MU’CEMU’S-SAĞİR TERCÜME VE ŞERHİ
Bu Eser Üzerinde Neler Yaptık?
Sünnet-i Seniyyeye Uymanın Sevabı
Allah Bizden Resulüne Uymamızı Niçin İstiyor?
Peygamberimizin Bütün Fiillerinin Bağlayıcılık Açısından Aynı Mıdır?
Sünneti Nakledenler Güvenilir Kimselerdir
Bâzıları "Hatâ Yapabilirim" Endişesiyle Hadis Rivayet Etmedi
Hadis Rivayet Edenlerden Şahit İstendi
Ebû Hüreyre (r.a.) Niçin Çok Hadis Rivayet Etti?
Hadislerin Naklinde Tabiîn Halkası
Hadis Naklinde Tebe-i Tabiîn Halkası
Hadis Rivayet Edenlerde Ne Gibi Vasıflar Aranıyordu?
Kimlerden Hadis Kabul Edilmez?
Hadislerin Başlangıçta Yazılmamış Olması Meselesi
Bediüzzaman'dan Hadis Âlimlerine Methiye
TABERÂNİ MU'CEMÜ'S-SAGÎR METİN, TERCÜME VE ŞERH
Resûlullah Allah'tan Neler İstedi?
En Üstün Olan İman, Hicret Ve Cihad
İslâmiyetin Ahlâkî Özelliği Nedir?
Peygamberimizin Lanet Ettiği Kimse
Kişinin El Emeğini Yemesinin Fazileti
Kamet Getirildiğinde Farzdan Başka
Namaz Kılmak
Yasaklanan Bâzı Ticâret Şekilleri
Cafer Bin Ebî Tâlib'in Fazileti
Kişinin Güvence Verdiği Şahsı
Öldürmesi
Günahın Cezasını Dünyada Çekmek
Yolculuğa Çıkılması Sünnet Olan Gün
Abdest Azalarını Üçer Defa Yıkamak
Hicrette Çocukların Sevgi Gösterisi
Cennetin Çoğunu Müslümanlar Teşkil Edecek
"Allah Yahudilere Lanet
Etsin"
Kur'ân Yedi Harf Üzere Nazil Oldu
Fazla Maldan Yardımda Bulunmak
Rekât Sayısında Tereddüt Etmek
Katili Diyet Karşılığında Affetmek
Abdestsiz Namaz Ve Haramdan Sadaka
Resûlullahın En Çok Korktuğu Üç Şey
İki Kat Sevap Kazanacak Olanlar
Resûlullah Ordu Yollarken Ne Derdi?
Allah Dinini Günahkâr Kimse İle De Kuvvetlendirir
Allah Kimlerin İşlerini
İstikamet Üzere Devam
Ettirir?
Sadakanın Ve Affetmenin Sevabı
Peygamberimiz Karnını Ne İle Doyuruyordu
Yeminin Bozulması Gereken Yer Var Mı?
Suçlunun Affedilmesine Aracı Olmak
Oruca Başlama Tarihi Nasıl Tespit Edilir?
İhlâs Ve Kâfirûn Sûrelerinin Fazileti
Peygamberimize Selâm Veren Taş
Başkasının Evine İzinsiz Olarak Bakmak
Duada Kesin Bir İfâde Kullanılmalı
Sahabîlerin Sünnete Düşkünlüğü
Allah'ın Gazabından Emin Olunmamalıdır
Peygamberimizin Ehl-i Beytine Duası
Resûlullahın Ve Ashabının Çektiği Sıkıntı
İdarecilerin İki Çeşit Yardımcıları Vardır
Yalan Söylemenin Caiz Olduğu Yerler
Dünyada Ayıbı Örtülenin Âhirette De Örtülür
Resûlullahın Hendek Savaşında Duası
Abdest Esnasında Söylenecek Söz
Hayber Yahudilerinin Cezalandırılması
Kulun Anne Karnında Kaderinin Yazılması
Selâm Allah'ın İsimlerindendir
"Ben Sizden Ücret İstemiyorum"
Peygamberimizin Gaybî Bir Haberi
Malını Korurken Öldürülen Şehittir
Zulüm, Faiz Ve Haramdan Sakınmak
Haya Dini Öğrenmeye Mâni Olmamalı
Akika Kurbanı Kesmek Sünnettir
Peygamberimizin Bağışlanma Dilemesi
Resûlullaha Nasıl Salât Getirilir?
Cerir Bin Abdullah'ın (r.a.) Fazileti
Erkeğin Hanımının Yeğenini Nikahlaması
Azaları Sağlam Olanlar Âhirette Sakatlara İmrenecek
Hz. Ali'nin Ve Çocuklarının Fazileti
Peygamberimiz Rahmet Olarak Gönderilmiştir
Sabahın Erken Saatlerinde Bereket Vardır
Bir Toprak Parçasını Gasp Etmek
Peygamberlere Emredilen Üç Şey
Peygamberimizden Mü'minlere Tavsiyeler
İnsanların Arasını Düzeltmek İçin Yalan Söylemek
Oruçlunun Hanımını Kucaklaması
Allah'ı Tesbih Etmenin Fazileti
Cennete İlk Çağrılacak Olanlar
Cennete Girmede Kavimlerini Geçenler
İslâm Garip Olarak Başladı, Yine Garip Hale Gelecek
Cihada Gitmek Ve Anne Babanın İzni
Yolculuk Dönüşünde Namaz Kılmak
Çok Ziyaret Etmek Sevgiyi Azaltır
İmamlık Ve Müezzinliğin Mesuliyeti
Belâya Sabretmek Mi, Afiyete Şükretmek Mi Daha Sevimli?
Kur'ân'ı Unutmamak İçin Tekrarlamak
Namazda Selâmdan Sonra Ne Denilir?
Resûlullahın Ashabıyla İlgilenmesi
Amr Bin Cemuh'un (r.a.) Fazileti
Her Takva Sahibi Ehl-i Beyttendir
Allah'ın Yardım Edeceği Ve Yardımını Keseceği Kimseler
Allah Az Sadakaya Çok Sevap Verir
Cennete Ancak Mü'min Olanlar Girer
Gece Çok Uyku Kıyamet Gününde İnsanı Fakir Bırakır
Bir Malı Haksız Olarak Ele Geçirmek İçin Yemin Etmek
Kızıl Denizi Geçerken Mûsâ (a.s.)
Nasıl Duâ Etti?
Resûlullahın Ordu Kumandanlarına Tavsiyeleri
Allah'tan Nasıl İstekte Bulunulmalı?
Resûlullah Kendiliğinden Gaybı Bilmez
Cuma Namazına Erken Gitmenin Fazileti
Cemaatla Kılınan Namazın Sevabı
Resûlullah Çirkin İsimleri Değiştirirdi
Söylenildiğinde Allah'ın Affedeceği Sözler
Hz. Ebû Bekir Ve Hz. Ömer'in Fazileti
Duaya Karşılık Verilecek Vakit
Zemzem Ayakta Mı, Oturularak Mı İçilir?
Cuma Günü Cemaatı Rahatsız Etmemek
Ölümden Sonra İnsanın Başına Neler Gelecek?
Kişi İsmini Bilmediği Birine Nasıl Seslenmeli?
Namaz Önce İki Rekât Olarak Farz Kılındı
Âdet Ve Nifas Halindeki Kadının Haccı
Fidye Karşılığı Esirleri Serbest Bırakmak
Kur'ân Öğrenmenin Ve Öğretmenin Fazileti
Resûlullahın Hz. Safiyye İle Evliliği
Elbisede Peygamberimizin Tavsiye Ettiği Renk
Ehl-i Beyt Nuh'un (a.s.) Gemisi
Gibidir
Müslümanları Aldatan Ateştedir
Ölümünden Sonra Kişiye Fayda Temin Eden Şeyler Nelerdir?
Hâmile Ve Emzikli Kadın Oruç Tutmayabilir
A'lâ Bin Hadramî'nin (r.a.) Fazileti
Kimler Cennet Kokusunu Duyamaz?
Cehennemde Bir Araya Gelmeyecek Olanlar
Peygamberimizin Damadı: Hz. Osman
Hüreym Bin Fâtih'in (r.a.) Fazileti
Allah Peygamberimizi Koruyordu
Resûlullah Cuma Günü Özel Olarak Giyinirdi
Devlet Başkanlarının Kureyş'ten Olması
Peygamberimizin Ümmetini İkazı
İdarecilere Dalkavukluk Yapmamak
Peygamberimiz Haricîleri Lânetlemişti
Ramazan Ayında Cehennemlikler Azâd Edilir
Bir İnsanın Hidâyetine Sebep Olmak
Anne Karnında İken Kaderin Yazılması
Peygamberimizin Hz. Fâtıma'ya Öğrettiği Dua
Peygamberimiz Kimlere Şefaat Edecek
Her Yetkili, Yetkisinde
Bulunanlardan Sorumludur
Sıratta Fayda Temin Eden Bir Amel
Zekât Vermeyenler Şiddetli Hesaba Çekilecek
İnsanlara Teşekkür Etmenin Ehemmiyeti
Resûlullah Vitir Namazında Hangi Sûreleri Okurdu ?
Altın Ve İpek Erkeklere Haramdır
İdareci Emri Altındakiler Hakkında İyi Niyet Beslemeli
Alışverişin Ve Dünürlüğün Arasına Girmemek
Semâ Kapısının Açılacağı Vakitler
Hz. Aişe'nin Resûlullahı Kıskanması
İki Vakit Namaz Arasında Boş Söz Söylememek
Namazları Başlarından Yukarıya Geçmeyecek Olan İki Kişi
Fakire Verilen Sadakadan Yemek
Hasta Ziyareti Ne Zaman Yapılmalı?
Kıyamet Şerli İnsanların Başına Kopacak
Nafile Orucu Bozan Kazâ Eder Mi?
Allah Verdiği Nimetleri Kulunun Üzerinde Görmeyi Sever
Allah'ın Kitabına Uygun Olmayan Şart
Kur'ân Hakkında Bilgisizce Tartışmak
Resûlullaha Namaz Kıldıran Sahabî
Dilenmek Kimler İçin Helâldir?
Safların Tertibi Nasıl Olmalı?
Bir Yeri Ağrıyanın Yapacağı Dua
İlmi Kendisine Fayda Vermeyen Âlim
Peygamberimiz Ümmeti İçin Nelerden Korkuyordu?
Resûlullahın Abdest Alma Şekli
Peygamberimizin Gaybî Bir Haberi
Hasta Ziyaretçisinin Ve Hastanın Kazancı
Günahın Ardından Pişmanlık Duymak
Resûlullahın Cerir Bin Abdullah'a Bir Şartı
Peygamberimizin Ümmetine Şefkati
Sözlerin en doğrusu
Allah'ın kitabı, sünnetlerin en hayırlısı Resûlullah’ın (s.a.v.) sünnetidir.
Sevgili Peygamberimiz pekçok hadislerinde bizleri sünnetine bağlanmaya teşvik
etmiştir. Yine pek çok hadislerinde de ümmetinden sünnetini yaymalarını istemiştir.
Meselâ bu hadislerden bir kaçı şu mealdedir:
"Allah, bizden bir söz işitip de onu başkasına
ulaştırıncaya kadar muhafaza eden kimsenin yüzünü ak etsin! Zira ulaştıran
birçok kimse onu işitenden daha iyi korur!"[1]
"Benden duyduğunuz şeyleri rivayet ediniz!"[2]
"Burada bulunan bulunmayana tebliğ etsin."[3]
Bunlardan başka gerek
Kur'ân-ı Kerimde, gerekse hadislerde ilmin ve onu öğretmenin fazileti ile
ilgili olarak sayılamayacak kadar teşvik vardır.
İşte bütün bu
teşvikler içindir ki, Sahabîler, hadisleri öğrenmek ve onları başkalarına
öğretmek için gerçekten büyük gayretler sarf etmişler, bir hadis de olsa onu
bilenden öğrenebilmek için o günün şartlarında günlerce yol almışlardır. Meselâ
Peygamberimizi evinde misafir etme şerefinin sahibi, İstanbul'un aziz misafiri
Ebû Eyyub el-Ensârî, bir hadis öğrenebilmek için Mısır'da vali olan Ukbe bin
Amir'i (r.a.) ziyarete gitmişti.[4]
Sahabîlerden sonra en
hayırlı nesil olan Tabiîn de bu noktada büyük gayretler gösterdiler. Hadisleri
topladılar, yazdılar, tedvin ettiler. Onlardan sonra da bu vazifeyi Tebe-i
Tabiîn devr aldı. Onların zamanında hadis ilmi altın çağını yaşadı. Hadisler
tedvinle beraber bablarına göre tasnif de edildi. Ve ardından bugün herbiri
birer ilim hazinesi olan hadis kitapları neşredildi. Bunlar:
Sünen, Cami, Müsned,
Mu'cem, Müstedrek, Musannaf, Zevaid gibi isimler altında gruplaştı. Bu gruplar
içerisine giren şu hadis kitaplarını sayabiliriz.
Buhari, Müslim, İbni
Mâce, Tirmizi, Nesâî, Ebû Dâvud, Müsned, Muvatta, Dârimî, Mu'cemü's-Sagîr, Mu'cemü'l-Evsat,
Mu'cemü'l-Kebîr, Camiu’s-Sagîr, Câmiü'l-Kebir, Abdurrezak'ın Musannaf’ı, İbni
Ebi Şeybe'nin Musannaf’ı, et-Tergib ve't-Terhîb, Süneni'l-Kübra,
Mecmaü'z-Zevaid, Kenzü'l-Ummal.
Ayrıca hac, zekât gibi
belirli konulara âit kitaplar neşredildi, yine çeşitli konularda 40 hadisler
yayınlandı.
Banların pekçokuğu
birkaç istisna dışında üzerinde ciddî çalışmalar yapılarak Türkçeye
kazandırıldı. Saydığımız kitaplardan şunlar tercüme edildi:
Buhârî, Müslim, İbni
Mâce, Tirmizî, Nesâî, Ebû Dâvud, Muvatta, Dârimî, Camiü's-Sagîr, et-Tergib
ve't-Terhîb.
Bunlardan Suyutî'nin
Câmiü's-Sagîr'ini şerh ve tahkikli bir şekilde üç cilt halinde Abdülaziz Hatip
ve Şaban Döğen beyle birlikte muhtasar olarak biz tercüme ettik.
Elinizdeki kitapla da
üzerinde hiçbir çalışma yapılmamış olan ilk devir hadis kaynaklarından
Taberânî'nin Mu'cemü's-Sagîr'ini iki cilt olarak tercüme etmiş olduk.
1.
Mu'cemü's-Sagir harekesiz ve tahkiksiz olarak neşredildiğinden, metne hareke
koyduk.
2. Hadislerin
diğer hadis kitaplarından tahkikini yaptık. Farklı rivayetlere yer verdik.
3. Pekçok
hadise şerh yaptık.
4.
Tekrarları çıkardık.
5. Eser
Taberânî'nin hadis aldığı şeyhlerine göre tanzim edilmiş olup, hadislerle
ilgili hiçbir başlık yoktu. Biz her hadis için başlıklar çıkardık.
6. Eserin
sonuna Türkçesi için kolay istifade edilmesi düşüncesiyle indeks hazırladık.
7. Yine
istifadeyi kolaylaştırmak düşüncesiyle eserin Arapçası için de fihrist
hazırladık.
8. Bilhassa
günümüzde "Bize Kur'ân yeter. Hadisleri nakledenler güvenilir kimseler
değil" gibi hezeyanlara şahit olduğumuzdan, sünnetin de dinin temel
kaynağı olduğunu, hadisleri nakleden Sahabîlerin, Tabiînin, Tebe-i Tabiîn ve
sonraki neslin güvenilir kimseler olduğuyla ilgili bir araştırma yaptık.
9. Müellif
Taberânî hakkında kısa da olsa bilgi verdik.
İnşaallah bu
gayretimizle "Allah, bizden bir söz
işitip de onu başkasına ulaştırıncaya kadar muhafaza eden kimsenin yüzünü ak
etsin!" hadisindeki duaya nail oluruz. Çünkü biz bununla Resûlullah’ın
(s.a.v.) hadislerini Arapça bilmeyenlere ulaştırmış oluyoruz.
Burada tercüme
esnasında yardımlarını esirgemeyen Dr. Abdülaziz Hatip Beye teşekkür etmeyi
bir borç biliyorum.
Gayret bizden tevfik
ve yardım Allah'tandır.
İsmail Mutlu
9.6.1996
Şirinevler[5]
İmam Taberânî’nin tam
ismi, Süleyman bin Ahmed bin Eyyûb eş-Şâmi el-Lahmî'dir. Künyesi ise
Ebu'l-Kâsım'dır. Ba'ka'da doğmuştur. Taberiyye'ye nispet edilerek Taberânî
denilmiştir.
Hicrî 260 (M. 873)
yılında doğmuş, 273 yılında hadis dinlemeye başlamış, otuz sene ilim
tahsilinde bulunmuş, o devrin ağır şartlarında Kudüs, Kayseriyye, Humus,
Medâin, Şam, Mısır, Arabistan, Yemen, Irak, Bağdad, Küfe, Basra, İran ve
İsbahan'a seyahat yapmıştır.[6]
Taberânî, bin veya
daha fazla hadis âliminden (şeyh) hadis dinlemiş ve rivayet etmiştir. Onun
hadis dinlediği isimlerden bâzıları şunlardır:
Haşim bin Mersed
et-Taberânî, Ebû Zur'a es-Sakafî, İshak ed-Debrî, İdris el-Attar, Beşir bin
Musa, Hafs bin Amr, Ali bin Abdülaziz el-Begâvî, Mikdam bin Dâvud, Yahya bin
Eyyûb el-Allâf, Ebû Abdurrahman Nesâî.
Taberânî'den de pekçok
kimse hadis almıştır. Bunlardan bazıları: Ebû Halife, Ahmed bin Muhammed, Ebû
Amr Muhammed bin Hüseyin Hüseyin bin Ahmed Ebû Bekir bin Ebî Ali, Ebu'l-Fazl
Muhammed bin Ahmed, Ebû Nuaym el-Esbehânî.
Taberânî, hadis
hafızlarının büyüklerindendir. Hadiste hüccet, yani 300 000'den fazla hadisi
senetleriyle birlikte ezbere bilen unvanına sahiptir. Talebelerinden Ebû Abbas
Şirazî, Taberânî'den 300 000 hadis yazdığını söyler.
İleri gelen âlimlerden
Zehebî, İbni Kayyım el-Cevzî, Hafız Ebu'l-Abbas eş-Şirâzî ondan övgüyle
bahsederler.[7]
Bediüzzaman da
Taberânî için, "mevsuk (sika) ve sahih muhakkik" ifâdesini kullanır.[8]
O sadece hadis
sahasında değil, tefsir ve fıkıh sahasında da tanınmış bir âlimdir.
Taberânî'nin büyüklü
küçüklü yüz eseri vardır. Bunlardan bazıları:
Mu'cemü'l-Kebir,
Mu'cemü 'l-Evsat,
Mu'cemü's-Sagîr,
Müsned'il-Aşere,
Ma'rifeti's-Sahabe,
Müsned-i Ebî Hüreyre,
Et-Tefsir,
Delâilü'n-Nübüvve,
Müsned-i Ebî İshak,
Fezail-i Erbaati’r-Raşidin,
Ahbaru Ömer bin
Abdülaziz,
el-Ehâdisü't-Tıval,
İsreti'n-Nisa,
Kitâbü'l-Evâil,
Kitâbü's-Sünne,
Kitâbü'n-Nevâdir.[9]
Hicrî 360 (M. 971)
yılında. 100 yaşında iken vefat etmiştir. Kabri İsfehan şehrinin girişinde,
Sahabîlerden Hammeme ed-Devsî'nin (r.a.) kabrinin yanındadır. Verdiği
eserleriyle kabrine nur yağmasına vesile olmuştur. Allah kendisinden razı
olsun.[10]
Hadis kitapları,
tarzlarına göre sahih, sünen, müsned, mu'cem gibi kısımlara ayrılır. Elinizdeki
kitap bu tasnif içerisinde mu'cem kısmına dahildir.
Mu'cem, râvi
isimlerine göre (ale'r-rical) hazırlanmış hadis kitaplarıdır. Mu'cemler,
Sahabe, şuyuh veya beldelere göre, çoğu kere alfabatik olarak sıralanırlar.[11]
Her ikisinde de
râvilerin isimleri alfabetik olarak sıralanmakla birlikte, mu'cemlerle
müsnedler arasında şöyle bir fark vardır: Müsnedlerde Sahabîleri genelde
alfabatik sıraya koyarak onların rivayetlerine yer verilirken; mu'cemlerde
müellifler kendi hadis aldıkları hocaları alfabetik sıraya koymuşlardır. Yani
müsnedler hadisin ilk râvisine göre sıralanırken, mu'cemler müellifin hadis
aldığı son râviye göre sıralanır.
Mu'cem te'lifinde
Ahmed ve Muhammed isimlerini öne almak, sonra diğer hocaları sıralamak usûl
olmuştur.[12]
Mu'cemlerin en
meşhuru, Taberânî'nin üç mu'cemidir. Bunlar:
1.
el-Mu'cemü'l-Kebîr: Taberânî'nin mu'cemlerinin en büyüğüdür.
İçindeki hadis sayısı 25.000, 60.000000 gibi farklı sayılarla belirtilmiştir.
Mutlak olarak mu'cem denilince bu eser hatıra gelir. Eğer başka mu'cemler
kastediliyorsa, bu açıkça söylenilir.[13]
Mu'cemü'l-Kebir, Irak
Evkaf Vezâreti tarafından, Hamdi Abdülmecid es-Silefi'nin tahkik ve tahrici ile
1978, 1983 yılları arasında 25 cilt olarak neşredilmiştir. Ancak muhakkik
eserin 200 cüzünden[14] 13,
14, 15, 16 ve 21. cüzlerini, yazmalarını bulamadığı için bastıramadığını ifâde
eder.[15]
2. Mu'cemü'l-Evsat: Taberânî'nin "O benim
ruhumdur" dediği bu eserin orjinali altı cilttir.[16]
Eser, Mahmud
et-Tahhan'ın tahkiki ile 1985 yılında neşrolunmaya başlamış ve 1995 yılında 11
cilt olarak tamamlanmıştır. 11. cilt fihristtir.
Eser, 9485 hadis
ihtiva eder.
3. Mu'cemü's-Sagir: Taberânî'nin mu'cemlerinin en küçüğü
olan bu eser, bizim tercemesini, şerh ve tahkikini yaptığımız elinizdeki
eseridir. Mu'cemü's-Sagîr, Taberânî'nin hocalarından bin tanesinin genellikle
birer hadisini ihtiva eder. Müellif, kendilerinden hadis naklettiği
hocalarının isimlerini alfabetik sıra içerisinde verir. Kitap, Ahmed bin
Abdulvehhab'ın rivâyetiyle başlar, Eserde tekrarlanan hadislerle beraber 1070
hadis vardır. Biz bunlardan 816sını tercüme etmiş bulunuyoruz. Tercüme
etmediğimiz hadislerin çoğu tekrar olanlar.
Eserin iki cilt
halindeki baskısı 1968 yılında, Abdurrahman Muh. Osman'ın tashihi ile Medine'de
Mektebetü's-Selefiyye tarafından gerçekleşmiştir.
Eserin yazma nüshaları
GAS 1, 196. Târihu't-türâsil-arabî, 1, 318'de kayıtlıdır.[17]
Biz tercümemizde 1983
Beyrut baskısını esas aldık.[18]
Kur'ân'dan sonra en önemli
kaynak sünnettir. Sünnet, Peygamberimizin (a.s.m.) sözleri, davranışları,
yahut başkalarının yaptığını görüp hoş karşıladığı hallerdir. Peygamberimizin
bizzat yapmış olduğu işlere fiilî sünnet, dili ile ifâde ettiği mübarek sözlere
kavlî sünnet, başkalarından duyduğu veya gördüğü halde yasaklamayıp hoş
karşıladığı hareketlere de takriri sünnet denir. Peygamberimizin namaz
kılmasını, abdest alış şeklini fiilî sünnete, "Selâmı yayınız"
şeklindeki emrini kavlî sünnete, gördüğü halde ses çıkarmadığı teşbih
kullanmayı da takrirî sünnete misâl olarak verebiliriz. Çünkü Peygamberimizin
bâtıl ve İslâmın kabul etmediği şeyler karşısında susması düşünülemez.
Evet, Peygamberimizin
sünneti, Kur'ân'ın anlattığını teyid eder, onu izah eder, herkesin anlayamadığı
hükümleri açığa kavuşturur, kısaca anlatılanları ayrıntılarıyla anlatır, sınırsız
olanı sınırlandırır. Onda bulunmayan hükümler koyar. Meselâ Kur'ân'da namaz
kılmak ve oruç tutmak emredilmiş, fakat namazın farzlarını, rekâtlarını,
vaciplerini, kasdî olarak oruç bozmanın keffâreti gerektireceği gibi hususları
sünnet açıklamıştır. Sahurda ne zamana kadar yenilmesinin caiz olduğunu ifâde
eden,
"Sabah vakti
beyaz iplik siyah iplikten ayırdedilinceye kadar yiyin için"[19]
âyetinde geçen
"beyaz ve siyah iplik" ifâdesinden maksadın, gündüzün beyazlığı ile
gecenin karanlığı olduğu hadiste açıklanmıştır.
Bir erkeğe hanımının halâ ve teyzesini nikahlamasının haram olduğunu, erkeğin
altın kullanmasının, ipek elbise giymesinin haramlığını yine sünnetten
öğreniyoruz.
Bunun içindir ki,
Kur'ân'da pekçok âyette sünnete uymanın, Peygamberimize (a.s.m.) itaat etmenin
farz olduğu anlatılır. Sünnetin dindeki yerini ve önemini açıkça ortaya koyan
âyetlerden bâzıları şu mealdedir:
"De ki: Eğer
Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah'da sizi sevsin ve günahlarınızı
bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir."[20]
"Ey iman
edenler! Allah'a itaat edin; Peygambere ve sizden olan idarecilere de itaat
edin. Birşeyde anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah'a ve Resulüne havale ederek
çaresini Kur'ân'da ve Resûlullah'ın sünnetinde arayın —eğer Allah'a ve âhiret
gününe gerçekten inanıyorsanız. Böylesi daha hayırlıdır ve neticesi de daha
güzeldir."[21]
"Rabbine and
olsun ki, onlar, aralarındaki anlaşmazlıklar için senin hükmüne müracaat edip,
sonra da verdiğin hükme gönüllerinde hiçbir sıkıntı ve şüphe duymaksızın tam
bir teslimiyetle razı olup uymadıkça, hakkıyla îman etmiş olmazlar."[22]
"Peygamber size ne
emretmişse alın, neyi yasaklamışsa ondan da kaçının. Allah'tan korkun.
Muhakkak ki Allah'ın azabı pek şiddetlidir."[23]
Bu âyetlerle Resule
uymanın sıkı sıkıya emredilmesi, Peygamberimizin söylediklerinin de vahiy
kaynaklı olmasındandır. Bu gerçek bir âyette şöyle anlatılır:
"O
kendi keyfine göre konuşmaz. O ancak kendisine vahyolunanı söyler."[24]
Sünnetin dînimizde bir
kaynak olduğuna işaret eden bu âyetlerin yanı sıra, birçok da hadis vardır.
Bunlardan ikisi şöyledir:
"Bana Kur'ân ve bir o
kadarı daha [sünnet] verildi. Yakında karnı tok, koltuğuna yaslanmış birisi,
'Size Kur'ân yeter; onda neyi helâl bulursanız, onu helâl kabul ediniz, onda
neyi haram bulursanız onu da haram biliniz' diyecek. Şunu iyi biliniz ki, Allah
Resulünün haram kıldığı da Allah'ın haram kıldığı gibidir."[25]
"Sizlere iki şey
bırakıyorum. Bunlara sım sıkı sarıldığınız müddetçe hiçbir surette doğru yoldan
sapmazsınız. Bunlar Allah'ın Kitabı ve Resûlullahın sünnetidir."[26]
Gerek âyet-i
kerimelerde, gerekse hadis-i şeriflerde Peygamberimizin emrine tâbi olmak
kesin bir şekilde emredildiği içindir ki, başta Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer olmak
üzere bütün Sahabîler ve Sahabîlerden sonra gelen Tabiîn, onlardan sonra gelen
Tebe-i Tabiîn ve sonra gelen âlimler kendilerine sorulan bir meselenin hükmünü
evvelâ Kur'ân'da aramışlar, onda bulamadıklarında sünnete müracaat
etmişlerdir.
Bediüzzaman da
sünnetin dinin kaynağı olduğuna şöyle dikkat çeker:
"Zât-i Risâletin
akvali gibi ef'al ve ahvali ve etvar ve harekâtı [sözleri gibi fiilleri,
halleri, tavır ve hareketleri] dahi menâbi-i din ve şeriattır. Ve ahkâmın
me'hazleridir [kaynaklarıdır]."[27]
Bediüzzaman, Muhakemât
isimle eserinde de, "Hadîs, maden-i hayat ve mülhim-i hakikattir"[28]
diyerek sünnetin gerçek bir hukuk kaynağı olduğunu ifâde etmiştir. Fakat
Bediüzzaman, şeriata kaynak olacak hadislerin sahih olmasını şart koşmakta ve
bununla ilgili olarak, "Müfessir-i Kur'ân olan ehâdîs-i sahiha [sahih
hadisler] bize kifayet eder" demektedir.[29]
Çağdaş âlimlerden Said
Ramazan el-Butî de, sünnetin ehemmiyeti ile ilgili olarak şöyle der:
"Kur'ân ve
sünnetin otoritesi dışındaki bütün otoriteleri reddetmekle İslâm, hukukunu hem
kavram yönünden, hem de uygulama kaabiliyeti bakımından çeşitli yabancı
tesirler yığınının oluşturduğu terekeden kurtarmış; böylece bütün Müslümanları,
Allah'ın kelâmı olduğuna inandıkları Kur'ân'ın muhtevası ve onun Hz.
Peygamberin sünneti içinde yapılmış tefsiri ile yüz yüze getirmiş oluyorlar."[30]
Yine Asrımız
âlimlerinden Mevdudî ise sünnetle ilgili olarak şu değerlendirmeyi yapar:
"Bu ümmetin
eşsizliği, birliği ve İslâm geleneğinin sürekliliği, toplumun hidâyet
kaynaklarının birlikte algılanıp hayata geçirilmesi ile sağlanmıştır. Bu hidâyet
kaynakları da Kur'ân ve sünnettir. Müslüman ümmetin zamansal dikey oluşumu ile
mekansal yatay oluşumu Kur'ân ve sünnete olan bağlılıkları nisbetinde olmuştur.
Bir kaynak olarak sünnet, değerlendirme dışa bırakılacak olursa, ümmet yapısı
çözülür, korunamaz."[31]
Sünnete uymak çok
sevaplı bir iştir. Bilhassa bid'aların yaygınlaştığı, ümmetin fesada gittiği
zamanımızda sünnete tâbi olmak daha ehemmiyetlidir. Böyle zamanlarda bir
sünneti işlemek binlerce sevap kazandırabilmektedir. Resûlullah (a.s.m.) bir hadislerinde
bu gerçeği şöyle ifâde eder:
"Bid'ad ve ve
dalâletlerin her tarafı istila ve ümmetimin bozulduğu bir zamanda sünnetime
sarılana yüz şehid sevabı vardır."[32]
Sünnete tâbi olmanın
bu derece büyük sevap kazandırmasının sebebini şöyle izah edebiliriz:
Bir Müslümanın en yüksek gayesi, Allah'ın rızâsını kazanmaktır. Allah'ın rızasını kazanma yolları içerisinde en sağlamı, en makbulü ve en kısası, Resûlullahın gösterdiği ve takip ettiği yoldur. Resülullahı sevmek ve ona tâbi olmak bizi Allah'ın rızâsına götürecek yegâne yoldur. Bu gerçek bizzat Rabbimiz tarafından şöyle ifâde edilir:
"De ki: Eğer Allah'ı
seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.
Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir."[33]
Yüce Rabbimiz Nisa
Sûresinin 69. âyetinde de kendisine hakkıyla iman etmeyi, her hususta
Resülullahın hükmünü tam bir teslimiyetle kabul etme şartına bağlamıştır. Bu
âyet-i kerimede de meâlen şöyle buyururur:
"Her kim Allah'a ve
Peygambere itaat ederse, işte onlar, Allah'ın kendilerine pek büyük nimetler
bağışladığı peygamberler, sıddîklar, şehidler ve salih kimselerle beraberdir.
Onlar ise ne güzel arkadaşlardır!"
Bununla ilgili olarak
bir başka âyet-i kerimenin meali ise şöyledir:
"Sizden kim
Allah'a ve Resulüne itaat eder ve güzel işler yaparsa, ona da mükafaatını iki
kat veririz. Onun için biz Cennette pek güzel ve arkası kesilmeyecek bir rızık
hazırlamışızdir."[34]
"Andolsun ki,
Allah'ın rahmetini ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çokça
zikredenler için, Allah'ın Resulünde size güzel bir nümûne vardır"[35]
Cenâb-ı Hakkın bizden
Resulüne uymamızı istemesi, model ve rehber olarak onu göstermesinin sebebi,
bizi kendi rızâsına ulaştıracak her türlü hal ve hareketi, ibâdet ve güzel
ahlâkı onun mübarek şahsında topladığı içindir. Sevgili Habibini her yönden en
mükemmel surette, en ideâl ve mutedil bir şekilde yarattığı içindir. Böyle
olduğu içindir ki,
"Muhakkak ki,
sen yüce bir ahlâka sahipsin"[36]
ifadeleriyle onun
ahlâkını övmüştür. Peygamberimiz de,
"Rabbim bana,
edebi en güzel bir surette ihsan etmiş, edeplendirmiştir" buyurarak bu gerçeğe dikkat çekmiştir.
Evet, sünnet-i
seniyyenin her bir meselesi, karanlıklı ve zararlı yollarda birer pusula ve
fener vazifesi görür. Herkes akimi kemiren, ruhunu tâzip eden, kalbini
yaralayan dertlerin ilacını sünnet-i seniyyede rahatlıkla bulabilir. Sünnet-i
seniyye düsturları ruhî, aklî ve kalbî, bilhassa içtimaî yaralar için çok
faydalı merhem ve ilaçtır.
Peygamberimiz dış
görünüşü ve bünyesi itibarıyla en güzel insan, en seçkin bir şahsiyet olduğu
gibi; yaşayışı, hareketi ve ahlâkı bakımından da hep itidal ve istikamet üzere
olmuş; ifrat ve tefritten uzak bir hayat yaşamıştır. Bunun için, sünnet-i
seniyyenin her meselesinde bir nur, bir edep ve bir hikmet vardır. "Sünnet-i
seniyye edeptir. Hiçbir meselesi yoktur ki, altında bir nur, bir edeb
bulunmasın" diyen Bediüzzaman Hazretleri, "Edebin envaını [her
çeşidini] Cenâb-ı Hak Habibinde cemetmiştir [toplamıştır]. Onun sünnet-i
seniyyesini terk eden edebi terk eder" der.[37]
Peygamberimizin her
hareketi tâbi olunacak ve takip edilecek en güzel rehberdir. Ölçü olarak
alınacak en sağlam kanunlardır. Onun günlük yaşayışla ilgili sıradan bir
hareketinde bile insan hayatını yakından ilgilendiren
birçok fayda ve hikmetler vardır. Meselâ yemekten önce ve sonra ellerini
yıkayan, sofrada iken sünnete uyarak midesini tıka basa doyurmayan, yatağa
girerken sağ tarafına yatan bir insan sıhhat bakımından birçok faydalar elde
eder. Aynı şekilde evine girerken Resullahın tavsiyesini dinleyerek selâm
veren, aile ve çocukları arasında bulunduğu vakit Resulullahın aile hayatıyla
ilgili sünnetini yaşayan huzurlu bir aile hayatı yaşar. İş hayatında herkese
güler yüz gösteren, herkese yardımcı olmaya çalışan, bitmez tükenmez bir
hazine olan kanaat düsturuna ve iktisat prensibine hassasiyet gösteren biri bunun
maddî manevî faydasını elbette görecektir.
Bir diğer husus,
sünnet-i senîyyeyi yaşayan bir mü'min, hem kendi doğru yoldan sapmaz, hem de
başkasını saptırmaz. Bu gerçek sünnetin sahibi Resulullahın mübarek lisânında
şöyle ifâde edilir:
"Ey insanlar size iki
şey bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarılırsanız, hiçbir zaman dalâlete
düşmezsiniz. Onlar: Allah'ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir."[38]
İşte sünnet-i
seniyyenin yaşanmasında daha bunlar gibi birçok hikmetler vardır. Bu sebeple,
her Müslüman sünnet-i seniyyeyi yaşamayı ve yaşatmayı kendisi için en mühim
vazife olarak görmelidir.
Sünnetin her
meselesine uymak mümkün olmayabilir. Bediüzzaman'ın da ifâde ettiği gibi,
sünnet-i seniyyenin herbir nevine tamamen bilfiil tâbi olmak, imanda kemâl
mertebede bulunan evliya ve asfiya gibi kimselere ancak müyesser olur. Fakat
bir Müslüman, "Ben sünnetin her çeşidini tatbik edemiyorum, acaba benim
sünnete olan bağlılığım kalmadı mı?" diye düşünmemelidir. Çünkü, insan
hayatının bütünü gibi geniş bir dâireyi içine alan sünnetin tamamına bilfiil
uymak mümkün değildir. İnsan hâlis niyetiyle, sünnete taraftar olmasıyla,
işlemese dahi sünnetin esaslarını kabul edip talip
olmasıyla bu bağlılığı göstermiş olur. Bu herkesin elinden gelir. O halde
ümitsizliğe düşmeye gerek yoktur.[39]
Bir hususu daha
belirtmek isteriz. Sünnet-i seniyyenin terkinde günah olmamakla birlikte,
büyük sevaptan mahrumiyet vardır. Peygamberimizin biz Müslümanlara iki büyük
emânetinden biri olan sünnetin değiştirilmesi ise bid'attır, dalâlettir ve
büyük hatâdır. Ehemmiyetsiz görülmesi büyük bir kabahattir. Bediüzzaman,
sünnetin ehemmiyetsiz görülmesini cinayet olarak vasıflandırır.
Sünneti bile bile terk
eden Resulullahın şefaatinden mahrum kalır. Şefaat, Peygamberimizin Kıyamet
gününde ümmetinin günah ve kusurlarını affetmesini Allah'tan istemesidir.[40]
Peygamberimizin bütün
fiilleri bağlayıcılık açısından aynı derecede dinî bîr kaynak teşkil etmez.
Alimler, Peygamberimizin fiillerini bağlayıcılık açısından şu üç kısma
ayırırlar:
1. Hem Peygamberimizin, hem de ümmetinin uyması gereken
fiiller: Peygamberimizin İslâmiyetin emirlerini açıklamak için yaptığı
fiillerde ümmetinin kendisine tâbi olması gerekir.
Peygamberimizin yaptığı
bir fiil kendisi için farz ise ümmeti için de farzdır. Namaz kılması, oruç
tutması, haccetmesi gibi. Fiil Peygamberimiz için vâcipse ümmeti için de
vaciptir. Kurban kesmesi, vitir namazmda kunut tekbiri alması gibi. Fiil
Peygamberimize mübahsa ümmetine de mubahtır. Yemesi, içmesi, yatması gibi.
Farz ve vacip olan fiiller terk edilmez, hiçbir şekilde değiştirilmez.
Peygamberimize tâbi olarak
ümmetinin bâzı fiilleri işlemesi de sünnettir. Sabah namazının farzından önce
iki rekât, öğlen namazının farzından önce dört, farzından sonra iki rekât namaz
kılmak, abdest azalarını yıkamaya sağdan başlamak gibi.
2. Peygamberimizin kendisine mahsus fiilleridir: Bunlara
"Hasâisü'n-Nebeviyye" "peygamberliğe ait özellikler" denir.
Meselâ Peygamberimizin gece teheccüt namazı kılması farzdı. Fakat bizler için
bu namaz farz değil, sünnettir.
3. Peygamberimizin beşerî yönü ile ilgili olan fiiller:
Yemesi, içmesi, giyinmesi, konuşması, yürümesi gibi. Bunlara "âdâb"
denilir. Âdaba uymak şart değilse de bir Müslüman bu hareketlerinde de
Peygamberimizi (a.s.m.) taklid ederse, bu günlük hareket artık sıradan bir
hareket olmaktan çıkar, Allah rızâsı için Resûlullahı taklid ettiğinden bir
ibâdet mânâsı kazanır. Böylece bütün
bir ömrü ibâdetle geçirmek mümkün olur. Bunun içindir ki, Sahabîler bu
davranışlar bakımından da Peygamberimize uymaya çok ehemmiyet vermişlerdir.
Bunun birçok misâlinden bir kaçına yer verelim:
Enes (r.a.) çocuklara
rastladığında selâm vermiş, Resûlullahın da (s.a.v.) çocuklara rastladığında
onlara selâm verdiğini rivayet etmiştir.[41]
Hz. Ömer
Hacerü'l-Esved'i öptükten sonra şöyle demişti:
"Hiç şüphesiz,
ben senin bir taş parçası olduğunu biliyorum. Ne faydan dokunur, ne de zararın.
Eğer Resûlullahın (s.a.v.) seni öptüğünü görmemiş olsaydım, ben de
öpmezdim."[42]
Abdullah bin Mugaffel
de (r.a.) hatırlattığı bir sünnete uymayan ve aksine hareket eden bir
akrabasına darılmıştır.[43]
"Ben Resûlullahın
(s.a.v.) izini takip eder, onun yaptığını yapmaya çalışırım"[44]
diyen Ebû Mûsâ el-Eş'arî de (r.a.), her sözünde, her hareketinde
Peygamberimizi örnek alırdı. Bir gün oğlu aksırmıştı. Ona
"Yerhamükallah" demedi. Bir başkası aksırdı, ona "Yerhamükallah"
diye duâ etli. Bunun sebebi sorulduğunda şu cevabı verdi:
"Peygamberin
(s.a.v.),
"Biriniz
aksırdığı zaman eğer, "Elhamdülillah" derse, siz de
"Yerhamükallah" deyin. Demezse siz ona "Yerhamükallah"
demeyin" buyurduğunu
işittim."[45]
Sünnetin mertebeleri
olduğunu söyleyen Bediüzzaman bununla ilgili olarak meâlen şöyle der:
Bir kısmı farzdır,
terk edilmez. O kısım, Şeriat-ı Garrâda tafsilatıyla beyan edilmiş. Onlar
muhkemattır; hiçbir cihetle değişmez. Bir kısmı da nafile çeşidindendir. Bu da
iki kısımdır:
Bir kısmı farzlara
tâbi olan sünnet namazlar, abdestin sünnetleri gibi ibâdete tâbi sünnet-i
seniyyelerdir. Onlar dahi Şeriat kitaplarında açıklanmış; onların
değiştirilmesi bid'attır. Diğer kısmı 'âdâb' tâbir ediliyor ki,
Peygamberimizin hayatını anlatan kitaplarında zikredilmiş. Onlara muhalefete
bid'a denilmez; fakat Peygamberimizin âdabına bir nevi muhalefettir ve onların
nurundan ve o hakikî edebten istifade etmemektir. Bu kısım ise, örf ve
âdetler, yeme, içme, konuşma, yatma gibi fıtrî işlerde Resûl-i Ekremin (a.s.m.)
tevatürle malum olan harekâtına uymaktır. Bu nevi sünnetlere âdâb tâbir
edilir. Fakat o âdaba ittiba eden, âdâtını ibâdete çevirir. O âdâbtan mühim bir
feyz alır. En küçük bir âdaba saygı göstermek, korumak, Resûl-i Ekremi
(a.s.m.) hatıra getiriyor, kalbe bir nur veriyor.
Sünnet-i seniyyenin
içinde en mühimini, İslâmiyet alâmetleri olan ve şeâire de taalluk eden
sünnetlerdir. Şeâir, âdeta umumî hukuk nev'inden, cemiyete âit bir ubudiyettir.
Birisinin yapmasıyla o cemiyet umûmen istifade ettiği gibi, onun terkiyle de
umum cemaat mes'ul olur. Bu nevi şeâire riya giremez ve ilân edilir. Nafile
nevinden de olsa, şahsî farzlardan daha ehemmiyetlidir.[46] Ezan
okumak şeâir nevinden bir sünnettir.[47] Bu
ifâdelerle sünnetin mâhiyeti ve muhtevasını tespit eden Bediüzzaman, sünnete
uygun yaşamanın Müslümanlar arasında gerçek bir barış ve huzur medeniyeti
kurmaya sebep olduğuna da dikkat çekiyor. Onun getirdiği şeriatın on dört asrı
ve insanlığın beşte birisini âdilâne ve hakkaniyet üzere idare ettiğini
söylüyor. Onun getirdiği kanunların bedevi, okuma yazma bilmeyen, sosyal
hayattan mahrum olan kimseleri, yaşadığı devirde çok çok ileri olan milletlere
birer üstad, birer muallim yaptığını ifâde ediyor.[48]
"Bâzı kimseler
sünneti nakleden kimselerin güvenilir olmadığını, bu sebeple sadece Kur'ân-ı
Kerimin esas alınması gerektiğini iddia ediyorlar. Acaba öyle mi?"
Bu ve benzeri sözler,
İslâmiyeti ortadan kaldırabilmek için yüzyıllardır oynanan oyunların bir
uzantısıdır. Bunlar bazan açıkça saldırırlar, bazan dost perdesi altında
görünen kimseler
vasıtasıyla fikirlerini yayarlar. Samimî
olsa da aklî muhakemeden noksan kimselerin de bu görüşleri benimsemesi,
böylelerinin ekmeğine yağ sürer.
Herşeyden önce böyle
bir iddia başta Sahabiler olmak üzere Tabiîne, Tebe-i Tabiîne bir iftiradır.
Çünkü hadisler bize kadar Sahabiler, Tabiîn ve Tebe-i Tabiîn yolu ile
gelmiştir. Böyle bir sözün nasıl büyük bir iftira olduğunu anlayabilmek için bu
başlık altında sünnetin bize kadar nasıl hassasiyetle geldiği konusu üzerinde
duracağız. Hadis naklinde ilk halkayı Sahabiler teşkil ettiklerine göre önce
onlar üzerinde duralım:[49]
Bütün Ehl-i Sünnet
âlimlerine göre Sahabiler adalet sahabidir ve itimada şayandır. Bunda hiçbir
Ehl-i Sünnet âliminin görüşü farklı değildir. Ehl-İ Sünnet âlimleri, Şahabının
güvenilir ve itimada şayan olduğuna âyet ve hadislerden delil getirirler.
Meselâ bununla ilgili âyetlerden bâzılarının meali şöyledir:
"Siz insanlar
için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği tavsiye eder, kötülükten
sakındırırsınız ve Allah'a hakkıyla iman edersiniz."[50]
''Biz sizi böylece
aşırılıktan uzak, adalet ve doğruluk üzere olan bir ümmet yaptık tâ ki kıyamet
gününde siz peygamberlerin İlâhî hükümleri tebliğ etmiş olduklarına dâir,
insanlar üzerine şahit olun, Peygamber de sizin doğru yolda olduğunuza şâhît
olsun."[51]
"İslâm'da önceliği
olan Muhacir ve Ensar ile onları güzellikle takip ederek örnek alanlar ve
onları hayırla yâd edenlere gelince: Allah onlardan razıdır, onlar da Allah'tan
razıdır. Allah onlara, içinde ebedî olarak kalmak üzere altından ırmaklar akan
Cennetler hazırlamıştır. Bu ise en büyük kurtuluştur."[52]
Daha pekçok âyette
Yüce Rabbimiz Sahabîleri över ve onlardan razı olduğunu bildirir. Bütün bu
âyetler Sahabîlerin âdil ve güvenilir olduğu hususunda tam bir katiyet ifade
eder. Kıyamete kadar okunacak bir kitap olan Kur'ân'da Allah'ın kendilerinden
razı olduğunu bildirdiği insanların yalan söylemesi ve onlara güvenilmemesi elbette
düşünülemez.
Diğer taraftan
Sahabîlerin fazileti hususunda âyetlerin yanı sıra sayılamayacak kadar çok
hadis-i şerif vardır. Bunlardan bâzılarının meali şöyledir:
"Ashabım hakkında
Allah'tan korkun! Ashabım hakkında Allah'tan korkun! Sakın benden sonra onlara
düşman olup sövmeyin. Onları seven, bana olan sevgisinden dolayı sevmiş olur.
Onlara kızıp kin duyan da, bana olan kin ve düşmanlığından dolayı böyle yapmış
olur. Onlara sıkıntı veren bana sıkıntı vermiş; bana sıkıntı veren de Allah'a
ezâ etmiş olur. Allah'a ezâ eden de büyük bir felâketle yüz yüze gelmiş
demektir."[53]
"Ne
mutlu beni görüp iman edene! Ne mutlu beni göreni görene"[54]
"Ashabım
yıldızlar gibidir. Hangisinin arkasından giderseniz gidiniz, doğru yolu
bulursunuz."[55]
Peygamberimiz (s.a.v.)
başka bir hadislerinde de Ashabına dil uzatılmamasını emreder ve şöyle buyurur:
"Sakın benim Ashabıma
sövmeyin. Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, Uhud Dağı kadar
altını sadaka olarak verseniz, Sahabîlerimden birinin iki avuç hurma sadakasına,
hattâ bunun yarısına bile yetişemezsiniz."[56]
Birgün Peygamberimize,
"İnsanların en hayırlısı hangisidir?" diye soruldu. O da;
"Benim
asrımdakilerdir. Sonra onları takip edenler, sonra da onları takip
edenlerdir" buyurdu.[57]
Görüldüğü gibi,
Peygamberimiz (s.a.v.), Sahabîleri sevmeyi kendisini sevmekle onlara sıkıntı
vermeyi kendisine sıkıntı vermekle bir tutuyor. Sahabîleri, "Ne mutlu
beni görenlere!" buyurarak övüyor. Sahabîleri görmeyi bir bahtiyarlık
sayıyor. Sahabîlerin hangisinin peşinden gidilirse gidilsin doğru yolun bulunacağını
bildiriyor. Ashaba dil uzatmayı yasaklıyor. Sahabe olmayanın vereceği Uhud
Dağı kadar sadakanın onların verdiği bir avuç hurmaya yetişemeyeceğini
bildiriyor.
İnsanların en
hayırlısının Sahabîler olduğunu bildiriyor. Pekçok hadislerinde isim isim
Sahabîlerin faziletlerini sayıyor. Bütün bunlar ortada iken Sahabîlerin
verdiği haberi güvenilir bulmamak iftira değilse nedir? Evet, bizzat Allah ve
Resulünün güvenilir olduğunu bildirdiği kimselere sıradan ve ne olduğu belirsiz
insanların dil uzatması, güvenilir olmadıklarını söylemeleri, asıl kendilerinin
güvenilir olmadığını, samîmi olmadıklarını göstermez mi?
Sahabilerin fazileti
hakkında faraza hiçbir âyet ve hadis olmasa idi, onların itimad edilir
kimseler olduğuna yine hükmedebilirdik. Çünkü bu insanlar bütün dünyanın
Peygamberimizin karşısında olduğu bir zamanda ona iman etmişler, imanları
uğrunda dayanılmaz işkencelere maruz kalmışlar, müşrik oldukları için
babalarını, annelerini, evlatlarını, amca ve dayılarını karşılarına almışlar.
İmanları uğrunda vatanlarından, sevdiklerinden ayrılıp hicret etmişler, bütün
servetlerini Allah rızası için harcamışlar, İslâmiyetin yayılması için
hayatlarını feda etmişler, Peygamberimize (s.a.v.) etten birer kalkan olmuşlardır.
Böyle insanlara itimat edilmeyecek de, "Hadis nakledenlere itimad
edilmez" diyenlere mi güvenilecek? İslâmiyetin yayılması için bu derece
gayret ve fedakarlık gösteren insanların İslâmiyet hakkında yanlış şeyleri
nakledeceklerini, Peygamberimiz hakkında yalan uyduracaklarını söylemek hangi
insafa sığar. Bu konuda Bediüzzaman'ın şu ifâdeleri ne kadar yerindedir.
(Mealen alıyoruz):
İnsan fıtratında
yalana "Yalan" demeye bir meyil vardır. Sahabîler ise sıdk ve
doğruluk için can ve mal, anne ve baba, kavim ve kabilelerini feda edip, sıdk
ve hak için fedai oldukları halde, hem "Benden bilerek yalan birşey
haber veren, cehennem ateşinden yerini hazırlasın!"[58]
mealindeki hadis-i
şerifin tehdidine karşı, yalan karşısında susmaları mümkün değildir.[59]
İnsanın fıtratında
yalana "Yalandır" demeye karşı cibillî bir meyil vardır. Bilhassa her
topluluktan daha çok yalana karşı susmayan Sahabîler olsa; hele haber verilen
şeyler Resûl-i Ekreme (a.s.m.) ait olsa; bilhassa nakledenler Sahabilerin
meşhurlarından olsa, artık ona yalan karışmaz.[60]
Sahabîlerden bâzıları
"Belki hatâ yapabilirim" düşüncesiyle
ya hiç
hadis rivayet etmemişlerdir, veya çok az rivayet etmişlerdir. Meselâ ilk
Müslümanlardan ve hayatta iken bir hadiste toplu olarak Cennetle müjdelenen on
Sahabîden birisi olan Saîd bin Zeyd'in nerede ise hiç hadis rivayet etmediği
nakledilir.[61]
Hadis rivayet etmekten
çekinen Sahabîlerden birisi de yine Cennetle müjdelenen on Sahabîden biri olan
Zübeyr bin Avvam'dı (r.a.). Oğlu Abdullah (r.a.) kendisine, "Ben senin
İbni Mes'ud, filan veya filan gibi hadis rivayet ettiğini görmüyorum,
niçin?" diye sormuştu. Hz. Zübeyr şu cevabı verdi:
"Şunu iyi bil ki,
ben Müslüman olduğumdan beri Resûlullahtan (s.a.v.) ayrılmadım. Ancak ben ondan
bir söz işitmiştim.
"Kim bile bile
bana yalan isnatta bulunursa, Cehennemdeki yerine hazırlansın" buyurmuştu."[62]
Evet, daha bir çok
Sahabî,
"Kim benim
üzerime söylemediğim bir sözü söyledi diye yalan uydurursa Cehennemdeki yerine
hazırlansın"[63]
mealindeki hadis-i
şerifin tehdidinden öylesine korkuyordu ki, hadis rivayetinden çekindikleri
için, "Biz ihtiyarladık. Resûlullahtan hadis rivayet etmek çok
zordur" diyorlardı.[64]
Bildikleri pekçok hadisi dahi "Belki bir kelimesini yanlış nakledebilirim"
endişiyle rivayet etmekten vaz geçiyorlardı.
Hz. Enes, çok hadis
rivayet etmekten çekiniyor ve "Sizlere çok hadis rivayet etmeme
Resûlullahın şu hadisi cidden mâni olmaktadır" demiş ve "Kim benim
üzerime yalan söylerse..." hadisini zikretmiştir.[65]
Yine Enes (r.a.) bir
hadis rivayet edip bitirdiğinde, "...veya hadis Resûllullahın buyurduğu
gibidir"[66] demeyi âdet edinmişti.
Abdullah bin Mes'ud (r.a.) Ebu'd-Derdâ (r.a.) gibi Sahabîler de bunu âdet
edinmişlerdi.
Sahabilerin Tabiîn
âlimlerinden el-A'meş, Sahabîlerin hadis hususundaki titizliklerini şu
ifâdelerle övmüştür:
"Bu ilim öyle bir
topluluğun elindeydi ki, onlardan birine, gökten yere düşmek bu ilme bir vav,
bir elif, veya bir dal ilave edilmesinden daha sevimli gelirdi."[67]
Hadis rivayet edenleri
inceden inceye araştırıp değerlendirmeye tâbi tutan ve bu sahada eser veren
İbni Kayyım el-Cevzî bununla ilgili olarak şöyle der:
Sahabi bir söz
söylediği, bir hüküm veya bir fetva verdiği zaman, onda bizde bulunmayan
anlayış imkanları vardır. Sahabînin bir meseleyi iyi anlayabilmesinin sebebi,
Peygamberimizden (s.a.v.) veya başka bir Sahabîden işitmiş olmasından kaynaklanır.
Sahabîlerin hal ve yaşayışlarını bilmeyenler her hangi bir husus hakkında
"Eğer Sahabîler bu konuda Peygamberimizden bir şey duymuş olsalardı
naklederlerdi" derler. Halbuki Sahabîler Peygamberimizden birşey
naklederlerken fazla veya eksik bir şey söyleriz diye korkarlardı. Onlar
Peygamberimizden işittikleri şeyi defalarca konuştukları halde onu
Peygamberimizden işittiklerini açıklamazlardı.[68]
Sahabîler gerektiğinde
birbirlerine rivayet ettikleri hadisi Resûlullahtan duyduklarına dâir şahit
istemişlerdir. Buna birkaç misâl verelim:
Hz. Ebû Bekir'e (r.a.)
bir nine gelerek torununa mirasçı olmak istediğini söyledi. Ebû Bekir (r.a.),
"Ben Kur'ân'da nine için miras hakkı olduğunu bulamıyorum. Peygamberin de
(s.a.v.) ninenin bir hakkının olduğunu söylediğini bilmiyorum" dedi.
Orada bulunan Mugîre (r.a.) "Resûlullah (s.a.v.) nineye 1/6 verdi"
dedi.
Hz. Ebû Bekir,
"Senden başka bu hususta bilgisi olan var mı?" diye sordu. Muhammed
bin Mesleme (r.a.) buna şahitlik edince de nineye 1/6 hakkını verdi.
Hz. Ömer, bâzı
zamanlar "Resûlullah şöyle buyurdu" diyenlerden bunu gerçekten
Resûlullahtan işittiklerine dâir iki şahit istemiştir.
Bir defasında âlim
Sahabîlerden Ebû Musa el-Eş'arî (r.a.) Hz. Ömer'i ziyarete gelmişti. Huzuruna
girmek için izin istedi. İsteğine karşılık alamayınca geri döndü. Kapıyı açan
Hz. Ömer onun döndüğünü görünce sebebini sordu. Ebû Musa (r.a.) şu cevabı
verdi:
"Senden üç defa
müsaade istedim, izin vermedin. Bunun üzerine geri döndüm. Çünkü Resûlullahın
(s.a.v.),
"Biriniz bir
yere girmek istediğinde üç defa izin istesin. Müsaade edilmezse geri
dönsün" buyurduğunu
işitim."
Hz. Ömer (r.a.) Ebû
Musa'nın (r.a.) yalan söylemeyeceğinden emindi. Fakat yine de hadisi tahkik
etmek istiyordu. Ebû Musa'ya (r.a.), "Bunu Resûlullahtan işittiğine dâir
bir delil getir. Yoksa seni cezalandırırım" dedi.
Bunun üzerine Ebû Musa
(r.a.) Sahabîlerin toplu bulunduğu bir yere gitti. Durumu onlara izah etti.
Aynı hadisi Resûlullahtan duyduğunu söyleyen Übey bin Ka'b (r.a.)-Diğer bir
rivayete göre Ebû Said el Hudrî (r.a.)-ile Hz. Ömer'e gitti. Übey (r.a.) bu hadisi
Resûlullahtan (s.a.v.) kendisinin de işittiğini söyledi.[69]
Hz. Übeyy bir hadis
rivayet etmişti. Hz. Ömer kendisinden şahit istedi. Übeyy (r.a.) ispat için
huzurdan çıktığında, Ensardan bir grupla karşılaştı. Onlar Hz. Ömer'e,
"Hepimiz bu hadisi Resûlullahtan (s.a.v.) işittik" dediler. Hz. Ömer
Hz. Übeyy'e, "Ben senin doğru söylediğinden şüphe etmiyordum. Fakat
hadisin bence de sabit olmasını arzuladığım için ispatını istedim" dedi.
Hz. Ali de (r.a.)
hadis rivâyetindeki titizliğini şu sözlerle ortaya koymuştur:
"Ben,
Peygamberden hadis işittiğim zaman elimden geldiği kadar o hadisten
faydalanmaya çalışırdım. Başkası bana hadis rivayet ettiği zaman, ona yemin
ettirirdim, yemin ettiği zaman onu tasdik ederdim."
Hz. Ali'ye hadis
rivayet edenler Sahabî idi. Onların yalan yere yemin etmeleri ise düşünülemez.
Hz. Ali'nin şu sözü de
yine onun hadis rivâyetindeki titizliğini gösterir:
"Ben size
Resûlullahtan (s.a.v.) hadis rivayet ettiğimde gökten aşağı düşmem, bana, ona
yalan isnadda bulunmamdan daha sevimli gelir."[70]
Sahabîlerin bütün bu
titizliklerine rağmen hicrî birinci asrın ortalarından itibaren bilhassa siyâsî
gayelerle hadis uydurulmaya başlandı. Bu durum Sahabîleri ve onların
talebeleri olan Tabiîni daha da dikkatli olmaya sevk etti. Rivayet eden kimse
daha dikkatli incelenmeye, hadisi kimden aldığı tahkik edilmeye başlandı.
Abdullah bin Abbas (r.a.) bununla ilgili olarak şöyle der:
"Bizler bir
zamanlar bir adamın 'Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu' dediğini işittiğimizde
gözlerimizi ona çevirir, kulaklarımızı ona verirdik. Sonraları halk hırçın ve
uysal develere binince (olur olmaz şeyler anlatmaya başlayınca) biz de onlardan
hadis rivayet etmekten vaz geçtik."[71]
Sahabîlerden bâzıları
da hadis rivayet edenlerin bir hadisi Peygamberimizin (s.a.v.) ağzından harf
harf kelime kelime nasıl işitmişse aynen rivayet etmelerini şart koşuyorlardı.
Meselâ Abdullah bin Ömer (r.a.) bir defasında mânayı bozmayan bir kelimeyi
değiştirerek rivayet eden kimseye kızmış ve "Yazıklar olsun sana! Hz.
Peygambere (s.a.v.) yalan isnat etme!" demiştir.
Yine Abdullah bin Ömer
(r.a.) İslâmın beş şartını sayarken Ramazan orucunu beşinci sıraya alan birine
kızmış ve Resûlullahtan nasıl işitti ise öyle rivayet etmesini istemiştir.[72]
İşte Sahabîler
Resûlullahın sözlerine böylesine sahip çıkıyor, onun adına yalan uydurulmaması
için böylesine hassasiyet gösteriyorlardı. Böyle iken onlara itimat
edilemeyeceğini söylemek dini tahrip etmekten başka nedir? Sahabîlerin adaleti
ve onlara dil uzatanlarla ilgili Ebu Zür'a er-Râzi'nin konu ile ilgili bir sözünü
de burada nakledelim. Bu zât şöyle diyor:
"Bir kimsenin
Sahabîlere kötü bir nazarla baktığını görürsen anla ki, o kimse zındıktır.
Çünkü Peygamberimiz haktır, Kur'ân haktır, bunları bize tebliğ edenler ise
Sahabîlerdir."[73]
Burada "Sahabîler
madem bu derece titizlik gösteriyorlardı. Ebû Hüreyre (r.a.) niçin pekçok hadis
rivayet edebildi?" şeklide bir suâl hatıra gelebilir. Maalesef bâzı
kendini bilmezler Ebû Hüreyre (r.a.) gibi binlerce hadisi bize ulaştıran bir Sahabîyi
yalancılıkla itham ettikleri için bu konu üzerinde ayrıca durmak istiyoruz.
Önce çok hadis rivayet etmesinin sebepleri üzerinde duralım.
Ebû Hüreyre (r.a.)
"Vallahi Allah'ın kitabındaki şu âyet olmasaydı, size ebediyyen birşey
rivayet etmezdim" der. Sonra,
"Biz kitapta
insanlara iyice açıkladıktan sonra, indirmiş olduğumuz açık delilleri ve doğru
yolu gizleyenlere gelince: Onlar, Allah'ın rahmetinden uzaklaştırdığı
kimselerdir; lanet edebileceklerin hepsi onlara lanet eder"[74] âyetini okurdu.[75]
Ebû Hüreyre (r.a.) çok
hadis bilmesinin ve bunu unutmamasının sebeplerini de şöyle haber vermiştir:
"İnsanlar
'Hadislerin çoğunu niçin Ebû Hüreyre rivayet ediyor' diyorlar. Muhacir
kardeşlerimiz alış verişle, Ensar kardeşlerimiz de mallarıyla meşgulken, şu
Ebû Hüreyre karın tokluğuna Resûlullaha (s.a.v.) bağlanmış ve onların
işitmediklerini işitip, ezberlemediklerini ezberlemiştir."[76]
Ebû Hüreyre (r.a.)
duyduğu hadisleri unutmamasını da Resûlullahın (s.a.v.) bir duasına bağlıyor.
Bunu da şöyle haber veriyor:
Bir gün Resûlullaha,
"Ya Resûlallah, senden çok hadis işitiyorum, fakat hafızamda fazla
tutamadan çabuk unutuyorum" dedim.
Bana "Hırkanı
yay" diye emretti. Ben de hırkamı yere serdim. Eliyle birşey avuçlayıp
içine koydu. Sonra, "Topla onu" dedi. Bu hadiseden sonra
Resûlullahtan duyduğum hiçbir şeyi unutmadım.[77]
Hadis rivayetinde 5374
hadisle birinci sıraya yerleşen Ebû Hüreyre (r.a.) aslında naklettiklerinin
dışında daha pekçok hadis ezberlemişti. Onları rivayet etmemesinin sebebini
kendisi şöyle açıklamıştır:
"Allah'a yemin
ederim ki, Resûlullahtan (s.a.v.) her işittiğimi size nakletseydim, 'Ebû
Hüreyre delirdi' diye beni taşa tutardınız."[78]
Bediüzzaman, Ebû
Hüreyre (r.a.) ile ilgili olarak meâlen şöyle der:
Sahabe içinde,
Peygamberimizin hadislerini gelecek asırlara ders vermek için, Sahabîlerin
âlimlerinden bâzıları ona manen vazifeli idiler. Bütün kuvvetleriyle ona
çalışıyorlardı. Evet, Hz. Ebû Hüreyre, bütün hayatını, hadisleri ezberlemeye
vermiş; Hz. Ömer siyaset alâmiyle ve hilâfet-i kübra ile meşgul imiş. Bu
sebeple hadisleri ümmete ders vermek için Ebû Hüreyre, Enes ve Câbir gibi
zatlara îtimat edip, kendisi az hadis rivayet etmiştir.[79]
Bediüzzaman'ın Ebû
Hüreyre (r.a.) ile ilgili bir övgüsü de şöyledir:
Peygamberimizin
(s.a.v.) kudsî bir medresesi olan Suffe'nin namdar, sâdık, hafız bir talebesi
olan Ebû Hüreyre'nin, umum Ehl-i Suffeyi manen şahit göstererek, adeta umumunu
temsil edip şu ihbarı, tevatür derecesinde kesin kabul etmeyenin, ya kalbi
bozuk veya aklı yok. Acaba, Hz. Ebû Hüreyre gibi sâdık ve bütün hayatını hadîse
ve dine vakfeden "Kim bile bile benim söylemediğim birşeyi söyledi diye
uydurursa, Cehennemdeki yerine hazırlansın" hadisini işiten ve nakleden,
hiç mümkün müdür ki, ezberindeki hadislerin kıymetini ve sıhhatini şüpheye düşürüp,
Ehl-i Suffe'yi tekzibe hedef edecek muhalif bir söz veya asılsız bir vaka
söylesin? Hâşâ![80]
Sahabîlerle ilgili
bahse son verirken Bediüzzaman'ın bu konudaki değerlendirmesine yer verelim:
Ehl-i dalâlet baktılar
ki, müçtehitleri nazardan düşürmekle iş bitmiyor. Onların omuzlarında dinin
sadece nazariyat kısmı vardır. Oysa o ehl-i dalâlet dinin zaruriyet kısmını
terk ettirmek ve
değiştirmek istiyorlar "Onlardan
daha iyiyiz" deseler, meseleleri tamam olmuyor. Çünkü, müçtehidler dinin
asıllarına değil, nazariyata, kati olmayan furuat kısmına karışabilirler. Oysa
o mezhepsiz ehl-i dalâlet, dinin zaruri şeylerine dahi fikirlerini karıştırmak,
değiştirilmesi mümkün olmayan meseleleri değiştirmek ve kesin olan imanın
rükunlarına karşı gelmek istediklerinden, elbette dinin esaslarının
taşıyıcıları ve direkleri olan Sahabîlere ilişecekler. Heyhat, değil bunlar
gibi insan suretindeki hayvanlar, belki hakikî insanlar ve hakikî insanların en
kâmilleri evliyanın büyükleri, Sahabinin küçüklerine
karşı eşitlik dâvasını kazanamamışlardır.[81]
Hadislerin bize kadar
intikal etmesinde Sahabîlerden sonraki halkayı Tabiîn teşkil eder. Tabiîn,
Sahabîlerden birini gören ve onunla sohbet eden kimselere denir. Zikrettiğimiz
âyet ve hadisin ifadesiyle, Sahabîlerden sonra insanların en hayırlısı bu nurlu
nesildir.
Peygamberimizin
vefatından sonra Sahabîler gün geçtikçe genişleyen İslâm âleminin dört bir
yanına dağılmışlardı. Gittikleri yerlerde hemen etraflarını talebeler
kuşatmıştı. Bu talebeler Sahabîlerden hadis öğrenmişler ve sistemli bir
şekilde hadisleri toplayıp yazmışlardır. Hadis sahasında meşhur olan Tabiîn
âlimlerinden bâzıları şunlardır:
Mekke'de İkrime, Atâ
bin Ebî Rabah, Ebû Zübeyr Muhammed bin Müslim; Medine'de, Said el Müseyyeb,
Süleyman bin Yesar, Urve bin Zübeyr, Salim bin Abdullah bin Ömer, Kasım bin
Muhammed bin Ebî Bekr, İbni Şihab ez-Zührî, Nâfi; Kûfe'de Alkarna bin Kays,
İbrahim en-Nehâî, Basra'da Hasan el-Basrî, Muhammed İbni Sirîn, Katade; Şam'da
Kabisa, Ömer bin Abdülaziz ve Mekhul; Yemen'de Tavus bin Keysan, Vehb bin
Münebbih. Bu zâtların ne derece âlim ve ne derece ibâdete düşkün oldukları
hayatlarının anlatıldığı kitaplarda zikredilir.
Böyle iken bunların
güvenilir olmadıklarını söyleyen kimsenin asıl kendisi güvenilir değildir.[82]
Sahabîlerden,
Tabiînden sonra üçüncü halkayı Tebe-i Tabiîn eskil eder. Bunlar da Tabiîni
gören ve onların sohbetinde bulunan âlimlerdir. Hadisin ifadesiyle Sahabî ve
Tabiînden sonra en faziletli insanlardır.
Hadis rivayetinin en
mükemmel şekle girdiği devir, hiç şüphesiz Tebe-î Tabiîn devridir. Bu devirde
hadisler sadece toplanmakla kalınmamış, konularına göre ayrılarak bir tasnife
tâbi tutulmuştur. O devirde meydana getirilen hadis kitaplarının en meşhuru ve
zamanımıza kadar geleni Ehl-i Sünnetin dört mezhebinden biri olan Malikî
mezhebinin imamı, Mâlik bin Enes'in Muvatta isimli eseridir. Bir diğeri de
Hanbelî mezhebinin imamı Ahmed bin Hanbel'in Müsned'idir.[83]
Sahabîler, Tabiîn ve
Tebe-i Tabiîn, sadece rastladıkları kimselerden hadis almamışlar, bir hadis de
olsa onu ehlinden işitebilmek, tahkik etmek veya râviyi tanımak için
meşakkatli yolculukları göze almışlardır. Bu uğruda yaptıkları yolculuklar
hakkında müstakil kitaplar dahi yazılmıştır. Mesela bu kitaplardan birisi,
Hatib el-Bağdadî'nin er-Rihle fi Talebi’l-Hadis'idir;
İbrahim Ethem gibi bir
kalp ehli bu seyahatlar hakkında şöyle demekten kendisini alamamıştır;
"Allah, hadis
ehlinin ilim maksadıyla yaptıkları seyahatlar maksadıyla
bu ümmetten belâları defediyor."
Burada bu seyahatlara
birkaç misal verelim:
Takdim'de de ifâde
ettiğimiz gibi, Ebû Eyyub el-Ensârî (r.a.) bir hadisi öğrenebilmek için Mısır'a
seyahat etmiştir. Câbir bin Abdullah (r.a.) ve Enes bin Mâlik de (r.a.) hadis
için seyahat eden Sahabîlerdendir.
Medine'de bulunan bir
zât, Ebû'd-Derdâ'nın (r.a.) rivayet ettiği bir hadis kulağına ulaştığında bunu
tahkik etmek için tâ Dımeşk'e gitmişti. Aralarında şöyle bir konuşma geçti:
"Sen şimdi bana
ticarî bir maksatla gelmedin öyle mi?"
"Evet."
"Bir başka
ihtiyaç için de gelmedin?"
"Evet.
"Sadece
bahsettiğin hadisi öğrenmek için geldin öyle mi?"
"Evet."
"Eğer doğru
söyledi isen müjde sana! Çünkü ben Resûlullahın şöyle buyurduğunu işitmiştim:
"Kim ilim
öğrenmek için evinden çıkarsa melekler, istedikleri şeyden dolayı duydukları
memnuniyet sebebiyle ona kanatlarını sererler."
Tabiînin büyüklerinden
Hüşeym de bu uğurda seyahat edenlerdendi. Kendisi bununla ilgili olarak şöyle
der:
"Ben Kûfe'de iken
Basra'da bir hadis rivayet edildiğini işitsem, kalkıp hemen Basra'ya giderdim.
Basra'da iken Kûfe'de bir hadis işitsem hemen oraya gider, hadisi kaynağından
dinlerdim." Abdullah bin Mübarek de, "Bin kişinin sevgisi, tek
kişinin düşmanlığına satın alınmaz" hadisini sormak için Merv'den kalkıp
Basra'ya gelmiştir.
Şa'bi'ye, "Bu
kadar ilmi nasıl elde ettin?" diye sordular. Şa'bi şu cevabı verdi:
"Rivayet eden
aracılara güvenmeyip, hadisleri ilk kaynağından araştırmak için diyar diyar
dolaşmak, seyahatlarını sıkıntılarına cansız eşya sabrıyla sabretmek, ve
kargalar gibi erken kalkmak sayesinde."
İbnü'd-Deylemi, hem
yeni hadisler öğrenmek, hem de kendisinden rivayet edildiğini duyduğu bir
hadisi tahkik için Filistin'den Taife gitmiştir.
Tahkik için yapılan
seyahatlara bir misâl daha verelim:
Ahmed bin Hanbel'in
övdüğü, "Zeki, ilim için seyahat eden biri" dediği Zeyd bin Hubab,
Süfyan-ı Sevrî'den "Bizimle ehl-i kitabın orucu arasındaki fark sadece
sahur yemeğidir" hadisini duymuştu. Tam ayrılacağı sırada birisi
kendisine, "Süfyan'a bu hadisi rivayet eden Usâme Medine'de henüz
hayatta" dedi. Zeyd hemen bineğine binerek Medine'ye
gitti. Usâme'yi buldu, işittiği hadisin rivayet zincirini saydı ve böyle bir
hadisi rivayet edip etmediğini sordu. O da böyle bir hadisi rivayet ettiğini
ifâde etti. Derken Üsâme'ye o hadisi rivayet eden Musa bin Üleyye'nin Mısır'da
olduğunu haber aldı. Hemen Mısır'ın yolunu tuttu. Orada Musa'yı buldu ve hadisi
tahkik etti. O da böyle bir hadisi rivayet ettiğini haber verdi.
Bilhassa hadisi tahkik
etmek için yapılan bu seyahatlar gerçekten çok faydalı olmuş, birçok defa
râviler kendilerinin öyle söylemediklerini, yanlış nakledildiğini açıklamışlar,
rivayetin doğrusunu bildirmişlerdir. Burada bunun misâllerine girmek istemiyoruz.
Râviyi tanımak için
yapılan seyahatlar da çok faydalı olurdu. Müdakkik hadis râvileri, râviyi
gördükten sonra onun rivayet ettiği hadisi ya kabul eder veya reddederlerdi.
Ebu'l- Atiye bununla ilgili olarak şöyle der:
"Hadisi kulağıma
gelen birinden hadislerini dinlemek için günlerce süren yolculuk yapardım.
Adamın memleketine varınca ilk araştırdığım husus namazı olurdu. Eğer namaz
kıldığını öğrenirsem orada kalıp kendisini dinlerdim. Namaz kılmadığını öğrenirsem
hemen geri dönerdim. 'Namazına düşkün olmayan dürüstlüğüne de düşkün olmaz,
beni aldatabilir' derdim."
Râviyi tanımak için
yapılan seyahatlarda kişi hadis alacağı kimse hakkında öylesine çok suâl
sorardı ki, suâl sorulan kimseler bunun sebebini anlayamaz, "Onunla
evlenmek mi istiyorsun?" diye alay dahi ederlerdi.[84]
Hadis nakledenlerin
güvenilir olmadıkları iddiasının ne derece asılsız olduğunun bir başka izahı
da, hadis rivayet edenlerde aranan vasıfların çok ağır olduğudur.
Peygamberimiz bir
hadislerinde,
"Bu din ilmi
dinin ta kendisidir. Öyle ise onu kimden öğrendiğinize dikkat edin"[85] buyurarak Müslümanların dînî meseleleri öyle rast
gele kimselerden değil, gerçekten meseleyi bilen samimî kimselerden öğrenmeye
teşvik etmiştir. Bunun içindir ki, hadisleri toplayan âlimler hadis olarak
rivayet edilen sözlerin doğruluk derecesini araştırmışlar, rivayet edenin bunu
kimden işittiğini, hangi yolla öğrendiğini sormaktan çekinmemişlerdir. Tabiri
caizse hadis olduğu söylenilen sözün gerçekten hadis olup olmadığına dâir onu
rivayet eden kimseden "senet" istemişlerdir. Böylece bir hadis,
"Ben filandan işittim. O filandan, o filandan, o da Resûlullahtan
işitmiş" şeklinde silsile halinde Peygamberimize kadar götürülmüştür. Buna
isnad denilir, îsnad, sadece Müslümanlara mahsus bir metoddur. İbni Hazm
bununla ilgili olarak şöyle der:
"Güvenilir kimselerin
yine güvenilir kimselerden Hz. Peygambere (s.a.v.) ulaşacak şekilde haber
nakletmeleri, Allah'ın Müslümanlara lütfettiği bir nimettir. Diğer milletlerde
bu yoktur."[86]
İsnadın hadis
rivâyetindeki ve İslâmiyetteki ehemmiyetine dâir çeşitli sözler söylenmiştir.
Meselâ Muhammed bin Şîrîn devamlı olarak Peygamberimizin (s.a.v.) yukarıdaki
hadisini nazara vermiş, Müslümanları kendilerinden İslâmî bilgiler aldıkları
kimselere dikkate davet etmiştir. Süfyan es-Sevrî ise, "İsnad mü'minin
silahıdır" demiştir. Abdullah bin Mübarek de, isnadla ilgili olarak şöyle
der:
"İsnad dindendir.
Eğer isnad olmasaydı, isteyen istediğini söylerdi."
Bediüzzaman da
"İsnadın faydası nedir?" şeklindeki bir suâle verdiği cevapta meâlen
şöyle der:
Faydaları çoktur. Bir
faydası şudur: senet ile gösteriliyor ki, senette dahil olan güvenilir,
hüccetli, doğru olan hadis ehlinin,
bir çeşit
icmaını hatırlatır. O senette dahil olan tahkik ehlinin, bir nevi ittifakını
gösterir. Güya o senette, o rivayet zincirinde dâhil olan her bir imam, herbir
allâme, o hadisin hükmünü imza ediyor, sıhhatine dâir mührünü basıyor.[87]
Peki hadis rivayet eden
kimse hadisi işittiği kimseleri Peygamberimize kadar saysa, rivayet ettiği söz
hadis olarak kabul edilir mi?
Bu suâlin cevabı,
"Hayır, kabul edilmezdi" şeklindedir. Çünkü hadis âlimleri, öyle her
sözü, o kimse isnadını saysa da hadis olarak kabul etmemişlerdir. İsnadın yanı
sıra hadis rivayet eden şahısta bâzı şartlar aramışlardır. Bunları şöyle
sayabiliriz:
1. İslâm ve adalet: Hadis rivayet eden kimsede Müslüman
olması şartının aranması kadar tabiî bir şey yoktur. Çünkü İslâmiyetin ikinci
kaynağı olan hadislerin Müslüman olmayanlar tarafından değiştirilmeyeceğine
kimse teminat veremez.
Adalet ise, hadis
rivayet eden kimsenin dinî hayatta tam bir istikamet üzere olması, günahtan
uzak durması demektir. Bir hadis râvisi farzları yerine getiriyor, emrolunanı
yapıyor, yasaklardan kaçmıyorsa böyle birine "Dininde adaletli, rivayet
ettiği hadiste doğru kimse" denir ve rivayet ettiği hadis kabul edilir.
Hadis rivayet eden
birinin adaletli olduğu bazan adâlatle bilinen kimselerin o kimse hakkında
şehadet etmeleriyle sabit olur. Bazan da adâlatinin ilim ehli arasında şöhret
kazanmasıyla ve güvenilir kimselirin kendisinden övgü ile bahsetmelerinden anlaşılır.
Meselâ ilim ehli arasında adaleti ile meşhur olan ve her biri hakkında
diğerlerinin hayır ve övgü ile bahsettiği hadis râvilerinden bâzıları
şunlardır: Mâlik bin Enes, Şu'be bin Haccac, Süfyan es-Sevrî, Süfyan bin
Uyeyne, el-Evzâî, Abdullah ibni Mübarek, Ahmed bin Hanbel.
2. İşittiği hadiste değişiklik yapmamak: Hadis rivayet
eden kimsede aranan ikinci şart, işittiği bir hadisi başkalarına rivayet edinceye kadar herhangi bir değişiklik yapmadan
işittiği şekilde hafızasında muhafaza etmesi ve gerektiğinde aynen
tekralayabilmesidir. Bunu yapamayan biri hafıza bakımından zayıf sayılacağından
işitmiş olduğu hadisi aynen rivayet edemez. Bir râvinin hafızasının kuvvet ve
kudreti, rivayet ettiği hadislerde hafızası kuvvetli olan râvilerin muvafakati
ile bilinir. Şayet bir râvinin rivayet ettiği hadis, zapt bakımından kuvvetli
bir râvinin rivayet ettiği hadisten farklı ise, o râvi zayıf sayılır.
3. Akıl: Bir diğer şart, akıllı, yani ayırt edebilme
yaşına gelmiş olmasıdır.
Bu şartlardan herhangi
birinin bir râvide bulunmaması hem râvinin zayıf sayılmasına, hem de râvinin
reddedilmesine sebeptir. Hadis toplayan ve onları tasnif eden âlimler bu
şartları taşımayan kimselerden hadis almamışlardır.
İmam Şafiî de, hadis
rivayet eden kimsede bulunması gereken şartları şöyle sayar:
"Dinî yaşayışında
güvenilen, rivayet ettiği hadiste doğruluğu ile tanınan, rivayet ettiği şeyi
bilen, hadisin mânâsını bozacak lafzı anlayan, yani hadisi mânâ üzere değil de
işittiği kelimelerle rivayet eden, hadisi ezberlemiş olan, rivayet ettiği bir
hadisi başkaları da rivayet ederse ona uygun olan, kendisi ile görüşmediği
kimselerden hadis rivayet etmeyen, güvenilir râvilerin rivayet ettiği
hadislere zıt düşmeyen, rivayet ettiği hadisin râvilerini Peygambere (s.a.v.)
kadar ulaştırabilen râvilerin rivayet ettiği hadisler kabul edilir."[88]
Hadis âlimleri, bu
şartları koymanın yanı sıra bir râvinin hadis rivayetini tehlikeye düşürebilecek
her türlü ayıbını tespit edip ortaya sermişlerdir. Hadis dilinde buna
"cerh" denilir. Hadis rivayet eden kimselerde bir çok hadis âliminin
ittifakıyla rivayet ettiği hadisin kabul edilmemesine sebep olan haller vardır.
Şu vasıfları taşıyan râvilerden hadis kabul edilmez:
1. İslâmiyetin emir ve yasaklarını yerine getirmeyenler:
Farzları yerine getirmeyen ve açıktan günah işleyen kimseler rivayet ettikleri
hadislerde doğru olsalar bile onların rivayet ettikleri hadislere güvenilmez.
2. Yalan söyleyenler: Rivayet ettiği hadiste değil de
günlük hayatında yalancılıkla tanınan kimselerden de hadis kabul edilmez.
Yalan söylemekten tevbe etmedikçe bunlardan hadis alınmaz. Fakat Peygamberimiz
(s.a.v.) hakkında yalan söyleyerek hadis rivayet edenler tevbe etseler de
rivayetleri kabul edilmez.
Bir râvinin yalan
söylediği bazan kendisiyle görüşmediği bir râviden hadis rivayeti ile
anlaşılır. Ömer bin Musa isimli biri, Humus'ta bir mescitte etrafına
toplananlara hadis rivayet ediyordu. "Güvenilir bir râviden şu hadisi
duydum" ifâdesi ile naklettiği hadisler çoğalınca, bir zât daha fazla
dayanamadı, "Bu işittiğin zat kimdir? Bize ismini söyle" dedi. Ömer
bin Musa hadis işittiği kimsenin Hâlid bin Madan olduğunu söyledi. Bu defa da
onunla nerede ve nasıl görüştüğünü sordular. Adam "108. senesinde,
Ermeniye seferinde" diye cevap verdi. Suâli soran zat bunun üzerine şöyle
dedi: "Allah'tan kork da yalan söyleme. Bir defa Hâlid bin Madan 104
senesinde öldü. Sen onun ölümünden dört sene sonra onunla karşılaştığını iddia
ediyorsun. Sonra o Ermeniye Seferine değil, Rum seferine katıldı"[89]
Buna benzer daha
pekçok haber vardır.
3. Zındıklar: Bunlar genelde Allah'a ve diğer iman
esaslarına inanmayan kimselerdir. Şehir şehir dolaşırlar, Müslümanları ifsat
etmeye ve dinden çıkarmaya çalışırlar. Çoğu zaman dindar görünürler. Hadis
uydurarak halkı kendi yanlarına çekmeye çalışırlar.
4. Rivayet ettikleri hadislerde fazla hatâ yapanlar.
5. Telkine mâruz kalanlar: Bunlar ne rivayet ettiğini
bilmeyen kimselerdir. Birisi bunlardan birine gelse, "Bu senin hadisindir,
bunu senden rivayet edeyim mi?" dese, kendi hadisi olmadığı halde,
"Evet" derler. Böyle kimselerden de hadis alınmaz.
6. Bilhassa yaşlandıklarında, yaşlılık sebebiyle hadisin
metin ve senedini birbirine karıştıran kimselerin de rivayet ettikleri hadis
kabul edilmez. Rivayet ettikleri hadisin kabul edilmeyeceği daha pekçok kimse
vardır. Bunlar hadis usûlü kitaplarında genişçe anlatılır.[90]
Evet, hadis toplayan
âlimler hadis aldıkları kimselere çok dikkat ediyorlar, kendisinde bu
vasıfların bulunduğu râviden hadis almıyorlardı. Gün geçtikçe hadis toplayan
âlimler ve hadis rivayet edenler birbirlerini daha iyi tanıyorlar ve
"falan kimse hafıza bakımından zayıftır, falan kimse yazdığı hadis
kitabını iyi muhafaza edemez, falan kimse rivayet ettiği hadislere bazan yalan
da karıştırır, falan kimsenin hafızası çok kuvvetlidir" gibi sözlerle
birbirlerine yardımcı oluyorlardı. Hadisçilerin birbirleri hakkında edindikleri
bu bilgiler, ileride geniş çaplı biyografik eserler hazırlanmasına öncülük
etti. Hadis rivayet eden kimselerin hayatlarını, hafıza durumlarını,
ahlaklarını geniş geniş izah eden bu eserler asırlardır hadisle meşgul olanlara
rehberlik etmiştir. Buhâri'nin Târihü's-Sahabe'si, Tirmizî'nin Tesmiyetu
Ashabı Resulullah'ı, İbni Hibban'ın Esmâu's-Sahabe'si, İbni Abdilber'in
el-İstiâb'ı, Ebû Süleyman Muhammed bin Abdullah el-Dımeşkî'nin Vefeyât'ı, İbni
Hacer el-Askalânî'nin Tezhîbü't-Tezhib'i, Suyutî'nin Tedribü'r-Râvis'i bu
kitaplardan sadece birkaçıdır.
Yine Buhârî'nin Kitâbu'z-Zuafâi'l-Kebir'i
ve Sagîr'i, Nesâi'nin Kitâbü'z-Züafâ ve'l-Metrûkin, İbni Hibban'ın
Ma'rifetetu'l-Mecruhin, İbni Adiyy'in el-Kâmil fi'z-Zuafa isimli eserleri zayıf
râvileri tanıtan eserlerden bir kaçıdır.
Aynı şekilde sika ve
zayıf râvileri ele alan karma kitaplar da yazılmıştır. İbni Sa'd'ın
Tabakâtü'l-Kübrâ'sı, Buhâri'nin et-Târihü'l-Kebîr'i, İbni Ebî Hâtim'in el-Cerh
ve't-Ta'dil'i de bu eserlere misaldir.
Evet. buraya kadar
hadislerin toplanılmasında gösterilen hassasiyeti kısa da olsa naklettik.
Böyle iken ne oldukları ve kimin hesabına çalıştıkları belli olmayan kimselerin
çıkıp "Hadisleri rivayet eden kimselere güvenilmediğinden hadisler kaynak
olamaz" demesi, İslâmiyetle, akılla ve samimiyetle bağdaştırılabilir mi?
Böylelerinin sözüne itibar edilir mi?
Diğer taraftan hadis
âlimleri, hadisleri ince elekten geçirerek mütevatir, sahih, hasen, mürsel,
munkatı gibi rivayet edenlerin du-rumlarma göre pekçok çeşitlere ayırmışlardır.
Böyle iken birilerinin çıkıp Allah rızâsı için gayret gösteren ve hayatları
ortada olan İmam Buharı, İmam Müslim, İmam Tirmizî, İmam Ahmed bin Hanbel,
İmam Malik bin Enes, Taberânî, Beyhaki, Darekutnî gibi hadis âlimlerinden ve
hadisleri dinî bir delil olarak kullanan İmam A'zam, İmam Şâfi, İmam Ebû Yusuf
ve İmam Muhammed gibi daha pekçok âlimden kendilerini üstün görerek bütün
hadislerin râvilerini güvensizlikle itham etmeleri dini tahrip gayesine
yönelik değilse nedir?[91]
Alimlerin hadisler
hususunda gösterdikleri bunca titizliğe rağmen elbette bâzı kimseler hadis
uydurmuşlar ve bunları nakletmişlerdir. Fakat bunları Peygamberimizin sözlerinden
ayırt etmek hiç de zor olmamıştır. Bu nevi uydurma sözler gerek âyet ve
hadislere ters düştüğü, gerekse Peygamberimizin mübarek sözlerine benzemediği
için kolayca hadislerden ayırt edilebilmiştir. Zaten Peygamber Efendimiz
birçok hadislerinde ümmetinin eline hadislerini hadis olmayan sözlerden ayırt
edecek mihenk vermiştir. Bir hadislerinde bununla ilgili olarak şöyle buyurur:
"Benim sözlerimi
Allah'ın kitabının ölçülerine vurunuz. Şayet uygun düşerse o bendendir ve ben
onu söylemişimdir."[92]
Konu ile ilgili bir
başka hadis de şu mealdedir:
"Benden rivayet
edilen bir söz işittiğinizde, kalpleriniz onu güzel görür, bedeniniz ona itaate
meyleder, onu İslâmın ruhuna uygun bulursanız o bana aittir. Şayet o sözü
kalpleriniz çirkin görür, bedeniniz ona itaatten kaçınır ve onu İslâmın
ruhuna uygun bulmazsanız, ben o sözden uzağım."[93]
İşte hadis âlimleri
her sözü mihenge vurmuşlar, kuyumcunun altını demirden kolayca ayırt
edebilmesi gibi, onlar da uydurma sözleri hadislerden aynı kolaylıkta ayırt
etmişlerdir. Hadis olarak uydurulan sözleri toplayarak kitap halinde
neşretmişler, Müslümanları bu uydurma sözlerden korumuşlardır. Mânâ âleminde
Resûlullah (s.a.v.) ile görüşen ve ondan hadis öğrenen Suyutînin
el-Le'ali'l-Masnuafi'l-Ehâdisi'l-Mevzua isimli eseri, İbni Kayyım el-Cevzî'nin
Türkçeye de tercüme edilen, el-Menârü'l-Münifi bu eserlerden bir kaçıdır.[94]
Hadislere şüphe iras
etmek isteyenlerin üzerinde durdukları bir husus da Peygamberimiz zamanında
hadislerin yazılmamış olması, hadislerin yazıya dökülmesinin çok geç tarihlerde
gerçekleşmesidir.
Öncelikle şunu ifâde
edelim ki, hadislerin yazımının tamamen yasaklandığı doğru değildir.
Peygamberimizin yazdırdığı sulh antlaşmaları, ittifak antlaşmaları, eman
belgeleri, devlet başkanlarına yazdığı mektuplar, vasiyetname, alım satım
vesikası, nüfus sayımı, imtiyaz beratı, vali ve komutanlarla yapılan yazışmalar,
zekatla ilgili açıklamalar, istek üzere verilen vesikalar, taziye mektubu gibi
300 bulan pekçok yazılı vesika da birer hadis olduğuna göre, hadislerin bütün
bütün yazılmadığı hususu doğru değildir. Bu yazılı vesikalardan çoğunun
orjinallari günümüze kadar gelmiş, kitaplara girmiştir. Mesela Muhammed
Hamidullah, Peygamberimize ve Dört Halifeye ait olan belgeleri 600 sayfalık
bir kitapta toplamıştır. Konu ile ilgili daha başka kitaplar da vardır.
Bunlardan birisi de Dr. Abidin Sönmez tarafından hazırlanan Resûlullahın
İslâm'a Davet Mektupları isimli kitabıdır.
Bunu böylece tespit
ettikten sonra Peygamberimizin hadisleri yazmayı yasaklayıp yasaklamadığı
hususuna bakalım:
Hemen söyleyelim ki,
Resûlullahın hadis yazmayı yasakladığını ifâde eden rivayetler olduğu gibi,
hadis yazmaya teşvik eden rivayetler de vardır. Bunun içindir ki, konu gerek
Sahabîler arasında, gerekse Tabiîn arasında tartışmalara sebep olmuştur.
Önce hadis yazmayı
yasaklayan rivayetler üzerinde duralım. Ebû Said el-Hudrî (r.a.) şöyle bir
hadis rivayet eder:
"Benden Kur'ân
dışında birşey yazmayın. Kim benden Kur'ân'dan başka bir şey yazdı ise onu imha
etsin."[95]
Zeyd bin Sabit de
"Resûllahtan Kur'ân'dan ve teşehhütten (Tahiyyat'tan)
başka birşey yazmadık" demiştir.
Ebu'd-Derdâ'dan da
(r.a.), Resûlullahın hadis yazmaya izin vermediği şeklinde bir hadis rivayet
edilir.[96]
Konu ile ilgili olarak
Hz. Muâz'dan, Hz. Abdullah bin Abbas'tan, Hz. Abdullah bin Ömer'den, Hz. Ebû
Musa'dan ve Hz. Ebû Hüreyre'den de rivayetler gelmiştir.
Hadislerin yazıldığıyla
ilgili de çeşitli rivayetler vardır. Bunlardan birisi Abdullah bin Amr'ın
(r.a.) rivayet ettiği şu hadistir:
"Ben
Resûlullahtan (s.a.v.) işittiğim herşeyi ezberlemek, korumak maksadıyla
yazıyordum. Kureyşliler beni bundan menettiler ve şöyle dediler: 'Sen
Resulullahtan işittiğin herşeyi yazıyorsun. Oysa Resûlullah bir beşerdir,
kızgınlık halinde de, hoşnutluk halinde de konuşur.'
Ben de yazmayı
bıraktım ve bunu Resûlullaha (s.a.v.) anlattım. Bunun üzerine o parmağıyla
ağzına işaret ederek şöyle buyurdu :
"Yaz,
çünkü hayatım elinde olan Allah'a yemin ederim ki, buradan haktan başka birşey
çıkmaz."[97]
Ebû Hüreyre de (r.a.)
hadislerin yazılması ile ilgili olarak şöyle bir hadis rivayet eder:
"Resûlullahın
(s.a.v.) Ashabı içinde Abdullah bin Amr'dan başka benden daha çok hadis rivayet
eden yoktur. Çünkü o yazıyordu, ben yazmıyordum."[98]
Abdullah bin Amr'dan
konu ile ilgili daha başka hadisler de rivayet edilmiştir.[99]
Ayrıca Abdullah bin
Amr (r.a.) Peygamberimizden (s.a.v.) sonra da diğer Sahabîlerden işittiği
hadisleri hemen yazdığını bildirmiştir.[100]
Said bin Cübeyr de
Abdullah bin Abbas'dan duyduğu hadisleri derhal yazdığını bildirmiştir.[101]
Yine konu ile ilgili
olarak Hz. Ömer'in (r.a.) ve Enes bin Mâlik'in (r.a.), "Oğullarım, bu ilmi
yazı ile kaydedin" dediği,[102]
pekçok hadis rivayet eden Nâfi'nin de rivayet ettiği hadisleri yazdırdığı
bildirilir.
Hadislerin
yazılabileceği ile ilgili olarak bizi yazma yasağının ilk zamanlara âit olup,
sonradan bu yasağın kaldırıldığı sonucuna götürebilecek kadar çok rivayet
vardır. Nitekim bizi bu neticeye götüren daha başka sebepler de vardır.
Bunlardan birisi Hicretin 8. yılına, yani Resûlullahın ömrünün sonuna doğru gerçekleşen
şu hadisedir:
Mekke'nin fethinden
sonra Resûlullahın yaptığı bir konuşma Ebû Şah'ın (r.a.) hoşuna gitmiş,
konuşmanın kendisi için yazılmasını istemişti. Resûlullah da (s.a.v.)
"Ebû Şah için hutbemi yazın" diye emretmişti.[103]
Peygamberimizin
(s.a.v.) hadisleri yazma yasağını sonradan kaldırdığı ile ilgili tezimizi
kuvvetlendiren bir diğer gelişme de Hz. Ebû Bekir'in 500 hadisi yazdığı, ancak
aynen nakledememe endişesinden bunu yaktığı haberidir.[104]
Hz. Ömer ise Kur'ân'ın
ihmal edilebileceği endişesiyle hadisleri yazmaktan vaz geçmişti.
[105]Yine
Hz. Ali'de diyet, esirleri serbest bırakma gibi konuların yazılı olduğu bir
hadis sayfası vardı. Târik bin Şihab rivayetinde bu sayfanın "Hz.
Peygamberden (s.a.v.) geçtiği kayıtlıdır. Bu kayıt "Resûlullah zamanında
Kur'ân'dan başka bir şey yazılmamıştır" diyenlere bir cevap olması
bakımından son derece önemlidir
Hadisleri yazan daha
pekçok sahabînin olması da hadisleri yazma yasağının sonraları kaldırıldığını
gösteren başka delillerdir. Meselâ yanlarında yazılı hadisler bulunan
Sahabîlerden bâzıları şunlardı: Abdullah bin Amr bin As (r.a.), Semure bin
Cündeb (r.a.), Sa'd bin Ubâde (r.a.), Ebû Hüreyre (r.a.), Hz. Ali (r.a.), Abdullah
bin Ömer (r.a.). Bu sahifeler hakkında hadis tarihi kitaplarında genişçe
bilgiler mevcuttur.
Sahabîlerin
"Hadisleri yazmak yasaktır" şeklinde bir görüş birliği içerisinde
olmamaları da, yasağın devam etmediğini gösteren bir başka delildir. Tereddütlü
olanların tereddütünün Peygamberimizin yasaklamasından kaynaklanacağı da kesin
değildir. Çünkü hadis yazmayan veya buna karşı çıkan Sahabîlerin tutumları
"Kur'ân'a ilginin azalması," "Resûlullaha nisbet edilen bir
yalanın ebedîleşmesi" gibi şahsî mülahazaladan kaynaklanmış olabilir.
Meselâ Hz. Ömer'in Sahabîlerle istişare ettiği halde hadislerin yazılmasına
karşı çıktığı, gerekçesinin de her hangi bir yasaklamadan kaynaklanmadığı, bu
kanaatinin şahsi olduğu onun şu sözlerinden açıkça anlaşılmaktadır:
"Sizden önce
yaşayan bir topluluğu hatırladım. Onlar bir takım kitaplar yazarak himmet ve
alakalarını bunlara hasr etmiş, Allah'ın kitabını terk ve ihmal etmişlerdi. Ben
Allah'a yemin ederim ki, Allahın kitabına hiçbir libas giydirmeyeceğim."[106]
Hz. Ömer sadece
hadislerin yazılmasına değil, yine halkı Kur'ân'dan uzaklaştırabileceği
düşüncesiyle çok hadis rivayet edilmesine dahi zaman zaman karşı çıkmıştır.
Şu rivayetten
anlaşılacağı gibi İbni Mes'ud da buna benzer bir gerekçe ile hadislerin
yazılmasına şahsî olarak karşı çıkmıştır:
İbni Mes'ud'a (r.a.)
bâzı insanların yanında beğenilerek okunan kitapların olduğu haber verildi.
Bunun üzerine o ısrarla bahsedilen kitapların getirilmesini söyledi. Nihayet
onu getirdiler, o da imha etti. Sonra şöyle dedi:
"Sizden önceki
ehl-i kitap, Rablerinin kitaplarını terk ederek âlimlerinin kitaplarına
yöneldiler. Bunun için de helak oldular."[107]
Ebu Hüreyre'nin (r.a.)
hadis sahifesi, Muhammed Hamidullah hoca tarafından bulunmuş ve neşredilmiştir.
Eser, Muhtasar Hadis tarihi ve Sahife-i Hemmam ibni Münebbih ismi ile Türkçeye
de çevrilmiştir. Hamidullah hoca bununla "Hadisler Resûlullahtan (s.a.v.)
iki veya üç yüz sene sonra yazılmıştır" diyerek ha dis kitaplarını
nazardan düşrmeye çalışanlara güzel bir cevap vermiş
olmaktadır. Kendisi de bununla ilgili olarak şöyle bir yorum yapmıştır:
"Hicretin
takriben 1. asrı ortasına âit olan bu mecmua, tarihi ehemmiyeti bakımından çok
kıymetli bir vesikadır. Resûl-i Ekremin (a.s.m.) 'Hadislerin yazılması,
Peygamberden (a.s.m.) iki veya üç yüz sene sonra başlamıştır' iddiasında
bulunanlar olmuş ve bu faraziyeye dayanarak Ahmed bin Hanbel, Buhârî, Müslim,
Tirmizî gibi şahsiyetlere hâşâ hilekarlık isnad edilmiştir. Delillerini, Hz.
Peygamber (a.s.m.) ve Ashabı (r.anhüm) zamanında hadislerin yazılmadığı
iddiası üzerine dayamışlardır. Halbuki şimdi, Resûl-i Ekremin (a.s.m.) en
yakın Ashabından birinin telifi elimizde bulunuyor. Dikkatle mukayese edildiği
ve karşılaştırıldığı zaman Ahmed bin Hanbel, Buhârî, Tirmizî gibi sonradan gelen
müelliflerin, hadislerin umumî mânâsı şöyle dursun, onların bir harfini, bir
noktasını dahi değiştirmemiş olduklarını görüyoruz. Sahife-i Hemmam'ın Ebû
Hüreyre'ye (r.a.) atfen rivayet edilmiş her hadisi yalnız Sıhah-ı Sitte
denilen mutebar hadis kitaplarında bulunmuyor, belki orada bulunan her hadisin
mânâsı Hz. Peygamberin (a.s.m.) diğer Ashabı tarafından da rivayet edilmiş
bulunuyor. Böylece Hz. Peygambere (a.s.m.) atfedilen hadislerin hayalî ve
mesnedsiz olmadığının delillerini ortaya koymuş oluyor. Meselâ elimizde
bulunan bu mecmuada 56 numaralı hadisin, Buhâri'de Enes (r.a.) tarafından
rivayet edilmiş olduğunu görüyoruz. 124 numarada gösterilen hadisi, Buhârî'de
Abdullah bin Ömer (r.a.) tarafından rivayet edilmiş buluyoruz. Bu 54 numaralı
hadis Buhârî'de hem Enes (r.a.), hem de Sehl bin Sa'd (r.a.) tarafından
rivayet edilmiş buluyoruz. Bu mutabakatlar böylece devam edip gidiyor."[108]
Hadislerin iddia
edildiği gibi öyle hicretin 200. 300. yıllarında değil, ifâde ettiğimiz gibi
çok önceleri yazıyla tespit edildiğinin bir başka ispatı, Hicretin 65-85.
yıllarında Mısır valisi olan Ömer bin Abdülaziz'in babası
Abdülaziz bin Mervan'ın hadisleri toplama faaliyetine giriştiği ile ilgili haberdir.
Abdülaziz, Kesir bin Mürre'ye bir mektup yazarak Sahabîlerden duyduğu hadisleri
yazıp kendisine göndermesini istemişti.[109]
Ebû Hüreyre'nin (r.a.)
hadis mecmuası yanında mevcut olduğu için onu istememişti.[110]
Hicretin 99-l0l
tarihleri arasında hilafet vazifesini üstlenen Emevî halifelerinden oğlu Ömer
bin Abdülaziz de şehirlere mektuplar yazarak hadislerin yazı ile tespit edilip
kendisine gönderilmesini istemişti. Meselâ Medinelere şöyle bir mektup
yazmıştı:
"Resûlullahın
hadislerini araştırıp yazınız. Çünkü ben ilmin yok olmasından ve ehlinin ölüp
gitmesinden korkuyorum" emrini vermiştir.[111]
Bütün bu izahlardan
sonra netice olarak şunu söyleyebiliriz:
Peygamberimiz ilk
yıllarda hadislerin yazılmasını yasaklamıştı, bunun da çeşitli sebepleri
vardı. Bunlar:
İlk yıllarda
insanlarda henüz Kur'an ile hadisi birbirinden ayırt edebilecek dinî kültür
seviyesi gelişmemişti.
İlk yıllarda okuma
yazma bilenlerin sayısı azdı. Bunların Kur'ân ile beraber hadis de yazmaları
Kur'ân'a gösterilmesi gereken alâkayı azaltabilirdi, ayrıca bir takım
karışıklıklara da yol açabilirdi.
Sonra bu mahzurlar
izâle oldukça hadis yazma yasağı da kaldırılmıştır. Fiîli durum da açıkça bunu
göstermektedir.
Diğer taraftan yasağın
hafızası kuvvetli olanlara mahsus bulunduğu da düşünülebilir.
Yine yasağın Kur'ân'ın
yazıldığı sayfalara ait olduğu da nazardan uzak tutulacak bir şey değildir.
Demek oluyor ki,
hadislerin 2. ve 3. asırda yazıldığı iddiası doğru değildir. Maksatlıdır.
Hadisler Peygamberimizin (s.a.v.) zamanından beri bâzı Sahabîler tarafından
yazılmıştır. Peygamberimizden hemen sonra da pekçok Sahabî hadisleri toplamış
ve yazmışlardır. Meşhur hadis kitaplarında yer alan rivayetler Peygamberimizin
mübarek ağzından çıkmıştır.
Gerek farklı farklı
Sahabîlerin aynı hakikatleri rivayet etmeleri, rivayet edilen sözlerin kıymet
bakımından ancak bir peygamber sözü olabileceği, Allah'ın bildirmesiyle pekçok
gaybî şeylerin asırlar öncesinden haber verilmesi ve bunların zamanı geldikçe
aynen gerçekleşmesi, bu gerçeğin en açık delillerindendir. Dolayısıyla bu
noktada birkaç "kendini bilmezin" sözlerinin hiçbir kıymeti yoktur.[112]
Konuyu Bediüzzaman'ın
hadis âlimlerine olan methiyelerinden bâzıları ile tamamlamak istiyoruz.
Bediüzzaman, Mektûbat isimli eserinin çeşitli yerlerinde hadis âlimleri
hakkında meâlen şu övgülerde bulunur:
Hadis âlimlerinin
muhakkiklerinden "el-hâfız" diye şöhret bulan zâtlar, en az yüz bin
hadisi ezberlemiş binler tahkik ehli hadis âlimleri, hem elli sene sabah
namazını yatsı abdesti ile kılan takva sahibi hadisciler başta Buhâri ve
Müslim olarak Kütüb-i Sitte sahipleri olan hadis ilmi dahîleri...
