman şeytan) onun dilediği hakkında illa bir fitne
meydana atmasın..." ayetinde geçen تَمَنَّى "arzu ettiği zaman" kelimesini İbnu
Abbas, تََ yani
"tilâvet ettiği zaman" diye açıklar. Keza aynı âyette geçen اُمْنِيَّتِهِ
dileği kelimesine de قِرَاءتِهِ
"Kur'an
okuması"diye açıklar.
(9) Bu yorumu esas alınca, başta kaydettiğimiz meali şöyle
anlamanız gerekecek: "(Ey Muhammed)! Biz, senden evvel hiçbir resul,
hiçbir nebi göndermedik ki, o (bir vahiy) kıraatte bulunduğu zaman şeytan O'nun
kıraatı hususunda illa (bir fitne) meydana atmış olmasın. Nihayet Allah
şeytanın ilkâ edeceği (o fitneyi) giderir, iptal eder..."
[742] Bu tahlîl, Zaman Gazetesi
tarafından 12 Mart 1989 günü Ankara Kocatepe Camiinde düzenlenen Kur'an
Sempozyumu'nda Prof. Dr. Suat Yıldırım tarafından tebliğ olarak sunulmuştur;
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/74-78.
[743] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/78.
[744] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/78-79.
[745] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/79-80.
[746] Arapçada reâ fiili, soru
cümlesi olarak, sözün başında geldiği zaman, peşinden, merdud bir şeye dikkat
çekileceğini gösterir. "Araplar, bir kimsenin reddettikleri bir işinden
dolayı, bir başkalarının da tuhaf karşılamalarını sağlamak istediklerinde bu
tabiri kullanırlar" (Taberî, Bakara 158). Kur'an'da da bu şekilde kullanılmıştır
(Ferra, Meanî, 1/170). Efe raeytellezî tevellâ (Baksana o yüz çevirene!) (53/33. Keza 26/75, 35/40).
[747] Taberî, 27/58; Elmalılı 6/4596.
[748] Sahîh,
Necm sûresinin tefsiri), İmam Ahmed (Müsned), 6/399-400) ve Nesâî (İftitah,
2/160).
[749] Tefsiru't-Taberî,
27/186-189.
[750] Taberî,
27 (187-188).
[751] M.H.
Heykel, s. 96; Seyyid Kutup, Necm sûresinin tefsiri, 27/73.
[752] Bkz. Hakka, 46; Yunus 15; İsrâ 74; Furkan 32, A'lâ 6).
[753] Razî
Mefâtihu'l-Gayb: 6/245.
[754] eş-Şifa:
2/11.
[755] er-Ravdu'l-Unûf:
1/229.
[756] bkz.
Mevdûdî, Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber, 1/487.
[757] Mevlânâ Şiblî, Asr-ı Saadet,
c. 1; A.H. Berkî-O. Keskioğlu, Hatemu'l-Enbiya, s. 96-106.
[758] s. 16-17.
[759] (12)
Habeşistan'a hicret eden müslümanların bir kısmı Hicret-i Nebeviye'ye yakın,
bir kısmı ise hicreti müteakip; bir kısmı ise çok sonra dönmüşlerdir. (A. H.
Berkî-O, Keskioğlu, Hatemu'l-Enbiya, s. 96).
[760] (13) Abdullah
İbnu'z-Ziba'râ, başlangıçta İslâm'ın en şiddetli aleyhdarlarından biri idi.
Mekke'nin fethinden sonra Necran'a kaçtı. Daha sonra dönüp özür diledi,
15/636'da vefat etti (Zirikli, A'lâm).
[761] İbn
Âşûr, Tefsîru't-Tahrîr, 17/305.
[762] Kitabu'l-Asnâm,
trc. B. Bilgin, metin s. 13; trc s. 32.
[763] Elmalılı
Hz. Yazır, 6/4597.
[764] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/81-89.
[765] Buhârî, Sücûdu'l-Kur'ân: 6;
Müslim, Mesâcid: 106, (577); Ebû Dâvud, Salât: 329, (1404); Tirmizî,
Salât: 404, (576); Nesâî, İftitah: 50,
(2, 160); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/89.
[766] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/89.
[767] Buhârî, Sücûdu'l-Kur'ân: 7,
6, Ezân: 100, 102; Müslim, Mesâcid: 107; Muvatta, Kur'ân: 12, (1, 205); Ebû
Dâvud, Salât: 331, (1407); Nesâî, İftitâh: 51, (2, 161); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/90.
[768] Müslim, Mesâcid: 108, (578);
Ebû Dâvud, Salât: 331, (1407); Tirmizî, Salât: 402,(573, 574); Nesâî, İftitâh:
51, 52, (2. 161,162); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 9/90.
[769] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/90.
[770] Ebû Dâvud, Salât:
329, (1403); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/90.
[771] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/90.
[772] Ebû
Dâvud, Salât: 334, (1414); Tirmizî, Salât: 407, (508); Nesâî, İftitah: 71, (2,
222); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
9/91.
[773] Bu
secde tesbihi müteakip rivayette gelecektir.
[774] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/91.
[775] Tirmizî, Da'avât:
33, (3420); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/92.
[776] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/92-93.
[777] Ebû Dâvud, Cihâd: 174,
(2774); Tirmizî, Siyer: 25, (1578); İbnu Mâce, İkâmet: 192, (1394); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/94.
[778] Ebu Dâvud'un rivâyetinde bu
mevki Azvera diye açıklanır. Burası Cuhfe tepesi olup üzerinden Mekke-Medine
yolunun geçtiği, Mekke'ye yakın bir yer olduğu belirtilir.
[779] Ebû Dâvud, Cihâd: 174, (2775);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/94-95.
[780] Bu
hadise 654.hadiste geçmiştir, (4, 19).
[781] Hz. Ali, daha Haricîler
çıkmazdan önce, arkadaşlarına dinden çarçabuk çıkacak bir cemaatin çıkacağını,
onların delilinin içlerinde birinin çolak olacağını söylemişti. Bunu çok
kereler; ashabı ondan dinlemişti. Nehravân'a Haricilerle savaşmak üzere çıkınca
bu çolağın aranmasını söyledi. Bidayette "yok, bulamadık" diyenlere
Hz. Ali: "Vallahi o, bunların arasında, aranan çolak bulunur. Kolunda
kadın memesi iriliğinde bir et topağı görülür. Hz. Ali "Allahuekber"
Ne yalan söyledim ne de bana yalan söylendi" der ve Resûlullah'ın bunu
haber verdiğini açıklar.
[782] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/95-96.
[783] Ebu Sevr'in kasteddiği âyet
meâlen şöyledir: "(Ey Muhammed)! Sen içlerinde olup da namazlarını
kıldırdığın zaman, bir kısmı seninle beraber namaza dursun ve silahlarını da
yanlarına alsınlar. Secdeyi yaptıktan sonra onlar arkanıza geçsinler, kılmayan
öbür kısım gelsin, seninle beraber kılsınlar, tedbirli olsunlar, silahlarını
alsınlar..." (Nisâ).
[784] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/99-100.
[785] Buhârî, Ezân: 30, Cuma: 2;
Müslim, Salât: 272 (649); Ebû Dâvud, Salât: 49, (559); Tirmizî, Salât: 245,
(330); İbnu Mâce, Mesâcid: 16, (788); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/101.
[786] Buhârî, Ezân: 30,
Müslim, Salât: 272; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/101.
[787] Rezîn
ilavesidir. Derim ki bu rivâyet Buhârî' nin Sahîh'inde mevcuttur. Buhârî, Ezân
31; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
9/102.
[788] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/102-106.
[789] Müslim, Mesâcid: 260, (656),
Muvatta, Salâtu'l-Cemâ'a: 7, (1, 132); Ebû Dâvud, Salât: 48, (555); Tirmizî,
Salât: 165. (221); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 9/107.
[790] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/107.
[791] Müslim, Mesâcid:
278, (663); Ebû Dâvud, Salât: 49, (586); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 9/107-108.
[792] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/108.
[793] Mescidlerle ilgili daha
geniş bilgiyi kitabımızın Mescid bölümünde bulacaksınız (5504-5525).
[794] Müslim, Mesâcid: 255, (653);
Nesâî, İmâmet: 50, (2, 109); Ebû Dâvud, Salât: 47, (552); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/109.
[795] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/109-111.
[796] Ebû Dâvud, Salât:
47 (551); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/111.
[797] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/111.
[798] Buhârî, Ezân: 29, Husûmât:
5, Ahkâm: 52; Müslim, Mesâcid: 252, (651); Muvatta, Salâtu'l-Cemâ'a: 3, (1,
129-130); Ebû Dâvud, Salât: 47, (548, 549); Tirmizî, Salât: 162, (217); Nesâî,
İmâmet: 49, (2, 107); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 9/112.
[799] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/112-113.
[800] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/113-115.
[801] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/116.
[802] Müslim, Mesâcid: 256, (654);
Ebû Dâvud, 47, (550); Nesâî, İmâmet: 50, (2, 108, 109); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/116.
