MU’CEMU’S-SAĞİR TERCÜME VE ŞERHİ. 8

Takdim... 8

Bu Eser Üzerinde Neler Yaptık?. 8

İmam Taberânî Kimdir?. 9

Mu'cemler ve Mu'cemü's-Sagîr 9

Sünnete Uymanın Ehemmiyeti 10

Sünnet-i Seniyyeye Uymanın Sevabı 11

Allah Bizden Resulüne Uymamızı Niçin İstiyor?. 12

Peygamberimizin Bütün Fiillerinin Bağlayıcılık Açısından Aynı Mıdır?. 13

Sünneti Nakledenler Güvenilir Kimselerdir 14

Sahabilerin Fazileti 14

Bâzıları "Hatâ Yapabilirim" Endişesiyle Hadis Rivayet Etmedi 15

Hadis Rivayet Edenlerden Şahit İstendi 16

Ebû Hüreyre (r.a.) Niçin Çok Hadis Rivayet Etti?. 17

Hadislerin Naklinde Tabiîn Halkası 18

Hadis Naklinde Tebe-i Tabiîn Halkası 18

Hadis İçin Yapılan Seyahatlar 18

Hadis Rivayet Edenlerde Ne Gibi Vasıflar Aranıyordu?. 19

Kimlerden Hadis Kabul Edilmez?. 20

Hiç Hadis Uydurulmadı Mı?. 21

Hadislerin Başlangıçta Yazılmamış Olması Meselesi 21

Bediüzzaman'dan Hadis Âlimlerine Methiye. 24

TABERÂNİ MU'CEMÜ'S-SAGÎR METİN, TERCÜME VE ŞERH.. 24

Resûlullah Allah'tan  Neler İstedi?. 24

Yatarken Hangi Dua Okunmalı?. 25

Merhamete Nail Olmuş Ümmet 25

Altın  Ve Gümüş  Sevgisi 26

İstikâmet Üzere  Olmak. 26

En Üstün Olan İman, Hicret Ve Cihad. 27

İslâmiyetin  Ahlâkî Özelliği Nedir?. 27

Allah Yolunda  Hazırlık Yapmak. 28

Peygamberimizin Lanet Ettiği Kimse. 28

Kişinin El Emeğini Yemesinin Fazileti 28

Makamın Hesabı Da Sorulacak. 29

Hz.  Hatice'nin Fazileti 29

Kamet Getirildiğinde Farzdan  Başka Namaz Kılmak. 30

İlim Öğrenmek Farzdır 30

Harp  Hiledir 31

Namazda  Gözleri Yummak. 31

Ticârette Komşu  Hakkı 31

Rahmet Ve Azap  Taşıyıcısı 32

Abdesti Tamamlamak. 32

Yasaklanan  Bâzı  Ticâret Şekilleri 33

Cafer Bin  Ebî Tâlib'in Fazileti 33

Şüpheli Şeylerden  Sakınmak. 34

İşçi Hakkı 34

Hasta Ziyaretinde Ne Demeli?. 35

Rükûda Bel Nasıl Olmalı?. 35

Mü'mine Eziyet  Etmemek. 35

Kişinin  Güvence  Verdiği Şahsı  Öldürmesi 35

Peygamberimizin Sarığı 36

"Rahmetim Gazabımı Geçmiştir". 36

Kıyamet  Yakındır 36

Günahın Cezasını Dünyada Çekmek. 37

Sağdan Başlamak. 37

Cennet  Nimetleri 38

Peygamber Sevgisi 38

Kıyamet Yaklaştı 38

Akşam  Namazını  Geciktirme. 39

Rüşvet  Haramdır 39

Kişi Sevdiğiyle Beraberdir 39

Sahur Yemeği 40

Cennetle Müjdelenen On Sahabi 40

İnsan Bir Yolcudur 41

İyilik Sadakadır 41

Yolculuğa Çıkılması Sünnet Olan Gün. 41

Cami Yaptırmanın  Sevabı 42

Peygamberimize  İftira  Atmak. 42

Kız Çocuğuna İyilik Yapmak. 42

Allah Zâlime Gazap  Eder 43

Buluntu Mal Ne Yapılır?. 43

Seferde Namaz. 43

Cennet Her An Güzelleşir 44

Abdest Azalarını Üçer Defa Yıkamak. 44

Allah Hz. Mûsâ İle Konuştu. 44

Hicrette  Çocukların  Sevgi Gösterisi 45

İmama Uyma. 45

Kurtuluş  Reçetesi:  Tevbe. 45

Cennetin Çoğunu Müslümanlar Teşkil Edecek. 47

İsâ  (a.s.) İnecektir 47

"Allah  Yahudilere Lanet Etsin". 47

Kur'ân Yedi Harf Üzere Nazil Oldu. 48

Kimler Cennete Girecek?. 49

Fitneye  Geri  Dönmemek. 49

Secde Azaları Hangilerdir?. 49

Her Derdin Devası Vardır 50

Fazla Maldan Yardımda Bulunmak. 51

Âhirzaman Mehdisi 51

Rekât Sayısında Tereddüt Etmek. 51

Hayırlı Ümmet 52

Katili Diyet Karşılığında Affetmek. 52

Abdestsiz Namaz Ve Haramdan Sadaka. 52

Günah Çeşitleri 53

Peygamberimizin  Şefaat  Etmesi 53

Aksırma Adabı 53

Ödememek Niyetiyle Borçlanmak. 53

Resûlullahın  En Çok Korktuğu Üç Şey. 54

İki Kat Sevap Kazanacak Olanlar 55

Resûlullah Ordu Yollarken Ne Derdi?. 55

Kerahet Vakitleri 55

Kimler Cennettedir 56

Dil İle Cihad. 56

Cennet Elbiseleri 57

Namaz Ateşi Söndürür 57

Kişinin Kavmini Savunması 57

Âmâlığın  Mükâfatı 57

Rekabet Edilecek İki Nimet 58

Cimrilikten Kurtaran Üç Şey. 58

Vebadan Ölmek Şehitliktir 58

Ticâretin Tehlikeleri 59

"İçtihad Et". 59

Allah Dinini Günahkâr Kimse İle De Kuvvetlendirir 60

Kişi  Sevdiğiyle Beraberdir. 60

Telbiye. 60

Allah  Kimlerin  İşlerini  İstikamet  Üzere  Devam  Ettirir?. 61

Peygamberimizin Hayası 61

Sadakanın Ve Affetmenin Sevabı 61

İçki Haramdır 61

Peygamberimiz Karnını Ne İle Doyuruyordu. 62

Amene'r-Resûlü'nün  Fazileti 62

Yeminin Bozulması Gereken Yer Var Mı?. 63

Zâlime Karşı Hakkı Söylemek. 63

Yolculukta Namaz. 64

Kuşluk Namazı 64

Peygamberimizin Bâzı  İsimleri 64

Suçlunun Affedilmesine Aracı  Olmak. 65

İlmi Gizlemek. 65

Oruca Başlama Tarihi Nasıl Tespit Edilir?. 65

Namazın Dindeki Yeri 66

Afiyet En Büyük Nimettir 66

İman Ahlâkından Olan Üç Şey. 66

İhlâs Ve Kâfirûn Sûrelerinin Fazileti 66

Peygamberimize Selâm Veren Taş. 67

Suretleri Değişecek Olanlar 67

Başkasının Evine İzinsiz Olarak Bakmak. 68

Duada Kesin Bir İfâde Kullanılmalı 68

Sahabîlerin Sünnete Düşkünlüğü. 68

Namazda Sağa Sola Bakmak. 68

Bir Gün Güneş Batıdan Doğacak. 69

Hz. Ali'nin Fazileti 70

Allah'ın Gazabından Emin Olunmamalıdır 71

Peygamberimizin Ehl-i Beytine Duası 72

Faiz Haramdır 72

Tevbe Üzere Ölmek. 73

Yahudilerin İhanetinin Cezası 73

Resûlullahın Ve Ashabının Çektiği Sıkıntı 74

İdarecilerin İki Çeşit Yardımcıları Vardır 75

Yalan Söylemenin Caiz Olduğu Yerler 75

Resûlullahın İbâdet Hayatı 77

Dünyada Ayıbı Örtülenin Âhirette De Örtülür 77

Köleye İftiranın Cezası 77

Resûlullahın Hendek Savaşında Duası 78

Namaz Kılanın Önünden Geçmek. 78

Abdest Esnasında Söylenecek Söz. 79

Hayber Yahudilerinin Cezalandırılması 79

İyilik Ehli 80

Kulun Anne Karnında Kaderinin Yazılması 80

Selâm Allah'ın İsimlerindendir 82

"Bana Kur'ân Oku". 82

"Ben Sizden Ücret İstemiyorum". 82

Resûlullahtan Bir Hatıra. 83

Ölümü Temenni Etmemek. 83

Zikrin Fazileti 84

"Hak Geldi Bâtıl Zail Oldu". 85

Namazda Fatiha Okumak. 85

Bahtiyar İnsan. 85

Cennet Hayatı 86

İhtiyacı Allah'a Arz Etmek. 86

İhramlı İken Vefat Eden. 86

Peygamberimizin Gaybî Bir Haberi 86

Resûlullahın İsimleri 87

Cihada Denk Bir Amel 87

En'âm Sûresinin Fazileti 87

Allah Yumuşaklığı Sever 88

Malını Korurken Öldürülen Şehittir 88

Zulüm, Faiz Ve Haramdan Sakınmak. 89

Haya Dini Öğrenmeye Mâni Olmamalı 89

Akika Kurbanı Kesmek Sünnettir 90

Haya. 90

Peygamberimizin Bağışlanma Dilemesi 90

Resûlullaha Nasıl Salât Getirilir?. 91

İmanla Kabre Girmek. 91

Ammar'ın Fazileti 92

Cerir Bin Abdullah'ın (r.a.) Fazileti 93

Erkeğin Hanımının Yeğenini Nikahlaması 93

Azaları Sağlam Olanlar Âhirette Sakatlara İmrenecek. 94

Süt Amcası Kadına Mahremdir 94

Yetime Haksızlık Yapmamak. 94

Cemaattan Ayrılmamak. 95

Hz. Ali'nin Ve Çocuklarının Fazileti 95

Deniz Gazasının Fazileti 96

Gece Namazı Kılmak. 96

Cennet Kadınları 97

Mestler Üzerine Meshetmek. 97

Anne Hakkı 97

Hz. Aişe'nin Fazileti 98

Mekruh Olan Bir Tıraş Şekli 99

Cuma Günü Gusletmek. 99

Peygamberimiz Rahmet Olarak Gönderilmiştir 99

Sabahın Erken Saatlerinde Bereket Vardır 99

Secde Nasıl Yapılır?. 99

Allah'ın Rahmeti 100

Çocuğu Namaza Alıştırmak. 100

Bir Toprak Parçasını Gasp Etmek. 101

Resûlullahı Rüyada Görmek. 101

Bıyıkları Kısaltmak. 102

Peygamberlere Emredilen Üç Şey. 102

Peygamberimizden Mü'minlere Tavsiyeler 103

Merhametli Olmak. 103

İnsanların Arasını Düzeltmek İçin Yalan Söylemek. 103

Oruçlunun Hanımını Kucaklaması 103

Kadir Gecesi Ne Zamandır?. 104

Niçin Gizlenmiş?. 104

Allah'ı Tesbih Etmenin Fazileti 104

Cennete İlk Çağrılacak Olanlar 105

Cennete Girmede Kavimlerini Geçenler 105

İslâm Garip Olarak Başladı, Yine Garip Hale Gelecek. 106

Cihada Gitmek Ve Anne Babanın İzni 107

Yolculuk Dönüşünde Namaz Kılmak. 108

Sehiv Secdesi 108

Gusülden Sonra Abdest Almak. 109

Zemzem... 109

Çok Ziyaret Etmek Sevgiyi Azaltır 109

İmamlık Ve Müezzinliğin Mesuliyeti 109

Kabir Azabı 110

Aklin Ehemmiyeti 110

Hadisleri Nakletmek. 110

Hayvanlara Merhamet Etmek. 111

"Tevbe Nerede?". 111

İmamdan Önce Hareket Etmek. 111

Belâya Sabretmek Mi, Afiyete Şükretmek Mi Daha Sevimli?. 112

Kur'ân'ı Unutmamak İçin Tekrarlamak. 112

Namazda Selâmdan Sonra Ne Denilir?. 112

İslâmiyet Selâmettir 112

Kurban Ne Zaman Kesilir?. 112

İhramdan Önce Koku Sürünmek. 113

Mü'min Olarak Ölebilmek. 113

Resûlullahın Ashabıyla İlgilenmesi 113

Resûlullahın Bir Duası 114

Amr Bin Cemuh'un  (r.a.) Fazileti 114

Her Takva Sahibi Ehl-i Beyttendir 114

Altın Ve Gümüş Kap Kullanmak. 115

Allah'ın Yardım Edeceği Ve Yardımını Keseceği Kimseler 115

Ramazan Ayının Fazileti 115

Kadınların Cihada Katılması 115

Cünübün Bir Şey Yiyip İçmesi 116

Resûlullahın Şemaili 116

Allah Az Sadakaya Çok Sevap Verir 116

Namazda Safları Düzgün Tutmak. 117

Büyüklenene Allah Gazap Eder 117

Cenaze İçin Ayağa Kalkmak. 117

Namazdan Çalmak Nasıl Olur?. 118

Cennete Ancak Mü'min Olanlar Girer 118

Gece Çok Uyku Kıyamet Gününde İnsanı Fakir Bırakır 118

Bir Malı Haksız Olarak Ele Geçirmek İçin Yemin  Etmek. 119

Kızıl Denizi Geçerken Mûsâ  (a.s.) Nasıl Duâ Etti?. 119

Resûlullahın Ordu Kumandanlarına Tavsiyeleri 120

Allah'tan Nasıl İstekte Bulunulmalı?. 120

Allah'ın Bir Va'di 120

Resûlullah Kendiliğinden Gaybı Bilmez. 120

Cuma Namazına Erken Gitmenin Fazileti 121

Cemaatla Kılınan Namazın Sevabı 121

Ahiretteki Hesaplaşma. 122

Resûlullah Çirkin İsimleri Değiştirirdi 122

Söylenildiğinde Allah'ın Affedeceği Sözler 122

Hz. Ebû Bekir Ve Hz. Ömer'in Fazileti 122

Peygamberimizin Ensara Duası 123

Duaya Karşılık Verilecek Vakit 123

Vesvese. 123

Zemzem Ayakta Mı, Oturularak Mı İçilir?. 124

Cuma Günü Cemaatı Rahatsız Etmemek. 125

Ölümden Sonra İnsanın Başına Neler Gelecek?. 125

Kişi İsmini Bilmediği Birine Nasıl Seslenmeli?. 126

İki Büyük Emânet 126

Namaz Önce İki Rekât Olarak Farz Kılındı 126

Cünübün Orucu. 127

Âdet Ve Nifas Halindeki Kadının Haccı 127

Mut'a Nikahı 127

Ayrılırken Selâm Vermek. 128

Namaz Kılmayan Kâfir Olur Mu?. 128

Ehl-i Beytin Fazileti 128

Fidye Karşılığı Esirleri Serbest Bırakmak. 128

Kur'ân Öğrenmenin Ve Öğretmenin Fazileti 129

İlim Öğrenmenin Fazileti 129

Mü'minler Bir Vücut Gibidir 129

Tahiyyetü 'l-Mescid Namazı 130

Sıcakta Namazı Tehir Etmek. 130

Peygamberimizin Yağmur Duası 130

Resûlullahın Hz. Safiyye İle Evliliği 131

İlk Kaldırılacak Şey. 131

Elbisede Peygamberimizin Tavsiye Ettiği Renk. 131

İnsandaki Hırs. 131

Ehl-i Beyt Nuh'un  (a.s.) Gemisi Gibidir 132

Müslümanları Aldatan Ateştedir 133

Zikrin Fazileti 133

Ölümünden Sonra Kişiye Fayda Temin Eden Şeyler Nelerdir?. 133

Hâmile Ve Emzikli Kadın Oruç Tutmayabilir 133

A'lâ Bin Hadramî'nin (r.a.) Fazileti 134

Oruçlunun Sürme Çekmesi 134

Borç Vermenin Fazileti 135

Allah'ın İsmine Hürmet 135

Fitnelerden Uzak Kalmak. 136

Resûlullahın Hususiyetleri 136

Cehenneme Karşı Kalkan. 136

Kimler Cennet Kokusunu Duyamaz?. 136

Cehennemde Bir Araya Gelmeyecek Olanlar 137

Canlı Hayvanı Hedef Yapmak. 137

Peygamberimizin Damadı: Hz. Osman. 137

Hüreym Bin Fâtih'in (r.a.) Fazileti 138

Teyemmüm Kolaylığı 138

Yasin Sûresinin Fazileti 138

Allah  Peygamberimizi Koruyordu. 139

Söz Vermenin Ehemmiyeti 139

Namaz Kılanan Önünden Geçmek. 140

Resûlullah Cuma Günü Özel Olarak Giyinirdi 140

Devlet Başkanlarının Kureyş'ten Olması 141

Peygamberimizin Ümmetini İkazı 144

Allah Yumuşaklığı Sever 145

İdarecilere Dalkavukluk Yapmamak. 145

Başkasının Yerine  Haccetmek. 145

İyiliği Tamamlamak. 146

Peygamberimiz Haricîleri Lânetlemişti 146

Ramazan Ayında Cehennemlikler Azâd Edilir 147

Zikrin Fazileti 147

Bir İnsanın Hidâyetine Sebep Olmak. 147

Helak Eden Üç Şey. 147

Şigar Nikahı 149

Anne Karnında İken Kaderin Yazılması 149

Peygamberimizin Hz. Fâtıma'ya Öğrettiği Dua. 149

Kadınların Camiye Gitmesi 149

Peygamberimiz Kimlere Şefaat Edecek. 151

Allah Rızâsı İçin Oruç Tutmak. 151

Her Yetkili, Yetkisinde  Bulunanlardan Sorumludur 151

Sıratta Fayda Temin Eden Bir Amel 152

Zekât Vermeyenler Şiddetli Hesaba Çekilecek. 152

İnsanlara Teşekkür Etmenin Ehemmiyeti 153

En Faziletli Amel 153

Resûlullahın Hoş Görüsü. 154

Resûlullah Vitir Namazında Hangi Sûreleri Okurdu ?. 154

İlim Kaldırılacak. 154

Muhacir Kimdir?. 155

Ölülerin Ardından Konuşmak. 156

İsrâiliyât 156

Altın Ve İpek Erkeklere Haramdır 156

İdareci Emri Altındakiler Hakkında İyi Niyet Beslemeli 157

Alışverişin Ve Dünürlüğün Arasına Girmemek. 157

Müslümanlara Eziyet Etmek. 158

Kadının Bereketlisi 158

Semâ Kapısının Açılacağı Vakitler 159

Mükemmel Oruç. 159

Peygamberimizin Bir Mucizesi 160

Emânete Riâyet 160

Hz. Aişe'nin Resûlullahı Kıskanması 160

İki Vakit Namaz Arasında Boş Söz Söylememek. 161

Namazları Başlarından Yukarıya Geçmeyecek Olan İki Kişi 161

Cuma Namazının Ehemmiyeti 162

Göz Değmesi Ve Dua İle Tedavi 162

Fakire Verilen Sadakadan Yemek. 162

Çeşitli Hükümler 163

Saçları Boyamak. 164

Hasta Ziyareti Ne Zaman Yapılmalı?. 164

Kıyamet Şerli İnsanların Başına Kopacak. 165

Nafile Orucu Bozan Kazâ Eder Mi?. 166

Allah Verdiği Nimetleri Kulunun Üzerinde Görmeyi Sever 166

Tebâreke Sûresinin Fazileti 167

Hâkimliğin Mes'uliyeti 167

Allah'ın Kitabına Uygun Olmayan Şart 167

Allah'tan Haya Etmek. 168

Kâfirin Kabir Suâli 170

Kur'ân Hakkında Bilgisizce Tartışmak. 170

Resûlullaha Namaz Kıldıran Sahabî 171

Peygamberimizin Üç Tavsiyesi 171

Ezan Emandır 171

Dilenmek Kimler İçin  Helâldir?. 172

Cennet Allah'ın Lütfudur 172

Safların Tertibi Nasıl Olmalı?. 173

Bir Yeri Ağrıyanın Yapacağı Dua. 173

Duhâ (Kuşluk) Namazı 173

İlmi Kendisine Fayda Vermeyen Âlim... 173

Hacet Duası 174

Kalplerin Cilası 175

Dilenmek Kimler İçin Caizdir?. 175

Peygamberimiz Ümmeti İçin Nelerden Korkuyordu?. 176

Akibetin Önemi 176

Peygamberimizin Bir Mucizesi 176

Resûlullahın Abdest Alma Şekli 176

Peygamberimizin Gaybî Bir Haberi 177

Hasta Ziyaretçisinin Ve Hastanın Kazancı 177

Günahın Ardından Pişmanlık Duymak. 177

Resûlullahın Cerir Bin Abdullah'a Bir Şartı 178

İstihare Duası 178

Peygamberimizin Ümmetine Şefkati 178


MU’CEMU’S-SAĞİR TERCÜME VE ŞERHİ

 

Takdim

 

Sözlerin en doğrusu Allah'ın kitabı, sünnetlerin en hayırlısı Resûlullah’ın (s.a.v.) sünnetidir. Sevgili Peygamberimiz pekçok ha­dislerinde bizleri sünnetine bağlanmaya teşvik etmiştir. Yine pek çok hadislerinde de ümmetinden sünnetini yaymalarını istemiş­tir. Meselâ bu hadislerden bir kaçı şu mealdedir:

"Allah, bizden bir söz işitip de onu başkasına ulaştırıncaya kadar muhafaza eden kimsenin yüzünü ak etsin! Zira ulaştıran birçok kimse onu işitenden daha iyi korur!"[1]

"Benden duyduğunuz şeyleri rivayet ediniz!"[2]

"Burada bulunan bulunmayana tebliğ etsin."[3]

Bunlardan başka gerek Kur'ân-ı Kerimde, gerekse hadislerde ilmin ve onu öğretmenin fazileti ile ilgili olarak sayılamayacak kadar teşvik vardır.

İşte bütün bu teşvikler içindir ki, Sahabîler, hadisleri öğren­mek ve onları başkalarına öğretmek için gerçekten büyük gayret­ler sarf etmişler, bir hadis de olsa onu bilenden öğrenebilmek için o günün şartlarında günlerce yol almışlardır. Meselâ Pey­gamberimizi evinde misafir etme şerefinin sahibi, İstanbul'un aziz misafiri Ebû Eyyub el-Ensârî, bir hadis öğrenebilmek için Mısır'da vali olan Ukbe bin Amir'i (r.a.) ziyarete gitmişti.[4]

Sahabîlerden sonra en hayırlı nesil olan Tabiîn de bu noktada büyük gayretler gösterdiler. Hadisleri topladılar, yazdılar, tedvin ettiler. Onlardan sonra da bu vazifeyi Tebe-i Tabiîn devr aldı. Onların zamanında hadis ilmi altın çağını yaşadı. Hadisler ted­vinle beraber bablarına göre tasnif de edildi. Ve ardından bugün herbiri birer ilim hazinesi olan hadis kitapları neşredildi. Bunlar:

Sünen, Cami, Müsned, Mu'cem, Müstedrek, Musannaf, Zevaid gibi isimler altında gruplaştı. Bu gruplar içerisine giren şu ha­dis kitaplarını sayabiliriz.

Buhari, Müslim, İbni Mâce, Tirmizi, Nesâî, Ebû Dâvud, Müs­ned, Muvatta, Dârimî, Mu'cemü's-Sagîr, Mu'cemü'l-Evsat, Mu'cemü'l-Kebîr, Camiu’s-Sagîr, Câmiü'l-Kebir, Abdurrezak'ın Musannaf’ı, İbni Ebi Şeybe'nin Musannaf’ı, et-Tergib ve't-Terhîb, Süneni'l-Kübra, Mecmaü'z-Zevaid, Kenzü'l-Ummal.

Ayrıca hac, zekât gibi belirli konulara âit kitaplar neşredildi, yine çeşitli konularda 40 hadisler yayınlandı.

Banların pekçokuğu birkaç istisna dışında üzerinde ciddî ça­lışmalar yapılarak Türkçeye kazandırıldı. Saydığımız kitaplar­dan şunlar tercüme edildi:

Buhârî, Müslim, İbni Mâce, Tirmizî, Nesâî, Ebû Dâvud, Mu­vatta, Dârimî, Camiü's-Sagîr, et-Tergib ve't-Terhîb.

Bunlardan Suyutî'nin Câmiü's-Sagîr'ini şerh ve tahkikli bir şekilde üç cilt halinde Abdülaziz Hatip ve Şaban Döğen beyle birlikte muhtasar olarak biz tercüme ettik.

Elinizdeki kitapla da üzerinde hiçbir çalışma yapılmamış olan ilk devir hadis kaynaklarından Taberânî'nin Mu'cemü's-Sagîr'ini iki cilt olarak tercüme etmiş olduk.

 

Bu Eser Üzerinde Neler Yaptık?

 

1. Mu'cemü's-Sagir harekesiz ve tahkiksiz olarak neşredildiğinden, metne hareke koyduk.

2. Hadislerin diğer hadis kitaplarından tahkikini yaptık. Farklı rivayetlere yer verdik.

3. Pekçok hadise şerh yaptık.

4. Tekrarları çıkardık.

5. Eser Taberânî'nin hadis aldığı şeyhlerine göre tanzim edil­miş olup, hadislerle ilgili hiçbir başlık yoktu. Biz her hadis için başlıklar çıkardık.

6. Eserin sonuna Türkçesi için kolay istifade edilmesi düşün­cesiyle indeks hazırladık.

7. Yine istifadeyi kolaylaştırmak düşüncesiyle eserin Arapçası için de fihrist hazırladık.

8. Bilhassa günümüzde "Bize Kur'ân yeter. Hadisleri nakle­denler güvenilir kimseler değil" gibi hezeyanlara şahit olduğu­muzdan, sünnetin de dinin temel kaynağı olduğunu, hadisleri nakleden Sahabîlerin, Tabiînin, Tebe-i Tabiîn ve sonraki neslin güvenilir kimseler olduğuyla ilgili bir araştırma yaptık.

9. Müellif Taberânî hakkında kısa da olsa bilgi verdik.

İnşaallah bu gayretimizle "Allah, bizden bir söz işitip de onu başkasına ulaştırıncaya kadar muhafaza eden kimsenin yüzünü ak etsin!" hadisindeki duaya nail oluruz. Çünkü biz bununla Resûlullah’ın (s.a.v.) hadislerini Arapça bilmeyenlere ulaştırmış oluyoruz.

Burada tercüme esnasında yardımlarını esirgemeyen Dr. Ab­dülaziz Hatip Beye teşekkür etmeyi bir borç biliyorum.

Gayret bizden tevfik ve yardım Allah'tandır.

İsmail Mutlu

9.6.1996

Şirinevler[5]

 

İmam Taberânî Kimdir?

 

İmam Taberânî’nin tam ismi, Süleyman bin Ahmed bin Eyyûb eş-Şâmi el-Lahmî'dir. Künyesi ise Ebu'l-Kâsım'dır. Ba'ka'da doğ­muştur. Taberiyye'ye nispet edilerek Taberânî denilmiştir.

Hicrî 260 (M. 873) yılında doğmuş, 273 yılında hadis dinle­meye başlamış, otuz sene ilim tahsilinde bulunmuş, o devrin ağır şartlarında Kudüs, Kayseriyye, Humus, Medâin, Şam, Mısır, Arabistan, Yemen, Irak, Bağdad, Küfe, Basra, İran ve İsbahan'a seyahat yapmıştır.[6]

Taberânî, bin veya daha fazla hadis âliminden (şeyh) hadis dinlemiş ve rivayet etmiştir. Onun hadis dinlediği isimlerden bâ­zıları şunlardır:

Haşim bin Mersed et-Taberânî, Ebû Zur'a es-Sakafî, İshak ed-Debrî, İdris el-Attar, Beşir bin Musa, Hafs bin Amr, Ali bin Abdülaziz el-Begâvî, Mikdam bin Dâvud, Yahya bin Eyyûb el-Allâf, Ebû Abdurrahman Nesâî.

Taberânî'den de pekçok kimse hadis almıştır. Bunlardan bazı­ları: Ebû Halife, Ahmed bin Muhammed, Ebû Amr Muhammed bin Hüseyin Hüseyin bin Ahmed Ebû Bekir bin Ebî Ali, Ebu'l-Fazl Muhammed bin Ahmed, Ebû Nuaym el-Esbehânî.

Taberânî, hadis hafızlarının büyüklerindendir. Hadiste hüc­cet, yani 300 000'den fazla hadisi senetleriyle birlikte ezbere bilen unvanına sahiptir. Talebelerinden Ebû Abbas Şirazî, Taberânî'den 300 000 hadis yazdığını söyler.

İleri gelen âlimlerden Zehebî, İbni Kayyım el-Cevzî, Hafız Ebu'l-Abbas eş-Şirâzî ondan övgüyle bahsederler.[7]

Bediüzzaman da Taberânî için, "mevsuk (sika) ve sahih mu­hakkik" ifâdesini kullanır.[8]

O sadece hadis sahasında değil, tefsir ve fıkıh sahasında da ta­nınmış bir âlimdir.

Taberânî'nin büyüklü küçüklü yüz eseri vardır. Bunlardan bazıları:

Mu'cemü'l-Kebir,

Mu'cemü 'l-Evsat,

Mu'cemü's-Sagîr,

Müsned'il-Aşere,

Ma'rifeti's-Sahabe,

Müsned-i Ebî Hüreyre,

Et-Tefsir,

Delâilü'n-Nübüvve,

Müsned-i Ebî İshak,

Fezail-i Erbaati’r-Raşidin,

Ahbaru Ömer bin Abdülaziz,

el-Ehâdisü't-Tıval,

İsreti'n-Nisa,

Kitâbü'l-Evâil,

Kitâbü's-Sünne,     

Kitâbü'n-Nevâdir.[9]

Hicrî 360 (M. 971) yılında. 100 yaşında iken vefat etmiştir. Kabri İsfehan şehrinin girişinde, Sahabîlerden Hammeme ed-Devsî'nin (r.a.) kabrinin yanındadır. Verdiği eserleriyle kabrine nur yağmasına vesile olmuştur. Allah kendisinden razı olsun.[10]

 

Mu'cemler ve Mu'cemü's-Sagîr

 

Hadis kitapları, tarzlarına göre sahih, sünen, müsned, mu'cem gibi kısımlara ayrılır. Elinizdeki kitap bu tasnif içerisinde mu'­cem kısmına dahildir.

Mu'cem, râvi isimlerine göre (ale'r-rical) hazırlanmış hadis ki­taplarıdır. Mu'cemler, Sahabe, şuyuh veya beldelere göre, çoğu kere alfabatik olarak sıralanırlar.[11]

Her ikisinde de râvilerin isimleri alfabetik olarak sıralanmak­la birlikte, mu'cemlerle müsnedler arasında şöyle bir fark vardır: Müsnedlerde Sahabîleri genelde alfabatik sıraya koyarak onların rivayetlerine yer verilirken; mu'cemlerde müellifler kendi hadis aldıkları hocaları alfabetik sıraya koymuşlardır. Yani müsnedler hadisin ilk râvisine göre sıralanırken, mu'cemler müellifin hadis aldığı son râviye göre sıralanır.

Mu'cem te'lifinde Ahmed ve Muhammed isimlerini öne al­mak, sonra diğer hocaları sıralamak usûl olmuştur.[12]

Mu'cemlerin en meşhuru, Taberânî'nin üç mu'cemidir. Bun­lar:

1. el-Mu'cemü'l-Kebîr: Taberânî'nin mu'cemlerinin en büyü­ğüdür. İçindeki hadis sayısı 25.000, 60.000000 gibi farklı sayılar­la belirtilmiştir. Mutlak olarak mu'cem denilince bu eser hatıra gelir. Eğer başka mu'cemler kastediliyorsa, bu açıkça söylenilir.[13]

Mu'cemü'l-Kebir, Irak Evkaf Vezâreti tarafından, Hamdi Abdülmecid es-Silefi'nin tahkik ve tahrici ile 1978, 1983 yılları arasında 25 cilt olarak neşredilmiştir. Ancak muhakkik eserin 200 cüzünden[14] 13, 14, 15, 16 ve 21. cüzlerini, yazmalarını bulamadı­ğı için bastıramadığını ifâde eder.[15]

2. Mu'cemü'l-Evsat: Taberânî'nin "O benim ruhumdur" dediği bu eserin orjinali altı cilttir.[16]

Eser, Mahmud et-Tahhan'ın tahkiki ile 1985 yılında neşrolun­maya başlamış ve 1995 yılında 11 cilt olarak tamamlanmıştır. 11. cilt fihristtir.

Eser, 9485 hadis ihtiva eder.

3. Mu'cemü's-Sagir: Taberânî'nin mu'cemlerinin en küçüğü olan bu eser, bizim tercemesini, şerh ve tahkikini yaptığımız eli­nizdeki eseridir. Mu'cemü's-Sagîr, Taberânî'nin hocalarından bin tanesinin genellikle birer hadisini ihtiva eder. Müellif, kendile­rinden hadis naklettiği hocalarının isimlerini alfabetik sıra içeri­sinde verir. Kitap, Ahmed bin Abdulvehhab'ın rivâyetiyle başlar, Eserde tekrarlanan hadislerle beraber 1070 hadis vardır. Biz bun­lardan 816sını tercüme etmiş bulunuyoruz. Tercüme etmediği­miz hadislerin çoğu tekrar olanlar.

Eserin iki cilt halindeki baskısı 1968 yılında, Abdurrahman Muh. Osman'ın tashihi ile Medine'de Mektebetü's-Selefiyye ta­rafından gerçekleşmiştir.

Eserin yazma nüshaları GAS 1, 196. Târihu't-türâsil-arabî, 1, 318'de kayıtlıdır.[17]

Biz tercümemizde 1983 Beyrut baskısını esas aldık.[18]

 

Sünnete Uymanın Ehemmiyeti

 

Kur'ân'dan sonra en önemli kaynak sünnettir. Sünnet, Peygambe­rimizin (a.s.m.) sözleri, davranışları, yahut başkalarının yaptığını görüp hoş karşıladığı hallerdir. Peygamberimizin bizzat yapmış olduğu işlere fiilî sünnet, dili ile ifâde ettiği mübarek sözlere kavlî sünnet, başkalarından duyduğu veya gördüğü halde yasaklamayıp hoş karşıladığı hareketlere de takriri sünnet denir. Pey­gamberimizin namaz kılmasını, abdest alış şeklini fiilî sünnete, "Selâmı yayınız" şeklindeki emrini kavlî sünnete, gördüğü halde ses çıkarmadığı teşbih kullanmayı da takrirî sünnete misâl olarak verebiliriz. Çünkü Peygamberimizin bâtıl ve İslâmın kabul etme­diği şeyler karşısında susması düşünülemez.

Evet, Peygamberimizin sünneti, Kur'ân'ın anlattığını teyid eder, onu izah eder, herkesin anlayamadığı hükümleri açığa ka­vuşturur, kısaca anlatılanları ayrıntılarıyla anlatır, sınırsız olanı sınırlandırır. Onda bulunmayan hükümler koyar. Meselâ Kur'ân'da namaz kılmak ve oruç tutmak emredilmiş, fakat namazın farzlarını, rekâtlarını, vaciplerini, kasdî olarak oruç bozmanın keffâreti gerektireceği gibi hususları sünnet açıklamıştır. Sahur­da ne zamana kadar yenilmesinin caiz olduğunu ifâde eden,

"Sa­bah vakti beyaz iplik siyah iplikten ayırdedilinceye kadar yiyin için"[19]

âyetinde geçen "beyaz ve siyah iplik" ifâdesinden maksa­dın, gündüzün beyazlığı ile gecenin karanlığı olduğu hadiste açıklanmıştır. Bir erkeğe hanımının halâ ve teyzesini nikahlamasının haram olduğunu, erkeğin altın kullanmasının, ipek elbise giymesinin haramlığını yine sünnetten öğreniyoruz.

Bunun içindir ki, Kur'ân'da pekçok âyette sünnete uymanın, Peygamberimize (a.s.m.) itaat etmenin farz olduğu anlatılır. Sün­netin dindeki yerini ve önemini açıkça ortaya koyan âyetlerden bâzıları şu mealdedir:

"De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah'da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir."[20]

"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin; Peygambere ve sizden olan idarecilere de itaat edin. Birşeyde anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah'a ve Resulüne havale ederek çaresini Kur'ân'da ve Resûlullah'ın sünnetinde arayın —eğer Allah'a ve âhiret gününe ger­çekten inanıyorsanız. Böylesi daha hayırlıdır ve neticesi de daha güzeldir."[21]

"Rabbine and olsun ki, onlar, aralarındaki anlaşmazlıklar için senin hükmüne müracaat edip, sonra da verdiğin hükme gönülle­rinde hiçbir sıkıntı ve şüphe duymaksızın tam bir teslimiyetle ra­zı olup uymadıkça, hakkıyla îman etmiş olmazlar."[22]

"Peygamber size ne emretmişse alın, neyi yasaklamışsa on­dan da kaçının. Allah'tan korkun. Muhakkak ki Allah'ın azabı pek şiddetlidir."[23]

Bu âyetlerle Resule uymanın sıkı sıkıya emredilmesi, Pey­gamberimizin söylediklerinin de vahiy kaynaklı olmasındandır. Bu gerçek bir âyette şöyle anlatılır:

"O kendi keyfine göre konuşmaz. O ancak kendisine vahyolunanı söyler."[24]

Sünnetin dînimizde bir kaynak olduğuna işaret eden bu âyet­lerin yanı sıra, birçok da hadis vardır. Bunlardan ikisi şöyledir:

"Bana Kur'ân ve bir o kadarı daha [sünnet] verildi. Yakında karnı tok, koltuğuna yaslanmış birisi, 'Size Kur'ân yeter; onda neyi helâl bulursanız, onu helâl kabul ediniz, onda neyi haram bulursanız onu da haram biliniz' diyecek. Şunu iyi biliniz ki, Al­lah Resulünün haram kıldığı da Allah'ın haram kıldığı gibidir."[25]

"Sizlere iki şey bırakıyorum. Bunlara sım sıkı sarıldığınız müddetçe hiçbir surette doğru yoldan sapmazsınız. Bunlar Al­lah'ın Kitabı ve Resûlullahın sünnetidir."[26]

Gerek âyet-i kerimelerde, gerekse hadis-i şeriflerde Peygam­berimizin emrine tâbi olmak kesin bir şekilde emredildiği içindir ki, başta Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer olmak üzere bütün Sahabîler ve Sahabîlerden sonra gelen Tabiîn, onlardan sonra gelen Tebe-i Tabiîn ve sonra gelen âlimler kendilerine sorulan bir me­selenin hükmünü evvelâ Kur'ân'da aramışlar, onda bulamadıkla­rında sünnete müracaat etmişlerdir.

Bediüzzaman da sünnetin dinin kaynağı olduğuna şöyle dik­kat çeker:

"Zât-i Risâletin akvali gibi ef'al ve ahvali ve etvar ve harekâtı [sözleri gibi fiilleri, halleri, tavır ve hareketleri] dahi menâbi-i din ve şeriattır. Ve ahkâmın me'hazleridir [kaynaklarıdır]."[27]

Bediüzzaman, Muhakemât isimle eserinde de, "Hadîs, maden-i hayat ve mülhim-i hakikattir"[28] diyerek sünnetin gerçek bir hukuk kaynağı olduğunu ifâde etmiştir. Fakat Bediüzzaman, şe­riata kaynak olacak hadislerin sahih olmasını şart koşmakta ve bununla ilgili olarak, "Müfessir-i Kur'ân olan ehâdîs-i sahiha [sa­hih hadisler] bize kifayet eder" demektedir.[29]

Çağdaş âlimlerden Said Ramazan el-Butî de, sünnetin ehem­miyeti ile ilgili olarak şöyle der:

"Kur'ân ve sünnetin otoritesi dışındaki bütün otoriteleri red­detmekle İslâm, hukukunu hem kavram yönünden, hem de uygu­lama kaabiliyeti bakımından çeşitli yabancı tesirler yığınının oluşturduğu terekeden kurtarmış; böylece bütün Müslümanları, Allah'ın kelâmı olduğuna inandıkları Kur'ân'ın muhtevası ve onun Hz. Peygamberin sünneti içinde yapılmış tefsiri ile yüz yüze getirmiş oluyorlar."[30]

Yine Asrımız âlimlerinden Mevdudî ise sünnetle ilgili olarak şu değerlendirmeyi yapar:

"Bu ümmetin eşsizliği, birliği ve İslâm geleneğinin süreklili­ği, toplumun hidâyet kaynaklarının birlikte algılanıp hayata geçi­rilmesi ile sağlanmıştır. Bu hidâyet kaynakları da Kur'ân ve sün­nettir. Müslüman ümmetin zamansal dikey oluşumu ile mekansal yatay oluşumu Kur'ân ve sünnete olan bağlılıkları nisbetinde ol­muştur. Bir kaynak olarak sünnet, değerlendirme dışa bırakılacak olursa, ümmet yapısı çözülür, korunamaz."[31]

 

Sünnet-i Seniyyeye Uymanın Sevabı

 

Sünnete uymak çok sevaplı bir iştir. Bilhassa bid'aların yay­gınlaştığı, ümmetin fesada gittiği zamanımızda sünnete tâbi ol­mak daha ehemmiyetlidir. Böyle zamanlarda bir sünneti işlemek binlerce sevap kazandırabilmektedir. Resûlullah (a.s.m.) bir ha­dislerinde bu gerçeği şöyle ifâde eder:

"Bid'ad ve ve dalâletlerin her tarafı istila ve ümmetimin bo­zulduğu bir zamanda sünnetime sarılana yüz şehid sevabı var­dır."[32]

Sünnete tâbi olmanın bu derece büyük sevap kazandırmasının sebebini şöyle izah edebiliriz:

Bir Müslümanın en yüksek gayesi, Allah'ın rızâsını kazan­maktır. Allah'ın rızasını kazanma yolları içerisinde en sağlamı, en makbulü ve en kısası, Resûlullahın gösterdiği ve takip ettiği yoldur. Resülullahı sevmek ve ona tâbi olmak bizi Allah'ın rızâ­sına götürecek yegâne yoldur. Bu gerçek bizzat Rabbimiz tara­fından şöyle ifâde edilir:

"De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir."[33]

Yüce Rabbimiz Nisa Sûresinin 69. âyetinde de kendisine hak­kıyla iman etmeyi, her hususta Resülullahın hükmünü tam bir teslimiyetle kabul etme şartına bağlamıştır. Bu âyet-i kerimede de meâlen şöyle buyururur:

"Her kim Allah'a ve Peygambere itaat ederse, işte onlar, Al­lah'ın kendilerine pek büyük nimetler bağışladığı peygamberler, sıddîklar, şehidler ve salih kimselerle beraberdir. Onlar ise ne gü­zel arkadaşlardır!"

Bununla ilgili olarak bir başka âyet-i kerimenin meali ise şöy­ledir:

"Sizden kim Allah'a ve Resulüne itaat eder ve güzel işler ya­parsa, ona da mükafaatını iki kat veririz. Onun için biz Cennette pek güzel ve arkası kesilmeyecek bir rızık hazırlamışızdir."[34]

"Andolsun ki, Allah'ın rahmetini ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çokça zikredenler için, Allah'ın Resulünde si­ze güzel bir nümûne vardır"[35]

 

Allah Bizden Resulüne Uymamızı Niçin İstiyor?

 

Cenâb-ı Hakkın bizden Resulüne uymamızı istemesi, model ve rehber olarak onu göstermesinin sebebi, bizi kendi rızâsına ulaştıracak her türlü hal ve hareketi, ibâdet ve güzel ahlâkı onun mübarek şahsında topladığı içindir. Sevgili Habibini her yönden en mükemmel surette, en ideâl ve mutedil bir şekilde yarattığı içindir. Böyle olduğu içindir ki,

"Muhakkak ki, sen yüce bir ah­lâka sahipsin"[36]

ifadeleriyle onun ahlâkını övmüştür. Peygambe­rimiz de,

"Rabbim bana, edebi en güzel bir surette ihsan etmiş, edeplendirmiştir" buyurarak bu gerçeğe dikkat çekmiştir.

Evet, sünnet-i seniyyenin her bir meselesi, karanlıklı ve zarar­lı yollarda birer pusula ve fener vazifesi görür. Herkes akimi ke­miren, ruhunu tâzip eden, kalbini yaralayan dertlerin ilacını sün­net-i seniyyede rahatlıkla bulabilir. Sünnet-i seniyye düsturları ruhî, aklî ve kalbî, bilhassa içtimaî yaralar için çok faydalı mer­hem ve ilaçtır.

Peygamberimiz dış görünüşü ve bünyesi itibarıyla en güzel insan, en seçkin bir şahsiyet olduğu gibi; yaşayışı, hareketi ve ahlâkı bakımından da hep itidal ve istikamet üzere olmuş; ifrat ve tefritten uzak bir hayat yaşamıştır. Bunun için, sünnet-i seniyye­nin her meselesinde bir nur, bir edep ve bir hikmet vardır. "Sün­net-i seniyye edeptir. Hiçbir meselesi yoktur ki, altında bir nur, bir edeb bulunmasın" diyen Bediüzzaman Hazretleri, "Edebin envaını [her çeşidini] Cenâb-ı Hak Habibinde cemetmiştir [topla­mıştır]. Onun sünnet-i seniyyesini terk eden edebi terk eder" der.[37]

Peygamberimizin her hareketi tâbi olunacak ve takip edilecek en güzel rehberdir. Ölçü olarak alınacak en sağlam kanunlardır. Onun günlük yaşayışla ilgili sıradan bir hareketinde bile insan hayatını yakından ilgilendiren birçok fayda ve hikmetler vardır. Meselâ yemekten önce ve sonra ellerini yıkayan, sofrada iken sünnete uyarak midesini tıka basa doyurmayan, yatağa girerken sağ tarafına yatan bir insan sıhhat bakımından birçok faydalar el­de eder. Aynı şekilde evine girerken Resullahın tavsiyesini dinle­yerek selâm veren, aile ve çocukları arasında bulunduğu vakit Resulullahın aile hayatıyla ilgili sünnetini yaşayan huzurlu bir aile hayatı yaşar. İş hayatında herkese güler yüz gösteren, herke­se yardımcı olmaya çalışan, bitmez tükenmez bir hazine olan ka­naat düsturuna ve iktisat prensibine hassasiyet gösteren biri bu­nun maddî manevî faydasını elbette görecektir.

Bir diğer husus, sünnet-i senîyyeyi yaşayan bir mü'min, hem kendi doğru yoldan sapmaz, hem de başkasını saptırmaz. Bu ger­çek sünnetin sahibi Resulullahın mübarek lisânında şöyle ifâde edilir:

"Ey insanlar size iki şey bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarılırsanız, hiçbir zaman dalâlete düşmezsiniz. Onlar: Allah'ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir."[38]

İşte sünnet-i seniyyenin yaşanmasında daha bunlar gibi bir­çok hikmetler vardır. Bu sebeple, her Müslüman sünnet-i seniyyeyi yaşamayı ve yaşatmayı kendisi için en mühim vazife olarak görmelidir.

Sünnetin her meselesine uymak mümkün olmayabilir. Bediüzzaman'ın da ifâde ettiği gibi, sünnet-i seniyyenin herbir nevine tamamen bilfiil tâbi olmak, imanda kemâl mertebede bulunan evliya ve asfiya gibi kimselere ancak müyesser olur. Fakat bir Müslüman, "Ben sünnetin her çeşidini tatbik edemiyorum, acaba benim sünnete olan bağlılığım kalmadı mı?" diye düşünmemeli­dir. Çünkü, insan hayatının bütünü gibi geniş bir dâireyi içine alan sünnetin tamamına bilfiil uymak mümkün değildir. İnsan hâlis niyetiyle, sünnete taraftar olmasıyla, işlemese dahi sünnetin esaslarını kabul edip talip olmasıyla bu bağlılığı göstermiş olur. Bu herkesin elinden gelir. O halde ümitsizliğe düşmeye gerek yoktur.[39]

Bir hususu daha belirtmek isteriz. Sünnet-i seniyyenin terkin­de günah olmamakla birlikte, büyük sevaptan mahrumiyet var­dır. Peygamberimizin biz Müslümanlara iki büyük emânetinden biri olan sünnetin değiştirilmesi ise bid'attır, dalâlettir ve büyük hatâdır. Ehemmiyetsiz görülmesi büyük bir kabahattir. Bediüzzaman, sünnetin ehemmiyetsiz görülmesini cinayet olarak vasıf­landırır.

Sünneti bile bile terk eden Resulullahın şefaatinden mahrum kalır. Şefaat, Peygamberimizin Kıyamet gününde ümmetinin gü­nah ve kusurlarını affetmesini Allah'tan istemesidir.[40]

 

Peygamberimizin Bütün Fiillerinin Bağlayıcılık Açısından Aynı Mıdır?

 

Peygamberimizin bütün fiilleri bağlayıcılık açısından aynı de­recede dinî bîr kaynak teşkil etmez. Alimler, Peygamberimizin fiillerini bağlayıcılık açısından şu üç kısma ayırırlar:

1. Hem Peygamberimizin, hem de ümmetinin uyması gereken fiiller: Peygamberimizin İslâmiyetin emirlerini açıklamak için yaptığı fiillerde ümmetinin kendisine tâbi olması gerekir.

Peygamberimizin yaptığı bir fiil kendisi için farz ise ümmeti için de farzdır. Namaz kılması, oruç tutması, haccetmesi gibi. Fiil Peygamberimiz için vâcipse ümmeti için de vaciptir. Kurban kes­mesi, vitir namazmda kunut tekbiri alması gibi. Fiil Peygamberi­mize mübahsa ümmetine de mubahtır. Yemesi, içmesi, yatması gibi. Farz ve vacip olan fiiller terk edilmez, hiçbir şekilde değişti­rilmez.

Peygamberimize tâbi olarak ümmetinin bâzı fiilleri işlemesi de sünnettir. Sabah namazının farzından önce iki rekât, öğlen namazının farzından önce dört, farzından sonra iki rekât namaz kıl­mak, abdest azalarını yıkamaya sağdan başlamak gibi.

2. Peygamberimizin kendisine mahsus fiilleridir: Bunlara "Hasâisü'n-Nebeviyye" "peygamberliğe ait özellikler" denir. Meselâ Peygamberimizin gece teheccüt namazı kılması farzdı. Fakat bizler için bu namaz farz değil, sünnettir.

3. Peygamberimizin beşerî yönü ile ilgili olan fiiller: Yemesi, içmesi, giyinmesi, konuşması, yürümesi gibi. Bunlara "âdâb" de­nilir. Âdaba uymak şart değilse de bir Müslüman bu hareketlerin­de de Peygamberimizi (a.s.m.) taklid ederse, bu günlük hareket artık sıradan bir hareket olmaktan çıkar, Allah rızâsı için Resûlullahı taklid ettiğinden bir ibâdet mânâsı kazanır.  Böylece bü­tün bir ömrü ibâdetle geçirmek mümkün olur. Bunun içindir ki, Sahabîler bu davranışlar bakımından da Peygamberimize uyma­ya çok ehemmiyet vermişlerdir. Bunun birçok misâlinden bir ka­çına yer verelim:

Enes (r.a.) çocuklara rastladığında selâm vermiş, Resûlullahın da (s.a.v.) çocuklara rastladığında onlara selâm verdiğini ri­vayet etmiştir.[41]

Hz. Ömer Hacerü'l-Esved'i öptükten sonra şöyle demişti:

"Hiç şüphesiz, ben senin bir taş parçası olduğunu biliyorum. Ne faydan dokunur, ne de zararın. Eğer Resûlullahın (s.a.v.) seni öptüğünü görmemiş olsaydım, ben de öpmezdim."[42]

Abdullah bin Mugaffel de (r.a.) hatırlattığı bir sünnete uyma­yan ve aksine hareket eden bir akrabasına darılmıştır.[43]

"Ben Resûlullahın (s.a.v.) izini takip eder, onun yaptığını yapmaya çalışırım"[44] diyen Ebû Mûsâ el-Eş'arî de (r.a.), her sö­zünde, her hareketinde Peygamberimizi örnek alırdı. Bir gün oğlu aksırmıştı. Ona "Yerhamükallah" demedi. Bir başkası aksırdı, ona "Yerhamükallah" diye duâ etli. Bunun sebebi sorulduğunda şu cevabı verdi:

"Peygamberin (s.a.v.),

"Biriniz aksırdığı zaman eğer, "Elham­dülillah" derse, siz de "Yerhamükallah" deyin. Demezse siz ona "Yerhamükallah" demeyin" buyurduğunu işittim."[45]

Sünnetin mertebeleri olduğunu söyleyen Bediüzzaman bu­nunla ilgili olarak meâlen şöyle der:

Bir kısmı farzdır, terk edilmez. O kısım, Şeriat-ı Garrâda taf­silatıyla beyan edilmiş. Onlar muhkemattır; hiçbir cihetle değiş­mez. Bir kısmı da nafile çeşidindendir. Bu da iki kısımdır:

Bir kısmı farzlara tâbi olan sünnet namazlar, abdestin sünnet­leri gibi ibâdete tâbi sünnet-i seniyyelerdir. Onlar dahi Şeriat ki­taplarında açıklanmış; onların değiştirilmesi bid'attır. Diğer kıs­mı 'âdâb' tâbir ediliyor ki, Peygamberimizin hayatını anlatan ki­taplarında zikredilmiş. Onlara muhalefete bid'a denilmez; fakat Peygamberimizin âdabına bir nevi muhalefettir ve onların nurun­dan ve o hakikî edebten istifade etmemektir. Bu kısım ise, örf ve âdetler, yeme, içme, konuşma, yatma gibi fıtrî işlerde Resûl-i Ekremin (a.s.m.) tevatürle malum olan harekâtına uymaktır. Bu ne­vi sünnetlere âdâb tâbir edilir. Fakat o âdaba ittiba eden, âdâtını ibâdete çevirir. O âdâbtan mühim bir feyz alır. En küçük bir âda­ba saygı göstermek, korumak, Resûl-i Ekremi (a.s.m.) hatıra geti­riyor, kalbe bir nur veriyor.

Sünnet-i seniyyenin içinde en mühimini, İslâmiyet alâmetleri olan ve şeâire de taalluk eden sünnetlerdir. Şeâir, âdeta umumî hukuk nev'inden, cemiyete âit bir ubudiyettir. Birisinin yapma­sıyla o cemiyet umûmen istifade ettiği gibi, onun terkiyle de umum cemaat mes'ul olur. Bu nevi şeâire riya giremez ve ilân edilir. Nafile nevinden de olsa, şahsî farzlardan daha ehemmiyetlidir.[46] Ezan okumak şeâir nevinden bir sünnettir.[47] Bu ifâdelerle sünnetin mâhiyeti ve muhtevasını tespit eden Bediüzzaman, sün­nete uygun yaşamanın Müslümanlar arasında gerçek bir barış ve huzur medeniyeti kurmaya sebep olduğuna da dikkat çekiyor. Onun getirdiği şeriatın on dört asrı ve insanlığın beşte birisini âdilâne ve hakkaniyet üzere idare ettiğini söylüyor. Onun getirdi­ği kanunların bedevi, okuma yazma bilmeyen, sosyal hayattan mahrum olan kimseleri, yaşadığı devirde çok çok ileri olan mil­letlere birer üstad, birer muallim yaptığını ifâde ediyor.[48]

 

Sünneti Nakledenler Güvenilir Kimselerdir

 

"Bâzı kimseler sünneti nakleden kimselerin güvenilir olmadığı­nı, bu sebeple sadece Kur'ân-ı Kerimin esas alınması gerektiğini iddia ediyorlar. Acaba öyle mi?"

Bu ve benzeri sözler, İslâmiyeti ortadan kaldırabilmek için yüzyıllardır oynanan oyunların bir uzantısıdır. Bunlar bazan açıkça saldırırlar, bazan dost perdesi altında görünen kimseler vasıtasıyla fikirlerini yayarlar. Samimî olsa da aklî muhakeme­den noksan kimselerin de bu görüşleri benimsemesi, böylelerinin ekmeğine yağ sürer.

Herşeyden önce böyle bir iddia başta Sahabiler olmak üzere Tabiîne, Tebe-i Tabiîne bir iftiradır. Çünkü hadisler bize kadar Sahabiler, Tabiîn ve Tebe-i Tabiîn yolu ile gelmiştir. Böyle bir sözün nasıl büyük bir iftira olduğunu anlayabilmek için bu başlık altında sünnetin bize kadar nasıl hassasiyetle geldiği konusu üze­rinde duracağız. Hadis naklinde ilk halkayı Sahabiler teşkil ettik­lerine göre önce onlar üzerinde duralım:[49]

 

Sahabilerin Fazileti

 

Bütün Ehl-i Sünnet âlimlerine göre Sahabiler adalet sahabidir ve itimada şayandır. Bunda hiçbir Ehl-i Sünnet âliminin görüşü farklı değildir. Ehl-İ Sünnet âlimleri, Şahabının güvenilir ve iti­mada şayan olduğuna âyet ve hadislerden delil getirirler. Meselâ bununla ilgili âyetlerden bâzılarının meali şöyledir:

"Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği tav­siye eder, kötülükten sakındırırsınız ve Allah'a hakkıyla iman edersiniz."[50]

''Biz sizi böylece aşırılıktan uzak, adalet ve doğruluk üzere olan bir ümmet yaptık tâ ki kıyamet gününde siz peygamberlerin İlâhî hükümleri tebliğ etmiş olduklarına dâir, insanlar üzerine şa­hit olun, Peygamber de sizin doğru yolda olduğunuza şâhît ol­sun."[51]

"İslâm'da önceliği olan Muhacir ve Ensar ile onları güzellikle takip ederek örnek alanlar ve onları hayırla yâd edenlere gelince: Allah onlardan razıdır, onlar da Allah'tan razıdır. Allah onlara, içinde ebedî olarak kalmak üzere altından ırmaklar akan Cennet­ler hazırlamıştır. Bu ise en büyük kurtuluştur."[52]

Daha pekçok âyette Yüce Rabbimiz Sahabîleri över ve onlar­dan razı olduğunu bildirir. Bütün bu âyetler Sahabîlerin âdil ve güvenilir olduğu hususunda tam bir katiyet ifade eder. Kıyamete kadar okunacak bir kitap olan Kur'ân'da Allah'ın kendilerinden razı olduğunu bildirdiği insanların yalan söylemesi ve onlara güvenilmemesi elbette düşünülemez.

Diğer taraftan Sahabîlerin fazileti hususunda âyetlerin yanı sı­ra sayılamayacak kadar çok hadis-i şerif vardır. Bunlardan bâzı­larının meali şöyledir:

"Ashabım hakkında Allah'tan korkun! Ashabım hakkında Al­lah'tan korkun! Sakın benden sonra onlara düşman olup sövme­yin. Onları seven, bana olan sevgisinden dolayı sevmiş olur. On­lara kızıp kin duyan da, bana olan kin ve düşmanlığından dolayı böyle yapmış olur. Onlara sıkıntı veren bana sıkıntı vermiş; bana sıkıntı veren de Allah'a ezâ etmiş olur. Allah'a ezâ eden de büyük bir felâketle yüz yüze gelmiş demektir."[53]

"Ne mutlu beni görüp iman edene! Ne mutlu beni göreni gö­rene"[54]

"Ashabım yıldızlar gibidir. Hangisinin arkasından giderseniz gidiniz, doğru yolu bulursunuz."[55]

Peygamberimiz (s.a.v.) başka bir hadislerinde de Ashabına dil uzatılmamasını emreder ve şöyle buyurur:

"Sakın benim Ashabıma sövmeyin. Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, Uhud Dağı kadar altını sadaka ola­rak verseniz, Sahabîlerimden birinin iki avuç hurma sadakasına, hattâ bunun yarısına bile yetişemezsiniz."[56]

Birgün Peygamberimize, "İnsanların en hayırlısı hangisidir?" diye soruldu. O da;

"Benim asrımdakilerdir. Sonra onları takip edenler, sonra da onları takip edenlerdir" buyurdu.[57]

Görüldüğü gibi, Peygamberimiz (s.a.v.), Sahabîleri sevmeyi kendisini sevmekle onlara sıkıntı vermeyi kendisine sıkıntı ver­mekle bir tutuyor. Sahabîleri, "Ne mutlu beni görenlere!" buyu­rarak övüyor. Sahabîleri görmeyi bir bahtiyarlık sayıyor. Sahabî­lerin hangisinin peşinden gidilirse gidilsin doğru yolun buluna­cağını bildiriyor. Ashaba dil uzatmayı yasaklıyor. Sahabe olma­yanın vereceği Uhud Dağı kadar sadakanın onların verdiği bir avuç hurmaya yetişemeyeceğini bildiriyor.

İnsanların en hayırlısının Sahabîler olduğunu bildiriyor. Pek­çok hadislerinde isim isim Sahabîlerin faziletlerini sayıyor. Bü­tün bunlar ortada iken Sahabîlerin verdiği haberi güvenilir bul­mamak iftira değilse nedir? Evet, bizzat Allah ve Resulünün gü­venilir olduğunu bildirdiği kimselere sıradan ve ne olduğu belir­siz insanların dil uzatması, güvenilir olmadıklarını söylemeleri, asıl kendilerinin güvenilir olmadığını, samîmi olmadıklarını gös­termez mi?

Sahabilerin fazileti hakkında faraza hiçbir âyet ve hadis olma­sa idi, onların itimad edilir kimseler olduğuna yine hükmedebilirdik. Çünkü bu insanlar bütün dünyanın Peygamberimizin karşı­sında olduğu bir zamanda ona iman etmişler, imanları uğrunda dayanılmaz işkencelere maruz kalmışlar, müşrik oldukları için babalarını, annelerini, evlatlarını, amca ve dayılarını karşılarına almışlar. İmanları uğrunda vatanlarından, sevdiklerinden ayrılıp hicret etmişler, bütün servetlerini Allah rızası için harcamışlar, İslâmiyetin yayılması için hayatlarını feda etmişler, Peygamberi­mize (s.a.v.) etten birer kalkan olmuşlardır. Böyle insanlara iti­mat edilmeyecek de, "Hadis nakledenlere itimad edilmez" diyen­lere mi güvenilecek? İslâmiyetin yayılması için bu derece gayret ve fedakarlık gösteren insanların İslâmiyet hakkında yanlış şey­leri nakledeceklerini, Peygamberimiz hakkında yalan uyduracak­larını söylemek hangi insafa sığar. Bu konuda Bediüzzaman'ın şu ifâdeleri ne kadar yerindedir. (Mealen alıyoruz):

İnsan fıtratında yalana "Yalan" demeye bir meyil vardır. Sahabîler ise sıdk ve doğruluk için can ve mal, anne ve baba, kavim ve kabilelerini feda edip, sıdk ve hak için fedai oldukları halde, hem "Benden bilerek yalan birşey haber veren, cehennem ateşin­den yerini hazırlasın!"[58]

mealindeki hadis-i şerifin tehdidine kar­şı, yalan karşısında susmaları mümkün değildir.[59]

İnsanın fıtratında yalana "Yalandır" demeye karşı cibillî bir meyil vardır. Bilhassa her topluluktan daha çok yalana karşı sus­mayan Sahabîler olsa; hele haber verilen şeyler Resûl-i Ekreme (a.s.m.) ait olsa; bilhassa nakledenler Sahabilerin meşhurlarından olsa, artık ona yalan karışmaz.[60]

 

Bâzıları "Hatâ Yapabilirim" Endişesiyle Hadis Rivayet Etmedi

 

Sahabîlerden bâzıları "Belki hatâ yapabilirim" düşüncesiyle ya hiç hadis rivayet etmemişlerdir, veya çok az rivayet etmişler­dir. Meselâ ilk Müslümanlardan ve hayatta iken bir hadiste toplu olarak Cennetle müjdelenen on Sahabîden birisi olan Saîd bin Zeyd'in nerede ise hiç hadis rivayet etmediği nakledilir.[61]

Hadis rivayet etmekten çekinen Sahabîlerden birisi de yine Cennetle müjdelenen on Sahabîden biri olan Zübeyr bin Avvam'dı (r.a.). Oğlu Abdullah (r.a.) kendisine, "Ben senin İbni Mes'ud, filan veya filan gibi hadis rivayet ettiğini görmüyorum, niçin?" diye sormuştu. Hz. Zübeyr şu cevabı verdi:

"Şunu iyi bil ki, ben Müslüman olduğumdan beri Resûlullahtan (s.a.v.) ayrılmadım. Ancak ben ondan bir söz işitmiştim.

"Kim bile bile bana yalan isnatta bulunursa, Cehennemdeki yeri­ne hazırlansın" buyurmuştu."[62]

Evet, daha bir çok Sahabî,

"Kim benim üzerime söylemedi­ğim bir sözü söyledi diye yalan uydurursa Cehennemdeki yerine hazırlansın"[63]

mealindeki hadis-i şerifin tehdidinden öylesine korkuyordu ki, hadis rivayetinden çekindikleri için, "Biz ihtiyar­ladık. Resûlullahtan hadis rivayet etmek çok zordur" diyorlar­dı.[64] Bildikleri pekçok hadisi dahi "Belki bir kelimesini yanlış nakledebilirim" endişiyle rivayet etmekten vaz geçiyorlardı.

Hz. Enes, çok hadis rivayet etmekten çekiniyor ve "Sizlere çok hadis rivayet etmeme Resûlullahın şu hadisi cidden mâni ol­maktadır" demiş ve "Kim benim üzerime yalan söylerse..." hadi­sini zikretmiştir.[65]

Yine Enes (r.a.) bir hadis rivayet edip bitirdiğinde, "...veya hadis Resûllullahın buyurduğu gibidir"[66] demeyi âdet edinmişti. Abdullah bin Mes'ud (r.a.) Ebu'd-Derdâ (r.a.) gibi Sahabîler de bunu âdet edinmişlerdi.

Sahabilerin Tabiîn âlimlerinden el-A'meş, Sahabîlerin hadis hususundaki titizliklerini şu ifâdelerle övmüştür:

"Bu ilim öyle bir topluluğun elindeydi ki, onlardan birine, gökten yere düşmek bu ilme bir vav, bir elif, veya bir dal ilave edilmesinden daha sevimli gelirdi."[67]

Hadis rivayet edenleri inceden inceye araştırıp değerlendir­meye tâbi tutan ve bu sahada eser veren İbni Kayyım el-Cevzî bununla ilgili olarak şöyle der:

Sahabi bir söz söylediği, bir hüküm veya bir fetva verdiği za­man, onda bizde bulunmayan anlayış imkanları vardır. Sahabînin bir meseleyi iyi anlayabilmesinin sebebi, Peygamberimizden (s.a.v.) veya başka bir Sahabîden işitmiş olmasından kaynakla­nır. Sahabîlerin hal ve yaşayışlarını bilmeyenler her hangi bir hu­sus hakkında "Eğer Sahabîler bu konuda Peygamberimizden bir şey duymuş olsalardı naklederlerdi" derler. Halbuki Sahabîler Peygamberimizden birşey naklederlerken fazla veya eksik bir şey söyleriz diye korkarlardı. Onlar Peygamberimizden işittikleri şeyi defalarca konuştukları halde onu Peygamberimizden işittik­lerini açıklamazlardı.[68]

 

Hadis Rivayet Edenlerden Şahit İstendi

 

Sahabîler gerektiğinde birbirlerine rivayet ettikleri hadisi Resûlullahtan duyduklarına dâir şahit istemişlerdir. Buna birkaç mi­sâl verelim:

Hz. Ebû Bekir'e (r.a.) bir nine gelerek torununa mirasçı olmak istediğini söyledi. Ebû Bekir (r.a.), "Ben Kur'ân'da nine için mi­ras hakkı olduğunu bulamıyorum. Peygamberin de (s.a.v.) nine­nin bir hakkının olduğunu söylediğini bilmiyorum" dedi. Orada bulunan Mugîre (r.a.) "Resûlullah (s.a.v.) nineye 1/6 verdi" dedi.

Hz. Ebû Bekir, "Senden başka bu hususta bilgisi olan var mı?" diye sordu. Muhammed bin Mesleme (r.a.) buna şahitlik edince de nineye 1/6 hakkını verdi.

Hz. Ömer, bâzı zamanlar "Resûlullah şöyle buyurdu" diyen­lerden bunu gerçekten Resûlullahtan işittiklerine dâir iki şahit is­temiştir.

Bir defasında âlim Sahabîlerden Ebû Musa el-Eş'arî (r.a.) Hz. Ömer'i ziyarete gelmişti. Huzuruna girmek için izin istedi. İsteği­ne karşılık alamayınca geri döndü. Kapıyı açan Hz. Ömer onun döndüğünü görünce sebebini sordu. Ebû Musa (r.a.) şu cevabı verdi:

"Senden üç defa müsaade istedim, izin vermedin. Bunun üze­rine geri döndüm. Çünkü Resûlullahın (s.a.v.),

"Biriniz bir yere girmek istediğinde üç defa izin istesin. Müsaade edilmezse geri dönsün" buyurduğunu işitim."

Hz. Ömer (r.a.) Ebû Musa'nın (r.a.) yalan söylemeyeceğinden emindi. Fakat yine de hadisi tahkik etmek istiyordu. Ebû Mu­sa'ya (r.a.), "Bunu Resûlullahtan işittiğine dâir bir delil getir. Yoksa seni cezalandırırım" dedi.

Bunun üzerine Ebû Musa (r.a.) Sahabîlerin toplu bulunduğu bir yere gitti. Durumu onlara izah etti. Aynı hadisi Resûlullahtan duyduğunu söyleyen Übey bin Ka'b (r.a.)-Diğer bir rivayete gö­re Ebû Said el Hudrî (r.a.)-ile Hz. Ömer'e gitti. Übey (r.a.) bu ha­disi Resûlullahtan (s.a.v.) kendisinin de işittiğini söyledi.[69]

Hz. Übeyy bir hadis rivayet etmişti. Hz. Ömer kendisinden şahit istedi. Übeyy (r.a.) ispat için huzurdan çıktığında, Ensardan bir grupla karşılaştı. Onlar Hz. Ömer'e, "Hepimiz bu hadisi Re­sûlullahtan (s.a.v.) işittik" dediler. Hz. Ömer Hz. Übeyy'e, "Ben senin doğru söylediğinden şüphe etmiyordum. Fakat hadisin bence de sabit olmasını arzuladığım için ispatını istedim" dedi.

Hz. Ali de (r.a.) hadis rivâyetindeki titizliğini şu sözlerle orta­ya koymuştur:

"Ben, Peygamberden hadis işittiğim zaman elimden geldiği kadar o hadisten faydalanmaya çalışırdım. Başkası bana hadis rivayet ettiği zaman, ona yemin ettirirdim, yemin ettiği zaman onu tasdik ederdim."

Hz. Ali'ye hadis rivayet edenler Sahabî idi. Onların yalan yere yemin etmeleri ise düşünülemez.

Hz. Ali'nin şu sözü de yine onun hadis rivâyetindeki titizliğini gösterir:

"Ben size Resûlullahtan (s.a.v.) hadis rivayet ettiğimde gök­ten aşağı düşmem, bana, ona yalan isnadda bulunmamdan daha sevimli gelir."[70]

Sahabîlerin bütün bu titizliklerine rağmen hicrî birinci asrın ortalarından itibaren bilhassa siyâsî gayelerle hadis uydurulma­ya başlandı. Bu durum Sahabîleri ve onların talebeleri olan Ta­biîni daha da dikkatli olmaya sevk etti. Rivayet eden kimse daha dikkatli incelenmeye, hadisi kimden aldığı tahkik edilmeye baş­landı. Abdullah bin Abbas (r.a.) bununla ilgili olarak şöyle der:

"Bizler bir zamanlar bir adamın 'Resûlullah (s.a.v.) şöyle bu­yurdu' dediğini işittiğimizde gözlerimizi ona çevirir, kulakları­mızı ona verirdik. Sonraları halk hırçın ve uysal develere binince (olur olmaz şeyler anlatmaya başlayınca) biz de onlardan hadis rivayet etmekten vaz geçtik."[71]

Sahabîlerden bâzıları da hadis rivayet edenlerin bir hadisi Peygamberimizin (s.a.v.) ağzından harf harf kelime kelime nasıl işitmişse aynen rivayet etmelerini şart koşuyorlardı. Meselâ Ab­dullah bin Ömer (r.a.) bir defasında mânayı bozmayan bir keli­meyi değiştirerek rivayet eden kimseye kızmış ve "Yazıklar ol­sun sana! Hz. Peygambere (s.a.v.) yalan isnat etme!" demiştir.

Yine Abdullah bin Ömer (r.a.) İslâmın beş şartını sayarken Ramazan orucunu beşinci sıraya alan birine kızmış ve Resûlullahtan nasıl işitti ise öyle rivayet etmesini istemiştir.[72]

İşte Sahabîler Resûlullahın sözlerine böylesine sahip çıkıyor, onun adına yalan uydurulmaması için böylesine hassasiyet gös­teriyorlardı. Böyle iken onlara itimat edilemeyeceğini söylemek dini tahrip etmekten başka nedir? Sahabîlerin adaleti ve onlara dil uzatanlarla ilgili Ebu Zür'a er-Râzi'nin konu ile ilgili bir sözü­nü de burada nakledelim. Bu zât şöyle diyor:

"Bir kimsenin Sahabîlere kötü bir nazarla baktığını görürsen anla ki, o kimse zındıktır. Çünkü Peygamberimiz haktır, Kur'ân haktır, bunları bize tebliğ edenler ise Sahabîlerdir."[73]

 

Ebû Hüreyre (r.a.) Niçin Çok Hadis Rivayet Etti?

 

Burada "Sahabîler madem bu derece titizlik gösteriyorlardı. Ebû Hüreyre (r.a.) niçin pekçok hadis rivayet edebildi?" şeklide bir suâl hatıra gelebilir. Maalesef bâzı kendini bilmezler Ebû Hüreyre (r.a.) gibi binlerce hadisi bize ulaştıran bir Sahabîyi ya­lancılıkla itham ettikleri için bu konu üzerinde ayrıca durmak is­tiyoruz. Önce çok hadis rivayet etmesinin sebepleri üzerinde du­ralım.

Ebû Hüreyre (r.a.) "Vallahi Allah'ın kitabındaki şu âyet olma­saydı, size ebediyyen birşey rivayet etmezdim" der. Sonra,

"Biz kitapta insanlara iyice açıkladıktan sonra, indirmiş olduğumuz açık delilleri ve doğru yolu gizleyenlere gelince: Onlar, Allah'ın rahmetinden uzaklaştırdığı kimselerdir; lanet edebileceklerin hepsi onlara lanet eder"[74] âyetini okurdu.[75]

Ebû Hüreyre (r.a.) çok hadis bilmesinin ve bunu unutmaması­nın sebeplerini de şöyle haber vermiştir:

"İnsanlar 'Hadislerin çoğunu niçin Ebû Hüreyre rivayet edi­yor' diyorlar. Muhacir kardeşlerimiz alış verişle, Ensar kardeşle­rimiz de mallarıyla meşgulken, şu Ebû Hüreyre karın tokluğuna Resûlullaha (s.a.v.) bağlanmış ve onların işitmediklerini işitip, ezberlemediklerini ezberlemiştir."[76]

Ebû Hüreyre (r.a.) duyduğu hadisleri unutmamasını da Resûlullahın (s.a.v.) bir duasına bağlıyor. Bunu da şöyle haber veriyor:

Bir gün Resûlullaha, "Ya Resûlallah, senden çok hadis işiti­yorum, fakat hafızamda fazla tutamadan çabuk unutuyorum" de­dim.

Bana "Hırkanı yay" diye emretti. Ben de hırkamı yere serdim. Eliyle birşey avuçlayıp içine koydu. Sonra, "Topla onu" dedi. Bu hadiseden sonra Resûlullahtan duyduğum hiçbir şeyi unutmadım.[77]

Hadis rivayetinde 5374 hadisle birinci sıraya yerleşen Ebû Hüreyre (r.a.) aslında naklettiklerinin dışında daha pekçok hadis ezberlemişti. Onları rivayet etmemesinin sebebini kendisi şöyle açıklamıştır:

"Allah'a yemin ederim ki, Resûlullahtan (s.a.v.) her işittiğimi size nakletseydim, 'Ebû Hüreyre delirdi' diye beni taşa tutardı­nız."[78]

Bediüzzaman, Ebû Hüreyre (r.a.) ile ilgili olarak meâlen şöyle der:

Sahabe içinde, Peygamberimizin hadislerini gelecek asırlara ders vermek için, Sahabîlerin âlimlerinden bâzıları ona manen vazifeli idiler. Bütün kuvvetleriyle ona çalışıyorlardı. Evet, Hz. Ebû Hüreyre, bütün hayatını, hadisleri ezberlemeye vermiş; Hz. Ömer siyaset alâmiyle ve hilâfet-i kübra ile meşgul imiş. Bu sebeple hadisleri ümmete ders vermek için Ebû Hüreyre, Enes ve Câbir gibi zatlara îtimat edip, kendisi az hadis rivayet etmiştir.[79]

Bediüzzaman'ın Ebû Hüreyre (r.a.) ile ilgili bir övgüsü de şöyledir:

Peygamberimizin (s.a.v.) kudsî bir medresesi olan Suffe'nin namdar, sâdık, hafız bir talebesi olan Ebû Hüreyre'nin, umum Ehl-i Suffeyi manen şahit göstererek, adeta umumunu temsil edip şu ihbarı, tevatür derecesinde kesin kabul etmeyenin, ya kal­bi bozuk veya aklı yok. Acaba, Hz. Ebû Hüreyre gibi sâdık ve bütün hayatını hadîse ve dine vakfeden "Kim bile bile benim söylemediğim birşeyi söyledi diye uydurursa, Cehennemdeki ye­rine hazırlansın" hadisini işiten ve nakleden, hiç mümkün müdür ki, ezberindeki hadislerin kıymetini ve sıhhatini şüpheye düşü­rüp, Ehl-i Suffe'yi tekzibe hedef edecek muhalif bir söz veya asıl­sız bir vaka söylesin? Hâşâ![80]

Sahabîlerle ilgili bahse son verirken Bediüzzaman'ın bu ko­nudaki değerlendirmesine yer verelim:

Ehl-i dalâlet baktılar ki, müçtehitleri nazardan düşürmekle iş bitmiyor. Onların omuzlarında dinin sadece nazariyat kısmı var­dır. Oysa o ehl-i dalâlet dinin zaruriyet kısmını terk ettirmek ve değiştirmek istiyorlar "Onlardan daha iyiyiz" deseler, meseleleri tamam olmuyor. Çünkü, müçtehidler dinin asıllarına değil, naza­riyata, kati olmayan furuat kısmına karışabilirler. Oysa o mezhepsiz ehl-i dalâlet, dinin zaruri şeylerine dahi fikirlerini karıştır­mak, değiştirilmesi mümkün olmayan meseleleri değiştirmek ve kesin olan imanın rükunlarına karşı gelmek istediklerinden, el­bette dinin esaslarının taşıyıcıları ve direkleri olan Sahabîlere ili­şecekler. Heyhat, değil bunlar gibi insan suretindeki hayvanlar, belki hakikî insanlar ve hakikî insanların en kâmilleri evliyanın büyükleri, Sahabinin küçüklerine karşı eşitlik dâvasını kazana­mamışlardır.[81]

 

Hadislerin Naklinde Tabiîn Halkası

 

Hadislerin bize kadar intikal etmesinde Sahabîlerden sonraki halkayı Tabiîn teşkil eder. Tabiîn, Sahabîlerden birini gören ve onunla sohbet eden kimselere denir. Zikrettiğimiz âyet ve hadisin ifadesiyle, Sahabîlerden sonra insanların en hayırlısı bu nurlu ne­sildir.

Peygamberimizin vefatından sonra Sahabîler gün geçtikçe genişleyen İslâm âleminin dört bir yanına dağılmışlardı. Gittikle­ri yerlerde hemen etraflarını talebeler kuşatmıştı. Bu talebeler Sa­habîlerden hadis öğrenmişler ve sistemli bir şekilde hadisleri top­layıp yazmışlardır. Hadis sahasında meşhur olan Tabiîn âlim­lerinden bâzıları şunlardır:

Mekke'de İkrime, Atâ bin Ebî Rabah, Ebû Zübeyr Muhammed bin Müslim; Medine'de, Said el Müseyyeb, Süleyman bin Yesar, Urve bin Zübeyr, Salim bin Abdullah bin Ömer, Kasım bin Muhammed bin Ebî Bekr, İbni Şihab ez-Zührî, Nâfi; Kûfe'de Alkarna bin Kays, İbrahim en-Nehâî, Basra'da Hasan el-Basrî, Muhammed İbni Sirîn, Katade; Şam'da Kabisa, Ömer bin Abdülaziz ve Mekhul; Yemen'de Tavus bin Keysan, Vehb bin Münebbih. Bu zâtların ne derece âlim ve ne derece ibâdete düşkün ol­dukları hayatlarının anlatıldığı kitaplarda zikredilir.

Böyle iken bunların güvenilir olmadıklarını söyleyen kimse­nin asıl kendisi güvenilir değildir.[82]

 

Hadis Naklinde Tebe-i Tabiîn Halkası

 

Sahabîlerden, Tabiînden sonra üçüncü halkayı Tebe-i Tabiîn eskil eder. Bunlar da Tabiîni gören ve onların sohbetinde bulu­nan âlimlerdir. Hadisin ifadesiyle Sahabî ve Tabiînden sonra en faziletli insanlardır.

Hadis rivayetinin en mükemmel şekle girdiği devir, hiç şüp­hesiz Tebe-î Tabiîn devridir. Bu devirde hadisler sadece toplan­makla kalınmamış, konularına göre ayrılarak bir tasnife tâbi tu­tulmuştur. O devirde meydana getirilen hadis kitaplarının en meşhuru ve zamanımıza kadar geleni Ehl-i Sünnetin dört mezhe­binden biri olan Malikî mezhebinin imamı, Mâlik bin Enes'in Muvatta isimli eseridir. Bir diğeri de Hanbelî mezhebinin imamı Ahmed bin Hanbel'in Müsned'idir.[83]

 

Hadis İçin Yapılan Seyahatlar

 

Sahabîler, Tabiîn ve Tebe-i Tabiîn, sadece rastladıkları kim­selerden hadis almamışlar, bir hadis de olsa onu ehlinden işitebil­mek, tahkik etmek veya râviyi tanımak için meşakkatli yolculuk­ları göze almışlardır. Bu uğruda yaptıkları yolculuklar hakkında müstakil kitaplar dahi yazılmıştır. Mesela bu kitaplardan birisi, Hatib el-Bağdadî'nin er-Rihle fi Talebi’l-Hadis'idir;

İbrahim Ethem gibi bir kalp ehli bu seyahatlar hakkında şöyle demekten kendisini alamamıştır;

"Allah, hadis ehlinin ilim maksadıyla yaptıkları seyahatlar maksadıyla bu ümmetten belâları defediyor."

Burada bu seyahatlara birkaç misal verelim:

Takdim'de de ifâde ettiğimiz gibi, Ebû Eyyub el-Ensârî (r.a.) bir hadisi öğrenebilmek için Mısır'a seyahat etmiştir. Câbir bin Abdullah (r.a.) ve Enes bin Mâlik de (r.a.) hadis için seyahat eden Sahabîlerdendir.

Medine'de bulunan bir zât, Ebû'd-Derdâ'nın (r.a.) rivayet etti­ği bir hadis kulağına ulaştığında bunu tahkik etmek için tâ Dımeşk'e gitmişti. Aralarında şöyle bir konuşma geçti:

"Sen şimdi bana ticarî bir maksatla gelmedin öyle mi?"

"Evet."

"Bir başka ihtiyaç için de gelmedin?"

"Evet.

"Sadece bahsettiğin hadisi öğrenmek için geldin öyle mi?"

"Evet."

"Eğer doğru söyledi isen müjde sana! Çünkü ben Resûlullahın şöyle buyurduğunu işitmiştim:

"Kim ilim öğrenmek için evinden çıkarsa melekler, istedikleri şeyden dolayı duydukları memnuniyet sebebiyle ona kanatlarını sererler."

Tabiînin büyüklerinden Hüşeym de bu uğurda seyahat eden­lerdendi. Kendisi bununla ilgili olarak şöyle der:

"Ben Kûfe'de iken Basra'da bir hadis rivayet edildiğini işitsem, kalkıp hemen Basra'ya giderdim. Basra'da iken Kûfe'de bir hadis işitsem hemen oraya gider, hadisi kaynağından dinlerdim." Abdullah bin Mübarek de, "Bin kişinin sevgisi, tek kişinin düş­manlığına satın alınmaz" hadisini sormak için Merv'den kalkıp Basra'ya gelmiştir.

Şa'bi'ye, "Bu kadar ilmi nasıl elde ettin?" diye sordular. Şa'bi şu cevabı verdi:

"Rivayet eden aracılara güvenmeyip, hadisleri ilk kaynağın­dan araştırmak için diyar diyar dolaşmak, seyahatlarını sıkıntıla­rına cansız eşya sabrıyla sabretmek, ve kargalar gibi erken kalk­mak sayesinde."

İbnü'd-Deylemi, hem yeni hadisler öğrenmek, hem de kendi­sinden rivayet edildiğini duyduğu bir hadisi tahkik için Filis­tin'den Taife gitmiştir.

Tahkik için yapılan seyahatlara bir misâl daha verelim:

Ahmed bin Hanbel'in övdüğü, "Zeki, ilim için seyahat eden biri" dediği Zeyd bin Hubab, Süfyan-ı Sevrî'den "Bizimle ehl-i kitabın orucu arasındaki fark sadece sahur yemeğidir" hadisini duymuştu. Tam ayrılacağı sırada birisi kendisine, "Süfyan'a bu hadisi rivayet eden Usâme Medine'de henüz hayatta" dedi. Zeyd hemen bineğine binerek Medine'ye gitti. Usâme'yi buldu, işittiği hadisin rivayet zincirini saydı ve böyle bir hadisi rivayet edip et­mediğini sordu. O da böyle bir hadisi rivayet ettiğini ifâde etti. Derken Üsâme'ye o hadisi rivayet eden Musa bin Üleyye'nin Mı­sır'da olduğunu haber aldı. Hemen Mısır'ın yolunu tuttu. Orada Musa'yı buldu ve hadisi tahkik etti. O da böyle bir hadisi rivayet ettiğini haber verdi.

Bilhassa hadisi tahkik etmek için yapılan bu seyahatlar ger­çekten çok faydalı olmuş, birçok defa râviler kendilerinin öyle söylemediklerini, yanlış nakledildiğini açıklamışlar, rivayetin doğrusunu bildirmişlerdir. Burada bunun misâllerine girmek is­temiyoruz.

Râviyi tanımak için yapılan seyahatlar da çok faydalı olurdu. Müdakkik hadis râvileri, râviyi gördükten sonra onun rivayet et­tiği hadisi ya kabul eder veya reddederlerdi. Ebu'l- Atiye bununla ilgili olarak şöyle der:

"Hadisi kulağıma gelen birinden hadislerini dinlemek için günlerce süren yolculuk yapardım. Adamın memleketine varınca ilk araştırdığım husus namazı olurdu. Eğer namaz kıldığını öğre­nirsem orada kalıp kendisini dinlerdim. Namaz kılmadığını öğre­nirsem hemen geri dönerdim. 'Namazına düşkün olmayan dü­rüstlüğüne de düşkün olmaz, beni aldatabilir' derdim."

Râviyi tanımak için yapılan seyahatlarda kişi hadis alacağı kimse hakkında öylesine çok suâl sorardı ki, suâl sorulan kimse­ler bunun sebebini anlayamaz, "Onunla evlenmek mi istiyor­sun?" diye alay dahi ederlerdi.[84]

 

Hadis Rivayet Edenlerde Ne Gibi Vasıflar Aranıyordu?

 

Hadis nakledenlerin güvenilir olmadıkları iddiasının ne dere­ce asılsız olduğunun bir başka izahı da, hadis rivayet edenlerde aranan vasıfların çok ağır olduğudur.

Peygamberimiz bir hadislerinde,

"Bu din ilmi dinin ta kendisi­dir. Öyle ise onu kimden öğrendiğinize dikkat edin"[85] buyurarak Müslümanların dînî meseleleri öyle rast gele kimselerden değil, gerçekten meseleyi bilen samimî kimselerden öğrenmeye teşvik etmiştir. Bunun içindir ki, hadisleri toplayan âlimler hadis olarak rivayet edilen sözlerin doğruluk derecesini araştırmışlar, rivayet edenin bunu kimden işittiğini, hangi yolla öğrendiğini sormaktan çekinmemişlerdir. Tabiri caizse hadis olduğu söylenilen sözün gerçekten hadis olup olmadığına dâir onu rivayet eden kimseden "senet" istemişlerdir. Böylece bir hadis, "Ben filandan işittim. O filandan, o filandan, o da Resûlullahtan işitmiş" şeklinde silsile halinde Peygamberimize kadar götürülmüştür. Buna isnad deni­lir, îsnad, sadece Müslümanlara mahsus bir metoddur. İbni Hazm bununla ilgili olarak şöyle der:

"Güvenilir kimselerin yine güvenilir kimselerden Hz. Pey­gambere (s.a.v.) ulaşacak şekilde haber nakletmeleri, Allah'ın Müslümanlara lütfettiği bir nimettir. Diğer milletlerde bu yok­tur."[86]

İsnadın hadis rivâyetindeki ve İslâmiyetteki ehemmiyetine dâir çeşitli sözler söylenmiştir. Meselâ Muhammed bin Şîrîn de­vamlı olarak Peygamberimizin (s.a.v.) yukarıdaki hadisini naza­ra vermiş, Müslümanları kendilerinden İslâmî bilgiler aldıkları kimselere dikkate davet etmiştir. Süfyan es-Sevrî ise, "İsnad mü'minin silahıdır" demiştir. Abdullah bin Mübarek de, isnadla ilgili olarak şöyle der:

"İsnad dindendir. Eğer isnad olmasaydı, isteyen istediğini söylerdi."

Bediüzzaman da "İsnadın faydası nedir?" şeklindeki bir suâle verdiği cevapta meâlen şöyle der:

Faydaları çoktur. Bir faydası şudur: senet ile gösteriliyor ki, senette dahil olan güvenilir, hüccetli, doğru olan hadis ehlinin, bir çeşit icmaını hatırlatır. O senette dahil olan tahkik ehlinin, bir nevi ittifakını gösterir. Güya o senette, o rivayet zincirinde dâhil olan her bir imam, herbir allâme, o hadisin hükmünü imza edi­yor, sıhhatine dâir mührünü basıyor.[87]

Peki hadis rivayet eden kimse hadisi işittiği kimseleri Pey­gamberimize kadar saysa, rivayet ettiği söz hadis olarak kabul edilir mi?

Bu suâlin cevabı, "Hayır, kabul edilmezdi" şeklindedir. Çün­kü hadis âlimleri, öyle her sözü, o kimse isnadını saysa da hadis olarak kabul etmemişlerdir. İsnadın yanı sıra hadis rivayet eden şahısta bâzı şartlar aramışlardır. Bunları şöyle sayabiliriz:

1. İslâm ve adalet: Hadis rivayet eden kimsede Müslüman ol­ması şartının aranması kadar tabiî bir şey yoktur. Çünkü İslâmiyetin ikinci kaynağı olan hadislerin Müslüman olmayanlar tara­fından değiştirilmeyeceğine kimse teminat veremez.

Adalet ise, hadis rivayet eden kimsenin dinî hayatta tam bir istikamet üzere olması, günahtan uzak durması demektir. Bir ha­dis râvisi farzları yerine getiriyor, emrolunanı yapıyor, yasaklar­dan kaçmıyorsa böyle birine "Dininde adaletli, rivayet ettiği ha­diste doğru kimse" denir ve rivayet ettiği hadis kabul edilir.

Hadis rivayet eden birinin adaletli olduğu bazan adâlatle bili­nen kimselerin o kimse hakkında şehadet etmeleriyle sabit olur. Bazan da adâlatinin ilim ehli arasında şöhret kazanmasıyla ve güvenilir kimselirin kendisinden övgü ile bahsetmelerinden an­laşılır. Meselâ ilim ehli arasında adaleti ile meşhur olan ve her bi­ri hakkında diğerlerinin hayır ve övgü ile bahsettiği hadis râvilerinden bâzıları şunlardır: Mâlik bin Enes, Şu'be bin Haccac, Süfyan es-Sevrî, Süfyan bin Uyeyne, el-Evzâî, Abdullah ibni Mübarek, Ahmed bin Hanbel.

2. İşittiği hadiste değişiklik yapmamak: Hadis rivayet eden kimsede aranan ikinci şart, işittiği bir hadisi başkalarına rivayet edinceye kadar herhangi bir değişiklik yapmadan işittiği şekilde hafızasında muhafaza etmesi ve gerektiğinde aynen tekralayabilmesidir. Bunu yapamayan biri hafıza bakımından zayıf sayılaca­ğından işitmiş olduğu hadisi aynen rivayet edemez. Bir râvinin hafızasının kuvvet ve kudreti, rivayet ettiği hadislerde hafızası kuvvetli olan râvilerin muvafakati ile bilinir. Şayet bir râvinin rivayet ettiği hadis, zapt bakımından kuvvetli bir râvinin rivayet ettiği hadisten farklı ise, o râvi zayıf sayılır.

3. Akıl: Bir diğer şart, akıllı, yani ayırt edebilme yaşına gel­miş olmasıdır.

Bu şartlardan herhangi birinin bir râvide bulunmaması hem râvinin zayıf sayılmasına, hem de râvinin reddedilmesine sebep­tir. Hadis toplayan ve onları tasnif eden âlimler bu şartları taşıma­yan kimselerden hadis almamışlardır.

İmam Şafiî de, hadis rivayet eden kimsede bulunması gereken şartları şöyle sayar:

"Dinî yaşayışında güvenilen, rivayet ettiği hadiste doğruluğu ile tanınan, rivayet ettiği şeyi bilen, hadisin mânâsını bozacak laf­zı anlayan, yani hadisi mânâ üzere değil de işittiği kelimelerle rivayet eden, hadisi ezberlemiş olan, rivayet ettiği bir hadisi baş­kaları da rivayet ederse ona uygun olan, kendisi ile görüşmediği kimselerden hadis rivayet etmeyen, güvenilir râvilerin rivayet et­tiği hadislere zıt düşmeyen, rivayet ettiği hadisin râvilerini Pey­gambere (s.a.v.) kadar ulaştırabilen râvilerin rivayet ettiği hadis­ler kabul edilir."[88]

 

Kimlerden Hadis Kabul Edilmez?

 

Hadis âlimleri, bu şartları koymanın yanı sıra bir râvinin hadis rivayetini tehlikeye düşürebilecek her türlü ayıbını tespit edip or­taya sermişlerdir. Hadis dilinde buna "cerh" denilir. Hadis riva­yet eden kimselerde bir çok hadis âliminin ittifakıyla rivayet ettiği hadisin kabul edilmemesine sebep olan haller vardır. Şu vasıf­ları taşıyan râvilerden hadis kabul edilmez:

1. İslâmiyetin emir ve yasaklarını yerine getirmeyenler: Farz­ları yerine getirmeyen ve açıktan günah işleyen kimseler rivayet ettikleri hadislerde doğru olsalar bile onların rivayet ettikleri ha­dislere güvenilmez.

2. Yalan söyleyenler: Rivayet ettiği hadiste değil de günlük hayatında yalancılıkla tanınan kimselerden de hadis kabul edil­mez. Yalan söylemekten tevbe etmedikçe bunlardan hadis alın­maz. Fakat Peygamberimiz (s.a.v.) hakkında yalan söyleyerek hadis rivayet edenler tevbe etseler de rivayetleri kabul edilmez.

Bir râvinin yalan söylediği bazan kendisiyle görüşmediği bir râviden hadis rivayeti ile anlaşılır. Ömer bin Musa isimli biri, Humus'ta bir mescitte etrafına toplananlara hadis rivayet ediyor­du. "Güvenilir bir râviden şu hadisi duydum" ifâdesi ile nakletti­ği hadisler çoğalınca, bir zât daha fazla dayanamadı, "Bu işittiğin zat kimdir? Bize ismini söyle" dedi. Ömer bin Musa hadis işittiği kimsenin Hâlid bin Madan olduğunu söyledi. Bu defa da onunla nerede ve nasıl görüştüğünü sordular. Adam "108. senesinde, Ermeniye seferinde" diye cevap verdi. Suâli soran zat bunun üzeri­ne şöyle dedi: "Allah'tan kork da yalan söyleme. Bir defa Hâlid bin Madan 104 senesinde öldü. Sen onun ölümünden dört sene sonra onunla karşılaştığını iddia ediyorsun. Sonra o Ermeniye Seferine değil, Rum seferine katıldı"[89]

Buna benzer daha pekçok haber vardır.

3. Zındıklar: Bunlar genelde Allah'a ve diğer iman esaslarına inanmayan kimselerdir. Şehir şehir dolaşırlar, Müslümanları if­sat etmeye ve dinden çıkarmaya çalışırlar. Çoğu zaman dindar görünürler. Hadis uydurarak halkı kendi yanlarına çekmeye çalı­şırlar.

4. Rivayet ettikleri hadislerde fazla hatâ yapanlar.

5. Telkine mâruz kalanlar: Bunlar ne rivayet ettiğini bilmeyen kimselerdir. Birisi bunlardan birine gelse, "Bu senin hadisindir, bunu senden rivayet edeyim mi?" dese, kendi hadisi olmadığı halde, "Evet" derler. Böyle kimselerden de hadis alınmaz.

6. Bilhassa yaşlandıklarında, yaşlılık sebebiyle hadisin metin ve senedini birbirine karıştıran kimselerin de rivayet ettikleri ha­dis kabul edilmez. Rivayet ettikleri hadisin kabul edilmeyeceği daha pekçok kimse vardır. Bunlar hadis usûlü kitaplarında genişçe anlatılır.[90]

Evet, hadis toplayan âlimler hadis aldıkları kimselere çok dik­kat ediyorlar, kendisinde bu vasıfların bulunduğu râviden hadis almıyorlardı. Gün geçtikçe hadis toplayan âlimler ve hadis rivayet edenler birbirlerini daha iyi tanıyorlar ve "falan kimse hafıza bakımından zayıftır, falan kimse yazdığı hadis kitabını iyi muhafaza edemez, falan kimse rivayet ettiği hadislere bazan ya­lan da karıştırır, falan kimsenin hafızası çok kuvvetlidir" gibi sözlerle birbirlerine yardımcı oluyorlardı. Hadisçilerin birbirleri hakkında edindikleri bu bilgiler, ileride geniş çaplı biyografik eserler hazırlanmasına öncülük etti. Hadis rivayet eden kimsele­rin hayatlarını, hafıza durumlarını, ahlaklarını geniş geniş izah eden bu eserler asırlardır hadisle meşgul olanlara rehberlik etmiş­tir. Buhâri'nin Târihü's-Sahabe'si, Tirmizî'nin Tesmiyetu Ashabı Resulullah'ı, İbni Hibban'ın Esmâu's-Sahabe'si, İbni Abdilber'in el-İstiâb'ı, Ebû Süleyman Muhammed bin Abdullah el-Dımeşkî'nin Vefeyât'ı, İbni Hacer el-Askalânî'nin Tezhîbü't-Tezhib'i, Suyutî'nin Tedribü'r-Râvis'i bu kitaplardan sadece birkaçıdır.

Yine Buhârî'nin Kitâbu'z-Zuafâi'l-Kebir'i ve Sagîr'i, Nesâi'nin Kitâbü'z-Züafâ ve'l-Metrûkin, İbni Hibban'ın Ma'rifetetu'l-Mecruhin, İbni Adiyy'in el-Kâmil fi'z-Zuafa isimli eserleri zayıf râvileri tanıtan eserlerden bir kaçıdır.

Aynı şekilde sika ve zayıf râvileri ele alan karma kitaplar da yazılmıştır. İbni Sa'd'ın Tabakâtü'l-Kübrâ'sı, Buhâri'nin et-Târihü'l-Kebîr'i, İbni Ebî Hâtim'in el-Cerh ve't-Ta'dil'i de bu eserlere misaldir.

Evet. buraya kadar hadislerin toplanılmasında gösterilen has­sasiyeti kısa da olsa naklettik. Böyle iken ne oldukları ve kimin hesabına çalıştıkları belli olmayan kimselerin çıkıp "Hadisleri rivayet eden kimselere güvenilmediğinden hadisler kaynak ola­maz" demesi, İslâmiyetle, akılla ve samimiyetle bağdaştırılabilir mi? Böylelerinin sözüne itibar edilir mi?

Diğer taraftan hadis âlimleri, hadisleri ince elekten geçirerek mütevatir, sahih, hasen, mürsel, munkatı gibi rivayet edenlerin du-rumlarma göre pekçok çeşitlere ayırmışlardır. Böyle iken bi­rilerinin çıkıp Allah rızâsı için gayret gösteren ve hayatları orta­da olan İmam Buharı, İmam Müslim, İmam Tirmizî, İmam Ahmed bin Hanbel, İmam Malik bin Enes, Taberânî, Beyhaki, Darekutnî gibi hadis âlimlerinden ve hadisleri dinî bir delil olarak kullanan İmam A'zam, İmam Şâfi, İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed gibi daha pekçok âlimden kendilerini üstün görerek bütün hadislerin râvilerini güvensizlikle itham etmeleri dini tah­rip gayesine yönelik değilse nedir?[91]

 

Hiç Hadis Uydurulmadı Mı?

 

Alimlerin hadisler hususunda gösterdikleri bunca titizli­ğe rağmen elbette bâzı kimseler hadis uydurmuşlar ve bun­ları nakletmişlerdir. Fakat bunları Peygamberimizin sözle­rinden ayırt etmek hiç de zor olmamıştır. Bu nevi uydurma sözler gerek âyet ve hadislere ters düştüğü, gerekse Peygamberimizin mübarek sözlerine benzemediği için kolayca hadislerden ayırt edilebilmiştir. Zaten Peygamber Efendi­miz birçok hadislerinde ümmetinin eline hadislerini hadis olmayan sözlerden ayırt edecek mihenk vermiştir. Bir ha­dislerinde bununla ilgili olarak şöyle buyurur:

"Benim sözlerimi Allah'ın kitabının ölçülerine vurunuz. Şayet uygun düşerse o bendendir ve ben onu söylemişim­dir."[92]

Konu ile ilgili bir başka hadis de şu mealdedir:

"Benden rivayet edilen bir söz işittiğinizde, kalpleriniz onu güzel görür, bedeniniz ona itaate meyleder, onu İslâmın ruhuna uygun bulursanız o bana aittir. Şayet o sözü kalpleri­niz çirkin görür, bedeniniz ona itaatten kaçınır ve onu İs­lâmın ruhuna uygun bulmazsanız, ben o sözden uzağım."[93]

İşte hadis âlimleri her sözü mihenge vurmuşlar, kuyum­cunun altını demirden kolayca ayırt edebilmesi gibi, onlar da uydurma sözleri hadislerden aynı kolaylıkta ayırt etmiş­lerdir. Hadis olarak uydurulan sözleri toplayarak kitap ha­linde neşretmişler, Müslümanları bu uydurma sözlerden ko­rumuşlardır. Mânâ âleminde Resûlullah (s.a.v.) ile görüşen ve ondan hadis öğrenen Suyutînin el-Le'ali'l-Masnuafi'l-Ehâdisi'l-Mevzua isimli eseri, İbni Kayyım el-Cevzî'nin Türkçeye de tercü­me edilen, el-Menârü'l-Münifi bu eserlerden bir kaçıdır.[94]

 

Hadislerin Başlangıçta Yazılmamış Olması Meselesi

 

Hadislere şüphe iras etmek isteyenlerin üzerinde durdukları bir husus da Peygamberimiz zamanında hadislerin yazılmamış olması, hadislerin yazıya dökülmesinin çok geç tarihlerde ger­çekleşmesidir.

Öncelikle şunu ifâde edelim ki, hadislerin yazımının tama­men yasaklandığı doğru değildir. Peygamberimizin yazdırdığı sulh antlaşmaları, ittifak antlaşmaları, eman belgeleri, devlet baş­kanlarına yazdığı mektuplar, vasiyetname, alım satım vesikası, nüfus sayımı, imtiyaz beratı, vali ve komutanlarla yapılan yazışmalar, zekatla ilgili açıklamalar, istek üzere verilen vesikalar, ta­ziye mektubu gibi 300 bulan pekçok yazılı vesika da birer hadis olduğuna göre, hadislerin bütün bütün yazılmadığı hususu doğru değildir. Bu yazılı vesikalardan çoğunun orjinallari günümüze kadar gelmiş, kitaplara girmiştir. Mesela Muhammed Hamidullah, Peygamberimize ve Dört Halifeye ait olan belgeleri 600 say­falık bir kitapta toplamıştır. Konu ile ilgili daha başka kitaplar da vardır. Bunlardan birisi de Dr. Abidin Sönmez tarafından hazır­lanan Resûlullahın İslâm'a Davet Mektupları isimli kitabıdır.

Bunu böylece tespit ettikten sonra Peygamberimizin hadisleri yazmayı yasaklayıp yasaklamadığı hususuna bakalım:

Hemen söyleyelim ki, Resûlullahın hadis yazmayı yasakladı­ğını ifâde eden rivayetler olduğu gibi, hadis yazmaya teşvik eden rivayetler de vardır. Bunun içindir ki, konu gerek Sahabîler ara­sında, gerekse Tabiîn arasında tartışmalara sebep olmuştur.

Önce hadis yazmayı yasaklayan rivayetler üzerinde duralım. Ebû Said el-Hudrî (r.a.) şöyle bir hadis rivayet eder:

"Benden Kur'ân dışında birşey yazmayın. Kim benden Kur'ân'dan başka bir şey yazdı ise onu imha etsin."[95]

Zeyd bin Sabit de "Resûllahtan Kur'ân'dan ve teşehhütten (Tahiyyat'tan) başka birşey yazmadık" demiştir.

Ebu'd-Derdâ'dan da (r.a.), Resûlullahın hadis yazmaya izin vermediği şeklinde bir hadis rivayet edilir.[96]

Konu ile ilgili olarak Hz. Muâz'dan, Hz. Abdullah bin Abbas'tan, Hz. Abdullah bin Ömer'den, Hz. Ebû Musa'dan ve Hz. Ebû Hüreyre'den de rivayetler gelmiştir.

Hadislerin yazıldığıyla ilgili de çeşitli rivayetler vardır. Bun­lardan birisi Abdullah bin Amr'ın (r.a.) rivayet ettiği şu hadistir:

"Ben Resûlullahtan (s.a.v.) işittiğim herşeyi ezberlemek, ko­rumak maksadıyla yazıyordum. Kureyşliler beni bundan menettiler ve şöyle dediler: 'Sen Resulullahtan işittiğin herşeyi yazı­yorsun. Oysa Resûlullah bir beşerdir, kızgınlık halinde de, hoş­nutluk halinde de konuşur.'

Ben de yazmayı bıraktım ve bunu Resûlullaha (s.a.v.) anlat­tım. Bunun üzerine o parmağıyla ağzına işaret ederek şöyle bu­yurdu :

"Yaz, çünkü hayatım elinde olan Allah'a yemin ederim ki, bu­radan haktan başka birşey çıkmaz."[97]

Ebû Hüreyre de (r.a.) hadislerin yazılması ile ilgili olarak şöy­le bir hadis rivayet eder:

"Resûlullahın (s.a.v.) Ashabı içinde Abdullah bin Amr'dan başka benden daha çok hadis rivayet eden yoktur. Çünkü o yazı­yordu, ben yazmıyordum."[98]

Abdullah bin Amr'dan konu ile ilgili daha başka hadisler de rivayet edilmiştir.[99]

Ayrıca Abdullah bin Amr (r.a.) Peygamberimizden (s.a.v.) sonra da diğer Sahabîlerden işittiği hadisleri hemen yazdığını bil­dirmiştir.[100]

Said bin Cübeyr de Abdullah bin Abbas'dan duyduğu hadisle­ri derhal yazdığını bildirmiştir.[101]

Yine konu ile ilgili olarak Hz. Ömer'in (r.a.) ve Enes bin Mâlik'in (r.a.), "Oğullarım, bu ilmi yazı ile kaydedin" dediği,[102] pekçok hadis rivayet eden Nâfi'nin de rivayet ettiği hadisleri yaz­dırdığı bildirilir.

Hadislerin yazılabileceği ile ilgili olarak bizi yazma yasağı­nın ilk zamanlara âit olup, sonradan bu yasağın kaldırıldığı sonu­cuna götürebilecek kadar çok rivayet vardır. Nitekim bizi bu ne­ticeye götüren daha başka sebepler de vardır. Bunlardan birisi Hicretin 8. yılına, yani Resûlullahın ömrünün sonuna doğru ger­çekleşen şu hadisedir:

Mekke'nin fethinden sonra Resûlullahın yaptığı bir konuşma Ebû Şah'ın (r.a.) hoşuna gitmiş, konuşmanın kendisi için yazıl­masını istemişti. Resûlullah da (s.a.v.) "Ebû Şah için hutbemi ya­zın" diye emretmişti.[103]

Peygamberimizin (s.a.v.) hadisleri yazma yasağını sonradan kaldırdığı ile ilgili tezimizi kuvvetlendiren bir diğer gelişme de Hz. Ebû Bekir'in 500 hadisi yazdığı, ancak aynen nakledememe endişesinden bunu yaktığı haberidir.[104]

Hz. Ömer ise Kur'ân'ın ihmal edilebileceği endişesiyle hadis­leri yazmaktan vaz geçmişti. [105]Yine Hz. Ali'de diyet, esirleri ser­best bırakma gibi konuların yazılı olduğu bir hadis sayfası vardı. Târik bin Şihab rivayetinde bu sayfanın "Hz. Peygamberden (s.a.v.) geçtiği kayıtlıdır. Bu kayıt "Resûlullah zamanında Kur'ân'dan başka bir şey yazılmamıştır" diyenlere bir cevap olması bakımından son derece önemlidir

Hadisleri yazan daha pekçok sahabînin olması da hadisleri yazma yasağının sonraları kaldırıldığını gösteren başka deliller­dir. Meselâ yanlarında yazılı hadisler bulunan Sahabîlerden bâzı­ları şunlardı: Abdullah bin Amr bin As (r.a.), Semure bin Cündeb (r.a.), Sa'd bin Ubâde (r.a.), Ebû Hüreyre (r.a.), Hz. Ali (r.a.), Ab­dullah bin Ömer (r.a.). Bu sahifeler hakkında hadis tarihi kitapla­rında genişçe bilgiler mevcuttur.

Sahabîlerin "Hadisleri yazmak yasaktır" şeklinde bir görüş birliği içerisinde olmamaları da, yasağın devam etmediğini gösteren bir başka delildir. Tereddütlü olanların tereddütünün Pey­gamberimizin yasaklamasından kaynaklanacağı da kesin değil­dir. Çünkü hadis yazmayan veya buna karşı çıkan Sahabîlerin tu­tumları "Kur'ân'a ilginin azalması," "Resûlullaha nisbet edilen bir yalanın ebedîleşmesi" gibi şahsî mülahazaladan kaynaklan­mış olabilir. Meselâ Hz. Ömer'in Sahabîlerle istişare ettiği halde hadislerin yazılmasına karşı çıktığı, gerekçesinin de her hangi bir yasaklamadan kaynaklanmadığı, bu kanaatinin şahsi olduğu onun şu sözlerinden açıkça anlaşılmaktadır:

"Sizden önce yaşayan bir topluluğu hatırladım. Onlar bir ta­kım kitaplar yazarak himmet ve alakalarını bunlara hasr etmiş, Allah'ın kitabını terk ve ihmal etmişlerdi. Ben Allah'a yemin ede­rim ki, Allahın kitabına hiçbir libas giydirmeyeceğim."[106]

Hz. Ömer sadece hadislerin yazılmasına değil, yine halkı Kur'ân'dan uzaklaştırabileceği düşüncesiyle çok hadis rivayet edilmesine dahi zaman zaman karşı çıkmıştır.