Evet, hadis ilminin
muhakkikleri, uydurma hadisleri sahihinden ayıran hadis otoriteleri, o derece
hadis ile ünsiyet peydah etmişler, Resûlullahın (a.s.m.) ifâde tarzına, yüce
üslûbuna ve ifâde şekline ünsiyet kazanıp meleke kesb etmişler ki, yüz hadis
içinde bir uydurma hadis görse, "Mevzudur" der. "Bu, hadis olmaz
ve Peygamber sözü değildir" der, reddeder. Sarraf gibi, hadisin cevherini
tanır, başka sözleri ona karıştırmaz. Yalnız İbni Kayyım el-Cevzi gibi bâzı
müdakkikler, tenkitte aşırı gidip, bâzı sahih hadislere de "uydurma"
demişler. Fakat, "Her mevzu şeyin
mânâsı
yanlıştır," demek değildir; bel ki, "Bu söz, hadis değildir"
demektir.[113]
Gerçekten de İbni
Kayyım el-Cevzî, el-Menârü'l-Münif isimli eserinde pekçok hadisi
"mevzu-uydurma" diye nitelemiştir.
Bediüzzaman başta İmam
Buhârî olmak üzere hadis âlimlerini meâlen şöyle över:
Beş yüz bin hadisi
ezberleyen Hz. Buhârî başta olmak üzere Kütüb-i Sitte-i sahîha ile nakilleri
gözle görmek kadar kesindir.[114]
Bir kişinin rivayet
ettiği hadisler Sahabîden sonra Tabiînin eline geçtiği vakit kuvvetli rivayet
şeklini alır. Bilhassa Buhârî, Müslim, İbni Hibban, Tirmizî gibi sahih hadis
kitapları; tâ Sahabîlerin zamanına kadar, o yolu o kadar sağlam yapmışlar ve
tutmuşlar ki; meselâ, bir hadisi Buhâri'de görmek, tıpkı Sahabîden işitmek
gibidir.[115]
Binler Tabiîn
muhakkikleri el atıp hadisleri çok Sahabîlerin ellerinden almışlar, sağlam olarak
ikinci asır müçtehidlerinin ellerine vermişler. Onlar da, tam bir ciddiyetle
ve hürmetle el atıp, kabul edip, arkalarındaki asrın muhakkiklerinin ellerine
vermişler. Her tabakadan binler kuvvetli ellerden geçip, tâ asrımıza kadar
gelmiş, Hem Asr-ı Saadette yazılan hadis kitapları sağlam olarak devredilip, tâ
Buhârî ve Müslim gibi hadis ilminin dâhi imamlarının ellerine geçmiş. Onlar da
tam bir tahkik ile hadisleri kuvvetlisini zayıfından ve uydurma olanlarından
ayırarak, sıhhatinde şüphe olmayanları bir araya toplayarak bize ders
vermişler, takdim etmişler.
Öyle ise sahih hadis
kitaplarında okunulan bir hadisi hemen reddetmemeli, "Ya bir tefsiri, ya
bir te'vili, ya da bir tâbiri vardır" diyerek ona ilişmemelidir.[116]
1. Enes (r.a.) rivayet ediyor:
"Rabbimden üç şey
istedim. İkisini verdi, birini vermedi. Birinci olarak ümmetime kendilerinden
başka düşman musallat etmemesini istedim, onu bana verdi. İkinci olarak ümmetimi
[umumî bir] kıtlıkla helak etmemesini istedim, onu da bana verdi. Üçüncü
olarak, onları fırkalara ayırmamasını istedim. Bu isteğimi kabul etmedi."[117]
İzah
Tirmizi'deki rivayet
şöyledir:
Resûlullah bir gün
namaz kıldı ve namazı uzattı. Yanındakiler, "Ey Allah'ın Resulü, şimdiye
kadar böyle uzun bir namaz kılmamıştın" dediler.
Resûlullah,
"Evet. Çünkü bu namaz
dilek ve korku namazıydı. Bu namazda Rabbimden üç şey istedim. İkisini verdi,
birini vermedi. Birinci olarak ümmetimi [umumî bir] kıtlıkla helak etmemesini
istedim, onu bana verdi. İkinci olarak ümmetime [köklerini kurutacak]
kendilerinden başka düşman musallat etmemesini istedim, onu da bana verdi.
Üçüncü olarak onları birbirine düşürmemesini istedim, bunu bana vermedi."[118]
2. Berâ bin Âzib (r.a.) rivayet ediyor:
"Kişi yatağına
girdiğinde şu duayı okur da, şayet o gece ölürse, affedilmiş olur:
"Allah'ım, yüzümü Sana çevirdim. Arkamı Sana dayadım. İşimi Sana emânet
ettim, kendimi Sana teslim ettim. Bunu azabından kaçtığım ve rahmetini umduğum
için yapıyorum. Senden kaçış ve kurtuluş ancak Sanadır. Senden kurtuluş ancak
sana yönelmekledir. İndirdiğin kitaba ve gönderdiğin Peygambere iman
ettim."[119]
Tirmizî'de, şayet
sabaha çıkarsan hayır kazanmış olarak sabahlamış olursun" ilâvesi vardır.[120]
3. Ebû Mûsa el-Eş'ari (r.a.) rivayet ediyor:
"Ümmetim merhamete
nail olmuş bir ümmettir. Allah ümmetimin azabını kendi ellerinden kılmıştır.
Kıyamet günü geldiğinde Müslümanlardan her birinin eline diğer din mensuplarından
bir kişi verilir ve bu onun ateşten kurtuluş fidyesi olur."[121]
İzah
Taberânî bu hadisi
"Diğer din mensupları" yerine "Ehl-i Kitaptan" ifâdesi ile
Mu'cemü'l-Evsat'ında da rivayet eder. Orada ayrıca Müslümanlara "Bu senin
ateşten kurtuluş fidyendir" denileceği kayıtlıdır. Bu ilâve İbni
Mâce'deki rivayette de vardır.
Peygamberimizin
ümmetinin diğer ümmetlerden bâzı üstünlükleri vardır. Büyük bir rahmete
mazhardır. Din, onun ümmeti üzerinde kemâla ermiş ve tamamlanmıştır. Diğer
ümmetler gibi suçlarına karşılık dünyada toptan helak edilmezler. Diğer ümmetlere
yüklenmiş olan ağır teklifler hafifletilmiştir. Meselâ İsrâiloğulları
tevbelerini ancak kendilerini öldürmekle tamamlıyorlardı. Oysa Peygamberimizin
ümmetinin tevbe ettiğini dili ile söylemesi ve bir daha o günaha dönmemesi
affedilmesi için yeterlidir.
Merhamete nail olmanın
bir yönü de âhiretin acı azabına maruz bırakılmadan azabının dünyada
verilmesidir. Bunu şu hadisten öğreniyoruz:
"Şu ümmetim merhamete
nail olmuştur. Ahirette azap görmeyecektir. Onun azabı ancak dünyada ağır
imtihanlar, zelzeleler, öldürülmeler ve musibetler şeklinde verilir."'
Taberânî'nin
Mu'cemü'l-Evsat'ta rivayet ettiği şu hadis de merhamete nail olmanın başka bir
yönünü açıklamaktadır:
"Ümmetim merhamete nail
olmuş bir ümmettir. Kabre günahları ile girer, mahşer günü kabrinden
günahlardan kurtulmuş olarak çıkar. Mü'minlerin kendisi için yaptıkları
istiğfarlarla günahlarından kurtulur."[122]
Hadisle ifâde edilen
"âhirette azabın olmaması," kâfirlere mahsus ebedî bir azap olmaması
şeklinde anlaşılmalıdır. Yoksa Peygamberimizin ümmetinin günahkârları da
Cehenneme girecekler, orada cezaları bitinceye kadar kalacaklardır. Fakat
sonradan Cennete gidebileceklerdir.
Hadiste sayılan musibetler
Peygamberimiz ümmetine dünyevî açıdan bir azap olsa da, uhrevî açıdan bir
rahmettir. Çünkü âhirette tekrar cezalandırılmayacaktır. Diğer taraftan, bu
musibetlere sabrettiğinde âhirette büyük bir mükâfata nail olacaktır.
Hadisin Allah'a isyan
etmeyen, Ona kullukta kusur etmeyen hususî bir topluluk için olduğu da
düşünülebilir.
Bir numaralı hadiste
Peygamberimiz
"Ümmetime
kendilerinden başka düşman musallat etmemesini istedim, bunu bana verdi"
buyurduğuna yer
vermiştik. Bu hadis, izah ettiğimiz hadisin "Allah ümmetimin azabını
kendi ellerinden kılmıştır" kısmını açıklamaktadır. Tarihin her
devresinde Müslümanlara başka milletler musallat olmuşlardır. Ancak bunlar
bütün ümmeti içine almamış, hususî kalmıştır. Hiçbir zaman düşman
Peygamberimizin ümmetinin kökünü kazımamıştır, kıyamete kadar da bu böyle olacaktır.
Müslim'de, hadisin son
kısmı ile ilgili şöyle bir hadis vardır:
"Müslüman
bir kimse öldüğünde, Allah ona karşılık bir Yahudi veya Hıristiyanı Cehenneme
koyar."[123]
Anlayabildiğimiz kadarıyla
burada Yahudi ve Hıristiyanlara bir haksızlık söz konusu değildir. Çünkü
Peygamberimizden önce kendi peygamberlerine inanan Yahudi ve Hıristiyanlar
Cennettedir. Kendi peygamberlerine ve Peygamberimize inanmayan bu din
mensupları zâten Cehenneme gireceklerdir. Allah, dilediği mü'min kulunu
affeder, ona karşılık zaten Cehenneme atılmayı hak eden diğer din mensuplarını
Cehenneme koyar. Yoksa Allah hangi dinden olursa olsun hiç kimseye haksızlık
yapmaz ve kimseyi suçundan fazlasıyla cezalandırmaz. Ve kimseye durup dururken
başkasının günahını yüklemez.
"Hiçbir
günahkar başkasının günahını yüklenmez "âyeti[124] bunun en açık delilidir.
Nitekim Sindî de bu
hadisin izahına böyle yaklaşır ve şöyle der:
"Bu hadisten
maksat, kâfirlerin sırf Müslümanlara fidye olarak Cehenneme atılması değildir.
Zaten kâfirler işlemiş oldukları küfür ve diğer günahlar yüzünden Cehennem
azabını hak etmiş durumdadır. Bunların Cehenneme atılmasıyla yetinilecek, yani
Cehennem bunlarla dolacak ve Müslümanların Cehenneme atılması yoluna
gidilmeyecektir. Bu bakımdan kâfirler sanki Müslümanlara fidye olmuş
olacaktır.
"Kâfir olan kişi
Cehennemlik olunca, Cennetteki yeri Müslümana verilecek ve bunun aksine
Müslümanın Cehennemdeki yeri de kâfire verilecektir."
Sindî'nin son cümlesi
bir hadisin ifadesidir. Bu konudaki hadis şöyledir:
"Sizden her birinizin
birisi Cennette, diğeri de Cehennemde olmak üzere iki yeri vardır. Kişi
öldüğünde Cehenneme giderse. Cennetteki yeri Cennet ehline miras kalır."[125]
4.
Mikdam bin Ma'di Kerih (r.a.) rivayet ediyor:
"İnsanlar üzerine
öyle bir zaman gelirki, yanında altın ve gümüşü olmayan hayattan tad
alamaz."[126]
5. Sevban (r.a.) rivayet ediyor:
"İstikâmet üzere
olun. Bunu tam başaramayacaksınız. O halde en hayırlı ameliniz namazdır. Kamil
mü'minden başkası iyi abdest almaya ve abdestli kalmaya özen gösteremez."[127]
İzah
Hadisin baş kısmı
"İstikamet üzere olun. Kazanacağınız sevabı sayıp bitiremezsiniz"
şeklinde de tercüme edilmiştir.
Hadiste istenilen
istikamet, hakka uymak, adaletli olmak, Allah'ın emirlerini tam yapmak,
yasaklarından bütünüyle sakınmak demektir. İstikâmet, niyette, iradede, sözde,
özde, kararda, hareket ve davranışlarda doğru olmak demektir.
Doğruluk, Kur'ân'da da
üzerinde hassasiyetle durulan, istenilen hususlardandır. Meselâ bir âyette
Peygamberimizin şahsında bütün Müslümanlara hitaben
"Emrolunduğun
şekilde dosdoğru ol"
buyrulmuştur.[128]
Şu âyette de doğruluk
üzere olanlara verilecek mükâfat bildirilmektedir:
"Rabbimiz
Allah'tır" deyip sonra da doğru yolda sebat edenlere gelince, onların
üzerine melekler iner ve derler ki: "Korkmayın ve üzülmeyin. Size verilen
Cennetle sevinin."[129]
Bir Sahabînin,
"Bana öyle bir söz söyle ki, bunu sizden başka kimseye sorma ihtiyacı
duymayayım" demesi üzerine, Resûlullah (s.a.v.) ona,
"Allah'a
inandım de ve dosdoğru ol"
buyurarak
yukarıdaki âyetin mânâsına dikkat çekmiştir.[130]
Hadiste, istikamet
üzere olmanın zorluğuna dikkat çekilmiştir. Gerçekten de istenilen mânâda bir
istikamet ancak Allah'ın yardımına mazhar olan kullara mahsustur. Nitekim
istikameti bütün şekliyle en güzel bir tarzda yaşayan Peygamberimiz,
"Emrolunduğun
şekilde dosdoğru ol"
âyetinin kendisini
ihtiyarlattığını bildirerek, istikamet üzere olmanın zorluğuna dikkat
çekmiştir. Zaten yukarıdaki hadiste de istikametin zorluğu ifâde edilmektedir.
Hadiste üzerinde
durulması gereken bir diğer husus da, "Bunu tam manâsıyla
başaramayacaksınız" buyrularak, kendisini istikamet üzere görenlerin,
ameline güvenenlerin gaflet ve gururdan kurtulmalarının hedeflendiğidir. Ayrıca
istikametin zorluğu ifâde edilerek istikamet üzere olmayı arzu edip de buna tam
muvaffak olamayanların ümitsizliğe düşmemeleri temin edilmiştir.
Hadisin ikinci
kısmında,
"Buna gücünüz
yetmez. Öyle ise hiç olmazsa ibâdetin farz olan kısmına sarılın. O da bütün
ibâdet çeşitlerini içinde toplayan namazdır"
buyrularak namazın
ehemmiyetine dikkat çekiliyor.
Son kısımda ise ancak
kâmil mü'minin abdesti koruyacağı bildirilmiştir. Bu, namaz vakitlerinde
abdestli olmak, namaza hazırlıklı olmak, temizliği koruyarak abdest almak
mânâlarına gelir. Yoksa her zaman abdestli olmak mânâsı kast edilmemiştir. Nitekim
Peygamberimiz bir hadislerinde
"Ben ancak
namaz kılmak istediğim zaman abdest almakla emrolundum" buyurmuştur.[131]
6. İbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
"En üstün iman,
insanların senden emin olmasıdır. En üstün Müslümanlık, dilinden ve elinden
insanların selâmette kalmasıdır. En üstün hicret, günahlardan kaçmadır. En üstün
cihad, Allah yolunda şehid edilmen ve atını da boğazlamandır."[132]
7. Enes (r.a.) rivayet ediyor:
"Her dinin ahlâkî bir
özelliği vardır. İslâm dininin ahlâkî özelliği de hayadır."[133]
İzah
Haya ile ilgili birçok
hadis vardır. Bunlardan ikisinin meali şöyledir:
Hadislerde dikkat
çekilen ve "İslâmın temel huyu" olarak vasıflandırılan haya, kötü ve
çirkin şeylerden sakınmak demektir. Peygamberimiz daha pekçok hadislerinde
hayanın ehemmiyetine dikkat çekmiştir. Meselâ bu hadislerden bâzıları şu
mealdedir:
"Edepsizlik ve
çirkin sözün girdiği şey çirkinleşir. Hayanın girdiği şey de güzelleşir"[134]
"İnsanlardan
utanmayan Allah'tan da utanmaz."[135]
"İnsanlığın
peygamberlikten ilk olarak aldığı öğüt şudur: 'Utanmadıktan sonra istediğini
yap.'[136]
Bir hadislerinde de
utanmayı imanın iki şubesinden biri olarak zikreden Peygamberimiz,[137]
başka bir hadislerinde şöyle buyurmuştur:
"Haya İmandandır.
İman sahibi ise Cennettedir. Hayâsızlık eziyet, zulüm ve haksızlık gibi cefadan
bir parçadır. Cefa eden de Cehennemdedir."[138]
Bir Müslümanın
insanlardan haya etmesi gerektiği gibi, Allah'tan da layıkı ile haya etmesi
gerekir. Allah'a karşı nasıl haya edileceğini ise Peygamberimiz bir
hadislerinde şöyle bildirmiştir:
"Allah'tan hakkıyla
haya edin. Allah'tan hakkıyla haya eden başını ve başındaki maddî ve manevî
duyularını, karnı ve içindeki organları haramdan korur. Ölümü ve çürümeyi
hatırlar. Âhireti isteyen dünya hayatının zînetini terk eder. Kim bunları yaparsa
Allah'tan hakkıyla haya etmiş olur."[139]
Bediüzzaman da,
Allah'a karşı hayanın sünnet-i seniyye dâiresinde hayat sürmekle mümkün
olduğunu ifâde etmiştir.[140]
Haya ile ilgili
bizlere öğüt veren Sevgili Peygamberimiz fiilen de bizlere örnek olmuştur. Ebû
Said el-Hudrî (r.a.) bununla ilgili olarak şöyle der:
"Resûlullah
(a.s.m.) çadırdaki bakire kızdan daha çok haya sahibi idi. Hoşlanmadığı bîr şey
gördüğünde biz bunu onun yüzünden hemen anlardık."[141]
Burada dinî meseleleri sorup öğrenmek hususunda utanmanın yersiz olduğunu da
ifâde edelim. Nitekim Sahabîler Peygamberimize her türlü meselelerini sormuşlar,
Resülullah da (a.s.m.)
"Allah gerçeği
açıklamaktan haya etmez"[142]
âyetini okuyarak bu
suâlleri açık açık cevaplandırmıştır. Peygamberimizin bakire kızdan daha
utangaç olması, Allah'ın dinini açıklamak hususunda değildir.
Hz. Âişe Validemiz de
utanma duygusunun dini öğrenmeye mâni olmaması gerektiğiyle ilgili olarak şöyle
demiştir:
"Ensar kadınları
ne iyi kadınlardı ki, utanma duygulan onları dinî meseleleri sorup öğrenmekten
alıkoymadı."
156, 158 ve 440 nolu
hadislere de bakınız.[143]
8. Temim ed-Dârî (r.a.) rivayet ediyor:
"Kim Allah yolunda
bir at beslemek üzere arpa hazırlarsa, sonra da atını onunla yemlerse Allah her
bir arpa tanesi karşılığında ona bir sevap yazar."[144]
İzah
Peygamberimizin
(s.a.v.) zamanında at, savaşın vazgeçilmez bir unsuruydu. Ordunun kuvvetli veya
zayıf olması, atlarının sayısına göre tespit ediliyordu. Bu durum Resûlullahın
vefatından sonra da bir müddet devam etti. Bunun içindir ki, Peygamberimiz
pekçok hadislerinde ümmetini cihadın en mühim unsurlarından olan at beslemeye
teşvik etti. İşte yukarıdaki hadis de bunlardan sadece bir tanesidir.
Günümüzde ise cihad
artık atla, kılıç kalkanla ve okla değil, en modern silahlarla yapılmaktadır.
Daha da ötesi, cihad büyük
ölçüde maddî olmaktan çıkmış, manevî bir alana kaymıştır. Yani top tüfek yerine
fikirle yapılır olmuştur. Bunun için de gazete, kitap, dergi, radyo, televizyon
gibi vasıtalar bu manevî cihadın önemli unsurlarını teşkil etmektedir.
Dolayısıyla izahını
yaptığımız hadisi sadece at beslemeye hasretmek doğru olmaz. Bu hadisi geniş
bir muhtevada düşünmek gerekir. Böyle olunca, hadiste sayılan sevap, günümüzde
ihlâslı bir şekilde basın ve yayın yolu ile faaliyet gösteren, onlara yardımcı
olan insanlar içindir.[145]
9. İbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor: Resûlullah (s.a.v.)
muhanneslere lanet etti ve
"Onları evlerinize
sokmayınız" buyurdu.[146]
İzah
Muhannes, kadınlaşan
erkek demektir. Ahlâk, konuşma ve davranışında kadınlara özenen kimsedir. Konu
ile ilgili başka rivayetler de vardır. Bunların bâzıları şöyledir:
Resûlullah (s.a.v.)
kadınlaşan erkeklere ve erkekleşen kadınlara lanet etti. Ve,
"Onları
evlerinizden çıkarın" buyurdu.
Ümmü Seleme (r.a.) rivayet
ediyor:
Resûlullah yanımda
idi. Evde bir de kadınlara benzeyen erkek vardı. Bu adam, kardeşim Abdullah'a,
"Ey Abdullah, şayet Allah yarın Tâif in fethini nasib ederse, ben sana
Gaylan'ın kızını göstereceğim. Çünkü o gelirken dört, giderken sekizdir [çok
alımlı yürür]" dedi.
Bunun üzerine
Resûlullah (s.a.v.),
"Böyleleri bir
daha yanınıza girmesin"
buyurdu.
Buradan Resûlullahın o
kimseyi önceleri erkekliği olmayan (hünsâ) biri olarak tanıdığı, bu sözü
üzerine onun kadınlara ilgi duyan biri olduğunu anladığı ve onun hanımların
yanına girmesine yasak getirdiğini anlıyoruz.
Bazan kadınla erkek
yaratılışı arasında olup, kadınlık tarafı ağır basan erkekler vardır. Bunlar
lanetlenmemişlerdir ve böyleleri kınanmazlar. Hadislerin muhatabı,
yaratılışlarında kadınlık duygusu olmadığı halde kendilerini buna zorlayan erkeklerdir.
Bunlara lanet
edilmesinin sebebi, Allah'ın yaratışını beğenmemeleri sebebiyledir.[147]
10. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Dâvud da (a.s.)
ancak elinin emeğini yerdi."[148]
İzah
Bu hadis Buhârî'de
şöyledir:
"Hiç kimse elinin
emeğinden daha hayırlı bir yemek asla yememiştir. Allah'ın peygamberi Dâvud
(a.s.) elinin emeğini yerdi."
İbni Mâce de ise
"Erkek, kendi el emeğinden daha temiz bir kazanç kazanmamıştır"
şeklindedir.
Dinimiz, el emeğine
büyük ehemmiyet vermiştir. Böylece kişiyi işsizlik, tenbellik ve başkasına
muhtaç olmaktan kurtarmak; nefsin gururunu kırmak hedeflenmiştir. Konu ile
ilgili daha bir çok hadis vardır. Meselâ bu hadislerden birisi şu mealdedir:
"Kim işinden yorulmuş
olarak geceyi geçirirse, Allah'ın bağışlamasına mazhar olarak gecelemiş
demektir."
Hadisde Davud'un da
(a.s.) elinin emeğini yediğine dikkat çekilmesi ibretlidir. Çünkü Kur'ân'ı
Kerimde bildirildiğine göre, o yeryüzünün halifesi idi.[149]
Dolayısıyla bizzat başında çalışmadığı yerlerden başka helâl gelirleri de
vardı. Fakat bir demirci olan Dâvud (a.s.), el emeğiyle zırh yapar, onun
gelirini yerdi.
Diğer peygamberler de
el emeğiyle geçinmişlerdir. Âdem (a.s.) çiftçilikle geçinmiş, Nuh (a.s.)
marangozluk yaparak, Hz. İdris terzilik, Hz. Musa da çobanlık yaparak
geçinmişlerdir.[150]
11. İbni Ömer (r.a.) Resûllullahtan (s.a.v.) şöyle işittiğini
rivayet ediyor:
"Allah kıyamet
gününde kullarından birini çağırır huzurunda durdurarak malının hesabını
sorduğu gibi, makamının hesabını da sorar."[151]
İzah
Bir âyet-i kerimede
insanın bütün nimetlerden hesaba çekileceğine dikkat çekilerek,
"Size verilen
nimetlerden hesaba çekileceksiniz"
buyurulmuştur.[152]
İşte insanın hesaba
çekileceği nimetlerden birisi de makamdır. Çünkü makam büyük nimetlerdendir.
Ve her büyük nimet gibi büyük mes'uliyetleri vardır. Her şeyden önce makam
sahibi birisi idare ettiklerinden mes'uldür. Ayrıca makam bir emânettir. Bu
emânetin hakkını vermek gerekir. Peygamberimiz bir hadislerinde bu gerçeği
şöyle ifâde ederler:
"İdarecilik bir
emânettir. Şüphesiz hakkı verilmediğinde bu emânet kıyamet gününde hüsran ve
pişmanlık getirir. Ancak bu vazifeyi üzerine alıp da hakkıyla yerine getirenler
müstesnadır."[153]
Diğer taraftan, makam
bir hizmet mevkii olarak bilinmelidir. Tahakküm olarak kullanılmamalıdır. Kişi
sahip olduğu makamını zulme vasıta yaparsa, hakkın sahiplerine ulaşması
uğrunda kullanmazsa, makamın hakkını vermemiş olur ve bundan dolayı kıyamet
gününde mes'ul tutulur.
Kişi maddî makamından
dolayı hesaba çekileceği gibi, mânevî makamı sebebiyle de hesaba çekilecektir.
Allah'ın kendine ihsan ettiği manevî makamın gerçekten hakkını verdi mi, o
makamı dünyalık kazanmak için mi kullandı, insanlara tahakküm için mi
kullandı, şan ve şöhret yolunda mı kullandı. Kul bütün bunlardan da hesaba
çekilecektir.[154]
12. Abdullah bin Ebî Evfa (r.a.) rivayet ediyor:
"Cebrail bana şöyle
dedi: "Hatice'yi Cennette inciden bir sarayla müjdele. Orada ne gürültü
patırtı vardır, ne de yorgunluk ve meşakkat."[155]
İzah
Hadiste kendisine
Cennetin müjdelendiği Hatice, Peygamberimizin evlendiği ilk kadındır.
Peygamberimiz yirmi beş yaşında iken o kırk yaşında ve dul bir
kadındı. Peygamberimize yaptığı evlilik teklifi kabul edilince onunla evlendi.
Zengin bir kadın olan Hz. Hatice bütün servetini onun emin ellerine teslim
etti.
Peygamberimizin Hz.
Hatice'den ikisi erkek, dördü kız olmak üzere altı çocuğu oldu. Peygamberlikle
görevlendirildiğinde ona ilk iman eden Hz. Hatice idi. Peygamberimiz onu,
buyurarak[156]
onun bu fazîletine dikkat çekti. Hz. Hatice, en sıkıntılı günlerinde sevgili
beyine çok büyük destek oldu.
Peygamberimiz Hz.
Hatice'yi diğer bütün hanımlarından daha çok severdi. Öyle ki vefatından sonra
da ondan övgü ile bahseder, onun keremkârlığını, en sıkışık ânında kendine
yaptığı büyük yardımları her zaman zikrederdi. Akraba ve arkadaşlarına iyilik
yapmaktan geri durmazdı. Yıllar sonrasında yine Hatice'nin (r.a.)
iyiliklerinden bahsetmişti. Aişe (r.a.) kadınlık duygusuyla, "Devamlı
Hatice'den bahsediyorsun. Oysa Allah size ondan daha genç ve güzel hanımlar
verdi" dedi. Resûlullah şöyle buyurdu:
"Hayır, Allah bana
ondan daha hayırlısını vermedi. Çünkü o, herkesin küfür içerisinde olduğu
zamanda beni tasdik etti. Herkesin herşeyî benden esirgediği bir zamanda, o
beni malına ortak etti. Ve Allah bana ondan çocuklar ihsan etti."[157]
İşte Hz. Hatice bütün
fedakârlıklarının mükâfaatı olarak izahını yaptığımız hadisteki müjdeye mazhar
oldu. Allah ondan razı olsun.[158]
13. Ebü Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Namaz için kamet
getirildiğinde, artık kendisi için kâmet getirilen farz namazdan başka namaz
kılınmaz."[159]
İzah
Kamet, ezana "kad
kaameti's-salat (Namaz başladı)" cümlesinin ilâve edildiği sözlerdir.
İster tek başına kılınsın, isterse cemaatla kılınsın, farz namaza başlamadan
önce erkeklerin kamet getirmeleri sünnettir. Kadınlar ise kamet getirmezler.
Onların kâmet getirmesi mekruhtur.
Hadis, farz bir namaza
başlamak için kamet getirildikten sonra başka namaz kılmayı yasaklıyor görünse
de, aslında bir yasak söz konusu değildir. Çünkü kamet getirilirken kılanın
namazın âlimlerin ekseriyetine göre sahih olduğu hususunda şüphe yoktur.
Hadis, kamet getirilirken başlanılan başka bir namazın mükemmel bir namaz
olmadığı mânâsındadır. Zira farz bir namaz için kamet getirilirken başka bir
namaz kılmak, başından itibaren farza yetişmiş olmak, imamla beraber iftitah
tekbirini almak gibi faziletlerden mahrum kalmak demektir.
Böyle biri başladığı
namaz sebebiyle imama hiç yetişemese, bu durumda cemaat sevabından da mahrum
kalır. Camiye farz için değil de sünnet veya kaza namazı kılmak için gelmiş
olur.
Öyle ise sünnet olan,
kamet getirilirken başka namaza başlamamak, imamla beraber kamet getirilen
farz namaza durmakır. Kılınan öğle namazı ise kişi dört rekât ilk sünneti
farzdan sonra kılar. İkindi ve yatsı namazı ise, sonradan sünnetleri kılmaz.
Sabah namazında ise
durum biraz farklıdır. Bâzı âlimlere göre kişi imama yetişeceğini anlarsa önce
sünneti kılar, sonra imama uyar. Bâzı âlimlere göre ise sünnete hiç başlamaz,
hemen imama uyar. İkinci görüşü savunanlar Taberânî'nin de rivayet ettiği şu
hadisi delil gösterirler:
"Resûlullah sabah
namazının farzını kılarken, bir zâtı iki rekât sünneti kılmakla meşgul
görmüştü. Namazdan sonra adama,
"Sen bu iki namazdan
hangisini namaz sayıyorsun? Yalnız kıldığın namazı mı, yoksa bizimle birlikte
kıldığın namazı mı?"[160]
Bu sözlerin açıklaması
şudur:
"Sen mescide
hangi namazı kılmak için geldin, kendin kıldığın sünnet için mi, yoksa bizimle
beraber kıldığın farz için mi? Farz için geldi isen niçin gelir gelmez buna
başlamadın da sünnetle meşgul oldun?"
Kametten önce başlanılan
bir namazı bitirmekte ise bir mahzur yoktur.[161]
14. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:
"İlim öğrenmek her
Müslümana farzdır."[162]
İzah
İbni Mâce'de,
"İlmi lâyık
olmayana öğreten domuzun boynuna yakut, inci ve altın takan kimse
gibidir" ilâvesi vardır.
Hadiste geçen her Müslüman
ifâdesi, erkeği de, kadını da içine alır. Ancak kadın erkek her Müslümanın
öğrenmesi farz olan ilim, bütün ilimler değildir. Çünkü insanın bütün ilimleri
öğrenmesi mümkün değildir, öğrenilmesi farz olan ilim, kişinin kâinatın
Yaratıcısını tanımak, Onun birliğini ve Resûlullahın peygamberliğini bilmek,
namaz, oruç gibi ibâdetlerle ilgili bilgi edinmek, helal ve haram olan şeyleri
öğrenmektir. Daha genel bir ifâde ile ibâdetlerle, helal ve haramla ilgili bir
meselesi olduğunda bunu çözmek, araştırıp öğrenmek farzdır.[163]
15. Aişe (r.a.) rivayet ediyor:
"Savaş hiledir."[164]
İzah
Bu hadiste, siyâsî ve
askerî bir düstura dikkat çekilmektedir. O da düşmanı tuzağa düşürebilmek, onu
aldatabilmek için hîle yapılabileceğidir. Peygamberimiz (a.s.m.) bunu kendi
hayatında da tatbik etmiştir. Meselâ Mekke'nin fethine çıkarken orduya hazırlanmaları
emrini vermiş, fakat nereye gideceklerini gizli tutmuştur. Bu Bir hîledir.
Diğer taraftan, Ka'b
bin Mâlik (r.a.) savaşa çıkacağı zaman Peygamberimizin maksadından aksi bir
istikamete gidip düşmanı yanılttığını, sonra asıl hedefine yönelip "Harp
hîledir" buyurduğunu bildirmiştir.[165]
Yine Peygamberimiz bir
harp hilesi olarak Hamrâü'1-Esed seferinde beş yüz yere ateş yakılmasını, Mekke'nin
fethine giderken de on bin ateş yakılmasını emrederek düşmana İslâm ordusunun
kalabalık olduğu intibaını vermişti.
Seyfullah, Allah'ın
kılıncı olarak isimlendirilen Hâlid bin Velid de (r.a.) Müte savaşında iki ordu
birbirinden ayrıldıktan sonra sağ kanattaki askerleri sol kanada, sol
cenahtakileri sağ cenaha, arka saftakileri de ön safa alarak düşmana yardımcı
kuvvet geldiği intibaını vermişti. Ertesi gün farklı sîmaları karşılarında gören
düşman askerleri, Müslümanlara destek kuvveti geldiğini zannederek paniğe
kapılmıştı.
Bu hadis, bir yandan
Müslümanlara savaşta düşmana karşı hîle yapabilecekleri ruhsatını verirken,
diğer taraftan düşmanın da bu yola baş vurabileceğini ihtar ederek dikkatli
olmaya davet etmektedir. Zaten hadisin ilk kelimesi "hudea" şeklinde
okunduğu zaman, "Harp çok aldatıcıdır, hilelerle doludur" mânâsına
gelmektedir.
Savaş hilelerinden
birisi de düşmanı yanlış bilgilendirmektir. Yalana kesinlikle cevaz vermeyen
dinimiz bu konuda düşmanın ordunun yeri ve sayısı hakkında yanlış
bilgilendirilerek yanıltılabileceğine de izin vermiştir.
Sonra bunu bozmanın
bir burada düşman tarafıyla sözleşip hîle olmadığını, aksine böyle yapmanın
büyük bir mes'uliyet getirdiğini de ifâde edelim.[166]
16. İbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor:
"Biriniz namaz
kılarken gözünü yummasın."[167]
17. Câbir (r.a.) rivayet ediyor:
"Şuf'a,
ortaklardan birisinin diğerine teklif etmeden satma hakkına sahip olmadığı ev
veya bir bahçedeki ortaklık hakkıdır. Kendisine arzedilen şahıs ya teklif
edilen yeri satın alır veya almaz."[168]
İzah
Ev, bahçe, tarla, arsa
gibi taşınmaz bir mala iki kişi ortaksa, ve ortaklardan birisi hissesini
satmayı düşünüyorsa, onu ilk olarak ortağına teklif etmesi gerekir. Ortağı
alırsa alır, almazsa ancak o zaman başkasına teklif edebilir. Ortağına teklif
etmeden başkasına satması mekruhtur.
Hanefî mezhebine göre
taşınmaz mallarda sadece ortak için değil, komşu için de şuf'a hakkı vardır.
Yani bir kimse sahip olduğu taşınmaz bir malını satışa çıkarıyorsa, bunu ilk
olarak yakın komşusuna teklif etmelidir. Bu konuda bir hadis şöyledir:
"Komşu,
bitişiğindeki taşınmaz malı satın almaya öncelikle hak sahibidir."[169]
Şafiî, Mâlikî ve
Hanbelî mezheplerine göre ise bu hadis bir hakkı değil, bir yardımlaşmaya, bir
iyiliğe davettir. Komşunun şuf'a hakkı yoktur. Yani kişi satmak istediği bir
ev, arsa veya tarlayı komşusuna teklif etmeden başkasına satabilir.
Biz bunun dinî bir hak
olmasa da komşuluk hakkı olduğunu düşünüyoruz. Bir kimse eğer taşınmaz bir mülkünü
satışa çıkarıyorsa, bunu ilk olarak bitişik komşusuna teklif etmelidir. Böyle yapmak insaniyet açısından önemlidir. En azından
Peygamberimizin tavsiyesidir.[170]
18. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
Ömer bin Hattab
(r.a.), "Resûlullaha (s.a.v.) rüzgar hakkında sormadığıma pişman olduğum
kadar hiçbir şeye pişman olmadım" dedi.
Ben (Ebû Hüreyre)
rüzgar hakkında Resûlullaha sordum. "Yâ Resûlallah, rüzgar neyden meydana
geliyor?" dedim. Şöyle buyurdu:
"Rüzgar Allah'ın
estirmesiyledir. Onu rahmet veya azap için gönderir."[171]
İzah
Hadiste de ifâde
edildiği gibi, Allah rüzgarla hem rahmet, hem de azap göndermektedir, Kur'ân'da
rüzgarın bu her iki vazifesine de dikkat çekilir. Meselâ bir âyette rüzgarın
rahmet yüklü bulutları taşıdığı şöyle nazara verilir:
"Rüzgarları
rahmetinin önünde müjdeci olarak gönderen Odur. Nihayet o rüzgarlar ağır
bulutları yüklendiklerinde, Biz onu ölmüş bir beldeye sevk eder, suyu oraya
indirip onunla her cinsten meyveler çıkarırız."[172]
Yine Kur'ân'da gemilerin
hoş bir rüzgarla denizlerde akıp gittiği bildirilir.[173]
Aynı rüzgarı Allah
bitkileri aşılama vazifesinde de kullanır.
Rüzgarın rahmet yönü
yanında, bir de azap tarafı vardır. Kur'ân'da bâzı peygamberlerin ümmetlerinin
şiddetli rüzgarla helak edildikleri bildirilir. Meselâ bu âyetlerden birisi
şudur:
"Allah'ın azabını
vadilerine gelen bir bulut şeklinde görünce, 'Bu bize yağmur getiren bir
buluttur' dediler. Hûd, 'Hayır, o sizin çabuklaştırılmasını istediğiniz azabın
tâ kendisidir. O bir rüzgardır ki, içinde pek acı bir azap vardır' dedi."[174]
Âd kavmine de
köklerini kazıyan bir rüzgar gönderildiği bildirilir.[175]
Bir âyette de kavurucu
rüzgarın zâlimlerin ekinini mahvettiği bildirilir.[176]
Kur'ân'da Allah
inkarcıları üzerlerine taşlar savuran bir kasırga göndermekle, fırtına
göndererek boğmakla tehdit eder.[177]
Rüzgarın bu azap
getiren yönü de olduğu içindir ki, Peygamberimiz (a.s.m.) fırtına şeklinde
şiddetli bir rüzgar estiğinde şöyle duâ etmiştir:
"Allah'ım, Senden bu
rüzgarın hayrını, hayır getirmesini isterim. Şerrinden, şer ve belâ
getirmesinden de Sana sığınırım."[178]
19. Ebû Bekir (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah ile beraber
oturuyordum. Bir adam geldi, abdest aldı. Ayaklarında kuru bir yer kaldı.
Resûlullah ona,
"Git,
abdestini tamamla" buyurdu.
O da gidip tamamladı.[179]
20. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
muhakaladan, müzâbeneden ve mülâbeseden nehyetti. Sigar nikâhını da yasakladı.[180]
İzah
Hadisin ilk kısmı
Câhiliyye devrinde sıklıkla yapılan bâzı ticarî muamelelerle ilgilidir.
Hadiste geçen muhakala, başağından ayrılmamış buğdayın tahmini olarak o miktar
buğday karşılığı satılmasıdır.
Müzâbene, hurma, üzüm
gibi şeylerin daha daha dalında iken tahmin edilerek belirli ölçüdeki kuru
hurma veya üzüm karşılığında satılmasıdır. Müzâbenenin başka tarifleri de
vardır. Bunlardan birisi de meyveyi daha dalında iken, mahsulün alınıp alınmayacağı
bilinmediği halde satılmasıdır. Bu durumda daldaki olgunlaşmamış meyve bir
âfete maruz kalsa, alıcı zarara uğrar.
Bu çeşit alış verişler
yapılmasının sebebi şuradan kaynaklanıyordu: Kişi henüz mahsûlü olgunlaşmadan
ona ihtiyaç duyuyordu. Bu durumda kuru hurma veya üzüm karışlığında daldaki
hurma veya üzümünü satıyordu. Yine tarladaki buğdayını hasad edilmiş buğday
karşılığında satıyordu. Bu durumda her iki tarafın da zarara uğraması söz
konusu idi. Kuru meyve veren karşılığında fazlasını istiyordu. Tarladaki buğday
veya daldaki meyvenin hasad edilme garantisi olmadığı, ya da kuruduğunda
fazlasıyla azaldığı için de satıcı zarar edebiliyordu.
Mülâbese ise, genelde
katlanmış olarak veya karanlıkta getirilen kumaşı iyice görüp anlamadan sadece
el değmesiyle alım satımın kesinleşmesidir. Bu durumda kumaşın sahibi,
"Kumaşı sana elle dokunman bakıp görme yerine geçmesi şartıyla şu fiyata
sattım, bakınca geri iade etme hakkına sahip değilsin" der. Müşteri de
"Kabul ettim" der ve böylece akit gerçekleşir.
Bu çeşit satışlarda
aldatma olacağı izah edilmeyecek kadar açıktır. Bunun içindir ki, alıcı ve
satıcının zarara uğramaması için hükümler koyan Peygamberimiz, haksız kazanca
sebep olan bu çeşit alış verişleri yasaklamıştır. Her üç alış veriş şekli de
bütün mezheplere göre ittifakla caiz değildir.
Hadisin ikinci
kısmında ise sigar nikâhı yasaklanmaktadır. Bununla da kadınların hakkı
korunmuştur. İbni Ömer'in (r.a.) rivayet ettiği şu hadis sigar nikâhını
açıklamaktadır:
"Resûlullah
(s.a.v.) sigar nikâhını yasakladı. Bu, kişinin kızını veya kız kardeşini,
karşılığında karşı tarafın kızını veya kız kardeşini almak üzere bir erkeğe
vermesi, aralarında mehir ödemeyi kaldırmalarıdır."[181]
Bu evlilik şeklinde mehir
vermemek suretiyle kadına zulmedildiğinden, Peygamberimiz bunu yasaklamıştır.
Fakat iki taraf da gelin aldıkları kimseye mehir verirlerse, yapılan nikah
geçerlidir;[182]
21. Ebû Cuheyfe babasından rivayet ediyor:
Cafer bin Ebî Tâlib
Habeşistan'dan dönmüştü. Resûlullah (s.a.v.) onu karşıladı, alnından öptü ve
şöyle buyurdu:
"Hangisine
sevineceğimi bilemiyorum. Hayber'in fethine mi, yoksa Cafer'in dönüşüne mi
sevineyim?"[183]
İzah
Cafer bin Ebî Tâlib,
Peygamberimizin amcası Ebû Tâlib'in oğlu, Hz. Ali'nin de kardeşidir. İlk
Müslümanlardandır. Müşriklerin eziyeti dayanılmaz bir hal alınca Habeşistan'a
hicret etmişti. Müşrikler Muhacirlerin geri gönderilmesi için Habeşistan kralı
Necâşî'ye elçiler gönderdiğinde, oradaki muhacirleri temsilen Hz. Cafer bir
konuşma yapmış ve bu konuşmasıyla Necâşî'yi etkilemişti. Necâşî onlara sahip
çıkmış, müşriklerin elçilerini de gerisin geriye göndermişti.
İşte Hz. Cafer'in
Habeşistan'dan dönmesi, Peygamberimizin Hayber'i fethettiği zamana
rastlamaktadır. Resûlullah yukarıdaki sözünü onun Habeşistan'dan dönmesi
üzerine söylemiştir.
Cafer (r.a.)
Resûlullaha vücut ve ahlakça en çok benzeyen Sahabî idi. Resûlullah Rumların
üzerine göndermek üzere hazırladığı orduya ikinci sırada onu kumandan tayin
etmişti. Zeyd bin Hârise'nin şehid edilmesi durumunda kumandayı onun almasını
istemişti. Gerçekten de Mûte savaşında Hz. Zeyd şehid düştüğünde kumandayı
Hz. Cafer aldı. Kahramanca savaştı, sonunda o da
şehid
düştü. Bu arada iki kolu da kesilmişti. Televizyon ekranından seyreder gibi
harp savhasını temaşa eden sevgili Peygamberimiz bu durumu Ashabına haber
verdi,
"Allah ona
kesilen iki koluna karşılık iki kanat verdi. Onlarla Cennete uçtu" buyurdu.
Bundan sonra Hz. Cafer
iki kanatlı mânâsında "Zülcenâheyn" ve uçan mânâsında
"Tayyar" ünvanlarıyla anıldı. Allah ondan razı olsun.[184]
22. İbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
"Helâl de bellidir,
haram da bellidir. Öyle ise helâl mı haram mı olduğunda şüphe ettiğin şeyi
bırak, şüphe vermeyene bak."[185]
İzah
İbni Mâce'de bu
hadisin tamamı şöyledir:
"Helâl olan şeyler
bellidir. Haram olan şeyler de bellidir. Helâl ile haram arasında da helâl mi,
haram mı olduğunu çok kimsenin bilmediği bir takım şüpheli şeyler vardır. Bu
itibarla, kim şüpheli şeylerden sakınırsa, dinini noksanlıktan, şeref ve haysiyetini
halkın dilinden kurtarmış olur. Şüpheli şeylere dalan kimse de girilmesi yasak
olan koru etrafında davarlarını otlatan kimse gibidir. O çobanın koru içine
dalması an meselesidir. Bilmiş olunuz ki, her hükümdarın özel bir komşu
vardır. Dikkat ediniz! Allah'ın yer yüzündeki komşu da haram ettiği şeylerdir.
"Haberiniz olsun,
insanın vücudunda bir lokmacık et parçası vardır ki, iyi olduğu zaman bütün
cesed iyi olur, o bozulduğu zaman bütün cesed bozulur. Bilmiş olunuz ki o et
parçası kalptir."[186]
Hadîste helal ve
haramın belli olduğu ifâde edilmektedir. Meselâ yiyeceklerden bâzı şeylerin
helal olduğu herkesçe bilinen bir gerçektir. Yine suyun, sütün ve bir çok gıda
maddesinin helâl olduğunu herkes bilir.
Bunun gibi haramlar da
bellidir. Meselâ faizin, içkinin, kumarın, zinanın, gıybetin, yalan söylemenin
ve buna benzer şeylerin haram olduğunu herkes bilir.
Bir de haram ve helâl
olduğu açıkça bilinmeyen, ancak bir âlimin ilmine müracaat edilerek
anlaşılacak olan şüpheli şeyler vardır. Hadis, bu şüpheli şeylere karşı
Müslümanları ikaz etmekte, en azından hükmü öğrenil inceye kadar onun
terkedilmesi istenmektedir. Ki böyle yapmak dinin selâmeti açısından çok faydalıdır.
Çünkü terk edilen şey helâl ise terk etmekle dinen bir zarara girilmiş olmaz.
Haram ise terk edilmekle dînen büyük bir sevap kazanılmış olunur. Terk
edilmediği takdirde ise bir haram işlenilmiş olunur.
İzahta yer verdiğimiz
hadisde şüpheli şeyler güzel bir benzetme ile koruluğa benzetilmiştir.
Koruluğun etrafındaki koyunların yasak bölgeye girmeleri an meselesidir. Her an
içeri dalabilirler. İşte şüpheli şeyler de böyledir. Kişi şüpheli şeylerin
etrafında dolaşa dolaşa sonunda içine dalabilir.[187]
23. Câbir (r.a.) rivayet ediyor:
"İşçinin ücretini
alın teri kurumadan veriniz."[188]
İzah
Dinimizde haklar
üzerinde hassasiyetle durulur. Allah hakkı, anne baba hakkı, kul hakkı, komşu
hakkı, karı koca hakkı, hayvan hakkı bu haklardan bâzılarıdır. İşte dinimizin
üzerinde hassasiyetle durduğu bu haklardan birisi de işçi hakkıdır.
Yüzyıllarca burjuva
tabakası işçiyi ezmiş, onun sırtından geçinmiştir. Hala da bu durum devam
etmektedir. Tarihe bakılsa ihtilallerin temelinde işçilerin istismar
edilmeleri yatar.
İşte dinimiz, bin dört
yüz sene öncesinden işçi haklarını savunmuş, onlara haksızlık yapılmaması
gerektiği üzerinde durulmuştur. Hadiste geçen "alın teri kurumadan"
ifadesi bir teşbihtir. İşçi terlemeyeceği bir iş de yapmış olabilir. Maksat
ücretinin hemen verilmesi gerektiğidir. Hak edilmiş bir hakkın geciktirilmesi
haksızlıktır, zulümdür.
İrni Mâce'de yer alan
bir başka hadisde Peygamberimiz bir işçi tutup çalıştırıp da ücretini vermeyen,
konuştuğu miktardan daha azını veren kimsenin kıyamet gününde hasmı olacağını
bildirmiş, ve
"Ben kimin
hasmı isem kıyamet gününde onu mağlup ederim" buyurmuştur.
İşçinin ücretinin tam
ve zamanında verilmesi, işin sürekliliği, kalitesi ve istismar edilmemesi
açısından çok önemlidir.
Burjuva sınıfı işçilere
haksızlık yaparken, işçiler de zaman içerisinde sadece haklarını alma peşinde
mücâdele etmemişler, haksız grevlerle hak etmedikleri bir ücreti de talep eder
olmuşlardır. İşverenin işçinin ücretini vermemesi veya geciktirmesi ne kadar
haksızlıksa, işçilerin iş vereni zor durumda bırakarak ondan fazla ücret talep
etmeleri de aynen onun gibi haksızlıktır.[189]
24. Abbas (r.a.) rivayet ediyor:
"Hastanın yanına
giren biri yedi defa "Büyük Arşın Rabbi olan Büyük Allah'tan sana şifâ
vermesini istiyorum" derse, eğer hastanın eceli gelmemişse şifâ
bulur."[190]
25. Enes (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
rükûya gittiği zaman, eğer sırtına su dolu bir bardak konulsa, düzgün
duruşundan o bardak karar kılar, düşmezdi.[191]
İzah
Kişinin namazda rükûya
eğilmesi, namazın farzlarındandır. Bunun Kur'ân'dan delili, Rabbimizin,
"Ey
iman edenler! Rükû edin"[192]
âyetidir. Rükûda, hadiste
de ifâde edildiği gibi, baş ve bel düz bir istikâmette yere paelel olmalıdır.
Baş ne yukarı kaldırılmalı, ne de aşağı indirilmelidir. Bel ile düz olabilecek
bir şekilde tutulmalıdır.[193]
26. Câbir (r.a.) rivayet ediyor:
"Sarımsak, soğan,
pırasa ve turp gibi sebzeleri yiyen mescidimize yaklaşmasın. Çünkü Ademoğlunun
rahatsız olduğu şeyden melekler de rahatsız olurlar."[194]
İzah
Dinimiz, hiç kimseye
başkalarına eziyet etme hakkı vermemiştir. Bunun içindir ki, eziyet verici
şeyler tamamen yasaklanmıştır. İşte bu yasaklardan birisi de yanındakini
rahatsız eden soğan ve sarımsak kokusudur. Bu bitkileri çiğ olarak yiyenlerin,
kokusu geçmedikçe Müslümanların toplu bulunduğu mescidlere gelmeleri
yasaklanmıştır. Konu ile ilgili daha birçok hadis vardır. Bunlardan bir kaçının
meali şöyledir:
Peygamberimiz bir
hadislerinde bu çeşit bitkiler için,
"Şayet
yiyecekseniz iyice pişirin de yiyin" buyurmuştur.
Bir defasında
Resûlullahın yanında sarımsak, soğan ve pırasadan bahsedildi. "Yâ
Resûlallah, bunların en çirkin kokulusu sarımsaktır, onu haram ediyor
musunuz?" denildi.
Resûlullah,
"Onu yiyin.
Ancak onu yiyen, kokusu kendisinden gidinceye kadar bu mescide
yaklaşmasın" buyurdu.[195]
Hz. Ömer de,
Resûlullahın soğan ve sarımsak yiyenleri mescidden dışarı çıkarttığını
bildirmiştir.[196]
26. Ömer bin el-Hamık el-Huzaî (r.a.) rivayet ediyor:
"Kim bir kimseye
canı konusunda güvence verip de sonra onu öldürürse, ben o katilden beriyim.
İsterse öldürülen kimse kâfir olsun."[197]
İzah
Dinimiz bâzı suçları
büyük günah olarak saymıştır. Faiz, içki, kumar, zina bu büyük günahlardan bir
kaçıdır. İşte dinimizce büyük günahlardan sayılan işlerden birisi de adam
öldürmektir. Adam öldürmenin haramlığı bir âyette şöyle nazara verilir:
"Kim bir mü'mini
kasten öldürürse, onun cezası, çok uzun zaman kalmak üzere Cehennemdir. Allah
onu gazabına uğratmış, ona lanet etmiş ve onun için pek büyük bir azap
hazırlamıştır."[198]
Hadislerde de adam
öldürmenin haramlığı üzerinde hassasiyetle durulur. Yukarıdaki hadis de
bunlardan biridir.
Ancak bu hadiste adam
öldürmenin haramlığının yanı sıra önemli bir husus üzerinde daha durulmuştur. O
da bir kimseye canı konusunda eman verip, sonra sözünde durmamaktır. Meselâ
bir kimse teröristtir. Kuşatıldığında onu kuşatanlar teslim olduğu takdirde
kendisini öldürmeyecekleri hususunda ona teminat vermişlerdir. İşte o kimse
silahını bırakıp teslim olduğunda onu öldürmek büyük bir suçtur.
Hadisin son kısmında
güvence verdikten sonra bir kâfiri öldürmenin de büyük suç olduğu
bildirilmektedir. Meselâ savaş duaımunda karşı tarafa teslim olması
karşılığında güvence verilir. Onlar da bu güvenceye itimat ederek teslim
olurlar. Ardından güvence verenler onları öldürürlerse, hadisin tehdidine
dâhildirler.
Evet, Müslüman, güvenilir
insan demektir. Güvence verdikten sonra artık daha aksi ile hareket edemez.[199]
28. Câbir (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah Mekke'nin
fethi günü Mekke'ye girerken başında siyah bir sarık vardı.[200]
29. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
Allah'ın şöyle buyurduğunu bildirdi:
"Ben noksanlardan son
derece münezzeh ve mukaddesim. Rahmetim gadabımı geçti. Rahmetim gadabımı
geçti."[201]
30. Ebû Said el-Hudrî (r.a.) rivayet ediyor:
"Suru üfleyecek olan
İsrafil (a.s.) yüzünü çevirmiş, onu ne zaman üfleyeceği emrini beklerken ben
nasıl dünya nimetlerinden lezzet alabilirim?"
Sahabîler, "Ey
Allah'ın Resulü, bize ne yapmamızı emredersiniz?" diye sordular.
Resûlullah (s.a.v.)
"Hasbünallahi
ve ni'mel vekîl (Allah bize yeter, O ne güzel vekildir)" deyiniz buyurdu.[202]
İzah
Tirmizî'de,
"Tevekkelnâ alellah (Allah'a tevekkül ettik)" deyiniz ilâvesi
vardır.
Allah Kur'ân'da kuvvetle
kıyametin geleceğini haber verir. Bu âyetlerden birisi şu mealdedir:
"Kıyamet günü
mutlaka gelecektir; onda hiçbir şüphe yoktur. Lâkin insanların çoğu
inanmaz."[203]
Kıyametin kopacağı
kesin olmakla birlikte, vaktini Allah'tan başka hiç kimse bilemez.
"Kıyametin
vaktine dâir bilgi Allah karındadır"[204] gibi âyetlerle bu gerçek ifâde edilmiştir.
Kıyametin vakti
bilinmemekle beraber, kıyametin kopması çok yakındır.
"Kıyamet
yaklaştıkça yaklaştı."[205] ve
"Onlar onu uzak görüyorlar, Biz ise yakın görüyoruz"[206] gibi âyetler de bu gerçeği ikaz eder.
İşte Peygamberimiz de
yukarıdaki hadislerinde kıyametin çok yakın olduğunu, bu işle vazifeli meleğin
her an onu üflemek için emir beklediğini nazara verir ve "Böyle iken ben
nasıl dünya nimetlerinden istifade edebilirim?" buyurarak mü'minler
"kıyametin uzak olduğu gibi bir düşünceye karşı ikaz edilmektedir. 35
numaralı hadise ve İzahına da bakınız.[207]
31. Ali (r.a.) rivayet ediyor:
"Kim bir günah
işler de, bu günah sebebiyle dünyada cezâlandırırsa, Allah âhirette o günahı sebebiyle
kulunu ikinci kez cezalandırmayacak kadar adaletlidir.
Kim dünyada bir
günah işler de Allah o kulunun günahını gizler ve affederse, affedip örttüğü
bir suçu âhirette cezalandırmayacak kadar cömerttir."[208]
İzah
İbni Mâce de bu hadisten
başka şöyle bir hadis daha vardır:
"Sizden biriniz
işlediği günah sebebiyle dünyada cezâlandırıldığında o ceza onun günahına
keffâret olur. Şayet işlediği suçun cezasını dünyada çekmezse, artık âhirette
onun işi Allah'a kalır."
Cenâb-ı Hak bâzı
fiilleri haram kılmış, ayrıca bu haramlara verilecek dünyevî cezaları da tayin
etmiştir. Meselâ zina eden evli kimseler recm edilir, cezayı gerektirecek
derecede hırsızlık yapanın eli kesilir. Birini öldüren karşı taraf
affetmedikçe kısas olarak öldürülür.
İşte eğer bir kul
dünyada bu günahlardan birini işler de ona bu cezalardan birisi tatbik
edilirse, Allah o kuluna aynı suçtan dolayı bir de uhrevî ceza vermez.
Bu, kula verilen
musibetler için de düşünülebilir. Yüce Allah bâzı kullarına işledikleri
günahlara ceza olarak dünyevî musibetler verir. Kul bu musibeti sabırla
karşılarsa, hem âhirette o suçtan dolayı bir daha cezalandırılmaktan kurtulmuş
olur, hem de sabırla karşıladığı için sevap kazanır.
Hadisin ikinci
kısmında ise Allah'ın dünyada gizlediği bir günahı âhirette cezalandırmayacak
kadar cömert olduğu nazara verilir. Zaten çeşitli âyetlerde Allah'ın âhirette
bâzı kullarının günahlarını örteceği bildirilir. Mes Meâric: 70/6-7.elâ bu
âyetlerden birisi şu mealdedir:
"Dinlerini korumak
için hicret edenlerin, yurtlarından çıkarılanların, Benim yolumda eziyete
uğrayanların, cihad edenlerin ve öldürülenlerin elbette günahlarını örteceğim
ve elbette onları altlarından ırmaklar akan Cennete koyacağım."1
Bu örtme işinin nasıl
gerçekleşeceğini de şu hadisten öğreniyoruz:
"Biriniz Rabbinin
manevî huzuruna yaklaşır. Hattâ Allahü Teâlâ onu rahmet koltuğunun altına alır.
Sonra, 'Filan ve falan günahları işledin mi?' diye sorar. Kul, 'Evet, işledim'
der. Böylece onun bütün günahlarını sayar. Nihayet Allahü Teâlâ ona 'Onları. dünyada
senin için örtüp gizlediğim gibi, bugün de onları bağışlıyorum' buyurur."
128 numaralı hadisin
izahına da bakınız.
[209]
32.
Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Biriniz ayakkabısını
giydiğinde önce sağı giysin. Çıkardığında ise önce solu çıkarsın."[210]
İzah
Zikrettiğimiz
kaynakların bâzılarında, "Böylece sağ ayak, giyilen ayağın ilki,
çıkarılan iki ayağın da sonu olsun" ilâvesi vardır.
İşlerde sağdan
başlamak sünnettir. Abdest azalarını yıkarken sağdan başlamak, tırnak keserken
sağ elin parmaklarından başlamak, yemek yerken sağ el ile yemek, camiye
girerken sağ ayak ile girmek bunlardan bâzılarıdır. Peygamberimiz yukarıdaki hadislerinde
de ayakkabı giymeye sağdan başlamayı tavsiye etmektedir. Gömlek giyerken sağ
koldan, pantolun ve çorap giyerken sağdan başlamak da sünnet olan
davranışlardandır.
Camiden çıkarken sol
ayakla çıkmak, burnu sol el ile temizlemek, sol el ile taharetlenmek de yine
sünnettir. Hadiste ayakkabıyı çıkarırken soldan başlamak gerektiğine dikkat
çekilmektedir. Buna kıyasen gömleğin önce sol kolunu çıkarmak, pantolun ve
çorabı çıkarmaya soldan başlamak da sünnettir.
Peygamberimizin bu
çeşit tavsiyelerine uymak farz veya vacip gibi şart değilse de, bir Müslüman bu
fiillerinde de Peygamberimizi taklit ederse, o şey artık sıradan bir hareket
olmaktan çıkar, kişi Allah'ın rızâsını kazanmak için Allah'ın Resulünü taklid
ettiğinden bir ibâdet sevabı kazanır. Böylece bütün bir ömrü ibâdetle geçirmek mümkün olur. Bunun içindir ki, Sahabîler bu
davranışlar bakımından da Peygamberimize uymaya çok ehemmiyet vermiştir.[211]
33. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
şöyle buyurdu.
"Allah azze ve celle
şöyle buyurdu: 'Salih kullarım için Cennette gözlerin görmediği, kulakların
işitmediği ve hiçbir insanın hatırına gelmeyen nimetler hazırladım."[212]
34. Âişe (r.a.) rivayet ediyor:
Bir adam Resûlullaha
geldi ve şöyle dedi:
"Yâ Resûlallah,
Allah'a yemin ederim ki, seni canımdan, ailemden, malımdan ve çocuklarımdan
daha çok seviyorum. Evde seni ansam, gelip seni görünceye kadar ayrılığına
sabredemiyorum. Benim de senin de öleceğimizi hatırlıyorum. Biliyorum ki, sen
Cennete gireceksin, Peygamberlerle beraber yüksek derecelerde olacaksın. Ben
şayet Cennette girsem de seni görememekten korkuyorum."
Onun bu sözü
karşısında Resûlullah (s.a.v.) bir şey söylemedi. Biraz sonra Cebrail (a.s.) şu
âyeti getirdi:
"Her kim Allah'a ve
Peygamberine itaat ederse, işte onlar, Allah'ın kendilerine pek büyük nimetler
bağışladığı peygamberler, sıddıklar, şehidler ve sâlih kimselerle beraberdirler.
Onlar ise ne güzel arkadaştırlar."[213]
38. nolu hadise ve
izahına bakınız.[214]
35. Abdullah bin Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
"Muhakkak, sizden
önceki ümmetlerin geçirdiği ömre nazaran sizin ömrünüz, ikindi namazından gün
batışına kadar geçen süre kadardır."[215]
İzah
Hadiste kıyametin
yakın olduğu nazara verilmektedir. Tirmizî'de Ebû Said el-Hudrî'den buna benzer
şöyle bir hadis rivayet edilir:
Ebû Said el-Hudrî
(r.a.), bir ikindi namazım kıldıktan sonra Peygamberimizin kendilerine kıyamete
kadar olacak şeylerden haber verdiğini bildiriyor. Onun anlattıklarını
naklettikten sonra da şöyle diyor:
"Başımızı çevirip
batmadık yeri var mı diye güneşe bakıyorduk. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.)
şöyle buyurdu:
"Dikkat! Dünyanın
geçirdiği ömre nisbetle geri kalan ömrü, şu günümüzün geçen zamana nispetle
geri kalan miktarı kadardır."[216]
30 numaralı hadisi
izah ederken de yer verdiğimiz gibi, Kur'ân-ı Kerim kıyametin yakın olduğunu
haber verir. Meselâ bir âyet şöyledir:
"Kıyametin
gerçekleşmesi göz açıp kapayıncaya kadar, yahut ondan daha yakındır. Şüphesiz
ki Allah'ın kudreti herşeye yeter."[217]
Gerek âyetlerde,
gerekse hadislerde kıyametin yakın olduğunun haber verilmesi, fakat aradan
1400 küsur sene geçtiği halde kıyametin kopmaması, her hangi bir şüpheye yol
açmamalıdır. Çünkü, âyet ve hadislerde ifâde edilen "yakınlık"
İnsanın ömrüne göre değil, dünyanın ömrüne göredir. Dünyanın ömründen geçen
asırlara göre kalan yıllar için "yakındır" demek yanlış olmaz.
Bediüzzaman, bu gerçeği şöyle ifâde eder:
"Kur'ân 'Kıyamet
yakındır' ferman ediyor. Bin bu kadar sene geçtikten sonra gelmemesi,
yakınlığına halel [zarar] vermez. Zira kıyamet, dünyanın ecelidir. Dünyanın
ömrüne nisbeten bin veya ikibin sene, bir seneye nisbetle
bir iki gün veya bir iki dakika gibidir. Saat-i kıyamet [kıyametin vakti]
yalnız insaniyetin eceli değil ki, onun ömrüne nisbet edilip baîd [uzak]
görülsün."[218]
Geniş bilgi için
Kıyamet Alâmetleri İsimli eserimize bakınız.[219]
36. Abbas bin Abdulmuttalib (r.a.) rivayet ediyor:
"Ümmetim akşam
namazını yıldızlar çoğalıncaya kadar geciktirmedikleri müddetçe fıtrat (hak
din) üzere devam ederler."[220]
Müstedrek'teki rivayet
"hayır veya fıtrat üzere" şeklindedir. Bu, râvinin tereddütüdür.[221]
37. Abdullah bin Amr (r.a.) rivayet ediyor:
"Rüşveti alan da
veren de Cehennemdedir."[222]
İzah
Dinimizde haram
kılınan şeylerden birisi de rüşvettir. Peygamberimiz yukarıdaki hadislerinde
rüşveti alanın da verenin de Cehennemde olduğunu bildirerek, rüşveti şiddetle
yasaklamıştır.
Rüşveti yasaklayan
daha pekçok hadis vardır. Meselâ Peygamberimiz, hüküm karşılığında rüşvet
alınmadan önce salih amel işlemede acele edilmesini istemektedir.[223]
Resûlullah (s.a.v.) hâkimin rüşvet almasını küfür olarak değerlendirmiştir.
Rüşveti haram kılan bir başka hadis şöyledir:
"Allah,
rüşveti verene, alana ve aracılık yapana lanet etsin."[224]
Rüşvetin haram
kılınmasında bir çok hikmetler vardır. Herşeyden önce rüşvet, haksız hükümlere
yol açar. Kişiye hakkı olmadığı şeyleri kazandırır. Dolayısıyla rüşveti
yasaklamak, hâkimin haksız hüküm vermesine, kişinin hakkı olmadığı birşeyi
elde etmesine, devletin kazancının şahısların cebine akmasına engel olmak
demektir. Aslında rüşvetin zararları, toplumumuzda izaha gerek bırakmayacak
kadar açıkça görülmektedir.
Rüşvet hediye değildir[225]
diyoruz ve konuyu başka bir hadisle tamamlamak istiyoruz:
"Rüşvetin
yaygınlaştığı topluluk korkuyla cezalandırılır."[226]
38. Urve bin Mudarres (r.a.) rivayet ediyor:
"Kişi sevdiğiyle
beraberdir."[227]
İzah
Bu hadis Ebû Zer
(r.a.) Safvan bin Ussal (r.a.), Abdullah bin Mesleme (r.a.) ve Enes bin
Mâlik'in de içinde bulunduğu yirmi kadar Sahabî tarafından farklı şekillerde
rivayet edilmiştir:
Meselâ hadisin Ebû
Zer'den (r.a.) gelen bir rivayeti şöyledir:
Ben, "Ey Allah'ın
Resulü, kişi bir kavmi sever, fakat onların amelini işleyemezse durum ne
olur?" dedim.
Resûlullah (s.a.v.)
"Kişi
sevdiğiyle beraberdir"
buyurdu.
Hadisin Enes'den
(r.a.) gelen bir rivayeti de şöyledir:
Bir bedevi Resûlullaha
(s.a.v.) gelerek, "Yâ Resûlallah, kıyamet ne zaman kopacak?" diye
sordu.
Resûlullah (s.a.v.),
"Sen kıyamet
için ne hazırladın?" buyurdu.
Bedevî, "Allah ve
Resulünün sevgisini" cevabını verdi.
Bunun üzerine
Resûlullah (s.a.v.),
"Sen
sevdiklerinle berabersin"
buyurdu.
Bediüzzaman bu hadisle
ilgili olarak bir açıklama yapar. Önce bir suâl sorar, sonra da cevabını verir.
Bu suâl ve cevabı meâlen alıyoruz:
"Dost dostu ile
beraber Cennette bulunacaktır" hadisi sırrınca bir dakika Resûlullahın
sohbetinde bulunan, Allah için ona sevgi besleyen, o sevgi sebebiyle Cennette
Peygamberin (s.a.v.) yanında bulunması lâzım gelir. Oysa sonsuz feyze mazhar
olan Resûlullahın (s.a.v.) feyzi, basit bir bedevinin feyziyle nasıl birleşir?"
Cevap: Şu yüce
hakikate bir misal ile işaret etmek isteriz: Gayet güzel, gösterişli ve hususî
olarak süslenilmiş bir bahçede büyük bir zâtın, gayet büyük bir ziyafet
verdiğini hayal edelim. Öyle bir ziyafet ki, dilin tadabileceği bütün
lezzetler var; gözün hoşuna gidebilecek bütün güzellikler hazırlanmış; kulağa
hoş gelen bütün sesler mevcut; koku alma duygusunu tatmin edecek
bütün güzel kokular var; hayal duygusunu keyiflendirecek herşey düşünülmüş.
Böylesine mükemmel bir
ziyafete iki kişi davet ediliyor. Birinin dili her şeyin tadını tam alamıyor,
gözü her şeyi iyi göremiyor, kulağı her sesi işitemiyor, burnu koku alamıyor,
sanattan anlamıyor, harika şeyleri bilmiyor, midesi rahatsız olduğundan
iştahını çeken herşeyi yiyemiyor, hayal dünyası da çok dar.
Diğer davetlinin ise,
dili güzel tad alıyor, gözü çok mükemmel görüyor, kulağı iyi işitiyor, burnu
güzel koku alıyor, hayal dünyası çok geniş, sanatın kıymetini iyi biliyor,
midesi sağlam, canının istediği herşeyi yiyebiliyor, aklı inkişaf etmiş, kalb
ve hissi mükemmel ve hâkezâ.
Bu iki davetli o yerde
omuz omuza bulunuyor. Madem bu karmakarışık, elemli ve daracık şu dünyada bu
böyle oluyor. En küçük ile en büyük beraber iken aynı yerden lezzet alma noktasında
aralarında yerden göğe kadar fark bulunabiliyor. Elbette saadet ve ebediyet
yeri olan Cennette, dost dostu ile beraber iken her biri istidadına göre Rahman
ve Rahîm olan Allah'ın sofrasından hisse alırlar. Bulundukları Cennetler ayrı
ayrı da olsa, beraber bulunmalarına mâni olmaz. Çünkü Cennetin sekiz
tabakaları birbirinden yüksek oldukları halde, bütünün çatısı Arş-ı A'zamdır.
Nasıl ki, huni şeklinde olan bir dağın etrafında, birbiri içinde, birbirinden
yüksek, temelinden zirvesine kadar surlu daireler bulunsa; her ne kadar o
dâireler birbirinin üstünde de olsa, birbirlerinin güneşi görmelerine engel
olmazlar, birbirinden geçebilir, birbirine bakarlar. Bunun gibi, Cennetlerin de
buna yakın bir şekilde olduğu çeşitli hadislerden anlaşılıyor.[228]
34 ve 91 numaralı
hadislere de bakınız.[229]
39. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:
"Sahur yemeği yiyin.
Çünkü sahurda bereket vardır."[230]
İzah
Hadisin Müsned'deki
rivayeti şöyledir:
"Sahur yemeği
yemek berekete sebeptir. Sizden biriniz bir yudum su içmekle de olsa sahuru
terk etmesin. Çünkü sahura kalkıp yiyip içene Allah rahmet eder. Melekler de
Allah'tan onların bağışlanmalarını
isterler."
Sahur, ertesi günkü orucun
hazırlık devresidir. Sahurda maddî manevî bir çok hayırlar, faydalar vardır.
Herşeyden önce sahur yemeği yiyen bir mü'min, ertesi gün tutacağı oruca karşı
daha dayanıklı olur. İbâdetini gönül huzuru ile yapar. Peygamberimiz,
"Gündüz oruç
tutmak için sahur yemeğinden yardım isteyin" buyurarak bu gerçeğe dikkat çekmiştir.[231]
Diğer taraftan, sahura
kalkan birisi Resûlullahı taklit etmiş olur. Çünkü sahura kalkmak sünnettir.[232]
40. İbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
"Kureyş'ten on kişi
Cennettedir: Ebû Bekir Cennettedir. Ömer Cennettedir. Osman Cennettedir. Ali
Cennettedir. Talha Cennettedir. Zübeyr Cennettedir. Sa'd Cennettedir. Said bin
Zeyd Cennettedir. Abdurrahman bin Avf Cennettedir. Ebû Ubeyde bin Cerrah
Cennettedir. Allah hepsinden razı olsun."[233]
İzah
Hadiste sayılanlar,
Sahabîlerin meşhurlarından ve ilk Müslümanlardandır. Sağlıklarında iken
Cennetle müjdelenen Sahabîler sadece bunlar değildirler. Hz. Hasan, Hz.
Hüseyin, Hz. Bilal, Ümmü Süleym ve daha bir çok Sahabî hayatlarında Cennetle
müjdelenmişlerdir. Bu hadiste sayılanların özelliği, on kişinin bir arada
sayılmasıdır. Hadîste sayılanlar "Aşere-i mübeşşere" "Cennetle
müjdelenen on kişi" şeklinde meşhur olmuşlardır.[234]
41. Abdullah bin Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
elini üzerime koydu ve
"Ey Abdullah,
dünyada gurbetçi, ya da bir yolcu gibi ol. Kendini kabir ehlinden say"
buyurdu.[235]
İzah
Peygamberimizin Abdullah
bin Ömer'e (r.a.) yaptığı bu tavsiyede bir çok hikmetler vardır. Gerçekten
insan dünyada bir yolcu gibi olmalıdır. Kendini gideceği yere hazırlamalıdır.
Yolculuğu esnasında gördüğü şeylere kalbini bağlamamalıdır. Öyle ebedî
yaşayacakmış gibi uzun emeller peşine de düşmemeli, kendini kabir ehlinden
saymalı, yani ölümün her an peşinde olduğu şuuruyla adım atmalıdır. İnsan
böyle düşünürse haramlara kolay kolay giremez. Allah'ın emrettiği mânâda bir
kul olmak için gayret gösterir.
Evet, bu öğüt her ne
kadar Hz. Abdullah'a hitaben söylenmişse de, onun muhatabı sadece o değil,
bütün Müslümanlardır. Bütün Müslümanlar kendilerini dünyada az duracak, âdeta
istirahat için bir ağaç gölgeliğinde konaklamış bir yolcu gibi görmelidirler.[236]
42. Nubeyt bin Şerıyt (r.a.) rivayet ediyor:
"Her iyilik
sadakadır."[237]
İzah
Dinimiz her fırsatta
sadaka vermeyi teşvik eder. Ve bunun sevabına dikkat çeker. Ancak dinimizin
sadaka anlayışı sadece paraya mahsus değildir. Sadakanın başka yolları da
vardır. İşte bu hadiste Peygamberimiz her iyiliğin bir sadaka olduğuna dikkat
çekmektedir. Şu hadiste de bu iyiliklerden bâzıları sayılır:
"İki kişi arasında
adalet yapman bir sadakadır. Kişiye hayvanını yüklerken yardım etmen bir
sadakadır. Güzel söz sadakadır, namaza gitmek üzere attığın her adım bir
sadakadır. Yoldan rahatsız edici bir şeyi kaldırıp atman bir sadakadır."[238]
Başka hadislerde
işitme zorluğu çekene bir söz işittirmenin dahi sadaka olduğu bildirilmiştir.
Hadisin Tirmizi'de yer
alan rivayetinde de, "Kardeşini güler yüzle karşılaman, kendi kovandan
kardeşinin kabına su boşaltman da bir iyiliktir" ilâvesi vardır.
Taberânî'nin
Mu'cemü'l-Kebîr'inde yer alan bir hadiste de yapılan iyiliğin zengine
yapılması ile fakire yapılması arasında sadaka olması bakımından fark olmadığı
bildirilmiştir.[239]
43. Nubeyt bin Şerıyt (r.a.) rivayet ediyor:
"Perşembe gününün
sabahı ümmetime bereketli kılınmıştır."[240]
İzah
Zikrettiğimiz
kaynaklarda geçen hadis şöyledir: "Resûlullah (s.a.v.) Perşembe günü
dışında çok az yolculuğa çıkardı."
Hadislerden Peygamberimizin
çoğu defa yolculuğa Perşembe günü çıktığı ifâde ediliyor. Hacca giderken de
Perşembe günü yolculuğa çıkmıştı.[241]
Bu bakımdan, mecbur
kalmadıkça yolculuğa Perşembe günleri çıkanlar bir sünnet işlemiş olurlar.
Bununla beraber, ihtiyaç olduğunda haftanın diğer günlerinde yolculuğa çıkmakta
da dinî yönden hiçbir mahzur bulunmamaktadır.[242]
44. Nubeyt bin Şerıyt (r.a.) rivayet ediyor:
"Kim Allah rızâsı
için bir cami yaparsa, Allah da onun için Cennette bir saray yapar."[243]
İzah
Verdiğimiz kaynaklarda
"İçinde Allah'ın adının anıldığı," "Allah rızâsını gaye
edinerek" gibi ilâveler de vardır. Hadis aynı zamanda Allah rızâsı için
bir cami yaptıranı Cennetle de müjdelemektedir.
Cami imâr etmenin
faziletine sadece hadislerde değil, Kur'ân'da da dikkat çekilir. Yüce Allah bir
âyeti kerimede bununla ilgili olarak şöyle buyurur:
"Allah'ın
mescidlerini ancak Allah'a ve âhiret gününe iman eden, namazı dosdoğru kılan,
zekâtı veren ve Allah'tan başkasından korkmayanlar imar ederler. İşte doğru yola
ermişler bunlardır."[244]
Bu teşvikler içindir
ki, aziz milletimiz cami yapımına büyük önem vermiştir. Selçukluların,
Osmanlıların hemen her şehirde inşâ ettikleri "tevhid mühürleri"
bunun canlı şahididir.
Cumhuriyet devri
sonrasında necip milletimiz ecdadına ruh veren imandan uzaklaştırılmaya
çalışılmışsa da, din ve maneviyat düşmanları bu emellerine muvaffak
olamamışlardır. Nitekim Cumhuriyetten sonra yapılan cami sayısı, Osmanlı devri
boyunca inşâ edilen camilerin birkaç mislidir.
Burada sadece cami yaptıranların
müjdelenmediğini de ifâde edelim. Yapılmakta olan bir cami veya mescidin
inşaası için az veya çok imkanı nisbetinde yardımda bulunan herkes, hadisteki
müjdeye ortaktır. Konunun tafsilatı için Ezan Cami Namaz isimli eserimizin
75-77. sayfalarına bakılabilir.[245]
45. Nubeyt bin Şerıyt (r.a.) rivayet ediyor:
"Bile bile benim
adıma yalan söyleyen Cehennemdeki yerine hazırlansın."[246]
İzah
Dinimiz yalan
söylemeyi şiddetle yasaklamıştır. Bununla ilgili birçok âyet ve hadis vardır.
Yalan söylemenin en çirkini de hiç şüphesiz Allah ve Resulü adına yalan
söylemektir. Kur'ân'da Allah adına yalan söyleyenler şiddetle tehdit
edilirler. Meselâ bu âyetlerden ikisi şöyledir:
"Bak, Allah'a karşı
nasıl da yalan uyduruyorlar? Bu da onlara ap açık bir günah olarak yeter."[247]
"Allah
adına yalan uyduranlar kıyamet gününü ne sanıyorlar?[248]
Peygamberimiz adına
yalan uydurmak da aynı zamanda Allah adına yalan söylemektir. Çünkü
Peygamberimiz kendiliğinden konuşmamıştır. O ancak Allah'ın emrini tebliğ
etmiştir. Dolayısıyla "Resûlullah buyurdu ki..." diye başlayan her
söz "Allah Resulüne bunu vahyetti" demektir.
Evet, yalan söylemek,
başkalarının söylemediği sözleri söyledi demek haramdır. Ancak Peygamberimiz
adına yalan uydurmak bundan daha büyük günahtır. Çünkü onun adına yalan
uydurmak, başkaları adına yalan söylemeye benzemez. Nitekim kendisi bir
hadislerinde bunu şöyle ifâde eder:
"Benim üzerime
söylenen yalan, bir başkası üzerine söylenen
yalan gibi değildir."[249]
Bunun içindir ki,
Sahabîler Resûlullaha yalan isnad ederiz düşüncesiyle çoğu hadis rivayetinden
geri durmuş, mazeret olarak da bu izahını yaptığımız hadisi göstermişlerdir.[250]
46. Nubeyt bin Şerıyt (r.a.) rivayet ediyor:
Bir adamın kızı
doğduğunda, Allah o eve melekler gönderir. Onlar, "Ey ev halkı, Allah'ın
selâmı üzerinize olsun, onu şefkat kanatlarınızla
koruyun, ellerinizle başını okşayın. Zayıf bir kul, zayıf bir kuldan dünyaya
geldi. Ona yardım edenler kıyamete kadar yardım göreceklerdir."[251]
47. Ali (r.a.) rivayet ediyor:
"Allah buyuruyor ki:
"Benden başka yardımcı bulamayan birine zulmedene şiddetle gazap
ederim."[252]
48. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullaha buluntu malın
hükmü soruldu. Şöyle buyurdu:
"Buluntu mal helâl
değildir. Birşey bulan kişi onu tespit ettirsin sahibi geldiğinde onu kendisine
versin. Sahibi gelmezse onu sadaka olarak versin. Sahibi sonradan gelirse onu
sevabıyla bedeli arasında serbest bıraksın."[253]
İzah
Dârekutnî'deki
rivayette "Bir yıl ilân eder" ilâvesi vardır. Konu ile ilgili başka
hadisler de vardır. Meselâ zikrettiğimiz kaynaklarda buluntu eşya ile ilgili
olarak şu hadisler vardır:
"Miktarını öğren,
sonra onu bir yıl ilân et. Sahibini bulamazsan onu harca. O yanında bir emânet
olsun. Günün birinde arayan gelirse, onu ödersin."
"İşlek yolda bulunmuş
olanla, insanların çokça yaşadığı meskun yerleşim yerlerinde bulunmuş olanı
bir yıl boyu ilân et. Eğer sahibi gelirse hemen ver. Eğer gelmezse artık o
senin olmuştur."
Başka bir hadiste de
bir şey bulanın sahibini bulduğunda onu hemen vermesini istemiş ve,
"Sahibini bulamazsa
bilsin ki, bu mal Allah'ın malıdır, Allah onu dilediğine verir."
Bu hadislerden sonra
buluntu mala dâir fıkhî hükme geçebiliriz.
Hanefî ve Şâfiîlere
göre, buluntu mal sahibine ulaştırmak niyetiyle yerden alınabilir.
Buluntu malı yerden
alan kimse yanındakilere veya ulaştığı kimselere, "Şu şeyi arayanlan bana
gönderiniz" der. Artık o şey kendisinin yanında bir emânettir. Hadislerde
ifâde edildiği gibi, bir sene boyunca onu ilân eder. Sahibi çıktığında onu
sahibine verir.
Bulunan şey çabuk
bozulan cinsten ise Hanefîlere göre ya sadaka verir veya kendisi kullanır.
Şâfiîlere göre ise bu durumda kişi serbesttir. İsterse onu satar, arzu ederse
kendisi kullanır. Sahibinin ortaya çıkması durumunda da bedelini ona öder.
Diğer buluntularda da
hüküm böyledir. Kişi bir yıl boyunca
ilân ettikten
sonra buluntu eşyayı dilerse kendisi kullanır, dilerse bir başkasına tasadduk
eder. Sahibi çıktığında mal yanında ise verir, tasadduk etmişse yitik sahibi
malının sadaka olarak verilmesini kabul etmezse karşılığını kendisine öder,
sadakanın sevabını da kendisi kazanmış olur. İbni Mes'ud (r.a.) böyle hareket
etmiş, başkalarına da böyle yapmaları tavsiyesinde bulunmuştur.[254]
Bâzı âlimler, değerce
düşük olan şeylerin alınıp kullanılabileceğini söylemişlerdir. Buna delil
olarak da Hz. Câbir'in (r.a.), "Resûlullah (s.a.v.) değnek, kamçı, ip ve
benzeri şeylerde ruhsat tanıdı. Bunları bulan kimse bir yıl ilân etmeksizin
kullanabilir"[255]
hadisini gösterirler. 580, 581 numaralı hadislere de bakınız.[256]
49. İbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah Mekke'den
Medine'ye yolculuk yaptığında, Allah'tan başka hiç bir şeyden korkulmadığı
halde dört rekatlık farz namazları ikişer rekât olarak kıldı.[257]
İzah
Dînen seferî sayılan
bir kimse için bir takım ibâdetler hafifletilmiş, bâzı kolaylıklar
getirilmiştir. Bu kolaylıklardan birisi de dört rekâtlı farz namazların ikişer
rekât olarak kılınmasıdır. Peygamberimizin yolculukta namazı iki rekât olarak
kıldığıyla ilgili olarak bir çok hadis vardır. İşte bu hadis de bunlardan
birisidir.
Yolculukta namazların
kısaltılması ile ilgili hüküm mezhep imamlarına göre değişiklik arz eder.
Hanefî mezhebine göre, seferîlik müddeti içinde dört rekâtlı farz
namazları—öğle, ikindi ve yatsı—iki rekât olarak kılmak vaciptir. Kasdî olarak
terk edildiği zaman mes'uliyet altına girilmiş olur.
Mâlikîler de
Hanefîlere yakın görüştedirler. Ancak bu mezhebe göre yolculukta namazları
kısaltmak vacip değil, sünnet-i müekkededir.
Hanbelîler de seferde
namazı kısaltmanın dörde tamamlamaktan daha faziletli olduğu kanaatindedirler.
Şâfiîlere göre ise
seferî sayılan kişi serbesttir, isterse farzları dörder rekât olarak kılar, isterse
iki rekât olarak kılar. Bu mezhebe göre namazları kısaltmayıp tam kılmak
azimete daha uygundur.
Hadiste yer alan
"Allah'tan başka hiç bir şeyden korkulmadığı halde" ifâdesi üzerinde
biraz durmak istiyoruz.
Seferde namazı
kısaltmakta bir mes'uliyet olmayacağını haber veren âyet-i kerimede[258]
buna bir hikmet olarak, "düşmandan korkmak" gösteriliyordu. Ve
"Seferde
düşmanın size fenalık yapacağından endişe ederseniz, namazı kısaltmanızda bîr
mes'uliyet yoktur" buyuruluyordu.
Ruhsat korku karşısında
verildiği için bâzıları bu ruhsatın normal zamanlarda geçerli olmadığını
düşündüler. İşte yukarıdaki hadiste yer alan "Allah'tan başka hiç bir
şeyden korku duyulmadığı halde" ifâdesi, bu ruhsatın sürekliliğini ifâde
etmektedir. Nitekim şu olay da bu hadise kuvvet verir: Müslümanlar emniyete
çıkıp düşman korkusu ortadan kalkınca, "Madem düşman korkusu kalmadı,
öyle ise niçin namazı kısa kılıyoruz?" diye bir fikre kapıldılar. Hattâ
bir defasında Ashaptan Hz. Ya'la bunu Hz. Ömer'e sordu. Hz. Ömer, bu meseleyi
önceleri kendisinin de anlamadığını, Resûlullaha (s.a.v.) sorduğunda ondan şu
cevabı aldığını söyledi:
"Bu,
Allah'ın size verdiği bir sadakadır. Binâenaleyh, siz Onun sadakasını kabul
edin."[259]
Evet, yolculukta farz
namazların iki rekât olarak kılınması müminlere Allah'ın bir ihsanı ve
kolaylığıdır. Allah günah sayılan şeylerin terk edilmesini sevdiği gibi,
kolaylık olsun diye verdiği ruhsatların işlenmesini sever.[260]
50. Câbir (r.a.) rivayet ediyor:
"Allahü Teâla her gün
Cennete şöyle buyurur: "Sana girecek olanlar için güzelleş!"
Ardından Cennetin güzelliği daha da artar. İşte seher vaktinde insanların
hissettikleri serinliğin sebebi budur."[261]
51. Enes (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullahın (s.a.v.)
abdest azalarını üçer defa yıkadığını gördüm. O,
"Rabbim bana
böyle yapmamı emretti"
buyurdu.[262]
İzah
Bir kimse abdest
azalarını birer defa da yıkasa abdesti sahih olur. Çünkü farz olan birer defa
yıkamaktır, Abdest azalarını üçer defa yıkamak ise sünnettir. Bir kimse abdest
alırken Peygamberimizi taklit ederse, ona tâbi olursa, sünnet işleme sevabı
kazanır ve kıyamet gününde en muhtaç olduğu bir zamanda Resûlullahın şefaatine
mazhar olur.[263]
52. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Allah Mûsâ ile
konuştuktan sonra, o, on fersah mesafeden, karanlık bir gecede kaya üzerindeki
karıncanın yürüyüşünü görür oldu."[264]
İzah
Musa (a.s.) Mısır'ı terk
etmek zorunda kalmış, Medyen'e gitmiş, orada Şuayb'ın (a.s.) büyük kızı ile
evlenmiş, on sene boyunca orada kalmış, sonra tekrar Mısır'a gelmek üzere
hanımıyla birlikte yola çıkmıştı. Bir ara Tur dağı eteklerinde yollarını kaybettiler.
Bu arada Hz. Mûsâ bir ateş gördü. Biraz ateş almak için ateşe doğru gitti.
Aslında bu bir ateş değil, Cenâb-ı Hakkın nuru idi. Yanına yaklaştıkça ateş
geri çekiliyordu. Çok korktu. Elleriyle gözlerini kapadı ve yere yapıştı.
Kulağına daha önce benzerini işitmedi sesler geliyordu. İsminin çağrıldığını
işitti. "Lebbeyk, lebbeyk (buyur, buyur)" dedi. Sesi işitiyor, fakat
sahibini görmüyordu. Ayrıca ses bir yerden değil, çeşitli yönlerden geliyordu.
Cenâb-ı Hak onun korkusunu giderdi ve kendisine hitabda bulundu. İlk olarak
şöyle buyurdu:
"Ey Mûsâ! Ateş
mahallinde olana da, çevresinde bulunana da bereket verildi. Muhakkak ki, Ben
senin Rabbinim."
Allah'ın hitabı bu
minval üzere devam etti. Bu konuşmayla Hz. Musa'ya peygamberlik verildi.
Yukarıdaki hadiste Allah'ın hitabından sonra Musa'nın (a.s.) on fersah
mesafeden, karanlık bir gecede kaya üzerindeki karıncanın yürüyüşünü görmeye
başladığı bildirilmektedir. Konuşmanın tafsilatı için Tarih Aynasında
Yahudiler isimli eserimizin 31-36. sayfalarına bakılabilir.[265]
53. Enes (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
Neccâroğullarına uğradığında onların küçük kızları defler çalıp,
"Neccaroğullarının
kızlarıyız biz,
"Ne hoştur
komşuluğu Muhammed'in" diyerek şiir okuyorlardı.
Peygamberimiz onlara,
"Allah biliyor
ki, ben sizi gönülden seviyorum"
buyurdu.[266]
İzah
Peygamberimiz Mekke
müşriklerinin işkenceleri karşısında Allah'ın emri ile Medine'ye hicret
etmişti. Medineliler onu çok coşkulu bir şekilde
karşıladılar. Her biri onu evinde misafir etmek için âdeta yarış ettiler.
Fakat Peygamberimiz devesinin serbest bırakılmasını, onun çöktüğü yerde
misafir kalacağını bildirdi. Deve Ensarın "Benim kapıma çökse" diye
arzulu bekleyişleri arasında Ebû Eyyûb el-Ensârî'nin (r.a.) kapısında çöktü.
İşte Resûlullah Ebû Eyyub'un (r.a.) evine ineceği sırada Neccaroğullarının
küçük kızları yukarıdaki sözleri söylediler. Resûlullah onlara,
"Beni
seviyormuzunuz?"
diye sordu,
onlar da
"Evet, yâ
Resûlallah" deyince de,
"Allah kalbimi
biliyor ki, ben sizleri seviyorum"
buyurdu.[267]
54. Berâ bin Âzip (r.a.) rivayet ediyor:
Biz Resûlullah
(s.a.v.) ile namaz kılarken, o, rükûdan ,doğrulurken "Semiallahü limen
hamideh" der, biz o secdeye gidinceye kadar belimizi eğmezdik. Sonra
onunla beraber secde ederdik.[268]
İzah
İmama uyan kimse,
tekbir alırken, rükûa eğilirken, secdeye giderken, rükûdan ve secdeden
doğrulurken hep imamdan sonraya kalmalıdır. İmamdan önce hareket edenin namazı
âlimlerin çoğunluğuna göre sahih olsa da, kendisi günahkar olur. Bir hadislerinde,
"Benden
önce rükû ve secdeye gideni görmeyeyim"[269]
buyuran Peygamberimiz,
başka bir hadislerinde de imamdan önce hareket edenleri şöyle tehdit eder:
"Biriniz rükû ve
secdede başını imamdan önce kaldırdığı zaman Cenâb-ı Hakkın (kıyamet gününde
başını eşek başına veya suretini eşek suretine çevirerek dirilteceğinden
korkmaz mı?"[270]
İşte yukarıdaki
hadiste de Berâ bin Âzib (r.a.) Resûlullah ile
namaz kılarken ondan önce hareket etmediklerini, sonraya kaldıklarını
bildirmekle cemaatla kılınan namazla ilgili olarak mühim bir hususu nazara
vermektedir.[271]
55. Abdullah bin Mes'ud (r.a.) rivayet ediyor:
"Günahtan
pişmanlık duymak tevbedir."[272]
İzah
Tevbenin üç temel rüknü
vardır. Bunlar:
1. Günahı kesinlikle bırakmak.
2. Günahtan pişmanlık duymak.
3. Bir daha işlememeye karar vermek.
Pişmanlık duymak
tevbenin en önemli bir parçası olması sebebiyle, hadiste,
"Günahtan
pişmanlık duymak bir tevbedir" buyurulmuştur.
Peygamberlerden başka
hiçbir insan günahsız değildir. Nefis taşıdığı için, insanın bilerek veya
bilmeyerek, isteyerek veya istemeyerek günah işlemesi mümkündür. Zaten insanı
meleklerden ayıran ve önüne sonsuz bir yükselme merdiveni açan sır
da nefis taşıması, günah işlemeye kaabiliyetli olmasıdır. Eğer insan günah
işlemeyecek fıtratta yaratılmış olsaydı, melekten farkı kalmazdı.
Evet, insan yaratılışı
gereği günah işlemeye meyillidir. Şeytanın ve nefsinin de telkiniyle bir an
kendini kaybedip günah işleyerek şeytanı sevindirebilir. Fakat günah işleyen
bir mü'minin dikkat etmesi gereken mühim bir husus, şeytanı ikinci defa sevindirmemek,
hattâ onu kahretmek olmalıdır. Şöyle ki:
Her ne kadar insan
günah işleyecek fıtratta yaratılmışsa da asıl olan insanın kendisini günahtan
çekmesi, Allah'ın emirleri istikametinde hayatiyetini devam ettirmesidir.
Nitekim Yüce Allah bir âyet-i kerimede,
"Muhakkak ki,
Allah hıyanete düşkün ve günahtan çekinmeyen kimseyi sevmez"[273]
buyurarak günahtan
çekinmeyen kimseleri sevmediğini belirtmektedir. Evet, bir Müslüman
günahlardan çekinmeli, şeytanın vesvesesine kapılmamalıdır. Fakat insan olması
sebebiyle bir günah işlediğinde de şeytanın ikinci bir oyununa düşmemeli, hemen
tevbe etmelidir. "Şeytanın ikinci bir oyununa düşmemeli" diyoruz.
Çünkü şeytanın en mühim hilelerinden birisi de, günah işlettiği insanlara
Allah'ın rahmetinden ümidini kestirmektir. Şeytanın vesveseleriyle günah
bataklığına dalan bir insan, yine şeytanın "Sen artık adam olmazsın; Allah
senin tevbeni kabul etmez" şeklindeki vesveseleriyle daha affedilmeyeceğini
düşünerek günah bataklığına iyice daldırır. Yüce Allah bir ayet-i kerimede
kullarından şeytanın bu hilesine düşmemelerini ister ve şöyle buyurur:
"De ki: Ey günahta
aşırı giderek nefislerine zulmetmiş kullarım! Allah'ın rahmetinden ümidinizi
kesmeyin. Muhakkak ki Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki o çok
bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir.
"Öyleyse azap
gelmeden önce Rabbinize dönün ve Ona teslim olun; sonra kimseden yardım göremezsiniz."[274]
Kulların ümitsizliğe
düşmemelerine, günahın ardından hemen tevbe kapısına sığınmalarına dikkat çeken
başka âyetler de vardır.[275]
Pekçok âyetin sonu, "Muhakkak
ki Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir" şeklinde biter.[276] Bu
da Yüce Allah'ın kullarını tevbeye ne derece teşvik ettiğini gösterir.
Ayetlerde günah
işleyenler kusurunu itiraf edip Allah'tan bağışlama dilemeye teşvik edildiği
gibi, hadislerde de tevbe üzerinde ehemmiyetle durulmuş, günah işleyen
kullardan hemen tevbe etmeleri istenmiş ve günahkâr kullar tevbeye teşvik
edilmiştir. Bu hadislerden bâzılarının meali şöyledir:
"Bütün
insanlar günah işlerler. Fakat günah işleyenlerin en hayırlısı, tevbe
edenlerdir."[277]
"Şüphesiz, can
boğaza gelmedikçe Allah kulun tevbesini kabul eder."[278]
"Allah, gündüz
günah işleyenlerin tevbelerini kabul etmek için gece rahmet elini açar;
geceleyin günah işleyenlerin tevbesini kabul etmek için gündüzün elini açar.
Bu durum güneşin batıdan doğmasına [Kıyametten önce tevbe kapısının
kapanmasına] kadar devam eder."[279]
"Günahından
tevbe eden, hiç günahı olmayan kimse gibidir."[280]
123 numaralı hadise ve
izahına da bakınız.[281]
56. Ka'b bin Mâlik babasından rivayet ediyor:
"Cennete ancak mü'min
olanlar girer. Mina günleri yiyip içme günleridir."[282]
İzah
İbni Mâce'de
Resûlullahın halka hitaben yaptığı konuşmada böyle buyurduğu bildirilir.
Hadisin birinci
kısmında Cennete ancak kalben inanan kimselerin gireceği bildirilmiştir.
Kalben inanmadığı halde ibâdet eden münafıkların ve kâfirlerin Cennete
giremeyeceklerine dikkat çekilmiştir.
Hadisin ikinci
kısmında geçen "minâ günleri" hacıların minâda kaldıkları günleri
olan teşrik günleridir. Yani Kurban Bayramının 2. 3. ve 4. günleridir. Hadiste "Bu
günler yeme içme günleridir" buyurulması, bu günlerde oruç tutulmasını
yasaklamak içindir.
Kurban bayramının birinci
gününde oruç tutmak bütün âlimlere göre ittifakla caiz değildir. Kurban
bayramının 2-4. günlerinde oruç tutma hususunda ise âlimler farklı düşünürler.
Hanefî ve Şâfiîlere göre bu günlerde de oruç tutmak caiz değildir.[283]
57. Abdullah bin Mes'ud (r.a.) rivayet ediyor:
"Cennet ehli yüz
yirmi saf olacak. Bunun seksen saffı ümmetimdir."[284]
58. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Sizden yaşayanların
Hz. İsa'nın adaletli bir hâkim olarak indiğini görmesi yakındır. O,
Hıristiyanlardan cizyeyi kaldırır, Haç'ı kırar, domuzu öldürür ve savaş sona
erer."[285]
İzah
Zikrettiğimiz
kaynaklarda,
"O zaman mal
öylesine artar ki, kimse onu kabul etmez. Tek bir secde dünya ve içindekilerin
tamamından daha hayırlı olur." "Bütün düşmanlıklar, küsüşmeler,
hasetlik muhakkak kalkacak" "Dava bir olur" gibi ilâveler vardır.
Yüce Allah, insanın
ecelini ömründe gizlediği gibi, kıyametin vaktini de kâinatın ömründe
gizlemiştir. Bununla beraber, kıyamete yakın onu haber veren bâzı alâmetler
çıkacaktır. İşte bu alâmetlerden birisi de Hz. İsa'nın yeryüzüne inmesidir.
Yüce Allah bir âyette,
"İsâ kıyamet
için bir alâmettir" buyurmuştur.[286]
Hz. İsa'nın yeryüzüne
inmesinin kıyamet alâmetlerinden olduğunu ifâde eden birçok da hadis vardır.
Meselâ bu hadislerden birisi şöyledir:
"Sizler
on alâmeti görmedikçe hiçbir zaman kıyamet kopmaz....İsa'nın inmesi."[287]
İşte yukarıdaki
hadiste de Hz. İsâ'nın âdil bir hükümdar olarak ineceği, haçı kıracağı, domuzu
öldüreceği, cizyeyi kaldıracağı ifâde edilmektedir. Domuzun öldürülmesi, haçın
kırılması, cizyenin kaldırılması, Müslümanların yayılmasından, Hıristiyanlığın
zayıflamasından, hattâ yok olmasından kinayedir.
İsâ (a.s.) indiğinde
hadislerde de ifâde edildiği gibi, Hristiyanlarla Müslümanlar arasındaki
asırlık düşmanlık, hasetleşme ve kin ortadan kalkacaktır
Burada Hz. İsa'nın bir
peygamber olarak değil, Peygamberimize tâbi birisi olarak ineceğini de
hatırlatalım. Çünkü Resûlullah ile peygamberlik kapası kapatılmıştır. Artık
daha başka bir peygamber gelmeyecektir. Zaten.... numara ile tercüme ettiğimiz
hadiste bu gerçek ifâde edilmiştir. İsa'nın (a.s.) inmesi ile ilgili tafsilatlı
bilgi için Kıyamet Alâmetleri isimli eserimize bakınız.[288]
59. İbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor:
"Allah Yahudilere
lanet etsin. Allah onlara büyük ve küçük baş hayvanların iç yağlarını haram kıldı
da, onlar bunu satıp parasını yediler."[289]
İzah
Müslim'de, "Allah
Yahudilerin belâsını versin" şeklinde rivayetler de vardır.
Yahudiler Allah'ın
pekçok ihsanına rağmen defalarca Allah'a ve peygamberlerine isyan etmişlerdir.
Onlar âsi oldukça Allah da onlara dinî hükümleri ağırlaştırmıştır. Bu cümleden
olarak hayvanların iç yağlarını da bir ceza olarak haram kılmıştır. Konu ile
ilgili âyet şu mealdedir:
"Yahudilere de Biz
bütün tırnaklı hayvanları haram kıldık. Onlara sığır ve koyunların sırtlarına
veya bağırsaklarına yapışan veya kemiğe karışan yağlar dışındaki iç yağlarını
da haram kıldık. Bunu, zulümleri yüzünden onlara bir ceza olarak verdik. Muhakkak
ki doğruyu bildiren Biziz."[290]
Ancak Yahudiler daha
önce de olduğu gibi, bu yasağı da çiğnediler. Hadiste de ifâde edildiği gibi,
haram kılınan yağları satarak parasını yediler. Oysa Allah bir şeyi haram
kıldığında onun satılıp parasının yenilmesini de haram kılmıştır. Meselâ içki
haramdır, içkiyi satmak da haramdır.
İşte hadiste bu hususa
dikkat çekilmekte ve Allah'ın haramını ihlâl eden Yahudiler için,
"Allah
Yahudilere lanet etsin" buyurulmaktadır.
Zaten Allah kıyamete kadar okunacak kitabında Yahudilere lanet etmiştir.
Meselâ bu âyetlerden birisi şudur:
"İsrailoğullarından
inkâr edenler, Davud'un Meryem oğlu İsa'nın diliyle lanetlendiler. Çünkü onlar
isyan etmişler ve hadlerini aşmışlardır."[291]
"Onlar, İsa'yı inkar
etmeleri, Meryem'e pek büyük bir iftirada bulunmaları ve 'Allah'ın Resulü
Meryemoğlu Mesih İsa'yı biz öldürdük' demeleri sebebiyle de lanete
uğramışlardır."[292]
Yahudiler hakkında geniş bilgi için Tarih Aynasında Yahudiler
isimli eserimize bakılabilir.[293]
60. İbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor:
"Cebrail (a.s.) bana
Kur'ân'ı bir harf üzerine okudu. Ondan artırmasını istedim. Yedi harfe kadar
artırdı."[294]
İzah
Hadisin başka bir
rivayeti şöyledir:
"Şüphesiz bu Kur'ân
yedi harf üzere nazil olmuştur. Onlardan hangisi kolayınıza gelirse öyle
okuyunuz."[295]
Kur'ân'ın nazil olmaya
başladığı yıllarda, Arapların çoğunluğu, okuma yazma bilmeyen câhil
kimselerdi. Çoğu, sadece kendi kabilesinin konuştuğu Arapçayi biliyor, diğer
kabilelerin konuştuğu lehçeyi iyi anlamıyorlardı. Diğer taraftan Müslüman
olanlar içerisinde pekçok köle vardı.
Böyle olunca da yeni
Müslüman olanlardan bazılarının Kureyş lehçesi ile nazil olan Kur'ân'ın her
âyetini, her kelimesini öğrenip ezberlemeleri kolay olmuyordu. Oysa kalpleri ve
ruhları aydınlatan Kur'ân nurunun bir an evvel bütün Arap kabileleri arasında
yayılması gerekiyordu. Bu müşkülü halletmek, ümmete kolaylık göstermek icab
ediyordu. Bu gaye ile Peygamberimiz (s.a.v.) Kur'ân-ı Kerimin yalnız Kureyş
lehçesi ile değil, Arap kavimlerinin konuştukları diğer lehçelerle de nazil
olmasını istiyordu. İşte yukarıdaki hadis, Kur'ân'ın bir lehçe ile değil de
yedi lehçe olarak okunmasına izin verildiğini gösterir. Tirmizi'de bu hadise
biraz daha tafsilatlı olarak şöyle anlatılır:
Peygamberimiz
Cebrail'e,
"Ey Cebrail!
Ben okuma yazma bilmeyen bir kavme peygamber gönderildim. Bunların içinde
genci var, ihtiyarı var, köle ve cariyesi var. Yazılı hiçbir şeyi okumamış
olanlar var [Okuma hususu kolaylaşsa!]" dedi.
Resûlullahın bu talebi
üzerine Cebrail (a.s.) Allah'tan aldığı emri tebliğ ederek,
"Kur'ân yedi
lügat üzere nazil oldu" dedi.[296]
Konu ile ilgili bir
başka hadis şu mealdedir:
"Cebrail bana
Kur'ân'ı bir okunuş üzere okuttu, ben de durmadan bunun artmasını istedim. Tâ
yedi türlü okunuşa erişinceye kadar bu dileğimde ısrar ettim."[297]
Bundan sonra Kur'ân'ı
Kerim, Müslümanlara kolaylık olarak başta Kureyş olmak üzere, Huzeyl, Sakİf,
Tay, Hevazin, Yemen, Temim kabilelerinin lehçeleri üzre nazil oldu.
Burada yedi lügatla
ilgili bâzı hususları belirtmek istiyoruz:
1. Yedi lügat Kur'ân'ın her kelimesi için değil, bâzı
kelimeleri için geçerlidir.
2. Kelimeler farklı da olsa mânâlar aynıdır. Bu,
"Geliniz" mânâsına gelen "helümme, akbil, te'al" demek
gibidir ki, hepsi de aynı kapıya çıkar. Meselâ günahkâr mânâsına gelen
"esîm" kelimesi, aynı mânâya gelen "fâcir" kelimesi ile de
nazil olmuştur. Bunun birçok misâlleri vardır.
3. Kur'ân'ın yedi lügat üzere nazil olması hicretten
sonra, çevre kabilelerin toplu halde Müslüman olmalarının ardından
gerçekleşmiştir. Böyle olunca da Kur'ân'ın büyük bir kısmının sadece Kureyş
lehçesi ile nazil olduğu ortaya çıkar.