[803] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/116-117.
[804] Tirmizî, Salât:
162, (218); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/117.
[805] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/118.
[806] Buharî, Ezân: 31;
İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/118.
[807] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/118.
[808] Buhârî, Ezân: 40, 50, 153,
154, Salât: 45, 46, Teheccüd: 36, Megâzî: 11, Et'ime: 15, Rikâk: 6, İstitâbe:
9; Müslim, İman: 54, (33); Muvatta, Kasru's-Salât: 86, (1, 172); Nesâî, İmâmet:
10, (2, 80); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
9/119.
[809] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/119-120.
[810] Buhârî, Ezân: 18, 40;
Müslim, Misâfirîn: 22, (697); Muvatta, Salât: 10, (1, 73); Ebû Dâvud, Salât:
214, (1060-1064); Nesâi, Ezân: 17, (2, 15); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/120-121.
[811] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/121.
[812] Müslim, Mesâcid: 290, (673);
Tirmizî, Salât: 174, (235); Edeb: 24 (2773); Ebû Dâvud, Salât: 61, (582, 583,
584); Nesâî, İmâmet: 3, 6, (2, 76-77); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/122.
[813] Müslim,
Mesâcid: 289, (672); Nesâî, İmâmet: 5, (2, 77); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/122.
[814] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/122-123.
[815] Ebû Dâvud, Salât:
61, (590); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/123.
[816] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/124.
[817] Buhârî, Megâzî: 52; Ebû
Dâvud, Salât: 61, (585-587); Nesâî, Ezan: 8, (2, 9-10); Kıble: 16, (2, 70).
İmâmet: 11, (2, 80); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/124.
[818] Şâfi'î
de cum'a namazını istisna tutar ve caiz görmez.
[819] Ashab nezdinde bu husus
mühim bir prensip olmalıdır. Çünkü, Resûlullah'tan sonra azl'in cevazı münakaşa
edildiği vakit, Ebu Sa'îd ve Câbir (radıyallahu anhümâ), "Biz azil
yaparken Kur'an nâzil oluyordu, bizi yasaklayıcı bir vahiy gelmedi" diye
istidlal ederek, "azl"in cevazına hükmetmişlerdir.
[820] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/124-125.
[821] Buhârî, Ezân: 54,
Ahkâm: 25; Ebû Dâvud, Salât: 61, (588); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 9/126.
[822] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/126.
[823] Buhârî,
Ezan: 54, (Bâb başlığında (senetsiz) kaydetmiştir; İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/126.
[824] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/126-127.
[825] Ebû Dâvud, Salât:
65, (595); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/127.
[826] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/127-128.
[827] Buhârî, Ezân: 60, 63, 66,
Edeb: 74; Müslim, Salât: 180, (465); Ebû Dâvud, Salât: 68, (599, 600) Tirmizî,
Salât: 410, (583); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 9/128.
[828] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/128-129.
[829] Ebû Dâvud, Salât:
63, (593); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/129-130.
[830] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/130.
[831] Tirmizî, Salât:
266, (360); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/131.
[832] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/131.
[833] Buhârî,
Ezân: 60, 63, 66, 74; Müslim, Salât: 178, (465); Ebû Dâvud, Salât: 127, (790,
791, 793,); Nesâî, İmâmet: 39, 41 (2, 97-98); İftitâh: 63, 70, (2, 168, 172); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/132.
[834] Fitne
kelimesinin taşıdığı manalar üzerinde kitabımızın Fitne Bölümü'nün umumi
açıklama kısmında duracağız. (4759hadis).
[835] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/132-134.
[836] Buhârî, Ezân: 62; Müslim,
Salât: 186, (467); Muvatta, Cemâat: 13, (1, 134); Ebû Dâvud, Salât: 127,
(794-795); Nesâî, İmâmet: 35, (2, 94); Tirmizî, Salât: 175, (236); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/134.
[837] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/134-135.
[838] Buhârî, Ezân: 65; Müslim, Salât: 189, (469, 470), 196,
(473); Tirmizî, Salât: 175, (237), 276, (376); Nesâî, İmâmet: 35, (2, 94-95);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/135.
[839] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/135-136.
[840] Ebû Dâvud, Salât:
129, (802); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/136.
[841] 2550numaralı
hadise bakın.
[842] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/136.
[843] Ebû Dâvud, Salât:
46, (545); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/137.
[844] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/137.
[845] Ebû Dâvud, Salât: 73, (616); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/137.
[846] Hz.
Muâviye dedi ki: "Cum'ayı kılınca konuşmadıkça veya çıkmadıkça başka namaz
ekleme. Çünkü Resûlullah bize böyle emretti."; İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/137-138.
[847] Buhârî, Ezân: 157, 152, 162,
164; Nesâî, Sehv: 77, (3, 67); Ebû Dâvud, Salât: 203, (1040); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/138.
[848] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/138-139.
[849] Ebû
Dâvud, Tahâret: 43, (90); Tirmizî, Salât: 265, (357); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/139.
[850] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/139-140.
[851] Müslim, Salât: 122, (432);
Nesâî, İmâmet: 26, (2, 90); Ebû Dâvud, Salât: 96, (674); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/141.
[852] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/141-142.
[853] Müslim, Salât: 123, (432);
Ebû Dâvud, Salât: 96, (675); Tirmizî, Salât: 168, (228); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/142.
[854] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/142-143.
[855] Buhârî, Ezân: 57, 58, 59,
77, 79, İlm: 41, Vudû: 5, 36, Ezân: 161, Vitr 1, Amel fi's-Salât: 1, Tefsir
Âl-i İmrân: 17, 18, 19, 20, Libâs: 71,
Edeb: 118, Da'avât: 10, Tevhid: 27; Müslim, Salâtu'l-Müsâfirîn: 181, (763);
Muvatta, Salâtu'l-Leyl: 11, (1, 121, 122); Ebû Dâvud, Salât: 70, (610, 611);
Tirmizî, Salât: 171, (232); Nesâî, İmâmet: 45, (2, 104); İbnu Mâce,
İkâmetu's-Salât: 44, (973); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 9/143.
[856] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/143-144.
[857] Müslim, Mesâcid: 26, (534); Ebû Dâvud, Salât: 71;
(613); Nesâî, Mesâcid: 27, (2, 49-50); İftitah: 90, (2, 183); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/144.
[858] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/144.
[859] Müslim, Salât: 132, (440);
Ebû Dâvud, Salât: 98, (678); Tirmizî, Salât: 166, (224); Nesâî, İmâmet: 32, (2,
93); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/145.
[860] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/145.
[861] Buhârî, Ezân: 71, Müslim,
Salât: 127, (436); Ebû Dâvud, Salât: 94, (662, 663); Tirmizî,Salât: 167, (227);
Nesâî, İmâmet: 25, (2, 89); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 9/145.
[862] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/145-146.
[863] Buhârî, Ezân: 132, 72, 74,
76; Müslim, Salât: 124, (433, 434); Ebû Dâvud, Salât: 94, (667-671); Nesâî,
İmâmet: 27, 28, 30, (2, 91); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 9/146.
[864] Ebû Dâvud, Salât: 94, (666); Nesâî, İmâmet: 31, (2, 93); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 9/147.
[865] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/147.
[866] Ebû Dâvud, Salât: 94, (672); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/148.
[867] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/148.
[868] Ebû Dâvud, Salât:
100, (682); Tirmizî, Salât: 170, (230); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 9/148.
[869] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/148-149.
[870] Müslim, Salât 130, (438);
Ebû Dâvud, Salât 98, (680); Nesâî, İmâmet 17, (2, 83); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/149.
[871] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/149.
[872] Müslim, Salât: 119, (430);
Ebû Dâvud, Salât: 94, (661); Nesâî, İmâmet: 28, (2, 92); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/150.
[873] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/150.
[874] Müslim, Salât:
131, (439); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/150.
[875] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/150-151.
[876] Buhârî, Ezân: 74, 82; Müslim, Salât: 86-89, (414-417); Ebû
Dâvud, Salât: 69, (603, 604); Nesâî, İftitâh: 30, (2, 141-142); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/151.
[877] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/151-154.
[878] Buhârî, Ezân: 53; Müslim,
Salât: 114, (427); Ebû Dâvud, Salât: 76, (623); Tirmizî, Salât: 409, (582);
Nesâî, İmâmet: 38, (2, 96); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 9/154.
[879] Muvatta, Salât:
57,(1, 92); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/154.
[880] Buhârî, Ezân: 52, 91, 133;
Müslim, Salât: 198, (474); Ebû Dâvud, Salât: 75, (620, 621, 622); Tirmizî,
Salât: 208, (281); Nesâî, İmâmet: 38, (2, 96); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/154.
[881] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/154-155.
[882] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/155.
[883] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/156.
[884] Buhârî, Mevâkîtu's-Salât:
29; Müslim, Mesâcid: 162, (607); Muvatta, Vukûtu's-Salât: 18, (1, 11); Ebû
Dâvud, Salât: 156, (893); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 9/156.