Şu rivayetten anlaşılacağı gibi İbni Mes'ud da buna benzer bir gerekçe ile hadislerin yazılmasına şahsî olarak karşı çıkmıştır:

İbni Mes'ud'a (r.a.) bâzı insanların yanında beğenilerek oku­nan kitapların olduğu haber verildi. Bunun üzerine o ısrarla bah­sedilen kitapların getirilmesini söyledi. Nihayet onu getirdiler, o da imha etti. Sonra şöyle dedi:

"Sizden önceki ehl-i kitap, Rablerinin kitaplarını terk ederek âlimlerinin kitaplarına yöneldiler. Bunun için de helak oldu­lar."[107]

Ebu Hüreyre'nin (r.a.) hadis sahifesi, Muhammed Hamidullah hoca tarafından bulunmuş ve neşredilmiştir. Eser, Muhtasar Hadis tarihi ve Sahife-i Hemmam ibni Münebbih ismi ile Türkçeye de çevrilmiştir. Hamidullah hoca bununla "Hadisler Resûlullahtan (s.a.v.) iki veya üç yüz sene sonra yazılmıştır" diyerek ha dis kitaplarını nazardan düşrmeye çalışanlara güzel bir cevap vermiş olmaktadır. Kendisi de bununla ilgili olarak şöyle bir yo­rum yapmıştır:

"Hicretin takriben 1. asrı ortasına âit olan bu mecmua, tarihi ehemmiyeti bakımından çok kıymetli bir vesikadır. Resûl-i Ekremin (a.s.m.) 'Hadislerin yazılması, Peygamberden (a.s.m.) iki veya üç yüz sene sonra başlamıştır' iddiasında bulunanlar olmuş ve bu faraziyeye dayanarak Ahmed bin Hanbel, Buhârî, Müslim, Tirmizî gibi şahsiyetlere hâşâ hilekarlık isnad edilmiştir. Delille­rini, Hz. Peygamber (a.s.m.) ve Ashabı (r.anhüm) zamanında ha­dislerin yazılmadığı iddiası üzerine dayamışlardır. Halbuki şim­di, Resûl-i Ekremin (a.s.m.) en yakın Ashabından birinin telifi elimizde bulunuyor. Dikkatle mukayese edildiği ve karşılaştırıl­dığı zaman Ahmed bin Hanbel, Buhârî, Tirmizî gibi sonradan ge­len müelliflerin, hadislerin umumî mânâsı şöyle dursun, onların bir harfini, bir noktasını dahi değiştirmemiş olduklarını görüyo­ruz. Sahife-i Hemmam'ın Ebû Hüreyre'ye (r.a.) atfen rivayet edil­miş her hadisi yalnız Sıhah-ı Sitte denilen mutebar hadis kitapla­rında bulunmuyor, belki orada bulunan her hadisin mânâsı Hz. Peygamberin (a.s.m.) diğer Ashabı tarafından da rivayet edilmiş bulunuyor. Böylece Hz. Peygambere (a.s.m.) atfedilen hadislerin hayalî ve mesnedsiz olmadığının delillerini ortaya koymuş olu­yor. Meselâ elimizde bulunan bu mecmuada 56 numaralı hadi­sin, Buhâri'de Enes (r.a.) tarafından rivayet edilmiş olduğunu gö­rüyoruz. 124 numarada gösterilen hadisi, Buhârî'de Abdullah bin Ömer (r.a.) tarafından rivayet edilmiş buluyoruz. Bu 54 numaralı hadis Buhârî'de hem Enes (r.a.), hem de Sehl bin Sa'd (r.a.) tara­fından rivayet edilmiş buluyoruz. Bu mutabakatlar böylece de­vam edip gidiyor."[108]

Hadislerin iddia edildiği gibi öyle hicretin 200. 300. yılların­da değil, ifâde ettiğimiz gibi çok önceleri yazıyla tespit edildiği­nin bir başka ispatı, Hicretin 65-85. yıllarında Mısır valisi olan Ömer bin Abdülaziz'in babası Abdülaziz bin Mervan'ın hadisleri toplama faaliyetine giriştiği ile ilgili haberdir. Abdülaziz, Kesir bin Mürre'ye bir mektup yazarak Sahabîlerden duyduğu hadisleri yazıp kendisine göndermesini istemişti.[109]

Ebû Hüreyre'nin (r.a.) hadis mecmuası yanında mevcut oldu­ğu için onu istememişti.[110]

Hicretin 99-l0l tarihleri arasında hilafet vazifesini üstlenen Emevî halifelerinden oğlu Ömer bin Abdülaziz de şehirlere mek­tuplar yazarak hadislerin yazı ile tespit edilip kendisine gönderil­mesini istemişti. Meselâ Medinelere şöyle bir mektup yazmıştı:

"Resûlullahın hadislerini araştırıp yazınız. Çünkü ben ilmin yok olmasından ve ehlinin ölüp gitmesinden korkuyorum" emri­ni vermiştir.[111]

Bütün bu izahlardan sonra netice olarak şunu söyleyebiliriz:

Peygamberimiz ilk yıllarda hadislerin yazılmasını yasakla­mıştı, bunun da çeşitli sebepleri vardı. Bunlar:

İlk yıllarda insanlarda henüz Kur'an ile hadisi birbirinden ayırt edebilecek dinî kültür seviyesi gelişmemişti.

İlk yıllarda okuma yazma bilenlerin sayısı azdı. Bunların Kur'ân ile beraber hadis de yazmaları Kur'ân'a gösterilmesi gere­ken alâkayı azaltabilirdi, ayrıca bir takım karışıklıklara da yol açabilirdi.

Sonra bu mahzurlar izâle oldukça hadis yazma yasağı da kal­dırılmıştır. Fiîli durum da açıkça bunu göstermektedir.

Diğer taraftan yasağın hafızası kuvvetli olanlara mahsus bu­lunduğu da düşünülebilir.

Yine yasağın Kur'ân'ın yazıldığı sayfalara ait olduğu da nazar­dan uzak tutulacak bir şey değildir.

Demek oluyor ki, hadislerin 2. ve 3. asırda yazıldığı iddiası doğru değildir. Maksatlıdır. Hadisler Peygamberimizin (s.a.v.) zamanından beri bâzı Sahabîler tarafından yazılmıştır. Peygam­berimizden hemen sonra da pekçok Sahabî hadisleri toplamış ve yazmışlardır. Meşhur hadis kitaplarında yer alan rivayetler Pey­gamberimizin mübarek ağzından çıkmıştır.

Gerek farklı farklı Sahabîlerin aynı hakikatleri rivayet etme­leri, rivayet edilen sözlerin kıymet bakımından ancak bir pey­gamber sözü olabileceği, Allah'ın bildirmesiyle pekçok gaybî şeylerin asırlar öncesinden haber verilmesi ve bunların zamanı geldikçe aynen gerçekleşmesi, bu gerçeğin en açık delillerindendir. Dolayısıyla bu noktada birkaç "kendini bilmezin" sözlerinin hiçbir kıymeti yoktur.[112]

 

Bediüzzaman'dan Hadis Âlimlerine Methiye

 

Konuyu Bediüzzaman'ın hadis âlimlerine olan methiyelerin­den bâzıları ile tamamlamak istiyoruz. Bediüzzaman, Mektûbat isimli eserinin çeşitli yerlerinde hadis âlimleri hakkında meâlen şu övgülerde bulunur:

Hadis âlimlerinin muhakkiklerinden "el-hâfız" diye şöhret bulan zâtlar, en az yüz bin hadisi ezberlemiş binler tahkik ehli hadis âlimleri, hem elli sene sabah namazını yatsı abdesti ile kı­lan takva sahibi hadisciler başta Buhâri ve Müslim olarak Kütüb-i Sitte sahipleri olan hadis ilmi dahîleri...

Evet, hadis ilminin muhakkikleri, uydurma hadisleri sahihin­den ayıran hadis otoriteleri, o derece hadis ile ünsiyet peydah et­mişler, Resûlullahın (a.s.m.) ifâde tarzına, yüce üslûbuna ve ifâ­de şekline ünsiyet kazanıp meleke kesb etmişler ki, yüz hadis içinde bir uydurma hadis görse, "Mevzudur" der. "Bu, hadis ol­maz ve Peygamber sözü değildir" der, reddeder. Sarraf gibi, ha­disin cevherini tanır, başka sözleri ona karıştırmaz. Yalnız İbni Kayyım el-Cevzi gibi bâzı müdakkikler, tenkitte aşırı gidip, bâzı sahih hadislere de "uydurma" demişler. Fakat, "Her mevzu şeyin mânâsı yanlıştır," demek değildir; bel ki, "Bu söz, hadis değildir" demektir.[113]

Gerçekten de İbni Kayyım el-Cevzî, el-Menârü'l-Münif isim­li eserinde pekçok hadisi "mevzu-uydurma" diye nitelemiştir.

Bediüzzaman başta İmam Buhârî olmak üzere hadis âlimleri­ni meâlen şöyle över:

Beş yüz bin hadisi ezberleyen Hz. Buhârî başta olmak üzere Kütüb-i Sitte-i sahîha ile nakilleri gözle görmek kadar kesindir.[114]

Bir kişinin rivayet ettiği hadisler Sahabîden sonra Tabiînin eline geçtiği vakit kuvvetli rivayet şeklini alır. Bilhassa Buhârî, Müslim, İbni Hibban, Tirmizî gibi sahih hadis kitapları; tâ Sahabîlerin zamanına kadar, o yolu o kadar sağlam yapmışlar ve tut­muşlar ki; meselâ, bir hadisi Buhâri'de görmek, tıpkı Sahabîden işitmek gibidir.[115]

Binler Tabiîn muhakkikleri el atıp hadisleri çok Sahabîlerin ellerinden almışlar, sağlam olarak ikinci asır müçtehidlerinin el­lerine vermişler. Onlar da, tam bir ciddiyetle ve hürmetle el atıp, kabul edip, arkalarındaki asrın muhakkiklerinin ellerine vermiş­ler. Her tabakadan binler kuvvetli ellerden geçip, tâ asrımıza ka­dar gelmiş, Hem Asr-ı Saadette yazılan hadis kitapları sağlam olarak devredilip, tâ Buhârî ve Müslim gibi hadis ilminin dâhi imamlarının ellerine geçmiş. Onlar da tam bir tahkik ile hadisleri kuvvetlisini zayıfından ve uydurma olanlarından ayırarak, sıhha­tinde şüphe olmayanları bir araya toplayarak bize ders vermişler, takdim etmişler.

Öyle ise sahih hadis kitaplarında okunulan bir hadisi hemen reddetmemeli, "Ya bir tefsiri, ya bir te'vili, ya da bir tâbiri vardır" diyerek ona ilişmemelidir.[116]

 

TABERÂNİ MU'CEMÜ'S-SAGÎR METİN, TERCÜME VE ŞERH

 

Resûlullah Allah'tan  Neler İstedi?

 

1. Enes (r.a.) rivayet ediyor:

"Rabbimden üç şey istedim. İkisini verdi, birini vermedi. Birinci olarak ümmetime kendilerinden başka düşman mu­sallat etmemesini istedim, onu bana verdi. İkinci olarak üm­metimi [umumî bir] kıtlıkla helak etmemesini istedim, onu da bana verdi. Üçüncü olarak, onları fırkalara ayırmamasını istedim. Bu isteğimi kabul etmedi."[117]

 

İzah

 

Tirmizi'deki rivayet şöyledir:

Resûlullah bir gün namaz kıldı ve namazı uzattı. Yanındakiler, "Ey Allah'ın Resulü, şimdiye kadar böyle uzun bir namaz kılmamıştın" dediler.

Resûlullah,

"Evet. Çünkü bu namaz dilek ve korku namazıy­dı. Bu namazda Rabbimden üç şey istedim. İkisini verdi, birini vermedi. Birinci olarak ümmetimi [umumî bir] kıtlıkla helak et­memesini istedim, onu bana verdi. İkinci olarak ümmetime [kök­lerini kurutacak] kendilerinden başka düşman musallat etmemesi­ni istedim, onu da bana verdi. Üçüncü olarak onları birbirine dü­şürmemesini istedim, bunu bana vermedi."[118]

 

Yatarken Hangi Dua Okunmalı?

 

2. Berâ bin Âzib (r.a.) rivayet ediyor:

"Kişi yatağına girdiğinde şu duayı okur da, şayet o gece ölürse, affedilmiş olur: "Allah'ım, yüzümü Sana çevirdim. Arkamı Sana dayadım. İşimi Sana emânet ettim, kendimi Sana teslim ettim. Bunu azabından kaçtığım ve rahmetini umduğum için yapıyorum. Senden kaçış ve kurtuluş ancak Sanadır. Senden kurtuluş ancak sana yönelmekledir. İndir­diğin kitaba ve gönderdiğin Peygambere iman ettim."[119]

Tirmizî'de, şayet sabaha çıkarsan hayır kazanmış olarak sa­bahlamış olursun" ilâvesi vardır.[120]

 

Merhamete Nail Olmuş Ümmet

 

3. Ebû Mûsa el-Eş'ari (r.a.) rivayet ediyor:

"Ümmetim merhamete nail olmuş bir ümmettir. Allah üm­metimin azabını kendi ellerinden kılmıştır. Kıyamet günü geldiğinde Müslümanlardan her birinin eline diğer din men­suplarından bir kişi verilir ve bu onun ateşten kurtuluş fid­yesi olur."[121]

 

İzah

 

Taberânî bu hadisi "Diğer din mensupları" yerine "Ehl-i Ki­taptan" ifâdesi ile Mu'cemü'l-Evsat'ında da rivayet eder. Orada ayrıca Müslümanlara "Bu senin ateşten kurtuluş fidyendir" deni­leceği kayıtlıdır. Bu ilâve İbni Mâce'deki rivayette de vardır.

Peygamberimizin ümmetinin diğer ümmetlerden bâzı üstün­lükleri vardır. Büyük bir rahmete mazhardır. Din, onun ümmeti üzerinde kemâla ermiş ve tamamlanmıştır. Diğer ümmetler gibi suçlarına karşılık dünyada toptan helak edilmezler. Diğer ümmet­lere yüklenmiş olan ağır teklifler hafifletilmiştir. Meselâ İsrâiloğulları tevbelerini ancak kendilerini öldürmekle tamamlıyorlardı. Oysa Peygamberimizin ümmetinin tevbe ettiğini dili ile söylemesi ve bir daha o günaha dönmemesi affedilmesi için yeterlidir.

Merhamete nail olmanın bir yönü de âhiretin acı azabına maruz bırakılmadan azabının dünyada verilmesidir. Bunu şu hadisten öğreniyoruz:

"Şu ümmetim merhamete nail olmuştur. Ahirette azap gör­meyecektir. Onun azabı ancak dünyada ağır imtihanlar, zelzeleler, öldürülmeler ve musibetler şeklinde verilir."'

Taberânî'nin Mu'cemü'l-Evsat'ta rivayet ettiği şu hadis de merhamete nail olmanın başka bir yönünü açıklamaktadır:

"Ümmetim merhamete nail olmuş bir ümmettir. Kabre günah­ları ile girer, mahşer günü kabrinden günahlardan kurtulmuş olarak çıkar. Mü'minlerin kendisi için yaptıkları istiğfarlarla günah­larından kurtulur."[122]

Hadisle ifâde edilen "âhirette azabın olmaması," kâfirlere mah­sus ebedî bir azap olmaması şeklinde anlaşılmalıdır. Yoksa Pey­gamberimizin ümmetinin günahkârları da Cehenneme girecekler, orada cezaları bitinceye kadar kalacaklardır. Fakat sonradan Cen­nete gidebileceklerdir.

Hadiste sayılan musibetler Peygamberimiz ümmetine dünyevî açıdan bir azap olsa da, uhrevî açıdan bir rahmettir. Çünkü âhiret­te tekrar cezalandırılmayacaktır. Diğer taraftan, bu musibetlere sabrettiğinde âhirette büyük bir mükâfata nail olacaktır.

Hadisin Allah'a isyan etmeyen, Ona kullukta kusur etmeyen hususî bir topluluk için olduğu da düşünülebilir.

Bir numaralı hadiste Peygamberimiz

"Ümmetime kendilerin­den başka düşman musallat etmemesini istedim, bunu bana ver­di"

buyurduğuna yer vermiştik. Bu hadis, izah ettiğimiz hadisin "Allah ümmetimin azabını kendi ellerinden kılmıştır" kısmını açıklamaktadır. Tarihin her devresinde Müslümanlara başka mil­letler musallat olmuşlardır. Ancak bunlar bütün ümmeti içine al­mamış, hususî kalmıştır. Hiçbir zaman düşman Peygamberimizin ümmetinin kökünü kazımamıştır, kıyamete kadar da bu böyle ola­caktır.

Müslim'de, hadisin son kısmı ile ilgili şöyle bir hadis vardır:

"Müslüman bir kimse öldüğünde, Allah ona karşılık bir Yahu­di veya Hıristiyanı Cehenneme koyar."[123]

Anlayabildiğimiz kadarıyla burada Yahudi ve Hıristiyanlara bir haksızlık söz konusu değildir. Çünkü Peygamberimizden ön­ce kendi peygamberlerine inanan Yahudi ve Hıristiyanlar Cennettedir. Kendi peygamberlerine ve Peygamberimize inanmayan bu din mensupları zâten Cehenneme gireceklerdir. Allah, dilediği mü'min kulunu affeder, ona karşılık zaten Cehenneme atılmayı hak eden diğer din mensuplarını Cehenneme koyar. Yoksa Allah hangi dinden olursa olsun hiç kimseye haksızlık yapmaz ve kim­seyi suçundan fazlasıyla cezalandırmaz. Ve kimseye durup durur­ken başkasının günahını yüklemez.

"Hiçbir günahkar başkasının günahını yüklenmez "âyeti[124] bunun en açık delilidir.

Nitekim Sindî de bu hadisin izahına böyle yaklaşır ve şöyle der:

"Bu hadisten maksat, kâfirlerin sırf Müslümanlara fidye ola­rak Cehenneme atılması değildir. Zaten kâfirler işlemiş oldukları küfür ve diğer günahlar yüzünden Cehennem azabını hak etmiş durumdadır. Bunların Cehenneme atılmasıyla yetinilecek, yani Cehennem bunlarla dolacak ve Müslümanların Cehenneme atıl­ması yoluna gidilmeyecektir. Bu bakımdan kâfirler sanki Müslü­manlara fidye olmuş olacaktır.

"Kâfir olan kişi Cehennemlik olunca, Cennetteki yeri Müslümana verilecek ve bunun aksine Müslümanın Cehennemdeki yeri de kâfire verilecektir."

Sindî'nin son cümlesi bir hadisin ifadesidir. Bu konudaki ha­dis şöyledir:

"Sizden her birinizin birisi Cennette, diğeri de Cehennemde olmak üzere iki yeri vardır. Kişi öldüğünde Cehenneme giderse. Cennetteki yeri Cennet ehline miras kalır."[125]

 

Altın  Ve Gümüş  Sevgisi

 

4. Mikdam bin Ma'di Kerih (r.a.) rivayet ediyor:

"İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelirki, yanında altın ve gümüşü olmayan hayattan tad alamaz."[126]

 

İstikâmet Üzere  Olmak

 

5. Sevban (r.a.) rivayet ediyor:

"İstikâmet üzere olun. Bunu tam başaramayacaksınız. O halde en hayırlı ameliniz namazdır. Kamil mü'minden baş­kası iyi abdest almaya ve abdestli kalmaya özen göstere­mez."[127]

 

İzah

 

Hadisin baş kısmı "İstikamet üzere olun. Kazanacağınız seva­bı sayıp bitiremezsiniz" şeklinde de tercüme edilmiştir.

Hadiste istenilen istikamet, hakka uymak, adaletli olmak, Allah'ın emirlerini tam yapmak, yasaklarından bütünüyle sakınmak demektir. İstikâmet, niyette, iradede, sözde, özde, kararda, hare­ket ve davranışlarda doğru olmak demektir.

Doğruluk, Kur'ân'da da üzerinde hassasiyetle durulan, isteni­len hususlardandır. Meselâ bir âyette Peygamberimizin şahsında bütün Müslümanlara hitaben

"Emrolunduğun şekilde dosdoğru ol" buyrulmuştur.[128]

Şu âyette de doğruluk üzere olanlara verilecek mükâfat bildi­rilmektedir:

"Rabbimiz Allah'tır" deyip sonra da doğru yolda se­bat edenlere gelince, onların üzerine melekler iner ve derler ki: "Korkmayın ve üzülmeyin. Size verilen Cennetle sevinin."[129]

Bir Sahabînin, "Bana öyle bir söz söyle ki, bunu sizden başka kimseye sorma ihtiyacı duymayayım" demesi üzerine, Resûlullah (s.a.v.) ona,

"Allah'a inandım de ve dosdoğru ol" buyurarak yukarıdaki âyetin mânâsına dikkat çekmiştir.[130]

Hadiste, istikamet üzere olmanın zorluğuna dikkat çekilmiştir. Gerçekten de istenilen mânâda bir istikamet ancak Allah'ın yardı­mına mazhar olan kullara mahsustur. Nitekim istikameti bütün şekliyle en güzel bir tarzda yaşayan Peygamberimiz,

"Emrolun­duğun şekilde dosdoğru ol"

âyetinin kendisini ihtiyarlattığını bil­direrek, istikamet üzere olmanın zorluğuna dikkat çekmiştir. Za­ten yukarıdaki hadiste de istikametin zorluğu ifâde edilmektedir.

Hadiste üzerinde durulması gereken bir diğer husus da, "Bu­nu tam manâsıyla başaramayacaksınız" buyrularak, kendisini isti­kamet üzere görenlerin, ameline güvenenlerin gaflet ve gururdan kurtulmalarının hedeflendiğidir. Ayrıca istikametin zorluğu ifâde edilerek istikamet üzere olmayı arzu edip de buna tam muvaffak olamayanların ümitsizliğe düşmemeleri temin edilmiştir.

Hadisin ikinci kısmında,

"Buna gücünüz yetmez. Öyle ise hiç olmazsa ibâdetin farz olan kısmına sarılın. O da bütün ibâdet çeşitlerini içinde toplayan namazdır"

buyrularak namazın ehem­miyetine dikkat çekiliyor.

Son kısımda ise ancak kâmil mü'minin abdesti koruyacağı bil­dirilmiştir. Bu, namaz vakitlerinde abdestli olmak, namaza hazır­lıklı olmak, temizliği koruyarak abdest almak mânâlarına gelir. Yoksa her zaman abdestli olmak mânâsı kast edilmemiştir. Nite­kim Peygamberimiz bir hadislerinde

"Ben ancak namaz kılmak istediğim zaman abdest almakla emrolundum" buyurmuştur.[131]

 

En Üstün Olan İman, Hicret Ve Cihad

 

6. İbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor:

"En üstün iman, insanların senden emin olmasıdır. En üs­tün Müslümanlık, dilinden ve elinden insanların selâmette kalmasıdır. En üstün hicret, günahlardan kaçmadır. En üs­tün cihad, Allah yolunda şehid edilmen ve atını da boğazlamandır."[132]

 

İslâmiyetin  Ahlâkî Özelliği Nedir?

 

7. Enes (r.a.) rivayet ediyor:

"Her dinin ahlâkî bir özelliği vardır. İslâm dininin ahlâkî özelliği de hayadır."[133]

 

İzah

 

Haya ile ilgili birçok hadis vardır. Bunlardan ikisinin meali şöyledir:

Hadislerde dikkat çekilen ve "İslâmın temel huyu" olarak va­sıflandırılan haya, kötü ve çirkin şeylerden sakınmak demektir. Peygamberimiz daha pekçok hadislerinde hayanın ehemmiyetine dikkat çekmiştir. Meselâ bu hadislerden bâzıları şu mealdedir:

"Edepsizlik ve çirkin sözün girdiği şey çirkinleşir. Hayanın girdiği şey de güzelleşir"[134]

"İnsanlardan utanmayan Allah'tan da utanmaz."[135]

"İnsanlığın peygamberlikten ilk olarak aldığı öğüt şudur: 'Utanmadıktan sonra istediğini yap.'[136]

Bir hadislerinde de utanmayı imanın iki şubesinden biri olarak zikreden Peygamberimiz,[137] başka bir hadislerinde şöyle buyur­muştur:

"Haya İmandandır. İman sahibi ise Cennettedir. Hayâsızlık eziyet, zulüm ve haksızlık gibi cefadan bir parçadır. Cefa eden de Cehennemdedir."[138]

Bir Müslümanın insanlardan haya etmesi gerektiği gibi, Al­lah'tan da layıkı ile haya etmesi gerekir. Allah'a karşı nasıl haya edileceğini ise Peygamberimiz bir hadislerinde şöyle bildirmiştir:

"Allah'tan hakkıyla haya edin. Allah'tan hakkıyla haya eden başını ve başındaki maddî ve manevî duyularını, karnı ve için­deki organları haramdan korur. Ölümü ve çürümeyi hatırlar. Âhireti isteyen dünya hayatının zînetini terk eder. Kim bunları yapar­sa Allah'tan hakkıyla haya etmiş olur."[139]

Bediüzzaman da, Allah'a karşı hayanın sünnet-i seniyye dâi­resinde hayat sürmekle mümkün olduğunu ifâde etmiştir.[140]

Haya ile ilgili bizlere öğüt veren Sevgili Peygamberimiz fiilen de bizlere örnek olmuştur. Ebû Said el-Hudrî (r.a.) bununla ilgili olarak şöyle der:

"Resûlullah (a.s.m.) çadırdaki bakire kızdan daha çok haya sahibi idi. Hoşlanmadığı bîr şey gördüğünde biz bunu onun yü­zünden hemen anlardık."[141] Burada dinî meseleleri sorup öğren­mek hususunda utanmanın yersiz olduğunu da ifâde edelim. Ni­tekim Sahabîler Peygamberimize her türlü meselelerini sormuş­lar, Resülullah da (a.s.m.)

"Allah gerçeği açıklamaktan haya et­mez"[142]

âyetini okuyarak bu suâlleri açık açık cevaplandırmıştır. Peygamberimizin bakire kızdan daha utangaç olması, Allah'ın di­nini açıklamak hususunda değildir.

Hz. Âişe Validemiz de utanma duygusunun dini öğrenmeye mâni olmaması gerektiğiyle ilgili olarak şöyle demiştir:

"Ensar kadınları ne iyi kadınlardı ki, utanma duygulan onları dinî meseleleri sorup öğrenmekten alıkoymadı."

156, 158 ve 440 nolu hadislere de bakınız.[143]

 

Allah Yolunda  Hazırlık Yapmak

 

8. Temim ed-Dârî (r.a.) rivayet ediyor:

"Kim Allah yolunda bir at beslemek üzere arpa hazırlarsa, sonra da atını onunla yemlerse Allah her bir arpa tanesi kar­şılığında ona bir sevap yazar."[144]

 

İzah

 

Peygamberimizin (s.a.v.) zamanında at, savaşın vazgeçilmez bir unsuruydu. Ordunun kuvvetli veya zayıf olması, atlarının sa­yısına göre tespit ediliyordu. Bu durum Resûlullahın vefatından sonra da bir müddet devam etti. Bunun içindir ki, Peygamberimiz pekçok hadislerinde ümmetini cihadın en mühim unsurlarından olan at beslemeye teşvik etti. İşte yukarıdaki hadis de bunlardan sadece bir tanesidir.

Günümüzde ise cihad artık atla, kılıç kalkanla ve okla değil, en modern silahlarla yapılmaktadır.

Daha da ötesi, cihad büyük ölçüde maddî olmaktan çıkmış, manevî bir alana kaymıştır. Yani top tüfek yerine fikirle yapılır olmuştur. Bunun için de gazete, kitap, dergi, radyo, televizyon gibi vasıtalar bu manevî cihadın önemli unsurlarını teşkil etmekte­dir.

Dolayısıyla izahını yaptığımız hadisi sadece at beslemeye has­retmek doğru olmaz. Bu hadisi geniş bir muhtevada düşünmek gerekir. Böyle olunca, hadiste sayılan sevap, günümüzde ihlâslı bir şekilde basın ve yayın yolu ile faaliyet gösteren, onlara yar­dımcı olan insanlar içindir.[145]

 

Peygamberimizin Lanet Ettiği Kimse

 

9. İbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor: Resûlullah (s.a.v.) muhanneslere lanet etti ve

"Onları ev­lerinize sokmayınız" buyurdu.[146]

 

İzah

 

Muhannes, kadınlaşan erkek demektir. Ahlâk, konuşma ve davranışında kadınlara özenen kimsedir. Konu ile ilgili başka ri­vayetler de vardır. Bunların bâzıları şöyledir:

Resûlullah (s.a.v.) kadınlaşan erkeklere ve erkekleşen kadın­lara lanet etti. Ve,

"Onları evlerinizden çıkarın" buyurdu.

Ümmü Seleme (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah yanımda idi. Evde bir de kadınlara benzeyen erkek vardı. Bu adam, kardeşim Abdullah'a, "Ey Abdullah, şayet Allah yarın Tâif in fethini nasib ederse, ben sana Gaylan'ın kızını gös­tereceğim. Çünkü o gelirken dört, giderken sekizdir [çok alımlı yürür]" dedi.

Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.),

"Böyleleri bir daha yanı­nıza girmesin" buyurdu.   

Buradan Resûlullahın o kimseyi önceleri erkekliği olmayan (hünsâ) biri olarak tanıdığı, bu sözü üzerine onun kadınlara ilgi duyan biri olduğunu anladığı ve onun hanımların yanına girme­sine yasak getirdiğini anlıyoruz.

Bazan kadınla erkek yaratılışı arasında olup, kadınlık tarafı ağır basan erkekler vardır. Bunlar lanetlenmemişlerdir ve böyle­leri kınanmazlar. Hadislerin muhatabı, yaratılışlarında kadınlık duygusu olmadığı halde kendilerini buna zorlayan erkeklerdir.

Bunlara lanet edilmesinin sebebi, Allah'ın yaratışını beğen­memeleri sebebiyledir.[147]

 

Kişinin El Emeğini Yemesinin Fazileti

 

10. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

"Dâvud da (a.s.) ancak elinin emeğini yerdi."[148]

 

İzah

 

Bu hadis Buhârî'de şöyledir:

"Hiç kimse elinin emeğinden daha hayırlı bir yemek asla ye­memiştir. Allah'ın peygamberi Dâvud (a.s.) elinin emeğini yer­di."

İbni Mâce de ise "Erkek, kendi el emeğinden daha temiz bir kazanç kazanmamıştır" şeklindedir.

Dinimiz, el emeğine büyük ehemmiyet vermiştir. Böylece ki­şiyi işsizlik, tenbellik ve başkasına muhtaç olmaktan kurtarmak; nefsin gururunu kırmak hedeflenmiştir. Konu ile ilgili daha bir çok hadis vardır. Meselâ bu hadislerden birisi şu mealdedir:

"Kim işinden yorulmuş olarak geceyi geçirirse, Allah'ın ba­ğışlamasına mazhar olarak gecelemiş demektir."

Hadisde Davud'un da (a.s.) elinin emeğini yediğine dikkat çekilmesi ibretlidir. Çünkü Kur'ân'ı Kerimde bildirildiğine göre, o yeryüzünün halifesi idi.[149] Dolayısıyla bizzat başında çalışmadığı yerlerden başka helâl gelirleri de vardı. Fakat bir demirci olan Dâvud (a.s.), el emeğiyle zırh yapar, onun gelirini yerdi.

Diğer peygamberler de el emeğiyle geçinmişlerdir. Âdem (a.s.) çiftçilikle geçinmiş, Nuh (a.s.) marangozluk yaparak, Hz. İdris terzilik, Hz. Musa da çobanlık yaparak geçinmişlerdir.[150]

 

Makamın Hesabı Da Sorulacak

 

11. İbni Ömer (r.a.) Resûllullahtan (s.a.v.) şöyle işitti­ğini rivayet ediyor:

"Allah kıyamet gününde kullarından birini çağırır huzu­runda durdurarak malının hesabını sorduğu gibi, makamı­nın hesabını da sorar."[151]

 

İzah

 

Bir âyet-i kerimede insanın bütün nimetlerden hesaba çekile­ceğine dikkat çekilerek,

"Size verilen nimetlerden hesaba çeki­leceksiniz" buyurulmuştur.[152]

İşte insanın hesaba çekileceği nimetlerden birisi de makam­dır. Çünkü makam büyük nimetlerdendir. Ve her büyük nimet gi­bi büyük mes'uliyetleri vardır. Her şeyden önce makam sahibi birisi idare ettiklerinden mes'uldür. Ayrıca makam bir emânettir. Bu emânetin hakkını vermek gerekir. Peygamberimiz bir hadisle­rinde bu gerçeği şöyle ifâde ederler:

"İdarecilik bir emânettir. Şüphesiz hakkı verilmediğinde bu emânet kıyamet gününde hüsran ve pişmanlık getirir. Ancak bu vazifeyi üzerine alıp da hakkıyla yerine getirenler müstesnadır."[153]

Diğer taraftan, makam bir hizmet mevkii olarak bilinmelidir. Tahakküm olarak kullanılmamalıdır. Kişi sahip olduğu makamı­nı zulme vasıta yaparsa, hakkın sahiplerine ulaşması uğrunda kullanmazsa, makamın hakkını vermemiş olur ve bundan dolayı kıyamet gününde mes'ul tutulur.

Kişi maddî makamından dolayı hesaba çekileceği gibi, mânevî makamı sebebiyle de hesaba çekilecektir. Allah'ın kendine ih­san ettiği manevî makamın gerçekten hakkını verdi mi, o maka­mı dünyalık kazanmak için mi kullandı, insanlara tahakküm için mi kullandı, şan ve şöhret yolunda mı kullandı. Kul bütün bun­lardan da hesaba çekilecektir.[154]

 

Hz.  Hatice'nin Fazileti

 

12. Abdullah bin Ebî Evfa (r.a.) rivayet ediyor:

"Cebrail bana şöyle dedi: "Hatice'yi Cennette inciden bir sarayla müjdele. Orada ne gürültü patırtı vardır, ne de yor­gunluk ve meşakkat."[155]

 

İzah

 

Hadiste kendisine Cennetin müjdelendiği Hatice, Peygambe­rimizin evlendiği ilk kadındır. Peygamberimiz yirmi beş yaşında iken o kırk yaşında ve dul bir kadındı. Peygamberimize yaptığı evlilik teklifi kabul edilince onunla evlendi. Zengin bir kadın olan Hz. Hatice bütün servetini onun emin ellerine teslim etti.

Peygamberimizin Hz. Hatice'den ikisi erkek, dördü kız olmak üzere altı çocuğu oldu. Peygamberlikle görevlendirildiğinde ona ilk iman eden Hz. Hatice idi. Peygamberimiz onu,

"Hatice, Al­lah'a ve Muhammed'e iman hususunda bütün kadınları geçti"

bu­yurarak[156] onun bu fazîletine dikkat çekti. Hz. Hatice, en sıkıntılı günlerinde sevgili beyine çok büyük destek oldu.

Peygamberimiz Hz. Hatice'yi diğer bütün hanımlarından da­ha çok severdi. Öyle ki vefatından sonra da ondan övgü ile bah­seder, onun keremkârlığını, en sıkışık ânında kendine yaptığı bü­yük yardımları her zaman zikrederdi. Akraba ve arkadaşlarına iyilik yapmaktan geri durmazdı. Yıllar sonrasında yine Hatice'nin (r.a.) iyiliklerinden bahsetmişti. Aişe (r.a.) kadınlık duygusuyla, "Devamlı Hatice'den bahsediyorsun. Oysa Allah size ondan daha genç ve güzel hanımlar verdi" dedi. Resûlullah şöyle buyurdu:

"Hayır, Allah bana ondan daha hayırlısını vermedi. Çünkü o, herkesin küfür içerisinde olduğu zamanda beni tasdik etti. Herke­sin herşeyî benden esirgediği bir zamanda, o beni malına ortak etti. Ve Allah bana ondan çocuklar ihsan etti."[157]

İşte Hz. Hatice bütün fedakârlıklarının mükâfaatı olarak izahını yaptığımız hadis­teki müjdeye mazhar oldu. Allah ondan razı olsun.[158]

 

Kamet Getirildiğinde Farzdan  Başka Namaz Kılmak

 

13. Ebü Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

"Namaz için kamet getirildiğinde, artık kendisi için kâmet getirilen farz namazdan başka namaz kılınmaz."[159]

 

İzah

 

Kamet, ezana "kad kaameti's-salat (Namaz başladı)" cümle­sinin ilâve edildiği sözlerdir. İster tek başına kılınsın, isterse ce­maatla kılınsın, farz namaza başlamadan önce erkeklerin kamet getirmeleri sünnettir. Kadınlar ise kamet getirmezler. Onların kâmet getirmesi mekruhtur.

Hadis, farz bir namaza başlamak için kamet getirildikten sonra başka namaz kılmayı yasaklıyor görünse de, aslında bir yasak söz konusu değildir. Çünkü kamet getirilirken kılanın namazın âlimlerin ekseriyetine göre sahih olduğu hususunda şüphe yok­tur. Hadis, kamet getirilirken başlanılan başka bir namazın mü­kemmel bir namaz olmadığı mânâsındadır. Zira farz bir namaz için kamet getirilirken başka bir namaz kılmak, başından itibaren farza yetişmiş olmak, imamla beraber iftitah tekbirini almak gibi faziletlerden mahrum kalmak demektir.

Böyle biri başladığı namaz sebebiyle imama hiç yetişemese, bu durumda cemaat sevabından da mahrum kalır. Camiye farz için değil de sünnet veya kaza namazı kılmak için gelmiş olur.

Öyle ise sünnet olan, kamet getirilirken başka namaza başla­mamak, imamla beraber kamet getirilen farz namaza durmakır. Kılınan öğle namazı ise kişi dört rekât ilk sünneti farzdan sonra kılar. İkindi ve yatsı namazı ise, sonradan sünnetleri kılmaz.

Sabah namazında ise durum biraz farklıdır. Bâzı âlimlere gö­re kişi imama yetişeceğini anlarsa önce sünneti kılar, sonra ima­ma uyar. Bâzı âlimlere göre ise sünnete hiç başlamaz, hemen imama uyar. İkinci görüşü savunanlar Taberânî'nin de rivayet ettiği şu hadisi delil gösterirler:

"Resûlullah sabah namazının farzını kılarken, bir zâtı iki rekât sünneti kılmakla meşgul görmüştü. Namazdan sonra adama,

"Sen bu iki namazdan hangisini namaz sayıyorsun? Yalnız kıldı­ğın namazı mı, yoksa bizimle birlikte kıldığın namazı mı?"[160]

Bu sözlerin açıklaması şudur:

"Sen mescide hangi namazı kılmak için geldin, kendin kıldığın sünnet için mi, yoksa bizimle beraber kıldığın farz için mi? Farz için geldi isen niçin gelir gelmez buna başlamadın da sünnetle meşgul oldun?"

Kametten önce başlanılan bir namazı bitirmekte ise bir mahzur yoktur.[161]

 

İlim Öğrenmek Farzdır

 

14. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:  

"İlim öğrenmek her Müslümana farzdır."[162]

 

İzah

 

İbni Mâce'de,

"İlmi lâyık olmayana öğreten domuzun boynu­na yakut, inci ve altın takan kimse gibidir" ilâvesi vardır.

Hadiste geçen her Müslüman ifâdesi, erkeği de, kadını da içi­ne alır. Ancak kadın erkek her Müslümanın öğrenmesi farz olan ilim, bütün ilimler değildir. Çünkü insanın bütün ilimleri öğrenmesi mümkün değildir, öğrenilmesi farz olan ilim, kişinin kâina­tın Yaratıcısını tanımak, Onun birliğini ve Resûlullahın peygam­berliğini bilmek, namaz, oruç gibi ibâdetlerle ilgili bilgi edinmek, helal ve haram olan şeyleri öğrenmektir. Daha genel bir ifâde ile ibâdetlerle, helal ve haramla ilgili bir meselesi olduğunda bunu çözmek, araştırıp öğrenmek farzdır.[163]

 

Harp  Hiledir

 

15. Aişe (r.a.) rivayet ediyor:

"Savaş hiledir."[164]

 

İzah

 

Bu hadiste, siyâsî ve askerî bir düstura dikkat çekilmektedir. O da düşmanı tuzağa düşürebilmek, onu aldatabilmek için hîle yapılabileceğidir. Peygamberimiz (a.s.m.) bunu kendi hayatında da tatbik etmiştir. Meselâ Mekke'nin fethine çıkarken orduya ha­zırlanmaları emrini vermiş, fakat nereye gideceklerini gizli tut­muştur. Bu Bir hîledir.

Diğer taraftan, Ka'b bin Mâlik (r.a.) savaşa çıkacağı zaman Peygamberimizin maksadından aksi bir istikamete gidip düşmanı yanılttığını, sonra asıl hedefine yönelip "Harp hîledir" buyur­duğunu bildirmiştir.[165]

Yine Peygamberimiz bir harp hilesi olarak Hamrâü'1-Esed se­ferinde beş yüz yere ateş yakılmasını, Mekke'nin fethine gider­ken de on bin ateş yakılmasını emrederek düşmana İslâm ordusu­nun kalabalık olduğu intibaını vermişti.

Seyfullah, Allah'ın kılıncı olarak isimlendirilen Hâlid bin Velid de (r.a.) Müte savaşında iki ordu birbirinden ayrıldıktan sonra sağ kanattaki askerleri sol kanada, sol cenahtakileri sağ cenaha, arka saftakileri de ön safa alarak düşmana yardımcı kuvvet gel­diği intibaını vermişti. Ertesi gün farklı sîmaları karşılarında gö­ren düşman askerleri, Müslümanlara destek kuvveti geldiğini zannederek paniğe kapılmıştı.

Bu hadis, bir yandan Müslümanlara savaşta düşmana karşı hîle yapabilecekleri ruhsatını verirken, diğer taraftan düşmanın da bu yola baş vurabileceğini ihtar ederek dikkatli olmaya davet et­mektedir. Zaten hadisin ilk kelimesi "hudea" şeklinde okunduğu zaman, "Harp çok aldatıcıdır, hilelerle doludur" mânâsına gel­mektedir.

Savaş hilelerinden birisi de düşmanı yanlış bilgilendirmektir. Yalana kesinlikle cevaz vermeyen dinimiz bu konuda düşmanın ordunun yeri ve sayısı hakkında yanlış bilgilendirilerek yanıltılabileceğine de izin vermiştir.

Sonra bunu bozmanın bir burada düşman tarafıyla sözleşip hîle olmadığını, aksine böyle yapmanın büyük bir mes'uliyet ge­tirdiğini de ifâde edelim.[166]

 

Namazda  Gözleri Yummak

 

16. İbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor:

"Biriniz namaz kılarken gözünü yummasın."[167]

 

Ticârette Komşu  Hakkı

 

17. Câbir (r.a.) rivayet ediyor:

"Şuf'a, ortaklardan birisinin diğerine teklif etmeden satma hakkına sahip olmadığı ev veya bir bahçedeki ortaklık hakkıdır. Kendisine arzedilen şahıs ya teklif edilen yeri satın alır veya almaz."[168]

 

İzah

 

Ev, bahçe, tarla, arsa gibi taşınmaz bir mala iki kişi ortaksa, ve ortaklardan birisi hissesini satmayı düşünüyorsa, onu ilk ola­rak ortağına teklif etmesi gerekir. Ortağı alırsa alır, almazsa ancak o zaman başkasına teklif edebilir. Ortağına teklif etmeden başka­sına satması mekruhtur.

Hanefî mezhebine göre taşınmaz mallarda sadece ortak için değil, komşu için de şuf'a hakkı vardır. Yani bir kimse sahip ol­duğu taşınmaz bir malını satışa çıkarıyorsa, bunu ilk olarak ya­kın komşusuna teklif etmelidir. Bu konuda bir hadis şöyledir:

"Komşu, bitişiğindeki taşınmaz malı satın almaya öncelikle hak sahibidir."[169]

Şafiî, Mâlikî ve Hanbelî mezheplerine göre ise bu hadis bir hakkı değil, bir yardımlaşmaya, bir iyiliğe davettir. Komşunun şuf'a hakkı yoktur. Yani kişi satmak istediği bir ev, arsa veya tar­layı komşusuna teklif etmeden başkasına satabilir.

Biz bunun dinî bir hak olmasa da komşuluk hakkı olduğunu düşünüyoruz. Bir kimse eğer taşınmaz bir mülkünü satışa çıka­rıyorsa, bunu ilk olarak bitişik komşusuna teklif etmelidir. Böyle yapmak insaniyet açısından önemlidir. En azından Peygamberim­izin tavsiyesidir.[170]

 

Rahmet Ve Azap  Taşıyıcısı

 

18. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

Ömer bin Hattab (r.a.), "Resûlullaha (s.a.v.) rüzgar hak­kında sormadığıma pişman olduğum kadar hiçbir şeye piş­man olmadım" dedi.

Ben (Ebû Hüreyre) rüzgar hakkında Resûlullaha sor­dum. "Yâ Resûlallah, rüzgar neyden meydana geliyor?" de­dim. Şöyle buyurdu:

"Rüzgar Allah'ın estirmesiyledir. Onu rahmet veya azap için gönderir."[171]

 

İzah

 

Hadiste de ifâde edildiği gibi, Allah rüzgarla hem rahmet, hem de azap göndermektedir, Kur'ân'da rüzgarın bu her iki vazifesine de dikkat çekilir. Meselâ bir âyette rüzgarın rahmet yüklü bulut­ları taşıdığı şöyle nazara verilir:

"Rüzgarları rahmetinin önünde müjdeci olarak gönderen Odur. Nihayet o rüzgarlar ağır bulutları yüklendiklerinde, Biz onu ölmüş bir beldeye sevk eder, suyu oraya indirip onunla her cin­sten meyveler çıkarırız."[172]

Yine Kur'ân'da gemilerin hoş bir rüzgarla denizlerde akıp git­tiği bildirilir.[173]

Aynı rüzgarı Allah bitkileri aşılama vazifesinde de kullanır.

Rüzgarın rahmet yönü yanında, bir de azap tarafı vardır. Kur'ân'da bâzı peygamberlerin ümmetlerinin şiddetli rüzgarla he­lak edildikleri bildirilir. Meselâ bu âyetlerden birisi şudur:

"Allah'ın azabını vadilerine gelen bir bulut şeklinde görünce, 'Bu bize yağmur getiren bir buluttur' dediler. Hûd, 'Hayır, o si­zin çabuklaştırılmasını istediğiniz azabın tâ kendisidir. O bir rüz­gardır ki, içinde pek acı bir azap vardır' dedi."[174]

Âd kavmine de köklerini kazıyan bir rüzgar gönderildiği bil­dirilir.[175]

Bir âyette de kavurucu rüzgarın zâlimlerin ekinini mahvettiği bildirilir.[176]

Kur'ân'da Allah inkarcıları üzerlerine taşlar savuran bir kasır­ga göndermekle, fırtına göndererek boğmakla tehdit eder.[177]

Rüzgarın bu azap getiren yönü de olduğu içindir ki, Peygam­berimiz (a.s.m.) fırtına şeklinde şiddetli bir rüzgar estiğinde şöyle duâ etmiştir:

"Allah'ım, Senden bu rüzgarın hayrını, hayır getirmesini iste­rim. Şerrinden, şer ve belâ getirmesinden de Sana sığınırım."[178]

 

Abdesti Tamamlamak

 

19. Ebû Bekir (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah ile beraber oturuyordum. Bir adam geldi, abdest aldı. Ayaklarında kuru bir yer kaldı. Resûlullah ona,

"Git, abdestini tamamla" buyurdu.

O da gidip tamamladı.[179]

 

Yasaklanan  Bâzı  Ticâret Şekilleri

 

20. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah (s.a.v.) muhakaladan, müzâbeneden ve mülâbeseden nehyetti. Sigar nikâhını da yasakladı.[180]

 

İzah

 

Hadisin ilk kısmı Câhiliyye devrinde sıklıkla yapılan bâzı tica­rî muamelelerle ilgilidir. Hadiste geçen muhakala, başağından ayrılmamış buğdayın tahmini olarak o miktar buğday karşılığı satılmasıdır.

Müzâbene, hurma, üzüm gibi şeylerin daha daha dalında iken tahmin edilerek belirli ölçüdeki kuru hurma veya üzüm karşılı­ğında satılmasıdır. Müzâbenenin başka tarifleri de vardır. Bunlar­dan birisi de meyveyi daha dalında iken, mahsulün alınıp alınma­yacağı bilinmediği halde satılmasıdır. Bu durumda daldaki olgun­laşmamış meyve bir âfete maruz kalsa, alıcı zarara uğrar.

Bu çeşit alış verişler yapılmasının sebebi şuradan kaynaklanı­yordu: Kişi henüz mahsûlü olgunlaşmadan ona ihtiyaç duyuyor­du. Bu durumda kuru hurma veya üzüm karışlığında daldaki hur­ma veya üzümünü satıyordu. Yine tarladaki buğdayını hasad edil­miş buğday karşılığında satıyordu. Bu durumda her iki tarafın da zarara uğraması söz konusu idi. Kuru meyve veren karşılığında fazlasını istiyordu. Tarladaki buğday veya daldaki meyvenin has­ad edilme garantisi olmadığı, ya da kuruduğunda fazlasıyla azal­dığı için de satıcı zarar edebiliyordu.

Mülâbese ise, genelde katlanmış olarak veya karanlıkta getiri­len kumaşı iyice görüp anlamadan sadece el değmesiyle alım satımın kesinleşmesidir. Bu durumda kumaşın sahibi, "Kumaşı sana elle dokunman bakıp görme yerine geçmesi şartıyla şu fiyata sattım, bakınca geri iade etme hakkına sahip değilsin" der. Müş­teri de "Kabul ettim" der ve böylece akit gerçekleşir.

Bu çeşit satışlarda aldatma olacağı izah edilmeyecek kadar açıktır. Bunun içindir ki, alıcı ve satıcının zarara uğramaması için hükümler koyan Peygamberimiz, haksız kazanca sebep olan bu çeşit alış verişleri yasaklamıştır. Her üç alış veriş şekli de bütün mezheplere göre ittifakla caiz değildir.

Hadisin ikinci kısmında ise sigar nikâhı yasaklanmaktadır. Bununla da kadınların hakkı korunmuştur. İbni Ömer'in (r.a.) ri­vayet ettiği şu hadis sigar nikâhını açıklamaktadır:

"Resûlullah (s.a.v.) sigar nikâhını yasakladı. Bu, kişinin kı­zını veya kız kardeşini, karşılığında karşı tarafın kızını veya kız kardeşini almak üzere bir erkeğe vermesi, aralarında mehir öde­meyi kaldırmalarıdır."[181]

Bu evlilik şeklinde mehir vermemek suretiyle kadına zulmedildiğinden, Peygamberimiz bunu yasaklamıştır. Fakat iki taraf da gelin aldıkları kimseye mehir verirlerse, yapılan nikah geçerlidir;[182]

 

Cafer Bin  Ebî Tâlib'in Fazileti

 

21. Ebû Cuheyfe babasından rivayet ediyor:

Cafer bin Ebî Tâlib Habeşistan'dan dönmüştü. Resûlullah (s.a.v.) onu karşıladı, alnından öptü ve şöyle buyurdu:

"Hangisine sevineceğimi bilemiyorum. Hayber'in fethi­ne mi, yoksa Cafer'in dönüşüne mi sevineyim?"[183]

 

İzah

 

Cafer bin Ebî Tâlib, Peygamberimizin amcası Ebû Tâlib'in oğlu, Hz. Ali'nin de kardeşidir. İlk Müslümanlardandır. Müş­riklerin eziyeti dayanılmaz bir hal alınca Habeşistan'a hicret et­mişti. Müşrikler Muhacirlerin geri gönderilmesi için Habeşistan kralı Necâşî'ye elçiler gönderdiğinde, oradaki muhacirleri temsilen Hz. Cafer bir konuşma yapmış ve bu konuşmasıyla Necâşî'yi etkilemişti. Necâşî onlara sahip çıkmış, müşriklerin elçilerini de gerisin geriye göndermişti.

İşte Hz. Cafer'in Habeşistan'dan dönmesi, Peygamberimizin Hayber'i fethettiği zamana rastlamaktadır. Resûlullah yukarıdaki sözünü onun Habeşistan'dan dönmesi üzerine söylemiştir.

Cafer (r.a.) Resûlullaha vücut ve ahlakça en çok benzeyen Sahabî idi. Resûlullah Rumların üzerine göndermek üzere hazırladı­ğı orduya ikinci sırada onu kumandan tayin etmişti. Zeyd bin Hârise'nin şehid edilmesi durumunda kumandayı onun almasını is­temişti. Gerçekten de Mûte savaşında Hz. Zeyd şehid düştüğün­de kumandayı Hz. Cafer aldı. Kahramanca savaştı, sonunda o da şehid düştü. Bu arada iki kolu da kesilmişti. Televizyon ek­ranından seyreder gibi harp savhasını temaşa eden sevgili Peygamberimiz bu durumu Ashabına haber verdi,

"Allah ona kesilen iki koluna karşılık iki kanat verdi. Onlarla Cennete uçtu" buyur­du.

Bundan sonra Hz. Cafer iki kanatlı mânâsında "Zülcenâheyn" ve uçan mânâsında "Tayyar" ünvanlarıyla anıldı. Allah on­dan razı olsun.[184]

 

Şüpheli Şeylerden  Sakınmak

 

22. İbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor:

"Helâl de bellidir, haram da bellidir. Öyle ise helâl mı har­am mı olduğunda şüphe ettiğin şeyi bırak, şüphe verme­yene bak."[185]

 

İzah

 

İbni Mâce'de bu hadisin tamamı şöyledir:

"Helâl olan şeyler bellidir. Haram olan şeyler de bellidir. He­lâl ile haram arasında da helâl mi, haram mı olduğunu çok kimse­nin bilmediği bir takım şüpheli şeyler vardır. Bu itibarla, kim şüpheli şeylerden sakınırsa, dinini noksanlıktan, şeref ve haysi­yetini halkın dilinden kurtarmış olur. Şüpheli şeylere dalan kimse de girilmesi yasak olan koru etrafında davarlarını otlatan kimse gibidir. O çobanın koru içine dalması an meselesidir. Bilmiş olu­nuz ki, her hükümdarın özel bir komşu vardır. Dikkat ediniz! Al­lah'ın yer yüzündeki komşu da haram ettiği şeylerdir.

"Haberiniz olsun, insanın vücudunda bir lokmacık et parçası vardır ki, iyi olduğu zaman bütün cesed iyi olur, o bozulduğu za­man bütün cesed bozulur. Bilmiş olunuz ki o et parçası kalptir."[186]

Hadîste helal ve haramın belli olduğu ifâde edilmektedir. Me­selâ yiyeceklerden bâzı şeylerin helal olduğu herkesçe bilinen bir gerçektir. Yine suyun, sütün ve bir çok gıda maddesinin helâl ol­duğunu herkes bilir.

Bunun gibi haramlar da bellidir. Meselâ faizin, içkinin, kuma­rın, zinanın, gıybetin, yalan söylemenin ve buna benzer şeylerin haram olduğunu herkes bilir.

Bir de haram ve helâl olduğu açıkça bilinmeyen, ancak bir âli­min ilmine müracaat edilerek anlaşılacak olan şüpheli şeyler var­dır. Hadis, bu şüpheli şeylere karşı Müslümanları ikaz etmekte, en azından hükmü öğrenil inceye kadar onun terkedilmesi isten­mektedir. Ki böyle yapmak dinin selâmeti açısından çok fay­dalıdır. Çünkü terk edilen şey helâl ise terk etmekle dinen bir za­rara girilmiş olmaz. Haram ise terk edilmekle dînen büyük bir sevap kazanılmış olunur. Terk edilmediği takdirde ise bir haram işlenilmiş olunur.

İzahta yer verdiğimiz hadisde şüpheli şeyler güzel bir benzet­me ile koruluğa benzetilmiştir. Koruluğun etrafındaki koyunların yasak bölgeye girmeleri an meselesidir. Her an içeri dalabilirler. İşte şüpheli şeyler de böyledir. Kişi şüpheli şeylerin etrafında dolaşa dolaşa sonunda içine dalabilir.[187]

 

İşçi Hakkı

 

23. Câbir (r.a.) rivayet ediyor:

"İşçinin ücretini alın teri kurumadan veriniz."[188]

 

İzah

 

Dinimizde haklar üzerinde hassasiyetle durulur. Allah hakkı, anne baba hakkı, kul hakkı, komşu hakkı, karı koca hakkı, hay­van hakkı bu haklardan bâzılarıdır. İşte dinimizin üzerinde hassa­siyetle durduğu bu haklardan birisi de işçi hakkıdır.

Yüzyıllarca burjuva tabakası işçiyi ezmiş, onun sırtından geçinmiştir. Hala da bu durum devam etmektedir. Tarihe bakılsa ih­tilallerin temelinde işçilerin istismar edilmeleri yatar.

İşte dinimiz, bin dört yüz sene öncesinden işçi haklarını sa­vunmuş, onlara haksızlık yapılmaması gerektiği üzerinde durul­muştur. Hadiste geçen "alın teri kurumadan" ifadesi bir teşbihtir. İşçi terlemeyeceği bir iş de yapmış olabilir. Maksat ücretinin he­men verilmesi gerektiğidir. Hak edilmiş bir hakkın geciktirilmesi haksızlıktır, zulümdür.

İrni Mâce'de yer alan bir başka hadisde Peygamberimiz bir işçi tutup çalıştırıp da ücretini vermeyen, konuştuğu miktardan daha azını veren kimsenin kıyamet gününde hasmı olacağını bil­dirmiş, ve

"Ben kimin hasmı isem kıyamet gününde onu mağlup ederim" buyurmuştur.

İşçinin ücretinin tam ve zamanında verilmesi, işin sürekliliği, kalitesi ve istismar edilmemesi açısından çok önemlidir.

Burjuva sınıfı işçilere haksızlık yaparken, işçiler de zaman içe­risinde sadece haklarını alma peşinde mücâdele etmemişler, hak­sız grevlerle hak etmedikleri bir ücreti de talep eder olmuşlardır. İşverenin işçinin ücretini vermemesi veya geciktirmesi ne kadar haksızlıksa, işçilerin iş vereni zor durumda bırakarak ondan fazla ücret talep etmeleri de aynen onun gibi haksızlıktır.[189]

 

Hasta Ziyaretinde Ne Demeli?

 

24. Abbas (r.a.) rivayet ediyor:

"Hastanın yanına giren biri yedi defa "Büyük Arşın Rabbi olan Büyük Allah'tan sana şifâ vermesini istiyorum" derse, eğer hastanın eceli gelmemişse şifâ bulur."[190]

 

Rükûda Bel Nasıl Olmalı?

 

25. Enes (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah (s.a.v.) rükûya gittiği zaman, eğer sırtına su dolu bir bardak konulsa, düzgün duruşundan o bardak kar­ar kılar, düşmezdi.[191]

 

İzah

 

Kişinin namazda rükûya eğilmesi, namazın farzlarındandır. Bunun Kur'ân'dan delili, Rabbimizin,

"Ey iman edenler! Rükû edin"[192]

âyetidir. Rükûda, hadiste de ifâde edildiği gibi, baş ve bel düz bir istikâmette yere paelel olmalıdır. Baş ne yukarı kaldırıl­malı, ne de aşağı indirilmelidir. Bel ile düz olabilecek bir şekilde tutulmalıdır.[193]

 

Mü'mine Eziyet  Etmemek

 

26. Câbir (r.a.) rivayet ediyor:

"Sarımsak, soğan, pırasa ve turp gibi sebzeleri yiyen mescidimize yaklaşmasın. Çünkü Ademoğlunun rahatsız ol­duğu şeyden melekler de rahatsız olurlar."[194]

 

İzah

 

Dinimiz, hiç kimseye başkalarına eziyet etme hakkı verme­miştir. Bunun içindir ki, eziyet verici şeyler tamamen yasak­lanmıştır. İşte bu yasaklardan birisi de yanındakini rahatsız eden soğan ve sarımsak kokusudur. Bu bitkileri çiğ olarak yiyenlerin, kokusu geçmedikçe Müslümanların toplu bulunduğu mescidlere gelmeleri yasaklanmıştır. Konu ile ilgili daha birçok hadis vardır. Bunlardan bir kaçının meali şöyledir:

Peygamberimiz bir hadislerinde bu çeşit bitkiler için,

"Şayet yiyecekseniz iyice pişirin de yiyin" buyurmuştur.

Bir defasında Resûlullahın yanında sarımsak, soğan ve pırasadan bahsedildi. "Yâ Resûlallah, bunların en çirkin kokulu­su sarımsaktır, onu haram ediyor musunuz?" denildi.

Resûlullah,

"Onu yiyin. Ancak onu yiyen, kokusu kendisin­den gidinceye kadar bu mescide yaklaşmasın" buyurdu.[195]

Hz. Ömer de, Resûlullahın soğan ve sarımsak yiyenleri mescidden dışarı çıkarttığını bildirmiştir.[196]

 

Kişinin  Güvence  Verdiği Şahsı  Öldürmesi

 

26. Ömer bin el-Hamık el-Huzaî (r.a.) rivayet ediyor:

"Kim bir kimseye canı konusunda güvence verip de sonra onu öldürürse, ben o katilden beriyim. İsterse öldürülen kimse kâfir olsun."[197]

 

İzah

 

Dinimiz bâzı suçları büyük günah olarak saymıştır. Faiz, içki, kumar, zina bu büyük günahlardan bir kaçıdır. İşte dinimizce bü­yük günahlardan sayılan işlerden birisi de adam öldürmektir. Adam öldürmenin haramlığı bir âyette şöyle nazara verilir:

"Kim bir mü'mini kasten öldürürse, onun cezası, çok uzun zaman kalmak üzere Cehennemdir. Allah onu gazabına uğrat­mış, ona lanet etmiş ve onun için pek büyük bir azap hazırlamış­tır."[198]

Hadislerde de adam öldürmenin haramlığı üzerinde hassasiye­tle durulur. Yukarıdaki hadis de bunlardan biridir.

Ancak bu hadiste adam öldürmenin haramlığının yanı sıra önemli bir husus üzerinde daha durulmuştur. O da bir kimseye ca­nı konusunda eman verip, sonra sözünde durmamaktır. Meselâ bir kimse teröristtir. Kuşatıldığında onu kuşatanlar teslim olduğu takdirde kendisini öldürmeyecekleri hususunda ona teminat ver­mişlerdir. İşte o kimse silahını bırakıp teslim olduğunda onu öl­dürmek büyük bir suçtur.

Hadisin son kısmında güvence verdikten sonra bir kâfiri öl­dürmenin de büyük suç olduğu bildirilmektedir. Meselâ savaş duaımunda karşı tarafa teslim olması karşılığında güvence verilir. Onlar da bu güvenceye itimat ederek teslim olurlar. Ardından gü­vence verenler onları öldürürlerse, hadisin tehdidine dâhildirler.

Evet, Müslüman, güvenilir insan demektir. Güvence verdik­ten sonra artık daha aksi ile hareket edemez.[199]

 

Peygamberimizin Sarığı

 

28. Câbir (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah Mekke'nin fethi günü Mekke'ye girerken başında siyah bir sarık vardı.[200]

 

"Rahmetim Gazabımı Geçmiştir"

 

29. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah (s.a.v.) Allah'ın şöyle buyurduğunu bildirdi:

"Ben noksanlardan son derece münezzeh ve mukadde­sim. Rahmetim gadabımı geçti. Rahmetim gadabımı geçti."[201]

 

Kıyamet  Yakındır

 

30. Ebû Said el-Hudrî (r.a.) rivayet ediyor:

"Suru üfleyecek olan İsrafil (a.s.) yüzünü çevirmiş, onu ne zaman üfleyeceği emrini beklerken ben nasıl dünya ni­metlerinden lezzet alabilirim?"

Sahabîler, "Ey Allah'ın Resulü, bize ne yapmamızı em­redersiniz?" diye sordular.

Resûlullah (s.a.v.)

"Hasbünallahi ve ni'mel vekîl (Allah bize yeter, O ne güzel vekildir)" deyiniz buyurdu.[202]

 

İzah

 

Tirmizî'de, "Tevekkelnâ alellah (Allah'a tevekkül ettik)" deyi­niz ilâvesi vardır.

Allah Kur'ân'da kuvvetle kıyametin geleceğini haber verir. Bu âyetlerden birisi şu mealdedir:

"Kıyamet günü mutlaka gelecektir; onda hiçbir şüphe yoktur. Lâkin insanların çoğu inanmaz."[203]

Kıyametin kopacağı kesin olmakla birlikte, vaktini Allah'tan başka hiç kimse bilemez.

"Kıyametin vaktine dâir bilgi Allah karındadır"[204] gibi âyetlerle bu gerçek ifâde edilmiştir.

Kıyametin vakti bilinmemekle beraber, kıyametin kopması çok yakındır.

"Kıyamet yaklaştıkça yaklaştı."[205] ve

"Onlar onu uzak görüyorlar, Biz ise yakın görüyoruz"[206] gibi âyetler de bu gerçeği ikaz eder.

İşte Peygamberimiz de yukarıdaki hadislerinde kıyametin çok yakın olduğunu, bu işle vazifeli meleğin her an onu üflemek için emir beklediğini nazara verir ve "Böyle iken ben nasıl dünya ni­metlerinden istifade edebilirim?" buyurarak mü'minler "kıyame­tin uzak olduğu gibi bir düşünceye karşı ikaz edilmektedir. 35 numaralı hadise ve İzahına da bakınız.[207]

 

Günahın Cezasını Dünyada Çekmek

 

31. Ali (r.a.) rivayet ediyor:

"Kim bir günah işler de, bu günah sebebiyle dünyada cezâlandırırsa, Allah âhirette o günahı sebebiyle kulunu ikinci kez cezalandırmayacak kadar adaletlidir.

Kim dünyada bir günah işler de Allah o kulunun güna­hını gizler ve affederse, affedip örttüğü bir suçu âhirette cezalandırmayacak kadar cömerttir."[208]

 

İzah

 

İbni Mâce de bu hadisten başka şöyle bir hadis daha vardır:

"Sizden biriniz işlediği günah sebebiyle dünyada cezâlandırıldığında o ceza onun günahına keffâret olur. Şayet işlediği suçun cezasını dünyada çekmezse, artık âhirette onun işi Allah'a kalır."

Cenâb-ı Hak bâzı fiilleri haram kılmış, ayrıca bu haramlara ve­rilecek dünyevî cezaları da tayin etmiştir. Meselâ zina eden evli kimseler recm edilir, cezayı gerektirecek derecede hırsızlık ya­panın eli kesilir. Birini öldüren karşı taraf affetmedikçe kısas ola­rak öldürülür.

İşte eğer bir kul dünyada bu günahlardan birini işler de ona bu cezalardan birisi tatbik edilirse, Allah o kuluna aynı suçtan dolayı bir de uhrevî ceza vermez.

Bu, kula verilen musibetler için de düşünülebilir. Yüce Allah bâzı kullarına işledikleri günahlara ceza olarak dünyevî musibetler verir. Kul bu musibeti sabırla karşılarsa, hem âhirette o suçtan dolayı bir daha cezalandırılmaktan kurtulmuş olur, hem de sabırla karşıladığı için sevap kazanır.

Hadisin ikinci kısmında ise Allah'ın dünyada gizlediği bir gü­nahı âhirette cezalandırmayacak kadar cömert olduğu nazara veri­lir. Zaten çeşitli âyetlerde Allah'ın âhirette bâzı kullarının günah­larını örteceği bildirilir. Mes Meâric: 70/6-7.elâ bu âyetlerden birisi şu mealdedir:

"Dinlerini korumak için hicret edenlerin, yurtlarından çıkarı­lanların, Benim yolumda eziyete uğrayanların, cihad edenlerin ve öldürülenlerin elbette günahlarını örteceğim ve elbette onları alt­larından ırmaklar akan Cennete koyacağım."1

Bu örtme işinin nasıl gerçekleşeceğini de şu hadisten öğreniyoruz:

"Biriniz Rabbinin manevî huzuruna yaklaşır. Hattâ Allahü Teâlâ onu rahmet koltuğunun altına alır. Sonra, 'Filan ve falan gü­nahları işledin mi?' diye sorar. Kul, 'Evet, işledim' der. Böylece onun bütün günahlarını sayar. Nihayet Allahü Teâlâ ona 'Onları. dünyada senin için örtüp gizlediğim gibi, bugün de onları bağış­lıyorum' buyurur."

128 numaralı hadisin izahına da bakınız. [209]

 

Sağdan Başlamak

 

32. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

"Biriniz ayakkabısını giydiğinde önce sağı giysin. Çıkar­dığında ise önce solu çıkarsın."[210]

 

İzah

 

Zikrettiğimiz kaynakların bâzılarında, "Böylece sağ ayak, gi­yilen ayağın ilki, çıkarılan iki ayağın da sonu olsun" ilâvesi var­dır.

İşlerde sağdan başlamak sünnettir. Abdest azalarını yıkarken sağdan başlamak, tırnak keserken sağ elin parmaklarından başla­mak, yemek yerken sağ el ile yemek, camiye girerken sağ ayak ile girmek bunlardan bâzılarıdır. Peygamberimiz yukarıdaki ha­dislerinde de ayakkabı giymeye sağdan başlamayı tavsiye etmek­tedir. Gömlek giyerken sağ koldan, pantolun ve çorap giyerken sağdan başlamak da sünnet olan davranışlardandır.

Camiden çıkarken sol ayakla çıkmak, burnu sol el ile temizle­mek, sol el ile taharetlenmek de yine sünnettir. Hadiste ayakkabı­yı çıkarırken soldan başlamak gerektiğine dikkat çekilmektedir. Buna kıyasen gömleğin önce sol kolunu çıkarmak, pantolun ve çorabı çıkarmaya soldan başlamak da sünnettir.

Peygamberimizin bu çeşit tavsiyelerine uymak farz veya vacip gibi şart değilse de, bir Müslüman bu fiillerinde de Peygamberi­mizi taklit ederse, o şey artık sıradan bir hareket olmaktan çıkar, kişi Allah'ın rızâsını kazanmak için Allah'ın Resulünü taklid etti­ğinden bir ibâdet sevabı kazanır. Böylece bütün bir ömrü ibâdetle geçirmek mümkün olur. Bunun içindir ki, Sahabîler bu davranış­lar bakımından da Peygamberimize uymaya çok ehemmiyet ver­miştir.[211]

 

Cennet  Nimetleri

 

33. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu.

"Allah azze ve celle şöyle buyurdu: 'Salih kullarım için Cennette gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve hiçbir insanın hatırına gel­meyen nimetler hazırladım."[212]

 

Peygamber Sevgisi

 

34. Âişe (r.a.) rivayet ediyor:

Bir adam Resûlullaha geldi ve şöyle dedi:

"Yâ Resûlallah, Allah'a yemin ederim ki, seni canım­dan, ailemden, malımdan ve çocuklarımdan daha çok sevi­yorum. Evde seni ansam, gelip seni görünceye kadar ayrılı­ğına sabredemiyorum. Benim de senin de öleceğimizi ha­tırlıyorum. Biliyorum ki, sen Cennete gireceksin, Peygam­berlerle beraber yüksek derecelerde olacaksın. Ben şayet Cennette girsem de seni görememekten korkuyorum."

Onun bu sözü karşısında Resûlullah (s.a.v.) bir şey söylemedi. Biraz sonra Cebrail (a.s.) şu âyeti getirdi:

"Her kim Allah'a ve Peygamberine itaat ederse, işte on­lar, Allah'ın kendilerine pek büyük nimetler bağışladığı peygamberler, sıddıklar, şehidler ve sâlih kimselerle bera­berdirler. Onlar ise ne güzel arkadaştırlar."[213]

38. nolu hadise ve izahına bakınız.[214]

 

Kıyamet Yaklaştı

 

35. Abdullah bin Ömer (r.a.) rivayet ediyor:

"Muhakkak, sizden önceki ümmetlerin geçirdiği ömre nazaran sizin ömrünüz, ikindi namazından gün batışına kadar geçen süre kadardır."[215]

 

İzah

 

Hadiste kıyametin yakın olduğu nazara verilmektedir. Tirmizî'de Ebû Said el-Hudrî'den buna benzer şöyle bir hadis rivayet edilir:

Ebû Said el-Hudrî (r.a.), bir ikindi namazım kıldıktan sonra Peygamberimizin kendilerine kıyamete kadar olacak şeylerden haber verdiğini bildiriyor. Onun anlattıklarını naklettikten sonra da şöyle diyor:

"Başımızı çevirip batmadık yeri var mı diye güneşe bakıyor­duk. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

"Dikkat! Dünyanın geçirdiği ömre nisbetle geri kalan ömrü, şu günümüzün geçen zamana nispetle geri kalan miktarı kadardır."[216]

30 numaralı hadisi izah ederken de yer verdiğimiz gibi, Kur'ân-ı Kerim kıyametin yakın olduğunu haber verir. Meselâ bir âyet şöyledir:

"Kıyametin gerçekleşmesi göz açıp kapayıncaya kadar, yahut ondan daha yakındır. Şüphesiz ki Allah'ın kudreti herşeye ye­ter."[217]

Gerek âyetlerde, gerekse hadislerde kıyametin yakın olduğu­nun haber verilmesi, fakat aradan 1400 küsur sene geçtiği halde kıyametin kopmaması, her hangi bir şüpheye yol açmamalıdır. Çünkü, âyet ve hadislerde ifâde edilen "yakınlık" İnsanın öm­rüne göre değil, dünyanın ömrüne göredir. Dünyanın ömründen geçen asırlara göre kalan yıllar için "yakındır" demek yanlış ol­maz. Bediüzzaman, bu gerçeği şöyle ifâde eder:

"Kur'ân 'Kıyamet yakındır' ferman ediyor. Bin bu kadar sene geçtikten sonra gelmemesi, yakınlığına halel [zarar] vermez. Zira kıyamet, dünyanın ecelidir. Dünyanın ömrüne nisbeten bin veya ikibin sene, bir seneye nisbetle bir iki gün veya bir iki dakika gib­idir. Saat-i kıyamet [kıyametin vakti] yalnız insaniyetin eceli değil ki, onun ömrüne nisbet edilip baîd [uzak] görülsün."[218]

Geniş bilgi için Kıyamet Alâmetleri İsimli eserimize bakınız.[219]

 

Akşam  Namazını  Geciktirme

 

36. Abbas bin Abdulmuttalib (r.a.) rivayet ediyor:

"Ümmetim akşam namazını yıldızlar çoğalıncaya kadar geciktirmedikleri müddetçe fıtrat (hak din) üzere devam ederler."[220]

 

Müstedrek'teki rivayet "hayır veya fıtrat üzere" şeklindedir. Bu, râvinin tereddütüdür.[221]

 

Rüşvet  Haramdır

 

37. Abdullah bin Amr (r.a.) rivayet ediyor:

"Rüşveti alan da veren de Cehennemdedir."[222]                 

 

İzah

 

Dinimizde haram kılınan şeylerden birisi de rüşvettir. Pey­gamberimiz yukarıdaki hadislerinde rüşveti alanın da verenin de Cehennemde olduğunu bildirerek, rüşveti şiddetle yasaklamıştır.

Rüşveti yasaklayan daha pekçok hadis vardır. Meselâ Peygam­berimiz, hüküm karşılığında rüşvet alınmadan önce salih amel iş­lemede acele edilmesini istemektedir.[223] Resûlullah (s.a.v.) hâki­min rüşvet almasını küfür olarak değerlendirmiştir. Rüşveti har­am kılan bir başka hadis şöyledir:

"Allah, rüşveti verene, alana ve aracılık yapana lanet etsin."[224]

Rüşvetin haram kılınmasında bir çok hikmetler vardır. Herşeyden önce rüşvet, haksız hükümlere yol açar. Kişiye hakkı ol­madığı şeyleri kazandırır. Dolayısıyla rüşveti yasaklamak, hâki­min haksız hüküm vermesine, kişinin hakkı olmadığı birşeyi elde etmesine, devletin kazancının şahısların cebine akmasına engel olmak demektir. Aslında rüşvetin zararları, toplumumuzda izaha gerek bırakmayacak kadar açıkça görülmektedir.

Rüşvet hediye değildir[225] diyoruz ve konuyu başka bir hadisle tamamlamak istiyoruz:

"Rüşvetin yaygınlaştığı topluluk korkuyla cezalandırılır."[226]

 

Kişi Sevdiğiyle Beraberdir

 

38. Urve bin Mudarres (r.a.) rivayet ediyor: 

"Kişi sevdiğiyle beraberdir."[227]

 

İzah

 

Bu hadis Ebû Zer (r.a.) Safvan bin Ussal (r.a.), Abdullah bin Mesleme (r.a.) ve Enes bin Mâlik'in de içinde bulunduğu yirmi kadar Sahabî tarafından farklı şekillerde rivayet edilmiştir:

Meselâ hadisin Ebû Zer'den (r.a.) gelen bir rivayeti şöyledir:

Ben, "Ey Allah'ın Resulü, kişi bir kavmi sever, fakat onların amelini işleyemezse durum ne olur?" dedim.                           

Resûlullah (s.a.v.)

"Kişi sevdiğiyle beraberdir" buyurdu.     

Hadisin Enes'den (r.a.) gelen bir rivayeti de şöyledir:

Bir bedevi Resûlullaha (s.a.v.) gelerek, "Yâ Resûlallah, kıyamet ne zaman kopacak?" diye sordu.

Resûlullah (s.a.v.),

"Sen kıyamet için ne hazırladın?" buyurdu.

Bedevî, "Allah ve Resulünün sevgisini" cevabını verdi.        

Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.),

"Sen sevdiklerinle bera­bersin" buyurdu.

Bediüzzaman bu hadisle ilgili olarak bir açıklama yapar. Önce bir suâl sorar, sonra da cevabını verir. Bu suâl ve cevabı meâlen alıyoruz:

"Dost dostu ile beraber Cennette bulunacaktır" hadisi sırrınca bir dakika Resûlullahın sohbetinde bulunan, Allah için ona sevgi besleyen, o sevgi sebebiyle Cennette Peygamberin (s.a.v.) ya­nında bulunması lâzım gelir. Oysa sonsuz feyze mazhar olan Resûlullahın (s.a.v.) feyzi, basit bir bedevinin feyziyle nasıl birle­şir?"

Cevap: Şu yüce hakikate bir misal ile işaret etmek isteriz: Gay­et güzel, gösterişli ve hususî olarak süslenilmiş bir bahçede bü­yük bir zâtın, gayet büyük bir ziyafet verdiğini hayal edelim. Öy­le bir ziyafet ki, dilin tadabileceği bütün lezzetler var; gözün ho­şuna gidebilecek bütün güzellikler hazırlanmış; kulağa hoş gelen bütün sesler mevcut; koku alma duygusunu tatmin edecek bütün güzel kokular var; hayal duygusunu keyiflendirecek herşey düşü­nülmüş.

Böylesine mükemmel bir ziyafete iki kişi davet ediliyor. Biri­nin dili her şeyin tadını tam alamıyor, gözü her şeyi iyi göremi­yor, kulağı her sesi işitemiyor, burnu koku alamıyor, sanattan anlamıyor, harika şeyleri bilmiyor, midesi rahatsız olduğundan iştahını çeken herşeyi yiyemiyor, hayal dünyası da çok dar.

Diğer davetlinin ise, dili güzel tad alıyor, gözü çok mükem­mel görüyor, kulağı iyi işitiyor, burnu güzel koku alıyor, hayal dünyası çok geniş, sanatın kıymetini iyi biliyor, midesi sağlam, canının istediği herşeyi yiyebiliyor, aklı inkişaf etmiş, kalb ve hissi mükemmel ve hâkezâ.

Bu iki davetli o yerde omuz omuza bulunuyor. Madem bu karmakarışık, elemli ve daracık şu dünyada bu böyle oluyor. En küçük ile en büyük beraber iken aynı yerden lezzet alma nokta­sında aralarında yerden göğe kadar fark bulunabiliyor. Elbette sa­adet ve ebediyet yeri olan Cennette, dost dostu ile beraber iken her biri istidadına göre Rahman ve Rahîm olan Allah'ın sofrasın­dan hisse alırlar. Bulundukları Cennetler ayrı ayrı da olsa, bera­ber bulunmalarına mâni olmaz. Çünkü Cennetin sekiz tabakaları birbirinden yüksek oldukları halde, bütünün çatısı Arş-ı A'zamdır. Nasıl ki, huni şeklinde olan bir dağın etrafında, birbiri için­de, birbirinden yüksek, temelinden zirvesine kadar surlu daireler bulunsa; her ne kadar o dâireler birbirinin üstünde de olsa, birbir­lerinin güneşi görmelerine engel olmazlar, birbirinden geçebilir, birbirine bakarlar. Bunun gibi, Cennetlerin de buna yakın bir şe­kilde olduğu çeşitli hadislerden anlaşılıyor.[228]

34 ve 91 numaralı hadislere de bakınız.[229]

 

Sahur Yemeği

 

39. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:

"Sahur yemeği yiyin. Çünkü sahurda bereket vardır."[230]

 

İzah

 

Hadisin Müsned'deki rivayeti şöyledir:

"Sahur yemeği yemek berekete sebeptir. Sizden biriniz bir yu­dum su içmekle de olsa sahuru terk etmesin. Çünkü sahura kal­kıp yiyip içene Allah rahmet eder. Melekler de Allah'tan onların bağışlanmalarını isterler."

Sahur, ertesi günkü orucun hazırlık devresidir. Sahurda mad­dî manevî bir çok hayırlar, faydalar vardır. Herşeyden önce sahur yemeği yiyen bir mü'min, ertesi gün tutacağı oruca karşı daha dayanıklı olur. İbâdetini gönül huzuru ile yapar. Peygamberimiz,

"Gündüz oruç tutmak için sahur yemeğinden yardım isteyin" buyurarak bu gerçeğe dikkat çekmiştir.[231]

Diğer taraftan, sahura kalkan birisi Resûlullahı taklit etmiş olur. Çünkü sahura kalkmak sünnettir.[232]

 

Cennetle Müjdelenen On Sahabi

 

40. İbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor:

"Kureyş'ten on kişi Cennettedir: Ebû Bekir Cennettedir. Ömer Cennettedir. Osman Cennettedir. Ali Cennettedir. Talha Cennettedir. Zübeyr Cennettedir. Sa'd Cennettedir. Said bin Zeyd Cennettedir. Abdurrahman bin Avf Cennette­dir. Ebû Ubeyde bin Cerrah Cennettedir. Allah hepsinden razı olsun."[233]

 

İzah

 

Hadiste sayılanlar, Sahabîlerin meşhurlarından ve ilk Müslümanlardandır. Sağlıklarında iken Cennetle müjdelenen Sahabîler sadece bunlar değildirler. Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, Hz. Bilal, Ümmü Süleym ve daha bir çok Sahabî hayatlarında Cennetle müjdelenmişlerdir. Bu hadiste sayılanların özelliği, on kişinin bir arada sayılmasıdır. Hadîste sayılanlar "Aşere-i mübeşşere" "Cen­netle müjdelenen on kişi" şeklinde meşhur olmuşlardır.[234]

 

İnsan Bir Yolcudur

 

41. Abdullah bin Ömer (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah (s.a.v.) elini üzerime koydu ve

"Ey Abdul­lah, dünyada gurbetçi, ya da bir yolcu gibi ol. Kendini ka­bir ehlinden say" buyurdu.[235]

 

İzah

 

Peygamberimizin Abdullah bin Ömer'e (r.a.) yaptığı bu tavsi­yede bir çok hikmetler vardır. Gerçekten insan dünyada bir yolcu gibi olmalıdır. Kendini gideceği yere hazırlamalıdır. Yolculuğu esnasında gördüğü şeylere kalbini bağlamamalıdır. Öyle ebedî yaşayacakmış gibi uzun emeller peşine de düşmemeli, kendini kabir ehlinden saymalı, yani ölümün her an peşinde olduğu şuu­ruyla adım atmalıdır. İnsan böyle düşünürse haramlara kolay ko­lay giremez. Allah'ın emrettiği mânâda bir kul olmak için gayret gösterir.

Evet, bu öğüt her ne kadar Hz. Abdullah'a hitaben söylenmişse de, onun muhatabı sadece o değil, bütün Müslümanlardır. Bütün Müslümanlar kendilerini dünyada az duracak, âdeta istira­hat için bir ağaç gölgeliğinde konaklamış bir yolcu gibi görmeli­dirler.[236]

 

İyilik Sadakadır

 

42. Nubeyt bin Şerıyt (r.a.) rivayet ediyor:

"Her iyilik sadakadır."[237]                        

 

İzah                                

 

Dinimiz her fırsatta sadaka vermeyi teşvik eder. Ve bunun se­vabına dikkat çeker. Ancak dinimizin sadaka anlayışı sadece pa­raya mahsus değildir. Sadakanın başka yolları da vardır. İşte bu hadiste Peygamberimiz her iyiliğin bir sadaka olduğuna dikkat çekmektedir. Şu hadiste de bu iyiliklerden bâzıları sayılır:

"İki kişi arasında adalet yapman bir sadakadır. Kişiye hay­vanını yüklerken yardım etmen bir sadakadır. Güzel söz sadaka­dır, namaza gitmek üzere attığın her adım bir sadakadır. Yoldan rahatsız edici bir şeyi kaldırıp atman bir sadakadır."[238]

Başka hadislerde işitme zorluğu çekene bir söz işittirmenin dahi sadaka olduğu bildirilmiştir.

Hadisin Tirmizi'de yer alan rivayetinde de, "Kardeşini güler yüzle karşılaman, kendi kovandan kardeşinin kabına su boşalt­man da bir iyiliktir" ilâvesi vardır.

Taberânî'nin Mu'cemü'l-Kebîr'inde yer alan bir hadiste de ya­pılan iyiliğin zengine yapılması ile fakire yapılması arasında sada­ka olması bakımından fark olmadığı bildirilmiştir.[239]

 

Yolculuğa Çıkılması Sünnet Olan Gün

 

43. Nubeyt bin Şerıyt (r.a.) rivayet ediyor:

"Perşembe gününün sabahı ümmetime bereketli kılınmış­tır."[240]

 

İzah

 

Zikrettiğimiz kaynaklarda geçen hadis şöyledir: "Resûlullah (s.a.v.) Perşembe günü dışında çok az yolculuğa çıkardı."

Hadislerden Peygamberimizin çoğu defa yolculuğa Perşembe günü çıktığı ifâde ediliyor. Hacca giderken de Perşembe günü yolculuğa çıkmıştı.[241]

Bu bakımdan, mecbur kalmadıkça yolculuğa Perşembe gün­leri çıkanlar bir sünnet işlemiş olurlar. Bununla beraber, ihtiyaç olduğunda haftanın diğer günlerinde yolculuğa çıkmakta da dinî yönden hiçbir mahzur bulunmamaktadır.[242]

 

Cami Yaptırmanın  Sevabı

 

44. Nubeyt bin Şerıyt (r.a.) rivayet ediyor:

"Kim Allah rızâsı için bir cami yaparsa, Allah da onun için Cennette bir saray yapar."[243]

 

İzah

 

Verdiğimiz kaynaklarda "İçinde Allah'ın adının anıldığı," "Allah rızâsını gaye edinerek" gibi ilâveler de vardır. Hadis aynı zamanda Allah rızâsı için bir cami yaptıranı Cennetle de müjde­lemektedir.

Cami imâr etmenin faziletine sadece hadislerde değil, Kur'ân'da da dikkat çekilir. Yüce Allah bir âyeti kerimede bununla il­gili olarak şöyle buyurur:

"Allah'ın mescidlerini ancak Allah'a ve âhiret gününe iman eden, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah'tan başka­sından korkmayanlar imar ederler. İşte doğru yola ermişler bun­lardır."[244]

Bu teşvikler içindir ki, aziz milletimiz cami yapımına büyük önem vermiştir. Selçukluların, Osmanlıların hemen her şehirde inşâ ettikleri "tevhid mühürleri" bunun canlı şahididir.

Cumhuriyet devri sonrasında necip milletimiz ecdadına ruh veren imandan uzaklaştırılmaya çalışılmışsa da, din ve manevi­yat düşmanları bu emellerine muvaffak olamamışlardır. Nitekim Cumhuriyetten sonra yapılan cami sayısı, Osmanlı devri boyunca inşâ edilen camilerin birkaç mislidir.

Burada sadece cami yaptıranların müjdelenmediğini de ifâde edelim. Yapılmakta olan bir cami veya mescidin inşaası için az veya çok imkanı nisbetinde yardımda bulunan herkes, hadisteki müjdeye ortaktır. Konunun tafsilatı için Ezan Cami Namaz isimli eserimizin 75-77. sayfalarına bakılabilir.[245]

 

Peygamberimize  İftira  Atmak

 

45. Nubeyt bin Şerıyt (r.a.) rivayet ediyor:

"Bile bile benim adıma yalan söyleyen Cehennemdeki ye­rine hazırlansın."[246]

 

İzah

 

Dinimiz yalan söylemeyi şiddetle yasaklamıştır. Bununla ilgili birçok âyet ve hadis vardır. Yalan söylemenin en çirkini de hiç şüphesiz Allah ve Resulü adına yalan söylemektir. Kur'ân'da Al­lah adına yalan söyleyenler şiddetle tehdit edilirler. Meselâ bu âyetlerden ikisi şöyledir:

"Bak, Allah'a karşı nasıl da yalan uyduruyorlar? Bu da onlara ap açık bir günah olarak yeter."[247]

"Allah adına yalan uyduranlar kıyamet gününü ne sanıyorlar?[248]

Peygamberimiz adına yalan uydurmak da aynı zamanda Allah adına yalan söylemektir. Çünkü Peygamberimiz kendiliğinden konuşmamıştır. O ancak Allah'ın emrini tebliğ etmiştir. Dolayı­sıyla "Resûlullah buyurdu ki..." diye başlayan her söz "Allah Re­sulüne bunu vahyetti" demektir.

Evet, yalan söylemek, başkalarının söylemediği sözleri söy­ledi demek haramdır. Ancak Peygamberimiz adına yalan uydur­mak bundan daha büyük günahtır. Çünkü onun adına yalan uydurmak, başkaları adına yalan söylemeye benzemez. Nitekim kendisi bir hadislerinde bunu şöyle ifâde eder:

"Benim üzerime söylenen yalan, bir başkası üzerine söylenen  yalan gibi değildir."[249]

Bunun içindir ki, Sahabîler Resûlullaha yalan isnad ederiz dü­şüncesiyle çoğu hadis rivayetinden geri durmuş, mazeret olarak da bu izahını yaptığımız hadisi göstermişlerdir.[250]                    

 

Kız Çocuğuna İyilik Yapmak

 

46. Nubeyt bin Şerıyt (r.a.) rivayet ediyor:

Bir adamın kızı doğduğunda, Allah o eve melekler gön­derir. Onlar, "Ey ev halkı, Allah'ın selâmı üzerinize olsun, onu şefkat kanatlarınızla koruyun, ellerinizle başını okşa­yın. Zayıf bir kul, zayıf bir kuldan dünyaya geldi. Ona yar­dım edenler kıyamete kadar yardım göreceklerdir."[251]

 

Allah Zâlime Gazap  Eder

 

47. Ali (r.a.) rivayet ediyor:

"Allah buyuruyor ki: "Benden başka yardımcı bulamayan birine zulmedene şiddetle gazap ederim."[252]

 

Buluntu Mal Ne Yapılır?

 

48. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullaha buluntu malın hükmü soruldu. Şöyle bu­yurdu:

"Buluntu mal helâl değildir. Birşey bulan kişi onu tespit ettirsin sahibi geldiğinde onu kendisine versin. Sahibi gelmezse onu sadaka olarak versin. Sahibi sonradan gelirse onu sevabıyla bedeli arasında serbest bıraksın."[253]

 

İzah

 

Dârekutnî'deki rivayette "Bir yıl ilân eder" ilâvesi vardır. Ko­nu ile ilgili başka hadisler de vardır. Meselâ zikrettiğimiz kaynak­larda buluntu eşya ile ilgili olarak şu hadisler vardır:

"Miktarını öğren, sonra onu bir yıl ilân et. Sahibini bulamazsan onu harca. O yanında bir emânet olsun. Günün birinde ara­yan gelirse, onu ödersin."

"İşlek yolda bulunmuş olanla, insanların çokça yaşadığı mes­kun yerleşim yerlerinde bulunmuş olanı bir yıl boyu ilân et. Eğer sahibi gelirse hemen ver. Eğer gelmezse artık o senin olmuştur."

Başka bir hadiste de bir şey bulanın sahibini bulduğunda onu hemen vermesini istemiş ve,

"Sahibini bulamazsa bilsin ki, bu mal Allah'ın malıdır, Allah onu dilediğine verir."

Bu hadislerden sonra buluntu mala dâir fıkhî hükme geçe­biliriz.

Hanefî ve Şâfiîlere göre, buluntu mal sahibine ulaştırmak ni­yetiyle yerden alınabilir.

Buluntu malı yerden alan kimse yanındakilere veya ulaştığı kimselere, "Şu şeyi arayanlan bana gönderiniz" der. Artık o şey kendisinin yanında bir emânettir. Hadislerde ifâde edildiği gibi, bir sene boyunca onu ilân eder. Sahibi çıktığında onu sahibine verir.

Bulunan şey çabuk bozulan cinsten ise Hanefîlere göre ya sa­daka verir veya kendisi kullanır. Şâfiîlere göre ise bu durumda kişi serbesttir. İsterse onu satar, arzu ederse kendisi kullanır. Sa­hibinin ortaya çıkması durumunda da bedelini ona öder.

Diğer buluntularda da hüküm böyledir. Kişi bir yıl boyunca ilân ettikten sonra buluntu eşyayı dilerse kendisi kullanır, dilerse bir başkasına tasadduk eder. Sahibi çıktığında mal yanında ise verir, tasadduk etmişse yitik sahibi malının sadaka olarak veril­mesini kabul etmezse karşılığını kendisine öder, sadakanın sevabını da kendisi kazanmış olur. İbni Mes'ud (r.a.) böyle hareket et­miş, başkalarına da böyle yapmaları tavsiyesinde bulunmuştur.[254]

Bâzı âlimler, değerce düşük olan şeylerin alınıp kullanılabile­ceğini söylemişlerdir. Buna delil olarak da Hz. Câbir'in (r.a.), "Resûlullah (s.a.v.) değnek, kamçı, ip ve benzeri şeylerde ruhsat tanıdı. Bunları bulan kimse bir yıl ilân etmeksizin kullanabilir"[255] hadisini gösterirler. 580, 581 numaralı hadislere de bakınız.[256]

 

Seferde Namaz

 

49. İbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah Mekke'den Medine'ye yolculuk yaptığında, Allah'tan başka hiç bir şeyden korkulmadığı halde dört rekatlık farz namazları ikişer rekât olarak kıldı.[257]

 

İzah

 

Dînen seferî sayılan bir kimse için bir takım ibâdetler hafifletil­miş, bâzı kolaylıklar getirilmiştir. Bu kolaylıklardan birisi de dört rekâtlı farz namazların ikişer rekât olarak kılınmasıdır. Peygam­berimizin yolculukta namazı iki rekât olarak kıldığıyla ilgili olarak bir çok hadis vardır. İşte bu hadis de bunlardan birisidir.

Yolculukta namazların kısaltılması ile ilgili hüküm mezhep imamlarına göre değişiklik arz eder. Hanefî mezhebine göre, seferîlik müddeti içinde dört rekâtlı farz namazları—öğle, ikindi ve yatsı—iki rekât olarak kılmak vaciptir. Kasdî olarak terk edildiği zaman mes'uliyet altına girilmiş olur.

Mâlikîler de Hanefîlere yakın görüştedirler. Ancak bu mezhe­be göre yolculukta namazları kısaltmak vacip değil, sünnet-i müekkededir.

Hanbelîler de seferde namazı kısaltmanın dörde tamamlamak­tan daha faziletli olduğu kanaatindedirler.

Şâfiîlere göre ise seferî sayılan kişi serbesttir, isterse farzları dörder rekât olarak kılar, isterse iki rekât olarak kılar. Bu mezhe­be göre namazları kısaltmayıp tam kılmak azimete daha uygun­dur.

Hadiste yer alan "Allah'tan başka hiç bir şeyden korkulmadığı halde" ifâdesi üzerinde biraz durmak istiyoruz.

Seferde namazı kısaltmakta bir mes'uliyet olmayacağını haber veren âyet-i kerimede[258] buna bir hikmet olarak, "düşmandan kork­mak" gösteriliyordu. Ve

"Seferde düşmanın size fenalık yapaca­ğından endişe ederseniz, namazı kısaltmanızda bîr mes'uliyet yoktur" buyuruluyordu.

Ruhsat korku karşısında verildiği için bâzıları bu ruhsatın nor­mal zamanlarda geçerli olmadığını düşündüler. İşte yukarıdaki hadiste yer alan "Allah'tan başka hiç bir şeyden korku duyulma­dığı halde" ifâdesi, bu ruhsatın sürekliliğini ifâde etmektedir. Nitekim şu olay da bu hadise kuvvet verir: Müslümanlar emniyete çıkıp düşman korkusu ortadan kal­kınca, "Madem düşman korkusu kalmadı, öyle ise niçin namazı kısa kılıyoruz?" diye bir fikre kapıldılar. Hattâ bir defasında As­haptan Hz. Ya'la bunu Hz. Ömer'e sordu. Hz. Ömer, bu mese­leyi önceleri kendisinin de anlamadığını, Resûlullaha (s.a.v.) sor­duğunda ondan şu cevabı aldığını söyledi:

"Bu, Allah'ın size verdiği bir sadakadır. Binâenaleyh, siz Onun sadakasını kabul edin."[259]

Evet, yolculukta farz namazların iki rekât olarak kılınması müminlere Allah'ın bir ihsanı ve kolaylığıdır. Allah günah sayı­lan şeylerin terk edilmesini sevdiği gibi, kolaylık olsun diye ver­diği ruhsatların işlenmesini sever.[260]

 

Cennet Her An Güzelleşir

 

50. Câbir (r.a.) rivayet ediyor:

"Allahü Teâla her gün Cennete şöyle buyurur: "Sana gi­recek olanlar için güzelleş!" Ardından Cennetin güzelliği daha da artar. İşte seher vaktinde insanların hissettikleri se­rinliğin sebebi budur."[261]

 

Abdest Azalarını Üçer Defa Yıkamak

 

51. Enes (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullahın (s.a.v.) abdest azalarını üçer defa yıkadı­ğını gördüm. O,

"Rabbim bana böyle yapmamı emretti" bu­yurdu.[262]

 

İzah

 

Bir kimse abdest azalarını birer defa da yıkasa abdesti sahih olur. Çünkü farz olan birer defa yıkamaktır, Abdest azalarını üçer defa yıkamak ise sünnettir. Bir kimse abdest alırken Peygamberimizi taklit ederse, ona tâbi olursa, sünnet işleme sevabı kazanır ve kıyamet gününde en muhtaç olduğu bir zamanda Resûlullahın şefaatine mazhar olur.[263]

 

Allah Hz. Mûsâ İle Konuştu

 

52. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

"Allah Mûsâ ile konuştuktan sonra, o, on fersah mesafe­den, karanlık bir gecede kaya üzerindeki karıncanın yürü­yüşünü görür oldu."[264]

 

İzah

 

Musa (a.s.) Mısır'ı terk etmek zorunda kalmış, Medyen'e git­miş, orada Şuayb'ın (a.s.) büyük kızı ile evlenmiş, on sene bo­yunca orada kalmış, sonra tekrar Mısır'a gelmek üzere hanımıyla birlikte yola çıkmıştı. Bir ara Tur dağı eteklerinde yollarını kay­bettiler. Bu arada Hz. Mûsâ bir ateş gördü. Biraz ateş almak için ateşe doğru gitti. Aslında bu bir ateş değil, Cenâb-ı Hakkın nuru idi. Yanına yaklaştıkça ateş geri çekiliyordu. Çok korktu. Elleriy­le gözlerini kapadı ve yere yapıştı. Kulağına daha önce benzerini işitmedi sesler geliyordu. İsminin çağrıldığını işitti. "Lebbeyk, lebbeyk (buyur, buyur)" dedi. Sesi işitiyor, fakat sahibini gör­müyordu. Ayrıca ses bir yerden değil, çeşitli yönlerden geliyor­du. Cenâb-ı Hak onun korkusunu giderdi ve kendisine hitabda bulundu. İlk olarak şöyle buyurdu:

"Ey Mûsâ! Ateş mahallinde olana da, çevresinde bulunana da bereket verildi. Muhakkak ki, Ben senin Rabbinim."

Allah'ın hitabı bu minval üzere devam etti. Bu konuşmayla Hz. Musa'ya peygamberlik verildi. Yukarıdaki hadiste Allah'ın hitabından sonra Musa'nın (a.s.) on fersah mesafeden, karanlık bir gecede kaya üzerindeki karıncanın yürüyüşünü görmeye baş­ladığı bildirilmektedir. Konuşmanın tafsilatı için Tarih Aynasın­da Yahudiler isimli eserimizin 31-36. sayfalarına bakılabilir.[265]

 

Hicrette  Çocukların  Sevgi Gösterisi

 

53. Enes (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah (s.a.v.) Neccâroğullarına uğradığında onların küçük kızları defler çalıp,

"Neccaroğullarının kızlarıyız biz,

"Ne hoştur komşuluğu Muhammed'in" diyerek şiir okuyorlardı.

Peygamberimiz onlara,

"Allah biliyor ki, ben sizi gönül­den seviyorum" buyurdu.[266]

 

İzah

 

Peygamberimiz Mekke müşriklerinin işkenceleri karşısında Allah'ın emri ile Medine'ye hicret etmişti. Medineliler onu çok coşkulu bir şekilde karşıladılar. Her biri onu evinde misafir et­mek için âdeta yarış ettiler. Fakat Peygamberimiz devesinin ser­best bırakılmasını, onun çöktüğü yerde misafir kalacağını bildir­di. Deve Ensarın "Benim kapıma çökse" diye arzulu bekleyişleri arasında Ebû Eyyûb el-Ensârî'nin (r.a.) kapısında çöktü. İşte Re­sûlullah Ebû Eyyub'un (r.a.) evine ineceği sırada Neccaroğullarının küçük kızları yukarıdaki sözleri söylediler. Resûlullah on­lara,

"Beni seviyormuzunuz?" diye sordu, onlar da

"Evet, yâ Resûlallah" deyince de,

"Allah kalbimi biliyor ki, ben sizleri sevi­yorum" buyurdu.[267]

 

İmama Uyma

 

54. Berâ bin Âzip (r.a.) rivayet ediyor:

Biz Resûlullah (s.a.v.) ile namaz kılarken, o, rükûdan ,doğrulurken "Semiallahü limen hamideh" der, biz o secdeye gidinceye kadar belimizi eğmezdik. Sonra onunla beraber secde ederdik.[268]

 

İzah

 

İmama uyan kimse, tekbir alırken, rükûa eğilirken, secdeye giderken, rükûdan ve secdeden doğrulurken hep imamdan sonraya kalmalıdır. İmamdan önce hareket edenin namazı âlimlerin çoğunluğuna göre sahih olsa da, kendisi günahkar olur. Bir hadis­lerinde,

"Benden önce rükû ve secdeye gideni görmeyeyim"[269]

buyuran Peygamberimiz, başka bir hadislerinde de imamdan ön­ce hareket edenleri şöyle tehdit eder:

"Biriniz rükû ve secdede başını imamdan önce kaldırdığı za­man Cenâb-ı Hakkın (kıyamet gününde başını eşek başına veya suretini eşek suretine çevirerek dirilteceğinden korkmaz mı?"[270]

İşte yukarıdaki hadiste de Berâ bin Âzib (r.a.) Resûlullah ile  namaz kılarken ondan önce hareket etmediklerini, sonraya kaldık­larını bildirmekle cemaatla kılınan namazla ilgili olarak mühim bir hususu nazara vermektedir.[271]

 

Kurtuluş  Reçetesi:  Tevbe

 

55. Abdullah bin Mes'ud (r.a.) rivayet ediyor:

"Günahtan pişmanlık duymak tevbedir."[272]

 

İzah

 

Tevbenin üç temel rüknü vardır. Bunlar:

1. Günahı kesinlikle bırakmak.

2. Günahtan pişmanlık duymak.

3. Bir daha işlememeye karar vermek.

Pişmanlık duymak tevbenin en önemli bir parçası olması sebe­biyle, hadiste,

"Günahtan pişmanlık duymak bir tevbedir" buyurulmuştur.

Peygamberlerden başka hiçbir insan günahsız değildir. Nefis taşıdığı için, insanın bilerek veya bilmeyerek, isteyerek veya iste­meyerek günah işlemesi mümkündür. Zaten insanı meleklerden ayıran ve önüne sonsuz bir yükselme merdiveni açan sır da nefis taşıması, günah işlemeye kaabiliyetli olmasıdır. Eğer insan günah işlemeyecek fıtratta yaratılmış olsaydı, melekten farkı kalmazdı.

Evet, insan yaratılışı gereği günah işlemeye meyillidir. Şeyta­nın ve nefsinin de telkiniyle bir an kendini kaybedip günah işle­yerek şeytanı sevindirebilir. Fakat günah işleyen bir mü'minin dikkat etmesi gereken mühim bir husus, şeytanı ikinci defa sevin­dirmemek, hattâ onu kahretmek olmalıdır. Şöyle ki:

Her ne kadar insan günah işleyecek fıtratta yaratılmışsa da asıl olan insanın kendisini günahtan çekmesi, Allah'ın emirleri istika­metinde hayatiyetini devam ettirmesidir. Nitekim Yüce Allah bir âyet-i kerimede,

"Muhakkak ki, Allah hıyanete düşkün ve gü­nahtan çekinmeyen kimseyi sevmez"[273]

buyurarak günahtan çekin­meyen kimseleri sevmediğini belirtmektedir. Evet, bir Müslüman günahlardan çekinmeli, şeytanın vesvesesine kapılmamalıdır. Fa­kat insan olması sebebiyle bir günah işlediğinde de şeytanın ikinci bir oyununa düşmemeli, hemen tevbe etmelidir. "Şeytanın ikinci bir oyununa düşmemeli" diyoruz. Çünkü şeytanın en mühim hi­lelerinden birisi de, günah işlettiği insanlara Allah'ın rahmetinden ümidini kestirmektir. Şeytanın vesveseleriyle günah bataklığına dalan bir insan, yine şeytanın "Sen artık adam olmazsın; Allah se­nin tevbeni kabul etmez" şeklindeki vesveseleriyle daha affedil­meyeceğini düşünerek günah bataklığına iyice daldırır. Yüce Allah bir ayet-i kerimede kullarından şeytanın bu hilesine düş­memelerini ister ve şöyle buyurur:

"De ki: Ey günahta aşırı giderek nefislerine zulmetmiş kul­larım! Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Muhakkak ki Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki o çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir.

"Öyleyse azap gelmeden önce Rabbinize dönün ve Ona teslim olun; sonra kimseden yardım göremezsiniz."[274]

Kulların ümitsizliğe düşmemelerine, günahın ardından hemen tevbe kapısına sığınmalarına dikkat çeken başka âyetler de vardır.[275]

Pekçok âyetin sonu, "Muhakkak ki Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir" şeklinde biter.[276] Bu da Yüce Allah'ın kullarını tevbeye ne derece teşvik ettiğini gösterir.

Ayetlerde günah işleyenler kusurunu itiraf edip Allah'tan ba­ğışlama dilemeye teşvik edildiği gibi, hadislerde de tevbe üzerin­de ehemmiyetle durulmuş, günah işleyen kullardan hemen tevbe etmeleri istenmiş ve günahkâr kullar tevbeye teşvik edilmiştir. Bu hadislerden bâzılarının meali şöyledir:

"Bütün insanlar günah işlerler. Fakat günah işleyenlerin en hayırlısı, tevbe edenlerdir."[277]

"Şüphesiz, can boğaza gelmedikçe Allah kulun tevbesini ka­bul eder."[278]

"Allah, gündüz günah işleyenlerin tevbelerini kabul etmek için gece rahmet elini açar; geceleyin günah işleyenlerin tevbesini ka­bul etmek için gündüzün elini açar. Bu durum güneşin batıdan doğmasına [Kıyametten önce tevbe kapısının kapanmasına] kadar devam eder."[279]

"Günahından tevbe eden, hiç günahı olmayan kimse gibi­dir."[280]

123 numaralı hadise ve izahına da bakınız.[281]

 

56. Ka'b bin Mâlik babasından rivayet ediyor:

"Cennete ancak mü'min olanlar girer. Mina günleri yiyip içme günleridir."[282]

 

İzah

 

İbni Mâce'de Resûlullahın halka hitaben yaptığı konuşmada böyle buyurduğu bildirilir.

Hadisin birinci kısmında Cennete ancak kalben inanan kimse­lerin gireceği bildirilmiştir. Kalben inanmadığı halde ibâdet eden münafıkların ve kâfirlerin Cennete giremeyeceklerine dikkat çe­kilmiştir.

Hadisin ikinci kısmında geçen "minâ günleri" hacıların minâda kaldıkları günleri olan teşrik günleridir. Yani Kurban Bayramının 2. 3. ve 4. günleridir. Hadiste "Bu günler yeme içme günleridir" buyurulması, bu günlerde oruç tutulmasını yasaklamak içindir.

Kurban bayramının birinci gününde oruç tutmak bütün âlim­lere göre ittifakla caiz değildir. Kurban bayramının 2-4. günle­rinde oruç tutma hususunda ise âlimler farklı düşünürler. Hanefî ve Şâfiîlere göre bu günlerde de oruç tutmak caiz değildir.[283]

 

Cennetin Çoğunu Müslümanlar Teşkil Edecek

 

57. Abdullah bin Mes'ud (r.a.) rivayet ediyor:

"Cennet ehli yüz yirmi saf olacak. Bunun seksen saffı ümmetimdir."[284]

 

İsâ  (a.s.) İnecektir

 

58. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

"Sizden yaşayanların Hz. İsa'nın adaletli bir hâkim olarak indiğini görmesi yakındır. O, Hıristiyanlardan cizyeyi kaldı­rır, Haç'ı kırar, domuzu öldürür ve savaş sona erer."[285]

 

İzah

 

Zikrettiğimiz kaynaklarda,

"O zaman mal öylesine artar ki, kimse onu kabul etmez. Tek bir secde dünya ve içindekilerin ta­mamından daha hayırlı olur." "Bütün düşmanlıklar, küsüşmeler, hasetlik muhakkak kalkacak" "Dava bir olur" gibi ilâveler vardır.

Yüce Allah, insanın ecelini ömründe gizlediği gibi, kıyametin vaktini de kâinatın ömründe gizlemiştir. Bununla beraber, kıya­mete yakın onu haber veren bâzı alâmetler çıkacaktır. İşte bu alâ­metlerden birisi de Hz. İsa'nın yeryüzüne inmesidir. Yüce Allah bir âyette,

"İsâ kıyamet için bir alâmettir" buyurmuştur.[286]

Hz. İsa'nın yeryüzüne inmesinin kıyamet alâmetlerinden oldu­ğunu ifâde eden birçok da hadis vardır. Meselâ bu hadislerden bi­risi şöyledir:

"Sizler on alâmeti görmedikçe hiçbir zaman kıyamet kop­maz....İsa'nın inmesi."[287]

İşte yukarıdaki hadiste de Hz. İsâ'nın âdil bir hükümdar ola­rak ineceği, haçı kıracağı, domuzu öldüreceği, cizyeyi kaldıra­cağı ifâde edilmektedir. Domuzun öldürülmesi, haçın kırılması, cizyenin kaldırılması, Müslümanların yayılmasından, Hıristiyan­lığın zayıflamasından, hattâ yok olmasından kinayedir.