4. Resûlullah (s.a.v.) vefatından biraz önce, Kur'ân'ın
tamamını Cebrail'e (a.s.) Kureyş lehçesiyle arz etmiştir.
5. Peygamberimiz vahiy katiplerine âyetleri yazdırırken
de, namazlarda okurken de Kureyş lehçesini tercih ederdi.
Hz. Osman'ın
halifeliği döneminde Hz. Osman Sahabîlerle yaptığı istişare sonucunda Kur'ân'ı
Kureyş lehçesi üzerinde toplatmış ve diğer lügatlarla okumayı yasaklamıştır.
Konunun tafsilatı için Dört Halife Devri isimli eserimizin, 221-229.
sayfalarına bakılabilir.[298]
61. Câbir (r.a.) rivayet ediyor:
"Size Cennet ehlinin
kimler olduğunu haber vereyi mi? Her ağırbaşlı, nazik, cana yakın, Allah'a ve
istekleri yerine getirilmesi gereken kimselere karşı itaatkar olan her kimse
Cennet ehlidir."[299]
İzah
Hadiste geçen
"istekleri yerine getirilmesi gereken kimseler" idareciler, anne baba
ve kadın için kocasıdır. Ancak bu kimselere Allah'a isyan hususunda itaat etmek
haramdır. Bir çocuk anne ve babasının Allah'a isyanla ilgili ermine itaat
edemez. İdareci ve kadının kocasına itaati için de aynı husus geçerlidir.[300]
62. Vasile bin Eska (r.a.) rivayet ediyor:
"Siz benden sonraya
kalacağınızı [benim size sürekli yol göstereceğimi mi] mı sanıyorsunuz? Dikkat
edin! Ben sizden evvel vefat edeceğim. Siz de birer ikişer peşimden geleceksiniz.
Benden sonra birbirinizin boynunu mu vuracaksınız?"[301]
63. İbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor:
"Ben yedi azâ üzerine
secde etmekle emrolundum. Saçı ve elbiseyi toplamaktan nehyedildim."[302]
İzah
Ebû Dâvud'da konu ile
ilgili olarak şöyle bir hadis vardır:
"Alnın secde etmesi
gibi, eller de secde eder. Öyle ise biriniz alnını secdeye koyduğunda ellerini
de koysun. Alnını secdeden kaldırdığında ellerini kaldırsın."
Namazın farzlarından
biri de secdedir. Mükemmel bir secde, hadiste de ifâde edildiği gibi, yedi azâ
üzerine yapılan secdedir. Peygamberimiz bir başka hadislerinde bu azaların yüz,
eller, dizler ve ayaklar olduğunu bildirmiştir.1 Yüzden maksat alın ve burundur.
Secdede alın ve burnu
birlikte yere koymak vaciptir. Özür sebebiyle biri yere konulmasa da secde
caizdir.
İki ayağın veya bir
ayağın parmakları yere konulmadıkça secde caiz olmaz. Secde esnasında ayaklar
yerden kesilse, secde yine caiz değildir. Özürsüz olarak ayaklardan birinin
yerden kesilmesi mekruh olmakla birlikte, yapılan secde caizdir. Ayağı yere
koymak demek, ayak parmaklarını yere koymak demektir. Tek bir parmağın yere konmuş
olması da kâfidir. Sıcak veya soğuktan korunmak gibi bir özre binaen eller
üzerine secde yapılabilir.
Hadisin ikinci
kısmında Resûlullah rükû ve secdeye giderken saç ve elbisesini toplamaktan
nehyedildiğini bildirmiştir.
Secdeye giderken iki
el ile pantolunu çekmek namazı bozmaz. Fakat ütüsü bozulmaması için böyle bir
hareket yapmak mekruhtur. Ama rahat haraket etmek için yapılırsa, bir
sıkıntıyı gidermek düşünüldüğünden, mekruh olmaz. Ancak bu bir alışkanlık
haline getirilmemelidir. Daha da güzeli, rahatça namaz kılabilecek bir pantolon
giymektir.[303]
64. Ebû Said el-Hudrî (r.a.) rivayet ediyor:
"Allah, ölümden
başka, devasını yaratmadığı hiçbir dert yaratmamıştır."[304]
İzah
Mu'cemü'l-Evsat'ta, "Bilen
bu ilacı bilir, bilmeyen bilmez" ilâvesi vardır. Yüce Allah'ın
binlerce ismi vardır. Bunlardan birisi de "şifâ verici" mânâsına
gelen "Şâfi"dir. Allah'ın "rızık verici" mânâsındaki
"Rezzak" ismi acıkmayı gerektirdiği gibi, Şâfi ismi de hasta olmayı
icab ettirir. Rabbimiz Rezzak ismiyle hayvan olsun, insan olsun rızka muhtaç
olan mahlukatın imdadına koşarak onlara rızık yetiştirirken; Şâfi ismiyle de
hayvan olsun, insan olsun, hastalık verdiği mahlukâtına şifâ ihsan eder.
Mahlukatına şifâ dağıtmayı
hiçbir sebep olmadan doğrudan doğruya verebileceği gibi; bir ismi de Hakîm
olduğundan ve hikmeti gereği herşeyi bir sebebe bağladığından, bir hastanın
iyi olmasını da çoğu zaman tedavi şartına bağlamıştır. Dolayısıyla hastalığına
uygun tedaviyi bulan bir insan genelde iyileşir. Genelde iyileşir diyoruz.
Çünkü her tedavi olan hasta iyileşmeyebilir. Bir hastanın iyileşmesi, gerekli
tedavi imkanının temin edilmesinin yanı sıra Allah'ın dilemesine, iyileşmesini
takdir etmesine bağlıdır. Şayet Allah bir hastanın iyileşmesini takdir etmemişse,
o hasta gerçekten hastalığına uygun olarak binler tedaviden de geçse,
iyileşmesi mümkün olmaz. Bunu, fiilen yaşadıkları için doktorlar daha iyi
bilirler. Mesleğinde tecrübe sahibi olmuş hemen her doktorun, tıbbın bütün
gereklerini yerine getirdikleri halde iyileştiremedikleri veya ölümden
kurtaramadıkları hastaları mutlaka olmuştur. Evet, bir insanın eğer eceli
gelmişse, tedavisi bilinen bir hastalıktan da olsa, dünyanın en gelişmiş
hastanesinde, dünyanın en başarılı doktorla tarafından dahi kurtarılamaz. Diğer
taraftan, eğer hastanın eceli gelmediyse, veya Allah onun iyileşmesini takdir
ederse, dünyanın en başarılı doktorunun "Bu hasta iyileşmez. Bu hasta üç
aya kalmaz vefat eder" dediği nice hasta, iyileşir, hatta öyle diyen
doktorun vefatını görür. Hiç kimse bu hakikate itiraz edemez. Çünkü birçok
kimsenin tıbbın bütün imkanlarına karşı kurtarılamayan; veya sahalarında
otoriter hekimlerin "Bu hasta kurtulmaz" dediği halde tam olarak
sıhhatine kavuşan bir yakını olmuştur.
Bunun içindir ki,
Sevgili Peygamberimiz pekçok hadislerinde ümmetini tedavi olmaya teşvik
etmiştir. İşte yukarıdaki hadislerinde de Allah'ın ölümden başka her derdin
devasını yarattığını bildirerek ümmetini tedavi olmaya teşvik etmektedir, konu
ile ilgili başka hadisler de vardır. Onlardan bir kaçının meali şöyledir:
"Her
derdin bir devası vardır. Eğer o derdin ilacı bulunursa, Allah'ın izniyle o
hastalık iyileşir."[305]
Sahabîler
Peygamberimize sordular:
"Yâ Resulallah,
tedavi olmamızda bize bir günah var mı?"
Peygamberimiz cevap verdi:
"Tedavi olunuz ey
Allah'ın kulları, çünkü Allah yaşlılıktan başka, her hastalıkla beraber bir de
deva yaratmıştır."[306]
Bir Sahabî
Peygamberimize sordu:
"Yâ Resulallah,
yapageldiğimiz tedavi ve tehlikelerden sakınmamız, Allah'ın kaderinden herhangi
bir şeyi geri çevirir mi?"
Peygamberimiz şöyle
buyurdu:
"Tedavi
de Allah'ın kaderindendir."[307]
Peygamberimiz bu
hadisiyle, kişinin hasta olması takdir edildiği gibi, tedavi olan birisinin
tedavi olacağı da her şeyi aynı anda bilen ve gören Allah tarafından takdir
edildiğine, tedavi sonunda iyi olan birisinin kaderin dışına çıkmadığına dikkat
çekmektedir.
İnsan kaderinin nasıl
yazıldığını önceden bilmediğinden, belki o hastalıktan şifâ bulması, doktora
gitmesine, sebeplere teşebbüs etmesine bağlıdır. İyileşmesi
tedavi şartına bağlanan hasta, doktora giderse iyileşebilir. Gitmediği
takdirde ise şartı yerine getirmediğinden hastalığı devam eder.
Dolayısıyla, tedaviden
kaçmak ve "Doktor mu iyi edecek? Kaderimde varsa iyi olurum"
düşüncesi İslama zıttır. Tedaviye karşı çıkmak, kaderi ve Cenâb-ı Hakkın Hakîm
ismini anlamamak, kâinata koyduğu kanunlara karşı çıkmak demektir.
Evet, Cenâb-ı Hak
yarattığı her dert için bir de derman yaratmıştır. Fakat insanları çalışmaya,
araştırmaya, kâinata koyduğu âdetullah kanunlarını araştırmaya teşvik için bunu
gizlemiştir. İnsana düşen araştırıp bu devaları bulmaktır. Hastalıkların devası
maddî olabileceği gibi, manevî de olabilir. Hadis kitaplarında "Tıb"
başlığı altında bâzı hastalıkların maddi ve manevî ilaçlarına dikkat çekilmiştir.
Ehil olanın hastaya okuması da hadislerde yer alan bir tedavi şeklidir. Tıbbın
âciz kaldığı bâzı hastalıkların okumayla iyileştiği de bir gerçektir.[308]
65. Amr bin Şebib babasından rivâvet ediyor:
"Her kime
amcasının oğlu gelir fazla olan malından ister de vermezse, Allah da onu
kıyamet günü fazlından mahrum eder. Umuma âit olan meranın fazlasını başkasına
kaptırmamak için kendisine âit olan suyun fazlasını başkasından esirgerse, Allah da kıyamet gününde ondan fazlını
esirger."
Müslim'de bu hadise benzer
şöyle bir hadis vardır:
"Kimin yanında fazla
hayvan varsa onu hayvanı olmayana versin. Kimin fazla azığı varsa onu azığı
olmayana versin."[309]
66. Ebû Eyyûb el-Ensârî (r.a.) rivayet ediyor:
Peygamber (s.a.v.)
Fâtıma'ya şöyle buyurdu:
Peygamberimiz
peygamberlerin hayırlısıdır. O, babandır. Şehidimiz, şehitlerin hayırlısıdır.
O, babanın amcası Hamza'dır. İki kanadıyla Cennette dilediği yerde uçan bizdendir.
O, babanın amcasının oğlu Ca'ferdir. Ve bu ümmetin torunları Hasan ve Hüseyin
bizdendir. Onlar senin oğlundur. Mehdi de bizdendir.[310]
İzah
Hadiste
Peygamberimizin, Uhud savaşında şehid düşen Peygamberimizin amcası Hz.
Hamza'nın, Mûte savaşında şehid düşen Peygamberimizin amcasının oğlu Hz.
Cafer'in ve Resûlullahın torunları Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'in fazîletine
dikkat çekildikten sonra, Mehdinin de ehl-i beytten olduğu nazara verilmektedir.
Mehdi, kelime olarak
Allah tarafından kendisine yol gösterilen mânâsına gelir. Dinî mânâsı ise,
kıyamet kopmadan önce gelecek ve kendisinden önce zulümle dolmuş olan dünyayı
adaletle dolduracak olan ehl-i beytten bir zâttır. Kıyametin büyük
alâmetlerindendir. Mehdi hakkında birçok hadisler vardır. Bu hadislerden her
asırda bir veya birkaç mehdi geleceği anlaşılmaktadır. Âhir zaman Mehdisi ise
bu mehdilerin en büyüğüdür. İslâm Deccali olarak bilinen Süfyanı mağlub
edecektir.
Bununla beraber,
mehdi, inanç esaslarından değildir. Mehdinin geleceğine inanmayan dinden
çıkmış olmaz. Ancak Mehdi inancı, ümitsizliğe düşen insanlar için bir şevk
kaynağıdır. Bununla beraber, tenbel tenbel oturup Mehdi beklemek doğru
değildir. Ona zemin hazırlamak gerekir.
Müslümanların âhir
zamanda bir Mehdi beklemesi sû-i istimal edilmiş, tarih boyunca birçok yalancı
mehdiler çıkarak Müslüman kanı akmasına yol açmışlardır. Konu hakkında tafsilat
için Kıyamet Alâmetleri ve Tarihte ve Günümüzde Câferilik isimli eserlerimize
bakılabilir.[311]
67. Abdullah bin Mes'ud (r.a.) rivayet ediyor:
"Biriniz namazda kaç
rekât kıldığı hususunda tereddüde düşerse kaç rekât kıldığını buluncaya kadar
kalben araştırma yapsın. Sonra namazını kanaat getirdiği rekat üzerine tamamlasın.
Ardından da sehiv secdesi yapsın."[312]
İzah
Zikrettiğimiz
kaynaklarda bu rivayet farklı şekillerde geçer. Meselâ bunlardan ikisi
şöyledir:
"Biriniz namazda
şaşırır da bir rekât mı, iki rekât mı kıldığını bilmezse, namazını bir üzerine
tamamlasın. İki mi üç mü kıldığını bilemezse, iki üzerine tamamlasın. Üç mü
dört mü kıldığını bilmezse üç üzerine tamamlasın. Sonra da selâm vermeden önce
sehiv secdesi yapsın."
"Biriniz namazda iki
rekât mı, üç rekât mı kıldığı hususunda şüpheye düşerse şüpheyi atsın ve tatmin
olduğu sayıyı esas alsın. Sonra da selâm vermeden önce iki secde yapsın. Eğer
beş rekât kılmışsa, sehiv secdesiyle namazını çift (altı rekât) yapmış olur.
İlâve ettiği rekâtla, sehiv secdesi nafile sayılır. Dört rekâtı tam kıldıysa,
yaptığı iki secde ile [namazda vesvese veren] şeytanın burnunun sürtmüş
olur."
Namaz kılan birçok
kimse, zaman zaman kıldığı rekât sayısında şüpheye düşer. Hadisler bu durumda
takip edilecek yolu göstermektedir. Konuyu fıkhî açıdan biraz daha açalım:
Bir kimse sabah
namazını kılarken "Bir rekât mı, iki rekât mı kıldım?" diye tereddüte
düşerse, düşünür, şayet bir rekât kıldığı hükmüne varırsa, bir rekat daha
kılar. Tereddütünden dolayı da sehiv secdesi yapar. İki rekât kıldığı hükmüne
varsa oturur. Selâmdan sonra sehiv secdesi yapar. Kaç rekât kıldığına karar
veremezse az olanı tercih eder. Çünkü az olanda kesinlik vardır. Bir rekât
kıldığına karar verdiğinde oturur, çünkü bunun ikinci rekât olma ihtimali
vardır. Sonra ikinci rekâta kalkar. Namaz bittiğinde ise sehiv secdesi yapar.
Dört rekâtlı bir
namazda birinci rekâtta mı, ikinci rekâtta mı olduğu hususunda şüpheye düşen
kimse, bir neticeye varamazsa bir rekât kıldığını kabul eder ve ihtiyaten her
rekâtta tahiyyata oturur. Çünkü birinci sayılan rekâtin ikinci, ikinci sayılan
rekâtın
dördüncü olma ihtimali vardır. Böyle yapan bir kimse
vacip olan ilk oturuşu veya farz olan son oturuşu terk etmemiş olur. Ezan Cami
Namaz'ın 270-275 549-551. sayfalarına bakılabilir.[313]
68. Semüre bin Cündeb (r.a.) rivayet ediyor:
"Ümmetimin en
hayırlısı benim içinde gönderildiğim asırdakilerdir. Sonra onları takip
edenler, sonra da onları takip edenlerdir."[314]
İzah
Hadiste "ümmetin
hayırlısı" olarak bildirilenler Sahabîlerdir, sonra onlardan ders alanlar,
yani Tabiîn, sonra da onların talebeleri olan Tebe-i Tabiîn sayılmaktadır.
Peygamberimiz bir hadislerinde "Ümmetimin en hayırlısı başı ve
sonudur. Ortasında ise bulanıklık vardır" buyurmuştur.[315]
69.
İbni Abbas (r.a.),
"Katil, maktulün
velîsi olan din kardeşi tarafından bir bedel mukabilinde affa uğrayacak olursa,
o zaman kısas düşer. O takdirde affedenin, akıl ve dinin uygun gördüğü miktarı
kabul etmesi, katilin de bu diyeti güzelce ödemesi gerekir. Bu, Rabbiniz
tarafından bir hafifletmedir ve bir rahmettir"[316]
âyetini okudu, sonra da
şöyle dedi:
"İsrâiloğulları kendilerinden
birini kasten öldürdüğü zaman onlara fidye ödemek helal değildi. Mutlaka kısas
gerekirdi. Size diyet helâl kılındı. Affedenin akıl ve dinin uygun gördüğü
miktarı kabul etmesi, katilin de diyeti güzelce ödemesi emredildi. Bu, Rabbiniz
tarafından size bir hafifletmedir."[317]
İzah
Ayetin baş tarafı
şöyledir:
"Ey iman edenler!
Kasten öldürülenler hakında sizin üzerinize kısas farz olmuştur. Katil olan
hür, öldürülen hür yerine, katil köle, öldürülen köle yerine, katil kadın da
öldürdüğü köle yerine kısas olunur."
Bir sonraki âyette de
şöyle buyurulur:
"Kısasta sizin için
hayat vardır, ey akıl sahipleri! Umulur ki haksız yere kan dökmekten böylece
sakınırsınız."
İsrâiloğulları, isyanları
sebebiyle ceza olarak Allah tarafından çok ağır hükümlere maruz kaldılar.
Peygamberimizin ümmetinden ise o ağır hükümler kaldırıldı. Bunlardan birisi de
diyet karşılığında katilin affedilmesidir. Bu, Peygamberimizin fazileti sebebiyle
Allah'ın onun ümmetine bir rahmetidir.[318]
70. Üsâme bin Ümeyr el-Hüzelî rivayet ediyor:
"Allah abdestsiz ve
gerekli temizliğe riayet etmeden kılınan namazı, haram maldan verilen sadakayı
kabul etmez."[319]
71. Selmân-ı Fârisi (r.a.) rivayet ediyor:
"Günah vardır,
bağışlanmaz, günah vardır, kişinin yanına bırakılmaz, günah vardır bağışlanır.
Bağışlanmayacak günah Allah'a ortak koşmaktır. Kişinin yanına bırakılmayacak
günah, insanların birbirlerine zulmetmesidir. Bağışlanacak olan günah ise Allah
ile kul arasında kalan günahtır."[320]
İzah
Hadiste de ifâde
edildiği gibi, Allah'a şirk koşmak bağışlanmayacak günahlardandır. Başka
hadislerde Allah'ın, kendisine ortak koşmanın dışında bütün günahları
bağışlayabileceği bildirilmiştir.
Hadiste insanların
birbirine zulmetmeleri kişinin üzerine bırakılmayacak günah olarak
zikredilmektedir. Yüce Allah kıyamet gününde mazlumun hakkını zâlimden muhakkak
surette alacaktır. Bu konuda çok kuvvetli va'di vardır ve O va'dinden dönmez.
Hadiste Allah ile kul arasında kalan günahların da bağışlanacağı bildirilmiştir.
Yüce Allah bilhassa dünyada açığa çıkarmadığı, gizlediği günahları âhirette de
açıklamayacak ve o günahın sahibini bağışlayacaktır.[321]
72. Abdullah bin Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
"Müslümanlardan,
Cehenneme Allah'tan başkasının sayamayacağı kadar insan girer. Bu, Allah'a
isyanları, günah işlemeye olan cüretleri ve emirlerini yerine getirmemeleri sebebiyledir;
Sonra bana şefaat etmem için izin verilir. Ben Allah'ı ayakta iken sena ettiğim
gibi secde hâlinde de sena ederim."[322]
İzah
Hadisin devamı
şöyledir:
"Bunun üzerine şöyle
bir ses gelir: "Başını kaldır. Bütün dileklerin sana verilecek.
Dilediğine şefaat et, şefaatin kabul edilecektir."
Bundan sonra
Peygamberimiz dilediği kimselere şefaat eder. Onları Cehennemden çıkarır.[323]
73. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah
aksırdığında yüzünü gizlerdi.[324]
Tirmizideki rivayet
şöyledir:
Resûlullah (s.a.v.)
aksıracağı zaman eli veya elbiseninin bir tarafı ile yüzünü kapar ve aksırma
esnasında sesini kısardı.[325]
74. Meymûne el-Kerdî babasından rivayet ediyor:
Resûlullahın şöyle
buyurduğunu işittim:
"Bir kimse az veya
çok bir mehir karşılığında evlenir onu aldatarak ve kafasında kadının hakkı
olan mehri ödememe düşüncesi bulunur da hakkını ödemeden ölürse kıyamet gününde
Allah'ın huzuruna zinâkâr olarak çıkar."
"Bir kimse de
ödememek ve borç aldığı kimseyi aldatmak düşüncesiyle borçlanır da borcunu
ödemeden ölürse, Allah'ın huzuruna hırsız olarak çıkar."[326]
(Hadisin ikinci kısmı
için)
İzah
Hadiste geçen mehir,
İslâm hukukunda nikâh sebebiyle kadının erkekten almaya hak kazandığı para
veya mala denir. Evlenen erkeğin evlendiği kadına mehir vermesi farzdır.
Bununla ilgili olarak bir âyet-i kerimede şöyle buyurur:
"Evlendiğiniz
kadınlara mehirlerine gönül hoşluğu ile verin...."[327]
Mehir, nikâh esnasında
verilebileceği gibi, nikâhtan sonra da verilebilir. Hattâ ölünceye kadar vermek
mümkündür. Ancak mehrin verilmemesi haramdır.
Yukarıdaki hadiste
Peygamberimiz,
"Mehrinin
azını veya çoğunu vermemek ve aldatmak niyetiyle bir kadınla evlenir de
mehrini vermeden vefat ederse kıyamet gününde Allah'ın huzuruna zina etmiş
olarak çıkar"
buyurarak bunun
dehşetine dikkat çekmiştir. Geniş bilgi için Hanefi ve Şâfitlere Göre Evlilik
Aile isimli eserimizin 129-135. sayfalarına bakılabilir.
Hadisin ikinci
kısmında,
"Ödememek ve
borç aldığı kimseyi aldatmak düşüncesiyle borçlanan ve borcunu ödemeden ölen
kimsenin, Allah'ın huzuruna hırsız olarak çıkacağı" bildirilmektedir.
Böyleleri, kıyamet
gününde hırsızların çarptırılacağı cezaya çarptırılacaklardır. Bir çok hadiste
Peygamberimiz borçluları tehdit etmiştir. Bunlardan birisinde borçlunun borcu
ödeninceye kadar kabrinde azap çekeceği bildirilmiştir. Resûlullah (s.a.v.)
borçlu olduğunu öğrendiği birisinin cenaze namazını kılmamıştır.
[328]
75. Câbir bin Semüre (r.a.) rivayet ediyor:
"Ümmetim hakkında en
çok yıldızlardan yağmur istemelerinden, idarecilerin zulme sapmalarından ve
kaderi yalanlamalarından korkuyorum."[329]
İzah
Ebû Mihcen
es-Sekâfî'den gelen rivayette hadis, "Yıldızların tesirine
inanmaları" şeklindedir.[330]
Hadiste geçen yıldızlardan
yağmur istemek, yıldızların hareketlerine bakarak "Yağmur var"
demektir. Ayrıca yağmur hususunda yıldızların tesirine inanmaktır. Câhiliyye
devrinde böyle bir inanış vardı. Buhârî'de bu inaçla ilgili olarak Zeyd bin
Hâlid el-Cühenîden (r.a.) rivayet edilen şöyle bir hadis vardır:
Resûlullah (s.a.v.)
Hudeybiye'de[331] geceleyin yağan yağmurdan
sonra bize sabah namazını kıldırdı. Namazdan sonra yüzünü cemaate döndürüp,
"Biliyor
musunuz, Rabbiniz ne buyurdu?"
diye sordu.
Dinleyenler,
"Allah ve Resulü bilir" cevabını verdiler. Resûlullah (s.a.v.) şöyle
dedi:
"Allah şöyle
buyuruyor: 'Kullarımdan bâzıları mü'min olarak, bâzıları da kâfir olarak
sabahladı. Onlardan her kim "Allah'ın fazlı ile üzerimize yağmur
yağdı" dedi ise o yıldıza değil, Bana iman etmiştir. Kim de, "Falan
ve filan yıldızın batıp doğması ile üzerimize yağmur yağdı" dedi ise işte
o Bana değil, yıldıza iman etmiştir.'[332]
Hadiste geçen
"kâfir" tâbiri iki mânâdadır. Yağmurun gerçekten yıldızın tesiriyle
yağdığına inanan kimse Allah'a gerçek mânâda şirk koşmuş olur. Hakikî tesiri
Allah'a vermek şartıyla yağmurun yağması için yıldızların bir sebep olduğuna
inanmak ve Allah'ın kanununu böyle koyduğuna inanmak, kişiyi kâfir etmez.
İkinci mânâda da
yağmuru verenin Allah olduğuna inandıkları halde, bundan gaflet edip şirk
ehlini takliden "yağmuru yıldız yağdırdı" demektir ki, bu, gerçek
mânâda küfür değildir, küfrânı nimettir. Şirk ehlini taklitten, hele hele böyle
tehlikeli sözler söylemekten sakınmak gerekir.
Tirmizîde de konu ile
ilgili şöyle bir hadis vardır:
Resûlullah (s.a.v.),
"Bu nimetten
bütün nasibiniz, onu yalanlamaktan ibaret mi kalacak?"[333] âyeti hakkında şöyle buyurdu:
"Yâni şükrünüzü.
Çünkü 'Falan ve falan yıldızın düşmesiyle veya falan yıldızla bize yağmur
yağdı' diyorsunuz."[334]
Câhiliyye devrindeki
halk inanışlarıyla ilgili bir başka hadis de şu mealdedir:
"Eğer Allah on yıl
yağmur göndermese, sonra yağdırsa insanlardan bir kısmı kâfir olarak 'Mücdah
yıldızının doğup batması ile yağmur yağdı' derler."[335]
Günümüzde de yağmur
için olmasa da yıldızların tesirine inanılmaktadır. Pekçok insan astrologlara
giderek onlardan gayba dâir bilgi
istemektedirler. Zaten bu hadis aynı zamanda Peygamberimizin bir mûcizesidir.
İstikbale âit verdiği bir haberdir.
Hadiste
Peygamberimizin korktuğu bir diğer husus, "kaderin inkar
edilmesidir." Peygamberimizin Allah'ın bildirmesiyle haber verdiği bu
gaybî haber de kendisinden çok kısa bir zaman sonra gerçekleşti. Ortaya çıkan
bir grup insan, "Kul fiilinin yaratıcısıdır. Kaderin bunda hiçbir tesiri
yoktur" görüşünü ortaya attılar.[336] Bu,
kaderin inkar edilmesi demekti. Kaderi inkar etmeyi Müslümanlar arasında ilk
başlatanlar Ma'bed el-Cühenî (ö. 80/699) ve
Gaylan ed-Dımeşekî idi. Peygamberimiz bir hadislerinde Kaderiyyeyi
ümmetin mecûsîleri olarak vasıflandırmıştır. Bu hadis ileride gelecektir.
Kaderiyye hakkında
geniş bilgi için Bediüzzaman'ın Görüşleri Işığında Kadere îman isimli
eserimize bakılabilir.[337]
76. Ebû Mûsâ (r.a.) rivayet ediyor:
"Üç kişinin
sevabı iki kat verilir. Bunlar:
1. Ehl-i kitaptan hem kendi peygamberine, hem de
Muhammed'in tebliğine ulaşıp ona iman eden kimseye.
2. Bir cariyesi bulunup önce onu azad eden, sonra da
onunla evlenen kimseye.
3. Allah'a karşı takvâlı, efendilerine karşı da itaatkâr davranan köleye."[338]
İzah
Zikrettiğimiz
kaynaklarda ikinci madde için "Cariyesini güzelce terbiye edip
yetiştiren, eğitip öğreten" ilâvesi vardır.
Hadiste üç kişiye iki kez
sevap verilmesinin sebebi şöyle açıklanmıştır:
Ehl-i kitap biri kendi
peygamberine iman ettiği için bir sevap kazanır. Sonra Resûlullaha da iman
ederse bir sevap da bunun için kazanır.
Kişi cariyesini
hiyetine kavuşturursa bir sevap kazanır. Sonra ona iyilik olması için
kendisiyle evlenirse, bir sevap da bu sebeple kazanır.
Köle de Allah'ın emir
ve yasaklarına itaat ettiği için bir sevap kazanır. Efendisinin emirlerini
yerine getirdiğinde bir sevap da bunun için kazanır.[339]
77. Cerir bin Abdullah el-Becelî (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.) bir yere bir birlik gönderdiğinde şöyle buyururdu:
"Allah'ın adıyla,
Allah'ın yardımını dileyerek ve Resûlullahın dini uğruna savaşa gidin. Hıyanet
etmeyin. Düşmana verdiğiniz sözü bozmayın. Düşman tarafından öldürdüğünüz
kimselerin burun ve kulaklarını kesmeyin. Ve çocukları öldürmeyin."[340]
Taberânî aynı hadisi,
ileriki sayfalarda Ebû Mûsâ el-Eş'arî (r.a.) kanalıyla "yaşlıları
öldürmeyiniz" ilâvesiyle de rivayet eder.
Ebû Dâvud'da hadisin
son kısmında şöyle bir değişiklik vardır:
"Ganimetlerinizi
toplayın. Herşeyi düzgün yapın. Allah herşeyi
iyi ve güzel yapanları sever."
236 numaralı hadise de
bakınız.[341]
78. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Sabah namazından
sonra güneş doğuncaya kadar namaz kılmak yoktur. İkindi namazından sonra güneş
batıncaya kadar namaz kılmak yoktur."[342]
İzah
Hadiste kılınmaması
istenilen namaz, nafile namazdır. Sabah namazını kıldıktan sonra güneş
doğuncaya kadar; ikindi namazını kıldıktan sonra da güneş batıncaya kadar
nafile namaz kılmak mekruhtur. Hadiste sayılan iki vakit, nafile namaz kılmanın
mekruh olduğu vakitlerdendir.
Ancak bu vakitlerde
kaza namazı kılmanın hiçbir mahzuru yoktur. Ayrıca Şâfiîlere göre bu vakitlerde
camiye girişte kılman tahiyyetü'l-mescid namazı da kılmabilir.
Kerahet vakitleriyle
ilgili bilgi için Ezan Cami Namaz ve Hanefî ve Şâfiîlere Göre Büyük İslâm
İlmihali isimli eserlerimize bakılabilir.[343]
79. Enes (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.),
"Cennetlik
olanlarınızı haber vereyim mi?"
buyurdu.
"Evet, yâ
Resûlallah" dediler.
Şöyle buyurdu:
"Peygamber
Cennettedir, sıddıklar Cennettedir. Şehid Cennettedir. Küçük yaşta ölen çocuk
Cennettedir. Şehrin diğer ucundaki kardeşini sadece Allah rızası için ziyaret
eden Cennettedir."
Resûlullah,
"Cennetlik
olan kadınlarınızı haber vereyim mi?" buyurdu.
"Evet yâ
Resûlallah" dediler.
"Kocasına karşı
çok sevgi besleyen, çok çocuk doğuran kadındır ki, öfkelendiği veya kendisine
kötü davranıldığı yahut kocası kızdığı zaman 'İşte elim senin elindedir, sen
razı oluncaya kadar uyku uyumayacağım' der."[344]
80. Berâ bin Azib (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
Hasan bin Sâbit'e,
"Müşrikleri
hicvet. Cebrail seninle beraberdir" buyurdu.[345]
İzah
Dinimizin en faziletli
saydığı amellerden birisi de cihaddır. Ancak cihad sadece bedenle yapılmaz, mal
ile, ilim ile kitap dergi, gazete, radyo televizyon vasıtasıyla da cihad
yapılabilir. Bunlardan başka dil ile yapılan cihad da çok tesirlidir.
Peygamberimizi yukarıdaki hadislerinde dil ile yapılan cihada teşvik
etmektedir.
Peygamberimizin
"Müşrikleri hicvet" buyurduğu Hassan bin Sabit (r.a.) Arapların en büyük şâirlerindendi.
Medineli idi. Hazreç kabilesine mensuptu. Hicret esnasında, 60 yaşında iken
Müslüman olmuştu. Müslüman olduktan sonra şiirdeki üslubunu değiştirdi.
Sahabîler arasında "Resûlullahın şâiri" diye anılıyordu.
O tarihlerde şiir,
kılıçtan daha tesirliydi. Bir defasında müşrikler şiirleriyle Peygamberimize
dil uzatmışlardı. Hassan bin Sabit (r.a.) Resûlullaha (s.a.v.) geldi ve
"Yâ Resûlullah, işte ben size dilimle yardım etmeye hazırım. Onları
hicvederek haklarından gelirim" dedi. İzin verilmesi üzerine de onları
hicvetti. Bir şiirinde Peygamberimiz hakkında şöyle
diyordu:
"Resûlullahın pâk
alnı karanlık içerisinde görüldüğü zaman ortalığa nur saçan, karanlığı gideren
lamba gibi görünür."
Peygamberimiz onun
şiiriyle yaptığı müdafaalardan memnun olur, zaman zaman kendisine şöyle derdi:
"Ey Hassan,
Allah'ın Resulü nâmına cevap ver. Yâ Rab, onu Cebrail ile kuvvetlendir."
Hassan bin Sâbit'i
dili ile yaptığı hizmetten dolayı sadece Peygamberimiz değil, Yüce Allah da
methediyordu. O, Abdullah bin Revaha (r.a.), Ka'b bin Mâlik (r.a.) gibi şâirler
Kur'ân'da şöyle övülüyordu:
"Şâirlere gelince,
onlara da sapıklar uyar. Görmez misin ki, onlar her türlü övgü ve yergiye
ölçüsüzce dalarlar ve yapmadıkları şeyleri överler? Ancak iman eden, güzel
işler yapan, Allah'ı çokça zikreden ve zulme uğradıktan sonra kendilerini
müdafaa edenler bunun dışındadır. O zâlimler ise nasıl bir akıbete yuvarlanacaklarını
yakında bileceklerdir."[346]
Hassan bin Sabit, 120
yaşında vefat etti.
[347]
81. Câbir (r.a.) rivayet ediyor:
Bir bedevi gelerek
Resûlullaha şöyle dedi: "Ya Resûlallah! Cennette elbiselerimizi bizler
kendi ellerimizle mi dokuyacağız?" Bu suâl üzerine oradakiler güldüler.
Resûlullah (s.a.v.),
"Niçin
gülüyorsunuz? Câhil olan bir âlime suâl sorulabilir" buyurdu.
Sonra o zâtın suâlini
şöyle cevaplandırdı:
"Hayır ey Arabî.
Fakat oradaki elbiseler Cennet meyvelerinin arasından çıkar."[348]
82. Abdullah bin Mes'ud (r.a.) rivayet ediyor:
"İşlediğiniz günahın
ateşiyle yandıkça yanarsınız. Sabah namazını kıldığınızda o ateşi söndürür.
Sonra işlediğiniz günahların ateşiyle yandıkça yanarsınız. Öğle namazını kıldığınızda
bu namaz o ateşi söndürür. Sonra işlediğiniz günahların ateşiyle yandıkça
yanarsınız. İkindi namazını kıldığınızda bu namaz o ateşi söndürür. Sonra
işlediğiniz günahların ateşiyle yandıkça yanarsınız. Akşam namazını kıldığınızda
bu namaz o ateşi söndürür. Sonra işlediğiniz günahların ateşiyle yandıkça
yanarsınız. Yatsı namazını kıldığınızda bu namaz o ateşi söndürür,
günahlarınızı affettirir. Sonra uyursunuz, artık uyanıncaya kadar size günah
yazılmaz."[349]
83. Âmir, babası Sa'd bin Ebî Vakkas'tan (r.a.) rivayet
ediyor:
Resûlullaha (s.a.v.),
"Ey Allah'ın Resulü, kişi hak yolundaki kavmini savunur, arkadaşlarını
müdafaa eder, onun sevaptaki hissesi diğerleri gibi olur mu?" diye sordum.
"Annen seni
kaybetsin (Bu şeyden gafletine şaşarım) ey İbni Ümmü Sa'd! Siz zayıflarınızdan
başka bir vesile ile mi rızıklanıp yardıma mazhar oluyorsunuz?" buyurdu.[350]
İzah
Bâzı kimseler vardır
ki, çok arzu etmelerine rağmen güzel olan şeyleri yapamazlar. Ama bunlar
kendilerinin yapamadıkları güzel hizmetleri yapanları takdir ederler, onları
severler, gerektiği zaman onları müdafaa ederler. Bunlar niyetleriyle ve bu
hareketleriyle o iyiliği yapan kimselerin sevaplarını kazanabilirler.
İşte yukarıdaki hadiste
zayıflıkları sebebiyle arzu ettikleri hizmetleri yapamayanların, o hizmetleri
yapanlara destek olmaları övülmekte, hizmete koşuşturanların onların duaları
sebebiyle yardım gördüğüne, rızıklandığına dikkat çekilmektedir.[351]
84. Abdullah bin Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
"Allah kimin gözünü
alır da, o kimse sevabını Allah'tan bekleyerek bu musibete sabrederse, o göze
Cehennem ateşi göstermemek Allah üzerine vacip olur."[352]
İzah
Buharideki rivayet
şöyledir:
"Kulumun iki sevgili
uzvunu [göz nurlarını] giderirsem, o da ona sabrederse, iki gözüne karşılık ona
Cenneti veririm."
Başka bir rivayette
ise sabredildiği takdirde bir gözün kaybedilmesine de aynı mükâfatın
verileceği açıklanmıştır.[353]
Bediüzzaman da,
konuyla ilgili olarak şöyle bir açıklama yapar:
"Ey gözüne perde
gelen hasta! Eğer ehl-i imanın gözüne gelen perdenin altında nasıl bir nur ve
manevî bir göz olduğunu bilsen, 'Yüz bin şükür Rabb-i Rahîmime'
dersin...."
"Bir mü'minin
gözüne perde çekilse ve gözü kapalı kabre girse, derecesine göre ehl-i
kuburdan [kabir ehlinden] daha ziyâde o âlem-i nuru temaşa edebilir. Bu dünyada
nasıl çok şeyleri biz görüyoruz, kor olan mü'minler göremiyorlar; kabirde o
körler, iman ile gitmiş ise, o derece ehl-i kuburdan ziyâde [fazla] görür. En uzak
gösteren dürbünlerle bakar nevinden, kabrinde derecesine göre, Cennet
bağlarını sinema gibi görüp temaşa [seyr] ederler.
"İşte böyle gayet
nurlu ve toprak altında iken göklerin üstündeki cenneti görecek ve seyredecek
bir gözü, bu gözündeki perde altındaki şükür ile, sabır ile bulabilirsin. İşte
o perdeyi senin gözünden kaldıracak, o göz ile seni baktıracak göz hekimi,
Kur'ân-ı Hakimdir."[354]
85. Yezid bin Ahtes (r.a.) rivayet ediyor:
"İki şeyin
dışında aranızda rekabete yer yoktur. Bunlardan birincisi Allah'ın Kur'ân'ı
öğrettiği kimsedir. O kimse gece ve gündüz onun gereğini yerine getirir.
Kendisine verilen Kur'ân nimeti ile ilgili daha başka yükümlülüklerinin olup
olmadığını araştırır. Başkası onun hakkında şöyle der:
"Allah buna
verdiğini bana da verseydi, ben de onun gibi yapardım."
Diğeri de Allah'ın
mal verdiği kimsedir. O kimse kendisine verilen malı gece gündüz Allah yolunda
harcar. Buna gıpta eden ötekinin dediğini söyler."[355]
İzah
Tercümesini yaptığımız
Mu'cemü's-Sagir'de "Kur'ân" ifâdesi bulunmamaktadır. Bunu metne biz
ilâve ettik. Çünkü bu kelime olmadan verilen şeyin mâhiyeti belli
olmamaktadır. Kanaatimize göre bu kelime metinden sehven düşmüştür. Nitekim
Taberânî, Mu'cemü'l-Evsat isimli hadis kitabında aynı râvi ismiyle bu hadisi
rivayet etmiştir. Oradaki metinde "Kur'ân" ifâdesi yer almaktadır.
Aynı hadis Buhârî'de
de rivayet edilir. Burada hadisin baş kısmı, "İki kimse gıpta edilmeye
değer" şeklindedir.
Buhârî'de yer alan
başka bir rivayet ise şöyledir:
"İki şeye gıpta
edilir: Bunlar: Allah'ın kendisine ihsan ettiği mal ve mülkü Allah yolunda
harcayan kimse ve Allah'ın kendisine ilim ve hikmet verdiği kimse ki, o
bununla hem kendisi amel eder, hem de onu başkalarına öğretir."[356]
86. Câbir (r.a.) rivayet ediyor:
"Şu üç şeyi yapan
cimrilikten kurtulmuş demektir:
1. Malının zekâtını gönül hoşluğu ile veren.
2. Misafire yemek yediren.
3. Felâkete uğrayanlara maddî yardımda bulunan."[357]
87. Abdullah bin Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlulullah (s.a.v.),
"Ümmetimin yok
olması, ta'n ve taun sebebiyledir"
buyurdu.
Dinleyenler, "Ya
Resûlullah, ta'nı biliyoruz. Taun nedir?" dediler.
Resûlullah (s.a.v.)
"Düşmanınız
olan cinnin sizi yaralamaşıdır. Bu her ikisinde de şehadet vardır"1 buyurdu.[358]
İzah
Müsned'de bu hadisi Ebû
Musa el-Eş'ârî (r.a.) ve Âişe (r.a.) rivayet etmiştir. Hz. Âişe'nin rivayetinde
taun hastalığına yakalanın bulunduğu yeri terk etmeden ölürse şehid olacağı
bildirilmiştir. Bulunduğu yerden başka yere gidenin savaştan kaçan kimse gibi
günahkar olduğu bildirilmiştir.
Hadiste geçen
"ta'n" muharebe meydanında yara alıp ölmektir. Taunun karşılığı veba
hastalığıdır. Peygamberimiz taunu cinnin yaralaması olarak tarif etmiştir.
Bilindiği gibi hastalıklara sebep olan mikroplardır. Cinin kelime mânâsı da
görünmeyen şey demektir. Dolayısıyla Peygamberimiz bir mucize olarak taunu bir
cins mikrobun yol açtığı hastalık olarak tarif etmiş olmaktadır.
Hadiste nazara verilen
bir diğer husus da savaşta yaralanarak ölenin de, vebaya yakalanıp ölenin de
şehid olduğudur. Savaşta yaralanarak ölen gerçek mânâda şehid, vebadan ölen de
manevî olarak şehiddir. Defnedilirken böylelerine şehid muamelesi yapılmaz.
Bunlar âhirette şehid muamelesi görürler.
Dinimiz sıhhatin
korunmasına çok ehemmiyet verir. Veba bulaşıcı bir hastalık olduğundan,
Peygamberimiz onun başkalarına bulaşmasını istememektedir. Peygamberimizin bu
emri, günümüz tabiriyle karantina uygulamasıdır.[359]
88. Ebû Garaza (r.a.) rivayet ediyor:
"Ey tücarlar
topluluğu, alışverişinize yemin ve boş söz bulaştırırsınız.
Sadaka vererek kazancınıza karıştırdığınız
kirleri
temizleyin."[360]
İzah
Yemin, bir işi yapmak
veya yapmamak hususunda iddiaya kuvvet vermek; bir haberi, bir iddiayı
kuvvetlendirmek için Allah adını anmak, iddiaya Cenâb-ı Hakkı şahit tutmak
demektir. "Vallahi şu fiyata aldım," "Vallahi şu kadar verdiler
vermedim," "Vallahi doğru söylüyorum" ifâdeleri birer yemindir.
Olur olmaz şeye yemin etmek, bilhassa yalan yere yemin etmek, insanı büyük bir
mes'uliyete sokar. Bunun için her Müslümanın bu meselede hassas olması gerekir.
Ticâretle uğraştıkları için yemin etmekle karşı karşıya kalan kimselerin ise
daha da dikkatli olmaları gerekir. Nitekim dinimizde alış veriş ve yemin
üzerinde hassasiyetle durulmuş, ticâretle uğraşan kimseler ikaz edilmiştir.
Meselâ,
"Allah'ın
ahdini ve yeminlerini az bir para karşılığında satanlar var ya! İşte onların âhirette
hiçbir nasibi yoktur"[361]
âyet-i kerimesi bir
tüccarın Müslümanlardan birini, sattığı malı almaya teşvik için satış fiyatı
üzerinde satın aldığına dâir yemin etmesi üzerine nazil olmuştur.[362]
İzah ettiğimiz hadis
de Peygamberimizin tüccarlara bu konudaki bir ikazıdır. Konuyla ilgili daha
bir çok hadis vardır. Resûlullah (s.a.v.) başka bir hadislerinde şöyle buyurur:
"Alış
verişte çok yemin etmekten sakının. Çünkü yemin malı sattırsa da, sonra
bereketini yok eder."[363]
Peygamberimiz bir
hadislerinde de kıyamet gününde Allah'ın üç grup insanla konuşmayacağını
bildirmiştir. Bunlardan birisinin de, bir mal satarken bu malı şu veya bu
fiyata satın aldığına dâir yalan yere yemin eden kimse olduğunu bildirmiştir.[364]
Yalan yere yemin etmek
aynı zamanda karşıdaki insanı aldatmak demektir. Peygamberimiz bunu da büyük
bir hıyanet olarak vasıflandırmıştır.[365]
Sadece yalan yere
yemin etmek değil, lüzumsuz yere yemin etmek de tehlikelidir. İzah ettiğimiz
hadis bunu da yasaklar.[366]
89. Ukbe bin Âmir el-Cühenî (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullaha (s.a.v.)
geldim. Yanında dâvâlaşan iki kişi vardı. Bana,
"Bunlar
arasında hüküm ver" buyurdu.
Ben,
"Annem babam sana
feda olsun. Buna sen benden daha lâyıksın" dedim.
"Aralarında
hüküm ver"
buyurdu.
"Ne ile hüküm
vereyim?" dedim. Şöyle buyurdu:
"İctihad et. Eğer
isabet edersen on sevap kazanırsın. İsabet edemezsen bir sevap
kazanırsın."[367]
İzah
Peygamberimizin
dâvâlılar arasında hüküm vermesini istediği Ukbe bin Âmir (r.a.) Medineli bir
Müslümandı. Hicretten hemen sonra Müslüman olmuş, kendilerini ilme adayan Suffe
Ashabının arasına katılmıştı.
Peygamberimiz Hz.
Ukbe'ye zaman zaman nasihatta bulurdu. Meselâ bir defasında onun bir suâli
üzerine şöyle buyurmuştu:
"Senin halini
sormayanın halini sor. Sana birşey vermeyene vermeye bak. Sana haksızlık edeni
de affet."[368]
Âlim Sahabîlerden
birisi olan Ukbe (r.a.) bir çok hadis rivayet etti. Rivayet ettiği hadisler
Buhari ve Müslim'de, yer alır. Ahmed bin Hanbel de, Müsned'de onun rivayet
etmiş olduğu 169 hadise yer vermiştir.
Hicretin 58. yılında
da vefat eden Ukbe (r.a.), Hicretin 52. yılında, Hz. Muâviye devrinde
İstanbul'un fethi için hazırlanan orduya da katıldı. Allah kendisinden razı
olsun.
Hadis, aynı zamanda
Peygamberimizin (s.a.v.) Ashabını yetiştirme tarzını da göstermektedir.[369]
90. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:
"Muhakkak Allah bu
dini, İslâmdan nasibi olmayan kavimle [kavimlerle] kuvvetlendirir."[370]
İzah
Müslim'de yer alan Ebû
Hüreyre (r.a.) kanalıyla gelen rivayet şöyledir:
Resûlullah ile birlikte
Hüneyn savaşında bulunduk. Müslüman ismi ile çağrılan birisi için Resûlullah
(s.a.v.),
"Bu adam
Cehennemliktir" buyurdu.
Savaş başladığında o
kimse şiddetle savaştı ve yaralandı. Biraz sonra "Ey Allah'ın Resulü, sizin
kendisi için 'Cehennemliktir" dediğiniz adam bu gün şiddetli bir şekilde
düşmanla çarpıştı ve öldü" dediler.
Resûlullah yine,
"Cehenneme
gitti" buyurdu.
Müslümanlardan
bâzılarının şüpheye düşmelerine çok az kalmıştı. O sırada adamın ölmediği,
fakat ağır şekilde yaralandığı söylendi. Akşam olunca adam yaralarının acısına
dayanamayarak kendini öldürdü. Bunu Peygamberimize haber verdiler. Resûlullah
(s.a.v.),
"Allahü ekber.
Şehadet ederim ki, ben Allah'ın Resulüyüm" buyurdu.
Sonra da Bilal'e şöyle
seslenmesini emretti:
"Müslümandan başkası
Cennete giremez. Şüphesiz Allah bu dini günahkar bir adamla da
kuvvetlendirir."[371]
Evet, Allah'ın hikmetine
binaen dinini günahkâr, hatta dinsiz kimseler vesilesi ile de kuvvetlendirir. O
kimsenin niyeti İslama hizmet düşüncesi olmadığından onu Cehenneme atar.
Müslümanların böyle kimseleri iyi tanımaları, "İslama hizmet ediyor"
diye onu sevmemeleri gerekir.[372]
91. Abdurrahman bin Saffan rivayet ediyor:
Babam Safvan
Resûlullaha (Medine'ye) hicret etti ve ona
biat etti. Resûlullah (s.a.v.) elini uzattı, onun elini okşadı. Safvan,
"Ben seni seviyorum yâ Resûlallah" dedi.
Resûlullah (s.a.v.),
"Kişi
sevdiğiyle beraberdir" buyurdu.
34 ve 38 numaralı
hadislere ve izahına bakınız.[373]
92. İbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (a.s.m.)
şöyle telbiye getiriyordu:
"Lebbeyk. Allâhümme
lebbeyk. Lebbeyk lâ şerike leke lebbeyk. İnnel-hamde ve'n-ni'mete leke
ve'1-mülk lâ şerîke lek (Buyur Allah'ım, ben Senin emrine ve fermanına sözüm ve
özümle tekrar tekrar icabet ettim. Emrine boyun eğdim. Rabbim, Senin dâvetine
icabet etmek benim boynumun borcudur. Senin benzerin ve hiçbir ortağın yoktur.
Rabbim, bütün varlığımla Sana yöneldim. Şüphesiz hamd da, nimet de yalnız Sana
mahsustur. Mülk de Senindir. Hiçbir şekilde Senin benzerin ve ortağın
yoktur.)"[374]
İzah
Hac ibâdeti ile ilgili
bir tâbir olan telbiye, yukarıdaki sözleri söylemektir. Haccın farzlarından
olan ihram, Hanefî mezhebine göre ancak yukarıdaki cümleyi söylemekle
gerçekleşir. Hacca giden bir kimse niyet etse, fakat telbiye getirmese, ihrama
girmiş sayılmaz. Şafiî, Mâliki ve Hanbelî mezheplerine göre ise ihram için
telbiye şart değildir.
Hacda ihramlı iken
kişinin farz namazlarından sonra, seher vakitlerinde ve her fırsatta telbiye söylemesi
sünnettir.[375]
93. Semüre bin Cündeb (r.a.) rivayet ediyor:
"Namazı dosdoğru
kılın, zekât verin, haccedin, umre yapın, doğru ve dürüst olun ki, Allah da
işlerinizi istikâmet üzere devam ettirsin."[376]
94. Âişe (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullahın avretini
asla görmedim.[377]
İzah
"Resûlullahın
avretini asla görmedim" diyen Peygamberimizin (s.a.v.) hanımı Hz.
Âişe'dir. Aslında dinimize göre eşler birbirlerinin avret yerlerini rahatlıkla
görebilirler. Buna rağmen, Resûlullahın eşi onun avretini görmediğini
söylemektedir. Bu, Peygamberimizin hayasını ifâde etmektedir.[378]
95. Ümmü Seleme (r.a.) rivayet ediyor:
"Hiçbir mal sadakadan
dolayı eksilmemiştir. Bir kul kendisine yapılan bir haksızlığı affederse Allah
bununla ancak onun izzetini artırır; affedin ki Allah da sizi aziz kılsın. Bir
kimse kendisine bir dilencilik kapısı açarsa, Allah da ona mutlaka bir
yoksulluk kapısı açar."[379]
İzah
Hadisin birinci
cümlesinde sadakanın malı eksiltmediğine dikkat çekiliyor. Zekât da buna
dâhildir. Sadakanın malı eksiltmemesi, Allah'ın ona bereket vermesi, ondan
zararı uzaklaştırması, mal azalmış görünse de verilen sevap ile âhirette
çoğalacağı gibi mânâlar anlaşılabilir.
İkinci cümlede
affetmenin kişinin izzetini artıracağı açıklanmaktadır. Gerçekten de affeden
bir kul, insanların gözünde büyük görünür, şerefi artar, herkes ona izzet
ve" ikramda bulunur. Bu cümleden ayrıca affeden kulun âhirette izzet ve
şerefinin büyük olacağı mânâsı da anlaşılır.
Hadisin son kısmında
da dilencilik yapan kimseyi Allah'ın fakirlikten kurtarmayacağı
bildirilmektedir. İhtiyaç olmadığı halde dilenmenin mes'uliyeti ile ilgili de
pekçok hadis vardır.[380]
96. İbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
"Her sarhoşluk veren
şey haramdır. Ve her hamr haramdır."[381]
İzah
Zikrettiğimiz
kaynakların bâzılarında şu ilâve vardır:
"Kim dünyada içki
içer ve tevbe etmeden onun tiryakisi olduğu halde ölürse, ahiretin şarabından
içemez."
Dinimiz, kişinin
kendisine, ailesine ve topluma zararlı olan herşeyi yasaklamıştır. Zina, kumar,
rüşvet bunlardan bâzılarıdır. İşte Yüce dinimizce haram kılınan zararlı
alışkanlıklardan birisi de içkidir. Yüce Allah Kur'ân'da içkinin haramlığı ile
ilgili olarak şöyle buyurur:
"Ey iman edenler!
İçki, kumar, putlar ve kısmet çekilen zarlar hep şeytanın işinden birer
pisliktir; ondan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.
"Şüphesiz şeytan içki
ve kumarla aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan
alıkoymak ister. Artık bunlardan vaz geçtiniz, değil mi?"[382]
Bâzı kimseler Kur'ân-ı
Kerimde içilmesi yasaklanan içkinin üzüm şarabı olduğunu söyleyerek kendilerine
fetva çıkarmak isterler. Kütüb-i Sittenin tamamında ve Kütüb-i Sitte dışında
birçok hadis kitabında yer alan izahını yaptığımız hadis, bu düşüncenin ne
kadar yanlış olduğunu ortaya koymaktadır. Hadiste geçen "hamr," dinen
yasaklanan içki demektir. Peygamberimiz bu hadislerinde açıkça sarhoşluk veren
her şeyin, bira, votka cin tonik gibi, ismi ne olursa olsun haram kılındığını
bildirmiştir.
Bir başka hadislerinde
de,
"Hamr, aklı
örten (sarhoşluk veren) her şeydir"[383]
buyurarak zaman ve
tekniğe parelel olarak başka şeylerden üretilen bütün sarhoş edicilerin haram
olduğunu bildirmiştir.
İçki içmek isteyen,
fakat vicdanen de haram işlemiş olmanın sıkıntısından kurtulamayan bâzı
kimseler de "Ben sarhoş olmayacak kadar içiyorum" bahanesine
sığınmaya çalışırlar. Oysa bu da doğru değildir. Çünkü Peygamberimiz, bir
hadislerinde,
"Çoğu
sarhoşluk veren şeyin azı da haramdır"[384]
buyurarak,
bu hususu da açık kapı bırakmayacak kadar kesin bir ifâde ile bildirmiştir.
İçkiyi haram olduğunu
kabul ederek içen kimse dinimizce büyük günah sayılan bir haramı işlemiş olur.
Böyle biri hadiste de ifâde edildiği gibi sarhoşluk vermeyen "Cennet
şarabından içemez." Yani günahının cezasını çekmedikçe Cennete giremez.
Ancak içkiyi haram
olmadığını söyleyerek içenler dinden çıkmış olurlar. Böyleleri ebedî olarak
Cehennemde kalırlar.
518 numaralı hadise de
bakınız.[385]
97. Enes (r.a.) rivayet ediyor:
"Sirke ne
güzel katıktır."[386]
İzah
Aynı hadisi Hz. Âişe
ve Câbir bin Abdullah da (r.a.) rivayet etmiştir. İbni Mâce'âe Ümmü Sa'd'dan
rivayet edilen şöyle bir hadis de vardır:
Ben Âişe'nin yanında
iken Resûlullah geldi ve,
"Yiyecek bir
şey var mı?" diye sordu.
Âişe, "Ekmek,
kuru hurma ve sirke var" cevabını verdi.
Resûlullah,
"Sirke ne
güzel katıktır. Allah'ım, sirkeyi bereketlendir. Çünkü sirke benden önceki
peygamberlerin katığı idi. İçinde sirke bulunan bir ev fakirleşmez" buyurdu.
652 numaralı hadise de
bakınız.[387]
98. Nu'man bin Beşir el-Ensârî (r.a.) rivayet ediyor:
"Muhakkak ki Allah
bir kitap yazdı. O, Arşın yanındadır. Ondan iki âyet indirip Bakara Sûresini o
iki âyetle mühürledi. Bu iki âyetin okunduğu yere üç gece şeytan
yaklaşamaz."[388]
İzah
Hadiste faziletine dikkat
çekilen âyetler, Bakara Sûresinin son iki âyeti olan ve
"Âmene'r-Rasûlü" diye bilinen âyetlerdir. Bu âyetler, Peygamberimize
mîraca çıkarıldığı gece bir mîraç hediyesi olarak verilmiştir. Bakara
Sûresinin son iki âyetinin faziletini bildiren daha başka hadisler de vardır.
Meselâ bunlardan birisi şu mealdedir:
"Bakara Sûresinin
sonunda iki âyet vardır. Her kim bunları bir gece okursa, Cenâb-ı Hakkın
koruması ve himâyesi için kendisine yeter."[389]
99. Ebû Musa el-Eş'arî (r.a.) rivayet ediyor:
"Kim bir şey
hususunda yemin eder de yemin ettiği şeyin aksinin daha hayırlı olduğunu
görürse, yemininden vaz geçsin, keffâret versin ve yemin ettiği husustan daha
hayırlı olanı yapsın."[390]
Yemin, bir işi yapmak
veya yapmamak hususunda iddiaya kuvvet vermek; bir haberi, bir iddiayı
kuvvetlendirmek için Allah adını anmak demektir. "Vallahi bu işi
yaptım," veya "Yapmadım," "Vallahi doğru söylüyorum"
ifâdeleri birer yemindir.
Bir Müslümanın ister
sözüne kuvvet vermek, isterse muhatabını inandırmak için olsun yemin etmesinde
bir mahzur yoktur. Nitekim Cenâb-ı Hak da Kur'ân'ın bir çok yerinde yemin etmiştir.
Meselâ bunlardan birisi şu mealdedir:
"Doğuların ve
batıların Rabbine yemin ederim ki, Biz, onların yerine daha hayırlılarını
getirmeye kadiriz. Hiç kimse bize mâni olamaz."[391]
Peygamberimiz de bir
çok defa bir şey söyleyeceği zaman sözüne,
"Muhammed'in
hayatı kudreti elinde olan Allah'a yemin ederim ki," "Kalbleri
değiştiren Allah'a yemin ederim ki," diyerek başlamıştır.
Yeminin çeşitleri
vardır. Tafsilatı Hanefî ve Şâfıîlere Göre Büyük İslâm İlmihali isimli
eserimizin 670-674. sayfalarına havale ederek burada hadiste dikkat çekilen
hususları açıklayacağız.
Yemin, farzın terkine,
Müslümanların menfaatinin kaybolmasına veya bir musibetin gelmesine sebep
olacaksa ona uyulmaz. Meselâ namaz kılmamaya, Ramazan'da oruç tutmamaya, birisini
öldürmeye, borcunu ödememeye, anne veya babasıyla konuşmamaya yemin eden
kimse, yeminin bozar, keffâretini verir. Ayrıca affetmesi ve bağışlaması için
Allah'a niyazda bulunur. Çünkü Yüce Allah Müslümanları böyle şeylere yemin
etmekten men eder ve şöyle buyurur:
"Allah adına
ettiğiniz yeminleri iyilik yapmaya, günahtan sakınmaya ve insanların arasını
düzeltmeye mâni kılmayın. Allah her şeyi hakkıyla işitir, hakkıyla bilir."[392]
İşte Peygamberimiz
(s.a.v.) izahını yaptığımız hadislerin de buna dikkat çekmekte, kişi bir şeyi
yapmaya veya yapmamaya yemin etmişse, sonradan da yapmamaya yemin ettiği şeyi
yapmanın, yapmaya yemin ettiği şeyi de yapmamanın daha hayırlı olduğunu
anlarsa, bu durumda "Ben yemin ettim" diye doğru olmayan bir şeyi
yapmayı değil, yemini bozup aksini yapmayı, yemin için de keffâret vermeyi
tavsiye etmektedir.
Yemin keffâreti, on
fakiri sabah akşam doyurmak veya on fakire orta halli birer elbise almaktır.
Buna gücü yetmeyen Hanefîlere göre peş peş olmak şartıyla üç gün oruç tutar.
Şâfiîlere göre ise oruçların peş peşe tutulması şart değildir.[393]
100.
Ebû Ümâme (r.a.) rivayet ediyor;
Peygamber (s.a.v.)
orta cemrenin yanında iken "Hangi amel daha faziletlidir?" diye
soruldu.
Resûlullah (s.a.v.),
"Zâlim sultana
karşı hak söz söylemek" buyurdu.[394]
İzah
İbni Mâce'de
Peygamberimizin (s.a.v.) yukarıdaki sözü "Hangi cihad efdâldir?"
sorusuna karşı söylediği rivayeti vardır. Bir başka rivayette de suâli soran
kimseye bir müddet cevap vermediği, sonra, "Soruyu soran nerede?"
buyurduğu, suâl soran ortaya, çıkınca da yukarıdaki sözü söylediği bildirilir.
Hadiste geçen
"cemre" ifâdesi, hacda şeytanın taşlandığı yere denir. Şeytanın
taşlandığı üç cemre vardır. Bunlar, büyük cemre, orta cemre ve küçük
cemrelerdir.
Zâlim bir sultana
karşı hak bir sözü söylemenin en faziletli amel veya en faziletli cihad
olmasının sebebi açıktır. Cihada çıkan birisi, savaştan dönmeme endişesini
taşımakla beraber, dönebilme ümidini de taşır. Nitekim savaşta herkes ölmez,
bir çok kişi geriye döner. Ama dilediği kimseyi sorgusuz sualsiz öldürebilen,
en azından ağır şekilde cezalandıran zâlim bîr idareciye karşı hakkı
söyleyebilmek, gerçekten zordur. Zor olduğu için de en faziletli bir ameldir,
en faziletli bir cihaddır.[395]
101.
Abdullah bin Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah ile Ebû Bekir
ve Ömer ile yolculuk yaptım.
Onların dört
rekâtlı farz namazları iki rekâttan fazla kıldığını görmedim.
Yolculukta namazların
ikişer rekât olarak kılındığı hususunu daha önce izah etmiştik.[396]
102. Zeyd bin Erkam (r.a.) rivayet ediyor:
"Evvâbin namazı, deve
yavrusunun ayağı kumdan yanmaya başladığı andan itibaren kılınır."[397]
İzah
Aslında burada dikkat
çekilen namaz evvâbîn namazı değil, kuşluk namazının vaktidir. O zaman için
vakitleri tesbitte saat olmadığı için, Peygamberimiz bu namazın vaktini
Arapların bildiği bir şeyle tespit etmiştir. O da "deve yavrusunun
ayağının kumda yanmaya başladığı andır." Bu da güneş doğduktan kırk beş
elli dakika sonra demektir. Oysa evvâbin namazı, akşam namazından sonra
kılınır.
Hadiste bildirilen
vakitte , iki, dört, sekiz veya on iki rekât namaz kılmak sünnettir. Evvâbin
namazına "duhâ" diğer bir ifâdeyle kuşluk namazı da denir. Kuşluk
namazını bazan iki, bazan dört, bazan on iki rekât olarak kılan Sevgili
Peygamberimiz, bu namazı teşvik için şöyle buyurmuştur:
"Kim
kuşluk namazını on iki rekât kılarsa, Allah onun için Cennette altından bir
köşk bina eder."[398]
Başka bir hadis de şu
mealdedir:
"Kim
kuşluk namazının iki rekâtine devam ederse, deniz köpüğü kadar da olsa
günahları bağışlanır."[399]
Fakat bu müjdeler,
farz namazlarının yanı sıra kuşluk namazını kılanlar içindir. Bir kimse farz
namazları kılmasa, her gün kuşluk kılsa da hadislerin müjdesine kavuşamaz.
Çünkü bu namaz nafiledir. Böyle namazların bin rekâtı, iki rekât farz namazın faziletine kavuşamaz.
452, 618 numaralı
hadise de bakınız.[400]
103. İbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor:
"Ben Ahmed'im,
Muhammed'im, Hâşir'im, Mukeffâ'yım ' ve Hâtem'im."[401]
İzah
Peygamberimizin
(s.a.v.) pekçok ismi vardır. Bu hadiste Peygamberimiz isimlerinden beşini
saymaktadır. Bunlar:
1. Ahmed: Övülmeye en layık olan.
2. Muhammed: Herkesçe övülen.
3. Haşir: Herkesten önce haşrolacak olan. Tirmizî ve
Muvatta'da Peygamberimiz bu ismini "İnsanlar benim peşim sıra
haşrolunacaklar" şeklinde açıklamıştır.
4. Mukaffa: Kendisinden sonra peygamber gelmeyecek olan.
5. Hâtem: Peygamberlik kapısı kendisiyle mühürlenen, kapatılan.
Zikrettiğimiz üç kaynakta
bunlarla beraber Peygamberimizin bir kaç ismi daha zikredilir. Bunlar:
6. Âkib: Peygamberlerin sonuncusu.
7. Mâhî: Peygamberimiz bu ismini, "Allah benimle
küfrü silecektir" şeklinde açıklamıştır.
8. Tevbe Peygamberi: Peygamberimizin günahtan tevbeyi getirdiğini
ifâde eder.
9. Rahmet Peygamberi: Resûlullahın insanların
birbirlerine acımalarını getirdiği mânâsına gelir.
Kadı İyaz Şifâ-i
Şerifte, İbni Kayyım el-Cevzî, Zâdü'l-Meâd'da ve daha pekçok kitapda
Peygamberimizin bütün isimleri sayılmaktadır.
150 Nolu hadise de
bakınız.[402]
104. Urve bin Zübeyr rivayet ediyor:
Zübeyr bir hırsızla
karşılaştı. Hırsızı yakalayanlardan onu affetmelerini istedi. Onlar,
"Kadıya teslim edelim de orada aracı ol" dediler. Zübeyr şöyle dedi:
Resûlullah (s.a.v.),
"Kadıya teslim
edildikten sonra suçluya affedilmesi için aracılık edene de, kendisine
aracılık edilene de Allah lanet eder" buyurdu.[403]
İzah
Hadis, hırsızlık, zina,
kısas gibi Cenâb-ı Hakkın tayin ettiği cezalar için, mesele hâkime intikal
ettikten sonra suçlunun affedilmesi hususunda aracılık yapmanın caiz
olmadığını ifâde etmektedir. Bu, bütün âlimlerin ittifakıyla haramdır. Ancak
mesele hâkime intikal etmeden aracı olmak ise caizdir. Zaten Zübeyir bin Avvam
da (r.a.) henüz mesele hâkime intikal etmeden aracı olmuştur. Onların
"Biz hâkime teslim edelim de öyle aracı ol" demeleri üzerine de
Resûlullahın bunu yasakladığını bildirmiştir.
Nitekim günümüzde de
bâzı suçlar mahkemeye intikal ettikten sonra dâvâlı davasından vazgeçse de
mahkeme suçluyu bırakmaz. Çünkü o artık kamu dâvası olmuştur.
Müslim'de rivayet
edilen şu hadis de konuya açıklık getirmektedir:
Manzum kabilesinden
bir kadın hırsızlık yapmıştı. Ve mesele Peygamberimize intikal etmişti. Bu
durum Kureyşlileri üzdü. "Durumu Resûlullah ile (s.a.v.) kim konuşabilir?
Buna kim cesâret edebilir? Bunu ancak Resûlullahın çok sevdiği Üsame yapabilir"
dediler. Üsâme Resûlullaha (s.a.v.) gittiğinde Ondan şu cevabı aldı:
Resûlullah daha sonra
şöyle bir konuşma yaptı:
"Ey insanlar! Sizden
öncekileri Allah ancak şunun için helak etti: Onlar aralarında şerefli biri
hırsızlık ettiğinde onu bırakırlar, zayıf biri çalarsa, onu cezalandırırlardı.
Allah'a yemin ederim ki, Muhammed'in kızı Fâtima dahi hırsızlık etse, mutlaka
onun da elini keserdim."[404]
105. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Kim bir âlime birşey
sorar da o âlim bildiğini gizlerse, Kıyamet gününde ateşten bir gemle
gemlenir."[405]
İbni Mâce'de yer alan
başka bir rivayet, "Kim insanların dinî işlerinde faydalı olan bir ilmi gizlerse..." şeklinde gelmiştir.[406]
106. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Ramazan hilâlini
gördüğünüzde oruca başlayınız. Şevval hilalini gördüğünüzde iftar ediniz
(bayram yapınız). Hava bulutlu olursa orucu otuza tamamlayınız."[407]
İzah
Yüce Rabbimiz
Kur'ân'da şöyle buyurur:
"Güneşi
bir ışık, ayı bir nur yapan, vaktinizi ve hesabı bilesiniz diye aya menziller
takdir eden Odur."[408]
Başka bir âyette de
"Güneş
ve ay şaşmaz bir hesap üzere hareket eder"[409] buyurmuştur.
İşte ay ve güneş
şaşmaz bir ölçü ile hareket ettiği içindir ki, namaz vakitleri, oruca başlama
tarihi, iftar vakti, ay ve güneşin hareketlerine göre tespit edilmektedir.
Yukarıdaki hadiste de bu gerçeğe dikkat çekilir. Peygamberimiz zamanında
astronomi ilmi günümüzde olduğu gibi gelişmediğinden gerek namaz vakitleri,
gerek Ramazan ve Kurban bayramı günleri, gerekse Ramazan ayının başlaması hilâl
çıplak gözle görerek tespit ediliyordu.
Günümüzde ise ayın
hareketleri modern âletlerle çok yakından takip edilerek bir yıl sonraki
takvimler önceden hazırlanabilmektedir. Namaz vakitleri, Ramazan ayının
başlangıç tarihi, imsak ve iftar vakitleri, bayram günleri bu takvimlerde
belirtilmektedir. Bugün Müslümanlar takvimlere bakarak namaz kılmakta, sahur
yemekte, iftar etmekte, oruca başlamakta ve bayram yapmaktadırlar.
Konu hakkında geniş
bilgi için Hanefî ve Şâfiîlere Göre Oruç Zekât isimli eserimizin 33-40.
sayfalarına bakınız.[410]
107. İbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
"Kendisine
güvenilmeyenin imanı eksiktir. Abdest olmayanın namazı olmaz. Namaz kılmayanın
dini sağlam değildir. Namazın dindeki yeri, başın vücuttaki yeri gibidir."[411]
108. Kays bin Ebî Hâzim rivayet ediyor:
Ebû Bekir Sıddîk'dan
(r.a.) duydum. O, minber üzerinde şöyle diyordu:
Resûlullah (s.a.v.)
benim şu makamımda önceki sene şöyle buyurdu:
"Hiç kimseye kuvvetli
imandan sonra afiyet gibi bir şey verilmemiştir. Ve biz Allah'tan dünyada ve âhirette
afiyet istiyoruz. Dikkat edin! Doğruluk ve iyilik Cennettedir. Dikkat edin,
kötülük ve günah Cehennemdedir."[412]
109. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:
"Üç şey iman
ahlâkındandır:
1. Kızdığı zaman kızgınlığı kendisini bâtıla
sevketmeyen,
2. Hoşlandığında hoşnutluğu kendini hakdan çıkarmayan,
3. Gücü yettiğinde hakkı olmayan şeye el uzatmayan
kimselerin ahlâkı."[413]
110. Sa'd bin Mâlik rivayet ediyor:
"Kim ihlâs sûresini
okursa Kur'ân'ın üçte birini okumuş olur. Kim de Kâfirûn Sûresini okursa,
Kur'ân'ın dörtte birini okumuş olur."[414]
İzah
Bu ve benzeri
hadislerde geçen faziletler ilk bakışta mübalağa gibi görülebilir. Çünkü
Kur'ân'ın içerisinde bu sûreler de yer almaktadır. Dolayısıyla bu sûreler
kendilerinin de yer aldığı bütün Kur'ân ile mukayese edilmiş oluyor.
Bediüzzamah Sözler isimli eserinde bu meseleyi özetle şöyle izah eder:
Kur'ân'ın herbir
harfinin bir sevabı vardır. Allah'ın bir ihsanı olarak o harflerin sevabı
sünbüllenir, bazan on tane verir, bazan yetmiş. Âyete'1-Kürsî harflerine yedi
yüz, İhlâs Sûresi harflerine bin beş yüz, Berat gecesinde ve makbul vakitlerde
okunan âyetlere on bin, Kadir gecesinde okunan âyetlere otuz bin sevap verir.
Bu haliyle Kur'ân-ı Kerimin sevabını tartmak mümkün değildir. Belki gerçek
sevabıyla bâzı surelerle ölçülebilir.
Mesela bin tane mısır
ekilmiş bir tarla farzedelim. Bâzı tanelerin yedi sünbül verdiğini farzetsek,
her bir sünbülde de yüzer adet mısır tanesi varsa, bu durumda sünbül veren yedi
tane mısır bütün tarlanın üçte ikisine denk geliyor demektir. Bunun gibi bir
tane on sünbül verse, her sünbülde iki yüz tane olsa, bu durumda bir tek tane,
tarlaya ekilen tanelerin iki misli kadar olmuş olur. Bunu daha fazla devam
ettirebiliriz.
İşte Kur'ân-ı Hakimi
nûrânî, mukaddes, semavî bir tarla olarak düşünüyoruz. Kur'ân'ın her bir harfi
asıl sevabıyla birer habbe hükmündedir. Diğer sûrelerin sünbülleri nazara
alınmadığında, Yasin, İhlâs, Fatiha, Kâfirûn, Zilzal sûreleri bütün Kur'ân'la tartılabilir.
Meselâ Kur'ân'ın 300620 harfi vardır. İhlâs Sûresinin harfleri ise Besmele ile
birlikte 69'dur. Hadiste İhlâs Sûresi Kur'ân'ın üçte birine denktir denildiğine
göre, İhlâs Sûresinin her bir harfine 1452 sevap düşer. Çeşitli hadislerde
ifâde edilen diğer sûreler de bu şekilde hesaplanabilir.[415]
111. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Kim günahlardan
sakınmak şartıyla sabah namazından sonra on iki defa İhlas Sûresini okursa,
Kur'ân'ı dört defa okumuş gibi sevap kazanır. Ve yeryüzü halkının en faziletlisi
olur."[416]
112. Câbir bin Semre (r.a.) rivayet ediyor:
"Ben, Peygamber
olarak gönderilmeden önce bana selâm veren bir taş biliyorum."[417]
İzah
Müslim'de "Ben
onu şimdi de biliyorum" ilâvesi vardır.
Taşlar cansız varlıklardır.
Konuşamazlar. Ancak bu, genel olarak böyledir. Her şeyin yaratıcısı olan
Cenâb-ı Hak dilediği zaman taşlara konuşma kabiliyeti verebilir. Zaten
Kur'ân'da bildirildiğine göre bâzı taşların yuvarlanmalarının sebebi Allah
korkusundan kaynaklanmaktadır.[418]
Yine Kur'ân'da bildirildiğine göre, herşey Allah'ı teşbih eder.[419]
"Şey" ifâdesine taşlar da dâhildir.
Ancak biz onların
teşbihlerini anlayamayız. Ama Cenâb-ı Hak taşa konuşma emrini verdiğinde
taşların dile gelmemesi için hiçbir sebep yoktur. Yine Kur'ân'da
bildirildiğine göre Yüce Allah kıyamet gününde insanların derilerine, ellerine
konuşma kabiliyeti verecektir.[420]
İşte Resûlullah henüz
Peygamber olmadan önce, Allah'ın emriyle bâzı taşlar ona selâm veriyordu.
Peygamber olduktan sonra da bir mucize olarak birçok taş ona selâm vermeye,
onun emrini dinlemeye devam etti. Konu ile ilgili pekçok hadis vardır. Burada
bunlara girmeyeceğiz.[421]
113. Abdullah bin Abbas (r.a) rivayet ediyor:
"Bu ümmetten bir
grup, yeme içme ve eğlenmek için bir araya geldikleri gecenin sabahında maymun
ve domuza çevrilmiş olarak kalkarlar."[422]
İzah
"Çevrilmiş
olarak" şeklinde tercüme ittiğimiz ifâde, hadisin metninde
"mesh" kelimesi ile geçer. Mesh, insanın suretinin değişmesi, hayvan
suretine sokulması demektir. Hadiste, gayri meşru eğlence için bir araya gelen
bir topluluğun maymun ve domuza çevrilmiş olarak sabahlayacaklarına dikkat
çekiliyor. Bu değişiklik iki şekilde olur:
Birincisi, mesh-i
sûrî, yani insanın maddeten şekil ve suretinin değişmesidir. Eski ümmetlerde
Allah'a isyan eden bâzı insanlar bu cezaya çarptırılmışlar, domuz, maymun veya
fare şekline çevrilmişlerdir. Bunlar daha sonra helak olmuş, tamamen ölmüşlerdir.[423]
Bir de manevî mesh
vardır. Burada manevî bir değişiklik söz konusudur. İman nimetinden mahrum
olan, kimseden utanıp sıkılmadan günah işleyen kimseler, maddeten insan
şeklinde olsalar da, manevî yönden hayvana benzerler. Bunlar, davranış, ahlâk
ve karakter bakımından insandan çok hayvanı hatırlatırlar. Günahkar insanları
bunlara misâl olarak vermek mümkün olduğu gibi, hiç çekinmeden beşikteki
çocuklara, ihtiyarlara, kadınlara makinalı ile ateş açan anarşistleri de,
suretleri manen değişmiş, insan cesedinde canavar ruhu taşıyan insanlara misâl
olarak verebiliriz.
Bediüzzaman, Kur'ân'ın
yerine geçirilmeye çalışılan, maneviyattan sıyrılmış Batı medeniyetinin
esaslarını kabul eden kişileri anlatırken, manevî meshe şöyle güzel bir misâl
verir:
"Bu medenîlerden çoğu,
eğer içi dışına çevrilse, kurt, ayı, yılan, hınzır, maymun postu görülecek
gibi hayale gelir."[424]
114. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Başkasının
evine izinsiz olarak bakanın gözünü çıkarsalar helâldir."[425]
İzah
Müsned’de bu hadis
biraz daha uzun olarak şöyle rivayet edilmiştir:
"Herhangi bir
kişi kendisine izin verilmeden önce bir evin kapı veya penceresindeki örtüyü
kaldırarak bakarsa, yapması helâl olmayan bir iş işlemiş olur. O anda ev
içinden birisi gözünü patlatırsa ceza görmez.
"Bir kimse de
örtü bulunmayan bir kapının önünden geçer de ev sahiplerinin görülmesi uygun
olmayan yönlerine gözü çarparsa, ona âni bakışı için hiçbir günah yoktur. Suç
ev halkınındır." '} Müslim'deki
rivayetlerin birisi ise şöyledir:
"Bir adam izinsiz
olarak senin evine baksa da, ufak bir taş atarak gözünü çıkarsan, günaha
girmiş olmazsın."
Buhârî'deki rivayet
ise şöyledir:
"Resûlullahın
(s.a.v.) evinin bir penceresinden adamın birisi içeriye baktı. O sırada
Resûlullah (s.a.v.) bir tarakla başını tarıyordu. Adamın içeri baktığını
görünce şöyle buyurdu:
"Eğer senin böyle
haremgaha baktığını önceden bilseydim, şu demiri gözünü saplardım. Çünkü izin
isteme göz için emredilmiştir."
Peygamberimiz başka
bir hadislerinde de Allah'ın izinsiz başkasının evine göz atmayı çirkin
gördüğünü bildirmiştir.[426]
115. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Biriniz,
"Allah'ım, dilersen beni bağışla" demesin. İsteğini kesin olarak
istesin. Çünkü Allah'ı zorlayacak yoktur."[427]
İzah
Zikrettiğimiz
kaynakların bâzılarında "Allah'ım, dilersen merhamet et demesin"
ilâvesi vardır.
Hadiste geçen
"Dilersen" ifâdesi, Allah bağışlamaya zorlanabilir gibi yanlış
mânâya yol açabilir.
Diğer taraftan, duâ
edenin "Aslında ihtiyacım yok, dilersen kabul et" gibi bir mânâda da
anlaşılabilir. Bu sebeple Peygamberimiz duada kesin ifâde kullanılmasını
istemiştir.[428]
116. Abis bin Rebia rivayet ediyor:
"Ömer bin Hattab'i
gördüm. Hacerü'l-Esved'in karşısında durmuş şöyle diyordu: "Allah'a yemin
ederim ki, ben senin bana ne fayda ne de zarar vermeye gücü yetmeyen bir taş
olduğunu biliyorum. Eğer Resûlullahın (s.a.v.) seni öptüğünü görmeseydim ben
de öpmezdim."[429]
117. Abdullah bin Selâm (r.a.) rivayet ediyor:
"Namazda sağa sola
bakmayınız. Çünkü böyle yapanın namazı yoktur."[430]
İzah
Hadisin zikrettiğimiz
kaynaklardaki rivayeti ise şöyledir:
"Allah namazda yüzünü
sağa sola çevirmediği müddetçe rahmet ve bağışlamasıyla kula yönelmeye devam
eder. Kul yüzünü sağa sola çevirince, Allah da rahmet ve bağışlamasını ondan
çevirir."
Kişi namazda iken
başını sağa ve sola çevirmemelidir. Çünkü namazından mükemmel sevabı ancak
böyle alabilir. Diğer taraftan, Allah'ın rahmet, mağfiret ve ihsan nazarları
böyle bir kula çevrilidir. Eğer bir kimse namazda iken her hangi bir mecburiyet
olmadan sağa sola bakınırsa Allah da o kula rahmet nazarıyla bakmaktan vaz
geçer. Yani namazın sevabını o kul için azaltır. Konu ile ilgili başka hadisler
de vardır. Birisi şöyledir:
"Kul namazda sağa
sola baktığında Allah kendisine şöyle seslenir: "Ey Âdemoğlu, nereye
bakıyorsun? Ben senin için baktığın şeylerden daha hayırlıyım."[431]
Peygamberimiz namazda
başını sağa sola çeviren kimsenin durumunu soran Hz. Âişe'ye de, "O kulun
namazından şeytanın bir hırsızlığıdır" cevabını vermiştir.[432]
İşte Peygamberimiz
yukarıdaki hadislerinde de namazda sağa sola bakmayı yasaklamıştır.
Namazda sağa sola
bakınmak mekruh olduğu gibi, yukarı bakınmak da mekruhtur. Mescide geldiğinde
bir kaç kişinin başlarını semâya diktiğini gören Peygamberimiz (s.a.v.),
"Böyle yapanlar
gözlerini havaya dikmeye kesinlikle son vermelidir. Veya onların gözleri bir
daha kendilerine dönmeyecektir"
buyurmuştur.[433]
Namazda sağa sola
bakınmak, gözleri tavana dikmek, namazda bulunması gereken huşua da mânidir.
Oysa namazda huşu kurtuluş sebebidir. Zira Yüce Allah bir âyet-i kerimede şöyle
buyurmuştur:
"Mü'minler
kurtuluşa ermiş, umduklarına kavuşmuşlardır."
"Onlar
namazlarını Allah'tan korkarak, hürmet ve tevazu içinde ve tâdil-i erkân ile
kılarlar."[434]
Hadisde geçen "Böyle
yapanın namazı yoktur" ifâdesi, "Sevabı az olur" mânâsındadır.
Yoksa "Namaz kılmamış olur" mânâsında değildir.[435]
118. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.),
"Rabbinin bir
kısım âyetleri geldiği gün"[436] âyetiyle ilgili olarak
"Güneşin
batıdan doğması" buyurdu.[437]
İzah
Kıyametin büyük
alâmetlerinden birisi de güneşin batıdan doğmasıdır. Peygamberimiz kıyametin on
büyük alâmetini sayarken bunlardan birisinin de güneşin batıdan doğması
olduğunu bildirmiştir.[438]
Güneşin batıdan
doğmasını, Batı dünyasının Müslüman olmasıyla te'vil edenler varsa da, biz bu
tev'ile katılmıyoruz ve böyle bir tev'ilin âyet ve hadislere zıt olduğunu
düşünüyoruz. Güneşin batıdan doğması ile, artık imtihan meydanı kapanacaktır.
Güneş batıdan doğduktan sonra getirilen iman ve yapılan tevbe kabul
edilmeyecektir. Çünkü artık kıyametin en açık alâmeti ortaya çıkmış, insanın
ihtiyarı elinden alınmıştır. Nitekim izahını yaptığımız hadiste Peygamberimize
sorulan âyetin tamamında bu gerçek şöyle açıklanır:
"Onlar ancak
kendilerine azap melekleri gelsin, yahut mekândan ve zamandan münezzeh olan
Rabbin bizzat gelsin, yahut Rabbinin bir kısım âyetleri geliversin diye
bekliyorlar. Rabbinin bir kısım âyetlerinin geldiği gün ise, daha önce iman
etmemiş kimsenin o gün iman etmesi veya imanın gereği olarak bir hayır
işlememiş kimsenin o gün işleyeceği hayır, ona bir fayda vermeyecektir. De ki:
Siz bekleyedurun; muhakkak biz de bekliyoruz."[439]
Peygamberimiz de bu
alâmet çıktıktan sonra iman etmenin hiçbir fayda vermeyeceğini şöyle
açıklamıştır:
"Güneş battığı yerden
doğmadıkça kıyamet kopmayacaktır. Güneş batıdan doğduğu zaman da, artık bütün
insanlar iman edecektir. Ancak, daha önce iman etmemiş kimsenin o gün iman etmesi
veya imanın gereği olarak bir hayır işlememiş kimsenin o gün işleyeceği hayır,
ona bir fayda vermeyecektir."[440]
Tevbe kapısının güneş
batıdan doğuncaya kadar devam edeceğini ifâde eden daha başka hadisler de
vardır. Meselâ bu hadislerden birisi şu mealdedir:
"Güneş
batıdan doğuncaya kadar tevbe kapısı devamlı açık tutulacaktır."[441]
Evet, güneşin batıdan
doğması artık kıyametin kopacağına, Kur'ân'ın ve Peygamberimizin gerçeği
açıkladığına ap açık bir delil olacağı için, imtihan bitecek, o günden sonra
inananın imanı, tevbe edenin tevbesi kabul edilmeyecektir. Kıyametle ilgili hadisleri
te'vil eden ve Deccal, Mehdi, Dabbetü'1-arz gibi kıyamet alâmetlerini açıklayan
hadislerin teşbih ifâde ettiğini söyleyen Bediüzzaman, güneşin batıdan
doğmasının ise zahirî mânâsında olduğunu söyler. Bununla ilgili olarak meâlen
şöyle der:
Güneşin batıdan
doğması ise, açık bir kıyamet alâmetidir. Ve ap açık bir delil olduğu için,
aklın ihtiyarı ile bağlı olan tevbe kapısını kapayan semavî bir hâdise
olduğundan tefsiri ve mânâsı açıktır, te'vile ihtiyacı yoktur. Yalnız bu kadar
var ki:
"Allahu a'lem,
güneşin batıdan doğmasının görünen sebebi, dünyanın kafasının aklı hükmünde
olan Kur'ân onun başından çıkmasıyla zemin divâne olup—Allah'ın izni ile başını
başka gezegene çarpmasıyla hareketinden geri dönüp—doğudan batıya olan
seyahatini Allah'ın dilemesiyle batıdan doğuya değiştirmekle, güneş batıdan
doğmaya başlar. Evet, dünyayı güneşile, ferşi arşa kuvvetli bağlayan Allah'ın
sağlam ipi olan Kur'ân'ın çekip gücü kopsa; dünya gezegeninin ipi çözülür, başı
boş serseri olup aksiyle ve intizamsız hareketinden güneş batıdan çıkar. Hem
çarpışma neticesinde emr-i ilâhî ile kıyamet kopar diye bir te'vili vardır.[442]
Konu hakkında geniş
bilgi için Kıyamet Alâmetleri isimli eserimizin 257-260. sayfalarına
bakılabilir.[443]
119. Umeyre bin Sa'd rivayet ediyor:
Minberin üzerinde
Ali'yi (r.a.) gördüm. Resûlullahın (s.a.v.) arkadaşlarına, "Resûlullahın
(s.a.v.) Gadir Hum günündeki sözlerini kim işitti. Buna kim şahitlik
edecek?" diye sordu.
Ebû Hüreyre, Ebû Saîd
ve Enes'in de içinde bulunduğu on iki kişi ayağa kalktı. Onlar Resûlullahın
(s.a.v.),
"Ben kimin
mevlâsı [efendisi, dostu] isem, Ali de onun mevlâsıdır. Allah'ım, ona dost
olana dost ol, düşman olana da düşman ol" buyurduğuna şahitlik ettiler.[444]
İzah
Peygamberimiz Veda
Haccından bir müddet önce Hz. Ali'yi Yemen'e vazifeli olarak göndermişti. Hz.
Ali Veda Haccında Peygamberimizle buluşacaktı. Yolda gelirlerken Hz. Ali ile
kafilede bulunanlar arasında bir huzursuzluk oldu. Hz. Ali haklıydı. Fakat onu
Peygamberimize şikâyet ettiler. Resûlullah onlara,
"Ey insanlar,
Ali'yi şikâyet etmeyiniz. Vallahi o Allah yolunda şikâyet edilmez"[445] dedi.
Hac dönüşünde Mekke
ile Medine arasında bulunan Gadîr Hum mevkiine gelinince de orada mola verdi.
Orada bir müddet istirahat edip öğle namazını kıldıktan
sonra, Sahabîlere hitaben şöyle bir konuşma yaptı:
"Ey insanlar!
Haberiniz olsun ki, ben de ancak bir insanım. Çok sürmez Yüce Rabbimin elçisi
[Azrail] bana gelecek, ben de onun dâvetine icabet edeceğim. Ben size kıymeti
ve mes'uliyeti ağır iki emânet bırakıyorum. Birincisi Yüce Allah'ın Kitabıdır
ki, onun içinde hidâyet ve nur vardır. Cenâb-ı Hakkın Kitabına sımsıkı
sarılınız. İkincisi de Ehl-i Beytimdir. Ehl-i Beytime muamele hususunda size
Allah'ı hatırlatırım. Ehl-i Beytime muamele hususunda size Allah'ı
hatırlatırım. Ehl-i Beytime muamele hususunda size Allah'ı hatırlatırım."[446]
Efendimiz daha sonra
oradakilere,
"Sizin velîniz
kimdir?" diye sordu.
Oradakiler,
"Bizim velîmiz Allah ve Resulüdür" cevabını verdiler.
Peygamberimiz,
"Ey insanlar,
benim mü'minlere öz nefislerinden daha sevimli olduğumu biliyorsunuz değil
mi?" buyurdu.
"Evet"
dediler. Peygamberimiz suâlini tekrarladı, yine aynı cevabı aldı. Bunun üzerine
Resûlullah (s.a.v.) Ali'nin elinden tuttu izahını yaptığımız hadisi söyledi.[447]
Câferîler, Peygamberimizin
yukarıdaki sözlerini "orada Hz. Ali'yi kendisinden sonra halife olarak
tayin ettiği" şeklinde yorumlarlar. Bu yoruma katılmak mümkün değildir.
Bilgi için Tarihte ve Günümüzde Caferilik isimli eserimizin 227-237. sayfalarına
bakılabilir.[448]
120. Yahya bin İbni Kesîr rivayet ediyor:
"Kim "Ben
âlimim" derse, o câhildir. Kim "Ben câhilim" derse, o câhildir.
Kim, "Ben Cennetteyim" derse, o Cehennemdedir. Kim "Ben
Cehennemdeyim" derse, o Cehennemdedir."[449]
İzah
Âlim sıfatı, kolay
kazanılacak bir sıfat değildir. Çünkü âlim sayılabilmek için kişinin Kur'ân,
hadis, fıkıh, İslâm tarihi gibi birçok ilmi bilmesi gerekir. Bütün bu ilimleri
öğrenip âlim sıfatını kazanabilmek ise kolay değildir. Bu ilimleri öğrenmeden
kişinin kendisini âlim ilan etmesi, onun cahilliğini gösteren bir husustur.
Çünkü gerçek mânâda âlim olan ilmin sonu olmadığını, ne kadar bilirse bilsin
bilmedikleri binlerce hususun câhili olduğunu bilir ve kendisini âlim ilân
etmez.
Kişinin "Ben
âlimim" demesi, gurura kapılması açısından da tehlikelidir. Gerçek mânâda
âlim olan ilmi ile gurura kapılmaz. O ilmi kendisine Allah'ın ihsan ettiğini
bilir. Ona şükürden geri durmaz. Allah'ın ihsan ettiği ilimle gururlanmaz.
Bununla beraber,
gerçekten âlim olan birisinin Allah'ın bir ihsanını inkar etmemek için
"Allah bana ilim ihsan etti" demesinde bir mahzur bulunmamaktadır.
Bu arada gerçekten
ilimle dopdolu oldukları halde tevâzuun-dan veya ne kadar bilgili olursa olsun
"Kişi bilmediklerinin câhilidir" gerçeğini
düşünerek kişi câhil olduğunu söyleyebilir. Böyleleri "Ben câhilim"
dediği için câhil sayılmazlar.
Hadiste üzerinde
durulan diğer mühim bir husus Müslümanın "havf ve recâ" günümüz
ifadesiyle korku ile ümit arasında olması gerektiğine dikkat çekilmesidir.
Dinimize göre kişinin Allah'ın gazabından emin olması da, rahmetinden ümit
kesmesi de doğru değildir. Dolayısıyla dikkat çekildiği gibi, Allah'ın
gazabından emin olan, "Ben Cennetteyim" diyen bu sözünün cezasını
çekinceye kadar Cehenneme atılır. Kişinin ibâdetleri kendisine daha önce
verilen nimetleri dahi karşılamaya yetmez. Cennet ise Allah'ın fazlındandır.
Dolayısıyla "Ben Cenneteyim" demesi Allah'ın irâdesini devre dışı
bırakmak demektir.
Kişinin Allah'ın
gazabından emin olması doğru olmadığı gibi, Onun rahmetinden ümit kesmesi de
doğru değildir. Bir âyette bununla ilgili olarak şöyle buyurulur:
"De ki: Ey günahta
aşırı giderek nefislerine zulmetmiş olan kullarım! Allah'ın rahmetinden
ümidinizi kesmeyin. Muhakkak ki Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki, O
çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir."[450]
Bir başka âyette de,
Allah'ın rahmetinden ancak Onun âyetlerini ve Ona kavuşmayı inkar edenlerin
ümitlerini keseceklerine dikkat çekilir.[451]
Diğer taraftan, kişi
Allah'a güzel zan beslemekle mükelleftir. Bir kul Allah'ın kendisine rahmetle
muamele edip günahlarını bağışlayacağını ümit ederse, Allah onu affeder,
bağışlar. Kul, Allah'ın kendisine azapla muamele edeceğini zannederse, ona da
öyle muamele eder. Yüce Allah, bir âyet-i kerimede kulun Kendisi hakkındaki
yanlış zannının onu helake götüreceğine işaretle şöyle buyurmaktadır:
"Rabbiniz hakkındaki
bu yanlış zannınızdır ki, sizi helake düşürdü ve hüsrana uğrayanlardan
oldunuz."[452]
Konuyla ilgili bir
kudsî hadiste de şöyle buyurulur:
"Ben, kulumun Bana
olan zannı yanındayım, yani kulumun Bana zannı nasılsa ona öyle muamele
ederim."[453]
Böyle olunca, kişinin
"Ben Cehennemdeyim" demesi, Allah'a güzel zan değil, kötü zan
beslemesi demektir. Dolayısıyla Allah'ın kendisini Cehenneme atacağına inandığı
için, Allah da onu Cehenneme atar.
Ancak mü'min bir kul,
Allah'ın rahmetinden ümidini kesmemekle birlikte, bu rahmete güvenerek Allah'ın
haram kıldığı şeylere de girmemelidir.
Konu hakkındaki
tafsilatı Ölüm Cenaze Kabir isimli eserimizin 107-110. sayfalarına havale
ederek, burada konu hakkında Hz. Ömer'in güzel bir sözünü nakletmek istiyoruz:
"Semâdan bir
seslenici, 'Ey insanlar, bir kulum hariç hepiniz Cennete girin' diye seslense,
o bir kulun ben olacağımdan korkuyorum.
"Eğer, 'Ey
insanlar, bir kulum hâriç hepiniz Cehenneme girin' diye seslense, Cehenneme
girmeyecek olan o bir kulun ben olacağımı umuyorum."[454]
121. Şehr bin Havşeb rivayet ediyor:
Hz. Hüseyin şehid
edildiğinde taziye için Ümmü Seleme'nin (r.a.) yanına geldim. O bana Hüseyin
(r.a.) ile ilgili olarak şu hatırasını anlattı:
"Resûlullah
(s.a.v.) içeri girdi, bizim bir yaygımızın üzerine oturdu. Fâtıma (r.a.)
oturması için başka bir şey verdi. Resûlullah Fâtıma'ya, 'Bana Hasan'ı
Hüseyin'i ve amcanın oğlu Ali'yi çağır' buyurdu. Onlar yanında toplanınca da
şöyle buyurdu:
"Allah'ım, bunlar has
yakınlarını ve Ehl-i Beytimdir. Onların günahlarını gider ve onları tertemiz
kıl."[455]
İzah
Buna benzer başka
rivayetler de vardır. Meselâ Müslim'de Hz. Aişe'den şöyle bir hadis rivayet edilir:
"Peygamber
(s.a.v,) bir sabah, üzerinde siyah kıldan yapılmış ve üzeri nakışlı bir elbise
olduğu halde çıktı. O esnada Ali'nin oğlu Hasan geldi. Peygamber (s.a.v.) onu
elbisesinin içine aldı. Sonra Hüseyin geldi. Onu da elbisesinin içine aldı.
Fâtıma geldi. Onu da elbiseninin içine aldı. Ali geldi, onu da elbisesinin
içine alıp sardı. Sonra da şu âyeti okudu:
"Ey
Peygamber ailesi, Allah günahlarınızı giderip sizi tertemiz yapmak
istiyor."[456]
Konu ile ilgili başka
hadisler de vardır. Aynı hâdise farklı kanallardan gelmiş de olabilir, hâdise
birkaç defa tekrarlanmış da olabilir. Doğrusunu Allah bilir.[457]
122. Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
"Altının altınla,
gümüşün gümüşle, buğdayın buğdayla, arpanın arpayla, kuru hurmanın kuru
hurmayla, üzümün üzümle satışı eşit olarak yapılır. Tuzun tuzla satışı peşin
olarak yapılır. Kim artırır ve kim artırılmasını isterse o faizdir."[458]
İzah
Müslimdeki rivayette "Alanla
veren bu hususta eşittir" ilâvesi vardır.
Büyük günahlardan
birisi de faizdir. Yüce Allah bir âyet-i kelimede faizin kesin olarak haram
kılındığını şöyle açıklar:
"Faiz yiyen kimseler,
kıyamet gününde kabirlerinden, şeytan çarpmış kimsenin kalkışı gibi kalkarlar.
Bunun sebebi, onların 'Alış veriş de faiz gibidir' demeleridir. Halbuki Allah
alış verişi helâl, faizi haram kıldı."[459]
Faizin haramlığı ile
ilgili birçok hadis de vardır. Bunlardan ikisinin meali şöyledir:
"Mîraca
çıkarıldığım gece, karınları odalar gibi büyük olan bir kavim gördüm.
Karınlarında dışarıdan görülen yılanlar vardı. 'Ey Cebrail, bunlar kim?' diye
sordum. 'Faiz yiyenler1 cevabını verdi.[460]
"Aralarında
faizin yaygınlaştığı hiçbir topluluk yoktur ki, fakirliğe maruz kalmasın.
Aralarında rüşvet yaygınlaşan hiçbir topluluk yoktur ki, korkuya maruz
kalmasın."[461]
Peygamberimiz izah
ettiğimiz hadislerinde de altı maddeyi sayıyor ve bu altı maddenin
kendileriyle, mesela buğdayın buğdayla satışının eşit olarak yapılması
gerektiğini, aynı cins olan şeylerden birisinin fazla olması durumunda yapılan
işlemin faiz olacağını ifâde ediyor.
Hanefî, Şafiî, Mâlikî ve
Hanbelî mezhebi âlimleri, bu hadiste sayılanlara kıyas ederek bu altı maddenin
dışında kalan maddelerden alman fazlalığın da faiz olduğunu ifâde ederler. Bu
dört mezhebe göre faiz, akit yapan taraflardan birisine her hangi bir mal
karşılığı olmaksızın verilmesi şart koşulan fazlalıktır. Cinsi ve miktarı aynı
olan iki mal birbiri ile değiştirilirken taraflardan birisinin fazla vermesi
faiz olur. Bu tarifi göre bir milyon lirayı bir milyon bir lira ile
değiştirmek, bir milyon borç verip verilen paradan fazlasını almak faizdir.[462]
Dolayısıyla "Bu
altı maddenin dışındaki şeylerde faiz geçerli değildir" denilemez. Çünkü o
zamanda alış veriş para ile değil, hadiste sayılan maddelerle yapılıyordu.
Zaten hadiste, "Bu altı maddenin dışındaki maddelerden alman fazlalık faiz
olmaz" şeklinde bir ibare de bulunmamaktadır.
Gerek bu konunun gerekse
faizin haramlığı, haram kılınmasının hikmetleri ile ilgili tafsilatlı bilgiyi
Faiz Ticâret isimli eserimizde bulabilirsiniz.[463]
123. Câbir (r.a.) rivayet ediyor:
"Mü'min, kulluk elbisesi
günahlarla yıprandığında onu tevbeyle yamayandır. Bahtiyar, tevbesi üzerine
ölendir."[464]
İzah
Tevbe ile ilgili
olarak 55 numaralı hadisin izahında açıklama yapmıştık. Burada konu üzerinde
kısaca duracağız:
Hadiste kulluk bir
elbiseye benzetiliyor. Ve bu elbisenin günahlarla yıpranacağına dikkat
çekiliyor. Kulluk elbisesi günahlarla yıprandığında mü'minin onu tevbeyle
yamaması gerektiği nazara veriliyor. Ayrıca sadece tevbe ile yetinmeyip o tevbe
üzere ölmek gerektiği, yani tevbe edilen günaha bir daha dönmemek icab ettiği
ifâde ediliyor. Peygamberimiz bunu yapan mü'minleri bahtiyar olarak
vasıflandırıyor.[465]
124. Eşlem el-Ensârî rivayet ediyor:
Resûlullah beni
Kurayza Yahudileri esirlerinin başına tayin etti. Ben onların çocuklarının
avret yerlerine bakıyordum. Buluğa ermişse boynunu vuruyordum. Buluğa ermemişse
Müslümanlara ganimet olarak kalıyordu.[466]
İzah
Yahudiler tarih boyunca
kendi peygamberlerine eziyet etmişler, hattâ onlardan bâzılarını şehid
etmişler, bâzılarını da öldürmeye teşebbüs etmişlerdir. Bunun içindir ki,
Kur'ân'da lanetlenmişlerdir.
Yahudiler
Peygamberimizi de öldürme teşebbüsünde bulunmuşlar, ona eziyet etmişlerdi. Onu
en kritik zamanda arkadan vurmuşlardı.
İşte yukarıdaki
hadiste bu hainlikleri sebebiyle onlara verilen ceza haber verilmektedir. Konu
özetle şöyle gerçekleşmiştir:
Peygamberimizin
Medine'deki diğer Yahudi kavimleriyle olduğu gibi, Kurayzaoğulları
Yahudileriyle de antlaşması vardı. Medine'yi müşterek düşmana karşı
koruyacaklardı. Buna rağmen onlar birkaç defa Resûlullah ile yaptıkları
anlaşmayı bozdular. En kötüsü Resûlullahın can düşmanlarıyla birlik oldular.
Mekke müşriklerine mektup yazarak "Siz gelin, biz Müslümanları Medine'de
arkalarından vuracağız" dediler.
Nihayet müşrikler
Kurayzaoğullarının sözlerine de güvenerek Medine üzerine büyük bir ordu ile
saldırıya geçtiler. Bu arada Kurayzaoğulları Yahudileriyle aralarında şu üç
maddelik anlaşmayı yaptılar:
1. Savaş sona erinceye kadar Kurayzaoğulları on gün müşriklerin
safında Müslümanlara karşı savaşacaklardı.
2. Müşrikler için silah temin edeceklerdi.
3. Müşriklerin ihtiyaçlarını karşılamak için
karargahları yanına pazar kuracaklardı.
Evet, Yahudiler
Peygamberimizi ve Müslümanları en nazik ve en tehlikeli bir anda, ölüm kalım
savaşında yardımsız ve yalnız bırakıyorlardı. Müşterek vatanlarını daha önce
söz verdikleri halde düşmana karşı korumuyorlardı. Bununla da kalmayarak ellerine
geçen fırsatı değerlendirmek istiyor, Müslümanları arkalarından vurma planları
yapıyorlardı. Böylece ahitlerini ikinci defa bozmuş oluyorlardı. Onların bu
hali şu âyet-i kerimelerle bildiriliyor:
"Sen kendileriyle
antlaşma yaptığın halde, onlar her defasında pervasızca ahidlerini bozarlar.
Harp meydanında yakaladığında onları darma dağın et ki, arkalarından onlara
destek verenlere ibret olsun—belki böylece akıllarını başlarına alırlar."[467]
Kurayzaoğulları tarihe
Hendek Savaşı olarak geçen bu savaşta müşriklerle yaptıkları bu anlaşmaya
sâdık kaldılar. Peygamberimiz ve Sahabîler bir yanında kalabalık müşrik
ordusuyla savaşırlarken, diğer taraftan Medine'de bıraktıkları kadınlarından
ve çocuklarından endişe ettiler. Çünkü Kurayzaoğulları Yahudileri Medine'de
idiler. Bu da Kur'ân'da şöyle haber verilir:
"O vakit düşman
orduları size hem yukarıdan, hem de aşağıdan saldırmışlardı. Öyle ki, onların
dehşetinden gözler yılmış, yürekler ağıza gelmişti."[468]
Hz. Ebû Bekir de bu
korku ile ilgili olarak şöyle diyor:
"Medine'deki
çoluk çocuğumuz hakkında Kurayzaoğulları Yahudilerinden duyduğumuz korku,
müşriklerden ve onlann müttefiklerinden duyduğumuz korkudan çok daha fazlaydı.
Zaman zaman dağın tepesine çıkıp Medine evlerine bakardım. Onları sükûnet
içerisinde görünce, Allah'a şükr ve hamd ederdim."
Nihayet Allah
Müslümanlara müşriklere karşı zafer ihsan etti, müşrikler mağlup bir vaziyette
Mekke'ye dönmek zorunda kaldılar.
Peygamberimiz cepheden
henüz yeni dönmüş, banyo yapıp koku sürünmüştü ki, başında beyaz sarığıyla
Cebrail (a.s.) geldi. At üzerindeydi, Peygamberimize sitem etti, "Ey
Allah'ın Resulü! Sen silahını bıraktın mı? Vallahi biz daha silahlarımızı
çıkarmadık. Allah seni affetsin. Kalk silahını kuşan onların üzerine
yürü" dedi.