[885] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/156.
[886] Tirmizî, Salât:
414, (591); Ebû Dâvud, Salât: 28, (506); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 9/156.
[887] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/156-157.
[888] Ebû Dâvud, Salât:
67, (597); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/158.
[889] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/158-159.
[890] Buhârî, Salât: 64, 18, Cuma:
36, İ'tikaf: 32, Hibe: 3; Müslim, Mesâcid: 44, (544), Ebû Dâvud, Salât: 221,
(1080); Nesâî, Mesâcid: 45, (2, 57-59); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/159-160.
[891] İslam'da Çevre Sağlığı
kitabımızda bu mevzuda geniş tahliller mevcuttur. Bilhassa 59-62.sayfalar.
[892] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/160-161.
[893] Buhârî, Ezân: 80, Libâs: 43; Ebû Dâvud, Salât: 243, (1126); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 9/161-162.
[894] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/162.
[895] Buhârî, Ezân: 23, Cuma: 18;
Müslim, Mesâcid: 151, (602); Muvatta, Salât: 4, (1, 68-69); Ebû Dâvud, Salât:
55, (572-573); Tirmizî, Salât: 244, (327); Nesâî, İmâmet: 57, (2, 114-115);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/163.
[896] Çünkü hadis,cum'aya yetişmiş
olmak için birinci rek'ate yetişmeyi şart koşmuştur.
[897] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/163-164.
[898] Ebû Dâvud, Salât:
146, (851); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/164.
[899] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/164.
[900] Ebû
Dâvud, Salât: 136, (823, 824); Tirmizî, Salât: 232, (311); Nesâî, İftitâh: 29,
(2, 141); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
9/165.
[901] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/165-166.
[902] Müslim, Salât: 47, (398);
Ebû Dâvud, Salât: 138, (828); Nesâî, İftitah: 27, 28, (2, 140-141); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/166.
[903] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/166.
[904] Ebû Dâvud, Salât:
163, (907); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/167.
[905] Bu mevzuyu 947numaralı
hadiste uzunca açıkladık. Arza bahsi 4.cilt 483.sayfada geçti.
[906] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/167.
[907] Ebû Dâvud, Salât:
164, (903); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/167.
[908] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/168.
[909] Muvatta,
Salâtu'l-Cemâ'a: 8, (1, 132); Nesâî, İmâmet: 53, (2, 112); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/168.
[910] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/168-169.
[911] Muvatta, Salâtu'l-Cemâ'a: 9,
(1, 133); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
9/169.
[912] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/169.
[913] Ebû Dâvud, Salât:
58, (579); Nesâî, İmâmet: 56, (2, 114); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 9/169-170.
[914] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/170.
[915] Muvatta,
Salâtu'l-Cemâ'a: 12, (1, 133); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/170.
[916] Akşam üç rek'attir,
dolayısiyle tekdir. İki sefer kılınca altıya çıkar ve çift olur. Halbuki akşam
gündüzün teklisidir, vitir namazı da gecenin teklisi olduğu gibi.
[917] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/170-171.
[918] Müslim, Müsâfirîn: 63,
(710); Ebû Dâvud, Salât: 294, (1266);
Tirmizî, Salât: 312, (421); Nesâî, İmâmet: 60, (2, 126); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/171.
[919] Muvatta,
Kasru's-Salât: 75, (1, 168); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/171.
[920] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/171-172.
[921] Ebû Dâvud, Salât:
74, (617); Tirmizî, Salât: 300 (408); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 9/172-173.
[922] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/173.
[923] Buhârî, Ezân: 55;
İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/173.
[924] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/173-174.
[925] Rivayet
meâlen şöyle: Medine ahâlisi, Resûlullah'ın hicretle gelmesinden ve Cuma ile
ilgili farz inmesinden önce toplamdılar. Ensar dedi ki: "Yahudilerin bir
günü var her yedi günde bir kere toplanırlar. Hıristiyanlar da böyle. Gelin biz
de bir gün tesbit edelim, o gün toplanalım, Allah'ı zikredip ibadet yapalım, şükredelim."
Arûbe gününü bu toplanma günü yaptılar. Es'ad İbnu Zürare'de o gün toplandılar.
Es'ad onlara o gün namaz kıldırdı. Bundan sonra Allah, cum'â sûresini indirdi:
"Ey iman edenler, Cuma günü ezan okunduğu vakit Allah'ın zikrine koşun"
(Cum'a 9). Bu rivayet o sahabîlerin içtihadla o günü seçtiklerini ve isminin
böylece cum'a olduğunu ifade eder.
[926] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/176-177.
[927] Buhârî Cuma: 4, 19; Müslim,
Cum'a: 10, (850); Muvatta, Cuma: 1, (1, 101); Ebû Dâvud, Tahâret: 129, (351);
Tirmizî, Salât: 358, (499); Nesâî, Cuma: 14, (3, 99); İbnu Mâce, İkâmet: 82,
(1092); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/178.
[928] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/178-181.
[929] Müslim, Cuma: 24,
(850); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/181.
[930] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/181.
[931] Ebû Dâvud, Tahâret: 129,
(345, 346); Tirmizî, Salât: 356, (496); Nesâî,Cuma: 12, (3, 97); İbnu Mâce,
İkâmet: 80, (1027); Buhârî, Cuma: 6; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/182.
[932] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/183.
[933] Ebû Dâvud, Salât:
235, (1113); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/184.
[934] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/184-185.
[935] Ebû Dâvud, Salât:
209, (1051); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/186-187.
[936] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/187-188.
[937] Ebû Dâvud, Salât: 215, (1067); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/188.
[938] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/188-190.
[939] Ebû Dâvud, Salât:
212, (1056); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/190.
[940] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/190.
[941] Ebû Dâvud,
Tahâret: 129, (342); Nesâî, Cuma: 2, (3, 89); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 9/190.
[942] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/190-191.
[943] Tirmizî, Salât
360, (502); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/191.
[944] Kelimeye bağlı
tercümesi: "Gece, kimi âilesine sığındırırsa Cuma ona farzdır"
şeklinde olmalıdır.
[945] Bu
hadis, iki rivayet sonra, 2859 numarada kaydedilen rivayettir.
[946] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/191-192.
[947] Nesâî,
Mevâkît: 30, (1, 274, 275); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/192.
[948] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/192.
[949] Nesâî, Cuma: 41,
(3, 112, 113); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/192.
[950] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/193.
[951] Tirmizî, Salât:
360, (501); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/193.
[952] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/193.
[953] Ebû Dâvud,Salât: 210,
(1052).; Tirmizî, Salât: 359, (500); Nesâî, Cuma: 2, (3, 88); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/193.
[954] Ebû Dâvud, Salât: 211,
(1053-1054); Nesâî, Keffâret: 3, (3, 89); İbnu Mâce, İkâmet: 93, (1128);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/193.
[955] Ebû Dâvud, Salât: 213, (1058, 1059); Nesâî, İmâmet: 51, (2, 111); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 9/194.
[956] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/194.
[957] Buhârî, Cuma: 16, Ebû Dâvud,
Cuma: 224, (1084); Tirmizî, Salât: 361, (503); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/195.
[958] Buhârî, Cum'a:
16; İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/195.
[959] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/195-196.
[960] Buhârî, Cuma: 21, 22, 24,
25; Ebû Dâvud, Salât: 225; Tirmizî, Salât: 372, (516); Nesâî, Cuma: 15, (3,
100, 101); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
9/196.
[961] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/196-197.
[962] Buhârî, Cuma: 30, 27;
Müslim, Cuma: 33, Ebû Dâvud, Salât: 227, (1092); Tirmizî, Salât: 363, (506);
Nesâî, Cum'a: 33, (3, 109); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 9/198.
[963] Nesâî,
Cuma: (3,109); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 9/198.
[964] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/198-199.
[965] Müslim Cuma: 39,
(864); Nesâî, Cuma: 18, (3, 102); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 9/199.
[966] Müslim, Cuma: 53, (874); Ebû
Dâvud, Salât: 230, (1104); Tirmizî, Salât: 371, (515); Nesâî, Cuma: 29, (3,
108); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/200.
[967] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/200.
[968] Müslim, Cuma: 43,
(867); Nesâî, İydeyn: 22, (3, 188, 189); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 9/201.
[969] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/201-203.
[970] Ebû Dâvud, Salât: 229,
(1097, 1098).
[971] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/203.
[972] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/203-205.
[973] Müslim, Cuma: 41, (866), Ebû
Dâvud, Salât: 229, (1101); Nesâî, Cuma: 35, (3, 110); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/205.
[974] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/205.
[975] Müslim, Cuma: 47,
(869); Ebû Dâvud, Salât: 231, (1106); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 9/206.
[976] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/206.
[977] Tirmizî, Nikâh:
16, (1106); Ebû Dâvud, Edeb: 22, (4841); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 9/207.
[978] Ebû
Dâvud, Edeb: 21, (4840); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 9/207.
[979] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/207-208.