İsâ (a.s.) indiğinde hadislerde de ifâde edildiği gibi, Hristiyanlarla Müslümanlar arasındaki asırlık düşmanlık, hasetleşme ve kin ortadan kalkacaktır

Burada Hz. İsa'nın bir peygamber olarak değil, Peygamberi­mize tâbi birisi olarak ineceğini de hatırlatalım. Çünkü Resûlullah ile peygamberlik kapası kapatılmıştır. Artık daha başka bir peygamber gelmeyecektir. Zaten.... numara ile tercüme ettiğimiz hadiste bu gerçek ifâde edilmiştir. İsa'nın (a.s.) inmesi ile ilgili tafsilatlı bilgi için Kıyamet Alâmetleri isimli eserimize bakınız.[288]

 

"Allah  Yahudilere Lanet Etsin"

 

59. İbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor:

"Allah Yahudilere lanet etsin. Allah onlara büyük ve kü­çük baş hayvanların iç yağlarını haram kıldı da, onlar bunu satıp parasını yediler."[289]

 

İzah

 

Müslim'de, "Allah Yahudilerin belâsını versin" şeklinde riva­yetler de vardır.

Yahudiler Allah'ın pekçok ihsanına rağmen defalarca Allah'a ve peygamberlerine isyan etmişlerdir. Onlar âsi oldukça Allah da onlara dinî hükümleri ağırlaştırmıştır. Bu cümleden olarak hay­vanların iç yağlarını da bir ceza olarak haram kılmıştır. Konu ile ilgili âyet şu mealdedir:

"Yahudilere de Biz bütün tırnaklı hayvanları haram kıldık. On­lara sığır ve koyunların sırtlarına veya bağırsaklarına yapışan veya kemiğe karışan yağlar dışındaki iç yağlarını da haram kıldık. Bunu, zulümleri yüzünden onlara bir ceza olarak verdik. Muhak­kak ki doğruyu bildiren Biziz."[290]

Ancak Yahudiler daha önce de olduğu gibi, bu yasağı da çiğ­nediler. Hadiste de ifâde edildiği gibi, haram kılınan yağları sata­rak parasını yediler. Oysa Allah bir şeyi haram kıldığında onun satılıp parasının yenilmesini de haram kılmıştır. Meselâ içki ha­ramdır, içkiyi satmak da haramdır.

İşte hadiste bu hususa dikkat çekilmekte ve Allah'ın haramını ihlâl eden Yahudiler için,

"Allah Yahudilere lanet etsin" buyurulmaktadır. Zaten Allah kıyamete kadar okunacak kitabında Yahu­dilere lanet etmiştir. Meselâ bu âyetlerden birisi şudur:

"İsrailoğullarından inkâr edenler, Davud'un Meryem oğlu İsa'nın diliyle lanetlendiler. Çünkü onlar isyan etmişler ve hadle­rini aşmışlardır."[291]

"Onlar, İsa'yı inkar etmeleri, Meryem'e pek büyük bir iftirada bulunmaları ve 'Allah'ın Resulü Meryemoğlu Mesih İsa'yı biz öldürdük' demeleri sebebiyle de lanete uğramışlardır."[292]

Yahudiler hakkında geniş bilgi için Tarih Aynasında Yahudiler isimli eseri­mize bakılabilir.[293]                                                                     

 

Kur'ân Yedi Harf Üzere Nazil Oldu           

 

60. İbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor:

"Cebrail (a.s.) bana Kur'ân'ı bir harf üzerine okudu. Ondan artırmasını istedim. Yedi harfe kadar artırdı."[294]

 

İzah

 

Hadisin başka bir rivayeti şöyledir:

"Şüphesiz bu Kur'ân yedi harf üzere nazil olmuştur. Onlardan hangisi kolayınıza gelirse öyle okuyunuz."[295]

Kur'ân'ın nazil olmaya başladığı yıllarda, Arapların çoğunlu­ğu, okuma yazma bilmeyen câhil kimselerdi. Çoğu, sadece kendi kabilesinin konuştuğu Arapçayi biliyor, diğer kabilelerin konuş­tuğu lehçeyi iyi anlamıyorlardı. Diğer taraftan Müslüman olanlar içerisinde pekçok köle vardı.

Böyle olunca da yeni Müslüman olanlardan bazılarının Kureyş lehçesi ile nazil olan Kur'ân'ın her âyetini, her kelimesini öğrenip ezberlemeleri kolay olmuyordu. Oysa kalpleri ve ruhları aydınlatan Kur'ân nurunun bir an evvel bütün Arap kabileleri arasında yayılması gerekiyordu. Bu müşkülü halletmek, ümmete kolaylık göstermek icab ediyordu. Bu gaye ile Peygamberimiz (s.a.v.) Kur'ân-ı Kerimin yalnız Kureyş lehçesi ile değil, Arap kavimleri­nin konuştukları diğer lehçelerle de nazil olmasını istiyordu. İşte yukarıdaki hadis, Kur'ân'ın bir lehçe ile değil de yedi lehçe ola­rak okunmasına izin verildiğini gösterir. Tirmizi'de bu hadise bi­raz daha tafsilatlı olarak şöyle anlatılır:

Peygamberimiz Cebrail'e,

"Ey Cebrail! Ben okuma yazma bil­meyen bir kavme peygamber gönderildim. Bunların içinde genci var, ihtiyarı var, köle ve cariyesi var. Yazılı hiçbir şeyi okuma­mış olanlar var [Okuma hususu kolaylaşsa!]" dedi.

Resûlullahın bu talebi üzerine Cebrail (a.s.) Allah'tan aldığı emri tebliğ ederek,

"Kur'ân yedi lügat üzere nazil oldu" dedi.[296]

Konu ile ilgili bir başka hadis şu mealdedir:

"Cebrail bana Kur'ân'ı bir okunuş üzere okuttu, ben de dur­madan bunun artmasını istedim. Tâ yedi türlü okunuşa erişinceye kadar bu dileğimde ısrar ettim."[297]

Bundan sonra Kur'ân'ı Kerim, Müslümanlara kolaylık olarak başta Kureyş olmak üzere, Huzeyl, Sakİf, Tay, Hevazin, Ye­men, Temim kabilelerinin lehçeleri üzre nazil oldu.

Burada yedi lügatla ilgili bâzı hususları belirtmek istiyoruz:

1. Yedi lügat Kur'ân'ın her kelimesi için değil, bâzı kelimeleri için geçerlidir.

2. Kelimeler farklı da olsa mânâlar aynıdır. Bu, "Geliniz" mânâsına gelen "helümme, akbil, te'al" demek gibidir ki, hepsi de aynı kapıya çıkar. Meselâ günahkâr mânâsına gelen "esîm" ke­limesi, aynı mânâya gelen "fâcir" kelimesi ile de nazil olmuştur. Bunun birçok misâlleri vardır.

3. Kur'ân'ın yedi lügat üzere nazil olması hicretten sonra, çevre kabilelerin toplu halde Müslüman olmalarının ardından gerçekleşmiştir. Böyle olunca da Kur'ân'ın büyük bir kısmının sadece Kureyş lehçesi ile nazil olduğu ortaya çıkar.

4. Resûlullah (s.a.v.) vefatından biraz önce, Kur'ân'ın tama­mını Cebrail'e (a.s.) Kureyş lehçesiyle arz etmiştir.

5. Peygamberimiz vahiy katiplerine âyetleri yazdırırken de, namazlarda okurken de Kureyş lehçesini tercih ederdi.

Hz. Osman'ın halifeliği döneminde Hz. Osman Sahabîlerle yaptığı istişare sonucunda Kur'ân'ı Kureyş lehçesi üzerinde top­latmış ve diğer lügatlarla okumayı yasaklamıştır. Konunun tafsi­latı için Dört Halife Devri isimli eserimizin, 221-229. sayfalarına bakılabilir.[298]

 

Kimler Cennete Girecek?

 

61. Câbir (r.a.) rivayet ediyor:

"Size Cennet ehlinin kimler olduğunu haber vereyi mi? Her ağırbaşlı, nazik, cana yakın, Allah'a ve istekleri yerine getirilmesi gereken kimselere karşı itaatkar olan her kimse Cennet ehlidir."[299]

 

İzah

 

Hadiste geçen "istekleri yerine getirilmesi gereken kimseler" idareciler, anne baba ve kadın için kocasıdır. Ancak bu kimselere Allah'a isyan hususunda itaat etmek haramdır. Bir çocuk anne ve babasının Allah'a isyanla ilgili ermine itaat edemez. İdareci ve kadının kocasına itaati için de aynı husus geçerlidir.[300]                   

 

Fitneye  Geri  Dönmemek

 

62. Vasile bin Eska (r.a.) rivayet ediyor:

"Siz benden sonraya kalacağınızı [benim size sürekli yol göstereceğimi mi] mı sanıyorsunuz? Dikkat edin! Ben siz­den evvel vefat edeceğim. Siz de birer ikişer peşimden gele­ceksiniz. Benden sonra birbirinizin boynunu mu vuracak­sınız?"[301]

 

Secde Azaları Hangilerdir?

 

63. İbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor:

"Ben yedi azâ üzerine secde etmekle emrolundum. Saçı ve elbiseyi toplamaktan nehyedildim."[302]

 

İzah

 

Ebû Dâvud'da konu ile ilgili olarak şöyle bir hadis vardır:

"Alnın secde etmesi gibi, eller de secde eder. Öyle ise biriniz alnını secdeye koyduğunda ellerini de koysun. Alnını secdeden kaldırdığında ellerini kaldırsın."

Namazın farzlarından biri de secdedir. Mükemmel bir secde, hadiste de ifâde edildiği gibi, yedi azâ üzerine yapılan secdedir. Peygamberimiz bir başka hadislerinde bu azaların yüz, eller, diz­ler ve ayaklar olduğunu bildirmiştir.1 Yüzden maksat alın ve bu­rundur.

Secdede alın ve burnu birlikte yere koymak vaciptir. Özür sebebiyle biri yere konulmasa da secde caizdir.

İki ayağın veya bir ayağın parmakları yere konulmadıkça sec­de caiz olmaz. Secde esnasında ayaklar yerden kesilse, secde yi­ne caiz değildir. Özürsüz olarak ayaklardan birinin yerden kesil­mesi mekruh olmakla birlikte, yapılan secde caizdir. Ayağı yere koymak demek, ayak parmaklarını yere koymak demektir. Tek bir parmağın yere konmuş olması da kâfidir. Sıcak veya soğuk­tan korunmak gibi bir özre binaen eller üzerine secde yapılabilir.

Hadisin ikinci kısmında Resûlullah rükû ve secdeye giderken saç ve elbisesini toplamaktan nehyedildiğini bildirmiştir.

Secdeye giderken iki el ile pantolunu çekmek namazı bozmaz. Fakat ütüsü bozulmaması için böyle bir hareket yapmak mekruh­tur. Ama rahat haraket etmek için yapılırsa, bir sıkıntıyı gidermek düşünüldüğünden, mekruh olmaz. Ancak bu bir alışkanlık haline getirilmemelidir. Daha da güzeli, rahatça namaz kılabilecek bir pantolon giymektir.[303]

 

Her Derdin Devası Vardır

 

64. Ebû Said el-Hudrî (r.a.) rivayet ediyor:

"Allah, ölümden başka, devasını yaratmadığı hiçbir dert yaratmamıştır."[304]

 

İzah

 

Mu'cemü'l-Evsat'ta, "Bilen bu ilacı bilir, bilmeyen bilmez" ilâvesi vardır. Yüce Allah'ın binlerce ismi vardır. Bunlardan biri­si de "şifâ verici" mânâsına gelen "Şâfi"dir. Allah'ın "rızık verici" mânâsındaki "Rezzak" ismi acıkmayı gerektirdiği gibi, Şâfi ismi de hasta olmayı icab ettirir. Rabbimiz Rezzak ismiyle hayvan ol­sun, insan olsun rızka muhtaç olan mahlukatın imdadına koşarak onlara rızık yetiştirirken; Şâfi ismiyle de hayvan olsun, insan ol­sun, hastalık verdiği mahlukâtına şifâ ihsan eder.

Mahlukatına şifâ dağıtmayı hiçbir sebep olmadan doğrudan doğruya verebileceği gibi; bir ismi de Hakîm olduğundan ve hik­meti gereği herşeyi bir sebebe bağladığından, bir hastanın iyi ol­masını da çoğu zaman tedavi şartına bağlamıştır. Dolayısıyla has­talığına uygun tedaviyi bulan bir insan genelde iyileşir. Genelde iyileşir diyoruz. Çünkü her tedavi olan hasta iyileşmeyebilir. Bir hastanın iyileşmesi, gerekli tedavi imkanının temin edilmesinin yanı sıra Allah'ın dilemesine, iyileşmesini takdir etmesine bağlı­dır. Şayet Allah bir hastanın iyileşmesini takdir etmemişse, o has­ta gerçekten hastalığına uygun olarak binler tedaviden de geçse, iyileşmesi mümkün olmaz. Bunu, fiilen yaşadıkları için doktorlar daha iyi bilirler. Mesleğinde tecrübe sahibi olmuş hemen her dok­torun, tıbbın bütün gereklerini yerine getirdikleri halde iyileştiremedikleri veya ölümden kurtaramadıkları hastaları mutlaka ol­muştur. Evet, bir insanın eğer eceli gelmişse, tedavisi bilinen bir hastalıktan da olsa, dünyanın en gelişmiş hastanesinde, dünyanın en başarılı doktorla tarafından dahi kurtarılamaz. Diğer taraftan, eğer hastanın eceli gelmediyse, veya Allah onun iyileşmesini tak­dir ederse, dünyanın en başarılı doktorunun "Bu hasta iyileşmez. Bu hasta üç aya kalmaz vefat eder" dediği nice hasta, iyileşir, hatta öyle diyen doktorun vefatını görür. Hiç kimse bu hakikate iti­raz edemez. Çünkü birçok kimsenin tıbbın bütün imkanlarına karşı kurtarılamayan; veya sahalarında otoriter hekimlerin "Bu hasta kurtulmaz" dediği halde tam olarak sıhhatine kavuşan bir yakını olmuştur.

Bunun içindir ki, Sevgili Peygamberimiz pekçok hadislerinde ümmetini tedavi olmaya teşvik etmiştir. İşte yukarıdaki hadisle­rinde de Allah'ın ölümden başka her derdin devasını yarattığını bildirerek ümmetini tedavi olmaya teşvik etmektedir, konu ile il­gili başka hadisler de vardır. Onlardan bir kaçının meali şöyledir:

"Her derdin bir devası vardır. Eğer o derdin ilacı bulunursa, Allah'ın izniyle o hastalık iyileşir."[305]

Sahabîler Peygamberimize sordular:

"Yâ Resulallah, tedavi ol­mamızda bize bir günah var mı?"

Peygamberimiz cevap verdi:

"Tedavi olunuz ey Allah'ın kulları, çünkü Allah yaşlılıktan başka, her hastalıkla beraber bir de deva yaratmıştır."[306]

Bir Sahabî Peygamberimize sordu:

"Yâ Resulallah, yapageldiğimiz tedavi ve tehlikelerden sakınmamız, Allah'ın kaderinden herhangi bir şeyi geri çevirir mi?"

Peygamberimiz şöyle buyurdu:

"Tedavi de Allah'ın kaderindendir."[307]

Peygamberimiz bu hadisiyle, kişinin hasta olması takdir edil­diği gibi, tedavi olan birisinin tedavi olacağı da her şeyi aynı anda bilen ve gören Allah tarafından takdir edildiğine, tedavi sonunda iyi olan birisinin kaderin dışına çıkmadığına dikkat çekmektedir.

İnsan kaderinin nasıl yazıldığını önceden bilmediğinden, belki o hastalıktan şifâ bulması, doktora gitmesine, sebeplere teşebbüs etmesine bağlıdır. İyileşmesi tedavi şartına bağlanan hasta, dok­tora giderse iyileşebilir. Gitmediği takdirde ise şartı yerine getir­mediğinden hastalığı devam eder.

Dolayısıyla, tedaviden kaçmak ve "Doktor mu iyi edecek? Kaderimde varsa iyi olurum" düşüncesi İslama zıttır. Tedaviye karşı çıkmak, kaderi ve Cenâb-ı Hakkın Hakîm ismini anlama­mak, kâinata koyduğu kanunlara karşı çıkmak demektir.

Evet, Cenâb-ı Hak yarattığı her dert için bir de derman yarat­mıştır. Fakat insanları çalışmaya, araştırmaya, kâinata koyduğu âdetullah kanunlarını araştırmaya teşvik için bunu gizlemiştir. İnsana düşen araştırıp bu devaları bulmaktır. Hastalıkların devası maddî olabileceği gibi, manevî de olabilir. Hadis kitaplarında "Tıb" başlığı altında bâzı hastalıkların maddi ve manevî ilaçlarına dikkat çekilmiştir. Ehil olanın hastaya okuması da hadislerde yer alan bir tedavi şeklidir. Tıbbın âciz kaldığı bâzı hastalıkların oku­mayla iyileştiği de bir gerçektir.[308]

 

Fazla Maldan Yardımda Bulunmak

 

65. Amr bin Şebib babasından rivâvet ediyor:

"Her kime amcasının oğlu gelir fazla olan malından ister de vermezse, Allah da onu kıyamet günü fazlından mahrum eder. Umuma âit olan meranın fazlasını başkasına kaptırma­mak için kendisine âit olan suyun fazlasını başkasından esirgerse, Allah da kıyamet gününde ondan fazlını esirger."

Müslim'de bu hadise benzer şöyle bir hadis vardır:              

"Kimin yanında fazla hayvan varsa onu hayvanı olmayana versin. Kimin fazla azığı varsa onu azığı olmayana versin."[309]

 

Âhirzaman Mehdisi

 

66. Ebû Eyyûb el-Ensârî (r.a.) rivayet ediyor:

Peygamber (s.a.v.) Fâtıma'ya şöyle buyurdu:

Peygamberimiz peygamberlerin hayırlısıdır. O, baban­dır. Şehidimiz, şehitlerin hayırlısıdır. O, babanın amcası Hamza'dır. İki kanadıyla Cennette dilediği yerde uçan biz­dendir. O, babanın amcasının oğlu Ca'ferdir. Ve bu üm­metin torunları Hasan ve Hüseyin bizdendir. Onlar senin oğlundur. Mehdi de bizdendir.[310]

 

İzah

 

Hadiste Peygamberimizin, Uhud savaşında şehid düşen Pey­gamberimizin amcası Hz. Hamza'nın, Mûte savaşında şehid dü­şen Peygamberimizin amcasının oğlu Hz. Cafer'in ve Resûlullahın torunları Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'in fazîletine dikkat çekildikten sonra, Mehdinin de ehl-i beytten olduğu nazara veril­mektedir.

Mehdi, kelime olarak Allah tarafından kendisine yol gösteri­len mânâsına gelir. Dinî mânâsı ise, kıyamet kopmadan önce ge­lecek ve kendisinden önce zulümle dolmuş olan dünyayı adaletle dolduracak olan ehl-i beytten bir zâttır. Kıyametin büyük alâmetlerindendir. Mehdi hakkında birçok hadisler vardır. Bu hadisler­den her asırda bir veya birkaç mehdi geleceği anlaşılmaktadır. Âhir zaman Mehdisi ise bu mehdilerin en büyüğüdür. İslâm Deccali olarak bilinen Süfyanı mağlub edecektir.

Bununla beraber, mehdi, inanç esaslarından değildir. Mehdi­nin geleceğine inanmayan dinden çıkmış olmaz. Ancak Mehdi in­ancı, ümitsizliğe düşen insanlar için bir şevk kaynağıdır. Bununla beraber, tenbel tenbel oturup Mehdi beklemek doğru değildir. Ona zemin hazırlamak gerekir.

Müslümanların âhir zamanda bir Mehdi beklemesi sû-i istimal edilmiş, tarih boyunca birçok yalancı mehdiler çıkarak Müslüman kanı akmasına yol açmışlardır. Konu hakkında tafsilat için Kıya­met Alâmetleri ve Tarihte ve Günümüzde Câferilik isimli eserle­rimize bakılabilir.[311]

 

Rekât Sayısında Tereddüt Etmek

 

67. Abdullah bin Mes'ud (r.a.) rivayet ediyor:

"Biriniz namazda kaç rekât kıldığı hususunda tereddüde düşerse kaç rekât kıldığını buluncaya kadar kalben araştırma yapsın. Sonra namazını kanaat getirdiği rekat üzerine ta­mamlasın. Ardından da sehiv secdesi yapsın."[312]

 

İzah

 

Zikrettiğimiz kaynaklarda bu rivayet farklı şekillerde geçer. Meselâ bunlardan ikisi şöyledir:

"Biriniz namazda şaşırır da bir rekât mı, iki rekât mı kıldığını bilmezse, namazını bir üzerine tamamlasın. İki mi üç mü kıldığını bilemezse, iki üzerine tamamlasın. Üç mü dört mü kıldığını bilmezse üç üzerine tamamlasın. Sonra da selâm vermeden önce se­hiv secdesi yapsın."

"Biriniz namazda iki rekât mı, üç rekât mı kıldığı hususunda şüpheye düşerse şüpheyi atsın ve tatmin olduğu sayıyı esas alsın. Sonra da selâm vermeden önce iki secde yapsın. Eğer beş rekât kılmışsa, sehiv secdesiyle namazını çift (altı rekât) yapmış olur. İlâve ettiği rekâtla, sehiv secdesi nafile sayılır. Dört rekâtı tam kıldıysa, yaptığı iki secde ile [namazda vesvese veren] şeytanın bur­nunun sürtmüş olur."

Namaz kılan birçok kimse, zaman zaman kıldığı rekât sayı­sında şüpheye düşer. Hadisler bu durumda takip edilecek yolu göstermektedir. Konuyu fıkhî açıdan biraz daha açalım:

Bir kimse sabah namazını kılarken "Bir rekât mı, iki rekât mı kıldım?" diye tereddüte düşerse, düşünür, şayet bir rekât kıldığı hükmüne varırsa, bir rekat daha kılar. Tereddütünden dolayı da sehiv secdesi yapar. İki rekât kıldığı hükmüne varsa oturur. Selâmdan sonra sehiv secdesi yapar. Kaç rekât kıldığına karar veremezse az olanı tercih eder. Çünkü az olanda kesinlik vardır. Bir rekât kıldığına karar verdiğinde oturur, çünkü bunun ikinci rekât olma ihtimali vardır. Sonra ikinci rekâta kalkar. Namaz bit­tiğinde ise sehiv secdesi yapar.

Dört rekâtlı bir namazda birinci rekâtta mı, ikinci rekâtta mı olduğu hususunda şüpheye düşen kimse, bir neticeye varamazsa bir rekât kıldığını kabul eder ve ihtiyaten her rekâtta tahiyyata otu­rur. Çünkü birinci sayılan rekâtin ikinci, ikinci sayılan rekâtın dördüncü olma ihtimali vardır. Böyle yapan bir kimse vacip olan ilk oturuşu veya farz olan son oturuşu terk etmemiş olur. Ezan Cami Namaz'ın 270-275 549-551. sayfalarına bakılabilir.[313]

 

Hayırlı Ümmet

 

68. Semüre bin Cündeb (r.a.) rivayet ediyor:

"Ümmetimin en hayırlısı benim içinde gönderildiğim asırdakilerdir. Sonra onları takip edenler, sonra da onları takip edenlerdir."[314]

 

İzah

 

Hadiste "ümmetin hayırlısı" olarak bildirilenler Sahabîlerdir, sonra onlardan ders alanlar, yani Tabiîn, sonra da onların talebe­leri olan Tebe-i Tabiîn sayılmaktadır. Peygamberimiz bir hadisle­rinde "Ümmetimin en hayırlısı başı ve sonudur. Ortasında ise bu­lanıklık vardır" buyurmuştur.[315]

 

Katili Diyet Karşılığında Affetmek

 

69. İbni Abbas (r.a.),

"Katil, maktulün velîsi olan din kardeşi tarafından bir bedel mukabilinde affa uğrayacak olursa, o zaman kısas düşer. O takdirde affedenin, akıl ve di­nin uygun gördüğü miktarı kabul etmesi, katilin de bu diyeti güzelce ödemesi gerekir. Bu, Rabbiniz tarafından bir hafi­fletmedir ve bir rahmettir"[316]

âyetini okudu, sonra da şöyle dedi:

"İsrâiloğulları kendilerinden birini kasten öldürdüğü za­man onlara fidye ödemek helal değildi. Mutlaka kısas gere­kirdi. Size diyet helâl kılındı. Affedenin akıl ve dinin uygun gördüğü miktarı kabul etmesi, katilin de diyeti güzelce ödemesi emredildi. Bu, Rabbiniz tarafından size bir hafiflet­medir."[317]

 

İzah 

 

Ayetin baş tarafı şöyledir:

"Ey iman edenler! Kasten öldürülenler hakında sizin üzerini­ze kısas farz olmuştur. Katil olan hür, öldürülen hür yerine, katil köle, öldürülen köle yerine, katil kadın da öldürdüğü köle yerine kısas olunur."

Bir sonraki âyette de şöyle buyurulur:

"Kısasta sizin için hayat vardır, ey akıl sahipleri! Umulur ki haksız yere kan dökmekten böylece sakınırsınız."

İsrâiloğulları, isyanları sebebiyle ceza olarak Allah tarafından çok ağır hükümlere maruz kaldılar. Peygamberimizin ümmetin­den ise o ağır hükümler kaldırıldı. Bunlardan birisi de diyet karşı­lığında katilin affedilmesidir. Bu, Peygamberimizin fazileti sebe­biyle Allah'ın onun ümmetine bir rahmetidir.[318]

 

Abdestsiz Namaz Ve Haramdan Sadaka

 

70. Üsâme bin Ümeyr el-Hüzelî rivayet ediyor:

"Allah abdestsiz ve gerekli temizliğe riayet etmeden kılı­nan namazı, haram maldan verilen sadakayı kabul etmez."[319]

 

Günah Çeşitleri

 

71. Selmân-ı Fârisi (r.a.) rivayet ediyor:

"Günah vardır, bağışlanmaz, günah vardır, kişinin yanına bırakılmaz, günah vardır bağışlanır. Bağışlanmayacak gü­nah Allah'a ortak koşmaktır. Kişinin yanına bırakılmayacak günah, insanların birbirlerine zulmetmesidir. Bağışlanacak olan günah ise Allah ile kul arasında kalan günahtır."[320]

 

İzah

 

Hadiste de ifâde edildiği gibi, Allah'a şirk koşmak bağışlan­mayacak günahlardandır. Başka hadislerde Allah'ın, kendisine ortak koşmanın dışında bütün günahları bağışlayabileceği bildiril­miştir.

Hadiste insanların birbirine zulmetmeleri kişinin üzerine bıra­kılmayacak günah olarak zikredilmektedir. Yüce Allah kıyamet gününde mazlumun hakkını zâlimden muhakkak surette alacaktır. Bu konuda çok kuvvetli va'di vardır ve O va'dinden dönmez. Hadiste Allah ile kul arasında kalan günahların da bağışlanacağı bildirilmiştir. Yüce Allah bilhassa dünyada açığa çıkarmadığı, gizlediği günahları âhirette de açıklamayacak ve o günahın sahibi­ni bağışlayacaktır.[321]                                                    

 

Peygamberimizin  Şefaat  Etmesi            

 

72. Abdullah bin Ömer (r.a.) rivayet ediyor:

"Müslümanlardan, Cehenneme Allah'tan başkasının saya­mayacağı kadar insan girer. Bu, Allah'a isyanları, günah iş­lemeye olan cüretleri ve emirlerini yerine getirmemeleri se­bebiyledir; Sonra bana şefaat etmem için izin verilir. Ben Allah'ı ayakta iken sena ettiğim gibi secde hâlinde de sena ederim."[322]

 

İzah

 

Hadisin devamı şöyledir:

"Bunun üzerine şöyle bir ses gelir: "Başını kaldır. Bütün dilek­lerin sana verilecek. Dilediğine şefaat et, şefaatin kabul edilecek­tir."

Bundan sonra Peygamberimiz dilediği kimselere şefaat eder. Onları Cehennemden çıkarır.[323]

 

Aksırma Adabı

 

73. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah aksırdığında yüzünü gizlerdi.[324]

Tirmizideki rivayet şöyledir:

Resûlullah (s.a.v.) aksıracağı zaman eli veya elbiseninin bir tarafı ile yüzünü kapar ve aksırma esnasında sesini kısardı.[325]

 

Ödememek Niyetiyle Borçlanmak

 

74. Meymûne el-Kerdî babasından rivayet ediyor:

Resûlullahın şöyle buyurduğunu işittim:

"Bir kimse az veya çok bir mehir karşılığında evlenir onu aldatarak ve kafasında kadının hakkı olan mehri ödememe düşüncesi bulunur da hakkını ödemeden ölürse kıyamet gününde Allah'ın huzuruna zinâkâr olarak çıkar."

"Bir kimse de ödememek ve borç aldığı kimseyi aldatmak düşüncesiyle borçlanır da borcunu ödemeden ölürse, Al­lah'ın huzuruna hırsız olarak çıkar."[326]

(Hadisin ikinci kısmı için)

 

İzah

 

Hadiste geçen mehir, İslâm hukukunda nikâh sebebiyle kadı­nın erkekten almaya hak kazandığı para veya mala denir. Evlenen erkeğin evlendiği kadına mehir vermesi farzdır. Bununla ilgili ol­arak bir âyet-i kerimede şöyle buyurur:

"Evlendiğiniz kadınlara mehirlerine gönül hoşluğu ile verin...."[327]

Mehir, nikâh esnasında verilebileceği gibi, nikâhtan sonra da verilebilir. Hattâ ölünceye kadar vermek mümkündür. Ancak mehrin verilmemesi haramdır.

Yukarıdaki hadiste Peygamberimiz,

"Mehrinin azını veya ço­ğunu vermemek ve aldatmak niyetiyle bir kadınla evlenir de mehrini vermeden vefat ederse kıyamet gününde Allah'ın huzuruna zina etmiş olarak çıkar"

buyurarak bunun dehşetine dikkat çek­miştir. Geniş bilgi için Hanefi ve Şâfitlere Göre Evlilik Aile isimli eserimizin 129-135. sayfalarına bakılabilir.

Hadisin ikinci kısmında,

"Ödememek ve borç aldığı kimseyi al­datmak düşüncesiyle borçlanan ve borcunu ödemeden ölen kim­senin, Allah'ın huzuruna hırsız olarak çıkacağı" bildirilmektedir.

Böyleleri, kıyamet gününde hırsızların çarptırılacağı cezaya çarp­tırılacaklardır. Bir çok hadiste Peygamberimiz borçluları tehdit etmiştir. Bunlardan birisinde borçlunun borcu ödeninceye kadar kabrinde azap çekeceği bildirilmiştir. Resûlullah (s.a.v.) borçlu olduğunu öğrendiği birisinin cenaze namazını kılmamıştır. [328]

 

Resûlullahın  En Çok Korktuğu Üç Şey

 

75. Câbir bin Semüre (r.a.) rivayet ediyor:

"Ümmetim hakkında en çok yıldızlardan yağmur istemele­rinden, idarecilerin zulme sapmalarından ve kaderi yalan­lamalarından korkuyorum."[329]

 

İzah

 

Ebû Mihcen es-Sekâfî'den gelen rivayette hadis, "Yıldızların tesirine inanmaları" şeklindedir.[330]

Hadiste geçen yıldızlardan yağmur istemek, yıldızların hare­ketlerine bakarak "Yağmur var" demektir. Ayrıca yağmur husu­sunda yıldızların tesirine inanmaktır. Câhiliyye devrinde böyle bir inanış vardı. Buhârî'de bu inaçla ilgili olarak Zeyd bin Hâlid el-Cühenîden (r.a.) rivayet edilen şöyle bir hadis vardır:

Resûlullah (s.a.v.) Hudeybiye'de[331] geceleyin yağan yağmur­dan sonra bize sabah namazını kıldırdı. Namazdan sonra yüzünü cemaate döndürüp,

"Biliyor musunuz, Rabbiniz ne buyurdu?" di­ye sordu.

Dinleyenler, "Allah ve Resulü bilir" cevabını verdiler. Resûlullah (s.a.v.) şöyle dedi:

"Allah şöyle buyuruyor: 'Kullarımdan bâzıları mü'min ola­rak, bâzıları da kâfir olarak sabahladı. Onlardan her kim "Allah'ın fazlı ile üzerimize yağmur yağdı" dedi ise o yıldıza değil, Bana iman etmiştir. Kim de, "Falan ve filan yıldızın batıp doğması ile üzerimize yağmur yağdı" dedi ise işte o Bana değil, yıldıza iman etmiştir.'[332]

Hadiste geçen "kâfir" tâbiri iki mânâdadır. Yağmurun gerçek­ten yıldızın tesiriyle yağdığına inanan kimse Allah'a gerçek mânâ­da şirk koşmuş olur. Hakikî tesiri Allah'a vermek şartıyla yağ­murun yağması için yıldızların bir sebep olduğuna inanmak ve Allah'ın kanununu böyle koyduğuna inanmak, kişiyi kâfir etmez.

İkinci mânâda da yağmuru verenin Allah olduğuna inandık­ları halde, bundan gaflet edip şirk ehlini takliden "yağmuru yıldız yağdırdı" demektir ki, bu, gerçek mânâda küfür değildir, küfrânı nimettir. Şirk ehlini taklitten, hele hele böyle tehlikeli sözler söy­lemekten sakınmak gerekir.

Tirmizîde de konu ile ilgili şöyle bir hadis vardır:

Resûlullah (s.a.v.),

"Bu nimetten bütün nasibiniz, onu yalan­lamaktan ibaret mi kalacak?"[333] âyeti hakkında şöyle buyurdu:

"Yâni şükrünüzü. Çünkü 'Falan ve falan yıldızın düşmesiyle veya falan yıldızla bize yağmur yağdı' diyorsunuz."[334]

Câhiliyye devrindeki halk inanışlarıyla ilgili bir başka hadis de şu mealdedir:

"Eğer Allah on yıl yağmur göndermese, sonra yağdırsa insan­lardan bir kısmı kâfir olarak 'Mücdah yıldızının doğup batması ile yağmur yağdı' derler."[335]

Günümüzde de yağmur için olmasa da yıldızların tesirine inanılmaktadır. Pekçok insan astrologlara giderek onlardan gayba  dâir bilgi istemektedirler. Zaten bu hadis aynı zamanda Peygam­berimizin bir mûcizesidir. İstikbale âit verdiği bir haberdir.

Hadiste Peygamberimizin korktuğu bir diğer husus, "kaderin inkar edilmesidir." Peygamberimizin Allah'ın bildirmesiyle haber verdiği bu gaybî haber de kendisinden çok kısa bir zaman sonra gerçekleşti. Ortaya çıkan bir grup insan, "Kul fiilinin yaratıcısı­dır. Kaderin bunda hiçbir tesiri yoktur" görüşünü ortaya attılar.[336] Bu, kaderin inkar edilmesi demekti. Kaderi inkar etmeyi Müslü­manlar arasında ilk başlatanlar Ma'bed el-Cühenî (ö. 80/699) ve  Gaylan ed-Dımeşekî idi. Peygamberimiz bir hadislerinde Kaderiyyeyi ümmetin mecûsîleri olarak vasıflandırmıştır. Bu hadis ile­ride gelecektir.

Kaderiyye hakkında geniş bilgi için Bediüzzaman'ın Görüş­leri Işığında Kadere îman isimli eserimize bakılabilir.[337]

 

İki Kat Sevap Kazanacak Olanlar

 

76. Ebû Mûsâ (r.a.) rivayet ediyor:

"Üç kişinin sevabı iki kat verilir. Bunlar:

1. Ehl-i kitaptan hem kendi peygamberine, hem de Muhammed'in tebliğine ulaşıp ona iman eden kimseye.

2. Bir cariyesi bulunup önce onu azad eden, sonra da onunla evlenen kimseye.

3. Allah'a karşı takvâlı, efendilerine karşı da itaatkâr davranan köleye."[338]

 

İzah

 

Zikrettiğimiz kaynaklarda ikinci madde için "Cariyesini güzelce terbiye edip yetiştiren, eğitip öğreten" ilâvesi vardır.

Hadiste üç kişiye iki kez sevap verilmesinin sebebi şöyle açık­lanmıştır:

Ehl-i kitap biri kendi peygamberine iman ettiği için bir sevap kazanır. Sonra Resûlullaha da iman ederse bir sevap da bunun için kazanır.

Kişi cariyesini hiyetine kavuşturursa bir sevap kazanır. Sonra ona iyilik olması için kendisiyle evlenirse, bir sevap da bu sebep­le kazanır.

Köle de Allah'ın emir ve yasaklarına itaat ettiği için bir sevap kazanır. Efendisinin emirlerini yerine getirdiğinde bir sevap da bunun için kazanır.[339]

 

Resûlullah Ordu Yollarken Ne Derdi?     

 

77. Cerir bin Abdullah el-Becelî (r.a.) rivayet ediyor: Resûlullah (s.a.v.) bir yere bir birlik gönderdiğinde şöy­le buyururdu:

"Allah'ın adıyla, Allah'ın yardımını dileye­rek ve Resûlullahın dini uğruna savaşa gidin. Hıyanet etmeyin. Düşmana verdiğiniz sözü bozmayın. Düşman tarafından öldürdüğünüz kimselerin burun ve kulaklarını kesme­yin. Ve çocukları öldürmeyin."[340]

Taberânî aynı hadisi, ileriki sayfalarda Ebû Mûsâ el-Eş'arî (r.a.) kanalıyla "yaşlıları öldürmeyiniz" ilâvesiyle de rivayet eder.

Ebû Dâvud'da hadisin son kısmında şöyle bir değişiklik var­dır:

"Ganimetlerinizi toplayın. Herşeyi düzgün yapın. Allah herşeyi iyi ve güzel yapanları sever."

236 numaralı hadise de bakınız.[341]

 

Kerahet Vakitleri

 

78. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

"Sabah namazından sonra güneş doğuncaya kadar namaz kılmak yoktur. İkindi namazından sonra güneş batıncaya kadar namaz kılmak yoktur."[342]

 

İzah

 

Hadiste kılınmaması istenilen namaz, nafile namazdır. Sabah namazını kıldıktan sonra güneş doğuncaya kadar; ikindi namazını kıldıktan sonra da güneş batıncaya kadar nafile namaz kılmak mekruhtur. Hadiste sayılan iki vakit, nafile namaz kılmanın mek­ruh olduğu vakitlerdendir.

Ancak bu vakitlerde kaza namazı kılmanın hiçbir mahzuru yoktur. Ayrıca Şâfiîlere göre bu vakitlerde camiye girişte kılman tahiyyetü'l-mescid namazı da kılmabilir.      

Kerahet vakitleriyle ilgili bilgi için Ezan Cami Namaz ve Ha­nefî ve Şâfiîlere Göre Büyük İslâm İlmihali isimli eserlerimize bakılabilir.[343]

 

Kimler Cennettedir

 

79. Enes (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah (s.a.v.),

"Cennetlik olanlarınızı haber vereyim mi?" buyurdu.

"Evet, yâ Resûlallah" dediler.

Şöyle buyurdu:

"Peygamber Cennettedir, sıddıklar Cen­nettedir. Şehid Cennettedir. Küçük yaşta ölen çocuk Cennettedir. Şehrin diğer ucundaki kardeşini sadece Allah rızası için ziyaret eden Cennettedir."

Resûlullah,

"Cennetlik olan kadınlarınızı haber vereyim mi?" buyurdu.

"Evet yâ Resûlallah" dediler.                

"Kocasına karşı çok sevgi besleyen, çok çocuk doğuran kadındır ki, öfkelendiği veya kendisine kötü davranıldığı yahut kocası kızdığı zaman 'İşte elim senin elindedir, sen razı oluncaya kadar uyku uyumayacağım' der."[344]

 

Dil İle Cihad

 

80. Berâ bin Azib (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah (s.a.v.) Hasan bin Sâbit'e,

"Müşrikleri hic­vet. Cebrail seninle beraberdir" buyurdu.[345]

 

İzah

 

Dinimizin en faziletli saydığı amellerden birisi de cihaddır. Ancak cihad sadece bedenle yapılmaz, mal ile, ilim ile kitap dergi, gazete, radyo televizyon vasıtasıyla da cihad yapılabilir. Bun­lardan başka dil ile yapılan cihad da çok tesirlidir. Peygamberimizi yukarıdaki hadislerinde dil ile yapılan cihada teşvik etmektedir.

Peygamberimizin "Müşrikleri hicvet" buyurduğu Hassan bin Sabit (r.a.) Arapların en büyük şâirlerindendi. Medineli idi. Hazreç kabilesine mensuptu. Hicret esnasında, 60 yaşında iken Müslüman olmuştu. Müslüman olduktan sonra şiirdeki üslubunu değiştirdi. Sahabîler arasında "Resûlullahın şâiri" diye anılıyordu.

O tarihlerde şiir, kılıçtan daha tesirliydi. Bir defasında müşrik­ler şiirleriyle Peygamberimize dil uzatmışlardı. Hassan bin Sabit (r.a.) Resûlullaha (s.a.v.) geldi ve "Yâ Resûlullah, işte ben size dilimle yardım etmeye hazırım. Onları hicvederek haklarından gelirim" dedi. İzin verilmesi üzerine de onları hicvetti. Bir şiirinde Peygamberimiz hakkında şöyle diyordu:            

"Resûlullahın pâk alnı karanlık içerisinde görüldüğü zaman ortalığa nur saçan, karanlığı gideren lamba gibi görünür."

Peygamberimiz onun şiiriyle yaptığı müdafaalardan memnun olur, zaman zaman kendisine şöyle derdi:

"Ey Hassan, Allah'ın Resulü nâmına cevap ver. Yâ Rab, onu Cebrail ile kuvvetlendir."

Hassan bin Sâbit'i dili ile yaptığı hizmetten dolayı sadece Pey­gamberimiz değil, Yüce Allah da methediyordu. O, Abdullah bin Revaha (r.a.), Ka'b bin Mâlik (r.a.) gibi şâirler Kur'ân'da şöyle övülüyordu:

"Şâirlere gelince, onlara da sapıklar uyar. Görmez misin ki, onlar her türlü övgü ve yergiye ölçüsüzce dalarlar ve yapmadık­ları şeyleri överler? Ancak iman eden, güzel işler yapan, Allah'ı çokça zikreden ve zulme uğradıktan sonra kendilerini müdafaa edenler bunun dışındadır. O zâlimler ise nasıl bir akıbete yuvar­lanacaklarını yakında bileceklerdir."[346]

Hassan bin Sabit, 120 yaşında vefat etti. [347]                          

 

Cennet Elbiseleri                                   

 

81. Câbir (r.a.) rivayet ediyor:

Bir bedevi gelerek Resûlullaha şöyle dedi: "Ya Resûlallah! Cennette elbiselerimizi bizler kendi ellerimizle mi dokuyacağız?" Bu suâl üzerine oradakiler güldüler. Resûlullah (s.a.v.),

"Niçin gülüyorsunuz? Câhil olan bir âlime suâl sorulabilir" buyurdu.

Sonra o zâtın suâlini şöyle cevaplandırdı:

"Hayır ey Arabî. Fakat oradaki elbiseler Cennet meyve­lerinin arasından çıkar."[348]

 

Namaz Ateşi Söndürür

 

82. Abdullah bin Mes'ud (r.a.) rivayet ediyor:

"İşlediğiniz günahın ateşiyle yandıkça yanarsınız. Sabah namazını kıldığınızda o ateşi söndürür. Sonra işlediğiniz günahların ateşiyle yandıkça yanarsınız. Öğle namazını kıl­dığınızda bu namaz o ateşi söndürür. Sonra işlediğiniz gü­nahların ateşiyle yandıkça yanarsınız. İkindi namazını kıldı­ğınızda bu namaz o ateşi söndürür. Sonra işlediğiniz günah­ların ateşiyle yandıkça yanarsınız. Akşam namazını kıldığı­nızda bu namaz o ateşi söndürür. Sonra işlediğiniz günahla­rın ateşiyle yandıkça yanarsınız. Yatsı namazını kıldığınızda bu namaz o ateşi söndürür, günahlarınızı affettirir. Sonra uyursunuz, artık uyanıncaya kadar size günah yazılmaz."[349]

 

Kişinin Kavmini Savunması

 

83. Âmir, babası Sa'd bin Ebî Vakkas'tan (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullaha (s.a.v.), "Ey Allah'ın Resulü, kişi hak yo­lundaki kavmini savunur, arkadaşlarını müdafaa eder, onun sevaptaki hissesi diğerleri gibi olur mu?" diye sordum.

"Annen seni kaybetsin (Bu şeyden gafletine şaşarım) ey İbni Ümmü Sa'd! Siz zayıflarınızdan başka bir vesile ile mi rızıklanıp yardıma mazhar oluyorsunuz?" buyurdu.[350]

 

İzah

 

Bâzı kimseler vardır ki, çok arzu etmelerine rağmen güzel olan şeyleri yapamazlar. Ama bunlar kendilerinin yapamadıkları güzel hizmetleri yapanları takdir ederler, onları severler, gerektiği za­man onları müdafaa ederler. Bunlar niyetleriyle ve bu hareketle­riyle o iyiliği yapan kimselerin sevaplarını kazanabilirler.

İşte yukarıdaki hadiste zayıflıkları sebebiyle arzu ettikleri hiz­metleri yapamayanların, o hizmetleri yapanlara destek olmaları övülmekte, hizmete koşuşturanların onların duaları sebebiyle yar­dım gördüğüne, rızıklandığına dikkat çekilmektedir.[351]

 

Âmâlığın  Mükâfatı                          

 

84. Abdullah bin Ömer (r.a.) rivayet ediyor:

"Allah kimin gözünü alır da, o kimse sevabını Allah'tan bekleyerek bu musibete sabrederse, o göze Cehennem ateşi göstermemek Allah üzerine vacip olur."[352]

 

İzah

 

Buharideki rivayet şöyledir:

"Kulumun iki sevgili uzvunu [göz nurlarını] giderirsem, o da ona sabrederse, iki gözüne karşılık ona Cenneti veririm."

Başka bir rivayette ise sabredildiği takdirde bir gözün kaybe­dilmesine de aynı mükâfatın verileceği açıklanmıştır.[353]

Bediüzzaman da, konuyla ilgili olarak şöyle bir açıklama ya­par:

"Ey gözüne perde gelen hasta! Eğer ehl-i imanın gözüne gelen perdenin altında nasıl bir nur ve manevî bir göz olduğunu bilsen, 'Yüz bin şükür Rabb-i Rahîmime' dersin...."

"Bir mü'minin gözüne perde çekilse ve gözü kapalı kabre gir­se, derecesine göre ehl-i kuburdan [kabir ehlinden] daha ziyâde o âlem-i nuru temaşa edebilir. Bu dünyada nasıl çok şeyleri biz görüyoruz, kor olan mü'minler göremiyorlar; kabirde o körler, iman ile gitmiş ise, o derece ehl-i kuburdan ziyâde [fazla] görür. En uzak gösteren dürbünlerle bakar nevinden, kabrinde derecesi­ne göre, Cennet bağlarını sinema gibi görüp temaşa [seyr] eder­ler.

"İşte böyle gayet nurlu ve toprak altında iken göklerin üstün­deki cenneti görecek ve seyredecek bir gözü, bu gözündeki perde altındaki şükür ile, sabır ile bulabilirsin. İşte o perdeyi senin gö­zünden kaldıracak, o göz ile seni baktıracak göz hekimi, Kur'ân-ı Hakimdir."[354]

 

Rekabet Edilecek İki Nimet

 

85. Yezid bin Ahtes (r.a.) rivayet ediyor:

"İki şeyin dışında aranızda rekabete yer yoktur. Bunlar­dan birincisi Allah'ın Kur'ân'ı öğrettiği kimsedir. O kimse gece ve gündüz onun gereğini yerine getirir. Kendisine ve­rilen Kur'ân nimeti ile ilgili daha başka yükümlülüklerinin olup olmadığını araştırır. Başkası onun hakkında şöyle der:

"Allah buna verdiğini bana da verseydi, ben de onun gibi yapardım."

Diğeri de Allah'ın mal verdiği kimsedir. O kimse kendi­sine verilen malı gece gündüz Allah yolunda harcar. Buna gıpta eden ötekinin dediğini söyler."[355]

 

İzah

 

Tercümesini yaptığımız Mu'cemü's-Sagir'de "Kur'ân" ifâde­si bulunmamaktadır. Bunu metne biz ilâve ettik. Çünkü bu ke­lime olmadan verilen şeyin mâhiyeti belli olmamaktadır. Kanaati­mize göre bu kelime metinden sehven düşmüştür. Nitekim Taberânî, Mu'cemü'l-Evsat isimli hadis kitabında aynı râvi ismiyle bu hadisi rivayet etmiştir. Oradaki metinde "Kur'ân" ifâdesi yer almaktadır.

Aynı hadis Buhârî'de de rivayet edilir. Burada hadisin baş kısmı, "İki kimse gıpta edilmeye değer" şeklindedir.

Buhârî'de yer alan başka bir rivayet ise şöyledir:

"İki şeye gıpta edilir: Bunlar: Allah'ın kendisine ihsan ettiği mal ve mülkü Allah yolunda harcayan kimse ve Allah'ın kendisine ilim ve hik­met verdiği kimse ki, o bununla hem kendisi amel eder, hem de onu başkalarına öğretir."[356]

 

Cimrilikten Kurtaran Üç Şey

 

86. Câbir (r.a.) rivayet ediyor:

"Şu üç şeyi yapan cimrilikten kurtulmuş demektir:

1. Malının zekâtını gönül hoşluğu ile veren.

2. Misafire yemek yediren.

3. Felâkete uğrayanlara maddî yardımda bulunan."[357]

 

Vebadan Ölmek Şehitliktir

 

87. Abdullah bin Ömer (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlulullah (s.a.v.),

"Ümmetimin yok olması, ta'n ve taun sebebiyledir" buyurdu.         

Dinleyenler, "Ya Resûlullah, ta'nı biliyoruz. Taun ne­dir?" dediler.

Resûlullah (s.a.v.)

"Düşmanınız olan cinnin sizi yaralamaşıdır. Bu her ikisinde de şehadet vardır"1 buyurdu.[358]

 

İzah

 

Müsned'de bu hadisi Ebû Musa el-Eş'ârî (r.a.) ve Âişe (r.a.) rivayet etmiştir. Hz. Âişe'nin rivayetinde taun hastalığına yakalanın bulunduğu yeri terk etmeden ölürse şehid olacağı bildirilmiş­tir. Bulunduğu yerden başka yere gidenin savaştan kaçan kimse gibi günahkar olduğu bildirilmiştir.

Hadiste geçen "ta'n" muharebe meydanında yara alıp ölmek­tir. Taunun karşılığı veba hastalığıdır. Peygamberimiz taunu cin­nin yaralaması olarak tarif etmiştir. Bilindiği gibi hastalıklara sebep olan mikroplardır. Cinin kelime mânâsı da görünmeyen şey demektir. Dolayısıyla Peygamberimiz bir mucize olarak taunu bir cins mikrobun yol açtığı hastalık olarak tarif etmiş olmaktadır.

Hadiste nazara verilen bir diğer husus da savaşta yaralanarak ölenin de, vebaya yakalanıp ölenin de şehid olduğudur. Savaşta yaralanarak ölen gerçek mânâda şehid, vebadan ölen de manevî olarak şehiddir. Defnedilirken böylelerine şehid muamelesi yapıl­maz. Bunlar âhirette şehid muamelesi görürler.                            

Dinimiz sıhhatin korunmasına çok ehemmiyet verir. Veba bu­laşıcı bir hastalık olduğundan, Peygamberimiz onun başkalarına bulaşmasını istememektedir. Peygamberimizin bu emri, günümüz tabiriyle karantina uygulamasıdır.[359]

 

Ticâretin Tehlikeleri

 

88. Ebû Garaza (r.a.) rivayet ediyor:

"Ey tücarlar topluluğu, alışverişinize yemin ve boş söz bulaştırırsınız. Sadaka vererek kazancınıza karıştırdığınız kirleri temizleyin."[360]                                                    

 

İzah

 

Yemin, bir işi yapmak veya yapmamak hususunda iddiaya kuvvet vermek; bir haberi, bir iddiayı kuvvetlendirmek için Allah adını anmak, iddiaya Cenâb-ı Hakkı şahit tutmak demektir. "Val­lahi şu fiyata aldım," "Vallahi şu kadar verdiler vermedim," "Vallahi doğru söylüyorum" ifâdeleri birer yemindir. Olur olmaz şeye yemin etmek, bilhassa yalan yere yemin etmek, insanı bü­yük bir mes'uliyete sokar. Bunun için her Müslümanın bu meselede hassas olması gerekir. Ticâretle uğraştıkları için yemin etmekle karşı karşıya kalan kimselerin ise daha da dikkatli olmaları gerekir. Nitekim dinimizde alış veriş ve yemin üzerinde hassasi­yetle durulmuş, ticâretle uğraşan kimseler ikaz edilmiştir. Meselâ,

"Allah'ın ahdini ve yeminlerini az bir para karşılığında satanlar var ya! İşte onların âhirette hiçbir nasibi yoktur"[361]

âyet-i kerimesi bir tüccarın Müslümanlardan birini, sattığı malı almaya teşvik için satış fiyatı üzerinde satın aldığına dâir yemin etmesi üzerine nazil olmuştur.[362]

İzah ettiğimiz hadis de Peygamberimizin tüccarlara bu konu­daki bir ikazıdır. Konuyla ilgili daha bir çok hadis vardır. Resûlullah (s.a.v.) başka bir hadislerinde şöyle buyurur:

"Alış verişte çok yemin etmekten sakının. Çünkü yemin malı sattırsa da, sonra bereketini yok eder."[363]

Peygamberimiz bir hadislerinde de kıyamet gününde Allah'ın üç grup insanla konuşmayacağını bildirmiştir. Bunlardan birisi­nin de, bir mal satarken bu malı şu veya bu fiyata satın aldığına dâir yalan yere yemin eden kimse olduğunu bildirmiştir.[364]

Yalan yere yemin etmek aynı zamanda karşıdaki insanı aldat­mak demektir. Peygamberimiz bunu da büyük bir hıyanet olarak vasıflandırmıştır.[365]

Sadece yalan yere yemin etmek değil, lüzumsuz yere yemin etmek de tehlikelidir. İzah ettiğimiz hadis bunu da yasaklar.[366]

 

"İçtihad Et"

 

89. Ukbe bin Âmir el-Cühenî (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullaha (s.a.v.) geldim. Yanında dâvâlaşan iki kişi vardı. Bana,

"Bunlar arasında hüküm ver" buyurdu. Ben,

"Annem babam sana feda olsun. Buna sen benden daha lâ­yıksın" dedim.

"Aralarında hüküm ver" buyurdu.

"Ne ile hüküm vereyim?" dedim. Şöyle buyurdu:

"İctihad et. Eğer isabet edersen on sevap kazanırsın. İsa­bet edemezsen bir sevap kazanırsın."[367]

 

İzah

 

Peygamberimizin dâvâlılar arasında hüküm vermesini istediği Ukbe bin Âmir (r.a.) Medineli bir Müslümandı. Hicretten hemen sonra Müslüman olmuş, kendilerini ilme adayan Suffe Ashabının arasına katılmıştı.

Peygamberimiz Hz. Ukbe'ye zaman zaman nasihatta bulurdu. Meselâ bir defasında onun bir suâli üzerine şöyle buyurmuştu:

"Senin halini sormayanın halini sor. Sana birşey vermeyene vermeye bak. Sana haksızlık edeni de affet."[368]

Âlim Sahabîlerden birisi olan Ukbe (r.a.) bir çok hadis rivayet etti. Rivayet ettiği hadisler Buhari ve Müslim'de, yer alır. Ahmed bin Hanbel de, Müsned'de onun rivayet etmiş olduğu 169 hadise yer vermiştir.

Hicretin 58. yılında da vefat eden Ukbe (r.a.), Hicretin 52. yılında, Hz. Muâviye devrinde İstanbul'un fethi için hazırlanan orduya da katıldı. Allah kendisinden razı olsun.

Hadis, aynı zamanda Peygamberimizin (s.a.v.) Ashabını ye­tiştirme tarzını da göstermektedir.[369]

 

Allah Dinini Günahkâr Kimse İle De Kuvvetlendirir

 

90. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:

"Muhakkak Allah bu dini, İslâmdan nasibi olmayan ka­vimle [kavimlerle] kuvvetlendirir."[370]

 

İzah

 

Müslim'de yer alan Ebû Hüreyre (r.a.) kanalıyla gelen riva­yet şöyledir:

Resûlullah ile birlikte Hüneyn savaşında bulunduk. Müslü­man ismi ile çağrılan birisi için Resûlullah (s.a.v.),

"Bu adam Cehennemliktir" buyurdu.

Savaş başladığında o kimse şiddetle savaştı ve yaralandı. Bi­raz sonra "Ey Allah'ın Resulü, sizin kendisi için 'Cehennemlik­tir" dediğiniz adam bu gün şiddetli bir şekilde düşmanla çarpıştı ve öldü" dediler.

Resûlullah yine,

"Cehenneme gitti" buyurdu.

Müslümanlardan bâzılarının şüpheye düşmelerine çok az kal­mıştı. O sırada adamın ölmediği, fakat ağır şekilde yaralandığı söylendi. Akşam olunca adam yaralarının acısına dayanamayarak kendini öldürdü. Bunu Peygamberimize haber verdiler. Resûlul­lah (s.a.v.),

"Allahü ekber. Şehadet ederim ki, ben Allah'ın Re­sulüyüm" buyurdu.

Sonra da Bilal'e şöyle seslenmesini emretti:

"Müslümandan başkası Cennete giremez. Şüphesiz Allah bu dini günahkar bir adamla da kuvvetlendirir."[371]

Evet, Allah'ın hikmetine binaen dinini günahkâr, hatta dinsiz kimseler vesilesi ile de kuvvetlendirir. O kimsenin niyeti İslama hizmet düşüncesi olmadığından onu Cehenneme atar. Müslüman­ların böyle kimseleri iyi tanımaları, "İslama hizmet ediyor" diye onu sevmemeleri gerekir.[372]

 

Kişi  Sevdiğiyle Beraberdir.

 

91. Abdurrahman bin Saffan rivayet ediyor:

Babam Safvan Resûlullaha (Medine'ye) hicret etti ve ona  biat etti. Resûlullah (s.a.v.) elini uzattı, onun elini okşadı. Safvan, "Ben seni seviyorum yâ Resûlallah" dedi.

Resûlullah (s.a.v.),

"Kişi sevdiğiyle beraberdir" buyur­du.

34 ve 38 numaralı hadislere ve izahına bakınız.[373]

 

Telbiye

 

92. İbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah (a.s.m.) şöyle telbiye getiriyordu:

"Lebbeyk. Allâhümme lebbeyk. Lebbeyk lâ şerike leke lebbeyk. İnnel-hamde ve'n-ni'mete leke ve'1-mülk lâ şerîke lek (Buyur Allah'ım, ben Senin emrine ve fermanına sözüm ve özümle tekrar tekrar icabet ettim. Emrine boyun eğdim. Rabbim, Senin dâvetine icabet etmek benim boynumun borcudur. Senin benzerin ve hiçbir ortağın yoktur. Rabbim, bütün varlığımla Sana yöneldim. Şüphesiz hamd da, nimet de yal­nız Sana mahsustur. Mülk de Senindir. Hiçbir şekilde Se­nin benzerin ve ortağın yoktur.)"[374]

 

İzah

 

Hac ibâdeti ile ilgili bir tâbir olan telbiye, yukarıdaki sözleri söylemektir. Haccın farzlarından olan ihram, Hanefî mezhebine göre ancak yukarıdaki cümleyi söylemekle gerçekleşir. Hacca giden bir kimse niyet etse, fakat telbiye getirmese, ihrama girmiş sayılmaz. Şafiî, Mâliki ve Hanbelî mezheplerine göre ise ihram için telbiye şart değildir.

Hacda ihramlı iken kişinin farz namazlarından sonra, seher vakitlerinde ve her fırsatta telbiye söylemesi sünnettir.[375]

 

Allah  Kimlerin  İşlerini  İstikamet  Üzere  Devam  Ettirir?

 

93. Semüre bin Cündeb (r.a.) rivayet ediyor:

"Namazı dosdoğru kılın, zekât verin, haccedin, umre ya­pın, doğru ve dürüst olun ki, Allah da işlerinizi istikâmet üzere devam ettirsin."[376]

 

Peygamberimizin Hayası

 

94. Âişe (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullahın avretini asla görmedim.[377]

 

İzah

 

"Resûlullahın avretini asla görmedim" diyen Peygamberimi­zin (s.a.v.) hanımı Hz. Âişe'dir. Aslında dinimize göre eşler bir­birlerinin avret yerlerini rahatlıkla görebilirler. Buna rağmen, Re­sûlullahın eşi onun avretini görmediğini söylemektedir. Bu, Pey­gamberimizin hayasını ifâde etmektedir.[378]

 

Sadakanın Ve Affetmenin Sevabı

 

95. Ümmü Seleme (r.a.) rivayet ediyor:

"Hiçbir mal sadakadan dolayı eksilmemiştir. Bir kul ken­disine yapılan bir haksızlığı affederse Allah bununla ancak onun izzetini artırır; affedin ki Allah da sizi aziz kılsın. Bir kimse kendisine bir dilencilik kapısı açarsa, Allah da ona mutlaka bir yoksulluk kapısı açar."[379]

 

İzah          

 

Hadisin birinci cümlesinde sadakanın malı eksiltmediğine dik­kat çekiliyor. Zekât da buna dâhildir. Sadakanın malı eksiltmeme­si, Allah'ın ona bereket vermesi, ondan zararı uzaklaştırması, mal azalmış görünse de verilen sevap ile âhirette çoğalacağı gibi mâ­nâlar anlaşılabilir.

İkinci cümlede affetmenin kişinin izzetini artıracağı açıklan­maktadır. Gerçekten de affeden bir kul, insanların gözünde büyük görünür, şerefi artar, herkes ona izzet ve" ikramda bulunur. Bu cümleden ayrıca affeden kulun âhirette izzet ve şerefinin büyük olacağı mânâsı da anlaşılır.                

Hadisin son kısmında da dilencilik yapan kimseyi Allah'ın fa­kirlikten kurtarmayacağı bildirilmektedir. İhtiyaç olmadığı halde dilenmenin mes'uliyeti ile ilgili de pekçok hadis vardır.[380]             

 

İçki Haramdır

 

96. İbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor:

"Her sarhoşluk veren şey haramdır. Ve her hamr haram­dır."[381]                                                                              

 

İzah

 

Zikrettiğimiz kaynakların bâzılarında şu ilâve vardır:

"Kim dünyada içki içer ve tevbe etmeden onun tiryakisi ol­duğu halde ölürse, ahiretin şarabından içemez."

Dinimiz, kişinin kendisine, ailesine ve topluma zararlı olan herşeyi yasaklamıştır. Zina, kumar, rüşvet bunlardan bâzılarıdır. İşte Yüce dinimizce haram kılınan zararlı alışkanlıklardan birisi de içkidir. Yüce Allah Kur'ân'da içkinin haramlığı ile ilgili olarak şöyle buyurur:

"Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve kısmet çekilen zarlar hep şeytanın işinden birer pisliktir; ondan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.

"Şüphesiz şeytan içki ve kumarla aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık bunlardan vaz geçtiniz, değil mi?"[382]

Bâzı kimseler Kur'ân-ı Kerimde içilmesi yasaklanan içkinin üzüm şarabı olduğunu söyleyerek kendilerine fetva çıkarmak is­terler. Kütüb-i Sittenin tamamında ve Kütüb-i Sitte dışında birçok hadis kitabında yer alan izahını yaptığımız hadis, bu düşüncenin ne kadar yanlış olduğunu ortaya koymaktadır. Hadiste geçen "hamr," dinen yasaklanan içki demektir. Peygamberimiz bu ha­dislerinde açıkça sarhoşluk veren her şeyin, bira, votka cin tonik gibi, ismi ne olursa olsun haram kılındığını bildirmiştir.

Bir başka hadislerinde de,

"Hamr, aklı örten (sarhoşluk veren) her şeydir"[383]

buyurarak zaman ve tekniğe parelel olarak başka şeylerden üretilen bütün sarhoş edicilerin haram olduğunu bildir­miştir.

İçki içmek isteyen, fakat vicdanen de haram işlemiş olmanın sıkıntısından kurtulamayan bâzı kimseler de "Ben sarhoş olmaya­cak kadar içiyorum" bahanesine sığınmaya çalışırlar. Oysa bu da doğru değildir. Çünkü Peygamberimiz, bir hadislerinde,

"Çoğu sarhoşluk veren şeyin azı da haramdır"[384]

buyurarak, bu hususu da açık kapı bırakmayacak kadar kesin bir ifâde ile bildirmiştir.

İçkiyi haram olduğunu kabul ederek içen kimse dinimizce bü­yük günah sayılan bir haramı işlemiş olur. Böyle biri hadiste de ifâde edildiği gibi sarhoşluk vermeyen "Cennet şarabından içe­mez." Yani günahının cezasını çekmedikçe Cennete giremez.

Ancak içkiyi haram olmadığını söyleyerek içenler dinden çıkmış olurlar. Böyleleri ebedî olarak Cehennemde kalırlar.

518 numaralı hadise de bakınız.[385]

 

Peygamberimiz Karnını Ne İle Doyuruyordu

 

97. Enes (r.a.) rivayet ediyor:             

"Sirke ne güzel katıktır."[386]

 

İzah

 

Aynı hadisi Hz. Âişe ve Câbir bin Abdullah da (r.a.) rivayet etmiştir. İbni Mâce'âe Ümmü Sa'd'dan rivayet edilen şöyle bir hadis de vardır:

Ben Âişe'nin yanında iken Resûlullah geldi ve,

"Yiyecek bir şey var mı?" diye sordu.

Âişe, "Ekmek, kuru hurma ve sirke var" cevabını verdi.

Resûlullah,

"Sirke ne güzel katıktır. Allah'ım, sirkeyi bereket­lendir. Çünkü sirke benden önceki peygamberlerin katığı idi. İçinde sirke bulunan bir ev fakirleşmez" buyurdu.

652 numaralı hadise de bakınız.[387]                                        

 

Amene'r-Resûlü'nün  Fazileti

 

98. Nu'man bin Beşir el-Ensârî (r.a.) rivayet ediyor:

"Muhakkak ki Allah bir kitap yazdı. O, Arşın yanındadır. Ondan iki âyet indirip Bakara Sûresini o iki âyetle mühür­ledi. Bu iki âyetin okunduğu yere üç gece şeytan yaklaşamaz."[388]

 

İzah

 

Hadiste faziletine dikkat çekilen âyetler, Bakara Sûresinin son iki âyeti olan ve "Âmene'r-Rasûlü" diye bilinen âyetlerdir. Bu âyetler, Peygamberimize mîraca çıkarıldığı gece bir mîraç hediye­si olarak verilmiştir. Bakara Sûresinin son iki âyetinin faziletini bildiren daha başka hadisler de vardır. Meselâ bunlardan birisi şu mealdedir:

"Bakara Sûresinin sonunda iki âyet vardır. Her kim bunları bir gece okursa, Cenâb-ı Hakkın koruması ve himâyesi için ken­disine yeter."[389]

 

Yeminin Bozulması Gereken Yer Var Mı?

 

99. Ebû Musa el-Eş'arî (r.a.) rivayet ediyor:

"Kim bir şey hususunda yemin eder de yemin ettiği şeyin aksinin daha hayırlı olduğunu görürse, yemininden vaz geç­sin, keffâret versin ve yemin ettiği husustan daha hayırlı olanı yapsın."[390]

Yemin, bir işi yapmak veya yapmamak hususunda iddiaya kuvvet vermek; bir haberi, bir iddiayı kuvvetlendirmek için Allah adını anmak demektir. "Vallahi bu işi yaptım," veya "Yapma­dım," "Vallahi doğru söylüyorum" ifâdeleri birer yemindir.

Bir Müslümanın ister sözüne kuvvet vermek, isterse muha­tabını inandırmak için olsun yemin etmesinde bir mahzur yoktur. Nitekim Cenâb-ı Hak da Kur'ân'ın bir çok yerinde yemin et­miştir. Meselâ bunlardan birisi şu mealdedir:

"Doğuların ve batıların Rabbine yemin ederim ki, Biz, onların yerine daha hayırlılarını getirmeye kadiriz. Hiç kimse bize mâni olamaz."[391]

Peygamberimiz de bir çok defa bir şey söyleyeceği zaman sözüne,

"Muhammed'in hayatı kudreti elinde olan Allah'a yemin ederim ki," "Kalbleri değiştiren Allah'a yemin ederim ki," diye­rek başlamıştır.

Yeminin çeşitleri vardır. Tafsilatı Hanefî ve Şâfıîlere Göre Büyük İslâm İlmihali isimli eserimizin 670-674. sayfalarına ha­vale ederek burada hadiste dikkat çekilen hususları açıklayacağız.

Yemin, farzın terkine, Müslümanların menfaatinin kaybol­masına veya bir musibetin gelmesine sebep olacaksa ona uyul­maz. Meselâ namaz kılmamaya, Ramazan'da oruç tutmamaya, bi­risini öldürmeye, borcunu ödememeye, anne veya babasıyla ko­nuşmamaya yemin eden kimse, yeminin bozar, keffâretini verir. Ayrıca affetmesi ve bağışlaması için Allah'a niyazda bulunur. Çünkü Yüce Allah Müslümanları böyle şeylere yemin etmekten men eder ve şöyle buyurur:

"Allah adına ettiğiniz yeminleri iyilik yapmaya, günahtan sa­kınmaya ve insanların arasını düzeltmeye mâni kılmayın. Allah her şeyi hakkıyla işitir, hakkıyla bilir."[392]

İşte Peygamberimiz (s.a.v.) izahını yaptığımız hadislerin de buna dikkat çekmekte, kişi bir şeyi yapmaya veya yapmamaya yemin etmişse, sonradan da yapmamaya yemin ettiği şeyi yap­manın, yapmaya yemin ettiği şeyi de yapmamanın daha hayırlı ol­duğunu anlarsa, bu durumda "Ben yemin ettim" diye doğru ol­mayan bir şeyi yapmayı değil, yemini bozup aksini yapmayı, ye­min için de keffâret vermeyi tavsiye etmektedir.

Yemin keffâreti, on fakiri sabah akşam doyurmak veya on fa­kire orta halli birer elbise almaktır. Buna gücü yetmeyen Hanefîlere göre peş peş olmak şartıyla üç gün oruç tutar. Şâfiîlere göre ise oruçların peş peşe tutulması şart değildir.[393]

 

Zâlime Karşı Hakkı Söylemek

 

100. Ebû Ümâme (r.a.) rivayet ediyor;

Peygamber (s.a.v.) orta cemrenin yanında iken "Hangi amel daha faziletlidir?" diye soruldu.

Resûlullah (s.a.v.),

"Zâlim sultana karşı hak söz söylemek" buyurdu.[394]

 

İzah

 

İbni Mâce'de Peygamberimizin (s.a.v.) yukarıdaki sözü "Hangi cihad efdâldir?" sorusuna karşı söylediği rivayeti vardır. Bir başka rivayette de suâli soran kimseye bir müddet cevap ver­mediği, sonra, "Soruyu soran nerede?" buyurduğu, suâl soran ortaya, çıkınca da yukarıdaki sözü söylediği bildirilir.

Hadiste geçen "cemre" ifâdesi, hacda şeytanın taşlandığı yere denir. Şeytanın taşlandığı üç cemre vardır. Bunlar, büyük cemre, orta cemre ve küçük cemrelerdir.

Zâlim bir sultana karşı hak bir sözü söylemenin en faziletli amel veya en faziletli cihad olmasının sebebi açıktır. Cihada çı­kan birisi, savaştan dönmeme endişesini taşımakla beraber, dönebilme ümidini de taşır. Nitekim savaşta herkes ölmez, bir çok kişi geriye döner. Ama dilediği kimseyi sorgusuz sualsiz öldü­rebilen, en azından ağır şekilde cezalandıran zâlim bîr idareciye karşı hakkı söyleyebilmek, gerçekten zordur. Zor olduğu için de en faziletli bir ameldir, en faziletli bir cihaddır.[395]                      

 

Yolculukta Namaz

 

101. Abdullah bin Ömer (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah ile Ebû Bekir ve Ömer ile yolculuk yaptım.

Onların dört rekâtlı farz namazları iki rekâttan fazla kıldığını görmedim.

Yolculukta namazların ikişer rekât olarak kılındığı hususunu daha önce izah etmiştik.[396]

 

Kuşluk Namazı

 

102. Zeyd bin Erkam (r.a.) rivayet ediyor:

"Evvâbin namazı, deve yavrusunun ayağı kumdan yan­maya başladığı andan itibaren kılınır."[397]

 

İzah

 

Aslında burada dikkat çekilen namaz evvâbîn namazı değil, kuşluk namazının vaktidir. O zaman için vakitleri tesbitte saat ol­madığı için, Peygamberimiz bu namazın vaktini Arapların bildiği bir şeyle tespit etmiştir. O da "deve yavrusunun ayağının kumda yanmaya başladığı andır." Bu da güneş doğduktan kırk beş elli dakika sonra demektir. Oysa evvâbin namazı, akşam namazından sonra kılınır.

Hadiste bildirilen vakitte , iki, dört, sekiz veya on iki rekât na­maz kılmak sünnettir. Evvâbin namazına "duhâ" diğer bir ifâ­deyle kuşluk namazı da denir. Kuşluk namazını bazan iki, bazan dört, bazan on iki rekât olarak kılan Sevgili Peygamberimiz, bu namazı teşvik için şöyle buyurmuştur:

"Kim kuşluk namazını on iki rekât kılarsa, Allah onun için Cennette altından bir köşk bina eder."[398]

Başka bir hadis de şu mealdedir:

"Kim kuşluk namazının iki rekâtine devam ederse, deniz köpüğü kadar da olsa günahları ba­ğışlanır."[399]

Fakat bu müjdeler, farz namazlarının yanı sıra kuşluk nama­zını kılanlar içindir. Bir kimse farz namazları kılmasa, her gün kuşluk kılsa da hadislerin müjdesine kavuşamaz. Çünkü bu na­maz nafiledir. Böyle namazların bin rekâtı, iki rekât farz namazın faziletine kavuşamaz.

452, 618 numaralı hadise de bakınız.[400]

 

Peygamberimizin Bâzı  İsimleri

 

103. İbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor:                                   

"Ben Ahmed'im, Muhammed'im, Hâşir'im, Mukeffâ'yım ' ve Hâtem'im."[401]

 

İzah

 

Peygamberimizin (s.a.v.) pekçok ismi vardır. Bu hadiste Pey­gamberimiz isimlerinden beşini saymaktadır. Bunlar:

1. Ahmed: Övülmeye en layık olan.

2. Muhammed: Herkesçe övülen.

3. Haşir: Herkesten önce haşrolacak olan. Tirmizî ve Muvatta'da Peygamberimiz bu ismini "İnsanlar benim peşim sıra haşrolunacaklar" şeklinde açıklamıştır.

4. Mukaffa: Kendisinden sonra peygamber gelmeyecek olan.

5. Hâtem: Peygamberlik kapısı kendisiyle mühürlenen, ka­patılan.

Zikrettiğimiz üç kaynakta bunlarla beraber Peygamberimizin bir kaç ismi daha zikredilir. Bunlar:

6. Âkib: Peygamberlerin sonuncusu.

7. Mâhî: Peygamberimiz bu ismini, "Allah benimle küfrü sile­cektir" şeklinde açıklamıştır.

8. Tevbe Peygamberi: Peygamberimizin günahtan tevbeyi ge­tirdiğini ifâde eder.

9. Rahmet Peygamberi: Resûlullahın insanların birbirlerine acımalarını getirdiği mânâsına gelir.

Kadı İyaz Şifâ-i Şerifte, İbni Kayyım el-Cevzî, Zâdü'l-Meâd'da ve daha pekçok kitapda Peygamberimizin bütün isimleri sayılmaktadır.

150 Nolu hadise de bakınız.[402]

 

Suçlunun Affedilmesine Aracı  Olmak

 

104. Urve bin Zübeyr rivayet ediyor:

Zübeyr bir hırsızla karşılaştı. Hırsızı yakalayanlardan onu affetmelerini istedi. Onlar, "Kadıya teslim edelim de orada aracı ol" dediler. Zübeyr şöyle dedi:

Resûlullah (s.a.v.),

"Kadıya teslim edildikten sonra suç­luya affedilmesi için aracılık edene de, kendisine aracılık edilene de Allah lanet eder" buyurdu.[403]

 

İzah

 

Hadis, hırsızlık, zina, kısas gibi Cenâb-ı Hakkın tayin ettiği cezalar için, mesele hâkime intikal ettikten sonra suçlunun affedil­mesi hususunda aracılık yapmanın caiz olmadığını ifâde etmekte­dir. Bu, bütün âlimlerin ittifakıyla haramdır. Ancak mesele hâki­me intikal etmeden aracı olmak ise caizdir. Zaten Zübeyir bin Avvam da (r.a.) henüz mesele hâkime intikal etmeden aracı olmuş­tur. Onların "Biz hâkime teslim edelim de öyle aracı ol" demeleri üzerine de Resûlullahın bunu yasakladığını bildirmiştir.

Nitekim günümüzde de bâzı suçlar mahkemeye intikal ettikten sonra dâvâlı davasından vazgeçse de mahkeme suçluyu bırak­maz. Çünkü o artık kamu dâvası olmuştur.

Müslim'de rivayet edilen şu hadis de konuya açıklık getirmek­tedir:

Manzum kabilesinden bir kadın hırsızlık yapmıştı. Ve mesele Peygamberimize intikal etmişti. Bu durum Kureyşlileri üzdü. "Durumu Resûlullah ile (s.a.v.) kim konuşabilir? Buna kim cesâret edebilir? Bunu ancak Resûlullahın çok sevdiği Üsame yapabi­lir" dediler. Üsâme Resûlullaha (s.a.v.) gittiğinde Ondan şu ceva­bı aldı:                                                                         

"Allah'ın suçluya tatbikini istediği bir ceza hakkında aracı mı oluyorsun?"

Resûlullah daha sonra şöyle bir konuşma yaptı:

"Ey insanlar! Sizden öncekileri Allah ancak şunun için helak etti: Onlar aralarında şerefli biri hırsızlık ettiğinde onu bırakırlar, zayıf biri çalarsa, onu cezalandırırlardı. Allah'a yemin ederim ki, Muhammed'in kızı Fâtima dahi hırsızlık etse, mutlaka onun da elini keserdim."[404]

 

İlmi Gizlemek

 

105. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

"Kim bir âlime birşey sorar da o âlim bildiğini gizlerse, Kıyamet gününde ateşten bir gemle gemlenir."[405]

İbni Mâce'de yer alan başka bir rivayet, "Kim insanların dinî işlerinde faydalı olan bir ilmi gizlerse..." şeklinde gelmiştir.[406]

 

Oruca Başlama Tarihi Nasıl Tespit Edilir?

 

106. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

"Ramazan hilâlini gördüğünüzde oruca başlayınız. Şev­val hilalini gördüğünüzde iftar ediniz (bayram yapınız). Ha­va bulutlu olursa orucu otuza tamamlayınız."[407]

 

İzah

 

Yüce Rabbimiz Kur'ân'da şöyle buyurur:

"Güneşi bir ışık, ayı bir nur yapan, vaktinizi ve hesabı bilesi­niz diye aya menziller takdir eden Odur."[408]

Başka bir âyette de "Güneş ve ay şaşmaz bir hesap üzere hare­ket eder"[409] buyurmuştur.

İşte ay ve güneş şaşmaz bir ölçü ile hareket ettiği içindir ki, namaz vakitleri, oruca başlama tarihi, iftar vakti, ay ve güneşin hareketlerine göre tespit edilmektedir. Yukarıdaki hadiste de bu gerçeğe dikkat çekilir. Peygamberimiz zamanında astronomi ilmi günümüzde olduğu gibi gelişmediğinden gerek namaz vakitleri, gerek Ramazan ve Kurban bayramı günleri, gerekse Ramazan ayının başlaması hilâl çıplak gözle görerek tespit ediliyordu.

Günümüzde ise ayın hareketleri modern âletlerle çok yakın­dan takip edilerek bir yıl sonraki takvimler önceden hazırlanabilmektedir. Namaz vakitleri, Ramazan ayının başlangıç tarihi, im­sak ve iftar vakitleri, bayram günleri bu takvimlerde belirtilmekte­dir. Bugün Müslümanlar takvimlere bakarak namaz kılmakta, sa­hur yemekte, iftar etmekte, oruca başlamakta ve bayram yapmak­tadırlar.

Konu hakkında geniş bilgi için Hanefî ve Şâfiîlere Göre Oruç Zekât isimli eserimizin 33-40. sayfalarına bakınız.[410]

 

Namazın Dindeki Yeri

 

107. İbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor:

"Kendisine güvenilmeyenin imanı eksiktir. Abdest olmay­anın namazı olmaz. Namaz kılmayanın dini sağlam değildir. Namazın dindeki yeri, başın vücuttaki yeri gibidir."[411]

 

Afiyet En Büyük Nimettir

 

108. Kays bin Ebî Hâzim rivayet ediyor:

Ebû Bekir Sıddîk'dan (r.a.) duydum. O, minber üzerin­de şöyle diyordu:

Resûlullah (s.a.v.) benim şu makamımda önceki sene şöyle buyurdu:

"Hiç kimseye kuvvetli imandan sonra afiyet gibi bir şey verilmemiştir. Ve biz Allah'tan dünyada ve âhirette afiyet istiyoruz. Dikkat edin! Doğruluk ve iyilik Cennettedir. Dikkat edin, kötülük ve günah Cehennemdedir."[412]

 

İman Ahlâkından Olan Üç Şey

 

109. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:

"Üç şey iman ahlâkındandır:

1. Kızdığı zaman kızgınlığı kendisini bâtıla sevketmeyen,

2. Hoşlandığında hoşnutluğu kendini hakdan çıkarma­yan,

3. Gücü yettiğinde hakkı olmayan şeye el uzatmayan kimselerin ahlâkı."[413]

 

İhlâs Ve Kâfirûn Sûrelerinin Fazileti

 

110. Sa'd bin Mâlik rivayet ediyor:

"Kim ihlâs sûresini okursa Kur'ân'ın üçte birini okumuş olur. Kim de Kâfirûn Sûresini okursa, Kur'ân'ın dörtte bi­rini okumuş olur."[414]

 

İzah

 

Bu ve benzeri hadislerde geçen faziletler ilk bakışta mübalağa gibi görülebilir. Çünkü Kur'ân'ın içerisinde bu sûreler de yer al­maktadır. Dolayısıyla bu sûreler kendilerinin de yer aldığı bütün Kur'ân ile mukayese edilmiş oluyor. Bediüzzamah Sözler isimli eserinde bu meseleyi özetle şöyle izah eder:

Kur'ân'ın herbir harfinin bir sevabı vardır. Allah'ın bir ihsanı olarak o harflerin sevabı sünbüllenir, bazan on tane verir, bazan yetmiş. Âyete'1-Kürsî harflerine yedi yüz, İhlâs Sûresi harflerine bin beş yüz, Berat gecesinde ve makbul vakitlerde okunan âyet­lere on bin, Kadir gecesinde okunan âyetlere otuz bin sevap ve­rir. Bu haliyle Kur'ân-ı Kerimin sevabını tartmak mümkün değil­dir. Belki gerçek sevabıyla bâzı surelerle ölçülebilir.

Mesela bin tane mısır ekilmiş bir tarla farzedelim. Bâzı tanele­rin yedi sünbül verdiğini farzetsek, her bir sünbülde de yüzer adet mısır tanesi varsa, bu durumda sünbül veren yedi tane mısır bütün tarlanın üçte ikisine denk geliyor demektir. Bunun gibi bir tane on sünbül verse, her sünbülde iki yüz tane olsa, bu durumda bir tek tane, tarlaya ekilen tanelerin iki misli kadar olmuş olur. Bunu daha fazla devam ettirebiliriz.

İşte Kur'ân-ı Hakimi nûrânî, mukaddes, semavî bir tarla ola­rak düşünüyoruz. Kur'ân'ın her bir harfi asıl sevabıyla birer hab­be hükmündedir. Diğer sûrelerin sünbülleri nazara alınmadığın­da, Yasin, İhlâs, Fatiha, Kâfirûn, Zilzal sûreleri bütün Kur'ân'la tartılabilir. Meselâ Kur'ân'ın 300620 harfi vardır. İhlâs Sûresinin harfleri ise Besmele ile birlikte 69'dur. Hadiste İhlâs Sûresi Kur'ân'ın üçte birine denktir denildiğine göre, İhlâs Sûresinin her bir harfine 1452 sevap düşer. Çeşitli hadislerde ifâde edilen diğer sûreler de bu şekilde hesaplanabilir.[415]

 

111. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

"Kim günahlardan sakınmak şartıyla sabah namazından sonra on iki defa İhlas Sûresini okursa, Kur'ân'ı dört defa okumuş gibi sevap kazanır. Ve yeryüzü halkının en fazilet­lisi olur."[416]

 

Peygamberimize Selâm Veren Taş

 

112. Câbir bin Semre (r.a.) rivayet ediyor:

"Ben, Peygamber olarak gönderilmeden önce bana selâm veren bir taş biliyorum."[417]

 

İzah

 

Müslim'de "Ben onu şimdi de biliyorum" ilâvesi vardır.

Taşlar cansız varlıklardır. Konuşamazlar. Ancak bu, genel olarak böyledir. Her şeyin yaratıcısı olan Cenâb-ı Hak dilediği za­man taşlara konuşma kabiliyeti verebilir. Zaten Kur'ân'da bildi­rildiğine göre bâzı taşların yuvarlanmalarının sebebi Allah korku­sundan kaynaklanmaktadır.[418] Yine Kur'ân'da bildirildiğine göre, herşey Allah'ı teşbih eder.[419] "Şey" ifâdesine taşlar da dâhildir.

Ancak biz onların teşbihlerini anlayamayız. Ama Cenâb-ı Hak taşa konuşma emrini verdiğinde taşların dile gelmemesi için hiç­bir sebep yoktur. Yine Kur'ân'da bildirildiğine göre Yüce Allah kıyamet gününde insanların derilerine, ellerine konuşma kabiliye­ti verecektir.[420]

İşte Resûlullah henüz Peygamber olmadan önce, Allah'ın em­riyle bâzı taşlar ona selâm veriyordu. Peygamber olduktan sonra da bir mucize olarak birçok taş ona selâm vermeye, onun emrini dinlemeye devam etti. Konu ile ilgili pekçok hadis vardır. Burada bunlara girmeyeceğiz.[421]                                

 

Suretleri Değişecek Olanlar                  

 

113. Abdullah bin Abbas (r.a) rivayet ediyor:            

"Bu ümmetten bir grup, yeme içme ve eğlenmek için bir araya geldikleri gecenin sabahında maymun ve domuza çev­rilmiş olarak kalkarlar."[422]

 

İzah

 

"Çevrilmiş olarak" şeklinde tercüme ittiğimiz ifâde, hadisin metninde "mesh" kelimesi ile geçer. Mesh, insanın suretinin değişmesi, hayvan suretine sokulması demektir. Hadiste, gayri meşru eğlence için bir araya gelen bir topluluğun maymun ve do­muza çevrilmiş olarak sabahlayacaklarına dikkat çekiliyor. Bu değişiklik iki şekilde olur:

Birincisi, mesh-i sûrî, yani insanın maddeten şekil ve sure­tinin değişmesidir. Eski ümmetlerde Allah'a isyan eden bâzı insanlar bu cezaya çarptırılmışlar, domuz, maymun veya fare şekli­ne çevrilmişlerdir. Bunlar daha sonra helak olmuş, tamamen öl­müşlerdir.[423]

Bir de manevî mesh vardır. Burada manevî bir değişiklik söz konusudur. İman nimetinden mahrum olan, kimseden utanıp sı­kılmadan günah işleyen kimseler, maddeten insan şeklinde olsa­lar da, manevî yönden hayvana benzerler. Bunlar, davranış, ah­lâk ve karakter bakımından insandan çok hayvanı hatırlatırlar. Günahkar insanları bunlara misâl olarak vermek mümkün oldu­ğu gibi, hiç çekinmeden beşikteki çocuklara, ihtiyarlara, kadınla­ra makinalı ile ateş açan anarşistleri de, suretleri manen değişmiş, insan cesedinde canavar ruhu taşıyan insanlara misâl olarak verebiliriz.

Bediüzzaman, Kur'ân'ın yerine geçirilmeye çalışılan, manevi­yattan sıyrılmış Batı medeniyetinin esaslarını kabul eden kişileri anlatırken, manevî meshe şöyle güzel bir misâl verir:

"Bu medenîlerden çoğu, eğer içi dışına çevrilse, kurt, ayı, yı­lan, hınzır, maymun postu görülecek gibi hayale gelir."[424]

 

Başkasının Evine İzinsiz Olarak Bakmak

 

114. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

"Başkasının evine izinsiz olarak bakanın gözünü çıkarsalar helâldir."[425]

 

İzah

 

Müsned’de bu hadis biraz daha uzun olarak şöyle rivayet edil­miştir:

"Herhangi bir kişi kendisine izin verilmeden önce bir evin kapı veya penceresindeki örtüyü kaldırarak bakarsa, yapması he­lâl olmayan bir iş işlemiş olur. O anda ev içinden birisi gözünü patlatırsa ceza görmez.

"Bir kimse de örtü bulunmayan bir kapının önünden geçer de ev sahiplerinin görülmesi uygun olmayan yönlerine gözü çarpar­sa, ona âni bakışı için hiçbir günah yoktur. Suç ev halkınındır." '} Müslim'deki rivayetlerin birisi ise şöyledir:

"Bir adam izinsiz olarak senin evine baksa da, ufak bir taş ata­rak gözünü çıkarsan, günaha girmiş olmazsın."

Buhârî'deki rivayet ise şöyledir:

"Resûlullahın (s.a.v.) evinin bir penceresinden adamın birisi içeriye baktı. O sırada Resûlullah (s.a.v.) bir tarakla başını ta­rıyordu. Adamın içeri baktığını görünce şöyle buyurdu:

"Eğer senin böyle haremgaha baktığını önceden bilseydim, şu demiri gözünü saplardım. Çünkü izin isteme göz için emredilmiş­tir."

Peygamberimiz başka bir hadislerinde de Allah'ın izinsiz baş­kasının evine göz atmayı çirkin gördüğünü bildirmiştir.[426]

 

Duada Kesin Bir İfâde Kullanılmalı

 

115. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

"Biriniz, "Allah'ım, dilersen beni bağışla" demesin. İste­ğini kesin olarak istesin. Çünkü Allah'ı zorlayacak yoktur."[427]

 

İzah

 

Zikrettiğimiz kaynakların bâzılarında "Allah'ım, dilersen me­rhamet et demesin" ilâvesi vardır.

Hadiste geçen "Dilersen" ifâdesi, Allah bağışlamaya zorlana­bilir gibi yanlış mânâya yol açabilir.

Diğer taraftan, duâ edenin "Aslında ihtiyacım yok, dilersen kabul et" gibi bir mânâda da anlaşılabilir. Bu sebeple Peygamber­imiz duada kesin ifâde kullanılmasını istemiştir.[428]

 

Sahabîlerin Sünnete Düşkünlüğü

 

116. Abis bin Rebia rivayet ediyor:

"Ömer bin Hattab'i gördüm. Hacerü'l-Esved'in karşısın­da durmuş şöyle diyordu: "Allah'a yemin ederim ki, ben senin bana ne fayda ne de zarar vermeye gücü yetmeyen bir taş olduğunu biliyorum. Eğer Resûlullahın (s.a.v.) seni öp­tüğünü görmeseydim ben de öpmezdim."[429]

 

Namazda Sağa Sola Bakmak

 

117. Abdullah bin Selâm (r.a.) rivayet ediyor:               

"Namazda sağa sola bakmayınız. Çünkü böyle yapanın namazı yoktur."[430]                                                              

                 

İzah                     

 

Hadisin zikrettiğimiz kaynaklardaki rivayeti ise şöyledir:        

"Allah namazda yüzünü sağa sola çevirmediği müddetçe rah­met ve bağışlamasıyla kula yönelmeye devam eder. Kul yüzünü sağa sola çevirince, Allah da rahmet ve bağışlamasını ondan çevi­rir."

Kişi namazda iken başını sağa ve sola çevirmemelidir. Çünkü namazından mükemmel sevabı ancak böyle alabilir. Diğer taraf­tan, Allah'ın rahmet, mağfiret ve ihsan nazarları böyle bir kula çevrilidir. Eğer bir kimse namazda iken her hangi bir mecburiyet olmadan sağa sola bakınırsa Allah da o kula rahmet nazarıyla bakmaktan vaz geçer. Yani namazın sevabını o kul için azaltır. Konu ile ilgili başka hadisler de vardır. Birisi şöyledir:

"Kul namazda sağa sola baktığında Allah kendisine şöyle ses­lenir: "Ey Âdemoğlu, nereye bakıyorsun? Ben senin için baktığın şeylerden daha hayırlıyım."[431]

Peygamberimiz namazda başını sağa sola çeviren kimsenin durumunu soran Hz. Âişe'ye de, "O kulun namazından şeytanın bir hırsızlığıdır" cevabını vermiştir.[432]

İşte Peygamberimiz yukarıdaki hadislerinde de namazda sağa sola bakmayı yasaklamıştır.

Namazda sağa sola bakınmak mekruh olduğu gibi, yukarı ba­kınmak da mekruhtur. Mescide geldiğinde bir kaç kişinin başla­rını semâya diktiğini gören Peygamberimiz (s.a.v.),

"Böyle ya­panlar gözlerini havaya dikmeye kesinlikle son vermelidir. Veya onların gözleri bir daha kendilerine dönmeyecektir" buyurmuş­tur.[433]

Namazda sağa sola bakınmak, gözleri tavana dikmek, namaz­da bulunması gereken huşua da mânidir. Oysa namazda huşu kurtuluş sebebidir. Zira Yüce Allah bir âyet-i kerimede şöyle bu­yurmuştur:

"Mü'minler kurtuluşa ermiş, umduklarına kavuşmuşlardır."

"Onlar namazlarını Allah'tan korkarak, hürmet ve tevazu için­de ve tâdil-i erkân ile kılarlar."[434]

Hadisde geçen "Böyle yapanın namazı yoktur" ifâdesi, "Se­vabı az olur" mânâsındadır. Yoksa "Namaz kılmamış olur" mânâ­sında değildir.[435]

 

Bir Gün Güneş Batıdan Doğacak

 

118. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah (s.a.v.),

"Rabbinin bir kısım âyetleri geldiği gün"[436] âyetiyle ilgili olarak

"Güneşin batıdan doğması" bu­yurdu.[437]

 

İzah

 

Kıyametin büyük alâmetlerinden birisi de güneşin batıdan doğmasıdır. Peygamberimiz kıyametin on büyük alâmetini sa­yarken bunlardan birisinin de güneşin batıdan doğması olduğunu bildirmiştir.[438]

Güneşin batıdan doğmasını, Batı dünyasının Müslüman olma­sıyla te'vil edenler varsa da, biz bu tev'ile katılmıyoruz ve böyle bir tev'ilin âyet ve hadislere zıt olduğunu düşünüyoruz. Güneşin batıdan doğması ile, artık imtihan meydanı kapanacaktır. Güneş batıdan doğduktan sonra getirilen iman ve yapılan tevbe kabul edilmeyecektir. Çünkü artık kıyametin en açık alâmeti ortaya çık­mış, insanın ihtiyarı elinden alınmıştır. Nitekim izahını yaptığımız hadiste Peygamberimize sorulan âyetin tamamında bu gerçek şöyle açıklanır:

"Onlar ancak kendilerine azap melekleri gelsin, yahut mekân­dan ve zamandan münezzeh olan Rabbin bizzat gelsin, yahut Rabbinin bir kısım âyetleri geliversin diye bekliyorlar. Rabbinin bir kısım âyetlerinin geldiği gün ise, daha önce iman etmemiş kimsenin o gün iman etmesi veya imanın gereği olarak bir hayır işlememiş kimsenin o gün işleyeceği hayır, ona bir fayda verme­yecektir. De ki: Siz bekleyedurun; muhakkak biz de bekliyoruz."[439]

Peygamberimiz de bu alâmet çıktıktan sonra iman etmenin hiçbir fayda vermeyeceğini şöyle açıklamıştır:

"Güneş battığı yerden doğmadıkça kıyamet kopmayacaktır. Güneş batıdan doğduğu zaman da, artık bütün insanlar iman ede­cektir. Ancak, daha önce iman etmemiş kimsenin o gün iman et­mesi veya imanın gereği olarak bir hayır işlememiş kimsenin o gün işleyeceği hayır, ona bir fayda vermeyecektir."[440]

Tevbe kapısının güneş batıdan doğuncaya kadar devam edeceğini ifâde eden daha başka hadisler de vardır. Meselâ bu ha­dislerden birisi şu mealdedir:

"Güneş batıdan doğuncaya kadar tevbe kapısı devamlı açık tu­tulacaktır."[441]

Evet, güneşin batıdan doğması artık kıyametin kopacağına, Kur'ân'ın ve Peygamberimizin gerçeği açıkladığına ap açık bir delil olacağı için, imtihan bitecek, o günden sonra inananın ima­nı, tevbe edenin tevbesi kabul edilmeyecektir. Kıyametle ilgili ha­disleri te'vil eden ve Deccal, Mehdi, Dabbetü'1-arz gibi kıyamet alâmetlerini açıklayan hadislerin teşbih ifâde ettiğini söyleyen Bediüzzaman, güneşin batıdan doğmasının ise zahirî mânâsında olduğunu söyler. Bununla ilgili olarak meâlen şöyle der:

Güneşin batıdan doğması ise, açık bir kıyamet alâmetidir. Ve ap açık bir delil olduğu için, aklın ihtiyarı ile bağlı olan tevbe kapısını kapayan semavî bir hâdise olduğundan tefsiri ve mânâsı açıktır, te'vile ihtiyacı yoktur. Yalnız bu kadar var ki:

"Allahu a'lem, güneşin batıdan doğmasının görünen sebebi, dünyanın kafasının aklı hükmünde olan Kur'ân onun başından çıkmasıyla zemin divâne olup—Allah'ın izni ile başını başka gezegene çarpmasıyla hareketinden geri dönüp—doğudan batıya olan seyahatini Allah'ın dilemesiyle batıdan doğuya değiştirmek­le, güneş batıdan doğmaya başlar. Evet, dünyayı güneşile, ferşi arşa kuvvetli bağlayan Allah'ın sağlam ipi olan Kur'ân'ın çekip gücü kopsa; dünya gezegeninin ipi çözülür, başı boş serseri olup aksiyle ve intizamsız hareketinden güneş batıdan çıkar. Hem çar­pışma neticesinde emr-i ilâhî ile kıyamet kopar diye bir te'vili vardır.[442]

Konu hakkında geniş bilgi için Kıyamet Alâmetleri isimli ese­rimizin 257-260. sayfalarına bakılabilir.[443]

 

Hz. Ali'nin Fazileti

 

119. Umeyre bin Sa'd rivayet ediyor:

Minberin üzerinde Ali'yi (r.a.) gördüm. Resûlullahın (s.a.v.) arkadaşlarına, "Resûlullahın (s.a.v.) Gadir Hum günündeki sözlerini kim işitti. Buna kim şahitlik edecek?" diye sordu.

Ebû Hüreyre, Ebû Saîd ve Enes'in de içinde bulunduğu on iki kişi ayağa kalktı. Onlar Resûlullahın (s.a.v.),

"Ben kimin mevlâsı [efendisi, dostu] isem, Ali de onun mevlâsıdır. Allah'ım, ona dost olana dost ol, düşman olana da düş­man ol" buyurduğuna şahitlik ettiler.[444]

 

İzah

 

Peygamberimiz Veda Haccından bir müddet önce Hz. Ali'yi Yemen'e vazifeli olarak göndermişti. Hz. Ali Veda Haccında Peygamberimizle buluşacaktı. Yolda gelirlerken Hz. Ali ile kafi­lede bulunanlar arasında bir huzursuzluk oldu. Hz. Ali haklıydı. Fakat onu Peygamberimize şikâyet ettiler. Resûlullah onlara,

"Ey insanlar, Ali'yi şikâyet etmeyiniz. Vallahi o Allah yolunda şikâyet edilmez"[445] dedi.

Hac dönüşünde Mekke ile Medine arasında bulunan Gadîr Hum mevkiine gelinince de orada mola verdi. Orada bir müddet istirahat edip öğle namazını kıldıktan sonra, Sahabîlere hitaben şöyle bir konuşma yaptı:

"Ey insanlar! Haberiniz olsun ki, ben de ancak bir insanım. Çok sürmez Yüce Rabbimin elçisi [Azrail] bana gelecek, ben de onun dâvetine icabet edeceğim. Ben size kıymeti ve mes'uliyeti ağır iki emânet bırakıyorum. Birincisi Yüce Allah'ın Kitabıdır ki, onun içinde hidâyet ve nur vardır. Cenâb-ı Hakkın Kitabına sım­sıkı sarılınız. İkincisi de Ehl-i Beytimdir. Ehl-i Beytime muamele hususunda size Allah'ı hatırlatırım. Ehl-i Beytime muamele husu­sunda size Allah'ı hatırlatırım. Ehl-i Beytime muamele hususunda size Allah'ı hatırlatırım."[446]

Efendimiz daha sonra oradakilere,

"Sizin velîniz kimdir?" diye sordu.

Oradakiler, "Bizim velîmiz Allah ve Resulüdür" cevabını ver­diler.

Peygamberimiz,

"Ey insanlar, benim mü'minlere öz nefisle­rinden daha sevimli olduğumu biliyorsunuz değil mi?" buyurdu.

"Evet" dediler. Peygamberimiz suâlini tekrarladı, yine aynı cevabı aldı. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) Ali'nin elinden tuttu izahını yaptığımız hadisi söyledi.[447]

Câferîler, Peygamberimizin yukarıdaki sözlerini "orada Hz. Ali'yi kendisinden sonra halife olarak tayin ettiği" şeklinde yo­rumlarlar. Bu yoruma katılmak mümkün değildir. Bilgi için Ta­rihte ve Günümüzde Caferilik isimli eserimizin 227-237. sayfa­larına bakılabilir.[448]

 

Allah'ın Gazabından Emin Olunmamalıdır

 

120. Yahya bin İbni Kesîr rivayet ediyor:

"Kim "Ben âlimim" derse, o câhildir. Kim "Ben câhilim" derse, o câhildir. Kim, "Ben Cennetteyim" derse, o Cehen­nemdedir. Kim "Ben Cehennemdeyim" derse, o Cehen­nemdedir."[449]

 

İzah

 

Âlim sıfatı, kolay kazanılacak bir sıfat değildir. Çünkü âlim sayılabilmek için kişinin Kur'ân, hadis, fıkıh, İslâm tarihi gibi birçok ilmi bilmesi gerekir. Bütün bu ilimleri öğrenip âlim sıfa­tını kazanabilmek ise kolay değildir. Bu ilimleri öğrenmeden ki­şinin kendisini âlim ilan etmesi, onun cahilliğini gösteren bir hu­sustur. Çünkü gerçek mânâda âlim olan ilmin sonu olmadığını, ne kadar bilirse bilsin bilmedikleri binlerce hususun câhili oldu­ğunu bilir ve kendisini âlim ilân etmez.

Kişinin "Ben âlimim" demesi, gurura kapılması açısından da tehlikelidir. Gerçek mânâda âlim olan ilmi ile gurura kapılmaz. O ilmi kendisine Allah'ın ihsan ettiğini bilir. Ona şükürden geri dur­maz. Allah'ın ihsan ettiği ilimle gururlanmaz.

Bununla beraber, gerçekten âlim olan birisinin Allah'ın bir ih­sanını inkar etmemek için "Allah bana ilim ihsan etti" demesinde bir mahzur bulunmamaktadır.

Bu arada gerçekten ilimle dopdolu oldukları halde tevâzuun-dan veya ne kadar bilgili olursa olsun "Kişi bilmediklerinin câhilidir" gerçeğini düşünerek kişi câhil olduğunu söyleyebilir. Böyleleri "Ben câhilim" dediği için câhil sayılmazlar.

Hadiste üzerinde durulan diğer mühim bir husus Müslümanın "havf ve recâ" günümüz ifadesiyle korku ile ümit arasında olması gerektiğine dikkat çekilmesidir. Dinimize göre kişinin Allah'ın gazabından emin olması da, rahmetinden ümit kesmesi de doğru değildir. Dolayısıyla dikkat çekildiği gibi, Allah'ın gazabından emin olan, "Ben Cennetteyim" diyen bu sözünün cezasını çekin­ceye kadar Cehenneme atılır. Kişinin ibâdetleri kendisine daha önce verilen nimetleri dahi karşılamaya yetmez. Cennet ise Al­lah'ın fazlındandır. Dolayısıyla "Ben Cenneteyim" demesi Al­lah'ın irâdesini devre dışı bırakmak demektir.

Kişinin Allah'ın gazabından emin olması doğru olmadığı gibi, Onun rahmetinden ümit kesmesi de doğru değildir. Bir âyette bu­nunla ilgili olarak şöyle buyurulur:

"De ki: Ey günahta aşırı giderek nefislerine zulmetmiş olan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Muhakkak ki Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki, O çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir."[450]

Bir başka âyette de, Allah'ın rahmetinden ancak Onun âyet­lerini ve Ona kavuşmayı inkar edenlerin ümitlerini keseceklerine dikkat çekilir.[451]

Diğer taraftan, kişi Allah'a güzel zan beslemekle mükelleftir. Bir kul Allah'ın kendisine rahmetle muamele edip günahlarını ba­ğışlayacağını ümit ederse, Allah onu affeder, bağışlar. Kul, Al­lah'ın kendisine azapla muamele edeceğini zannederse, ona da öyle muamele eder. Yüce Allah, bir âyet-i kerimede kulun Kendi­si hakkındaki yanlış zannının onu helake götüreceğine işaretle şöyle buyurmaktadır:

"Rabbiniz hakkındaki bu yanlış zannınızdır ki, sizi helake düşürdü ve hüsrana uğrayanlardan oldunuz."[452]

Konuyla ilgili bir kudsî hadiste de şöyle buyurulur:

"Ben, kulumun Bana olan zannı yanındayım, yani kulumun Bana zannı nasılsa ona öyle muamele ederim."[453]

Böyle olunca, kişinin "Ben Cehennemdeyim" demesi, Al­lah'a güzel zan değil, kötü zan beslemesi demektir. Dolayısıyla Allah'ın kendisini Cehenneme atacağına inandığı için, Allah da onu Cehenneme atar.

Ancak mü'min bir kul, Allah'ın rahmetinden ümidini kesmemekle birlikte, bu rahmete güvenerek Allah'ın haram kıldığı şeylere de girmemelidir.

Konu hakkındaki tafsilatı Ölüm Cenaze Kabir isimli eseri­mizin 107-110. sayfalarına havale ederek, burada konu hakkında Hz. Ömer'in güzel bir sözünü nakletmek istiyoruz:

"Semâdan bir seslenici, 'Ey insanlar, bir kulum hariç hepiniz Cennete girin' diye seslense, o bir kulun ben olacağımdan kor­kuyorum.

"Eğer, 'Ey insanlar, bir kulum hâriç hepiniz Cehenneme girin' diye seslense, Cehenneme girmeyecek olan o bir kulun ben ola­cağımı umuyorum."[454]

 

Peygamberimizin Ehl-i Beytine Duası

 

121. Şehr bin Havşeb rivayet ediyor:

Hz. Hüseyin şehid edildiğinde taziye için Ümmü Seleme'nin (r.a.) yanına geldim. O bana Hüseyin (r.a.) ile il­gili olarak şu hatırasını anlattı:

"Resûlullah (s.a.v.) içeri girdi, bizim bir yaygımızın üze­rine oturdu. Fâtıma (r.a.) oturması için başka bir şey verdi. Resûlullah Fâtıma'ya, 'Bana Hasan'ı Hüseyin'i ve amcanın oğlu Ali'yi çağır' buyurdu. Onlar yanında toplanınca da şöyle buyurdu:

"Allah'ım, bunlar has yakınlarını ve Ehl-i Beytimdir. Onların günahlarını gider ve onları tertemiz kıl."[455]

 

İzah

 

Buna benzer başka rivayetler de vardır. Meselâ Müslim'de Hz. Aişe'den şöyle bir hadis rivayet edilir:

"Peygamber (s.a.v,) bir sabah, üzerinde siyah kıldan yapıl­mış ve üzeri nakışlı bir elbise olduğu halde çıktı. O esnada Ali'nin oğlu Hasan geldi. Peygamber (s.a.v.) onu elbisesinin içine aldı. Sonra Hüseyin geldi. Onu da elbisesinin içine aldı. Fâtıma geldi. Onu da elbiseninin içine aldı. Ali geldi, onu da elbisesinin içine alıp sardı. Sonra da şu âyeti okudu:

"Ey Peygamber ailesi, Allah günahlarınızı giderip sizi ter­temiz yapmak istiyor."[456]

Konu ile ilgili başka hadisler de vardır. Aynı hâdise farklı kanallardan gelmiş de olabilir, hâdise birkaç defa tekrarlanmış da olabilir. Doğrusunu Allah bilir.[457]

 

Faiz Haramdır                                      

 

122. Ömer (r.a.) rivayet ediyor:

"Altının altınla, gümüşün gümüşle, buğdayın buğdayla, arpanın arpayla, kuru hurmanın kuru hurmayla, üzümün üzümle satışı eşit olarak yapılır. Tuzun tuzla satışı peşin olarak yapılır. Kim artırır ve kim artırılmasını isterse o faizdir."[458]

 

İzah                          

 

Müslimdeki rivayette "Alanla veren bu hususta eşittir" ilâvesi vardır.                                                                                  

Büyük günahlardan birisi de faizdir. Yüce Allah bir âyet-i ke­limede faizin kesin olarak haram kılındığını şöyle açıklar:

"Faiz yiyen kimseler, kıyamet gününde kabirlerinden, şeytan çarpmış kimsenin kalkışı gibi kalkarlar. Bunun sebebi, onların 'Alış veriş de faiz gibidir' demeleridir. Halbuki Allah alış verişi helâl, faizi haram kıldı."[459]

Faizin haramlığı ile ilgili birçok hadis de vardır. Bunlardan ikisinin meali şöyledir:                                                         

"Mîraca çıkarıldığım gece, karınları odalar gibi büyük olan bir kavim gördüm. Karınlarında dışarıdan görülen yılanlar vardı. 'Ey Cebrail, bunlar kim?' diye sordum. 'Faiz yiyenler1 cevabını ver­di.[460]

"Aralarında faizin yaygınlaştığı hiçbir topluluk yoktur ki, fa­kirliğe maruz kalmasın. Aralarında rüşvet yaygınlaşan hiçbir top­luluk yoktur ki, korkuya maruz kalmasın."[461]

Peygamberimiz izah ettiğimiz hadislerinde de altı maddeyi sa­yıyor ve bu altı maddenin kendileriyle, mesela buğdayın buğ­dayla satışının eşit olarak yapılması gerektiğini, aynı cins olan şeylerden birisinin fazla olması durumunda yapılan işlemin faiz olacağını ifâde ediyor.

Hanefî, Şafiî, Mâlikî ve Hanbelî mezhebi âlimleri, bu hadiste sayılanlara kıyas ederek bu altı maddenin dışında kalan madde­lerden alman fazlalığın da faiz olduğunu ifâde ederler. Bu dört mezhebe göre faiz, akit yapan taraflardan birisine her hangi bir mal karşılığı olmaksızın verilmesi şart koşulan fazlalıktır. Cinsi ve miktarı aynı olan iki mal birbiri ile değiştirilirken taraflardan birisinin fazla vermesi faiz olur. Bu tarifi göre bir milyon lirayı bir milyon bir lira ile değiştirmek, bir milyon borç verip verilen paradan fazlasını almak faizdir.[462]

Dolayısıyla "Bu altı maddenin dışındaki şeylerde faiz geçerli değildir" denilemez. Çünkü o zamanda alış veriş para ile değil, hadiste sayılan maddelerle yapılıyordu. Zaten hadiste, "Bu altı maddenin dışındaki maddelerden alman fazlalık faiz olmaz" şek­linde bir ibare de bulunmamaktadır.