Peygamberimiz
"Kimin üzerine?" diye sorunca da, Cebrail (a.s.) eliyle
Kurayzaoğullarının bulunduğu yeri gösterdi ve "İşte oraya" dedi.
Sonra da meleklerle birlikte oraya gitti. Peygamberimiz de derhal ordusuna
emir verdi ve hedef olarak Kurayzaoğullarının yurdunu gösterdi. Kısa bir
kuşatmadan sonra Yahudiler şartsız teslim olmayı, Sa'd bin Muâz'ın (r.a.)
vereceği hükmü kabul edeceklerini bildirdiler.
Sa'd da
Peygamberimizin emriyle iki toplum arasında hüküm vermeyi kabul etti.
Yahudilere silahlarını teslim ederek teslim olmalarını söyledi. Onlar denileni
yaptılar. Sonra da hükmünü şöyle verdi:
"Ben onların
hakkında buluğ çağına eren erkeklerin öldürülmesine, mallarının Müslümanların
arasında taksim edilmesine, kadınlarla çocukların esir edilmesine
hükmettim."
Bu hüküm
Peygamberimizi çok sevindirdi, bunu şöyle açıkladı:
"Sen onlar hakkında
Allah'ın yedi kat gök üstünde Levh-i Mahfuzdaki hükmüne uygun hüküm verdin.
Allah'a yemin ederim ki, Allah da bana senin bu hükmün gibi emir vermişti.
Senin bu hükmünle Allah, melekler ve mü'minler razı oldular."
Sa'd bin Muaz'ın
(r.a.) bu hükmü Tevrat'ın hükmüne de uygundu. Tevrat'ın böyle durumlarla
ilgili hükmü şöyle idi:
"Bir şehre savaş
için yaklaştığında onları sulha davel edesin, eğer senin sulh şartını kabul
eder sana kapılarını açarlarsa, içinde bulunan kavmin hepsi sana haraç verip
hizmet etsinler. Eğer sulha yanaşmayıp savaşırlarsa, onları muhasara edesin.
Allah'ın Rab onları sana teslim ettikte erkeklerin tamamını kılıçtan geçiresin.
Kadınları, çocukları ve hayvanları ve bütün ganimeti, yani o şehirde bulunan
malların tamamını yağma edip Allah'ın Rabbin sana verdiği düşmanlarının
ganimetini yiyesin."[469]
Bu hüküm kendi
şeriatlarında da geçerli olduğu için Yahudiler itiraz edemediler, hükme razı
oldular. Zaten Sa'd bin Muaz da (r.a.) Tevrat'ı çok iyi bilen biri idi. Hükmü,
Tevrat'ta olduğunu bilerek verdi.
Sonra hüküm infaz
edildi. İşte izahını yaptığımız hadisin râvîsi, Resûlullahın kendisini Kurayza
Yahudileri esirlerinin başına tayin ettiğini, çocuklarının avret yerlerine
bakarak buluğa ermiş olanın boynunu vurduğunu, buluğa ermemişse Müslümanlara ganimet
olarak kaldığını haber vermektedir. Bu husus Kur'ân'da şöyle haber verilir:
"Kitap ehlinden olup
da o kâfirlere arka çıkanları Allah kalelerinden indirip yüreklerine korku
saldı ki, siz onlardan bir kısmını öldürüp bir kısmını da esir
alıyordunuz."[470]
Konu hakkında
tafsilatlı bilgiyi Tarih Aynasında Yahudiler isimli eserimizin 203-214.
sayfalarına havale ediyoruz.
[471]
125. İbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor:
Ebû Bekir (r.a.) günün
sıcak bir saatinde dışarı çıktı. Onun çıktığını gören Ömer de (r.a.) çıktı, Ebû
Bekir ile karşılaştı. "Ey Ebû Bekir, bu vakitte dışarı çıkmana sebep
nedir?1' diye sordu.
Ebû Bekir,
"Allah'a yemin ederim ki, şiddetli açlık sebebiyle dışarı çıktım"
dedi.
Ömer, "Allah'a yemin
ederim ki, ben de bu sebepten dışarı çıktım" karşılığını verdi. Onlar
böyle konuşurlarken Resûlullah (s.a.v.) yanlarına geldi ve,
"Bu vakitte
dışarı çıkmanızın sebebi nedir?"
buyurdu.
Onlar, "Allah'a
yemin ederiz ki, biz şiddetli açlık sebebiyle dışarı çıktık" cevabını
verdiler.
Resûlullah (s.a.v.),
"Nefsim
kudreti elinde olan Allah'a yemin olsun ki, ben de ancak bu sebeple dışarı
çıktım. Geliniz" buyurdu.
Beraberce Ebû Eyyûb el-Ensârî'nin evine geldiler. Ebû Eyyûb Resûlullah için
yiyecek veya süt hazırladığını daha önce söylemişti. Resûlullah o gün gecikmiş,
zamanında gelememişti. Ebû Eyyub de onu ailesine yedirmiş ve sonra da hurma
bahçesine çalışmaya gitmişti. Resûlullah ile arkadaşları kapıya geldiklerinde
hanımı çıktı ve "Ey Allah'ın Peygamberi ve beraberindekiler, merhaba, hoş
geldiniz" dedi.
Resûlullah (s.a.v.),
"Ebû Eyyûb
nerede?" diye sordu.
Kadın, "Hemen
gelir. Bu vakitte gelmenizin sebebi nedir, ey Allah'ın peygamberi?' dedi.
Resûlullah (s.a.v.)
geri döndü, tam o sırada bahçesinde çalışan Ebû Eyyub onu gördü, koşarak gelip
Resûlullaha yetişti ve:
"Merhaba, hoş
geldiniz ey Allah'ın Peygamberi ve yanındakiler! Ey Allah'ın Resulü, bu
vakitte sen gelmezdin?" dedi. Onu geri eve getirdi. Sonra da hemen gitti,
bir hurma dalı kesip geldi. [Daim üzerinde yaş ve kum hurmalar olduğu gibi,
yeni olgunlaşmakta olanları da vardı].
Resûlullah (s.a.v.),
"Bundan ne
istedin, bize kuru hurmalardan toplasaydın?" buyurdu.
"Ya Resûlallah,
hem kurusundan, hem yaşından, hem de yeni olgunlaşmışından yemenizi istedim.
Size bunun yanında hayvan da keseceğim" dedi.
Resûlullah (s.a.v.),
"Eğer kesersen
sağılanlarından kesme" buyurdu.
Ebû Eyyûb bir kuzu
veya oğlak alıp kesti. Hanımını da, "Sen ekmek pişir; ben de yemek
yapacağım. Sen daha iyi ekmek pişirirsin" dedi. Kendisi de oğlağın yarısını
pişirdi, yarısını da kızarttı. Yemek pişince getirip Resûlullah ve Ashabının
önlerine koydu. Resûlullah (s.a.v.) oğlaktan bir parça aldı, bir ekmeğin
üzerine koydu ve Ebû Eyyûb'a vererek:
"Ey Ebû Eyyûb,
bunu Fâtıma'ya götür. Çünkü o da günlerden beri böyle bir şey bulamadı" buyurdu. Ebû Eyyûb da onu Fâtıma'ya götürdü. Hepsi
yiyip doyduktan sonra Resûlullah (s.a.v.),
"Ekmek, et,
kuru ve yaş hurmalar" dedi ve
gözleri yaşardı. Şöyle buyurdu:
"Bunlar kıyamet günü
hesaba çekileceğiniz nimetlerdendir."
Bu durum yanındakilere
ağır gelince şöyle devam etti:
"Böyle birşey
bulduğunuzda 'Bismillah ve bereketillah (Allah'ın ismi ve bereketi ile)'
diyerek elinizi uzatınız. Doyduğunuzda da 'Bizi doyuran, içiren ve bize nimet
ihsan edip lütufta bulunan Allah'a hamdolsun' deyiniz. Böyle yaparsanız
nimetin şükrünü edâ etmiş olursunuz."
Resûlullah (s.a.v.)
kendisine bir iyilik yapana mutlaka karşılığını vermek isterdi. Ebû Eyyûb'a,
"Yarın bize
gel" buyurdu.
O bunu duymayınca Ömer
(r.a.) "Resûlullah yarın kendisine gelmeni istiyor" dedi.
Ertesi gün Ebû Eyyûb
kendisine geldiğinde Resûlullah (s.a.v.) ona bir hizmetçi verdi ve "Ey Ebû
Eyyûb, bunun hakkında sana iyilik tavsiye ederim. Çünkü biz
yanımızda bulunduğu müddetçe ondan ancak iyilik gördük" buyurdu.
Ebû Eyyûb onu eve
getirdiğinde, "Resûlullahın tavsiyesi sebebiyle onu hürriyetine
kavuşturmaktan daha hayırlı bir şey bilmiyorum" dedi ve onu azâd etti.[472]
126. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Her peygamberin ve
her idarecinin iki çeşit yardımcıları, yakınları olur. Bunlardan bir kısmı
onlara doğru ve hayırlı yolu gösterir ve ona teşvik eder. Diğer kısmı da onlara
yanlış yolu gösterir ve ona teşvik ederler. Her kim şerri, yanlışı gösteren
yardımcılardan korunursa kurtulur."[473]
127. Ümmü Külsüm bint-i Ukbe (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullahın üç şey
dışında hiçbir şeyin yalana ruhsat vermeyeceğini söylediğini duydum. Resûlullah
(s.a.v.) şöyle buyururdu:
"Onları yalan
saymam. Bu hususlar şunlardır:
1. İki kişinin arasını düzeltmek için söylenilen gerçek
dışı söz,
2. Savaşta düşmanı yanıltmak için söylenen gerçek dışı
söz,
3. Kadının kocasının gönlünü, erkeğin hanımının gönlünü
yapmak için söylediği gerçek dışı söz.[474]
İzah
Esma bint-i Yezid'den
(r.a.) rivayet edilen Tirmizi'deki hadisin baş tarafı şöyledir:
"Ey insanlar!
Pervanenin ateşe atılması gibi sizi yalanın peşine düşmeye sevkeden şey nedir?
Oysa üç yer hâriç yalanın her çeşidi Ademoğluna haramdır. Bunlar:..."
Diğer kaynaklarda ise
Ümmü Külsüm bint-i Ukbe'den (r.a.) hadisin sadece bir kısmı rivayet edilir. O
da şudur:
"İki kişinin arasını
düzelten, hayır söyleyip hayır tebliğ eden kimse yalancı değildir."
Bu hadisleri, bu
durumlarda doğru olmayan şeyleri söylemenin yalan olmadığı mânâsında anlamak
yanlış olur. Ne maksatla söylenirse söylensin, yalan yalandır. Fakat sayılan
durumlarda söylenilen yalandan dolayı bir mes'uliyet yoktur.
Diğer bir husus, bu
hadisleri izah eden âlimler, burada yalana ancak "tevriye" ve
"îham" yoluyla söylenmesi durumunda ruhsat verildiğini ifâde ederler. Çünkü tevriye ve îham
yoluyla söylenilen söz yalan sayılmaz. Nitekim Peygamberimiz bir hadislerinde,
"Tevriyeli ve
kinâî ifadelerle yalandan kurtulup rahatlanılabilir"[475] buyurmuşlardır.
Tevriye, bîr kaç mânâsı
olan bir kelimeyi kullanan kimsenin en uzak mânâyı kastederek söylemesidir.
İhâm ise, iki mânâsı olan bir kelimenin en uzak kullanılan mânâsını kastederek
söylemektir. Meselâ savaş esnasında düşman askerlerine "Kumandanınız
öldü" denilirken, bununla düşmanın daha önceki kumandanlarından birisinin
kastedilmesi gibi. Veya birbirine dargın olan iki kişinin arasını bulmak için
birisine gidip, "O senin için her zaman duâ ediyor" demek ve bununla
onun "Allah'ım, bütün Müslümanları affet" şeklindeki duasını
kastetmek gibi. Erkeğin huzursuzluk çıkmasından korktuğu bir şey hakkında
hanımına bir vaadde bulunması, fakat bu sözü verirken, "Allah izin
verirse" diye bir kayda niyet etmesi de böyledir. Bu durumlarda kişi yalan
söylememiş olur. Şu hadis bunu ifâde eder:
Bir adam Resûlullaha
"Ey Allah'ın Resulü, ben hanımıma yalan söyleyeyim mi?" diye sordu.
Resûlullah,
"Yalanda hayır
yoktur" buyurdu.
Adam, "Vaadde
bulunmama, lehinde söz söylememe ne dersiniz?" diye tekrar sordu.
Resûlullah,
"Bunda sana
bir günah yok" buyurdu.[476]
Burada yalan değil, vaad
söz konusudur. Bir kimse hanımına yerine getirmemeyi düşündüğü bir şeyi vaad
edebilir. Bu vaadin yerine getirilme imkanı da olduğu için bu tamamen yalan
söyleme demek olmaz.
"Savaş hileden
ibarettir"[477]
hadisi de savaşta
düşmanın moralini bozmak, kalplerine korku salmak için silah ve sayı bakımından olduğundan fazla bir rakam söylemenin kişiyi mes'ul
etmeyeceğini ifâde eder. Peygamberimizin şu tatbikatı da bunu gösterir:
Peygamberimiz Hendek
Savaşında Nuaym bin Mes'ud'u (r.a.) müşriklerle Yahudileri birbirlerine
düşürmek için görevlendirmişti. Nuaym, "Yâ Resûlallah, gerektiğinde doğru
olmayan şeyler söyleyebilir miyim?" diye sordu. Peygamberimiz,
"İstediğini
söyleyebilirsin" buyurdu.
Bu ruhsatı alan Nuaym
doğru olmayan şeyler söyleyerek Müslümanlara karşı ittifak etmiş olan
müşriklerle Yahudilerin arasını açtı, onları birbirine düşürdü. Kuşatmanın
kalkmasına vesile oldu.
Buna göre İslâmın ve
Müslümanların zarara düşebilecekleri durumlarda konuşmak gerektiğinde kinâî
ifâdeler kullanılabilir. Doğru söyleyeceğim diye İslama ve Müslümanlara zarar
vermek doğru olmaz.
Bâzı âlimler,
Peygamberimizin hadislerini sayılan üç yerde ancak kinayeli ifâdelerle yalan
söylenebileceği şeklinde izah ederlerken, bâzı âlimler de bu hadislere kıyas
ederek, gerektiğinde maslahata binaen yalan söylemenin caiz olduğuna fetva vermişlerdi.
Öyle ki zaman içerisinde yalan söylemenin caiz olduğu yer sayısı kırka, elliye
kadar çıkmıştır.
Maslahata binâen fetva
vermeyi bir prensip olarak kabul eden Bediüzzaman, maslahata göre fetva
vermenin su-i istimale müsait olduğuna dikkat çeker.[478]
Bununla ilgili olarak 35 yaşında Şam âlimlerinin ısrarı üzerine Emevî Câmii'nde
büyük bir kalabalığa karşı yaptığı konuşmanın bir yerinde şöyle demiştir:
"Ey bu câmi-i
Emevideki kardeşlerim! Ve kırk elli sene sonra âlem-i İslâm mescid-i
kebirindeki dörtyüz milyon ehl-i iman olan ihvanımız! Necat [kurtuluş] yalnız
sıdkla, doğrulukla olur. 'Urvetü'l-vüskâ' sıdktır. Yani, en muhkem [sağlam] ve
onunla bağlanacak zincir doğruluktur.
"Amma maslahat
için kizb [yalan söylemek] ise, zaman onu neshetmiş. Maslahat ve zaruret için
bâzı âlim 'muvakkat' fetvâsı vermişler. Bu zamanda o fetva verilmez. Çünki, o
kadar su-i istimal edilmiş ki [kötüye kullanılmış] yüz zararı içinde bir
menfaati olabilir. Onun için hüküm maslahata bina edilmez.
"Meselâ, seferde
namazı kasretmenin [yolculukta dört rekâtlı farz namazı iki rekât olarak
kılmanın] sebebi meşakkattir. Fakat illet olamaz. Çünki muayyen [belirli] bir
haddi yok. Su-i istimale düşebilir. Belki illet yalnız sefer olabilir.
"Aynen öyle de,
maslahat dahi yalan söylemeye illet olamaz. Çünki muayyen bir haddi yok, su-i
istimale müsait bir bataklıktır. Hükm-ü fetva ona bina edilmez. Öyle ise
'imme's-sıdk ve imme's-sükût [ya doğru söylemeli, yahut susmalı]. Yani yol ikidir,
üç değildir. Ya doğru, ya yalan, ya sükût değildir."[479]
Burada "zamanın
neshettiği" yani hükmünü ortadan kaldırdığı ifâde edilen şey, hadiste
ifâde edilen yalan söylemenin kişiyi mes'ul etmeyeceği üç yer değil, hadise
kıyas edilerek ve geçici olarak verilen "maslahata binâen bâzı durumlarda
da yalan söylenebilir" fetvasıdır. Bunun sebebi de maslahatın bir sınır
altına alınamaması ve istismar edilmesidir. Günümüzde hadisten hareketle
"Maslahata binaen yalan söylenebilir" şeklindeki bir fetvanın bir
faydası olacaksa, doksan dokuz zararı olur. Dolayısıyla, günümüzde
"maslahat," eskiden verilen o fetvayı terketmektedir. Bir Müslüman
günümüzde ya doğru söyleyecektir veya "doğru söylemenin doğru
olmadığı" yerlerde de susacaktır. Çünkü insan yalan söylemeye bir alışırsa
daha önünü alamaz.[480]
128. Âişe (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
geceleyin ayakları yarılmaya kadar kıyamda dururdu.
Hz. Aişe, "Allah
geçmiş ve gelecek günahlarınızı bağışladığı halde niçin böyle
yapıyorsunuz?" diye sordu.
Resûlullah (s.a.v.),
"Allah'a
şükreden bir kul olmayayım mı?"
buyurdu.[481]
İzah
Peygamberimiz her
hususta ümmetine güzel bir örnek olmuştur. Yüce Allah bu gerçeği bir âyette
şöyle bildirir:
"Allah'ın
Resulünde sizin için güzel bir örnek vardır."[482]
İşte onun ümmetine
örnek olduğu hususlardan birisi de ibâdet hayatıydı. Hadiste de ifâde edildiği
gibi, Allah onun gelmiş ve gelecek bütün kusurlarını bağışladığı halde, o sırf
Yaratıcısına şükretmiş bir kul ve ümmetine rehber olabilmek için ibâdet
hayatında da herkesi geride bırakmıştır. Farz ve vaciplerden başka gecenin
çoğu kısmını namaz kılarak geçirmiş, bu namazlarında da ayakları şişinceye
kadar kıyamda durmuş, görenlerin "Acaba ruhunumu teslim etti?"
diyebileceği kadar uzun müddet secdede durmuştur.
O, sadece namazda
değil, oruçta da erişilmez bir makama yerleşmiştir. Her ayın üç gününde,
Pazartesi ve Perşembe günlerinde, Aşure gününde oruç tuttuğu gibi, Receb,
Şaban ve Şevval aylarının birçok günlerini de oruçlu geçirmiştir.
Allah'ın Resulü, zikir
ve duada da yüce bir makama sahipti. Burada konunun tafsilatına girmeyeceğiz.
Biraz da hadisde geçen
"günah" tabiri üzerinde duralım. Bilindiği gibi Peygamberler günah
işlemezler. Onlar için "zelle" söz konusudur. Daha iyi olanı terk
etmek aslında günah olmamakla beraber, peygamberler için günah sayılmıştır.
Meselâ Hz. Âdem'in yasak ağacın meyvesinden yemesi, Hz. Yunus'un Allah'ın
emrini beklemeden kavmini terk etmesi, Peygamberimizin müşrikleri imana davet
ederken yanına gelen âmâdan yüz çevirmesi birer "zelle"dir. Bunları
bildiğimiz mânâda günah olarak düşünmemek gerekir.
Hadiste dikkat
çekilmesi gereken bir husus da Hz. Âişe'nin suâline Peygamberimizin verdiği
cevaptır. Hz. Âişe, çok ibâdetin bağışlanmak için olduğunu zannederek suâl
sormuş, Peygamberimiz ise çok ibâdetin verilen nimetlerin şükrünü edâ etmek
için olduğunu nazara vermiştir. İnsan bir ömür boyu ibâdet etse, yine de
kendisine verilen nimetlerin şükrünü edâ etmiş olmaz. Bu sebeple kişi yaptığı
ibâdetleri çok görmemelidir.
796 numaralı hadise de
bakınız.[483]
129. Ebû Musa (r.a.) rivayet ediyor:
"Allah dünyada bir
kulun ayıplarını örterse, kıyamet gününde onu o sebeple ayıplamaz."[484]
31 numaralı hadise ve
izahına bakınız.
[485]
130. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Kim kölesine zina
iftirasında bulunursa, kıyamet gününde ona had (ceza) uygulanır."[486]
İzah
Verdiğimiz
kaynaklarda, "Allah o kimseye iftira cezası uygular" şeklindedir.
Bu hadis dinimizin insana
verdiği değeri ortaya koyar. Şerefine dil uzatılan köle de olsa, bir insandır.
Başkasının şerefine dil uzatanın cezalandırılması ise kanun koyucunun
hassasiyetle üzerinde durması gereken bir husustur.
Zina iftirasında
bulunmanın cezası, seksen deynek vurmaktır. Böyle biri âhirette bir daha aynı
suçla cezalandırılmaz. Âlimlerin çoğunluğuna göre ise köleye yapılan iftira
için dünyada had, yani şer'î ceza uygulanmaz. Ama Peygamberimiz böylelerinin
cezasını âhirette verileceğini bildirmiştir. Âhirette verilen ceza ise dünyada
verilenden çok şiddetlidir.[487]
131. Abdullah bin Ebî Evfâ (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
Hendek Savaşı gününde şöyle duâ etti:
"Kitabı indiren,
bulutları yürüten, hesapları çarçabuk gören, orduları bozguna uğratan Allah'ım!
Onları da bozguna uğrat ve darmadağın et."[488]
İzah
Mekke müşrikleri
Medine'deki Yahudi kabilelerinin de desteğini alarak Müslümanlara son darbeyi
vurmak üzere büyük bir ordu hazırlayarak Medine üzerine yürümüşlerdi.
Resûlullah (s.a.v.) Sahabîleriyle yaptığı istişare sonucunda Medine'nin etrafına
hendek kazarak düşman kuvvetlerinin geçmesini önlemeyi kararlaştırdı.
Hazırlıklar tamamlanınca 3000 kişilik ordusuyla hendek önünde düşmanı
karşılamaya çıktı.
124 numaralı hadiste
de izzah ettiğimiz gibi, Müslümanlar bir taraftan müşrik ordusuna karşı
çıkarken, bir yandan da Medine'de bıraktıkları ailelerinden endişe
içerisindeydiler. Çünkü Yahudi kabilelerinden Kurayzaoğulları Peygamberimizle
olan antlaşmalarını bozmuşlar, müşriklerle işbirliği yapmayı
kararlaştırmışlardı.
Müslümanlar bu savaşta
gerçekten çok zor anlar yaşadılar. Fakat Allah'a olan inançlarında en ufak bir
tereddüt göstermediler. Düşman kuşatmasının bir ayı doldurduğu ve artık
sıkıntının had safhaya vardığı bir sırada Peygamberimiz ayağa kalktı, ellerini
kaldırdı, müşrikler aleyhine yukarıdaki duayı yaptı. Hemen ardından Cebrail
(a.s.) gelerek Resûlullaha Allah'ın duasını kabul ettiğini, müşrikleri bir
rüzgarla bozguna uğratacağını müjdeledi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) iki
dizi üzerine çöktü ve Allah'a hamd etti. Sonra da durumu Ashabına müjdeledi.
Bir Cumartesi
gecesinde Allah'ın va'di gerçekleşti. Müşriklerin bulunduğu tarafta şiddetli
bir rüzgar esmeye başladı. Müşriklerin gözleri toz toprakla doldu. Çadırları,
eşyaları havaya uçuştu. Ateşler, ışıklar söndü, develer, atlar birbirine
karıştı. Bu arada Müslümanların tekbir sesleri de kulaklarında çınlayınca
kalplerine büyük bir korku düştü. Çok geçmeden de kuşatmayı
kaldırarak gerisin geriye Mekke'ye dönmek zorunda kaldılar. Bu durum Kur'ân'da
şöyle haber verilir:
"Ey iman edenler!
Hatırlayın Allah'ın size olan nimetini ki, düşman orduları size saldırdığında,
Biz onların üzerine bir rüzgar ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. O
zaman Allah sizin yaptıklarınızı görüyordu."[489]
132. Ebû Zer (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.),
"Siyah köpek,
kadın ve eşeğin namaz kılanın önünden geçmesi namazı keser" buyurdu.
Abdullah bin Sâmit
"Ey Ebû Zer, siyah köpeğin kırmızı köpekten veya sarı köpekten farkı nedir
ki?" diye sordu.
Ebû Zer (r.a.)
"Ey kardeşimin oğlu, senin bana sorduğunu ben de Resûlullaha (s.a.v.)
sordum,
'Siyah köpek şeytandır' buyurdu" cevabını verdi.[490]
İzah
Zikrettiğimiz
kaynaklarda, "Namaz kılanın önünde bir sütre olmadığı takdirde" kaydı
vardır.
Dolayısıyla namaz
kılanın önüne bir sütre koyarsa önünden geçen bu sayılan şeyler
namazı kesmez, yani bozmaz.
Sayılan şeylerin
namazı bozup bozmayacağı hususu, âlimler arasında tartışmalıdır. Çoğunluğa göre
bu şeyler namazı bozmaz. Çünkü aksini ifâde eden hadisler vardır. Meselâ bu
hadislerden birisi şöyledir:
"Namazı
önünden geçen hiçbir şey bozmaz."[491]
Eşeğin namazı
bozmadığı ile ilgili olarak İbni Abbas (r.a.) şöyle bir hadis rivayet eder:
"Ben Resûlullah
Mina (veya Arafat'ta) namaz kıldırırken bir merkeb üzerinde geldim, safın,
birinin önünden geçtim. Sonra ondan indim, onu otlamaya bıraktım ve cemaatla
beraber namaza durdum."[492]
Namazı hiçbir şeyin
bozmayacağını ifâde eden, eşek geçtiği halde namazın bozulmadığını bildiren
hadislerden başka, kadın geçtiği halde de namazın bozulmadığını ifâde eden
hadisler de vardır. Meselâ Hz. Âişe, kendisi Resûlullahın önünde uzandığı halde
onun namaz kıldığını bildirmiştir.[493]
Bir defasında da Peygamberimiz
namaz kılarken önünden geçmek isteyen erkeklere mâni olmuş, fakat Zeyneb
bint-i Ümmi Seleme'ye[494]
(r.a.) engel olamamıştı. Namaz bittikten sonra,
"Kadınlar
muhalefet etme hususunda erkeklere galiptir" buyurdu.[495]
Bütün bu hadisleri göz
önünde bulunduran âlimler izahını yaptığımız hadisde geçen "namazı
bozar" ifâdesini, "Namazdaki huşu ve
huzuru bozar ve sevabını azaltır" şeklinde açıklamışlardır.
Hadiste kadınların
hayvanlarla beraber zikredilmesi, onun kıymetini düşürmez. Çünkü makam farklıdır.
Nitekim Hüccetullahi'l-Baliğa'da bununla ilgili olarak şöyle denilir:
"Namaz Allah'a
yalvarış ve yakarıştır. Bu yakarışın huzur ve huşu içerisinde olması gerekir.
Kadınlarla bir arada olmak ve onlara yaklaşmak, onlarla sohbet etmek ve hatta
onlara bakmak, namazda bulunması gereken huzur ve huşûya engeldir."[496]
133. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Ey Ebû Hüreyre,
abdest aldığın zaman "Allah'ın ismiyle, Allah'a hamd olsun" de. Eğer
abdestini bozmama konusunda kendini tutabilirsen o abdestini bozuncaya kadar
sana sevap yazılır."[497]
334. Abdullah bin Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
Hayber'i toprak ve hurma mahsulünün yarısı karşılığında yerlilerinin elinde
bıraktı.[498]
İzah
124 numaralı hadiste
Resûlullahın Medine ve civarında bulunan Yahudilerle Medine'yi müşterek
düşmanlarına karşı korumak üzere antlaşma yaptığını, Kurayzaoğulları
Yahudilerinin bu antlaşmayı bozduğunu, bununla da kalmayarak müşriklere yardım
ederek Müslümanları arkadan vurduğunu, Resûlullahın da Allah'ın emri ile
onları cezalandırdığını ifâde etmiştik.
Medine'de bulunan ve
Resûlullah ile yaptıkları antlaşmayı bozan Yahudi kabilelerinden birisi de
Hayber Yahudileri idi. Hayber, Yahudilerin adetâ bir kalesi hüviyetindeydi ve
tehlike gün geçtikçe artıyordu. Hayber Yahudileri, Mekke müşriklerine bir heyet
göndererek şöyle bir teklifte bulunmuşlardı:
"Muhammed'in
işini bitirinceye kadar biz de sizin yanınızda bulunacak, sizinle birlikte iş
birliği yapacağız. Muhammed'e düşmanlık ve onunla çarpışmak hususunda sizinle
antlaşma yapalım."
Bu teklif müşriklerin
çok hoşuna gitmiş, hemen bir antlaşma yapmışlardı. Aynı heyet oradan da Gatafan
kabilesine gitmişler, onları da peygamberimize karşı savaşmak hususunda
kışkırtmışlardı. Karşılığında Hayber'in bir yıllık hurma mahsulünü vermeyi
teklif etmişlerdi. Sonra da çevredeki bütün Arap kabilelerine uğramışlar ve
hepsini Peygamberimize karşı kışkırtmışlardı. İşte bütün bu gayretler
neticesinde müşrikler 131 numaralı hadisin izahında yer verdiğimiz gibi, on bin
kişilik bir ordu ile Mekke üzerine yürümüşlerdi.
Peygamberimiz Hendek
Savaşında müşrik ordusunu hezimete uğratır uğratmaz onlara yardım eden,
Müslümanlara ihanette bulunan diğer bir Yahudi kavmi olan Kurayzaoğullarını
cezalandırmıştı. 124 numaralı hadisin izahına bakınız.) Bu durum Hayber
Yahudilerini fazlasıyla korkuttu. Sıranın kendilerine geldiğini çok iyi
biliyorlardı. Bir araya geldiler, durum değerlendirmesi yaptılar. İçlerinden
Sellâm bin Mişkem şöyle bir teklif sundu:
"O bizim
üzerimize yürümeden biz bütün Hayber Yahudileriyle onun üzerine yürüyelim.
Teyma, Fedek ve Vadilkurâ Yahudilerini de yanımıza alalım. Yurdunun ortasında
onunla eski ve şimdiki hıncımızla savaşalım."
Hayber Yahudileri bu
teklifi yerinde buldular, "İşte yerinde olan görüş budur" dediler.
Peygamberimiz onların
bütün bu faaliyetlerinden haberdardı. Onları cezalandırmayı istiyordu. Fakat
Hayber Yahudileri Kureyşlilerle bir antlaşma yapmışlardı. Bu antlaşmaya göre
Peygamberimiz Hayber Yahudilerinin üzerine yürüdüğünde Mekke müşrikleri
Medine üzerine baskın düzenleyeceklerdi. Mekke müşrikleri üzerine gittiğinde
de Hayber Yahudileri Medine'ye baskın düzenleyeceklerdi. Bütün bunlar Hayber'de
toplanan Yahudilerin gün geçtikçe Medine'de kurulan İslâm devleti için ne büyük
bir tehlike teşkil ettiğini açıkça gösteriyordu. Bunun için Peygamberimiz
müşrikler tarafını garantiye almadan Hayber üzerine yürümeyi uygun bulmuyordu.
Nihayet Yüce Rabbimiz
bunu Resulüne nasib etti. Peygamberimiz Hudeybiye'de müşriklerle bir antlaşma
yaptı. Bu antlaşmanın bir maddesinde on yıl müddetle Müslümanlarla müşriklerin
birbirlerine saldırmayacakları şartı vardı. Takip ettiği ince siyâsetle
böylece müşrik tehlikesini bertaraf eden Peygamberimiz Hayber Yahudilerini
rahatlıkla cezalandırabilirdi.
Bu arada Üseyr isimli
bir Yahudi Gatafanları Müslümanlara karşı savaşmaya ikna etmiş ve onları Hayber
kalelerine yerleştirmişti. Yaptığı konuşmada Yahudileri Peygamberimize karşı
iyice kışkırtmış, onları Medine üzerine hücuma hazırlamıştı.
Peygamberimiz Hayber
Yahudilerini kışkırtan Üseyr'e kendisini Hayber'e vali yapmayı, böylece kan
dökülmesini durdurmayı teklif etti. Üseyr başlangıçta buna taraftar göründü ise
de sonradan reddetti.
Bundan sonra yapılacak
tek şey kalmıştı: İslâm devleti için gün geçtikçe büyük bir tehlike olmaya
devam eden Hayber Yahudilerini cezalandırmak. Peygamberimiz Sahabîlere savaş
için hazırlanmalarını emretti. Hazırlıklar tamamlanınca da Hayber üzerine
yürüdü. Kendilerini güçlü kuvvetli gören Yahudiler korkularından kalelerine
sığındılar, dışarı çıkmadılar. Neticede Yahudilerin son kalesi olan Hayber
Sahabîler tarafından fethedildi. Peygamberimiz Hayber Yahudilerini sürgün
etmek istiyordu. Yahudiler ziraati iyi bildiklerini, izin verilirse
topraklarında kalıp işletmek istediklerini bildirdiler. Haybere yerleştireceği
kimse olmadığından Peygamberimiz (s.a.v.) bu teklifi kabul etti. Yahudileri elde
edecekleri mahsulün yarısını vermek şartıyla Hayber'de bıraktı.[499]
İşte izah ettiğimiz
hadis bunu ifâde eder. 380 umarak hadise de bakınız.[500]
135. Ebû Musa el-Eş'afî (r.a.) rivayet ediyor:
"Dünyada iyilik ehli
âhirette de iyilik ehlidir. Dünyada kötülük ehli âhirette de kötülük
ehlidir."[501]
136. Abdullah bin Mes'ud (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.) ki
o doğru söyleyen ve yalan çıkarılmayandır, bize şöyle buyurdu:
"Biriniz anne
karnında kırk gün bekledikten sonra alaka olur, kırk gün sonra mudga olur. Kırk
gün sonra melek gelir itaatli bir kul mu, isyankar bir kul mu, erkek mi kız mı
olacağını yazar."[502]
İzah
Zikrettiğimiz
kaynaklarda bu hadis şöyledir:
"Şüphesiz Yüce Allah
anne rahminde bir meleği vekil tayin etmiştir. O melek şöyle der: 'Ya Rabbi
nutfe oldu. Ya Rabbi alaka oldu. Ya Rabbi, mudga oldu. Allah Teâlâ yaratılışını
gerçekleştirmek istediğinde melek, 'Ya Rabbi, itaatkâr mı, âsi midir? Erkek
midir, kız mıdır? Rızkı ne olacak? Ömrü ne kadardır?' bunlar böylece anne
rahminde iken yazılır."
Müslim'deki bir başka
rivayet de şöyledir:
"Nutfenin
rahme düşmesinden sonra kırk iki gün geçti mi, Allah ona bir melek gönderir, o
melek vasıtasıyla nutfeyi şekillendirir; işitmesini, görmesini, derisini,
etini, kemiğini yaratır. Sonra melek sorar:
"Ey Rabbim! Bu
erkek mi, dişi mi?" Rabbin dilediğine hükmeder, melek de yazar. Sonra
sorar:
"Ey Rabbim!
Eceli nedir?" Rabbin dilediğine hükmeder, melek de yazar. Tekrar sorar:
"Ey Rabbim! Rızkı
nedir?" Rabbin dilediğine hükmeder, melek de yazar. Sonra melek elinde
yazdığı sayfa olduğu halde çıkar. Artık buna ne birşey ilâve eder, ne de
eksiltir."
Meleğin rahme gelmesi
kırk, kırk iki, kırk üç ve kırk beş gibi değişik rivayetlerle de gelmiştir.
Hadiste kırk güne kadar
olan dönem nutfe safhası olarak vasıflandırılır, sonra alaka, sonra da mudga
olacağına dikkat çekilir. İnsanın bu safhalardan geçerek yaratıldığı Kur'ân'da
da zikredilir. Meselâ bu âyetlerden birisi şu mealdedir:
"Biz insanı
sağlam ve korunmuş olan anne rahmine bir damla su olarak yerleştirdik.
"Sonra o su
damlasını alaka olarak yarattık. O alakayı mudga olarak yarattık. Kemiklere de
et giydirdik."[503]
Günümüz tıb ilmi de
âyet ve hadislerde geçen bu yaratılış safhalarını tasdik etmektedir. Meselâ
Prof. Dr. Alpaslan özyazıcı, Hücreden İnsana isimli eserinde kırk günlük nutfe
safhasını resimlerle ve ilmî ifâdelerle anlattıktan sonra şöyle der:
"Buraya kadar
anlattığımız ilk 40 gün, hadiste nutfe safhası olarak ifâde edilmiştir. Bu
zamana kadar ekser organların ilk emareleri belirdiğinden, Peygamberimizin
(s.a.v.) buyurduğu "derlenip toparlanır" tâbiri gerçekle tam bir uyum
arz etmektedir."[504]
İzahını yaptığımız
hadiste nutfenin kırk gün sonra alaka olacağı ifâde ediliyor. Hadiste ve
zikrettiğimiz âyette geçen "alaka"ya genel olarak "kan
pıhtısı" mânâsı verilmiştir. Oysa bu mânâ yeterli değildir. Çünkü alaka
kelimesi lügat itibarıyla asmak, asılmak, takılmak gibi mânâlara gelir. Böyle
olunca bu kelimeyi "rahmin cidarına asılması" şeklinde anlamamız
mümkündür. Bu, tıpkı toprağa atılan tohumun uygun şartlarda çimlenip
kök atarak toprağa tutunmasına benzer. Meni de kırk gün sonra Allah'ın izniyle
kök atıp asılması, yerleşmesi halidir. Bu tarif günümüz tıb ilmine de uygundur.
Günümüzde tıbbî yönden
insan yaratılışını anlatan kitaplarda bu safha özetle şöyledir:
Nutfe safhasından
alaka safhasına geçen cenin 42, 43 günlük iken 1,5 santimetre boyunda, yani
işaret parmağımızın ucu kadar bir büyüklüktedir. Uzuvları yavaş yavaş gelişmeye
başlar. 45-50 günlük iken 2 santim, 55 günlük iken 2,5 santim, 60 günlük iken 3
santim boyuna ulaşır. Bu safhada cenin artık insanı andırır bir hale gelir.
60-75 günlük iken cinsiyet belirir, 8 haftalık iken boyu dört santim, ağırlığı
ise 4,6 gramdır.[505]
Hadiste nutfenin alaka
devresinden kırk gün sonra, "mudga" devresine geçtiği ifâde edilir.
Ki âyette de nutfeye önce alaka, sonra mudga denilmiştir. Mudga, "bir
çiğnemlik et" mânâsına gelir. Hadiste bildirildiğine göre mudga safhası
da kırk gün sürer. Günümüz tıb ilmi de bu safhanın 14 haftanın sonuna kadar sürdüğünü
ifâde eder.[506] Bu da hadiste belirtilen
zamana yakındır.
Günümüz tıb ilminde
çocuğun anne rahminde geçirdiği safhalar ilk üç haftalık iken
"zigot," bundan dördüncü ayın başına kadar olan periyodda
"embriyon," dördüncü aydan sonraki yavru ise "fötus" olarak
isimlendirilir.[507]
Meleğin doğacak olan
çocuğun "itaatli bir kul mu, isyankar bir kul mu, erkek mi kız mı, rızkı
ne kadar, ömrü ne kadar" diye sorup yazması meselesine gelince:
Hadislerde meleğin
sorduğu hususlardan bâzıları tamamen Cenâb-ı Hakkın irâdesine bağlıdır. Doğacak
çocuğun erkek veya
kız olması, kaç yıl yaşayacağı böyledir.
Bunları Allah takdir eder. Ve takdirinden dolayı kulunu mes'ul tutmaz. Yani
erkek yarattığı bir kuluna, "Sen niçin erkek doğdun?" diye
sormayacağı gibi, altmış yıl ömür takdir ettiği birisine de "Sen niçin altmış
yıl yaşadın?" diye sormaz. Bunun için de meleğin "Erkek midir, kız
mıdır? Ömrü ne kadardır?" şeklindeki sorusunu tamamen Kendi iradesiyle
takdir eder. "Erkek olsun, ömrü altmış yıl olsun" gibi emir olarak
söyler.
İkinci gruptakiler ise
ihtiyarîdir. Allah kulunun cüz'i irâdesini Kendi küllî irâdesi için basit bir
şart yapmıştır. Buradaki yazısı ise, İmam-ı A'zam'ın da ifâde ettiği gibi emir,
hüküm değil, vasf şeklindedir.[508]
Yani Cenâb-ı Hak iradî fiilleri "Şöyle şöyle olacak" şeklinde
yazmıştır. Yoksa, "Şöyle şöyle olsun" şeklinde yazmamıştır. Meselâ
meleğin "Yâ Rabbi, itaatkâr mı, âsi midir?" sorusuna Allah
"itaatkâr veya isyankar olsun" diye emir şeklinde değil de
"İtaatkar olacak, isyankâr olacak" gibi vasıf, yani bilgi verme
şeklinde cevap verir. Çünkü Allah'ın bu soruya emir şeklinde cevap vermesi,
kulun ihtiyarını kaldırır. Onun "itaatkâr olsun" dediği insanlar
ister istemez itaatkâr, "isyankâr olsun" diye emrettiği kullar da
ister istemez isyankâr olur. Bu durumda da iyilere mükâfaat, kötülere ceza
vermek düşünülemez.
Rızkın önceden
yazılmasını ise şöyle izah edebiliriz:
Rızık iki kısımdır.
Birisi yaşamak için gerekli olan zarurî rızıktır ve Cenâb-ı Hakkın taahhüdü
altındadır.
İkinci kısım ise
mecazî rızıktır. Çalışmaya ve kazanmaya bağlıdır. Çalışkan bir insan gayreti
neticesinde rızkının daha fazla takdir edilmesine sebep olabilir.
Ancak bu her zaman çok
çalışan insan kesin olarak çok kazanır demek değildir. Yüce Allah ekseriyetle
çalışana fazla mal
vermekle beraber; yine de verip vermemek
Onun irâdesine bağlıdır. İsterse verir, isterse vermez. Bazan da verir, bir
musibetle tekrar alır.
Hadiste rızkın takdir
edilmesini bu esaslar içerisinde anlamak gerekir. Yüce Allah yarattığı kulunun
daha anne rahminde iken ne derece çalışıp çalışmayacağını bildiği için, onun
rızkını bu bilgisine göre takdir etmiştir. Dolayısıyla "Madem rızık anne
rahminde takdir edildiğine göre çalışmanın ne mânâsı var" denilemez.
Rabbîmîz kâinata koyduğu kanun gereği, çalışana ekseriyetle fazla verir. Hattâ
bunun için onun itaatkar veya isyankar olmasına bakmaz. Gayretine, çalışmasına
bakar. Nitekim bir âyet-i kerimede,
"İnsan için
çalıştığından başkası yoktur"[509] buyurarak bu gerçeğe dikkat çekmiştir.
Kader hakkında geniş bilgi
için Bediüzzaman'ın Görüşleri Işığında Kadere İman isimli eserimize
bakabilirsiniz.[510]
137. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Muhakkak ki Selâm,
Allah'ın isimlerinden biridir. Allah onu, bizim dinimizde olanlara bir selam;
zimmetimizde olanlar için de eman ve güvence işareti olarak yeryüzüne indirdi."[511]
İzah
Taberânî,
Mu'cemü'l-Evsat'tu buna benzer şöyle bir hadis rivayet eder:
"Selâm
Allah'ın isimlerindendir. Onu aranızda yayınız."[512]
Bir âyet-i kerimede,
"En güzel
isimler Allah'ındır. Allah'tan bu isimlerle isteyiniz"[513] buyurulur.
Bu âyet, Cenâb-ı
Hakkın bir çok isimlerinin bulunduğuna işaret eder. Her birisi güzel ve yüce mânâlar
ifâde eden bu isimlere, "En güzel isimler" mânâsına
"Esmâü'l-Hüsnâ" denir.
Yukarıdaki hadiste
Selâm'ın Allah'ın bir ismi olduğu nazara verilmektedir. Selâm, her türlü kusur,
acizlik, noksanlık ve başkalarının kendisine kusur, noksan ve zarar
vermesinden sonsuz derecede uzak ve emin bulunan, yaratıklarına huzur ve
emniyet bahşeden mânâsına gelir.
Hadiste selâmın
mü'minler arasında "Selâmü'n aleyküm (Allah'ın selâmı üzerine
olsun)" "Ve aleyküm selâm (Sizin de üzerinize olsun)" şeklinde
selamlaşma ifâdesi; zimmîler için de bir emniyet olarak indirildiği nazara
verilmektedir.
Peygamberimiz
"zimmetimizde olanlar" ifadesiyle, zimmîleri kast etmiştir. Zimmî,
İslâm ülkesinde yaşayan, kendilerine güvence verilen gayr-i müslimlerdir.
Böylelerini öldürmek büyük günahlardandır.[514]
138. Abdullah bin Mes'ud (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
bana,
"Bana Kur'ân
oku" buyurdu.
"Kur'ân sana
indirildiği halde ben mi sana okuyacağım?" dedim.
"Evet, onu
başkasından dinlemeyi seviyorum" buyurdu.
Nisa Sûresini okumaya
başladım.
"Kıyamet
gününde her ümmetten peygamberleri o ümmet üzerine bir şahit ve seni de bunlar
ve bütün insanlar üzerine bir şahit olarak getirdiğimiz zaman onların hali
nasıl olacak?"[515] âyetine geldiğimde gözlerinden yaşlar boşanıyordu.
Durdum.
"Dilediğini
iste, dileğin yerine getirilecek"
buyurdu.[516]
139. Abdullah bin Abbas (r.a.) rivayet ediyor:
Kureyş'ten hiçbir
kabile yoktur ki, Resûlullahın onlardan bir annesi bulunmasın. Hatta onun
Hüzeyl kabilesinden de bir annesi vardır. Bunun içindir ki, Cenâb-ı Hak,
"De ki: Ben
sizden bir ücret istemiyorum"[517] Ancak benimle olan
akrabalık haklarınızı korumanızı, bana hıyanet etmemenizi, beni
yalanlamamanızı, bana eziyet etmemenizi istiyorum."
[518]
İzah
Kureyş kabilesinin
hepsi birbirine akraba idi. Kadınlarının çoğu Resûlullahın ya anne tarafından
veya baba tarafından yakını oluyordu. Hadiste bu yakınlık "anne"
olarak ifâde edilmiştir.
Bu akrabalık
sebebiyledir ki, Allah onlardan Resulüne olan akrabalık haklarını yerine
getirmelerini istemiş şöyle buyurmuştur:
"De ki: Sizi davet
ettiğim şeye karşılık size olan yakınlığımdan dolayı beni sevmenizden ve
akrabalık haklarını yerine getirmenizden başka bir ücret istemiyorum."[519]
Şa'bi yukarıdaki
hadisi şöyle rivayet eder:
"İnsanlar bu âyet
hakkında bize çok sordular. Biz de bu âyeti Abdullah bin Abbas'a sorduk. İbni
Abbas (r.a.) "Bu âyet şu mânâya gelir" dedi:
"Allah'ın Resulü
(s.a.v.), Kureyş'in nesebinin merkezini teşkil eder. Kureyş'in her boyu,
mutlaka ona dayanır. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak,
"De ki: Sizi davet
ettiğim şeye karşılık, size olan yakınlığımdan dolayı, beni sevmenizden, bana
sempati duymanızdan başka herhangi bir ücret istemiyorum."
Buyurdu ki, bu şu
mânâya gelir:
"Siz, benim
kavmimsiniz. Sözlerimi dinlemeye ve bana itaat etmeye daha layıksınız.
Dolayısıyla eğer siz bana itaat etmezseniz, hiç olmazsa akrabalık hakkını gözetin,
bana eziyet etmeyin ve bana karşı çıkmayın."[520]
140. Câbirbin Abdullah (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
benden bir deve satın aldı ve Medine'ye kadar devenin sırtını (ona binmeyi)
bana tahsis etti.[521]
İzah
Zikrettiğimiz
kaynaklarda bu hadis değişik rivayetlerle geniş olarak yer alır. Bu rivayetleri
birleştirdiğimizde hadis şöyledir:
"Resûlullah ile bir
gazada bulundum. Altımda nerede ise yürüyemez bir halde kendisiyle su
taşıdığım hasta bir devem vardı. Resûlullah (s.a.v.) bana yetişti ve,
"Devene ne
oldu?" buyurdu.
"Hastadır"
dedim.
Resûlullah (s.a.v.)
hayvanı sürdü ve ona duâ etti. Akabinde hayvan bütün develeri geçmeye başladı.
Resûlullahın sözünü işiteyim diye dizginini çekiyor, fakat onu
durduramıyordum. Resûlullah biraz sonra bana yetişti ve,
"Deveni nasıl
buluyorsun?" diye sordu.
"Afiyette
görüyorum. Ona senin bereketin ulaştı" dedim.
"Onu bana
satar mısın?" buyurdu.
Ben utandım. Çünkü
ondan başka su taşıyacak devemiz yoktu. Fakat yine de "Evet" dedim. "Bir
adamın bende bir altın alacağı var. Bu para karşılığında deve senin
olsun" dedim. Ve Medine'ye varıncaya kadar binmem şartıyla deveyi
kendilerine sattım.
Resûlullah Bilal'e,
"Ona bir altın
ver. Biraz da fazla ver" buyurdu.
Bunun üzerine Bilal
bana bir altın ve bir kırat para verdi.
Medine'ye vardığımızda
deveyi kendilerine getirdim. Arkamdan bana şu haberi gönderdi:
"Acaba deveni alayım
diye sana fiyat kırdım mı dersin? Para da, deve de senin olsun."
Câbir (r.a.) fakir bir
Sahabî idi. Böylece Resûlullah kendisine ihsanda bulunmuş oldu. Câbir,
Resûlullahın verdiği bir altın ile borcunu Ödediğini, fazlalık parayı da
bereket umarak uzun müddet sakladığını, Harra Savaşında onu Şamlıların
aldığını bildirmiştir.
Hadislerde devenin
ücreti ile ilgili farklı rivayetler vardır.
Böyle bir satışın caiz
olup olmadığı ile ilgili âlimler arasında farklı görüşler vardır. Biz bunun
tafsilatına girmeyeceğiz. Hadisi fıkhı bir hükme kaynak olarak değil,
Resûlullahtan bir hatıra olarak zikrettik.[522]
141. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:
"Biriniz asla
ölümü temenni etmesin. Şayet ölümü istetecek bir durumla karşı karşıya kalırsa
o zaman şöyle desin:
"Allah'ım,
benim için yaşamak hayırlı olduğu müddetçe beni yaşat; ölüm hayırlı olduğu
zaman da ruhumu al."[523]
İzah
Zikrettiğimiz
kaynaklarda "başına gelen bir sıkıntıdan dolayı ölümü temeni etmesin"
ifâdesi vardır.
Yüce Allah insanı bu
dünyaya mükemmel bir lezzet almak için göndermemiştir. İnsan için hayat
zorluklarla, sıkıntılarla doludur. Kişi zengindir, fakat yine tam huzuru elde
edemez. Bir yakını vefat eder, bütün servetini de verse onu geri getiremez. Bu
da onun hayatını etkiler.
Bizler bu dünyada
hayatın bu zorluklarını göğüslemekle mükeflefiz. Ehl-i iman için bu zorlukları
göğüslemek kolaydır. Çünkü, kadere teslim olmuş, Allah'ın kendisi için takdir
ettiğine razı olmuştur. Kadere gerçek mânâda iman eden ise sıkıntıdan, kederden
kurtulur.
İnanmayan, ya da
inancı zayıf olan bâzı insanlar vardır ki, bu zorluklara tahammül edemezler,
kurtulmak için ölümü temenni ederler. Hattâ böylelerinden bir kısmı sadece
ölümü temenni etmekle de kalmaz, sıkıntıdan kurtulmak için intihar gibi
dinimizce haram olan bir suçu işler.
İşte Peygamberimiz
yukarıdaki hadislerinde dünyevî bir sıkıntı ile karşılaşıldığında ölümü
temenni etmemek gerektiğini ifâde etmektedir. İslâm âlimleri bu hadisten ölümü
temenni etmenin mekruh olduğu hükmünü çıkarmışlardır.
Peygamberimizin ölümü
temenni etmeyi yasaklamasının sebebini de şu hadisten öğreniyoruz:
"Hiçbiriniz ölümü temennî
etmesin. Eğer o kimse iyilikle meşgul biri ise, umulur ki, iyiliği ve sevabı
artar. Eğer kötü bir kimse ise belki günahlarından tevbe eder de azaptan
kurtulur."[524]
Peygamberimizin bu
tavsiyeleri sebebiyledir ki, Sahabîler en zor anlarında dahi ölümü temennî
etmemişlerdir. Hz. Habbab kanıma yedi yerinden akrep soktuğu halde şöyle
demiştir:
"Resûlullah bizi
ölümü istemekten menetmemiş olsaydı, elbette ölümü temennî ederdim."[525]
Ancak ölümü temennî etmenin mekruh olmadığı durumların olduğunu da burada ifâde
edelim. Meselâ sâlih zatlar, dünyanın sıkıntılarından bir an önce kurtulup
Allah'a, başta Peygamberimiz olmak üzere sevdikleri kimselere kavuşmak için
ölümü temennî etmişlerdir. Bunun birçok misâli vardır. En güzel misâl ise Hz.
Yusuf'dur (a.s.). O, bütün sıkıntılarından kurtulduktan, hayatının en güzel
anını yaşamaya başladığı bir zamanda Yüce Allah'tan ruhunu almasını istemişti.[526]
Kur'ân'da bildirdiğine
göre Hz. Meryem de Allah'ın kudretiyle Hz. İsa'yı babasız olarak dünyaya
getirince bunun sıkıntısından,
"Ne olurdu,
bundan evvel ölüp de unutulup gitseydim"[527]
diyerek ölümü temennî etmiştir.
Yaşlanan, eskisi gibi
her yere yetişemeyen, Müslümanların işlerini takip edemeyip bir haksızlık
yapmaktan endişelen Hz. Ömer de ölümü temennî etmiş, şöyle duâ etmişti:
"Ey Rabbim,
ihtiyarlıyorum, kuvvetten düşüyorum, artık benim ruhumu al."
Yanlış ve üzücü
hareketlerde bulunanlar da yaptıkları hadiseden çok önceleri ölmüş olmayı
temennî etmişlerdir. Bunun da birçok misâli vardır.
Kaynaklarda
bildirildiğine göre dinin elden gitmesinden korkulduğu, yaşamanın kişinin
dinine zarar vereceği durumlarda da kişi ölümü temennî edebilir.[528]
Bediüzzaman da,
"Eğer benden sonra dünyada kalan kardeşlerimin teellümlerini
düşünmeseydim 'Ya Rab! Canımı al' diyecektim" demiştir.[529]
Geniş bilgi için Ölüm
Cenaze Kabir isimli eserimizin 77-83. sayfalarına bakılabilir.
[530] .
142. Câbir (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.),
"Kul, zikirden
başka, Allah'ın azabından kendisini daha fazla kurtaracak bir amel
işleyemez" buyurdu.
"Allah yolunda
cihad da mı?" denildi.
Resûlullah (s.a.v.),
"Allah yolunda
cihad da. Ancak kılıcın kırılıncaya kadar dövüşmen hariç" buyurdu.[531]
143. İbni Mes'ud (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
Mekke'nin fethi günü Kabe'ye girdi. O sırada Kabe'nin etrafında kurşunla yere
pekiştirilmiş 360 tane put vardı. Asasıyla onlara dürtüyor ve,
"Hak geldi,
bâtıl yok oldu. Muhakkak ki, bâtıl yok olucudur"[532]diyordu.
Par yüz üstü yere
yuvarlanıyordu.
[533]
İzah
Zikrettiğimiz
kaynaklardaki rivayetlerde Resûlullahın (s.a.v.),
"Artık hak
geldi; bundan sonra bâtıl ne bir şeyi ortaya çıkarabilir, ne de geri
getirebilir"[534] âyetini de okuduğu bildirilir.
Çeşitli rivayetlerde
putların daha dokunmadan, sadece işaret etmesiyle düştüğü de kayıtlıdır.
Peygamberimiz, Hicretin 8
yılında, gizlice terk etmek zorunda kaldığı Mekke'yi kansız bir şekilde
fethetmişti. Orada yaptığı ilk işlerden birisi, tevhid evi olarak inşâ edilen
Kabe'yi ve çevresini putlardan temizlemek olmuştu. Hadis bunu ifâde etmektedir.[535]
144. Ubade bin Samit (r.a.) rivayet ediyor:
"Fatiha okumayanın
namazı yoktur."[536]
İzah
Bu hadis mezhep
âlimleri arasında farklı anlaşılmıştır. Hanefî mezhebi âlimleri bu hadisi,
"Fâtihasız kılınan namaz tam değildir" şeklinde anlarlar. Bunun için
de kıraatin Fatiha Sûresine hasredilmeşini ve peşinden başka bir sûre
okunmasını vacip olarak görürler. Ayrıca şu hadisi de görüşlerine delil olarak
zikrederler:
"Her kim namaz kılar
da onda Fatiha okumazsa, o namaz eksiktir, o namaz eksiktir, o namaz eksiktir,
tamam değildir."[537]
Bu hadisi
"Fatiha
okunmayan her namaz eksiktir"[538] şekliyle
Taberânî de rivayet etmiştir.
Bu mezhebe göre
namazda Fâtiha'yı okumak vacip olduğundan, kasten terk edilmesi durumunda
namaz sahih olmakla beraber, günah işlenilmiş olunur. Hatâ ile terk
edildiğinde de sehiv secdesi yapmak gerekir.
Diğer üç mezhep âlimleri
ise yukarıdaki hadisi "Namazda Fatiha okumayanın namazı sahih değildir"
şeklinde anlamışlardır. Dolayısıyla bu mezheplere göre namazda Fatiha okumak
farzdır. Fatiha terk edildiğinde namaz sahih olmaz, yeniden kılmak gerekir.
Mâlikîlere göre dört rekâtlı bir namazın üç rekâtında Fatiha okunmuşsa,
dördüncü rekâtında okunmamış olması, namazın sıhhatine zarar vermez.[539]
145. Sevban (r.a.) rivayet ediyor:
"Diline sahip
olana, boş vakitlerini evinde geçirene ve günahlarına ağlayana ne mutlu."[540]
İzah
Hadisin Tirmizi'deki
rivayetinde Ukbe bin Âmir (r.a.) Resûlullaha (s.a.v.) "Ya Resûlallah,
kurtuluş nedir?" sorusuna Peygamberimiz şu cevabı vermiştir:
Müsned'deki rivayette "helal
olduğunu bildiğin şeyi al, bilmediğin şeyi bırak" ifâdesi de vardır.
Dili koruma ile ilgili
daha bir çok hadis vardır. Peygamberimiz bir hadislerinde diline sahip olan
için Cennete kefil olacağını ifâde etmiş, başka bir hadislerinde "En çok
korkmam gereken şey nedir?" diye soran bir Sahabîye kendi dilini tutarak
"İşte bu!" cevabını vermiştir. Başka bir hadis de şu mealdedir:
"İnsanoğlu
sabahladığında, bütün uzuvları dile yalvararak şöyle derler:
"Bizim hakkımızda
Allah'tan kork; çünkü biz ancak seninle kâimiz, doğru olursan doğru oluruz,
eğri olursan eğri oluruz."[541]
Hadisde dikkat çekilen
bir diğer husus da boş vakitlerini evinde geçirenlerin övülmesidir.
Peygamberimiz bu hadislerinde huzur ve saadeti dışarıda değil, evde aramayı
tavsiye ediyor. Evin kişiye dar gelmemesini, kendisini sıcak aile yuvasının
dışına atmamasını istiyor. Bu tavsiye kadınlar için de geçerlidir. Onlarda
huzur ve saadeti dışarıda değil, evlerinde, çoluk çocuklarıyla, eviyle
meşguliyette aramalıdırlar.
Hadiste son olarak
günahlar için ağlanması tavsiye ediliyor. Bir insan günahları için ağlayabiliyorsa,
affın yolunu bulmuş demektir. Çünkü ağlamak pişmanlığı ifâde eder. Pişmanlık
da bir çeşit tevbedir.
Diğer taraftan,
önceden işlediği günahlara pişman olan bir insan, yeni günahlar peşine düşmez,
günaha girmemek için dikkatli davranır.[542]
146. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Cennet ehline
şöyle seslenilir:
"Siz dâima
sağlıklı kalacak, asla hastalanmayacaksınız. Ebedî olarak yaşayacak, asla
ölmeyeceksiniz. Asla üzülmeden zevk ve safa içerisinde yaşayacaksınız. Sürekli
genç kalacak, asla ihtiyarlamayacaksınız."[543]
147. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Kim acıkır veya
fakir düşer de bunu insanlardan saklar, derdini Allah'a arz ederse, onun için
mutlaka helâlinden bir senelik geçimi için kapı açmak Allah üzerine bir
haktır."[544]
148. İbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor:
Veda haccında bir adam
ihramlı iken devesi onu yere çaldı, adam derhal öldü. Bunun üzerine Resûlullah
(s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Onu su ve sidr ile
yıkayınız ve ihram elbisesi ile kefenleyiniz. Yüzüne ve başına bez sarmayınız.
Ona güzel koku yaklaştırmayınız. Şüphesiz o kıyamet gününde telbiye söyleyerek
diriltilecektir."[545]
İzah
Hadiste ölünün
yıkanması istenilen sidr, yaprakları kurutulup toz haline getirildikten sonra
sabun tozu gibi banyoda kullanılan bir ağacın ismidir.
Telbiye de,
"Lebbeyk. Allâhümme lebbeyk. Lâ şerike leke lebbeyk. İnne'l-hamde
ve'n-ni'mete ve'1-mülk. Lâ şerike leke" cümleleridir.
Peygamberimiz (s.a.v.)
başka bir hadislerinde herkesin öldüğü hal üzere diriltileceğini bildirmiştir.[546]
İzahını yaptığımız hadisin son kısmında da Peygamberimiz ihramlı iken vefat
eden kimsenin kıyamet gününde telbiye getirerek diriltileceğini haber vererek
aynı gerçeğe dikkat çekmiştir.
[547]
149. Ebû Said el-Hudri (r.a.) rivayet ediyor:
"Kendilerine sığınıp
yardım isteyenlere yardım ettikleri, hükümlerinde âdil davrandıkları,
paylaştırdıklarında adaletle hareket ettikleri müddetçe bu halifelik işi
Kureyş'in elinden çıkmaz. Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti böyle
yapmadıklarında üzerlerine olsun."[548]
İzah
Kureyş kabilesi,
Peygamberimizin mensup olduğu kabiledir. Resûlullahın vefatından sonra halife
bu kabileden seçilmiş, uzun bir zaman böyle devam etmiştir. Peygamberimiz
yukarıdaki hadisleriyle Allah'ın bildirmesiyle istikbaldeki bir hadiseyi haber
vermiş, zamanla onun bu mucizesi gerçekleşmiştir. Çünkü Kureyş zaman
içerisinde zulme sapmış, adaleti elden bırakmış, böyle olunca da zulümle bir
müddet daha hilâfet işi üzerlerinde kalmış, fakat sonradan Resûlullahın haber
verdiği gibi ellerinden çıkmıştır. 296 numaralı hadise ve izahına da bakınız.[549]
150. Ebû Mûsâ (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
bize bâzı isimlerini saydı. Bunlardan bir kısmını hatırımızda tuttuk. Şöyle
buyurdu:
"Ben Muhammed'im,
Ahmed'im, Mukaffa'yım, rahmet peygamberiyim, savaş peygamberiyim."[550]
İzah
103 numaralı hadiste
Peygamberimizin isimleri ile ilgili açıklama yapmıştık. Tafsilatı oraya havale
ederek burada onun rahmet peygamberi ismi üzerinde duracağız.
Cenâb-ı Allah
Peygamberimiz için,
"Biz seni
ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik"[551] buyurmuştur.
Peygamberimiz hem dünya
için, hem de âhiret için rahmettir. Çünkü ona tâbi olanlar hem dünya saadetini,
hem de âhiret saadetini kazanırlar.
Resûlullah kâfirler
için de rahmettir. Çünkü daha önceki ümmetler peygamberlerine isyan
ettiklerinde şiddetli rüzgar, yağmur ve ses ile helak edilmişlerdir. Oysa Allah
Peygamberimiz hürmetine kâfirlere dünyada böyle bir ceza vermemiş, onların
cezalarını âhirete tehir etmiştir.[552]
151. Enes (r.a.) rivayet ediyor:
Bir adam Resûlullaha
(s.a.v.) gelerek, "Cihad etmek istiyorum, fakat gücüm yetmiyor"
dedi.
Resûlullah (s.a.v.),
"Annen veya
baban hayatta mı?" diye sordu.
Adam, "Annem
hayatta" cevabını verdi.
Resûlullah (s.a.v.)
şöyle buyurdu:
"Ona iyilik ederek
Allah'ın huzuruna mazeretli olarak çık. Bunu yaparsan ve annen senden razı
olursa hem hac, hem umre, hem de cihad etmiş olursun. Allah'tan kork ve annene
iyilik yap."[553]
152. Abdullah bin Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
"En'âm Sûresinin
tamamı bir defada yetmiş bin melek tarafından uğurlanarak indi. Melekler
yüksek sesle tesbih ve hamd ediyorlardı."[554]
İzah
Hadiste faziletine
dikkat çekilen En'âm Sûresi, altı veya üç âyeti dışında Mekke'de nazil
olmuştur. 165 âyettir. İfâde edildiği gibi, En'âm Sûresi hepsi birden bir
defada inmiştir.
Sûrede iman esasları,
bilhassa Allah'ın varlık ve birliği, peygamberlik müessesesi, öldükten sonra
diriliş konuları, kesin ve parlak delillerle, veciz bir üslûpla beyan
buyurulmaktadır. Allah'ın nimetleri zikredilirken, insanlar için yarattığı
ehlî hayvanlara da bilhassa dikkat çekilmiş ve bu nimetin ehemmiyet ve büyüklüğüne
bir işaret olarak sûreye de "ehlî hayvanlar" mânâsına gelen En'âm ismi verilmiştir. Sûrenin faziletini
bildiren daha başka hadisler de vardır. Bir hadiste Peygamberimizin En'âm
Sûresi nazil olduğunda tesbih ettiğini ve sûreyi ufuğu kaplayacak kadar meleğin
uğurladığını bildirmiştir.[555] Bir
başka hadis de şöyledir:
"Kur'ân'da En'am
Sûresinden başka hiçbir uzun sûrenin bana tümü birden inmedi. Şeytanlar bu sûre
için toplandıkları kadar hiçbir sûre için toplanmamışlardı. Bu sûre bana Ceberâil'in
emrinde elli bin melek olduğu halde gönderildi. Bunu kuşatmışlar, bir düğün
debdebesiyle getirdiler. Havuza su kor gibi göğsümde kararlaştırdılar. Allah
Teâlâ bununla bana ve size öyle bir ikramda bulundu ki, artık bundan sonra
ebedî olarak saptırmaz. Bunda müşriklerin bütün delillerinin iptali ve Allah'ın
bozulması mümkün olmayan bir vaadi vardır."[556]
Bu sûrenin iki âyeti
şu mealdedir:
"De ki:
Gökleri ve yeri yaratan, rızık veren ve rızka muhtaç olmayan Allah'tan
başkasını mı rab edineyim? De ki: Bana Müslümanların ilki olmam emredildi ve
'Sakın Allah'a ortak koşanlardan olma' buyuruldu.
"De ki:
Rabbime isyan edersem, o büyük günün azabından korkarım."[557]
153. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:
"Allah yumuşaktır ve
yumuşaklığı sever. Yumuşaklık karşılığında verdiğini sertlik karşılığında
vermez."[558]
154. Abdullah bin Amr (r.a.) rivayet ediyor:
"Kişinin malını
korurken öldürülmesi kendisi için şehâdettir."[559]
İzah
Müsned'de yer alan hadislerin
birinde malını korurken öldürülenin Cennette olduğu bildirilir. Başka bir
rivayette de Resûlullah şöyle buyurmuştur:
"Malını korumak üzere
öldürülen şehiddir, ailesini korumak üzere öldürülen şehiddir, dinini korumak
üzere öldürülen şehiddir, canını korumak için öldürülen şehiddir."
Peygamberimiz bu
hadisiyle meşru olan nefis müdafaasını göstermekte ve buna teşvik etmektedir.
Kişinin malını müdafaa ederken öldürülmesi mümkün olduğu gibi, bu esnada
karşıdakini öldürmesi de mümkündür. Bu durumda ne olacak? Bunu da hadisin
Müslim'deki rivayetinden öğreniyoruz:
Bir adam Resûlullaha
gelerek, "Ey Allah'ın Resulü, bir yabancı malımı zorla almak isterse ne
yapayım?" diye sordu. Sonra da Resûlullah ile aralarında şu konuşma geçti:
"Malını ona
verme."
"Beni öldürmeye
kalkarsa ne yapayım?"
"Ya o beni
öldürürse?"
"Sen
şehid olursun."
"Ya ben onu
öldürürsem?"
"O Cehenneme
gider."
Tâbi kişi karşı taraftakini
hemen öldürme yoluna gitmeyecektir. Bu son çâredir. Ondan önce saldırganı
uzaklaştırmak için başka şeyler yapacaktır. Nitekim Taberânî,
Mu'cemü'l-Evsat'da şöyle bir hadis rivayet eder:
Bir zât, "Ey
Allah'ın Resulü, bir yabancı malımı zorla almak isterse ne yapayım?" diye
sordu.
Resûlullah (s.a.v.),
"Allah'ın
ismini ver" buyurdu.
Suâli soran, "Söz
anlamazsa?" diye sordu, Resûlullah yine,
"Allah'ın
adını ver" buyurdu.
Suâli soran, "Söz
anlamazlarsa?" deyince Resûlullah şöyle buyurdu:
"O
zaman onunla çarpış. Şayet öldürülürsen Cennettesin, öldürürsen o
ateştedir."[560]
Evet, malını korurken
öldürülen kimse manevî olarak şehiddir. Fakat defin noktasında şehid muamelesi
görmez. Yıkanır, kefenlenir.
Şayet o saldırganı
öldürürse, İslâm âlimlerine göre kendisine kısas uygulanmaz.[561]
155. Abdullah bin Abbas (r.a.) rivayet ediyor:
"Kim temsil
ettiği bâtıl ile bir hakkı ortadan kaldırmak isteyen zâlime yardım ederse,
Allah ve Resulünün koruyuculuğundan mahrum kalır.
Kim bir dirhem faiz
parası yerse, 33 defa zina etmiş gibi günah kazanır.
Kim de vücudunu
haramdan beslerse, ateş ona daha layıktır."[562]
İzah
Ebû Dâvud, İbni Mâce
ve Müsned'de hadisin baş tarafına benzer şöyle bir rivayet vardır:
"Kim zulmen yapılan
bir düşmanlığa yardım ederse, bundan vaz geçinceye kadar Allah'ın gazabına
hedef olmaya devam eder."[563]
Zâlime yardım etmekten
sakındıran bir başka hadis de şu mealdedir:
"Kim
bir zâlime yardım ederse, Allah o zâlimi kendisine musallat eder."[564]
İzahını yaptığımız
hadisde ise temsil ettiği bâtıl ile hakkı ortadan kaldırmak için zâlime yardım
edenin Allah ve Resulünün koruyuculuğundan mahrum kalacakları ifâde
edilmektedir. Böyleleri sadece Allah ve Resulünün koruyuculuğundan mahrum
kalmazlar, aynı zamanda onların düşmanlığını da kazanırlar. Düşmanı Allah ve
Resulü olanların ise kıyamet gününde artık hiçbir koruyucuları olmaz.
Hadisin ikinci
bölümünde bir dirhem faiz parası yiyenlerin 33 defa zina etme günahı
kazanacakları ifâde edilmektedir. Gerek fâiz, gerekse zina büyük
günahlardandır. Burada faiz yemenin zinadan daha dehşetli gösterilmesi,
zinanın günahını azaltmaz. 3Çünkü Kur'ân, faizi şiddetle reddettiği gibi, fuhşu
da reddeder.
Meselâ bu âyetlerden
bir kaçının meali şöyledir:
"Zinaya
yaklaşmayın; şüphesiz ki o pek çirkin bir şeydir ve pek kötü bir yoldur."[565]
"Rahman'ın
makbul kulları, zina etmezler."[566]
"Fuhşun
açığına da, gizlisine de yaklaşmayın."[567]
"Allah
fuhşiyatı, kötülüğü ve azgınlığı yasaklar."[568]
156. Ümmü Seleme (r.a.) rivayet ediyor:
Ümmü Süleym geldi ve
"Ey Allah'ın Resulü, Allah gerçeği açıklamaktan haya etmez. Erkeğin
rüyasında gördüğünü kadın da görürse gusletmesi gerekir mi?" diye sordu.
Ben güldüm ve "Hiç kadın ihtilam olur mu?" dedim. Resulullah
(s.a.v.),
"Eğer kadın ihtilam
olmazsa çocuk annesine niçin benziyor?" buyurdu.[569]
İzah
Bilhassa kadınlar için
çok güzel ve mühim bir haslet olan utanma duygusu, dinî meseleleri öğrenme
hususunda hoş karşılanmaz. Yani haya duygusu dinî meseleleri öğrenmeye mâni değildir.
Hayaya çok önem veren dinimiz, mü'minin dini ve dünyası ile ilgili bilgileri
elde etmek için öğrenmeyi, sormayı "ayıp" ve "utanılacak"
bir işten saymak şöyle dursun, her vesile ile buna teşvik etmiştir. Hayanın
dini öğrenmeye mâni olmaması gerektiğinin en güzel misâlini Sahabî kadınlarda
görüyoruz. Onlar kendileri ile alâkalı meseleleri ya bizzat, ya da
Peygamberimizin (s.a.v.) mübarek hanımları vasıtasıyla Peygamberimize soruyorlar
ve öğreniyorlardı. Yukarıdaki hadis bunlardan sadece birisidir. Enes bin Mâlik'in
(r.a.) annesi olan Ümmü Süleym (r.a.) mahrem bir meseleyi rahatlıkla
Peygamberimize sorabilmiştir.
Hz. Âişe de suâl soran
kadınları, "Ensar kadınları ne iyi kadınlardır; hayaları dinlerini
öğrenmeye mâni olmuyor"[570]
sözleriyle övmüştür. Peygamberimiz izah ettiğimiz hadisin başka bir rivayetinde
de erkeğin menisinin koyu beyaz, kadının menisinin ise berrak ve sarı olduğuna
dikkat çekmiştir.
Havle'nin (r.a.)
sorusu üzerine de kadının rüyasında gördüğü şeyden dolayı meni akmadıkça gusül
gerekmediğini, bunun erkeklerde de böyle olduğunu bildirmiştir.[571]
Kadının ihtilam
olmaktan dolayı gusletmesinin farz olması için meninin haznenin dışına çıkması
şarttır.[572]
157. Enes (r.a.) rivayet ediyor:
"Kimin bir
çocuğu doğarsa onun için akîka kurbanı olarak deve, sığır veya koyun kessin."[573]
İzah
Yeni doğan çocuğun
başındaki tüyüne "akîka" denir. Böyle bir çocuk için Cenabı Hakka bir
şükür olmak üzere kesilen hayvana da "akîka kurbanı" denir.
Akîka kurbanı, çocuğun
doğduğu günden ergenlik çağına erişinceye kadar kesilebilir. Fakat yedinci günü
kesilmesi daha faziletlidir. Çocuğun doğumunun yedinci gününde adı konur, saçı
kesilir. Kesilen saç ağırlığınca altın veya gümüşün sadaka olarak verilmesi ve
kurbanın aynı günde kesilmesi sünnettir. Peygamberimiz torunları Hz. Hasan ve
Hz. Hüseyin için akîka kurbanı kesmiştir. Akîka kurbanı kesen sevap kazanır,
kesmeyen ise bir günaha girmiş olmaz.
Kurban kesilebilme
şartlarını taşıyan hayvanlar, akîka kurbanı olarak da kesilebilir. Kız
çocukları için de akîka kurbanı kesmek mümkündür.[574]
Akîka kurbanı kesilirken
"Bismillâhî Allâhü ekber. Allahım bu Senin rızân için kesilen filan
kimsenin akîka kurbanıdır" denilir.
Akîka kurbanının
etinden sahibi yiyebilir, başkalarına ikram edebilir, sadaka olarak dağıtabilir.
[575]
158. İmran bin Husayn rivayet ediyor:
"Haya
bütünüyle hayırlıdır."
(7 numaralı hadisin
izahına bakınız.)
[576]
159. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Muhakkak ki, ben her
gün yüz defa Allah'tan bağışlanma diler ve Ona tevbe ederim."[577]
İzah
Başka bir rivayet
"yetmiş defa" şeklinde gelmiştir. Zikrettiğimiz kaynakların
bâzılarında hadisin başında, "Bazan kalbimi bir bulut kaplar"
ilâvesi vardır.
Abdullah bin Ömer de
(r.a.) Peygamberimizin nasıl istiğfar ettiğini şöyle rivayet eder: "Biz
Resûlullahın bir oturuşta yüz defa 'Rabbiğfirlî ve tüb aleyye. İnneke
ente't-tevvâbü'r-Rahîm (Rabbim beni bağışla. Tevbemi kabul et. Şüphesiz Sen
tevbeleri kabul edensin, merhametlisin)' dediğini saydık.[578]
Bilindiği gibi,
peygamberler büyük veya küçük günah işlemezler. Böyle olunca Peygamberimizin
tevbe etmesinin başka sebepleri vardır. Bunları şöyle sayabiliriz:
1. Peygamberimiz Allah'ın,
"Ona istiğfar
et. Çünkü O tevbeleri kabul edendir"[579]
"Şüphesiz
Allah çok tevbe edenleri sever"[580] gibi emrine tâbi olarak tevbe etmiştir.
2. Ümmetini tevbe ve istiğfara teşvik ve onlara bunu
öğretmek için tevbe etmiştir.
3. Peygamberimiz sürekli olarak bir halden bir hale
yükselir, devamlı olarak derece elde ederdi. Evvelki hali sonraki haline
nisbetle bir günah gibi olurdu. Resûlullah tevbe ederek, önceki halini sanki
yaşamamış duruma getirirdi.
4. İstiğfar ve tevbe bir ibâdettir. Peygamberimiz de
ibâdet düşüncesiyle Allah'a tevbe ve istiğfar etmiştir.
5. Peygamberimiz Yüce Allah'a şanına uygun kullukta bulunamadığı
için çok çok tevbe istiğfar etmiştir.
6. Peygamberimizin tevbe ve istiğfarının bir sebebi de ümmetinin
bağışlanması içindir.
Hadisin baş tarafında
yer alan "Bazan kalbimi bir bulut kaplar" ifâdesine gelince:
Peygamberimiz bu
sözüyle, kalbine insan olarak kaçınmanın mümkün olmadığı dalgınlık, yeme içme
ve diğer beşerî düşüncelerin geldiğini ifâde etmektedir. Bu, kalbi kaplayan
örtü gibidir. İşte Peygamberimiz bu örtüyü kaldırmak için istiğfar etmiş, bağışlanma
dilemiştir.
Günahsız olan Resûlullah
gibi bir peygamber günde yüz defa tevbe istiğfar ederse, günahkar olan bizlerin
tevbe istiğfara ne kadar sarılmamız gerektiği düşünülsün.[581]
160. Ka'b bin Ucre (r.a.) rivayet ediyor:
Bir adam: "Yâ
Resûlallah! Sana nasıl selâm vereceğimizi biliyoruz. Fakat nasıl salat
getireceğimizi bize bildir" dedi.
Resûlullah şöyle
buyurdu:
"Şöyle
deyiniz. 'Allahümme salli ala... (Allah'ım, İbrahim'e salât ettiğin gibi,
Muhammed'e ve Muhammed'in âline de salât et. Şüphesiz Sen kullarının
hamdlerine bol sevapla karşılık veren, dilleriyle övülen Hamîd ve sonsuz şeref
ve büyüklük sahibi Mecîdsin.
"Allah'ım,
İbrahim'e bereketini indirdiğin gibi, Muhammed'e ve Muhammed'in âline de
bereketini indir. Şüphesiz Sen kullarının hamdlerine bol sevapla karşılık
veren, dilleriyle övülen Hamîd ve sonsuz şeref ve büyüklük sahibi
Mecîdsin."[582]
İzah
Yukarıdaki suâli
Resûlullaha Beşir bin Sa'd (r.a.) sormuştu. Buna sebep de Resûlullaha (s.a.v.)
nazil olan şu âyetti:
"Peygambere Allah
rahmet eder, melekler de duâ eder. Ey iman edenler, siz de ona teslimiyetle
salât ve selâm getirin."[583]
Beşir bin Sa'd (r.a.)
bu âyette Allah'ın emrini işitince, emredilen salâtın nasıl getirileceğini sormuştu.
Peygamberimiz bir müddet susmuş, sonra da yukarıdaki cevabı vermişti.
Peygamberimiz daha
birçok hadislerinde ümmetini kendisine salat getirmeye teşvik etmiştir.
Bunlardan birisi şu mealdedir:
"Bir topluluk Allah'ı
zikretmeden ve resulüne salavat getirmeden dağılırsa, muhakkak o toplantı
onlar için hasarettir."[584]
Resûlullah bir
hadislerinde de yanında ismi anıldığı halde kendisine salavat getirmeyenleri
insanların en cimrisi olarak vasıflandırmıştır.[585]
466 ve 617 numaralı
hadis ve izahına da bakınız.[586]
161. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Kim ölüm
ânında "Allah'tan başka ilâh yoktur. Allah en büyüktür. Güç ve kuvvet
ancak Allah'tandır"
derse,
ebedî olarak Cehennem ateşinde kalmaz.[587]
İzah
Zikrettiğimiz
kaynaklardaki ölmeden önce son sözü "Lâilâhe ilallallah" olanın
Cennete gireceği şeklindedir.
Bediüzzaman, Asây-ı Mûsâ
isimli eserinde şöyle der:
"Herkesin iman
mukabilinde bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlar [saraylar] ile müzeyyen
[süslenmiş] ve bakî ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek dâvası
başına açılmış. Eğer iman vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek. Ve bu asırda maddiyyunluk taunuyla çoklar o dâvasını
kaybediyor. Hattâ bir ehl-i keşif ve tahkik bir yerde kırk vefiyattan [ölümden]
yalnız bir kaç tanesinin kazandığını sekeratta [Ölüm ânında] müşahede etmiş;
ötekiler kaybetmişler. Acaba bu kaybettiği dâvanın yerini bütün dünya saltanatı
o adama verilse doldurabilir mi?"[588]
Evet bir insanın
dünyada en büyük sermayesi ve en tükenmez hazinesi imanıdır. En mühim meselesi
de onu kazanıp kaybetme düşüncesidir. Bunun için imanın elde edilmesi ne kadar
mühimse, muhafazası da o derece ehemmiyet taşımaktadır. Çünkü ebedî saadetin
kazanılması, son nefesin imanlı olarak verilmesine bağlıdır. Bir mü'min hayatı
boyunca ibâdet etse de, ömrünün sonuna doğru veya ölüm ânında—Allah
korusun—imanını kaybedecek olsa ne kadar büyük bir felâkete düştüğü tasavvur
edilemez. Bazan de bunun tersi olur. Ömrünün çoğu imansız olarak geçtiği
halde, hayatının sonuna doğru hidâyet nasip olup kurtulan insan da az değildir,
peygamberimiz bir hadislerinde bu gerçeği şöyle ifâde eder:
"Biriniz
Cennet ehlinin amelini işler, nihayet Cennet ile kendisi arasında bir arşınlık
veya iki arşınlık mesafe kalınca Cehennem ehlinin işini yapmaya başlar,
Cehenneme girer.
"Biriniz de
Cehennem ehlinin amelini işler, nihayet kendisi ile Cehennem arasında bir
arşınlık veya iki arşınlık mesafe kalınca Cennet ehlinin işini yapar, Cennete
girer."[589]
Hadiste geçen
"arşın" ifâdesi, insanın ölüm anın yaklaştığından kinayedir.
İşte Peygamberimiz izahını
yaptığımız hadislerinde de ölüm ânında "Allah'tan başka ilâh yoktur. Allah
en büyüktür. Güç ve kuvvet ancak Allah'tandır" derse, ebedî olarak
Cehennem atesinde kalmayacağını bildirmiştir. Çünkü bu söz onun imanla kabre
girdiğine işarettir.
Dolayısıyla günahkar
da olsa Cehennemde kâfirler gibi ebedî olarak orada kalmayacak, cezasını
çektikten sonra cennete girecektir. Yüce Allah, bu bu cümleyi ihlasla söyleyen
kullarının günahlarını bağışlayıp onları Cehenneme hiç uğratmadan, direk
Cennete de koyabilir.
İmanla kabre giren birinin
eğer sevabı günahından fazla veya eşit ise, Cehenneme hiç girmeden doğrudan
Cennete girecektir.[590]
162. Ali (r.a.) rivayet ediyor:
Ammar Resûlullahın
yanına girmek için izin istedi. Resûlullah ona,
"Temiz ve
temizlenmiş Ammar'a merhaba"
buyurdu.[591]
İzah
Tirmizi'de bu hadis
şöyledir:
"Ammar
Resûlullahın yanına girmek için izin istedi. Resûlullah,
'Ona müsaade edin,
girsin' buyurdu.
O girince de,
"Temiz ve
temizlenmiş Ammar'a merhaba" buyurdu.
Ammar bin Yâsir (r.a.)
İslâmın ilk kadın şehidi Sümeyye (r.a.) ile yine İslâmın ilk erkek şehidi
Yasir'in (r.a.) oğlu idi.
Annesi ve babasıyla
beraber kendisi de müşriklerin çok ağır işkencelerine maruz kalmıştı. Sonunda
dayanamamış, ağır işkencelerden kurtulabilmek için dili ile Lat ve Uzza
putlarının "Muhammed'in dininden" iyi olduğunu söylemişti.
Müşriklerin elinden kurtulur kurtulmaz doğruca Peygamberimizin (s.a.v.)
huzuruna çıktı ve "Helak oldum, imanımı inkar ettim, yâ Resûlallah"
dedi.
Resûlullah,
"Kalbin
nasıl?" diye sorarak kalbinin
dilini tasdik edip etmediğini sordu.
Ammar (r.a.)
"Kalbim imanla doludur" cevabını verdi. Bunun üzerine Resûlullah
(s.a.v.),
"Ammar tepeden
tırnağa imanla doludur" diyerek
onun endişesinin yersiz olduğunu ifâde buyurdu. Bir müddet sonra da kalbi
imanla dolu olduğu halde inkara zorlanan kimselere bir mes'uliyet olmadığının
açıklandığı Nahl Sûresinin 106. âyeti nazil oldu. Hadiste geçen "temiz ve
temizlenmiş" ifâdesi bu hadiseye işaret etmektedir.
Ammar (r.a.) Allah ve
Resulü uğrunda Mekke'den Medine'ye hicret etmiş, Peygamberimiz ile birlikte
Bedir ve Hendek savaşlarına katıldı.
Peygamberimiz Hz.
Ammar'i çok severdi.
"Ammar'a
düşman olan Allah'a düşmana olur. Ona kin besleyen ve onu kızdıran Allah'ı
kızdırmış olur," "Cennet Ali, Ammar, Selman ve Bilal'i şiddetle arzu
etmektedir" gibi sözleriyle bu
sevgisini açığa vurmuştur.
Ammar (r.a.)
Peygamberimizden sonra yalancı peygamber Müselylimetü'l-Kezzab ile yapılan
Yemâme Savaşına katıldı. Bu savaşta büyük kahramanlıklar gösterdi. Hicretin 37.
yılında yapılan Sıffîn Savaşında Hz. Ali'nin (r.a.) safında yerini aldı ve bu
savaşta şehid oldu.
367 numaralı hadise de
bakınız.[592]
163. Cerir bin Abdullah el-Becelî rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
Müslüman olduğum günden beri beni yanına girmekten men etmedi. Beni gördüğü
zaman da mutlaka tebessüm etmiştir.[593]
İzah
Hicretin 10. yılıydı.
Peygamberimiz Ashabıyla sohbet ediyordu. Bir ara,
"Sizin
yanınıza şu kapıdan Yemenli hayırlı biri gelecek. Onun yüzünde melik ve melek
alâmeti vardır" buyurdu. Ashab
pür dikkat haber verilen zâtı beklemeye başladı. Resûlullahın haber verdiği bu
zât, Cerir bin Abdullah'dı (r.a.).
Resûlullahın haber
vermesinden bir müddet sonra beraberinde 150 kişilik bir grupla gelen Cerir,
Müslüman olarak Peygamberimize bîat etti.[594]
Hz. Cerir'in
Resûlullahın yanında ayrı bir yeri vardı. Nitekim izah ettiğimiz hadis bunu
gösterir. Hadiste de ifâde edildiği gibi, Müslüman olduğu günden beri onu
yanına girmekten men etmemiş, onu her gördüğünde mutlaka gülümsemiştir.
Peygamberimiz (s.a.v.)
Hz. Cerir'i zaman zaman mühim vazifeler için de görevlendirmiştir. Meselâ bir
defasında onu Zülhalasa putunu yıkmak için vazifelendirmişti.[595]
Veda Haccından sonra da İslama davet için onu Yemen'e gönderdi.[596]
Peygamberimiz (s.a.v.), Hz. Cerir'e ticârette aldatmamasını, herkese doğruyu
söylemesini ve insanlara nasihatta bulunmasını tavsiye etmişti. Hz. Cerir
hayatı boyunca bu tavsiyeye uygun hareket etti. Ticâret yaptığında sattığı
malın bütün kusurlarını müşteriye söylerdi. "İşte mal, işte fiyatı, işte
kusurları. İster al, ister alma" derdi. "Sen bu şekilde birşey kazanamazsın" diyenlere,
"Biz Resûlultan böyle söz verdik, kazanalım, kazanmayalım; verdiğimiz
sözden dönmeyiz" cevabını verirdi.
Hicretin 51. yılında
vefat eden Hz. Cerir birçok da hadis rivâyet etmiştir. Müsned'de onun rivayet
ettiği 109 hadise yer verilmiştir.
546 numaralı hadise de
bakınız.
[597]
164. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Bir kadın halasının
ve teyzesinin üzerine nikâh edilmez."[598]
İzah
Zikrettiğimiz
kaynakların bâzılarında hadis şöyledir:
"Kadın halasının
üstüne, hala da erkek kardeşinin kızı (yeğeni) üstüne; kadın teyzesinin
üstüne, teyze de kız kardeşinin kızı üstüne nikâhlanamaz."
Dinimiz, bâzı
kadınlarla evlenmeyi haram kılmıştır. Bunlar anne, anne anne, kız kardeş gibi
kan bağı ile haram kılınanlar; süt kardeş, süt anne gibi süt emme yoluyla haram
kılınanlar; bir de eşin kız kardeşi, halası, teyzesi gibi, evlilik yolu ile
haram kılınan kadınlardır. İşte Peygamberimiz bu hadislerinde bir kadının üzerine
onun kız veya erkek kardeşinin kızlarıyla yani eşin yeğeniyle evlenilmesinin
haram olduğunu bildirmiştir.
Kan bağı ve süt emme
yolu ile olan haramlık süreklidir. Bu kadınlarla elvenmek hiçbir zaman caiz
olmaz. Ancak evlilik yolu ile haram kılınan kadınlarla
evlenmenin haram kılınması geçicidir. Nikâhın devamı şartına bağlıdır. Ölüm
veya boşanma sebebiyle nikâh son bulursa, kişi hanımının yeğenleriyle, hala
veya teyzesiyle evlenebilir.
Ancak erkek şayet
hanımını boşadı ise, bu durumda hanımının yeğenleriyle, kız kardeşiyle
(baldiziyla) veya hala ve teyzesiyle evlenebilmesi için boşadığı kadının başka
bir erkekle evlenebilmesi için beklemesi gereken müddet demek olan
"iddef'in bitmesini beklemesi gerekir. Eşinin ölmesi durumunda ise
beklemesi gerekmez.
Kendileriyle
evlenilmesi haram olan kadınlar için Hanefî ve Şâfıîlere Göre Evlilik Aile
isimli eserimize bakılabilir.[599]
165. Câbir (r.a.) rivayet ediyor:
"Dünyada iken azaları
sağ ve salim olanlar, Kıyamet günü musibetzedelere verilen sevabın çokluğunu
gördüklerinde, dünyada iken derilerinin keskin âletlerle parça parça kesilmiş
olmasını arzu edeceklerdir."[600]
İzah
İnsan, herşeyin
hikmetini anlayamadığı için çoğu zaman huzursuz olur. Meselâ, âmâ, sağır,
dilsiz veya herhangi bir uzvu eksik birini görse ona acır. Bir müddet kendisini
onun tesirinden
kurtaramaz. Oysa Cenâb-ı Hak kullarına
karşı herkesten daha şefkatli, herkesten daha merhametlidir. Dolayısıyla, bir
kulunu göz, kulak, dil veya el nimetinden mahrum ettiyse, hakikî mânâda bu, o
kul için bir musibet değil, nimettir. Şikâyeti değil, şükrü ve sabrı
gerektirir. Çünkü, Allah bununla kulunu imtihan etmektedir. Eğer o kul
sabrederek imtihanı kazanırsa, âhirette dünyada iken sağlam olanları
imrendirecek bir makam kazanacaktır.
İşte yukarıdaki
hadislerinde de Peygamberimiz, mahşer gününde Cenâb-ı Hakkın musibetzedelere
verdiği nimetlerin büyüklüğünü gören insanların, dünyada iken daha büyük
musibetlere maruz kalmayı arzu edeceklerini bildirmektedir.[601]
166. Aişe (r.a.) rivayet ediyor:
Bir adam yanıma girmek
için izin istedi ve "Ben senin süt amcanım" dedi. Resûlullah
geldiğinde durumu ona haber verdim.
"Ona izin ver,
çünkü o senin süt amcandır" buyurdu.[602]
İzah
Zikrettiğimiz
kaynakların bâzılarında Hz. Âişe'nin Eflah (r.a.) isimli o şahsa izin
vermediği, onun "Ben senin amcanım" demesi üzerine onunla aralarında kan bağı olmadığını bildiği
için şaşırdığı, durumu Resûlullah öğrendiğinde "O senin amcandır" buyurduğu
kayıtlıdır.
164 Numaralı hadisin
izahında da zikrettiğimiz gibi, dinimiz bâzı kadınlarla evlenmeyi haram
kılmıştır. Bunu Peygamberimizin,
"Neseben haram
olanlar, süt ile de haramdır"[603] hadisinden öğreniyoruz.
Yani neseben kişinin
kızı, halaları, teyzeleri, erkek ve kız kardeşlerinden yeğenleri haram olduğu
gibi; süt kızları, süt halaları, süt teyzeleri, süt erkek ve süt kız
kardeşinden yeğenleri de haramdır. Kendileri ile evlenilmesi haram olan
erkeklere karşı kadınların mahremiyeti yabancı erkeklerden farklıdır.
Evlenilmesi haram olan erkeklerle başbaşa bulunabilirler, arzu ederlerse başları,
kolları açık olarak onların yanında kalabilirler.
İşte Peygamberimiz
yukarıdaki hadislerinde Hz. Aişe'den süt amcasını yanına girmesine izin vermesini
istemiştir. Çünkü süt amca ile evlilik haramdır. Dolayısıyla bir kadın süt
amcasıyla baş başa kalabilir.[604]
167. Câbir bin Abdullah (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullaha (s.a.v.),
"Ya Resûlullah, ben hangi gerekçe ile yanımdaki
yetimi dövebilirim?" dedim.
Şöyle buyurdu:
"Kendi malını korumak
için onun malını riske atmaksızın ve onun malından kendine kazanç
sağlamaksızın, çocuğunu hangi sebeple dövüyorsan, onu da o sebeple
dövebilirsin."[605]
İzah
Suâli soran yanındaki
yetimi hangi gerekçe ile dövebileceğini sorduğu halde, Resûlullah ona sadece
suâlinin cevabını vermekle yetinmemiş, kendisini mühim bir konuda ikaz da
etmiştir. O da yetimin malını riske atmamak ve onun malından kendine kazanç
sağlamamaktır. Çünkü yetimin malını yemek büyük günahlardandır. Yüce Allah bir
âyet-i kerimede yetimlerin mallarını korumayı emrederek şöyle buyurmuştur:
"Sana bir de
yetimlerden soruyorlar. De ki: Onların durumunu düzeltmek, himaye altına almak
mallarını korumak hayırlıdır. Eğer onlarla karışır, bir arada yaşarsanız, zâten
onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah ıslah edenle ifsat edeni birbirinden
ayırır; kimin hangi niyetle yetimin malına yaklaştığını bilir."[606]
Âyetten de
anlaşılabileceği üzere, yetimin malına onun nâmına yaklaşmakta bir mahzur yoktur.
Zâten Peygamberimiz bir hadislerinde yetimin malını çalıştırmayı
emretmektedir.[607]
Yetimin malı onlar
namına çalıştırılmalıdır, ancak izah ettiğimiz hadisten de anlaşılacağı üzere,
bu yapılırken onların malı riske atılmamalı, yetimin malından şahsî kazanç
temin edilmemelidir. Ayette de dikkat çekildiği gibi, yetimin malına hangi
niyetle yaklaşıldığını Allah'ın bildiği unutulmamalıdır.
Kişinin koruması
altındaki yetim yetişkin çağa geldiğinde de, malı çalıştırılmışsa karı ile,
yoksa olduğu gibi kendisine teslim edilmelidir. Rabbimiz bu hususta da
kullarını şöyle ikaz eder:
"Yetişkin çağa
geldiklerinde yetimlere mallarını verin. Helâli harama değiştirmeyin. Onların
malını kendi malınıza katmak suretiyle de yemeyin. Şüphesiz o pek büyük bir
günahtır."[608]
168. Câbir bin Semure (r.a.) rivayet ediyor:
Ömer (r.a.) Câbiye'de[609]
bize şöyle bir konuşma yaptı:
"Ey insanlar!
Resûlullahın bize okuduğu bir hutbenin benzerini size okumak için kalkmış
bulunuyorum. Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştu:
"Sahabîlerime hürmet edin. Sonra onların ardından gelenlere, sonra onların ardından gelenlere. Sonra yalan yaygınlaşır. Öyle ki kişi şahitlik etmesi istenmediği halde şahitlik edecek, yemin etmesi istenmediği halde yemin edecek."
"Her kim
Cennetin en güzel yerini arzuluyorsa cemaattan ayrılmasın. Çünkü şeytan tek
kişi ile beraberdir. Birlik içindeki iki kişiden daha uzaktır."
"Dikkat edin,
biriniz bir kadınla başbaşa kalmasın. Çünkü üçüncüleri şeytandır.
"Dikkat edin,
kimin iyilikleri kendisini sevindiriyor, kötülükleri de üzüyorsa, o kimse
mü'mindir."[610]
İzah
Zikrettiğimiz
kaynakların bâzılarında hadisin baş tarafı şöyledir:
"Ümmetimin en
hayırlıları benim Sahabîlerimdir; sonra onlan: takip edenler, daha sonra onlan
takip edenlerdir.
"Ondan sonra
öyle insanlar gelecek ki, istenmeden şahitliğe koşacaklar, hıyanet edecek,
güvenilmeyecekler, adakta bulunacaklar, fakat adaklarını yerine getirmeyecekler
ve aralarında haram yiyerek şişmanlayanlar çıkacak."
Tirmizi'de de cemaatla
ilgili olarak aynca şöyle bir rivayet vardır:
"Allah benim ümmetimi sapıklık üzere bir araya getirmeyecektir. Allah'ın yardım eli cemaatin üzerindedir. Her kim cemaattan ayrılırsa, Cehenneme ayrılmış olur."[611]
169. Abdullah bin Abbas (r.a.) rivayet ediyor:
Vefat hastalığına
yakalandığında Abbas Resûlullahı (s.a.v.) ziyarete geldi. Onu kaldırdı ve
seririn üzerine oturttu. Resûlullah (s.a.v.),
"Allah seni
yüceltsin ey amca" buyurdu.
Abbas, "Bu Ali,
girmek için izin istiyor" dedi. Peygamber (s.a.v.),
"Girsin" buyurdu.
Ali, yanında Hasan ve
Hüseyin olduğu halde içeri girdi. Abbas, "Bunlar senin çocukların ey
Allah'ın Resulü" dedi. Resûlullah (a.s.m.),
"Onlar senin
de çocukların ey amca" buyurdu.
Abbas, "Ben onları
seviyorum" dedi. Peygamber (s.a.v.),
"Sen onları
sevdiğin gibi Allah da seni sevsin" buyurdu.[612]
170. İmran bin Husayn (r.a.) rivayet ediyor:
"Kim Allah yolunda bir defa deniz savaşma çıkarsa kimin kendi yolunda savaştığını Allah daha iyi bilir. Allah'a karşı her türlü itaatini yapmış, Cenneti olanca gücüyle talep etmiş, Cehennemden de olanca gücüyle kaçmış olur."[613]
İzah
Dinimizde cihad
farzdır. Birçok âyette cihadın farziyetine dikkat çekilir. Meselâ bu
âyetlerden birisi şöyledir:
"Hoşunuza gitmese de, size zor gelse de, cihad üzerinize farz kılındı. Belki sevmediğiniz şey hakkınızda hayırlıdır. Bazan da sevdiğiniz birşey sizin için şer olur. Allah herşeyi bilir, siz bilemezsiniz."[614]
Peygamberimiz de
birçok hadislerinde bizleri cihada davet etmiştir. Meselâ bir hadislerinde
şöyle buyurur:
"Allah'a
ortak koşan inançsız kimselerle mallarınız, canlarınız ve dillerinizle cihad
edin."[615]
Cihada katılmak farz
olduğu gibi, büyük sevap sebebidir de. Bir âyette bu sevap şöyle bildirilir:
"İman eden, hicret eden ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler, Allah katında en yüksek derecededirler. Onlar kurtuluşa erenlerin tâ kendisidir."[616]
Resûlullah da çeşitli
hadislerinde cihada katılmanın sevabı üzerinde durmuştur. İşte yukarıdaki hadis
de bunlardan birisidir. Ancak bu hadisde denizde yapılan cihadın faziletine
dikkat çekilmiş, kişi Allah rızası için böyle bir cihada katılırsa, Allah'a
karşı her türlü itaatini yapmış, Cenneti olanca gücüyle talep etmiş, Cehennemden
de olanca gücüyle kaçmış olacağını bildirmiştir.[617]
171. Ebû Said (r.a.) rivayet ediyor:
"Bir adam geceleyin uyanır, hanımını da uyandırır da abdest alarak iki rekât namaz kılarlarsa, Allah'ı çok zikreden erkeklerle kadınlardan yazılırlar."[618]
İzah
Hadiste ifâde edilen
gece namazı, çok faziletli bir namazdır. Gece namazının fazîleti Kur'ân'da
şöyle bildirilir:
"Hiç o kâfir, âhiretten sakınarak ve Rabbinin rahmetini ümit ederek gece vakti kalkıp secdede ve ayakta ibâdet eden kimse gibi olur mu?"[619]
Peygamberimizin de
gece namazının faziletini bildiren pekçok hadisleri vardır. İşte yukarıdaki
hadis bunlardan birisidir. Hadiste dikkat çekilen Allah'ı çok zikreden erkek ve
kadınlar için çok büyük mükâfat vardır. Bunu şu âyetten öğreniyoruz:
"Allah'ı
çok zikreden erkekler ve kadınlar için Allah, mağfiret ve büyük bir mükâfat
hazırlamıştır."[620]
Hadiste ifâde edilen
sevabın kazanılması için erkeğin kadını uyandırması şart değildir. Kadın uyanıp
eşini uyandırırsa yine aynı sevabı kazanırlar.
Nitekim bir başka
hadiste şöyle buyurulur:
"Geceleyin uyuduktan sonra kalkıp namaz kılan, eşini de uyandırıp namaz kılmasına vesîle olan adama Allah rahmet etsin. Eğer eşi kalkmamazlık ederse, yüzüne [birazcık] su serpsin."
"Geceleyin uyuduktan sonra kalkıp namaz kılan, eşini de uyandırıp namaz kılmasına vesîle olan kadına da Allah rahmet etsin. Eğer eşi kalkmamazlık ederse, yüzüne [birazcık] su serpsin."[621]
Gece namazı kılmak çok
faziletli olmakla birlikte, farz değildir. Dolayısıyla eşler bu hususta
birbirlerini zorlama yoluna gitmemelidirler.[622]
172. Ebû Sâid el-Hudrî (r.a.) rivayet ediyor:
"Cennet ehli, hanımlarıyla cinsî münâsebette bulunduklarında kadınların bekâretleri geri iade edilir."[623]
İzah
Yüce Allah, kendisine
iman eden, emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınan kulları için rahmet
ve keremine lâyık ebedî bir ziyâfetgâh hazırlamıştır. "Cennet" diye
isimlendirilen bu ziyâfetgâhın bir saatlik hayatı, bin senelik mes'ud, sıkıntısız
huzurlu bir dünya hayatından çok çok üstündür. Kullarına karşı son derece
Rahîm ve Kerîm olan Yüce Rabbimiz, burada onlar için gözlerin görmediği,
kulakların işitmediği, akıl ve hayale gelmeyen nimetler hazırlamıştır. Bir
âyette buna işaretle,
"Orada
canların çekeceği, gözlerin zevk alacağı herşey vardır."[624] buyurulmuştur.
İşte bütün maddî ve
manevî lezzetlerin bulunduğu Cennet nimetlerinden birisi de, hurilerdir. Bir
âyet-i kerimede bu gerçek şöyle ifâde edilir:
"İman eden ve güzel işler yapanları müjdele: Altlarından ırmaklar akan cennetler onlarındır....Orada onlar için tertemiz kadınlar vardı."[625]
Bir çok âyet ve
hadiste de gerek hurilerin, gerekse Cennet ehli olan dünya kadınlarının
vasıfları anlatılmaktadır. Bir âyette Cennet ehli olan dünya kadınları için
şöyle buyurulur:
"Dünya kadınlarını Ashab-ı Yemin için Biz orada yeni bir yaratılışla yaratmış ve kocalarına düşkün bakireler yapmışızdır."[626]
İşte izahını yaptığımız
hadiste de Peygamberimiz bu bekâretin sürekli olacağı Cennet ehli erkeklerin,
hanımlarıyla cinsî münâsebette bulundukdan sonra Allah'ın kadınları tekrar
bakire kılacağı bildirilmiştir. Nitekim yukarıdaki âyeti,
"Onları bakire
kılacağız. Kocaları her geldiğinde, onları bakire bulurlar"
şeklinde tefsir
edenler olmuştur. Cennet kudret yeri olduğu için, bu akıldan uzak değildir.[627]
173. Saffan bin Usal (r.a.) rivayet ediyor:
Peygamberimiz (s.a.v.)
ile beraber yolculukta idik. Bize mestler üzerine üç gün üç gece, yolcu
olmadığımız zaman da bir gün bir gece mesh etmemizi emretti.[628]
İzah
Mest, ayakları
topukları ile birlikte kaplayan, 5 kilometre yol yürümeye dayanıklı olan, içine
kolayca su geçirmeyen, bağsız olarak ayakta durabilen, deri ve keçe gibi
maddelerden yapılan ayakkabıdır.
Peygamberimiz mest
giymiş, abdest alırken üzerine mesh etmiştir.[629]
Birçok Sahabî bunu rivayet etmiştir.[630]
Peygamberimiz kendisi mest üzerine mesh ettiği gibi, ümmetine de mestler
üzerine mesh etmeleri için ruhsat vermiştir. Bunun içindir ki, birçok Sahabî
mestler üzerine mesh etmiştir.
İşte yukarıdaki
hadiste de ayağa giyilen mestlerin kullanılış müddetini ifâde etmektedir. Bu da
yolcular için üç gün, yani 72 saat, yolcu olmayanlar için bir gün, yani 24
saattir. Mestin müddeti, mesti ayağa giydikten sonra, abdest bozulduğu andan itibaren
başlar.
Tafsilat için Hanefî
ve Şâfiilere Göre Temizlik Gusül Abdest ve Büyük İslâm İlmihali isimli
eserimize bakılabilir.[631]
174.
Büreyd (r.a.) rivayet ediyor:
Bir adam Resûlullaha
geldi ve şöyle dedi:
"Ey Allah'ın
Resulü, ben şiddetli bir sıcakta annemi boynumda iki fersah mesafeye taşıdım.