[980] Ebû Dâvud, Salât:
232, (1108); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/209.
[981] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/209.
[982] Müslim, Cuma: 60,
(876); Nesâî, Zînet: 123, (8, 220); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 9/209-210.
[983] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/210.
[984] Müslim, Cuma: 8, (1, 104); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/210.
[985] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/210.
[986] Buhârî, Cuma: 36, Müslim,
Cuma: 11, (851); Muvatta, Cuma: 6, (1, 103); Ebû Dâvud, Salât: 235, (1112);
Tirmizî, Salât: 368, (512); Nesâî, Cuma: 22, (3 103, 104); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/210-211.
[987] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/211.
[988] Müslim, Cuma: 61, (877); Ebû
Dâvud, Salât: 242, (112); Tirmizî, Salât: 374, (519); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/212.
[989] Ebû Dâvud, Salât:
242, (519); Nesâî, Cum'a: 39, (3, 111, 112); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 9/212.
[990] Müslim, Cuma: 64, (879); Ebû
Dâvud, Salât: 218, (1074); Tirmizî, Salât: 375, (520); Nesâî, Cuma: 38, (3,
111); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/213.
[991] Müslim, Cuma: 52, (873); Ebû
Dâvud, Salât: 229, (1100); Nesâî, Cuma: 28, (3, 107.); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/213.
[992] Buhârî,
Tefsir:, Zuhruf: 2, Bed'ü''l-Halk: 6, 10; Müslim, Cuma: 49, (871); Ebû Dâvud,
Hurûf: 1, (3992); Tirmizî, Salât: 365, (508); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/213.
[993] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/213-214.
[994] Muvatta, Cuma:
18, (1, 110); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/215.
[995] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/215.
[996] Tirmizî, Salât: 369, (513);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/216.
[997] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/216.
[998] Müslim,
Selâm: 27-30, (2178); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 9/216.
[999] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/216-217.
[1000] Buhârî, Cuma: 20,
İsti'zân: 31, 32; Müslim, Selam: 28, (2177); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 9/217.
[1001] Ebû Dâvud, Salât:
234, (1110); Tirmizî, Salât: 370, (514); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 9/217.
[1002] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/217-218.
[1003] Ebû Dâvud, Salât: 234, (1111); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/218.
[1004] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/218.
[1005] Rezîn
ilavesidir. Ebû Dâvud'da gelen bir hadisin parçasıdır. Salât: 220, (1079); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/218.
[1006] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/218-219.
[1007] Ebû
Dâvud, Salât: 226, (1091); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/219-220.
[1008] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/220.
[1009] Ebû Dâvud, Salât:
239, (1119); Tirmizî, Salât: 379, (526); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 9/220.
[1010] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/220.
[1011] Buhârî,
Cuma: 11; Ebû Dâvud, Salât: 216, (1068); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/221.
[1012] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/221.
[1013] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/223-225.
[1014] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/225.
[1015] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/225.
[1016] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/226.
[1017] Buhârî, Taksîrû's-Salât: 5,
Hacc 24, 25, 27, 117, 119, Cihâd: 104, 126; Müslim, Salâtu'l-Müsâfirîn: 11,
(690); Ebû Dâvud, Salât: 271, (1202); Tirmizî, Salât: 391, (546); Nesâî, Salât:
17, (1, 237); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
9/226.
[1018] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/226-227.
[1019] Müslim,
Salâtu'l-Müsâfirîn: 12, (691); Ebû Dâvud, Salât: 271, (1201); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/227.
[1020] Muvatta, Kasru's-Salât:
15, (1, 148); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/227-228.
[1021] Bir
mil dörtbin zirâdır. Bir zirâ 50-70 cm'lik bir uzunluktur. Şu halde bir berîd
64 zirâ yapar, bu da asgari 32 km'dir.
[1022] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/228.
[1023] Tirmizî, Salât:
391, (547); Nesâî, Taksîru's-Salât: 1, (3, 117); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 9/228.
[1024] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/229.
[1025] Buhârî, Taksîr: 1, Megâzî:
52; Müslim, Salâtu'l-Müsâfirîn: 15, (693); Ebû Dâvud, Salât: 279, (1233);
Tirmizî, Salât: 392, (548); Nesâî, Taksîru's-Salât: 4, (3, 121); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/229.
[1026] Buhârî, Taksîr: 1, Megâzî:
52, Ebû Dâvud, Salât: 279, (1230, 1231, 1232); Tirmizî, Salât: 392, (549);
Nesâî, Taksîru's-Salât: 4, (3, 121).
[1027] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/230.
[1028] Ebû Dâvud, Salât:
270, (1229); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/230.
[1029] Ebû Dâvud, Salât:
280, (1235); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/230.
[1030] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/230-231.
[1031] Buhârî,
Taksîr: 2, Hacc: 84; Müslim, Salâtu'l-Müsâfirîn: 21, (696); Ebû Dâvud, Hacc:
77, (1965); Tirmizî, Hacc: 52, (882); Nesâî, Taksîru's-Salât: 3, (3, 119, 120);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/231.
[1032] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/232.
[1033] Buhârî, Taksîru's-Salât: 2,
Hacc: 84; Müslim, Salâtu'l-Müsâfirîn: 17, (694); Nesâî, Taksîru's-Salât: 3, (3,
121); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/232.
[1034] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/232-233.
[1035] Ebû Dâvud,
Menâsik: 76, (1961-1964); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/233.
[1036] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/233-234.
[1037] Ebû Dâvud, Menâsik: 76,
(1962).
[1038] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/234.
[1039] Ebû Dâvud,
Menâsik: 76, (1960); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/234.
[1040] Muvatta,
Kasru's-Salât: 19, (1, 149); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
9/234-235.
[1041] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/235.
[1042] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/236.
[1043] Buhârî, Taksîru's-Salât:
16,15; Müslim, Müsâfirîn: 46, (704); Ebû Dâvud, Salât: 274, (1218, 1219);
Nesâî, Mevâkît: 42, (1, 284-285); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/236.
[1044] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/236-238.
[1045] Buhârî,
Taksîru's-Salât: 13; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/238.
[1046] Buhârî, Hacc: 93, 96;
Müslim, Hacc: 286, (703); 987, (1288); Muvatta, Hacc: 196, (1, 400); Ebû Dâvud,
Menâsik: 65, (1926-1933); Tirmizî, Hacc: 56, (887, 888); Nesâî, Mevâkît: 49,
(1, 291); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
9/238.
[1047] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/238-239.
[1048] Buhârî, Hacc: 99, 97; Müslim, Hacc: 292, (1289); Ebû
Dâvud, Menâsik: 65, (1934); Nesâî, 49, (1, 291-292); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/239.
[1049] 2910-2913;
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/239.
[1050] Ebû Dâvud,
Menâsik: 57, (1906); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/239.
[1051] Tirmizî, Salât:
138, (188); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/240.
[1052] 2911
numaralı hadis; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 9/240.
[1053] Buhârî, Mevâkît: 12,
Teheccüd: 30; Müslim, Müsâfirîn: 49, (705); Ebû Dâvud, Salât: 274, (1210, 1211,
1214); Tirmizî, Salât: 138, (187); Nesâî, Mevâkît: 47, (1, 290).
[1054] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/240.
[1055] İmam
Şâfiî'nin : "Öğle vakti ile ikindi vakti arasında ne öğleye ne de ikindiye
ait olmayan bir fasıla (ara ve tampon bir vakit) vardır" dediği rivayet
edilmişse de İbnu Hacer bunu reddeder ve "Mezheb kitaplarında Şâfiî'den
böyle bir söze rastlanmaz, ondan menkûl lan, öğlenin son vaktinin, ikindinin
ilk vaktine kadar devam ettiği görüşüdür" der.
[1056] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/240-241.
[1057] Muvatta,
Kasru's-Salât: 4, (1, 144); Müslim, Müsâfirîn: 49, (705); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/241.
[1058] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/241-243.
[1059] Buhârî, Taksîru's-Salât: 11; Müslim, Müsâfirîn: 9,
(689); Muvatta, Kasru's-Salât: 22, (1, 150); Ebû Dâvud, Salât: 276, (1223);
Tirmizî, Salât: 391, Nesâî, Taksîru's-Salât: 5, (3, 122, 123); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/244.
[1060] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/244-245.
[1061] Ebû
Dâvud, Salât: 276, (1222); Tirmizî, Salât: 393, (550); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/245.
[1062] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/245.
[1063] Muvatta,
Kasru's-Salât: 24, (1, 150); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/245.
[1064] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/245.
[1065] Nesâî,
Taksîru's-Salât: 4, (3, 122); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/246.
[1066] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/247-248.
[1067] Buhârî, Megâzî: 31; Müslim,
Müsâfirîn: 309, (841); Muvatta, Salâtu'l-Havf: 1, (1, 183); Tirmizî, Salât:
398, (565); Ebû Dâvud, Salât: 282, (1337, 1338, 1339); Nesâî, Salâtu'l-Havf: 1,
(3, 170-171); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
9/248-249.