Gerek bu konunun gerekse faizin haramlığı, haram kılınma­sının hikmetleri ile ilgili tafsilatlı bilgiyi Faiz Ticâret isimli eseri­mizde bulabilirsiniz.[463]

 

Tevbe Üzere Ölmek

 

123. Câbir (r.a.) rivayet ediyor:

"Mü'min, kulluk elbisesi günahlarla yıprandığında onu tevbeyle yamayandır. Bahtiyar, tevbesi üzerine ölendir."[464]

                                                                                          

İzah

 

Tevbe ile ilgili olarak 55 numaralı hadisin izahında açıklama yapmıştık. Burada konu üzerinde kısaca duracağız:

Hadiste kulluk bir elbiseye benzetiliyor. Ve bu elbisenin gü­nahlarla yıpranacağına dikkat çekiliyor. Kulluk elbisesi günah­larla yıprandığında mü'minin onu tevbeyle yamaması gerektiği nazara veriliyor. Ayrıca sadece tevbe ile yetinmeyip o tevbe üzere ölmek gerektiği, yani tevbe edilen günaha bir daha dönmemek icab ettiği ifâde ediliyor. Peygamberimiz bunu yapan mü'minleri bahtiyar olarak vasıflandırıyor.[465]

 

Yahudilerin İhanetinin Cezası

 

124. Eşlem el-Ensârî rivayet ediyor:

Resûlullah beni Kurayza Yahudileri esirlerinin başına ta­yin etti. Ben onların çocuklarının avret yerlerine bakıyordum. Buluğa ermişse boynunu vuruyordum. Buluğa ermemişse Müslümanlara ganimet olarak kalıyordu.[466]

 

İzah

 

Yahudiler tarih boyunca kendi peygamberlerine eziyet etmiş­ler, hattâ onlardan bâzılarını şehid etmişler, bâzılarını da öldür­meye teşebbüs etmişlerdir. Bunun içindir ki, Kur'ân'da lanetlen­mişlerdir.

Yahudiler Peygamberimizi de öldürme teşebbüsünde bulun­muşlar, ona eziyet etmişlerdi. Onu en kritik zamanda arkadan vurmuşlardı.

İşte yukarıdaki hadiste bu hainlikleri sebebiyle onlara verilen ceza haber verilmektedir. Konu özetle şöyle gerçekleşmiştir:

Peygamberimizin Medine'deki diğer Yahudi kavimleriyle ol­duğu gibi, Kurayzaoğulları Yahudileriyle de antlaşması vardı. Medine'yi müşterek düşmana karşı koruyacaklardı. Buna rağmen onlar birkaç defa Resûlullah ile yaptıkları anlaşmayı bozdular. En kötüsü Resûlullahın can düşmanlarıyla birlik oldular. Mekke müşriklerine mektup yazarak "Siz gelin, biz Müslümanları Me­dine'de arkalarından vuracağız" dediler.

Nihayet müşrikler Kurayzaoğullarının sözlerine de güvenerek Medine üzerine büyük bir ordu ile saldırıya geçtiler. Bu arada Kurayzaoğulları Yahudileriyle aralarında şu üç maddelik anlaş­mayı yaptılar:

1. Savaş sona erinceye kadar Kurayzaoğulları on gün müş­riklerin safında Müslümanlara karşı savaşacaklardı.

2. Müşrikler için silah temin edeceklerdi.

3. Müşriklerin ihtiyaçlarını karşılamak için karargahları yanına pazar kuracaklardı.                          

Evet, Yahudiler Peygamberimizi ve Müslümanları en nazik ve en tehlikeli bir anda, ölüm kalım savaşında yardımsız ve yalnız bırakıyorlardı. Müşterek vatanlarını daha önce söz verdikleri hal­de düşmana karşı korumuyorlardı. Bununla da kalmayarak elle­rine geçen fırsatı değerlendirmek istiyor, Müslümanları arkala­rından vurma planları yapıyorlardı. Böylece ahitlerini ikinci defa bozmuş oluyorlardı. Onların bu hali şu âyet-i kerimelerle bildiri­liyor:

"Sen kendileriyle antlaşma yaptığın halde, onlar her defasında pervasızca ahidlerini bozarlar. Harp meydanında yakaladığında onları darma dağın et ki, arkalarından onlara destek verenlere ib­ret olsun—belki böylece akıllarını başlarına alırlar."[467]

Kurayzaoğulları tarihe Hendek Savaşı olarak geçen bu savaş­ta müşriklerle yaptıkları bu anlaşmaya sâdık kaldılar. Peygamber­imiz ve Sahabîler bir yanında kalabalık müşrik ordusuyla sava­şırlarken, diğer taraftan Medine'de bıraktıkları kadınlarından ve çocuklarından endişe ettiler. Çünkü Kurayzaoğulları Yahudileri Medine'de idiler. Bu da Kur'ân'da şöyle haber verilir:

"O vakit düşman orduları size hem yukarıdan, hem de aşa­ğıdan saldırmışlardı. Öyle ki, onların dehşetinden gözler yılmış, yürekler ağıza gelmişti."[468]

Hz. Ebû Bekir de bu korku ile ilgili olarak şöyle diyor:           

"Medine'deki çoluk çocuğumuz hakkında Kurayzaoğulları Yahudilerinden duyduğumuz korku, müşriklerden ve onlann müttefiklerinden duyduğumuz korkudan çok daha fazlaydı. Za­man zaman dağın tepesine çıkıp Medine evlerine bakardım. Onla­rı sükûnet içerisinde görünce, Allah'a şükr ve hamd ederdim."

Nihayet Allah Müslümanlara müşriklere karşı zafer ihsan etti, müşrikler mağlup bir vaziyette Mekke'ye dönmek zorunda kal­dılar.                                                         

Peygamberimiz cepheden henüz yeni dönmüş, banyo yapıp koku sürünmüştü ki, başında beyaz sarığıyla Cebrail (a.s.) geldi. At üzerindeydi, Peygamberimize sitem etti, "Ey Allah'ın Resulü! Sen silahını bıraktın mı? Vallahi biz daha silahlarımızı çıkarma­dık. Allah seni affetsin. Kalk silahını kuşan onların üzerine yürü" dedi.

Peygamberimiz "Kimin üzerine?" diye sorunca da, Cebrail (a.s.) eliyle Kurayzaoğullarının bulunduğu yeri gösterdi ve "İşte oraya" dedi. Sonra da meleklerle birlikte oraya gitti. Peygamberi­miz de derhal ordusuna emir verdi ve hedef olarak Kurayzaoğullarının yurdunu gösterdi. Kısa bir kuşatmadan sonra Yahudil­er şartsız teslim olmayı, Sa'd bin Muâz'ın (r.a.) vereceği hükmü kabul edeceklerini bildirdiler.

Sa'd da Peygamberimizin emriyle iki toplum arasında hüküm vermeyi kabul etti. Yahudilere silahlarını teslim ederek teslim ol­malarını söyledi. Onlar denileni yaptılar. Sonra da hükmünü şöy­le verdi:

"Ben onların hakkında buluğ çağına eren erkeklerin öldürül­mesine, mallarının Müslümanların arasında taksim edilmesine, kadınlarla çocukların esir edilmesine hükmettim."

Bu hüküm Peygamberimizi çok sevindirdi, bunu şöyle açık­ladı:

"Sen onlar hakkında Allah'ın yedi kat gök üstünde Levh-i Mahfuzdaki hükmüne uygun hüküm verdin. Allah'a yemin ede­rim ki, Allah da bana senin bu hükmün gibi emir vermişti. Senin bu hükmünle Allah, melekler ve mü'minler razı oldular."

Sa'd bin Muaz'ın (r.a.) bu hükmü Tevrat'ın hükmüne de uy­gundu. Tevrat'ın böyle durumlarla ilgili hükmü şöyle idi:

"Bir şehre savaş için yaklaştığında onları sulha davel edesin, eğer senin sulh şartını kabul eder sana kapılarını açarlarsa, içinde bulunan kavmin hepsi sana haraç verip hizmet etsinler. Eğer sulha yanaşmayıp savaşırlarsa, onları muhasara edesin. Allah'ın Rab onları sana teslim ettikte erkeklerin tamamını kılıçtan geçiresin. Kadınları, çocukları ve hayvanları ve bütün ganimeti, yani o şehirde bulunan malların tamamını yağma edip Allah'ın Rabbin sana verdiği düşmanlarının ganimetini yiyesin."[469]

Bu hüküm kendi şeriatlarında da geçerli olduğu için Yahudiler itiraz edemediler, hükme razı oldular. Zaten Sa'd bin Muaz da (r.a.) Tevrat'ı çok iyi bilen biri idi. Hükmü, Tevrat'ta olduğunu bilerek verdi.

Sonra hüküm infaz edildi. İşte izahını yaptığımız hadisin râvîsi, Resûlullahın kendisini Kurayza Yahudileri esirlerinin başına tayin ettiğini, çocuklarının avret yerlerine bakarak buluğa ermiş olanın boynunu vurduğunu, buluğa ermemişse Müslümanlara ga­nimet olarak kaldığını haber vermektedir. Bu husus Kur'ân'da şöyle haber verilir:

"Kitap ehlinden olup da o kâfirlere arka çıkanları Allah kalele­rinden indirip yüreklerine korku saldı ki, siz onlardan bir kısmını öldürüp bir kısmını da esir alıyordunuz."[470]

Konu hakkında tafsilatlı bilgiyi Tarih Aynasında Yahudiler isimli eserimizin 203-214. sayfalarına havale ediyoruz. [471]        

 

Resûlullahın Ve Ashabının Çektiği Sıkıntı                                                        

 

125. İbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor:

Ebû Bekir (r.a.) günün sıcak bir saatinde dışarı çıktı. Onun çıktığını gören Ömer de (r.a.) çıktı, Ebû Bekir ile karşılaştı. "Ey Ebû Bekir, bu vakitte dışarı çıkmana sebep nedir?1' diye sordu.

Ebû Bekir, "Allah'a yemin ederim ki, şiddetli açlık se­bebiyle dışarı çıktım" dedi.

Ömer, "Allah'a yemin ederim ki, ben de bu sebepten dı­şarı çıktım" karşılığını verdi. Onlar böyle konuşurlarken Resûlullah (s.a.v.) yanlarına geldi ve,

"Bu vakitte dışarı çıkmanızın sebebi nedir?" buyurdu.

Onlar, "Allah'a yemin ederiz ki, biz şiddetli açlık sebe­biyle dışarı çıktık" cevabını verdiler.

Resûlullah (s.a.v.),

"Nefsim kudreti elinde olan Allah'a yemin olsun ki, ben de ancak bu sebeple dışarı çıktım. Geli­niz" buyurdu. Beraberce Ebû Eyyûb el-Ensârî'nin evine geldiler. Ebû Eyyûb Resûlullah için yiyecek veya süt hazırladığını daha önce söylemişti. Resûlullah o gün gecik­miş, zamanında gelememişti. Ebû Eyyub de onu ailesine yedirmiş ve sonra da hurma bahçesine çalışmaya gitmişti. Resûlullah ile arkadaşları kapıya geldiklerinde hanımı çıktı ve "Ey Allah'ın Peygamberi ve beraberindekiler, merhaba, hoş geldiniz" dedi.

Resûlullah (s.a.v.),

"Ebû Eyyûb nerede?" diye sordu.

Kadın, "Hemen gelir. Bu vakitte gelmenizin sebebi ne­dir, ey Allah'ın peygamberi?' dedi.

Resûlullah (s.a.v.) geri döndü, tam o sırada bahçesinde çalışan Ebû Eyyub onu gördü, koşarak gelip Resûlullaha yetişti ve:

"Merhaba, hoş geldiniz ey Allah'ın Peygamberi ve ya­nındakiler! Ey Allah'ın Resulü, bu vakitte sen gelmezdin?" dedi. Onu geri eve getirdi. Sonra da hemen gitti, bir hurma dalı kesip geldi. [Daim üzerinde yaş ve kum hurmalar oldu­ğu gibi, yeni olgunlaşmakta olanları da vardı].

Resûlullah (s.a.v.),

"Bundan ne istedin, bize kuru hur­malardan toplasaydın?" buyurdu.

"Ya Resûlallah, hem kurusundan, hem yaşından, hem de yeni olgunlaşmışından yemenizi istedim. Size bunun yanın­da hayvan da keseceğim" dedi.

Resûlullah (s.a.v.),

"Eğer kesersen sağılanlarından kes­me" buyurdu.

Ebû Eyyûb bir kuzu veya oğlak alıp kesti. Hanımını da, "Sen ekmek pişir; ben de yemek yapacağım. Sen daha iyi ekmek pişirirsin" dedi. Kendisi de oğlağın ya­rısını pişirdi, yarısını da kızarttı. Yemek pişince getirip Re­sûlullah ve Ashabının önlerine koydu. Resûlullah (s.a.v.) oğlaktan bir parça aldı, bir ekmeğin üzerine koydu ve Ebû Eyyûb'a vererek:

"Ey Ebû Eyyûb, bunu Fâtıma'ya götür. Çünkü o da günlerden beri böyle bir şey bulamadı" buyurdu. Ebû Ey­yûb da onu Fâtıma'ya götürdü. Hepsi yiyip doyduktan son­ra Resûlullah (s.a.v.),

"Ekmek, et, kuru ve yaş hurmalar" dedi ve gözleri yaşardı. Şöyle buyurdu:

"Bunlar kıyamet günü hesaba çekileceğiniz nimetlerden­dir."

Bu durum yanındakilere ağır gelince şöyle devam etti:

"Böyle birşey bulduğunuzda 'Bismillah ve bereketillah (Allah'ın ismi ve bereketi ile)' diyerek elinizi uzatınız. Doyduğunuzda da 'Bizi doyuran, içiren ve bize nimet ihsan edip lütufta bulunan Allah'a hamdolsun' deyiniz. Böyle ya­parsanız nimetin şükrünü edâ etmiş olursunuz."

Resûlullah (s.a.v.) kendisine bir iyilik yapana mutlaka karşılığını vermek isterdi. Ebû Eyyûb'a,

"Yarın bize gel" buyurdu.

O bunu duymayınca Ömer (r.a.) "Resûlullah ya­rın kendisine gelmeni istiyor" dedi.

Ertesi gün Ebû Eyyûb kendisine geldiğinde Resûlullah (s.a.v.) ona bir hizmetçi verdi ve "Ey Ebû Eyyûb, bunun hakkında sana iyilik tavsiye ederim. Çünkü biz yanımızda bulunduğu müddetçe ondan ancak iyilik gördük" buyurdu.

Ebû Eyyûb onu eve getirdiğinde, "Resûlullahın tavsi­yesi sebebiyle onu hürriyetine kavuşturmaktan daha hayırlı bir şey bilmiyorum" dedi ve onu azâd etti.[472]

 

İdarecilerin İki Çeşit Yardımcıları Vardır

 

126. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

"Her peygamberin ve her idarecinin iki çeşit yardımcıları, yakınları olur. Bunlardan bir kısmı onlara doğru ve hayırlı yolu gösterir ve ona teşvik eder. Diğer kısmı da onlara yanlış yolu gösterir ve ona teşvik ederler. Her kim şerri, yanlışı gösteren yardımcılardan korunursa kurtulur."[473]

 

Yalan Söylemenin Caiz Olduğu Yerler

 

127. Ümmü Külsüm bint-i Ukbe (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullahın üç şey dışında hiçbir şeyin yalana ruhsat vermeyeceğini söylediğini duydum. Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyururdu:

"Onları yalan saymam. Bu hususlar şunlardır:

1. İki kişinin arasını düzeltmek için söylenilen gerçek dışı söz,

2. Savaşta düşmanı yanıltmak için söylenen gerçek dışı söz,

3. Kadının kocasının gönlünü, erkeğin hanımının gönlü­nü yapmak için söylediği gerçek dışı söz.[474]

 

İzah

 

Esma bint-i Yezid'den (r.a.) rivayet edilen Tirmizi'deki hadi­sin baş tarafı şöyledir:

"Ey insanlar! Pervanenin ateşe atılması gibi sizi yalanın peşine düşmeye sevkeden şey nedir? Oysa üç yer hâriç yalanın her çeşidi Ademoğluna haramdır. Bunlar:..."

Diğer kaynaklarda ise Ümmü Külsüm bint-i Ukbe'den (r.a.) hadisin sadece bir kısmı rivayet edilir. O da şudur:

"İki kişinin arasını düzelten, hayır söyleyip hayır tebliğ eden kimse yalancı değildir."

Bu hadisleri, bu durumlarda doğru olmayan şeyleri söyleme­nin yalan olmadığı mânâsında anlamak yanlış olur. Ne maksatla söylenirse söylensin, yalan yalandır. Fakat sayılan durumlarda söylenilen yalandan dolayı bir mes'uliyet yoktur.

Diğer bir husus, bu hadisleri izah eden âlimler, burada yalana ancak "tevriye" ve "îham" yoluyla söylenmesi durumunda ruhsat verildiğini ifâde ederler. Çünkü tevriye ve îham yoluyla söyleni­len söz yalan sayılmaz. Nitekim Peygamberimiz bir hadislerinde,

"Tevriyeli ve kinâî ifadelerle yalandan kurtulup rahatlanılabilir"[475] buyurmuşlardır.

Tevriye, bîr kaç mânâsı olan bir kelimeyi kullanan kimsenin en uzak mânâyı kastederek söylemesidir. İhâm ise, iki mânâsı olan bir kelimenin en uzak kullanılan mânâsını kastederek söyle­mektir. Meselâ savaş esnasında düşman askerlerine "Kumanda­nınız öldü" denilirken, bununla düşmanın daha önceki kuman­danlarından birisinin kastedilmesi gibi. Veya birbirine dargın olan iki kişinin arasını bulmak için birisine gidip, "O senin için her za­man duâ ediyor" demek ve bununla onun "Allah'ım, bütün Müslümanları affet" şeklindeki duasını kastetmek gibi. Erkeğin hu­zursuzluk çıkmasından korktuğu bir şey hakkında hanımına bir vaadde bulunması, fakat bu sözü verirken, "Allah izin verirse" diye bir kayda niyet etmesi de böyledir. Bu durumlarda kişi yalan söylememiş olur. Şu hadis bunu ifâde eder:

Bir adam Resûlullaha "Ey Allah'ın Resulü, ben hanımıma ya­lan söyleyeyim mi?" diye sordu.

Resûlullah,

"Yalanda hayır yoktur" buyurdu.

Adam, "Vaadde bulunmama, lehinde söz söylememe ne dersi­niz?" diye tekrar sordu.

Resûlullah,

"Bunda sana bir günah yok" buyurdu.[476]

Burada yalan değil, vaad söz konusudur. Bir kimse hanımına yerine getirmemeyi düşündüğü bir şeyi vaad edebilir. Bu vaadin yerine getirilme imkanı da olduğu için bu tamamen yalan söyle­me demek olmaz.

"Savaş hileden ibarettir"[477]

hadisi de savaşta düşmanın moralini bozmak, kalplerine korku salmak için silah ve sayı bakımından olduğundan fazla bir rakam söylemenin kişiyi mes'ul etmeyece­ğini ifâde eder. Peygamberimizin şu tatbikatı da bunu gösterir:

Peygamberimiz Hendek Savaşında Nuaym bin Mes'ud'u (r.a.) müşriklerle Yahudileri birbirlerine düşürmek için görev­lendirmişti. Nuaym, "Yâ Resûlallah, gerektiğinde doğru olma­yan şeyler söyleyebilir miyim?" diye sordu. Peygamberimiz,

"İs­tediğini söyleyebilirsin" buyurdu.

Bu ruhsatı alan Nuaym doğru olmayan şeyler söyleyerek Müslümanlara karşı ittifak etmiş olan müşriklerle Yahudilerin arasını açtı, onları birbirine düşürdü. Ku­şatmanın kalkmasına vesile oldu.

Buna göre İslâmın ve Müslümanların zarara düşebilecekleri durumlarda konuşmak gerektiğinde kinâî ifâdeler kullanılabilir. Doğru söyleyeceğim diye İslama ve Müslümanlara zarar vermek doğru olmaz.

Bâzı âlimler, Peygamberimizin hadislerini sayılan üç yerde an­cak kinayeli ifâdelerle yalan söylenebileceği şeklinde izah eder­lerken, bâzı âlimler de bu hadislere kıyas ederek, gerektiğinde maslahata binaen yalan söylemenin caiz olduğuna fetva ver­mişlerdi. Öyle ki zaman içerisinde yalan söylemenin caiz olduğu yer sayısı kırka, elliye kadar çıkmıştır.

Maslahata binâen fetva vermeyi bir prensip olarak kabul eden Bediüzzaman, maslahata göre fetva vermenin su-i istimale müsait olduğuna dikkat çeker.[478] Bununla ilgili olarak 35 yaşında Şam âlimlerinin ısrarı üzerine Emevî Câmii'nde büyük bir kalabalığa karşı yaptığı konuşmanın bir yerinde şöyle demiştir:

"Ey bu câmi-i Emevideki kardeşlerim! Ve kırk elli sene sonra âlem-i İslâm mescid-i kebirindeki dörtyüz milyon ehl-i iman olan ihvanımız! Necat [kurtuluş] yalnız sıdkla, doğrulukla olur. 'Urvetü'l-vüskâ' sıdktır. Yani, en muhkem [sağlam] ve onunla bağ­lanacak zincir doğruluktur.

"Amma maslahat için kizb [yalan söylemek] ise, zaman onu neshetmiş. Maslahat ve zaruret için bâzı âlim 'muvakkat' fetvâsı vermişler. Bu zamanda o fetva verilmez. Çünki, o kadar su-i is­timal edilmiş ki [kötüye kullanılmış] yüz zararı içinde bir menfaati olabilir. Onun için hüküm maslahata bina edilmez.

"Meselâ, seferde namazı kasretmenin [yolculukta dört rekâtlı farz namazı iki rekât olarak kılmanın] sebebi meşakkattir. Fakat illet olamaz. Çünki muayyen [belirli] bir haddi yok. Su-i istimale düşebilir. Belki illet yalnız sefer olabilir.

"Aynen öyle de, maslahat dahi yalan söylemeye illet olamaz. Çünki muayyen bir haddi yok, su-i istimale müsait bir bataklıktır. Hükm-ü fetva ona bina edilmez. Öyle ise 'imme's-sıdk ve imme's-sükût [ya doğru söylemeli, yahut susmalı]. Yani yol iki­dir, üç değildir. Ya doğru, ya yalan, ya sükût değildir."[479]

Burada "zamanın neshettiği" yani hükmünü ortadan kaldırdı­ğı ifâde edilen şey, hadiste ifâde edilen yalan söylemenin kişiyi mes'ul etmeyeceği üç yer değil, hadise kıyas edilerek ve geçici olarak verilen "maslahata binâen bâzı durumlarda da yalan söy­lenebilir" fetvasıdır. Bunun sebebi de maslahatın bir sınır altına alınamaması ve istismar edilmesidir. Günümüzde hadisten hare­ketle "Maslahata binaen yalan söylenebilir" şeklindeki bir fetva­nın bir faydası olacaksa, doksan dokuz zararı olur. Dolayısıyla, günümüzde "maslahat," eskiden verilen o fetvayı terketmektedir. Bir Müslüman günümüzde ya doğru söyleyecektir veya "doğru söylemenin doğru olmadığı" yerlerde de susacaktır. Çünkü insan yalan söylemeye bir alışırsa daha önünü alamaz.[480]

 

Resûlullahın İbâdet Hayatı

 

128. Âişe (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah (s.a.v.) geceleyin ayakları yarılmaya kadar kıyamda dururdu.

Hz. Aişe, "Allah geçmiş ve gelecek günahlarınızı bağış­ladığı halde niçin böyle yapıyorsunuz?" diye sordu.

Resûlullah (s.a.v.),

"Allah'a şükreden bir kul olmaya­yım mı?" buyurdu.[481]

 

İzah

 

Peygamberimiz her hususta ümmetine güzel bir örnek olmuş­tur. Yüce Allah bu gerçeği bir âyette şöyle bildirir:

"Allah'ın Resulünde sizin için güzel bir örnek vardır."[482]

İşte onun ümmetine örnek olduğu hususlardan birisi de ibâ­det hayatıydı. Hadiste de ifâde edildiği gibi, Allah onun gelmiş ve gelecek bütün kusurlarını bağışladığı halde, o sırf Yaratıcısına şükretmiş bir kul ve ümmetine rehber olabilmek için ibâdet hayatında da herkesi geride bırakmıştır. Farz ve vaciplerden başka ge­cenin çoğu kısmını namaz kılarak geçirmiş, bu namazlarında da ayakları şişinceye kadar kıyamda durmuş, görenlerin "Acaba ruhunumu teslim etti?" diyebileceği kadar uzun müddet secdede durmuştur.

O, sadece namazda değil, oruçta da erişilmez bir makama yer­leşmiştir. Her ayın üç gününde, Pazartesi ve Perşembe günlerin­de, Aşure gününde oruç tuttuğu gibi, Receb, Şaban ve Şevval aylarının birçok günlerini de oruçlu geçirmiştir.

Allah'ın Resulü, zikir ve duada da yüce bir makama sahipti. Burada konunun tafsilatına girmeyeceğiz.

Biraz da hadisde geçen "günah" tabiri üzerinde duralım. Bilin­diği gibi Peygamberler günah işlemezler. Onlar için "zelle" söz konusudur. Daha iyi olanı terk etmek aslında günah olmamakla beraber, peygamberler için günah sayılmıştır. Meselâ Hz. Âdem­'in yasak ağacın meyvesinden yemesi, Hz. Yunus'un Allah'ın emrini beklemeden kavmini terk etmesi, Peygamberimizin müş­rikleri imana davet ederken yanına gelen âmâdan yüz çevirmesi birer "zelle"dir. Bunları bildiğimiz mânâda günah olarak düşün­memek gerekir.

Hadiste dikkat çekilmesi gereken bir husus da Hz. Âişe'nin suâline Peygamberimizin verdiği cevaptır. Hz. Âişe, çok ibâde­tin bağışlanmak için olduğunu zannederek suâl sormuş, Peygam­berimiz ise çok ibâdetin verilen nimetlerin şükrünü edâ etmek için olduğunu nazara vermiştir. İnsan bir ömür boyu ibâdet etse, yine de kendisine verilen nimetlerin şükrünü edâ etmiş olmaz. Bu seb­eple kişi yaptığı ibâdetleri çok görmemelidir.

796 numaralı hadise de bakınız.[483]

 

Dünyada Ayıbı Örtülenin Âhirette De Örtülür

 

129. Ebû Musa (r.a.) rivayet ediyor:

"Allah dünyada bir kulun ayıplarını örterse, kıyamet gü­nünde onu o sebeple ayıplamaz."[484]

31 numaralı hadise ve izahına bakınız. [485] 

 

Köleye İftiranın Cezası

 

130. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

"Kim kölesine zina iftirasında bulunursa, kıyamet gü­nünde ona had (ceza) uygulanır."[486]

 

İzah

 

Verdiğimiz kaynaklarda, "Allah o kimseye iftira cezası uygular" şeklindedir.

Bu hadis dinimizin insana verdiği değeri ortaya koyar. Şere­fine dil uzatılan köle de olsa, bir insandır. Başkasının şerefine dil uzatanın cezalandırılması ise kanun koyucunun hassasiyetle üze­rinde durması gereken bir husustur.

Zina iftirasında bulunmanın cezası, seksen deynek vurmaktır. Böyle biri âhirette bir daha aynı suçla cezalandırılmaz. Âlimlerin çoğunluğuna göre ise köleye yapılan iftira için dünyada had, ya­ni şer'î ceza uygulanmaz. Ama Peygamberimiz böylelerinin ce­zasını âhirette verileceğini bildirmiştir. Âhirette verilen ceza ise dünyada verilenden çok şiddetlidir.[487]

 

Resûlullahın Hendek Savaşında Duası

 

131. Abdullah bin Ebî Evfâ (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah (s.a.v.) Hendek Savaşı gününde şöyle duâ etti:

"Kitabı indiren, bulutları yürüten, hesapları çarçabuk gören, orduları bozguna uğratan Allah'ım! Onları da bozgu­na uğrat ve darmadağın et."[488]

 

İzah

 

Mekke müşrikleri Medine'deki Yahudi kabilelerinin de deste­ğini alarak Müslümanlara son darbeyi vurmak üzere büyük bir ordu hazırlayarak Medine üzerine yürümüşlerdi. Resûlullah (s.a.v.) Sahabîleriyle yaptığı istişare sonucunda Medine'nin etra­fına hendek kazarak düşman kuvvetlerinin geçmesini önlemeyi kararlaştırdı. Hazırlıklar tamamlanınca 3000 kişilik ordusuyla hendek önünde düşmanı karşılamaya çıktı.

124 numaralı hadiste de izzah ettiğimiz gibi, Müslümanlar bir taraftan müşrik ordusuna karşı çıkarken, bir yandan da Medine'­de bıraktıkları ailelerinden endişe içerisindeydiler. Çünkü Yahudi kabilelerinden Kurayzaoğulları Peygamberimizle olan antlaşmala­rını bozmuşlar, müşriklerle işbirliği yapmayı kararlaştırmışlardı.

Müslümanlar bu savaşta gerçekten çok zor anlar yaşadılar. Fa­kat Allah'a olan inançlarında en ufak bir tereddüt göstermediler. Düşman kuşatmasının bir ayı doldurduğu ve artık sıkıntının had safhaya vardığı bir sırada Peygamberimiz ayağa kalktı, ellerini kaldırdı, müşrikler aleyhine yukarıdaki duayı yaptı. Hemen ar­dından Cebrail (a.s.) gelerek Resûlullaha Allah'ın duasını kabul ettiğini, müşrikleri bir rüzgarla bozguna uğratacağını müjdeledi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) iki dizi üzerine çöktü ve Al­lah'a hamd etti. Sonra da durumu Ashabına müjdeledi.

Bir Cumartesi gecesinde Allah'ın va'di gerçekleşti. Müşrikle­rin bulunduğu tarafta şiddetli bir rüzgar esmeye başladı. Müşrik­lerin gözleri toz toprakla doldu. Çadırları, eşyaları havaya uçuştu. Ateşler, ışıklar söndü, develer, atlar birbirine karıştı. Bu arada Müslümanların tekbir sesleri de kulaklarında çınlayınca kalplerine büyük bir korku düştü. Çok geçmeden de kuşatmayı kaldırarak gerisin geriye Mekke'ye dönmek zorunda kaldılar. Bu durum Kur'ân'da şöyle haber verilir:

"Ey iman edenler! Hatırlayın Allah'ın size olan nimetini ki, düşman orduları size saldırdığında, Biz onların üzerine bir rüz­gar ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. O zaman Allah sizin yaptıklarınızı görüyordu."[489]

 

Namaz Kılanın Önünden Geçmek           

 

132. Ebû Zer (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah (s.a.v.),

"Siyah köpek, kadın ve eşeğin na­maz kılanın önünden geçmesi namazı keser" buyurdu.

Abdullah bin Sâmit "Ey Ebû Zer, siyah köpeğin kırmızı köpekten veya sarı köpekten farkı nedir ki?" diye sordu.

Ebû Zer (r.a.) "Ey kardeşimin oğlu, senin bana sorduğu­nu ben de Resûlullaha (s.a.v.) sordum,

'Siyah köpek şey­tandır' buyurdu" cevabını verdi.[490]

 

İzah

 

Zikrettiğimiz kaynaklarda, "Namaz kılanın önünde bir sütre olmadığı takdirde" kaydı vardır.

Dolayısıyla namaz kılanın önüne bir sütre koyarsa önünden geçen bu sayılan şeyler namazı kes­mez, yani bozmaz.

Sayılan şeylerin namazı bozup bozmayacağı hususu, âlimler arasında tartışmalıdır. Çoğunluğa göre bu şeyler namazı bozmaz. Çünkü aksini ifâde eden hadisler vardır. Meselâ bu hadislerden birisi şöyledir:

"Namazı önünden geçen hiçbir şey bozmaz."[491]

Eşeğin namazı bozmadığı ile ilgili olarak İbni Abbas (r.a.) şöyle bir hadis rivayet eder:

"Ben Resûlullah Mina (veya Arafat'ta) namaz kıldırırken bir merkeb üzerinde geldim, safın, birinin önünden geçtim. Sonra on­dan indim, onu otlamaya bıraktım ve cemaatla beraber namaza durdum."[492]

Namazı hiçbir şeyin bozmayacağını ifâde eden, eşek geçtiği halde namazın bozulmadığını bildiren hadislerden başka, kadın geçtiği halde de namazın bozulmadığını ifâde eden hadisler de vardır. Meselâ Hz. Âişe, kendisi Resûlullahın önünde uzandığı halde onun namaz kıldığını bildirmiştir.[493]

Bir defasında da Peygamberimiz namaz kılarken önünden geç­mek isteyen erkeklere mâni olmuş, fakat Zeyneb bint-i Ümmi Seleme'ye[494] (r.a.) engel olamamıştı. Namaz bittikten sonra,

"Kadın­lar muhalefet etme hususunda erkeklere galiptir" buyurdu.[495]

Bütün bu hadisleri göz önünde bulunduran âlimler izahını yaptığımız hadisde geçen "namazı bozar" ifâdesini, "Namazdaki huşu ve huzuru bozar ve sevabını azaltır" şeklinde açıklamışlar­dır.

Hadiste kadınların hayvanlarla beraber zikredilmesi, onun kıymetini düşürmez. Çünkü makam farklıdır. Nitekim Hüccetullahi'l-Baliğa'da bununla ilgili olarak şöyle denilir:

"Namaz Allah'a yalvarış ve yakarıştır. Bu yakarışın huzur ve huşu içerisinde olması gerekir. Kadınlarla bir arada olmak ve on­lara yaklaşmak, onlarla sohbet etmek ve hatta onlara bakmak, namazda bulunması gereken huzur ve huşûya engeldir."[496]

 

Abdest Esnasında Söylenecek Söz

 

133. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

"Ey Ebû Hüreyre, abdest aldığın zaman "Allah'ın ismiy­le, Allah'a hamd olsun" de. Eğer abdestini bozmama konu­sunda kendini tutabilirsen o abdestini bozuncaya kadar sana sevap yazılır."[497]

 

Hayber Yahudilerinin Cezalandırılması

 

334. Abdullah bin Ömer (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah (s.a.v.) Hayber'i toprak ve hurma mahsulü­nün yarısı karşılığında yerlilerinin elinde bıraktı.[498]

 

İzah

 

124 numaralı hadiste Resûlullahın Medine ve civarında bulu­nan Yahudilerle Medine'yi müşterek düşmanlarına karşı korumak üzere antlaşma yaptığını, Kurayzaoğulları Yahudilerinin bu ant­laşmayı bozduğunu, bununla da kalmayarak müşriklere yardım ederek Müslümanları arkadan vurduğunu, Resûlullahın da Al­lah'ın emri ile onları cezalandırdığını ifâde etmiştik.

Medine'de bulunan ve Resûlullah ile yaptıkları antlaşmayı bo­zan Yahudi kabilelerinden birisi de Hayber Yahudileri idi. Hayber, Yahudilerin adetâ bir kalesi hüviyetindeydi ve tehlike gün geçtikçe artıyordu. Hayber Yahudileri, Mekke müşriklerine bir heyet göndererek şöyle bir teklifte bulunmuşlardı:

"Muhammed'in işini bitirinceye kadar biz de sizin yanınızda bulunacak, sizinle birlikte iş birliği yapacağız. Muhammed'e düş­manlık ve onunla çarpışmak hususunda sizinle antlaşma yapa­lım."

Bu teklif müşriklerin çok hoşuna gitmiş, hemen bir antlaşma yapmışlardı. Aynı heyet oradan da Gatafan kabilesine gitmişler, onları da peygamberimize karşı savaşmak hususunda kışkırtmışlardı. Karşılığında Hayber'in bir yıllık hurma mah­sulünü vermeyi teklif etmişlerdi. Sonra da çevredeki bütün Arap kabilelerine uğramışlar ve hepsini Peygamberimize karşı kışkırtmışlardı. İşte bütün bu gayretler neticesinde müşrikler 131 numaralı hadisin izahında yer verdiğimiz gibi, on bin kişilik bir ordu ile Mekke üzerine yürümüşlerdi.

Peygamberimiz Hendek Savaşında müşrik ordusunu hezimete uğratır uğratmaz onlara yardım eden, Müslümanlara ihanette bu­lunan diğer bir Yahudi kavmi olan Kurayzaoğullarını cezalandır­mıştı. 124 numaralı hadisin izahına bakınız.) Bu durum Hayber Yahudilerini fazlasıyla korkuttu. Sıranın kendilerine geldiğini çok iyi biliyorlardı. Bir araya geldiler, durum değerlendirmesi yaptı­lar. İçlerinden Sellâm bin Mişkem şöyle bir teklif sundu:

"O bizim üzerimize yürümeden biz bütün Hayber Yahudileriyle onun üzerine yürüyelim. Teyma, Fedek ve Vadilkurâ Yahu­dilerini de yanımıza alalım. Yurdunun ortasında onunla eski ve şimdiki hıncımızla savaşalım."

Hayber Yahudileri bu teklifi yerinde buldular, "İşte yerinde olan görüş budur" dediler.

Peygamberimiz onların bütün bu faaliyetlerinden haberdardı. Onları cezalandırmayı istiyordu. Fakat Hayber Yahudileri Kureyşlilerle bir antlaşma yapmışlardı. Bu antlaşmaya göre Peygam­berimiz Hayber Yahudilerinin üzerine yürüdüğünde Mekke müş­rikleri Medine üzerine baskın düzenleyeceklerdi. Mekke müşrik­leri üzerine gittiğinde de Hayber Yahudileri Medine'ye baskın düzenleyeceklerdi. Bütün bunlar Hayber'de toplanan Yahudilerin gün geçtikçe Medine'de kurulan İslâm devleti için ne büyük bir tehlike teşkil ettiğini açıkça gösteriyordu. Bunun için Peygamber­imiz müşrikler tarafını garantiye almadan Hayber üzerine yürü­meyi uygun bulmuyordu.

Nihayet Yüce Rabbimiz bunu Resulüne nasib etti. Peygambe­rimiz Hudeybiye'de müşriklerle bir antlaşma yaptı. Bu antlaşma­nın bir maddesinde on yıl müddetle Müslümanlarla müşriklerin birbirlerine saldırmayacakları şartı vardı. Takip ettiği ince siyâset­le böylece müşrik tehlikesini bertaraf eden Peygamberimiz Hay­ber Yahudilerini rahatlıkla cezalandırabilirdi.

Bu arada Üseyr isimli bir Yahudi Gatafanları Müslümanlara karşı savaşmaya ikna etmiş ve onları Hayber kalelerine yerleş­tirmişti. Yaptığı konuşmada Yahudileri Peygamberimize karşı iyi­ce kışkırtmış, onları Medine üzerine hücuma hazırlamıştı.

Peygamberimiz Hayber Yahudilerini kışkırtan Üseyr'e kendi­sini Hayber'e vali yapmayı, böylece kan dökülmesini durdurmayı teklif etti. Üseyr başlangıçta buna taraftar göründü ise de sonra­dan reddetti.        

Bundan sonra yapılacak tek şey kalmıştı: İslâm devleti için gün geçtikçe büyük bir tehlike olmaya devam eden Hayber Yahudilerini cezalandırmak. Peygamberimiz Sahabîlere savaş için hazırlanmalarını emretti. Hazırlıklar tamamlanınca da Hayber üze­rine yürüdü. Kendilerini güçlü kuvvetli gören Yahudiler korku­larından kalelerine sığındılar, dışarı çıkmadılar. Neticede Yahudi­lerin son kalesi olan Hayber Sahabîler tarafından fethedildi. Pey­gamberimiz Hayber Yahudilerini sürgün etmek istiyordu. Yahu­diler ziraati iyi bildiklerini, izin verilirse topraklarında kalıp işlet­mek istediklerini bildirdiler. Haybere yerleştireceği kimse olmadı­ğından Peygamberimiz (s.a.v.) bu teklifi kabul etti. Yahudileri el­de edecekleri mahsulün yarısını vermek şartıyla Hayber'de bırak­tı.[499]

İşte izah ettiğimiz hadis bunu ifâde eder. 380 umarak hadise de bakınız.[500]

 

İyilik Ehli

 

135. Ebû Musa el-Eş'afî (r.a.) rivayet ediyor:

"Dünyada iyilik ehli âhirette de iyilik ehlidir. Dünyada kö­tülük ehli âhirette de kötülük ehlidir."[501]

 

Kulun Anne Karnında Kaderinin Yazılması

 

136. Abdullah bin Mes'ud (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah (s.a.v.) ki o doğru söyleyen ve yalan çıkarılmayandır, bize şöyle buyurdu:

"Biriniz anne karnında kırk gün bekledikten sonra alaka olur, kırk gün sonra mudga olur. Kırk gün sonra melek gelir itaatli bir kul mu, isyankar bir kul mu, erkek mi kız mı olacağını yazar."[502]

 

İzah

 

Zikrettiğimiz kaynaklarda bu hadis şöyledir:

"Şüphesiz Yüce Allah anne rahminde bir meleği vekil tayin et­miştir. O melek şöyle der: 'Ya Rabbi nutfe oldu. Ya Rabbi alaka oldu. Ya Rabbi, mudga oldu. Allah Teâlâ yaratılışını gerçekleş­tirmek istediğinde melek, 'Ya Rabbi, itaatkâr mı, âsi midir? Er­kek midir, kız mıdır? Rızkı ne olacak? Ömrü ne kadardır?' bunlar böylece anne rahminde iken yazılır."

Müslim'deki bir başka rivayet de şöyledir:

"Nutfenin rahme düşmesinden sonra kırk iki gün geçti mi, Al­lah ona bir melek gönderir, o melek vasıtasıyla nutfeyi şekillen­dirir; işitmesini, görmesini, derisini, etini, kemiğini yaratır. Son­ra melek sorar:

"Ey Rabbim! Bu erkek mi, dişi mi?" Rabbin dilediğine hük­meder, melek de yazar. Sonra sorar:

"Ey Rabbim! Eceli nedir?" Rabbin dilediğine hükmeder, me­lek de yazar. Tekrar sorar:

"Ey Rabbim! Rızkı nedir?" Rabbin dilediğine hükmeder, me­lek de yazar. Sonra melek elinde yazdığı sayfa olduğu halde çı­kar. Artık buna ne birşey ilâve eder, ne de eksiltir."

Meleğin rahme gelmesi kırk, kırk iki, kırk üç ve kırk beş gibi değişik rivayetlerle de gelmiştir.

Hadiste kırk güne kadar olan dönem nutfe safhası olarak va­sıflandırılır, sonra alaka, sonra da mudga olacağına dikkat çeki­lir. İnsanın bu safhalardan geçerek yaratıldığı Kur'ân'da da zikre­dilir. Meselâ bu âyetlerden birisi şu mealdedir:

"Biz insanı sağlam ve korunmuş olan anne rahmine bir damla su olarak yerleştirdik.

"Sonra o su damlasını alaka olarak yarattık. O alakayı mudga olarak yarattık. Kemiklere de et giydirdik."[503]

Günümüz tıb ilmi de âyet ve hadislerde geçen bu yaratılış saf­halarını tasdik etmektedir. Meselâ Prof. Dr. Alpaslan özyazıcı, Hücreden İnsana isimli eserinde kırk günlük nutfe safhasını re­simlerle ve ilmî ifâdelerle anlattıktan sonra şöyle der:

"Buraya kadar anlattığımız ilk 40 gün, hadiste nutfe safhası olarak ifâde edilmiştir. Bu zamana kadar ekser organların ilk emareleri belirdiğinden, Peygamberimizin (s.a.v.) buyurduğu "derlenip toparlanır" tâbiri gerçekle tam bir uyum arz etmekte­dir."[504]

İzahını yaptığımız hadiste nutfenin kırk gün sonra alaka ola­cağı ifâde ediliyor. Hadiste ve zikrettiğimiz âyette geçen "alaka"ya genel olarak "kan pıhtısı" mânâsı verilmiştir. Oysa bu mâ­nâ yeterli değildir. Çünkü alaka kelimesi lügat itibarıyla asmak, asılmak, takılmak gibi mânâlara gelir. Böyle olunca bu kelimeyi "rahmin cidarına asılması" şeklinde anlamamız mümkündür. Bu, tıpkı toprağa atılan tohumun uygun şartlarda çimlenip kök atarak toprağa tutunmasına benzer. Meni de kırk gün sonra Allah'ın iz­niyle kök atıp asılması, yerleşmesi halidir. Bu tarif günümüz tıb ilmine de uygundur.

Günümüzde tıbbî yönden insan yaratılışını anlatan kitaplarda bu safha özetle şöyledir:

Nutfe safhasından alaka safhasına geçen cenin 42, 43 günlük iken 1,5 santimetre boyunda, yani işaret parmağımızın ucu kadar bir büyüklüktedir. Uzuvları yavaş yavaş gelişmeye başlar. 45-50 günlük iken 2 santim, 55 günlük iken 2,5 santim, 60 günlük iken 3 santim boyuna ulaşır. Bu safhada cenin artık insanı andırır bir hale gelir. 60-75 günlük iken cinsiyet belirir, 8 haftalık iken boyu dört santim, ağırlığı ise 4,6 gramdır.[505]

Hadiste nutfenin alaka devresinden kırk gün sonra, "mudga" devresine geçtiği ifâde edilir. Ki âyette de nutfeye önce alaka, sonra mudga denilmiştir. Mudga, "bir çiğnemlik et" mânâsına ge­lir. Hadiste bildirildiğine göre mudga safhası da kırk gün sürer. Günümüz tıb ilmi de bu safhanın 14 haftanın sonuna kadar sür­düğünü ifâde eder.[506] Bu da hadiste belirtilen zamana yakındır.

Günümüz tıb ilminde çocuğun anne rahminde geçirdiği safha­lar ilk üç haftalık iken "zigot," bundan dördüncü ayın başına ka­dar olan periyodda "embriyon," dördüncü aydan sonraki yavru ise "fötus" olarak isimlendirilir.[507]

Meleğin doğacak olan çocuğun "itaatli bir kul mu, isyankar bir kul mu, erkek mi kız mı, rızkı ne kadar, ömrü ne kadar" diye so­rup yazması meselesine gelince:

Hadislerde meleğin sorduğu hususlardan bâzıları tamamen Cenâb-ı Hakkın irâdesine bağlıdır. Doğacak çocuğun erkek veya kız olması, kaç yıl yaşayacağı böyledir. Bunları Allah takdir eder. Ve takdirinden dolayı kulunu mes'ul tutmaz. Yani erkek yarattığı bir kuluna, "Sen niçin erkek doğdun?" diye sormayacağı gibi, altmış yıl ömür takdir ettiği birisine de "Sen niçin altmış yıl yaşa­dın?" diye sormaz. Bunun için de meleğin "Erkek midir, kız mı­dır? Ömrü ne kadardır?" şeklindeki sorusunu tamamen Kendi ira­desiyle takdir eder. "Erkek olsun, ömrü altmış yıl olsun" gibi emir olarak söyler.

İkinci gruptakiler ise ihtiyarîdir. Allah kulunun cüz'i irâdesini Kendi küllî irâdesi için basit bir şart yapmıştır. Buradaki yazısı ise, İmam-ı A'zam'ın da ifâde ettiği gibi emir, hüküm değil, vasf şeklindedir.[508] Yani Cenâb-ı Hak iradî fiilleri "Şöyle şöyle olacak" şeklinde yazmıştır. Yoksa, "Şöyle şöyle olsun" şeklinde yazma­mıştır. Meselâ meleğin "Yâ Rabbi, itaatkâr mı, âsi midir?" soru­suna Allah "itaatkâr veya isyankar olsun" diye emir şeklinde değil de "İtaatkar olacak, isyankâr olacak" gibi vasıf, yani bilgi verme şeklinde cevap verir. Çünkü Allah'ın bu soruya emir şeklinde ce­vap vermesi, kulun ihtiyarını kaldırır. Onun "itaatkâr olsun" de­diği insanlar ister istemez itaatkâr, "isyankâr olsun" diye emrettiği kullar da ister istemez isyankâr olur. Bu durumda da iyilere mükâfaat, kötülere ceza vermek düşünülemez.

Rızkın önceden yazılmasını ise şöyle izah edebiliriz:

Rızık iki kısımdır. Birisi yaşamak için gerekli olan zarurî rızıktır ve Cenâb-ı Hakkın taahhüdü altındadır.

İkinci kısım ise mecazî rızıktır. Çalışmaya ve kazanmaya bağ­lıdır. Çalışkan bir insan gayreti neticesinde rızkının daha fazla takdir edilmesine sebep olabilir.

Ancak bu her zaman çok çalışan insan kesin olarak çok ka­zanır demek değildir. Yüce Allah ekseriyetle çalışana fazla mal vermekle beraber; yine de verip vermemek Onun irâdesine bağ­lıdır. İsterse verir, isterse vermez. Bazan da verir, bir musibetle tekrar alır.

Hadiste rızkın takdir edilmesini bu esaslar içerisinde anlamak gerekir. Yüce Allah yarattığı kulunun daha anne rahminde iken ne derece çalışıp çalışmayacağını bildiği için, onun rızkını bu bilgisi­ne göre takdir etmiştir. Dolayısıyla "Madem rızık anne rahminde takdir edildiğine göre çalışmanın ne mânâsı var" denilemez. Rabbîmîz kâinata koyduğu kanun gereği, çalışana ekseriyetle fazla verir. Hattâ bunun için onun itaatkar veya isyankar olmasına bak­maz. Gayretine, çalışmasına bakar. Nitekim bir âyet-i kerimede,

"İnsan için çalıştığından başkası yoktur"[509] buyurarak bu gerçeğe dikkat çekmiştir.

Kader hakkında geniş bilgi için Bediüzzaman'ın Görüşleri Işığında Kadere İman isimli eserimize bakabilirsiniz.[510]

 

Selâm Allah'ın İsimlerindendir

 

137. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

"Muhakkak ki Selâm, Allah'ın isimlerinden biridir. Allah onu, bizim dinimizde olanlara bir selam; zimmetimizde olanlar için de eman ve güvence işareti olarak yeryüzüne in­dirdi."[511]

 

İzah

 

Taberânî, Mu'cemü'l-Evsat'tu buna benzer şöyle bir hadis rivayet eder:

"Selâm Allah'ın isimlerindendir. Onu aranızda yayınız."[512]

Bir âyet-i kerimede,

"En güzel isimler Allah'ındır. Allah'tan bu isimlerle isteyiniz"[513] buyurulur.

Bu âyet, Cenâb-ı Hakkın bir çok isimlerinin bulunduğuna işaret eder. Her birisi güzel ve yüce mâ­nâlar ifâde eden bu isimlere, "En güzel isimler" mânâsına "Esmâü'l-Hüsnâ" denir.

Yukarıdaki hadiste Selâm'ın Allah'ın bir ismi olduğu nazara verilmektedir. Selâm, her türlü kusur, acizlik, noksanlık ve baş­kalarının kendisine kusur, noksan ve zarar vermesinden sonsuz derecede uzak ve emin bulunan, yaratıklarına huzur ve emniyet bahşeden mânâsına gelir.

Hadiste selâmın mü'minler arasında "Selâmü'n aleyküm (Al­lah'ın selâmı üzerine olsun)" "Ve aleyküm selâm (Sizin de üze­rinize olsun)" şeklinde selamlaşma ifâdesi; zimmîler için de bir emniyet olarak indirildiği nazara verilmektedir.

Peygamberimiz "zimmetimizde olanlar" ifadesiyle, zimmîleri kast etmiştir. Zimmî, İslâm ülkesinde yaşayan, kendilerine gü­vence verilen gayr-i müslimlerdir. Böylelerini öldürmek büyük günahlardandır.[514]

 

"Bana Kur'ân Oku"

 

138. Abdullah bin Mes'ud (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah (s.a.v.) bana,

"Bana Kur'ân oku" buyurdu.

"Kur'ân sana indirildiği halde ben mi sana okuyaca­ğım?" dedim.

"Evet, onu başkasından dinlemeyi seviyorum" buyurdu.

Nisa Sûresini okumaya başladım.

"Kıyamet gününde her ümmetten peygamberleri o ümmet üzerine bir şahit ve seni de bunlar ve bütün insanlar üzerine bir şahit olarak getir­diğimiz zaman onların hali nasıl olacak?"[515] âyetine geldi­ğimde gözlerinden yaşlar boşanıyordu. Durdum.

"Dilediğini iste, dileğin yerine getirilecek" buyurdu.[516]

 

"Ben Sizden Ücret İstemiyorum"

 

139. Abdullah bin Abbas (r.a.) rivayet ediyor:

Kureyş'ten hiçbir kabile yoktur ki, Resûlullahın onlar­dan bir annesi bulunmasın. Hatta onun Hüzeyl kabilesinden de bir annesi vardır. Bunun içindir ki, Cenâb-ı Hak,

"De ki: Ben sizden bir ücret istemiyorum"[517] Ancak benimle olan akrabalık haklarınızı korumanızı, bana hıyanet etmemenizi, beni yalanlamamanızı, bana eziyet etmemenizi istiyorum." [518]

 

İzah    

 

Kureyş kabilesinin hepsi birbirine akraba idi. Kadınlarının ço­ğu Resûlullahın ya anne tarafından veya baba tarafından yakını oluyordu. Hadiste bu yakınlık "anne" olarak ifâde edilmiştir.

Bu akrabalık sebebiyledir ki, Allah onlardan Resulüne olan akrabalık haklarını yerine getirmelerini istemiş şöyle buyurmuş­tur:

"De ki: Sizi davet ettiğim şeye karşılık size olan yakınlığımdan dolayı beni sevmenizden ve akrabalık haklarını yerine getirmeniz­den başka bir ücret istemiyorum."[519]

Şa'bi yukarıdaki hadisi şöyle rivayet eder:

"İnsanlar bu âyet hakkında bize çok sordular. Biz de bu âyeti Abdullah bin Abbas'a sorduk. İbni Abbas (r.a.) "Bu âyet şu mâ­nâya gelir" dedi:

"Allah'ın Resulü (s.a.v.), Kureyş'in nesebinin merkezini teş­kil eder. Kureyş'in her boyu, mutlaka ona dayanır. İşte bu se­beple Cenâb-ı Hak,

"De ki: Sizi davet ettiğim şeye karşılık, size olan yakınlığımdan dolayı, beni sevmenizden, bana sempati duy­manızdan başka herhangi bir ücret istemiyorum."

Buyurdu ki, bu şu mânâya gelir:

"Siz, benim kavmimsiniz. Sözlerimi dinlemeye ve bana itaat etmeye daha layıksınız. Dolayısıyla eğer siz bana itaat etmezse­niz, hiç olmazsa akrabalık hakkını gözetin, bana eziyet etmeyin ve bana karşı çıkmayın."[520]

 

Resûlullahtan Bir Hatıra

 

140. Câbirbin Abdullah (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah (s.a.v.) benden bir deve satın aldı ve Me­dine'ye kadar devenin sırtını (ona binmeyi) bana tahsis etti.[521]

 

İzah

 

Zikrettiğimiz kaynaklarda bu hadis değişik rivayetlerle geniş olarak yer alır. Bu rivayetleri birleştirdiğimizde hadis şöyledir:

"Resûlullah ile bir gazada bulundum. Altımda nerede ise yürü­yemez bir halde kendisiyle su taşıdığım hasta bir devem vardı. Resûlullah (s.a.v.) bana yetişti ve,

"Devene ne oldu?" buyurdu.

"Hastadır" dedim.

Resûlullah (s.a.v.) hayvanı sürdü ve ona duâ etti. Akabinde hayvan bütün develeri geçmeye başladı. Resûlullahın sözünü işi­teyim diye dizginini çekiyor, fakat onu durduramıyordum. Resû­lullah biraz sonra bana yetişti ve,

"Deveni nasıl buluyorsun?" diye sordu.

"Afiyette görüyorum. Ona senin bereketin ulaştı" dedim.

"Onu bana satar mısın?" buyurdu.

Ben utandım. Çünkü ondan başka su taşıyacak devemiz yok­tu. Fakat yine de "Evet" dedim. "Bir adamın bende bir altın ala­cağı var. Bu para karşılığında deve senin olsun" dedim. Ve Medi­ne'ye varıncaya kadar binmem şartıyla deveyi kendilerine sattım.

Resûlullah Bilal'e,

"Ona bir altın ver. Biraz da fazla ver" bu­yurdu.

Bunun üzerine Bilal bana bir altın ve bir kırat para verdi.

Medine'ye vardığımızda deveyi kendilerine getirdim. Arkam­dan bana şu haberi gönderdi:

"Acaba deveni alayım diye sana fiyat kırdım mı dersin? Para da, deve de senin olsun."

Câbir (r.a.) fakir bir Sahabî idi. Böylece Resûlullah kendisine ihsanda bulunmuş oldu. Câbir, Resûlullahın verdiği bir altın ile borcunu Ödediğini, fazlalık parayı da bereket umarak uzun müd­det sakladığını, Harra Savaşında onu Şamlıların aldığını bildir­miştir.

Hadislerde devenin ücreti ile ilgili farklı rivayetler vardır.

Böyle bir satışın caiz olup olmadığı ile ilgili âlimler arasında farklı görüşler vardır. Biz bunun tafsilatına girmeyeceğiz. Hadisi fıkhı bir hükme kaynak olarak değil, Resûlullahtan bir hatıra ola­rak zikrettik.[522]

 

Ölümü Temenni Etmemek

 

141. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:

"Biriniz asla ölümü temenni etmesin. Şayet ölümü istete­cek bir durumla karşı karşıya kalırsa o zaman şöyle desin:

"Allah'ım, benim için yaşamak hayırlı olduğu müddetçe beni yaşat; ölüm hayırlı olduğu zaman da ruhumu al."[523]

 

İzah

 

Zikrettiğimiz kaynaklarda "başına gelen bir sıkıntıdan dolayı ölümü temeni etmesin" ifâdesi vardır.

Yüce Allah insanı bu dünyaya mükemmel bir lezzet almak için göndermemiştir. İnsan için hayat zorluklarla, sıkıntılarla doludur. Kişi zengindir, fakat yine tam huzuru elde edemez. Bir yakını ve­fat eder, bütün servetini de verse onu geri getiremez. Bu da onun hayatını etkiler.

Bizler bu dünyada hayatın bu zorluklarını göğüslemekle mükeflefiz. Ehl-i iman için bu zorlukları göğüslemek kolaydır. Çün­kü, kadere teslim olmuş, Allah'ın kendisi için takdir ettiğine razı olmuştur. Kadere gerçek mânâda iman eden ise sıkıntıdan, ke­derden kurtulur.

İnanmayan, ya da inancı zayıf olan bâzı insanlar vardır ki, bu zorluklara tahammül edemezler, kurtulmak için ölümü temenni ederler. Hattâ böylelerinden bir kısmı sadece ölümü temenni et­mekle de kalmaz, sıkıntıdan kurtulmak için intihar gibi dinimizce haram olan bir suçu işler.

İşte Peygamberimiz yukarıdaki hadislerinde dünyevî bir sıkın­tı ile karşılaşıldığında ölümü temenni etmemek gerektiğini ifâde etmektedir. İslâm âlimleri bu hadisten ölümü temenni etmenin mekruh olduğu hükmünü çıkarmışlardır.

Peygamberimizin ölümü temenni etmeyi yasaklamasının se­bebini de şu hadisten öğreniyoruz:

"Hiçbiriniz ölümü temennî etmesin. Eğer o kimse iyilikle meş­gul biri ise, umulur ki, iyiliği ve sevabı artar. Eğer kötü bir kimse ise belki günahlarından tevbe eder de azaptan kurtulur."[524]

Peygamberimizin bu tavsiyeleri sebebiyledir ki, Sahabîler en zor anlarında dahi ölümü temennî etmemişlerdir. Hz. Habbab kanıma yedi yerinden akrep soktuğu halde şöyle demiştir:

"Resûlullah bizi ölümü istemekten menetmemiş olsaydı, el­bette ölümü temennî ederdim."[525] Ancak ölümü temennî etmenin mekruh olmadığı durumların olduğunu da burada ifâde edelim. Meselâ sâlih zatlar, dünyanın sıkıntılarından bir an önce kurtulup Allah'a, başta Peygamberimiz olmak üzere sevdikleri kimselere kavuşmak için ölümü temennî etmişlerdir. Bunun birçok misâli vardır. En güzel misâl ise Hz. Yusuf'dur (a.s.). O, bütün sıkıntı­larından kurtulduktan, hayatının en güzel anını yaşamaya başla­dığı bir zamanda Yüce Allah'tan ruhunu almasını istemişti.[526]

Kur'ân'da bildirdiğine göre Hz. Meryem de Allah'ın kudretiy­le Hz. İsa'yı babasız olarak dünyaya getirince bunun sıkıntısın­dan,

"Ne olurdu, bundan evvel ölüp de unutulup gitseydim"[527] di­yerek ölümü temennî etmiştir.

Yaşlanan, eskisi gibi her yere yetişemeyen, Müslümanların işlerini takip edemeyip bir haksızlık yapmaktan endişelen Hz. Ömer de ölümü temennî etmiş, şöyle duâ etmişti:

"Ey Rabbim, ihtiyarlıyorum, kuvvetten düşüyorum, artık be­nim ruhumu al."

Yanlış ve üzücü hareketlerde bulunanlar da yaptıkları hadise­den çok önceleri ölmüş olmayı temennî etmişlerdir. Bunun da birçok misâli vardır.

Kaynaklarda bildirildiğine göre dinin elden gitmesinden kor­kulduğu, yaşamanın kişinin dinine zarar vereceği durumlarda da kişi ölümü temennî edebilir.[528]

Bediüzzaman da, "Eğer benden sonra dünyada kalan kardeş­lerimin teellümlerini düşünmeseydim 'Ya Rab! Canımı al' diye­cektim" demiştir.[529]

Geniş bilgi için Ölüm Cenaze Kabir isimli eserimizin 77-83. sayfalarına bakılabilir. [530]                        .                  

 

Zikrin Fazileti                         

 

142. Câbir (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah (s.a.v.),

"Kul, zikirden başka, Allah'ın aza­bından kendisini daha fazla kurtaracak bir amel işleyemez" buyurdu.

"Allah yolunda cihad da mı?" denildi.

Resûlullah (s.a.v.),

"Allah yolunda cihad da. Ancak kı­lıcın kırılıncaya kadar dövüşmen hariç" buyurdu.[531]

 

"Hak Geldi Bâtıl Zail Oldu"

 

143. İbni Mes'ud (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah (s.a.v.) Mekke'nin fethi günü Kabe'ye girdi. O sırada Kabe'nin etrafında kurşunla yere pekiştirilmiş 360 tane put vardı. Asasıyla onlara dürtüyor ve,

"Hak geldi, bâtıl yok oldu. Muhakkak ki, bâtıl yok olucudur"[532]diyordu.

Par yüz üstü yere yuvarlanıyordu. [533]

 

İzah

 

Zikrettiğimiz kaynaklardaki rivayetlerde Resûlullahın (s.a.v.),

"Artık hak geldi; bundan sonra bâtıl ne bir şeyi ortaya çıkarabilir, ne de geri getirebilir"[534] âyetini de okuduğu bildirilir.

Çeşitli rivayetlerde putların daha dokunmadan, sadece işaret etmesiyle düştüğü de kayıtlıdır.

Peygamberimiz, Hicretin 8 yılında, gizlice terk etmek zorunda kaldığı Mekke'yi kansız bir şekilde fethetmişti. Orada yaptığı ilk işlerden birisi, tevhid evi olarak inşâ edilen Kabe'yi ve çevresini putlardan temizlemek olmuştu. Hadis bunu ifâde etmektedir.[535]

 

Namazda Fatiha Okumak

 

144. Ubade bin Samit (r.a.) rivayet ediyor:

"Fatiha okumayanın namazı yoktur."[536]

 

İzah

 

Bu hadis mezhep âlimleri arasında farklı anlaşılmıştır. Hanefî mezhebi âlimleri bu hadisi, "Fâtihasız kılınan namaz tam değildir" şeklinde anlarlar. Bunun için de kıraatin Fatiha Sûresine hasredilmeşini ve peşinden başka bir sûre okunmasını vacip olarak gö­rürler. Ayrıca şu hadisi de görüşlerine delil olarak zikrederler:

"Her kim namaz kılar da onda Fatiha okumazsa, o namaz ek­siktir, o namaz eksiktir, o namaz eksiktir, tamam değildir."[537]

Bu hadisi "Fatiha okunmayan her namaz eksiktir"[538] şekliyle Taberânî de rivayet etmiştir.

Bu mezhebe göre namazda Fâtiha'yı okumak vacip olduğun­dan, kasten terk edilmesi durumunda namaz sahih olmakla bera­ber, günah işlenilmiş olunur. Hatâ ile terk edildiğinde de sehiv secdesi yapmak gerekir.

Diğer üç mezhep âlimleri ise yukarıdaki hadisi "Namazda Fa­tiha okumayanın namazı sahih değildir" şeklinde anlamışlardır. Dolayısıyla bu mezheplere göre namazda Fatiha okumak farzdır. Fatiha terk edildiğinde namaz sahih olmaz, yeniden kılmak gere­kir. Mâlikîlere göre dört rekâtlı bir namazın üç rekâtında Fatiha okunmuşsa, dördüncü rekâtında okunmamış olması, namazın sıh­hatine zarar vermez.[539]

 

Bahtiyar İnsan

 

145. Sevban (r.a.) rivayet ediyor:

"Diline sahip olana, boş vakitlerini evinde geçirene ve günahlarına ağlayana ne mutlu."[540]

 

İzah

 

Hadisin Tirmizi'deki rivayetinde Ukbe bin Âmir (r.a.) Resûlullaha (s.a.v.) "Ya Resûlallah, kurtuluş nedir?" sorusuna Pey­gamberimiz şu cevabı vermiştir:

"Diline hakim ol, evin sana dar gelmesin ve hatâların için ağla!"

Müsned'deki rivayette "helal olduğunu bildiğin şeyi al, bilme­diğin şeyi bırak" ifâdesi de vardır.

Dili koruma ile ilgili daha bir çok hadis vardır. Peygamberimiz bir hadislerinde diline sahip olan için Cennete kefil olacağını ifâde etmiş, başka bir hadislerinde "En çok korkmam gereken şey ne­dir?" diye soran bir Sahabîye kendi dilini tutarak "İşte bu!" ce­vabını vermiştir. Başka bir hadis de şu mealdedir:

"İnsanoğlu sabahladığında, bütün uzuvları dile yalvararak şöyle derler:

"Bizim hakkımızda Allah'tan kork; çünkü biz ancak seninle kâimiz, doğru olursan doğru oluruz, eğri olursan eğri oluruz."[541]

Hadisde dikkat çekilen bir diğer husus da boş vakitlerini evin­de geçirenlerin övülmesidir. Peygamberimiz bu hadislerinde hu­zur ve saadeti dışarıda değil, evde aramayı tavsiye ediyor. Evin kişiye dar gelmemesini, kendisini sıcak aile yuvasının dışına at­mamasını istiyor. Bu tavsiye kadınlar için de geçerlidir. Onlarda huzur ve saadeti dışarıda değil, evlerinde, çoluk çocuklarıyla, eviyle meşguliyette aramalıdırlar.

Hadiste son olarak günahlar için ağlanması tavsiye ediliyor. Bir insan günahları için ağlayabiliyorsa, affın yolunu bulmuş de­mektir. Çünkü ağlamak pişmanlığı ifâde eder. Pişmanlık da bir çeşit tevbedir.

Diğer taraftan, önceden işlediği günahlara pişman olan bir in­san, yeni günahlar peşine düşmez, günaha girmemek için dikkatli davranır.[542]

 

Cennet Hayatı

 

146. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

"Cennet ehline şöyle seslenilir:

"Siz dâima sağlıklı kalacak, asla hastalanmayacaksınız. Ebedî olarak yaşayacak, asla ölmeyeceksiniz. Asla üzülme­den zevk ve safa içerisinde yaşayacaksınız. Sürekli genç ka­lacak, asla ihtiyarlamayacaksınız."[543]

 

İhtiyacı Allah'a Arz Etmek

 

147. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

"Kim acıkır veya fakir düşer de bunu insanlardan saklar, derdini Allah'a arz ederse, onun için mutlaka helâlinden bir senelik geçimi için kapı açmak Allah üzerine bir haktır."[544]

 

İhramlı İken Vefat Eden

 

148. İbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor:

Veda haccında bir adam ihramlı iken devesi onu yere çal­dı, adam derhal öldü. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

"Onu su ve sidr ile yıkayınız ve ihram elbisesi ile kefen­leyiniz. Yüzüne ve başına bez sarmayınız. Ona güzel koku yaklaştırmayınız. Şüphesiz o kıyamet gününde telbiye söy­leyerek diriltilecektir."[545]

 

İzah

 

Hadiste ölünün yıkanması istenilen sidr, yaprakları kurutulup toz haline getirildikten sonra sabun tozu gibi banyoda kullanılan bir ağacın ismidir.

Telbiye de, "Lebbeyk. Allâhümme lebbeyk. Lâ şerike leke lebbeyk. İnne'l-hamde ve'n-ni'mete ve'1-mülk. Lâ şerike leke" cümleleridir.

Peygamberimiz (s.a.v.) başka bir hadislerinde herkesin öldü­ğü hal üzere diriltileceğini bildirmiştir.[546] İzahını yaptığımız hadisin son kısmında da Peygamberimiz ihramlı iken vefat eden kimsenin kıyamet gününde telbiye getirerek diriltileceğini haber vererek aynı gerçeğe dikkat çekmiştir. [547]               

 

Peygamberimizin Gaybî Bir Haberi

 

149. Ebû Said el-Hudri (r.a.) rivayet ediyor:

"Kendilerine sığınıp yardım isteyenlere yardım ettikleri, hükümlerinde âdil davrandıkları, paylaştırdıklarında adaletle hareket ettikleri müddetçe bu halifelik işi Kureyş'in elinden çıkmaz. Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti böy­le yapmadıklarında üzerlerine olsun."[548]

 

İzah

 

Kureyş kabilesi, Peygamberimizin mensup olduğu kabiledir. Resûlullahın vefatından sonra halife bu kabileden seçilmiş, uzun bir zaman böyle devam etmiştir. Peygamberimiz yukarıdaki hadisleriyle Allah'ın bildirmesiyle istikbaldeki bir hadiseyi haber vermiş, zamanla onun bu mucizesi gerçekleşmiştir. Çünkü Ku­reyş zaman içerisinde zulme sapmış, adaleti elden bırakmış, böy­le olunca da zulümle bir müddet daha hilâfet işi üzerlerinde kal­mış, fakat sonradan Resûlullahın haber verdiği gibi ellerinden çıkmıştır. 296 numaralı hadise ve izahına da bakınız.[549]                

 

Resûlullahın İsimleri                             

 

150. Ebû Mûsâ (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah (s.a.v.) bize bâzı isimlerini saydı. Bunlardan bir kısmını hatırımızda tuttuk. Şöyle buyurdu:

"Ben Muhammed'im, Ahmed'im, Mukaffa'yım, rahmet peygamberiyim, savaş peygamberiyim."[550]

 

İzah

 

103 numaralı hadiste Peygamberimizin isimleri ile ilgili açık­lama yapmıştık. Tafsilatı oraya havale ederek burada onun rahmet peygamberi ismi üzerinde duracağız.

Cenâb-ı Allah Peygamberimiz için,

"Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik"[551] buyurmuştur.

Peygamberimiz hem dünya için, hem de âhiret için rahmettir. Çünkü ona tâbi olanlar hem dünya saadetini, hem de âhiret saadetini kazanırlar.

Resûlullah kâfirler için de rahmettir. Çünkü daha önceki üm­metler peygamberlerine isyan ettiklerinde şiddetli rüzgar, yağmur ve ses ile helak edilmişlerdir. Oysa Allah Peygamberimiz hürme­tine kâfirlere dünyada böyle bir ceza vermemiş, onların cezalarını âhirete tehir etmiştir.[552]

 

Cihada Denk Bir Amel

 

151. Enes (r.a.) rivayet ediyor:

Bir adam Resûlullaha (s.a.v.) gelerek, "Cihad etmek is­tiyorum, fakat gücüm yetmiyor" dedi.

Resûlullah (s.a.v.),

"Annen veya baban hayatta mı?" di­ye sordu.

Adam, "Annem hayatta" cevabını verdi.

Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

"Ona iyilik ederek Allah'ın huzuruna mazeretli olarak çık. Bunu yaparsan ve annen senden razı olursa hem hac, hem umre, hem de cihad etmiş olursun. Allah'tan kork ve annene iyilik yap."[553]

 

En'âm Sûresinin Fazileti

 

152. Abdullah bin Ömer (r.a.) rivayet ediyor:

"En'âm Sûresinin tamamı bir defada yetmiş bin melek ta­rafından uğurlanarak indi. Melekler yüksek sesle tesbih ve hamd ediyorlardı."[554]

 

İzah

 

Hadiste faziletine dikkat çekilen En'âm Sûresi, altı veya üç âyeti dışında Mekke'de nazil olmuştur. 165 âyettir. İfâde edildiği gibi, En'âm Sûresi hepsi birden bir defada inmiştir.

Sûrede iman esasları, bilhassa Allah'ın varlık ve birliği, pey­gamberlik müessesesi, öldükten sonra diriliş konuları, kesin ve parlak delillerle, veciz bir üslûpla beyan buyurulmaktadır. Al­lah'ın nimetleri zikredilirken, insanlar için yarattığı ehlî hayvanla­ra da bilhassa dikkat çekilmiş ve bu nimetin ehemmiyet ve bü­yüklüğüne bir işaret olarak sûreye de "ehlî hayvanlar" mânâsına gelen En'âm ismi verilmiştir. Sûrenin faziletini bildiren daha baş­ka hadisler de vardır. Bir hadiste Peygamberimizin En'âm Sûresi nazil olduğunda tesbih ettiğini ve sûreyi ufuğu kaplayacak kadar meleğin uğurladığını bildirmiştir.[555] Bir başka hadis de şöyledir:

"Kur'ân'da En'am Sûresinden başka hiçbir uzun sûrenin bana tümü birden inmedi. Şeytanlar bu sûre için toplandıkları kadar hiçbir sûre için toplanmamışlardı. Bu sûre bana Ceberâil'in em­rinde elli bin melek olduğu halde gönderildi. Bunu kuşatmışlar, bir düğün debdebesiyle getirdiler. Havuza su kor gibi göğsümde kararlaştırdılar. Allah Teâlâ bununla bana ve size öyle bir ikramda bulundu ki, artık bundan sonra ebedî olarak saptırmaz. Bunda müşriklerin bütün delillerinin iptali ve Allah'ın bozulması müm­kün olmayan bir vaadi vardır."[556]

Bu sûrenin iki âyeti şu mealdedir:

"De ki: Gökleri ve yeri ya­ratan, rızık veren ve rızka muhtaç olmayan Allah'tan başkasını mı rab edineyim? De ki: Bana Müslümanların ilki olmam emredildi ve 'Sakın Allah'a ortak koşanlardan olma' buyuruldu.

"De ki: Rabbime isyan edersem, o büyük günün azabından korkarım."[557]

 

Allah Yumuşaklığı Sever

 

153. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:

"Allah yumuşaktır ve yumuşaklığı sever. Yumuşaklık karşılığında verdiğini sertlik karşılığında vermez."[558]

 

Malını Korurken Öldürülen Şehittir

 

154. Abdullah bin Amr (r.a.) rivayet ediyor:

"Kişinin malını korurken öldürülmesi kendisi için şehâdettir."[559]

 

İzah

 

Müsned'de yer alan hadislerin birinde malını korurken öl­dürülenin Cennette olduğu bildirilir. Başka bir rivayette de Resûlullah şöyle buyurmuştur:

"Malını korumak üzere öldürülen şehiddir, ailesini korumak üzere öldürülen şehiddir, dinini korumak üzere öldürülen şehid­dir, canını korumak için öldürülen şehiddir."

Peygamberimiz bu hadisiyle meşru olan nefis müdafaasını göstermekte ve buna teşvik etmektedir. Kişinin malını müdafaa ederken öldürülmesi mümkün olduğu gibi, bu esnada karşıdaki­ni öldürmesi de mümkündür. Bu durumda ne olacak? Bunu da hadisin Müslim'deki rivayetinden öğreniyoruz:

Bir adam Resûlullaha gelerek, "Ey Allah'ın Resulü, bir ya­bancı malımı zorla almak isterse ne yapayım?" diye sordu. Sonra da Resûlullah ile aralarında şu konuşma geçti:

"Malını ona verme."

"Beni öldürmeye kalkarsa ne yapayım?"                              

"Sen de onu öldürmeye çalış?"                                            

"Ya o beni öldürürse?"

"Sen şehid olursun."  

"Ya ben onu öldürürsem?"

"O Cehenneme gider."

Tâbi kişi karşı taraftakini hemen öldürme yoluna gitmeyecek­tir. Bu son çâredir. Ondan önce saldırganı uzaklaştırmak için baş­ka şeyler yapacaktır. Nitekim Taberânî, Mu'cemü'l-Evsat'da şöy­le bir hadis rivayet eder:

Bir zât, "Ey Allah'ın Resulü, bir yabancı malımı zorla almak isterse ne yapayım?" diye sordu.

Resûlullah (s.a.v.),

"Allah'ın ismini ver" buyurdu.

Suâli soran, "Söz anlamazsa?" diye sordu, Resûlullah yine,

"Allah'ın adını ver" buyurdu.

Suâli soran, "Söz anlamazlarsa?" deyince Resûlullah şöyle buyurdu:

"O zaman onunla çarpış. Şayet öldürülürsen Cennette­sin, öldürürsen o ateştedir."[560]

Evet, malını korurken öldürülen kimse manevî olarak şehiddir. Fakat defin noktasında şehid muamelesi görmez. Yıkanır, kefenlenir.

Şayet o saldırganı öldürürse, İslâm âlimlerine göre kendisine kısas uygulanmaz.[561]

 

Zulüm, Faiz Ve Haramdan Sakınmak

 

155. Abdullah bin Abbas (r.a.) rivayet ediyor:

"Kim temsil ettiği bâtıl ile bir hakkı ortadan kaldırmak is­teyen zâlime yardım ederse, Allah ve Resulünün koruyucu­luğundan mahrum kalır.

Kim bir dirhem faiz parası yerse, 33 defa zina etmiş gibi günah kazanır.

Kim de vücudunu haramdan beslerse, ateş ona daha la­yıktır."[562]

 

İzah

 

Ebû Dâvud, İbni Mâce ve Müsned'de hadisin baş tarafına benzer şöyle bir rivayet vardır:

"Kim zulmen yapılan bir düşmanlığa yardım ederse, bundan vaz geçinceye kadar Allah'ın gazabına hedef olmaya devam eder."[563]

Zâlime yardım etmekten sakındıran bir başka hadis de şu me­aldedir:

"Kim bir zâlime yardım ederse, Allah o zâlimi kendisine mu­sallat eder."[564]

İzahını yaptığımız hadisde ise temsil ettiği bâtıl ile hakkı orta­dan kaldırmak için zâlime yardım edenin Allah ve Resulünün ko­ruyuculuğundan mahrum kalacakları ifâde edilmektedir. Böyleleri sadece Allah ve Resulünün koruyuculuğundan mahrum kalmaz­lar, aynı zamanda onların düşmanlığını da kazanırlar. Düşmanı Allah ve Resulü olanların ise kıyamet gününde artık hiçbir koru­yucuları olmaz.

Hadisin ikinci bölümünde bir dirhem faiz parası yiyenlerin 33 defa zina etme günahı kazanacakları ifâde edilmektedir. Gerek fâiz, gerekse zina büyük günahlardandır. Burada faiz yemenin zi­nadan daha dehşetli gösterilmesi, zinanın günahını azaltmaz. 3Çünkü Kur'ân, faizi şiddetle reddettiği gibi, fuhşu da reddeder.

Meselâ bu âyetlerden bir kaçının meali şöyledir:

"Zinaya yaklaşmayın; şüphesiz ki o pek çirkin bir şeydir ve pek kötü bir yoldur."[565]

"Rahman'ın makbul kulları, zina etmezler."[566]

"Fuhşun açığına da, gizlisine de yaklaşmayın."[567]

"Allah fuhşiyatı, kötülüğü ve azgınlığı yasaklar."[568]

 

Haya Dini Öğrenmeye Mâni Olmamalı

 

156. Ümmü Seleme (r.a.) rivayet ediyor:

Ümmü Süleym geldi ve "Ey Allah'ın Resulü, Allah ger­çeği açıklamaktan haya etmez. Erkeğin rüyasında gördü­ğünü kadın da görürse gusletmesi gerekir mi?" diye sordu. Ben güldüm ve "Hiç kadın ihtilam olur mu?" dedim. Resulullah (s.a.v.),

"Eğer kadın ihtilam olmazsa çocuk annesine niçin benziyor?" buyurdu.[569]

 

İzah

 

Bilhassa kadınlar için çok güzel ve mühim bir haslet olan utanma duygusu, dinî meseleleri öğrenme hususunda hoş karşı­lanmaz. Yani haya duygusu dinî meseleleri öğrenmeye mâni de­ğildir. Hayaya çok önem veren dinimiz, mü'minin dini ve dünya­sı ile ilgili bilgileri elde etmek için öğrenmeyi, sormayı "ayıp" ve "utanılacak" bir işten saymak şöyle dursun, her vesile ile buna teşvik etmiştir. Hayanın dini öğrenmeye mâni olmaması gerek­tiğinin en güzel misâlini Sahabî kadınlarda görüyoruz. Onlar kendileri ile alâkalı meseleleri ya bizzat, ya da Peygamberimizin (s.a.v.) mübarek hanımları vasıtasıyla Peygamberimize soruyor­lar ve öğreniyorlardı. Yukarıdaki hadis bunlardan sadece birisi­dir. Enes bin Mâlik'in (r.a.) annesi olan Ümmü Süleym (r.a.) mahrem bir meseleyi rahatlıkla Peygamberimize sorabilmiştir.

Hz. Âişe de suâl soran kadınları, "Ensar kadınları ne iyi ka­dınlardır; hayaları dinlerini öğrenmeye mâni olmuyor"[570] sözleriyle övmüştür. Peygamberimiz izah ettiğimiz hadisin başka bir rivaye­tinde de erkeğin menisinin koyu beyaz, kadının menisinin ise berrak ve sarı olduğuna dikkat çekmiştir.

Havle'nin (r.a.) sorusu üzerine de kadının rüyasında gördüğü şeyden dolayı meni akmadıkça gusül gerekmediğini, bunun er­keklerde de böyle olduğunu bildirmiştir.[571]

Kadının ihtilam olmaktan dolayı gusletmesinin farz olması için meninin haznenin dışına çıkması şarttır.[572]

 

Akika Kurbanı Kesmek Sünnettir

 

157. Enes (r.a.) rivayet ediyor:

"Kimin bir çocuğu doğarsa onun için akîka kurbanı olarak deve, sığır veya koyun kessin."[573]

 

İzah

 

Yeni doğan çocuğun başındaki tüyüne "akîka" denir. Böyle bir çocuk için Cenabı Hakka bir şükür olmak üzere kesilen hay­vana da "akîka kurbanı" denir.

Akîka kurbanı, çocuğun doğduğu günden ergenlik çağına erişinceye kadar kesilebilir. Fakat yedinci günü kesilmesi daha fa­ziletlidir. Çocuğun doğumunun yedinci gününde adı konur, saçı kesilir. Kesilen saç ağırlığınca altın veya gümüşün sadaka olarak verilmesi ve kurbanın aynı günde kesilmesi sünnettir. Peygambe­rimiz torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin için akîka kurbanı kes­miştir. Akîka kurbanı kesen sevap kazanır, kesmeyen ise bir gü­naha girmiş olmaz.

Kurban kesilebilme şartlarını taşıyan hayvanlar, akîka kurbanı olarak da kesilebilir. Kız çocukları için de akîka kurbanı kesmek mümkündür.[574]

Akîka kurbanı kesilirken "Bismillâhî Allâhü ekber. Allahım bu Senin rızân için kesilen filan kimsenin akîka kurbanıdır" denilir.

Akîka kurbanının etinden sahibi yiyebilir, başkalarına ikram edebilir, sadaka olarak dağıtabilir.  [575]

 

Haya                         

 

158. İmran bin Husayn rivayet ediyor:

"Haya bütünüyle hayırlıdır."              

(7 numaralı hadisin izahına bakınız.)  [576]

 

Peygamberimizin Bağışlanma Dilemesi

 

159. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

"Muhakkak ki, ben her gün yüz defa Allah'tan bağışlan­ma diler ve Ona tevbe ederim."[577]

 

İzah

 

Başka bir rivayet "yetmiş defa" şeklinde gelmiştir. Zikret­tiğimiz kaynakların bâzılarında hadisin başında, "Bazan kalbimi bir bulut kaplar" ilâvesi vardır.

Abdullah bin Ömer de (r.a.) Peygamberimizin nasıl istiğfar ettiğini şöyle rivayet eder: "Biz Resûlullahın bir oturuşta yüz defa 'Rabbiğfirlî ve tüb aleyye. İnneke ente't-tevvâbü'r-Rahîm (Rabbim beni bağışla. Tevbemi kabul et. Şüphesiz Sen tevbeleri kabul edensin, merhametlisin)' dediğini saydık.[578]

Bilindiği gibi, peygamberler büyük veya küçük günah işle­mezler. Böyle olunca Peygamberimizin tevbe etmesinin başka sebepleri vardır. Bunları şöyle sayabiliriz:

1. Peygamberimiz Allah'ın,

"Ona istiğfar et. Çünkü O tevbe­leri kabul edendir"[579]

"Şüphesiz Allah çok tevbe edenleri sever"[580] gibi emrine tâbi olarak tevbe etmiştir.

2. Ümmetini tevbe ve istiğfara teşvik ve onlara bunu öğretmek için   tevbe etmiştir.

3. Peygamberimiz sürekli olarak bir halden bir hale yükselir, devamlı olarak derece elde ederdi. Evvelki hali sonraki haline nisbetle bir günah gibi olurdu. Resûlullah tevbe ederek, önceki hali­ni sanki yaşamamış duruma getirirdi.

4. İstiğfar ve tevbe bir ibâdettir. Peygamberimiz de ibâdet düşüncesiyle Allah'a tevbe ve istiğfar etmiştir.

5. Peygamberimiz Yüce Allah'a şanına uygun kullukta bulu­namadığı için çok çok tevbe istiğfar etmiştir.

6. Peygamberimizin tevbe ve istiğfarının bir sebebi de üm­metinin bağışlanması içindir.

Hadisin baş tarafında yer alan "Bazan kalbimi bir bulut kap­lar" ifâdesine gelince:

Peygamberimiz bu sözüyle, kalbine insan olarak kaçınmanın mümkün olmadığı dalgınlık, yeme içme ve diğer beşerî düşünce­lerin geldiğini ifâde etmektedir. Bu, kalbi kaplayan örtü gibidir. İşte Peygamberimiz bu örtüyü kaldırmak için istiğfar etmiş, ba­ğışlanma dilemiştir.

Günahsız olan Resûlullah gibi bir peygamber günde yüz defa tevbe istiğfar ederse, günahkar olan bizlerin tevbe istiğfara ne ka­dar sarılmamız gerektiği düşünülsün.[581]

 

Resûlullaha Nasıl Salât Getirilir?

 

160. Ka'b bin Ucre (r.a.) rivayet ediyor:

Bir adam: "Yâ Resûlallah! Sana nasıl selâm vereceğimi­zi biliyoruz. Fakat nasıl salat getireceğimizi bize bildir" de­di.

Resûlullah şöyle buyurdu:

"Şöyle deyiniz. 'Allahümme salli ala... (Allah'ım, İbrahim'e salât ettiğin gibi, Muhammed'e ve Muhammed'in âline de salât et. Şüphesiz Sen kul­larının hamdlerine bol sevapla karşılık veren, dilleriyle övülen Hamîd ve sonsuz şeref ve büyüklük sahibi Mecîdsin.

"Allah'ım, İbrahim'e bereketini indirdiğin gibi, Muhammed'e ve Muhammed'in âline de bereketini indir. Şüphesiz Sen kullarının hamdlerine bol sevapla karşılık veren, dille­riyle övülen Hamîd ve sonsuz şeref ve büyüklük sahibi Mecîdsin."[582]

 

İzah

 

Yukarıdaki suâli Resûlullaha Beşir bin Sa'd (r.a.) sormuştu. Buna sebep de Resûlullaha (s.a.v.) nazil olan şu âyetti:

"Peygambere Allah rahmet eder, melekler de duâ eder. Ey iman edenler, siz de ona teslimiyetle salât ve selâm getirin."[583]

Beşir bin Sa'd (r.a.) bu âyette Allah'ın emrini işitince, emredi­len salâtın nasıl getirileceğini sormuştu. Peygamberimiz bir müddet susmuş, sonra da yukarıdaki cevabı vermişti.

Peygamberimiz daha birçok hadislerinde ümmetini kendisine salat getirmeye teşvik etmiştir. Bunlardan birisi şu mealdedir:

"Bir topluluk Allah'ı zikretmeden ve resulüne salavat getirm­eden dağılırsa, muhakkak o toplantı onlar için hasarettir."[584]

Resûlullah bir hadislerinde de yanında ismi anıldığı halde ken­disine salavat getirmeyenleri insanların en cimrisi olarak vasıflandırmıştır.[585]

466 ve 617 numaralı hadis ve izahına da bakınız.[586]

 

İmanla Kabre Girmek

 

161. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

"Kim ölüm ânında "Allah'tan başka ilâh yoktur. Allah en büyüktür. Güç ve kuvvet ancak Allah'tandır" derse, ebedî olarak Cehennem ateşinde kalmaz.[587]

 

İzah

 

Zikrettiğimiz kaynaklardaki ölmeden önce son sözü "Lâilâhe ilallallah" olanın Cennete gireceği şeklindedir.

Bediüzzaman, Asây-ı Mûsâ isimli eserinde şöyle der:

"Herkesin iman mukabilinde bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlar [saraylar] ile müzeyyen [süslenmiş] ve bakî ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek dâvası başına açılmış. Eğer iman vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek. Ve bu asırda maddiyyunluk taunuyla çoklar o dâvasını kaybediyor. Hattâ bir ehl-i keşif ve tahkik bir yerde kırk vefiyattan [ölümden] yalnız bir kaç tanesinin kazandığını sekeratta [Ölüm ânında] mü­şahede etmiş; ötekiler kaybetmişler. Acaba bu kaybettiği dâvanın yerini bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?"[588]

Evet bir insanın dünyada en büyük sermayesi ve en tükenmez hazinesi imanıdır. En mühim meselesi de onu kazanıp kaybetme düşüncesidir. Bunun için imanın elde edilmesi ne kadar mühimse, muhafazası da o derece ehemmiyet taşımaktadır. Çünkü ebe­dî saadetin kazanılması, son nefesin imanlı olarak verilmesine bağlıdır. Bir mü'min hayatı boyunca ibâdet etse de, ömrünün so­nuna doğru veya ölüm ânında—Allah korusun—imanını kaybe­decek olsa ne kadar büyük bir felâkete düştüğü tasavvur edile­mez. Bazan de bunun tersi olur. Ömrünün çoğu imansız olarak geçtiği halde, hayatının sonuna doğru hidâyet nasip olup kurtulan insan da az değildir, peygamberimiz bir hadislerinde bu gerçeği şöyle ifâde eder:

"Biriniz Cennet ehlinin amelini işler, nihayet Cennet ile kendi­si arasında bir arşınlık veya iki arşınlık mesafe kalınca Cehennem ehlinin işini yapmaya başlar, Cehenneme girer.

"Biriniz de Cehennem ehlinin amelini işler, nihayet kendisi ile Cehennem arasında bir arşınlık veya iki arşınlık mesafe kalınca Cennet ehlinin işini yapar, Cennete girer."[589]

Hadiste geçen "arşın" ifâdesi, insanın ölüm anın yaklaştığın­dan kinayedir.

İşte Peygamberimiz izahını yaptığımız hadislerinde de ölüm ânında "Allah'tan başka ilâh yoktur. Allah en büyüktür. Güç ve kuvvet ancak Allah'tandır" derse, ebedî olarak Cehennem atesinde kalmayacağını bildirmiştir. Çünkü bu söz onun imanla kabre girdiğine işarettir.

Dolayısıyla günahkar da olsa Cehennemde kâfirler gibi ebedî olarak orada kalmayacak, cezasını çektikten sonra cennete gire­cektir. Yüce Allah, bu bu cümleyi ihlasla söyleyen kullarının gü­nahlarını bağışlayıp onları Cehenneme hiç uğratmadan, direk Cennete de koyabilir.

İmanla kabre giren birinin eğer sevabı günahından fazla veya eşit ise, Cehenneme hiç girmeden doğrudan Cennete girecektir.[590]

 

Ammar'ın Fazileti

 

162. Ali (r.a.) rivayet ediyor:

Ammar Resûlullahın yanına girmek için izin istedi. Resûlullah ona,

"Temiz ve temizlenmiş Ammar'a merhaba" buyurdu.[591]

 

İzah

 

Tirmizi'de bu hadis şöyledir:

"Ammar Resûlullahın yanına girmek için izin istedi. Resûlullah,

'Ona müsaade edin, girsin' buyurdu.

O girince de,

"Temiz ve temizlenmiş Ammar'a merhaba" buyurdu.

Ammar bin Yâsir (r.a.) İslâmın ilk kadın şehidi Sümeyye (r.a.) ile yine İslâmın ilk erkek şehidi Yasir'in (r.a.) oğlu idi.

Annesi ve babasıyla beraber kendisi de müşriklerin çok ağır işkencelerine maruz kalmıştı. Sonunda dayanamamış, ağır işken­celerden kurtulabilmek için dili ile Lat ve Uzza putlarının "Muhammed'in dininden" iyi olduğunu söylemişti. Müşriklerin elin­den kurtulur kurtulmaz doğruca Peygamberimizin (s.a.v.) huzuruna çıktı ve "Helak oldum, imanımı inkar ettim, yâ Resûlallah" dedi.

Resûlullah,

"Kalbin nasıl?" diye sorarak kalbinin dilini tasdik edip etmediğini sordu.

Ammar (r.a.) "Kalbim imanla doludur" cevabını verdi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.),

"Ammar tepeden tırnağa imanla dolu­dur" diyerek onun endişesinin yersiz olduğunu ifâde buyurdu. Bir müddet sonra da kalbi imanla dolu olduğu halde inkara zorla­nan kimselere bir mes'uliyet olmadığının açıklandığı Nahl Sûre­sinin 106. âyeti nazil oldu. Hadiste geçen "temiz ve temizlenmiş" ifâdesi bu hadiseye işaret etmektedir.

Ammar (r.a.) Allah ve Resulü uğrunda Mekke'den Medine'­ye hicret etmiş, Peygamberimiz ile birlikte Bedir ve Hendek sa­vaşlarına katıldı.

Peygamberimiz Hz. Ammar'i çok severdi.

"Ammar'a düşman olan Allah'a düşmana olur. Ona kin besleyen ve onu kızdıran Allah'ı kızdırmış olur," "Cennet Ali, Ammar, Selman ve Bilal'i şiddetle arzu etmektedir" gibi sözleriyle bu sevgisini açığa vur­muştur.

Ammar (r.a.) Peygamberimizden sonra yalancı peygamber Müselylimetü'l-Kezzab ile yapılan Yemâme Savaşına katıldı. Bu savaşta büyük kahramanlıklar gösterdi. Hicretin 37. yılında yapı­lan Sıffîn Savaşında Hz. Ali'nin (r.a.) safında yerini aldı ve bu savaşta şehid oldu.

367 numaralı hadise de bakınız.[592]

 

Cerir Bin Abdullah'ın (r.a.) Fazileti

 

163. Cerir bin Abdullah el-Becelî rivayet ediyor:

Resûlullah (s.a.v.) Müslüman olduğum günden beri be­ni yanına girmekten men etmedi. Beni gördüğü zaman da mutlaka tebessüm etmiştir.[593]

 

İzah

 

Hicretin 10. yılıydı. Peygamberimiz Ashabıyla sohbet edi­yordu. Bir ara,

"Sizin yanınıza şu kapıdan Yemenli hayırlı biri gelecek. Onun yüzünde melik ve melek alâmeti vardır" buyurdu. Ashab pür dikkat haber verilen zâtı beklemeye başladı. Resûlullahın haber verdiği bu zât, Cerir bin Abdullah'dı (r.a.).

Resûlullahın haber vermesinden bir müddet sonra beraberin­de 150 kişilik bir grupla gelen Cerir, Müslüman olarak Peygam­berimize bîat etti.[594]

Hz. Cerir'in Resûlullahın yanında ayrı bir yeri vardı. Nitekim izah ettiğimiz hadis bunu gösterir. Hadiste de ifâde edildiği gibi, Müslüman olduğu günden beri onu yanına girmekten men etme­miş, onu her gördüğünde mutlaka gülümsemiştir.

Peygamberimiz (s.a.v.) Hz. Cerir'i zaman zaman mühim va­zifeler için de görevlendirmiştir. Meselâ bir defasında onu Zülhalasa putunu yıkmak için vazifelendirmişti.[595] Veda Haccından sonra da İslama davet için onu Yemen'e gönderdi.[596] Peygamberimiz (s.a.v.), Hz. Cerir'e ticârette aldatmamasını, herkese doğruyu söylemesini ve insanlara nasihatta bulunmasını tavsiye etmişti. Hz. Cerir hayatı boyunca bu tavsiyeye uygun hareket etti. Ticâret yaptığında sattığı malın bütün kusurlarını müşteriye söylerdi. "İş­te mal, işte fiyatı, işte kusurları. İster al, ister alma" derdi. "Sen bu şekilde birşey kazanamazsın" diyenlere, "Biz Resûlultan böyle söz verdik, kazanalım, kazanmayalım; verdiğimiz sözden dönmeyiz" cevabını verirdi.                                                   

Hicretin 51. yılında vefat eden Hz. Cerir birçok da hadis rivâyet etmiştir. Müsned'de onun rivayet ettiği 109 hadise yer ve­rilmiştir.                                                                               

546 numaralı hadise de bakınız. [597]                                       

 

Erkeğin Hanımının Yeğenini Nikahlaması   

 

164. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:    

"Bir kadın halasının ve teyzesinin üzerine nikâh edilmez."[598]

 

İzah

 

Zikrettiğimiz kaynakların bâzılarında hadis şöyledir:

"Kadın halasının üstüne, hala da erkek kardeşinin kızı (yeğe­ni) üstüne; kadın teyzesinin üstüne, teyze de kız kardeşinin kızı üstüne nikâhlanamaz."

Dinimiz, bâzı kadınlarla evlenmeyi haram kılmıştır. Bunlar anne, anne anne, kız kardeş gibi kan bağı ile haram kılınanlar; süt kardeş, süt anne gibi süt emme yoluyla haram kılınanlar; bir de eşin kız kardeşi, halası, teyzesi gibi, evlilik yolu ile haram kılınan kadınlardır. İşte Peygamberimiz bu hadislerinde bir kadının üze­rine onun kız veya erkek kardeşinin kızlarıyla yani eşin yeğeniyle evlenilmesinin haram olduğunu bildirmiştir.

Kan bağı ve süt emme yolu ile olan haramlık süreklidir. Bu kadınlarla elvenmek hiçbir zaman caiz olmaz. Ancak evlilik yolu ile haram kılınan kadınlarla evlenmenin haram kılınması geçicidir. Nikâhın devamı şartına bağlıdır. Ölüm veya boşanma sebebiyle nikâh son bulursa, kişi hanımının yeğenleriyle, hala veya teyzesiyle evlenebilir.

Ancak erkek şayet hanımını boşadı ise, bu durumda hanımı­nın yeğenleriyle, kız kardeşiyle (baldiziyla) veya hala ve teyzesiyle evlenebilmesi için boşadığı kadının başka bir erkekle evlen­ebilmesi için beklemesi gereken müddet demek olan "iddef'in bit­mesini beklemesi gerekir. Eşinin ölmesi durumunda ise bekleme­si gerekmez.

Kendileriyle evlenilmesi haram olan kadınlar için Hanefî ve Şâfıîlere Göre Evlilik Aile isimli eserimize bakılabilir.[599]

 

Azaları Sağlam Olanlar Âhirette Sakatlara İmrenecek

 

165. Câbir (r.a.) rivayet ediyor:

"Dünyada iken azaları sağ ve salim olanlar, Kıyamet gü­nü musibetzedelere verilen sevabın çokluğunu gördükle­rinde, dünyada iken derilerinin keskin âletlerle parça parça kesilmiş olmasını arzu edeceklerdir."[600]

 

İzah

 

İnsan, herşeyin hikmetini anlayamadığı için çoğu zaman hu­zursuz olur. Meselâ, âmâ, sağır, dilsiz veya herhangi bir uzvu eksik birini görse ona acır. Bir müddet kendisini onun tesirinden kurtaramaz. Oysa Cenâb-ı Hak kullarına karşı herkesten daha şefkatli, herkesten daha merhametlidir. Dolayısıyla, bir kulunu göz, kulak, dil veya el nimetinden mahrum ettiyse, hakikî mânâ­da bu, o kul için bir musibet değil, nimettir. Şikâyeti değil, şükrü ve sabrı gerektirir. Çünkü, Allah bununla kulunu imtihan etmektedir. Eğer o kul sabrederek imtihanı kazanırsa, âhirette dünyada iken sağlam olanları imrendirecek bir makam kazanacaktır.

İşte yukarıdaki hadislerinde de Peygamberimiz, mahşer gü­nünde Cenâb-ı Hakkın musibetzedelere verdiği nimetlerin bü­yüklüğünü gören insanların, dünyada iken daha büyük musibet­lere maruz kalmayı arzu edeceklerini bildirmektedir.[601]

 

Süt Amcası Kadına Mahremdir

 

166. Aişe (r.a.) rivayet ediyor:

Bir adam yanıma girmek için izin istedi ve "Ben senin süt amcanım" dedi. Resûlullah geldiğinde durumu ona ha­ber verdim.

"Ona izin ver, çünkü o senin süt amcandır" bu­yurdu.[602]

 

İzah

 

Zikrettiğimiz kaynakların bâzılarında Hz. Âişe'nin Eflah (r.a.) isimli o şahsa izin vermediği, onun "Ben senin amcanım" demesi üzerine onunla aralarında kan bağı olmadığını bildiği için şaşır­dığı, durumu Resûlullah öğrendiğinde "O senin amcandır" bu­yurduğu kayıtlıdır.

164 Numaralı hadisin izahında da zikrettiğimiz gibi, dinimiz bâzı kadınlarla evlenmeyi haram kılmıştır. Bunu Peygamberimi­zin,

"Neseben haram olanlar, süt ile de haramdır"[603] hadisinden öğreniyoruz.

Yani neseben kişinin kızı, halaları, teyzeleri, erkek ve kız kardeşlerinden yeğenleri haram olduğu gibi; süt kızları, süt halaları, süt teyzeleri, süt erkek ve süt kız kardeşinden yeğenleri de haramdır. Kendileri ile evlenilmesi haram olan erkeklere karşı kadınların mahremiyeti yabancı erkeklerden farklıdır. Evlenilmesi haram olan erkeklerle başbaşa bulunabilirler, arzu ederlerse baş­ları, kolları açık olarak onların yanında kalabilirler.

İşte Peygamberimiz yukarıdaki hadislerinde Hz. Aişe'den süt amcasını yanına girmesine izin vermesini istemiştir. Çünkü süt amca ile evlilik haramdır. Dolayısıyla bir kadın süt amcasıyla baş başa kalabilir.[604]

 

Yetime Haksızlık Yapmamak

 

167. Câbir bin Abdullah (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullaha (s.a.v.), "Ya Resûlullah, ben hangi gerekçe ile yanımdaki yetimi dövebilirim?" dedim.

Şöyle buyurdu:

"Kendi malını korumak için onun malını riske atmaksızın ve onun malından kendine kazanç sağlamaksızın, çocuğunu hangi sebeple dövüyorsan, onu da o sebeple dövebilirsin."[605]

 

İzah

 

Suâli soran yanındaki yetimi hangi gerekçe ile dövebileceğini sorduğu halde, Resûlullah ona sadece suâlinin cevabını vermekle yetinmemiş, kendisini mühim bir konuda ikaz da etmiştir. O da yetimin malını riske atmamak ve onun malından kendine kazanç sağlamamaktır. Çünkü yetimin malını yemek büyük günahlardan­dır. Yüce Allah bir âyet-i kerimede yetimlerin mallarını korumayı emrederek şöyle buyurmuştur:

"Sana bir de yetimlerden soruyorlar. De ki: Onların durumunu düzeltmek, himaye altına almak mallarını korumak hayırlıdır. Eğer onlarla karışır, bir arada yaşarsanız, zâten onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah ıslah edenle ifsat edeni birbirinden ayırır; ki­min hangi niyetle yetimin malına yaklaştığını bilir."[606]

Âyetten de anlaşılabileceği üzere, yetimin malına onun nâmı­na yaklaşmakta bir mahzur yoktur. Zâten Peygamberimiz bir ha­dislerinde yetimin malını çalıştırmayı emretmektedir.[607]

Yetimin malı onlar namına çalıştırılmalıdır, ancak izah ettiği­miz hadisten de anlaşılacağı üzere, bu yapılırken onların malı ris­ke atılmamalı, yetimin malından şahsî kazanç temin edilmemeli­dir. Ayette de dikkat çekildiği gibi, yetimin malına hangi niyetle yaklaşıldığını Allah'ın bildiği unutulmamalıdır.

Kişinin koruması altındaki yetim yetişkin çağa geldiğinde de, malı çalıştırılmışsa karı ile, yoksa olduğu gibi kendisine teslim edilmelidir. Rabbimiz bu hususta da kullarını şöyle ikaz eder:

"Yetişkin çağa geldiklerinde yetimlere mallarını verin. Helâli harama değiştirmeyin. Onların malını kendi malınıza katmak su­retiyle de yemeyin. Şüphesiz o pek büyük bir günahtır."[608]

 

Cemaattan Ayrılmamak

 

168. Câbir bin Semure (r.a.) rivayet ediyor:

Ömer (r.a.) Câbiye'de[609] bize şöyle bir konuşma yaptı:

"Ey insanlar! Resûlullahın bize okuduğu bir hutbenin benzerini size okumak için kalkmış bulunuyorum. Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştu:

"Sahabîlerime hürmet edin. Sonra onların ardından ge­lenlere, sonra onların ardından gelenlere. Sonra yalan yay­gınlaşır. Öyle ki kişi şahitlik etmesi istenmediği halde şahit­lik edecek, yemin etmesi istenmediği halde yemin edecek."

"Her kim Cennetin en güzel yerini arzuluyorsa cemaattan ayrılmasın. Çünkü şeytan tek kişi ile beraberdir. Birlik için­deki iki kişiden daha uzaktır."

"Dikkat edin, biriniz bir kadınla başbaşa kalmasın. Çünkü üçüncüleri şeytandır.                                                   

"Dikkat edin, kimin iyilikleri kendisini sevindiriyor, kö­tülükleri de üzüyorsa, o kimse mü'mindir."[610]

 

İzah

 

Zikrettiğimiz kaynakların bâzılarında hadisin baş tarafı şöyledir:

"Ümmetimin en hayırlıları benim Sahabîlerimdir; sonra onlan: takip edenler, daha sonra onlan takip edenlerdir.

"Ondan sonra öyle insanlar gelecek ki, istenmeden şahitliğe koşacaklar, hıyanet edecek, güvenilmeyecekler, adakta bulunacaklar, fakat adaklarını yerine getirmeyecekler ve aralarında haram yiyerek şişmanlayanlar çıkacak."                                       

Tirmizi'de de cemaatla ilgili olarak aynca şöyle bir rivayet vardır:

"Allah benim ümmetimi sapıklık üzere bir araya getirmeyecek­tir. Allah'ın yardım eli cemaatin üzerindedir. Her kim cemaattan ayrılırsa, Cehenneme ayrılmış olur."[611]

 

Hz. Ali'nin Ve Çocuklarının Fazileti

 

169. Abdullah bin Abbas (r.a.) rivayet ediyor:

Vefat hastalığına yakalandığında Abbas Resûlullahı (s.a.v.) ziyarete geldi. Onu kaldırdı ve seririn üzerine oturttu. Resûlullah (s.a.v.),

"Allah seni yüceltsin ey amca" buyurdu.

Abbas, "Bu Ali, girmek için izin istiyor" dedi. Peygamber (s.a.v.),

"Girsin" buyurdu.

Ali, yanında Hasan ve Hüseyin olduğu halde içeri girdi. Abbas, "Bunlar senin ço­cukların ey Allah'ın Resulü" dedi. Resûlullah (a.s.m.),

"On­lar senin de çocukların ey amca" buyurdu.

Abbas, "Ben on­ları seviyorum" dedi. Peygamber (s.a.v.),

"Sen onları sev­diğin gibi Allah da seni sevsin" buyurdu.[612]

 

Deniz Gazasının Fazileti

 

170. İmran bin Husayn (r.a.) rivayet ediyor:

"Kim Allah yolunda bir defa deniz savaşma çıkarsa kimin kendi yolunda savaştığını Allah daha iyi bilir. Allah'a karşı her türlü itaatini yapmış, Cenneti olanca gü­cüyle talep etmiş, Cehennemden de olanca gücüyle kaçmış olur."[613]

 

İzah

 

Dinimizde cihad farzdır. Birçok âyette cihadın farziyetine dik­kat çekilir. Meselâ bu âyetlerden birisi şöyledir:

"Hoşunuza gitmese de, size zor gelse de, cihad üzerinize farz kılındı. Belki sevmediğiniz şey hakkınızda hayırlıdır. Bazan da sevdiğiniz birşey sizin için şer olur. Allah herşeyi bilir, siz bilemezsiniz."[614]

Peygamberimiz de birçok hadislerinde bizleri cihada davet et­miştir. Meselâ bir hadislerinde şöyle buyurur:

"Allah'a ortak koşan inançsız kimselerle mallarınız, canlarınız ve dillerinizle cihad edin."[615]

Cihada katılmak farz olduğu gibi, büyük sevap sebebidir de. Bir âyette bu sevap şöyle bildirilir:

"İman eden, hicret eden ve Allah yolunda mallarıyla ve can­larıyla cihad edenler, Allah katında en yüksek derecededirler. On­lar kurtuluşa erenlerin tâ kendisidir."[616]

Resûlullah da çeşitli hadislerinde cihada katılmanın sevabı üzerinde durmuştur. İşte yukarıdaki hadis de bunlardan birisidir. Ancak bu hadisde denizde yapılan cihadın faziletine dikkat çekil­miş, kişi Allah rızası için böyle bir cihada katılırsa, Allah'a karşı her türlü itaatini yapmış, Cenneti olanca gücüyle talep etmiş, Ce­hennemden de olanca gücüyle kaçmış olacağını bildirmiştir.[617]

 

Gece Namazı Kılmak

 

171. Ebû Said (r.a.) rivayet ediyor:

"Bir adam geceleyin uyanır, hanımını da uyandırır da abdest alarak iki rekât namaz kılarlarsa, Allah'ı çok zikreden erkeklerle kadınlardan yazılırlar."[618]

 

İzah

 

Hadiste ifâde edilen gece namazı, çok faziletli bir namazdır. Gece namazının fazîleti Kur'ân'da şöyle bildirilir:

"Hiç o kâfir, âhiretten sakınarak ve Rabbinin rahmetini ümit ederek gece vakti kalkıp secdede ve ayakta ibâdet eden kimse gibi olur mu?"[619]

Peygamberimizin de gece namazının faziletini bildiren pekçok hadisleri vardır. İşte yukarıdaki hadis bunlardan birisidir. Hadiste dikkat çekilen Allah'ı çok zikreden erkek ve kadınlar için çok bü­yük mükâfat vardır. Bunu şu âyetten öğreniyoruz:

"Allah'ı çok zikreden erkekler ve kadınlar için Allah, mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır."[620]

Hadiste ifâde edilen sevabın kazanılması için erkeğin kadını uyandırması şart değildir. Kadın uyanıp eşini uyandırırsa yine aynı sevabı kazanırlar.

Nitekim bir başka hadiste şöyle buyurulur:

"Geceleyin uyu­duktan sonra kalkıp namaz kılan, eşini de uyandırıp namaz kılmasına vesîle olan adama Allah rahmet etsin. Eğer eşi kalkmamazlık ederse, yüzüne [birazcık] su serpsin."