Öyle ki eğer ben o sıcağın altına bir parça et koysaydım, muhakkak pişerdi. Bununla
annemin hakkını ödemiş oldum mu?"
Resûlullah (s.a.v.),
"Belki bununla
birtek doğum sancısının hakkını ödemiş olabilirsin" buyurdu.[632]
İzah
Dinimiz, anne baba
hakkına çok büyük değer verir. Bu konu birçok âyet ve hadisle pekiştirilmiştir.
Meselâ bu âyetlerden birisi şudur:
"Rabbin şunu da emretti: Ondan başkasına ibâdet etmeyin. Anne ve babaya da iyilikte bulunun. Onlardan birisi veya her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına erişecek olursa, onlara sakın 'Öf bile deme, onları azarlama, onlara güzel söz söyle. Onlara merhamet ve tevazuu kanadını ger ve de ki: 'Ey Rabbim, nasıl onlar beni küçükken besleyip büyüttülerse, Sen de onlara öylece merhamet et."[633]
Peygamberimiz de bu
hadislerinde anne hakkının büyüklüğüne dikkat çekmiştir. Suâli sorana,
"Belki bununla
birtek doğum sancısının hakkını ödemiş olabilirsin"
buyurarak annenin
çocuğu üzerinde ne büyük hak sahibi olduğunu ifâde etmiştir. Konuyu bir âyet
meali ile tamamlayalım:
"Biz insana, anne ve babasına iyilik etmesini emrettik. Annesi onu zaaftan zaafa düşerek taşıdı. Sütten kesilmesi de iki yıl sürdü. 'Bana, annene ve babana şükret; dönüşün ancak Banadır' dedik"[634]
175. Enes (r.a.) rivayet ediyor:
"Âişe'nin diğer kadınlara üstünlüğü, tiridin diğer yemeklere üstünlüğü gibidir."[635]
İzah
Hadiste faziletine
dikkat çekilen Hz. Âişe, Hz. Ebû Bekir'in kızıdır. Hz. Hatice'nin vefatından
sonra, Allah'ın emri ile Peygamberimiz onunla evlenmişti.[636]
Hz. Âişe, vefatına
kadar dokuz yıl boyunca Peygamberimizle beraber oldu. Peygamberimiz onun
odasında, onun yanında vefat etti.
Hz. Aişe, dinî
meseleleri anlamak ve hafızasında tutmak hususunda gayretliydi. Sık sık
Peygamberimize sorular sorar, her an ondan birşeyler öğrenirdi. Bunun için de
Resûlullahın sevgisine mazhar olmuştu. Öyle ki Resûlullah hanımları içerisinde
en çok onu seviyordu.
Münafıklar Hz. Âişe'ye
iftarada bulundular. Allah, kıyamete kadar okunacak kitabında onu temize
çıkardı, Hz. Âişe'nin masum olduğunu açıkladı.[637]
Hz. Âişe, Cebrail'in
Peygamberimiz aracılığı ile kendisine selâm vereceği kadar faziletli birisiydi.[638]
Hadisteki benzetmede
zikredilen tirid, o devrin en değerli yemeklerinden idi. Kolay hazırlanan,
rahat yenen, besleyici, lezzetli ve doyurucu bir yemedi.
Peygamberimiz, Hz.
Âişe'yi güzel huyluluk, tatlı dillilik, güzel konuşma, zekâ, kaabiliyet, ilmî
üstünlük ve sevimlilik yönünü tiridin diğer yemeklere üstünlüğüne
benzetmiştir.
Müslüman kadınlara
örnek olabilecek güzel bir hayat yaşayan Hz. Âişe Validemiz, ayni zamanda âlim
bir hanımdı. Yine Alim Sahabîlerden Ebû Mûsâ el-Eş'arî (r.a.) onun ilmine şu
sözlerle dikkat çeker:
"Biz Peygamberin
(s.a.v.) Ashabı, bir hadisi anlayamadığımızda Hz. Âişe'ye sorardık. O da
muhakkak o hadis hakkında bize doyurucu bilgi verirdi.[639]
Hz. Âişe, ençok hadis
rivayet eden Sahabîler arasında 2210 hadisle dördüncü sırayı alır. Elinizdeki
kitapta da onun rivayet ettiği çok sayıda hadis mevcuttur. O, aynı zamanda
fıkıh ve tefsir ilmini de iyi biliyordu.
Birçok talebe de
yetiştiren Hz. Âişe, Hicrî, 58, Milâdî 678 yılında vefata etti. Onun hakkında
tafsilatlı bilgiyi Mü'minlerin Annesi Hz. Âişe isimli eserimizde
bulabilirsiniz.[640]
176. Ömer bin Hattab (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
kan aldırma dışında sadece başın ense kısmını tıraş etmekten men etti.[641]
İzah
Müslim'de İbni
Ömer'den (r.a.) gelen rivâyet şöyledir:
"Resûlullah yarım
tıraşı men etti."
İbni Ömer'e (r.a.)
"Yarım tıraş nedir?" diye sorulması üzerine de, "Başın bir
kısmını tıraş edip bir kısmını bırakmaktır" cevabını vermiştir.
Hadisteki yasaklama
haramlık değil, mekruhluk ifâde eder. Âlimler, tedavi maksadı dışında başın bir
kısmını tıraş edip bulut parçaları gibi bir kısmını bırakmanın mekruh olduğunda
ittifak içindedirler. Bunun hikmeti olarak yaratılışı çirkinleştirmek ve o
devirde Yahudilerin tıraş şekli olması gösterilmiştir. Ense tıraşı olmak veya
saçı azaltmak yarım tıraş demek değildir.[642]
177. İbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah bize Cuma
günü yıkanmamızı emretti.
524, 794 numaralı
hadislere bakınız.[643]
178. Ebû Hureyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Ben bahşedilmiş bir rahmet ve bir lütuf olarak gönderildim."
150 numaralı hadise ve
izahına bakınız.[644]
179. Ebû Bekre (r.a.) rivayet ediyor:
"Allah'ım, ümmetim için sabahın erken saatlerini bereketli kıl."[645]
İzah
Hadis, Müsned'de Hz.
Ali tarafından, İbni Mâce ve Ebû Dâvud'da. ise Sahr el-Gâmidî (r.a.) tarafından
rivayet edilir. Hadisi daha pekçok Sahabî rivayet etmiştir. Bunlardan Sahr
(r.a.) sözlerine şöyle devam eder:
"Peygamberimiz
herhangi bir yere bir birlik göndermek istediğinde sabahleyin erkenden
gönderirdi.
Ebû Dâvud'da,
bildirildiğine göre, hadisin râvisi Sahr (r.a.) ticâretle uğraşıyordu. Ticâret
mallarını günün ilk vaktinde gönderdiği için zengin oldu.
Peygamberimiz, izahını
yaptığımız hadislerinde sabahın erken saatleri için ki, bu güneş doğmadan
öncedir, ümmetine bereketli kılması için Allah'a duâ etmiştir. Hadisteki duâ,
erken saatlerde yapılan yolculuk, ticâret, ders çalışma, ilimle meşgul olma ve
ibâdet için geçerlidir. Sabah saatlerinde yapılan bu şeyler, Peygamberimizin
yukarıdaki duası hürmetine bereketli kılınmıştır.
Hz. Fâtıma da
sabahleyin erken kalkmanın rızkın bereketlenmesine sebep olduğuyla ilgili
olarak şöyle bir hadis rivayet eder:
"Ben sabahleyin
yatıyordum. Resülullah bana uğradı, ayağıyla dokundu ve şöyle buyurdu:
"Kızım kalk, Rabbinin rızık taksiminde hazır bulun, gafillerden olma. Çünkü Allah Teâlâ, halkın rızkını fecrin doğmasıyla güneşin doğması arasında taksim eder."[646]
180. Câbir (r.a.) rivayet ediyor:
Resülullah secde
ederken koltuklarının beyazlığı görülünceye kadar kollarını yanından
uzaklaştırırdı.[647]
İzah
Hadisin başka
rivayetlerinde, "Kollarının altından bir kuzu geçmek istese
geçebileceği" ifâde edilir.
Hadiste, namazın
farzlarından olan secdede kolların durumunun nasıl olacağı öğretilmektedir.
Hadis, kolların yere yayılmayıp böğürlerden ayrı tutulması gerektiği
bildirilir. Peygamberimiz bir hadislerinde de,
"Secdede
hiçbiriniz köpeğin yayması gibi kollarını yaymasın"[648] buyurmuştur.
Ancak kollar yana
açılırken, yandakiler rahatsız edilmemelidir.
Kadınlar için durum
farklıdır. Kadınlar secde esnasında kollarını yere yayarlar, dirseklerini
yanlarına yapıştırırlar.[649]
181. Ömer bin Hattab (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullaha bir esir
kafilesi[650] getirildi. Kafileden bir
kadın sağa sola koşuşturuyordu. Derken bir çocuk buldu, onu aldı, kucakladı ve
emzirdi.
Resûlullah (s.a.v.),
"Şu kadının
çocuğunu ateşe atabileceğini düşünebiliyor musunuz?" diye sordu.
Biz, "Hayır
vallahi atmamaya gücü yettiği müddetçe onu ateşe atmaz" cevabını verdik.
Resûlullah (s.a.v.),
"Allah
kullarına karşı bu kadının çocuğuna olan merhametinden daha fazla
merhametlidir" buyurdu.[651]
İzah
Allah'ın güzel
isimlerinden birisi de Rahman'dır. Rahman, rahmeti bütün varlıkları kuşatan
demektir. Bu ismin neticesi olan rahmet, bütün kâinatı kuşatmıştır. Evet,
hadiste de dikkat çekildiği gibi, Allah yaratıklarına karşı son derece
merhametlidir. Onun rahmetini iyi anlayabilmek için bir hadis nakledelim:
"Allah'ın yüz rahmeti vardır. Bu yüz rahmetin birini de yeryüzüne indirmiştir. İşte bu rahmetle yaratıklar birbirine karşı merhamet eder. Hattâ bu rahmetle vahşî hayvanlar bile yavrularına şefkatle davranırlar."[652]
İşte, bir annenin
rahatını, istirahatini yavrusuna feda etmesi; aç bir arslanın, zayıf bir
yavrusunu kendi nefsine tercih ederek elde ettiği bir eti yemeyip yavrusuna
vermesi; korkak tavuğun yavrusunu himaye için köpeğe, arslana saldırması;
incir ağacının kendi çamur yiyerek yavrusu olan meyvelerine hâlis süt vermesi,
bu rahmet sebebiyledir. Bediüzzaman da Cenâb-ı Hakkın ne derece geniş rahmet
sahibi olduğunu bir cümle ile akıllara şöyle yaklaştırır:
"Bütün validelerin [annelerin] şefkatleri ancak bir lema-i tecellî-i rahmettir [Allah'ın rahmet tecellîlerinden bir parıltıdır]."[653]
İnsan olsun, hayvan
olsun, bütün annelerin yavrularına olan şefkatini şöyle bir hayal edelim. Sonra
da, milyarlarca annenin şefkatinin, Cenâb-ı Hakkın rahmetinin sonsuz
tecellîsinden sadece bir parıltı olduğunu düşünelim. Böylece Rabbimizin
rahmetinin sonsuzluğunu, genişliğini daha iyi anlarız.
Allah'ın rahmetinin
dünyada tecellî eden kısmı olan yüzde biri bu kadar olursa, yüzde doksan dokuzu
acaba ne kadardır? Ve nerede tecellî edecektir? Bunu da hadisin devamından
öğreniyoruz:
"Allah yüz rahmetin doksan dokuzunu, Kıyamet gününde mü'min kullarına merhametle muamele etmek için tehir eder."[654]
182. Abdullah bin Habib babasından rivayet ediyor:
"Çocuk sağını
solundan ayırmaya başladığında ona namaz
kılmasını
emredin."[655]
İzah
Zikrettiğimiz
kaynaklarda hadis şöyledir:
"Yedi yaşma girince çocuğa namaz kılmayı emredin. On yaşına girdiklerinde kılmazlarsa hafifçe dövün."
Ebû Dâvud'da hadis
aynı metinle de kayıtlıdır.
Dinimize göre bir
insanın Allah'ın emir ve yasaklarına muhatab olabilmesi için kişinin buluğ,
diğer bir ifâdeyle ergenlik çağına gelmiş olması gerekir. Ergenlik yaşı her
insanda değişir. Umumî olarak erkek çocukları 12-15, kız çocukları ise 9-15
yaşları arasında ergenlik çağına girerler.
Her ne kadar buluğ
çağı yukarıda zikrettiğimiz gibi ise de, namaz ve oruç gibi ibâdetlerin çocuğa
daha küçük yaşlarda öğretilmesi uygun olur. Nitekim izahını yaptığımız
hadislerinde Peygamberimiz bunu tavsiye etmektedir.
Buna göre sağını
solundan ayırt etmeye başlayan, diğer rivayete göre ise yedi yaşındaki çocuğa
namazla ilgili bilgiler verilir, namazın nasıl kılınacağı, farzları, vacipleri,
sünnetleri, namazda okunacak sûre ve dualar öğretilir. Namaz kılmaya
alıştırılır. On yaşına geldiğinde ise namazın ehemmiyeti anlatılır. Namazın bir
yaratılış borcu olduğu söylenir. Zorla değil, sevdirerek ve ikna ederek namaz
kılması temin edilir. Anne ve babanın namaz kılarak örnek olması bunun
teminini kolaylaştırır. Buluğ alâmetleri görülünce de çocuğun farz olan
ibâdetleri artık aralıksız olarak yapması istenir.[656]
183. Amr bin Nüfeyl (r.a.) rivayet ediyor:
"Her kim haksız
olarak başkasının bir karış arazisini alırsa, kıyamet gününde orası yedi kat
yerin dibine kadar o kimsenin boynuna dolandırılır."[657]
İzah
Buhârî'de ayrıca şöyle
bir rivayet daha vardır:
"Kim araziden haksız olarak bir karışlık yer alırsa, kıyamet günü o yer ile yedi kat yere batırılır."
Müsneddekı rivayet ise
şöyledir:
"Kıyamet gününde Allah katında hıyanetin en büyüğü, arazileri veya evleri birbirine komşu olan iki kişiden birisinin kendi hissesine kattığı bir arşın topraktır. Bunu aldığında o yer kıyamet günü yedi kat yerin altına kadar alınır ve boynuna geçirilir."
Kıyamet gününde
Allah'ın günahlarını örttükleri dışında herkesin günahı, işlediği günah
cinsinden teşhir edilecektir.[658]
İzahını yaptığımız hadiste de Peygamberimiz, bir arazi parçasını gasp eden
kimsenin o toprak parçası boynunda olduğu halde mahşer yerinde bekletileceği,
mahşer halkına teşhir edileceğini bildirmiştir.
Hadis, "günahını
yüklenmiş olarak" mânâsına da gelebilir. Nitekim şu âyet bu mânâyı
destekler mâhiyettedir.
"Biz her insanın amelini kendi boynuna doladık. Kıyamet gününde de onun için bir kitap çıkarırız ki, açılmış olarak gelip kendisini bulur."[659]
184. Ebû Said el-Hudrî (r.a.) rivayet ediyor:
"Kim rüyasında beni görürse o kimse gerçekten beni görmüştür. Çünkü şeytan benim ve Kabe'nin suretinde görünemez."[660]
İzah
İbni Mâce'deki rivayette
"Kabe" ifâdesi yoktur. Resûlullah (s.a.v.) bir hadislerinde görülen
rüyaların üç çeşit olduğunu bildirmiştir. Bunlar:
1. Allah tarafından, sevindirici ve güzel rüyalar.
2. Kişinin uyanık iken meşgul olduğu şeyleri gece rüyasında
görmesi.
3. Şeytânı rü'ya. İnsanoğlunu üzmek için şeytan
tarafından kalbe sokulan korkular.[661]
Bir kimse, şayet
rüyasında Peygamberimizi görürse, bu rüyâ sâdık rüyadır, doğru rüyadır. Şeytânı
bir rüya değildir. Çünkü Cenâb-ı Hak bâtılın hakka karışmaması için şeytana
Peygamberimizin suretine girebilme gücü vermemiştir.
Dolayısıyla bir kimse
gerek hadislerde açıklanan şekil ve suretinde olsun, gerekse kendi suretinden
başka bir surette görsün, rüyası gerçektir.
[662]
185. Zeyd bin Erkam (r.a.) rivayet ediyor:
"Bıyıklarını kısaltmayan bizden değildir."[663]
İzah
Peygamberimiz çeşitli
hadislerinde de bıyıkları kısaltmanın fıtrattan, yani uymamız emredilen eski
peygamberlerin sünnetinden olduğunu bildirmiştir.[664]
Müşrikler bıyıklarını
ağızlarına girecek şekilde uzatıyorlardı. Resûlullah (s.a.v.) bir hadislerinde
de bizlerden onlara muhalefeti etmemizi istemiştir.
Bıyıkların nasıl
kesileceği hususunda âlimler arasında çeşitli görüşler vardır. İmam Mâlik,
"Dudakların uçları görülecek şekilde bıyıklardan alınır" der.[665]
Hadiste geçen,
"Bizden değildir" ifâdesi, "Bizim sünnetimizle amel edenlerden
değildir" mânâsındadır. Yoksa "Kâfirlerdendir" demek değildir.[666]
186. İbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
"Biz
peygamberler topluluğu üç şeyi emrettik:
1.
İftarı acele yapmak.
2. Sahuru geciktirmek,
3.
Namazda sağ eli sol elin üzerine koymak."[667]
İzah
Hadiste peygamberlerin
üç sünnetine dikkat çekiliyor. Bunlardan birincisi, iftarda acele etmek.
Bununla ilgili daha birçok hadis yardır. Meselâ bunlardan birisi şu mealdedir:
"İnsanlar iftarda acele ettikleri müddetçe hayır ile yaşarlar. İftar etmekte acele ediniz. Çünkü Yahudiler iftarlarını geciktirirler."[668]
Hadiste geçen, "İnsanlar
iftarda acele ettikleri müddetçe hayır ile yaşarlar" ifâdesi şöyle
izah edilir:
"Müslümanlar
Peygamberimizin (a.s.m.) sünnetine bağlı kalarak ve İslâmiyetin getirmiş
olduğu sabit kanunları kendi kafalarına göre değiştirmeyip olduğu gibi
muhafaza ettikleri müddetçe hayır ile yaşarlar ve düşmanlarını yenerler. İslâmî
prensiplere zıt hareket ettikleri zaman bu muhalefetleri şer içine
düşeceklerine alâmet olur."[669]
İftarın acele
yapılmasının peygamberlerin sünneti olduğunu bildiren ve bunu tavsiye eden sevgili
Peygamberimizin kendisi de böyle hareket etmiştir.[670]
İftarda acele etmek
sünnet olmakla beraber, şayet akşam namazı kılınmadıysa sofrada fazla oyalanıp
namazı geciktirmek çok yanlış bir harekettir. Çünkü Peygamberimiz ve sahabîler
iftarı akşam namazından önce yapıyorlardı ama, namazı geciktirmiyorlardı.
Dolayısıyla iftarı namazdan önceye almakla bir sünnet işlenirken, namazı çok
geciktirmekle başka bir sünnete zıt hareket edilmemelidir. Şayet sofrada fazla
kalınacaksa bir kaç lokma ile iftar edilip, namaz kılınmalı, sonradan sofraya
oturulmalıdır.
Hadiste geçmiş
peygamberlerin sünnetlerinden sayılan ikinci husus, sahuru geç yapmaktır.
Sahuru vakti içerisinde geciktirmek, kişinin ertesi günkü orucu daha dinç
olarak tutmasına sebep olur. Ancak sahuru geciktirmek, orucu tehlikeye
düşürecek derecede olmamalıdır. Yani imsak sınırı aşılmamalıdır.
Hadiste dikkat çekilen
üçüncü sünnet, namazda sağ eli sol elin üzerine koymaktır. Bu hadis, namaza
başlama tekbirinden sonra ellerin bağlanacağını gösterir. Konu ile ilgili daha
başka hadisler de vardır. Meselâ Vâil bin Hucr (r.a.), "Resûlullah
(s.a.v.) tekbirden sonra sağ eli ile sol elini tutardı"[671]
şeklinde bir hadis rivayet eder. Hz. Ali'den de konu ile ilgili şöyle bir hadis
rivayet edilir:
"Namaz
kılarken, göbeğin altında sağ eli sol elin üzerine koymak namazın
sünnetlerindendir."[672]
Ehl-i sünnetin üç
mezhebi Hanefî, Şafiî ve Hanbelîler bu hadisleri delil getirerek kıyam anında
sağ el ile sol elin tutulacağına hükmetmişlerdir.
Malikîler ise iftitah
tekbirinden sonra ellerin yana salınacağı görüşündedirler.[673]
187. İbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor:
"Akrabalık
bağlarını kesmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin, birbirinize kin beslemeyin.
Ey Allah'ın kulları, kardeş olunuz. Bir Müslümanın Müslüman kardeşi ile üç
günden fazla küskün durması helal olmaz."[674]
İzah
Hadiste kardeşlik
ruhunu pekiştiren önemli tavsiyelerde bulunuluyor. Biz bunlardan küs durmayı
biraz izah edeceğiz:
Hanefî'lere göre üç
gün dargın durmak haramdır. Üç günden az dargın durmak ise doğru değildir.
Şâfiîlere göre de bir
Müslümanla üç günden fazla küs durmak haramdır. Üç gün dargın bulunmakta dinen
bir günah söz konusu değildir. Zira insanın yaratılışında.öfke ve kötü huyluluk
vardır.
Bâzı kimseler üç gün dargınlığın
dünyaya âit işler için olduğunu, âhiretle ilgili bir hususta üç günden fazla
dargın durmanın caiz olduğunu söylerler.
Konu ile ilgili bir
başka hadis şu mealdedir:
"Bir Müslümana kardeşini üç geceden fazla terk etmesi helâl değildir. İkisi karşılaşır; biri yüz çevirir, diğeri de yüz çevirir. Bunların hayırlısı ilk selâm verendir."[675]
188. Abdullah bin Mes'ud (r.a.) rivayet ediyor:
"Siz yerdekilere merhamet edin ki, göktekiler de size merhamet etsin."[676]
Müsned'deki rivayet, "Merhamet
ediniz ki, size de merhamet edilsin" şeklindedir.[677]
189. Ümmü Gülsüm bint-i Ukbe (r.a.) rivayet ediyor:
"Hayrı konuşarak ve hayrı geliştirerek insanların arasını düzelten yalancı değildir."
127 numaralı hadise ve
izahına bakınız.
[678]
190. Aişe (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
oruçlu iken beni kucaklardı. Hanginiz nefsinize Resûlullah (s.a.v.) kadar
sahipsiniz?[679]
İzah
Hadiste Resûlullahın
oruçlu iken Hz. Âişe'ye sarıldığı, onu kucakladığı
bildiriliyor. Ancak onun nefsine herkesten daha çok hâkim olduğuna dikkat
çekiliyor. Yani "Resûlullah hanımına sarılmakla işi orucu bozacak şekle
getirmekten uzaktı. Sizin ise buna gücünüz yetmez" denilmek isteniyor.
Dolayısıyla nefsine hâkim
olabilen, hanımına yaklaştığında işi oruç bozmaya götürmeyecek olanların onlara
sarılmalarında, kucaklamalarında bir mahzur bulunmamaktadır. Ama bu hususta
nefsine güvenemeyenler, bundan uzak durmalıdırlar.[680]
191. Câbir bin Semüre (r.a.) rivayet ediyor:
"Kadir gecesini Ramazanın 27. gecesinde arayın."[681]
İzah
Hadiste dikkat çekilen
Kadir Gecesi, kandiller içerisinde müstesna bir yere sahiptir. "Gecelerin
sultanı" olarak isimlendirilir. Bu geceye kıymet kazandıran en mühim
hadise, onda Kur'ân'ın indirilmiş olmasıdır. Kâinatın sahibi olan Rabbimiz, bu
müstesna gecenin kıymet ve ehemmiyetini, Sevgili Peygamberimizin şahsında
bütün Müslümanlara şöyle haber verir:
"Biz Kur'ân'ı Kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesinin ne olduğunu bilir misin? Kadir gecesi bin aydan hayırlıdır. Melekler ve Cebrail o gecede herbir iş için Rablerinin izniyle yeryüzüne iner. Tanyeri ağarıncaya kadar o gecede selâmet vardır."[682]
Peygamberimiz de bir
hadislerinde Kadir gecesinin faziletini şöyle ifâde etmiştir:
"Allah
Kadir gecesini ümmetime hediye etmiş, ondan önce kimselere vermemiştir."[683]
Hadiste Kadir gecesini
Ramazan'ın 27. gecesinde aramamız istenmektedir. Çünkü Kadir gecesinin vakti
kesin olarak bilinmemektedir. Yüce Rabbimiz şu imtihan meydanında çok mühim
şeyleri gizlemiştir. Bu cümleden olarak insanın ecelini ömrü içinde, kâinatın
eceli hükmünde olan kıyameti kâinatın ömründe, duanın kabul vaktini Cuma
gününde, makbul veli kullarını insanlar içerisinde, İsm-i A'zamını
Esmâü'l-Hüsnâsında gizlemiştir. İşte Yüce Rabbimizin bir hikmete binâen
sakladığı bu şeylerden birisi de Kadir gecesidir. Rabbimiz, Kadir gecesini
Ramazan ayı içinde gizlemiştir.[684]
Peygamberimiz bir
hadislerinde bununla ilgili olarak şöyle buyurur:
"Uykuda bana Kadir gecesinin tüm alâmetleri gösterildi. Sonra unutturuldu. Sizler Kadir gecesini Ramazan'ın son on gününün tek gecelerinde arayınız."[685]
İşte izahını yaptığımız
hadislerinde de Resûlullah (s.a.v.) Kadir gecesinin Ramazan'ın 27. gecesi
olabileceğim ifâde etmiştir.
Bediüzzaman da çeşitli
mektubunda Kadir gecesinin zamanına dikkat çekmiştir. Meselâ bununla ilgili
olarak şöyle der:
"Seksen küsur
sene kıymetinde bulunan ve Ramazan-ı şerifin mecmuunda gizlenen"[686]
"Âlem-i İslâmda Leyle-i Kadir telakkî edilen bu Ramazan-ı şerifin yirmi
yedinci gecesinde"[687]
"Yarın gece Leyle-i Kadir olma ihtimali çok kuvvetli olmasından bir kısım
müçtehidler o geceye Leyle-i Kadri tahsis etmişler. Hakikî olmasa da, madem
ümmet o geceye o nazarla bakıyor. înşaallah hakikî hükmünde kabule mazhar
olur."[688]
Bediüzzaman başka bir
mektubunda da meâlen şöyle der: Hadis-i şerifin sırrıyla Ramazan-ı Şerifin
ikinci yarısında, hususan son on gününde, hususan tek gecelerde, hususan yirmi
yedisinde; seksen küsur sene bir ibâdet ömrünü kazandırabilen Leyle-i Kadrin
ihyâsına."[689]
Bediüzzaman, bâzı
şeylerin bazı şeyler içinde gizlenmesinin hikmetinin o şeyin diğer fertlerini
de kıymetlendirmek için olduğunu söyler. Bu gibi şeyler açıklandıkça, diğer
şeylerin değerden düştüğünü ifâde eder.[690]
Kadir gecesi bilinmediğinden, Allah'ın sevgili kulları Ramazan'ın her gününü
Kadir gecesi olabilir düşüncesiyle geçirmeye gayret göstermişlerdir. Nitekim
pekçok velî zatlar gibi Bediüzzaman da Kadir gecesini bir gün öncesi ve bir gün
sonrasıyla ihya etmiştir.[691]
192. Câbir (r.a.) rivayet ediyor:
"Kim
"Sübhanallahi ve bihamdihi (Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih ve Ona hamd
ederim)" derse Cennette onun için bir hurma ağacı dikilir."[692]
İzah
Pek çok hadislerde
mü'minler hamde zikre teşvik edilirler. Bu hadiste de kim "Sübhanallahi ve
bihamdihi" derse, Cennette onun için hurma ağacı dikileceği bildirilerek,
mü'minler bu iki tesbih kelimesini söylemeye teşvik edilmişlerdir. Bediüzzaman
da bu hadisin izahı sadedinde meâlen şöyle der:
Dünyada yediğin
meyveden sonra söylediğin "Elhamdülillah" kelimesi, Cennet meyvesi
olarak şekillendirilip orada sana takdim edilir. Burada meyve yersin, orada
"Elhamdülillah" yersin. Nimette ve yemek içinde onun sana Cenâb-ı
Hakkın bir ihsanı ve bir iltifatı olduğunu gördüğünden, o lezzetli manevî şükür
Cennette gayet lezzetli bir yemek suretinde sana verileceği hadisin ve
Kur'ân'ın bildirmesiyle, hikmet ve rahmetin bir gereği olarak sabittir.[693]
193. İbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor:
"Cennete girmek için ilk çağrılacak olanlar bollukta da, darlıkta da Allah'a çokça hamd edenlerdir."[694]
İzah
Herşeyin bir ilki vardır.
Mahşer yerinde de birçok ilk vardır. Meselâ kabrinden ilk kalkacak olan, ilk
hesabı sorulacak ibâdet, ilk hesabı sorulacak nimet, ilk hesaplaşma bu
ilklerden sadece bir kaçıdır. İşte Peygamberimiz yukarıdaki hadislerinde de
Cennete ilk çağıralacak olanları bildirmiş ve bunların "bollukta ve
darlıkta Allah'a çokça hamdedenler" olduğuna dikkat çekilmiştir.
Bir âyette Yüce Allah,
takva sahiplerinden bahsederken, onları "Bollukta ve darlıkta bağışta
bulunanlar"1 şeklinde tarif eder. Bollukta bağışta bulunmak nisbeten
kolaydır. Fakat darlık ânında da bağışta bulunmak gerçekten zordur. Bunun
içindir ki, Yüce Allah böylelerini takva sahipleri olarak vasıflandırmıştır.
İşte bu âyetle izahını
yaptığımız hadis arasında bir benzerlik vardır. Bollukda bağışta bulunmak
nisbeten kolay olduğu gibi; bolluk ânında Allah'a hamd etmek de nisbeten
kolaydır. Yapılabilir. Fakat darlıkta da hamd etmek gerçekten zordur. Zaten
zor olduğu içindir ki, bunu başarabilenler, Cennete girmek üzere ilk olarak
çağrılacaklardır.[695]
194. Ebû Ümâme el-Bahilî (r.a.) rivayet ediyor:
"Resûlullahı
şöyle derken işittim:
"Cennete girmede ben Arapların öncüsü oldum. Süheyb Rumların öncüsü oldu. Bilal Habeşlilerin öncüsü oldu. Selman da İranlıların öncüsü oldu."[696]
İzah
Peygamberimiz
Arapların ilk Müslümanı, Süheyb Rumların;
Bilal, Habeşlilerin,
Selman da İranlıların ilk Müslümanı olduğu için hadiste bunların Cennete
girmede kendi milletlerininin öncüsü olduklarını ifâde ediyor.
Hadiste geçen
Sahabîler hakkında tafsilatlı bilgiyi Sahabîler Ansiklopedisi İsimli eserimize
havale ederek burada özet bilgi vermek istiyoruz:
Selman, Selmân-ı Fârisi
ismiyle şöhret bulan büyük Sahabîlerdendir. Aslen İranlıdır. Mecûsî bir ailenin
çocuğu olduğu halde yollara düşerek hakkı aramış, Hıristiyan olmuş, hakkı
bulmaya olan düşkünlüğü onu köle olmaya kadar götürmüş, efendilerinin
tarlalarında çalışırken Resûlullahın Medine'ye hicret ettiğini duyunca hemen
ona koşmuş ve İslâmiyetle şereflenmiştir. Peygamberimiz kendisini kölelikten
kurtarmış ve "ehl-i beyti" arasında saymıştır.
Peygamberimizin çok
sevdiği Hz. Selman, bir çok defalar onun iltifatına mazhar olmuş, ilminden
feyiz almış ve âlim Sahabîler arasına katılmıştır. Peygamberimizin ona en
büyük müjdelerinden birisi, "Cennet üç kişinin hasretini çeker: Ali,
Ammar bin Yâsir ve Selmân'dır"[697]
hadisi olmuştur.
Hz. Selman,
Peygamberimizin vefatından sonra fetih ordularında kumandanlık yaptı. Hz. Ömer
kendisini Medâin'e vali tayin etti.
Süheyb, Süheyb bin
Sinan isimli Sahabîdir. Kendisi ilk Müslümanlardandır. O da hadisde Cennetlik
oldukları haber verilen arkadaşları Selman (r.a.) ve Bilal (r.a.) gibi bir köle
idi. Fakat o azâd edilmişti. Hamisiz olduğu için müşriklerin çok ağır işkencelerine
mâruz kaldı.
Hz. Süheyb azad edildikten
sonra çok çalışıp bir miktar mal edinmişti. Medine'ye hicret ederken müşrikler
önünü kestiler ve şöyle dediler: "Sen Mekke'ye bir köle olarak geldin.
Fakirdin. Bizim sayemizde zengin oldun. Burada kazandığın serveti beraberinde
götürmek istiyorsun. Buna razı olamayız."
Süheyb şu cevabı
verdi:
"Sizin gözünüz
Mekke'deki servetimdedir. İlân ediyorum, ne kadar malım varsa hepsi sizin
olsun. Çekilin yolumdan."
Bu teklif müşrikleri
sevindirdi. Onu serbest bıraktılar. Medine'ye hicret eden Hz. Süheyb bunu
Resûlullaha haber verdiğinde ondan şu müjdeyi aldı:
"Ey Ebû Yahya, sen bu alış verişten kârlı çıktın."
Hz. Süheyb, Hicretin
38. yılında vefat etti.
Bilal ise, Bilâl-i
Habeşî ismiyle ve "Müezzinlerin efendisi" unvanıyla anılan
Sahabîdir. İlk Müslümanlardandır. Köle olduğu için azılı müşrik Ümeyye bin
Halef tarafından çok ağır işkencelere maruz bırakıldı. Fakat o inancı uğrunda
bütün bu işkencelere katlandı, inancından asla taviz vermedi. Bunun dünyevî
karşılığı olarak da Allah Hz. Ebû Bekir'in vasıtasıyla onu kölelikten kurtardı.
Hz. Bilal Peygamberimizin sevgisini kazanmış bir Sahabî idi. Onun müezzini
olarak şöhret buldu. 407 numaralı hadise de bakınız.[698]
195. Sehl bin Sa'd (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.),
"Muhakkak
İslâm garib olarak başladı, yine garib hale gelecektir. O gariplere müjdeler
olsun" buyurdu.
"O garipler
kimdir, ey Allah'ın Resulü?" denildi.
Resûlullah (s.a.v.),
"İnsanların
bozulduğu zamanda bo-zulmayip başkalarını ıslaha çalışanlardır" buyurdu.[699]
İzah
Bâzıları bu hadisde
geçen "seyeûd" fiilini "seyesîr" mânâsına nakıs fiil olarak
telâkkî etmişler ve neticenin kötü olacağı mânâsını çıkarmışlardır. Bunun için
İslâmın neticesinin iyi olmayacağı sanılarak ümitsizliğe düşülmüştür. Oysa
"yeûd" fiilinde "yeniden başlama" mânâsı da vardır. Doğru
olan da "yeûd" kelimesine bu mânâyı vermektir. Bu mânâ İslâm
kültürüne de uygundur. Nitekim Peygamberimiz en zor şartlarda dahi mü'minlefi
istikbalde yapacakları fetihlerle müjdelemiş, İslâmiyetin yer yüzüne hâkim
olacağını bildirmiştir. Dolayısıyla ümmetini ümitsizliğe düşürmek
Peygamberimizin yapmayacağı birşeydir.
Alimler, bu hadisin
gayesinin neticenin kötü olacağını bildirerek korkutmak değil, müjdelemek
olduğunu söylerler. Meselâ bunlardan Elmalılı Hamdi Yazır, Neml Sûresinin 93.
âyetinin tefsirinde "İslâmiyetin istikbâli gece değil, gündüzdür;
sönük değil, parlaktır. Ara sıra basan gece zulmetleri onu dinlendirip tekrar
uyandırmak içindir" d
edikten sonra
yukarıdaki hadis-i şerifi zikreder ve özet olarak şöyle der:
Birçok kimseler bu hadisi
hep mü'minleri korkutmak için söylemişler, onları ümitsizliğe ve bedbinliğe
sokmuşlardır. Bu hadis,
"İslâm garip
olarak zuhur etti, ileride garip olarak zuhur edecek" manasınadır. Hadiste
geçen "fetübâ (ne mutlu)" kelimesi, geleceğin karanlık olacağını
söyleyerek korkutmak için değil, müjde içindir. Çünkü hadisde geçen
"garipler" İslâm'ı ilk yayan bahtiyar
kimseler
gibidir.[700]
İslâmı ilk yayan
bahtiyar kimselere niçin "garib" deniliyordu?
Şirkin, putperestliğin
ve her türlü ahlâksızlığın yaygın olduğu Cahiliyye devrinde Peygamberimizin
Allah'ın birliği inancıyla ortaya çıkıp müşriklerin inandıkları sayısız
ilâhları "bir"e indirmesi onlar tarafından "garip"
karşılanmıştı.
Müşrikler
Peygamberimize îman eden kimselerin işkenceyi, hattâ ölümü dahi göze alarak
sarsılmaz bir imanla ona bağlanmalarını da "garip" karşılamışlardı.
O insanların Allah ve Resulü uğrunda, mallarını, mülklerini, ailelerini
bırakarak Habeşistan'a ve Medine'ye hicret etmeleri de "garip" di.
Kısacası müşriklere göre İslâmiyet de, Müslümanlar da "garip"di. Bu
insanlar müşriklerin nazarında gariptiler fakat Allah'ın nazarında
bahtiyardılar. Rabbimiz bunu bir âyet-i kerimede şöyle bildirir:
"O Peygambere îman eden, ona hürmet eden, düşmanlarına karşı ona yardımda bulunan ve onunla indirilmiş olan nura [Kur'ân'a] uyanlar, kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir."[701]
Evet, Peygamberimiz bu
hadislerinde Allah'ın bildirmesiyle asırlar sonrasını görmüş, İslâmiyetin ve
Müslümanların İslâmiyetin ilk yıllarında olduğu gibi "garip"
karşılanacaklarını, imanları uğrunda sıkıntı çekeceklerini bildirmiştir.
"Ne mutlu o gariplere" buyurarak da bu "garipliğe" razı
olanları, Allah ve Resulü uğrunda sıkıntı çekenleri müjdelemiştir.
Nitekim tarihin pekçok
devirlerinde mü'minler "garip" karşılanmışlar, sıkıntı çekmişler,
zindanlara atılmışlardır. Ülkemizde de Cumhuriyet devrinden sonra Allah'a îman
eden, Ona ibâdet
eden ve bu noktada taviz vermeyen
mü'minler "garip" karşılanmış, eziyete tâbi tutulmuş, öldürülmüş,
zindanlara atılmış, mesleklerinden olmuşlardır.
20. yüzyılın son
yıllarında dahi insanlar İslâmiyeti savundukları için hapsedilmediler mi? Kız
talebeler başlarını örttükleri için okuldan atılmadılar mı?
İşte, Peygamberimiz bu
hadisleriyle İslâmiyet uğrunda çile çekenleri bir yönüyle Sahabîlere
benzetmekte, sabretmelerini isteyerek "Ne mutlu o gariplere"
ifadesiyle istikbalin böylelerin olduğunu müjdelemektedir.
Asrımızın en büyük
"garip"lerinden birisi de en zor şartlarda dahi İslâmiyetin
geleceğinin parlak olduğunu, istikbalde İslâmiyetin hükmedeceğini müjdeleyen
Bediüzzaman'dır. Bediüzzaman Said Nursî, Allah, Peygamber ve Kur'ân dediği için
memleketinden, talebelerinden koparılmış, çeşitli yerlere sürgüne gönderilmiş,
zindanlara atılmış, defalarca zehirlenmiştir. Fakat bu hadisi düşünerek Allah'a
şükretmiştir. Garipliğini ve bu hadisin kendisine nasıl tesellî verdiğini
özetle nakletmek istiyoruz:
"Sizleri ziyâde
müteessir etmemek için, gurbetimdeki firkatimin ziyâde elîm kısmını tayyedip
[atlayıp] bir kısmını sizlere hikâye edeceğim....
"İhtiyarlık
sırrıyla, hemen ekseriyet-i mutlaka ile, akran ve ahbabım ve akaribimden
yalnız ve garip kaldım. Onlar beni bırakıp âlem-i berzaha gittiklerinden neş'et
eden hazin bir gurbeti hissettim (...) Ve şu gurbet içinde bir daire-i gurbet
daha açıldı ki, vatanımdan ve akaribimden ayrı düşüp, yalnız kaldığımdan
tevellüd eden firkatli bir gurbeti hissettim....
"Birden
fesübhânallah dedim; bu gurbetlere ve karanlıklara nasıl dayanılır düşündüm....
Birden nûr-u iman,
feyz-i Kur'ân, lütf-u Rahman [iman nuru, Kur'ân'ın feyzi, Rahman olan Allah'ın lütfü]
imdada yetiştiler. O beş karanlıklı gurbetleri, beş
nûrânî ünsiyet dairesine çevirdiler. Lisânım: 'Vekil olarak Allah yeter.'O ne
güzel vekildir.' söyledi. Kalbim,
'Allah bana yeter.
Ondan başka ibâdete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Ben Ona tevekkül ettim. Yüce
Arşın Rabbi de Odur" âyetini[702]
okudu. (...)
"Meşhur Hikem-i
Atâiyyenin şu fıkrası: 'Cenâb-ı Hakkı bulan, neyi kaybeder? Ve Onu kaybeden,
neyi kazanır?' Yâni: 'Onu bulan herşeyi bulur. Onu bulmayan hiçbir şeyi bulmaz,
bulsa da başına belâ bulur.' Ne derece âlî bir hakikat olduğunu gördüm ve 'Tûbâ
il'1-kurabâ [Ne mutlu o gariplere]1 hadisinin sırrını anladım,
şükrettim."[703]
Evet, bu hadis
bâzılarının anladığı gibi bir ümitsizlik değil, bir müjdedir. İstikbalda
İslâmın ufkunun bir müddet kararacağı, İslâmiyetin ilk yıllarında olduğu gibi
Müslümanların sıkıntalara maruz kalacağı, fakat zaferin İslâmın olacağı haber
verilerek Müslümanlardan bu sıkıntı ânında sabırlı olmaları istenmektedir. Bu
sabrın neticesinde büyük bir mükâfat olduğu müjdelenmektedir. O karanlık devri
yaşadık. Artık aydınlık ve nurlu devirler biz Müslümanları bekliyor.
"Ümitvar olunuz, istikbalde en yüksek gür sada İslâmın olacaktır"
müjdesinin aydınlığı ufkumuzda doğmak üzere. "Kışda gelenler" bizim
"baharımıza" zemin hazırladılar. Allah onlardan razı olsun. Onları
ve bizleri "garipler" kervanına dahil etsin.[704]
196. Abdullah bin Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
"Düşman evinin kapısında bile olsa, anne babanın izni olmaksızın savaşa gitme."[705]
İzah
Umumî seferberlik ilân
edilmesi veya kişinin asker olması gibi, üzerine farz olan bir cihada çıkması
için anne ve babasından izin alması gerekmez. Ancak farz olmadığı halde, sadece
sevap kazanmak düşüncesiyle savaşa çıkmak isteyen kimsenin anne ve babasından izin
alması gerekir.
Bu konuda izahını
yaptığımız hadisten başka daha birçok hadis vardır. Bir defasında bir zât
Resûlullaha gelerek, "Ey Allah'ın Resulü, ben cihada çıkabilir
miyim?" diye sormuştu.
Peygamberimiz
(s.a.v.),
"Senin annen
baban var mı?" buyurdu.
O zât,
"Evet" cevabını verdi.
Resûlullah (s.a.v.)
şöyle buyurdu:
"Öyle
ise onların hizmetinde bulunarak cihad et."[706]
Bir defasında aynı
soruyu soran birisine Peygamberimiz,
"Annen ve
baban sana izin verdiler mi?" diye sormuş, o kimse "Hayır"
cevabını verince de şöyle buyurmuştur:
"Git
onlardan izin iste. Eğer izin verirlerse cihada katıl, yoksa onlara hizmet
et."[707]
Farz olmadığı halde
sevap kazanmak düşüncesiyle anne ve babasından izin almadan savaşa çıkan
birisi günahkâr olur. Taberâni'nin rivayet ettiği ve ileride tamamının tercüme
edeceğimiz bir hadisde, anne ve babasının izni olmadan cihada çıkan ve şehid olan kimsenin mahlukat arasında hesap bitinceye kadar
bekletileceği, Cennete sokulmayacağı bildirilmiştir.[708]
Ancak sevap kazanılmak
üzere cihada çıkmak için izin almak, Müslüman olan anne ve baba içindir. Şayet
kişinin anne ve babası Müslüman değilse, onların iznini alması şart değildir.[709]
197. Ali (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
yolculuktan döndüğünde iki rekât namaz kılardı.[710]
198. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah bize öğle veya
ikindi namazlarından birini kıldırdı. İki rekattan sonra selâm verdi. Bu arada
"Namazmı kısaldı yoksa?" diyerek mescidden çıkanlar oldu. Cemaat içerisinde
Ebû Bekir ve Ömer de vardı. Fakat onlar Resûlullahabirşey söylemekten
çekindiler. Acelesi olanlar çıkıp gittiler. Resûlullah bir elini diğerinin
üzerine gelecek şekilde mescidin tahtasının üzerine koydu. Bu esnada Zülyedeyn
[iki elli] Bu ismi ona Resûlullah vermişti isimli biri kalktı, "Yâ
Resulallah, unuttun mu yoksa namaz mı kısaldı?" dedi.
Resûlullah (s.a.v.),
"Unutmadım,
namaz da kısaltılmadı" buyurdu.
Sonra da oradakilere sordu.
Onlar, "Zülyedeyn
doğru söylüyor" dediler.
Resûlullah geri döndü,
normal rekâtları gibi veya daha uzunca iki rekât daha namaz kıldırdı. Sonra iki
defa secde yaptı."[711]
İzah
Konuyla ilgili bir
başka hadis de şöyledir:
"Şüphesiz namazla ilgili yeni birşey olursa onu size haber veririm. Ama ben ancak bir beşerim, sizin gibi ben de unuturum. Birşey unuttuğum zaman bana hatırlatınız."[712]
Bu hadisten
Resûlullahın yerinden ayrıldıktan, hattâ konuştuktan sonra namazını
tamamladığını öğreniyoruz. Mezhep âlimlerinin konu ile ilgili görüşleri
şöyledir:
İmam Şafiî'ye göre
böyle birinin namaza devam etmesi sahihtir.
İmam-ı A'zam ve
talebelerine göre, İmam yanlışlıkla iki rekâtta selâm verirse, cami içerisinde
hatırladığında ve konuşmadığında namazının kalan rekâtlarını tamamlayabilir.
Camiden çıktıktan ve konuştuktan sonra namazı yeni baştan kılması gerekir. Hanefî
mezhebi âlimlerine göre izahını yaptığımız hadisde konuştuktan sonra namaz
kılmak ilk zamanlara mahsus bir ruhsat idi, sonradan bu hüküm değişti.
İmam Mâlik göre ise
abdest bozulmadıkça ne kadar ara verilirse verilsin, kalan rekâtları kılmak
caizdir.[713]
199. İbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor:
"Gusülden sonra
abdest alan bizden değildir."[714]
İzah
Guslün kendisi bir
abdestir. Bir insan guslettikten sonra abdesti bozacak birşey olmadığı
müddetçe, gusülle abdestli olarak yapılması gereken bütün ibâdetleri yapabilir;
namaz kılabilir, Kur'ân okuyabilir. Dolayısıyla gusül abdestinden sonra yeniden
abdest almaya gerek yoktur.
Hadiste geçen
"Bizden değildir" ifâdesi, "Bizim sünnetimize uygun hareket
etmiş olmaz" mânâsındadır. Nitekim Hz. Aişe'nîn rivayet ettiği şu hadis,
Resûlullahın gusülden sonra abdest almadığını açıklar:
"Resûlullah
(s.a.v.) gusleder, sabah namazının sünnetini ve farzını kılardı. Onun
guslettikten sonra abdesti yenilediğini hatırlamıyorum."1
Gusülden sonra abdest
almak sünnet olmamakla beraber, güsle başlarken abdest almak sünnettir.[715]
200. Ebû Zer (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
Zemzemden bahsetti. Zemzemin mübarek bir su olduğunu, lezzetli bir gıda ve
hastalığa şifâ olduğunu bildirdi.[716]
İzah
Hadiste dikkat çekilen
Zemzem, hacıların Mekke'den getirdikleri hemen herkesin bildiği bir sudur.
Hadiste de ifâde edildiği gibi lezzetli ve şifalıdır.
Zemzem, Hz. İbrahim
zamanında onun hanımı Hacer validemizle oğlu İsmail'in (a.s.) zor durumda
kalması sebebiyle Cebrail'in (a.s.) ayağını yere vurması ile çıkmıştır.
Tafsilat için Hanefi ve Şâfiîlere Göre Büyük İslâm İlmihali isimli eserimizin
598. sayfasına bakılabilir.[717]
201. Habib bin Mesleme rivayet ediyor:
"Az az ziyaret et ki sevgin artsın."[718]
İzah
Hadiste az ziyaretin
sevgiyi artıracağına dikkat çekiliyor. Çünkü sık sık yapılan ziyaretler günlük
hayatta da yaşadığımız gibi, ünsiyet peydah ettirir. Bir tanıdığımıza ilk
gittiğimizde onun bize gösterdiği alaka ile sonraki günlerde yaptığımız sık sık
ziyaretler esnasında gösterdiği alaka hiçbir zaman bir olmuyor.
Ancak hadiste geçen
"az ziyaret" ziyareti bütün bütün azaltmak demek değildir. Bunun
ortasını bulmak gerekir. Ayrıca eğer bir kimsenin ne kadar sık ziyaret edilse
bundan memnun kaldığı bilinir, anlaşılırsa ve bu ziyaretlerle o kimseye manen
faydalı olunuyorsa, böylelerini fazla ziyaret etmek hadisin sınırlamasına dâhil
değildir. Çünkü mü'minler arasındaki irtibat çok mühimdir.[719]
202. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"İmam namazda cemaatin kefili, müezzin de mutemetidir. Allah'ım, imamları hakda sebat ettir, müezzinleri de bağışla."[720]
İzah
İmamlık yüce ve kudsî
bir meslek olmakla beraber, mes'uliyetlidir de. Yukarıdaki hadisde, imamın
namaz esnasında cemaatin mes'uliyetini yüklendiğine dikkat çekilmektedir. Konu
ile ilgili bir başka hadis şu mealdedir:
"İmam kefildir. Eğer namazı iyi kıldırırsa sevap hem onadır, hem cemaatedir. Şayet kötü kıldırırsa, vebali kendinedir, cemaate birşey yoktur."[721]
Hadisde müezzinlerin de
mutemeti olduğu ifâde edilmektedir. Bilhassa saat ve takvimlerin olmadığı
zamanlarda müezzinler namaz vakitlerini, imsak ve iftar vakitlerini ilân
ediyorlardı. Müslümanlar onların okudukları ezan ile namaz kılıyor, oruç
açıyorlardı. Hadiste geçen mutemet kelimesi bunu ifâde etmektedir.
Hadisin son kısmında
ise Peygamberimiz ağır bir mes'uliyet yüklenmiş olan imam ve müezzinlere duâ
etmektedir.[722]
203. Halid bin Urfata (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullahın (s.a.v.),
"Karın
ağrısından ölen kabrinde azap görmez" buyurduğunu işittim" diyor.[723]
İzah
Kabir azabı, inkarcı
ve günahkâr kulların kabre konuldukları andan itibaren Kıyamete kadar maruz
kalacakları azaptır. Gerek âyet-i kerimelerde, gerekse hadis-i şeriflerde kabir
azabının olacağı açıkça anlatılmıştır. Meselâ Tekâsür Sûresinde kabir azabına
şöyle işaret edilir:
"Çokluğunuzla övünmek, kabre girinceye kadar sizi oyaladı. Heyhat! Kabre girdikten sonra bileceksiniz. Sonra Kıyamette bileceksiniz."[724]
Peygamberimiz de
birçok hadislerinde kabir azabını haber vermiştir. Meselâ bir hadislerinde
kabirdekilere sabah akşam her gün Cehennemdeki yerlerinin gösterileceğini
bildirmiştir.[725] Zaman zaman Ashabına
kabir azabından Allah'a sığınmalarını tavsiye etmiştir.[726]
Peygamberler, Allah'ın
sevgili kulları ve sevabı günahından fazla olan mü'minler kabirlerinde azaba
çarptırılmazlar. Çeşitli hadislerde Allah yolunda şehid olanların, nöbet
tutarken ölenlerin, Tebareke Sûresini devamlı olarak okuyanların, kelime-i tevhidi
çok söyleyenlerin kabir azabından kurtulacakları bildirilmiştir. Peygamberimiz
yukarıdaki hadislerinde de karın ağrısından ölenlerin kabir azabına
çarptırılmayacaklarını bildirmiştir.
Bununla beraber,
böylelerine azap verip vermemek Allah'ın, dilemesine bağlıdır. Fakat Allah'ın
rahmetinin böyle kullarına kabir azabı çektirmeyeceği kuvvetle ümit edilir.
Kabir azabı hakkında
tafsilatlı bilgiyi Ölüm Cenaze Kabir isimli eserimizin 313-326. sayfasına
bakılabilir.[727]
204. Abdullah bin Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
"Kişi namaz,
zekât, hac, umre ve cihad ehlinden olur, hattâ neyde hayır var diye hayrın
miktarlarını dahi araştırır. Fakat Kıyamet gününde aklını kullanması ölçüsünde
mükâfat görür."
205. Ebû Kırsafa rivayet ediyor:
"Benim sözümü
işitip anlayan ve ezberleyen ve onu kenin Allah yüzünü disinden daha âlim
birisine ulaştıran kimse ağartsın. Üç meziyet vardır ki, kişi onlara sahip
olduğunda kalbi kin beslemez. Bunlar:
1. Ameli tam bir ihlasla sırf Allah rızâsı için
işlemek.
2. İdarecilere hayır tavsiyesinde bulunmak.
3. Ve İslâm cemaatinden ayrılmamak.[728]
İzah
İbni Mâce'de yer alan Zeyd
bin Sâbit'in (r.a.) rivayetinde hadisin baş tarafı şöyledir:
"Benim sözümü işitip de başkasına tebliğ eden kişinin Allah yüzünü ağartsın. Çünkü fıkıh kaynağı olan nice hadisleri ezberleyen adamlar fıkıhçı değillerdir [o hadisi anlayamazlar]. Ve fıkıhçı olan nice hadis râvileri kendilerinden daha kuvvetli fıkıhçılara hadisleri iletebilirler."
Aynı yerde İbni
Mes'ud'dan da (r.a.) şöyle bir hadis rivayet edilir:
"Bizden bir hadis işiterek onu tebliğ edenin Allah yüzünü ağartsın. Çünkü kendisine hadis tebliğ edilen nice insanlar, anlama ve gereği ile amel etme bakımından hadisi işitenden daha kuvvetli olabilirler."
Resûlullah bu
konuşmayı Minâ'da yaptı.[729]
Resûlullahın bu sözleri
günümüz için de geçerlidir. Çünkü hadisi bizzat Resûlullahtan işitme kaydı
yoktur. Hadiste geçen "Benim sözümü işitip anlayan..." ifâdesi
kimden olursa olsun hadisi işiten veya bir kitaptan okuyan kimseleri de içine
alır.[730]
206. Muaviye bin Kurre babasından rivayet ediyor:
"Yâ Resûlallah,
ben koyun kesiyorum ama ona acıyorum" dedim.
Resûlullah,
"Koyuna
acırsan, Allah da sana merhamet eder" buyurdu.
[731]
İzah
Rabbimiz, insanı yeryüzüne
halife olarak yaratmış, rahmetinin eseri olarak diğer varlıkları onun emrine ve
hizmetine vermiştir. Güneş, ay, hava, yağmur, bitkiler, denizler, hayvanlar,
hâsılı herşey insana hizmet eder. Rabbimiz bâzı âyetlerde hayvanları,
içindekilerle beraber denizi insanın hizmetine verdiğini kudretine bir delil
olarak zikreder ve şöyle buyurur:
"Ehil hayvanları da O yarattı. Onlarda sizin için giyinip korunacak ve istifade edeceğiniz şeyler vardır; üstelik etlerinden de yersiniz."[732]
Bir âyet ise şu
mealdedir:
"O
Allah ki, sizin için ehlî hayvanlar yarattı. Onların kimine biner, kiminin de
etinden yersiniz."[733]
Görüldüğü gibi,
hayvanlar insanların emrine verilmiştir. Dolayısıyla eti yenen hayvanları
kesip yemekde dinen hiç bir mahzur bulunmamaktadır. Hadis, kesim işini yaparken
onlara merhametli davranmak gerektiğini ikaz eder. Meselâ kesim yerine götürürken
iyi davranılmalı, hayvanın karşısında bıçak bilenilmemelidir. Peygamberimiz
(s.a.v.) kesmek üzere yatırdığı koyunun karşısında bıçağını bileyen bir Sahabîye
şöyle buyurmuştur:
"Karşısında bıçağı bileyerek koyunu iki defa mı öldürmek istiyorsun? Bıçağını koyunu yatırmadan önce bilesene!"[734]
207. Huzeyfe (r.a.) rivayet ediyor:
"Yâ Resûlallah,
dilim beni yaktı" dedim. Resûlullah,
"Tevbe,
istiğfar ile aran nasıl? Muhakkak ben günde yüz defa Allah'tan bağışlanma
diliyor ve Ona tevbe ediyorum"
buyurdu.
Peygamberimizin
bağışlanma dilemesi ile ilgili olarak 159 numaralı hadisin izahına bakınız.[735]
208. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Cemaatla namaz kıldığında başını imamdan önce kaldıran kimse [kıyamet gününde] Allah'ın başını eşek başına döndürmesinden korkmuyor mu?"[736]
İzah
Zikrettiğimiz
kaynakların bâzılarında hadis şöyledir:
"Biriniz rükû ve secdede başını imamdan önce kaldırdığı zaman Cenâb-ı Hakkın [kıyamet gününde] başını eşek başına veya suretini eşek suretine çevirerek dirilteceğinden korkmaz mı?"
İmama uyan kimse, tekbir
alırken, rükûa eğilirken, secdeye giderken, rükûdan ve secdeden doğrulurken hep
imamdan sonraya kalmalıdır. İmamdan önce hareket edenin namazı âlimlerin
ekseriyetine göre sahih olsa da, kendisi günahkâr olur. Bir hadislerinde,
"Benden önce rükû
ve secdeye gideni görmeyeyim"
buyuran[737]
Peygamberimiz, yukarıdaki hadislerinde de imamdan önce hareket edenleri tehdit
etmiştir. Konu ile ilgili daha başka hadisler de vardır. Meselâ bunlardan biri
şu mealdedir:
"Başını
imamdan önce kaldırıp indiren kimsenin alnı şeytanın elindedir."[738]
209. Ebu'd-Derdâ (r.a.) rivayet ediyor:
Resülullah (s.a.v.)
beladan ve sabrettiği takdirde belâya maruz kalana Allah'ın hazırladığı bol
sevaptan; afiyetten ve şükrettiği takdirde Allah'ın afiyet içerisinde olana
hazırladığı bol mükâfattan bahsetti.
Ben, "Ey Allah'ın
Resulü, afiyete mazhar olup şükretmek, musibete maruz kalıp sabretmekten bana
sevimli geliyor" dedim.
Bunun üzerine
Resülullah (s.a.v.),
"Resûlullah da
senin gibi afiyeti seviyor"
buyurdu.[739]
210. Abdullah bin Mes'ud (r.a.) rivayet ediyor:
"Kur'ân'ı sık sık tekrar etmek suretiyle hatırda tutunuz. Çünkü o garip kuşun vatanına uçmasından daha hızlı bir şekilde insanların hafızasından uzaklaşır."[740]
Zikrettiğimiz
kaynaklarda hadis şu şekildedir:
"Devenin bağından kurtulup uzaklaşmasından daha hızlı bir şekilde insanların hafızasından uzaklaşır."[741]
211. Aişe (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
namazda selâm verdikten sonra "Allâhümme ente's-selâmü ve min ke's-selâm.
Tebârekte yâ ze'1-celâli ve'1-ikram (Allah'ım, Sen her türlü noksan sıfatlardan
uzak olan Selâmsın. Her türlü emniyet ve selâmet Sendendir. Sen noksanlardan
münezzehsin. Ey sonsuz büyüklük ve ikram sahibi Allah'ım)" deyinceye
kadar otururdu.[742]
212. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
Bekr bin Vâil'e şöyle yazdı:
"Allah'ın Resulü Muhammed'den Bekr bin Vâile. Müslüman ol ki, selâmette olasın."[743]
213. Berâbin Âzib (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
bir kimsenin bayram namazı kılınmadan önce kurban kesmesini yasakladı.[744]
İzah
İbni Mâce'deki rivayet
şöyledir:
Uveymir bin Eşkar
(r.a.) kurbanını bayram namazından önce kesmiş, sonra durumu Resûlullaha
arzetmişti. Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Tekrar kurban kes."
Müslim'deki rivayet
ise şöyledir:
"Kim kurbanını namazdan önce kesti ise onun yerine bir başkasını kessin. Kim kesmediyse besmele ile kessin."
Hadislerde kurban'ın
namazdan önce kesilmesi yasaklanmaktadır. Kurban bayram namazından sonra
kesilebileceği gibi, bayramın üçüncü günü, güneş batıncaya kadar da
kesilebilir.
Şâfiîlere göre ise
kurban kesmenin son vakti bayramın dördüncü günü, güneşin batışına kadardır.
Kurban, bayram
namazından önce kesilemeyeceği gibi, açıkladığımız vakitten sonra da Kurban
bayramı için kurban olarak kesilemez. Bu durumda duruyorsa hayvanın kendisini,
yoksa bedelini sadaka olarak vermek gerekir.[745]
214. Mü'minlerin annesi Aişe (r.a.) rivayet ediyor: Resûlullah
(s.a.v.) ihrama girmeden önce koku süründü.[746]
İzah
İhram, haccın
farzlarındandır. Hac veya umreye veya her ikisine birden niyetlenerek aslında
helâl olan fiil ve davranışları, belirli bir vakit için kişinin kendisine
haram kılması demektir. Meselâ saç ve sakal tıraşı olmak aslında helâl olduğu
halde ihramlıya haramdır.
İşte ihramlıya haram
olan hareketlerden birisi de koku sürünmektir. Ancak ihrama girmeden önce koku
sürünmek, hadisten de anlaşılacağı üzere ihramın sünnetlerindendir.[747]
215. Ebû Said el-Hudrî (r.a.) rivayet ediyor:
"Ademoğlu muhtelif tabakalar üzeredir. Bir kısmı mü'min olarak doğar, mü'min olarak yaşar ve mü'min olarak ölür. Bir kısmı kâfir olarak doğar, kâfir olarak yaşar ve kâfir olarak ölür. Bir kısmı da kâfir olarak doğar, kâfir olarak yaşar, mü'min olarak ölür."[748]
İzah
Hadisde insanların
çeşitli tabakalarda olduğu nazara veriliyor ve bunlardan misâl olarak bir kaçı
üzerinde duruluyor. Taberânî Mu'cemü'l-Evsat'ta hadisi "Bir kısmı
mü'min olarak doğar, mü'min olarak yaşar, kâfir olarak ölür"
ilâvesiyle rivayet etmiştir.
Hadiste geçen "Kâfir
olarak doğar" ifâdeleri, "Kâfir bir anne babadan doğar"
mânâsındadır. Çünkü başka bir hadiste her çocuğun İslâm fıtratı üzere doğduğu
bildirilmiştir.
Hadisde, kişinin kâfir
veya mü'min olarak doğması; mü'min veya kâfir olarak yaşamasından ziyade
akıbetin önemli olduğunu, nasıl doğar ve nasıl yaşarsa yaşasın ancak mü'min
olarak öldüğü takdirde kurtulacağı nazara verilmektedir.[749]
216. Mü'minleri annesi Âişe (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah sohbetine
gelip giden birini göremez oldu.
"Filanı niçin
göremiyorum?" diye sordu.
"O hasta"
dediler.
"Kalkınız, onu
ziyaret edelim" buyurdu.
Yanına girdiklerinde o
ağladı. Resûlullah (s.a.v.) kendisine şöyle buyurdu:
"Ağlama! Cebrail (a.s.) bana humma hastalığının ümmetimin Cehennem hissesinden olduğunu haber verdi."[750]
İzah
Hadis, Resûlullahın
Ashabıyla yakından ilgilendiğini gösteriyor. Ayrıca ateşli hastalıkların
mü'minin Cehennemdeki hissesinden olduğu, bu dünyada böyle hastalıklara
yakalanan mü'minlerin buna sabrettikleri takdirde Cehennemde azaba
çarptırılmayacaklarmı nazara veriyor.[751]
217. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:
"Allah'ım, acizlikten ve tenbellikten Sana sığınırım. Kalp katılığından, gafletten, başkasına yük olmaktan, zilletten ve miskinlikten Sana sığınıyorum. Günahkarlıktan, hakka ters düşmekten, iki yüzlülükten, işitsinler ve görsünler diye amel işlemekten Sana sığınırım. Sağırlıktan, dilsizlikten, delilikten, alaca hastalığından, cüzzamdan ve kötü hastalıklardan Sana sığınırım."[752]
218. Ka'b bin Mâlik babasından rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.),
"Ey Seleme
oğulları, efendiniz kimdir?"
diye sordu.
Onlar, "Biz
kendisini cimri olarak görmemize rağmen yine de efendimiz Ced bin
Kays'tır" dediler.
Resûlullah şöyle
buyurdu:
"Cimrilikten daha kötü bir hastalık var mıdır? Hayır, bundan böyle efendiniz dalgalı saçlı Amr bin Cemuh'tur."[753]
İzah
Peygamberimiz bu
hadislerinde cimriliği kötü bir hastalık olarak vasıflandırmış, cimri olan
birisinin efendi olamayacağını bildirmiştir. Peygamberimiz (s.a.v.) bununla
ilgili olarak bir hadislerinde de, "Efendi cimri olamaz"
şeklindedir.[754]
Peygamberimizin cimrinin
efendi olamayacağını bildirmesinin bir hikmeti de cimriliğin sirayet
edeceğidir. Bir kavmin efendisi cimri olursa, bu, diğer insanlara da sirayet
eder.
Hadiste
Peygamberimizin Selemeoğullarına efendi olarak tayin ettiği Amr bin Cemuh
(r.a.) Medineli idi ve Selemeoğullarının reisi idi. Amr, cömertliği ile meşhur
bir Sahabî idi. Zaten Resûlullahın onu kavmine efendi tayin etmesine sebep
olan vasfı da buydu.
Amr bin Cemuh'un
(r.a.) bir ayağı sakattı. Bu sebeple Resûlullah onun Bedir Savaşına katılmasına
izin vermedi. Fakat Amr Uhud Savaşına katıldı ve bu savaşta iki oğluyla
birlikte şehid düştü. Peygamberimiz bunun haber alınca,
"Amr ve
oğulları şimdi Cennete ayak basmıştır" buyurdu.[755]
219. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullaha Ehl-i
Beytin kimler olduğu soruldu.
Resûlullah,
"Her takva
sahibi" buyurdu ve
"Onun dostları
emir ve yasaklarına karşı gelmekten sakınanlardır" âyetini okudu.[756]
İzah
Peygamberimizin (s.a.v.)
hanımları, çocukları ve özellikle Hz. Ali, Hz. Fâtıma, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin
ve bunların neslinden gelenlere Ehl-i Beyt denir. Peygamberimiz (s.a.v.), bâzı
hadislerinde, Hz. Selman gibi Sahabîlere,
"Sen benim
ehl-i beytimdensin"
buyurarak bu halkayı
genişletmiştir. Bu hadislerinde de ehl-i beyt halkasını daha da genişletirken,
Ehl-i Beyte ayrıcalık kazandıran özelliğe de dikkat çekmiştir. O özellik
takvadır. Takva ise Allah'tan layıkıyla korkmak, Ona hakkıyla kulluk etmek,
emirlerini gönül hoşluğu ile yerine getirmek, haramlardan sakınmaktır. Böyle
davrananlar manevî ehl-i beytten sayılır.[757]
220. İbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor:
"Altın ve gümüş kaplardan birşey içenler muhakkak karınlarına Cehennem ateşi doldurur."[758]
İzah
Altın ve gümüş
kaplardan dünyada kâfirler yer ve içerler. Nitekim
Peygamberimiz bir hadislerinde, "Bu kaplar dünyada onların, âhirette ise sizindir" buyurmuştur.
Müslim'de, geçen bir
hadiste de,
"Dünyada gümüş
kaptan bir
şey içen, âhirette içmez" buyurmuştur.[759]
Altın zînet takmak kadına
helâl olmakla beraber, altın ve gümüş kaplardan bir şey yiyip
içmek kadın erkek her Müslümana yasaklanmıştır.[760]
221. İmran bin Husayn (r.a.) rivayet ediyor:
"Allah kendisine samimiyetle bağlanan kişiye bütün zorluklarında yardım eder, ummadığı yerden onu rızıklandırır. Âhireti unutup dünyaya dalan kişiyi de dünyaya bırakır, yardımını keser."[761]
222. Ebû Said el-Hudrî (r.a.) rivayet ediyor:
"Ramazan'ın ilk gecesinde semâ kapıları açılır ve son gecesine kadar bir daha kapanmaz."[762]
İzah
Ramazan ayında semâ
kapılarının açılmasından maksat, "rahmet kapılarının açılması'dır. Çünkü
Peygamberimizin mübarek lisanında "ayların efendisi" şeklinde
ifâdesini bulan[763]
Ramazan, rahmet ayıdır, mağfiret ve bağışlanma ayıdır. Cehennemden kurtuluş
ayıdır. Bu ayın kıymetini hakkıyla bilen kullar, Cehennemden kurtulurlar.
Ramazan ayında
Cehennemin kapıları kapatılır, hiçbir kapısı açılmaz. Cennet kapıları ise
sonuna kadar açılır, hiçbir kapısı kapanmaz.
Ramazan âyının
fazileti hakkında Üç Aylar ve Mübarek Günler isimli eserimizin 14-24.
sayfalarına bakılabilir.[764]
223. Ümmü Seleme (r.a.) rivayet ediyor:
Resülullaha "Ey
Allah'ın Resulü, seninle beraber cihada çıkmak istiyorum" dedim.
"Ey Ümmü
Seleme, kadınlar üzerine cihad farz kılınmadı" buyurdu.
"Yaralıları, göz
ağrılarını tedavi ederim, su veririm" dedim.
"O zaman
gel" buyurdu.[765]
İzah
Dinimize göre kadınlar
ihtiyaç olduğunda savaşa katılıp geri hizmetlerde bulunabilirler. Hadis bunu
ifâde etmektedir. Peygamberimiz zamanında bizzat savaşa katılıp müşriklerle
cihad eden kadın Sahabîler de olmuştur. Meselâ asıl ismi Nesîbe Hatun olan Ümmü
Ümâre (r.a.), Ümmü Süleym (r.a.), Peygamberimizin halası Safiyye (r.a.) bu
kadınlardan bir kaçıdır.
Peygamberimizden sonra da
Esma bint-i Yezid (r.a.) ve Resûlullahın süt teyzesi Ümmü Haram da (r.a.)
savaşa katılmışlardır. Tafsilat için Hanımlara Fetvalar isimli eserimizin
320-326. sayfalarına bakılabilir.[766]
224. Ümmü Seleme (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
cünüp olduğunda, namaz abdesti gibi abdest almadan bir şey yemezdi.[767]
İzah
Cünüp oları bir mü'min
maddî bakımdan pis ve necis sayılmaz; uğursuz kabul edilmez. Cünüp birisinin
birşey yiyip içmesi için gusletmesi daha güzel olmakla beraber, şart değildir.
Cünübün birşey yemeden önce abdest alması, en azından elini ağzını yıkaması ise
sünnettir.[768]
225. Enes (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.) ne
uzun, ne de kısa boyluydu. Orta boyluydu. Ne esmer, ne de çok beyazdı. Buğday
tenli idi. Saçı ne çok kıvırcık, ne de düzdü. Onun saçı dalgalıydı.
Kırk yaşında peygamber
olarak gönderildi. On yıl Mekke'de, on yıl da Medine'de ikâmet etti. Altmış
yaşında vefat etti. Vefat ettiğinde saçında ve sakalında yirmi tane beyaz kıl
yoktu.[769]
İzah
Peygamberimizin vücut
yapısı yürürken ve konuşurken davranışları başka hadislerde de nazara verilir.
Meselâ uzunca bir hadiste Resûlullah şöyle tarif edilir:
"Resûl-ü Ekrem
(s.a.v.) zâtında büyüktü. İnsanların gözünde ve gönlünde de büyüktü. Yüzü ayın
ondördü gibi parlardı. Ne fazla uzun, ne de kısaydı, orta
boyluydu. Kafası büyükçe idi. Saçı taralı, dalgaları düzgündü. Kolayca iki
tarafa ayrılırdı. Uzattığında kulak memelerini geçmezdi. Buğday tenliydi.
Geniş alınlıydı. Yay kaşlıydı. Kaşları gür olmakla birlikte birbirine girmiş
değildi. İki kaşı ortasında bir damar vardı. Öfkelendiğinde hafifçe kabarırdı.
Burnunun ucu hafif kalkıktı. Yüzünden nur saçılırdı. İyice dikkat etmeyen onu
kalkık burunlu sanırdı. Gür sakallıydı. Yanakları düzgündü. Ağzı büyükçe idi.
Dişleri inci gibi parlardı ve bitişik değildi. Göğsü hafif kıllıydı. Zarif
boyunluydu ve gümüş rengindeydi. Vücut yapısı ahenkliydi. İri yapılıydı.
Azaları uyumluydu. Göğsü ile karnı aynı hizadaydı. Göğsü ve omuzları
genişçeydi. Kemikleri kalıncaydı. Vücudu nurluydu. Göğsünden göbeğine doğru
kıldan ince bir hat uzanırdı. Bunun dışında memeleri ve karnında kıl yoktu.
Kolları, omuzları ve göğsünün üst kısmı kılla kaplıydı. Kolları uzuncaydı.
Avuçları genişçeydi. Parmakları düzgündü. El ve ayak parmaklan hafifçe kalın
ve uzuncaydı. Düztaban değildi. Ayaklarının üzerinde eğrilik yoktu ve yıkandığında
üzerinde su durmazdı. Yürüdüğünde ayaklarını yerde sürümez, adımlarını
kaldırarak atardı. Yürürken hafifçe öne meylederdi. Mütevâzi yürürdü.
Adımlarını genişçe atardı. Yüksekten inermişcesine yürürdü. Sağa ve sola
baktığında bütün vücuduyla birlikte dönerdi. Önüne bakardı. Yere bakışı göğe
bakışından fazlaydı. Bakışının büyük bir kısmı tefekküre yönelikti.
Sahabîlerini arkadan takip ederdi. Karşılaştıklarına selâm verirdi."1
İzahını yaptığımız
hadiste Hz. Enes'in "Resûlullah Mekke'de on sene kaldı" şeklindeki
ifâdesi yuvarlak olarak söylenmiştir. Peygamberimiz Mekke'de on değil, on üç
sene kalmıştır.[770]
226. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Allah sadakayı ancak helâl olandan kabul eder. Sağ eliyle onu kabul eder, sonra bir adamın tayını ve deve yavrusunu büyüttüğü gibi büyütür. Hattâ bir lokma Uhud Dağı kadar olur."[772]
Tirmizî'de, şu ilâve
vardır:
"Bunun Allahu Teâlânın kitabından delili, 'Onlar bilmezler mi ki Allah kullarının tevbesini ve sadakasını kabul eder'[773] ve 'Allah faizin bereketini giderip onu mahveder; sadakası verilen malı ise artırır'[774] âyetleridir."[775]
227. Berâ bin Âzib (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah, (s.a.v.),
"Namaz için
saf tutarken birbirinize yaklaşın. Boşluk bırakmayın. Şeytan
"evlâdi'l-hazef' gibi aranızda dolaşır" buyurdu.
Sahabîler,
"evlâdi'l-hazef nedir?" diye sordular.
Resûlullah (s.a.v.),
"Yemen'de
bulunan siyah koyun" buyurdu.[776]
İzah
Cemaatle namaz
kılarken safları düzgün ve sık tutmak, cemaatle namazda aranan mühim
hususlardan birisidir. Âlimlerin çoğunluğuna göre, cemaatla namazın sünnetlerindendîr.
Safların düzgünlüğü, birinci ve onu takip eden saflarda namaz kılmanın fazileti
ve sevabı hakkında pekçok hadis vardır. Yukarıdaki hadis de safları düzgün
tutma ile ilgili hadislerden sadece birisidir. Konu ile ilgili bir başka hadis
ise şu mealdedir:
"Saflarınızı
düzgün tutun. Çünkü safları düzgün tutmak namazın güzelliğindendir."[777]
Peygamberimiz bir
hadislerinde de saflarda omuzları aynı hizaya getirmeyi, aralardaki boşlukları
doldurmayı istemiştir.[778]
356 numaralı hadisin
izahına ve Ezan Cami Namaz isimli eserimizin 325-333. sayfalarına da bakınız.
[779]
228. Ali (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
şöyle buyurdu:
"Allah buyuruyor ki: 'Kuvvet ve üstünlük benim gömleğim, büyüklük kaftanımdır. Kim onları Benimle paylaşmaya kalkarsa ona azap ederim."[780]
İzah
Ebû Dâvud'dakî rivayet
şöyledir;
"Allah azze vecelle buyuruyor ki: 'Büyüklük benim gömleğim, yücelik de kaftanımdır. Bunlardan birisi hakkında Benimle münakaşaya girişen olursa, onu Cehenneme atarım."
Hadiste Allah'ın büyüklük
ve yüceliği gömlek ve kaftana benzetmesi, bu iki giyeceğin insanın vücudunu
tamamen sarıp ona bir güzellik vermesi sebebiyledir. Büyüklük ve yücelik
Allah'a en layık ve lüzumlu sıfat olduğu için bu benzetme yapılmıştır.[781]
229. Câbir (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
önünden geçen cenaze için ancak Yahudi olduğundan dolayı ayağa kalktı.
Başka bir rivayet
şöyledir:
Çünkü o bir Yahudi
cenazesi idi. Kötü kokusu yüzünden kalktı.[782]
İzah
Cenaze için ayağa
kalkılıp kalkılmayacağı hususunda iki görüş vardır. Bâzılarına göre cenaze için
ayağa kalkılır. Bunlar bâzı hadisleri görüşlerine delil olarak zikrederler.
Meselâ bu hadislerden birisi şu mealdedir:
"Biriniz bir cenaze gördüğünde, onun peşisira gitmek istemezse, cenaze ilerleyinceye kadar veya cenaze yere indirilinceye kadar ayakta dursun."[783]
Cenaze için ayağa
kalkmak ölüye tazim için değil, ölümün dehşet ve korkunçluğunu, ölümü yaratanı,
cenaze ile birlikte olan melekleri tazim içindir. Nitekim Peygamberimiz
yanından bir cenaze geçerken şöyle buyurmuştur:
"Ayağa
kalkınız. Çünkü ölümde korku ve dehşet vardır."[784]
Âlimlerden bir kısmı
bu hadisleri delil göstererek cenaze için ayağa kalkmak gerektiğini söylerlerken,
bir kısmı da Peygamberimizin bu tatbikatının ilk zamanlara ait olduğunu,
sonradan bunu terkettiğini söylerler. Bunların da hadislerden delilleri vardır.
Bunlardan birisi şu mealdedir:
Hz. Ali diyor ki:
"Resûlullah (s.a.v.) bir cenaze geçtiğinde ayağa kalktı, biz de kalktık.
Sonraları ayağa kalkmayı terkedip oturdu, biz de ayağa kalkmayı terkedip
oturduk."[785]
Yine Hz. Ali'nin
rivayet ettiği bir başka hadis ise şu mealdedir:
"Resûlullah
cenaze için sadece bir defa ayağa kalktı. Bu ayağa kalkma keyfiyeti ehl-i
kitaba benzemeyi mucip oluyordu. Bu sebeple Cenâb-ı Hak tarafından yasaklandı.
Bundan sonra Resûlullah cenaze geçerken ayağa kalkmadı."[786]
İşte izahını
yaptığımız hadiste de Resûlullahın (s.a.v.) önünden geçen cenaze için ancak
Yahudi olduğundan dolayı ayağa kalktığı, bunun sebebinin de cenazenin (maddî
veya manevî) kötü kokusu olduğu nazara veriliyor.
Netice: İmâm-ı A'zam, İmam
Mâlik ve İmam Şafiî, cenaze için ayağa kalkmakla ilgili hadislerin ilk
zamanlara âit olduğu, sonraları ise hükmünün kaldırıldığı fikrindedirler. İmam
Şafiî, "Bence cenaze geçerken oturmak, ayağa kalkmaktan daha güzeldir.
Çünkü Resûlullahın son fiili böyle olmuştur" der. Buna göre cenaze için
ayağa kalkmak mekruhtur.[787]
230. Abdullah bin Mugaffel (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.),
"Hırsızların
en yamanı, namazından çalan kişidir" buyurdu.
"İnsan namazdan
nasıl çalar?" dediler.
Resûlullah şöyle
buyurdu:
"Rükû ve secdelerini tam yapmaz. İnsanların en cimrisi de selâm vermede cimrilik yapan kimsedir."[788]
İzah
Hadis, namazda tâdil-i
erkânının ehemmiyetine dikkat çekmektedir. Tâdil-i erkân, kıyamda iken dimdik,
rükûda iken dümdüz durmak, rükûdan kalktıktan sonra secdeye gitmeden belini
iyice doğrultmak ve "sübhanallah" diyecek kadar öylece beklemek, iki
secde arasında da "sübhanallah" diyecek kadar oturmaktır.
Zaten İlâhî bir hediye
olan namazın zevkine varmak, bütün rükünlerini eksiksiz yapmak, aceleye
getirmemekle mümkündür.
Tâdil-i erkân, İmam
Ebû Yusuf ve İmam Şafiî'ye göre farzdır. Bu imamlara göre tâdil-i erkâna riâyet
edilmeden kılınan namazı yeniden kılmak gerekir.
İmam-ı A'zam ve diğer
talebesi İmam Muhammed'e göre ise tâdil-i erkân farz değil, vaciptir. Vacibin
terki durumunda sehiv (yanılma) secdesi yapmak gerekir.
Tafsilat için Ezan
Cami Namaz, ve Büyük İslâm İlmihali isimli eserlerimize bakılabilir.[789]
231. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullahı şöyle
buyururken işittim:
"Cennete ancak mü'min olanlar girer. Şüphesiz Allah bu dini günahkâr birinin eliyle de kuvvetlendirir."
90 numaralı hadisin
izahına bakınız.[790]
232. Câbir bin Abdullah (r.a.) rivayet ediyor:
Süleyman'ın (a.s.)
annesi ona şöyle dedi: "Gece çok uyuma. Çünkü çok uyku [gece ibâdet
etmemek] insanı kıyamet günü fakir bırakır."[791]
233. Abdullah bin Me'sud (r.a.) rivayet ediyor:
"Kim haksız yere bir malı elde etmek için bile bile kuvvetli bir şekilde yemin ederse, Allah'ın huzuruna Allah kendisine gazap etmiş olarak çıkar."[792]
İzah
Müslim'deki rivayet
şöyledir:
Eş'as bin Kays (r.a.)
rivayet ediyor:
Bir adamla aramızda
Yemen'de münakaşalı bir yer vardı. Onu Resûlullaha (s.a.v.) dâva ettim.
"Delilin var
mı?" diye sordu.
"Hayır"
dedim.
"O halde
hasmının yemin etmesi gerekir"
buyurdu.
"Yemin
istenildiğinde, o yemin etmekten çekinmez" dedim.
Şöyle buyurdu:
"Her kim yalancı olduğu halde yemin ederek bir Müslümanın malını elinden alırsa, Allah'ın gazabına uğrayarak İlâhî huzura çıkar."
Müslim deki bir başka
rivayet ise şöyledir:
Resûlullah,
"Her kim
yemini ile bir Müslümanın hakkını elinden alırsa, o kimseye Allah Cehennemi
vacip kılmış, Cenneti de haram etmiş demektir" buyurdu.
Bir zât, "Pek az
bir şey olsada mı yâ Resûlullah?" dedi. Resûlullah,
"Misvak
ağacından bir çubuk dahi olsa"
buyurdu.[793]
Hadiste geçen "Bir
Müslümanın hakkını elinden alırsa" ifâdesi, "Gayr-i müslimin hakkını
elinden alanın" tehditin dışında kaldığı mânâsında anlaşılmamalıdır.[794]
234. Abdullah bin Mes'ud (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.),
"Musa'nın
(a.s.) İsrâiloğullarını denizden [Kızıl Denizinden] geçerirken okuduğu duayı
size öğreteyim mi?" buyurdu.
"Evet, yâ
Resûlallah" dedik.
"Allah'ım, her türlü övgü Sana mahsustur, sıkıntılar Sana arzedilir. Yardım Senden istenir. Güç ve kuvvet ancak yüce ve büyük olan Allah'tandır' deyiniz."
Abdullah bin Mes'ud
(r.a.), "Bu duayı Resûlullahtan işittiğim andan beri terk etmedim"
der.[795]
İzah
Yüce Allah Hz. Musa'yı
(a.s.) ve kardeşi Harun'u (a.s.) ilâhlık dâvasında bulunan Firavun'u ve ona
imân eden halkını kendisine imâna davet için peygamber olarak
görevlendirmişti. Hz. Mûsâ Firavun'u ve kavmini Allah'a imana çağırdı ise de
onlardan çok az kimse iman etti. Bunun üzerine Mûsâ (a.s.) Allah'ın emri ile
kendisine iman eden İsrâiloğullarını yanına alarak geceleyin Mısır'ı terk etti.
Sabahleyin durumun
farkına varan Firavun büyük bir ordu hazırlayarak onların peşine düştü. Çok
geçmeden de yetiştiler. O arada Mûsâ (a.s.) ve beraberindekiler Kızıl Deniz
önlerine gelmişlerdi. Durum çok kritikti. Önlerinde deniz, arkalarında ise
canlarına kast eden Firavun ve ordusu vardı.
Mûsâ (a.s.) hiç
telaşlanmadan Allah'ın emri üzerine elindeki asasını denize vurdu. Bir mucize
olarak denizden İsrâiloğullarının kabileleri sayısınca on iki adet yol açıldı.
İsrâiloğulları o yollardan karşıya geçtiler. Bunun gören Firavun ve ordusu da
atlarını denize sürdüler, ancak onlar geçerken Allah denizin açılan kanatlarını
birleştirdi ve onları denizde boğdu.
İşte Peygamberimiz
yukarıdaki hadislerinde Hz. Musa'nın Kızıl Denizi geçerken okuduğu duayı
ümmetine haber vermektedir. Konunun tafsilatı için Tarih Aynasında Yahudiler
isimli eserimize bakılabilir.[796]
234. Büreyde bin Husayb (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
savaş için bir ordu gönderdiğinde ordu kumandanına şu emri verirdi:
"Allah'ın
yolunda, Allah'ın ismiyle sefere çıkınız. Allah'ı inkar edenlerle çarpışınız.
Ganimet mallarına
ihanet etmeyiniz.
Verdiğiniz söze
vefasızlık etmeyiniz.
Küçük çocukları,
kadınları ve ihtiyarları öldürmeyiniz.
Bir köy veya kale
halkını kuşattığınız zaman onlara Allah ve Resulü adına eman vermeyiniz. Onlara
kendiniz ve babanız adına eman veriniz. Çünkü sizin kendi ahdinizi ve babanızın
ahdini bozmanız, Allah ve Resulünün ahdini bozmanızdan sizin için daha
ehvendir."[797]
236. Enes (r.a.) rivayet ediyor:
"Bir istekte
bulunduğunda o isteğinin verilmesi seni sevindirirse şöyle de:
Yüce ve büyük olan,
tek olan, ortağı olmayan Allah'tan başka ilâh yoktur. Hakîm ve Kerîm olan, tek
olan, ortağı olmayan Allah'tan başka ilâh yoktur. Kendisinden başka ilah
olmayan, hayat ve hilim sahibi olan Allah'ın ismiyle başlarım. Büyük Arşın
sahibi olan Allah'ın sânı ne yücedir. Alemlerin Rabbine hamd olsun."
"Onlar
kendilerine vaad edilen azabı gördükleri gün, dünyada günün bir kısmından fazla
kalmadıklarını sanırlar. Bu bir tebliğdir. Yoldan çıkmış bir topluluktan
başkası helak edilir mi hiç?"[798] "O günü
gördüklerinde sanırlar ki, dünyada ancak bir akşam yahut kuşluk vakti
kalmışlardır."[799]
"Allah'ım, Senden
Cennetine girmeme sebep olacak bağışlaman için gerekli olan amelleri yapmâyı,
bütün iyi ameleleri başarmayı istiyorum.
Allah'ım, benim
için bağışlamadığın günah bırakma. Kurtuluş vermediğin sıkıntı bırakma.
Ödenmeyen borç bırakma. Dünya ve âhiret için istediğim şeylerden yerine getirmediğin
bir şey bırakma. Bunu rahmetinle yap ey merhametlilerin en merhametlisi!"
Başka bir rivayette abdest
alıp, iki rekât namaz kıldıktan, hamd ve salavâttan sonra bu duanın yapılması
tavsiye edilir.[800]
237. Enes (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.),
"Allah bana
ümmetimden dört bin kişiyi Cennete koyacağını vaad etti" buyurdu.
Ebû Bekir, "Bizim
için artır yâ Resûlallah" dedi. Ömer, "Bu sana yeter ey Ebû
Bekir" dedi.
Ebû Bekir, "Bırak
beni ey Ömer. Hepimizi Cennete koymasının sana ne zararı var" dedi.
Ömer, "Eğer Allah
dilese idi toptan da Cennete koyardı" dedi.
Resûlullah,
"Ömer doğru
söyledi" buyurdu.
[801]
238. Âişe (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
bir düğünlerinde Ensar kadınlarına uğradı. Onlar şarkı söylüyorlardı. Hz.
Âişe'ye hitaben, "Senin eşin meclislerde bulunur ve yarın ne olacağını
bilir" dediler. Resûlullah şöyle buyurdu:
"Yarın ne olacağını ancak Allah bilir." [802]
İzah
Zikrettiğimiz
kaynaklarda yer alan rivayet "İçimizde yarın ne olacağını bilen bir
peygamber var" dediler şeklindedir.
Peygamberimizin de
ifâde ettiği gibi, Allah'tan başka hiç kimse yarın ne olacağını bilemez.
Peygamberler, hattâ Peygamberimiz de buna dâhildir. Bu husus Kur'ân'da da
açıkça bildirilmiştir. Meselâ yüce Allah önceki peygamberlerin haberlerini
Resûlullaha vahyettikten sonra şöyle buyurur:
"Bunlar
gaybdan haberlerdir ki, sana vahyederiz. Daha önce bunu ne sen biliyordun, ne
de kavmin."[803]
239. Semûre bin Cündüb (r.a.) rivayet ediyor:
"Cuma namazına gidiniz. İmama yakın durunuz. Kişi Cennet ehlinden iken, eğer Cuma namazına gitmeyi geciktirirse, Cennete girmesi de geciktirilmiş olur."[804]
İzah
Ebû Dâvud'da, yine
Semûre (r.a.) tarafından rivayet edilen hadisin baş tarafı, "Zikri
[hutbeyi] dinleyiniz" şeklinde gelmiştir.
Beyhaki'de ise hadis
her iki şekliyle yer alır. Cuma namazına erken gelmenin faziletini bildiren bir
başka hadis şu mealdedir:
"Cuma gününde her mescidin bütün kapılarında melekler bulunur. İlk önce gelenleri yazarlar. İmam minbere oturduğu zaman sayfalarını dürerler de hutbeyi dinlemeye gelirler. Sevap olarak önce gelenlere bir deve kurban etmiş gibi, ondan sonra gelene bir inek kurban etmiş gibi, ondan sonra gelene bir koç kurban etmiş gibi, ondan sonra gelene bir tavuk sadaka vermiş gibi, ondan sonra gelene de bir yumurta sadaka vermiş gibi sevap yazarlar."[805]
Cuma günü melekler
camilerin kapılarına oturup gelenleri yazarlarken, şeytanlar da çarşı ve
pazarları dolaşırlar. Mü'minlere
bâzı işlerini
hatırlatarak onları Cuma namazına gitmekten alıkoymaya çalışırlar.[806]
240. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Cemaatla kılınan
namaz, tek başına kılınan namazdan 25 derece daha fazla sevaptır."[807]
İzah
Konu ile ilgili başka
bir rivayet şöyledir:
"Cemaatla
kılınan namaz, tek başına kılınan namazdan yirmi yedi derece daha
üstündür."[808]
Peygamberimiz her
fırsatta ümmetini cemaatla namaz kılmaya teşvik etmiştir. Bütün bu hadisleri
göz önünde bulunduran Hanefilerden Tahavî ve Kerhî ile Şafiî âlimleri,
cemaatla namaz kılmanın farz-ı kifâye olduğuna hükmetmişlerdir. Buna göre
Müslümanlardan bir grubun cemaatla namaz kılmalarıyla diğerlerinden mes'uliyet
kalkar. Ancak bir yerde hiç kimse cemaatla namaz kılmazsa, bu durumda ora
halkının tamamı günahkâr olur.
Hanefî, Mâliki ve
Şâfiilerin çoğunluğuna göre ise cemaatla namaz farz değil, sünnet-i
müekkededir. Onlar hadislerin farziyet ifâde etmeyeceğine hükmetmişlerdir.
Cemaatla namaz kılmanın
sevabının bu iki hadisten birisinde yirmi yedi, birisinde yirmi beş olarak
gösterilmesinin sebebi hususunda, âlimler çeşitli izahkırda bulunmuşlardır.
Bütün bu izahları zikreden İbni Hacer, izahlar arasında yer alan "Yirmi
yedi derece sevap kıraati açıktan okunan sabah, akşam ve yatsı namazlarına;
yirmi beş derece sevap da kıraati gizli olan öğle ve ikindi namazlarına
mahsustur" şeklindeki görüşü, "en uygun görüş" olarak kabul
eder. İbni Hacer, daha sonra cemaatla kılınan namazlarda yirmi beş derece
sevabı, her birini hadislerden çıkardığı cemaata devamdaki yirmi beş ayrı
fazileti sayar. Sonra da kıraati açıktan olan namazlar için iki ayrı fazîlet
daha ilâve eder. Bunlardan birkaçı şunlardır:
1. Namazı cemaatle kılma niyetiyle müezzinin dâvetine uymak,
2. Vaktin evvelinde erkenden camiye gitmek.
3. Cemaati beklemek.
4.
İmamın başlangıç tekbirine yetişmek.
5. Allah huzurunda düzgün saf tutmak.
Diğer faziletler ve
konunun tafsilatı için Ezan Cami Namaz isimli eserimizin 301-307. sayfalarına
bakılabilir.
"Cemaatle kılınan
namazlarda büyük bir sır vardır," diyen Bediüzzaman da, cemaatla namaz
kılmanın sevabının bu derece fazla olması ile ilgili olarak, cemaattaki
kimselerin birbirlerinin sevabına ortak olduğuna, cemaatle kılınan namazlarda
bir kişinin aldığı sevabın diğerine de aynen yazıldığına, böylece cemaatın
fertlerinin birbirleriyle manen yardımlaştıklarına dikkat çeker. Şunları
söyler:
"Mü'minler,
ibâdetlerinde, dualarında birbirlerine dayanarak cemaatle kıldıkları namaz ve
sâir ibâdetlerinde büyük bir sır vardır ki, her fert, kendi ibâdetlerinden
kazandığı miktarda, pek fazla bir sevap cemaatten kazanıyor. Her bir fert
ötekilere duacı olur, şefaatçi olur, tezkiyeci olur; bilhassa Peygambere
(a.s.m.). Ve keza, her bir fert, arkadaşlarının saadetlerinin zevk alır ve
Hallâk-i kâinata ubudiyet etmeye [kâinatın Yaratıcısına ibâdet etmeye] ve
saadet-i ebediyeye namzet olur.'[809]
Cemaatla namazın feyiz
ve bereketinden istifade edebilmek için imamdan başka bir kişinin bile kâfi
olduğu da unutulmamalıdır.[810]
241. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Kim bir din
kardeşine her hangi bir haksızlıkta bulunmuşsa, dinar ve dirhemin
bulunmayacağı kıyamet gününden önce o kimse ile helalleşsin. Çünkü bu zulmü
yapanın, eğer iyilik ve ibâdeti varsa, zulüm yaptığı miktarda sevaplarından
alınır. Eğer yoksa, zulmettiği kimsenin günahlarından alınıp ona
yükletilir."[811]
İzah
İnsanların dirildikten
sonra toplanacakları mahşer yerindeki manzaralardan birisi de hesaplaşmadır,
yani birbirlerindeki hakların alınmasıdır. Yukarıdaki hadiste bu gerçek
açıklanmıştır. Konuyla ilgili bir başka hadis de şu mealdedir:
Bir defasında
Peygamberimiz Sahabîlerine,
"Müflis
kimdir, bilinirisiniz?" diye
sordu.
Sahabîler, "Bize
göre müflis, parası ve malı olmayan kimsedir" dediler. Bunun üzerine
Resûlullah şöyle buyurdu:
"Ümmetimden asıl müflis şudur: Kıyamet gününde namaz, oruç ve zekâtıyla gelir; ama ona buna sövmüş, iftira etmiş, şunun bunun malını yemiş, onu bunu dövmüştür. Sonra onun iyiliklerinden bir kısmı şuna, bir kısmı diğerine verilir. Eğer kul haklarının tamamı ödenmeden, iyilikleri ile sevapları tükenirse, alacaklıların günahları alınıp onun üzerine yüklenir. Sonra da Cehenneme atılır." [812]
242. Âişe (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
çirkin bir isim işitse onu değiştirirdi. Bir defasında "afre=çorak"
diye isimlendirilmiş bir yere uğradı. Orasını "hadıra=yeşil" diye
isimlendirdi.[813]
243. Ali (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
bana,
"Söylediğinde Allah'ın seni affedeceği bâzı sözler öğreteyim mi? Bu sözleri söylediğinde bağışlanacağına ben kefil oluyorum. Şöyle de: "Halîm ve Kerîm olan Allah'tan başka ilâh yoktur. Yüce ve büyük olan Allah'tan başka ilah yoktur. Büyük Arşın Rabbi olan Allah bütün noksan sıfatlardan uzaktır. Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun."[814]
244. Ebû Saîd el-Hudrî (r.a.) rivayet ediyor:
"Yerdeki insanlar gökteki parlak yıldızları aradaki uzaklık sebebiyle güçlükle görebildikleri gibi, Cennette yüksek derecelere kavuşanları da kendilerinden aşağı derecelerde olanlar aradaki derece farkı sebebiyle zorlukla görebilirler. Ebû Bekir ve Ömer de o yüce derecelere kavuşanlardandır. Ebû Bekir ve Ömer bu derecelere ehildirler."[815]
"Ebû Bekir ve
Ömer bu derecelere ehildirler" diye tercüme ettiğimiz "en'amâ"
ifâdesi, "Hem daha da yüksektedirler" şeklinde de tercüme
edilebilir.[816]
245. Enes (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullahın (s.a.v.)
şöyle buyurduğunu işittim:
"Allah'ım, Ensarı, Ensarın hanımlarını, çocuklarını ve çocuklarının çocuklarını bağışla.[817]
İzah
Medineli Müslümanlar
Ensar diye isimlendirilmişlerdi. Bu ismi almalarının sebebi, inançları uğrunda
Mekke'den Medine'ye hicret eden Sahabîlere (Muhacirlere) yardım etmeleriydi.
Zaten Ensar, "Yardım edenler" mânasına geliyordu. Onlar bu
faziletleri sebebiyle kıyamete kadar okunacak bir kitap olan Kur'ân'da Âlemlerin
yaratıcısı olan Allah'ın övgüsüne mazhar oldular. Yüce Allah onlan şöyle övdü:
"İman edip de hicret eden ve Allah yolunda cihad eden kimselerle [Muhacirler], onları barındıran ve onlara yardım eden kimseler [Ensar] ise gerçek mü'minlerin tâ kendileridir. Onlar için günahlarından bağışlanma ve Cennette tükenmez bir rızık vardır."[818]
Şu âyet de Allah'ın
rızâsını kazandıklarını bildiriyor:
"İslâmda önceliği olan Muhacirler ve Ensar ile onları güzellikle takip ederek örnek alarak ve onları hayırla yâd edenlere gelince; Allah onlardan razıdır, onlar da Allah'tan razıdırlar. Allah onlara içinde ebedî olarak kalmak üzere, altlarından ırmaklar akan Cennetler hazırlamıştır. Bu ise en büyük kurtuluştur."[819]
246. İbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullaha (s.a.v.)
"Gecenin hangi vaktinde yapılan duaya daha karşılık verilir?" diye
soruldu.
Resûlullah,
"Gece
yarısı" buyurdu.[820]
247. Ümmü Seleme (r.a.) rivayet ediyor:
Bir adamın Resûlullaha
(s.a.v.) gelerek "Ya Resûlullah, içimde öyle düşünceler geçiyor ki, eğer
onları söylesem amelim boşa gider" dediğini duydum.
Resûlullah (s.a.v.),
"Bu vesvese
ancak mü'mine gelir" buyurdu.[821]
İzah
Müslim'deki rivayet
şöyledir:
Ashabından olanları
Resûlullaha gelerek şöyle dediler:
"Gönüllerimizden
öyle şeyler geçiyor ki, bizler onları söylemeyi bile büyük bir suç
sayıyoruz." .
Resûlullah (s.a.v.),
"Gerçekten
böyle bir, şey hissettiniz mi?"
diye sordu.
"Evet"
dediler. Şöyle buyurdu:
"İşte açık açık iman budur."
Ebû Dâvud'daki rivayet
ise şöyledir:
"Ey Allah'ın
Resulü" denildi. "Bazan içimizde öylesine çirkin bir şeyin ârız
olduğunu görüyoruz ki, bunu söylemektense o şeyin bir kor parçası olup bizi
yakması bize daha sevimli geliyor."
Resûlullah bu söze
karşılık olarak şöyle buyurdu:
"Allâhü ekber, Allâhü ekber! Şeytanın hilesini
vesveseye çeviren Allah'a hamd olsun!"
Evet, Yüce Rabbimiz,
kalbe iradesiz olarak gelen ve kul tarafından tasdik edilmeyen, kabul görmeyen
vesveselerden dolayı onu hesaba çekmeyecektir. Peygamberimiz bir başka
hadislerinde dili ile söylemedikçe ve gereği ile amel etmedikçe mü'minlerin
kalplerinden geçen şeylerden dolayı hesaba çekilmeyeceklerini şöyle
bildirmiştir:
"Dilleriyle söylemedikçe ve fiilen yapmadıkça, Allah ümmetimin kalbinden geçirdiği şeyleri onlar için bağışlamıştır."[822]
İradesiz olarak kalbe
gelen ve tasdik edilmeyen düşüncelerden dolayı mü'min hesaba çekilmeyeceği gibi,
bu, onun imanına da bir zarar vermez. Bediüzzaman kişinin kalbinden geçirdiği
vesveselerin onun imanına bir zarar vermeyeceğini meâlen şöyle açıklar:
Nasıl ki, aynadaki
yılanın sureti ısırmaz, ateşin görüntüsü yakmaz, necasetin görüntüsü kirletmez.
Öyle de, hayal veya fikir aynasında, küfriyatm, şirkin akisleri, dalâletin
gölgeleri ve çirkin sözlerin hayal edilmesi itikadı bozmaz, imanı değiştirmez.
Çünkü, "Sövmeyi hayal etmek sövmek olmadığı gibi, küfrü hayal etmek de
küfür değildir, dalâleti düşünmek de dalâlet değildir.[823]
Küfrü hayal etmenin
küfür olmadığı hususunda tafsilatlı bilgiyi Bediüzzamariın Görüşleri Işığında
Kadere İman isimli eserimizin 198-202. sayfalarında bulabilirsiniz.
Bu izahtan sonra biraz
da hadisin son kısmında geçen "Bu vesvese ancak mü'mîne gelir"
ifâdesi üzerinde duralım.
Şeytan ancak aldatamadığı,
hakimiyet kuramadığı kimselere vesvese verir, böylece onun temiz ve sağlam
imanına zarar vermeye çalışır. Kâfire ise istediğini yaptırdığından ona
vesvese vermek için gelmez. Aliyyül Kârî, bu gerçeği, "Boş eve hırsız girmez"
şeklinde ifâde etmiştir.
Bediüzzaman da,
vesvesenin mü'minlere bir belâ olarak arız olmasının hikmeti hakkında meâlen
şöyle der:
Aşırıya kaçmamak, hem
galebe çalmamak şartıyla vesvese uyanıklığa sebeptir, araştırmaya davet eder,
ciddiyete sebep olur, lâkaydlığı attırır. Onun için mutlak hikmet sahibi olan
Yüce Allah, şu imtihan dünyasında, şu müsabaka meydanında, bize teşvik
kamçısı olması için vesveseyi şeytanın eline vermiş, beşerin başına vuruyor.
Şayet vesvese fazla incitse, rahmet ve hikmet sahibi olan Yüce Allah'a şikâyet
etmeli, "Rahmetinden kovulmuş şeytandan Allah'a sığınırım (Eûzü billahi
mine'ş-şeytânirrâcîm)" demeli.[824]
İşte Peygamberimizin
"Bu vesvese ancak mü'mine gelir" buyurmasının mânâsı budur.
Kur'ân'ın bâzı âyetlerine baktığımızda Resûlullahın da zaman zaman vesveseye
maruz kalabildiğini görüyoruz. Nitekim şu âyette Yüce Allah onu ikaz etmiştir:
"Eğer sana indirdiğimiz kitapta anlatılan bu kıssalar hakkında bir şüphen varsa, sana indirilenden evvel indirilmiş kitapları okuyanlara sor. Andolsun ki sana Rabbinden hak olan kitap gelmiştir; sakın şüphe edenlerden olma."[825]
Müslim'de yer alan
hadiste Peygamberimiz (s.a.v.),
"İşte açık
açık iman budur"
buyurarak takdir
ettiği şey, Sahabîlerin kalplerinden geçen kötü düşüncelere inanmak şöyle
dursun, onu söylemekten dahi çekinmeleridir. Yoksa vesvese açık iman demek
değildir. Vesvese şeytanın bir tuzağıdır.
Kul böyle vesveselere
maruz kaldığında telaşlanmadan imanı kuvvetlendiren âyetlerden okumalıdır.[826]
248.
Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
Ben Resûlullahın
zemzemi ayakta içtiğini gördüm."[827]
İzah
Zikrettiğimiz
kaynaklarda hadis Abdullah bin Abbas'tan (r.a.) rivayet edilir ve şöyledir:
"Resûlullaha
(s.a.v.) zemzem sundum, onu ayakta iken içti."
Bu hadislerde
Resûlullahın (s.a.v.) zemzemi ayakta içtiği bildirilmektedir. Oysa o bir
hadislerinde ayakta su içmeyi yasaklamıştır.[828]
Bu sebeple hadis
âlimleri bu farklı iki rivayeti birleştirirler. Meselâ İmam Nevevî bu iki
farklı rivayet için şöyle der:
"Ayakta su
içmeyle ilgili hadislerdeki yasaklık tenzîhen mekruhluk içindir. Ayakta su
içmesi ise ayakta su içmenin caiz olduğunu göstermek içindir."
İmam Suyûtî de
Resûlullahın (s.a.v.) zemzemi ayakta içmesinin sebebini şöyle açıklar:
"Resûlullahın
zemzemi ayakta içmesi, ayakta su içmenin câizliğini açıklama mânâsındadır.
Şöyle de denebilir: Kalabalık sebebiyle Peygamberimiz oturacak yer bulamadığı
veya zemzem kuyusunun çevresi ıslak olduğu için ayakta içmiştir."
Netice, Hanefî
âlimleri, Abdullah bin Abbas'ın (r.a.) rivayet ettiği hadise dayanarak zemzemi
ayakta içmenin sünnet olduğuna hükmetmişlerdir. İzahını yaptığımız Ebû
Hüreyre'nin (r.a.) rivayet ettiği hadis de Resûlullahın ayakta zemzem içtiğini
ifâde etmektedir.