[1068] Muvatta,
Salâtu'l-Havf: 2, (1, 183); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/249.
[1069] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/249-250.
[1070] Buhârî, Megâzi: 31, 84, 87;
Müslim, Müsâfirîn: 307-311, (840, 843); Nesâî, Salâtu'l-Havf: 1, (3, 175, 176,
178); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
9/250-251.
[1071] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/251-252.
[1072] Ebû Dâvud, Salât:
281, (1236); Nesâî, Salâtu'l-Havf: 1, (3, 176-177; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/252-253.
[1073] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/253.
[1074] Buhârî,
Salâtu'l-Havf: 2, Megâzî: 31, Tefsir:, Bakara 44; Müslim, Müsâfirîn: 205,
(839); Muvatta, Salâtu'l-Havf: 3, (1, 184); Ebû Dâvud, Salât: 285, (1243);
Tirmizî, Salât: 398, (564); Nesâî, Salâtu'l-Havf: 1, (3, 171-173); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/253-254.
[1075] Ebû Dâvud, Salât: 284,
(1240, 1241); Tirmizî, Tefsîr:, Nisa, (3038); Nesâî, Salâtu'l-Havf: 1, (3, 173,
174); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/254.
[1076] Urane,
Arafat'ın hizasında bir vadinin adıdır.
[1077] Ebû Dâvud, Salât:
289, (1249); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/255.
[1078] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/255-256.
[1079] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/259.
[1080] Buhârî, Teheccüd: 29, 25,
34; Cuma: 39; Müslim, Müsâfirîn: 291, (729), Cuma: 71, (882); Muvatta, 69, (1,
166); Ebû Dâvud, Salât: 290, (1252); Nesâî, İkâmet: 64, (2, 119), Cuma: 43, (3,
113); Tirmizî, Salât: 220, (433, 434); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/259.
[1081] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/259.
[1082] Tirmizî, Salât: 206, (414);
Nesâî, Kıyâmu'l-Leyl: 66, (3, 260); İbnu Mâce, İkâmet: 100, (1142); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/260.
[1083] Buhârî, Mevâkîtu's-Salât:
33, 73; Müslim, Salâtu'l-Müsâfirîn: 300, (835); Ebû Dâvud, Salât: 290, (1253);
Nesâî, Mevâkîtu's-Salât: 36, (1, 281), Kıyâmu'l-Leyl: 56, (3, 251, 252);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/260.
[1084] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/260-261.
[1085] Ebû
Dâvud, Salât: 299, (1275); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/262.
[1086] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/262-263.
[1087] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/263.
[1088] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/263.
[1089] Buhârî, Teheccüd: 27; Müslim, Salâtu'l-Müsâfirîn: 96,
(725); Ebû Dâvud, Salât: 291, 292,
(1254, 1258); Tirmizî, Salât: 307, (416); Nesâî, Kıyâmu'l-Leyl: 56, (252);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/263.
[1090] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/263-264.
[1091] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/264.
[1092] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/264.
[1093] Buhârî, Teheccüd: 28, 12;
Müslim, Müsâfirîn: 90, (724); Muvatta, Salâtu'l-Leyl: 29, (1, 127); Ebû Dâvud,
Salât: 292, (1255); Nesâî, Kıyâmu'l-Leyl: 60, (3, 256); 58, (3, 252-253);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/264.
[1094] Müslim, Müsâfirîn: 99,
(727); Ebû Dâvud, Salât: 292, (1259); Nesâî, İftitah: 38, (2, 155); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/264-265.
[1095] Ebu
Dâvud'daki aslı ile biraz farkediyor ise de burayı esas aldık.
[1096] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/265.
[1097] Müslim, Müsâfirîn: 98,
(726); Ebû Dâvud, Salât: 98, (1256); Nesâî, İftitah: 39, (2, 155, 156); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/265.
[1098] Tirmizî,
Salât: 308, (417); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/266.
[1099] Nesâî,
Salât: 68, (2, 170); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/266.
[1100] Buhârî, Teheccüd: 24, 26; Müslim, Müsâfirîn: 133,
(743); Ebû Dâvud, Salât: 293, (1262, 1263); Tirmizî, Salât: 309, (418); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/266.
[1101] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/266-267.
[1102] Ebû
Dâvud, Salât: 203, (1261); Tirmizî, Salât: 311, (420); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/267.
[1103] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/267.
[1104] Ebû
Dâvud, Salât: 295, (1267); Tirmizî, Salât: 313, (422); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/268.
[1105] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/268.
[1106] Buhârî,
Ezan: 38; Müslim, Müsâfirîn: 65, (711); Nesâî, İmâmet: 60, (2, 117); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/268-269.
[1107] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/269-270.
[1108] Müslim, Müsâfirîn: 67,
(712); Ebû Dâvud, Salât: 294, (1265); Nesâî, İmâmet: 61, (2, 117); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/270.
[1109] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/270-271.
[1110] Muvatta,
Salâtu'l-Leyl: 31, (1, 128); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/271.
[1111] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/271.
[1112] Tirmizî,
Salât: 314, (423); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/272.
[1113] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/272.
[1114] Burada ifade mutlaktır.
Münferid kılan önce sünneti kılacağı için bu mevzubahis olamaz. Öyle ise şu
mana da hadiste var: "Kim farzı imama yetişir, sünneti kılamaz, imamdan
sonra da güneş doğuncaya kadar kılamamış ve böylece sünneti kazaya bırakmış
ise, bunu güneş doğduktan sonra (kazâen) kılsın."
[1115] Muvatta,
Salâtu'l-Leyl: 32, (1, 128); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/272.
[1116] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/272-273.
[1117] Tirmizî,
Salât: 315, (424); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/274.
[1118] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/274.
[1119] Tirmizî,
Salât: 317, (426); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/274.
[1120] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/274.
[1121] Ebû Dâvud, Salât: 296,
(1269); Tirmizî, Salât: 317, (427, 428); Nesâî, Kıyâmu'l-Leyl: 67, (3, 265);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/275.
[1122] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/275.
[1123] Ebû
Dâvud, Salât: 296, (1270); İbnu Mâce, İkâmet: 105, (1157); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/275.
[1124] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/275-276.
[1125] Tirmizî,
Salât: 347, (478); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/276.
[1126] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/276.
[1127] Tirmizî,
Tefsir, Nahl; (3127); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/276.
[1128] Ebû
Dâvud, Salât: 297, (1272); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/277.
[1129] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/277.
[1130] Ebû
Dâvud, Salât: 297, (1271)); Tirmizî, Salât: 318, (430); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/277.
[1131] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/277.
[1132] Tirmizî, Salât: 318, (2129); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/278.
[1133] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/278.
[1134] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/278.
[1135] Buhârî, Mevâkîtu's-Salât:
33, Hacc 75; Müslim, Salâtu'l-Müsâfirîn: 296-298, (833-835); Ebû Dâvud, Salât:
299, (1279, 1280); Nesâî, Mevâkît: 36, (1, 280, 281); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/279.
[1136] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/279.
[1137] Tirmizî,
Salât: 135, (184); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/279.
[1138] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/279-280.
[1139] Müslim,
Müsâfirîn: 302, (836); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/280.
[1140] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/280.
[1141] Buhârî,
Ezân: 14, Salât 95; Müslim, Müsâfirîn: 303, (837); Nesâî, Ezân: 39, (2, 28,
29).
[1142] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/281.
[1143] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/281.
[1144] Ebû Dâvud, Salât: 300,
(1281); Buhârî, Teheccüd: 35, İ'tisâm: 27; Müslim, Müsâfirîn: 304, (838);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/281-282.
[1145] İki ezandan maksad ezan ve
ikâmettir.
[1146] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/282.
[1147] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/282.
[1148] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/282.
[1149] Tirmizî,
Salât: 320, (432); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/282-283.
[1150] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/283.
[1151] Ebû Dâvud, Salât: 304,
(1300); Nesâî, Kıyâmu'l-Leyl: 1, (3, 198, 199).
[1152] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/283.
[1153] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/283.
[1154] Rezîn
tahriç etmiştir. (Feyzu'l-Kadîr 6, 167); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 9/284.
[1155] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/284.
[1156] Rezîn
ilavesidir. (Feyzu'l-Kadîr 4, 307); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 9/284.
[1157] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/284.
[1158] Ebû
Dâvud, Salât: 305, (1303); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/285.
[1159] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/285.
[1160] Buhârî,
Cuma: 32,33, Teheccüd: 25; Müslim, Cuma: 55, Ebû Dâvud, Cuma: 237; Tirmizî,
Salât: 367, (510); Nesâî, Cuma: 21, 27, (3, 103, 107).
[1161] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/286.
[1162] Müslim, Cuma: 67, (881); Ebû
Dâvud, Salât: 244, (1131); Tirmizî, Salât: 376; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/286.
[1163] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/287.
[1164] Müslim,
Cuma: 67, (881); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/287.