"Geceleyin uyuduktan sonra kalkıp namaz kılan, eşini de uyandırıp namaz kılmasına vesîle olan kadına da Allah rahmet et­sin. Eğer eşi kalkmamazlık ederse, yüzüne [birazcık] su serp­sin."[621]

Gece namazı kılmak çok faziletli olmakla birlikte, farz değil­dir. Dolayısıyla eşler bu hususta birbirlerini zorlama yoluna git­memelidirler.[622]

 

Cennet Kadınları

 

172. Ebû Sâid el-Hudrî (r.a.) rivayet ediyor:

"Cennet ehli, hanımlarıyla cinsî münâsebette bulundukla­rında kadınların bekâretleri geri iade edilir."[623]

 

İzah

 

Yüce Allah, kendisine iman eden, emirlerini yerine getirip ya­saklarından kaçınan kulları için rahmet ve keremine lâyık ebedî bir ziyâfetgâh hazırlamıştır. "Cennet" diye isimlendirilen bu ziyâfetgâhın bir saatlik hayatı, bin senelik mes'ud, sıkıntısız huzurlu bir dünya hayatından çok çok üstündür. Kullarına karşı son dere­ce Rahîm ve Kerîm olan Yüce Rabbimiz, burada onlar için göz­lerin görmediği, kulakların işitmediği, akıl ve hayale gelmeyen nimetler hazırlamıştır. Bir âyette buna işaretle,

"Orada canların çekeceği, gözlerin zevk alacağı herşey vardır."[624] buyurulmuştur.

İşte bütün maddî ve manevî lezzetlerin bulunduğu Cennet nimetlerinden birisi de, hurilerdir. Bir âyet-i kerimede bu gerçek şöyle ifâde edilir:

"İman eden ve güzel işler yapanları müjdele: Altlarından ırmaklar akan cennetler onlarındır....Orada onlar için tertemiz kadınlar vardı."[625]

Bir çok âyet ve hadiste de gerek hurilerin, gerekse Cennet ehli olan dünya kadınlarının vasıfları anlatılmaktadır. Bir âyette Cen­net ehli olan dünya kadınları için şöyle buyurulur:

"Dünya kadınlarını Ashab-ı Yemin için Biz orada yeni bir ya­ratılışla yaratmış ve kocalarına düşkün bakireler yapmışızdır."[626]

İşte izahını yaptığımız hadiste de Peygamberimiz bu bekâretin sürekli olacağı Cennet ehli erkeklerin, hanımlarıyla cinsî münâse­bette bulundukdan sonra Allah'ın kadınları tekrar bakire kılacağı bildirilmiştir. Nitekim yukarıdaki âyeti,

"Onları bakire kılacağız. Kocaları her geldiğinde, onları bakire bulurlar"

şeklinde tefsir edenler olmuştur. Cennet kudret yeri olduğu için, bu akıldan uzak değildir.[627]

 

Mestler Üzerine Meshetmek

 

173. Saffan bin Usal (r.a.) rivayet ediyor:

Peygamberimiz (s.a.v.) ile beraber yolculukta idik. Bize mestler üzerine üç gün üç gece, yolcu olmadığımız zaman da bir gün bir gece mesh etmemizi emretti.[628]

 

İzah

 

Mest, ayakları topukları ile birlikte kaplayan, 5 kilometre yol yürümeye dayanıklı olan, içine kolayca su geçirmeyen, bağsız olarak ayakta durabilen, deri ve keçe gibi maddelerden yapılan ayakkabıdır.

Peygamberimiz mest giymiş, abdest alırken üzerine mesh etmiştir.[629] Birçok Sahabî bunu rivayet etmiştir.[630] Peygamberimiz kendisi mest üzerine mesh ettiği gibi, ümmetine de mestler üzerine mesh etmeleri için ruhsat vermiştir. Bunun içindir ki, birçok Sahabî mestler üzerine mesh etmiştir.

İşte yukarıdaki hadiste de ayağa giyilen mestlerin kullanılış müddetini ifâde etmektedir. Bu da yolcular için üç gün, yani 72 saat, yolcu olmayanlar için bir gün, yani 24 saattir. Mestin müddeti, mesti ayağa giydikten sonra, abdest bozulduğu andan itibaren başlar.

Tafsilat için Hanefî ve Şâfiilere Göre Temizlik Gusül Abdest ve Büyük İslâm İlmihali isimli eserimize bakılabilir.[631]

 

Anne Hakkı

 

174. Büreyd (r.a.) rivayet ediyor:

Bir adam Resûlullaha geldi ve şöyle dedi:

"Ey Allah'ın Resulü, ben şiddetli bir sıcakta annemi boy­numda iki fersah mesafeye taşıdım. Öyle ki eğer ben o sıca­ğın altına bir parça et koysaydım, muhakkak pişerdi. Bu­nunla annemin hakkını ödemiş oldum mu?"

Resûlullah (s.a.v.),

"Belki bununla birtek doğum sancı­sının hakkını ödemiş olabilirsin" buyurdu.[632]

 

İzah

 

Dinimiz, anne baba hakkına çok büyük değer verir. Bu konu birçok âyet ve hadisle pekiştirilmiştir. Meselâ bu âyetlerden birisi şudur:

"Rabbin şunu da emretti: Ondan başkasına ibâdet etmeyin. Anne ve babaya da iyilikte bulunun. Onlardan birisi veya her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına erişecek olursa, onlara sakın 'Öf bile deme, onları azarlama, onlara güzel söz söyle. Onlara merha­met ve tevazuu kanadını ger ve de ki: 'Ey Rabbim, nasıl onlar beni küçükken besleyip büyüttülerse, Sen de onlara öylece mer­hamet et."[633]

Peygamberimiz de bu hadislerinde anne hakkının büyüklüğü­ne dikkat çekmiştir. Suâli sorana,

"Belki bununla birtek doğum sancısının hakkını ödemiş olabilirsin"

buyurarak annenin çocuğu üzerinde ne büyük hak sahibi olduğunu ifâde etmiştir. Konuyu bir âyet meali ile tamamlayalım:

"Biz insana, anne ve babasına iyilik etmesini emrettik. Anne­si onu zaaftan zaafa düşerek taşıdı. Sütten kesilmesi de iki yıl sürdü. 'Bana, annene ve babana şükret; dönüşün ancak Banadır' dedik"[634]

 

Hz. Aişe'nin Fazileti

 

175. Enes (r.a.) rivayet ediyor:

"Âişe'nin diğer kadınlara üstünlüğü, tiridin diğer yemek­lere üstünlüğü gibidir."[635]

 

İzah

 

Hadiste faziletine dikkat çekilen Hz. Âişe, Hz. Ebû Bekir'in kızıdır. Hz. Hatice'nin vefatından sonra, Allah'ın emri ile Pey­gamberimiz onunla evlenmişti.[636]

Hz. Âişe, vefatına kadar dokuz yıl boyunca Peygamberimizle beraber oldu. Peygamberimiz onun odasında, onun yanında vefat etti.

Hz. Aişe, dinî meseleleri anlamak ve hafızasında tutmak husu­sunda gayretliydi. Sık sık Peygamberimize sorular sorar, her an ondan birşeyler öğrenirdi. Bunun için de Resûlullahın sevgisine mazhar olmuştu. Öyle ki Resûlullah hanımları içerisinde en çok onu seviyordu.

Münafıklar Hz. Âişe'ye iftarada bulundular. Allah, kıyamete kadar okunacak kitabında onu temize çıkardı, Hz. Âişe'nin ma­sum olduğunu açıkladı.[637]

Hz. Âişe, Cebrail'in Peygamberimiz aracılığı ile kendisine selâm vereceği kadar faziletli birisiydi.[638]                            

Hadisteki benzetmede zikredilen tirid, o devrin en değerli ye­meklerinden idi. Kolay hazırlanan, rahat yenen, besleyici, lezzetli ve doyurucu bir yemedi.

Peygamberimiz, Hz. Âişe'yi güzel huyluluk, tatlı dillilik, gü­zel konuşma, zekâ, kaabiliyet, ilmî üstünlük ve sevimlilik yö­nünü tiridin diğer yemeklere üstünlüğüne benzetmiştir.

Müslüman kadınlara örnek olabilecek güzel bir hayat yaşayan Hz. Âişe Validemiz, ayni zamanda âlim bir hanımdı. Yine Alim Sahabîlerden Ebû Mûsâ el-Eş'arî (r.a.) onun ilmine şu sözlerle dikkat çeker:

"Biz Peygamberin (s.a.v.) Ashabı, bir hadisi anlayamadığı­mızda Hz. Âişe'ye sorardık. O da muhakkak o hadis hakkında bize doyurucu bilgi verirdi.[639]

Hz. Âişe, ençok hadis rivayet eden Sahabîler arasında 2210 hadisle dördüncü sırayı alır. Elinizdeki kitapta da onun rivayet ettiği çok sayıda hadis mevcuttur. O, aynı zamanda fıkıh ve tefsir ilmini de iyi biliyordu.

Birçok talebe de yetiştiren Hz. Âişe, Hicrî, 58, Milâdî 678 yılında vefata etti. Onun hakkında tafsilatlı bilgiyi Mü'minlerin Annesi Hz. Âişe isimli eserimizde bulabilirsiniz.[640]

 

Mekruh Olan Bir Tıraş Şekli

 

176. Ömer bin Hattab (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah (s.a.v.) kan aldırma dışında sadece başın ense kısmını tıraş etmekten men etti.[641]

 

İzah

 

Müslim'de İbni Ömer'den (r.a.) gelen rivâyet şöyledir:

"Resûlullah yarım tıraşı men etti."                             

İbni Ömer'e (r.a.) "Yarım tıraş nedir?" diye sorulması üzeri­ne de, "Başın bir kısmını tıraş edip bir kısmını bırakmaktır" ceva­bını vermiştir.

Hadisteki yasaklama haramlık değil, mekruhluk ifâde eder. Âlimler, tedavi maksadı dışında başın bir kısmını tıraş edip bulut parçaları gibi bir kısmını bırakmanın mekruh olduğunda ittifak içindedirler. Bunun hikmeti olarak yaratılışı çirkinleştirmek ve o devirde Yahudilerin tıraş şekli olması gösterilmiştir. Ense tıraşı olmak veya saçı azaltmak yarım tıraş demek değildir.[642]

 

Cuma Günü Gusletmek

 

177. İbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah bize Cuma günü yıkanmamızı emretti.

524, 794 numaralı hadislere bakınız.[643]

 

Peygamberimiz Rahmet Olarak Gönderilmiştir

 

178. Ebû Hureyre (r.a.) rivayet ediyor:

"Ben bahşedilmiş bir rahmet ve bir lütuf olarak gönderildim."                                                                                  

150 numaralı hadise ve izahına bakınız.[644]                             

 

Sabahın Erken Saatlerinde Bereket Vardır

 

179. Ebû Bekre (r.a.) rivayet ediyor:

"Allah'ım, ümmetim için sabahın erken saatlerini bereketli kıl."[645]

 

İzah

 

Hadis, Müsned'de Hz. Ali tarafından, İbni Mâce ve Ebû Dâvud'da. ise Sahr el-Gâmidî (r.a.) tarafından rivayet edilir. Hadisi daha pekçok Sahabî rivayet etmiştir. Bunlardan Sahr (r.a.) söz­lerine şöyle devam eder:

"Peygamberimiz herhangi bir yere bir birlik göndermek iste­diğinde sabahleyin erkenden gönderirdi.

Ebû Dâvud'da, bildirildiğine göre, hadisin râvisi Sahr (r.a.) ti­câretle uğraşıyordu. Ticâret mallarını günün ilk vaktinde gönder­diği için zengin oldu.

Peygamberimiz, izahını yaptığımız hadislerinde sabahın erken saatleri için ki, bu güneş doğmadan öncedir, ümmetine bereketli kılması için Allah'a duâ etmiştir. Hadisteki duâ, erken saatlerde yapılan yolculuk, ticâret, ders çalışma, ilimle meşgul olma ve ibâ­det için geçerlidir. Sabah saatlerinde yapılan bu şeyler, Peygam­berimizin yukarıdaki duası hürmetine bereketli kılınmıştır.

Hz. Fâtıma da sabahleyin erken kalkmanın rızkın bereketlen­mesine sebep olduğuyla ilgili olarak şöyle bir hadis rivayet eder:

"Ben sabahleyin yatıyordum. Resülullah bana uğradı, aya­ğıyla dokundu ve şöyle buyurdu:

"Kızım kalk, Rabbinin rızık taksiminde hazır bulun, gafiller­den olma. Çünkü Allah Teâlâ, halkın rızkını fecrin doğmasıyla güneşin doğması arasında taksim eder."[646]

 

Secde Nasıl Yapılır?

 

180. Câbir (r.a.) rivayet ediyor:

Resülullah secde ederken koltuklarının beyazlığı görülünceye kadar kollarını yanından uzaklaştırırdı.[647]

 

İzah

 

Hadisin başka rivayetlerinde, "Kollarının altından bir kuzu geçmek istese geçebileceği" ifâde edilir.

Hadiste, namazın farzlarından olan secdede kolların durumu­nun nasıl olacağı öğretilmektedir. Hadis, kolların yere yayılmayıp böğürlerden ayrı tutulması gerektiği bildirilir. Peygamberimiz bir hadislerinde de,

"Secdede hiçbiriniz köpeğin yayması gibi kol­larını yaymasın"[648] buyurmuştur.

Ancak kollar yana açılırken, yandakiler rahatsız edilmeme­lidir.

Kadınlar için durum farklıdır. Kadınlar secde esnasında kol­larını yere yayarlar, dirseklerini yanlarına yapıştırırlar.[649]

 

Allah'ın Rahmeti

 

181. Ömer bin Hattab (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullaha bir esir kafilesi[650] getirildi. Kafileden bir ka­dın sağa sola koşuşturuyordu. Derken bir çocuk buldu, onu aldı, kucakladı ve emzirdi.

Resûlullah (s.a.v.),

"Şu kadının çocuğunu ateşe atabi­leceğini düşünebiliyor musunuz?" diye sordu.

Biz, "Hayır vallahi atmamaya gücü yettiği müddetçe onu ateşe atmaz" cevabını verdik.

Resûlullah (s.a.v.),

"Allah kullarına karşı bu kadının çocuğuna olan merhametinden daha fazla merhametlidir" buyurdu.[651]

 

İzah

 

Allah'ın güzel isimlerinden birisi de Rahman'dır. Rahman, rahmeti bütün varlıkları kuşatan demektir. Bu ismin neticesi olan rahmet, bütün kâinatı kuşatmıştır. Evet, hadiste de dikkat çekildi­ği gibi, Allah yaratıklarına karşı son derece merhametlidir. Onun rahmetini iyi anlayabilmek için bir hadis nakledelim:

"Allah'ın yüz rahmeti vardır. Bu yüz rahmetin birini de yer­yüzüne indirmiştir. İşte bu rahmetle yaratıklar birbirine karşı me­rhamet eder. Hattâ bu rahmetle vahşî hayvanlar bile yavrularına şefkatle davranırlar."[652]

İşte, bir annenin rahatını, istirahatini yavrusuna feda etmesi; aç bir arslanın, zayıf bir yavrusunu kendi nefsine tercih ederek el­de ettiği bir eti yemeyip yavrusuna vermesi; korkak tavuğun yav­rusunu himaye için köpeğe, arslana saldırması; incir ağacının kendi çamur yiyerek yavrusu olan meyvelerine hâlis süt vermesi, bu rahmet sebebiyledir. Bediüzzaman da Cenâb-ı Hakkın ne der­ece geniş rahmet sahibi olduğunu bir cümle ile akıllara şöyle yak­laştırır:

"Bütün validelerin [annelerin] şefkatleri ancak bir lema-i te­cellî-i rahmettir [Allah'ın rahmet tecellîlerinden bir parıltıdır]."[653]

İnsan olsun, hayvan olsun, bütün annelerin yavrularına olan şefkatini şöyle bir hayal edelim. Sonra da, milyarlarca annenin şefkatinin, Cenâb-ı Hakkın rahmetinin sonsuz tecellîsinden sade­ce bir parıltı olduğunu düşünelim. Böylece Rabbimizin rahmeti­nin sonsuzluğunu, genişliğini daha iyi anlarız.

Allah'ın rahmetinin dünyada tecellî eden kısmı olan yüzde biri bu kadar olursa, yüzde doksan dokuzu acaba ne kadardır? Ve ne­rede tecellî edecektir? Bunu da hadisin devamından öğreniyoruz:

"Allah yüz rahmetin doksan dokuzunu, Kıyamet gününde mü'min kullarına merhametle muamele etmek için tehir eder."[654]

 

Çocuğu Namaza Alıştırmak

 

182. Abdullah bin Habib babasından rivayet ediyor:

"Çocuk sağını solundan ayırmaya başladığında ona namaz kılmasını emredin."[655]

 

İzah

 

Zikrettiğimiz kaynaklarda hadis şöyledir:

"Yedi yaşma girince çocuğa namaz kılmayı emredin. On ya­şına girdiklerinde kılmazlarsa hafifçe dövün."

Ebû Dâvud'da hadis aynı metinle de kayıtlıdır.

Dinimize göre bir insanın Allah'ın emir ve yasaklarına muhatab olabilmesi için kişinin buluğ, diğer bir ifâdeyle ergenlik çağı­na gelmiş olması gerekir. Ergenlik yaşı her insanda değişir. Umumî olarak erkek çocukları 12-15, kız çocukları ise 9-15 yaşları arasında ergenlik çağına girerler.

Her ne kadar buluğ çağı yukarıda zikrettiğimiz gibi ise de, na­maz ve oruç gibi ibâdetlerin çocuğa daha küçük yaşlarda öğre­tilmesi uygun olur. Nitekim izahını yaptığımız hadislerinde Pey­gamberimiz bunu tavsiye etmektedir.

Buna göre sağını solundan ayırt etmeye başlayan, diğer riva­yete göre ise yedi yaşındaki çocuğa namazla ilgili bilgiler verilir, namazın nasıl kılınacağı, farzları, vacipleri, sünnetleri, namazda okunacak sûre ve dualar öğretilir. Namaz kılmaya alıştırılır. On yaşına geldiğinde ise namazın ehemmiyeti anlatılır. Namazın bir yaratılış borcu olduğu söylenir. Zorla değil, sevdirerek ve ikna ederek namaz kılması temin edilir. Anne ve babanın namaz kıla­rak örnek olması bunun teminini kolaylaştırır. Buluğ alâmetleri görülünce de çocuğun farz olan ibâdetleri artık aralıksız olarak yapması istenir.[656]

 

Bir Toprak Parçasını Gasp Etmek

 

183. Amr bin Nüfeyl (r.a.) rivayet ediyor:

"Her kim haksız olarak başkasının bir karış arazisini alır­sa, kıyamet gününde orası yedi kat yerin dibine kadar o kimsenin boynuna dolandırılır."[657]

 

İzah                         

 

Buhârî'de ayrıca şöyle bir rivayet daha vardır:

"Kim araziden haksız olarak bir karışlık yer alırsa, kıyamet günü o yer ile yedi kat yere batırılır."                                      

Müsneddekı rivayet ise şöyledir:

"Kıyamet gününde Allah katında hıyanetin en büyüğü, arazile­ri veya evleri birbirine komşu olan iki kişiden birisinin kendi hissesine kattığı bir arşın topraktır. Bunu aldığında o yer kıya­met günü yedi kat yerin altına kadar alınır ve boynuna geçirilir."

Kıyamet gününde Allah'ın günahlarını örttükleri dışında her­kesin günahı, işlediği günah cinsinden teşhir edilecektir.[658] İzahını yaptığımız hadiste de Peygamberimiz, bir arazi parçasını gasp eden kimsenin o toprak parçası boynunda olduğu halde mahşer yerinde bekletileceği, mahşer halkına teşhir edileceğini bildirmiş­tir.

Hadis, "günahını yüklenmiş olarak" mânâsına da gelebilir. Nitekim şu âyet bu mânâyı destekler mâhiyettedir.

"Biz her insanın amelini kendi boynuna doladık. Kıyamet gü­nünde de onun için bir kitap çıkarırız ki, açılmış olarak gelip ken­disini bulur."[659]

 

Resûlullahı Rüyada Görmek

 

184. Ebû Said el-Hudrî (r.a.) rivayet ediyor:

"Kim rüyasında beni görürse o kimse gerçekten beni gör­müştür. Çünkü şeytan benim ve Kabe'nin suretinde görünemez."[660]

 

İzah

 

İbni Mâce'deki rivayette "Kabe" ifâdesi yoktur. Resûlullah (s.a.v.) bir hadislerinde görülen rüyaların üç çeşit olduğunu bildirmiştir. Bunlar:

1. Allah tarafından, sevindirici ve güzel rüyalar.

2. Kişinin uyanık iken meşgul olduğu şeyleri gece rüyasında görmesi.

3. Şeytânı rü'ya. İnsanoğlunu üzmek için şeytan tarafından kalbe sokulan korkular.[661]

Bir kimse, şayet rüyasında Peygamberimizi görürse, bu rüyâ sâdık rüyadır, doğru rüyadır. Şeytânı bir rüya değildir. Çünkü Cenâb-ı Hak bâtılın hakka karışmaması için şeytana Peygambe­rimizin suretine girebilme gücü vermemiştir.

Dolayısıyla bir kimse gerek hadislerde açıklanan şekil ve suretinde olsun, gerekse kendi suretinden başka bir surette görsün, rüyası gerçektir. [662]                                 

 

Bıyıkları Kısaltmak            

 

185. Zeyd bin Erkam (r.a.) rivayet ediyor:

"Bıyıklarını kısaltmayan bizden değildir."[663]

 

İzah

 

Peygamberimiz çeşitli hadislerinde de bıyıkları kısaltmanın fıt­rattan, yani uymamız emredilen eski peygamberlerin sünnetin­den olduğunu bildirmiştir.[664]

Müşrikler bıyıklarını ağızlarına girecek şekilde uzatıyorlardı. Resûlullah (s.a.v.) bir hadislerinde de bizlerden onlara muhalefeti etmemizi istemiştir.

Bıyıkların nasıl kesileceği hususunda âlimler arasında çeşitli görüşler vardır. İmam Mâlik, "Dudakların uçları görülecek şekil­de bıyıklardan alınır" der.[665]

Hadiste geçen, "Bizden değildir" ifâdesi, "Bizim sünnetimiz­le amel edenlerden değildir" mânâsındadır. Yoksa "Kâfirlerden­dir" demek değildir.[666]

 

Peygamberlere Emredilen Üç Şey

 

186. İbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor:

"Biz peygamberler topluluğu üç şeyi emrettik:

1. İftarı acele yapmak.

2. Sahuru geciktirmek,

3. Namazda sağ eli sol elin üzerine koymak."[667]

 

İzah

 

Hadiste peygamberlerin üç sünnetine dikkat çekiliyor. Bunlar­dan birincisi, iftarda acele etmek. Bununla ilgili daha birçok hadis yardır. Meselâ bunlardan birisi şu mealdedir:

"İnsanlar iftarda acele ettikleri müddetçe hayır ile yaşarlar. İf­tar etmekte acele ediniz. Çünkü Yahudiler iftarlarını geciktirir­ler."[668]

Hadiste geçen, "İnsanlar iftarda acele ettikleri müddetçe hayır ile yaşarlar" ifâdesi şöyle izah edilir:

"Müslümanlar Peygamberimizin (a.s.m.) sünnetine bağlı kala­rak ve İslâmiyetin getirmiş olduğu sabit kanunları kendi kafa­larına göre değiştirmeyip olduğu gibi muhafaza ettikleri müddetçe hayır ile yaşarlar ve düşmanlarını yenerler. İslâmî prensiplere zıt hareket ettikleri zaman bu muhalefetleri şer içine düşeceklerine alâmet olur."[669]

İftarın acele yapılmasının peygamberlerin sünneti olduğunu bildiren ve bunu tavsiye eden sevgili Peygamberimizin kendisi de böyle hareket etmiştir.[670]

İftarda acele etmek sünnet olmakla beraber, şayet akşam na­mazı kılınmadıysa sofrada fazla oyalanıp namazı geciktirmek çok yanlış bir harekettir. Çünkü Peygamberimiz ve sahabîler iftarı akşam namazından önce yapıyorlardı ama, namazı geciktirmiyor­lardı. Dolayısıyla iftarı namazdan önceye almakla bir sünnet iş­lenirken, namazı çok geciktirmekle başka bir sünnete zıt hareket edilmemelidir. Şayet sofrada fazla kalınacaksa bir kaç lokma ile iftar edilip, namaz kılınmalı, sonradan sofraya oturulmalıdır.

Hadiste geçmiş peygamberlerin sünnetlerinden sayılan ikinci husus, sahuru geç yapmaktır. Sahuru vakti içerisinde geciktir­mek, kişinin ertesi günkü orucu daha dinç olarak tutmasına sebep olur. Ancak sahuru geciktirmek, orucu tehlikeye düşürecek dere­cede olmamalıdır. Yani imsak sınırı aşılmamalıdır.

Hadiste dikkat çekilen üçüncü sünnet, namazda sağ eli sol elin üzerine koymaktır. Bu hadis, namaza başlama tekbirinden sonra ellerin bağlanacağını gösterir. Konu ile ilgili daha başka hadisler de vardır. Meselâ Vâil bin Hucr (r.a.), "Resûlullah (s.a.v.) tek­birden sonra sağ eli ile sol elini tutardı"[671] şeklinde bir hadis rivayet eder. Hz. Ali'den de konu ile ilgili şöyle bir hadis rivayet edilir:

"Namaz kılarken, göbeğin altında sağ eli sol elin üzerine koy­mak namazın sünnetlerindendir."[672]

Ehl-i sünnetin üç mezhebi Hanefî, Şafiî ve Hanbelîler bu ha­disleri delil getirerek kıyam anında sağ el ile sol elin tutulacağına hükmetmişlerdir.

Malikîler ise iftitah tekbirinden sonra ellerin yana salınacağı görüşündedirler.[673]

 

Peygamberimizden Mü'minlere Tavsiyeler

 

187. İbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor:

"Akrabalık bağlarını kesmeyin, birbirinize sırt çevirme­yin, birbirinize kin beslemeyin. Ey Allah'ın kulları, kardeş olunuz. Bir Müslümanın Müslüman kardeşi ile üç günden fazla küskün durması helal olmaz."[674]

 

İzah

 

Hadiste kardeşlik ruhunu pekiştiren önemli tavsiyelerde bulu­nuluyor. Biz bunlardan küs durmayı biraz izah edeceğiz:

Hanefî'lere göre üç gün dargın durmak haramdır. Üç günden az dargın durmak ise doğru değildir.

Şâfiîlere göre de bir Müslümanla üç günden fazla küs durmak haramdır. Üç gün dargın bulunmakta dinen bir günah söz konusu değildir. Zira insanın yaratılışında.öfke ve kötü huyluluk vardır.

Bâzı kimseler üç gün dargınlığın dünyaya âit işler için oldu­ğunu, âhiretle ilgili bir hususta üç günden fazla dargın durmanın caiz olduğunu söylerler.

Konu ile ilgili bir başka hadis şu mealdedir:

"Bir Müslümana kardeşini üç geceden fazla terk etmesi helâl değildir. İkisi karşılaşır; biri yüz çevirir, diğeri de yüz çevirir. Bunların hayırlısı ilk selâm verendir."[675]

 

Merhametli Olmak

 

188. Abdullah bin Mes'ud (r.a.) rivayet ediyor:            

"Siz yerdekilere merhamet edin ki, göktekiler de size mer­hamet etsin."[676]                                                    

Müsned'deki rivayet, "Merhamet ediniz ki, size de merhamet edilsin" şeklindedir.[677]

 

İnsanların Arasını Düzeltmek İçin Yalan Söylemek

 

189. Ümmü Gülsüm bint-i Ukbe (r.a.) rivayet ediyor:

"Hayrı konuşarak ve hayrı geliştirerek insanların arasını düzelten yalancı değildir."

127 numaralı hadise ve izahına bakınız. [678]                        

 

Oruçlunun Hanımını Kucaklaması          

 

190. Aişe (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah (s.a.v.) oruçlu iken beni kucaklardı. Hangi­niz nefsinize Resûlullah (s.a.v.) kadar sahipsiniz?[679]

 

İzah

 

Hadiste Resûlullahın oruçlu iken Hz. Âişe'ye sarıldığı, onu kucakladığı bildiriliyor. Ancak onun nefsine herkesten daha çok hâkim olduğuna dikkat çekiliyor. Yani "Resûlullah hanımına sa­rılmakla işi orucu bozacak şekle getirmekten uzaktı. Sizin ise bu­na gücünüz yetmez" denilmek isteniyor.

Dolayısıyla nefsine hâkim olabilen, hanımına yaklaştığında işi oruç bozmaya götürmeyecek olanların onlara sarılmalarında, ku­caklamalarında bir mahzur bulunmamaktadır. Ama bu hususta nefsine güvenemeyenler, bundan uzak durmalıdırlar.[680]

 

Kadir Gecesi Ne Zamandır?

 

191. Câbir bin Semüre (r.a.) rivayet ediyor:

"Kadir gecesini Ramazanın 27. gecesinde arayın."[681]

 

İzah

 

Hadiste dikkat çekilen Kadir Gecesi, kandiller içerisinde müs­tesna bir yere sahiptir. "Gecelerin sultanı" olarak isimlendirilir. Bu geceye kıymet kazandıran en mühim hadise, onda Kur'ân'ın indirilmiş olmasıdır. Kâinatın sahibi olan Rabbimiz, bu müstesna gecenin kıymet ve ehemmiyetini, Sevgili Peygamberimizin şah­sında bütün Müslümanlara şöyle haber verir:

"Biz Kur'ân'ı Kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesinin ne olduğunu bilir misin? Kadir gecesi bin aydan hayırlıdır. Melekler ve Cebrail o gecede herbir iş için Rablerinin izniyle yeryüzüne iner. Tanyeri ağarıncaya kadar o gecede selâmet vardır."[682]

Peygamberimiz de bir hadislerinde Kadir gecesinin faziletini şöyle ifâde etmiştir:

"Allah Kadir gecesini ümmetime hediye et­miş, ondan önce kimselere vermemiştir."[683]

Hadiste Kadir gecesini Ramazan'ın 27. gecesinde aramamız istenmektedir. Çünkü Kadir gecesinin vakti kesin olarak bilinme­mektedir. Yüce Rabbimiz şu imtihan meydanında çok mühim şeyleri gizlemiştir. Bu cümleden olarak insanın ecelini ömrü için­de, kâinatın eceli hükmünde olan kıyameti kâinatın ömründe, du­anın kabul vaktini Cuma gününde, makbul veli kullarını insanlar içerisinde, İsm-i A'zamını Esmâü'l-Hüsnâsında gizlemiştir. İşte Yüce Rabbimizin bir hikmete binâen sakladığı bu şeylerden birisi de Kadir gecesidir. Rabbimiz, Kadir gecesini Ramazan ayı için­de gizlemiştir.[684]

Peygamberimiz bir hadislerinde bununla ilgili olarak şöyle buyurur:

"Uykuda bana Kadir gecesinin tüm alâmetleri gösterildi. Son­ra unutturuldu. Sizler Kadir gecesini Ramazan'ın son on günü­nün tek gecelerinde arayınız."[685]

İşte izahını yaptığımız hadislerinde de Resûlullah (s.a.v.) Ka­dir gecesinin Ramazan'ın 27. gecesi olabileceğim ifâde etmiştir.  

Bediüzzaman da çeşitli mektubunda Kadir gecesinin zamanına dikkat çekmiştir. Meselâ bununla ilgili olarak şöyle der:

"Seksen küsur sene kıymetinde bulunan ve Ramazan-ı şerifin mecmuunda gizlenen"[686] "Âlem-i İslâmda Leyle-i Kadir telakkî edi­len bu Ramazan-ı şerifin yirmi yedinci gecesinde"[687] "Yarın gece Leyle-i Kadir olma ihtimali çok kuvvetli olmasından bir kısım müçtehidler o geceye Leyle-i Kadri tahsis etmişler. Hakikî olma­sa da, madem ümmet o geceye o nazarla bakıyor. înşaallah hakikî hükmünde kabule mazhar olur."[688]

Bediüzzaman başka bir mektubunda da meâlen şöyle der: Hadis-i şerifin sırrıyla Ramazan-ı Şerifin ikinci yarısında, hu­susan son on gününde, hususan tek gecelerde, hususan yirmi ye­disinde; seksen küsur sene bir ibâdet ömrünü kazandırabilen Leyle-i Kadrin ihyâsına."[689]

 

Niçin Gizlenmiş?

 

Bediüzzaman, bâzı şeylerin bazı şeyler içinde gizlenmesinin hikmetinin o şeyin diğer fertlerini de kıymetlendirmek için ol­duğunu söyler. Bu gibi şeyler açıklandıkça, diğer şeylerin değer­den düştüğünü ifâde eder.[690] Kadir gecesi bilinmediğinden, Al­lah'ın sevgili kulları Ramazan'ın her gününü Kadir gecesi olabilir düşüncesiyle geçirmeye gayret göstermişlerdir. Nitekim pekçok velî zatlar gibi Bediüzzaman da Kadir gecesini bir gün öncesi ve bir gün sonrasıyla ihya etmiştir.[691]

 

Allah'ı Tesbih Etmenin Fazileti

 

192. Câbir (r.a.) rivayet ediyor:

"Kim "Sübhanallahi ve bihamdihi (Allah'ı noksan sıfat­lardan tenzih ve Ona hamd ederim)" derse Cennette onun için bir hurma ağacı dikilir."[692]

 

İzah

 

Pek çok hadislerde mü'minler hamde zikre teşvik edilirler. Bu hadiste de kim "Sübhanallahi ve bihamdihi" derse, Cennette onun için hurma ağacı dikileceği bildirilerek, mü'minler bu iki tesbih kelimesini söylemeye teşvik edilmişlerdir. Bediüzzaman da bu hadisin izahı sadedinde meâlen şöyle der:

Dünyada yediğin meyveden sonra söylediğin "Elhamdülillah" kelimesi, Cennet meyvesi olarak şekillendirilip orada sana takdim edilir. Burada meyve yersin, orada "Elhamdülillah" yersin. Ni­mette ve yemek içinde onun sana Cenâb-ı Hakkın bir ihsanı ve bir iltifatı olduğunu gördüğünden, o lezzetli manevî şükür Cen­nette gayet lezzetli bir yemek suretinde sana verileceği hadisin ve Kur'ân'ın bildirmesiyle, hikmet ve rahmetin bir gereği olarak sa­bittir.[693]

 

Cennete İlk Çağrılacak Olanlar

 

193. İbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor:

"Cennete girmek için ilk çağrılacak olanlar bollukta da, darlıkta da Allah'a çokça hamd edenlerdir."[694]

 

İzah

 

Herşeyin bir ilki vardır. Mahşer yerinde de birçok ilk vardır. Meselâ kabrinden ilk kalkacak olan, ilk hesabı sorulacak ibâdet, ilk hesabı sorulacak nimet, ilk hesaplaşma bu ilklerden sadece bir kaçıdır. İşte Peygamberimiz yukarıdaki hadislerinde de Cennete ilk çağıralacak olanları bildirmiş ve bunların "bollukta ve darlıkta Allah'a çokça hamdedenler" olduğuna dikkat çekilmiştir.

Bir âyette Yüce Allah, takva sahiplerinden bahsederken, onları "Bollukta ve darlıkta bağışta bulunanlar"1 şeklinde tarif eder. Bollukta bağışta bulunmak nisbeten kolaydır. Fakat darlık ânında da bağışta bulunmak gerçekten zordur. Bunun içindir ki, Yüce Allah böylelerini takva sahipleri olarak vasıflandırmıştır.

İşte bu âyetle izahını yaptığımız hadis arasında bir benzerlik vardır. Bollukda bağışta bulunmak nisbeten kolay olduğu gibi; bolluk ânında Allah'a hamd etmek de nisbeten kolaydır. Yapı­labilir. Fakat darlıkta da hamd etmek gerçekten zordur. Zaten zor olduğu içindir ki, bunu başarabilenler, Cennete girmek üzere ilk olarak çağrılacaklardır.[695]

 

Cennete Girmede Kavimlerini Geçenler

 

194. Ebû Ümâme el-Bahilî (r.a.) rivayet ediyor:

"Resûlullahı şöyle derken işittim:

"Cennete girmede ben Arapların öncüsü oldum. Süheyb Rumların öncüsü oldu. Bilal Habeşlilerin öncüsü oldu. Selman da İranlıların ön­cüsü oldu."[696]

 

İzah

 

Peygamberimiz Arapların ilk Müslümanı, Süheyb Rumların;

Bilal, Habeşlilerin, Selman da İranlıların ilk Müslümanı olduğu için hadiste bunların Cennete girmede kendi milletlerininin öncü­sü olduklarını ifâde ediyor.

Hadiste geçen Sahabîler hakkında tafsilatlı bilgiyi Sahabîler Ansiklopedisi İsimli eserimize havale ederek burada özet bilgi vermek istiyoruz:

Selman, Selmân-ı Fârisi ismiyle şöhret bulan büyük Sahabîlerdendir. Aslen İranlıdır. Mecûsî bir ailenin çocuğu olduğu halde yollara düşerek hakkı aramış, Hıristiyan olmuş, hakkı bulmaya olan düşkünlüğü onu köle olmaya kadar götürmüş, efendilerinin tarlalarında çalışırken Resûlullahın Medine'ye hicret ettiğini du­yunca hemen ona koşmuş ve İslâmiyetle şereflenmiştir. Peygam­berimiz kendisini kölelikten kurtarmış ve "ehl-i beyti" arasında saymıştır.

Peygamberimizin çok sevdiği Hz. Selman, bir çok defalar onun iltifatına mazhar olmuş, ilminden feyiz almış ve âlim Sahabî­ler arasına katılmıştır. Peygamberimizin ona en büyük müjdele­rinden birisi, "Cennet üç kişinin hasretini çeker: Ali, Ammar bin Yâsir ve Selmân'dır"[697] hadisi olmuştur.

Hz. Selman, Peygamberimizin vefatından sonra fetih ordula­rında kumandanlık yaptı. Hz. Ömer kendisini Medâin'e vali ta­yin etti.

Süheyb, Süheyb bin Sinan isimli Sahabîdir. Kendisi ilk Müslümanlardandır. O da hadisde Cennetlik oldukları haber verilen arkadaşları Selman (r.a.) ve Bilal (r.a.) gibi bir köle idi. Fakat o azâd edilmişti. Hamisiz olduğu için müşriklerin çok ağır işkence­lerine mâruz kaldı.

Hz. Süheyb azad edildikten sonra çok çalışıp bir miktar mal edinmişti. Medine'ye hicret ederken müşrikler önünü kestiler ve şöyle dediler: "Sen Mekke'ye bir köle olarak geldin. Fakirdin. Bizim sayemizde zengin oldun. Burada kazandığın serveti bera­berinde götürmek istiyorsun. Buna razı olamayız."

Süheyb şu cevabı verdi:

"Sizin gözünüz Mekke'deki servetimdedir. İlân ediyorum, ne kadar malım varsa hepsi sizin olsun. Çekilin yolumdan."

Bu teklif müşrikleri sevindirdi. Onu serbest bıraktılar. Me­dine'ye hicret eden Hz. Süheyb bunu Resûlullaha haber verdi­ğinde ondan şu müjdeyi aldı:

"Ey Ebû Yahya, sen bu alış verişten kârlı çıktın."

Hz. Süheyb, Hicretin 38. yılında vefat etti.

Bilal ise, Bilâl-i Habeşî ismiyle ve "Müezzinlerin efendisi" un­vanıyla anılan Sahabîdir. İlk Müslümanlardandır. Köle olduğu için azılı müşrik Ümeyye bin Halef tarafından çok ağır işkence­lere maruz bırakıldı. Fakat o inancı uğrunda bütün bu işkencelere katlandı, inancından asla taviz vermedi. Bunun dünyevî karşılığı olarak da Allah Hz. Ebû Bekir'in vasıtasıyla onu kölelikten kur­tardı. Hz. Bilal Peygamberimizin sevgisini kazanmış bir Sahabî idi. Onun müezzini olarak şöhret buldu. 407 numaralı hadise de bakınız.[698]

 

İslâm Garip Olarak Başladı, Yine Garip Hale Gelecek

 

195. Sehl bin Sa'd (r.a.) rivayet ediyor:                        

Resûlullah (s.a.v.),

"Muhakkak İslâm garib olarak başladı, yine garib hale gelecektir. O gariplere müjdeler olsun" buyurdu.                                                                      

"O garipler kimdir, ey Allah'ın Resulü?" denildi.

Resûlullah (s.a.v.),

"İnsanların bozulduğu zamanda bo-zulmayip başkalarını ıslaha çalışanlardır" buyurdu.[699]            

 

İzah

 

Bâzıları bu hadisde geçen "seyeûd" fiilini "seyesîr" mânâsına nakıs fiil olarak telâkkî etmişler ve neticenin kötü olacağı mânâ­sını çıkarmışlardır. Bunun için İslâmın neticesinin iyi olmayacağı sanılarak ümitsizliğe düşülmüştür. Oysa "yeûd" fiilinde "yeniden başlama" mânâsı da vardır. Doğru olan da "yeûd" kelimesine bu mânâyı vermektir. Bu mânâ İslâm kültürüne de uygundur. Nite­kim Peygamberimiz en zor şartlarda dahi mü'minlefi istikbalde yapacakları fetihlerle müjdelemiş, İslâmiyetin yer yüzüne hâkim olacağını bildirmiştir. Dolayısıyla ümmetini ümitsizliğe düşürmek Peygamberimizin yapmayacağı birşeydir.

Alimler, bu hadisin gayesinin neticenin kötü olacağını bildire­rek korkutmak değil, müjdelemek olduğunu söylerler. Meselâ bunlardan Elmalılı Hamdi Yazır, Neml Sûresinin 93. âyetinin tef­sirinde "İslâmiyetin istikbâli gece değil, gündüzdür; sönük değil, parlaktır. Ara sıra basan gece zulmetleri onu dinlendirip tekrar uyandırmak içindir" d

edikten sonra yukarıdaki hadis-i şerifi zik­reder ve özet olarak şöyle der:

Birçok kimseler bu hadisi hep mü'minleri korkutmak için söy­lemişler, onları ümitsizliğe ve bedbinliğe sokmuşlardır. Bu hadis,

"İslâm garip olarak zuhur etti, ileride garip olarak zuhur edecek" manasınadır. Hadiste geçen "fetübâ (ne mutlu)" kelimesi, ge­leceğin karanlık olacağını söyleyerek korkutmak için değil, müjde içindir. Çünkü hadisde geçen "garipler" İslâm'ı ilk yayan bahtiyar kimseler gibidir.[700]

İslâmı ilk yayan bahtiyar kimselere niçin "garib" deniliyordu?

Şirkin, putperestliğin ve her türlü ahlâksızlığın yaygın olduğu Cahiliyye devrinde Peygamberimizin Allah'ın birliği inancıyla or­taya çıkıp müşriklerin inandıkları sayısız ilâhları "bir"e indirmesi onlar tarafından "garip" karşılanmıştı.

Müşrikler Peygamberimize îman eden kimselerin işkenceyi, hattâ ölümü dahi göze alarak sarsılmaz bir imanla ona bağlan­malarını da "garip" karşılamışlardı. O insanların Allah ve Resulü uğrunda, mallarını, mülklerini, ailelerini bırakarak Habeşistan'a ve Medine'ye hicret etmeleri de "garip" di. Kısacası müşriklere göre İslâmiyet de, Müslümanlar da "garip"di. Bu insanlar müş­riklerin nazarında gariptiler fakat Allah'ın nazarında bahtiyardılar. Rabbimiz bunu bir âyet-i kerimede şöyle bildirir:

"O Peygambere îman eden, ona hürmet eden, düşmanlarına karşı ona yardımda bulunan ve onunla indirilmiş olan nura [Kur'ân'a] uyanlar, kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir."[701]

Evet, Peygamberimiz bu hadislerinde Allah'ın bildirmesiyle asırlar sonrasını görmüş, İslâmiyetin ve Müslümanların İslâmiyetin ilk yıllarında olduğu gibi "garip" karşılanacaklarını, imanları uğrunda sıkıntı çekeceklerini bildirmiştir. "Ne mutlu o gariplere" buyurarak da bu "garipliğe" razı olanları, Allah ve Resulü uğrun­da sıkıntı çekenleri müjdelemiştir.

Nitekim tarihin pekçok devirlerinde mü'minler "garip" kar­şılanmışlar, sıkıntı çekmişler, zindanlara atılmışlardır. Ülkemiz­de de Cumhuriyet devrinden sonra Allah'a îman eden, Ona ibâdet eden ve bu noktada taviz vermeyen mü'minler "garip" karşılanmış, eziyete tâbi tutulmuş, öldürülmüş, zindanlara atılmış, mes­leklerinden olmuşlardır.                                                         

20. yüzyılın son yıllarında dahi insanlar İslâmiyeti savundukları için hapsedilmediler mi? Kız talebeler başlarını örttükleri için okuldan atılmadılar mı?

İşte, Peygamberimiz bu hadisleriyle İslâmiyet uğrunda çile çekenleri bir yönüyle Sahabîlere benzetmekte, sabretmelerini is­teyerek "Ne mutlu o gariplere" ifadesiyle istikbalin böylelerin ol­duğunu müjdelemektedir.

Asrımızın en büyük "garip"lerinden birisi de en zor şartlarda dahi İslâmiyetin geleceğinin parlak olduğunu, istikbalde İslâmi­yetin hükmedeceğini müjdeleyen Bediüzzaman'dır. Bediüzzaman Said Nursî, Allah, Peygamber ve Kur'ân dediği için memleketin­den, talebelerinden koparılmış, çeşitli yerlere sürgüne gönderil­miş, zindanlara atılmış, defalarca zehirlenmiştir. Fakat bu hadisi düşünerek Allah'a şükretmiştir. Garipliğini ve bu hadisin kendi­sine nasıl tesellî verdiğini özetle nakletmek istiyoruz:

"Sizleri ziyâde müteessir etmemek için, gurbetimdeki firkati­min ziyâde elîm kısmını tayyedip [atlayıp] bir kısmını sizlere hi­kâye edeceğim....

"İhtiyarlık sırrıyla, hemen ekseriyet-i mutlaka ile, akran ve ah­babım ve akaribimden yalnız ve garip kaldım. Onlar beni bırakıp âlem-i berzaha gittiklerinden neş'et eden hazin bir gurbeti hisset­tim (...) Ve şu gurbet içinde bir daire-i gurbet daha açıldı ki, va­tanımdan ve akaribimden ayrı düşüp, yalnız kaldığımdan tevellüd eden firkatli bir gurbeti hissettim....

"Birden fesübhânallah dedim; bu gurbetlere ve karanlıklara nasıl dayanılır düşündüm....

Birden nûr-u iman, feyz-i Kur'ân, lütf-u Rahman [iman nuru, Kur'ân'ın feyzi, Rahman olan Allah'ın lütfü] imdada yetiştiler. O beş karanlıklı gurbetleri, beş nûrânî ünsiyet dairesine çevirdiler. Lisânım: 'Vekil olarak Allah yeter.'O ne güzel vekildir.' söyledi. Kalbim,

'Allah bana yeter. Ondan başka ibâdete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Ben Ona tevekkül ettim. Yüce Arşın Rabbi de Odur" âyetini[702] okudu. (...)

"Meşhur Hikem-i Atâiyyenin şu fıkrası: 'Cenâb-ı Hakkı bu­lan, neyi kaybeder? Ve Onu kaybeden, neyi kazanır?' Yâni: 'Onu bulan herşeyi bulur. Onu bulmayan hiçbir şeyi bulmaz, bulsa da başına belâ bulur.' Ne derece âlî bir hakikat olduğunu gördüm ve 'Tûbâ il'1-kurabâ [Ne mutlu o gariplere]1 hadisinin sırrını an­ladım, şükrettim."[703]

Evet, bu hadis bâzılarının anladığı gibi bir ümitsizlik değil, bir müjdedir. İstikbalda İslâmın ufkunun bir müddet kararacağı, İslâmiyetin ilk yıllarında olduğu gibi Müslümanların sıkıntalara ma­ruz kalacağı, fakat zaferin İslâmın olacağı haber verilerek Müs­lümanlardan bu sıkıntı ânında sabırlı olmaları istenmektedir. Bu sabrın neticesinde büyük bir mükâfat olduğu müjdelenmektedir. O karanlık devri yaşadık. Artık aydınlık ve nurlu devirler biz Müslümanları bekliyor. "Ümitvar olunuz, istikbalde en yüksek gür sada İslâmın olacaktır" müjdesinin aydınlığı ufkumuzda doğmak üzere. "Kışda gelenler" bizim "baharımıza" zemin hazır­ladılar. Allah onlardan razı olsun. Onları ve bizleri "garipler" ker­vanına dahil etsin.[704]

 

Cihada Gitmek Ve Anne Babanın İzni

 

196. Abdullah bin Ömer (r.a.) rivayet ediyor:

"Düşman evinin kapısında bile olsa, anne babanın izni ol­maksızın savaşa gitme."[705]

 

İzah

 

Umumî seferberlik ilân edilmesi veya kişinin asker olması gibi, üzerine farz olan bir cihada çıkması için anne ve babasından izin alması gerekmez. Ancak farz olmadığı halde, sadece sevap kazanmak düşüncesiyle savaşa çıkmak isteyen kimsenin anne ve babasından izin alması gerekir.

Bu konuda izahını yaptığımız hadisten başka daha birçok ha­dis vardır. Bir defasında bir zât Resûlullaha gelerek, "Ey Al­lah'ın Resulü, ben cihada çıkabilir miyim?" diye sormuştu.

Peygamberimiz (s.a.v.), 

"Senin annen baban var mı?" buyur­du.

O zât, "Evet" cevabını verdi.

Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

"Öyle ise onların hizmetinde bulunarak cihad et."[706]

Bir defasında aynı soruyu soran birisine Peygamberimiz,

"Annen ve baban sana izin verdiler mi?" diye sormuş, o kimse "Hayır" cevabını verince de şöyle buyurmuştur:

"Git onlardan izin iste. Eğer izin verirlerse cihada katıl, yoksa onlara hizmet et."[707]

Farz olmadığı halde sevap kazanmak düşüncesiyle anne ve ba­basından izin almadan savaşa çıkan birisi günahkâr olur. Taberâni'nin rivayet ettiği ve ileride tamamının tercüme edeceğimiz bir hadisde, anne ve babasının izni olmadan cihada çıkan ve şehid olan kimsenin mahlukat arasında hesap bitinceye kadar bekleti­leceği, Cennete sokulmayacağı bildirilmiştir.[708]

Ancak sevap kazanılmak üzere cihada çıkmak için izin almak, Müslüman olan anne ve baba içindir. Şayet kişinin anne ve baba­sı Müslüman değilse, onların iznini alması şart değildir.[709]

 

Yolculuk Dönüşünde Namaz Kılmak

 

197. Ali (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah (s.a.v.) yolculuktan döndüğünde iki rekât na­maz kılardı.[710]

 

Sehiv Secdesi

 

198. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah bize öğle veya ikindi namazlarından birini kıl­dırdı. İki rekattan sonra selâm verdi. Bu arada "Namazmı kısaldı yoksa?" diyerek mescidden çıkanlar oldu. Cemaat içerisinde Ebû Bekir ve Ömer de vardı. Fakat onlar Resûlullahabirşey söylemekten çekindiler. Acelesi olanlar çıkıp gittiler. Resûlullah bir elini diğerinin üzerine gelecek şekilde mescidin tahtasının üzerine koydu. Bu esnada Zülyedeyn [iki elli] Bu ismi ona Resûlullah vermişti isimli biri kalktı, "Yâ Resulallah, unuttun mu yoksa namaz mı kısaldı?" dedi.

Resûlullah (s.a.v.),

"Unutmadım, namaz da kısaltılma­dı" buyurdu. Sonra da oradakilere sordu.

Onlar, "Zülyedeyn doğru söylüyor" dediler.

Resûlullah geri döndü, normal rekâtları gibi veya daha uzunca iki rekât daha namaz kıldırdı. Sonra iki defa secde yaptı."[711]

 

İzah                         

 

Konuyla ilgili bir başka hadis de şöyledir:                       

"Şüphesiz namazla ilgili yeni birşey olursa onu size haber veririm. Ama ben ancak bir beşerim, sizin gibi ben de unuturum. Birşey unuttuğum zaman bana hatırlatınız."[712]

Bu hadisten Resûlullahın yerinden ayrıldıktan, hattâ konuş­tuktan sonra namazını tamamladığını öğreniyoruz. Mezhep âlim­lerinin konu ile ilgili görüşleri şöyledir:

İmam Şafiî'ye göre böyle birinin namaza devam etmesi sahih­tir.

İmam-ı A'zam ve talebelerine göre, İmam yanlışlıkla iki re­kâtta selâm verirse, cami içerisinde hatırladığında ve konuşmadı­ğında namazının kalan rekâtlarını tamamlayabilir. Camiden çıktık­tan ve konuştuktan sonra namazı yeni baştan kılması gerekir. Ha­nefî mezhebi âlimlerine göre izahını yaptığımız hadisde konuş­tuktan sonra namaz kılmak ilk zamanlara mahsus bir ruhsat idi, sonradan bu hüküm değişti.

İmam Mâlik göre ise abdest bozulmadıkça ne kadar ara veri­lirse verilsin, kalan rekâtları kılmak caizdir.[713]

 

Gusülden Sonra Abdest Almak

 

199. İbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor:

"Gusülden sonra abdest alan bizden değildir."[714]

 

İzah

 

Guslün kendisi bir abdestir. Bir insan guslettikten sonra abdesti bozacak birşey olmadığı müddetçe, gusülle abdestli olarak yapılması gereken bütün ibâdetleri yapabilir; namaz kılabilir, Kur'ân okuyabilir. Dolayısıyla gusül abdestinden sonra yeniden abdest almaya gerek yoktur.

Hadiste geçen "Bizden değildir" ifâdesi, "Bizim sünnetimize uygun hareket etmiş olmaz" mânâsındadır. Nitekim Hz. Aişe'nîn rivayet ettiği şu hadis, Resûlullahın gusülden sonra abdest almadığını açıklar:

"Resûlullah (s.a.v.) gusleder, sabah namazının sünnetini ve farzını kılardı. Onun guslettikten sonra abdesti yenilediğini ha­tırlamıyorum."1

Gusülden sonra abdest almak sünnet olmamakla beraber, güsle başlarken abdest almak sünnettir.[715]

 

Zemzem

 

200. Ebû Zer (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah (s.a.v.) Zemzemden bahsetti. Zemzemin mü­barek bir su olduğunu, lezzetli bir gıda ve hastalığa şifâ ol­duğunu bildirdi.[716]

 

İzah

 

Hadiste dikkat çekilen Zemzem, hacıların Mekke'den getirdik­leri hemen herkesin bildiği bir sudur. Hadiste de ifâde edildiği gibi lezzetli ve şifalıdır.

Zemzem, Hz. İbrahim zamanında onun hanımı Hacer valide­mizle oğlu İsmail'in (a.s.) zor durumda kalması sebebiyle Ceb­rail'in (a.s.) ayağını yere vurması ile çıkmıştır. Tafsilat için Ha­nefi ve Şâfiîlere Göre Büyük İslâm İlmihali isimli eserimizin 598. sayfasına bakılabilir.[717]

 

Çok Ziyaret Etmek Sevgiyi Azaltır

 

201. Habib bin Mesleme rivayet ediyor:

"Az az ziyaret et ki sevgin artsın."[718]

 

İzah

 

Hadiste az ziyaretin sevgiyi artıracağına dikkat çekiliyor. Çünkü sık sık yapılan ziyaretler günlük hayatta da yaşadığımız gibi, ünsiyet peydah ettirir. Bir tanıdığımıza ilk gittiğimizde onun bize gösterdiği alaka ile sonraki günlerde yaptığımız sık sık ziya­retler esnasında gösterdiği alaka hiçbir zaman bir olmuyor.

Ancak hadiste geçen "az ziyaret" ziyareti bütün bütün azaltmak demek değildir. Bunun ortasını bulmak gerekir. Ayrıca eğer bir kimsenin ne kadar sık ziyaret edilse bundan memnun kaldığı bi­linir, anlaşılırsa ve bu ziyaretlerle o kimseye manen faydalı olu­nuyorsa, böylelerini fazla ziyaret etmek hadisin sınırlamasına dâ­hil değildir. Çünkü mü'minler arasındaki irtibat çok mühimdir.[719]

 

İmamlık Ve Müezzinliğin Mesuliyeti

 

202. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

"İmam namazda cemaatin kefili, müezzin de mutemetidir. Allah'ım, imamları hakda sebat ettir, müezzinleri de bağış­la."[720]

 

İzah

 

İmamlık yüce ve kudsî bir meslek olmakla beraber, mes'uliyetlidir de. Yukarıdaki hadisde, imamın namaz esnasında cema­atin mes'uliyetini yüklendiğine dikkat çekilmektedir. Konu ile il­gili bir başka hadis şu mealdedir:

"İmam kefildir. Eğer namazı iyi kıldırırsa sevap hem onadır, hem cemaatedir. Şayet kötü kıldırırsa, vebali kendinedir, cemaate birşey yoktur."[721]

Hadisde müezzinlerin de mutemeti olduğu ifâde edilmektedir. Bilhassa saat ve takvimlerin olmadığı zamanlarda müezzinler na­maz vakitlerini, imsak ve iftar vakitlerini ilân ediyorlardı. Müslü­manlar onların okudukları ezan ile namaz kılıyor, oruç açıyor­lardı. Hadiste geçen mutemet kelimesi bunu ifâde etmektedir.

Hadisin son kısmında ise Peygamberimiz ağır bir mes'uliyet yüklenmiş olan imam ve müezzinlere duâ etmektedir.[722]

 

Kabir Azabı                                                   

 

203. Halid bin Urfata (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullahın (s.a.v.),

"Karın ağrısından ölen kabrinde azap görmez" buyurduğunu işittim" diyor.[723]

 

İzah

 

Kabir azabı, inkarcı ve günahkâr kulların kabre konuldukları andan itibaren Kıyamete kadar maruz kalacakları azaptır. Gerek âyet-i kerimelerde, gerekse hadis-i şeriflerde kabir azabının ola­cağı açıkça anlatılmıştır. Meselâ Tekâsür Sûresinde kabir azabına şöyle işaret edilir:

"Çokluğunuzla övünmek, kabre girinceye kadar sizi oyaladı. Heyhat! Kabre girdikten sonra bileceksiniz. Sonra Kıyamette bi­leceksiniz."[724]

Peygamberimiz de birçok hadislerinde kabir azabını haber ver­miştir. Meselâ bir hadislerinde kabirdekilere sabah akşam her gün Cehennemdeki yerlerinin gösterileceğini bildirmiştir.[725] Zaman zaman Ashabına kabir azabından Allah'a sığınmalarını tavsiye et­miştir.[726]

Peygamberler, Allah'ın sevgili kulları ve sevabı günahından fazla olan mü'minler kabirlerinde azaba çarptırılmazlar. Çeşitli hadislerde Allah yolunda şehid olanların, nöbet tutarken ölenle­rin, Tebareke Sûresini devamlı olarak okuyanların, kelime-i tev­hidi çok söyleyenlerin kabir azabından kurtulacakları bildirilmiş­tir. Peygamberimiz yukarıdaki hadislerinde de karın ağrısından ölenlerin kabir azabına çarptırılmayacaklarını bildirmiştir.

Bununla beraber, böylelerine azap verip vermemek Allah'ın, dilemesine bağlıdır. Fakat Allah'ın rahmetinin böyle kullarına ka­bir azabı çektirmeyeceği kuvvetle ümit edilir.

Kabir azabı hakkında tafsilatlı bilgiyi Ölüm Cenaze Kabir isimli eserimizin 313-326. sayfasına bakılabilir.[727]

 

Aklin Ehemmiyeti

 

204. Abdullah bin Ömer (r.a.) rivayet ediyor:

"Kişi namaz, zekât, hac, umre ve cihad ehlinden olur, hattâ neyde hayır var diye hayrın miktarlarını dahi araştırır. Fakat Kıyamet gününde aklını kullanması ölçüsünde mü­kâfat görür."                               

 

Hadisleri Nakletmek               

 

205. Ebû Kırsafa rivayet ediyor:

"Benim sözümü işitip anlayan ve ezberleyen ve onu kenin Allah yüzünü disinden daha âlim birisine ulaştıran kimse ağartsın. Üç meziyet vardır ki, kişi onlara sahip olduğunda kalbi kin beslemez. Bunlar:

1. Ameli tam bir ihlasla sırf Allah rızâsı için işlemek.    

2. İdarecilere hayır tavsiyesinde bulunmak.

3. Ve İslâm cemaatinden ayrılmamak.[728]                        

 

İzah

 

İbni Mâce'de yer alan Zeyd bin Sâbit'in (r.a.) rivayetinde ha­disin baş tarafı şöyledir:

"Benim sözümü işitip de başkasına tebliğ eden kişinin Allah yüzünü ağartsın. Çünkü fıkıh kaynağı olan nice hadisleri ezber­leyen adamlar fıkıhçı değillerdir [o hadisi anlayamazlar]. Ve fıkıhçı olan nice hadis râvileri kendilerinden daha kuvvetli fıkıhçılara hadisleri iletebilirler."

Aynı yerde İbni Mes'ud'dan da (r.a.) şöyle bir hadis rivayet edilir:

"Bizden bir hadis işiterek onu tebliğ edenin Allah yüzünü ağartsın. Çünkü kendisine hadis tebliğ edilen nice insanlar, anlama ve gereği ile amel etme bakımından hadisi işitenden daha kuv­vetli olabilirler."

Resûlullah bu konuşmayı Minâ'da yaptı.[729]

Resûlullahın bu sözleri günümüz için de geçerlidir. Çünkü ha­disi bizzat Resûlullahtan işitme kaydı yoktur. Hadiste geçen "Be­nim sözümü işitip anlayan..." ifâdesi kimden olursa olsun hadisi işiten veya bir kitaptan okuyan kimseleri de içine alır.[730]

 

Hayvanlara Merhamet Etmek

 

206. Muaviye bin Kurre babasından rivayet ediyor:

"Yâ Resûlallah, ben koyun kesiyorum ama ona acıyo­rum" dedim.

Resûlullah,

"Koyuna acırsan, Allah da sana merhamet eder" buyurdu. [731]                                       

 

İzah

 

Rabbimiz, insanı yeryüzüne halife olarak yaratmış, rahmetinin eseri olarak diğer varlıkları onun emrine ve hizmetine vermiştir. Güneş, ay, hava, yağmur, bitkiler, denizler, hayvanlar, hâsılı herşey insana hizmet eder. Rabbimiz bâzı âyetlerde hayvanları, içindekilerle beraber denizi insanın hizmetine verdiğini kudretine bir delil olarak zikreder ve şöyle buyurur:

"Ehil hayvanları da O yarattı. Onlarda sizin için giyinip korunacak ve istifade edeceğiniz şeyler vardır; üstelik etlerinden de yersiniz."[732]

Bir âyet ise şu mealdedir:

"O Allah ki, sizin için ehlî hayvanlar yarattı. Onların kimine biner, kiminin de etinden yersiniz."[733]

Görüldüğü gibi, hayvanlar insanların emrine verilmiştir. Do­layısıyla eti yenen hayvanları kesip yemekde dinen hiç bir mahzur bulunmamaktadır. Hadis, kesim işini yaparken onlara merhametli davranmak gerektiğini ikaz eder. Meselâ kesim yerine götürür­ken iyi davranılmalı, hayvanın karşısında bıçak bilenilmemelidir. Peygamberimiz (s.a.v.) kesmek üzere yatırdığı koyunun karşı­sında bıçağını bileyen bir Sahabîye şöyle buyurmuştur:

"Karşısında bıçağı bileyerek koyunu iki defa mı öldürmek is­tiyorsun? Bıçağını koyunu yatırmadan önce bilesene!"[734]

 

"Tevbe Nerede?"                                     

 

207. Huzeyfe (r.a.) rivayet ediyor:

"Yâ Resûlallah, dilim beni yaktı" dedim. Resûlullah,

"Tevbe, istiğfar ile aran nasıl? Muhakkak ben günde yüz defa Allah'tan bağışlanma diliyor ve Ona tevbe ediyorum" buyurdu.                                                                   

Peygamberimizin bağışlanma dilemesi ile ilgili olarak 159 nu­maralı hadisin izahına bakınız.[735]                                          

 

İmamdan Önce Hareket Etmek              

 

208. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

"Cemaatla namaz kıldığında başını imamdan önce kaldıran kimse [kıyamet gününde] Allah'ın başını eşek başına dön­dürmesinden korkmuyor mu?"[736]

                                       

İzah

 

Zikrettiğimiz kaynakların bâzılarında hadis şöyledir:

"Biriniz rükû ve secdede başını imamdan önce kaldırdığı za­man Cenâb-ı Hakkın [kıyamet gününde] başını eşek başına veya suretini eşek suretine çevirerek dirilteceğinden korkmaz mı?"

İmama uyan kimse, tekbir alırken, rükûa eğilirken, secdeye giderken, rükûdan ve secdeden doğrulurken hep imamdan son­raya kalmalıdır. İmamdan önce hareket edenin namazı âlimlerin ekseriyetine göre sahih olsa da, kendisi günahkâr olur. Bir hadis­lerinde,

"Benden önce rükû ve secdeye gideni görmeyeyim"

bu­yuran[737] Peygamberimiz, yukarıdaki hadislerinde de imamdan önce hareket edenleri tehdit etmiştir. Konu ile ilgili daha başka hadisler de vardır. Meselâ bunlardan biri şu mealdedir:

"Başını imamdan önce kaldırıp indiren kimsenin alnı şeytanın elindedir."[738]

 

Belâya Sabretmek Mi, Afiyete Şükretmek Mi Daha Sevimli?

 

209. Ebu'd-Derdâ (r.a.) rivayet ediyor:

Resülullah (s.a.v.) beladan ve sabrettiği takdirde belâya maruz kalana Allah'ın hazırladığı bol sevaptan; afiyetten ve şükrettiği takdirde Allah'ın afiyet içerisinde olana hazırladığı bol mükâfattan bahsetti.

Ben, "Ey Allah'ın Resulü, afiyete mazhar olup şükret­mek, musibete maruz kalıp sabretmekten bana sevimli ge­liyor" dedim.

Bunun üzerine Resülullah (s.a.v.),

"Resûlullah da senin gibi afiyeti seviyor" buyurdu.[739]

 

Kur'ân'ı Unutmamak İçin Tekrarlamak

 

210. Abdullah bin Mes'ud (r.a.) rivayet ediyor:

"Kur'ân'ı sık sık tekrar etmek suretiyle hatırda tutunuz. Çünkü o garip kuşun vatanına uçmasından daha hızlı bir şekilde insanların hafızasından uzaklaşır."[740]

Zikrettiğimiz kaynaklarda hadis şu şekildedir:

"Devenin bağından kurtulup uzaklaşmasından daha hızlı bir şekilde insanların hafızasından uzaklaşır."[741]

 

Namazda Selâmdan Sonra Ne Denilir?

 

211. Aişe (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah (s.a.v.) namazda selâm verdikten sonra "Allâhümme ente's-selâmü ve min ke's-selâm. Tebârekte yâ ze'1-celâli ve'1-ikram (Allah'ım, Sen her türlü noksan sıfat­lardan uzak olan Selâmsın. Her türlü emniyet ve selâmet Sendendir. Sen noksanlardan münezzehsin. Ey sonsuz bü­yüklük ve ikram sahibi Allah'ım)" deyinceye kadar oturur­du.[742]

 

İslâmiyet Selâmettir

 

212. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah (s.a.v.) Bekr bin Vâil'e şöyle yazdı:

"Al­lah'ın Resulü Muhammed'den Bekr bin Vâile. Müslüman ol ki, selâmette olasın."[743]

 

Kurban Ne Zaman Kesilir?

 

213. Berâbin Âzib (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah (s.a.v.) bir kimsenin bayram namazı kılın­madan önce kurban kesmesini yasakladı.[744]

 

İzah

 

İbni Mâce'deki rivayet şöyledir:

Uveymir bin Eşkar (r.a.) kurbanını bayram namazından önce kesmiş, sonra durumu Resûlullaha arzetmişti. Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:                                     

"Tekrar kurban kes."                   

Müslim'deki rivayet ise şöyledir:

"Kim kurbanını namazdan önce kesti ise onun yerine bir baş­kasını kessin. Kim kesmediyse besmele ile kessin."

Hadislerde kurban'ın namazdan önce kesilmesi yasaklanmak­tadır. Kurban bayram namazından sonra kesilebileceği gibi, bay­ramın üçüncü günü, güneş batıncaya kadar da kesilebilir.

Şâfiîlere göre ise kurban kesmenin son vakti bayramın dör­düncü günü, güneşin batışına kadardır.

Kurban, bayram namazından önce kesilemeyeceği gibi, açık­ladığımız vakitten sonra da Kurban bayramı için kurban olarak kesilemez. Bu durumda duruyorsa hayvanın kendisini, yoksa be­delini sadaka olarak vermek gerekir.[745]

 

İhramdan Önce Koku Sürünmek             

 

214. Mü'minlerin annesi Aişe (r.a.) rivayet ediyor: Resûlullah (s.a.v.) ihrama girmeden önce koku süründü.[746]

 

İzah

 

İhram, haccın farzlarındandır. Hac veya umreye veya her iki­sine birden niyetlenerek aslında helâl olan fiil ve davranışları, be­lirli bir vakit için kişinin kendisine haram kılması demektir. Mese­lâ saç ve sakal tıraşı olmak aslında helâl olduğu halde ihramlıya haramdır.

İşte ihramlıya haram olan hareketlerden birisi de koku sürün­mektir. Ancak ihrama girmeden önce koku sürünmek, hadisten de anlaşılacağı üzere ihramın sünnetlerindendir.[747]

 

Mü'min Olarak Ölebilmek

 

215. Ebû Said el-Hudrî (r.a.) rivayet ediyor:

"Ademoğlu muhtelif tabakalar üzeredir. Bir kısmı mü'­min olarak doğar, mü'min olarak yaşar ve mü'min olarak ölür. Bir kısmı kâfir olarak doğar, kâfir olarak yaşar ve kâfir olarak ölür. Bir kısmı da kâfir olarak doğar, kâfir olarak yaşar, mü'min olarak ölür."[748]

 

İzah

 

Hadisde insanların çeşitli tabakalarda olduğu nazara veriliyor ve bunlardan misâl olarak bir kaçı üzerinde duruluyor. Taberânî Mu'cemü'l-Evsat'ta hadisi "Bir kısmı mü'min olarak doğar, mü'­min olarak yaşar, kâfir olarak ölür" ilâvesiyle rivayet etmiştir.

Hadiste geçen "Kâfir olarak doğar" ifâdeleri, "Kâfir bir anne babadan doğar" mânâsındadır. Çünkü başka bir hadiste her çocuğun İslâm fıtratı üzere doğduğu bildirilmiştir.

Hadisde, kişinin kâfir veya mü'min olarak doğması; mü'min veya kâfir olarak yaşamasından ziyade akıbetin önemli olduğunu, nasıl doğar ve nasıl yaşarsa yaşasın ancak mü'min olarak öldüğü takdirde kurtulacağı nazara verilmektedir.[749]

 

Resûlullahın Ashabıyla İlgilenmesi        

 

216. Mü'minleri annesi Âişe (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah sohbetine gelip giden birini göremez oldu.

"Filanı niçin göremiyorum?" diye sordu.

"O hasta" dediler.

"Kalkınız, onu ziyaret edelim" buyurdu.

Yanına girdiklerinde o ağladı. Resûlullah (s.a.v.) kendi­sine şöyle buyurdu:

"Ağlama! Cebrail (a.s.) bana humma hastalığının üm­metimin Cehennem hissesinden olduğunu haber verdi."[750]

 

İzah

 

Hadis, Resûlullahın Ashabıyla yakından ilgilendiğini göste­riyor. Ayrıca ateşli hastalıkların mü'minin Cehennemdeki hissesinden olduğu, bu dünyada böyle hastalıklara yakalanan mü'minlerin buna sabrettikleri takdirde Cehennemde azaba çarptırılmayacaklarmı nazara veriyor.[751]

 

Resûlullahın Bir Duası    

 

217. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:

"Allah'ım, acizlikten ve tenbellikten Sana sığınırım. Kalp katılığından, gafletten, başkasına yük olmaktan, zilletten ve miskinlikten Sana sığınıyorum. Günahkarlıktan, hakka ters düşmekten, iki yüzlülükten, işitsinler ve görsünler diye amel işlemekten Sana sığınırım. Sağırlıktan, dilsizlikten, delilikten, alaca hastalığından, cüzzamdan ve kötü hastalıklar­dan Sana sığınırım."[752]

 

Amr Bin Cemuh'un  (r.a.) Fazileti

 

218. Ka'b bin Mâlik babasından rivayet ediyor:    

Resûlullah (s.a.v.),

"Ey Seleme oğulları, efendiniz kim­dir?" diye sordu.

Onlar, "Biz kendisini cimri olarak görmemize rağmen yine de efendimiz Ced bin Kays'tır" dediler.

Resûlullah şöyle buyurdu:

"Cimrilikten daha kötü bir hastalık var mıdır? Hayır, bundan böyle efendiniz dalgalı saçlı Amr bin Cemuh'tur."[753]

 

İzah

 

Peygamberimiz bu hadislerinde cimriliği kötü bir hastalık ola­rak vasıflandırmış, cimri olan birisinin efendi olamayacağını bil­dirmiştir. Peygamberimiz (s.a.v.) bununla ilgili olarak bir hadis­lerinde de, "Efendi cimri olamaz" şeklindedir.[754]

Peygamberimizin cimrinin efendi olamayacağını bildirmesinin bir hikmeti de cimriliğin sirayet edeceğidir. Bir kavmin efendisi cimri olursa, bu, diğer insanlara da sirayet eder.

Hadiste Peygamberimizin Selemeoğullarına efendi olarak ta­yin ettiği Amr bin Cemuh (r.a.) Medineli idi ve Selemeoğullarının reisi idi. Amr, cömertliği ile meşhur bir Sahabî idi. Zaten Resû­lullahın onu kavmine efendi tayin etmesine sebep olan vasfı da buydu.

Amr bin Cemuh'un (r.a.) bir ayağı sakattı. Bu sebeple Resû­lullah onun Bedir Savaşına katılmasına izin vermedi. Fakat Amr Uhud Savaşına katıldı ve bu savaşta iki oğluyla birlikte şehid düştü. Peygamberimiz bunun haber alınca,

"Amr ve oğulları şimdi Cennete ayak basmıştır" buyurdu.[755]

 

Her Takva Sahibi Ehl-i Beyttendir

 

219. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullaha Ehl-i Beytin kimler olduğu soruldu.

Resûlullah,

"Her takva sahibi" buyurdu ve

"Onun dost­ları emir ve yasaklarına karşı gelmekten sakınanlardır" âye­tini okudu.[756]

 

İzah

 

Peygamberimizin (s.a.v.) hanımları, çocukları ve özellikle Hz. Ali, Hz. Fâtıma, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve bunların nes­linden gelenlere Ehl-i Beyt denir. Peygamberimiz (s.a.v.), bâzı hadislerinde, Hz. Selman gibi Sahabîlere,

"Sen benim ehl-i beytimdensin"

buyurarak bu halkayı genişletmiştir. Bu hadislerinde de ehl-i beyt halkasını daha da genişletirken, Ehl-i Beyte ayrıcalık kazandıran özelliğe de dikkat çekmiştir. O özellik takvadır. Takva ise Allah'tan layıkıyla korkmak, Ona hakkıyla kulluk etmek, emirlerini gönül hoşluğu ile yerine getirmek, haramlardan sakın­maktır. Böyle davrananlar manevî ehl-i beytten sayılır.[757]

 

Altın Ve Gümüş Kap Kullanmak

 

220. İbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor:

"Altın ve gümüş kaplardan birşey içenler muhakkak ka­rınlarına Cehennem ateşi doldurur."[758]

 

İzah

 

Altın ve gümüş kaplardan dünyada kâfirler yer ve içerler. Nitekim Peygamberimiz bir hadislerinde, "Bu kaplar dünyada onların, âhirette ise sizindir" buyurmuştur.      

Müslim'de, geçen bir hadiste de,

"Dünyada gümüş kaptan bir şey içen, âhirette içmez" buyurmuştur.[759]

Altın zînet takmak kadına helâl olmakla beraber, altın ve gümüş kaplardan bir şey yiyip içmek kadın erkek her Müslümana yasaklanmıştır.[760]

 

Allah'ın Yardım Edeceği Ve Yardımını Keseceği Kimseler

 

221. İmran bin Husayn (r.a.) rivayet ediyor:

"Allah kendisine samimiyetle bağlanan kişiye bütün zor­luklarında yardım eder, ummadığı yerden onu rızıklandırır. Âhireti unutup dünyaya dalan kişiyi de dünyaya bırakır, yardımını keser."[761]

 

Ramazan Ayının Fazileti

 

222. Ebû Said el-Hudrî (r.a.) rivayet ediyor:

"Ramazan'ın ilk gecesinde semâ kapıları açılır ve son ge­cesine kadar bir daha kapanmaz."[762]

 

İzah

 

Ramazan ayında semâ kapılarının açılmasından maksat, "rah­met kapılarının açılması'dır. Çünkü Peygamberimizin mübarek lisanında "ayların efendisi" şeklinde ifâdesini bulan[763] Ramazan, rahmet ayıdır, mağfiret ve bağışlanma ayıdır. Cehennemden kur­tuluş ayıdır. Bu ayın kıymetini hakkıyla bilen kullar, Cehennem­den kurtulurlar.

Ramazan ayında Cehennemin kapıları kapatılır, hiçbir kapısı açılmaz. Cennet kapıları ise sonuna kadar açılır, hiçbir kapısı ka­panmaz.

Ramazan âyının fazileti hakkında Üç Aylar ve Mübarek Gün­ler isimli eserimizin 14-24. sayfalarına bakılabilir.[764]

 

Kadınların Cihada Katılması

 

223. Ümmü Seleme (r.a.) rivayet ediyor:

Resülullaha "Ey Allah'ın Resulü, seninle beraber cihada çıkmak istiyorum" dedim.

"Ey Ümmü Seleme, kadınlar üzerine cihad farz kılın­madı" buyurdu.

"Yaralıları, göz ağrılarını tedavi ederim, su veririm" de­dim.

"O zaman gel" buyurdu.[765]

 

İzah

 

Dinimize göre kadınlar ihtiyaç olduğunda savaşa katılıp geri hizmetlerde bulunabilirler. Hadis bunu ifâde etmektedir. Peygam­berimiz zamanında bizzat savaşa katılıp müşriklerle cihad eden kadın Sahabîler de olmuştur. Meselâ asıl ismi Nesîbe Hatun olan Ümmü Ümâre (r.a.), Ümmü Süleym (r.a.), Peygamberimizin halası Safiyye (r.a.) bu kadınlardan bir kaçıdır.

Peygamberimizden sonra da Esma bint-i Yezid (r.a.) ve Resûlullahın süt teyzesi Ümmü Haram da (r.a.) savaşa katılmışlar­dır. Tafsilat için Hanımlara Fetvalar isimli eserimizin 320-326. sayfalarına bakılabilir.[766]

 

Cünübün Bir Şey Yiyip İçmesi

 

224. Ümmü Seleme (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah (s.a.v.) cünüp olduğunda, namaz abdesti gibi abdest almadan bir şey yemezdi.[767]

 

İzah

 

Cünüp oları bir mü'min maddî bakımdan pis ve necis sayıl­maz; uğursuz kabul edilmez. Cünüp birisinin birşey yiyip içmesi için gusletmesi daha güzel olmakla beraber, şart değildir. Cünübün birşey yemeden önce abdest alması, en azından elini ağzını yıkaması ise sünnettir.[768]

 

Resûlullahın Şemaili

 

225. Enes (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah (s.a.v.) ne uzun, ne de kısa boyluydu. Orta boyluydu. Ne esmer, ne de çok beyazdı. Buğday tenli idi. Saçı ne çok kıvırcık, ne de düzdü. Onun saçı dalgalıydı.

Kırk yaşında peygamber olarak gönderildi. On yıl Mek­ke'de, on yıl da Medine'de ikâmet etti. Altmış yaşında ve­fat etti. Vefat ettiğinde saçında ve sakalında yirmi tane beyaz kıl yoktu.[769]

 

İzah

 

Peygamberimizin vücut yapısı yürürken ve konuşurken dav­ranışları başka hadislerde de nazara verilir. Meselâ uzunca bir ha­diste Resûlullah şöyle tarif edilir:

"Resûl-ü Ekrem (s.a.v.) zâtında büyüktü. İnsanların gözünde ve gönlünde de büyüktü. Yüzü ayın ondördü gibi parlardı. Ne fazla uzun, ne de kısaydı, orta boyluydu. Kafası büyükçe idi. Sa­çı taralı, dalgaları düzgündü. Kolayca iki tarafa ayrılırdı. Uzattı­ğında kulak memelerini geçmezdi. Buğday tenliydi. Geniş alın­lıydı. Yay kaşlıydı. Kaşları gür olmakla birlikte birbirine girmiş değildi. İki kaşı ortasında bir damar vardı. Öfkelendiğinde hafifçe kabarırdı. Burnunun ucu hafif kalkıktı. Yüzünden nur saçılırdı. İyice dikkat etmeyen onu kalkık burunlu sanırdı. Gür sakallıydı. Yanakları düzgündü. Ağzı büyükçe idi. Dişleri inci gibi parlardı ve bitişik değildi. Göğsü hafif kıllıydı. Zarif boyunluydu ve gü­müş rengindeydi. Vücut yapısı ahenkliydi. İri yapılıydı. Azaları uyumluydu. Göğsü ile karnı aynı hizadaydı. Göğsü ve omuzları genişçeydi. Kemikleri kalıncaydı. Vücudu nurluydu. Göğsünden göbeğine doğru kıldan ince bir hat uzanırdı. Bunun dışında me­meleri ve karnında kıl yoktu. Kolları, omuzları ve göğsünün üst kısmı kılla kaplıydı. Kolları uzuncaydı. Avuçları genişçeydi. Par­makları düzgündü. El ve ayak parmaklan hafifçe kalın ve uzun­caydı. Düztaban değildi. Ayaklarının üzerinde eğrilik yoktu ve yı­kandığında üzerinde su durmazdı. Yürüdüğünde ayaklarını yerde sürümez, adımlarını kaldırarak atardı. Yürürken hafifçe öne meylederdi. Mütevâzi yürürdü. Adımlarını genişçe atardı. Yüksekten inermişcesine yürürdü. Sağa ve sola baktığında bütün vücuduyla birlikte dönerdi. Önüne bakardı. Yere bakışı göğe bakışından faz­laydı. Bakışının büyük bir kısmı tefekküre yönelikti. Sahabîlerini arkadan takip ederdi. Karşılaştıklarına selâm verirdi."1

İzahını yaptığımız hadiste Hz. Enes'in "Resûlullah Mekke'de on sene kaldı" şeklindeki ifâdesi yuvarlak olarak söylenmiştir. Peygamberimiz Mekke'de on değil, on üç sene kalmıştır.[770]

 

Allah Az Sadakaya Çok Sevap Verir[771]

 

226. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

"Allah sadakayı ancak helâl olandan kabul eder. Sağ eliy­le onu kabul eder, sonra bir adamın tayını ve deve yavrusu­nu büyüttüğü gibi büyütür. Hattâ bir lokma Uhud Dağı ka­dar olur."[772]

Tirmizî'de, şu ilâve vardır:

"Bunun Allahu Teâlânın kitabından delili, 'Onlar bilmezler mi ki Allah kullarının tevbesini ve sadakasını kabul eder'[773] ve 'Allah faizin bereketini giderip onu mahveder; sadakası verilen malı ise artırır'[774] âyetleridir."[775]

 

Namazda Safları Düzgün Tutmak

 

227. Berâ bin Âzib (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah, (s.a.v.),

"Namaz için saf tutarken birbirinize yaklaşın. Boşluk bırakmayın. Şeytan "evlâdi'l-hazef' gibi aranızda dolaşır" buyurdu.

Sahabîler, "evlâdi'l-hazef nedir?" diye sordular.

Resûlullah (s.a.v.),

"Yemen'de bulunan siyah koyun" buyurdu.[776]

 

İzah

 

Cemaatle namaz kılarken safları düzgün ve sık tutmak, cema­atle namazda aranan mühim hususlardan birisidir. Âlimlerin ço­ğunluğuna göre, cemaatla namazın sünnetlerindendîr. Safların düzgünlüğü, birinci ve onu takip eden saflarda namaz kılmanın fazileti ve sevabı hakkında pekçok hadis vardır. Yukarıdaki hadis de safları düzgün tutma ile ilgili hadislerden sadece birisidir. Ko­nu ile ilgili bir başka hadis ise şu mealdedir:

"Saflarınızı düzgün tutun. Çünkü safları düzgün tutmak nama­zın güzelliğindendir."[777]

Peygamberimiz bir hadislerinde de saflarda omuzları aynı hi­zaya getirmeyi, aralardaki boşlukları doldurmayı istemiştir.[778]

356 numaralı hadisin izahına ve Ezan Cami Namaz isimli ese­rimizin 325-333. sayfalarına da bakınız. [779]                             

 

Büyüklenene Allah Gazap Eder            

 

228. Ali (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

"Allah buyuruyor ki: 'Kuvvet ve üstünlük benim gömleğim, büyüklük kaftanımdır. Kim onları Benimle paylaşmaya kalkarsa ona azap ede­rim."[780]

 

İzah

 

Ebû Dâvud'dakî rivayet şöyledir;

"Allah azze vecelle buyuruyor ki: 'Büyüklük benim gömle­ğim, yücelik de kaftanımdır. Bunlardan birisi hakkında Benimle münakaşaya girişen olursa, onu Cehenneme atarım."

Hadiste Allah'ın büyüklük ve yüceliği gömlek ve kaftana ben­zetmesi, bu iki giyeceğin insanın vücudunu tamamen sarıp ona bir güzellik vermesi sebebiyledir. Büyüklük ve yücelik Allah'a en layık ve lüzumlu sıfat olduğu için bu benzetme yapılmıştır.[781]

 

Cenaze İçin Ayağa Kalkmak

 

229. Câbir (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah (s.a.v.) önünden geçen cenaze için ancak Ya­hudi olduğundan dolayı ayağa kalktı.

Başka bir rivayet şöyledir:

Çünkü o bir Yahudi cenazesi idi. Kötü kokusu yüzünden kalktı.[782]

 

İzah

 

Cenaze için ayağa kalkılıp kalkılmayacağı hususunda iki görüş vardır. Bâzılarına göre cenaze için ayağa kalkılır. Bunlar bâzı ha­disleri görüşlerine delil olarak zikrederler. Meselâ bu hadislerden birisi şu mealdedir:

"Biriniz bir cenaze gördüğünde, onun peşisira gitmek istemez­se, cenaze ilerleyinceye kadar veya cenaze yere indirilinceye ka­dar ayakta dursun."[783]

Cenaze için ayağa kalkmak ölüye tazim için değil, ölümün dehşet ve korkunçluğunu, ölümü yaratanı, cenaze ile birlikte olan melekleri tazim içindir. Nitekim Peygamberimiz yanından bir ce­naze geçerken şöyle buyurmuştur:

"Ayağa kalkınız. Çünkü ölümde korku ve dehşet vardır."[784]

Âlimlerden bir kısmı bu hadisleri delil göstererek cenaze için ayağa kalkmak gerektiğini söylerlerken, bir kısmı da Peygambe­rimizin bu tatbikatının ilk zamanlara ait olduğunu, sonradan bunu terkettiğini söylerler. Bunların da hadislerden delilleri vardır. Bunlardan birisi şu mealdedir:

Hz. Ali diyor ki: "Resûlullah (s.a.v.) bir cenaze geçtiğinde ayağa kalktı, biz de kalktık. Sonraları ayağa kalkmayı terkedip oturdu, biz de ayağa kalkmayı terkedip oturduk."[785]

Yine Hz. Ali'nin rivayet ettiği bir başka hadis ise şu mealde­dir:

"Resûlullah cenaze için sadece bir defa ayağa kalktı. Bu ayağa kalkma keyfiyeti ehl-i kitaba benzemeyi mucip oluyordu. Bu se­beple Cenâb-ı Hak tarafından yasaklandı. Bundan sonra Resû­lullah cenaze geçerken ayağa kalkmadı."[786]

İşte izahını yaptığımız hadiste de Resûlullahın (s.a.v.) önün­den geçen cenaze için ancak Yahudi olduğundan dolayı ayağa kalktığı, bunun sebebinin de cenazenin (maddî veya manevî) kö­tü kokusu olduğu nazara veriliyor.

Netice: İmâm-ı A'zam, İmam Mâlik ve İmam Şafiî, cenaze için ayağa kalkmakla ilgili hadislerin ilk zamanlara âit olduğu, sonraları ise hükmünün kaldırıldığı fikrindedirler. İmam Şafiî, "Bence cenaze geçerken oturmak, ayağa kalkmaktan daha güzel­dir. Çünkü Resûlullahın son fiili böyle olmuştur" der. Buna göre cenaze için ayağa kalkmak mekruhtur.[787]

 

Namazdan Çalmak Nasıl Olur?

 

230. Abdullah bin Mugaffel (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah (s.a.v.),

"Hırsızların en yamanı, namazından çalan kişidir" buyurdu.

"İnsan namazdan nasıl çalar?" dediler.

Resûlullah şöyle buyurdu:

"Rükû ve secdelerini tam yapmaz. İnsanların en cimrisi de selâm vermede cimrilik yapan kimsedir."[788]

 

İzah

 

Hadis, namazda tâdil-i erkânının ehemmiyetine dikkat çek­mektedir. Tâdil-i erkân, kıyamda iken dimdik, rükûda iken düm­düz durmak, rükûdan kalktıktan sonra secdeye gitmeden belini iyice doğrultmak ve "sübhanallah" diyecek kadar öylece bekle­mek, iki secde arasında da "sübhanallah" diyecek kadar otur­maktır.

Zaten İlâhî bir hediye olan namazın zevkine varmak, bütün rükünlerini eksiksiz yapmak, aceleye getirmemekle mümkündür.

Tâdil-i erkân, İmam Ebû Yusuf ve İmam Şafiî'ye göre farzdır. Bu imamlara göre tâdil-i erkâna riâyet edilmeden kılınan namazı yeniden kılmak gerekir.  

İmam-ı A'zam ve diğer talebesi İmam Muhammed'e göre ise tâdil-i erkân farz değil, vaciptir. Vacibin terki durumunda sehiv (yanılma) secdesi yapmak gerekir.

Tafsilat için Ezan Cami Namaz, ve Büyük İslâm İlmihali isimli eserlerimize bakılabilir.[789]

 

Cennete Ancak Mü'min Olanlar Girer

 

231. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullahı şöyle buyururken işittim:

"Cennete ancak mü'min olanlar girer. Şüphesiz Allah bu dini günahkâr biri­nin eliyle de kuvvetlendirir."

90 numaralı hadisin izahına bakınız.[790]

 

Gece Çok Uyku Kıyamet Gününde İnsanı Fakir Bırakır                                              

 

232. Câbir bin Abdullah (r.a.) rivayet ediyor:

Süleyman'ın (a.s.) annesi ona şöyle dedi: "Gece çok uyuma. Çünkü çok uyku [gece ibâdet etmemek] insanı kıya­met günü fakir bırakır."[791]

 

Bir Malı Haksız Olarak Ele Geçirmek İçin Yemin  Etmek           

 

233. Abdullah bin Me'sud (r.a.) rivayet ediyor:

"Kim haksız yere bir malı elde etmek için bile bile kuvvet­li bir şekilde yemin ederse, Allah'ın huzuruna Allah kendi­sine gazap etmiş olarak çıkar."[792]

 

İzah

 

Müslim'deki rivayet şöyledir:

Eş'as bin Kays (r.a.) rivayet ediyor:

Bir adamla aramızda Yemen'de münakaşalı bir yer vardı. Onu Resûlullaha (s.a.v.) dâva ettim.

"Delilin var mı?" diye sordu.

"Hayır" dedim.

"O halde hasmının yemin etmesi gerekir" buyurdu.

"Yemin istenildiğinde, o yemin etmekten çekinmez" dedim.

Şöyle buyurdu:

"Her kim yalancı olduğu halde yemin ederek bir Müslümanın malını elinden alırsa, Allah'ın gazabına uğra­yarak İlâhî huzura çıkar."

Müslim deki bir başka rivayet ise şöyledir:

Resûlullah,

"Her kim yemini ile bir Müslümanın hakkını elin­den alırsa, o kimseye Allah Cehennemi vacip kılmış, Cenneti de haram etmiş demektir" buyurdu.

Bir zât, "Pek az bir şey olsada mı yâ Resûlullah?" dedi. Resûlullah,

"Misvak ağacından bir çubuk dahi olsa" buyurdu.[793]

Hadiste geçen "Bir Müslümanın hakkını elinden alırsa" ifâ­desi, "Gayr-i müslimin hakkını elinden alanın" tehditin dışında kaldığı mânâsında anlaşılmamalıdır.[794]

 

Kızıl Denizi Geçerken Mûsâ  (a.s.) Nasıl Duâ Etti?                                           

 

234. Abdullah bin Mes'ud (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah (s.a.v.),

"Musa'nın (a.s.) İsrâiloğullarını de­nizden [Kızıl Denizinden] geçerirken okuduğu duayı size öğreteyim mi?" buyurdu.

"Evet, yâ Resûlallah" dedik.

"Allah'ım, her türlü övgü Sana mahsustur, sıkıntılar Sa­na arzedilir. Yardım Senden istenir. Güç ve kuvvet ancak yüce ve büyük olan Allah'tandır' deyiniz."

Abdullah bin Mes'ud (r.a.), "Bu duayı Resûlullahtan işittiğim andan beri terk etmedim" der.[795]       

 

İzah

 

Yüce Allah Hz. Musa'yı (a.s.) ve kardeşi Harun'u (a.s.) ilâhlık dâvasında bulunan Firavun'u ve ona imân eden halkını kendi­sine imâna davet için peygamber olarak görevlendirmişti. Hz. Mûsâ Firavun'u ve kavmini Allah'a imana çağırdı ise de onlardan çok az kimse iman etti. Bunun üzerine Mûsâ (a.s.) Allah'ın emri ile kendisine iman eden İsrâiloğullarını yanına alarak geceleyin Mısır'ı terk etti.

Sabahleyin durumun farkına varan Firavun büyük bir ordu hazırlayarak onların peşine düştü. Çok geçmeden de yetiştiler. O arada Mûsâ (a.s.) ve beraberindekiler Kızıl Deniz önlerine gel­mişlerdi. Durum çok kritikti. Önlerinde deniz, arkalarında ise canlarına kast eden Firavun ve ordusu vardı.

Mûsâ (a.s.) hiç telaşlanmadan Allah'ın emri üzerine elindeki asasını denize vurdu. Bir mucize olarak denizden İsrâiloğullarının kabileleri sayısınca on iki adet yol açıldı. İsrâiloğulları o yol­lardan karşıya geçtiler. Bunun gören Firavun ve ordusu da atları­nı denize sürdüler, ancak onlar geçerken Allah denizin açılan ka­natlarını birleştirdi ve onları denizde boğdu.

İşte Peygamberimiz yukarıdaki hadislerinde Hz. Musa'nın Kızıl Denizi geçerken okuduğu duayı ümmetine haber vermekte­dir. Konunun tafsilatı için Tarih Aynasında Yahudiler isimli eseri­mize bakılabilir.[796]

 

Resûlullahın Ordu Kumandanlarına Tavsiyeleri

 

234. Büreyde bin Husayb (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah (s.a.v.) savaş için bir ordu gönderdiğinde or­du kumandanına şu emri verirdi:

"Allah'ın yolunda, Allah'ın ismiyle sefere çıkınız. Al­lah'ı inkar edenlerle çarpışınız.

Ganimet mallarına ihanet etmeyiniz.

Verdiğiniz söze vefasızlık etmeyiniz.      

Küçük çocukları, kadınları ve ihtiyarları öldürmeyiniz.

Bir köy veya kale halkını kuşattığınız zaman onlara Allah ve Resulü adına eman vermeyiniz. Onlara kendiniz ve ba­banız adına eman veriniz. Çünkü sizin kendi ahdinizi ve ba­banızın ahdini bozmanız, Allah ve Resulünün ahdini boz­manızdan sizin için daha ehvendir."[797]

 

Allah'tan Nasıl İstekte Bulunulmalı?

 

236. Enes (r.a.) rivayet ediyor:

"Bir istekte bulunduğunda o isteğinin verilmesi seni se­vindirirse şöyle de:

Yüce ve büyük olan, tek olan, ortağı olmayan Allah'tan başka ilâh yoktur. Hakîm ve Kerîm olan, tek olan, ortağı olmayan Allah'tan başka ilâh yoktur. Kendisinden başka ilah olmayan, hayat ve hilim sahibi olan Allah'ın ismiyle başlarım. Büyük Arşın sahibi olan Allah'ın sânı ne yüce­dir. Alemlerin Rabbine hamd olsun."

"Onlar kendilerine vaad edilen azabı gördükleri gün, dünyada günün bir kısmından fazla kalmadıklarını sanırlar. Bu bir tebliğdir. Yoldan çıkmış bir topluluktan başkası he­lak edilir mi hiç?"[798] "O günü gördüklerinde sanırlar ki, dü­nyada ancak bir akşam yahut kuşluk vakti kalmışlardır."[799]

"Allah'ım, Senden Cennetine girmeme sebep olacak ba­ğışlaman için gerekli olan amelleri yapmâyı, bütün iyi amele­leri başarmayı istiyorum.                     

Allah'ım, benim için bağışlamadığın günah bırakma. Kurtuluş vermediğin sıkıntı bırakma. Ödenmeyen borç bı­rakma. Dünya ve âhiret için istediğim şeylerden yerine ge­tirmediğin bir şey bırakma. Bunu rahmetinle yap ey merha­metlilerin en merhametlisi!"

Başka bir rivayette abdest alıp, iki rekât namaz kıldıktan, hamd ve salavâttan sonra bu duanın yapılması tavsiye edilir.[800]

 

Allah'ın Bir Va'di                                    

 

237. Enes (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah (s.a.v.),

"Allah bana ümmetimden dört bin kişiyi Cennete koyacağını vaad etti" buyurdu.

Ebû Bekir, "Bizim için artır yâ Resûlallah" dedi. Ömer, "Bu sana yeter ey Ebû Bekir" dedi.

Ebû Bekir, "Bırak beni ey Ömer. Hepimizi Cennete koy­masının sana ne zararı var" dedi.

Ömer, "Eğer Allah dilese idi toptan da Cennete koyardı" dedi.

Resûlullah,

"Ömer doğru söyledi" buyurdu. [801]

 

Resûlullah Kendiliğinden Gaybı Bilmez

 

238. Âişe (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah (s.a.v.) bir düğünlerinde Ensar kadınlarına uğradı. Onlar şarkı söylüyorlardı. Hz. Âişe'ye hitaben, "Senin eşin meclislerde bulunur ve yarın ne olacağını bilir" dediler. Resûlullah şöyle buyurdu:

"Yarın ne olacağını ancak Allah bilir." [802]

 

İzah

 

Zikrettiğimiz kaynaklarda yer alan rivayet "İçimizde yarın ne olacağını bilen bir peygamber var" dediler şeklindedir.

Peygamberimizin de ifâde ettiği gibi, Allah'tan başka hiç kim­se yarın ne olacağını bilemez. Peygamberler, hattâ Peygamberi­miz de buna dâhildir. Bu husus Kur'ân'da da açıkça bildirilmiş­tir. Meselâ yüce Allah önceki peygamberlerin haberlerini Resûlullaha vahyettikten sonra şöyle buyurur:

"Bunlar gaybdan haberlerdir ki, sana vahyederiz. Daha önce bunu ne sen biliyordun, ne de kavmin."[803]

 

Cuma Namazına Erken Gitmenin Fazileti

 

239. Semûre bin Cündüb (r.a.) rivayet ediyor:

"Cuma namazına gidiniz. İmama yakın durunuz. Kişi Cennet ehlinden iken, eğer Cuma namazına gitmeyi geciktirirse, Cennete girmesi de geciktirilmiş olur."[804]

 

İzah

 

Ebû Dâvud'da, yine Semûre (r.a.) tarafından rivayet edilen hadisin baş tarafı, "Zikri [hutbeyi] dinleyiniz" şeklinde gelmiştir.

Beyhaki'de ise hadis her iki şekliyle yer alır. Cuma namazına erken gelmenin faziletini bildiren bir başka hadis şu mealdedir:

"Cuma gününde her mescidin bütün kapılarında melekler bu­lunur. İlk önce gelenleri yazarlar. İmam minbere oturduğu zaman sayfalarını dürerler de hutbeyi dinlemeye gelirler. Sevap olarak önce gelenlere bir deve kurban etmiş gibi, ondan sonra gelene bir inek kurban etmiş gibi, ondan sonra gelene bir koç kurban etmiş gibi, ondan sonra gelene bir tavuk sadaka vermiş gibi, ondan sonra gelene de bir yumurta sadaka vermiş gibi sevap yazarlar."[805]

Cuma günü melekler camilerin kapılarına oturup gelenleri ya­zarlarken, şeytanlar da çarşı ve pazarları dolaşırlar. Mü'minlere bâzı işlerini hatırlatarak onları Cuma namazına gitmekten alıkoy­maya çalışırlar.[806]

 

Cemaatla Kılınan Namazın Sevabı

 

240. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

"Cemaatla kılınan namaz, tek başına kılınan namazdan 25 derece daha fazla sevaptır."[807]

 

İzah

 

Konu ile ilgili başka bir rivayet şöyledir:

"Cemaatla kılınan namaz, tek başına kılınan namazdan yirmi yedi derece daha üstündür."[808]

Peygamberimiz her fırsatta ümmetini cemaatla namaz kılmaya teşvik etmiştir. Bütün bu hadisleri göz önünde bulunduran Hane­filerden Tahavî ve Kerhî ile Şafiî âlimleri, cemaatla namaz kılma­nın farz-ı kifâye olduğuna hükmetmişlerdir. Buna göre Müslü­manlardan bir grubun cemaatla namaz kılmalarıyla diğerlerinden mes'uliyet kalkar. Ancak bir yerde hiç kimse cemaatla namaz kıl­mazsa, bu durumda ora halkının tamamı günahkâr olur.

Hanefî, Mâliki ve Şâfiilerin çoğunluğuna göre ise cemaatla na­maz farz değil, sünnet-i müekkededir. Onlar hadislerin farziyet ifâde etmeyeceğine hükmetmişlerdir.

Cemaatla namaz kılmanın sevabının bu iki hadisten birisinde yirmi yedi, birisinde yirmi beş olarak gösterilmesinin sebebi hususunda, âlimler çeşitli izahkırda bulunmuşlardır. Bütün bu izah­ları zikreden İbni Hacer, izahlar arasında yer alan "Yirmi yedi derece sevap kıraati açıktan okunan sabah, akşam ve yatsı namaz­larına; yirmi beş derece sevap da kıraati gizli olan öğle ve ikindi namazlarına mahsustur" şeklindeki görüşü, "en uygun görüş" ol­arak kabul eder. İbni Hacer, daha sonra cemaatla kılınan namaz­larda yirmi beş derece sevabı, her birini hadislerden çıkardığı ce­maata devamdaki yirmi beş ayrı fazileti sayar. Sonra da kıraati açıktan olan namazlar için iki ayrı fazîlet daha ilâve eder. Bunlar­dan birkaçı şunlardır:

1. Namazı cemaatle kılma niyetiyle müezzinin dâvetine uy­mak,                                                                 

2. Vaktin evvelinde erkenden camiye gitmek.     

3. Cemaati beklemek.                                    

4. İmamın başlangıç tekbirine yetişmek.      

5. Allah huzurunda düzgün saf tutmak.                               

Diğer faziletler ve konunun tafsilatı için Ezan Cami Namaz isimli eserimizin 301-307. sayfalarına bakılabilir.

"Cemaatle kılınan namazlarda büyük bir sır vardır," diyen Bediüzzaman da, cemaatla namaz kılmanın sevabının bu derece fazla olması ile ilgili olarak, cemaattaki kimselerin birbirlerinin sevabı­na ortak olduğuna, cemaatle kılınan namazlarda bir kişinin aldığı sevabın diğerine de aynen yazıldığına, böylece cemaatın fertleri­nin birbirleriyle manen yardımlaştıklarına dikkat çeker. Şunları söyler:

"Mü'minler, ibâdetlerinde, dualarında birbirlerine dayanarak cemaatle kıldıkları namaz ve sâir ibâdetlerinde büyük bir sır var­dır ki, her fert, kendi ibâdetlerinden kazandığı miktarda, pek fazla bir sevap cemaatten kazanıyor. Her bir fert ötekilere duacı olur, şefaatçi olur, tezkiyeci olur; bilhassa Peygambere (a.s.m.). Ve keza, her bir fert, arkadaşlarının saadetlerinin zevk alır ve Hallâk-i kâinata ubudiyet etmeye [kâinatın Yaratıcısına ibâdet etmeye] ve saadet-i ebediyeye namzet olur.'[809]

Cemaatla namazın feyiz ve bereketinden istifade edebilmek için imamdan başka bir kişinin bile kâfi olduğu da unutulmama­lıdır.[810]

 

Ahiretteki Hesaplaşma

 

241. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

"Kim bir din kardeşine her hangi bir haksızlıkta bulun­muşsa, dinar ve dirhemin bulunmayacağı kıyamet günün­den önce o kimse ile helalleşsin. Çünkü bu zulmü yapanın, eğer iyilik ve ibâdeti varsa, zulüm yaptığı miktarda seva­plarından alınır. Eğer yoksa, zulmettiği kimsenin günahla­rından alınıp ona yükletilir."[811]

 

İzah

 

İnsanların dirildikten sonra toplanacakları mahşer yerindeki manzaralardan birisi de hesaplaşmadır, yani birbirlerindeki hak­ların alınmasıdır. Yukarıdaki hadiste bu gerçek açıklanmıştır. Ko­nuyla ilgili bir başka hadis de şu mealdedir:

Bir defasında Peygamberimiz Sahabîlerine,

"Müflis kimdir, bilinirisiniz?" diye sordu.

Sahabîler, "Bize göre müflis, parası ve malı olmayan kimse­dir" dediler. Bunun üzerine Resûlullah şöyle buyurdu:

"Ümmetimden asıl müflis şudur: Kıyamet gününde namaz, oruç ve zekâtıyla gelir; ama ona buna sövmüş, iftira etmiş, şu­nun bunun malını yemiş, onu bunu dövmüştür. Sonra onun iyi­liklerinden bir kısmı şuna, bir kısmı diğerine verilir. Eğer kul haklarının tamamı ödenmeden, iyilikleri ile sevapları tükenirse, alacaklıların günahları alınıp onun üzerine yüklenir. Sonra da Ce­henneme atılır." [812]                                                                      

 

Resûlullah Çirkin İsimleri Değiştirirdi

 

242. Âişe (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah (s.a.v.) çirkin bir isim işitse onu değiştirirdi. Bir defasında "afre=çorak" diye isimlendirilmiş bir yere uğradı. Orasını "hadıra=yeşil" diye isimlendirdi.[813]

 

Söylenildiğinde Allah'ın Affedeceği Sözler                                                         

 

243. Ali (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah (s.a.v.) bana,

"Söylediğinde Allah'ın seni af­fedeceği bâzı sözler öğreteyim mi? Bu sözleri söylediğinde bağışlanacağına ben kefil oluyorum. Şöyle de: "Halîm ve Kerîm olan Allah'tan başka ilâh yoktur. Yüce ve büyük olan Allah'tan başka ilah yoktur. Büyük Arşın Rabbi olan Allah bütün noksan sıfatlardan uzaktır. Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun."[814]

 

Hz. Ebû Bekir Ve Hz. Ömer'in Fazileti

 

244. Ebû Saîd el-Hudrî (r.a.) rivayet ediyor:

"Yerdeki insanlar gökteki parlak yıldızları aradaki uzaklık sebebiyle güçlükle görebildikleri gibi, Cennette yüksek der­ecelere kavuşanları da kendilerinden aşağı derecelerde olan­lar aradaki derece farkı sebebiyle zorlukla görebilirler. Ebû Bekir ve Ömer de o yüce derecelere kavuşanlardandır. Ebû Bekir ve Ömer bu derecelere ehildirler."[815]

"Ebû Bekir ve Ömer bu derecelere ehildirler" diye tercüme ettiğimiz "en'amâ" ifâdesi, "Hem daha da yüksektedirler" şeklin­de de tercüme edilebilir.[816]

 

Peygamberimizin Ensara Duası

 

245. Enes (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullahın (s.a.v.) şöyle buyurduğunu işittim:

"Al­lah'ım, Ensarı, Ensarın hanımlarını, çocuklarını ve çocuk­larının çocuklarını bağışla.[817]

 

İzah

 

Medineli Müslümanlar Ensar diye isimlendirilmişlerdi. Bu ismi almalarının sebebi, inançları uğrunda Mekke'den Medine'ye hicret eden Sahabîlere (Muhacirlere) yardım etmeleriydi. Zaten Ensar, "Yardım edenler" mânasına geliyordu. Onlar bu faziletleri sebebiyle kıyamete kadar okunacak bir kitap olan Kur'ân'da Âlemlerin yaratıcısı olan Allah'ın övgüsüne mazhar oldular. Yüce Allah onlan şöyle övdü:

"İman edip de hicret eden ve Allah yolunda cihad eden kimse­lerle [Muhacirler], onları barındıran ve onlara yardım eden kimse­ler [Ensar] ise gerçek mü'minlerin tâ kendileridir. Onlar için gü­nahlarından bağışlanma ve Cennette tükenmez bir rızık vardır."[818]

Şu âyet de Allah'ın rızâsını kazandıklarını bildiriyor:

"İslâmda önceliği olan Muhacirler ve Ensar ile onları güzellik­le takip ederek örnek alarak ve onları hayırla yâd edenlere gelince; Allah onlardan razıdır, onlar da Allah'tan razıdırlar. Allah onlara içinde ebedî olarak kalmak üzere, altlarından ırmaklar akan Cen­netler hazırlamıştır. Bu ise en büyük kurtuluştur."[819]

 

Duaya Karşılık Verilecek Vakit

 

246. İbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullaha (s.a.v.) "Gecenin hangi vaktinde yapılan duaya daha karşılık verilir?" diye soruldu.

Resûlullah,

"Gece yarısı" buyurdu.[820]     

 

Vesvese

 

247. Ümmü Seleme (r.a.) rivayet ediyor:

Bir adamın Resûlullaha (s.a.v.) gelerek "Ya Resûlullah, içimde öyle düşünceler geçiyor ki, eğer onları söylesem amelim boşa gider" dediğini duydum.

Resûlullah (s.a.v.),

"Bu vesvese ancak mü'mine gelir" buyurdu.[821]

 

İzah

 

Müslim'deki rivayet şöyledir:

Ashabından olanları Resûlullaha gelerek şöyle dediler:

"Gönüllerimizden öyle şeyler geçiyor ki, bizler onları söyle­meyi bile büyük bir suç sayıyoruz."     .          

Resûlullah (s.a.v.),

"Gerçekten böyle bir, şey hissettiniz mi?" diye sordu.                                                                           

"Evet" dediler. Şöyle buyurdu:                  

"İşte açık açık iman budur."                             

Ebû Dâvud'daki rivayet ise şöyledir:

"Ey Allah'ın Resulü" denildi. "Bazan içimizde öylesine çirkin bir şeyin ârız olduğunu görüyoruz ki, bunu söylemektense o şeyin bir kor parçası olup bizi yakması bize daha sevimli geli­yor."

Resûlullah bu söze karşılık olarak şöyle buyurdu:

"Allâhü ekber, Allâhü ekber! Şeytanın hilesini vesveseye çe­viren Allah'a hamd olsun!"