Şâfiîler ise ayakta su
içmekle ilgili hadisleri tenzihen mekruhluk şeklinde yorumlarlar, bu hadisi de
ayakta su içmenin câizliğine yorumlarlar.
Böyle olunca zemzem
içen kimse ayakta içebileceği gibi, oturarak da içebilir. Serbesttir.[829]
249. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
bir Cuma gününde,
"Ey Müslümanlar,
muhakkak ki bu, Allah'ın size bayram kıldığı bir gündür. Bu günde yıkanınız ve
misvaklanınız" buyurdu.[830]
İzah
Cuma günü birçok insan
camide toplanır. İnsanların bir araya toplandıkları yerlerde ise birbirlerini
rahatsız etmeleri kaçınılmazdır. İşte Resûlullah (s.a.v.) çeşitli hadislerinde
ümmetine toplu bulundukları zamanlarda birbirlerini rahatsız etmemeleri için
tavsiyelerde bulunmuştur. Meselâ soğan ve sarımsak yiyenlerin bu bitkilerin
kokusu ağızlarında kaldığı müddetçe cemaate gelmemelerini istemiştir.
İşte bu hadislerinde
de yine birbirlerine rahatsızlık vermemeleri için Cuma namazına giderken banyo
yapmalarını, dişlerini misvaklamalarını, yani fırçalamalarını istemiştir.[831]
250. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Eğer insan ölümden sonra başına gelecekleri bilseydi, birşey yemez ve birşey içmezdi. Sadece göğsünü döverek ağlardı."[832]
İzah
Bâzı gafil kimseler
ölen biri hakkında "ebedî istirahatgâhına çekildi" derler. Oysa insan
kabre girip rahatla yatamaz.[833]
Aslında kabre konan biri kabir kapısıyla yeni bir hayat yolculuğuna çıkmaktadır.
Bediüzzaman'ın dediği gibi, insan, ruhlar âleminden, anne rahminden, çocukluktan, ihtiyarlıktan, dünyadan,
kabirden, berzahtan, haşirden, sırattan geçen uzun bir imtihan yolculuğundadır.[834]
İşte Peygamberimiz
yukarıdaki hadislerinde, insanın ölümden sonraki olan bu yolculuğunda başına
çok büyük hadiselerin geleceğini haber veriyor. Nedir bunlar?
Kişi eğer günahkârsa
kabirde çeşitli şekillerde azap görecektir. Cesedi kabirde çürürken ruhu
Cehennemde azaba çarptırılacaktır.
Kıyamet koptuğunda
kabrinde bunun dehşetini hissedecektir. Diriliş için sûra üflendiğinde şaşkın
şaşkın kabrinden kalkacak, sonra dehşetli bir şekilde mahşer yerine
sevkedilecektir.
Mahşer yerinde Allah'a
arz için uzun bir müddet bekleyecek, bu bekleme esnasında gerek sıcaktan,
gerekse sıkıntıdan boynuna kadar tere gömülecektir.
Sonra hesap için
Allah'a arzedilecek, Cenâb-ı Hak onunla konuşacak, kendisini verdiği
nimetlerden, emir ve yasaklarını yerine getirip getirmediğinden hesaba
çekecektir.
Sonra amel defterleri
açılacak, küçük büyük bütün günahlarını o defterinde yazılmış olarak
bulacaktır.
Ardından Allah ağzına
mühür vurarak derisini, el ve ayaklarını konuşturacak, onlara aleyhine
şahitlik yaptıracaktır. Ayrıca günah işlediği yerler işlediği günahları teker
teker sayıp ortaya serecektir.
Eğer Allah'ın affına
mazhar olmazsa gizli veya açıktan işlediği bütün günahları mahşer halkına
teşhir edilecektir.
Sonra mizana
gidilecek, ameller tartılacak, kişinin merak ve heyecandan gözleri yerinden
çıkacak gibi olacaktır. Üzerinde kul hakkı var ise sevapları alınıp hak
sahiplerine verilecek, bu yetmezse hak sahibinin günahları sırtına
yüklenecektir.
Sonra da Cehennem
üzerine kumları kıldan ince, kılıçtan keskin olan sırat köprüsüne sürülecek,
alev alev yanan ateşlerin üzerinden karşıya geçmesi istenecektir.
Bütün bu zorluklardan
kurtulamadığında da sırat köprüsünün üzerinden Cehenneme yuvarlanacak, orada
dehşetli bir azaba çarptırılacaktır.
Eğer insan bütün
bunları düşünecek olsa, Peygamberimizin de (s.a.v.) ifâde ettiği gibi birşey
yemez, içmez ve devamlı olarak göğsünü döverdi.
İnsan oğlunun ölümle
başlayan bu yolculuğu için Ölüm Cenaze Kabir ile Ölümden Sonra Diriliş isimli
eserlerimize bakılabilir.[835]
251. Yezid bin Câriye babasından rivayet ediyor:
Resûlullahın (s.a.v.) yanında bulunduğumda, birisinin ismini bilemezse,
"Ey Abdullah
[Allah'ın kulunun] oğlu" derdi.
[836]
252. Ebû Said el-Hudrî (r.a.) rivayet ediyor:
"Size birincisi ikincisinden daha büyük olan iki ağır emânet bırakıyorum. Biri semâdan yere uzanmış olan Allah'ın kitabı Kur'ân, diğeri de ailem, Ehl-i Beytimdir. Bu ikisi Havzın başında yanıma varıncaya kadar birbirinden ayrılmaz."[837]
İzah
Tirmizîdeki rivayetin
son kısmı şöyledir:
"...Bu ikisine yapışanlar tâ Kevser havuzunun başında bana gelinceye kadar asla doğru yoldan ayrılmayacaklardır. Sakın, sakın! Size bıraktığım bu iki emânet hususunda, bana nasıl olur da sırt çevirirsiniz?"
Hadisin diğer
rivayetinde, bırakılan ikinci emânet, "sünnet" olarak zikredilir.
Peygamberimizin bu
hadislerinde Kur'ân ile beraber Ehl-i Beytini bizlere emânet olarak bırakması,
sadece akrabalık bağarından kaynaklanmıyordu. Ehl-i Beytine dikkat çekmesinin
çok daha mühim sebepleri vardı.
Bediüzzaman bu
hikmetleri şöyle açıklar. (Meâlen alıyoruz):
Resûlullah bu
hadisiyle Ehl-i Beytine dikkat çekiyor. Çünkü, sünnet-i seniyyenin kaynağı,
koruyucusu ve her cihetle ona sahip çıkmakla mükellef olan Ehl-i Beyttir.
İşte bu sır içindir
ki, ümmetinin Kitap ve sünnete tâbi olmalarını istemiştir. Demek Ehl-i Beytten
peygamberlik vazifesi gereği muradı, sünnet-i seniyyesidir. Sünnet-i seniyyeye
tâbi olmayı terk eden, hakikî Ehl-i Beytten olmadığı gibi, Ehl-i Beyte hakikî
dost da olamaz.
Hem ümmetini Ehl-i
Beyt etrafında toplamak isteme arzusunun sırrı şudur ki: Zaman geçtikçe Ehl-i
Beytin çok çoğalacağını, Allah'ın bi id irmesiyle bilmiş ve İslâmiyetin
zayıflayacağını
anlamış. O halde, gayet kuvvetli ve
dayanışma içerisinde olan çok bir topluluk lâzım ki, İslâm âleminin manevî
yükselmesine kaynak ve merkez olabilsin. Allah'ın izni ile düşünmüş ve ümmetinin
Ehl-i Beyt etrafında toplanmasını arzu etmiş.
Evet, Ehl-i Beyt
mensupları, inanç ve iman hususunda başkalarından çok ileri olmasa da, yine
teslim olma, sahip çıkma ve taraftarlıkta çok ileridedirler. Çünkü İslâmiyete
fıtraten, neslen ve soy itibarıyla taraftardırlar. Soydan gelen taraftarlık,
zayıf ve şansız, hattâ haksız da olsa bırakılmaz. Nerede kaldı ki, gayet kuvvetli,
gayet hakikatli, gayet şanlı bütün dedelerinin bağlandığı, şeref kazandığı,
canlarını feda ettikleri bir hakikate taraftarlık, ne kadar esaslı ve fıtrî
olduğunu bilbedâhe hisseden bir zât, hiç taraftarlığı bırakır mı? Ehl-i Beyt,
işte bu şiddetli tarafgirlik ve fıtrî İslâmiyet cihetiyle İslâm dini lehinde
küçük bir delili kuvvetli bir burhan gibi kabul eder. Çünkü fıtrî taraftardır.
Başkası ise, kuvvetli bir delil gördükten sonra ancak taraftar olur, sahip
çıkar.[838]
Diğer taraftan,
Peygamberimiz (s.a.v.) bu nurlu nesilden gelecek Şâh-ı Geylânî, Câfer-i Sâdık,
Zeynelâbidîn gibi zâtları görmüş, onların İslâmiyete yapacakları büyük
hizmetleri hissetmiş, bunun için de ümmetinden Ehl-i Beytini sevmesini ve
etrafında toplanmasını istemişti. Resûlullahın Ehl-i Beytini sevmesinde, bunu
ümmetinden de istemesinde, elbette bu zâtların mühim hisseleri vardı.[839]
254. Âişe (r.a.) rivayet ediyor:
"Namaz iki rekat olarak farz kılındı. Sonra yolcu olmayan için artırıldı, yolcu olan için aynen bırakıldı."[840]
İzah
Hadiste de ifâde edildiği
gibi, namaz ikişer rekât olarak farz kılınmıştı. Müsned'deki rivayette akşam
namazının bundan istisna olduğu, bu namazın üç rekât olarak farz kılındığı
bildirilir. Bir rivayette namazın hicretten sonra dört rekâta çıkarıldığı
ifâde edilir. Yine Müsned'de yer alan rivayette, Hz. Âişe kıraatinin uzunluğu
sebebiyle sabah namazının yine iki rekât olarak bırakıldığını bildirir.[841]
254. Âişe (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
ihtilam olmaksızın cünüp olarak sabahlar, sonra gusleder ve orucuna devam
ederdi.[842]
İzah
Kişinin cünüp olarak
sabahlaması orucuna bir zarar vermez. Hadisten de anlaşılacağı gibi,
Peygamberimiz hanımıyla cinsî münâsebette bulunduktan sonra cünüp olarak
sabahlamış, namazdan önce gusletmiş, orucunu tutmuştur. Ancak güneş doğmadan
önce gusletmek gerekir. Gusledilmerliğinde sabah namazı geçeceğinden, haram
işlenilmiş olunur.
Burada Resûlullahın cünüp
olarak sabahladıkları zamanlarda abdest alarak yattığını da hatırlatalım.[843]
255. İbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor;
"Lohusa olan ve âdet gören kadın yıkanır, ihrama girer, hac vazifelerinin tamamını yapar, ancak temizleninceye kadar Kabe'yi tavaf edemez."[844]
İzah
Âdet ve nifas
halindeki kadının Kur'ân okuması, camiye girmesi, namaz kılması, oruç tutması
haram olduğu gibi, Kabe'yi tavaf etmesi de haramdır. Bu tavaf, ister haccın
farzlarından sayılan ziyaret tavafı, isterse değişik zamanlarda yapılan nafile
tavaflar olsun fark etmez. Çünkü Kabe mü'minlerin kıblesi, yeryüzünün ilk
mescidi, İslâmın en mühim rükünlerinden birisi olan haccın farzının yerine
getirildiği mukaddes bîr yerdir. Bu sebeple buraya hayız ve nifas gibi manevî
kirlilik halinde girmek caiz değildir. İzahını yaptığımız hadis bunu ifâde
eder. Konu ile iglili bir başka hadis ise şu mealdedir:
Biz hac için
Resûlullah ile beraber yola çıktık. Şerife veya buraya yakın bir yere
vardığımızda ben âdet gördüm. 'Hac vazifemi yapamayacağım' diye ağlamaya
başladım. Resûlullah beni ağlarken görünce yanıma geldi.
"Neyin var,
âdet mi gördün yoksa?"
diye
sordu.
"Evet"dedim.
Resûlullah şöyle
buyurdu:
"Bu hal Allah'ın Âdem'in (a.s.) kızlarına yazdığı, takdir buyurduğu bir şeydir. Bu sebeple sen hac vazifelerinin hepsini yerine getir, yapmaya çalış. Fakat âdet halin geçinceye kadar Kabe'yi tavaf etme."[845]
Evet, hacda iken âdet
gören kadınlar Arafat'ta, Müzdelife'de vakfe yapabilir, Mina'da şeytan
taşlayabilir, fakat temizleninceye kadar Kabe'yi tavaf edemezler.
Temizlendikten sonra Kabe'yi tavaf ederler, ardından da sa'y yaparlar.
Tafsilatı için Hanımlara Fetvalar isimli eserimizin 160, 161. sayfalarına
bakılabilir.[846]
256. Ali (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
kadınlarla mut'a nikahı yapmayı yasakladı.[847]
İzah
İslâmiyetten önce
Câhiliyye Devri Araplarınca yaygın olan mut'a nikâhı, belirli bir vakit için
kıyılan nikâhtır. Bu nikâhta bir erkek, meselâ bir aylığına, bir seneliğine
gibi belirli bir vakit için bir kadınla anlaşır, onunla beraber olur. Bu vakit
bittiğinde boşamaya bile gerek kalmadan kendiliğinden birbirinden ayrılırlar.
Mut'a nikâhının bir başka şeklinde ise, "Şu kadar beraber olmak
üzere" gibi bir vakit konuşulmaz, nikâh, "Erkeğin kadınla yaşamak
istediği müddetçe" şeklinde bir kayda bağlanır.
Bu evlilikte gaye bir
yuva kurmak, neslin devamını temin etmek, bir ömür boyu beraber yaşamak değil,
belirli bir vakit için şehvet duygusunu tatmin etmektir. Mut'a nikahıyla
evlenenler birbirine mirasçı olamazlar.
İşte bunun içindir ki,
dinimizde Câhiliyye Devrinin bu şekli tedricî bir şekilde haram kılındı. Hadis,
bu yasağı ifade eder. Konu ile ilgili bir başka hadis ise şöyledir:
"Ey insanlar! Ben mut'a nikahıyla evlenmek için sizlere izin vermiştim. İyi biliniz ki, Allah geçici nikâhla kadınlardan faydalanmayı kıyamet gününe kadar haram kılınmıştır. Artık kimin yanında mut'a nikahıyla evlendiği kadınlardan varsa onu derhal bıraksın."[848]
Konunun tafsilatı için
Hanefî ve Şâfiîlere Göre Evlilik ve Aile isimli eserimize bakınız.[849]
257. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Biriniz bir
topluluğa geldiğinde selâm versin, oradan kalkıp ayrılınca da selâm versin.
Şüphesiz bu selâmlardan birincisi ikincisinden daha hak değildir."[850]
258. Câbir bin Abdullah (r.a.) rivayet ediyor:
"Kul ile küfür arasında sadece namazın terki vardır."[851]
İzah
Ehl-i Sünnet
âlimlerine göre farziyetini inkâr etmediği müddetçe namaz kılmayan birisi
kâfir olmaz.
Ancak namazı terketmek
büyük günahlardandır. Her bir günah içerisinde küfre gidecek bir yol olduğu
unutulmamalıdır. Namaz gibi dinin direği olan bir ibâdeti terk eden birisi,
diğer ibâdetlerinde de tenbellik gösterir. Böyle birisinin vazifesini yapmamaktan
gelen korku ile Allah'ı, Cennet ve Cehennemi inkâr etmesi çok kolaydır. İşte
Peygamberimiz bu hadislerinde namazı terkeden birisinin zamanla küfre
düşebileceğine dikkat çekmiştir. Evet, bir Müslümanı küfürden alıkoyan şey
namaz kılmasıdır. Namazı kılmadığında artık o kimse ile şirk ve küfür
arasındaki mâni kalkmış olur.
Hadisten maksat,
sûreten küfür ve kâfirlere benzemek de olabilir. Çünkü namaz kılan bir mü'min
bununla kâfirden ayırt edilir. Namaz kılmayan mü'min ile kâfir arasında
görünüşte bir fark bulunmamaktadır.[852]
259. Ebû Said el-Hudrî (r.a.) rivayet ediyor:
"Ey Ehl-i
Beyt, Allah sizden kiri gidermek ve sizi tertemiz kılmak istiyor"
âyeti, beş kişi
hakkında nazil oldu. Bunlar: Resûlullah (s.a.v.), Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin'dir.[853]
260. Yezid bin Nu'man babasından rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.),
Bedir esirlerinin her birisini 4000 dirhem fidye karşılığında serbest bıraktı.[854]
İzah
Peygamberimiz Mekke'de
dâvasını açıkladığında müşriklerin büyük bir tepkisiyle karşılaştı. Müşrikler
hem ona eziyet ettiler, hem de kendisine inananlara çok ağır işkence yaptılar.
Nihâyetinde Resûlullah (s.a.v.) Allah'ın emri üzerine kendisine iman edenlerle
Medine'ye hicret etti.
Müşrikler İslâm nurunu
söndürmek üzere büyük bir ordu ile Medine üzerine saldırıya geçtiler. Böylece
Müslümanlarla müşrikler arasında ilk savaş yapılmış oldu. Bu, Bedir Savaşı
olarak tarihe geçti. Bedir Savaşında kalabalık müşrik ordusu, bir avuç inanmış
Müslüman ordusu karşısında büyük bir bozguna uğradılar. Ebû Cehil, Ümeyye bin
Halef gibi müşriklerin ileri gelenlerinde çoğu öldürüldü. Ayrıca pekçok da esir
alındı.
Peygamberimiz (s.a.v.)
bu esirleri, hadiste de bildirildiğine1 göre 4000 dirhem fidye karşılığında
serbest bıraktı. Okuma yazma bilen müşrikleri de Müslüman çocuklara okuma
yazma öğretmeleri karşılığında hürriyetlerine kavuşturdu.[855]
261. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:
"Sizin en hayırlınız Kur'ân'ı öğrenen ve öğreteninizdir."[856]
262. Enes (r.a.) rivayet ediyor:
"Kim ilim öğrenmek için yola çıkarsa, o, dönünceye kadar Allah yolundadır."[857]
İzah
Bilhassa Peygamberimiz
zamanında ve hemen sonraki asırlarda ilmin öğrenilmesi, yayılması, ilim için
seyahata çıkılması son derece sıkıntılı ve yol emniyeti olmadığından tehlikeli
idi. İlim öğrenmek ve bunu öğretmek pahasına böylesine sıkıntılı ve tehlikeli
bir işi insanlara yaptırabilmek, elbette büyük teşvikleri gerektirirdi. İşte
bunun içindir ki, Peygamberimiz gerek bu hadislerinde, gerekse pekçok
hadislerinde ilim için yolculuk yapmanın fazîletine diklcat çekerek ümmetini
buna teşvik etmiştir. Konu ile ilgili uzunca bir hadisin bir kısmı şöyledir:
"Kim ilim öğrenmek maksadıyla yola koyulursa, Allah o kimseye Cennet yolunu kolaylaştırır. Melekler ilim öğrenen kimselerden memnuniyetleri sebebiyle kanatlarını yerlere sererek onları kuşatırlar..."[858]
Bu teşvikler
sayesindedir ki, Sahabîler, Tabiîn ve Tebeî Tabiîn, ilim öğrenmek için, hattâ
sadece bir hadis Öğrenebilmek için günlerce yol gitmişlerdir. Bunun neticesinde
ise tefsir, hadis, fıkıh, tarih gibi ilimlerin temeli atılmış, böylece onların
başlattığı bu ilim mirası bizlere kadar ulaşabilmiştir. Allah hepsinden razı
olsun.[859]
263. Nu'man bin Beşîr (r.a.) rivayet ediyor:
"Birbirlerini
sevme hususunda mü'minlerin misâli, bir vücudun misâli gibidir. Vücudun bir
uzvu rahatsız olsa, diğer uzuvlar da uykusuzluk ve ateşle ona ortak olurlar.
Cesette bir et
parçası vardır. O iyi ve selâmette olunca vücudun diğer azaları da iyi ve
selâmette olur. O bozuk olunca, vücudun diğer azaları da bozuk olur."[860]
İzah
Buhârî ve Müslim'de,
"Birbirine merhamette, birbirine şefkatte" ilâvesi vardır. Konuyla
ilgili bir, başka hadis ise şu mealdedir:
"Mü'minin mü'mine bağlılığı, parçaları birbirine kuvvet ve destek veren binalar gibidir."
Resûlullah (s.a.v.) bu
sözünü kuvvetlendirmek için işaret parmaklarını birbirine geçirmişti.[861]
Başka bir hadis de şu
mealdedir:
"Kim
sabahleyin kalktığında Müslümanların sıkıntılarını kalbinde hissetmezse,
onlardan değildir."[862]
Hadisin ikinci kısmı
ile ilgili başka bir hadis de şu mealdedir:
"Kalb, hükümdarıdır. Askerleri vardır. Hükümdar düzgün olunca askerler de düzgün olur. O bozulunca askerleri de bozulur."[863]
264. Ebû Katade (r.a.) rivayet ediyor:
"Biriniz mescide girdiğinde oturmadan önce iki rekât namaz kılsın."[864]
İzah
Hadiste de ifâde
edildiği gibi, ister ziyaret için, ister öğrenmek veya öğretmek maksadıyla
olsun, herhangi bir mescide giren kimsenin iki rekât namaz kılması sünnettir.
Bu iki rekât namazla Allah'ın evine gereken saygı
gösterilmiş olur. Bu hürmet ilk bakışta mescide yapılmış olsa da, esas
itibarıyla Cenâb-ı Hakkadır.
Tâhiyyetü'l-mescid
namazı kılmak için şu şartlar gerekir:
1. Kerahet vakti veya nafile namaz kılmanın mekruh
olduğu vakit olmaması. Meselâ sabah namazını veya ikindi namazını kıldıktan
sonra nafile namaz kılmak mekruh olduğundan, bu vakitlerde camiye giren kimse,
tahiyyetü'l-mescid namazı kılamaz.
Şâfiîlere göre kerahet
vakitlerinde tahiyyetü'l-mescid namazı kılmak mekruh değildir.
2. Cemaatle namaza başlanmamış olmak.
Aynı mescide birkaç
defa girilecek olsa, Hanefî mezhebine göre tahiyyatü'l-mescid namazını bir defa
kılmak yeterlidir.
Şâfiîlere göre ise her
giriş için tahiyyetü'l-mescid namazı kılmak sünnettir.
Bir mescide herhangi
bir namazı kılmak, farzı kılmak veya cemaatle namaz kılmak niyetiyle ile
girilirse, kılınan namaz tahiyyetü'l-mescid namazı yerine de geçer. Tafsilat
için Ezan Cami Namaz isimli eserimizin 507-508. sayfalarına bakılabilir.[865]
265. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Sıcaklık şiddetlendiğinde namazı hava biraz serinleyince kılın. Çünkü şiddetli sıcaklık Cehennemin kızışmasındandır."[866]
İzah
Hadiste geçen
"serinleyince kılın" ifâdesi vücub ifâde eden emir değildir.
"Beklense daha iyidir" mânâsındadır.
Peygamberimizin bu
tavsiyesi, Arabistan sıcaklığı içindir. Sahabîler, bu emri verdiği zaman
Resûlullahın alın ve avuçlarının yerin sıcaklığından yandığını bildirmişlerdir.
Günümüzde sıcak sebebiyle öğle namazını tehir etmeyi gerektirecek bir durum yoktur.
Zaten camiler ve camilerin sergisi, sıcağa karşı koruyucudur.[867]
266. Ebû Lübâbe bin Abdülmünzir (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah,
"Allah'ım,
yağmur ver" diye duâ ederek
yağmur istedi.
Ebû Lübâbe, "Yâ
Resûlallah, ambarda hurma var" dedi.
Resûlullah (s.a.v.),
"Yâ Rabbi, Ebû
Lübâbe elbisesiz olarak kalkıp ambarın deliklerini elbisesiyle tıkamaya mecbur
kalıncaya kadar yağmur ver"
buyurdu.
Havada hiç bulut
görülmüyordu. Hemen yağmur yağdı.
Sahabîler etrafına
toplanarak Ebû Lübâbe'ye şöyle dediler:
"Ey Ebû Lübâbe, sen
Resûlullahın söylediği gibi, elbisesiz olarak kalkıp ambarının deliklerini
elbiselerinle tıkayıncaya kadar bu yağmur kesilmez."
Bunun üzerine Ebû
Lübâbe öyle yaptı da, bundan sonra yağmur kesildi, semânın yüzü açıldı.[868]
İzah
Peygamberimizin
hususiyetlerinden birisi de duasının Allah katında kabul edilmesiydi. Onun
duasının kabul edilmesiyle ilgili pekçok misâl vardır. Bu hadis de Resûlullahın
yaptığı yağmur duasının nasıl hemen kabul edildiğini göstermektedir.
Hadiste bahsi geçen Ebû
Lübâbe (r.a.), Ensardandır. Hicretten önce Müslüman olmuştu. İkinci Akabe
Bîatına katılan 75 Sahabîden birisidir. Peygamberimizin emri üzerine Medine'de
kaldığından Bedir Savaşına katılamadı. Fakat Uhud ve Hendek savaşlarında
büyük kahramanlıklar gösterdi. Ebû Lübâbe (r.a.) Hz. Ali'nin halifeliği
döneminde vefat etti. Onun hayatı hakkında tafsilatlı bilgi için Sahabîler
Ansiklopedisi isimli eserimize bakabilirsiniz.[869]
267. Enes (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah Safiyye'yi
hürriyetine kavuşturdu ve bunu onun için mehir saydı.[870]
İzah
134 numaralı hadisin
izahında Peygamberimizin (s.a.v.) Hayberli Yahudilerle savaştığını, onları
yendiğini ifâde etmiştik.
Bu savaşda birçok esir
alınmıştı. Bu esirlerden birisi de asıl ismi Zeyneb olan Hz. Safiyye idi. Hz.
Safiyye, Yahudi kabilelerinden olan Benî Nadir'in reisi Huyey bin Ahtab'ın
kızıydı. Hz. Harun'un neslindendi. Hayber Yahudilerinin reislerinden Rebî bin
Hukayk'ın oğlu Kinâne ile evliydi. Kocası Hayber Savaşında öldürülmüştü.
Mücâhitler Medine'ye
dönerlerken Peygamberimiz Hz. Bilal'den Safiyye'yi getirmesini istedi. Bilal
onu getirdiğinde İslâmiyeti anlattı ve şöyle bir teklifte bulundu:
"Eğer Müslüman olursan seni kendime eş olarak alacağım. Şayet dininde kalmayı tercih edersen seni serbest bırakacağım. Böylece kavminin yanına dönebileceksin."
Safiyye bu teklifi
kabul etti ve Peygamberimizle nikahlandı. Resûlullah (s.a.v.) hürriyetine
kavuşturmayı ona mehir saydı.[871]
Hz. Safiyye hakkında
tafsilat için Hanım Sahabîler isimli eserimize bakılabilir.[872]
268. Ömer bin Hattab (r.a.) rivayet ediyor:
"İnsanlardan ilk kaldırılacak şey emânettir. Sona kalacak olan da namazdır. Nice namaz kılanlar vardır ki, kendilerinde hayır yoktur."[873]
269. İbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor:
"Elbiselerinizin en hayırlısı beyaz olanıdır. Dirilerinize onu giydirin, ölülerinizi de onunla kefenleyin."[874]
Hadis, zikrettiğimiz
kaynaklarda,
"Size beyaz
elbiseyi tavsiye ederim..." "Çünkü beyaz daha temiz, daha
hoştur"
şeklinde de gelmiştir.[875]
270. Sa'd bin Ebî Vakkas (r.a.) rivayet ediyor:
"Ademoğlunun iki
vadi dolusu malı olsa, üçüncüsünü de ister. Ademoğlunun ihtiraslı nefsini ancak
toprak doldurur. Şu kadar var ki, tevbe edenin tevbesini Allah kabul
eder."
[876]
İzah
İnsanın yaratılışında
mevcut duygulardan biri de mal ve menfaat hırsıdır. Genelde insan zengin olup
iyi imkanlar içinde yaşamayı ister. Bu, mal sevgisinin en düşük haddidir. Aynı
arzunun sönmeyen bir hırs haline gelip insanın içini kavurması da sıklıkla
görülen bir hadisedir. İşte Peygamberimiz yukarıdaki hadislerinde insandaki bu
hırsa dikkat çeker. Resûlullah (s.a.v.) başka bir hadislerinde de insanoğlu
ihtiyarladıkça hayat hırsıyla birlikte mal hırsının da şiddetlendiğini
bildirmiştir.[877]
İnsandaki bu hırs,
kendisini her türlü zulüm ve haksızlığa sevk edebilir. Gözünü para hırsı
bürümüş insanların yapmayacağı kötülük yoktur. Bunlar hak hukuk dinlemeden
başkalarının haklarını zalimane gasbederler. Başkalarının elindekine göz dikerler.
Daha fazla kazanmak için sağa sola saldırırlar. Kazanmak uğruna gençleri
uyuşturucunun, kumarın, terörün içine atmaktan çekinmezler. Günümüz dünyasında
şahit olduğumuz ürkütücü manzara, insanın çok kazanma hırsından kaynaklanan
insafsız mücâdelenin tabiî bir neticesi değil midir?
Her hususta olduğu
gibi, hırs rızık kazanma yolunda da ziyana sebeptir. Çünkü bu dünya hikmet
yeridir. Cenâb-ı Hakkın kâinata koyduğu kanunlardan biri de varlıkların
meydana gelmesindeki hikmet mertebeleridir. Meselâ bir elmanın meydana gelmesi
için fidan dikmek, o fidanı sulamak, bakmak ve ondan sonra fidanın elma verme
zamanını beklemek gerekir.
Bunun gibi, her işin
neticesi böyle merhalelerden geçtikten sonra gerçekleşir. Fakat zaman zaman
insanlar bu hikmet kanununu unutur. Birkaç basamağı atlayarak en üst basamağa
çıkmak ister. Meselâ elinde fazla imkanı olmayan biri, çok zengin olmak ister,
hırs sebebiyle hiçbir işte tatmin olmaz, sık sık iş değiştirir, daldan dala
atlar. Neticede ise zengin olmadığı gibi elindeki sermayeyi de kaybeder.
Halbuki hırs göstermese, kaabiliyetli olduğu bir işte sebat etse, basamakları
sabırla teker teker çıksa, zengin olabilir.
Hırsın bu zararı
içindir ki, Bediüzzaman, "Mü'minde hırs sebeb-i hasârettir ve
sefalettir"[878]
der.
"Âdemoğlunun
ihtiraslı nefsini ancak toprak doldurur" cümlesi, insanoğlunun ölünceye
kadar dünya malı için hırs göstereceğini ifâde eder.
Hadiste, insanların
çoğunluğunun böyle olduğu nazara verilir. Yoksa aşırı ihtirastan uzak duran,
takva sahibi mü'minler de vardır.
Hadisin son kısmı,
böyle hırslı kimselere bundan vaz geçerek tevbe etmelerini hatırlatmaktadır. Bu
kısım aynı zamanda ne kadar zor da olsa, hırslı olmaktan vaz geçilebileceğini
de ifâde eder.
Hırsla ve hırsın zıttı
olan kanaatla ilgili tafsilatlı bilgi için Faiz Ticâret isimli eserimize
bakılabilir.[879]
271. Ebû Zerr (r.a.) rivayet ediyor:
Resülullahın (s.a.v.)
şöyle dediğini işittim:
"Ehl-i Beytimin
misâli Nuh kavmi arasında Nuh'un gemisine benzer. O gemiye binen kurtuldu, ona
muhalefet eden helak oldu. Ve
Ehl-i
Beytimin misâli İsrâiloğullarının Hıtta isimli kapısına da benzer."[880]
İzah
253 numaralı hadisi
izah ederken Peygamberimizin Kur'ân ile beraber Ehl-i Beytini bizlere emânet
olarak bırakmasının sadece akrabalık bağlarından kaynaklanmadığını, Ehl-i
Beytine dikkat çekmesinin çok daha mühim sebepleri olduğunu nazara vermiştik.
Ve bunun en büyük sebeplerinden birisinin Ehl-i Beytin sünnet-i seniyyenin
kaynağı, koruyucusu ve her cihetle ona sahip çıkmakla mükellef olduğunu ifâde
etmiştik. Gerçekten de Ehl-i Beyt, nurânî bir ağaç hükmüne geçmiş, başta Hz.
Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin olmak üzere onların çocukları, Zeynelabidîn,
Muhammed Bakır, Câfer-i Sâdık, Abdulkadir Geylânî ve asrımızda da Bediüzzaman
Said Nursî gibi Ehl-i Beyt mensupları İslâmiyeti maddî ve manevî tehlikelere
karşı korumuşlardır.
Bu hadis de Ehl-i
Beytin doğru İslâmiyeti bilme ve yaşama noktasını nazara vermektedir. Ehl-i
Beyt, bu yönüyle Nuh'un (a.s.) gemisine ve İsrâiloğullarının "Hıtta"
isimli kapısına benzetilmektedir.
Bilindiği gibi, Nuh
(a.s.), kendisine iman edenleri Allah'ın emri üzerine yaptığı gemisine almış,
bu gemi dağlar gibi dalgalar arasında yol alarak içindekileri sâhil-i selâmete
çıkarmış, ona binemeyenler ise helak olmuşlardır.
Hadiste Ehl-i Beytin
ikinci olarak benzetildiği "Hıtta Kapısı" ise kısaca şudur:
235 numaralı hadisi
izah ederken açıkladığımız gibi, Yüce Allah Hz. Mûsâ'yı ve ona iman edenleri
Firavun'un zulmünden kurtarmıştı. Kafile uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra
Eriha şehrine ulaşmıştı. Burada zâlim bir topluluk oturuyordu.
İsrâiloğullarının çölden kurtulup buraya yerleşmeleri onlarla savaşmalarına
bağlıydı. Eğer bunu yaparlarsa biraz külfet çekseler de rahata kavuşacaklardı.
Yüce Allah Musa'ya
(a.s.) İsrâiloğulları ile beraber bu şehre girmelerini emretti.
"Şu beldede
yerleşin ve dilediğiniz yerden bol bol yiyin. Kapısından da secde ederek
girin" buyurmuştu.[881]
İşte bu âyette secde
edilerek girilmesi istenilen kapı, İsrâiloğullarını huzur ve selâmete
kavuşturacak olan kapı idi. Yani hadiste Ehl-i Beytin benzetildiği "Hıtta
Kapısı" idi. Fakat İsrâiloğulları kendilerine verilen nimetlere nankörlük
ettiler. Peygamberlerine isyan ettiler, Allah'ın bu emrini yerine
getirmediler. Allah da onları cezalandırdı. Hadisenin tafsilatı için Tarih Aynasında
Yahudiler isimli eserimizin 98-102. sayfalarına bakınız.[882]
272. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:
"Kim Müslümanların bir işini üzerine alır da onları aldatırsa, ateştedir."[883]
273. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Kim "Lâilâhe illalllah=Allah'tan başka ilâh yoktur" derse, kendisine azap dokunduktan sonra da olsa bu ona ömrünün bir kısmında fayda verir."[884]
274. Abdullah bin Ebî Katâde babasından rivayet ediyor:
Resûlullahın (s.a.v.)
şöyle buyurduğunu işittim:
"Kişi ölümünden sonra kendisine duâ eden sâlih evlattan, sevabı kendisine ulaşan varlığı devam eden ve istifade edilen bir eserden, kendisinden sonra amel edilen ilimden daha hayırlı birşey bırakmamıştır."[885]
İzah
Bir ölü kabre konulur
konulmaz amelleriyle baş başadır. Dünyadaki yaşayışına göre ya mükâfat veya
ceza görür.
Bir de günah cihetiyle
ölen mü'mini sevap cihetinde yaşatan ameller vardır. Mü'min bir kul öldüğünde
artık günah işlemeyeceğinden günah defteri kapanır. Fakat bâzı ameller vardır
ki, bunu işleyen kimseler ölmüş olmalarına rağmen devamlı olarak sevap
kazanırlar.
İşte Peygamberimiz
(s.a.v.) yukarıdaki hadislerinde bu amelleri saymaktadır. Zikrettiğimiz
kaynaklarda hadis,
"Kişi öldüğünde
şu üç şeyden gelenler hariç ameli kesilir...." şeklinde gelmiştir.
Sevgili Peygamberimiz
bir başka hadislerinde Allah yolunda hizmet ederken ölenlerin de amel
defterlerinin kapanmayacağını bildirmiştir.[886]
Bu ameller ölüye
vefatından sonra da fayda temin edip amel defterindeki sevap hanesini
yükselttiği gibi; kötü bir çığır açan kimseye açtığı o kötü çığırda günah
işlenmeye devam edildiği müddetçe günah yazılır. Peygamberimiz bununla ilgili
olarak da şöyle buyurmuştur:
"Her insan öldürüldüğünde onun günahından Âdem'in oğlu Kabil'e bir hisse yazılır. Çünkü öldürmeyi ilk başlatan o olmuştur."[887]
Öyle ise her mü'min günah
cihetiyle ölüp, sevap cihetiyle yaşayabilmenin yollarını araştırmalı; sayılan
amellere sahip olmaya gayret göstermelidir.[888]
275. Enes bin Mâîik (r.a.) rivayet ediyor:
"Sıhhatine zarar gelmesinden korkan hâmile kadın ile, çocuğuna zarar gelmesinden korkan emzikli kadının oruç tutmama izni vardır."[889]
İzah
Bütün ibâdetlerde
olduğu gibi, oruçta da dinimizin getirdiği bâzı kolaylıklar ve ruhsatlar
vardır. Bâzı kimselere durumlarına göre oruç tutmama ruhsatı verilmiştir.
Bunlardan bâzıları yolcular, hastalar, âdet ve nifaz halindeki kadınlardır.
Peygamberimiz bu hadislerinde
de hâmile ve emzikli kadınlara da oruç tutmama hususunda ruhsat verildiğini
bildirmektedir. Hamile veya emzikli kadın oruç tuttuğu takdirde kendisinin veya
çocuğunun halsiz düşeceğinden, hastalanacağından endişe ederse, oruç
tutmayabilir. Tutamadığı oruçları sonradan kaza eder. Fakat fazla rahatsızlık
duymayan hâmile kadının mecbur olmamakla beraber oruç tutması uygun olur.
Çocuğu mama veya benzeri bir şeyle doyurabilen emzikli kadın da orucunu
tutarsa daha iyi olur. Zaten ruhsat çocuğa zarar gelme endişe için verilmiştir.[890]
276. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Resûlullah
(s.a.v.) A'la bin Hadremî'yi Bahreyn'e göndermişti. Ben de onunla beraber
gittim. Kendisinde birbirinden garip üç hadise gördüm. Deniz kıyısına
vardığımız zaman bize:
"Besmele çekin ve
kendinizi denize bırakın" dedi. Besmele çekerek kendimizi suya bıraktık.
Denizin öbür kıyısına geçtiğimiz halde ayakkabılarımızın altı bile ıslanmadı.
Döndüğümüz zaman da
bir çölde yürürken suyumuz kalmadı. Susuzluktan ona yakındık. "İki rekât
namaz kılın" dedi. Sonra dua etti. O esnada kalkan gibi bir bulut göründü
ve oluklarının ağzını açtı. Kana kana su içtik ve hayvanlarımızı da suladık.
"Yolda vefat
etti, onu gömdük. Fakat bir müddet sonra canavarlar çıkarıp onu yemesin diye
endişe ederek kabrini kazdığımızda onu orada bulamadık."[891]
İzah
Hadiste de ifâde edildiği
gibi, Resûlullah A'la bin Hadramî'yi elçi olarak Bahreyn'e göndermiş, Ebû
Hüreyre'yi de (r.a.) kendisine yol arkadaşı olarak vermişti.
Ebû Hüreyre'nin (r.a.)
Hz. A'lâ'da gördüğünü söylediği üç hal, Bahreyn yolculuğunda olmamıştır. Bunlar
onunla olan daha sonraki beraberliklerinde meydana gelmiş kerametlerdir. Çünkü
Hz. A'la Peygamberimizden çok sonraları vefat etmiş bir Sahabîdir. Hz. Ömer Alâ
bin Hadramî'yi de bu birliğe kumandan tayin ederek onu fetihle vazifelendirmiş,
ayrıca bir mektup yazarak kendisine şu hatırlatmada bulunmuştur:
"Cenâb-ı Hak, insanları ve bu varlığı hangi gaye ile yarattığını bize bildirmiştir. Sen de ne için yaratılmış isen o şeye çalış ve başka şeylerden vazgeç. Çünkü dünya geçicidir, âhiret ise ebedîdir. Dünyanın geçici lezzetleri seni ebedî olan âhiret lezzetlerini görmekten alıkoymasın. Allah'ın yasak kıldığı şeyleri işlemekten sakın. İstediği kimseye ilim ve hikmetiyle üstünlük veren Cenâb-ı Haktır. Allah bizi de, seni de kendisine itaat etmeye ve azabından kurtulmaya muvaffak eylesin."[892]
Bahreyn'e ulaşan Hz.
A'la, Peygamberimizin mektubunu hükümdara takdim etti. Hükümdar mektubu
okuduktan sonra da hatip bir Sahabî olan Hz. A'la onu şu sözlerle İslâmiyete
davet etti:
"Ey Münzir! Şüphesiz
sen dünya işlerinde büyük bir akla sahipsin. Bak, iyi düşün! Hiç yalan
söylemeyen bir kimseyi tasdik etmemek, verdiği sözden hiç caymayan kimseye
itimad etmemek, inanmamak sana yakışır mı? İşte böyle olan o ümmî Peygamberdir
ki, vallahi aklı başında olan hiç kimse, hiçbir zaman onun emrettiği bir şeyin
yasaklanması; onun yasakladığı şeyin de aslında emredilmesi gerektiğini
söyleyemez."
Gerek Resülullahın
mektubunun, gerekse Hz. A'lâ'nın sözlerinden etkilenen hükümdar Münzir, biraz
düşündükten sonra Müslüman olmaya karar verdi ve bunu şu sözlerle ilân etti:
"Elimdeki
saltanata baktım; onu, âhiret dışında, sadece dünyaya yarayacak şekilde
buldum. Sizin dininize baktım; onun dünyayı da, âhireti de birlikte mütalaa
ettiğini gördüm. Kendisinde dünyada rahat bir şekilde yaşama ve âhirette de
ebedî bir hayat bulunan böyle bir dini kabul etmeme ne mâni var?"[893]
Bundan sonra A'lâ bin
Hadramî (r.a.) bir mektup yazarak bu durumu Resülullaha (s.a.v.) müjdeledi.
Bu haberi alan
Peygamberimiz çok sevindi ve Hz. Bahreyn'e vali olarak tayin etti.[894]
277. Âişe (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah oruçlu iken
sürme sürmüştür.
[895]
İzah
Araplar gözlerine
sürme çekerlerdi. Fakat bu, günümüzde kadınların gözlerine çektikleri sürmeden
farklıydı. Resûlullah ve Sahabîler bahsi geçen sürmeyi süslenmek için değil,
tedâvî maksadıyla kullanırlardı. Nitekim Peygamberimiz bir hadislerinde
sürmenin bu özelliğini şöyle bildirmiştir:
"Sürmelerinizin en iyisi ismid denilenidir. Çünkü o gözü temizler, görmeyi artırır, kirpikleri gürleştirir."
Başka bir hadiste de
Peygamberimizin bir sürmeliği olduğu, her gece gözüne üçer defa sürme çektiği
bildirilir.[896]
Peygamberimizin
sürmeyi yatarken kullanması da bunun süslenme maksadıyla olmadığını gösteren
bir başka husustur.
Türbüştî, hadiste
geçen ismidle ilgili olarak şöyle der:
"Bu, madenî bir
taştır. Gözdeki yaşı ve yaraları emer, gözün sıhhatini korur, bilhassa
yaşlılarda ve çocuklarda gözün damarlarını kuvvetlendirir."[897]
278. Abdullah bin Mes'ud (r.a.) rivayet ediyor:
"Her borç bir sadakadır."[898]
İzah
Müşterek hayatın vaz
geçilmez unsurlarından biri olan borçlanma, insanın en küçük ihtiyaçlarını
dahi tanzim eden Kur'ân ve sünnette elbetteki ihmal edilmemiştir. Cemiyet
hayatının huzur ve ahenk içerisinde devam etmesi için faizi haram kılan
Rabbimiz, yine aynı hikmete binâen zekât, sadaka gibi, karşılıksız borç vermek
gibi müesseseleri emretmiştir. Kur'ân-ı Kerimde ehemmiyetine işaret edilerek
mü'minlerin ihtiyaç sahiplerine karşılıksız borç para vermeleri şöyle teşvik
edilir:
"Sadaka veren erkeklerle sadaka veren kadınlar ve Allah rızâsı için bağışta bulunmak suretiyle Allah'a güzel bir borç verenlere bunların karşılığını Allah kat kat verecektir. Onlar için pek değerli bir mükâfat da vardır."[899]
Karşılıksız olarak,
sırf Allah rızâsı için, feragat ve kardeşlik duyguları içerisinde verilen borca
"karz-ı hasen" "güzel borç" denilmesi, güçsüzleri sömürme
ve onların sırtından para kazanma esâsına dayalı faizin kötü bir borç olduğunu
ifâde eder. Zaten karz-ı hasen, faize alternatiftir.
Peygamberimiz de
pekçok hadislerinde mü'minin bir sıkıntısını gidermenin ebedî saadete vesile
olduğunu açıklamıştır. İşte yukarıdaki hadislerinde de borcu bir sadaka olarak
değerlendirmiş, ümmetini borç vermeye teşvik etmiştir.
Resûlullah (s.a.v.)
bir başka hadislerinde de borç isteyenin mutlaka ihtiyacından dolayı istemiş
olacağından dolayı karz-ı hasenin sadaka vermekten daha sevap olduğunu ifâde
etmiştir.[900]
Burada dinimizin ne
zarara uğrama, ne de zarara uğratma şeklindeki bir prensibinden de bahsetmek
isteriz. Dinimizde bir yandan borç vermeyi tavsiye ederken, diğer taraftan da
borçluya borcunu iyilikle ve zamanında ödemesi tavsiyesinde bulunulmuştur.
İmkânı olduğu halde borcu ödememek zulüm olarak telâkki edilmek suretiyle
denge temin edilmiş, borç verenin hakkı ve hukuku korunmuştur.
"En
seçkinleriniz, borcunu en güzel şekilde ödeyendir"[901]
müjdesiyle de borcu
zamanında ödemenin faziletine dikkat çekilmiştir.
Konu ile ilgili geniş
bilgi için Faiz Ticâret isimli eserimizin 33-47. sayfalarına bakılabilir.[902]
279. Ali bin Ebî Tâlib (r.a.) rivayet ediyor:
"Üzeri yazılı
hiçbir kağıt yoktur ki, yere atılsın da, Allah meleklerini gönderip onu onların kanatları altına
almasın. Bu durum Allah'ın velî kullarından birini göndermesine kadar devam
eder. O kul kağıdı alır, kaldırır. Melekler onu kuşatırlar.
Kim Allah'ın
isimlerinden birisinin yazılı olduğu bir kağıdı yerden kaldırırsa, Allah da
onun ismini illiyyîne yükseltir. Ve anne babası kâfir de olsa onlardan azap
hafiletilir."[903]
280. Muhammed bin Mesleme (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
şöyle buyurdu:
"Ey Muhammed [bin Mesleme], insanların dünya için birbirleri ile çarpıştıklarını gördüğün zaman kılıcını al ve kırılıncaya kadar Harem'de en büyük bir kaya parçasına vur. Sonra hatâ ile öldürülünceye veya takdir edilmiş bir ölüm gelinceye kadar evinde otur."
Muhammed bin Mesleme
diyor ki: "Ben Resûlullahm bana emrettiğini aynen yaptım."[904]
İzah
Hadiste ismi geçen
Muhammed bin Mesleme (r.a.) Resûlullahın sevdiği bir Sahabe idi. Peygamberimiz
kendisine zaman zaman mühim görevler verirdi. Burada da ona tavsiyede
bulunuyor. Muhammed bin Mesleme de (r.a.) bu tavsiyeyi aynen yerine getirdiğini
ifâde ediyor.
Hz. Ömer devrinde de
pek mühim hizmetlerde bulunan bu büyük Sahabî, Hz. Osman devrindeki fitnelere
karışmadığı gibi, Hz. Ali ile birlikte yatıştırıcı rol oynadı.[905]
281. Abdullah bin Ebî Evfâ (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
çok zikreder, lüzumsuz konuşmaz, namazı uzatır, hutbeyi kısaltır, ihtiyaçlarını
görmek üzere, dul kadınlarla ve fakirlerle beraber yürümekten çekinmezdi.[906]
Fakir ve kimsesizlerin ihtiyaçlarını görürdü.[907]
282. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah yanımıza
geldi ve,
"Kalkanınızı
alın" buyurdu.
Biz, "Gelen bir
düşman sebebiyle mi?" dedik. Şöyle buyurdu:
"Cehenneme karşı kalkanınızı alın. 'Sübhanallah, elhamdülillah, lâilâhe illallah ve Allâhü ekber' deyin. Çünkü bunlar, kıyamet günü söyleyenin önünden, ardından yürümek ve onu korumak üzere gelirler. Bunlar, Kur'ân'ın belirttiği 'Baki kalan sâlih ameller'dir."[908]
İzah
Kur'ân'da, "Baki
kalan sâlih ameller"in fazileti şöyle bildirilir:
"Doğru yolu kabul edenlerin Allah hidâyetini artırır. Baki kalan salih ameller ise, Rabbinin katında mükâfat bakımından da daha hayırlıdır, akıbetçe de daha hayırlıdır."[909]
283. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Cennetin
kokusu beş yüz yıllık mesafeden duyulur. Yaptığı iyiliği başa kakan, içki
müptelası, anne ve babasına karşı gelen kimse, buna rağmen Cennetin kokusunu
duyamaz."[910]
İzah
Bu hadiste mahşer yerinde
Cennetin kokusunun beş yüz yıllık mesafeden duyulabileceği bildiriliyor. Başka
bir hadiste bu mesafenin bin yıl olduğu bildirilir.[911]
Buna rağmen bâzı kimseler
Cennetin kokusunu duyamayacaklardır. Yukarıdaki hadisde mahşer yerinde bu
kokuyu duyamayacaklardan üç grup sayılıyor. Başka hadislerde de Cennetin kokusunu
duyamayacak olan başka kimseler sayılıyor. Bunlardan bâzıları şunlar:
1. Lüzumsuz olarak kocasından boşanma isteğinde bulunan
kadın,[912]
2. Müslümanların işini üzerine alıp kendisini gözetip koruduğu
gibi onları korumayan idareci.[913]
3. İslâm ülkesinde yaşayan, Allah ve Resulünün
zimmetinde olan gayr-i müslimleri öldürenler,[914]
4. Peygamberimiz adına yalan söyleyenler,
5. Kendilerini miras ve başka menfaatler için
babalarından başkasına nispet edenler,
6. Âhiret ameliyle dünyalık isteyenler.[915]
7.
Tesettüre dikkat etmeyen kadınlar.[916]
284. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Birisi
diğerine zarar vermek suretiyle iki kişi Cehennemde bir araya gelmez. Bir
Müslüman bir kâfiri öldürmüş, sonra da Müslümanlara istikameti gösteriyor.
Kendisi de ifrat ve tefritten sakınarak yaşıyor.
Mü'minin Allah
yolunda maruz kaldığı tozla Cehennem ateşi birleşmez.
Mü'minin kalbinde
iman ile hased birleşmez."[917]
İzah
Hadis, kâfiri öldüren,
Müslümanlara istikameti gösteren, kendisi de istikamet üzere yaşayan bir
mü'minin Cehenneme girmeyeceğini veya eğer cezayı hak etti ise en azından
öldürdüğü kâfirle aynı yerde olmayacağını ifâde ediyor.
Bâzıları bu rivayetin
herhangi bir râvi tarafından değiştirilmiş olabileceğini söylerler. Onlara göre
hadisin doğru rivayeti şöyledir:
"Bir kâfir bir mü'mini öldürür de sonra da hidayeti bulursa...."
Hadisin ikinci
kısmında Allah yolunda gayret gösteren bir mü'minin Cehenneme girmeyeceği
nazara veriliyor.
Son kısımda da
mü'minin kalbinde iman ile hasedin birleşmeyeceği bildiriliyor. Yani mü'min
hasetçi olmaz. Diğer bir ifâdeyle, hased mü'minin sıfatı değildir. Çünkü hased
İslâmiyetin
yasakladığı çirkin huylardandır.
[918]
285. Said bin Cübeyr (r.a.) rivayet ediyor:
İbni Ömer ile
yürüyordum. Bir topluluğa rast geldik. Bir kuşu dikmişler hedef alıyorlardı.
İbni Ömer şöyle dedi:
"Böyle yapana
Allah lanet etmiştir. Ben Resûlullahın (s.a.v.) canlı bir hayvanı hedef tahtası
olarak kullanmayı yasakladığını işittim."[919]
İzah
Zikrettiğimiz
kaynaklarda hadis, "Hiçbir canlıyı hedef edinmeyin" şeklinde
gelmiştir.
Hadisin başka bir
rivayette atıcıların kuşun sahibine boşa attıkları her ok karşılığında para
verdikleri kayıtlıdır.[920]
286. İbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor:
"Allah bana kızımı Osman ile evlendirmemi vahyetti."[921]
İzah
Hz, Osman ilk
Müslümanlardandı. Peygamberimizin çok sevdiği birisiydi. Bu sevgi sebebiyledir
ki, Resulüllah Allah'ın vahyi üzerine Kızı Hz. Rukiyye'yi ona nikahladı.
Bedir Savaşı esnasında
Hz. Rukiyye vefat etti. Peygamberimiz yine Allah'ın emri gereği diğer kızı
Ümmü Gülsüm'ü de (r.a.) ona nikahladı. Bundan sonra Hz. Osman
"Zinnûreyn" yani "iki nur sahibi" olarak anıldı.
Hicretin 9. yılında
Hz. Ümmü Gülsüm de vefat etti. Resûlullah (s.a.v.),
"Şayet on tane
daha kızım olsaydı hepsini teker teker Osman'a nikâhlardım" buyurarak onu teselli etti.
Peygamberimizin
yukarıdaki hadiste,
"Allah kızımı
Osman ile evlendirmemi vahyetti"
buyurulması, Hz. Osman'ın Allah katındaki faziletini gösterir.[922]
287.
Hüreym bin Fâtik (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah benim
hakkımda,
"Hüreym ne iyi
bir genç! Saçını kısaltsa, elbiselerini de yere sürünmekten kurtarsa" buyurdu.
Saçımın uzunluğu
kulaklarımı geçmez. Elbisem de topuklarımdan aşağıya geçmez.[923]
İzah
Hüreym (r.a.) Irak
tarafında iken, karanlığın iyice bastığı bir zamanda gaybdan şöyle bir ses işitmişti:
"Vah! Vah!
Allah sana acısın, Allah'a sığın. O İzzet ve Celâl sahibidir. Beka ve şeref Onundur."[924]
Hüreym Medine'ye
döndüğünde, Resûlullahın da aynı şeyleri söylediğini duyarak Müslüman oldu.
Bedir Savaşına katıldı.
Hz. Hüreym, Resûlullahın
kendisinde gördüğü gurur ve kibir alâmeti olan iki şeyi ikaz etmesi üzerine,
"Çok doğru söylüyorsun yâ Resûlullah" diyerek hemen gitmiş, saçını
ve elbisesini kısaltmıştır. Kendisinin bildirdiğine göre bir daha eski haline
asla dönmemiştir.
Hüreym (r.a.) Hz.
Muâviye zamanında vefat etti. Allah kendisinden razı olsun.[925]
288. Selman el-Fârisî (r.a.) rivayet ediyor:
"Toprağa meshedin [teyemmüm edin]. Şüphesiz o size karşı iyilikseverdir."[926]
İzah
Hadiste emredilen
teyemmüm, bir çeşit manevî temizliktir. Su bulunmadığında veya kullanılmasına
imkan olmadığı zamanlarda, temiz olan toprak veya toprak cinsinden bir şey ile
manevî pislikten temizlenmek maksadıyla yüzü ve dirseklere kadar elleri
meshetmektir.
Teyemmüm,
"Su bulamazsanız, o zaman temiz bir toprakla teyemmüm edin. Yüzünüzü ve ellerinizi o toprakla meshedin"
ifadesiyle Kur'ân'da
da emredilir. Ve âyetin devamında
"Allah size
güçlük çıkarmak istemez"
buyurularak teyemmümün bir kolaylık olduğu nazara verilir.[927]
Bu kolaylık sadece Peygamberimizin
ümmetine verilmiştir.[928]
Toprağın insana karşı
"iyiliksever" olması mecazdır. İnsanın topraktan yaratıldığı,
toprağın insana düşek olması insanın yine ona döneceği hususu
hatırlatılmaktadır.[929]
289. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Kim gündüz veya gece Yâsîn Sûresini Allah'ın rızâsını gözeterek okursa, günahları bağışlanır."[930]
İzah
Hadiste faziletine
dikkat çekilen Yâsîn Sûresi, Mekke'de nazil olmuştur. 83 âyettir. Bu sûrenin
faziletini bildiren pekçok hadis vardır. Bu hadislerden birinde herşeyin bir
kalbinin bulunduğu, Kur'ân'ın kalbinin de Yâsîn Sûresi olduğu bildirilmiştir.[931]
Kur'ân'ın bütün sûre ve
âyetlerinin etrafında döndüğü dört temel esas vardır. Bunlar: (1) Allah'ın
varlık ve birliğinin ispatı, (2) peygamberlik müessesesinin ispatı ve
Peygamberimizin peygamberliğinin hakkaniyeti, (3) öldükten sonra dirilme
gerçeğinin zihinlere nakşedilmesi (4) ve adalet. Yâsîn Sûresine baktığımızda
Kur'ân'ın bu dört esasını kendinde topladığını, bilhassa tevhid ve haşir, yani
öldükten sonra dirilme delillerine ağırlık verdiğini görürüz.[932]
292. Ebû Said el-Hudrî (r.a.) rivayet ediyor:
Amcası Abbas
Resûlullahı koruyanlardandı.
"Ey Resul,
Rabbinden Sana indirileni insanlara bildir. Bunu yapmazsan elçiliğini yerine
getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan korur"
[933]âyeti
nazil olduğunda, Resûlullah korumayı kaldırdı.[934]
İzah
Tirmizî ve
Müstedrek'te "Ey insanlar, artık gidebilirsiniz. Çünkü Allah beni korumayı
deruhte etti" ziyâdesi vardır.
Gerçekten de Allah
pekçok defalar Habibini düşmanlardan korumuştur. Bunun pekçok misâlinden iki
misâl zikredeceğiz.
Zâtü'r-rika gazvesi
esnasında Resûlullah bir ağacın gölgesi altına çekilmişti. Kılıcını üstüne
astı. Sinsice yaklaşan bir müşrik kılıcını alarak kınından çıkardı ve
Resûlullaha "Benden korkuyor musun?" dedi. Resûlullah (s.a.v.),
"Hayır"
dedi.
Müşrik, "Peki
şimdi seni elimden kim kurtaracak?" diye sordu. Peygamber Efendimiz,
"Allah
kurtaracak. Bırak kılıcı" dedi.
Müşrik o anda neye
uğradığını şaşırdı. Elindeki kılıcı derhal bıraktı.[935]
Tebbet Sûresi nâzil olup
bu sûrede Ebû Lehep ve hanımı Ümmü Cemil Cehennemle tehdit edilince Ümmü Cemil
buna çok kızdı. Eline koca bir taş alarak, "Bunu Muhammed'in kafasına
vuracağım" dedi. Sonra da Peygamberimizi aramaya çıktı.
Resûlullah (s.a.v.) o
sırada Hz. Ebû Bekir ile birlikte Kabe'nin yanında oturuyordu. Ebû Bekir
(r.a.) onu elinde taş ile geldiğini görünce, Peygamberimize bir zarar
vermesinden korktu, "Yâ Resûlallah," dedi. "Bu Ümmü Cemil'dir.
Eziyet edici biridir. Sana doğru geliyor. Sana bir zararı dokunmadan kalkıp
gitsen" dedi.
Resûlullah,
"O beni
göremez" buyurdu. Gerçekten de
Cenâb-ı Hak Sevgili Habibini onun gözünden gizledi. Ümmü Cemil Hz. Ebû Bekir'i
gördü, ona "Ey Ebû Bekir, arkadaşın nerede?" diye sordu. Fakat onunla
beraber oturan Peygamber Efendimizi göremedi. Sonra da çekip gitti.
Bunun üzerine Ebû
Bekir (r.a.) Peygamberimize döndü ve "Ey Allah'ın Resulü, o seni göremedi
mi?" diye sordu.
Resûlullah (s.a.v.),
"Evet, beni
görmedi. Allah onun gözlerini aldı, beni göremez hale getirdi" buyurdu.[936]
291. Abdullah bin Mes'ud (r.a.) rivayet ediyor:
"Söz borçtur."[937]
İzah
İslâm doğruluk
dinidir. Ya yalancılıktan, ya ihmalkârlıktan doğan sözünde durmama huyu, şuurlu
Müslümana yakışmayan bir davranıştır. Gerek âyet-i kerimelerde, gerekse hadis-i
şeriflerde bu mesele üzerinde hassasiyetle durulmuştur. Meselâ Kur'ân-ı
kerimde, "sözünü yerine getirme" ve "anlaşmalara sâdık kalma"
gerçek iyilikler arasında sayılmıştır.[938]
Mü'minûn Sûresinde de
Müslümanın sözünde durması gerektiği şöyle ikaz edilir:
"O mü'minler ki, Allah'a ve kullara karşı olan emânet ve mes'uliyetlerini yerine getirirler ve sözlerinde dururlar."[939]
Kur'ân'da sözünde
durmak ısrarla emredilirken ve gerçek iyilikler arasında sayılırken konu
üzerinde doğruluk rehberi Resûlullah da (s.a.v.) hassasiyetle durmuştur.
İzahını yaptığımız hadiste, "sözün bir borç" olduğunu bildirirken,
bir hadislerinde de sözünde durmama vasfını iki yüzlü münafıklara yakıştırır ve
bunun münafıkların vasfı olduğunu bildirir.[940]
Evet, insanın birine
söz vermesi ve vaadde bulunması, sahibi için artık bir mes'uliyettir. Çünkü
verilen sözle veya yapılan anlaşma ile karşı tarafa maddî veya manevî
birşeyler bekler duruma gelmiştir. Söz yerine getirilmediğinde onların maddî ve
manevî zarara, en azından hayal kırıklığına uğraması söz konusudur. Bunun
içindir ki, İsrâ Sûresinde,
"Verdiğiniz
sözü yerine getirin. Çünkü verilen söz mes'uliyet gerektirir"
buyrularak meselenin
ehemmiyetine dikkat çekilmiştir.[941]
Ancak kişi meşru
mazeretlere binâen sözünü yerine getirememiş olabilir. Sözünü yerine getirmek
hususunda gayret gösterdiği halde buna muvaffak olamayan kimse için bir
mes'uliyet yoktur. Peygamberimiz bununla ilgili olarak da şöyle buyurur:
"Birisi bir mü'min kardeşine söz verir, fakat zarurî bir sebepten dolayı yerine getirmezse, bunda bir mes'uliyet yoktur."[942]
292. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Namaz kılan birinin önünden geçen kimse bunun ne kadar günah olacağını bilseydi, bir yıl ayakta durması onun önünden geçmek için attığı adımdan daha iyi olurdu."[943]
İzah
Zikrettiğimiz
kaynaklarda, hadis şöyledir:
"Namaz kılanın önünden geçen kimse, ne kadar günah işlediğini bilseydi kırk beklemeyi bundan daha hayırlı bulurdu."
Hadiste geçen
"kırk bekleme" ile kırk gün mü, ay mı, sene mi?" kast edildiği
bilinmemektedir.
İbni Mâce'nin bir
rivayetinde de hadis "yüz sene yerinde durması" şeklinde gelmiştir.
Konu ile ilgili bir
başka hadis ise şu mealdedir:
"Namaz kılanın önünden geçen kimse ne derece günah işlediğini bilmiş olsaydı, uyluğunun kırılmasına razı olur da onun önünden geçmezdi."[944]
İşte bütün bu
hadisleri göz önünde bulunduruna Hanefî ve Mâliki mezhebi âlimlerine göre namaz
kılanın önünden geçmek haramdır. Dolayısı ile namaz
kılanın önünden kasdî olarak geçen kimse günahkâr olur.
Namaz kılanın önünden
geçmenin günah olmasının sebebi, namaz kılanın huşûunu bozduğu içindir. Ayrıca,
günah, kasdî olan geçişler içindir. Sütre gerisinden geçmekte, geçilecek başka bir
yer yoksa ve önde boş saf varken safı doldurmak için geçmekte de bir günah
yoktur.
Kasdî olarak namaz
kılanın önünden geçen kimse günahkâr olacağı gibi, herkesin gelip geçtiği yerde
önüne bir sütre koymadan namaza duran kimse de günahkâr olur.
Şafiî mezhebine göre
ise namaz kılanın önünden geçmek ne haram, ne de mekruhtur. Fakat namaz kılanın
önünden geçmemek uygun olur.
Hanbelîlere göre de, başka
bir yerden geçmek mümkün olduğu halde namaz kılanın önünden geçmek mekruhtur.
Başka geçilecek yer yoksa mekruh değildir.
Şafiî ve Hanbelîlere
göre halkın gelip geçeceği yerde namaza durmak mekruhtur. Önünden geçen olsun,
olmasın fark etmez.[945]
293. Âişe (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullahın (s.a.v.)
Cuma günlerinde giyindiği iki elbisesi vardı. Cumadan sonra onları katlar
ertesi Cuma'ya kadar kaldırırdı.[946]
İzah
Peygamberimiz (s.a.v.)
Cuma gününe ayrı bir ehemmiyet verirdi. Çeşitli hadislerinde ümmetine o gün
gusletmelerini istemişti. Bu hadiste de onun Cuma günü için giyimine de özel
bir itina gösterdiğini, sadece Cuma günü giymek üzere elbisesi bulunduğunu
öğreniyoruz. Bu elbiselerden birisinin cübbe, diğerinin de hırka olduğu
bildirilir. Bu da aslında tek kat elbise demektir.
Onun Cuma günü giymek
için özel elbise ayırması, fazla elbisesi olmasından kaynaklanmıyordu. Çünkü
Resûlullahın başka günlerde giymek için sadece bir takım elbisesi vardı.[947]
294. Ali (r.a.) rivayet ediyor:
"İmamlar [devlet
başkanları] Kureyştendir. Onların iyileri iyilerine kötüleri de kötülerine
idarecilik ederler.
Her şeyin bir hakkı
vardır. Her hak sahibine hakkını veriniz. Başınıza burnu kesik Habeşli bir
köle de idareci tayin edilse, Müslümanlığınız ile boynunuzun vurulması arasında
tercih yapma zorunda bırakılmadıkça söz dinleyin ve ona itaat edin. Biriniz Müslümanlığı ile boynunun
vurulması arasında tercih etme durumunda bırakılırsa, boynunu uzatsın anası
ağlayasıca! Çünkü İslâm gittikten sonra ne din kalır, ne âhiret."[948]
İzah
Hadisin birinci
kısmında imamların Kureyş'ten olduğu bildirilir. Burdaki imamet hilâfet, yani
devlet başkanlığıdır. Bu husus âlimler arasında ihtilaflı bir konudur.
İmam-ı A'zam, İmam
Şafiî, Eş'ârî, Mâturidî, Bakıllânî, Abdulkâhir Bağdadî, Gazâlî, Nesefî,
Şehristânî, İbni Teymiye gibi bâzı âlimler, hilâfet hakkının Kureyşlilerin
olduğunu savunurlar. Bu âlimler, gerek izahını yaptığımız hadisi, gerekse konu
ile ilgili başka hadisleri görüşlerine delil olarak zikrederler. Bununla ilgili
bir başka hadis şu mealdedir:
"İnsanlardan
iki kişi kaldığı müddetçe hilâfet, Kureyş'de devam edecektir."[949]
Bu âlimler çeşitli
hadisleri görüşlerine delil gösterdikleri gibi, Peygamberimizin vefatından
sonra yapılan halife seçiminde Hz. Ebû Bekir'in "İmamlar
Kureyş'tendir" sözünü ve buna kimsenin itiraz etmemesini de delil olarak
zikrederler.
Gerek dört halifenin,
gerek Emevî halifelerinin, gerekse Abbasî halifelerinin Kureyş kabilesinden
olmaları da, zikre değer bir husustur.
Alimlerin çoğunluğu
hilâfetin Kureyş kabilesinin hakkı olduğunu söyleseler de, böyle bir hakkın
olmadığını savunan veya bunu bir zamanla sınırlayan âlimler de vardır.
Ubeydullah bin Mes'ud
el-Buhârî, (ö. 1346.) "Zamanımızda Kureyşlilik şartı düşmüştür" der.
Kadı İci de Mevakıf 'da neseb unsurunu üstünlük ölçüsü olarak tanımadığını
yazar.
Hilâfetin
Kureyşliliğinin şarta bağlı olduğunu söyleyenden biri de İbni Haldun'dur. Bu
zât, Kureyş'in kuvvetli bir kabile olduğunu, bütün Arap kabilelerinin Kureyşi
dinlediğini, Kureyşten başka bir kabileden seçilecek halifeye bütün Arapların
itaat etmelerinin zor olduğunu izah ettikten sonra, netice olarak şöyle der:
"Sonraki yıllarda
iki devlette de (Emevîler ve Abbâsilerde) hilâfet çözüldü ve Arapların
asabiyeti tümüyle parçalanıp darmadağın oldu. Şimdi, Kureyş'ten olmanın şart
koşulmasının, onların sahip bulundukları asabiyet ve galibiyet nedeniyle,
anlaşmazlıkların önlenmesi için olduğu sabit olduğuna göre; Şâriî'nin de hükümleri
özel olarak belirli bir nesle, bir çağa ve bir ümmete vermeyeceğini
bildiğimize göre; bu şartın ancak yeterlilik dolayısıyla koşulmuş olabileceğini
öğrenmiş bulunuyoruz. Biz de bunu böylece ele alıp Kureyşli olmaktan maksadın
ne olacağını öğrenebilmek için, kapsamlı illeti (sebebi) araştırmaya koyulduk.
İşte bu illet de; asabiyetin varlığıdır.'"[950]
İbni Haldun'un konu
hakkındaki görüşlerine genişçe yer veren Abdülkadir Udeh, bu görüşü şöyle
yorumlar:
"Geçen
açıklamalardan anlaşılıyor ki, İbni Haldun'a göre, imametin Kureyş'e ait
görülmesinin nedeni, Kureyş'in güçlü ve kalabalık olmasıdır. Ona göre,
Kureyş'in gücünün kaybolması ve çoğunluğunu yitirmesiyle bu hakkı da ortadan
kalkar. Bunun anlamı, onun Kureyşli olmayı, kuvvet ve çoğunlukla yorumlaması
demektir. [Yani arkası kuvvetli ve çoğunluğa sahip olan her hangi kavimden
birisi, şayet şartların] taşıyorsa halife olabilir.][951]
Nitekim Hz. Ebû
Bekir'in halife seçiminde "Bütün Araplar halifelik işinde Kureyş
kabilesinden başkasına razı olmazlar" sözü de, İbni Haldun'un görüşüne
kuvvet vermektedir. Çünkü bu söz, Arapların ancak Kureyş kabilesinden birisine
itaat edip onun
idareciliğini tanıyacaklarını ifâde eder.
Hilâfetin Kureyşlilere
âitliğinin her zaman için geçerli bir hüküm olmadığını savunan âlimlerden
birisi de Dr. Tâhâ Hüseyin'dir. Bu zat da meseleye farklı bir açıdan yaklaşır.
Ona göre Hz. Ebû Bekir halife seçiminde Ensara: "İmamlar
Kureyş'tendir" derken hiçbir sınırlama olmaksızın İmametin Kureyş'e âit
olduğunu kastetmemiştir. Gerek Hz. Ebû Bekir, gerekse orada bulunan
Muhacirlerden Hz. Ömer ve Hz. Ebû Ubeyde bin Cerrah bununla başkalarından önce
Müslüman olan Muhacirleri kastediyor ve onları düşünüyorlardı. Çünkü Muhacirler
canlarıyla, mallarıyla, fakirlik ve sıkıntı zamanlarında Mekke'de dâvasını
yayması için Resûlullaha destek olmuşlardı. Hz. Ebû Bekir Ensara: "İmamlar
Kureyştendir" derken Kureyş'in bu mümtaz kesimini kastediyordu. Bu kesim
ki herkesten önce Müslüman olmuş, hem Mekke'de, hem de Medine'de
Peygamberimizle birlikte cihad etmişlerdi.
Abdülkadir Udeh, Dr.
Tâhâ Hüseyin'in bu görüşüne yer verdikten sonra bu sözleri şöyle yorumlar:
"Dr. Tâhâ
Hüseyin'in bu söylediklerinin anlamı şudur: Kureyş'in bu mümtaz kesiminin,
İslama en önce giren, fitne zamanlarında Mekke'de, güçlü olunduğu zaman da
Medine'de Hz. Peygamberle cihad eden kesiminin ortadan kalkmasıyla, böyle bir
şartın gereği ve yeri yoktur."[952]
İbni Haldun ve Tâhâ
Hüseyin'in dikkat çektiği, Udeh'in buna katıldığı gibi, "Hilâfetin
Kureyşliliğinin" ilk Müslümanlar için geçerli olduğunu kabul etmemize bir
engel yoktur. Ayrıca konuyu böyle anlamamıza sebep olan hadisler de vardır.
Bunlara biraz sonra yer vereceğiz. Burada sadece birini nakletmek istiyoruz:
Peygamberimiz (s.a.v.)
bir hadislerinde,
"Benden sonra
hilâfet ancak otuz sene devam edecektir. Ondan sonra padişahlık devri
başlar" buyurmuştur. Hadisin
diğer bir rivayetinde,
"Otuz seneden
sonra Allah mülkünü, o kullarının idaresini dilediği kimseye verir" buyurulmuştur. Peygamberimiz "İmamlar
Kureyş'tendir" derken, hilâfetin sona erme zamanına kadar olan imamları
kastetmiş olabilir. Toplam olarak otuz yıl hilâfette bulunan Hz. Ebû Bekir, Hz.
Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali ve Hz. Hasan Kureyş'tendi.5
İbni Haldun'a ve Dr.
Tâhâ Hüseyin'in yorumlarına katılan Udeh, kendisi de mühim bir noktaya dikkat
çeker ve şöyle der:
"Daha önce anmış
olduğumuz hadislerin tümünün anlamı birdir. Şu anlamda ki, hepsi imameti
Kureyş'e âit olarak göstermişlerdir. Fakat onların bir kısmında kabule değer
bir takım ziyâdelikler bulunmaktadır. Bu ziyâdelikler, devlet yöneticiliğinin
kayıtsız şartsız Kureyş'e âit olmadığını, bu işin onlara ancak Allah'a itaat
ettikleri ve emri üzerinde dosdoğru yürüdükleri zamana âit olacağını, Ona isyan
etmeleri halinde ise imametteki haklarının düşeceğini kesin olarak ortaya
koymaktadır.[953]
"İki kişi kalmış olsa bile devlet yöneticiliği
Kureyş arasındadır"
hadisi, "İmamlar
Kureyş'tendir" hadisi gibi mutlak olarak bize kadar gelmiştir. Ancak bu
iki hadîs de, diğer hadislerde sözü edilen, Allah'a itaat etmeleri ve Onun
emirlerini uygulamaları ile kayıtlıdır. Kureyş'in imametteki haklarının
düşmesinin anlamı da, Kureyş'ten asla imam olmayacağı anlamında değildir. Bu,
imametin Kureyş'in tekelinde olmayacağı demektir. Buna göre imamın Kureyşli
olması da, olmaması da caizdir."
Abdülkadir Udeh'in
konu ile ilgili dikkat çektiği bir diğer husus da, "Kureyşliler size
karşı doğru oldukları müddetçe sizler de onlara karşı dosdoğru olun"
hadisiyle, "Kureyş'i öne geçirin, onun önüne geçmeyin" mealindeki
hadislerden başka konu ile ilgili diğer bütün hadislerin "haber
sîgasıyla" gelmiş olmasıdır. Bu iki hadis ise "emir sîgasıyla"
gelmiştir. Haber sîgasıyla gelen hadisler hüküm değildir. Sadece Kureyş'in
gelecekteki durumunu haber vermekte ve onların
karşılaşacakları şeyleri bildirmektedir. Udeh, haber sîgasıyla gelen hadislerin
ifâde ettikleri toplu mânâyı şöyle toparlar:
"İnsanlardan iki
kişi kalmış olsa bile, Allah'a itaat ettikleri sürece, imamet onların arasında
olacaktır. Allah'a âsi oldukları takdirde ise, Allah onların üzerine onları bu
işten uzaklaştıracak kimseleri musallat eder. Emir sîgasıyla buyurulmuş diğer
iki hadise gelince; bunlar, Allah'ın emirleri üzerinde dosdoğru kaldıkları sürece,
ümmetin Kureyş'e karşı takınması gereken tavrı ortaya koymak için
söylenmiştir."[954]
Udeh'in haber
sigasıyla, yani Allah'ın bildirmesi ile istikbalde olacak hadiseleri haber
verme kabilinden olduğunu söylediği hadislerden bâzıları şunlardır:
"İmamlar [devlet başkanları Kureyştendir. Sizin üzerinizde benim hakkım vardır. Onların da benim gibi sizin üzerinizde hakları vardır. Ancak bu hak, kendilerinden merhamet istendiği zaman merhamet ettikleri, söz verdiklerinde yerine getirdikleri, hükümlerinde âdil oldukları, müddetçe vardır. Eğer aralarında böyle yapmayanlar olursa, Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onların üzerine olsun."[955]
Taberânî'nin rivayet
ettiği metnin son kısmı şöyledir:
"...Paylaştırdıklarında adaletle hareket ettikleri müddetçe, devlet yöneticiliği Kureyş'in içindedir."
"Ey Kureyşliler! Allah'a âsi olmadığınız sürece devlet yönetiminin ehli sizlersiniz. Ona isyan edecek olursanız—elindeki değneği göstererek—bu değneğin kabuğunun soyulması gibi, Allah sizi bundan uzaklaştıracak kimseleri musallat eder."
Râvi, Peygamberimizin
değneğin kabuğunu soyduğunu bildirir.[956]
"Şu hilâfet
Kureyşin elinde bulunacaktır. Onlar dinî vecibelerini yerine getirdikleri
müddetçe, hiçkimse onlara düşmanlık edemeyecektir. Ne zaman ki dine
bağlılıktan ayrılırlar, o zaman Allah Kureyş'i yüz üstü sürçtürür, rezil
eder."[957]
"Devlet
reisleri adaletle hükmettikleri takdirde Kureyş'tendir. Onlar anlaşma
yaptıklarında gereğini yerine getirirler, yardımları istendiğinde bunu
esirgemezler."[958]
Görüldüğü gibi bu
hadisler gaybî haberler çeşidindendir. Peygamberimiz burada sayılan şartları
yerine getirdikleri müddetçe hilâfetin Kureyş'in elinde devam edeceğini, aksi
takdirde Allah'ın bu nimetini onlardan alacağını, üzerlerine başkalarını
musallat edeceğini bildirmiştir.
Zikrettiğimiz
hadislerin birinde geçen,
"Ona isyan
edecek olursanız—elindeki değneği göstererek—bu değneğin kabuğunun soyulması
gibi, Allah sizi bundan uzaklaştıracak kimseleri musallat eder"
tehdidi aynen
gerçekleşmiştir. Abbasîler devrinin sonraki yıllarında halifeler "kabuğu
soyulan ağaca" benzemişlerdir. Halifeler çocuk gibi bâzı basit şeylerle
oyalanmışlar, işleri başkaları yürütmüştür.
Burada iki hadis üzerinde
daha durmak istiyoruz. Bunlar:
"Kureyş sizin için
istikamet üzere oldukça, siz de onlar için istikametli olun. Onlar istikametli
olmazlarsa kılıçlarınızı omuzlarınıza koyup çoğunu helak edin. Bunu
yapmazsanız çok çalışıp az kazanan bedbaht çiftçiler olun."[959]
"Bu iş [hilâfet] Himyerîlerin elinde idi. Allah onlardan alıp Kureyş'e verdi. Tekrar onlara dönecektir."[960]
İbni Hacer son hadisle
ilgili olarak meâlen şöyle bir değerlendirmede bulunur:
Hadiste de haber
verildiği gibi, Allah Himyerîlerin elinden alarak hilâfet vazifesini
Kureyşlilere verdi. Fakat onlar bu nimete olan liyakatlarını kaybettiklerinde
Deylemliler galip geldiler. Kureyşlileri sıkıştırdılar. Bundan sonra halifenin
yetkisinde sadece hutbe okumak kaldı. Zorbalar memleketi aralarında
paylaştılar. Sonunda hilâfet Kureyşlilerin elinden çıktı. Bâzı yerlerde halifenin
kuru bir adı kaldı.[961]
İmamların Kureyş'ten
olmaları hadisinin zamanla kayıtlı olduğunu görüşünde olan âlimlerden birisi
de, Mevdûdî'dir. Mevdudî, Ebû Hanife'nin "İmamlar Kureyşten
olmalıdır" görüşünü naklettikten sonra şöyle der:
"Hemen ilâve
edelim ki, bu fikir ve rey, İslâmî hilâfetin, Şeriat gereğince, yalnız has bir
kabilenin kanunî hakkı olduğu mânâsına gelmez. Bu düşüncenin gerçek sebebi, o devre
ait olan şartlardır. Zira bütün Müslümanları bir araya getirebilmek için
halifenin Kureyş'ten olması fikri, bu hususta tek çare olarak düşünülmekteydi."
Mevdudî daha sonra İbni Haldun'un konu ile ilgili görüşüne yer verir. İbni
Hacer'in Fethü'l-Bâri' isimli eserinden nakille "Hilâfet hususunda,
Kureyşliler için de bâzı şart ve vasıflar aranacaktır" der ve bundan şu
neticeyi çıkarır:
"Kureyş'in sahip
olması icab eden bu şart ve vasıflar ortadan kalkınca, hilâfetin, Kureyşten
olmayan birinin elinde bulunması imkânı dâima mevcut demektir."[962]
İmamette Kureyşliliğin
şarta bağlı olduğunu savunanlardan birisi de Prof. Dr. Muhammed
Hamidullah'tır. Delili de, Hz. Ömer'in yerine birisini tayin etmeleri
söylendiğinde, "Şayet Ebû Hüzeyfe'nin kölesi Salim hayatta olsaydı, Onu
halife tayin ederdim" sözüdür. Salim (r.a.) Kureyş'ten değildi.
Dolayısıyla Hz. Ömer Kureyş'in dışında başka bir kabileye mensup birisinin halife
olabileceğini caiz görmektedir. Hamidullah sonra şöyle der:
"Acaba Hz. Ömer
(r.a.) bu sözü söylerken, Hz. Peygamberin (s.a.v.)'in, 'İmamlar Kureyş'tendir'
hadis-i şerifini biliyor veya hatırlıyor muydu? Şayet bu hadisi biliyor idiyse,
niçin böyle bir söz kullandı? Bunu bilmiyoruz. Muhtemelen, Hz. Ömer (r.a.),
bunu biliyordu. Ve buna rağmen Hz. Huzeyfe'nin kölesinin hilâfete lâyık
olduğunu düşünüyordu."
"Hz. Peygamber
(s.a.v.), 'İmamlar Kureyş'tendir' sözünü o günkü şartlar muvacehesinde
söylemiştir. Çünkü o biliyordu ki, Araplar ancak Kureyş'ten olan birini kabul
ederler."[963]
Bediüzzaman da
asrımızda hilâfetin bir şahıs meselesi olmayıp İslâm âleminin katılımıyla
teşkil edilecek bir meclisle bu otoritenin deruhte edileceğini savunur. Onun
bu konudaki görüşleri ile ilgili tafsilatlı bilgiyi Bediüzzaman'ın Görüşleri
Işığında İslâm ve Hilâfet isimli eserimizin 404-414. sayfalarında
bulabilirsiniz.
Bu izahlardan sonra
sanırız mesele netleşmiştir. Biz de ikinci görüşü tercih ediyoruz. Yani
Peygamberimiz "İmamlar Kureyş'tendir" sözünü o şartlar için
söylemiştir. Hakikaten bu hadis o zaman için büyük bir fitneyi önlemiş,
Müslümanları en kuvvetli kavim etrafında birleştirmiştir. Fakat sonraları
Kureyş bu lütfa liyakatını kaybetmiş, naklettiğimiz hadislerde de dikkat
çekildiği gibi, Yüce Allah da onlardan bu nimeti almıştır. İslâmiyetin hilâfet
müessesesi hiçbir şahsın, hiçbir sülâlenin, hiçbir kavmin ve hiçbir milletin
tekelinde değildir. Zaten "Hilâfet Kureyş'in hakkıdır" diyen âlimler
de hilâfeti zorla ele geçiren kimsenin, hangi kabileden olursa olsun,
hilâfetinin caiz olduğunu söylemişler, çelişkiyi de zaruretle izah etmişlerdir.[964]
Günümüzde hangi
milletten olursa olsun, isterse dahi olsun, bir kişinin iki milyarı aşan
Müslümanları idare etmesi ve bunda nin üzerinde anlaşabilecekleri bir şahıs
bulmak imkansızdır. Faraza bulunsa bile onun hilâfeti sembolik olmaktan öteye
geçemez. Artık Müslümanların halifesi bir şahıs değil, meşveret-i şer'iyyenin
hâkim olduğu ve bütün İslâm âleminin temsilcilerinin bulunduğu bir meclis
olmalıdır.
Hadisin ikinci
bölümünde geçen, "Her hak sahibine hakkını veriniz" ifâdesi
"Allah'ın farz kıldığı haklarını" mânâsındadır. Meselâ idareciye
itaat farzdır. Bu bir âyette şöyle emredilir:
"Ey
iman edenler! Allah'a, Resulüne ve sizden olan idarecilere itaat ediniz."[965]
Âyetteki
"sizden" tabiri, itaatte ölçüyü koymakta, idarecinin Allah ve Resulü
yolunda olması gerektiğini belirtmektedir. Diğer taraftan, bu itaat her
hususuda kesin itaat değildir. İdareciye itaat edilmeyecek durumlar da vardır.
Bunu şu hadisten öğreniyoruz;
"Müslüman bir kimse, hoşuna gitsin, gitmesin, bütün işlerde günah olmadıkça, idarecinin emirlerini dinlemek ve itaat etmek mecburiyetindedir. Eğer idareci günah olan bir hususu emrederse, o zaman onu dinlemek ve itaat etmek gerekmez."[966]
Bununla ilgili bir
başka hadis şu mealdedir:
"İdarecide açık bir inkâr görür ve bunu da Allah'ın kitabından bir delile dayandırıra" sanız, o zaman itaat etmek söz konusu olmaz."[967]
İdarecinin burnunun
kesik olması, renginin başka olması, bu itaate mâni değildir. Nitekim izahını
yaptığımız hadiste "burnu kesik Habeşli bir köle" ifâdesi
geçmektedir. Hadisin bu kısmı diğer hadis kitaplarında da şu ifâdelerle
rivayet edilir:
"Size idareci kılınan kişi isterse başı siyah bir üzüm tanesine, benzeyen Habeşli bir köle olsun, aranızda Allah'ın kitabını uyguladıkça emirlerine kulak veriniz, onlara itaat ediniz."[968]
296. Ebû Bekrete (r.a.) rivayet ediyor:
"Benden sonra dönüp birbirinizin boynunu vuran kâfirler olmayın."[969]
İzah
Hadis, "Benden sonra
küfre dönüp de birbirinizin boynunu vurmayın" şeklinde de tercüme edilmiştir.
Peygamberimiz bu
sözlerini Veda Haccı esnasında yaptığı bir konuşmanın sonunda söylemiştir. Bu
konuşmanın Buhârî'de geçen şekliyle tamamı şöyledir:
Resûlullah (s.a.v.),
"Ey ahali!
Hangi ayı daha çok hürmete değer biliyorsunuz?" buyurdu.
Sahabîler, "Şu
içinde bulunduğumuz ay değil mi?" dediler.
Peygamberimiz
(s.a.v.),
"Peki hangi
bölgeyi daha çok hürmete değer biliyor sunuz?" buyurdu.
Onlar, "Şu
şehrimiz değil mi?" dediler.
Resûlullah,
"Hangi günü
daha çok hürmete değer biliyorsunuz?" diye sordu.
Sahabîler, "Şu
içinde bulunduğumuz gün değil mi?" dediler. Bundan sonra Resûlullah
sözlerine şöyle devam etti:
"Öyle ise şunu kesin olarak bilin ki, Allah Teâlâ meşru bir sebep dışında, canlarınızı, mallarınızı ve ırzlarınızı bu şehriniz ve bu ayınızdaki gününüz gibi mukaddes ve dokunulmaz kılmıştır."
Resûlullah sonra da,
"Dikkat edin!
Tebliğ ettim mi?" diye sordu.
Onlar "Evet"
cevabını verdiler. Bu sözünü iki defa daha tekrarladı. Sonra da,
"Sakın ha,
benden sonra tekrar küfre dönüp de birbirinizin boynunu vurmaya
kalkmayın!" buyurdu.
Müslim'deki rivayet ise
şöyledir:
"Vah size, yahut vah sizin halinize! Benden sonra dönüp birbirinizin boynunu vuran kâfirler olmayın."
Hadiste geçen
"küfür" ile ilgili olarak âlimler çeşitli açıklamalar yapmışlardır.
Bu açıklamaların sayısı sekizi bulur. Bunlardan bize göre mânâya en yakın
olanları şunlardır:
1. Birbirinizi vurmanız neticede sizi küfre götürür.
2. Birbirinizi vurmanız kâfirlerin işi gibi çirkin bir
iştir.
3. Benden sonra küfre geri dönmeyin. Müslüman kalmakta
devam edin.
4. Benden sonra hakkı örtbas etmeyin, hakkı gizlemeyin.
Hadisin mânâsı şu da olabilir:
"Benden sonra Müslüman olmadan önceki bedevîlik hayatınıza dönüp de birbirinizin boynunu vurmaya kalkmayın."[970]
297. Âişe (r.a.) rivayet ediyor:
"Muhakkak ki Allah Teâlâ kullarına karşı lütufkârdır, yumuşaklıkla muamele eder. Ve her işte yumuşak davranılmasını sever."[971]
İzah
Zikrettiğimiz
kaynaklarda, "Sert ve kaba davranışlar karşılığında vermediği lütuf ve
iyiliği, yumuşak söz ve davranış için verir" ilâvesi vardır.
Yumuşak davranmakla
ilgili daha pekçok hadis vardır. Bunlardan ikisinin meali şöyledir:
"Yumuşak
muamele kimde bulunursa onu güzelleştirir. Rıfk, yumuşaklık kimden sökülüp
alınırsa onu da çirkinleştirir."[972]
"Yumuşak huylu ve
yumuşak sözlü olma nimetine mazhar olan kimse, büyük bir hayra mazhar olmuş;
bundan mahrum olan da, büyük bir hayırdan mahrum kalmış demektir.'[973]
298. Ka'b bin Ucre (r.a.) rivayet ediyor:
"Ey Ka'b bin Ucre!
Benden sonra bâzı idreciler gelecektir. (Resûlullah onları zulüm ve kötülükle
niteledi.) Kim onların yanına gider, yalanlarını doğrular ve haksız işlerinde
onlara yardımcı olursa o benden değildir, ben de ondan değilim. O kimse
kıyamet günü Havzın başında yanıma varamayacaktır.
Kim onların yanına
gitmez, haksızlıklarında onlara yardımcı olmaz ve yalanlarını tasdik etmezse o
bendendir, ben de ondanım. O, Havuz başında benimle buluşacaktır.
Ey Ka'b bin Ucre,
haramla beslenen bir et Cennete girmemeyi hak eder. Böyle bir vücut ateşe daha
layıktır."[974]
Zikrettiğimiz kaynaklarda,
"Ey Ka'b bin Ucre,
namaz delildir, oruç [Cehenneme karşı] sağlam bir kalkandır. Sadaka da tıpkı suyun
ateşi söndürdüğü gibi hatâları söndürür, yok eder" ilâvesi vardır.[975]
299. İbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor:
Bir adam Resûlullaha
(s.a.v.) geldi ve "Ey Allah'ın Resulü! Benim babam yaşlı biridir.
Haccetmeye gücü yetmez. Onun yerine haccedebilir miyim?" diye sordu.
Resûlullah (s.a.v.),
"Ne dersin,
babanın borcu olsa öder miydin?"
buyurdu.
O zât, "Evet,
öderdim" cevabını verdi. Bunun üzerine Resülullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Borcu
ödenmeye en layık olan Allah'tır. Babanın yerine haccet."[976]
İzah
Zikrettiğimiz kaynakların
bâzılarında "Babam (veya annem) kendine hac farz olduğu halde vefat
etti" şeklindedir.
Dinimize göre
ibâdetler üç gruba ayrılır
1. Bedenle yapılanlar: Namaz kılmak, oruç tutmak, Kur'ân
okumak gibi.
2. Mal ile yapılanlar: Zekât, fitre, sadaka, kurban gibi.
3. Hem mal, hem de beden ile yapılanlar: Hac ibâdeti
gibi.
Namaz, oruç gibi
birinci gruba giren ibâdetlerde vekillik caiz değildir. Bir kimse kendi yerine
başkasına namaz kıldıramaz, oruç tutturamaz, Kur'ân okutamaz.
Zekât sadaka gibi
ikinci gruba giren ibâdetlerde vekâlet caizdir.
Hac gibi hem mâlî, hem
de bedenî ibâdetlerde vekâletin caiz olması için ölüm, devamlı hastalık,
yaşlılık, kadın için mahreminin bulunmaması gibi bir engelin olması gerekir.
Hacda vekâletin caiz
olduğu ile ilgili birçok hadis vardır. İşte yukarıdaki hadis bunlardan
birisidir.[977]
300. Câbir (r.a.) rivayet ediyor:
"İyiliği tamamlamak ona başlamaktan daha faziletlidir." [978]
301. Hz. Ali rivayet ediyor:
Muhammed (s.a.v.)
ailesinden ilim sahipleri ve Ebû Bekir'in kızı Âişe Züssedye denilen Esved'in
arkadaşlarının Resûlullahın (s.a.v.) lisanıyla lanetlendiğini biliyorlardı.
Bunu Âişe'ye sorarak tahkik ettiler.[979]
İzah
Hadisin
Mu'cemü'l-Evsat'taki rivayeti şöyledir: "Nehrevan ehlinin Muhammed'in
(s.a.v.) lisanıyla lanetlendiğini Ebû Bekir'in kızı Âişe biliyordu."
Hz. Ali ile Hz.
Muâviye arasında Sıffîn Savaşı yapılmış, bu savaş esnasında yenilmek üzere olan
Muaviye taraftarları mızraklarına Kur'ân sayfaları geçirerek Hz. Ali
taraftarlarını savaşı bırakmaya zorlamışlardı. Hz. Ali bunun bir harp hîlesi
olduğunu, savaşa devam edilmesi gerektiğini söyledi ise de, bir grup "Biz
Kur'ân'a karşı savaşmayız" diyerek ona karşı çıktılar. Netice iki grup
arasındaki mücâdele hakeme havale edildi.
Ordular birbirinden
ayrılıp herkes kendi bölgesine dönerlerken Hz. Ali'yi savaşı bırakmaya
zorlayanlar yeniden savaşa dönülmesini istediler. Ayrıca ona hakem kabul
etmekle kâfir olduğunu, dolayısıyla tevbe etmesi gerektiğini, tevbe etmez ise
kendisiyle beraber bulunmayacaklarını söylediler. Hz. Ali her ne kadar bunlara
nasihatta bulundu ise de sözünü dinletemedi. Bunlar kısa zamanda kalabalık bir
grup oluşturdular ve 12 000 kişilik bir kuvvetle Küfe yakınlarındaki Harura'da
konakladılar. Şebes bin Rebryi de kendilerine kumandan seçtiler.
İtaattan çıktıkları
için bunlara "Haricîler" denildi. Hz. Ali Abdullah bin Abbas'ı
(r.a.) bu topluluğa gönderdi. Onları yeniden itaate çağırdı. Kendisi de gitti.
Fakat netice alamadı.
Haricîler gün geçtikçe
azgınlaştılar. Hz. Ali taraftarlarına saldırdılar. Böylece büyük bir tehlike
oluşturdular. Haricîler aralarında anlaşarak savaş için Nehrevan'da toplanmaya
karar verdiler.
Aslında Peygamberimiz
Haricîlere çok önceden ümmetine haber vermişti. Hz. Ali, Haricîlerle savaşmak
üzere hazırladığı ordusuna bunu şöyle bildirdi:
"Ey Müslümanlar,
Resûlullahın şöyle buyurduğunu işittim:
"Ümmetimden öyle bir topluluk çıkacak ki, Kur'ân okuyacaklar, öyle ki sizin okuyuşunuz onların okuyuşu yanında hiçbir şey değildir. Namazınız da onların namazı yanında hiçbir şey değildir. Orucunuz dahi onların orucuna nispeten hiçbir şey sayılmaz. Onlar Kur'ân okuyacaklar, onu kendilerinin lehinde zannedecekler, halbuki aleyhlerine olacak. Namazları köprücük kemiklerinden aşağıya geçmeyecek. İslâmdan, okun avı delip geçtikleri gibi çıkacaklar." (...)
"Vallahi ben
onların bu kavim olduğunu kuvvetle ümit ediyorum. Çünkü onlar, dökülmesi haram
olan kanı döktüler, halkın yaylımındaki hayvanlarını gaspettiler. Allah'ın
ismiyle onların üzerine yürüyün."[980]
İşte Hz. Ali izahını
yaptığımız hadiste de Haricîlerin Resûlullahın (s.a.v.) lisanıyla
lanetlendiklerini, bunu Hz. Aişe'nin de bildiğini, arzu eden Âişe Validemizden
bunu tahkik edebileceğini haber veriyor. Hadiste bir de "Züssedye"
ismi geçiyor.
Asıl ismi Esved olan
Züssedye, Peygamberimizin "dinden çıkacak olanlara" alâmet olarak
tarif ettiği adamın ismidir. Resûlullah (s.a.v.) dinden çıkacak olanların
arasında bulunan birisinin alâmetlerini saymıştır. Hz. Ali de yukarıda yer
verdiğimiz konuşmasının bir yerinde bununla ilgili olarak şöyle demiştir:
"Bu kötü kavmin
alâmeti şudur: İçlerinde bir adam bulunacak. O adamın pazusu olup kolu
bulunmayacak. Pazusunun ucunda meme ucu gibi bir çıkıntı bulunacak. Üzerinde de
beyaz kıllar olacak."
Hicretin 37. yılında
Hz. Ali ordusu Nehrevan'da Haricîleri büyük bir bozguna uğrattı. Hz. Ali
adamlarına Peygamberimizin dinden çıkan kavme alâmet olarak tarif ettiği adamı
bulmalarını emretti. Aradılar, fakat bulamadılar. Hz. Ali, "Hayır, vallahi
o bunların içinde olacak. Ben yalan söylemedim, yalanlanmam da" dedi.
Sonra kendisi de o adamı aramaya çıktı. Nihâyet onu ölüler arasında buldu.
Kolunda aynen kalın memesine benzeyen bir etin saraktığını, meme ucu üzerinde
beyaz kılların olduğunu gördü. Bu et parçası çekilip uzatıldığında eli
hizasına varacak kadar uzuyor, bırakıldığında eski halini alıyordu. Hz. Ali o
adamı hakkaniyetine delil olarak gösterdi. Böylece Peygamberimizin bir
mucizesi daha çıkmıştı. Hz. Ali tekbir getirdi, "Allahü ekber! Ben yalan
söylemedim" dedi.
Haricîler hakkında
tafsilat için Dört Halife Devri isimli eserimizin 337-388. sayfalarına ve
Mezhepler Nasıl Ortaya Çıktı? isimli eserimizin "Haricîler" bahsine
bakınız.[981]
302. Enes (r.a.) rivayet ediyor:
"Muhakkak ki Allah
Ramazan'ın her gecesinde bazı kullarını Cehennemden azâd eder. Ancak
Ramazan'da oruç tutmayıp içki içenler bundan hâriçtir."[982]
303. Câbir bin Abdullah (r.a.) rivayet ediyor:
"Lâ havle velâ kuvvete illâ billah (Güç ve kuvvet ancak Allah'tandır)" cümlesini çok söyleyin. Muhakkak o doksan dokuz çeşit sıkıntıyı defeder. Bunların en küçüğü, üzüntü ve fakirliktir."[983]
İzah
Tirmizide, "Allah'tan
kurtuluş yine Ona yönelmek iledir" ilâvesi vardır.
Bediüzzaman, "Lâ
havle velâ kuvvete illâ billah" cümlesinin insanın yokluktan çıkıp atom
vaziyetinden mü'min bir kul oluncaya kadar geçirdiği bütün tavır ve hallerine
baktığı kanaatindedir. Bu hallerden bâzıları şunlardır:
1. Yokluktan çıkıp var olabilmek için gerekli olan güç
ve kuvvet Allah'tandır.
2. Yok olmayıp baki kalabilmek için gerekli olan güç ve
kuvvet Allah'tandır.
3. Zararlı şeyleri def edip faydalı olan şeyleri
celbedebilmek için gerekli olan güç ve kuvvet Allah'tandır.
4. Musibetten uzak olup istenilen şeylere nail olabilmek
için gerekli olan güç ve kuvvet Allah'tandır.
5. Allah'a isyan yoluna girmeyip itaat üzere devam
edebilmek için gerekli olan güç ve kuvvet Allah'tandır.
6. Azaba maruz kalmayıp nimete mazhar olabilmek için
gerekli olan güç ve kuvvet Allah'tandır.
7. Karanlığa düşmeyip nur ile nurlanmak için gerekli
olan güç ve kuvvet Allah'tandır.
Evet, bu mânâları tefekkür
ederek söylenecek olan "Lâ havle velâ kuvvete illâ billah" cümlesinin
insana çok şeyler kazandıracağı açıktır.[984]
304. Ukbe bin Âmir el-Cühenî (r.a.) rivayet ediyor:
"Birinin Müslüman olmasına vasıta olan kimseye Cennet vacip olur."[985]
305. Ebû Katâde (r.a.) rivayet ediyor:
"Ümmetimin
helaki şu üç şeydedir:
1. Kaderi yalanlamak,
2. Irkçılık davası gütmek,
3.
Tahkik etmeksizin dinî konuları nakletmek."[986]
İzah
Hadiste ümmetin helak
sebeplerinden birisi, kaderi yalanlamak olarak gösteriliyor. Kaderiyye
hakkında 75, 433 numaralı hadislerde açıklama yapmıştık. Oraya bakılabilir.
Ümmetin helak
sebeplerinden ikincisi, ırkçılıktır. Irkçılık Câhiliyye devri âdetlerindendi.
Irkçılık sebebiyle Araplar arasında çok kanlı savaşlar yapıldı. İslâmiyet
tebliğ edildiğinde ırkçılıkla şiddetli bir mücâdeleye girişti. Irkçılık dâvası
gütmek gerek âyetlerle, gerekse hadislerle yasaklandı. Bu konudaki tafsilatı
Bediüzzaman'ın Görüşleri Işığında İslâm ve Milliyetçilik isimli eserimize
havale ederek burada ırkçılığın ümmetin helak sebeplerinden olması üzerinde
durmak istiyoruz:
Din, ırklarına
bakmaksızın Müslümanları birleştirir, bütünleştirir, kaynaştırır. Allah, din,
peygamber, kitap, kıble gibi her biri mühim bir birlik unsuru olan bağların
yerini ırkçılık düşüncesi aldığında ise, birbirine bağlayan ip koptuğunda
tesbih tanelerinin parçalanıp dağılması gibi, birlik ve beraberlik bozulur,
dağılır.
Dinin ırkları
birleştirici ligi, maalesef, İslâm dünyasında ilk defa Emevîler devrinde göz
ardı edilmiş, din bağı yerine ırkçılık konulmuştur. Emevîler, bu hareketlerinin
cezasını da tarih sahnesinden silinerek çekmişlerdir.
Cumhuriyet döneminde
körüklenen ırkçılık hareketlerine karşı çıkan Bediüzzaman, İslâmiyetin
ırkçılığı reddettiğini açıkladıktan sonra ırkçılığın zararına işâreten
Emevîleri misâl vermiş şöyle demişti:
"Acaba hangi
unsur var ki, üç yüz elli milyon vardır? [o tarihteki Müslümanların sayısı
üçyüz elli milyondu] Ve o İslâmiyet yerine o unsuriyet fikri, fikir sahibine o
kadar kardeşleri, hem ebedî kardeşleri kazandırsın! Evet, menfî milliyetin
tarihçe pek çok zararları görülmüş!
"Emevîler, bir
parça fikr-i milliyeti siyasetlerine karıştırdıkları için, hem âlem-i İslâmı
küstürdüler, hem kendileri de çok felâketler çektiler."[987]
Bediüzzaman, aynı
eserinin başka bir yerinde de Emevîlerin İslâm devletini Arap milliyetçiliği
üzerine istinad ettirdiklerine, ırkçılık bağlarını İslâmî bağlardan öne
geçirdiklerine dikkat çeker. Bunun neticesinde de ırkçılık sebebiyle diğer
milletleri rencide ederek ürküttüklerini, ırkçılık sebebiyle ırktaşlarını
kayırarak zulmettiklerini söyler.[988]
Gerçekten de Ömer bin
Abdülaziz gibi bir iki halife devri hariç tutulursa, Emevîler Devrinde Müslümanların
kardeş, insanların eşit olduğu prensibi unutulmuş, Arapların siyasî ve hukukî
baskısı son haddine varmıştı. Emevîler, Arapların dışındaki Müslümanları
kendilerine eşit saymıyorlar, kendilerini diğer ırklara mensup bütün
Müslümanlardan üstün tutuyorlardı. Hatta onları köle gözü ile görüyorlardı. Bir
Arap Türkün veya İranlının arkasında namaz kılmıyor, onlardan bir kadınla
evlenmiyordu. Vali, hâkim ve imam tayin edilmek
istendiğinde görevlendirilecek şahsın Arap olup olmadığı hususu iyice araştırılıyordu.
Onların bu tutumları diğer ırklara mensup Müslümanlar arasında büyük bir
tepkiye sebep oldu. Onlarda da ırkçılığı netice verdi. Böylece İslâm
dünyasında "Şuubiye hareketi," yani Arapların kendileri dışındaki
kavimlere üstünlük kurma çabalarına karşı çıkan hareketler başladı. Böylece
Emevîler hem âlem-i İslâmi küstürdüler, pekçok zulüm yaptılar, hem de haşmetli
devletlerinin tarih sahnesinden silinmesine sebep oldular.
Osmanlı Devletiyle
İslâm birliği yeniden kuruldu. "Müslümanlar kardeştir" prensibi
yeniden yaşanır oldu. İslâm dünyasındaki Müslümanlar asırlarca kardeşçe
yaşadılar. Birbirlerinin yardımına koştular, sevinçleriyle sevindiler,
üzüntüleriyle üzüldüler.
Ne acıdır ki, 1900
yılların başlarında bilhassa Avrupa'nın telkiniyle "ırkçılık"
yeniden gündeme geldi. O yıllarda başlayan ırkçılık akımı neticesinde İslâm
dünyası yeniden bölündü, parçalandı, sömürge hâline geldi. Osmanlının son
yıllarında iktidarı ele geçiren İttihad ve Terakki Fırkasının 1908'den sonra
devleti kurtarma çaresi olarak gördüğü ırkçı politikalar, zararlı ve
parçalayıcı neticeleri de beraberinde getirdi. Batının tahriki ile Hıristiyan
unsurların da Osmanlı Devletine karşı vaziyet almalarını netice verdi.