[1165] Buhârî,
Cuma: 39, Teheccüd: 25, 29; Müslim, Cuma: 70, (882); Ebû Dâvud, Salât: 244,
(1127, 1128); Tirmizî, Salât: 376, (521, 522); Nesâî, Cuma: 42, 44, (3, 113); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/287.
[1166] Ebû
Dâvud, Salât: 244, (1130, 1131); Tirmizî, Salât: 376, (523); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/287.
[1167] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/288.
[1168] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/289.
[1169] Ebû
Dâvud, Salât: 337, (1419); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/289.
[1170] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/290.
[1171] Tirmizî, Salât: 333, (453,
454); Ebû Dâvud, Salât: 336, (1416); Nesâî, Kıyâmu'l-Leyl: 27, (3, 228, 229);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/290.
[1172] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/290.
[1173] Muvatta, Salâtu'l-Leyl: 14,
(1, 123); Ebû Dâvud, Salât: 9, (425); 337, (1420); Nesâî, Salât: 6, (1, 230);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/291.
[1174] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/291-292.
[1175] Buhârî, Vitr: 4; Müslim, Müsâfirîn: 149, (751); Ebû
Dâvud, Salât: 343, (1438); Nesâî, Kıyâmu'l-Leyl: 30, (3, 230, 231); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/292.
[1176] Muvatta'da
bulunamadı; İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/292.
[1177] Ebû Dâvud, Salât: 338,
(1422); Nesâî, Salâtu'l-Leyl: 40, (3, 238, 239); İbnu Mâce, İkâmet: 123,
(1190); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
9/292-293.
[1178] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/293.
[1179] Tirmizî, Salât: 336, (458);
Nesâî, Kıyâmu'l-Leyl: 30, 40, 45, (3, 237, 243); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/293.
[1180] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/293-294.
[1181] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/294.
[1182] Buhârî, Vitr: 1, Salât: 24,
Teheccüd: 10; Müslim, Müsâfirîn: 155-147, (749, 753); Muvatta, Salâtu'l-Leyl:
13, (1, 123); Tirmizî, Salât: 323, (437); Nesâî, Kıyâmu'l-Leyl: 26, (3, 227,
228), 35, (3, 233); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 9/294.
[1183] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/294.
[1184] Ebû Dâvud, Salât: 339, (1424); Tirmizî, Salât:
340, (463), Nesâî, Kıyâmu'l-Leyl: 47, 48, (3, 244, 245); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/295.
[1185] Ebû Dâvud, Salât: 336, (1418); Tirmizî, Salât: 332,
(452); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/295.
[1186] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/295.
[1187] Buharî,
Vitr: 2, Müslim, Müsâfirîn: 137, (745); Nesâî, Kıyâmu'l-Leyl: 30, (3, 230);
Tirmizî, Salât: 334,(456), Sevâbu'l-Kur'an: 23, (2925); Ebû Dâvud, Salât: 343,
(1435, 1437); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/296.
[1188] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/296.
[1189] Müslim, Müsâfirîn: 162, (755); Tirmizî, Salât: 334,
(455); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/296.
[1190] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/296-297.
[1191] Muvatta,
Salâtu'l-Leyl: 16, (1, 124); Ebû Dâvud, Salât: 342, (1434); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/297.
[1192] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/297.
[1193] Ebû
Dâvud, Salât: 302, (1295); Tirmizî, Cuma: 418, (597); Nesâî, Kıyâmu'l-Leyl: 26,
(3, 227); İbnu Mace, İkâmet: 172, (1322); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 9/298.
[1194] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/298.
[1195] Ebû
Dâvud, Salât: 341, (1431); Tirmizî, Salât: 342, (465); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/298.
[1196] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/298-299.
[1197] Buhârî, Megâzî: 35.
[1198] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/299.
[1199] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/299.
[1200] Muvatta,
Salâtu'l-Leyl: 19, (1, 125); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
9/299-300.
[1201] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/300.
[1202] Nesâî,
Kıyâmu'l-Leyl: 36, (3, 235); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/300.
[1203] Buhârî, Vitr: 1, Muvatta, Salâtu'l-Leyl: 20, (1, 125);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/300.
[1204] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/300.
[1205] Muvatta,
Salâtu'l-Leyl: 22, (1, 125); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/301.
[1206] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/301.
[1207] Tirmizî, Da'avât: 123, (3561); Ebû Dâvud, Salât: 340,
(1427); Nesâî, Kıyâmu'l-Leyl: 51, (3, 249); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/301.
[1208] Tirmizî,
Da'avât: 112, (3543, 3544); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/302.
[1209] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/302.
[1210] Ebû
Dâvud, Salât: 326, (1398); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/303.
[1211] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/303.
[1212] Ebû Dâvud, Salât: 313, (1325); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/303.
[1213] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/303-304.
[1214] Buhârî,
Teheccüd: 21; İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/304.
[1215] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/305.
[1216] Buhârî, Teheccüd: 16,
Tefsîr, Feth: 1, Rikâk: 20; Müslim, Sıfâtu'l-Münâfikîn: 79, (2819); Tirmizî,
Salât: 304, (412); Nesâî, Kıyâmu'l-Leyl: 17, (3, 219); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/306.
[1217] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/306-308.
[1218] Ebû Dâvud, Salât: 307, (1307); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/309.
[1219] Burada
kastedilen sahih rivayet Müslim'de gelir: "Resûlullah'ı oturarak namaz
kılarken gören Abdullah İbnu Amr; "Oturarak kılınan namazın ayakta
kılınana nisbetle sevabının yarım olacağını söylemiştiniz" demesi üzerine
efendimiz; "Evet, ama ben sizler gibi değilim" cevabını verir.
[1220] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/309.
[1221] Ebû Dâvud, Salât: 307,
(1308); Nesâî, Kıyâmu'l-Leyl: 5, (3, 205); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme
ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/309-310.
[1222] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/310.
[1223] Buhârî, Teheccüd: 12,
Bed'ü'l-Halk: 11; Müslim, Müsâfirîn: 207, (776); Muvatta, Kasru's-Salât: 95,
(1, 176); Ebû Dâvud, Salât: 307, (1306); Nesâî, Kıyâmu'l-Leyl: 5, (3, 203);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/310.
[1224] Vaîd'in
şiddetinden "vücub" a hükmedilmesinin manası: Dinin, küçük günahlara
gösterdiği caza hafiftir, büyük günahlara ise ağırdır. Büyük günah vacibin
terki, haramın işlenmesine terettüp eder. Öyleyse bir fiilin terkine şiddetli
va'îd (tehdid) zikredilmişse o fiil vâciptir. İşlenmesine şiddetli vâ'id varsa
o da haramdır.
[1225] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/311-313.
[1226] Buhârî, Teheccüd: 13, Bed"ü'l-Halk: 11; Müslim,
Müsâfirîn: 205, (774); Nesâî, Kıyâmu'l-Leyl: 5,(3, 204); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/313.
[1227] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/313-314.
[1228] Muvatta, Salâtu'l-Leyl: 1,
(1, 117); Ebû Dâvud, Salât: 310, (1314); Nesâî, Kıyâmu'l-Leyl: 61, (3, 257);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/314.
[1229] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/314-315.
[1230] Ebû Dâvud, Salât: 312, (1316) ; İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/315.
[1231] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/315.
[1232] Buhârî, Teheccüd: 7, Rikâk:
18; Müslim, Müsâfirîn: 131, (741); Ebû Dâvud, Salât: 312, (1317); Nesâî,
Kıyâmu'l-Leyl: 8, (3, 208); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 9/315-316.
[1233] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/316-317.
[1234] Buharî, Teheccüd: 10,
Müslim, Müsâfirîn: 121, 124, (736, 737); Muvatta, Salâtu'l-Müsâfirîn: 8 (1,
120); Ebû Dâvud, Salât: 316, (1334-1341-1361); Tirmizî, Salât: 325, (439-445);
Nesâî, Kıyâmu'l-Leyl: 30, 35, 36, 44, 53, (3, 230, 233, 234, 239). Bu metin
Müslim ve Ebû Dâvud'da gelmiştir; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 9/317.
[1235] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/317.
[1236] Müslim, Müsâfirîn: 198,
(768); Ebû Dâvud, Salât: 313 , (1323, 1324).
[1237] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/318.
[1238] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/318.
[1239] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/318.
[1240] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/318-321.
[1241] Bugünkü resmi takvimde bu,
15 saat 21 dakikadır. Fark şuradan ileri gelir: Gündüz, dinî esaslara göre,
fecr-i sâdıkla yani imsak saatiyle başlar, güneşin batışına kadar, (akşam
namazı vakti veya iftar vakti) devam eder. Gece ise, akşamla başlar, imsak vaktine kadar devam
eder. Nitekim Kadr sûresinda gecenin hududu fecr ânıyla sınırlandırılır (3-5.
âyetler). Yeni hesaplamada gündüz, güneşin doğuşundan batışına (akşam vaktine)
kadar edvam eder; sabahın ve akşamın alacakaranlıkları geceye dahildir.
[1242] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/321-325.