Evet, Yüce Rabbimiz, kalbe iradesiz olarak gelen ve kul tara­fından tasdik edilmeyen, kabul görmeyen vesveselerden dolayı onu hesaba çekmeyecektir. Peygamberimiz bir başka hadislerinde dili ile söylemedikçe ve gereği ile amel etmedikçe mü'minlerin kalplerinden geçen şeylerden dolayı hesaba çekilmeyeceklerini şöyle bildirmiştir:

"Dilleriyle söylemedikçe ve fiilen yapmadıkça, Allah ümmeti­min kalbinden geçirdiği şeyleri onlar için bağışlamıştır."[822]

İradesiz olarak kalbe gelen ve tasdik edilmeyen düşünceler­den dolayı mü'min hesaba çekilmeyeceği gibi, bu, onun imanına da bir zarar vermez. Bediüzzaman kişinin kalbinden geçirdiği vesveselerin onun imanına bir zarar vermeyeceğini meâlen şöyle açıklar:

Nasıl ki, aynadaki yılanın sureti ısırmaz, ateşin görüntüsü yakmaz, necasetin görüntüsü kirletmez. Öyle de, hayal veya fikir aynasında, küfriyatm, şirkin akisleri, dalâletin gölgeleri ve çirkin sözlerin hayal edilmesi itikadı bozmaz, imanı değiştirmez. Çünkü, "Sövmeyi hayal etmek sövmek olmadığı gibi, küfrü hayal et­mek de küfür değildir, dalâleti düşünmek de dalâlet değildir.[823]

Küfrü hayal etmenin küfür olmadığı hususunda tafsilatlı bil­giyi Bediüzzamariın Görüşleri Işığında Kadere İman isimli ese­rimizin 198-202. sayfalarında bulabilirsiniz.

Bu izahtan sonra biraz da hadisin son kısmında geçen "Bu vesvese ancak mü'mîne gelir" ifâdesi üzerinde duralım.

Şeytan ancak aldatamadığı, hakimiyet kuramadığı kimselere vesvese verir, böylece onun temiz ve sağlam imanına zarar verm­eye çalışır. Kâfire ise istediğini yaptırdığından ona vesvese ver­mek için gelmez. Aliyyül Kârî, bu gerçeği, "Boş eve hırsız gir­mez" şeklinde ifâde etmiştir.

Bediüzzaman da, vesvesenin mü'minlere bir belâ olarak arız olmasının hikmeti hakkında meâlen şöyle der:

Aşırıya kaçmamak, hem galebe çalmamak şartıyla vesvese uyanıklığa sebeptir, araştırmaya davet eder, ciddiyete sebep olur, lâkaydlığı attırır. Onun için mutlak hikmet sahibi olan Yüce Al­lah, şu imtihan dünyasında, şu müsabaka meydanında, bize teş­vik kamçısı olması için vesveseyi şeytanın eline vermiş, beşerin başına vuruyor. Şayet vesvese fazla incitse, rahmet ve hikmet sa­hibi olan Yüce Allah'a şikâyet etmeli, "Rahmetinden kovulmuş şeytandan Allah'a sığınırım (Eûzü billahi mine'ş-şeytânirrâcîm)" demeli.[824]

İşte Peygamberimizin "Bu vesvese ancak mü'mine gelir" bu­yurmasının mânâsı budur. Kur'ân'ın bâzı âyetlerine baktığımız­da Resûlullahın da zaman zaman vesveseye maruz kalabildiğini görüyoruz. Nitekim şu âyette Yüce Allah onu ikaz etmiştir:

"Eğer sana indirdiğimiz kitapta anlatılan bu kıssalar hakkında bir şüphen varsa, sana indirilenden evvel indirilmiş kitapları okuyanlara sor. Andolsun ki sana Rabbinden hak olan kitap gel­miştir; sakın şüphe edenlerden olma."[825]                                      

Müslim'de yer alan hadiste Peygamberimiz (s.a.v.),

"İşte açık açık iman budur"

buyurarak takdir ettiği şey, Sahabîlerin kalple­rinden geçen kötü düşüncelere inanmak şöyle dursun, onu söy­lemekten dahi çekinmeleridir. Yoksa vesvese açık iman demek değildir. Vesvese şeytanın bir tuzağıdır.

Kul böyle vesveselere maruz kaldığında telaşlanmadan imanı kuvvetlendiren âyetlerden okumalıdır.[826]

 

Zemzem Ayakta Mı, Oturularak Mı İçilir?

 

248. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

Ben Resûlullahın zemzemi ayakta içtiğini gördüm."[827]

 

İzah

 

Zikrettiğimiz kaynaklarda hadis Abdullah bin Abbas'tan (r.a.) rivayet edilir ve şöyledir:

"Resûlullaha (s.a.v.) zemzem sundum, onu ayakta iken içti."

Bu hadislerde Resûlullahın (s.a.v.) zemzemi ayakta içtiği bil­dirilmektedir. Oysa o bir hadislerinde ayakta su içmeyi yasak­lamıştır.[828]

Bu sebeple hadis âlimleri bu farklı iki rivayeti birleştirirler. Meselâ İmam Nevevî bu iki farklı rivayet için şöyle der:

"Ayakta su içmeyle ilgili hadislerdeki yasaklık tenzîhen mekruhluk içindir. Ayakta su içmesi ise ayakta su içmenin caiz oldu­ğunu göstermek içindir."

İmam Suyûtî de Resûlullahın (s.a.v.) zemzemi ayakta içme­sinin sebebini şöyle açıklar:

"Resûlullahın zemzemi ayakta içmesi, ayakta su içmenin câizliğini açıklama mânâsındadır. Şöyle de denebilir: Kalabalık se­bebiyle Peygamberimiz oturacak yer bulamadığı veya zemzem kuyusunun çevresi ıslak olduğu için ayakta içmiştir."

Netice, Hanefî âlimleri, Abdullah bin Abbas'ın (r.a.) rivayet ettiği hadise dayanarak zemzemi ayakta içmenin sünnet olduğuna hükmetmişlerdir. İzahını yaptığımız Ebû Hüreyre'nin (r.a.) riva­yet ettiği hadis de Resûlullahın ayakta zemzem içtiğini ifâde et­mektedir.

Şâfiîler ise ayakta su içmekle ilgili hadisleri tenzihen mekruhluk şeklinde yorumlarlar, bu hadisi de ayakta su içmenin câizliğine yorumlarlar.

Böyle olunca zemzem içen kimse ayakta içebileceği gibi, otu­rarak da içebilir. Serbesttir.[829]

 

Cuma Günü Cemaatı Rahatsız Etmemek

 

249. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah (s.a.v.) bir Cuma gününde,

"Ey Müslüman­lar, muhakkak ki bu, Allah'ın size bayram kıldığı bir gündür. Bu günde yıkanınız ve misvaklanınız" buyurdu.[830]

 

İzah

 

Cuma günü birçok insan camide toplanır. İnsanların bir araya toplandıkları yerlerde ise birbirlerini rahatsız etmeleri kaçınılmaz­dır. İşte Resûlullah (s.a.v.) çeşitli hadislerinde ümmetine toplu bulundukları zamanlarda birbirlerini rahatsız etmemeleri için tav­siyelerde bulunmuştur. Meselâ soğan ve sarımsak yiyenlerin bu bitkilerin kokusu ağızlarında kaldığı müddetçe cemaate gelmeme­lerini istemiştir.

İşte bu hadislerinde de yine birbirlerine rahatsızlık vermemele­ri için Cuma namazına giderken banyo yapmalarını, dişlerini misvaklamalarını, yani fırçalamalarını istemiştir.[831]

 

Ölümden Sonra İnsanın Başına Neler Gelecek?                                                    

 

250. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

"Eğer insan ölümden sonra başına gelecekleri bilseydi, birşey yemez ve birşey içmezdi. Sadece göğsünü döverek ağlardı."[832]

 

İzah

 

Bâzı gafil kimseler ölen biri hakkında "ebedî istirahatgâhına çekildi" derler. Oysa insan kabre girip rahatla yatamaz.[833] Aslında kabre konan biri kabir kapısıyla yeni bir hayat yolculuğuna çık­maktadır. Bediüzzaman'ın dediği gibi, insan, ruhlar âleminden, anne rahminden, çocukluktan, ihtiyarlıktan, dünyadan, kabirden, berzahtan, haşirden, sırattan geçen uzun bir imtihan yolculuğundadır.[834]

İşte Peygamberimiz yukarıdaki hadislerinde, insanın ölüm­den sonraki olan bu yolculuğunda başına çok büyük hadiselerin geleceğini haber veriyor. Nedir bunlar?

Kişi eğer günahkârsa kabirde çeşitli şekillerde azap görecek­tir. Cesedi kabirde çürürken ruhu Cehennemde azaba çarptırıla­caktır.

Kıyamet koptuğunda kabrinde bunun dehşetini hissedecektir. Diriliş için sûra üflendiğinde şaşkın şaşkın kabrinden kalka­cak, sonra dehşetli bir şekilde mahşer yerine sevkedilecektir.

Mahşer yerinde Allah'a arz için uzun bir müddet bekleyecek, bu bekleme esnasında gerek sıcaktan, gerekse sıkıntıdan boynuna kadar tere gömülecektir.

Sonra hesap için Allah'a arzedilecek, Cenâb-ı Hak onunla ko­nuşacak, kendisini verdiği nimetlerden, emir ve yasaklarını yerine getirip getirmediğinden hesaba çekecektir.

Sonra amel defterleri açılacak, küçük büyük bütün günahlarını o defterinde yazılmış olarak bulacaktır.

Ardından Allah ağzına mühür vurarak derisini, el ve ayakları­nı konuşturacak, onlara aleyhine şahitlik yaptıracaktır. Ayrıca gü­nah işlediği yerler işlediği günahları teker teker sayıp ortaya sere­cektir.

Eğer Allah'ın affına mazhar olmazsa gizli veya açıktan işlediği bütün günahları mahşer halkına teşhir edilecektir.

Sonra mizana gidilecek, ameller tartılacak, kişinin merak ve heyecandan gözleri yerinden çıkacak gibi olacaktır. Üzerinde kul hakkı var ise sevapları alınıp hak sahiplerine verilecek, bu yet­mezse hak sahibinin günahları sırtına yüklenecektir.

Sonra da Cehennem üzerine kumları kıldan ince, kılıçtan kes­kin olan sırat köprüsüne sürülecek, alev alev yanan ateşlerin üzerinden karşıya geçmesi istenecektir.

Bütün bu zorluklardan kurtulamadığında da sırat köprüsünün üzerinden Cehenneme yuvarlanacak, orada dehşetli bir azaba çarptırılacaktır.

Eğer insan bütün bunları düşünecek olsa, Peygamberimizin de (s.a.v.) ifâde ettiği gibi birşey yemez, içmez ve devamlı olarak göğsünü döverdi.

İnsan oğlunun ölümle başlayan bu yolculuğu için Ölüm Cena­ze Kabir ile Ölümden Sonra Diriliş isimli eserlerimize bakılabilir.[835]

 

Kişi İsmini Bilmediği Birine Nasıl Seslenmeli?

 

251. Yezid bin Câriye babasından rivayet ediyor: Resûlullahın (s.a.v.) yanında bulunduğumda, birisinin ismini bilemezse,

"Ey Abdullah [Allah'ın kulunun] oğlu" derdi. [836]                                                                                                

 

İki Büyük Emânet

 

252. Ebû Said el-Hudrî (r.a.) rivayet ediyor:

"Size birincisi ikincisinden daha büyük olan iki ağır emâ­net bırakıyorum. Biri semâdan yere uzanmış olan Allah'ın kitabı Kur'ân, diğeri de ailem, Ehl-i Beytimdir. Bu ikisi Havzın başında yanıma varıncaya kadar birbirinden ayrıl­maz."[837]

 

İzah

 

Tirmizîdeki rivayetin son kısmı şöyledir:

"...Bu ikisine yapışanlar tâ Kevser havuzunun başında bana gelinceye kadar asla doğru yoldan ayrılmayacaklardır. Sakın, sa­kın! Size bıraktığım bu iki emânet hususunda, bana nasıl olur da sırt çevirirsiniz?"

Hadisin diğer rivayetinde, bırakılan ikinci emânet, "sünnet" olarak zikredilir.

Peygamberimizin bu hadislerinde Kur'ân ile beraber Ehl-i Beytini bizlere emânet olarak bırakması, sadece akrabalık bağarından kaynaklanmıyordu. Ehl-i Beytine dikkat çekmesinin çok daha mühim sebepleri vardı.

Bediüzzaman bu hikmetleri şöyle açıklar. (Meâlen alıyoruz):

Resûlullah bu hadisiyle Ehl-i Beytine dikkat çekiyor. Çünkü, sünnet-i seniyyenin kaynağı, koruyucusu ve her cihetle ona sahip çıkmakla mükellef olan Ehl-i Beyttir.

İşte bu sır içindir ki, ümmetinin Kitap ve sünnete tâbi olmala­rını istemiştir. Demek Ehl-i Beytten peygamberlik vazifesi gereği muradı, sünnet-i seniyyesidir. Sünnet-i seniyyeye tâbi olmayı terk eden, hakikî Ehl-i Beytten olmadığı gibi, Ehl-i Beyte hakikî dost da olamaz.

Hem ümmetini Ehl-i Beyt etrafında toplamak isteme arzusu­nun sırrı şudur ki: Zaman geçtikçe Ehl-i Beytin çok çoğalaca­ğını, Allah'ın bi id irmesiyle bilmiş ve İslâmiyetin zayıflayacağını anlamış. O halde, gayet kuvvetli ve dayanışma içerisinde olan çok bir topluluk lâzım ki, İslâm âleminin manevî yükselmesine kaynak ve merkez olabilsin. Allah'ın izni ile düşünmüş ve ümme­tinin Ehl-i Beyt etrafında toplanmasını arzu etmiş.

Evet, Ehl-i Beyt mensupları, inanç ve iman hususunda baş­kalarından çok ileri olmasa da, yine teslim olma, sahip çıkma ve taraftarlıkta çok ileridedirler. Çünkü İslâmiyete fıtraten, neslen ve soy itibarıyla taraftardırlar. Soydan gelen taraftarlık, zayıf ve şan­sız, hattâ haksız da olsa bırakılmaz. Nerede kaldı ki, gayet kuv­vetli, gayet hakikatli, gayet şanlı bütün dedelerinin bağlandığı, şeref kazandığı, canlarını feda ettikleri bir hakikate taraftarlık, ne kadar esaslı ve fıtrî olduğunu bilbedâhe hisseden bir zât, hiç ta­raftarlığı bırakır mı? Ehl-i Beyt, işte bu şiddetli tarafgirlik ve fıtrî İslâmiyet cihetiyle İslâm dini lehinde küçük bir delili kuvvetli bir burhan gibi kabul eder. Çünkü fıtrî taraftardır. Başkası ise, kuvvetli bir delil gördükten sonra ancak taraftar olur, sahip çıkar.[838]

Diğer taraftan, Peygamberimiz (s.a.v.) bu nurlu nesilden ge­lecek Şâh-ı Geylânî, Câfer-i Sâdık, Zeynelâbidîn gibi zâtları gör­müş, onların İslâmiyete yapacakları büyük hizmetleri hissetmiş, bunun için de ümmetinden Ehl-i Beytini sevmesini ve etrafında toplanmasını istemişti. Resûlullahın Ehl-i Beytini sevmesinde, bunu ümmetinden de istemesinde, elbette bu zâtların mühim his­seleri vardı.[839]

 

Namaz Önce İki Rekât Olarak Farz Kılındı

 

254. Âişe (r.a.) rivayet ediyor:

"Namaz iki rekat olarak farz kılındı. Sonra yolcu olma­yan için artırıldı, yolcu olan için aynen bırakıldı."[840]

 

İzah

 

Hadiste de ifâde edildiği gibi, namaz ikişer rekât olarak farz kılınmıştı. Müsned'deki rivayette akşam namazının bundan istisna olduğu, bu namazın üç rekât olarak farz kılındığı bildirilir. Bir ri­vayette namazın hicretten sonra dört rekâta çıkarıldığı ifâde edilir. Yine Müsned'de yer alan rivayette, Hz. Âişe kıraatinin uzunluğu sebebiyle sabah namazının yine iki rekât olarak bırakıldığını bildi­rir.[841]

 

Cünübün Orucu

 

254. Âişe (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah (s.a.v.) ihtilam olmaksızın cünüp olarak sa­bahlar, sonra gusleder ve orucuna devam ederdi.[842]

 

İzah

 

Kişinin cünüp olarak sabahlaması orucuna bir zarar vermez. Hadisten de anlaşılacağı gibi, Peygamberimiz hanımıyla cinsî münâsebette bulunduktan sonra cünüp olarak sabahlamış, namaz­dan önce gusletmiş, orucunu tutmuştur. Ancak güneş doğmadan önce gusletmek gerekir. Gusledilmerliğinde sabah namazı geçece­ğinden, haram işlenilmiş olunur.

Burada Resûlullahın cünüp olarak sabahladıkları zamanlarda abdest alarak yattığını da hatırlatalım.[843]

 

Âdet Ve Nifas Halindeki Kadının Haccı

 

255. İbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor;

"Lohusa olan ve âdet gören kadın yıkanır, ihrama girer, hac vazifelerinin tamamını yapar, ancak temizleninceye ka­dar Kabe'yi tavaf edemez."[844]

 

İzah

 

Âdet ve nifas halindeki kadının Kur'ân okuması, camiye gir­mesi, namaz kılması, oruç tutması haram olduğu gibi, Kabe'yi tavaf etmesi de haramdır. Bu tavaf, ister haccın farzlarından sayı­lan ziyaret tavafı, isterse değişik zamanlarda yapılan nafile tava­flar olsun fark etmez. Çünkü Kabe mü'minlerin kıblesi, yeryüzü­nün ilk mescidi, İslâmın en mühim rükünlerinden birisi olan hac­cın farzının yerine getirildiği mukaddes bîr yerdir. Bu sebeple bu­raya hayız ve nifas gibi manevî kirlilik halinde girmek caiz değildir. İzahını yaptığımız hadis bunu ifâde eder. Konu ile iglili bir başka hadis ise şu mealdedir:

Biz hac için Resûlullah ile beraber yola çıktık. Şerife veya buraya yakın bir yere vardığımızda ben âdet gördüm. 'Hac vazi­femi yapamayacağım' diye ağlamaya başladım. Resûlullah beni ağlarken görünce yanıma geldi.                                                 

"Neyin var, âdet mi gördün yoksa?" diye sordu.                

"Evet"dedim.                                       

Resûlullah şöyle buyurdu:

"Bu hal Allah'ın Âdem'in (a.s.) kızlarına yazdığı, takdir bu­yurduğu bir şeydir. Bu sebeple sen hac vazifelerinin hepsini ye­rine getir, yapmaya çalış. Fakat âdet halin geçinceye kadar Ka­be'yi tavaf etme."[845]

Evet, hacda iken âdet gören kadınlar Arafat'ta, Müzdelife'de vakfe yapabilir, Mina'da şeytan taşlayabilir, fakat temizleninceye kadar Kabe'yi tavaf edemezler. Temizlendikten sonra Kabe'yi ta­vaf ederler, ardından da sa'y yaparlar. Tafsilatı için Hanımlara Fetvalar isimli eserimizin 160, 161. sayfalarına bakılabilir.[846]

 

Mut'a Nikahı

 

256. Ali (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah (s.a.v.) kadınlarla mut'a nikahı yapmayı ya­sakladı.[847]

 

İzah

 

İslâmiyetten önce Câhiliyye Devri Araplarınca yaygın olan mut'a nikâhı, belirli bir vakit için kıyılan nikâhtır. Bu nikâhta bir erkek, meselâ bir aylığına, bir seneliğine gibi belirli bir vakit için bir kadınla anlaşır, onunla beraber olur. Bu vakit bittiğinde boşa­maya bile gerek kalmadan kendiliğinden birbirinden ayrılırlar. Mut'a nikâhının bir başka şeklinde ise, "Şu kadar beraber olmak üzere" gibi bir vakit konuşulmaz, nikâh, "Erkeğin kadınla yaşa­mak istediği müddetçe" şeklinde bir kayda bağlanır.

Bu evlilikte gaye bir yuva kurmak, neslin devamını temin et­mek, bir ömür boyu beraber yaşamak değil, belirli bir vakit için şehvet duygusunu tatmin etmektir. Mut'a nikahıyla evlenenler birbirine mirasçı olamazlar.

İşte bunun içindir ki, dinimizde Câhiliyye Devrinin bu şekli tedricî bir şekilde haram kılındı. Hadis, bu yasağı ifade eder. Konu ile ilgili bir başka hadis ise şöyledir:         

"Ey insanlar! Ben mut'a nikahıyla evlenmek için sizlere izin vermiştim. İyi biliniz ki, Allah geçici nikâhla kadınlardan fayda­lanmayı kıyamet gününe kadar haram kılınmıştır. Artık kimin ya­nında mut'a nikahıyla evlendiği kadınlardan varsa onu derhal bıraksın."[848]

Konunun tafsilatı için Hanefî ve Şâfiîlere Göre Evlilik ve Aile isimli eserimize bakınız.[849]

 

Ayrılırken Selâm Vermek

 

257. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

"Biriniz bir topluluğa geldiğinde selâm versin, oradan kalkıp ayrılınca da selâm versin. Şüphesiz bu selâmlardan birincisi ikincisinden daha hak değildir."[850]

 

Namaz Kılmayan Kâfir Olur Mu?

 

258. Câbir bin Abdullah (r.a.) rivayet ediyor:

"Kul ile küfür arasında sadece namazın terki vardır."[851]

 

İzah

 

Ehl-i Sünnet âlimlerine göre farziyetini inkâr etmediği müd­detçe namaz kılmayan birisi kâfir olmaz.

Ancak namazı terketmek büyük günahlardandır. Her bir gü­nah içerisinde küfre gidecek bir yol olduğu unutulmamalıdır. Na­maz gibi dinin direği olan bir ibâdeti terk eden birisi, diğer ibâ­detlerinde de tenbellik gösterir. Böyle birisinin vazifesini yapma­maktan gelen korku ile Allah'ı, Cennet ve Cehennemi inkâr etme­si çok kolaydır. İşte Peygamberimiz bu hadislerinde namazı terkeden birisinin zamanla küfre düşebileceğine dikkat çekmiştir. Evet, bir Müslümanı küfürden alıkoyan şey namaz kılmasıdır. Namazı kılmadığında artık o kimse ile şirk ve küfür arasındaki mâni kalkmış olur.

Hadisten maksat, sûreten küfür ve kâfirlere benzemek de ola­bilir. Çünkü namaz kılan bir mü'min bununla kâfirden ayırt edi­lir. Namaz kılmayan mü'min ile kâfir arasında görünüşte bir fark bulunmamaktadır.[852]

 

Ehl-i Beytin Fazileti

 

259. Ebû Said el-Hudrî (r.a.) rivayet ediyor:

"Ey Ehl-i Beyt, Allah sizden kiri gidermek ve sizi terte­miz kılmak istiyor"

âyeti, beş kişi hakkında nazil oldu. Bunlar: Resûlullah (s.a.v.), Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüse­yin'dir.[853]

 

Fidye Karşılığı Esirleri Serbest Bırakmak

 

260. Yezid bin Nu'man babasından rivayet ediyor:

Resûlullah (s.a.v.), Bedir esirlerinin her birisini 4000 dirhem fidye karşılığında serbest bıraktı.[854]

 

İzah

 

Peygamberimiz Mekke'de dâvasını açıkladığında müşriklerin büyük bir tepkisiyle karşılaştı. Müşrikler hem ona eziyet ettiler, hem de kendisine inananlara çok ağır işkence yaptılar. Nihâyetin­de Resûlullah (s.a.v.) Allah'ın emri üzerine kendisine iman eden­lerle Medine'ye hicret etti.

Müşrikler İslâm nurunu söndürmek üzere büyük bir ordu ile Medine üzerine saldırıya geçtiler. Böylece Müslümanlarla müş­rikler arasında ilk savaş yapılmış oldu. Bu, Bedir Savaşı olarak tarihe geçti. Bedir Savaşında kalabalık müşrik ordusu, bir avuç inanmış Müslüman ordusu karşısında büyük bir bozguna uğradı­lar. Ebû Cehil, Ümeyye bin Halef gibi müşriklerin ileri gelenle­rinde çoğu öldürüldü. Ayrıca pekçok da esir alındı.

Peygamberimiz (s.a.v.) bu esirleri, hadiste de bildirildiğine1 göre 4000 dirhem fidye karşılığında serbest bıraktı. Okuma yaz­ma bilen müşrikleri de Müslüman çocuklara okuma yazma öğretmeleri karşılığında hürriyetlerine kavuşturdu.[855]

 

Kur'ân Öğrenmenin Ve Öğretmenin Fazileti                                         

 

261. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:

"Sizin en hayırlınız Kur'ân'ı öğrenen ve öğreteninizdir."[856]

 

İlim Öğrenmenin Fazileti

 

262. Enes (r.a.) rivayet ediyor:

"Kim ilim öğrenmek için yola çıkarsa, o, dönünceye ka­dar Allah yolundadır."[857]

 

İzah

 

Bilhassa Peygamberimiz zamanında ve hemen sonraki asır­larda ilmin öğrenilmesi, yayılması, ilim için seyahata çıkılması son derece sıkıntılı ve yol emniyeti olmadığından tehlikeli idi. İlim öğrenmek ve bunu öğretmek pahasına böylesine sıkıntılı ve tehlikeli bir işi insanlara yaptırabilmek, elbette büyük teşvikleri gerektirirdi. İşte bunun içindir ki, Peygamberimiz gerek bu ha­dislerinde, gerekse pekçok hadislerinde ilim için yolculuk yap­manın fazîletine diklcat çekerek ümmetini buna teşvik etmiştir. Konu ile ilgili uzunca bir hadisin bir kısmı şöyledir:

"Kim ilim öğrenmek maksadıyla yola koyulursa, Allah o kim­seye Cennet yolunu kolaylaştırır. Melekler ilim öğrenen kimse­lerden memnuniyetleri sebebiyle kanatlarını yerlere sererek onları kuşatırlar..."[858]

Bu teşvikler sayesindedir ki, Sahabîler, Tabiîn ve Tebeî Tabi­în, ilim öğrenmek için, hattâ sadece bir hadis Öğrenebilmek için günlerce yol gitmişlerdir. Bunun neticesinde ise tefsir, hadis, fı­kıh, tarih gibi ilimlerin temeli atılmış, böylece onların başlattığı bu ilim mirası bizlere kadar ulaşabilmiştir. Allah hepsinden razı olsun.[859]

 

Mü'minler Bir Vücut Gibidir

 

263. Nu'man bin Beşîr (r.a.) rivayet ediyor:

"Birbirlerini sevme hususunda mü'minlerin misâli, bir vücudun misâli gibidir. Vücudun bir uzvu rahatsız olsa, diğer uzuvlar da uykusuzluk ve ateşle ona ortak olurlar.

Cesette bir et parçası vardır. O iyi ve selâmette olunca vücudun diğer azaları da iyi ve selâmette olur. O bozuk olunca, vücudun diğer azaları da bozuk olur."[860]

 

İzah

 

Buhârî ve Müslim'de, "Birbirine merhamette, birbirine şefkatte" ilâvesi vardır. Konuyla ilgili bir, başka hadis ise şu meal­dedir:                           

"Mü'minin mü'mine bağlılığı, parçaları birbirine kuvvet ve destek veren binalar gibidir."

Resûlullah (s.a.v.) bu sözünü kuvvetlendirmek için işaret par­maklarını birbirine geçirmişti.[861]

Başka bir hadis de şu mealdedir:

"Kim sabahleyin kalktığında Müslümanların sıkıntılarını kal­binde hissetmezse, onlardan değildir."[862]

Hadisin ikinci kısmı ile ilgili başka bir hadis de şu mealdedir:

"Kalb, hükümdarıdır. Askerleri vardır. Hükümdar düzgün olunca askerler de düzgün olur. O bozulunca askerleri de bozu­lur."[863]

 

Tahiyyetü 'l-Mescid Namazı

 

264. Ebû Katade (r.a.) rivayet ediyor:

"Biriniz mescide girdiğinde oturmadan önce iki rekât na­maz kılsın."[864]

 

İzah

 

Hadiste de ifâde edildiği gibi, ister ziyaret için, ister öğren­mek veya öğretmek maksadıyla olsun, herhangi bir mescide giren kimsenin iki rekât namaz kılması sünnettir. Bu iki rekât namazla Allah'ın evine gereken saygı gösterilmiş olur. Bu hürmet ilk ba­kışta mescide yapılmış olsa da, esas itibarıyla Cenâb-ı Hakkadır.

Tâhiyyetü'l-mescid namazı kılmak için şu şartlar gerekir:   

1. Kerahet vakti veya nafile namaz kılmanın mekruh olduğu vakit olmaması. Meselâ sabah namazını veya ikindi namazını kıl­dıktan sonra nafile namaz kılmak mekruh olduğundan, bu vakit­lerde camiye giren kimse, tahiyyetü'l-mescid namazı kılamaz.

Şâfiîlere göre kerahet vakitlerinde tahiyyetü'l-mescid namazı kılmak mekruh değildir.

2. Cemaatle namaza başlanmamış olmak.

Aynı mescide birkaç defa girilecek olsa, Hanefî mezhebine göre tahiyyatü'l-mescid namazını bir defa kılmak yeterlidir.

Şâfiîlere göre ise her giriş için tahiyyetü'l-mescid namazı kıl­mak sünnettir.

Bir mescide herhangi bir namazı kılmak, farzı kılmak veya ce­maatle namaz kılmak niyetiyle ile girilirse, kılınan namaz tahiyye­tü'l-mescid namazı yerine de geçer. Tafsilat için Ezan Cami Namaz isimli eserimizin 507-508. sayfalarına bakılabilir.[865]              

 

Sıcakta Namazı Tehir Etmek                    

 

265. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

"Sıcaklık şiddetlendiğinde namazı hava biraz serinleyince kılın. Çünkü şiddetli sıcaklık Cehennemin kızışmasındandır."[866]

 

İzah

 

Hadiste geçen "serinleyince kılın" ifâdesi vücub ifâde eden emir değildir. "Beklense daha iyidir" mânâsındadır.

Peygamberimizin bu tavsiyesi, Arabistan sıcaklığı içindir. Sahabîler, bu emri verdiği zaman Resûlullahın alın ve avuçlarının yerin sıcaklığından yandığını bildirmişlerdir. Günümüzde sıcak sebebiyle öğle namazını tehir etmeyi gerektirecek bir durum yok­tur. Zaten camiler ve camilerin sergisi, sıcağa karşı koruyucudur.[867]

 

Peygamberimizin Yağmur Duası

 

266. Ebû Lübâbe bin Abdülmünzir (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah,

"Allah'ım, yağmur ver" diye duâ ederek yağmur istedi.

Ebû Lübâbe, "Yâ Resûlallah, ambarda hurma var" dedi.

Resûlullah (s.a.v.),

"Yâ Rabbi, Ebû Lübâbe elbisesiz olarak kalkıp ambarın deliklerini elbisesiyle tıkamaya mecbur kalıncaya kadar yağmur ver" buyurdu.

Havada hiç bulut görülmüyordu. Hemen yağmur yağdı.

Sahabîler etrafına toplanarak Ebû Lübâbe'ye şöyle dedi­ler:

"Ey Ebû Lübâbe, sen Resûlullahın söylediği gibi, elbise­siz olarak kalkıp ambarının deliklerini elbiselerinle tıkayıncaya kadar bu yağmur kesilmez."

Bunun üzerine Ebû Lübâbe öyle yaptı da, bundan sonra yağmur kesildi, semânın yüzü açıldı.[868]

 

İzah

 

Peygamberimizin hususiyetlerinden birisi de duasının Allah katında kabul edilmesiydi. Onun duasının kabul edilmesiyle ilgili pekçok misâl vardır. Bu hadis de Resûlullahın yaptığı yağmur duasının nasıl hemen kabul edildiğini göstermektedir.

Hadiste bahsi geçen Ebû Lübâbe (r.a.), Ensardandır. Hicret­ten önce Müslüman olmuştu. İkinci Akabe Bîatına katılan 75 Sahabîden birisidir. Peygamberimizin emri üzerine Medine'de kal­dığından Bedir Savaşına katılamadı. Fakat Uhud ve Hendek sa­vaşlarında büyük kahramanlıklar gösterdi. Ebû Lübâbe (r.a.) Hz. Ali'nin halifeliği döneminde vefat etti. Onun hayatı hakkında taf­silatlı bilgi için Sahabîler Ansiklopedisi isimli eserimize bakabilir­siniz.[869]

 

Resûlullahın Hz. Safiyye İle Evliliği

 

267. Enes (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah Safiyye'yi hürriyetine kavuşturdu ve bunu onun için mehir saydı.[870]

 

İzah

 

134 numaralı hadisin izahında Peygamberimizin (s.a.v.) Hayberli Yahudilerle savaştığını, onları yendiğini ifâde etmiştik.

Bu savaşda birçok esir alınmıştı. Bu esirlerden birisi de asıl ismi Zeyneb olan Hz. Safiyye idi. Hz. Safiyye, Yahudi kabilele­rinden olan Benî Nadir'in reisi Huyey bin Ahtab'ın kızıydı. Hz. Harun'un neslindendi. Hayber Yahudilerinin reislerinden Rebî bin Hukayk'ın oğlu Kinâne ile evliydi. Kocası Hayber Savaşında öldürülmüştü.

Mücâhitler Medine'ye dönerlerken Peygamberimiz Hz. Bilal'den Safiyye'yi getirmesini istedi. Bilal onu getirdiğinde İslâmiyeti anlattı ve şöyle bir teklifte bulundu:

"Eğer Müslüman olursan seni kendime eş olarak alacağım. Şayet dininde kalmayı tercih edersen seni serbest bırakacağım. Böylece kavminin yanına dönebileceksin."

Safiyye bu teklifi kabul etti ve Peygamberimizle nikahlandı. Resûlullah (s.a.v.) hürriyetine kavuşturmayı ona mehir saydı.[871]

Hz. Safiyye hakkında tafsilat için Hanım Sahabîler isimli ese­rimize bakılabilir.[872]

 

İlk Kaldırılacak Şey

 

268. Ömer bin Hattab (r.a.) rivayet ediyor:

"İnsanlardan ilk kaldırılacak şey emânettir. Sona kalacak olan da namazdır. Nice namaz kılanlar vardır ki, kendile­rinde hayır yoktur."[873]

 

Elbisede Peygamberimizin Tavsiye Ettiği Renk

 

269. İbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor:

"Elbiselerinizin en hayırlısı beyaz olanıdır. Dirilerinize onu giydirin, ölülerinizi de onunla kefenleyin."[874]

Hadis, zikrettiğimiz kaynaklarda,

"Size beyaz elbiseyi tavsiye ederim..." "Çünkü beyaz daha temiz, daha hoştur" şeklinde de gelmiştir.[875]

 

İnsandaki Hırs

 

270. Sa'd bin Ebî Vakkas (r.a.) rivayet ediyor:

"Ademoğlunun iki vadi dolusu malı olsa, üçüncüsünü de ister. Ademoğlunun ihtiraslı nefsini ancak toprak doldurur. Şu kadar var ki, tevbe edenin tevbesini Allah kabul eder." [876]    

 

İzah

 

İnsanın yaratılışında mevcut duygulardan biri de mal ve men­faat hırsıdır. Genelde insan zengin olup iyi imkanlar içinde yaşa­mayı ister. Bu, mal sevgisinin en düşük haddidir. Aynı arzunun sönmeyen bir hırs haline gelip insanın içini kavurması da sıklıkla görülen bir hadisedir. İşte Peygamberimiz yukarıdaki hadislerin­de insandaki bu hırsa dikkat çeker. Resûlullah (s.a.v.) başka bir hadislerinde de insanoğlu ihtiyarladıkça hayat hırsıyla birlikte mal hırsının da şiddetlendiğini bildirmiştir.[877]

İnsandaki bu hırs, kendisini her türlü zulüm ve haksızlığa sevk edebilir. Gözünü para hırsı bürümüş insanların yapmayaca­ğı kötülük yoktur. Bunlar hak hukuk dinlemeden başkalarının haklarını zalimane gasbederler. Başkalarının elindekine göz di­kerler. Daha fazla kazanmak için sağa sola saldırırlar. Kazanmak uğruna gençleri uyuşturucunun, kumarın, terörün içine atmaktan çekinmezler. Günümüz dünyasında şahit olduğumuz ürkütücü manzara, insanın çok kazanma hırsından kaynaklanan insafsız mücâdelenin tabiî bir neticesi değil midir?

Her hususta olduğu gibi, hırs rızık kazanma yolunda da ziya­na sebeptir. Çünkü bu dünya hikmet yeridir. Cenâb-ı Hakkın kâi­nata koyduğu kanunlardan biri de varlıkların meydana gelmesin­deki hikmet mertebeleridir. Meselâ bir elmanın meydana gelmesi için fidan dikmek, o fidanı sulamak, bakmak ve ondan sonra fi­danın elma verme zamanını beklemek gerekir.

Bunun gibi, her işin neticesi böyle merhalelerden geçtikten sonra gerçekleşir. Fakat zaman zaman insanlar bu hikmet kanu­nunu unutur. Birkaç basamağı atlayarak en üst basamağa çıkmak ister. Meselâ elinde fazla imkanı olmayan biri, çok zengin olmak ister, hırs sebebiyle hiçbir işte tatmin olmaz, sık sık iş değiştirir, daldan dala atlar. Neticede ise zengin olmadığı gibi elindeki sermayeyi de kaybeder. Halbuki hırs göstermese, kaabiliyetli oldu­ğu bir işte sebat etse, basamakları sabırla teker teker çıksa, zengin olabilir.

Hırsın bu zararı içindir ki, Bediüzzaman, "Mü'minde hırs sebeb-i hasârettir ve sefalettir"[878] der.

"Âdemoğlunun ihtiraslı nefsini ancak toprak doldurur" cümle­si, insanoğlunun ölünceye kadar dünya malı için hırs gösterece­ğini ifâde eder.

Hadiste, insanların çoğunluğunun böyle olduğu nazara verilir. Yoksa aşırı ihtirastan uzak duran, takva sahibi mü'minler de vardır.

Hadisin son kısmı, böyle hırslı kimselere bundan vaz geçerek tevbe etmelerini hatırlatmaktadır. Bu kısım aynı zamanda ne ka­dar zor da olsa, hırslı olmaktan vaz geçilebileceğini de ifâde eder.

Hırsla ve hırsın zıttı olan kanaatla ilgili tafsilatlı bilgi için Faiz Ticâret isimli eserimize bakılabilir.[879]

 

Ehl-i Beyt Nuh'un  (a.s.) Gemisi Gibidir

 

271. Ebû Zerr (r.a.) rivayet ediyor:

Resülullahın (s.a.v.) şöyle dediğini işittim:

"Ehl-i Beyti­min misâli Nuh kavmi arasında Nuh'un gemisine benzer. O gemiye binen kurtuldu, ona muhalefet eden helak oldu. Ve Ehl-i Beytimin misâli İsrâiloğullarının Hıtta isimli kapısına da benzer."[880]

 

İzah

 

253 numaralı hadisi izah ederken Peygamberimizin Kur'ân ile beraber Ehl-i Beytini bizlere emânet olarak bırakmasının sadece akrabalık bağlarından kaynaklanmadığını, Ehl-i Beytine dikkat çekmesinin çok daha mühim sebepleri olduğunu nazara ver­miştik. Ve bunun en büyük sebeplerinden birisinin Ehl-i Beytin sünnet-i seniyyenin kaynağı, koruyucusu ve her cihetle ona sahip çıkmakla mükellef olduğunu ifâde etmiştik. Gerçekten de Ehl-i Beyt, nurânî bir ağaç hükmüne geçmiş, başta Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin olmak üzere onların çocukları, Zeynelabidîn, Muhammed Bakır, Câfer-i Sâdık, Abdulkadir Geylânî ve asrı­mızda da Bediüzzaman Said Nursî gibi Ehl-i Beyt mensupları İslâmiyeti maddî ve manevî tehlikelere karşı korumuşlardır.

Bu hadis de Ehl-i Beytin doğru İslâmiyeti bilme ve yaşama noktasını nazara vermektedir. Ehl-i Beyt, bu yönüyle Nuh'un (a.s.) gemisine ve İsrâiloğullarının "Hıtta" isimli kapısına benze­tilmektedir.

Bilindiği gibi, Nuh (a.s.), kendisine iman edenleri Allah'ın emri üzerine yaptığı gemisine almış, bu gemi dağlar gibi dalgalar arasında yol alarak içindekileri sâhil-i selâmete çıkarmış, ona binemeyenler ise helak olmuşlardır.

Hadiste Ehl-i Beytin ikinci olarak benzetildiği "Hıtta Kapısı" ise kısaca şudur:

235 numaralı hadisi izah ederken açıkladığımız gibi, Yüce Allah Hz. Mûsâ'yı ve ona iman edenleri Firavun'un zulmünden kurtarmıştı. Kafile uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra Eriha şehrine ulaşmıştı. Burada zâlim bir topluluk oturuyordu. İsrâiloğullarının çölden kurtulup buraya yerleşmeleri onlarla savaşmalarına bağlıydı. Eğer bunu yaparlarsa biraz külfet çekseler de ra­hata kavuşacaklardı.

Yüce Allah Musa'ya (a.s.) İsrâiloğulları ile beraber bu şehre girmelerini emretti.

"Şu beldede yerleşin ve dilediğiniz yerden bol bol yiyin. Kapısından da secde ederek girin" buyurmuştu.[881]

İşte bu âyette secde edilerek girilmesi istenilen kapı, İsrâiloğullarını huzur ve selâmete kavuşturacak olan kapı idi. Yani ha­diste Ehl-i Beytin benzetildiği "Hıtta Kapısı" idi. Fakat İsrâiloğulları kendilerine verilen nimetlere nankörlük ettiler. Peygam­berlerine isyan ettiler, Allah'ın bu emrini yerine getirmediler. Allah da onları cezalandırdı. Hadisenin tafsilatı için Tarih Ayna­sında Yahudiler isimli eserimizin 98-102. sayfalarına bakınız.[882]

 

Müslümanları Aldatan Ateştedir

 

272. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:

"Kim Müslümanların bir işini üzerine alır da onları alda­tırsa, ateştedir."[883]

 

Zikrin Fazileti

 

273. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

"Kim "Lâilâhe illalllah=Allah'tan başka ilâh yoktur" derse, kendisine azap dokunduktan sonra da olsa bu ona ömrünün bir kısmında fayda verir."[884]

 

Ölümünden Sonra Kişiye Fayda Temin Eden Şeyler Nelerdir?

 

274. Abdullah bin Ebî Katâde babasından rivayet edi­yor:

Resûlullahın (s.a.v.) şöyle buyurduğunu işittim:

"Kişi ölümünden sonra kendisine duâ eden sâlih evlattan, sevabı kendisine ulaşan varlığı devam eden ve istifade edilen bir eserden, kendisinden sonra amel edilen ilimden daha hayırlı birşey bırakmamıştır."[885]

 

İzah

 

Bir ölü kabre konulur konulmaz amelleriyle baş başadır. Dün­yadaki yaşayışına göre ya mükâfat veya ceza görür.

Bir de günah cihetiyle ölen mü'mini sevap cihetinde yaşatan ameller vardır. Mü'min bir kul öldüğünde artık günah işleme­yeceğinden günah defteri kapanır. Fakat bâzı ameller vardır ki, bunu işleyen kimseler ölmüş olmalarına rağmen devamlı olarak sevap kazanırlar.

İşte Peygamberimiz (s.a.v.) yukarıdaki hadislerinde bu amelleri saymaktadır. Zikrettiğimiz kaynaklarda hadis,

"Kişi öldü­ğünde şu üç şeyden gelenler hariç ameli kesilir...." şeklinde gelmiştir.                                                                    

Sevgili Peygamberimiz bir başka hadislerinde Allah yolunda hizmet ederken ölenlerin de amel defterlerinin kapanmayacağını bildirmiştir.[886]

Bu ameller ölüye vefatından sonra da fayda temin edip amel defterindeki sevap hanesini yükselttiği gibi; kötü bir çığır açan kimseye açtığı o kötü çığırda günah işlenmeye devam edildiği müddetçe günah yazılır. Peygamberimiz bununla ilgili olarak da şöyle buyurmuştur:

"Her insan öldürüldüğünde onun günahından Âdem'in oğlu Kabil'e bir hisse yazılır. Çünkü öldürmeyi ilk başlatan o olmuş­tur."[887]

Öyle ise her mü'min günah cihetiyle ölüp, sevap cihetiyle ya­şayabilmenin yollarını araştırmalı; sayılan amellere sahip olmaya gayret göstermelidir.[888]

 

Hâmile Ve Emzikli Kadın Oruç Tutmayabilir                                            

 

275. Enes bin Mâîik (r.a.) rivayet ediyor:

"Sıhhatine zarar gelmesinden korkan hâmile kadın ile, ço­cuğuna zarar gelmesinden korkan emzikli kadının oruç tut­mama izni vardır."[889]

 

İzah

 

Bütün ibâdetlerde olduğu gibi, oruçta da dinimizin getirdiği bâzı kolaylıklar ve ruhsatlar vardır. Bâzı kimselere durumlarına göre oruç tutmama ruhsatı verilmiştir. Bunlardan bâzıları yolcu­lar, hastalar, âdet ve nifaz halindeki kadınlardır.

Peygamberimiz bu hadislerinde de hâmile ve emzikli kadın­lara da oruç tutmama hususunda ruhsat verildiğini bildirmektedir. Hamile veya emzikli kadın oruç tuttuğu takdirde kendisinin veya çocuğunun halsiz düşeceğinden, hastalanacağından endişe eder­se, oruç tutmayabilir. Tutamadığı oruçları sonradan kaza eder. Fakat fazla rahatsızlık duymayan hâmile kadının mecbur olma­makla beraber oruç tutması uygun olur. Çocuğu mama veya ben­zeri bir şeyle doyurabilen emzikli kadın da orucunu tutarsa daha iyi olur. Zaten ruhsat çocuğa zarar gelme endişe için verilmiştir.[890]

 

A'lâ Bin Hadramî'nin (r.a.) Fazileti

 

276. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:  

"Resûlullah (s.a.v.) A'la bin Hadremî'yi Bahreyn'e göndermişti. Ben de onunla beraber gittim. Kendisinde birbirinden garip üç hadise gördüm. Deniz kıyısına vardığımız zaman bize:                                                                   

"Besmele çekin ve kendinizi denize bırakın" dedi. Bes­mele çekerek kendimizi suya bıraktık. Denizin öbür kıyısına geçtiğimiz halde ayakkabılarımızın altı bile ıslanmadı.

Döndüğümüz zaman da bir çölde yürürken suyumuz kal­madı. Susuzluktan ona yakındık. "İki rekât namaz kılın" dedi. Sonra dua etti. O esnada kalkan gibi bir bulut göründü ve oluklarının ağzını açtı. Kana kana su içtik ve hayvanları­mızı da suladık.

"Yolda vefat etti, onu gömdük. Fakat bir müddet sonra canavarlar çıkarıp onu yemesin diye endişe ederek kabrini kazdığımızda onu orada bulamadık."[891]                                

 

İzah                                      

 

Hadiste de ifâde edildiği gibi, Resûlullah A'la bin Hadramî'yi elçi olarak Bahreyn'e göndermiş, Ebû Hüreyre'yi de (r.a.) kendisine yol arkadaşı olarak vermişti.                                            

Ebû Hüreyre'nin (r.a.) Hz. A'lâ'da gördüğünü söylediği üç hal, Bahreyn yolculuğunda olmamıştır. Bunlar onunla olan daha sonraki beraberliklerinde meydana gelmiş kerametlerdir. Çünkü Hz. A'la Peygamberimizden çok sonraları vefat etmiş bir Sahabîdir. Hz. Ömer Alâ bin Hadramî'yi de bu birliğe kumandan tayin ederek onu fetihle vazifelendirmiş, ayrıca bir mektup yazarak kendisine şu hatırlatmada bulunmuştur:

"Cenâb-ı Hak, insanları ve bu varlığı hangi gaye ile yarattığı­nı bize bildirmiştir. Sen de ne için yaratılmış isen o şeye çalış ve başka şeylerden vazgeç. Çünkü dünya geçicidir, âhiret ise ebedî­dir. Dünyanın geçici lezzetleri seni ebedî olan âhiret lezzetlerini görmekten alıkoymasın. Allah'ın yasak kıldığı şeyleri işlemekten sakın. İstediği kimseye ilim ve hikmetiyle üstünlük veren Cenâb-ı Haktır. Allah bizi de, seni de kendisine itaat etmeye ve azabından kurtulmaya muvaffak eylesin."[892]

Bahreyn'e ulaşan Hz. A'la, Peygamberimizin mektubunu hü­kümdara takdim etti. Hükümdar mektubu okuduktan sonra da ha­tip bir Sahabî olan Hz. A'la onu şu sözlerle İslâmiyete davet etti:

"Ey Münzir! Şüphesiz sen dünya işlerinde büyük bir akla sa­hipsin. Bak, iyi düşün! Hiç yalan söylemeyen bir kimseyi tasdik etmemek, verdiği sözden hiç caymayan kimseye itimad etmemek, inanmamak sana yakışır mı? İşte böyle olan o ümmî Peygamber­dir ki, vallahi aklı başında olan hiç kimse, hiçbir zaman onun em­rettiği bir şeyin yasaklanması; onun yasakladığı şeyin de aslında emredilmesi gerektiğini söyleyemez."

Gerek Resülullahın mektubunun, gerekse Hz. A'lâ'nın söz­lerinden etkilenen hükümdar Münzir, biraz düşündükten sonra Müslüman olmaya karar verdi ve bunu şu sözlerle ilân etti:

"Elimdeki saltanata baktım; onu, âhiret dışında, sadece dün­yaya yarayacak şekilde buldum. Sizin dininize baktım; onun dün­yayı da, âhireti de birlikte mütalaa ettiğini gördüm. Kendisinde dünyada rahat bir şekilde yaşama ve âhirette de ebedî bir hayat bulunan böyle bir dini kabul etmeme ne mâni var?"[893]

Bundan sonra A'lâ bin Hadramî (r.a.) bir mektup yazarak bu durumu Resülullaha (s.a.v.) müjdeledi.

Bu haberi alan Peygamberimiz çok sevindi ve Hz. Bahreyn'e vali olarak tayin etti.[894]                   

 

Oruçlunun Sürme Çekmesi

 

277. Âişe (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah oruçlu iken sürme sürmüştür. [895]                                    

 

İzah

 

Araplar gözlerine sürme çekerlerdi. Fakat bu, günümüzde ka­dınların gözlerine çektikleri sürmeden farklıydı. Resûlullah ve Sahabîler bahsi geçen sürmeyi süslenmek için değil, tedâvî mak­sadıyla kullanırlardı. Nitekim Peygamberimiz bir hadislerinde sürmenin bu özelliğini şöyle bildirmiştir:

"Sürmelerinizin en iyisi ismid denilenidir. Çünkü o gözü te­mizler, görmeyi artırır, kirpikleri gürleştirir."

Başka bir hadiste de Peygamberimizin bir sürmeliği olduğu, her gece gözüne üçer defa sürme çektiği bildirilir.[896]

Peygamberimizin sürmeyi yatarken kullanması da bunun süslenme maksadıyla olmadığını gösteren bir başka husustur.

Türbüştî, hadiste geçen ismidle ilgili olarak şöyle der:

"Bu, madenî bir taştır. Gözdeki yaşı ve yaraları emer, gözün sıhhatini korur, bilhassa yaşlılarda ve çocuklarda gözün damar­larını kuvvetlendirir."[897]

 

Borç Vermenin Fazileti

 

278. Abdullah bin Mes'ud (r.a.) rivayet ediyor:

"Her borç bir sadakadır."[898]

 

İzah

 

Müşterek hayatın vaz geçilmez unsurlarından biri olan borç­lanma, insanın en küçük ihtiyaçlarını dahi tanzim eden Kur'ân ve sünnette elbetteki ihmal edilmemiştir. Cemiyet hayatının huzur ve ahenk içerisinde devam etmesi için faizi haram kılan Rabbimiz, yine aynı hikmete binâen zekât, sadaka gibi, karşılıksız borç ver­mek gibi müesseseleri emretmiştir. Kur'ân-ı Kerimde ehemmiye­tine işaret edilerek mü'minlerin ihtiyaç sahiplerine karşılıksız borç para vermeleri şöyle teşvik edilir:

"Sadaka veren erkeklerle sadaka veren kadınlar ve Allah rı­zâsı için bağışta bulunmak suretiyle Allah'a güzel bir borç veren­lere bunların karşılığını Allah kat kat verecektir. Onlar için pek değerli bir mükâfat da vardır."[899]

Karşılıksız olarak, sırf Allah rızâsı için, feragat ve kardeşlik duyguları içerisinde verilen borca "karz-ı hasen" "güzel borç" de­nilmesi, güçsüzleri sömürme ve onların sırtından para kazanma esâsına dayalı faizin kötü bir borç olduğunu ifâde eder. Zaten karz-ı hasen, faize alternatiftir.

Peygamberimiz de pekçok hadislerinde mü'minin bir sıkın­tısını gidermenin ebedî saadete vesile olduğunu açıklamıştır. İşte yukarıdaki hadislerinde de borcu bir sadaka olarak değerlendir­miş, ümmetini borç vermeye teşvik etmiştir.

Resûlullah (s.a.v.) bir başka hadislerinde de borç isteyenin mutlaka ihtiyacından dolayı istemiş olacağından dolayı karz-ı hasenin sadaka vermekten daha sevap olduğunu ifâde etmiştir.[900]

Burada dinimizin ne zarara uğrama, ne de zarara uğratma şek­lindeki bir prensibinden de bahsetmek isteriz. Dinimizde bir yan­dan borç vermeyi tavsiye ederken, diğer taraftan da borçluya bor­cunu iyilikle ve zamanında ödemesi tavsiyesinde bulunulmuştur. İmkânı olduğu halde borcu ödememek zulüm olarak telâkki edil­mek suretiyle denge temin edilmiş, borç verenin hakkı ve hukuku korunmuştur.

"En seçkinleriniz, borcunu en güzel şekilde ödeyendir"[901]

müjdesiyle de borcu zamanında ödemenin faziletine dikkat çekilmiş­tir.

Konu ile ilgili geniş bilgi için Faiz Ticâret isimli eserimizin 33-47. sayfalarına bakılabilir.[902]

 

Allah'ın İsmine Hürmet                        

 

279. Ali bin Ebî Tâlib (r.a.) rivayet ediyor:

"Üzeri yazılı hiçbir kağıt yoktur ki, yere atılsın da, Allah meleklerini gönderip onu onların kanatları altına almasın. Bu durum Allah'ın velî kullarından birini göndermesine ka­dar devam eder. O kul kağıdı alır, kaldırır. Melekler onu kuşatırlar.

Kim Allah'ın isimlerinden birisinin yazılı olduğu bir ka­ğıdı yerden kaldırırsa, Allah da onun ismini illiyyîne yük­seltir. Ve anne babası kâfir de olsa onlardan azap hafiletilir."[903]

 

Fitnelerden Uzak Kalmak

 

280. Muhammed bin Mesleme (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

"Ey Muhammed [bin Mesleme], insanların dünya için birbirleri ile çarpıştıklarını gördüğün zaman kılıcını al ve kırılıncaya kadar Harem'de en büyük bir kaya parçasına vur. Sonra hatâ ile öldürülünceye veya takdir edilmiş bir ölüm gelinceye kadar evinde otur."

Muhammed bin Mesleme diyor ki: "Ben Resûlullahm bana emrettiğini aynen yaptım."[904]

 

İzah

 

Hadiste ismi geçen Muhammed bin Mesleme (r.a.) Resûlullahın sevdiği bir Sahabe idi. Peygamberimiz kendisine zaman za­man mühim görevler verirdi. Burada da ona tavsiyede bulunuyor. Muhammed bin Mesleme de (r.a.) bu tavsiyeyi aynen yerine getirdiğini ifâde ediyor.

Hz. Ömer devrinde de pek mühim hizmetlerde bulunan bu bü­yük Sahabî, Hz. Osman devrindeki fitnelere karışmadığı gibi, Hz. Ali ile birlikte yatıştırıcı rol oynadı.[905]

 

Resûlullahın Hususiyetleri

 

281. Abdullah bin Ebî Evfâ (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah (s.a.v.) çok zikreder, lüzumsuz konuşmaz, namazı uzatır, hutbeyi kısaltır, ihtiyaçlarını görmek üzere, dul kadınlarla ve fakirlerle beraber yürümekten çekinmez­di.[906] Fakir ve kimsesizlerin ihtiyaçlarını görürdü.[907]

 

Cehenneme Karşı Kalkan                      

 

282. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah yanımıza geldi ve,

"Kalkanınızı alın" buyur­du.

Biz, "Gelen bir düşman sebebiyle mi?" dedik. Şöyle buyurdu:

"Cehenneme karşı kalkanınızı alın. 'Sübhanallah, elham­dülillah, lâilâhe illallah ve Allâhü ekber' deyin. Çünkü bun­lar, kıyamet günü söyleyenin önünden, ardından yürümek ve onu korumak üzere gelirler. Bunlar, Kur'ân'ın belirttiği 'Baki kalan sâlih ameller'dir."[908]

 

İzah

 

Kur'ân'da, "Baki kalan sâlih ameller"in fazileti şöyle bildirilir:

"Doğru yolu kabul edenlerin Allah hidâyetini artırır. Baki ka­lan salih ameller ise, Rabbinin katında mükâfat bakımından da daha hayırlıdır, akıbetçe de daha hayırlıdır."[909]

 

Kimler Cennet Kokusunu Duyamaz?

 

283. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

"Cennetin kokusu beş yüz yıllık mesafeden duyulur. Yap­tığı iyiliği başa kakan, içki müptelası, anne ve babasına kar­şı gelen kimse, buna rağmen Cennetin kokusunu duyamaz."[910]

 

İzah     

 

Bu hadiste mahşer yerinde Cennetin kokusunun beş yüz yıllık mesafeden duyulabileceği bildiriliyor. Başka bir hadiste bu mesa­fenin bin yıl olduğu bildirilir.[911]

Buna rağmen bâzı kimseler Cennetin kokusunu duyamayacak­lardır. Yukarıdaki hadisde mahşer yerinde bu kokuyu duyamaya­caklardan üç grup sayılıyor. Başka hadislerde de Cennetin koku­sunu duyamayacak olan başka kimseler sayılıyor. Bunlardan bâ­zıları şunlar:

1. Lüzumsuz olarak kocasından boşanma isteğinde bulunan kadın,[912]

2. Müslümanların işini üzerine alıp kendisini gözetip korudu­ğu gibi onları korumayan idareci.[913]

3. İslâm ülkesinde yaşayan, Allah ve Resulünün zimmetinde olan gayr-i müslimleri öldürenler,[914]

4. Peygamberimiz adına yalan söyleyenler,

5. Kendilerini miras ve başka menfaatler için babalarından başkasına nispet edenler,

6. Âhiret ameliyle dünyalık isteyenler.[915]

7. Tesettüre dikkat etmeyen kadınlar.[916]

 

Cehennemde Bir Araya Gelmeyecek Olanlar                                                      

 

284. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

"Birisi diğerine zarar vermek suretiyle iki kişi Cehennem­de bir araya gelmez. Bir Müslüman bir kâfiri öldürmüş, sonra da Müslümanlara istikameti gösteriyor. Kendisi de if­rat ve tefritten sakınarak yaşıyor.

Mü'minin Allah yolunda maruz kaldığı tozla Cehennem ateşi birleşmez.

Mü'minin kalbinde iman ile hased birleşmez."[917]

 

İzah

 

Hadis, kâfiri öldüren, Müslümanlara istikameti gösteren, ken­disi de istikamet üzere yaşayan bir mü'minin Cehenneme girme­yeceğini veya eğer cezayı hak etti ise en azından öldürdüğü kâ­firle aynı yerde olmayacağını ifâde ediyor.

Bâzıları bu rivayetin herhangi bir râvi tarafından değiştirilmiş olabileceğini söylerler. Onlara göre hadisin doğru rivayeti şöyle­dir:

"Bir kâfir bir mü'mini öldürür de sonra da hidayeti bulur­sa...."

Hadisin ikinci kısmında Allah yolunda gayret gösteren bir mü'minin Cehenneme girmeyeceği nazara veriliyor.

Son kısımda da mü'minin kalbinde iman ile hasedin birleşmeyeceği bildiriliyor. Yani mü'min hasetçi olmaz. Diğer bir ifâ­deyle, hased mü'minin sıfatı değildir. Çünkü hased İslâmiyetin yasakladığı çirkin huylardandır. [918]

 

Canlı Hayvanı Hedef Yapmak

 

285. Said bin Cübeyr (r.a.) rivayet ediyor:

İbni Ömer ile yürüyordum. Bir topluluğa rast geldik. Bir kuşu dikmişler hedef alıyorlardı. İbni Ömer şöyle dedi:

"Böyle yapana Allah lanet etmiştir. Ben Resûlullahın (s.a.v.) canlı bir hayvanı hedef tahtası olarak kullanmayı yasakladığını işittim."[919]

 

İzah

 

Zikrettiğimiz kaynaklarda hadis, "Hiçbir canlıyı hedef edin­meyin" şeklinde gelmiştir.

Hadisin başka bir rivayette atıcıların kuşun sahibine boşa at­tıkları her ok karşılığında para verdikleri kayıtlıdır.[920]

 

Peygamberimizin Damadı: Hz. Osman

 

286. İbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor:

"Allah bana kızımı Osman ile evlendirmemi vahyetti."[921]

 

İzah

 

Hz, Osman ilk Müslümanlardandı. Peygamberimizin çok sevdiği birisiydi. Bu sevgi sebebiyledir ki, Resulüllah Allah'ın vahyi üzerine Kızı Hz. Rukiyye'yi ona nikahladı.

Bedir Savaşı esnasında Hz. Rukiyye vefat etti. Peygamberi­miz yine Allah'ın emri gereği diğer kızı Ümmü Gülsüm'ü de (r.a.) ona nikahladı. Bundan sonra Hz. Osman "Zinnûreyn" yani "iki nur sahibi" olarak anıldı.

Hicretin 9. yılında Hz. Ümmü Gülsüm de vefat etti. Resûlullah (s.a.v.),

"Şayet on tane daha kızım olsaydı hepsini teker teker Osman'a nikâhlardım" buyurarak onu teselli etti.

Peygamberimizin yukarıdaki hadiste,

"Allah kızımı Osman ile evlendirmemi vahyetti" buyurulması, Hz. Osman'ın Allah katın­daki faziletini gösterir.[922]

 

Hüreym Bin Fâtih'in (r.a.) Fazileti

 

287. Hüreym bin Fâtik (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah benim hakkımda,

"Hüreym ne iyi bir genç! Saçını kısaltsa, elbiselerini de yere sürünmekten kurtarsa" buyurdu.

Saçımın uzunluğu kulaklarımı geçmez. Elbisem de topuklarımdan aşağıya geçmez.[923]

 

İzah

 

Hüreym (r.a.) Irak tarafında iken, karanlığın iyice bastığı bir zamanda gaybdan şöyle bir ses işitmişti:

"Vah! Vah! Allah sana acısın, Allah'a sığın. O İzzet ve Celâl sahibidir. Beka ve şeref Onundur."[924]         

Hüreym Medine'ye döndüğünde, Resûlullahın da aynı şeyle­ri söylediğini duyarak Müslüman oldu. Bedir Savaşına katıldı.

Hz. Hüreym, Resûlullahın kendisinde gördüğü gurur ve kibir alâmeti olan iki şeyi ikaz etmesi üzerine, "Çok doğru söylü­yorsun yâ Resûlullah" diyerek hemen gitmiş, saçını ve elbisesini kısaltmıştır. Kendisinin bildirdiğine göre bir daha eski haline asla dönmemiştir.

Hüreym (r.a.) Hz. Muâviye zamanında vefat etti. Allah kendi­sinden razı olsun.[925]

 

Teyemmüm Kolaylığı

 

288. Selman el-Fârisî (r.a.) rivayet ediyor:

"Toprağa meshedin [teyemmüm edin]. Şüphesiz o size karşı iyilikseverdir."[926]

 

İzah

 

Hadiste emredilen teyemmüm, bir çeşit manevî temizliktir. Su bulunmadığında veya kullanılmasına imkan olmadığı zamanlarda, temiz olan toprak veya toprak cinsinden bir şey ile manevî pislik­ten temizlenmek maksadıyla yüzü ve dirseklere kadar elleri meshetmektir.

Teyemmüm,

"Su bulamazsanız, o zaman temiz bir toprakla teyemmüm edin. Yüzünüzü ve ellerinizi o toprakla meshedin"

ifadesiyle Kur'ân'da da emredilir. Ve âyetin devamında

"Allah size güçlük çıkarmak istemez" buyurularak teyemmümün bir ko­laylık olduğu nazara verilir.[927]

Bu kolaylık sadece Peygamberimizin ümmetine verilmiştir.[928]

Toprağın insana karşı "iyiliksever" olması mecazdır. İnsanın topraktan yaratıldığı, toprağın insana düşek olması insanın yine ona döneceği hususu hatırlatılmaktadır.[929]

 

Yasin Sûresinin Fazileti

 

289. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

"Kim gündüz veya gece Yâsîn Sûresini Allah'ın rızâsını gözeterek okursa, günahları bağışlanır."[930]

 

İzah

 

Hadiste faziletine dikkat çekilen Yâsîn Sûresi, Mekke'de na­zil olmuştur. 83 âyettir. Bu sûrenin faziletini bildiren pekçok ha­dis vardır. Bu hadislerden birinde herşeyin bir kalbinin bulun­duğu, Kur'ân'ın kalbinin de Yâsîn Sûresi olduğu bildirilmiştir.[931]

Kur'ân'ın bütün sûre ve âyetlerinin etrafında döndüğü dört temel esas vardır. Bunlar: (1) Allah'ın varlık ve birliğinin ispatı, (2) peygamberlik müessesesinin ispatı ve Peygamberimizin pey­gamberliğinin hakkaniyeti, (3) öldükten sonra dirilme gerçeğinin zihinlere nakşedilmesi (4) ve adalet. Yâsîn Sûresine baktığımızda Kur'ân'ın bu dört esasını kendinde topladığını, bilhassa tevhid ve haşir, yani öldükten sonra dirilme delillerine ağırlık verdiğini gö­rürüz.[932]

 

Allah  Peygamberimizi Koruyordu

 

292. Ebû Said el-Hudrî (r.a.) rivayet ediyor:

Amcası Abbas Resûlullahı koruyanlardandı.

"Ey Resul, Rabbinden Sana indirileni insanlara bildir. Bunu yapmazsan elçiliğini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan korur" [933]âyeti nazil olduğunda, Resûlullah korumayı kaldır­dı.[934]

 

İzah

 

Tirmizî ve Müstedrek'te "Ey insanlar, artık gidebilirsiniz. Çünkü Allah beni korumayı deruhte etti" ziyâdesi vardır.

Gerçekten de Allah pekçok defalar Habibini düşmanlardan ko­rumuştur. Bunun pekçok misâlinden iki misâl zikredeceğiz.

Zâtü'r-rika gazvesi esnasında Resûlullah bir ağacın gölgesi altına çekilmişti. Kılıcını üstüne astı. Sinsice yaklaşan bir müşrik kılıcını alarak kınından çıkardı ve Resûlullaha "Benden korkuyor musun?" dedi. Resûlullah (s.a.v.),

"Hayır" dedi.

Müşrik, "Peki şimdi seni elimden kim kurtaracak?" diye sordu. Peygamber Efendimiz,

"Allah kurtaracak. Bırak kılıcı" dedi.

Müşrik o anda neye uğradığını şaşırdı. Elindeki kılıcı derhal bıraktı.[935]

Tebbet Sûresi nâzil olup bu sûrede Ebû Lehep ve hanımı Ümmü Cemil Cehennemle tehdit edilince Ümmü Cemil buna çok kız­dı. Eline koca bir taş alarak, "Bunu Muhammed'in kafasına vura­cağım" dedi. Sonra da Peygamberimizi aramaya çıktı.

Resûlullah (s.a.v.) o sırada Hz. Ebû Bekir ile birlikte Kabe'­nin yanında oturuyordu. Ebû Bekir (r.a.) onu elinde taş ile geldi­ğini görünce, Peygamberimize bir zarar vermesinden korktu, "Yâ Resûlallah," dedi. "Bu Ümmü Cemil'dir. Eziyet edici biridir. Sa­na doğru geliyor. Sana bir zararı dokunmadan kalkıp gitsen" de­di.

Resûlullah,

"O beni göremez" buyurdu. Gerçekten de Cenâb-ı Hak Sevgili Habibini onun gözünden gizledi. Ümmü Cemil Hz. Ebû Bekir'i gördü, ona "Ey Ebû Bekir, arkadaşın nerede?" diye sordu. Fakat onunla beraber oturan Peygamber Efendimizi göre­medi. Sonra da çekip gitti.

Bunun üzerine Ebû Bekir (r.a.) Peygamberimize döndü ve "Ey Allah'ın Resulü, o seni göremedi mi?" diye sordu.

Resûlullah (s.a.v.),

"Evet, beni görmedi. Allah onun gözle­rini aldı, beni göremez hale getirdi" buyurdu.[936]

 

Söz Vermenin Ehemmiyeti

 

291. Abdullah bin Mes'ud (r.a.) rivayet ediyor:

"Söz borçtur."[937]

 

İzah

 

İslâm doğruluk dinidir. Ya yalancılıktan, ya ihmalkârlıktan doğan sözünde durmama huyu, şuurlu Müslümana yakışmayan bir davranıştır. Gerek âyet-i kerimelerde, gerekse hadis-i şeriflerde bu mesele üzerinde hassasiyetle durulmuştur. Meselâ Kur'ân-ı kerimde, "sözünü yerine getirme" ve "anlaşmalara sâdık kal­ma" gerçek iyilikler arasında sayılmıştır.[938]

Mü'minûn Sûresinde de Müslümanın sözünde durması gerek­tiği şöyle ikaz edilir:

"O mü'minler ki, Allah'a ve kullara karşı olan emânet ve mes'uliyetlerini yerine getirirler ve sözlerinde dururlar."[939]

Kur'ân'da sözünde durmak ısrarla emredilirken ve gerçek iyi­likler arasında sayılırken konu üzerinde doğruluk rehberi Resû­lullah da (s.a.v.) hassasiyetle durmuştur. İzahını yaptığımız ha­diste, "sözün bir borç" olduğunu bildirirken, bir hadislerinde de sözünde durmama vasfını iki yüzlü münafıklara yakıştırır ve bu­nun münafıkların vasfı olduğunu bildirir.[940]

Evet, insanın birine söz vermesi ve vaadde bulunması, sahibi için artık bir mes'uliyettir. Çünkü verilen sözle veya yapılan an­laşma ile karşı tarafa maddî veya manevî birşeyler bekler duruma gelmiştir. Söz yerine getirilmediğinde onların maddî ve manevî zarara, en azından hayal kırıklığına uğraması söz konusudur. Bu­nun içindir ki, İsrâ Sûresinde,

"Verdiğiniz sözü yerine getirin. Çünkü verilen söz mes'uliyet gerektirir"

buyrularak meselenin ehemmiyetine dikkat çekilmiştir.[941]

Ancak kişi meşru mazeretlere binâen sözünü yerine getireme­miş olabilir. Sözünü yerine getirmek hususunda gayret gös­terdiği halde buna muvaffak olamayan kimse için bir mes'uliyet yoktur. Peygamberimiz bununla ilgili olarak da şöyle buyurur:

"Birisi bir mü'min kardeşine söz verir, fakat zarurî bir sebep­ten dolayı yerine getirmezse, bunda bir mes'uliyet yoktur."[942]

 

Namaz Kılanan Önünden Geçmek

 

292. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

"Namaz kılan birinin önünden geçen kimse bunun ne ka­dar günah olacağını bilseydi, bir yıl ayakta durması onun önünden geçmek için attığı adımdan daha iyi olurdu."[943]

 

İzah

 

Zikrettiğimiz kaynaklarda, hadis şöyledir:

"Namaz kılanın önünden geçen kimse, ne kadar günah işle­diğini bilseydi kırk beklemeyi bundan daha hayırlı bulurdu."

Hadiste geçen "kırk bekleme" ile kırk gün mü, ay mı, sene mi?" kast edildiği bilinmemektedir.

İbni Mâce'nin bir rivayetinde de hadis "yüz sene yerinde dur­ması" şeklinde gelmiştir.

Konu ile ilgili bir başka hadis ise şu mealdedir:

"Namaz kılanın önünden geçen kimse ne derece günah işledi­ğini bilmiş olsaydı, uyluğunun kırılmasına razı olur da onun önünden geçmezdi."[944]

İşte bütün bu hadisleri göz önünde bulunduruna Hanefî ve Mâliki mezhebi âlimlerine göre namaz kılanın önünden geçmek haramdır. Dolayısı ile namaz kılanın önünden kasdî olarak geçen kimse günahkâr olur.

Namaz kılanın önünden geçmenin günah olmasının sebebi, namaz kılanın huşûunu bozduğu içindir. Ayrıca, günah, kasdî olan geçişler içindir. Sütre gerisinden geçmekte, geçilecek başka bir yer yoksa ve önde boş saf varken safı doldurmak için geç­mekte de bir günah yoktur.

Kasdî olarak namaz kılanın önünden geçen kimse günahkâr olacağı gibi, herkesin gelip geçtiği yerde önüne bir sütre koyma­dan namaza duran kimse de günahkâr olur.

Şafiî mezhebine göre ise namaz kılanın önünden geçmek ne haram, ne de mekruhtur. Fakat namaz kılanın önünden geçme­mek uygun olur.

Hanbelîlere göre de, başka bir yerden geçmek mümkün oldu­ğu halde namaz kılanın önünden geçmek mekruhtur. Başka geçi­lecek yer yoksa mekruh değildir.

Şafiî ve Hanbelîlere göre halkın gelip geçeceği yerde namaza durmak mekruhtur. Önünden geçen olsun, olmasın fark etmez.[945]

 

Resûlullah Cuma Günü Özel Olarak Giyinirdi                                                   

 

293. Âişe (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullahın (s.a.v.) Cuma günlerinde giyindiği iki elbi­sesi vardı. Cumadan sonra onları katlar ertesi Cuma'ya ka­dar kaldırırdı.[946]

 

İzah

 

Peygamberimiz (s.a.v.) Cuma gününe ayrı bir ehemmiyet ve­rirdi. Çeşitli hadislerinde ümmetine o gün gusletmelerini istemiş­ti. Bu hadiste de onun Cuma günü için giyimine de özel bir itina gösterdiğini, sadece Cuma günü giymek üzere elbisesi bulun­duğunu öğreniyoruz. Bu elbiselerden birisinin cübbe, diğerinin de hırka olduğu bildirilir. Bu da aslında tek kat elbise demektir.

Onun Cuma günü giymek için özel elbise ayırması, fazla elbi­sesi olmasından kaynaklanmıyordu. Çünkü Resûlullahın başka günlerde giymek için sadece bir takım elbisesi vardı.[947]

 

Devlet Başkanlarının Kureyş'ten Olması

 

294. Ali (r.a.) rivayet ediyor:

"İmamlar [devlet başkanları] Kureyştendir. Onların iyileri iyilerine kötüleri de kötülerine idarecilik ederler.

Her şeyin bir hakkı vardır. Her hak sahibine hakkını ver­iniz. Başınıza burnu kesik Habeşli bir köle de idareci tayin edilse, Müslümanlığınız ile boynunuzun vurulması ara­sında tercih yapma zorunda bırakılmadıkça söz dinleyin ve ona itaat edin. Biriniz Müslümanlığı ile boynunun vurulma­sı arasında tercih etme durumunda bırakılırsa, boynunu uzatsın anası ağlayasıca! Çünkü İslâm gittikten sonra ne din kalır, ne âhiret."[948]

 

İzah

 

Hadisin birinci kısmında imamların Kureyş'ten olduğu bildiri­lir. Burdaki imamet hilâfet, yani devlet başkanlığıdır. Bu husus âlimler arasında ihtilaflı bir konudur.

İmam-ı A'zam, İmam Şafiî, Eş'ârî, Mâturidî, Bakıllânî, Abdulkâhir Bağdadî, Gazâlî, Nesefî, Şehristânî, İbni Teymiye gibi bâzı âlimler, hilâfet hakkının Kureyşlilerin olduğunu savunurlar. Bu âlimler, gerek izahını yaptığımız hadisi, gerekse konu ile ilgili başka hadisleri görüşlerine delil olarak zikrederler. Bununla ilgili bir başka hadis şu mealdedir:

"İnsanlardan iki kişi kaldığı müddetçe hilâfet, Kureyş'de de­vam edecektir."[949]

Bu âlimler çeşitli hadisleri görüşlerine delil gösterdikleri gibi, Peygamberimizin vefatından sonra yapılan halife seçiminde Hz. Ebû Bekir'in "İmamlar Kureyş'tendir" sözünü ve buna kimsenin itiraz etmemesini de delil olarak zikrederler.

Gerek dört halifenin, gerek Emevî halifelerinin, gerekse Ab­basî halifelerinin Kureyş kabilesinden olmaları da, zikre değer bir husustur.

Alimlerin çoğunluğu hilâfetin Kureyş kabilesinin hakkı ol­duğunu söyleseler de, böyle bir hakkın olmadığını savunan veya bunu bir zamanla sınırlayan âlimler de vardır.

Ubeydullah bin Mes'ud el-Buhârî, (ö. 1346.) "Zamanımızda Kureyşlilik şartı düşmüştür" der. Kadı İci de Mevakıf 'da neseb unsurunu üstünlük ölçüsü olarak tanımadığını yazar.

Hilâfetin Kureyşliliğinin şarta bağlı olduğunu söyleyenden biri de İbni Haldun'dur. Bu zât, Kureyş'in kuvvetli bir kabile ol­duğunu, bütün Arap kabilelerinin Kureyşi dinlediğini, Kureyşten başka bir kabileden seçilecek halifeye bütün Arapların itaat etme­lerinin zor olduğunu izah ettikten sonra, netice olarak şöyle der:

"Sonraki yıllarda iki devlette de (Emevîler ve Abbâsilerde) hi­lâfet çözüldü ve Arapların asabiyeti tümüyle parçalanıp darmada­ğın oldu. Şimdi, Kureyş'ten olmanın şart koşulmasının, onların sahip bulundukları asabiyet ve galibiyet nedeniyle, anlaşmazlık­ların önlenmesi için olduğu sabit olduğuna göre; Şâriî'nin de hü­kümleri özel olarak belirli bir nesle, bir çağa ve bir ümmete ver­meyeceğini bildiğimize göre; bu şartın ancak yeterlilik dolayısıyla koşulmuş olabileceğini öğrenmiş bulunuyoruz. Biz de bunu böy­lece ele alıp Kureyşli olmaktan maksadın ne olacağını öğrenebil­mek için, kapsamlı illeti (sebebi) araştırmaya koyulduk. İşte bu illet de; asabiyetin varlığıdır.'"[950]

İbni Haldun'un konu hakkındaki görüşlerine genişçe yer ver­en Abdülkadir Udeh, bu görüşü şöyle yorumlar:

"Geçen açıklamalardan anlaşılıyor ki, İbni Haldun'a göre, imametin Kureyş'e ait görülmesinin nedeni, Kureyş'in güçlü ve kalabalık olmasıdır. Ona göre, Kureyş'in gücünün kaybolması ve çoğunluğunu yitirmesiyle bu hakkı da ortadan kalkar. Bunun an­lamı, onun Kureyşli olmayı, kuvvet ve çoğunlukla yorumlaması demektir. [Yani arkası kuvvetli ve çoğunluğa sahip olan her han­gi kavimden birisi, şayet şartların] taşıyorsa halife olabilir.][951]

Nitekim Hz. Ebû Bekir'in halife seçiminde "Bütün Araplar halifelik işinde Kureyş kabilesinden başkasına razı olmazlar" sö­zü de, İbni Haldun'un görüşüne kuvvet vermektedir. Çünkü bu söz, Arapların ancak Kureyş kabilesinden birisine itaat edip onun idareciliğini tanıyacaklarını ifâde eder.

Hilâfetin Kureyşlilere âitliğinin her zaman için geçerli bir hü­küm olmadığını savunan âlimlerden birisi de Dr. Tâhâ Hüseyin'­dir. Bu zat da meseleye farklı bir açıdan yaklaşır. Ona göre Hz. Ebû Bekir halife seçiminde Ensara: "İmamlar Kureyş'tendir" der­ken hiçbir sınırlama olmaksızın İmametin Kureyş'e âit olduğunu kastetmemiştir. Gerek Hz. Ebû Bekir, gerekse orada bulunan Muhacirlerden Hz. Ömer ve Hz. Ebû Ubeyde bin Cerrah bununla başkalarından önce Müslüman olan Muhacirleri kastediyor ve onları düşünüyorlardı. Çünkü Muhacirler canlarıyla, mallarıyla, fa­kirlik ve sıkıntı zamanlarında Mekke'de dâvasını yayması için Resûlullaha destek olmuşlardı. Hz. Ebû Bekir Ensara: "İmamlar Kureyştendir" derken Kureyş'in bu mümtaz kesimini kastediyor­du. Bu kesim ki herkesten önce Müslüman olmuş, hem Mekke'­de, hem de Medine'de Peygamberimizle birlikte cihad etmişlerdi.

Abdülkadir Udeh, Dr. Tâhâ Hüseyin'in bu görüşüne yer ver­dikten sonra bu sözleri şöyle yorumlar:

"Dr. Tâhâ Hüseyin'in bu söylediklerinin anlamı şudur: Ku­reyş'in bu mümtaz kesiminin, İslama en önce giren, fitne zaman­larında Mekke'de, güçlü olunduğu zaman da Medine'de Hz. Pey­gamberle cihad eden kesiminin ortadan kalkmasıyla, böyle bir şartın gereği ve yeri yoktur."[952]

İbni Haldun ve Tâhâ Hüseyin'in dikkat çektiği, Udeh'in buna katıldığı gibi, "Hilâfetin Kureyşliliğinin" ilk Müslümanlar için geçerli olduğunu kabul etmemize bir engel yoktur. Ayrıca konu­yu böyle anlamamıza sebep olan hadisler de vardır. Bunlara biraz sonra yer vereceğiz. Burada sadece birini nakletmek istiyoruz:

Peygamberimiz (s.a.v.) bir hadislerinde,

"Benden sonra hilâ­fet ancak otuz sene devam edecektir. Ondan sonra padişahlık devri başlar" buyurmuştur. Hadisin diğer bir rivayetinde,

"Otuz seneden sonra Allah mülkünü, o kullarının idaresini dilediği kimseye verir" buyurulmuştur. Peygamberimiz "İmamlar Kureyş'tendir" derken, hilâfetin sona erme zamanına kadar olan imamları kastetmiş olabilir. Toplam olarak otuz yıl hilâfette bulunan Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali ve Hz. Hasan Kureyş'tendi.5

İbni Haldun'a ve Dr. Tâhâ Hüseyin'in yorumlarına katılan Udeh, kendisi de mühim bir noktaya dikkat çeker ve şöyle der:

"Daha önce anmış olduğumuz hadislerin tümünün anlamı bir­dir. Şu anlamda ki, hepsi imameti Kureyş'e âit olarak göstermiş­lerdir. Fakat onların bir kısmında kabule değer bir takım ziyâdelikler bulunmaktadır. Bu ziyâdelikler, devlet yöneticiliğinin kayıt­sız şartsız Kureyş'e âit olmadığını, bu işin onlara ancak Allah'a itaat ettikleri ve emri üzerinde dosdoğru yürüdükleri zamana âit olacağını, Ona isyan etmeleri halinde ise imametteki haklarının düşeceğini kesin olarak ortaya koymaktadır.[953]

"İki kişi kalmış olsa bile devlet yöneticiliği Kureyş arasın­dadır"

hadisi, "İmamlar Kureyş'tendir" hadisi gibi mutlak olarak bize kadar gelmiştir. Ancak bu iki hadîs de, diğer hadislerde sözü edilen, Allah'a itaat etmeleri ve Onun emirlerini uygulamaları ile kayıtlıdır. Kureyş'in imametteki haklarının düşmesinin anlamı da, Kureyş'ten asla imam olmayacağı anlamında değildir. Bu, imametin Kureyş'in tekelinde olmayacağı demektir. Buna göre imamın Kureyşli olması da, olmaması da caizdir."

Abdülkadir Udeh'in konu ile ilgili dikkat çektiği bir diğer hu­sus da, "Kureyşliler size karşı doğru oldukları müddetçe sizler de onlara karşı dosdoğru olun" hadisiyle, "Kureyş'i öne geçirin, onun önüne geçmeyin" mealindeki hadislerden başka konu ile il­gili diğer bütün hadislerin "haber sîgasıyla" gelmiş olmasıdır. Bu iki hadis ise "emir sîgasıyla" gelmiştir. Haber sîgasıyla gelen ha­disler hüküm değildir. Sadece Kureyş'in gelecekteki durumunu haber vermekte ve onların karşılaşacakları şeyleri bildirmektedir. Udeh, haber sîgasıyla gelen hadislerin ifâde ettikleri toplu mânâyı şöyle toparlar:

"İnsanlardan iki kişi kalmış olsa bile, Allah'a itaat ettikleri sü­rece, imamet onların arasında olacaktır. Allah'a âsi oldukları tak­dirde ise, Allah onların üzerine onları bu işten uzaklaştıracak kim­seleri musallat eder. Emir sîgasıyla buyurulmuş diğer iki hadise gelince; bunlar, Allah'ın emirleri üzerinde dosdoğru kaldıkları sü­rece, ümmetin Kureyş'e karşı takınması gereken tavrı ortaya koy­mak için söylenmiştir."[954]

Udeh'in haber sigasıyla, yani Allah'ın bildirmesi ile istikbalde olacak hadiseleri haber verme kabilinden olduğunu söylediği ha­dislerden bâzıları şunlardır:

"İmamlar [devlet başkanları Kureyştendir. Sizin üzerinizde benim hakkım vardır. Onların da benim gibi sizin üzerinizde hak­ları vardır. Ancak bu hak, kendilerinden merhamet istendiği za­man merhamet ettikleri, söz verdiklerinde yerine getirdikleri, hü­kümlerinde âdil oldukları, müddetçe vardır. Eğer aralarında böyle yapmayanlar olursa, Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların la­neti onların üzerine olsun."[955]

Taberânî'nin rivayet ettiği metnin son kısmı şöyledir:

"...Paylaştırdıklarında adaletle hareket ettikleri müddetçe, dev­let yöneticiliği Kureyş'in içindedir."

"Ey Kureyşliler! Allah'a âsi olmadığınız sürece devlet yöneti­minin ehli sizlersiniz. Ona isyan edecek olursanız—elindeki değneği göstererek—bu değneğin kabuğunun soyulması gibi, Allah sizi bundan uzaklaştıracak kimseleri musallat eder."

Râvi, Peygamberimizin değneğin kabuğunu soyduğunu bildirir.[956]

"Şu hilâfet Kureyşin elinde bulunacaktır. Onlar dinî vecibele­rini yerine getirdikleri müddetçe, hiçkimse onlara düşmanlık ede­meyecektir. Ne zaman ki dine bağlılıktan ayrılırlar, o zaman Allah Kureyş'i yüz üstü sürçtürür, rezil eder."[957]

"Devlet reisleri adaletle hükmettikleri takdirde Kureyş'tendir. Onlar anlaşma yaptıklarında gereğini yerine getirirler, yardımları istendiğinde bunu esirgemezler."[958]

Görüldüğü gibi bu hadisler gaybî haberler çeşidindendir. Pey­gamberimiz burada sayılan şartları yerine getirdikleri müddetçe hilâfetin Kureyş'in elinde devam edeceğini, aksi takdirde Allah'ın bu nimetini onlardan alacağını, üzerlerine başkalarını musallat edeceğini bildirmiştir.

Zikrettiğimiz hadislerin birinde geçen,

"Ona isyan edecek olursanız—elindeki değneği göstererek—bu değneğin kabuğunun soyulması gibi, Allah sizi bundan uzaklaştıracak kimseleri musal­lat eder"

tehdidi aynen gerçekleşmiştir. Abbasîler devrinin sonra­ki yıllarında halifeler "kabuğu soyulan ağaca" benzemişlerdir. Halifeler çocuk gibi bâzı basit şeylerle oyalanmışlar, işleri baş­kaları yürütmüştür.

Burada iki hadis üzerinde daha durmak istiyoruz. Bunlar:

"Kureyş sizin için istikamet üzere oldukça, siz de onlar için istikametli olun. Onlar istikametli olmazlarsa kılıçlarınızı omuz­larınıza koyup çoğunu helak edin. Bunu yapmazsanız çok çalışıp az kazanan bedbaht çiftçiler olun."[959]

"Bu iş [hilâfet] Himyerîlerin elinde idi. Allah onlardan alıp Kureyş'e verdi. Tekrar onlara dönecektir."[960]

İbni Hacer son hadisle ilgili olarak meâlen şöyle bir değerlen­dirmede bulunur:

Hadiste de haber verildiği gibi, Allah Himyerîlerin elinden ala­rak hilâfet vazifesini Kureyşlilere verdi. Fakat onlar bu nimete olan liyakatlarını kaybettiklerinde Deylemliler galip geldiler. Kureyşlileri sıkıştırdılar. Bundan sonra halifenin yetkisinde sadece hutbe okumak kaldı. Zorbalar memleketi aralarında paylaştılar. Sonunda hilâfet Kureyşlilerin elinden çıktı. Bâzı yerlerde halife­nin kuru bir adı kaldı.[961]

İmamların Kureyş'ten olmaları hadisinin zamanla kayıtlı oldu­ğunu görüşünde olan âlimlerden birisi de, Mevdûdî'dir. Mevdudî, Ebû Hanife'nin "İmamlar Kureyşten olmalıdır" görüşünü naklettikten sonra şöyle der:

"Hemen ilâve edelim ki, bu fikir ve rey, İslâmî hilâfetin, Şeri­at gereğince, yalnız has bir kabilenin kanunî hakkı olduğu mânâ­sına gelmez. Bu düşüncenin gerçek sebebi, o devre ait olan şart­lardır. Zira bütün Müslümanları bir araya getirebilmek için halife­nin Kureyş'ten olması fikri, bu hususta tek çare olarak düşünül­mekteydi." Mevdudî daha sonra İbni Haldun'un konu ile ilgili görüşüne yer verir. İbni Hacer'in Fethü'l-Bâri' isimli eserinden nakille "Hilâfet hususunda, Kureyşliler için de bâzı şart ve vasıflar aranacaktır" der ve bundan şu neticeyi çıkarır:

"Kureyş'in sahip olması icab eden bu şart ve vasıflar ortadan kalkınca, hilâfetin, Kureyşten olmayan birinin elinde bulunması imkânı dâima mevcut demektir."[962]

İmamette Kureyşliliğin şarta bağlı olduğunu savunanlardan bi­risi de Prof. Dr. Muhammed Hamidullah'tır. Delili de, Hz. Ömer'in yerine birisini tayin etmeleri söylendiğinde, "Şayet Ebû Hüzeyfe'nin kölesi Salim hayatta olsaydı, Onu halife tayin eder­dim" sözüdür. Salim (r.a.) Kureyş'ten değildi. Dolayısıyla Hz. Ömer Kureyş'in dışında başka bir kabileye mensup birisinin ha­life olabileceğini caiz görmektedir. Hamidullah sonra şöyle der:

"Acaba Hz. Ömer (r.a.) bu sözü söylerken, Hz. Peygamberin (s.a.v.)'in, 'İmamlar Kureyş'tendir' hadis-i şerifini biliyor veya hatırlıyor muydu? Şayet bu hadisi biliyor idiyse, niçin böyle bir söz kullandı? Bunu bilmiyoruz. Muhtemelen, Hz. Ömer (r.a.), bunu biliyordu. Ve buna rağmen Hz. Huzeyfe'nin kölesinin hilâ­fete lâyık olduğunu düşünüyordu."

"Hz. Peygamber (s.a.v.), 'İmamlar Kureyş'tendir' sözünü o günkü şartlar muvacehesinde söylemiştir. Çünkü o biliyordu ki, Araplar ancak Kureyş'ten olan birini kabul ederler."[963]

Bediüzzaman da asrımızda hilâfetin bir şahıs meselesi olmayıp İslâm âleminin katılımıyla teşkil edilecek bir meclisle bu otorite­nin deruhte edileceğini savunur. Onun bu konudaki görüşleri ile ilgili tafsilatlı bilgiyi Bediüzzaman'ın Görüşleri Işığında İslâm ve Hilâfet isimli eserimizin 404-414. sayfalarında bulabilirsiniz.

Bu izahlardan sonra sanırız mesele netleşmiştir. Biz de ikinci görüşü tercih ediyoruz. Yani Peygamberimiz "İmamlar Kureyş'­tendir" sözünü o şartlar için söylemiştir. Hakikaten bu hadis o za­man için büyük bir fitneyi önlemiş, Müslümanları en kuvvetli ka­vim etrafında birleştirmiştir. Fakat sonraları Kureyş bu lütfa liya­katını kaybetmiş, naklettiğimiz hadislerde de dikkat çekildiği gibi, Yüce Allah da onlardan bu nimeti almıştır. İslâmiyetin hilâfet mü­essesesi hiçbir şahsın, hiçbir sülâlenin, hiçbir kavmin ve hiçbir milletin tekelinde değildir. Zaten "Hilâfet Kureyş'in hakkıdır" di­yen âlimler de hilâfeti zorla ele geçiren kimsenin, hangi kabile­den olursa olsun, hilâfetinin caiz olduğunu söylemişler, çelişkiyi de zaruretle izah etmişlerdir.[964]

Günümüzde hangi milletten olursa olsun, isterse dahi olsun, bir kişinin iki milyarı aşan Müslümanları idare etmesi ve bunda nin üzerinde anlaşabilecekleri bir şahıs bulmak imkansızdır. Faraza bulunsa bile onun hilâfeti sembolik olmaktan öteye geçemez. Artık Müslümanların halifesi bir şahıs değil, meşveret-i şer'iyyenin hâkim olduğu ve bütün İslâm âleminin temsilcilerinin bulun­duğu bir meclis olmalıdır.

Hadisin ikinci bölümünde geçen, "Her hak sahibine hakkını veriniz" ifâdesi "Allah'ın farz kıldığı haklarını" mânâsındadır. Meselâ idareciye itaat farzdır. Bu bir âyette şöyle emredilir:

"Ey iman edenler! Allah'a, Resulüne ve sizden olan idarecilere itaat ediniz."[965]

Âyetteki "sizden" tabiri, itaatte ölçüyü koymakta, idarecinin Allah ve Resulü yolunda olması gerektiğini belirtmektedir. Diğer taraftan, bu itaat her hususuda kesin itaat değildir. İdareciye itaat edilmeyecek durumlar da vardır. Bunu şu hadisten öğreniyoruz;

"Müslüman bir kimse, hoşuna gitsin, gitmesin, bütün işlerde günah olmadıkça, idarecinin emirlerini dinlemek ve itaat etmek mecburiyetindedir. Eğer idareci günah olan bir hususu emreder­se, o zaman onu dinlemek ve itaat etmek gerekmez."[966]

Bununla ilgili bir başka hadis şu mealdedir:

"İdarecide açık bir inkâr görür ve bunu da Allah'ın kitabından bir delile dayandırıra" sanız, o zaman itaat etmek söz konusu olmaz."[967]

İdarecinin burnunun kesik olması, renginin başka olması, bu itaate mâni değildir. Nitekim izahını yaptığımız hadiste "burnu kesik Habeşli bir köle" ifâdesi geçmektedir. Hadisin bu kısmı di­ğer hadis kitaplarında da şu ifâdelerle rivayet edilir:

"Size idareci kılınan kişi isterse başı siyah bir üzüm tanesine, benzeyen Habeşli bir köle olsun, aranızda Allah'ın kitabını uygu­ladıkça emirlerine kulak veriniz, onlara itaat ediniz."[968]

 

Peygamberimizin Ümmetini İkazı

 

296. Ebû Bekrete (r.a.) rivayet ediyor:

"Benden sonra dönüp birbirinizin boynunu vuran kâfirler olmayın."[969]

 

İzah

 

Hadis, "Benden sonra küfre dönüp de birbirinizin boynunu vurmayın" şeklinde de tercüme edilmiştir.

Peygamberimiz bu sözlerini Veda Haccı esnasında yaptığı bir konuşmanın sonunda söylemiştir. Bu konuşmanın Buhârî'de ge­çen şekliyle tamamı şöyledir:

Resûlullah (s.a.v.),

"Ey ahali! Hangi ayı daha çok hürmete de­ğer biliyorsunuz?" buyurdu.

Sahabîler, "Şu içinde bulunduğumuz ay değil mi?" dediler.

Peygamberimiz (s.a.v.),

"Peki hangi bölgeyi daha çok hür­mete değer biliyor sunuz?" buyurdu.

Onlar, "Şu şehrimiz değil mi?" dediler.

Resûlullah,

"Hangi günü daha çok hürmete değer biliyorsu­nuz?" diye sordu.

Sahabîler, "Şu içinde bulunduğumuz gün değil mi?" dediler. Bundan sonra Resûlullah sözlerine şöyle devam etti:

"Öyle ise şunu kesin olarak bilin ki, Allah Teâlâ meşru bir se­bep dışında, canlarınızı, mallarınızı ve ırzlarınızı bu şehriniz ve bu ayınızdaki gününüz gibi mukaddes ve dokunulmaz kılmıştır."

Resûlullah sonra da,

"Dikkat edin! Tebliğ ettim mi?" diye sordu.

Onlar "Evet" cevabını verdiler. Bu sözünü iki defa daha tekrarla­dı. Sonra da,

"Sakın ha, benden sonra tekrar küfre dönüp de bir­birinizin boynunu vurmaya kalkmayın!" buyurdu.

Müslim'deki rivayet ise şöyledir:

"Vah size, yahut vah sizin halinize! Benden sonra dönüp bir­birinizin boynunu vuran kâfirler olmayın."

Hadiste geçen "küfür" ile ilgili olarak âlimler çeşitli açıklama­lar yapmışlardır. Bu açıklamaların sayısı sekizi bulur. Bunlardan bize göre mânâya en yakın olanları şunlardır:

1. Birbirinizi vurmanız neticede sizi küfre götürür.

2. Birbirinizi vurmanız kâfirlerin işi gibi çirkin bir iştir.

3. Benden sonra küfre geri dönmeyin. Müslüman kalmakta devam edin.

4. Benden sonra hakkı örtbas etmeyin, hakkı gizlemeyin. Hadisin mânâsı şu da olabilir:

"Benden sonra Müslüman olmadan önceki bedevîlik haya­tınıza dönüp de birbirinizin boynunu vurmaya kalkmayın."[970]

 

Allah Yumuşaklığı Sever                          

 

297. Âişe (r.a.) rivayet ediyor:

"Muhakkak ki Allah Teâlâ kullarına karşı lütufkârdır, yu­muşaklıkla muamele eder. Ve her işte yumuşak davranılmasını sever."[971]

 

İzah     

 

Zikrettiğimiz kaynaklarda, "Sert ve kaba davranışlar karşılı­ğında vermediği lütuf ve iyiliği, yumuşak söz ve davranış için ve­rir" ilâvesi vardır.

Yumuşak davranmakla ilgili daha pekçok hadis vardır. Bun­lardan ikisinin meali şöyledir:

"Yumuşak muamele kimde bulunursa onu güzelleştirir. Rıfk, yumuşaklık kimden sökülüp alınırsa onu da çirkinleştirir."[972]

"Yumuşak huylu ve yumuşak sözlü olma nimetine mazhar olan kimse, büyük bir hayra mazhar olmuş; bundan mahrum olan da, büyük bir hayırdan mahrum kalmış demektir.'[973]

 

İdarecilere Dalkavukluk Yapmamak

 

298. Ka'b bin Ucre (r.a.) rivayet ediyor:

"Ey Ka'b bin Ucre! Benden sonra bâzı idreciler gelecek­tir. (Resûlullah onları zulüm ve kötülükle niteledi.) Kim on­ların yanına gider, yalanlarını doğrular ve haksız işlerinde onlara yardımcı olursa o benden değildir, ben de ondan de­ğilim. O kimse kıyamet günü Havzın başında yanıma varamayacaktır.

Kim onların yanına gitmez, haksızlıklarında onlara yar­dımcı olmaz ve yalanlarını tasdik etmezse o bendendir, ben de ondanım. O, Havuz başında benimle buluşacaktır.

Ey Ka'b bin Ucre, haramla beslenen bir et Cennete gir­memeyi hak eder. Böyle bir vücut ateşe daha layıktır."[974]

Zikrettiğimiz kaynaklarda,

"Ey Ka'b bin Ucre, namaz delildir, oruç [Cehenneme karşı] sağlam bir kalkandır. Sadaka da tıpkı su­yun ateşi söndürdüğü gibi hatâları söndürür, yok eder" ilâvesi vardır.[975]

 

Başkasının Yerine  Haccetmek

 

299. İbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor:

Bir adam Resûlullaha (s.a.v.) geldi ve "Ey Allah'ın Re­sulü! Benim babam yaşlı biridir. Haccetmeye gücü yetmez. Onun yerine haccedebilir miyim?" diye sordu.

Resûlullah (s.a.v.),

"Ne dersin, babanın borcu olsa öder miydin?" buyurdu.

O zât, "Evet, öderdim" cevabını verdi. Bunun üzerine Resülullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

"Borcu ödenmeye en layık olan Allah'tır. Babanın yerine haccet."[976]

 

İzah

 

Zikrettiğimiz kaynakların bâzılarında "Babam (veya annem) kendine hac farz olduğu halde vefat etti" şeklindedir.

Dinimize göre ibâdetler üç gruba ayrılır

1. Bedenle yapılanlar: Namaz kılmak, oruç tutmak, Kur'ân okumak gibi.

2. Mal ile yapılanlar: Zekât, fitre, sadaka, kurban gibi.

3. Hem mal, hem de beden ile yapılanlar: Hac ibâdeti gibi.

Namaz, oruç gibi birinci gruba giren ibâdetlerde vekillik caiz değildir. Bir kimse kendi yerine başkasına namaz kıldıramaz, oruç tutturamaz, Kur'ân okutamaz.

Zekât sadaka gibi ikinci gruba giren ibâdetlerde vekâlet caiz­dir.

Hac gibi hem mâlî, hem de bedenî ibâdetlerde vekâletin caiz olması için ölüm, devamlı hastalık, yaşlılık, kadın için mahremi­nin bulunmaması gibi bir engelin olması gerekir.

Hacda vekâletin caiz olduğu ile ilgili birçok hadis vardır. İşte yukarıdaki hadis bunlardan birisidir.[977]

 

İyiliği Tamamlamak

 

300. Câbir (r.a.) rivayet ediyor:                                   

"İyiliği tamamlamak ona başlamaktan daha faziletlidir." [978]   

 

Peygamberimiz Haricîleri Lânetlemişti                                                

 

301. Hz. Ali rivayet ediyor:

Muhammed (s.a.v.) ailesinden ilim sahipleri ve Ebû Be­kir'in kızı Âişe Züssedye denilen Esved'in arkadaşlarının Resûlullahın (s.a.v.) lisanıyla lanetlendiğini biliyorlardı. Bunu Âişe'ye sorarak tahkik ettiler.[979]

 

İzah

 

Hadisin Mu'cemü'l-Evsat'taki rivayeti şöyledir: "Nehrevan ehlinin Muhammed'in (s.a.v.) lisanıyla lanetlen­diğini Ebû Bekir'in kızı Âişe biliyordu."

Hz. Ali ile Hz. Muâviye arasında Sıffîn Savaşı yapılmış, bu savaş esnasında yenilmek üzere olan Muaviye taraftarları mızrak­larına Kur'ân sayfaları geçirerek Hz. Ali taraftarlarını savaşı bı­rakmaya zorlamışlardı. Hz. Ali bunun bir harp hîlesi olduğunu, savaşa devam edilmesi gerektiğini söyledi ise de, bir grup "Biz Kur'ân'a karşı savaşmayız" diyerek ona karşı çıktılar. Netice iki grup arasındaki mücâdele hakeme havale edildi.

Ordular birbirinden ayrılıp herkes kendi bölgesine dönerler­ken Hz. Ali'yi savaşı bırakmaya zorlayanlar yeniden savaşa dönülmesini istediler. Ayrıca ona hakem kabul etmekle kâfir oldu­ğunu, dolayısıyla tevbe etmesi gerektiğini, tevbe etmez ise kendi­siyle beraber bulunmayacaklarını söylediler. Hz. Ali her ne kadar bunlara nasihatta bulundu ise de sözünü dinletemedi. Bunlar kısa zamanda kalabalık bir grup oluşturdular ve 12 000 kişilik bir kuvvetle Küfe yakınlarındaki Harura'da konakladılar. Şebes bin Rebryi de kendilerine kumandan seçtiler.

İtaattan çıktıkları için bunlara "Haricîler" denildi. Hz. Ali Ab­dullah bin Abbas'ı (r.a.) bu topluluğa gönderdi. Onları yeniden itaate çağırdı. Kendisi de gitti. Fakat netice alamadı.

Haricîler gün geçtikçe azgınlaştılar. Hz. Ali taraftarlarına sal­dırdılar. Böylece büyük bir tehlike oluşturdular. Haricîler arala­rında anlaşarak savaş için Nehrevan'da toplanmaya karar verdi­ler.

Aslında Peygamberimiz Haricîlere çok önceden ümmetine ha­ber vermişti. Hz. Ali, Haricîlerle savaşmak üzere hazırladığı or­dusuna bunu şöyle bildirdi:

"Ey Müslümanlar, Resûlullahın şöyle buyurduğunu işittim:

"Ümmetimden öyle bir topluluk çıkacak ki, Kur'ân okuyacak­lar, öyle ki sizin okuyuşunuz onların okuyuşu yanında hiçbir şey değildir. Namazınız da onların namazı yanında hiçbir şey değil­dir. Orucunuz dahi onların orucuna nispeten hiçbir şey sayılmaz. Onlar Kur'ân okuyacaklar, onu kendilerinin lehinde zannedecek­ler, halbuki aleyhlerine olacak. Namazları köprücük kemiklerin­den aşağıya geçmeyecek. İslâmdan, okun avı delip geçtikleri gibi çıkacaklar." (...)

"Vallahi ben onların bu kavim olduğunu kuvvetle ümit ediyor­um. Çünkü onlar, dökülmesi haram olan kanı döktüler, halkın yaylımındaki hayvanlarını gaspettiler. Allah'ın ismiyle onların üzerine yürüyün."[980]

İşte Hz. Ali izahını yaptığımız hadiste de Haricîlerin Resûlullahın (s.a.v.) lisanıyla lanetlendiklerini, bunu Hz. Aişe'nin de bildiğini, arzu eden Âişe Validemizden bunu tahkik edebileceğini haber veriyor. Hadiste bir de "Züssedye" ismi geçiyor.

Asıl ismi Esved olan Züssedye, Peygamberimizin "dinden çı­kacak olanlara" alâmet olarak tarif ettiği adamın ismidir. Resûlullah (s.a.v.) dinden çıkacak olanların arasında bulunan birisinin alâmetlerini saymıştır. Hz. Ali de yukarıda yer verdiğimiz konuş­masının bir yerinde bununla ilgili olarak şöyle demiştir:

"Bu kötü kavmin alâmeti şudur: İçlerinde bir adam bulunacak. O adamın pazusu olup kolu bulunmayacak. Pazusunun ucunda meme ucu gibi bir çıkıntı bulunacak. Üzerinde de beyaz kıllar olacak."

Hicretin 37. yılında Hz. Ali ordusu Nehrevan'da Haricîleri büyük bir bozguna uğrattı. Hz. Ali adamlarına Peygamberimizin dinden çıkan kavme alâmet olarak tarif ettiği adamı bulmalarını emretti. Aradılar, fakat bulamadılar. Hz. Ali, "Hayır, vallahi o bunların içinde olacak. Ben yalan söylemedim, yalanlanmam da" dedi. Sonra kendisi de o adamı aramaya çıktı. Nihâyet onu ölü­ler arasında buldu. Kolunda aynen kalın memesine benzeyen bir etin saraktığını, meme ucu üzerinde beyaz kılların olduğunu gör­dü. Bu et parçası çekilip uzatıldığında eli hizasına varacak kadar uzuyor, bırakıldığında eski halini alıyordu. Hz. Ali o adamı hak­kaniyetine delil olarak gösterdi. Böylece Peygamberimizin bir mucizesi daha çıkmıştı. Hz. Ali tekbir getirdi, "Allahü ekber! Ben yalan söylemedim" dedi.

Haricîler hakkında tafsilat için Dört Halife Devri isimli eserim­izin 337-388. sayfalarına ve Mezhepler Nasıl Ortaya Çıktı? isimli eserimizin "Haricîler" bahsine bakınız.[981]     

 

Ramazan Ayında Cehennemlikler Azâd Edilir

 

302. Enes (r.a.) rivayet ediyor:

"Muhakkak ki Allah Ramazan'ın her gecesinde bazı kul­larını Cehennemden azâd eder. Ancak Ramazan'da oruç tut­mayıp içki içenler bundan hâriçtir."[982]

 

Zikrin Fazileti

 

303. Câbir bin Abdullah (r.a.) rivayet ediyor:

"Lâ havle velâ kuvvete illâ billah (Güç ve kuvvet ancak Allah'tandır)" cümlesini çok söyleyin. Muhakkak o doksan dokuz çeşit sıkıntıyı defeder. Bunların en küçüğü, üzüntü ve fakirliktir."[983]

 

İzah

 

Tirmizide, "Allah'tan kurtuluş yine Ona yönelmek iledir" ilâvesi vardır.

Bediüzzaman, "Lâ havle velâ kuvvete illâ billah" cümlesinin insanın yokluktan çıkıp atom vaziyetinden mü'min bir kul oluncaya kadar geçirdiği bütün tavır ve hallerine baktığı kanaatinde­dir. Bu hallerden bâzıları şunlardır:

1. Yokluktan çıkıp var olabilmek için gerekli olan güç ve kuv­vet Allah'tandır.

2. Yok olmayıp baki kalabilmek için gerekli olan güç ve kuv­vet Allah'tandır.

3. Zararlı şeyleri def edip faydalı olan şeyleri celbedebilmek için gerekli olan güç ve kuvvet Allah'tandır.

4. Musibetten uzak olup istenilen şeylere nail olabilmek için gerekli olan güç ve kuvvet Allah'tandır.

5. Allah'a isyan yoluna girmeyip itaat üzere devam edebilmek için gerekli olan güç ve kuvvet Allah'tandır.

6. Azaba maruz kalmayıp nimete mazhar olabilmek için gerek­li olan güç ve kuvvet Allah'tandır.

7. Karanlığa düşmeyip nur ile nurlanmak için gerekli olan güç ve kuvvet Allah'tandır.

Evet, bu mânâları tefekkür ederek söylenecek olan "Lâ havle velâ kuvvete illâ billah" cümlesinin insana çok şeyler kazandıracağı açıktır.[984]

 

Bir İnsanın Hidâyetine Sebep Olmak

 

304. Ukbe bin Âmir el-Cühenî (r.a.) rivayet ediyor:

"Birinin Müslüman olmasına vasıta olan kimseye Cennet vacip olur."[985]

 

Helak Eden Üç Şey

 

305. Ebû Katâde (r.a.) rivayet ediyor:

"Ümmetimin helaki şu üç şeydedir:

1. Kaderi yalanlamak,

2. Irkçılık davası gütmek,

3. Tahkik etmeksizin dinî konuları nakletmek."[986]

 

İzah

 

Hadiste ümmetin helak sebeplerinden birisi, kaderi yalanla­mak olarak gösteriliyor. Kaderiyye hakkında 75, 433 numaralı hadislerde açıklama yapmıştık. Oraya bakılabilir.