Devletin ırkçılığa yönelmesiyle uyanan bağımsızlık arzuları, bir yandan Osmanlı
Devletinin parçalanmasını hazırladı, bir yandan da ayrılan toplulukların
sömürgeleşmesine yol açtı. Bediüzzaman, bununla ilgili olarak da şöyle der:
"Hem bizde
iptida-i hürriyette [Meşrutiyetin ilân edildiği yıllarda]—Bâbil kulesinin
harabiyeti zamanında 'tebelbül-ü akvam' tabir edilen 'teşâub-u akvam' ve o
teşâub sebebiyle dağılmaları gibi—menfî milliyet fikriyle, başta Rum ve Ermeni
olarak pekçok 'kulüpler' nâmında sebeb-i tefrika-i kulüp, muhtelif mülteciler
cemiyetleri teşekkül etti. Ve onlardan şimdiye kadar, ecnebilerin boğazına
gidenlerin ve perişan olanların halleri, menfî milliyetin zararını
gösterdi."[989]
Bediüzzaman burada
ırkçılık hareketlerini güzel bir benzetme ile "tebelbül-ü akvam"a
benzetiyor. Tevrat'ta bildirildiğine göre, Hz. Nuh'un oğulları gökyüzüne
ulaşmak için büyük bir kule yaptırmışlardı. Yüce Allah bu kulede çalışmakta
olan insanların dillerini değiştirdi ve onları birbirlerini anlamaz hale
getirdi. Yetmiş iki dil burada meydana geldi. O kule de tamamlanamadı.[990]
Bediüzzaman, ırkçılık
hareketlerini Bâbil Kulesine benzetmekle, daha önce kardeş olan, birbirlerini
anlayan insanların, ırkçılık sebebiyle birbirlerini anlayamaz hale
geldiklerine dikkat çekmektedir. Bâbil Kulesinde diller ayrıldığı gibi,
ırkçılık hareketleriyle de milletlerin birbirlerinden ayrıldıklarını nazara
vermektedir. Ki, o tarihlerde Araplar, Kürtler, Ermeniler ve Rumlar pekçok
kulüpler kurarak ayrılık çıkarmışlardı. Fakat buna İttihad ve Terakki
fırkasının "Türkçülük" yapması sebep olmuştu. Bu ırkçılık
neticesinde de Fas, Tunus, Arnavutluk gibi pekçok İslâm ülkesi ecnebilerin
esareti altına girmişti.
Bediüzzaman,
Peygamberimizin pekçok hadislerinde Kıyametin büyük alâmetlerinden birisi
olarak haber verdiği Deccal'in, ırkçılığı kullanacağını da ifâde eder. Ve
Türkleri Deccal'in bu tesirli silahına karşı dikkatli olmaya çağırır. Şualar
isimli eserinde Deccal'le ilgili bir hadisi izah ederken şöyle der:
"Garipdir, hem
çok gariptir. Yediyüz sene müddetinde İslâmiyetin ve Kur'ân'ın elinde şerefşiar,
bârika asâ [şerefli, şimşek gibi parlayan] bir elmas kılınç olan Türk milletini
ve Türkçülüğü, muvakkaten [geçici olarak] İslâmiyetin bir kısım şeâirine [alâmetlerine]
karşı istimal etmeye [kullanmaya] çalışır. Fakat muvaffak olmaz, geri çekilir.
'Kahraman ordu, dizginini onun elinden kurtarıyor' diye rivayetlerden
[hadislerden] anlaşılıyor."[991]
Aslında Deccal'in
ırkçılığı İslâm birliğini parçalamak için kullanması dahi onun ne derece
zararlı bir cereyan olmasını göstermesi bakımından kâfidir.
Bu konudaki tafsilatı
da yine İslâm ve Milliyetçilik isimli eserimizin 78-93. sayfalarında
bulabilirsiniz.
Hadiste ümmetin helâket
sebebi olarak sayılan üçüncü husus, "tahkik etmeksizin dinî konuları
nakletmek" gösteriliyor. Kulaktan dolma, çoğu İslama zıt bilgileri tahkik
etmeden, doğruluğunu araştırmadan nakletmenin zararı izaha yer bırakmayacak
kadar açıktır. Bu yaygınlaştığında gerçek İslâmiyetin, doğru İslâmiyetin yerini
yalan yanlış bilgiler alacaktır. Böylece doğru İslâmiyetten uzaklaşan
Müslümanlar artık helak olmuş demektir. Bu, Peygamberimizin gaybî bir haberi
olması yanı sıra, böylelerine bir ikazıdır da, Müslümanların helâkına sebep
olan kimse elbette âhirette acı bir azaba çarptırılır. Böyle olunca, kulaktan
dolma bilgileri araştırmadan orada burada nakledenler bu alışkanlıklarını terk
etmelidirler.[992]
306. Übey bin Ka'b (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.),
"Sigar
yoktur"
buyurdu.
"Ey Allah'ın
Resulü, şigar nedir?" dediler.
"İki
kadının karşılıklı mehirsiz olarak nikahlanmasıdır'' buyurdu.
20 Numaralı hadisin
izahına bakınız.[993]
307. Abdullah bin Mes'ud (r.a.) rivayet ediyor:
"Nutfe rahimde
yerleştikten kırk gün sonra alaka olur, kırk gün geçtikten sonra mudka olur,
kırk gün geçtikten sonra kemik olur. Kırk gün geçtikten sonra da Allah kemiğe
et giydirir. Sonra melek sorar:
"Ey Rabbim,
erkek mi, yoksa kız mı olacak?" Allah takdir eder, melek yazar. Sonra,
"Ey Rabbim, itaatkar mı, isyankar mı olacak?" diye sorar. Allah
takdir eder, melek yazar. Sonra "Ey Rabbim, ömrü, rızkı ve ameli ne kadar
olacak?" der. Allah takdir eder, melek yazar."
136 Numaralı hadisin
izahına bakınız.[994]
308. Enes (r.a.) rivayet ediyor:
Güneş doğuncaya kadar
mescidde Resûlullah ile beraberdik. Resûlullah çıktı, ben de ardından çıktım. "Muhammed'in
kızı Fâtıma'nın evine gidelim" buyurdu.
Onunla birlikte eve
girdik. Fâtıma uyuyordu.
"Ey Fâtima, bu
vakitte halâ neden uyuyorsun?"
buyurdu.
O, "Gece ateşim
vardı, halâ devam ediyor" dedi.
Resûlullah (s.a.v.),
"Sana
öğrettiğim dua ne oldu?" diye
sordu.
Fatıma,
"Unuttum," cevabını verdi.
Resûlullah (s.a.v.),
şöyle de:
"Ey Hayy ve
Kayyûm olan Allah, rahmetinle medet diliyorum. Benim işlerimi düzene
koy. Göz açıp kapayıncaya
kadar beni nefsimin ve başka hiçbir insanın eline bırakma."[995]
309. Aişe (r.a.) rivayet ediyor:
Eğer Resûlullah
kadınların bizim gördüğümüz bu günkü halini görse idi, İsrâiloğullarının
kadınları mescide gitmekten alıkonduğu gibi, o da kadınların mescide
gitmelerini yasaklardı.[996]
İzah
Hadis,
Mu'cemü'l-Evsat'da, "Kendisinden sonra kadınların neler ihdas ettiğini
görse idi" şeklindedir.
Camide cemaatle namaz
kılmak, gerek Peygamberimiz tarafından gerekse âlimler tarafından teşvik
edilmiştir. Hatta Hanefi mezhebine göre cemaatle namaz vacip derecesinde
sünnet-i müekkededir. Fakat cemaatle namazın, camiye devamın teşvik edilmesi
erkekler içindir, kadınlar için böyle bir teşvik yoktur. Yüce Allah erkeklerin
cemaatla kıldıkları namaza daha çok sevap yazarken, kadınların evlerinin bir
köşesinde tek başlarına kıldıkları namaza daha çok sevap yazmaktadır.
Peygamberimiz bir hadislerinde bu gerçeği şöyle ifâde eder:
"Kadının evinin içinde kıldığı namaz, evinin avlusunda kıldığı namazdan daha sevaplıdır. Evinin avlusunda kıldığı namaz mescitte kıldığı namazdan daha sevaptır. Evleri onlar için daha hayırlıdır."[997]
Bununla beraber
Peygamberimiz kadınların camiye gitmelerini bütün bütün yasaklamamış, kadınlar
daha az sevabı çok sevaba tercih ederlerse, erkeklere onların camiye
gitmelerine müsaade etmeleri tavsiyesinde bulunmuştur. Bununla ilgili bir
hadis şu mealdedir:
"Hanımlarınız mescitlere gitmek için sizden izin istediklerinde onları mescidlere gitmekten menetmeyiniz."
Nitekim Peygamberimiz
hayatta iken kadınlar camiye devam etmişler, erkeklerin arkasında namaz
kılmışlardır.
Fakat Peygamberimizin
vefatından bir müddet sonra, kadınların giyim kuşamda aşırı gitmeleri
sebebiyle Sahabîler hanımlarını mescidlere göndermemişlerdir. Öyle ki,
hanımların giyim kuşamlarında gösterdikleri aşırılıklar Hz. Âişe'nin yukarıdaki
sözü söylemesine sebep olmuştur.
Hz. Aişe'nin bu
sözünden hareketle âlimlerin ekseriyeti kadınların camiye gitmelerinin mekruh
olduğunu söylemişlerdir.[998]
Bizim kanaatimize
göre, kadının camiye gitmediği gibi sokağa da çıkmadığı, evinde oturduğu
günlerin şartlarına göre verilmiş bir fetvayı, günümüzde de devam ettirmek
uygun değildir. Çünkü günümüzde kadınlar eskisi gibi evlerinde oturmuyorlar, alışverişe çıkıyorlar, eş dost ziyaretine gidiyorlar.
Böyle iken kadının tesettüre ve İslâmiyetin vakar ve ciddiyetine uymak
şartıyla camiye gitmelerinin mekruh olduğunu söylemek doğru değildir. Âlimler o
fetvayı verdiklerinde kadınlar beylerinden İslâmî bilgileri öğreniyorlardı.
Günümüzde ise erkekler maalesef bu vazifelerini yapamıyorlar, zaten çoğunluk
itibarıyla kendileri de dînî bilgiden mahrumlar. Böyle olunca kadınların
tesettüre uymak, hissedilen koku sürünmemek, gidip gelirken vakar ve
ciddiyetlerini korumak, cami içerisinde yüksek sesle konuşmamak şartıyla, bilhassa
namaz öncesinde vaaz ve nasihat yapılan teravih namazı
için camiye
gitmelerinde dînen hiç bir mahzur yoktur. Bunu demekle gerçi sonraki âlimlerin
kendi şartlarında verdikleri fetvalara ters düşüyoruz, fakat Peygamberimizin
Asr-ı Saadette verdiği fetvaya dönmüş oluyoruz. Bizce bu konuda bilhassa
günümüzde Peygamberimizin verdiği ruhsatın esas alınması kadınları rahatlatacaktır.
Çünkü âlimlerin "Kadınların camiye gitmeleri mekruhtur" şeklindeki
fetvaları bilindiği halde, Türkiye'nin hemen her yerinde kadınlar teravih
namazı için camiye gitmektedirler. Kaldı ki hemen her yerde kadınların namaz
kılacağı yer, çoğu yerde giriş kapısı dahi erkeklerden ayrılmıştır. Bütün
bunlar göz önünde bulundurulunca, âlimlerin kendi devir ve şartlarınde içtihad
ederek verdikleri fetvayı değişen günümüz şartlarında da vermenin, Peygamberimizin
ruhsatını yok saymanın Kıyamete kadar geçerli olacak İslâmiyetin ruhuna
uymayacağı kanaatindeyiz. Madem kadınların evlerinde kıldıkları namazın daha
hayırlı olduğuna dikkat çeken Sevgili Peygamberimiz, buna rağmen camiye gitmek
için izin isteyen kadınlara bu iznin verilmesini tavsiye ediyor, öyle ise
günümüz şartlarında âlimlerin içtihadı olan "Kadınların camiye
gitmelerinin mekruh olduğu fetvasını" bırakarak, Peygamberimizin
ruhsatına dönülmesinin daha doğru olacağını düşünüyoruz.
Hz. Âişe'nin "Eğer
Resûlullah kadınların bu günkü halini görse idi" şeklindeki sözünü de bir
tepki ifâdesi olarak değerendiriyoruz. Çünkü Resûlullahın bu hükmü dinin bir
hükmüdür. O kendiliğinden dinî hüküm koymaz. Ona vahyedilmiş, o da sadece bunu
tebliğ etmiştir. Resûlullaha (s.a.v.) kadınların camiye gitme ruhsatını
vahyeden de o günü de, bugünü de çok iyi biliyordu. Ve kıyamete kadar
kadınların ne gibi değişikliğe uğrayacaklarını da biliyordu.
Evet, Sahabîlerden Hz.
Ömer'in oğlu Abdullah'ın, kendi oğluyla arasında geçen bir konuşma ile konuyu
bağlayalım:
Bir defasında Abdullah
bin Ömer (r.a.), "Peygamber (s.a.v.),
"Gece
kadınların camiye gitmelerine izin verin" buyurdu" demişti.
Oğlu, kadınların giyim
kuşamlarını ve laubaliliklerini düşünerek "Vallahi izin vermeyiz"
dedi.
Abdullah bin Ömer
(r.a.) oğluna çıkıştı ve şöyle dedi:
"Allah senin hayrını
versin. Ben 'Resûlullah buyurdu' diyorum. Sen, 'İzin vermeyeceğiz'
diyorsun."[999]
Hz. Abdullan bu sözle
Resûlullahın müsaadesine olan bağlılığını ifâde etmişti.[1000]
310. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:
"Şefaatim kıyamet
gününde ümmetimin büyük günah işleyenleri için olacaktır."[1001]
İzah
Hadisin Tirmizi'deki
rivayetinde, "Büyük günah ehli olmayanın şefaate ne ihtiyacı
var?" ilâvesi vardır.
Şefaat, mahşer gününde
Allah'ın izin vermesiyle Allah'ın emirlerini yerine getiren mü'minlerin daha
yüksek derecelere yükselmesi, bâzı günahkarların affedilmesi için başta
Peygamberimiz olmak üzere diğer peygamberlerin ve sâlih kulların Allah'tan istekte
bulunmaları, Ona duâ etmeleridir. Konu ile ilgili pekçok âyet vardır. Meselâ bu
âyetlerden birisi şudur:
"İzin
verdiğinden başka hiç kimsenin şefaati Onun huzurunda bir fayda vermez. Nihayet
kalplerinden korku giderilince, şefaat
bekleyenler
şefaat edeceklere 'Rabbiniz ne buyurdu?' diye sorarlar; onlar da 'Hakkı
buyurdu ve şefaat izni verdi' derler."[1002]
Şefaat hakkında birçok
da hadis vardır. Peygamberimiz bu hadislerinde ümmetinden büyük günah
işleyenlere şefaat edeceğini , bildirmiştir. Ancak Resûlullahın şefaati sadece
büyük günah, işleyenlere mahsus değildir. Nitekim bir hadiste,
"İnşaallah
ümmetimden Allah'a şirk koşmamış olarak vefat eden herkes benim bu şefaatime
nail olacaktır" buyurularak bu
gerçek ifâde edilmiştir.[1003]
Fıkh-ı Ekber Şerhi'nde
de bu konu ile ilgili olarak şöyle denilin
"Şefaat yalnız
büyük günah işleyenlere mahsus değildir. Hz. Peygamber (a.s.) bütün ümmetin
bütün sıkıntılarını gidericidir ve rahmet peygamberidir. Hz. Peygamberin
çeşitli şekillerde şefaat edeceği sabittir."[1004]
Evet, Peygamberimiz
çeşitli hadislerinde Sahabîlerine dil uzatanlara, zâlim ve katı yürekli
idarecilere, dinde aşırılığa kaçan ve zorlama teville dinden çıkan kimsenin
dışında herkese şefaat edeceğini bildirmiştir.[1005]
Yine çeşitli
hadislerinde Ehl-i Beytini sevenlere,[1006]
kendisine çok salavat getirenlere, başkalarına ulaştırmak üzere kırk hadis
ezberleyip onunla amel edenlere[1007],
gönülden "Lâilâhe illallah" diyenlere[1008]
şefaat edeceğini de bildirmiştir. Ayrıca Cennet ehlinin derecesini yükseltmek
için de şefaat edecektir.
Tafsilat için
Bediüzzaman'ın Görüşleri Işığında Ölümden Sonra Diriliş isimli eserimizin
275-282. sayfalarına bakılabilir.
[1009]
311. Ebu'd-Derdâ (r.a.) rivayet ediyor:
"Kim Allah yolunda
bir gün oruç tutarsa, Allah onunla Cehennem arasında gökle yer arası kadar bir
hendek meydana getirir."[1010]
312. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:
"Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden sorumlusunuz. İdareci emri altındaki insanların çobanıdır ve onlardan mes'uldür. Kişi ehlinin çobanıdır; hanımından ve eli altındakilerden sorumludur. Kadın kocasının haklarının çobanıdır; evinden ve çocuklarından mes'uldür. Köle efendisinin çobanıdır ve onun malından mes'uldür. Hepiniz çobansınız ve güttüklerinizden sorumlusunuz. Öyle ise Mahşer gününde çekileceğiniz sorgu için cevap hazırlayın."
Sahabîler, "Yâ
Resûlallah, cevâbı nedir?" diye sordular. Resûlullah (s.a.v.),
"Salih ameller
işlemek" buyurdu.[1011]
İzah
Zikrettiğimiz
kaynaklarda hadisin bir kısmı yer alır. Ancak şöyle bir ilâve de vardır:
"Kişi babasının malının çobanıdır, o da sürüsünden mes'uldür."
Ebû Hüreyre'nin (r.a.)
şu rivayeti bu hadisi tamamlar:
"Her çoban kıyamet günü hesaba çekilecektir: Sürüsüne Allah'ın emrini tatbik etti mi, yoksa etmedi mi? diye. "[1012]
Çoban diye tercüme
ettiğimiz kelime, hadiste "koruması için bir şeyler emânet edilmiş
güvenilir kimse" mânâsında kullanılmıştır.
İdarecinin çobanlığı
râîyetini görüp gözetmek, adaletli olmak, Allah'ın hükümlerini uygulamaktır.
Erkeğin çobanlığı ailesinin haklarına riâyet etmek, onlara yedirmek, giydirmek
Allah'ın emrettiği sorumlulukları yerine getirmektir. Kadının çobanlığı, beyinin
namusunu, malını korumak, evin, çocukların işlerini yapmaktır. Hizmetçinin
çobanlığı eli altındaki şeyleri korumak, vazifesini layıkıyla yapmaktır.
Bâzıları hadiste geçen
"Hepiniz çobansınız, hepiniz sürünüzden mes'ulsünüz" şeklindeki
umumî ifâdenin bekârları da çobanlar arasına dâhil ettiğine dikkat
çekmişlerdir. Bununla ilgili olarak şu değerlendirmeyi yaparlar:
"Böyle birisi de
azaları üzerinde çobandır, fiil, söz ve itikat nevinden emredileni yapmaları,
yasaklananları da terk etmeleri meselesinde insanın azaları, kuvveleri, hisleri
kişinin sürüsü hükmündedir."[1013]
313. Aişe (r.a.) rivayet ediyor:
"Her kim Müslüman kardeşinin bir iyiliğe ulaşması konusunda bir yetkiliye aracılık ederse, veya zorluğu kolaylaştırmasında ona yardımcı olursa, Allah kıyamet günü ayakların kaydığı anda, sırattan geçerken ona yardım eder."[1014]
İzah
Konu ile ilgili bir
başka hadis şu mealdedir:
"İhtiyacını ilgili yere ulaştıramayan kimsenin ihtiyacını ulaştırın. Kim bunu yaparsa, Allah kıyamet günü ayaklarını sırat köprüsünde sabit kılar."
Mu'cemü'l-Evsat'da, da
hem Hz. Âişe'nin rivayet ettiği hadis, hem de Ebu'd-Derdâ'nın (r.a.) rivayet
ettiği başka bir hadis kayıtlıdır. Ebu'd-Derdâ (r.a.) kanalıyla gelen hadis
"Allah
böylelerini Cennette yüce derecelere yükseltir" şeklindedir.
Toplum içerisinde bâzı
kimseler vardır ki, ihtiyaçlarını gerekli makamlara ulaştırmaktan âcizdirler.
Böyle olunca da hakları zayi olur. İşte Peygamberimiz yukarıdaki hadislerinde
ümmetinin ağzı laf yapabilen fertlerine bir görev yüklemekte, gerek konuşmayı
beceremediğinden, gerekse medenî cesareti olmadığından ihtiyaçlarını ilgili
makamlara ulaştıramayanlara yardımcı olmalarım istemektedir. Bunun karşılığında
ise büyük bir mükâfaat müjdesi vermektedir ki o da mahşer gününde Cehennem
üzerine kurulacak olan kıldan ince, kılıçtan keskin olan sırat köprüsünde
ayaklarının kaymayacağı müjdesidir.[1015]
314. Ali (r.a.) rivayet ediyor:
"Şüphesiz Allah Müslüman zenginlere mallarından fakirlere yetecek miktarda zekât vermelerini farz kıldı. Fakirler aç ve açık kaldıkları zaman sırf zenginlerin yaptıkları hatâlardan dolayı zor duruma düşeceklerdir. Dikkat edin! Allah onları çok şiddetli olarak hesaba çekecek, sonra elem verici bir azaba çarptıracaktır."
Konuyla ilgili başka
hadis için 479 numaralı hadise bakınız.[1016]
315. Âişe (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullahın (s.a.v.)
yanında iken çoğu zaman bana şöyle derdi:
"Ey Âişe, beyitlerini ne yaptın?"
Ben, "Onlar çok var.
Hangilerini istiyorsun ey Allah'ın Resulü?" derdim.
O,
"Şükür
hakkındakini" buyururdu.
Ben, "Evet. Annem
ve babam sana feda olsun. Şâir şöyle diyor" derdim.
"İyilik yaptığın
kişi sana ya karşılığını verecek veya seni övecektir.
"Yaptığına
karşılık seni öven, mükâfat vermiş gibi olur. .
"Asil kişi ile
dostluk ve iyilik bağı kurmak istediğin zaman,
"Az bir kuvvet o
dostluk bağını koparmaya yetmez."
Resûlullah (s.a.v.)
bunun üzerine şöyle buyururdu:
"Ey Âişe,
kıyamet günü Allah mahlukâtı mahşerde topladığında kullarından birisinin
kendisine iyilik ettiği bir kuluna 'Ona teşekkür ettin mi?' diye sorar.
O kul şöyle der:
"Evet yâ
Rabbi! O iyiliğin Senden olduğunu bildim ve Sana şükrettim."
Allah şöyle
buyurur:
"Kendi eliyle
Sana iyilik ettiğim kimseye teşekkür etmedikçe Bana da şükretmiş
olmazsın."[1017]
316. İbni Mes'ud (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullaha, "Hangi
amel daha faziletlidir?" diye sordum.
"Vaktinde kılınan
namaz, anne babaya iyilik etmek ve Allah yolunda cihad etmektir" buyurdu.[1018]
İzah
Müslim'deki rivayet,
"Amellerin hangisi Cennete daha yakındır?" şeklindedir.
Peygamberimiz (s.a.v.)
"Hangi amel efdaldir" şeklindeki suâllere çok değişik cevaplar
vermiştir. Meselâ yukarıdaki hadiste faziletli ameller, "vaktinde kılınan
namaz, anne babaya iyilik ve Allah yolunda cihad etmek" olarak sayılır.
Başka bir hadiste,
"Amellerin en
faziletlisi, mü'min kardeşini sevindirmen, onun borcunu ödemen, ekmek de olsa
yemek yedirmendir"
buyurulmuştur.[1019]
Bir başka hadiste,
"Amellerin en
faziletlisi tek olan Allah'a inanmak, sonra ganimet malından çalmadan cihad
etmek, sonra da kabul edilen hacdır" buyurulmuştur.[1020]
Bir hadisde en faziletli
amelin helâl kazanç,[1021]
bir başka hadiste de "Allah'ı bilmek" yani mârifetullah olduğu
bildirilmiştir.[1022]
Bir başka hadiste de,
"Amellerin en
üstünü Allah için sevmek ve Allah için düşmanlık beslemektir" buyurulmuştur.[1023]
Görüldüğü gibi,
Peygamberimiz "en faziletli amel" ile ilgili olarak değişik cevaplar
vermiştir. İslâm âlimleri bunun sebeplerini çeşitli açıdan izah etmişlerdir.
Bunlar:
1. Soru sahiplerinin durumundaki farklılıktır.
Resûlullah (s.a.v.) suâl soranın durumuna, ihtiyacı olan veya haline uygun gelen
şeyle cevap vermiştir. Meselâ böyle bir suâli soran erkeğe "cihad"
derken, aynı suâli soran kadına, "hac" cevabını vermiştir.
2. Soru vaktinin farklı olması: Bâzı vakitlerde, o
vaktin şartlarına uygun olarak bir amel diğerine nazaran daha faziletlidir.
Nitekim İslâmiyetin ilk vakitlerinde cihad en faziletli amel olmuştur. Çünkü
dinin yaşaması buna bağlı idi. Yine birçok âyet ve hadislerde namazın
sadakadan üstün olduğu açıklandığı halde, darlık ve maddî sıkıntı zamanlarında
sadakanın daha fazîletli olduğu belirtilmiştir.
3. Hadislerde geçen "daha fazîletli" kelimesi
ile belirli bir şey kastedilmemiş, mutlak fazîletlilik kastedilmiştir. Bu
açıklamaya göre cevap, "en fazîletli amellerden biri
de..." mânâsındadır. Buna göre "en fazîletli amel nedir?"
şeklindeki bir suâle, "vaktinde kılınan namaz fazîletli
amellerdendir" denilmiştir.
Amellerin en
fazîletlisi "namaz"; "inançla ilgili amellerin en
fazîletlisi" ise imandır.[1024]
317. Mikdad bin Esved (r.a.) şöyle dedi:
Medine'ye hicret
ettiğimizde Resûlullah (s.a.v.) bizleri onar kişilik gruplara ayırdı. Ben
Resûlullahın içinde bulunduğu grupla beraberdim. Bir keçinin sütünü hepimiz
ortaklaşa içiyorduk. Resûlullahın payını ayırırdık. Bir gece çok acıkmıştım,
kalkıp Resûlullahın hissesini de içtim. Resûlullah (s.a.v.) geldi. Ben sütü
içtikten sonra uyuyamadım. Kendisine süt ayırdığımız kaba baktı, içinde birşey
bulamadı. Ben, "Ya Resûlallah, keçiyi senin için keseyim mi?" dedim.
"Hayır"
cevabını verdi.[1025]
İzah
Bu hadisenin devamı
şöyledir:
Arkadaşlarım kendi
paylarına düşen sütü içmiş ve uyumuşlardı. Beni uyku tutmuyordu. Üzerimdeki
örtü de kısaydı. Başıma çektiğimde ayaklarım açılıyor, ayaklarıma çektiğimde
başım açılıyordu. Sonra Peygamber (s.a.v.) âdeti olduğu üzere geldi, namazını
kıldı. Süt kabına baktı ve birşey göremedi. Ellerini kaldırınca ben korktum ve
"Şimdi bana beddua edecek, mahvolacağım!" diye düşündüm. Fakat
Resûlullahın söylediklerini duyunca rahatladım. Resûlullah (s.a.v.),
"Allah'ım,
beni doyuranı doyur, beni susuzluktan kurtaranı susuz bırakma" diyordu.
Örtümü yanıma aldım.
Keçilerin olduğu yere gittim. Hangisi Peygambere (s.a.v.) ikram etmek için daha
elverişli diye bakıyordum, sonra Resülullahın devamlı içinde yemek yediği bir
kabı aldım ve sütle doldurdum. Sağdığım sütü Resûlullaha (s.a.v.) getirdim.
İçti ve kabı bana verdi. Kabda kalan sütten ben de içtim ve ona verdim. Tekrar
içti ve bana uzattı. Gülmeye başladım. Resûlullaha (s.a.v.) yaptığım şeyi
anlattım. Bana,
"Bu, Allah'ın
sana olan bir rahmetiymiş. Keşke arkadaşlarını uyandırsaydın, onlar da
içseydi" buyurdu.[1026]
318. Âli (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
vitir namazının üç rekatında dokuz sûre okurdu. Birinci rekâtta Tekâsür, Kadr
ve Zilzal sûrelerini; ikinci rekâtta Asr, Nasr ve Kevser sûrelerini; üçüncü
rekatta ise Kafirûn, Tebbet ve İhlas sûrelerini okurdu.[1027]
İzah
Hz. Âişe'nin rivayet
ettiği ve Taberânînin Mu'cemü's-Sagir'inde de yer alan bir hadiste ise
Resûlullah vitir namazında şu sûreleri okurdu:
"Resûlullah vitir
namazının birinci rekatında A'la, ikinci rekatta Kâfirûn, üçüncü rekâtta ise
İhlâs, Felâk ve Nâs sûrelerini okurdu."[1028]
Konu ile ilgili daha
başka hadisler de vardır. Fakat âlimler arasında vitr namazında okunması sünnet
olan sûreler hakkında bir ittifak söz konusu değildir.[1029]
319. Abdullah bin Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
"Allah
kullarından birden bire ilmi çekip almaz. Fakat âlimlerin ruhunu almakla ilmi
kaldırır. Öyleki hiçbir âlim
bırakmayınca
insanlar câhil liderler edinirler. Onlara soru sorulduğunda bilgisizce fetva
verirler. Böylece hem kendileri haktan sapar, hem de insanları
saptırırlar."[1030]
İzah
Hadis, bizlere birçok
mânâları ders vermektedir. Bunlar:
1.
Peygamberimiz (s.a.v.) bu hadislerinde farklı bir
üslupla ümmetini ilim öğrenmeye teşvik etmektedir. O da şudur:
"Âlimlerin ruhunu almak suretiyle ilmin kaldırılması, Allah'ın kudreti dahilindedir. Öyle ise böyle bir tehlikeyi her an göz önünde bulundurarak ilmi talep edin, âlimlerin yetişmesi için gayret gösterin."
Gerçekten de bu hadis,
Müslümanları ilim öğrenme, onu koruma noktasında gayrete getirmiştir. Meselâ
Emevî halifelerinden Ömer bin Abdülaziz Medine valisi Ebû Bekir bin Hazm'a bir
mektup yazarak hadislerin tedvîn edilmesini, yani yazı ile kayıt altına
alınmasını, toplanmasını emretmiştir:
"Bak, Resûlullahın
(s.a.v.) hadîsinden ne varsa yaz. Çünkü ben ilmin kaybolmasından ve âlimlerin
gitmesinden korkuyorum. Resûlullahın (s.a.v.) hadisinden başka bir şey kabul
etme. Âlimler ilmi yaysınlar, ilim için umuma açık yerlerde ilim meclisleri
kursunlar. Tâ bilmeyenler de böylece öğrensin. Çünkü ilim gizli kalmazsa helak
olmaz."[1031]
2. Hadiste, câhillerin iş başına getirilmesi kötüleniyor,
hoş karşılanmıyor. Âlimlerin lider edinilmesi isteniyor.
3. İlimsiz fetva vermeye girişenler kötüleniyor.
4. Hadis, ilmin kaldırılabileğini haber veriyor. Nitekim
Resûlullah Veda Haccında,
"İlim kaldırılmadan evvel onu alın"
buyurmuş, bir
Sahabînin, "İlim nasıl kaldırılır?" diye sorması üzerine de şu cevabı
vermiştir:
"Dikkat
edin! İlmin kaldırılması, onun taşıyıcıları olan âlimlerin ölmesi
demektir."[1032]
Peygamberimiz çeşitli
hadislerinde de ilmin âhirzamanda kaldırılacağını bildirmiş, ilmin kaldırılıp
cehaletin yaygınlaşmasını kıyamet alâmetlerinden saymıştır.[1033]
320. Abdullah bin Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
"Müslüman, Müslümanların elinden ve dilinden selâmette olduğu kimsedir. Muhacir, Allah'ın yasakladığı şeylerden hicret edendir."[1034]
İzah
Zikrettiğimiz
kaynaklardaki rivayet şöyledir:
Resûlullah'a (s.a.v.)
"Hangi Müslüman daha faziletlidir?" diye soruldu.
"Müslümanların
elinden ve dilinden selâmette olduğu kimse" buyurdu.
"Hangi hicret
daha üstündür?" diye soruldu.
"Allah'ın
kendisine haram kıldığı şeyleri terk edenin hicreti" buyurdu.
Müşriklerin işkenceleri
dayanılmaz bir hal alınca, Müslümanlardan bir grup Peygamberimizin izni ile
Habeşistan'a hicret etmişti. Sonra da hemen bütün Müslümanlar Medine'ye hicret
ettiler. Bunlara "Muhacir" denildi. Kur'ân'da birkaç âyette bu Muhacirlerin
fazîleti nazara verilir. Bu âyetlerden birisi şu mealdedir:
"İslâm'da önceliği olan Muhacirler ve Ensar ile onları güzellikle takip ederek örnek alanlar ve onları hayırla yâd edenlere gelince; Allah onlardan razıdır, onlar da Allah'tan razıdırlar. Allah onlara içinde ebedî kalmak üzere, altlarından ırmaklqr akan Cennetler hazırlamıştır. Bu ise en büyük kurtuluştur."[1035]
Hicret, mü'minlerin
hayatında sadece belli bir tarih hadisesi olarak kalmamıştır. Her an ümmetini
düşünen, onların saadetleriyle alakadar olan Sevgili Peygamberimiz, gelecek
asırdaki Müslümanların da hicret fazîletinden hisse alabilmesi için hicreti
bir mefhum olarak değerlendirmiştir. Hatta günahlardan sakınmayı en faziletli
hicret olarak zikretmiştir. Bununla ilgili bir çok hadis vardır. İşte izahını
yaptığımız hadis bunlardan birisidir.
Günümüzde çalıştığı iş
yerinde inancını yaşamasına müsaade edilmeyen bir Müslümanın inancını rahatça
yaşayabileceği yeni bir iş bulması da bir hicrettir.
Evet, hicretten bugüne
tam bin dört yüz küsur sene geçti. Bu zaman içerisinde zulmetten nura,
dalâletten hidâyete, şirkten tevhide, günahtan sevaba, sebeplere bağlanıp ona
yönelmekten Allah'ın yüce kudretine hicret edip iltica eden milyarlarca
Müslüman muhacir dünyamızı şereflendirdi. Bundan sonra da hicret kervanı
Kıyamete kadar bir çığ gibi akıp gidecektir. Ne mutlu Allah yolunda hicret
edenlere![1036]
321. İbni Amr (r.a.) rivayet ediyor:
"Ölülerinizin güzel yönlerini anlatın. Kötülüklerini söylemeyiniz."[1037]
322. Abdullah bin Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
"Benden bir âyet de olsa nakledin. İsrâiloğullarının bilgilerinden rivayet etmenizde bir mahzur yoktur. Kim benim adıma yalan uydurursa, Cehennemdeki yerine hazırlansın."[1038]
İzah
İslâmiyetin ilk
yıllarında fitne ve fesada sebep olabilir düşüncesiyle Yahudi ve
Hıristiyanların kitaplarında yer alan rivayetleri nakletmek yasaklanmıştı. Dinî
esaslar, emir ve yasaklar sağlam bir şekilde açıklanınca bu yasak kaldırıldı.[1039]
İşte Peygamberimiz
yukarıdaki hadisleriyle İsrâiloğullarının
ibret almaya değer kıssalarını nakletmekte bir mahzur olmadığını bildirir.
Resûlullah (s.a.v.) İsrâiloğullarının başından geçen birçok ibretli kıssayı
Sahabîlere anlatmıştır. Bunlar hadis kitaplarında kayıtlıdır.
Ancak üzülerek ifâde
edelim ki, Resûlullahın bu izninin sınırları zaman içerisinde çok
genişletilmiş, hiçbir süzgeçten geçirilmeden, hikmet ve Cenâb-ı Hakkın kâinata
koyduğu adetullah denilen kanunlara göre incelenmeden İsrailoğullarından
gerçekle alakası olmayan birçok kıssa İslâmiyete karıştırılmıştır.
Bu, ya İbni Abbas
(r.a.) gibi Sahabîlerin Kur'ân'da ve hadislerde tafsilat bulamadığı konulan
Ka'bu'l-Ahbar, Abdullah bin Selâm (r.a.), Vehb bin Münebbih gibi sonradan
Müslüman olan ehl-i kitap mensuplarına sormalarıyla; ya da ehl-i kitaptan olan
birçok kimsenin Müslüman olduktan sonra senelerdir haşir neşir olduklan bu
bilgileri anlatmalarıyla gerçekleşmiştir.
Meselâ Kur'ân'da
tafsilat verilmeyen Hz. Adem'in meyvesini yediği yasak ağacın ismi, Hz.
Havva'yı kandıran hayvanın yılan olduğu, Allah yılanı yerde süründürmek ve
toprak yedirmekle cezalandırdığı; Hz. Havva'yı da sancı ile çocuk doğurmakla
cezalandırdığı gibi hususlar Tevrat'tan[1040]
tefsir kitaplarımıza geçebilmiştir.
Yine Kur'ân'da
tafsilatı olmayan Hz. Meryem'in Hz. İsa'yı doğurma keyfiyeti, semadan inen
yemek çeşitleri, Hz. İsa'nın kör, topal ve cüzzamlıları iyileştirmesi, ölüyü
diriltmesi ile ilgili tafsilatlar İncil'den tefsir kitaplarımıza girebilmiştir.[1041]
Aynı şekilde dünyanın
yaratılışı, hesap ve mizan gibi konularda ve daha bir çok hususlarda
İsrâiloğullarının yalan yanlış bilgileri İslâmî kitaplara karıştı. Başlangıçta
bunlar sadece birer hikâye olarak okundu ve öyle değerlendirildiyse de,
sonraki yıllarda dinî bir hüküm şeklini aldı. Yahudi ve Hıristiyanların
kitaplarından veya anlattıkları hikayelerden İslâmiyete karışan bu bilgileri
"İsrâiliyat" denilir.
İslâmiyete İsrâiliyat
karıştırıldığını Bediüzzaman da söyler. O, İslâmiyete, hadislere İsrâiliyat
karıştığını söyler.[1042]
Lut ve Dâvud (a.s.) kıssalarına Tevrat ve İncil'den bâzı ilâveler yapıldığını
ifâde eder.[1043] Ve
"İslâmiyeti hikâyelerden, İsrâiliyattan ve soğuk taassubtan kurtarmak
gerekir" der.[1044]
323. Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah bir elinde
altın, diğer elinde ipek olduğu halde yanımıza geldi ve şöyle buyurdu:
"Bu ikisi ümmetimin erkeklerine haram, kadınlarına ise helâldir."[1045]
İzah
Hadis, altın ve ipeğin
Müslüman erkeklere haram kılındığını ifâde ediyor. Konu ile ilgili başka
hadisler de vardır. Meselâ bu hadislerden birinde Resûlullah ipeği kast ederek,
"Bunu ancak âhirette nasibi olmayanlar giyerler" buyurmuştur.[1046]
Bunların haram kılınış
hikmeti hakkında çeşitli şeyler söylenmiştir. Bâzıları israf olduğu için,
bâzıları kibir sebebi olduğu için, bâzıları da kadınlara benzettiği için haram
kılındığını söylerler. Hikmeti ne olursa olsun, haram kılmış sebebi Allah'ın
yasağıdır. Bu hikmetler olmasa da altın ve ipek erkeklere haramdır.
Dünyada Allah'ın emir
ve yasaklarına uyarak ipek giymeyen kimselerin âhirette Cennete lâyık ipekler
giyeceklerdir. Nitekim Müslim'de konu ile ilgili şöyle bir hadis vardır:
"Her
kim dünyada ipek giyerse, âhirette onu giymez."[1047]
Aynı durum altın için
de geçerlidir.[1048]
324. Ma'kil bin yesar (r.a.) rivayet ediyor:
"Bir idareci ümmetimin idaresini üzerine alır da kendi şahsına iyi niyet besleyip gayret gösterdiği kadar onlar için de iyi niyet besleyip gayret göstermezse, Allah kıyamet günü onu yüz üstü Cehenneme atar."[1049]
325. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Alıcı olmadığınız halde fiyatları kızıştırmak için alıcı ile satıcının arasına girmeyin. Biriniz kardeşinizin aldığı birşeye talip olmasın. Şehirli köylü adına satış yapmasın. Din kardeşinizin evlenmeye talip olduğu bir kadınla o vaz geçmedikçe evlenmeye talip olmayın. Kadın onun tabağını ters çevirmek için boşanmasını istemesin."[1050]
İzah
Bu hadisin cümleleri,
zikrettiğimiz kaynaklarda ayrı ayrı birer hadis olarak yer alır. Tâberânî
tamamını bir hadis olarak rivayet etmiştir. Hadis, ticâret ve evlilik hususunda
mühim noktaları ders verir. Bunlar:
1. Kişinin alıcı olmadığı malın fiyatını artırması:
Bâzı zamanlar alıcı
olmadıkları halde bâzı insanlar bir alış veriş meclisine gelip müşterinin
incelediği mal için, "Çok kaliteli imiş," "Çok ucuz,"
"Ben bunu şu fiyata alabilirim" gibi sözler söylerler. Böylece malı
inceleyen kişiyi o malı almaya karşı tahrik ederler ve onun pazarlık gücünü
kırarlar.
Böyleleri bazan satıcı
ile anlaşmalı olarak çalışırlar. Bu durum müşteriyi aldatmaya sebep olacağından
Peygamberimiz yukarıdaki hadislerinde bunu yasaklamaktadır.
2. Başkasının aldığı mala talip olmak:
Zaman zaman buna da şahit
oluruz. Alıcı ve satıcı anlaştığı, satış bittiği halde birisi gelir satılan o
mala müşteri olur. Daha fazla fiyat teklif ederek alış verişi bozmak ister.
Peygamberimiz bu davranışı da yasaklamıştır.
3. Şehirlinin köylü adına satış yapması:
Hadiste yasaklanan
üçüncü husus, şehirlinin köylü adına satış yapmasıdır. Bu şöyle olur:
Tüccar (simsar)
piyasayı bilmeyen üreticiyi şehir girişinde karşılayarak onun malını ucuz
fiyata alır. Böylece malını daha iyi bir fiyatla satacak olan üretici zarara
uğrar.
Bu, üreticinin
aleyhine olduğu gibi, tüketicinin de aleyhinedir. Çünkü direk üreticiden alsa,
aldığı şeyi daha ucuza mal edecektir. Oysa aynı malı aracıdan daha pahalıya
alarak zarara uğramaktadır.
Hadisin bu kısmı
hakkında âlimler arasında bir ittifak söz konusu değildir. Çokları bu hadisin
tüccarın insanların ihtiyaç duyduğu bir malı üreticiden alıp, bir müddet
beklettikten sonra onu daha yüksek fiyata satarak "vurgun" vurmasını
yasakladığını söylerler.
4. Birinin talip olduğu bir kadına o vaz geçmedikçe
talip olmak:
Âdetlerimizde güzel
bir uygulama vardır. Her hangi bir erkek bir kıza talip olursa, bu talebi bilen
birisi, kızın ailesi menfi cevap verinceye kadar o kıza talip olmaz. Bununla
beraber çok az da olsa bunun aksine hareket eden aileler de yok değildir. Henüz
ilk istekliye red cevabı verilmeden istekte bulunanlar da vardır. Hattâ
böyleleri kendilerinden önce talip olan kimseyi çeşitli vesilelerle
kötülemekten de geri durmazlar. İşte evlilik ve aile meselelerini en ince
ayrıntılarına kadar düzenleyen dinimiz, izahını yaptığımız hadisle böyle çirkin
bir hareketi yasaklamıştır.
5.
Kadının kendisiyle evlenmek için erkeğe hanımı
boşaltması:
Bazı kadınlar, zengin
bir erkeğin servetinden istifade etmek, onda bulunan nimetlere kendisi sahip
olmak düşüncesiyle veya yakışıklı bir erkeğe sahip olma arzusuyla ondan
hanımını bırakarak kendisiyle evlenmesini ister.
Böyle kadınlar
evlenmek istediği erkeğin hanımına yaklaşarak dost perdesi altında ona kocasını
kötüler, iftira atar, çeşitli hilelerle kadının kocasından boşamaya razı eder.
Sonra da o erkekle kendisi evlenir. İşte Peygamberimiz (a.s) yukarıdaki
hadislerinde bunu yasaklamaktadır. Hadisin başka bir rivayeti şöyledir:
"Bir kadın diğer bir hanım kardeşinin tabağını ters çevirmek için, onun boşanmasını istemesin. Kadın ancak kendisini isteyen erkekle evlensin. Onun nasibi ancak Allah’ın kendisi için taktir ettiğidir."[1051]
326. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah aramızda hutbe
okurken, onun yakınına oturuncaya kadar insanların omuzlarından atlaya atlaya
ilerleyen bir adam geldi. Hz. Peygamber namazını bitirince adama:
"Ey filan,
niçin bizimle birlikte Cuma'ya gelmedin?" diye sordu. Adam:
"Yâ Resûlallah,
senin görelebileceğin bir yere oturmayı istedim" dedi. Bunun üzerine
Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Seni insanların omuzlarına basar ve onlara eziyet ederken gördüm. Kim bir Müslümana eziyet ederse, bana eziyet etmiş olur. Bana eziyet eden de Allah'a eziyet etmiş demektir."
İzah
Bilindiği üzere, Cuma
günleri camiler çok kalabalık olmaktadır. Bu sebeple, cemaattan ilk gelenler
ileriye oturup saf düzeni almalıdırlar. Ancak çoğu zaman böyle yapılmamaktadır.
İlk gelenler arka taraflara oturmakta, ön saflarda boşluk kalmakta, sonradan
gelenler de ister istemez onların aralarından boş yerlere gitmektedirler.
Cuma ve bayram
günlerinde cemaatin omuzundan atlaya atlaya ileriye gitmek, Şâfiîlere ve
Mâlikîlere göre haramdır. Bunlar izahını yaptığımız hadisi ve buna benzer başka
hadisleri görüşlerine delil olarak zikrederler.
Bu iki mezhep cemaatin
omuzuna basa basa ilerlemeyi haram sayarken, Hanefî mezhebine göre böyle bir
hareket iki şarta bağlı olarak caizdir. Bunlar:
1.
İnsanlara eziyet etmemek,
2. İmamın hutbeye başlamamış olması.
Bize göre de insanlara
eziyet etmemek gerekir. Ancak günümüzde ne kadar çok da olsa, camiler bilhassa
Cuma günleri ihtiyaca cevap verememektedir. Dolayısıyla önce gelenler ön
saflara yerleşmediğinde, sonradan gelenler yer bulamamaktadır. Böyle olunca,
önde boş yer varsa, bir ihtiyaç sebebiyle oralara gitmekte bir mahzur olduğu
söylenemez. Ancak öne geçmek gibi bir gurur sebebiyle böyle bir harekette
bulunmak, elbetteki haramdır.[1052]
327. Aişe (r.a.) rivayet ediyor:
"Kadının
dünürlüğünün kolay ve mehrinin kolay ödenebilir olması, onun bereketli
oluşundandır."
[1053]
İzah
Öyle kız babaları
vardır ki, kızına talip olmak, dünür gitmek "cesaret" işidir. Kızını
isteyene şiddetli tepki gösterir. Bu da kıza talip olanların cesaretini kırar,
azarlanmaktan, hattâ kovulmaktan korkarlar. Oysa bir kız babasına gidip
evlenmek için kızma talip olmaktan daha tâbi birşey yoktur. Bu, Allah ve
Resulünün emridir. Kimse kimsenin kızını zorla alacak değildir. Bu sebeple,
kız babaların kızlarını vermeseler dahi onu istemeye gelenlere karşı nâzik
olmalıdırlar. Peygamberimiz izah ettiğimiz hadiste "istenmesinin kolay
olması" derken, bunu nazara vermektedir.
Hadisin ikinci kısmında
da "kadının bereketli oluşunun" ikinci sebebi olarak "mehrinin
kolay ödenebilir" olması zikrediliyor.
Peygamberimizin bu
tavsiyesine günümüzde her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Çünkü
İslâmiyete karşı savaş açanlar, milletimizi yıkmak isteyenler
maddiyatı teşvik ederek, lüzumsuz şeyleri lüzumlu imiş gibi göstererek ve
İslâmiyette yeri olmayan başlık parası gibi engeller çıkararak evliliği maddî
bir külfet haline getirmek, böylece de nikâh yolunu kapamaya çalışmak istiyorlar.
İslâmi şuurdan uzak olan Müslümanlar da bu noktada böylelerine yardımcı
oluyorlar. Öyle ki günümüzde evlilik, fakir veya orta halli aileler için nerede
ise imkansız bîr hal almıştır. Maddî imkansızlık sebebiyle evlenemeyen
gençlerin sayısı bir hayli fazladır. Evlenemeyen bu gençler kuvvetli bir imana
sahip değillerse, fıtratlarındaki şehvet hissini gayr-i meşru yollardan tatmin
etme hususunda hiçbir engel tanımazlar. İşte dinimiz bunun önünü almak için
evliliğin kolaylaştırılmasını istemekte, en kolay ödenebilen mehri hayırlı
mehir olarak vasıflandırmaktadır.
Hadiste geçen mehir,
İslâm hukukunda, nikâh sebebiyle kadının erkekten almaya hak kazandığı para
veya mala denir. Evlenen erkeğin evlendiği kadına mehir vermesi farzdır.
Bununla ilgili olarak bir âyet-i kerimede şöyle buyurulur:
"Evlendiğiniz
kadınlara mehirlerini gönül hoşluğu ile verin"[1054]
Dinimizde mehrin
miktarı tespit edilmemiştir. Az olması evliliği kolaşlaştırır. Fakat bu,
imkanı olanın da mehri az vermesi mânâsında anlaşılmamalıdır. Herkes kendi
imkanı nispetinde "kolay olanı" vermelidir.[1055]
328. Abdullah bin Ömer (r.a.) babasından rivayet ediyor:
"Şu beş durumda
semâ kapıları açılır ve dualar kabul edilir:
1. Kur'ân okunurken,
2. İslâm ordusu düşman ordusuyla karşılaştığı zaman.
3. Yağmur yağdığında.
4. Zulme uğrayan dua ettiğinde.
5. Ezan okunduğunda."[1056]
İzah
Duanın kabul
şartlarından birisi de belli vakitlerde duâ etmektir. Peygamberimiz bu
hadislerinde duaların kabul edileceği beş vakit üzerinde durur. Bu vakitlerde yapılacak
duaların kabul edileceğini bildirir.
Evet, şartlarını
yerine getirerek ihlasla yapılan duaların kabul edileceği Cenâb-ı Hakkın
rahmetinden ümit edilir. Fakat her duâ aynen kabul edilmez. Bu durum,
mütehassıs bir doktorun hastasının her istediği ilacı ona vermemesine benzer.
Hasta kendisi için hangi ilacın faydalı olduğunu bilmediği için devamlı ister:
"Şunu da ver, bunu da ver" der. Fakat doktor her zaman hastanın
durumuna göre ilaç yazar. İstediği ilaç faydalı ise aynını veya ondan daha
iyisini verir. Zararlı ise reçeteye hiç yazmaz.
İşte Cenâb-ı Hak da
kulunun her istediğini aynen vermez. Çünkü insan istediği şeyin kendisi için
hayırlı olup olmadığını bilmez. Kullarına karşı son derece merhametli olan Yüce
Rabbimiz, bunu bildiği için, kulunun her istediğini bazan vermez. Bazan da
kulunun duasını ebedî hayat için kabul eder. O halde şayet duada istenilen şey
verilmezse, "İstiyorum ama verilmiyor" denilmemelidir. "Belki
daha iyi bir şekilde kabul edilmiştir" diyerek, rahmet hazinesinin
anahtarı ve tükenmez bir kuvvetin kaynağı
olan duaya
daha sıkı sarılmalı, hiçbir zaman onu elden bırakmamalıdır. İhlasla Dergâh-ı
İlâhîye yönelinmelidir.[1057]
329. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:
"Kim yalan söylemeyi bırakmazsa, Allah'ın onun yeme ve içmeyi terketmesine ihtiyacı yoktur."[1058]
İzah
Hadisin zikrettiğimiz
kaynaklardan bâzılarında yer alan rivayeti şöyledir:
"Oruç tutan kimse yalan söylemeyi, câhilce davranmayı ve bununla amel etmeyi bırakmazsa yeme ve içmeyi terk etmesine Allah bir değer vermez."
Oruç, dar mânâda
imsaktan iftar vaktine kadar, Allah rızâsı için yiyip içmeyi bırakmak, cinsî
münâsebetten uzak durmak olarak tarif edilir. Bunu yapan bir Müslüman oruç
mükellefiyetini yerine getirmiş olur.
Geniş mânâda ise, oruç
bütün azâ ve duygulara kendilerine mahsus ibâdet ettirmek, bunlan da
Ramazan'dan nasiplendirmektir. Ramazan'da mide ile birlikte göz, kulak, dil,
kalp, hayal ve diğer azalar da oruç tutmalıdır. Meselâ dilin orucu gıybetten ve
çirkin sözlerden uzak durmak, duâ, zikir ve salavatla meşgul olmaktır. Gözün
orucu harama bakmamak, kâinatı ibret nazarıyla seyretmektir. Kulağın orucu
lüzumsuz şeyleri işitmemek, bunun yerine hak sözleri işitmek, Kur'ân
dinlemektir. Hayal ve fikir gibi duyguların orucu ise, çirkin şeylerle meşgul
olmayıp güzel şeyleri düşünmektir. Bediüzzaman, bununla ilgili
olarak meâlen şöyle der:
Orucun en mükemmeli,
mide gibi bütün duygulara; göz, kulak, kalp, hayal, fikir gibi azâ ve
duygulara dahi bir nevi oruç tutturmaktır. Yani haram olan şeylerden, boş ve
lüzumsuz olan şeylerden çekmek ve her birisine mahsus kulluğa sevk etmektir.
Meselâ dilini yalandan, gıybetten ve galiz tabirlerden ayırmakla ona oruç
tutturmak ve o lisanı Kur'ân okumak, zikir, tesbih, salavat ve istiğfar gibi
şeylerle meşgul etmek gibi, diğer azalara da bir nevi oruç tutturmaktır.[1059]
İşte bu ölçülere
dikkat edildiği zaman orucun gerçek lezzeti anlaşılır, dünyada iken Cennet
havası tadılır. Ancak böyle yapıldığı zaman oruçtan tam manasıyla istifade
edilir ve Peygamberimizin şu müjdesine dâhil olunur:
"Kim Ramazan ayında oruç tutar, Allah'ın emirlerine uyup yasaklarından sakınarak orucun hakkına riâyet eder, korunması gerekenlerden de korunursa, önceki günahlarından arınmış olur."[1060]
Diğer azalara oruç
tutturulmadığı zaman sadece oruç borcundan kurtulunmuş, fakat bu rahmet ve
kurtuluş ayından lâyıkıyla feyiz alınmamış olur. İşte izahını yaptığımız
hadislerinde Peygamberimiz bu gerçeği ifâde eder. Konuyla ilgili olarak bir
başka hadiste ise şöyle buyurur:
"Öyle
oruç tutanlar vardır ki, tuttukları oruçla görecekleri fayda, aç ve susuz
kalmaktır."[1061]
Oruçlu biri kendisi
diğer azalarına da oruç tutturmaya gayret gösterdiği halde, başkası kendisine
sataşırsa ne yapacaktır? Bu suâlin cevabını da yine Peygamberimizden öğrenelim:
"Biriniz oruçlu bulunduğu gün çirkin sözler söylemesin, câhilce davranışlarda bulunmasın. Şayet bir başkası kendisine sataşır veya döğüşmeye kalkarsa, 'Ben oruçluyum, ben oruçluyum' diyerek ondan uzak dursun."[1062]
330. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
Sahabîleriyle beraber çıktığı bir seferde namaz vakti geldiğinde Sahabîler
abdest alacak su bulamadılar. "Yâ Resûlallah, abdest almak için su
bulamadık" dediler. Topluluktan bir adam gitti ve bir bardak su ile geri
geldi. Resûlullah (s.a.v.) o su ile abdest aldı parmaklarını bardağın içerisine
soktu. Onların hepsi o su ile abdest aldılar ve ondan içtiler. O sırada
yaklaşık olarak yetmiş kişi idik.[1063]
İzah
Peygamberlerin ortak
hususiyetlerinden birisi de dâvalarını ispat için mucize göstermeleridir. Her
peygamber az çok mucize göstermiştir. Peygamberimiz ise
en çok mucize gösteren peygamberdir. Onun gösterdiği mucizeler diğer
peygamberler gibi bir kaç çeşit değil, birçok çeşittir. Onun en büyük mucizesi
Kur'ân'dır. Bundan başka sayısı binleri bulan mucize göstermiştir. Bir parmağının
işaretiyle ayın ikiye bölünmesi, miraca çıkması, Allah'ın bildirmesiyle
istikbalde olacak bâzı şeyleri haber vermesi ve bunların aynen gerçekleşmesi,
yemeğin bereketlenmesi, suyun bereketlenmesi, hayvanların konuşması, ağaçların
emrini dinlemesi, duası ile çeşitli hastalıkları iyi etmesi bu mucizelerden bir
kaçıdır.
İşte yukarıdaki hadiste de
Peygamberimizin bir başka mucizesi haber verilmektedir. O da parmaklarından su
akmasıdır. Hadiste de ifâde edildiği gibi, Resûlullahın parmaklarından on
musluklu çeşme gibi su akmıştır. Hem bu bir defaya mahsus da değildir. Aynı
durum çeşitli defalar tekrarlanmıştır.[1064]
331. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:
"Sana bir şey emânet edene emânetini ver. Sana hıyanet edene hıyanet etme."[1065]
İzah
Hadisin birinci kısmı,
emânete ihanet edilmeyeceğini kesin bir üslupla ortaya koyar.
İkinci kısımda ise
Peygamberimiz hıyanet edene dahi hıyanetle karşılık verilmemesini ister. Çünkü
hıyanete hıyanetle karşılık veren kimsenin kendisi de hâin olmuş olur.
Hıyanete hıyanetle karşılık vermeyen kimse ise onu hiyânetiyle baş başa
bırakarak sevap kazanacağı gibi, Cenâb-ı Hakkın şu buyruğuna uygun hareket
etmiş olacağından da sevap kazanır:
"İyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğe iyiliğin en güzeliyle karşılık ver; bir de bakarsın, aranızda düşmanlık bulunan kimse candan bir dost oluvermiştir."[1066]
İmam Şafiî'nin de içinde
bulunduğu bâzı âlimlere göre ise, kişi kendisinin emânetine hıyanet eden
birisinden gasbedilen malı kadarını almasının hıyanet olmadığını, fazlasını
almanın hıyanet olduğunu savunurlar.[1067]
332. Âişe (r.a.) rivayet ediyor:
Bir gece Resûlullahı
(s.a.v.) yatağında bulamadım. Kendi kendime, "Muhakkak cariyesi
Mâriye'nin yanına gitmiştir" dedim. Kalktım, odayı yokladım, onu namaz
kılarken buldum. Gusledip etmediğini anlamak için elimi saçında gezdirdim.
Namazını bitirdiğinde,
"Şeytanın mı
yakaladı ey Âişe?" dedi.
"Benim şeytanım
mı var?" dedim.
"Evet. bütün
Ademoğullarının şeytanı vardır"
buyurdu.
"Senin de
şeytanın var mı?" dedim.
"Evet, ancak
ona karşı Allah bana yardım etti de onun
şerrinden ve fitnesinden selamette kaldım" buyurdu.[1068]
İzah
Hadisin birinci kısmı, Hz.
Aişe'nin Resûlullahı kumalarından kıskandığını ifâde ediyor. Nitekim
zikrettiğimiz kaynaklarda Resûlullahın, "Kıskandın mı?" yoksa diye
sorduğu, Aişe'nin de (r.a.), "Evet, benim gibi biri senin gibi birini
kıskanmaz da ne yapar?" dediği kayıtlıdır.
Hadiste geçen
"selime" kelimesini iki şekilde okumak mümkündür. Kelime
"esleme" şeklinde okunduğunda "O Müslüman oldu" dîye
tercüme edilir. "Eslemü" şeklinde okunduğunda ise "Allah bana
ona karşı yardım etti, onun şerrinden ve fitnesinden selâmette kaldım"
şeklinde mânâ verilir. Her iki okuyuş şeklini de savunan âlimler vardır. Meselâ
Kadı İyaz birinci şeklî tercih eder ve "Ümmet Resûlullahın (a.s.m.)
günahlardan korunmasında icma etmiştir. O, cisminde ve konuşmasında şeytanın
şerrinden korunmaya mazhar olmuştur" der. Hattâbî ise ikinci şekli tercih
edenlerdendir. Biz de tercümemizde ikinci şekli tercih ettik. Zaten birinci
şekli tercih eden Kadı İyaz'ın açıklaması, hadisi ikinci şekliyle anlamaya da
kuvvet vermektedir.[1069]
333. Ebû Ümâme (r.a.) rivayet ediyor:
"Aralarında
boş söz söylemeksizin bir vakit namazının
ardından
diğer vaktin namazını kılmanın sevabı İlliyyûnde yazılır."[1070]
İzah
Hadisin Ebû Dâvud'daki
rivayeti şöyledir:
"Abdest alarak farz bir namazı kılmak için evinden çıkan kimsenin sevabı, ihrama girip hacc eden kimsenin sevabı gibidir. Bir kimse kuşluk namazı kılmak için bulunduğu yerden çıkar da bu çıkışındaki yorulmanın sebebi sadece kuşluk namazı olursa, o kişinin sevabı umre yapan kimsenin sevabı gibidir. Aralarında boş söz söylemeksizin bir vakit namazının ardından diğer vaktin namazını kılmanın sevabı illiyyînde yazılır."
Farz bir namazı kılmak
için evinden çıkan kimse hac yapmış gibi sevap kazandığı gibi, iş yerinden, bağ
veya bahçesinden çıkan kimse de aynı sevabı kazanır.
Ancak hadisi
"böyle yapan herkes bu sevabı kazanır" şeklinde değil, "İhlasla
böyle davranan bâzı kimseler böyle sevap kazanabilir" şeklinde anlamak
gerekir.
Ayrıca hâcc yapmış
gibi sevap kazanmak, kendisine hac farz olan kimseden bu farziyetin düşmesine
sebep olmaz.
Hadiste geçen
"illiyyûn," iyi kulların isimlerinin yazıldığı divanın ismidir. Bu
divanla ilgili olarak Kur'ân'da şöyle buyuralur:
"İhlas ile
kulluk edenler İlliyyûn'da kayıtlıdır.
"İlliyyûn'un
ne olduğunu bilir misin?
"O ap açık
yazılmış bir kitaptır.
"Ona yüksek
derecedeki melekler şahittir.[1071]
Günahkarlar ise
Siccîn'de kayıtlıdır."[1072]
334. Abdullah bin Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
"İki kimsenin kıldığı namaz başlarından yukarı geçmez. Bunlardan biri, geri dönünceye kadar efendisinden kaçan köledir. Diğeri de isyanından vaz geçip tövbe edinceye kadar kocasına isyan eden kadındır."[1073]
335. Abdullah bin Mes'ud (r.a.) rivayet ediyor:
"Andolsun bir
adama insanlara Cuma namazını kıldırması için emir vermeyi, sonra da cemaata
gelmeyenlerin evlerini yakmayı arzu ettim."[1074]
İzah
Hadis, zikrettiğimiz
kaynaklarda, "cemaatle namaza iştirak etmeyenlerin" şeklinde
gelmiştir. Taberânî'nin rivayet ettiği hadiste ise "Cuma namazına
gelmeyenlerin" şeklindedir.
Taberânî,
Mu'cemü'l-Evsat'ta hadisi bu şekilde rivayet
etmiştir.[1075]
336. Ümmü Seleme (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
yanımıza girdi. Yanımızda hasta bir çocuk vardı.
"Bunun nesi
var?" buyurdu.
"Nazar değdiğini
sanıyoruz" dedik.
"Nazara karşı
ona niçin okumuyorsunuz?"
buyurdu.[1076]
İzah
Peygamberimiz çeşitli
hadislerinde nazar değmesinin hak olduğunu bildirmiş,[1077]
yani göz değmesinin inkarı mümkün olmayan bir hâdise olduğunu nazara
vermiştir. Hadisin devamında da değiştirmesi mümkün olmayan kaderi değiştirecek
bir şey olsaydı, göz değmesinin kaderi değiştirebilecek güçte olduğunu bildirmiştir.
Bunun içindir ki,
çeşitli dualar okuyarak nazardan Allah'a sığınmıştır. Felak ve Nas sûreleri
nazil olunca da bu iki sûreyi okumuştur.[1078]
İhlâs, Fatiha've Âyete'l-Kürsînin de okunacağı gelen rivayet arasındadır.
Peygamberimiz bir
hadislerinde de güzel bir şeye bakarken şöyle söylemek gerektiğini bildirerek
karşı tarafı zarardan korumayı hedeflemiştir:
"Kim hoşuna giden bir şey görürse 'Mâşaallah lâ kuvvete illâ billah (Allah diledi, kuvvet sadece Allah'tandır)' derse, nazarı zarar vermez."[1079]
337. Âişe (r.a.) rivayet ediyor:
Berîre'ye sadaka
olarak et verildi. Resûlullahın ailesi onu kaldırdı, Resûlullaha etsiz yemek
takdim edildi.
Resûlullah (s.a.v.),
"Sizde et
görmemiş miydim?" buyurdu.
"O Berîre'ye
sadaka olarak verilmişti" dediler.
Resûlullah (s.a.v.),
"Bu Berîre
için sadaka, bizim için ise hediyedir" buyurdu.[1080]
İzah
Zengine zekât helâl
olmamakla birlikte, zengin birisi bir fakire verilen zekâttan yiyebilir.
"Zengine zekât
helâl değildir"
buyuran peygamberimiz,
fakire verilen sadakanın ikram veya hediye edilmesi durumunda zenginin onun
almasının caiz olduğunu bildirmiştir.[1081]
Yukaradıki hadiste
geçen, "Bu Berîre için sadaka, bizim için ise hadiyedir"
ifâdesi de, Berîre'ye sadaka olarak verilen etin artık onun malı olduğunu,
vasfının değiştiğini, kendileri için bir sadaka değil, Berîre'nin bir ikramı
olduğunu ifâde etmiştir. Bilindiği gibi Peygamberimizin sadaka yemesi helâl
değildi.[1082]
338. Ali (r.a.) rivayet ediyor:
"Fazla sevap için
şu üç mescidin dışındaki yerleri ziyaret için yolculuk yapılmaz. Bunlar benim
şu mescidim [Mescid-i Nebevi], Mescidü'l-Haram ve Mescidi'l-Aksâdır."
"Bir kadın
yanında kocası veya bir mahremi bulunmadan iki günlük mesafeye yolculuk
yapmasın."
"Senenin iki
gününde oruç tutulmaz. Bunlar: Ramazan Bayramı günü ve Kurban Bayramı
günüdür."
"İki namazdan
sonra namaz kılınmaz. Sabah namazından sonra güneş doğuncaya kadar, ikindi
namazından sonra güneş batıncaya kadar."[1083]
İzah
Hadisin birinci kısmı
Buhari, Müslim, Ebû Dâvud, Tirmizî'de Müsned'de, yer alır.[1084]
Hadisin bu kısmı bu üç mescidden başka mescidlere ibâdet maksadıyla yolculuk
yapılmayacağını ifâde eder.
Hadiste sayılan üç
mescid, fazîlet bakımından diğerlerinden üstündür. Meselâ Mescid-i Nebevi takva
üzerine kurulan mesciddir. Mescid-i Haram Müslümanların kıblesi ve
haccettikleri yerdir. Mescid-i Aksa da önceki ümmetlerin kıblesidir. Ve başlangıçta
Müslümanların da kıblesi olmuştur.
Peygamberimiz çeşitli
hadislerinde de bu mescidlerde kılınan namazların faziletine dikkat çekmiştir.
Meselâ bu hadislerden birisi şu mealdedir:
"Benim şu mescidimde kılınan namaz Mescid-i Haramın dışındaki mescidlerde kılınan bin namazdan daha faziletlidir. Mescid-i Haramda kılınan bir namaz ise kendisinin dışında kılınan yüzbin namazdan daha faziletlidir."[1085]
Hadisin ikinci
kısmında bir kadının mahremi olmadan iki günlük mesafeye yolculuk yapamayacağı
ifâde edilmektedir. Konu ile ilgili başka hadisler de vardır. Bu hadislerde
zaman değişiktir. Yukarıdaki hadiste "iki gün" denilirken başka
hadislerde "üç gün" denilir.[1086] Şu
hadiste ise "bir gün," şeklinde gelmiştir:
"Allah'a ve âhiret gününe inanan bir kadına, bir günlük mesafeye yanında bir mahremi olmadıkça gitmesi helâl değildir."[1087]
Hadislerdeki
farklılık, çeşitli şahısların, farklı zamanlarda Resûlullaha yönelttikleri
suâllere cevap olmasından kaynaklanmaktadır. Sanki Resûlullaha (s.a.v.),
"Kadın yanında
mahremi olmadan üç günlük bir mesafeye gidebilir mi?" diye sorulmuş, o da
(s.a.v.) "Hayır gidemez" cevabını vermiştir.
Başka bir Sahabî,
"Kadın yanında mahremi olmadan iki günlük bir mesafeye gidebilir
mi?" diye sormuş, o da (s.a.v.),
"Hayır
gidemez" cevabını vermiştir.
Bir başkası, "Kadın
yanında mahremi olmadan bir günlük bir mesafeye gidebilir mi?" demiş, o da
(s.a.v.),
"Hayır
gidemez" buyurmuştur.
Dolayısıyla bu rivayetler
kadının yalnız yolculuk yapabileceği en az mesafeyi bildirmezler. Yani bu
hadislerden hareketle "Kadının bir günden az mesafeye yolculuk
yapabileceği" hükmü çıkmaz. Nitekim bir hadiste "Kadın ancak kocası
veya mahremi ile seyahat edebilir"[1088]
buyurarak kadınların yolculuk yapma yasaklarının mutlak olduğu ifâde
edilmiştir.
Bu izahlardan sonra
hadisin fıkhı yönüne geçelim:
Hanefîler bu mesafeler
içerisinden üç günü esas almışlar ve bir kadının kâfir ülkesinden hicretin
dışında, yanında mahremi bulunmadan bu mesafede bir yolculuğa çıkmasının caiz
olmadığını söylemişlerdir.
Şâfiîler ve Mâlikîlere
göre bir kadın yol emniyeti veya güvenilir kadınlar bulunduğunda, hac ve
umreye yanında mahremi olmadan gidebilir.
Âlimlerin çoğunluğuna
göre sefer mesafe olarak hesap edilmiştir. Buna göre sefer mesafesi 90
kilometrelik yoldur. Bir kadın yanında mahremi bulunmadan 90 kilometrelik bir
yola çıkamaz.
Bununla beraber,
Elmalılı Hamdi Yazır, bâzı âlimlerin görüşlerine dayanarak seferi mesafe
olarak değil de ortalama hızla giden bir vasıta ile zaman olarak izah
etmektedir.[1089]
Buna (göre otobüsle onsekiz saatlik yolun altında kalan mesafeler sefer
sayılmaz ve kadın bu mesafenin altındaki bir yolculuğa mahremsiz olarak
çıkabilir.
Bâzı âlimler ise
hadiste ifâde edilen yasağın genç ve erkeklerin ilgisini çeken kadınlar için
olduğunu, kendilerine arzu duyulmayacak kadar yaşlı olan kadınların mahremsiz
olarak yolculuğa çıkabileceklerini söylerler.[1090]
Ayrıca, "Kadının
yalnız yolculuğa çıkmasının haram olmasının sebebi emniyettir. Her ne şekilde
olursa olsun, bu emniyet temin edildiğinde kadın mahremsiz olarak da yolculuk
yapabilir" diyenler de vardır.[1091]
Aslında günümüzde
inancını büyük ölçüde yaşayan pekçok kadın, Türkiye içerisinde yalnız yolculuk
yapmaktadır. Ve bu bizim kanatimize göre bir zaruret halini almıştır. Çünkü
çoğu aileler kadını mahremi olan bir erkekle gönderebilecek maddî imkâna sahip
değillerdir. Yine Türkiyenin her yerinde üniversitelerde okuyan kız talebeleri
vardır. Bunlar senede iki veya üç defa memleketlerine gidip gelmektedir. Bu
kızların her zaman mahremleriyle birlikte gidip gelmelerinin dar gelirli olan
ailelere bir yük getireceği ise açıktır. Ayrıca bunların yanı sıra gidilmesi
birkaç gün alır ve herkes bu vakti bulamayabilir. Mademki, yol emniyeti olduğunda
kadınların mahremsiz olarak yolculuk yapabileceklerini söyleyen; sefer
mesâfesini on sekiz saat olarak alan âlimler vardır. Öyle ise günümüz
şartlarını nazara alarak, zarurî durumlarda kadının bu görüşlere istinaden
şehirlerarası otubüslerde yolculuk yapabileceklerini söyleyebiliriz.
İzahını yaptığımız hadiste
Ramazan ve Kurban bayramı günlerinde oruç tutulmayacağı; sabah namazından
sonra güneş doğuncaya kadar, ikindi namazından sonra güneş batıncaya kadar
nafile namaz kılınmayacağı da ifâde ediliyor. Bu konuları 56, 78 ve 437
numaralı hadislerde izah ettiğimizden oralara havale ediyoruz.[1092]
339. Câbir (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
Mekke'ye girdiğinde Ebû Kuhâfe'yi yanına getirdiler. Saçı ve sakalı kar gibi
beyazlaşmıştı. Resûlullah (s.a.v.),
"Bunun saç ve
sakalının rengini değiştirin. Fakat siyah renkten sakının" buyurdu.[1093]
İzah
Saçları boyama ve
boyamama ile ilgili de rivayetler gelmiştir. İzahını yaptığımız hadis boyamayı
tavsiye etmektedir. Başka bir hadis de şu mealdedir:
"Yahudi
ve Hıristiyanlar saçlarını boyamazlar. Siz onlara muhalefet edin."[1094]
Ancak gerek boyamayla,
gerekse boyamama hakkındaki hadisler vücup ifâde etmez. Bunun içindir ki konu
âlimler arasında ihtilaflıdır. Âlimlerin konu ile ilgili görüşlerini şöyle
özetleyebiliriz:
Saç ve sakalın
boyanması ile ilgili gelen haberler yaşlılar içindir. Nitekim izahını
yaptığımız hadiste ismi zikredilen Ebû Kuhafe, Hz. Ebû Bekir'in babasıdır. O
Resûlullaha getirildiğinde çok yaşlı idi. Mekke'nin Fethi gününde Hz. Ebû Bekir
gözleri görmeyen babasının kollarına girerek Müslüman olması için Resûlullaha
getirmişti. Peygamberimiz onu görünce duygulanmış ve,
"İhtiyarı
evinde bıraksaydın, buraya kadar yormasaydın da, onun yanına ben gitseydim
olmaz mıydı?" buyurmuştu. Ebû
Bekir de (r.a.), "Ya Resûlallah, senin ona yürümenden, onun sana kadar
gelmesi daha uygundur" cevabını vermişti.[1095]
Hadyslurde saç ve
sakalı boyamakla ilgili yasak da henüz yeni ağarmaya başlayanlar içindir.
Bir yerde saç boyama
âdeti varsa, buna uymamak dikkat çekeceğinden şöhrete sebep olur. Bu ise
mekruhtur. Boyama âdetinin olmadığı bir yerde de dikkat çekeceğinden boyamak
mekruhtur.
Bir kimsenin ağaran saçı
güzel bir manzara arzediyorsa boyamamak; çirkin bir manzara arzediyorsa boyamak
daha güzeldir.
Âlimlerin bâzılarına
göre saç ve sakalı siyaha boyamak mekruhtur.[1096]
340. Enes (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
hastalığın üzerinden üç gün geçmeden hiçbir hastayı ziyaret etmezdi.[1097]
İzah
Yüce dinimizin
Müslümanlar arasında kardeşliği kuvvetlendirici pekçok emir ve tavsiyeler
vardır. Meselâ cemaatla namaz, Cuma namazı, bayram namazları, selâmlaşmak,
hediyeleşmek bunlardan sadece bir kaçıdır. İşte Müslümanlar arasında kardeşliği
pekiştirici dinimizin mühim tavsiyelerinden birisi de hasta ziyâretidir.
Sevgili Peygamberimiz pekçok hadislerinde mü'minin mü'min üzerinde olan
haklarından birisinin de hastalandığında ziyârete gitmek olduğuna dikkat
çekmiştir.[1098]
Yine pekçok hadislerinde
hasta ziyaretinin fazîletine dikkat çekmiştir. Meselâ bu hadislerden birisi şu
mealdedir:
"Sabahleyin bir hastayı ziyaret eden kimseyle birlikte yetmiş bin melek vardır. Bu melekler akşama kadar o ziyaretçi için Allah'tan af dilerler. Geceleyin bir hastayı ziyaret eden kimseyle birlikte yetmiş bin melek vardır. Bu melekler sabaha kadar o ziyaretçi için Allah'tan af dilerler. O kimse için ayrıca Cennette bir bahçe vardır."[1099]
Yukarıdaki hadisten de
hasta ziyaretinin ne zaman yapılacağını öğreniyoruz. Basit rahatsızlıklar
sebebiyle bir iki gün yatılabilir. Bunlar ziyaret ve ilgi isteyen
rahatsızlıklar değildir. Üç günden fazla yatan biri ise gerçekten hastadır.
Peygamberimizin bir hastayı üçüncü gününden sonra ziyaret etmesinin hikmeti bu
olabilir.[1100]
341. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:
"Zaman, gittikçe zorlaşacak. İnsanların cimriliği, mala olan hırsı gittikçe artacak. Kıyamet de ancak şerli insanların başına kopacaktır."[1101]
İzah
Hadis, İbni Mâce'de
"Zaman, gittikçe zorlaşacak" ifâdesi yerine "İş gittikçe
güçleşecek, dünya [gerçek Müslümanlara] gittikçe sırt çevirecek" cümlesi
ile rivayet edilmiştir.
Hadiste geçen
"Kıyamet ancak şerli insanların başına kopacak" ifâdesi üzerinde
durmak istiyoruz:
Sevgili Peygamberimiz
başka bir hadislerinde de,
"Yeryüzünde
Allah Allah denildikçe kıyamet kopmayacaktır" buyurmuşlardır.[1102]
Aşağıda mealini
vereceğimiz başka bir hadis, izahını yaptığımız hadisin bir yönünü açıklar.
Peygamberimiz, Hz. Âişe'nin rivayet ettiği bir hadislerinde buyuruyorlar ki:
"Lât ve Uzza
putlarına tekrar tapılmadıkça Kıyamet kopmaz. "
Bunun üzerine ben de
[Hz. Âişe] 'Şurası muhakkak ki, Allah,
"O, Peygamberini hidâyet ve hak din ile gönderdi ki, bütün dinlere galip gelsin. Müşriklerin hoşuna gitmese de"[1103]
mealindeki âyeti
indirdiği zaman artık bunun tamam olduğunu zannediyordum' dedim.
"Bunun üzerine
Resûlullah (a.s.m.) şöyle buyurdu:
"Bu, Allah'ın
dilediği zamana kadar böyle devam edecektir. Sonra Allah hoş bir rüzgar
gönderecek ve kalbinde hardal tanesi kadar imanı bulunan herkesin ruhunu bu
rüzgarla alacak. Geride, kendilerinde zerre kadar
hayır ve iyilik bulunmayan kimseler kalacak. İşte o zaman, onlar da atalarının
dinine döneceklerdir."[1104]
Buhâri'nin kıyamet
alâmetleri başlığı altında yer verdiği şu hadis de kıyametten önce iyi
kulların ruhlarının alınıp, kıyametin kâfir ve isyancıların başına kopacağını
ifâde eder:
"Bu ümmetin ilk önce salih olanları birbiri ardı sıra Allah'ın divânına gidecekler, geriye de arpanın veya hurmanın kapçıkları gibi, ıskartaları kalacaktır. Allah onlara hiçbir kıymet vermeyecektir."[1105]
Kıyamet alâmetleri ile
ilgili pekçok hadisi tevil eden Bediüzzaman, izahını yaptığımız hadisin de bir
yorumunu yapmıştır. Şualar isimli eserinde "Gaybı ancak Allah bilir"
dedikten sonra şöyle der:
"Bunun birte'vili
şu olmak gerektir ki, 'Allah! Allah! Allah! deyip zikreden tekyeler,
zikirhâneler, medreseler kapanacak ve ezan ve kamet gibi şeairde ismullah
[Allah'ın ismi] yerine başka isim konulacak' demektir. Yoksa, umum insanlar
küfr-ü mutlaka düşecekler demek değildir. Çünki, Allah'ı inkâr etmek, kâinatı
inkâr etmek kadar akıldan uzaktır. Umum değil, belki ekser [çoğunlukta]
insanlarda dahi vukuunu akıl kabul etmez. Kâfirler Allah'ı inkâr etmiyorlar,
yalnız sıfatında hatâ ediyorlar.
"Diğer bir
te'vili şudur ki: Kıyamet kopmasının dehşetini görmemek için, mü'minlerin
ruhları bir parça evvel kabzedilir [kıyametten biraz önce alınır]. Kıyamet
kâfirlerin başlarında patlar."[1106]
Bediüzzaman, Sözler
isimli eserinde de dünyada Allah'ın emrini dinleyen ve Ona itaat eden insanlar
bulunmasının dünyanın devamı için bir garanti sebebi olduğunu, Allah'a itaat
eden insanların olmamasının dünya sarayının harap edilme sebebi olacağını ifâde eder.[1107]
Yüce Allah kıyametten önce itaatkâr kullarının ruhlarını alınca artık dünyanın
uzun müddet varlığını devam etmesinin bir mânâsı kalmayacaktır. Dolayısıyla
kıyamet kopacaktır. Konuyu bir hadisle bitirelim:
"Kıyamete
çok yakın bir zamanda bir rüzgar eser. O anda her mü'minin ruhunu alır."[1108]
342.
Abdullah bin Abbas (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
Aişe ile Hafsa'nın yanına girdi. Onlar oruçlu idiler. Sonra çıktı, biraz sonra
tekrar döndü. Onlar birşeyler yiyorlardı.
"Siz oruçlu
değil miydiniz?"
buyurdu.
"Evet, ama, bize
şu yemek hediye edildi, hoşumuza gitti, ondan yedik" dediler. Resûlullah,
"Yerine bir
gün oruç tutun" buyurdu.[1109]
İzah
Ebû Dâvud'dâ Hz.
Âişe'den rivayet edilen hadis şöyledir: Hafsa ile ben oruçlu idik. Bize bir
yemek getirildi ve ondan yedik. Sonra Peygamber (s.a.v.) geldi. Ona,
"Orucumuzu bozduk" dedik. O,
"Size bir
günah yok. Ama başka bir gün kaza ediniz" buyurdu.
İmam A'zam ve İmam
Mâlik'e göre nafile oruca başlayan kimsenin orucunu tamamlaması gerekir. Böyle
birisinin özürsüz yere orucunu bozması caiz değildir. Bunlar,
"Amellerinizi
bozmayın"
âyetine dayanırlar.
Bunlara göre özürsüz olarak nafile orucunu bozan kimse günahkâr olur. Ayrıca
orucunu kaza etmesi gerekir. Hanefîler yukarıda zikrettiğimiz hadisleri
görüşlerine delil olarak zikrederler.
Mâlikîlere göre böyle
birisi mes'ul olmakla birlikte orucunu kaza etmesi gerekmez.
İmam Şafiî ve Ahmed bin
Hanbel'e göre, nafile orucu bozan birisi mes'ul olmayacağı gibi, onu kaza
etmesi de gerekmez. Bu âlimler de şu hadisi görüşlerine delil olarak
zikrederler:
Mekke fethedildiği gün
peygamberimize (s.a.v.) bir kabda içecek getirilmişti, Resûlullah onu içti ve
Ümmü Mâni'ye (r.a.) verdi. Bu hanım oruçlu idi. Fakat Peygamberimizin (s.a.v.)
ikramını geri çevirmemek için onu içti. Sonra da Resûlullaha, "Ben oruçlu
idim. Orucumu bozdum. Benim için bağışlanma dile" dedi.
Peygamberimiz,
"Kaza orucu mu
tutuyordun?" buyurdu.
Onun "Hayır"
demesi üzerine de,
"Eğer nafile
ise ziyanı yok"
buyurdu.[1110]
343. Ebû Ahvas babasının şöyle dediğini nakleder:
Resûlullaha üstü başı
pejmürde ve toz içerisinde olan bedevî kılığında biri geldi. Resûlullah ona,
"Ne malın
yar?" diye sordu.
Adam, "Allah bana
her nimetten vermiş" dedi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) şöyle
buyurdu:
"Allah nimet verdiği kulunun üzerinde o nimeti görmeyi sever."[1111]
İzah
Konu ile ilgili bir
hadis şu mealdedir:
"Allah sana bir mal verdiğinde Allah'ın sana olan nimet ve kereminin izleri sende görülsün."
Harama ve israfa
girmemek şartıyla Allah'ın ihsan ettiği nimetlerden istifade edilmelidir. Bu,
yeme içme için böyle olduğu gibi, giyim kuşam için de böyledir. Bir Müslüman
giyim kuşamına dikkat etmelidir.
Ancak bunu yaparken
giyim kuşamın "esiri" de olunmamalıdır. Çünkü iyi giyinme
tehlikelidir. Kişi güzel giyinip bununla gurura kapılırsa, elbisesi ile
"çalım satarsa," fakir fukarayı hor görürse, Allah'ı gazaplandırmış
olur. Allah'ın gururlananları sevmeyeceğini de unutmamak gerekir.
Evet, bu hadislerinde
Allah'ın verdiği nimetin eserini kulunun üzerinde görmesini isteyen
Peygamberimiz, pekçok hadislerinde de gurur
elbisesinden ümmetini sakındırmıştır. Meselâ bununla ilgili bir hadis şu
mealdedir:
"Yerde sürünecek kadar uzun elbise giymekten sakın. Çünkü bu kibir alâmetidir. Allah ise kibri sevmez."
Araplar arasında elbisenin
yerde sürünmesi kibir alâmeti idi. Kısa da olsa kibir için giyilen her elbise,
bu hadisin şümulüne dâhildir.[1112]
344. Enes (r.a.) rivayet ediyor:
"Kur'ân'da sadece otuz âyetten ibaret bir sûre vardır ki okuyanını Cennete girdirinceye kadar savunur. O sûre, Tebâreke [Mülk] Süresidir."[1113]
İzah
Tebâreke Sûresi,
Peygamberimizin de ifâde ettiği gibi 30 âyettir. İman esaslarını ve tevhid
delillerini içen alır. Sûre, herşeyin mülkünün, idare ve tasarrufunun Allah'a
âit olduğunu açıklayarak başladığı için Mülk Sûresi adını almıştır.
Tebâreke Sûresinin
faziletini haber veren daha pekçok hadis vardır. Bunlardan bâzıları şu
mealdedir:
"Tebâreke
Sûresi var ya, işte onu okumak kabir azabına engeldir."[1114]
"Kur'ân'da 30
âyetten ibaret olan bir sûre bir adama şefaat etti ve neticede o adamın
günahları bağışlandı. Bu sûre, Tebâreke Süresidir."[1115]
"Resülullah
Tebâreke Sûresini okumadan uyumazdı."[1116]
Mülk Sûresinin ilk dört
âyeti şu mealdedir:
"Sânı ne yücedir Onun ki mülk elindedir. O herşeye kadirdir."
"Hanginiz daha güzel işler yapacaksınız diye sizi imtihan etmek için ölümü de, hayatı da o yarattı. Onun kudreti her şeye galiptir ve O çok bağışlayıcıdır."
"Yedi göğü
birbiriyle ahenk içinde O yarattı. Rahman'ın yarattığında nizamsızlıktan eser
göremezsin. Haydi çevir gözünü: En küçük bir kusur görüyor musun?
"Sonra tekrar
tekrar gözünü çevir. Kusur bulamaz, hor ve hakir sana döner, o göz bitkindir
artık."[1117]
345. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Kim hâkim olursa, bıçaksız olarak boğazlanmış demektir."[1118]
İzah
Resülullah (s.a.v.) bu
hadislerinde hâkimlik mesleğinin zorluğuna ve mes'uliyetine dikkat çekmektedir.
Konu ile ilgili başka hadisler de vardır. Meselâ bunlardan birisi şu mealdedir:
"Hâkim üçtür. Biri Cennetlik, ikisi Cehennemliktir. Cennetlik olan, hakkı bilip öyle hükmedendir. Hakkı bildiği halde hükmünde bile bile adaletsiz davranan ise Cehennemdedir. İnsanlar arasında cahilane hükmeden hâkimler de Cehennemliktir."[1119]
Hadiste geçen
"bıçaksız olarak boğazlanmak" manevî boğazlanmaktır. Bununla bedenin
değil, dinin helak olduğu nazara verilir. Hadiste hâkimlikten sakınmaya teşvik
vardır.[1120]
346. Âişe (r.a.) rivayet ediyor:
"Allah'ın kitabına uygun olmayan her şart bâtıldır. Yüz defa şart kılınmış da olsa bu böyledir."[1121]
İzah
Verdiğimiz kaynaklarda
hadisin baş tarafında şu ilâve vardır:
"Bâzı insanlara ne oluyor ki, alışverişlerinde
Allah'ın kitabında olmayan şartlar ileri sürüyorlar?"
Son kısımda ise
"Allah'ın şartı daha doğru, daha sağlamdır" ziyâdesi vardır.
Peygamberimizin bu
sözleri söylemesinin sebebi, bir kölenin azadı esnasında İslama uygun olmayan
şartların ileri sürülmesidir. Ancak hadis umumîdir. Hadiste yer alan "Allah'ın
kitabında olmayan şartlar ileri sürüyorlar" ifâdesi, Kur'ân'da yer
almayan mânâsında değildir. Çünkü Peygamberimizin bu sözü söylemesine sebep
olan şey Kur'anın bir hükmünün çiğnenmesi değil, Resûlullahın koyduğu bir
hükmün çiğnenmesidir. Peygamberimiz, Allah'ın vahyetmesi ile Kur'ân'ın dışında
olarak kendi koyduğu hükümleri de "Allah'ın kitabında" ifadesiyle
tâbir etmiştir. Çünkü,
"Peygamber
size ne emretmişse onu alın,"[1122] ve
"Allah ve
Resulüne itaat edin"[1123]
gibi
âyetlerle kendisine bu yetkiyi veren de Kur'ân'dır.
Hadisle ilgili dikkat
çekilmesi gereken bir husus da, hükmü çiğneyenler belli kimseler olduğu halde,
Resûlullahın bunu onların yüzüne vurmayıp, "Bâzı insanlara ne oluyor ki..."
gibi umumî bir ifâde kullanmasıdır. Bu da tebliğle vazifeli kimselerin takip
etmesi gereken mühim bir sünnettir.
[1124]
347. Abdullah bin Mes'ud (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.) ,
"Allah'tan
hakkıyla haya edin" buyurdu.
Dinleyenler, "Yâ Resûlallah, elhamdülillah biz Allah'tan haya ediyoruz" dediler. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:"Allah'tan hakkıyla haya eden kimse başını ve baştaki maddi ve manevî duyuları, karnı ve içindeki organları haramdan korur. Ölümü ve çürümeyi hatırlar. Âhireti isteyen dünya hayatının süsünü terk eder. Kim bunları yaparsa, Allah'tan hakkıyla haya etmiş olur."[1125]
İzah
Bir Müslümanın insanlardan
haya etmesi gerektiği gibi, Allah'tan da layıkı ile haya etmesi icap eder. İşte
Peygamberimiz bu hadislerinde Allah'tan layıkıyla haya etmenin nasıl olacağını
bizlere bildirmektedir.
Bediüzzaman da,
Allah'a karşı hayanın sünnet-i seniyye dâiresinde hayat sürmekle mümkün
olduğunu ifâde etmiştir.[1126]
348. Berâ bin Âzib (r.a.) rivayet ediyor:
"Kâfir kabre
konduğunda kendisine, "Rabbin kimdir?" diye sorulur. O,
"Bilmiyorum" der. Kişi o anda sağır, kör ve dilsizdir. Sonra ona bir
tokmakla vurulur. Eğer onunla
dağa
vurulsa idi dağ toz toprak haline gelirdi. Onun sesini insanlar ve cinlerden
başka herşey işitir."
Hz. Berâ daha sonra
şöyle dedi:
Resûlullahın şu âyeti
okuduğunu işittim:
"Allah, iman edenleri dünya hayatında da, âhirette de, o sağlam kelime-i tevhid ile sabit kılar. İrâdelerini inkâr yolunda kullanarak zulmedenleri de Allah sapıklığa düşürür. Böylece Allah dilediğini yapar."[1127]
İzah
Hadis, kabir suâliyle
ilgilidir ve kâfirin durumunu haber verir. Ölümle ruh bedeni terketmekte, kabre
sadece ruhsuz ceset konulmaktadır. Acaba kabir suâline sadece ceset mi muhatab
olmaktadır? Sadece ruh mu muhatabtır? Yoksa her ikisi birden mi suâle muhatab
olacaktır? Bu konuda çeşitli görüşler vardır. Biz bu görüşler içerisinde şunu
tercih ediyoruz:
Ölü, suâli anlayacak,
cevap vermeye güç yetirecek, azabın acısını, nimetin zevkini duyabilecek
şekilde diriltilecektir. Ancak bu hayat yemeyi, içmeyi gerektirecek şekilde tam
bir hayat değil de, kabir ahvalini anlayabilecek bir hayattır. Ölü sorgulama esnasında
bir çeşit hayata mazhar olur.
Kabir suâliyle
vazifeli melekler, Münker ve Nekir isimli meleklerdir. Bu melekler çok
heybetli, çok korkunçtur. Ancak mümin kullar Allah'ın yardımıyla onların
heybetlerinden korkmayacaklardır. Bunun böyle olacağı ile ilgili pekçok hadis
vardır.
Münker ve Nekir
meleklerinin ölüye suâl sormak için gelmeleri ölüye verilen
"telkin"den hemen sonradır.
İzahını yaptığımız hadisin
râvisi Berâ bin Âzib'den (r.a.) kabir suâliyle ilgili daha tafsilatlı bir hadis
rivayet edilmiştir.
Hadiste Peygamberimizin,
"Allah, iman edenleri dünya hayatında da, âhirette de, o sağlam kelime-i tevhid ile sabit kılar. İrâdelerini inkâr yolunda kullanarak zulmedenleri de Allah sapıklığa düşürür. Böylece Allah dilediğini yapar"
âyetini okuduğu
bildiriliyor. İzahını yaptığımız hadis bu âyetin "İrâdelerini inkâr
yolunda kullanarak zulmedenleri de Allah sapıklığa düşürür. Böylece Allah
dilediğini yapar" kısmıyla ilgili. Acaba âyetin "Allah, iman
edenleri dünya hayatında da, âhirette de, o sağlam kelime-i tevhid ile sabit
kılar" kısmı hakkında Peygamberimizin bir açıklaması var mı?
Bu açıklamayı da Ebû
Hüreyre'nin (r.a.) rivayet ettiği bir hadisten öğreniyoruz. Ebû Hüreyre (r.a.)
Resûlullahın (s.a.v.) yukarıdaki âyeti okuduktan sonra şöyle buyurduğunu
bildirir:
"Bu ona [mü'mine] kabirde, 'Rabbin kim? Dinin ne? Peygamberin kim?' diye sorulup da onun, 'Rabbim Allah, dinim İslâm, peygamberim de Muhammed'dir (s.a.v.). Bize Allah katından açık deliller getirdi. Ben de ona iman ettim ve onu tasdik ettim' dediği zamandır."
Kabir suâliyle ilgili
tafsilatlı bilgi için Ölüm Cenaze Kabir isimli eserimizin 297-308. sayfalarına
bakılabilir.[1128]
349. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Kur'ân
konusunda tartışmak küfürdür."[1129]
İzah
Kur'ân konusunda
tartışmanın küfür olması, bilgisizce yapılan, Kur'ân'ın Allah'ın kelamı olduğu
hususunda şüpheye düşülerek yapılan ve Kur'ân'ın bâzı âyetlerini diğer bâzı
âyetleriyle yalanlamaya kalkışmak için yapılan tartışmanın küfür olduğunu
ifâde eder. Yoksa haram helal gibi hükümlerin ortaya çıkması, ince mânâların
açıklanması, hayat düsturlarının keşfi gibi müsbet maksatlar için ilim ehlinin
yapacağı tartışmalar küfür değil, aksine faydalıdır. Bu çerçevedeki tartışmalar
Sahabîler devrinden beri yapıl agelmiştir.[1130]
350. Câbir (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
Ebû Bekir'in arkasında namaz kıldı.[1131]
İzah
Peygamberimizin vefatı
yaklaşıp, hastalığı ağırlaştığında Hz. Ebû Bekir'i Müslümanlara imam tayin
etti. Hz. Ebû Bekir 17 vakit namaz kıldırdı. Hatta bir sabah namazında
Peygamberimize namaz kıldırma şerefine dahi nail oldu. İşte yukarıdaki hadîs
bunu haber verir. Hadise şöyle olmuştu:
Peygamberimiz bir
sabah vaktinde üzerinde bir hafiflik hissetmiş, mescide geçmişti. O sırada Hz.
Ebû Bekir mü'minlere sabah namazının ikinci rekatını kıldırıyordu. Hemen ona
uydu, oturarak namaz kıldı. Hz. Ebû Bekir selâm verdikten sonra da yetimeşediği
rekâtı tek başına kıldı.[1132]
Ardından şöyle buyurdu:
"Ümmetinden
birisi kendisine imamlık yapmadıkça âhirete alınmış bir peygamber yoktur!"[1133]
351. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
Dostum, Ebu'l-Kâsım
(s.a.v.) bana şu üç şeyi tavsiye etti.
1.
Her aydan üç gün oruç tutmak,
2. Cuma günleri banyo yapmak,
3. Uyumadan önce vitir namazı kılmak.[1134]
İzah
Zikrettiğimiz
kaynaklarda hadis "Cuma günü banyo yapmak" yerine "iki rekât
Duhâ namazı kılmak" şeklinde gelmiştir.
Yine yer verdiğimiz
kaynaklarda Ebû Hüreyre (r.a.) Resûlullahın kendisine yaptığı bu tavsiyeyi
"mukim iken ve yolculukta," "ölünceye kadar,"
"yaşadığı müddetçe," "inşallah ebediyyen" ihmal etmediğini
bildirmiştir.
Hadiste her aydan üç
gün oruç tutmakla, her ayın on üç, on dört ve on beşinci günlerinde oruç tutmak
kastedilmiş olabilir. Çünkü bu günlerde oruç tutmak sünnettir. Ayrıca ayın
başında, ortasında ve sonunda olmak üzere üç gün de kast edilmiş olabilir.[1135]
351. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:
"Bir köy veya şehirde müezzin ezan okuduğunda, Allah o gün orayı azabından emin kılar."[1136]
İzah
Zulümler, isyanlar,
azgınlık ve taşkınlıklar belâ ve musibetleri davet ettiği gibi hayırlar,
ibâdetler, dualar da belâ ve musibetlere set olurlar. İşte bu setlerin en
önemlilerinden biri de ezandır. Evet, İslâmiyetin bir şeâiri oları ezan,
musibetlere karşı bir kalkandır. Hadiste de ifâde edildiği gibi, Cenâb-ı Hak,
ezan okunan bir beldeyi azaptan emin kılar.[1137]
352. Kabîsa bin Muharık (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullaha (s.a.v.)
geldim ve "Ey Allah'ın Resulü, ben kavmimin bir diyet borcunu üstlendim.
Bu hususta bana yardımcı olun" dedim.
Resûlullah (s.a.v.),
"Bilakis ey
Kabîsa, o diyet borcunu sen değil biz üstlenmiş olalım. Bekle, sadaka gelince
sana verelim"
buyurdu.
Sonra şöyle devam
etti:
"Ey Kabîsa, dilenmek ancak şu üç kişiden birine helâl olur:
1. Bir kimse kavminden birinin diyetini üstlenirse onu
ödemek için dilenebilir. Ödedikten sonra artık dilenmesi helâl olmaz.
2. Malı kendisine yetmeyen, musibete uğrayan kişi de
normal olarak yaşayacak kadar veya ihtiyacını karşılayıncaya kadar yardım
isteyebilir.
3. Fakir olan birisi, kabilesinden üç akıllı kişi
"Bu kimse fakirdir" derlerse, normal olarak yaşayacak veya ihtiyacını
karşılayacak kadar yardım isteyebilir.
"Ey Kabîsa, bu
üç hal dışında dilenmek haramdır. Yapan, haram yemiş olur."[1138]
İzah
Kabîsa, kabilesi ile
başka bir kabile arasında sulhu temin etmek için araya girmiş ve kavminin
ödemesi gereken diyeti üstlenmişti. Onun sulhu temin için yaptığı bu
fedakârlık için Resûlullah ona "Bilakis ey Kabîsa, o diyet borcunu sen değil
biz üstlenmiş olalım" diyerek ona iltifat etmiştir.
Hadis, dilenmenin
sayılan haller dışında caiz olmadığını ifâde etmektedir. Dilenmeyi yasaklayan
daha pek çok hadis vardır. Bunlardan bir kaçı şu mealdedir:
"Dilenmeler
tırmalanmalardır. Kişi onlarla yüzünde iz yapar. Dileyen yüzünü korur, dileyen
de korumaz."[1139]
"Dilenmeye
devam eden yüzünde bir parça et kalmamış halde Rabbine kavuşur."[1140]
"Kim
ihtiyacını karşılayacak bir mala sahip olduğu halde dilenirse, kıyamet günü
mahşer yerine, istediği şey suratında bir tırmalama, soyulma veya ısırma
yarası olarak gelir."[1141]
353. Ebû Zer (r.a.) rivayet ediyor:
"Kim bir
iyilik yapmayı düşünür, sonra yapmazsa, Allah ona bir sevap yazılır. Eğer düşündüğü iyiliği yaparsa,
ona yediyüz yedi misline kadar sevap yazılır. Kim bir kötülüğü düşünür de
yapmazsa ona günah yazılmaz. Şayet düşündüğü kötülüğü yaparsa bir günah yazar
veya Allah Azze ve Celle onu siler."[1142]
İzah
Hadisin başka
rivayetlerinde baş tarafında,
"Şüphesiz sizin
Rabbiniz Rahimdir," "Şüphesiz Allah iyilikleri de kötülükleri de
takdir etmiş, sonra bunları açıklamıştır"
gibi ilâveler vardır.
Son kısmında da,
"Allah'a karşı
günah işlemeye hırslı olandan başka hiç kimse helak olmaz"
ziyâdesi vardır.
Ayrıca hadisin bâzı
rivayetlerinde,
"Kul bir
kötülüğü yapmak ister de bundan vaz geçerse bunu onun için bir sevap
olarak" yazar ifâdesi de vardır.
Hadis, Allah'ın geniş
rahmetini ve kulların Cennete ancak bu rahmet sebebiyle girebileceklerini ifâde
etmektedir. Zira Allah'ın iyilikler için ya bir sevap vermesi veya hiç sevap
vermemesi; kötülükler için de kat kat günah yazması gerekirken Yüce Allah rahmeti
gereği tam tersini yapmaktadır. "İyilikler için hiç sevap vermemesi
gerekirken" dedik, çünkü insanın yaptığı her iyilik bir ibâdettir,
şükürdür, kulun Rabbine karşı bir minnettarlık nümûnesidir. Daha önce ihsan
edilen sayısız nimetlerin neticesi ve fiyatıdır, verilecek bir mükâfata sebep
değildir. Kaldı ki, bütün ibâdetler Cenneti kazandırmak şöyle dursun, nimetlerin
şükrünü edaya kâfi gelmez.
İşte bunun içindir ki,
Yüce Allah mü'min kullarına rahmetiyle muamele ediyor. Onların küçük bir
iyiliğine kat kat sevap yazıyor. Kötülüğü düşünüp yapmayana sevap veriyor.
Hadiste Allah'ın
iyiliğe "on mislinden yedi yüz misline" kadar sevap, kötülük için de
sadece "misli kadar" günah yazılacağı ifâde
ediliyor. Bu durum Kur'ân ile de sabittir. Bir âyette şöyle buyurulur:
"Kim Allah'ın huzuruna bir iyilikle gelirse, kendisine on kat sevap vardır. Kim bir kötülükle gelirse, o da ancak o kötülüğün misliyle cezalandırılır; onlar haksızlığa uğratılmazlar"[1143]
Bir âyette ise
mallarını Allah yolunda harcayanlar, yedi yüz misli ve daha fazla mükâfatla
müjdelenmiştir.[1144]
Hadisle ilgili olarak,
"Kul kötülüğü düşünür de yapmazsa haydi ona günah yazmasın, fakat niçin
sevap yazıyor?" diye bir suâl hatıra gelebilir. Böyle bir kul için sevap
yazılmasının sebebi, kulun harama girmeyi terk etmesidir. Çünkü harama girmemek
farzdır. Dolayısıyla kötülüğü düşünse dahi gereği ile amel etmeyen kimse bir farz
işlemiş olmaktadır.
Ancak hadisin "Kim
kötü bir iş yapmak ister de yapmazsa, Allah o kimseye tam bir sevap yazar"
kısmıyla ilgili olarak bir hususa dikkat çekmek isteriz:
Burada hatıra getirilen
günahın işlenmemesine karşılık sevap kazanılacağının belirtilmesi, bu safhada
düşünülen bir günahı işlememenin ne kadar güç olduğuna işarettir. Dolayısıyla
hadisin mesajını iyi anlamalı, "kötülüğü düşünüp yapmamanın kişiye sevap
kazandıracağı" hususu kişiyi aldatmamalıdır. Çünkü böyle kimselerin
düşündükleri yapmak için şeytanın daha kuvvetli vesvesesine maruz kalacakları
şüphesizdir. Böyle kuvvetli vesvese altında kalan insanın her zaman irâdesine
hâkim olması ve düşündüğü günahı işlememek için gayret göstermesi mümkün olmayabilir.
Dolayısıyla, "Nasılsa bu günahı işlemeyeceğim. Bu düşüncemi fiiliyata
dökmeyeceğim" diye yapılması günah olan davranışları düşünmek zihnen de
olsa kişiyi kötülüklerle haşir neşir olmaya sevkeder, kalbini lekeler.[1145]
354. İbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullahın (s.a.v.)
yanında namaz kıldım. Aişe (r.a.) arkamızda bizimle beraber namaz kıldı. Ben
Resûlullahın (s.a.v.) yanında idim.[1146]
İzah
Safları düzgün
tutmanın ehemmiyet ve fazileti hakkında bilgiyi 228 numaralı hadise ve izahına
havale ediyoruz.
Hadiste, cemaattan
birisinin kadın olması durumunda safın nasıl teşkil edileceği nazara veriliyor.
Bu durumda erkek imamın sağına, kadın da imamın arkasına durur. İmamdan başka
iki erkek bir kadın varsa, erkekler imamın arkasına, kadın da erkeklerin
arkasında yer alır.[1147]
355. Enes (r.a.) rivayet ediyor:
"Birinizin bir yeri ağrıdığında elini ağrıyan yerin üzerine koysun sonra da şöyle desin: "Allah'ın adıyla ve yardımıyla. Hissettiğim şu ağrının şerrinden Allah'ın izzet ve kudretine sığınırım."
Hadisin başka bir
rivayetinde Peygamberimiz,
"Sonra elini
kaldır ve bunu sayısı tek olmak şartıyla tekrar tekrar yap" tavsiyesinde bulunmuştur.[1148]
356. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullahın (s.a.v.)
şöyle buyurduğunu işittim:
"Kim on iki rekât duhâ (kuşluk) namazı kılarsa, Allah Cennette onun için altından bir saray bina eder."[1149]
102 Numaralı hadisin
izahına bakınız.[1150]
357. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Kıyamet günü insanlardan azabı en şiddetli olan ilmi kendisine fayda vermeyen âlimdir."[1151]
İzah
Gerek Kur'ân'da,
gerekse hadislerde Müslümanlar sık sık ilme teşvik edilir. Kişinin ilim
öğrenmesi çok sevaplı bir ibâdet olmakla beraber, bir kulun kullukla ilgili
olarak öğrendiği ilimden istifade etmemesi de hiç hoş karşılanmamıştır. Yüce
Allah,
"İnsanlara
iyiliği emreder de kendinizi unutur musunuz?"[1152] buyurarak bunun doğru bir şey olmadığını
bildirmiştir.
Böylelerini
"Kendi kendini helak eden âlim"[1153]
diye isimlendiren Peygamberimiz de, hadislerinde bu kimseleri "insanları
aydınlatıp kendisini yakan lambaya"[1154];
böyle bir ilmi de "kullanılmayan hazineye" benzetmiştir.[1155]
Bir hadislerinde ise
"Bildiği halde
uygulamayana yazıklar olsun"
buyurmuştur.[1156]
Pek çok hadislerinde
de böylelerinin mahşerdeki ve âhiretteki durumlarım nazara vermiştir. Meselâ
bir hadislerinde ilmiyle amel etmeyen âlimin Cehennem'de olduğunu bildirmiştir.[1157]
İşte yukarıdaki hadislerinde de bunların "Kıyamet günü insanların en
şiddetli azap göreni" olacaklarını bildirmiştir.