[1243] Buhârî, Teheccüd: 5, 32;
Müslim, Müsâfirîn: 75, 77, (717, 718); Muvatta, Kasru's-Salât: 29, (152-153);
Ebû Dâvud, Salât: 301, (1292, 1293); Nesâî, Savm: 35, (4, 152); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/326.
[1244] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/326.
[1245] Buhârî, Teheccüd: 31, Teksîru's-Salât: 12, Megâzî: 50;
Müslim, Hayz: 71, (336); Müsâfirîn: 80, (336); Muvatta, Kasru's-Salât: 28, (1,
152); Ebû Dâvud, Salât: 301, (1290, 1291); Tirmizî, Salât: 346, (474); Nesâî,
Tahâret: 143, (1, 126); Gusl: 11, (1, 202); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/326-327.
[1246] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/327-329.
[1247] Buharî, Teheccüd: 33, Savm:
60; Müslim, Müsâfirîn: 85, (721); Ebû Dâvud, Salât: 342, (1432); Tirmizî, Savm:
54, (760); Nesâî, Kıyâmu'l-Leyl: 28, (3, 229); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/329.
[1248] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/329.
[1249] Müslim, Müsâfirîn: 84,
(720); Ebû Dâvud, Salât: 301, (1286); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 9/330.
[1250] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/330.
[1251] Ebû Dâvud, Edeb: 172,
(5242); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/330.
[1252] Tirmizî, Salât: 346,
(475); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/331.
[1253] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/331.
[1254] Tirmizî, Salât: 346,
(476); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/331.
[1255] Tirmizî, Salât: 346,
(473); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/331.
[1256] Müslim, Müsâfirîn: 78,
79, (719); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/331.
[1257] Müslim, Müsâfirîn: 43, (748); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/332.
[1258] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/332.
[1259] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/333.
[1260] Buharî, Terâvih: 1, Müslim, Müsâfirîn: 174, (759); Ebû
Dâvud, Salât: 318, (1371); Tirmizî, Savm: 83, (808) Nesâî, Siyam: 39, (4, 154,
155); Muvatta, Salât fî Ramazan: 2, (1, 119). Buhârî, Ramazan kıyamı ile, Kadir
gecesi kıyamı üzerine ondan merfû rivâyet kaydeder; İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/333.
[1261] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/333-334.
[1262] Buhârî, Fadlu
Leyleti'l-Kadir: 5, Müslim, İ'tikâf: 8, (1175); Ebû Dâvud, Salât: 318, (1376);
Tirmizî, Savm: 73, (796); Nesâî, Kıyâmu'l-Leyl: 17, (3, 218); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/334.
[1263] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/334-335.
[1264] Müslim, Siyam: 59,
(1104); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/335.
[1265] Buhârî, Salâtu't-Teravih: 1,
Cuma: 29, 5; Müslim, Müsâfirîn: 177, (761); Muvatta, Salâtfi'r Ramazan: 1, (1,
113); Ebû Dâvud, Salât: 318, (1373, 1374); Nesâî, Kıyâmu'l-Leyl: 4, (3, 202);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/336.
[1266] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/336-338.
[1267] Ebû Dâvud, Salât: 318,
(1377); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/338.
[1268] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/339.
[1269] Ebû Dâvud, Salât: 318, (1375); Tirmizî, Savm: 81,
(805); Nesâî, Sehv: 103, (3, 83, 84), Kıyâmu'l-Leyl: 4, (3, 202); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/339-340.
[1270] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/340-341.
[1271] Muvatta, es-Salât
fi'r-Ramazân: 7 (1, 116); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/341.
[1272] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/342.
[1273] Buhârî, Iydeyn: 8, 16, 18,
26, 32, Ezân: 161, Zekât: 21, 33, Tefsir, Mümtahine: 1, Nikâh: 124, libâs: 56,
57, 59, İ'tisâm: 16; Müslim, Iydeyn: 13, (884); Ebû Dâvud, Salât: 256, (1159);
Tirmizî, Salât: 387, (537); Nesâî, Iydeyn: 29, (3, 193); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/342.
[1274] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/342.
[1275] Ebû Dâvud, Salât: 252,
(1149, 1150); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/343.
[1276] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/343.
[1277] Tirmizî, Salât: 386, (536); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/343.
[1278] Birinci rek'atteki dokuz
tekbirin hepsi ziyâde tekbirler değildir. Biri iftitah tekbiri, üçü ziyade
tekbiri, beşincisi rüku'ya giderken çekilen tekbir, altıncısı secdeye giderken,
yedincisi birinci secdeye, sekizincisi ikinci secdeye giderken, dokuzuncusu
secdeden ikinci rek'ate kalkarken çekilen tekbirlerdir.
[1279] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/343-344.
[1280] Müslim, Iydeyn: 7, (887);
Ebû Dâvud, Salât: 250, (1148); Tirmizî, Salât: 384, (532); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/345.
[1281] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/345.
[1282] Buharî, Iydeyn: 7, 8;
Müslim, Iydeyn: 8, (888), Tirmizî, Salât: 383, (531) Nesâî, Iydeyn: 9, (3,
183); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/345.
[1283] 89. Hadîse ve
açıklamasına bakılsın. Cilt 2, s. 375-376.
[1284] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/345.
[1285] Buhârî, Iydeyn: 7; Müslim,
Iydeyn: 4, (885); Ebû Dâvud, Salât: 248, (1141); Nesâî, Iydeyn: 19, (3, 186,
187); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/346.
[1286] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/347-349.
[1287] Müslim, Iydeyn: 14, (891);
Muvatta, Iydeyn: 8, (1, 180); Ebû Dâvud, Salât: 252, (1154), Tirmizî, Salât: 385, (534); Nesâî, Iydeyn: 12, (3,
183, 184); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
9/349-350.
[1288] Müslim, Cum'a: 62, (878);
Muvatta, Cuma: 19, (1, 111); Ebû Dâvud, Salât: 242, (1122, 1123); Tirmizî,
Salât: 385, (533); Nesâî, Iydeyn: 13,
(3, 184); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
9/350.
[1289] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/350.
[1290] Ebû Dâvud, Salât: 217,
(1074); İbnu Mâce, İkâmet: 166, (1311); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 9/351.
[1291] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/351-352.
[1292] Buhârî, Edâhi: 16, Savm:
66, 67; Müslim, Siyâm: 138, (1137); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 9/352.
[1293] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/352-353.
[1294] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/353.
[1295] Ebû Dâvud, Salât: 217,
(1071, 1072); Nesâî Iydeyn: 32, (3, 194); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 9/354.
[1296] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/354-355.
[1297] Buhârî, Iydeyn: 4,
Tirmizî, Salât: 390, (543); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/355.
[1298] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/355.
[1299] Tirmizî, Salât: 382, (530); İbnu Mâce, İkâmet: 161,
(1296); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/355.
[1300] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/355-356.
[1301] Tirmizî, Salât: 390,
(542); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/356.
[1302] Ebû Dâvud, Salat: 254,
(1156); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/356.
[1303] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/356.
[1304] Buhârî, Iydeyn: 15, 20,
Hayz: 23, Salât: 2, Hacc: 81; Müslim, Iydeyn: 10, (890); Ebû Dâvud, Salât: 247,
(1136-1139); Tirmizî, Salât: 388, (539, 540); Nesâî, Iydeyn: 3, 4, (3, 180,
181); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/356.
[1305] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/357.
[1306] Nesâî, Iydeyn: 10, (3,
183); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/357.
[1307] Nesâî Iydeyn: 6, (3, 181,
182); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/357-358.
[1308] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/358.
[1309] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/360.
[1310] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/361.
[1311] Buhârî, Küsûf: 2, 4, 5, 13,
19, el-Amel fi's-Salât: 11, Bed'ü'l-Halk: 4, Tefsir, Maide: 13; Müslim, Küsûf:
1, 8, (901, 902, 903); Muvatta, Küsûf: 1, (1, 186); Ebû Dâvud, 261, 263, 264,
265, (1177, 1180, 1187, 1188, 1190, 1191); Tirmizî, Salât: 396, (561, 563);
Nesâî, Küsûf: 6, 7, 10, 11, (3, 127, 128, 129, 130); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/361-362.
[1312] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/362-363.
[1313] Buhârî, İstiskâ: 6, 7, 8,
9, 10, 11, 12, 14, 24, Menâkıb: 25, Cum'a: 34, 35, Edeb: 68, Da'avât: 24;
Müslim, İstiskâ: 9, (897); Muvatta, İstiskâ: 3, (1, 191); Ebû Dâvud, Salât:
260, (1174, 1175); Nesâî, İstiskâ: 1, 9, 10, 17, 18, (3, 154, 155, 158, 166,
165, 177); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/364-365.
[1314] Ebû Dâvud, Salât: 260,
(1173); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/366.
[1315] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/366-367.
[1316] Ebû Dâvud, Edeb: 114, (5100), Müslim, İstiskâ: 13,
(898); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/367.
[1317] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/367-368.