Ümmetin helak sebeplerinden ikincisi, ırkçılıktır. Irkçılık Câhiliyye devri âdetlerindendi. Irkçılık sebebiyle Araplar arasında çok kanlı savaşlar yapıldı. İslâmiyet tebliğ edildiğinde ırkçılıkla şiddetli bir mücâdeleye girişti. Irkçılık dâvası gütmek gerek âyet­lerle, gerekse hadislerle yasaklandı. Bu konudaki tafsilatı Bediüzzaman'ın Görüşleri Işığında İslâm ve Milliyetçilik isimli eseri­mize havale ederek burada ırkçılığın ümmetin helak sebeplerinden olması üzerinde durmak istiyoruz:

Din, ırklarına bakmaksızın Müslümanları birleştirir, bütünleş­tirir, kaynaştırır. Allah, din, peygamber, kitap, kıble gibi her biri mühim bir birlik unsuru olan bağların yerini ırkçılık düşüncesi aldığında ise, birbirine bağlayan ip koptuğunda tesbih tanelerinin parçalanıp dağılması gibi, birlik ve beraberlik bozulur, dağılır.

Dinin ırkları birleştirici ligi, maalesef, İslâm dünyasında ilk de­fa Emevîler devrinde göz ardı edilmiş, din bağı yerine ırkçılık konulmuştur. Emevîler, bu hareketlerinin cezasını da tarih sahnesinden silinerek çekmişlerdir.

Cumhuriyet döneminde körüklenen ırkçılık hareketlerine kar­şı çıkan Bediüzzaman, İslâmiyetin ırkçılığı reddettiğini açıkladık­tan sonra ırkçılığın zararına işâreten Emevîleri misâl vermiş şöyle demişti:                                                                                                  

"Acaba hangi unsur var ki, üç yüz elli milyon vardır? [o tarih­teki Müslümanların sayısı üçyüz elli milyondu] Ve o İslâmiyet yerine o unsuriyet fikri, fikir sahibine o kadar kardeşleri, hem ebedî kardeşleri kazandırsın! Evet, menfî milliyetin tarihçe pek çok zararları görülmüş!

"Emevîler, bir parça fikr-i milliyeti siyasetlerine karıştırdıkları için, hem âlem-i İslâmı küstürdüler, hem kendileri de çok felâket­ler çektiler."[987]

Bediüzzaman, aynı eserinin başka bir yerinde de Emevîlerin İslâm devletini Arap milliyetçiliği üzerine istinad ettirdiklerine, ırkçılık bağlarını İslâmî bağlardan öne geçirdiklerine dikkat çeker. Bunun neticesinde de ırkçılık sebebiyle diğer milletleri rencide ederek ürküttüklerini, ırkçılık sebebiyle ırktaşlarını kayırarak zul­mettiklerini söyler.[988]

Gerçekten de Ömer bin Abdülaziz gibi bir iki halife devri hariç tutulursa, Emevîler Devrinde Müslümanların kardeş, insanların eşit olduğu prensibi unutulmuş, Arapların siyasî ve hukukî baskı­sı son haddine varmıştı. Emevîler, Arapların dışındaki Müslü­manları kendilerine eşit saymıyorlar, kendilerini diğer ırklara mensup bütün Müslümanlardan üstün tutuyorlardı. Hatta onları köle gözü ile görüyorlardı. Bir Arap Türkün veya İranlının arka­sında namaz kılmıyor, onlardan bir kadınla evlenmiyordu. Vali, hâkim ve imam tayin edilmek istendiğinde görevlendirilecek şah­sın Arap olup olmadığı hususu iyice araştırılıyordu. Onların bu tutumları diğer ırklara mensup Müslümanlar arasında büyük bir tepkiye sebep oldu. Onlarda da ırkçılığı netice verdi. Böylece İs­lâm dünyasında "Şuubiye hareketi," yani Arapların kendileri dı­şındaki kavimlere üstünlük kurma çabalarına karşı çıkan hareketler başladı. Böylece Emevîler hem âlem-i İslâmi küstürdüler, pekçok zulüm yaptılar, hem de haşmetli devletlerinin tarih sahne­sinden silinmesine sebep oldular.

Osmanlı Devletiyle İslâm birliği yeniden kuruldu. "Müslü­manlar kardeştir" prensibi yeniden yaşanır oldu. İslâm dünya­sındaki Müslümanlar asırlarca kardeşçe yaşadılar. Birbirlerinin yardımına koştular, sevinçleriyle sevindiler, üzüntüleriyle üzül­düler.

Ne acıdır ki, 1900 yılların başlarında bilhassa Avrupa'nın tel­kiniyle "ırkçılık" yeniden gündeme geldi. O yıllarda başlayan ırk­çılık akımı neticesinde İslâm dünyası yeniden bölündü, parçalan­dı, sömürge hâline geldi. Osmanlının son yıllarında iktidarı ele geçiren İttihad ve Terakki Fırkasının 1908'den sonra devleti kur­tarma çaresi olarak gördüğü ırkçı politikalar, zararlı ve parçalayıcı neticeleri de beraberinde getirdi. Batının tahriki ile Hıristiyan un­surların da Osmanlı Devletine karşı vaziyet almalarını netice ver­di. Devletin ırkçılığa yönelmesiyle uyanan bağımsızlık arzuları, bir yandan Osmanlı Devletinin parçalanmasını hazırladı, bir yan­dan da ayrılan toplulukların sömürgeleşmesine yol açtı. Bediüzzaman, bununla ilgili olarak da şöyle der:

"Hem bizde iptida-i hürriyette [Meşrutiyetin ilân edildiği yıl­larda]—Bâbil kulesinin harabiyeti zamanında 'tebelbül-ü akvam' tabir edilen 'teşâub-u akvam' ve o teşâub sebebiyle dağılmaları gibi—menfî milliyet fikriyle, başta Rum ve Ermeni olarak pekçok 'kulüpler' nâmında sebeb-i tefrika-i kulüp, muhtelif mülteciler cemiyetleri teşekkül etti. Ve onlardan şimdiye kadar, ecnebilerin boğazına gidenlerin ve perişan olanların halleri, menfî milliyetin zararını gösterdi."[989]

Bediüzzaman burada ırkçılık hareketlerini güzel bir benzetme ile "tebelbül-ü akvam"a benzetiyor. Tevrat'ta bildirildiğine göre, Hz. Nuh'un oğulları gökyüzüne ulaşmak için büyük bir kule yaptırmışlardı. Yüce Allah bu kulede çalışmakta olan insanların dillerini değiştirdi ve onları birbirlerini anlamaz hale getirdi. Yet­miş iki dil burada meydana geldi. O kule de tamamlanamadı.[990]

Bediüzzaman, ırkçılık hareketlerini Bâbil Kulesine benzetme­kle, daha önce kardeş olan, birbirlerini anlayan insanların, ırkçı­lık sebebiyle birbirlerini anlayamaz hale geldiklerine dikkat çek­mektedir. Bâbil Kulesinde diller ayrıldığı gibi, ırkçılık hareketle­riyle de milletlerin birbirlerinden ayrıldıklarını nazara vermekte­dir. Ki, o tarihlerde Araplar, Kürtler, Ermeniler ve Rumlar pek­çok kulüpler kurarak ayrılık çıkarmışlardı. Fakat buna İttihad ve Terakki fırkasının "Türkçülük" yapması sebep olmuştu. Bu ırkçı­lık neticesinde de Fas, Tunus, Arnavutluk gibi pekçok İslâm ül­kesi ecnebilerin esareti altına girmişti.

Bediüzzaman, Peygamberimizin pekçok hadislerinde Kıya­metin büyük alâmetlerinden birisi olarak haber verdiği Deccal'in, ırkçılığı kullanacağını da ifâde eder. Ve Türkleri Deccal'in bu te­sirli silahına karşı dikkatli olmaya çağırır. Şualar isimli eserinde Deccal'le ilgili bir hadisi izah ederken şöyle der:

"Garipdir, hem çok gariptir. Yediyüz sene müddetinde İslâmiyetin ve Kur'ân'ın elinde şerefşiar, bârika asâ [şerefli, şimşek gibi parlayan] bir elmas kılınç olan Türk milletini ve Türkçülüğü, muvakkaten [geçici olarak] İslâmiyetin bir kısım şeâirine [alâ­metlerine] karşı istimal etmeye [kullanmaya] çalışır. Fakat muvaffak olmaz, geri çekilir. 'Kahraman ordu, dizginini onun elinden kurtarıyor' diye rivayetlerden [hadislerden] anlaşılıyor."[991]

Aslında Deccal'in ırkçılığı İslâm birliğini parçalamak için kul­lanması dahi onun ne derece zararlı bir cereyan olmasını göster­mesi bakımından kâfidir.

Bu konudaki tafsilatı da yine İslâm ve Milliyetçilik isimli ese­rimizin 78-93. sayfalarında bulabilirsiniz.

Hadiste ümmetin helâket sebebi olarak sayılan üçüncü husus, "tahkik etmeksizin dinî konuları nakletmek" gösteriliyor. Kulak­tan dolma, çoğu İslama zıt bilgileri tahkik etmeden, doğruluğunu araştırmadan nakletmenin zararı izaha yer bırakmayacak kadar açıktır. Bu yaygınlaştığında gerçek İslâmiyetin, doğru İslâmiyetin yerini yalan yanlış bilgiler alacaktır. Böylece doğru İslâmiyetten uzaklaşan Müslümanlar artık helak olmuş demektir. Bu, Peygam­berimizin gaybî bir haberi olması yanı sıra, böylelerine bir ika­zıdır da, Müslümanların helâkına sebep olan kimse elbette âhirette acı bir azaba çarptırılır. Böyle olunca, kulaktan dolma bilgileri araştırmadan orada burada nakledenler bu alışkanlıklarını terk et­melidirler.[992]

 

Şigar Nikahı

 

306. Übey bin Ka'b (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah (s.a.v.),

"Sigar yoktur" buyurdu.

"Ey Al­lah'ın Resulü, şigar nedir?" dediler.

"İki kadının karşılıklı mehirsiz olarak nikahlanmasıdır'' buyurdu.    

20 Numaralı hadisin izahına bakınız.[993]   

 

Anne Karnında İken Kaderin Yazılması

 

307. Abdullah bin Mes'ud (r.a.) rivayet ediyor:

"Nutfe rahimde yerleştikten kırk gün sonra alaka olur, kırk gün geçtikten sonra mudka olur, kırk gün geçtikten sonra kemik olur. Kırk gün geçtikten sonra da Allah ke­miğe et giydirir. Sonra melek sorar:

"Ey Rabbim, erkek mi, yoksa kız mı olacak?" Allah tak­dir eder, melek yazar. Sonra, "Ey Rabbim, itaatkar mı, is­yankar mı olacak?" diye sorar. Allah takdir eder, melek ya­zar. Sonra "Ey Rabbim, ömrü, rızkı ve ameli ne kadar ola­cak?" der. Allah takdir eder, melek yazar."

136 Numaralı hadisin izahına bakınız.[994]

 

Peygamberimizin Hz. Fâtıma'ya Öğrettiği Dua

 

308. Enes (r.a.) rivayet ediyor:

Güneş doğuncaya kadar mescidde Resûlullah ile bera­berdik. Resûlullah çıktı, ben de ardından çıktım. "Muhammed'in kızı Fâtıma'nın evine gidelim" buyurdu.

Onunla bir­likte eve girdik. Fâtıma uyuyordu.

"Ey Fâtima, bu vakitte halâ neden uyuyorsun?" buyur­du.

O, "Gece ateşim vardı, halâ devam ediyor" dedi.

Resûlullah (s.a.v.),

"Sana öğrettiğim dua ne oldu?" di­ye sordu.

Fatıma, "Unuttum," cevabını verdi.

Resûlullah (s.a.v.), şöyle de:

"Ey Hayy ve Kayyûm olan Allah, rahmetinle medet diliyorum. Benim işlerimi düzene koy. Göz açıp kapayıncaya kadar beni nefsimin ve başka hiçbir insanın eline bırakma."[995]                                       

 

Kadınların Camiye Gitmesi                   

 

309. Aişe (r.a.) rivayet ediyor:

Eğer Resûlullah kadınların bizim gördüğümüz bu günkü halini görse idi, İsrâiloğullarının kadınları mescide gitmek­ten alıkonduğu gibi, o da kadınların mescide gitmelerini ya­saklardı.[996]

 

İzah

 

Hadis, Mu'cemü'l-Evsat'da, "Kendisinden sonra kadınların neler ihdas ettiğini görse idi" şeklindedir.

Camide cemaatle namaz kılmak, gerek Peygamberimiz tara­fından gerekse âlimler tarafından teşvik edilmiştir. Hatta Hanefi mezhebine göre cemaatle namaz vacip derecesinde sünnet-i müekkededir. Fakat cemaatle namazın, camiye devamın teşvik edil­mesi erkekler içindir, kadınlar için böyle bir teşvik yoktur. Yüce Allah erkeklerin cemaatla kıldıkları namaza daha çok sevap ya­zarken, kadınların evlerinin bir köşesinde tek başlarına kıldıkları namaza daha çok sevap yazmaktadır. Peygamberimiz bir hadisle­rinde bu gerçeği şöyle ifâde eder:

"Kadının evinin içinde kıldığı namaz, evinin avlusunda kıldı­ğı namazdan daha sevaplıdır. Evinin avlusunda kıldığı namaz mescitte kıldığı namazdan daha sevaptır. Evleri onlar için daha hayırlıdır."[997]

Bununla beraber Peygamberimiz kadınların camiye gitmelerini bütün bütün yasaklamamış, kadınlar daha az sevabı çok sevaba tercih ederlerse, erkeklere onların camiye gitmelerine müsaade et­meleri tavsiyesinde bulunmuştur. Bununla ilgili bir hadis şu me­aldedir:

"Hanımlarınız mescitlere gitmek için sizden izin istediklerinde onları mescidlere gitmekten menetmeyiniz."

Nitekim Peygamber­imiz hayatta iken kadınlar camiye devam etmişler, erkeklerin arkasında namaz kılmışlardır.

Fakat Peygamberimizin vefatından bir müddet sonra, kadın­ların giyim kuşamda aşırı gitmeleri sebebiyle Sahabîler hanım­larını mescidlere göndermemişlerdir. Öyle ki, hanımların giyim kuşamlarında gösterdikleri aşırılıklar Hz. Âişe'nin yukarıdaki sö­zü söylemesine sebep olmuştur.

Hz. Aişe'nin bu sözünden hareketle âlimlerin ekseriyeti ka­dınların camiye gitmelerinin mekruh olduğunu söylemişlerdir.[998]

Bizim kanaatimize göre, kadının camiye gitmediği gibi soka­ğa da çıkmadığı, evinde oturduğu günlerin şartlarına göre veril­miş bir fetvayı, günümüzde de devam ettirmek uygun değildir. Çünkü günümüzde kadınlar eskisi gibi evlerinde oturmuyorlar, alışverişe çıkıyorlar, eş dost ziyaretine gidiyorlar. Böyle iken ka­dının tesettüre ve İslâmiyetin vakar ve ciddiyetine uymak şartıyla camiye gitmelerinin mekruh olduğunu söylemek doğru değildir. Âlimler o fetvayı verdiklerinde kadınlar beylerinden İslâmî bilgileri öğreniyorlardı. Günümüzde ise erkekler maalesef bu vazifele­rini yapamıyorlar, zaten çoğunluk itibarıyla kendileri de dînî bil­giden mahrumlar. Böyle olunca kadınların tesettüre uymak, his­sedilen koku sürünmemek, gidip gelirken vakar ve ciddiyetlerini korumak, cami içerisinde yüksek sesle konuşmamak şartıyla, bil­hassa namaz öncesinde vaaz ve nasihat yapılan teravih namazı

için camiye gitmelerinde dînen hiç bir mahzur yoktur. Bunu de­mekle gerçi sonraki âlimlerin kendi şartlarında verdikleri fetvalara ters düşüyoruz, fakat Peygamberimizin Asr-ı Saadette verdiği fet­vaya dönmüş oluyoruz. Bizce bu konuda bilhassa günümüzde Peygamberimizin verdiği ruhsatın esas alınması kadınları rahatlat­acaktır. Çünkü âlimlerin "Kadınların camiye gitmeleri mekruhtur" şeklindeki fetvaları bilindiği halde, Türkiye'nin hemen her yerin­de kadınlar teravih namazı için camiye gitmektedirler. Kaldı ki hemen her yerde kadınların namaz kılacağı yer, çoğu yerde giriş kapısı dahi erkeklerden ayrılmıştır. Bütün bunlar göz önünde bu­lundurulunca, âlimlerin kendi devir ve şartlarınde içtihad ederek verdikleri fetvayı değişen günümüz şartlarında da vermenin, Pey­gamberimizin ruhsatını yok saymanın Kıyamete kadar geçerli olacak İslâmiyetin ruhuna uymayacağı kanaatindeyiz. Madem ka­dınların evlerinde kıldıkları namazın daha hayırlı olduğuna dikkat çeken Sevgili Peygamberimiz, buna rağmen camiye gitmek için izin isteyen kadınlara bu iznin verilmesini tavsiye ediyor, öyle ise günümüz şartlarında âlimlerin içtihadı olan "Kadınların camiye gitmelerinin mekruh olduğu fetvasını" bırakarak, Peygamberimi­zin ruhsatına dönülmesinin daha doğru olacağını düşünüyoruz.

Hz. Âişe'nin "Eğer Resûlullah kadınların bu günkü halini gör­se idi" şeklindeki sözünü de bir tepki ifâdesi olarak değerendiriyoruz. Çünkü Resûlullahın bu hükmü dinin bir hükmüdür. O kendiliğinden dinî hüküm koymaz. Ona vahyedilmiş, o da sadece bunu tebliğ etmiştir. Resûlullaha (s.a.v.) kadınların camiye gitme ruhsatını vahyeden de o günü de, bugünü de çok iyi biliyordu. Ve kıyamete kadar kadınların ne gibi değişikliğe uğrayacaklarını da biliyordu.

Evet, Sahabîlerden Hz. Ömer'in oğlu Abdullah'ın, kendi oğ­luyla arasında geçen bir konuşma ile konuyu bağlayalım:

Bir defasında Abdullah bin Ömer (r.a.), "Peygamber (s.a.v.),

"Gece kadınların camiye gitmelerine izin verin" buyurdu" demişti.

Oğlu, kadınların giyim kuşamlarını ve laubaliliklerini düşünerek "Vallahi izin vermeyiz" dedi.

Abdullah bin Ömer (r.a.) oğluna çıkıştı ve şöyle dedi:

"Allah senin hayrını versin. Ben 'Resûlullah buyurdu' diyo­rum. Sen, 'İzin vermeyeceğiz' diyorsun."[999]

Hz. Abdullan bu sözle Resûlullahın müsaadesine olan bağlılı­ğını ifâde etmişti.[1000]

 

Peygamberimiz Kimlere Şefaat Edecek

 

310. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:

"Şefaatim kıyamet gününde ümmetimin büyük günah işleyenleri için olacaktır."[1001]

 

İzah

 

Hadisin Tirmizi'deki rivayetinde, "Büyük günah ehli olmaya­nın şefaate ne ihtiyacı var?" ilâvesi vardır.

Şefaat, mahşer gününde Allah'ın izin vermesiyle Allah'ın emirlerini yerine getiren mü'minlerin daha yüksek derecelere yük­selmesi, bâzı günahkarların affedilmesi için başta Peygamberimiz olmak üzere diğer peygamberlerin ve sâlih kulların Allah'tan is­tekte bulunmaları, Ona duâ etmeleridir. Konu ile ilgili pekçok âyet vardır. Meselâ bu âyetlerden birisi şudur:

"İzin verdiğinden başka hiç kimsenin şefaati Onun huzurunda bir fayda vermez. Nihayet kalplerinden korku giderilince, şefaat bekleyenler şefaat edeceklere 'Rabbiniz ne buyurdu?' diye sorar­lar; onlar da 'Hakkı buyurdu ve şefaat izni verdi' derler."[1002]

Şefaat hakkında birçok da hadis vardır. Peygamberimiz bu ha­dislerinde ümmetinden büyük günah işleyenlere şefaat edeceğini , bildirmiştir. Ancak Resûlullahın şefaati sadece büyük günah, işle­yenlere mahsus değildir. Nitekim bir hadiste,

"İnşaallah ümme­timden Allah'a şirk koşmamış olarak vefat eden herkes benim bu şefaatime nail olacaktır" buyurularak bu gerçek ifâde edilmiştir.[1003]

Fıkh-ı Ekber Şerhi'nde de bu konu ile ilgili olarak şöyle deni­lin

"Şefaat yalnız büyük günah işleyenlere mahsus değildir. Hz. Peygamber (a.s.) bütün ümmetin bütün sıkıntılarını gidericidir ve rahmet peygamberidir. Hz. Peygamberin çeşitli şekillerde şefaat edeceği sabittir."[1004]

Evet, Peygamberimiz çeşitli hadislerinde Sahabîlerine dil uza­tanlara, zâlim ve katı yürekli idarecilere, dinde aşırılığa kaçan ve zorlama teville dinden çıkan kimsenin dışında herkese şefaat ede­ceğini bildirmiştir.[1005]

Yine çeşitli hadislerinde Ehl-i Beytini sevenlere,[1006] kendisine çok salavat getirenlere, başkalarına ulaştırmak üzere kırk hadis ezberleyip onunla amel edenlere[1007], gönülden "Lâilâhe illallah" di­yenlere[1008] şefaat edeceğini de bildirmiştir. Ayrıca Cennet ehlinin derecesini yükseltmek için de şefaat edecektir.

Tafsilat için Bediüzzaman'ın Görüşleri Işığında Ölümden Sonra Diriliş isimli eserimizin 275-282. sayfalarına bakılabilir. [1009]  

 

Allah Rızâsı İçin Oruç Tutmak

 

311. Ebu'd-Derdâ (r.a.) rivayet ediyor:

"Kim Allah yolunda bir gün oruç tutarsa, Allah onunla Cehennem arasında gökle yer arası kadar bir hendek mey­dana getirir."[1010]

 

Her Yetkili, Yetkisinde  Bulunanlardan Sorumludur

 

312. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:

"Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden sorumlu­sunuz. İdareci emri altındaki insanların çobanıdır ve onlar­dan mes'uldür. Kişi ehlinin çobanıdır; hanımından ve eli altındakilerden sorumludur. Kadın kocasının haklarının çoba­nıdır; evinden ve çocuklarından mes'uldür. Köle efendisi­nin çobanıdır ve onun malından mes'uldür. Hepiniz çoban­sınız ve güttüklerinizden sorumlusunuz. Öyle ise Mahşer gününde çekileceğiniz sorgu için cevap hazırlayın."

Sahabîler, "Yâ Resûlallah, cevâbı nedir?" diye sordular. Resûlullah (s.a.v.),

"Salih ameller işlemek" buyurdu.[1011]

 

İzah

 

Zikrettiğimiz kaynaklarda hadisin bir kısmı yer alır. Ancak şöyle bir ilâve de vardır:

"Kişi babasının malının çobanıdır, o da sürüsünden mes'uldür."

Ebû Hüreyre'nin (r.a.) şu rivayeti bu hadisi tamamlar:

"Her çoban kıyamet günü hesaba çekilecektir: Sürüsüne Al­lah'ın emrini tatbik etti mi, yoksa etmedi mi? diye. "[1012]

Çoban diye tercüme ettiğimiz kelime, hadiste "koruması için bir şeyler emânet edilmiş güvenilir kimse" mânâsında kullanıl­mıştır.

İdarecinin çobanlığı râîyetini görüp gözetmek, adaletli olmak, Allah'ın hükümlerini uygulamaktır. Erkeğin çobanlığı ailesinin haklarına riâyet etmek, onlara yedirmek, giydirmek Allah'ın em­rettiği sorumlulukları yerine getirmektir. Kadının çobanlığı, beyi­nin namusunu, malını korumak, evin, çocukların işlerini yap­maktır. Hizmetçinin çobanlığı eli altındaki şeyleri korumak, vazi­fesini layıkıyla yapmaktır.

Bâzıları hadiste geçen "Hepiniz çobansınız, hepiniz sürünüz­den mes'ulsünüz" şeklindeki umumî ifâdenin bekârları da çobanlar arasına dâhil ettiğine dikkat çekmişlerdir. Bununla ilgili olarak şu değerlendirmeyi yaparlar:

"Böyle birisi de azaları üzerinde çobandır, fiil, söz ve itikat nevinden emredileni yapmaları, yasaklananları da terk etmeleri meselesinde insanın azaları, kuvveleri, hisleri kişinin sürüsü hükmündedir."[1013]

 

Sıratta Fayda Temin Eden Bir Amel

 

313. Aişe (r.a.) rivayet ediyor:

"Her kim Müslüman kardeşinin bir iyiliğe ulaşması konu­sunda bir yetkiliye aracılık ederse, veya zorluğu kolaylaş­tırmasında ona yardımcı olursa, Allah kıyamet günü ayak­ların kaydığı anda, sırattan geçerken ona yardım eder."[1014]

 

İzah

 

Konu ile ilgili bir başka hadis şu mealdedir:

"İhtiyacını ilgili yere ulaştıramayan kimsenin ihtiyacını ulaştı­rın. Kim bunu yaparsa, Allah kıyamet günü ayaklarını sırat köp­rüsünde sabit kılar."

Mu'cemü'l-Evsat'da, da hem Hz. Âişe'nin rivayet ettiği hadis, hem de Ebu'd-Derdâ'nın (r.a.) rivayet ettiği başka bir hadis ka­yıtlıdır. Ebu'd-Derdâ (r.a.) kanalıyla gelen hadis

"Allah böylelerini Cennette yüce derecelere yükseltir" şeklindedir.

Toplum içerisinde bâzı kimseler vardır ki, ihtiyaçlarını gerekli makamlara ulaştırmaktan âcizdirler. Böyle olunca da hakları zayi olur. İşte Peygamberimiz yukarıdaki hadislerinde ümmetinin ağzı laf yapa­bilen fertlerine bir görev yüklemekte, gerek konuşmayı becere­mediğinden, gerekse medenî cesareti olmadığından ihtiyaçlarını ilgili makamlara ulaştıramayanlara yardımcı olmalarım istemektedir. Bunun karşılığında ise büyük bir mükâfaat müjdesi vermek­tedir ki o da mahşer gününde Cehennem üzerine kurulacak olan kıldan ince, kılıçtan keskin olan sırat köprüsünde ayaklarının kaymayacağı müjdesidir.[1015]

 

Zekât Vermeyenler Şiddetli Hesaba Çekilecek

 

314. Ali (r.a.) rivayet ediyor:

"Şüphesiz Allah Müslüman zenginlere mallarından fakir­lere yetecek miktarda zekât vermelerini farz kıldı. Fakirler aç ve açık kaldıkları zaman sırf zenginlerin yaptıkları hatâ­lardan dolayı zor duruma düşeceklerdir. Dikkat edin! Allah onları çok şiddetli olarak hesaba çekecek, sonra elem verici bir azaba çarptıracaktır."

Konuyla ilgili başka hadis için 479 numaralı hadise bakınız.[1016]

 

İnsanlara Teşekkür Etmenin Ehemmiyeti

 

315. Âişe (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullahın (s.a.v.) yanında iken çoğu zaman bana şöyle derdi:

"Ey Âişe, beyitlerini ne yaptın?"

Ben, "Onlar çok var. Hangilerini istiyorsun ey Allah'ın Resulü?" derdim.

O,

"Şükür hakkındakini" buyururdu.

Ben, "Evet. Annem ve babam sana feda olsun. Şâir şöy­le diyor" derdim.

"İyilik yaptığın kişi sana ya karşılığını verecek veya seni övecektir.

"Yaptığına karşılık seni öven, mükâfat vermiş gibi olur. .  

"Asil kişi ile dostluk ve iyilik bağı kurmak istediğin za­man,

"Az bir kuvvet o dostluk bağını koparmaya yetmez."

Resûlullah (s.a.v.) bunun üzerine şöyle buyururdu:

"Ey Âişe, kıyamet günü Allah mahlukâtı mahşerde top­ladığında kullarından birisinin kendisine iyilik ettiği bir ku­luna 'Ona teşekkür ettin mi?' diye sorar.

O kul şöyle der:

"Evet yâ Rabbi! O iyiliğin Senden olduğunu bildim ve Sana şükrettim."

Allah şöyle buyurur:

"Kendi eliyle Sana iyilik ettiğim kimseye teşekkür etme­dikçe Bana da şükretmiş olmazsın."[1017]

 

En Faziletli Amel

 

316. İbni Mes'ud (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullaha, "Hangi amel daha faziletlidir?" diye sor­dum.

"Vaktinde kılınan namaz, anne babaya iyilik etmek ve Allah yolunda cihad etmektir" buyurdu.[1018]

 

İzah

 

Müslim'deki rivayet, "Amellerin hangisi Cennete daha yakın­dır?" şeklindedir.

Peygamberimiz (s.a.v.) "Hangi amel efdaldir" şeklindeki su­âllere çok değişik cevaplar vermiştir. Meselâ yukarıdaki hadiste faziletli ameller, "vaktinde kılınan namaz, anne babaya iyilik ve Allah yolunda cihad etmek" olarak sayılır.

Başka bir hadiste,

"Amellerin en faziletlisi, mü'min kardeşini sevindirmen, onun borcunu ödemen, ekmek de olsa yemek yedirmendir" buyurulmuştur.[1019]

Bir başka hadiste,

"Amellerin en faziletlisi tek olan Allah'a inanmak, sonra ganimet malından çalmadan cihad etmek, sonra da kabul edilen hacdır" buyurulmuştur.[1020]

Bir hadisde en faziletli amelin helâl kazanç,[1021] bir başka hadiste de "Allah'ı bilmek" yani mârifetullah olduğu bildirilmiştir.[1022]

Bir başka hadiste de,

"Amellerin en üstünü Allah için sevmek ve Allah için düşmanlık beslemektir" buyurulmuştur.[1023]

Görüldüğü gibi, Peygamberimiz "en faziletli amel" ile ilgili olarak değişik cevaplar vermiştir. İslâm âlimleri bunun sebeplerini çeşitli açıdan izah etmişlerdir. Bunlar:

1. Soru sahiplerinin durumundaki farklılıktır. Resûlullah (s.a.v.) suâl soranın durumuna, ihtiyacı olan veya haline uygun gelen şeyle cevap vermiştir. Meselâ böyle bir suâli soran erkeğe "cihad" derken, aynı suâli soran kadına, "hac" cevabını vermiş­tir.

2. Soru vaktinin farklı olması: Bâzı vakitlerde, o vaktin şart­larına uygun olarak bir amel diğerine nazaran daha faziletlidir. Nitekim İslâmiyetin ilk vakitlerinde cihad en faziletli amel olmuş­tur. Çünkü dinin yaşaması buna bağlı idi. Yine birçok âyet ve ha­dislerde namazın sadakadan üstün olduğu açıklandığı halde, dar­lık ve maddî sıkıntı zamanlarında sadakanın daha fazîletli olduğu belirtilmiştir.

3. Hadislerde geçen "daha fazîletli" kelimesi ile belirli bir şey kastedilmemiş, mutlak fazîletlilik kastedilmiştir. Bu açıklamaya göre cevap, "en fazîletli amellerden biri de..." mânâsındadır. Bu­na göre "en fazîletli amel nedir?" şeklindeki bir suâle, "vaktinde kılınan namaz fazîletli amellerdendir" denilmiştir.

Amellerin en fazîletlisi "namaz"; "inançla ilgili amellerin en fazîletlisi" ise imandır.[1024]

 

Resûlullahın Hoş Görüsü

 

317. Mikdad bin Esved (r.a.) şöyle dedi:

Medine'ye hicret ettiğimizde Resûlullah (s.a.v.) bizleri onar kişilik gruplara ayırdı. Ben Resûlullahın içinde bulun­duğu grupla beraberdim. Bir keçinin sütünü hepimiz ortak­laşa içiyorduk. Resûlullahın payını ayırırdık. Bir gece çok acıkmıştım, kalkıp Resûlullahın hissesini de içtim. Resû­lullah (s.a.v.) geldi. Ben sütü içtikten sonra uyuyamadım. Kendisine süt ayırdığımız kaba baktı, içinde birşey bulama­dı. Ben, "Ya Resûlallah, keçiyi senin için keseyim mi?" de­dim.

"Hayır" cevabını verdi.[1025]

 

İzah

 

Bu hadisenin devamı şöyledir:

Arkadaşlarım kendi paylarına düşen sütü içmiş ve uyumuş­lardı. Beni uyku tutmuyordu. Üzerimdeki örtü de kısaydı. Başı­ma çektiğimde ayaklarım açılıyor, ayaklarıma çektiğimde başım açılıyordu. Sonra Peygamber (s.a.v.) âdeti olduğu üzere geldi, namazını kıldı. Süt kabına baktı ve birşey göremedi. Ellerini kal­dırınca ben korktum ve "Şimdi bana beddua edecek, mahvola­cağım!" diye düşündüm. Fakat Resûlullahın söylediklerini du­yunca rahatladım. Resûlullah (s.a.v.),

"Allah'ım, beni doyuranı doyur, beni susuzluktan kurtaranı susuz bırakma" diyordu.

Örtümü yanıma aldım. Keçilerin olduğu yere gittim. Hangisi Peygambere (s.a.v.) ikram etmek için daha elverişli diye bakıyor­dum, sonra Resülullahın devamlı içinde yemek yediği bir kabı aldım ve sütle doldurdum. Sağdığım sütü Resûlullaha (s.a.v.) getirdim. İçti ve kabı bana verdi. Kabda kalan sütten ben de içtim ve ona verdim. Tekrar içti ve bana uzattı. Gülmeye başladım. Re­sûlullaha (s.a.v.) yaptığım şeyi anlattım. Bana,

"Bu, Allah'ın sa­na olan bir rahmetiymiş. Keşke arkadaşlarını uyandırsaydın, on­lar da içseydi" buyurdu.[1026]

 

Resûlullah Vitir Namazında Hangi Sûreleri Okurdu ?

 

318. Âli (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah (s.a.v.) vitir namazının üç rekatında dokuz sûre okurdu. Birinci rekâtta Tekâsür, Kadr ve Zilzal sûre­lerini; ikinci rekâtta Asr, Nasr ve Kevser sûrelerini; üçüncü rekatta ise Kafirûn, Tebbet ve İhlas sûrelerini okurdu.[1027]

 

İzah

 

Hz. Âişe'nin rivayet ettiği ve Taberânînin Mu'cemü's-Sagir'inde de yer alan bir hadiste ise Resûlullah vitir namazında şu sû­releri okurdu:

"Resûlullah vitir namazının birinci rekatında A'la, ikinci rekat­ta Kâfirûn, üçüncü rekâtta ise İhlâs, Felâk ve Nâs sûrelerini okurdu."[1028]

Konu ile ilgili daha başka hadisler de vardır. Fakat âlimler arasında vitr namazında okunması sünnet olan sûreler hakkında bir ittifak söz konusu değildir.[1029]

 

İlim Kaldırılacak

 

319. Abdullah bin Ömer (r.a.) rivayet ediyor:

"Allah kullarından birden bire ilmi çekip almaz. Fakat âlimlerin ruhunu almakla ilmi kaldırır. Öyleki hiçbir âlim bırakmayınca insanlar câhil liderler edinirler. Onlara soru sorulduğunda bilgisizce fetva verirler. Böylece hem kendi­leri haktan sapar, hem de insanları saptırırlar."[1030]

 

İzah

 

Hadis, bizlere birçok mânâları ders vermektedir. Bunlar:

1. Peygamberimiz (s.a.v.) bu hadislerinde farklı bir üslupla ümmetini ilim öğrenmeye teşvik etmektedir. O da şudur:

"Âlim­lerin ruhunu almak suretiyle ilmin kaldırılması, Allah'ın kudreti dahilindedir. Öyle ise böyle bir tehlikeyi her an göz önünde bu­lundurarak ilmi talep edin, âlimlerin yetişmesi için gayret göste­rin."

Gerçekten de bu hadis, Müslümanları ilim öğrenme, onu ko­ruma noktasında gayrete getirmiştir. Meselâ Emevî halifelerinden Ömer bin Abdülaziz Medine valisi Ebû Bekir bin Hazm'a bir mektup yazarak hadislerin tedvîn edilmesini, yani yazı ile kayıt altına alınmasını, toplanmasını emretmiştir:

"Bak, Resûlullahın (s.a.v.) hadîsinden ne varsa yaz. Çünkü ben ilmin kaybolmasından ve âlimlerin gitmesinden korkuyorum. Resûlullahın (s.a.v.) hadisinden başka bir şey kabul etme. Âlim­ler ilmi yaysınlar, ilim için umuma açık yerlerde ilim meclisleri kursunlar. Tâ bilmeyenler de böylece öğrensin. Çünkü ilim gizli kalmazsa helak olmaz."[1031]

2. Hadiste, câhillerin iş başına getirilmesi kötüleniyor, hoş karşılanmıyor. Âlimlerin lider edinilmesi isteniyor.

3. İlimsiz fetva vermeye girişenler kötüleniyor.

4. Hadis, ilmin kaldırılabileğini haber veriyor. Nitekim Resûlullah Veda Haccında,

"İlim kaldırılmadan evvel onu alın"

buyurmuş, bir Sahabînin, "İlim nasıl kaldırılır?" diye sorması üzerine de şu cevabı vermiştir:

"Dikkat edin! İlmin kaldırılması, onun taşıyıcıları olan âlim­lerin ölmesi demektir."[1032]

Peygamberimiz çeşitli hadislerinde de ilmin âhirzamanda kaldırılacağını bildirmiş, ilmin kaldırılıp cehaletin yaygınlaşma­sını kıyamet alâmetlerinden saymıştır.[1033]

 

Muhacir Kimdir?                                  

 

320. Abdullah bin Ömer (r.a.) rivayet ediyor:

"Müslüman, Müslümanların elinden ve dilinden selâmette olduğu kimsedir. Muhacir, Allah'ın yasakladığı şeylerden hicret edendir."[1034]

 

İzah

 

Zikrettiğimiz kaynaklardaki rivayet şöyledir:

Resûlullah'a (s.a.v.) "Hangi Müslüman daha faziletlidir?" di­ye soruldu.

"Müslümanların elinden ve dilinden selâmette oldu­ğu kimse" buyurdu.

"Hangi hicret daha üstündür?" diye soruldu.

"Allah'ın kendisine haram kıldığı şeyleri terk edenin hicreti" buyurdu.

Müşriklerin işkenceleri dayanılmaz bir hal alınca, Müslü­manlardan bir grup Peygamberimizin izni ile Habeşistan'a hicret etmişti. Sonra da hemen bütün Müslümanlar Medine'ye hicret et­tiler. Bunlara "Muhacir" denildi. Kur'ân'da birkaç âyette bu Mu­hacirlerin fazîleti nazara verilir. Bu âyetlerden birisi şu mealdedir:

"İslâm'da önceliği olan Muhacirler ve Ensar ile onları güzel­likle takip ederek örnek alanlar ve onları hayırla yâd edenlere ge­lince; Allah onlardan razıdır, onlar da Allah'tan razıdırlar. Allah onlara içinde ebedî kalmak üzere, altlarından ırmaklqr akan Cen­netler hazırlamıştır. Bu ise en büyük kurtuluştur."[1035]

Hicret, mü'minlerin hayatında sadece belli bir tarih hadisesi olarak kalmamıştır. Her an ümmetini düşünen, onların saadetleriyle alakadar olan Sevgili Peygamberimiz, gelecek asırdaki Müs­lümanların da hicret fazîletinden hisse alabilmesi için hicreti bir mefhum olarak değerlendirmiştir. Hatta günahlardan sakınmayı en faziletli hicret olarak zikretmiştir. Bununla ilgili bir çok hadis vardır. İşte izahını yaptığımız hadis bunlardan birisidir.

Günümüzde çalıştığı iş yerinde inancını yaşamasına müsaade edilmeyen bir Müslümanın inancını rahatça yaşayabileceği yeni bir iş bulması da bir hicrettir.

Evet, hicretten bugüne tam bin dört yüz küsur sene geçti. Bu zaman içerisinde zulmetten nura, dalâletten hidâyete, şirkten tev­hide, günahtan sevaba, sebeplere bağlanıp ona yönelmekten Al­lah'ın yüce kudretine hicret edip iltica eden milyarlarca Müslüman muhacir dünyamızı şereflendirdi. Bundan sonra da hicret kervanı Kıyamete kadar bir çığ gibi akıp gidecektir. Ne mutlu Allah yo­lunda hicret edenlere![1036]

 

Ölülerin Ardından Konuşmak

 

321. İbni Amr (r.a.) rivayet ediyor:

"Ölülerinizin güzel yönlerini anlatın. Kötülüklerini söyle­meyiniz."[1037]

 

İsrâiliyât                                                

 

322. Abdullah bin Ömer (r.a.) rivayet ediyor:

"Benden bir âyet de olsa nakledin. İsrâiloğullarının bilgi­lerinden rivayet etmenizde bir mahzur yoktur. Kim benim adıma yalan uydurursa, Cehennemdeki yerine hazırlansın."[1038]

 

İzah

 

İslâmiyetin ilk yıllarında fitne ve fesada sebep olabilir düşün­cesiyle Yahudi ve Hıristiyanların kitaplarında yer alan rivayetleri nakletmek yasaklanmıştı. Dinî esaslar, emir ve yasaklar sağlam bir şekilde açıklanınca bu yasak kaldırıldı.[1039] İşte Peygamberimiz yukarıdaki hadisleriyle İsrâiloğullarının ibret almaya değer kıs­salarını nakletmekte bir mahzur olmadığını bildirir. Resûlullah (s.a.v.) İsrâiloğullarının başından geçen birçok ibretli kıssayı Sahabîlere anlatmıştır. Bunlar hadis kitaplarında kayıtlıdır.

Ancak üzülerek ifâde edelim ki, Resûlullahın bu izninin sınır­ları zaman içerisinde çok genişletilmiş, hiçbir süzgeçten geçi­rilmeden, hikmet ve Cenâb-ı Hakkın kâinata koyduğu adetullah denilen kanunlara göre incelenmeden İsrailoğullarından gerçekle alakası olmayan birçok kıssa İslâmiyete karıştırılmıştır.

Bu, ya İbni Abbas (r.a.) gibi Sahabîlerin Kur'ân'da ve hadis­lerde tafsilat bulamadığı konulan Ka'bu'l-Ahbar, Abdullah bin Selâm (r.a.), Vehb bin Münebbih gibi sonradan Müslüman olan ehl-i kitap mensuplarına sormalarıyla; ya da ehl-i kitaptan olan birçok kimsenin Müslüman olduktan sonra senelerdir haşir neşir olduklan bu bilgileri anlatmalarıyla gerçekleşmiştir.

Meselâ Kur'ân'da tafsilat verilmeyen Hz. Adem'in meyvesini yediği yasak ağacın ismi, Hz. Havva'yı kandıran hayvanın yılan olduğu, Allah yılanı yerde süründürmek ve toprak yedirmekle cezalandırdığı; Hz. Havva'yı da sancı ile çocuk doğurmakla ceza­landırdığı gibi hususlar Tevrat'tan[1040] tefsir kitaplarımıza geçebil­miştir.

Yine Kur'ân'da tafsilatı olmayan Hz. Meryem'in Hz. İsa'yı doğurma keyfiyeti, semadan inen yemek çeşitleri, Hz. İsa'nın kör, topal ve cüzzamlıları iyileştirmesi, ölüyü diriltmesi ile ilgili tafsilatlar İncil'den tefsir kitaplarımıza girebilmiştir.[1041]

Aynı şekilde dünyanın yaratılışı, hesap ve mizan gibi konular­da ve daha bir çok hususlarda İsrâiloğullarının yalan yanlış bilgi­leri İslâmî kitaplara karıştı. Başlangıçta bunlar sadece birer hikâ­ye olarak okundu ve öyle değerlendirildiyse de, sonraki yıllarda dinî bir hüküm şeklini aldı. Yahudi ve Hıristiyanların kitaplarından veya anlattıkları hikayelerden İslâmiyete karışan bu bilgileri "İsrâiliyat" denilir.

İslâmiyete İsrâiliyat karıştırıldığını Bediüzzaman da söyler. O, İslâmiyete, hadislere İsrâiliyat karıştığını söyler.[1042] Lut ve Dâvud (a.s.) kıssalarına Tevrat ve İncil'den bâzı ilâveler yapıldığını ifâde eder.[1043] Ve "İslâmiyeti hikâyelerden, İsrâiliyattan ve soğuk taassubtan kurtarmak gerekir" der.[1044]                                             

 

Altın Ve İpek Erkeklere Haramdır

 

323. Ömer (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah bir elinde altın, diğer elinde ipek olduğu halde yanımıza geldi ve şöyle buyurdu:

"Bu ikisi ümmetimin erkeklerine haram, kadınlarına ise helâldir."[1045]

 

İzah

 

Hadis, altın ve ipeğin Müslüman erkeklere haram kılındığını ifâde ediyor. Konu ile ilgili başka hadisler de vardır. Meselâ bu hadislerden birinde Resûlullah ipeği kast ederek, "Bunu ancak âhirette nasibi olmayanlar giyerler" buyurmuştur.[1046]

Bunların haram kılınış hikmeti hakkında çeşitli şeyler söylen­miştir. Bâzıları israf olduğu için, bâzıları kibir sebebi olduğu için, bâzıları da kadınlara benzettiği için haram kılındığını söylerler. Hikmeti ne olursa olsun, haram kılmış sebebi Allah'ın yasağıdır. Bu hikmetler olmasa da altın ve ipek erkeklere haramdır.

Dünyada Allah'ın emir ve yasaklarına uyarak ipek giymeyen kimselerin âhirette Cennete lâyık ipekler giyeceklerdir. Nitekim Müslim'de konu ile ilgili şöyle bir hadis vardır:

"Her kim dünyada ipek giyerse, âhirette onu giymez."[1047]

Aynı durum altın için de geçerlidir.[1048]

 

İdareci Emri Altındakiler Hakkında İyi Niyet Beslemeli

 

324. Ma'kil bin yesar (r.a.) rivayet ediyor:

"Bir idareci ümmetimin idaresini üzerine alır da kendi şahsına iyi niyet besleyip gayret gösterdiği kadar onlar için de iyi niyet besleyip gayret göstermezse, Allah kıyamet günü onu yüz üstü Cehenneme atar."[1049]

 

Alışverişin Ve Dünürlüğün Arasına Girmemek

 

325. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

"Alıcı olmadığınız halde fiyatları kızıştırmak için alıcı ile satıcının arasına girmeyin. Biriniz kardeşinizin aldığı birşeye talip olmasın. Şehirli köylü adına satış yapmasın. Din kardeşinizin evlenmeye talip olduğu bir kadınla o vaz geç­medikçe evlenmeye talip olmayın. Kadın onun tabağını ters çevirmek için boşanmasını istemesin."[1050]

 

İzah

 

Bu hadisin cümleleri, zikrettiğimiz kaynaklarda ayrı ayrı birer hadis olarak yer alır. Tâberânî tamamını bir hadis olarak rivayet etmiştir. Hadis, ticâret ve evlilik hususunda mühim noktaları ders verir. Bunlar:

1. Kişinin alıcı olmadığı malın fiyatını artırması:

Bâzı zamanlar alıcı olmadıkları halde bâzı insanlar bir alış ve­riş meclisine gelip müşterinin incelediği mal için, "Çok kaliteli imiş," "Çok ucuz," "Ben bunu şu fiyata alabilirim" gibi sözler söylerler. Böylece malı inceleyen kişiyi o malı almaya karşı tahrik ederler ve onun pazarlık gücünü kırarlar.

Böyleleri bazan satıcı ile anlaşmalı olarak çalışırlar. Bu durum müşteriyi aldatmaya sebep olacağından Peygamberimiz yukarı­daki hadislerinde bunu yasaklamaktadır.

2. Başkasının aldığı mala talip olmak:

Zaman zaman buna da şahit oluruz. Alıcı ve satıcı anlaştığı, satış bittiği halde birisi gelir satılan o mala müşteri olur. Daha faz­la fiyat teklif ederek alış verişi bozmak ister. Peygamberimiz bu davranışı da yasaklamıştır.

3. Şehirlinin köylü adına satış yapması:

Hadiste yasaklanan üçüncü husus, şehirlinin köylü adına satış yapmasıdır. Bu şöyle olur:

Tüccar (simsar) piyasayı bilmeyen üreticiyi şehir girişinde karşılayarak onun malını ucuz fiyata alır. Böylece malını daha iyi bir fiyatla satacak olan üretici zarara uğrar.

Bu, üreticinin aleyhine olduğu gibi, tüketicinin de aleyhinedir. Çünkü direk üreticiden alsa, aldığı şeyi daha ucuza mal edecektir. Oysa aynı malı aracıdan daha pahalıya alarak zarara uğramak­tadır.

Hadisin bu kısmı hakkında âlimler arasında bir ittifak söz ko­nusu değildir. Çokları bu hadisin tüccarın insanların ihtiyaç duy­duğu bir malı üreticiden alıp, bir müddet beklettikten sonra onu daha yüksek fiyata satarak "vurgun" vurmasını yasakladığını söylerler.

4. Birinin talip olduğu bir kadına o vaz geçmedikçe talip ol­mak:

Âdetlerimizde güzel bir uygulama vardır. Her hangi bir erkek bir kıza talip olursa, bu talebi bilen birisi, kızın ailesi menfi cevap verinceye kadar o kıza talip olmaz. Bununla beraber çok az da olsa bunun aksine hareket eden aileler de yok değildir. Henüz ilk istekliye red cevabı verilmeden istekte bulunanlar da vardır. Hattâ böyleleri kendilerinden önce talip olan kimseyi çeşitli vesilelerle kötülemekten de geri durmazlar. İşte evlilik ve aile meselelerini en ince ayrıntılarına kadar düzenleyen dinimiz, izahını yaptığımız hadisle böyle çirkin bir hareketi yasaklamıştır.

5. Kadının kendisiyle evlenmek için erkeğe hanımı boşaltması:

Bazı kadınlar, zengin bir erkeğin servetinden istifade etmek, onda bulunan nimetlere kendisi sahip olmak düşüncesiyle veya yakışıklı bir erkeğe sahip olma arzusuyla ondan hanımını bırakarak kendisiyle evlenmesini ister.

Böyle kadınlar evlenmek istediği erkeğin hanımına yaklaşarak dost perdesi altında ona kocasını kötüler, iftira atar, çeşitli hilelerle kadının kocasından boşamaya razı eder. Sonra da o erkekle kendisi evlenir. İşte Peygamberimiz (a.s) yukarıdaki hadislerinde bunu yasaklamaktadır. Hadisin başka bir rivayeti şöyledir:

"Bir kadın diğer bir hanım kardeşinin tabağını ters çevirmek için, onun boşanmasını istemesin. Kadın ancak kendisini isteyen erkekle evlensin. Onun nasibi ancak Allah’ın kendisi için taktir ettiğidir."[1051]

 

Müslümanlara Eziyet Etmek

 

326. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah aramızda hutbe okurken, onun yakınına oturuncaya kadar insanların omuzlarından atlaya atlaya ilerle­yen bir adam geldi. Hz. Peygamber namazını bitirince ada­ma:

"Ey filan, niçin bizimle birlikte Cuma'ya gelmedin?" di­ye sordu. Adam:

"Yâ Resûlallah, senin görelebileceğin bir yere oturmayı istedim" dedi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) şöyle bu­yurdu:

"Seni insanların omuzlarına basar ve onlara eziyet eder­ken gördüm. Kim bir Müslümana eziyet ederse, bana eziyet etmiş olur. Bana eziyet eden de Allah'a eziyet etmiş demek­tir."

İzah

Bilindiği üzere, Cuma günleri camiler çok kalabalık olmakta­dır. Bu sebeple, cemaattan ilk gelenler ileriye oturup saf düzeni almalıdırlar. Ancak çoğu zaman böyle yapılmamaktadır. İlk ge­lenler arka taraflara oturmakta, ön saflarda boşluk kalmakta, son­radan gelenler de ister istemez onların aralarından boş yerlere git­mektedirler.

Cuma ve bayram günlerinde cemaatin omuzundan atlaya at­laya ileriye gitmek, Şâfiîlere ve Mâlikîlere göre haramdır. Bunlar izahını yaptığımız hadisi ve buna benzer başka hadisleri görüşle­rine delil olarak zikrederler.

Bu iki mezhep cemaatin omuzuna basa basa ilerlemeyi haram sayarken, Hanefî mezhebine göre böyle bir hareket iki şarta bağlı olarak caizdir. Bunlar:

1. İnsanlara eziyet etmemek,                   

2. İmamın hutbeye başlamamış olması.

Bize göre de insanlara eziyet etmemek gerekir. Ancak günü­müzde ne kadar çok da olsa, camiler bilhassa Cuma günleri ih­tiyaca cevap verememektedir. Dolayısıyla önce gelenler ön saflara yerleşmediğinde, sonradan gelenler yer bulamamaktadır. Böyle olunca, önde boş yer varsa, bir ihtiyaç sebebiyle oralara gitmekte bir mahzur olduğu söylenemez. Ancak öne geçmek gibi bir gurur sebebiyle böyle bir harekette bulunmak, elbetteki haramdır.[1052]

 

Kadının Bereketlisi

 

327. Aişe (r.a.) rivayet ediyor:

"Kadının dünürlüğünün kolay ve mehrinin kolay ödene­bilir olması, onun bereketli oluşundandır." [1053]                                                                    

 

İzah

 

Öyle kız babaları vardır ki, kızına talip olmak, dünür gitmek "cesaret" işidir. Kızını isteyene şiddetli tepki gösterir. Bu da kıza talip olanların cesaretini kırar, azarlanmaktan, hattâ kovulmaktan korkarlar. Oysa bir kız babasına gidip evlenmek için kızma talip olmaktan daha tâbi birşey yoktur. Bu, Allah ve Resulünün emri­dir. Kimse kimsenin kızını zorla alacak değildir. Bu sebeple, kız babaların kızlarını vermeseler dahi onu istemeye gelenlere karşı nâzik olmalıdırlar. Peygamberimiz izah ettiğimiz hadiste "isten­mesinin kolay olması" derken, bunu nazara vermektedir.

Hadisin ikinci kısmında da "kadının bereketli oluşunun" ikinci sebebi olarak "mehrinin kolay ödenebilir" olması zikrediliyor.

Peygamberimizin bu tavsiyesine günümüzde her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Çünkü İslâmiyete karşı savaş açanlar, milletimizi yıkmak isteyenler maddiyatı teşvik ederek, lüzumsuz şeyleri lüzumlu imiş gibi göstererek ve İslâmiyette yeri olmayan başlık parası gibi engeller çıkararak evliliği maddî bir külfet ha­line getirmek, böylece de nikâh yolunu kapamaya çalışmak isti­yorlar. İslâmi şuurdan uzak olan Müslümanlar da bu noktada böylelerine yardımcı oluyorlar. Öyle ki günümüzde evlilik, fakir veya orta halli aileler için nerede ise imkansız bîr hal almıştır. Maddî imkansızlık sebebiyle evlenemeyen gençlerin sayısı bir hayli fazladır. Evlenemeyen bu gençler kuvvetli bir imana sahip değillerse, fıtratlarındaki şehvet hissini gayr-i meşru yollardan tatmin etme hususunda hiçbir engel tanımazlar. İşte dinimiz bu­nun önünü almak için evliliğin kolaylaştırılmasını istemekte, en kolay ödenebilen mehri hayırlı mehir olarak vasıflandırmaktadır.

Hadiste geçen mehir, İslâm hukukunda, nikâh sebebiyle kadı­nın erkekten almaya hak kazandığı para veya mala denir. Evlenen erkeğin evlendiği kadına mehir vermesi farzdır. Bununla ilgili ol­arak bir âyet-i kerimede şöyle buyurulur:

"Evlendiğiniz kadınlara mehirlerini gönül hoşluğu ile verin"[1054]

Dinimizde mehrin miktarı tespit edilmemiştir. Az olması evlili­ği kolaşlaştırır. Fakat bu, imkanı olanın da mehri az vermesi mâ­nâsında anlaşılmamalıdır. Herkes kendi imkanı nispetinde "kolay olanı" vermelidir.[1055]

 

Semâ Kapısının Açılacağı Vakitler

 

328. Abdullah bin Ömer (r.a.) babasından rivayet edi­yor:

"Şu beş durumda semâ kapıları açılır ve dualar kabul edi­lir:

1. Kur'ân okunurken,

2. İslâm ordusu düşman ordusuyla karşılaştığı zaman.

3. Yağmur yağdığında.

4. Zulme uğrayan dua ettiğinde.

5. Ezan okunduğunda."[1056]

 

İzah

 

Duanın kabul şartlarından birisi de belli vakitlerde duâ etmek­tir. Peygamberimiz bu hadislerinde duaların kabul edileceği beş vakit üzerinde durur. Bu vakitlerde yapılacak duaların kabul edi­leceğini bildirir.

Evet, şartlarını yerine getirerek ihlasla yapılan duaların kabul edileceği Cenâb-ı Hakkın rahmetinden ümit edilir. Fakat her duâ aynen kabul edilmez. Bu durum, mütehassıs bir doktorun hasta­sının her istediği ilacı ona vermemesine benzer. Hasta kendisi için hangi ilacın faydalı olduğunu bilmediği için devamlı ister: "Şunu da ver, bunu da ver" der. Fakat doktor her zaman hastanın durumuna göre ilaç yazar. İstediği ilaç faydalı ise aynını veya on­dan daha iyisini verir. Zararlı ise reçeteye hiç yazmaz.

İşte Cenâb-ı Hak da kulunun her istediğini aynen vermez. Çünkü insan istediği şeyin kendisi için hayırlı olup olmadığını bilmez. Kullarına karşı son derece merhametli olan Yüce Rabbimiz, bunu bildiği için, kulunun her istediğini bazan vermez. Bazan da kulunun duasını ebedî hayat için kabul eder. O halde şayet duada istenilen şey verilmezse, "İstiyorum ama verilmiyor" denilmemelidir. "Belki daha iyi bir şekilde kabul edilmiştir" diyerek, rahmet hazinesinin anahtarı ve tükenmez bir kuvvetin kaynağı olan duaya daha sıkı sarılmalı, hiçbir zaman onu elden bırak­mamalıdır. İhlasla Dergâh-ı İlâhîye yönelinmelidir.[1057]

 

Mükemmel Oruç

 

329. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:

"Kim yalan söylemeyi bırakmazsa, Allah'ın onun yeme ve içmeyi terketmesine ihtiyacı yoktur."[1058]

 

İzah

 

Hadisin zikrettiğimiz kaynaklardan bâzılarında yer alan riva­yeti şöyledir:

"Oruç tutan kimse yalan söylemeyi, câhilce davranmayı ve bu­nunla amel etmeyi bırakmazsa yeme ve içmeyi terk etmesine Allah bir değer vermez."

Oruç, dar mânâda imsaktan iftar vaktine kadar, Allah rızâsı için yiyip içmeyi bırakmak, cinsî münâsebetten uzak durmak ola­rak tarif edilir. Bunu yapan bir Müslüman oruç mükellefiyetini yerine getirmiş olur.

Geniş mânâda ise, oruç bütün azâ ve duygulara kendilerine mahsus ibâdet ettirmek, bunlan da Ramazan'dan nasiplendirmektir. Ramazan'da mide ile birlikte göz, kulak, dil, kalp, hayal ve diğer azalar da oruç tutmalıdır. Meselâ dilin orucu gıybetten ve çirkin sözlerden uzak durmak, duâ, zikir ve salavatla meşgul ol­maktır. Gözün orucu harama bakmamak, kâinatı ibret nazarıyla seyretmektir. Kulağın orucu lüzumsuz şeyleri işitmemek, bunun yerine hak sözleri işitmek, Kur'ân dinlemektir. Hayal ve fikir gi­bi duyguların orucu ise, çirkin şeylerle meşgul olmayıp güzel şeyleri düşünmektir. Bediüzzaman, bununla ilgili olarak meâlen şöyle der:

Orucun en mükemmeli, mide gibi bütün duygulara; göz, ku­lak, kalp, hayal, fikir gibi azâ ve duygulara dahi bir nevi oruç tut­turmaktır. Yani haram olan şeylerden, boş ve lüzumsuz olan şeylerden çekmek ve her birisine mahsus kulluğa sevk etmektir. Meselâ dilini yalandan, gıybetten ve galiz tabirlerden ayırmakla ona oruç tutturmak ve o lisanı Kur'ân okumak, zikir, tesbih, salavat ve istiğfar gibi şeylerle meşgul etmek gibi, diğer azalara da bir nevi oruç tutturmaktır.[1059]

İşte bu ölçülere dikkat edildiği zaman orucun gerçek lezzeti anlaşılır, dünyada iken Cennet havası tadılır. Ancak böyle yapıl­dığı zaman oruçtan tam manasıyla istifade edilir ve Peygamberim­izin şu müjdesine dâhil olunur:

"Kim Ramazan ayında oruç tutar, Allah'ın emirlerine uyup ya­saklarından sakınarak orucun hakkına riâyet eder, korunması ge­rekenlerden de korunursa, önceki günahlarından arınmış olur."[1060]

Diğer azalara oruç tutturulmadığı zaman sadece oruç borcun­dan kurtulunmuş, fakat bu rahmet ve kurtuluş ayından lâyıkıyla feyiz alınmamış olur. İşte izahını yaptığımız hadislerinde Pey­gamberimiz bu gerçeği ifâde eder. Konuyla ilgili olarak bir başka hadiste ise şöyle buyurur:

"Öyle oruç tutanlar vardır ki, tuttukları oruçla görecekleri fay­da, aç ve susuz kalmaktır."[1061]

Oruçlu biri kendisi diğer azalarına da oruç tutturmaya gayret gösterdiği halde, başkası kendisine sataşırsa ne yapacaktır? Bu suâlin cevabını da yine Peygamberimizden öğrenelim:

"Biriniz oruçlu bulunduğu gün çirkin sözler söylemesin, câ­hilce davranışlarda bulunmasın. Şayet bir başkası kendisine sata­şır veya döğüşmeye kalkarsa, 'Ben oruçluyum, ben oruçluyum' diyerek ondan uzak dursun."[1062]

 

Peygamberimizin Bir Mucizesi

 

330. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah (s.a.v.) Sahabîleriyle beraber çıktığı bir se­ferde namaz vakti geldiğinde Sahabîler abdest alacak su bu­lamadılar. "Yâ Resûlallah, abdest almak için su bulamadık" dediler. Topluluktan bir adam gitti ve bir bardak su ile geri geldi. Resûlullah (s.a.v.) o su ile abdest aldı parmaklarını bardağın içerisine soktu. Onların hepsi o su ile abdest aldılar ve ondan içtiler. O sırada yaklaşık olarak yetmiş kişi idik.[1063]

 

İzah

 

Peygamberlerin ortak hususiyetlerinden birisi de dâvalarını is­pat için mucize göstermeleridir. Her peygamber az çok mucize göstermiştir. Peygamberimiz ise en çok mucize gösteren peygam­berdir. Onun gösterdiği mucizeler diğer peygamberler gibi bir kaç çeşit değil, birçok çeşittir. Onun en büyük mucizesi Kur'ân'dır. Bundan başka sayısı binleri bulan mucize göstermiştir. Bir par­mağının işaretiyle ayın ikiye bölünmesi, miraca çıkması, Allah'ın bildirmesiyle istikbalde olacak bâzı şeyleri haber vermesi ve bun­ların aynen gerçekleşmesi, yemeğin bereketlenmesi, suyun bere­ketlenmesi, hayvanların konuşması, ağaçların emrini dinlemesi, duası ile çeşitli hastalıkları iyi etmesi bu mucizelerden bir kaçıdır.

İşte yukarıdaki hadiste de Peygamberimizin bir başka mucize­si haber verilmektedir. O da parmaklarından su akmasıdır. Hadis­te de ifâde edildiği gibi, Resûlullahın parmaklarından on musluk­lu çeşme gibi su akmıştır. Hem bu bir defaya mahsus da değil­dir. Aynı durum çeşitli defalar tekrarlanmıştır.[1064]

 

Emânete Riâyet

 

331. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:

"Sana bir şey emânet edene emânetini ver. Sana hıyanet edene hıyanet etme."[1065]

 

İzah

 

Hadisin birinci kısmı, emânete ihanet edilmeyeceğini kesin bir üslupla ortaya koyar.

İkinci kısımda ise Peygamberimiz hıyanet edene dahi hıyanetle karşılık verilmemesini ister. Çünkü hıyanete hıyanetle karşılık ve­ren kimsenin kendisi de hâin olmuş olur. Hıyanete hıyanetle kar­şılık vermeyen kimse ise onu hiyânetiyle baş başa bırakarak sevap kazanacağı gibi, Cenâb-ı Hakkın şu buyruğuna uygun hare­ket etmiş olacağından da sevap kazanır:

"İyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğe iyiliğin en güzeliyle kar­şılık ver; bir de bakarsın, aranızda düşmanlık bulunan kimse can­dan bir dost oluvermiştir."[1066]

İmam Şafiî'nin de içinde bulunduğu bâzı âlimlere göre ise, ki­şi kendisinin emânetine hıyanet eden birisinden gasbedilen malı kadarını almasının hıyanet olmadığını, fazlasını almanın hıyanet olduğunu savunurlar.[1067]

 

Hz. Aişe'nin Resûlullahı Kıskanması

 

332. Âişe (r.a.) rivayet ediyor:

Bir gece Resûlullahı (s.a.v.) yatağında bulamadım. Ken­di kendime, "Muhakkak cariyesi Mâriye'nin yanına gitmiş­tir" dedim. Kalktım, odayı yokladım, onu namaz kılarken buldum. Gusledip etmediğini anlamak için elimi saçında gezdirdim. Namazını bitirdiğinde,

"Şeytanın mı yakaladı ey Âişe?" dedi.

"Benim şeytanım mı var?" dedim.

"Evet. bü­tün Ademoğullarının şeytanı vardır" buyurdu.

"Senin de şeytanın var mı?" dedim.

"Evet, ancak ona karşı Allah bana yardım etti de onun şerrinden ve fitnesinden selamette kaldım" buyurdu.[1068]                                                                 

 

İzah                    

 

Hadisin birinci kısmı, Hz. Aişe'nin Resûlullahı kumalarından kıskandığını ifâde ediyor. Nitekim zikrettiğimiz kaynaklarda Resûlullahın, "Kıskandın mı?" yoksa diye sorduğu, Aişe'nin de (r.a.), "Evet, benim gibi biri senin gibi birini kıskanmaz da ne yapar?" dediği kayıtlıdır.

Hadiste geçen "selime" kelimesini iki şekilde okumak müm­kündür. Kelime "esleme" şeklinde okunduğunda "O Müslüman oldu" dîye tercüme edilir. "Eslemü" şeklinde okunduğunda ise "Allah bana ona karşı yardım etti, onun şerrinden ve fitnesinden selâmette kaldım" şeklinde mânâ verilir. Her iki okuyuş şeklini de savunan âlimler vardır. Meselâ Kadı İyaz birinci şeklî tercih eder ve "Ümmet Resûlullahın (a.s.m.) günahlardan korunma­sında icma etmiştir. O, cisminde ve konuşmasında şeytanın şer­rinden korunmaya mazhar olmuştur" der. Hattâbî ise ikinci şekli tercih edenlerdendir. Biz de tercümemizde ikinci şekli tercih ettik. Zaten birinci şekli tercih eden Kadı İyaz'ın açıklaması, hadisi ikinci şekliyle anlamaya da kuvvet vermektedir.[1069]

 

İki Vakit Namaz Arasında Boş Söz Söylememek

 

333. Ebû Ümâme (r.a.) rivayet ediyor:

"Aralarında boş söz söylemeksizin bir vakit namazının ardından diğer vaktin namazını kılmanın sevabı İlliyyûnde yazılır."[1070]

 

İzah

 

Hadisin Ebû Dâvud'daki rivayeti şöyledir:

"Abdest alarak farz bir namazı kılmak için evinden çıkan kim­senin sevabı, ihrama girip hacc eden kimsenin sevabı gibidir. Bir kimse kuşluk namazı kılmak için bulunduğu yerden çıkar da bu çıkışındaki yorulmanın sebebi sadece kuşluk namazı olursa, o ki­şinin sevabı umre yapan kimsenin sevabı gibidir. Aralarında boş söz söylemeksizin bir vakit namazının ardından diğer vaktin na­mazını kılmanın sevabı illiyyînde yazılır."

Farz bir namazı kılmak için evinden çıkan kimse hac yapmış gibi sevap kazandığı gibi, iş yerinden, bağ veya bahçesinden çı­kan kimse de aynı sevabı kazanır.

Ancak hadisi "böyle yapan herkes bu sevabı kazanır" şeklinde değil, "İhlasla böyle davranan bâzı kimseler böyle sevap kaza­nabilir" şeklinde anlamak gerekir.

Ayrıca hâcc yapmış gibi sevap kazanmak, kendisine hac farz olan kimseden bu farziyetin düşmesine sebep olmaz.

Hadiste geçen "illiyyûn," iyi kulların isimlerinin yazıldığı di­vanın ismidir. Bu divanla ilgili olarak Kur'ân'da şöyle buyuralur:

"İhlas ile kulluk edenler İlliyyûn'da kayıtlıdır.

"İlliyyûn'un ne olduğunu bilir misin?

"O ap açık yazılmış bir kitaptır.

"Ona yüksek derecedeki melekler şahittir.[1071]

Günahkarlar ise Siccîn'de kayıtlıdır."[1072]      

 

Namazları Başlarından Yukarıya Geçmeyecek Olan İki Kişi

 

334. Abdullah bin Ömer (r.a.) rivayet ediyor:

"İki kimsenin kıldığı namaz başlarından yukarı geçmez. Bunlardan biri, geri dönünceye kadar efendisinden kaçan köledir. Diğeri de isyanından vaz geçip tövbe edinceye ka­dar kocasına isyan eden kadındır."[1073]

 

Cuma Namazının Ehemmiyeti

 

335. Abdullah bin Mes'ud (r.a.) rivayet ediyor:

"Andolsun bir adama insanlara Cuma namazını kıldırması için emir vermeyi, sonra da cemaata gelmeyenlerin evlerini yakmayı arzu ettim."[1074]

 

İzah

 

Hadis, zikrettiğimiz kaynaklarda, "cemaatle namaza iştirak et­meyenlerin" şeklinde gelmiştir. Taberânî'nin rivayet ettiği hadiste ise "Cuma namazına gelmeyenlerin" şeklindedir.

Taberânî, Mu'cemü'l-Evsat'ta hadisi bu şekilde rivayet etmiştir.[1075]

 

Göz Değmesi Ve Dua İle Tedavi

 

336. Ümmü Seleme (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah (s.a.v.) yanımıza girdi. Yanımızda hasta bir çocuk vardı.

"Bunun nesi var?" buyurdu.

"Nazar değdiğini sanıyoruz" dedik.

"Nazara karşı ona niçin okumuyorsunuz?" buyurdu.[1076]

 

İzah

 

Peygamberimiz çeşitli hadislerinde nazar değmesinin hak olduğunu bildirmiş,[1077] yani göz değmesinin inkarı mümkün olma­yan bir hâdise olduğunu nazara vermiştir. Hadisin devamında da değiştirmesi mümkün olmayan kaderi değiştirecek bir şey olsay­dı, göz değmesinin kaderi değiştirebilecek güçte olduğunu bildir­miştir.

Bunun içindir ki, çeşitli dualar okuyarak nazardan Allah'a sığınmıştır. Felak ve Nas sûreleri nazil olunca da bu iki sûreyi okumuştur.[1078] İhlâs, Fatiha've Âyete'l-Kürsînin de okunacağı ge­len rivayet arasındadır.

Peygamberimiz bir hadislerinde de güzel bir şeye bakarken şöyle söylemek gerektiğini bildirerek karşı tarafı zarardan korumayı hedeflemiştir:

"Kim hoşuna giden bir şey görürse 'Mâşaallah lâ kuvvete illâ billah (Allah diledi, kuvvet sadece Allah'tandır)' derse, nazarı za­rar vermez."[1079]

 

Fakire Verilen Sadakadan Yemek

 

337. Âişe (r.a.) rivayet ediyor:

Berîre'ye sadaka olarak et verildi. Resûlullahın ailesi onu kaldırdı, Resûlullaha etsiz yemek takdim edildi.

Resûlullah (s.a.v.),

"Sizde et görmemiş miydim?" buyur­du.

"O Berîre'ye sadaka olarak verilmişti" dediler.

Resûlullah (s.a.v.),

"Bu Berîre için sadaka, bizim için ise hediyedir" buyurdu.[1080]

 

İzah

 

Zengine zekât helâl olmamakla birlikte, zengin birisi bir fakire verilen zekâttan yiyebilir.

"Zengine zekât helâl değildir"

buyuran peygamberimiz, fakire verilen sadakanın ikram veya hediye edil­mesi durumunda zenginin onun almasının caiz olduğunu bildir­miştir.[1081]

Yukaradıki hadiste geçen, "Bu Berîre için sadaka, bizim için ise hadiyedir" ifâdesi de, Berîre'ye sadaka olarak verilen etin artık onun malı olduğunu, vasfının değiştiğini, kendileri için bir sadaka değil, Berîre'nin bir ikramı olduğunu ifâde etmiştir. Bilin­diği gibi Peygamberimizin sadaka yemesi helâl değildi.[1082]

 

Çeşitli Hükümler

 

338. Ali (r.a.) rivayet ediyor:

"Fazla sevap için şu üç mescidin dışındaki yerleri ziyaret için yolculuk yapılmaz. Bunlar benim şu mescidim [Mescid-i Nebevi], Mescidü'l-Haram ve Mescidi'l-Aksâdır."

"Bir kadın yanında kocası veya bir mahremi bulunmadan iki günlük mesafeye yolculuk yapmasın."

"Senenin iki gününde oruç tutulmaz. Bunlar: Ramazan Bayramı günü ve Kurban Bayramı günüdür."

"İki namazdan sonra namaz kılınmaz. Sabah namazından sonra güneş doğuncaya kadar, ikindi namazından sonra güneş batıncaya kadar."[1083]

 

İzah

 

Hadisin birinci kısmı Buhari, Müslim, Ebû Dâvud, Tirmizî'de Müsned'de, yer alır.[1084] Hadisin bu kısmı bu üç mescidden başka mescidlere ibâdet maksadıyla yolculuk yapılmayacağını ifâde eder.

Hadiste sayılan üç mescid, fazîlet bakımından diğerlerinden üstündür. Meselâ Mescid-i Nebevi takva üzerine kurulan mesciddir. Mescid-i Haram Müslümanların kıblesi ve haccettikleri yer­dir. Mescid-i Aksa da önceki ümmetlerin kıblesidir. Ve başlan­gıçta Müslümanların da kıblesi olmuştur.

Peygamberimiz çeşitli hadislerinde de bu mescidlerde kılınan namazların faziletine dikkat çekmiştir. Meselâ bu hadislerden biri­si şu mealdedir:

"Benim şu mescidimde kılınan namaz Mescid-i Haramın dı­şındaki mescidlerde kılınan bin namazdan daha faziletlidir. Mes­cid-i Haramda kılınan bir namaz ise kendisinin dışında kılınan yüzbin namazdan daha faziletlidir."[1085]

Hadisin ikinci kısmında bir kadının mahremi olmadan iki günlük mesafeye yolculuk yapamayacağı ifâde edilmektedir. Konu ile ilgili başka hadisler de vardır. Bu hadislerde zaman de­ğişiktir. Yukarıdaki hadiste "iki gün" denilirken başka hadislerde "üç gün" denilir.[1086] Şu hadiste ise "bir gün," şeklinde gelmiştir:

"Allah'a ve âhiret gününe inanan bir kadına, bir günlük mesa­feye yanında bir mahremi olmadıkça gitmesi helâl değildir."[1087]

Hadislerdeki farklılık, çeşitli şahısların, farklı zamanlarda Resûlullaha yönelttikleri suâllere cevap olmasından kaynaklanmak­tadır. Sanki Resûlullaha (s.a.v.),

"Kadın yanında mahremi olma­dan üç günlük bir mesafeye gidebilir mi?" diye sorulmuş, o da (s.a.v.) "Hayır gidemez" cevabını vermiştir.

Başka bir Sahabî, "Kadın yanında mahremi olmadan iki gün­lük bir mesafeye gidebilir mi?" diye sormuş, o da (s.a.v.),

"Hayır gidemez" cevabını vermiştir.

Bir başkası, "Kadın yanında mahremi olmadan bir günlük bir mesafeye gidebilir mi?" demiş, o da (s.a.v.),

"Hayır gidemez" bu­yurmuştur.

Dolayısıyla bu rivayetler kadının yalnız yolculuk ya­pabileceği en az mesafeyi bildirmezler. Yani bu hadislerden hare­ketle "Kadının bir günden az mesafeye yolculuk yapabileceği" hükmü çıkmaz. Nitekim bir hadiste "Kadın ancak kocası veya mahremi ile seyahat edebilir"[1088] buyurarak kadınların yolculuk yap­ma yasaklarının mutlak olduğu ifâde edilmiştir.

Bu izahlardan sonra hadisin fıkhı yönüne geçelim:

Hanefîler bu mesafeler içerisinden üç günü esas almışlar ve bir kadının kâfir ülkesinden hicretin dışında, yanında mahremi bulunmadan bu mesafede bir yolculuğa çıkmasının caiz olmadı­ğını söylemişlerdir.

Şâfiîler ve Mâlikîlere göre bir kadın yol emniyeti veya güve­nilir kadınlar bulunduğunda, hac ve umreye yanında mahremi ol­madan gidebilir.

Âlimlerin çoğunluğuna göre sefer mesafe olarak hesap edil­miştir. Buna göre sefer mesafesi 90 kilometrelik yoldur. Bir ka­dın yanında mahremi bulunmadan 90 kilometrelik bir yola çıka­maz.

Bununla beraber, Elmalılı Hamdi Yazır, bâzı âlimlerin görüş­lerine dayanarak seferi mesafe olarak değil de ortalama hızla giden bir vasıta ile zaman olarak izah etmektedir.[1089] Buna (göre oto­büsle onsekiz saatlik yolun altında kalan mesafeler sefer sayılmaz ve kadın bu mesafenin altındaki bir yolculuğa mahremsiz olarak çıkabilir.

Bâzı âlimler ise hadiste ifâde edilen yasağın genç ve erkeklerin ilgisini çeken kadınlar için olduğunu, kendilerine arzu duyulma­yacak kadar yaşlı olan kadınların mahremsiz olarak yolculuğa çıkabileceklerini söylerler.[1090]

Ayrıca, "Kadının yalnız yolculuğa çıkmasının haram olması­nın sebebi emniyettir. Her ne şekilde olursa olsun, bu emniyet te­min edildiğinde kadın mahremsiz olarak da yolculuk yapabilir" diyenler de vardır.[1091]

Aslında günümüzde inancını büyük ölçüde yaşayan pekçok kadın, Türkiye içerisinde yalnız yolculuk yapmaktadır. Ve bu bi­zim kanatimize göre bir zaruret halini almıştır. Çünkü çoğu aileler kadını mahremi olan bir erkekle gönderebilecek maddî imkâna sa­hip değillerdir. Yine Türkiyenin her yerinde üniversitelerde oku­yan kız talebeleri vardır. Bunlar senede iki veya üç defa memle­ketlerine gidip gelmektedir. Bu kızların her zaman mahremleriyle birlikte gidip gelmelerinin dar gelirli olan ailelere bir yük getirece­ği ise açıktır. Ayrıca bunların yanı sıra gidilmesi birkaç gün alır ve herkes bu vakti bulamayabilir. Mademki, yol emniyeti oldu­ğunda kadınların mahremsiz olarak yolculuk yapabileceklerini söyleyen; sefer mesâfesini on sekiz saat olarak alan âlimler var­dır. Öyle ise günümüz şartlarını nazara alarak, zarurî durumlarda kadının bu görüşlere istinaden şehirlerarası otubüslerde yolculuk yapabileceklerini söyleyebiliriz.

İzahını yaptığımız hadiste Ramazan ve Kurban bayramı günlerin­de oruç tutulmayacağı; sabah namazından sonra güneş doğuncaya kadar, ikindi namazından sonra güneş batıncaya kadar nafile namaz kılınmayacağı da ifâde ediliyor. Bu konuları 56, 78 ve 437 numaralı hadislerde izah ettiğimizden oralara havale ediyoruz.[1092]

 

Saçları Boyamak

 

339. Câbir (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah (s.a.v.) Mekke'ye girdiğinde Ebû Kuhâfe'yi yanına getirdiler. Saçı ve sakalı kar gibi beyazlaşmıştı. Re­sûlullah (s.a.v.),

"Bunun saç ve sakalının rengini değişti­rin. Fakat siyah renkten sakının" buyurdu.[1093]

 

İzah

 

Saçları boyama ve boyamama ile ilgili de rivayetler gelmiştir. İzahını yaptığımız hadis boyamayı tavsiye etmektedir. Başka bir hadis de şu mealdedir:

"Yahudi ve Hıristiyanlar saçlarını boyamazlar. Siz onlara mu­halefet edin."[1094]

Ancak gerek boyamayla, gerekse boyamama hakkındaki ha­disler vücup ifâde etmez. Bunun içindir ki konu âlimler arasında ihtilaflıdır. Âlimlerin konu ile ilgili görüşlerini şöyle özetleyebi­liriz:

Saç ve sakalın boyanması ile ilgili gelen haberler yaşlılar için­dir. Nitekim izahını yaptığımız hadiste ismi zikredilen Ebû Kuhafe, Hz. Ebû Bekir'in babasıdır. O Resûlullaha getirildiğinde çok yaşlı idi. Mekke'nin Fethi gününde Hz. Ebû Bekir gözleri görmeyen babasının kollarına girerek Müslüman olması için Re­sûlullaha getirmişti. Peygamberimiz onu görünce duygulanmış ve,

"İhtiyarı evinde bıraksaydın, buraya kadar yormasaydın da, onun yanına ben gitseydim olmaz mıydı?" buyurmuştu. Ebû Bekir de (r.a.), "Ya Resûlallah, senin ona yürümenden, onun sana kadar gelmesi daha uygundur" cevabını vermişti.[1095]

Hadyslurde saç ve sakalı boyamakla ilgili yasak da henüz yeni ağarmaya başlayanlar içindir.

Bir yerde saç boyama âdeti varsa, buna uymamak dikkat çeke­ceğinden şöhrete sebep olur. Bu ise mekruhtur. Boyama âdetinin olmadığı bir yerde de dikkat çekeceğinden boyamak mekruhtur.

Bir kimsenin ağaran saçı güzel bir manzara arzediyorsa boyamamak; çirkin bir manzara arzediyorsa boyamak daha güzeldir.

Âlimlerin bâzılarına göre saç ve sakalı siyaha boyamak mek­ruhtur.[1096]

 

Hasta Ziyareti Ne Zaman Yapılmalı?

 

340. Enes (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah (s.a.v.) hastalığın üzerinden üç gün geçme­den hiçbir hastayı ziyaret etmezdi.[1097]

 

İzah  

 

Yüce dinimizin Müslümanlar arasında kardeşliği kuvvetlendi­rici pekçok emir ve tavsiyeler vardır. Meselâ cemaatla namaz, Cuma namazı, bayram namazları, selâmlaşmak, hediyeleşmek bunlardan sadece bir kaçıdır. İşte Müslümanlar arasında kardeşliği pekiştirici dinimizin mühim tavsiyelerinden birisi de hasta ziyâretidir. Sevgili Peygamberimiz pekçok hadislerinde mü'minin mü'min üzerinde olan haklarından birisinin de hasta­landığında ziyârete gitmek olduğuna dikkat çekmiştir.[1098]

Yine pekçok hadislerinde hasta ziyaretinin fazîletine dikkat çekmiştir. Meselâ bu hadislerden birisi şu mealdedir:

"Sabahleyin bir hastayı ziyaret eden kimseyle birlikte yetmiş bin melek vardır. Bu melekler akşama kadar o ziyaretçi için Al­lah'tan af dilerler. Geceleyin bir hastayı ziyaret eden kimseyle birlikte yetmiş bin melek vardır. Bu melekler sabaha kadar o zi­yaretçi için Allah'tan af dilerler. O kimse için ayrıca Cennette bir bahçe vardır."[1099]

Yukarıdaki hadisten de hasta ziyaretinin ne zaman yapılacağını öğreniyoruz. Basit rahatsızlıklar sebebiyle bir iki gün yatılabilir. Bunlar ziyaret ve ilgi isteyen rahatsızlıklar değildir. Üç günden fazla yatan biri ise gerçekten hastadır. Peygamberimizin bir has­tayı üçüncü gününden sonra ziyaret etmesinin hikmeti bu olabilir.[1100]

 

Kıyamet Şerli İnsanların Başına Kopacak

 

341. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:

"Zaman, gittikçe zorlaşacak. İnsanların cimriliği, mala olan hırsı gittikçe artacak. Kıyamet de ancak şerli insanların başına kopacaktır."[1101]

 

İzah

 

Hadis, İbni Mâce'de "Zaman, gittikçe zorlaşacak" ifâdesi ye­rine "İş gittikçe güçleşecek, dünya [gerçek Müslümanlara] git­tikçe sırt çevirecek" cümlesi ile rivayet edilmiştir.

Hadiste geçen "Kıyamet ancak şerli insanların başına kopa­cak" ifâdesi üzerinde durmak istiyoruz:

Sevgili Peygamberimiz başka bir hadislerinde de,

"Yeryü­zünde Allah Allah denildikçe kıyamet kopmayacaktır" buyurmuş­lardır.[1102]

Aşağıda mealini vereceğimiz başka bir hadis, izahını yaptı­ğımız hadisin bir yönünü açıklar. Peygamberimiz, Hz. Âişe'nin rivayet ettiği bir hadislerinde buyuruyorlar ki:

"Lât ve Uzza putlarına tekrar tapılmadıkça Kıyamet kopmaz. "

Bunun üzerine ben de [Hz. Âişe] 'Şurası muhakkak ki, Allah,

"O, Peygamberini hidâyet ve hak din ile gönderdi ki, bütün din­lere galip gelsin. Müşriklerin hoşuna gitmese de"[1103]

mealindeki âyeti indirdiği zaman artık bunun tamam olduğunu zannediyordum' dedim.

"Bunun üzerine Resûlullah (a.s.m.) şöyle buyurdu:

"Bu, Allah'ın dilediği zamana kadar böyle devam edecektir. Sonra Allah hoş bir rüzgar gönderecek ve kalbinde hardal tanesi kadar imanı bulunan herkesin ruhunu bu rüzgarla alacak. Geride, kendilerinde zerre kadar hayır ve iyilik bulunmayan kimseler ka­lacak. İşte o zaman, onlar da atalarının dinine döneceklerdir."[1104]

Buhâri'nin kıyamet alâmetleri başlığı altında yer verdiği şu ha­dis de kıyametten önce iyi kulların ruhlarının alınıp, kıyametin kâfir ve isyancıların başına kopacağını ifâde eder:

"Bu ümmetin ilk önce salih olanları birbiri ardı sıra Allah'ın divânına gidecekler, geriye de arpanın veya hurmanın kapçıkları gibi, ıskartaları kalacaktır. Allah onlara hiçbir kıymet vermeye­cektir."[1105]

Kıyamet alâmetleri ile ilgili pekçok hadisi tevil eden Bediüzzaman, izahını yaptığımız hadisin de bir yorumunu yapmıştır. Şua­lar isimli eserinde "Gaybı ancak Allah bilir" dedikten sonra şöyle der:

"Bunun birte'vili şu olmak gerektir ki, 'Allah! Allah! Allah! deyip zikreden tekyeler, zikirhâneler, medreseler kapanacak ve ezan ve kamet gibi şeairde ismullah [Allah'ın ismi] yerine başka isim konulacak' demektir. Yoksa, umum insanlar küfr-ü mutlaka düşecekler demek değildir. Çünki, Allah'ı inkâr etmek, kâinatı inkâr etmek kadar akıldan uzaktır. Umum değil, belki ekser [ço­ğunlukta] insanlarda dahi vukuunu akıl kabul etmez. Kâfirler Al­lah'ı inkâr etmiyorlar, yalnız sıfatında hatâ ediyorlar.

"Diğer bir te'vili şudur ki: Kıyamet kopmasının dehşetini gör­memek için, mü'minlerin ruhları bir parça evvel kabzedilir [kıya­metten biraz önce alınır]. Kıyamet kâfirlerin başlarında patlar."[1106]

Bediüzzaman, Sözler isimli eserinde de dünyada Allah'ın em­rini dinleyen ve Ona itaat eden insanlar bulunmasının dünyanın devamı için bir garanti sebebi olduğunu, Allah'a itaat eden insan­ların olmamasının dünya sarayının harap edilme sebebi olacağını ifâde eder.[1107] Yüce Allah kıyametten önce itaatkâr kullarının ruh­larını alınca artık dünyanın uzun müddet varlığını devam etmesi­nin bir mânâsı kalmayacaktır. Dolayısıyla kıyamet kopacaktır. Konuyu bir hadisle bitirelim:

"Kıyamete çok yakın bir zamanda bir rüzgar eser. O anda her mü'minin ruhunu alır."[1108]

 

Nafile Orucu Bozan Kazâ Eder Mi?

 

342. Abdullah bin Abbas (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah (s.a.v.) Aişe ile Hafsa'nın yanına girdi. Onlar oruçlu idiler. Sonra çıktı, biraz sonra tekrar döndü. Onlar birşeyler yiyorlardı.

"Siz oruçlu değil miydiniz?" buyurdu.

"Evet, ama, bize şu yemek hediye edildi, hoşumuza gitti, ondan yedik" dediler. Resûlullah,

"Yerine bir gün oruç tu­tun" buyurdu.[1109]

 

İzah

 

Ebû Dâvud'dâ Hz. Âişe'den rivayet edilen hadis şöyledir: Hafsa ile ben oruçlu idik. Bize bir yemek getirildi ve ondan yedik. Sonra Peygamber (s.a.v.) geldi. Ona, "Orucumuzu bozduk" dedik. O,

"Size bir günah yok. Ama başka bir gün kaza edi­niz" buyurdu.

İmam A'zam ve İmam Mâlik'e göre nafile oruca başlayan kimsenin orucunu tamamlaması gerekir. Böyle birisinin özürsüz yere orucunu bozması caiz değildir. Bunlar,

"Amellerinizi boz­mayın"

âyetine dayanırlar. Bunlara göre özürsüz olarak nafile orucunu bozan kimse günahkâr olur. Ayrıca orucunu kaza etmesi gerekir. Hanefîler yukarıda zikrettiğimiz hadisleri görüşlerine de­lil olarak zikrederler.

Mâlikîlere göre böyle birisi mes'ul olmakla birlikte orucunu kaza etmesi gerekmez.

İmam Şafiî ve Ahmed bin Hanbel'e göre, nafile orucu bozan birisi mes'ul olmayacağı gibi, onu kaza etmesi de gerekmez. Bu âlimler de şu hadisi görüşlerine delil olarak zikrederler:

Mekke fethedildiği gün peygamberimize (s.a.v.) bir kabda içecek getirilmişti, Resûlullah onu içti ve Ümmü Mâni'ye (r.a.) verdi. Bu hanım oruçlu idi. Fakat Peygamberimizin (s.a.v.) ikra­mını geri çevirmemek için onu içti. Sonra da Resûlullaha, "Ben oruçlu idim. Orucumu bozdum. Benim için bağışlanma dile" de­di.

Peygamberimiz,

"Kaza orucu mu tutuyordun?" buyurdu.

Onun "Hayır" demesi üzerine de,

"Eğer nafile ise ziyanı yok" buyurdu.[1110]

 

Allah Verdiği Nimetleri Kulunun Üzerinde Görmeyi Sever

 

343. Ebû Ahvas babasının şöyle dediğini nakleder:

Resûlullaha üstü başı pejmürde ve toz içerisinde olan bedevî kılığında biri geldi. Resûlullah ona,

"Ne malın yar?" diye sordu.

Adam, "Allah bana her nimetten vermiş" dedi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

"Allah nimet verdiği kulunun üzerinde o nimeti görmeyi sever."[1111]

 

İzah

 

Konu ile ilgili bir hadis şu mealdedir:

"Allah sana bir mal verdiğinde Allah'ın sana olan nimet ve ke­reminin izleri sende görülsün."

Harama ve israfa girmemek şartıyla Allah'ın ihsan ettiği ni­metlerden istifade edilmelidir. Bu, yeme içme için böyle olduğu gibi, giyim kuşam için de böyledir. Bir Müslüman giyim kuşa­mına dikkat etmelidir.

Ancak bunu yaparken giyim kuşamın "esiri" de olunmamalıdır. Çünkü iyi giyinme tehlikelidir. Kişi güzel giyinip bunun­la gurura kapılırsa, elbisesi ile "çalım satarsa," fakir fukarayı hor görürse, Allah'ı gazaplandırmış olur. Allah'ın gururlananları sev­meyeceğini de unutmamak gerekir.

Evet, bu hadislerinde Allah'ın verdiği nimetin eserini kulunun üzerinde görmesini isteyen Peygamberimiz, pekçok hadislerinde de gurur elbisesinden ümmetini sakındırmıştır. Meselâ bununla ilgili bir hadis şu mealdedir:

"Yerde sürünecek kadar uzun elbise giymekten sakın. Çünkü bu kibir alâmetidir. Allah ise kibri sevmez."

Araplar arasında elbisenin yerde sürünmesi kibir alâmeti idi. Kısa da olsa kibir için giyilen her elbise, bu hadisin şümulüne dâhildir.[1112]

 

Tebâreke Sûresinin Fazileti

 

344. Enes (r.a.) rivayet ediyor:

"Kur'ân'da sadece otuz âyetten ibaret bir sûre vardır ki okuyanını Cennete girdirinceye kadar savunur. O sûre, Te­bâreke [Mülk] Süresidir."[1113]

 

İzah

 

Tebâreke Sûresi, Peygamberimizin de ifâde ettiği gibi 30 âyet­tir. İman esaslarını ve tevhid delillerini içen alır. Sûre, herşeyin mülkünün, idare ve tasarrufunun Allah'a âit olduğunu açıklaya­rak başladığı için Mülk Sûresi adını almıştır.

Tebâreke Sûresinin faziletini haber veren daha pekçok hadis vardır. Bunlardan bâzıları şu mealdedir:

"Tebâreke Sûresi var ya, işte onu okumak kabir azabına en­geldir."[1114]

"Kur'ân'da 30 âyetten ibaret olan bir sûre bir adama şefaat etti ve neticede o adamın günahları bağışlandı. Bu sûre, Tebâreke Süresidir."[1115]

"Resülullah Tebâreke Sûresini okumadan uyumazdı."[1116]

Mülk Sûresinin ilk dört âyeti şu mealdedir:

"Sânı ne yücedir Onun ki mülk elindedir. O herşeye kadirdir."

"Hanginiz daha güzel işler yapacaksınız diye sizi imtihan etmek için ölümü de, hayatı da o yarattı. Onun kudreti her şeye galiptir ve O çok bağışlayıcıdır."                                                 

"Yedi göğü birbiriyle ahenk içinde O yarattı. Rahman'ın ya­rattığında nizamsızlıktan eser göremezsin. Haydi çevir gözünü: En küçük bir kusur görüyor musun?

"Sonra tekrar tekrar gözünü çevir. Kusur bulamaz, hor ve ha­kir sana döner, o göz bitkindir artık."[1117]

 

Hâkimliğin Mes'uliyeti                          

 

345. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

"Kim hâkim olursa, bıçaksız olarak boğazlanmış demek­tir."[1118]

 

İzah

 

Resülullah (s.a.v.) bu hadislerinde hâkimlik mesleğinin zor­luğuna ve mes'uliyetine dikkat çekmektedir. Konu ile ilgili başka hadisler de vardır. Meselâ bunlardan birisi şu mealdedir:

"Hâkim üçtür. Biri Cennetlik, ikisi Cehennemliktir. Cennetlik  olan, hakkı bilip öyle hükmedendir. Hakkı bildiği halde hükmün­de bile bile adaletsiz davranan ise Cehennemdedir. İnsanlar arasında cahilane hükmeden hâkimler de Cehennemliktir."[1119]

Hadiste geçen "bıçaksız olarak boğazlanmak" manevî boğazlanmaktır. Bununla bedenin değil, dinin helak olduğu nazara verilir. Hadiste hâkimlikten sakınmaya teşvik vardır.[1120]

 

Allah'ın Kitabına Uygun Olmayan Şart

 

346. Âişe (r.a.) rivayet ediyor:

"Allah'ın kitabına uygun olmayan her şart bâtıldır. Yüz defa şart kılınmış da olsa bu böyledir."[1121]

 

İzah

 

Verdiğimiz kaynaklarda hadisin baş tarafında şu ilâve vardır:

"Bâzı insanlara ne oluyor ki, alışverişlerinde Allah'ın kitabın­da olmayan şartlar ileri sürüyorlar?"

Son kısımda ise "Allah'ın şartı daha doğru, daha sağlamdır" ziyâdesi vardır.

Peygamberimizin bu sözleri söylemesinin sebebi, bir kölenin azadı esnasında İslama uygun olmayan şartların ileri sürülmesidir. Ancak hadis umumîdir. Hadiste yer alan "Allah'ın kitabın­da olmayan şartlar ileri sürüyorlar" ifâdesi, Kur'ân'da yer alma­yan mânâsında değildir. Çünkü Peygamberimizin bu sözü söylemesine sebep olan şey Kur'anın bir hükmünün çiğnenmesi değil, Resûlullahın koyduğu bir hükmün çiğnenmesidir. Pey­gamberimiz, Allah'ın vahyetmesi ile Kur'ân'ın dışında olarak kendi koyduğu hükümleri de "Allah'ın kitabında" ifadesiyle tâbir etmiştir. Çünkü,

"Peygamber size ne emretmişse onu alın,"[1122] ve

"Allah ve Resulüne itaat edin"[1123]

 gibi âyetlerle kendisine bu yetkiyi veren de Kur'ân'dır.

Hadisle ilgili dikkat çekilmesi gereken bir husus da, hükmü çiğneyenler belli kimseler olduğu halde, Resûlullahın bunu on­ların yüzüne vurmayıp, "Bâzı insanlara ne oluyor ki..." gibi umumî bir ifâde kullanmasıdır. Bu da tebliğle vazifeli kimselerin takip etmesi gereken mühim bir sünnettir. [1124]                               

 

Allah'tan Haya Etmek

 

347. Abdullah bin Mes'ud (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah (s.a.v.) ,

"Allah'tan hakkıyla haya edin" bu­yurdu.

Dinleyenler, "Yâ Resûlallah, elhamdülillah biz Allah'tan haya ediyoruz" dediler. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:"Allah'tan hakkıyla haya eden kimse başını ve baştaki maddi ve manevî duyuları, karnı ve içindeki organları ha­ramdan korur. Ölümü ve çürümeyi hatırlar. Âhireti isteyen dünya hayatının süsünü terk eder. Kim bunları yaparsa, Al­lah'tan hakkıyla haya etmiş olur."[1125]

 

İzah

 

Bir Müslümanın insanlardan haya etmesi gerektiği gibi, Allah'tan da layıkı ile haya etmesi icap eder. İşte Peygamberimiz bu hadislerinde Allah'tan layıkıyla haya etmenin nasıl olacağını bizlere bildirmektedir.

Bediüzzaman da, Allah'a karşı hayanın sünnet-i seniyye dâ­iresinde hayat sürmekle mümkün olduğunu ifâde etmiştir.[1126]

 

Kâfirin Kabir Suâli

 

348. Berâ bin Âzib (r.a.) rivayet ediyor:

"Kâfir kabre konduğunda kendisine, "Rabbin kimdir?" diye sorulur. O, "Bilmiyorum" der. Kişi o anda sağır, kör ve dilsizdir. Sonra ona bir tokmakla vurulur. Eğer onunla dağa vurulsa idi dağ toz toprak haline gelirdi. Onun sesini insanlar ve cinlerden başka herşey işitir."

Hz. Berâ daha sonra şöyle dedi:                                 

Resûlullahın şu âyeti okuduğunu işittim:

"Allah, iman edenleri dünya hayatında da, âhirette de, o sağlam kelime-i tevhid ile sabit kılar. İrâdelerini inkâr yolunda kullanarak zulmedenleri de Allah sapıklığa düşürür. Böylece Allah di­lediğini yapar."[1127]

 

İzah

 

Hadis, kabir suâliyle ilgilidir ve kâfirin durumunu haber verir. Ölümle ruh bedeni terketmekte, kabre sadece ruhsuz ceset konul­maktadır. Acaba kabir suâline sadece ceset mi muhatab olmakta­dır? Sadece ruh mu muhatabtır? Yoksa her ikisi birden mi suâle muhatab olacaktır? Bu konuda çeşitli görüşler vardır. Biz bu gö­rüşler içerisinde şunu tercih ediyoruz:

Ölü, suâli anlayacak, cevap vermeye güç yetirecek, azabın acısını, nimetin zevkini duyabilecek şekilde diriltilecektir. Ancak bu hayat yemeyi, içmeyi gerektirecek şekilde tam bir hayat değil de, kabir ahvalini anlayabilecek bir hayattır. Ölü sorgulama es­nasında bir çeşit hayata mazhar olur.

Kabir suâliyle vazifeli melekler, Münker ve Nekir isimli me­leklerdir. Bu melekler çok heybetli, çok korkunçtur. Ancak mü­min kullar Allah'ın yardımıyla onların heybetlerinden korkmaya­caklardır. Bunun böyle olacağı ile ilgili pekçok hadis vardır.

Münker ve Nekir meleklerinin ölüye suâl sormak için gelmele­ri ölüye verilen "telkin"den hemen sonradır.

İzahını yaptığımız hadisin râvisi Berâ bin Âzib'den (r.a.) kabir suâliyle ilgili daha tafsilatlı bir hadis rivayet edilmiştir.

Hadiste Peygamberimizin,

"Allah, iman edenleri dünya haya­tında da, âhirette de, o sağlam kelime-i tevhid ile sabit kılar. İrâ­delerini inkâr yolunda kullanarak zulmedenleri de Allah sapıklığa düşürür. Böylece Allah dilediğini yapar"

âyetini okuduğu bildiri­liyor. İzahını yaptığımız hadis bu âyetin "İrâdelerini inkâr yolun­da kullanarak zulmedenleri de Allah sapıklığa düşürür. Böylece Allah dilediğini yapar" kısmıyla ilgili. Acaba âyetin "Allah, iman edenleri dünya hayatında da, âhirette de, o sağlam kelime-i tevhid ile sabit kılar" kısmı hakkında Peygamberimizin bir açıklaması var mı?

Bu açıklamayı da Ebû Hüreyre'nin (r.a.) rivayet ettiği bir ha­disten öğreniyoruz. Ebû Hüreyre (r.a.) Resûlullahın (s.a.v.) yukarıdaki âyeti okuduktan sonra şöyle buyurduğunu bildirir:

"Bu ona [mü'mine] kabirde, 'Rabbin kim? Dinin ne? Peygam­berin kim?' diye sorulup da onun, 'Rabbim Allah, dinim İslâm, peygamberim de Muhammed'dir (s.a.v.). Bize Allah katından açık deliller getirdi. Ben de ona iman ettim ve onu tasdik ettim' dediği zamandır."

Kabir suâliyle ilgili tafsilatlı bilgi için Ölüm Cenaze Kabir isimli eserimizin 297-308. sayfalarına bakılabilir.[1128]

 

Kur'ân Hakkında Bilgisizce Tartışmak

 

349. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

"Kur'ân konusunda tartışmak küfürdür."[1129]                                                           

 

İzah

 

Kur'ân konusunda tartışmanın küfür olması, bilgisizce yapılan, Kur'ân'ın Allah'ın kelamı olduğu hususunda şüpheye düşülerek yapılan ve Kur'ân'ın bâzı âyetlerini diğer bâzı âyetleriyle yalanlamaya kalkışmak için yapılan tartışmanın küfür ol­duğunu ifâde eder. Yoksa haram helal gibi hükümlerin ortaya çıkması, ince mânâların açıklanması, hayat düsturlarının keşfi gibi müsbet maksatlar için ilim ehlinin yapacağı tartışmalar küfür değil, aksine faydalıdır. Bu çerçevedeki tartışmalar Sahabîler devrinden beri yapıl agelmiştir.[1130]                                                

 

Resûlullaha Namaz Kıldıran Sahabî

 

350. Câbir (r.a.) rivayet ediyor:                                      

Resûlullah (s.a.v.) Ebû Bekir'in arkasında namaz kıldı.[1131]

 

İzah

 

Peygamberimizin vefatı yaklaşıp, hastalığı ağırlaştığında Hz. Ebû Bekir'i Müslümanlara imam tayin etti. Hz. Ebû Bekir 17 vakit namaz kıldırdı. Hatta bir sabah namazında Peygamberimize namaz kıldırma şerefine dahi nail oldu. İşte yukarıdaki hadîs bunu haber verir. Hadise şöyle olmuştu:

Peygamberimiz bir sabah vaktinde üzerinde bir hafiflik hisset­miş, mescide geçmişti. O sırada Hz. Ebû Bekir mü'minlere sabah namazının ikinci rekatını kıldırıyordu. Hemen ona uydu, oturarak namaz kıldı. Hz. Ebû Bekir selâm verdikten sonra da yetimeşediği rekâtı tek başına kıldı.[1132] Ardından şöyle buyurdu:

"Ümmetinden birisi kendisine imamlık yapmadıkça âhirete alınmış bir peygamber yoktur!"[1133]                                             

 

Peygamberimizin Üç Tavsiyesi

 

351. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

Dostum, Ebu'l-Kâsım (s.a.v.) bana şu üç şeyi tavsiye etti.                                                     

1. Her aydan üç gün oruç tutmak,

2. Cuma günleri banyo yapmak,

3. Uyumadan önce vitir namazı kılmak.[1134]

 

İzah

 

Zikrettiğimiz kaynaklarda hadis "Cuma günü banyo yapmak" yerine "iki rekât Duhâ namazı kılmak" şeklinde gelmiştir.

Yine yer verdiğimiz kaynaklarda Ebû Hüreyre (r.a.) Resûlullahın kendisine yaptığı bu tavsiyeyi "mukim iken ve yolculuk­ta," "ölünceye kadar," "yaşadığı müddetçe," "inşallah ebediyyen" ihmal etmediğini bildirmiştir.

Hadiste her aydan üç gün oruç tutmakla, her ayın on üç, on dört ve on beşinci günlerinde oruç tutmak kastedilmiş olabilir. Çünkü bu günlerde oruç tutmak sünnettir. Ayrıca ayın başında, ortasında ve sonunda olmak üzere üç gün de kast edilmiş olabilir.[1135]

 

Ezan Emandır

 

351. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:

"Bir köy veya şehirde müezzin ezan okuduğunda, Allah o gün orayı azabından emin kılar."[1136]

 

İzah

 

Zulümler, isyanlar, azgınlık ve taşkınlıklar belâ ve musibetleri davet ettiği gibi hayırlar, ibâdetler, dualar da belâ ve musibetlere set olurlar. İşte bu setlerin en önemlilerinden biri de ezandır. Evet, İslâmiyetin bir şeâiri oları ezan, musibetlere karşı bir kalkan­dır. Hadiste de ifâde edildiği gibi, Cenâb-ı Hak, ezan okunan bir beldeyi azaptan emin kılar.[1137]

 

Dilenmek Kimler İçin  Helâldir?

 

352. Kabîsa bin Muharık (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullaha (s.a.v.) geldim ve "Ey Allah'ın Resulü, ben kavmimin bir diyet borcunu üstlendim. Bu hususta bana yardımcı olun" dedim.

Resûlullah (s.a.v.),

"Bilakis ey Kabîsa, o diyet borcunu sen değil biz üstlenmiş olalım. Bekle, sadaka gelince sana verelim" buyurdu.

Sonra şöyle devam etti:

"Ey Kabîsa, dilenmek ancak şu üç kişiden birine helâl olur:

1. Bir kimse kavminden birinin diyetini üstlenirse onu ödemek için dilenebilir. Ödedikten sonra artık dilenmesi helâl olmaz.

2. Malı kendisine yetmeyen, musibete uğrayan kişi de normal olarak yaşayacak kadar veya ihtiyacını karşılayıncaya kadar yardım isteyebilir.

3. Fakir olan birisi, kabilesinden üç akıllı kişi "Bu kimse fakirdir" derlerse, normal olarak yaşayacak veya ihtiyacını karşılayacak kadar yardım isteyebilir.

"Ey Kabîsa, bu üç hal dışında dilenmek haramdır. Ya­pan, haram yemiş olur."[1138]

 

İzah

 

Kabîsa, kabilesi ile başka bir kabile arasında sulhu temin et­mek için araya girmiş ve kavminin ödemesi gereken diyeti üstlen­mişti. Onun sulhu temin için yaptığı bu fedakârlık için Resûlullah ona "Bilakis ey Kabîsa, o diyet borcunu sen değil biz üstlenmiş olalım" diyerek ona iltifat etmiştir.

Hadis, dilenmenin sayılan haller dışında caiz olmadığını ifâde etmektedir. Dilenmeyi yasaklayan daha pek çok hadis vardır. Bunlardan bir kaçı şu mealdedir:

"Dilenmeler tırmalanmalardır. Kişi onlarla yüzünde iz yapar. Dileyen yüzünü korur, dileyen de korumaz."[1139]

"Dilenmeye devam eden yüzünde bir parça et kalmamış halde Rabbine kavuşur."[1140]

"Kim ihtiyacını karşılayacak bir mala sahip olduğu halde dile­nirse, kıyamet günü mahşer yerine, istediği şey suratında bir tır­malama, soyulma veya ısırma yarası olarak gelir."[1141]

 

Cennet Allah'ın Lütfudur                        

 

353. Ebû Zer (r.a.) rivayet ediyor:

"Kim bir iyilik yapmayı düşünür, sonra yapmazsa, Allah ona bir sevap yazılır. Eğer düşündüğü iyiliği yaparsa, ona yediyüz yedi misline kadar sevap yazılır. Kim bir kötülüğü düşünür de yapmazsa ona günah yazılmaz. Şayet düşündü­ğü kötülüğü yaparsa bir günah yazar veya Allah Azze ve Celle onu siler."[1142]

 

İzah

 

Hadisin başka rivayetlerinde baş tarafında,

"Şüphesiz sizin Rabbiniz Rahimdir," "Şüphesiz Allah iyilikleri de kötülükleri de takdir etmiş, sonra bunları açıklamıştır"

gibi ilâveler vardır. Son kısmında da,

"Allah'a karşı günah işlemeye hırslı olandan başka hiç kimse helak olmaz" ziyâdesi vardır.

Ayrıca hadisin bâzı riva­yetlerinde,

"Kul bir kötülüğü yapmak ister de bundan vaz geçerse bunu onun için bir sevap olarak" yazar ifâdesi de vardır.

Hadis, Allah'ın geniş rahmetini ve kulların Cennete ancak bu rahmet sebebiyle girebileceklerini ifâde etmektedir. Zira Allah'ın iyilikler için ya bir sevap vermesi veya hiç sevap vermemesi; kö­tülükler için de kat kat günah yazması gerekirken Yüce Allah rah­meti gereği tam tersini yapmaktadır. "İyilikler için hiç sevap ver­memesi gerekirken" dedik, çünkü insanın yaptığı her iyilik bir ibâdettir, şükürdür, kulun Rabbine karşı bir minnettarlık nümûnesidir. Daha önce ihsan edilen sayısız nimetlerin neticesi ve fiyatıdır, verilecek bir mükâfata sebep değildir. Kaldı ki, bütün ibâdetler Cenneti kazandırmak şöyle dursun, nimetlerin şükrünü edaya kâfi gelmez.

İşte bunun içindir ki, Yüce Allah mü'min kullarına rahmetiyle muamele ediyor. Onların küçük bir iyiliğine kat kat sevap yazı­yor. Kötülüğü düşünüp yapmayana sevap veriyor.