Birçok hadislerinde de
bu azabın keyfiyetini haber vermiştir. Meselâ bu hadislerden birisi şu
mealdedir:
"Kıyamet günü bâzı kimseler getirilip Cehenneme atılır. Orada bağırsakları çıkarılan adam, eşeğin değirmenin çevresinde döndüğü gibi bağırsağının etrafında döndürülür. Cehennemlikler onun etrafında toplanıp, 'Ey filan, sana ne oldu böyle? Sen dünyada iken iyiliği tavsiye edip, kötülükten sakındırmaz miydin?' derler.
"O da, 'Evet,'
der. 'Ben iyilikleri tavsiye ederdim, fakat kendim yapmazdım. Kötülüklerden
sakındırdım, fakat kendim uymazdım' diye cevap verir."[1158]
358. Osman bin Hüneyf (r.a.) rivayet ediyor:
Bir adam vardı. Bir
ihtiyaç sebebiyle Osman bin Affan'a (r.a.) gidip gelirdi. Ancak Osman (r.a.) o
adama iltifat etmez ve ihtiyacına bakmazdı. O kimse Osman bin Hüneyf'e
[hadisin râvisine] rastladı ve ona bu durumdan yakındı. Osman bin Hüneyf ona
şöyle dedi:
"İbriği getir,
bir abdest al, sonra da mescide git, orada iki rekat namaz kıl. Sonra da şöyle
dua et: 'Allah'ım, rahmet peygamberi, Peygamberimiz Hz. Muhammed'i (s.a.v.)
vesile ederek Senden istiyor ve Sana yöneliyorum. Ey Muhammed, seni vesile
ederek Rabbine [Rabbime] Celle ve Azze'ye yöneliyorum ki, ihtiyacımı yerine
getirsin.'
"Bu duanın
ardından ihtiyacın ne ise onu söyle. Sonra da bana gel, birlikte Osman bin
Affaan'a (r.a.) gidelim."
Sonra birbirinden
ayrıldılar. O zât Osman bin Hüneyf in (r.a.) dediğini yaptı ve Osman bin
Affan'ın (r.a.) kapısına gitti. Kendisini kapıcı karşıladı, elinden tuttu,
Osman bin Affan'ın (r.a.) yanına götürdü. Osman (r.a.) onunla beraber bir
minderin üzerine oturdu ve "İhtiyacın nedir?" diye sordu. Adam
ihtiyacım söyledi, o da ihtiyacını karşıladı. Sonra da, "Senin bana gelip
giderken bir ihtiyacını söylediğini ancak şimdi hatırlayabildim. Her ne
ihtiyacın olursa bize gel" dedi.
O zat oradan ayrıldı,
Osman bin Hüneyf ile karşılaştı. Ona, "Allah seni mükâfatlandırsın. Sen
ona benim hakkımda konuşuncaya kadar bana iltifat etmedi ve ihtiyacıma bakmadı"
dedi.
Osman bin Hüneyf
(r.a.), "Vallahi ben ona senin hakkında hiçbir şey söylemedim. Ancak ben
Resûlullahın huzurunda iken şöyle bir olaya şahit olmuştum:
Resûlullaha (s.a.v.)
âmâ bir adam geldi ve halinden yakındı.
Peygamber (s.a.v.)
ona,
"Sabretmez
misin?" buyurdu.
Adam, "Ya
Resûlallah, bana yardımcı olacak kimse yoktur. Gözümün görmemesi bana zor
geliyor" dedi.
Resûlullah (s.a.v.)
şöyle buyurdu:
"Git abdest al. Sonra iki rekât namaz kıl, ardından şu duaları [yukarıdaki duayı] oku."
Adam bizden ayrıldı.
Sohbet uzadığından biz henüz dağılmamıştık. O kimse gözünde hiçbir âmâlık
yokmuş gibi bizim yanımıza geldi.[1159]
İzah
Yukarıda zikrettiğimiz
kaynakda, Osman bin Hüneyf in (r.a.) âma ile ilgili olarak rivayet ettiği hadis
yer alır. Bu rivayet şöyledir:
"Gözü âmâ veya az
gören bir adam Peygambere (s.a.v.) gelerek, 'Benim için Allah'a duâ et de bana
afiyet versin' dedi.
"Resûlullah
(s.a.v.) 'Dilersen bu hastalığın mükâfaatını âhirette görürsün, bu senin için
daha hayırlıdır. Dilersen duâ ederim' buyurdu.
"Adam, 'Duâ et'
dedi.
"Resûlullah
(s.a.v.) adama güzelce abdest almasını, iki rekât namaz kılmasını ve şu duayı
okumasını emretti."
Bu rivayette izahını
yaptığımız hadisteki duanın sonunda, "Allah'ım, Muhammed'i (s.a.v.) benim
hakkımda şefaatçi kıl" ilâvesi vardır.
Gerek yukarıdaki hadiste,
gerekse başka hadislerinde, Peygamberimiz (s.a.v.) Allah'tan veya bir insandan
ihtiyacı olan birinin iki rekât namaz kıldıktan sonra ihtiyacını Allah'a arz
etmesini istemiştir.[1160]
Daha başka hacet
duaları da vardır. Arzu eden okuyucularımız Hanefî ve Şâfiilere Göre Büyük
İslâm İlmihali veya Ezan Cami Namaz isimli eserlerimizin Hacet namazı konusuna
bakabilirler.[1161]
359. Enes (r.a.) rivayet ediyor:
"Şüphesiz kalpler tıpkı demir gibi paslanır. Onların cilası istiğfardır."[1162]
İzah
Peygamberimiz pekçok
hadislerinde olduğu gibi, bu hadislerinde de ümmetini günahlara karşı
hassasiyeti korumaya davet etmektedir. Aksi takdirde, tevbe ve istiğfarla
temizlenmeyen günahların birike birike kalbi kaplayacağını bildirmiştir.
Evet, günahlar bütün
kalbi kaplayabilir. Bu gerçek Kur'ân'da da açıklanmıştır. Yüce Allah bir âyet-i
kerimede,
"Doğrusu onların
kazandıkları günahlar birike birike kalplerini kaplayıp karartmıştır"[1163] buyurarak bu gerçeğe dikkat çekmiştir.
Peygamberimiz bu âyeti
şöyle açıklar:
"Mü'min bir günah işlediği zaman kalbinde siyah bir nokta belirir. Eğer günahtan el çeker, Allah'tan günahının bağışlanmasını dilerse, kalbi o siyah noktadan temizlenir. Eğer günaha devam ederse, o siyahlık da artar. İşte Kur'ân'da geçen, 'Doğrusu onların kazandıkları günahlar birike birike kalplerini kaplayıp karartmıştır' âyetindeki rayn [pas] budur."[1164]
Hadisle ilgili olarak
üzerinde durulması gereken mühim bir husus da, burada kastedilen kalbten
maksadın maddî hayatımızın devamını temin eden et parçası olmayıp, manevî
hayatımızın zenbereği olan duygu olduğudur. Bediüzzaman bununla ilgili olarak
şu açıklamayı yapar. Meâlen alıyoruz:
Kalpten maksat çam
kozalağı gibi bîr et parçası değildir. Ancak bir latîfe-i Rabbaniyedir ki; his
ve duyguların mazharı, dimağdaki fikirlerin yansıdığı yerdir. Binâenaleyh, o
latîfe-i Rabbaniyeyi içine alan o et parçasına kalb tâbirinden şöyle bir
incelik çıkıyor: O latîfe-i Rabbaniyenin insanın maneviyatına yaptığı hizmet,
maddî kalbin cesede yaptığı hizmet gibidir. Evet, nasıl ki bedenin her tarafına
kan pompalayan o et parçası, bir hayat makinasıdır ve maddî hayat onun
işlemesiyle devam eder, durduğu zaman ceset ölür. Bunun gibi, o latîfe-i
Rabbaniye amelleri, halleri ve manevî hayatın bütününü hakîki bir hayat nuru
ile canlandırır, ışıklandırır, iman nurunun sönmesiyle, mâhiyeti ölü gibi bir
heykelden ibaret kalır."[1165]
360. Mücâhid rivayet ediyor:
Bir adam Hasan ve
Hüseyin'e (r.a.) geldi. Onlardan bir şey dilendi. Onlar, "Dilencilik ancak
şu üç durumda caiz olur: (1) Gerçekten muhtaç olmak, (2) akrabasından birinin
diyetini üstlenmek ve (3) ağır borç altına girmek" dediler ve ona
verdiler.
Adam daha sonra
Abdullah bin Ömer'e gitti, Abdullah niçin dilendiği sormadan ona verdi. Adam
kendisine şöyle dedi:
"Amcanın
oğullarına gittim, onlar bana niçin dilendiğimi sordular, sen ise
sormadın."
Abdullah bin Ömer
adama, "Resûlullahın (s.a.v.) çocukları (torunları) şüphesiz ilimle
doludurlar" dedi.[1166]
361. Ebû Berzeti'l-Eslemî (r.a.) rivayet ediyor:
"Sizin hakkınızda korktuklarım arasında bilhassa şunlar vardır: Haram yemeniz, zina etmeniz, hevâ ve heveslerin sizi tehlikelere düşürmesi."[1167]
362. Urs bin Ümeyre el-Kindî (r.a.) rivayet ediyor:
"Şüphesiz kişi
ömrünün bir kısmında Cehennem ehlinin amelini işler. Sonra Cennet ehlinin
yollarından bir yol önüne çıkar. Ölünceye kadar gereğince amel eder. İşte
kendisi için takdir edilmiş âkibet odur.
Şüphesiz kişi ömrünün bir kısmında Cennet ehlinin amelini işler. Sonra Cehennem ehlinin yollarından bir yol önüne çıkar. Ölünceye kadar gereğince amel eder. İşte kendisi için takdir edilmiş âkibet odur."[1168]
363. Abdullah bin Mes'ud (r.a.) rivayet ediyor:
Ben Ukbe bin Ebî Muayt
âlisinin koyunlarını güdüyordum. Nebî ile (s.a.v.) Ebû Bekir (r.a.) geldi.
"Ey çocuk,
yanında süt var mı?" diye sordu.
"Var ama veremem.
Bu koyunlar bana emânettir" dedim. Peygamber (s.a.v.)
"Hiç teke
görmemiş bir keçi var mı?" dedi.
"Evet" dedim
ve istenilen keçiyi getirdim. Resûlullah (s.a.v.)
"Selâm" dedi.
Keçinin memelerinde
hiç süt yoktu. Peygamber (s.a.v.) onun meme yerlerini mesnetti, birdenbire
memeleri süt ile doldu. Ben içi oyuk bir taş parçası getirdim. Onun içine sütü
sağdı. Sonra Ebû Bekir'e içirdi, ardından bana içirdi. Resûlullah (s.a.v.)
memelere,
"Eski haline dön!"
buyurunca memeler eski
sütsüz haline döndü. Bunu Resûlullahtan (s.a.v.) görünce "Yâ Resûlallah,
bana [birşeyler] öğret" dedim. Başımı mesh etti ve,
"Allah
öğrenmek istediğin şeyi sana mübarek kılsın. Şüphesiz sen öğretilmiş bir
gençsin [olacaksın]" buyurdu.
Ben Müslüman oldum. Resûlullaha geldim. Biz onun yanında iken Mürselat Sûresi
indi. Ben ağzından daha taze iken o sûreyi öğrendim. [Sonraki günlerde]
Resûlullahtan yetmiş sûre öğrendim. Kur'ân'ın diğer sûrelerini de onun
Ashabından öğrendim.[1169]
İzah
Hadiste geçen çoban,
hadisi rivayet eden Abdullah bin Mes'ut'tur (r.a.). Hz. Abdullah, Müslüman
olduktan sonra bütün tehlikeyi göze alarak Mekke'de müşriklerin suratına karşı
açıktan açığa Kur'ân okuyan Şahabıdır. Onun bu cesareti karşısında müşrikler
önce şaşırmış, sonra da üzerine çullanarak kendisini fena şekilde dövmüşlerdi.
Abdullah bin Mes'ud, önce
Habeşistan'a, sonra da Medine'ye hicret ederek Allah yolunda iki defa hicret
etme faziletini kazandı.
Hz. Abdullah,
Resûlullaha çok yakın bir Sahabî idi. Hatta bu yakınlık sebebiyle bâzıları onun
Ehl-i Beytten olduğunu dâhi zannediyordu.
Hz. Abdullah güzel
Kur'ân okurdu. Bir defasında Resûlullah ondan Kur'ân okumasını istemiş ve
dinlemişti. Bu konu için 138 numaralı hadise bakılabilir.[1170]
364. Muâviye bin Abdullah babasından rivayet ediyor:
Osman bin Affan'ı
(r.a.) abdest alırken gördüm.
"Üç defa ağzına
su verip çalkaladı, üç defa burnuna su verdi. Üç defa yüzünü yıkadı. Üçer defa
ellerini yıkadı, sonra bir defa başına mesh etti. Üçer defa ayaklarını yıkadı
sonra da şöyle dedi: "Resûlullahı böyle abdest alırken gördüm."[1171]
365. Osman bin Affan (r.a.) rivayet ediyor:
"Ammar'ı âsi bir topluluk öldürecek."[1172]
İzah
Tirmizî'deki rivayet
şöyledir:
"Müjde sana ey Ammar! Asi bir topluluk tarafından şehid edileceksin."
Hadiste azgın bir
topluluk tarafından şehid edileceği haber verilen Ammar bin Yâsir (r.a.)
hakkında 162 numaralı hadiste bilgi vermiştik. Burada Resûllulahın (s.a.v.)
Ammar (r.a.) hakkındaki gaybî haberi üzerinde duracağız.
Medine'ye hicretten
kısa bir zaman sonraydı. Mescid-i Nebevi inşâ ediliyordu. Hz. Ammar'ın çalışma
şevkini gören Sahabîler ona daha fazla kerpiç yüklemeye başladılar. Ammar
(r.a.) bir ara Peygamberimizin yanından geçerken, "Yâ Resûlallah, beni
öldürecekler, taşınmayacak kadar ağır şeyleri bana yüklüyorlar" dedi.
Peygamberimiz eli ile
onun sırtındaki toz ve toprağı silkeledikten sonra şöyle buyurdu:
"Vah Sümeyye'nin oğlu! Seni onlar değil, azgın bir topluluk öldürecek. Ammar onları Cennete ve Allah'a çağırır, onlar ise onu Cehenneme çağırırlar."
Bunun üzerine Hz.
Ammar, "Fitnelerden Allah'a sığınırım" dedi.[1173]
Peygamberimizin bu
mucizesi Hicretin 37. senesinde aynen gerçekleşti. Hz. Alî'nin saffında yer
alan Hz. Ammar, Sıffîn savaşında şehid edildi. Ali (r.a.) onun şehid
edilmesini kendisinin haklı olmasına delil gösterdi. Muâviye "Ammar'ı biz
değil, buraya getirenler öldürdü" diye tevil etti. Muâviye safında yer
alan Amr bin Âs da, "Azgın olanlar sadece Ammar'ın katilleridir, hepimiz
değil" dedi.[1174]
366. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.),
"Kim bir
hastayı ziyaret ederse, Allah'ın rahmetine dalmış olur. Yanında oturduğunda
rahmete gömülür" buyurdu.
Ben Resûlullahın bu
sözünü duyunca, "Ya Resûlallah, bu hasta ziyaretçisi içindir. Hasta için
ne var?" diye sordum. Şöyle buyurdu:
"Bir kul üç gün hasta olursa, annesinden doğduğu günkü gibi günahlarından kurtulmuş olur."[1175]
367. İbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor:
"Pişmanlık duyanı bekleyen tevbe, kendini beğenmişi bekleyen ise azaptır."[1176]
İzah
Peygamberimiz bu
hadislerinde pişmanlığın kişiyi tevbeye götüreceğine, kişinin kendini
beğendiğinden tevbeye yanaşmamasımn da onu azaba maruz bırakacağını
bildirmiştir.
Gerçekten de işlediği
bir günahtan pişmanlık duyan kimse başka günahlara girme hususunda hassas
olacağı gibi, o pişmanlığı kendisini eninde sonunda tevbeye götürür. Zaten
pişmanlığın kendisi de bir tevbedir. Nitekim Peygamberimiz bir hadislerinde
pişmanlığın tevbe olduğunu bildirmiş,[1177]
başka bir hadislerinde de pişmanlığın günaha keffâret olduğuna dikkat
çekmiştir.[1178]
İnsanın kaybedeceği hiçbir
şey olmamasına rağmen, şeytanın hilesine kapılıp tevbe etmeyi gururuna
yedirememesi de kendisini azaba götürür. Günahın hemen ardından pişman olarak
tevbe edenle, tevbe etmeyenin akibeti bir âyette şöyle nazara verilir:
"Allah katında makbul olan tevbe o kimsenin tevbesidir ki, onlar cahillik edip kötülük işlerler de, çok geçmeden pişman olup tevbe ederler. İşte onların tevbesini Allah kabul eder. Allah her şeyi hakkıyla bilir ve her işini hikmetle yapar."
Bir sonraki âyette de
ölüp gelip çattığında tevbe eden veya tevbe etmeden ölen kimseler için acı bir
azap hazırlandığı haber verilir.[1179]
368. Cerir bin Abdullah (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullaha (s.a.v.) bîat
ettim, yanından ayrılırken beni çağırdı ve "Bütün Müslümanların hayır ve
iyiliğini üzere bîat etmedikçe senin bîatını kabul etmem" buyurdu. Ben de
Resûlullahın istediği şekilde ona bîat ettim.
Hadiste ismi geçen Hz.
Cerir hakkında 163 numaralı hadisin izahına bakınız.[1180]
369. Abdullah bin Mes'ud (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
Kur'ân'dan bir sûre öğretir gibi bize istihareyi öğretirdi. Ve şöyle buyururdu:
"Biriniz
birşey yapmak istediğinde şöyle desin:
"Allah'ım,
hakkımda hayırlı olanı Sen bildiğin için hayırlı olanı Senden istiyorum.
Kudretinden yardım dileyerek hayırlısına gücümün yetmesini Senden diliyorum.
Senin büyük ihsanını niyaz ediyorum. Hiç şüphesiz herşeye gücün yeter; ben ise
güçsüzüm. Sen herşeyi bilirsin; ben bilmem. Sen sizli olanları bile çok iyi
bilirsin.
"Allah'ım, istediğim bu şey, Senin ilminde benim dinim, dünyam ve geleceğim hakkında hayırlı ise bunu bana takdir et. Eğer ondan başkası hayırlı ise hayırlı olan her nerede ise benim için kolaylaştır. Şer nerede ise benden uzaklaştır. Ve beni ihsanınla razı eyle."[1181]
İzah
Zikrettiğimiz
kaynaklarda bu duayı yapmadan önce "iki rekât namaz kılsın" ilâvesi
vardır.
Hadiste,
"Kur'ân'dan bir sûre öğretir gibi bize istihareyi öğretti"
denilmesi, istiharenin ehemmiyetine gösterir.
İstihare, lügat mânâsı
itibarıyla Allah'tan hayır dilemektir. Yani yapılacak bir işin iyi mi, kötü mü
olduğunu, yahut o işi hemen mi, yoksa bir müddet sonra mı yapmanın daha iyi
netice vereceğini anlamaya çalışmak ve kalbin o meseleye yatışmasını Allah'tan
dilemek ve istemektir.
İstihare, zor durumlarda
mü'minler için ruhî bir kuvvettir. Bir işte tereddütte kalan bir mü'min,
Cenâb-ı Hakka yönelir. Teşebbüs edeceği iş, seçeceği hayat arkadaşı dini,
dünyası ve âhireti için hayırlı ise gönlünde bu işe karşı bir ferahlık
uyandırmasını, bu işi yapabilmesi için kuvvet ve kudret vermesini; şayet dini,
dünyası ve âhireti hakkında şer ise kendisinden çevirmesini Cenâb-ı Haktan
niyaz eder. İşini Allah'a bırakıp tevekkül ettiğinden, gönlünde bir hafiflik
duyar. Neticesine de rıza gösterir.
İzahını yaptığımız
hadisin diğer kaynaklarındaki rivayetinde, duadan önce iki rekât namaz kılmak
tavsiye edilmiştir. Bu namazın birinci rekâtında Fâtiha'dan sonra Kâfirûn
Sûresi, ikinci rekâtta ise Fâtiha'dan sonra İhlas Sûresinin okunması
istenmiştir. Namaz kılmadan sadece duâ ile yetinmek de mümkündür.
Kişi istihare
yaptıktan sonra gönlü hangi tarafa meylederse onu yapmalı, önceki peşin hüküm
ve kanaatleri bırakmalıdır.
İstihareye rağmen bir
temayül ve gönül yatışması görülmediği takdirde, istihareyi tekrarlamak uygun
olur. Peygamberimiz bununla ilgili olarak Hz. Enes'e şu tavsiyede bulunmuştur:
"Ey Enes, bir işi yapmak istediğinde o iş hakkında yedi defaya kadar yeniden istihare et. Sonra kalbinden geçen duyguya bak. Çünkü hayır kalbine doğan o duygudadır."[1182]
370. Câbirbin Abdullah (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah bize Ramazan
ayının gecesinde sekiz rekat namaz kıldırdı. Vitir namazı da kıldı. Ertesi
akşam Resûlullahın (s.a.v.) çıkıp bize yine namaz kıldırması ümidiyle mescitte
toplandık. Fakat sabah oluncaya kadar orada bekledik ve çıktık. Yeniden
girdiğimizde, "Ya Resûlallah, biz bu gece mescidde toplandık ve senin bize
namaz kıldırmanı ümit ettik" dedik. Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Bu namazın üzerinize farz kılınmasından korktum."[1183]
İzah
Çeşitli kaynaklarda
Hz. Âişe'den (r.a.) buna benzer şöyle bir hadis rivayet edilir:
Resûlullah (s.a.v.)
bir gece mescidde namaz kılmış, cemaat da ona uymuş. Ertesi gece yine mescidde
namaz kılınca cemaat çoğalmış, üçüncü gece cemaat yine toplanmış, Resûlullah
onların yanına çıkmamış. Sabah olunca da şöyle buyurmuştur:
"Yaptığınızı gördüm. Aslında beni sizin yanınıza çıkmaktan alıkoyan herhangi bir engel yoktu. Yalnız bu namazın size farz kılınmasından korktum."[1184]
Bu hadisin başka
rivayetlerinde Resûlullahın mescide çıkıp kendilerine namaz kıldırması için
Sahabîlerin seslerini yükselttikleri, kapıya taş attıkları bildirilir.[1185]
Bu hadis,
Peygamberimizin ümmetine olan şefkatini göstermektedir.
Hadiste
Peygamberimizin kıldığı bildirilen namaz, teravih namazıdır. Teravih namazı,
Ramazan ayında, yatsı namazından sonra kılınır. Kadın erkek herkese sünnet-i
müekkededir. Orucun değil, Ramazan'ın sünnetidir. Bunun için bir mazeret
sebebiyle oruç tutamayanlar için de teravih namazı kılmak sünnettir. Resûlullah
(s.a.v.) bir hadislerinde teravih namazının fazîleti ile ilgili olarak şöyle
buyurmuştur:
"Kim hak olduğunu kabul ve tasdik ederek ve ihlasla Ramazan gecelerini ihya ederse, [teravih namazını kılarsa], geçmiş [küçük] günahları bağışlanır."[1186]
Açıklanması gereken
bir husus da, izahını yaptığımız hadiste Peygamberimizin
teravih namazını sekiz rekat olarak kıldığının bildirilmesidir. Abdullah bin
Abbas'ın (r.a.) bildirdiği bir hadiste ise Resûlullahın teravih namazını yirmi
rekat olarak kıldığı bildirilir.
Birçok Sahabînin
rivayetine göre Hz. Ömer devrinde teravih namazı yirmi rekât olarak
kılınmıştır. Yine Hz. Osman ve Hz. Ali dönemlerinde de teravih namazı yirmi
rekat olarak kılınmıştır.
Bununla beraber bâzı
kimseler teravih namazının sekiz rekat olarak kılınması gerektiğini söylerler.
Aslında teravih namazını sekiz rekat olarak kılanların yanlış yaptığı
söylenemez. Fakat mübarek Ramazan'ın şerefli gecelerinde şevk ve heyecanla edâ
edilen teravih namazı, yirmi rekat olarak ümmetin kabulüne mazhar olmuştur.
Diğer taraftan Resûlullahın şu hadisini de nazardan uzak tutmayalım:
"Ey
Ashabım, benim sünnetime; benden sonra da Hülefâ-i Râşidînin sünnetine tâbi
olunuz."[1187]
Teravih namazını bugün
niçin cemaatla kılıyoruz?
Peygamberimiz ümmete
farz olur endişesiyle teravih namazını cemaatla kılmayı bırakmıştı. Resûlullah
hayatta bulunduğu müddetçe bu namaz ferdî olarak kılındı. Hz. Ebû Bekir'in
halifeliği müddetince ve Hz. Ömer'in halifeliğinin ilk yıllarında da böyle
devam etti.
Bir Ramazan geceseydi. Hz.
Ömer teravih namazı kılmak için mescide geldiğinde herkesin ferdî olarak namaz
kıldığını gördü, üzüldü. Resûlullah (s.a.v.) "Farz olur da güç
yetiremezler" endişesiyle ümmete olan şefkati sebebiyle öyle davranmıştı.
Artık Peygamberimiz vefat ettiğine göre, bu namazın farz kılınması düşünülemezdi.
"Öyle zannediyorum ki, bunları bir imam arkasında toplarsam daha güzel
olacak" dedi. Ertesi gün Übeyy bin Ka'b'ı (r.a.) imam tayin etti ve
teravih namazının cemaatla kılınmasını emretti. Bundan sonra Müslümanlar teravih
namazını artık büyük bir vecd ve huşu içinde kılmaya başladılar. Hz. Ömer
bundan dolayı sevincini şöyle ifâde etti:
"Şu teravih
namazının cemaatla kılınması her bakımdan ne güzel bid'ad oldu."
Hz. Ömer bu sözüyle,
"Dinin aslında bulunmadığı halde sonradan konulmuş bir ibâdet şeklini
kast etmemiştir. O, "bid'at"ı "âdet" mânâsında
kullanmıştır.
Hz. Ali de bundan
dolayı hissiyatını şu sözlerle ifâde etti:
"Ömer nasıl
mescidlerimizi teravih namazıyla nurlandırıp şereflendirdi ise, Allah da
Ömer'in kabrini nurlandırsın."
Peygamberimiz bir
hadislerinde,
"Ey Ashabım,
benim sünnetime; benden sonra da Hülefâ-i Râşidînin sünnetine tâbi
olunuz"3 buyurmuştu. İşte bizler
bugün Peygamberimizin bu emrine uyarak teravih namazını cemaatla kılıyoruz.[1188]
[1] Tirmizî, İlim: 7.
[2] Mecmaü'z-Zevâid, 1:148.
[3] Zehebî, el-Cerh ve't-Ta'til,
1:8.
[4] Müsned, 4:209 (17361.) Diğer
misaller için elinizdeki kitabın 35. sayfasına bakınız.
[5] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/5-7.
[6] Zehebî, Tezkiretü'l-Huffaz,
3:912, 913; Mu'cemü's-Sagîr, 1:4; Mu'cemü'l-Evsat, 1:9, 10.
[7] Zehebî, Tezkire, 3:912;
Mu'cemü'l-Evsat, 1:10-11.
[8] Bediüzzaman, Mektûbat, s.
116.
[9] Zehebî, Tezkire. 3:912.
[10] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/8-10.
[11] Kettanî, Hadis Literatürü
(er-Risâletü'l-Mustadrefe) s. 280.
[12] A. Dihlevi. Bustan, s. 77.
[13] Hadis Literatürü
(er-Risâletu'l-Musfadrefe), s. 281.
[14] Zehebî, Tezkire, 3:913.
[15] Mu'cemü'l-Kebir, 25:359, 16.
dipnot.
[16] Zehebî, Tezkire, 3:912.
[17] İsmail Lütfi Çakan, Hadis
Edebiyatı, s. 43; er-Risâle, s. 283.
[18] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/10-11.
[19] Bakara: 2/187.
[20] Al-i İmran: 3/31.
[21] Nisa: 4/59.
[22] Nisa: 4/65.
[23] Haşr: 59/7.
[24] Necm: 53/3-4.
[25] Tebrizî, Mişkâtü'l-Mesabih,
1:57 (163); Ebû Dâvud, Sünne: 5.
[26] Muvatta, Kader: 3.
[27] Mektubat, s. 25.
[28] Muhakemât, s. 19.
[29] A.g.e.,s. 22.
[30] Sünen-i Dârimî Tercümesi,
1:21 (Teokrasi İslâmla Yok Edilmiştir, s. 13'den naklen.)
[31] Sünen-i Dârimî Tercümesi,
1:21 (Mevlânâ Mevdudî'nin Sünnet Müdafaası, s. 79'dan naklen.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/12-15.
[32] et-Tergîb ve't-Terhîb, 1:97
(62); Kenzü'l-Ummal 1:184.
[33] Al-i İmran: 3/31.
[34] Ahzab: 33/31.
[35] Ahzab: 33/21. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/15-16.
[36] Kalem: 68/4.
[37] Lem'alar, s. 48.
[38] Tirmizî, Menâkıb: 32.
[39] Lem'alar, s. 50.
[40] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/17-19.
[41] Müslim, Selâm: 15.
[42] Müslim, Hacc: 251; Buhârî,
Hacc: 57.
[43] Müslim, Sayd, 56; Dârimî,
Mukaddime: 40.
[44] Müsned, 4:563 (19705.)
[45] Müsned, 4:554 (19641)
[46] Lem'alar, s.51.
[47] Mektubat, s. 371.
[48] Şualar, s. 108-11. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/19-22.
[49] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/23.
[50] Al-i İmran: 3/110.
[51] Bakara: 2/143.
[52] Tevbe: 9/100.
[53] Tirmizî, Menakıb: 59;
El-İsâbe, 1:10.
[54] Müsned, 5:245.
[55] Keşfü'l-Hafâ,1: 132.
[56] Müslim, Fezâil: 221.
[57] Müslim, Fezâil: 221;
Tirmizî, Menakıb: 57.
[58] İbni Mâce, Mukaddime: 4
(30-35.)
[59] Bediüzzaman, Mektûbat, s.
121.
[60] Bediüzzaman, Mektubat, S.
120. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/23-26.
[61] Te'vilu Muhtelifi'l-Hadis,
s. 39.
[62] İbni Mâce, Mukaddime: 4
(36.)
[63] Buharî, İlim: 38, Enbiya:
50; Müslim, Zühd: 72; Tirmizi, Fiten: 70.
[64] Hâtib el-Bağdâdî, el-Kifaye,
s. 171.
[65] Müslim, Mukaddime: 2(1)
[66] Dârimî, Sünen, Mukaddime:
28.
[67] el-Kifâye, s. 178.
[68] Dr. Abdülkadir Şener, Kıyas, İstihsan, İstıslah,
s. 42, İ'lâmü'l-Muvakkin, 2:229
naklen. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/26-28.
[69] Müsned, 4:561(19690)
[70] Buhâri, Fezâilü'l-Kur'ân:
36; Menakıb: 25; Müslim, Zekât: 154; Ebû Dâvud, Sünnet: 131: Nesâî, Tahrim: 26.
[71] Müslim, Mukaddime: 4 (7)
[72] Hatib el-Bağdadî,
El-Kifaye,s. 173, 176.
[73] Tecrid-iSarih Tercümesi, 1
:22 (Mukaddime) İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/28-31.
[74] Bakara: 2/159.
[75] Buhari, İlim: 42: Müsned,
2:362 (7687.).
[76] Müsned, 2:361 (7687.)
[77] Müsned, 2:361 (7687.)
[78] Üsdü’l-Gabe, 5:317; Tabakat,
3:329.
[79] Mektubat.,s. 132.
[80] Mektubat, s. 119.
[81] Bediüzzaman, Sözler, s. 457. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/31-34.
[82] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/34.
[83] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/34-35.
[84] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/35-37.
[85] Dârimî, Mukaddime: 38;
Camiü's-Sugîr; 2:545; Keşfü'l-Hâfâ, 1:796.
[86] Suyutî, Tedribü'r-Râvi, s.
358.
[87] Bediüzzaman, Mektübat, s. 95.
[88] Hatib el-Bağdâdî, El-Kıfâye,
s. 23,24. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/37-40.
[89] Mektubat, s. 117.
[90] Prof. Dr. Talal Koçyiğit,
Hadis Usûlü, s. 50-54.
[91] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail
Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/40-43.
[92] Câmiü's-Sagîr, 1:558.
[93] Câmiü's-Sagîr., 1:382
[94] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/43-44.
[95] Müslim, Zühd: 72; Müsned,
3:16(11071.); Dârimî, İlim: 42 (456.)
[96] Tirmizî, İlim: 11.
[97] Ebû Dâvud, İlim: 3; Dârimî,
İlim: 43 (490.); Müstedrek, 1:186-187 (357-359.)
[98] Buhârî, İlim: 39; Tirmizî,
İlim: 12, Menâkıb: 47; Dârimî, İlim: 43 (489)
[99] Dârimî, İlim: 43 (491,492.);
Müstedrek, 1:188 (362.)
[100] Dârimî, İlim: 43 (505.)
[101] Dârimî, İlim: 43 (506. 507.)
[102] Dârimî, İlim: 43 (497,503);
Müstedrek. 1:188 (360.)
[103] Buhârî, İlim: 39.
[104] Zehebî, Tezkiretü'l-Huffâz,
1:5.
[105] Hatib el-Bağdadî,
Takyîdü'l-İlim, s. 86.
[106] Halib el-Bağdadî,
Takyîdü'l-İlim. s. 49.
[107] Dârimi, İlim: 43 (475.)
[108] Muhammed Hamidullah,
Muhtasar Hadis Tarihi, s. 53,54.
[109] es-Sünne Kable't-Tedvin, s.
373.
[110] İbni Sa'd, Tabakât. 7:448.
[111] Buhârî, İlim: 34; Dârimî,
İlim: 43 (494.)41. Mektubat, s. 95.
[112] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/44-51.
[113] Mektûbat, s. 119.
[114] A.g.e.,s. 129.
[115] A.g.e.,s. 120.
[116] Bediüzzaman,Sözler, s. 315. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/51-52.
[117] Neseî, Kiyâmü'l-Leyl: 16;
Tirmizî, Fitne: İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/55.
[118] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/55.
[119] Tirmizi, Daavât: İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/56.
[120] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/56.
[121] İbni Mâce, Zühd: 35;
Taberânî, Mu'cemü'l-Evsat, 1:128. Ebû Dâvud, Fiten: 7; Müsned, 5:555, (19623) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/56-57.
[122] Mu'cemul-Evsât, 2:523 (1900)
[123] Müslim, Tevbe: 50.
[124] En'am: 6/164.
[125] Suyutî, Câmiü'l-Kebîr,
6:304. (18926) İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/57-59.
[126] Taberânî, Mu'cemü'l-Evsat, 3:141,
(2290) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/59-60.
[127] İbni Mâce, Tahare: 4;
Muvatta, Tahare: 36; Müsned, 5:363, (22432.)
İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu
Yayınları: 1/60.
[128] Hûd: 11/112.
[129] Fussilet: 41/30.
[130] Muslim, İman: 62.
[131] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/60-62.
[132] Ebû Davud, Cihad: 2; Müslim,
İman: 64, 65; Tirmîzî, Kıyame: 52; Nesaî, îman: 9, 11. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/62.
[133] İbni Mâce, Zühd: 17. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/62-63.
[134] Tirmizî, Birr: 47; İbni
Mâce, Zühd: 17.
[135] Câmiü's-Sagîr, 6:240, (9095)
[136] Buhârî, Enbiya: 4; Ebû
Dâvud, Edeb: 6.
[137] Tirmizî, Birr: 78.
[138] İbni Mâce, Zühd: 17.
[139] Tirmizî, Kıyamet: 25.
[140] Bediüzzaman Said Nursî,
Lem'alar, s. 52.
[141] Buhari, Edeb: 77; Menâkıb:
23; Müslim, Fedâilü'n-Nebî: 67.
[142] Ahzab: 33/53.
[143] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/63-64.
[144] Mu'cemü'l-Evsat, 2:8,
(1155); İbni Mâce, Cihad: 14. İmam
Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları:
1/64-65.
[145] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/65.
[146] İbni Mâce, Nikâh: 22;
Buhâri, Libas: 62, Megâzî: 56, Nikâh: 113; Müslim, Selâm: 32; Tirmizî, Edeb:
34; Ebû Dâvud, Libas: 27; Edeb: 61; Muvatta, Vasiyyet: 5. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail
Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/66.
[147] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/66-67.
[148] Buhârî, Büyü: 15; İbni Mâce,
Ticâret: 1. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/67.
[149] Sa'd: 38/26.
[150] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/67-68.
[151] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/68.
[152] Tekasür: 102/8.
[153] Müslim, İmâre; 16.
[154] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/68-69.
[155] Buhârî, Bedü'1-Halk: 145;
Müslim, Fezâilü's-Sahabe: 71. İmam
Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları:
1/69.
[156] Cûmiü's-Sagîr, 3:432.
[157] Müslim, Fezâilü's-Sahabe:
74; Tirmizî, Menâkıb: 62.
[158] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/69-70.
[159] İbni Mâce, İkâme: 103;
Müslim, Müsâfirîn: 63, 64; Dârimî, Salat: 149; Ebû Dâvud, Tatavvu: 5; Tirmizî,
Salat: 312; Müsned, 2:437, (8354.) İmam
Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları:
1/70-71.
[160] İbni Mâce, İkâmet: 103; Müslim, Müsafirîn: Taberânî,
Mu'cemü'l-Evsat, 2:273.
[161] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/71-72.
[162] İbni Mâce, Mukaddime:
17(224). İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/72.
[163] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/72-73.
[164] Buhari, Cihad: 157; Müslim,
Cihad: 17, 18; Ebû Dâvud, Cihad: 92; İbni Mâce, Cihad: 28; Tirmizî, Cihad: 5. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/73.
[165] Buhârî, Cihad: 103; Ebû
Dâvud, Cihad: 92; Müslim, Tevbe: 54.
[166] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/73-74.
[167] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/74.
[168] Müslim, Müsâkat: 133-135. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail
Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/74-75.
[169] İbni Mûce, Şufa: 2.
[170] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/75-76.
[171] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/76.
[172] A'raf: 7/57.
[173] Yunus: 10/22.
[174] Ahkâf: 46/24.
[175] Zâriyat: 51/41.
[176] Al-i İmran: 3/117.
[177] İsrâ: 17/68- 69.
[178] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/76-77.
[179] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/77-78.
[180] Buhari, Büyü: 82; Müslim,
Büyü: 105; Neşet, Muzam'a: 45; Muvatta: Büyü: 23-25; Ebû Dâvud, Büyü: 18. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/78.
[181] Buhârî, Nikâh: 28; Müslim,
Nikâh: 57; Ebû Dâvud, Nikâh: 15.
[182] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/78-79.
[183] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/80.
[184] Üsdü'l-Gâbe, 1:358. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/80-81.
[185] İbni Mâce, Fiten: 14. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/81.
[186] Müslim, Müsâkat: 107.
[187] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/81-82.
[188] İbni Mâce, Rehine: 4. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/82-83.
[189] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/83.
[190] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/84.
[191] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/84.
[192] Hacc: 22/77.
[193] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/84.
[194] Mu'cemü'l-Evsat, 1:154,
(193); Buhârî, Ezan: 155. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/85.
[195] Mu'cemü'l-Evsat, 9:302,
(8658.)
[196] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/85.
[197] Mu'cemü'l-Evsat, 5:138,
(4264.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/86.
[198] Nisa: 4/93.
[199] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/86-87.
[200] Tirmizî, Libas: 11. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/87.
[201] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/87.
[202] Tirmizî, Kıyamet: 9. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/88.
[203] Mü'min: 40/59.
[204] Lokman: 31/34.
[205] Necm: 53/57.
[206] Meâric: 70/6-7.
[207] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/88-89.
[208] İbni Mâce, Hudûd: 33. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/89.
[209] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/89-90.
[210] Buhari, Libas: 39; Müslim,
Libas: 67; Ebû Dâvud, Libas: 41; Tirmizî, Libas: 37; tbni Mâce, Libas: 78. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/91.
[211] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/91-92.
[212] Buhârî, Bedü'1-Halk: 8;
Tefsir, Secde Sûresi; Müslim, Cennet: 2; Tirmizî, Tefsir (3195). İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/92.
[213] Nisa: 4/69.
[214] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/92-93.
[215] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/93.
[216] Tirmizî, Fitne: 24.
[217] Nahl: 16/77.
[218] Sözler, s. 318.
[219] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/94-95.
[220] İbni Mâce, Salât: 7; Dârimî,
Salat: 17; Müstedrek, 1:303. İmam
Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları:
1/95.
[221] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/95.
[222] 95.
[223] Câmiü's-Sagîr, 3:194
[224] Tirmizî, Ahkâm: 9; Ebû
Dâvud, Akdiye: 4; İbni Mâce, Ahkâm: 2.
[225] Câmiü's-Sagîr, 3:165.
[226] Müsned, 4:279, (17789.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/95-96.
[227] Buhârî, Edeb: 96; Müslim,
Birr: 161-165; Tirmizi, Zühd: 50; Ebû Dâvud, Edeb: 122. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/96.
[228] Sözler, s. 460.
[229] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/97-98.
[230] Buhari, Savm: 20; Müslim,
Siyam: 45; Müsned, 3:55; (11387) İmam
Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları:
1/99.
[231] İbni Mâce, Siyam: 22.
[232] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/99.
[233] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/99-100.
[234] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/100.
[235] Buhârî, Rikak: 2. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/100.
[236] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/101.
[237] Buhârî, Edeb: 33; Müslim,
Zekât: 52; Ebû Dâvud, Edeb: 68; Tirmizî, Birr: 45. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/101.
[238] Buhari, Cihad: 72, 128,
Sulh: 33; Müslim, Müsâfirîn: 84, Zekât: 56.
[239] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/101-102.
[240] Buhari, Cihad: 103; Dârimî,
Siyer: 2; Ebû Dâvud, Cihadı 455;
Müsned, 3:595
(15762) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/102.
[241] Avnu'l -Ma'bud, 7:265.
[242] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/102-103.
[243] Buhârî, Salat: 65; Müslim,
Mesâcid: 25; Tirmizi Salat: 237; İbni Mâce, Mesâcid: 1; Nesaî, Mesâcid: 1. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/103.
[244] Tevbe: 9/18.
[245] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail
Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/103-104.
[246] Buhari, İlim: 38, Cenâiz:
34; Ebû Dâvud, İlim: 4; Müslim, Mukaddime: 1; Tirmizî, İlim: 8. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/104.
[247] Nisa: 4/50.
[248] Yûnus: 10/60.
[249] Müslim, Mukaddime: 4;
Tirmizî, İlim: 9; Buhârî, Cenâiz: 34.
[250] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/104-105.
[251] Mu'cemü'l-Evsat,4:89,
(3125.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/105-106.
[252] Mu'cemü'l-Evsat, 3:111,
(2228) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/106.
[253] Darekutnî, 4:90; Buhari,
İlim: 28, Lukata: 2, 3, 4, Edeb: 75; Ebû Dâvud, Lukata: 1; Muvatta, Akdiye: 46;
Tirmizi, Ahkâm: 35. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/106-107.
[254] Buhârî, Talak: 22.
[255] Ebû Dâvud, Lukata: 1.
[256] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/107-108.
[257] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/108.
[258] Nisa: 4/101.
[259] Müslim, Salâti'l-Misâfir:4;
İbni Mâce, İkame:73; Ebû Dâvud, Sefer 1.
[260] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/108-110.
[261] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/110.
[262] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/110.
[263] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/110-111.
[264] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/111.
[265] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/111-112.
[266] İbni Mâce, Nikâh: 21. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/112.
[267] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/112-113.
[268] Buhârî, Ezan: 52; Müslim,
Salat: 198; Ebû Dâvud, Salât: 75. İmam
Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları:
1/113.
[269] İbni Mace, İkame: 41.
[270] Buhari, Ezan: 53; Müslim,
Salât: 114
[271] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/113-114.
[272] Müsned, 1:470, (3567); İbni
Mâce, Zühd: 30. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/114.
[273] Nisa: 4/106.
[274] Zümer: 39/53.
[275] Âl-i İmran: 15/16, Nahl:
16/47, Tevbe: 9/70, Nisa: 4/110.
[276] Nisa: 4/23- 306, Ahzab:
33/50- 59; Mümtehine: 60/12.
[277] Tirmizî, Kıyâme: 49; İbni
Mâce, Zühd: 30.
[278] Tirmizî, Daavât: 99; İbni
Mâce, Zühd: 30.
[279] Müslim, Tevbe: 31.
[280] İbni Mâce, Zühd: 30.
[281] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/114-116.
[282] İbni Mâce, Siyam: 35; Ebû
Dâvud, Siyam: 50; Tirmizî, Savm: 59; Müslim, Siyam: 144. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/117.
[283] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/117.
[284] Tirmizî, Cennet: 13; İbni
Mâce, Zühd; 34. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/117-118.
[285] Müslim, İman: 242, 243;
Buhârî, Büyü: 102; Mezâlim: 131, Enbiyâ: 49; Ebû Dâvud, Melâhim: 14; Tirmizî,
Fiten: 54; Müsned, 2:315, 541, (7264; 9296)
İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu
Yayınları: 1/118.
[286] Zuhruf: 43/61.
[287] Müslim, Fiten: 39.
[288] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/118-119.
[289] bni Mâce, Eşribe: 7; Müslim,
Müsakât: 71-74; Mu'cemü'l-Evsat, 1:432(774)
İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu
Yayınları: 1/119.
[290] En'âm: 6/146.
[291] Mâide: 5/78.
[292] Nisa: 4/156-157.
[293] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/120-121.
[294] Buhari, Bedü'1-Halk: 6;
Fezâilü'l-Kur'ân: 4; Tirmizî, Kıraat: 11; Müsned, 1:271,(2716) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/121.
[295] Ebû Dâvud, Vitr: 22;
Buhârî, Fezâilü'l-Kur'ân: 5,
Tevhid: 37;. Müslim, Müsâfirîn:
264, 270, 272; Tirmizî, Kur'ân: 9; Muvatta.
[296] Tirmizî, Kıraat: 11.
[297] Buhari, Bedü'1-Halk: 6;
Fezâilü'l-Kur'ân: 4.
[298] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/121-123.
[299] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/123.
[300] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/123.
[301] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/124.
[302] Buhari, Ezan: 133, 134;
Müslim, Salât: 226-231; Ebû Dâvud, Salât: 1515; Tirmizi Salat: 203; Nesai,
İftitah: 130, Tatbik: 40, 43; Mâce, İkâme: 19. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu
Yayınları: 1/124.
[303] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/124-125.
[304] Mu'cemü'l-Evsat, 2:33û
(1507.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/125.
[305] Müslim, Selâm: 69.
[306] İbni Mâce, Tib: 1.
[307] Tirmizî, Tıb: 21.
[308] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/126-128.
[309] Müslim, Lukata: 18. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/128-129.
[310] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/129.
[311] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/129-130.
[312] Ebû Dâvud, Salat: 190, 191;
Müslim, Mesâcid: 88; Tirmizi Salat: 291; İbni Mâce, İkâme: 132; Nesai Sehv: 24; Muvatta. Salat: 62. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/130.
[313] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/131-132.
[314] Müslim, Fezâilü's-Sahabe:
211-213. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/132.
[315] Camiü’s Sagir, 3:483.İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/132.
[316] Bakara: 2/178.
[317] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail
Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/132-133.
[318] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/133.
[319] İbniMâce, Tahâre: 1. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/134.
[320] Mu'cemü'l-Evsat, 8:290,
(7591) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/134.
[321] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/134-135.
[322] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail
Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/135.
[323] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/135.
[324] Tirmizî, Edeb: 6;
Mecmaü'l-Evsat, 2:505, (1870)
[325] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/136.
[326] İbni Mâce, Sadaka: 11. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/136-137.
[327] Nisa: 4/4.
[328] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/137.
[329] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/138.
[330] Suyutî, Câmiü's-Sagîr,
1:203.
[331] Hudeybiye, Mekke'ye yakın
bir köydür. Peygamberimiz müşriklerle Hudeyebiye Sulhunu burada imzalamış,
Kur'ân'da katılanların methedildiği "Rıdvan Biati" burada
gerçekleşmiştir.
[332] Buhari, Ezan: 152; Müslim,
İman: 125.
[333] Vakıa: 56/82.
[334] Tirmizî, Tefsir (Vakıa
Sûresinin tefsiri)
[335] Suyutî, Câmiü'l-Kebîr, (17574); Müslim, İman: 126
[336] et-Tabsîr, s. 13, 38.
[337] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail
Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/138-140.
[338] Buhârî, Bedü’l Vahy: 31;
İbni Mâce, Nikâh: 42; Müslim, Eymân: 43, 44.
İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu
Yayınları: 1/140-141.
[339] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/141.
[340] Ebû Dâvud, Cihad: 82;
Müslim, Cihad: 3, 24, 25. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/141-142.
[341] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/142.
[342] İbni Mâce, İkâmetü's-Salat:
147; Buhari, Mevakit: 30, 31; Müslim, Salati'l-Müsâfirîn: 288, 292; Ebû Dâvud,
Tatavvu: 10. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/142.
[343] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/142-143.
[344] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/143-144.
[345] Müslim, Fezâilü's-Sahabe:
153, Bedü'1-Halk: 6. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/144.
[346] Şuârâ: 26/225-227.
[347] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/144-145.
[348] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/145-146.
[349] Mu'cemü'l-Evsat, 3: 119,
(2245) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/146.
[350] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/147.
[351] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/147.
[352] Buhari, Merdâ: 27. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/147-148.
[353] Metâlibü'l-Aliye, 2:342.
[354] Lem'alar, s. 214. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/148.
[355] Mu'cemü'l-Evsat, 3:142,
(2292); Buhari, Fezâilü'l-Kur'ân; 14. İmam
Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları:
1/149.
[356] Buharı, İlim: 15. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/149-150.
[357] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/150.
[358] Müsned, 4:560, (19688),
6:290, (26172, 26173). İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/150-151.
[359] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/150-151.
[360] Ebâ Dâvud, Büyü': 1;
Tirmizî, Büyü': 4; İbni Mâce, Ticâret: 3-Nesâî, Eymân: 22, 23; Mu'cemü'l-Evsat,
2:135, (1254); Müsned, 4:9, (16115)'. İmam
Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları:
1/151-152.
[361] Âl-i İmran: 3/77.
[362] Buhari, Tefsîrü'l-Kur'ân: 8.
[363] Müslim, Müsakât: 132; İbni
Mâce, Ticâret; 30.
[364] Buhârî, Müsakât: 132; İbni
Mâce, Ticâret: 30.
[365] Ebû Dâvud, Efeb: 11
[366] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/152-153.
[367] Câmiü'l-Evsat, 2:350, (1606) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/153.
[368] Müsned, 4:203, (17303)
[369] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/154.
[370] Müslim, İmân: 178; Buhari,
Cihad: 182, Meğazî: 38. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/154.
[371] Hadisin son kısmı,
Mu'cemü's-Sagîr'de de rivayet edilmiştir.
232 nolu hadise bakınız
[372] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/155.
[373] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/155-156.
[374] Buhari, Hac: 26; Tirmizî,
Hac: 13; Müslim, Hac; 19, 22; Ebû Dâvud, Menâsik: 26; Nesâî, Menâsik: 54;
Muvatta, Hac: 28; Dârimî, Menâsik: 13; Müsned, 1:376, (2753). İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/156.
[375] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/157.
[376] Câmiü'l Evsat, 3:33, (2055) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/157.
[377] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail
Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/157.
[378] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/158.
[379] Müslim, Birr: 69; Tirmizî,
Birr: 82; Mu'cemü'l-Evsat, 3:141, (2291)
İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu
Yayınları: 1/158.
[380] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/158-159.
[381] İbni Mâce, Eşribe: 9;
Buharı, Eşribe: 1; Müslim, Eşribe: 73; Muvatta, Eşribe: 11; Ebû Dâvud, Eşribe:
5; Tirmizî, Eşribe: 1; Nesâî, Eşribe: 22; Müsned, (4645, 4646.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/159.
[382] Mâide: 5/90-91.
[383] Buhârî, Eşribe: 2, 5;
Müslim, Tefsir: 32; Ebû Dâvud, Eşribe: 1; Tirmizî, Eşribe: 8.
[384] İbni Mâca, Eşribe, Eşribe:
10.
[385] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/159-160.
[386] İbni Mâce, Et'ime: 33. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/161.
[387] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/161.
[388] Tirmizî, Fezâilü'I-Kur'ân:
4. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme
ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/161-162.
[389] Buhari, Fezâil-l Kur'ân: 10;
Müslim, Salatü'l-Müsâfirîn: 255; Tirmizî,
Fezâil-i Kur'ân: 4. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/162.
[390] Müslim, Eyman: 12; Tirmizî,
Eyman: 6; Muvatta, Eyman: 11
[391] Meâric: 70/40-41.
[392] Bakara: 2/224.
[393] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail
Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/162-164.
[394] İbni Mâce, Fiten: 20. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/164.
[395] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/164-165.
[396] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/165.
[397] Müslim, Müsâfirîn: 43. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/165.
[398] Tirmizî, Salât: 346.
[399] Buhârî, Sulh: 11; Müslim,
Müsâfirin: 84; Tirmizî, Salât: 346.
[400] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/166.
[401] Müslim, Fezâil: 124-126.
Tirmizî, Edeb:67; Muvaîtta Esmâü'n- Nebiy: 1. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu
Yayınları: 1/166-167.
[402] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/167.
[403] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/168.
[404] Müslim, Hudüd: 8. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/168-169.
[405] İbni Mâce, Mukaddime: 24
(264) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/169.
[406] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/169.
[407] İbni Mâce, Sıyâm: 7;
Mu'cemü'l-Evsat, 3:153, (2312.) İmam
Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları:
1/169-170.
[408] Yunus: 10/5.
[409] Rahman: 55/5.
[410] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/170.
[411] Mecmâü'l-Evsat, 3:154,
(2313.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/171.
[412] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/171-172.
[413] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/172.
[414] Tirmizi Sevâbü'l-Kur'ân: 10;
Mu'cemü'l-Evsat, 3:33, (2056.) İmam
Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları:
1/172.
[415] Bediüzzaman, Sözler. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/173-174.
[416] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/174.
[417] Müslim, Fezâil: 2.
[418] Bakara: 2/74.
[419] İsrâ: 17/44.
[420] Fussilet: 41/21
[421] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/174-175.
[422] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/175.
[423] Bakara: 2/65; Buhari,
Bedü'l-Halk: 14.
[424] Bediüzzaman, Sûnühat, s. 44. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/175-176.
[425] Müslim, Âdâb: 43, 44; Ebû
Dâvud, Edeb: 128; Müsned, 2:546, (9333,) 5:232, (21561); Buhari, İsti'zan: 11. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/176.
[426] Câmiu's-Sagîr, 2:250. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/177.
[427] Buhârî, Daavât: 21; Müslim,
Zikir: 9; İbni Mâce, Duâ: 8; Tirmizî, Daavât: 77; Müsned, 2:611, (9950);
Câmiü'l-Evsat, 3:25, (2038.); Muvatta, Kur'ân: 78; Ebû Dâvud, Vitr: 23. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/177-178.
[428] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/178.
[429] Müslim, Hac: 248-251;
Buhârî, Hac: 50; Ebû Dâvud. Menasik: 46; Tirmizî, Hacc: 26; Nesat, Menâsik:
147; İbni Mâce, Menâsik: 27; Muvatta: Hacc: 135. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu
Yayınları: 1/178.
[430] Ebû Dâvud, Salât: 160;
Nesâî, Sehv: 10; Dârimî, Salat: 134; Müstedrek, 1:361; Mu'cemü'l-Evsat,
3:27,(2042.) İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/179.
[431] Suyutî, Câmiü'l-Kebir,
6:241, (18461.)
[432] Buhârî, Ezan: 93; Ebû Dâvud,
Salat: 160; Tirmizî, Cuma: 59.
[433] Buhari, Ezan: 92; Müslim,
Salat: 117; İbni Mâce, İkâme: 68.
[434] Mü'minûn: 23/1-2.
[435] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/179-180.
[436] En'am: 6/158.
[437] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/180.
[438] Müslim, Fiten: 39; İbni
Mâce, Fiten: 28; Tirmizî, Fiten: 21.
[439] En'am: 6/158
[440] Müslim, İman: 248; İbni
Mâce, Fiten: 32
[441] İbni Mâce, Fiten: 32.
[442] Şualar, s. 496, 497.
[443] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/181-182.
[444] İbni Mâce, Mukaddime: 15;
Tirmizî, Menâkıb: 20; Müsned, 4:399, (19227); Mu'cemü'l-Evsat, 3:134, (2275.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/183.
[445] İbni Hişam, Sîre, 4:274;
Halebî, İnsânü'l-Uyûn, 3:340.
[446] Müsned, 4:397, (19214.)
[447] Müsned, 4:399, (19227.)
[448] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/183-184.
[449] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/185.
[450] Zümer: 39/53.
[451] Ankebut: 29/23.
[452] Fussilet: 41/23.
[453] Buhârî, Tevhid: 35.
[454] Hilyetü'l-Evliya, 1:53.
İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu
Yayınları: 1/185-187.
[455] Tirmizî, Fezâilü's-Sahabe:
61. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme
ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/187-188.
[456] Ahzâb: 33/33.
[457] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/188-189.
[458] Buhari, Büyü: 78; Müslim,
Musakat: 81, Ebû Dâvud, Büyü: 13. İmam
Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları:
1/189.
[459] Bakara: 2/275.
[460] İbni Mâce, Ticâret: 58.
[461] Fethü'r-Rabbani, 15:70.
[462] El-Mezâhibü'l-Erbaa, 2:246.
[463] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/189-190.
[464] Mecmâü'l-Evsat, 2:510.
(1877); Heysemî, Mecmaü'z-Zevâid, (10:201)
İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu
Yayınları: 1/191.
[465] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/191.
[466] Mu'cumü'l-Evsat, 2:351
(1608.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/191-192.
[467] Enfal: 8/56-57.
[468] Ahzab: 33/10.
[469] Tevrat, Tesniye, 2:10-14.
[470] Ahzab: 33/26.
[471] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/192-195.
[472] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/195-200.
[473] Buhari, Ahkam: 42; Nesâî,
Beyat: 32; Câmiül'l-Evsat, 3:463. İmam
Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları:
1/200-201.
[474] Tirmizi, Birr: 26; Buhari,
Sulh: 2; Müslim, Birr: 101; Ebû Dâvud, Edeb: 58. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu
Yayınları: 1/200-201.
[475] Buhâri, Edeb: 116.
[476] Muvatta, Kelâm: 18.
[477] Buhâri, Cihad: 103; Ebu
Dâvud, Cihad: 92.
[478] İsârâti’l-İ'caz, s. 91.
[479] Hutbe-i Şâmiye, s. 43-44.
[480] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/201-204.
[481] İbni Mâce, İkâmetü's-Salat:
200; Buhari, Küsuf: 56. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/204-205.
[482] Ahzab: 33/4.
[483] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/205-206.
[484] Mecmâü'l-Evsat, 7:163,
(6299.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/206.
[485] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/206.
[486] Buhari, Hudûd, 45; Müslim,
Eyman: 37; Tirmizî, Birr: 30; Ebû Dâvud, Edeb: 133. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/207.
[487] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/207.
[488] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/207-208.
[489] Ahzâb: 33/9. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/208-209.
[490] Müslim, Salat: 265; İbni
Mâce, İkâme: 38; Ebû Dâvud, Salat: 109; Nesât, Kıble: 7; Müsned, 5:194.
(21316); Dârimî, Salat: 128. İmam
Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları:
1/209.
[491] Müslim, Salât: 254-256; Ebu
Dâvud, Salat: 109; Buhari, Salat: 90; Nesâî, Kıble: 7; İbni Mâce, İkâme: 38;
Muvatta, Sefer: 38; Dârimî, Salat: 129.
[492] Müslim, Salât: 258-259; Ebu
Dâvud, Salat: 114; Buhârî, Salat: 90; Nesâî, Kasâme: 48; İbni Mâce, İkâme: 39.
[493] Müslim, Salât: 267-269; Ebu
Dâvud, Salat: 112; Buhârî, Salal: 22; Nesâî, Taharet: 119; İbni Mâce, İkâme:
40; Müsned, 6:37, (24081.)
[494] Resûlullahın hanımı Ümmü
Seleme'nin önceki beyinden olan kızı.
[495] İbni Mâce, İkâme:38.
[496] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/209-211.
[497] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/211.
[498] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/211.
[499] İbni Hişam, Sîre, 3:225,
230, 231, 257, 266, 332, 351, 352, 371; İbni Sa'd, Tabakat, 2:92.
[500] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/212-214.
[501] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/214.
[502] Buhârî, Hayız: 17; Kader: 1;
Müslim, Kader: 1-5; Ebû Dâvud, Sünnet: 17; Tirmizî, Kader: 4. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail
Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/214-215.
[503] Mü'minûn: 23/13, 14.
[504] Prof. Dr. Alpaslan Özyazıcı,
Hücreden İnsana, s. 33.
[505] Hücreden İnsana, s. 34-47;
Dr. Bahri Dayioğlu, Yaratılış Mucizesi, 79.
[506] Hücreden İnsana, s. 46.
[507] Yaratılış Mucizesi, s. 65.
[508] Fıkh-ı Ekber Şerh-i
Aliyyü'l-Kârî, s. 114.
[509] Necm: 53/40.
[510] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/215-219.
[511] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/219.
[512] Mu'cemü'l-Evsat, 4:27,
(3032.)
[513] A'raf: 7/180.
[514] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/219-220.
[515] Nisa: 4/41.
[516] Buhari, Fezâilü'l-Kur'ân:
32, 33; Mu'cemü'l-Evsat, 2:353 (16107); Tirmizî, Tefsir 5:237 (3024) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/220-221.
[517] Şûra: 42/23.
[518] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/221-222.
[519] Bu âyete başka mânâlar da
verilmiştir. Ancak buraya uygun olan mânâ bu şekildedir.
[520] Fahreddin er-Râzi.
Mefâtihü'l-Gayb (Tefsîr-i Kebir Tercümesi), 19:447. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/222.
[521] Buhâri, Cihad: 49, 113,
Vekâlet: 8; Mesâcid: 59, Büyü: 34; İstikraz: 1, 7, Mezâlim: 26, Hibe: 23;
Müslim, Müsâkat: 109-117; İmârat: 181; Tinnizl Büyü: 30; Nesâî, Büyü: 77; Ebû
Dâvud, Ticâret: 71; İbni Mâce, Ticâret: 29.
İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu
Yayınları: 1/223.
[522] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/223-224.
[523] Buhâri, Daavât: 30; Müslim,
Zikir: 4; İbni Mâce, Zühd: 31. İmam
Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları:
1/224.
[524] Buhari, Temennî: 6.
[525] Buhari, Daavât: 30.
[526] Yusuf: 12/101.
[527] Meryem: 19/103.
[528] Muvatta, Kur'ân: 40.
[529] Tarihçe-i Hayat, s. 197.
[530] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/225-227.
[531] Mu'cemü'l-Evsat, 3:156,
(2317.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme
ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/227.
[532] İsrâ: 17/81.
[533] Müslim, Cihad: 87; Buhâri,
Megâzî: 50; Tirmizî, Tefsirü'l-Kur'ân: 18.
İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu
Yayınları: 1/227-228.
[534] Sebe: 34/49.
[535] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/228.
[536] Buhari, Ezan: 95; Müslim,
Salât: 34, 38; Tirmizî, Mevâkit: 69,
115; Ebû Dâvud, Salât: 131. İmam
Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları:
1/228.
[537] Müslim, Salât: 38, 41;
Tirmizî, Salât: 116.
[538] Taberânî, Mu'cemu's-Sagîr,
1:93
[539] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/228-229.
[540] Tirmizî, Zühd: 60; Müsned,
2:280, (6983); 4:216, (17420.) İmam
Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları:
1/229.
[541] Tirmizî, Zühd: 60.
[542] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/230.
[543] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/231.
[544] Mu'cemü'l-Evsat, 3:184,
(2379.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/231.
[545] İbni Mâce, Menâsik: 89. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/232.
[546] Münâvî, Feyzü'l-Kadîr,
6:457.
[547] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/232.
[548] Müslim, Cennet: 83; Müsned,
3:420, (14527.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/233.
[549] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/233.
[550] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/233-234.
[551] Enbiya: 21/107.
[552] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/234.
[553] Mu'cemü'l-Evsat, 3:435. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/234-235.
[554] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/235.
[555] İbni Kesîr,
Tefsîrü'l-Kur'âni'l-Azîm, 2:126; Mu'cemü'l-Evsat, 7:228.
[556] Suyûtî, ed-Dürrü'l-Mensûr,
3:244.
[557] En'âm: 6/14-15. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/235-236.
[558] Müslim, Birr: 77; Ebû Dâvud,
Edeb: 10; İbni Mâce, Edeb: 9;Buhari, Edeb: 35. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu
Yayınları: 1/236.
[559] İbni Mâce, Hudûd: 21;
Tirmizî, Diyat: 22; Ebû Dâvud, Sünnet: 32; Nesâi, Tahrîm: 22; Müstedrek, 3:741,
(6697); Müsned, 1:232, 235, (1627, 1651), 2:294 (7081.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/237.
[560] Mu'cemü'l-Evsat, 2:364.
[561] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/237-238.
[562] Mu'cemü'l-Evsat, 3:451,
(2968.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/238-239.
[563] Ebû Dâvud, Akdiye: 14; İbni
Mâce, Ahkâm: 6.
[564] Câmiü's-Sagîr, 6:72.
[565] İsrâ: 17/32.
[566] Furkan: 25/68
[567] En'âm: 6/151.
[568] Nahl: 16/90. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/239-240.
[569] Müslim, Hayız: 29-32; İbni
Mâce, Taharet: 107. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/240.
[570] İbni Mâce, Taharet: 124.
[571] Müsned, 6:458, (27302.)
[572] Fetevây-ı Hindiyye
Tercümesi, 1:56. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/241.
[573] Buhari, Akîka: 2; Tirmizî,
Edâhî: 16; İbni Mâce, Zebâih: 1; Ebû Dâvud, Dahâyâ: 20; Nesâî, Akîka: 1;
Darimî, Edâhî, 9; Müsned, 4:26. İmam
Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları:
1/241-242.
[574] İbni Mâce, Zebâih: 1; Ebû
Dâvud, Dahâyâ: 20; Nesâî, Akîka: I, 3, 4.
[575] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/242.
[576] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/242-243.
[577] İbni Mâce, Edeb: 57; Müslim,
Zikir: 41; Ebû Dâvud, Vitr: 62; Buhari, Daavât: 3. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/243.
[578] Tirmizî, Daavât: 38.
[579] Nasr: 110/3.
[580] Bakara: 2/222.
[581] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/243-244.
[582] Müslim, Salât: 65;
Mu'cemü'l-Evsat, 3:457, (2979.) İmam
Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları:
1/244-245.
[583] Ahzâb: 33/56.
[584] Suyutî, Câmiü'l-Kebîr,
6:254, (18557.)
[585] Tirmizî, Daavât: 100.
[586] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/245-246.
[587] Tirmizî, Cenâiz: 7; Ebû
Dâvud, Cenâiz: 16; Mu'cemü'l-Evsat,
3:458, (2982.)
[588] Asây-ı Musa, s. 20.
[589] Buhari, Kader: 1.
[590] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/246-248.
[591] Tirmizî, Menâkıb: Hadis
No:3799. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/248.
[592] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/248-249.
[593] Buhari, Menâkıbu'l-Ensâr:
21; Müslim, Fezâilü's-Sahabe: 134. Tirmizî, Menâkıb, Hadis no; 3822; Müsned,
4:488, (19130.) İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/249-250.
[594] Tabakat, 1:347.
[595] Müslim, Fezâilü's-Sahabe:
137; Müsned, 4:489, (19136.)
[596] Müsned, 4:493, (19173.)
[597] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/250-251.
[598] Müslim, Nikah: 35, 38; İbni
Mâce, Nikah: 31; Nesâî, Nikah: 47, , 48; Tirmizî, Nikah: 30; Ebû Dâvud, Nikâh:
12; Dârimî, Nikâh: 8. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/251.
[599] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/251-252.
[600] Tirmizî, Zühd: 58. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/252.
[601] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/252-253.
[602] Buhârî, Nikâh: 117; Müslim,
Rada: 4-10; Ebû Dâvud, Nikâh: 7; Tirmizî, Rada: 2; Nesâî, Nikâh: 52; İbni Mâce,
Nikah: 38; Muvatta, Rada: 2; Dârimî, Nikâh: 48; Müsned, 6:221, (25608.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/253.
[603] Buhari, Nikâh: 20; Müslim,
Rada: 1, 2; Tirmizî, Roda: 1; İbni Mâce, Nikâh: 34; Ebû Dâvud, Nikâh: 6.
[604] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/253-254.
[605] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/254-255.
[606] Bakara: 2/220.
[607] Taberânî, Mu'cemü'l-Evsat,
5:89 (4164).
[608] Nisa: 4/2. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/255.
[609] Câbiye, Dımaşk'ta bir köy
ismidir. Hz. Ömer Suriye'nin fethi esnasında buraya gelmiş ve Resûlullahın
yukarıdaki sözlerini aynen tekrarlamıştır
[610] Buhâri, Fezâilü's-Sahabe: 1;
Tirmizî, Fiten: 45; Müslim, Selâm: 19-22, Fezâilü's-Sahabe: 214; Ebû Dâvud,
Sünnet: 9. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/256-257.
[611] Tirmizî, Fiten: 45. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/257.
[612] Mu'cemü'l-Evsat, 3:460. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/257-258.
[613] Mucemü'l-Evsat, 3:461 (2988) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/258-259.
[614] Bakara: 2/216.
[615] Ebû Dâvud, Cihad: 18.
[616] Tevbe: 9/20.
[617] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/259.
[618] İbni Mâce, İkâmeti's-Salât:
175. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/260.
[619] Zümer: 39/9.
[620] Ahzâb: 33/35.
[621] İbni Mâce, İkâme: 175.
[622] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/260-261.
[623] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/261.
[624] Zuhruf: 43/71.
[625] Bakara: 2/25.
[626] Vakıa: 56/36-37.
[627] Muhammed Ali es-Sabûnî,
Safvetü'l-Tefâsîr, 3:309. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/261-262.
[628] Ebû Dâvud, Tahâre: 61; İbni
Mâce, Tahâre: 86. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/262.
[629] Ebû Dâvud, Tahâre: 60;
Tirmizî, Edeb: 55.
[630] Ebû Dâvud, Tahâre: 60
[631] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/263.
[632] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/263-264.
[633] İsrâ: 17/23-24.
[634] Lokman: 31/14. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/264.
[635] İbni Mâce, Et'ime: 14;
Müslim, Fezâilü's-Sahabe: 89; Tirmizî, Menâkib: 63. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/265.
[636] Müslim, Fezâilü's-Sahabe:
79; Tirmizî, Menâkıb: 63.
[637] Nur: 24/10-21.
[638] Müslim, Fezâilü's-Sahabe:
90; Tirmizî, Menâkıb: 63.
[639] Tirmizî, Menâkıb: 63;
Fethü'r-Rabbânî, 22:128.
[640] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/265-266.
[641] Müslim, Libâs: 72, 113. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/266.
[642] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/267.
[643] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/267.
[644] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/267.
[645] Tirmizi Büyu': 6; İbni Mâce,
Ticâret: 41; Ebu Dâvud, Cihad: 78; Müsned, 1:190(1321). İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail
Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/268.
[646] Münzirî, et-Tergîb
ve't-Terhib, 2:529-530. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/268-269.
[647] Ebû Dâvud, Salât: 153; İbni
Mâce, İkâme: 19; Müslim, Salat: 237; Dârimî, Salât: 79; Nesâî, Tatbik: 52. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/269.
[648] İbni Mâce, İkâme: 21; Nesâî,
İftitah: 89; Ebû Davud. Salât: 153; Tirmizî, Salât: 189.
[649] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail
Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/269.
[650] Bahsedilen esirler Hevazin
kabilesinden getirilmişti.
[651] Buhari, Edeb: 18. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/270.
[652] Buhari, Edeb: 18; Müslim,
Tevbe: 19; İbni Mâce, Zühd: 35.
[653] Sözler, s. 29.
[654] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/270-271.
[655] Tirmizî, Mevâkit: 182; Ebû
Dâvud, Sahil: 26; Dârimi. Salât: 141;
Müsned, 2:239 (6686) İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/271-272.
[656] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/272.
[657] Buhari, Bedü'1-Halk: 1,
Mezâlim: 13; Müslim, Müsâkâl: 142; Müsned, 4:193(17224) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/273.
[658] Ölümden Sonra Diriliş isimli
eserimize bakınız.
[659] İbni Mâce, Rü'ya: 2; Buhari,
Ta'bir: 23. İsrâ: 17/13. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/273-274.
[660] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/274.
[661] İbni Mâce, Rü'ya: 3.
[662] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/274-275.
[663] Tirmizî, Edeb: 16; Nesâî,
Taharet: 13; Müslim, Taharet; 2; Muvatta, Şa'ar: 1. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/275.
[664] Buhârî, Libas: 63; Müslim,
Taharet: 39; Tirmizî, Edeb: 14; Ebû Dâvud, Tereccül: 16; Nesâî, Zînet: 1.
[665] Muvatta, Şa'ar: 1.
[666] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/275.
[667] Muvatta, Kasru's-Salât: 15;
Mecmâü'l-Evsat, 2:526 (1905) İmam
Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları:
1/276.
[668] İbni Mâce, Siyam: 24;
Buhari, Savm: 45; Müslim, Siyam
[669] Sünen-i İbni Mâce Tercümesi
ve Şerhi, 4: 599.
[670] Müslim, Siyam: 50; Ebû
Dâvud, Savm: 20.
[671] Buhari, Salât: 4; Müslim,
Salât: 54; Ebû Dâvud, Salât: 114.
[672] Ebû Dâvud, Salat; 117
[673] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/276-277.
[674] Müslim, Birr ve's-Sıla: 23;
Mu'cemü'l-Evsat, 4:41 (3053) İmam
Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları:
1/278.
[675] Müslim, Birr ve's-Sıla: 25. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/278.
[676] Müsned, 2:220 (6538);
Mu'cemü'l-Evsat, 4:42 (3055)
[677] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/279.
[678] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/279.
[679] Buhârî, Savm: 23; Müslim,
Siyam: 65, 66; Ebû Dâvud, Tahare: 106.
İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu
Yayınları: 1/279-280.
[680] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/280.
[681] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/280.
[682] Kadr: 97.
[683] Câmiü's-Sagîr, 2:269.
[684] Bediüzzaman, Sözler, 309.
[685] İbni Mâce, Siyam: 56.
[686] Kastamonu Lahikası, s. 132,
201.
[687] Emirdağ Lahikası, 2:157.
[688] Şualar, s. 430.
[689] Emirdağ Lahikası, 2:21. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/280-282.
[690] Sünühat, s. 29.
[691] Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 136. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/282.
[692] İbniMâce, Edeb: 57; Müsned,
2:398 (7991) İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/282-283.
[693] Sözler, s. 590. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/283.
[694] Mu'cemü'l-Evsat, 4:44 (3057) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/283.
[695] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail
Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/284.
[696] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/284.
[697] Tirmizî, Menâkib: 34.
[698] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/285-286.
[699] Müslim, İman: 232; İbni
Mâce, Fiten: 15; Tirmizî, İman: 13. İmam
Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları:
1/286-287.
[700] Hak Dini Kuran Dili, 5:3713,
3714.
[701] A'raf: 7/157.
[702] Tevbe: 9/129.
[703] Mektûbat, s. 22-24.
[704] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/287-290.
[705] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/290-291.
[706] Ebû Dâvud, Cihad: 31;
Müslim, Birr: 5; Buhari, Cihad: 138; Tirmizî, Cihad: 2.
[707] Ebû Dâvud, Cihad: 32;
Beyhakî, Sünen: 9:29; Hakim, Müstedrek,
1:114 (2501)
[708] Taberânî, Mucemüs-Sagir,
1:238 (465 numaralı hadise bakınız).
[709] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/291-292.
[710] Buhari, Megâzî: 79, Cihad:
198; Müslim, Tevbe: 53, Salatü'l-Müsâfirin: 74; Ebû Dâvud, Cihad: 166; Nesâî,
Mesacid: 38. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/292.
[711] Ebû Dâvud, Salat: 189;
Buhari, Salat: 88; Müslim, Mesâcid: 97, 99; Tirmizî, Mevakit: 175; İbni Mâce,
İkâme: 134. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/293.
[712] Ebû Dâvud, Salat: 189.
[713] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/293-294.
[714] Mu'cemü'l-Evsat, 4:51 (3065) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/294.
[715] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/294-295.
[716] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/295.
[717] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/295.
[718] Mu'cemü'l-Evsat, 4:61,
(3076) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/295-296.
[719] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/296.
[720] Tirmizî, Mevâkıt: 39. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/296.
[721] İbni Mâce, İkâme: 47.
[722] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/296-297.
[723] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/297.
[724] Tekâsür: 102/1-4.
[725] Buhârî, Cenâiz: 89.
[726] Müslim, Cennet: 17.
[727] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/297-298.
[728] İbni Mâce, Mukaddime: 18
(230); Menâsik: 76. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/299.
[729] İbni Mace, Mukaddime; 18.
[730] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/299-300.
[731] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/300.
[732] Nahl: 16/5.
[733] Mü'min: 40/79.
[734] Hakîm, Müstedrek, 4:257
(7563, 7570) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/300-301.
[735] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/301.
[736] Buhari, Ezan: 53; Müslim,
Salat: 114, 115, 116, 119; Ebû Dâvud, Salat: 75. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu
Yayınları: 1/301-302.
[737] İbni Mâce, ikâme: 41.
[738] Muvatta, Salat: 57. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/302.
[739] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/302-303.
[740] Buhâri, Fezâilü'l-Kur'ân:
23; Müslim, Müsâfirîn: 228; Tirmizî, Kur'ân: 28.
[741] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/303.
[742] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/304.
[743] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/304-305.
[744] İbni Mâce, Edâhi: 12;
Müslim, Edâhi: 1-3. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/304-305.
[745] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/305.
[746] Buhârî, Hacc: 18, Libas: 73,
89; Müslim, Hacc: 31, 33, 47; Muvatta, Hacc: 17; Ebû Dâvud, Menâsik; 11; Nesâî,
Hacc: 41, 42. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/305.
[747] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/306.
[748] Mu'cemü'l-Evsat, 4:193,
(3340) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/306.
[749] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/306-307.
[750] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/307.
[751] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/307-308.
[752] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/308.
[753] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/308-309.
[754] Câmiü's-Sagîr, 2:346.
[755] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/309.
[756] Enfal: 8/34. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/310.
[757] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail
Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/310.
[758] Müslim, Libas: 1, 2; Buhari,
Libas: 25. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/310.
[759] Müslim, Libas: 3.
[760] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/311.
[761] Mu'cemü'l-Evsat, 4:216,
(3383) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/311.
[762] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/311-312.
[763] Câmiü's-Sagir, 4: 122.
[764] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/312.
[765] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/312-313.
[766] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/313.
[767] Buhârî, Gusl: 27; Müslim,
Hayız: 22: İbni Mâce, Tahare: 103; Muvatta, Tahare: 78; Ebû Dâvud, Tahare: 87,
88; Tirmizî, Cuma: 78. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/313.
[768] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/314.
[769] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/314.
[770] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/314-315.
[771] Câmiü's'Sagîr, 5:76
[772] Tirmizî, Zekât: 28 Türkçe. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/315-316.
[773] Tevbe: 9/104.
[774] Bakara: 2/276.
[775] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/316.
[776] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/316-317.
[777] İbni Mâce, İkâme: 50; Ebû
Dâvud, Salât: 93.
[778] Ebû Dâvud, Salât: 93.
[779] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/317.
[780] Müslim, Birr: 136; Ebû
Dâvud, Libas: 26. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/317.
[781] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/318.
[782] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/318.
[783] Buhari, Cenaiz: 165; İbni
Mâce, Cenâiz: 35.
[784] Buhari, Cenâiz: 167: İbni
Mâce, Cenâiz: 35.
[785] İbni Mâce, Cenâiz: 35.
[786] Fethü'v-Rabbânî, 8:35.
[787] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/318-319.
[788] Müsned, 3:70(11518) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/320.
[789] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/320-321.
[790] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/321.
[791] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/321.
[792] Müslim, İman: 220-224;
Tirmizi, Büyü: 42. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/322.
[793] Müslim, İman: 18
[794] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/322-323.
[795] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/323.
[796] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/324.
[797] İbni Mâce, Cihad: 38;
Müslim, Cihad: 3. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/324-325.
[798] Ahkaf: 46/35.
[799] Naziat: 79/46.
[800] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/325-327.
[801] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/327-328.
[802] İbni Mâce, Nikâh: 21;
Buhari, Nikâh: 48, Megâzî: 12. İmam
Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları:
1/328.
[803] Hud: 11/49. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/328.
[804] Ebû Dâvud, Salât: 224;
Beyhakî, Sünen, 3:238. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/329.
[805] Buhari, Cuma: 4; Müslim,
Cuma: 10.
[806] Ebû Dâvud, Salât: 202. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/329-330.
[807] Buhârî, Ezan: 30; Müslim,
Salât: 272.
[808] Buhârî, Ezan: 30; Müslim,
Salât: 272; Tirmizî, Salât: 161.
[809] Mesnevi'i Nuriye, s. 201.
[810] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/330-332.
[811] Buhârî, Mezâlim: 10. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/332.
[812] Müslim, Birr: 59; Tirmizî,
Kıyâme: 2. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/332-333.
[813][813] Tirmizî, Edeb: 66. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/ İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve
Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/333.
[814] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/333-334.
[815] İbni Mâce, Mukaddime: 11
(96); Tirmizi Menâkıb: Türk 3900
[816] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/334.
[817] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/335.
[818] Enfal: 8/74.
[819] Tevbe: 9/100. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/335.
[820] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/336.
[821] Müslim, İman: 209; Ebû
Dâvud, Edeb: 118; Mu'cemü'l-Evsat, 4:258 (3454.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu
Yayınları: 1/336.
[822] Müslim, İman: 201; İbni
Mâce, Talâk: 15.
[823] Lem'alar, s. 78.
[824] Sözler, s. 252.
[825] Yunus: 10/94.
[826] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/336-339.
[827] Buhari, Hacc:76; Müslim,
Eşribe: 117; İbni Mâce, Eşribe: 21;
Nesâî, Menâsik: 166. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/339.
[828] Müslim, Eşribe: 112; Ebû
Dâvud, Eşribe: 13.
[829] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/339-340.
[830] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/340.
[831] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/341.
[832] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/341.
[833] Sözler, s. 77.
[834] Sözler, s. 35.
[835] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/341-343.
[836] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/343.
[837] Tirmizî, Menâkıb: 32;
Muvatta, Kader: 3. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/343-344.
[838] Lemalar, s. 27, 28.
[839] Lem'alar, s. 26. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/344-345.
[840] Buhâri, Salât: 1, Ezan: 5,
Taksir: 5, Menâkıbu'l-Ensâr: 47; Müslim, Müsâfirîn: 1-3, 5; Tirmizî, Cuma: 41;
Ebâ Dâvud, Salâtü's-Sefer: 1; Muvatta, Kasru's-Salât: 8; Nesâî, Salât: 3;
Dârimî, Salat: 152, 179; Müsned, 6:301 (26272.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu
Yayınları: 1/345-346.
[841] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail
Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/346.
[842] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/346.
[843] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/346-347.
[844] Tirmizî, Hacc: 100. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/347.
[845] İbni Mâce, Menasik: 36.
[846] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/347-348.
[847] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail
Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/348.
[848] Müslim, Nikâh: 21, 25, 30;
Buhârî, Megâzî: 38, Nikâh: 31; Tirmizî, Nikâh: 28; İbni Mâce, Nikâh: 44
[849] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/348-349.
[850] Müsned, 2:378 (7835.); Tirmizî,
İsti'zan: 2848 (Türk) İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/349.
[851] Müslim, İman: 134; İbni
Mâce, İkâme: 77. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/349-350.
[852] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/350.
[853] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/350-351.
[854] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/351.
[855] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/351.
[856] Buhârî, Fezâil-i Kur'ân: 21;
Ebû Dâvud, Vitr: 14; Tirmizî, Fezâil-i Kur'ân: 15; İbni Mâce, Mukaddime: 16
(213.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme
ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/352.
[857] İbni Mâce, Mukaddime: 17
(227); Tirmizî, İlim: 2.
[858] İbni Mâce, Mukaddime: 17
(223); Ebû Dâvud, İlim: 1.
[859] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/352-353.
[860] Buhârî, Edeb: 27, 36;
Müslim, Birr: 66. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/353.
[861] Buhârî, Salât: 88; Müslim,
Birr: 65; Tirmizi Birr: 18.
[862] Hakim, Müstedrek, 3:356
(7902.)
[863] Câmiü's-Sagîr, 4:538. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/353-354.
[864] Buhârî, Teheccüt: 25;
Müslim, Müsâfirîn: 69, 70; Tirmizi, Mevâkît:118. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu
Yayınları: 1/354.
[865] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/354-355.
[866] Buhârî, Mevâkît: 9,
Bedü'l-Halak: 10; Müslim, Mesâcid: 180; Ebû Dâvud, Salât: 4; Tirmizi Salât. 7;
İbni Mâce, Salât: 4; Nesâî, Mevâkît: 5; Muvatta, Vükût: 28; Müsned, 2:351
(7597.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/355.
[867] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/356.
[868] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/356-357.
[869] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/357.
[870] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/357.
[871] Tabakât, 8: 120, 123.
[872] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/358.
[873] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/358.
[874] Ebû Dâvud, Tıb: 14, Libas:
13; Tirmizi Cenâiz: 18, Edeb: 46. Nesâî, Cenâiz: 38, Zînet: 97; İbni Mâce,
Cenâiz: 12, Libas: 5; Müsned, 1:307(2218.)
[875] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/359.
[876] Müslim, Zekât: 116; İbni
Mâce, Zühd: 28. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/359.
[877] Müslim, Zekât: 115.
[878] Bediüzzaman, Lem'alar, s.
126.
[879] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/360-361.
[880] Mu'cemü'l-Evsat 4:284
(3502.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/361-362.
[881] Bakara: 2/58.
[882] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/362-363.
[883] Mu'cemü'l-Evsat, 4:285
(3505.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/363.
[884] Mu'cemü'l-Evsat, 4:287,
(3510.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/363-364.
[885] Müslim, Vasiyyet: 3, 14; Ebû
Dâvud, Vesayâ: 14; Tirmizî, Ahkâm: 36; Müsned, 2:490 (8819.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/364.
[886] Ebû Dâvud, Cihad: 15;
Tirmizî, Fedailü'l-Cihad: 2; Dârimî, Cihad: 32.
[887] Buhari, Enbiyâ: 1.
[888] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/364-365.
[889] Mu'cemü'l-Evsat, 4:290,
(3514.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/365-366.
[890] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/366.
[891] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/366-367.
[892] Tabakât, 4:362.
[893] Halebî, İnsânü'l-Uyûn,
3:300.
[894] Tabakât, 1:276; 4:363. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/367-369.
[895] İbni Mâce, Sıyâm: 17. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/369.
[896] Tirmizî, Libas: 23; Tıbb: 9;
Nesâî, Zînet: 28; İbni Mâce, Tıb: 25.
[897] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte
Muhtasarı, 11:281. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/369.
[898] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/369-370.
[899] Hadid: 57/18.
[900] İbni Mâce, Sadaka: 19.
[901] Buhârî, İstikraz: 12;
Müslim, Müsakât: 33.
[902] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/370-371.
[903] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/371-372.
[904] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/372.
[905] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/372-373.
[906] Araplar kadınlarla ve
fakirlerle yürümeyi gururlarına yediremezlerdi.
[907] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/373.
[908] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/373-374.
[909] Meryem: 19/76. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/374.
[910] Mu'cemü'l-Evsat, 5:493
(4945.)
[911] Suyutî, Câmiü'I-Kebîr, Hadis
No: 9486.
[912] Ebû Dâvud, Talak: 18; İbni
Mâce, Talâk: 21.
[913] Suyutî, Câmiü's-Sagir; 3:147
[914] Camiü’l-Kebîr, Hadis No:
9041.
[915] Câmi’l-Kebîr. Hadis No:
10856, 12596.
[916] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/375.
[917] Müslim, İmâre: 131 (1. kısım
için); Tirmizî, Cihad: 8 (2. kısım için)
İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu
Yayınları: 1/375-376.
[918] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/376.
[919] Müslim, Sayd: 58; Tirmizî,
Sayd: 1; Nesâi, Dahâya: 41. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/377.
[920] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/377.
[921] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/377.
[922] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/377-378.
[923] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/378.
[924] Hilye, 1:363.
[925] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/378-379.
[926] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/379.
[927] Mâide: 5/6.
[928] Buhârî, Teyemmüm: 1; Müslim,
Mesâcid; 3, 5, 8; Tirmizî, Siyer: 5; Ebû Dâvud, Tahâre: 121.
[929] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/379-380.
[930] Mu'cemü'l-Evsat,
4:304(3533.) İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/380.
[931] Tirmizî, Sevâbü'l-Kur'ân: 7;
Dârimî, Fezâilü'l-Kur'ân: 21.
[932] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/380.
[933] Mâide: 5/67.
[934] Mu'cemü'l-Evsat, 4:305
(3534.); Tirmizî, Tefsir (Mâide Sûresi); Müstedrek, 3:343 (3221.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/381.
[935] Buhârî, Megazî: 31.
[936] Sîre, 1:381-382-; Tefsîr-l Kebîr, 32:172. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/381-382.
[937] Mu'cemü'l-Evsat, 4:308
(3537.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/382.
[938] Bakara: 2/177.
[939] Mü'minûn: 23/8.
[940] Müslim, İman: 106.
[941] İsrâ: 17/34.
[942] Ebû Dâvud, Edeb: 82. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/382-383.
[943] Buhari, Salât: 101; Müslim,
Salât: 261; Tirmizî, Mevâkît: 134; Nesâî, Kıble; 8; Ebû Dâvud, Salât: 108; İbni
Mâce, İkâme 37; Dârimî, Salât: 130; Muvatta, Sefer: 34, 35; Müsned, 4:169. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/384.
[944] el-Müttekî, Kenzu'l-Ummâl,
7:355 (19251.).
[945] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/384-385.
[946] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/385.
[947] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/386.
[948] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/386-387.
[949] Müslim, İmâre: 4; Buhârî,
Bedü'I-Halk: 70.
[950] İbni Haldun, Mukaddime, s.
184, 185.
[951] Abdülkadir Udeh, islâm ve
Siyâsî Durumumuz, s. 141.
[952] Abdülkadir Udeh, islâm ve
Siyâsî Durumumuz, s. 141.
[953] Tecrid-i Sarih Tercümesi, 9:
222.
[954] Abdulkadir Udeh, İslâm ve
Siyâsî Durumumuz, s. 141, 142.
[955] Müsned, 3:163 (12292), 232
(12884.); Taberânî, Mu'cemü's-Sagîr.
[956] İslâm ve Siyâsî Durumumuz,
s. 137.
[957] Buhari, Bedü'1-Halk: 70.
[958] Müslim, İmâre: 4; Beyhaki
Sünen, 8:144.
[959] Mu'cemü's-Sagir, 1:80.
[960] Kenzü'I-Ümmal, 6:49
(14793.); Müsned, 6:128 (16804.)
[961] Kütüb-i Sitte Muhtasarı,
6:408.
[962] Mevdudî, Hilâfet ve
Saltanat, s. 358-360.
[963] Muhammed Hamidullah, İslâm
Müesseselerine Giriş, s. 129, 130.
[964] Ebû Yüsr Muhammed Pezdevî,
Ehl-i Sünnet Akaidi, s. 276.
[965] Nisa: 4/59.
[966] Buhari, Ahkâm: 4, Cihad:
108; Müslim, İmâre: 38; Tirmizî, Cihad: 29; Ebû Dâvud, Cihad: 86.
[967] Buhârî, Ezan: 4, 5; Ahkâm:
4, 56; İbni Mâce, Cihad: 39.
[968] Buhârî, Fiten: 3: Müslim,
İmâre: 42. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/387-395.
[969] Buhârî, İlim: 43; Hacc: 132;
Megâzî: 77, Fiten: 8, Edeb: 43; Müslim, İman: 118, 120; Ebû Dâvud, Sünne: 16. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/396.
[970] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/396-397.
[971] Buhârî, Edeb: 35; Müslim,
Birr: 77; Ebû Dâvud, Edeb: 10; İbniMâce, Edeb: 9; Tirmizî, İsti'zan: 12; Birr:
67. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme
ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/397.
[972] Müslim, Birr: 77,78; Ebû Dâvud,
Edeb: 10.
[973] Tirmizî. Birr: 67. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/398.
[974] Tirmizî, Salat: 433; Nesâî,
Beyat: 35, 36.
[975] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/398-399.
[976] Nesâî, Hacc: 7,9; Menâsik:
II; Buhâri, Hacc:9; Müslim, Hacc
407. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/399-400.
[977] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/400.
[978] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/400-401.
[979] Mu'cemü'l-Evsat, 2:458
(1792.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/401.
[980] Müslim, Zekât: 156; İbni
Mâce, Mukaddime: 12.
[981] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/401-403.
[982] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/404.
[983] Tirmizî, Daavât: 141; İbni
Mâce, Edeb: 59. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/404.
[984] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/404-405.
[985] Bediüzzaman Saîd Nursî,
Mesnevî-i Nuriye, s. 121. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/405.
[986] Mecmâü'l-Evsat, 4:336
(3579.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/406.
[987] Bediüzzaman, Mektûbat, s.
310, 311.
[988] Mektûbat, s. 58.
[989] Mektûbat, s. 311.
[990] Dinî, İlmî, Felsefi Yeni
Ansiklopedi, 1:123.
[991] Bediüzzaman, Şualar, s. 501.
[992] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/406-410.
[993] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/410-411.
[994] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/411.
[995] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/412-413.
[996] Mu'cemü'l-Evsat, 7:416
(6809.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/413.
[997] Ebû Dâvud. Salat: 53.
[998] Mecmâü'l-Enhur, 1:109:
Reddü'l-Muhtar, 1:380.
[999] Tirmizî, Salat: 400.
[1000] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/413-416.
[1001] Tirmizî, Kıyamet: 12; Ebû
Dâvud, Sünnet: 23; İbni Mâce, Zühd: 37.
İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu
Yayınları: 1/416.
[1002] Sebe: 34/23.
[1003] Tirmizî, Daavât: 131;
Müslim, İman: 334.
[1004] Fıkh-ı Ekber Şerhi, s. 232.
[1005] Câmiü's'Sagîr, 4:163, 208.
[1006] Câmiü's-Sagîr, 4:161.
[1007] Tirmizî, Salat: 362, Vitir:
22.
[1008] Câmiü's-Sagîr, 6:118.
[1009] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/416.
[1010] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/418.
[1011] Buhari, Ahkam: 1, Cuma: 11,
İstikraz: 20, Itk: 17; Nikâh: 81, 90; Müslim, İmaret: 20; Tirmizî, Cihad: 27;
Ebâ Dâvud, İmaret: 1. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/418-419.
[1012] Mu'cemü'l-Evsat, 5:478
(4913.)
[1013] Külüb-i Sitte Muhtasarı
Tercüme ve Şerhi, 6:421. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/419-420.
[1014] Mu'cemü'l-Evsat, 223 (3401),
4:351 (3601.) İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/420.
[1015] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/420-421.
[1016] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/421.
[1017] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/422-423.
[1018] Müsned, 5:457 (23113); Ebû
Dâvud, Salât: 9; Tirmizi, Salât: 127; Buhari, Mevâkit: 5; Müslim, İman 137. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/423.
[1019] Câmiü's-Sagîr, 2:25 (1236.)
[1020] Müsned, 2:341 (7498.)
[1021] Câmiü's-Sagîr, 2:26 (1238.)
[1022] Câmiü's-Sagîr, 2:27 (1240.)
[1023] Ebû Dâvud, Sünnet: 2.
[1024] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/423-425.
[1025] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/425.
[1026] İbnü'l-Kayyım el-Cevzî,
Sıfatü's-Saffe, 1:221. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/426.
[1027] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/426-427.
[1028] Ebû Dâvud, Vitr: 4; Tirmizî,
Salât: 340; Nesâî. Kıyâmü'1-Leyl: 47, ;
İbni Mâce, İkâme: 115.
[1029] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/427.
[1030] Buharı, İlim: 34, İ'tisam:
7; Müslim, İlim: 13; Tirmizî, İlim; 5; İbni Mâce, Mukaddime: 8 (52.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/427-428.
[1031] Buharı, İlim: 34.
[1032] Müsned, 5:334 (22286.)
[1033] Müslim, İlim: 8, 9; Tirmizî,
Fiten: 34; Buhârî, Fiten: 25; Müsned, 1:564 (4307.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/428-429.
[1034] Ebû Dâvud, Vitr: 12; İbni
Mâce, Cihad: 15, Fiten: 2; Buhari, Rikak: 26; Dârimî, Salat: 135; Müsned, 2:253
(6789.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/429.
[1035] Tevbe: 9/100; Enfal: 8/74 ve
Haşr: 59/8. âyetine de bakınız.
[1036] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/429-430.
[1037] Tirmizî, Cenâiz: 34; Ebû
Dâvud, Edeb: 49. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/431.
[1038] Buhâri, Bedü'1-Halk: 66. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/431.
[1039] İbni Hacer, Fethü'l-Bârî,
6:320.
[1040] Tevrat, Tekvin, bâb: 2, 3.
[1041] İncil, Matta, bâb, 1;
Markos, bâb: 2.
[1042] Muhakemat, s. 7, 16-18;
Sözler, s. 308.
[1043] Muhakemat, s. 59.
[1044] Muhakemat, s. 131. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/431-433.
[1045] İbni Mâce, Libas: 19. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/433.
[1046] Ebû Dâvud, Salât: 213;
Bıthârî, Cuma: 7; Müslim, Libas, 6, 9; Nesâî, Cuma: 11; İbni Mâce, Libas: 16;
Muvaita, Lubs: 18.
[1047] Müslim, Libas: 11, 22.
[1048] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/433-434.
[1049] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/434.
[1050] Buhari, Büyü: 58, 64, 68,
70, Nikâh: 45; Müslim, Büyü: 11, 12, 18-21; Nikâh: 38, 39, 49, 52; Ebû Dâvud,
Büyü: 46, Nikâh: 2, 16; Tirmizî, Büyü: 17, 18, 65, Nikâh: 38, Talak: 14; İbni
Mâce, Ticâret: 14; Nesâî, Büyü: 18, 21, Nikâh: 20; Muvatta, Büyü: 45, 95, 96. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/434-435.
[1051] Müslim, Nikah: 38. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/435-437.
[1052] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/438-439.
[1053] Müsned, 6:90 (24469.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/439.
[1054] Nisa: 4/4.
[1055] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail
Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/439-440.
[1056] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/440-441.
[1057] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/441-442.
[1058] Buhari, Savm: 8; Ebû Dâvud,
Savm: 25; İbni Mâce, Siyam: 21. İmam
Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları:
1/442.
[1059] Mektûbat, s. 39.
[1060] Beyhakî, Sünen, 4:304.
[1061] İbni Mâce, Siyam; 21.
[1062] İbni Mâce, Siyam: 21. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/442-444.
[1063] Buhari, Vudu: 32. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/444.
[1064] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/444-445.
[1065] Ebû Dâvud, Büyü: 81; Tirmizi
Büyü: 38. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/445.
[1066] Fussîlet: 41/34.
[1067] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/445-446.
[1068] Müslim, Münâfırûn: 70;
Nesâî, İşretü'n-Nisâ: 4. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/446-447.
[1069] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/447.
[1070] Ebû Dâvud, Salât: 48,
Tatavvu: 12; Müsned, 5:331 (22269.) İmam
Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları:
1/447-448.
[1071] Mutaffîfin: 83/18-21.
[1072] Mutaffifîn: 83/7. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/448.
[1073] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/449.
[1074] Müslim, Mesâcid: 251, 252;
İbni Mâce, Mesâcid: 17; Ebû Dâvud, Salat: 46; Tirmizî, Salat: 48; Müsned, 2:321
(7321.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/449.
[1075] Mucemaü'l-Evsat, 1: 272
(438.), 3:366 (2784.) İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/449-450.
[1076] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/450.
[1077] Müslim, Selâm: 42; Buhari,
Tıb: 36; Ebû Dâvud, Tib: 15; Tirmizi Tıb:
19.
[1078] Tirmizî, Tıb: 16; İbni Mâce,
Tıb; 33.
[1079] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/450-451.
[1080] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/451.
[1081] Ebû Dâvud, Zekât: 26.
[1082] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/451-452.
[1083] Müsned, 3:65 (11469.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail
Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/452.
[1084] Buhari, Küsuf: 88; Müslim, Hacc: 410; Ebû Dâvud,
Menâsik: 94; Tirmizî, Salât: 126; Müsned, 6:10 (23845.)
[1085] İbni Mâce, İkâme: 195.
[1086] Müsned, 3:97 (11719.)
[1087] Buhârî, Taksirü's-Salât.: 4;
Müslim, Hacc: 419; Muvatta, İsti'zan: 37; Ebû Dâvud, Menâsik: 2; Tirmizî, Rada:
15.
[1088] Müsned, 3:65 (11469.)
[1089] Hak Dini Kur'ân Dili,
10:235-255.
[1090] Azîmâbâdî, Avnu't-Mâbud,
5:153.
[1091] A.g.e., 5:150.
[1092] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/453-456.
[1093] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/456.
[1094] Buhârî, Libas: 67, Enbiyâ:
50; Müslim, Libas: 80; Ebû Dâvud, Tereccül: 18; Nesâî, Zînet: 14; Tirmizi,
Libas: 20.
[1095] İsmail Mutlu, Sıddıkıt Ekber
Hz. Ebû Bekir, s. 108.
[1096] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/456-457.
[1097] İbni Mâce, Cenaze: 1. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/457.
[1098] Buhârî, Cenâiz: 2; Müslim,
Libas: 3, Selam: 4; İbni Mace, Cenaiz: 1.
[1099] Tirmizî; Cenâiz: 2; Ebû
Dâvud, Cenâiz: 3; İbni Mâce, Cenâiz: 2
[1100] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/458.
[1101] İbni Mâce, Fiten: 24. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/458-459.
[1102] Müslim, İman: 234; Tirmizî,
Fiten: 35
[1103] Tevbe: 9/33.
[1104] Buharı, Fiten: 13; Müslim,
Fiten: 52.
[1105] Buhari, Rikak: 9; Tectîd-i
Sarih Tercümesi, 12:182.
[1106] Şualar, s. 490, 491.
[1107] Sözler, s. 110. eski
[1108] Suyutî, Câmiü's-Sagîr,
3:232. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/459-461.
[1109] Ebû Dâvud, Siyam: 73;
Tirmizî, Savm: 35. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/461.
[1110] Ebû Dâvud, Siyam: 72. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/461-462.
[1111] Tirmizî, Edeb: 54; Dârimî,
Libas; 14. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/462-463.
[1112] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/463-464.
[1113] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/464.
[1114] Câmiü's-Sagîr, 4:115;
Tirmizî, Fezâilü Kur'ân: 9.
[1115] Tirmizî, Fezâilü Kur'ân: 9.
[1116] Tirmizî, Fezâilü Kur'ân: 9
[1117] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/464-465.
[1118] Ebû Dâvud, Akdiye: 1;
Tirmizî, Ahkâm: 1. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/465.
[1119] Ebû Dâvud, Akdiye: 2.
[1120] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/465-466.
[1121] Buhari, Zekât: 61, Büyü: 67,
73, Itk: 10, Mekâtib: 2, 3, 4, 5, Hibe: 7; Müslim, Itk: 5; Tirmizî, Büyü: 33,
İbni Mâce, Itk: 3; Ebû Dâvud, Itk: 2; Muvatla, Itk: 17. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/466.
[1122] Haşir: 59/7.
[1123] Nisa: 4/59.
[1124] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/466-467.
[1125] Tirmizi, Kıyâme: 24. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/467-468.
[1126] Lem'alar, s. 52. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/468.
[1127] İbrahim: 14/27. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/468-469.
[1128] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/469-470.
[1129] Ebû Dâvud, Sünnet: 5. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/470.
[1130] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/470-471.
[1131] Müsned, 6:180(25244.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/471.
[1132] Müsned, 6:180 (25245.);
Tabakât, 2:223.
[1133] Müsned, 1:16 (78.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/471.
[1134] Buhârî, Teheccüt: 33;
Müslim, Müsâfirîn: 85; Ebû Dâvud, Vitr: 7; Nesâî, Kıyâmu'1-Leyl: 28; Tirmizi,
Savm: 54; Müsned, 2:350 (7581.); Darimi, Salat: 151; Savm: 38. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/472.
[1135] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/472.
[1136] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/473.
[1137] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/473.
[1138] Müslim, Zekât: 109; Ebû
Dâvud, Zekât: 26; Nesâî, Zekât: 86; Dârimî, Zekât: 36. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/473-474.
[1139] Tirmizi Zekât: 38; Ebû
Dâvud, Zekât: 26.
[1140] Buhari, Zekât: 52, Müslim,
Zekât: 103.
[1141] Ebû Dâvud, Zekât: 23;
Tirmizî, Zekât: 22; Mâce, Zekât: 26. İmam
Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları:
1/475.
[1142] Buhârî, Rikak: 31; Müslim,
İman: 206, 207, 208, Ebu Dâvud, Rikak: 70; Müsned, 1:346 (2518.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/475-476.
[1143] En'âm: 6/160.
[1144] Bakara: 2/261.
[1145] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/476-467.
[1146] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/478.
[1147] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/478.
[1148] Tirmizî, Daavat: 135. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/478-479.
[1149] Tirmizî, Salat: 346.
[1150] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/479.
[1151] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/479.
[1152] Bakara: 2/44.
[1153] Câmiü's-Sagîr, 4:385.
[1154] Câmiü's-Sagîr, 1:405; 5:508.
[1155] Câmiü's-Sagîr, 4:325.
[1156] Câmiü's-Sagîr, 6:370
[1157] Câmiü's-Sagîr, 4:372.
[1158] Müslim, Zühd: 57. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/480-481.
[1159] İbni Mâce, İkâme: 189. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/481-483.
[1160] Tirmizi Salât: 348; İbni
Mâce, İkâme: 189.
[1161] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/483-484.
[1162] Mu'cemü'l-Evsat, 7:454. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/484.
[1163] Mutaffifîn: 83/53.
[1164] İbni Mâce, Zühd: 29.
[1165] Îşârâtü'l-İ'caz, s. 78. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/484-485.
[1166] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/486.
[1167] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/486-487.
[1168] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/487.
[1169] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/488-489.
[1170] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/489.
[1171] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/490.
[1172] Tirmizi, Menâkıb: 35;
Müslim, Fiten: 72. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/490.
[1173] Buhârî, Salât: 63, Cihad:
17; İbni Sa'd Tabakât: 3:257; İbni Hişam, Sîre, 2:142; Halebî, İnsânü'l-Uyûn,
2:263.
[1174] el-Kâmil Tercümesi, 3:313,
315; Bediüzzaman, Mektûbat, 108. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/490-491.
[1175] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/491-492.
[1176] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/492.
[1177] Numaralı hadise bakınız.
[1178] İbni Mâce, Zühd: 30
[1179] Nisa: 4/17-18. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/492-493.
[1180] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/493-494.
[1181] Ebu Dâvud, Vitr: 31; Buhân,
Daavât: 48, Teheccüt: 25, Tevhid: 10; İbni Mâce, İkâme: 188; Müsned, 3:437
(14689.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/494-495.
[1182] Suyutî, Câmiü'l-Kebîr,
(27572.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/495-496.
[1183] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/496.
[1184] Buhari, Teheccüt: 5; Müslim,
Müsâfirîn: 177; Nesâî, Kıyâmü'1-Leyl: 4; Muvatta, Ramazan: 1.
[1185] Müslim, Müsâfirîn: 214.
[1186] Buhari, Teravih: 1; Müslim,
Müsâfirîn: 173; Tirmizî, Savm: I; Ebû Dâvud, Ramazan: 1; Nesâî,
Kıyâmü'1-Leyl: 3; İbni Mâce, İkame: 173, Siyam: 2, 39; Dârimî, Savm: 54.
[1187] Ebû Dâvud, Sünnet: 4.
[1188] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/497-499.