[1318] Buhârî,Cenâiz: 59; Müslim,
Cenâiz: 57, (946); Ebû Dâvud, Cenâiz: 45, (3168); Nesâî, Cenâiz: 54, 59, (4,
54-55, 76, 77); Tirmizî, Cenâiz: 49, (1040); İbnu Mâce, Cenâiz: 34, (1539);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/369.
[1319] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/369.
[1320] Buhârî, Cenâiz: 4, 55, 61,
65; Menâkibu'l-Ensâr: 38; Müslim, Cenâiz: 62, 63, (951); Muvatta, Cenâiz: 14,
(1, 226, 227); Ebû Dâvud, Cenâiz: 62,(3204); Tirmizî, Cenâiz: 37, (1022);
Nesâî, Cenâiz: 76, (4, 72); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 9/369370.
[1321] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/370-371.
[1322] Müslim, Cenâiz: 72, (957);
Ebû Dâvud, Cenâiz: 58, (3197); Tirmizî, Cenâiz: 37, (1023); Nesâî, Cenâiz: 76,
(4, 72); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/371.
[1323] Buhârî, Cenâiz: 65,
(Bunu ta'lik olarak, bâb başlığında
zikretmiştir); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/371-372.
[1324] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/372.
[1325] Buhârî, Cenâiz: 66, Ebû
Davud, Cenâiz: 59, (3198); Tirmizî, Cenâiz: 39, (1026); Nesâî, Cenâiz: 77, (4,
74, 75); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/372.
[1326] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/373.
[1327] Muvatta, Cenâiz: 19, (1,
225); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/373.
[1328] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/373.
[1329] Ebû Dâvud, Cenâiz: 60, (3199); İbnu Mâce, Cenâiz: 23,
(1497); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/373.
[1330] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/374.
[1331] Muvatta, Cenâiz: 17,
(228); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/374.
[1332] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/374.
[1333] Müslim, Cenâiz: 85,
(963); Tirmizî, Cenâiz: 38, (1025); Nesâî, Cenâiz: 77, (4, 73); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/375.
[1334] Buhârî, Cenâiz: 66, (Bâb
başlığında senetsiz olarak geçmiştir.); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 9/375.
[1335] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/375.
[1336] Ebû Dâvud, Cenâiz: 53, (3188); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/376.
[1337] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/376.
[1338] Tirmizî, Cenâiz: 43,
032); İbnu Mâce, Cenâiz: 26, (1508); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 9/376.
[1339] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/376-377.
[1340] Ebu Dâvud, Cenâiz: 53,
(3187); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/377.
[1341] Ebu Dâvud, Cenâiz: 57,
(3194); Tirmizî, Cenâiz: 45, (1034); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 9/377.
[1342] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/377-378.
[1343] Muvatta; Cenâiz: 24, (1,
230); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/378.
[1344] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/378.
[1345] Muvatta, Cenâiz: 20, (1,
229); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/378.
[1346] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/378-379.
[1347] Muvatta, Cenâiz: 21, (1,
229).
[1348] Buhârî, Cenâiz: 57; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/379.
[1349] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/379-380.
[1350] Müslim, Cenâiz: 99, (973), Muvatta, 22, (1, 229); Ebu
Dâvud, Cenâiz: 54, (3189, 3190); Tirmizî, Cenâiz: 44, (1033); Nesâî, Cenâiz:
70, (4, 68); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
9/380.
[1351] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/380-381.
[1352] Muvatta, Cenâiz: 23, (1,
230); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/381.
[1353] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/381-382.
[1354] Ebu Dâvud, Cenâiz: 54, (3191); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/382.
[1355] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/382.
[1356] Buharî, Cenâiz: 67, Salât:
72, 74; Müslim, Cenâiz: 71, (956); Ebu Dâvud, Cenâiz: 67, (3203); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/383.
[1357] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/383-384.
[1358] Müslim, Cenâiz: 70,
(955); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/384.
[1359] Tirmizî, Cenâiz: 47,
(1038); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/384.
[1360] Ebu Dâvud, Cenâiz: 75,
(3223, 3224); Nesâî, Cenâiz: 61, (3, 61, 62); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 9/385.
[1361] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/385-386.
[1362] Buharî, Cenâiz: S5, 54, Menâkibu'l Ensâr: 38; Müslim,
Cenâiz: 64, (952); Nesâî, Cenâiz: 72, (4, 69, 70); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/386.
[1363] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/386-387.
[1364] Ebu Dâvud, Cenâiz: 52, (3186); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/387.
[1365] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/387-388.
[1366] Buharî, Ferâiz: 4, 15, 25,
Kefâlet: 5, İstikrâz: 11, Tefsir, ahzâb: 1, Nafakât: 15; Müslim, Ferâiz: 14,
(1619); Tirmizî, Cenâiz: 69, (1070); Nesaî, Cenâiz: 67, (4, 66); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/389.
[1367] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/389-391.
[1368] Müslim; Cenâiz: 107, (978);
Tirmizî, Cenâiz: 68, (1068); Nesâî, ( 68, (4, 66); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/391.
[1369] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/391.
[1370] Müslim Cenâiz: 58, (947),
Tirmizî, Cenâiz: 40, (1029); Nesâî, Cenâiz: 78, (4, 75); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/391.
[1371] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/391-392.
[1372] Müslim, Cenâiz: 59,
(948); Ebu Dâvud, Cenâiz: 45, (3170); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 9/392.
[1373] Ebu Dâvud, Cenaiz: 43;
(3166); Tirmizî, Cenâiz: 40 (1028); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 9/392.
[1374] Tercümeyi yaparken daha anlaşılır kılmak
için serbest hareket ettik.
[1375] Cemâhîr-u Usuliyyûn, fıkıh, tefsir, kelam
gibi farklı ilim dallarından her birinin usul âlimlerinin cumhurları
(ekseriyeti teşkil eden kısmı) demektir.
[1376] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/392-394.
[1377] Buharî, Salât: 60, Teheccüd:
25; Müslim, Müsafirîn: 69, (714); Muvatta, Kasru's- Salât: 57, (1, 162); Ebu
Dâvud, Salât: 19, (367; 368); Tirmizî, Salât: 235; (316); Nesâî, 37, (2, 53);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/395.
[1378] Ebu Dâvud, Cihâd: 178, (2781); Buhari,
Salât: 59 (bab başlığında muallak olarak); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 9/395.
[1379] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/395-397.
[1380] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/398.
[1381] Buhari, Da'avât: 48;
Teheccüd: 25, Tevhîd: 10; Ebu Dâvud, Salât: 366, (1538); Tirmizî, Salât: 394,
(480); Nesâî, Nikâh: 27, (6, 80, 81); İbnu Mâce, İkâmet: 188, (1383); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/399.
[1382] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/399-401.
[1383] Tirmizî, Salât: 348,
(479); İbnu Mâce, İkamet: 189, (1384); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 9/402.
[1384] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/403.
[1386] Ebu Dâvud, Salât: 303,
(1297, 1299); Tirmizî, Salât: 350, (482); İbnu Mâce, İkamet: 190, (1386, 1387)
; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/404-405.
[1387] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/405-406.
[1388] Buharî, Ezân: 159;
Müslim, Müsâfirîn: 59, (707); Ebu Dâvud, Salât: 204, (1042); Nesaî, Sehv: 100,
(3, 81); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/407.
[1389] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/407.
[1390] Nesâî, Sehv: 100, (3,
82); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/407.
[1391] Buhari, Ezan: 155; Müslim,
Mesâcid: 120, (583); Ebu Dâvud, Salât: 191, (1002, 1003); Nesâî, Sehv: 39, (3,
67); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/408.
[1392] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/408.
[1393] Ebû Dâvud, Salât: 194, (1007); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/408-409.
[1394] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/409.
[1395] Müslim, Mesâcid: 258, (655);
Ebu Dâvud, Salât: 43, (536); Tirmizî, Salât: 150, (204); Nesâî, Ezân: 40, (2,
29); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/409.
[1396] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/409-410.
[1397] Müslim, Mesâcid: 286, (670);
Ebu Dâvud, Salât: 301, (1294); Tirmizî, Salât: 412, (585); Nesâî, Sehv: 99, (3,
80); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/410.
[1398] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/410-411.
[1399] Müslim, Mesâcid: 228, (644);
Ebu Dâvud, Edeb: 86, (4984); Nesâî, Mevâkit: 23, (1, 270); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/411.
[1400] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/411-412.
[1401] Buharî, Mevâkît: 19; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/412.
[1402] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/412-413.
[1403] Buharî, Mevâkît: 23; Müslim,
Mesâcid: 237, (647); Ebu Dâvud, Salât: 3, (398); Tirmizî, Salât: 125; İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/413.
[1404] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/413.
[1405] Tirmizî, Salât: 126; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/414.
[1406] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/414.
[1407] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/414.
[1408] Ebu Dâvud, Edeb: 86,
(4985, 4986); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/414.
[1409] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/415.
[1410] Müslim, Selâm: 68,
(2203); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/415.
[1411] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/415.