Hadiste Allah'ın iyiliğe "on mislinden yedi yüz misline" kadar sevap, kötülük için de sadece "misli kadar" günah yazılacağı ifâde ediliyor. Bu durum Kur'ân ile de sabittir. Bir âyette şöyle buyurulur:

"Kim Allah'ın huzuruna bir iyilikle gelirse, kendisine on kat sevap vardır. Kim bir kötülükle gelirse, o da ancak o kötülüğün misliyle cezalandırılır; onlar haksızlığa uğratılmazlar"[1143]

Bir âyette ise mallarını Allah yolunda harcayanlar, yedi yüz misli ve daha fazla mükâfatla müjdelenmiştir.[1144]

Hadisle ilgili olarak, "Kul kötülüğü düşünür de yapmazsa haydi ona günah yazmasın, fakat niçin sevap yazıyor?" diye bir suâl hatıra gelebilir. Böyle bir kul için sevap yazılmasının sebe­bi, kulun harama girmeyi terk etmesidir. Çünkü harama girme­mek farzdır. Dolayısıyla kötülüğü düşünse dahi gereği ile amel etmeyen kimse bir farz işlemiş olmaktadır.

Ancak hadisin "Kim kötü bir iş yapmak ister de yapmazsa, Allah o kimseye tam bir sevap yazar" kısmıyla ilgili olarak bir hu­susa dikkat çekmek isteriz:

Burada hatıra getirilen günahın işlenmemesine karşılık sevap kazanılacağının belirtilmesi, bu safhada düşünülen bir günahı iş­lememenin ne kadar güç olduğuna işarettir. Dolayısıyla hadisin mesajını iyi anlamalı, "kötülüğü düşünüp yapmamanın kişiye se­vap kazandıracağı" hususu kişiyi aldatmamalıdır. Çünkü böyle kimselerin düşündükleri yapmak için şeytanın daha kuvvetli ves­vesesine maruz kalacakları şüphesizdir. Böyle kuvvetli vesvese altında kalan insanın her zaman irâdesine hâkim olması ve dü­şündüğü günahı işlememek için gayret göstermesi mümkün ol­mayabilir. Dolayısıyla, "Nasılsa bu günahı işlemeyeceğim. Bu düşüncemi fiiliyata dökmeyeceğim" diye yapılması günah olan davranışları düşünmek zihnen de olsa kişiyi kötülüklerle haşir neşir olmaya sevkeder, kalbini lekeler.[1145]

 

Safların Tertibi Nasıl Olmalı?

 

354. İbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullahın (s.a.v.) yanında namaz kıldım. Aişe (r.a.) arkamızda bizimle beraber namaz kıldı. Ben Resûlullahın (s.a.v.) yanında idim.[1146]

 

İzah

 

Safları düzgün tutmanın ehemmiyet ve fazileti hakkında bilgiyi 228 numaralı hadise ve izahına havale ediyoruz.

Hadiste, cemaattan birisinin kadın olması durumunda safın nasıl teşkil edileceği nazara veriliyor. Bu durumda erkek imamın sağına, kadın da imamın arkasına durur. İmamdan başka iki er­kek bir kadın varsa, erkekler imamın arkasına, kadın da erkekle­rin arkasında yer alır.[1147]

 

Bir Yeri Ağrıyanın Yapacağı Dua

 

355. Enes (r.a.) rivayet ediyor:

"Birinizin bir yeri ağrıdığında elini ağrıyan yerin üzerine koysun sonra da şöyle desin: "Allah'ın adıyla ve yardımıyla. Hissettiğim şu ağrının şerrinden Allah'ın izzet ve kudretine sığınırım."

Hadisin başka bir rivayetinde Peygamberimiz,

"Sonra elini kaldır ve bunu sayısı tek olmak şartıyla tekrar tekrar yap" tavsiye­sinde bulunmuştur.[1148]

 

Duhâ (Kuşluk) Namazı                           

 

356. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullahın (s.a.v.) şöyle buyurduğunu işittim:

"Kim on iki rekât duhâ (kuşluk) namazı kılarsa, Allah Cennette onun için altından bir saray bina eder."[1149]

102 Numaralı hadisin izahına bakınız.[1150]

 

İlmi Kendisine Fayda Vermeyen Âlim

 

357. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

"Kıyamet günü insanlardan azabı en şiddetli olan ilmi kendisine fayda vermeyen âlimdir."[1151]

 

İzah

 

Gerek Kur'ân'da, gerekse hadislerde Müslümanlar sık sık ilme teşvik edilir. Kişinin ilim öğrenmesi çok sevaplı bir ibâdet olmakla beraber, bir kulun kullukla ilgili olarak öğrendiği ilimden istifade etmemesi de hiç hoş karşılanmamıştır. Yüce Allah,

"İn­sanlara iyiliği emreder de kendinizi unutur musunuz?"[1152] buyurarak bunun doğru bir şey olmadığını bildirmiştir.

Böylelerini "Kendi kendini helak eden âlim"[1153] diye isimlendi­ren Peygamberimiz de, hadislerinde bu kimseleri "insanları ay­dınlatıp kendisini yakan lambaya"[1154]; böyle bir ilmi de "kullanılma­yan hazineye" benzetmiştir.[1155] Bir hadislerinde ise

"Bildiği halde uygulamayana yazıklar olsun" buyurmuştur.[1156]

Pek çok hadislerinde de böylelerinin mahşerdeki ve âhiretteki durumlarım nazara vermiştir. Meselâ bir hadislerinde ilmiyle amel etmeyen âlimin Cehennem'de olduğunu bildirmiştir.[1157] İşte yuka­rıdaki hadislerinde de bunların "Kıyamet günü insanların en şiddetli azap göreni" olacaklarını bildirmiştir.

Birçok hadislerinde de bu azabın keyfiyetini haber vermiştir. Meselâ bu hadislerden birisi şu mealdedir:

"Kıyamet günü bâzı kimseler getirilip Cehenneme atılır. Orada bağırsakları çıkarılan adam, eşeğin değirmenin çevresinde döndü­ğü gibi bağırsağının etrafında döndürülür. Cehennemlikler onun etrafında toplanıp, 'Ey filan, sana ne oldu böyle? Sen dünyada iken iyiliği tavsiye edip, kötülükten sakındırmaz miydin?' derler.

"O da, 'Evet,' der. 'Ben iyilikleri tavsiye ederdim, fakat ken­dim yapmazdım. Kötülüklerden sakındırdım, fakat kendim uy­mazdım' diye cevap verir."[1158]

 

Hacet Duası                         

 

358. Osman bin Hüneyf (r.a.) rivayet ediyor:

Bir adam vardı. Bir ihtiyaç sebebiyle Osman bin Affan'a (r.a.) gidip gelirdi. Ancak Osman (r.a.) o adama iltifat et­mez ve ihtiyacına bakmazdı. O kimse Osman bin Hüneyf'e [hadisin râvisine] rastladı ve ona bu durumdan yakındı. Os­man bin Hüneyf ona şöyle dedi:

"İbriği getir, bir abdest al, sonra da mescide git, orada iki rekat namaz kıl. Sonra da şöyle dua et: 'Allah'ım, rah­met peygamberi, Peygamberimiz Hz. Muhammed'i (s.a.v.) vesile ederek Senden istiyor ve Sana yöneliyorum. Ey Muhammed, seni vesile ederek Rabbine [Rabbime] Celle ve Azze'ye yöneliyorum ki, ihtiyacımı yerine getirsin.'

"Bu duanın ardından ihtiyacın ne ise onu söyle. Sonra da bana gel, birlikte Osman bin Affaan'a (r.a.) gidelim."

Sonra birbirinden ayrıldılar. O zât Osman bin Hüneyf in (r.a.) dediğini yaptı ve Osman bin Affan'ın (r.a.) kapısına gitti. Kendisini kapıcı karşıladı, elinden tuttu, Osman bin Affan'ın (r.a.) yanına götürdü. Osman (r.a.) onunla beraber bir minderin üzerine oturdu ve "İhtiyacın nedir?" diye sor­du. Adam ihtiyacım söyledi, o da ihtiyacını karşıladı. Sonra da, "Senin bana gelip giderken bir ihtiyacını söylediğini ancak şimdi hatırlayabildim. Her ne ihtiyacın olursa bize gel" dedi.

O zat oradan ayrıldı, Osman bin Hüneyf ile karşılaştı. Ona, "Allah seni mükâfatlandırsın. Sen ona benim hakkım­da konuşuncaya kadar bana iltifat etmedi ve ihtiyacıma bak­madı" dedi.

Osman bin Hüneyf (r.a.), "Vallahi ben ona senin hak­kında hiçbir şey söylemedim. Ancak ben Resûlullahın hu­zurunda iken şöyle bir olaya şahit olmuştum:

Resûlullaha (s.a.v.) âmâ bir adam geldi ve halinden ya­kındı.                                                                          

Peygamber (s.a.v.) ona,

"Sabretmez misin?" buyurdu.

Adam, "Ya Resûlallah, bana yardımcı olacak kimse yok­tur. Gözümün görmemesi bana zor geliyor" dedi.

Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:                              

"Git abdest al. Sonra iki rekât namaz kıl, ardından şu duaları [yukarıdaki duayı] oku."

Adam bizden ayrıldı. Sohbet uzadığından biz henüz da­ğılmamıştık. O kimse gözünde hiçbir âmâlık yokmuş gibi bizim yanımıza geldi.[1159]

 

İzah

 

Yukarıda zikrettiğimiz kaynakda, Osman bin Hüneyf in (r.a.) âma ile ilgili olarak rivayet ettiği hadis yer alır. Bu rivayet şöyle­dir:

"Gözü âmâ veya az gören bir adam Peygambere (s.a.v.) gele­rek, 'Benim için Allah'a duâ et de bana afiyet versin' dedi.

"Resûlullah (s.a.v.) 'Dilersen bu hastalığın mükâfaatını âhirette görürsün, bu senin için daha hayırlıdır. Dilersen duâ ederim' buyurdu.

"Adam, 'Duâ et' dedi.

"Resûlullah (s.a.v.) adama güzelce abdest almasını, iki rekât namaz kılmasını ve şu duayı okumasını emretti."

Bu rivayette izahını yaptığımız hadisteki duanın sonunda, "Al­lah'ım, Muhammed'i (s.a.v.) benim hakkımda şefaatçi kıl" ilâ­vesi vardır.

Gerek yukarıdaki hadiste, gerekse başka hadislerinde, Pey­gamberimiz (s.a.v.) Allah'tan veya bir insandan ihtiyacı olan biri­nin iki rekât namaz kıldıktan sonra ihtiyacını Allah'a arz etmesini istemiştir.[1160]

Daha başka hacet duaları da vardır. Arzu eden okuyucularımız Hanefî ve Şâfiilere Göre Büyük İslâm İlmihali veya Ezan Cami Namaz isimli eserlerimizin Hacet namazı konusuna bakabilirler.[1161]

 

Kalplerin Cilası

 

359. Enes (r.a.) rivayet ediyor:

"Şüphesiz kalpler tıpkı demir gibi paslanır. Onların cilası istiğfardır."[1162]

 

İzah

 

Peygamberimiz pekçok hadislerinde olduğu gibi, bu hadisle­rinde de ümmetini günahlara karşı hassasiyeti korumaya davet etmektedir. Aksi takdirde, tevbe ve istiğfarla temizlenmeyen gü­nahların birike birike kalbi kaplayacağını bildirmiştir.

Evet, günahlar bütün kalbi kaplayabilir. Bu gerçek Kur'ân'da da açıklanmıştır. Yüce Allah bir âyet-i kerimede,

"Doğrusu onla­rın kazandıkları günahlar birike birike kalplerini kaplayıp karartmıştır"[1163] buyurarak bu gerçeğe dikkat çekmiştir.

Peygamberimiz bu âyeti şöyle açıklar:

"Mü'min bir günah iş­lediği zaman kalbinde siyah bir nokta belirir. Eğer günahtan el çeker, Allah'tan günahının bağışlanmasını dilerse, kalbi o siyah noktadan temizlenir. Eğer günaha devam ederse, o siyahlık da ar­tar. İşte Kur'ân'da geçen, 'Doğrusu onların kazandıkları günah­lar birike birike kalplerini kaplayıp karartmıştır' âyetindeki rayn [pas] budur."[1164]

Hadisle ilgili olarak üzerinde durulması gereken mühim bir husus da, burada kastedilen kalbten maksadın maddî hayatımızın devamını temin eden et parçası olmayıp, manevî hayatımızın zenbereği olan duygu olduğudur. Bediüzzaman bununla ilgili olarak şu açıklamayı yapar. Meâlen alıyoruz:

Kalpten maksat çam kozalağı gibi bîr et parçası değildir. An­cak bir latîfe-i Rabbaniyedir ki; his ve duyguların mazharı, di­mağdaki fikirlerin yansıdığı yerdir. Binâenaleyh, o latîfe-i Rabbaniyeyi içine alan o et parçasına kalb tâbirinden şöyle bir incelik çıkıyor: O latîfe-i Rabbaniyenin insanın maneviyatına yaptığı hiz­met, maddî kalbin cesede yaptığı hizmet gibidir. Evet, nasıl ki bedenin her tarafına kan pompalayan o et parçası, bir hayat makinasıdır ve maddî hayat onun işlemesiyle devam eder, durduğu za­man ceset ölür. Bunun gibi, o latîfe-i Rabbaniye amelleri, halleri ve manevî hayatın bütününü hakîki bir hayat nuru ile canlandırır, ışıklandırır, iman nurunun sönmesiyle, mâhiyeti ölü gibi bir hey­kelden ibaret kalır."[1165]

 

Dilenmek Kimler İçin Caizdir?

 

360. Mücâhid rivayet ediyor:

Bir adam Hasan ve Hüseyin'e (r.a.) geldi. Onlardan bir şey dilendi. Onlar, "Dilencilik ancak şu üç durumda caiz olur: (1) Gerçekten muhtaç olmak, (2) akrabasından birinin diyetini üstlenmek ve (3) ağır borç altına girmek" dediler ve ona verdiler.

Adam daha sonra Abdullah bin Ömer'e gitti, Abdullah niçin dilendiği sormadan ona verdi. Adam kendisine şöyle dedi:

"Amcanın oğullarına gittim, onlar bana niçin dilendiğimi sordular, sen ise sormadın."

Abdullah bin Ömer adama, "Resûlullahın (s.a.v.) çocuk­ları (torunları) şüphesiz ilimle doludurlar" dedi.[1166]

 

Peygamberimiz Ümmeti İçin Nelerden Korkuyordu?

 

361. Ebû Berzeti'l-Eslemî (r.a.) rivayet ediyor:

"Sizin hakkınızda korktuklarım arasında bilhassa şunlar vardır: Haram yemeniz, zina etmeniz, hevâ ve heveslerin sizi tehlikelere düşürmesi."[1167]

 

Akibetin Önemi

 

362. Urs bin Ümeyre el-Kindî (r.a.) rivayet ediyor:

"Şüphesiz kişi ömrünün bir kısmında Cehennem ehlinin amelini işler. Sonra Cennet ehlinin yollarından bir yol önü­ne çıkar. Ölünceye kadar gereğince amel eder. İşte kendisi için takdir edilmiş âkibet odur.

Şüphesiz kişi ömrünün bir kısmında Cennet ehlinin ame­lini işler. Sonra Cehennem ehlinin yollarından bir yol önüne çıkar. Ölünceye kadar gereğince amel eder. İşte kendisi için takdir edilmiş âkibet odur."[1168]

 

Peygamberimizin Bir Mucizesi

 

363. Abdullah bin Mes'ud (r.a.) rivayet ediyor:

Ben Ukbe bin Ebî Muayt âlisinin koyunlarını güdüyor­dum. Nebî ile (s.a.v.) Ebû Bekir (r.a.) geldi.

"Ey çocuk, yanında süt var mı?" diye sordu.

"Var ama veremem. Bu koyunlar bana emânettir" dedim. Peygamber (s.a.v.)

"Hiç teke görmemiş bir keçi var mı?" dedi.

"Evet" dedim ve istenilen keçiyi getirdim. Resûlullah (s.a.v.)

"Selâm" dedi.

Ke­çinin memelerinde hiç süt yoktu. Peygamber (s.a.v.) onun meme yerlerini mesnetti, birdenbire memeleri süt ile doldu. Ben içi oyuk bir taş parçası getirdim. Onun içine sütü sağdı. Sonra Ebû Bekir'e içirdi, ardından bana içirdi. Resûlullah (s.a.v.) memelere,

"Eski haline dön!"

buyurunca memeler eski sütsüz haline döndü. Bunu Resûlullahtan (s.a.v.) gö­rünce "Yâ Resûlallah, bana [birşeyler] öğret" dedim. Başı­mı mesh etti ve,

"Allah öğrenmek istediğin şeyi sana müba­rek kılsın. Şüphesiz sen öğretilmiş bir gençsin [olacaksın]" buyurdu. Ben Müslüman oldum. Resûlullaha geldim. Biz onun yanında iken Mürselat Sûresi indi. Ben ağzından daha taze iken o sûreyi öğrendim. [Sonraki günlerde] Resûlullah­tan yetmiş sûre öğrendim. Kur'ân'ın diğer sûrelerini de onun Ashabından öğrendim.[1169]                                        

 

İzah

 

Hadiste geçen çoban, hadisi rivayet eden Abdullah bin Mes'ut'tur (r.a.). Hz. Abdullah, Müslüman olduktan sonra bütün teh­likeyi göze alarak Mekke'de müşriklerin suratına karşı açıktan açığa Kur'ân okuyan Şahabıdır. Onun bu cesareti karşısında müşrikler önce şaşırmış, sonra da üzerine çullanarak kendisini fe­na şekilde dövmüşlerdi.

Abdullah bin Mes'ud, önce Habeşistan'a, sonra da Medine'ye hicret ederek Allah yolunda iki defa hicret etme faziletini kazandı.

Hz. Abdullah, Resûlullaha çok yakın bir Sahabî idi. Hatta bu yakınlık sebebiyle bâzıları onun Ehl-i Beytten olduğunu dâhi zan­nediyordu.

Hz. Abdullah güzel Kur'ân okurdu. Bir defasında Resûlullah ondan Kur'ân okumasını istemiş ve dinlemişti. Bu konu için 138 numaralı hadise bakılabilir.[1170]

 

Resûlullahın Abdest Alma Şekli

 

364. Muâviye bin Abdullah babasından rivayet ediyor:

Osman bin Affan'ı (r.a.) abdest alırken gördüm.

"Üç defa ağzına su verip çalkaladı, üç defa burnuna su verdi. Üç defa yüzünü yıkadı. Üçer defa ellerini yıkadı, sonra bir defa ba­şına mesh etti. Üçer defa ayaklarını yıkadı sonra da şöyle dedi: "Resûlullahı böyle abdest alırken gördüm."[1171]

 

Peygamberimizin Gaybî Bir Haberi

 

365. Osman bin Affan (r.a.) rivayet ediyor:

"Ammar'ı âsi bir topluluk öldürecek."[1172]

 

İzah

 

Tirmizî'deki rivayet şöyledir:

"Müjde sana ey Ammar! Asi bir topluluk tarafından şehid edi­leceksin."                           

Hadiste azgın bir topluluk tarafından şehid edileceği haber ve­rilen Ammar bin Yâsir (r.a.) hakkında 162 numaralı hadiste bilgi vermiştik. Burada Resûllulahın (s.a.v.) Ammar (r.a.) hakkındaki gaybî haberi üzerinde duracağız.

Medine'ye hicretten kısa bir zaman sonraydı. Mescid-i Nebevi inşâ ediliyordu. Hz. Ammar'ın çalışma şevkini gören Sahabîler ona daha fazla kerpiç yüklemeye başladılar. Ammar (r.a.) bir ara Peygamberimizin yanından geçerken, "Yâ Resûlallah, beni öldü­recekler, taşınmayacak kadar ağır şeyleri bana yüklüyorlar" dedi.

Peygamberimiz eli ile onun sırtındaki toz ve toprağı silkeledik­ten sonra şöyle buyurdu:

"Vah Sümeyye'nin oğlu! Seni onlar değil, azgın bir topluluk öldürecek. Ammar onları Cennete ve Allah'a çağırır, onlar ise onu Cehenneme çağırırlar."

Bunun üzerine Hz. Ammar, "Fitnelerden Allah'a sığınırım" dedi.[1173]

Peygamberimizin bu mucizesi Hicretin 37. senesinde aynen gerçekleşti. Hz. Alî'nin saffında yer alan Hz. Ammar, Sıffîn sa­vaşında şehid edildi. Ali (r.a.) onun şehid edilmesini kendisinin haklı olmasına delil gösterdi. Muâviye "Ammar'ı biz değil, bura­ya getirenler öldürdü" diye tevil etti. Muâviye safında yer alan Amr bin Âs da, "Azgın olanlar sadece Ammar'ın katilleridir, he­pimiz değil" dedi.[1174]

 

Hasta Ziyaretçisinin Ve Hastanın Kazancı

 

366. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah (s.a.v.),

"Kim bir hastayı ziyaret ederse, Al­lah'ın rahmetine dalmış olur. Yanında oturduğunda rahmete gömülür" buyurdu.

Ben Resûlullahın bu sözünü duyunca, "Ya Resûlallah, bu hasta ziyaretçisi içindir. Hasta için ne var?" diye sordum. Şöyle buyurdu:

"Bir kul üç gün hasta olursa, annesinden doğduğu gün­kü gibi günahlarından kurtulmuş olur."[1175]

 

Günahın Ardından Pişmanlık Duymak

 

367. İbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor:

"Pişmanlık duyanı bekleyen tevbe, kendini beğenmişi bekleyen ise azaptır."[1176]

 

İzah

 

Peygamberimiz bu hadislerinde pişmanlığın kişiyi tevbeye götüreceğine, kişinin kendini beğendiğinden tevbeye yanaşmamasımn da onu azaba maruz bırakacağını bildirmiştir.

Gerçekten de işlediği bir günahtan pişmanlık duyan kimse başka günahlara girme hususunda hassas olacağı gibi, o pişmanlığı kendisini eninde sonunda tevbeye götürür. Zaten pişmanlığın kendisi de bir tevbedir. Nitekim Peygamberimiz bir hadislerinde pişmanlığın tevbe olduğunu bildirmiş,[1177] başka bir hadislerinde de pişmanlığın günaha keffâret olduğuna dikkat çekmiştir.[1178]

İnsanın kaybedeceği hiçbir şey olmamasına rağmen, şeytanın hilesine kapılıp tevbe etmeyi gururuna yedirememesi de kendisini azaba götürür. Günahın hemen ardından pişman olarak tevbe edenle, tevbe etmeyenin akibeti bir âyette şöyle nazara verilir:

"Allah katında makbul olan tevbe o kimsenin tevbesidir ki, onlar cahillik edip kötülük işlerler de, çok geçmeden pişman olup tevbe ederler. İşte onların tevbesini Allah kabul eder. Allah her şeyi hakkıyla bilir ve her işini hikmetle yapar."

Bir sonraki âyette de ölüp gelip çattığında tevbe eden veya tev­be etmeden ölen kimseler için acı bir azap hazırlandığı haber veri­lir.[1179]

 

Resûlullahın Cerir Bin Abdullah'a Bir Şartı

 

368. Cerir bin Abdullah (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullaha (s.a.v.) bîat ettim, yanından ayrılırken beni çağırdı ve "Bütün Müslümanların hayır ve iyiliğini üzere bîat etmedikçe senin bîatını kabul etmem" buyurdu. Ben de Resûlullahın istediği şekilde ona bîat ettim.

Hadiste ismi geçen Hz. Cerir hakkında 163 numaralı hadisin izahına bakınız.[1180]

 

İstihare Duası

 

369. Abdullah bin Mes'ud (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah (s.a.v.) Kur'ân'dan bir sûre öğretir gibi bize istihareyi öğretirdi. Ve şöyle buyururdu:

"Biriniz birşey yap­mak istediğinde şöyle desin:

"Allah'ım, hakkımda hayırlı olanı Sen bildiğin için hayır­lı olanı Senden istiyorum. Kudretinden yardım dileyerek hayırlısına gücümün yetmesini Senden diliyorum. Senin büyük ihsanını niyaz ediyorum. Hiç şüphesiz herşeye gü­cün yeter; ben ise güçsüzüm. Sen herşeyi bilirsin; ben bil­mem. Sen sizli olanları bile çok iyi bilirsin.

"Allah'ım, istediğim bu şey, Senin ilminde benim dinim, dünyam ve geleceğim hakkında hayırlı ise bunu bana takdir et. Eğer ondan başkası hayırlı ise hayırlı olan her nerede ise benim için kolaylaştır. Şer nerede ise benden uzaklaştır. Ve beni ihsanınla razı eyle."[1181]

 

İzah

 

Zikrettiğimiz kaynaklarda bu duayı yapmadan önce "iki rekât namaz kılsın" ilâvesi vardır.

Hadiste, "Kur'ân'dan bir sûre öğretir gibi bize istihareyi öğ­retti" denilmesi, istiharenin ehemmiyetine gösterir.

İstihare, lügat mânâsı itibarıyla Allah'tan hayır dilemektir. Ya­ni yapılacak bir işin iyi mi, kötü mü olduğunu, yahut o işi hemen mi, yoksa bir müddet sonra mı yapmanın daha iyi netice verece­ğini anlamaya çalışmak ve kalbin o meseleye yatışmasını Al­lah'tan dilemek ve istemektir.

İstihare, zor durumlarda mü'minler için ruhî bir kuvvettir. Bir işte tereddütte kalan bir mü'min, Cenâb-ı Hakka yönelir. Teşeb­büs edeceği iş, seçeceği hayat arkadaşı dini, dünyası ve âhireti için hayırlı ise gönlünde bu işe karşı bir ferahlık uyandırmasını, bu işi yapabilmesi için kuvvet ve kudret vermesini; şayet dini, dünyası ve âhireti hakkında şer ise kendisinden çevirmesini Cenâb-ı Haktan niyaz eder. İşini Allah'a bırakıp tevekkül ettiğin­den, gönlünde bir hafiflik duyar. Neticesine de rıza gösterir.

İzahını yaptığımız hadisin diğer kaynaklarındaki rivayetinde, duadan önce iki rekât namaz kılmak tavsiye edilmiştir. Bu na­mazın birinci rekâtında Fâtiha'dan sonra Kâfirûn Sûresi, ikinci rekâtta ise Fâtiha'dan sonra İhlas Sûresinin okunması istenmiştir. Namaz kılmadan sadece duâ ile yetinmek de mümkündür.

Kişi istihare yaptıktan sonra gönlü hangi tarafa meylederse onu yapmalı, önceki peşin hüküm ve kanaatleri bırakmalıdır.

İstihareye rağmen bir temayül ve gönül yatışması görülmediği takdirde, istihareyi tekrarlamak uygun olur. Peygamberimiz bu­nunla ilgili olarak Hz. Enes'e şu tavsiyede bulunmuştur:

"Ey Enes, bir işi yapmak istediğinde o iş hakkında yedi defa­ya kadar yeniden istihare et. Sonra kalbinden geçen duyguya bak. Çünkü hayır kalbine doğan o duygudadır."[1182]

 

Peygamberimizin Ümmetine Şefkati

 

370. Câbirbin Abdullah (r.a.) rivayet ediyor:

Resûlullah bize Ramazan ayının gecesinde sekiz rekat namaz kıldırdı. Vitir namazı da kıldı. Ertesi akşam Resûlullahın (s.a.v.) çıkıp bize yine namaz kıldırması ümidiyle mescitte toplandık. Fakat sabah oluncaya kadar orada bekle­dik ve çıktık. Yeniden girdiğimizde, "Ya Resûlallah, biz bu gece mescidde toplandık ve senin bize namaz kıldırmanı ümit ettik" dedik. Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

"Bu namazın üzerinize farz kılınmasından korktum."[1183]

 

İzah

 

Çeşitli kaynaklarda Hz. Âişe'den (r.a.) buna benzer şöyle bir hadis rivayet edilir:

Resûlullah (s.a.v.) bir gece mescidde namaz kılmış, cemaat da ona uymuş. Ertesi gece yine mescidde namaz kılınca cemaat ço­ğalmış, üçüncü gece cemaat yine toplanmış, Resûlullah onların yanına çıkmamış. Sabah olunca da şöyle buyurmuştur:

"Yaptığınızı gördüm. Aslında beni sizin yanınıza çıkmaktan alıkoyan herhangi bir engel yoktu. Yalnız bu namazın size farz kılınmasından korktum."[1184]

Bu hadisin başka rivayetlerinde Resûlullahın mescide çıkıp kendilerine namaz kıldırması için Sahabîlerin seslerini yükselt­tikleri, kapıya taş attıkları bildirilir.[1185]

Bu hadis, Peygamberimizin ümmetine olan şefkatini göster­mektedir.

Hadiste Peygamberimizin kıldığı bildirilen namaz, teravih na­mazıdır. Teravih namazı, Ramazan ayında, yatsı namazından sonra kılınır. Kadın erkek herkese sünnet-i müekkededir. Orucun değil, Ramazan'ın sünnetidir. Bunun için bir mazeret sebebiyle oruç tutamayanlar için de teravih namazı kılmak sünnettir. Resû­lullah (s.a.v.) bir hadislerinde teravih namazının fazîleti ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur:

"Kim hak olduğunu kabul ve tasdik ederek ve ihlasla Rama­zan gecelerini ihya ederse, [teravih namazını kılarsa], geçmiş [kü­çük] günahları bağışlanır."[1186]

Açıklanması gereken bir husus da, izahını yaptığımız hadiste Peygamberimizin teravih namazını sekiz rekat olarak kıldığının bildirilmesidir. Abdullah bin Abbas'ın (r.a.) bildirdiği bir hadiste ise Resûlullahın teravih namazını yirmi rekat olarak kıldığı bildiri­lir.

Birçok Sahabînin rivayetine göre Hz. Ömer devrinde teravih namazı yirmi rekât olarak kılınmıştır. Yine Hz. Osman ve Hz. Ali dönemlerinde de teravih namazı yirmi rekat olarak kılınmıştır.

Bununla beraber bâzı kimseler teravih namazının sekiz rekat olarak kılınması gerektiğini söylerler. Aslında teravih namazını sekiz rekat olarak kılanların yanlış yaptığı söylenemez. Fakat mü­barek Ramazan'ın şerefli gecelerinde şevk ve heyecanla edâ edi­len teravih namazı, yirmi rekat olarak ümmetin kabulüne mazhar olmuştur. Diğer taraftan Resûlullahın şu hadisini de nazardan uzak tutmayalım:

"Ey Ashabım, benim sünnetime; benden sonra da Hülefâ-i Râşidînin sünnetine tâbi olunuz."[1187]

Teravih namazını bugün niçin cemaatla kılıyoruz?

Peygamberimiz ümmete farz olur endişesiyle teravih namazını cemaatla kılmayı bırakmıştı. Resûlullah hayatta bulunduğu müd­detçe bu namaz ferdî olarak kılındı. Hz. Ebû Bekir'in halifeliği müddetince ve Hz. Ömer'in halifeliğinin ilk yıllarında da böyle devam etti.

Bir Ramazan geceseydi. Hz. Ömer teravih namazı kılmak için mescide geldiğinde herkesin ferdî olarak namaz kıldığını gördü, üzüldü. Resûlullah (s.a.v.) "Farz olur da güç yetiremezler" endi­şesiyle ümmete olan şefkati sebebiyle öyle davranmıştı. Artık Peygamberimiz vefat ettiğine göre, bu namazın farz kılınması dü­şünülemezdi. "Öyle zannediyorum ki, bunları bir imam arkasında toplarsam daha güzel olacak" dedi. Ertesi gün Übeyy bin Ka'b'ı (r.a.) imam tayin etti ve teravih namazının cemaatla kılınmasını emretti. Bundan sonra Müslümanlar teravih namazını artık büyük bir vecd ve huşu içinde kılmaya başladılar. Hz. Ömer bundan do­layı sevincini şöyle ifâde etti:

"Şu teravih namazının cemaatla kılınması her bakımdan ne güzel bid'ad oldu."

Hz. Ömer bu sözüyle, "Dinin aslında bulunmadığı halde son­radan konulmuş bir ibâdet şeklini kast etmemiştir. O, "bid'at"ı "âdet" mânâsında kullanmıştır.

Hz. Ali de bundan dolayı hissiyatını şu sözlerle ifâde etti:

"Ömer nasıl mescidlerimizi teravih namazıyla nurlandırıp şe­reflendirdi ise, Allah da Ömer'in kabrini nurlandırsın."

Peygamberimiz bir hadislerinde,

"Ey Ashabım, benim sünne­time; benden sonra da Hülefâ-i Râşidînin sünnetine tâbi olunuz"3 buyurmuştu. İşte bizler bugün Peygamberimizin bu emrine uya­rak teravih namazını cemaatla kılıyoruz.[1188]

 

 

 



[1] Tirmizî, İlim: 7.

[2] Mecmaü'z-Zevâid, 1:148.

[3] Zehebî, el-Cerh ve't-Ta'til, 1:8.

[4] Müsned, 4:209 (17361.) Diğer misaller için elinizdeki kitabın 35. sayfa­sına bakınız.

[5] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/5-7.

[6] Zehebî, Tezkiretü'l-Huffaz, 3:912, 913; Mu'cemü's-Sagîr, 1:4; Mu'cemü'l-Evsat, 1:9, 10.

[7] Zehebî, Tezkire, 3:912; Mu'cemü'l-Evsat, 1:10-11.

[8] Bediüzzaman, Mektûbat, s. 116.

[9] Zehebî, Tezkire. 3:912.

[10] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/8-10.

[11] Kettanî, Hadis Literatürü (er-Risâletü'l-Mustadrefe) s. 280.

[12] A. Dihlevi. Bustan, s. 77.

[13] Hadis Literatürü (er-Risâletu'l-Musfadrefe), s. 281.

[14] Zehebî, Tezkire, 3:913.

[15] Mu'cemü'l-Kebir, 25:359, 16. dipnot.

[16] Zehebî, Tezkire, 3:912.

[17] İsmail Lütfi Çakan, Hadis Edebiyatı, s. 43; er-Risâle, s. 283.

[18] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/10-11.

[19] Bakara: 2/187.

[20] Al-i İmran: 3/31.

[21] Nisa: 4/59.

[22] Nisa: 4/65.

[23] Haşr: 59/7.

[24] Necm: 53/3-4.

[25] Tebrizî, Mişkâtü'l-Mesabih, 1:57 (163); Ebû Dâvud, Sünne: 5.

[26] Muvatta, Kader: 3.

[27] Mektubat, s. 25.

[28] Muhakemât, s. 19.

[29] A.g.e.,s. 22.

[30] Sünen-i Dârimî Tercümesi, 1:21 (Teokrasi İslâmla Yok Edilmiştir, s. 13'den naklen.)

[31] Sünen-i Dârimî Tercümesi, 1:21 (Mevlânâ Mevdudî'nin Sünnet Müda­faası, s. 79'dan naklen.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/12-15.

[32] et-Tergîb ve't-Terhîb, 1:97 (62); Kenzü'l-Ummal 1:184.

[33] Al-i İmran: 3/31.

[34] Ahzab: 33/31.

[35] Ahzab: 33/21. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/15-16.

[36] Kalem: 68/4.

[37] Lem'alar, s. 48.

[38] Tirmizî, Menâkıb: 32.

[39] Lem'alar, s. 50.

[40] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/17-19.

[41] Müslim, Selâm: 15.

[42] Müslim, Hacc: 251; Buhârî, Hacc: 57.

[43] Müslim, Sayd, 56; Dârimî, Mukaddime: 40.

[44] Müsned, 4:563 (19705.)

[45] Müsned, 4:554 (19641)

[46] Lem'alar, s.51.

[47] Mektubat, s. 371.

[48] Şualar, s. 108-11. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/19-22.

[49] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/23.

[50] Al-i İmran: 3/110.

[51] Bakara: 2/143.

[52] Tevbe: 9/100.

[53] Tirmizî, Menakıb: 59; El-İsâbe, 1:10.

[54] Müsned, 5:245.

[55] Keşfü'l-Hafâ,1: 132.

[56] Müslim, Fezâil: 221.

[57] Müslim, Fezâil: 221; Tirmizî, Menakıb: 57.

[58] İbni Mâce, Mukaddime: 4 (30-35.)

[59] Bediüzzaman, Mektûbat, s. 121.

[60] Bediüzzaman, Mektubat, S. 120. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/23-26.

[61] Te'vilu Muhtelifi'l-Hadis, s. 39.

[62] İbni Mâce, Mukaddime: 4 (36.)

[63] Buharî, İlim: 38, Enbiya: 50; Müslim, Zühd: 72; Tirmizi, Fiten: 70.

[64] Hâtib el-Bağdâdî, el-Kifaye, s. 171.

[65] Müslim, Mukaddime: 2(1)

[66] Dârimî, Sünen, Mukaddime: 28.

[67] el-Kifâye, s. 178.

[68] Dr. Abdülkadir  Şener, Kıyas, İstihsan,  İstıslah,   s. 42,  İ'lâmü'l-Muvakkin, 2:229 naklen. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/26-28.

[69] Müsned, 4:561(19690)

[70] Buhâri, Fezâilü'l-Kur'ân: 36; Menakıb: 25; Müslim, Zekât: 154; Ebû Dâvud, Sünnet: 131: Nesâî, Tahrim: 26.

[71] Müslim, Mukaddime: 4 (7)

[72] Hatib el-Bağdadî, El-Kifaye,s. 173, 176.

[73] Tecrid-iSarih Tercümesi, 1 :22 (Mukaddime) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/28-31.

[74] Bakara: 2/159.

[75] Buhari, İlim: 42: Müsned, 2:362 (7687.).

[76] Müsned, 2:361 (7687.)

[77] Müsned, 2:361 (7687.)

[78] Üsdü’l-Gabe, 5:317; Tabakat, 3:329.

[79] Mektubat.,s. 132.

[80] Mektubat, s. 119.

[81] Bediüzzaman, Sözler, s. 457. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/31-34.

[82] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/34.

[83] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/34-35.

[84] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/35-37.

[85] Dârimî, Mukaddime: 38; Camiü's-Sugîr; 2:545; Keşfü'l-Hâfâ, 1:796.

[86] Suyutî, Tedribü'r-Râvi, s. 358.

[87] Bediüzzaman, Mektübat, s. 95.

[88] Hatib el-Bağdâdî, El-Kıfâye, s. 23,24. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/37-40.

[89] Mektubat, s. 117.

[90] Prof. Dr. Talal Koçyiğit, Hadis Usûlü, s. 50-54.

[91] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/40-43.

[92] Câmiü's-Sagîr, 1:558.

[93] Câmiü's-Sagîr., 1:382

[94] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/43-44.

[95] Müslim, Zühd: 72; Müsned, 3:16(11071.); Dârimî, İlim: 42 (456.)

[96] Tirmizî, İlim: 11.

[97] Ebû Dâvud, İlim: 3; Dârimî, İlim: 43 (490.); Müstedrek, 1:186-187 (357-359.)

[98] Buhârî, İlim: 39; Tirmizî, İlim: 12, Menâkıb: 47; Dârimî, İlim: 43 (489)

[99] Dârimî, İlim: 43 (491,492.); Müstedrek, 1:188 (362.)

[100] Dârimî, İlim: 43 (505.)

[101] Dârimî, İlim: 43 (506. 507.)

[102] Dârimî, İlim: 43 (497,503); Müstedrek. 1:188 (360.)

[103] Buhârî, İlim: 39.

[104] Zehebî, Tezkiretü'l-Huffâz, 1:5.

[105] Hatib el-Bağdadî, Takyîdü'l-İlim, s. 86.

[106] Halib el-Bağdadî, Takyîdü'l-İlim. s. 49.

[107] Dârimi, İlim: 43 (475.)

[108] Muhammed Hamidullah, Muhtasar Hadis Tarihi, s. 53,54.

[109] es-Sünne Kable't-Tedvin, s. 373.

[110] İbni Sa'd, Tabakât. 7:448.

[111] Buhârî, İlim: 34; Dârimî, İlim: 43 (494.)41. Mektubat, s. 95.

[112] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/44-51.

[113] Mektûbat, s. 119.

[114] A.g.e.,s. 129.

[115] A.g.e.,s. 120.

[116] Bediüzzaman,Sözler, s. 315. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/51-52.

[117] Neseî, Kiyâmü'l-Leyl: 16; Tirmizî, Fitne: İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/55.

[118] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/55.

[119] Tirmizi, Daavât: İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/56.

[120] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/56.

[121] İbni Mâce, Zühd: 35; Taberânî, Mu'cemü'l-Evsat, 1:128. Ebû Dâvud, Fiten: 7; Müsned, 5:555, (19623) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/56-57.

[122] Mu'cemul-Evsât, 2:523 (1900)

[123] Müslim, Tevbe: 50.

[124] En'am: 6/164.

[125] Suyutî, Câmiü'l-Kebîr, 6:304. (18926) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/57-59.

[126] Taberânî, Mu'cemü'l-Evsat, 3:141, (2290) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/59-60.

[127] İbni Mâce, Tahare: 4; Muvatta, Tahare: 36; Müsned, 5:363, (22432.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/60.

[128] Hûd: 11/112.

[129] Fussilet: 41/30.

[130] Muslim, İman: 62.

[131] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/60-62.

[132] Ebû Davud, Cihad: 2; Müslim, İman: 64, 65; Tirmîzî, Kıyame: 52; Nesaî, îman: 9, 11. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/62.

[133] İbni Mâce, Zühd: 17. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/62-63.

[134] Tirmizî, Birr: 47; İbni Mâce, Zühd: 17.

[135] Câmiü's-Sagîr, 6:240, (9095)

[136] Buhârî, Enbiya: 4; Ebû Dâvud, Edeb: 6.

[137] Tirmizî, Birr: 78.

[138] İbni Mâce, Zühd: 17.

[139] Tirmizî, Kıyamet: 25.

[140] Bediüzzaman Said Nursî, Lem'alar, s. 52.

[141] Buhari, Edeb: 77; Menâkıb: 23; Müslim, Fedâilü'n-Nebî: 67.

[142] Ahzab: 33/53.

[143] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/63-64.

[144] Mu'cemü'l-Evsat, 2:8, (1155); İbni Mâce, Cihad: 14. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/64-65.

[145] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/65.

[146] İbni Mâce, Nikâh: 22; Buhâri, Libas: 62, Megâzî: 56, Nikâh: 113; Müslim, Selâm: 32; Tirmizî, Edeb: 34; Ebû Dâvud, Libas: 27; Edeb: 61; Muvatta, Vasiyyet: 5. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/66.

[147] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/66-67.

[148] Buhârî, Büyü: 15; İbni Mâce, Ticâret: 1. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/67.

[149] Sa'd: 38/26.

[150] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/67-68.

[151] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/68.

[152] Tekasür: 102/8.

[153] Müslim, İmâre; 16.

[154] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/68-69.

[155] Buhârî, Bedü'1-Halk: 145; Müslim, Fezâilü's-Sahabe: 71. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/69.

[156] Cûmiü's-Sagîr, 3:432.

[157] Müslim, Fezâilü's-Sahabe: 74; Tirmizî, Menâkıb: 62.

[158] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/69-70.

[159] İbni Mâce, İkâme: 103; Müslim, Müsâfirîn: 63, 64; Dârimî, Salat: 149; Ebû Dâvud, Tatavvu: 5; Tirmizî, Salat: 312; Müsned, 2:437, (8354.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/70-71.

[160] İbni Mâce, İkâmet:  103; Müslim, Müsafirîn: Taberânî, Mu'cemü'l-Evsat, 2:273.

[161] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/71-72.

[162] İbni Mâce, Mukaddime: 17(224). İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/72.

[163] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/72-73.

[164] Buhari, Cihad: 157; Müslim, Cihad: 17, 18; Ebû Dâvud, Cihad: 92; İbni Mâce, Cihad: 28; Tirmizî, Cihad: 5. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/73.

[165] Buhârî, Cihad: 103; Ebû Dâvud, Cihad: 92; Müslim, Tevbe: 54.

[166] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/73-74.

[167] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/74.

[168] Müslim, Müsâkat: 133-135. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/74-75.

[169] İbni Mûce, Şufa: 2.

[170] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/75-76.

[171] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/76.

[172] A'raf: 7/57.

[173] Yunus: 10/22.

[174] Ahkâf: 46/24.

[175] Zâriyat: 51/41.

[176] Al-i İmran: 3/117.

[177] İsrâ: 17/68- 69.

[178] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/76-77.

[179] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/77-78.

[180] Buhari, Büyü: 82; Müslim, Büyü: 105; Neşet, Muzam'a: 45; Muvatta: Büyü: 23-25; Ebû Dâvud, Büyü: 18. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/78.

[181] Buhârî, Nikâh: 28; Müslim, Nikâh: 57; Ebû Dâvud, Nikâh: 15.

[182] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/78-79.

[183] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/80.

[184] Üsdü'l-Gâbe, 1:358. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/80-81.

[185] İbni Mâce, Fiten: 14. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/81.

[186] Müslim, Müsâkat: 107.

[187] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/81-82.

[188] İbni Mâce, Rehine: 4. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/82-83.

[189] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/83.

[190] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/84.

[191] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/84.

[192] Hacc: 22/77.

[193] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/84.

[194] Mu'cemü'l-Evsat, 1:154, (193); Buhârî, Ezan: 155. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/85.

[195] Mu'cemü'l-Evsat, 9:302, (8658.)

[196] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/85.

[197] Mu'cemü'l-Evsat, 5:138, (4264.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/86.

[198] Nisa: 4/93.

[199] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/86-87.

[200] Tirmizî, Libas: 11. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/87.

[201] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/87.

[202] Tirmizî, Kıyamet: 9. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/88.

[203] Mü'min: 40/59.

[204] Lokman: 31/34.

[205] Necm: 53/57.

[206] Meâric: 70/6-7.

[207] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/88-89.

[208] İbni Mâce, Hudûd: 33. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/89.

[209] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/89-90.

[210] Buhari, Libas: 39; Müslim, Libas: 67; Ebû Dâvud, Libas: 41; Tirmizî, Libas: 37; tbni Mâce, Libas: 78. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/91.

[211] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/91-92.

[212] Buhârî, Bedü'1-Halk: 8; Tefsir, Secde Sûresi; Müslim, Cennet: 2; Tirmizî, Tefsir (3195). İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/92.

[213] Nisa: 4/69.

[214] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/92-93.

[215] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/93.

[216] Tirmizî, Fitne: 24.

[217] Nahl: 16/77.

[218] Sözler, s. 318.

[219] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/94-95.

[220] İbni Mâce, Salât: 7; Dârimî, Salat: 17; Müstedrek, 1:303. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/95.

[221] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/95.

[222] 95.

[223] Câmiü's-Sagîr, 3:194

[224] Tirmizî, Ahkâm: 9; Ebû Dâvud, Akdiye: 4; İbni Mâce, Ahkâm: 2.

[225] Câmiü's-Sagîr, 3:165.

[226] Müsned, 4:279, (17789.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/95-96.

[227] Buhârî, Edeb: 96; Müslim, Birr: 161-165; Tirmizi, Zühd: 50; Ebû Dâvud, Edeb: 122. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/96.

[228] Sözler, s. 460.

[229] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/97-98.

[230] Buhari, Savm: 20; Müslim, Siyam: 45; Müsned, 3:55; (11387) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/99.

[231] İbni Mâce, Siyam: 22.

[232] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/99.

[233] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/99-100.

[234] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/100.

[235] Buhârî, Rikak: 2. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/100.

[236] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/101.

[237] Buhârî, Edeb: 33; Müslim, Zekât: 52; Ebû Dâvud, Edeb: 68; Tirmizî, Birr: 45. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/101.

[238] Buhari, Cihad: 72, 128, Sulh: 33; Müslim, Müsâfirîn: 84, Zekât: 56.

[239] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/101-102.

[240] Buhari, Cihad: 103; Dârimî, Siyer: 2; Ebû Dâvud, Cihadı 455;                                                                       Müsned, 3:595 (15762) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/102.

[241] Avnu'l -Ma'bud, 7:265.

[242] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/102-103.

[243] Buhârî, Salat: 65; Müslim, Mesâcid: 25; Tirmizi Salat: 237; İbni Mâce, Mesâcid: 1; Nesaî, Mesâcid: 1. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/103.

[244] Tevbe: 9/18.

[245] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/103-104.

[246] Buhari, İlim: 38, Cenâiz: 34; Ebû Dâvud, İlim: 4; Müslim, Mukaddime: 1; Tirmizî, İlim: 8. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/104.

[247] Nisa: 4/50.

[248] Yûnus: 10/60.

[249] Müslim, Mukaddime: 4; Tirmizî, İlim: 9; Buhârî, Cenâiz: 34.

[250] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/104-105.

[251] Mu'cemü'l-Evsat,4:89, (3125.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/105-106.

[252] Mu'cemü'l-Evsat, 3:111, (2228) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/106.

[253] Darekutnî, 4:90; Buhari, İlim: 28, Lukata: 2, 3, 4, Edeb: 75; Ebû Dâvud, Lukata: 1; Muvatta, Akdiye: 46; Tirmizi, Ahkâm: 35. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/106-107.

[254] Buhârî, Talak: 22.

[255] Ebû Dâvud, Lukata: 1.

[256] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/107-108.

[257] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/108.

[258] Nisa: 4/101.

[259] Müslim, Salâti'l-Misâfir:4; İbni Mâce, İkame:73; Ebû Dâvud, Sefer 1.

[260] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/108-110.

[261] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/110.

[262] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/110.

[263] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/110-111.

[264] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/111.

[265] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/111-112.

[266] İbni Mâce, Nikâh: 21. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/112.

[267] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/112-113.

[268] Buhârî, Ezan: 52; Müslim, Salat: 198; Ebû Dâvud, Salât: 75. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/113.

[269] İbni Mace, İkame: 41.

[270] Buhari, Ezan: 53; Müslim, Salât: 114

[271] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/113-114.

[272] Müsned, 1:470, (3567); İbni Mâce, Zühd: 30. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/114.

[273] Nisa: 4/106.

[274] Zümer: 39/53.

[275] Âl-i İmran: 15/16, Nahl: 16/47, Tevbe: 9/70, Nisa: 4/110.

[276] Nisa: 4/23- 306, Ahzab: 33/50- 59; Mümtehine: 60/12.

[277] Tirmizî, Kıyâme: 49; İbni Mâce, Zühd: 30.

[278] Tirmizî, Daavât: 99; İbni Mâce, Zühd: 30.

[279] Müslim, Tevbe: 31.

[280] İbni Mâce, Zühd: 30.

[281] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/114-116.

[282] İbni Mâce, Siyam: 35; Ebû Dâvud, Siyam: 50; Tirmizî, Savm: 59; Müslim, Siyam: 144. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/117.

[283] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/117.

[284] Tirmizî, Cennet: 13; İbni Mâce, Zühd; 34. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/117-118.

[285] Müslim, İman: 242, 243; Buhârî, Büyü: 102; Mezâlim: 131, En­biyâ: 49; Ebû Dâvud, Melâhim: 14; Tirmizî, Fiten: 54; Müsned, 2:315, 541, (7264; 9296) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/118.

[286] Zuhruf: 43/61.

[287] Müslim, Fiten: 39.

[288] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/118-119.

[289] bni Mâce, Eşribe: 7; Müslim, Müsakât: 71-74; Mu'cemü'l-Evsat, 1:432(774) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/119.

[290] En'âm: 6/146.

[291] Mâide: 5/78.

[292] Nisa: 4/156-157.

[293] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/120-121.

[294] Buhari, Bedü'1-Halk: 6; Fezâilü'l-Kur'ân: 4; Tirmizî, Kıraat: 11; Müsned, 1:271,(2716) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/121.

[295] Ebû Dâvud, Vitr: 22; Buhârî,  Fezâilü'l-Kur'ân:   5,  Tevhid:   37;. Müslim, Müsâfirîn: 264, 270, 272; Tirmizî, Kur'ân: 9; Muvatta.

[296] Tirmizî, Kıraat: 11.

[297] Buhari, Bedü'1-Halk: 6; Fezâilü'l-Kur'ân: 4.

[298] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/121-123.

[299] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/123.

[300] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/123.

[301] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/124.

[302] Buhari, Ezan: 133, 134; Müslim, Salât: 226-231; Ebû Dâvud, Salât: 1515; Tirmizi Salat: 203; Nesai, İftitah: 130, Tatbik: 40, 43; Mâce, İkâme: 19. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/124.

[303] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/124-125.

[304] Mu'cemü'l-Evsat, 2:33û (1507.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/125.

[305] Müslim, Selâm: 69.

[306] İbni Mâce, Tib: 1.

[307] Tirmizî, Tıb: 21.

[308] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/126-128.

[309] Müslim, Lukata: 18. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/128-129.

[310] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/129.

[311] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/129-130.

[312] Ebû Dâvud, Salat: 190, 191; Müslim, Mesâcid: 88; Tirmizi Salat: 291; İbni Mâce, İkâme: 132; Nesai  Sehv: 24; Muvatta. Salat: 62. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/130.

[313] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/131-132.

[314] Müslim, Fezâilü's-Sahabe: 211-213. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/132.

[315] Camiü’s Sagir, 3:483.İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/132.

[316] Bakara: 2/178.

[317] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/132-133.

[318] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/133.

[319] İbniMâce, Tahâre: 1. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/134.

[320] Mu'cemü'l-Evsat, 8:290, (7591) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/134.

[321] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/134-135.

[322] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/135.

[323] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/135.

[324] Tirmizî, Edeb: 6; Mecmaü'l-Evsat, 2:505, (1870)

[325] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/136.

[326] İbni Mâce, Sadaka: 11. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/136-137.

[327] Nisa: 4/4.

[328] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/137.

[329] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/138.

[330] Suyutî, Câmiü's-Sagîr, 1:203.

[331] Hudeybiye, Mekke'ye yakın bir köydür. Peygamberimiz müşriklerle Hudeyebiye Sulhunu burada imzalamış, Kur'ân'da katılanların methedildiği "Rıdvan Biati" burada gerçekleşmiştir.

[332] Buhari, Ezan: 152; Müslim, İman: 125.

[333] Vakıa: 56/82.

[334] Tirmizî, Tefsir (Vakıa Sûresinin tefsiri)

[335] Suyutî, Câmiü'l-Kebîr,   (17574); Müslim, İman: 126

[336] et-Tabsîr, s. 13, 38.

[337] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/138-140.

[338] Buhârî, Bedü’l Vahy: 31; İbni Mâce, Nikâh: 42; Müslim, Eymân: 43, 44. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/140-141.

[339] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/141.

[340] Ebû Dâvud, Cihad: 82; Müslim, Cihad: 3, 24, 25. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/141-142.

[341] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/142.

[342] İbni Mâce, İkâmetü's-Salat: 147; Buhari, Mevakit: 30, 31; Müslim, Salati'l-Müsâfirîn: 288, 292; Ebû Dâvud, Tatavvu: 10. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/142.

[343] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/142-143.

[344] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/143-144.

[345] Müslim, Fezâilü's-Sahabe: 153, Bedü'1-Halk: 6. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/144.

[346] Şuârâ: 26/225-227.

[347] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/144-145.

[348] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/145-146.

[349] Mu'cemü'l-Evsat, 3: 119, (2245) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/146.

[350] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/147.

[351] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/147.

[352] Buhari, Merdâ: 27. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/147-148.

[353] Metâlibü'l-Aliye,  2:342.

[354] Lem'alar, s. 214. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/148.

[355] Mu'cemü'l-Evsat, 3:142, (2292); Buhari, Fezâilü'l-Kur'ân; 14. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/149.

[356] Buharı, İlim: 15. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/149-150.

[357] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/150.

[358] Müsned, 4:560, (19688), 6:290, (26172, 26173). İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/150-151.

[359] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/150-151.

[360] Ebâ Dâvud, Büyü': 1; Tirmizî, Büyü': 4; İbni Mâce, Ticâret: 3-Nesâî, Eymân: 22, 23; Mu'cemü'l-Evsat, 2:135, (1254); Müsned, 4:9, (16115)'. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/151-152.

[361] Âl-i İmran: 3/77.

[362] Buhari, Tefsîrü'l-Kur'ân: 8.

[363] Müslim, Müsakât: 132; İbni Mâce, Ticâret; 30.

[364] Buhârî, Müsakât: 132; İbni Mâce, Ticâret: 30.

[365] Ebû Dâvud, Efeb: 11

[366] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/152-153.

[367] Câmiü'l-Evsat, 2:350, (1606) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/153.

[368] Müsned, 4:203, (17303)

[369] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/154.

[370] Müslim, İmân: 178; Buhari, Cihad: 182, Meğazî: 38. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/154.

[371] Hadisin son kısmı, Mu'cemü's-Sagîr'de de rivayet edilmiştir.  232 nolu hadise bakınız

[372] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/155.

[373] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/155-156.

[374] Buhari, Hac: 26; Tirmizî, Hac: 13; Müslim, Hac; 19, 22; Ebû Dâvud, Menâsik: 26; Nesâî, Menâsik: 54; Muvatta, Hac: 28; Dârimî, Menâsik: 13; Müsned, 1:376, (2753). İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/156.

[375] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/157.

[376] Câmiü'l Evsat, 3:33, (2055) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/157.

[377] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/157.

[378] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/158.

[379] Müslim, Birr: 69; Tirmizî, Birr: 82; Mu'cemü'l-Evsat, 3:141, (2291) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/158.

[380] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/158-159.

[381] İbni Mâce, Eşribe: 9; Buharı, Eşribe: 1; Müslim, Eşribe: 73; Muvatta, Eşribe: 11; Ebû Dâvud, Eşribe: 5; Tirmizî, Eşribe: 1; Nesâî, Eşribe: 22; Müsned, (4645, 4646.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/159.

[382] Mâide: 5/90-91.

[383] Buhârî, Eşribe: 2, 5; Müslim, Tefsir: 32; Ebû Dâvud, Eşribe: 1; Tirmizî, Eşribe: 8.

[384] İbni Mâca, Eşribe, Eşribe: 10.

[385] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/159-160.

[386] İbni Mâce, Et'ime: 33. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/161.

[387] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/161.

[388] Tirmizî, Fezâilü'I-Kur'ân: 4. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/161-162.

[389] Buhari, Fezâil-l Kur'ân: 10; Müslim,  Salatü'l-Müsâfirîn: 255; Tir­mizî, Fezâil-i Kur'ân: 4. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/162.

[390] Müslim, Eyman: 12; Tirmizî, Eyman: 6; Muvatta, Eyman: 11

[391] Meâric: 70/40-41.

[392] Bakara: 2/224.

[393] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/162-164.

[394] İbni Mâce, Fiten: 20. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/164.

[395] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/164-165.

[396] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/165.

[397] Müslim, Müsâfirîn: 43. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/165.

[398] Tirmizî, Salât: 346.

[399] Buhârî, Sulh: 11; Müslim, Müsâfirin: 84; Tirmizî, Salât: 346.

[400] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/166.

[401] Müslim, Fezâil: 124-126. Tirmizî, Edeb:67; Muvaîtta Esmâü'n- Nebiy: 1. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/166-167.

[402] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/167.

[403] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/168.

[404] Müslim, Hudüd: 8. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/168-169.

[405] İbni Mâce, Mukaddime: 24 (264) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/169.

[406] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/169.

[407] İbni Mâce, Sıyâm: 7; Mu'cemü'l-Evsat, 3:153, (2312.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/169-170.

[408] Yunus: 10/5.

[409] Rahman: 55/5.

[410] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/170.

[411] Mecmâü'l-Evsat, 3:154, (2313.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/171.

[412] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/171-172.

[413] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/172.

[414] Tirmizi Sevâbü'l-Kur'ân: 10; Mu'cemü'l-Evsat, 3:33, (2056.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/172.

[415] Bediüzzaman, Sözler. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/173-174.

[416] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/174.

[417] Müslim, Fezâil: 2.

[418] Bakara: 2/74.

[419] İsrâ: 17/44.

[420] Fussilet: 41/21

[421] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/174-175.

[422] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/175.

[423] Bakara: 2/65; Buhari, Bedü'l-Halk: 14.

[424] Bediüzzaman, Sûnühat, s. 44. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/175-176.

[425] Müslim, Âdâb: 43, 44; Ebû Dâvud, Edeb: 128; Müsned, 2:546, (9333,) 5:232, (21561); Buhari, İsti'zan: 11. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/176.

[426] Câmiu's-Sagîr, 2:250. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/177.

[427] Buhârî, Daavât: 21; Müslim, Zikir: 9; İbni Mâce, Duâ: 8; Tirmizî, Daavât: 77; Müsned, 2:611, (9950); Câmiü'l-Evsat, 3:25, (2038.); Muvatta, Kur'ân: 78; Ebû Dâvud, Vitr: 23. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/177-178.

[428] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/178.

[429] Müslim, Hac: 248-251; Buhârî, Hac: 50; Ebû Dâvud. Menasik: 46; Tirmizî, Hacc: 26; Nesat, Menâsik: 147; İbni Mâce, Menâsik: 27; Muvatta: Hacc: 135. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/178.

[430] Ebû Dâvud, Salât: 160; Nesâî, Sehv: 10; Dârimî, Salat: 134; Müstedrek, 1:361; Mu'cemü'l-Evsat, 3:27,(2042.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/179.

[431] Suyutî, Câmiü'l-Kebir, 6:241, (18461.)

[432] Buhârî, Ezan: 93; Ebû Dâvud, Salat: 160; Tirmizî, Cuma: 59.

[433] Buhari, Ezan: 92; Müslim, Salat: 117; İbni Mâce, İkâme: 68.

[434] Mü'minûn: 23/1-2.

[435] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/179-180.

[436] En'am: 6/158.

[437] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/180.

[438] Müslim, Fiten: 39; İbni Mâce, Fiten: 28; Tirmizî, Fiten: 21.

[439] En'am: 6/158

[440] Müslim, İman: 248; İbni Mâce, Fiten: 32

[441] İbni Mâce, Fiten: 32.

[442] Şualar, s. 496, 497.

[443] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/181-182.

[444] İbni Mâce, Mukaddime: 15; Tirmizî, Menâkıb: 20; Müsned, 4:399, (19227); Mu'cemü'l-Evsat, 3:134, (2275.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/183.

[445] İbni Hişam, Sîre, 4:274; Halebî, İnsânü'l-Uyûn, 3:340.

[446] Müsned, 4:397, (19214.)

[447] Müsned, 4:399, (19227.)

[448] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/183-184.

[449] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/185.

[450] Zümer: 39/53.

[451] Ankebut: 29/23.

[452] Fussilet: 41/23.

[453] Buhârî, Tevhid: 35.

[454] Hilyetü'l-Evliya,  1:53. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/185-187.

[455] Tirmizî, Fezâilü's-Sahabe: 61. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/187-188.

[456] Ahzâb: 33/33.

[457] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/188-189.

[458] Buhari, Büyü: 78; Müslim, Musakat: 81, Ebû Dâvud, Büyü: 13. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/189.

[459] Bakara: 2/275.

[460] İbni Mâce, Ticâret: 58.

[461] Fethü'r-Rabbani, 15:70.

[462] El-Mezâhibü'l-Erbaa, 2:246.

[463] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/189-190.

[464] Mecmâü'l-Evsat, 2:510. (1877); Heysemî, Mecmaü'z-Zevâid, (10:201) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/191.

[465] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/191.

[466] Mu'cumü'l-Evsat, 2:351 (1608.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/191-192.

[467] Enfal: 8/56-57.

[468] Ahzab: 33/10.

[469] Tevrat, Tesniye, 2:10-14.

[470] Ahzab: 33/26.

[471] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/192-195.

[472] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/195-200.

[473] Buhari, Ahkam: 42; Nesâî, Beyat: 32; Câmiül'l-Evsat, 3:463. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/200-201.

[474] Tirmizi, Birr: 26; Buhari, Sulh: 2; Müslim, Birr: 101; Ebû Dâvud, Edeb: 58. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/200-201.

[475] Buhâri, Edeb: 116.

[476] Muvatta, Kelâm: 18.

[477] Buhâri, Cihad: 103; Ebu Dâvud, Cihad: 92.

[478] İsârâti’l-İ'caz, s. 91.

[479] Hutbe-i Şâmiye, s. 43-44.

[480] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/201-204.

[481] İbni Mâce, İkâmetü's-Salat: 200; Buhari, Küsuf: 56. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/204-205.

[482] Ahzab: 33/4.

[483] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/205-206.

[484] Mecmâü'l-Evsat, 7:163, (6299.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/206.

[485] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/206.

[486] Buhari, Hudûd, 45; Müslim, Eyman: 37; Tirmizî, Birr: 30; Ebû Dâvud, Edeb: 133. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/207.

[487] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/207.

[488] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/207-208.

[489] Ahzâb: 33/9. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/208-209.

[490] Müslim, Salat: 265; İbni Mâce, İkâme: 38; Ebû Dâvud, Salat: 109; Nesât, Kıble: 7; Müsned, 5:194. (21316); Dârimî, Salat: 128. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/209.

[491] Müslim, Salât: 254-256; Ebu Dâvud, Salat: 109; Buhari, Salat: 90; Nesâî, Kıble: 7; İbni Mâce, İkâme: 38; Muvatta, Sefer: 38; Dârimî, Salat: 129.

[492] Müslim, Salât: 258-259; Ebu Dâvud, Salat: 114; Buhârî, Salat: 90; Nesâî, Kasâme: 48; İbni Mâce, İkâme: 39.

[493] Müslim, Salât: 267-269; Ebu Dâvud, Salat: 112; Buhârî, Salal: 22; Nesâî, Taharet: 119; İbni Mâce, İkâme: 40; Müsned, 6:37, (24081.)

[494] Resûlullahın hanımı Ümmü Seleme'nin önceki beyinden olan kızı.

[495] İbni Mâce, İkâme:38.

[496] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/209-211.

[497] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/211.

[498] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/211.

[499] İbni Hişam, Sîre, 3:225, 230, 231, 257, 266, 332, 351, 352, 371; İbni Sa'd, Tabakat, 2:92.

[500] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/212-214.

[501] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/214.

[502] Buhârî, Hayız: 17; Kader: 1; Müslim, Kader: 1-5; Ebû Dâvud, Sünnet: 17; Tirmizî, Kader: 4. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/214-215.

[503] Mü'minûn: 23/13, 14.

[504] Prof. Dr. Alpaslan Özyazıcı, Hücreden İnsana, s. 33.

[505] Hücreden İnsana, s. 34-47; Dr. Bahri Dayioğlu, Yaratılış Mucizesi, 79.

[506] Hücreden İnsana, s. 46.

[507] Yaratılış Mucizesi, s. 65.

[508] Fıkh-ı Ekber Şerh-i Aliyyü'l-Kârî, s. 114.

[509] Necm: 53/40.

[510] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/215-219.

[511] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/219.

[512] Mu'cemü'l-Evsat, 4:27, (3032.)

[513] A'raf: 7/180.

[514] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/219-220.

[515] Nisa: 4/41.

[516] Buhari, Fezâilü'l-Kur'ân: 32, 33; Mu'cemü'l-Evsat, 2:353 (16107); Tirmizî, Tefsir 5:237 (3024) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/220-221.

[517] Şûra: 42/23.

[518] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/221-222.

[519] Bu âyete başka mânâlar da verilmiştir. Ancak buraya uygun olan mânâ bu şekildedir.

[520] Fahreddin er-Râzi. Mefâtihü'l-Gayb (Tefsîr-i Kebir Tercümesi), 19:447. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/222.

[521] Buhâri, Cihad: 49, 113, Vekâlet: 8; Mesâcid: 59, Büyü: 34; İstikraz: 1, 7, Mezâlim: 26, Hibe: 23; Müslim, Müsâkat: 109-117; İmârat: 181; Tinnizl Büyü: 30; Nesâî, Büyü: 77; Ebû Dâvud, Ticâret: 71; İbni Mâce, Ticâret: 29. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/223.

[522] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/223-224.

[523] Buhâri, Daavât: 30; Müslim, Zikir: 4; İbni Mâce, Zühd: 31. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/224.

[524] Buhari, Temennî: 6.

[525] Buhari, Daavât: 30.

[526] Yusuf: 12/101.

[527] Meryem: 19/103.

[528] Muvatta, Kur'ân: 40.

[529] Tarihçe-i Hayat, s. 197.

[530] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/225-227.

[531] Mu'cemü'l-Evsat, 3:156, (2317.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/227.

[532] İsrâ: 17/81.

[533] Müslim, Cihad: 87; Buhâri, Megâzî: 50; Tirmizî, Tefsirü'l-Kur'ân: 18. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/227-228.

[534] Sebe: 34/49.

[535] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/228.

[536] Buhari, Ezan: 95; Müslim, Salât: 34, 38; Tirmizî, Mevâkit: 69,                                                              115; Ebû Dâvud, Salât: 131. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/228.

[537] Müslim, Salât: 38, 41; Tirmizî, Salât: 116.

[538] Taberânî, Mu'cemu's-Sagîr, 1:93

[539] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/228-229.

[540] Tirmizî, Zühd: 60; Müsned, 2:280, (6983); 4:216, (17420.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/229.

[541] Tirmizî, Zühd: 60.

[542] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/230.

[543] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/231.

[544] Mu'cemü'l-Evsat, 3:184, (2379.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/231.

[545] İbni Mâce, Menâsik: 89. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/232.

[546] Münâvî, Feyzü'l-Kadîr, 6:457.

[547] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/232.

[548] Müslim, Cennet: 83; Müsned, 3:420, (14527.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/233.

[549] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/233.

[550] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/233-234.

[551] Enbiya: 21/107.

[552] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/234.

[553] Mu'cemü'l-Evsat, 3:435. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/234-235.

[554] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/235.

[555] İbni Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'âni'l-Azîm, 2:126; Mu'cemü'l-Evsat, 7:228.

[556] Suyûtî, ed-Dürrü'l-Mensûr, 3:244.

[557] En'âm: 6/14-15. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/235-236.

[558] Müslim, Birr: 77; Ebû Dâvud, Edeb: 10; İbni Mâce, Edeb: 9;Buhari, Edeb: 35. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/236.

[559] İbni Mâce, Hudûd: 21; Tirmizî, Diyat: 22; Ebû Dâvud, Sünnet: 32; Nesâi, Tahrîm: 22; Müstedrek, 3:741, (6697); Müsned, 1:232, 235, (1627, 1651), 2:294 (7081.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/237.

[560] Mu'cemü'l-Evsat, 2:364.

[561] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/237-238.

[562] Mu'cemü'l-Evsat, 3:451, (2968.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/238-239.

[563] Ebû Dâvud, Akdiye: 14; İbni Mâce, Ahkâm: 6.

[564] Câmiü's-Sagîr, 6:72.

[565] İsrâ: 17/32.

[566] Furkan: 25/68

[567] En'âm: 6/151.

[568] Nahl: 16/90. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/239-240.

[569] Müslim, Hayız: 29-32; İbni Mâce, Taharet: 107. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/240.

[570] İbni Mâce, Taharet: 124.

[571] Müsned, 6:458, (27302.)

[572] Fetevây-ı Hindiyye Tercümesi, 1:56. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/241.

[573] Buhari, Akîka: 2; Tirmizî, Edâhî: 16; İbni Mâce, Zebâih: 1; Ebû Dâvud, Dahâyâ: 20; Nesâî, Akîka: 1; Darimî, Edâhî, 9; Müsned, 4:26. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/241-242.

[574] İbni Mâce, Zebâih: 1; Ebû Dâvud, Dahâyâ: 20; Nesâî, Akîka: I, 3, 4.

[575] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/242.

[576] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/242-243.

[577] İbni Mâce, Edeb: 57; Müslim, Zikir: 41; Ebû Dâvud, Vitr: 62; Buhari, Daavât: 3. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/243.

[578] Tirmizî, Daavât: 38.

[579] Nasr: 110/3.

[580] Bakara: 2/222.

[581] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/243-244.

[582] Müslim, Salât: 65; Mu'cemü'l-Evsat, 3:457, (2979.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/244-245.

[583] Ahzâb: 33/56.

[584] Suyutî, Câmiü'l-Kebîr, 6:254, (18557.)

[585] Tirmizî, Daavât: 100.

[586] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/245-246.

[587] Tirmizî, Cenâiz: 7; Ebû Dâvud, Cenâiz: 16; Mu'cemü'l-Evsat,                                                                                 3:458, (2982.)

[588] Asây-ı Musa, s. 20.

[589] Buhari, Kader: 1.

[590] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/246-248.

[591] Tirmizî, Menâkıb: Hadis No:3799. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/248.

[592] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/248-249.

[593] Buhari, Menâkıbu'l-Ensâr: 21; Müslim, Fezâilü's-Sahabe: 134. Tirmizî, Menâkıb, Hadis no; 3822; Müsned, 4:488, (19130.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/249-250.

[594] Tabakat, 1:347.

[595] Müslim, Fezâilü's-Sahabe: 137; Müsned, 4:489, (19136.)

[596] Müsned, 4:493, (19173.)

[597] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/250-251.

[598] Müslim, Nikah: 35, 38; İbni Mâce, Nikah: 31; Nesâî, Nikah: 47, , 48; Tirmizî, Nikah: 30; Ebû Dâvud, Nikâh: 12; Dârimî, Nikâh: 8. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/251.

[599] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/251-252.

[600] Tirmizî, Zühd: 58. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/252.

[601] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/252-253.

[602] Buhârî, Nikâh: 117; Müslim, Rada: 4-10; Ebû Dâvud, Nikâh: 7; Tirmizî, Rada: 2; Nesâî, Nikâh: 52; İbni Mâce, Nikah: 38; Muvatta, Rada: 2; Dârimî, Nikâh: 48; Müsned, 6:221, (25608.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/253.

[603] Buhari, Nikâh: 20; Müslim, Rada: 1, 2; Tirmizî, Roda: 1; İbni Mâce, Nikâh: 34; Ebû Dâvud, Nikâh: 6.

[604] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/253-254.

[605] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/254-255.

[606] Bakara: 2/220.

[607] Taberânî, Mu'cemü'l-Evsat, 5:89 (4164).

[608] Nisa: 4/2. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/255.

[609] Câbiye, Dımaşk'ta bir köy ismidir. Hz. Ömer Suriye'nin fethi es­nasında buraya gelmiş ve Resûlullahın yukarıdaki sözlerini aynen tekrar­lamıştır

[610] Buhâri, Fezâilü's-Sahabe: 1; Tirmizî, Fiten: 45; Müslim, Selâm: 19-22, Fezâilü's-Sahabe: 214; Ebû Dâvud, Sünnet: 9. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/256-257.

[611] Tirmizî, Fiten: 45. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/257.

[612] Mu'cemü'l-Evsat, 3:460. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/257-258.

[613] Mucemü'l-Evsat, 3:461 (2988) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/258-259.

[614] Bakara: 2/216.

[615] Ebû Dâvud, Cihad: 18.

[616] Tevbe: 9/20.

[617] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/259.

[618] İbni Mâce, İkâmeti's-Salât: 175. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/260.

[619] Zümer: 39/9.

[620] Ahzâb: 33/35.

[621] İbni Mâce, İkâme: 175.

[622] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/260-261.

[623] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/261.

[624] Zuhruf: 43/71.

[625] Bakara: 2/25.

[626] Vakıa: 56/36-37.

[627] Muhammed Ali es-Sabûnî, Safvetü'l-Tefâsîr, 3:309. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/261-262.

[628] Ebû Dâvud, Tahâre: 61; İbni Mâce, Tahâre: 86. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/262.

[629] Ebû Dâvud, Tahâre: 60; Tirmizî, Edeb: 55.

[630] Ebû Dâvud, Tahâre: 60

[631] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/263.

[632] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/263-264.

[633] İsrâ: 17/23-24.

[634] Lokman: 31/14. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/264.

[635] İbni Mâce, Et'ime: 14; Müslim, Fezâilü's-Sahabe: 89; Tirmizî, Menâkib: 63. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/265.

[636] Müslim, Fezâilü's-Sahabe: 79; Tirmizî, Menâkıb: 63.

[637] Nur: 24/10-21.

[638] Müslim, Fezâilü's-Sahabe: 90; Tirmizî, Menâkıb: 63.

[639] Tirmizî, Menâkıb: 63; Fethü'r-Rabbânî, 22:128.

[640] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/265-266.

[641] Müslim, Libâs: 72, 113. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/266.

[642] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/267.

[643] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/267.

[644] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/267.

[645] Tirmizi Büyu': 6; İbni Mâce, Ticâret: 41; Ebu Dâvud, Cihad: 78; Müsned, 1:190(1321). İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/268.

[646] Münzirî, et-Tergîb ve't-Terhib, 2:529-530. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/268-269.

[647] Ebû Dâvud, Salât: 153; İbni Mâce, İkâme: 19; Müslim, Salat: 237; Dârimî, Salât: 79; Nesâî, Tatbik: 52. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/269.

[648] İbni Mâce, İkâme: 21; Nesâî, İftitah: 89; Ebû Davud. Salât: 153; Tirmizî, Salât: 189.

[649] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/269.

[650] Bahsedilen esirler Hevazin kabilesinden getirilmişti.

[651] Buhari, Edeb: 18. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/270.

[652] Buhari, Edeb: 18; Müslim, Tevbe: 19; İbni Mâce, Zühd: 35.

[653] Sözler, s. 29.

[654] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/270-271.

[655] Tirmizî, Mevâkit: 182; Ebû Dâvud, Sahil: 26; Dârimi. Salât: 141;                                                                  Müsned, 2:239 (6686) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/271-272.

[656] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/272.

[657] Buhari, Bedü'1-Halk: 1, Mezâlim: 13; Müslim, Müsâkâl: 142; Müsned, 4:193(17224) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/273.

[658] Ölümden Sonra Diriliş isimli eserimize bakınız.

[659] İbni Mâce, Rü'ya: 2; Buhari, Ta'bir: 23. İsrâ: 17/13. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/273-274.

[660] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/274.

[661] İbni Mâce, Rü'ya: 3.

[662] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/274-275.

[663] Tirmizî, Edeb: 16; Nesâî, Taharet: 13; Müslim, Taharet; 2; Muvatta, Şa'ar: 1. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/275.

[664] Buhârî, Libas: 63; Müslim, Taharet: 39; Tirmizî, Edeb: 14; Ebû Dâvud, Tereccül: 16; Nesâî, Zînet: 1.

[665] Muvatta, Şa'ar: 1.

[666] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/275.

[667] Muvatta, Kasru's-Salât: 15; Mecmâü'l-Evsat, 2:526 (1905) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/276.

[668] İbni Mâce, Siyam: 24; Buhari, Savm: 45; Müslim, Siyam

[669] Sünen-i İbni Mâce Tercümesi ve Şerhi, 4: 599.

[670] Müslim, Siyam: 50; Ebû Dâvud, Savm: 20.

[671] Buhari, Salât: 4; Müslim, Salât: 54; Ebû Dâvud, Salât: 114.

[672] Ebû Dâvud, Salat; 117

[673] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/276-277.

[674] Müslim, Birr ve's-Sıla: 23; Mu'cemü'l-Evsat, 4:41 (3053) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/278.

[675] Müslim, Birr ve's-Sıla: 25. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/278.

[676] Müsned, 2:220 (6538); Mu'cemü'l-Evsat, 4:42 (3055)

[677] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/279.

[678] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/279.

[679] Buhârî, Savm: 23; Müslim, Siyam: 65, 66; Ebû Dâvud, Tahare: 106. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/279-280.

[680] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/280.

[681] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/280.

[682] Kadr: 97.

[683] Câmiü's-Sagîr, 2:269.

[684] Bediüzzaman, Sözler, 309.

[685] İbni Mâce, Siyam: 56.

[686] Kastamonu Lahikası, s. 132, 201.

[687] Emirdağ Lahikası, 2:157.

[688] Şualar, s. 430.

[689] Emirdağ Lahikası, 2:21. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/280-282.

[690] Sünühat, s. 29.

[691] Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 136. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/282.

[692] İbniMâce, Edeb: 57; Müsned, 2:398 (7991) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/282-283.

[693] Sözler, s. 590. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/283.

[694] Mu'cemü'l-Evsat, 4:44 (3057) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/283.

[695] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/284.

[696] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/284.

[697] Tirmizî, Menâkib: 34.

[698] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/285-286.

[699] Müslim, İman: 232; İbni Mâce, Fiten: 15; Tirmizî, İman: 13. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/286-287.

[700] Hak Dini Kuran Dili, 5:3713, 3714.

[701] A'raf: 7/157.

[702] Tevbe: 9/129.

[703] Mektûbat, s. 22-24.

[704] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/287-290.

[705] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/290-291.

[706] Ebû Dâvud, Cihad: 31; Müslim, Birr: 5; Buhari, Cihad: 138; Tirmizî, Cihad: 2.

[707] Ebû Dâvud, Cihad: 32; Beyhakî, Sünen: 9:29; Hakim,  Müstedrek, 1:114 (2501)

[708] Taberânî, Mucemüs-Sagir, 1:238 (465 numaralı hadise bakınız).

[709] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/291-292.

[710] Buhari, Megâzî: 79, Cihad: 198; Müslim, Tevbe: 53, Salatü'l-Müsâfirin: 74; Ebû Dâvud, Cihad: 166; Nesâî, Mesacid: 38. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/292.

[711] Ebû Dâvud, Salat: 189; Buhari, Salat: 88; Müslim, Mesâcid: 97, 99; Tirmizî, Mevakit: 175; İbni Mâce, İkâme: 134. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/293.

[712] Ebû Dâvud, Salat: 189.

[713] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/293-294.

[714] Mu'cemü'l-Evsat, 4:51 (3065) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/294.

[715] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/294-295.

[716] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/295.

[717] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/295.

[718] Mu'cemü'l-Evsat, 4:61, (3076) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/295-296.

[719] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/296.

[720] Tirmizî, Mevâkıt: 39. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/296.

[721] İbni Mâce, İkâme: 47.

[722] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/296-297.

[723] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/297.

[724] Tekâsür: 102/1-4.

[725] Buhârî, Cenâiz: 89.

[726] Müslim, Cennet: 17.

[727] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/297-298.

[728] İbni Mâce, Mukaddime: 18 (230); Menâsik: 76. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/299.

[729] İbni Mace, Mukaddime; 18.

[730] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/299-300.

[731] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/300.

[732] Nahl: 16/5.

[733] Mü'min: 40/79.

[734] Hakîm, Müstedrek, 4:257 (7563, 7570) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/300-301.

[735] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/301.

[736] Buhari, Ezan: 53; Müslim, Salat: 114, 115, 116, 119; Ebû Dâvud, Salat: 75. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/301-302.

[737] İbni Mâce, ikâme: 41.

[738] Muvatta, Salat: 57. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/302.

[739] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/302-303.

[740] Buhâri, Fezâilü'l-Kur'ân: 23; Müslim, Müsâfirîn: 228; Tirmizî, Kur'ân: 28.

[741] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/303.

[742] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/304.

[743] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/304-305.

[744] İbni Mâce, Edâhi: 12; Müslim, Edâhi: 1-3. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/304-305.

[745] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/305.

[746] Buhârî, Hacc: 18, Libas: 73, 89; Müslim, Hacc: 31, 33, 47; Muvatta, Hacc: 17; Ebû Dâvud, Menâsik; 11; Nesâî, Hacc: 41, 42. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/305.

[747] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/306.

[748] Mu'cemü'l-Evsat, 4:193, (3340) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/306.

[749] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/306-307.

[750] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/307.

[751] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/307-308.

[752] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/308.

[753] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/308-309.

[754] Câmiü's-Sagîr, 2:346.

[755] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/309.

[756] Enfal: 8/34. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/310.

[757] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/310.

[758] Müslim, Libas: 1, 2; Buhari, Libas: 25. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/310.

[759] Müslim, Libas: 3.

[760] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/311.

[761] Mu'cemü'l-Evsat, 4:216, (3383) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/311.

[762] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/311-312.

[763] Câmiü's-Sagir, 4: 122.

[764] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/312.

[765] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/312-313.

[766] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/313.

[767] Buhârî, Gusl: 27; Müslim, Hayız: 22: İbni Mâce, Tahare: 103; Muvatta, Tahare: 78; Ebû Dâvud, Tahare: 87, 88; Tirmizî, Cuma: 78. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/313.

[768] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/314.

[769] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/314.

[770] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/314-315.

[771] Câmiü's'Sagîr, 5:76

[772] Tirmizî, Zekât: 28 Türkçe. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/315-316.

[773] Tevbe: 9/104.

[774] Bakara: 2/276.

[775] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/316.

[776] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/316-317.

[777] İbni Mâce, İkâme: 50; Ebû Dâvud, Salât: 93.

[778] Ebû Dâvud, Salât: 93.

[779] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/317.

[780] Müslim, Birr: 136; Ebû Dâvud, Libas: 26. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/317.

[781] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/318.

[782] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/318.

[783] Buhari, Cenaiz: 165; İbni Mâce, Cenâiz: 35.

[784] Buhari, Cenâiz: 167: İbni Mâce, Cenâiz: 35.

[785] İbni Mâce, Cenâiz: 35.

[786] Fethü'v-Rabbânî, 8:35.

[787] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/318-319.

[788] Müsned, 3:70(11518) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/320.

[789] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/320-321.

[790] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/321.

[791] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/321.

[792] Müslim, İman: 220-224; Tirmizi, Büyü: 42. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/322.

[793] Müslim, İman:   18

[794] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/322-323.

[795] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/323.

[796] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/324.

[797] İbni Mâce, Cihad: 38; Müslim, Cihad: 3. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/324-325.

[798] Ahkaf: 46/35.

[799] Naziat: 79/46.

[800] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/325-327.

[801] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/327-328.

[802] İbni Mâce, Nikâh: 21; Buhari, Nikâh: 48, Megâzî: 12. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/328.

[803] Hud: 11/49. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/328.

[804] Ebû Dâvud, Salât: 224; Beyhakî, Sünen, 3:238. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/329.

[805] Buhari, Cuma: 4; Müslim, Cuma: 10.

[806] Ebû Dâvud, Salât: 202. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/329-330.

[807] Buhârî, Ezan: 30; Müslim, Salât: 272.

[808] Buhârî, Ezan: 30; Müslim, Salât: 272; Tirmizî, Salât: 161.

[809] Mesnevi'i Nuriye, s. 201.

[810] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/330-332.

[811] Buhârî, Mezâlim: 10. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/332.

[812] Müslim, Birr: 59; Tirmizî, Kıyâme: 2. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/332-333.

[813][813] Tirmizî, Edeb: 66. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/ İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/333.

[814] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/333-334.

[815] İbni Mâce, Mukaddime: 11 (96); Tirmizi Menâkıb: Türk 3900

[816] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/334.

[817] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/335.

[818] Enfal: 8/74.

[819] Tevbe: 9/100. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/335.

[820] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/336.

[821] Müslim, İman: 209; Ebû Dâvud, Edeb: 118; Mu'cemü'l-Evsat, 4:258 (3454.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/336.

[822] Müslim, İman: 201; İbni Mâce, Talâk: 15.

[823] Lem'alar, s. 78.

[824] Sözler, s. 252.

[825] Yunus: 10/94.

[826] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/336-339.

[827] Buhari, Hacc:76; Müslim, Eşribe: 117; İbni Mâce, Eşribe: 21;                                                           Nesâî, Menâsik: 166. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/339.

[828] Müslim, Eşribe: 112; Ebû Dâvud, Eşribe: 13.

[829] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/339-340.

[830] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/340.

[831] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/341.

[832] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/341.

[833] Sözler, s. 77.

[834] Sözler, s. 35.

[835] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/341-343.

[836] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/343.

[837] Tirmizî, Menâkıb: 32; Muvatta, Kader: 3. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/343-344.

[838] Lemalar, s. 27, 28.

[839] Lem'alar, s. 26. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/344-345.

[840] Buhâri, Salât: 1, Ezan: 5, Taksir: 5, Menâkıbu'l-Ensâr: 47; Müs­lim, Müsâfirîn: 1-3, 5; Tirmizî, Cuma: 41; Ebâ Dâvud, Salâtü's-Sefer: 1; Muvatta, Kasru's-Salât: 8; Nesâî, Salât: 3; Dârimî, Salat: 152, 179; Müsned, 6:301 (26272.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/345-346.

[841] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/346.

[842] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/346.

[843] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/346-347.

[844] Tirmizî, Hacc: 100. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/347.

[845] İbni Mâce, Menasik: 36.

[846] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/347-348.

[847] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/348.

[848] Müslim, Nikâh: 21, 25, 30; Buhârî, Megâzî: 38, Nikâh: 31; Tirmizî, Nikâh: 28; İbni Mâce, Nikâh: 44

[849] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/348-349.

[850] Müsned, 2:378 (7835.); Tirmizî, İsti'zan: 2848 (Türk) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/349.

[851] Müslim, İman: 134; İbni Mâce, İkâme: 77. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/349-350.

[852] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/350.

[853] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/350-351.

[854] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/351.

[855] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/351.

[856] Buhârî, Fezâil-i Kur'ân: 21; Ebû Dâvud, Vitr: 14; Tirmizî, Fezâil-i Kur'ân: 15; İbni Mâce, Mukaddime: 16 (213.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/352.

[857] İbni Mâce, Mukaddime: 17 (227); Tirmizî, İlim: 2.

[858] İbni Mâce, Mukaddime: 17 (223); Ebû Dâvud, İlim: 1.

[859] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/352-353.

[860] Buhârî, Edeb: 27, 36; Müslim, Birr: 66. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/353.

[861] Buhârî, Salât: 88; Müslim, Birr: 65; Tirmizi Birr:  18.

[862] Hakim, Müstedrek, 3:356 (7902.)

[863] Câmiü's-Sagîr, 4:538. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/353-354.

[864] Buhârî, Teheccüt: 25; Müslim, Müsâfirîn: 69, 70; Tirmizi, Mevâkît:118. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/354.

[865] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/354-355.

[866] Buhârî, Mevâkît: 9, Bedü'l-Halak: 10; Müslim, Mesâcid: 180; Ebû Dâvud, Salât: 4; Tirmizi Salât. 7; İbni Mâce, Salât: 4; Nesâî, Mevâkît: 5; Muvatta, Vükût: 28; Müsned, 2:351 (7597.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/355.

[867] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/356.

[868] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/356-357.

[869] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/357.

[870] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/357.

[871] Tabakât, 8: 120, 123.

[872] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/358.

[873] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/358.

[874] Ebû Dâvud, Tıb: 14, Libas: 13; Tirmizi Cenâiz: 18, Edeb: 46. Nesâî, Cenâiz: 38, Zînet: 97; İbni Mâce, Cenâiz: 12, Libas: 5; Müsned, 1:307(2218.)

[875] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/359.

[876] Müslim, Zekât: 116; İbni Mâce, Zühd: 28. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/359.

[877] Müslim, Zekât: 115.

[878] Bediüzzaman, Lem'alar, s. 126.

[879] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/360-361.

[880] Mu'cemü'l-Evsat 4:284 (3502.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/361-362.

[881] Bakara: 2/58.

[882] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/362-363.

[883] Mu'cemü'l-Evsat, 4:285 (3505.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/363.

[884] Mu'cemü'l-Evsat, 4:287, (3510.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/363-364.

[885] Müslim, Vasiyyet: 3, 14; Ebû Dâvud, Vesayâ: 14; Tirmizî, Ahkâm: 36; Müsned, 2:490 (8819.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/364.

[886] Ebû Dâvud, Cihad: 15; Tirmizî, Fedailü'l-Cihad: 2; Dârimî, Cihad: 32.

[887] Buhari, Enbiyâ: 1.

[888] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/364-365.

[889] Mu'cemü'l-Evsat, 4:290, (3514.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/365-366.

[890] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/366.

[891] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/366-367.

[892] Tabakât, 4:362.

[893] Halebî, İnsânü'l-Uyûn, 3:300.

[894] Tabakât, 1:276; 4:363. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/367-369.

[895] İbni Mâce, Sıyâm: 17. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/369.

[896] Tirmizî, Libas: 23; Tıbb: 9; Nesâî, Zînet: 28; İbni Mâce, Tıb: 25.

[897] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Muhtasarı, 11:281. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/369.

[898] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/369-370.

[899] Hadid: 57/18.

[900] İbni Mâce, Sadaka: 19.

[901] Buhârî, İstikraz: 12; Müslim, Müsakât: 33.

[902] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/370-371.

[903] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/371-372.

[904] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/372.

[905] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/372-373.

[906] Araplar kadınlarla ve fakirlerle yürümeyi gururlarına yediremezlerdi.

[907] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/373.

[908] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/373-374.

[909] Meryem: 19/76. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/374.

[910] Mu'cemü'l-Evsat, 5:493 (4945.)

[911] Suyutî, Câmiü'I-Kebîr, Hadis No: 9486.

[912] Ebû Dâvud, Talak: 18; İbni Mâce, Talâk: 21.

[913] Suyutî, Câmiü's-Sagir; 3:147

[914] Camiü’l-Kebîr, Hadis No: 9041.

[915] Câmi’l-Kebîr. Hadis No: 10856, 12596.

[916] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/375.

[917] Müslim, İmâre: 131 (1. kısım için); Tirmizî, Cihad: 8 (2. kısım için) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/375-376.

[918] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/376.

[919] Müslim, Sayd: 58; Tirmizî, Sayd: 1; Nesâi, Dahâya: 41. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/377.

[920] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/377.

[921] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/377.

[922] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/377-378.

[923] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/378.

[924] Hilye, 1:363.

[925] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/378-379.

[926] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/379.

[927] Mâide: 5/6.

[928] Buhârî, Teyemmüm: 1; Müslim, Mesâcid; 3, 5, 8; Tirmizî, Siyer: 5; Ebû Dâvud, Tahâre: 121.

[929] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/379-380.

[930] Mu'cemü'l-Evsat, 4:304(3533.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/380.

[931] Tirmizî, Sevâbü'l-Kur'ân: 7; Dârimî, Fezâilü'l-Kur'ân: 21.

[932] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/380.

[933] Mâide: 5/67.

[934] Mu'cemü'l-Evsat, 4:305 (3534.); Tirmizî, Tefsir (Mâide Sûresi); Müstedrek, 3:343 (3221.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/381.

[935] Buhârî, Megazî: 31.

[936] Sîre,  1:381-382-; Tefsîr-l Kebîr, 32:172. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/381-382.

[937] Mu'cemü'l-Evsat, 4:308 (3537.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/382.

[938] Bakara: 2/177.

[939] Mü'minûn: 23/8.

[940] Müslim, İman: 106.

[941] İsrâ: 17/34.

[942] Ebû Dâvud, Edeb: 82. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/382-383.

[943] Buhari, Salât: 101; Müslim, Salât: 261; Tirmizî, Mevâkît: 134; Nesâî, Kıble; 8; Ebû Dâvud, Salât: 108; İbni Mâce, İkâme 37; Dârimî, Salât: 130; Muvatta, Sefer: 34, 35; Müsned, 4:169. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/384.

[944] el-Müttekî, Kenzu'l-Ummâl, 7:355 (19251.).

[945] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/384-385.

[946] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/385.

[947] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/386.

[948] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/386-387.

[949] Müslim, İmâre: 4; Buhârî, Bedü'I-Halk: 70.

[950] İbni Haldun, Mukaddime, s. 184, 185.

[951] Abdülkadir Udeh, islâm ve Siyâsî Durumumuz, s. 141.

[952] Abdülkadir Udeh, islâm ve Siyâsî Durumumuz, s. 141.

[953] Tecrid-i Sarih Tercümesi, 9: 222.

[954] Abdulkadir Udeh, İslâm ve Siyâsî Durumumuz, s. 141, 142.

[955] Müsned, 3:163 (12292), 232 (12884.); Taberânî, Mu'cemü's-Sagîr.

[956] İslâm ve Siyâsî Durumumuz, s. 137.

[957] Buhari, Bedü'1-Halk: 70.

[958] Müslim, İmâre: 4; Beyhaki Sünen, 8:144.

[959] Mu'cemü's-Sagir, 1:80.

[960] Kenzü'I-Ümmal, 6:49 (14793.); Müsned, 6:128 (16804.)

[961] Kütüb-i Sitte Muhtasarı, 6:408.

[962] Mevdudî, Hilâfet ve Saltanat, s. 358-360.

[963] Muhammed Hamidullah, İslâm Müesseselerine Giriş, s. 129, 130.

[964] Ebû Yüsr Muhammed Pezdevî, Ehl-i Sünnet Akaidi, s. 276.

[965] Nisa: 4/59.

[966] Buhari, Ahkâm: 4, Cihad: 108; Müslim, İmâre: 38; Tirmizî, Cihad: 29; Ebû Dâvud, Cihad: 86.

[967] Buhârî, Ezan: 4, 5; Ahkâm: 4, 56; İbni Mâce, Cihad: 39.

[968] Buhârî, Fiten: 3: Müslim, İmâre: 42. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/387-395.

[969] Buhârî, İlim: 43; Hacc: 132; Megâzî: 77, Fiten: 8, Edeb: 43; Müslim, İman: 118, 120; Ebû Dâvud, Sünne: 16. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/396.

[970] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/396-397.

[971] Buhârî, Edeb: 35; Müslim, Birr: 77; Ebû Dâvud, Edeb: 10; İbniMâce, Edeb: 9; Tirmizî, İsti'zan: 12; Birr: 67. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/397.

[972] Müslim, Birr: 77,78; Ebû Dâvud, Edeb: 10.

[973] Tirmizî. Birr: 67. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/398.

[974] Tirmizî, Salat: 433; Nesâî, Beyat: 35, 36.

[975] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/398-399.

[976] Nesâî, Hacc: 7,9; Menâsik: II; Buhâri, Hacc:9; Müslim, Hacc                                                                                  407. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/399-400.

[977] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/400.

[978] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/400-401.

[979] Mu'cemü'l-Evsat, 2:458 (1792.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/401.

[980] Müslim, Zekât: 156; İbni Mâce, Mukaddime: 12.

[981] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/401-403.

[982] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/404.

[983] Tirmizî, Daavât: 141; İbni Mâce, Edeb: 59. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/404.

[984] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/404-405.

[985] Bediüzzaman Saîd Nursî, Mesnevî-i Nuriye, s. 121. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/405.

[986] Mecmâü'l-Evsat, 4:336 (3579.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/406.

[987] Bediüzzaman, Mektûbat, s. 310, 311.

[988] Mektûbat, s. 58.

[989] Mektûbat, s. 311.

[990] Dinî, İlmî, Felsefi Yeni Ansiklopedi,  1:123.

[991] Bediüzzaman, Şualar, s. 501.

[992] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/406-410.

[993] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/410-411.

[994] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/411.

[995] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/412-413.

[996] Mu'cemü'l-Evsat, 7:416 (6809.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/413.

[997] Ebû Dâvud. Salat: 53.

[998] Mecmâü'l-Enhur, 1:109: Reddü'l-Muhtar, 1:380.

[999] Tirmizî, Salat: 400.

[1000] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/413-416.

[1001] Tirmizî, Kıyamet: 12; Ebû Dâvud, Sünnet: 23; İbni Mâce, Zühd: 37. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/416.

[1002] Sebe: 34/23.

[1003] Tirmizî, Daavât: 131; Müslim, İman: 334.

[1004] Fıkh-ı Ekber Şerhi, s. 232.

[1005] Câmiü's'Sagîr, 4:163, 208.

[1006] Câmiü's-Sagîr, 4:161.

[1007] Tirmizî, Salat: 362, Vitir: 22.

[1008] Câmiü's-Sagîr, 6:118.

[1009] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/416.

[1010] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/418.

[1011] Buhari, Ahkam: 1, Cuma: 11, İstikraz: 20, Itk: 17; Nikâh: 81, 90; Müslim, İmaret: 20; Tirmizî, Cihad: 27; Ebâ Dâvud, İmaret: 1. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/418-419.

[1012] Mu'cemü'l-Evsat, 5:478 (4913.)

[1013] Külüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, 6:421. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/419-420.

[1014] Mu'cemü'l-Evsat, 223 (3401), 4:351 (3601.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/420.

[1015] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/420-421.

[1016] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/421.

[1017] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/422-423.

[1018] Müsned, 5:457 (23113); Ebû Dâvud, Salât: 9; Tirmizi, Salât: 127; Buhari, Mevâkit: 5; Müslim, İman 137. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/423.

[1019] Câmiü's-Sagîr, 2:25 (1236.)

[1020] Müsned, 2:341 (7498.)

[1021] Câmiü's-Sagîr, 2:26 (1238.)

[1022] Câmiü's-Sagîr, 2:27 (1240.)

[1023] Ebû Dâvud, Sünnet: 2.

[1024] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/423-425.

[1025] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/425.

[1026] İbnü'l-Kayyım el-Cevzî, Sıfatü's-Saffe, 1:221. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/426.

[1027] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/426-427.

[1028] Ebû Dâvud, Vitr: 4; Tirmizî, Salât: 340; Nesâî.  Kıyâmü'1-Leyl: 47, ; İbni Mâce, İkâme: 115.

[1029] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/427.

[1030] Buharı, İlim: 34, İ'tisam: 7; Müslim, İlim: 13; Tirmizî, İlim; 5; İbni Mâce, Mukaddime: 8 (52.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/427-428.

[1031] Buharı, İlim: 34.

[1032] Müsned, 5:334 (22286.)

[1033] Müslim, İlim: 8, 9; Tirmizî, Fiten: 34; Buhârî, Fiten: 25; Müsned, 1:564 (4307.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/428-429.

[1034] Ebû Dâvud, Vitr: 12; İbni Mâce, Cihad: 15, Fiten: 2; Buhari, Rikak: 26; Dârimî, Salat: 135; Müsned, 2:253 (6789.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/429.

[1035] Tevbe: 9/100; Enfal: 8/74 ve Haşr: 59/8. âyetine de bakınız.

[1036] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/429-430.

[1037] Tirmizî, Cenâiz: 34; Ebû Dâvud, Edeb: 49. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/431.

[1038] Buhâri, Bedü'1-Halk: 66. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/431.

[1039] İbni Hacer, Fethü'l-Bârî, 6:320.

[1040] Tevrat, Tekvin, bâb: 2, 3.

[1041] İncil, Matta, bâb, 1; Markos, bâb: 2.

[1042] Muhakemat, s. 7, 16-18; Sözler, s. 308.

[1043] Muhakemat, s. 59.

[1044] Muhakemat, s. 131. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/431-433.

[1045] İbni Mâce, Libas: 19. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/433.

[1046] Ebû Dâvud, Salât: 213; Bıthârî, Cuma: 7; Müslim, Libas, 6, 9; Nesâî, Cuma: 11; İbni Mâce, Libas: 16; Muvaita, Lubs: 18.

[1047] Müslim, Libas: 11, 22.

[1048] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/433-434.

[1049] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/434.

[1050] Buhari, Büyü: 58, 64, 68, 70, Nikâh: 45; Müslim, Büyü: 11, 12, 18-21; Nikâh: 38, 39, 49, 52; Ebû Dâvud, Büyü: 46, Nikâh: 2, 16; Tirmizî, Büyü: 17, 18, 65, Nikâh: 38, Talak: 14; İbni Mâce, Ticâret: 14; Nesâî, Büyü: 18, 21, Nikâh: 20; Muvatta, Büyü: 45, 95, 96. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/434-435.

[1051] Müslim, Nikah: 38. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/435-437.

[1052] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/438-439.

[1053] Müsned, 6:90 (24469.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/439.

[1054] Nisa: 4/4.

[1055] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/439-440.

[1056] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/440-441.

[1057] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/441-442.

[1058] Buhari, Savm: 8; Ebû Dâvud, Savm: 25; İbni Mâce, Siyam: 21. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/442.

[1059] Mektûbat, s. 39.

[1060] Beyhakî, Sünen, 4:304.

[1061] İbni Mâce, Siyam; 21.

[1062] İbni Mâce, Siyam: 21. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/442-444.

[1063] Buhari, Vudu: 32. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/444.

[1064] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/444-445.

[1065] Ebû Dâvud, Büyü: 81; Tirmizi Büyü: 38. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/445.

[1066] Fussîlet: 41/34.

[1067] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/445-446.

[1068] Müslim, Münâfırûn: 70; Nesâî, İşretü'n-Nisâ: 4. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/446-447.

[1069] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/447.

[1070] Ebû Dâvud, Salât: 48, Tatavvu: 12; Müsned, 5:331 (22269.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/447-448.

[1071] Mutaffîfin: 83/18-21.

[1072] Mutaffifîn: 83/7. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/448.

[1073] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/449.

[1074] Müslim, Mesâcid: 251, 252; İbni Mâce, Mesâcid: 17; Ebû Dâvud, Salat: 46; Tirmizî, Salat: 48; Müsned, 2:321 (7321.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/449.

[1075] Mucemaü'l-Evsat, 1: 272 (438.), 3:366 (2784.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/449-450.

[1076] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/450.

[1077] Müslim, Selâm: 42; Buhari, Tıb: 36; Ebû Dâvud, Tib: 15; Tirmizi Tıb:  19.

[1078] Tirmizî, Tıb: 16; İbni Mâce, Tıb; 33.

[1079] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/450-451.

[1080] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/451.

[1081] Ebû Dâvud, Zekât: 26.

[1082] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/451-452.

[1083] Müsned, 3:65 (11469.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/452.

[1084] Buhari,  Küsuf: 88; Müslim,  Hacc: 410; Ebû   Dâvud,   Menâsik: 94; Tirmizî, Salât: 126; Müsned, 6:10 (23845.)

[1085] İbni Mâce, İkâme: 195.

[1086] Müsned, 3:97 (11719.)

[1087] Buhârî, Taksirü's-Salât.: 4; Müslim, Hacc: 419; Muvatta, İsti'zan: 37; Ebû Dâvud, Menâsik: 2; Tirmizî, Rada: 15.

[1088] Müsned, 3:65 (11469.)

[1089] Hak Dini Kur'ân Dili, 10:235-255.

[1090] Azîmâbâdî, Avnu't-Mâbud, 5:153.

[1091] A.g.e., 5:150.

[1092] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/453-456.

[1093] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/456.

[1094] Buhârî, Libas: 67, Enbiyâ: 50; Müslim, Libas: 80; Ebû Dâvud, Tereccül: 18; Nesâî, Zînet: 14; Tirmizi, Libas: 20.

[1095] İsmail Mutlu, Sıddıkıt Ekber Hz. Ebû Bekir, s. 108.

[1096] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/456-457.

[1097] İbni Mâce, Cenaze: 1. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/457.

[1098] Buhârî, Cenâiz: 2; Müslim, Libas: 3, Selam: 4; İbni Mace, Cenaiz: 1.

[1099] Tirmizî; Cenâiz: 2; Ebû Dâvud, Cenâiz: 3; İbni Mâce, Cenâiz: 2

[1100] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/458.

[1101] İbni Mâce, Fiten: 24. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/458-459.

[1102] Müslim, İman: 234; Tirmizî, Fiten: 35

[1103] Tevbe: 9/33.

[1104] Buharı, Fiten: 13; Müslim, Fiten: 52.

[1105] Buhari, Rikak: 9; Tectîd-i Sarih Tercümesi, 12:182.

[1106] Şualar, s. 490, 491.

[1107] Sözler, s. 110. eski

[1108] Suyutî, Câmiü's-Sagîr, 3:232. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/459-461.

[1109] Ebû Dâvud, Siyam: 73; Tirmizî, Savm: 35. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/461.

[1110] Ebû Dâvud, Siyam: 72. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/461-462.

[1111] Tirmizî, Edeb: 54; Dârimî, Libas; 14. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/462-463.

[1112] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/463-464.

[1113] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/464.

[1114] Câmiü's-Sagîr, 4:115; Tirmizî, Fezâilü Kur'ân: 9.

[1115] Tirmizî, Fezâilü Kur'ân: 9.

[1116] Tirmizî, Fezâilü Kur'ân: 9

[1117] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/464-465.

[1118] Ebû Dâvud, Akdiye: 1; Tirmizî, Ahkâm: 1. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/465.

[1119] Ebû Dâvud, Akdiye: 2.

[1120] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/465-466.

[1121] Buhari, Zekât: 61, Büyü: 67, 73, Itk: 10, Mekâtib: 2, 3, 4, 5, Hibe: 7; Müslim, Itk: 5; Tirmizî, Büyü: 33, İbni Mâce, Itk: 3; Ebû Dâvud, Itk: 2; Muvatla, Itk: 17. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/466.

[1122] Haşir: 59/7.

[1123] Nisa: 4/59.

[1124] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/466-467.

[1125] Tirmizi, Kıyâme: 24. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/467-468.

[1126] Lem'alar, s. 52. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/468.

[1127] İbrahim: 14/27. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/468-469.

[1128] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/469-470.

[1129] Ebû Dâvud, Sünnet: 5. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/470.

[1130] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/470-471.

[1131] Müsned, 6:180(25244.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/471.

[1132] Müsned, 6:180 (25245.); Tabakât, 2:223.

[1133] Müsned, 1:16 (78.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/471.

[1134] Buhârî, Teheccüt: 33; Müslim, Müsâfirîn: 85; Ebû Dâvud, Vitr: 7; Nesâî, Kıyâmu'1-Leyl: 28; Tirmizi, Savm: 54; Müsned, 2:350 (7581.); Darimi, Salat: 151; Savm: 38. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/472.

[1135] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/472.

[1136] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/473.

[1137] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/473.

[1138] Müslim, Zekât: 109; Ebû Dâvud, Zekât: 26; Nesâî, Zekât: 86; Dârimî, Zekât: 36. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/473-474.

[1139] Tirmizi Zekât: 38; Ebû Dâvud, Zekât: 26.

[1140] Buhari, Zekât: 52, Müslim, Zekât: 103.

[1141] Ebû Dâvud, Zekât: 23; Tirmizî, Zekât: 22; Mâce, Zekât: 26. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/475.

[1142] Buhârî, Rikak: 31; Müslim, İman: 206, 207, 208, Ebu Dâvud, Rikak: 70; Müsned, 1:346 (2518.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/475-476.

[1143] En'âm: 6/160.

[1144] Bakara: 2/261.

[1145] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/476-467.

[1146] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/478.

[1147] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/478.

[1148] Tirmizî, Daavat: 135. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/478-479.

[1149] Tirmizî, Salat: 346.

[1150] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/479.

[1151] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/479.

[1152] Bakara: 2/44.

[1153] Câmiü's-Sagîr, 4:385.

[1154] Câmiü's-Sagîr, 1:405; 5:508.

[1155] Câmiü's-Sagîr, 4:325.

[1156] Câmiü's-Sagîr, 6:370

[1157] Câmiü's-Sagîr, 4:372.

[1158] Müslim, Zühd: 57. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/480-481.

[1159] İbni Mâce, İkâme: 189. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/481-483.

[1160] Tirmizi Salât: 348; İbni Mâce, İkâme: 189.

[1161] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/483-484.

[1162] Mu'cemü'l-Evsat, 7:454. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/484.

[1163] Mutaffifîn: 83/53.

[1164] İbni Mâce, Zühd: 29.

[1165] Îşârâtü'l-İ'caz, s. 78. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/484-485.

[1166] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/486.

[1167] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/486-487.

[1168] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/487.

[1169] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/488-489.

[1170] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/489.

[1171] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/490.

[1172] Tirmizi, Menâkıb: 35; Müslim, Fiten: 72. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/490.

[1173] Buhârî, Salât: 63, Cihad: 17; İbni Sa'd Tabakât: 3:257; İbni Hişam, Sîre, 2:142; Halebî, İnsânü'l-Uyûn, 2:263.

[1174] el-Kâmil Tercümesi, 3:313, 315;  Bediüzzaman, Mektûbat, 108. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/490-491.

[1175] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/491-492.

[1176] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/492.

[1177] Numaralı hadise bakınız.

[1178] İbni Mâce, Zühd: 30

[1179] Nisa: 4/17-18. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/492-493.

[1180] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/493-494.

[1181] Ebu Dâvud, Vitr: 31; Buhân, Daavât: 48, Teheccüt: 25, Tevhid: 10; İbni Mâce, İkâme: 188; Müsned, 3:437 (14689.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/494-495.

[1182] Suyutî, Câmiü'l-Kebîr, (27572.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/495-496.

[1183] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/496.

[1184] Buhari, Teheccüt: 5; Müslim, Müsâfirîn: 177; Nesâî, Kıyâmü'1-Leyl: 4; Muvatta, Ramazan: 1.

[1185] Müslim, Müsâfirîn: 214.

[1186] Buhari, Teravih: 1; Müslim, Müsâfirîn: 173; Tirmizî, Savm: I; Ebû Dâvud, Ramazan: 1; Nesâî, Kıyâmü'1-Leyl:  3; İbni Mâce, İkame:  173, Siyam: 2, 39; Dârimî, Savm: 54.

[1187] Ebû Dâvud, Sünnet: 4.

[1188] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 1/497-499.